Professional Documents
Culture Documents
Sunuş
Mütercimin Önsözü
Birinci Bölüm
İslam Tarihi Kavramı
1. Konu ve Başlangıç
2. Allah'ın Melik İsmi Ve İnsan
İkinci Bölüm
Tarih, Takvim Ve İslâm Tarihi
1. Tarih ve Takvim:
2. Hz. İbrahim ve Takvim (Astronomi)
3. Nebiler ve Melikler Tarihi
4. Peygamberimizin Ataları: Hz. İbrahim ve Hz. İsmail
Üçüncü Bölüm
Arap Yarımadası'na Gönderilen Nebiler Ve İslâm'dan Önce Mekke
1. Arap Yarımadasına Gönderilen Nebiler:
A) Nebî ve Rasûl Terimleri:
B) Hz. İsmail (a.s.)
C) Tevrat, İncil ve Kurbân
D) Hz. Salih (a.s.)
E) Hz. Hûd (a.s.)
F) Hâlid b. Sinan el-Absî
2. İslâm'dan Önce Mekke ve Hz. İsmail'in Oğulları
A) İsmail, Zemzem ve Mekke'nin Kuruluşu
B) Kabe'nin Yapımı ve Yönetimi:
C) Mekke'de Yönetimin Örgütlenmesi:
Dördüncü Bölüm
Hz. Muhammed'in Doğumu Ve Mekke'nin Siyasî Durumu
1. Nebilerin Doğumu
A) Hz. Musa'nın Doğumu
B) Hz. İsa'nın Doğumu
C) Hz. Muhammed'in Doğumu
2. Hz. Muhammed'in Doğumunda Mekke:
A) Mekke'nin Siyasî Yapısı (On Bakanlık Sistemi):
B) Hz. Peygamberdin Ailesinin Mekke Devletindeki Görevi
3. Konu ile İlgili Sorular
Beşinci Bölüm
Hz. Muhammed'in Doğumu Sırasında Mekke'nin Dinî Durumu Ve
Peygamberlik
2. İlk Vahiy ve İlk Âyetler
4. Konu ile İlgili Sorular:
Altıncı Bölüm
Hz. Muhammed'in Hayatının Siyasî Yö Nü Ve Mekke Devri
1. Peygamber-Sultanlar (Davud, Süleyman ve İsmail)
2. Hz. Peygamberdin Mekke'deki Siyasî Tavrı (Mekke İslâm Devleti)
3. Konu ile ilgili Sorular:
Yedinci Bölüm
Medine'ye Hicret Ve Sonuçları
1. Müslümanların Kardeşliği
2. Medine'nin Savunulması
3. Dünyanın İlk Yazılı Anayasası
4. Medine İslâm Devleti'nin Örgütlenişi
5. Konu ile ilgili Sorular
Sekizinci Bölüm
Mekke Müşrikleri Ve Medine Yahudileriyle İlişkiler
1. Medine Devletini Benimsemeyenler
2. Hz. Peygamber Devrinde İslâm'ın Yayılışı
3. Mekke Devletiyle Ekonomik İlişkiler
4. Bedir Savaşı
5. Benî Kaynuka ve Benî Nadir Yahudileriyle İlişkiler
6. Hendek Savaşı
7. Benî Kureyza Yahudileriyle İlişkiler
8. Hudeybiye Sulhu ve Mekke'nin Fethi
9. Konu ile ilgili Sorular
Dokuzuncu Bölüm
Hz. Muhammed'in Vefatı Ve Hilâfet Meselesi
1. Yalancı Peygamberler (Müseylime ve Esved)
2. Hz. Peygamberdin Hastalığında Hilâfet Tartışmaları
3. Veliahdlık ve Hz. Ali
4. Ensar ve Hilâfet Meselesi
5. Muhacirler ve Hilâfet Meselesi
Onuncu Bölüm
Hz. Ebu Bekir'in Halîfe Seçilmesi Ve Bazı Uygulamaları
1. Muhacirler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi
2. Ensar ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi
3. Hz. Fatma'nın Miras Talebi ve Ebu Bekir'in Halifeliği
4. Hz. Ebu Bekir'in İlk Uygulamaları
Onbirinci Bölüm
Hz. Ebu Bekir'in Halifeliğinin Meşruiyeti
1. Hilâfetin Kureyşliliği
2. Hz. Ebu Bekir'in Halifeliği ve İlk Hristiyanlıkla Bir Mukayese
3. Konu İle İlgili Sorular:
Sunuş
Elinizdeki eser, Prof. Dr. Muhammed Hami-dullah tarafından
Erzurum'da İslâmî İlimler Fakültesi'nde verilen derslerden oluşup,
rahmetli Doç.Dr. Ruhi Özcan tarafından dilimize çevirilmiş ve 1976
yılında Erzurum'da "İslâm Tarihi Dersleri" adıyla teksir halinde
[1]
yayınlanmıştır. Eser, ders hüviyetinde olmakla birlikte, özellikle basit
anlatımı ve sorularıyla genel okuyucu için de ilgi çekici yanlara sahiptir.
Yayına hazırlarken mütercimin nevi şahsına münhasır kısaltmaları ve
transkripsiyonuna, ülkemizde âşinâ olunmadığından dolayı dikkate
alınmamıştır. Ders başlıkları ve alt başlıklar tarafımızdan konulmuş, bazı
önemli konulara ait kaynaklar yazarın diğer eserlerinden de karşılaş-
tırmak gayesiyle dipnotlarda gösterilmiştir.
Bazı şekil değişiklikleri yaparak yayına hazırladığımız bu değerli eserin
okuyuculara yararlı olacağını umuyor, mütercime Yüce Allah'tan rahmet
diliyoruz. Bu arada Beyan Yayınları'na da böyle bir eseri gün ışığına
çıkarmasından dolayı teşekkür ediyoruz.
[2]
İstanbul, 1994 Vecdi AKYÜZ
Mütercimin Önsözü
Birinci
Bölüm
İkinci Bölüm
1. Tarih ve Takvim:
İslâm tarihinde Hz. İbrahim'in (a.s.) yeri büyüktür. "Size daha evvel
[25]
müslüman adını o vermiştir Hz. İbrahim'in babasının ismi Kur'ân'a
göre Azer, Tevrat'a göre Târah'tır. Bu iki isim üzerindeki araştırma, bizi
şu sonuca götürüyor: Eski Yunanca'da "târah" kelimesine karşılık "âser"
kelimesi kullanılmaktaydı. Arapça'da "âser" kelimesi "âzer" yapılmıştır.
Buna göre, Hz. İbrahim'in babasının ismi hususunda bir ihtilâf bahis
mevzuu değildir.
Ayrıca Kur'ân birşey söylemediği halde, Tevrat, Hz. ibrahim'in diğer
karılarından İsmail ve İshak'tan başka çocukları olduğunu da kaydeder.
İslâm Nebisi Hz. Muhammed (s.a.)'in dedelerinden olan oğlu İsmail'i
Mekke'de iskân eden odur.
Hem Tevrat ve hem de Kur'ân Hz. İbrahim'in oğullarından önce İsmail'in,
sonra İshak'ın doğduğunu haber verirler. Tevrat'ın ifadesine göre, eski
devirlerde insanın yeni ele gelen (hâsıl olan; hatta doğan) her şeyi Allah'a
kurban etmesi, Allah'ın emriydi. Sadece ilk toprak mahsulleri ve ilk
hayvan (inek, koyun vs.) yavruları değil, ilk insan yavruları hakkında da
bu hüküm yürürlükteydi.
Sanki Hz. İbrahim bu emri unutmuş, Allah da ona bunu rüyasında
hatırlatmıştı: 'Oğulcağızım, ben seni rüyamda boğazlıyor görüyorum. Bak
artık ne düşünüyorsun?' deyince oğlu: 'Babacığım, sana verilen emir ne
[26]
ise yap. Allah dilerse benî sabredenlerden bulacaksın' dedi.
