You are on page 1of 28

1.

İnsan güvenliği konusunu göç ve Türkiye ekseninde inceleyin


İnsan güvenliği kavramı Soğuk Savaş sonrasında 20.yy sonlarına doğru dünya gündemine giren bir
meseledir. Onun öncesinde kabul edilen ve bilinen güvenlik meselesi daha çok devlet odaklıdır.
Soğuk Savaş sonrasında gerek devlet çıkarları sebebiyle gerek etnik ve dini anlaşmazlıklar
sebebiyle yaşanan trajediler -92-93 Somali ve 99 Kosova- insan güvenliği konusunun, uluslararası
ilişkiler gündeminde daha geniş bir yer bularak uluslararası toplumun bu konuda daha görünür
olmasına yol açmıştır. Yeni insan güvenliği 92’de BM Genel Sekreteri tarafından yazılan Barış
Gündemine dayanmaktadır. 93’te de BM Kalkınma Programı Yıllık Raporunda insan güvenliği
kavramına yer verilmiştir. Bu belge küresel güvenliğe karşı tehditlerin sadece askeri olmadığını da
göstermektedir. Yine 94’te BM kalkınma programının İnsani Gelişme Raporu güvenlik kavramını
daha geniş çerçevede ele alarak insan güvenliğini de bu çerçevede kavramsallaştırılmıştır. 94’teki
UNDP raporunda insan güvenliği kavramının 7 ögesi sıralanmıştır: Ekonomik güvenlik, yiyecek
güvenliği, sağlık güvenliği, çevresel güvenlik, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, siyasal
güvenlik. İnsanların yokluktan ve korkudan muaf olması için gerekli koşullar ele alınmaya
başlamıştır. 2000’de BM İnsan Güvenliği Komisyonu oluşturulmuş, 2003’te Şimdi İnsan Güvenliği
raporu yayınlanmıştır. Hatta UCM gibi insan güvenliği insan hakları ve insancıl hukuku ihlal
edenlerin yargılandığı uluslararası bir mahkeme bile kurulmuştur. Kısacası 90’larla birlikte BM
gündeminde silahlı çatışmalardan etkilenen çocuklar, ırka dayalı ayrımcılık, kadın hakları ve
mültecilerin sorunları gibi insan güvenliği ile ilgili konular daha çok yer almaya başlamış ve
BM’nin faaliyetleri de bu doğrultuda artmıştır.
“İnsan güvenliği, ilk olarak, açlık, hastalık ve baskı gibi kronik tehditlerden arınma
durumunu belirtmektedir. İkinci olarak, evde, işyerinde ya da toplum içinde nerede olursa
olsun, insanların günlük yaşamlarındaki ani ve ıstırap verici dalgalanmalar karşısında
korunması durumunu ifade etmektedir.” -UNDP 94
Göç, salgın hastalıklar, yoksulluk, toplumlar arası çatışmalar, kalkınma, silah ticareti, eğitim, kadın
ve çocukların istismarı gibi genellikle gelişmekte olan ülkelerin karşılaştığı tehditler, insan
güvenliği kavramsallaştırması altında incelenebilmektedir. BMKP’nin 2002’deki raporunda insan
güvenliğine tehdit oluşturan bir etmen olarak uluslararası göç de ele alınmıştır. Aslında bu tanım bir
kısır döngü yaratmakta ve bu açıdan bakıldığında insan güvenliği kavramının da sorunlu olduğu
ortaya çıkmaktadır. Aslında göç, insan güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizlik sonucunda ortaya
çıkmakta ve aşırı kısıtlayıcı önlemler yüzünden de yine insan güvenliğine yönelik bir tehdit haline
gelmektedir.
İnsan güvenliği kavramını zorunlu göç özelinde ele aldığımızda göçmenlerin çoğu doğrudan ya da
dolaylı tehditler nedeniyle güvenlik ögelerinin yokluğu ya da yetersizliği sonucu bulundukları
yerlerden ayrılarak başka ülkelere gitmek üzere yola çıkmaktadırlar. Ancak bazı devletlerin insani
kriz hallerinde dahi çeşitli belge taleplerinde bulunması mültecilerin riskli yollara başvurarak
ülkeden ayrılma yolları aramasına sebep olmaktadır. Göç edenlerin bazıları gidecekleri ülkeye
ulaşırken bazıları da yolculuk sırasında deniz kazalarında, kara mayınları ya da hava koşulları gibi
pek çok zorlu yolculuk koşulu sebebiyle hayatlarını kaybetmektedirler. Ayrıca ulaştıkları
ülkelerden, geldikleri ülkelere sınır dışı edilmeleri ya da insan ticareti mağduru olma ihtimalleri de
bulunmaktadır. Göç bu şekilde, insan güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizliklerin bir sonucu
olarak gerçekleşmekte ve ülkelerin uyguladığı kısıtlayıcı göç politikaları ve önlemler yüzünden yine
insan güvenliğine yönelik bir tehdit haline gelmektedir.
Suriye Krizi özelinde değerlendirmek gerekirse, Bilhassa Arap Baharı ile birlikte tetiklenen Esad
rejimine karşı gösterilerin rejim ve muhalifler arasında çatışmalara dönüşmesi, ülkedeki güç
boşluğundan yararlanan IŞİD, PYD ve benzeri terör örgütlerinin harekete geçmesiyle birlikte,
1
Suriye’de insan güvenliği büyük tehdit altında kalmıştır. Çatışmalar, sağlık hizmetlerinden gıdaya
eğitime erişimi engellemiş ve çalışma koşullarının kötüleşmesine ortadan kalkmasına neden olmuş
hayatı olumsuz etkilemiştir. Aynı zamanda bireysel silahlanmanın da artmasıyla insan hakları
ihlalleri sürekli hale gelmiştir. Bunun sonucunda pek çok kişi ülkelerini terk ederek başta Türkiye
olmak üzere farklı ülkelere zorunlu olarak göç etmişlerdir. Çatışmalardan dolayı ülkelerini terk
etmek zorunda kalan insanlar bölge ülkelerine kitlesel göç başlatmış, bu durum hem mülteciler hem
gittikleri ülkeler için eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi bir çok sosyo ekonomik sorunu
beraberinde getirmiştir. Türkiye mülteci krizine elinden geldiği kadar cevap vermeye çalışsa da
krizle başa çıkmakta zorlanmış, uluslararası kurumların ülkelerin ve STK’ların organizasyonuyla
Bölgesel Müdahale Planı çerçevesinde ua kurumlardan maddi manevi yardım almıştır.
Suriyeden gelen mülteciler için Türkiye baştan itibaren açık kapı politikası uygulamıştır yine de
güvenlik kaygıları nedeniyle göç edenlerin geçişlerini daha sınırlı tutmaya çalışmıştır. Hatta
gelenlerin sınıra yakın bölgelerde AFAD, Kızılay vb aracılığıyla hazırlanan kamplarda kalması için
çaba gösterilmiştir. Daha uzun vadede temel barınma, gıda dışında istihdam, eğitim ve sağlıklarına
yönelik çalışmalar yapılmaya çalışılmıştır. Başta “sığınmacı” olarak kabul edilen Suriyeliler 2014’te
Suriyedeki durumun henüz sona ermeyeceğinin görülmesinin de etkisiyle gelenlere “geçici koruma
statüsü” verilmiş, sığınmacıların bu hukuki statüyle eğitim, barınma, çalışma, sağlık, tercümanlık
haklarından yararlanmalarının önü açılmıştır. İnsan güvenliğini oluşturan 7 maddede Türkiye’de
bulunan özellikle Suriyeli göçmenlerin durumunu değerlendirmek gerekirse;
1. Ekonomik Güvenlik
Ekonomik güvenlik penceresinden bakıldığında, Suriyelilerin ihtiyaçlarının karşılanması misafir
oldukları ülkelerin hükümetlerine iktisadi zorluklar oluşturdukları gibi, gelenlerin barınma, istihdam
gibi alanlarda demografik yapıyı değiştirmeleri ev sahibi toplumların ekonomisini de etkilemiştir.
Kamp dışında yaşayanların sayısının da fazla olması sebebiyle söz konusu bölgelerde konaklama
fiyatlarının yükselmesi insanların daha kötü şartlarda yaşamasına, iş gücü arzının artması ise
ücretlerin düşmesine yol açmıştır. Geçici koruma kapsamında çalışma hakkı kazanmış ve asgari
ücret uygulamasına tabi olmuş olsalar da mültecilerin kayıt dışı çalıştırılması ve düşük ücreti kabul
etmek zorunda kalmaları ekonomik güvenliklerini olumsuz olarak etkilemiştir.
Suriye’den yoğun göç alan illerde işgücü arzının talepten daha fazla olması ücretlerin düşmesine
neden olmaktadır. Düşüşteki bir diğer neden, göç edenlerin büyük kısmının çalışma izninin
olmamasıdır. Yasal olarak haklarını arayamayan göçmenler, vatandaşlarla aynı işleri daha düşük
ücretlerle ve sosyal güvence olmadan yapmaktadır. Dahası çocuk işçi gibi sorunlar da ortaya
çıkmakta ve bu kişiler daha fazla sömürüye maruz kalmaktadır. Güvencesiz çalışma daha düşük
ücret, bazen ücretin alınmaması ve gerekçesiz işten çıkarılmaları da beraberinde getirebilmektedir.
Bu, hem iş güvenliği ve gelir eşitliği bakımından bölgedeki vatandaşlar ve göçmenler için ciddi
sorun teşkil etmektedir. Bunun da dışında, daha düşük ücretle çalıştırılacakları için tercih sebebi
olan Suriyeliler ve yerel nüfus arasında da gerilimlere neden olabilmektedir.
Çalışma imkanlarının azlığı, düşük ücretler; eğitim, sağlık beslenme gibi alanlarda olduğu gibi
mültecilerin barınma ihtiyaçlarını da olumsuz etkilemiştir. %80 üzerinde Suriyelinin kamp dışında
yaşamasıyla birlikte valilik ve belediyelerce kamp dışında yaşayan Suriyelilere ortalama 250 TL
kira yardımı sağlanırken, belediyeler, AFADi Kızılay gibi kurumlar da AB ve BM fonları haricinde
aylık kişi başı 85-100 TL yardım yapmaktadır. Çoğu mültecinin iş bulamaması ve yeterli gelir elde
edememesi, su, elektrik, ısınma imkanına sahip olmayan kötü ve düşük standartlarda evlerde
kalmalarına neden olmuştur.
2. Gıda Güvenliği

