You are on page 1of 74

İSLÂM TÂRİHİNE GİRİŞ

Sunuş
Mütercimin Önsözü
Birinci Bölüm
İslam Tarihi Kavramı
1. Konu ve Başlangıç
2. Allah'ın Melik İsmi Ve İnsan
İkinci Bölüm
Tarih, Takvim Ve İslâm Tarihi
1. Tarih ve Takvim:
2. Hz. İbrahim ve Takvim (Astronomi)
3. Nebiler ve Melikler Tarihi
4. Peygamberimizin Ataları: Hz. İbrahim ve Hz. İsmail
Üçüncü Bölüm
Arap Yarımadası'na Gönderilen Nebiler Ve İslâm'dan Önce Mekke
1. Arap Yarımadasına Gönderilen Nebiler:
A) Nebî ve Rasûl Terimleri:
B) Hz. İsmail (a.s.)
C) Tevrat, İncil ve Kurbân
D) Hz. Salih (a.s.)
E) Hz. Hûd (a.s.)
F) Hâlid b. Sinan el-Absî
2. İslâm'dan Önce Mekke ve Hz. İsmail'in Oğulları
A) İsmail, Zemzem ve Mekke'nin Kuruluşu
B) Kabe'nin Yapımı ve Yönetimi:
C) Mekke'de Yönetimin Örgütlenmesi:
Dördüncü Bölüm
Hz. Muhammed'in Doğumu Ve Mekke'nin Siyasî Durumu
1. Nebilerin Doğumu
A) Hz. Musa'nın Doğumu
B) Hz. İsa'nın Doğumu
C) Hz. Muhammed'in Doğumu
2. Hz. Muhammed'in Doğumunda Mekke:
A) Mekke'nin Siyasî Yapısı (On Bakanlık Sistemi):
B) Hz. Peygamberdin Ailesinin Mekke Devletindeki Görevi
3. Konu ile İlgili Sorular
Beşinci Bölüm
Hz. Muhammed'in Doğumu Sırasında Mekke'nin Dinî Durumu Ve
Peygamberlik
2. İlk Vahiy ve İlk Âyetler
4. Konu ile İlgili Sorular:
Altıncı Bölüm
Hz. Muhammed'in Hayatının Siyasî Yö Nü Ve Mekke Devri
1. Peygamber-Sultanlar (Davud, Süleyman ve İsmail)
2. Hz. Peygamberdin Mekke'deki Siyasî Tavrı (Mekke İslâm Devleti)
3. Konu ile ilgili Sorular:
Yedinci Bölüm
Medine'ye Hicret Ve Sonuçları
1. Müslümanların Kardeşliği
2. Medine'nin Savunulması
3. Dünyanın İlk Yazılı Anayasası
4. Medine İslâm Devleti'nin Örgütlenişi
5. Konu ile ilgili Sorular
Sekizinci Bölüm
Mekke Müşrikleri Ve Medine Yahudileriyle İlişkiler
1. Medine Devletini Benimsemeyenler
2. Hz. Peygamber Devrinde İslâm'ın Yayılışı
3. Mekke Devletiyle Ekonomik İlişkiler
4. Bedir Savaşı
5. Benî Kaynuka ve Benî Nadir Yahudileriyle İlişkiler
6. Hendek Savaşı
7. Benî Kureyza Yahudileriyle İlişkiler
8. Hudeybiye Sulhu ve Mekke'nin Fethi
9. Konu ile ilgili Sorular
Dokuzuncu Bölüm
Hz. Muhammed'in Vefatı Ve Hilâfet Meselesi
1. Yalancı Peygamberler (Müseylime ve Esved)
2. Hz. Peygamberdin Hastalığında Hilâfet Tartışmaları
3. Veliahdlık ve Hz. Ali
4. Ensar ve Hilâfet Meselesi
5. Muhacirler ve Hilâfet Meselesi
Onuncu Bölüm
Hz. Ebu Bekir'in Halîfe Seçilmesi Ve Bazı Uygulamaları
1. Muhacirler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi
2. Ensar ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi
3. Hz. Fatma'nın Miras Talebi ve Ebu Bekir'in Halifeliği
4. Hz. Ebu Bekir'in İlk Uygulamaları
Onbirinci Bölüm
Hz. Ebu Bekir'in Halifeliğinin Meşruiyeti
1. Hilâfetin Kureyşliliği
2. Hz. Ebu Bekir'in Halifeliği ve İlk Hristiyanlıkla Bir Mukayese
3. Konu İle İlgili Sorular:

İSLÂM TÂRİHİNE GİRİŞ

Sunuş
Elinizdeki eser, Prof. Dr. Muhammed Hami-dullah tarafından
Erzurum'da İslâmî İlimler Fakültesi'nde verilen derslerden oluşup,
rahmetli Doç.Dr. Ruhi Özcan tarafından dilimize çevirilmiş ve 1976
yılında Erzurum'da "İslâm Tarihi Dersleri" adıyla teksir halinde
[1]
yayınlanmıştır. Eser, ders hüviyetinde olmakla birlikte, özellikle basit
anlatımı ve sorularıyla genel okuyucu için de ilgi çekici yanlara sahiptir.
Yayına hazırlarken mütercimin nevi şahsına münhasır kısaltmaları ve
transkripsiyonuna, ülkemizde âşinâ olunmadığından dolayı dikkate
alınmamıştır. Ders başlıkları ve alt başlıklar tarafımızdan konulmuş, bazı
önemli konulara ait kaynaklar yazarın diğer eserlerinden de karşılaş-
tırmak gayesiyle dipnotlarda gösterilmiştir.
Bazı şekil değişiklikleri yaparak yayına hazırladığımız bu değerli eserin
okuyuculara yararlı olacağını umuyor, mütercime Yüce Allah'tan rahmet
diliyoruz. Bu arada Beyan Yayınları'na da böyle bir eseri gün ışığına
çıkarmasından dolayı teşekkür ediyoruz.
[2]
İstanbul, 1994 Vecdi AKYÜZ

Mütercimin Önsözü

1- Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Hocamızın, Fakültemiz ikinci


sınıflarına haftada iki saat olarak verdiği bu dersler, ilk ders hariç ta-
mamen banda alınıp, sonra terceme edilmiştir. İlk dersi de ricamız
üzerine muhterem Hocamız, Arapça yazılı olarak verdi.
2- Tercemede derslerin sayısı, iki saatlik ders bir ders hesab edilerek
kaydedilmiştir. Zira Hoca, iki saatlik dersi birleştirerek bir arada ke-
sintisiz veriyordu. Buna göre, tercemede yer alan onbir ders, yirmiiki
saatlik derstir.
3- Kur'ân âyetlerinin meallerinde merhum Hasan Basri Çantay
Hocamızın, üç ciltlik Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim adındaki tefsiri esas
alınmıştır. Hadis tercemelerinde muayyen bir esere istinad
olunmamıştır.
4- Hocanın verdiği derslerin tamamı metin olarak yer almaktadır.
Dipnotlar, mütercimin ilavesidir.
[3]
Mayıs 1975 Doç.Dr. Ruhi Özcan

Birinci
Bölüm

İslam Tarihi Kavramı


1. Konu ve Başlangıç

Alemlerin Rabbi Allah'a hamd, Rasullerin efendisiyle, ailesine ve


arkadaşlarının hepsine salât ve selâm olsun".
İslâm Tarihi, ilk yaratılışla; yani kainatın bütünüyle yaratıcısına halen de
olduğu gibi teslimiyetleriyle; İslâmlanyla başlar. Şu halde İslâm,
devamlılık ve şumûl dinidir. Yaratılışın başlangıcından, Adem'den (a.s.)
kıyamet kopana kadar uzanıp devam eder ve bütün âlemi kapsamına
alır. Mesela, Nuh (a.s.) sadece milleti peygamber olarak gönderildiği
kendi (ümmeti)nin değil, bizim de nebîmizdir. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) Pey-
gamberler de sadece Yahudi ve Hıristiyanların değil, aynı zamanda,
İslâm'ın nebîsidirler. Madem ki İslâm, kesintisiz, devamlılık ve istisnasız
[4]
şumûl dinidir, o halde tarihi de sonsuzdur.

2. Allah'ın Melik İsmi Ve İnsan

Allah'ın en güzel isimlerinden olan "Melik" ismi, Allah'la yarattıkları


arasındaki bağları tanımlamasından dolayı, belki de diğer isimlerinden
[5]
daha açıktır. Allah kendine "el-melikül-kud-dûs" yani "Mülk ve
[6]
melekûtun yegâne sahibi, eksikliği gerektiren herşeyden pâk ve
münezzehdir" demektedir. Kendisi için madem ki bu ismi seçmiştir,
remzî (sembolik) olarak bu ismin diğer özelliklerinin de, anlamamız için
kullanılması gerekir. Yoksa kendisini hakikatte ne ise, öylece belirtse,
hiçbir şey anlamamız mümkün olmayacaktır. Allah işte bunun için
kendini tanıtma hususunda insan toplumunda anlaşılan kelimeleri
kullanmıştır. Yoksa Yüce Allah, bu kelimelerin ifade ettiği mânâlardan
çok daha benzersiz, yüksektir. Buna göre bir melik olarak kendisinin arşı
(tahtı), askerleri (cundullah), hazîneleri, mülkü ve hatta başşehri
(Metropole; ummulkurâ, şehirlerin anası) ve sarayı (beyt-i haramı)
vardır.
Melikler, (Sultan) hizmetkârlara iş gördürürler. Benzersiz Yüce Allah,
kendisine bir nâib (vekil) ve halef; halîfe seçeceği zaman bunu sırf
iradesiyle; zorlamayla yapmadı: (Yarattıklarına) seçme şansı
[7]
vererek:"Benim hilâfetim emânettir.
Bu hilâfetimi şartlarıyla kim üzerine almak istiyor sizlerden?" deyince,
yaratılmış olanlar: "Şartlar nelerdir?" sorusunu sorup: "Şartları takdir et-
mek Benden, mes'ûliyet sizden" diye cevap alınca korktular ve: "Yâ Rabb,
nasıl olur, Sen takdir edersin de biz mes'ûl oluruz?" dediler. Bunu Yüce
Allah şöyle ifade ediyor: Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan
[8]
endişeye düştüler. İnsan (a gelince: O, tuttu) bunu sırtına yüklendi.
[9]
Çünkü o çok zulümkâr ve çok cahildir.
İnsanın gayb hakkında cahil olduğunda şüphe yoktur. Fakat Allah'ın
hiçbir şeye zulmetmediğinin cahili değildir. Allah'ın şefkat (ve mer-
hameti) yaratıp yüze böldüğünü, yüzde birini bütün yaratılmışlara verip,
geriye kalan yüzde doksan dokuzunu da kendisine bıraktığını öğrenmişti.
Alemdeki bütün sevgi bu yüzde bir parçadandır: Ananın yavrusuna,
dostun dostuna, iyilik sevenin iyilikte bulunduğuna vs. karşı olan muhab-
beti hep bu cümledendir. İnsan, Allah'ın (ananın çocuğuna olan
muhabbetinden 99 defa daha fazla yaratıklarına karşı sevgisinin
çokluğundan) vazifeyi edadaki kusurdan dolayı kendisine ceza ver-
meyeceği, bunun ancak hata ve yanlışlıklar yapan çocuğuna annenin
terbiye kabilinden verdiği ceza gibi olabileceği kanaatindeydi.
İşte böylece insan, kendi isteği ile Allah'ın halefi; halîfesi oldu. Halîfe
olarak da en üstün yaratık oldu ve hatta kendisinin önünde melekler
[10]
eğil(ip secde et)diler. İslâm Tarihi işte o zamandan itibaren başlar.

İkinci Bölüm

Tarih, Takvim Ve İslâm Tarihi

1. Tarih ve Takvim:

Tarih kelimesi nereden geliyor? Bazıları, Farsça "mâhrûz" tâbiri önce


"muerrıh" şeklinde Arapçalaştırıldığı, sonra da bu son kelimeden mastar
ve aynı köke dayanan diğer kelimelerin (müştaklarının) türetilmiştir
olduğu kanaatinde-dirler.
Ancak, şu diğer görüş daha doğru olabilir: Zaman ezelî ve ebedî; başı ve
sonu bulunmayan bir şeydir. Fakat insan zamanı birimlemeyi arzu eder.
Bu konuda gökyüzündeki Ay'ı en iyi bir vesile olarak bulur: Çünkü Ay yay
gibi doğmakta, daire halini aldıktan sonra yavaş yavaş noksanlaşıp
kaybolmaktadır. Işıksız hale gelip sonra son derece düzenli ve diğer
şeylerde bir benzeri olmayan vaziyette yine daha Önce olduğu gibi yay
şeklinde doğmaktaydı. Bundan dolayı insan, sınırsız, nihayetsiz (hadsiz)
şeyi (zamanı) vakitlendirmek için ayı seçmiştir.
Arapça takmir (aylamak), gökteki ay ve bu ayın çeşitli durumları
vasıtasıyla vakti tahdit mânâsınadır. Sonra bir ay, günlere ve haftalara
bölündü.
Bugünkü malumatımıza göre, bunu önce Bâbilliler yaptılar. Bütün
dillerde durum böyledir. Meselâ İngilizce'de "nıoon" gökteki ay, "month"
ise (30 gün mânâsına) ay demektir. Almanca "mond" gökteki ay, "monat"
da (30 gün) ay manasınadır. Sami dillerde de vaziyet böyledir. "Erh",
İbrânice ve Güney Arap Yarımadası lehçesinde, gökteki ay manasınadır.
Bu kelimeye Yemen'deki kitabelerde rastlamaktayız. Gökteki ayla "vakit
[11]
tahdidi" anlamındaki "tarih" kelimesi bu köktendir.