Bugünkü Tevrat "Allah, Allah için sevgili yegâne oğlu İshak'ı kurban
olarak boğazlamasını, İbrahim'e emretmişti" diyor. Bu âyette "İshak" ke-
limesinin sonradan sokulan bir kelime olduğu çok açıktır. İshak, sureti
katiyyede tek oğul değildi, olmadı; Babasının ikinci oğluydu. İsmail
ondan önce de vefat etmemiştir, ki bu sebeple İshak tek oğul olarak tavsif
olunabilsin. Mezkûr durum Tevrat'ta açıktır: "İlk oğlunu boğazla". Bu
[27]
İsmail'dir. Bu bâbda Kur'ân: "Sonra gelen (nebiler ve ümmetjler
[28]
arasında ona (iyi bir nâm) bıraktık diyor. "İki amca oğullan; Araplarla
Yahudiler arasındaki nefret, Tevrat'ın tahririyle mezkûr âyetteki İsmail
isminin yerine İshak isminin konulması da dahil birçok tarihi
rezaletlerin sebebidir" diyebiliriz.
Bunun delilleri vardır: Hacc zamanında Araplar arasında (İslâm
öncesinde) kurban (âdeti) vardı. Yahudiler arasındaysa İshak'm kurban-
dan kurtuluşu sebebiyle bayram yoktur. Câhiliyet devri (İslâm öncesi)nde
bile Araplar, İsmail'in Mi-nâ'daki kurban edilme olayını, şeytanın nasıl
İbrahim'i aldatmak istediğini, İbrahim'in nasıl taşlar attığını
bilmekteydiler. (Bunun hatırası olarak hacc vakti Minâ'da üç kere
cemreler atılır.) Arapların Hz. İbrahim'i ve Hz. İsmail'i bildiklerinin delili
de şudur: Buhârfnin rivayetine göre Hz. Peygamber, Mekke'yi hicretin
sekizinci yılında fethedince, Kabe'ye girdi ve içerisinde resimlerle
karşılaştı. Meleklerin, Meryem ile oğlu İsa'nın, İbrahim ve İsmail'in
resimleri vardı. Kabe'nin yapılışı, bilindiği gibi İslâm'dan Önceydi. Bu
resimlerin İslâm'dan önce Kabe'ye yapılmış olması, bu husustaki
iddiamızın Müslüman olmayanlar için de bağlayıcı olduğunu gösterir.
Tevrat'ta zikri geçmiyor diye, Allah'ın ve İbrahim'in emriyle İsmail ile
Hacer'in Mekke'ye yerleşmeleri olayı bir efsanedir denemez. Tevrat,
İsrailoğullarmın; bir tek kabilenin tarihidir. Diğer kabilelere ait, husûsen
rakibleri olan İsmailoğullarıyla ilgili olaylardan bahsetmemesi, kolay
anlaşılabilen ve akla yatkın bir keyfiyettir.
Kim ne derse desin, Mesih'in (İsa) doğumundan takriben ikibin yıl önce
Hâcer, küçük çocuğu İsmail ile Mekke'de yerleşti. Kur'ân'ın belirttiği gibi
Mekke'de İsmail'den sonra nebî gönderilmedi. Fakat diğer Araplara
[29]
nebiler gönderilmistir. Meselâ, Yemen'e Hz. Hûd Kuzey Arap
[30]
Yarımadasındaki kendi kavmi Semûd'a Hz. Salih, gönderilmiştir.
Allah bu kavmi korkunç bir sesle cezalandırdı, evlerinde oldukları gibi
ölekaldılar.
Bunlardan başka, Peygamberimiz Muham-med'den naklen Semhûdî,
Kastâllânî ve diğerlerinin rivayetine göre, Medine'ye Hâlid b. Sinan el-
[31]
Absî adında bir nebî gelmiştir.
Üçüncü Bölüm
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e (a.s.), zevcesi Hâcer ve oğlu İsmail'i Mekke'ye
götürmesini emredince, ikisini getirip bir yere bıraktı ve bu yer daha
sonra Mekke beldesi oldu.
Şu halde, Hz. İsmail'i (a.s.) Arap Yarımadası'na yerleşen ilk nebî olarak
biliyoruz. Arap Yarınıadası'nda Hz. İbrahim'den (a.s.) önce de nebîler, din
tebliği için bulunmuş olabilirler, fakat onlar hakkında hiçbir
malûmatımız yoktur.
Yukarıdaki iki âyette kendilerine hem rasûl ve hem de nebî denen Hz.
Musa (a.s.) ve Hz. İsmail'in (a.s.) zikredilmeleri arasında çok küçük bir
fark vardır.
Kur'ân, Hz. Musa (a.s.) hakkında O, ihlâsa erdirilmiş (bir zat) idi. Rasûl
[37]
bir Nebî idi demekte, Hz. İsmail (a.s.) hakkıda ise O, vaadinde sâdıktı,
[38]
rasûl bir nebî idi. buyurmaktadır.
Hz. İsmail'in (a.s.) vaadine sadık olduğunu Kur'ân tasrih etmektedir. Yani
birşey vaadedince, vaadinde duruyordu; vefalıydı. Maalesef Hz. İsmail'in
hayatı hakkında, bu hususta neler yapmış olduğunu bize anlatacak
bilgiye sahip değiliz. Neler vaadetmiş, sonra bu vaadlerine nasıl sadakat
gösterdiği hakkında Kur'ân'da da, hadislerde de tafsilat bulamıyoruz.
Kur'ân'da ve hadisin dışında Tevrat'ta da konu ile ilgili herhangi bir
bilgiye rastlamıyoruz.
Bugün elimizdeki Tevrat, sadece ailenin; İsrâiloğulları'nın tarihidir. İsrail,
Hz. Yâkub'un (a.s.) lâkabıdır. Tevrat böylece yalnızca Hz. Yâkub'un
oğullarından bahsetmiş oluyor. Hz. İsmail (a.s.) Hz. Yâkub'un (a.s.)
amcasıdır. Bundan dolayı hem kendisinin ve hem de oğullarının hayatın-
dan Tevrat'ta bahsedilmiyor. Fakat Hz. İsmail'in doğumu hakkında bazı
tafsilat buluyoruz. Meselâ, Tevrat şöyle der: "Allah, İsmail'in annesi Hâ-
cer'e bir melek gönderip, Allah'ın mübarek kjldığı bir oğul dünyaya
getireceğini müjdeler. Hâcer de, sayıları gökteki yıldızlar kadar olması
için ben çocuklarım hakkında bereket niyaz ederim der." Hz. İsmail
hakkında Tevrat'ta şöyle bir zikir de vardır: "Hz. İbrahim vefat edince, iki
oğlu; İsmail ve İshak, defninde hazır bulundular." Bundan başka Hz.
İsmail (a.s.) ve oğulları hakkında Tevrat'ta bir kayıt yoktur. Bu bakımdan,
Hz. İsmail ile ilgili olarak zikredilen vaadde sadâkatten maksadın ne
[39]
olduğu hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz.
Anlaşıldığına göre bu yapı; Allah'ın evi, hacc için bir ziyaret mahalli
olmuştu. O asırda yılda bir defa mı, daha fazla mı, yoksa yılda bir defa-
dan daha da az mı hacettikleri hakkında bilgimiz yoktur. Fakat
bildiğimiz, Hz. İbrahim'in (a.s.) Kabe'yi bina edip Filistin'e döndüğü, Hz.
İsmail'in Kabe'nin mutevelisi (nâzın; bakanı) olduğudur. Önce mütevelli
İsmail (a.s.) idi. Ondan sonra onun oğlu mütevelli oldu, daha sonra
torununa intikal edip, bu devralma devam edip gitti. Bu mütevelliliğin
babadan oğula intikalinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Ancak
sonraları mühim bir hâdise oldu. Güney Arabistan'dan; Yemen'den
Huzâ'a kabilesi Mekke'ye uğradı. Su bulunduğundan dolayı, bu kabile
Mekke'ye yerleşmek istedi. Fakat Mekke'de bulunan Curhum kabilesi,
onların yerleşmesine engel olmak istedi. İki kabile arasında savaş çıktı.
İslâm Tarihi kitapları ki ben Egânî kitabında da aynı şeyi gördüm Hz.
İsmail'in (a.s.) oğullarının, bu harp sırasında tarafsız kalıp, hiçbir kabile
tarafında savaşa katılmadıklarını kaydeder. Savaşı, Huzâ'a kazanır.
Curhum'luları öldürürler, diğerlerini de Mekke'den çıkarırlar. Mekke'ye
mâlik olarak oraya yerleşirler. Bundan sonraki asırlarda, Kabe'nin
nezâretinin Hz. İsmail'in oğullarının değil, Huzâ'a kabilesi başkanının
elinde bulunduğunu görüyoruz. Bunun Huzâ'a'mn kazandığı zafer sebe-
biyle olması mümkündür. Kabe nezâretinin, Huzâ'a kabilesi başkanının
elinde bulunması uzun asırlar, tâ Kusayy devrine kadar devam etti. Bi-
lindiği gibi Kusayy, Peygamberimiz Muham-med'in dedelerindendi.