2
Gıda güvenliği açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’ye göç edenlerin bir kısmı kamplarda bir
kısmı kamp dışında yaşamaktadır. Kamplarda kalanlar açısından BM yardımları, AFAD, Kızılay ve
Dünya Gıda Programı ile işbirliği yapılarak elektronik gıda kartı gibi desteklerle asgari yiyeceğe
erişimin mümkün olduğu raporlarda yer almaktadır. Kartlarla Suriyelilerin gıda malzemelerini
anlaşmalı yerlerden temin etmesi, kendi isteklerine uygun yiyeceklere ulaşabilmeleri hedeflenmiştir.
Bunun haricinde kampların dışında kalanların da e-kart uygulamasından yararlanabildiği kayıtlara
geçmiştir özellikle 2015-17 arası bu kartlardan yararlanmışlar sonrasında ise e-kart yanında Sosyal
Uyum Yardım programı kapsamında gıda malzemelerini karşılamak için kişi başı 100 TL destekli
bir programa yönlendirilmişlerdir. Bazı bölgesel kurumların bölgelerinde yaşayan Suriyelilere gıda
ve mutfak kolisi yardımı yaptıkları, Ankara gibi yerlerde aşevi uygulamalarının olduğu
bilinmektedir. Yine de Suriyeli nüfusun yoğun olması ve her birinin bu şartlara eşit olarak
ulaşamadığı göz önünde bulundurulduğunda, ekonomik kaynakları yetersiz olanlar bakımından gıda
güvenliğinin tam olarak sağlandığı söylenemeyecektir.
3. Sağlık Güvenliği
Sağlık hizmetlerine erişim ve sağlık güvenliği açısından ise çatışma bölgelerinde sağlık hizmetine
ihtiyaç duyanlara erişim, tıbbi malzemelerin Suriyeye ulaştırılması, Suriyede tedavi imkanı
bulamayan yaralıların komşu ülkelere sevki, ülkelere sığınan mültecilerin temel sağlık
hizmetlerinden yararlanabilmesi Suriye krizinde sağlık güvenliğinin bileşenlerini oluşturmaktadır.
Türkiye özelinde Suriye’den göç edenlerin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için 2013’te
özel bir genelge düzenlenmiş ve Suriyeden göç edenlerin temel sağlık hizmetlerinden
yararlanabilmelerinin önü açılmıştır. Hükümet fonlarıyla sağlık hizmetleri, çocuklar için aşılama
kampanyaları düzenlenmiştir -kamplar-. Ancak kamp dışındakilerin sağlık hizmetleri daha büyük
bir sorun teşkil etmiş, gerek dilsel yetersizlik gerek hakları konusunda bilgi eksikliği sebebiyle
mülteciler ülkedeki sağlık imkanlarına tam olarak ulaşamamaktadır. Kronik hastalıklar ve sürekli
tedavi gerektiren hastalıklar da ne yazık ki bu kapsamda ele alınmamaktadır. Bunun yanında Türk
Sağlık Bakanlığı mültecilerin yoğun yaşadığı illere Göçmen Sağlığı Merkezleri kurarak bunları
arttırmaya çalışmaktadır. Yine de bu uygulamanın ilden ile değiştiği gözlemlenmektedir. Kamp
bölgelerinde sağlık uygulamaları daha kontrollü şekilde ilerlemeye devam ederken, kamp dışı
alanlarda tam kontrolün imkansızlığı bölgesel farklılıklar sebebiyle uygulamalar farklılık
gösterebilmektedir. Örneğin Bazı bölgelerde STK’ların girişimiyle mültecilerin sağlık
hizmetlerinden yararlanabilmesi için doktor ve muayene desteği yanında tercüme faaliyetleri de
uygulanabilirken, bazı yerlerde bu uygulanamamaktadır.
4. Çevresel Güvenlik
Çevresel güvenlik açısından, ekonomik olarak yeterli imkanı olmayan Suriyelilerin gıda, temiz su
gibi temel gereksinimlere uygun yaşamlarını sağlayacak güvenli çevreye erişimlerinin sorunlu
olduğu görülmektedir. Kötü yakıt kullanımı hava kirliliğini arttırırken, çarpık kentleşme,
gecekondulaşma gibi sadece mülteciler için değil herkes için çevresel güvenliği tehdit eden olaylar
yaşanmakta, hatta pek çok Suriyelinin de park ve bahçelerde kendilerine yer bulmaya çalıştıkları
bilinmektedir. Bunun yanında artan nüfusla beraber kaynak tüketimindeki yükselik de yine çevresel
güvenliki tehdit eden bir başka undurdur. Kamplarda yaşayanları açısından temiz su ve gıdaya
erişim, kanalizasyon temini, her bölgeye temizlik personelinin görevlendirilmesi, çöplerin
toplanması, her çadıra temizlik malzemesi yardımı gibi yardımlar sağlanıyor olsa da ancak ne yazık
ki gelenlerin %80’den fazlasının kamp dışında yaşadığı bilinmektedir, dolayısıyla TR’de
Suriyelilerin yaşadığı sorunların asıl önemli kısmıyla dışarıdakiler mücadele etmektedir.
Kamplardaki kapasitenin dolması nedeniyle kamplarda da daha fazla kişi barınamamaktadır. Bu
noktada belediye hizmetlerinin desteklerinin alınarak çevresel güvenliğin sağlanmasına
çalışılmaktadır.
3
5. Bireysel Güvenlik
Kişilerin her türlü baskı ve şiddetten uzak olması olarak tanımlanan bireysel güvenlik açısından
bakıldığında, özellikle barınma merkezlerinde bulunan mültecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla
Türk hükümeti kamp dışında polis, jandarma kuvvetleri, içeride ise özel güvenlik memurları
görevlendirmiş, kampları 24 saat güvenlik kameralarıyla izlemektedir. Suriyeliler açısından
kamplardaki güvenlik önlemleri ve Avrupadakilere nazaran yerel halkın daha ılımlı yaklaşımı
sebebiyle Suriyelilerin kamplarda Avrupaya nazaran kendilerini daha güvenli hissettikleri
kaydedilse de, güvenlikle ilgili bir sorun yaşadıklarında başvuracakları merciileri de bilmedikleri
görülmektedir. Yine de kampların özellikle çatışmanın olduğu Suriye’nin sınır bölgelerinde olması,
tam bir güvenlik hissinin olmasını engellemektedir, kör bir kurşunun gelme ihtimali ya da çatışma
bölgelerinden duyulan sesler bile buradaki mültecilerin kendilerini güvensiz hissetmesine neden
olabilmektedir. Bunun yanında sadece güvenlik görevlileriyle bireysel güvenlik elbette
sağlanamamaktadır, aile içi şiddet, güvenlik endişesiyle kadınların evlendirilmesi, kamp dışında
yalnız kadınlara istismar ve kadın ticaretine karşı daha savunmasız olmaları sebebiyle de bu yönde
gelenlere danışmanlık, denetim ve güvenlik hizmetlerinin arttırılması gerekmiştir.
Birey güvenliği kapsamında çocukların korunması ve eğitime erişimleri konusunda özellikle
yaşanan olaylarla psikolojik travma yaşama riski artan çocuklarda kayıp neslin oluşmaması için
eğitim programları yürürlüğe koyulmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında okul çağındaki çocukların
öğrenimlerine devam etmeleri sağlanmaya çalışılmış çocukların Türk okullarında ya da GEM’de
öğretime devam edebilmeleri için çalışmalar yapılmıştır. Geçici Eğitim Merkezleri’nde Suriye
müfredatıyla Arapça ilk ve orta öğretim yürütülmektedir, çocukların %78’i buralarda okullara
devam etmektedir. Ancak Eğtim olanaklarına ulaşımlası bakımından kamp içinde veya dışında
yaşamak büyük farklılık oluşturmuştur. Kamptaki cocukların %83’ü okula devam ederken dışarıda
bu oran %14 civarlarındadır. Uygun belge eksikliği, eğitim masrafları, okula uzaklık, güvenlik
meselesi, kültüre, dilsel engeller, müfredat farklılıkları ya da çalışmak zorunda olmak Suriyeli
cocuların eğitim haklarına ulaşmalarını zorlaştırmıştır.
Suriyeli çocukların eğitimlerinde bir diğer sorun da artan nüfusa bağlı olarak ortaya çıkan altyapı
problemleri olmuş, eğitim verilecek binanın bulunması ve kiralanması için finansal desteğin
sağlanması, öğretmenlerin maaşlarının karşılanması ve eğitim malzemelerinin tedariki hem Türk
hükümetinin hem de uluslararası kuruluşların katkısı ile mümkün olmuştur. AFAD, MEB ve
UNICEF işbirliği ile inşa edilen GEM’lerin yanı sıra 655 bin çocuğa kırtasiye desteği, 11 bin
gönüllü Suriyeli öğretmene maaş ödemesi, 21 kütüphane açılması, gönüllü 30 bin Suriyeli
öğretmene eğitim verilmesi gibi faaliyetler gerçekleştirilmiştir. Suriyeli mültecilerin entegrasyonu
ve Türklerle iletişim kurmalarını kolaylaştırmak için belediyeler ve STK’larca Türkçe dil kursları
açılmış, ayrıca üniversite öğrencilerine Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), eğitimlerine Türk
üniversitelerinde devam edebilme imkanı tanımıştır. Yine bazı bölgelerde çocuklar için faaliyetler
düzenlenmiş, psiko-sosyal hizmet verilmiş, ailelere ikamet ve sağlık hizmetlerine başvuruda
danışmanlık sağlanmıştır. Suriyeli cocukların eğitiminin desteklenmesi için Avrupa komisyonu ve
STKlarla da ortak çalışmalar yapılmıştır.
6. Toplumsal Güvenlik
Toplumsal güvenlik açısından ise toplumsal güvenlik daha çok sosyal bir olgu olarak önümüze
çıkmakta, farklı gruplar arasında hoşgörünün yaygınlığı, kadın ve çocuk haklarına saygı, engelliler,
azınlıklar gibi dezavantajlı grupların çıkarlarının gözetilmesi gibi unsurları içine almaktadır.
Toplumsal güvenliği tehdit eden unsurlarsa aile kurumunun bozulması, baskının artması, etnik
kimlik temelli gerilimler, dini cinsiyetçi mezhepsel ayrımcılık gibi etkenlerdir. Belirli bir refah
seviyesine ulaşılmasının toplumsal huzur ortamının oluşmasına katkı sağlayacağı düşüncesinden
4
hareketle, mültecilere yönelik gerçekleştirilen ekonomik yardım programlarının ve mültecilerin iş
gücüne katılımının desteklenmesinin toplumsal güvenliğe katkı sağlayacağı öngörülebilmektedir.
Bununla birlikte eğitimin yaygınlaşması, temel değerlerin öğretilmesi, savaşın çocuk ve gençlerin
üzerindeki olumsuz etkilerinin azaltılması ve toplumsallaşmanın gerçekleşmesi için önemli bir adım
sayılmaktadır. Ayrıca kamplar ve diğer bölgelerde bireysel güvenliğin sağlanması da farklılıkların
çatışmaya dönüşecek ortam bulmasını engelleyerek toplumsal güvenliğe katkı sağlamayacağı
düşünülmektedir. Türkiye hükümeti eşitsizlik ve cinsiyetçiliğin azaltılması amacıyla kamplarda
meslek edinme kursları uygulamaktadır. Bu şekilde kadınların meslek öğrenmesi ve sosyalleşmesi
hedeflenmiştir. Bunun dışında, kadınlara yönelik seminerler düzenlenmiş, kadınlara yönelik
psikolojik destek faaliyetleri, geziler yapılarak sosyal hayata aktif katılmaları amaçlanmıştır. Yine
de kampların dışındakiler için durum o kadar iyi görünmemektedir. Suriyeliler açısından gidenlerin
çoğunun gittikleri toplumlara uyum sağlayamamaları, ev sahibi toplumun göçmenlere olumsuz
bakış açısı gibi nedenlerle sorunlar yaşanmıştır. Kitlesel göçün toplumların ekonomik ve
demografik yapısını etkilemesinin toplumsal güvenliği bozucu bir etki olarak değerlendirilmesi de
göçmen karşıtı tepkilere yol açmaktadır. Göç ettikleri yerlerin çoğunda Suriyelilere karşı nefret
söylemine varan haberler yapılmakta, gelenlerin gitmesi yönünde gösteriler yapılmaktadır.
Gençlerin üniversiteli olabilmesinden ev kiralamalarına, yapılan yardımlardan sağlık hizmetlerine
ve çalışma izinlerine kadar her şey özellikle yazılı ve görsel basında olumsuz şekilde yer bulmakta,
konu hakkında yetersiz bilgi sahibi olan kesimlerin de olumsuz duygularını kışkırtmaktadır. Benzer
şekilde bir tutum siyasi güvenlik bağlamında da mevcuttur, Suriyelilerin TR’deki varlıkları yerel
gazetelerde, sosyal medyada bölücülük, terör yandaşlığı gibi kavramlarla birlikte
değerlendirilebilmektedir. Bunlar toplumsal güvenliği son derece zedeleyen unsurlardır.
7.Siyasi Güvenlik
Siyasal güvenlik özelinde, Türkiye ve AB’de mülteciler toplumsal yapıyı etkilediği gibi
politikacıların söylemlerini ve halk desteğini de şekillendirmiştir. Türkiye açısından mülteci
konusunun, sayısının 3,5 milyonu geçmesi ve terör olaylarının artmasıyla siyasi kutuplaşmaya
neden olduğu söylenebilmektedir. Türkiye’de muhalefet güvenlik meseleleri ve mülteci alımlarında
hükümetinin politikalarını eleştirerek denetimin arttırılması ve yerleştirmelerin daha düzenli
yapılması gerekliliğini belirtirken, Avrupa’da sağcı partiler göçmen karşıtı politikalarla öne çıkmaya
başlamış, bunun bir yansıması olarak en fazla mülteci başvurusu kabul eden Almanya’da Angela
Merkel’in oylarının son beş yılın en düşük seviyesinde olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’den
gelenlerin TR sınırlarında ülkelerinde olduğundan daha güvende olduğu gerçektir. Türkiye
hükümeti mültecilerin yaşamlarını devam ettirebilmeleri için çeşitli düzenlemeler yapıyor olsa da
gerek toplumdaki önyargılar gerek mülteci krizinin devlete yüklemiş olduğu ekstra yükten ötürü
artan siyasi kutuplaşmalar çeşitli ortamlarda kendini göstermektedir.
Dolayısıyla Suriye’den göç etmek zorunda kalanların insan güvenliği için 7 temel maddenin
(bireysel, ekonomik güvenliklerinin, gıda, sağlık, çevre, toplumsal, siyasi güvenliklerinin) tam
olarak mevcut olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır.
Suriye’deki çatışmalar çözülmediği müddetçe güvenlik kaygısıyla Suriyeden gelenlerin tekrar
ülkelerine dönebilmeleri mümkün olmayacak gibi görünmektedir. Suriyeli sığınmacıların pek azı
geriye döndüklerinde barınacakları yerleri ve işleri olacağını düşünmektedir. Göçmenlerin gittikleri
ülkelerdeki kalış süreleri arttıkça kendilerini karşılayan ülke halklarından aldıkları tepkiler de
artmaktadır. Tepki sadece süreden ötürü değil, göçmen sayısının fazlalığı, yerel halkın etnik
kökenlerinin, dinlerinin, toplumsal yapılarının farklı olması, demografik yapının değişeceğine dair
oluşan korku, varış ülkesindeki ekonomik koşulların kötülüğü, toplumsal ve ekonomik bir krizin
varlığı ya da ihtimali, göçmenlerin ayrıldıkları ülke ile varış ülkesinin ilişkilerinin kötü olması gibi
nedenlerle artabilmektedir. Ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi problemlerde artış olma
5
ihtimali ve özellikle radikal sağ partilere olan desteklerin de artması endişe kaynağı olmaya
başlamıştır.
İlk etapta hoşgörülü olma üzerinden söylem geliştiren birey, halk ya da devletlerin zamanla
ötekileştirme, ayrımcılık, ırkçılık, nefret söylemi hatta fiili saldırıda bile bulunabildikleri
görülmektedir. Bu sebeplerden, gerek Suriye’den gelenler, gerek zorunlu olarak göç etmek zorunda
kalan diğer gruplar, gerek vatandaşlar bakımından bu durumun insan güvenliğini oluşturan başlıklar
çerçevesinde değerlendirilmesi ve devamında uzun dönem politikalar izlenmesi son derece
önemlidir. Tüm gelen insanlara, insan onuruna yakışan yaşam koşullarını sağlayacak imkanların
oluşturulması son derece önemlidir. Eğitim sağlık barınma çalışma gibi konularda Suriyelilere özel
uygulamaların ötesinde Afgan, Iraklı ya da Filistinli diğer zorunlu göç gruplarına da düzenlemeler
yapılmalı ve bu insanların ötekileştirilmemesi için yerel halka da zorunlu göç konusunda farkındalık
arttıran çalışmalar yapılmalıdır. Tüm insanları kapsayacak eşitlikçi bir zemin oluşturulması da
düzensiz göçü önleme çabalarından çok daha etkili olacağı ve insan güvenliğini gerçekten
sağlamayı hedefleyen politikaların bu eşitlikçi anlayış üzerinde oluşturulması gerekliliği de
unutulmamalıdır.

2. Uluslararası göç kavramını uluslararası ilişkiler teorilerinden biri ekseninde inceleyin


Uluslararası göç meselesi dünya tarihine çok yabancı bir olgu olmamasına rağmen. Uluslararası
ilişkiler özelinde uluslararası göçün ele alınmaya başlaması çok daha geç tarihlerde başlamıştır.
Özellikle geleneksel teoriler bazında bakıldığında göç meselesinin genellikle güvenlik ekseninde ele
alındığı görülmektedir.
Neo-realism
Neo realizm’e göre:
1) Devletler ana aktörlerdir.
2) Ana amaçları hayatta kalmak ve self-helptir ve rasyonel olarak kendi çıkarlarını maksimize
etmekle ilgilenirler.
3) Diğer devletlere kıyasla göreceli kazançla ilgilenirler (relative gains)
4) Devletler fonksiyonel olarak kendi kapasitelerine göre farklılaşırlar.
5) Anarşi uluslararası sistemin düzenidir. Özetle, bu yaklaşımlara göre askeri gücünü maksimize
etmeye çalışan karmaşık yapıdaki devletler birer “kara kutudur”.
Uluslararası politikada ise;
1) düzeni sağlayan devletlerin hayatta kalmak için askeri gücünü maksimize etmesiyle ortaya
çıkan “güçler dengesi”dir.
2) Uluslararası işbirliği oldukça sınırlıdır. Devletler amoral, kendi çıkarına odaklı güç maksimize
eden aktörlerdir ve göreceli kazançlarıyla ilgilenirler, uzun vadeli işbirliği mümkün değildir.
Neo-realistlere göre uluslararası işbirliği oldukça sınırlıdır. Çünkü devletler kendi çıkarlarına odaklı,
göreceli kazançla ilgilenen aktörlerdir. Uluslararası işbirliği ancak güçlü devletlerin çok önemli
çıkarlarıyla uyuşuyorsa kısa vadeli mümkün olabilir. Küresel düzeyde kollektif eylem ancak self-
interested hegemonya ile açıklanabilir. Devletlerin çıkarları maksimize etmek için nasıl davranması
gerektiğine dair neo-realizmin ortaya koyguduğu görüşler:
Waltz’in defensive realizm perspektifi; devletlerin dengelemeyle ilgilenmeleri gerektiğini savunur.
Güçler dengesi devam ettiği sürece, barış ve istikrar sağlanabilir.
6
Mearsheimer’ın offensive realizm perspektifine göre ise, büyük güçlerin her koşulda agresif
güçlerini sürdürmelerini önermektedir.
Waltz “balance of threat” -tehdit dengesi.
Neo-realizm ve uluslararası göç
Neorealizm için göç kavramı küresel politikada çok da üstünde durulan bir mesele değildir,
dolayısıyla bu konuda neo realist perspektifte yapılmış çok az çalışma vardır ya da neredeyse
yoktur. Neo-realizm askeri güç, barışın ve savaşın siyaseti ya da hard security konularına soft
security konusundan daha fazla önem vermektedir. Neo realizmde devletler kara kutulardır ve
kutunun içindeki zorunlu göçün nedenine, sonucuna ya da buna karşı verdiği cevaplara ilişkin
açıklamalarını görmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla, zorunlu göçte, ancak kaynak ülke, ev
sahibi ülke ve üçüncü ülkenin karakterleri bize göçün sonuçlarıyla ilgili çeşitli açıklamalar verebilir.
Zorunlu göçün siyaseti de sistem düzeyinde askeri güç kapasitesi dağılımı gibi değişkenlere
indirgenememektedir. Ancak bu tabiki neo realizmin zorunlu göçle ilgili hiçbir şey söylemediği
anlamına da gelmez. Zorunlu göçün nedenlerini, sonuçlarını ve responselarını ; devletlerin, askeri
çıkarlarını ve göreceli güvenliklerini maksimize etmeyle ilgili ürünleri olarak görmektedir. (by-
product of states)
1. Zorunlu göç, önemli olarak güç dengesini değiştirmekle nitelendirilebilir. Neo realistler,
uluslararası çatışmaların güçler dengesindeki değişmeler sonucu olduğunu düşünmektedir.
Güçler dengesi tutulduğu sürece uluslararası sistemde bir istikrar vardır eğer bir kere güç
boşluğu ya da güç kayması olursa, çatışma taban kayması sürecini şekillendirecektir. Örneğin
Avrupa, Güney Asya ve Orta Doğu’da uluslararası çatışmaların, devletlerin bölünmesinin
yaratılmasının yaşandığı süreçlerin insanların yerinden edilmesine yol açtığı
vurgulanmaktadır. Realist bakış açısına göre, League of Nations Mülteciler Yüksek
Komiserliği ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin yaratılmasına neden olan mülteci
krizleri, 1914-1915 arasındaki Avrupadaki güç dengesindeki değişimlerin ürünleridir.
2. Devletler, zorunlu göçü ancak güvenlik çerçevesinde baktıklarında önemsemektedirler.
Zorunlu göç yalnızca ulusal güvenlikle ilişkisi olduğu sürece önemlidir. Örneğin ana akım
teoriler zorunlu göçü hep ulusal güvenlik ekseninde incelemiştir. Örneğin Güney eyaleti
bağlamında, mülteci kampları daha geniş silah kaçakçılığı alanı ya da savaşçılara sığınak
sunan yerler olarak tanımlanabilmektedir. Alternatif olarak, mültecilerin başka bir devletin
topraklarında bulunmasının, yerlerinden edilmiş insanlarla yerel ev sahibi nüfus arasında
kaynaklar için gerilim veya rekabet yaratarak ulusal güvenliğe zarar verebileceği iddia
edilmektedir.
3. Devletlerler, sadece kendilerini ilgilendiren (self-interested) nedenlerden dolayı zorunlu
göçmenlere koruma ve çözüm sağlanmasına katkıda bulunacaktır. Neo realist bakışta,
devletlerin özgecil ya da etik yönelimli davranışlarda bulunmaları pek mümkün değildir.
Dolayısıyla neorealizm devletlerin zorunlu göçle ilgili onları korumaya, çözmeye yönelik
yaklaşımlarında yerlerinden edilmiş kişilerin refahı için fedakar bir endişe ile hareket
etmeyeceklerini öngörmektedir. Aksine devletlerin konuyla ilgili yaklaşımlarının daha seçici
ve daha geniş ilgi alanlarına dayanmasını beklemektedir. Örneğin, Soğuk savaş sırasında
stratejik soğuk savaş çıkarları nedeniyle mültecilere sığınma ve yeniden yerleşme verilmişti.
SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinden gelen savunuculara iltica etmek, komünizmi
itibarsızlaştırmanın bir aracı olarak görülüyordu. UNHCR tarihi boyunca devletler, UNHCR’a
yaptıkları katkıları kendi stratejik ve güvenlik çıkarlarına uygun olarak seçici şekilde
yapmışlardır. Devletlerin korunma ve çözümlere katkıda bulunma konusunda çıkarları
olmadığında, uluslararası kurumların onların davranışları üzerinde çok az etkisi olacaktır.
7
Devletler genellikle Güvenlik temelli ya da ekonomik temelli çıkarlarını en üst düzeye
çıkarmaya çalışacaklardır.
4. Zorunlu göçle ilgili uluslararası işbirliği ancak hegemonya olduğunda gerçekleşir. Neo
realistlere göre ua işbirliğinin yerinden edilmenin temel nedenlerini ele alma, koruma sağlama
ya da çözüm getirme umutları son derece sınırlıdır. Devletler kendi çıkarlarına göre hareket
edecek ve uzun vadeli kurumsallaşmış işbirliği ile kendilerini sınırlandırmak
istemeyeceklerdir. Kollektif eylemin gerçekleşeceği tek an, bir hegemonun zorunlu göçle ilgili
güçlü bir çıkara sahip olması ya da sorunu çözme maliyetlerini tek taraflı olarak zayıflatması
ya da diğer zayıf devletlerden uyumu zorlamasıdır. Örneğin, ABD İkinci Dünya Savaşından
sonra Avrupadaki mülteci krizlerine karşı güçlü bi ilgisi vardı ve 1970’lerden sonra Hint-Çin
toplu göçüne karşı çıkma konusunda büyük bir ilgiye sahipken, 70’lerden sonra Hint-Çin
kitlesel göçü yeniden yerleşmenin önemli bir kısmını ve yük paylaşımı girişimlerinin finansal
maliyetlerini değerlendirmek üzere hazırlanmıştı.
Liberal kurumsalcılık
Liberal kurumsalcılık, 1970’lerin sonunda devletler arasında uluslararası işbirliğinin arttığını
gözlemleyerek ortaya çıkmıştır. Liberal kurumsalcılık tek bir önemli fark dışında neo realizmle aynı
varsayımlarda bulunmaktadır: Devletler göreceli kazançtan ziyade mutlak kazançla (absolute gains)
ilgilenirler. Bunun dışında devletler rasyonel kendi çıkarlarına odaklı güç arttırıcılar olmaya devam
etmektedirler. Absolute gaine inançları uluslararası işbirliği ile ilgili varsayımları da önemli ölçüde
değiştirmektedir. Eğer devletler mutlak kazançlarla ilgileniyorlarsa, işbirliği karşılıklı kazanç için
fırsatlar sunabilir ve dünya politikaları bir zero sum gameden ziyade pozitif toplamlı bir oyun haline
gelebilir. Devletlerin uluslararası işbirliğinden karşılıklı olarak yararlanabileceği göz önüne
alındığında, uluslararası kuruluşlar bu işbirliğini kolaylaştırmada önemli bir rol oynayabilir.
Kurumlar devletlerin kollektif olarak hareket etmekten, izole davranmakta olduklarından daha iyi
olmalarını sağlayabilir.
Liberal kurumsalcılık, uluslararası kuruluşların küresel kamu mallarının sağlanmasında oynayacağı
rolü vurgulamaktadır. Örneğin iklim değişikliğinin azaltılması, çocuk felci aşısının gelişimi gibi
uluslararası eylemler bunların içinde sayılabilir. Kurumlar, devletlerin küresel kamu malları
sağlamada ileri sürdüğü koşulları yaratarak bu sorunun üstesinden gelebilir.
Liberal institutionalizm, uluslararası göçle ilgili özel bi ilgiye sahiptir çünkü zorunlu göçün farklı
yönleriyle ilgili uluslararası işbirliğinin yaşandığı koşulları açıklamaya yardımcı olabilir. Küresel
mülteci rejimi gibi uluslararası rejimlerin ne zaman ve niçin ortaya çıktığı ve ne zaman etkili
oldukları hakkında fikir verebilir. Öte yandan, liberal kurumculuğun temel sınırlaması, neo-realizm
gibi, devletleri farklılaştırılmamış kara kutu aktörler olarak görüyor ve uluslararası politikaya
yalnızca devletler arası seviyede bakıyor olmasıdır.
1. Devletler, karşılıklı ortak çıkarları nedeniyle zorunlu göçle ilgili uluslararası kurumlar
oluşturmuş ve sürdürmüştür. Liberal kurumsalcı bakışa göre, devletler 1951 Mülteci
sözleşmesini kendi çıkarlarına hizmet edeceğine inandıkları için oluşturmaya karar
vermişlerdir. Rejimin şunları yapacağına inanmışlardır: i) devlet içindeki yerinden edilmiş
kişileri yeniden birleştirerek güvenlik sağlamak; ii) insani bir işlevi yerine getirmek.
Sığınmanın sağlanması her bir devlete bir maliyet getirse de rejimin varlığı bir takım yararlar
sağlamış ve bu nedenle devletler diğerleriyle işbirliği yapmaya yanaşmıştır. Rejim bu
karşılıklılığın gerçekleşmesi için şartları yaratmıştır. Devletler, uluslararası işbirliğinin uzun
vadeli faydalarını kabul ederler ve bu nedenle karşılıklılık konusunda uzun vadeki güven inşa
edebilecek uluslararası bir rejim oluşturmak için çalışmaya başlarlar.