2. Hz. İbrahim ve Takvim (Astronomi)

Bir Bâbilli olan, Bâbillilerin nebisi İbrahim'in (a.s.) bu ilmi; astronomiyi


bildiğine dair hayatıyla ilgili bazı şeylerden mâlumattar oluşumuzu garib
karşılamamak gerekir.
Yıl, ay, gün hesabını ilk ortaya koyanların Bâbilliler olduğu söylenir.
Önceleri kamerî yılı kullanıyorlardı. Bunun ziraata ve dört mevsime
tamamen mutabık olmadığını görünce, her üç kamerî yılda bir kere yıl 13
ay oluyor, böylece kamerî yılla, mevsimler veya güneş yılı arasındaki
uyumsuzluğu gidermiş oluyorlardı. Bu işleme, Arapça bir tâbir ile nesî'
deniyor. Eski kavimler bu işlemi bilmekteydiler. Hz. Peygamber (a.s.) de
nesf işlemli yıl hesabını kullandı ve vefatından 3 ay önce veda haccmda,
bundan böyle müslümanlara nesî işleminin yasak olduğunu tebliğ etti;
[12]
bu husustaki "Nesî' (geciktirmek) ancak küfürde bir artıştır (..)
mealindeki âyeti okudu. Hz. Peygamber'in (a.s.) hayatının tarihini tesbit,
nesf işlemini dikkate alarak yapılabilir. Çünkü meselâ, Bedir Savaşı
kamerî yıla göre olan Ramazan ayında değil nesf işlemli yıldaki Ramazan
ayında olmuştur.
Bâbilliler yıldızlara tapıyorlardı. Bayramları da yıldızlara bağlıydı.
Hz.İbrahim, nebî olmadan önce bile bu puta tapıcılığa iştirak etmek is-
temedi. Bu cümleden olarak, babası ve akrabası, bayramlarına iştirak
etmesi için kendim çağırınca "Yıldızlara bir baktı da, ben hakikat
[13]
hastayım dedi. Kendisinin nebîlik şerefine ulaşması yine astronomi;
yıldız ilmiyle idi: Gördüğü bir yıldıza "Bu mu benim Rabbim?"; yıldız
batıp gidince "Ben böyle batıp gidenleri (İlâh diye) sevmem"; sonra ayı
doğar halde görünce "Bu mu benim Rabbim?" demiş, fakat o da batıp
gidince "Andolsun eğer Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaymış, muhak-
kak sapanlar güruhundan olacakmışım" demiştir. Sonra güneşi doğar
vaziyette görünce de "Bu mu benim Rabbim? Bu hepsinden de büyük",
batınca "Ey kavmim! (Bunların hepsi fâni mahlûklar) ben sizin (Allah'a)
[14]
eş koşageldiğiniz nesnelerden katiyyen uzağım" demiştir. İbrahim
(a.s.) Rabbine selîm bir kalple yönel(ip gel)ince, kendisini rasullükle
şereflendirdi ve sonra ona daha fazla ikramda bulundu: "Biz ibrahim'e
(hakikati nasıl Öğrettiysek) göklerin ve yerin büyük mülkünü de (hü-
[15]
kümranlığını) öylece gösteriyorduk.
3. Nebiler ve Melikler Tarihi

Beşeriyetin cennetten indikten sonraki tarihi, nebilerin ve meliklerin


tarihidir. Bazılarını bize Kur'ân haber verirse de, haber vermedikleri
daha çoktur. İbnu'l-Arabî, el-Futûhâtu'l-Mekkiy-ye'de, Hz. Peygamber'den
"Yüce Allah yüzbin âdem yarattı. Biz şimdi sonuncu âdemin neslin-
deniz.", Ahmed b. Hanbel ise Müsned'inde "Allah yüzyirmidörtbin nebî
göndermiş, üçyüzonbeşine kitap vermiştir. Ben onların sonuncusuyum"
buyurduğunu rivayet eder. Birinci hadisi ben elimizdeki hadis
kitaplarında bulamadım. İslâm Tari-hi'nin tanımını bilmek için, bu
nebilerin tarihini bilmek gerekir. Oysa bunların isimlerini dahi bilecek
imkânımız yoktur. Kur'ân, bazıları hakkında bilgi verdiğini, bazıları
hakkında birşey söylemediğini kaydeder.
Anlaşıldığına göre, bunlardan sekiz tanesi ileri gelenleriydi. Bunu; İslâm
Peygamberi'nin (a.s.) mîracda yükseklere çıkarıldığında, kendileriyle
göklerde karşılaşmasından çıkarıyorum. Birinci gökte Adem'le, ikinci
gökte İsa ve Yahya'yla, üçüncü gökte İdris'le, dördüncü gökte Yusufla, be-
şinci gökte Harun'la, altıncı gökte Musa'yla, yedinci gökte İbrahim'le
karşılaştı; hepsine selâm olsun. Kur'ân'da da bu nebilerin hepsinin miraç-
larına işaret olunmaktadır.
Adem (a.s.) cennette iskân edilmiştir. Bu onun miracıdır. Yahya (a.s.) ile
İsa (a.s.) muasırdırlar, aynı millete gönderilmiş olmakta müştereklikleri
vardır. Bir miracın vukuu her ikisi için de miraçtır. Elimizdeki İncil'e
göre İsa, Yahya'dan dinî ilimleri öğrenmiştir. Kur'ân, İsa hakkında
[16]
"Bilâkis Allah onu yükseltip kendisine kaldırmıştır İdris hakkında
[17]
"Biz onu pek yüce bir yere yükselttik. Yusuf hakkında eğer Rabbi'nin
[18]
burhanını görmemiş ol$aydı der. Harun ile Musa da muasırdırlar ve
nebîlikte müşterektirler. Musa şöyle diyor: "Onunla sırtımı kuvvetlendir
[19]
(beni destekle). Onu işimde ortak kıl. Yine Musa ile ilgili olarak bilgi
[20]
veren Kur'ân, derken Rabbi o dağa tecelli edince der. İbrahim'le ilgili
olarak, az önce de kaydedildiği üzere Kur'ân, "Biz ibrahim'e (hakikati
nasıl öğrettiysek) göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece
[21]
gösteriyorduk diyor.
Birini geçmek isteyen insan, önce onunla eşit olmalıdır. Bundan dolayı,
rasullerin efendisinin önce Adem ve diğer büyük nebilerin derecelerine
ulaşması gerekiyordu. Bunların sonuncusu yedinci gökteki Hz. İbrahim
idi. Sonra daha yükseldi ve meleklerin en ileri geleni Cibril'in sınırı olan
[22]
Sidretü'î-Müntehâ'ya ulaştı. Cibril bu sınırı geçemiyordu. Sidre'yi
geçtiği takdirde Allah'ın nurları ile yanardı. Peygamberimiz Muhammed
(a.s.), Sidre'yi geride bırakmakla Cibril'i geçmiş oluyordu. İlerleyerek,
Allah'a yakın meleklerin, Allah'ın emirlerini yazarlarken kalemlerinin çı-
kardığı sesi işittiği yere geldi. Allah'a yakın melekleri de geçip cennete,
[23]
Allah'ın huzuruna vardı: "iki yay kadar, yahud daha yakın oldu. Hz.
Muhammed'e (a.s.): "Diğerlerinde ayrı ayrı bulunan şeylerin hepsi Onda
[24]
toplandı" diyebiliriz.

4. Peygamberimizin Ataları: Hz. İbrahim ve Hz. İsmail

İslâm tarihinde Hz. İbrahim'in (a.s.) yeri büyüktür. "Size daha evvel
[25]
müslüman adını o vermiştir Hz. İbrahim'in babasının ismi Kur'ân'a
göre Azer, Tevrat'a göre Târah'tır. Bu iki isim üzerindeki araştırma, bizi
şu sonuca götürüyor: Eski Yunanca'da "târah" kelimesine karşılık "âser"
kelimesi kullanılmaktaydı. Arapça'da "âser" kelimesi "âzer" yapılmıştır.
Buna göre, Hz. İbrahim'in babasının ismi hususunda bir ihtilâf bahis
mevzuu değildir.
Ayrıca Kur'ân birşey söylemediği halde, Tevrat, Hz. ibrahim'in diğer
karılarından İsmail ve İshak'tan başka çocukları olduğunu da kaydeder.
İslâm Nebisi Hz. Muhammed (s.a.)'in dedelerinden olan oğlu İsmail'i
Mekke'de iskân eden odur.
Hem Tevrat ve hem de Kur'ân Hz. İbrahim'in oğullarından önce İsmail'in,
sonra İshak'ın doğduğunu haber verirler. Tevrat'ın ifadesine göre, eski
devirlerde insanın yeni ele gelen (hâsıl olan; hatta doğan) her şeyi Allah'a
kurban etmesi, Allah'ın emriydi. Sadece ilk toprak mahsulleri ve ilk
hayvan (inek, koyun vs.) yavruları değil, ilk insan yavruları hakkında da
bu hüküm yürürlükteydi.
Sanki Hz. İbrahim bu emri unutmuş, Allah da ona bunu rüyasında
hatırlatmıştı: 'Oğulcağızım, ben seni rüyamda boğazlıyor görüyorum. Bak
artık ne düşünüyorsun?' deyince oğlu: 'Babacığım, sana verilen emir ne
[26]
ise yap. Allah dilerse benî sabredenlerden bulacaksın' dedi.
Bugünkü Tevrat "Allah, Allah için sevgili yegâne oğlu İshak'ı kurban
olarak boğazlamasını, İbrahim'e emretmişti" diyor. Bu âyette "İshak" ke-
limesinin sonradan sokulan bir kelime olduğu çok açıktır. İshak, sureti
katiyyede tek oğul değildi, olmadı; Babasının ikinci oğluydu. İsmail
ondan önce de vefat etmemiştir, ki bu sebeple İshak tek oğul olarak tavsif
olunabilsin. Mezkûr durum Tevrat'ta açıktır: "İlk oğlunu boğazla". Bu
[27]
İsmail'dir. Bu bâbda Kur'ân: "Sonra gelen (nebiler ve ümmetjler
[28]
arasında ona (iyi bir nâm) bıraktık diyor. "İki amca oğullan; Araplarla
Yahudiler arasındaki nefret, Tevrat'ın tahririyle mezkûr âyetteki İsmail
isminin yerine İshak isminin konulması da dahil birçok tarihi
rezaletlerin sebebidir" diyebiliriz.
Bunun delilleri vardır: Hacc zamanında Araplar arasında (İslâm
öncesinde) kurban (âdeti) vardı. Yahudiler arasındaysa İshak'm kurban-
dan kurtuluşu sebebiyle bayram yoktur. Câhiliyet devri (İslâm öncesi)nde
bile Araplar, İsmail'in Mi-nâ'daki kurban edilme olayını, şeytanın nasıl
İbrahim'i aldatmak istediğini, İbrahim'in nasıl taşlar attığını
bilmekteydiler. (Bunun hatırası olarak hacc vakti Minâ'da üç kere
cemreler atılır.) Arapların Hz. İbrahim'i ve Hz. İsmail'i bildiklerinin delili
de şudur: Buhârfnin rivayetine göre Hz. Peygamber, Mekke'yi hicretin
sekizinci yılında fethedince, Kabe'ye girdi ve içerisinde resimlerle
karşılaştı. Meleklerin, Meryem ile oğlu İsa'nın, İbrahim ve İsmail'in
resimleri vardı. Kabe'nin yapılışı, bilindiği gibi İslâm'dan Önceydi. Bu
resimlerin İslâm'dan önce Kabe'ye yapılmış olması, bu husustaki
iddiamızın Müslüman olmayanlar için de bağlayıcı olduğunu gösterir.
Tevrat'ta zikri geçmiyor diye, Allah'ın ve İbrahim'in emriyle İsmail ile
Hacer'in Mekke'ye yerleşmeleri olayı bir efsanedir denemez. Tevrat,
İsrailoğullarmın; bir tek kabilenin tarihidir. Diğer kabilelere ait, husûsen
rakibleri olan İsmailoğullarıyla ilgili olaylardan bahsetmemesi, kolay
anlaşılabilen ve akla yatkın bir keyfiyettir.
Kim ne derse desin, Mesih'in (İsa) doğumundan takriben ikibin yıl önce
Hâcer, küçük çocuğu İsmail ile Mekke'de yerleşti. Kur'ân'ın belirttiği gibi
Mekke'de İsmail'den sonra nebî gönderilmedi. Fakat diğer Araplara
[29]
nebiler gönderilmistir. Meselâ, Yemen'e Hz. Hûd Kuzey Arap
[30]
Yarımadasındaki kendi kavmi Semûd'a Hz. Salih, gönderilmiştir.
Allah bu kavmi korkunç bir sesle cezalandırdı, evlerinde oldukları gibi
ölekaldılar.
Bunlardan başka, Peygamberimiz Muham-med'den naklen Semhûdî,
Kastâllânî ve diğerlerinin rivayetine göre, Medine'ye Hâlid b. Sinan el-
[31]
Absî adında bir nebî gelmiştir.

Üçüncü Bölüm

Arap Yarımadası'na Gönderilen Nebiler Ve İslâm'dan Önce Mekke

1. Arap Yarımadasına Gönderilen Nebiler:

A) Nebî ve Rasûl Terimleri:


Daha önce Allah'ın Hz. Adem'den Peygam-berimiz'e kadar çok sayıda
nebiler gönderdiğini belirtmiştik. Gönderilen bütün nebilerden, bütün
meliklerden ve bütün insanlardan söz edebilmemiz mümkün değildir.
Çünkü Allah, gönderdiği bazı nebilerin bir kısmının isimlerini Kur'ân'da
zikretmiş, diğer bazılarını zikretmemiştir.
Hz. Peygamber (a.s.), nebilerin sayılarını ve Allah'ın kendilerine kitap
verdiği peygamberin adedini zikretmiştir.
Ben sadece, Arap Yarımadasındaki nebilerden bahsedeceğim. Çünkü
Peygamberimiz de burada doğmuştur.
Bu nebilerden bahsetmeden önce, bir nokta üzerinde durmak istiyorum:
Allah bazı nebilere husûsî bir kitap vermiş, bazılarına ise kitap ver-
memiştir. Biz, âdeten kendisine kitap verilmemiş olana "nebî", kendisine
kitap verilmiş olana da "rasûl" diyoruz. Kanaatimce bu ıstılahlar doğru
değildir. Çünkü bu iki kelimeyi Kur'ân, birbirinden farksız olarak
zikrediyor. "Rasûl" kelimesini, kendisine maruf bir kitap verilmemiş kişi
için kullanır. Meselâ "Kitab'da Musa'yı da an. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş
[32] [33]
(bir zat) idi. Rasûl bir Nebî idi" âyeti ile, bundan iki âyet sonra
"Kitab'da İsmail'i de yâdet. Çünkü o, vaadinde sâdıktı, rasûl bir nebî
[34]
idi denilmektedir. Biz, Hz. İsmail'e kitap verildiğini bilmiyoruz. Hz.
İsmail'e kitap verildiğine ne Kur'ân ve hatta ne de Tevrat işaret eder. Hz.
İbrahim'e kitap verildiği hususunda sarahat vardır: "İbrahim ile
[35]
Musa'nın sahifelerinde de vardır.
Hz. İsmail (a.s.) hakkında da rasûl kelimesi kullanıldığı için kendisine
kitap verilene rasûl, verilmeyene nebî demenin doğru olmadığı kana-
atindeyim. Çünkü husûsen Hz. İsmail (a.s.), Arap Yarımadası'ndaki
[36]
rasûllerden; nebilerden biriydi.

B) Hz. İsmail (a.s.)