Kabe'nin idaresi kendisinde değildi. Fakat bir hadisenin vukuundan
sonra o, Kabe'nin mütevellisi oldu:
Kusayy, Huzâ'a kabilesinin başkanının kızıyla evlendi. Kabe'nin nâzın,
kabile başkanının oğluydu. Bu kişi içki içerdi. Bir gün yine içti, sarhoş
oldu. Daha çok içki içmek istiyordu, fakat parası yoktu ve bu vazifeyi
(Kabe nazırlığını, içki parası mukabilinde) sattı. Kusayy, kabile başka-
nının bu oğluna diğer bazı şeylerle bir tulum içki vererek, bu vazifeyi
satın aldı. Bu, Arap hikâyele-rindendir, Kur'ân'da yoktur.
Şurası mühimdir: Önceleri vazife, ziyaretçilere Kabe'nin kapısını
açmaktı. Anahtar da kabile reisinin elindeydi. Huzâ'a kabilesinin reisi
ölünce, Kusayy, bu anahtar sebebiyle, Kabe'nin mütevellisi oldu. Huzâ'a
kabilesi Kusayy'dan bu vazifeyi almak istedi. Kusayy ve yardımcılanyla,
Huzâ'a kabilesi arasında bu sebepten harp çıktı. Ku-sayy'ın annesi, diğer
bir kabile olan Kudâ'a kabi-lesindendi. Bu kabileden adamlar gelip
harpte, Kusayy için savaştılar. Neticede Huzâ'a yenildi, Mekke'den
çıkarıldı. Kusayy ile yardımcıları Mekke'nin hâkim sakinleri oldular.
Kusayy, zekiydi. Her yıl Arap Yarımadası'nm her yerinden Mekke'ye hacc
için çok sayıda ziyaretçinin geldiğini biliyordu. Yabancıların, Huzâ'a
kabilesinden sonra, kendisinin Kabe nazırlığında bulunuşunu kabul
etmeyebileceklerini de düşünüp, ne yapması gerektiğini araştırdı ve
"Rifâde" müessesesini kurdu. Bunun icabı olarak, akrabasına, dostlarına
rica edip para ve mal toplattırdı. Toplanan bu mallarla, bütün hacılar
ağırlanacak, onlara izzet ve ikramda bulunulacaktı. Hacılar, Kussayy'dan
misafirperverliği, izzet ve ikramı görünce, "senden önceki reis, bize böyle
muamele etmek şöyle dursun, bilâkis bizlerden para ve mal toplardı"
[48]
demişler ve Kusayy'ın, Kabe nazırlığı vazifesini benimsemişlerdi.
Dördüncü Bölüm
1. Nebilerin Doğumu
Hz. İsa'nın doğumuyla ilgili olarak Kur'ân'-da fazla bilgi yoktur. Ancak
Kur'ân'dan şunları öğreniyoruz: Meryem anamız, hâmile kaldığı zaman
evli değildi ve ailesinin evinden ayrılıp çöle gitti. Hz. İsa (a.s.) orada
doğdu. Çölde tek başına idi. İçinde bulunduğu durumdan çok müteessir
olmuş ve "keşke daha önce Ölmüş, unutulup gitmiş olsaydım, daha iyi
idi" diye düşünmüştü. Bu sırada "Aşağısından ona şu nida geldi:
"Tasalanma, Rabbin senin alt (yan)ında bir su arkı vücuda getirmiştir.
Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilmiş, taze hurma
[52]
dökülecektir. Artık ye, iç, göz(ün) aydın olsun. Eğer beşerden
[53]
herhangi birini görürsen'ben, o çok esirgeyici (Allah'a) oruç adadım.
[54]
Onun için bugün hiç kimseye katiyyen söz söylemeyeceğim,' de.
Ayrıca bu melek, "bir şey sormak istiyorsanız, çocuğa sorun" demesini
söylemişti. Kur'ân, Meryem'le konuşmak isteyenlerin çıktığını, onun da
'çocukla konuşun' dediğini, onların 'Henüz beşikte bulunan bir sabi
bebek ile nasıl konuşuruz?' dediklerini kaydederek diyor ki: "İsa dile
gelip, dedi ki: Ben hakikat Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Beni
[55]
Nebi yaptı Bu, Kur'ân'da Hz. İsa'nın doğumundaki mucize olarak
bildiklerimizin tamamıdır.
Bu hususta İncil'in söylediklerine geçmeden önce, bebek iken, Hz. İsa'nın
söylediği "Ben hakikat Allah'ın kuluyum" ifadesi üzerinde durmak
istiyorum. Biliyorsunuz ki Hıristiyanlar, "İsa, Allah'ın oğludur, Allah'ın
kulu değildir" diyorlar. Onlara göre İsa, ilâhtır; üçden üçüncüsüdür. Fa-
kat bununla beraber bugün elimizde bulunan İncil'de; Matta İncili'nde
Hz. İsa şöyle diyor: "Ben Allah'ın kuluyum ve bununla iftihar ederim."
Hz. İsa'nın (a.s.) doğumuyla ilgili İncil'de söylenenler, hemen hemen
Kur'ân'ınki gibidir. Yani İsa'nın babası yoktu, dolayısıyla doğuşu dikkat
çekmişti. İncil'de konu ile ilgili şu bilgiler vardır: Meryem anamız evliydi,
fakat Meryem'in ebeveyni İsa'yı dünyaya getirinceye kadar, Meryem'i ni-
kâhlısına henüz teslim etmemişlerdi. Meryem'in nikâhlısı olan dülger
Yusuf, nikâhlısının hamile olduğunu duyunca, onu boşamak istedi. Bu
sırada mesleği dülgerlik olan Yusufa melek gelerek, "Boşama, Meryem,
ileride çok meşhur olacak bir çocuğa hamiledir" dedi ve Yusuf da böylece
Meryem'i boşamaktan vazgeçti; zevcesi Meryem'i alıp Beytü Lahm
denilen yere gitti ve İsa orada doğdu. İncil devamla diyor ki: "Üç
ateşperest (mecû-sî) gelerek, biz hususî mânâ ifade eden, gökte bir
yıldızın doğduğunu gördük. Bu yıldız, ancak büyük insanlardan birinin
doğumunda ortaya çıkar. Biz kimin doğduğunu araştırıyoruz, çünkü bu
çocuk Yahudilerin kralı olacaktır dediler. Araştırmalarına devam ettiler,
bebek olan İsa'yı görünce, onun ayaklarını öptüler, geri dönüp
memleketlerine gittiler." Bunlar İncil'in Hz. İsa (a.s.)'mn doğuşu
[56]
konusunda mucize kabilinden zikrettikleridir.
C) Hz. Muhammed'in Doğumu
[58]
A) Mekke'nin Siyasî Yapısı (On Bakanlık Sistemi):
Beşinci Bölüm
Beşinci sene sonunda Cibril gelerek; "Allah seni Peygamber kıldı" dedi ve
ilk vahiy böylece gelmiş oldu. Bu hâdisenin nasıl olduğu çok bilinen
gerçeklerden biridir. Fakat ben iki hususu özellikle vurgulamak
istiyorum:
1) Vahiy, Peygamber aleyhisselâma hemen gelmedi. Fakat Peygamber
aleyhisselâm (Hirâ mağarasında) bilemediğimiz şekillerde i'tikâf es-
nasında, yavaş yavaş vahye hazırlandı ve böylece vahye tahammül
kudreti kazanmış oldu. Bu inzivaların sonlarına doğru, hangi senelerde
olduğu gerçi kaydedilmemekle beraber, Peygamberimiz, tuhaf bir olayla
karşılaştığını söyleyerek şöyle diyor: "Karşılaştığım her taş, her ağaç bana
selâm veriyordu. Bana sesleniyor, sesin geldiği tarafa bakıyordum, fakat
kimseyi göremiyordum."
2) İlk vahiy uyanıkken değil, fakat uykudayken geldi. İbn Hişâm'ın
belirttiğine göre, ilk vahyi Cibril (a.s.), Hz. Peygamber'e getirdiğinde
kendisi uyuyordu. Bu da yine aynı hususa, yani ahştırılmağa; insanın
ilâhî vahye tahammül edebilmeğe hazırlamşıyla ilgilidir. Ayrıca bu
hususun vahy'in özelliğiyle de ilgisi olmalıdır. Vahy'in yapısını
bilmediğimiz için bu konuda daha fazla malumat veremiyoruz. Ancak
hadis kitapları sahabeden vahyin geliş anıyla ilgili bazı enteresan hu-
susları naklederler.