8
2. Zorunlu göçle ilgili uluslararası kuruluşlar, devletlerin farklı davranmaları için rasyonel
teşvikler oluşturarak devletleri etkileyebilir ve uluslararası işbirliğini kolaylaştırabilir. Bu
anlaşmaları denetlemek için uluslararası anlaşmalar ve uluslararası kuruluşların oluşturulması,
rasyonel davranan devletlerin davranışlarını ayarlama konusunda teşvikler yaratır. Örneğin
mülteci rejiminin yaptırım mekanizması olmasa da devletlerin mültecilere nasıl tepki vereceği
üzerinde bir etkisi vardır. 1951 Sözleşmesinin 35. maddesinde yer alan BMMYK’nın gözetimi
ve izlenmesi işlevi, devletlerin geri göndermeme ilkesi gibi normları ihlal ettikleri takdirde
ihlalci olarak tanımlanabileceği ve vurgulanabileceğini öngörmektedir. Bu uluslararası
kurumsal çerçeve, devletlerin rejime uymanın uzun vadede kendi çıkarlarına olduğunu
göstermektedir çünkü a) genel rejimin varlığına değer vermektedirler ve b) uymazlarsa free-
riders -hazıra konucu, kaytarıcı- olarak tanımlanacaklarını ve diğer devletlerin de işbirliği
yapmayı bırakabileceklerini bilmektedirler.
Analitik Liberalizm
Pek çok IR teorisi dünya siyasetini sistemde ya da devletler arası düzeyde analiz etmektedir.
Böylece iç politikanın rolünü biraz göz ardı etmişlerdir. IR’nin en büyük zorlukların biri iç ve dış
politika arasındaki ilişkinin nasıl kavramsallaştırılacağı olmuştur. Analitik liberalizmin en büyük
katkısı, devletlerarası ilişkiler teorisini korumunun olasılığını zedelememekle birlikte iç politikayı
IR’ye yeniden sokmasıdır. Moravcsik ulusal çıkarların yerel tercihlerin toplanmasında ortaya
çıktığını savunmaktadır. Özellikle dış politika, devlet içinde çıkar grubu oluşumundan ve
lobicilikten kaynaklanmaktadır. Sistem seviyesindeki olaylar sadece iç tercihlere geri bildirim
yaptıkları sürece önemlidir. Moravcsik’e göre önemli olarak devletin iç karakteri ve iç politikasıdır.
Analitik liberalizm uluslararası zorunlu göç politikalarını analiz etmemiştir. Ancak uluslararası
politikanın iki düzeyde araştırılmasına olanak sağlaması ve iç politika ve tercihlerin analize tekrar
kazandırılması nedeniyle katkı sağlamıştır. Devletler iltica veya mülteci koruması sağladığında veya
ÜİYOK’lerle ilgili insancıl bir eylemde bulunduğunda, bu davranış iç politikadan ve devletin
karakterinden önemli ölçüde etkilenir. Kamuoyu, seçim politikası, çıkar grupları, devletin karar
alma prosedürleri ve bu devletin temel siyasi değerleri, mültecilere ve ÜİYOK'lere nasıl cevap
verdiği konusunu etkilemektedir.
1. İç politika, devletlerin mültecilere ve diğer zorunlu göçmenlere verdiği yanıtları önemli
ölçüde etkilemektedir. Analitik liberalizm, devletlerin zorunla göçle ilgili yollarının sadece
kendi bölgeleri içinde değil, aynı zamanda dışarıda da iç politik süreçten güçlü şekilde
etkilendiğini savunmaktadır. Örneğin, hem Kuzey hem de Güney'deki 1990'lardan bu yana
“iltica krizinde” medya, seçim kampanyaları ve kamuoyu bilgilendirme kampanyaları yoluyla
yürütülen iç politika, iltica ve mülteci politikalarını şekillendirmiştir. Kuzeyde medya ve
siyasallaşma sığınmacılara karşı bir tepki vermeye katkıda bulunmuştur. Bu, kendiliğinden
gelen sığınma kanallarına erişimlerini sınırlayarak mültecileri ve ÜİYOK'leri güvence altına
almak için tasarlanmış dış politikaların geliştirilmesine katkıda bulunmuştur.
2. İç politikadaki çıkar grupları, devletlerin uluslararası tepkilerini şekillendirmektedir. Çeşitli
aşamalarda, devletler çıkar grubu oluşturma ve lobicilik temelinde mültecilere ve
sığınmaıcılara yönelik az ya da çok cömert ve açık politikalar benimsemiştir. Devletler,
özellikle bir ülkenin iç politikasında diaspora gruplaırının aktif olduğu yerlerde, genellikle
yerinden edilmiş kişilerin daha fazla yerleştirilmesi veya insani yardım için etkili bir şekilde
lobi yapmayı başarabilirler. Örneğin Vietnam Savaşı sonrasında, ABD’deki Vietnam
diasporası, ABD hükümetini Vietnamlı mültecilere, uluslararası toplumun Çinhintli “tekne
insanlarına” verdiği cevabın bir parçası olarak, önemli miktarda yeniden yerleştirme sağlamak
üzere etkilemek için harekete geçmişti.
9
3. Bir devletin karakteri zorunlu göçe karşı tepkisini onla mücadele şeklini şekillendirir. Bütün
devletler zorunlu göçe aynı şekilde yanıt vermemektedir. Tarihsel olarak, bazı devletler
mültecilere ve ÜİYOK’ler için özellikle cömert insani tepkiler benimsemiştir. Örneğin
Kanada ve Norveç insani yardım ve kalkınmaya sürekli büyük katkılar sağmışlardır. Analitik
liberalizme göre bir devletin karakteri ve iç karar verme prosedürleri önemlidir. Örneğin,
liberal, demokratik devletler, kısıtlanmış, pasif ve bazen insancıl yollarla cevap vermelerini
sağlayacak belirli değerlere sahip olabilir. Öte yandan liberalleşme ve demokratikleşme
yolundaki gelişmekte olan ülkelerde yapısal uyum politikaları bağlamında devletlerin
mültecilere karşı daha az cömert ve misafirperver davrandıklarına dair ilginç bir paradoks
ortaya çıkmaktadır. Yapısal uyum, vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar arasındaki kaynaklar
için rekabeti arttırırken, demokratikleşme vatandaşların seçim sürecinde bu konudaki
şikayetlerini ifade etmelerini sağlamıştır. Pek çok durumda, Afrika devletlerinin otoriter
devletler gibi mültecilere demokrasilerden daha cömert davranabildikleri görülmektedir.
İngiliz Okulu/uluslararası toplum
Anarşi ve güçler dengesi neo realizmde olduğu gibi önemlidir. Ama neorealizmin aksine anarşi ve
güçler dengesi ingiliz okulu için evrensel ve bilimsel kurallara dayanmaktan ziyade sosyal olarak
inşa edilmiş unsurlardır. Bull’a göre uluslararası siyaset uluslararası sistem tarafından değil
uluslararası toplum tarafından karakterize edilmektedir. Devletlerarası ilişkiler normların ve
kurumların ortaya çıkardığı devletlerin nasıl davrandığını tanımladığı bir sosyal etkileşimle
karakterize edilmektedir.
Uluslararası siyaset anarşi ile karakterize edilse ve düzen güç dengesinden kaynaklansa da, bunlar
kaçınılmaz değildir. Düzen, uluslararası toplumun mevcut baskın değerini temsil etmektedir, ancak
adaletin gelecekte baskın değer olabileceği de düşünülebilir. İngiliz Okulu yaklaşımı, dünya
siyasetini daha geniş bir tarihsel bağlam içine yerleştirme ihtiyacına ve uluslararası toplum
kurumlarının belli bi kimliğe uygun davranışlar sergileyen devletlerin nasıl şekillendiğini kabul
etmeye dikkat çekmektedir. İngiliz Okulu teorisyenleri için, uluslararası toplum, egemen devletlerin
farklı değerlere sahip olduğu çoğulcu bir toplumdan, ortak kozmopolit değerlerin yalnızca düzene
değil aynı zamanda adalete de dayanan kurumlar yaratacak şekilde ortaya çıktığı bir şekilde ortaya
çıktığı bir dayanışmacı uluslararası topluma dönüşme sürecindedir. Zorunlu göçle ilgili İngiliz
okulunun iki ana yaklaşımı vardır:
1. Zorunlu göç kalıplarının ve devletlerin tepkilerinin daha geniş bir tarihsel değişim
bağlamında görülmesi gerekir. İngiliz okulu, devletlerin zorunlu göçe tepkilerinin,
uluslararası toplumdaki devlet davranışını şekillendiren kurumlardan güçlü bir şekilde
etkilendiğini vurgulamaktadı. Buna karşılık, bu kurumların belli bir tarihsel bağlamda nasıl
ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Özellikle, mülteci kavramının çağdaş ulus devletler
sisteminin tarihsel oluşumundan izole edilmiş olarak görülemeyeceğini savunmaktadır.
Haddad’a göre, mülteci fikrini ortaya çıkaran ve aynı zamanda mültecilerin kaçınılmazlığını
yaratan Westphalian devlet sisteminin kurulmasıydı. Haddad, Devlet, vatandaşlık ve
mülteciler arasında önemli ve karşılıklı kırıcı bir ilişki olduğunu savunmaktadır. Ona göre,
Westphalian sisteminin kurulmasından önce mülteciler açıkça tanımlanmış ulus devletler
olmadan feodal, dini açıdan bölünmüş Avrupada anlamlı bir kategori olarak var
olamayacaklardı. Ayrıca, zorunlu göçmen kategorileri ve bunlara yönelik uluslararası
kurumsal tepkiler, devletin egemenliği ve insan haklarıyla ilgili ortaya çıkan kurumların
değişen nosyonları bağlamında geniş bir gelişim göstermiştir.
2. Devletlerin zorunlu göçü nasıl gördükleri egemen uluslararası kurumların ürünüdür. İngiliz
okulu, devletlerinin çıkarlarını nasıl tanımladıklarını şekillendirmede kurumların önemini
10
vurgulamaktadır. Devlet sistemlerinin kurumları, güç dengesi, anlaşmalara ve normlara
karşılıklı saygı, örneğin devletlerin zorunlu göç dahil olmak olmak üzere tüm dünya siyaset
alanlarında nasıl davrandıklarını şekillendirir. Devletler, bir devletler topluluğunun parçası
olduğu için onların davranışları, tıpkı bir toplumdaki insanların davranışları gibi, sosyal
normlar tarafından şekillendirilecektir. Devletlerin sosyal normlara uyma nedenlerinden biri,
meşruiyetleri sürdürmeleridir. Devletlerin ekonomik ve askeri güce sahip olmaları tek başına
yararlı değildir. Dünya siyasetindeki etkiyi korumanın çok daha etkili bi yolu, “power plus
legitimacy” (güç artı meşruiyet) olarak kabul edilebilecek olan otoritedir. Devletler otorite
edinme ve meşruiyeti sürdürme yolu olarak uluslararası normlara ve kurumlara saygı
duymaktadır. İngiliz Okulu perspektifinde, meşruiyet arayışı, devletlerin neden 1951 Mülteci
Sözleşmesinin temel ilkelerine bağlı kaldığını açıklamanın merkezi bir parçasıdır. Ayrıca
vatandaşların sınır dışı edilmemesi gibi zorunlu göçteki normatif tabuların neden uluslararası
toplumda desteklendiğini açıklamaya da katkıda bulunur.
Constructivism
Yapısalcılık devletlerin kimliklerinin ve çıkarlarının sabit olduğunu varsaymak yerine devletlerin
kimliklerinin birbirleriyle etkileşimleriyle oluştuğunu ve değiştiğini kabul eder. Devletlerin çıkarları
sosyal etkileşim yoluyla ortaya çıkan kimliklerinin bir ürünüdür. Devletlerin kimliklerini ve
menfaatlerinin sabit olmadığı ancak değiştirilebileceği fikri, dünya siyasetinde normlar ve fikirler
için kilit bir rol oynar. Devletler, sorunları farklı görebilmelerine ve farklı algılara dayanarak
davranışlarını zaman içinde değiştirebilmelerine rağmen ikna edilebilirler.
Wendt, anarşinin devletlerin yapacağı şey olduğunu öne sürmektedir. Dünya hükümeti olmasa da
bundan kaynaklanan davranış türünde kaçınılmazlık yoktur. Anarşiyi tanımlamak analitik olarak
doğru olsa bile, devletler buna çeşitli farklı davranışlar ve tepkiler benimseyebilirler. Uluslararası
sistemin yapısal koşulları belli şekilde tanımlanabilirken, devletler bu yapılara cevap verecek
kurumlara, vasıtalara (agency) sahiptir ve zamanla uluslararası sistemin yapısıyla onu oluşturan
birimler arasındaki etkileşim, yapılarda ve aktörlerin kimliğinde değişime yol açacaktır.
Wendt’in dünya siyasetine yaklaşımı, neo realist ve liberal kurumsalcılık gibi, sistem düzeyinde
uluslararası politika teorisidir. Yani, iç politikaya bir hesap eklemek ya da devlet dışı aktörler
üzerinde bir analiz yapmak üzere devletin kara kutusunu açmaz. Ancak, diğer yapısalcılar, devlet
dışı aktörlerin ve ulus ötesi aktörlerin dünya siyasetindeki rolünü araştırmak için katı varsayımların
ötesine geçmişlerdir. Örneğin, yapısalcılık, uluslararası insan hakları normlarının iç politikaya nasıl
dahil edildiğini ve ardından da geri bildirimleri ve uluslararası politikaları nasıl şekillendirdiğini
araştırmaktadır. Aynı zamanda devlet dışı aktörlerin, normları ve fikirleri biçimlendirmede,
devletlerin zaman içinde davranışlarını temelde değiştiren biçimlerde -sömürgecilik, kölelik, insan
hakları gibi konularda- nasıl önemli rol oynadıklarını analiz etmektedir.
Yapısalcılık, uluslararası göç politikalarıyla ilgili araştırma yapmak için çok şey sunmaktadır.
Zorunlu göç siyasetinin yalnızca çıkarlar ve iktidarla tanımlanmadığı, fikir ve normların da önemli
olduğu olasılığını ortaya koymaktadır. Uluslararası örgütler ve STK’lar gibi devlet dışı aktörlerin
bir fark yaratabileceğini ve mevcut devlet uygulamalarının kaçınılmaz olmadığını, ikna ve tartışma
yoluyla değiştirilebileceklerini öne sürmektedir. Zorunlu göçle ilgili iki temel unsur ortaya
koymaktadır:
1. Mülteci rejimi ve ÜİYOK rejimi, devletleri zaman içinde değerlerini ve çıkarlarını
şekillendirecek şekilde sosyalleştirmiştir. Yapısalcı bakış açısına göre, normlar ve kurumlar,
rasyonel, kişisel çıkarları olan aktörleri kısıtladıkları için değil, bu aktörlerin dünyayı nasıl
gördüklerini ve ilgi alanlarını nasıl anladıklarını biçimlendirdikleri ve şekillendirdikleri için
önemlidir. Normlar ve kurumlar, devletleri ve diğer aktörleri, kim olduklarına ve neye değer
11
verdiklerine dair belli algılarda bulunmak için sosyalleştirirler. Yaptırım mekanizmasına sahip
olmamasına rağmen, 1951 Sözleşmesinin temel normları geniş ölçüde korunmuştur. Yapısalcı
bakış açısına göre, bu durum devletlerin zaman içinde bu normları içselleştirmiş olmaları,
yerel yasalar dahilinde kurumsallaştırmaları, sonra da sığınma ve mültecilerin korunmasına
ilişkin davranışlarını ve çıkarlarını şekillendirecek şekilde kurumsallaştırmaları olarak
yorumlanabilir. Sonuç olarak geri göndermeme gibi temel normlar gittikçe artan bir şekilde
ortaya çıkmıştır. Ayrıca, yapısalcılık, ÜİYOK’lerin korunmasına ilişkin normların ortaya
çıkmasının, devletlerin ÜİYOK’lerin algılarını değiştirmeye başladığını ve ÜİYOK’lerin
yasal statüde olduğu ve devletlerin de mültecilerde olduğu gibi ÜİYOK’lerin korunmasında
yer alma zorunlulukları olduğunu kabul etmesine yol açtığını iddia etmektedir.
2. Uluslararası Örgütler gibi devlet dışı aktörler, dünya siyasetindeki aktörler olarak önemli bir
rol oynayabilir. Yapısalcılık, devlet dışı aktörlerin -Uluslararası kuruluşlar, STK’lar,
akademisyenler- dünya siyasetinde bağımsız bir etki bırakma olasılığını ortaya koymaktadır.
Bu açıdan örneğin UNHCR’ın, ikna ve ahlaki otorite yoluyla devlet davranışları üzerinde
bağımsız bir etkiye sahip olduğu düşünülebilir. Uluslararası mülteci koruma politikalarıyla
ilgili bu tarz kuruluşların sahip oldukları kendi örgütsel dinamikleri, devletlerin çıkarlarına
nasıl cevap verdiği ve mültecilerin korunma politikalarını şekillendirmek için özerkliğini nasıl
kullandığını belirlemeleri konusunda da önemli rol oynamaktadır. Yapısalcılık, STK’ların
zorunlu göç siyasetindeki önemli rolünü de vurgulamaktadır. Kalkınma kaynaklı yerinden
edilme (DIDR-Development-Induced Displacement and Resettlement) alanında, büyük ölçüde
ulus-ötesi sivil toplumun rolü nedeniyle önemli normatif değişimler meydana gelmiştir.
Örneğin Narmada Bachao Andolan (NBA) hareketinin Hindistandaki Sardar Sarovar Barajı
inşaatına olan direnci ve bunun Hindistan dışındaki sivil toplumla olan bağlantıları DIDR
hakkında değişen farkındalığa ve anlayışa katkıda bulunmuştur. Dahası, bu, Dünya
Bankasının borç verme kılavuzlarını değişerek ve 1998’de oluşturulan büyük barajların
gelişmekte olan ülkelerdeki inşaatların etkisini incelemek için oluşturulan Barajlar Dünya
Komisyonunun oluşturulmasını etkileyerek yeni uluslararası normların geliştirilmesine de
katkıda bulunmuştur.
Eleştirel teori
Eleştirel teori, ortak teori ve kavramların tarafsız ve nesnel olmadığı, kendilerinin de siyasi olduğu
görüşüne sahiptir. Cox’un sözleriyle “tüm teoriler bir kişi ve bir sebep içindir”. Cox teorileri
dünyayı bulduğu gibi ele alan problem çözme teorisi ile bilginin nasıl yaratıldığını ve kimin
yararına hizmet ettiğini sorulayan eleştirel teoriler olarak ikiye bölmektedir. Eleştirel teoriler ise
neo-Marksizm, Frankfurt Okulu ve post structuralist yaklaşımlardır.
Neo-Marksist yaklaşımlar, kapitalizmi dünya siyasetinde ana itici güç olarak tanımlamaktadır. Neo-
Marksist yaklaşımları anlamanın başlangıç noktası, emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması
olduğu şeklindeli Leninist iddiadan doğmaktadır. Lenin, Kapitalistlerin emekten artı değer elde
etmek için yerel fırsatları tükettiklerinde, alternatif emek ve ham madde kaynaklarını aramak için
yurtdışına açılmaları gerektiğini söylemektedir. Bağımlılık Teorisi ve Dünya Sistemleri teorisi,
devletlerarası ilişkilerin devletlerin küresel iş bölümündeki konumlarına göre hiyerarşik olarak
tanımlandığını ileri sürmektedir. Wallerstein’a göre dünya, merkez ülke (ekonomileri temel olarak
hizmet endüstrisine dayanmaktadır), yarı-çevre ülkeler (ekonomikleri ağırlıklı olarak merkeze
ihracat yapmak için üretilmiş ve yarı mamul ürünler yaratmaya dayanmaktadır) ve çevre ülkeler
(ekonomileri ağırlıklı olarak yarı çevre ülkelere ihraç edilen birincil ürünlere dayanmaktadır)
şeklinde 3’e bölünmüştür. Wallerstein için bu hiyerarşi, devletlerin kapitalizmin aracı olarak
birbirleriyle ilişkilerini şekillendirmektedir. Eleştirel teorilerin çoğu bu Marksist temel üzerine
kurulmuştur. Gramsci’ye göre hegemonik bilgi biçimleri dünyanın nasıl göründüğünü
12
şekillendirmektedir. Bu hegemonik bilgi biçimleri mevcut güç ilişkilerini koruyan dünyayı
görmenin baskın yollarına yol açmaktadır. Yani, bilgi iktidarla -güçle- bağlantılıdır ve İnsanların
dünyayı yorumladığı liberal çerçevelerin kendisi egemen güç yapılarının bir parçasıdır.
Adorno ve Horkheimer gibi Frankfurt Okulu yazarları ise kültür ve bilginin insanların dünyayı nasıl
gördüğünü şekillendirdiğini savunmaktadır. Kavramlar ve kategoriler tarafsız değildir, ancak
insanların mümkün olduğunca ne düşündüğünü şekillendirmeye katkıda bulunmaktadır. Hakim
bilgi yapıları, yansıtma ve alternatifleri tasarlama olanaklarını sınırlar. Frankfurt Okulu, insanları
egemen bilgi biçimlerinin hegemonyasından kurtarmak için tasarlanan Eleştirel Teori projesini
tasarlamaya çalışmıştır. Örneğin, Habermasın söylem etiği kavramı, diyalog yoluyla insanların
farklı kültürel bakış açılarından evrensel, kozmopolit bir gerçeği gizleyebileceğini öne sürmektedir.
Linklater, Westphalian devlet sisteminin, insanların kendilerini nasıl görüp sınıflandırdıklarını
tanımlayan baskın ve toplayıcı bir bilgi biçimi yarattığını iddia etmektedir. Bunla birlikte,
Habermas’a dayanarak, devlet sisteminin kendi içinde özgürleşme için fırsatlar sunan çelişkiler
içerdiğini de savunmaktadır. Vatandaşlık birden fazla düzeyde var olan -eyalet, bölge,yerel-,
insanlara ulus-devletin toplulukçu cemaatçi mantığının ötesine geçme ve bunun yerine uluslararası
bir kozmopolitizm gerçekleştirme fırsatını sağlayan bir çelişkiyi temsil eder.
Post-structuralizm Gramsci ve Frankfurt Okulu yaklaşımlarıyla ortak yaklaşımlara sahiptir; iktidar
ile bilgi arasında bir ilişki olduğunu ve kategorilerin, kavramların ve fikirlerin tarafsız ve nesnel
olmadığını kabul eder. Farklı olduğu yerse, bu bilgi yapılarını derinlemesine yerleşik ve sosyal
aktörlerin kurucuları olarak görmesidir. Postyapısalcıların çoğu, insanları hegemonya bilgisinden
kurtarabilen özgürleştirici bir projenin umutları konusunda daha karamsar durumdadırlar.
Postyapısalcılar, dünyaya sosyal aktörler, davranışları ve dünya görüşü tarafından içselleştirilen ve
onu oluşturan söylemlerden -ya da baskın uygulamalardan- oluşan bir görünüm olarak bakarlar.
Foucault, dünya siyasetinin pratiğini ve dilini oluşturan kavram ve bilgi kategorilerinin güç
ilişkilerinden ayrılmaz olduğunu savunmaktadır. Bu söylemler tüm sosyal aktörleri
oluşturduğundan, söylemi dışardan görmek veya anlamak için tarafsız veya nesnel bir bakış açısı
yoktur. Örneğin, IR teorileri nötürlükten uzaktır ve bunun yerine güçle bir ilişkisi vardır ve dünya
siyasetinin pratiğini şekillendirmektedir. Ir Teorisi veya Zorunlu Göç Çalışmaları, Foucalt
perspektifinden, gerçek dünyada pratiği şekillendiren söylemleri normalleştiren şeyler olarak
görülebilir.
Zorunlu göç için eleştirel teori yaklaşımının iki temel unsuru olabilir:
1. Zorunlu göçün nitelendirici kelimeleri ve kategorilerinin kendisi güç ilişkilerini temsil etmekte
ve desteklemektedir. Zorunlu göç geleneksel olarak politika kategorilerine ayrılmaktadır:
sığınmacılar, mülteciler, ÜİYOK’ler, projeden etkilenen insanlar (DIDR). bu etiketler
genellikle problemsiz olarak değerlendirilir ve araştırma ve akademik analizin şekillendirdiği
temeli temsil eder. Bununla birlikte, etiketleme nitelendirme tarafsız değildir, ancak önemli
pratik ve politik etkileri vardır. politika kategorileri araştırmayı yönlendirdiğinde aynı
zamanda onu şekillendirir. Nitelemeler nötr değildir veya insanların durumları arasındaki
analitik olarak önemli farklılıklara dayanarak yapılmalıdır. Eleştirel bir bakış açısıyla, birisi ve
bir amaç için yaratılmışlardır. Eleştirel teori, zorunlu göç nitelemelerinin ve kategorilerinin
kimler tarafından nasıl yapıldıklarının araştırılmasını önerir. Örneğin bir Gramsci bakış
açısından Chimni (1998) BMMYK'nın mültecilerin veya gelişmekte olan ülkelerin
menfaatlerinin değil, Kuzey eyaletlerinin çıkarlarına hizmet eden hegemonik bilginin
yaratılmasına ve yayılmasına katkıda bulunmadaki rolünü incelemiştir.
2. Ulus-devlet analiz için sorunsuz bir başlangıç noktası olarak ele alınmamalıdır. Zorunlu göç
analizlerinin çoğu, ulus devleti analiz için sorunsuz bir başlangıç noktası olarak ele
13
almaktadır. Mülteciler ve ÜİYOK’ler gibi kavramlar, ulus devletlerle ilişkili olarak
tanımlanmakta ve Vestalyan sisteminin değişmez ve sabit olduğunu varsaymaktadır.
Uluslararası zorunlu göç politikaları analizinde, bu durum ulus devleti, önemli devlet dışı ya
da ulus ötesi aktörlerin analizinden hariç tutulacak şekilde yeniden birleştirme eğilimine yol
açabilir. Örneğin, eğer devlet ayrıştırılmamışsa, önemli çıkarlar ve güç ilişkileri politika
analizinin dışında tutulabilir. Tamamen devlet merkezli bir yaklaşım, uluslararası politik
ekonominin zorunlu göç politikalarını şekillendirmedeki rolünü göz ardı etme riskini
taşımaktadır. Benzer şekilde, devlet sisteminin değişmez olduğunu varsaymak, zorun göçün
altında yatan nedenlerden bazılarını ele alabilecek veya tanımlayabilecek alternatif gerçeklik
kavramlarını düşünmeyi dışarıda bırakabilecektir.
Olay İncelemesi: Küresel Mülteci Rejiminin Gelişimi
Devletlerin mültecilere nasıl tepki vereceğini düzenlemek için zamanla uluslararası bir rejim
gelişmiştir. Bir rejim belli bir alanda aktör davranışlarını düzenleyen normlar, kurallar, ilkeler ve
karar alma prosedürleri olarak tanımlanabilir. Mülteci rejimi zaman içinde kademeli olarak ortaya
çıkmış ve değişmiştir.
Küresel bir mülteci rejiminin temelleri, 1. Dünya Savaşı sonrasında 1921’de MC Mülteciler Yüksek
Komiserliğinin (LNHCR) yaratılmasıyla atılmıştır. LNHCR, mülteciliğe evrensel bir tanım
vermemişti, ancak başlangıçta dağılmakta olan Rus ve Osmanlı imparatorluklarından kaçan,
1930’larda Almanya ve Avusturya’dan kaçan belli mülteci gruplarıyla ilgili durumlara özgü
anlaşmalar yapmak için çalışmıştır. İnsanların sınırları aşmalarını sağlamak için Ofis, mültecilere
Nansen Pasaportunu sağlamış ve Lig üyelerinin topraklarına uçmalarına olanak sağlamıştır. Ancak
LNHCR’nin etkinliği, Birliğin 1930’larda güvenilirliğini kaybetmesi ve Büyük Buhran’ın ABD ve
Avrupada göçmenlik karşıtı duygulara yol açması nedeniyle azalmıştır.
II.Dünya Savaşı ve bunun sonucunda Avrupada yaşanan büyük yer değiştirmeler rejimin tekrar
canlanmasına neden olmuştur. Müttefiklerin kontrolü altında yerinden edilmiş kişilerin geri
gönderilmelerinin gerçekleşmesini sağlamak için ABD, 1943'te Birleşmiş Milletler Yardımlaşma ve
Rehabilitasyon Ajansı (UNRRA) oluşturma girişiminde bulundu. ABD tarafından finanse edilen
yüzde 70'ti ve ABD’nin, Avrupa’nın yerinden edilmiş nüfusu için savaş sonrası yeniden yerleşimi
koordine etmek için bir araç olarak kullandığı Uluslararası Mülteci Örgütü olmaya başlamadan önce
1947’ye kadar sürdü. 1950’lerde ABD’nin mültecilere sınırsız ve çok taraflı bir taahhüt vermeye
ilgisi oldukça azdı. Bunun yerine, siyasi dikkatini ve kaynaklarını Soğuk Savaş’a odaklamayı,
mülteci hareketlerini ve kusurları SSCB’yi itibarsızlaştırmanın bir yolu olarak görmeyi ve mali
kaynaklarını Batı Avrupanın SSCB’ye karşı bir güvence olarak kendisini desteklemesi için Marshall
Yardımı ve NATO’ya yönlendirmeyi tercih etti.
1950’de IRO’nun sona ermesiyle, uluslararası toplum tarafından Avrupa’da kalan savaş sonrası
mültecilerin durumunu ele almak için UNHCR yaratılmıştır. Bunla beraber, 1951 Mültecilerin
Statüsü Sözleşmesi, kimin mülteci olarak tanınacağı ve hangi hakları almaya hak kazanacakları
konusunda kararlaştırılmış bir tanım oluşturma aracı olarak müzakere edildi. UNHCR’in ve 1951
Sözleşmesinin ilk kapsamı Avrupa ile sınırlıydı. 1951 Sözleşmesi ve UNHCR’ın son derece kısırlı
emir parametreleri, büyük ölçüde ABD çıkarları tarafından belirlenmişti. Bununla birlikte
Mültecilere koruma ve çözümler sunmak üzere Ofisin kalıcı görevi resmen tanımlanmış ve bugün
çalışmalarının temeli olmaya devam etmektedir. Çalışmalarının ilk 5 yılında, UNHCR neredeyse
yalnızca Avrupanın savaş sonrası mültecileri için sınırlı yasal koruma sağlamaya odaklanmıştır.
1956’ya kadar UNHCR kendini ABD’nin gözetiminde kurmaya başlamıştır. Macaristan Devriminin
Sovyetler Birliği tarafından bastırılması ve ardından 200.000 Macar mültecinin 1956’da Avusturya
ve Yugoslavya’ya gönderilmesi bir dönüm noktası olmuştur. 1950'lerin sonlarından itibaren
14
BMMYK çalışmaları, Hong Kong'daki Çinli mültecilere ve Tunus'taki Cezayirli mültecilere gayrı
resmi destek sunan ABD desteği ile genişlemeye başlamıştır. 1967’de Uluslararası topluluk, 1951
Sözleşmesinin Protokolü üzerinde anlaşmıştır. 1967 Protokolü, 1951 Sözleşmesinin zaman ve
coğrafi sınırlamarını ortadan kaldırmış ve 1951 Sözleşmesini imzalamayan ABD dahil bir dizi
devlet tarafından imzalanmıştır. 1967 ve ABN’nin Protokolü desteklemesi, uluslararası toplumun
kendisini küresel ölçekte mültecilerin korunmasına ve çözümlerine yönelik çalışmalar yapmaya
adaması, gerçekten çoktaraflı bir mülteci rejiminin başlangıcı olmuştur. UNHCR, daha sonra post
kolonyal bağlamda ve Soğuk Savaş uyduları çatışmasında mültecilere koruma sağlama
çalışmalarını Afrika, L.Amerika ve Güneydoğu Asya’ya genişletmiştir. 1980’lerde bir dizi mülteci
durumu giderek daha uzun sürdüğü için UNHCR’ın rolü, gelişmekte olan dünyadaki mülteci
kampları ve yerleşimlerinin yönetimine katılmak için yasal koruma sağlamanın ötesine geçmeye
başladı. Bu, ABD tarafından Komünizmi içerme ve itibarsızlaştırmayla ilgili stratejik çıkarlarına
uygun olarak finansal olarak desteklenmiştir.
Soğuk Savaşın sona ermesi ve Yeni Dünya Düzeni ile UNHCR, Yüksek Komiser Sadako Ogata
altında yoğun bir şekilde genişledi ve görevi geri gönderme ve insani yardım konularında daha
büyük role sahip olarak ve artan bir dizi işlev içermeye başlamıştır. UNHCR’ın resmi görevi
değişmese de, görevi daha geniş ve yaratıcı yollarla yorumlanmaya başlanmıştır. Bunun temel
nedenlerinden biri, ABD’nin artık mültecilerin korunmasına bariz bir jeo stratejik ilgi göstermediği
göz önüne alındığında, Ofisi Soğun Savaşın sona ermesi bağlamındaki devletlerle daha alakalı hale
getirmeye çalışmaktı. Bir dizi Soğuk Savaş uydusu çatışmasının sona ermesi ve yeni barış
anlaşmalarının ortaya çıkmasıyla, BMMYK mültecileri Kamboçya, Mozambik ve Afganistan gibi
menşe ülkelerine iade etmek için büyük geri dönüş operasyonları düzenlemiştir. Bu arada, özellikle
Balkanlar ve Sahra Altı Afrika'da yeni devlet içi çatışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu
bağlamda, devletler tarafından UNHCR’a insani yardım sağlama ve yalnızca göçmenlere ilk
sığınmacı ülkelerinde değil, kendi ülkelerindeki ÜİYOK’lere de daha fazla özen gösterme ve
yardım sunma çağrısında bulunmuştur.
21.yy başlarında, küreselleşme ve Teröre Karşı Savaş bağlamında göç ve güvenlikle ilgili siyasi
endişelerin artması, mülteciler için daha az misafirperver bir iklime yol açmıştır. Devletler, sığınma
ve yeniden yerleşim sağlama konusunda hiç olmadıkları kadar isteksiz olmuşlardır. Bu bağlamda,
devletler 1951 Sözleşmesinin bütünlüğünü ve mülteci rejiminin temel ilkelerini açıkça ortaya
koymaya devam etmiş ama aynı anda da yükümlülüklerinden kaçmaya da çalışmışlardır. Bir
ÜİYOK rejiminin oluşturulması, göç ve insan hareketliliğiyle ilgili uluslararası işbirliğinin temelini
geliştirme çabası ve tek taraflılığın artması mülteci rejiminin temellerine meydan okumak için örtük
bir şekilde başlamıştır. UNHCR bir kez daha görevini daha geniş anlamda tanımlamış ve 2006’da
ÜİYOK’lerin korunmasından da sorumlu BM kuruluşu rolünü resmileştirmiştir.
Farklı IR teorileri, mülteci rejiminin evriminin nedenlerini, farklı faktörlere farklı önem dereceleri
koyarak ve hikayeyi biraz farklı yollarla anlatarak yaklaşımlar sunar.
Neo realist yaklaşım, mülteci rejiminin büyük güçlerin stratejik çıkarlarına göre nasıl gelişmiş
olduğunu vurgulayacaktır. Bu bakış açısına göre, mülteciler kendi iyilikleri için bu güçlerin ilgisini
çekmemeliydi. Ancak, mülteciler güvenlik ve güç dengesiyle ilgili konularda geniş endişeler
bağlamında devletler için önemli olacaktı. Neo realist açıdan rejimin, ABD’nin stratejik çıkarlarını
ne ölçüde karşıladığıyla ilgili olarak ortaya çıkışı ve dayanıklılığını açıklaması gerekecektir. Çoğu
neorealist, çok taraflı işbirliğine yönelik beklentiler konusunda şüpheci olacak, ancak rejimin ortaya
çıkışını hegemonik istikrar teorisi mercekleriyle yorumlayabilecekti. Rejim ABD’nin çıkarlarına
hizmet ettiği sürece, rejimi sürdürmenin maliyetini düşürmek için hazırlanacaktı.Dolayısıyla
neorealist yaklaşım, ABD’nin rejim için daha geniş jeo stratejik çıkarlarının merkeziyetine ışık