Yüce Allah, Hz. İbrahim'e (a.s.), zevcesi Hâcer ve oğlu İsmail'i Mekke'ye
götürmesini emredince, ikisini getirip bir yere bıraktı ve bu yer daha
sonra Mekke beldesi oldu.
Şu halde, Hz. İsmail'i (a.s.) Arap Yarımadası'na yerleşen ilk nebî olarak
biliyoruz. Arap Yarınıadası'nda Hz. İbrahim'den (a.s.) önce de nebîler, din
tebliği için bulunmuş olabilirler, fakat onlar hakkında hiçbir
malûmatımız yoktur.
Yukarıdaki iki âyette kendilerine hem rasûl ve hem de nebî denen Hz.
Musa (a.s.) ve Hz. İsmail'in (a.s.) zikredilmeleri arasında çok küçük bir
fark vardır.
Kur'ân, Hz. Musa (a.s.) hakkında O, ihlâsa erdirilmiş (bir zat) idi. Rasûl
[37]
bir Nebî idi demekte, Hz. İsmail (a.s.) hakkıda ise O, vaadinde sâdıktı,
[38]
rasûl bir nebî idi. buyurmaktadır.
Hz. İsmail'in (a.s.) vaadine sadık olduğunu Kur'ân tasrih etmektedir. Yani
birşey vaadedince, vaadinde duruyordu; vefalıydı. Maalesef Hz. İsmail'in
hayatı hakkında, bu hususta neler yapmış olduğunu bize anlatacak
bilgiye sahip değiliz. Neler vaadetmiş, sonra bu vaadlerine nasıl sadakat
gösterdiği hakkında Kur'ân'da da, hadislerde de tafsilat bulamıyoruz.
Kur'ân'da ve hadisin dışında Tevrat'ta da konu ile ilgili herhangi bir
bilgiye rastlamıyoruz.
Bugün elimizdeki Tevrat, sadece ailenin; İsrâiloğulları'nın tarihidir. İsrail,
Hz. Yâkub'un (a.s.) lâkabıdır. Tevrat böylece yalnızca Hz. Yâkub'un
oğullarından bahsetmiş oluyor. Hz. İsmail (a.s.) Hz. Yâkub'un (a.s.)
amcasıdır. Bundan dolayı hem kendisinin ve hem de oğullarının hayatın-
dan Tevrat'ta bahsedilmiyor. Fakat Hz. İsmail'in doğumu hakkında bazı
tafsilat buluyoruz. Meselâ, Tevrat şöyle der: "Allah, İsmail'in annesi Hâ-
cer'e bir melek gönderip, Allah'ın mübarek kjldığı bir oğul dünyaya
getireceğini müjdeler. Hâcer de, sayıları gökteki yıldızlar kadar olması
için ben çocuklarım hakkında bereket niyaz ederim der." Hz. İsmail
hakkında Tevrat'ta şöyle bir zikir de vardır: "Hz. İbrahim vefat edince, iki
oğlu; İsmail ve İshak, defninde hazır bulundular." Bundan başka Hz.
İsmail (a.s.) ve oğulları hakkında Tevrat'ta bir kayıt yoktur. Bu bakımdan,
Hz. İsmail ile ilgili olarak zikredilen vaadde sadâkatten maksadın ne
[39]
olduğu hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz.

C) Tevrat, İncil ve Kurbân

İnsan, Kur'ân, İncil ve Tevrat arasında bir mukayese yaptığında, bu üç


kitap arasında büyük farklılıklar görür. Şüphesiz bir müslümana göre
Allah kelâmı, Kur'ân'dır. Hıristiyanlara göre Kur'ân, Allah kelâmı
değildir, Allah kelâmı İncil ile Tevrat'tır. Yahudilere göre ise, Kur'ân ve
İncil Allah kelâmı değildir; Allah kelâmı, sadece Tevraftır.
Fakat Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin inançları hakkında
görüşlerimizi açıklamak yerine, bütün bunların dışında sadece hakikati
bilmek isteyen kişi gibi bu üç kitabı mütâlâa edersek, bu kitaplar
arasında farklar olduğunu görürüz.
Tarafsız bir gözle bakıldığında Tevrat'ın bir aile tarihi, İncil'in bir adamın
yani İsa'nın hayatının, KuVân'm ise beşeriyetin tarihi olduğu görüle-
cektir.
Başka bir ifadeyle, Yahudiler ailelerinin tarihine, Allah'ın kelâmı adını
verdiler. Hıristiyanlar, dinlerini tesis eden kişinin hayatına (meselâ,
nebî'nin hayat hikâyesine) Allah kelâmı adını veriyorlar. Müslümanlar
ise, beşeriyetin hidayetiyle ilgili hükümlere Allah kelâmı ismini
[40]
veriyorlar.

D) Hz. Salih (a.s.)

Arap Yarımadasındaki nebilerden biri de Hz. Salih (a.s.) idi. Yarımadanın


kuzeyinde yaşamaktaydı. Hz. Salih'in yaşadığı yere, bugün "Me-dâinu
Salih" deniliyor. "Medâin", beldeler demektir. Yani Hz. Salih'in ikâmet
ettiği beldeler anlamına gelmektedir. Hz. Salih'in kesin olarak ne zaman
yaşadığını bilemiyoruz. Fakat Kur'ân bu konuda bazı bilgiler
vermektedir.
[41]
Konu ile ilgili bir âyette "Dağlardan evler yontuyorsunuz deniliyor.
Asrımızda ilim adamları bu "Medâinu Salih" bölgesine gitmişler ve
orasının, âyette tavsif edildiği gibi olduğunu görmüşlerdir. Bunlardan bir
kısmı Hıristiyan ve Yahudilerden, bir kısmı ise Müslümanlardandı.
Fransız Hükümeti bu bölgede araştırmalar yapması için bir heyet
göndermişti. Heyettekiler, resimler çekip, haritalar çizip, sonra büyük bir
kitap halinde çalışmalarını yayınladılar. Fransız heyeti, bu bölgede
insanların oymuş olduğu, bugüne kadar gelmiş olan mağaralar buldular.
Mağaralarda da bazı insan kemiklerine rastlamışlardı. Mağaralarda bir
dönem insanların bulunduğu, bu izlerden; kalıntılardan anlaşılıyordu.
Gördüklerinden şu hükmü çıkarmışlardı: Mağaralar, Kur'ân'ın söylediği
gibi ev değil, fakat ölü insanlar için yapılmış mezarlardı. Daha sonra bu
bölgeye bir Pakistanlı müslüman ilim adamı da gitti. Bu Prof. Dr. Rânâ
idi. Bölgede inceleme gezisi yapıp mağaralara girdi. Mağaraların iç
taraflarında, kapıların bulunduğuna delâlet eden izlere rasladı. Tahtadan
olması muhtemel olan kapılar şimdi mevcut olmamakla beraber,
kapıların kapatılıp kilitlendiği, dayaklanıp sürgülendiği fikrini veren
izler buldu. Bilinenden farklı olarak kapının içeriden kilitlemesini temin
eden bir sisteme rastladı. Eğer bu mağaralar mezar olsaydı bu kilitleme
emareleri, içeride değil dışarıda olmalıydı. Fakat kilitleme emareleri,
içeride ikâmet eden insanın kapıya dayanak olması için içeriden kullan-
dığı bir sistemin varlığını göstermekteydi. Bu ilim adamı, kapının iç
tarafında, oyulmuş bir dayaklama yeri bulmuştu. Bunun mânâsı, bu
mağaraların, canlı insanlar için iskân mahalli olarak kullanılmış olduğu,
ölüler için mezar olmadıklarıydı. Bu gibi incelemeler, Kur'ân'ın
[42]
"Dağlardan evler yontuyorsunuz mânâsmdaki âyetinin doğruluğunu
isbât etmektedir. Kur'ân "Dağlardan mezarlar yontuyorsunuz"
[43]
dememektedir.
E) Hz. Hûd (a.s.)

Arap Yarımadası nebilerinden biri de Hz. Hûd'dur. Yarımadanın


güneyinde yaşamıştır. Kabri bugüne kadar gelmiştir.
Hz. Salih (a.s.) ile Hz. Hûd'un (a.s.) ümmetlerinin nasıl kâfir oldukları,
bunun için Allah'ın kendilerine nasıl azap verip helak ettiği hakkında
Kur'ân'da bazı bilgiler vardır.
Hz. Salih'in ümmetinin adı "Semûd", Hz. Hûd'un ümmetinin adı da
"Âd"dır. Kur'ân, iki âd bulunduğunu, birinin eski âd, diğerinin yeni âd
[44]
olduğunu belirtir. Birinci âd hakkında "evvelki âd demekte, ikinci âd
[45]
hakkında ise tafsilât vermemektedir.

F) Hâlid b. Sinan el-Absî

Arap Yarımadası nebilerinden birinin adı Kur'ân'da zikredilmemiş, fakat


hadiste zikredilmiştir. Sahih hadis kitapları, yani Buhârî ve Müslim'de de
zikri geçmiyor, fakat tarihçiler, bu nebiyle ilgili bilgileri Hz.
Muhammed'in (a.s.) verdiğini söylüyorlar. Tarihçilerin verdiği malumata
göre, bu nebî Medine'liydi. Bu nebî, Medine'de yanar dağların bulunduğu
devirde yaşamıştı. Bugüne kadar yanardağ kalıntılarının bulunduğu
Medine'deki bu bölgelere "harrâ" veya "lâva" denilmektedir. Harrâ,
hararet kelimesinden gelmektedir.
Yanardağlardan lâvlar çıktığında, toprak üzerindeki bazı taşlar
yanmıştır. Bu olaya "harrâ" denilir. Lâva da, İngilizce lava denilen
kelimedir; dağdan, yerin altından fışkıran şey demektir. Arapça'daki lâva
kelimesinin İngilizce'deki lava kelimesinden alınmış olduğu kanaatinde
değilim. Zira Arapça'daki bu kelime, Hz. Peygamber (a.s.) devrinde vardı;
oysa İngilizce o zamanlarda henüz mevcut değildi. Kuzey Arap
Yarımadası'ndaki Hz. Salih (a.s.) ve Güney Arap Yarımadası'ndaki Hz.
Hûd'dan (a.s.) uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Fakat Mekke ile Hz. İsmail
(a.s.) ve oğulları üzerinde biraz tafsilatlıca durmak istiyorum. Çünkü
[46]
Peygamberimiz (a.s.), Mekke'de doğdu.

2. İslâm'dan Önce Mekke ve Hz. İsmail'in Oğulları

A) İsmail, Zemzem ve Mekke'nin Kuruluşu

Hz. İbrahim (a.s.) oğlu Hz. İsmail'i, su ve zi-raatin olmadığı bu yere


bırakıp Filistin'e dönünce, bildiğiniz gibi Hâcer'in (a.s.) beraberindeki yi-
yecekler, kısa bir zaman sonra bitmişti. Bir mucize hasıl olmuş ve
Zemzem kuyusu ortaya çıkmıştı. Kısa bir zaman sonra, bu bölgeden Arap
kabilelerinden Curhum kabilesi mensuplarından bir kısmı geçerken,
daha önce su bulunmayan bu mahalde, suyun olduğunu gördüler.
Hâcer'den bu bölgeye yerleşmek üzere izin istediler. Hz. Hacei onların bu
isteklerini kabul ederek, "fakat bu su yun mülkiyeti bana aittir, size ait
değildir" deyip bu şartla yerleşebileceklerini söyledi. Bu şartla yerleşmeyi
kabul ettiler ve bir nevi küçük köy vücuda geldi. Cumhur kabilesi burada
Hz. İsmail (a.s.) bulûğa erince, bu beldeden evlendi. Kur*ân'-da zikri
geçmeyen, fakat doğru olması mümkün bazı haberler rivayet
edilmektedir.
Hz. İbrahim (a.s.) zaman zaman, meselâ yılda bir defa Mekke'ye geliyor,
zevcesi Hâcer ile oğlu İsmail'i ziyaret ediyordu. Bir gelişinde İsmail ava
çıkmıştı; evde yoktu. İsmail'in hanımı kapıya çıkıp, Hz. İbrahim'e kim
olduğunu sordu. Hz. İbrahim (a.s.) adını söylemedi ve İsmail'in nerede
olduğunu sordu. Gelini, İsmail'in ava gittiğini söyledi. Fakat, Hz.
İbrahim'e misafirperverlik göstermedi; birşey takdim etmedi. Hz.
İbrahim (a.s.) de Filistin'e geri döndü. Fakat dönmeden Önce, gelinine
"Kocan dönünce kendisine, kapının eşiğini değiştirmesini söyle" demişti.
Hz. İsmail (a.s.) geri dönüp olup biteni öğrenince "O babamdı" demiş ve
zevcesini boşamıştı. Hz. İsmail bu olaydan sonra aynı kabileden bir başka
kadınla evlendi. Hz. İbrahim (a.s.) tekrar ziyaret için geldiğinde Hz.
İsmail'in yeni hanımı yine kendisini tanımıyordu, fakat ona ihtimam
gösterip, misafirperverce davranıp, her türlü lâzım geleni takdim etmişti.
Bundan evvel miydi, sonra mıydı bilmiyoruz; fakat bu dönemde Hz.
[47]
İbrahim Mekke'ye gelip, oğlu İsmail'in yardımıyla Kabe'yi bina etti.

B) Kabe'nin Yapımı ve Yönetimi:

Anlaşıldığına göre bu yapı; Allah'ın evi, hacc için bir ziyaret mahalli
olmuştu. O asırda yılda bir defa mı, daha fazla mı, yoksa yılda bir defa-
dan daha da az mı hacettikleri hakkında bilgimiz yoktur. Fakat
bildiğimiz, Hz. İbrahim'in (a.s.) Kabe'yi bina edip Filistin'e döndüğü, Hz.
İsmail'in Kabe'nin mutevelisi (nâzın; bakanı) olduğudur. Önce mütevelli
İsmail (a.s.) idi. Ondan sonra onun oğlu mütevelli oldu, daha sonra
torununa intikal edip, bu devralma devam edip gitti. Bu mütevelliliğin
babadan oğula intikalinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Ancak
sonraları mühim bir hâdise oldu. Güney Arabistan'dan; Yemen'den
Huzâ'a kabilesi Mekke'ye uğradı. Su bulunduğundan dolayı, bu kabile
Mekke'ye yerleşmek istedi. Fakat Mekke'de bulunan Curhum kabilesi,
onların yerleşmesine engel olmak istedi. İki kabile arasında savaş çıktı.
İslâm Tarihi kitapları ki ben Egânî kitabında da aynı şeyi gördüm Hz.
İsmail'in (a.s.) oğullarının, bu harp sırasında tarafsız kalıp, hiçbir kabile
tarafında savaşa katılmadıklarını kaydeder. Savaşı, Huzâ'a kazanır.
Curhum'luları öldürürler, diğerlerini de Mekke'den çıkarırlar. Mekke'ye
mâlik olarak oraya yerleşirler. Bundan sonraki asırlarda, Kabe'nin
nezâretinin Hz. İsmail'in oğullarının değil, Huzâ'a kabilesi başkanının
elinde bulunduğunu görüyoruz. Bunun Huzâ'a'mn kazandığı zafer sebe-
biyle olması mümkündür. Kabe nezâretinin, Huzâ'a kabilesi başkanının
elinde bulunması uzun asırlar, tâ Kusayy devrine kadar devam etti. Bi-
lindiği gibi Kusayy, Peygamberimiz Muham-med'in dedelerindendi.
Kabe'nin idaresi kendisinde değildi. Fakat bir hadisenin vukuundan
sonra o, Kabe'nin mütevellisi oldu:
Kusayy, Huzâ'a kabilesinin başkanının kızıyla evlendi. Kabe'nin nâzın,
kabile başkanının oğluydu. Bu kişi içki içerdi. Bir gün yine içti, sarhoş
oldu. Daha çok içki içmek istiyordu, fakat parası yoktu ve bu vazifeyi
(Kabe nazırlığını, içki parası mukabilinde) sattı. Kusayy, kabile başka-
nının bu oğluna diğer bazı şeylerle bir tulum içki vererek, bu vazifeyi
satın aldı. Bu, Arap hikâyele-rindendir, Kur'ân'da yoktur.
Şurası mühimdir: Önceleri vazife, ziyaretçilere Kabe'nin kapısını
açmaktı. Anahtar da kabile reisinin elindeydi. Huzâ'a kabilesinin reisi
ölünce, Kusayy, bu anahtar sebebiyle, Kabe'nin mütevellisi oldu. Huzâ'a
kabilesi Kusayy'dan bu vazifeyi almak istedi. Kusayy ve yardımcılanyla,
Huzâ'a kabilesi arasında bu sebepten harp çıktı. Ku-sayy'ın annesi, diğer
bir kabile olan Kudâ'a kabi-lesindendi. Bu kabileden adamlar gelip
harpte, Kusayy için savaştılar. Neticede Huzâ'a yenildi, Mekke'den
çıkarıldı. Kusayy ile yardımcıları Mekke'nin hâkim sakinleri oldular.
Kusayy, zekiydi. Her yıl Arap Yarımadası'nm her yerinden Mekke'ye hacc
için çok sayıda ziyaretçinin geldiğini biliyordu. Yabancıların, Huzâ'a
kabilesinden sonra, kendisinin Kabe nazırlığında bulunuşunu kabul
etmeyebileceklerini de düşünüp, ne yapması gerektiğini araştırdı ve
"Rifâde" müessesesini kurdu. Bunun icabı olarak, akrabasına, dostlarına
rica edip para ve mal toplattırdı. Toplanan bu mallarla, bütün hacılar
ağırlanacak, onlara izzet ve ikramda bulunulacaktı. Hacılar, Kussayy'dan
misafirperverliği, izzet ve ikramı görünce, "senden önceki reis, bize böyle
muamele etmek şöyle dursun, bilâkis bizlerden para ve mal toplardı"
[48]
demişler ve Kusayy'ın, Kabe nazırlığı vazifesini benimsemişlerdi.

C) Mekke'de Yönetimin Örgütlenmesi:

İşte bu, Mekke'de hükümet idaresinin başlangıcıdır. Yani Mekkeli


sakinlerin, başkanları Kusayy'a mal vermelerini, başkanlarının bu top-
lanan malı, istediği gibi kullanmasmdaki mâlî düzeni kastediyorum.
Böylece Mekke'de vergili dönem başlamış oldu. Kusayy, kabile başkanı
olarak beldesinde müesseseler şeklinde diğer bazı düzenlemelere de gitti.
Bir taraftan para ve mal toplanıyordu (rifâde), bir taraftan da diğer
müesseseler vücut buluyordu.
İşte "müşavere" oluşturulan bu müesseselerden biriydi. Kusayy kendisine
Kabe'nin önünde bir ev yaptı. Evindeki büyük bir odada müşavere için
toplanılıyordu. Burasını "Dâru'n-Nedve" olarak isimlendirmişlerdi.
"Nedve" kelimesi, konuşmak mânâsını ifade eder. "Dâr" da ev demek
olduğuna göre, dâru'n-nedve, "istişârî mahiyette konuşma evi" anlamına
gelmektedir. Bilindiği gibi Parlamento kelimesi de konuşmak anlamına
gelmektedir. Böylece Kabe çerçevesinde "hacc", "rifâde" (mal ve paranın
toplanması) ve insanlar arasında "istişare" şeklinde, Mekke'de ilk
müesseseler teessüs etmişti. Bunlar yanında "liva" (sancak) vazifesi de
gerekliydi. Savaş olduğunda, sancağın kabile reisinin elinde bulunması
icâb ediyordu. Kusayy ölüm yatağındayken, bu vazifelerin tamamını bir
oğluna vermedi, her vazifeyi bir başka oğlu ve onun soyuna vererek
vazifeleri taksim etti. Daha sonraları bu vazifelere ilâvelerde bulunuldu
ve İslâm'dan önce Peygamberimiz Mu-hammed (a.s.) devrinde, bunları
on ayrı vazife halinde görüyoruz. Tarihçiler bu vazifeleri "Umur aşera"
(On vazife, on iş) olarak adlandırıyorlar. Yani Mekke'de on vezirden
(bakandan) teşekkül eden bir bakanlık sistemi vardı. Gariptir ki, bunların
bir başkanları yoktu ve her bir bakan diğerine eşitti. Bunların nasıl
istişarede bulunduğu, yani bu bakanların hepsi bir araya gelerek mi isti-
şarelerde bulunuyor, yoksa her biri istediği gibi tasarrufta mı
bulunuyordu, bunlar hakkında elimizde pek bilgi yoktur. Bu oluşumlar
Mekke Devleti'ni meydana getirmekteydi. Fakat toprakları çok geniş
değildi; sadece Mekke beldesi üzerinde hükmü vardı. Bu on bakandan
biri de Peygamberimiz Muhammed (a.s.) kabilesinden; Benî Hâşimdendi
[49]
(Hâşimoğulları).

Dördüncü Bölüm

Hz. Muhammed'in Doğumu Ve Mekke'nin Siyasî Durumu

1. Nebilerin Doğumu

Nebilerin doğumunun, sadece müslüman-larca değil fakat diğer


ümmetlerin; milletlerin nazarında da önemli bir yeri vardır. Bir
muayyen nebinin doğumunun ise, kendisinin ümmeti olanlar için özel
bir anlamı vardır. Bizim bütün nebilerin, Kur'ân'da zikredilenlerin
tamamının bile, doğumları ile ilgili olan harikulade olayları bilmemiz
imkânsızdır. Bunun için burada sadece üç peygamberle ilgili bilgileri
[50]
nakletmekle yetineceğiz.
A) Hz. Musa'nın Doğumu

Kur'ân ve tarih kitapları, Hz. Musa'nın (a.s.J anne ve babasının Mısır'da


oturduklarını söyler. Kur'ân ve Tevrat'a göre, o zamanki Mısır kralı ki
lâkabı Firavun idi, Yahudi ailelerden doğacak bütün erkek çocukların kız
çocukları değil öldürülmesini emretmişti.
Bu konuda Tevrat şunu kaydeder: Bu öldürme işi, önce bütün yılları
kapsamaktaydı. Daha sonra Firavun, erkek çocukların bir sene öldürü-
lüp, bir sene Öldürülmemesini emretmişti.
Hz. Harun (a.s.), erkek çocukların Öldürülmediği, kardeşi Hz. Musa (a.s.)
ise öldürüldüğü sene doğmuştu. Bunun için, doğduktan sonra annesi
öldürülmesinden korkmuş ve onu sandık gibi bir yapının içine koyup Nil
nehrine bırakmıştı. Ne gariptir ki bu sandık nehirde yol alıp Firavun'un
ikâmethanesi önüne kadar gelmişti. Kur'ân'm da işaret ettiği gibi, tarih
kitapları diyor ki: Firavun'un zevcesi Asiye, yıkanmak için nehir
kenarındaydı. Tevrat, Asiye, Firavun'un zevcesi değil, fakat kızıydı
demektedir.
Asiye, ister Tevrat'ın iddia ettiği gibi Firavun'un kızı, isterse İslâmî
kitapların (kesinlikle) söyledikleri gibi Firavun'un zevcesi olsun, suda
yüzen bu sandığı görünce, yanındaki cariyelerine, onu dışarı
çıkarmalarını emretmişti. Sandığı açınca içinde bir erkek çocuğun
bulunduğunu gördü. Çocuğa şefkat duydu. Cariyelere, çocukla beraber
sandığı saraya götürmelerini emretti. Şahsen kanaatim şudur ki, yeni
doğmuş bir çocuğa karşı duyulan bu şefkat, bu acıma ve bu yakın sevgi,
yetişkin kadınlarda (kız kralın kızı olsa bile), kızlardan daha fazladır. Bu
nedenle Kur'ân'm "Asiye, Firavun'un zevcesiydi" ifadesi, daha doğrudur.
Çocuk kralın sarayına gidince, onun için bir sütanne bulmak
gerekiyordu. Şehirde süt anne aradılar ve Hz. Musa'nın annesini sütanne
olarak buldular. Kur'ân'm da belirttiği gibi, Hz. Musa'nın annesi, kızından
nehre bıraktığı bu sandığı takip etmesini, sandığa ne olup bittiğini
gözetlemesini istemişti. Kız, sandığın saraya getirildiğini görmüş, daha
sonra saraydan insanların çıkıp, 'Bir sütanne aranıyor' dediklerini
işitince 'Ben, sütanalığı üstlenecek bir kadın biliyorum' demiş ve böylece
annesi Hz. Musa'ya süt emzirmekle mükellef kılınmıştı. Böylece bir
mucize vuku buldu: Hz. Musa (a.s.), Yahudilerin doğan erkek ço-
cuklarının öldürüldüğü bir senede doğdu, fakat bu çocukların
[51]
Öldürülmesini emreden kralın himayesinde büyüdü.

B) Hz. İsa'nın Doğumu

Hz. İsa'nın doğumuyla ilgili olarak Kur'ân'-da fazla bilgi yoktur. Ancak
Kur'ân'dan şunları öğreniyoruz: Meryem anamız, hâmile kaldığı zaman
evli değildi ve ailesinin evinden ayrılıp çöle gitti. Hz. İsa (a.s.) orada
doğdu. Çölde tek başına idi. İçinde bulunduğu durumdan çok müteessir
olmuş ve "keşke daha önce Ölmüş, unutulup gitmiş olsaydım, daha iyi
idi" diye düşünmüştü. Bu sırada "Aşağısından ona şu nida geldi:
"Tasalanma, Rabbin senin alt (yan)ında bir su arkı vücuda getirmiştir.
Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilmiş, taze hurma
[52]
dökülecektir. Artık ye, iç, göz(ün) aydın olsun. Eğer beşerden
[53]
herhangi birini görürsen'ben, o çok esirgeyici (Allah'a) oruç adadım.
[54]
Onun için bugün hiç kimseye katiyyen söz söylemeyeceğim,' de.
Ayrıca bu melek, "bir şey sormak istiyorsanız, çocuğa sorun" demesini
söylemişti. Kur'ân, Meryem'le konuşmak isteyenlerin çıktığını, onun da
'çocukla konuşun' dediğini, onların 'Henüz beşikte bulunan bir sabi
bebek ile nasıl konuşuruz?' dediklerini kaydederek diyor ki: "İsa dile
gelip, dedi ki: Ben hakikat Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Beni
[55]
Nebi yaptı Bu, Kur'ân'da Hz. İsa'nın doğumundaki mucize olarak
bildiklerimizin tamamıdır.
Bu hususta İncil'in söylediklerine geçmeden önce, bebek iken, Hz. İsa'nın
söylediği "Ben hakikat Allah'ın kuluyum" ifadesi üzerinde durmak
istiyorum. Biliyorsunuz ki Hıristiyanlar, "İsa, Allah'ın oğludur, Allah'ın
kulu değildir" diyorlar. Onlara göre İsa, ilâhtır; üçden üçüncüsüdür. Fa-
kat bununla beraber bugün elimizde bulunan İncil'de; Matta İncili'nde
Hz. İsa şöyle diyor: "Ben Allah'ın kuluyum ve bununla iftihar ederim."
Hz. İsa'nın (a.s.) doğumuyla ilgili İncil'de söylenenler, hemen hemen
Kur'ân'ınki gibidir. Yani İsa'nın babası yoktu, dolayısıyla doğuşu dikkat
çekmişti. İncil'de konu ile ilgili şu bilgiler vardır: Meryem anamız evliydi,
fakat Meryem'in ebeveyni İsa'yı dünyaya getirinceye kadar, Meryem'i ni-
kâhlısına henüz teslim etmemişlerdi. Meryem'in nikâhlısı olan dülger
Yusuf, nikâhlısının hamile olduğunu duyunca, onu boşamak istedi. Bu
sırada mesleği dülgerlik olan Yusufa melek gelerek, "Boşama, Meryem,
ileride çok meşhur olacak bir çocuğa hamiledir" dedi ve Yusuf da böylece
Meryem'i boşamaktan vazgeçti; zevcesi Meryem'i alıp Beytü Lahm
denilen yere gitti ve İsa orada doğdu. İncil devamla diyor ki: "Üç
ateşperest (mecû-sî) gelerek, biz hususî mânâ ifade eden, gökte bir
yıldızın doğduğunu gördük. Bu yıldız, ancak büyük insanlardan birinin
doğumunda ortaya çıkar. Biz kimin doğduğunu araştırıyoruz, çünkü bu
çocuk Yahudilerin kralı olacaktır dediler. Araştırmalarına devam ettiler,
bebek olan İsa'yı görünce, onun ayaklarını öptüler, geri dönüp
memleketlerine gittiler." Bunlar İncil'in Hz. İsa (a.s.)'mn doğuşu
[56]
konusunda mucize kabilinden zikrettikleridir.
C) Hz. Muhammed'in Doğumu