Vahiy gelirken Peygamberimiz bir ağırlık hissediyordu. Meselâ, devesinin
üzerindeyse, deve kendisini çekmeye tahammül edemiyor ve çö-küyordu.
Bu arada vahiy esnasında devesinin ayaklarının gerildiği, ayaklarının
kırılmasından sahabenin korktuğu kaydedilmektedir. Buharı, vahiy
kâtibi Zeyd b Sâbit'ten şunu nakleder: "Bir gün Peygamberimizin
yayındaydım. Kalabalıktan Peygamberin uyluğu uyluğumun üzerindeydi.
Vahiy inmeğe başladı. Uyluğumun üzerinde büyük bir ağırlık hissettim
ve buna son derece güçlükle tahammül edebildim." Yine Buhârî'nin bir
başka
rivayetinde, Zeyd b. Sâbit'ten bu hususta, "Eğer bu uyluk, Peygamberin
olmasaydı, ayağımı ayağının altından çekip alırdım" dediği kaydedilir.
Vahiy son derece soğuk bir günde bile inse, Peygamberin alnından sanki
çok sıcak bir günmüş gibi ter boşanırdı.
Vahyin gelişinde Peygamberi görenlerden pek fazla rivayetler varsa da,
hepsini değil fakat bazısını, özellikle vurgulamak istiyorum. Bu konudaki
rivayetlerden birine göre Peygamberimiz aleyhisselâm bir gün yemekte
bulunuyordu ve elinde de bir kemik vardı. Vahiy gelince hareketsiz
kaskatı kesildi, kemik de öylece elindeydi. Vahiy sona erdikten sonra,
halen kemik elindeydi. Kemik elinden düşmemişti. Sahabeden biri de şu-
nu naklediyor: "Bir gün Peygamberimiz minberde hutbe okuyordu. Vahiy
inmeğe başladı. Ayakta hareketsiz kaldı. Az sonra bu hal gitti." Bir nakle
göre vahiy esnasında mübarek yüzü kızarır, bir diğer rivayete göre
esmerleşirdi. Bu durumlar neyin işaretidir ve nasıl değerlendirilmelidir?
Vahye ve peygamberliğe inanmayan müsteşrikler, bu konuyla ilgili
malum birtakım Ölçülerle düşünüyorlar. Meselâ, işi tıp açısından ele
alıyorlar. Bunlardan biri, Alman tabip Shiprin-gir'dir. Der ki: Kızarmak,
terlemek vs. gibi bu alâmetler, sar'a hastalığının belirtileridir. Ancak şu-
rasını kaydetmek zarureti vardır: Sar'a hastaları, hastalık tuttuğunda
hareket ederler, anlaşılmayan şeyler konuşurlar. Tıp tarihi, sar'alıların,
sar'a nöbetinde, anlaşılır, fayda temin edilir cinsten meselâ, din tebliği vs.
gibi şeyler yaptıklarını kaydetmemiştir. Bu günkü tıp da aynı şeyi söyler.
Fark gayet açıktır. Sar alı hareket ettiği halde, Peygamber aleyhisselâm,
ayakta yahut otururken hareketsiz kalmaktaydı. Vahiy ve Nebîlikle hiç il-
gisi olmayan bu kabil yorumlarla meşgul olma ihtiyacını hissetmiyoruz.
İlk vahiyden sonra üç sene devamlı olarak vahiy kesildi. Tarihçi Belâzurî,
ikinci vahiyde Du-hâ sûresinin indiğini, ilk vahiyde ise Kalem sûresinin
ilk beş âyetinin geldiğini kaydeder. İlk vahiy insanlık tarihi yönünden
enterasandır. Anadan doğma tahsil görmemiş; ümmî bir insana vahiy
geliyor ve okumasını emrediyor: "İkra' bismi rabbik" (Rabbinin adıyla
oku) diyor. Sonraki âyetlerde kalemi öven bir ifade var: "Aileme
bi'lkalem, alleme'l-insâne mâ lem ya'lem" (Kalemle Öğretti, insana
bilmediği şeyi Öğretti) yani insanın bütün malumatı kalem vasıtasıyladır.
Bu günkü malumatımız (kültürümüz), atalarımızdan bize gelen ve bizim
bunlara ilâve ettiklerimizdir. Bunlar bize sadece yazı vasıtasıyla, intikal
etti.
Peygamber aleyhisselâm, ilk vahiyden sonra şaşırmıştı: Bu vahiy miydi?
Allah'tan mıydı, şeytandan mıydı? Zira ilk defa kendisine vahiy
geliyordu. Bu yüzden, vaziyete alışabilmesi için uzun bir müddete
ihtiyacı vardı. Bu ilk vahiyden sonra vahyin gelmesini çok arzuladığı
halde vahiy gelmedi. Gelmeyince üzüldü. Buhârî bir rivayetinde,
Peygamberimizin ümitsizlik halinde bir gün dağın tepesine çıkıp, kendini
aşağı atmayı düşündüğünü nakleder.
İşte bu esnada Cibril gelir ve Duhâ sûresi iner. Böylece "Rabbin seni
terketmedi, Rabbin senin düşmanın değil, sen gerçekten peygambersin"
mealindeki âyetlerle karşılaşır ve peygamberliğinin müjdesine ulaşır. Bu
sûredeki "ve emmâ bini'meti rabbike fehaddis" (Rabbinin nimetini an.)
âyeti mühimdir. Bunda, nebîlikten daha büyük bir nimeti ve hidâyeti
Allah'ın insana ihsan etmediği anlatılmak istenir. Aynı zamanda bu âyet,
Peygamberimizin dini tebliğ etmesini emreder. Zira, bu âyet hem
Peygamberimize, hem de Kur'ân'ı her okuyana emir mahiyetindedir.
Daha sonra "ve enzir 'aşîrateke'l-akrabîn" (Yakın akrabalarını sakındır)
diye bir âyet indi. Tebliğ hususunda insan önce evinde bulunanlardan,
sonra en yakın akrabasından başlamalıdır. Daha sonra haber yayıldı ve
umûmî bir âyet indi: "Ey Muhammedi Artık sana buyurulanı açıkça
[67]
ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Bu husustaki tafsilatı hepiniz
biliyorsunuz: Peygamberimiz dini tebliğ ediyor. İnsanların azı kendisine
inanıyor. Çoğunlukta olan inanmayanlar, kendisine eziyet veriyordu vs.
Müsteşrikler, "İslâm peygamberi Mekke'deyken peygambere benziyordu.
Fakat Medine'ye hicret edince sultan oldu" diyorlar. Peygamberimizin
hayatını mütalaa ederek, onun ilk günden itibaren, "Bana inanın, Rum
memleketlerine, Kisra'nın memleketine vs.ye sahip olacaksınız" dediğini
göreceğiz. Bunun mânâsının, ilk günden itibaren zihinde İslâm
peygamberliğinin mevcudiyeti; sadece manevî meseleler değil, fakat aynı
zamanda hem din, hem dünya işlerini bir arada gören bir zihniyetin
sahibi olduğunu görürüz. Anlaşıldığına göre, insan tabiatı ve yaratılışına;
fıtratına uyan bir din, her şeyi ile mucizelere dayanmaz. Yani Yüce Allah
"ol" diye emreder ve bütün âlem müslüman olur. Böyle şey olmaz. Bunun
tersine, bir tedrîc, sebep ve netice kanunu hâkimdir. Bunun için,
Peygamberimizin dünyada hâkim olan bu beşeri duruma göre hareketi
gerekliydi. O zaman, bazı şeyler kendisinin imkânında olduğu halde, bazı
şeyler imkânı dahilinde değildi. Bu cümleden olarak, Mekke'de dinin
tebliği mümkündü. Fakat sebepleri ve elemanları olacak müs-lümanlar
(yeterli sayıda) yoksa, devlet kurması ilk zamanlarda mümkün değildi.
Bu nedenle Medine'de gördüğümüz, devlet kurmak, elçiler göndermek,
savaşmak gibi bazı gelişmeleri, Mekke devrinde görmüyoruz. Çünkü
[68]
Mekke döneminin şartları ve imkanları farklıydı.
