You are on page 1of 268

LESLIE IRVINE • Biz ve Onlar

LESLIE IRVINE Colorado Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doçent. insan-hay­


van ilişkileri, hayvan bannaklan ve doğal afetlerde hayvanlann durumu üzerine
araştırmalar yaptı. 2005'te, New Orleans'ta yaşanan Katrina tayfunu sonrasında
gerçekleştirilen hayvan kurtarma çalışmalan konusundaki araştırmalan Filling the
Ark: Animal Welfare in Disasters (Temple University Press, 2009) adıyla yayımlandı.
lrvinc, halen hayvan besleyen evsiz insanlarla ilgili bir çalışma yürütmektedir.

If You Tame Me. Understanding Our Connection with Animals


© 2004 Temple University
Bu kitabın yayın hakları Onk Ajans Ltd. aracılığıyla alınmıştır.

lletişim Yayınları 1613 • Hayvan Hakları 3


ISBN-13: 978-975-05-0908-7
© 2011 lletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2011, İstanbul

DIZI EDlTôRÜ Bahar Siber


EDlTôR Elçin Gen
KAPAK Suat Aysu
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELTi Asude Ekinci
BASKI ve ClL T Sena Ofset
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11
Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21

tletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak lletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
LESLIE IRVINE

Biz ve Onlar
Hayvanlarla Bağımızı Anlamak
IfYou Tame Me
Understanding Our Connection with Animals

ÇEVİREN Serpil Çağlayan

e t ' m
içlNDE KILER

TEŞEKKÜR.... .. . ... .......................7

ÖNSÖZ: ONLARI TANIMAK, ONLAR 0LMAKTIR I


Mark BekofL .. . . .9

GiRIŞ: TİLKiNİN BiLGELİGL .. . ...... ............................. 15

1. NASIL VE NEDEN .......29

2. Biz VE ONLAR. .... ....... 57

3. PETIEN YOLDAŞ HAYVANA .... .. 89

4. HAYVANLAR! SEYRETMEK I BENLİGE BAKIŞ ................ ...................... 113

5. HAYVAN SAHiPLENENLER: DOGRU Eşi BULMAK ..... 127

6. BENLİGİ YENiDEN DOŞÜNMEK: MEAD'İN MIYOPLUGU ...... ..159

7. BENLİK ÖTEKİNE l<ARŞI: ÇEKiRDEK BENLİK.... . . .... 171

8. ÖTEKİYLE BiRLiKTE BENLiK: ÖZNELERARASILIK .. ........ 197

SONUÇ: TEORiYİ HAYATA GEÇiRMEK . . 227

EK: YÖNTEMLER . . ..... .. . . . .. . . . . . 243

KAYNAKÇA ............. 249


TESEKKÜR

Hayvan davranışları konusundaki tartışmalarımız için ve bu


kitabın ilk taslağını okuduğu için Marc Bekoff a minnettarım.
Clint Sanders'a da, metnin ilk versiyonlarından birini okuduğu
ve kitapla ilgili olarak beni cesaretlendirdiği için teşekkür ede­
rim. Steven ve janet Alger'ın görüş ve önerileri sayesinde met­
nin taslağı önemli ölçüde gelişti. Kedi-insan etkileşimi konu­
sundaki ufuk açıcı fikirleri için Algers'lere ve jackson Galaxy'ye
teşekkür ederim. Brian ve Melanie Pelc'in dostluğu, bu süreç­
te bana hem keyif verdi hem de destek oldu . Barınak çalışanla­
rı bitmek bilmeyen sorularıma cevap vermekten hiç yorulmadı­
lar. Temple University Press'ten janet Francendese, yayına ha­
zırlama işlemlerinin her aşamasında bana yardımcı oldu . Marc
Krulewitch, proj eye inandı ve daha da önemlisi, bana inandı.
Bunun için kendisine müteşekkirim.
Bu kitabın bazı kısımları, daha önce yayımlanmış makalele­
rin değiştirilmiş versiyonlarıdır: "The Power of Play" , Anthro­
zoös 14 (200 1 ) : 1 5 1 - 1 60 , Intemational Society for Anthrozoo­
logy'nin (IZAS) izniyle; ve "A Model of Animal Selfhood: Ex­
panding Interactionist Possibilities , Symbolic Interaction 2 7
"

(2004) , University of Califomia Press ve Society for the Study


of Symbolic Interaction'ın izniyle.

7
ÖNSÖZ:
ÜNLARI TANIMAK, ONLAR ÜLMAKTIR
Mark Bekoff

İnsanların çoğu , başta köpek ve kedi gibi yoldaş hayvanlar


( nam-ı diğer "petler" ) olmak üzere , insandışı hayvanların
(nam-ı diğer "hayvanların" ) en azından bazılarıyla yakın bağ­
lar kurar. Diğer hayvanlara karşı ikircikli duygular besleyen­
ler, nedenini dile dökemeseler bile, onlarla genelde bir tür aşk­
nefret ilişkisi içindedirler. Hoşumuza gitsin gitmesin, hayatla­
rımız öteki hayvanların hayatlarına sıkı biçimde bağlıdır. O tuz
yıldan uzun bir süredir, hayvanların sosyal davranışları ile bi­
lişsel ve duygusal kapasitelerinin çeşitli yönleri üzerinde çalışı­
yorum. Çalışmalarıma, basit gibi görünen, ama hiç de öyle ol­
mayan bir soruyla başlarım: " . . . olmak nasıl bir şeydir?" Nokta­
lı yere dilediğiniz hayvanın adını getirebilirsiniz. Ne zaman bir
hayvanın dünyasına girsem -zira onların dünyalarını ve dün­
yaya bakışlarını anlayıp takdir etmeye çalışmak şarttır- o hay­
vana dönüşürüm. Dolayısıyla , kır kurtlarıyla ilgili çalışmala­
rımda, bir kır kurduyumdur; aynı şekilde köpekler ve kuşlar­
la ilgili çalışmalarımda da, onlardan biri olurum. Kimliklerimiz
bulanıklaşır ve pek çok insanın koyduğu sınırlar geçirgenleşir.
leslie lrvine, bu kitapta daha ziyade yoldaş hayvanlardan bah­
sediyor; köpeklerle ilgili uzun süreli araştırmalarımda gördüm
ki, bu fevkalade varlıklar, duyguları kadar, koku , işitme ve gör-

9
me duyularının da peşinden gidiyorlar. Bu hayvanlar duyuları­
nın, dinmek bilmez meraklarının ve sınırsız sevgilerinin kur­
banı olabildikleri içindir ki, onları seviyor, onlarla özdeşleşiyo­
ruz ; bu yüzden onlarla biriz.
Leslie'nin kitabını çok beğendim . Kolay anlaşılır olmasının
yanında, (benim "bilim duygusu" dediğim) "ağır bilim" ve ("a"
başharfli iki nahoş sözcükten biri sayılan ve kimilerinin kötüle­
me maksadıyla "hafif bilim" dediği) anekdotlarla dolu , çok sıkı
bir araştırma içeren bilimsel bir çalışma. Bilim dallarının hepsi­
nin değilse de çoğunun temelini anekdotlar oluşturur, zira ge­
nelde ampirik ve deneysel çalışmalara geçilmesi için gereken
motivasyonu bu hikayeler yaratır. Ayrıca, anekdotun çoğulu­
nun veri [ data] olduğunu da unutmamak gerekir.
Şüpheyle yaklaşılan "a" başharfli nahoş sözcüklerin diğeri,
"antropomorfizm" dir. * Leslie'nin ve başka araştırmacıların de­
falarca işaret ettikleri gibi, antropomorfizmin geçerli bir alter­
natifi yoktur; antropomorfizm, temkinli ve biyosantrik bir bi­
çimde (hayvanların dünyasını hesaba katarak) kullanılırsa, am­
pirik çalışmaların ilerisine gidilmesinde motive edici olabilir.
Bizler insanmerkezciyizdir, çünkü insanlar olarak, diğer hay­
vanların davranışlarını anlamlandırmak için öyle olmak zorun­
dayızdır. Antropomorfizmi eleştirenler, bunun öteki hayvanla­
rın hayatlarını daha insansı, ya da fazla insansı kıldığı gibi ba­
yat ve doğrusu yavan iddialar ortaya atıyorlar. Onlara katılmı­
yorum, zira dikkatli ve biyosantrik bir antropomorfizm, hem
ö teki hayvanların hayatlarını daha kolay anlaşılır kılmamı­
zı, hem de yaptığımız işi daha çok önemsememizi sağlayabilir.
Leslie, hayvanlarla olan yakın ilişkilerimizi konu edinen bu
çalışmasının adını, gelmiş geçmiş en büyüleyici çocuk kitap­
larından birinde geçen bir bölümden almış. Gerçekten, gel­
miş geçmiş en büyüleyici hikayelerden biri bu. Küçük Prens ad­
lı bu kitap, yetişkinlere, kimi zaman hayatın gizemlerini kabul­
lenmenin en iyi yol olduğunu öğretiyor. Dahası, hayatta asıl
önemli olan şeyin gözle değil, ancak yürekle görülebileceği-

(*) lnsanbiçimcilik - ç.n.

10
ni ortaya koyan karakter, bir tilki, yani bir hayvan. Antoine de
Saint-Exupery, Küçük Prens'i en iyi dostuna ithaf etmiş, ancak
bunu yaparken, ithafın, şimdi bir yetişkin olan dostunun ço­
cuk haline yapıldığını açıklamayı da ihmal etmemiş. Çocukluk
merakını ve potansiyelini yüceltme ve geri getirme anlayışının
bir benzeri, Leslie'nin kitabında da yol gösterici olmuş. Çocuk­
lar meraklı natüralistlerdir ve hayvanların düşünen, hisseden
varlıklar olduklarını kabullenmekte hiç zorlanmazlar. Çocuk­
lar, hayvanların bizim hissettiğimiz duyguları hissedebildikle­
rini ve onları paylaşabildiklerini anlarlar. Bizler büyüyüp "eği­
tildikçe", bunun saçma olduğunu, hayvanların aslında o duy­
guları hissetmediklerini, birer robot ya da otomat olduklarını
öğreniriz . Bize çizilen bu hayvan portresinin alçaltıcı olmak­
la kalmayıp düpedüz yanlış da olduğunu artık biliyoruz, zira
bu portre, pek çok hayvanın zengin ve derin duygusal hayatla­
ra sahip olduğunu gösteren bilimsel verilere tamamen zıttır. Ve
Leslie'nin işaret ettiği gibi, hayvanların sosyal iletişim kalıpla­
rı çok karmaşık olabilmektedir: Bir hırıldama, yalnızca bir hı­
rıldama değildir.
Neyse ki bazılarımız terbiye edilmeyi reddediyoruz ve sözde
nesnel ve önyargısız bilimin, yeryüzünü paylaştığımız hayvan­
lar hakkında edindiğimiz hakiki bilgiyi köreltmesine izin ver­
miyoruz. Leslie, bilimsel verilere saygı duyan, ama bunun ya­
nında hayvan araştırmalarının katıksız bilimden daha fazlası­
nı gerektirdiğini de bilen grupta yer alıyor. Her ne kadar bu ki­
tap Leslie'nin son beş yıldır yürüttüğü araştırmalara dayansa
da, diğer hayvanların duygusal ve hissetme yetisine sahip var­
lıklar oldukları şeklindeki temel önerme, çocukluğundan itiba­
ren onun hayatında yönlendirici olmuş. Bir yavru fille karşılaş­
ma hikayesinde, okurlar onun hayvanların iç dünyalarına olan
merakının ilk işaretini görecekler.
Ancak, bu bir çocuk kitabı değil. Bu kitap, en katı "büyük­
leri" bile hayvanların birer makine oldukları fikrinden vazgeç­
meye ikna edecek şekilde, somut bulgularla teoriyi birleştiri­
yor. Leslie'nin araştırması, insan ve insandışı varlıklar cephe­
sindeki davranış üzerine titiz gözlemler içeriyor. Özenli ve cid-

11
di bir çalışma. Buna rağmen, bu özen ve ciddiyeti, sevgiyle, sos­
yal sorumluluk bilinciyle ve cesaretle harmanlayarak, Avus­
turyalı bilimci Anton M oser'in "derin bilim" adını verdiği re­
çeteyi uyguluyor. Rahmetli köpeğim Jethro'yla konuştuğum,
onun bana verdiği tepkileri izleyip dinlediğim için, yıllarca, ki�
mi meslektaşlarım bana "acayip" demiştir. Şunu bilin ki, Jeth­
ro'nun iletişim şekli -hatta onun dili diyeceğim-, bildiğim söz­
cüklerin çoğundan daha derin ve zengindi. Belki Leslie'nin ki­
mi sosyolog meslektaşları da, benzer düşüncelerle, bu kitabın,
sosyolojik kaygıların " meşru" alanının çok dışında kaldığı­
nı düşünecektir. Kimileri, dünyada insanlarla ilgili onca sorun
varken, hayvanlar konusunda çalışmanın çok değerli bir vak­
ti ziyan etmek olduğunu söyleyebilir. Ancak hiç kimse doğanın
dışında değildir. Öteki hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerin şek­
li, kendimize bakışımızı ve diğer insanlarla kurduğumuz ilişki­
leri etkiler. Dahası, tam da hayvanlara yönelik zulümle insan­
lara yönelik zulmün paralel gittiğini öğrenmişken, hayvanla­
ra karşı merhametli olmanın, bu dünyanın tümünü daha sevgi
dolu bir yer haline getirebileceğini de unutmamakta fayda var.
Bu şefkatten bizler de pay alabiliriz.
Leslie'nin kitabının ana fikri şu: İnsanların evcil hayvanlar­
la kurdukları ilişkiler, hayvanların da tıpkı insanlar gibi benlik
sahibi olmalarına dayanmaktadır. Benlik üzerine yaptığım araş­
tırmalar, primatlar dışındaki hayvanların, zamanlarının çoğu­
nu geçirdikleri sosyal gruplarda kullanabildikleri benlikler ge­
liştirmiş olduklarını gösteriyor. Sırf dil kullanma yetimizi pay­
laştığımız hayvanlara bakmakla, şimdiye dek benliği muhteme­
len yanlış yerde aradık. Bilişsel etoloji bize ayrıca, farklı fark­
lı pek çok hayvanın, büyük bölümü bizim için hala sır olan, zi­
hinsel ve duygusal bakımdan zengin hayatlar yaşadığını göster­
miştir. Öte yandan , Leslie, bu gizemi çözecek ipuçlarından bi­
rinin, çocukların iç dünyaları hakkındaki araştırmalarda görü­
lebildiğini savunuyor. Hayvanlar gibi, bebekler de dili kullana­
maz; buna rağmen, onların benlik duygusu addettiğimiz şeyin
en temel unsurlarını sergilediklerini inkar edecek insan pek az­
dır. Bebek annesini tanır ve annesinin kendisinden başka biri

12
olduğunu bilir; bebekler de bizim gibi, tebessüm eder, kahkaha
atar, şaşırır ve başka duygular hissederler ve bir biberona ya da
oyuncağa uzanmalarında olduğu gibi, kendi hareketlerini bir
hedef doğrultusunda yönlendirebilirler. Her ne kadar bebek­
ler sonradan dil yetisi kazanıp en sonunda insan olarak onlara
yararlı olan birer benlik geliştirseler de, Leslie, benliğin konuş­
ma öncesi unsurlarının hayvanlarda da bulunduğunu savunu­
yor. Bu benliğin gündelik etkileşim sırasında hayvanların insan
dostları için nasıl apaçık hale geldiğini açıklamak amacıyla, et­
kili örnekler veriyor.
Ancak bu kitap, bir hayvan benliği teorisi sunmakla yetinmi­
yor. Eylem çağrısında bulunarak, bizi diğer hayvanlarda ve do­
layısıyla kendimizde açtığımız yaraları iyileştirebilecek bir işe,
inisiyatifi el e alan sevecen aktivizme davet ediyor. Büyük v e
yaşlı beyinlerimiz sayesinde bizler yerzünün en muktedir var­
lıklarıyız ve öteki hayvanlara neredeyse her istediğimizi yapa­
biliriz. Dolayısıyla, ahlaklı varlıklar olmak ve adımlarımızı ha­
fifçe, nezaket , alçakgönüllülük, saygı, sevecenlik, iyilik, cö­
mertlik ve sevgiyle atmak gibi olağanüstü bir sorumluluğun
yükü altındayız. Öteki hayvanlarla karşılıklı bir ahenk içinde
yaşayabilmek, ancak böyle olmamızla ve bunları yapmamızla
mümkün. Gerçekten bu denli güçlü ve her yere yayılmış halde­
yiz. Aktivizm bir tür bedel ödeme gibi de görülebilir: Bizler, bi­
lerek ya da bilmeyerek, ö teki hayvanların bize çıkar gözetmek­
sizin verdikleri şeylerin karşılığını ödüyoruz. Merhum Martin
Luther King jr. , kayıtsızlık ihanetle eşanlamlıdır, demişti. Ben
de, yaşamaları ve seslerini duyurabilmeleri bizim iyi niyetimi­
ze kalmış olan diğer hayvanlar için, kayıtsızlığın ölümcül ola­
bileceğini savunmuşumdur. Bu kitaptaki kanıtları ikna edici
bulmanız, sizi, hayvanlara dair düşüncelerinizi ve onlara yöne­
lik davranışlarınızı yeniden düşünmeye sevk edecek. Leslie, bir
hayvan barınağında yaptığı araştırmasında , sözde hayvanları
seven insanların da pek çoğunun, onlara mal muamelesi yaptı­
ğını bulgulamış. Hayvanlar ideal (yani insana uygun) koşullara
uygun davranamadıklarında, insanlar onları " takas ediyor"lar.
Hayvanlar büyüdüklerinde, yaşlandıklarında, fazla kilo aldıkla-

13
rında ya da insanları zora sokan başka sıkıntılar yarattıkların­
da, onlardan vazgeçiyoruz. Daha açık söylersek, birçok insan,
hayvanların benlik duygusuna saygı gösterme zahmetine gir­
miyor ve sonuçta kendini zengin ve son derece tatminkar bir
ilişkiden mahrum etmiş oluyor. Leslie, hayvan benliğine ilişkin
argümanının getirdiği etik görevleri bir bir önümüze sermek­
le, hayvan refahı ile hayvan hakları arasındaki farkları açık ve
özlü bir biçimde yerli yerine oturtuyor. Pek çok insan bu ikisi­
nin aynı şey olduğunu sanır, ama değildir. Leslie'nin hayvanla­
rın hakları olduğunu söylemesi, pek çok zor konuyu gündeme
getirse de, kendi adına konuşamayanların sesini cesurca dillen­
dirmiş oluyor.
Bu kitap sonsuz sayıda olasılığa kapı açıyor. Bunlar aynı za­
manda bizi zorlayan, içinden çıkılmaz gibi görünen olasılık­
lar. Ö teki hayvanlara bakışımız, çeşitliliğin damgasını vurdu­
ğu bu devasa dünyada kendimize nasıl baktığımızı da belir­
ler. Biz benzersiziz, ama diğer hayvanlar da öyleler. Ve şimdi­
ye dek "biz" ve "onları" ayırmak için sık sık kullanılan ölçütleri
-alet kullanmak, dil, sanat, kültür, duygu , bilinç- dikkatle ir­
delediğimiz zaman, kendimizi kaypak bir zeminde buluruz, zi­
ra bunların hiçbiri, bizim bir tür evrimsel kopuşun temsilcile­
ri olduğumuzu göstermez. Charles Darwin evrimsel süreklili­
ği savunur; yani hayvanlar arasındaki fiziksel ve zihinsel fark­
ların, bir nitelik farkından ziyade bir derece farkı olduğunu
söyler. Onun bu yenilikçi fikirlerini ciddiye almak zorunda­
yız. Leslie de, bu gezegeni paylaştığımız diğer varlıkları anla­
mak, takdir etmek, onlara değer vermek ve onları sevmek için
yeni yollar öneriyor. Cesaretinizi toplayıp, zihninizi -daha da
önemlisi, yüreğinizi- açarak bu metni okumaya girişin. Zira
tilkinin küçük prense dediği gibi, neyin önemli olduğunu si­
ze yüreğiniz söyleyecek. Yüreğinizi dinlerseniz, o sizi, hayvan­
ların oldukları gibi -kendi kişilikleri, acı ve ıstırapları, neşeleri
ve sevgileri olan bireyler olarak- takdir gördükleri ve sevildik­
leri bir dünyaya bir adım daha yaklaştıracaktır.

14
GİRİŞ:
TİLKİNİN BiLGELİGİ

B u kitap, hayatlarımızı paylaştığımız hayvanların kişiliğimi­


zi nasıl etkilediğini inceleyen bir çalışma olup, üç yıl süren bir
araştırma boyunca çeşitli kaynaklardan toplanan verilere daya­
nıyor. Araştırmanın büyük bölümü, burada "barınak" diye an­
dığım bir yardım derneğinde gönüllü çalışmam sırasında ger­
çekleşti. Ayrıca, barınaktan hayvan alan ve buraya hayvan bı­
rakan insanlarla mülakatlar yaptım ve evsiz köpeklerle kedile­
re bakmaya geldiklerinde onları gözlemledim. Bunun yanı sıra,
köpek parklarındaki insanları gözlemleyip onlarla da görüştüm
ve hayvanlarla neredeyse bir ömür geçirmiş biri olarak edindi­
ğim fikirlerden yararlandım.
Kitabın teması, uzun zamandır en sevdiğim yapıtlardan olan,
Antoine de Saint-Exupery'nin meşhur romanı Küçük Prens'e
dayanıyor. Romanın yirmi birinci bölümünde, prens, yeryüzü­
ne vardıktan sonra çölleri geçer, dağları aşar, ama derin yalnız­
lığını dindirecek tek bir arkadaş bulamaz. Bu yetmiyormuş gi­
bi, bir gül bahçesine rastlar ve bahçedeki çok sayıda gülü gö­
rünce, kendi gezegenindeki, belalı ama çok sevdiği gülün ü n ,
inatla savunduğu gibi eşsiz olmadığını anlar. Gülünü ç o k özler
ve ağlamaya başlar. Daha sonra prens, bir tilkiye rastlar ve o na
birlikte oynamayı teklif eder. Tilki, onunla oynayamayacağını,

15
çünkü evcil olmadığını söyler. Prens "evcil" ne demek diye so­
rar ve tilki ona bunun "bağ kurmak" anlamına geldiğini söyler.
Bunu anlamayan prens "Bağ kurmak mı?" diye bağırır. Bunun
üzerine tilki, yoldaş hayvanlarla yaşadığımız deneyimi çok gü­
zel anlatan bir açıklamayla sözlerine devam eder:

"Evet öyle," dedi tilki. "Benim için sen, diğer yüz binlerce ço­
cuk gibi herhangi bir çocuksun yalnızca. Sana ihtiyacım da
yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Senin için de ben, yüz bin­
lerce tilki arasından herhangi bir tilkiyim. Oysa beni evcilleş­
tirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz. Sen benim için yeryü­
zündeki tek çocuk olursun. Ben de senin için yeryüzündeki
tek tilki olurum. " 1

Tilkinin bilgece sözleri, bu kitapta ele aldığım sorulara te­


mas ediyor. Hayatlarımızı paylaştığımız hayvanlar, nasıl olup
da bizim için yeryüzündeki yegan e hayvanlar haline geliyor­
lar? İ şte elinizdeki kitap tam da bunu konu ediniyor. Hayvan­
larla ilişkimizde nasıl bir benlik duygusu geliştirdiğimizi araş­
tırmakla işe başladım; sonunda, bu benlik kurma sürecine or­
tak olmak üzere hayvanların da benlikleri olduğunu öğrendim.
Elbette hayvanların benlikleri ile bizim sahip olduğumuz ben­
likler arasında bir düzey farkı vardır. Hayvanlar hayatlarına na­
sıl anlam katacaklarını düşünmezler, otobiyografi de yazmaz­
lar. Buna rağmen, hayvanların benlikleri bizimle ilişki kurabil­
melerini, bu ilişkiler de benliklerin korunmasını, güçlenmesi­
ni ve devamlılığını sağlar. Bu kitapta, hayvanlarla olan etkileşi­
mimizin, hayvan benliğinin çeşitli unsurlarını anlamamızı na­
sıl sağladığını inceliyorum.
Kuşkucular buna insanbiçimcilik deyip geçebilirler, ama ben
o kanıda değilim. lnsanbiçimcilik meselesini kitabın sonra­
ki kısımlarında ele alacak olsam da, burada şunu söylemek is­
terim ki, insanlar sırf hayvanlarda görmek istedikleri nitelikle­
ri onlara yansıtıyor olsalardı, o zaman her hayvan iyi bir yol­
daş olabilirdi. Bu kitap için araştırmamı bir hayvan barınağın­
da yaptım ve bahsettiğim süreç salt insanbiçimci yansıtma ol-
Saint-Exupery 1 9 7 1 ( 1 943) , 59.

16
saydı, oradaki sahiplenme* sürecinin pizza ısmarlamaktan pek
farkı olmazdı. Sahipleneceğiniz hayvanla karşılaşmanız bile ge­
rekmezdi. Yalnızca bir form doldurur ve sözgelimi, gri bir di­
şi kedi ister, size getirileni alıp giderdiniz. Hayvanlarla karşılaş­
ma imkanınız olsaydı bile, karşılıklı uyum sağlayacağınız hay­
vanı seçmek, görünüşünü beğendiğiniz bir kedi ya da köpeği
seçmekten ibaret olurdu. Sonraki bölümlerde, sadece görünü­
şüne bakıp uygun olduğuna karar verilen kedi veya köpeklerin,
belirli bir kişi için çoğunlukla yanlış bir seçim olduğunu gös­
tereceğim. Yeni hayvanlarla tanışıp onları sahiplenen insanla­
rı gözlemlerken, bu insanların, kendi tabirleriyle aralarında bir
"bağ" olduğunu düşündükleri bir hayvanı aradıklarını gördüm .
Dış görünüm ve davranış hiç kuşkusuz önemliydi, ama b u bağ
kadar değil. Bu , insanın bağ kuracağı bir şeylerin var olduğu­
nu ima ediyor. İşte ben bunun, hayvanın benlik duygusu oldu­
ğunu savunuyorum . Hayvanlar, onlarla olan etkileşimimiz yo­
luyla erişilebilir hale gelen bir çekirdek benliğin unsurlarına sa­
hipler. Bazı araştırmacılar bebeklerde bu çekirdek benliğin var
olduğunu gösteren kanıtlar bulmuştur; dolayısıyla bu benlik,
dil kullanımını gerektirmez. Dahası, çekirdek benliğin unsur­
ları, William James ve George Herbert Mead'in "ben" diye ta­
nımladığı, incelenmesi çok zor olan öznellik duygusuna karşı­
lık gelir. "Doğru " hayvanı bulmak, çekirdek benliği bizimkiyle
uyum içindeki birini bulmak demektir. Bizler, hayvandaki çe­
kirdek benlik unsurlarını teşhis ederiz ve bu teşhis süreci biz­
deki benliğin varlığını doğrular.
Etkileşim gelişip bir ilişkiye dönüştüğünde, hayvanın özne­
lerarası yetileri günışığına çıktıkça, hayvan benliğinin diğer bo­
yutları da kendini göstermeye başlar. Örneğin, ilişkiler, insan­
lara ve hayvanlara, niyet ve duyguları paylaşma fırsatları sunar.
Yalnızca "Ne bildiğini (ya da ne hissettiğini) biliyorum" değil,

(*) Metinde "sahiplenme" olarak çevrilen kelimenin İngilizcesi "adoption" , evlat


edinme demektir. İngilizce konuşan ülkelerde barınakta veya sokakta bulunan
hayvanları evlerine alıp bakımlarını üstlenen insanlar için bu fiil kullanılır, ev­
lat edinme eyleminin bir hayvan için de kullanılması yadırganmaz. Türkçe'de
buna yaygın olarak "sahiplenme" dendiği için, biz de bu şekilde karşılamayı
uygun gördük - e.n.

17
aynı zamanda, daha karmaşık biçimde, " Senin ne bildiğini bil­
diğimi bildiğini biliyorum" dercesine, bunları paylaşırız. Za­
manla, bu ister istemez bizim kimliklerimizi şekillendirir. Bir
başka deyişle hayvanlar, kimliklerimizin oluşmasında, bunda
payı olan diğer insanlarla yaşadığımıza benzer süreçler aracılı­
ğıyla rol oynarlar. Etkileşim yetilerimizi kışkırtırlar. Duygu ve
düşüncelerimizin pek çoğunu paylaşırlar. Bizi şaşırtabilirler,
ama nasıl davranacakları önceden kestirilebilir. Dahası, kişisel
tarihimizin bir parçası olurlar, o kadar ki, görüşme yaptığım bir
kadın, köpeklerin hayatlarını insan yıllarına göre hesaplamak
yerine, kendi ömürlerimizi hayatlarımıza giren hayvanlara gö­
re hesaplamamız gerektiğini söylemişti.
Eğer bu konuda hala kuşkunuz varsa , bunu giderecek bir ne­
den daha sunmama izin verin. Bu projeye başladığımda, hayat­
larında değilse bile, yetişkinlik zamanlarında ilk kez hayvan sa­
hiplenen insanlar üzerine çalışmayı planlıyordum. Hayvanlar­
la kurulan yeni ilişkilerin gelişimini incelemenin, benlik kuru­
lumunda hayvanların rollerine ışık tutacağını düşünüyordum.
Yeni sahiplenilen hayvan, bu insanların hayatında yeni ve farklı
bir şey teşkil edeceğinden, " önceki" ve " sonraki" benlikler için
bir mukayese noktası oluşturacaktı.
Bu , teoride iyi bir plan gibi görünüyor. Ancak uygulamada,
bu kategoriye dahil edebildiğim yalnızca iki insan oldu. Diğer­
lerinin hepsi, ya çocukluğundan beridir ya da çocukluklarında
köpek ya da kedi sahibi olmuşlardı.2 Elbette arada, kirada otur­
dukları veya tüye alerjisi olan biriyle evli oldukları için hayvan­
sız geçirdikleri dönemler vardı. Ama genelde, hayvanları olan
insanlar, hayatlarının aşağı yukarı her döneminde onlarla ol­
muşlardı. Üstelik, hayvan sahiplenen insanların çoğunluğunun
evlerinde başka hayvanlar da vardı. tık kez bakıcı olan "bakir"
insanlar bulamayışım, hayvanların bir kez insanların hayatları­
na girdikten sonra hiç çıkmadıklarını gösteriyordu. Hayvanla-

2 Bu durum, araştırmalardaki bulgularla da örtüşüyor; bunlara göre, yetişkinlik­


lerinde hayvan sahibi olmaya en yatkın olan kişiler, çocukluklarında da hay­
van besleyen kişilerdir. Bir insanın çocukken hayvanlarla kurduğu ilişkinin bi­
çimi, yetişkinliğinde hayvanlarla olan ilişkisini etkileyecektir.

18
rın bu kesintisiz varlığı, benlik üzerindeki rollerine dair ipucu
veriyor. Hayvanlarla birlikte yaşayan insanlar hayatlarının bü­
yük bölümünde bu şekilde yaşadıklarına göre, hayvanlar onla­
ra vazgeçilmez bir şey veriyor olsa gerek. Anlaşılan, o "vazge­
çilmez şeye" bir kez alışıldığında, onsuz olmak düşünülemiyor.
Açıkçası, benim yaşadığım şey buydu . Hayvanları oldum ola­
sı sevmişimdir ve onlarsız yaşadığım süre, olsa olsa üç yıldır.
Şu an evimde dört kedi ve iki köpek var. Beni bu kitabı yazma­
ya yönelten soruları düşünmeye başladığımda, aşağı yukarı se­
kiz yaşındaydım. Evimizin yakınındaki bir alışveriş merkezi­
ne bir çocuk hayvanat bahçesi gelmişti. Bu tip yerlerde alışıldık
olan keçi ve koyunlar dışında, bu hayvanat bahçesinde bir de
yavru fil vardı. Bu hayvanı New York'un batısındaki bir alışve­
riş merkezine sürükleyen korkunç olayları tahayyül etmek bile
istemem, ama onunla karşılaşmak bende geri dönüşü olmayan
bir değişime yol açtı. Yavru fil, benim o zamanki boyumdan en
fazla kırk-elli santim uzundu , dolayısıyla gözlerinin içine bak­
mam için başımı hafifçe yukarı kaldırmam yetiyordu . Bir aya­
ğı ağır bir nesneye zincirlenmişti. Bu manzara beni çok rahatsız
etmişti. Yavru fil, kapana kısılmış ve stres içindeki pek çok filin
yaptığı gibi ileri geri sallanıp duruyordu; yanına gittim. Göğüs
kafesinin bir iç çekişle kabarıp inişini anımsıyorum . Derisine
dokunup, hortumunu ve çenesindeki sert kılları yokladım. El­
lerimi kulaklarının üzerinde gezdirdim. Ama ona dokunmanın
verdiği his kadar iyi hatırladığım bir diğer şey de, karşısında
hissettiklerimdi. Hayvan sallanmayı bıraktı ve bana doğru ha­
fifçe eğildi. İkimiz de çok sessizdik. Nefes alıp verişini duyabi­
liyordum. O zaman fark ettim ki, karşımda, yalnız kalmaktan­
sa temas kurmak isteyen, çoğunluğu korkunç geçmiş olsa da
bir mazisi olan ve huzursuzluktan bir tür memnuniyete dönü­
şebilen duygulara sahip bir başka canlı vardı. Babam fille uzun
süre kalmama izin verdi; kafamdan şöyle düşüncelerin geçtiği­
ni hatırlıyorum: "Bu bir oyuncağın canlanmış hali değil. Çizgi
filmdeki Dumbo da değil. Tıpkı benim gibi, ama aynı zamanda
benden farklı, başka bir varlık." Alışveriş merkezinden eve dö­
nerken, köpeğimizi görmek için sabırsızlanıyordum . Gider git-

19
mez onu odama götürdüm ve sessiz bir konuşmayla, ona be­
nim için ne kadar önemli olduğunu söyledim ve kendisi oldu­
ğu için ona teşekkür ettim. Tilkinin söylediği gibi, o benim için
dünyadaki tek köpekti . 3
O anda yaşadıkları m , Mark Bekoffu n büyük bir isabet­
le "minding animals"* dediği tecrübeye denk düşüyordu. Be­
koffun da belirttiği gibi, "minding animals" iki anlama geli­
yor. Birinci anlamı , onları umursamak . İkincisi de , onlara zi­
hin atfetmek, ya da Bekoffun dediği gibi , "neler hissettikleri­
ni ve duygularının niteliğini ve nedenlerini merak etmek" (Be­
koff 2002 , 1 1 ) . Ben bu ifadenin iki anlamıyla da ilgileniyo­
rum ve bu ilgiyi , ta o alışveriş merkezinde fille karşılaştığını
gün fark ettiğimi söyleyebilirim. Uzun yıllar, bu konu üzerin­
de çalışma fırsatı bulamadım . l 990'ların başında doktora te­
zim için konu aramaya başladığımda, hayvanlarla olan ilişki­
ler üzerine çalışma fikri aklıma geldiyse de , bundan vazgeç­
tim, çünkü tezime temel olacak sosyoloji kaynaklarının çok za­
yıf kaldığını gördüm. Ancak ne mutlu ki, aradan geçen on yıl­
da, durum değişti. Artık hayvanlarla ilgili sosyoloj ik çalışmala­
rın listesi hayli uzun. Birkaç örnek vermek gerekirse: Clinton
Sanders'in köpeklerle yaşamayı ve çalışmayı konu alan eserle­
ri ( Sanders 1 990, 1 99 1 , 1 993 , 1 994a, 1 994b, 1 999, 2000; ayrı­
ca bakınız Robins vd. 1 99 1 ) ; Sanders'in hayvanlarla ilgili dü­
şünme biçimlerimiz hakkında Arnold Arluke'la yaptığı çalışma
( Sanders ve Arluke 1 993 ; Arluke ve Sanders 1 996) ; Arluke'un
hayvanların deneylerde kullanımıyla ilgili eseri (Arluke 199 1 ,
1 994) ; Clifton Flynn'in hayvanlar ve aile içi şiddet konulu ça­
lışmaları (Flynn 1 999 , 2000a, 2000b) ; Corwin Kruse'nin top­
lumsal cinsiyet ve hayvan hakları aktivizmi konulu araştırması
3 Bu anımı aktarıp aktarmamakta çok tereddüt ettim, çünkü hayvanat bahçele­
rini ve orada teşhir edilen "egzotik" veya koruma altındaki türleri meşrulaş­
tırmaya hizmet edebilirdi anlattıklarım (mesela, "hayvanat bahçeleri çocukla­
ra hayvanlarla bağ kurmayı öğretir" gibi) . Hayvanat bahçeleri korkunç yerler­
dir, benim gördüğüm fil de annesi öldürüldükten sonra satılmış olan yetim bir
hayvandı muhtemelen. Çocukların, hayvanların ne kadar harika yaratıklar ol­
duklarını yakından görmelerini sağlayacak başka yollar da var, anne babalara
bunları öneririm.
( * ) Mark Bekoffun bir kitabının adı (Oxford University Press, 2002).

20
(Kruse 1999 ) ; Jennifer Lerner ve Unda Kalofun reklamcılıkta
hayvanlar konulu çalışması (Lerner ve Kalof 1 999) ; David Ni­
bert'in hayvan hakları üzerine eseri (Nibert 1 994, 2002) ; Ste­
ven ve janet Alger'ın kedi kültürüyle ilgili analizleri (Alger ve
Alger 1997, 1 999 , 2003) . 2002'de Socicty & Animals gazetesi,
hayvan-insan araştırmaları alanında disiplinlerarası çalışmalar
yayımlayışının onuncu yıldönümünü kutladı. Aynı yıl , Ame­
rikan Sosyoloji Derneği, Hayvanlar ve Toplum konusunda ça­
lışmaya ayrılan bir birimi resmi olarak kabul etti; bu , yüzlerce
sosyoloğun, oluşum sürecindeki birime katılarak konuya olan
ilgilerini göstermiş oldukları anlamına geliyordu . Elbette "Hay­
vanlar ve toplum mu - yok artık! Daha neler duyacağız kim bi­
lir? " diyerek burun kıvıranlar da yok değil. Buna rağmen, sos­
yologların çok önemli bir kesimi, toplumsal dünyanın yalnızca
insanlardan oluşmadığı kanaatine varmış durumda.
Bu kitap, "toplumsal" mefhumunun kapsamını genişletebile­
cek, ampirik zemine dayanan bir kuram inşa etmeyi hedefleyen
bir yorumlayıcı sosyoloj i çalışmasıdır. Öte yandan, bu kitapta
yer alan argümanların sosyoloji alanı dışında da faydalı olması­
nı amaçladım ve sosyolog olmayanların da bu kitabı okumasını
umuyorum. Kitabı yazmaktaki amacım, hayvan benliğine iliş­
kin bir teori üretmekti . Hayvanlarla yaşayan ve onları sevenle­
rin çoğu, onların duyguları , tercihleri, kişilikleri ve bizimkine
benzer başka birtakım nitelikleri olduğunu bilir. Sanders ve Al­
gers insanların hayvanlarla olan ilişkilerini araştırdılar ve hay­
vanlara benlik atfetmenin aslında yaygın bir şey olduğunu ka­
nıtladılar. Ancak, bunların "hayvanseverlere" özgü aptalca ve
dokunaklı atıflar olduğunu ve kanıtlanabilir herhangi bir daya­
nağı olmadığını öne sürmek de aynı ölçüde yaygın. Ben de tam
olarak böyle bir dayanak oluşturmak ya da hayvanlardaki han­
gi yeteneklerin, onlara benlik atfetmemize olanak sağladığını
öğrenmek için yola çıktım. Şimdi , bu tartışmanın kitap boyun­
ca ne şekilde ilerleyeceğini genel hatlarıyla görelim .
tık üç bölümd e, bizlerin -biz derken insanları kastediyo­
rum- hayvan benliği üzerinde ciddi olarak düşünebildiğimiz
bir tarihsel evreye nasıl ulaştığımız ele alınıyor. Çok geniş za-

21
man dilimlerini tek bir hamlede tarif edişim tarihçileri rahatsız
edebilir, ancak benim esas niyetim, konuyla ilgili literatürün
makul bir özetini sunmak. 1 . Bölüm'de, hayvanların bazı tür­
leriyle nasıl ve neden yakın bir ilişki kurmaya başladığımız so­
rusunu irdeliyorum . Bu bölüm, köpeklerin ve kedilerin evcil­
leştirilmesinin tarihçesiyle başlıyor. Bu konuda bildiğimiz pek
çok şey tartışmalı da olsa, köpeklerin ve kedilerin insan top­
lumlarında tercih edilen yoldaş türler olmaya nasıl başladığıy­
la ilgili bulguların en inandırıcı ve güncel olanları üzerinde yo­
ğunlaşıyorum. Daha sonra, onları hayatlarımızda istemeye de­
vam edişimizle ilgili yaygın açıklamaları ele alıyorum. Bunlar
arasında, hayvanların insan ilişkilerini ikame ettiği (yoksun­
luk argümanı) ; hayvanlarla dostluğun zenginlere ve boş zama­
nı olanlara özgü olduğu (refah argümanı) ; hayvanlarla ilişkile­
rin insanlara güçlerini ispatlama fırsatı verdiği (tahakküm ar­
gümanı) ; ve evrimin insanları hayvanlarla yakın olmayı isteme­
ye programladığı (biyofili argümanı) açıklamaları bulunmakta­
dır. Burada, başta hayvanlarla ilişkimizin zaman içinde birbi­
rinden farklı pek çok anlam kazanmış olmasından dolayı, tek
bir e tkeni öne süren her açıklamanın yetersiz kalmaya mah­
kum olduğunu savunuyorum. 2. ve 3 . bölümlerde bu anlam­
lar inceleniyor. Bilhassa, "hayvan" , "pet" , "yoldaş hayvan" kav­
ramlarının izini sürerek, her bir terimin belli zamanlarda kulla­
nıma sokulmasında etkili olan sosyal ve kültürel etkenlere yo­
ğunlaşıyorum. Hayvanlarla olan ilişkilerimizin, kültürel düzey­
de, en az hayvanlar kadar insanlar hakkında da ipuçları barın­
dırdığını savunuyorum. Başka bir deyişle, kimin "hayvan" ol­
duğunun ve bu sıfatla birlikte hangi hakların kazanıldığının
-daha doğrusu , hangi haklardan mahrum olunduğunun- belir­
lenmesi, kimin tam anlamıyla "insan" olduğu sorusunun ceva­
bıyla yakından ilgilidir. Dolayısıyla "pet" , sınıf ilişkilerinin iş­
leyişini ortaya koyar.
4. Bölüm, "barınak" diye adlandırdığım yerdeki hayvan sa­
hiplendirme alanlarında yapılan araştırmayı temel alması bakı­
mından, buraya kadar kuramsal ve tarihsel düzeyde ilerleyen
kitabın odağını ampirik düzeye kaydırıyor. (Burada kullandı-

22
ğım yöntemleri merak eden okurlar, ayrıntıları ekte bulacak­
lardır. ) Tartışma, barınağa gelen insanların çoğunun hayvanla­
rı sahiplenmek için değil yalnızca onlara bakmak için geldikleri
gözlemiyle başlıyor. Daha sonra, hayvan benliğine işaret eden
iki boyuta odaklanılarak, evsiz hayvanları izlemenin cazibesi
irdeleniyor. tık boyut, olası benlikleri "üstte deneme" yi ifade
ediyor; bu , vitrin bakmaya benzeyen bir süreç, ancak, hayvan­
ların etkin varlıklar olarak insan hayatlarında yapısal değişim­
lere yol açmaları bakımından farklı. lkinci boyut, hayvanlara
bakmanın yaşattığı estetik deneyime göndermede bulunuyor.
Estetik kuram ve sosyal psikolojiden yola çıkarak, hayvanla­
rı seyretmenin, onların bütünlüklü, fiziksel varlıklar oldukları
fikrini pekiştirdiğini savunuyorum. Bu da, hayvanların öznel­
lik kapasitelerine işaret eder ki, sonuç olarak bu da kendi ben­
lik duygumuzu doğrular.
5 . Bölüm, hayvan sahiplenenler ile sahiplenilmeye aday hay­
vanlar arasındaki ilk etkileşimi inceliyor. Bu bölümde, iki te­
mel sahiplenen " tipi" belirleniyor: Bir yanda, önceden karar
verdiği belirli bir cinsten, belirli bir boyut veya renge sahip bir
hayvanı bulmaya çalışanlar, öte yanda sırf "doğru" yoldaş kö­
peği ya da kediyi bulmak isteyen kişiler. Her halükarda, sonuç­
ta kişinin hangi hayvana kapılacağını, hayvanla arasında duy­
gusal bir bağ hissedip hissetmemesi belirliyor. Bu analiz, yoldaş
hayvanlarla ilk etkileşimlerde, hoşlanma ve çekimle ilgili sos­
yopsikolojik kuram ve kavramların pek çoğunun devreye gir­
diğini gösteriyor.
Söz konusu his, insanbiçimci bir yansıtma olduğu gerekçe­
siyle kolayca bir kenara atılabilir, ancak bu bakış, yaşanan de­
neyimi tarif edemez. Zira insan bir hayvanla ancak onu insa­
na benzeterek bağ kurabiliyor olsaydı, o zaman bir hayvana he­
men hemen istediği her duyguyu yansıtabilirdi. Hayvan sahip­
lenmek, gerekli komutlara uyacak uygun renkte bir kedi ya da
köpek bulmaktan ibaret olurdu. Oysa genelde iyi bir eşleşme
çok daha fazlasını gerektiriyor ve doğru kedi ya da köpek ba­
zen o kişi için hiç de öyle olmayabiliyor. Hayvan sahibi adayla­
rı, kedinin ya da köpeğin nasıl bir varlık olduğunu sezmeye ça-

23
lışırlar. Bir başka deyişle , hayvanın benliğiyle ilgili bir ön bil­
gi edinmeye çalışırlar. Bu bölüm, hayvanların bunu potansiyel
yoldaşlarına nasıl ilettiklerini belirlemekle, hayvan benlikleriy­
le ilgili sonraki tartışmaya zemin hazırlamış oluyor.
6. Bölüm, dile bağlı olmayan, dolayısıyla hayvanların da pay­
laşabildiği bir benlik modelini ana hatlarıyla tanımlıyor. Benliği
kavramlaştırmanın pek çok farklı yolu vardır. Dinin ruh ya da
can, popüler psikolojinin "içimizdeki çocuk" , daha akademik
yaklaşımların izleyici karşısında oynadığımız rollerin toplamı
olarak tarif ettiği kavramdır bu . Daha önceki bir çalışmamda
(Irvine 1 999 , 2000) kullandığım ve giderek ilgi gören bir di­
ğer model de, anlatı olarak benlik kavramıdır.4 Kısacası, ben­
liğin ne olduğu konusunda hiç kimse fikir birliğine varamaz.
Hatta postmodern kuramcılar bu kavramın artık tamamen an­
lamsız olduğunu savunmaktadır (bkz. Gergen 1 99 1 ) . Bu görü­
şe göre, teknoloj inin zaman ve mekanı sıkıştırması etkileşim
olanaklarını öylesine artırmıştır ki, " hakiki", tek bir benlikten
söz etmenin zamanı geçmiştir. Öte yandan, gündelik deneyim­
lerimize bakarak, benliğin ne olduğuna -ya da var olup olma­
dığına- ilişkin kuramsal ya da kavramsal uzlaşmazlığın pek de
önemli olmadığını görebiliriz; ortada "bir şey" olduğu kesindir.
Günlük hayatımızda odak konumda olan bir ben ya da bir ben­
lik duygusu olduğuna dair gayet somut bir deneyim yaşıyoruz.
Barınaktaki sahiplendirme bölümlerinde insanlar ile hayvan­
lar arasındaki etkileşimin yapısını incelediğimde, farklı tipteki
etkileşimlerin ortak izleğinin benlik olduğunu gördüm. Bir di­
ğer deyişle, insanların hayvanlarla etkileşme biçimleri, hayvan­
ları kendi kimliklerine katkı sağlayan unsurlar olarak gördük­
lerine işaret ediyordu . Her ne kadar kim olduğumuzu şekil­
lendiren pek çok etken -sanat müzik, hobiler, mizaç- olsa da,
hayvanlar bunu farklı bir biçimde yapıyorlar. Hayvanlarla olan
ilişkilerimiz , nesnelerle olandan çok, ö teki insanlarla olan iliş-

4 O çalışmamdan sonra anlatının önemini farklı bir bakış açısıyla değerlendir­


dim. "Kişinin kendiyle ilgili anlatıları kimlik için bir temeldir ama asıl temel
değildir" diyen Ulric Neisser'e katılıyorum (Neisser 1994, l; vurgu özgün me­
tinde ) .

24
kimize benziyor. Hayvanların, zihin, duygu , tercih ve benzeri
öznellik belirtilerine sahip olduklarını düşünüyoruz. Öte yan­
dan, onları böyle görmemizi sağlayan şeyin ne olduğu sorusu,
insanlar arasındaki öznelliği açıklamak için dil temelli bir mo­
dele yaslanan sosyal psikolojiyi önemli sorularla karşı karşıya
bırakmaktadır. Dili temel almak, pek çok etkileşimin, benliğe
katkıda bulunan birer bilgi kaynağı olduğunun göz ardı edil­
mesine yol açar. Eğer dil dışındaki etkenlerin bir önemi varsa,
ki ben öyle olduğunu savunuyorum, o zaman hayvanlar insan
benliğinin oluşumunda rol alabilir demektir. Hayvanların bu­
nu yapabilmesi için, kendilerinin de öznel ötekiler olmaları ge­
rekir. Peki ama, hayvanlar bize ne hissettiklerini ve ne düşün­
düklerini söyleyemezken, hayvanların öznel deneyimlerini na­
sıl algılayabiliriz? Ben, öteki insanlarda bile öznelliği doğru­
dan gözlemleyemediğimizi savunuyorum . Ona doğrudan eri­
şim şansımız yok. Bunu daha ziyade, etkileşim sırasında dolay­
lı olarak algılarız.
7. Bölüm'de, hayvanların öznel varlığını nasıl algıladığımız
inceleniyor. Bu tartışmada , William James'in ( 1 9 5 0 [ 1890 ] ,
1 9 6 1 (189 2 ] ) öznel yaşantıyı irdelediği eserlerindeki fikirler
ile, Gene Myers'in ( 1 998) çocukların hayvanlarla e tkileşimi­
ni konu alan ve Daniel Stem'ün ( 1 985) bebeklikte benliğin or­
taya çıkmasıyla ilgili çalışmasını temel alan araştırması birleş­
tiriliyor. Her ne kadar ilgi alanım yetişkin deneyimi olsa da,
bu eserler, benliğin dil-öncesi yetilerinin iç yüzünü kavrama­
mızı sağlıyor. Benliğin göstergelerinden birçoğu dil yetisinin
kazanılmasından önce ortaya çıktığından, insanların yanı sıra
üst sosyallik seviyesindeki diğer hayvanlarda da bu göstergele­
ri aramak mantıklıdır. Bu çerçeveden yola çıkılarak, bu bölüm­
de, hayvanların, onları öznellik sahibi olarak algılamamıza ne­
den olan yetileri ele alınıyor. Buradaki tartışma, çevremizdeki
dünyayı düzenlerken yararlandığımız dört deneyim alanı belir­
liyor. Faillik, bütünlük, duyumsallık ve benlik tarihi olarak be­
lirlenen bu dört alan, bir "çekirdek" benliğin ampirik göster­
geleri olarak kabul ediliyor. Mülakatlardan ve hayvan sahiple­
nenlerle yapılan gözlemlerden elde ettiğim verilerden yola çı-

25
karak, köpeklerin ve kedilerin, çekirdek benliğin bu dört unsu­
runu ne şekilde sergilediklerini sistemli bir biçimde tasvir edi­
yorum. Hayvanların çekirdek benlikleri, onlarla etkileşimimiz­
de erişilebilir hale geliyor ve bu etkileşim aynı zamanda bizim
içimizdeki çekirdek benliğin varlığını da doğruluyor. Dolayı­
sıyla, bağ kurma duygusu , hayvanlara insan özellikleri atfet­
mekten ibaret değil. Bu duygunun kökeni, hayvanlara bakan­
ların çekirdek benlikleri ile hayvanlarınki arasında oluşan bir
uyumda yatıyor.
Çekirdek benlik, deyim yerindeyse, öznelerarasılık yetisinde
işe koyulur; bu yetiyle, paylaşılan öznel deneyimleri kastediyo­
rum. 8. Bölüm' de, bakıcılar -ortak bir sözel dil bulunmamasına
rağmen- yoldaş hayvanlarla ortak bir şeye niyetlendikleri, aynı
şeye dikkatlerini odakladıkları ya da duygularım paylaştıkları
durumları anlatıyorlar. Bu bölüm, öznelerarasılığın tüm unsur­
larını harekete geçiren ve gerek insanlar gerekse insandışı hay­
vanlar için benlik deneyimini zenginleştiren bir faaliyet olarak
oyuna odaklanıyor.
Kitabın son kısmında, araştırma bulguları kurama ve prati­
ğe eklemlendiriliyor. "Benlik" kavramının düşünsel bakımdan
reddedildiği bir çağda, ben, hayvan benliğinin kuramsal zemi­
nini irdeliyorum. "Benliğin ölümü"nü savunanların, argüman­
larında ampirik dayanaktan yoksun olduklarım ileri sürerek,
kanıtlar ışığında, hayvanların benlikleri hakkında kuram geliş­
tirmemizin şart olduğunu söylüyorum. Ardından, hayvan benli­
ğini destekleyen bulguların ağırlığını dikkate alarak, hayvanla­
ra yönelik muamelemizin değişmesi gerektiğini savunuyorum.
Hayvanlarla ilgili belli başlı yaklaşımları (hayvan refahı ve hay­
van hakları) genel hatlarıyla ele aldıktan sonra, hayvanların bi­
zimle eşit içsel değere sahip oldukları ve mal muamelesi gör­
memeleri gerektiği görüşünü desteklemenin mantıklı -ve ah­
laklı- bir seçim olacağı sonucuna varıyorum. Batılı toplumla­
rın çoğu , uzun süreden beri hayvanların acı çekebildiğini, dola­
yısıyla acı çekmemekte çıkarları olduğunu kabullenmiştir. İn­
sanca muamele kanunları, gereksiz acıya yol açmamamız ge­
rektiği konusundaki yaygın fikir birliğinin kanıtıdır. Öte yan-

26
dan, nesnelere karşı ahlaken yükümlü olmak mantıkdışı ola­
cağından, eşit saygı ilkesini hayvanları da içine alacak şekilde
genişleterek bu yükümlükleri meşrulaştırmamız gerekiyor. Bu
da, hayvanlara mal muamelesi edemeyeceğimiz anlamına gelir,
zira hayvanların bu muameleyi görmemekteki çıkarları da eşit
saygıyı hak etmektedir.
Bu araştırma bir barınakta gerçekleştirildiğinden, insanlar­
la hayvanların karşılaşma koşullarında , ortam belirleyici ol­
du. Başka bir deyişle, bu çalışma kapsamında, örneğin sokakta­
ki bir hayvanı evlerine alanlar, hayvanlarını başka insanlardan
alanlar ya da hayvan yetiştiricilerden hayvan satın alanlar de­
ğil, yalnızca evsiz hayvanları sahiplenenler incelendi. Yukarıda
saydığım diğer ilişkiler de incelenmeye değerdir. Bu araştırma­
daki hayvanlar farklı farklı renklerde, boyutlarda ve birbirin­
den çok farklı geçmişlere sahipken, insanlar, ortamın demogra­
fik yapısını yansıtacak biçimde, çoğunlukla orta ya da üst-orta
sınıfa mensup beyazlardan oluşuyordu . Bu yorumlayıcı bir ça­
lışmadır ve ampirik araştırmaya dayalı olmakla birlikte, amacı
bir kuram inşa etmektir. Erişebildiğim bir ömeklemin sınırları
içinde ortaya çıkan sonuçları anlatmaktadır. Umarım bu kitap,
gerek insan gerek insandışı katılımcıların çok daha çeşitli oldu­
ğu yeni araştırmalar için bir çıkış noktası olur.

27
NASIL VE NEDEN

Tahmin e d i l ebi leceği gibi, evc i l yoldaş hayvan statüsüne

erişen ilk türler, kedi ve köpek gibi, bu role zaten yatkın­

lık kazanmış olanlardı.

- PETER MESSENT - jAMES SERPELL ( 1 98 1 . 19-20)

Bu araştırmanın köpekler ve kedilerle olan ilişkilerimize yo­


ğunlaşmasının çeşitli sebepleri var. Birincisi, hanelerin yakla­
şık yüzde 60'ında bu türlerden birinin ya da ikisinin bulundu­
ğu ABD'de (Amerikan Veteriner Hekimleri Derneği, 2002) , en
çok rağbet edilen yoldaş hayvanlar bunlardır. 1 Elbette pek çok
evde balık, kuş, tavşan, hemstır, yılan veya kaplumbağa gibi bir
sürüngen, dağ gelinciği ve başka hayvanlar da bulunuyor. An­
cak, "özel cins" ya da " egzotik" hayvanların tümünün topla­
mı, ABD' de evlerin yalnızca yüzde l O'luk bir kısmında yaşıyor­
lar. İkincisi, yaşamlarımızı ve evlerimizi köpekler ve kediler gi­
bi bizimle paylaşabilen az tür vardır. Kimi insanların, birlikte
uyuyabildikleri tavşanları ya da eve geldiklerini anlayan kuşları

Bu istatistikler, rasgele seçilmiş 80 bin haneyi kapsayan bir ulusal araştır­


madan elde edildi. Sıralamada, %67,S'lik cevaplanma oranına sahip toplam
54. 240 anket formu kullanıldı. Elde edilen sonuç, yoldaş hayvan nüfusunun
sayımından ziyade, bir hane araştırmasıdır.

29
olsa da, köpeklerin ve kedilerin bizimle iç içe bir hayat sürdür­
meye olan yatkınlıkları benzersizdir. Üçüncüsü, bu yatkınlıkla
da bağlantılı olarak, evcilleştirilmeleri kediler ve köpekler ka­
dar uzun süre öncesine dayanan ve o ölçüye varan başka tür az
bulunur. Bu bölümde, köpeklerin ve kedilerin "neden" ve "na­
sıl" evcilleştirildikleri ele alındıktan sonra, neden hayatlarımız­
da onlara hala yer vermek istediğimiz konusundaki çeşitli açık­
lamalar inceleniyor.
Evcilleştirme, bir türün bakımının , beslenmesinin ve en
önemlisi üretilmesinin insanlar tarafından denetlenmesini sağ­
layan süreç şeklinde tanımlanabilir. Evcilleştirilen ilk hayvanlar,
koyote, evcil köpek ve kurt da dahil otuz sekiz hayvan türünü
kapsayan bir etçiller familyasından olan köpekgillerdi. Hatta ilk
köpekler muhtemelen diğer türlerin evcilleştirilmesine yardım­
cı oldular, zira sürü gütme ve koruma yetileri, inek, koyun, ke­
çi ve sığır gibi otlak hayvanlarının idaresinde rol aldıklarını dü­
şündürüyor. Köpeklerin tam olarak ne zaman evcilleştirildiği
konusunda bilim insanları farklı görüşler ileri sürüyor. Köpekle­
rin ataları konusunda da birçok farklı görüş var.2 Bunlardan bi­
rine göre, köpeğin atası Canis lupus, yani kurt. Diğer bir görüşe
göre, köpekler, kurtlar ile Canis sınıfının koyote ve çakal gibi di­
ğer üyelerinin melezi. Üçüncü teze göreyse, Kuzey Afrika ve As­
ya parya köpeği ile Avustralya dingosu gibi vahşi köpekgiller ev­
cil köpeğin vahşi atalarıdır.3 Öyle ya da böyle, günümüzde evle­
rimizi paylaştığımız evcil köpekler, insanların müdahalesiyle var
olmuşlardır ve bu müdahale hem kültürel hem de biyolojik sü­
reçleri kapsamaktadır (bkz. Clutton-Brock 1994, 1995) . Biyolo­
jik açıdan, evcilleştirme, doğal evrime benzer. İnsanlar, yapay se-

2 Köpeklerin kökeniyle ilgili çeşitli tezlerin etraflıca değerlendirilmesi için bkz.


Coppinger ve Coppinger 200 1 . Ayrıca bkz . Budiansky 1992; Clutton-Brock
1995; Coppinger ve Schneider 1995.
3 Köpekler görünürde pek çok bakımdan farklılık göstermelerine ve vahşi atala­
rından farklı olmalarına rağmen, mitokondriyal ONA testleri şaşırtıcı bir bul­
guyu ortaya koyuyor. (Mitokondriyal ONA, diğerleriyle kombine olmadan
doğrudan annelerden dişi yavrulara geçmesi nedeniyle şecerenin araştırılma­
sı için güvenilir bir yol sunmaktadır.) Köpekler, kurtlar ve koyoteler, aynı tür
altında sınıflandırılan farklı etnik gruplardan insanlara kıyasla, genetik olarak
birbirlerine çok daha fazla benziyorlar (bkz. Coppinger ve Schneider 1995.

30
çilimle, yalnızca bir-iki nesil sonrasında, davranış, boyut, renk,
kulak ve kuyruk duruşları ile başka özelliklerde değişim yarata­
bilirler, nitekim yaratmışlardır. Kültürel açıdansa, evcilleştirme,
bir türün, "insan topluluğunun sosyal yapısıyla sarmalanmış" ol­
ması anlamına gelir ( Clutton-Brock 1995 , 1 5 ) . Sözgelimi, kur­
dun köpek haline gelmesi, yalnızca fiziksel ve davranışsa! özel­
liklerinin değişmesiyle değil, bu değişimlerin kurtlan insan top­
luluklanndaki maddi, estetik ve törensel gerekliliklere uyumlu
hale getirmesiyle gerçekleşmiştir. Bu adaptasyon da sonuç ola­
rak diğer değişimleri tetiklemiş olabilir. Örneğin Helmut Hem­
mer'e göre ( 1 990) , evcilleştirme bazı stres türlerine karşı hassa­
siyeti azaltır. Bu da hayvanlarda fiziksel değişimlere neden olur.
Evcil köpekler, kurtların yaşadığı çetin koşullarda yaşamak zo­
runda olmadıklarından, genelde kurtlara kıyasla daha kısa tüylü­
dürler; ya da bir tazı bir kurttan daha hızlı koşup ondan daha iyi
görebildiği halde, kurt kadar iyi işitemez. Kısacası, evcil hayvan­
ların algı dünyaları, vahşi atalannınkinden gözle görülür biçim­
de farklıdır. Köpeğim Skipper'la dolaştığımız bir gün bunu bizzat
yaşayarak gördüm: Skipper, bir tilki ininin yakınındaki büyük
bir çayırlıkta tasmasız dolaşırken, oyun oynayan iki yavru tilkiye
rastladı. Tilkiler Skipper'ı görür görmez donup kaldılar (ben bi­
raz uzaktan olayı izliyordum) ve sonra kaçmaya başladılar, Skip­
per ise oyuna katılmaya çalışıyordu. Tilkiler için Skipper bir teh­
ditti; çayırlıktaki diğer dört ayaklı ziyaretçilere alışkın olan Skip­
per için ise, tilkiler potansiyel oyun arkadaşlarıydı.
Köpeklerin evcilleştirilmesi ne şekilde gerçekleşmiş olursa
olsun, bu konuda son derece iyi bir performans göstermiş ol­
dukları bir gerçektir. Köpeklerin insan toplumuna adaptasyo­
nu kusursuz olmuştur (bkz. Budiansky 1 992) . Köpekler, dün­
ya üzerinde insanların yaşadığı her yerde varlığını sürdürür­
ken, köpekgillerin kurt olarak kalan türü , yırtıcı koşullar yü­
zünden yok olmuştur.4 Köpeğin bu konudaki başarısı dikka-

4 20. yüzyılın sonlarında Kuzey Amerika'nın pek çok bölgesinde kurtlar yeniden
doğaya salınmışlardır ve kurt popülasyonlarının korunması hala çok tartışma­
lı bir konudur. insan-doğa ilişkilerinde kurtların yerine ilişkin ayrıntılı bir ça­
lışma için, bkz. Emel 1 998.

31
te değerdir, zira evcilleştirme sürecine bu kadar uyum sağlayan
çok az tür vardır. Evcilleştirme konusundaki modem düşünce­
nin öncüsü (ve Charles Darwin'in kuzeni) Francis Galton, ev­
cilleşmeye aday hayvanların "az bakımla ve ilgiyle hayatta ka­
labilecek kadar dayanıklı; insanlara düşkün olmaya eğilimli; ra­
hatı seven ve işe yarar; sürü halinde yaşayan ve dolayısıyla grup
içinde denetimi kolay hayvanlar" olmaları gerektiğini savunu­
yordu (aktaran Sheldrake 1999 , 1 8) . Kısacası köpekler bu ge­
reklilikleri gayet iyi karşılamaktadırlar.
Köpekgillerin evcilleştirilmesiyle ilgili en bilinen hikaye, bi­
limsel açıdan en zayıf olan hikayedir. Buna göre, üstün avlan­
ma yetileri , köpeklerin insanlarla ilişkilerinin seyrini hızlan­
dıran bir etken olmuştur. Bu tasvire göre, avcı insan grupları,
vahşi köpek sürülerini takip ediyordu . Köpekler bir avı öldür­
düklerinde, insanlar gidip leşi alıyor ve ufak parçaları köpekle­
re bırakıyorlardı. Zamanla bu , yırtıcı köpeklerin insanın avlan­
ma teknolojisinin şekillenmesine yardımcı oldukları sembiyo­
tik bir ilişkiye evrilmiş olabilirdi. Bu argüman, bugünkü Ober­
kassel (Almanya) sınırları içinde bulunan bir gömütten çıka­
rılan, günümüze kadar ulaşmış -kurt olmadığı açıkça belli­
en eski evcil köpek kalıntılarını temel alır (bkz. Serpell 1988a;
Clutton-Brock 1995 ) . Söz konusu bulgular, avcılıkta baltala­
rın yerini alan, "mikrolit" adı verilen minik taş okların ilk kez
kullanıldığı bir kültürel döneme aittir. Bu görüşe göre, mikro­
litlerin etkili olabilmesi için, iz sürebilen ve yaralı hayvanı ye­
re düşürebilen köpeklerin kullanılması şarttır. Ancak, başka
bir görüşe göre, "insanlar ile köpekler arasında eskiye daya­
nan bir avlanma sembiyosisi olduğu görüşü efsaneden ibaret­
tir" (Messent ve Serpell 1 98 1 , 8) . İnsanlarla birlikte avlansınlar
diye özel olarak köpek yetiştirilmesi görec e yeni bir gelişmedir
ve köpekler avcı gruplarına sık sık refakat etse de, avcı-toplayı­
cılar köpekleri avlanmakta kullanmamışlardır (hala da kullan­
mamaktadırlar) (bkz. Sauer 1 952) . Köpeklerin evcilleştirilme­
sine, bundan ziyade, "komensalizm" , yani ortak leşyiyicilik yol
açmış olabilir. Ama bu argümanın da bir zayıf noktası vardır:
Mezolitik insan yerleşimleri "muhtemelen, leş yiyen kurtlardan

32
oluşan sürekli bir popülasyonu beslemek için yeterli miktarda
artık sağlayamayacak kadar küçüktü ve çok az atık üretiyordu"
(Messent ve Serpell 198 1 , 9) .
Üçüncü ve benim inandırıcı bulduğum görüşe göre, köpeğin
evcilleştirilmesi " faydacı kaygılardan bağımsız" biçimde ger­
çekleşmiştir (Messent ve Serpell 1 98 1 , 1 0) . Tarihi kayıtlar, in­
sanların her türlü hayvanı ehlileştirdiğini gösteriyor. Köpekgil­
lerin avlanma, bekçilik ve sürü gütme konusundaki faydalı be­
cerileri insanlarla köpekler arasındaki ilişkiyi pekiştirmiş ola­
bilir, ancak bu ilişkiyi başlatan etkenler muhtemelen bunlar
olmamıştır. Bazı biyolojik ve davranışsa! etkenlerin, köpekleri
insan gruplarına kolayca uyum sağlamaya yatkın kılmış olma­
sı daha makuldür. Bir kere, köpekgillerin doğumdan itibaren
başlayan uzun süreli bir sosyalleşme dönemi vardır. Doğum­
dan sonraki birkaç ayı kapsayan bu süre, yeterli temas sağla­
nırsa köpek yavrularının insanlarla bağ kurmasına yetecek ka­
dar uzundur. Buna karşılık, inek ve at gibi hayvanlar prekosi­
yal* doğarlar. Hemen ayağa kalkan bu hayvanlar, köpeklerden
çok daha önce erişkinliğe ulaşırlar. İnsanlarla duygusal bağ ku­
rabilseler de, onları kendi sosyal gruplarına dahil etmezler. Kö­
pekler ise, tam tersine, insanlara diğer yavrular ve sürü üyele­
ri gibi yaklaşırlar. Constance Perin'in ( 1 98 1 , 80) açıkladığı gi­
bi, "lnsan familyası, köpeklerin donanımları gereği aidiyet his­
settikleri türden gruplara karşılık gelir. 'lyi aile köpeği'nde, bu
iki türün biraraya gelmesini sağlayan o biyolojik temeli görü­
rüz. " Köpekleri insanlarla dostluk kurmaya yatkın kılan bir di­
ğer etken, sonraki bölümlerde ele alacağım bir konu olan, kö­
peklerin oyuna yönelik yoğun ilgisidir. Köpek-insan arasında­
ki oyun rekabetçi olmadığından, her yaştan insanın katılabile­
ceği bu eğlence , türlerarası bağı sağlamlaştıracak fırsatlar su­
nar. Aynca köpekler gündüzleri faaldirler, bu da onları vahşi
köpeklerden ayırırken, insanlara yaklaştıran bir özelliktir. 5 Kö-
(*) Doğumdan hemen sonra ayağa kalkabilme ve kendini besleyebilme yetisine sa­
hip - ç.n.
5 James Serpell ( 1986, 1 27) evcil hayvan beslemede teknolojinin rolüyle ilgili il­
ginç bir noktaya dikkat çekiyor: "Fare, sıçan ve hamster gibi gece faal olan ke­
mirgenlerin, elektrik ışığının bulunmasından itibaren popüler ev hayvanları

33
peklerin faaliyet döngüsü , insanların da uyanık oldukları za­
manlarda uyanık olmalarına yol açar. Dahası, köpekler dışkı­
ladıkları yer konusunda titiz olduklarından ve alıştıkları yere
dışkıladıklarından, ev terbiyesini başka pek çok hayvandan da­
ha kolay alabilirler. Bir diğer etken de , fiziksel ölçüleri olabilir:
En iri köpek bile, yetişkin bir insandan daha ufaktır ve insan­
larla aynı evde yaşamaları, sözgelimi bir at, zürafa ya da file kı­
yasla, daha kolaydır.
Bu ve başka muhtemel nedenler, köpekleri yoldaş hayvan ro­
lüne yatkın kıldı. Onlar bu boşluğu doldurduktan sonra da, al­
ternatif türlere artık ihtiyaç kalmadı. Her ne kadar insanlarla
dost olan başka birçok hayvan türü olduysa da, hiçbiri bu ko­
nuda köpekler kadar başarılı olamadı.
"Bunu istedikleri de yoktu" diye kedilerimin hep bir ağız­
dan bağırdığını hayal edebiliyorum . Evcil kedinin kökenleri­
nin izini sürmek, köpeğinkinden daha zordur. Köpeğin mor­
foloj isi kurt a talarından önemli ölçüde farklı olmasına rağ­
men, kediler, ataları oldukları varsayılan Kuzey Afrika yaban
kedisi Felis sylvestris liby ca'dan çok da farklı değildirler. 6 Üs­
telik "evcilleştirme" kedi türünün hikayesi için doğru bir ta­
bir gibi görünmüyor, zira söz konusu hikaye, " tanrılaştırma"yı
da içeriyor. Her iki süreç de, anlaşıldığı kadarıyla, Mısır' da MÖ
5000 yılı civarında, büyük tarım toplumlarının doğuşu sıra­
sında başladı (bkz. Clutton-Brock, 1 98 1 ) . Köpeklerin evcilleş­
tirilmesi tarımın ortaya çıkmasından önce gerçekleşirken, ke­
dilerin evcilleştirilmesi muhtemelen tarımın gelişiminden do­
layı gerçekleşti. Mısırlılar kedilere değer veriyordu çünkü ke-

haline gelmeleri kuşkusuz anlamlıdır; bu buluş, insanın faal olduğu süre dili­
mini, bu hayvanların normalde faal oldukları karanlık saatleri de kapsayacak
şekilde suni olarak genişletmiştir."
6 Gazeteci Stephen Budiansky ( 2002, 76) şöyle yazıyor: "Eğitimli bir uzmana bir
kurt kafatası ile bir köpek kafatası gösterilse, ikisini ayırt etmekte pek güçlük
çekmez. Oysa zoologlara, doğa tarihi müzesi küratörlerine, avcılara, veteriner­
lere, av korucularına ve profesyonel doğabilimcilere bir yaban kedisi ile bir ev­
cil kedinin kemikleri gösterilip bunları ayırt etmeleri istendiğinde, verdikleri
yanıtların yalnızca %61 'i doğru çıkmıştır. Ukulele çalgıcıları, avokado yetişti­
ricileri ve otomobil tasarımcıları da, yazı tura atarak, bu doğruluk oranını tut­
tururlardı."

34
diler, Mısır ekonomisinin temeli olan tahıl ambarlarını tehdit
eden kemirgenleri avlıyorlardı . Kediler zamanla yalnızca iti­
bar kazanmakla kalmadılar, tanrıça statüsüne de eriştiler: Ne­
şe, doğurganlık ve annelik tanrıçası Bast (bkz. Berghler 1989 ;
Siegal 1989) . Bu, kedinin kadınlıkla özdeşleştirilmesinin baş­
langıcıydı; ama bu özdeşlik, başka kültürlerde damgalanmay­
la, hatta ölüm cezasıyla sonuçlanacaktı. Eski Mısır'da ise, ke­
diler kanunlarla korunuyor, tapınaklarla onurlandırılıyor, sa­
nat eserlerinde saygıyla yansıtılıyorlardı. Kedinin Mısırlıların
aile yaşamına dahil olması, bir yazarın tabiriyle "evcil kedinin
inişli çıkışlı tarihindeki zafer çağı"nı başlattı (Siegal, 1 989, 4) .
Bir kedi öldüğünde , bütün aile yas tutmaya başlar ve kayıpla­
rının göstergesi olarak kaşlarını kazırdı . Aile zenginse , kediye
şaşaalı bir cenaze töreni yapılırdı; arkeoloj ik kazılarda , mum­
yalanmış kedilere ait sayısız kalıntı ortaya çıkarılmıştır. Mısır
kanunları kedilerin ülkeden çıkarılmasını yasaklıyordu , an­
cak kediler en sonunda , MÖ 6. yüzyılda Yunanistan üzerinden
Avrupa'ya ulaştı (Berghler 1989 ; Malek 1 993) . Arkeolojik bul­
gular 4. yüzyıl ortalarından itibaren Britanya'da, 1 0 . yüzyıldan
itibarense Avrupa'nın dört bir yanında evcil kedilerin olduğu­
nu ortaya koyuyor (Serpell 1988b) . Kediler Kuzey Amerika'ya ,
ancak beyaz Avrupalı yerleşimciler eşliğinde, çok daha sonra­
ki bir tarihte vardılar.7

7 Bu durum , Kuzey Amerika'da ev kedilerinin ev içinde tutulmasının önemine


ilişkin mühim bir sorunu gündeme getiriyor. Bu toprakların yaban hayatın­
da, kedi egzotik bir yırtıcı konumundadır. Kuzey Amerika'nın kuşları ve diğer
hayvanları, kedilerle koşut biçimde evrimleşmemiş, bu yüzden kedilere karşı
savunma yöntemleri geliştirmemişlerdir. Dolayısıyla, dışarı çıkan kediler, av­
lanmada muazzam bir avantaja sahiptirler. Çok sayıda kuş popülasyonunun,
özellikle beslenme sırasında havada sabit kalmak zorunda olduklarından bil­
hassa savunmasız durumda olan sinekkuşlarının azalmasından kediler sorum­
ludur. Zil sesinin kuşlara tehlikeyi haber vereceği düşüncesiyle kedilerine zil
takan iyi niyetli insanlar yanılmaktadırlar. Kuşların bir zil sesini yaklaşan teh­
likeyle ilişkilendirmeleri için bir sebep yoktur. lyi beslenen kedilerin avlanma­
yacağını düşünen insanlar da yanılmaktadırlar. Açlık ve avlanma güdüsü bey­
nin farklı bölgelerinden kaynaklanır. Dolayısıyla, aç olmayan bir kedi de, av­
lanmaya devam edecektir. Yorum katma riskini göze alarak diyebilirim ki, ke­
disini dışarı bırakan bir kedi sahibi, iyi beslenmiş, egzotik bir yırtıcı hayva­
nı ortalığa salmaktadır. Saygın Nature dergisindeki bir makalede, Kevin Cro­
oks ve Michael Soule ( 1 999) , San Diego'daki bir yerleşim yerinde dışarı çık-

35
Kediler, başlangıçta onlara düzenli yiyecek sunduğumuz için
bize yaklaşmış olsalar da, bağımsız karakterlerini korumuşlar­
dır. Kadınlıkla özdeşleştirilmelerinde olduğu gibi, bu özellikle­
ri de kedilerin aleyhine işlemiş, "cinsellikle yüklü" olmalarının
yanı sıra , " tehlikeli, egoist ve zalim" oldukları düşünülmüş­
tür; ta ki bu imgenin , köpekler gibi kabul gören ev hayvanla­
rı haline gelmelerine yetecek ölçüde "iyileştirildiği" 19. yüzyıl
sonlarına dek (Kete 1 994, 1 1 6; ayrıca bkz. Ritvo 1 988) . Kedi­
nin orta sınıf evlerine girmesi , onun sözde aşırı bağımsızlığının
ve cinselliğinin daha tehlikesiz görülmesine yol açan bir zihni­
yet değişiminin işaretiydi. Öte yandan, günümüzde dahi, kedi­
ler damgalanmanın izlerini taşımaktadırlar. Örneğin, A Hund­
red and One Uses for a Dead Cat [ Ölü Bir Kediden Yararlanma­
nın 1 0 1 Yolu ] (Bond 1 98 1 ) gibi çok satan kitapların bir benze­
rinin köpekler için yazıldığını hiç görmedim.
Bir yazar, kedilerin evcil olabileceğini, ama asla köpekler ka­
dar evcilleşmiş olmadıklarını öne sürer (bkz. Leyhausen 1979) .
Kediler, tür olarak, insanların yapay seçilimle ıslah çabalarına
köpekler kadar hevesle yanıt vermemişlerdir. Bugün 400'den
fazla köpek cinsi olduğu halde, kedi cinslerinin sayısı 50'den
azdır.8 Boyut, mizaç ve başka fiziksel ve davranışsa! nitelikleri
bakımından büyük çeşitlilik gösteren köpek ırklarından farklı
olarak, kedi ırkları esasen tüy rengi ve uzunluğuna göre birbi-

malanna izin verilen evcil kedileri incelediler. Hanelerin % 77'si kedilerini dı­
şarı bırakıyordu ve bu kedilerin %84'ü "öldürdüklerini" eve getiriyordu. Her
bir kedi yılda on beş kuş ve bu sayının yaklaşık iki katı kadar küçük kemirgen
ve kertenkele öldürmüştü. Crooks ve Soule, bu oranlarla, yerel kuş türlerinin
kısa süre sonra soylarının tükeneceğini öne sürüyorlar. Bu türlerin tahminen
%75'inin şimdiden yok olduğunu hesaplamışlar. Çözüm, pencere tünekleri,
tırmalama kütükleri, oyuncaklar tedarik ederek ve en önemlisi onlarla dostluk
kurarak, kedileri ev içinde faal ve hoşnut tutmaktır. Daha fazla bilgi edinmek
için bkz. "Cats Jndoors ! A Campaign for Safer Birds and Cats" [Kediler Evle­
re ! Kuşlar ve Kediler için Daha Fazla Güvenlik Kampanyası] , http://www .abc­
birds.org/cats/catsindoors.htm.
8 American Kennel Club, 200 1'de 150 köpek türüne ait kayıtlan derlemiştir. ilk
beş tür labrador retriever, golden retriever, Alman çoban köpeği, dachshund
ve beagle'dır. Cat Fancier's Association [ Kedi Sevenler Derneği] 200 l'de 40 ke­
di türü teşhis etmiştir ve ilk beş sırada Iran, Maine Coon, Siyam, Habeş ve eg­
zotik türler bulunmaktadır.

36
rinden farklılık gösterirler.9 Köpekler gibi, kediler de, insanlar­
la yaşamaya adapte olmalarını sağlayacak pek çok özellik geliş­
tirmişlerdir. Kedi yavrularının, insanlarla duygusal ilişki kur­
malarına olanak veren uzun bir ilk sosyalleşme dönemi vardır.
Kediler epey bir süre -günde yirmi saate kadar- uyurlar, fakat
sabah ve akşam saatlerinde çok faal olan krepüsküler* hayvan­
lar olduklarından çoğu insan onlarla zaman geçirebilir. Elbet­
te, kedilerle yaşayan herkes, onların " sabah " kavramının, pek
çok insanın güne başlamak isteyeceği saatten çok daha erken
olduğunu bilir. Yine de, kedilerin ritmi, insanlarınkiyle aşağı
yukarı kesişir. Ayrıca kediler kum kabını seve seve kullanırlar
ve en küçük apartman dairesinde bile yaşamaya uyum sağlaya­
bilirler. İnsanlar, kedilerin oyunlarına da kolayca katılabilirler.
Öte yandan, kedilerin insan yaşamıyla bütünleşmesini köpek­
lerinkinden farklı ve bir ölçüde eksik kılan bazı etkenler var­
dır. Kediler, (her ne kadar bazı bireysel istisnalar bulunsa da)
tür olarak, sürü hayvanı değildirler. Kediler teritoryal hayvan­
lardır, yani yaşadıkları alana başka hayvanları sokmayı sevmez­
ler, ama rahatlarına da çok düşkündürler; bu yüzden, bir yan­
dan insanlarla sembiyotik ilişkiler kurarken, bir yandan da yal­
nız avcı niteliklerini korumuşlardır. Günümüzde vahşi kedi
kolonilerine her yerde rastlayabilmemiz, kedilerin insansız ha­
yata tekrar kolayca adapte olabildiklerinin kanıtıdır.
Özetle, insan toplumları her tür hayvanı hayatlarına sokmuş
olsalar da, Köpekgiller ve Kedigiller familyasının bazı üyeleri,
bizlerle birlikte yaşamaya yatkındırlar. Onlara bu yatkınlığı ve­
ren etkenler, insanbiçimci yansıtmalardan ibaret değildir; bi­
zim onları algılayışımızdan bağımsız olarak var olan davranış-

9 Buradaki "ırk" sözcüğü, bir türün genetik olarak tahmin edilebilen ve tutarlı
biçimde yeniden üretilmiş, münferit, ayırıcı niteliklere sahip bir bölümünü an­
latıyor. "Irk," canlıları illem,filum, sınıf, takım, familya, cins, tür ve alttür'e göre
sınıflandıran taksonomi biliminde kullanılan bir kavram değildir. Evcil kedi,
kedi familyası Felidae'ye (Kedigiller) mensuptur; bu familyanın da çeşitli tür­
leri mevcuttur ve bunlar üç cinse ayrılır: Panthera, Acinonyx ve Felis. Evcil ke­
di Felis catus'tur ve bugün bilinen pek çok kedi cinsi (örneğin, Siyam, Manx,
kısa tüylü Amerikan kedisi) bu türün varyasyonlarıdır. Köpek familyası Cani­
dae (Köpekgiller), otuz sekiz türüyle, çok daha çeşitlidir.
(* ) Şafak vakti ortaya çıkan ya da faal olan hayvanlar için kullanılır - ç.n.

37
sal ve biyolojik özelliklerdir . Örneğin kedilerin, yumuşak ve
gevşek dokulu malzeme üzerine dışkılama güdüsü , kedi kumu­
nun icadından önce de mevcuttur, o icadın bir sonucu değildir.
Köpeğin bulunduğu gruba yönelik tehditlere havlama güdüsü ,
insanların mülklerini koruma arzusundan bağımsız olarak da
mevcuttur. Kediler ve köpekler bu davranışları insanlardan öğ­
renmediler. Bunlar içgüdüseldir ve bu hayvanların gelişme sü­
reçlerindeki uygun zamanlarda ortaya çıkarlar. Elbette insanlar
bu içgüdüsel özellikleri manipüle etmişlerdir, ancak bu özellik­
ler insanların müdahalesinden önce de mevcuttur.
Köpeklerin ve kedilerin insanlarla yaşamaya yatkın olmala­
rına rağmen , ya da belki bundan dolayı, onlarla olan ilişkileri­
miz benzersizdir. Örneğin biz insanlar, bilerek ve sürekli ola­
rak başka türleri aramıza alan tek türüz. Bu ilişki her ne kadar
iki tarafa da yarar sağlasa da, varlığı bir dizi soruyu akla geti­
rir. Örneğin, neden köpek gibi etçil bir yırtıcıyı evlerimize bu­
yur ederiz? Buna bir de bıçak keskinliğinde pençeleri ve kendi­
ni temizlerken yuttuğu tüyleri kusma adeti olan kedileri ekle­
mek neden ? 1 ° Kedilerin ve köpeklerin insanlarla yaşamaya gö­
rece kolay adapte olmaları, karşılıklı ilişkimizin başlama nede­
nini açıklıyor. Şimdi de, hayvanlarla olan bu beraberliği neden
sürdürmek istediğimiz sorusuna verilen bazı yanıtlara bakalım.

NEDEN PET SAHiBi OLURUZ?

Yoksunluk Argümanı

İnsanların köpeklere ve kedilere yönelmesini açıklayan argü­


manlardan birine göre, onlarla olan ilişkimiz, başka insanlar­
la kurmamız gerekip de kuramadığımız ilişkilerin yerini tutar
(bkz . Shephard 1978, 1 996) . Bu görüşe göre, insan-hayvan iliş­
kileri , insan-insan ilişkilerinin çarpıtılmış ve eksik ikameleri­
dir. Ben buna "yoksunluk argümanı" adını veriyorum, çünkü
bu argüman, hayvanlarla dostluk kurmayı seven insanların , in-

lO Kedileri tanımayanlar için, burada, kedilerin ara sıra en olmadık yerlere kus­
tuklan tüy topaklarından söz ettiğimi belirteyim.