Şimdi Hz. Peygamberimizin (a.s.) doğuşunda nelerin mucize olarak


meydana geldiğini görelim:
Siyer kitaplarında şu kıssa yer alır:
Hz. Peygamberimizin (a.s.) doğumundan haftalar öncesi, babası Abdullah
vefat etmişti. Doğum ânı gelince, evde Âmine'den başka kimse yoktu.
Hiçbir kimseye haber verilmediği halde, Amine, doğumda kendisiyle
beraber olmak üzere, bazı kadınların geldiğini gördü. Bu gelen kadınla-
rın hiçbirini de tanımıyordu. Birine kim olduğunu sorunca, "Asiye'yim",
diğerine sorunca "Meryem'im" dedi. Diğerleri de eski devirlerdeki büyük
hanımların isimlerini söylemişlerdi. Doğum ânında bir saf melek geldi.
Kitaplar, bu meleklerin kanatları olduğunu zikreder. Melekler kanat-
larını açtılar ve doğum ânında hiç kimsenin, Ami-ne'nin avret yerini
görmemesini temin ettiler ve oğul böylece doğdu. Ana dünyaya getirdiği
bebeğini ilk gördüğünde, çocuğu başı yerde secde ediyordu. Bir
parmağını da yukarı doğru kaldırmış, sanki "eşhedü en lâ ilahe illallah"
(Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim) diyor gibiydi. Birkaç
dakika sonra bulut gelip çocuğu örttü. Bulutun içinden, "çocuğu yıkayın"
vs. gibi, yeni doğan çocuğa neler yapılıyorsa onların yapılmasını
emreden sesler geldi. Bir zaman sonra bulut gidince, Amine validemiz,
çocuğun bir kumaşa sarılmış olduğunu ve kendisinden, yıkanmış çocuk-
tan suyun damladığı gibi, suların damladığını görüyordu; sanki çocuk
yıkanmış ve sarılmıştı. Bir diğer bulut gelip çocuğu örttü. Bulut içinden
şöyle bir ses geldi; "Çocuğu götürün, yerdeki bütün mahluklar, hayvanlar
vs. O'nu görsün. Çocuğu göklere çıkarın, göklerdeki melekler vs. bütün
mahlukat O'nu görsün; çocuğu sulara götürün, sulardaki bütün
mahlukat, balıklar vs. O'nu görsün; zira O, onların nebîsidir, bütün
mahrukatın O'nu bilmesi lâzımdır." Çocuk annesinin gözü önünden
kayboldu. Bir müddet sonra bulut ve çocuk geri geldi; melekler çocuğu
alıp geri getirdiler. Bu hususla ilgili olarak zikredilen başka kıssalar da
mevcuttur. Fakat biz Peygamberimizin doğumuyla ilgili olarak tecelli
eden mucize kabilinden olanlar üzerinde duruyoruz. Peygamberimizin
doğumu sırasında İran, Bizans vs. gibi diğer memleketlerde de mucizeler
hasıl oldu. Bu olaylar siyer kitaplarında geniş olarak anlatılmıştır.
Âmine'nin, doğumu sırasında Asiye ve Meryem'in geldiklerini görüşünün
mânâsı nedir? Kitaplarımız bu hususta, "doğum esnasında yanında
bulunmak üzere geldiler" demekte, başka bir-şey zikretmemektedir.
Benim bu konuyla ilgili şöyle bir kanaatim var:
Büyük bir memurun yerine bir başka şahıs tayin edildiğinde, eski
memur, yeni vazifesini devreder. Sonra eski vazifeli yerinden ayrılır. Bu
insan ve cemiyet hayatında, bilinen bir hâdisedir. Şu halde nebiler de
böyledir. Nebîlik bir-vazifedir; herhangi bir zâta bu vazife verilmiştir-
Daha sonra yeni bir nebî gelir. Bir önceki nebî, kendisinden sonra gelen
nebiye vazifesini devreder. Fakat doğum halini, erkeklerin görmesi caiz
olmadığından, önceki nebiler, Âmine'nin doğumunda hazır
bulunmadılar ve (onların yerine) kadınlar gelip hazır bulundular. Hz.
Musa'nın zevcesi hakkında birşey bilmiyoruz. Fakat Hz. Musa (a.s.)
devrinde büyük ehemmiyeti hâiz olan kadın Asiye idi. Bunun için Asiye,
Hz. Musa'nın temsilcisi, Meryem anamız da Hz. İsa'nın temsilcisi olarak
doğumda hazır bulundular. Doğum esnasında hazır bulunan diğer
hanımlar da, diğer nebilerin temsilcileri olarak hazır bulunmuşlardı. Bu,
[57]
diğer hanımlar hakkında kitaplarımızda pek malumat yoktur.

2. Hz. Muhammed'in Doğumunda Mekke:

[58]
A) Mekke'nin Siyasî Yapısı (On Bakanlık Sistemi):

Peygamber efendimizin doğumuna rastlayan yıllarda Mekke'deki hayat


ile ilgili daha önce bazı bilgiler vermiştik. Bu dönemde Mekke toplu-
munda en dikkate değer unsurun on bakanlık şeklinde oluşan toplumsal
yapı olduğunu belirtmiştik.
Bu on bakanlık arasında, medenî ve kültürel seviyesi yüksek olmayan
yerlerde bulunmayan bazı özellikler görüyoruz.
1- Bu on bakanlık arasında yer alanlardan birisi de "sefir" (münâfir) idi.
Mekke devleti, bir diğer kabile ile görüşeceği zaman, bu görüşmeye
"sifâre" bakanlığı vazifesini yürüten gider, başkası gitmezdi. Yine bir
kabile, kendisiyle iftihar ettiğinde, Mekkeliler bu "münâfiY'i; yani elçiyi
gönderir ve bu elçi "hayır, biz sizden daha yüksek seviyeliyiz" vs. gibi
müdâfaada bulunurdu. Biz, o zamanki bu vazifenin, bir hariciye
bakanlığı olduğunu söyleyebiliriz. İslâmiyetten önce bu vazife, Hz. Ömer
(r.a.) de idi.
2- Eşnâk adında diğer bir vazife daha vardı. İki taraf arasında çıkabilecek
kırıcı hâdiselerden sonra, taraflardan birinin diğerine tazminat ödemesi
gerektiğinde, bu tazminat miktarım, eşnâk bakanı tayin ederdi. Bu
vazife, İslâm'dan önce Hz. Ebu Bekir (r.a.)'deydi.
3- Bir diğer vazife de dâru'n-nedve ile ilgiliydi. Mekke devletini
ilgilendiren bir umûmî mesele olursa, yaşı kırktan fazla olanlar,
aralarında toplanırlar ve müşaverede bulunurlardı. Bu, bir çeşit
parlamento idi. Dâru'n-nedve'nin mânası; müşavere evi danışma meclisi
demektir.
4- Meşûra" denilen bir diğer vazife daha vardı. Dâru'n-nedve'de birşey
kararlaştırılırsa, bu kararı meşûra bakanına gön d eriyorlar di. Bakan bu
kararı kabul ederse o karar tatbik ediliyor; kabul etmezse, tatbik
edilmiyordu. Bunun mânâsının ne olduğunu kitaplarımız zikretmiyor.
Olabilir ki, iki kısım müşavere vardı; birisi yüksek meclis olan senato,
diğeri alt meclis olan dâru'n-nedve idi.
5- Daha önce, Kusayy dönemini anlatırken belirttiğimiz gibi, bir de
maliye vazifesi, yani vergi toplama ve elde edilen para ve malları, hacıla-
ra izzet ve ikramda kullanma bakanlığı mevcuttu. Bu vazifeyi "rifâde"
olarak isimlendiriyorlardı. Mânâsı, mâlî yardım demekti.
Bunlar yanında başka vazifeler de vardı:
a- Bu vazifelerden bazısı, dine, ibâdete, yani putlara, Kabe'ye ibadete
aitti.
b- Bazısı da askerî hususlara, meselâ "liva" (sancak) vs. gibi meselelere
aitti.
Askerî mevzuda piyade askerlerle, atlı (süvari) askerler arasında fark
vardı.
İslâm'dan önce piyade askerlerle ilgili vazife
Ebû Süfyan'daydı. Süvari askerlerle ilgili vazife ise, Hâlid b el-Velîd'in
elindeydi. Gariptir ki süvari askerlerinin iki komutanı vardı. Bunlardan
birisi başkomutandı, diğeri bunun yardımcısı ve müşaviriydi.
Başkomutan Hâlid b. el-Velîd, yardımcısıysa, İkrime b. Ebî Cehil idi.
Çünkü süvariler savaşta ikiye ayrılıyor, biri bir tarafta, diğeri diğer
tarafta çarpışıyor ve iki komutana ihtiyaç duyuluyordu. Eski Atina'da da
bir şehir devleti vardı ve süvarilerin iki kumandanı bulunuyordu. Bu
komutana onlar "hippark" diyorlardı. "Hip", at; "park" da komutan
demektir. Böylece hippark, at komutanı yani süvari komutanı, anlamına
gelmektedir. Hip kelimesinin Farsça'da da "at" anlamına geldiğini
[59]
görüyoruz.

B) Hz. Peygamberdin Ailesinin Mekke Devletindeki Görevi

Bütün bunlardan sonra akla şu soru geliyor. Mekke Devletinde


Peygamberimizin ailesinde hangi vazife vardı?
İsmail ve Hâcer'le ilgili bir mucize olarak vücut bulan Zemzem kuyusu,
Kabe'nin önündeydi. Kusayy, Huzâ'a kabilesini, bu beldeye; mıntıkaya
hâkim olmak için Mekke'den çıkarırken, Huzâalılar, Mekke'den çıkarken,
Zemzem kuyusunu (kum vs. ile) doldurdular ve daha sonra insanlar,
Zemzem kuyusunun nerede olduğunu bulamadılar. Böylece çok uzun
yıllar geçti. Nebimizin dedesi Abdülmuttalib bir gün rüyasında "Zemzem
kuyusunu kaz" diyen bir ziyaretçi görür. Önce buna pek ehemmiyet
vermez. Fakat ikinci ve üçüncü defalar yine rüyasında Zemzem kuyu-
sunu kazmahsm diye bir ziyaretçi ısrar eder. Üçüncü defada
Abdülmuttalib "Nereyi kazayım?" diye sorunca, ziyaretçi kazacağı yeri
tarif eder. Uykudan uyandıktan sonra, Kabe'nin önündeki bir yeri
kazmağa başlar. Bu kazı esnasında insanlar ne yaptığını sormuşlar. O da
Zemzem kuyusunu kazdığını söylemiş, bunun üzerine herkes gülüp
onunla eğlenmiş, orada Zemzem'in bulunmadığını söylemişlerdi.
Kazmaya devam edince, suyun bulunduğunu gösteren emareler
göründü. Bunun üzerine Kureyş kabilesi "Bu kuyu, Mekke Devleti'ne
aittir, senin şahsına ait değildir" dediler ve kuyuyu kazmasına engel
oldular. Mekkeli-ler aralarında görüştüler ve bir hakemden bu hususta
hükmün ne olabileceğini sormayı kararlaştırdılar. Bu kuyu, kuyuyu
kazanın mı olmalıdır, yoksa bütün bir şehir halkına mı âit olmalıdır? Bu
hususta hakeme müracaat edeceklerdi. Hakem olarak bir zâtın ismi
hakkında ittifak edip ona müracaat etmeyi kabul ettiler. Bu zât, uzak bir
yerdeydi. Yolda, çölde, içlerinde Abdulmuttalib de bulunduğu bu
kafilenin suyu bitti. Çölde su yok, yol uzak, ölüm muhakkaktı. Önce
bulundukları yerden ayrılmak istediler; hepsi ölüp kalacağına göre, hepsi
kendisi için bir kabir kazdı. İlk ölen diğerleri tarafından gömülecek ve
sadece en son ölen kabre gömülemiyecekti. Böylece, hepsinin mezarsız
ölmesi yerine, birinin mezarsız kalması daha uygun görülmüştü. Fakat
daha sonra Abdülmuttalib "Burada ölümü beklemeyelim, devam edelim,
belki yolda su bulabiliriz, bulamazsak yolda ölelim" dedi ve devesine
bindi. Deve ayağa kalkınca, devenin yattığı yerde bir su gözü olduğunu
gördüler. Böylece bir keramet, bir istidrac olarak Abdulmuttalib'den bu
halini görünce yanındakiler "Artık seninle su hususunda ihtilâf etmeyiz,
bu çölde sana bu suyu veren Allah, Mekke'de de Zemzem'i vermiştir"
dediler ve beraberce Mekke'ye geri döndüler. Böylece Abdulmuttalib,
Zemzem'in sahibi oldu. Bu şekilde, Abdulmuttalib, Mekke Devleti'nin
bakanları arasına onuncu bakan olarak girdi. Kendisinden önce, dokuz
vazife vardı. Abdulmuttalib vefat edince, Zemzem vazifesini oğlu Ebû
Tâlib'e vasiyet etti. Oniki çocuğu arasından Ebu Tâlib'i seçmiş ve miras
olarak ona Zemzem kuyusunu vermişti. Ebû Tâlib, cömert bir insandı.
Daima insanlardan borç alırdı. Hatta ailesi ve misafirler için dahi kâfi
gelecek malı ve parası bulunmazdı. Borç aldığı kişiler arasında, kardeşi
Abbâs da vardı. Bir defasında Ebu Tâlib, kardeşi Abbâs'dan aldığı borcu
bir yıl sonra ödeyeceğini söylemişti. Fakat ödeyemeyince ikinci, daha
sonra da üçüncü yıl ödeyeceğini söyledi. Abbâs da, "Eğer bir yıl sonra da
borcunu ödemezsen, borcun yerine Zemzem'i senden alırım" dedi.
Böylece Zemzem'in mülkiyeti Ab-bâs'a geçti. Abbâs, Peygamberimizin
doğumunda O'nun kabilesi Hâşim'den; bu şekilde Mekke'de bakan olarak
[60]
bulunuyordu ve Benî Hâşim kabilesinin temsilcisiydi.