Altıncı Bölüm
İşte bunun için İslâm Peygamberi Muham-med (a.s.), din ve dünyayı bir
araya getirip toplamayı kararlaştırdı. Bundan dolayı bize "Rabbena âtinâ
fi'd-dûnyâ haseneten ve fil âhirati haseneh" (Rabbimiz! Bize dünyada da,
âhirette de iyilik ver) diye güzel bir dua öğretti. Bundan dolayı, sanki
tebliğinden itibaren, bu din ve dünyanın birbirinden ayrılamayacağı,
bunların her ikisinin de bir insanda toplanması gerektiğini belirtmiştir.
Kendisi hem dini tebliğ etmişti hem de bir devlet kurmağa çalışmıştı.
Devlet tesisi iki çeşit olarak tezahür edebilir:
1) Devleti olmayan bir cemiyet vardır. Bu cemiyette kurulacak devlet için
özel bir metod uygulanabilir.
2) Devlet bulunan bir cemiyet vardır. Bu devleti ele geçirmek için ayrı bir
metod uygulanabilir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Mekke'de bir site (şehir) devleti mevcuttu.
Peygamberimiz Mu-hammed, İslâm Devletinin Mekke'de olması için
gayret sarfetti. Medine'de ise hiçbir devlet yoktu ve Medine'ye hicretten
sonra Mekke Devleti ile ilgili metottan tamamen ayrı bir usûl takip etti.
Eğer bir devletin başında bulunan kişi nebî, yani ıslâh edici değilse,
nebinin, devletin başı olmasını bu devlet başkanının kabul etmesi gere-
kir. Aksi halde çatışma çıkar ve savaş olur. Bildiğiniz gibi, Hz. Peygamber
(a.s.) dini tebliğ etmiş ve Mekkelilerden bu dini kabul etmesini talep et-
mişti. Eğer Mekkelilerin tamamı, husûsen idarî vazifelileri, İslâm'ı kabul
etseydiler, kendilerini belki de bu görevlerde bırakacaktı. Zira Peygam-
berimizin hayatında benzeri uygulamaların yapılmış olduğunu
görüyoruz. Meselâ, Umân'da bir devlet vardı ve kardeş olan iki kişi de bu
devletin sultanıydılar. Peygamberimiz kendilerine "Müslüman olun,
emniyette olursunuz; şimdiki konumunuzu korumaya da devam
edersiniz." mânâsında bir mektup yazıp gönderdi. Bu iki kardeşten biri
Ceyfer, diğeri Esleme adını taşıyordu. Gerçekten de Hz. Peygamber (a.s.),
bilâhare bunlar İslâm'ı kabul edince, yine kendilerini sultan olarak bı-
raktı. Fakat Mekke Site Devleti'ndeki vezirler (bakanlar) müslüman
olmadılar, inanmamakta ısrar edip müslümanlara eziyet ettiler. Onun
için maksada en uygun yegâne usul "devlet içinde devlet" teşekkül
ettirmekti. Yani yavaş yavaş müslümanlığı kabul edenlerden meydana
gelen ve sayıları pek fazla olmayan Mekkeliler, dinî, hukukî, iktisadî, her
türlü dünyevî ihtiyaçlarında Peygamberimize müracaat edeceklerdi.
Mekke Devleti'ne itaatkâr olmayacaklardı; Hz. Peygamber de bu ufak
topluluğun başkanı olacaktı.
Devlet ve unsurları nedir"?
Devlet, muayyen bir yere yerleşmiş, birtakım insanlardan teşekkül eden
bir topluluktur. Bu topluluğu meydana getiren insanlar arasındaki
münasebetleri düzenleyen bir nizam vardır. Bu cemiyetteki düzen,
muayyen birtakım kanunlarla olur. Hicretten önce Mekke'deki
müslümanlar arasındaki ilişkilerde toprak hariç bir devletin bütün
unsurlarını, görüyoruz. Bu nedenle Mekke döneminde müslümanların
devlet içinde devlet oluşturduklarını söyleyebiliriz. Hicret'ten önce
müslümanlar, Mekke devleti içinde devlet teşkil etmişlerdir. Hicret'ten
sonra rnüslümanlar Medine'ye yerleşince Peygamberimiz Medine'de bir
devlet tesis etti ve toprak sahibi de oldular. İlk müslümanlann Medine'de
yeni bir İslâm Devleti, Mekke'deyse devlet içinde devlet oluşturduklarını
görüyoruz. Medine'ye geçmeden Önce, Mekke'de bu oluşumun nasıl
meydana geldiğini görelim.
Daha önce de kaydettiğimiz gibi, Mekkeli-ler, yavaş yavaş İslâm'ı kabul
ediyorlardı. Burada enteresan olan bir husus, bu müslümanlann
çoğunluğunun genç yaştaki insanlardan oluşmasıdır. Bunların içinde
yaşlı olan Hz. Ebu Bekir'dir. 38 yaşındaydı. Diğer sahabeler arasında yer
alan; Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve diğerleri gençti.
Enteresan olan ikinci husus, müslümanlara eziyet çektiren Mekkeliler'in
ise, bu gençlerin babaları, dedeleri ve akrabalarının olmasıdır. Bu yaşlı
insanların, önce kendi çocukları ve torunlarını, Hz. Muhammed'e (a.s.)
uymaktan men etmeye çalışmaları kuvvetli bir ihtimâldir. Her asır ve
her zamanda olduğu gibi, gençler babalarını ve dedelerini dinlemeyince,
Hz. Muhammed'e ve müslümanlara eziyet etmeye başladılar.
Fakat Peygamberimiz onlarla savaşmak istemedi. Bunun için çeşitli
metodlarla, dini tebliğ için bir hürriyet ortamı elde etmeğe çalıştı. İbadet
için hür bir ortam olmasını istedi. Bunu elde edemeyince ashabına,
Habeşistan'a gitmelerini söyledi. İbn Hişâm'ın naklettiğine göre, bu arada
hicret edeceklere "Habeşistan'daki sultanın memleketinde kimseye
zulmedilmez" demiştir. Bir kısım Mekkeliler Habeşistana gitmek için yola
çıktılar, fakat hepsi gitmedi.
Müslümanlar Habeşistan'a gittikten sonra da, Mekke'de her geçen gün
müslümanların sayısı çoğaldı. Bu arada şirk koşanlardan müslümanlara
yapılan eziyet de fazlalaştı. Bilindiği gibi, müslümanlarla her türlü
alâkayı kesmeğe; alışveriş yapmamağa, kız alıp vermemeye vs.ye karar
verdiler ve bunu bir kâğıda yazıp Kabe'ye astılar. Üç yıl boyunca
müslümanlann hayatlarını nasıl çok güç şartlar altında devam
ettirebildiklerini tarih kitapları yazmaktadır. Yiyecek şey bu-
lamadıklarından ot, hayvan derileri vs.yi yemek zorunda kalmışlardı.
Daha sonra bu boykotu bozan bazı olaylar cereyan etti ve Peygamberimiz
kabilesiyle evine döndü. Bu sıkıntılı dönemde peygamberimizin amcası
Ebu Tâlib ile hanımı, anamız Hatice vefat ettiler.
Peygamberimiz kabile reisi değildi. Fakat amcası Ebu Talip kabile
reisiydi. Ebu Tâlib'in ölümünden sonra, kabile Ebu Leheb'i, kabile reisi
seçti. Ebu Leheb, erkek kardeşinin oğlu olan Peygamberimizin ve
İslâm'ın en şiddetli düşmanlann-dandı. Birkaç gün sonra Peygamberimizi
kovdu. Yani, "Muhammed'i öldürmek isteyenler hürdür, onu öldürenle
kabile karşı karşıya gelmiyecektir" dedi. Bu durumda Peygamberimiz,
memleketini terketmekten başka çare bulamadı ve Taife gitti.
Tarihî kaynakların kaydettiğine göre, peygamberimiz annesi tarafından
akrabalarının bulunuşundan dolayı, Taife gitmişti. Kendilerinden Tâifte
kalması ve hür olarak dinini tebliğ etmesi için izin istedi. Fakat
akrabaları, karşısına şiddetli bir düşman olarak çıkmış, yollara çocukları
çıkarıp onu taşa tutturmuş, memleketlerinden onu atmışlardı. Böylece
Peygamberimiz Muhammed, hem memleketi Mekke'den, hem de akraba-
larının memleketi Tâifden kovulmuştu. Yani kendisini himaye edecek
kimse yoktu. Kendisini öldürmek isteyenlere sonsuz öldürme hürriyeti
verilmişti. Ümitsizlik içinde Allah'a yöneldi. Bu durumda okuduğu dua
mukaddes bir duadır; tarihçiler (eserlerinde) bu duayı zikrederler.