38
sanlarla dost olmalarını sağlayacak vasıflardan veya beceriler­
den yoksun olduklarını varsayar. Yoksunluk argümanının di­
ğer hedefleri arasında, bir insanı kurtarmaktansa bir ağacı ya da
bir deney faresini kurtarmayı tercih edecekleri iddialarıyla aşa­
ğılanan çevreciler ve hayvan hakları eylemcileri yer alır.
Yoksunluk argümanının tarihi çok eskilere uzanır. Bir son­
raki bölümde anlatacağım gibi, Batılıların insanlar ile hayvan­
lar arasındaki sınırlara ilişkin kaygılarının örtük bir ifadesi ola­
rak hayvanların kadim çağlardan beri sapkınlıkla ilişkilendi­
rilmesi, modern çağa kadar devam etmiştir. Sadece hayvanlar­
la dostluğun bile şeytanla işbirliğinin kanıtı olduğu ve -hemen
hemen hep kadın olan- zanlının hayvan dostlarının da kendi­
siyle birlikte ölüme gittiği cadı avlarında, bu zihniyet en hun­
har şekline bürünmüştür. Yoksunluk argümanının çağdaş çe­
şitlemeleri medyanın gözde konularından olup, insan-hayvan
ilişkilerine dair çarpık bir tablo çizilmesini kolaylaştırmaktadır.
Genelde kadın olan ve yalnız yaşayan, bakabileceğinden çok
daha fazla hayvanı evine alan ve nihayet, hayvanların hayatını
kurtarma arzusunu hayvan korumacı çevrelerde bilinen adıy­
la "istifçi"liğe vardıran insanlarla ilgili haberlere sık sık rastla­
rız (bkz. Arluke vd. 2002) . Bazı haberlerde ise, insanların, aile­
leri olmadığı için hayvanlar uğruna yaptıkları -mali ya da baş­
ka türdeki- aşırılıklar öne çıkarılır. Bir de, köpeğini ondan da­
ha çok sevdiği için kocası tarafından terk edilen kadınınki gi­
bi hikayeler vardır. 1 1 Kabul, bazı insanların hayvanlarıyla ola­
ğandışı ilişkileri vardır. Ancak, aşırılıkları öne çıkaran haber­
ler, çoğunluk hakkında bildiklerimizi çarpıtır. Tıpkı alkolikler
ve anoreksiklerle ilgili haberlerin, olağan, orta karar alkol alma
ve yeme alışkanlığı hakkında bilgilendirici olmaması gibi, istif­
çiler ve aykırı insanlarla ilgili haberlerden de, kedi ve köpek­
lerle kurulan sıradan ilişkiler konusunda bir şey öğrenemeyiz.
Sansasyonel olmasının yanı sıra, yoksunluk argümanının iki
ağır kusuru vardır. Birincisi, bazı insanları hayvanlarla dostlu­
ğa yatkın kılan vasıflar, beceriler ya da yoksunluklar olduğunu
destekleyen herhangi bir araştırma mevcut değildir. Şayet hay-
1 1 Bu ve diger örnekler için, bkz. Serpell 1986, 2. bölüm.

39
vanlar insanlarla ilişkilerin yerine konuyor olsaydı, o zaman
"hayvansever"leri, "hayvansever olmayan"lardan ayıran önem­
li bazı psikolojik göstergeler olduğuna dair kanıtlar olması ge­
rekirdi. Psikologlar ve başkaları bunu kanıtlamaya çalışmışlar­
sa da başaramamışlardır. Hayvan bakanlar üzerine yapılan en
kapsamlı kişilik araştırmasında, hayvan sahibi olanlar ile olma­
yanlar -ya da, yoldaş olarak köpekleri tercih edenler ile kedile­
ri tercih edenler- arasında belirleyici farklılıklar bulunamamış­
tır (bkz. Podberscek ve Gosling 2000) . 1 2 Araştırmaların çoğu,
hayvanların yoldaşlığından hoşlanan insanların, genelde diğer
insanlardan çok da farklı olmadığını gösteriyor. Bir araştırma­
ya göre, yoldaş hayvan edinmeyen insanlar, hayvanlardan hoş­
lanmadıkları için bundan kaçınıyor değiller (Guttmann 198 1 ) .
Daha ziyade , bunlar, hayvan bakanlara kıyasla kalıcı bağlar
kurmaktan kaçınma eğilimi daha güçlü olan insanlar. Aynca,
evlerinin temizliğini de daha fazla önemsiyorlar. Aynı araştır­
maya göre, hayvan bakanlar, hayvan sahibi olmanın gerekçe­
lerini sayarken, yoldaşlığın yararlarından daha çok dem vuru­
yorlar. Hayvanları olmadığında kendilerini yalnız hissettikleri­
ni söylüyorlar. İnsan, hayvanların yoldaşlığına bir kez alıştık­
tan sonra, o ilişki olmadan yaşamakta zorlanıyor. Kendi araştır­
mamda da benzer bir sonuç çıkardım. Örneğin, pek çok insan,
evcil hayvanı öldüğünde evinde bir boşluk hissettiğini ve haya­
tını tekrar bir köpek ya da kediyle paylaşmak için sabırsızlan­
dığını anlattı. Aynca, sık sık seyahat etmek ya da ev sahibi ta­
rafından engellenmek gibi yaşam tarzıyla ilgili sorunlar yüzün­
den yoldaş hayvan edinemeyen insanlar, çoğunlukla, yeniden
köpek ve kedi edinecekleri günü iple çektiklerini söylüyorlar-

12 Bu tür araştırmalarda ve bunların meta-analizinde, dikkate alınması gereken


en az iki önemli nokta vardır. Ö ncelikle, "pet sahibi" ve "pet sahibi olmayan"
kategorileri, söz konusu kişinin daha önce pet sahibi olup olmadığını göz önü­
ne almaz. Araştırma yapılırken "pet sahibi olmayan" grubuna düşen insan­
lar, daha önce pet sahibi olmuş olabilirler; araştırmalar, insanların çoğunun
(%88-94'ünün) hayatlarının bir döneminde pet sahibi olduklarını gösteriyor
(bkz. Kidd ve Kidd 1980; Podberscek ve Gosling 2000, 1 6 1 ) . ikinci zorluk,
metodoloj ideki, test edilen değişkenlerdeki ve kullanılan psikometrik araç­
lardaki farklılıkların, pet sahibi-pet sahibi olmayan araştırmalarının çoğunun
doğrudan karşılaştırmasını imkansız hale getirmesidir.

40
dı. Bu bulgular, hayvan sahibi olan ve olmayan insanlar arasın­
daki en önemli farkın, hayvan sahibi olanların genelde çocuk­
lukları sırasında da hayvan sahibi olmaları olduğunu gösteren
araştırmayla da tutarlıdır (Poresky vd. 1 988) . Öte yarıdan, ge­
nelde, "hayvansever" kategorisinin kendi içindeki farklılıklar,
muhtemelen "hayvanseverler" ile "hayvansever o lmayanlar"
arasındaki farklardan daha fazladır. 13
Yoksunluk argümanının ikinci kusuru şudur: Hayvanlar in­
san ilişkilerini ikame etseydi, evcil hayvan edinmenin en çok
bekarlarda rastlanan bir alışkanlık olması beklenirdi. Oysa, tek
kişilik haneler evcil hayvan barındırma ihtimali en düşük olan­
lardır (Amerikan Veteriner Tıp Derneği 2002) . Yoldaş hayvan­
lara, en çok, çocuklu ailelerde rastlanmaktadır. Benzer biçim­
de, hayvanlarla ilişkilerin diğer insanlarla olan ilişkileri azalttı­
ğına ya da onlarla çatıştığına dair hiçbir bulgu yoktur. Tersine ,
veriler, hayvanların "sosyalliği kolaylaştırıcı" bir işlev gördü­
ğüne işaret ediyor (bkz. Messent 1 983 ; Robins vd. 1 99 1 ; San­
ders 1999 ) . Hayvanlarla olan ilişkilerimiz diğer insanlarla iliş­
kilerimizi artırıyor, bu durum bilhassa köpekler için geçerli.
Örneğin , kamusal alanda yanlarında köpek olan insanlar, di­
ğer insanlara kıyasla, başkalarıyla daha sık ve uzun süreli etki­
leşimde bulunuyorlar (Messent 1 983 ) . Dahası, köpekler insan­
lara, Amerikalıların çoğu zaman gözettikleri "medeni kayıtsız­
lık" ilkesini çiğneyebilme olanağı sağlıyor (Robins vd. 199 1 ) .
"Medeni kayıtsızlık" Erving Goffman'a ( 1 963) ait bir terim: Di­
yelim otobüste karşımızda oturan veya kasada sıra beklerken
önümüzde duran insanların farkında olduğumuz halde onlar­
la genellikle göz teması kurmaktan ya da başka şekilde etkile­
şimi ilerletmekten kaçınmamızı ifade ediyor. Böyle durumlar­
da, dik dik bakmaktansa bakışımızı belirsiz bir noktaya yönel­
tiriz. Köpekler, insan yoldaşlarını, selamlaşmaya ve sohbete ha­
zır olan, Goffman'ın tabiriyle "açık kişiler"e dönüştürürler. Bir
köpek, aynı zamanda, Carol Brooks Gardner'ın ( 1 980) tabiriy­
le bir "rozet" işlevi de görür. Köpekler, insan bakıcılarının " kö­
peksever" olduğunu , dolayısıyla diğer " köpekseverler"le ileti-
1 3 Konuyla ilgili bir eleştiri için, bkz. Podberscek ve Gosling 2000.

41
şim kurmaya yatkın olduğunu ilan ederler. 14 Şahsen yaşadığım
bir olay, bu durumu çok güzel örnekliyor. Skipper'ı sahiplen­
dikten ve bir apartman dairesi satın aldıktan bir yıl kadar sonra,
ev sahipleri derneğinin bir toplantısına katıldım. Yaklaşık dört
yıldır o sitede yaşayan bir komşumun yanına oturdum. Toplan­
tının başlamasını beklerken, onlarca insan bana selam verdi ya
da durup sohbet etti, bir tanesi ise toplantıdan sonra bir şeyler
içmek için beni evine davet etti . Dört yıldır benim dışımda yal­
nızca bir kişiyle yakınlaştığını söyleyen komşum buna çok şa­
şırmıştı. Ona bu insanlarla köpeklerimiz sayesinde yakınlaştı­
ğımızı, köpeklerimizin bizi yalnız olsaydık asla tanışamayaca­
ğımız kadar çok komşuyla "tanıştırdığını" söyledim. Birbirimi­
zi yürüyüşler sırasında düzenli olarak, bazen günde iki defa gö­
rüyorduk. İsimlerimizi öğrenmeden çok daha önce köpekleri­
mizin isimlerini öğrenmiştik. 1 5 Aynı durum kediler için de ge­
çerlidir, ama bu ölçekte değil, çünkü kediler genelde kamu­
ya açık alanlarda insan dostlarına eşlik etmezler. Yine de, "ke­
di rozetleri" de benzer bir medeni kayıtsızlık ihlaline izin ve­
rir. Örneğin, sırf çoraplarımda kedi motifleri olduğu ya da ke­
dili küpeler taktığım için insanlar pek çok kez benimle sohbe­
te girişmişlerdir.
Yoksunluk argümanının, hayvanların insan ilişkilerinin ye­
rini tuttuğunu kanıtlayamadığı açıktır. Ö te yandan, sözünü et­
meye değer bir nokta daha var. Sayısız araştırma, hayvanlarla
yoldaşlığın insanlara fiziksel, zihinsel, duygusal ve başka yön­
lerden yararlı olduğunu gösteriyor (bkz . Fogle 1 98 1 ; Siegel
1 993; Beck ve Katcher 1 996; Wilson ve Turner 1998; Podbers­
cek vd. 2000) . Hayvanlar, açıkça bu rolü oynamadıkları du­
rumlarda bile, pek çok yönden sağaltıcı olabilirler. Peki bu, in­
sanlardaki yoksunluğun hayvanların yoldaşlığıyla giderildiği
anlamına gelmez mi? Bana göre, hayır. Bu örneklerde, hayvan­
lar, insanların diğer insanlardan elde edebilecekleri ya da etme­
leri gereken bir şeyin ikamesi değildir. Onlar, yalnızca hayvan-

14 Gardner ( 1 980) medeni kayıtsızlığı ve bunun ihlalini ele alarak, çocuklann da


köpeklerinkine benzer bir işlev gördüklerini söyler.
15 Benzer hikayeler için, bkz. Robins vd. 1991 ve West 1999.

42
!arın yoldaşlığına özgü olan, benzersiz bir şey sağlarlar. Bu iliş­
ki son derece farklıdır. Aaron Katcher'ın savunduğu gibi ( 1 98 1 ,
50) "Evcil hayvanlar insan temasının yerini tutmaz, bize diğer
insanların veremediği türde bir ilişki sunarlar" . Hayvanlar, bi­
zi olduğumuz gibi kabul etme yönünde doğuştan ve son dere­
ce sağaltıcı bir yetiye sahiptirler. Akşam eve döndüğümüz za­
man, hangi ruh halinde olursak olalım, onlar, Thoreau'ya atfe­
dilen bir ifadeyle "ölü toprağını kaldırmaya" hazır, bizi bekli­
yor olurlar (bkz. Perin 1 98 1 , 79) .
Özetle, yoksunluk argümanı, insanlar ile insandışı hayvanlar
arasındaki ilişkilerle ilgili, ampirik dayanakları olan, kuram ­
la beslenmiş çalışmalara ihtiyaç olduğuna işaret ediyor. Gene
Myers'in ( 1 998, 64) dediği gibi: "İnsan-hayvan ilişkilerinin net
bir açıklamasına erişene dek, bu ilişkilere insan-insan ilişkileri­
nin çarpıtılmış hali olarak bakmaya mahkum olabiliriz. "

Zenginlik Argümanı

Bir başka kuram, hayvanlarla yoldaşlığı ekonomik zenginlik­


le özdeşleştirir. Daha açık söylemek gerekirse, zenginlik argü­
manı, diğer insanlarla ilgilenmemiz gerekirken hayvan besle­
menin para israfı olduğunu ima eder. Bu argümanın belki de
ilk örneği, Plutarkhos'un yazılarında görülür. Bu argüman Or­
taçağ'da güç kazanmış ve kilise otoriteleri tarafından rahibe ve
keşişlerin yoldaş hayvan beslemelerini yasaklamak için kulla­
nılmıştır. 1 6 Harriet Ritvo ( 1987) 19. yüzyıl lngiltere'sinde zen­
ginlik argümanına ait çok sayıda belgesel kanıt bulmuştur; bu
argümanın hala epey bir ideolojik ağırlığı olduğu bellidir, zi­
ra ABD'de gıda yardımı kuponu alanlar bunları köpek ve ke­
di maması için kullanamazlar. Burada, yoksulların, hayvanla­
rı yemek yiyebilsin diye kendilerini -ya da daha kötüsü çocuk­
larını- aç bırakacaklarından korkulduğu anlaşılıyor. Hayvanla­
rını besleyebilmek için aç kalmayı göze alan insanların olma-

16 Halihazırdaki Catechism of the Catholic Church ( 1 994, 580-58 1 ) [Katolik Kilisesi


ilmihali] , inananlara, "öncelikli olarak insan sefaletinin giderilmesine harcan­
ması gereken parayı hayvanlara harcamanın yakışıksız olduğunu" anımsatır.

43
sı muhtemelse de, bunlar norm değildir. Araştırmam sırasında,
onlara bakacak parası olmadığı için hayvanlarını barınağa tes­
lim eden insanlar gördüm . Diğer yandan, yeterince iyi bakılma­
yan hayvanlar genelde milyon dolarlık evlerin olduğu mahalle­
lerden geliyordu .
Hayvanlara harcanan paranın yoksulların beslenmesine har­
canması gerektiği fikri , yoldaş hayvanlara karşı sorumluluğu­
muzu küçümser. Bizler, bazı hayvanları evcilleştirdiğimiz za­
man, onlara bakma sorumluluğunu da üstlenmiş olduk (bkz.
Rollin 1992; Beck ve Katcher 1 996) . 1 7 Dahası, hayvanlara olan
bağlılığın insani sosyal kaygıların ihmaline yol açacağı şeklinde
bir mantık zinciri kurulamaz. Hayvanlarla ilgilenmenin insan­
ların acılarıyla ilgili kaygıların önüne geçeceği inancı, "yer de­
ğiştirme tezi" olarak adlandırılmıştır: İnsanlara yönelik şefka­
tin başka bir yere aktarılması anlamına gelir (Finsen ve Finsen
1 994, 26-30) Oysa hayvan refahı veya hayvan haklarıyla ilgile­
nen insanlar, genelde insanların yararına olan başka sosyal mü­
cadele alanlarında da ya aktif olarak yer alırlar ya da bunları des­
teklerler (bkz. Nibert 1 994) . Bu durum uzun süredir böyledir.
Hayvanların yararı için gösterilen pek çok çaba, eğitimde, hapi­
sanelerde ve akıl hastanelerinde reform yapılması ve oy hakkı­
nın genişletilmesi gibi insanlar için gösterilen mücadelelerle ay­
nı tarihlerde ortaya çıkmıştır (bkz. Turner 1 980) . Amerika Hay­
vanlara Yönelik Zulmü Engelleme Örgütü'nün (ASPCA) kuru­
cu üyelerinin birçoğu tanınmış kölelik karşıtlarıdır; keza Bri­
tanya'daki aynı adlı derneğin (SPCA) kurucuları da. ASPCA'nın
kurucusu Henry Bergh , 1 8 74'te, Etta Wheeler adlı bir sosyal
hizmet görevlisinin zorlu bir davayla ona başvurması üzerine,
ilk Çocuklara Yönelik Zulmü Önleme Örgütü'nü kurmuştur.
Wheeler bir süredir küçük Mary Allen McCormack'ın, ona kor­
kunç muamele gösteren koruyucu ailesinin yanından alınması
için uğraşıyordu . Yetkililer, çocuğu korumak için bile olsa aile­
ye müdahale etmiyorlardı ve hukuki olarak bu yetkiye sahip de-

17 Hayvanlara karşı yükümlülüğümüze ilişkin akademik referanslara ilaveten, til­


kinin küçük prense söylediklerini aktarmak isterim: "Evcilleştirdiğin şeyden
sorumlu olursun" (Saint-Exupery 1 9 7 1 [ 1 943] , 64) .

44
ğildiler. Wheeler'ın konuyu götürdüğü Bergh çocuğun aileden
kurtulmasını sağladı ve ebeveynlere dava açmayı başardı (bkz.
Coleman 1 924; Finsen ve Finsen 1994) . Bu konuda başka çok
sayıda örnek var. Viviseksiyon* karşıtı bir demek olan Victoria
Street Society'nin Britanyalı kurucusu Frances Power Cobbe, bir
sufrajistti. ** 1970'lerde hayvan hakları hareketinde aktif olanla­
rın pek çoğu, insan hakları aktivizminde deneyimli insanlardı.
Susan Sperling'in Animal Liberators kitabında ( 1 988, 1 1 1 ) , çoğu
kendilerini "kadınlara, azınlıklara ve hayvanlara kötü muame­
le eden bir sistemle savaşan" kişiler olarak tanımlayan hayvan
hakları aktivistleriyle yapılmış kapsamlı mülakatlara yer verilir.
Bazı hayvan hakları aktivistlerinin faaliye tleri sırasında insan­
ları yaraladıkları ve mülke zarar verdikleri doğrudur (bkz. jas­
per ve Nelkin 1992) . Dahası, Naziler insan yaşamı konusunda­
ki dehşet verici aldırışsızlıklarına karşın hayvanların korunması
için güçlü bir programı desteklemişlerdir (Arluke ve Sax 1992;
Arluke ve Sanders 1 996) . Bu sıradışı örnekler bir yana bırakılır­
sa, bazı akademisyenler "genişletme tezi"ni ortaya atmışlardır:
Buna göre, "yer değiştirme tezi"nin tersine, "kendilerini (ister
insan ister hayvan olsun) ezilen bir grubun refahına adayanlar,
çoğu durumda, diğer grupları da ilgi alanları kapsamına alırlar"
(Finsen ve Finsen 1 994, 28) . Nibert, araştırmasında, hayvan
haklarının desteklenmesi ile silah denetimi ve kadın, eşcinsel
ve farklı ırklardan insanların haklarının desteklenmesi arasında
olumlu bir ilişki olduğunu öne sürer. Ona göre, hayvan hakları­
na karşı olanların şunları yapması daha muhtemeldir:

silahlara kolay erişimi savunmak, kürtaj haklarına muhalefet


etmek, ırkçı önyargılar sergilemek, kişiler arası şiddete karşı
daha hoşgörülü olmak, tecavüz kurbanlarını suçlamak ve eş­
cinsellere karşı önyargıh olmak, farklı cinsel yönelimlere sahip
insanlara konuşma özgürlüğü tanıma eğiliminin daha az olma­
sı (Nibert 1994, 1 22) .

{*) Canlı hayvanlar üzerinde, anestezisiz cerrahi işlemler de dahil olmak üzere
çeşitli deneylerin yapılması - e.n.
(**) Seçme ve seçilme hakkının bilhassa kadınlan ve aynın gören diğer gruplan da
kapsayacak şekilde genişletilmesini savunan kişi - ç.n.

45
Neresinden bakarsak bakalım, zenginlik argümanı inandırı­
cılıktan uzaktır. Peder yalnızca zengin toplumlarda bulunmaz­
lar; ayrıca , aslında yoksul insanların hakkı olan yiyecekleri ye­
dikleri de yoktur. Hayvanlar için kaygılanmak, insan ihtiyaç­
larının göz ardı edilmesi demek değildir. Karşıt bulgular göz
önüne alındığında, zenginlik argümanının, insanların hayvan­
lardan daha değerli oldukları yolundaki insanmerkezci iddiaya
dayanan, ideolojik bir argüman olduğu ortaya çıkar.
İşte size zenginlik argümanının bir kusuru daha: Pet besle­
menin -en azından İngiltere ve ABD'de- ekonomik gelişim­
le aynı hızda arttığı doğru olmakla birlikte , ekonomik güven­
cenin evcil hayvanların artışına yol açmış olması pek muhte­
mel değildir. Pet besleme oranları 19. yüzyıl sonlarında ani bir
artış göstermiştir, ancak bunda payı olan potansiyel etkenler,
tek bir nedene bağlanamayacak kadar fazladır. Bunları bir son­
raki bölümde daha ayrıntılı inceleyecek olsam da, burada bir­
iki tanesine değinelim. Öncelikle, bu konuda Darwin'in katkı­
sını teslim etmemiz gerekir. Onun türler arasında bir akraba­
lık olduğu fikri, hayvanlarla temastan hastalık kapma korku­
larını azaltmış ve hayvanlara yönelik merakı artırmıştı . Bun­
dan başka , makinelerin gitgide hayvan emeğinin yerini alma­
sıyla, hayvanlar daha eski, daha basit bir yaşam şeklini simge­
lemeye başlamıştı (bkz. Thomas 1983 ) . Bu arada, veteriner he­
kimlikteki, hayvancılık ve silah teknoloj ilerindeki ilerlemeler,
" hayvanlarla uğraşmak zorunda olanları doğanın kaprislerine
karşı daha güçlü" kılmıştı (Ritvo 1 988, 20) . Genel olarak, doğa
artık sürekli boğuşulması gereken bir tehdit olmaktan çıkmış­
tı, bu nedenle insanlar ona daha bir şefkatle yaklaşabiliyordu.
Hatta doğa modern yaşamın hırgürüne karşı bir panzehir işle­
vi dahi görebiliyordu . Romantikler, onlara göre insan potansi­
yelini boğan modern "ilerleme" den kaçarak sığındıkları kır ha­
yatında kendilerini evlerinde hissettiklerini savunabiliyorlardı
(bkz. N oske 1 997) . Dahası, 1 9 . yüzyıl ortasından sonlarına ka­
dar olan dönemde, uzun yıllar yalnızca seçkinlerle sınırlı ka­
lan pet besleme alışkanlığı bu özelliğini bir ölçüde kaybetti. Bu
sırada, ilk insani barınakların kurulması , "pek çok kişiye, de-

46
ğerli pet edinme fırsatı yarattı ki başka türlü onları edinemeye­
cek olan yüzlerce kişi bu fırsatı değerlendirdi" ( Coleman 1 9 24,
2 1 0) . Kısacası, artan ekonomik güvence hiç kuşkusuz hayvan­
ların popülerleşmesine katkı sağlamıştır, ancak aynı anda baş­
ka o kadar çok sayıda etken biraraya gelmiştir ki, bunun tek ne­
den olması olanaksızdır.

Tahakküm Argümanı

Bir diğer görüşte, yoldaş hayvanların, doğa üzerindeki hakimi­


yetimizi ispatlamamıza olanak verdikleri savunulur. Buna gö­
re , evcil hayvanlar, aralarında bahçeler, akvaryumlar, çeşme­
ler, bonsai ağaçları ve bahçecilik sanatının da bulunduğu pek
çok tahakküm örneğinden biridir. Bu görüşün en tanınmış ön­
cüsü , bu argümanı isimlendirirken Dominance and Affection:
The Making of Pets [ Tahakküm ve Şefkat: P etlerin Oluşumu ]
( 1 984) adlı kitabından esinlendiğim Yi-Fu Tuan'dır. Tuan, ki­
tabına tartışılmaz bir iddiayla başlar: "Anlaşılan, insan gerçek­
liğini açıklamaya yönelik her girişim, iktidarın doğasını kavra­
ma ihtiyacını da beraberinde getirmektedir" (Tuan, 1 984, 1 ) .
Daha sonra Tuan, iktidar kavramının resmin yalnızca " kısmi
ve çarpıtılmış" bir görüntüsü olduğunu , zira insanların, tahak­
küm kurmaya çalıştıkları kadar, birbirleriyle dayanışmaya gir­
diklerini ve birbirlerine özen gösterdiklerini kabul eder. Dola­
yısıyla şefkat de "dünyanın günlük işleyişini" kavramak açısın­
dan önemlidir (Tuan 1 984, 1 ) . Tuan, sevecenliği tahakkümün
zıttı olarak konumlandırmak yerine , tahakkümün " teskin edi­
cisi", daha nazik bir çeşitlemesi, başka bir deyişle "insan yüzlü
tahakküm " olduğunu öne sürer (Tuan, 1 984, 2) . "Tahakküm,
içinde en ufak bir şefkat alameti barındırmayıp, zalim ve istis­
marcı olabilir," diye yazar. "Bu , kurbanı üretir. Öte yandan, ta­
hakküm şefkatle birarada bulunabilir ve bu da evci l hayvanı
[pet] ortaya çıkarır" (Tuan 1 984, 2; vurgu bana ait.)
Tuan'ın görüşleri başta bana rahatsız edici gelmişti. Rahat bir
hayat süren ve görünürde hiçbir eksiği olmayan köpek ve ke­
dilerimin, diğer canlılar üzerinde tahakküm kurma ihtiyacımın

47
tezahürleri oldukları görüşü pek hoşuma gitmedi. Hayvanları
içtenlikle önemseyen çoğu insanın, tahakküm argümanını ra­
hatsız edici bulacağını tahmin ediyorum, zira bu argüman is­
tismar iması taşıyor. Öte yandan , Tuan, istismara açık olsa da,
gücün "istismarının kaçınılmaz olmadığını" savunuyor (Tuan
1984, 1 76; vurgu bana ait) . Tuan, güç eşitsizliklerinin hakiki
şefkate olanak sağladığını söylüyor. İnsan ilişkilerinde bu eşit­
sizlik, tahakkümün şefkatli biçimini üretebiliyor. Tuan bu gö­
rüşünü desteklemek için, evlilikteki samimiyeti örnek veriyor.
Evlilikte eşlerden birinin diğerinin bakımına muhtaç duruma
geldiği hastalık dönemlerinde oluşan bağları ve benzerlerini
"geçici eşitsizlik bağları" diye tanımlıyor (Tuan 1984, 1 63) . Bir
evlilikte, her eş kendisinin ya da eşinin diğerine muhtaç olaca­
ğı durumlar doğacağını bilir ve bu kırılganlık, yakınlığı olanak­
lı kılar. Tuan'a göre , iki eşit birey, evliliğin olanak sağladığı ya­
kınlık ve şefkat düzeyine asla erişemez. Bu şekilde kullanıldı­
ğında, güç, Tuan'ın deyimiyle , sevgi olarak da bilinen "yaratıcı
ilgi"dir (Tuan 1 984, 1 76 ) .
Yoldaş hayvanlarla durum biraz farklılık gösteriyor. Onlarla
ilişkilerimiz kaçınılmaz olarak eşitsiz. Onlar, kendilerine yiye­
cek, su vermemiz ve hatta dışkılamalarına izin vermemiz için
bile bize bağımlılar. Buna ilaveten, hayvanın bakıcısı -en azın­
dan ondan sorumlu olan kişi- eğitim, aşılama ve kısırlaştırma
yoluyla hayvan üzerinde iktidar kullanır. Bu kişi ayrıca, köpe­
ğin ya da kedinin -dışarı çıkmak, içeri girmek, postacıya hav­
lamak, mobilyaları tırmalamak gibi- bir şey yapmak istediği
gündelik pek çok durumda, tahakküm uygular ve bakıcı, hay­
vanın davranışlarını denetlemek zorundadır. Bu denetimin bü­
yük bölümü hayvanın güvenliği içindir ve her ne olursa ol­
sun, bu , ilişkinin kaçınılmaz bir unsurudur. Tuan'ın argüma­
nına göre , hayvanlarla dostluğun verdiği hazzın kökeninde bi­
zim onların "efendileri" olabilmemiz yatar. Bizler, doğal olma­
yan ve diğer insanların kendilerine yapmamızı hoş karşılama­
yacağı şeyleri hayvanlara yaparak, o nların davranışlarını mani­
püle ederiz. Onlara çocuksu ve gülünç isimler takarız. Onlarla
dalga geçeriz. Pet sahibi olmanın zevki büyük ölçüde hayvanın

48
itaatinden kaynaklandığından , söz dinlemeyen evcil hayvanlar,
karşılığında cezalandırılır, terk edilir ya da ihmal edilir. Yaşlı,
zahmet verici ya da bezdirici hale geldiklerinde, onları başımız­
dan savarız. Tuan'a göre, buradan kaçınılmaz olarak hayvanları
kullandığımız sonucu çıkar. "İster ekonomik, ister oyunbaz ya
da estetik amaçlar için olsun, onları kullanırız" der Tuan, "fabl­
lar dışında, onların iyiliği için onlarla ilgilenmemiz söz konusu
değildir" (Tuan 1 984, 1 76; vurgu Tuan'a ait) .
Tuan pek çok doğru saptamada bulunuyor. İnsanların, hay­
vanları doğal, hayvani niteliklerinden " arındırmak" için onla­
ra insanlıkdışı şeyler yaptıklarına pek çok kez tanık oldum. Ör­
neğin, kedilerin tırnaklarını keserler: Mobilyalara zarar verme­
sinler diye, tırnaklarıyla birlikte ayak parmaklarının uç kemik­
lerinin de koparıldığı bir işlemdir bu . Havlayamasınlar diye kö­
peklerin ses tellerini aldırırlar. 1 8 Köpekleri "akıllı" davranmaya
teşvik etmek için, nefes boğucu tasma ve benzeri zorlayıcı alet­
ler kullanırlar. Anti-alerjik kediler yetiştirmeye çalışırlar. Hay­
vanlar insanın sürekli değişen yaşam biçimine uyum sağlama­
yı yine reddederse, onları barınaklara terk eder ya da doğrudan
sokağa bırakırlar. Kısacası, tahakküm argümanını destekleyen
örnekler bulmak için uzağa gitmemize gerek yoktur.
Ancak, tıpkı zenginlik argümanı gibi, tahakküm argümanı da
hayvanlarla olan ilişkinin yalnızca tek bir türünü anlatır: "Efen­
di" ile "pet" arasındakini (bkz. Serpell 1 986) . Burada akıllara, Ja­
mes Herriot kitaplarındaki besili Pekingese 'Tricky Woo" imge­
si gelir. Tricky "pet"lerin paradigmatik örneğiydi. Onu en lez­
zetli mamalarla besleyen ve böylelikle kaçınılmaz sindirim so­
runları doğurarak veteriner Herriot'un sık sık evi ziyaret etme­
sine yol açan zengin dul Bayan Pumphrey'le yaşıyordu. Bayan
Pumphrey, bundan başka çoğu kendi hayal gücü ve can sıkıntı­
sının ürünü olan sayısız acil durum için de Herriot'u eve çağırır­
dı. Daha Sonra Tricky, Herriot'a teşekkür notları "yazar" ve bu
notların yanına tütsülenmiş ringa ya da kaliteli purolar koyardı.
Bayan Pumphrey'nin pet bakmakta epey tecrübeli olduğu açıktı.

1 8 Joanna Swabe (2000 ) , veterinerlerin, müşterilerce talep edilen mutilasyon iş­


lemleriyle ilgili çelişkili duygulan hakkında aynntılı bir inceleme sunuyor.

49
Hayvanlarla böyle ilişkiler elbette vardır. Hayvanlar oyun­
cak işlevi görebilir. Ancak, bu bizim insandışı hayvanlarla iliş­
kilerimizin ne tek ne de en önemli unsurudur. Onlar dostları­
mız , gözlerimiz , kulaklarımız ve daha ötesi de olabilirler. "Pet"
teriminin çağrıştırdığı pratikler, "yoldaş hayvanlarla" ilişkile­
rimizi oluşturan daha insani ve dayanışmacı pratiklerle bir tu­
tulmamalıdır. Bunu bir sonraki bölümde uzun uzun ele alsam
da, şimdilik şunu belirteyim ki, söz konusu terim, hayvanları
o denli "hayvana" benzemeseler olabilecekleri haliyle değil, ol­
dukları gibi sevmeye yönelik bir çabayı ifade eder. Bir pet, insan
" sahibini" hoşnut etmek ve eğlendirmek zorundayken, yoldaş
hayvan, kendisinin bu dünyadaki var olma biçimlerinin kök­
ten farklı ama saygıya değer olduğunu kabul eden bir veli ya da
bakıcıya sahiptir. Örneğin bir yoldaş köpeği eğitmeye girişen
bir bakıcı, köpeklerin nasıl öğrendikleri ve insanların evlerin­
de dahi nasıl sürü hiyerarşisi kurduklarını anlamakla işe başlar.
Bakıcı, kapılardan geçerken eğitimdeki bir köpeğin önünden
gitmek ya da köpeği beslemeden önce kendi yemeğini yemek
gibi basit fiillerin önemini öğrenir. Bu tür fiiller köpeğe bakıcı­
sının sürünün lideri olduğunu iletir ve bunu köpeğin anlayabi­
leceği bir dille yapar: Önce lider. Buna karşılık, bir "petin" sahi­
bi ya da efendisi, ya köpeği eğitim için başka birine teslim eder,
ya da, halıya işedi diye kazadan saatler sonra köpeğe bağırarak,
köpeğe doğru davranması için ne yapması gerektiği konusun­
da hiçbir şey söylemeyen yabancı bir dilde kafa karıştırıcı sin­
yaller yollayıp, yanlış bir eğitim verir.
"Pet besleme"de ortaya çıkan insan temayüllerinin, hayvan­
larla olan diğer tüm ilişkileri de tanımlayabileceği konusunda
tereddütlüyüm. Pet beslemeyle ilişkilendirilen pratikler, pekala
diğer varlıklara hükmetme yönünde insani bir ihtiyacın teza­
hürü olabilir. Ancak, teskin edici biçiminde bile olsa, pet bes­
lemenin alternatiflerini oluşturan pratiklerin yine aynı ihtiyaç­
la açıklanabileceğine inanmıyorum. Kuşkusuz hayvan dostları­
mız bizimle birlikte yaşamayı özgür iradeleriyle seçmiş değil­
ler. Her ne kadar onların insan bakıcılarına mutlak bağımlılı­
ğı gerçekten önemli bir eşitsizlik yaratsa da, bunun ille de ta-

50
hakküm olarak anlaşılması gerektiği söylenemez. Unutulma­
malı ki, çocuklar da ebeveynlerine bağımlıdırlar ama ebeveyn­
lik tahakkümden farklı bir şeydir. Her iki durumda da, bir baş­
ka varlıkla ilgilenmek ve onu besleyip büyütmek, tahakkümle
hiç ilgisi olmayan hazlar ve mükafatlar sunar.
Tüm davranışları tek bir gerekçeye, hele de iktidar kadar to­
tolojik görünen bir gerekçeye indirgeme konusunda ihtiyatlı­
yım. Hayvanları istismar etmek de, hayvanlara şefkat göster­
mek de iktidarın göstergesiyse, o zaman geriye başka seçenek
kalmıyor. İktidar her yerdedir ve her şey iktidardır. Hal böyley­
se, iktidarın her taşın altında yatan asıl etken olduğunu kabul­
lenmek bir kişisel inanç meselesidir. İktidarın tüm sosyal iliş­
kilerde göz önüne alınması gereken önemli bir etken olduğu­
nu kabul etmekle birlikte, her şeyin onunla açıklanabileceğine
inanmıyorum. İnsanlar ile hayvanlar arasındaki ilişkiler, tek bir
nedensel e tkene atfedilemeyecek kadar çeşitli ve değişkendir.

Biyofili Hipotezi

Belki de insanların hayvanlarla doğal bir bağı vardır -zaman za­


man gerçekten öyle görünüyor- ve köpeklerle kedilerin yaygın
cazibesinin açıklaması da budur. Bir başka görüş, yalnızca ev­
cil hayvanların cazibesini değil, insanla doğa arasındaki ilişki­
leri de özetle böyle açıklıyor. 1 984'te, biyolog Edward O . Wil­
son, Biophilia adlı kitabında insanların diğer canlı organizma­
larla "doğuştan bir duygusal bağı" olduğunu öne sürdü: " Ka­
lıtsal ve dolayısıyla asli insan doğasının bir parçası" anlamın­
da "doğuştan" (bkz. Wilson 1 993 , 32). Başka bir deyişle , Wil­
son'a göre , anlamlı insan varoluşu , doğal dünyayla olan iliş­
kimize öylesine bağlıydı ki, bunun temelinde genetik ve ev­
rim vardı. Daha net bir ifadeyle, bunun temeli biyokültüreldi.
Genlerimiz ve kültürümüz, zaman içinde , birbirine koşut bi­
çimde evrilir; genler hayatta kalmayı ve üreme kabiliyetini ar­
tıran bazı davranışlar oluşturur; ve dil ile kültür geliştikçe, bir
yandan da doğal seçilimle popülasyona yayılmış olan davranı­
şı bünyesine alır. Wilson bu süreci anlatmak için insanların yı-

51
lanlarla ilişkisine dair bir örnek verir. Yılanlarla çok az karşı­
laşmış bile olsalar, insanların çoğu, yılanlardan iğrenir. Ama yı­
lanlar bir yandan da bizi cezbeder; kapatıldıkları yerlerde onla­
rı tiksintiyle karışık bir dikkatle seyrederiz ve pek çok kültür­
de dini sembollerde kullanılırlar. Wilson, insanların, tüm hay­
vanlar içinden en çok yılanları rüyalarında gördüklerini savu­
nur. Primat atalarımızın da yılanlara karşı benzer tiksinti-beğe­
ni tepkileri vardır. Doğada zehirli yılanlar primatlar için ciddi
bir tehdit oluşturur ve bir goril ya da bir maymun, yılan gördü­
ğünde, sürüsündeki diğer hayvanları sesli olarak uyarır. Ancak
sürüdekiler yılandan kaçmak yerine, yılan o bölgeyi terk edene
kadar onun peşinden giderler; bu da yılanlara karşı insanların­
kine benzer bir hayranlık duyduklarını kanıtlar. Wilson'a gö­
re doğal seçilim, primat atalarımızın, yılanlarla sık ve kaçınıl­
maz karşılaşmalarına koşut olarak, onlardan sakınma ihtiyacı­
nı kalıtımsal korku ve beğeni olarak kodlamıştır. İnsan kültür­
leri evrimleştikçe , bu kalıtımsal tepkiyi de beraberinde taşımış
ve bu tepki mitoloj ide, hikayelerde, sanat eserlerinde ve rüya­
larda kendini göstermiştir. Böylelikle biyolojik bir zorunluluk
-yılanlardan sakınma ihtiyacı- aynı anda davranışsal ve kültü­
rel tepkiler üretmiştir. Hayvanlara duyulan yakınlık gibi fark­
lı tepkiler de, aynı süreçle, ama "farklı seçilim baskıları altında,
farklı gen bileşimleri ve farklı beyin devreleriyle" ortaya çıkmış
olabilir (Wilson 1 99 3 , 34) .
tık bakışta, doğaya ve hayvanlara karşı "doğuştan" bir ilgi­
miz olduğu yolunda bolca kanıt var gibi görünüyor. İnsanlar
evlere, orman, dağ, deniz veya nehir manzarası olup olmadığı­
na bakarak değer biçer. Evlerin içlerini, doğayı içeri taşıyan bit­
kilerle süslerler. Duvarlara astıkları sanat eserlerinde en yaygın
konu doğa manzarasıdır (bkz. Halle 1 993). İnsanlar hayvanla­
rı seyretmekten keyif alırlar. ABD' de hayvanat bahçesini ziyaret
edenlerin sayısı, belli başlı prosfesyonel spor etkinliklerine ka­
tılanların toplam sayısından fazladır. D ahası, hayvanların hap­
sedildiği ortamlar artık doğal yaşam alanlarına benzer biçim­
de yapılmaya çalışılıyor ve pek çok büyük hayvanat bahçesin­
de hayvanlar artık izole edilmiş kafeslerde yaşamıyorlar. Ama-

52
tör çeşitleri de dahil olmak üzere kuş gözlemciliği, yemleyici,
kuş yemi, kitaplar, dürbünler ve ilgili araç gereç satan dükkan­
ları geçindirmeye yetecek kadar yaygın hale geldi. Maddi gü­
cü yetenler için, balina gözlemciliği gibi faaliyetler hayvanla­
rı yakından görme fırsatı sağlıyor. İ nsanlar evlerinde dahi, tele­
vizyondaki çeşit çeşit doğa ve vahşi hayat belgeselini izliyorlar.
Aynı zamanda, görüntü kaydı ve diğer teknolojilerdeki ilerle­
meler de, izleyicilere, hayvanların doğal yaşam alanlarında da­
ha da yakından kaydedilmiş görüntüleri iletebiliyor. Hayvanla­
ra yönelik ilgi sayesinde, Steve Irwin'in kural tanımaz Crocodi­
le Hunter'ından, hayvanlara yönelik zulüm vakalarını soruştu­
ran haber programlarına kadar çok çeşitli hayvan programla­
rına ayrılmış televizyon kanalı Animal Planet ortaya çıkmıştır.
İnsanlar hayvanlardan küçük yaşlarda büyülenmeye başlarlar.
Çocuklar hayvanlarla adeta doğal bir ilişki içindedirler. Hay­
vanları taklit ederler; onlarla konuşurlar; oyuncaklar ve çizgi
filmler hayvan karakterlerle doludur (bkz. Myers 1998; Melson
200 1 ) . Bu örneklere sayıları gitgide artan yoldaş hayvanlar da
eklenmiştir. Bunlar elbette, insanın doğayla yakınlaşmaya do­
ğuştan meyilli olduğunun göstergeleridir.
Öyle midir acaba? Biyofili hipotezinde de bazı kusurlar bu­
lunmaktadır. Birincisi, bu tez tarihselliğe aykırıdır. 20. yüzyıl
sonlarına ait gelişmeleri, uzun vadeli, evrensel insan temayülle­
ri olarak yorumlama hatasına düşer. Örneğin, Rachel Carson'ın
Silent Spring ( 1 962) adlı kitabı yayımlanmadan önce, çevreyle
ilgili kaygılar çok az insanın zihnini meşgul ediyordu . M odem
tarihin büyük kısmında , insanlar ormanları, yalnızca egzan­
trik kişilerin güzel bulduğu , "korkunç , " "kasvetli" yerler ola­
rak gördüler (bkz. Thomas 1 983 , 1 94) . Uzun süre "vahşi" gö­
rülen hayvanların, insanların amaçlarına hizmet için var o lduk­
ları düşünülüyordu . Günümüzde, çağdaş Batı toplumlarında
öyle çok insan hayvanlarla yakın ilişki içinde yaşıyor ki, insan­
ların bunu ezelden beridir yapmadığını -ya da yapmak isteme­
diğini- anımsamakta fayda vardır. Arluke ve Sanders'in ( 1 996,
1 9 1 ; ayrıca bkz. Franklin 1 999) söylediği gibi, "Hayvanlara ve
bir o kadar da kendimize dair düşündüklerimiz, toplum değiş-

53
tikçe değişmeye mahkumdur. " Daha bir-iki nesil öncesinde bi­
le, balina gözlemleme gibi etkinlikler duyulmuş şeyler değildi
ve ev bitkilerinin çoğu, büyükannelerimizin yetiştirdiği Afrika
menekşelerinden ibaretti. Elbette varlıklı insanlar her zaman
doğal hayatın tadına varmalarına olanak veren evler inşa etmiş­
tir, ancak genelde , inşaatı kolaylaştırmak için ağaçları kesme,
toprağı "geri kazanmak" için bataklıkları kurutma ve hidroe­
lektrik enerji elde etmek için nehir yataklarını değiştirme eği­
limleri baskındı. Doğayı "yola getirmeye" yönelik bu girişimle­
rin olumsuz etkilerinin geniş çevrelerce idrak edilmesi yeni ye­
ni gerçekleşmiştir. Bu durumda bile, insan çıkarları ile doğanın
korunması arasındaki dengenin nasıl kurulması gerektiği ko­
nusu hala epey tartışmalıdır. 1 9
Eğer doğayı korumak v e ona değer vermek insanların gene­
tik çıkarlarına uygunsa, doğanın yok edilmesine yönelik gözle
görülür kararlılığımızın açıklaması ne olabilir? Biyofili argüma­
nını savunan biri, Stephen Kellert'ın yaptığı gibi ( 1993 , 42) bu­
nu şöyle açıklardı: "Doğal hayat unsurlarından sakınmak, on­
ları reddetmek ve hatta zaman zaman yok etmek eğilimi bile,
bizi çevreleyen u çsuz bucaksız yaşam yelpazesiyle derin ve do­
laysız bir ilişki kurmaya yönelik doğuştan bir ihtiyacın uzantısı
olarak görülebilir. " Burada, biyofili mefhumuna özgü bir başka
sorun kendini gösteriyor: Doğanın korunmasını da, onun yıkı­
mını da aynı nihai amacın ifadeleri olarak açıklaması bakımın­
dan bu , totolojik bir görüştür. Ayrıca bu görüş, doyurulması
gereken "ihtiyaçları" olan üstün bir varlığın kabullenilmesini
gerektirir. Biyofiliyi kabul etmem için, örneğin öncelikle insan
türünün kalıtımsal "ihtiyaçlarının" önceliğini de kabul etmem
gerekir. Tıpkı tahakküm argümanında iktidarın önceliği konu­
sunda olduğu gibi, bu da bir inanç meselesidir. Bunun, doğaya
yönelik etik yükümlülüğümüzü biyolojik bir mecburiyet kıl­
dığı doğrudur (bkz. Kellert 1 993) . Ancak, böyle yapmakla, bi­
yofili, bireylerin doğayla ve diğer hayvanlarla olan ilişkilerine

19 Buna ilaveten, çocuklar ile hayvanlar arasındaki "doğal" bağ da tartışma konu­
sudur. Aline Kidd ve Robert Kidd ( l 987) çocukların hayvanlara herhangi bir
ilgi göstermemesinin normal olduğunu bulgulamışlardır.

54
verdikleri ve verebilecekleri farklı farklı anlamları kibirle gör­
mezden gelmektedir. Belki gerçekten de hayvanlarla ilgilenme­
ye genetik bir eğilimimiz vardır, ama öyle bile olsa, açıklamala­
rımızın daha da derinleştirilmesi gerekmektedir. Myers'in dedi­
ği gibi, "Biyofili 'kurallarını öğrenmeye' biyolojik olarak prog­
ramlanmış olsak bile, bu potansiyeli insani yetilerimizin bütü­
nü bağlamında açıklamamız gerekir. " (Myers 1 998, 45) .

Hayvanlarla, bilhassa da köpek ve kedilerle neden yakın iliş­


kiler kurduğumuzu anlamak, pek çok soru işaretini giderirdi.
Bunlar, pek çok bakımdan olağandışı dostluklardır. Bu kitabın
sonuna gelene kadar, parçaların birleşmesiyle bir yanıt ortaya
çıkacak. Sunacağım parçalar, hayvanlarla gündelik ilişkilerimi­
zi doğuştan bir "ihtiyacın" ya da "gücün" rolüne bağlamaktan
ziyade, bu ilişkilerin -yaşanmış deneyimlerde, günümüzde- ne
şekilde cereyan ettiğini gösterecek. Hayvanlar, farklı dönemler­
de ve farklı bireylerin yaşamlarında farklı anlamlar taşırlar; bu
da, yalnızca hayvanlar hakkında değil -bir kültürün mensupla­
rı ve bireyler olarak- kendimiz hakkında düşündüklerimizi de
ortaya koyar. Adrian Franklin'in ( 1 999, 53) dediği gibi: "İnsan­
lar hayvanları her zaman sevmiş olabilirler, ancak tarih şunu
gösteriyor ki, bunu farklı tarihsel koşullarda son derece farklı
şekillerde yapmışlar." Bir sonraki bölümde, bu sözler derinle­
mesine ele alınıp sonuçları irdelenecek.

55
2
Biz VE ONLAR

Tarihin çeşitli dönemlerinde, hayvanlarla insanlar karşılaş­

tırılırken, hayvan türleri onlara yönelik m uamelede büyük

çeşitliliğe yol açacak kadar farklı biçimlerde değerlendiril­

mişlerdir. i nsan olmayanların kapasiteleri ve güçleri hak­

kındaki fikirler öylesine çeşitlidir ki, insanlarınkinden çok

daha büyük güçlere ve yetilere sahip oldukları düşünülüp

tanrı gibi görülmelerinden tutun, her ayrıntısıyla insandan

büsbütün farklı oldukları, dolayısıyla türümüzle hiçbir o r­

tak yönleri bulunmadığı düşüncesine kadar uzanır. Ü stün­

l ü k ve aşağılık atıfları, neredeyse her zaman söz konusu ta­

nımlara eşli k etmiştir. Ve bunları genelde, farklılıklara bağlı

sömürünün haklı olduğu imaları izlemişti r.

- ELIZABETH ATWOOD l..AWRENCE ( 1 995, 75)

İnsanların köpek ve kedilerle neden ilişki kurdukları sorusuna


verilecek tek bir yanıt olamaz; çünkü onlarla kurduğumuz iliş­
kiler, tüm zamanlar için geçerli olabilecek tek bir sebeple açık­
lanabilecek, evrensel, standart bir ilişki olmamıştır. İ nsanlar
çağlar boyu köpek ve kedilerle birlikte yaşamış olsalar da, bu­
nun anlamı zaman içinde önemli ölçüde farklılık göstermiştir.
İnsanın yakalayıp ehlileştirdiği bir yaban hayvanıyla yaşaması,

57
hakiki evcilleştirmeden farklıdır ve her iki durumda da, hay­
vanın muhakkak bir pet olması gerekmez. Pet, bir hayvan ola­
rak sınıflandırılmayı aşmıştır. Buna karşılık, hayvanlar genel­
de isimsizdirler ki bu da onları yememizi, onlar üzerinde deney
yapmamızı kolaylaştırır. Dahası, insanlar hayvanlarda gördük­
leri zaman tiksindikleri ya da korktukları davranışların pek ço­
ğunu kendi petlerinde mazur görür, hatta sevimli bile bulurlar.
Nihayet "yoldaş hayvan" kavramı, "pet"e, mahrum bırakıldığı
"hayvan"lık onurunu bir nebze de olsa iade eder.
Hayvanları anlama , tanımlama ve onlara yönelik muame­
le biçimlerinin her biri, tarihin izlerini taşır. Her çağ, hayvan­
ları ve insanların onlarla ilişkilerini sosyal olarak inşa etmiştir.
"Sosyal inşa" terimini bilhassa ihtiyatlı bir biçimde kullanıyo­
rum: Peter Berger ve Thomas Luckmann'ın ( 1967) , bazı yakla­
şımların ve inançların bir toplumsal grubun gerçeklik algısının
"ortak kurucuları" olduğu görüşünü kastediyorum. Örnek ola­
rak, bu ve bir sonraki bölümlerde, "hayvan" , "pet" ve "yoldaş
hayvan" kategorilerini üreten yaklaşımlara, inançlara ve top­
lumsal koşullara dair seçici, tarihsel bir inceleme sunacağım.
Bu kategorilerin sosyal olarak inşa edilmiş olduğunu söyle­
mekle, bir "pet" ile bir "hayvan" arasında a priori bir ayrım ol­
madığına dikkat çekiyorum. Amerikalıların sığırları yiyip fino­
ları yememesi bir görenek meselesidir. 1 Hayvanlar ile insanlar,
hayvanlar ile petler arasında ayrım yapmamızı sağlayan norm­
lar ve dilsel pratikler, mutlak bir anlamda belirlenmiş değildir.
Bunlar en iyi biçimde sosyal inşalar olarak tanımlanabilir; in­
san-hayvan arasındaki sınır da, pekala bu sosyal inşaların ba­
şında geliyor olabilir. Söz konusu sınır "doğal" olmayıp, insan­
ların belli hedeflerinin ve çatışmalarının aracıdır. Gücünü, nes­
nel gerçeklik olarak görülmesinden alır.
Bunları belirttikten sonra, "sosyal inşa" terimini kullanır­
ken gözettiğim sınırlan netleştirmek istiyorum. Burada, hay­
van bireylerinin kendilerinin birer sosyal inşa olduklarım kas­
tetmiyorum. 1 . Bölüm'de ele aldığım gibi, köpekgil ve kedi-

Sevdiğimiz hayvanlar ile yediğimiz hayvanlar arasında aynın yapmamızı sağla­


yan psikolojik mekanizmalara ilişkin bir tartışma için, bkz. Plous 1993.

58
gil davranışlarının pek çoğu , insanların onlara ilişkin fikirle­
rinden bağımsız olarak mevcuttur. Buna rağmen, tek tek hay­
vanlarla olan deneyimlerimizi, bazıları sosyal olarak inşa edil­
miş "karmaşık ve tortulaşmış [ kategori ] katmanlarından" ge­
çirerek yaşarız (Shapiro 1990, 1 93). Örneğin belli kedi ve kö­
pekleri, (başka şeylerin yanında) birer tür temsilcisi ("köpek" ;
"kedi") olarak, içgüdülerin yönlendirdiği yaratıklar ( "hayvan" )
olarak v e yaklaşımımıza bağlı olarak, uysal, canlı oyuncaklar
( "pet") olarak ya da dört ayaklı dostlar ("yoldaş hayvan") ola­
rak görürüz. Bilhassa, biz insanlar, başta köpekler olmak üze­
re hayvanları yetiştirerek bu inşaları hayata geçirdiğimizden,
tek tek hayvanlarla olan bağlarımız bu sosyal inşaların hepsin­
den etkilenir.
Neyse ki, hayvan bireyleriyle olan bağlarımız sosyal inşalar­
dan fazlasını içerir. Sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, ara­
mızdaki bağlar yaşanmış geçmişlere ve benzersiz benliklere da­
yanır. tlişkilerimiz sosyal inşalarla sınırlı olmadığı gibi, onlar­
dan bağımsız da değildir. Hayvanlarla olan gündelik deneyimi­
mizi anlamak için, bu deneyimi kısmen şekillendiren sosyal in­
şaların bazılarını kavramak faydalı olacaktır.

INSANMERKEZCILIK

"Hayvan" Kategorisini ln�a Etmek

İnsanlardan farklı ve onlardan aşağı canlılar olarak " hayvanlar"


kategorisi, muhtemelen, avcı-toplayıcılıktan tarıma geçilmesiy­
le ortaya çıkmıştır. Eldeki bulgular, tarih öncesi dönemde in­
sanların doğayla bütünlük ve saygı ilişkisi içinde yaşadıkları­
nı gösteriyor (bkz. Ingold 1 994; Schwabe 1 994; Noske 1 997) .
Bu insanların kendilerini hayvanlardan ayırabildiklerine şüp­
he yoksa da, kendilerini çevrelerindeki canlılardan üstün gör­
düklerine dair herhangi bir kanıt bulunmamakadır. Maddi ge­
reksinimlerini karşılamak için hayvanların bedenlerini kullanı­
yorlardı; ancak hayvanlardan aynı zamanda ruhani ihtiyaçları­
nı karşılayacak varlıklar olarak da yararlanıyorlardı. John Ber-

59
ger'in ( 1 980, 2) ifade e ttiği gibi, "Hayvanların insan tahayyü­
lüne ilk defa et, deri, ya da boynuz olarak girdiğini varsaymak,
1 9 . yüzyıla ait bir yaklaşımı binyıllar öncesine mal etmektir.
Hayvanlar insan tahayyülüne her şeyden önce ulaklar ve vaat­
ler olarak girmişlerdir. " Tarih öncesi dönemde insanların ço­
ğunluğunun değilse de pek çoğunun, hayvanları doğaüstü, hat­
ta ilahi güçlere sahip olan, insanlardan üstün varlıklar olarak
gördüklerini söylemek, geçmişi romantize etmek gibi basit bir
tavra denk düşmez. Yapılan ilk semboller, hayvan sembolleriy­
di. Bu konudaki sayısız örnekten ikisini verecek olursak, on iki
astrolojik burcun sekizinin simgesi hayvandır ve birçok yaradı­
lış efsanesinde, hayvanlar dünyayı taşırken tasvir edilir. Tarih
öncesi topluluklar, hayvanların pek çok bakımdan insanlar gi­
bi olduklarını, ancak insanların açıklayamadığı ya da yapama­
dığı şeyleri açıklayıp yapabilecek kadar farklı olduklarını gör­
müşlerdi. Berger'in savunduğu gibi:

Hayvanlar insan ile insanın kökeni arasında aracı konumday­


dı, çünkü insana hem benziyor, hem benzemiyorlardı. Hay­
vanlar tahayyül sınırının ötesinden geliyordu. Onlar hem ora­
ya hem buraya aitti. Aynı şekilde, hem ölümlü hem ölümsüz­
düler. Hayvanın kanı insanınki gibi akıyordu, ancak tür olarak
ölümsüzdü ve her aslan Aslan, her öküz Öküz'dü . Bu -belki de
ilk varoluşçu düalizm- hayvanlara yönelik muameleye de yan­
sımıştı. Hayvanlara hem hükmedilip hem tapınılıyor, hem bes­
lenip h em kurban ediliyorlardı (Berger 1 980, 4-5 ; vurgu Ber­
ger'e ait) .

Tapınma ve bununla ilişkili olarak hayvanlarla kurulan ru­


hani bağ, insan toplumlarında üretim araçlarının değişmesiyle
birlikte denklemdeki yerini kaybetti. Antropolog (ve veteriner)
Elizabeth Lawrence'ın belirttiği gibi ( 1 986, 46) "insan türünün
avcı-toplayıcılıktan bitki ve hayvan yetiştiriciliğine geçmesinin
önemini ne kadar vurgulasak azdır ." Avcı-toplayıcılar hayat­
ta kalmak için ihtiyaç duydukları kadarını alıyorlardı; hayatta
kalabilmeleri, bağımlı oldukları çevreyi aşırı kullanmamaları­
nı gerektiriyordu . Çiftçiliğe geçiş ise, tersine , hem doğal hayat-

60
la içli dışlı olmayı, hem de ona yönelik fethedici bir tavrı gerek­
tiriyordu. Çiftçi, istenmeyen bitki ve hayvanları ortadan kaldı­
rıp, sonuçta bunları "zararlı o tlar" ve " haşereler" diye yaftala­
yarak, doğaya karşı çalışıyordu. Suyu ve mahsulün çoğalmasını
da kendi çıkan doğrultusunda yönlendiriyordu . Sonuç olarak,
tarıma geçiş, "tarım yapan insanları bağışlatacak, bu acımasız
yayılma ve tahakküm programını temiz bir vicdanla sürdüre­
bilmelerini sağlayacak. .. yeni ideoloj iler" gerektiriyordu (Ser­
pell 1 986, 2 1 8) . Doğayla aralarına mesafe koyan ideoloj ilere
sahip topluluklar, en büyük başarıyı sağladılar. Yerleşik, tarı­
ma dayalı uygarlıkların başarılı olması için, hayvanların yalnız­
ca "öteki" olmakla kalmayıp, insanlardan daha aşağı oldukları
inancını meşrulaştıran bir hükümranlık zihniyeti gerekiyordu
(bkz. Thomas 1983 ; Tuan 1 984; Franklin 1 999) . İnsan-hayvan
ayrımı, işte bu bakımdan bir sosyal inşadır: Bu ne doğal, ne de
kaçınılmaz bir ayrımdır; insanların diğer canlılara uyguladığı
tahakkümün ürünüdür. "llerleme" , insan topluluklarının do­
ğal hayatı ve onun içerisindeki insandışı hayvanları kendilerin­
den "temelden farklı ve ontoloj ik bakımdan ayrı" olarak tanım­
lamalarını gerektiriyordu (Wolch 1998, 1 2 1 ) . Bu yalnızca fark­
lılık değil, eşitsizlik de yarattı, zira insandışı hayvanlar söz ko­
nusu olduğunda "farklı" demek, "aşağı" demekti. Böylece, in­
sanları yaradılışın merkezine yerleştiren insanmerkezcilik ide­
olojisi, gitgide, insan dışındaki doğaya karşı saygı duygusunun
yerini aldı.
Musevilik, İslam ve Hıristiyanlık gibi tektannlı dinlerin hep­
si, Tanrı'nın insana doğaya hükmetme hakkı verdiği fikrine da­
yanan, "hakimiyetçilik" olarak bilinen ağır bir insanmerkezci­
lik şeklini meşrulaştırırlar.2 Tekvin 1 : 28'den şu ünlü paragra­
fı örnek verebiliriz:

2 Bazı kutsal kitap uzmanları hayvanları dilediğimiz gibi kullanmamızı hak­


lı gösteren sözcüğün tefsirlerinin, İbranice sözcüğün asıl anlamını çarpıttığını
savunur. Rakip bir tefsirde, orijinal sözcük "idare etmek" diye çevrilir; dünya
üzerinde hüküm sünne hakkı yerine, " ona ihtimam göstennemiz için Tanrı ta­
rafından verilen bir yükümlülük" (Linzey 1998, 287; vurgu bana ait) anlamını
veren ılımlı bir insanmerkezcilik şekli (ayrıca bkz . Cohen 1989) .

61
Tanrı , onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalıp yeryüzünü
doldurun" dedi. "Yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümü
sizden korkup ürkecek. Yeryüzündeki bütün canlılar, deniz­
deki bütün balıklar sizin hakimiyetinize verilmiştir."

Fakat insanlar, ne yazık ki tür olarak, doğaya hükmetmek için


gereken donanıma sahip değillerdi. Dolayısıyla bu yönetim, in­
sanların yoksun olduğu becerilere ve güce sahip olan hayvanla­
rın yardımını gerektiriyordu. Hakimiyetçilik, bazı türlerin insan­
larla çalışma üzerinden yakın ilişkilere girmesine olanak sağla­
yarak, bazı hayvanlara, bilhassa insanların hakimiyet macerala­
rında onlara yardımcı olanlara, insan-hayvan ayrımı sınırların­
da özel bir statü kazandırdı. Örneğin, "Harman döven öküzün
ağzını bağlamayacaksın" diye buyuran Yasa Kitabı 25:4, çiftçile­
ri, yük hayvanlarının emeklerinin meyvelerinden pay almaları­
na izin vermeye yönlendirir. Benzer biçimde, Şahat günü kural­
larına uyulması yönündeki emir, " [ o gün] öküzün, eşeğin ya da
herhangi bir hayvanın da iş yapmayacak" der (Yasa Kitabı 5: 14) . 3
Hayvanlar toplumda çok önemli bir rol oynadıklarından, sta­
tüleri ve onlara uygun muamelenin ne olduğu konusunda tar­
tışmalar doğmuştur. Daha doğrusu , tartışmalar, hayvanların
pek çok yönden bize bu denli benzemesi nedeniyle ortaya çık­
mıştır. Berger'in ( 1 980, 5) belirttiği gibi, hayvanların "benzer/
farklı hayatlarının [ insanların hayatıyla ] paralleliği, hayvanla­
rın ortaya atılan ilk sorulardan bazılarına esin kaynağı olmala­
rına ve bunlara yanıtlar sunmalarına olanak sağlamıştır. " An­
tik çağ düşünürleri, ahlak ve adalet sorularıyla boğuşurken, ay­
nı zamanda ahlaklı ve adil olmak için gereken zihinsel ve ruh­
sal yetilere kimin sahip olduğunu belirlemeye çalıştılar. Bu sü­
reçte , hayvanlara ilişkin sayısız görüş tartışılıyordu (bkz. Sorab­
ji 1 993) . Ö rneğin, Pisagorcular ve Platoncular, hayvanlarda re­
enkarne olmuş insan ruhlarının, dolayısıyla akıl sahibi ruhla­
rın barındığına inanıyorlardı.4 Kinikler, hayvanların daha üstün

3 Hakimiyetçilik ve sonuçlarına ilişkin ilginç ve kapsamlı bir tartışma için bkz.


Scully 2002.
4 Platon, Darwin'in tam tersine, insanların hayvanlardan önce var olduğunu sa­
vunuyordu (bkz. Sorabji 1993 , 9- 1 2) .

62
varlıklar olduklarını savunuyorlardı. Ancak MÖ 4. yüzyılda,
Aristoteles hayvanların akıl sahibi olduklarını reddetmiş, "hem
zihin felsefesi hem de ahlak teorisi alanında" sonuçları bugün
hala tartışılan "bir krizi" tetiklemiştir (Sorabji, 1 993, 7). 5 Aris­
toteles, ince ayrımlar barındıran zengin bir felsefı: sistemi basit­
leştinnek pahasına, hayvanların zengin bir algı yetisi olduğunu
teslim ettiği halde, akıl, düşünce, zeka ve inanç sahibi oldukla­
rını reddetmiştir. Politika adlı eserinde , dünyayı, kendi yaşam­
larını planlayabilenler ve planlayamayanlar şeklinde ikiye ayı­
rır. Canlıları, akıl yürütme yetilerine göre bir "yaşam merdive­
ni" üzerinde sıralayarak, insanları bunun en üst basamağına ,
cansız varlıkları ise en alt basamağa yerleştirir. Platon'un izin­
den giderek, insanları da üst ve alt gruplara ayırır; (Yunanlılar­
dan) daha düşük zekaya sahip olanları köleliğe mahkum eder.
Buna göre hayvanlar kölelerinkinden de düşük düşünme yetisi­
ne sahiptir ve doğada hiçbir şey yersiz olmadığına göre, bunlar,
"doğal olarak" daha kusursuz olan insanlara hizmet etmek için
tasarlanmışlardır. Stoacılar, MÖ 3. yüzyılda, hayvanlar rıza gös­
teremeyecekleri ya da rızalarını esirgeyemeyecekleri için, onla­
ra hukuki koruma sağlanmasına karşı çıkarak, insan-hayvan ay­
rımlarını daha da keskinleştirirler. Stoacı teori, MS 4. yüzyılda,
Aziz Augustinus'un metinleri aracılığıyla Hıristiyanlık öğretisi­
ne sızar. Augustinus, Tann 'nın Kenti'nde (ykl. 4 1 3) "öldürme­
yeceksin" emrinin hayvanları kapsamadığını öne sürer. "Onlar
zeka bakımından bizimle aynı topluluğa mensup olmadıkların­
dan" diye yazar, "hayatları ve ölümleri bizim tasarrufumuza ta­
bi kılınmıştır." Dahası, Augustinus lsa'ya atfedilen bir fiili, Stoa­
cı öğretinin desteklenmesi olarak yorumlar. Yeni Ahit'te anlatı­
lan bir olaya göre, lsa bir adamın bedeninden kovduğu iblisleri
yakınlardaki bir domuz sürüsüne sokar ve domuzlar kendileri­
ni bir kayalıktan denize atarlar (bkz. Matta 8:28-32 ; Markos 5: 1 -
1 7) . Augustinus'a göre, lsa bunu yapmakla, hayvanların huku-
5 insanları hayvanlardan farklı ve onlardan üstün kıldığı iddia edilen diğer va­
sıflar arasında, konuşma, fiziki güzellik, din, özel mülkiyet ve alet kullanımı
yer alır. Jane Goodall ( 1 990) , şempanze David Greybeard'ün, alet kullanmak­
la kalmayıp bizzat bir alet ürettiğini gözlemleyerek, bu vasıflardan sonuncusu­
nun asılsızlığını kanıtlamıştır.

63
ken korunan topluluğa ait olmadıkları şeklindeki Stoacı görüşü
bizzat onaylamıştır. Lawrance'a göre, kilisenin ilk dönemlerinde
insanları hayvanlardan ayırt etmeye verilen önem, paganları Hı­
ristiyanlardan ayırt etmekle ilişkiliydi. Antik dünyada hayvanlar
kolayca insanlara dönüşebildikleri ve aynı şekilde tersi de ola­
bildiği için (Ovidius'un Dönüşümler'i buna iyi bir örnektir) , ilk
kilise babaları "türler arasındaki bu tip muğlaklıkları reddettiler
ve insanlar ile hayvanlar arasında niteliksel farklılıklar olduğu
öğretisini sıkı bir biçimde yerleştirdiler" (Lawrance 1 995, 76) .
MS 1 3 . yüzyılda , Aquinolu Tomasso , rasyonalist, hayvan
karşıtı Katolik dogmayı sağlamlaştırdı.6 Aristotelesçi düşünce­
de eğitim gören Tomasso , ruhun ölümden sonra yaşamaya de­
vam eden tek kısmının akıl yürüten kısım olduğunu savunu­
yordu . Bu yetiden yoksun olan hayvanların ruhları, bedenleriy­
le birlikte ölüyordu. Bu formülle Tomasso, Hıristiyanları hay­
vanlara şefkatli davranma zorunluluğundan kurtarıyordu, zira
öteki dünyada, sömürdükleri bu mahluklarla karşılaşmayacak­
lardı. Tabii ki Tomasso , hayvanlara doğrudan zulmetmemeyi
salık veriyordu , ancak bunun nedeni, hayvanlara zulmün baş­
lı başına kötü olması değildi. Bu daha ziyade, daha ağır bir gü­
nah olan öteki insanlara yönelik zulme yol açma potansiyeli ta­
şıdığı için zararlıydı. Dolaylı ödev olarak bilinen bu bakış açısı,
günümüze dek geçerliliğini koruyacaktı.7
Aquinolu Tomasso , şiddet, işkence ve ölümle yürürlüğe ko­
nan "inanılmaz ölçüde insanmerkezci bir zihniyeti" temsil
eder.8 Bu zihniyet , Avrupa kıtasında, 1 23 l 'de Papa IX. Gre­
gory tarafından sapkınlıkları soruşturmakla görevlendirilen

6 Burada belirtmeye değer bir nokta var ki, yalnızca Aquinolu Tomasso değil, in­
sani bir perspektiften vaaz vermesi ve kuşlar ve yabani hayvanlan etkileme ko­
nusunda esrarengiz bir yetiye sahip olmasıyla tanınan Assisili Aziz Francis de
bu çağda yaşamıştır (bkz . Armstrong 1973) . Ayrıca, başta 4. yüzyıldaki John
Chrysostom olmak üzere, Hıristiyan geleneğin daha erken döneme ait hayvan
yanlısı kolları da mevcuttur.
7 Dolaylı ödev görüşünün derin bir incelemesi için bkz. Niven 1967, 29-37. Bu
argümanın kusurlu yönleri için, bkz. DeGrazia 1996.
8 Tomasso, Dünya'yı sonlu bir evrenin merkezine yerleştiren Aristocu astrono­
mi ve fiziği kabul ediyordu. Kopemik ve Galile'nin kaderi, bu modele karşı çı­
kanlan nelerin beklediğini gösterir.

64
Engizisyon suretinde kendini göstermiştir. Her ne kadar Engi­
zisyon'un resmi amacı bu olsa da, "asıl hedef, insanın doğada­
ki yeri konusunda insanı öne çıkaran, hiyerarşik, Aristoteles­
çi/Tomassocu görüşle çelişen herkesin ve her şeyin imhası gi­
bi görünüyordu" (Serpell 1 986, 1 5 5 ) . Sonuçta, Engizisyoncu­
lar kendilerini, hayvanlarla hangi ilişkilerin uygun, hangileri­
nin sapkınlık olduğuna karar vermeye yetkili kıldılar. Hayvan­
lar gündelik yaşamın sayısız unsurunda rol oynamalarına rağ­
men, onlarla dostluk kurmak insanmerkezci hiyerarşiden sap­
ma anlamına geliyordu ; bunun sonucu olarak hayvanlarla cin­
sel ilişki ve cadılık suçlamaları yaygınlaşmıştı ve bu suçlamala­
ra itiraz edilemiyordu . Engizisyoncular, ayrıca, kilisenin daha
önce görmezden geldiği, doğaya tapan çok sayıda popüler kül­
tü baskı altına aldı ve fırsat bulduğunda ortadan kaldırdı. Da­
hası, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde hayvanlarla birlikte
tasvir edilmiş olan birçok azizin bu tasvirleri Engizisyon döne­
minde elden geçirildi. Aziz Christopher ve Aziz Bernard bun­
ların en ünlülerindendi. Daha da çarpıcı bir örnek, en azından
Engizisyon'a kadar aziz olarak kabul edilen bir köpekle ilgili­
dir. Fransa'da Lyon civarındaki bölgede tazı köpeği, Aziz Gui­
nefort bir kült olmuştu (bkz. Thomas 1 983; McDonogh 1 999) .
Guinefort efsanesine göre , köpeğin sahibi bir gün eve geldi­
ğinde bebeğinin beşikte olmadığını, beşiğin ve köpeğin üze­
rinde kanlar olduğunu görür. Köpeğin çocuğunu öldürdüğü­
nü sanan öfkeli sahip Guinefort'u öldürür. Daha sonra, adam
gerçeği öğrenir . Çocuğun hayatını tehdit eden dev bir yıla­
nın parçalanmış kalıntılarını görür ve sadık Guinefort saye­
sinde , bebeğinin az ötede sağ salim uyuduğunu fark eder. Piş­
man olan adam Guinefort'un cesedini bir kuyuya gömer ve kö­
peğin onuruna diktiği ağaçlarla küçük bir koruluk kurar. Bu
koruluk, çocuklarını kilometrelerce ö teden artık Aziz Guine­
fort olan bu köpeğin şifasından yararlanmaya getiren insanla­
rın buluştuğu kutsal bir yer haline gelir - ta ki, kilise görevli­
leri köpeğin kalıntılarını gömüldüğü yerden çıkarıp kutsal ko­
rulukla birlikte yakana dek. Guinefort efsanesi, bu tarz kültler
içinde günümüze kadar kalabilmiş ender örneklerdendir; En-

65
gizisyoncuların insanlar ile hayvanlar arasındaki kırılgan ayrı­
ma yönelik tüm tehditleri yok etme çabası yüzünden, doğaya
ve hayvanlara tapınılan pek çok zararsız kültün kayıtlardan si­
lindiğine kuşku yoktur.
Sadece insan-hayvan arasındaki sınırı korumak için sarf edi­
len çabalar bile , başlı başına, bu sınırın suni -ve politik- ol­
duğunun kanıtıdır. İnsanlar ile hayvanlar arasındaki sınır ger­
çekten de "doğal" olsaydı , şiddet yoluyla dayatılmasına gerek
duyulmazdı. Öte yandan, söz konusu şiddet, güçlerini artır­
mak isteyen grupların -buradaki örnekte kilisenin- ne denli
ileri gidebileceğini gösterir. İnsanları hayvanlardan ayırmanın
prensipte yanlış olduğunu savunmuyorum. Benim dikkat çek­
mek istediğim nokta, bu ayrımdaki amacın, eşit türler arasında
tanımlayıcı sınırlar oluşturmaktan ziyade, insanlara özel statü
vermek ve doğa üzerindeki hakimiyeti haklı çıkarmak olduğu­
dur. Ayrıca, insan-hayvan arasındaki sınıra dair tartışma, ma­
kul insan davranışı konusundaki tartışmaya da yakından bak­
mamızı sağlıyor. Aristoteles, Augustinus, Tomasso ve diğer­
leri, hayatta neyin önemli olduğunu belirleme çabasındalardı
(bkz. Sorabj i 1 993, 2 1 8) . Argümanları, köleliğin meşrulaştırıl­
ması ve hukukun esası gibi, yaşadıkları çağa özgü sosyal me­
selelere yanıt veriyordu . Bu meseleler hakkında görüş açıları
oluştururken, ilgilenmeleri gereken alanların kapsamını daral­
tarak ve hayvanları insani kaygının sınırları dışına yerleştire­
rek, işlerini kolaylaştırdılar. İşte insan-hayvan arasındaki sınır
bu anlamda bir sosyal bir inşadır, ki sosyal inşa olması, gerçek
olmadığı anlamına gelmez. Söz konusu sınırın, insan hakimi­
yetini meşrulaştırmaktan hukukun kimleri kapsayacağını be­
lirlemeye kadar, o dönem insanlarını ilgilendiren konular için
bir yol haritası işlevi gördüğü anlamına gelir. O dönemde hay­
vanlarla ilgili başka görüşlerin de dolaşımda olduğuna değin­
miştim ve bunlardan başka biri de pekala baskın görüş haline
gelebilirdi. Örneğin, Aristoteles'in öğrencilerinden Theoph­
rastus, hayvanlara adil muamele edilmesi gerektiğini ve et yi­
yerek dahi o nların acı çekmesine neden olmanın yanlış oldu­
ğunu savunuyordu . Ancak, "gerçeklik" statüsü kazanan görüş

66
rasyonalizm oldu , çünkü mevcut toplumsal düzeni meşru kı­
lan görüş oydu .

YENi KATEGORİLER: SINIF, STATÜ VE PETLER

Sosyal düzen daima kaypak bir zeminde durur. Anlam, doğal


ya da nesnel bir şey olmadığından, yeni toplumsal etkileşim
örüntüleri ve yeni beklentiler, yeni anlamlar doğurur. Bazı in­
san gruplarının teolojik dogmaya meydan okuyarak hayvanlar­
la yakın ilişki içinde yaşadıkları düşünülürse, insan-hayvan ay­
rımının sosyal inşa niteliği daha da belirgin hale gelir. İ nsan­
ların, herhangi bir ekonomik işlevi olmayan hayvanlara bak­
mak için elbette birtakım imkanlara ihtiyaçları olacaktı; ancak
daha da önemlisi, onları bu davranışlarının sonuçlarından ko­
ruyacak sosyal statüye duydukları ihtiyaçtı. Bu vasıflara sahip
ilk insanlar, kilise seçkinleri ve soylulardı. Bu gruplar bazı hay­
vanları aralarına aldıkça, insan-hayvan arasındaki sınırın işlevi
birçok bakımdan değişti. Artık bu sınır, yalnızca insanları hay­
vanlardan üstün konuma yerleştirmeye değil, bazı insanları di­
ğerlerinden üstün konuma yerleştirmeye de hizmet eder oldu.
Böylece, insanlar ile hayvanlar arasındaki kırılgan sınır, sosyal
sınıfların tanımlanmasında önemli roller oynamaya başladı. Bir
insanı hayvanlar ile mukayese etmek, onun insandan aşağı dü­
zeyde olduğunu söylemenin sembolik bir yoluydu . Örneğin,
Erasmus 1 6 . yüzyıla ait nezaket konulu bir metninde, görgü­
lü ile görgüsüz ayrımını yaparken insanları hayvanlara dönüş­
türen davranışları temel alır, zira ona göre sadece atlar yemek
yerken ağızlarını şapırdatır ve yalnızca köpekler kemik kemire­
rek dişlerini gösterirler. İnsan-hayvan arasındaki sınırı koruma
endişesinin hakim olduğu bir çağda, insanın içindeki "hayva­
na" ya da "vahşiye" gem vurmak bir zorunluluktu . Üstelik , kö­
peğin neredeyse insan statüsü kazanması, kedinin şeytanca gö­
rülmeye başlaması ve her ne kadar tartışmalı olsa da her yerde
karşılaşılan bir statü sembolü olarak "pet"in ortaya çıkmasıyla,
söz konusu sınır, yeni hayvan kategorilerini tanımlamak üzere
zaten yeterince esnetilmişti.

67
Dini tarikatler, üyelerine, haşereyi uzak tutmak üzere ara sı­
ra beslenen kediler dışında hayvan beslemeyi resmen yasakla­
mışlardı. Kilise konseylerinin kayıtları, daha 6. yüzyılda kö­
peklerin manastırlarda yaygın biçimde yasaklandığını gösteri­
yor (bkz. Menache 2000) . Yasağın çeşitli sebepleri vardı. Önce­
likle, köpeklerin (bugün de olduğu gibi , bkz. Menache 1997)
murdar olarak görüldüğü Ortadoğu'da bu hayvanlara yönelik
hakim küçümseyici tavır erken Hıristiyanlık öğretisinde de be­
nimsenmişti . lncil'de pek çok yerde köpeklerin "pis"liğinden
söz edilir. Vahiyler Kitabı'nda, köpeklerin , bu statülerinden
dolayı dirilişten ve Yeni Yeruşalim'deki ebedi hayattan dışla­
nacakları söylenir.9 Bu tür canlılar rahibelerle ve rahiplerle ya­
kın ilişki içinde olamazlardı. İkincisi, kilise otoriteleri, avlan­
manın ruhban sınıfına yakışmayan "şehvani bir eğlence" oldu­
ğuna kanaat getirmişlerdi (bkz. Thomas 1 983, Menache 2000) .
Hayvanların varlığının gerekçesi insanlara sağladıkları faydalar
olduğu için, din adamları da avlanmadıkları için, köpeklere ih­
tiyaçları olamazdı. Üçüncü olarak kilise otoriteleri, hayvanla­
rı beslemenin yoksullara gitmesi gereken sadakaları başka bir
yöne saptırdığını, dördüncü olarak da insanların köpek sahi­
bi bir rahibin evine yaklaşmaktan korkabileceklerini öne sü­
rüyorlardı. Ancak, katı yasaklara rağmen, keşişlerin, rahibele­
rin ve ruhban sınıfından olmayıp manastır hayatını seçmiş olan
insanların, yoldaş hayvan olarak her türden inanılmaz sayıda
hayvan beslediğini gösteren bulgular mevcut. Dahası, keşişlere
ait resimli el yazmalarında, köpeklere ve başka hayvanlara iliş­
kin imgelere sık sık rastlanır. Hatta bazı manastırlar kendi kö­
pek türlerini üretmişlerdir (bkz. Menache 2000) . Kilise otori­
telerinin, manastırlarda hayvan beslenmesini böylesine gayret­
le takip etmeleri, kendi toplumsal tabakaları arasında insan üs­
tünlüğüne dair kuralları dayatmakta yaşadıkları güçlüğü göste­
rir. Demek ki, insan-hayvan ayrımının en canla başla savunul­
duğu teolojik arenada bile, bu sınıra meydan okunuyordu. An­
laşılan , hayvanlarla ilişkilerin getireceği mükafatlar, bu riski al­
maya değer görülüyordu.
9 Bkz. Vahiy 22: 1 5 .

68
Hayvanlarla, bilhassa köpeklerle arkadaşlığın getireceği le­
ke, soyluların da kaçındığı bir şeydi. Avlanmanın, hayatta kal­
mak için bir ihtiyaç olmaktan çıkıp bir seçkin (erkek) eğlen­
cesine evrilmesi, köpeklerin insan çevrelerine girmesini meş­
rulaştırdı (bkz. Serpell 1 988a; Menache 2000) . 1 0 Avlanmanın
seçkinler için geçim kaynağı işlevini yitirdiği 1 3 . yüzyıl sonuna
gelindiğinde, sınıfsal aidiyeti gösteren farklı davranış örüntüle­
ri ortaya çıktı. Soylular arasında avlanma bir spor haline geldi
ki bu , avlanmanın, yalnızca soylu yaradılışlarda bulunduğu dü­
şünülen cesaret ve gözüpeklik erdemleriyle yüklü bir uğraş ni­
teliğine bürünmesi demekti. Avda başarı köpeklerle ilişkili ol­
duğundan ve başarılı avlanma aranılan bir statü sembolü oldu­
ğundan, köpekler toplumun üst tabakalarının ayrılmaz parçası
oldu. Sophia Menache, "soyluluk=avlanma=köpekler şeklinde­
ki sosyoekonomik, kültürel denklem"den bahseder (2000, 55;
ayrıca bkz. Cartmill 1 997) . Bu denklem, sırf başarılı bir av şan­
sını artırabilmeleri sayesinde , köpekleri hayvanlar aleminden
çıkarıp soylular arasında saygın bir yere yükseltmiştir. Bu çağ­
dan kalma resimli el yazmalarında , "köpeğe , bu başarının ol­
mazsa olmaz bir koşulu haline gelmesinden sonra, diğer hay­
vanlarla ilişkisinden koparılarak insan toplumunda benzersiz
bir yer verildiği" anlatılır (Menache 2000, 56) . 1 1 Bundan sonra,
ayrıcalıklı statünün, av köpeklerinden, avlanmayan köpekler
de dahil köpeklerin geneline yayıldığı anlaşılmaktadır. Örne­
ğin kraliyet portreleri, 1 5 . yüzyıl dolaylarında köpeklerin Av­
rupa saraylarında çok yaygın hale geldiğini gösterir. Kesinlikle
av köpeği olmayan küçük bir evcil köpeğin yer aldığı ilk por­
tre , 1434'te jan van Eyck'ın yaptığı Amolfinilerin Düğünü tab­
losudur. 12 Dönemin hayvanlara yönelik karateristik bakışı çer-

10 Avcılık ve yanı sıra ıeknoloji ve etik tarihinin derinlikli bir anlatımı için bkz.
Bekoff l998'in giriş kısmı.
l l Köpeğin neredeyse insan statüsüyle donatılması, hem olumlu hem de olumsuz
sonuçlar doğurur. Mary Douglas ( 1 966) köpeğin insan ile insan olmayan ara­
sındaki sınırın tam eşiğinde konumlanmasının, onun potansiyel olarak mur­
dar görülmesi için yeterli gerekçe yarattığı tespitinde bulunur. Çeşitli kültür­
lerde bu konuya değinen literatürün bir özeti için, bkz. Serpell 1995.
l2 Bu tespit Kenneth Clark'a aittir ( 1977).

69
çevesinde, köpeklerin insanlara hizmet etmek için var oldukla­
rı düşünülüyordu. Dolayısıyla, yeni türler için yeni işler orta­
ya çıkmıştı : Kimileri fare yakalarken , kimileri resmi chien-gou­
teur [çeşnici köpek] rolüyle kraliyet üyelerini zehirlenmekten
korumak için yemekleri tadıyorlardı. Bazı köpeklerin işi, ya­
tak odalarına davetsiz bir misafir girdiğinde saraylı sahipleri­
ni uyarmaktı . Öte yandan , köpeklerin pek çoğunun arkadaş­
lıktan başka işlevi yoktu . Avlanmada işe yaramayacakları belli
olan kucak köpekleri, ilk olarak kadınlar arasında moda oldu.
Yararsızlıkları ve üstüne üstlük kadınlar arasında popüler ol­
maları, bu türleri yergilerin savunmasız hedefleri haline getir­
mişti. Tazı ve mastiff gibi büyük cinsler iktidar sembolleri ola­
rak kabul görürken, daha küçük köpekler dişiliği ve iktidar­
sızlığı temsil ediyordu . Sanat eserlerinde tasvir edilen köpek­
lerin cinslerini kesin olarak tespit etmek bugün imkansız olsa
da, pek çoğu minyatür spanyeller gibi görünmektedir. Bu göre­
ce küçük köpeklerin bile, avcı akrabaları gibi, pireleri uzak tut­
mak, insana sıcaklık ve huzur vermek gibi işlevsel rolleri var­
dı - "rahatlatıcı" olarak adlandırılmalarının nedeni de buydu .
Öte yandan, kimi eleştirmenlerin kafasında "gerçek" (yani "er­
keksi" ) köpeğin nasıl olması gerektiğine dair kesin bir imge
vardı ki, "rahatlatıcı" köpekler bu imgeye hiç uymuyordu. Ör­
neğin, VIII. Henry'nin saray doktoru ve köpek cinsleriyle ilgili
ilk İngilizce kitabın yazarı olan john Caius, "esas olarak kadın­
ları eğlendirmeye ve hoşnut etmeye" hizmet ettiklerinden kü­
çük cinslerden hoşlanmıyordu; çağdaşı William Harrison, bu
köpekleri, kadınların "kıymetli zamanlarını çarçur ederek, zi­
hinlerini daha övgüye layık işlerden uzak tutmalarına'' , daha
da kötüsü "boş eğlencelerle ahlaksız şehvetlerini doyurmala­
rına" yol açan " ahmaklık araçları" olarak adlandırıyordu (bkz.
Ritvo 1 988; Serpell 1 988a; McDonogh 1 999) . Üst sınıftan ka­
dınlar bu tür tenkitleri görmezden gelmiş olmalılar, zira "yarar­
sız" köpek cinsleri yaygınlaşmaya devam etti; öyle ki sonunda
köpekler "hali vakti yerinde her kadının olmazsa olmazı" ha­
line geldi (Thomas 1 983 , 1 08) . Böylelikle, pet denen canlı tü­
rü doğdu.