15
tutmaktadır. Rejim ABD’nin SSCB’ye göre göreceli pozisyonunu geliştirmesine imkan verdiği
zamanlarda güçlüydü; hegemon için bariz bir stratejik ilgi göstermediği zamanlarda ise zayıftı.
Liberal kurumsalcı yaklaşım, kurumsallaşmış uluslararası işbirliğinin ortaya çıkmasının, devletler
için karşılıklı olarak yararlı olduğu için gerçekleştiğini vurgulayacaktır. Devletlerin, ortak sorunların
üstesinden gelmek için mütekabiliyetin gerçekleşmesini sağlayan mekanizmalardan fayda
sağlayabileceklerini toplu olarak kabul etmelerini önerecektir. Örneğin, MC döneminin geçici
anlaşmalarının başlangıçta Avrupada yerinden edilmenin üstesinden gelmek için UNHCR’ın
yaratılması ve 1967’de oluşturulan küresel rejimin hepsi, devletlerin uluslararası işbirliğiyle tek
taraflılıktan, free-riding yani bedavacılıktan ve sorumluluktan kaçınmadan daha iyi olacağının
tanınmasına dayandığını savunacaktı. Liberal kurumsalcı bakış, mülteci rejiminin dayanıklılığının
neorealizmin devletlerin kısa vadeli çıkarlarına vurgusuyla açıklanmasının zor olduğunu savunur.
Ancak kurumsal bir çerçeve karşılıklılığı garanti altına aldığında, devletlerin uzun vadeli çıkarları,
1951 Sözleşmesinin ve 1967 Protokolünün temeline uymaya devam etmekle birlikte değişen siyasi
şartlar olsa bile devam edecektir.
Analitik liberal yaklaşım, devletlerin rejime karşı artan ilgi alanlarını nasıl tanımladıklarını
şekillendirmede iç politikanın rolüne bakar. Savaş sonrası bağlamda, örneğin ABD ve Avrupadaki
Yahudi lobisi yeniden yerleşime siyasi bağlılığın sağlanmasında aktif rol oynamıştır. Soğuk Savaş
sırasında, iç politika ABD’de Komünizmden kaçan mültecilerin ve “kırmızı terörün” nasıl
algılandığını ve karşılandığını belirlemiştir. Diaspora grupları ve eski sömürge bağları, ABD ve
Avrupa devletlerinin Güneydeki mülteci krizlerine seçici katılımını da etkiledi. Örneğin, ABD’nin
1975-96 arasında mülteci rejiminin belirleyici bir özelliği olan Çinhindi mültecilere olan bağlılığı,
Vietnam diasporasının ABD’deki rolüyle kısmen desteklenmişti.
İngiliz Okulu yaklaşımı, mülteci rejiminin evrimindeki daha geniş tarihsel eğilimleri
vurgulayacaktır. Mülteci rejiminin ortaya çıkmasının yanı sıra, çoğulcu bir uluslararası toplumdan
daha dayanışmacı bir uluslararası topluma doğru daha geniş bir kayma olduğunu vurgulayabilir.
20.yy başlarında egemenliğin mutlak olduğu yerlerde, devletler çok farklı değerler elde etmişlerdi
ve çok az sayıda ua kurum vardı, MC’nin ve ardından BM’nin kurulmasıyla birlikte farklı bi ua
toplum biçimi ortaya çıktı. İnsan haklarıyla ilgili olarak çeşitli kozmopolit değerler de ortaya
çıkmıştır. Küresel düzene ilişkin bir kaygı, mülteci rejiminin ortaya çıkışını ve ilkelerini kesinlikle
motive etmiş olsa da, bu kaygı adalete ilişkin değerlerle azalmıştır.
İnşacı yaklaşım, fikirlerin ve normların devletlerin kimliklerini ve çıkarlarını nasıl
biçimlendirdiğine işaret edecektir. Gerçekten de rejimin evriminde fikirler merkezi bir rol
oynamıştır. Rejimin kritik dönüm noktalarında, devletlerin kararları daha geniş bir fikir çerçevesi ile
desteklenmiştir. Savaş sonrası bağlamda, BM’nin yaratılması çok taraflılıkla ilgili fikirlerden
etkilenmiştir. Soğuk Savaş sonrasında, UNHCR’ın genişlemesine SB’nin çöküşünün tarihin sonunu
işaretlediği ve Yeni Dünya Düzenini başlattığı benzer bir inanç eşlik etmiştir. Benzer şekilde,
güvenlikle ilgili fikirler, devletlerin 9/11 sonrası terörle ilgili kaygılar bağlamında çıkarlarını nasıl
yorumladıklarının merkezinde olmuştur. İnşacı yaklaşım, mülteci rejiminin uluslararası sistemdeki
dramatik değişikliklere rağmen neden devam ettiğinin nedenlerine dikkat çekmektedir. Aslında,
inşacı yaklaşıma göre, 1951 Sözleşmesi gibi normlar oluşturulduktan sonra, zaman içinde devletleri
sosyalleştirmektedir. Örneğin, uluslararası normlar ülke içinde içselleşir ve devletlerin uluslararası
düzeyde nasıl tepki verdiklerine katılır. İnşacı yaklaşım, UNHCR’ın dünya siyasetinde özerk bir
aktör olarak oynadığı role dikkat çekmektedir. Örneğin, farklı aşamalarda, 1956’da Lindt ve
1990’larda Ogata altında UNHCR kendisini daha ilgili hale getirmek ve kurumsal olarak hayatta
kalmasını veya genişlemesini sağlamak için daha geniş siyasi bağlamlardan yararlanmıştır.