Müslümanlar, çaresiz kaldıkları bir hâdise karşısında, bugüne değin hep
bu duayı okurlar.
Daha sonra Peygamberimiz, Mekke'ye gitti, fakat yabancı olduğundan
Mekke'ye giremedi, zira kovulmuştu. O zamanki âdetlere göre, bir insa-
nın himayesi talep olunur, o insan da bunu kabul ederse, o insanın
himayesinde Mekke'ye girilebilirdi. Günümüzde de yurdu olmayan bir
mülteci başka bir devlete girebilmek için vize (giriş izni) ister. Bu da o
zamanların vizesiydi. Peygamberimiz, Mekke yakınında bir şahıs gördü.
Ona "Mekke'de falancaya gidip Muhammed Mekke'ye girebilmek için
seni himayeci istiyor diye söyler misin?" dedi ve bu şahıstan müsbet
cevap aldı. O şahıs Mekke'ye gidip alâkalı kişiyle görüştüyse de,
Mekke'deki bu kişi, Peygamberimizin himaye talebini "hayır, bunu kabul
edemem" diyerek reddetti. Bu şahsı Peygamberimiz iki defa daha, iki ayrı
Mekkeliye gönderdi. Üçüncü kişi, Peygamberimizi himayesine almayı
kabul etti. Bu kişi, oğullan ve akrabalarını gerekli şekilde silahlandırarak
Mekke'nin dışına gelip Muhammed'le buluştu ve onu alarak yine
Mekke'ye döndüler. Her zaman olduğu gibi Peygamberimiz, Kabe'nin
etrafında dönerek tavafını yaptı. Bu kişi orada Mekkelilere, "Muhammed
benim himayemdedir, ona hiç kimse eziyet vereyim demesin" şeklinde
hitapta bulunarak, durumu Mekkelilere ilân etti.
Artık Peygamberimiz Mekke'de bir yabancı gibiydi. Bir Mekkelinin
himayesinde, yabancı memleket topraklarında bulunuyor. Bir mülteci ve
yabancı olarak Mekke'nin siyasî mevzularına karışmaması gerekirdi. Bu
cümleden olarak dinini de tebliğ etmemesi gerekirdi. Peygamberimiz bu
durumda bir başka plân düşündü: Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen
bütün Arap kabileleriyle temas kurup, memleketlerine gelmesi için
kendisine izin vermelerini, müslüman olmalarını ve dini tebliğ etmesine
müsaade etmelerini, kendisini de himayelerine almalarını istedi.
İbn Hişâm'm verdiği bilgiye göre, birinci sene hacc mevsiminde onbeş
kabile bu teklifleri reddetti. Medineli altı kişiden müteşekkil onaltıncı
kabile mensubları, İslâm'ı kabul ettiler. Bu altı kişi Medine'ye döndü ve
İslâm'ı tebliğ ettiler. İkinci sene Medinelilerden oniki kişi müslüman
olarak Mekke'ye hacca geldiler ve Peygamberimize İslâm bîatmda
bulundular. İşte burada Peygamberimizin siyasî rolü başlamaktadır. Her
biri bir başka kabileden olan bu insanları "kendi kabilelerinin nakîbi,
yani reisleri" olarak isimlendirdi. Bu oniki kişiden birini de "reislerin
reisi" olarak tayin etti. Nakîbu'n-nukabâ (reislerin reisi) Medi-
ne'de adeta melikin (sultanın) vekili gibi olacaktı. Bu oniki kişi "sen veya
diğer bir müslüman Medine'ye gelirse, bizim misafirimiz ve
himayemizde olacaktır" diyerek, kendilerine dinin tebliğinde yardımcı
olmak üzere bir şahıs istediler. Peygamberimiz bu isteklerine müsbet
cevap verdi. Üçüncü sene Medine'den yetmişiki müslüman gelip
Peygamberimizle Mekke'de buluştular. Peygamberimiz Mekkeli
müslümanlardan isteyenlerin Medine'ye gidip orada yerleşmelerine izin
verdi.
Müslümanların durumu, Mekke müşriklerini endişelendirdiğinden,
"Muhammed'i öldürmekten başka çare yok" dediler ve Dâru'n-Nedve'de
toplanarak müessir bir komplo plânı yaptılar. Plân şuydu: "Muhammed'i
bir tek kişi Öldürmesin. Çünkü bu takdirde Muhammed'in kabilesi katilin
kabilesine karşı harp açabilir. Her kabileden bir kişi seçelim ve
Muhammed'i bu seçilenlerin hepsi birden öldürsünler. Bu takdirde Mu-
hammed'in kabilesi, bütün kabilelerle harbedemiyeceğinden, bu mahzur
ortadan kalkmış olur. Olsa olsa Muhammed'i öldürenlerden diyet talep
olunur. Diyet de verilebilir."
Her kabileden bir katil adayı seçilince, haber şüphesiz ki yayılacaktı.
Tarihçi Belâzurî'nin nakline göre, başka kabileden biriyle evli bulunan
Peygamberimizin halası, bir öğle vakti Peygamberimizin evine gelip "bu
gece seni öldürmek istiyorlar" diye haber verir. Peygamberimizin hemen
Ebu Bekir'in evine giderek durumu anlatır. Birlikte Mekke'den çıkıp Sevr
mağarasına sığınmağa, bir iki gün sonra da Medine'ye yola çıkmağa
karar verirler. İbn Hişâm burada der ki: Mekkeli müşrikler,
Peygamberimizden sıkıldıklarından, onu öldürmek istediler. Böylece
Mekkelilerle, İslâm arasında harp başlamış oluyordu. Madem ki
Mekkeliler harp ilân etmişlerdir, Peygamberimiz de kendini müdafaa
edebilir ve bu sebeple Mekkelilerle savaşabilirdi. Bu hakkıydı. Fakat
bunun imkân dahilinde olup olmaması ayrı bir husustur.
Peygamberimizin ne ordusu, ne hazinesi ve ne de diğer vesileleri vardı.
Bunları, Medine'de nasıl hazırladığını, daha sonra açıklayacağız. Fakat si-
yasî bakımdan, bu andan itibaren Mekkelilerle İslâm arasında harp hali
başlamıştı. Sanki Mek-kelilere Peygamberimizin doğduğu yer Mekke'den
çıkarılırken şöyle diyordu ki: "Burada hükümet etmek sizin hakkınız
değildir. Bu hak müsahamalı olana aittir." Bir başka deyişle diyordu:
"Sizler fiilen Mekke'nin idaresini elinizde bulunduruyorsunuz, fakat
buna hakkınız yoktur. Bu hak bana aittir, fakat ne yazık ki bunu
gerçekleştirebilecek imkanlara sahip değilim". Medine'de bulunduğu
zamanda Peygamberimizin Mekke'nin idaresi, Mekke'nin reisi olduğu
hususunda hak sahibi bulunduğu fikrinden hareket ettiğini görüyoruz.
[74]
Yedinci Bölüm
1. Müslümanların Kardeşliği
2. Medine'nin Savunulması
Sekizinci Bölüm
[84]
2. Hz. Peygamber Devrinde İslâm'ın Yayılışı
4. Bedir Savaşı
[90]
5. Benî Kaynuka ve Benî Nadir Yahudileriyle İlişkiler
Medinelilerin bir kısmı Arab, bir kısmı ya-hudiydi. Arap olanların bir
kısmı İslâm'ı kabul etti. Bunlara Ensar diyoruz. Bazısı da hıristiyandı.
Bunların bir kısmı Medine'den Suriye, Irak vs. gibi çeşitli yerlere
gitmişlerdi. Bu nedenle kendileri hakkında pek bilgi sahibi değiliz.
Bazıları da öldü veya öldürüldü. İlk zamanlarda Medine Arapları içinde
müşrik olanlar da vardı. Fakat daha sonra Medine'deki araplarm çoğu
müslüman oldular.
Yahudiler üç büyük kabileye ayrılmıştı: Kaynuka, Nâdir ve Kureyza.
Müslümanlarla önce Kaynukahlar arasında bazı meseleler çıkmıştı.