70
Para ve daha da önemlisi m evki sahibi olmayanlar içinse,
farklı bir durum söz konusuydu . Pet besleme alışkanlığının üst
sınıflarla sınırlı kalmasının sebebi, yoksulluktan ziyade önyar­
gılardı. Avlanmanın ne zaman , nerede ve ne şekilde yapılaca­
ğına dair yeni avlanma kanunları avlanmayı gitgide güçleştir­
diği halde , yoksullar arasında avlanmak hala bir ihtiyaçtı (bkz.
Cartmill 1 997; Menache 2000) . Alt sınıfların avlanması hukuki
olarak engellenirken, bir yandan da belli köpek cinslerine -el­
bette genelde avlanmak için kullanılan cinslere- sahip olmala­
rı da hukuken yasaklanıyordu (bkz. Thomas 1983 ; Derr 1997;
Menache 2000) . Örneğin 12. yüzyıl İngiliz kanunları, soylu sı­
nıftan olmayanların mastiff, spanyel ve tazı sahibi olmalarını
yasaklamıştı. Soylular dışında köpek besleyen insanların ço­
ğu "vahşi köpek" diye bilinen çok işrevli kırmalara sahipti. Bel­
li cinslerin edinilmesini yasaklayan kanunları delmenin tek bir
yolu vardı, o da son derece zalimceydi: Seçkin olmayanlar, ko­
runmak için mastiff cinsi köpek sahibi olabilirlerdi ama ancak
köpeğin "pençe ya da patilerinin sökülmesi" ya da " sakatlan­
ması" koşuluyla (bkz . Derr 1 99 7 , 54-55 ) . Bu işlemde , köpe­
ğin ön patileri kalın bir ağaç kütüğünün üzerine yerleştirilir,
bir keski ve tahta çekiç kullanılarak, ortadaki üç pençe etli yer­
lerinden kesilirdi . Bu işlem, köpeklerin orman sahibine ait av
hayvanlarını kovalamasını engellerdi. Elbette bazı insanlar hiç­
bir ekonomik işlevi olmayan hayvanlara sahip olmalarına ye­
tecek maddi güçten yoksundu , ancak bunu yapabilenler da­
hi risklerle karşı karşıyaydı. Cadılık ve hayvanlarla cinsel iliş­
ki suçlamaları daima pusuda beklerdi. 1 3 Genellikle kadın, yok­
sul ve yaşlı olan zanlı, çoğu zaman sırf "bir veya daha fazla sa­
yıda yoldaş hayvan sahibi olduğu veya onlara dostluk gösterdi­
ği için" şüpheli bulunurdu (Serpell 1 986, 5 7 ; aynca bkz. Mc­
Donogh 1999) . Zanlının hayvanları da, onun en muhtemel "ya­
kınlan" -yiyecek ve barınak karşılığında kötülükler icra eden
şeytani dostlar- olarak düşünüldüğünden, sahipleriyle birlikte
ölüme giderlerdi.

13 Serpell'e ( l 986) göre, cadılık Britanya'da yaygın bir suçlama iken, kıta genelin­
de suçlama esas olarak hayvanlarla cinsel ilişki üzerinde yoğunlaşıyordu.

71
Bu durum bilhassa kediler için geçerliydi. Avlanma sayesinde
köpekler, sınır çizgisinde hayvanlardan üstte ve insanlara yakın
bir statü kazanmışken, kedilerin statüsü tersi bir seyir izlemiş­
ti. Bir zamanlar Mısırlıların ülke dışına çıkarılmalarını yasakla­
yacak kadar değer verdikleri kediler, şeytani sayılan her şeyin
sembolü haline gelmişlerdi. Kedilerin statülerindeki düşüş, Hı­
ristiyanlığın yayılması sonucu pagan tapınma şekillerinin orta­
dan kalkmasıyla başlamıştı. Yaygın kedi katliamları, onları -bil­
hassa siyah olanları- öldürmenin kutsal bir ferman haline gel­
diği Engizisyon'la ortaya çıktı. Her ne kadar kedi nefretine ne­
yin yol açtığını asla tam olarak bilemesek de, gizemli karakter­
lerinin ve sakin, sessiz hareketlerinin -tam da Mısırlılarca sevil­
melerine neden olan özelliklerin- insanmerkezci görüşü tehdit
ettiği muhakkaktı. Bundan dolayı kilise, azizler gününde ve di­
ğer kutsal günlerde kedilere eziyet edilmesine ve öldürülmele­
rine göz yumdu. Örneğin Fransızlar, ekim mevsiminin sonunu
bildiren Aziz jean bayramında kedileri yakarak öldürüyorlardı
(bkz. Kete 1 994; McDonogh 1 999) . Kediler, arınma ve korun­
ma ayinlerinde de ölüme gönderiliyordu . Fransa'nın Metz ken­
tinde kutlanan Paskalya öncesi perhiz töreninde, on üç kedi
demir bir kafese yerleştirilip yakılarak öldürülürdü (bkz. Kete
1 994, 1 1 9) . Bu etkinlik 1 777 yılına kadar yılda bir defa gerçek­
leştirilirken, Lorraine'de kayıtlara geçen benzer bir adet, ta 1 905
yılına kadar devam etmiştir. Robert Darnton (1985) ve Norbert
Elias ( 1 994) , kedilerin yakıldığı, işkence gördüğü ve kaynar su­
ya atıldığı etkinliklerle ilgili örnekler verirler. 1 7 . ve 18. yüzyıl­
lar boyunca, kediler işkencenin kolay hedefleri olmaya devam
ettiler. İngilizler sık sık temsili kuklaların içini kedilerle doldu­
rur, kuklalar yakıldığında hayvanlar çığlık çığlığa ölürken izle­
yenler de gereken ses efektinden mahrum kalmamış olurlardı
(bkz. Thomas 1983 ; McDonogh 1 999) . 14
Özetle, Ortaçağ'ın ve erken modern dönemin kedi ve köpek­
lere yönelik yaklaşımı, yeni oluşan bir sınıf sisteminin ve hay-

14 Kediler bugün de hala kolay birer işkence hedefidirler. Bu bölümü yazmadan


bir önceki gece, akşam haberlerinde, son aylarda ikinci vaka olarak, yakınlar­
daki bir parkta başı kesik bir kedi bulunduğu bildiriliyordu.

72
vanlara açıkça düşman olan güçlü bir kilisenin belirlediği koşul­
lar altında varlığını sürdürüyordu . Hıristiyanlık, Tanrı'nın sure­
tinde yaratılmış olan insanlar ile insanların ihtiyaçlarına hizmet
etmek için yaratılmış hayvanlar arasında yakın bir temasa hoş­
görü gösteremezdi. Öte yandan köpekler, diğer hayvanların öl­
dürülmesinde insanlara yardımcı olduklarından, apayrı bir ka­
tegoride yer alıyorlardı. Yeni oluşan seçkin sınıf, önceleri yal­
nızca kilisenin elinde olan güce sahip olmaya başladığı zaman,
aristokrat kadın ve erkekler, kendilerinden daha yoksul olanla­
rın başlarına gelenlerden korkmaksızın köpeklerle dostluk ku­
rabildiler. Seçkinler, köpeklerle dostluk etmelerini haklı göste­
rebiliyorlardı, zira bu hayvanlar avlanmaya yarıyordu. Öte yan­
dan, küçük, "yararsız" köpeklere yöneltilen tenkitler ve seçkin
tabakadan olmayanların köpek sahibi olmasına getirilen sınırla­
malar, sosyal tabakalaşma sisteminin kırılganlığını açıkça gözle
önüne serer. Ayrıca, insan-hayvan arasındaki sınırı pek çok şe­
kilde tehdit edenleri dışlamaya yarayacak şekilde kedilerin şey­
tanlaştırılması ve öldürülmesi de, yine bunun bir göstergesidir.
Köpeklere atfedilen benzersiz statü , insan-hayvan ilişkisin­
de bir dönüm noktası oluşturur. Ancak, Ortaçağ ve erken mo­
dern dönemde insanlar ile köpekler arasındaki ilişkiler, muhte­
melen yakın duygusal bağlar içermiyordu . insanın üstünlüğü­
nü ve doğaya hükmetmesi gerektiğini savunan öğretilerin yanı
sıra, hayvanların araçsal bakışla tanımlanmasını ve Katolik ki­
lisesinin bu görüşleri dayatma noktasındaki gücünü göz önüne
aldığımızda, insanların hayvanlara karşı bugün anladığımız an­
lamda şefkat beslediklerini düşünmemiz için pek bir sebep kal­
mıyor. insanların köpeklere hayranlık duyduğu ve değer ver­
diği açıktı; ama, insanlar ile hayvanlar alemi arasında öyle de­
rin bir uçurum vardı ki, köpeklerin ne düşündüklerini ya da ne
hissettiklerini anlamak şöyle dursun, düşünme veya hissetme
yetisine sahip olduklarını tahayyül etmek bile olanaksızdı. Bu
tür ilişkiler, ancak bilim insanlar ile hayvanlar arasındaki uzak­
lığı azalttığında mümkün olacaktı ve o zaman -hatta şimdi- bi­
le, türümüzle diğer türler arasındaki süreklilik epey tartışmalı
bir konu olmaya devam edecekti.

73
BiLiM İNSANMERKEZCILİK YANILSAMASINI SARSIYOR
Batı dünyasının modern çağa geçmesiyle, insanlar ile hayvan­
lar arasındaki farklılıklara ilişkin tartışma büsbütün teolo­
jik olmaktan çıkıp bilimsel bir nitelik kazandı. Elbette teolo­
jik argümanlar da bu tablo içindeki yerini korudu ve bu du­
rum Darwin'e kadar -ve ona rağmen- d evam etti. Öte yandan,
tartışma, yaradanın tasarımıyla ilgili sorular içinde gizlenerek
de olsa , esasen aklı: yetiler etrafında dönüyordu . Sözgelimi, 1 7 .
yüzyılda hayvanların statüsü , onları kendi acılarının bile bilin­
cinde olmayacak kadar insandan "farklı" otomatlar olarak çi­
zen Rene Descartes'a göre belirlenmişti. Descartes, hayvanların
acısının önemsiz olduğunu , çünkü hayvanların, ne hissettikle­
ri konusunda bilinçli bir farkındalığa sahip olmadıklarını savu­
nuyordu . Descartes'a göre hayvanlar yalnızca fiziki uyaranlara
tepki veriyorlardı. Gerçi Descartes insanları da otomat olarak
kabul ediyordu ama onlar, konuşma yoluyla kendini gösteren
bilinç ve ruh gibi ilave yetilere sahip olmaları bakımından hay­
vanlardan farklıydılar. Daha açık ifadeyle, "Descartes'ın meş­
hur görüşüne göre , hayvanlara bilinç atfetmek için yeterli tek
gerekçe , ancak bir insan dilinde konuşma yoluyla ifade etme
yetisi olabilirdi" (Allen ve Bekoff 1997, 144) .
Keith Thomas'ın belirttiği gibi ( 1 983 , 34) , "Kartezyen görü­
şü destekleyen en güçlü argüman, bu görüşün, insanın pratik­
te hayvanlara yönelik muamele şeklini meşrulaştıran en iyi yol
olmasıydı" . Kartezyen görüş, anestezi kullanılmadan yapılan
canlı hayvan deneylerini [bundan sonra viviseksiyon - e.n. ] ve
hayvanlara yönelik yaygın ama tüyler ürpertici diğer zulüm­
leri meşrulaştırıyordu . Tabii ki, insanlar ile hayvanlar arasın­
da ne büyük bir uçurum olduğunu anlamak için Kartezyen dü­
şüncenin ayrıntılarını bilmeye gerek yoktu. Gündelik yaşamın
pek çok unsuru, hayvanların insanlardan aşağı konumda oldu­
ğunu sürekli anımsatıyordu , zira onların emeğini sömürmek
için bunu meşrulaştıran yaygın pratikler gerekiyordu. İstenme­
yen davranışlar " hayvani" ve "hayvan gibi" nitelemeleriyle yaf­
talanıyor, sevilmeyen insanlar arzularının ve güdülerinin esiri

74
olmuş "hayvanlar" olarak görülüyordu . Hayvanların kullanıl­
dığı hakaretleri bugün hala duysak da, insan ile insan olmaya­
nı ayırmak için bunca çaba sarf edilen bir çağda bunlar kuşku­
suz çok daha yaygındı. Çoğu insan için hayvanlar, hırçın, yol­
dan çıkmış ve kirli doğal hayatı temsil ediyordu ve bunlardan
birini insanın eşiti olarak eve almak, o dönemde sıradan vatan­
daşlara pek nasip olmayan bir zihniyeti gerektiriyordu (bkz .
Ritvo 1987, 1988) . Amerikan kolonilerinde pederle ilgili yazı­
lı bulguların azlığı bile, başlı başına, hayvanlara yönelik tutum­
lar hakkında ciltlerce kitaba denk bir kanıt teşkil eder. Elde­
ki az sayıda bulgu, hiçbir ekonomik işlevi olmayan hayvanlara
karşı sevgi duyanları ayıplayan ve onlara şüpheyle bakan diliy­
le, yergi üslubundadır. Öte yandan, 1 7 . yüzyıla ait resmi por­
trelerde atlarla birlikte sık sık arz-ı endam eden kucak köpekle­
ri ve av köpekleri, anlaşıldığı kadarıyla Amerikalı ve Britanyalı
seçkinler arasında popülerdi. Ancak, bu hayvanların sözcüğün
bugünkü anlamıyla pet olup olmadıkları belli değildir. Bunlar
belki de, sahiplerinin sosyal statülerini gösteren diğer unsur­
lar gibi, porte sanatının semiyotik araçlarından biriydi. Her ne
olursa olsun, üst sınıflar bu dönemde hala hayvanlarla, bilhassa
köpeklerle ilişkilendirilmenin getireceği lekeden kaçınıyordu .
1 7 . yüzyıl sonuna gelindiğinde, insanmerkezci gelenek pek
çok cepheden saldırıya uğramaya başladı. Bir kere, Kartezyen
görüşün çarpık mantığı kendi sonunu hazırladı. Serpell'in de­
diği gibi ( 1 986, 1 6 1 ) :

Kartezyen viviseksiyoncular kendi yıkımlarının tohumları­


nı atmışlardı. Hayvanların iç anatomileri ve fizyolojileriyle il­
gili topladıkları bulguların tümü, yalnızca hayvanların insan­
larla benzerliğini vurgulamaya yaramıştı. Madem temel meka­
nizmalar ve tepkiler aynıydı, hayvanların ve insanların ben­
zer acı ve rahatsızlık duygularını hissediyor olmaları kuvvet­
le muhtemeldi.

Kartezyen görüş, birbiriyle çelişen iki sonuçtan da yararlan­


mak istiyordu . Hayvanları, insanlardan farklı olmakla kalma­
yıp aynı zamanda onlardan daha aşağı konumda olan makine-

75
ler olarak tanımlıyordu . Oysa aynı görüş, insanlardan farklı ve
aşağı olmalarına rağmen, hayvanların tıbbi ve bilimsel deney­
lerde insanları temsilen kullanılmalarını mazur gösteriyordu.
Kartezyen insanmerkezciliğe , kendi çağında bile karşı çıkanlar
vardı. Örneğin Voltaire ( ( 1 9 6 2 ) 1 1 3) , şöyle yazmıştı: " [ Hay­
vanda ] , kendinde bulunan duyu organlarının aynılarını keş­
fettin. O halde cevap ver ey makinist, doğa bu hayvana, bütün
o duygu kaynaklarını hiçbir şey hissetmesin diye mi vermiş?"
Descartes'ın başka muhalifleri de vardı, john Lock ve Kartez­
yen görüşü "canice" diye nitelendiren ilahiyatçı Henry More da
bu muhalifler arasındaydı. Kartezyen görüşe asıl darbeyi vuran,
yeni biyoloj ik sınıflandırma sistemleri oldu . Önceleri, hayvan­
lar insanlara yararlılıklarına göre (yenilebilir-yenilemez, ehli­
yabani, yararlı-yararsız diye) kategorize ediliyordu . Daha son­
ra , biyolog john Ray, Linnaeus'la birlikte, fiziksel yapıdaki ben­
zerliklere dayalı taksonomi sistemleri geliştirdi. Bu, doğada­
ki her şeyi, insana yararlılığına bakmaksızın, daha tarafsız bir
gözle görmek demekti. Dünyanın sanıldığından çok daha yaş­
lı olmakla kalmayıp , insanların ortaya çıkmasından çok daha
önce var olduğunu ortaya koyan jeoloji, insanmerkezciliğe ka­
fa tutan çıkışlara eklendi. Benzer şekilde , astronomi, evrenin
sonsuz olabileceğini ilan etti; mikroskop, bir su damlası için­
de farklı dünyalar barındığını gösterdi; ve çeşitli disiplinlerden
bilimciler, "Büyük Varlık Zinciri" formunda, evrim teorisinin
çeşitlemelerini tartışmaya başladılar. Kısacası bu çağ, öyle bü­
yük bir "algı devrimine" (Thomas 1 983, 70) tanık oldu ki, in­
sanmerkezci yanılsama bir daha asla eski gücüne kavuşamadı.
İnsanlar ile insandışı hayvanlar arasında anatomik ve biyo­
lojik benzerlikler olduğu bilgisi , önceleri asıl olarak seçkin kit­
lelere ulaştı (bkz . Tester 1 992) . Bu yeni bilginin yarattığı kül­
türel e tki sonucunda , yaşama karşı daha büyük bir saygı du­
yulmaya başlandı - nitekim, Aydınlanma'nın felsefi: ve teoloj ik
söylemleri bu saygıyı ifade edecekti. Zira, şayet hayvanlar ve in­
sanlar benzer yapılara sahiplerse , hayvanlar da hissetme yetisi­
ne sahip olmalıydılar. Ve onlar da tıpkı bizim gibi acıyı hissede­
biliyorlarsa, "hemcins yoldaşlar" ımıza yönelik davranışlarımız

76
barbarcaydı. 1 8 . yüzyılın ortalarında jean-jacques Rousseau,
hayvanların ve insanların, her ikisi de saygın muamele görme­
yi hak eden, hissetme yetisine eşit ölçüde sahip varlıklar olduk­
larını yazdı. 1 78 1 ' de J eremy Bentham ( 1 988 [ 1 781 ] ) hayvan­
lara yönelik zulüm konusundaki meşhur yanıtını kaleme aldı:

Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri


bakımından, bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebek­
le kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki, öyle olmadığı­
nı farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru "akıl yürü­
tebiliyorlar mı?" ya da "konuşabiliyorlar mı? " değil, "acı çeke­
15
biliyorlar mı? " sorusudur.

Önceki devirlerin tam tersine, dini o toriteler, b u yeni duyar­


lılıkları destekliyordu. Hayvanların ruh ya da akıl sahibi olup
olmadıkları sorusu önemsiz hale geldi, zira hissetme yetisi, kö­
tü muameleye karşı çıkmak için yeterli bir argümandı. Diğer
canlılar acı çekerken tepkisizce izlemek "insan doğasına aykı­
rı" hale geldi ve zulüm karşıtı ilk kanunlar belirmeye başladı.
1822'de Britanya'da hayvanları koruma amaçlı ilk hukuki ön­
lem olan, Martin Kanunu olarak da bilinen Sığırlara Kötü Mu­
ameleye llişkin Kanun kabul edildi. lki yıl sonra, Britanya Hay­
vanlara Yönelik Kötü Muameleyi Önleme Derneği (SPCA) ku­
ruldu (bu demek 1 840'ta "Kraliyet" ön eki alma hakkı kazana­
caktı) . Bu arada birçok Alman eyaletinde de zulüm karşıtı ka­
nunlar çıkarıldı. 1 6
lnsanmerkezciliğe karşı en güçlü akım, Charles Darwin'in
15 Faydacılığın kurucusu olarak bilinen Bentham, acı çekme yetisinin, benzer bir
haz alma yetisine eşlik ettiğini ve bu yetinin varlığı için gerekli olduğunu sa­
vunuyordu. Onun tabiriyle bu "egemen efendilerin yönetimi" -acının ve haz­
zın yönetimi- meşhur "Acı çekebiliyorlar mı?" sözünün alıntılandığı Ahlakın
ve Hukukun llkeleri adlı eserinde ana hatlarıyla açıklanan faydacılık öğretisi­
nin özünü oluşturur. Bentham faydayı bir nesnenin ya da faaliyetin haz sağla­
ma veya acıyı engelleme yetisi olarak tanımlayarak, insanlar kadar hayvanların
da faydacı çıkarları olduğunu savunmuştur. Bentham'ın görüşünün tuzakları­
na ilişkin kapsamlı bir tartışma için bkz. Francione 2000, 6. Bölüm.
16 Alman kanunlarında, Martin Yasası'nın aksine, adli takibat yapılması için zul­
mün halka açık bir yerde gerçekleşmiş ve insan izleyicileri rahatsız etmiş ol­
ması gerekiyordu. Bu durum, Alman kanunlarını dolaylı ödev görüşünün bir
uzantısı kılmıştır (bkz. Maehle 1 994) .

77
Türlerin Kökeni ( 1 859) adlı eserinin yayımlanmasıyla ortaya
çıktı. Darwin'den önce pek çok bilim insanı yaşamın evrimleş­
miş olduğu varsayımını ortaya atmış olsa da, henüz kimse ev­
rim sürecinin ne tür bir mekanizmayla gerçekleştiğini tanım­
lamamıştı . Doğal seçilim kuramı böyle bir mekanizma sunu­
yor, böylece dine ve insanmerkezciliğe meydan okuyordu . Zi­
ra yüce bir yaratıcının. ya da Tanrı'nın , çeşitli türleri sırf (insa­
na ait) bazı ihtiyaçları karşılamak için yarattığını savunan Hı­
ristiyan ya da Aristotelesçi tezlerden farklı olarak, doğal seçili­
min herhangi bir tasarımcısı ya da amacı yoktu. Darwin, yara­
tıcı bir varlık ya da güç fikrini konunun tamamen dışına itti ve
insanları üstünlük kürsüsünden indirdi. Sonra, insanın Türeyi­
şi ( 1 871 [ 1936) , 448) adlı eserinde, türler arasındaki akrabalı­
ğı öne çıkararak, "zihni melekeleri bakımından insan ile yük­
sek memeliler arasında temelde hiçbir fark bulunmadığını" öne
sürdü . Darwin, bu iddianın ahlaki içerimlerini genişleterek, in­
sanın, kaygı alanını "hissetme yetisine sahip tüm varlıkları kap­
sayacak şekilde genişlettiğinde" evrimin en uç noktasına var­
mış olacağını yazdı.
Türler arasında akrabalık olduğu fikri, her biri hayvanla­
ra yönelik muameleyle ilgili farklı içerimler barındıran iki yo­
ruma yol açtı (bkz. Franklin 1999) . 1 7 Bir görüşe göre , insanlar
doğanın parçası ise, avlanma ve spor amaçlı balık tutma gibi fa­
aliyetlerin haklı gerekçeleri olmalıydı, çünkü bunlar rekabete
dayalı, hatta vahşi ölüm kalım ritüelinde insanlarla hayvanları
birleştiriyordu . Bu görüşe göre, büyük av hayvanı avlamak gibi
bir faaliyet, modern hayatın zayıf düşürdüğü zihni, bedeni ve
ruhu zindeleştirebilirdi. 1 8 1 9 . yüzyılın ikinci yarısında Afrika

17 Söz konusu fikir bu tartışmanın kapsamı ötesinde üçüncü bir yorum daha
üretti: bilhassa köktenci hareketler içinde , tamamen ret.
18 Avlanmayı mazur gösteren ve bugün de kullanılan bir başka görüş, avcıların
aksi halde aşırı kalabalık yüzünden açlık çekecek olan hayvanları ayıklayarak
evrim sürecine yardımcı olduğunu öne sürer. Oysa avcılar aşırı çoğalmayı teş­
vik ederek evrimi tersine çevirir. Doğadaki yırtıcılar -yani insan dışındakiler­
en zayıfları öldürürken, onlar en büyük ve en sağlıklı hayvanları öldürür. Avla­
rının cinsiyetini seçerek, bu şekilde çoğalma oranlarına müdahale etmiş olur­
lar. Avlanma konusunda söylenen bu ve başka şeylerle ilgili daha fazlası için,
bkz. Kheel 1 995 (Ayrıca bkz. Einwhoner 1 999) .

78
ve Kuzey Amerika'daki doğal hayatın topyekun katledilmesi,
"zindeleşme" yönünde epey bir faaliyet yapıldığını gösterir. Di­
ğer görüşe göre ise, insanlar eğer gerçekten doğanın bir parça­
sı iseler, onu sömürmek yerine korumalıydılar. Bu görüş, hay­
vanları korumaya yönelik artan girişimlerde kendini gösterdi . 1 9
O dönemde, "en korkunç zulümler, genelde en rutin ekono­
mik faaliyetlerle ilişkiliydi" (Ritvo 1987, 1 3 7 ) . 19. yüzyılda hay­
vanlara yönelik muamelenin sembolü , dayak yemiş ve perişan
düşmüş attı. Atlara güçlerini aşacak kadar ağır yükleri çektir­
menin yaygın bir yolu , altlarında ateş yakmaktı. Bu hayvanla­
rın sokak ortasında yorgunluktan düşüp ölmeleri sık rastlanan
bir olaydı ve çok yakın zamana kadar, su içmeleri için duracak­
ları mola yerleri dahi yoktu. Kara Elmas adlı roman, hayvanlar
konusundaki zihniyet değişiminin hem sebebi hem de sonucu
olan en etkili ürünlerden biriydi. 1 877'de Anna Sewall'in yayım­
ladığı kitap, Atlantik'in her iki yakasındaki atların makus tali­
hini gözler önüne seriyordu. Aynca bu dönemde zulüm karşıtı
örgütlerin ve kanunların sayılarındaki artış, hayvanlara yönelik
tutumlardaki değişimin kanıtlarını oluşturmaktadır. Londra'da
köpeklerin el arabalarına koşulması 1840'ta yasaklanır. 1845'te
Paris'te Hayvanları Koruma Derneği kurulur. ABD'de, lç Savaş
hayvan korumacı girişimleri yavaşlatmış olsa da, savaşın hemen
ertesinde, 1 866'da Henry Bergh, Amerikan Hayvanlara Yönelik
Zulmü Önleme Derneği'ni [ASPCA ) kurar. Bir hafta sonra, hay­
vanlara yönelik zulmü yasaklayan bir kanun çıkarılır ve ASP­
CA bu kanunun uygulanmasıyla yetkili kılınır. 1870'ler boyun­
ca Britanya, Fransa ve ABD'de viviseksiyona karşı çıkan grup­
lar oluşur. 1 877'de Amerikan İnsani Yardım Derneği [Ameri­
can Humane Association) kurulur.20 ABD' de -hayvanları bir sü-
19 Romantik yaklaşımın 20. yüzyıl çeşitlemesi hayvan haklan hareketlerini üret­
ti. Hayvan korumada (ya da hayvanseverlikte) amaç, zaran en az seviyeye in­
dirmektir. Hayvan haklan hareketlerinde ise, amaç her türlü hayvan sömürü­
süne -hayvanların hayvanat bahçeleri ve doğal park sergilerinde, kobay ve yi­
yecek olarak ve pet olarak sömürülmesine- son vermektir (bkz. Bekoff 1998;
Franklin 1 999, 27-33).
20 "insani yardım derneği" ve "SPCA" _terimleri her örgüt tarafından kullanılabi­
lir. Hayvanlara yönelik zulmü önleme amaçlı bannaklan ya da dernekleri de­
netleyen hiçbir ulusal makam yoktur. The Humane Society of the United Sta-

79
reliğine tutup sonra öldüren ya da deney yapanlara satan hay­
van toplama merkezlerinden farklı olarak- ilk insani barınak­
lar yine 1870'lerde ortaya çıkar.21 lç Savaş'tan önce, sokaklar­
dan toplanan hayvanlar (belediyeye göre değişen) bir süre bo­
yunca toplama merkezlerinde tutulduktan sonra, genelde elek­
trik verilmek suretiyle öldürülür ya da deney için ağırlığınca sa­
tılırlardı. 22 1 860'larda Philadelphia'lı iki kadın, Elizabeth Mor­
ris ve Annie Waln, şehrin çeşitli yerlerinden topladıkları sokak
hayvanlarına barınak sağlamaya başlarlar. Bazıları için ev bulur­
ken, ev bulamadıkları hayvanları kloroformla uyuturlar. 1874'te
Morris ve Waln ilk Hayvan Kurtarma Cemiyeti'ni [Animal Res­
cue League] kurarlar. 1 888'de, örgütleri, Evsiz ve Muhtaç Hay­
vanlar lçin Morris Sığınma Derneği adıyla bağımsız bir kuru­
luşa dönüşür. Philadelphia'daki Lombart Caddesi'nde hala faa­
liyetini sürdüren bu merkez, çok sayıda insani barınağa örnek
oluşturur. Aynı tarihlerde bir başka Philadelphia'lı olan Caroli­
ne White, belediyenin hayvan toplama merkezindeki koşulla­
ra ve merkezin viviseksiyon için hayvan tedarik etmesine tep­
ki gösterir.23 White , Pennsylvania Hayvanlara Yönelik Zulmü
Önleme Derneği'nin (PSPCA) kurulmasına öncülük etmiş, an-
tes ve American Humane Association, pek çok barınağın uyduğu tüzükler ve
politika önerileri sunar, ancak bunu yapma yönünde herhangi bir yükümlü­
lükleri yoktur. İnsani yardım hareketinin ayrıntılı tarihi için bkz. Coleman
1924 ve Niven 1967.
2 1 Burada kullanılan "pound" sözcüğü , "impound" [ zaptetmek] sözcüğünden
gelir. ABD'de üç çeşit barınak vardır. 1) Şehir ya da ilçe yönetimleri tarafın­
dan yönetilen belediyeye ait hayvan denetimi tesisleri. Bunların çoğu, belli bir
süre için toplanmış ya da teslim edilmiş olan hayvanları barındırır ve bu süre
dolduktan sonra hayvanlar uyutulur veya bazı durumlarda, başka barınaklara
nakledilir. 2) ldaıi meclis tarafından yönetilen özel, kar amacı gütmeyen tesis­
ler ve 3) Hayvanlara kalacak yer sağlamak için devletle anlaşmalı olan özel, kar
amacı gütmeyen kuruluşlar.
22 ABD'de, sahiplenilmeyen hayvanlar, 1979'a kadar, rutin bir biçimde, deneyler­
de kullanılmak üzere satılıyordu (bkz. Finsen ve Finsen 1994, 6 1 ) . "Barınak
haczi" denilen uygulama, Metcalf-Hatch Kanunu'nun gereğiydi. New York,
Minnesota ve başka birçok eyalet ve yerel yönetim, barınak haczi yanlısı yasa­
lara sahipti. 1970'lerde tek tek eyaletler barınak haczi kanunlarını iptal etme­
ye başladılar, ancak dönüm noktası, 1979'da Metcalf-Hatch Kanunu'nun fes­
hedilmesi oldu.
23 White aynı zamanda bir kölelik karşıtı ve Quaker'dı ki bu da "genişletme
tezi"ni destekler. Kabataslak bir biyografisi için bkz. Unıi 1998.

80
cak kadın olduğu için (kocası yönetim kurulunda olduğu hal­
de) burada görev alamamıştır. PSPCA ikinci yılında bir " Kadın
Kolu" kurulmasını teklif eder ve White bu kolun başkanlığına
getirilerek 1 9 1 6'da ölene kadar bu mevkide kalır.24 Kadın Kolu,
insani yardım konusunda pek çok başarı kazanır; bunlardan bi­
ri de, sokak hayvanlarına insani barınma sağlanması için bir şe­
hir yönetimiyle ilk defa sözleşme imzalanmasıdır. Şehir yöne­
timi, masraflara 2500 dolarlık katkıda bulunur. Bu, "ABD'deki
herhangi bir derneğin, fazlalık addedilen ya da istenmeyen kü­
çük hayvanların bakımı sorunuyla başa çıkma yönündeki ilk gi­
rişimi ve, bilindiği kadarıyla, bir belediye tarafından insani bir
çalışmaya verilen ilk ödenek" olmuştur. ( Coleman 1 9 24, 1 8 1 ;
aynca bkz. Brestrup 1997 ) . Bağımsız bir insani yardım derneği­
nin "hayvan denetimi" için bir belediyeyle anlaştığı bu sistem,
hala uygulanmaktadır.
Hayvanlara insani muameleyi savunan hareket, hem insan­
hayvan sınırını korumaları için tayin edilen bekçilerin değiş­
mesini, hem de konuyla ilgili tartışmanın terimlerindeki ince­
likli bir değişimi temsil eder. Tartışma dinsel terimler etrafında
dönerken, sınırın bekçiliği kilisenin egeme nliğindedir. Bilim
tartışmanın terimlerini sekülerleştirmeye başladığında, orta sı­
nıf bu alanda egemenlik hakkı iddia eder. Tartışma artık hay­
vanların insanlardan ayırt edilmesinden ziyade , hayvanlara uy­
gun biçimde davranma yetisine sahip insanların ayırt edilme­
sine yoğunlaşır. Bu da evrim teorilerinin ürünlerinden biridir.
Darwin, insanlar ile hayvanlar arasındaki sınırları belirsizleştir­
miştir ama, "sosyal Darwinizm"in farklı popüler biçimleri , bazı
insan gruplarının diğerlerine göre daha evrimleşmiş olduğu yö­
nündeki görüşleri desteklemektedir. Bu noktada, zulüm karşıtı
girişimler, alt sınıfların gayri insaniliğine yönelik orta sınıf yak­
laşımlarını gözler önüne serer. Sözgelimi, Kraliyet Hayvanlara
Yönelik Zulmü Önleme Derneği, hayvanlar yararına bulunduk-

24 1897'de , Kadın Kolu, Pennsylvania Hayvanlara Yönelik Zulmü Ö nleme Ka­


dın Derneği haline geldi. Bu demek, Kadın Kolu'nun alabileceği her türlü ge­
liri uygun biçimde kullanmak için bağımsız bir şirket haline getirildi ve White
ile başka birçok kadın demek tüzüğünü bunu yapabilecek şekilde ayarladılar.

81
lan girişimleri, işçi sınıfı davranışını disipline etmenin bir yolu
olarak sunar (bkz. Ritvo 1987) . Hareketin öncüleri zulme kar­
şı halktan yaygın destek görseler de, hukuku arkalarına almak­
ta epey zorlanırlar, dolayısıyla seçkinlerin kendilerine arka çık­
masına fena halde ihtiyaçları vardır. Bunun için en iyi yol, me­
seleyi toplum mühendisliği çerçevesinde ortaya koymaktır. Zi­
ra bu dönemde, taşralı işçi sınıfı şehre akın etmektedir. İşçi sı­
nıfının şehirde tuttuğu işlerin çoğu, genelde aşın zulüm yoluy­
la hayvan emeğinin sömürüldüğü işlerdir. Dahası, dönemin iş­
çi sınıfı "eğlencelerinin" pek çoğu, boğaların ve başka hayvan­
ların yem olarak saldırıya maruz bırakılması,2 5 köpek ve ho­
roz dövüşleri gibi, hayvanlar arasındaki kanlı müsabakalardan
oluşur. Şehirli orta sınıf, zaten vahşi ve düzen bozucu olduk­
ları düşünülen grupların p otansiyel şiddetini ve bozgunculu­
ğunu kışkırtmaktan gitgide daha çok korkar. Zulüm karşıtı re­
formcular, işte tam da bu korku kozunu kullanırlar. Hayvanla­
ra kötü muamelenin insanlara yönelik zulme yol açtığını savu­
nan dolaylı ödev görüşünü öne sürüp, alt sınıfların zaten zalim
yaradılışlı olduklarına dikkat çekmek suretiyle, davalarını hu­
kuki açıdan cazip hale getirirler.26
lşçi sınıfını hedef alan bu girişimlerden bahsederken, zu­
lüm karşıtlarının samimi niyetleri konusunda şüphe uyandır­
mak gibi bir amacım yok. Sadece, hayvanları koruma girişim-

25 "Baiting" olarak adlandırılan bu "eğlence" , hayvanın bir kaideye bağlanması


ve başka hayvanların -genelde köpeklerin ve bir kerede birden çok hayvanın­
ona saldırması için salıverilmesi şeklinde yapılır. Geleneksel olarak bu uygu­
lamaya maruz kalan hayvanlar arasında, boğaların yanı sıra, porsuk, katır, at,
ayı ve maymun da yer alır. Bu "sporlar", üst sınıfların zalim hayvan sporlarına
karşı daha hoşgörüsüz olmaya başladığı l 7. yüzyıla kadar, İngiliz kraliyet üye­
leri arasında bile popülerdi. Bu değişimin nedenlerine ilişkin epey bir tartış­
ma mevcuttur. Konuyla ilgili bir görüş için, bkz. Elias ve Dunning 1986; Tes­
ter 1 992; ve Elias 1994. Bir başka görüş için, bkz. Franklin 1 999. Britanya bo­
ğalarla yapılan "baiting"i l 835'te yasakladı ve horoz dövüşleri l849'da yasadışı
ilan edildi, ancak tilki avcılığı ve spor amaçlı balık avı hala sürmektedir (ayn­
ca bkz. Franklin 1 999, 22-24). ABD iç Savaş sonrasına kadar köpek dövüşleri­
ni yasaklamaya başlamadı ve bu kitap yazıldığı sırada, horoz dövüşleri üç eya­
lette yasallığını korumaktadır.
26 işçi sınıfının hedef alınması, zulüm karşıtı hareketle viviseksiyon karşıtı hare­
ket arasındaki önemli bir farktır; bunların ikincisi, eğitimli seçkinleri hedef alır
(bkz . Sperling 1 988, 32).

82
lerinin, hakim gruplarla ezilen gruplar arasındaki iktidar iliş­
kilerinin sürdürülmesine hizmet ettiğine dikkat çekmek isti­
yorum.27 Hayvanların yoldaşlığı her sınıftan insan için olanak­
lı olduğunda, bu mücadele başka bir düzeyde devam edecektir.

PET SAHIPLl<ilNIN DEMOKRATiKLEŞM ESi

1 9 . yüzyılın ikinci yarısı boyunca , çok sayıda e tkenin kesiş­


mesi, pet sahipliğini yaygın bir adet haline getirdi . Bir kere
Darwin -ve genel olarak bilim- hayvanların daha az tehditkar
ve daha ilginç kılınmasına katkı sağlamıştı. Aynı zamanda, in­
sanın doğa üzerindeki hükümranlığı ilerledikçe , insanlar doğa­
nın seçilmiş numunelerini güvenle evlerine sokabilmeye baş­
ladılar. 28 Pet besleme oranları Avrupa ve ABD'de hızla yüksel­
di; çok sayıda kültürel ürün, 1 9 . yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl
başlarında pet'in kurumsallaşmasının kanıtıdır. " Pet dükkanı"
da bunlardan biridir. Kathleen Kete'in Paris'teki petlerle ilgi­
li araştırması, 1 880 civarına kadar köpek edinmek isteyen in­
sanların, aslen pazar günleri kurulan at pazarından ya da özel
yetiştiricilerden köpek satın aldıklarını ortaya koyar. Zaman­
la, satıcılar gazetelere ilanlar vermeye başlarlar. Kete'in bulgu­
larına göre , 19 l O'a gelindiğinde, safkan yavru köpeklerin ya­
nı sıra köpek tasmaları ve aksesuarları satan dükkanlarla ilgi­
li çok sayıda ilan yazılı basında yer almaktadır. ABD'de 1 898
ve 1 906'da kurulan ilk hayvan mezarları (bkz. Coleman 1 9 24) ,
köpek mamasının ticari üretimiyle birlikte, petlerin orta sını­
fın ayrılmaz parçası haline geldiğini gösterir. Britanya şirke­
ti Spratts Patent, ilk defa , tahıl , sebze ve küçük miktarda sı­
ğır etini bir bisküvide biraraya getirir. Spratts, minyatür cins­
ler için de etsiz bir çeşit üretir. Köpek maması, bugün bildiği­
miz tane ya da topak biçimine, ancak yirmi-otuz yıl sonra ka­
vuşur. Amerikan pet maması endüstrisi ise , 1894'te Robinson-

27 Benzer biçimde, Glen Elder, Jennifer Wolch ve jody Emel de ( 1 988) 20. yüzyıl
sonlarında hayvanlarla ilgili pratiklerin, bazı grupların ırkçılıga maruz kalma­
sına hizmet edişini kabataslak aktarıyorlar.
28 Diğer örnekler arasında akvaryumlar, ev bitkileri ve kafes kuşları sayılabilir.

83
Danforth Commission adıyla at ve katır maması şirketi olarak
kurulan Ralston Purina'yla doğar.29 1 920'lerde Purina, taşrada­
ki yem pazarlarında bulunabilen ilk ticari köpek mamasını sat­
maya başlar.3 0 O zamana kadar, köpekler masa artıklarını ve
insanların yemediği her türlü yiyeceği yiyordu . 1 9 1 7 yılına ait
bir pet rehberinde , köpeklere yiyecek olarak verilecekler konu­
sunda şu tavsiyede bulunulur: "tercihen pişmiş, belli bir mik­
tar et. . . Buna birkaç çeşit sebze, ekmek, pişmiş tahıl ve süt, te­
miz olması ve aşırı yağlı olmaması kaydıyla, aslında yenilebilir
hemen her şey eklenebilir" (Crandall 1 9 1 7 , 6) . Kediler için ve­
rilen tavsiyeler de buna benzerdir: " çiğ ya da pişmiş et. Bunun
en iyi kalitede olması şart değildir ama kasapların 'kedi eti' diye
sattıkları kötü ettenden de olmamalıdır" (Crandall 1 9 1 7 , 14) .
Kedilerle yaşamak için zorunlu ihtiyaçlardan biri -kedi kumu­
lkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar üretilmez (bkz. Maggitti
1 996) .3 1 O zamana dek, insanlar kedilerin kum kabını normal

29 William Danforth, bir yerden borç aldığı 1 2.000 doları kullanarak, Missouri
eyaletinde St Louis'de bir yem dükkanı kurdu. l 900'lerin başlarında, insanlara
yönelik olarak, şirket sloganı "Saflığın her şeyden önde geldiği yer" den yola çı­
karak Purina adı verdiği kepekli tahıl gevrekleri satmaya başladı. Daha sonra,
Dr. Ralston isimli tanınmış bir sağlık savunucusu tahıl gevreğine onay verdi­
ğini bildirdi ve şirket ismini l 902'de Ralston Purina olarak değiştirdi. Şirketin
damalı logosu, Danforth'un çocukluğunda annesinin o ve kardeşleri için giysi
diktiği kumaştan esinlenmiştir.
30 Birinci Dünya Savaşı sırasında, şirket, askerlerin "chow" [ chow-chow: bir tür
hazır sebze çeşnisi) sözcüğüne olan hevesini dikkate alarak, "feeds" [yemleri)
diye bilinen kısmın ismini "chow" diye değiştirdi. Purina Dog Chow ve Cat
Chow, hala satılmaktadır.
31 Kedi kumu 1 948'de bulundu. Aynı yılın Ocak ayında, kedisi olan diğer herkes
gibi kedi tuvalet kabında normal kum kullanan Kay Draper adlı Michiganlı bir
kadın, yaşadığı yerdeki kum yığınlarına gittiğinde kumların donmuş olduğu­
nu gördü. Onun yerine kül kullanmayı denedi, ancak kedi evin her yerinde is­
li pati izleri bırakıyordu. Talaş kullanmayı deneyebileceği düşüncesiyle, Lowe
ailesinin kömür, buz ve talaş şirketine gitti. Ed Lowe'da, yuva yapma malzeme­
si olarak kullanmaları için tavuk çiftçilerini ikna etmeye çalıştığı, kurutulmuş,
öğütülmüş madensel kilden bir yığın vardı. Draper bunlardan bir miktar alıp
kedisinin tuvalet kabında denemeyi kabul etti. Sonuç öyle iyi oldu ki, Draper
daha fazla almak için geri geldi ve arkadaşlarına da durumu anlattı. Lowe ke­
sekağıtlarını bu malzemeyle doldurup üzerlerine "Kedi Kumu" yazmaya başla­
dı. Washington D . C.'de kendi lobisi olan, yıllık 708 milyon dolarlık ciroya sa­
hip bir endüstri böylelikle doğmuş oldu. Her ne kadar günümüzün "ferah ko­
kulu " , "süper" , " topaklaşan" ve "ayıklanabilir" kedi kumlan Lowe'un ürünüy-

84
kumla ya da külle doldururlar.
Daha önce belirttiğim gibi, ilk insani barınaklar, 1 9 . yüzyıl
sonlarının bir diğer ürünüdür. Bunların ortaya çıkması , kö­
peklerin ve kedilerin insan aileleriyle birlikte evlerde yaşama­
ları düşüncesinin kabul edildiğinin ve başıboş hayvanların bir
toplumsal sorun haline geldiğinin göstergesidir ki, bu , kent
yaşamının ideoloj ik dayanaklarına da ışık tutar. Barınaklar ay­
rıca üst sınıftan olmayan insanların yoldaş hayvan edinmesi­
ni mümkün kılarak, pet besleyenlerin artmasını sağlar (bkz.
Coleman 1 924) . Barınaklar, pet dükkanlarına ya da yetiştiri­
cilerine para verecek gücü olmayan, ya da sahipsiz hayvanla­
rı kurtarmayı tercih eden insanların gidebildikleri yerler hali­
ne gelir.
Pet sahipliğinin gitgide demokratikleşmesine rağmen, hay­
vanlar, sahiplerinin statüsüne bağlı olarak hala farklı anlamlar
taşırlar. Safkan köpekler orta ve üst sınıflar arasında moda hali­
ne gelir. Köpek yetiştiriciliği başlı başına gözde bir faaliyet olup
çıkar; bugün bilinen cinslerin çoğu Victoria döneminde üretil­
miştir. Lynda Birke'e göre ( 1 994, 36) tür ıslahı " (Victoria dö­
nemi) insan toplumunun kopyası olan bir hayvan toplumu ya­
ratmıştır: bir yanda elit aristokratlar, yani iyi bir şecereye sahip
kazananlar, diğer yanda yararsız sefil kırmalar" . Akla gelen her
türlü fiziksel ve ahlaki bozukluk, alt sınıfların köpeklerine at­
fedilir. Ritvo'nun belirttiği gibi ( 1987, 1 79) , İngiliz yoksulların
köpekleri, "iyi cins" köpeklere kıyasla kuduza daha yatkın ol­
makla suçlanırlar. Kuduzla savaşmak ve köpek popülasyonunu
denetim altına almak üzere, köpek ruhsatı ve vergileri pek çok
Amerikan ve Avrupa şehrinde standart uygulama haline gelir.
Düzenlemeler, genelde altı aylıktan büyük köpekler için geçer­
lidir ve köpek sahipliğini, köpeklere ekonomik açıdan ihtiyaç
duyanlarla ya da "lüks" köpeklere uygulanan ruhsat ücretleri-

le pek az benzerlik taşısa da, başlıca malzeme hala, ishal ilacı Kaopectate'in de
ana maddesi, kristal çamur minerali olan bir tür kildir. Lowe'un buluşu , "kedi­
nin sonunda Amerika'da en çok rastlanan dört ayaklı pet haline gelmesine ze­
min hazırladı. Endüstride görevli olanlardan birinin tabiriyle, klima Houston
için ne yaptıysa, kedi kumu da kediler için onu yaptı: Yakınlaşmanın sıkıntısı­
nı alıp götürdü" (Maggitti 1996, 48) .

85
ni ödeme gücü olanlarla sınırlandırır (bkz. Thomas 1983 ; Rit­
vo 1 987; Kete 1 994) . Pek çok kişi, ruhsat ücretini ödememek
için, sevimli yavru evresinden çıkar çıkmaz köpeklerini sokağa
bırakmaya başlar. Bunun sonucunda, kasaba ve şehirlerin ço­
ğunda , başıboş dolaşan köpek sürüleri çok sayıda potansiyel
ve fiili sorun yaratır.32 Elbette köpeklerine ruhsat almayı ihmal
eden orta ve üst sınıf mensubu pek çok köpek sahibi de vardır,
ama alt sınıfların "yararsız sefil kırmaları" en kolay günah ke­
çileridir. Ritvo'nun yer verdiği Londra gazetelerinden pek çok
haberde, sokak köpekleri onları başıboş bırakan insanlar kadar
kötü davranmakla suçlanırlar.
Gerek düşük gelirli insanların pet beslediklerine, gerekse or­
ta sınıfların bunu engelleme çabalarına ilişkin bir diğer kanıt,
kiralık dairelerde pet beslemenin yasaklanmasıdır. Geç Victo­
ria dönemi sosyal konutlarında, yoksulların bu sorumluluğu
almaktan aciz oldukları belirtilerek , kiracıların pet besleme­
si yasaklanmıştır (bkz. jones 1 97 1 , 1 86) . Öte yandan, her sı­
nıftan insan, köpek dostluğunun keyfini çıkarmayı başarır. 19.
yüzyıl sonlarında ortaya çıkan köpek fotoğrafları akımını bel­
geleyen Libby Hall (2000) , pek çok fotoğrafın Londra'nın dar
gelirli semtlerindeki stüdyolarda çekildiğini saptar; bu , yoksul­
ların yoldaş hayvanlarla birlikte yaşamakla kalmadıklarını, ay­
nı zamanda aralarında pahalı bir hatıraya değecek kadar yakın
bir ilişki olduğunu gösterir.
Pederle kaynaşılmasının en çarpıcı örneği, kedilerin duru­
mudur. Tehlikeli dişi cinselliğinin ikonu olarak damgalanmış
kedinin bu imaj ı , 1 9. yüzyıl ortaları ile sonları arasındaki dö­
nemde düzelir (Kete 1 994, 1 1 7 , 1 27) . Kediler, yabanilikleri­
ni büyük ölçüde korumuş olduklarından, sözcüğün dar anla­
mıyla "pet" olarak gruplandırılmaya uzun süre direnmişlerdir
(bkz. Griffiths vd. 2000 ) . Sadakat ve sevginin sembolleri olan
köpeklerin tersine kediler başka bir mesaj iletirler. Örneğin 19.

32 Ö rneğin, Colorado, Boulder'da yerel yönetim yurttaşların başıboş dolaşan


köpek sürülerinden duyduklan korku ve bildirdikleri şikayetler karşısında,
1 8 7 l 'de bir ruhsatlandırma kanunu çıkardı. Polislere ruhsatsız köpekleri gör­
dükleri yerde öldürmeleri emredildi ve ölü köpek başına 1 dolar prim verildi.

86
yüzyıl Paris kültüründe, kediler işçi sınıfıyla veya burjuvaziy­
le değil, bohemlerle, bilhassa entelektüel ve sanatçılarla özdeş­
leştirilirler (bkz. Kete 1 994) . Kediler, kentli burj uva yaşamı­
nın alternatifini temsil eden durgunlukları ve rahata düşkün­
lükleriyle, anti-pet'tirler. Ancak, 20. yüzyıla gelindiğinde, kedi­
ler büyük rağbet gören ev hayvanları haline gelmişlerdir. Bu ia­
de-i itibara yol açan birçok etken vardır. Birincisi, kedi vasıflan
olarak bilinen özellikler, gitgide "ikna ediciliğini ya da rahatsız
edici etkisini kaybeder" (Kete 1 994, 1 34) . Bağımsızlık, serbest­
lik, umursamazlık, nankörlük, kayıtsızlık gibi, asırlardır kedi­
lere atfedilen ve onlardan korkulmasına yol açan özelliklerin,
gerçekdışı yakıştırmalar olduğu anlaşılır. Dahası, kedi dostla­
rı, kedilere özgü niteliklerin başlı başına keyif verici olduğu­
nu savunurlar. Bununla bağlantılı ikinci etken, modernleşme­
nin, "egzotik" olanın güvenli unsurlarının gündelik hayata da­
hil edilmesini teşvik etmesidir. " Sıradan" bir kedi bu egzotizmi
kısmen karşılayabilecek olsa da, bu dönemde popülerleşen ba­
zı türler, bunun çok daha ötesine geçecektir: Siyam, Habeş ve
han kedileri. Bunların isimleri bile müstesnalığı ve gizemliliği
çağrıştırır. Üçüncü etken, mikropların varlığının ilk kez farkı­
na varılan bir çağda, kedilerin temizliğinin onları köpeklerden
daha üstün konuma getirmesidir. Kedinin titizliği o güne dek
eleştiri ve alay konusu olurken, artık bu özellik, kirli ya da te­
miz olmayı dert etmeyen ve çöpleri de rozbif kadar iştahla yiye­
bilen köpekler karşısında kediyi daha tercih edilir kılar.
Kedilerin petler arasına alınması, pek çok bakımdan, do­
ğa üzerindeki hakimiyet yarışında son engelin aşılmasını tem­
sil eder. İnsanlar eskiden herhangi bir ekonomik işlevi olma­
yan hayvanları beslemek için haklı gerekçe göstermek zorun­
dayken, "pet" , yegane amacı insanlarla dostluk etmek olan bir
hayvan kastını tarif eder. Köpekler de kediler de, son derece se­
çici bir tür ıslahının nesneleri haline gelirler (bu konuda kö­
pekler kedilerden daha başarılıdırlar) ve her ikisi de "meraklı"
kalabalıkları çeken gösterilerde sergilenirler. Aynca, tür ısla­
hı "pet'in" hayvan özünden kalan izleri azaltmayı amaçlar. Pet­
ler vahşi ve egzotik görünebilirler ama, gerçek bir aile üyesi gi-

87
bi davranmak zorundadırlar. Shepard'ın ( 1978) söylediği gibi,
"pet" bir "minimal hayvan"dır: Asla saldırgan ya da kösnül ol­
mayan, daima neşeli, sakin, oyuncu ve mutlu.

88
3
PETTEN YOLDAŞ HAYVANA

Bir hayvan, tıkı r tıkır işleyen bir düzenek g i b i düşünüldü­

ğünde, onun en ilginç vasıflarından bazıları neredeyse büs­

bütün göz ardı edilmiş olur.

- PATRICK BATESON - DENNIS C. TURNER ( 1 988. 200)

Batılıların yüzyıllar boyunca hayvanlara nasıl baktıklarını araş­


tırmak için zamanda geriye doğru gidebilsek, göreceğimden
emin olduğum bir tek şey var: Batılıların çoğu, hayvanları sos­
yal etkileşimin düşünen, hisseden tarafları olarak tanımlamaz­
dı. Kuşkusuz hayvanlara büyük sevgi beslediğini söyleyenler
olurdu, ancak hayvanları insanların kendilik deneyimlerine
benzer nitelikte bir benliğe sahip olarak tanımlayan çok az in­
san çıkardı. Öte yandan, 1990'ların sonlarından itibaren bu du­
rum, araştırmacıların dikkatini çekecek kadar değişmiştir. San­
ders, Understanding Dogs ( 1 99 9 , 3) adlı kitabında köpeklerle
yaşayan ve çalışan insanların çoğunun onları "kendilerine öz­
gü bireysel zevkleri ve kişilikleri olan, düşünceli, karşılık ve­
ren, duygusal varlıklar" olarak tanımladıklarını tespit eder. Al­
ger ve Alger'in araştırmasına ( 1 997, 2003) konu olan kedi ba­
kıcıları da benzer yanıtlar verirler.
Bir önceki bölümde, pet besleme pratiğinin ancak bazı sos-

89
yal, kültürel ve ekonomik koşullarda geniş ölçüde olanaklı ha­
le gelen, hayvanlara yönelik belli bir anlayışın göstergesi oldu­
ğunu savundum. Bunu izleyen gelişme de, yine benzer bir di­
zi değişimin sonucunda gerçekleşecekti. 1 990'lar boyunca, iti­
razlarla karşılaşmış olsa da "yoldaş hayvan " terimi "pet" teri­
minin popüler bir alternatifi haline geldi. Her ne kadar yer yer
eşanlamlı olarak kullanılsalar da, yoldaş hayvan, Tricky Woo*
imgelerini akla getiren "pet" ten son derece farklı çağrışımlar
uyandırır. "Yoldaş hayvan" kavramının siyasi bir bağlamı var­
dır ve insanların, bazı hayvanları işçi, süs nesnesi ya da eğlen­
ce aracından ziyade hayvan olarak kabullenme yönündeki ar­
tan çabalarının ifadesidir (bkz . Franklin 1 999 , 86) . "Yoldaş
hayvan" , insanın " ötekisi" olmaya devam eder, ancak artık bu
ö tekilik aşağılayıcı değil, saygıdeğer bir anlam kazanır. Bu yeni
duyarlılığın birçok farklı örneği vardır:

• Hayvanların davranışlarına, duygularına ve zekalarına iliş­


kin yeni bilgiler;
• Ucuz kısırlaştırma kampanyalarıyla semeresini veren, pet­
lerin aşırı çoğalması konusundaki bilinç artışı;
• Evsiz hayvanların daha görünür hale gelmesinin, "yavru
köpek imalathaneleri"nden hayvan satın almak yerine ba­
rınaklardan hayvan sahiplenmeyi teşvik etmesi;
• Sokak hayvanlarını bakıcılarıyla yeniden buluşturan mik­
roçip implantı gibi teknolojik ilerlemeler;
• Holistik ve alternatif tıp uygulayan veterinerler (bkz. http://
www . ahvma. com) ;

• "llişki-merkezli" olarak tanımlanan uygulamaları devreye


sokan veterinerler;
• Hayvanlar (bilhassa köpekler) ile bakıcılarının birlikte katı­
labilecekleri çeviklik yanşı ve uçan top 1 gibi yeni aktiviteler;

( * ) james Herriot'ın Ali C reatures Great and Small adlı kitabında yer alan, insanlar
gibi davranan köpek, bkz. 1. bölüm - e.n.
Çeviklik yarışında bir köpek ve bir bakıcı, engelli bir rotayı koşarlar; bu sırada
bakıcı köpeği yönlendirirken, köpek engelleri aşar. Bu köpeğin hız, denge, sıç­
rama ve diğer becerileri kadar, köpekle bakıcısı arasında iletişimi de gerektirir.
Daha fazla bilgi için http//:www .dog patch.com

90
• Pençe sakatlama, ses tellerini alma, kuyruk kesme ve ku­
lak kırpma yoluyla yapılan cerrahi sakatlamaların verdiği
zararlara ilişkin bilincin artması.

Söz konusu değişimin belki de en belirgin örneği, köpek eği­


timi alanında, bilhassa son on beş yıl içinde ortaya çıkan, şiddet
içermeyen, şefkate dayalı yöntemlerin yükselişidir. "Geleneksel"
eğitim, genelde köpeği nefessiz bırakan, boğazını sıkıştıran, hat­
ta şok veren bir tasmaya bağlı olan tasma yulannın ani ve kuv­
vetli biçimde çekilmesi anlamındaki "yular ayarlama" işlemiyle
yapılır. tık birkaç seferde köpeklerine laf anlatamayan köpek sa­
hipleri, sonunda çoğu zaman, köpekler söz dinleyene kadar, ha­
vaya kaldırma -daha açık ifadeyle, havada asılı tutma- yöntemi­
ni uygularlar. Bu yaklaşım, 1960'larda ve 1970'lerin başında, eği­
timci William Koehler'in çalışmaları öncülüğünde standart bir
uygulama haline gelmiştir. Koehler'in yöntemleri arasında, "en­
seden sallama" (köpeğin ense derisinden tutularak sarsılması) ,
"alfa yuvarlanışı" (köpeği itaatkar bir pozisyonda sırtüstü yatma­
ya zorlamak) ve "helikopter" (-çok inatçı köpekler için- köpeği
boğma tasması ve yulanyla havada sallamak) yer alır.
Geleneksel köpek eğitiminde bir köpeğe o turmayı öğretir­
ken şu aşamalardan geçilir. Çoğunlukla yavru olup boğma tas­
ması ve yular takılmış olan köpeğe, sert bir sesle "otur" denir.
İngilizce bilmeyen köpeğin bu sözün ne anlama geldiği konu­
sunda en ufak fikri yoktur ve köpek, orada durup etrafına ba­
kınarak, dünyanın kendisine sunduğu çok sayıda eğlenceli şe­
yi izlemekle yetinir. Kişi, köpeğin söz dinlemediğini sanır. Kö­
peğin dikkatini çekmek için, yularını hızlıca çekerek nefes bo­
rusunu dürter ve bir-iki kere daha "otur" der. Köpeğin sözcü­
ğün ne anlama geldiği hakkında hala bir fikri yoktur ve bir kez
daha etrafına bakınınca , bu kez tasma kayışı yukarı doğru hızla
çekilerek ayaklan üzerine devrilmesine yol açan, ardından sert
bir "otur" komutunun daha geldiği bir sarsıntıya daha maruz
kalır. Bu noktaya gelindiğinde, kafası karışmış olan köpek artık
o eğitimden zevk almayı bırakmıştır. Kendisi de bundan fazla
keyif almayan eğitici de, köpeğin kıçını yere doğru iter, kafası-

91
nı yukarı doğru çeker ve bağırır gibi bir ses tonuyla bir kez da­
ha "Otur diyorum ! Aptal köpek, senin neyin var?" der. Köpe­
ğin bu eğitimden öğrendiği şey, o kişiden korkmaktır. Dahası,
poposu yere çarptığında kendisine sert bir tonda seslenildiğin­
den , haliyle bu hareketi kendiliğinden yapma konusunda is­
teksiz davranır. Kişi bunu , köpek onun sözünü dinlemeyecek­
miş gibi algılar. Sinirlenir. Köpeğin kafa karışıklığı devam eder.
Böyle birçok denemeden sonra, kişi bundan vazgeçer ve köpeği
arka avludaki ağaca bağlar ya da garaja kilitler. Sıkılan ve yalnız
kalan köpek, eğlence olsun diye havlamaya başlar. Komşular
şikayetçi olur. Bu kişinin köpeğiyle gerçekte herhangi bir ilişki­
si olmadığından, onu bir barınağa bırakması zor olmayacaktır.
Pek çok köpeğin oturmayı ve başka şeyleri geleneksel eği­
timle öğrendiğini kabul ediyorum. Üstelik hepsinin sonu da
benim örneğimdeki köpek gibi olmaz. Bu örneği biraz abartma­
mın nedeni, iki noktaya dikkat çekmek istemem: Birincisi, ge­
leneksel eğitim, köpeklerden insan koşullarında, yani anlama­
dıkları bir dile karşılık vermek suretiyle öğrenmelerini bekler;
ikincisi, geleneksel eğitimin tek amacı, köpeklere bir şeyleri
yaptırmaktır - oturmak gibi. İşte size bunun tersi bir senaryo.
Bu defa kişi, köpeğin İngilizce bilmediğinin farkındadır. Elinde
köpeğe vereceği bir-iki ödül, belki küçük peynir ya da et par­
çaları veya yiyecekle motive olmayacak köpekler için bir oyun­
cak vardır. Ödülün bir kısmını köpeğin görebileceği ve kokla­
yabileceği şekilde bir elinde tutan kişi, önce köpeğin dikkatini
kendine yöneltir. Sonra ödülleri köpeğin başının üzerine doğru
kaldırır. Köpek yu karı bakar ve kişi yavaş yavaş elini arkaya gö­
türür. Köpek başıyla onu takip eder ve avuç dolusu ödül daha
da geriye gittikçe , köpeğin doğal devinimleri onu oturur pozis­
yona geçmeye yöneltir. Köpeğin poposu yere değer değmez, ki­
şi "Evet! " diyerek veya başka bir sesle iyi davranışı onayladığını
gösterir ve köpeğe ödülü verir. "Otur" komutu henüz hiç söy­
lenmemiştir. Aynı uygulama bir-iki kez daha tekrarlanır. Kö­
pek ve insan, birlikte bir davranışı "biçimlendirmektedirler. "2

2 Davranış biçimlendirme mefhumu ilk olarak l 960'larda deniz memelileri eği­


timinde ortaya çıkmıştır. Bu alanın öncüsü, yaklaşımın kapsamını diğer hay-

92
Ödüller düzenli bir biç'imde artar. Çok geçmeden, köpek gere­
ken bağlantıyı kurar ve kendiliğinden oturur, kişi de o zaman
ilk kez komutu verir, zira köpek artık bu komutu davranışla
ilişkilendirebilmektedir. Kişi, köpeğin her koşulda söz konu­
su davranışı göstereceğini garantileyerek, yavaş yavaş ödülle­
ri vermeyi kesebilir. Köpek, zorlama olmaksızın, anlayabildiği
dil yoluyla öğrenmiştir. Köpek ve eğiticisi, zihinlerinin ve be­
denlerinin birlikte çalıştığı bir ortaklık yaratmış olurlar. Birbir­
lerini izler, dinler ve genel anlamda, birbirlerini "okurlar" . Bir­
birlerinin dostluğunun keyfini çıkarırlar. Bu eğitimin esası, kö­
peğe boyun eğdirmek değildir: En azından bu, yalnızca kısmen
geçerlidir. Hedef daha ziyade bir ilişki kurmaktır.
Bu örnekler, birbirinden son derece farklı iki düşünce şekli­
ni gösterir. Bunlardan biri "itaat eğitimi, " diğeri ise, olumlu pe­
kiştirme ile davranış değiştirmenin birleşimidir. Birinci yakla­
şım, disiplin maskesi altına gizlenmiş fiziksel şiddeti ve istis­
marı meşrulaştırır (bkz . Derr 1997, 327) . İkincisi ise , davranış
değiştirme ilkelerini ve şiddetsizlik felsefesini temel alır. Birin­
ci yaklaşım, hayvanların birer içgüdü yığınından ibaret olduğu
görüşünü temsil eder. İkincisi ise, onları pek çok bakımdan in­
sanlara benzer kılan bir bilinç düzeyine sahip olduklarını savu­
nur. Bu görüş, "pet" ten "yoldaş hayvan"a geçişin açıklanmasın­
da kritik öneme sahiptir. Pet'in doğuşunda görmüş olduğumuz
gibi, söz konusu geçişte pek çok faktör etkili olmuştur.

vanların eğitimini de içine alacak şekilde genişleten bir yunus eğiticisi olan Ka­
ren Pryor idi. (bkz. Pryor 1 986; aynca bkz. Donaldson 1996; Owens ve Ecroate
1999). Elbette insanlar -başta 20. yüzyıl başlarında "en hafif tabirle egzantrik"
olarak görülen Montague Stevens olmak üzere ( 1 990 [ 1 943 ] )- ( Derr 1997,
326) son yıllarda pozitif eğitimde görülen canlanmadan önce de şiddet dışı
yaklaşımları kullanmışlardı. Neyse ki, şiddet kullanmamak artık olağandışı gö­
rülmüyor ve ılımlı eğitmenlerin de kendi dernekleri, İnternet siteleri, atölyele­
ri ve seminerleri var (bkz. http//www.apdt.com) . Bakıcılar için bir rehber olan
Guide to Humane Dog Training'e Amerikan insani Yardım Derneği'nden (http://
www.americanhumane. org) ve Professional Standards for Dog Training'e Delta
Society'den (http://www . deltasociety.org) ulaşılabilir.

93
YENi YAKLAŞIMLARIN AÇI KLANMASI
Sözünü ettiğim değişimi açıklamak üzere, ilkin Adrian Frank­
lin'in çalışmasına başvuracağım ( 1 999, 1 75 ; aynca bkz. Frank­
lin vd. 200 1 ) . Franklin, Animals and Modern Cultures'da, post­
moderniteyi oluşturduğu iddia edilen sosyal, ekonomik ve kül­
türel dönüşümlerin "insanmerkezci araçsallıktan hayvanmer­
kezci empatiye geçişle sonuçlandığını" savunur. Franklin, ar­
gümanını, " postmodern" öncülünü kabul edip etmemeniz­
den bağımsız biçimde geçerli olan koşullara dayandırır. Bilhas­
sa postmodern kültürün, bu geçişte etkili olmuş üç boyutu ol­
duğunu söyler: Ontolojik güvensizlik, risk dönüşlülüğü ve mi­
santropi. Ardından, hayvanlara yönelik görece şefkatli yaklaşı­
mı örneklemek üzere, aralarında pet bakıcılığı, avlanma, balık­
çılık ve yiyecek endüstrisinin de olduğu , insan-hayvan etkileşi­
minin çeşitli sahalarından kanıtlar sıralar. Bu üç boyutu sizlere
kısaca özetleyeceğim.
Ontolojik güven "bireyin doğrudan algılayabildiği çevrenin
sınırları dışında kalanlar da dahil, olup bitenlerde bir tutarlılık
ve düzen olduğu duygusu" anlamına geliyorsa (Giddens 199 1 ,
243 ) , ontoloj ik güvensizlik bu tutarlılık v e düzenin yokluğu­
nu ifade eder. Ontolojik güvensizlik, kişinin içinde bulundu­
ğu şartların kestirilemez olduğu duygusunu tarif eder. Batılılar
yüzyıllar boyunca ontolojik güvenin keyfini çıkarmışlar, ancak
yirmi-otuz yılda bu durum değişmiştir. Sözgelimi, toplumsal ve
ekonomik koşullar, insanların artık tek bir işte ya da kurum­
da yıllarca çalışabileceğine güvenememesi nedeniyle, istihdam­
da gitgide artan güvensizliği getirmiştir. Diğer örnekler arasın­
da, ucuz iskan yokluğu ve aile bağlarının zayıflaması ya da or­
tadan kalkması sayılabilir. Franklin'in kitabının yayımlanma­
sından sonra yeni örnekler de ortaya çıkmıştır. Şirketlerin yol­
suzluk skandalları ve 1 1 Eylül 200 1 saldırıları, Amerikalıların
uzun yıllardır mutlak kabul ettikleri asayiş ve güvenlik duygu­
larını sarsmıştır. Franklin'e göre, ontolojik güvensizlik dönem­
lerinde , hayvanlar insanlara bir nebze de olsa istikrar duygusu
sunarlar. Yalnızca pet besleme oranları değil, Franklin'in kita-

94
hında incelediği kuş gözlemleme ve besleme gibi hayvan odaklı
faaliyetlerin artan popülerliği de bunun kanıtlarıdır.
Ontolojik güvensizliğe eşlik eden bir diğer olgu da, risk dö­
nüşlülüğüdür; risk dönüşlülüğü, insanların ve insandışı canlıla­
rın, eskisine kıyasla çok daha bariz biçimde, aynı çevresel tehdit­
lerle karşı karşıya olduklarının farkına varılması anlamına gelir.
Dahası, bu tehditler büyük ölçüde, insanların doğada eskiden el
değmemiş olan her köşeye sızmasından kaynaklanmaktadır. Bir
zamanlar izole olan bu alanlarda yaşayan hayvanlar artık hayat­
ta kalabilmek için insan müdahalesine bağımlı hale gelmişler­
dir. Balina ve yunus gibi belli türleri koruma amaçlı çevre hare­
ketlerinin ve örgütlerinin çeşitliliği, insanların sorumluluğunun
bilincine varıldığının göstergesidir. Bu olguyu kabul eden başka
araştırmacılar da vardır. Örneğin Myers ( 1998, 46) "bizler bu­
gün diğer canlılarla olan biyolojik devamlılığımızı kabul etmek
konusunda daha özgürüz ve karşılıklı bağımlılığımıza saygı gös­
termenin akıllıca olacağının kesinlikle farkındayız" diye yazar.
Postmodernitenin, risk dönüşlülüğü ve ontoloj ik güvensiz­
likle bağlantılı üçüncü koşulu , misantropidir. Franklin, bunu
insanlara ya da belli bireylere karşı duyulan nefretten ziyade,
insanlığa yönelik genel bir antipati anlamında kullanır. Bu an­
lamda misantropi, ilerleme uğruna hayvanlar ve çevre üzerinde
yarattığı tahribata bakarak, insanlığı "denetimden çıkmış, den­
gesiz, hasta ya da çıldırmış" olarak tasvir eder (Franklin 1 999,
54) . Misantropi, "hayvanların özünde var olan iyilik, denge v e
sağlık" gibi olumlu özelliklere zıt bir biçimde, insanlığa kesin
bir olumsuzluk atfeder (Franklin 1 999, 55) . Bunun güzel bir
örneği, lkinci Dünya Savaşı soması dönemde sinema ve popü­
ler edebiyat yoluyla hızla yaygınlaşan, en bildik örneğini Dis­
ney çizgi karakterlerin oluşturduğu, hayvanların olumlu ve ge­
nelde sevimli biçimde tasvir edilişidir.3 Ontoloj ik güvensizlik
ve risk dönüşlülüğüyle birlikte , misantropi, insanların istikrar­
sızlığına ve ahlaksızlığına karşı "ahlaki bir karşı-denge" unsu­
ru olarak hayvanlarla ilişkileri teşvik eder (Franklin 1999 , 5 5 ) .

3 "Disneyleştirme" konusunda daha fazlası için bkz. Milekic 1 998; ayrıca bkz.
Lawrence 1986.

95
Franklin'in üç boyutuna ben bir boyut daha ekleyeceğim:
Hayvanların bilinçli, hissetme yetisine sahip varlıklar olduk­
larına dair artan farkındalık. "Sürüden farklı" düşünmeye ce­
saret eden bilim insanlarının gayretleri sayesinde, hayvanlara
yönelik daha aydınlık bir bakış açısı ortaya çıkabilmiştir. Bu­
nun emarelerinden biri , (kazlardaki öğrenme süreçleri hakkın­
daki araştırmalarıyla tanınan) Konrad Lorenz, ("meraklı natü­
ralist" olarak tanınan) Niko Tinbergen ve (arıların diliyle ilgili
çalışmalarıyla tanınan) Kari von Frisch'in 1973'te Nobel Ödü­
lü'nü paylaşmasıydı. Bekoffun söylediği gibi (2002, 34) "Va­
kitlerini 'sırf hayvanları gözlemlemekle' geçirmiş bilim insanla­
rının biyomedikal araştırmacılara galip gelmesi pek çok insanı
şaşkına çevirmişti" . Bu , etoloji, ya da hayvan davranışları bili­
mi için bir dönüm noktasıydı. Bu alanın ayrıntılı tarihi bu kita­
bın kapsamını fazlasıyla aşmaktadır, ancak derdimi anlatmaya
yetecek bir özet vereceğim. Darwin (ve bazı çağdaşları) türler
arasında zihinsel sürekliliği öne çıkarmış ve böylelikle insandı­
şı hayvanlara zihinsel yetiler atfetmişlerdi. Darwin'in bakış açı­
sı "anekdota dayalı bilişselcilik" olarak adlandırılır Qamieson
ve Bekoff 1993 ) , çünkü Darwin belli vakaları gözlemliyor, kon­
trollü deneyler yürütmüyordu. Hayvan davranışı araştırmaları­
nı daha katı bir kalıba sokma yönünde 20. yüzyılda yapılan gi­
rişimler, davranışçılık çağının ürünüydü: Davranışçılığın çeşit­
li biçimleri, kurallarla belirlenen etki-tepki modellerini savu­
nurken, gözlemlenemeyen zihinsel durumları kabul etmiyor­
du . Bu arada, hayvanlarda bilişsellik fikri, Lorenz, Tinbergen
ve von Frish gibi figürlerin temsilciliğinde, klasik etolojide var­
lığını sürdürdü. Ardından, Donald Griffin, The Question of Ani­
mal Awareness adlı 1976 tarihli kitabında, hayvanlar arasındaki
karmaşık davranışların pek çoğunun temelinde bilinçli düşün­
menin olduğu fikrine yönelik ilgiyi yeniden alevlendirdi (ayrı­
ca bkz. Griffin 1 992) .4 Griffin, hayvanların zihinsel deneyimle­
rini özellikle laboratuvarlardan ziyade doğal yaşam ortamların­
da, normal yaşamları içindeki haliyle inceleyen bilişsel etolo-

4 Donald Griffin, bilhassa yarasaların ekolokasyon [yankı tespiti ] yöntemini


kullanarak yön bulduklarını ve avlandıklarını gösteren araştırmasıyla ünlüdür.

96
ji alanını kurmuştur. Bu alan, klasik etoloji, karşılaştırmalı psi­
koloji ve bilim felsefesiyle ortak unsurlara sahiptir. 5 Söz konu­
su bakış açısı, hayvan zekası ve duygulan konusundaki sayısız
araştırmaya yön vermiştir: Bunlar arasında, Irene Pepperberg'in
papağan Alex'le olan çalışması (bkz. Pepperberg 1 99 1 ) , Franci­
ne (Penny) Patterson'ın goril Koko'yla yaptığı araştırma (bkz.
Pattersen ve Linden 198 1 ) , Goodall'un Gombe'deki şempanze­
lerle yaptığı saha araştırması ve Bekoffun köpekgillerin sosyal
yaşamları konusundaki araştırması yer alır. Yine aynı bakış açı­
sı, Elizabeth Marshall Thomas'ın Social Lives of Dogs (2000) ve
Tribe of Tiger ( 1 994) ; Jeffrey Moussaieff Masson'ın Dogs Never
Lie About Love ( 1 997) (Köpekler Aşk Hakkında Asla Yalan Söy­
lemez, 2003) ; ve Masson ile Susan McCarthy'nin çok satan kita­
bı When Elephants Weep ( 1 995) gibi eserlerin yolunu açmıştır.
Bilimle uğraşmayan insanların çoğu "bilişsel etoloji" kavra­
mını bilmez, ama kuşkusuz pek çok insan, bu alanın tezlerine
ve yönlendirici bakış açısına aşinadır. Evrim teorisi gibi diğer
yeni fikirler nasıl kültür aracılığıyla özümsenmişse, hayvanla­
rın zihinsel yetilere ve duygulara sahip oldukları ve onlarla ara­
mızda farkında olduğumuzdan çok daha fazla ortaklık olduğu
fikri de aynı şekilde özümsenmiştir. Franklin'in ontolojik gü­
vensizlik, misantropi ve risk dönüşlülüğü boyutlarıyla birleşti­
rildiğinde, insanların hayvanları pet'ten ziyade yoldaş hayvan
olarak adlandırmaya nasıl başladıklarını anlamak zor değildir.
Bir hayvanı, öznel bir benliğe, niyetlerini ve duygu durumlarını
paylaşacak kapasiteye sahip bir canlı olarak görmeye başladığı­
nızda, onun sırf sizi eğlendirmek, size hizmet etmek veya keyif
vermek için var olduğunu düşünmeniz zorlaşır. Bazı insanlar,
bu yeni kavramlarla düşünmeye başlar başlamaz, "ilişkilerini
tanımlamak için, 'sahip'ten [owner] daha masum bir sözcüğe"
ihtiyaç duydular (Derr 1997, 324) . Farklı sorumluluk dizgele­
rini tanımlamak için "bakıcı" [guardian] kavramını kullanma­
ya başladılar. Birçok şehir yönetimi, hayvanlarla ilgili kanunla­
rında bu dili kullandı. Bunların ilki San Fransisco idi; Hayvan-

5 Bilişsel etolojinin daha ayrıntılı incelemesi Ristau 1 99 1 ve Allen ve Bekoff


1997'de göıülebilir.

97
lar İçin [in Defense of Animals] adlı örgütün başkanı olarak
bu değişime öncülük eden veteriner Elliot Katz, bunu insanla­
rın kedi ve köpeklerine bakışını değiştiren bir "devrimin" par­
çası olarak adlandırıyordu. Temmuz 2000'de, Colorado eyale­
tinin Boulder şehri, şehir kanunlarında geçen "sahip" sözcük­
lerinin tümünü "bakıcı" olarak değiştiren bir yasayı kabul etti.
Kimilerine göre , mülk olarak tanımlanmaları devam ettiği
sürece, bir hayvanı pet yerine yoldaş hayvan diye adlandırmak
hiçbir işe yaramaz; bu meseleye sonuç bölümünde tekrar döne­
ceğim. Sözgelimi, Boulder şehir yönetimi her ne kadar "bakıcı"
sözcüğünü uygulamaya koysa da, İnternet sitesinin açıkça gös­
terdiği gibi, "bakıcı" ve "sahip" kavramları yine de aynı anla­
ma gelmektedir. Rutgers Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde hu­
kuk profesörü olan Gary Francione, kullanılan söylemin hiçbir
hukuki ağırlığı olmadığını, zira onlarla ilişkimizi ne şekilde ad­
landırırsak adlandıralım, kanunların hayvanları bir mülk sahi­
binin malı olarak gördüğünü savunur (Francione 1995 , 1996,
2000) . Öte yandan, kimileri bunun hayvanlarla olan ilişkileri­
nin hukuki ifadesi olmadığını bile bile, bu sözcüğü kullanır­
lar. Örneğin, Mark Derr şöyle yazar: "Pek çok insan gibi, ben
de kendimi köpeklerimin velisi ya da bakıcısı olarak görmeyi
tercih ederim. Onlara tıbbi bakım, yiyecek, barınak ve dünya­
da yaşamı nasıl sürdüreceklerine dair belli bir eğitim sağlamak­
la yü kümlüyüm ve hukuki olarak, onların sahibiyim. Ama ah­
laki olarak, değilim" (Derr 1 997, 324) . Aynı şekilde, holist ve­
teriner ve yazar Allen Schoen (200 1 , 9) , "pet" ve "sahip" kav­
ramları yerine "hayvan yoldaş" ve " insan yoldaş" [animallhu­
man companion] kavramlarını kullandığını belirtir, çünkü ona
göre " iki tür arasındaki karmaşık ilişki, böylesine anlam yüklü
iki sözcükle ifade edilemez " .

HAYVAN BENLl�I V E HAYVAN SERMAYESi

Schoen'in kullandığı "karmaşık ilişki" tabiri, yoldaş hayvanı ol­


makla peti olmak arasındaki kritik farka dikkat çeker. Bir pet­
le çok karmaşık bir ilişkimiz olamaz. Petlerin varlık sebebi ke-

98
yif vermektir ve sahiplerin payına düşen de yalnızca o turup bu­
nun keyfini çıkarmaktır. Karmaşıklık bu tabloya dahil olmama­
lıdır, olduğu zaman da pet sahipleri genelde tekrar onu tablo­
nun dışına iterler. Araştırmam için görüştüğüm bir adamın de­
diği gibi:

Ben pet sahibiyim. Köpeklerim birer pet. Onların çok gelişkin


düşünce süreçlerine sahip olduklarını sanmıyorum. İçlerinden
biri masraflı bir sağlık sorunuyla karşılaşır ya da hastalanırsa,
onu uyutup yeni bir tane almakta tereddüt etmem.

Adamın, köpekten cinsiyetsiz bir nesneymiş gibi bahsettiği­


ne dikkatinizi çekerim. * Bunun tersine, karmaşık bir ilişki, iliş­
kiyi paylaştığımız diğer varlık hakkında epey bilgi sahibi olma­
mız gerektiği anlamına gelir. Eğer ilişkiyi karmaşık olarak gö­
rürsek, o zaman etkileşimimizde köpeğin ya da kedinin dün­
yayı nasıl gördüğünü ve o dünya içinde nasıl işlev gördüğünü
öğrenmek yönünde bir sorumluluk yüklenmemiz gerekir. Bu
da hayvanların bilmesine ve işlevlerini yürütebilmelerine yar­
dımcı olan zeka ve duygulara sahip olduklarının peşinen ka­
bulünü gerektirir. Bu kabul, hayvanların iletişim kurma , his­
setme ve öğrenme süreçlerine, sağlıklı yaşamak için neye ihti­
yaç duyduklarına ilişkin bir merakı alevlendirmelidir - en azın­
dan bence öyle olması gerekir. Böyle bir merakın getirdiği bilgi,
hayvanlarla tamamen farklı türde bir ilişki üretir.
Bu tip bilgi, "hayvan sermayesi" dediğim şeyi gerektirir. "Ser­
maye" kavramı burada belirli bir sosyal alanda geçerliliği olan
kaynakları ifade eder. İnsanlar belli ortamlarda avantaj edin­
mek için sermayelerini kullanabilirler. Örneğin, en bildik ser­
maye tipi olan ekonomik zenginliğin de dahil olduğu bir liste­
de, emek pazarında avantaj oluşturan vasıf ve bilgilerden olu­
şan insan sermayesi de yer alır (bkz. Becker 1 975) . Pierre Bour­
dieu (1986) kültürel, sembolik ve sosyal sermaye ayrımını ya­
par: Kültürel sermaye, kişinin daha üst sınıflara erişimini sağla­
yan bilgi, alışkanlık ve beğenileri içerir; sembolik sermaye, şeref

(*) Yazar, köpekten İngilizcede nesneler için kullanılan "it" zamiriyle söz edilme­
sini kastediyor - ç. n.

99
ve saygınlığı; sosyal sermaye de sosyal ilişki ağlarını tarif eder.
James Côte ve Charles Levine ( 2002) , eleştirel düşünme yetileri,
bir hedef duygusu ve diğer faillik kapasitelerini kapsayan kimlik
sermayesini eklerler. Farklı sosyal alanlarda farklı sermaye tür­
leri değer kazanır. Sözgelimi iş dünyasında ekonomik ve sosyal
sermaye değerliyken, akademik cemaatte öncelikli olarak kül­
türel sermaye alışverişi vardır. Ben "hayvan sermayesi" terimi­
ni kullanırken, hayvanlarla anlamlı, istismarcı olmayan dostlu­
ğun geliştirilmesini sağlayan kaynakları kastediyorum. Davra­
nış, beslenme, sağlık, tarih, cins özellikleri, eğitim ve hayvan­
ların yaşamlarını zenginleştirebilecek çeşitli şeyler hakkındaki
bilgiyi bu kavrama dahil ediyorum. Keza, hayvanların duygula­
rına, iletişimsel ve bilişsel yetilerine yönelik aktif bir ilgiye da­
yanan yakınlığı da bu kavrama dahil ediyorum. Ayrıca, hayvan
sermayesi bir şeyleri keşfetmeyi bilmek anlamına geliyor. Bu da,
sağlık ve davranış sorunları olduğunda veteriner, eğitici ve dav­
ranışbilimci gibi kaynakların aranıp bulunması demek.
Hayvan sermayesi fikri, bazı insanların hayvanlarla başarılı
ilişkiler kurarken, bazılarının bunda başarısız olmalarının se­
beplerini anlamaya çalıştığım sırada doğdu. Birbiriyle sıkı sıkı­
ya ilişkili iki faktörün bu başarıda etkili olduğu açıkça görülü­
yordu. Bunlardan biri, kişinin, öznel bir varlık ve kendi haya­
tındaki aktif bir katılımcı olarak hayvana olan bağlılığıydı. Hay­
vanlarla ilişkisi başarısızlığa uğrayan kişiler, genelde o hayva­
nı kendi hayatlarının ve benlik algılarının önemli bir parçası
olarak tanımlamayı bırakmış -ya da belki onları asla böyle ta­
nımlamamış- kişilerdi. Başarısız ilişkilerde ortak olan ikinci et­
ken, (hayvanın davranışlarındaki bir sorun veya kendi alerj ile­
ri gibi) herhangi bir sorunla başa çıkmak için uygun kaynak­
ları bulma ve kullanma noktasındaki acizlik ya da başarısızlık­
tı. Örneğin, alerjileri olduğu iddiasıyla kedilerinden vazgeçen
kişiler, genelde alerjileri olduğuna dair kesin bilgiye sahip da­
hi değildiler. Elbette bazı durumlarda yapılacak tek şey hayva­
nı geri vermektir. Ancak, pek çok insan bunu önce bir veteri­
nere, eğitimciye, davranışbilimciye, alerji uzmanına ya da baş­
ka bir kaynağa danışmadan yapıyordu . Bunun tersine, güç bir

1 00
durumu aşabilenler, sonunda o hayvana karşı daha fazla sevgi
duyuyor, bulunabilir kaynaklar hakkında daha fazla bilgiye sa­
hip oluyor, hayvanlarıyla olan ilişkilerinden daha çok haz alı­
yorlardı. Hayvan sermayesi, hayvanlarla daha karmaşık ve do­
layısıyla daha tatminkar bir ilişki yaratmakla kalmaz, aynı za­
manda kişisel deneyimi de zenginleştirir.
Hayvan sermayesinin hayvanları sömürmek için hayvanla­
rı tanımakla hiçbir ilişkisi yoktur; onların sömürüsünü en aza
indirmek için onları tanımaktır. Hayvan yaşamlarının kendine
içkin değerini anlayıp kabullenmektir. Nasıl ki diğer sermaye
çeşitleri bazı insan ilişkilerini olanaklı kılıyorsa, bu da hayvan­
larla niteliksel olarak farklı bir ilişkiyi mümkün kılar. Örneğin,
köpek ve kedilerin çevreyi nasıl algıladıklarını anlamak isteyen
bir kişi, hayvanların çok zeki olmadıklarını düşünen bir kişiye
nazaran, bir köpek ve kediyle farklı türden bir ilişki kuracak­
tır. Hayvan davranışında içgüdünün rolünü anlamak kuşkusuz
hayvan sermayesinin bir parçası olsa da , hayvanların birer iç­
güdü yığınından ibaret oldukları inancı, kesinlikle hayvan ser­
mayesi değildir. Bir başka deyişle, hayvan sermayesi, hayvanla­
rın potansiyelini anlamaya çalışmakla elde edilir ve bu süreçte
bizim hayvanlara ilişkin potansiyelimizi zenginleştirir. Bunun
belki en iyi örneğini, Jane Goodall verir ( 1 99 9 , 7 7-78) ; Goo­
dall, araştırdığı şempanzelere yönelik yaklaşımıyla onlara -ve
kendimize- ilişkin bilgilerimizi mutlak biçimde değiştirmiştir:

Doğru , bilimsel veriler toplamak için, soğuk bir nesnelliğin


gerektiği söylenir. Gördüklerinizi doğru biçimde kaydeder ve
her şeyden önemlisi araştırma konularınızla aranızda empa­
ti oluşmasına izin vermezsiniz . Neyse ki Gombe'de geçirdi­
ğim ilk aylarda bunu bilmiyordum. Bu zeki varlıklar hakkında
kavradıklarımın çok büyük bir bölümünü , tam da onlarla böy­
le bir empati kurmuş olmama borçluyum. Bir olayın nedenini
anladıktan sonra, ona ilişkin yorumunuzu dilediğinizce derin
biçimde sınayabilirsiniz.