3. Konu ile İlgili Sorular

1. Soru: Asiye'nin Firavun'a zevcelik yapmadığı, âhirette de


Peygamberimizin zevcesi olacağı söyleniyor. Bu hususta ne dersiniz?
Cevap: Kur'ân, Firavun'un zevcesinin müs-lüman olduğunu, Hz. Musa'yı
sudan aldığını söyler. Biz, Kur'ân'ın ifadesine inanırız. Kur'ân'a zıt düşen
diğer kitapların ifadelerine inanmayız.
2. Soru: Hz. Hatice'nin vefatında, Peygamberimizin, Asiye ile evleneceğini
söylediği rivayet ediliyor, ne dersiniz?
Cevap: Hadis kitaplarında böyle bir hadis görmedim. Belki vardır, fakat
ben hiç rastlamadım.
3. Soru: Medine'ye bir peygamberin gönderildiği söyleniyor, ismi nedir
acaba?
Cevap: Bu Nebînin ismi Semhûdî'nin, Târî-hu'1-Medîne ismindeki
[61]
eserinde zikredilmektedir.
4. Soru: Peygamberimizin doğumunda annesi Amine'nin bazı
harikuladelikler gördüğünü belirtiyorsunuz. Bazı hadis kitaplarında ise
Amine'nin müşrik olarak öldüğü kaydediliyor. Acaba bunlar nasıl bağd
aş tırıl abilir?
Cevap: Ben "Âmine müslümandı" demedim. Buhârî'nin Sahîh'inde şöyle
bir hadis vardır: Peygamberimiz bir gün Ebvâ denilen yere gider. Ora-
daki bir kabrin yanma gelir ve yanında bulunan sahabe, gözlerinden
yaşların aktığını müşahade eder ve sorar. Hz. Peygamber (a.s.) şöyle der:
"Bu, annemin kabridir. Allah'tan, annemin kabrini ziyaret etmek için izin
istedim, buna izin verdi. Sonra annem için istiğfarda bulunayım diye izin
[62]
istedim, fakat Allah buna izin vermedi.
Bu hadisten, meselemiz hakkında hüküm çıkarabiliriz. Kıyamet gününde
Allah Âmine'yi affedip bağışlayabilir. Fakat Allah, Peygamberimizin,
annesi için af ve gufran taleb etmesine izin vermemiştir. Bildiğimiz
budur.
5. Soru: Asiye'nin, nehirden Hz. Musa'yı alıp bilâhare, süt annesi olarak,
kendi annesine emzirmesi için verdiğinden Firavun'un haberi var mıydı?
Cevap: Bu hususta açık bir bilgi olmamakla beraber, mutlaka haberi
vardı. Zira saraya her giren çıkan şeyden kralın gizli adamları vasıtasıyla
mutlaka haberi olur. Hatta Asiye, Firavun'a hiçbir şey söylemese bile
bunu Firavun, gizli adamları vasıtasıyla yine bilirdi.
6. Soru: Nehirden Hz. Musa'nın sandıktan alındığını, Firavun bildiği, o
sene de bütün yeni doğan erkek çocukları öldürttüğü halde, acaba neden
dolayı Firavun bu bebeğin yaşamasına müsâade etti?
Cevap: Kraliçenin isteği (forsu) sebebiyle, Kur'ân'daki: "Bunun üzerine
Firavun'un adamları onu yitik olarak aldı(lar). Çünkü o, akıbet kendileri
[63]
için bir düşman ve bir tasa olacaktı âyetinde kanaatimce Firavun'un
hâdiseleri bildiğine dair işaret vardır.
Sonra diğer bir âyette de, Musa'nın (a.s.) Mısır'da bir adamı öldürüp
Medyen denilen yere gidip bilâhare Mısır'a döndüğünde Firavun'un
kendisine: "Biz seni terbiye edip büyütmüştük" dediği kaydedilir.
Buradan da, Firavun'un Musa'dan daha bebekliğinden itibaren haberinin
olduğunu anlıyoruz.
7. Soru: Kur'ân'da Hz. Şît'in (a.s.) peygamberliğine dâir bir kayıt var
mıdır?
Cevap: Kur'ân'da bir zikir yoktur. Hadis kitaplarında zikredilmektedir.
Bir hadiste, Hz. Adem'e on sahife, Hz. Şît'e şu kadar, diğerlerine bu kadar
vs. gibi ifadeler vardır.
8. Soru: Hz. Peygamberin doğumu esnasında meydana gelen bazı
harikulade olaylarla ilgili hususları, bazı tarihçiler, zayıftır diye
kitaplarına almıyorlar. Bu hususta siz ne dersiniz?
Cevap: Zayıf diye iddiada bulunana, dâvasını isbat etmek düşer: İsbat
yükü davacınındır. Ben bunları muteber sîret kitaplarında gördüm; el-
Mevâhibu'1-Ledûnniyye gibi... Tekrar edeyim; bu hâdiseler birer remz;
semboldür; başka bir âlemle ilgilidir. Meleğin gelmesi, göklere gidilmesi
vs. gibi olaylar semboldür. Bunların nasıl olduğunu, mâhiyetlerini,
dünyadaki ölçülerimizle bilemiyoruz. Bunların hepsi, Allah'ın
Peygamber'i-ne ikramda bulunduğuna delâlet ediyor. Meselâ, Asiye ve
Meryem'in Ölmüş olduklarını biliyoruz. Öyleyse nasıl gelmişlerdi? Bu ve
bunlara benzer hususlar, bizim için birer remzî ve sembolik olaydır. Eğer
bunları sembolik kabul etmezsek, diğer bazı mucizelere muhtaç oluruz;
meselâ, Allah'ın Ölüleri diriltmesi vs. gibi.
9. Soru: Çölde, Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı dünyaya getirdikten sonra, bir
meleğin "seninle konuşurlarsa, sen, 'ben bugün oruçluyum' dersin"
dediğini söylediniz. O zaman oruçlular konuşmazlar mıydı?
Cevap: Evet konuşmazlardı. Hatta bugün Hindistan'daki Brahmanlar da
böyledir. Gandi, oruç tutar ve konuşmazdı. Fakat Gandi buna bir çare
bulmuştu. Kendisine siyasî bir soru sorulduğunda, soruya sözle değil,
[64]
yazıyla karşılık veriyordu.

Beşinci Bölüm

Hz. Muhammed'in Doğumu Sırasında Mekke'nin Dinî Durumu Ve


Peygamberlik

1. Mekke'nin ve Hz. Muhammed'in Peygamberlikten Önceki Dinî Hayatı


Peygamberimiz (a.s.) doğduğunda Mekke'de bir çeşit devlet vardı. Fakat
bu devletin bir başkanı yoktu; hükümet bir topluluğun elindeydi.
İnsanlar dinî yönden putperest idiler. İçlerinde hırıstiyanlar da vardı.
İçlerinden en az birinin hiçbir dininin olmadığı; yani mülhid olduğu
söylenir.
Bu insanlar, putperestliklerine rağmen bir ilâha inanıyorlardı. Putlar,
Allah huzurunda bize şefaat edecekler diyorlardı.
Hz. Peygamberimiz (a.s.) bu putperest aileler arasında dünyaya geldi.
Peygamberimizin, kırk yaşında Rasûl olarak gönderilene kadar dinî
hayatının tafsilâtı hakkında pek birşey bilmiyoruz. Hayatının diğer
yönleriyle ilgili olarak malumatımız varsa da, dinî hayatı hakkında fazla
şey bilinmiyor. Tarihçiler, onun putlara hiçbir zaman tapmadığını,
putlara ibadette bulunmadığını teyit ediyorlar. Böyle olması
mümkündür. Çünkü, kendilerine "hanîf' denilen bir topluluk da putlara
tapmamaktaydı. Mekke'de putlara ibadet etmenin, insana lâyık
olmadığına inanan insanlar vardı. Diğer bir söyleyişle, şehirde,
insanların fikrî seviyesi çok gelişmişti ve bundan dolayı da putlara ibadet
[65]
etmeye vs. (gibi asılsız şeylere) inanmak istemiyorlardı.
Peygamberimizin ibadetle ilgili hareketlerinin nasıl olduğunu; duada mı
bulunuyordu, Kabe'nin önünde mi dua ederdi, yoksa başka şeyler mi
yapardı, bilemiyoruz.
Şu kadar var ki, Buhârî'de Peygamberimizin peygamber olmadan Önce,
aşure gününde yani Muharrem ayının onuncu günü oruç tuttuğu kay-
dolunur; Bunun sebebini bilemiyoruz. Zira aşure orucu Yahudilere aittir
ve Mısır'dan kurtuluşlarıyla ilgili yaptıkları bir ibadettir.
Hicretten sonra Rasûlullah, Medine'ye gelince, Yahudilere neden aşure
günü oruç tuttuklarını sordu. Yahudiler, "Firavun'un elinden kurtu-
luşumuzu kutlamak için bu orucu tutuyoruz" dediler. Bunun üzerine
Peygamberimiz "öyleyse bu orucu tutmakta biz sizden daha fazla hak
sahibiyiz" diyerek, mü'minlerden, aşure günü oruç tutmalarım istedi.
Peygamberimiz (a.s.) bu sözüyle sanki, "Bu orucu tutan Musa'dır. Madem
ki Musa kardeşim bu orucu tutmuştur, benim de bu orucu tutmam
gerekir" demek istemektedir.
Fakat hicretten önce Mekke'de Peygamberimiz niçin aşure günü oruç
tutmuştu? Bu bilinmiyor. Buharı sadece, "Mekkeliler aşure günü oruç
tutuyor, Peygamberimiz de onlar gibi oruç tutuyordu" demekte, fazla bir
bilgi vermemektedir. Ayrıca Mekkeliler niçin bu günde oruç tutuyorlardı.
Bunu da bilmiyoruz. Zira Mekkeliler Yahudi değillerdi.
İbn Kesir'in Tefsirinde, aşure gününün, Hz. Nuh'un tufandan kurtuluş
tarihi olduğu ve Allah'a şükür olarak bu günde oruç söylenir.
Peygamber olmadan Önce Rasûlullah'm yaptığı ibadetlerden biri de
hacdır. Mekkeliler, Kabe'ye haccediyorlardı. O da onlar gibi hacc ibade-
tinde bulunuyordu. Mekkelilerin hacc esnasında Minâ, Arafat ve
Müzdelife'ye gidip yerine getirdikleri hacc menâsikini o da yapıyordu.
Nübüvvetten beş sene önce, Kabe'yle ilgili bir hâdise cereyan etti. Bu,
Kabe'nin inşâsı işiydi. Kabe'nin yıkılan duvarlarını inşâ ettiler ve inşâ
işine Peygamberimiz de iştirak etti.
Binayı; Allah'ın evinin yapımını tamamladıklarında, Peygamberimiz, bu
yerin tek ilâha mabet değil de, 360 puta mekân olduğunu gördü.
Mümkündür ki o, bu durumdan müteessir olmuş ve şöyle düşünmeye
başlamıştır: Bu putlar, zarar verirler mi? Fayda temin ederler mi? Buna
cevap bulamayınca, bu düşüncesi her geçen gün biraz daha
derinleşmiştir.
İbn Hişâm'm kaydettiğine göre, Peygamberimiz, Mekke'deki bir tacirin
dükkânına çok gider, onunla fazla konuşurdu. Bu Hıristiyanla hangi
mevzu hakkında, neler konuştuğunu zik-retmemekle beraber, zihnini
meşgul eden yukarıdaki mevzu hakkında konuşması mümkündür.
Halk putperestti. Bir ilâh için Kabe'yi (yeniden) inşâ ettiler, fakat burasını
putların mekanı haline getirdiler. Bunun gibi mevzularda fikir teatisinde
bulunmuş olabilirler.
Nübüvvetten önce Rasûlullah'ın hunefâ, (yani hanîfler) arasında dostları
vardı.
Kabe'nin yapımıyla ilgili olarak şunu da zikretmek isterim: Buhârî,
Sahih'inde şöyle diyor: "Mekkeliler Kabe'nin binasını yapınca, etrafına
360 putu yerleştirerek Kabe'nin tezyîniyle yetinmeyip, Kabe'nin iç
duvarları üzerine de resimler çizdiler." Bu resimler arasında Hz.
İbrahim, Hz. ismail, Hz. İsa vs. gibi bazı peygamberlerin ve Hz. İsa'nın
annesi Hz. Meryem'in resimleri de vardı.
Tarihî bakımdan Hz. İsmail'in resminin bulunuşu, cidden mühimdir.
Çünkü Batılı müsteşriklere göre, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in Tevrat'taki
hikâyeleri doğru, fakat Hz. İbrahim'in Mekke'ye gidişi, Hz. İsmail'in ve
ailesinin Mekke'de ikâmet edişlerinin gerçekle ilgisi yoktur; bu
Müslümanların uydurmasıdır.
İslâm'dan Önce Mekkeliler Hz. İsmail'in resmini yaptıklarına göre, onun
cedlerinden biri olduğunu biliyorlardı. Bu İslâm'dan önceydi. Böyle
düşünmelerini gerektiren İslâmî hiçbir bilgileri yoktu.
Peygamberimiz risalet görevini henüz almamışken Kabe'nin bir putlar
mabedi olduğunu görmüş ve insanlarla görüşüp, dedesi Abdulmutta-
lib'in yaptığını yapmayı düşünmüştü. Bu nedenle Hirâ mağarasına
çekilip Ramazan ayı boyunca orada i'tikâfta bulundu.
Tarihçi Belâzurî, Abdulmuttalib'in de Ramazan boyunca Hirâ
mağarasında i'tikâfta bulunduğunu zikreder. Ayrıca, hanîflerden Zeyd b.
Amr b. Nüfeyl'in de İslâm'dan önce Hirâ mağarasında i'tikâfta
bulunduğunu kaydeder. Bu tarihî kayda göre, Peygamberimiz azığını
alarak önce kendisi mağaraya gider, zaman zaman da ailesi; Hatîce
anamız ona azık götürürdü: Bu belki haftada bir, belki ayda iki defa, vs.
olabilir. Tarihî kayıtlara göre Peygamberimiz bu azıklarını tek başına ye-
mezdi. O civardan geçen yolcular vs. olursa onları da davet eder, beraber
yerlerdi. Peygamberimizin bu mağaradaki i'tikâfında ne yaptığını
bilemiyoruz. Acaba, düşünüyor mu, yoksa ibadet mi ediyordu? Bu
hususta kaynaklarda açıklık bulamıyoruz. Sonra Kabe'ye geliyor, içine
giriyor ve âdeten hep yaptığı gibi yapıyordu. Kabe'yle ilgili bu dav-
ranışlar, Mekkelilerin âdetleriydi. Peygamberimiz de onların yaptığı gibi
yapıyordu. Bir yıl boyunca neler yapılıyordu bilmiyoruz. Fakat, bir
sonraki Ramazanda yine Peygamberimiz mağaraya gidiyor, i'tikâfta
bulunuyor, bu hal böylece devam ediyordu. Anlaşıldığına göre bu
inzivadan manevî bir haz duyuyor ve bu sebepten aynı şeyi tekrarlıyor-
[66]
du. Bunu beş sene tekrarladı.