Kaynuka'lılardan biri, bir müslüman hanımına karşı namuslu bir erkeğin
karısı için tahammül edemeyeceği bir gayri ahlâkî davranışta bulunur.
Bu olaya müdahale eden bir müslümamı yahudiler öldürürler. Böylece
müslümanlarla yahudiler arasında çatışma başlamış; Peygamberimiz
yahudileri muhasara altına almıştı. Bir iki hafta süren savaştan yahudiler
mağlup çıktılar ve Peygamberimiz onların Medine'den çıkmalarını
emretti.
Bedir Savaşı'ndan sonra, Nadîr yahudileriy-le de bir hâdise çıktı:
Peygamberimiz kendileriyle bazı idarî meseleleri görüşmek üzere
bulundukları mahalle gittiğinde, kendisini Öldürmek istediler.
Peygamberimizin oturduğu yerin üstündeki yüksek bir yere büyük bir
taş çıkardılar. Taşı yukardan atıp Peygamberimizi, ezerek öldürmek is-
tediler. Fakat Peygamberimiz bunun farkına vardı. Kendilerine birşey
söylemedi ve Medine'ye döndü. Bilâhare müslümanlarla kendilerini mu-
hasara edip savaştıktan sonra teslim olmak zorunda kaldılar.
Peygamberimiz hepsini esir olarak aldı. Peygamberimiz bunları ne
yapmalıydı? Affetmeli miydi? Oldürmeli miydi? Bu ortaya çıkan
meselelerden biriydi.
Nadîr yahudileri, İslâm'dan önce Evs kabilesiyle müttefiktiler. Evs
kabilesi reisi zahiren müslüman görünüyordu, fakat gerçekte müslü-man
değildi; münafıktı. Adı İbn Ubeyy'di. Niçin münafık olduğu hakkında
zahir bir sebep mevcuttur: İslâm öncesi Evs ve Hazrec arasında savaşlar
vardı. Savaşlardan sonra halk "Neden harp ediyoruz? Bizim bir
melikimiz (sultanımız) olsa emniyet içinde yaşayabiliriz" dediler. İbn
Ubeyy melik olarak seçildi. Çünkü zengin, akıllı, halk üzerinde müessir
olan bir şahsiyeti vardı. Kuyumculardan İbn Ubeyy için bir altın taç
yapılması istendi. Tacın yapımı henüz tamamen bitmeden Peygambe-
rimiz, Medine'ye geldi ve Medineliler bu meseleyi unuttular. Kendisi
sultan olacağı sırada Medine'ye gelen yabancı (Peygamberimiz) işini
bozduğu için, kalbinde kin ve nefreti muhafaza ederek, samimi olarak
İslâm'a girmedi. İşte İbn Ubeyy'in münafıklığının zahirî sebebi budur.
Her zaman İslâm alehytarı gayretlerde bulunuyordu. Âişe anamıza karşı
çıkarılan iftira (İfk) hâdisesini de bu münafık çıkarmıştı. Bir defasında
Tebûk savaşında Peygamberimizi öldürmek istemişti. Bunların yanında
başka menfi tutumları da vardı.
İbn Ubeyy, müslümanlar Nadîr yahudilerini esir edince, Peygamberimize
gelerek, onları affetmesi için çok ricada bulundu. Israrı üzerine Pey-
gamberimiz, Nadîr yahudilerini affetti ve kendilerinin mallarıyla beraber
[91]
Medine'yi terketmelerini emretti. Onlar da Hayber'e yerleştiler.
6. Hendek Savaşı
Dokuzuncu Bölüm
[98]
3. Veliahdlık ve Hz. Ali
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ab-bas, Hz. Ali'ye gidip, "Hz.
Peygamber (a.s.) vefat etti, elini uzat, sana bîat edeyim, ben bîat edersem,
diğerleri de gelip sana bîat ederler. Eğer bunu kabul etmezsen, birkaç
gün sonra başkası halife olur, sen gidip ona bîat etmek zorunda kalırsın"
dediyse de Ali, ikinci defa amcası Abbas'm teklifini reddetti ve "Hiç kimse
biz Beni Hâşim'in, halîfe olma hususundaki hakkımızı reddetmez"
cevabını verdi. Bundan da gayet açık olarak anlıyoruz ki, Peygamberimiz
kimseyi halife olarak tayin etmemiştir. Eğer Ali'yi halife tayin etmiş ol-
saydı, "Peygamberimiz beni halife seçti, senin bî-atını kabul ediyorum"
derdi. Fakat böyle demedi. Bunun aksine, "kimse halifelik hakkımızı
inkâr etmez" dedi, yani, hilâfetin sultanlık (meliklik) gibi miras sırasına
göre intikal edeceği kanaatin-deydi.
Bu mevzuya devamdan önce, şu hususu da zikretmek istiyorum.
Peygamberimiz Ali'yi Gadîruhum denilen yerde, namazda cemaate imam
kılmıştı. Veda haccmdan dönerken Peygamberimiz Medine yakınındaki
bu mahalde şimdi yeri belli değildir müslümanlara bir hitapta bulunmuş
ve "Ben kimin mevlâsıysam, şüphesiz ki Ali de onun mevlâsıdır" demişti.
Bu ifadede "mevlâ" kelimesinin mânâsı nedir? Eğer mevlâ, "veliahd"
mânâsı-naysa mesele bellidir. Fakat başka bir mânâya da geliyorsa,
hüküm de ona göre ayrı olacaktır. Onun için mevlâ kelimesinin mânâsını
iyi tetkik gereklidir. Bunu nasıl öğreneceğiz? Peygamberimiz devrinde o
sırada mevlâ kelimesi hangi mânâda kullanılıyordu. Bugün Mısır'da,
Irak'ta vs.deki bu kelimenin mânâsı değil, o zamanki mânâsını
araştırmak zorundayız. Bunu nasıl bulacağız? Bu ehemmiyetli bir
meseledir. Fakat ben buna bir çözüm buldum. Kur'an, Peygamberimizin
muasırıdır. Bu kelimeyi Kur'an'da tetkik edelim. Çünkü kelime Kur'an'da
kullanılıyor. Fakat mânâsı âyetlere göre değişiyor, hep aynı mânâyı
[99]
taşımıyor. Meselâ, "Allâhu mevlânâ gibi bir terkipte, takriben "mülk
sahibi olan ilâh" vs. m ân alarmdadır. Kelime, diğer bazı âyetlerde, "erkek
kardeş", "dost" (arkadaş), mânalarına da kullanılmıştır. Bazen de
"cehennem" mânâsına kullanılmıştır.
Netice olarak kelimenin çeşitli mânâları vardır ve Kur'an'da veliahd
mânâsına bir kere bile kullanıldığına rastlayamadım.
Farzedelim ki veliahd mânâsına geliyor. Hadis "Ben kimin mevlâsıysam,
şüphesiz ki Ali de onun mevlâsıdır" diyor. Yani "Şu andan itibaren
mevlâsıdır" demek oluyor: "Benim vefatımdan sonra" demiyor. Bunun
için kelimenin mânâsı ve-liahddır denemez. Çünkü Peygamberimiz Ali'yi
veliahd tayin etmek isteseydi, gelecek zaman ifadesiyle "Ali de onun
[100]
mevlâsı olacak" derdi. Zira hilâfet, halle değil, istikballe ilgilidir.
Onuncu Bölüm
Onbirinci Bölüm
Soru: Hz. İsa'dan altı sene sonra hıristiyanlar dinlerini değiştir dilerse,
neden Peygamberimiz Muhammed'in gönderilmesi takriben altıyüz sene
sonra olmuştur?
Cevap: Sebebi Allah bilir. Fakat görünüşe bakılırsa, Pavlus'un fikrini
bütün hıristiyanlar kabul etmediler. Az da olsa Hz. İsa'nın dinine göre
yaşayanlar vardı. Bunlardan bir teki bile kalmayınca, Allah son
peygamber olarak Hz. Muhammed'i gönderdi. Bunu Selmân-ı Fârisfin ifa-
desi teyid ediyor. Bilindiği gibi, Selmân-ı Farisi önceleri kendisi ateşe
tapıyordu. Sonra Hz. İsa'nın dinine girdi ve Hz. İsa'nın dinine mensub
olanlarla birlikte, onların hayatlarının sonuna kadar yanlarında kaldı.
Nihayet son defa, beraberinde bulunduğu İsa dinine mensup zât ölüm
döşeğindeyken, "Senden sonra kimin yanına gidebilirim?" diye sorunca,
o zat "Hz. İsa'nın getirdiği dine rnensub hiçbir kimseyi tanımıyorum.