Goodall'un açıkça ifade ettiği gibi, onun şempanzelerin ya­


şanmış deneyimlerine ilişkin kavrayışı çok daha derindi, çün-

1 01
kü onları anlamayı istiyordu . Zamanının araştırmacılarının
pek çoğunun yaptığı gibi, gözlemlerine başladığında duygula­
rını bir kenara bırakması gerektiğini, ya da şempanzelerin bir
laboratuvarda daha iyi incelenebileceğini düşünmüyordu . Kö­
pek ve kedilerle gündelik hayat koşulları söz konusu olduğun­
da, bu yaklaşım, onlarla ilgili düşünme şeklimizi değiştirebilir.
Şimdi kafanızda uyanabileceğini tahmin ettiğim soruya ge­
çelim.

BU, INSANBIÇIMCILIK DECIL M I?

Evet, ta kendisi. Köpek ve kedilerin benlikleri ve duyguları ol­


duğunu söylediğimde, hayvan davranışını tanımlamak için in�
sanlara ait kavramları kullanıyorum, bu da insanbiçimciliktir.
İnsanlar hayvan davranışlarını tarif etmek için, rekabetçi eko­
nomiden makinelere kadar onlarca kavram ve imge kullanmış­
tır, ama bunlar arasında en ateşli itirazlara yol açanların duygu­
sal ve psikolojik tasvirler olmaları bence çok manidar.6 Yine de
biz insanlar, insanbiçimciliğe başvurmaktan kaçamıyoruz. Ken­
neth Shapiro ( 1997, 294) , bunun yalnızca hayvanları anlamaya
çalışırken yaptığımız bir şey olmadığını söylüyor:

[ H ] er türlü kavrayış insanbiçimcidir [ . ] zira, kısmen, o kav­


. .

rayışın öznesi olan insan araştırıcı tarafından şekillendirilir.


Ö te yandan, bu her türlü deneyime içkin bir bakış açısı veya
"eğilim" olduğundan, bizlerin bilhassa tür sınırını geçtiğimiz­
de maruz kaldığımız, ara sıra olan, duruma özgü bir hata değil­
dir. Bu , bilimin kesinliğe ulaşmasını, dolayısıyla pozitivist bir
felsefeyi desteklemesini engelleyen bir sorundur.

Herhangi bir fenomeni anlamaya ve tanımlamaya yönelik


her türlü insan girişimi insanın bakış açısından gerçekleşece­
ği için , insanbiçimcilik yalnızca hayvanların tasvirine özgü bir
"sorun" değildir. Bu , dilin yol açtığı bir sonuçtur. Bekoff (2000,
2 1 ) şöyle yazar: "Diğer hayvanların dünyasından söz etmek

6 lnsanbiçimcilikle ilgili ayrıntılı tartışmalar için, bkz. Mitchell vd. 1 997 ve Crist
1 999.

1 02
için, kendi konuştuğumuz dili kullanmak zorundayız. " Elimde
yalnızca insan dili olduğundan, yoldaş köpeklerimin davranı­
şını anlatmak için , "Dolly üzgün görünüyordu" ya da "Skipper
oraya uzanmayı sever" demekten başka seçeneğim yoktur. Her
türlü insanbiçimci düşünceden kaçınmak isteyen biri , bu anla­
tımları kabul edilemez bulacaktır, çünkü Dolly'nin ne hissetti­
ğine ve Skipper'ın neyi sevdiğine dair "elle tutulur" bir kanıtım
yoktur. Tabii ki, "bu tür tasvirlerin meşruiyetini ampirik bir bi­
çimde tesis etmek bilhassa zordur" (Fischer 1 99 1 , 7 1 ) . Ancak,
insanbiçimci dilin kullanımını topyekun reddedersek, onun
yerine ne koyabiliriz? Dolly'yle ilgili tasvirimi, yüz kaslarında­
ki devinimlerin mekanik bir anlatımıyla sınırlarsam, davranışı­
nın gerçekleştiği duruma ilişkin bilincimi dışarda bırakmış olu­
rum. Ayrıca, Dolly'yle sistemli etkileşimim yoluyla edindiğim
diğer bilincimi de dışlamış olurum. Onun, yürüyüşe çıkmaya
hazırlanırken ya da bir kemiği kemirirken, ördekleri kovalar­
ken, karların arasında koşarken vs. yaptığı gibi, mutlu görün­
düğü zamanlara tanık olmuşumdur. Aynı şekilde, Skipper'ın
bariz uyuma isteğine ilişkin tasvirimi davranışçı bir ifadeyle sı­
nırladığımda, yine sistematik etkileşim sayesinde bildiğim şey­
leri dışlamış olurum. Araştırmam sırasında, Skipper'ın uyumak
için çeşitli yerleri denediğine ve sonunda belli bir noktada ka­
rar kıldığına tanık olmuşumdur. Onun orayı sevdiğini söyle­
mek bana mantıklı görünmektedir.
"lnsanbiçimcilik" terimi, çoğunlukla birinin hayvanlarla il­
gili iddialarını çürütmek amacıyla kullanılır. 7 Genelde duygu­
sallığa ve kesinlikten uzak yansıtmalara yönelik imalar barındı­
rır ki şahsen ben de bunlardan kaçınmak gerektiğini düşünüyo­
rum. Öte yandan, "yegane iki seçeneğin, insanbiçimciliğin sınır­
sız kullanımı ya da tamamen safdışı bırakılması" (Bekoff 2002,
49-50) olduğu bir durum söz konusu değildir. Bu ikisi arasında
bir orta yol bulmak, hayvanlarla bilgiye dayalı ve sistematik bir

7 Nitekim, kimileri Goodall'un empatisini bile "biraz insanbiçimci" olduğu ge­


rekçesiyle reddetmişlerdir Qasper ve Nelkin 1 992, 199, n. 10) zira Goodall şem­
panzeleri dostları olarak tanımlar. DNA'lanmızın %98'inden fazlasını paylaştı­
ğımız bir türün üyeleriyle dostluk kurma kabiliyeti bana hiç de ters gelmiyor.

1 03
etkileşim kurmayı ve onları gözlemlemeyi gerektirir. Böyle bir
yaklaşım, zamanla, "eleştirel" ve "yorumlayıcı" bir insanbiçim­
ciliği mümkün kılar (Fischer 1 99 1 ; Burghardt 1998) . Eleştirel
insanbiçimcilik, Verstehen perspektifinin insan yaşamında ya­
kalamaya çalıştığı şeyi, yani eylemin anlamlı, öznel unsurlarına
ışık tutmayı, hayvan yaşamının kavranmasında yapmaya çalışır.
Bu da, hayvanlara dair saptamaları " türün doğal tarihine, algıla­
ma ve öğrenme yetilerine , fizyolojisine, sinir sistemine ve şah­
si geçmişine ilişkin bilgimize" dayandırmamızı gerektirir (Bur­
ghardt 1998, 72) . Örneğin, kedilerle ya da belli bir kediyle ilgili
bilgilerim ışığında, bir kedinin ne zaman korkmuş ya da halin­
den memnun olduğu konusunda güvenilir değerlendirmeler ya­
pabilirim. Kediler gözle görülebilir beden dili kullanırlar ve bir
süre buna dikkatini veren herhangi biri, açılmış gözlerin ve ge­
riye yatırılmış kulakların korku işareti olduğunu anlamaya baş­
lar. Eğer saptamalarımı normal davranışa ilişkin bilgime dayan­
dırırsam, bunları tarif etmek için insanbiçimci dili güvenle kul­
lanabilirim. Doğrusu başka seçeneğim de yoktur. Kedinin kor­
ku deneyiminin benimkiyle aynı olup olmadığını bilemesem de,
bunu "korku" diye adlandırmam meşrudur.
Shapiro ( 1 990, 1997) , hayvanları anlamanın en iyi yolunun,
beden sahibi varlıklar oldukları bilgisiyle yola çıkıp, buna sos­
yal inşa ve tarih boyutlarını ilave etmek olduğunu söyler. Örne­
ğin, Shapiro , köpeği Sabaka'nın oyun oynamayı başlatmak için
neler yaptığını anlatır:

Ona oyun odamızda, içine her türlü nesneyi koyduğumuz bir


kova vermiştik: Kullanılmayan çoraplar, bir ayakkabının üst
yarım parçası, lastik bir karpuz , patlamış tenis topları ve plas­
tik bir kemik. Sabaka, mesela eski bir çorabı kovanın içinden
çekip cilveli cilveli yanımıza yaklaşarak, birimizle oyun başla­
tabilirdi. Veya biz ya da sık sık ziyarete gelen iki komşumuzun
köpeklerinden biri de, aynı şekilde bir çorap kapıp ona yakla­
şabilirdi. (Shapiro 1 990, 186)

Burada insanbiçimci görünen hiçbir şey yok. Shapiro oyun


rutinini anlatmaya devam eder:

1 04
Alışıldığı üzere, oyun alanı, onun altına sığabildiği ama benim
(en azından kendimi yaralamadan) sığamadığını bir kanape­
den ve hepsi de oyun odasında bulunan engellerin, saklan­
ma yerlerinin ve girilmez yerlerin çeşitli kombinasyonların­
dan oluşan mobilyalardan ibaretti. Oyun zaman zaman mer­
divenleri çevreleyen koridora taşıp sonra tekrar oyun odası­
na dönerdi.

Shapiro , ilk bakışta "bu faaliyetin pek de sözünü etmeye de­


ğer görünmeyen, basit bir kaçma ve kovalama oyunu olduğu­
nu " kabul ediyor (Shapiro 1990, 1 86) . Öte yandan, biraz da­
ha düşünüldüğünde, "davet ritüeli"nden "oyunu sona erdiren
koşullar"a kadar, "her şey son derece giriftti ve buna rağmen
her iki oyuncu tarafından da kolayca sürdürülüyordu . Oyuna
dışardan bakanlarda ara verildiği izlenimi uyandırabilecek du­
ruşlar, aldatıcı hamleler ve hileler, tamamlanmayan devinim­
ler, daha da incelikliydi. " Shapiro'ya göre, kendisi bu oyunu sa­
dece dışardan göründüğü kadarıyla, basit sözcüklerle anlatabi­
lir, ama o zaman yaşanan olayın hakkı verilmemiş olur. Shapi­
ro , Sabaka'nın bedensel deneyimini anlaması sayesinde onun
niyetlerini okumaktadır, aynı şey Sabaka için de geçerlidir.
Shapiro bizi, rakibinin hareketlerini izleyerek bir sonraki vuru­
şunu hesaplayan bir tenisçiyi düşünmeye davet eder. 8 Bir son­
raki vuruşu hesaplama unsurunu dışarda bırakıp, yalnızca ra­
kibin hareketlerine odaklanırsanız, bu , başka bir bedenin hare­
ketlerini nasıl anladığımıza ilişkin bir enstantane sunar. Aslın­
da bu gerçek anlamda bir enstantanedir, zira böyle bir odaklan­
mayı ancak birkaç saniyeliğine sürdürebiliriz. Yine de bu sani­
yeler, bir hayvanın ne yaşadığını anlamamız için yeterlidir - o
hayvanın neler yapabileceği ve onun için neyin önemli oldu­
ğu üzerine düşünmemiz koşuluyla. Shapiro örneğinde, meka­
nın dayattığı sınırlar, kanape, eşyalar ve oyundaki diğer beden
(Shapiro) , Sabaka'nın deneyimini şekillendirir. Köpeğin, örne­
ğin Shapiro'nun kanapenin altına sığamayacağını bilememe-
8 Burada, tenis öğrenme yönündeki feci girişimimi anımsadıklarında kuşkusuz
bu örneği neden kullandığımı sorgulayacak olan ailemin hoşgörüsüne sığını­
yorum. Bu örneğin bana değil Shapiro'ya ait olduğunu vurgulamak isterim.

1 05
si bakımından, bu bilinçli bir şekillendirme değildir. Öte yan­
dan, kanapenin altında olmak "güvenli" olması nedeniyle Saba­
ka için anlamlıdır. Beden sahibi varlıklar olarak hepimiz ben­
zer fiziki güvenlik ve gizlenme deneyimleri yaşarız, kuşkusuz
bu yalnızca insanlara özgü bir durum değildir.
Bu tür bir bilgi, üç kısımlı yöntemin diğer bileşenleriyle bir­
likte ele alındığında en iyi sonucu verir: Sosyal inşa ve tarih. Bu
örnekte , sosyal inşa , "köpek" (buna "kedi"yi de ekleyebiliriz)
türünün bir üyesi, bir "hayvan" , bir "pet" olarak Sabaka'yı ku­
şatan çeşitli söylemleri ifade eder. Birinci bölümde öne sürdü­
ğüm gibi, hayvanlarla olan karşılıklı etkileşimimiz çeşitli önka­
bullerin etkisi altında gerçekleşir. Örneğin, "kedi" ve "köpek"
nedir? İnsan müdahalesinden bağımsız yaşamak için yaratılmış
vahşi yaratıklar mı? Sevimli peluş oyuncakların canlı çeşitle­
meleri mi? Yoksa stresi azaltabilen ve genelde yaşam sevincini
artıran sevgi dolu, sadık dostlar mı? Bu imgelerin tümü -ve pek
çok başkası- zihnimizde mevcuttur. Hepimiz hayvanlarla bire
bir etkileşimimizde bunları kullanırız. Bir hayvanın yaşantısını
anlamaya başlamak için, kullandığımız bu imgelerin varlığını
kabullenmek ve onları değerlendirmek zorundayız. Hayvanla­
ra ilişkin bilimsel incelemeleri ele alırken de aynı durum geçer­
lidir. Bunlar da sosyal inşadan muaf değildir. Örneğin bilişsel
etoloji, hayvanların bilincini ve çok yönlülüğünü öne çıkarışıy­
la (Allen ve Beckoff) , hayvanlara ilişkin sosyal inşalardan birini
ortaya koyar; davranışçı bakış açısı, hayvanın bir kara kutudan
ibaret olduğu bir diğer bakış açısını gösterir.
Hayvanların zihinlerinde neler olup bittiğini anlama yönün­
deki çabalarımız, sosyal inşanın yanı sıra, o hayvanın geçmişi­
ne ilişkin bilgiyi de içermek durumundadır. Nasıl ki diğer in­
sanlarla olan etkileşimimizde o kişinin (ve belki o kişinin üye­
si bulunduğu daha geniş sosyal grubun) dahil olduğu önemli
olayları hesaba katmak zorundaysak, aynı durum hayvanlarla
olan etkileşimimiz için de geçerlidir. Örneğin, Skipper'ın sokak
köpeği olarak barınağa alındığını ve ben onu sahiplenmeden
önce en az iki barınakta birkaç ay kalmış olduğunu öğrenmem,
onu anlamam açısından faydalı oldu. Bu hikaye, birlikte geçir-

1 06
diğimiz ilk günlerde sergiledikleri başta olmak üzere onun ba­
zı davranışlarını anlamama yardımcı oldu . Ayrıca bu bilgi saye­
sinde, onun kısmen bir sürü köpeği olduğunu, dolayısıyla bel­
li davranışlara eğilimli olduğunu unutmuyorum. Benzer şekil­
de, kedilerimizden birinin neden eve bir yabancı geldiğinde ka­
çıp saklandığını anlamaya çalışırken, bir yabani kedi kolonisin­
de doğduğunu ve yaklaşık altı aylık olana kadar insanlarla te­
mas kurmamış olduğunu bilmem işe yarıyor.
Tek tek hayvanların geçmiş hikayelerinden yararlanacağı­
mız zaman, çok ihtiyatlı olmak gerekiyor. Shapiro durumu ga­
yet güzel ifade etmiş:

Bireyin tarihinin öneminin teslim edilmesi, herhangi bir araş­


tırmanın bulgularının evrensellik statüsünü zayıflatma gibi
bir sonuç doğurur. Eğer bireysel tarihin önemini fazla ciddiye
alırsak, köpeğin özündeki köpekliği irdelediğimiz iddiasında
bulunamayız. (Shapiro 1 990, 194)

Her ne kadar tek tek kedi ve köpeklere ilişkin iddiaları ge­


nelleyemesem de, aynı şey, diğer insanlara ilişkin iddialar için
geçerlidir. Öte yandan, bir başkasının ne düşündüğüne ya da
ne hissettiğine dair, bilgi açığını inançla kapatmamıza yete­
cek kadar emin olduğumuz bir nokta vardır. Bu nokta genel­
de, açıklamadaki bir sıradışılıktan ziyade, davranışlardaki or­
tak bir noktanın göstergesidir. Örneğin sosyal psikolojide, baş­
ka pek çok alanda olduğu gibi, eğer birçok gözlemci bir feno­
men hakkında aynı yorumu getirirse, o zaman bilim insanla­
rı söz konusu fenomenin yapısından kaynaklanan bir şeyin tu­
tarlı yorumlar ortaya çıkardığı sonucuna varırlar. Bir başka de­
yişle, yorumların tutarlılığı gözlemlenen şeyin yapısından kay­
naklanmış olsa gerektir. Yakın zamanda yapılan bir deneyde ,
köpekgillerin davranışlarına dair yorumlara bakılarak b u du­
rum test edilmeye çalışıldı. İnsanlar insanbiçimci tasvirleri ne
ölçüde kullanıyorlardı ve bu tasvirler farklı araştırma nesnele­
rinde ne ölçüde tutarlılık gösteriyordu? Bu soruları yanıtlamak
için, insanlara önce köpekler ile velileri arasındaki etkileşimi
gösteren filmler izletildi, sonra olup bitenleri köpeğe odakla-

1 07
narak anlatmaları istendi. Bu anlatımlarda en çok psikolojik ta­
nımlar kullanıldı ve "kullandıkları insanbiçimci tanımların an­
lamları konusunda katılımcılar arasında kayda değer bir uzlaş­
ma vardı" (Morris vd . 2000 , 162) . Bir diğer deyişle, köpekle­
rin davranışındaki bir şey psikolojik tanımları telkin ediyordu.
Bu tanımlar temelsiz , duygusal insanbiçimcilikten kaynaklan­
mıyordu. İnsan davranışları incelenirken, bu tür bulgular "in­
san eylemlerinin ve duruşlarının yapısında , farklı niyetlere ve
duygulara özgü bir şey olduğuna" kanıt teşkil eder (Morris vd.
2000, 1 62) . Ben aynı şeyin hayvanlar için de geçerli olduğunu
savunuyorum.

Duygusal İnsanbiçimcilik

Eleştirel insanbiçimciliğin tersine, insanlar sık sık yeterli daya­


nakları olmadığı halde hayvanlara fikirler ve tercihler atfeder­
ler. Örneğin, pek çok insanın, bir barınaktan hayvan edindiği­
nizde hayvanların kurtarıldıklarını "bildikleri"ni ve hayatları­
nın kalan kısmında bundan dolayı size "minnettarlık" duyduk­
larını iddia ettiğini duydum. Bir kedi ya da köpeğin kurtarıldı­
ğını anlayabilmesi için, kaybolma ya da terk edilme deneyim­
lerine karşılık gelecek kavramlara sahip olması gerekir. Bunlar
insanlara ait kavramlardır. Bir köpek elbette (insan) sürüsün­
den ayrılınca korku ya da şaşkınlık deneyimi yaşar; kaybolup
barınakta bir-iki gün kaldıktan sonra velilerini gördüklerinde
heyecanlanan köpekler görmüşümdür. Ancak, köpeklerin "ka­
yıp " , "terk edilme," ya da "kurtarılma" gibi kavramları anladık­
larına dair herhangi bir kanıt gösteremem. Dahası, barınaktan
alınmış bir sokak köpeğinin, motivasyonu ve fırsatı olduğunda,
yeni evini terk edip gitme olasılığı herhangi bir köpekten daha
az değildir. "Minnettarlık" konusunda durum budur.
Eleştirel olmayan , duygusal insanbiçimcilik, hayvanların
gerçekliklerini onların koşulları açısından anlama çabasını
engellediği zaman zararlı olmaya başlar. Örneğin, barınaktan
kurtarılan hayvanların size sonsuza dek minnettar kalacağı id­
diası, hayvan davranışından ziyade, bunu söyleyen insanın

1 08
bir hayvanla ilişkisinden ne beklediğini ortaya koyar. Bu kişi
bir hayvanı kurtardığı için teşekkür beklemektedir; bu sözle­
ri duyduğumda, bir kedi ya da köpek minnetini nasıl olup da
uygun biçimde ifade edebilir diye düşünürüm. Köpekler konu
olduğunda, buna verilecek muhtemel yanıtlardan biri, yaygın,
duygusal bir insanbiçimci yakıştırma olan "sadakat" tir - " tek
kişinin köpeği" anlayışı da bunun ürünüdür. Bir köpeğin bel­
li bir kişiyle olan bağını açıklamak için cazip bir gerekçedir bu
ve zaman zaman benim bile doğruluğuna inanasım gelir. Skip­
per başka insanların değil, benim sözümü dinler ve ona adıy­
la seslendiğimde derhal koşarak yanıma geldiğinde dünyalar
benim olur. Öte yandan, onu evime almadan önce bir süre so­
kak köpeği olarak yaşamış olduğundan, ilk ve tek insan yol­
daşının ben olmadığımı biliyorum. Bu ilişkiyi birlikte kurduk
- zamanla, tutarlılıkla ve ödüllerle. Her ne kadar bunun ter­
sini düşünmek istesem de, biliyorum ki başıma bir şey gelse
Skipper başka birine bağlanabilir. Perin, bu durumu çok gü­
zel açıklamış:

Açıkçası , köpekler herhangi birimize "mutlak biçimde sa­


dık" olacak yaradılışta değildirler. Bu bizim kuruntumuzdur.
Köpekler, yeni bir aileye kolayca uyum sağladıkları ya da bir
damla gözyaşı dökmeden çekip gittikleri her seferinde, bizim
"sadakat" tanımımızın onlara ait olmadığını söylemektedirler.
"Tek kişinin köpeği" bize ait bir mittir (köpek düşmanlarının
sık sık dile getirdikleri bir gözlemdir bu) . Bunlar, köpeğin bi­
zimle ilişkisini tanımlayan beşeri kavramlardır. Bunlar kültü­
rel tasavvurlardır. (Perin 198 1 , 80-8 1 ; vurgu özgün metinde)

"Tek kişinin köpeği" kavramıyla düşünmek yerine, köpekle­


rin diğer varlıklarla nasıl bağ kurduklarını anlamak daha iyi bir
yöntemdir. Köpeklerin, hiyerarşileri ve lider tasavvurunu " kav­
radıklarını" söylemek duygusal insanbiçimcilik değildir. Keza,
onların pekiştirmeyle, kendilerine ödül getireceğini anladıkları
şeyleri yapa yapa öğrendiklerini söylemek de. Kuşkusuz bunla­
rı söylemek için insan dilini kullanmak zorundayım, ama söy­
lediklerim sadece bir yansıtmadan ibaret değildir.

1 09
Duygusal insanbiçimcilik, hayvanlara hizmet etmemesi bir
yana, çoğunlukla onlara zarar da verir. " Sevimlilikleri" yüzün­
den yavru ya da küçük cüsseli hayvanların ihtiyaçlarının ve ve­
li olmanın sorumluluğunun tamamen göz ardı edilmesine yol
açan yavru köpek ve kediler bundan sık sık zarar görürler. İn­
sani vasıfların hayvanlara aynen yansıtılması, dişleme, tuvalet
terbiyesi, eğitim ve daha pek çok gerçekliğin görmezlikten ge­
linmesine neden olur. Buna sık sık maruz kalan -bunun "kur­
banı olan" demek daha doğru olur- türlerden biri de tavşandır.
Köpeklerin ve kedilerin davranışlarına ilişkin çok az şey bildi­
ğimiz bir gerçekken, pek çok insan tavşanlar hakkında o kada­
rını bile bilmez. Sonuçta, cinsel erişkinliğe ulaşıp sevimli oyun­
caklar olmaktan çıkarak "gerçek" hayvanlar haline geldiklerin­
de, çoğu insan onlarla ilgilenmemeye başlar ya da onları barı­
naklara teslim eder. Tavşan için daha da tehlikeli olan durum,
insanların evcil bir tavşanı, yabani akrabalarından farksız oldu­
ğu yanılgısıyla, rasgele bir yere salıvermeleridir. Bu, hayvanla­
rın yaşamlarını onlar açısından kavramayı başaramamanın yol
açtığı zararın bir başka örneğidir. lnsanbiçimci yansıtma, hay­
vanların "aslında" nasıl olmaları gerektiğine dair, genelde "do­
ğal" ve "özgür" imgelerinin bir bileşimi olan romantikleştiril­
miş bir imge ürettiğinde epey zararlı olabilir. Bu yoruma gö­
re, kedi ve köpekler, modern, kentleşmiş, teknolojik dünyanın
tam zıttıdır. Barınakta sık sık, insanların "keşke bir çiftliğim ol­
saydı, hepsine yaşayacakları bir yer sağlayabilirdim" sözleriy­
le bunu dile getirdiklerini duydum. Bu, köpeklerin tüm ihtiya­
cının koşturabilecekleri bir yer olduğu ve kedilerin dışarı çık­
malarının şart olduğu inancının yansımasıdır. Oysa tam tersi­
ne, köpeklerin çoğu, genelde insan sürüleriyle -onlar neredey­
se orada- vakit geçirmeyi tercih ederler; evde yaşayan kedilerin
de daha uzun ve sağlıklı bir hayatları olur. Hayvanların "doğal"
ve "özgür" imajlarının yarattığı en kötü sonuç, çok sayıdaki is­
tenmeyen yavrudur. Barınağın "müdavim kaçak"larından olan
ve tekrar tekrar sokakta bulunup getirilen kısırlaştırılmamış bir
erkek köpeğin sahibi olan adamın davranışı, romantik insan­
biçimciliğin tipik bir örneğidir. Bu adam, köpeğinin kaçıp git-

110
me isteğini azaltacağı halde onu kısırlaştırmaya yanaşmıyordu .
Bunu önerdiğinizde bile, size dehşetle bakıp, "Bir köpeğe bunu
asla yapmam. Hayvan kimliğini şaşırır," diyordu .

Hayvan sermayesi kavramı, hayvanları pek çok bakımdan biz­


ler gibi resmettiği için insanbiçimcidir. Bilhassa, hayvanların
düşünceleri ve duyguları olduğunu, genelde bizlerin anlayabi­
leceği ve paylaşabileceği yollarla iletişim kurduklarını varsayar.
Ayrıca, hayvanların benlikleri olduğunu kabul eder. Hayvan
sermayesi kavramı insanbiçimcidir ama insanmerkezci değildir.
İşbirliğinin mümkün olduğu fikriyle, insanın hayvan üzerinde­
ki tahakkümü ideoloj isine meydan okur. Kimileri, buna karşı
çıkarak, Tester'ın yaptığı gibi ( 1 992) , hayvanlarla anlamlı iliş­
kiler kurmanın imkansız olduğunu , çünkü hayvanların hem
insanlara tabi kılınmış, hem de bu ilişkiyle ilgili görüşlerini ifa­
de edebilmekten aciz olduklarını savunacaktır. Öte yandan, in­
sanların ve hayvanların, sadece insanlar tarafından belirlenme­
miş koşullarda iletişim kurmayı öğrenebildiklerine ilişkin bul­
gular gitgide artmaktadır. Şurası kesin ki, bizler hayvan serma­
yesini tüm hayvanlar ve tüm türler için kullanmıyoruz. Bir ev­
cil köpeği eğitmek için kaba güç kullanma fikrine tepki duyan
pek çok insan, yumurta üretmeleri için büyük acılar çektirilen
tavukların ürünlerini yemekte tereddüt etmez. Hayvanlara yö­
nelik tavırlar hala büyük çeşitlilik göstermektedir ve çelişkiler­
le yüklüdür (bkz. Kellert 1 994; Arluke ve Sanders 1 996) . Bazı
türler insanların evlerinde rahat hayatlar sürerken, çoğunluğu
hala yiyecek, kürk, eğlence, spor ve araştırma adına sömürül­
mekte ve eziyet görmektedir.
Bu ve bir önceki bölümde, kaba hatlarıyla da olsa, insanların
hayvanlara yönelik tutumundaki belli başlı gelişmelerin altını
çizdim. Şimdi bu tartışmayı kısaca özetleyeyim. Eski insan top­
lumları, doğa üzerindeki hükümranlıklarını haklı çıkarmak için,
bizleri hayvanlardan ayıran bir sınır yaratarak onu dayattılar. Bu
iş için hayli donanımsız olan biz insanlara hükümranlığa ulaş­
makta yardımcı olan hayvanlar, söz konusu sınırın "geçiş nokta-

111
larında" özel bir konuma yerleştiler. Batı tarihinin büyük bir kıs­
mında hayvanların statüsü, ortaya atılan kavramlarla aklın anla­
mı, hukukun kapsam alanı ve kölelik meselesi de dahil bir çağın
en çok öne çıkan ahlaki sorularını yansıtan, hararetli tartışmala­
ra konu oldu . Hayvanlar ekonomik gereksinim olmaktan uzak­
laştıkça ve doğa bir tehdit olmaktan çıktıkça, bazı insan grupla­
rı içindeki köpek ve kedilerin varlığı "pet" kavramıyla meşru­
laştırıldı. tık zamanlarda pet beslemek, esas olarak, hayvanlar­
la ilişkileri yüzünden eleştirilmekten konumlan sayesinde koru­
nan seçkin sınıflara mahsustu. Hayvanların sosyal sınıf gösterge­
leri olarak işlev gördüğünü destekleyen bulgular olmakla birlik­
te, pet besleyiciliği gitgide demokratikleşti. Günümüzde hayvan­
larla olan benzerliklerimizi fark etmeye başlayan insanların sayı­
sının artmasıyla birlikte, her ne kadar hukuk onlara farklı bir rol
biçse de, bazı insanlar hayvanlarla ilişkilerini yoldaşlık olarak ni­
telendirmektedir. Yoldaş hayvan ile velisi arasındaki ilişki, tari­
hin başka bir döneminde ortaya çıkamazdı. Bu ilişkinin bir daya­
nağı, hayvanların bilişsel yetilere, duygulara ve diğer benlik bile­
şenlerine sahip canlılar olarak tasvir edilmesidir. Bir diğer daya­
nak noktası, bilgi, beceri, kaynaklara erişim ve hayvanların esen­
liğine yönelik motive edici bir ilgiden oluşan hayvan sermayesi­
nin birikimi ve değiş-tokuşudur. Bunun temelinde de, hayvanla­
rın, etkileşimin düşünebilen, duyarlı katılımcıları olduğu görü­
şü yatmaktadır. Hayvanlar sermaye olduklan sürece, burada kul­
landığını anlamıyla hayvan sermayesine sahip olamazdık. Her ne
kadar insanlar ile hayvanlar arasındaki yakınlığın bireysel örnek­
lerinin var olduğu kuşku götürmese de, yakın zamana dek, kö­
pek ve kedileri pet değil de yoldaş hayvan olarak görmek, insan­
hayvan arasındaki sınır karşısında büyük bir tehdit oluşturuyor­
du . Nasıl ki pet, ancak koşullar bazı insanları hayvanlarla ilişki
kurmanın utancından koruduğunda mümkün hale geldiyse, ay­
nı şekilde yoldaş hayvan da ancak bizim diğer türlerle olan de­
vamlılığımızı ve onlara karşı sorumluluğumuzu kabullenmeye
başlamamızla mümkün olmuştur.

112
4
HAYVANLAR! SEYRETMEK I BENLİGE BAKIŞ

Belki de benliği büsbütün yanlış yerlerde, yanlış yüzlerde

arıyoruzdur.

- MARK BEKOFF (2002, 98)

Diğer türlerle aramızdaki devamlılığın en çok itirazla karşıla­


nan içerimlerinden biri, hayvanların benlik sahibi olması fik­
ridir. Ben hayvanların, kendi benliklerini etkileşime taşımak
suretiyle, kimliklerimizin şekillenmesine yardımcı oldukları­
m savunuyorum. Hayvanlarla yaşayan çoğu insanın bildiği gi­

bi, hayvan benliği uzun süreli insan-hayvan ilişkilerinde ortaya


çıkar. Ancak, barınaktaki evsiz hayvanları ziyaret eden insan­
lar arasında gözlemlediğim ilişkilerde olduğu gibi, söz konusu
benlik, en kısa ve geçici etkileşimlerde dahi görülebilir. Sözünü
ettiğim ziyaretçiler, hayvanları evlat edinme niyetiyle barına­
ğa gelenlerden ayrı bir kategori oluşturuyorlar; ikinci grupta­
kilerin hayvanlarla olan etkileşimini bir sonraki bölümde ince­
leyeceğim. Evlat edinme niyetleri olsun olmasın, barınağa ge­
lenler, sahiplendirilen hayvanların bulunduğu bölümlerde ser­
bestçe gezebiliyor, kedi ve köpekleri görebiliyor, onlar hakkın­
daki bilgileri okuyabiliyorlardı. Onca insanın, bu hayvanlardan
hiçbirine yuva sağlamak gibi bir planları olmadığı halde neden

113
evsiz hayvanlara bakmak istedikleri sorusu bende merak uyan­
dırmıştı. Bu sorunun yanıtları, bu kitap boyunca devam edecek
olan -hem insan, hem de insandışı canlılardaki- benlik tartış­
masının kapılarını aralıyor.
lşin özüne inmeden önce, ilkin, insanların barınakta neyle
karşılaştıklarını anlatarak olayın geçtiği sahneyi kurmama izin
verin. Az önce belirttiğim gibi, hayvan sahiplendirilen bölüm­
ler herkese açıktır. Sıradan bir günde , sahiplendirilmeyi bek­
leyen yaklaşık otuz köpek ve altmış kedi olmakla birlikte, ka­
baca mayıstan ekime kadar olan dönemle sınırlayabileceğimiz
"yavru kedi sezonunda" kedilerin sayısı çok daha fazla olabili­
yor. Köpek edindirme bölümlerinde, köpek kafesleri, iki köpe­
ğin ya da bir batında doğmuş yavru köpeklerin bulunabildiği
camekanlı "daireler" ve birden çok köpeğin bulunduğu "oyun
odaları" yer alıyor. Kedilerin bulunduğu kısımda ise, kediler
tek tek kafeslerde kaldığı gibi, birçok "dairede" üç-beş sosyal
kedi birlikte kalabiliyor. Kedi "daireleri" , uyumak ve etrafı iz­
lemek için yapılmış geniş tüneklerin yanı sıra, oyuncaklarla ve
tırmanmak için gerekli teçhizatla donatılmış. Kedilerin sayısı
onlara ayrılan yer sayısını aştığında, köpeklerin "oyun odası"
kediler için kullanılıyor.
Her kafesin üzerinde yer alan tabelada , hayvanın cinsiye­
ti ( tüm hayvanlar kısırlaştırılmış) ; cinsi (ya da hangi cinslerin
kırması olduğuna dair bilimsel bir tahmin) ve hayvanın barına­
ğa hangi yollardan geçerek geldiği (bir başka barınaktan nak­
ledilmiş bir sokak hayvanı mı, yoksa sahibi tarafından bırakıl­
mış bir hayvan mı olduğu) yazılı. Bu tabelalarda hayvanın is­
mi -ya da sokak köpeklerinde , en son bilinen ismi- de yer alı­
yor. Bir hayvanla ilgili bilgi miktarı çok farklılık gösterebiliyor.
Velileri hayvanları barınağa bıraktıklarında, barınak çalışanla­
rı , onlardan temel bilgilerle birlikte , hayvanı neden bıraktıkla­
rına dair bir gerekçe (örneğin taşınma, alerji vb.) bildirmeleri­
ni istiyorlar. En iyi durumda, veli, sahiplenmeye aday olacak
kişinin hayvanın alışkanlıklarını ve tercihlerini öğrenebilme­
si için, hayvanın en sevdiği yiyecek, oyuncak ve faaliyetler gibi
başka ayrıntıları da vermiş oluyor. Ancak pek çok kişi bundan

1 14
çok daha az bilgi veriyor, sokaktan gelen hayvanlar hakkında
da haliyle pek bir bilgi bulunmuyor. Kafes levhalarında aynca,
genelde benim gibi söz konusu kedi ve köpekle yakınlık kur­
muş gönüllülerin el yazısıyla yazdıkları ek bilgiler için de bir
yer oluyor. Bu bölümde, "Araba yolculuğunda çok iyi" , "harika
bir frizbi köpeği" ya da "kulak arkasının okşanmasından hoşla­
nıyor" gibi kısa notlar bulunabiliyor.
Hayvan sahiplenmeye gelen kişi bir hayvanla tanışmak iste­
diğinde, kafes tabelasını danışma masasına götürüyor. Bir hay­
van sahiplendirme danışmanı hayvanı tanıştırma sırasında ta­
beladaki bilgileri kullanıyor ve sahiplendirme gerçekleşmezse,
tabelayı en kısa sürede yeniden kafese koymak üzere bir kutu­
ya atıyor. Ancak yoğun günlerde, " en kısa süre" o kadar kısa ol­
muyor ve sonuçta bazı hayvanların kafeslerinde bir süreliğine
bilgilendirici tabela bulunmayabiliyor.

"YALNIZCA ZiYARET"

Barınak ziyaretçilerinin çoğunluğu, oraya hayvanları sahiplen­


mek için değil, yalnızca gönnek için geliyorlar. Ancak bu, söz
konusu kişilerin hiçbirinin asla hayvan sahiplenmediği anlamı­
na gelmiyor. Sadece, herhangi bir zamanda barınakta gezinen
insanların çoğunun o anda hayvan sahiplenmeye niyetli olma­
dıklarını söylemek istiyorum. Sahiplendirme bölümlerinde ge­
zinenlere yaklaşıp, yardım isteyip istemediklerini sorduğumda,
bana "Hayır, yalnızca ziyarete geldik" diye yanıt veriyorlardı;
annemle birlikte bir şey almaya hiç niyetimiz olmadan mağa­
zalara amaçsızca girip çıkarken, annemin, tıpkı onlar gibi, "ha­
yır teşekkürler, sadece bakıyorduk" dediğini anımsarım. Sonuç
olarak, bu iletişim kategorisini "yalnızca ziyaret" , söz konusu
kişileri de "ziyaretçiler" diye adlandıracağım.
Pek çok ziyaretçi, hayvanları görmeye çocuklarını da getiri­
yordu ve bunların barınak ziyaretleri, daha çok hayvanat bah­
çesine gitmeye benzer bir biçimde, planlanmış bir gezintiydi.
Barınak, pek çok çocuğun evsiz hayvanlar kavramıyla ilk kez
karşılaştığı yerdi. Tipik bir tanışma esnasında, kafesteki köpek

115
ve kedilerle beni aynı anda gören bir çocuk, hayvanların bana
ait olduklarını düşünürdü . "Bu hayvanların hepsini nereden al­
dın?" diye soruyorlardı bana. Onlara "Yaşayacak başka yerle­
ri olmadığından buraya geldiler, biz de yeni aileler bulana ka­
dar onlara bakıyoruz" diye cevap veriyordum. Bu cevabım, gi­
dişatına pek çok ebeveynin aşina olduğu , "neden? " diye baş­
layan sorular silsilesini getiriyordu : N eden evleri yok? Neden
hep burada kalamıyorlar? Neden bizimle kalamıyorlar? Neden
kafeslerde durmaları gerekiyor? Çocuklu ya da çocuksuz bazı
ziyaretçiler, bazı hayvanlara dokunmak ya da kucaklarına alıp
onlarla kafes dışında vakit geçirmek istiyordu. Pek çoğunun evi
zaten hayvanlarla doluydu . Yine de bakmaya geliyorlardı. Ba­
zıları, çok sık uğradıklarından artık isimlerini öğrenmeye baş­
ladığım "müdavimler" di. Bazı ziyaretçiler, özel bir sevgi besle­
dikleri hayvanların, bilhassa da yuva bulmakta zorlananların
durumunu kontrol etmek için geliyordu.
Barınakta gönüllü olarak çalışmaya ilk başladığımda, hay­
vanları sahiplenenler ile sadece ziyaret edenler arasındaki sa­
yı farkı beni şaşırtmıştı. Hayvan barınaklarında çalışanların en
çok kafa yorduğu soru, "ziyaretçilerin" hayvan sahiplenmesini
sağlamak için ne yapmak gerektiği sorusudur. Neredeyse her
saniye, köpek-kedi sahiplendirme bölümlerinde "yalnızca zi­
yaret" amacıyla gezinen onlarca insan olur. Aynı şekilde, Ge­
zici Hayvan Sahiplendirme Birimi'ne ayak basan ziyaretçilerin
yalnızca %2'si hayvan sahipleniyor. Sonuçta insanlar elbette
hayvanları sahipleniyorlar; bu kararı bir sonraki bölümde ana­
liz edeceğim. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, çoğu in­
sanın hayvanları yalnızca "ziyaret etmek" istemesi ki, bunun
bir etkinlik olarak nasıl bir cazibe ve anlam taşıdığı, sorgulan­
maya değer.

OLASI BENLiKLER

Hayvanlara bakmayı daha önce mağaza vitrinlerine bakmaya


benzetmiş olduğum için, bu kıyaslamanın içerimleri üzerinden
devam edeceğim. john Gagnon'un savunduğu gibi ( 1 992) , vit-

1 16
rin bakmak insana hayal kurma fırsatı sunar.1 Mağaza vitrinle­
rinin amacı, tıpkı reklamlar gibi, arzu üretmektir. Sergilenen
mallara bakarak, onlara sahip olsak nasıl olacağımıza dair ha­
yaller kurabiliriz. Şu kırmızı kazağı giysem nasıl olurdum aca­
ba ? Ya şu şapka? Şu araba bende olsaydı ? Partide şu ayakkabılan
giysem harika olmaz mıydı ? Vitrindeki mal, olası farklı benlik­
leri düşündürür. Bir restoranın yanından geçerken, bir bakıma
"vitrinde" yemek yiyip içki içen müşterileri gördüğümüzde de,
benzer bir deneyim yaşarız. Orada oturup şunu yemek nasıl olur­
du? Şunlara bak, nasıl da keyifle margaritalannı yudumluyorlar.
Ben de yapmak istiyorum. Tıpkı vitrin bakmak gibi, hayvanla­
ra bakmak da yeni benlik fırsatları ve olasılıkları sunar. Eskiden
baktığım cocker spaniel'i hatırlıyor musun ? Yeniden bir köpeğim
olsa nasıl olurdu ? Şu köpek bende olsa nasıl olurdu acaba ? Ya şu
yavru kediler? Siyah bir kedim olsa nasıl olurdu ?
Ziyaretçiler çoğu zaman çiftler ya da gruplar halinde geliyor,
hayvanlara bakmaktan çok birbirleriyle konuşarak vakit harcı­
yorlardı; bu durum, barınak ziyaretçilerinin davranışlarını ko­
nu alan başka araştırmalarda da dile getirilmiştir (bkz. Wells
ve Hepper 200 1 ) . Bu, hayvanların Birinci Bölüm'de ele aldığım
gibi "sosyalleşmeyi kolaylaştıran" varlıklar olarak hizmet gör­
melerinin bir diğer yoludur. Sahiplendirme bölümünde edilen
sohbetler, aşağıdaki kısa alıntıların da ortaya koyduğu gibi, bu
kişilerin olası benlikleri uzun uzun "üzerlerinde denedikleri­
ni" gösteriyor:

Şöyle bir köpeğim olsaydı, yeniden koşuya başlamam gere­


kirdi.

Asla uzun tüylü bir köpeğim olamaz. O tüyleri süpürmek zo­


runda kaldığımı düşünemiyorum.

Gagnon'un argümanı, vitrinlerin ve perakende mağazaların icat edildiği dö­


nem olan 19. yüzyılda, zihinsel hayatı ve dolayısıyla benliği etkileyen mad­
di değişimlerle ilgilidir. Gagnon, ayrıca, benlikte gerçekleşen "iç konuşmalar"ı
artıran etkenler olarak, tren yolculuğu, fotoğraf, okur-yazarlığın ve seri üretil­
miş okuma malzemelerinin artması gibi olguları ele alır.

117
Çocukken aynı bunun gibi bir kedimiz vardı. Kendi evim
olunca yine kedi alacağım.

Toby'ye baktığımız zamanı anımsıyor musun ? Bu köpek aynı


ona benziyor. Bu da yüzmeyi seviyor mu acaba?

Hayvan sahiplenmeyi düşünmeden barınakta gezinmenin


cazibesi, en azından kısmen, tıpkı alışverişe çıkmak ya da sine­
maya gitmek gibi, kişiyi o sıradaki kimliğinden uzaklaştırarak
geçici bir kaçış fırsatı sunmasına dayanır.
Ziyaretçilerin yalnızca hayvanla ilişkili potansiyel benlikleri
"üzerlerinde denemek" niyetinde oldukları, sırf ziyaretle yetin­
meleri konusundaki sorumluluğu üzerlerinden atan ifadeleri
ışığında gitgide daha kesin hale geliyordu: "Hayvan alacak du­
rumda değilim ama ziyaret etmem şarttı" ; "Eve bir hayvan daha
götürürsem kocam beni öldürür" . Sosyopsikolojik açıdan yo­
rumlandığında, bu tür ifadelere başvurulması, onları kullanan
kişinin, davranışının ayıp karşılanma ihtimalini önceden teslim
ettiğini gösterir (bkz. Hewitt ve Stokes 1975) . Kişinin sorumlu­
luğu en başından üzerinden atmasına yarayan ifadeler, birinin
yapması ya da söylemesi muhtemel olumsuz bir şeyi en baştan
savuşturmaya yarar. "Bu soru size aptalca gelebilir ama . . . " ya da
"Yanlış anlamayın ama . . . " gibi cümleler bu tür ifadelerdendir.
Cümleye bunları katmakla, yanlış anlaşılma riskimiz olduğunu
kabul eder ve işi en başından düzeltmeyi deneriz. İnsanlar evsiz
hayvanlara bakarak "Zaten üç kedim var. Bir tane daha besle­
meye gücüm yetmez" dediklerinde, bilirler ki bazı insanlar, on­
ların hayvan sahipleneceklerine dair haklı bir umut veya bek­
lenti taşıyor olabilirler. Ziyaretçiler, potansiyel sahiplenici ola­
rak görülmekten kaçınmak için, davranışlarının sorumluluğu­
nu üzerlerinden atarlar. Bu tür ifadeleri kullanmaları, kimseyi
yanıltmak niyetinde olmadıklarını gösterir. Sorumluluğu baş­
tan üzerlerinden atınca, duruma ilişkin anlattıklarının "gerçek"
olduğu anlamı çıkar. Niyetlerinin eve bir hayvanla dönmek de­
ğil, yalnızca hayvanlara bakmak olduğunu belirtmiş olurlar.

118
"YALNIZCA ZiYARET" VE DUYGULAR
Bir çift yeni ayakkabının kişinin hayattaki yerini nasıl değiştire­
ceğini tasavvur etmek ile, bir kedi ya da köpekle yaşamak üze­
rine hayaller kurmak arasında önemli farklar vardır. Barınakta­
ki hayvanlar, bir ayakkabı, kazak ya da şapkadan farklı olarak,
yeni yuvalara fena halde ihtiyacı olan canlı varlıklardır. Nite­
kim bazı insanlar, hayvanların tümünün eninde sonunda ye­
ni insan aileler buldukları barınak gibi bir ortamda bile olsa,
tüm o terk edilmiş ve ihmal edilmiş hayvanları görmeyi kaldı­
ramadıklarından barınaklara gitmekten kaçınırlar. Öte yandan,
bu ziyaretin yol açtığı duygusal yıpranmaya rağmen onca insan
hayvanlara bakmaktan keyif aldığına göre, bu duygusal dene­
yim, söz konusu etkinliğin maksadına uygun bir parçası olabi­
lir. Hatta "yalnızca bakmak" , tam da söz konusu yıpranma ne­
deniyle keyif verici bir şey olabilir. Barınaklarda ziyaretçileri
bekleyen iki farklı duygusal deneyim söz konusudur.
Birincisi hayvanların uyandırdıkları gizem, ama aynı zaman­
da aşinalık duygusuyla ilgilidir. john Berger ( 1 980) bunu, hay­
vanat bahçelerindeki esir hayvanların izlenmesi bağlamında in­
celer, ancak yaptığı tespitler diğer bağlamlara da uygulanabilir.
Berger, insanların hayvanları seyretmek suretiyle, "biz" ile "on­
lar" arasında daima var olan ve hala varoluşumuzun ayrılmaz
parçasını oluşturan, eşzamanlı benzerlik ve farklılık duygusuy­
la karşı karşıya geldiklerini savunur. İnsanlar eskiden hayvan­
larla sık ve yakın temas içindelerdi; hayvanlar dünyanın baş­
langıcına dair sorularımıza mecazi yanıtlar sağlayan ilk sem­
bollerdi. Türümüz gitgide dünyaya egemen hale geldikçe, hay­
vanları hayatımızın çeperlerine ittik. Artık çoğu insan hayvan­
ları daha çok pet, çizgi film karakteri, oyuncak ya da yiyecek
olarak tanıyor. Ancak yine de, Berger'e göre, o kökensel, gizem­
li bağlantıdan kalan bir şeyler de var. Hayvanları esaret altın­
da tutabiliyoruz ama onları hala anlayamıyoruz. Onlara baktı­
ğımızda, eski çağlardaki insanların yaşadığı o "bizim gibi" ama
yine de "bizden farklı" duygusunu yaşıyor ve bu öteki varlıklar
üzerinde sahip olduğumuz gücü hissediyoruz. Berger'e göre,

119
hayvanat bahçeleri insanların üstünlüğünü sergileyen duygu­
sal anıtlar olduklarından, profesyonel spor etkinliklerinin ço­
ğundan daha fazla insanı kendine çeken popüler turistik mer­
kezler olmaya devam ediyor.2
"Seyir nesnesi olarak hayvan" unsuru , tutsak yaban hayvanlar
örneğinde daha açık olmakla birlikte, aynı fenomen barınaklar­
da da vuku bulmaktadır. Hayvanların kafeslerde "teşhir edilme­
si" bakımından, barınaklar hayvanat bahçelerine benzer; ama
aralarında önemli bir fark vardır: Hayvanat bahçesindeki hay­
vanlar uzak, "egzotik" yerlerden gelen yaban hayvanlarıdır, oy­
sa barınaklardaki hayvanlar aşina olduğumuz türlerdir. Bun­
lar normalde insanlarla yaşayan, buna rağmen barınak koşulla­
rında, yine kafeslerde " teşhir edilen" kedi ve köpeklerdir. Bun­
lar hayvanat bahçelerinde gördüğümüz türler olmamakla birlik­
te, "öteki türlerle uzak, ritüelleştirilmiş bir temasa izin vermele­
riyle, hayvanlar aleminin tüm üyelerini temsil ederler" (Melson
200 1 , 29) . Berger'in de söylediği gibi, hayvanlara bakmak daima
hayret, üstünlük ve imrenmenin dahil olduğu bir duygu karma­
şasına yol açmaktadır. Evsiz hayvanları yalnızca ziyaret etmek,
insanlara çağlar kadar eski bu deneyimin bir çeşidini sunar.
İkinci duygu kümesi, bu insanların, hayvanların yaşadıkla­
rı koşullarla ilgili farkındalıklarına dayanır. Konuştuğum ziya­
retçilerin bazıları için duygusal gidiş gelişler, ziyaretin maksa­
dının bir parçasını oluşturuyordu. Örneğin, sahiplendirme bi­
riminde bulunduğum sırada kaydettiğim yanıtlarda, ziyaretçi­
lerin neredeyse üçte biri aşağıdakilere benzer şeyler söylemişti:

Onları görmek içimi parçalıyor, ama bugün yanınızda kim


var görmem lazım.

Yüreğim kaldırmıyor. Keşke hepsini eve götürebilsem.

Onları kafeslerde görmeye dayanamıyorum ama yine de bir


merhaba demem şart.

2 Berger, hayvanlarla ilgili olarak sonunda benim burada sunduğumdan çok da­
ha farklı çıkarımlara varıyor.

1 20
Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Öyle moral bozucu ki.
Ben olsam sizin yaptığınız işi asla yapamazdım.

Yaptığınız işi ben asla yapamazdım. Hepsini eve götürmek is­


terdim.

Açıkça görülüyor ki, evsiz hayvanları ziyaret etmek bir duy­


gu karmaşası doğuruyor; ancak bu yorumlara bakıldığında, söz
konusu deneyim bu ziyaretin nedeninin bir parçası gibi görü­
nüyor. Yetişkinler için, hayvanlara bakmanın verdiği hazzın to­
humları kuşkusuz çocuklukta atılıyor, ancak bu haz, ortamın
koşullarına dair bilginin yol açtığı daha çetin duygularla karı­
şıyor. Ziyaretçilerin yorumları, hayvanları görmenin onlara en
yakın dostlarımıza karşı sorumsuzca davranışlarımızı hatırlat­
tığına işaret ediyor. Bununla birlikte, son yorumun ortaya koy­
duğu gibi, -en azından bir barınakta- geçici bir süre için de ol­
sa birilerinin bu hayvanlara ilgi gösterdiğini bilmek, kolektif il­
gisizliğimizden dolayı duyduğumuz suçluluk ve elem duygu­
sunu hafifletiyor.
Duygu karmaşası, "ben olsam asla" stratej isi adını verdi­
ğim duygusal mesafe koyma aracını harekete geçiriyor. Bence
bu , insanların çevresel risklerle ilgili sorumluluktan sıyrılmak
için kullandıkları "Benim bahçemde olmaz" deyiminin kişisel
çeşitlemesi. "Ben olsam asla" diye başlayan cümlelerle, insan­
lar bir tür duygusal riskin sorumluluğundan kaçıyorlar. Önce­
likle bu tepki, insanlara diğerlerine göre ahlaken üstün bir ko­
num kazandırıyor. Sayısız insanın " lnsan bu hayvanı nasıl terk
edebilir? " dediğini işittim. "Ben olsam asla yapamazdım. Böy­
le bir şeyi kim yapabilir? " llk "ben olsam asla" cümlesinin ar­
dından genelde bir ikincisi geliyor, bu da barınak çalışanları ve
gönüllülerle ilgili oluyor. "Sizin yaptığınızı ben asla yapamaz­
dım. Çok moral bozucu . " Bu ikinci "ben olsam asla"da, evsiz
hayvanların perişan hali onlara çok dokunduğundan barınakta
çalışmayı kaldıramayacaklarını ima ediyorlar (ayrıca bkz. Arlu­
ke ve Sanders 1 996, özellikle 4. bölüm; Rollin ve Rollin 200 1 ) .
Madem hassas insanlar b u işi asla yapamıyorlar, demek k i ba-

1 21
rınak çalışanları duygusal sıkıntılardan bir şekilde muaf olma­
lılar. Gerçekte durumun böyle olmadığı çok açıktır. Çalışanlar
ilgi ve şefkati, öfke ve kederle dengelemek zorundadırlar (bkz.
Brestrup 1 997; Irvine 2002) ve bu işte psikolojik yıpranma ora­
nı çok yüksektir (bkz. Rollin ve Rollin 200 1 ) . Duygusal mesa­
fe koymak için başvurulan "ben olsam asla" aracı, hayvanların
terk edilmesi ve sonrasındaki bakımlarıyla ilgili sorumluluktan
kaçarken, hayvanlara bakmanın hazzını yaşamayı sağlar. Pek
çok bakımdan, bu da kişiye " olası benlikleri" üzerinde deneme
imkanı verir, zira konuşanın ortaya koyduğu benliğiyle, belli
faaliyetlerin söz konusu bile edilemeyeceğini gösterir.
Bu tür bir deneyim, vitrin bakmakla yaşanamaz. Ayakkabılar
ve kazaklar, genelde insanlarda duygusal mesafe koyma ihtiya­
cı uyandırmaz. Belli bir eşyayı istediğim zaman da duygularım­
la baş etmem gerekir, ama kendimi yeni bir ayakkabıya ihtiya­
cım olmadığına inandırmam , hayvanların aşın çoğalmasından
ve ihmalinden kısmen bile olsa sorumlu olmadığıma inandır­
mamdan farklıdır. Hayret, suçluluk, üstünlük ve huşu duygu­
larının birleştiği bu karmaşa, hayvanların kendilerine özgü geç­
mişleri, tercihleri ve ihtiyaçları olan canlılar olmalarından ile­
ri gelir. Bir başka deyişle, "yalnızca ziyaret" , benzersiz bir duy­
gusal deneyim yaşatır çünkü hayvanlar benlik sahibidir, çün­
kü onlarla etkileşimimiz kendi benliğimizle ilgili duygularımı­
zı canlandırır ve benliğimizi olumlar.

HAYVAN BENLiKLERiNE BAKIŞ

Tipik ziyaretçi , kafeslerin çoğunun önünden duraklamadan


geçer ve yalnızca bir-iki hayvana bakmak için durur. Örneğin,
yaklaşık yirmi köpek içinde, ziyaretçi sadece üç tanesiyle etki­
leşim kurabilir. Kedilerde bu oran daha da düşüktür. Barınak­
ta genelde otuz-elli kedi barınır ve ziyaretçiler bunların yalnız­
ca bir veya ikisiyle vakit geçirir. Üstelik, başkalarıyla ya da üç
ya da daha fazla kişilik gruplarla gelmiş olan ziyaretçiler, yal­
nız gelenlere kıyasla, hayvanlarla etkileşim kurmak için daha
az vakit harcarlar (ayrıca bkz. Wells ve Herper 200 1 ) . Bu , çoğu

1 22
insanın görmeye geldiklerini söyledikleri hayvanlara gerçekten
bakmak için ne kadar az zaman harcadıklarını ortaya koyuyor.
Daha da önemlisi bu, insanların aslında belirli hayvanları gör­
meye geldiklerini gösteriyor - her ne kadar bu "belirli" kate­
gorisinde hangi hayvanın yer aldığına, ancak tüm seçkiyi gör­
dükleri zaman karar verseler de. Bu da, belirli bir zaman dili­
mi içinde sahiplenilme "müsabakasına" gerçekten katılma şan­
sı olan hayvanların sayısının ne kadar az olduğunu ortaya ko­
yuyor.
Bu savı destekleyen başka araştırmalar da var. Bir köpek barı­
nağındaki ziyaretçilerin davranışlarını gösteren video kayıtları,
oradaki köpeklerin çok küçük bir kısmına -%30'dan azma- il­
gi gösterdiklerini ortaya koyuyor (Wells ve Hepper 200 1 ) . Belli
hayvanlarda, belli insanları çeken "bir şeyler" oluyor. Kimi za­
man bu cazibe, köpeğin belli bir cinste ya da tipte olmasından
ileri gelebiliyor, ama her zaman bu kadar net değil. Öte yandan,
bir sonraki bölümde göstereceğim gibi, insanlar çoğunlukla fi­
ziksel ve davranışsa} yönden kendileri için "ideal" diye tanım­
ladıklarına istisna oluşturan hayvanlara kapılıyorlar. Her insan
için "doğru" bir hayvan var, her hayvan için de " doğru" bir in­
san (ayrıca bkz. Alger ve Alger 2003) . Bu "doğruluk" , ziyaretçi,
hayvanın çekirdek benliğine ait unsurlara vakıf oldukça ortaya
çıkıyor (ya da çıkmıyor) ; ilerleyen bölümlerde ortaya koyaca­
ğım analizde de bu olgudan yola çıkıyorum.
İnsanların içten içe belli hayvanları tercih ettiklerine dair
başka kanıtlar da gördüm. Belli hayvanlara dokunmak ve onla­
rı kucaklarına almak isteyen ziyaretçiler, bunu yalnız o hayva­
na yapmak istedikleri konusunda çok nettiler. Başka bir deyiş­
le, herhangi bir kediyi değil, belli bir kediyi kucaklarına almak
istiyorlardı. Örneğin, hepsi bir batında doğmuş olan ve üçü
birbirine çok benzeyen altı kedi yavrusunun durduğu bir kafe­
se bakan bir ziyaretçi, içlerinden birini kucağına almak istedi.
Onun işaret ettiğini düşündüğüm kediyi elime aldığımda, ka­
dın "Hayır," dedi, "O değil, öteki. Kırmızı tasmalı olan" . Sahip­
lenme niyeti olmadığından -yalnızca yavru kedilerden birini
kucağına almak istiyordu- pek bir şey fark etmez diye düşünü-

1 23
lebilirdi. Oysa o yavru kediyi diğerlerinden farklı görmüş olma­
sı, tercih ettiği yavru kedide eşsiz bir şey olduğunu düşündürü­
yor. Belli ki bu kadın, seçtiği kedinin özelliklerini diğer kedile­
re yansıtamamıştı . Burada da, bana göre, kadın yavru kedinin
çekirdek benliğinin unsurlarına vakıf olmuştu - ilerde görece­
ğimiz nedenlerle , hem vakıf olmuş hem de onlara kapılmıştı.
Bu örnekler, hayvanların, diğer insanlarla olan ilişkilerimiz­
le hem benzer hem de farklı biçimlerde, duygularımızı ve etki­
leşim becerilerimizi harekete geçirdiklerine işaret ediyor. Da­
ha önce, hayvanlara bakmanın, insanlara olası benlikleri "üzer­
lerinde deneme" imkanı sağladığını söylemiştim. Yaşamımızda
bir hayvanın varlığı -hatta hayali varlığı- diğer potansiyel var
olma biçimlerini düşündürür. Hayvanların benzersiz geçmişle­
ri ve ihtiyaçları olduğundan, onları hayatlarımızda hayal etmek
bile bizi değiştirir. Onları eve almanın gerektirdiği besleme, yü­
rüyüşler ve koşular, şekerlemeler, sevgi ve yeni bir dostun geti­
rebileceği diğer tüm şeyler düşüldüğünde, onların varlığı, gün­
lük hayatımıza yepyeni boyutlar kazandıracaktır. Dahası, geç­
mişleri ve ihtiyaçları barınak ortamında açıkça görünür oldu­
ğundan, onlara bakmak, başka çoğu ortamda mevcut olmayan
bir duygusal deneyim sunar. Evsiz hayvanları ziyaret etmek ka­
dar karmaşık bir duygu silsilesi uyandıran başka bir etkinlik
düşünemiyorum. Hayvanlar, tek kelime etmeksizin, insanlarda
suçluluk duygusu uyandırabilirler. Dahası, tek kelime etmek­
sizin, haz, hayret ve başka bir yığın duygu da uyandırabilirler.
Ayrıca, hayvanlar, tıpkı hayatlarımızdaki insanlar gibi, birbir­
lerinin yerini tutamazlar. Bir yavru kedi başka bir yavru kediy­
le aynı değildir, çünkü o yavru kediye daha farklı davranır ve
ona karşı farklı şeyler hissederiz. Bir yavru kedinin bizi oyala­
yışı, şaşırtışı ve genelde bizimle etkileşimi, başka hiçbir yavru
kedininkine benzemez.

Diğer hayvanlarla olan devamlılığımızı ve onlara karşı sorum­


luluklarımızı kabul etmek, hayvanların, insanlarla aynı şekil­
de değilse bile , birer hayvan olmalarının gerektirdiği her şe-

1 24
kilde kendilerinin farkında olduklarını kabullenmek anlamına
geliyor (ayrıca bkz. Bekoff 2002, özellikle 4. bölüm) . Sahiplen­
dirme bölümünde "yalnızca ziyaret" edenler arasındaki etkile­
şim, hayvan benliğinden kısmi görünümler sunar. Hayvan ben­
liği, kafes kapılarının arasından ve sınırlı bir temasta bile ken­
dini gösterir. Hayvanlar, insanbiçimci yansıtmanın yan ürünle­
rinden ibaret olsalardı, ziyaretçiler aradıklarını herhangi bir ke­
di ya da köpekte bulabilirlerdi. Oysa durum farklı. Hayvanları
ziyaret etmek, vitrin bakmaktan farksız olsa, insanlarda böyle­
sine yoğun duygular uyandırmazdı. Hayvanlar araba ya da gi­
yim eşyası olmadığı içindir ki, onları, diğer insanlarla etkileşim
deneyimimize çok benzer biçimde, bizimkilerle ilişki halindeki
benlikler olarak deneyimleriz. Meyers ( 1 998) buna "canlı iliş­
kilenme" [ animate relating) diyor. Hayvanların benliklerinin
unsurları, etkileşim yoluyla, barınak ziyaretinin görece sınır­
lı bağlamı içinde bile bizler için görünür hale gelir. Sahiplenme
niyetiyle gelen insanların yaşadığı deneyimde bu daha da belir­
ginleşir. Bir sonraki bölümde bu konuyu ele alacağız.

1 25
5
HAYVAN SAHİPLENENLER: DOGRU ESi BULMAK

Bağ kur, yeter.

- E. M. fORSTER. HOWARD'S END ( 1 92 1 , 2 1 4)

Aşağıda, alan araştırması notlarımdan alınmış, potansiyel hay­


van sahiplenici " tip"lerinden birinin tasviri yer alıyor:

O gün barınak açıldığında ve ilk ziyaretçiler gelmeye başladı­


ğında, elimde, İnternet sitesi için fotoğrafları çekilecek köpek­
lerin listesi vardı. Ziyaretçilerden biri, doğru köpeği aramak­
ta olan bir kadındı. Yaklaşık bir yıl önce bir cocker spaniel kır­
ması sahiplenmiş. O sırada yaşlı bir beagle'ı varmış, ancak kö­
pek sonradan ölmüş ve kadın şimdi spaniel'e arkadaş olsun di­
ye ikinci bir köpek istiyormuş. Kadın yine , iki-dört yaşları ara­
sında bir beagle istiyor. Kısa görüşmelerimizden bildiğim ka­
darıyla, barınağın sitesine düzenli olarak giriyor ve ilgisini çe­
ken bir köpek olduğunda geliyor. Sonuçta birçok beagle ve be­
agle kırmasıyla tanışmış, ama asıl aradığını bulamamış . Bu­
gün, başka bir beagle'ımız daha olduğunu görünce uğramış.
Ona köpeğin yürüyüşe çıktığını söyledim; kadın, sekiz yaşın­
daki bu köpek onun istediğinden çok daha yaşlı olduğu halde,
onunla tanışmak için beklemek istediğini söyledi. Ne tesadüf

1 27
ki, listemdeki bir sonraki köpek de bir beagle, ama yaklaşık üç
yaşlarında bir dişi. Fotoğrafı henüz internet sitesine konmadı­
ğından, kadının bu köpeğin varlığından haberi yok. Fotoğraf
çekimi için köpeği kafesinden dışarı çıkarırken, kadına onun­
la tanışmak isteyip istemediğini sordum. "Elbette isterim," de­
di ve samimiyetle gülümsedi. Her ne kadar tercihim daha iri
köpeklerden yana olsa da , itiraf etmeliyim ki bu küçük köpek
epey kişilikliydi. Kadın onu okşamak için eğildiğinde, ön pa­
tileriyle yere vurarak, poposunu sağa sola salladı. Parlak kah­
verengi gözleri vardı ve kadın, köpeğin yakınlarda ölen köpe­
ğine ne kadar benzediğine dair bir şeyler söyledi. Kadınla kö­
peği, tanışmaları için "buluşma odası" denen odalardan biri­
ne aldım. Birlikte yere çömeldik ve köpek sevimli numaraları­
nı göstermeye koyuldu. Kadın bir kez daha, köpeğin ölen kö­
peğine ne kadar benzediğini söyledi. Kafes tabelasına baktım
ve köpeğin sokak köpeği olduğunu gördüm. Kadına hayvan
denetimi memurlarının köpeği nerede bulduklarını söyledim.
lkimiz de başımızı salladık ve bir-iki dakika, bu küçük köpe­
ğin o kalabalık bölgede nasıl hayatta kalmış olabileceğini tar­
tıştık. Sokak köpeği olduğu için onun hakkında pek fazla bil­
gimiz olmadığını söyledim, ancak personelin, huylan ve sağlı­
ğı konusunda gereken değerlendirme ve kontrolleri yaptığını
hatırlattım. Kağıtlarını gözden geçirirken, bir yandan da bul­
guları kadına aktardım. Köpeğin görünür bir sağlık sorunu
yoktu ama biraz sinirli olduğu anlaşılıyordu, dolayısıyla onu
aşın heyecanlandırarak hafif ısırmalara yol açabilecek küçük
çocukların olmadığı bir ev onun için en iyisiydi. Bu, kadın için
uygundu , zira torunlarının yaşı büyüktü . Barınağın veteriner­
leri üç gün önce köpeği kısırlaştırmışlardı, bu yüzden kadına,
köpeğin bir hafta kadar daha ıslanmaması ve olabildiğince sa­
kin kalması gerektiğini söyledim. Köpeğin kapanmamış dikiş­
leri olduğunu açıkladım. O zaman, köpek adeta söylediklerimi
duymuş gibi, o dikişleri sergilemek için -ve karnını okşatmak
için, ki bu da yine kadına rahmetli köpeğini anımsatmıştı- sır­
tüstü yuvarlanıp yattı. Kadın şarkı söyler gibi yumuşak bir ses­
le köpeğe, "Sokaklarda ne dolanıp duruyordun sen bakayım?

1 28
Seni eve götürmemi ister misin? " dedi. O zaman köpek yüzüs­
tü dönüp arka ayaklan üzerinde dikildi ve ön patilerini kadı­
nın kucağına koydu. Kadın köpeğin yalayabilmesi için yüzü­
nü onunkine yaklaştırdı. Bir dakika kadar gülerek, alçak sesle
köpekle konuştu: "Benimle eve gelmek ister misin? Sence dost
olabilir miyiz?" Bunlan söylerken kadın sürekli köpeği seviyor
ve uzun kulaklannı okşuyordu. Sonunda kadın ayağa kalktı ve
bana bakıp şöyle dedi: " Onun fotoğrafını çekmenize gerek kal­
madı. Sanının köpeğimi buldum. " "Harika," dedim ve kadın
sahiplenme işlemlerini tamamlayana kadar beklemesi. için kö­
peği kafesine geri koydum.

Karşılaştırmanız için, bir erkeğin ağzından aktarılan, farklı


bir deneyim de şöyle:

Köpek bakabileceğim bu eve yeni taşınmıştım; eve köpek alalı


daha birkaç yıl oldu. Bir-iki yıl öncesine dek, hayatım boyun­
ca hep bir köpeğim olmuştu, bu yüzden yine bir tane almak
için bannağa gittim. Kafamda en ufak bir fikir yoktu. Yalnızca
iyi bir köpek istiyordum. Cinsi önemli değildi. Yaşı derseniz,
ne yaşlı olsun, ne de yavru diyordum. Yalnızca hoş bir köpek
istiyordum. Bir-iki tanesine baktım ve bununla anlaşıverdik.

Son olarak, görüştüğüm kişilerden biri, sahiplendiği bir ke­


diyle nasıl tanıştığını şöyle anlatmış:

Arkadaşımla beraber alışverişe gidiyorduk. Park yerinde Gezi­


ci Sahiplendirme Birimi'ni gördük ve ben yalnızca bağış yap­
mak üzere uğradım , yani hayvan edinmek gibi bir niyetim
yoktu . Kafeslere bakmadan yürüyordum ki aniden kedilere
bakmak zorunda kaldım. Yani karşı koyamadığım bir ç ekim
hissettim. Adeta, bu kedi bana seslenmişti; oysa o , tortop ol­
muş uyuyordu. Onu gördüğüm anda, gözlerini açtı; o an ara­
mızda bir şey oluştu . Sanki ben onu tanıyordum, o da beni.
Pek de havalı olmayan bu ihtiyar kedi karşımda duruyordu ve
ben biliyordum ki -hiç şüphe duymadan, kesinlikle biliyor­
dum ki- birlikte yaşamamız gerekiyordu.

1 29
tık örnek, "planlayıcılar" adını verdiğim alıcılarda görülen ti­
pik etkileşimi gösteriyor. Bunlar, barınağa hayvan sahiplenme­
yi planlayarak ve ne tür bir hayvan istediklerini bilerek gelirler.
Çoğu zaman belli bir cinsle ilgilenirler, öyle değilse de, akılla­
rında belli bir boyut ve tip vardır. Bazıları her şeyi en ufak ay­
rıntısına kadar belirlemiştir: Evlerine götürecekleri kedi ya da
köpeğin cinsiyetini, boyutunu , yaşını ve mizacını bilirler. Plan­
layıcılar, genelde ölmüş olan bir hayvanın "yerini dolduracak"
birini bulmaya çalışmaktadır ve bu yüzden aynı tipte yeni bir
hayvan ararlar. Yalnızca çoban köpeği kırmalarından hoşlanı­
yor, ya da evlerinde daima gri dişi kedi beslemiş olabilirler. Bazı
planlayıcılar, kiracılıktan kurtulup kendi evlerine sahip olmak
gibi, belli bir yaşam tarzına erişene dek beklemişlerdir. Bunlar,
yeni taşındıkları evde, kolileri dahi açmadan, o ana kadar bek­
ledikleri kedi ve köpeği bulmak için barınağın yolunu tutarlar.
İ kinci örnek, " tarafsızlar" adını verdiğim insanları kapsar.
Tıpkı planlayıcılar gibi, onlar da daha önce hayvan sahibi ol­
muşlardır. Ancak planlayıcılardan farklı olarak, belirlenmiş ke­
sin fiziki tercihleri ya çok azdır ya da hiç yoktur. Bunların tek
beklentisi, uyumlu olabilecekleri bir hayvan bulabilmektir, dış
görünüş konusunda genelde açık fikirlidirler. Üçüncü örnek,
tarafsızların bir alt kümesidir, ben bu kişilere "vurgunlar" adı­
nı veriyorum. Bu kişilerin bir hayvandan etkilenmeleri adeta
duyular üstü bir deneyimdir. Hep, belirli hayvanlara karşı gi­
zemli bir çekim hissettiklerini anlatırlar. Kimi zaman onları çe­
ken şey hayvanın görünüşüdür, ancak söz konusu çekim ge­
nelde, belli bir köpek ya da kedide "öyle bir şey vardı işte" şek­
linde çok daha soyut biçimde tanımlanır. Planlayıcılar sahip­
lenmek istedikleri hayvanlar hakkında her türlü fikre önceden
sahiptirler; tarafsızlar "doğru eşi" bulmak isterler; ama vurgun­
lar, ne tür hayvanlardan hoşlandıklarına ilişkin bir fikirlerinin
olmadığı (ya da fikirlerinin zıttıyla karşılaştıkları) durumlarda
bile o hayvanlara yönelik karşı konulmaz bir çekim hissettik­
lerini söylerler.

1 30
ÇEKiM UNSURLAR!

Hayvan sahiplenenlerin, bir hayvanın kendileri için "doğru"


olup olmadığına karar verirken kullandıkları bilgiler, fiziksel
görünüme, davranışlara ve bir "bağ kurma" duygusuna daya­
nır. Tartışmayı düzenlemek için bu unsurları birbirinden ayır­
mak, konuyu aşırı basitleştirmek olur. Gerçekte hiçbir sahip­
lenme bunlardan yalnızca birine dayanarak gerçekleşmez. Öte
yandan, konuyu netleştirmek adına, bir hayvanla tanışma de­
neyimini öncelikle üç unsura indirgeyeceğim. 1 Daha sonra, bu
bölümün sonunda, durumun hiç de o kadar basit olmadığını
açıklamış olacağım.

Görünüş

Barınakta insanlar bir kafesten diğerine gezinirken, bir hay­


vana ilişkin mevcut ilk bilgi kırıntısı dış görünüştür. Köpek­
ler ve kediler, tıpkı insanlar gibi, ama onlardan çok daha ileri
derecede, beden sahibi varlıklardır. Fiziksel yapılarından, bo­
yut, biçim ve renkleri hemen açıkça görülür, ancak görünüm­
leri, yaş, tavır ve genel sağlık -ya da sağlıksızlık- gibi başka
şeyler hakkında da fikir verir. Araştırmam sırasında, insanla­
rın birbirlerini çekici bulmalarında söz konusu olan süreçlerin
pek çoğunun hayvanlarla ilgili izlenimlerimizde de e tkili ol­
duğunu gördüm. Dış güzelliğin yüzeysel olduğunu herkes bil­
se de, araştırmaların sürekli olarak vardığı sonuçlara göre, fi­
ziksel çekicilik diğer insanlara dair edindiğimiz izlenimde son
derece etkili oluyor (bkz. Dion vd. 1972; Feingold 1 990) . Ni­
tekim, güzellik başkalarını çekici kılan özellikler sıralamasın­
da başı çekiyor. İnsanlar, ister flört durumlarında, ister iş or­
tamında olsun, çekici insanlara karşı daha olumlu tepkiler ve­
riyorlar. Dahası, belli bir kültüre mensup insanlar fiziksel çe­
kiciliği oluşturan unsurlar konusunda ciddi bir fikir birliğine
sahipler ve bizler bu ölçütleri daha çocuklukta benimsiyoruz.

Alger v e Alger 2003, 6. Bölüm'de, insanların sahiplenmek için belli bir kediyi
seçmelerinde etkili olan beş temel neden bulgulanır.

1 31
Çekicilikte fiziksel görünümden daha fazlasının etkili olduğu
bir gerçek, ancak çoğu zaman ilk yargıladığımız şey dış görü­
nüş oluyor.
Tıpkı insanların çekiciliğini belirleyen kültürel ölçütler ol­
duğu gibi -simetrik yüz hatları , iri gözler, pürüzsüz ve diri bir
cilt, parlak saçlar- hayvanlar için de böyle ölçütler vardır. Hay­
vanları çekici kılan unsurlardan biri , neoteni, yani gençliğe öz­
gü fiziki ve davranışsa! özelliklerin yetişkinlikte korunması­
dır. 2 lnsanlar gençliği andıran görünüme , hayvanlarda da en az
diğer insanlarda olduğu kadar itibar ediyorlar. Bundan dolayı,
yavru kedi ve köpekler, tıpkı yavruluğun izlerini taşıyan yetiş­
kin kedi köpekler gibi, çok çabuk yuva bulabiliyorlar. Neoteni,
james Serpell'in ( 1 986, 82) "şirinlik tepkisi" diye adlandırdığı
şeyi ortaya çıkarıyor. Bizler, küçük yaşta ve korunmaya muhtaç
görünen hayvanları kucağımıza almak ve onlarla ilgilenmek is­
teriz (aynca bkz. Midgley 1983 ; Lawrence 1986; Melson 200 1 ) .
Evrimsel bakış açısından, genç görünüm, bireyin hayatta kalma
olasılıklarını artıran bir durum olarak başkalarından ilgi gör­
mesine yarayan bir mekanizmadır. Zaman geçtikçe, çocuk gibi
görünen ve davranan köpek ve kediler, daha vahşi görünen ak­
rabalarına oranla daha iyi muamele görmüş, bu da neoteni lehi­
ne bir seçilime yol açmıştır. Barınakta, diğerlerinden daha genç
görünen hayvanlar genelde daha çabuk yuva bulmaktadırlar.
Beklenebileceği gibi, yavru köpek ve kedilere ya da yetişkin ke­
di veya köpeklerin uzun tüylü veya kabarık kürklü olanlarına
en çok ilgiyi çocukların gösterdiğini gördüm. Kuşkusuz yetiş­
kin ve hatta yaşlı hayvanları tercih eden insanlar da vardır; ben
onlardan biriyim. Ancak, çoğu örnekte, gençlik -veya en azın­
dan genç görünüm- galip geliyor. Hayvanları, özellikle köpek­
leri cazip kıldığı anlaşılan ek bir özellik de, altın rengi, beyaz ve
gri gibi belli renklerdeki tüylere sahip olmak. Buna karşılık, si­
yah köpek ve kediler çoğunlukla yeni yuva bulmakta zorlanı-
2 Antropologlar, insanın, primat atalarında aslen gençliğe özgü olan fiziki özel­
likleri yetişkinliğe taşımasından dolayı, neotenik bir tür olduğunu söylüyorlar.
Yassı yüzümüz, bombeli kafatasımız, tüysüz bedenimiz, küçük dişlerimiz ve
iri gözlerimiz, bebek ya da genç maymunlarda görülen özelliklerdir. Bu konu­
da daha fazla tartışma için bkz. l..awrence 1986.

1 32
yorlar.3 Buna ilaveten, daha önceki araştırmalarla tutarlı bir bi­
çimde, (eksiksiz sosyalleşme göstergesi olarak) ev içinde yaşa­
mışlık hikayesi olan hayvanların daha çabuk sahiplenildiğini
gördüm (bkz. Posage vd. 1998) .

Planlayıcılar ve Görünüş

Planlayıcıların, bir köpek ya da kedide nasıl bir görünüm aradık­


ları hakkında ayrıntılarıyla belirttikleri bir fikirleri vardı. Çoğun­
da bu, yıllar boyu belli bir cins ya da tipteki hayvanla birlikte ya­
şamaları sonucu oluşmuştu. Sonuçta, planlayıcılar için dış görü­
nüş, genelde hayvanın kişiliğini gösteren bir işaretti: Bunlar, bel­
li bir görünüme sahip olan hayvanların, başka bir hayvanda gör­
müş oldukları belli bir davranış şeklini göstereceğini umuyor­
lardı. Örneğin, kedi sahiplenmek isteyen planlayıcı bir çift, kö­
pekleriyle iyi geçinebilecek birini bulmaları gerektiğini biliyor­
lardı. Bir keresinde, yetişkinliğe kadar kısırlaştırılmamış kediler
için kullandığım "nekahatteki erkek fatma" tabirine uyan bir te­
kir kedileri olmuştu. Testesteronun erkek kedilerdeki fiziki etki­
lerinden biri, çeneyi genişletmesidir. Bu özellik, erkek kedilerin
yüzüne geniş ve güçlü bir görünüm kazandırır. Kısırlaştırıldık­
tan sonra da bu belirgin görünümü korurlar. Ayrıca erkek kedi­
ler genelde güçlü kaslara sahiptirler. Bu çiftin daha önceki kedi­
si, bir arkadaşlarının iri ve hayli hareketli köpeğine karşı kendini
savunabilmiş ti. Çift, kedi almaya karar verdiğinde, gür ve sağlıklı
bir kürkü olan, iri yeşil gözlü, kahverengi bir erkek tekir seçti. O
da, insani barınak çalışanları tarafından yakalanıp barınağa geti­
rilmiş olan, önceki k.edileri gibi "nekahatteki erkek fatma"lardan
biriydi. Veterinerler onu gelir gelmez kısırlaştırmışlardı, ancak o
zamana kadar erkeklere özgü bir çene yapısı ve kaslı bir beden
geliştirmişti bile. Önceki kedilerine benzeyen görünüşü sebebiy­
le çift kediyi tanıdıkları hissine kapılmıştı. "Gözleri ve yüzü gö-

3 Posage vd. 1 998, yer açmak için ötenazi uygulamasını kullanan barınaklarda
bu uygulama ile köpeklerdeki siyah kürk özelliği arasında sıkı bir bağ oldu­
ğunu bulguladı. Siyah köpeklerin çoğunun, potansiyel sahiplerin pek çoğunu
iten bir özellik olarak büyük olmaları, buna katkı sağlamış olabilir.

1 33
rür görmez hoşumuza gitti," dedi kadın bana, "özellikle de tom­
bul yanakları. Yüzü, tıpkı eski kedimiz gibi, açıkça 'hem bıçkı­
nım, hem sevimli' diyordu. Köpeğimizle anlaşabileceğini biliyor­
duk." Kedinin görünüşü, ilk andaki soğuk davranışının olumsuz
etkisini bile bastırmıştı. Adamın söylediği gibi, "Onunla tanış­
mak için odaya girdiğimizde biraz çekingendi, ancak görünüşü­
nü beğendik ve onu sahiplendik."
Pek çok planlayıcı, belli bir renk ve boyuttaki hayvanları ter­
cih ettiklerinin farkında değilmiş ya da bundan utanıyormuş
gibi görünüyordu . Hatta kimileri dış görünüşün onlar için ke­
sinlikle önemsiz olduğunu öne sürüyordu. Örneğin bir kedi ya
da köpekte aradıkları özelliklerin epey ayrıntılı bir tasvirini ve­
riyorlardı. Daha sonra, bu özelliklere sahip olduğu bilinen bir
hayvan onlara gösterildiğinde, görünüşe dayanarak onu redde­
diyorladı. Bunun en çarpıcı örneği, diğer renkteki kedilere göre
yuva bulmakta çok daha büyük güçlük yaşayan siyah kedilere
yönelik önyargıdır. Tipik bir vakada, bir kedi edinmek isteyen
bir kadın, en önemli şeyin kedinin karakteri olduğunu ısrarla
belirtmişti . Cinsiyet ve yaş önemli değildi, yalnız, kedinin baş­
ka hayvanları sevmesi ve çocuklara karşı ürkek olmaması şart­
tı. Onu, arkadaş canlısı, daha önceki yuvasında çocuklarla, bir
köpek ve bir başka kediyle yaşamış olduğu bilinen bir kediye
götürdüm . "Ah, hayır ! " diye bağırdı. " Siyah kedi alamam. Dur­
madan önümden geçip duracağına göre , onu evime almam im­
kansız" (aynca bkz. Karslı ve Turner 1 988) . Renge dayalı ön­
yargı, kedilerdeki kadar güçlü olmasa da, siyah köpekler konu­
sunda da geçerlidir. Sahiplendirme bölümündeki çalışmam sı­
rasında, insanlardan sık sık siyah köpeklerin saldırgan görün­
düklerini işittim. " Oyuncak ayı" görünümleriyle insanların sal­
dırgan bir mizaç olasılığını tahayyül etmelerini dahi güçleştiren
yavru köpekler elbette buna istisna oluşturuyor.