16
Eleştirel teori yaklaşımı, rejimin güçlülerin çıkarlarına hizmet etmek için nasıl geliştiğini
vurgulayacaktır. Rejim her değiştiğinde bunun kimin çıkarına hizmet ettiğini sorgulayacaktır.
Örneğin, UNHCR’ın 90’lardan bu yana görevinin gelişmesini ve genişlemesini UNHCR’ın güçlü
Kuzey bağışçı devletlerinin güvenlik ve çevreleme gündeminde açıklayacaktır. 90’larda UNHCR,
Bosna ve Zaire gibi ülkelerde insancıl büyüme rolünü üstlenmiştir. Eleştirel perspektiften
bakıldığında, bu operasyonların yerinden edilmiş kişiler için sadece olumlu sonuçları yoktu, ancak
güvensizlik ve çatışmanın etkilerini içermeye ve uluslararası toplumun çatışma ve yerinden olmanın
altında yatan nedenlerini ele alma konusundaki başarısızlığına dikkat çekmeye hizmet etmişti.

3. ABD neden suriye’den çekildi, Türkiye neden Suriye’ye operasyon yaptı? Teorik çerçevede
tartışınız.
Uluslararası İlişkilerde teoriler, uluslararası siyasette cereyan eden olayların anlaşılmasını
kolaylaştırmaktadır. Elbetteki tek bir teori bir olayı her açıdan değerlendirmek için yeterli değildir,
her bir teori her olayın farklı bir yönünü açıklamaya yardımcı olmaktadır. Suriye’de cereyan eden
gelişmelere bakıldığındaysa durumun özellikle uluslararası sistemin anarşik yapısına, anarşik
ortamdaki güç dağılımına, güç dağılımının uluslararası sistemi şekillendirmesine ve sistemin
aktörleri üzerinde kısıtlayıcı bir etki yaratmasına (yapısal-sistemik baskı), devletlerin temel
amacının güvenlik olduğuna ve devletlerin çıkarları (güvenlikleri) peşinde koşan rasyonel aktörler
olduğuna, son olarak da güç dengesi/dengeleme/peşine takılma gibi unsurlara atıf yapan yapısal
realizm perspektifinden açıklanmaya daha müsait olduğu görülmektedir.
ABD tarihine bakıldığında ABD’nin gerek siyasal, gerek ideolojik gerek ekonomik olarak küresel
bir hegemon olma dürtüsü ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Soğuk Savaş döneminde SSCB ile olan
mücadelesi de yine küresel hegemonluğa oynama mücadelesidir. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte
ABD’nin etkinlik alanını Avrupa’da ve eski Sovyet uydu ülkelerine doğru genişletmeye çalıştığı
görülmektedir. Bunu da gerek uluslararası kurumlar (NATO gibi) gerek siyasi ekonomik modeller
vasıtasıyla gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür. 90’lı yıllarda NATO vasıtasıyla Kosova ve
Bosna Hersek’te müdahalelerdeki görünürlüğü de yine etki alanına genişletme çabası olarak
yorumlanabilir. Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin ilgisini net bir şekilde Ortadoğu,
OrtaAsya civarına (Afganistan, Irak) çevirdiği görülmektedir. 2001 sonrasında terörle mücadele ve
demokrasiyi yayma bağlamında uluslararası kurumlardan gelen karşı tepkilere rağmen Afganistan
ve Irak’a müdahalelerde bulunmuştur.
2010 yılının sonlarında Tunus’ta patlak veren eylemlerin tüm bölge ülkelerine yayılmasıyla ortaya
çıkan Arap Baharı süreci, K.Afrika Ortadoğu hattını istikrarsızlığa sürüklemiştir. Bu sırada da
bölgede radikal şiddet eğilimli terör grupları görünürlük kazanmıştır. Bunlardan biri de tüm
dünyada etkinlik gösteren IŞID (DAEŞ) olmuştur. Öte yandan Suriye’de bu dalgalanmadan nasibini
almış 2011 yılında Esad rejimine karşı başlayan gösteriler, rejimin muhalefeti sert bir şeklinde
bastırmasıyla bir iç savaşa dönüşmüş, rejimin meşruiyeti sorgulanmış ve bir güç boşluğu
oluşmuştur. Bu sırada doğan güç boşluğundan yararlanan IŞİD (DAEŞ), PKK’nın Suriye kolu
PYD/YPG ve başka terör örgütleri bölgede varlık göstermeye başlamış, etki alanlarını genişletmeye
çalışarak, aralarında da güç mücadelesine başlamışlardır. Tam da bu olaylar cereyan ederken ABD
özellikle terörle mücadele kapsamında -bu sefer IŞİD- Suriye’ye askerlerini göndermiştir. IŞİD’le
mücadele kapsamında PYD/YPG’li militanları eğitip silahlandıran ABD’nin bu hareketi özellikle
Türkiye tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştır. Bunun yanında milyonlarca Suriyeli’de bölgedeki
çatışmalardan kaçarak çevre ülkelere sığınmıştır. Bunlardan yaklaşık 3,5 4 milyonu da Türkiye’ye
sığınmıştır, Türkiye 8 yıldır Suriyeli vatandaşları misafir etmektedir.