2. İlk Vahiy ve İlk Âyetler

Beşinci sene sonunda Cibril gelerek; "Allah seni Peygamber kıldı" dedi ve
ilk vahiy böylece gelmiş oldu. Bu hâdisenin nasıl olduğu çok bilinen
gerçeklerden biridir. Fakat ben iki hususu özellikle vurgulamak
istiyorum:
1) Vahiy, Peygamber aleyhisselâma hemen gelmedi. Fakat Peygamber
aleyhisselâm (Hirâ mağarasında) bilemediğimiz şekillerde i'tikâf es-
nasında, yavaş yavaş vahye hazırlandı ve böylece vahye tahammül
kudreti kazanmış oldu. Bu inzivaların sonlarına doğru, hangi senelerde
olduğu gerçi kaydedilmemekle beraber, Peygamberimiz, tuhaf bir olayla
karşılaştığını söyleyerek şöyle diyor: "Karşılaştığım her taş, her ağaç bana
selâm veriyordu. Bana sesleniyor, sesin geldiği tarafa bakıyordum, fakat
kimseyi göremiyordum."
2) İlk vahiy uyanıkken değil, fakat uykudayken geldi. İbn Hişâm'ın
belirttiğine göre, ilk vahyi Cibril (a.s.), Hz. Peygamber'e getirdiğinde
kendisi uyuyordu. Bu da yine aynı hususa, yani ahştırılmağa; insanın
ilâhî vahye tahammül edebilmeğe hazırlamşıyla ilgilidir. Ayrıca bu
hususun vahy'in özelliğiyle de ilgisi olmalıdır. Vahy'in yapısını
bilmediğimiz için bu konuda daha fazla malumat veremiyoruz. Ancak
hadis kitapları sahabeden vahyin geliş anıyla ilgili bazı enteresan hu-
susları naklederler.
Vahiy gelirken Peygamberimiz bir ağırlık hissediyordu. Meselâ, devesinin
üzerindeyse, deve kendisini çekmeye tahammül edemiyor ve çö-küyordu.
Bu arada vahiy esnasında devesinin ayaklarının gerildiği, ayaklarının
kırılmasından sahabenin korktuğu kaydedilmektedir. Buharı, vahiy
kâtibi Zeyd b Sâbit'ten şunu nakleder: "Bir gün Peygamberimizin
yayındaydım. Kalabalıktan Peygamberin uyluğu uyluğumun üzerindeydi.
Vahiy inmeğe başladı. Uyluğumun üzerinde büyük bir ağırlık hissettim
ve buna son derece güçlükle tahammül edebildim." Yine Buhârî'nin bir
başka
rivayetinde, Zeyd b. Sâbit'ten bu hususta, "Eğer bu uyluk, Peygamberin
olmasaydı, ayağımı ayağının altından çekip alırdım" dediği kaydedilir.
Vahiy son derece soğuk bir günde bile inse, Peygamberin alnından sanki
çok sıcak bir günmüş gibi ter boşanırdı.
Vahyin gelişinde Peygamberi görenlerden pek fazla rivayetler varsa da,
hepsini değil fakat bazısını, özellikle vurgulamak istiyorum. Bu konudaki
rivayetlerden birine göre Peygamberimiz aleyhisselâm bir gün yemekte
bulunuyordu ve elinde de bir kemik vardı. Vahiy gelince hareketsiz
kaskatı kesildi, kemik de öylece elindeydi. Vahiy sona erdikten sonra,
halen kemik elindeydi. Kemik elinden düşmemişti. Sahabeden biri de şu-
nu naklediyor: "Bir gün Peygamberimiz minberde hutbe okuyordu. Vahiy
inmeğe başladı. Ayakta hareketsiz kaldı. Az sonra bu hal gitti." Bir nakle
göre vahiy esnasında mübarek yüzü kızarır, bir diğer rivayete göre
esmerleşirdi. Bu durumlar neyin işaretidir ve nasıl değerlendirilmelidir?
Vahye ve peygamberliğe inanmayan müsteşrikler, bu konuyla ilgili
malum birtakım Ölçülerle düşünüyorlar. Meselâ, işi tıp açısından ele
alıyorlar. Bunlardan biri, Alman tabip Shiprin-gir'dir. Der ki: Kızarmak,
terlemek vs. gibi bu alâmetler, sar'a hastalığının belirtileridir. Ancak şu-
rasını kaydetmek zarureti vardır: Sar'a hastaları, hastalık tuttuğunda
hareket ederler, anlaşılmayan şeyler konuşurlar. Tıp tarihi, sar'alıların,
sar'a nöbetinde, anlaşılır, fayda temin edilir cinsten meselâ, din tebliği vs.
gibi şeyler yaptıklarını kaydetmemiştir. Bu günkü tıp da aynı şeyi söyler.
Fark gayet açıktır. Sar alı hareket ettiği halde, Peygamber aleyhisselâm,
ayakta yahut otururken hareketsiz kalmaktaydı. Vahiy ve Nebîlikle hiç il-
gisi olmayan bu kabil yorumlarla meşgul olma ihtiyacını hissetmiyoruz.
İlk vahiyden sonra üç sene devamlı olarak vahiy kesildi. Tarihçi Belâzurî,
ikinci vahiyde Du-hâ sûresinin indiğini, ilk vahiyde ise Kalem sûresinin
ilk beş âyetinin geldiğini kaydeder. İlk vahiy insanlık tarihi yönünden
enterasandır. Anadan doğma tahsil görmemiş; ümmî bir insana vahiy
geliyor ve okumasını emrediyor: "İkra' bismi rabbik" (Rabbinin adıyla
oku) diyor. Sonraki âyetlerde kalemi öven bir ifade var: "Aileme
bi'lkalem, alleme'l-insâne mâ lem ya'lem" (Kalemle Öğretti, insana
bilmediği şeyi Öğretti) yani insanın bütün malumatı kalem vasıtasıyladır.
Bu günkü malumatımız (kültürümüz), atalarımızdan bize gelen ve bizim
bunlara ilâve ettiklerimizdir. Bunlar bize sadece yazı vasıtasıyla, intikal
etti.
Peygamber aleyhisselâm, ilk vahiyden sonra şaşırmıştı: Bu vahiy miydi?
Allah'tan mıydı, şeytandan mıydı? Zira ilk defa kendisine vahiy
geliyordu. Bu yüzden, vaziyete alışabilmesi için uzun bir müddete
ihtiyacı vardı. Bu ilk vahiyden sonra vahyin gelmesini çok arzuladığı
halde vahiy gelmedi. Gelmeyince üzüldü. Buhârî bir rivayetinde,
Peygamberimizin ümitsizlik halinde bir gün dağın tepesine çıkıp, kendini
aşağı atmayı düşündüğünü nakleder.
İşte bu esnada Cibril gelir ve Duhâ sûresi iner. Böylece "Rabbin seni
terketmedi, Rabbin senin düşmanın değil, sen gerçekten peygambersin"
mealindeki âyetlerle karşılaşır ve peygamberliğinin müjdesine ulaşır. Bu
sûredeki "ve emmâ bini'meti rabbike fehaddis" (Rabbinin nimetini an.)
âyeti mühimdir. Bunda, nebîlikten daha büyük bir nimeti ve hidâyeti
Allah'ın insana ihsan etmediği anlatılmak istenir. Aynı zamanda bu âyet,
Peygamberimizin dini tebliğ etmesini emreder. Zira, bu âyet hem
Peygamberimize, hem de Kur'ân'ı her okuyana emir mahiyetindedir.
Daha sonra "ve enzir 'aşîrateke'l-akrabîn" (Yakın akrabalarını sakındır)
diye bir âyet indi. Tebliğ hususunda insan önce evinde bulunanlardan,
sonra en yakın akrabasından başlamalıdır. Daha sonra haber yayıldı ve
umûmî bir âyet indi: "Ey Muhammedi Artık sana buyurulanı açıkça
[67]
ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Bu husustaki tafsilatı hepiniz
biliyorsunuz: Peygamberimiz dini tebliğ ediyor. İnsanların azı kendisine
inanıyor. Çoğunlukta olan inanmayanlar, kendisine eziyet veriyordu vs.
Müsteşrikler, "İslâm peygamberi Mekke'deyken peygambere benziyordu.
Fakat Medine'ye hicret edince sultan oldu" diyorlar. Peygamberimizin
hayatını mütalaa ederek, onun ilk günden itibaren, "Bana inanın, Rum
memleketlerine, Kisra'nın memleketine vs.ye sahip olacaksınız" dediğini
göreceğiz. Bunun mânâsının, ilk günden itibaren zihinde İslâm
peygamberliğinin mevcudiyeti; sadece manevî meseleler değil, fakat aynı
zamanda hem din, hem dünya işlerini bir arada gören bir zihniyetin
sahibi olduğunu görürüz. Anlaşıldığına göre, insan tabiatı ve yaratılışına;
fıtratına uyan bir din, her şeyi ile mucizelere dayanmaz. Yani Yüce Allah
"ol" diye emreder ve bütün âlem müslüman olur. Böyle şey olmaz. Bunun
tersine, bir tedrîc, sebep ve netice kanunu hâkimdir. Bunun için,
Peygamberimizin dünyada hâkim olan bu beşeri duruma göre hareketi
gerekliydi. O zaman, bazı şeyler kendisinin imkânında olduğu halde, bazı
şeyler imkânı dahilinde değildi. Bu cümleden olarak, Mekke'de dinin
tebliği mümkündü. Fakat sebepleri ve elemanları olacak müs-lümanlar
(yeterli sayıda) yoksa, devlet kurması ilk zamanlarda mümkün değildi.
Bu nedenle Medine'de gördüğümüz, devlet kurmak, elçiler göndermek,
savaşmak gibi bazı gelişmeleri, Mekke devrinde görmüyoruz. Çünkü
[68]
Mekke döneminin şartları ve imkanları farklıydı.

4. Konu ile İlgili Sorular:

1. Soru: Kabe içindeki putların sayısının 360 oluşunun sebebini neye


bağlıyordu Arap müşrikleri?
Cevap: Bu sayıyı nakleden kaynaklar, bunun sebebini kaydetmiyor.
Düşünülürse, ayrı ayrı sebepler bulunabilir.
Bazılarına göre doğru da olabilir ayın 30 günü vardır. Senenin ise 12 ayı
vardır. 30'la 12'nin çarpımıyla bulunacak olan 360 sayısı, senenin
günlerinin sayısıdır. Yani bu putların her biri, senenin bir muayyen
gününe aittir. Her gün ayrı bir puta ibadet ediliyor, ayrı bir putla muha-
tap olunuyordu.
Yine bu cümleden olarak Mekke'nin dışında Mina'da 7 put vardır. Belki
bu putlar da haftanın günleriyle alâkalıydı.
2. Soru: Hz. İbrahim (a.s.) zamanındaki hacc ile bizim haccınnz arasında
fark var mı?
Cevap: Gerçekten büyük farklar yoktur. Çünkü Mekkeliler Hz. ibrahim'in
emirlerine göre Kabe'ye ibadet ediyor, onun etrafında dönüyorlardı. Bu
bakımdan ihtilâfların olmaması gerekir. Ancak, Hz. İbrahim'in
vefatından sonra İslâm devrine kadar geçen zaman içinde, aslında
mevcut olmayan bazı tasarruflar ilâve edilmiştir. Bu hususla ilgili olarak
bazı bildiğimiz taraflar var. Meselâ, Peygamberimiz (a,s.) putların
önünde secde etmemiştir. Mekkeli olmayan bazı yabancıların hacc için
Mekke'ye geldiklerinde bir zikir (ve ibadet) kabilinden Kabe'nin
etrafında döndükleri nakledilir. Mekkeliler Arafat'a gitmiyorlardı. Fakat
Peygamberimiz Muhammed gidiyordu. Çünkü Hz. İbrahim, Arafat'a
gidilmesini emretmişti. Fakat bu mevzuda geniş bilgiye sahip değiliz.
3. Soru: Peygamberimiz Muhammed ictihad yapmış mıdır? Yapmışsa,
bunları nasıl değerlendirmeliyiz?
[69]
Cevap: Kur'ân'ın "O kendiliğinden konuşmamaktadır âyeti dînî
meselelerle, dini tebliğle ilgilidir. Biz gayet kesin olarak biliyoruz ki Pey-
gamberimiz bazan vahyi beklerdi. Bu bekleme esnasında bazen de
kendisi ictihadda bulunurdu. Bu ictihfad beşerî; insanî idi. Bazan Yüce
Allah, bu içtihadı kabul etmeyip kendisine itâbda bulunurdu. Meselâ, bir
gün Peygamberimiz, müşriklerin ileri gelenlerinden biriyle konuşurken,
âmâ bir müslüman geldi ve kendisiyle konuşmak istediyse de
Peygamberimiz o müslümana, "sen biraz bekle" diyerek müşrikle
konuşmasına devam etti. Bunun üzerine "Yanına kör bir kimse geldi diye
[70]
Peygamber yüzünü asıp çevirdi diye başlayan âyetler indi.
Yine bu cümleden olarak: Bedir Savaşı'ndan sonra müslünıanlann elinde
esirlerle, ganimet malları vardı. Vahiy gelmedi ve Peygamberimiz
ictihadda bulundu: Ebu Bekir'in (r.a.) görüşünü kabul edip, her esiri bir
miktar mal mukabilinde serbest bıraktı. Bu da beşerî bir durumdu. Fakat
Allah bunun üzerine vahiy gönderdi ve "Daha önceden Allah'tan verilmiş
bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap
[71]
erişirdi âyeti indi.
Bu misâllerden de anlaşıldığı üzere, Peygamberimiz Muhammed'in (a.s.)
şahsiyeti iki taraflıdır: Nebî oluşu itibariyle hata yapmaz, fakat bir de
beşerî; insanî şahsiyeti mevcuttur. Bu ikinci beşerî yönü itibariyle
Peygamberimiz ashabına bazı konularda "siz dünyevî işlerinizi daha iyi
bilirsiniz" demektedir. Bu iki hususu birbirine karıştırmamak gerekir.
[72]

Altıncı Bölüm

Hz. Muhammed'in Hayatının Siyasî Yö Nü Ve Mekke Devri

1. Peygamber-Sultanlar (Davud, Süleyman ve İsmail)

Bu dersimizde Peygamberimizin İslâm Dev-leti'nin kuruluşunda neler


yaptığını göreceğiz. Peygamberimiz Muhammed'in hayatı çeşitli yön-
leriyle ele alındığında gayet geniştir. Fakat ben, burada sadece siyasî
yönünü ele almak istiyorum.. İnsan tabiatı tecrübeden sonra bazı şeyleri
kabule yatkındır. İnsan, varlığının ruh ve cesetten ibaret olduğunu
öğrenmiştir. Her birinin hususî ihtiyaçları vardır. Eski zamanlarda insan
cemiyetlerinde manevî mevzularda bazı şahısların, bedenle alâkalı
maddî mevzularda da diğer bazı şahısların bahis mevzuu edildiğini
görüyoruz. Yani biri manevî, diğeri maddîdir. Tarihte peygamber ve
sultanlar vardır. Bu iki vazifenin aynı şahısta toplandığını gayet az
görüyoruz. Kur'ân-ı Ke-rim'in ifadesinde bunu hususen Davud ve Süley-
man peygamberlerde görüyoruz. İkisi de hem nebî, hem de sultandılar.
Fakat bu iki Nebî, rasûl değildi. Yani dini öğretmek için hususî bir kitap-
ları yoktu. Şüphesiz Hz. Davud'un (a.s.) Zebur adanda bir kitabı vardı.
Fakat bugün elimizdeki Zebur, sadece Allah'a hamd ve sena ile dolu bir
şiir kitabıdır, din öğreten bir kitap değildir.
Yahudilere göre dinin öğretildiği kitap Hz. Musa'nın kitabıdır. Hz. Musa
(a.s.) da sultan olmak istedi, fakat hayatında bunu başaramadı. Bilâhare
kendisinin yerine geçenler, savaşarak Filistin'i ele geçirdiler ve devlet
böylece Yahudilerin eline geçti. Fakat bu devlet nebilerin elinde değildi.
Onların nebî olmayan sultanları vardı. Kur'ân'm söylediğine göre, bir
defasında Yahudiler, Nebilerinden bir sultan talep ederler. Nebî, Allah'a
dua eder ve Allah da Tâlût'u sultan olarak bildirir. Kendilerinin bir nebîsi
vardır. Fakat bununla beraber bir de sultan (melik) istiyorlardı. Nebî'nin
aynı zamanda melik olmasını istemiyorlardı. Bu nebînin adı İslâm
kaynaklarına göre İsmail'dir. Yahudilerse Samuel diyorlar. İsmi Kur'ân'da
zikredilen sultan Tâlût'un, kelime mânâsı yine sultan (melik) demektir.
Bu sultanın asıl kendi ismi, başka bir şey olmalıdır. Tevrat'ta bunun ismi
Saul olarak zikredilir.
Kur'ân'da ve Tevrat'ta geçen bu kıssadan da anlaşıldığı gibi, nebîlikle
melikliğin aynı kişide toplandığı nâdirdir. Bunun sadece Hz. Davud ve
Hz. Süleyman'da vuku bulduğunu, Hz. Musa ve Hz. İsmail'de ise bu iki
vasfın birleştiğini görüyoruz.
İnsan cemiyetleri, dünya işleri için bir melik (sultan) ve manevî işler için
de bir ruhanî reis meselâ papaz gibi tayin etmenin; din ve dünya işlerini
birbirinden ayırmanın zararlı olduğunu görmüştür. Meselâ, Rusya,
manevî mevzularla hiç ilgisi olmayan bir devlettir. Bütün ihtimamı,
maddî hususlaradır. Rusya, maddî mevzularda gelişmiştir; bunda şüphe
yok. Ancak insanın ruhî ihtiyaçları Rusya'da giderilememektedir. Müslü-
man olsun veya olmasın Rusya'daki insanların manevî ihtiyaçları hiç
ama hiç umursanmamak-tadır. Bunun tamamen tersini Tibet'te
görüyoruz. Tibet, Çin'in istilâsından önce müstakil bir devletti. Devlet
başkanı aynı zamanda bir din adamı: Lama idi. Lama, sadece dinî
mevzularla ilgilenen; râhib demektir. Lâma'nın para kazanmaması lâ-
zımdı. İaşesini ondan bundan aldığı şeylerle bir fakir gibi temin
ediyordu. Çin'in Tibet'i istilâsından beş-altı sene önce Tibet halkının
yüzde altmışı Lama, yani râhib olmuştu. Yüzde kırkı, ekip biçiyor, ticaret
yapıyor ve yüzde altmışlık yekûn olan râhibler sınıfının yiyeceğini temin
edip onlara takdim ediyordu. Farzedelim ki, Çin Tibet'i istilâ etmedi ve
Tibet'in tamamı râhiblerden olmuştu. Netice nereye varır? Kim ekip
biçecekti? Kim para ve gelir temin edecekti? Zira bu insanların tamamına
[73]
o zaman, çalışıp para kazanmak (dinlerine göre) yasak olacaktı.