Tarafsızlar ve Görünüı

Tipik bir örnekte , tarafsız bir çift, barınağın uzun süreli sakin­
lerinden olan, diğerlerine göre yaşlı, biraz fazla kilolu ve az çok

1 34
sıradan göründüğü için çoğunlukla ilgilenilmeyen bir köpeği
sahiplendi. Rasgele üretimin bir ürünü olarak, hayvanın görü­
nüşü hiçbir cinse benzemiyordu. Ayrıca ağız kısmında bir mik­
tar kırlaşmış tüy vardı. Çift, kendi tabirleriyle "insanları seven,
orta büyüklükte yetişkin bir köpek" arıyordu . Kesin bir tercih­
leri olmadığından, o gün iyi bir eş buldular.
Tarafsızlar, çekici olduğu için hayvanı seven planlayıcıların
tersine, genelde sevdikleri hayvanı çekici bulurlar. Dahası, ta­
rafsızlar genelde onunla bir ilişki kurduktan sonra hayvanı çe­
kici olarak görmeye başlarlar. Tarafsız bir adamın dediği gibi:
"Hoşlandığım herhangi bir köpeği eninde sonunda güzel bula­
cağımı düşünüyorum. " Tarafsızlar, bembeyaz bir kürkteki si­
yah bir leke ya da tek gözün mavi olması gibi, görünüşlerinde
benzersiz unsurlar taşıyan hayvanları sahiplenmeye daha yatkın
oluyorlar. Bunlar, ayrıca tek gözü ya da bacağı olmayan hayvan­
lar gibi "kusurlu" olanları dikkate almaya da daha meyilliler. Ki­
mi zaman kusurlar ve benzersiz özellik tek bir hayvanda birara­
da olabiliyor. Örneğin, benimle evlenmeden önce, kocam Marc,
bir arabanın çarpmasıyla geçirdiği kazanın yaralarını sarma saf­
hasındaki bir kediye bayılmış ve onu ilk kedisi olarak sahiplen­
mişti. Kedi başından yaralanmıştı; daireler çizerek yürüyordu ve
tek gözüyle ne kadar görebileceği belirsizdi. Veteriner kliniğin­
de kaldıktan sonraki, ancak sahiplendirme bölümüne gidecek
kadar da iyileşmeden önceki rehabilitasyonu sırasında, kediyle
ben ilgileniyordum. Neyse ki oraya gitmesine hiç gerek kalma­
dı. Marc onu gördü ve kedinin yaraları durumu değiştirmedi.
Tam tersine, Marc, onu oyunla canlandırarak rehabilitasyonuna
yardım etmek için sabırsızlanıyordu. Onun kalbini çalan bu ka­
zazede kedi, gözlerinin etrafında standart "haydut" maskesi de­
seniyle, yüzü, göğsü, kamı ve patileri beyaz olan, siyah-beyaz
bir kediydi. Ancak bumunda da, kusursuz minik elmas şeklin­
de siyah bir leke bulunuyordu. Bu özellik, Marc'ın kalbini fet­
hetmesinin yanı sıra, kediye de Yidiş dilinde yüz anlamına ge­
len kişilikli Punim ismini kazandırdı. Marc kedi edinmeyi daha
önce hiç düşünmediğinden, kedisinin nasıl görüneceği hakkın­
da herhangi bir fikir sahibi olmamasına da şaşmamak gerekir.

1 35
Görünüş Önemlidir

Hayvan sahiplenenler, bir hayvanın görünüşü konusunda iki


farklı yönelim sergiliyorlardı. Tarafsızlar, geleneksel olarak her
zaman çekici kabul edilmeyen nitelikleri seviyorlardı. Bu, gö­
rünüşün onlar için büsbütün önemsiz olduğunu değil, zihinle­
rinde "ideal" bir hayvan olmadığını gösteriyordu . Planlayıcılar
için, geleneksel yargılara uygun fiziki görünüş en başından iti­
baren belirleyiciydi . Öte yandan, görünüş, her iki tip için de bir
dereceye kadar önemliydi, ben de neden böyle olduğunu dü­
şünmeye başladım.
Bunun bir nedeni, daha çok müzik ve sanat eserlerini ya da
doğayı değerlendirirken kullandığımız estetiği (bundan daha
uygun bir sözcük gelmiyor aklıma) , hayvanları değerlendirir­
ken de kullanmamız olabilirdi. "Daha uygun bir sözcük aklıma
gelmiyor" diyorum , zira "estetik deneyim" ifadesi, kesin anla­
mıyla, yalnızca sanat eserleri için geçerlidir (estetiğin modern
anlamıdır bu) ya da "güzele" ilişkin deneyimler için (bu da es­
tetiğin "güzelduyum" anlamındaki Yunanca sözcükten gelen
geleneksel anlamıdır) . Dahası, uzlaşımsal kullanıma göre, yal­
nızca kişisel bir ilgimiz ya da bağımız olmayan nesneler bizde
estetik deneyim uyandırabilir. Yani, bir köpek ya da kedi tab­
losu bir estetik deneyime yol açabilir, ama kendi kedi ve köpe­
ğimiz bunu yapamaz. Hayvanlara bakmak ile tablolara bakmak
arasında fark vardır. Hayvan, canlı, bağırtılı bir mahluktur. Ki­
şi bir şekilde "yanlış" sanat eserini edindiğinde , o resim ya da
heykel ilgisizlikten mağdur olmaz, oysa hayvan bundan mağ­
dur olur. Bu ve belki başka nedenlerden dolayı, hayvanların fi­
ziki görünümlerinden söz ederken " estetik deneyim" tabirini
kullanmakla, kavramın anlamını esnetiyor olabilirim, ancak bu
kavramı sanatın ve güzelliğin ötesine taşıyan tek kişi ben de­
ğilim . Kimi düşünürler, " duyarlılığımızın sınırlarını, estetik
kavramı içerisindeki yeni olasılıkları kapsayacak şekilde geniş­
letmeyi" önermektedir (Diffey 1986, 1 0) . Benzer biçimde, psi­
kologlar, "estetik deneyim"in, odaklanmış, ödüllendirici, dö­
nüştürücü deneyimleri kapsayan " daha geniş bir ailenin par-

1 36
çası" olduğunu savunmaktadır ( Csikszentmihalyi ve Robinson
1 990, 9) . Bu kavramı, hayvanların fiziksel görünümlerinin bize
neşe, keyif ya da hayranlık yaşatan hazzını anlatmak için kul­
lanmakla, ben de onlar arasına katılmış oluyorum. Fakat şu so­
ru hala yanıt bekliyor: Dış görünüşün nasıl bir önemi var?
Estetik deneyim kavramını kullanmaya devam edebilmek
için, görsel sanatlar alanı için geçerli olan bazı kuramlardan ya­
rarlanabiliriz . Bunlar kabaca üç kategoriye ayrılır.4 Birincisi,
estetik deneyimin "bilişsel" boyutunu vurgular. İdealist felse­
feden yola çıkan bilişsel bakış açısı, sanatın, dünyada her gün
karşımıza çıkan şeylerin ideal biçimlerini temsil ettiğini varsa­
yar. Estetik haz, "zihinsel bir kusursuzluk modeli ile gerçekte
var olan örnek" arasındaki mütekabiliyetten doğar ( Csikszent­
mihalyi ve Robinson 1990, 1 2) . Bilişsel kuramın bir diğer un­
suru, gelişimsel süreçleri öne çıkarır (bkz . Parsons 1 987) . Ör­
neğin, küçük çocuklar genelde gerçekçi temsillerden hoşlanır­
lar ve iyi olanla hoşlarına gideni bir tutarlar. Soyut sanatı be­
ğenme ya da daha önce hiç dikkate değer bulmadığımız bir sa­
nat biçiminden haz alma kapasitesi kazanmamız , genelde an­
cak yetişkinlikte olur. İkinci kuram dizisi, "duyumsal" unsur­
ları öne çıkararak, çeşitli sebeplerle genetik olarak estetik haz­
za programlanmış olduğumuzu öne sürer. Duyumsal kuramın
bazı çeşitleri, konuya evrimsel açıdan yaklaşarak, düzeni ter­
cih eden insanların çevreye daha iyi adapte olduklarını ve dola­
yısıyla hayatta kalma şanslarının daha fazla olduğunu savunur
(bkz. Gombrich 1 960, 1979; Arnheim 1 9 7 1 , 1 9 8 2) . Duyum­
sal tema üzerine bir başka çeşitlemede , john Dewey ( 1 934) , sa­
natta düzen ve bütünlüğün tanınmasının, bireyde ve toplum­
da düzen ve bütünlük için bir model oluşturacağını savunmuş­
tur. Aristoteles ve Freud'un temsil ettiği üçüncü kuram katego­
risi, "katartik" olarak nitelenebilir. Bu bakış açısına göre, sanat
eseri, normalde baskılanan ya da inkar edilen yoğun duygula­
rı harekete geçirir. Estetik deneyim, bu duyguları harekete ge­
çirip ardından kişiyi bunlardan arındırarak, bilinc e kendi için­
de uyum getirir. Psikanalitik açıdan olası olsa da, katarsisi des-
4 Bu kategorileri Csikszentrnihalyi ve Robinson l 990'dan alıyorum.

1 37
tekleyen çok az ampirik kanıt vardır (bkz. Csikszentmihalyi ve
Robinson 1 990, 1 5 ) .
Köpeklere v e kedilere bakan insanların tepkileri, bilişsel ve
duyumsal yaklaşımlar arasında eşit bir dağılım gösterir. Bilişsel
bakış açısına göre, bir hayvana bakmanın verdiği haz, "ideal"
bir kedi ya da köpeğin nasıl görünmesi gerektiğine ilişkin ölçü­
te uyan bir hayvanın bulunmasıyla ortaya çıkabilir. Danua cin­
si bir köpek sahiplenmeyi düşünen bir kadınla aramızda geçen
şu konuşmaya bakalım:

Ne kadar da güzel. Söyleyecek söz bulamıyorum. Muhakkak


safkandır, değil mi ?
LI: Bilmiyoruz. Hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Sokağa terk
edilmişti.
inanamıyorum. Daha önce safkan köpekleri yalnızca resim­
lerde görmüştüm, ama bu muhakkak bir safkan olmalı.
Ne de yakışıklı bir köpek. Hep böyle bir köpeğim olsun is­
temiştim.
LI: Gerçekten çok yakışıklı.
Asıl görünüşleri böyle olmalı [köpeğin kesilmemiş kulaklan­
nı ve uzun kuyruğunu kastediyordu] . Muhteşem. Bu köpe­
ğe bayıldım !

Kadının daha önce hiç safkan ya da "doğal" halinde (Ame­


rican Kennel Club'ın [ Amerikan Köpek Kulübü ] öngördüğü
kozmetik sakatlamalara uğramadan önceki) bir Danua görme­
miş olduğuna dikkatinizi çekerim. Kadının, cins köpeklerle il­
gili kitaplardan devşirdiği bir "ideal" tasavvuru vardı, ancak
"gerçek" versiyonla ilk karşılaşması onun beklentilerini aşmış­
tı. Duyduğu içten haz, sürekli tekrarladığı şu sözlerden ("ina­
namıyorum" , "söyleyecek söz bulamıyorum") ve övgülerinden
( "güzel" , "yakışıklı" , " muhteşem " ) açıkça anlaşılabiliyordu .
Konuşmamızı yazıya aktardığımda, kadının ses tonu , yüz ifa­
desi ve köpeğe bakmaktan kendini alamayışı kayboluyor. Ka­
dın , bir ideal ile gerçeği arasındaki bilişsel uyumun yaratmış
olabileceği bir hazla kendinden geçmiş gibiydi.

1 38
Çocuğu olan hayvan sahiplenenler sayesinde, bilişsel yakla­
şımın gelişimsel yönünü görme fırsatım oldu. Çocuklar bilhas­
sa kendi tüylü oyuncaklarının, resimli kitaplardaki karakterle­
rin veya sinema ve televizyondaki hayvanların canlı temsilleri
olan köpek ve kedilerden hoşlanıyorlar. Sahiplendirme alanına
ne zaman bir çocuk gelse, seçilen hayvanın türüne göre, aşağı­
daki sözlerin çeşitlemeleri duyuluyordu :

Burada Wishbone'a [popüler bir televizyon şovundaki bir kö­


pek] benzeyen bir köpek var.

Garfield'e benziyor.

Bu, o reklamdaki kediye benziyor.

Buna karşılık, yetişkinler, (neyse ki) üç ayaklı köpeği ya da


tek gözlü kediyi de beğenebiliyor ve " kendi tipleri" olmayan
hayvanlara tutulabiliyorlardı.
Duyumsal bakış açısının bir çeşitlemesini destekleyen kanıt­
lar da gördüm. İnsanların, diğer insanlarda ve hayvanlarda si­
metriyi çekici bulduklarını daha önce söylemiştim. Gerçekten
de, yakışıklı ya da güzel kabul edilen erkek ve kadınlar, genelde
simetrik yüz hatlarına sahip olanlardır. Bunun en yaygın açık­
laması, doğurganlığa olan yatkınlığın yüksekliğine işaret etti­
ği için simetriyi çekici bulduğumuzdur. Bu açıklama, çoğalma­
ya niyetimiz olup olmamasından kesinlikle bağımsızdır. Benzer
biçimde, neoteniye özgü bebek suratlılığın, anaç güdüleri hare­
kete geçirdiği için çekici olduğu söylenir. Ancak , duyumsal ba­
kış açısını onaylamak için genetik bir açıklamayı kabullenme­
ye gerek yoktur. Söz konusu güdü, genetikten kaynaklanmış,
ancak daha sonra kültürün bir parçası haline gelmiş de olabilir.
Gençliğin ve simetrinin, "iyi soy verme" arayışında olmayanla­
rı dahi kapsayacak şekilde, yaygın bir çekiciliği olması bunun­
la açıklanabilir.
Son olarak, sosyal psikoloj i araştırmaları, insanlarda hem dış
görünüş ile davranış arasında, hem de dış görünüş ile davranış

1 39
beklentileri arasında karmaşık bağlar olduğunu ortaya çıkardı.
Çekici insanların daha ehil ve dost canlısı olduklarını düşün­
me ve onlara diğer insanlara kıyasla daha fazla hoşgörü göster­
me eğilimindeyizdir; fiziksel güzelliğin sınırsız yararları olduğu
aşikardır. 5 Hatta, çekici insanların çevresindeki insanlar hak­
kında dahi iyi izlenimlere sahip oluyoruz . Hayvanlar söz ko­
nusu olduğunda da bunun geçerli olduğu anlaşılıyor. Örneğin,
köpek bakanlarla ilgili bir araştırmada, köpeği olan kadınların
kendilerini köpeği olmayan kadınlardan daha çekici gördükleri
saptandı (Serpell 1 98 1 ) . Araştırmaya konu olan kadınlar, baş­
kalarının kendileriyle ilgili fikirlerini yansıtıyor olabilirler, zi­
ra başkalarının bize gösterdiği muamele kendimize ilişkin fikir­
lerimizi etkiler. Bir köpek ya da kedi bize hayranlık duyuyor­
sa, kendimizi daha iyi, daha çekici bulabiliriz: Çekici bir hay­
van bizim harika olduğumuzu düşünüyorsa, kim bilir ne ka­
dar çekiciyizdir. 6
Buraya kadarki tartışmayı özetlersek, dış görünüş, ister plan­
layıcıların yaptığı gibi en başından çekici hayvanların arayışın­
da olsunlar, ister tarafsızların yaptığı gibi "doğru" hayvanı ara­
yıp daha sonra o hayvanı çekici bulsunlar, tüm hayvan sahip­
lenenler için önemlidir. Dış görüşün neden önemli olabildiği­
nin iki açıklaması vardır: Biri estetik, diğeri sosyopsikolojik. Bi­
rincisine göre, haz, idrak ve duyulardan kaynaklanan nedenler­
le , kendi içinde ve kendiliğinden tatmin edicidir. Estetik dene­
yim tanımını geleneksel kullanımın ötesine genişlettiğimizde,
çekici bir hayvana bakmak, bir sanat eserine bakmak ve mü­
zik dinlemek kadar dönüştürücü ve tatmin edici olabilir. Da­
hası, estetik deneyimin yeri, sanat eserinin ya da müzik parça­
sının kendisidir. Sanat ya da müzik kendisi dışında ya da ken­
dinden ayrı bir şeye gönderme yapmaz . Yine, hayvanın fiziksel
görünüşünden aldığımız hazzın yeri de hayvanın kendisidir,
zira bizler hayvanların bedenlerini anında ve dolaysız biçim­
de algılarız. İnsanlar, bedenlerinin "hammaddesini" öne çıkar-

5 Bu araştırmaların bir eleştirisi için bkz. Aronson 1 999, 8.bölüm.


6 Ann Landers bir yerde okurları uyarmıştı: "Köpeğinizin size hayranlığını, ken­
di mükemelliğinizin kesin kanıtı olarak görmeyin."

140
mak, gizlemek ya da başka şekilde manipüle etmek için kıya­
fet, takı, makyaj , saç stili ve benzeri yöntemlere başvurabilirler.
Hayvanlar bunu yapamaz. Üstelik, insanlar bedenlerinin iletti­
ği şeyi desteklemek ya da yalanlamak için konuşma dilini kul­
lanabilirler, ama hayvanlar bunu yapamaz. Hayvan bedeninin
bu doğrudanlığı, hayvanın verdiği estetik hazzı kıyafet ve diğer
donanıma değil, salt onlara yüklememize yol açar.
lkinci açıklamaya göre, hayvanın çekiciliği, çekici davranış­
lar ya da bu tür davranış beklentileri yaratmasıyla orantılı ola­
rak artar veya azalır. Bu da , sahiplenen kişiye iyi bir izlenim
olarak yansır. Hayvanın dış görünüşü böylelikle sosyopsikolo­
jik bir sonuç yaratır. Dahası, bir hayvanın zeki ve ehil olduğu­
nu düşünüyorsak, zeka ve ehilliğin hayvanda fiziki bir mevcu­
diyetten kaynaklandığı şeklinde bir bütünlüklülük çıkarsama­
sına varırız. Dolayısıyla, dış görünüşün neden önemli olduğu­
na dair her iki yanıt da aynı sonuca varır. Dış görünüş, hayvanı
bütünlüklü , mücessim bir varlık olarak kurmak suretiyle etki­
li olur. Bu bütünlüklülük algısı, bir sonraki bölümde, insan ve
hayvan benliği konulu tartışmanın önemli bir unsurunu oluş­
turacak.

Davranıı

Fiziksel görünümle birlikte, hayvanların davranışı, hayvan sa­


hiplenme kararında önemli bir e tkendir. İnsanlarla ilişkile­
rimizde geçerli olan sosyal psikoloj inin büyük kısmı, dış gö­
rünüş konusunda olduğu gibi, burada da geçerlidir. Örneğin
araştırmaların sürekli gösterdiği gibi, fikirleri bizimkilerle uyu­
şan insanları, farklı fikirlere sahip olanlardan daha çok severiz
(bkz. Byrne 1 969; bir değerlendirme için ayrıca bkz. Aronson
1999) . Öteki kişinin görüşleri bizimkilerle ne kadar benzerse,
o kişiden hoşlanma eğilimimiz o denli artar. Bizimle aynı çiz­
gideki insanlardan hoşlanırız, çünkü onlar bizim fikirlerimizi
onaylar. Kabaca genellersek, haklı olduğumuzu düşünmemize
yardımcı olan insanlar, bize en az riskle en fazla sosyal tatmini
sağlamış olurlar. Haklı görülmek tatmin edicidir ve bizler etra-

141
fımızı görüş ve inançlarımızı paylaşan kişilerle çevirerek haklı
görülme olanağımızı artırabiliriz.
İnsanlar "has" kedi ya da köpek davranışı konusundaki ta­
hayyüllerine uyan hayvanlardan hoşlanmaya yatkındırlar .7
Buradan yine, benzerlik ve hoşlanmayla ilgili sosyal psikolo­
ji araştırmalarına geliyoruz: Bizim gibi düşünen ya da davra­
nan insanlardan hoşlanmaya eğilimliyiz ve aynı durum hayvan­
lar konusunda da geçerli. Akıl yürütme şöyle ilerliyor: "Bu kedi
(ya da köpek) tam da benim kedilerin (ya da köpeklerin) dav­
ranmaları gerektiğini düşündüğüm şekilde davranıyor. O hal­
de, bu hayvandan hoşlandım. " Davranış, aynı zamanda hayva­
nın düşünen bir varlık olduğunun bir işaretidir. Davranış, hay­
vanın " aslında" neye benzediğini iletmek suretiyle, hayvanın
öznelliğini ortaya koyar. Davranışın, kişiye yönelik sevecenlik
ya da ilgi (veya daha sık olarak, bu ikisinin bir bileşimini) ilet­
mesi durumunda, bu çok kritik bir önem kazanır.
Ancak, yabancı bir ortamda hapsedilmiş haldeyken hayvanın
nasıl olduğunu onun davranışından yola çıkarak tahmin etmek
çoğu zaman zordur. Her ne kadar esaret koşullarındaki davra­
nışı bir hayvanın genelde nasıl olduğunu bir ölçüye kadar gös­
terse de, hayvanların barınaktaki davranışı, bir ev ortamında
nasıl davranacaklarının kesin göstergesi değildir. Pek çok hay­
van hapsedilmekten hoşlanmaz ve buna ziyaretçilerin itici bul­
dukları davranışlarla tepki verebilir. Köpekler sık sık, havla­
mak ve kafeslerinde sıçramak suretiyle ilgi çekmeye çalışırlar
ki her ikisi de insanlara itici gelen davranışlardır. Bundan baş­
ka, barınağa alınmış olan köpekler, yabancılar tarafından ken­
dilerine dik dik bakılmasına alışmak zorundadır ki, bir köpe­
ğin bakış açısından bu , tehdit edilme hissi yaratabilir. İnsanlar­
da olduğu gibi, köpeklerde de, göz teması farklı anlamlar taşı­
yabilir. Tıpkı insanların "ayağını denk al ! " diyen bakışlar fır­
latabilmeleri gibi, köpeklerde de göz teması egemenliğe mey­
dan o kuma olarak anlaşılabilir. Öte yandan, bunun bir mey-

7 Bizden hoşlanıyor gibi görünen hayvanlardan hoşlanma yönündeki bu eğilim,


dost canlısı aile köpekleri olarak yetiştirilen golden retriever ve labrador kö­
peklerinin popülerliğinin bir açıklaması olabilir.

142
dan okuma anlamına gelmediği durumlar da vardır; bir yoldaş
köpeğin sizinle dostça göz temasına girmeye istekli olması ge­
rekir (bkz. Derr 1997, 325 ) . Bir köpeği kendinize baktırmanın
en kolay yollarından biri ona adıyla seslenmektir. Barınak orta­
mında bu , ancak bazı zamanlar işe yarar. Pek çok köpek oraya
sokak köpeği olarak geldiğinden adını bilmez. Dolayısıyla, in­
sanlar bir kafese yaklaşıp, kartı okuyup, "Merhaba Sparky" de­
diklerinde , bu çoğu zaman, o adı daha bir-iki gün önce almış
olan köpeğe bir şey ifade etmez. Köpekler tepki vermediklerin­
de, insanlar genelde onların ilgisiz olduklarını sanırlar. İnsan­
ların barınakta hayvanlarla etkileşim kurmak için ne kadar az
vakti olduğu düşünüldüğünde, bu önemli bir noktadır. Köpek­
leri ziyaretçilerle iletişim kurmaya teşvik etme çabasıyla, barı­
naktaki köpek sosyalleştirme çalışmaları arasında göz teması
çalışması da yer alır.8
Kedilere gelince; esaret ortamında bazı kediler saklanır ya da
saldırganlaşırlar. Potansiyel yoldaşlarıyla karşılaşmaları için,
kedileri kafeslerinden çıkarıp tanışmalara ayrılmış bir odaya
götürürüz. Pek çok kedi, başlarını ve bedenlerini potansiyel
yoldaşlarına sürterek, kucaklarına atlayarak ya da onlara sunu­
lan bir oyuncakla oynayarak harika performans gösterir. An­
cak, iyi dost olabilecek ama yeni ortamlara uyum sağlamak için
zamana ihtiyaç duyan pek çok kedi de, soğuk ya da ürkek gö­
rünür. Kaskatı kesilir ya da saklanırlar. Etkileşim kurmaya zor­
landıklarında, pençeleri ve dişleriyle misillemede bulunabilir­
ler ki insanlar, kedinin sınırlarını ihlal ettiklerinin farkına var­
mak yerine, bunu "Benden hoşlanmadı" diye yorumlarlar.
Bu suretle, herhangi bir barınakta potansiyel bir yoldaş hay­
vanla tanışmak biraz risk içerir. Barınak o rtamında mülayim

8 Köpeğe göz teması kurmayı öğretmek için, gönüllü bir eğitmen bir ikramı kö­
peğin gözüne yakın bir noktada tutar. Köpek ikrama baktığında, ödülü alır.
Zamanla eğitmen, "Bana bak ! " komutunu vererek ödülü köpeğin gözlerinden
uzaklaştırmaya başlar. O zaman köpek, dikkatini ödül yerine kişiye odaklaya­
rak göz temasını koruduğunda ödülü alır. Kısacası bir köpeğin göz teması kur­
maya hevesli olması öyle önemlidir ki, bannak köpekleri bu duruma getirmek
için ortak çalışma yapar. Aynca, insanlar köpeklerin göz teması kurmasına öy­
le değer verir ki, gerçekten sahiplenilebilir bir köpek olmak için bunu yapabil­
mek şarttır.

1 43
ve sakin olan köpek ya da kedi, genelde ev ortamında da ay­
nı şekilde davransa da, bundan, barınakta bunu beceremeyen
hayvanın evde de beceremeyeceği sonucu çıkarılamaz. Alger
ve Alger ( 2003 , 1 62) , araştırma yaptıkları barınakta depresif
ve kayıtsız olan, ancak yuva edindikten sonra oyuncu ve faal
hale gelen bir kediyi örnek verirler. Dahası, şunu da unutma­
mak gerekir ki, barınak ortamında, insanlar da evde davrana­
cakları gibi davranmazlar. Barınak köpekleriyle ilgili araştır­
malar, bu köpeklerin davranışlarının onlarla etkileşime giren
insanların davranışlarından etkilendiği konusunda görüş bir­
liğine varmaktadır (Wells ve Hepper 1 999, 200 1 ) . Aynı şekil­
de , "ziyaretçilerin davranışlarının da köpeklerin davranışların­
dan aynı ölçüde etkilenmiş olabileceğini düşünmek mantık­
lı olur" (Wells ve Hepper 200 1 , 1 6) . Kısacası, hayvanlar için
de, insanlar için de, tanıştırılma sürecinde , başka bir ortamda
nasıl davracaklarını tam olarak ortaya koyamayan iki taraf söz
konusudur.

Planlayıcılar ve Davranış

Planlayıcılar genelde hayvanda belirli bir davranış ya da mizaç


arıyorlardı. Çoğu zaman, davranışı kendilerininkine benzer bir
yoldaş hayvan istiyorlardı. Koşucular atletik köpekler istiyor­
du ; hareketli çocukları olan aileler oyuncu yavru kediler isti­
yordu. Bir planlayıcı, köpeklerden birinin kafesteki sakin tavrı­
na tav olana kadar, yaklaşık bir ay boyunca haftada bir kez ba­
rınağı ziyaret etti. Köpeğe neden kapıldığını şöyle açıklıyordu:

Sessiz ve kendi halinde birisi olduğumu düşünüyorum. Vak­


timin çoğunu evde geçiririm; bu yüzden zeki ve kendi halin­
de bir köpek istiyordum. [ Köpeği ] gördüğümde, kafesinde ta­
kılıyordu; zeki ve ağırbaşlı görünüyordu. Onun aradığım kö­
pek olduğuna emindim.

Neyse ki , köpeğin sakinliği tesadüfi değildi, zira aylar son­


ra bu adamla tekrar konuştuğumuzda, eşleşmenin isabetli ol­
duğu anlaşıldı.

1 44
Davranış, planlayıcıların sahiplenmeme kararında çok sık et­
kili olur. Bu tip insanlar, mesela oyuncul bir kedi istediklerin­
den salladıkları iple oynamayan kediyi reddederler. Örneğin,
bir planlayıcı, internet sitesinde gördüğü bir yavru köpekle ta­
nışmak için hemen barınağa gelmişti. Hep böyle bir dişi köpek
istemişti ve görünüşünden, bu dişinin aradığı tip olduğuna ka­
rar vermişti. Ancak, köpekle yüz yüze tanıştığında edindiği iz­
lenim farklı oldu. Köpek, tipik bir yavru heyecanıyla onu se­
lamlamak için üzerine sıçrayınca , adamın çıplak bacaklarını
tırmaladı. Bulabildiği her şeyi çekiştiriyordu : tasmasının kayı­
şını, adamın ayakkabı bağcıklarını, şortunun kenarlarını. Hav­
lıyor, çitin ardından bitişik avludaki köpekle oynamaya çalışı­
yordu. Köpek, güzel görünümünün ardındaki gerçek yavru kö­
peği ortaya koyarak, bu planlayıcıya, ne çok eğitim ve sebat ge­
rektirdiğini göstermişti. Adam, köpeğin kendi hazırlandığın­
dan çok daha fazla sorumluluk isteyeceğinin farkına vararak, o
gün oradan köpek almadan ayrıldı. Böyle çok sayıda örnekte,
davranış, bir hayvanı vesayetine almanın gerçekte ne demek ol­
duğunu pek bilmeyen insanlar için iyi bir uyarı olur.

Tarafsızlar ve Davrana,

Tarafsızlar için, davranış, önem sıralamasında genelde görünü­


me ağır basıyordu. Bunlar genelde "doğru" köpeği ya da kediyi
arıyor ve bunun ne demek olduğu , hayvanı sahiplenecek ola­
nın durumuna göre değişiyordu . Örneğin çocuklarla oynamaya
hevesli bir köpek arayan tarafsız ailenin çekici bulduğu köpek­
le, kucak köpeği isteyen daha yaşlı tarafsız ailenin çekici buldu­
ğu köpek, birbirinden farklı olurdu . Benzer biçimde, oyuncul
ve "cici" bir kedi yavrusu isteyen bir çiftin seçim yaptığı hay­
van grubu, " cici" tahayyülü sakin, yetişkin bir kedi olan bekar
kadınınkinden farklı olurdu.
Tarafsızların alt kümesini oluşturan, , b enim "vurgun" adını
verdiğim insanlar, çoğu zaman sorunlu davranışı görmezden
gelir ya da kabullenirler. Her ne kadar bu , bazılarının sorunlar­
la başa çıkmaya ve ona göre davranmaya hazır olmaksızın hay-

1 45
vanları eve götürmelerine yol açsa da, bazılarının vuruldukları
hayvanlarla yaşamlarını sürdürmek için, davranış sorunlarıyla
uğraşmaya razı olabilmeleri de söz konusudur. Sonuçta, bun­
lar kıymetli bir hayvan sermayesi kazanırlar. Örneğin ben, vur­
gunlardan biriyim. Mayıs 1999'da, yetişkinlik hayatım boyun­
ca kedilerle yaşadıktan sonra, bir köpeğe vuruldum. Bir köpe­
ği sahiplenmeyi hiç düşünmemiştim; zaten gönüllü olarak kö­
peklerle çalışmaya girişebilmemin bir nedeni de buydu. Ancak,
hiç beklemediğim biçimde, herhangi bir köpek de değil, dav­
ranışlarıyla her bakımdan zorlu bir köpek edinmiştim. Skipper
için huysuz tabiri hafif kalır. Beni tanıyanların çoğu beni sakin
biri olarak tanımlar. Vurulup sahiplendiğim köpek, kafesinde
daireler çizen, insanların üstlerine atlayıp diş geçiren ve benim
onun için kullandığım sevgi dolu tabirle "taş kafa" bir köpek­
ti. Bu arada, tuvalet terbiyesi olmadığını da eklemeliyim. Dav­
ranış bakımından ideale bundan daha uzak bir köpek olamaz­
dı. Her ne kadar, ikimiz de idmanla epey yol kat ettiysek de, o
hala, hoşgörü ve sabır isteyen birçok davranışa sahip. Yine de
artık iki ayrılmaz dostuz; ben bu satırları yazarken, o da sandal­
yemin yanında bekliyor. Hayvan sahiplenen başka insanlarda
da bu olguyu gözlemledim. Örneğin bir kadın, kedisine duydu­
ğu böylesi karşı konulmaz hisleri arasam bulamayacağım kadar
güzel tasvir ediyor:

O bir baykuş, bense tarlakuşu. O atletik, daima kıpır kıpır,


bense bezgin bekir. O ince, uzun ve zarif, ben, kütük. Her ba­
kımdan birbirimize öyle zıtız ki, bu mahluğun beni sevmesine
hayret ediyorum. Müthiş bir şey.

Bir başka kadın, yine benzer sözlerle , köpeğiyle tanışması­


nı anlatıyor:

Barınakta onu görünce avlulardan birine çıktık; o, nasıl de­


sem, etrafındaki her şeyle öyle ilgili , öyle uyanıktı ki. . . Her
yeri kokluyordu , sonra bir ses işitip dönüp baktı ve diyebili­
rim ki, tüm bedeni göz-kulak kesildi. İnsan olsaydı, diğer in­
sanlar onun yaşama aşkından falan söz ederdi. Ben zaman za-

1 46
man etrafımdaki şeylere hiç dikkat etmem. Bu köpeği gördü­
ğümde, onunla iyi bir ikili olacağımızı biliyordum. Ona attı­
ğım bir tenis topuyla oynamaya başladık. Kendini tamamen
oyuna kaptırmıştı. O an onun için dünyada yalnızca tenis to­
pu ve ben vardık. Hep bu hayvanın etrafında olmak istediğim­
den emindim.

Her ne kadar, "zıt kutuplar birbirini çeker" diye kestirip at­


mak ayartıcı olsa da, bu basit yargının gerisinde yatan şeyin ne
olduğunu çözmeye çalıştım. Sahi, zıtlar neden birbirini çeker?
Bu, genelde bize benzeyen insanlardan -ve hayvanlardan- hoş­
landığımız şeklinde, daha önce öne sürdüğüm iddiayla çelişi­
yor. Öte yandan, bizim gibiler tarafından sevilmek güzel olsa
da, bize benzemeyenler tarafından sevilmek, daha da güzeldir
(bkz. Aronson 1 999, 392). Bizden farklı biri buna rağmen biz­
den hoşlandığında, bu o kişinin, bizde farklılıklarımıza rağmen
dikkate değer, özel bir şey bulduğunu düşündürür. Belki aynı
şey hayvanlar ile insanlar arasında da oluyordur. Şimdiye dek
pek çok sakin, sessiz hayvana kanım ısındıysa da, zıpır bir kö­
peğin benden hoşlanmış görünmesi, beni epey -ve anlaşılmaz
bir biçimde- şımarttı. Vurgun diye tanımladığım başka insan­
lardan da benzer şeyler işittim. Örneğin, bir adam kedisinin ca­
zibesini kısaca şöyle açıklamıştı: " Garip bir ikiliyiz, bunu ba­
şından beri biliyordum, ama her nedense kedim benden hoş­
lanıyor. Buna nasıl direnebilirim ki? " Bu adamın yorumu, hay­
vanları çekici bulmamızda etkili olan bir başka unsura dikkat
çekiyor: Tıpkı bizden hoşlanan insanlardan hoşlandığımız gi­
bi, bizden hoşlanan hayvanlardan da hoşlanırız. Davranış hoş­
lanmanın göstergesi olduğundan, şimdi sahiplenme kararların­
da duyguların rolünü ele alacağım.

"BA� KURMA"

Nihayetinde, yoldaş hayvanlarla ilişkilerimizin en önemli un­


suru , ne davranış, ne de dış görünüştür. Hayvan sahiplenenle­
rin tümü, hayvanla aralarında bir "bağ" hissettiklerinden söz

1 47
ediyordu . Planlayıcılar bunu diğer niteliklerle birlikte sıralıyor­
lardı ; onlar kendileri için "doğru" olmayan bir hayvana körkü­
tük vurulmazlardı, ama ölçütlerine uygun bir köpek ya da kedi
bulduklarında, onlar da hayvanla aralarındaki bir "bağ" dan söz
ediyorlardı. Vurgunlar, onların tersine , "bağı" baştan itibaren
hissediyordu . "Bağ" sözcüğünü tırnak içine almamın iki nede­
ni var. Birincisi, bunun konuştuğum insanların kullandığı söz­
cük olduğunu , benim onların deneyimine ilişkin yorumum ol­
madığını vurgulamak istiyorum. Aynı sözcüğü öyle çok insan
kullandı ki, onların bu sözcüğü kullanmasını ciddi bir veri ola­
rak aldım. Yani, insanlar bir "bağ" hissettiklerini söylüyorlarsa,
onlara inandım. Amacım onların hayvanlarla "gerçekten" bir
bağları olup olmadığını bulmak değil, bu deneyimin onlar için
nasıl bir hisse karşılık geldiğini ve ne demek olduğunu öğren­
mekti. Duygular öznel olduğundan, insanlar genelde başkaları­
nın duyguları hakkındaki iddialarını doğru kabul ederler. Biri­
ni sevdiğimi ya da kendimi mutlu , öfkeli veya incinmiş hisset­
tiğimi söylediğimde, insanların benim duygularıma inanmak­
tan başka çareleri yoktur. Acı gibi diğer öznel deneyimlerle il­
gili iddialarda olduğu gibi, duygulara ilişkin iddialara değer ve­
rilmelidir. Bunlar, hiçbir doğrulama gerektirmediği gibi, bu tür
bir doğrulamayı sağlayacak bir araç bulmayı da bekleyemeyiz.
Jürgen Gerhards ( 1 989, 749) duyguları şöyle tanımlamıştır:

modern a priori; yani diğer tüm ilkeler geçersiz olduğunda da


geçerli olan ilke. Duygular sahicilik iddiasında bulunabilir, zi­
ra her fail kişisel olarak onlara sahip olduğunu öne sürebilir­
ken, başkaları onun bu beyanını çürütemez.

Bu bakışa göre , birinin tanımladığı duyguların nesnel bir


anlamda "hakiki" olup olmadığını bilemem. Önemli olan, bu
duyguların o anda , onları hissettiğini öne süren kişi açısından
hakiki olmasıdır (bkz. Plummer 1 983, 105; lrvine 1999) .
Sözcüğü tırnak içine almamın bir amacı da, bunun her tip in­
san tarafından tutarlı biçimde kullanılmasının, hayvanlarla et­
kileşime özgü bir "duygu lugatçesinin" varlığını kanıtladığı­
nı vurgulamak . "Duygu lugatçesi" , duyguları tanımlamak için

1 48
kullanılan dildir. Bu , belli durumlar için uygun görülüp arzu­
lanan duyguları (ve bunlardan doğan ifadeleri) imleyen ("duy­
gu kuralları" ve "ifade kuralları" olarak bilinen) normları kap­
sayan daha kapsamlı bir "duygu kültürü"nün parçasıdır (bkz.
Goffman, 1959; Hochschild 1975, 1 983; Gordon 198 1 ; Stearns
1989a, 1989b, 1 944) . Çağdaş Amerikan duygu lügatçesi, "sev­
gi" ve "öfke" gibi epey geleneksel ve basit sözcükler içermekle
birlikte, "kafayı sıyırmış, " "stresli" ve "dağılmış" gibi daha ye­
ni terimler de içerir. Bir kültür içinde yeni duygusal durumlar
belirdikçe, onları tanımlamak için yeni lugatçeler ortaya çıkar.
'Trafik canavarı" buna bir örnektir. Hayvanlarla "bağ" mefhu­
mu da, benzer şekilde, belli bir dönemin ve duygusal kültürün
bir yansımasıdır. lkinci Bölüm'de açıkladığım gibi, hayvanlara
duygusal olarak yakınlık hissetmek Batı tarihinde uzun bir sü­
re istenmeyen bir durumdu . Hatta, bazı istisnalar dışında, in­
sanlar bu tür hislerinin bedelini genelde hayatlarıyla ödediler.
Hayvanlarla "bağ" , görece yakın bir zamana kadar, sosyolojik
ve psikolojik açıdan olası değildi.

Duyguların Sinyal işlevi

Potansiyel hayvan sahiplenicileri, doğru hayvanı buldukların­


dan emin olduklarını, çünkü hayvanla aralarında bir "bağ" his­
settiklerini söyledikleri zaman, duyguların sinyal işlevi gör­
me kapasitesinden söz etmektedirler. tık olarak Freud tarafın­
dan tanımlanmış olan bu sinyal işlevi, karnımızdaki düğümlen­
menin gerginliğin işareti oluşu gibi, duyguların çevremizdeki
dünyaya ilişkin algılarımızı şekillendirmeye nasıl katkıda bu­
lunduğuna işaret eder (ayrıca bkz. Hochschild 1 983 ) . Ö te yan­
dan, gerginlik, mutluluk ya da öfke duymamız, ancak etkileşim
bağlamında mümkündür. Bir sosyal bağlamın dışında, işlenme­
miş, yorumlanmamış duygulara sahip olmak söz konusu ola­
maz. Duygular, sinyal işlevi görürken , durumlara dair beklen­
tilerimizle birlikte çalışır. Sinyal , "gördüğümüz şeyle görme­
yi umduğumuz şeyin yan yana gelmesini" gerektirir (Hochsc­
hild 1983, 2 2 1 ) . Bu yüzden, örneğin bir sunum yapmadan önce

1 49
gergin hissederiz, ya da sevdiklerimizle olmaktan dolayı mutlu
oluruz, çünkü bu durumlara dair bu beklentileri taşırız. Duy­
gu , durumları gergin ya da eğlenceli olarak tanımlamaya yar­
dımcı olur, ancak süreç boyunca başka bilgileri de kullanırız.
Hayvan sahiplenenler için, duygu sinyalini anlamlandıran
beklenti, bir hayvanla yakınlık kurabilme potansiyeliyle iliş­
kiliydi. Nitekim onlar barınağa bir kedi ya da köpek sahiplen­
mek, muhtemelen de "bağ" kurabildikleri bir kedi ya da kö­
pek sahiplenmek umuduyla gidiyorlardı. Bazı hayvanlar o kişi­
den hoşlandıklarının işaretini vererek o potansiyeli iletiyordu .
Bu yüzdendir ki, uygun niteliklerin hepsine sahip bir hayvan,
bazen bir sahiplenici için "doğru" hayvan olmuyordu : Hay­
van, sahipleniciye karşı tamamen kayıtsız oluyordu. Dolayısıy­
la, insanların sahiplenme kararı almalarında olmazsa olmaz et­
kenlerden biri, hayvanın kendilerinden hoşlanmasıydı. tlgi, bir
"bağ" olduğunun -ya da en azından böyle bir potansiyel oldu­
ğunun- sinyalini veriyordu ki bu, eşleşmenin kesinleşmesini
sağlayan şeydi.
Hayvanlar hoşlanma duygularım nasıl iletirler? Bedenlerini
kullanırlar. Kediler ve köpekler bizimle olmak istediklerinde ,
türlü yollarla bunu apaçık belli ederler. Kediler, bilhassa biri­
ni selamlamak için, bedenlerini ve başlarını sürterler. Tıpkı bir
başkasının varlığından duyulan hoşnutluğu ileten mırlama gi­
bi, bu da bir sevgi iletisidir. Köpekler yakınınızda durup kuy­
ruk sallayarak yüzlerini ve kulaklarını sarkıtırlar. Hayvanlar
ayrıca, dikkat kesilerek, sevgi değilse de ilgilerini gösterirler.
Bu, çoğunlukla fiziksel yakınlık ve temas da içerebilir. Bir ke­
di ya da köpeğin kaşınmasından ya da okşanmasından bilhassa
hoşlandığı yeri keşfeden insanlar, genelde aldıkları tepkiyle gu­
rurlanırlar. "Doğru noktayı bulmak" o kişinin hayvanı bir şe­
kilde tanıdığının işareti gibi görülebilir.

Planlayıcılar ve Bağ

Planlayıcılar, bir yoldaş hayvanda, diğer niteliklerin yam sıra


bağ da arıyorlardı. Diğer nitelikler, "doğru" kedi ya da köpe-

1 50
ği göstermeye tek başına yetecek işaretler değildi. Örneğin, bir
planlayıcı köpeğiyle karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

O gün orada ilgimi çeken iki köpek vardı; her ikisi de Labra­
dor'du ve prensipte ikisi de güzel görünüyordu . Daha önce
Labrador köpeklerim olmuştu; Labradorları severim. Mükem­
mel aile köpekleridir. Bu iki köpekle de tanıştım, ikisi de ha­
rika köpeklerdi ve ilkini sahiplenmeyi düşündüm. Diğerinden
biraz daha genç ve daha hoştu, ama aramızda hiçbir bağ olma­
dı. Birlikte dışarı çıktık ve köpek beni pek umursamadı. O za­
man, "eh, sevimli bir köpek; yalnız ona biraz zaman tanımam
gerekecek" diye düşündüm önce. Sonra diğer köpekle tanış­
tım ve onunla hemen gerçek bir bağ kurduk.

Bazı planlayıcılar ile yoldaş hayvanları arasındaki ilişki, bana


bir bakıma anlaşmalı evlilikleri anımsatmıştı. Bu kişilerin uy­
gunluk kriterleri vardı ve ilk bakışta sırılsıklam aşk, bu kriter­
lerden değildi. Hatta ilk görüşte aşkın beraberlik için çok zayıf
bir temel olacağını düşünüyorlardı. Bunlar, hayvana karşı bir
şey (bir "bağ") duymayı bekliyorlardı ama bu duygu tek başına
yeterli değildi. Örneğin bir planlayıcı, kendisi için yine de doğ­
ru hayvan olmayan bir kediyle olan "bağını" şöyle anlatıyordu:

İnternet sitenize sürekli bakarım ve siyam kedileriniz oldu­


ğunda pek çok kez buraya geldim, çünkü siyam kedim olsun
istiyorum. Bu arada bir-iki tanesiyle tanıştım. Bir tanesi öyle
sevimliydi ki, onu unutmuyorum. Gerçekten aramızda bir bağ
olduğunu hissettim. Ama çok yaşlı ve uzun tüylüydü. Sonun­
da başka bir kediyle tanıştım ve tamam dedim. İstediğim görü­
nümdeydi. Tam aradığım yaşta, aradığım büyüklükteydi. Ara­
mızda o bağ da vardı. En başından itibaren doğru kediydi. On­
da bir şey vardı.

Planlayıcıların bir hayvanı sahiplenmek için duyguları baz


alma konusundaki ihtiyatlılığı, Amerikan orta sınıf duygusal
kültürüne dair önemli bir noktayı gözler önüne serer. Bu bil­
hassa, bir şey yaparken yol gösterici olarak duygulara güvenme
konusundaki şüpheyi ortaya koyar. Bu konuyu tartışmaya geç-

1 51
meden önce, karşılaştırma yapmak için, tarafsızların deneyimi­
ne bir göz atalım.

Tarafsızlar ve Bağ

Tarafsızlar, "bağ" ve onun sinyal işlevine planlayıcılardan daha


fazla önem veriyordu . Onlar da "bağ" potansiyelini tıpkı plan­
layıcıların yaptığı gibi, hayvanların temas kurma hevesine ba­
karak değerlendiriyordu . Örneğin, hayvan sahiplenmeye gelen
biri, kocasının ölümünden sonra, ona arkadaşlık etmesi için bir
kedi arıyordu . Tüm kafeslere bakmış ve içlerinden herhangi bi­
rini alabileceğini söylemişti, ancak, kendini tanıtmak ister gi­
bi minik patisini parmaklıkların arasından dışarı uzatan kedi­
yi aldı. Kedilerde de köpeklerde de, insanlarla yakınlık kurma­
ya istekli görünmek, "senden hoşlandım" demenin önemli yol­
larından biridir.
Tarafsızlar, barınağa gelirken, alacakları hayvanlar konusun­
da belirli fiziki: tercihleri olmadığından veya bu tür tercihle­
ri çok sınırlı olduğundan, onlar için "bağ" her şeyden önce ge­
lir. Çoğu zaman bu his son derece açık ve etkileyici olabiliyor.
Benim en favori örneklerimden biri, Marc Bekoffun yoldaş kö­
peği jethro'yla tanışıp onu sahiplendiğinde hissettikleriyle ilgi­
li hikayesidir. Bekoff hayvanların bilişsel ve duygusal hayatları­
nın bilimsel olarak incelenmesine öncülük etmiştir. Onun ba­
rınaktaki bir köpekle yaşadığı apaçık bağlanma deneyiminin
hikayesi, bilimsel metotları boşa çıkarır:

insani Yardım Derneği'nin kapısından içeri girer girmez,


anında kurulan bir bağ hissettim. Adeta bir mıknatıs, bedeni­
mi salonun en arka köşesine, bu köpeği gözlerini dikmiş ba­
na bakarken bulduğum yere çekiyordu . Açıklamak imkansız,
ama beni tamamen etkisi altına alan, tüm o kafeslerin yirmi
metre gerisinden hissettiğim, sıcak, muhteşem bir duyguydu
bu . Bir dost bulmuş olduğumu, daha onu görmeden anlamış­
tım. Ben eğitimli bir bilim insanıyım. Bu tür umumi bağlar­
dan muaf olmam beklenir, bunlar meslektaşlarımla başımı be-

1 52
laya sokar. Ama muaf değilim, bu bir gerçek (aktaran Scho­
en 200 1 , 1 72).

Bekoff gibi, belli bir hayvanla aralarında bir "kıvılcım" ya da


bir "çekim" hissettiklerini anlatan başkaları da vardı. Bu insan­
lar, yaşad1kları deneyimi, o hayvanla olmanın alınyazıları ol­
masına, aradıkları kedi ya da köpeğin o olduğundan emin ol­
malarına bağlıyorlardı.
Bazı vakalarda, "bağ" hissi yalnızca "senden hoşlandım" ile­
tisi vermekle kalmıyordu; aynı zamanda, benzerlik ile hoşlan­
ma arasındaki bağlantıyı kanıtlar biçimde, "ben de senin gibi­
yim" demeye geliyordu. Örneğin, bu bölümün başında yer alan
üçüncü alıntıdaki sözlerin sahibi olan kadın, nereden baksa­
nız pek çekici sayılmayacak bir kediye inkar edilemez bir çe­
kim hissetmişti. Kedi, bir sokak kedisiydi. Dükkanı etrafında
dolaşırken gördüğü bu kedinin durumuna üzülen bir adamın
iyi yürekliliği sayesinde barınağa gelmiş olması ve erkek olma­
sı dışında, hakkında çok az şey biliyorduk. Yaşını bilmiyorduk,
ama muhtemelen genç bir kedi değildi: Tahminen on beş ya­
şında vardı. Barınağa gelmeden önce başka kedilerle kavgaya
girmişti; veterinerler başındaki bir apseyi kurutmuş, bir yarı­
ğa dikiş atmışlardı. Bunun için başındaki bir bölgenin iyice tı­
raşlanması gerekmiş, böylece yıllar boyu girdiği önceki kavga­
larının yaraları da ortaya çıkmıştı. Kedi özel bakım altında iyi­
leşmekteydi, dolayısıyla tüyleri tekrar uzamaya başlamıştı, ama
façalı sokak kedisi görünümünü hala kaybetmemişti. Daha­
sı, ağzında yalnızca birkaç dişi kalmıştı. Tüm bunlara rağmen,
o gün kendine bir yuva buldu. Ona karşı bir "bağ" duyan ka­
dın, daha önce kafa travması geçirmiş ve sonunda, konuşma­
yı ve çoğumuzun doğal gördüğü başka şeyleri yapmayı yeniden
öğrenmek zorunda kalmıştı. Geçirdiği iki ameliyat başında ya­
ra izleri bırakmıştı. O gün bir ruh ikiziyle tanıştığı hissini ya­
şamıştı. Hayvanlarla ilişkilerinde pek çok kişi için olduğu gi­
bi, onun için de bu duygu şu anlama geliyordu: "Aradığın be­
nim. Beni al ! Biz birlikte olmak için yaratılmışız. " Benzer biçim­
de, Alger ve Alger de (2003 , 1 59) insanların belli bir kediyi sa-

1 53
hiplenmelerinin en yaygın nedeninin, kedinin onları seçtiğine
inanmaları olduğunu bulgulamıştır.

DUYGU KÜLTÜRÜNDEKi iKiRCiK

Planlayıcılar ve tarafsızlar, duygu kültürünün ilettiği karışık


mesajlara çok güzel örnek oluştururlar. Hayatın pek çok ala­
nında , "içimizde" "gerçekten" neler olup bittiğini bize söyle­
mesi için duygularımıza bel bağlarız . Duyguların bizim ha­
kiki arzularımızı ve niyetlerimizi ortaya koyduğuna inanırız.
Hochschild'in ( 1 983, 1 90) sözleri bunu çok güzel ifade eder:
"Kültürümüzde, spontan, 'doğal' duyguya daha önce görülme­
miş bir değer yüklemeye başladık . " Bu, Darwin, Freud ve Ja­
mes'in çalışmalarının ürünü olan, "organizmacı" duygu modeli
olarak bilinen paradigmayı temsil eder.9 Bu paradigmada, duy­
gular, "hakiki" olduğu varsayılan bir benlikle tutarlı eylemle­
ri teşvik edebilen içgüdüye denktir. Organizmacı bakış açısına
göre, duygu hem duruma uygun "duygulanma kurallarından"
hem de o duyguyu yaşayan kişinin iç gözleminden bağımsız
olarak vardır. Bunun sonucunda, duygu etkileşim için fevkala­
de güvenilir bir yol gösterici oluşturur. Eğer duygular "hakiki"
benliğe işaret ediyorsa, o zaman, dış etkenlerden doğan gözle
görülür herhangi bir "kirlenme"nin olmadığı durumda, yaşa­
nan deneyim inkar edilmez surette güçlüdür.
Öte yandan "doğal" duygulara yönelik bu saygı, beraberinde
şüphe de taşır. İçgüdüsel olan duygulara saygı duyabiliriz, an­
cak aynı anda bunların bazılarını, bilhassa yoğun olmaları ha­
linde, tehlikeli diye yaftalarız , çünkü bunlar rasyonelliğe kar­
şı tehdit oluşturur. Örneğin, çoğu insan öfke gibi bir duyguyu
muhtemelen tehlikeli olarak görecek ve bunun hiçbir zaman
eylemin esasını teşkil etmemesi gerektiğini savunacaktır. Gün­
cel duygu lügatçesini kullanarak söylersek, öfkeyle yapılacak
en iyi şey, onu "yönetmektir" . Aynı şekilde , çoğu insan suç­
luluk duygusunu aklıselim davranış için kötü bir yol gösteri­
ci olarak görür, çünkü bu duygunun hem psikolojik hasardan
9 Farklı duygu modellerinin bir irdelemesi için bkz. Hochschild 1983, Ek A.

1 54
kaynaklandığı hem de böyle bir hasara sebep olduğu düşünü­
lür (bkz. Irvine 1999 ) . Bu, hangi duyguların "hakiki" benliğin
göstergeleri olduğu ve bunların hangi koşullarda böyle olduğu
sorularını gündeme getirir. Tarihçiler, Amerikan duygu kültü­
rü içinde belli duyguların yükselişini ve düşüşünü belirlemek
suretiyle, bunu analiz etmişlerdir. 20. yüzyıl boyunca Ameri­
kan orta sınıfı zamanla "muntazaman soğukkanlı, kontrollü bir
kişilik"e karşılık gelen görece ölçülü bir duygusal üslubu be­
nimsemiştir (Steams 1 994, 263) . 1 0 Açıkça sergilenmese de ke­
sin tercih, kişinin her yönden kontrolü elinde tuttuğunu dü­
şündüren bir görüntü sergilemesidir. Araştırmalar, birçok sa­
nayileşmiş Batı ülkesinde, duygulara ket vurulması ve duygusal
yoğunluğun cezaya tabi tutulması yönünde bir değişim oldu­
ğunu göstermiştir (bkz. Swaan 1 98 1 ; Gerhards 1989; Wouters
1 99 1 ) , ancak ABD bu açıdan en ön sıradadır (bkz. Sommers
1 984) . 1 1 Kısacası, temkinli duygusal kültür, tamamen ya da ön­
celikli olarak duygulara göre davranma güdümüzü yatıştırır.
Hayvan sahiplenenlerin analizine dönersek, planlayıcılar ,
belli tipte bir hayvanı arayarak geliyordu ve "bağ" , eşleşmeyi
tamama erdiriyordu. "Bağ" duygusu önemliydi, ama hayvanda
aranan diğer özelliklerin de bulunması koşuluyla. Başka bir de­
yişle, "bağ" , eşleşmenin olması için gerekliydi ama yeterli de­
ğildi. Bunun tersine, tarafsızların zihinlerinde belli herhangi bir
hayvan tipi yoktu. Böylece duygusal deneyim, açık bir beklen-

1 0 Her ne kadar halihazırda tartıştığımız konu için şart olmasa da, neden böy­
le bir şey olduğu sorusunu kısaca yanıtlayabilirim. Yoğunluğun azalması, kıs­
men, yeni aile modelleri ve artan tüketicilikle birarada olan gelişmiş bir endüs­
triyel toplumun talepleriyle birlikte yaşandı. Peter Stearns ( 1 994) buna, ölçü­
süz dinsel ruhanilikten 20. yüzyıla özgü bir kopuşun ve sağlığa yapılan vurgu­
daki artışın rolünü ekler.
1 1 Amerikalılar, nahoş buldukları duyguları tehlikeli ve potansiyel olarak fayda­
sız diye tanımlamaya, başka pek çok kültürden insanlara kıyasla daha yatkın­
lar. Ö rneğin Çinliler suçluluk ve kıskançlık gibi bazı duyguları baş etmesi zor
ve nahoş bulmakla birlikte bu duyguların önemli işlevleri olabileceğini teslim
ediyorlar. Amerikalılar yalnızca bazı duyguları kınamalarıyla değil, aynı za­
manda o duyguları saklama arzuları ve bunu yapabilmeyi gurur vesilesi say­
malarıyla da başka birçok kültürden farklılık gösteriyorlar. Bunun sonucunda,
Amerikan duygu lügatçesi görece indirgeyici bir haz-acı ikilemi sergiliyor. Da­
ha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Sommers 1984.

1 55
tinin olmadığı durumda, katıksız, kirletilmemiş, "içten gelen"
sezgi gibi devreye giriyordu .

BAli VE SAiK

Belli bir hayvanı sahiplenmenin alınyazısı olduğu duygusunu


yaşamanın güçlü bir işlevi vardır. Bunu , Max Weber'in ( 1 968
[ 1922 ) ) ortaya attığı ve daha sonra C. Wright Mills'in geliştir­
diği çerçevede, bir saik beyanı olarak görmeye başladım. Sa­
ik, "failin kendisine ya da seyirciye failin davranışı için yeter­
li bir dayanak gibi görünen bir anlam bütünü" demektir (Mil­
ls 1940, 906) . Bir eylemin altındaki saikler, eylemin "nasıl" ve
"niçin" yapıldığı sorularına yanıt oluşturur, ancak bunlar faa­
liyetlerimizin tanımlarından ya da nedenlerinden ibaret değil­
dir. Saikler, davranışımızı belli bir bakış açısından görecek şe­
kilde başkalarını ve kendimizi etkilemenin yollarıdır. Yaptığı­
mız şeye ilişkin bir soru işareti doğabileceği durumlarda saik­
ler oluştururuz: Örneğin "neden bu köpeği sahiplendin? " ya da
"siyam kedilerini sevdiğini bilmiyordum. Onda nasıl karar kıl­
dın?" gibi. Bu tür sorular, hatta bu soruların geleceği beklentisi
karşısında, "bunu yapmak alınyazımdı" demek, tartışma götür­
mez bir saik ifadesidir. Dahası bu , organizmacı duygu mode­
liyle de tutarlıdır. Örneğin bir planlayıcının, hayvanı "doğru"
tercih haline getiren özgün niteliklerden ayrı olarak bir hayva­
na karşı manyetik bir çekimden söz etmesi pek beklenmez, oy­
sa tarafsız biri her şeye rağmen, görece rasgele seçimine açıklık
getirmenin bir yolunu bulmak durumundadır. Ayrıca, eğer ben
bir hayvanın bir şekilde benimle olmaya "yazgılı" olduğuna
inanıyorsam, o zaman, bu inancı taşımamın hayırlı bir işareti,
söz konusu bağın devam edeceği ve benim için bilhassa anlam­
lı olabileceğidir. En iyi koşullarda bu duygu , her ilişkinin bera­
berinde getirdiği zor dönemleri aşmamı sağlayacaktır. Örneğin,
Skipper ile benim birbirimizin kaderi olduğumuz yönündeki
inancım, başka birinin kabul edemeyebileceği pek çok davranı­
şı kabullenmemi sağlamıştır. Saiklerim zamanla değişti; bu, sa­
iklerin, kelimenin gerçek anlamında eylemin sebepleri olmak-

1 56
tan ziyade eylem stratejileri olduğunu savunan Mills'in iddiası­
nı destekliyor. Başlangıçta , Skipper'a duyduğum çekimi " onun
insan yoldaşı ben olmalıydım" diye açıklardım. Şimdi ise, ara­
dan üç yıl geçtikten sonra, bu kitabı yazarken, benim bir öğret­
mene ihtiyacım oldğu için Skipper'la biraraya geldiğimizi söy­
lüyorum. Farklı bir köpek sahiplenmiş olsaydım, köpek davra­
nışına ya da benim bir köpekle ilişkide gösterdiğim davranışa
dair bu kadar çok şey öğrenemezdim.

En nihayetinde tüm sahipleniciler, her ne kadar bunu fark­


lı şekillerde yapsalar da, bir hayvanla "bağ" kurma peşindey­
diler. lster belli tipte bir hayvan arayışında olsunlar, ister bek­
lenmedik biçimde hayvana vurulmuş olsunlar, ortak paydaları,
o hayvanın ve kendilerinin "birbirleri için yaratılmış olduğu"
duygusuydu. Buna insanbiçimci yansıtma deyip geçmek kolay­
dır, ama böyle yapmakla yaşanan deneyimi feda etmiş oluruz.
Zira bir hayvanla "bağ" duygusunun temelinde sadece insanbi­
çimclik yatsa, insanlar bir hayvana hemen her şeyi yakıştırabi­
lirlerdi. Hayvan sahiplenmek, gerekli talimatlara uyabilen, doğ­
ru renge sahip kediyi ya da köpeği bulmaktan ibaret olurdu . Bu
şekilde gerçekleşen sahiplenmeler kuşkusuz vardır, ancak iyi
bir eşleşmede bundan çok daha fazlası söz konusudur. Çoğu
zaman, doğru gibi görünen bir kedi ya da köpek, belli bir kişi
için, her nasılsa tamamen yanlış kedi ya da köpektir.
Potansiyel sahiplerin tümünün yapmaya çalıştığı şey, kö­
peğin ya da kedinin neye benzediğini öğrenmektir. Bir başka
deyişle, hayvanın benlik duygusuna dair genel bir fikir edin­
meye çalışırlar . Bir yoldaş köpek ya da kedi edinmek, (ke­
di ve köpeklere yaklaşmak elbette daha kolay olmakla birlik­
te) bir insanla dost olma sürecine çok benzer. Çoğumuz ken­
dimizi anında yakın hissettiğimiz insanlar tanımışızdır. Bu in­
sanların yanında "kendiniz olabileceğinizi" hissedersiniz . Da­
ha doğrusu , olabildiğince kendiniz olabileceğinizi. Burada yap­
tığınız, yansıtmadan ibaret değildir: Öyleyse de, o ilişki uzun
sürmez ya da pürüzsüz gitmez. Elbette bu duygu biraz da or-

1 57
tak yönlere sahip olmaktan kaynaklanır, ancak tek nedeni bu
değildir, zira öyle olsa, muhtemelen hepimizin çok daha faz­
la sayıda dostu olurdu . Bunun hem nedeni, hem de işaret etti­
ği şey, dostluğun taraflarının benlikleri arasındaki "uyum"dur.
Aynı şey hayvanlarla ilişkimizde de geçerlidir. Bir sonraki bö­
lümde , hayvan benliklerinin bizler için nasıl görünür hale gel­
diğini inceleyeceğiz.

1 58
6
BENLİGİ YENİDEN DÜŞÜNMEK:
MEAD'İN MiYOPLUGU

Hayvanlar gerçekte nasıldır? Onların korkularına, sadakat­

lerine ya da zekalarına ilişkin fazla ölçüp biçmeden yaptığı­

mız saptamalara ne kadar güvenebili riz1 Kendimiz ile on­

lar arasına katı bir ayrım koyma güdümüzü ne ölçüde ka­

bullenmeliyiz1 Tartışmamız gereken işte budur. Neye gö­

re karar vereceğizi

- STEPHEN R. L CLARK ( 1 982, 2)

Barınağın sahiplendirme bölümlerinde yaptığım gözlemler, sa­


hiplenicilerin bağ kurma hisleriyle ya da ziyaretçilerin hayvan­
ları görmekten ve onlarla etkileşimden duydukları hazla özdeş­
leşen pek çok okura doğru görünmüş olabilir. Öte yandan, bu
gözlemler bize tanıdık gelebilse de , tek başlarına, hayvanlar­
la ilişkilerimizi anlamamıza yarayacak bir teori oluşturmuyor.
Böyle bir teori, insan-hayvan etkileşimine bağlı hazların ve dü­
şüncelerin altında yatan esas konunun araştırılmasıyla ortaya
çıkar. Ben, bu esas konunun benlik duygusu olduğunu düşünü­
yorum. Hayvanlar bizdeki bu duyguyu doğrular ve zenginleşti­
rirler. Bunu yapabilmeleri için, hayvanların da benlikleri olma­
lıdır. Başka bir deyişle, hayvanlar, bizimle ilişki kuran benlikler
olarak, bizimle etkileşmek suretiyle insan kimliğini yaratırlar.

1 59
Şimdi, derdimi anlatabilmek için bazı örnekleri özetle yeni­
den ele alacağım. Ziyaretçilerin ve sahiplenicilerin hayvanlar­
la etkileşimi, onlara bakmakla sınırlı değildi, onlarla ve onlara
dair konuşmayı da içeriyordu . Sahiplenme niyeti olsun olma­
sın, herkes, hayvanların isimlerini ve geçmişlerini öğrenmek ve
mümkünse onları kucağına almak, onlara dokunmak ve kafes­
leri dışında onlarla oynamak istiyordu . Hatta bazılarının, ora­
ya düzenli olarak gelip gittiğine ve barınağın uzun dönem sa­
kinleriyle ilişkiler geliştirdiklerine daha önce değinmiştim. Biz­
zat hayvan sahiplenememiş olan insanlar da, buna rağmen yi­
ne barınağa geliyorlardı ki, bu , hayvanlarla etkileşimin onlarsız
olunamayacak kadar zaruri hale gelebildiğini gösteriyordu. Da­
hası, barınağın internet sitesine girmiş olan pek çok insan, yal­
nızca minik fotoğraflarını gördükleri hayvanlarla tanışmak is­
tiyordu. Başka bir deyişle, insanlar hayvanların var olduğunu
bilmekle yetinmiyordu ; onlarla doğrudan etkileşim kurma yö­
nünde bir çekim hissediyorlardı. Sahiplendirme bölümlerinde
insanların kurduğu etkileşimin şekli, onların hayvanları ilişki
kurulabilir ötekilerden saydıklarının göstergesidir.
Ziyaretçiler ve sahipleniciler, hayvanların geçmişlerini öğ­
renmeye ve sahiplenmenin gerçekleştiği örneklerde, ihtiyaçla­
rının daha fazlasını karşılamaya önem veriyorlardı. Hayvanla­
rın esenliğinin düşünüldüğüne dair bir başka gösterge de, in­
sanların "Onlara üzülüyorum" ve "Keşke hepsini eve götüre­
bilseydim" gibi sözleriydi. "Onları kafeste görmekten nefret
ediyorum" sözünde olduğu gibi, hayvanların özgürlüğüne iliş­
kin kaygıların ifade edilmesi yaygın bir tepkiydi. Dahası, hay­
vanların ürkek göründüğü ya da bir ameliyat veya yaralanma­
nın tedavisi aşamasında oldukları durumlarda, insanlar onlar
için samimi kaygı duyuyordu. Örneğin, barınaktaki erkek kö­
peklerin, kısırlaştırıldıktan sonra, dikişlerini yalayıp onlara za­
rar vermelerine engel olunması için boyunluk takmaları zo­
runludur. Bunu yalnızca ameliyattan sonraki birkaç gün takar­
lar, ama insanlar her seferinde boynunun etrafında beyaz ko­
ni olan "zavallı köpek"e ne olduğunu sorarlar. Kedilerde buna
benzer bir durum, sokak kedilerinin ya da ihmal edilmiş hay-

1 60
vanların, tüyleri tıraş gerektirecek kadar keçeleşmiş halde ba­
rınağa gelmeleriyle yaşanır; öyle ki kimi zaman yalnızca başla­
rı, patileri ve kuyruktaki tüyleri bırakılarak tıraşlanmaları gere­
kir. Barınak personeli ve gönüllüler " zavallı kedicik"le ilgili so­
rularla karşılaşmaya öyle alışkındırlar ki, kedilerin kafes kart­
larına sık sık, tüylerin o günkü halinin nedenini açıklayan not­
lar yazarız. Hem ziyaretçiler, hem de sahipleniciler hayvanla­
rın ihtiyaçları ve esenlikleriyle ilgilendiklerini işte bu şekiller­
de belli ediyorlardı.
Son olarak, sahiplendirme bölümlerindeki etkileşim, kimisi
hayatında uzun yıllar boyu olmak üzere daha önce hayvan sa­
hibi olmuş insanların, "şirinlik tepkisi"ne daha kapalı oldukla­
rını ve hayvanlarla daha geniş bir yelpazede etkileşim kurduk­
larını ortaya koyuyordu. Başka bir deyişle, hayvan sermayesi­
nin getirisi hayli yüksek oluyordu. Üstelik, önceden de değin­
diğim gibi, hayvanlar, ziyaretçiler arasında sohbet kurulması­
nı tetikleyerek ve bu suretle öteki insanlarla etkileşim becerile­
rinin kullanılmasını teşvik ederek, sosyalleşmeyi kolaylaştıran
bir işlev görüyordu. Buradan, hayvanlarla ilişkilerin, karşılıklı
etkileşim yetilerimizi bilfiil artırabildiği sonucu çıkıyor.
Özetle, sahiplendirme bölümlerindeki etkileşim biçimi, bu
etkileşimin üç önemli bileşenini gözler önüne serer: (hayvan)
ötekilerle ilişki arayışı; hayvanların esenliğine dair kaygıların
ifadesi; ve gitgide karmaşıklaşan etkileşimlere girilmesi. Bu bi­
leşenlerin temelinde, benlik yatar. D aha açık söylemek gerekir­
se, bunlar, benliğin hedeflerini ortaya koyan davranışlar ve fa­
aliyetlerdir (bkz. Myers 1 998) . Benliğin hedefleri olduğu fik­
ri, bir benliğe "sahip" olmanın ya da bir benlik "olmanın" biz­
lere bir şeyler yapma imkanı verdiğini -hatta bunu gerektirdi­
ğini- vurgular. Benliğin yapmamıza olanak sağladığı şeylerden
biri "var olmaya devam etmek" tir (Winnicott 1 958) . O halde,
bu anlamda benliğin birincil hedeflerinden biri sürekliliktir.
Eğer benlik hayatta kalmazsa, sürekliliği de olmaz ve kaybolup
gider; geriye tartışılacak bir şey de kalmaz. O halde, yaptıkla­
rımızın çoğunu yaşamayı sürdürmek için yaptığımızı varsayar­
sak, süreklilik hedefine erişebilmenin pek çok farklı yolu var-

1 61
dır. Bunlardan biri, ilişkiler kurmaktır. Mead ve başkalarından
biliyoruz ki, benlik, ilişkiler aracılığıyla ortaya çıkar. Elbette
benlik bir kez oluştuktan sonra, ilişkiler olmaksızın var olabi­
lir; öyle ki, izole bir yere hapsedilmiş kişi bile, benlik duygusu­
na sahip olmayı sürdürür. Ancak, ilişkiler bizlere, aynı zaman­
da benliğin de geçmişi olan karşılıklı bir geçmiş geliştirme ola­
nağı sağlar (bkz . lrvine 1 999) . Dolayısıyla, ötekilerin ihtiyaçla­
rıyla ilgilenme şeklinde dışa vurulan ötekinin esenliğini önem­
seme, benliğin muhtaç olduğu ilişkileri sağlayan sürekliliği ga­
ranti altına alır. Myers'in ( 1 998, 50) belirttiği gibi "Bir benliğe
sahip olmak, önemli başkalarına [significant others] yönelik il­
giyi öngörür. "
llişkiler benlik için vazgeçilmez bir ihtiyaç ise, ilişkileri
mümkün kılan becerileri artırmak da önemli olacaktır. Ne de
olsa, ilişkileri sürdürmek, öncelikle ilişkileri besleyen etkileşim
becerilerinin kullanılmasını gerektirir. Daha sonra başka iliş­
kiler de kurmamıza yardımcı olacak etkileşim becerilerini ge­
liştirmesi, iyi bir ilişkinin göstergelerinden biridir (bkz. Csik­
szentmihalyi 1 990) . llişkileri olduğu şekilde sürdürmekle ye­
tinmek, hiç yoktan iyi olsa da, yeterli değildir. Etkileşimin ni­
teliği de kritik önem taşır. Mihaly Csikszentmihalyi'nin ( 1 997,
43) dediği gibi "Mahalle barındaki pasif, yüzeysel sohbetler bile
depresyondan uzak kalmayı sağlayabilir. Ancak gerçek bir geli­
şim için, ilginç fikirleri ve uyarıcı sohbetleri olan insanlar bul­
mak şarttır. " lyi ilişkiler, her iki tarafın etkileşime yatırım yap­
tığı, kendilerini ilgilendiren sohbetlere girdikleri, diğerine da­
ir sorular sordukları ve diğerine ilgi gösterdikleri zaman ger­
çekleşir. lyi ilişkiler, olayları yeni açılardan görmemizi ve sür­
prizlere açık kalmamızı gerektirmeleri nedeniyle, karşılıklı et­
kileşim yetilerimizin sınırlarını zorlar. Bunlar "tanıdık öteki­
lik bağlamında yeni enformasyon" sunarlar: "Uyumsuzluklar,
beklentilerin a ksaması, engeller" ( Myers 1998, 78) . Genelde
derhal sonuç alınır. Her iki insan da, etkileşimden, ilişkide ne­
rede durduklarına dair bir idrak ve ilişkiyi sürdürmek için ge­
rekli yatırıma değer olduğu hissiyle çıkar. Öte yandan, bu söz­
ler, söz konusu deneyimi hakkıyla anlatmakta yetersiz kalır, zi-

1 62
ra iyi ilişkilerde, dil öncesi, hatta bilişsellik öncesi pek çok et­
ken söz konusudur. En son biriyle "kaynaştığınız" durumu ha­
tırlayın. Şimdi, o kişiden hoşlanmanızın nedenlerini sözcükle­
re dökmeyi deneyin. Muhtemelen, etkileşiminizde sizin kolay­
ca tanımlayabildiğiniz unsurlar olsa da, çoğu şey katıksız duy­
gu düzleminde var olmaktadır. Bazı ilişkiler uyumludur, çünkü
bizim etkileşim becerilerimizi tam da gerektiği kadar zorlar ve
sonuçta ilişki edinme yetilerimizi artırır. Tıpkı fiziksel egzersiz­
de olduğu gibi, bizleri sonraki mücadeleler için donatan " kas­
lar" geliştiririz . En nihayet, egzersiz başlı başına tatmin edi­
ci hale gelir. İster öteki insanlarla, ister hayvanlarla olsun , iyi
ilişkilerde, bu etkileşimsel mücadele ve ödül süreci mevcuttur.
İnsanlar ile hayvanlar arasındaki etkileşimin yapısı (hayvan­
larla ilişki arayışı; onların esenliğinin önemsendiğinin gösteril­
mesi; ve gitgide karmaşıklaşan etkileşimlere girilmesi) benlik
deneyiminde hayvanların bir anlam ifade ettiğini ortaya koyu­
yordu . Buradan, hayvanların nasıl bir "anlam" taşıdığı sorusu
ortaya çıkıyor. Dahası, hayvanlar benlik duygumuza katkı sağ­
layan diğer şeylerden nasıl bir farklılık gösterirler?
Burada kilit kavram, ötekinin öznel varlığıdır. Etkileşim bir
kaynağa sahipmiş gibi görünmelidir ve biz, ötekini, tıpkı bi­
zim gibi, bir zihne, inançlara, arzulara sahipmiş gibi görmeli­
yiz. Bu bizim gözümüzde ö tekinin benlik duygusunu doğru­
lamakla kalmaz , kendi benlik duygumuzu da doğrular. Öte­
kinin öznel varlığını nasıl algılarız? İnsanlar söz konusu oldu­
ğunda, bunu onların kendi bildirimlerine dayanarak yapabili­
riz. Ancak bunlar, her şeyden çok, insanların kendileri hakkın­
daki beyanlarının normlarını ortaya koyar. Verilen yanıtlar, o
insana göre iyi, sevilir, kabullenilir benlik tasviri olan şeyin e t­
kisini taşır. Bunlar, bilinçte özümsenmiş ve dille şekillendiril­
miş bir benlik ortaya koyar. İnsanların benlikten nasıl söz ettik­
lerini ve benlik hakkında ne düşündüklerini gösterir. Bu argü­
mana yönelik güçlü bir itiraza göre, başka insanlar söz konusu
olduğunda dahi, benliğe ilişkin enformasyon sağlamak için ilk
ve öncelikli olarak dile bel bağlamayız. Goffman'ın ( 1 959) yaz­
mış olduğu gibi, benliğin ancak bir kısmı "verilen izlenimler"

1 63
aracılığıyla iletilir; diğer kısımlar "sezdirilen izlenimler" aracı­
lığıyla görünür olur. Tüm bunlara rağmen, öznellik için dilin
bir gereklilik olduğu fikri, benlik konulu araştırmalarda köklü
bir yer edinmiştir.

GEORGE'A KARŞI WASHOE, KOKO VE ALEX

Dilin sosyal psikolojideki bu baskın rolünü edinmesinde, Ge­


orge Herbert Mead'in ( 1 962 [ 1934 ) ) epey payı vardır. Dil, in­
san ile insan olmayan arasındaki " resmi" bariyeri oluşturagel­
miştir, çünkü dil, diğer bazı hususlara ilaveten, ismimiz ve öte­
ki nesnelerin isimleri gibi benliğe ait birtakım sembolleri anla­
yabilmemizi ve iletebilmemizi sağlar. Kendimiz hakkında ko­
nuşmamıza, kendimizi belli bir biçimde tasvir etmemize, ken­
di kendimize anımsatmamıza olanak verir; hatta kendimizi hır­
palamaktan veya şımartmaktan dahi söz ederiz. Dil kuşkusuz
diğer türlerin yapamadıkları şeyleri yapmamıza imkan verse
de, az sonra göreceğimiz gibi, Mead (ve ondan sonra gelenler)
" dile yerine getiremeyeceği kadar büyük bir rol yüklemiştir"
(Myers 1998, 1 2 1 ; ayrıca bkz. Hanson 1 986) .
Mead, Aristoteles'le başlayan ve düşünme hakkında konuş­
ma yetisini gerektiren " düşünüyorum öyleyse varım" savıy­
la Descartes'ın da benimsediği rasyonalist geleneğin bir çeşit­
lemesini geliştirmiştir. 1 Myers'in ( 1 998, 39) ifadesiyle: "Mead,
apaçık bir biçimde, insan farklılığının Aristotelesçi ve Kartez­
yen göstergeleri ('ruh' ya da 'zihin') yerine, bunların sekülari­
ze edilmiş bir çeşitlemesini (dil davranışını) koymuştur. " Mead
her ne kadar hayvanların kendi sosyal düzenleri olduğunu tes­
lim etse de, onların etkileşiminin bir "jestler söyleşisi" biçimini
aldığını savunur. Bu tabirle, bir köpeğin başka bir köpeğe hırla­
ması ya da bir kedinin bir rakibine tıslaması gibi ilkel, içgüdü­
sel fiiller kastedilmektedir. Mead "j estler söyleşisini" önemsiz
görüyordu , çünkü ona göre, hırlamaya karşı verilebilecek tek
bir tepki vardı. Mead'in görüşüne göre, hırlayan köpek ya da

Myers 1 998 ve Sanders 1 999, Mead'in felsefesinin Aristotelesçi ve neo-Kartez­


yen boyutlarına dair ayrıntılı tartışmalar sunuyorlar.

1 64
tıslayan kedinin yaptığı, diğer tüm köpek ve kedilerde bir "Geri
çekil ! " dürtüsü üreten basit bir uyarı yollamaktan ibaretti. John
Hewitt'in ( 2000, 9) söylediğine göre, "bu iki hayvanda da, bel­
li bir biçimde davranmak üzere 'karar alma' ya da 'bir şeyde ka­
rar kılma' hiçbir anlamda söz konusu değildi." Bu bakış açısına
göre, hayvanların davranışı yiyecek ya da eş bulmayı veya ala­
nını savunmayı hedeflemesi bakımından hedef yönelimli olabi­
lir ama, insan davranışının ayırt edici nitelikleri olan öndüşün­
me ve ortak anlamdan yoksun olduğu varsayılır.2
Buna karşılık insanlar, dil olarak bildiğimiz sessel "j estle­
ri" kullanırlar. Mead dilden " anlamlı semboller" diye söz edi­
yordu: anlamlıydı, zira bunların, hem gönderende hem de alı­
cıda, bir duruma ilişkin ortak bir tanım ürettiği anlaşılıyordu .
Dil, bu suretle, insanların eylemlerinin sonuçlarını önceden
kestirmelerine, seçenekleri göz önüne almalarına ve eylemleri­
ni başkalarınınkiyle koordine etmelerine olanak verir. Bu ko­
nuda en sık kullanılan örnek, birinin "Yangın ! " diye bağırması
durumudur. Mead'e göre, bu söz, köpeğin hırlamasının yol aç­
tığı gibi, yalnızca bir kaçma tepkisine yol açmakla kalmaz. Bu­
nun yerine, durumun ve kişinin o durum içindeki yerinin bir
tahayyülünü yaratır ve bu da kişinin birçok olası eylem planını
düşünmesine -ya da bir şey yapmayıp başkalarının ne yaptığı­
nı görmek için bekleme kararı almasına- olanak sağlar. Bu tep­
kileri tahayyül etme ve denetleme süreci aracılığıyla, bizler bir
nesne olarak benliği oluştururuz.
O halde, Mead'in formülüne göre, konuşma dili bize kendi­
mizi nesne olarak görme ve durumlara anlam verme suretiyle
benlik oluşturma olanağı sunar. Dahası, Mead dil kapasitesinin
insan zihninin hem sebebi hem sonucu olduğunu savunmuş­
tur. Bizler dil kullanma yetisiyle doğarız ve bunu kullanmayı
öğrenirken farklı bakış açıları ve potansiyel eylem planları ta­
hayyül ederiz. Bunun yanı sıra, durumları tahayyül eder, dav­
ranışımızı denetler ve eylemlerimizi başkalarınınkiyle koordi­
ne ederken, topluma katılır ve onu yeniden yaratırız: Nitekim

2 Söylendiğine göre Mead'in gittiği yerlerde yanından hiç ayrılmayan bir Bulldog
köpeği varmış. Buna hayret ediyorum.

1 65
Mead'in kitabının adı da Mind, Self and Society'dir [ Zihin, Ben­
lik ve Toplum ) . Mead, anlamlı sembolleri kullanma yetisinden
yoksun olduklarından , hayvanların herhangi bir anlamlı sos­
yal davranış göstermekten aciz olduklarına hükmeder. Mead'in
i fadesiyle "Hayvanların zihni, düşüncesi yoktur ve bu yüzden
[ hayvan davranışında ) anlamlı ve kendi bilincinde olmak bakı­
mından hiçbir mana yoktur" (aktaran Strauss 1964, 1 68) . Biz
insanların hayvanlara atfettiği her türlü "akıllılık" , Mead'e gö­
re, insanbiçimci yansıtmadan başka şey değildir.
Bu görüşün barındırdığı tuzaklar saymakla bitmez. Birincisi,
konuşma dilini "anlamlı" , onun dışındaki her şeyi sırf "içgüdü­
sel" diye adlandırmakla, Mead (ve dolayısıyla sosyal psikolo­
ji) Kartezyen yanılgıyı tekrarlamıştır. Mead iki bilinç hali sap­
tar: Biri bilince dair konuşabilenlere, diğeri ona dair konuşama­
yanlara özgü olan daha aşağı bir bilinç şekli. Mead'in de Des­
cartes'ın da bu inancı savunmak için gerekçeleri vardı, ancak
o gerekçeler ne olursa olsun, ampirik temelden tamamen yok­
sundu . İkisi de, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, insan üstünlüğü­
nü koruyan bir ideolojik savı destekliyorlardı. Descartes'ın gö­
rüşleri kendi zamanında yaygın olan hayvan sömürüsünü hak­
lı gösteriyor; Mead'in fikirleri ise , sağlam zeminden yoksun bir
sosyal bilimin, temel konusu olan insanı "salt" hayvanlardan,
yani davranışı olan ama anlamlı bir etkileşimi olmayan canlı­
lardan ayırmasına yardımcı oluyordu . Konuşma dilini bir ay­
rım çizgisi olarak kullanmak ne kadar elverişli olsa da, bu am­
pirik değil tanımsal bir hamledir (bkz. Allen ve Bekoff 1997) .
İkincisi, Mead'in döneminden bugüne dek yapılan pek çok
araştırma, konuşma dilinin yalnızca insana özgü bir yetenek ol­
duğu fikrinin yanlışlığını göstermiştir. Pek çok tür, semboller,
bilgisayar klavyesi ve Amerikan işaret dili (ASL) kullanarak ileti­
şim kurmayı öğrenmiştir. İşaret dilini öğrenen ilk şempanze olan
Washoe, 1 40 ASL jestinden oluşan bir kelime dağarcığına sahip­
ti ve bunun iki katı kadar da, iki işaretli kombinasyon biliyordu.
Psikolog Penny Patterson tarafından yetiştirilen ova gorili Ko­
ko, 600'den fazla işaret kullanabiliyordu. Bu sava eleştirel yak­
laşanlar, şeylerin adlarını öğrenmek ile, dilin anlamını kavrama-

1 66
nın ve onu kullanarak kendi dilini yeniden kurmanın bambaş­
ka şeyler olduğunu söylüyorlar. Öte yandan Koko ve başka pri­
matlar, insanlann onlara çeşitli nesneler gösterdikleri ve onlann
da bu nesnelerin isimlerini söyledikleri alıştırmalar dışında, fark­
lı bağlamlarda da işaret dilini anladıklannı ve kullandıklannı ka­
nıtlamışlardır. Örneğin The Education ofKoko'da [Koko'nun Eği­
tim Süreci] (Patterson ve Linden, 1 98 1 ) yıllarca Koko'yla çalış­
mış olan Barbara Hiller'ın gözlemlediği bir olay anlatılır. Hiller
birgün Koko'nun birkaç beyaz havluyla oynadığını ve Amerikan
İşaret Dili'nde kırmızı anlamına gelen jesti yaptığını görmüş. Hil­
ler beyaz havlulan görünce Koko'nun yanlışını düzeltmiş ve Ko­
ko bunun üzerine işaret dilinde abartı gerektiğinde yapıldığı gi­
bi, daha büyük bir "kırmızı" işareti vermiş. Hiller yine Koko'nun
yanlışını düzeltince, tekrar, daha büyük ve vurgulu bir "kırmı­
zı" işareti vermiş, sonra da, Hiller'a göstermek üzere, eliyle beyaz
havluya yapışmış kırmızı tiftikleri koparmış.
Sembol kullanma yetisi, insanlar ile hayvanlar arasındaki "sı­
nır tür"ü oluşturan primatlar söz konusu olduğunda, pek şa­
şırtıcı görülmez. Öte yandan, uzun zaman boyunca insan üs­
tünlüğünün göstergesi sayılan bu aracı kullanabildiklerini ka­
nıtlayan başka türler de olmuştur. Pepperberg'in ( 1 99 1 ) yirmi
iki yaşında bir gri Afrika papağanı olan Alex'le yaptığı uzun sü­
reli araştırma, kuşların dili kullanabildiğini ortaya koyar. Alex
aynca, Pepperberg'in araştırması gereği onu sürekli tekrarla­
mak zorunda bıraktığı, nesnelerin adını söyleme alıştırması­
nı kat kat aşan yetilere sahip olduğunu kanıtlamıştır. Alex, ku­
ralları çiğneme kabiliyetine sahip olduğunu göstermiştir ki,
bu onun kuralları bilmekle kalmayıp aynı zamanda onları tah­
rif etme şeklindeki soyut ve karmaşık fikri de kavrayabildiğine
işaret eder. Örneğin, dil alıştırmalarından hiç hazzetmediğini
ifade etmek için Alex'in yaptığı numaralardan biri, kasten yap­
tığını belli edecek kadar çok defa yanlış cevap vermekti. Daha­
sı, her seferinde farklı yanlış cevaplar veriyordu ki, araştırmacı­
ların sabn taşıp vazgeçsinler. Bu bir meydan okumadan ziyade,
istatistiksel bir tesadüf de olabilirdi, ancak arka arkaya o kadar
çok yanlış cevap verme olasılığı zayıftı (bkz. Linden 1 999, 40) .