17
Türkiye başlangıçta Suriye’ye askeri operasyon düzenlemekten kaçınsa da 2015 itibariyle tutumu
değişmiş Süleyman Şah Türbesini güvenli bir bölgeye taşımasıyla başlayan süreci, 2016’da sınır
güvenliğini sağlamak güvenli bir bölge oluşturma amaçlarıyla Fırat Kalkanı operasyonu takip
etmiştir. Ardından El Bab ve Zeytin Dalı operasyonlarıyla süreç devam etmiştir. Türkiye’nin bu
operasyonlardaki amacı sınırına yakın bölgeleri özellikle PYD/YPG örgütü ve benzeri terör
örgütlerinden temizlemektir. TR’nin bir başka amacı da sınırda 30 km’lik alanı temizleyerek burada
oluşturulan güvenli bölgeyi yeniden inşa edip Suriyeli mültecilerin ülkelerinde bu yeni oluşan
bölgelere yerleşimlerini sağlamaktır.
Geçtiğimiz günlerde ABD’nin bölgeden çekileceğini açıklamasının ardından TR özellikle Fırat’ın
doğusuna, güvenli bölge oluşturmak orayı terör unsurlarından temizlemek ve Suriyeli sığınmacı
nüfusunun buralarda yerleşimini sağlamak gibi gerekçelerle bir operasyon düzenleyeceğini
açıklamış ve 9 Ekimde Barış Pınarı operasyonunu başlatmıştır. Türkiye’nin ana hedefi bölgede
refah ve istikrarı sağlayarak dolayısıyla kendi sınır güvenliğini de sağlamaktır. Ancak, Uluslararası
platformda Türkiye’nin operasyonuna Avrupa’dan, Arap Ligi ülkelerinden ve başlangıçta
Amerika’dan tepkiler yükselmiştir. Ancak TR bu kararından vazgeçmemiştir. Hatta öyle ki ABD
başta bu harekata karşı çıkmış, ekonomik yaptırımlarla Türkiye’yi tehdit etmiştir. Burada önemli bir
nokta, liberal yaklaşımlarda ön planda olan ekonomik işbirliklerinin devletlerin ve barışın güvenlik
sağlayıcı unsuru olarak görüldüğü bir sistemden, güvenliğin ön planda olduğu ekonominin de bir
tehdit aracı olarak kullanılmaya başlandığı bir sisteme doğru bir gidişatın olduğudur. Ekonomi barış
sağlayıcı unsur olmaktan tehdit aracı olarak kullanılan bir unsur olarak evrilmeye başlamıştır. Öte
yandan, Dünya kamuoyuna da bakıldığında Türkiye’nin harekatıyla ilgili muazzam propagandaların
yapıldığı görülmektedir. Bu tepkilerin başlıca sebebi Türkiye’nin sözünün menzilinin ve nüfuzunun
bölgede arttığının görülmesi ve burada önemli bir aktör olarak yükselmesinden, bölgede hegemonik
bir güç olması ihtimalinden duyulan rahatsızlıktır. Türkiye burada bir nevi sistemik bir tehdit olarak
görülmüştür.
Suriye’deki iç karışıklık Esad ve muhalifler arasında başlayan çatışmalarla başlamış olsa da bugün
bölgede stratejik, askeri, dini, ekonomik çıkarlar gibi farklı nedenlerden ötürü gibi pek çok aktörün
olduğunu görmekteyiz. Bunların en görünür olanları, Esad rejimine destekleriyle İran ve Rusya, öte
tarafta muhalif gruplara destekleriyle Suudi Arabistan, Fransa ve diğer tarafta da terörle özellikle de
IŞİD’le mücadele kapsamında ABD, güvenlik endişesi terörle mücadele güvenli bölge
söylemleriyle TR gibi aktörlerdir. Bu aktörlerin bölgedeki problemi çözme adı altında aralarında
çeşitli görüşmelere ve zirvelere imza attıkları görülmektedir. Realist perspektiften baktığımızda bu
aktörlerin hepsinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda etkinlik alanlarını genişletmek, birbirlerinin
etkinlik alanlarını daraltarak güvenliğini sağlamak, gücünü arttırmak ya da güç dengelemek gibi
amaçlarla bölgede bir şekilde var olduğunu söylemek mümkündür. Diğer yandan Türkiye’nin de
bölgedeki dengeyi bozmadan ince bir çizgide ABD, Rusya ve hatta İranla yürütmeye çalıştığı
müzakere ve mutabakatlar göze çarpmaktadır. (Astana, Soçi ve benzeri) Bu da hem TR’nin kendi
sınır güvenliğini sağlama amaçlı hem de dengeleme amaçlı olarak görülebilir. Öte yandan özellikle
ABD ve Rusya ile yaptığı mutabakatlarda da iki tarafa da oluşturulmaya çalışan 30 km’lik alanda
güvenli bölgeden terör unsurlarının çıkarılması için süre vermiş aksi halde operasyona devam
edeceğini bildirmiştir. Her iki devletle de mutabakat yapılmış olsa da maddelere yüzde yüz
uyulduğu söylenemez hatta Türkiye’nin mutabakatlarda anlaşılandan daha dar bir alanda
sınırlandırılmaya çalıştığı görülmektedir. Bu iki süper gücün Türkiye’nin taleplerini kabul etmesi
hem Türkiye’nin özellikle bölgede oluşan güçler dengesinde güçlenerek ve sivrilerek daha etkin bir
aktör olarak ön plana çıkmasını engelleme ve bir şekilde kontrol altında tutma amaçlı hem de
Türkiye’yi bir şekilde kaybetmeme ya da onun diğer tarafla daha fazla yakınlaşmamasına karşı
verilen tavizler olarak da yorumlanabilir.

18
ABD’nin ekonomik yaptırım tehditleri sonrasında Türkiye’nin Rusya ile yapmış olduğu görüşmeler
ve vardığı mutabakatlar, Türkiye’nin müttefiki ABD’nin agresif yaklaşımını dengelemeye çalışması
olarak da yorumlanabilir. Bunun yanında elbette ki Türkiye Rusya ile görüşmesinde kendisi için son
derece önemli olan PYD/YPG meselesini de dile getirmiştir. Bu konudaki tavrını ve konunun
kendisi için önceliğini net şekilde ifade etmiştir. Türkiye-Rusya görüşmesinin ardından, Amerika
yaptırımlarını kaldırmıştır. Geçtiğimiz 13 Kasım’da Türkiye ve ABD arasındaki Washington
zirvesinde Trump buna karşılık daha ılımlı bir tavır sergilemiştir. Ekonomik yaptırımdan ziyade,
ticaretin arttırılmasına yönelik istişareler S400 füzeleriyle ve yine günceli bölge, PYD/YPG’nin
alandan çekilmesiyle ilgili fikri anlaşmalara varılmıştır. Bu durumu da ABD’nin Rusya’nın ve
dolaylı olarak İran’ın bölgede güçlenmesine, Türkiye-Rusya yakınlaşmasına karşı uyguladığı bir
strateji olarak değerlendirmek mümkündür. Türkiye ise hem müttefiki ABD ile hem Rusya ile
ilişkilerini dengede tutmaya çalışıp ve bu esnada kendisini güvene almaya çalıştığı bir strateji
uygulamaktadır.
Öte yandan Suriye’yle ilgili olarak sürekli toprak bütünlüğüne yapılan bir vurgu görülmektedir.
Ancak düşünüldüğü zaman üzerinde insanı kalmamış milletsiz bir toprak parçasının bütünlüğünden
bahsetmek çok mümkün değildir. Suriye’yi istikrarı bozulmuş sosyal kumaşı yırtılmış bir alan
olarak görmek gerekmektedir. Türkiye için Güvenli bölge ve suriyeli sığınmacıların bölgeye
yerleştirilme meselesini de Suriye’nin yırtılmış sosyal kumaşını -social patric- tekrar dokumaya
çalışmak olarak yorumlanabilir. Bakıldığı zaman Şam etrafında güneyden İran bu bölgeyi kendi
çıkarları doğrultusunda dokumaya şekillendirmeye çalışmaktadır. Rusya’nın ise Suriye’de aldığı
üslerle Akdeniz’de bir güç olma ihtimali bulunmaktadır, Suriye meselesinde etkin bir aktör olarak
öne çıkma sebeplerinden biri de bu olarak görülebilir. Türkiye ise Suriye’yi kuzey hattından tekrar
dokuma maksadıyla hem güvenliği sağlamak hem halkın kendini güvenli hissedeceği yere bir
yerleşim yeri kurmaya çalışmaktadır. En nihayetinde tüm bu aktörlerin ortak gayesi Suriye’de bir
istikrarın sağlanmasıdır. Fakat esas mesele aktörler arasında bu istikrarı kimin nasıl sağlayacağı
konusudur. İstikrar sağlama çalışmalarında her bir aktör bir şekilde etkinlik alanını arttırmaya,
bölgede daha fazla söz hakkına sahip olmaya, kendi kaygıları doğrultusunda olaylara şekil vermeye
çalışmaktadır. Örneğin Türkiye’nin vurgusu, insani gerekçelerle yeniden yapılandırmaya,
gelebilecek olan yeni bir göç dalgasının önüne geçmeye, sınırındaki terörist grupları etkisiz hale
getirmeye ve özellikle güvenliğe vurgu yaparken, ABD’yi sınırlamak, İsrail’i zayıflatmak gibi gizli
çıkarlara sahip İran’ın ise Esad rejiminin meşruiyetine, terörizmle mücadele ve ABD’nin
meşruiyetine atıflarda bulunduğu, ABD ile derinden bir güç mücadelesine de sahip olan Rusya’nın
ise terörizmle mücadele, Suriye’nin bütünlüğü, göçmenlerin geri dönüşü gibi konulara değindiği
gözlemlenmektedir. Her bir devletin çıkarları örtüştüğü doğrultuda sorunu çözmeye çalıştıklarını
söylemek mümkündür. ABD’nin bölgede bulunmasının alt metnini de IŞİD’i yok etme, İran’ın ve
Rusya’nın güçlenmesini engelleme ve nüfuzunu arttırma olarak yorumlamak mümkündür.
Barış Pınarı özelinde yorumlamak gerekirse operasyonun önemli başarılara imza attığı söylenebilir.
ABD’nin tarih boyunca çeşitli örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda desteklediği ve maliyeti
arttığı zamanlarda desteğini azalttığı ya da geri çektiği görülmektedir. ABD, PYD/YPG’ye de
çıkarları örtüştüğü doğrultuda destek vermektedir. İlk baştaki ABD’nin çekilme açıklaması örgütü
endişelendirmiştir. Çünkü her terör örgütü gibi PYD/YPG de yapılanmış devlet güçleri karşısında
ciddi varlık gösterebilecek bir unsur değildir. Öte yandan ABD çıkacağını açıklasa da askerlerini
tamamen çekmediği sadece çok küçük bir askeri grubunu geri çektiği görülmektedir. Türkiye için,
ABD’nin bölgeden tamamen çıkması öte yandan bölgede diğer önemli aktörler olan İran, Suriye ve
Rusya’yla karşı karşıya kalması demektir. Lakin bakıldığı zaman ABD’nin bölgeden tamamen
çekilmesi yakın gelecekte çok mümkün olmayacak gibi görünmektedir. ABD en fazla askerlerini
belli sınırların altına kadar çekecek ya da sayılarını azaltacaktır. Operasyonla ilgili; ilk olarak Suriye

19
PKK’sı ve onu destekleyen çevreler, örgüt militanlarına ve sempatizanlarına dokunulmaz
olduklarına dair bir inanç aşılamıştı ve bu durum örgüte umut vererek onun etki alanını
genişletmekteydi. Türkiye’nin bu hamlesi bu ümidi kırmış ve fiili terör yapma kapasitesini oldukça
azaltmıştır. Operasyonun ilk haftasından bu inancın sarsıldığı görülmüştür. Örgüte dair bir takım
çevrelerin örgütü bir şekilde ayakta tutup maddi olarak destekleyerek gelecekteki Suriye’nin temel
sütunlarından biri haline getirmeye yönelik bir strateji olduğu görülmektedir. Ancak bu harekatla
birlikte Türkiye’nin bu stratejiyi de büyük ölçüde baltaladığını söylemek mümkündür.
4. Bir Kuşak Bir Yol Projesi, Yeni İpek Yolu Teorik çerçevede tartışınız.
Bir Kuşak Bir Yol Projesi (OBOR) 2013 yılında Çin Devlet Başkanı tarafından ilan edilen, 65
ülkeyi ve yaklaşık 3 milyarlık bir nüfusu ilgilendiren bir yatırım projesi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Asya’nın en doğusu ile Atlas Okyanusu’nun Avrupa kıyılarını birbirine bağlaması
öngörülen projenin amacı en başta Asya ve Avrupa hattındaki önemli ekonomikler arasında
alternatif bir ulaştırma altyapısı, ticaret ve yatırım bağlantısı kurmaktır. Küresel bir kapsama
ulaşmayı hedefleyen projenin kara ve deniz olmak üzere iki önemli uluslararası ticaret güzergahına
sahip olduğu görülmektedir: Kuşak kısmı, “İpek Yolu Ekonomik Kuşağı” ve yol kısmı “Deniz İpek
Yolu”. Projenin ismindeki kuşak kavramı ile Orta Çin’den başlayan, Moskova, Rotterdam
üzerinden Venedik’e uzanan karayolu, demiryolu, petrol ve gaz boru hatları ve diğer altyapı
projelerinden oluşan bir kara ulaştırma ağları bütünü kastedilmektedir. Bu kapsamda tek bir rota
yerine Asya-Avrupa yönünde kara köprülerinden oluşan koridorlar planlanmaktadır. Yol kavramı
ise, projenin denizyolu ağına karşılık gelmektedir. Güney ve güneydoğu Asya’dan Doğu Afrika ve
Akdeniz’in kuzeyine kadar uzanan deniz bölgesinde limanlar ve diğer kıyı yapıları ağı
planlanmaktadır.
Proje kapsamındaki kara ve deniz güzergahlarının Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını geçerek Çin
ekonomisi ile gelişmiş Avrupa ekonomilerini birbirine bağladığı görülmektedir. Bu girişim aynı
zaman diğer ülkelerle kurulan çok yönlü işbirlikleri sayesinde halihazırda yükselen bir güç olan
Çin’in merkezi bir aktör haline gelmesine katkı sağlayacaktır. Öyle ki bu proje önümüzdeki 50 yılı
uluslararası siyaset ve ekonomide Çin’in yükselen rolü açısından şekillendirecek gibi
görünmektedir. 2001’de Çin liderliğinde Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulması, halihazırda büyük
bir güç olan Çin’in bir ittifak sistemine yakın işbirliği ve dayanışma sistemi kurmasına olanak
sağlamıştır. 2013 yılında ise Çin Devlet Başkanı, İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz
İpek Yolu projelerinden oluşan Bir Kuşak Bir Yol girişimini açıklamıştır. Buna İpek Yolu Fonu ve
Asya Altyapı ve Yatırım Bankası (AIIB) eklenince Asya-Pasifik bölgesinde ABD’nin öncülüğünü
yaptığı Atlantik sistemine karşı büyük bir ekonomik cephe açılmıştır. Projenin özellikle gelişmemiş
ve gelişmekte olan ülkeleri kapsayan ve maksimum ekonomik faydayı hedefleyen bir küresel
ekonomik işbirliği olması da ayrıca önem arz etmektedir. Bunun yanında özellikle Çin’deki kamu
firmalarının ve finansal kurumların ülke dışında altyapı ve inşaat projelerine yatırım yapmasını
teşvik etmesi de projenin bir diğer unsurudur. Ayrıca, proje kapsamındaki lojistik hat, Çin ve Fransa
arasında demiryolu taşımacılığını aktarmasız olarak mümkün hale getirmektedir. Deniz yolu ile 40
günü bulan taşımacılık süresinin de yeni demiryolu hattı sayesinde oldukça azalması
beklenmektedir.
Proje ile planlanan güzergahlar ise; Çin-Moğolistan-Rusya, Çin-Merkez ve Batı Asya, Çin-Hindi
Çini Yarımadası, Çin-Pakistan, Çin-Bangladeş-Hindistan-Myanmar şeklindedir. Türkiye ise bu
koridorlar içinde Orta Koridor olarak adlandırılan Çin-Merkez ve Batı Asya Koridoru üzerinde
bulunmaktadır ve Türkiye projenin önemli ortaklarından biridir. Özellikle Türkiye’nin içinde yer
aldığı Orta Koridor, tarihi İpek Yolu’nun da canlandırılması amacını taşımaktadır. Türkiye’nin
projeye entegrasyonu için ise Çin ile anlaşma imzalanmış ve bunun için 40 milyar dolarlık bir bütçe
öngörülmüştür. Türkiye, OBOR için oldukça kritik bir noktada yer almaktadır, jeopolitik
20
konumunun güçlü olması, güçlü üretim ve yüksek potansiyele sahip olması, Karadeniz
taşımacılığında da önemli bir aktarma noktası olması gibi sebeplerle projede ön plana çıkmaktadır.
Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü konumunda olan Türkiye’nin sahip olduğu Yavuz Sultan
Selim, Osmangazi, 18 Mart Çanakkale Köprüleri ve Avrasya Tüneli gibi ulaşım yolları da OBOR
projesine önemli lojistik ve ulaşım fırsatı verecektir. Bunun haricinde bakıldığında Türkiye ve Çin
ilişkilerinin özellikle ticari işbirliklerinin son yıllarda istikrarlı olarak gelişim gösterdiği
görülmektedir.
Dünya’nın ikinci büyük ekonomisi olan Çin’in ekonomik modelini değiştirdiği görülmektedir.
Dışarıda çeşitli nedenlerle Çin mallarına talep azalmış olduğu için ve bu içeride de maliyetleri
yükseltmiş olduğu için Çin iç pazarını geliştirme çabasına girmiştir. Bu projeyle birlikte Çin aynı
zamanda kendi içindeki ekonomik dönüşüm sürecini de desteklemeyi amaçlamaktadır. Bunun
yanında, bu proje sadece ekonomik işbirliğini arttırmakla kalmayacak, hatların geçtiği ülkeler
arasında siyasi, bölgesel işbirliklerini arttıracak, insani ve kültürel bağları da güçlendirecektir.
Türkiye özelinden düşünüldüğünde OBOR’un iki ülke arasında sektörel finansal derinleşmeden,
güvenlik ve savunma sanayiine, bilim ve teknolojiden, enerji, su, gıda güvenliğine pek çok alanda
gelişim ve işbirliğine olanak vereceği şüphesizdir.
Öte yandan Çin’in bu girişimini bir yumuşak güç inşası olarak görmek de mümkündür. Uluslararası
ilişkiler çok boyutlu rekabet temelinde ilerlemektedir. Böyle bir ortamda STK’ların, üniversitelerin,
düşünce kuruluşların, kültürel kurumların, sportif oluşumların, özel sektör ve benzeri kurum ve
yapıların rolleri artmaktadır. Ülkelerin yumuşak güç kapasitelerini tam olarak harekete
geçirebilmeleri için din, dil, tarih, coğrafya gibi faktörler önemini koruyor olsa da değişen dünya
şartlarıyla birlikte bölgesel ya da küresel güç olmak nitelikli insan kaynağına dayalı yüksek katma
değer üreten bir ekonomiye ve uluslararası iş bölümünden nitelikli pay almakla mümkün olacaktır.
Bu açıdan, Çin için OBOR, küresel yumuşak güç inşasında önemli bir nokta olacaktır.
Bunun yanında bu girişim katılımcılığı ve karşılıklı bağımlılığı da inşa edecektir. Tarihsel olarak
baktığımızda Batı’nın dünyanın geri kalanıyla ilk tercihte tek taraflı bağımlılığı inşa etmeye çalıştığı
görülmektedir. Çin’in yükselen bir güç olarak inşa edeceği en büyük kapasite ise karşılıklı
bağımlılık ve katılımcılık yönünde samimi uygulamalar olacaktır. OBOR bunun için önemli bir
fırsattır. Öte yandan böyle bir projenin önemli bir noktasında yer alan Türkiye de projenin önemini
son derece farkındadır. Geçtiğimiz günlerde Bir Kuşak Bir Yol projesi kapsamında Çin’den gelen
ilk yük treni marmaray hattını kullanarak boğazı geçerek nihai varış noktası olan Prag’a devam
etmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için 10 yıl önce Türk dili konuşan ülkeler arasında kapsamlı
işbirliğini teşvik etmek amacıyla kurulan uluslararası bir örgüt olan Türk Keneşi, Çin’den gelen
trenin Orta Koridor’un Türkiye ayağından geçebilmesi için TCDD’yi devreye sokmuştur.