Artık şu şu vasıfları haiz, şu memlekette zuhur edecek bir son Hz.
Peygamberin ortaya çıkma vaktidir kanaatindeyim" der ve az bir müddet
sonra da Ölür. Selmân bu vasıfları sorup, arayıp neticede,
Peygamberimizi bulur.
Dünya yüzünde doğru yoldan haberdar olan kalmayınca, Allah'ın
insanlara olan şefkati, onlara son bir peygamber göndermeyi
gerektirmiş, Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun, Hz. Muhammed'i
göndermiştir. Madem ki gelen son din, son kitap Kur'an'la ayaktadır; tek
harfi değişmeden muhafaza edilmiştir, bir başka peygamber gön-
[123]
dermesine hacet yoktur.
[1]
Rahmetli Doç.Dr. Ruhi Özcan'ın hayatı ve eserleri için bkz. Islamî Araştırmalar Dergisi 5,
(Ankara 1987) s.21-25
[2]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
9-10.
[3]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
11.
[4]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
13.
[5]
Haşr, 59/23.
[6]
Mahlukları hakkında emir ve yasağın hakiki mutasarrıfı, mâliki, sahibi. Hepsi O'nun
mülkü, kahrı ve iradesi altındadır. (Hâzin). Mülkü, tasarrufu bir an zeval bulmaz (Medârik):
(H. B. Çantay Tefsin: 3/1029-1041).
[7]
İşlenmesinde sevâb ve terkinde ceza olan şeydir; Ce-lâleyn (a.g.e. 2/757).
[8]
Âdem: Celâleyn (a.g.e.).
[9]
Ahzâb, 33/72.
[10]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
14-15.
[11]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
17-18.
[12]
Tevbe, 9/37.
[13]
Saffât, 37/88-89.
[14]
Bu ifadeler En'am, 6/76-78 âyetlerinden alınmıştır.
[15]
En'am, 6/75. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1999: 18-19.
[16]
Nisa, 4/158
[17]
Meryem, 19/57.
[18]
Yûsuf, 12/24.
[19]
Tâhâ, 20/31-32.
[20]
A'raf, 7/143.
[21]
En'am, 6/75.
[22]
Sidre, kelime olarak Arabistan kirazı ağacı mânâ-sindadır. Bu ifadede sınır başlangıcını
temsil etmektedir. Mahlukatın ilim sınırıdır; ötesine geçmez (Bey-dâvî ve Medârik
tefsirleri). Sidretü'l-Müntehâ, ne melek ne başkasının ötesine asla geçemedikleri, arşın
sağında bir ağaçtır (Medârik ve Celâleyn tefsirleri, H. B. Çantay Tefsiri: 3/972).
[23]
Necm, 53/9.
[24]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
20-22.
[25]
Hacc, 22/78.
[26]
Saffât, 37/102
[27]
Bundan sonra Allah kolaylık getirerek, insan çocuklarının boğazlanmalarına bedel
olarak kurban kesilmesini kabul etti.
[28]
Saffât, 37/108.
[29]
Bugüne kadar kabri Yemen'de bilinmektedir.
[30]
Günümüze kadar Salih'in Medâin'inde kalıntıları gelmiştir. "Onlar dağlarda evler
yontup oyuyorlardı." (Hicr, 15/82)
[31]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
22-25.
[32]
Muvahhid idi. İbadeti şirkden, riyadan âzâde idi, yahut kendini tamamen Allah'a teslim
etmiş, O'ndan başkasından ayrılmıştı. Beyzâvî (H. B. Çantay Meali: 2/557).
[33]
Meryem, 19/51.
[34]
Meryem, 19/54.
[35]
A'lâ, 87/19.
[36]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
27-28.
[37]
Meryem 19/51.
[38]
Meryem, 19/54.
[39]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
29-30.
[40]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
30-31.
[41]
Şuarâ, 26/149.
[42]
Şuarâ, 26/149. 32
[43]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
31-33.
[44]
Necm, 53/50.
[45]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
33.
[46]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
33-34.
[47]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
34-35.
[48]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
35-38.
[49]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
38-39.
[50]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
41.
[51]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
41-43.
[52]
Bu meyva ağacı, başı ve meyvesi olmayan bir kütüktü. Mevsim de kış idi. (Meryem)
Silkince Allah ona baş verdi, yaprak verdi, taze hurma verdi. Bu da onun nezâhet ve iffetini
gösteren bir mucize idi. (Çantay, H. B., Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim: 2/559).
[53]
Yam söz söylememeyi adadım. Onlar oruçken konuşmazlardı (a.g.e.)
[54]
Meryem, 19/25-27.
[55]
Meryem, 19/31.
[56]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
43-45.
[57]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
45-47.
[58]
Mekke şehir devletinin örgütlenişi ve işleyişi konusunda bkz. Hamidullah, M.: İslâm
Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1991, s.B., C.2, s.837-870.
[59]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
47-50.
[60]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
50-52.
[61]
Bu nebinin Hâlid b. Sinan el-Absî olduğu, daha önce belirtilmişti.
[62]
Müslim, Cenâiz, 108; Ebu Davud, Cenâiz, 77.
[63]
Kasas, 28/8.
[64]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
53-56.
[65]
Hanifler için bkz. Kuzgun, Şaban: Hz. İbrahim ve Ha-nîflik, Ankara, 1985 (V.A.)
[66]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
57-61.
[67]
Hıcr, 15/94.
[68]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
61-66.
[69]
Necm, 53/3.
[70]
Abese, 80/1-2.
[71]
Enfâl, 8/68.
[72]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
66-68.
[73]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
69-71.
[74]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
71-79.
[75]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.; İslâm Müesseselerine Giriş, Çev. İ. Süreyya Sırma
(İstanbul 1984) s.107-109. 80
[76]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
79-81.
[77]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
83-85.
[78]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
85-87.
[79]
Bu anayasanın tam metni ve tercümesi için bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, C.I,
s.202-210.
[80]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
87-91.
[81]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
91-93.
[82]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
93-96.
[83]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
97-98.
[84]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, c. I, s. 651-655; Hamidullah, M.: İlk
İslâm Devleti, Çev. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul ty., s.42-52.
[85]
Ahzâb, 33/21.
[86]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
98-100.
[87]
Kureyş, 106/2.
[88]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
100-103.
[89]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
103-104.
[90]
Hz. Peygamber devrinde Yahudilerle ilişkiler için bkz. Hamidullah, M.: İslâm
Peygamberi, c.l, s.546-616; Sırma, İhsan Süreyya: Hz. Peygamber Devrinde Yahudi Meselesi,
İstanbul, 1984.
[91]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
104-106.
[92]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
107-108.
[93]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
109-110.
[94]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
110-113.
[95]
Hamidullah, M.: Hz. Peygamberin Savaşları, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1981, 3.b. Prof. Dr.
Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999: 113-114.
[96]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
115-116.
[97]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
116-117.
[98]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, C.I, s.1103-1114 Hamidullah, M.
İslâm Müesseselerine Giriş, s.100-118.
[99]
Bakara, 2/286.
[100]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 118-119.
[101]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 120-121.
[102]
Zümer, 39/30.
[103]
Âl-i İmrân, 3/144.
[104]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 121-124.
[105]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 125-126.
[106]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 3/129, 183; 4/421.
[107]
Buhârî, İcâre, 37/1; Ebu Davud, Akdiye, 23/2.
[108]
Yaklaşık ifadelerle Bkz. Buhârî, İman, 1; Müslim, Imâre, 13.
[109]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 126-129.
[110]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/463.
[111]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 129-132.
[112]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 132-133.
[113]
Bu konuda şu çalışmaya bakılabilir. Hatiboğlu, Mehmet: Hilâfetin Kureyşliliği, A.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, S. 121-213(V.A.)
[114]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 3/129, 183, 4/421.
[115]
Buhârî, Ahkâm, 51; Tirmizî, Fiten, 46.
[116]
Belâzurî, Ensâbu'I-Eşraf, I, pr. 648-767.
[117]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 2/29,93.
[118]
Hucurat, 49/10.
[119]
Âl-i İmrân, 3/26.
[120]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 135-140.
[121]
Bakara, 2/43, 83, 110; Nisa, 4/77; Hacc, 22/78; Nûr, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzemmil,
13/20.
[122]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 140-143.
[123]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 143-144.