1 67
Üçüncüsü , konuşma dilinin öne çıkarılması, diğer iletişim
biçimlerini göz ardı eder. Her ne kadar hayvanlardan -ya da
dilsiz insanlardan- dertlerini anlatmalarını isteyemesek de, da­
ha önce de sözünü ettiğim etkileşim yapısı gibi başka davranış­
lardan sayısız delil toplayabiliriz. Araştırmacılar, şimdiye dek,
zihinsel engelliler (Pollner ve McDonald-Wikler 1 985; Bogdan
ve Taylar 1989) , Alzheimer hastaları (Gubrium 1 986) ve be­
bekler (Brazelton 1 984; Stern 1985) konusunda bunu uygula­
mışlardır. Söz konusu araştırmalarda, kendini ifade etme kapa­
sitesi olmayanların zihinlerinin ve benliklerinin bakıcıları tara­
fından nasıl yansıtıldığı incelenir. Bunlar, başkalarının, (bebek­
ler ve engelliler örneğindeki gibi) davranışlarla ilgili oluşan iz­
lenimi temel alarak, ya da (Alzheimer hastaları örneğindeki gi­
bi) yerleşik kimlik algısını destekleyerek "konuşamayanlara,
kelimenin gerçek anlamında zihin ve benlik 'yaptıklarını' gös­
terir" (Holstein ve Gubrium 2000, 1 5 2 ) . Kendilerini ifade ede­
bilen insanlarda bile, bir bakışın, omuzların gerilmesinin, bir
göz kırpışın ya da bir iç çekişin ne çok anlam ifade ettiğini bi­
liriz . Pek çoğumuz bu farkı erken yaşta öğrenmiştir; herhal­
de annesi tarafından, başına açtığı işlerin söylediklerinden de­
ğil onları söyleme şeklinden kaynaklandığı konusunda uyarı­
lan tek kişi ben değilimdir. Mead haklı olsaydı, pek çoğumuz
ebeveynlerimize hiç küstahlık etmemiş olurduk, zira bizim as­
lında neyi kastettiğimizi anlarlardı. Oysa Myers'in ( 1 998, 1 2 1 )
açıkladığı gibi:

[ Mead) , kişinin ötekiyle özdeşleşmesine ya da onun algılarına


erişimine geçit veren şeyi n, basitçe, sözcüklerin duyulabilirli­
ği olduğunu söylemiştir. Burada bazı sorunlar var, zira gerçek­
te ağzımızdan çıkan sözleri bizim duyma şeklimiz ile başkala­
rının duyma şekli aynı değildir - bu noktada, anatomi, fizik ve
kastedilen şeye dair farklı bakış açıları devreye girer. Sözcük­
ler kendiliğinden işleyen şeyler değildir, yorumlanmayı gerek­
tirirler [ . . . ) sözcüklerle kendimizi ifade edebilir, benliğimize
özgü bir şeyi kabaca aktarabiliriz. Ancak, eğer benlik bu şekil­
de erişilebilir hale geliyorsa, o zaman dilin benliği düşünüm-

1 68
sel biçimde erişilebilir kılmasında, işitilebilirliğinden farklı bir
yönü de etkili oluyor demektir.

Açıktır ki, dile aşın vurgu yapmak, benliğe katkı sağlayan bir
enformasyon kaynağı olarak etkileşimi büyük ölçüde safdışı bı­
rakır. Dahası, bu, anlamlı etkileşimcileri, sadece diğer insanlar­
la sınırlar. Konuşma dili ötesindeki unsurların önemli olduğu­
nu geçici olarak da olsa kabul ettiğimiz zaman, hayvanlar, insan
benliğinin oluşumunda rol alabilir. Öte yandan, daha önce orta­
ya attığım iki soru hala yanıtlanmayı bekliyor. Hayvanların ben­
liğin oluşumu sürecinde nasıl yer aldıkları sorusunu, sonraki bö­
lümlerde ele alacağım. Hayvanların benliğe katkı sağlayan diğer
şeylerden ne farkları olduğu sorusunu ise burada yanıtlayacağım.
Buraya kadar kaba hatlarıyla çizmiş olduğum benliğin he­
deflerini karşılayabilecek -ve karşılayan- başka sayısız şey var­
dır. Sanat, müzik, hobiler, doğa ve kitaplar, "insan benliğinin
oluşumunda rol alır." Ben, canlı ötekilerle etkileşimimizde bir
fark olduğunu öne sürüyorum. Araştırmalar, durumun gerçek­
ten de böyle olduğunu gösteriyor. Örneğin, davranışçı James
Watson, literatürde "Küçük Albert" diye tanınan on bir aylık
erkek bebekle yaptığı ünlü bir deneyde , çocuklardaki şartlan­
mayı göstermişti. Watson, yüksek sesli müziği, canlı bir sıça­
nın görüntüsüyle eşleştirmiş ve sonuçta çocuğu sıçandan kork­
maya şartlandırmıştı. Davranışçılığa göre, nesnenin canlı ya da
cansız olması fark etmiyordu ; önemli olan, tepkinin şartlandı­
rılabildiğiydi. Sonraları, psikolog Elsie Bregman, bu varsayımın
hatalı olduğunu gösterdi. Bergman, Watson'ın deneyini tah­
ta bloklar ve paçavralar kullanarak tekrarladığında, başlangıç­
taki korkunun sönümlendiğini buldu ; oysa korkunun kaynağı
sıçan olduğunda, durum farklıydı. Dolayısıyla, bebekler dahi,
canlı ile cansızı ayırt edebiliyordu . 3 Buradan çıkarılacak ders,
hayvanların sunduğu etkileşimin, insan etkileşimiyle (aynı za­
manda farklı pek çok yönü de olsa) ortak bir yönü olduğudur .
Başka bir deyişle , hayvanlar, tahta ve paçavraların sunamadı-

3 Çocuklarla yapılan bu araştırmaların insandışı hayvanlarla yapılan başka ör­


nekleri için, bkz. Myers 1 998, özellikle 4. Bölüm.

1 69
ğı bir şeyi sunmaktadır. Araştırmam sırasında, çocuklarda bu­
nun kanıtlarını gördüm. Gezici Sahiplendirme Birimi'nde, ba­
ğışların toplanmasında kumbara olarak kullanılan, yaklaşık bir
metre boyunda, içi oyuk bir kedi ve köpek "heykeli" vardır. Bu
kumbara -ilk başta- küçük çocukları büyüler. Köpeğin kulak­
larına ve burnuna dokunur, kediye "miyavlarlar. " Bazen kö­
pekte handana ya da ağızlık takılı olur; o zaman, çocuklar onu
çıkarmaya ya da düzeltmeye çalışırlar. Her ikisini de okşayıp,
köpeğin kafasında bulunan, insanların para atmak için kullan­
dığı deliğe parmaklarını sokarlar. Ancak sonunda, canlı ya da
"gerçek" hayvanları cansız heykele tercih ettikleri açıkça ortaya
çıkar. Plastik köpek ve kediyi incelemek ve onlarla konuşmak
için genelde birkaç dakika harcarken, gerçek olanlarla anne ve
babalarının izin verdiğince çok zaman geçirirler.
İnsan benliği için "ifade ettikleri anlam" bakımından hayvan­
lar ile cansız nesneler arasındaki fark, ötekinin öznel varlığıyla
ilişkilidir. Etkileşim bize bir kaynaktan geldiği izlenimi vermeli­
dir ve ötekini, tıpkı bizim gibi bir zihne, niyetlere ve arzulara sa­
hip olarak görmeliyizdir. Bu , yalnızca bize ötekinin benlik duy­
gusunu kanıtlamakla kalmaz, kendi benlik duygumuzu da doğ­
rular. Ötekinin öznel varlığını nasıl algılarız? Başka insanlar söz
konusu olduğunda, onların kendileri hakkındaki beyanlarını
temel alabiliriz, çünkü dilimiz ortaktır; ancak, daha önce söyle­
diğim gibi bunlar her şeyden çok, insanların kendileri hakkın­
daki beyanlarının normlarını ortaya koyar. Örneğin, size ken­
dinizi tarif etmenizi söylesem, vereceğiniz yanıtlar, bana bilinç­
te özümsenmiş ve dille kurulmuş bir benliği gösterir. Bu kendi
içinde ve kendi için ilginç olmakla birlikte, bana bir göbek uzak
bir bilgidir. İnsanların kendileri hakkında nasıl konuştuklarının
ve düşündüklerinin göstergesidir. Öznel deneyime ilişkin her­
hangi bir şey ortaya koymaz. Dolayısıyla, insanlar söz konusu
olduğunda dahi, öznelliği doğrudan gözlemleyemeyiz. Ona do­
laysız erişimimiz yoktur. Onu , etkileşim sürecinde dolaylı ola­
rak algılarız. Sonraki bölümde göreceğimiz gibi, hayvanlarla et­
kileşimimizde de aynı durum söz konusudur.

1 70
7
BENLİK ÖTEKİNE KARŞI:
ÇEKİRDEK BENLİK

Hayvanlar n e sevi m l i dostlard ı r. Hiç sorgulamazlar. H i ç

eleştirmezler.

- GEORGE ELIOT, SCENES OF CLERICAL LiFE ( 1 880, 1 38)

Başka insanların benliğini nasıl bilebiliyorsak, hayvanların


benliğini de öyle bilebiliriz. Eşzamanh gerçekleşen iki süreç
vardır. Birincisinde, bir çekirdek benliğin unsurlarının etkile­
şim yoluyla görünür hale gelmesiyle, hayvanların öznelliğine
erişiriz. Hayvanlar da insanlar gibi, çekirdek benlik yetilerine
doğuştan sahiptirler. Bu yetiler, kendileri de ilave benlik duy­
gulan ortaya çıkaran ve onlarla çatışan e tkileşimlerin ve ilişki­
lerin gerçekleşmesine izin verir ve onlara bağımlıdır. Çekirdek
benlik yetileri dile dayalı değildir. İnsanlarda bu çekirdek ye­
tiler doğduktan sonraki ilk bir-iki ay içinde ortaya çıkar (bkz.
Stern 1985 ) . İnsan gelişimi, bizleri bu çekirdek unsurlara söz­
sel boyutlar ekleyen bir dil öğrenme safhasına götürür, ancak,
çekirdek benlik söz öncesidir [preverbal] . D olayısıyla, insanlar­
da çekirdek benliğin oluşmasına olanak veren beyin fizyoloj i­
si, sinir sistemi, adale sistemi ve belleğe aynen sahip olan hay­
vanlarda da çekirdek benliğin var olduğu savunulabilir. O hal­
de benlik, hem doğanın, hem de çevrenin ürünüdür. Denkle-

1 71
min sosyal, ya da "çevresel" tarafı, geleneksel olarak sosyoloji­
nin alanına girer, ancak işin bir de , fizyolojik nitelikler ile ben­
lik arasındaki nörobiyolojik bağlantılardan oluşan, iyi belge­
lenmiş "doğal" kısmı vardır (bkz. Damasio 1 999) .
Hayvanların benliklerini bilmemizi sağlayan ikinci süreç, et­
kileşim sırasında kendi öznellik duygumuzun onaylanmasıdır.
İster insan ister hayvan olsun, başkalarıyla etkileşim kurmak,
kimlik algımızı, hatta var olduğumuza dair algımızı doğrular.
Altıncı Bölüm'de, benliği hedeflere sahip olmak diye tanımla­
mıştım . Ayrıca, ilişki arayışında olmamıza , gitgide karmaşık­
laşan etkileşimlere girmemize ve başkalarının esenliğine iliş­
kin kaygı bildirmemize bakarak, benliğin hedeflerinden biri­
nin "var olmayı sürdürmemizi" sağlamak olduğunu savunmuş­
tum . Buna şöyle de bakabiliriz: Benliğin, bir şeyleri yapmamı­
za olanak sağlayan işlevsel bir tarafı vardır. Ancak, benlik aynı
zamanda hissetmemize ve bilmemize de olanak sağlar. Dolayı­
sıyla, benliği, bir hedefler sistemi olduğu kadar, bir deneyimler
sistemi olarak da tanımlayabiliriz. Bu iki benlik duygusu birlik­
te var olur ve birbirini biçimlendirir. Bebekler, temel benlik de­
neyimlerini başkalarıyla etkileşim yoluyla edinirler. Daha son­
ra bu etkileşim, bizim benlik ile öteki arasında kritik ayrımlar
yapmamızı sağlar. Ben-öteki ayrımı da, yine hem daha ileri et­
kileşime ve ilişkiye olanak sağlar, hem de onları gerektirir.
Benliğin bir deneyimler sistemi olduğu fikri , William Ja­
mes'in öznel benlik duygusuna, ya da "Ben"e erişme dene­
melerinden ortaya çıkmıştır. Söz konusu denemelerde James,
"Ben"in esasını oluşturan ve bizim onun farkında olmamızı
sağlayan dört özelliğini belirlemiştir. O günden beridir, başka
düşünürler, bilhassa bebek öznelliğini araştırmak üzere , bun­
ları rafine etmekle uğraşmıştır (bkz. Stern 1 985; Myers 1 998) .
Bebeklerin , bakımlarını üstlenenlerle aralarındaki etkileşim
şekli, daha bebeğin ilk aylarında bile , bu temel özellikleri gös­
terir. Bebekler ben ile ötekini ayıramadığından, öznelliklerinin
bu özellikleri, hayvanlarda benliğin araştırılması için iyi bir çı­
kış noktası oluşturur. Sözünü ettiğimiz dört özellik şunlardır:

1 72
1 . Başkalarının edimlerinin ve hareketlerinin değil, kendi
edimlerinizin ve hareketlerinizin yaratıcısı olmanız an­
lamında bir faillik duygusu;
2. Kendinizi failin mevzilendiği fiziki bir bü tün olarak
kavramanız anlamında bir bütünlük duygusu;
3. Benliğin diğer deneyimleriyle ilişkili olan, belli örüntü­
ler taşıyan duygulara sahip olmanız anlamında duygula­
nımlılık;
4. Bir yandan değişseniz bile, bir ölçüye kadar aynı kalma­
nız anlamında bir özgeçmiş (veya süreklilik) duygusu.

Bu dört duygu, biraraya geldiğinde, normal psikoloj ik işleyiş


için vazgeçilmez görülen bir " çekirdek" benlik oluştu rur (bkz.
Stem 1985 , 7 1 ) . Bu dört yeti, yalnızca kendi öznel deneyimimi­
zin temelini oluşturmakla kalmaz, öznel ötekilerin ayırt edil­
mesi için gerekli temeli de oluşturur. Dördünden birinin yok­
luğu, psikoz ve başka patolojilerle kendini gösterir. Elbette pek
çoğu dil edinmeyi gerektiren başka benlik duyguları da mev­
cuttur, ancak bu dördünü temel kabul etmek makul olacaktır.
Şimdi, bunları daha sistemli biçimde ele alalım.

FAiLLiK

"Faillik" sözcüğü sosyolojide pek çok farklı biçimde kullanılır,


bu yüzden kendi kullanımımı netleştirmek istiyoru m . 1 Burada,
öz-iradeli eylem yetisini kastediyorum. Faillik kendi eylemimi
başlatmama ilaveten, kendi eylemlerim üzerinde bir miktar de­
netimim olmasını (bir yere oturmaya karar verip oturabilirim

"Faillik" çoğunlukla "yapı-fail tartışması" diye anılan bir tartışma içinde var­
sayılan karşıteziyle eşleştirilmiş biçimde karşımıza çıkar. Bu, insan eylemini
açıklamak için sosyolojik (dış) etkenlerin mi, yoksa psikolojik (iç) etkenle­
rin mi kullanılmasının "doğru" olacağı üzerine süregelen bir tartışmadır. Sos­
yologlar genelde yapısal açıklamaları öne çıkararak, failliği (ve kültürü) " kav­
ramsal olarak yenilen taraf' diye bir tarafa bırakırlar (Hays 1 994, 58). Bu tartış­
manın geçmişi ve potansiyel bir çözümü için bkz. Emirbayer ve Mische 1998
(aynca bkz. Rubenstein 200 1 ; Cöte ve Levine 2002) . "Faillik" sözcüğünün çe­
şitli kullanımlarından bazılarını daha da aydınlatacak görüşler için bkz. Davi­
es 2000, 4. bölüm.

1 73
ve siz beni bir iskemleye ittiğinizde, bu büsbütün farklı bir şey­
dir) ve hissedilen sonuca ilişkin belli bir farkındalığı da içeren
birçok özelliğe sahiptir (iskemleye oturma niyetim, hissettiğim
oturma sonucunu getirir) . Burada sözünü ettiğim türden bir fa­
illik, fail varlığın arzularının , dileklerinin ve niyetlerinin yanı
sıra, bunlara sahip olduğu duygusunu taşıması bakımından da,
bir bilinçlilik seviyesini gösterir. Başka bir deyişle, benliğin bu
unsuru, eylemi yapanın sırf arzulara ve dileklere sahip olması
değil, aynı zamanda , bunun farkında olmasıdır.2
Faillik, "motor plan" adıyla bilinen beden-beyin bağlantısın­
dan dolayı, bir istem ya da irade duygusunu ortaya koyar. Kısa­
ca anlatmak gerekirse, bu zihinsel kayıt, kas gruplarımızın ref­
leksten üstün herhangi bir gönüllü motor becerisini yerine ge­
tirmesinden önce ortaya çıkar.3 Bir kalemi almak için her uza­
nışımızda ve bir sayfayı her çevirişimizde bir motor plan devre­
dedir. Motor plan bilincin dışında gerçekleşir, ancak başarısız
olduğunda kolayca bilince girebilir. Bir yere oturmaya niyetle­
nip de yanlış bir konum alarak yere düştüğümüzde , ya da ka­
şımızı kaşımak isteyip parmağımızı gözümüze soktuğumuzda,
bir şeylerin ters gittiğini biliriz. Motor planın varlığı irade duy­
gusunu destekler. Neyse ki çoğu zaman bu terimlerle düşün­
meye ihtiyacımız yoksa da, bu durum, eylemlerimizin "bizim"
olduğu duygusunu yaratır. Hayvan bedeninin işleyişi de bizim­
kilere benzer olduğuna göre, hayvanların da, eylemlerinin ken­
dilerine "ait" olduğu duygusuna sahip olmalarını bekleyebili­
riz. Bir köpeğin ya da kedinin bir yere sıçramaya çalışırken düş­
tüğünü ya da kaygan bir yerde ayaklarının kaydığını görmüşse­
niz, kısa bir an süren " toparlanmaya" ve hatta, belki bizim san­
dalyeyi ıskaladığımız ya da elimizi gözümüze soktuğumuz za-
2 Failin bilinçli olmadığı ve failliğin bilinçle birarada olduğu durumlar konusun­
da bir tartışma için, bkz. Dawkins 1998.
3 Motor planlar hakkında daha fazlası için, bkz. Stern 1 985, bilhassa sayfa 78'de­
ki elyazısı örneği. Deneklerden (önce normal boyutta bir kağıda, sonra tekrar,
bu kez normalden çok daha büyük bir karatahtaya olmak üzere iki kez imza­
larını atmaları istenmiş ve elde edilen iki imza yan yana getirildiğinde, benzer
oldukları görülmüş. Bu eylemler iki farklı kas grubuyla yapıldığı halde, ortaya
çıkan imzalar aynıydı. Bunun nedeni, imza için olan motor planın zihinde "ya­
şaması" ve farklı kas gruplarına nakledilebi\mesidir.

1 74
man hissetiğimize benzer bir mahçubiyet sergilediklerine şahit
olmuşsunuzdur.
İnsan bebeklerde, doğumdan sonraki ilk aylarda, faillik duy­
gusunun çeşitli göstergeleri ortaya çıkar (bkz . Stern 1 985) .
Nesnelere uzanma ve tutup ağıza götürme becerileri bu erken
safhada ortaya çıkan örneklerdendir. Bebekler, doğumdan dört
ay kadar sonra, parmaklarını belli boyutlardaki nesneleri kav­
rayacak şekilde tutmak için, görsel verileri kullanmayı öğrenir­
ler. Faillik sözsel yetilere dayalı olmadığından, bu, diğer türler­
de de mümkündür. Bunun kedi ve köpeklerde nasıl ortaya çık­
tığına dair bazı örnekler vereyim.
Hayvanların failliğine ilişkin güçlü kanıtlar, köpek eğiti­
mi alanında, en temel seviyede bile görülür. Eğitmenlerin kö­
peklere öğrettikleri en önemli şey, özdenetim uygulamadır: Ve
bunu tam da bu sözcüklerle ifade ederler (ayrıca bkz. Sanders
1 999, 138) . Bu, köpeğin bir eylemi kendiliğinden başlatabile­
ceği duygusuna sahip olduğunun varsayıldığını gösterir, zira
kendini denetlemek için öncelikle bir irade ya da istem duygu­
suna sahip olmak gerekir. Hayvanlarda, insanlarda olduğu gi­
bi, failliğin ortaya çıkması gelişimle bağlantılıdır. Yavru köpek­
lerin nasıl "oturacaklarını" öğrenme yetileri, bebeklerin kendi
kendilerine nasıl yürüyeceklerini ya da kendilerini nasıl doyu­
racaklarını öğrenme yetilerinden daha fazla değildir. Yine de ,
bunları yapabilme kapasitesine sahiptirler ve köpek eğitimi ,
köpeğin failliğini, onun insanlar arasıı;ıda yaşamasını sağlaya­
cak şekilde biçimlendirmeyi içerir. Köpekler, ilk akıllarına ge­
len şeyi yapma güdüsünü denetlemeyi öğrenmek zorundadır­
lar, çünkü bunlar genelde sıçrama ve havlama gibi, insanların
hoşlanmadığı şeylerdir.
Barınakta köpeklerin sosyalleşmesi için epey zaman ve ça­
ba harcanır. Ben de pek çok kereler, personelle birlikte , yete­
rince sosyalleşmemiş bir köpeğin daha uyumlu hale getirilmesi
için uğraştım. Bunların bir örneği de, tek kulağı kalkık tek ku­
lağı inik görünümüyle kolayca şefkat uyandırabilen kırma bir
köpek yavrusuydu . Ancak, bu yavrunun davranışları, çoğu in­
sanı onu sahiplenme konusunda iki kere düşünmeye itiyordu.

1 75
Ne zaman biri sahiplendirme bölümüne gelse, bu köpek, kafe­
sinin kapısına doğru atlayıp deli gibi havlıyordu. Amacımız kö­
peğin failliğinden yararlanarak, davranışlarını, sahiplenicile­
re daha cazip gelecek şekilde değiştirmekti. Çözümün anahta­
rı, onun ödüllendirilmesine yol açan şeyin ne olduğuna ilişkin
kanaatini değiştirmekti. Bu işlemde, benliği ötekinden ayırt et­
meye yönelik dilsel olmayan yeti öne çıkar.
Kafesinde sıçrayıp havlayan köpek, iki tür ödül elde eder.
Davranış , kendine yönelik (yani enerj isini boşaltma amaçlı)
olduğu müddetçe, sürekli olarak ödüllendiricidir. Diğer yan­
dan, başkalarının ilgisini çekmek amacıyla onlara yönelik ol­
duğu müddetçe, ödüllendirici olabilir ya da olmayabilir. llgi­
den doğan ödüllendirme başkalarına bağımlı olduğu sürece ,
ne zaman gerçekleşeceği belirsizdir. P e k çok insan, böyle bir
köpekten çekinecektir - nitekim, yukarda söz ettiğimiz köpek
için de durum buydu. Farklı pekiştirme tarifeleri* arasında ay­
rım yapabilme yetisi, benlik ile öteki arasında ayrım yapmamı­
za yardımcı olur. Faillik de yine benlik ile öteki arasında farklı­
laşmaya olanak sağlar. Örneğin sırtımı kaşımak için elimi arka­
ya uzattığımda, kaşıma fiilim hissedilebilir sonuçlar verir. Bun­
ların en önemlisi kaşıntıdan kurtulmaktır; bir diğer sonuç, ka­
şımayı gerçekleştiren parmaklar aracılığıyla yaşadığım duyum­
dur. Parmaklar kaşınmanın olduğu deriyi hisseder ve ben ken­
dimi kaşımakta olduğumu bilirim. Bunun tersine, kocamdan
sırtımı kaşımasını istersem, kaşıntıdan yine kurtulurum, ama
kaşımayı yaptığım hissini duymam. Ayrıca, kaşımayı kendim
yaptığımda , hedefi tutturacağım kesindir. Oysa eğer sırtımı ko­
cam kaşırsa, bir-iki kez "Yukarı, aşağı . . . Şimdi biraz sağa. Şim­
di sola, " gibi konuşmalar geçer ve yine de sonunda kaşınan ye­
ri kendim kaşımak zorunda kalabilirim. Kısacası, kendi sırtımı
kendim kaşımamda olduğu gibi, bir eylem kendi inisiyatifinizle
yapılmış ve benliğinize yönelikse, o eylemde sürekli ve yüksek
pekiştirme tarifesi söz konusudur. Benliğe yönelik olarak baş­
kasının eylemlerinde ise , pekiştirme daha sürprizlidir. Farklı

( * ) Reinforcement schedules: Eğitim bilimlerinde, olumlu ya da olumsuz pekiştir­


menin verilme biçimi - ç.n.

1 76
pekiştirme tarifeleri, benlik ile öteki arasında ayrım yapabilme­
mize yardımcı olur.
Farklı pekiştirme tarifeleri arasında ayrım yapma yetisini he­
nüz üç aylık bebekken geliştirmeye başladığımız göz önüne alı­
nırsa, sosyalliği yüksek diğer hayvanların da, benlik ile öteki
arasında ayrım yapabildikleri fikri aynen geçerli olarak, bunu
yapabilmeleri muhtemeldir. Köpek örneğine dönersek, barınak
çalışanları ve ben, ona bu ayrımı fark ettirmek ve başkalarından
ödül gelmesi olasılığını nasıl artıracağını öğretmek zorunday­
dık. Bu amaçla, kafesinin önündeki trafiği azaltmak için, onu
bir-iki günlüğüne sahiplendirme bölümünün dışında bir ye­
re aldık. Atlama ihtiyacını azaltmak için ona düzenli bir egzer­
siz planı hazırladık. En önemlisi de, bu kötü davranışım ödül­
lendirmeyi kestik. Ona yalnızca sakin ve dört ayak üstünde ol­
duğu zamanlarda ilgi gösteriyorduk. Eğer havlarsa ya da zıplar­
sa, kafesinden uzaklaşıyorduk. Birikmiş enerjisinin bir kısmı­
nı egzersizle boşalttığından, çok geçmeden, ilgi ödülü bu kö­
pek için daha öncelikli hale geldi. Dahası, ilgi başkalarına bağlı
olduğundan , kısa süre sonra, onu elde etmek için kendini kon­
trol etmeyi öğrendi.
Elbette ki bu köpek, bu kısa davranış değiştirme egzersizi so­
nucu bir itaat abidesine dönüşmedi. Ancak yine de kendi ken­
dini denetleyebileceğine dair işaretler vermeye başladı ki po­
tansiyel bir sahiplenici için, çoğu zaman sırf bunu görmek bi­
le yeterlidir. Birgün personelden biriyle bu köpek için yaptığı­
mız çalışma hakkında konuşurken , kadının şu sözü , işin esası­
nı tam olarak kavramamı sağladı: " Onu, sahiplenilmeye değe­
cek bir köpek olduğunu insanlara gösterebileceği duruma ge­
tirmeliyiz. " O an anladım ki, görünürdeki işimiz her ne kadar
köpeğin temel köpek terbiyesi edinmesine yardım etmek olsa
da, örtülü ama asıl hedef, onun, sorunlu davranışlarının altın­
da ya da onların dışında başka bir şeylere sahip olduğunu ka­
nıtlayabilecek duruma gelmesini sağlamaktı. Başka bir deyişle,
bir benliğe sahip olduğunu -ya da bir benlik olduğunu- insan­
lara gösterecek şekilde kendi davranışı üzerinde denetim kur­
masına yardım etmemiz gerekiyordu.

1 77
Kedilerde açık eğitim köpeklere kıyasla daha nadir olsa da,
çoğu zaman dolaylı olarak gerçekleşen bir süreçtir.4 Kimin kimi
eğittiği biraz tartışmalı olmakla birlikte, kedisi konserve açaca­
ğının sesine koşarak gelen herkes bunu bilir. Alger ve Alger'in
(2003 , 2 1 ) belirttiği gibi, kedilerle yaşam genelde köpeklerle ya­
şamdan daha kuralsız olduğundan, terbiye o ölçüde önemli de­
ğildir. Kediler ile bakıcıları arasındaki etkileşim, köpekler ile ba­
kıcıları arasındaki hedef odaklı etkileşimden farklı olarak, çok
sosyaldir. Bu suretle, konuştuğum kedi bakıcıları, çoğunlukla,
kedi failliğine ilişkin başka kanıtlar gösteriyordu. Bakıcıların de­
falarca değindikleri bir örnek, göz temasıyla ilgiliydi. Bir adam
bunu , "Aniden dönüp bana bakar" diye tarif etmişti. "Nedeni­
ni bilmiyorum. Ama adeta beni inceler gibi alıcı gözle bakar. "
Bazı insanlar için, bir kedinin kendilerine bakması, onu sahip­
lenme kararını kesinleştirmeye yarıyordu . Birçoğu şöyle diyor­
du: "Onu sevdim, çünkü bana bakıyordu" (ayrıca bkz. Alger ve
Alger 2003 , 1 6 1 ) . Bir kedinin yanlarına gelmesi de, yine failli­
ği doğrulayan bir işaretti. 'Televizyon seyretmeye oturduğum­
da," demişti kedi bakıcılardan biri, "olduğu yerden kalkıp uzun
adımlarla yanıma gelir ve benimle oturur. O yürüyüşünü izler­
ken, ne yaptığının farkında olduğunu açıkça görebiliyorum. "
Kedi bakıcılarının, dostlarının failliğini deneyimlemelerinin
bir diğer yolu da, dokunmadır. Örneğin, bir bakıcı, şöyle bir
anekdot aktardı:

Biraz kestirmek üzere kanapeye uzanmıştım ve başımı yastı­


ğa koyup elimi şöyle atmıştım [ dirsekten kırarak başımın ardı­
na dayamıştım] . O, pencerenin önünde oturmuş, galiba kuşla­
rı seyrediyordu. Ben uzanır uzanmaz yanıma geldi. Kanapenin
arkalığı üzerinden yürüyerek, başımın yukarısına, yastığın ke­
narına uzandı. Sonra kolunu uzatıp patisini kolumun üzerine
koydu , öylece ve hiç kımıldatmadan, pençelerini falan esnet­
meden . . . Yalnızca bana dokunmak, temas kurmak ister gibiy­
di. Bir süre öyle kaldık.

4 Alger, bazı kedi bakıcılarının kedileri eğitme fikrinden kesinlikle hoşlanma­


dıklannı ortaya koyuyor. Örneğin görüşmecilerden biri şöyle demiş "Bir şeyi
eğitecek olsam, köpek edinirdim" (Alger ve Alger 2003, 2 1 ) .

1 78
Kedi bakıcıları ayrıca, kedi dostlarının, insan dokunuşunun
onlardaki karşılığı olan baş ve beden sürtme hareketiyle nasıl
temas başlattıklarından sıkça söz ediyorlardı (aynca bkz. Mer­
tens 199 1 ) . Kedilerde bu bir selamlaşma davranışıdır ve bunu
genelde kişinin elindeki eşyaların incelenmesi takip eder. Bir
kedi bakıcısı şöyle anlatıyor:

lster arabayla gelip garaj kapısından, ister yaya gelip ön kapı­


dan girmiş olayım, eve döndüğümde, onu daima koltuğun ya­
nındaki yerinde oturur halde bulurum. Başıyla bana bir tos
vurur ve kıvrılarak bacaklarımın etrafında dolandıktan son­
ra, elimde paketler varsa, muhakkak onları inceler. Elimdeki­
leri bıraktığımda, ne varsa tek tek, defalarca koklar ve patisiy­
le dürter. Kimi zaman onlara sürtünür, üstlerinde yuvarlanır.
Tahminen, "Benim, hepsi benim ! " demeye çalışıyordur; ama
ne derse desin, şuna eminim ki, gelip beni ve getirdiğim şeyle­
ri görmek istemiştir.

Kediler, arzularını ve niyetlerini göstermek için, sık sık, in­


sanların faaliyetlerine burunlarını sokarlar. Ben bilgisayar ba­
şında çalışırken, kedim Pusskin ilgi çekmek için devamlı patisi­
ni koluma atar. Diğer bir kedimiz, Leo, kocam tıraş olurken ya­
nında durup onu seyreder. Ayrıca, her yemek hazırlığına eşlik
eder. Banyoya badana yaptığımızda, işi öyle yakından izlemiş­
ti ki, haftalarca boyadan benek benek tüylerle gezdi. Her yerde
hazır ve nazır olacağı öyle kesindir ki, bir lakabı da " Çırak" tır.
Kedilerin bir şey okurken gelip okuduğunuz şeyin üzerine otu­
rarak kendilerini ilgi merkezi haline getirdiklerini, kedisi olan
herkes bilir. Örneğin Alger ve Alger'de (2003, 68-70) , barınak
kedilerinin ilgi çekmek ya da tercihlerini göstermek için gönül­
lülerin faaliyetlerine nasıl karıştıkları anlatılır.
Hayvanlarda failliğe dair kanıtlar, öznel varlıklar olarak onla­
ra ilişkin deneyimlerimizin, neden sırf duygusal insanbiçimci­
liğin bir sonucu olmadığını açıklamaya yarar. Kurduğumuz et­
kileşim, hayvandan hayvana farklılık gösterir; bu da, hayvanla­
rın, bizim yansıtmalanmız ötesinde birtakım yollarla onlara yö­
nelik tepkilerimizi şekillendirdiklerini gösterir. Her köpeğe ve

1 79
kediye aynı şekilde davransaydık, bu tutarlı davranış, tüm hay­
vanları aynı şekilde gördüğümüzü gösterirdi. Ancak farklı hay­
vanlar farklı tepkiler doğurduğundan, hayvanların öznel dolay­
sızlık duygusu açıkça ortadadır. Faillik, bu öznel dolaysızlığın
bir unsurudur.

BÜTÜNLÜK

Faillik kişinin eylemleri ve niyetleri üzerindeki denetimini ifa­


de ederken, bütünlük, o failliğin ait olduğu varlığın tamlığına
atıfta bulunur. Bütünlük, failliğe yaşayacağı bir alan verir de di­
yebiliriz. Faillik öteki karşısında bir benlik duygusu sağlarken,
bütünlük, benliğe tek, sınırlı bir fiziki varlık olma duygusu sağ­
lar. Jerome Bruner ve David Kalmar'ın ( 1 998, 3 1 1 ) dediği gibi,
"başkaları hakkında konuşurken, 'kendini toplamış' göründük­
lerini söylediğimizde, ya da bir işle ilgili olarak 'tam bana göre'
dediğimizde" bütünlüğü onaylamış oluruz. Bütünlüğün birçok
göstergesinin dilden bağımsız olması, bu göstergeleri insandışı
hayvanlarda da olası kılar.
İster insan, ister insandışı olsun, ayrı, farklı bir varlığı belirle­
yen unsurlardan biri, biçim bütünlüğüdür. Bebeklik dönemiyle
ilgili araştırmalar, başkalarını tanıma yetisinin daha iki-üç ay­
lıkken ortaya çıktığını doğruluyor. Hayvanlar da farklı ötekile­
ri tanıyabilirler. Örneğin, kavram öğrenme konulu araştırma­
lar, güvercinlerin, yırtıcı hayvanlar olan balıkçıl kuşlarının re­
simlerini öteki kuş resimlerinden ayırt edebildiklerini gösteri­
yor (Roberts ve Mazmanian 1 988) . Her ne kadar kedilerime re­
simler göstererek deney yapmış olmasam da, onların beni, ki­
şi olarak her zaman başkalarından ayırt ettiklerine eminim. Ke­
dilerimin hepsi, ben eve geldiğimde gelip beni karşılarken, ya­
bancılara genelde yaklaşmıyorlar. Aynı şekilde , haftalar, hat­
ta aylar boyunca sürekli belli hayvanlarla çalışan barınak gö­
nüllüleri, o kedi ve köpeklerin onları tanıdıklarını görmüşler­
dir. Benzer bir durum, birçok ameliyat ve tahlillerden geçtiği
sırada düzenli temasım olan bir köpekle, veteriner kliniğinde­
ki çalışmam sırasında gerçekleşmişti. Pek çok kereler, labora-

1 80
tuvar görevlisi ya da veteriner köpekten kan alırken onu kuca­
ğımda tutmuştum ve ilk ameliyatından sonra, ayıldığında ya­
nında oturuyordum. Köpek, iyileşip sahiplendirme bölümü­
ne geçtiğinde, benden çok diğer gönüllüler tarafından yürü­
yüşe çıkarıldı. Buna rağmen, beni ne zaman görse, kuyruğunu
sallıyor, bana bakıyor ve bana doğru gelmek için tasmasını çe­
kiştiriyordu. Birgün, bu köpek (dikişlerini yalamasını engelle­
mek için takılan) başlık yüzünden etrafını tam olarak göremez
bir halde, o sırada biriyle sohbet etmekte olan başka bir gönül­
lünün yamda dikiliyordu . Uzun bir koridorun diğer ucundan
ona doğru yaklaşarak yürüdüm. lyice yaklaştığımda, orayı ke­
sen başka bir koridorun yanından geçtim ve o yöne sapan biri­
ne seslenerek selam verdim . Bunu yapar yapmaz, köpek kuy­
ruğunu sallamaya başladı ve adeta ben olup olmadığımı doğru­
lamak ister gibi, hızla arkasını döndü. Kısacası, etrafında baş­
ka bakıcılar olduğu bir anda bile, benim sesimi tanıdı. Köpek­
ler ve kediler, ayrıca "hatasız" insan formunu da ayırt edebilir­
ler. Örneğin yağmurluk giyinmiş ya da motosiklet kaskı takmış
bir insandan genelde korkarlar. Skipper, barınaktayken bir ke­
resinde bir kafes görevlisini ısırmıştı; adam temizlik yaparken
büyük, yeşil lastik eldivenler takmış olduğu için ısırıldığından
şüpheleniyordu . Eldivenler, yabancı -normal insan formuna
aykırı- görünmüş olsa gerekti.
Kedilerde bütünlük duygusunun varlığını kanıtlayan bolca
örnek vardır. Kediler, özgül öteki kedileri tanırlar, bu da on­
ların arkadaşlık kurmalarına ve hiyerarşiler oluşturmalarına
olanak sağlar. Kedilerimden biri, kürk desenlerini birbirinden
ayırt etme yetisi olduğunu kanıtlamıştı. Siyah-kavuniçi alaca­
lı tüylerinden ötürü "kaplumbağa kabuğu" diye adlandırılan
üç renkli kediler, kedimin yakınlık kurmayı açıkça tercih e tti­
ği gruptu. Benzer biçimde, Alger ve Alger'de (2003 , 100) , barı­
nak kedilerinin özgül ötekileri ayırt etme yetisine işaret edecek
biçimde, birbiriyle uyuşan arkadaşlık kurma modellerine dair
kanıtlar yer alır. Bütünlük, kültürel bir pratik olarak hayvan­
ların isimlendirilmesini doğurmuştur; bu, "hayvanın özgünlü­
ğünün, benlik ile öteki arasındaki benzersizliğin " altını çizer

1 81
(Myers, 1998, 7 1 ; ayrıca bkz. Phillips 1 994; Masson ve McCart­
hy 1 995) . İnsanların hayvan sahiplenirken yaptıkları şeylerden
biri, hayvanlarına isim vermek ya da önceki isimlerini değiştir­
mektir. Bakıcıların bazıları ismi önceden kararlaştırmış olarak
gelse de, çoğu , bunu zamana bırakarak, ismin hayvana uyması
gerekliliğine ne ölçüde önem verildiğini gösterirler. Bir müla­
kat sırasında bir bakıcı şöyle demişti: "Ona doğru ismi verebil­
mem için onu tanımam gerekiyordu. Onun nasıl biri olduğunu
öğrenmem lazımdı ve bu birkaç günümü aldı." Bir hayvanın is­
minin değiştirilmesi, hayvanın kimliğinin etkileşimle ne derece
ortaya çıktığını yansıtır. Örneğin bir bakıcısının "Rowdy" [ Taş­
kın) adını verdiği bir köpek, köpeğin mizacına ilişkin son de­
rece farklı algılamalar olduğunu gösterecek biçimde, yeni evin­
de "Sadie" [ Mahzun] adını almıştı. Benim evimden geçmiş olan
evlatlık kedilerin pek çoğu , sahiplenilir sahiplenilmez yeni
isimler alırlar. G enelde yaptığım gibi, kedinin yeni aileye uyum
sürecini takip etmek amacıyla sahiplenicileri aradığımda, kedi­
lere verilen -yeni hayatlarının bir yansıması olan- yeni isimle­
ri öğrenmekten keyif alının.
Çok farklı bir bağlamda yapılan bir başka araştırma, bütün­
lük ile isimlendirme arasındaki ilişkiyi doğrular. Mary Phillips
( 1 994, 1 2 1 ) araştırmacıların deney hayvanlarına yönelik dav­
ranışını konu alan araştırmasında, isimlendirmenin hayvanlara
bireysellik kazandırdığını onaylar. Phillips şöyle yazar:

bir hayvana isim vermekle ve o ismi, hayvanla ve hayvan hak­


kında konuşurken kullanmakla, belli bir tarihsel yer ve za­
manda konumlanmış, benzersiz özgün niteliklere sahip bir bi­
rey hakkında, etkileşimli bir anlatı inşa ederiz ve o anlatıya bü­
tünlüklü bir anlam bahşederiz.

Özel isimler, Phillips'e göre , "kişiliğin sosyal tezahürüyle


bağlantılıdır; bu , tek bir bireye has bir fikirler ve davranışlar
kalıbı yaratır" (Phillips 1 994, 1 23 ) . Bilim insanlarının labora­
tuvar hayvanlarına isim vermemesinin temel bir nedeni, onları
bütünlüklü, tutarlı bir varlıktan ziyade, parçalar olarak görme­
leridir. Onlar, örneğin birer hücre ve doku kaynağı ya da birer

1 82
yanıt ve tepki " taşıyıcısı"dırlar. Böylelikle, isimlerin olmaması
bile, onların bütünlükle olan ilişkisine dair bir tür kültürel ka­
bulün yansımasıdır. 5
Köpekler ve kediler, başkalarından gizlenecek sınırlı, fiziki
bir nesne olarak bir benlik duygusu gerektiren saklanma eyle­
miyle, bütünlük yeteneğine delalet ederler (bkz . Allen ve Be­
koff 1997; Sanders 1 999) . Sanders'e göre ( 1 999, 1 3 7) , "sak­
lanma 'mütecessim benliğin' tehlikede olduğu ve gizlenmenin
vakti geldiği konusundaki farkındalığı gösterir. " Oyun sıra­
sındaki saklanmada tehlikenin tehditkar olmadığı elbette doğ­
rudur; yine de temelde yatan mekanizma aynıdır. Son derece
özelleşmiş etçiller olarak evrimleşmiş olan kediler, avlanabil­
mek için saklanma yetisine muhtaçtılar. Bu mekanizmalar ev­
cilleştirilmeyle birlikte ortadan kalkmamıştır. Bir kedi bakıcısı­
nın söylediği gibi:

Kedilerle içli dışlı olmuş herkes bunu bilir: Kediler saklanır,


gözetler ve saldırırlar. Ayrıca görülmenin kendileri için ne za­
man uygun olup ne zaman olmadığına dair şaşmaz sezgile­
ri vardır ve her kedisever bilir ki kedilerin saklanacak yerle­
ri olması şarttır.

Bunu doğrular biçimde, pek çok bakıcı, kedilerinin veterine­


re gitme vakti geldiğinde saklandığını söylemiştir. Çoğu örnek­
te, kediler taşıma kutusunu görünce kaçıyordu , ancak kimi za­
man aradaki bağlantı daha muğlaktı; kediler ne olacağını bir şe­
kilde "biliyorlardı" (ayrıca bkz Alger ve Alger 2003 ) . 6 Daha da
önemlisi, kediler saklanacakları zaman, her zaman saklandık­
ları ve bakıcılarının onları arayacakları ilk yerlerden başka yer­
ler arıyorlardı.

5 Hayvanlar her ne kadar birbirlerine isim vermeseler de, bazı türlerde, türün di­
ğer bireylerinin "imza" çağnlannın ya da ıslıklannın tanındığı yönünde bulgu­
lar vardır. Bkz Masson ve McCarthy 1995, 36-37.
6 Kedilerin bunu nasıl bilebildiğinin yanı sıra hayvanlann nasıl olup da olacak­
ları bilir göründükleri hakkında da bir yorum için, bkz. Rupert Shledrake'in
( 1 999) çalışması. Sheldrake ve Bekoff 2000'de, Sheldrake'in araştırması tartı­
şılıyor ve bilimin, hayvanlann yapabilecekleri ve yapamayacakları iddia edilen
şeylere ilişkin önyargılarına değiniliyor.

1 83
Bütünlüğün bir diğer göstergesi, odak birliği [ unity of locus]
denen şeydir. İzninizle yine Skipper'ı örnek vereceğim. Skip­
per, zırhlı kargo kamyonlarına çok şiddetli tepki gösterir. "Şid­
detli tepki" diyorum, zira bunun korkudan mı, nefretten mi
kaynaklandığına hala emin değilim. Bir zırhlı kargo kamyonu­
nu , görünüşü kadar, sesinden de tanır. Bu hassasiyetini gider­
mek üzere , Skipper'ı yakınlardaki bir kargo merkezine götür­
düm ve uslu durması koşuluyla onu ödüllendirmeyi düşün­
düm. O büyük, kahverengi zırhlı kamyonları, park halindey­
ken dahi tanıdı. Mevki birliğiyle ilgili anlatmak istediğim asıl
nokta ise şu: Skipper bir zırhlı kamyonun sesini duyduğunda,
etrafına bakınarak, bu sesin çıkmasını beklediği büyük kahve­
rengi kamyonu arıyor. Örneğin, yürüyüşe çıkmışsak ve o, kö­
şeden bu sesin geldiğini duyar, sonra yanımızdan bir araba ya
da farklı bir kamyon geçerse, diğer araçları bu özgün sesin kay­
nağı sanma yanılgısına düşmüyor. Etrafına bakınıyor. O kam­
yonun geleceğini biliyor. D emek istediğim, o kamyonun ve se­
sin birbirlerine ait bütünlüklü bir varlık olduğunu anlıyor. Bu
sesin o kamyondan gelmesi gerektiğini biliyor ve bunu farklı
bir odağa atfetmiyor. Bu, çok basit görünüyor olsa da, benliği
ve ötekini ayırt etme deneyimine katkı sağlar. Dolayısıyla, odak
birliği de, benliğin diğer özellikleriyle birlikte, benliği tanımla­
maya ve onu ötekinden ayırt etmeye yardımcı olur.

DUYGULANIM

Hayvan öznelliğine erişmemizi sağlayan çekirdek benliğin


üçüncü bileşeni, hayvanların duygu kapasiteleridir. Bakıcılar
köpeklerinin ve kedilerinin duygularını okuyabilmelerini sağ­
layan iki yöntemden söz e tmişlerdir ve bunlar duygulanımın
iki analitik boyutuna karşılık gelir.
Birinci boyut, "kategorik duygulanımlar" olarak bilinenleri
kapsar. Duyguları düşündüğümüzde ilk akla gelenler, üzüntü,
mutluluk, korku , öfke, tiksinti, şaşkınlık, ilgi, utanç gibi farklı
duygu kategorileri ve bunların kombinasyonlarıdır. Darwin'in
( 18 7 2 [ 1965 ] ) gösterdiği gibi, farklı yüz ifadeleri bu temel duy-

1 84
gu durumlarıyla ilişkilidir. Darwin'e göre duygusal ifadelerin
ilettiği mesajları tanıma yetisi, bir türün hayatta kalma şansı­
nı artırır.7 Bu , sezgi duyusunu yaratır. Bir başkasındaki öfke­
yi tanımak, insanı ya da hayvanı, öfkeli olandan uzak durma­
ya yöneltir; yavru yırtıcıların avlanma yetilerini öğrenmelerine
yardımcı olan şey de, ilgi duygusunu tanıma meziyeti olabilir.
Görüştüğüm bakıcıların hepsi, köpeklerinin ve kedilerinin
sergilediği duyguları sıralayabiliyordu . Mu tluluk, korku , şaş­
kınlık ve kıskançlık en yaygın olanlardı. Üzüntü ve kederi de
sayanlar oldu. Ben de, kedilerimden birinin ölümü üzerine, bir
kedimin yas davranışı gösterdiğine şahit olmuştum. Biri erkek
biri dişi olan bu iki kedi birlikte uyur, birlikte yemek yer ve oy­
nar, birbirlerini tımar ederlerdi. Kısacası, yakın dost olmuşlardı.
Erkek kedinin uyutulması gerektiğinde, dostu apaçık yasa girdi.
Aslında, dişinin üzüntüsü , arkadaşının ölümünden önce, ondan
gitgide uzaklaşıp ilgisizleşmesiyle başlamıştı. Erkek öldükten
sonra, dişi, sevdikleri yerlerde onu arandı ve bir-iki gün bir şey
yemedi. Yeni bir eve taşınıncaya dek, bu dişi kedi bir daha "ken­
dine" gelemedi. Benim kedi yası diye nitelediğim şey elbette in­
san yasıyla aynı şey olmayabilir; bunu söylemeye gerek yok. Öte
yandan, bu dişi kedi, arkadaşının ölümünden sonra, güneşlen­
diği zamanki (benim mutluluk ya da memnuniyet diyeceğim)
halinden ya da akşam eve döndüğümde elimdekileri teftiş ettiği
zamanki (merak diyebileceğim) halinden farklı davranıyordu ,
buna eminim. Benzer şekilde, Alger ve Alger'de (2003) de, barı­
nak kedilerinin şefkat, hayal kırıklığı, hırçınlık, depresyon, em­
pati ve kıskançlık duyguları sergiledikleri anlatılıyor.
Kategorik duygulanımlara ilaveten, ikinci bir duygu boyu­
tu vardır ki, duyguyla ilgili geleneksel kategorilere kolayca da­
hil edilemez. "Canlılık duygulanımları" diye bilinen bu boyut,
özel, ayrı duygulardan ziyade , duygulanma şekilleridir. Bun­
lar insan ve insandışı hayvanların davranışındaki ritimden bü-

7 Darwin'in tersine, Masson ve McCarthy ( 1 997, 1 3 ) , "duygulara dayalı tüm ey­


lemlerin hayatta kalma değeri taşımadığına"dikkat çekerler. Buna örnek ola­
rak, bir sevdiklerinin ölüsüne yas tutmak için kendilerini fiziksel olarak riske
atan ya da kimsesiz bebekleri evlat edinip kendi genlerini yeni kuşaklara geçir­
meyen hayvanları gösterirler.

1 85
yük oranda sorumludur. Bruner ve Kalmar'a göre ( 1998, 3 1 1 ) ,
bunlar "bir yaşama 'hissine' -moduna, akışına, heyecanına, ya
da isteksizliğine ya da her neyse- işaret eder". İnsanlarda can­
lılık duygulanımları algısı, erken bebeklik döneminde gerçek­
leşir. Bir bebek, daha dili dahi öğrenmeden, her bir duygu için,
"olup biten şeylerde karakteristik bir ilişkisellik saptamaya ve
onu ummaya başlar" (Stem 1985, 89) . Örneğin, ilgi başka bir
his verir, korku başka.
"Canlılık duygulanımları" terimini öğrenmeden çok daha
önce, bunların ne olduğunu biliyordum. Çoğumuz küçük yaş­
tan itibaren bunları bilir. Şimdi ergenlik yaşında olan yeğenim
Amanda çok küçükken, işaret ve orta parmaklarımın 'bacakla­
rı', elimin ise bedeni oluşturduğu komik küçük bir karakter ya­
ratarak, onu eğlendirirdim. Bu karakteri onun kolunda yürü­
tüyor, onu gıdıklatabiliyordum , ama ikimiz için de en keyiflisi,
karakterin kankan, Çarliston dansları yapması, ya da bacakla­
rını iki yana ayırıp oturması veya neşeyle taşkınlılar yapmasıy­
dı. Bu minik kişi -zira kişi olmak için gerekenlere sahipmiş gi­
bi görünüyordu- korkuyla titreyebilir, saklanabilir, şen şakrak
yürüyebilir, hatta aç susuz halde Ölüm Vadisi'ni aşarcasına, sü­
rünebilirdi. Benzer şekilde, Chaplin filminde, yemekteki soh­
betten sıkılan kahramanın, iki çatalı masadaki iki dürüme sap­
ladığı bir sahne vardır. Dürümler, dans ederek misafirleri eğ­
lendiren , az önce anlattığımıza benzer bir karakterin ayakları
haline gelir. Bu örnekler bizde e tkili olur, çünkü bizler canlılık
duygulanımlarını okuyabiliriz .8 Bizler yüzü olmayan bir elin
genel devinim halini yorumlayabilir, onun ne zaman şen şak­
rak, pecmürde ya da gamsız 'hissi verdiğini' biliriz. Bunun yüz
ifadeleriyle hiçbir ilgisi yoktur, zira ortada bu ifadeyi göstere-

8 Stem, "yüz işaretlerini kullanarak duygulanım kategorileri ifade etme yetile­


ri ya çok az olan ya da hiç olmayan ve beylik jest ya da duruşla ilgili duygula­
nım göstergeleri genelde yoksullaşmış" kuklalar örneğini verir. "izledikleri ey­
lemlilik çizgisinden farklı canlılık duygulanımlannı çıkarsamamız, genel hareket
biçim lerine bakarak olur. Çoğunlukla, farklı kuklalann karakterleri büyük öl­
çüde belli canlılık duygulanımlanyla tanımlanır; bir tanesi, sarkık uzuvlan ve
öne eğik başıyla uyuşuk olabilirken, bir diğeri güçlü kuvvetli, bir başkası ke­
yifli olabilir" (Stem 1985, 56; vurgu bana ait) .

1 86
cek bir yüz yoktur. Bu, karşılaştırmayı hayvanlar için de geçer­
li kılan önemli bir yöntemdir. Hayvanların yüz ifadelerini in­
sanlar kadar çarpıcı biçimde değiştirme yetisinin görece sınır­
lı olması, onların ifadelerini, duygusal durumlara dair çıkarsa­
malar yapmak için güvenilmez kılar. Jeffrey Moussaief Masson
ve Susan McCarthy'nin ( 1 995) işaret ettiği gibi, yunuslar dai­
ma tebessüm ediyor gibi görünürler, ancak bu onların mizacın­
dan değil, çenelerinin şeklinden kaynaklanır. Yunuslar bu yüz­
den saldırganlık gösterirken ve yas tutarken dahi "gülümser­
ler" . Aynı şekilde köpekler de sık sık gülümsüyor gibi görünür­
ler. Ancak, hayvanların canlılık duygulanımları bizi yüz ifade­
lerinden çok daha fazla bilgilendirir.
Hayvanlarla etkileşimimizde, canlılık duygulanımlarını okur
ve bu suretle bazı bireyleri "sevimli," " canlı", "ciddi" , "yumu­
şak" , "fıkır fıkır" vs. diye tanımlarız. Bunlar hayvan bireylerin
genel karakteristikleridir ve belirli duyguların ifadelerinden zi­
yade çekirdek benliğin parçasıdır. Başka bir deyişle, bir hay­
vanı (ya da bir insanı) tanımlayacağımız zaman, genelde can­
lılık duygulanımlarına da bir miktar gönderme yaparız. Onla­
rın "mutlu" olduklarını söyleriz, ancak çoğu durumda bu sözle
kastettiğimiz şey, münferit bir duygu durumundan ziyade can­
lılık duygulanımlarına tekabül eder. İnsanların da hayvanlara
aynı şeyi yaptıklarını tespit ettim. Bu, köpeğin ya da kedinin çe­
kirdek benliğinin insan dostları için erişilebilir hale gelmesinin
önemli bir yoludur. Örneğin, köpeğini " tatlı" diye tanımlayan
bir bakıcı için bu , köpeğin genel sakinliğini ve itaatkar eğilim­
lerini anlatmanın kestirme bir yoluydu . Aynı şekilde, kedileri­
ni bir "karakter" olarak adlandıran çift, bu tabirle, onu genel­
de daha masum kedilerin girmeye ve atılmaya cesaret edeme­
yecekleri yerlere ve durumlara götüren kendine güven ve me­
rak bileşimini ima ediyorlardı.

ÖZGEÇMiŞ

Özgeçrniş ya da süreklilik, etkileşimleri ilişkilere evrilten şey­


dir. Stern ( 1 985 , 90) "deneyimin sürekliliği olmasaydı, çekir-

1 87
dek benlik duygusu geçici olurdu" der. Sürekliliğe olanak sağ­
layan yeti, bellektir. Olaylar, şeyler, başkaları ve duygular, iliş­
kiler bağlamında, bellekte anlamlandırılır ve saklanır. Belleğin
farklı halleri vardır ve bunların bazıları çok erken bir dönemde
işlemeye başlar.9 Özgeçmiş için gereken bellek türü konuşma
öncesidir ve bu tür belleğin birçok unsuru hayvanlarda açık­
ça görülür.
Özgeçmiş, çekirdek benliğin diğer boyutlarını kapsayarak iş­
ler. Örneğin bütünlük, bir diğer insan ya da hayvanın şeklinin
ya da sesinin algısal anısını gerektirir. Duygulanımlılık, duygu­
ları uyandıran şeylerle ilgili anıların kodlanmasını gerektirir.
Örneğin, tıpkı yeğenimin benim iki parmağımdan ibaret minik
karakteri her görüşünde kıkırdaması gibi, köpekler ve kediler
de çok sevdikleri ancak uzun zamandır kayıp olan bir oyunca­
ğı gördüklerinde heyecanlanırlar. Bundan başka, faillik de bel­
leği gerektirir, çünkü istemli kas hareketinde gerekli olan mo­
tor planların meskeni bellektir.
Bir köpeği ya da kediyi bir kez olsun veterinere götürmüş
olanlar, hayvanların mekanları hatırladıklarını bilirler. Örne­
ğin, normalde mülayim olan bir köpek, veterinerin muayene­
hanesinde gerginleşip saldırganlaşabilir - güvenli bir muayene
için Skipper'a ağızlık takmak zorunda kalıyoruz. Evde sevecen
bir kedi olan Leo , tıslayarak, veterinerin uzattığı eli tırmalar.
Yarasını tekrar sarmak gerektiğinde, ancak iki kişi onu tuttuk­
tan sonra, üçüncü kişi bunu kazasız belasız yapabilmişti. Başka
hayvan sahipleri de bunun canlı örneklerini veriyor:

Köpeğimle birlikte eğitim merkezine girdiğimizde, orada ne


olup bittiğini anlıyor gibidir. Yani en uslu halini takınır. Be­
nim yakınımda durup, ondan ne istediğimi anlamaya çalışır
gibi, gözümün içine bakar. Bunun oyun zamanı olmadığını bi­
lir. Eğitmenlerin bize oyun molaları verdiği zamanlar vardır ve

9 Konuşma öncesi bellek için ikna edici bir örnek olarak, ilk çocukluk dönemi
çocuk istismarı kurbanları gösterilebilir. Çocuğun olan biteni tanımlayacak
sözcüklerden yoksun olduğu ve belki olan biteni belirgin biçimde hatırlamadı­
ğı halde bile, anılar kalıcıdır. Mesela pantolondan çıkanlan bir kemerin sesi ya
da sigara dumanı veya alkol gibi belli bir şeyin kokusu bunları canlandırabilir.

1 88
normalde oyuncu olan köpeğimin o ortamda diğer köpeklerle
oynayacak kadar gevşeyebilmesi zaman alır.

Kuşkucular, burada başka bir şeyin devrede olduğunu söy­


leyecektir. Örneğin hayvanın veterinerdeki tepkisini içgüdüsel
bir şey olarak görmezden gelip, "Ha, korku kokusu alıyordur
işte" diyen insanlar duydum. Orada yalnızca içgüdü söz konu­
su olsa bile, ki ben böyle olduğundan şüpheliyim, belirli bir or­
tamda tutarlı olarak belli bir duyguyu sergileme yetisi, yine de
bir süreklilik duygusuna işaret eder.
Bir bakıcı, düşündürücü bir soru sormuştu: "Sevecen Leo"­
nun veterinerde dehşet saçar hale gelmesinde olduğu gibi, ba­
zı hayvanlar bazı ortamlarda "farklı" görünüyorlarsa, o hayvan­
lar bizim evde tanıdıklarımızla aynı hayvanlar mıdır? Bu tartış­
manın çerçevesi içinde, bu hayvanın bir süreklilik duygusu ol­
duğunu gerçekten söyleyebilir miyiz? Bu konuda biraz düşün­
dükten sonra, evet diyebiliyorum. Hayvan aynı ortamlarda ay­
nı şekilde davranır: Örneğin evde rahat ve oyuncu, veterinerde
ise ürkek ve korunaklıdır. Eğer hayvan yalnızca veterinere yap­
tığımız ziyaretlerin bazılarında ürkek olsaydı, o zaman hayvanın
burada sözünü ettiğim türden bir süreklilikten çok az nasiplen­
diği iddia edilebilirdi. Leo'nun veterinerde daima ürkek ve koru­
naklı olduğu bilindiğinden, bu davranış veterinerlerin ve benim
"gerçek" o olarak tanıdığımız bir kalıp haline gelmiştir. Beklenen
itiraz, tıpkı bizlerin iğne olmaktan ya da dişçiden korkmamayı
öğrenebilmemiz gibi, hayvanın bir zamanlar korktuğu bir şeye
tepkisiz hale gelmesi durumunda ne olacağı konusudur. Ancak
burada bile, süreklilik apaçık görülebilir. Bu , benliğin "olmayı
sürdürmesi"ne izin verir, ancak yine de yeni yetiler devreye gir­
dikçe ve yeni fırsatlar doğdukça değişime olanak tanır.
Bakıcılar, köpeklerinin, veteriner muayenehanelerinin ya­
nında, gezinti patikaları gibi favori m ekanları da hatırladıkları­
nı söylüyorlar. Örneğin bir bakıcı bana bir yıl gitmedikleri bir
patikayı yeniden ziyaret edişlerini anlattı:

Bir süreliğine oradan uzak bir yere taşınmıştık ve geri döndü­


ğümüzde, onu her zaman gezintiye çıktığımız o patikaya gö-

1 89
türmüştüm . Oraya vardığımızda arabadan dışarı fırlar ve etra­
fı bir güzel kokladıktan sonra koşarak o çalılığa giderdi. Ba­
na göre bu çalının oradaki düzinelerce çalıdan bir farkı yok­
tu ama belli ki onun en sevdiği buydu. Taşındıktan sonra ora­
ya ilk kez tekrar gidişimizde, yine aynı şeyi yaptı: Arabadan dı­
şarı atladı, etrafı biraz kokladı ve sonra yine aynı çalıya koştu.

Bunu reddetmenin kolay yolu, çalılığın pek çok köpek için


cazip olduğunu ve kokularının bu köpeği çektiğini söylemek­
tir. Durum bu muydu , yoksa köpek, çalıyı anımsıyor muydu?
Bakıcıya kendisinin ne düşündüğünü sordum.

Burası onun için tamamen yeni bir yer olsa, bence daha faz­
la keşif yapması gerekirdi, oysa o, en sevdiği çalıyı anımsıyor­
du. Orayı hiç hatırlamıyor olsa, her yeri koklardı. Ama gördü­
ğüm kadarıyla çalılığa gidene kadar geçtiği tüm yolu kokla­
madı. Hayır. Çalıyı görür görmez olabildiğince çabucak oraya
yollandı. O çalıyı hatırladı.

Köpeklerin mekanları hatırlama yetilerini belgeleyen başka­


ları da olmuştur (bkz lerman 1996; Sanders 1999). Hatta Sha­
piro ( 1990, 1 997) köpeklerin hayatlarının, bizimkiler gibi, za­
mandan ziyade mekan yönelimli olduğunu öne sürer. Öte yan­
dan mekan, kediler için de son derece önemlidir (bkz. Leyha­
usen 1 979; Tabor 1983 ) . Alger ve Alger, kedilerin uyumak ve
yemek yemek için nasıl belli yerleri açıkça tercih ettiklerini ka­
nıtlayan sayısız örnek sunarlar. Benim kedilerimin her biri için
de geçerlidir bu : Uyuduklarında ve yemek yerlerken hangisini
nerede bulacağımızı daima biliriz.
Hayvanların kendi süreklilik kapasitelerini ortaya koydukla­
rı vakalar, bakıcılara, hayvanın somut bir geçmişi olduğu duy­
gusu verir. Bu geçmiş de , bakıcılara "aynı ötekiyle ilişkide aynı
benlik olma duygusu" verir (Myers 1 998, 73, vurgu özgün met­
ne ait) . Hayvanların bugün, yarın ya da gelecek hafta algısı yok­
tur, ama geçmişte başlarına ne geldiğini kesinlikle hatırlarlar.
Onların, insan hayatına amaç kazandıran süreklilik derecesine
ihtiyaçları yoktur. Hayvanların hedefleri anlık ve somuttur. So-

1 90
nuç olarak, bellek yetileri onlara farklı bir süreklilik kapasitesi
verir, ama bu bir nitelik farkı değil, derece farkıdır.

ÖZNELLl�IN PARÇALARINI BiRLEŞTiRMEK

tlişkiler, failliğin, bütünlüğün, duygulanımlılığın ve bireysel


geçmişin sergilenmesine zemin sağladıkça, hayvanların öznel­
liği erişilebilir hale gelir. Bellek, bu dört kapasitenin düzenleyi­
ci bir öznel perspektif oluşturmasını sağlar. Daha sonra, etkile­
şim yoluyla insanlara sunulduğunda, hayvanın öznelliği, öznel
insan ötekini doğrular. Bunun nasıl gerçekleştiğini göstermek
için, Goffman'ın benliği "kutsal bir nesne" olarak tanımladığı
Interaction Ritual [Etkileşim Ritüeli] ( 1967, 9 1 ) adlı eserinden
yararlanacağım. Bunun insan-hayvan etkileşimine uygulanma­
sı biraz müdahale gerektirecektir ve bunu yapmam Goffman'ı
mezarında ters döndürebilir; yine de, temel bağlantıları ortaya
koymama izin vermenizi rica edeceğim.
Goffman'a göre, benliğin "kutsal nesnesi" , önemsiz, gündelik
hürmet davranışlarından ve tavırlardan oluşan "ortak törensel
emeğin ürünüdür. " Goffman bu davranışların birbirini tamam­
ladığını ve birbiriyle örtüştüğünü gösterir. Bunun için, bir konu­
ğa iskemle sunma örneğini verir. Bu hürmet edimini gerçekleş­
tirme şeklim, aynı zamanda tavrım hakkında da bir şeyler söy­
leyecektir. Bunu nezaketle, kabalıkla, isteksizce, sessizce ya da
tumturaklılıkla yapabilirim. Sonuçta bu hürmet davranışı kadar,
onu gösterirken takındığım tavır da, konuğa kendisini terbiye­
li, hürmetkar bir kişi olarak gösterme fırsatı sunacaktır. Örneğin
konuk, iyi tavrın ifadesi olarak benim kabalığımı görmezden ge­
lebilir, teklif edilen iskemleyi bir hürmet edimiyle geri çevirerek,
belki de "aileden biri" gibi yerde oturmayı seçebilir. O zaman
ben de bu tavra mukabele ederim ve bu böyle devam ederek, ço­
ğu zaman dikkat çekmeden oluşan "bir tören zinciri içinde el ele
tutuşur"uz (Goffman 1 967, 90) . Bu "törensel emeği" sürekli ser­
gilemek suretiyle, "ötekilerin kutsallığını teyit ederiz. "
Goffman buradan devam ederek, etkileşimlerin v e ortamla­
rın benlik töreni için değişik fırsatlar yarattığını savunur. Tö-

1 91
ren kimi zaman iyi gider, kimi zaman kötü. Nitekim, "bugün
kendimde değilim" ya da "bu ben değilim" dediğimiz zaman­
larda olduğu gibi, hepimiz, hiçbir şeyi düzgün yapamadığımız
durumlar yaşamışızdır. Goffman hürmet-tavır alışverişini bir
"kutsal oyun" olarak tanımlar ve şöyle der:

eğer birey [benlik oyununu ] oynayacaksa, alanın buna müsa­


it kılınması gereklidir [ . . . ] Hürmet ve tavır pratikleri kurum­
sallaştırılmalıdır ki, birey tutarlı, kutsal bir benliği yansıtabil­
sin ve uygun bir ritüel temelinde oyunda kalabilsin. (Goffman
1 967, 9 1 )

Hayvanlar da oyuna katılırlar. Ancak, bu bağlamda "hürmet"


ve "tavır" kavramlarını uygun bulmuyorum. Dolayısıyla Goff­
man'ın görüşünü, bu bölümde kurulmuş olan çerçeveye uyar­
layacağım.
Hayvanlar ile bakıcılar arasındaki e tkileşim, birbirlerinin
öznel benliklerini duyumsadıklarını gösterir. Bakıcı da, hay­
van da, etkileşime faillik, bütünlük, geçmiş ve duygulanımlı­
lık örüntülerine karşılık vermek için gereken yetilerle girerler.
Dahası farklı insanlar ve farklı hayvanlar, bağlamlar değiştikçe
farklı örüntüler sergilerler. Bu , insanlara ve hayvanlara, aynı şe­
kilde, ötekinde öznel bir benlik duygusu olduğunu çıkarsama
olanağı verir. Hatırlarsanız, 5. Bölüm'de, yoldaş hayvan seçilir­
ken, her hayvanın aynı tepkiyle karşılanmadığına dikkat çek­
miştim. Bunun nedeni, farklı hayvanların öznel benliklerine
farklı tepkiler vermemizdir. Bu farklı tepkiler, insanların hay­
vanlara insanbiçimci nitelikleri ayrım gözetmeksizin yansıtma­
ları ihtimalini çürütür. Elbette bu yer yer olabilse de, bazı hay­
vanlar yansıtılan niteliklerin bazılarını " taşıyabilecek" durum­
da değildir. Bazıları, "öyle" değildir, o kadar.
Goffman'ın "kutsal oyun"una uyarlarsak, hayvanlar, bu bö­
lümde anahatları çizilen çeşitli yollarla öznellik gösterirler. Öz­
nellik, bilinçdışı bir "tören zinciri" yaratır; bu zincirde insa­
nın ve hayvanın deneyimi, "o böyleyse o zaman ben de şöyle
olabilirim" biçiminde bir karşılıklılığı izler. tlişki yürürse, bu­
nun nedeni, hayvanın faillik, bütünlük, özgeçmiş ve duygula-

1 92
mmlılığının, bakıcının bir benlik sahneleyebilmesine uygun bir
"oyun alam" yaratmasındandır ve aynı şey karşı taraf için de
geçerlidir. llişki asla kusursuz bir uyum arz etmez - tıpkı öte­
ki insanlar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi . 1 0 En iyi olasılık­
la, "uyuşmazlık" optimal -hem bakıcının hem de hayvanın öz­
nel deneyimini zenginleştirmeye yetecek kadar- olacaktır. 5 .
Bölüm'de, etkileşim yetilerimiz zorlandığında benliğin zengin­
leştiğini savunmuştum. Myers'in dediği gibi, "Hayvanların et­
kileşimciler olarak sundukları yalnızca şudur: Tamdık öteki­
lik bağlamında yeni enformasyon: uyuşmazlıklar, beklentile­
rin aksaması, zorluklar [ . . . ] Etkileşimciler olarak, hayvanlar, in­
san örüntüsüyle hem önemli devamlılıklar, hem de bu örün­
tüden önemli kopuşlar sergilerler" (Myers 1998, 78-79; vurgu
özgün metne ait) .
Hayvanlar hem bize benzer, hem de bizden farklıdırlar. Bi­
zim gibi, onlar da eylem başlatma yetisine sahiptirler. Kendi
dünyaları ve oradaki diğer varlıkların neye benzemesi gerekti­
ği hakkında fikirleri vardır. Duygu deneyimleri vardır: Kartez­
yen makineler değildirler. Geçmişleri vardır ve biz insanlar gi­
bi onları dile getiremeseler de, bu yetiden yoksun olmaları ka­
rışık mesajlar yollamaları ihtimalini ortadan kaldırır. Sonuçta,
hayvanlar insana hayat katan -tutarlı ama sürprizlerle dolu­
dostlardır. Bir bakıcı şu sözleriyle bu hazzı çok iyi özetlemiş­
ti: "Dünyadaki varoluş şekilleriyle benden bu denli farklı olan
canlılarla iç içe yaşamayı çok seviyorum. "

Bu bölümde hayvan benliği diye bir şey olduğunu göstermeye


çalıştım. Hayvanların "bağ kurulacak" bir şey sundukları hissi,
basit bir duygusal yansıtmadan kaynaklanmıyor. Hayvanın fail­
lik, bütünlük, özgeçmiş ve duygulammlılık kapasiteleri, bunla­
rı birarada tutmaya yarayan bellekle birlikte, bir bütün oluştu­
rur. Bunların hepsi birlikte, hayvana düzenleyici, öznel bir ba­
kış açısı, yani bir çekirdek benlik verir. Çekirdek benliğin de-

10 Sanının Mark Twain, "eğer iki insan her konuda hemfikirse, ikisinden birine
gerek kalmamıştır" der.

1 93
neyimleri de , aynı anda çekirdek ötekilerin tanınmasını müm­
kün kılar.
Hayvanlarla etkileşim , bu özelliklere ilişkin kanıtlar yakala­
mak için pek çok fırsat sunar. Benliği faillik, bütünlük, duygu­
lanımlılık ve tarih unsurlarına sahip bir deneyimler sistemi ola­
rak düşünürsek, hayvanlarla etkileşimimiz bizim bu unsurları
algılayışımızı yansıtır. Örneğin ben bilgisayarımın başında çalı­
şırken Pusskin arka ayakları üzerinde dikilip patisini uzatarak
koluma dokunduğunda -zaman zaman, yemek vermek şeklin­
de- onunla ilgilenmemi istediğini anlarım . Bu bana Pusskin'in
arzuları ve niyetleri olduğunu iletir. Dahası bu sayede, onun
beni arzularını ve niyetlerini yerine getirebilecek biri olarak
gördüğünü öğrenirim. Onu görmezden gelirsem, onunla ilgile­
nene kadar ısrar edecektir. Kimi zaman yer değiştirip daha iyi
bir açı yakalar, hatta monitörü görmemi engellemek için masa­
nın üzerine zıplar. Bu yaptıkları, onun, arzularının farkında ol­
duğunu bilmemi sağlar, öyle ki bunlar doyurulana kadar işin
peşini bırakmayacaktır. Pusskin, benimle etkileşiminde faillik
kapasitesini kanıtlamasıyla, kendimi eyleyen bir varlık olarak
duyumsamamı doğrular.
Pusskin dikkatimi çekmeye çalıştığı sırada kedimiz Punim
odaya girecek olsa, olaylar önceki gibi devam eder. Ama Punim
değil de Leo girerse, Pusskin durur, savunma pozisyonuna ge­
çer ve Leo çok yaklaşırsa, ona tıslar. Leo zaman zaman Puss­
kin'e dayılanır; oysa Punim ile Pusskin, tam olarak dost olma­
salar da, birbiriyle iyi geçinerek aynı evi paylaşan iki canlıdır.
Kısacası, Pusskin, Punim'le Leo'yu ayırt edebilir ve davranışı­
nı ona göre ayarlar. Odaya hangi kedinin girdiğini görmeksizin
Pusskin'i izlesem, onun beden dilinden, Leo'nun mu yoksa Pu­
nim'in mi geldiğini anlardım. Pusskin'in şek,il bütünlüğünü ta­
nıma yetisi, bende de var olan aynı duyuyu doğrular.
Bir köpekle "yakala-getir" oyunu oynadığımda, bu ister be­
nim köpeklerimden isterse barınak köpeklerinden biri olsun,
onun yaşadığı neşeyi ve heyecanı görürüm. Bu algım, kendi
duygusal deneyimlerimi doğrular. Her ne kadar bu oyun bana
çoğu köpeğe verdiği neşe ya da heyecanı vermese de, yine de

1 94
bu hazzı paylaşırım. Kısacası, köpeğin duygulanımlılığını gör­
mek, bende de var olan aynı deneyimi doğrular. Benzer biçim­
de, bunu yazarken başımı kaldırıp iki kedimizin çalışma odam­
daki pencerenin önünde her zamanki yerlerinde uyuklamakta
olduklarını gördüğümde, bu süreklilik benim onlarla ilişkide
olma deneyimimi doğrular.
Benliği deneyimlerle duyumsamak, sahiplendirme bölümle­
rindeki etkileşimde gördüğümüz benliğin niyetlerini yerine ge­
tirir. Örneğin, benliğin ö tekilerle ilişkiyi gerektirdiğini anımsa­
yın. llişkiler, ö tekilerin sürekliliğini ve bir o kadar da etkileşim
yetilerinin artmasını öngörür; bu da ilişkilere belli bir düzeyde
zorluk ve karmaşıklık getirir. Hayvanlar öznel benliklere sahip
olduklarından (ya da öznel benlikler olduklarından) , benliğin
sürekliliği için gereken sınavları sunabilirler. Kuşkusuz bu et­
kileşimin karmaşıklığı, diğer insanlarla olan e tkileşimdekiyle
aynı değildir, ancak bu nitel değil nicel bir farktır.
Deneyim olarak benlik fikri, birbirinden farklı benlik ve öte­
kilik duygularının hayvanlarda nasıl oluştuğunu gösterir. Aynı
zamanda, bir hayvanın benlik duygusunun e tkileşim sırasında
bizim için nasıl görünür hale geldiğini ortaya koyar. Ö te yan­
dan bu , insanlar için olduğu gibi, hayvanlar için de benliğin ek­
sik bir tasviridir. Hayvanlar ve insanlar, düşüncelerini, niyetle­
rini ve duygularını da paylaşabilirler. Bunun sonucunda, ö te­
kinden ayrı bir varlık olarak benliğe karşılık, ö tekiyle birlikte
bir varlık olarak benlik deneyimi ortaya çıkar. Benliğin ö tekiy­
le birlikte karşılıklı olarak oluşturulması, ya da "biz" deneyimi,
bir sonraki bölümün konusunu oluşturuyor.

1 95
8
ÖTEKİYLE BİRLİKTE BENLİK:
ÖZNELERARASILIK

Bir hayvan, şeylerin görü n ü m ü n ü , tadını, kokusunu, do­

kusun u veya sesini kendine özgü bir şekilde duyumsar ve

bizler dünya hakkında bilinmeye değer yeg.:i.ne şeyin kend i

sosyal inşalarımız olduğunda ısrar etmeye devam edersek

o duyumsama şekli hakkında asla fikir edinemeyiz.

- BARBARA NOSKE ( 1 997, 1 60)

Kadın , önünde bir fincan sıcak kahveyle mutfak tezgahına


oturdu. Telefonun ahizesini kaldırıp, bir fatura meselesini çöz­
mek üzere , sigorta şirketinin numarasını çevirdi. Bu iş öy­
le uzamıştı ki, artık ona tam zamanlı bir işten farksız geliyor­
du , üstelik boşa yapılan bir işti. Yine bir "müşteri hizmetleri
temsilcisi"nin onu başka bir bölüme bağlamak üzere bekleme­
ye aldığı her seferde, kadının hayal kırıklığı biraz daha artıyor­
du. Telefondaki her yeni ses, hikayenin baştan anlatılmasını,
tarihlerin ve poliçe numaralarının tekrar okunmasını istiyordu .
Kadın ona saatlerce sürmüş gibi gelen can sıkıcı bekleme me­
lodisini dinledikten sonra, nihayet, kendisine yardım edebile­
ceğini düşündüğü biriyle konuşmayı başardı. Ama umudu bo­
şa çıkacaktı. Kadın daha önce bir sürü insana anlattığı şikayet­
leri aynen tekrarladıktan sonra, kızıp sesini yükseltti. Bu adam

1 97
da onu beklemeye alınca, kadının sabrı tükendi ve hışımla te­
lefonu kapattı.
Az ötede mutfak tezgahının üzerinde, kıvrılıp oturduğu yer­
den olanları izleyen kedi, yerinden kalkıp kadının yanına gel­
di . Ona doğru eğilip, kadının ağzını ve burnunu kokladı. Son­
ra kolunu ona doğru uzatıp patisini kadının koluna dayadı. Ka­
dın dönüp baktı ve o an için öfkesini unutup, kediyi uzun uzun
okşadı. Kedi, poposunu kaldırarak kadının okşamasına karşı­
lık verdi. Bir-iki uzun okşamadan sonra, kedi, güveni tazelen­
miş biçimde, kıvrılıp yattığı yere döndü.
Bakıcılardan, hayvanların onların duygularını paylaşır gibi gö­
ründükleri zamanları ve durumları anlatmalarını istedim. Bana
yukardaki hikayeyi anlatan kadın, her zamanki sabırlı ve sakin
haline alışkın olan kedisinin, öfkeli hali karşısında endişelendi­
ğini düşünüyordu. Kadın, dokunuşuyla kedinin güvenini taze­
leyince, kedi yeniden rahatlamıştı. Çoğu bakıcının bu tür hika­
yeleri vardı. Örneğin bir adam, pazar günleri öğleden sonraları
kanapeye uzanıp kestirirken, köpeğinin de onun yanı başındaki
kendi yatağına uzandığını anlattı. Eğer bir gürültüyle uyanırlar­
sa, köpek, önce tedirginlikle ona, sonra pencereye bakıyor, son­
ra tekrar ona dönüyordu. "Ben yerimden kıpırdamazsam, o da
kıpırdamaz," diyordu adam. "Ama ben kalkarsam, o da kalkar."
Adam, köpeğin ona bakmasını, "her şeyin yolunda olup olmadı­
ğını anlamak için" diye açıklıyordu. Yine, Myers (1998) bir kreş­
te çocukların hayvanlarla etkileşimi üzerine yaptığı araştırmada,
şöyle yazar: "Köpeğin heyecanı, dağgelinciklerinin uyuşukluğu
ve yılanın durgunluğu gibi, hayvanların sergiledikleri canlılık
duygulanımlarını çocuklar da aynen yansıtıyorlardı. 1 Aynı şekil­
de, hintdomuzu huzursuzsa, çocukların bazıları da ona yem ve­
rirken huzursuzlaşıyorlardı" (Myers 1998, 90) .
Bunun gibi örnekler, hayvanların, niyetlerini, duygularını ve
diğer zihinsel durumlarını insan dostlarıyla paylaşma yetileri
olduğunu gösterir. Ortak bir dile sahip olmamamıza rağmen,
bizler, hayvan ötekilerin ortak etkileşim kapasitesine sahip ol-

Bu enerjik hayvanla etkileşimi olanları şaşırtacak olan dağgelinciğinin bu uyu­


şukluğunun nedeni, yüksek kalorili bir öğündü.

1 98
duklarını hissederiz. Ilk örnekteki kadın, kedisinin, belki ken­
dine öfkelenildiği korkusuyla güven tazelemeye ihtiyaç duydu­
ğunu biliyordu. İrkilerek uyandığında köpeği ona bakan adam,
köpeğinin kendi duygu hali için onu güvenilir bir yol gösteri­
ci olarak gördüğünü anlıyordu . Hayvanlarla iç içe yaşayan in­
sanlar için, karşılıklı benlik oluşturmada bu tür bir bilgi önem­
lidir. İnsan ya da insandışı olsun, öteki zihinlerin içindekile­
ri tahmin etmek suretiyle, ilişkisel bir benlik duygusu geliştiri­
riz. Hayvanların faillik, duygulanımlılık, bütünlük ve özgeçmiş
duygularıyla sergiledikleri çekirdek benlikleri, etkileşimin on­
lardaki düşünce ve duyguları paylaşma kapasitesini ortaya koy­
duğu durumlarda, başka bir boyut daha kazanır. Biz insanlar,
bu kapasiteye ilişkin tariflerimizi sözcüklere döksek de, dene­
yimler dile bağımlı değildir.
Tartışmaya, öznelerarası ilişkiselliğin üç göstergesini incele­
yerek başlıyoruz. Bunlar, niyet paylaşımı, ilgi odağının payla­
şımı ve duygusal durumların paylaşımıdır. Bu bölümün ikinci
kısmında, 1 . Bölüm' de ortaya attığım, insanların neden hayvan­
ları hayatlarına soktukları sorusuna geri döneceğim. Buradaki
tartışmada, hayvanlarla öznelerarasılık deneyimlerinin kimlik­
lerimizi nasıl şekillendirdiğini ele alıyorum. Bilhassa, hayvan­
ların benlikleri olduğundan ve bizler onlarla öznelerarası ilişki
kurabildiğimizden, hayvanların durumları tanımlamamıza ve
rollerimizi oynamamıza katkıları olduğunu savunuyorum. Ay­
rıca hayvanlar, onlarla olan etkileşimden, özellikle de sağladık­
ları etkileşimsel zorlukları aşmaktan devşirdiğimiz haz sayesin­
de benliklerimizi zenginleştirirler.

NiYETLERiN PAYLAŞILMASI

Niyet paylaşımlarının en güzel örneklerinden bazıları, insan­


lar ile yoldaş hayvanlar arasındaki oyun sırasında gerçekleşir.
Oyun, çiftleşme, dövüşme ve avlanma gibi başka koşullarda
son derece farklı anlamlar taşıyabilecek davranışlar içerdiğin­
den, oyunda niyeti iletebilmek çok kritik bir önem taşır. 2
2 Konuyla ilgili başka bir tartışma için, bkz. lrvine 200 1 .