5. Doğu Akdenizdeki Aktörler


2009 yılı itibariyle Doğu Akdeniz’de bulunan karbon rezervlerinin keşfi (İsrail’in Tamar ve
Leviathan bölgelerinde, GKRY’nin Calypso ve Afrodit bölgesinde, Mısır Zohr yatağında) ve
uluslararası enerji şirketlerinin katılımıyla birlikte Doğu Akdeniz’deki durum uluslararası bir enerji
problemine ve hatta güç mücadelesine dönüşmüştür. Hatta bu rezervler bölge ülkeleri arasındaki
çözümsüz sorunların çözülebilmesi için de koz olarak görülmeye başlanmıştır. Kıbrıs meselesi de
bunlardan bir tanesidir. Rezervlerin keşfinin ardıdan 2015’te bölgeye Rusya’nın gelişiyle dengeler
değişmeye başlamıştır. Rusya’nın Suriye üzerinden D.Akdenizde belli bir alanı askeri kapasitesiyle
rakiplerinin erişimine kapatması üzerine, bu hareket ABD’yi de tetiklemiş bölgede hegemon olmayı
isteyen ABD de Akdeniz’e geri dönmek istemiştir. Haziran 2019’da ABD Dış işleri bakanı Pompeo,
Akdeniz’i Washington için yeni bir stratejik ceple olarak açıklamıştır. Trump yönetimi, Akdenize
21
dönüşü iki aşamada somutlaştırmaya karar vermiştir: ABD Akdenizde var olan donanmasının
gücünü arttırarak denizdeki askeri varlığını ve görünürlüğünü arttırmıştır. İkinci olarak da, GKRY,
Yunanistan, İsrail ve Mısırdan oluşan yeni bir dörtlü ittifakı doğal gaz alanında oluşturmuştur. İkinci
aşama belki de Rusya ile çatışma riskini kontrol etmek için bir kılıf olarak da görülebilir. Özellikle
son zamanlarda İsrail, Mısır ve GKRY’nin buldukları karbon rezervleri ve uluslararası enerji
şirketlerinin katılımıyla Doğu Akdeniz’deki durum uluslararası bir enerji problemine ve hatta güç
mücadelesine dönüşmüştür. En nihayetinde şu an Doğu Akdeniz’de her biri farklı bir çıkar peşinde
ve farklı etkinlik alanlarına sahip olan pek çok aktör bulunmaktadır; Türkiye, Yunanistan, KKTC,
GKRY, İsrail, Ürdün, Lübnan, Filistin, Mısır, ABD (Exxon Mobile), Rusya, İtalya (ENI), İngiltere
(BP), Fransa (Total).
GKRY ve Yunanistan için bu durum bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. GKRY 2003’ten beri tek
taraflı MEB ilan etmiş, diğer kıyıdaş ülkelerle deniz yetkilendirme anlaşmaları yapmış ve adanın
etrafındaki doğal kaynaklardan KKTC’yi mahrum etmek için bölgede 13 parseli ihaleye açarak
uluslararası firmaları çağırmıştır (ENI, TOTAL, BP, KOGAS -G.Kore-, Exxon Mobile,
PETROLEUM -Katar-, DELEK GROUP -İsrail-). Bu rezervlerin bulunuşuyla beraber GKRY
adanın doğal kaynaklarının paylaşımından KKTC’yi dışlayarak onun üstünde ekonomik ve siyasi
baskıyı artırma politikasını bir adım daha ileri götürme fırsatı bulmuştur. Bu, uluslararası hukuka
göre sorunlu bir yaklaşım olsa da farklı jeopolitik ve jeostratejik nedenlerle GKRY İsrail, Mısır,
ABD ve AB’den de çeşitli şekillerde destek bulmuştur. Türkiye ve KKTC ise bunun üzerine 2004’te
kendi kıta sahanlığını BM’ye ilan etmiştir. KKTC deniz antlaşması ile Türkiye’ye 2011’de TPAO
üzerinden arama yapması için ruhsat vermiştir, bunların bir kısmı KKTC’nin kendi alanları, bir
kısmı da KKTC ile GKRY’nin birlikte hak iddia ettiği alanlardadır. Oruç Reis ve Barbaros sismik
gemileri ve Fatih sondaj gemileri Antalya açıklarında aramalar yapmaktadır. KKTC ve GKRY’nin
ihale ettiği bazı bölgelerin çakışması ise problem yaratmaktadır. Türkiye tartışmalı bölgelerden
birine Yavuz sondaj gemisini göndermiştir ve bunun üzerinde gerginlik başlamıştır.
Tüm bu gelişmeler haricinde, geçtiğimiz yıllarda Türkiye ve Mısır arasındaki iyi ilişkilerden ötürü
Mısır kendine ait bölgelerde petrol ve doğalgaz çıkarma haklarını TR’ye devretmek istemiştir.
Ancak anlaşmaya varılmadan Arap Baharı’nın bölgeyi etkisi altına alması ve Mısır’da darbe olması
üzerine söz konusu bölgeler İsrail’e verilmiştir. Yeni hükümet ise Türkiye’nin bölgeye müdahil
olmasından son derece rahatsızlık duymaktadır. Bir başka mesele ise GKRY’nin Türkiye’nin
tarihten gelen doğal haklarını ihlal eden politikalarda bulunmasıdır, bu durum uluslararası hukuka
da aykırıdır. İki ülke arasındaki tartışmalı parsellerde Türkiye tartışmalı olmayan alanlarda herhangi
bir aramaya ya da yabancı gemilerin girmesine izin vermemektedir ve bölgede devriye gezmektedir.
Müdahale söz konusu olursa savaş sebebi sayılacağını da belirtmiştir. Öte yandan Türkiye,
GKRY’nin ihaleye açtığı diğer yerlerde de GKRY ve Mısır arasında yapılan antlaşmala
çerçevesinde bölgeden çıkacak kaynakların da tüm adaya ait olduğunu belirtmektedir.
Doğu Akdeniz meselesinde farklı çıkarlara sahip pek çok aktörün güç mücadelesi ve denge
oluşturmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Buna karşın ABD, Avrupa, Mısır, İsrail ve kıyıdaşların
neredeyse tamamı Türkiye’ye karşı tavır almaktadır. Öyle ki Türkiye ve KKTC dışlayan -Mısır,
İsrail, Ürdün, GKRY, Yunanistan ve İtalya) East-Med kurulmuştur. Bu proje ile bölgeden Avrupa’ya
bir deniz boru hattı ile doğalgaz ve petrol taşınması amaçlanmıştır. Bunun için en kısa ve ekonomik
yol ise Kıbrıs üzerinden denize döşenecek bir boru hattı ile gazın Türkiye üzerinden sevk
edilmesidir. Ancak jeopolitik unsurların devreye girmesiyle East-Med boru hattı projesi, GKRY,
Mısır ve İsrail’in çabasıyla Türkiye ve KKTC’yi dışlayan bir opsiyona dönüştürülmüştür. Doğalgaz
ve petrolün Türkiye sınırına uğramadan Girit ve Yunanistan hattından Avrupa’ya taşınmasını
öngörmektedir. AB’nin desteklediği bu projenin ciddi sorunları bulunmaktadır; East-Med’in hayata
geçmesi için oldukça uzun bir boru hattı döşenmesi gerekmektedir ve güzergah için düşünülen Girit
22
ve Yunanistan arasındaki deniz tabanında jeopolitik zorluklar bulunmaktadır. Bunun yanında
maliyeti de oldukça yüksektir.
ABD’nin de bu projelere Türkiye’ye karşı grupta destek verdiği görülmektedir. Ancak ABD’nin bu
projeyi destekleme sebebi büyük ölçüde kendisine rakip olarak gördüğü Rusya’nın ve dolaylı olarak
İran’ın etkinlik alanını daraltarak, güçlenmelerinin önüne geçmektir. ABD’nin amacı bir anlamda
Rusya’yı dengelemektir. Bunun yanında, Doğu Akdeniz’deki rezervler Avrupa devletleri tarafından,
dış gelirinin %60’tan fazlasını gaz ve petrolden elde eden Rusya’ya bağımlılıklarını azaltacak iyi bir
alternatif olarak görülmektedir. Rusya açısından ise durumu farkında olan Rusya, Suriye
meselesinde Esad rejimini desteklemesine rağmen Esad’ın gitme ihtimaline karşı kendisini sağlama
alarak 2017’de 49 yıllığına Tartus limanını kiralamış ve donanmasını bölgeye getirmek için altyapı
yapmıştır. Rusya’nın Lukoil firması 2017’de Mısır’a ait Zohr Doğalgaz sahasında %30’luk hisse
satın almıştır. Suriye’nin Baniyas kentinden Tartus’a uzanan kıyı kesiminde ise 25 yıllık sondaj
hakkı elde edecek anlaşmalar yapmıştır. Böylelikle işini şansa bırakmayarak bölgenin bir kıyı ülkesi
olmamasına karşın Doğu Akdeniz’e kıyıdaş bir konuma gelerek bölgede söz sahibi bir aktör haline
gelmiştir.
Taraflar bölgede kendilerini gösterme amacıyla çeşitli tatbikatlar yaparak birbirlerine karşı gövde
gösterilerinde bulunmaktadırlar. Örneğin 2018 Haziranda ABD, İngiltere, İsrail F35 deneme
sürüşünü bu alanda yapmıştır, Şubat 2019’da Türkiye Mavi Vatan adı altında birçok deniz savaş
gemisi, uçağı gibi donanmalarıyla bir tatbikat gerçekleştirmiştir. Haziran 2019’da da Karadeniz,
Akdeniz ve Ege Denizlerinde tüm ekipmanlarıyla yine Deniz Kurdu Tatbikatını yapmıştır.
Dolayısıyla bölge son zamanlarda aktörlerin birbirlerine karşı yaptıkları güç gösterilerine sahne
olmaktadır.
Öte yandan TR ve KKTC’nin açıkça, Rusya’nın ise örtülü şekilde dışlanmaya çalışıldığı enerji
projeleri -East Med gibi-, ekonomik ve siyasi maliyeti çok yüksek, jeopolitik riskler nedeniyle
geleceği belirsiz, Türkiye ve KKTC’nin haklarını yok saydığı için de hukuk dışıdır. Türkiye ve
KKTC’nin haklarının göz ardı edilmesine kurulu bu projeler, bölgesel ticarette önemli olan istikrara
katkı sağlamanın aksine kaynak çıkarımı ve ticaretini bölgede istikrarsızlık üretmenin bir aracı
haline getirmektedir. Bölgedeki durum göz önüne alındığında, rakibi değerli alanlardan dışlamaya
yönelik bir jeopolitik oyunun ABD ve Rusya gibi iki süper güç tarafından kendi çıkarları
doğrultusunda bölgeye dayatıldığı, GKRY ve İsrail gibi çeşitli aktörlerce de bir fırsat olarak
değerlendirildiğini görülmektedir.
Ancak Türkiye’yi dışlayarak enerji kaynaklarının pazarlanması mümkün değildir. Bu jeopolitik
oyun, Rusya’nın bölgedeki 2015 kazançlarının dengelenmesi ve sınırlanması, Rusya’nın
sınırlanması üzerinden de İran’ın sıkıştırılması, Türkiye’nin sınırlandırılması üzerinden Türkiye’nin
Doğu Akdeniz mücadelesinde iki rakip arasında ve kendine yönelik tehlikeler karşısında dengenin
dengeleyicisi rolünü oynamasının da engellemesi gibi farklı amaçlar taşımaktadır. Türkiye, kendi
karasularında ve Kıbrıs çevresinde arama ve sondaj faaliyetleri yapma yeteneğine ve gücüne sahip
olduğu sürece dışarda bırakılmaya çalışılsa da aslında bu oyunun tam ortasında bulunmaktadır.
Türkiye alan-kapatma kabiliyetlerini geliştiren bir politika izlemektedir ve bu karşı aktörleri
endişeye sürüklemektedir. Bu noktada S400 gibi alan-kapatma sistemlerinin, geliştirilen donanma
ve hava kabiliyetlerinin önemi büyüktür ve dahası bunların benzeri milli sistemler de geliştirilmeye
çalışılmaktadır. Öte yandan, Türkiye’nin sistemik araştırma ve derin sondaj kabiliyetlerine ve
saldırgan hareketleri caydırabilecek deniz ve hava kuvvetlerine ve bunları kullanabilecek yeteneğe
sahip olması, Türkiye ve KKTC’nin haklarını yok sayan bu tarz ekonomik ve siyasi projelerin
uygulanabilirliğini sarsacaktır. Bunun yanında GKRY’nin 2004’teki tek taraflı MEB’e karşı Türkiye
2011’de KKTC ile ruhsat anlaşması yapması, bu çerçevede Fatih ve Yavuz gibi sondaj gemilerini
23
araştırmaya göndermesi aynı zamanda Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’den dışlanamaz
olduğunun diğer aktörlere gösterilişidir.
Doğu Akdeniz’de bir anlamda soğuk savaş yaşanmaktadır. Avrupa devletleri gerek kendi içsel
meseleleri gerek ekonomik sebeplerle ciddi alternatif bir proje önerememelerinin de etkisiyle ABD
destekli projelere bağlı GKRY’nin peşine takılan bir tutum izlemektedirler. (Band-wagoning)
ABD’nin temelde Rusya karşıtı kurguladığı politikada peşine takılmayla bir aracı haline
dönüşmüşlerdir.
Dahası bu durum büyük aktörlerin daha küçük aktörler tarafından çatışmaya sürüklendiği
-chaingangin- irrasyonel davranış biçimlerine de fırsat vermektedir. Örneğin, GKRY’nin uzun
süredir AB nezdinde sürdürdüğü Türkiye ve KKTC karşıtı propaganda Brüksel’in caydırma
amacıyla Türkiye aleyhine bazı sınırlı yaptırım kararları almasına neden olmuştur. Ancak Türkiye
bu yaptırımları ciddiye almadığını açıklamıştır. AB’nin izlediği politika bölgede istikrarı
sağlamaktan son derece uzaktır.
ABD’nin bir önceki başkanı Obama Doğu Akdeniz’deki olası gaz rezervlerinin bölge aktörlerini
yakınlaştıracağını düşünmekteydi. Hâlbuki gözünden kaçırdığı nokta, uluslararası siyasette aktörler
genellikle güvenlik kaygılarından ötürü ittifak kurmakta yahut yakınlaşmaktadırlar. Öyle ki bir
ekonomik işbirliği oluşumu olarak görülen AB dahi Sovyet tehdidinin ve ABD güvenlik
şemsiyesinin altında kurulabilmiştir. Haliyle Doğu Akdeniz’de de aktörler işbirliğinden ziyade
birbiriyle mücadele etmeye koyulmuşlardır. Yine de bir işbirliğinden söz edilecek olursa o da
Türkiye’ye karşı yine temelinde güvenlik kaygılarının yattığı Yunanistan, İsrail ve Mısır arasındaki
işbirliğidir.
Sonuç olarak bölgedeki aktörler askeri kapasite açısından birbirlerine hemen hemen denk ölçekteki
aktörler olduklarından her hangi bir aktör bir diğeriyle sıcak bir çatışmaya girmeyi göze
alamayacaktır. Enerji konusu devletlerin kendi güvenliklerini tehlikeye atacakları derece önemli bir
mevzu değildir. Diğer bir deyişle devletlerin enerjiden daha büyük kaybedecekleri şeyleri vardır.
Kendilerine karşı oluşturulabilecek bir kalıcı ittifak güç dengesini bozacak ve söz konusu devletin
varoluşunu tehlikeye atabilecektir. Yine de sadece Doğu Akdeniz için değil Ortadoğu’nun geneline
bakıldığında pozisyonunu sert biçimde muhafaza eden aktörlerin daima günün sonunda kazanan
taraf oldukları görülmektedir. Pozisyonunu ve stratejisini değiştiren aktörler ise kaybetmekte ve
sahadan çekilmektedirler.