1 99
Benim mülakatlardan elde ettiğim verilere göre, köpeklerle
dostluğun cazibesi, büyük ölçüde, insanlara oyun oynama ba­
haneleri yaratmalarından kaynaklanıyor. Gözlemlediğim ya da
görüştüğüm bakıcıların hepsi, köpekleriyle , aport ve halat çek­
me oyunlarında olduğu gibi, düzenli, etkin sosyal nesne oyun­
ları oynuyorlardı . 3 Kuşkusuz köpeğin yaşıyla birlikte durum
değişiyordu , ancak, ihtiyar köpekler dahi ara sıra hoplayıp zıp­
lamaktan keyif alıyorlardı. Bakıcıların çoğunluğunun, köpekle­
rini köpek parkına, diğer köpeklerle sosyal oyun oynamaya gö­
türdüklerini bulguladım. Buradaki pek çok bakıcı, köpekleriy­
le birlikte her gün ya da neredeyse her gün, sabah erken saat­
lerde , öğle vakti ya da iş sonrası arz-ı endam eden müdavimler­
di. Hafta sonları da, yine köpek parklarının müdavim oyuncu­
ları olan gruplar vardı.
Ancak, eğlenceden nasiplenen yegane taraflar köpekler ve
bakıcıları değil. Bu araştırma için gözlemlediğim ve görüştü­
ğüm kedi bakıcılarının da yaklaşık üçte biri, yetişkin kedileriy­
le düzenli olarak oynuyordu : Yine burada da, kedinin yaşı be­
lirleyiciydi, zira yavru kedisi olanların hepsi, kedileriyle oynu­
yordu.4 Bazı bakıcılar kedilerin kendi kendilerini eğlendirdiği­
ni söylüyordu (ki bu, kedilerin bu kadar popüler olmalarında
etkili bir özellikleri olabilir) ve çok kedinin olduğu hanelerde,
kediler birbirleriyle sosyal oyun oynuyordu . Oyunun, yaşamla­
rının büyük bir bölümünde köpekler ve kediler için önemli ol­
duğu ve insan-hayvan etkileşiminin sık rastlanan bir biçimi ol­
duğu açıktır.
Daha önce söylediğim gibi, oyun, başka durumlarda başka
anlamları olan davranışlar içerir. Köpek ve kedilerde oyun, hır­
lama , tutma, üzerine çıkma, tıslama, ısırma ve tırmalama içe-
3 Araştırmacılar oyunları birçok farklı tipe ayırmıştır; ben burada bunlardan iki­
sini ele alıyorum. Biri , iki partnerin bir oyuncakla (ya da oyuncak görevi gören
bir nesneyle) oynadıkları sosyal nesne oyunu. Bakıcılar hayvanlarıyla oynadık­
larında, en çok sosyal nesne oyunları oynuyorlar: Köpeklerine bir topu fırlat­
maları ya da kedilerine bir zili tıngırdatmaları gibi. incelediğim diğer oyun ise,
iki partnerin birbiriyle oynadığı durumu anlatan sosyal oyun. Daha fazla bilgi
için bkz. Bekoff ve Byers 198 1 .
4 Bu bulgular Reinhold Berghler'in yaklaşık 300 kedi bakıcısıyla yaptığı ayrıntı­
lı çalışmanın bulgularıyla aşağı yukarı örtüşmektedir (Berghler 1989) .

200
rir. Bu, oyunu davranışlarla tanımlanmaya elverişsiz kılar. Öte
yandan, hayvanlar, sözgelimi kavga ile kavga oyununu birbi­
rinden ayırt edebilirler. Bu iki durumu farklı kılan bir şey var­
dır. Peki o "şey" nedir?
Bir oyun tanımı işe yarayabilirdi, ancak oyunu davranışla sı­
nırlayan bir tanım hiçbir yarar sağlamaz. Bunun bir alternatifi,
oyunun neyi başardığına bakmaktır. Oyunla ilgili literatürde ,
genelde, oyun faaliyetlerinin bazı işlevleri yerine getirdiği oyun
tanımları kullanılır (bkz. Burghardt 1 998) : avlanmada ya da di­
ğer yetişkin davranışlarında daha sonra kullanılacak becerile­
ri güçlendirmek gibi. Ancak, oyunun, ne o sırada ne de yaşa­
mın sonraki döneminde bir amaca hizmet etmesi şart değildir.
Bekoff ve Allen'ın ( 1 998) işaret ettikleri gibi, işlevci tanımlar
problemlidir çünkü oyunun gerçekleştiği zaman ile buna denk
düşen davranışın yetişkin faaliyetinde ortaya çıktığı zaman ara­
sında gecikme vardır. Bu "ontogenetik aralık" , oyun davranış­
ları ile yaşamın sonraki evrelerinde görülen sonuçlar arasında
şüpheli bir korelasyon kurar. Örneğin, kedigillerin davranışla­
rıyla ilgili çalışmalarda, oyunun yetişkinlik faaliyetleri için bir
pratik yapma şekli olduğuna ilişkin "bulgular yok denecek ka­
dar azdır" (Martin ve Bateson 1 988, 1 4) . Buna dayanarak, Be­
koff ve john Byers, işlevci olmayan bir tanım sunarlar. Oyunu ,
"doğum sonrasında icra edilen ve amaçsız görünen motor faa­
liyetlerin tümü" olarak tanımlarlar; oyunda "başka bağlamlara
ait motor örüntüleri, sık sık, değiştirilmiş biçimlerde ve zaman­
sal sıralamaları değiştirilmiş olarak kullanılabilir" (Bekoff ve
Byers 198 1 , 300-30 1 ; vurgu özgün metne ait) . Amaçsızlık, oyu­
nun başlı başına bir etkinlik olduğunu vurgulayan bir özellik­
tir. Oyun, başka zamanlarda başka amaçlara hizmet eden dav­
ranışlar içerdiğinden, önemli olan, hayvanları belli zamanlarda
oyun oynamaya iten şeyin ne olduğunu öğrenmektir.
Goffman'ın terimleriyle ifade edecek olursak, oyun bir dene­
yim "çerçevesi" oluşturur. " Çerçeve" , "hem etkinliklerin ken­
dilerini, hem de katılımcılarını yöneten düzenleyici ilkeler­
le uyum içinde inşa edilmiş bir durum tanımı"dır. (Goffman
1 9 74, 10- 1 1 ) . Oyun, oyuncular ile ciddi dünya arasında "ko-

201
ruyucu bir çerçeve" (Apter 1 99 1 ) ya da psikolojik olarak "tıl­
sımlı bir alan" dır. Bu çerçeve, aynı davranışların bir durumda
oyun oluşturmasına izin verirken, başka bir durumda buna izin
vermez . Örneğin, çalışma masamda yaptığım "işin" zaman za­
man " oyun" hissi vermesi de, halat çekme oyunlarımız sırasın­
da Skipper'ın vahşi hırlamalarının beni korkutmaması da bun­
dandır.
Oyun özel bir durum olduğuna göre, her iki oyuncunun da
onu tanıyabilmesi şarttır. Bu suretle oyun, öznelerarasılık yetisi
öngörür. Oyunun partnerleri , ya koruyucu çerçeveye girme ni­
yetlerini iletmeli ya da böyle yapmak istemediklerinin işaretini
vermelidir. Başka insanlar söz konusu olduğunda "Oyun oyna­
yalım ! " diyebiliriz. Ancak, insandışı hayvanların da, oyun oy­
nadıklarına -ya da oynamak istediklerine- işaret etme yollan
vardır (bkz . Bekoff 1 9 7 7 , 1 995; Bekoff ve Byers 198 1 ) . Allen ve
Bekoff ( 1 99 7 , 99) şöyle yazar:

Oyunun, diyelim ki çiftleşme ya da dövüşle karıştırılmasının


yol açabileceği sorunları çözmek için, pek çok tür, bir oyun
"modu" ya da ortamı kurma ve bunu sürdürme işlevi gören
işaretler geliştirmiştir. Oyunun tanımlanmış olduğu çoğu tür­
de, oyuncular arasında bir nevi dayanışmayı beslemek üzere
oyunu kışkırtıcı işaretler görülür; böylelikle oyuncular birbir­
lerine, oyunla tutarlı ve aynı edimlerin başka bağlamlarda ya­
ratacağı tepkilerden farklı biçimde tepki verirler.

Oyunu kışkırtıcı bir işaretin en güzel örneği, bir köpeğin ani­


den poposunu havaya kaldırıp ön ayaklan üzerinde eğildiği za­
manki "oyun reveransı" hareketidir (bkz. Bekoff 1977, 1995 ;
Bekoff ve Allen 1998) . Bakıcılarla görüşmelerimde oyunla ilgili
sorular sorduğumda ya da onları köpekleriyle oynarken izledi­
ğimde, çoğu -benim teşvikim olmaksızın- köpeklerinin oyun
reveransı yaptığında " Oyun oynayalım ! " dediğini anladıkları­
nı ima eden şeyler söylediler - gerçi "reverans" ifadesini aynen
kullananlar çok azdı. Hatta birçok kişi, tam olarak neyi kastet­
tiklerini göstermek için, oyun reveransını hareketleriyle bana
tarif ettiler.

202
Köpek bireyler, oyun reveransının temel j estlerini kendile­
rince ayrıntılarla süslerler. Örneğin, Skipper kafasını aşağı eğip
kendi etrafında döner; Dolly, ön patilerinden birini yere vu­
rurken, bir yandan da, benim bu durumda çıkardığı kısa hırla­
ma için kullandığım tabirle "puflar" . Oyun reveransıyla (ve çe­
şitlemeleriyle) , iki köpek birbirlerine sonraki etkileşimin nasıl
olmasını istediklerini işaret ederler. D ahası , Bekoffun anlattı­
ğı gibi, köpekler oyun reveransını oyun başlatmak için olduğu
kadar, oyun sırasında "az sonra yapacağım ya da az önce yap­
tığım şeye rağmen oynamak istiyorum , niyetim hala oyun oy­
namak" demek için de kullanırlar (Allan ve Bekoff 1 99 7, 1 03 ) .
Hangi tür söz konusu olursa olsun, oyun, aldatmaya dahi va­
rabilecek ölçüde, faaliyetleri başkalarıyla koordine etmeyi içe­
ren son derece karmaşık bir faaliyettir. Bekoffun köpeklerle il­
gili araştırması, onların 1) niyet sahibi olma 2) başkalarının bu
niyetleri yanlış anlamlandırabileceğini anlama ve 3) eylemleri­
nin hangi bağlama konacağının karşılıklı olarak anlaşılmasını
garantilemek için niyetlerini iletme yetilerini kanıtlıyor. 5 Me­
ad'in "anlamsız" j estler söyleşisi tezi böylece çürütülmüş olur.
Bir köpek için bir hırlama her zaman aynı anlama gelmez .
Kedilerle yaşayan insanlar, kedinin oyuna hevesli olduğu za­
manları anlarlar; gerçi bildiğim kadarıyla kedilerin oyun reve­
ransına karşılık gelen bir davranışları yoktur. Buna rağmen,
görüştüğüm bakıcılar, kedilerinin ne zaman oyun istediğini
-ve ne zaman istemediğini- ayırt edebiliyorlardı. Örnek olarak:

Kedim cin gibi bir edayla oturup kuyruğunu öne arkaya savu­
rur. O zaman gidip [ popüler bir kedi oyuncağı olan] Kedi Dans­
çısı'm getiririm ve bir süre oynarız. Genelde oyunu ilk terk eden
o olur. Yürüyüp gider ve ben oyunun bittiğini anlarım.

5 Şunu netleştirmek gerekir ki, Bekoff ve Byers'in oyun tanımı maksatlılıgı içer­
mez. Oyun reveransı oyun niyetine işaret eder, ancak oyunun kasti unsurla­
rı başlı başına sorgulayanın kasll mefhumuna göre degişir. Bu, uzun bir felsefi
tartışmanın konusu olup, Ailen ve Bekoff 1 997, 93'te gözden geçirilerek, şöy­
le denmiştir: "eninde sonunda , oyunun maksatlı bir faaliyet oldugu bulgusuna
varılabilir; ancak bunu oyun tanımına dahil etmek erken davranmak o lacak­
tır. .. Maksatlılıgın oyunla olan ilintisi a priori tanım degil, ampirik inceleme­
nin meselesidir ve biz onun bu sıfatla incelenmesini salık veririz. "

203
Suratında o ifade olduğunda, oyuna hazır demektir.

Oyun zamanının bittiğini söyleyen bir yürüyüş şekli vardır. Ya


sıkılmıştır, ya da başka bir şey yapmaya hazırlanıyordur.

Oyun oynadığımız zamanlarda, arada bir durup kendini yalar


ve kaşınır. Onun farelerle ve böceklerle halini de gördüm; iş
üstündeyse, kaşınmak için durmaz.

Aynı şekilde , Alger ve Alger'in ( 2003 , 2 1 ) görüştüğü bakıcı­


lardan biri, kedilerinin, oyun oynama arzularını göstermek için
daha önce yürüttükleri çorap ve başka şeyleri ona getirdikleri­
ni anlatmış.
Kediler, birbirleriyle oynadıkları sosyal oyunlarda, deneme­
yanılma yöntemine başvurdukları izlenimi verirler. Oyun iste­
yen bir kedi, sessizce diğerine yaklaşıp onun üzerine atılır. Eğer
partner de oyuna istekli hissediyorsa -veya en azından buna ra­
zı olursa- kovalama başlar. Değilse, oyun modunda olmadığına
dair açık bir işaret verir. Tıslama, hırlama ve pati atma, oyun is­
teyen kediye "Beni rahat bırak ! " demektir. Örneğin, bu satırları
yazdığım sırada, ailemin dört kedisinden ikisi sosyal oyun ko­
nusunda farklı fikirlere sahipti. On beş yaşındaki kedi Pusskin,
Leo'nun oyun girişimlerini genelde geri püskürtür. Leo sinsice
Pusskin'e sokulur; Pusskin onu gördüğünde, kulaklarını düm­
düz arkaya yatırır, tıslar ve gözlerini başka bir yöne çevirir. Leo
siner ve yere, genelde yan yatar; adeta "Ah ! Afedersin. Meşgul
olduğunu fark etmemiştim" der gibidir. Bu yalnızca kedilerin
niyetlerini birbirlerine gösterebildiklerini değil, aynı zamanda
niyetlerinin paylaşılmadığını gösteren işaretleri okuyabildikle­
rini de düşündürür.
İnsanlar arasında, yedi-dokuz ay arasında ortaya çıkan niyet
paylaşımı yetisi, öznelerarası ilişkide olmanın ön-dilsel bir gös­
tergesidir. Bebek de -hayvan gibi- faillik, duygulanımlılık, bü­
tünlük ve tarih aracılığıyla gösterilen bir çekirdek benliğe, da­
ha o zamandan sahiptir. Çekirdek benlik bebeğin ve hayvanın
kendini ötekilerden ayırt etmesini sağlar. Niyet paylaşımı yeti­
si buna diğer zihinlerin tanınmasını ekler. Daha da önemlisi,

204
"etkileşilebilir" öteki zihinlerin olasılığını artırır (Stern 1 9 8 5 ,
1 24) . Bu , (aynı türden olsun olmasın) iki bireyin, aynı fikirleri
paylaşabileceğine işaret eder. Burada, çekirdek benliğe ilaveten
farklı bir benlik duygusu söz konusudur. Çekirdek benlik duy­
gusu açıkça görülen -oturmayı ya da eve işememeyi öğrenmek
gibi- davranışlarda ortaya çıkarken, öznelerarası boyut, başka­
larının bizim içsel deneyimlerimizi ve niyetlerimizi paylaşabil­
me olasılığına işaret eder. Sosyal hayvanlar arasında bu yetiye
rastlamak şaşırtıcı olmasa gerek.
Hayvanların insan bakıcılarıyla niyetlerini paylaştıklarına dair
kanıtların bulunduğu tek konu oyun değildir. Gözlemlediğim ve
mülakat yaptığım kişiler, kedilerinin, yemek yeme konusunda,
onlarla niyet paylaşımında bulunduğunu savunuyordu. Birçoğu,
kedilerinin, daima belli saatlerde, patilerini onların yüzüne, ko­
luna ya da tenlerinin erişebildikleri bir yerine bastırarak, onları
uyandırdıklarını anlattı. Kediler, bakıcıları yataktan çıkıp onlara
yemek verene kadar bunu sürdürüyorlardı. Bu davranışın birçok
niteliğine bakıldığında, bunun basit bir yönlendirmeden ziyade
("Eğer yataktan kalkarsa, belki bana yemek verir") , niyetini ilet­
me ("Kalk ve bana yemek ver ! " ) olduğu açıkça anlaşılır. Bir kere,
kedinin yaptığı şey sonunda biraz yiyecek verilmesi umuduyla o
kişiyi kalkmaya zorlamak olsaydı, kişi yataktan kalktıktan son­
ra kedi bu davranışını sona erdirirdi. Kedisinin sabah davranışı
hakkında şu bakıcının anlattıklarına bakalım:

Daima saat 5:30 civarında patisiyle beni dürtmeye başlar. Ka­


famı örtünün altına sokup bir-iki dakika daha uyumaya yel­
tendiğim olur, ama o ısrarlarını gitgide artırır. Patileriyle örtü­
leri kazımaya girişerek, uyumamı imkansızlaştırır. Onu oda­
dan dışarı atmayı da denedim, ama o zaman da kapıyı tırma­
lıyor. Bu yüzden, tek çarenin yataktan kalkmak olduğunu öğ­
rendim . Ben kalkar kalkmaz, ona yemek vermemi garan tile­
mek için, etrafımda dönerek adımlarımı takip eder. Banyoya
da peşimden girer ve yakınımda durup ayaklanma sürtünür.
Banyodan çıktığımızda, arkasından geldiğimden emin olmak
için ara ara dönüp bana göz atarak, koridordan mutfağa doğ-

205
ru seyirtir. Ona mamasını vermeden önce kahve yapmaya ya
da başka bir işe girişmeye yeltenecek olsam . . . mümkün değil­
dir. Artık öğrendim . Kollarımın arasında dolanıp duracak ve
çabaları m boşa çıkacaktır. Dolayısıyla , önce yataktan kalkıp
ona mamasını veriyorum ve sabah işlerime ancak ondan son­
ra girişiyorum.

Bu örnekte , kedinin kendisine mama verilene kadar sürekli


niyetini ilettiğine ve bu arada bakıcısından ayrılmadığına dik­
katinizi çekerim. Bu ısrar, kedinin, elde etmeye niyetlendiği
hedefin farkında olduğunun kanıtıdır. Kedim Pusskin de ben­
zer bir inat sergiler. Kedilerimiz günde iki kez yemek yer. Sa­
bah ru tinimizi diğer kedilerden biri başlatıp , daha sonra kö­
pekler ona katılsalar da, akşam yemeği vaktinin geldiğini bana
haber veren, Pusskin'dir. 7. Bölüm'de, ben çalışma masamın
başında bulunduğum sırada, onun, sandalyemin yanında arka
ayakları üzerine dikilip , sol patisiyle sandalyenin oturma yeri­
ne tutunurken sağ patisini bana uzattığını anlatmıştım . Böyle
yapıp kolumu okşar. Birlikte geçirdiğimiz bunca yıla rağmen,
böyle durumlarda, aslında bana işimi bıraktırma niyetinde ol­
mayıp yalnızca ilgi istediğini umarak, ben de ona okşamay­
la karşılık veririm. Onu biraz sevdikten sonra , tekrar yaptı­
ğım işe dönerim ve o zaman kolum iki kez daha sıvazlanır. Bu
defa onu kucağıma alıp o turturum. Pusskin masaya tırmanır
ve monitörle benim aramda durur. Oradan tekrar bana doğru
uzanıp, bu kez kendisine yakınlık durumuna göre , elimi ya da
omzumu okşar. Artık çalışmak imkansız hale geldiğinden, ye­
rimden kalkıp odadan dışarı çıkarım. O da, yukardaki örnek­
te anlattığım kedinin yaptığı gibi, arada dönüp bana bakarak,
benim önümden hızla mutfağa koşturur. Kedilerimin akşam
üzerleri mutfağa yapabileceğim pek çok ziyaret içinde tam da
bunun yemek vermek için olduğunu nasıl anladıklarını bile­
mesem de, Pusskin ve benim mutfağa yürümemiz , diğerleri­
ni de oraya yöneltir.

206
DİKKAT ODAGININ PAYLAŞILMASI

Öznelerarasılığın bu boyutu , baktığınız şeyin, benim için de,


bunu paylaşmak istememe yetecek ölçüde önemli olduğunu
ima eder. Bebeklerde, bir annenin yüzüne, bir de annenin işaret
ettiği ya da bakmakta olduğu bir "hedef' e bakmak, öznelerara­
sı ilişkide olmanın konuşma öncesi bir diğer göstergesidir. Ço­
cuk bir yandan annenin gözlerini ve yüzünü "kontrol ederken"
bir yandan onun bakışlarını izlemeye başladığında, bu yaptığı,
annenin görüş çizgisini izleme yetisinden fazlasını gösterir. Bu,
"ortak dikkate erişilip erişilmediğinin, yani dikkatin odağının
paylaşılıp paylaşılmadığının denetlenmesine yönelik maksatlı
bir denemedir" (Stern 1 985 , 1 29 ) . Ortak dikkat, paylaşılan bir
anlam bağlamı içinde alternatif bakış açılarını göz önüne alma
yetisini gerektirir.
Köpekler göz temasına ve bakışa büyük önem verirler. San­
ders'in ( 1 999, 1 44) işaret ettiği gibi, köpekler "insanın yüz ifa­
delerine büyük ilgi gösterirler ve kendi bakışlarını insanların
dikkatinin işaret ettiği yönlere yöneltirler. Bakışların karşılık­
lı olarak birbirine yöneltilmesi, karşılıklı dikkatin bir gösterge­
si olduğu kadar, aynı zamanda , köpek ve diğer yoldaş hayvan­
ların göreceli statüye ilişkin kavrayışlarını göstermelerinin bir
yoludur. " Sanders'in araştırma notlarında, bakışın önemini an­
latan satırlar, köpeklerle düzenli etkileşim içinde olanlara hiç
de yabancı gelmeyecektir:

Emma ile !sis bana baktıklarında, dikkatlerini genelde gözleri­


me verirler. Yürüyüşlerimiz sırasında, bakmanın onlar için ne
denli önemli olduğunu fark ettim [ . . ] Yürüyüşteyken, durup
.

belli bir yöne doğru baktığımda, onlar da durur, bana bir göz
atar ve bakışlarını benim baktığım yöne çevirirler. Bu onların
kendilerini benim bakış açımın yerime koyma yönündeki do­
ğal yetilerinin çok açık bir işaretidir. Kelimenin gerçek anla­
mıyla, benim "bakış açımı" edinmeye çalışmaktadırlar. Ben bir
şeye bakıyorsam, onlar bunun muhtemelen önemli bir şey ol­
duğu sonucuna varırlar. (Sanders 1999, 1 44)

207
Köpeklerin bakmayı başlattıkları da olur. Mülakat yaptığım
birçok bakıcı, köpeklerinin, yürüyüş vakti geldiğinde , önce
tasmalarına ya da kapıya, sonra da onlara bakarak, bunu onla­
ra anlattıklarını söylediler. Köpek, dikkatlerini çekmeyi başarır
başarmaz , besbelli bakıcının bakışının da onunkini izleyeceği­
ni varsayarak, tekrar tasmaya ya da kapıya bakıyormuş. Kimi­
leri de, köpeklerinin, önce onlara sonra da bir kutu bisküviye
veya yemeğin bulunduğu dolaba baktıklarından söz ediyordu.
Kediler ile bakıcıları arasında karşılıklı bakış yöneltme ör­
neklerine daha az rastladım. Aslında, bazı insanların kedilerde
korkutucu buldukları şeylerden biri, siz bakışlarınızı başka bir
yöne çevirdiğinizde bile , onların dik dik size bakmasıdır. Bu­
nun nedeni, büyük ihtimalle, sizin bakışlarınızı kaçırmanızdır;
kedilerin görsel yetileri ve avlanma güdüleri, harekete odak­
lıdır. Kedi fobisi olanlar kedilerin bakışlarına karşılık verme­
yi öğrenseler daha rahat ederler. Öte yandan, pek çok bakıcı­
nın kedilerinin baktıkları şeye bakmayı denediklerini de tespit
ettim. Kediler sık sık bizim dikkatimizden kaçacak kadar kü­
çük ya da hızlı hareket eden şeylere gözlerini dikerler. Bakıcı­
lar, kedilerinin bir nesneye kendini kaptırdığını fark ettiklerin­
de, genelde kedinin dikkatlerine sunmasını beklemeden, bu­
nun ne olduğunu anlamaya çalıştıklarını anlattılar. Diyelim ki
eve bir kelebek giriyor ve kedi hemen ona kendini kaptırıyor.
İnsan ilk seferde kelebeği fark edemeyebilse de, kedinin heye­
canla duvara veya raylı cam kapıya sıçrayışları gözünden kaça­
maz - ya da kedinin, daha sessiz sedasız biçimde , bakışlarını
duvara veya kapıya doğru kaldırdığı dikkatini çeker. O zaman
insan kedinin dikkat nesnesini tespit etmiş olur, ama kedinin
insana yönelik ilgisizliği devam eder. Bu hakiki anlamda "pay­
laşılan" bir dikkat değildir, zira kedi insanın ilgisini tanımaz;
az sonra bunun bir örneğini göreceğiz. Her şeye rağmen, kedi­
nin dikkatini paylaşmayı deneme edimi "sosyal ötekiler olarak
hayvanları, aracı ama yine de zorlayıcı bir konuma yerleştirir"
(Myers 1 998, 95).
Kedilerde dikkat odağının paylaşılmasına dair göstergeler
aramaya başladığımda , bu hayvanların özel görsel yetileri dü-

208
şünüldüğünde, söz konusu kanıtın, muhtemelen göz teması
ve ortak bakışta bulunamayacağı fikrine vardım. Başka göster­
geler aramaya başladım. Kedi bakıcılarının, yine yiyecekle il­
gili olan bir dikkat paylaşımı örneği verdiklerini gördüm . Bir
yıldan uzun süredir kedisi olanların hepsi, bir bakıcının evine
yaptığım ziyarette araştırma notlarıma kaydettiğim şu gözleme
benzer şeyler anlatmıştı:

Kedi yemeğin olduğu dolabın yanına gitti ve dimdik bir biçim­


de oturdu. İkimiz de kediye baktık ve [bakıcı) , eğer "onu" he­
men yapmazsa ya da kaçınılmaz olanı ertelemeye çalışırsa, ke­
dinin ona bunu anımsatacağını açıkladı. Bir-iki dakika kadar,
kediye bakmamaya çalışarak ve kadının bana söylediği şeyin
yaşanmasını umarak, sohbet ettik. Daha bir dakika dolmadan,
kedi yürüyerek kadının yanına geldi ve kadının tabiriyle " tam
beden presi" yaptı [ vücuduyla kadına sürtündü ] . Beklendiği
gibi, bir-iki dakika geçmeden, yine geldi. "Pres"i yaptı ve son­
ra yürüyerek tekrar dolaba gitti. Bir sonraki davranışını gör­
mek için birkaç dakika daha beklememizi önerdim ve iyi ki de
öyle yaptım, zira kedi, "pres"i dolap kapısına yapıp sonra tek­
rar [bakıcının bacağına] geldi ve burada yine "pres" yaptıktan
sonra dolabın karşısındaki yerine döndü. Orada oturup bakış­
larını bize diktikten sonra, dönüp dolaba bir göz attı, sonra ba­
kışlarını yine bize çevirdi.

Bunun ne anlama geldiğini açıklayalım. Eğer size bir şeyi işa­


ret edersem ve siz onun ne . olduğunu görmek için bakarsanız,
bu , benim dikkat odağımı bulabildiğinizi gösterir. Ancak, be­
nim işaret ettiğim nesneye bakıp, sonra, gerçekten aynı şeye
yönelik bir dikkati paylaştığımızı doğrulamak için tekrar bana
bakarsanız, bu başka şeydir. Bu, odağı farklı olabilen ama aynı
zamanda aynı hizaya getirilip paylaşılabilen iki zihne sahip ol­
duğumuzun kavrandığının işarettir. Belki de farkında olmadan
yapılan bir işlemdir bu ; muhtemelen bilincin dışında gerçekle­
şir. Yine de ötekini "kollamak" , bilmeye ve bilinmeye yönelik
bir arzunun göstergesidir.
Kediler dikkati paylaşmak için seslerini de kullanırlar. Kedi-

209
lerle yaşadığım yirmi yıldan uzun sürede, onların seslerini iyi­
ce dinledim ve belli durumlarda belli sesler çıkardıklarını öğ­
rendim. Kedilerin kuş gördüklerinde çıkardıkları bir ses vardır;
bunu hep kuzu melemesine benzetmişimdir, ancak başkaları­
nın bundan cıvıldama diye söz ettiğini duydum. Pencereden dı­
şarı bakıp kedilere özgü "kuş sesi"ni çıkardığımda, Pusskin ne
bulduğumu merak ederek yanıma gelir. Birçok kereler, pence­
reden dışarı bakıp kuşu aramış ve kuş falan göremeyince (kim
bilir neden) yüzümü koklayıp uzaklaşmıştır.

DUYGULARIN PAYLAŞILMASI

Mülakat yaptığım bakıcıların çoğu, kedi ve köpeklerinin onla­


rın ruh hallerine ve duygularına duyarlı olduklarına inanıyor­
du . Başka çalışmalar da bunu doğruluyor (bir değerlendirme
için bkz. Collins ve McNicholas 1 998; Thomas 1993; Masson
ve McCarthy 1995; Masson 1997) . Her ne kadar duygular söz
konusu olduğunda kesin bir kanıt gösterilemeyecek olsa da, yi­
ne de hayvanların bazı duygu durumlarını bizimle paylaştık­
larına dair bulgular vardır. Biz insanlar, farkında olmadığımız
kadar sıklıkla, yüzlerimiz ve bedenlerimizle olduğu kadar, yal­
nızca hayvanların algılayabildiği kimyasallarla da iletişim ku­
rarız. Çoğu zaman bu "sinyaller" diğer davranışların içine öy­
lesine gömülmüştür ki, "katıksız" bir örneği ayırt etmek zor­
dur. Belki de bunun klasik örneği, akıllı at Hans'tır. Akıllı Hans
20. yüzyıl başlarında Berlin'de yaşamıştı. Matematik problem­
leri çözme konusundaki sözde yetisiyle şöhret oldu. Sahibi ona
iki sayının toplamını sorar, Hans, toynağını yere vurarak yanıtı
verirdi. Pek çok insan, sahtekarlıktan şüpheleniyor ve Hans'ın
sahibini, toynağını vurmayı ne zaman keseceği konusunda ata
ipucu vermekle suçluyordu . Saygın bilim insanlarından oluşan
bir komisyon vakayı inceledi ve Hans'ın sahibinden tüyo aldı­
ğı yönünde bir kanıt bulamadı (bkz. Allen ve Bekoff 1 99 7 , 25-
26) . Ancak, daha sonra yapılan bir inceleme, Hans'ın gerçekten
de ipuçlarına tepki verdiğini ortaya çıkardı; ama herkesin um­
duğundan farklı türde ipuçlarıydı bunlar (bkz. Pfungst 1 9 1 1 ) .

210
Hans, etrafındaki insanların fark edilmeyen, gayri ihtiyari yol­
ladıkları ipuçlarını seziyordu : onun doğru yanıta ulaşmasıy­
la gözle görülmeyecek biçimde gevşemeleri ya da sessizce ne­
fes vermeleri gibi. O günden beridir, "Akıllı Hans Etkisi"nden
söz edenler, Hans'ın sadece beden dilini okuduğu gerekçesiy­
le, hayvanlardaki açıklanmamış yetileri reddetmişlerdir. Öte
yandan, burada mesele Hans'ın toplama yapıp yapamaması de­
ğildir. Asıl mesele, Hans'ın, atlara ve -insanlar da dahil- diğer
hayvanlara bilmeleri gerekeni söyleyen ince ipuçlarını anlaya­
bilmesidir. 6
Köpekler sürü hayvanları olarak başkalarının duygu durum­
larına son derece duyarlıdırlar. Köpeklerin vahşi akrabalarında,
hayatta kalmak sürüdeki diğer hayvanların duygularını anlaya­
bilmeye bağlıdır. İster başka köpeklerden ister insanlardan olu­
şuyor olsun, bir sosyal grupta köpekler bulundukları yeri bil­
mek için yine aynı yetilerden yararlanırlar. Gözleri ve yüz ifa­
delerini inceledikleri kadar, koku gibi başka sinyalleri de alır­
lar. Elizabeth Marshall Thomas, karanlık ruh halini gizlemek
için büyük çaba sarf ettiği bir günde, bir köpeğin yine de onun
diğer insanlardan gizlemeyi başardığı şeyi sezdiğini hatırlıyor:
"Çok uzaktan bir süre bana baktı , sanki gördüğünü sandığı şe­
yi gerçekten gördüğünden emin olmak ister gibiydi ve sonra,
ilk izleniminin doğru olduğuna karar vermiş olacak ki, apaçık
mahzun bir eda takındı" (Thomas 1 993, xvii) . Benzer biçim­
de , Bekoff da köpeği Jethro'nun onun ruh haline verdiği tep­
kiyi anlatır:

lşte berbat bir gün geçirdikten sonra eve dönmüştüm. Nor­


malde Jethro eve girer girmez beni karşılar ve derhal yemeği­
nin verilmesini ister. Ama bu defa son derece uysaldı. llgiye ih­
tiyacım olduğunu biliyor gibiydi. Bana yaslandı, "Marc'ın yar­
dıma ihtiyacı var" der gibi bakışıyla, çok sevecen, çok halden
anlar bir tavrı vardı. " (Aktaran Schoen 200 1 , 1 72)

---- -----··

6 Akıllı Hans hikayesini ilk duyduğumda, pek çok insanın yapmaktan aciz oldu­
ğu anlaşılan bir şeyi yapabildiği için insanlann ona olan ilgisini kaybetmesi be­
ni çok şaşırtmıştı.

21 1
Thomas ve Bekoffun anlattıkları, köpeklerin yalnızca bizim
duygu hallerimizi okuduklarına değil, kendi duygu hallerini
bizimkine göre ayarladıklarına da dikkat çeker. Örneğin araş­
tırma notlarımdan aldığım şu bölüme bakalım:

Skipper ve ben, işçilerin kanalizasyonla ilgili bir iş için sokağın


bir bölümünü kazmakla uğraştıkları bir yerden geçtik. Gürül­
tülü makineler getirmişlerdi; ortalıkta kazılıp istiflenmiş koca­
man asfalt yığınları vardı . Biz yaklaştıkça, Skipper gerginleş­
ti ve bana sokuldu. Derken geri çekildi ve yürüyüp yanların­
dan geçmek yerine geri dönmeye yeltendi. Bu onun için fazla
ürkütücüydü . Bense, her şey normalmiş gibi yürümeye devam
ettim. Skipper, sürekli olarak, önce başını kaldırıp yüzüme ba­
kıyor, sonra duruma göz atıyordu. Gözlerimi görebilmesi için
güneş gözlüklerimi çıkarıp başıma taktım. O, ara ara dönüp iş­
çilere baksa da, onunla göz temasını sürdürdüm. Yürürken sü­
rekli "Bana bak uslu köpek. lşte böyle. Evet. Uslu köpek, us­
lu Skipper," dedim. llk anlarda temkinliydi, ancak çok geçme­
den bakışını benimkine kilitledi ve oradan geçmeyi başardık.

Bunun yalnızca taklit, ya da "duygulanım bulaşması" olduğu


savunulabilir. İnsanlar başka birinin gülümsediğini gördükle­
rinde gülümseme ve başkasının ağladığını gördüklerinde ağla­
maklı olma eğilimindedirler. Araştırmalar, bebeklerin daha iki
aylıktan itibaren , kasetten gelen ağlama sesi karşısında -duy­
dukları kendi sesleri bile olsa- ağlamaya başladıklarını gösteri­
yor (bkz. Stern 1 985). Duygulanım bulaşması, görece ileri öl­
çüde evrimleşmiş türlerde vardır ve Skipper belki de, tıpkı baş­
ka bir köpeğin ulumasını duyduğunda kendisinin de uluma­
sı gibi, genlere işlemiş bir yöntemle, yalnızca benim sakinliği­
mi taklit ediyordu .
Taklit, anlatmakta olduğum fenomenin biyolojik kökeni­
nin ya da belki bunun gerçekleşmesinde etkili olan mekaniz­
manın açıklaması olabilir, ancak daha ötesini açıklayamaz. Bir
kere , bu basit bir taklitten ibaret olsa, Skipper, o zaman yap­
tığı biçimde benim tepkilerimi kontrol etmezdi. O böyle yap­
makla, bana kendisininkiyle ilgili bir duygu haline sahip olma

212
ve bunu belirtme yetisi atfettiğini göstermiş oldu . Yaklaşsın mı
geri mi çekilsin bilemediği bu ikircikli durumda, kararsızlığı­
nı gidermek için bana baktı. "Duygulanımlararasılık" diye bili­
nen bu durum, "paylaşılan ve paylaşılıyor olduğu anlaşılan bir
duygu"ya işaret eder (Myers 1 998, 90; vurgu özgün metne ait) .
Bu , pekala, "öznel deneyim paylaşımının ilk, en yaygın ve en
önemli biçimi" olabilir (Stern 1985, 1 3 2) .
İkincisi, yanıtlanmayı bekleyen bir soru daha var: Skipper'ın
duygulanımlararasılığını "yalnızca" içgüdü ya da şartlanma
olarak görüp önemsememeli mi, yoksa bu , bir benliğin varlı­
ğına kanıt oluşturur mu? Bir başka deyişle, Skipper beni sürü
lideri olarak gördüğü için bana bakması zaten kaçınılmaz mı­
dır? Yoksa bana bakması, benim onun ne hissetiğini bildiğimi
bir ölçüde bildiği için midir? Her iki açıklama da doğru görü­
nüyor. Skipper, tüm köpekler gibi, bir lidere bakmaya genetik
olarak yatkındır. Öte yandan, sosyal bir varlık olarak, onun li­
dere bakmasının ilişkilerin rolüne dair ortaya koyduğu bir ger­
çek vardır. Skipper başka seçeneği olmadığından değil, birlikte
bir geçmişimiz olduğu için bana baktı. Eğer sokakta başka bi­
riyle yürüyor olsaydı aynı şekilde davranmayacaktı. Biz onun­
la niyetlerimizi, dikkat nesnelerimizi ve başka duygu durumla­
rımızı paylaşmıştık. Bu geçmiş, kendi kendini ve benliği pekiş­
tirir. Öznelerarasılık, güvenlik ve başkalarına bağlılık duygu­
larını artırır. Benliğin hedeflerini anımsarsak, öznelerarasılık,
hayatta kalma başarısında çok büyük bir etkiye sahiptir. Özet­
le, tüm kanıtlar, Skipper'ın hareketinin benlikle ilgili olduğu­
na işaret ediyor.
Dokunma, duygu durumları paylaşımına dair tutarlı kanıt­
lar sunar. Köpekler de kediler de, insanlarla temas başlatırlar
ve ardından gelen etkileşim, görüşmecilerimden birinin şu söz­
leriyle ortaya koyduğu gibi, her iki taraf için de keyif vericidir
(ayrıca bkz. Sanders 1 999 , 1 1 ) :

Çoğu gece uyduğumuz bir rutinimiz vardır. Ben bulaşıkları yı­


kadıktan sonra, biraz televizyon izleriz. Kanapeye otururum
ve kedim de yanıma oturur. Fırçam hemen orada [sehpanın

213
üzerindedir) ve başından başlayıp aşağı doğru inerek tüyleri­
ni tararım. Kedim buna bayılır; benim için de hipnotize edici
bir iştir. İkimiz de gevşeriz. Ayrıca bu iş çok da samimiyet is­
ter, zira ikimiz de can yakacak bir şey yapmayacağımıza dair
birbirimize güveniriz.

Genetik, köpekleri ve kedileri farklı türde sosyal etkileşim­


lere hazırladığı için, bu iki türün öznelerarası yetileri aynı de­
ğildir. Köpeklerin ve kedilerin bundan doğan sosyal becerileri
birbirlerinden farklı ilişkileri olanaklı kılar ve bir türün nitelik­
leri herkese cazip gelmeyebilir. Bir bakıcının ileri sürdüğü gi­
bi, bu , "kedisever" ya da "köpeksever" olmanın ne anlama gel­
diğini büyük ölçüde açıklayabilir. Kişinin tercih ettiği tür han­
gisi olursa olsun, ortaya çıkan ilişkiler genelde zengin bir duy­
gusal boyut içerir.

ÖZNELERARASILIK VE BENLiK

Birinci Bölüm' de, insanların hayvanlarla neden ilişki kurdukla­


rı sorusunu ortaya atmıştım. Buna verilen farklı cevapları eksik
bulmuştum zira her biri, hayvanlarla ilişkilerimizi, ya hükmet­
me güdüsü ya da diğer insanlarla ilişki kuramama gibi tek bir
açıklamaya bağlıyordu. Burada, hayvanların kimlik duygumuz
için vazgeçilmez hale gelmelerinden dolayı onlarla ilişki kur­
mayı sürdürdüğümüz görüşünü öne sürüyorum. Kimlik tek
bir yanıtla, hatta yirmi yanıtla dahi sınırlanamaz. Kimlik akış­
kan, daha da önemlisi, etkileşimlidir. Gerek insan, gerek insan­
dışı duyarlı hayvanların kimlikleri, büyük ölçüde, zihin sahibi,
duygu deneyimleri ve niyetleri olan ötekilerle ilişkilerine ba­
ğımlıdır. İnsanlar, bu "ötekiler"e hayvanları da dahil ettiklerin­
de -ben etmeleri gerektiğini savunuyorum-, bir sonraki adım,
hayvanlarla ilişkilerimizin kimliklerimizi nasıl şekillendirdiği­
ni incelemek olacaktır.
Bundan sonraki başlıkta, bu şekillendirmenin gerçekleştiği
iki yolu ele alıyorum. llk olarak, hayvanların nasıl, benim ta­
birimle benlik inşasının kaynaklan haline geldiklerini irdeliyo-

214
rum. Hayvanların, tıpkı öteki insanlar gibi, bizi rollerimiz hak­
kında bilgilendirdiklerini ve durumları tanımlamamıza yar­
dımcı olduklarını savunuyorum. Ardından, hayvanlarla etki­
leşimin öznel deneyimimizi zenginleştirdiğini savunuyorum.
Daha önceki bölümlerde, iyi ilişkilerin genelde gitgide artan
düzeyde karmaşıklaşmayı gerektirdiğini savunmuştum. Hay­
vanlar, öznel varlıklar olduklarından ve öznelerarası deneyim­
leri bizimle paylaştıklarına dair kanıtlar sergilediklerinden, bu­
nu sağlayabilecek donanımdadırlar. Bu bölümün son başlığın­
da, oyun konusuna daha yakından bakarak, hayvanların bizle­
rin öznel deneyimini zenginleştiren bir bağlanma düzeyini na­
sıl mümkün kıldıklarını göstereceğim.

Benlik in�asının Kaynakları Olarak Hayvanlar

Benliği, günlük hayatta oynadığımız farklı farklı rollerin hepsi­


ni birbirine bağlayan bir senaryo ya da hikaye olarak düşünebi­
liriz. Bizler, bazı şeylere tutkuyla bağlı bazılarına karşı kayıtsız
olan, işine düşkün işçiler, kendilerini çocuklarına adamış ebe­
veynler ve iyi arkadaşlar olabiliriz. Bu rollerin ve bakış açıları­
nın hepsi son derece farklıdır, ancak yine de bunları birbirine
bağlayan bir şey vardır. Benlik oluşumu sürecine hayv�nlar da
katılırlar, zira onlar, sonradan kimliğimize ilişkin genel algımı­
za dahil ettiğimiz farklı roller yaratırlar.
Geleneksel olarak "rol" , sosyal statülere eşlik eden bir dizi
görev ve sorumluluk çerçevesinde tanımlanır. Bu tanım , bel­
li bir statüyü işgal eden her kişinin belli şekillerde davrandı­
ğı, aksi durumda cezalandırılma riskiyle karşılaşacağı izlenimi­
ni verir. Bana kalırsa, bu tür bir rol anlayışı fazla indirgeyicidir.
Davranış kuralları elbette mevcuttur, ancak rolleri oynarken­
ki performansımız yine de epey bireysel ve esnektir. Bu suretle,
rollerin bildik tanımı yerine, bu kavramı sembolik-etkileşimci­
lik yaklaşımındaki anlamıyla kullanmayı tercih ediyorum. Bu
anlamıyla rol, yine davranışımızı şekillendirir, ancak bunu ka­
tı bir şema yerine, genel bir bakış açısı sağlamak suretiyle ya­
par. Kısacası, sembolik-etkileşimci yaklaşım, bize rollerin değil

21 5
insanların eylemde bulunduğunu ve rolün bireyi değil, bireyin
rolü kendine uydurduğunu hatırlatır.
Rollere sembolik-etkileşimci bakış, birbiriyle sıkı sıkıya iliş­
kili üç kavram içerir: Yapı, gestalt ve kaynak.7 Buna ilaveten,
bu bakış açısı, rollerin durumlar içerisinde gerçekleştiğini var­
sayar. Durumların anlamından bağımsız olarak önceden oluş­
muş kalıplar içinde davrandığımızı savunmak yerine, davranı­
şı diğer insanlarla dolu ortamlarda gerçekleşen haliyle resme­
der. Etkileşimci bakış açısı , insanların, bir durumdaki rollerin
nasıl biçimlendiği ya da etkileşimsel anlamda bileşenlerinin ne­
ler olduğu hakkında fikirleri olduğunu vurgular. Örneğin, eğer
doktorla bir randevum varsa, doktorun, hastanın, sekreterin,
hemşirenin, doktorun asistanının vs. rolleri bakımından, duru­
mun nasıl şekilleneceğini tasarlayabilirim. Bununla ilişkili ola­
rak, gestalt fikri, insanların nasıl davrandıklarına ilişkin genel
bir kavrayışı anlatır. Doktor randevusu örneğinde, hasta rolü ,
durumun tamamının yapılanışına bağlı olarak benim için an­
lam kazanır. Doktor-hasta ilişkisini, muayenehaneye girdiğim­
de sekreterle olan öngörüşmeyi, beklemeyi, hemşireyle ya da
doktorun asistanıyla etkileşimi ve ödemenin yapılmasını he­
saba katarım. Hasta rolü, yalnızca benim belli bazı şeyleri yap­
mamı öngörmez. Bu rol daha ziyade, daha genel bir bağlamda,
yani gestalt içinde yavaş yavaş kendini gösterir. Rolün, kaynak
durumunda olduğu üçüncü boyutu , rollerin yaratıcı boyutuna
atıfta bulunur. Roller insanları bir şeyler yapabilmeye mukte­
dir kılar. Roller çeşitli faaliyetleri diğer insanlarla ortak biçimde
yürütmemize olanak sağlar. Bir doktorla etkileşime girebilirim,
çünkü hasta rolü bana bunun için gereken kaynakları sunar.
Hasta rolü , doktora gitme hedefini yerine getirebilmemi sağlar.
Beni belli bir davranışa hapsetmez; tersine, bu durum içerisin­
de bana kayda değer bir hareket alanı kazandırır. Rolü, rande­
vum boyunca davranışlarıma genel bir dayanak olarak kullanı­
rım ve doktorun genel rolüne dair bilgimi, aramızdaki etkile­
şimi tahayyül etmeme yarayacak bir kaynak olarak kullanırım.

7 Buradaki bilgiler için, John Hewitt'in (2000) sembolik-etkileşimci sosyal psi­


kolojisinden yararlandım.

21 6
Bunu hayvanlarla etkileşim bağlamına uygularsak, hayvanla­
rın öznelerarasılığına dair kanıtlar, durumları tanımlamamızda
ve rolleri oynamamızda bize yardımcı olan ötekiler grubuna on­
ları da dahil etmemizi sağlar. Hayvanlar öznel deneyimlerimizi
en azından kısmen paylaşabiliyorlarsa, onlarınkiyle kıyaslaya­
rak durumlara ilişkin kendi kavrayışlarımızı oluşturduğumuz,
kendi durum algılarına sahip müstakil ötekiler haline gelirler.
Ne demek istediğimi iki olayla açıklayacağım. Birincisi, Skip­
per henüz ailemize katılmadan önce, kedilerle paylaştığımız eve
hırsız girdiğinde yaşanmıştı. Kedilerin neler olup bittiğini ta­
nımlamamda bana yardımcı olmalarının bir yolu, evdeki rolleri­
ni yerine getirmeleridir. Örneğin kedilerin biri, arabamın sesini
duyduğunda daima ön pencereye çıkıp dışarı bakar; bir başka­
sı, hep diğerlerinden önce gelip beni selamlar; çekingen olan bir
diğeri, eve biriyle geldiğimde gidip saklanır. Yıllar geçtikçe , ke­
dilerin rollerine bakarak eve geldiğimde karşılaşacağım manza­
rayı tanımlayabildim. O cumartesi günü öğleden sonra, arabayla
bahçe kapısından içeri girdiğimde, pencerede tek bir kedi göre­
medim. Evin kapısını açtığımda, beni karşılamaya gelen kedi ol­
madı. Buradan, bir şeylerin ters gittiğini anladım; kedilerin uyu­
duklarını ya da eve girdiğimi fark etmediklerini bir an bile dü­
şünmedim. Kedilerin öznel deneyimlerini paylaştığım ve onlara
güvendiğim için, bir şey olduğuna emindim. Evi biraz daha ko­
laçan edince (aslında yapmamam gerekirdi) , kedilerin davranış­
larını açıklayan ve halen devam etmekte olan hırsızlık faaliye­
tinin işaretlerini gördüm. Kediler, ortak gerçekliğimizin bozul­
muş olduğuna dair ilk işaretleri vermişlerdi.
İkinci örneğim, tüm köpek bakıcılarının aşina olduğu bir
olaydır: Gezinti. Durumu , köpeğe dışkılama fırsatı ve her iki­
mize de biraz hava değişimi ve temiz havada biraz egzersiz yap­
ma şansı sağlamak niyetiyle yapılan bir kilometrelik hızlı bir
gezinti olarak tanımlayabiliriz. Sorumluluk sahibi bakıcı rolü­
me uygun biçimde, köpeğime tasmasını takarım ve dışkıladığı
yerden kakasını toplamak için yanıma bir miktar naylon torba
alının. Durumun yapısına, ben, köpek, gezintiye çıkmış olabi­
lecek diğerleri, koşucular ve yol boyunca karşılaşabilec eğimiz

217
çeşitli insanlar ve hayvanlar dahildir. Rolün kaynak olma işle­
vi, bu yürüyüşü belli bir biçimde yapmama, normalde cesaret
edemeyeceğim yerlere gitmeme izin verir. Duruma dair gestal­
tım karmaşık değildir, çünkü köpekle olan yürüyüşlerin genel­
de nasıl ilerlediğini bilirim .
Öte yandan bu bilgiler yeterli değildir. Gezintiye çıkardığım
köpeğin Skipper olduğunu farz edelim. Yine, yürüyüşlerimizde
sık sık olduğu gibi, bize doğru gelen bir yabancıyla -bir adam­
la- karşılaştığımızı varsayalım. Skipper'la sürekli ve uzun süre­
li etkileşimimiz dolayısıyla, onun yabancı erkeklerden korktu­
ğunu ve kendi haline bırakılırsa onlara saldırgan davranacağı­
nı biliyorum. Skipper adamı fark edip bana baktığında, zihnim­
de bu bilgi vardır. Yine uzun süreli ilişkimize dayanarak, Skip­
per'ın ne yapacağını öğrenmek için bana baktığını bilirim. Onu
rahatlatır ve ona dikkatini korkusundan uzaklaştıracak bir şey
yaptırırım: Başka bir yöne doğru bir-iki adım gitmek, oturmak,
yatmak, ya da benden sevdiği bir şey almak gibi. Bu örnekte,
onun duygusal durumunu benimle paylaşması, benim rolü­
mün oluşmasına yardımcı olmuştur.
Bunun tersine, Dolly'yle yürüyüşe gittiğimizde, farklı bir role
sahip olurum. Yine, bir tasma ve naylon torbayı gerektiren so­
rumlu bakıcı rolünü oynarım. Ancak Dolly yabancılardan hiç
korkmaz ve beni onlardan korumak gibi bir arzusu yoktur. Du­
rup o adamla konuşabilir ve onun Dolly'ye dokunmasına izin
verebilirim. Skipper'layken etrafımızdakilere dikkat etmem ge­
rekliyken, Dolly'yle yürüyüşte hayallere dalabilirim. Kısacası,
oynadığım rol bu iki çok farklı köpeğin öznel deneyimlerine
göre farklılık gösterir.
Şeytanın avukatlığını üstlenmek isteyen biri, her iki örnek­
te de, yalnızca, hayvanların alışkanlıklarını bildiğimi ve bunun
öznelerarasılıkla ilgisinin varsa da çok az olduğunu öne süre­
cektir ve buna hakkı da vardır. Buna karşılık ben de, onlarla et­
kileşimimin ayrıntılarına dikkat çekerim. Örneğin, Skipper'ın
geçmişte yabancılardan korkmuş olduğunu bilmeme rağmen,
herhangi bir verili durumda, bu bilgi benim rolümü yönlendi­
rir ama kesin olarak belirlemez. Skipper dönüp bana bakma-

218
mış ve bu "Ne yapayım? " ifadesiyle birlikte korkusunu ilet­
memiş olsa, farklı davranacaktım. Onun beni kontrol etmesi,
benim onunkiyle ilişkili bir duygu durumunu hissedebildiği­
me ve ona geri sinyal verebildiğimi anladığına işaret ediyordu
(bkz. Stem 1985, 132) .
Bir diğer itiraz, bu örneklerin önemsiz olduğu şeklinde ola­
bilir. Bunların olağan, gündelik deneyimin aktarımları olduğu
doğrudur. Ben de tam olarak bunu anlatmak istiyorum. Hay­
vanların gündelik ve olağan düzeyde , insan kimliği için anlam­
lı olduğunu savunuyorum . Elbette ki bazılarımız hayvanlarla
görkemli ve olağandışı etkileşimler yaşamaktadır. Ancak, çoğu
durumda hayvanlarla olan ilişkilerimiz, karşılamalar, yemek­
ler, gezintiler gibi gündelik yaşamın rutin faaliyetlerinden do­
ğar. Sürekli kimlik duygumuzu yaratan, olağandışı ya da gör­
kemli şeylerden çok, bunlardır.

Öznelliği Zenginleştirmek

Hayvanlarla yaşamanın bir diğer yararı, bunun kendi öznel de­


neyimimizi geliştirmesidir. Bunun nasıl gerçekleştiğini incele­
mek için, oyun üzerine yoğunlaşacağım. Hayvanlar, yetişkinle­
re rekabetçi olmayan oyuna katılım konusunda olağanüstü fır­
satlar sunarlar. Yetişkinler olarak bizler genellikle kuralları ve
galipleri olan oyunlar oynarız. Dahası sık sık, oyunla hiçbir il­
gisi olmayabilen şeyleri başarmak için oyun oynarız. Örneğin
golf ya da tenis oynamak, oyunun kendisinin verdiği zevkten
çok, diğer oyuncularla ilişki geliştirmekle ilgili olabilir. Köpek­
ler ve kediler ise , bizi herhangi bir kulübe almaz, veya herhan­
gi bir yönetim kuruluna dahil etmezler. Onların bize sağlaya­
bildiği şey, gayet basittir: eğlence, ki bu, daha zengin bir öznel
benlik duygusuna katkı sağlar.
Bir noktayı en baştan açıklığa kavuşturmama izin verin. Yol­
daş hayvanlarımızla oynarken, zaman zaman bunu onları iyi­
ce yormak için yaparız. Bu durumda, bu faaliyet dış e re ks el dir
-

[exotelic] , yani golf oyununun patronumuzla sohbet fırsatı ya­


ratmasında olduğu gibi, oyun dışı bir hedefin motive e ttiği bir

219
faaliyettir. Burada oyun, amaca ulaşmak için bir araçtır. Bu­
nun tersine , bir şeye kendi içinde bir amaç haline gelecek ka­
dar ilgi ve heves gösteriyorsak, öz-ereksel [autotelic] faaliyette
bulunmuş oluruz . Bu kavram, onu yapma deneyiminin başlıca
amaç olmasından dolayı sırf kendisi için yaptığımız faaliyetleri
ifade eder (bkz . Csikszentmihalyi 1 990 , 1 1 7; 1 997) . Öz-erek­
sel bir deneyim, benliği zenginleştiren türde bir zorluk sunan
bir deneyimdir. Müzik aletleri çalmak, çizim ya da resim yap­
mak ya da bizi zihinsel olarak derin bir meşguliyete sevk eden
her şey, buna örnektir. Hayvanlarla oyun sıkıcı olabilse de -ör­
neğin tekrar tekrar ben topu atarım ve o getirir- böyle olma­
sı şart değildir. Çoğunlukla yüksek konsantrasyon ister; bize
bağlı olarak, hayvanlarla oyun boş vakit geçirmenin aktif bir
yolu olabilir - zaten işin püf noktası oyunu bu hale getirmek­
tir. Örneğin bir yaz boyunca, sayıları yer yer lO'a yaklaşan kö­
pek gruplarıyla düzenli olarak oynayan bir bakıcıyı gözlemle­
dim ve onunla mülakat yaptım. Bakıcı, deneyimini ve motivas­
yonunu şöyle anlattı:

Sırf burada dikilip insanlarla konuşmak istemiyorum. Demek


istediğim, elbette konuşacağım, ama buraya gelmenin asıl an­
lamı buranın bir oyun alanı olması. [ Köpeğim] ve ben burada
bunu yapmak için beraberiz . Ara sıra, burada başka bir sürü
köpek olduğunda, hep birlikte oynuyoruz. Ben de oyuna da­
hilim. Topu atıyorum ve bir grup köpek topun arkasından ko­
şuyor, ancak hangisinin topu getireceğini bilmiyorum ve on­
ların da bildiğini sanmıyorum. Bazen aralarında kaçma-kova­
lama oluyor ve başka bir köpek topu yürütüyor. Sonra bir ara
hepsi birden koşarak bana dönüyorlar çünkü benim de bura­
da bir rolüm var. Onlarla birlikte olup bitenleri sürekli izle­
mek durumundayım.

Bu bakıcı için, köpeklerle oynadığı oyuna tüm dikkatini ver­


mesi gerekiyordu ; öznel deneyimi zenginleştirmenin anahtarı
da budur. Bir geribildirim döngüsü gelişir: Bir şeye dikkatinizi
verirseniz, onunla ilgilenmeye meyilli hale gelirsiniz. Bu eğilim
oluşur oluşmaz da, ona daha çok dikkat edersiniz. Hatta ona

220
öyle gömülürsünüz ki, dikkatinizi vermek için çaba gösterme­
nize gerek kalmaz. Dikkat için daha büyük bir kapasite gelişti­
rirken zihinsel enerjimizi daha çok denetleyebilir duruma ge­
liriz. Bu beceri diğer faaliyetlere de yansır. Hayatlarımız daha
"bize ait" olur.
İyi de, hayvanlarla oynamayı böylesine ilginç kılan nedir? tık
bakışta, Shapiro'nun daha önceki tartışmada işaret ettiği gibi,
ilginç bir tarafı yoktur. Öte yandan, öz-ereksel deneyimleri et­
raflı bir biçimde incelemiş olan Csikszentmihalyi ( 1 99 7 , 1 28)
şöyle yazar:

ilginç bulduğumuz şeylerin pek çoğu doğaları gereği değil,


bizler onlara dikkatimizi verme zahmetine girdiğimiz için öy­
ledir [ . ] Kişi gerçekliğin herhangi bir parçasına odaklandığın­
..

da, yetileri oyalayacak, uçsuz bucaksız bir -fiziksel, zihinsel


veya duygusal- faaliyetler yelpazesi açığa çıkar.

Öz-ereksel faaliyetlerde, önemli olan o faaliyete yönelik tav­


rımızdır. Örneğin eğer tırnak aralarımızı kirletmenin ve bir
şeylerin büyüdüğüne tanık olmanın katıksız zevkinden ziyade
ödül kazanacak güller yetiştirmek için bahçecilikle uğraşıyor­
sak, elde edeceğimiz sonuçlar aynı olmayacaktır. Eğer köpe­
ği iyice yormak ya da -Marc ve benim Punim'le yaptığımız gi­
bi- bir yarayı iyileştirmek için oyun oynuyorsak, o zaman haz­
zın bir kısmı eksiktir. Oysa bir kez faaliyetin kendisine dikka­
timizi vermeye başlayınca , bunu yapmanın eşsiz kazançları­
nı elde ederiz. Oyun, kişinin artık sırf hayvan "için" yaptığı bir
şey olmaktan çıkınca , öz-ereksel hale gelir. Görüşmecilerim­
den birinin anlattığı gibi, artık birlikte oynayan iki oyun part­
neri vardır:

Kedimizi ilk aldığımızda, kocamın daha önce kedisi olmadı­


ğından, onların kendilerini oyuna nasıl kaptırdıklarına hiç şa­
hit olmamıştı. Eve şu yırtması çok zor naylon bantlarla bant­
lanmış bir paket gelmişti. Gazete tomarları ve benzeri şeylerin
etrafına sardıkları bantlardan hani . . . Her neyse , elimde bun­
dan uzun bir parça vardı. Bir ucu "L" harfi şeklinde kıvrılmıştı

221
ve onu kediyle oynamakta kullanıyordum. Bandın ucunu ma­
sanın bir ayağının arkasından dışarı çıkarıyordum ve kedi ge­
lip onu yakalamaya çalışıyordu. Onu etrafta, bir şeylerin üze­
rinde yukarı aşağı hareket ettiriyordum. Kocam da bunu izli­
yordu . Kedi ile ben kendimizi tamamen oyuna kaptırmıştık.
Ne kadar oynadığımızı anımsamıyorum. Benim için tüm amaç
kediyi kandırıp onu bu naylon zamazingonun peşine düşür­
mekti. [ Kocam ] buna inanamıyordu. Bana şöyle dedi: "Kimin
daha çok eğlendiğini söylemek zor: Sen mi, kedi mi, yoksa iki­
nizi seyreden ben mi ! " Ama kocamın ben ve kedi hakkında
söylediği şey doğruydu. Onunla oynarken kendimden geçiyo­
rum. Bundan daha katıksız bir eğlence bilmiyorum. Tamamen
masumane. Hiçbir rekabet barındırmıyor.

Oyunun bir diğer önemli unsuru, bizi diğer varlıklarla etki­


leşime sokmasıdır. Bu etkileşim, bize birbiriyle bağlantılı bir­
kaç yarar sağlar. Birincisi, oyun ilişkinin yapısının bir parça­
sı haline gelmeye yetecek kadar düzenli aralıklarla gerçekleşti­
ği için, benliğin sürekliliğine dayanak oluşturur. Oyun, ilişkile­
ri başlatıp sürdürmemizi ve "var olmaya devam etmemizi" sağ­
layan becerilerimizi çalıştırır. İkincisi, hayvanlar, onlarla haz­
zımızı dışa vurabileceğimiz "güvenli" partnerler olurlar. Kü­
çük çocuklarla dans etmek veya şarkı söylemek gibi, kötü per­
formans göstermeniz söz konusu olmaz. Örneğin genç bir ka­
dın, bir köpek için "kötü atış" diye bir şeyin söz konusu olma­
yacağını anlatıyordu :

Köpeğim, nasıl desem, çok anlayışlıdır. Çok atletiktir ve bunu


[ elindeki köpek oyuncağını, naylon bir kumaşla kaplı lastik
halkadan oluşan yumuşak, esnek frizbiyi gösteriyor] kovala­
maya bayılır. Ben doğru dürüst atamam ama bu hareket ettiği
ve o da koşabildiği sürece, oyuna başlayabiliriz demektir. Ne­
redeyse her gece buraya geliriz. Onu izlemeyi seviyorum. Ha­
babam kapıp getirir, kapıp getirir. Frizbi ağaca çarpmış, sek­
miş, hatta pek uzağa gitmemiş de olsa, umursamaz. Bizim için
önemli olan bu değil.

222
Bu kadın, bütün gün, dış görünümünden e-posta iletilerine
kadar her şeyini kontrol etmek zorunda olduğu şirket ortamın­
da çalışıyordu. İşten sonra, üstünü değiştirip, (kendi tabiriyle)
"oyun kıyafetlerine" bürünüyor ve köpeği ve bir frizbiyle parka
gidiyordu . Birlikte eğleniyorlardı. Bu oyun, kadının aksi halde
eksik kalacak bir yönünü doyuruyordu . "Hababam" sözcüğü­
nü kullanışına dikkat edin. Belli ki kadın kendi ölçütlerini es­
netiyor ve kendisini işinde olduğundan çok daha "kendisi" his­
sediyordu ; bu da oyunun bir diğer yararını vurgular: Weber'in
( 1 954) yerinde tabiriyle, oyun, insanları " demir kafesten" çı­
karır. Weber bu tabirle, bir şeyleri daha hızlı ve daha verim­
li yapmanın yollarını düşünme yetimizin bir tuzak haline ge­
lişine gönderme yapıyordu . Kenneth Gergen ( 1 99 1 ) , yine bu­
nunla ilişkili olarak, asla yetişememe, asla durup soluklanama­
ma duygusunu anlatan bir başka kavram sunar. Gergen, gitgi­
de daha teknolojik hale gelen bir dünyaya atfettiği bu hissi "de­
ğer verilenin baş döndürüculüğü" olarak adlandırır. Daha ada­
letli ekonomik uygulamalar geliştirmenin yollarını sunan çok
sayıda akademik araştırma, daha tatminkar hayatlar sürmenin
nasıl mümkün olacağına dair tavsiyeler veren yüzlerce, hat­
ta belki binlerce popüler kitap vardır. Yoldaş hayvan bakıcıları
bu konuda açık bir avantaja sahiptirler. Köpeklerle ve kedilerle
oynamak, demir kafesten -geçici de olsa- bir kaçış sağlar. Pek
çok bakıcı, oyunu , hayvan dostlarının onların hayatlarına ekle­
dikleri, karşılıklı fayda getiren bir şey olarak görüyordu . Evin­
den çalışan bir bakıcı, kedisinin onu demir kafesten nasıl çıkar­
dığını şöyle anlatıyor:

Çalışma masamın üzerinde kristal bir kağıt ağırlığı durur ve


onu doğru açıyla ışığa tuttuğumda, yere gökkuşağı görüntüle­
ri yansıtır. Kedim onları kovalar ve zaman zaman gökkuşağı­
m "yakalar" ; sonra da, az önce yakaladığı halde neden ışınla­
rın patisinin üstünde durduğuna şaşırmış gibi görünür. İşim­
le uğraşırken, bu oyun, bana neyin önemli olduğunu güzel bir
biçimde hatırlatır. Bu şekilde oynamaya başlarız ve bizim için
hiçbir hedef, hiçbir rekabet söz konusu değildir. İçimizden

223
geldiği an, ikimizden biri oyunu bırakabilir. Kediler tamamen
anı yaşar, bilirsiniz. Eh, bunu yapmanın bir gökkuşağını kova­
lamaktan daha iyi bir yolu olabilir mi? Bu bana, işimi aşırı cid­
diye almamayı öğreten harika bir derstir.

Yetişkinlere ve gitgide çocuklara da sürekli ağırlaşan taleple­


rin dayatıldığı bir dünyada, hayvan dostluğunun artmış olma­
sı şaşırtıcı değildir. Köpeklerle ve kedilerle oyun, insanlar için,
rekabet barındırmayan az sayıdaki eğlenceden biridir. Bu su­
retle , hayvan dostluğu , "kelimenin evrimsel anlamıyla 'uyarla­
nımsal'dır, zira gündelik yaşamın gerginliklerini ve gerilimleri­
ni dindirmek suretiyle bireysel sağlığa ve hayatta kalmaya kat­
kıda bulunur" (Serpell 1 986, 1 48) . Araştırma notlarımın bir
bölümünde, böyle bir deneyimi anlatıyorum :

20 Kasım 2000. Bu öğleden sonra, Skipper'la birlikte çeviklik


dersine gittik. Güneş tepede olduğu sürece hava güzeldi, an­
cak güneşin dağların ardına girmesiyle birlikte hava çabucak
soğudu . Skipper ve ben bu derste acemiyiz. Herde yarışmala­
ra katılmak gibi bir planım yok. ikimiz için de eğlenceli ola­
cağını düşündüğümden bu derse kayıt yaptırdım. Skipper ze­
ki, uyanık ve yeni mücadelelerden hoşlanan bir köpek. Ayn­
ca, bu kursun onun kendine ve bana olan güvenini geliştire­
ceğini umuyordum. Çeviklik kursu, onun başka herhangi bir
amaç için değil, yalnızca ben istedim diye bir şeyler yapması­
nı gerektiriyor. Benim istediğim şeyi yaptığında ödüllendirili­
yor. A-çerçeveyi yürümede epey başarılı, sırıkları dolanmada
ise ustalaşmış durumda. Çemberden kolayca geçebiliyor. An­
cak, tünelden ya da kanaldan geçmekten hiç hoşlanmıyor. Bo­
ğazlı kazak giyerken klostrofobisi uyanan biri olarak, onu an­
layabiliyorum . Eğitmenlerden biri bize epey yardımcı oldu .
Daha az yıldırıcı görünsün diye, kanalı biraz kıvırdı. Akordi­
on tipi plastik tüneli kısalttı. Ancak, Skipper'ın onlardan geç­
mesini asıl sağlayan şey, dizlerimin üzerine çöküp -onun fa­
vori ödülleri olan- sosisli sandviç ve peynirle onu teşvik et­
mem oldu. Ne yapması gerektiğini ona göstermem gerekiyor­
du , ya da en azından bunun güvenli olduğunu göstermem. Bu

224
yüzden, plastik tünelden kıvrılarak geçip, kanalın bağlı oldu­
ğu fıçıyı emekleyerek aştım. Son günlerde iki kez yağan kann
eriyen sulan yeri kalın bir çamur tabakasıyla örtmüştü. Uygun
kıyafetler giyindiğim halde, yine de kendimi biraz Er jane gi­
bi hissettim. Saçlarım hareketimi engelliyordu. Skipper'ı için­
den geçmeye ikna etmek için tünelin ya da kanalın ucundan
başımı her sokuşumda şapkam kafamdan çıkıyordu. Nihayet
Skipper hem tünelin hem de kanalın içinden birkaç defa ba­
şarıyla geçti; her seferinde ona çılgınca tezahürat yaptım. Ger­
çekten iyi bir ders olmuştu onun için. Daha sonra, ikimiz ala­
nı geçerek arabama doğru yürürken , benim de iyi iş başardığı­
mı düşündüm. İşte kırk ikinci doğumgününe bir hafta kalmış
olan ben, köpeğimle çamurda oynuyordum. Daha önce, hele
de yetişkinlik zamanımda, bu kadar çamura bulandığımı san­
mıyorum. Skipper da çamur içindeydi. Yanımda duruyordu ve
birlikte iyi bir şey yapmış olduğumuzu biliyor gibiydi. Ü şü­
müş, yorgun ve kir pas içindeydim: Sıcak bir duş hepsini gide­
rebilirdi. Ama daha da önemlisi, mutluydum. Etrafımdaki her
şey adamakıllı güzelleşmişti. Güneş dağların ardında batar­
ken, gökyüzünü pembe çizgilerle boyamıştı. Bir ağacın üzeri­
ne tünemiş kırmızı kuyruklu bir çaylak gördüm. Havada hafif
bir duman kokusu vardı. Normalde vesveseli biriyimdir, ama
o anda dünya umurumda değildi. Ortak bir dili olmayan iki­
miz, buna rağmen iletişim kurmuş, işbirliği yapmış ve eğlen­
miştik. Skipper olmasa, bugün evden çıkmazdım. Skipper be­
ni dışarda tutuyor. Beni temiz havaya çıkarıp hareket halinde
tutuyor. Arada mola vermemi sağlıyor. İnsanların "kötü" ha­
va dediği şeyi adeta hiç umursamıyor ve onu dışan çıkarmak­
tan çekindiğim bir-iki seferde, bunu yapmak bana olağanüstü
doğa güzellikleriyle dolu anlar yaşattı. Skipper olmasa, ne bir
baykuşun uçuşunu görürdüm, ne de ötüşlerini duyabilirdim.

Biz insanların, bizi hayvanlardan ayırdığını -daha açıkçası, bizi


onlardan üstün bir konuma soktuğunu- öne sürdüğümüz akıl

225
yürütme yetisinin, artık kurtulmaya çalıştığımız bir demir ka­
fes yaratmış olması çok hazin. Bunun çözümünün hayvanlar­
da olmasıysa, çok anlaşılır. Uzun zaman yalnızca insanlara öz­
gü bir yeti olarak kabul edilen benlik duygusu, hayvanlarla et­
kileşim kurmak suretiyle zenginleşir.

226
SONUÇ:
TEORİYİ HAYATA GEÇİRMEK

Bu kitapta, hayvanların benliklerini, insanlar olarak deneyim­


lediğimiz benliklerle benzerliklerini öne çıkaracak biçimde
kavramlaştırdım. Bilhassa, bir "çekirdek benliğin" unsurlarının
ve düşünceleri , niyetleri, duyguları paylaşma yetisinin , hay­
vanlarla etkileşimimiz sırasında nasıl açığa çıktığını gösterdim.
Bu fikir, dil-merkezli geleneksel benlik kavramına karşı çıkı­
yor. Benliğe ilişkin sosyolojik araştırmaların yer aldığı sembo­
lik-etkileşimci gelenek, benliğin, başta dil olmak üzere sembol­
lerin kullanımına dayanan, yalnızca insana özgü bir özellik ol­
duğunu savunur. Ben ise, bunun tersine , benliğin bazı boyutla­
rı dil kazanımına bağlı olsa bile, çekirdek benliğin ve öznel de­
neyim potansiyelinin, dilden bağımsız olarak var olduğunu öne
sürdüm. Bu argümanı kurmak için, bebeklerin konuşma önce­
si deneyimi konusundaki araştırmalardan ve William James'in
öznelliği kavrama yönündeki deneylerinden yola çıktım. Orta­
ya çıkan iki kısımlı model, benliği, çevremizdeki dünyaya tep­
ki verme ve onu düzenleme yollarımızı içeren, ilişkiler ve de­
neyimler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız bir hedefler
sistemi olarak tasvir eder. Bu çerçeveden bakıldığında, hayvan­
lar, tıpkı insanlar gibi, benlik sahibi olduklarının kanıtlarını
sergilerler. Etkileşim aracılığıyla, faillik, duygulanımlılık, tarih,

227
bütünlük ve öznelerarasılık kapasitesinin işaretlerini gösteren
hayvanların "çekirdek benlik"lerine ait unsurlar ortaya çıkar.
Bu kitapta söylediklerimin çoğu , postmodern bir kuram­
sal duruşa yakındır. Hayvanlara yönelik değişen yaklaşımlar
-ki insanların gezegenimizi paylaşan diğerleriyle bağlantılı
hayvanlar olduğu fikri de bunlara dahildir- kimilerinin post­
modern diye tanımladığı bir toplumsal bağlamda ortaya çık­
mıştır. Sosyal bilimler içerisindeki postmodern dönemeç, mo­
dernizmin pozitivist önyargılarına kafa tutan bilgi biçimlerini
göz önüne alabilmemiz için bir alan açmıştır. Postmodern dü­
şünce -en azından teoride- iktidarın kıyısındaki konumları ne­
deniyle uzun zamandır susturulmuş olanların seslerinin duyul­
ması için olanaklar yaratmıştır. Bu yüzden, ilk bakışta postmo­
dernizm, hayvan benliğinin dikkate alınması yönünde en umut
verici kuram gibi görünmektedir. Ancak, tam da teorik ve kav­
ramsal alanda bu olasılığa yer açılırken, postmodernizm bir
kavram olarak benliğin geçersizleştiğini ilan etmiştir. Benliğe
ilişkin her değerlendirme, bu iddiaya yanıt vermek zorundadır.
Benliğin (en azından insan benliğinin) postmodern eleştiri­
si, hiç toz kondurmadığımız bir fikrin, özerk bireyler olduğu­
muz fikrinin yanılsamadan ibaret olduğunu söyler. Bu eleştir­
menlere göre bizler, tüketeceğimiz ürünleri seçmemizle inşa
edilen "pazarlanmış benlikler"e (Dowd 1 99 1 ) ya da "doyurul­
muş benlikler"e (Gergen) sahibizdir. Ancak, yaptığımız seçim­
ler dahi aldatıcıdır, zira ürünler özünde aynıdır ve neyi seçtiği­
miz pek bir fark yaratmaz. Giyindiğimiz ve kullandığımız mar­
ka isimlerinin altında, aşkın hiçbir şey yoktur ve olabileceğine
dair her türlü fikir de, Aydınlanma'nın nostaljik bir kalıntısıdır.
Bunun ne kadar erken farkına varır ve can havliyle benliğe sa­
rılmayı ne kadar çabuk bırakırsak, bundan kaynaklanan ve yi­
ne Aydınlanma yanılgısı olan bir başka fikirden, hayatlarımızın
bir anlamı ve amacı olduğu fikrinden de o kadar çabuk kurtu­
labiliriz. İnsanların, dünyayı, hatta dünyanın kendi yaşadıkları
kısmını iyiye götürebilecekleri fikri, insanın failliğini aşırı abar­
tan romantik bir hayalden ibarettir.
Bu postmodern "benliğin ölümü" argümanı, teorik olarak ik-

228
na edici olsa da, ampirik olarak sorunludur. Her ne kadar rek­
lamlara, temalı parklara, mağaza zincirlerine ve marka isimleri­
ne işaret edip, çağdaş benliğin bunlardan oluştuğunu -ve bun­
lardan ibaret olduğunu- söylemek kolay da olsa, ben bu görüş­
te değilim. Benliğin ortadan kalktığını söyleyenlerin çoğu , in­
sanlara onlann deneyimlerinin ne olduğunu sormayı ihmal et­
mektedir. Bunu yapsalar, benlik deneyiminin hala geçerli oldu­
ğunu görürlerdi. Bilhassa iki farklı alandan gelen araştırma ör­
nekleri, bunu destekler niteliktedir. Bunlardan biri, Patricia ve
Peter Adler'in bir yaşam biçimi olarak geçiciliği konu alan araş­
tırmasıdır (Adler ve Adler 1999 ) . Özetle, Adler ve Adler, sık
sık uzak yerlerde yeni görevlere atanan ve sözcüğün gelenek­
sel anlamıyla herhangi bir "kökleri" olmayan tatil yeri çalışan­
larını araştırmışlardır. Bu "gezgin işçiler" , devamlı olarak yeni
yerlere uyum sağlamak, yeni arkadaşlar edinmek, yeni para bi­
rimlerine geçmek ve yeni deneyimlere açık kalmak zorunda ol­
duklarından, postmodern bir kimliğin birincil adaylarıdır. Ad­
lerler'in bulgularına göre, bu postmodern insanlar, birbirinin
yerini alacak şekilde akışkan kimliklerin kimi yönlerini sergi­
leseler de, genel olarak, geçicilikleri "bir çekirdek benliğin kay­
bıyla [ . . ] sonuçlanmamıştır" (Adler ve Adler 1 999) . Adlerlerin
.

açıkladığı gibi:

Postmodern benlik teorileri, benliğin, burada da ayırt edilebi­


lir olan daha yüzeysel unsurlarının değişimine odaklanır. An­
cak bu teoriler, benliğin daha derin yönlerine bakmamıştır
[ ... ] Sanayileşme sonrası dünyada ortaya çıkan teknolojik ve
kültürel çevreye ilişkin pek çok kuramsal tasvir doğru görün­
mekle birlikte, postmodernistlerin benliğin ölümüne ilişkin uç
kötümserlikteki görüşlerini destekleyen bir durum yoktur; da­
ha ziyade, çekirdek benlik çağdaş koşullara uyum sağlayarak
zenginleşmiştir. (Adler ve Adler 1999, 53-54)

Benlik duygusunun dayanıklılığını ampirik olarak destek­


leyen diğer araştırma, ulaşabildikleri herhangi bir imgeye gö­
re kendilerini yeniden kurmak konusunda benzersiz bir ko­
numda olan Codependent Anonymous [ Adsız Ruhsal Bağımlı-

229
lar] üyeleri üzerine yaptığını araştırmadır (lrvine 1 997, 1999,
2000) . Bu grubun üyelerin i n hepsi , kendilerini adadıkları ,
önemli bir ilişkinin bitmesi deneyimini yaşamışlardı ve farklı
bir davranış benimseme fırsatına ve motivasyonuna sahiptiler.
Çoğu coğrafi olarak son derece hareketliydi ki bu onlara farklı
biri haline gelmeleri için büyük bir serbestlik sağlıyordu . "Ama
bu gerçek sen değilsin" diyen kimsenin olmayacağı, tanımadık­
ları insanlarla dolu odalarda hikayelerini anlatırken onları izle­
dim, ayrıca kıyaslama yapmak için onlarla baş başa mülakat da
yaptım. Sonuçta, Gergen'in tabiriyle ( 1 99 1 , 7) "kişisel öz kav­
ramının kendisini şaibeli hale getiren" imge takıntılı, postmo­
dern sosyal bukalemunların izine rastlamadım. Bilakis, hayat­
larındaki yarılmanın hemen sonrasında dahi, genel bir amaç ve
yön bulmak için mücadele eden insanlar buldum. Bu insanla­
rın esas derdi, kendilerinin "gerçekten" kim olduğunu keşfet­
mek ve keşfettikleri şeye sadık kalmaktı.
Kısacası , "gerçek" bir benlik fikrinin dokunulmaz olduğu
anlaşılmaktadır. Her ne kadar bir avuç postmodern akademis­
yen benliğin ölümünü öne süren kuramlar geliştirse de, çoğu
insan için onun hala sağ salim durduğu anlaşılıyor. Eğer bu in­
sanların deneyimi yanılsamadan ibaretse, o zaman , benliğin
ölümünden söz edenlerin, nasıl olup da kendileri dışında her­
kesin aldanmakta olduğunu gözlemleyebildikleri bir yere kaça­
bildiklerini sormak gerekir.
Ampirik bulgular, deneyimlerle daha uyumlu bir benlik kav­
ramı oluşturmak için yeni yollar bulunması gerekliliğini orta­
ya çıkarıyor. Bu seçenek, alternatif öznellik biçimlerinin dikka­
te alınmasının önünü açmaktadır (bkz . Holstein ve Gubrium
2000 ) . Ben bunların kapsamını, insandışı hayvanların öznel­
lik biçimlerini de içerecek şekilde genişlettim; bu alternatifle­
ri, benliğin varlığının göstergesi olduğu öne sürülen aşırı birey­
ci ölçütlere uymadıklarından uzun süre tartışmadan dışlanmış
olan Batılı olmayan kültürlerdeki benliği araştırmak üzere kul­
lananlar da olmuştur. Örneğin Clifford Geertz ( 1 984) , Cava,
Fas ve Bali toplumlarında öznelliği incelemiştir ve her ne kadar
benim burada yaptığını tipte bir analize girmemiş olsa da, onun

230
kaygısı da benzerdir. Geertz , okurlarını farklı kültürler arasın­
da öznelliğin farklı tezahürlerini göz önüne almaya ve Batılı bir
modele uygun olmayan kültürlerde bunun var olmadığı önyar­
gısından kurtulmaya teşvik etmiştir.
Benliğin hayvanlarda gözle görülür hale gelmesi de aynı şe­
kilde, alternatif bir öznellik biçimi olarak gerçekleşir. Dilin şart
olduğu varsayımıyla yola çıkarsak , hayvanlar , tıpkı engelli­
ler, yaralılar veya konuşma yetisini sekteye uğratan durumlara
maruz kalan insanlar gibi, tartışmanın dışında kalırlar. Benlik
için dilin gerekli olduğu önermesini kabul edersek, daha ön­
ce belirttiğim gibi, buradan, konuşamayan insanların benlik­
leri olmadığı sonucu çıkar. Oysa, konuşamayan insanlarla bir­
likte çalışan ve onlara bakan insanlar, onlarda benliğin olduğu­
nu hiç tereddütsüz teslim edeceklerdir. Arkadaşları ve bakıcı­
ları, dilsiz , otistik, beyin hasarlı, Alzheimer hastası ve ağır be­
yin engellilerin "sesi olur" . Aynı şey, birkaç farklılığa rağmen,
insanlar ile hayvanlar arasında da geçerlidir. Etkileşim sırasın­
da benliği ararsak, onu dil olmadığında dahi görebiliriz. Ben
bu yöntemle, hayvanların benliklerini ve etraflarındaki insan­
ların benlikleri üzerindeki etkisini ampirik açıdan anlaşılır kıl­
mayı denedim. Akla yatkın -insanlarda da bulunan yetileri te­
mel alan, ama insan benliğinin hayvanınkinden nitel değil ni­
cel olarak farklı olduğunu teslim eden- bir hayvan benliği kav­
ramı oluşturmaya çalıştım.
Hayvanların benlikleri olduğu fikri sayısız içerime sahiptir;
burada bunların bazılarını ele alacağım. tlki, benim alanım olan
sosyolojiyi ilgilendiriyor. Hayvan benliğinin tanınması sosyo­
logların toplumsal dünyayı yeni baştan düşünmelerini gerek­
tirir. Bu yalnızca bir "hayvan sosyolojisi" yaratmak değil, aynı
zamanda, toplumsal dünyanın yalnızca insan dünyası olmadı­
ğını da teslim etmek anlamına gelir. Örneğin Amerikan ailele­
rinin yandan fazlasının evinde kedi ve köpek bulunmaktadır ve
bunların yaklaşık %90'ı, sorulduğunda, hayvanları aile üyele­
ri olarak gördüklerini bildirmiştir. 1 Oysa ailenin sosyolojik ta-

Hanelerle ilgili veriler Amerikan Veteriner Hekimleri Birliği anketlerinden


alınmıştır; %90 oranı, bir Gallup araştırmasından edinilmiştir.

231
nımlarına hayvanlar dahil edilmez. Sosyologlar boşanmanın et­
kileri, eviçi işbölümü, dinin etkisi vs. gibi, aile hayatının birçok
boyutunu araştırmış, ancak bu dinamiklerin parçası olan hay­
vanları hesaba katmamışlardır. Sosyologların, ailenin bileşen­
lerinin ne olduğuna dair tanımlarının kapsamını genişletmeye
başladıkları bir gerçektir, ancak bunu yaparken, üzerinde çalış­
tıkları kişiler tarafından ailenin parçası sayılan kedi ve köpek­
leri göz ardı etmektedirler. Irk ve etnisite araştırmaları da hay­
vanların rolüne ışık tutabilir, zira hayvanların yer aldığı azınlık
hanelerinin sayısı daha azdır. Sosyolojinin diğer alanlarının da,
hayvanları konuya katması gerekmektedir. Kriminologlar hay­
vanlara yönelik zulmü ve istismarı gelecekte insanlara yönele­
cek suçların işareti olarak değil, kendi başına birer suç olarak
görmelidirler. Buna ilaveten, insanlarla hayvanların birlikte ça­
lıştığı birçok iş dalı ve yoldaş hayvanlarını işe götüren çok sayı­
da insan, iş hayatı ve meslekler üzerine çalışan sosyologlar için
cazip araştırma sahaları oluşturmaktadır.
Hayvanların sosyoloj ik karışıma eklenmesi, pek çok varsa­
yımın yanlışlığını ortaya çıkaracak ve kökleşmiş pek çok bakış
açısını sarsacaktır. Etkileşim kavramını, dile dayanan moder­
nist anlamının ötesine geçirerek zenginleştirecektir. Hayvanla­
rı konuya dahil etmek, ayrıca, sosyal olmanın ne anlama geldi­
ği tartışmasının kapsamını da genişletecektir, zira hayvanlar da
sosyal bağlamlarda etkileşime girerler. Onlar da davranışlarını
başkalarının tepkilerine göre ayarlarlar. Bir kedinin bir köpeğin
niyetlerini bilmesinde olduğu gibi, hayvanlar başka türlerle bi­
le bunu yaparlar. Köpek sürülerinde ve kedilerin sosyal grupla­
rında olduğu gibi, kendilerini etraflarındaki ötekilerle kıyasla­
yarak görebilirler. Hiyerarşilere sahiptirler ve kaynaklar için re­
kabet ederler. Duygular yaşarlar ve onları başkalarıyla paylaşır­
lar. Bu tür düzenlemeler konuşma diline dayalı olmadığından,
sosyologlar -ve bilhassa sosyal psikologlar- bunları anlama­
nın ve kuramlaştırmanın yollarını bulmalıdır. Gail Melson'ın
( 200 1 , 1 90) ifadesiyle, '"Benliğe ve ötekilere dair fikirler' , 'ben­
liğe ve öteki canlılara dair fikirler' şeklinde genişleyecektir. Zi­
hin kuramı, 'insanları zihinsel varlıklar olarak kavrama' uğraşı

232
olmaktan çıkıp, 'öteki varlıkların zihinsel hayatlarını kavrama'
uğraşına dönüşecektir" .
Hayvan benliği fikrinin diğer içerimleri, akademik alanın
çok daha ötesine geçer. Hayvanların hayatlarının değerinin bu
şekilde kabullenilmesi, onlara yönelik muamelemizi derinden
etkileyecektir. Diyelim ki, hayvanların, burada özetle anlattı­
ğım bir çekirdek benliğin ve öznelliğin bileşenlerine sahip ol­
duklarını kabul ettiniz. Hayvanların kendilerinin bilincinde ol­
duklarını onaylıyorsunuz. Onlar birer Kartezyen makine de­
ğiller ve dolayısıyla acı çekmeme hakları var. Özbilince sahip
canlılar olduklarından, onlara zarar vermemenin sorumluluğu­
muz olduğunu kabul ediyorsunuz. Ama farz edelim, bunun da­
ha ötesine gitmek istemiyorsunuz. İnsan deneyimi ile hayvan
deneyimi arasına bir sınır çekmek istiyorsunuz. Kendilerinin
bilincinde olduklarını göz önüne alarak, hayvanların acı çek­
meme hakkı olduğunu onaylıyorsunuz, ancak size göre hay­
vanlar, insanlardan niteliksel bakımdan farklılar, çünkü , me­
sela, hayatlarını planlayamıyorlar ve otobiyografilerini yazamı­
yorlar. Yaşam ya da ölüm kaygısı duyma yetisinden yoksunlar.
Buraya kadar söylenenler size ikna edici geldiyse, muhtemelen,
hayvanların hayatta oldukları sürece acıdan kaçınmakta çıkar­
ları olduğunu kabul ediyorsunuz . Öte yandan, bu hayat süre­
since birinin malı olup olmamalarının onlar için bir mesele ol­
duğundan şüphelisiniz.
Bu yaklaşım, hayvanların sürdüğü yaşamın kalitesine önce­
lik verir. Bu , "hayvan refahı" yaklaşımıdır ve şu görüşle tanım­
lanabilir: " İnsanların hayvanlara kötü muamele etmesi veya
onları sömürmesi yanlıştır ama, hayvanların yaşamlarını fizik­
sel ve ruhsal bakımdan rahat kıldığımız sürece, onları önem­
siyor ve onların refahına saygı gösteriyoruz demektir" (Bekoff
2000, 43) . Hayvan refahı yaklaşımının kökleri, Bentham'ın 2.
Bölüm'de alıntıladığımız meşhur ifadelerine dayanır; Bentham,
hayvanların akıl yürütme ve konuşma yetisine sahip olmama­
larına bakmaksızın, acı çekme yetilerine vurgu yapar. Bent­
ham'ın kendi dönemi için radikal sayılan görüşüne göre, biz­
ler gereksiz acıya yol açmama yönünde ahlaki bir sorumlulu-

233
ğa sahiptik. Bir faydacı olarak Bentham, herhangi bir durumda
ahlaken doğru eylemin, o durumdan etkilenecek olanlara mak­
simum hazzı sağlayacak eylem olduğunu söylüyordu . Ona gö­
re , acı çekmek istenmeyen bir şey olduğundan, ahlaklı seçim,
acı çekme yetisi olan hiçbir canlıya acı hissettirmemekti. Bent­
ham'ın görüşü , hayvanları koruma kanunlarının dayanağı olan
"insanca muamele ilkesi"ni ortaya çıkardı . Bentham'ın argü­
manının çağdaş versiyonu, filozof Peter Singer'ın eserinde orta­
ya konur. Singer, Hayvan ôzgürleşmesi'nde ( 1990) hayvanların
acı çekmeme hakkı olduğunu onaylar. Öte yandan onlar insan­
ların sahip olduğu türde bir özbilinçten yoksundurlar; bu ni­
telik, insan çıkarlarını hayvan çıkarları karşısında öncelikli kı­
lar. Dolayısıyla, hayvanlara insanca davrandığımız sürece, on­
ları mülk olarak beslemek de dahil, kendi amaçlarımız için kul­
lanabiliriz (ve öldürebiliriz) . Onları öldüreceğimiz zaman bu­
nu hızlı bir biçimde yapmamız ve acıyı minimum düzeyde tut­
mamız gerekir.
Hayvan refahı görüşünün felsefi temelini onaylıyorsanız, bu ,
belli bir düşünce ve eylem çizgisine uymayı gerektirir. 2 Hay­
vanlar pek çok şekilde acı çeker ve herhangi bir eziyete mey­
dan vermeme sorumluluğu , bir köpek ya da kediye yuva sağ­
lamanın ö tesine geçmek zorundadır. Örneğin , hayvan refahı
yaklaşımı, zalimce eğitim uygulamalarından vazgeçilmesini ge­
rektirir. Ayrıca, "estetik temelli, işlevsiz 'cins standartları"' yü­
zünden hayvan ıslahının hastalığa yol açtığı durumlarda saf­
kan hayvan sorununun yeniden değerlendirilmesini öngörür
(Rollin ve Rollin 200 1 ) . Yoldaş hayvanların refahını gerçekten
önemseyen herkes, kuyruk kesme , kulak kırpma, tırnak kes­
me ve ses tellerini alma gibi uygulamaların yasaklanmasını sa­
vunmalıdır.
Bir hayvanın refahına etki eden pek çok şey vardır. Doğru­
dan fiziksel acı, kuşkusuz bu etkenlerdendir; ancak, korku ve
2 Her ne kadar burada yalnızca yoldaş hayvanlardan bahsetsem de, bu, tüm tür­
leri kapsar ve et yemek, hayvan deneyleri, avlanma, kürk ve deri giyme ve çe­
şitli eglence biçimleriyle ilgili kararlar almayı gerektirir. Etik bir duruş geliştir­
mekte yardımcı olabilecek eserler: Regan 1 983; Singer 1990; DeGrazia 1 996;
Francione 2000; Wise 2000.

234
aşırı üzüntü de acıya yol açabilir. Bir barınağa giren her hayvan,
bu tür bir zihinsel ve duygusal acı çeker. Ortam ne denli temiz
ve cazip olursa olsun, hayvanlar, bilhassa yeni gelenler, gözle
görülür biçimde kaygılı olurlar. Hayvan refahını savunanların
buna yanıtı, barınaklara düşen hayvanların sayısını azaltmak
olmalıdır. Dolayısıyla, hayvan refahını savunan biri, üreme ya­
şı öncesi kısırlaştırmayı savunmalıdır. Bazı barınaklarda hay­
vanların %80'inin "başka bir yere gitmek" yerine öldürüldüğü
göz önüne alındığında, bu bilhassa zorunludur. Bunun değiş­
mesi için, insanların bir hayvanın hayatının sorumluluğunu al­
manın ne anlama geldiği konusunda eğitilmeleri gerekir. Top­
lum olarak hayvanlara yönelik zulüm ile insanlara yönelik zu­
lüm arasındaki bağlantıyı anlamaya başladık. Hayvanlara yöne­
lik kötü muamelenin artması, eviçi şiddetin artışıyla baş başa
gitmektedir ve çocuklukta hayvan istismarı, çoğunlukla, haya­
tın sonraki dönemlerindeki şiddetin habercisi olmaktadır (bu
konuda genel değerlendirmeler için bkz. Flynn 1 999, 2000a ,
2000b) . Rollin ve Rollin (200 1 , 9) bu korelasyonun kapsamı­
nı daha da genişletir ve şunu sorarlar: "Hayvanlara yönelik zul­
mü engellemedeki başarısızlık, kaçınılmaz olarak insanlara yö­
nelik zulme yol açıyorsa, hayvanlara yönelik sorumlulukları­
mıza gereken önemi göstermememiz de, benzer bir sonuç do­
ğurabilir mi? " Bu araştırmayı yaparken, bu sorunun yanıtının
"evet" olduğunu öğrendim. Aile başka bir yere taşındığı için ya
da normal hayvan davranışlarının bazı yönleriyle "başa çıka­
madıkları" için, köpeğini ya da kedisini barınağa bırakmaya ge­
len ebeveynlerin yanlarında getirdikleri çocuklar gördüm; on­
ların bu süreçte ne öğrendiklerini biliyordum. Bir hayvanı "ba­
şından atmak" herhangi bir yaptırım getirmediği ve hayvan­
lar 'ucuz' olduğu sürece, Rollin'lerin sorusuna verilecek yanıt
"evet" olacaktır.
Kedilere yönelik kötü muamele vakalarının sıklığı göz önü­
ne alınırsa, hayvan refahını savunanların, kedi davranışı ve in­
sanca muamele konusunda acil eğitimin gerekliliğini kabulle­
nerek harekete geçmeleri gerekiyor. Hayvan bakıcılığının ne­
ler gerektirdiği konusunda insanları eğitme çabalarına çocuk-

235
larla başlamak şarttır. Çocukların eğitimi için 1 01 Da!maçya­
lı dan farklı kaynaklar bulunmalı . Eğitimlere erken yaşta baş­
'

lanmalı, zira bulgulara göre, çocuklar bu tür bir eğitimin içeri­


ğini kavramak için en yoğun ilgiye ve beceriye yedi-sekiz yaşla­
rında sahip oluyorlar. Örneğin, bir araştırma ekibi, ilkokul ça­
ğı çocuklarının kuşlara ilişkin bilgilerini artırmak amacıyla, ev
ortamında yapılan, on haftalık bir yabani kuş besleme progra­
mı hazırlamıştı (Beck vd. 200 1 ) . Ailelere yemlik, kuş yemi ve
eğitim materyalleri dağıtıldı. Araştırmanın sonunda, çocukla­
rın dörtte üçünün, bilgilenmede gelişme kaydettikleri anlaşıl­
dı . Gelişmenin ölçütü , türleri ve kuş cinsiyetlerini tanıma ve
civardaki yemliklere gelecek kuşları ayırt etme becerisiydi: Ör­
neğin, çocuklar bir flamingonun değil de bir kardinal kuşunun
yem yemeye geleceğini saptayabiliyorlardı. En büyük ilerleme­
yi, yedi-dokuz yaş arası çocuklar göstermişti. Aynı şekilde, ka­
mu çocuk sağlığının başlıca sorunlarından olan köpek ısırma­
larını önlemek üzere tasarlanan bir program, çocukları köpek
ısırmasından korunma konusunda eğitmek için en verimli ya­
şın sekiz, en verimli sınıfların üç ve dördüncü sınıflar olduğu­
nu gösterdi (Spiegel 2000) . Çocukları yoldaş hayvanlara yöne­
lik sorumlulukları konusunda eğiten her programın böyle araş­
tırmalara göre şekillendirilmesi ve benzer evrelerde başlatılma­
sı gerektiği açıktır (ayrıca bkz . Myers 1998; Melson 200 1 ) . Ço­
cuklar yollarına çıkabilecek her türlü zarardan kaçınmak için
halihazırda zaten eğitilmektedirler. Hayvan refahı yaklaşımı,
çocukların karşılaşması çok muhtemel olan bir sorumluluğu ge­
reğince üstlenmeleri için eğitilmelerini teşvik edecektir. Kısa­
cası , hayvan refahı görüşü , ahlaki cemaatimizin insan üyele­
rinin hayvanlara yönelik muamelesinin şekillenmesinde etki­
li olmak zorundadır.
Ama farz edelim ki, hayvanların benlik deneyimlerinin, basit
bir acı ve haz bilincinin ötesinde olduğunu düşünüyorsunuz.
Belki de, hayvanların, bu duyguları başlı başına birer amaç ola­
rak yaşamadıklarını, acı ve hazzı hissetme yetilerinin belli bir
nedenden kaynaklandığını düşünüyorsunuz. Acı ve haz hisset­
me yetisinin mantıki amacı, bir şeye yaklaşıp diğerinden kaçın-

236
ma ve bu şekilde varlığını sürdürmedir. O zaman, acı ve haz
hissedebilen canlının hayatta kalma çıkarı olduğu düşünülebi­
lir, zira hayatta kalmak daha fazla acı ve haz olasılıklarına ka­
pı açar.
Eğer bunu akla yatkın buluyorsanız, siz, birer nesne olarak,
bilhassa başkalarının malı olarak muamele görmemenin hay­
vanlar için temel bir hak olduğu düsturunu benimseyen hay­
van hakları görüşünden yanasınızdır. Hayvan haklarına fark­
lı yaklaşımlar olduğu gibi, hayvanların haklarının alanının ge­
nişletilmesinden doğabilecek sonuçlara ilişkin de epey bir kafa
karışıklığı mevcuttur. Her ne kadar burada konunun detayına
giremesem de, hayvan haklarının iki öncü düşünürü T om Re­
gan ve Gary Francione'nin eserlerine odaklanmak suretiyle, kı­
sa ama özlü bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. 3
Case For Animal Rights'ın ( 1 983) yazarı filozof Tom Regan,
Bentham ve Singer'ın faydacılığını reddeder; zira bu görüş, bir
miktar "iyiliği, " bu "iyiliğin" nasıl dağıtılacağını belirtmeksizin
maksimize etmeyi denemiştir. Konuyu açmak gerekirse, fayda­
cılık, bazı çıkarların en azından potansiyel olarak diğerlerin­
den daha anlamlı olduğunu kabul eder. Örneğin, insan çıkar­
ları, insanlara ait olduğundan, hayvanların çıkarlarından daha
önemli sayılabilir. O halde, faydacılık, daha en başından , eşit
içsel değer ilkesini dışlar. Bu ilke, söz konusu olan bireylerin
-ben şimdilik insanlardan söz edeceğim- diğer insanlara fayda­
sından bağımsız olarak, koşulsuz ve eşit değer taşıdığını savu­
nur. Eşit içsel değer, bizi insanların bazılarına nesne muamele­
si yapmaktan alıkoyan şeydir. Bu , ifade özgürlüğü ve oy hakkı
gibi ilave hakların varlığının bir önkoşulu olması bakımından
"hukuku önceler" . Regan, bir yaşını geçmiş tüm normal meme­
lileri kapsayan bir kategori olan "bir hayatın öznesi" statüsün­
de olmalarından dolayı, hayvanları da eşit içsel değer kapsamı­
na dahil eder. Regan'ın tabiriyle ( 1 983, 329) "Bizler gibi, hay­
vanların da belli temel ahlaki hakları vardır - bilhassa, içsel de­
ğere sahip varlıklar olarak, mutlak adalet gereği onlara borç-

3 Konuyla ilgili daha derin bir tartışma için bkz. Midgley 1983; Rollin 1 992 ve
Bekoff 1998.

237
lu olduğumuz temel bir hak olan saygın muamele görme hak­
kına sahiptirler. " Regan'a göre bu , hayvanların, tüm bunlar­
la bağlantılı olarak bizimkine benzer olan çıkarlarının eşit öl­
çüde dikkate alınması demektir. Yani, bizler sırf hayvanlara ait
oldukları için hayvanların çıkarlarını değersiz sayamayız. Buna
göre, bir hayvanın acı çekmeme hakkı, hiçbir koşulda benim­
kinden daha önemsiz değildir. Eşit saygı, bizi benzer vakalara
benzer şekilde muamele etmeye sevk etmesi bakımından, tüm
ahlak teorilerinin temelini oluşturur. Örneğin, bazı insanların
haklarının değersiz görülmesini ne ırk ne de dinin haklı göste­
rebileceğini söylediğimizde , eşit saygıyı kabullenmiş ve uygula­
mış oluruz. Bir hayatın öznesi olanlar için eşit saygıyı savunan
Regan, ticari hayvan yetiştiriciliğinin, tuzak kurmanın, avlan­
manın ve hayvanların deneylerde kullanımının ortadan kalk­
ması da dahil, büyük değişiklikler talep eder.
Hukukçu Gary Francione ( 1995 , 1 996, 2000) epey farklı bir
argüman ortaya atar. Hayvan Haklarına Giriş (2000) adlı ki­
tabında , eşit içsel değer konusunda Regan'la hemfikirdir. An­
cak Francione, eşit değer atıflarının anlamsız olduğunu, çünkü
hayvanların mal olarak görüldüğünü savunur. Francione şöyle
der: "Hayvanlar hep zararlı çıkarlar, zira mal statüleri, acı çek­
memekteki çıkarlarının hiçe sayılması için daima iyi bir gerek­
çedir. Malın çıkarlarının, neredeyse hiçbir zaman, mal sahiple­
rinin çı karlarıyla benzer olduğu yargısına varılmaz (Francione
2000, 86; vurgu özgün metne ait) . Francione, temel hak olan,
nesne ya da mal muamelesi görmeme hakkını öne çıkarır. Bu,
ilave hakların bir önkoşuludur ve başka hangi ilave haklara sa­
hip olabileceğimiz çok yönlü olarak tartışma konusu da olsa ,
gelişmiş toplumların çoğu bu temel hakkı tanımaktadır.4 Bu
hak olmaksızın, diğer hakların tümü anlamsızdır. Bu, Franci­
one'nin deyimiyle "ahlaki cemaate ait olmanın asgari koşulu­
dur" (Francione 2000, 95) . Temel haklar görüşü, bu görüşün
doğal sonucu olan eşit içsel değer fikrini kabul eder; Francio­
ne, hissetme yetisine sahip tüm canlıları buna dahil eder. Fran­
cione şöyle yazar:
4 Temel hakların ayrıntılı bir irdelemesi için bkz. Shue 1996.

238
Hissetme yetisine sahip canlılar, hayatlarını tehdit eden du­
rumlardan kaçmak için acı ve acı çekme duyularından, hayat­
larını uzatacak durumlara yaklaşmak için haz duyularından
yararlanırlar [ . . . ] Hissetme yetisi bazı karmaşık organizmala­
rın hayatta kalması için evrim tarafından üretilmiştir. Acı ve
haz bilinci geliştirecek şekilde evrimleşmiş bireyin hayatta kal­
makta çıkarı olmadığını söylemek, bilinçli varlıkların bilinçli
olmakta hiçbir çıkarları olmadığını söylemek olur ki, bundan
daha garip bir görüş olamaz. (Francione 2000, 238)

Hissetme yetilerine dayanarak, nesne muamelesi görmeme


hakkının hayvanları kapsayacak şekilde genişletilmesi, ahlaken
mantıklıdır. Nitekim, Batı toplumları, hayvanların hiçbir çıkarı
olmayan nesneler olmadıklarını savunan insanca muamele il­
kesini yansıtan kanunlarla, bunu zaten kabul etmiştir. İnsanca
muamele ilkesinin temel unsurları, hayvanların en azından acı
çekmemekte çıkarları olduğunu kabul eder. O halde, çoğu in­
san, en azından gereksiz yere acı vermeme yönünde ahlaki bir
sorumluluğumuz olduğunu zaten kabul etmektedir. Öte yan­
dan, bu sorumluluğun hakkını vermek için, eşit saygı ilkesini
hayvanlara da uygulamamız şarttır, zira şeylere karşı ahlaken
sorumlu olmak mantıkdışıdır. Eşit saygı, hayvanların çıkarları­
nın, sırf onlar hayvanlara ait diye daha önemsiz addedilemeye­
ceği anlamına gelir. Bu da, hayvanların eşit içsel değere sahip
olduklarına ve mal muamelesi göremeyeceklerine işaret eder.
Bu statü , köklü değişiklikleri beraberinde getirecektir. Francio­
ne'nin söylediği gibi ( 2000, 1 27) , "herhangi bir üyenin yalnızca
ötekilerin malı olarak muamele görmesine son vermediği süre­
ce, ahlaki cemaat üyeliğinin hayvanlar için anlamı, insanların­
kiyle aynı olamaz" . Bu temel hakkın hayvanlara bahşedilmesi,
hayvanların yiyecek, giyecek ve denek olarak kullanımı da da­
hil, hayvan sömürüsünün kurumsallaşmış biçimlerinin (hay­
van refahçılarının savunduğu gibi) usulünce yürütülmesi de­
ğil, tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Bu ay­
nı zamanda, pederin, hatta yoldaş hayvanların da sonu anlamı­
na gelecektir. Zira hayvanlar eğer birer mal muamelesi görme-

239
me hakkına sahiplerse, o zaman onları sırf bize dostluk hizme­
ti versinler diye yetiştirmeyi haklı gösteremeyiz. Bir başka de­
yişle , hayvan benliğini ve onun insan kimliği üzerindeki etki­
sini kabullenmek, bizi hayvanların hayatlarının değerini teslim
etmeye götürecektir. Dolayısıyla, onlara ister pet, ister yoldaş
hayvan diyelim, zevkimiz için onları alıkoymanın ahlakdışı ol­
duğunu anlamamız gerekir.
Ben böyle bir hak iddiasının yaratacağı etkinin farkındayım.
Bu satırları yazarken, etrafım hayvanlarla çevrili. Dört kedimiz­
den ikisi, çalışma masamın üzerindeki pencerede duran yas­
tıklarda tembellik ediyor, iki köpeğimiz, yanımda aylak aylak
uzanmış, yemek vermek ya da onları yürüyüşe çıkarmak için
harekete geçmemi bekliyorlar. Onlarsız bir ev düşünemiyo­
rum. Oysa onlar, az önce tanımladığım şu temel hakka sahip
olsalardı, burada olmayacaklardı. Her ne kadar hayvanların in­
san kimliğini derinden etkilediğini savunuyor olsam da, onla­
rın çevremizde olmalarını istememiz, yavru köpek ve kedi ye­
tiştirmeye devam etmemizi haklı göstermez. Belki de kimliği­
miz üzerinde yaratabilecekleri en büyük etki, bizi doğru bildi­
ğimiz şeye göre davranmaya sevk etmek olacaktır.
Bu kitabın başında, kültürün hayvanlara ilişkin görüşlerimi­
zi nasıl etkilediğini incelemiştim ve kitabı bitirirken yine ay­
nı yere dönüyorum. Bugün hayvanlara ilişkin çelişkili fikirler
taşıyoruz ve sevdiğimizi iddia ettiğimiz hayvanlar dahi, hem
dostlarımız hem de malımız olmak gibi ikili bir statüye sahip­
ler. Köpekler ve kediler çoğu insanın hayatında öyle baskın bir
yere sahip ki, neredeyse doğuştan hakkımız gibi görülüyorlar
ve daha iyi muameleyi hak ettikleri yönündeki fikirler, genelde
duymazlıktan geliniyor, hatta tepki çekiyor. Örneğin, geçenler­
de, çok sıcak bir yaz günü , yirmili yaşlarının başında bir gen­
cin, bir yavru köpeği birkaç sokak boyunca bisikletiyle "çekişi­
ni" izledim: Adam, yavru köpeği bisikletine bağlamış, o halde
bisiklet sürüyordu. Gidecekleri yere vardıklarında, adam nefes
nefese kalan yavru köpeği, güneşin alnında, bir telefon kulü­
besinin ayağına bağladı ve alışveriş etmek üzere yakındaki bir
dükkana doğru yürüdü. Adama yaklaşıp, köpeğine verebilecek

240
suyu olup olmadığını sordum. "Yanımda yok, " dedi. Ona, kö­
peğe biraz su vereceğimi söyledim ve hayvanın güneşin altın­
da oturmak zorunda kaldığını, üstelik oraya köpek bağlamanın
yasak olduğunu ve kendisinin ceza alabileceğini söyleyip, kö­
peği oraya bırakmamasını tavsiye ettim. 5 Genç adam önce bana
küfür edip, sonra da ekledi, "Köpeğime nasıl bakacağımı sen­
den öğrenecek değilim. "
Ben, (ya d a başka biri) bu genç adama farklı şekilde, örne­
ğin, köpeği okşamak istediğimi söyleyerek yaklaşsak, sonra kö­
peğiyle ilişkisine dair sorular sormaya başlasak, adam muhte­
melen köpeğinin onun en iyi dostu olduğunu söylerdi. Hatta,
köpeğini sevdiğini dahi açıklayabilirdi. Oysa bu adam, o sıcak­
ta , biricik dostunu bir bisikletin hızına ayak uydurmaya zor­
luyordu , hem de susuzluğunu dindirecek bir damla su verme­
den. Üstelik, cep telefonuna ya da güneş gözlüklerine dahi gös­
termeyeceği bir muameleyi bu en iyi arkadaşına göstererek onu
sokakta bir başına bırakıyordu . Benim "işine burnumu sok­
mam" , adamda, arabasını yıkaması gerektiğini söylemişim gi­
bi bir etki yaratmıştı: Malına nasıl muamele edeceğini söyleme­
ye hakkım yoktu .
Hayvan benliği kavramı, hem tek tek bireyler hem de top­
lum olarak bize ciddi sorumluluklar yüklemektedir. Bunun do­
ğurduğu soruların tümüne yanıtım olduğu iddiasında değilim.
Ancak, bu araştırmanın temelini oluşturan, emin olduğum bir
şey var ki, o da hayvanların hayatlarının içsel değeridir. Onla­
rın bugüne dek insan kimliğine yaptıkları katkı, paha biçilmez­
dir. Onlarla olan ilişkilerimizin ahlaki boyutuyla uğraşmak gi­
bi zorlu ve genelde rahatımızı kaçıran bu işe girişmek suretiyle,
bunun karşılığını vermemizin zamanı gelmiştir.

5 Kamuya ait bir mekana köpek bağlamak, pek çok yerde yasaktır, çünkü çoğu
ısırma vakası köpeklerin bağlı olduklan durumlarda gerçekleşir. Çocuklar sık
sık bilmedikleri köpeklere bu şekilde yaklaşırlar ve kaçınılmaz sonuç, tehdit
potansiyeli taşıyan bu durumdan kaçma imkanı sınırlanmış olan köpeğin yüz­
lerini ısırması olur.

241
EK: YÖNTEMLER

Bu kitapta , farklı kaynaklardan elde edilen çeşitli verilerden ya­


rarlanıldı. Daha iyi anlaşılabilmesi için, bunları tek tek ele ala­
cağım.

BARINAKTA ETNOGRAFIK ARAŞTIRMA

"Barınak" diye bahsettiğim , kar amacı gütmeyen, özel insani


yardım derneğinde, yaklaşık 360 saat, insanlar ile hayvanlar
arasındaki etkileşimi gözlemledim. Burası, tam hizmet veren
bir kurum, yani, sahiplendirmelerin dışında, burada veteriner­
lik hizmetleri, eğitim, egzersiz ve davranış konusunda danış­
manlık hizmeti sunuluyor. Kurum ayrıca, şehrin hayvan de­
netleme hizmetleri ve hayvan refahı tetkiklerinin genel mer­
kezi görevi görüyor. Burası , ülkede sayıları gitgide artmakta
olan, sağlıklı hayvanlara ötanazi uygulanmayan barınaklardan
biri. Ancak "öldürmeyi tamamen reddeden" bir kurum da de­
ğil. Hayvanın tedavi edilemeyecek, ciddi sağlık sorunları oldu­
ğunda; bir bakıcı, baktığı yaşlı ya da hasta bir hayvana ötanazi
uygulanmasını talep ettiğinde (ve masrafını ödediğinde) ; ya da
hayvanlar, davranışları nedeniyle (mesela saldırganlık eğilim­
leri yüzünden) bir eve yerleştirilmeyecek durumdaysa, ötanazi

243
uygulanıyor. lyi yürütülen bir geçici bakım programıyla, özel
ihtiyaçları nedeniyle başka tesislerde olsa ötanazi uygulanacak
olan hayvanlara, geçici yuva sağlanıyor.
Bu kitap yazıldığı sırada, barınakta tam zamanlı çalışan per­
sonel sayısı 40'tı ve 500'den fazla gönüllü çalışan vardı. 1998'de,
kurumun veteriner kliniğinde gönüllü çalışmaya başladım; ha­
len de, operasyon öncesi ve sonrası bakımı konusunda uzman­
lara yardımcı olarak çalışmaya devam ediyorum. Veri toplama­
ya, 1 999 yılı baharında, haftada bir-iki sabah köpek evi asistan­
lığı görevini üstlendiğimde başladım. Görevlerim, köpeklerin
gezdirilmesi ve tımarlanması, kulübelerin temizlenmesi, temel
köpek terbiyesi ve itaati konularında çalışmak ve barınak ha­
yatının sıkıcılığını gidermeye yardımcı olacak ve köpekleri sa­
hiplenilmeye daha elverişli kılacak diğer şeyleri yapmaktı. Dav­
ranış problemleri yüzünden haftalardır, hatta aylardır barınak­
ta olan özel köpeklerle pek çok kez yakından ilgilendim. Bu du­
rumlarda, personelden biri köpeğe bir egzersiz, eğitim ve oyun
planı oluşturur, ben ve diğer gönüllüler de planın uygulanma­
sına yardım eder ve ilerleme raporları yazardık. Bu arada, barı­
nak uygulamalarına ve personelle ve hayvanlarla olan etkileşi­
mime ilişkin izlenimlerimi kaydediyordum (bkz. lrvine 2002) .
Köpek kulübelerindeki çalışmam, başka bir gönüllü pozisyo­
na geçmeme yol açtı. Halihazırda, ziyaretçilerin belli hayvan­
larla ilgili sorularını yanıtladığım ve sahiplenme, davranış, eği­
tim ve bakım konusunda genel bilgiler verdiğim için, bir adım
daha ileri giderek, eğitimli sahiplendirme danışmanı oldum.
G örevim , insanlarla sahiplenmeyi düşündükleri hayvanları
tanıştırmaktı. Bir sahiplenme-danışma seansında, danışman,
hayvanın ve bakıcı adayının iyi bir "uyum" yakalayıp yakala­
mayacaklarını belirlemeye çalışır. Bu iş sırasında, insanların sa­
hiplendirme bölümündeki kedi ve köpeklerle etkileşimine olan
merakım arttı. Onların belli hayvanlara ne kadar süre baktık­
ları, hayvan sahiplenmek yerine sırf ziyaretle yetinip yetinme­
dikleri ve hayvanlara ya da yanlarındaki diğer insanlara bir şey
söyleyip söylemedikleri, söyledilerse ne söyledikleri hakkında
ayrıntılı notlar aldım.

244
Yine bir başka gönüllü çalışmam sayesinde, Gezici Sahiplen­
dirme Birimi dediğim, barınağın gezgin şubesi olarak hizmet
gören, yaklaşık 1 metre uzunluğundaki karavanda 150 saatten
uzun süre gözlem yaptım. Birimi idare eden ve şoförlüğünü ya­
pan personelden biri ve (benim gibi) bir gönüllü , haftada beş
gün, sahiplendirmeye uygun kediler, tavşanlar, küçük memeli­
ler, sürüngenler ve bir köpekten oluşan seçilmiş bir grup hay­
vanı alıp, ilçenin çeşitli yerlerinde gezdirir. Alışveriş merkez­
leri -bilhassa süpermarketlerin ya da mağaza zincirlerinin ol­
duğu merkezler- kütüphaneler, yerel festivaller ve kampanya­
lı köpek yıkama istasyonları, birimin düzenli olarak uğradığı
mekanlardandır. Birimde, insanlar hayvan sahiplenebilir, yiye­
cek veya para bağışı yapabilir ve yoldaş hayvanların bakımı ve
davranışı konusunda bolca malumat edinebilirler.
Gezici Sahiplendirme Birimi, gittiği Y.erde dört saat kalır. Bu
süre boyunca, ziyaretçi sayısı genelde 1 00 civarı olur. Bu ziya­
retçilerin pek çoğu için, birim, barınakla temas kurdukları tek
yerdir. Dolayısıyla buradaki iş, yoğun bir halkla ilişkiler çalış­
ması gerektirir. Benim birimdeki görevim -hayvanlarla ilgilen­
menin yanı sıra- müşterileri karşılamayı ve onlarla konuşmayı
gerektiriyordu. Bu da, belli bir hayvan ya da genel olarak hay­
vanlar hakkında tartışmak, bağış talep etmek, sahiplendirme­
lerle ilgilenmek ve barınağın hizmetleri ya da hayvanlar konu­
sundaki sorulara yanıt vermek demekti. Araştırmamda kullan­
mak için, küçük bir deftere, G ezici Sahiplendirme Birimi'ndeki
etkileşimler hakkında notlar aldım.

OTO-ETNOGRAFYA
1999 yılı baharı sonlarında, kendi yoldaş kedilerimle olan e t­
kileşimlerim hakkında kapsamlı notlar almaya başladım. Tüm
yetişkinlik hayatım boyunca evimi birden fazla kediyle paylaş­
tığım halde, birlikte geçirdiğimiz hayatın detaylarını kaydetme­
ye ancak o zaman başladım. Yemek verme, oyun, dokunma ve
göz teması gibi, kedilerle giriştiğim ve artık kanıksadığım faali­
yetler hakkında ayrıntılı kayıtlar tuttum. Kedilerin birbirleriy-

245
le nasıl etkileşime girdiklerini de not ettim. Derken o yaz, bu
kitapta sürekli olarak bahsettiğim Skipper'ı sahiplendim. Tüm
yetişkinliğim boyunca "kedisever" bir kişi olarak, bir köpek­
le yaşayacağımı asla hayal etmezdim. Evimdeki kedilerin buna
kesinlikle tahammül edemeyeceğini düşünüyor ve çalışırken
köpeği ne yapacağımı bilmiyordum. Öte yandan, yaşadığım
yerde, hemen herkesin bir köpeği var gibiydi. Bu insanların en
azından bazıları iş-güç sahibi olsa gerekti ve bazılarının kedile­
ri de olmalıydı. Onlar yapabiliyorsa, muhtemelen ben de yapa­
bilirim diye düşündüm. Skipper'ı eve getirdim ve onunla birlik­
te hayatıma birçok yeni neşe kaynağı -ve bazı güçlükler- gir­
di. Kediler ve ben, bir köpeğin yaşam tarzını öğrenip ona uyum
sağlamaya çalışırken, tüm olup bitenleri defterlerime aktardım.

MÜLAKATLAR

Oto-etnografik notlarımı ve barınaktan edindiğim izlenimler­


le ilgili notlarımı düzenli olarak inceleyip, ortaya çıkan tema
ve örüntülerle ilgili veriler bulmaya çalışıyordum. Hayvanların
benliklerinin net bir bulgu olarak ortaya çıkması üzerine, in­
sanların belli hayvanları çekici bulmasına ve hayvan benliğinin
gözle görülür hale gelme şekillerine odaklanan soruların bir lis­
tesini çıkardım. Bunları aklımda tutarak, barınaktan hayvan sa­
hiplenmiş ve barınağa hayvan bırakmış kırk kişiyle yan-plan­
lı mülakatlar yaptım. Barınak, 200 1 yılında, bir ay boyunca, sa­
hiplendirme ve hayvan teslim etme işlemlerindeki belgeler ara­
sına bir enformasyon ve izin formu eklemek suretiyle, mülakat
yapacağım kişiler bulmama yardımcı oldu. Hiçbir bağ kurma­
dıkları "çiftlik kedileri"nin yavrularını ya da işe giderken yol­
da buldukları bir sokak kedisini barınağa teslim eden insanları
en baştan eledim . Araştırmamın alanı dışında kaldığından, öta­
nazi yapılması için hasta ya da yaşlı hayvanları teslim edenle­
ri de kapsam dışı bıraktım. Mülakatlarda insanlara hayvanı sa­
hiplenme ya da barınağa bırakma kararını nasıl verdiklerini, sa­
hiplenmek için belli bir hayvanı nasıl seçtiklerini ve bir hayvan
edinmeye ya da onu kaybetmeye kendilerini nasıl alıştırdıkları-

246
nı sordum. Ayrıca, oyun, yemek verme, dokunma gibi rutinler­
de ve diğer davranış ve etkileşim türlerinde, hayvanla yaşanan
gündelik hayatın "dokusu" hakkında sorular sordum.

EK KATILIMCI GÖZLEMLER VE MÜLAKATLAR:


OYUN VERiLERi

Oyunun insanlar ile hayvanlar arasında sık tekrarlanan bir et­


kileşim biçimi olduğunun netleşmesi üzerine, bu konuda bilgi
edinmeye çalıştım . Böylelikle, bir diğer veri kaynağım, şehrin
iki köpek parkında yürüttüğüm katılımcı gözlemler oldu . Sö­
zünü ettiğim parklar, kamuya açık olan ancak tasmasız köpek­
lerin oyun oynamaları için ayrılmış açık alanlardır. En yoğun
saatlerde, bilhassa akşam saat dört buçuktan sonra, sahipleriy­
le birlikte bu alanları kullanan köpeklerin sayısı yirmiyi bulu­
yor. Parkların birine dört ay boyunca, ikincisine altı ay boyun­
ca düzenli olarak gittim. Yoldaş köpeklerimin birini ya da iki­
sini birden götürüp , köpeklerle sahiplerini oyun oynarlarken
gözlemledim ve izlenimlerimi olabildiğince çabuk yazıya ge­
çirdim. Gözlem verilerimi alanda yaptığım sohbetlerle pekiş­
tirdim. Köpek sahipleriyle , oyun rutinleri, kullanılan nesneler,
oyuna harcanan süre, parka geliş sıklığı ve köpeklerinin oyun­
daki davranışlarıyla ilgili yorumları hakkında uzun uzun ko­
nuştum. Oyun verilerinin kedi cephesini eksik bırakmamak
için, (barınak aracılığıyla ulaştığım) kedi sahipleriyle, oyun ru­
tinleri hakkında mülakatlar yaptım. Birçok durumda , müla­
katları yapmak için evlerine gittim ve dolayısıyla oyunu bizzat
gözlemledim (bkz . Irvine 200 1 ) .
B u araştırma, hayvanların yoldaşlığından keyif alan insanla­
ra yöneliktir. Amacım, insan-hayvan ilişkileri yelpazesini kap­
samlı biçimde araştırmak değildi. Hayvanlar, hepsi de incelen­
meyi gerektiren pek çok bakımdan toplumsal çevreye dahildir­
ler. Dünyamızı bizimle paylaşan, ama kendi hikayelerini anla­
tamayan varlıkları anlamak için ne kadar çok çaba gösterirsek,
hepimiz için o kadar iyi olacaktır.

247
Kaynakça

Adler, Patricia A. ve Peter Adler. 1999. "Transience and the Postmodem Self: The
Geographic Mobility of Resort Workers. " Sociological Quarterly 40: 3 1 -58.
Alger, Janet M. ve Steven F. Alger. 1997. "Beyond Mead: Symbolic Interaction
between Humans and Felines." Society & Animals 5: 65-8 1 .
- . 1999. " Cat Culture, Human Culture: A n Ethnographic Study of a Cat Shelter."
Society & Animals 7: 199-2 18.
-. 2003. Cat Culture: The Social World of a Cat Shelter. Philadelphia: Temple Uni­
versity Press.
Ailen, Colin ve Marc Bekoff. 1 997. Species of Mind: The Philosophy and Biology of
Cognitive Ethology. Cambridge, Mass . : MIT Press.
American Veterinary Medical Association. 2002. U.S. Pet Ownership and Demo­
graphics Sourcebook. Schaumburg, 1 1 1 . : Center for Information Management of
the American Veterinary Medical Association.
Apter, Michael j . 199 1 . "A Structural Phenomenology of Play." s. 13-29 Adult Play:
A Reversal Theory Approach içinde, ed. John H. Kerr ve Michael J. Apter. Arns­
terdam: Swets and Zeitlinger.
Arluke, Amold. 1 99 1 . "Going into the Closet with Science: Information Control
among Animal Experimenters." ]oumal of Contemporary Ethnography 20: 306-
330.
-. 1994. "'We Build a Better Beagle': Fantastic Creatures in Lab Animal Ads." Qu­
alitative Sociology 1 7 : 143 - 1 58.
Arluke, Amold ve Clinton R. Sanders. 1 996. Regarding Animals. Philadelphia:
Ternple University Press.
Arluke, Amold ve Borla Sax. 1992. "Understanding Nazi Animal Protection and
the Holocaust. " Anthrozoos 5: 176- 1 9 1 .

249
Arluke, Arnold , Randy Frost, Gail Steketee, Gary Patronek, Carter Luke, Edward
Messner, Jane Nathanson ve Michelle Papazian. 2002. "Press Reports of Animal
Hoarding." Society & Animals 10: 1 1 3-35.
Armstrong, Edward Allworthy. 1973. Saint Francis: Nature Mystic. Berkeley: Uni-
versity of California Press.
Arnheim, Rudolph. 1 97 1 . Ent ropy and Art. Berkeley: University of California Press.
- . 1982. The Power of the Center. Berke ley: University of California Press.
Aronson, Elliot. 1999. The Soı:ial Animal, 8. baskı, New York: W. H. Freeman.
Bateson, Patrick ve Dennis C. Turner. 1988. "Questions about Cats." s. 1 93-20 1
The Domestic Cat: The Biology of Its Behaviour içinde, ed. Dennis C. Turner ve
Patrick Bateson. Cambridge: Cambridge University Press.
Beck, Alan ve Aaron Katcher. 1996. Between Pets and People: The Importance of Ani­
mal Companionship, gözden geçirilmiş baskı West Lafayette, lnd.: Purdue Uni­
versity Press.
Beck, Alan M . , Gail E Melson, Patricia L. da Costa ve Ting Liu. 200 1 . "The Educati­
onal Benefits of a Ten-Week Home-Based Wild Bird Feeding Program for Child­
ren. " Anthrozoos 14: 1 9-28.
Becker, Gary S. 1975. Human Capital, 2. baskı, New York: National Bureau of Eco­
nomic Research; dağıtım Columbia University Press.
Bekoff, Marc. 1977. "Social communication in canids: Evidence for the evolution
of a stereotyped mammalian display. " Science 197: 1 097- 1099.
-. 1995. "Play Signals as Punctuation: The Structure of Social Play in Canids." Be­
haviour 132: 419-429.
-. 2000. Strolling with Our Kin: Speakingfor and Respecting Voiceless Animals. New
York: Lantern/Booklight .
-. 2002. Minding Animals: Awareness, Emotions, and Heart. Oxford: Oxford Uni­
versity Press.
Bekoff, Marc, ed. 1998. Encyclopedia of Animal Rights and Animal Welfare. West­
port, Conn.: Greenwood.
Bekoff, Marc ve Colin Ailen. 1 998. "Intentional Communication and Social Play."
s. 97- 1 1 4 Animal Play: Evolutionary, Comparative, and Ecological Perspectives
içinde, ed. Marc Bekoff ve John Byers. Cambridge: Cambridge University Press.
Bekoff, Marc ve john Byers. 198 1 . "A Critical Reanalysis of the Ontogeny of Mam­
malian Social and Locomotor Play: An Etiological Hornet's Nest. " Behavioral
Development içinde, ed. Klaus lmmelmann, George W. Barlow, Lewis Petrinovi­
ch ve Mary Main. Cambridge: Cambridge University Press.
Bentham, Jeremy. 1988 ( 1 78 1 ) . The Principles of Morals and Legislation. Amherst,
N.Y.: Prometheus.
Berger, John. 1980. About Loohing. New York: Pantheon/Random House.
Berger, Peter ve Thomas Luckmann. 196 7. The Social Construction of Reality: A Tre­
atise in the Sociology of Knowledge. Garden City, N .Y: Doubleday Anchor.
Berghler, Reinhold. 1 989. Man and Cat: The Benefits of Cat Ownership. Oxford:
Blackwell Scientific.
Birke, Lynda. 1994. Feminism, Animals and Science. Buckingham, U.K.: Open Uni­
versity Press.

250
Bogdan, Robert ve Steven Taylar. 1989. "Relationships with Severely Disabled Pe­
ople: The Social Construction of Humanness. " Social Problems 36: 135-148.
Bond, Simon. 198 1 . A Hundred and One Uses for a Dead Cat. Londra: Methuen.
Bourdieu, Pierre. 1986. "The Forms of Capital. " s. 241-258 Handbook of Theory
and Researchfor ıhe Sociology of Education içinde, ed. John G. Richardson. New
York: Greenwood.
Brazelton, T. Berry. 1 984. "Four Stages in the Development of Mother-Infant In­
teraction." s. 1 9-34 The Crowing Child in Family and Society içinde, ed. Noboru
Kobayashi ve T. Berry Brazelton. Tokyo: University of Tokyo Press.
Brestrup, Craig. 1 997. Disposable Animals: Ending ıhe Tragedy of Throwaway Pets.
Leander, Tex.: Camino Bay Books.
Bruner, Jerome ve David A. Kalmar. 1998. "Narrative and Metanarrative in the
Construction of Self. " s. 308-33 1 Self-Awareness: lts Nature and Development
içinde, ed. Michel Ferrari ve Robert j . Stemberg. New York: Guilford.
Budiansky, Stephen. 1992. The Covenanı of the Wi ld: Why Animals Chose Do­
mestication. N ew Haven, Conn.: Yale University Press.
-. 2002. 'The Character of Cats." Atlantic Monthly, cilt 289 (Haziran), 75-77.
Burghardt, Gordon M. 1998. "The Evolutionary Origins of Play Revisited: Les­
sons from Turtles. " s. 1 -26 Animal Play: Evolutionary, Comparative, and Ecolo­
gical Perspectives içinde, ed. Marc Bekoff ve john Byers. Cambridge: Cambrid­
ge University Press.
Byme, Donn. 1 969. "Attitudes and Attraction." s. 36-89 Advances in Experimental
Social Psychology içinde, cilt 4, ed. Leonard Berkowitz. New York: Academic
Press.
Carson, Rachel. 1962. Silent Spring. Boston: Houghton Mifflin.
Cartmill, Matt. 1 997. "History of Ideas Surrounding Hunting." s. 197- 199 Encyc­
lopedia of Animal Rights and Animal Welfare içinde, ed. Marc Bekoff. West-port,
Conn.: Greenwood.
Catechism of the Catholic Church. 1 994. Mahwah, N .j . : Paulist Press.
Clark, Kenneth. 1977. Animals and Men: Their Relationship as Rejlected in Western
Artfrom Prehistory to the Present Day. New York: Morrow.
Clark, Stephen R. L. 1 982. The Nature of the Beası: Are Animals Moral? Oxford: Ox­
ford University Press.
Clutton-Brock, juliet. 1 98 1 . Domesticated Animals from Early Times. Londra: He­
inemann.
-. 1994. "The Unnatural World: Behavioural Aspects of Humans and Animals in
the Process of Domestication." s. 23-35 Animals and Human Society: Changing
Perspectives içinde, ed. Aubrey Manning ve james Serpell. Londra: Routledge.
-. 1995. "Origins of the Dog: Domestication and Early History." s. 8-20 The Do"
mestic Dog: lts Evolution, Behaviour and lnteractions with People içinde, ed. james
Serpell. Cambridge: Cambridge University Press.
Cohen,Jeremy. 1 989. "Be Fertik and lncrease, Fili the Earth and Master lt ": The An­
cienı and Medieval Career of a Biblical Text. Ithaca, NY: Comell University Press.
Coleman, Sidney H. 1 924. Humane Society Leaders in America. Albany, N .Y : Ame­
rican Humane Association.

251
Collis, Glyn M. ve June McNicholas. 1 998. "A Theoretical Basis for Health Benefits
of Pet Ownership: Attachrnent versus Psychological Support." s. 105-22 Com­
panion Animals in Human Healıh içinde, ed. Cindy C. Wilson ve Dennis C. Tur­
ner. Thousand Oaks, Calif.: Sage.
Coppinger, Rayrnond ve Lorna Coppinger. 200 1 . Dogs: A Starıling New Under­
slanding of Canine Origin, Behavior, and Evoluıion. New York: Scribner.
Coppinger, Rayrnond ve Richard Schneider. 1995. "Evolution of Working Dogs."
s. 22-4 7 The Domeslic Dog: Its Evolution, Behaviour and Inleractions wiıh People
içinde, ed. Jarnes Serpell. Carnbridge: Carnbridge University Press.
Côte, jarnes E. ve Charles G. Levine. 2002. Identity Formation, Agency, and Culture:
A Social Pscyhological Synıhesis. Mahwah, N .j . : Lawrence Erlbaurn.
Crandall, Lee S. 1 9 1 7 . Peıs: Their Hisıory and Care. New York: Henry Holı.
Crist, Eileen. 1999. Images of Animals: Anıhropomorphism and Animal Mind. Phila­
delphia: Ternple University Press.
Crooks, Kevin R. ve Michael E. Soule. 1 999. « Mesopredator Release and Avi-faunal
Extinctions in a Fragrnented Systern. » Natur� 400: 563-566.
Csikszentrnihalyi, Mihaly. 1990. Flow: The Psychology of Optimal Experience. New
York: Harper and Row.
-. 1997. Finding Flow: The Psychology of Engagemenı with Everyday Life. New
York: Basic Books.
Csikszentrnihalyi, Mihaly ve Rick E. Robinson. 1 990. The Art ofSeeing: An Interpre­
tation of the Aesthetic Encounıer. Malibu, Calif. : ] . Paul Getty Trust.
Darnasio, Antonio. 1 999. The Feeling of What Happens: Body and Emoıion in the Ma­
king of Consciousness. New York: Harcourt Brace. Darnton, Robert. 1985. The
Great Cat Massacre and Oıher Episodes in French Cultural Hisıory. New York:
Penguin.
Darwin, Charles. 1859. On ıhe Origin of Species. Londra: John Murray.
-. 1 8 7 1 ( 1 936) . The Descent of Man and Selection in Relation to Sex. New York:
Randorn House.
-. 1872 ( 1 965) . The Expression of ıhe Emoıions in Man and Animals. Chicago: Uni­
versity of Chicago Press.
Davies, Bronwyn. 2000. A Body of Wriıing 1 990- 1 999. Walnut Creek, Calif. : Al­
ıaMira.
Dawkins, Marian Starnp. 1 998. Through Dur Eyes Only ? The Search for Animal
Consciousness. Oxford: Oxford University Press.
DeGrazia, David. 1 996. Taking Animals Seriously: Mental Life and Moral Status.
Carnbridge: Carnbridge University Press.
Derr, Mark. 1997. Dog's Best Friend: Annals of the Dog-Human Relationship. New
York: Henry Holt.
de Swaan, Abram. 1 98 1 . "The Politics of Agoraphobia: On Changes in Ernotional
and Relational Managernent." Theory and Society 10: 359-385.
Dewey, John. 1934. A rı as Experience. New York: Perigree.
Diffey, T. ]. 1986. "The Idea of Aesthetic Experience. " s. 3-12 Possibiliıy of ıhe Aes­
ıheıic Experience içinde, ed. Michael H. Mitias. Dordrecht, Hollanda: Martinus
Nijhoff.

252
Dion, Karen, Ellen Berscheid ve Elaine Walster (Hatfield) . 1972. "What Is Beautiful
Is Good." ]ournal of Personality and Social Psychology 24: 285-290.
Donaldson, jean. 1 996. The Culture Clash. Berkeley, Calif. : James and Kenneth
Publishers.
Douglas, Mary. 1 966. Purity and Danger: An Analysis of the Concepts of Pollution and
laboo. New York: Routledge and Kegan Paul.
Dowd, James j . 1 99 1 . "Social Psychology in a Postmodern Age: A Discipline with­
out a Subject." American Sociologist 22: 1 88-209.
Einwhoner, Rachel L. 1999. "Practices, Opportunity, and Protest Effectiveness: Il­
lustrations from Four Animal Rights Campaigns." Social Problems 46: 1 69- 186.
Elder, Glen Jennifer Wolch ve jody Emel. 1998. "Le Pratique Sauvage: Race, Pla­
ce, and the Human-Animal Divitle." s. 72-90 Animal Geographies: Place, Politi­
cs, and Identity in the Nature-Culture Borderlands içinde, ed. Jennifer Wolch ve
jody Emel. londra: Verso.
Elias, Norbert. 1 994. The Civilizing Process. Oxford: Blackwell.
Elias, Norbert ve Eric Dunning. 1 986. Quest for Excitement. Oxford: Blackwell.
Eliot, George. 1 880. Scenes of Clerical Life. New York: William L. Allison.
Emel, Jody. 1998. "Are You Man Enough, Big and Bad Enough? Wolf Eradication
in the U .S." s. 9 1 - 1 16 An imal Geographies: Place, Politics, and Identity in the Na­
ture-Culture Borderlands içinde, ed. Jennifer Wolch ve Jody Emel. londra: Verso.
Emel, Jody ve Jennifer Wolch . 1 998. "Witnessing the Animal Moment. " s. 1 -24
Animal Geographies: Place, Politics, and Identity in the Nature-Culture Border­
lands içinde, ed. Jennifer Wolch ve Jody Emel. londra: Verso.
Emirbayer, Mustafa ve Ann Mische, 1998. "What Is Agency? " American ]ournal of
Sociology 103: 962-1023.
Feingold, A. 1 990. "Gender Differences in Effects of Physical Attractiveness on Ro­
rnantic Attraction: A Cornparison across five Research Paradigrns. " ]ournal of
Personality and Social Psychology 59: 981 -993 .
Finsen, lawrence ve Susan Finsen. 1994. The Animal Rights Movement in America:
From Compassion to Respect. New York: Twayne.
Fisher, John Andrew. 199 1 . " Disarnbiguating Anthropomorphisrn: An lnterdis­
ciplinary Review." s. 49-85 Pe:rspe:ctives in Ethology, Vol. 9: Human Understan­
ding and Animal Awareness içinde, ed. P Bateson ve P Klopfer. New York: Ple­
nurn.
Flynn, Clifton R 1 999. "Anirnal Abuse in Childhood and later Support for lnter­
personal Violence in Farnilies. " Society & Animals 7: 1 6 1 - 1 72.
-. 2000a. "Wornan's Best Friend: Pet Abuse and the Role of Cornpanion Anirnals
in the lives of Battered Wornen." Violence Against Wome:n 6: 162- 1 77 .
-. 2000h. "Battered Wornen and Their Animal Cornpanions: Syrnbolic Interac­
tion between Hurnan and Nonhurnan Anirnals." Society & Animals 8: 99- 1 27.
Fogle, Bruce, ed. 1 98 1 . Inte:rre:lations betwe:e:n Pe:ople and Pets. Springfield, l l l . :
Charles C. Thomas.
Forster, E. M. 1 92 1 . Howard's End. New York: Alfred A. Knopf.
Francione, Gary L. 1995. Animals, Property, and the Law. Philadelphia: Ternple
University Press.

253
-. 1996. Rain Without Thunder: The Ideology of the Animal Rights Movement. Phila­
delphia: Temple University Press.
-. 2000. Introduction to Animal Rights: Your Child or the Dog? Philadelphia: Temp­
le University Press.
Franklin, Adrian. 1999. Animals and Modern Cultures: A Sociology of Human-Animal
Relations in Modernity. Londra: Sage.
Franklin, Adrian, Bruce Tranter ve Robert White . 200 1 . "Explaining Support for
Animal Rights: A Comparison of Two Recent Approaches to Human, Nonhu­
man Animals, and Postmodernity. " Society & Animals 9: 127- 144.
Gagnon, john H. 1992. "The Self, lts Voices, and Their Discord. " s. 221 -243 ln­
vestigating Subjectivity içinde, ed. Carolyn Ellis ve Michael Flaherıy. Newbury
Park, Calif. : Sage.
Gallup, Alec . 1996. "Gallup Poll: Dog and Cat Owners See Pets as Part of Family."
Minneapolis Star Tribune, 28 Ekim, E l O .
Gardner, Carol Brooks. 1 980. "Passing By: Streeı Remarks, Address Rights, and the
Urban Female." Sociological Inquiry 50: 328-356.
Geertz, Clifford. 1984. '"From the Native's Point of View': On the Nature of An­
thropological Understanding. " s. 1 23 - 1 3 7 Culture Theory içinde, ed. Richard
Shweder ve Rober LeVine. Cambridge: Cambridge University Press.
Gergen, Kenneth. 199 1 . The Saturated Self: Dilemmas of Identity in Contemporary
Life. New York: Basic Books.
Gerhards, Jiirgen. 1989. "The Changing Culıure of Emotions in Modern Society."
Social Science Iıiformation 28: 737-754.
Giddens, Anthony. 199 1 . Modernity and Self Identity. Cambridge: Poliıy.
Goffman, Erving. 1959. The Presentation of Self in Everyday Life. Garden City, N.Y:
Anchor Books.
-. 1963. Behavior in Public Places. New York: Free Press.
-. 1967. lnteraction Ritual. Garden City, N .Y: Anchor Books.
-. 1974. Frame Analysis: An Essay on the Organization of Experience. Cambridge,
Mass. : Harvard University Press.
Gombrich, Ernest H. 1 960. Art and Illusion: A Study in the Psychology of Pictorial
Representation. Princeton, N .J . : Princeton University Press.
-. 1979. Ideals and Idols: Essays on Values in History and in Art. Oxford: Phaidon.
Goodall, jane. 1990. Through a Window: My Thi rty Years with the Chimpanzees of
Combe. Boston: Houghton Mifflin.
-. 1999. Reason for Hope: A Spiıitual jou rney. New York: Warner Books.
Gordon, Steven L. 1 98 1 . "The Sociology of Sentiments and Emotions." s. 562-
592 Social Psychology: Sociological Perspectives içinde, ed. Morris Rosenberg ve
Ralph H . Turner. New York: Basic Books.
Griffiths, Huw, Ingrid Poulter ve David Sibley. 2000. "Feral Cats in ıhe City . " s.
56-70 Animal Spaces, Beastly Places: New Geographies of Human-Animal Relati­
ons içinde, ed. Chris Philo ve Chris Wilbert. Londra: Routledge.
Griffin, Donald R. 1976. The Question of Animal Awareness: Evolutionary Continuity
of Mental Expeıience. New York: Rockefeller University Press.

254
-. 1992. Animal Minds. Chicago: University of Chicago Press.
Gubrium, Jaber. 1986. "The Social Preservation of Mind: The Alzheimer's Disease
Experience. " Symbolic Interaction 6: 37-5 1 .
Guttman, Giselher. 1 98 1 . "The Psychological Determinants o f Keeping Pets . " s .
89-98 Interrelations between People and Pets içinde, ed. Bruce Fogle. Springfield,
ll l . : Charles C. Thomas.
Hail, Libby. 2000. Pnnce and Other Dogs: 1 850- 1 940. New York: Bloomsbury.
Halle, David. 1 993. inside Culture: Art and Class in the American Home. Chicago:
University of Chicago Press.
Hanson, Karen. 1986. The Self Imagined: Philosophical Rejlections on the Social Cha­
racter of the Psyche. New York: Routledge and Kegan Paul.
Hays, Sharon. 1 994. "Structure and Agency and the Sticky Problem of Culture. " So­
ciological Theory 1 2 : 57- 72.
Hemmer, Helmut. 1 990. Domesticaıion: The Decline of Environmenıal Appreciation.
çev. Neil Beckhaus. Cambridge: Cambridge University Press.
Hewitt,John P. 2000. Self and Socieıy: A Symbolic Inıeracıionist Social Psychology, 8.
baskı Needham Heights, Mass.: Allyn and Bacon.
Hewitt, John P. ve Randall G.. Stokes. 1975. "Disclaimers." American Sociological
Review 40: 1 - 1 1 .
Hochschild, Arlie Russell. 1975. "The Sociology o f Feeling and Emotion: Selec­
ted Possibilities. " s . 280-307 Another Voice: Feminist Perspecıivcs on Social Life
and Social Science içinde, ed. Marcia Millman ve Rosabeth Moss Kanter. Garden
City, N.Y: Anchor Books.
-. 1983. The Managed Hcarı: Commercialization of Human Fecling. Berkeley: U ni­
versity of California Press.
Holstein, James A. ve jaber F. Gubrium. 2000. The Sclf We Live By: Narrative Idcn­
tiıy in a Postmodern World. Oxford: Oxford University Press.
Ingold, Tim. 1 994. "From Trust to Domination: An Alternative History of Human­
Animal Relations." s. 1 -22 Animals and Human Society içinde, ed. Aubrey Man­
ning ve james Serpell. londra: Routledge.
Irvine, leslie. 1 997. "Reconsidering the American Emotional Culture: Code-pen­
dency and Emotion Management." Innovation: The European ]ournal of Social
Sciences 10: 345-359.
-. 1 999. Codependent Forevermore: The Invention of Sclf in a Twelve Step G roup.
Chicago: University of Chicago Press.
-. 2000. "Even Better than the Real Thing: Narratives of the Self in Codependen­
cy. " Qualitaıive Sociology 23: 9-28.
-. 200 1 . "The Power of Play." Anthrozods 14(3): 1 5 1 - 1 60.
-. 2002. "Animal Problems/People Skills: Emotional and lnteractional Strategies
in Humane Education." Society & Animals 1 O: 63-9 1 .
James, William. 1950 ( 1 890) . The Principles of Psychology. New York: Dover.
-. 1961 ( 1 892). Psychology: Thc B riefer Course. New York: Harper Torchbooks.
Jamieson, Dale ve Marc Bekoff. 1993. "On Aims and Methods of Cognitive Etho-
logy." Philosophy of Science Association 2: 1 10- 1 24.

255
jasper, James M. ve Dorothy Nelkin. 1992. The Animal Righıs Crusade: The Growıh
of a Moral Proıesı. New York: Free Press.
jones, Gareth Stcdman. 197 1 . Ouıcası London: A Study in the Relationship between
Classes in Victoıian Socieıy. Londra: Oxford.
Karsh, Eileen B. ve Dennis C. Turner. 1 988. "The Human-Cat Relationship." s.
1 59- 1 77 The Domestic Caı: The Biology of lls Behavior içinde, ed. D. Tumer ve R
Bateson. Cambridge: Cambridge University Press.
Katcher, Aaron. 1 98 1 . "Interactions beıween People and Their Pets: Form and
Function." s. 4 1 -6 7 Inıerrelaıions beıween People and Peıs içinde, ed. Bruce Fog­
le. Springfield, l l 1 . : Charles C. Thomas.
Kellert, Stephen R. 1 993. "The Biological Basis for Human Values of Nature." s. 42-
69 The Biophilia Hypothesis içinde, ed. S. Kellerı ve E. O. Wilson. Washington,
D . C . : Island Press/Shearwater Books.
-. 1 994. "Attitudes, Knowledge and Behaviour toward Wildlife among the lndus­
trial Superpowers: The Uniıed States, Japan and Germany." s. 166- 1 87 Animals
and Human Society: Changing Perspectives içinde, ed. Aubrey Manning ve james
Serpell. Londra: Routledge.
Kete, Kaıhleen. 1 994. The Beast in the Boudoir: Petkeeping in Nineıeenth-Century Pa­
ıis. Berkeley: University of California Press.
Kheel, Marti. 1 995. "License to Kili: An Ecofeminist Critique of Hunters' Dis­
course. " s. 85- 1 25 Animals and Women: Feminist Theoretical Explorations için­
de, ed. Carol ] . Adams ve Josephine Donovan. Durham, N . C . : Duke Univer­
sity Press.
Kidd , Aline H. ve Robert M. Kidd. 1 980. " Personality Characteristics and Pref­
erences in Pet Ownership. " Psychological Reports 46: 939-949.
-. 1 987. "Seeking a Theory of the Human/Companion Animal Bond. " Anıhro.w­
os 1 : 140- 1 5 7 .
K r u s e , Corwin R . 1 999. " Gender, Views of Nature , and Support for Animal
Rights." Society & Animals 1: 1 79- 1 98.
Lawrence, Elizabeth A. 1986. "Neoteny in American Perceptions of Animals." ]our­
nal of Psychoanalytic Anthropology 9: 4 1 -54.
- . 1 995. "Cultural Perceptions of Differences between People and Animals: A
Key to Understanding Human-Animal Relationships." ]oumal of Ameıican Cul­
ture 18: 75-82.
Lerman, Rhoda. 1 996. in the Company of Newfs. New York: Henry Holt.
Lerner, Jennifer E. ve Unda Kalof. 1999. 'The Animal Text: Message and Meaning
in Television Advertisements . " Sociological Quarterly 40: 565-586.
Leyhausen, R. 1979. Caı Behavior: The Predatory and Social Behavior of Domestic
and Wild Caıs. Trans. B. A. Tonkin. New York: Garland.
Linden, Eugene. 1 999. The Parrot's Lamenı, and Oıher True 'Idles of Animal Inııigue,
Inıelligence, and Ingenuily. New York: Penguin Putnam.
Linzey, Andrew. 1 998. "Christianity." s. 286-288 Encyclopedia of Animal Righıs and
Animal Welfare içinde, ed. Marc Bekoff. Westport, Conn. : Greenwood.
Maehle, Andreas-Holger. 1 994. "Cruelty and Kindness to the 'Brute Creation': Sta­
bility and Change in the Ethics of the Man-Animal Relaıionship, 1600- 1850."

256
s. 81-105 Animals and Human Society: Changing Perspectives içinde, ed. Aubrey
Manning ve james Serpell. Londra: Routledge.
Maggitti, Paul. 1 996. "Cat Litter: The inside Scoop." Pet Business (Temmuz) .
Malek, Jaromir. 1993. The Cat in Ancient Egypı. Londra: British Museum Press.
Martin, Paul ve Patrick Bateson. 1988. "Behavioural Development in the Cat." s.
9-22 The Domestic Cat: The Biology of Its Behaviour içinde, ed. Dennis C. Tumer
ve Patıick Bateson. Cambridge: Cambridge University Press.
Masson, Jeffrey Moussiaeff. 1997. Dogs Never Lie about Love: Rejlections on the
Emotional World of Dogs. New York: Three Rivers Press.
Masson, Jeffrey Moussiaeff ve Susan McCarthy. 1995. When Elephants Weep: The
Emotional Lives of Animals. New York: Delta. McDonogh, Kathleen. 1 999. Reig­
ning Cats and Dogs. New York: St. Martin's Press.
Mead, George Herbert. 1 962 ( 1 934) . Mind, Self and Society. Chicago: University of
Chicago Press.
Melson, Gail F . 200 1 . Why the Wild Things Are: Animals in the Lives of Children.
Cambıidge, Mass.: Harvard University Press. Menache, Sophia. 1997. "Dogs:
God's Worst Enemies?" Society & Animals 5: 23-44.
-. 2000. "Hunting and Attachment to Dogs in the Pre-Modem Period." s. 42-60
Companion Animals and Us: Exploring the Relationships between People and Pets
içinde, ed. Anthony L. Podberscek, Elizabeth S. Paul ve James A. Serpe!!. Camb­
ridge: Cambridge University Press.
Mertens, Claudia. 1 99 1 . "Human-Cat lnteractions in the Home Setting." Anf/zro­
zods 4: 224-233.
Messent, Peter. 1 983. "Social Facilitation of Contact with Other People by Pet
Dogs." s. 3 7-46 New Perspectives on Our Lives with Companion Animals içinde,
ed. Aaron Katcher ve Alan Beck. Philadelphia: University of Pennsylvania Press.
Messent, Peter R. ve james A. Serpell. 1 98 1 . "An Historical and Biological View of
the Pet-Owner Bond." s. 5-22 Interrelations between People and Pets içinde, ed.
Bruce Fogel. Springfield, l l l . : Charles C. Thomas.
Midgley, Mary. 1983. Animals and Why They Matter. Athens: University of Geor­
gia Press.
Milekic, Sİavoljub. 1 998. "Disneyfication." s. 1 3 3- 1 34 Encyclopedia of Animal
Rights and Animal Welfare içinde, ed. Marc Bekoff. Westport, Conn . : Green­
wood.
Milis, C. Wright. 1 940. "Situated Actions and Vocabularies of Motive." American
Sociological Review 5: 904-9 1 3 .
Mitchell, Robert W, Nicholas S. Thompson v e H. Lyn Miles, ed. 1997. Anthropo­
morphism, Anecdotes, and Animals. Albany: State University of New York Press.
Morris, Paul, Margaret Fidler ve Alan Costall. 2000. "Beyond Anecdotes: An Empi­
rical Study of 'Anthropomorphism.'" Society & Animals 8: 1 5 1 - 165.
Myers, Gene. 1 998. Children and Animals: Social Development and Our Connections
to Other Species. Boulder, Colo . : Westview Press.
Neisser, Ulric. 1 994. "Self-Narratives: True and False. " s. 1 - 1 8 The Remembering
Self: Construction and Accuracy in the Self-Narrative içinde, ed. Ulric Neisser ve
Robyn Fivush. Londra: Cambridge University Press.

257
Nibert, David A. 1994. "Animal Rights and Human Social Issues." Society & Ani­
mals 2: 1 1 5 - 1 24.
-. 2002. Animal Rights/Human Rights: Entanglements of Oppression and Liberation.
Lanham, Md.: Rowman and Littlefield. Niven, Charles D. 1 967. History of the
Humane Movement. Londra: johnson.
Noske, Barbara. 1997. Beyond Boundaries: Humans and Animals. Montreal: Black
Rose Books.
Owens, Paul ve Norma Eckroate. 1999. The Dog Whisperer: A Compassionate, Non­
violent Approach to Dog Training. Ilolbrook, Mass.: Adams Media.
Parsons, Michael ]. 1987. How We Understand Art: A Cognitive-Developmental Ac­
count of Aesthetic Response. New York: Cambridge University Press.
Patterson, Francine ve Eugene Linden. 1 98 1 . The Education of Koho. New York:
Holt, Rinehart, and Winston.
Pepperberg, !rene. 1 99 1 . "A Communicative Approach to Animal Cognition: A
Study of Conceptual Abilities of an African Grey Parrot." s. 153-186 Cognitive
Ethology: The Minds of Other Animals içinde, ed. Carolyn A. Ristau. Hillsdale,
N .j . : Lawrence Erlbaum.
Perin, Constance. 1 98 1 . "Dogs as Symbols in Human Development." s. 68-88 In­
terrelations between People and Pets içinde, ed. Bruce Fogle. Springfield, 1 1 1 . :
Charles C. Thomas.
Pfungst, Otto. 1 9 1 1 . Clever Hans: A Contribution to Experimental Animal and Human
Psychology. New York: Henry Holt.
Phillips, Mary T. 1 994. "Proper Names and the Social Construction of Biography:
The Negative Case of Laboratory Animals." Qualitative Sociology 17: 1 1 9-142.
Pious, Scott. 1993. "Psychological Mechanisms in the Human Use of Animals. "
]ournal of Social Issues 4 9 : 1 1 -52.
Plummer, Ken. 1983. Documents of Life: An Introduction to the Problems and Lit­
erature of a Humanistic Method. Londra: Ailen and Unwin.
Podberscek, Anthony ve Samuel D. Gosling. 2000. "Personality Research on Pets
and Their Owners: Conceptual Issues and Review. " s. 143- 167 Companion Ani­
mals and Us: Exploring the Relationships between People and Pets içinde, ed. An­
thony L. Podberscek, Elizabeth S. Paul ve james A. Serpell. Cambridge: Camb­
ridge University Press.
Podberscek, Anthony L. Elizabeth S. Paul ve james A. Serpell. 2000. Companion
Animals and Us: Exploring the Relationships between People and Pets. Cambridge:
Cambridge University Press.
Polluer, Melvin ve Lynn McDonald-Wilder. 1 985 . ''The Social Construction of Un­
reality: A Case Study of a Family's Attribution of Competence to a Severely Re­
tarded Child.» Family Process 24: 24 1-254.
Poresky, Robert H., Charles Hendrix, jacob E. Moser ve Marvin L. Samuelson.
1988. "Young Children's Companion Animal Bonding and Adults' Pet Atti­
tudes: A Retrospective Study." Psychological Reports 62: 419-425 .
Posage, ] . Michelle, Paul C. Bartlett ve Daniel K. Thompson. 1 998. "Determining
Factors for Successful Adoption of Dogs from an Animal Shelter." ]ournal of the
American Veterinary Medical Association 2 1 3 : 4 78-482.

258
Pryor, Karen. 1 986. Don't Shoot the Dog: The New A rt of Teaching and Training. New
York: Bantam.
Regan, Tom. 1 983 . The Case for Animal Rights. Berkeley: University of Califor­
nia Press.
Ristau, Carolyn R., ed. 1 99 1 . Cognitive Ethology: The Minds of Other Animals. Hills­
dale, N .j . : Lawrence Erlbaum.
Ritvo, Harriet. 1 987. The Animal Estate: The English and Other Creatures in the Vic­
torian Age. Cambridge, Mass.: Harvard University Press.
-. 1988. "The Emergence of Modern Pet-Keeping." s. 13-3 1 Animals and Peop­
le Sharing the World içinde, ed. Andrew N. Rowan. Hanover, N.H.: University
Press of New England.
Roberts, William A. ve Dwight S. Mazmanian. 1 988. "Concept Learning at Diffe­
rent Levels of Abstraction by Pigeons, Monkeys and People." ]oumal of Experi­
mental Psychology: Animal Behavior Processes 14: 24 7-260.
Robins, Douglas M . , Clinton R. Sanders ve Spencer E. Cahili. 1 99 1 . "Dogs and
Their People: Pet-Facilitated Interaction in a Public Setting." ]oumal of Con­
temporary Ethnography 20: 3-25.
Rollin, Bemard E. 1992. Animal Rights and Human Morality, 2. baskı Buffalo, N .Y:
Prometheus Books.
Rollin, Bemard E. ve Michael D. H. Rollin. 200 1 . "Dogmatisms and Catechisms: Et­
hics and Companion Animals. " Anthrozoos 14: 4- 1 1 .
Rubenstein, David. 200 1 . Culture, Structure, and Agency: Toward a Truly Multi­
dimensional Sociology. Thousand Oaks, Calif.: Sage.
Saint-Exupery, Antoine de. 1971 ( 1943). The Little Prince. Trans. Richard Howard.
San Diego: Harvest/Harcourt.
Sanders, Clinton R. 1 990. "Excusing Tactics: Social Responses to the Public Mis­
behavior of Companion Animals. " Anthrozoos 4: 82-90.
-. 1 99 1 . "The Animal 'Other': Self-Definition, Social Identity, and Companion
Animals." s. 662-668 Advances in Consumer Research içinde, cilt 1 7, ed. Marvin
Goldberg vd. Provo, Utah: Association for Consumer Research.
-. 1993. "Understanding Dogs: Caretakers' Attributions of Mindedness in Cani­
ne-Humarı Relationships." ]oumal of Contemporary Ethnography 22: 205-226.
-. 1994a. "Annoying Owners: Routine lnteractions with Problernatic Clients in a
General Veterinary Practice." Qualitative Sociology 1 7 : 1 59-70.
-. 1 994b. "Biting the Hand That Heals You: Encounters with Problernatic Patients
in a General Veterinary Practice." Society & Animals 2: 47-66.
-. 1 999. Understanding Dogs: Living and Working with Canine Companions. Phila­
delphia: Temple University Press.
-. 2000. "The Impact of Guide Dogs on the Identity of People with Visual Impa­
irments." Anthrozoos 13: 1 3 1 - 1 39 .
Sanders, Clinton R. ve Arnold Arluke. 1993. " I f Lions Could Speak: Investigating
the Animal-Human Relationship and the Perspectives of Nonhurnan Others."
Sociological Quarterly 34: 377-390.
Sauer, Cari Ortwin. 1952. Agricultural Origins and Dispersals. Cambridge, Mass . :
M i T Press.

259
Schoen, Ailen M. 200 1 . Kindred Spirits. New York: Broadway Books/Randorn Hou­
se.
Schwabe, Calvin. 1 994. "Anirnals in the AncientWorld." s. 36-58 Animals and Hu­
man Society: Changing Perspectives içinde, ed. Aubrey Manning ve Jarnes Ser­
pell. Londra: Routledge.
Scully, Matthew. 2002. Dominion: The Power of Man, the Suffering of Animals, and
the Cali to Mercy. New York: St. Martin's Press.
Serpell, Jaınes. 198 1 . "Childhood Pets and Their lnfluence on Adults' Attitudes."
Psychological Reports 49: 651 -654.
-. 1986. In the Company of Animals. Oxford: Basil Black well.
-. l 988a. "Pet-Keeping in Non-Western Societies: Sorne Popular Misconcep-
tions. " s. 34-52 Animals and People Sharing the World içinde, ed. Andrew N .
.
Rowan. Hanover, N.H.: University Press o f New England.
-. 1988b. "The Dornestication and History of the Cat." s. 1 5 1 - 1 58 The Domestic
Cat: The Biology of Its Behaviour içinde, ed. Dennis C. Turner ve Patrick Bateson.
Carnbridge: Carnbridge University Press.
-. 1 995 . "Frorn Paragon to Pariah: Sorne Reflections of Hurnan Attitudes to
Dogs." s. 245-256 The Domestic Dog: Its Evolution, Behaviour and Interactions
with People içinde, ed. Jaınes Serpell. Carnbridge: Carnbridge University Press.
Shapiro, Kenneth ] . 1 990. "Understanding Dogs through Kinesthetic Ernpathy, So­
da! Construction, and History." Anthrozoos 3: 1 84-95.
-. 1997. "A Phenornenological Approach to the Study of Nonhurnan Anirnals."
s. 277-295 in Anthropomorphism, Anecdotes, and Animals, ed. R. Mitchell, N .
Thoınpson v e H. Miles. Albany: State University of New York Press.
Sheldrake, Rupert. 1 999. Dogs That Know When Their Owners Are Coming Home.
New York: Crown.
Sheldrake, Rupert ve Marc Bekoff. 2000. "ln Conversation." The Bark: The Modem
Dog Culture Magazine, sayı 10 (Kış) , 48-50.
Shepard, Paul. 1978. Thinhing Animals: Animals and the Development of Human In­
telligence. New York: Viking Press.
-. 1 996. The Others: How Animals Made Us Human. Washington, D.C.: Island Press.
Shue , Henry. 1 996. Basic Rights, 2. baskı Princeton, N .J . : Princeton University
Press.
Siegel, Judith M. 1 993. ,,Cornpanion Anirnals: in Sickness and in Health . " ]oumal
of Social Issues 49: 1 57-167.
Siegal, Mordecai, ed. 1989. The Comell Booh of Cats. New York: Villard.
Singer, Peter. 1990. Animal Liberation, gözden geçirilmiş baskı New York: New
York Review of Books.
Sornrners, Shula. 1 984. ,,Adults Evaluating Their Ernotions: A Cross-Cultural Pers­
pective . " s. 3 1 9-338 Emotion and Adult Development içinde, ed. Carol Zander
Malatesta ve Carroll E. Izard. Beverly Hills, Calif.: Sage.
Sorabji, Richard. 1993. Animal Minds and Human Morals: The Origins of the Westem
Debate. Ithaca, N .Y: Cornell University Press.
Sperling, Susan. 1 988. Animal Liberators: Research and Morality. Berkeley: Uni­
versity of California Press.

260
Spiegel, lan Brett. 2000. "A Pilot Study to Evaluate an Elementary School-Based
Dog Bite Prevention Program. " Anthrozoos 13: 1 64- 1 73 .
Steams, Peter N . 1989a. "Suppressing Unpleasant Emotions: The Development o f
a Twentieth-Century American Style . " s. 230-26 1 Social History a n d Issues i n
Human Consciousness: Some Interdisciplinary Connections içinde, e d . Andrew E .
Bums v e Peter N. Stearns. New York: New York University Press.
-. 1989b. ]ealousy: The Evolution of an Emotion in American History. New York:
New York University Press.
-. 1994. American Cool. New York: New York University Press.
Stern, Daniel N. 1 985. The Interpersonal World of the Infant: A View from Psy­
choanalysis and Developmental Psychology. New York: Basic Books.
Stevens, Montague. 1 990 ( 1 943) . Meet Mr. Grizzly. Silver City, N . M . : High Lone­
some Books.
Strauss, Anselm, ed. 1964. George Herbert Mead on Social Psychology. Chicago: Uni­
versity of Chicago Press.
Swabe, Joanna. 2000. "Veterinary Dilemrnas: Ambiguity and Ambivalence in Hu­
man-Animal lnteraction. " s. 292-3 1 2 Companion Animals and Us: Exploring the
Relationships between People and Pets içinde, ed. Anthony L. Pod-berscek, Eliza­
beth S. Paul ve james A. Serpell. Cambridge: Cambridge University Press.
Tabor, Roger. 1 983. The Wild Life of the Domestic Cat. Londra: Arrow Books.
Tester, Keith. 1 992. Animals and Society: The Humanity of Animal Rights. Londra:
Routledge.
Thomas, Elizabeth Marshall. 1 993. The Hidden Life of Dogs. Boston and New York:
Houghton Mifflin.
-. 1994. The Tribe of Tiger: Cats and Their Culture. New York: Simon and Schuster.
-. 2000. The Social Lives of Dogs: The Grace of Canine Company. New York: Si-
mon and Schuster.
Thomas, Keith. 1 983. Man and the Natura! World: Changing Attitudes in England
1 500-1800. Londra: Ailen Lane.
Tuan, Yi-Fu. 1 984. Dominance and Affection: The Making of Pets. New Haven ,
Conn.: Yale University Press.
Tumer, James. 1 980. Reckoning with the Beast: Animals, Pain, and Humanity in the
Victorian Mind. Baltimore: Johns Hopkins University Press.
Unti, Bemard. 1 998. "Caroline White." s. 362 Encyclopedia of Animal Rights and
Animal Welfare içinde, ed. Marc Bekoff. Westport, Conn.: Greenwood.
Voltaire. ( 1 962) . Philosophical Dictionary, sunuş ve sözlükçeyle birlikte çeviren Pe­
ter Gay, cilt 1. New York: Basic Books.
Weber, Max. 1 954. The Protestant Ethic and the Spiril of Capitalism. New York:
Free Press
-. 1968 ( 1 922) . Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology. New
York: Bedminster Press.
Wells, Deborah L. ve Peter G. Hepper. 1999. "Male and Female Dogs Respond Dif­
ferently to Men and Women. " Applied Animal Behaviour Science 60: 83-88.
-. 200 1 . "The Behavior of Visitors towards Dogs Housed in an Animal Rescue
Shelter." Anthrozoos 14: 1 2- 1 8.

261
West, Candace. 1999. "Not Even a Day in the Life." s. 3-12 Qualitative Sociology
as Everyday Life içinde, ed. Barry Glassner ve Rosanna Hertz. Thousand Oaks,
Calif.: Sage.
Wilson, Cindy C. ve Dennis C. Turner. 1998. Companion Animals in Human Health.
Thousand Oaks, Calif.: Sage.
Wilson, Edward O. 1993. "Biophilia and the Conservation Ethic." s. 3 1-41 The Bi­
ophilia Hypothesis içinde, ed. S. Kellert ve E. O. Wilson. Washington, D.C.: ls­
land Press/Shearwater Books.
Winnicott, D. W. 1958. Collected Papers. Londra: Tavistock.
Wise, Steven M. 2000. Rattling the Cage: Toward Legal Rights for Animals. Carn­
bridge, Mass.: Perseus.
Wolch, Jennifer. 1998. "Zo6polis." s. l 19- 1 38 Animal Geographies: Place, Politics,
and ldentity in the Nature-Culture Borderlands içinde, ed. Jennifer Wolch vejody
Emel. Londra: Verso.
Wouters, Cas. 1 99 1 . "On Status Cornpetition and Ernotion Managernent. " ]ournal
of Social History 24: 699- 7 1 7 .

262
i letişi m' den

GARY L . FRANCI O N E

H ayva n
H a kl a rı na G i ri ş
Ç E V i R E N Re n a n A k m a n - E l ç i n G e n • 3 2 8 s a y fa

Önde gelen h ayva n hakları k u ramcı l a r ı n d a n biri o l a n G a ry L. Fra ncione,


" rad i kal" fikirleriyle diğer k u ra mcılardan ayrı lıyor. B u kitapta, hayva n l a rı
koruma ka n u n l a rında temel a l ı nacak kad a r yayg ı n laşan " i nsanca
mua mele" ilkesi n i n prati kte h i ç b i r h ü k m ü n ü n olmad ı ğ ı n ı savu nuyor.
Ona göre, hayva n l a r insa n l a r ı n malı o l d u ğ u sü rece, h ayvanların acısı n ı
azaltmaya yönel i k hukuksal d üzenlemeler b i r a n l a m ifade etmeyecekti r.
Çünkü mal sa h i b i n i n çıkarları, her za m a n m a l ı n ı n çıkarlarından öncel i k l i
olacak v e b u g i b i d u ru m l a rda hayvanların payına yine z u l ü m d üşecektir.
Francione, hayva n l a rla i l g i l i görülen dava l a rdan örnekler vererek,
hayva nlara yönelik bariz işkencelerin bile mevcut h u k u k sistemlerinde
nasıl meşru laştı r ı l d ı ğ ı n ı gösteriyor. Ona g ö re, kölel i k soru n u nasıl k i
kölelerin duru m l a r ı n ı düzelterek çözülemed iyse, hayva n ların kurt u l uşu
da ancak hayva n l a r ı n mal statüsüne son veri lmesiyle m ü mkünd ü r.
Peki, bu konuda u m ut va r m ı ? Yerleşik ka n ı larımızı sa rsacak bu kitaba
önsözüyle katkıda bulunan bir başka önemli hayvan ha kları savu n ucusu
Alan Watson şöyle söyl üyor: " i nsan-hayva n i l işkileri etrafı ndaki
ta rtışmaların uzun b i r geçm işi var, ama ufukta herh a n g i bir çöz ü m
görünm üyor. Y i n e de bence b u konudaki bakış açısı değişmek üzere.
Fra ncione ' n i n b u cesu r ve ufuk açıcı kita b ı n ı n , biz insanların hayva n l a ra
yönelik bakışı m ızda ve bu bakışın onlara karşı davra n ışlarımıza ya n s ı m a
biçi m i nde b i r d ö n ü m noktası ya rataca ğ ı n a i n a n ıyoru m . "
İ letişim' den

TO M REGAN

Kafes l e r
Boşa l s ı n
Ç E V i R E N S e r p i l Ç a ğ l aya n • 3 1 6 s a yfa

"Aç m ü şteriler kafeslere dol d u r u l m u ş ked i v e köpekleri incel iyorlar,


a ra l a r ı n d a hayva n l a r hakkında yoru mlar yapıyor; son ra da kararlarını
veriyo rlar. N i hayet b i r adam, meta l bir maşayla uzun tüylü bir ked iyi
kafesinden hızla çek i p a l ıyo r ve a pa r topa r mutfağa sokuyor. ( . . . )
O u z u n tüylü beyaz ked i bunca yıl nasıl da a k l ı ma ta kılıp ka lmış ! O n u n
o a c ı n a s ı d u r u m u n u n ben i m için i n s a n sö m ü rüsünün pençesi ne düşmüş
tüm h ayva n l a r ı n d u ru m u n u sembolize etmesinden olsa gerek. H içbir
suçu o l m aya n t ü m o masu m l a rı n sembol ü . i n s a n hoyratlığ ıyla ka rşı
karşıya ka lan tüm ça resizlerin sembolü . . . "

H ayva n l a r kon usundaki duya rl ı l ı ğ ı n ı n nasıl geliştiğini, hayva n hakları


ha reketi n i n önde gelen entelektüellerinden Tom Regan böyle
a n l atıyo r. Kafesler Boşalsm ' d a , insan türü n ü n hayva n l a r üzeri ndeki
taha k k ü m ü n ü n örnekleri gözler ö n ü ne seril iyo r. " i nsanların hayva n l a ra
korku n ç şeyler ya p m a ktan vazgeçmeleri ! " g i bi basit bir talebi d i l l e n d i ren
hayva n hakları savu nucuları n ı n , teorileri n i ve eylemleri n i hangi düşü nce
ve değerlere daya n d ı rdıkları, m ü cadeleleri n i h a n g i felsefi saiklerden yola
çıkarak örd ü kleri açıklan ıyor. Ka fesler Boşalsm, türe daya l ı ayrı mcı l ı ğ ı
orta d a n ka l d ı rmayı a maçlaya n h ayva n h a k l a r ı m ücadelesi n i n felsefi
kilo metre taşla rından . . .

You might also like