6. ARAMCO
Suudi Arabistan’ın milli petrol Şirketi Saudi Aramco’nun 2 tesisine 14 Eylül’de saldırı düzenlenmiş
ve bunun sonucunda yangın çıkmıştı. Bunun üzerine Yemen’de devam eden savaşın taraflarından
olan Husiler, 10 SİHA kullanarak saldırıyı kendilerinin düzenlediklerini iddia etmiş, ancak bu
açıklama ABD ve Suudi Arabistan gibi devletler tarafından tatmin edici bulunmamıştır. Daha
derinlemesine bakıldığında Körfez bölgesinde uzun zamandır biriken bir gerilim olduğu
görülmektedir. Daha öncede ABD’ye ve İran’a ait İHA’larda bölgede vurulmuştur. Aramco
saldırısıyla birlikte bölgedeki Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeler ve hatta İsrail savunma sistemlerini
güçlendirme kararı almışlar, güvenlik önlemlerini üst seviyeye çıkarmaya başlamışlardır.
Öte yandan Aramco saldırısını Husiler üstlense de ABD saldırıların Yemen’den geldiğine ilişkin bir
kanıt olmadığını belirterek İran tarafından geldiğini iddia etmiş bunun bir savaş ilanı olacağını
açıklamıştır. İran ise suçlamaları reddederek, ABD’yi BAE ve Suudi Arabistan’a silah vererek ve
istihbarat sağlayarak savaş operasyonu yürütmekle suçlamış, topyekün bir savaşa da hazır
olduklarını açıklamıştır. Bunun yanında küresel petrol üretiminin %5’ini tek başına sağlıyor

24
olmasından dolayı Aramco’ya yapılan saldırılar küresel alanda bir şok etkisi yaratmış, petrol
fiyatlarında ani bir yükselişe neden olmuştur.
Yükselen tansiyona ve tarafların adımlarına bakıldığında bölgede bulanık savaş mantığının
ilerlediği görülmektedir. Taraflar değişik aktörler ve vekiller üzerinden çatışma sahasının bir parçası
halinde stratejilerini yürütmektedirler. Öte yandan ARAMCO saldırısında da ABD’nin İran üzerinde
baskıyı arttırmaya yönelik stratejisinin devam ettiği görülmektedir. Trump, İran’a baskının
arttırılmasını savunan bir isim olsa da doğrudan bir çatışmaya girmekten de kaçınmak istemektedir.
Trump arttırılan baskıyla beraber İran’dan yeni tavizler koparacak bir müzakere yürütülmesi ve elde
edilen kazançlarla ABD-İran arasındaki sürecin yeni bir aşamaya taşınması niyetindedir. Bunun
yanında ilave kazanç olarak da Körfez ülkelerine bol miktarda silah satışının yapılmasını amaçlayan
hamleler de bulunmaktadır. Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti, bölgede oluşturulan Küre
koalisyonu ve yine bölgeye yapılan silah satışları buna kanıt olarak görülebilir. ABD ile bölgedeki
ülkelerin ittifak görüntüsü de dikkat çeken bir diğer unsur. Ancak Suudi Arabistan ve koalisyonu
İran’la doğrudan savaşmaktan kaçınmaktadır. Bunun yerine ABD’nin İran’la savaşmasını
kendilerinin ise ABD’nin arkasında destekçi aktörler pozisyonunda kalmayı umut etmektedir, ABD
ise olası bir savaşın Suudi Arabistan ve Körfez’in savaşı olmasını ve ABD’nin bu savaşta destekçi
pozisyonunda kalmasını arzu etmektedir. ARAMCO’da olduğu gibi bölgedeki faali belirsiz
saldırılar, Suudi Arabistan ve koalisyonunu da test etmektedir. Bunun başka bir örneği Birleşik Arap
Emirlikleri’ndeki tankerlere yönelik faali belirsiz saldırılarda yaşanmıştır. Bu saldırılarda ABD’nin
limitleri de görülmüştür. Bu saldırılardan sonra BAE ve İran bir diyalog başlatmıştır.
ABD için petrolün dünya pazarlarına ucuz ve güvenli şekilde akışı Soğuk Savaştan beri tüm ulusal
güvenlik doktrinlerinde önemli bir güvenlik meselesidir. Dolayısıyla ARAMCO’da gerçekleşen
saldırıdan sonra Trump olaya ivedilikle tepki göstermiş, Suudi Arabistan’dan saldırının failiyle ilgili
bilgi beklediğini söylemiştir. Körfez’den İsrail’e ABD’ye kadar olan bir koalisyonun İran’la
problemli olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu olayda da İran’ın hedef gösterilmesi şaşırtıcı
değildir. İran’ın suçlamaları reddetmesi de sorunu çözümsüz bir hale getirmektedir. Taraflar
arasında bir belirsizlik mevcuttur. Bu belirsizlik durumunun ürettiği stratejik sonuç ise bulanık
savaş mantıcının Körfez’deki gerilimli mücadele alanında kendisini göstermesidir. Bulanık savaşta,
taraflar karşı cevap verip vermemekle ilgili bir tercihe bırakılmaktadırlar. Cevap vermedikleri
zaman yapılan hamleyi sahiplenmese de eylemin faali gibi görünen aktörün hesabına kar
yazılmaktadır ve bölgedeki koalisyonlar bu doğrultuda değişmeye başlamaktadır. Körfez bölgesi de
son zamanlar da böyle bir süreçten geçmektedir. Dengelerin nereye doğru ne şekilde değişeceği ise
belirsizliğini korumaktadır.
Özetlemek gerekirse, bölgede yine pek çok aktör bulunmakta: Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Katar, Mısır, Yemen, İran ve tabiki ABD. ABD ve İran arasındaki güç savaşları bir
süredir devam etmektedir. ABD’nin her fırsatta İran’a yönelik baskıyı arttırma, İran’ı sıkıştırma ve
etkinlik alanını daraltmaya yönelik stratejiler izlediği görülmektedir. Yaşanan gerilimlerde
eylemlerin öznelerin değişse de (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri vb.) fail olarak İran ‘ın
hep merkezde kaldığı görülmektedir. Öte yandan yaşanan gerilimlerin neredeyse hepsinde ABD’nin
gizli özne konumunu koruduğu göze çarpmaktadır. Körfezdeki tüm gerilimleri ABD, bölgede İran’ı
dengelemek için önemli bir fırsat olarak görmekte ve bu doğrultuda krizleri İran’la olan
meselesinde kendi avantajına çevirmek için kullanmaya çalışmaktadır.
7. Dünya Çapındaki protestolar
2019 yılı Dünyanın çeşitli yerlerinde dalgalanmalara sahne oldu. Dünya çapındaki bu
dalgalanmaların her birinin farklı sebepleri var, farklı toplumsal sınıflar ön plana çıkıyor ve
heterojen dalgalanmalar. Bu eylemlerin sebepleri Hong Kong, Katolonya gibi ayrılıkçı ya da
25
milliyetçi, Lübnan, Ekvador, İran gibi ekonomik, ya da Endonezya da olduğu 20.yy’a benzer
şekilde karşımıza çıkmakta. Bu küresel eylem dalgası yaz başında ufak tefek ayaklanmalarla
sürüyordu ancak 2019’un son çeyreğinde iyice alevlendi.
Hong Kong: Hong Kong yönetiminin suçluların iadesiyle ilgili bir tasarı sunması (Çin ve Tayvan’a
iade edilecekti) ile fitil ateşlendi. Pekin yönetiminin bu tasarıyı genişleteceğinden ve Hong Kong’a
müdahil olacağından endişe ediliyordu. İlk eylemlerde protestocular, tasarının iptalinin
sağlanmasını ve siyasi muhaliflerin Çin’e iade edilmesinin önlenmesi için çalıştılar. Pekin
yönetiminin eylemciler için radikal göstericilerin isyanı ve terör benzeri eylemler şeklinde
açıklamalar yapması ve sınıra yakın bir bölgeye askeri sevkiyat yaptığına dair söylemler eylemlerin
daha çok alevlenmesine neden oldu. Çin yönetimi geri adım attı ve Hong Kong tasarıyı geri çekti.
Protestolar Batı merkezli bazı STK’lar tarafından da destek gördü. Batı hükümetleri Çin’i insan
haklarına uyması konusunda uyardı. Başta talepler tasarıyla başlasa da sonrasında devlet başkanının
istifası ya da Çin’den bağımsızlık gibi taleplerin de dile getirildiği görülmektedir.
Şili: En şiddetli gösterilere sahne olan ülke olarak öne çıktı. Protestolar ekonomik sebeplerle başladı
(Metro zammı). Öğrenci eylemleriyle başlayan protestolar, eylemlerin şiddetli şekilde
bastırılmasıyla toplumda biriken tepkinin açığa çıkmasına neden oldu. Gösteriler tüm ülkeye
yayıldı. Devlet başkanı Pinera OHAL ilan etti. Halkın tepkisi, Türkiye’de Gezi zamanında olan
talepleri anımsatıyor. Zaman zaman tence tava çalarak da destek verildiği görülmekte. Batı
hükümetleri Hong Kong’da olduğu kadar Şili’deki olaylara ilgi göstermedi. Ölümlere karşı hatrı
sayılan tek tepki eski Şili devlet başkanı şimdiki BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Bacheletten
geldi. Halk, temel ihtiyaçlarda fiyatların yüksek olması, yolsuzluğun fazla olması, sağlık sisteminin
kötülüğü, çalışma saatlerinin uzunluğu yani genel olarak yaşam şartlarından şikayetçi. Bunların
hepsinden devlet başkanının neoliberal politikalarını sorumlu tutuyorlar, anayasa değişikliği ve
devlet başkanının istifası gibi talepler mevcut. Ekonomik yardım paketini açıklandı, 2020 yılında da
anayasa ve bunu yapacak heyet için bir referandum yapılacak.
Endonezya: Öğrencilerin ve işçi sendikalarının önderliğinde bir kalkışma söz konusu. Sol motiflerin
baskın olduğu görülüyor. Sağcı, otoriter devlet başkanı Widodo’nun meclise getirdiği yeni ceza
kanunu tepkiye sebep olmuştu. Kısa sürede de ülke çapında protestolara dönüştü. Widodo taleplerin
kabul edilmeyeceğini söyleyerek polisin güç kullanarak göstericileri dağıtmasını istedi. Batıda
CNN,BBC,DW gibi basın kuruluşları protestoları sadece evlilik dışı cinsel ilişkiye ceza gelmesi
sebebiyle çıkmış gibi gösterince eylemciler bu kuruluşları kınadı. Eylemciler talep listelerini
duyurdular, yeni ceza kanunu önerisinin problemli maddelerinden vazgeçilmesi, yeni toprak
kanununun değiştirilmesi, düşünce suçluları ve aktivistlerin bırakılması gibi talepleri var.
Bolivya: Seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla başlayan protestolar sonucunda devlet başkanı ordu
baskısıyla istifa etti. Muhalif Anez geçici devlet başkanlığına getirildi ancak geçici hükümetin de
istifası isteniyor. Gösteriler ülke çapında devam ediyor. İstifa eden devlet başkanı Morales
Meksikaya iltica talebinde bulunarak oraya gitti. BM taraflar arasında diyalog kurulması için
arabulucu olmaya çalışıyor ve acil ulusal diyalog mekanizması kurulduğunu bildirdi.
Lübnan: Benzin, tütün, internetten yapılan konuşmalar, Whatsapp’a vergi konmasıyla başlayan
protestolar ülkeye yayıldı. Lübnan’da altyapı eksikliği sebebiyle iletişim genellikle internetle
sağlanmaktaydı, yeni vergi paketi bunlara ek vergi getiriyordu ve son damlayı bu vergiler oluşturdu.
Temel sebep ise yolsuzluk sebebiyle ülkenin dış borçlarının ödenenememesi, hayat pahalılığı,
ekonomik durgunluk. İnanç yapısı çok çeşitli olan Lübnan’da her dine mensup insan protestoların
içinde, dolayısıyla bu her mezhepin mecliste kendi temsilcisini topun ucuna koyabilmesi anlamına
geliyor. Hariri krizleri hafifletecek reformları koyacaklarını açıkladı ama bu yetmedi en sonunda
Hariri istifasını açıkladı, yeni hükümet kurulana kadar başta kalacak. Protestolar ABD tarafından da
26
destekleniyor. Talepler; vergi zammının geri çekilmesi olarak başlasa da rejim değişikliği,
hortumlanan malların iadesi, devrim gibi taleplerin de dile getirildiği görülüyor. Hizbullah ve
Emel’e bağlı milislerin gösterileri bastırmak için saldırılarda bulundukları da görülüyor. Ancak halk
taleplerini almaya kararlı.
Haiti: 1 seneyi aşkın zamandır devam eden eylemler var. Devlet başkanı Moise ve yolsuzluk karşıtı
protestolar var. Moise diyalığa açık ve ılımlı bir tavır sergiledi. Haiti sorunu siyasal, sosyal ve
ekonomik temelli. ABD protestoları destekliyor. Eylemcilerin talepleri devlet başkanının istifası ve
geçici hükümetin kurulması şeklinde.
Mısır: Arap Baharından sonra tekrar karmaşa hakim, bu sefer Sisi’nin gitmesi isteniyor. Eylemler
Arap Baharında olduğu kadar yoğun değil ama ülkenin tamamına yayılmış durumda. Protestolar
yolsuzluk videolarının yayılmasıyla başladı. Sisi bir tutuklama dalgası başlattı bunun yanında kendi
destekçilerini de Sisi yanlısı eylem yapmaları için meydanlara saldı. Talepler, Sisi’nin istifası, siyasi
mahkumların serbest bırakılması.
Ekvador: Kemer sıkma paketi kararnamesi geçti, bunla birlikte akaryakıt fiyatları zamlandı, bunlar
diğer fiyatlara da yansıyınca sosyal krize dönüştü. Paketin iptali için protestolar başladı ve paket
geri çekildi.
Azerbaycan: Muhalifler düşük ücret, yolsuzluk, siyasi baskıya karşı siyasal dokunulmazlıkların
kalkması talebiyle sokağa çıktı ancak protestolar büyük isyanlara dönüşmedi.
Katolonya: Katalonya’nın tek taraflı bağımsızlık ilan etmesinden bu yana bölgede gerginlik devam
ediyor. Referandumda öne çıkan 9 Katalan siyasetçinin İspanyol Anayasa Mahkemesinde cezaya
çarptırılması eylemlerinin kıvılcımını yaktı. Grev, sivil itaatsizlik kampanyaları bölge çapında
isyana dönüştü. Öte yandan bağımsızlık istemeyen Barselonalıların da sokağa çıktığı görülüyor.
Peru: 2017’den beri hükümet krizi yaşanıyordu, Devlet Başkanının kongreyi, kongrenin de devlet
başkanını görevden almasıyla büyük bir yönetilememe krizi ortaya çıktı. Kongrede çoğunlukta olan
Halk Gücü liderinin kendini devlet başkanı ilan etmesiyle işler karıştı. Eski devlet başkanını ve
Halk Gücü liderini destekleyenler aynı anda sokağa çıktı, siyasi kaosa son verilmesi, yolsuzluk
karşıtı reformlar yapılmasını isteyen üçüncü bir kesim de Kongre önünde toplandı. Protestolar
barışçı şekilde ilerlemekte.
Irak: En fazla can kaybının yaşandığı isyan dalgası Irak’ta yaşandı. Protestolar işsiz üniversite
mezunlarının öncülüğünde kendiliğinden başladı, başbakan ve yozlaşmış parti sisteminin devrilmesi
talepleri var. Protesto kitlesinin çoğunluğunu Şiiler oluşturuyor ama eylemlerde İran’ın Irak’tan
elini çekmesi talepleri de dikkat çekiyor. Başbakan işsiz üniversite mezunlarına iş sözü verse de
gösteriler durulmuyor ve sert müdahale emri veriliyor. Protestocular direnmeye devam ediyor,
siyasal alanda da Irak komünist partisinden bazı MV’ler hükümet tarafından gösterilerdeki
taleplerin yerine getirilmemesi nedeniyle istifa ettiler.
Cezayir: Gülümseme Devrimi olarak da adlandırılan bir hareket mevcut. Arap Baharında koltuğunu
kaybetmeyen Buteflikayı hedef alan eylemler onun devrilmesiyle sonuçlandı. Devlet başkanlığı
görevini yerine getiremeyecek kadar yaşlanmış ve konuşamayacak durumda olan Buteflikanın
tekrar aday olmasıyla protestolar başlamıştı. Ordunun da isyancılara desteği ile Buteflika’nın
istifasına neden olmuştu. Başbakan da istifa etmek zorunda kaldı. Ordu vesayetinde ulusal birlik
hükümeti yeni bir anayasa yazmaya başladı. Daha demokratik bir anayasa talebi mevcut. 12
Aralıkta seçim yapılacak.
Gürcistan: Seçim sisteminde değişiklik öngören tasarıya karşı gösteriler başlamıştı. Hükümete karşı
protestolar ve erken seçim talepleri söz konusu. Koalisyon hükümetinden 12 MV istifa etti.

27
Gazze: Marttan beri Gazze Şeridinin İsrail sınırında barışçıl gösteriler yapılıyordu ancak İsrail
askerleri sivil halka mermilerle cevap vermişti. İsrail’in düzenlediği saldırılara yönelik protestolar
mevcut, saldırılardan okulların da etkilenmesi çocukların kadınların da hayatlarını kaybetmetmesi
okulların zarar görmesi tepkilere neden oldu, uluslararası toplumdan çocukların ve eğitim sürecinin
maruz kaldığı olumsuzluklara karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri isteniyordu. Öncesinde de
İslami Cihad Hareketinin önde gelen komutanlarından Ebu’l Ata ve eşi hayatını kaybetmişti İslami
Cihad İsrail’e roket atışıyla karşılık vermişti. Mısırın ara buluculuğu ile bir ateşkese varıldığı
duyrulmuştu.
İran: Son olarak İran’da petrol zammıyla birlikte protestolar başladı. Son 1 yıldır yaptırımlarla
beraber zaten İran’ın durumu kötüye gidiyordu. Yönetim internet erişimini kapattı, bunun üzerine
Pompeo gösterilere destek verdiğini açıkladı, Almanyadaki Amerikan büyükelçisi de İran halkına
internet erişimi sağlayabileceklerini açıkladı. Farklı şehirlerde gösteriler devam ediyor ve ölümler
var. İran rejiminin kolu Yemen’e Lübnan’a uzanıyor, İran bölgedeki güç boşluğunu dolduruyordu.

28

You might also like