2. Hz. Peygamberdin Mekke'deki Siyasî Tavrı (Mekke İslâm Devleti)

İşte bunun için İslâm Peygamberi Muham-med (a.s.), din ve dünyayı bir
araya getirip toplamayı kararlaştırdı. Bundan dolayı bize "Rabbena âtinâ
fi'd-dûnyâ haseneten ve fil âhirati haseneh" (Rabbimiz! Bize dünyada da,
âhirette de iyilik ver) diye güzel bir dua öğretti. Bundan dolayı, sanki
tebliğinden itibaren, bu din ve dünyanın birbirinden ayrılamayacağı,
bunların her ikisinin de bir insanda toplanması gerektiğini belirtmiştir.
Kendisi hem dini tebliğ etmişti hem de bir devlet kurmağa çalışmıştı.
Devlet tesisi iki çeşit olarak tezahür edebilir:
1) Devleti olmayan bir cemiyet vardır. Bu cemiyette kurulacak devlet için
özel bir metod uygulanabilir.
2) Devlet bulunan bir cemiyet vardır. Bu devleti ele geçirmek için ayrı bir
metod uygulanabilir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Mekke'de bir site (şehir) devleti mevcuttu.
Peygamberimiz Mu-hammed, İslâm Devletinin Mekke'de olması için
gayret sarfetti. Medine'de ise hiçbir devlet yoktu ve Medine'ye hicretten
sonra Mekke Devleti ile ilgili metottan tamamen ayrı bir usûl takip etti.
Eğer bir devletin başında bulunan kişi nebî, yani ıslâh edici değilse,
nebinin, devletin başı olmasını bu devlet başkanının kabul etmesi gere-
kir. Aksi halde çatışma çıkar ve savaş olur. Bildiğiniz gibi, Hz. Peygamber
(a.s.) dini tebliğ etmiş ve Mekkelilerden bu dini kabul etmesini talep et-
mişti. Eğer Mekkelilerin tamamı, husûsen idarî vazifelileri, İslâm'ı kabul
etseydiler, kendilerini belki de bu görevlerde bırakacaktı. Zira Peygam-
berimizin hayatında benzeri uygulamaların yapılmış olduğunu
görüyoruz. Meselâ, Umân'da bir devlet vardı ve kardeş olan iki kişi de bu
devletin sultanıydılar. Peygamberimiz kendilerine "Müslüman olun,
emniyette olursunuz; şimdiki konumunuzu korumaya da devam
edersiniz." mânâsında bir mektup yazıp gönderdi. Bu iki kardeşten biri
Ceyfer, diğeri Esleme adını taşıyordu. Gerçekten de Hz. Peygamber (a.s.),
bilâhare bunlar İslâm'ı kabul edince, yine kendilerini sultan olarak bı-
raktı. Fakat Mekke Site Devleti'ndeki vezirler (bakanlar) müslüman
olmadılar, inanmamakta ısrar edip müslümanlara eziyet ettiler. Onun
için maksada en uygun yegâne usul "devlet içinde devlet" teşekkül
ettirmekti. Yani yavaş yavaş müslümanlığı kabul edenlerden meydana
gelen ve sayıları pek fazla olmayan Mekkeliler, dinî, hukukî, iktisadî, her
türlü dünyevî ihtiyaçlarında Peygamberimize müracaat edeceklerdi.
Mekke Devleti'ne itaatkâr olmayacaklardı; Hz. Peygamber de bu ufak
topluluğun başkanı olacaktı.
Devlet ve unsurları nedir"?
Devlet, muayyen bir yere yerleşmiş, birtakım insanlardan teşekkül eden
bir topluluktur. Bu topluluğu meydana getiren insanlar arasındaki
münasebetleri düzenleyen bir nizam vardır. Bu cemiyetteki düzen,
muayyen birtakım kanunlarla olur. Hicretten önce Mekke'deki
müslümanlar arasındaki ilişkilerde toprak hariç bir devletin bütün
unsurlarını, görüyoruz. Bu nedenle Mekke döneminde müslümanların
devlet içinde devlet oluşturduklarını söyleyebiliriz. Hicret'ten önce
müslümanlar, Mekke devleti içinde devlet teşkil etmişlerdir. Hicret'ten
sonra rnüslümanlar Medine'ye yerleşince Peygamberimiz Medine'de bir
devlet tesis etti ve toprak sahibi de oldular. İlk müslümanlann Medine'de
yeni bir İslâm Devleti, Mekke'deyse devlet içinde devlet oluşturduklarını
görüyoruz. Medine'ye geçmeden Önce, Mekke'de bu oluşumun nasıl
meydana geldiğini görelim.
Daha önce de kaydettiğimiz gibi, Mekkeli-ler, yavaş yavaş İslâm'ı kabul
ediyorlardı. Burada enteresan olan bir husus, bu müslümanlann
çoğunluğunun genç yaştaki insanlardan oluşmasıdır. Bunların içinde
yaşlı olan Hz. Ebu Bekir'dir. 38 yaşındaydı. Diğer sahabeler arasında yer
alan; Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve diğerleri gençti.
Enteresan olan ikinci husus, müslümanlara eziyet çektiren Mekkeliler'in
ise, bu gençlerin babaları, dedeleri ve akrabalarının olmasıdır. Bu yaşlı
insanların, önce kendi çocukları ve torunlarını, Hz. Muhammed'e (a.s.)
uymaktan men etmeye çalışmaları kuvvetli bir ihtimâldir. Her asır ve
her zamanda olduğu gibi, gençler babalarını ve dedelerini dinlemeyince,
Hz. Muhammed'e ve müslümanlara eziyet etmeye başladılar.
Fakat Peygamberimiz onlarla savaşmak istemedi. Bunun için çeşitli
metodlarla, dini tebliğ için bir hürriyet ortamı elde etmeğe çalıştı. İbadet
için hür bir ortam olmasını istedi. Bunu elde edemeyince ashabına,
Habeşistan'a gitmelerini söyledi. İbn Hişâm'ın naklettiğine göre, bu arada
hicret edeceklere "Habeşistan'daki sultanın memleketinde kimseye
zulmedilmez" demiştir. Bir kısım Mekkeliler Habeşistana gitmek için yola
çıktılar, fakat hepsi gitmedi.
Müslümanlar Habeşistan'a gittikten sonra da, Mekke'de her geçen gün
müslümanların sayısı çoğaldı. Bu arada şirk koşanlardan müslümanlara
yapılan eziyet de fazlalaştı. Bilindiği gibi, müslümanlarla her türlü
alâkayı kesmeğe; alışveriş yapmamağa, kız alıp vermemeye vs.ye karar
verdiler ve bunu bir kâğıda yazıp Kabe'ye astılar. Üç yıl boyunca
müslümanlann hayatlarını nasıl çok güç şartlar altında devam
ettirebildiklerini tarih kitapları yazmaktadır. Yiyecek şey bu-
lamadıklarından ot, hayvan derileri vs.yi yemek zorunda kalmışlardı.
Daha sonra bu boykotu bozan bazı olaylar cereyan etti ve Peygamberimiz
kabilesiyle evine döndü. Bu sıkıntılı dönemde peygamberimizin amcası
Ebu Tâlib ile hanımı, anamız Hatice vefat ettiler.
Peygamberimiz kabile reisi değildi. Fakat amcası Ebu Talip kabile
reisiydi. Ebu Tâlib'in ölümünden sonra, kabile Ebu Leheb'i, kabile reisi
seçti. Ebu Leheb, erkek kardeşinin oğlu olan Peygamberimizin ve
İslâm'ın en şiddetli düşmanlann-dandı. Birkaç gün sonra Peygamberimizi
kovdu. Yani, "Muhammed'i öldürmek isteyenler hürdür, onu öldürenle
kabile karşı karşıya gelmiyecektir" dedi. Bu durumda Peygamberimiz,
memleketini terketmekten başka çare bulamadı ve Taife gitti.
Tarihî kaynakların kaydettiğine göre, peygamberimiz annesi tarafından
akrabalarının bulunuşundan dolayı, Taife gitmişti. Kendilerinden Tâifte
kalması ve hür olarak dinini tebliğ etmesi için izin istedi. Fakat
akrabaları, karşısına şiddetli bir düşman olarak çıkmış, yollara çocukları
çıkarıp onu taşa tutturmuş, memleketlerinden onu atmışlardı. Böylece
Peygamberimiz Muhammed, hem memleketi Mekke'den, hem de akraba-
larının memleketi Tâifden kovulmuştu. Yani kendisini himaye edecek
kimse yoktu. Kendisini öldürmek isteyenlere sonsuz öldürme hürriyeti
verilmişti. Ümitsizlik içinde Allah'a yöneldi. Bu durumda okuduğu dua
mukaddes bir duadır; tarihçiler (eserlerinde) bu duayı zikrederler.
Müslümanlar, çaresiz kaldıkları bir hâdise karşısında, bugüne değin hep
bu duayı okurlar.
Daha sonra Peygamberimiz, Mekke'ye gitti, fakat yabancı olduğundan
Mekke'ye giremedi, zira kovulmuştu. O zamanki âdetlere göre, bir insa-
nın himayesi talep olunur, o insan da bunu kabul ederse, o insanın
himayesinde Mekke'ye girilebilirdi. Günümüzde de yurdu olmayan bir
mülteci başka bir devlete girebilmek için vize (giriş izni) ister. Bu da o
zamanların vizesiydi. Peygamberimiz, Mekke yakınında bir şahıs gördü.
Ona "Mekke'de falancaya gidip Muhammed Mekke'ye girebilmek için
seni himayeci istiyor diye söyler misin?" dedi ve bu şahıstan müsbet
cevap aldı. O şahıs Mekke'ye gidip alâkalı kişiyle görüştüyse de,
Mekke'deki bu kişi, Peygamberimizin himaye talebini "hayır, bunu kabul
edemem" diyerek reddetti. Bu şahsı Peygamberimiz iki defa daha, iki ayrı
Mekkeliye gönderdi. Üçüncü kişi, Peygamberimizi himayesine almayı
kabul etti. Bu kişi, oğullan ve akrabalarını gerekli şekilde silahlandırarak
Mekke'nin dışına gelip Muhammed'le buluştu ve onu alarak yine
Mekke'ye döndüler. Her zaman olduğu gibi Peygamberimiz, Kabe'nin
etrafında dönerek tavafını yaptı. Bu kişi orada Mekkelilere, "Muhammed
benim himayemdedir, ona hiç kimse eziyet vereyim demesin" şeklinde
hitapta bulunarak, durumu Mekkelilere ilân etti.
Artık Peygamberimiz Mekke'de bir yabancı gibiydi. Bir Mekkelinin
himayesinde, yabancı memleket topraklarında bulunuyor. Bir mülteci ve
yabancı olarak Mekke'nin siyasî mevzularına karışmaması gerekirdi. Bu
cümleden olarak dinini de tebliğ etmemesi gerekirdi. Peygamberimiz bu
durumda bir başka plân düşündü: Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen
bütün Arap kabileleriyle temas kurup, memleketlerine gelmesi için
kendisine izin vermelerini, müslüman olmalarını ve dini tebliğ etmesine
müsaade etmelerini, kendisini de himayelerine almalarını istedi.
İbn Hişâm'm verdiği bilgiye göre, birinci sene hacc mevsiminde onbeş
kabile bu teklifleri reddetti. Medineli altı kişiden müteşekkil onaltıncı
kabile mensubları, İslâm'ı kabul ettiler. Bu altı kişi Medine'ye döndü ve
İslâm'ı tebliğ ettiler. İkinci sene Medinelilerden oniki kişi müslüman
olarak Mekke'ye hacca geldiler ve Peygamberimize İslâm bîatmda
bulundular. İşte burada Peygamberimizin siyasî rolü başlamaktadır. Her
biri bir başka kabileden olan bu insanları "kendi kabilelerinin nakîbi,
yani reisleri" olarak isimlendirdi. Bu oniki kişiden birini de "reislerin
reisi" olarak tayin etti. Nakîbu'n-nukabâ (reislerin reisi) Medi-
ne'de adeta melikin (sultanın) vekili gibi olacaktı. Bu oniki kişi "sen veya
diğer bir müslüman Medine'ye gelirse, bizim misafirimiz ve
himayemizde olacaktır" diyerek, kendilerine dinin tebliğinde yardımcı
olmak üzere bir şahıs istediler. Peygamberimiz bu isteklerine müsbet
cevap verdi. Üçüncü sene Medine'den yetmişiki müslüman gelip
Peygamberimizle Mekke'de buluştular. Peygamberimiz Mekkeli
müslümanlardan isteyenlerin Medine'ye gidip orada yerleşmelerine izin
verdi.
Müslümanların durumu, Mekke müşriklerini endişelendirdiğinden,
"Muhammed'i öldürmekten başka çare yok" dediler ve Dâru'n-Nedve'de
toplanarak müessir bir komplo plânı yaptılar. Plân şuydu: "Muhammed'i
bir tek kişi Öldürmesin. Çünkü bu takdirde Muhammed'in kabilesi katilin
kabilesine karşı harp açabilir. Her kabileden bir kişi seçelim ve
Muhammed'i bu seçilenlerin hepsi birden öldürsünler. Bu takdirde Mu-
hammed'in kabilesi, bütün kabilelerle harbedemiyeceğinden, bu mahzur
ortadan kalkmış olur. Olsa olsa Muhammed'i öldürenlerden diyet talep
olunur. Diyet de verilebilir."
Her kabileden bir katil adayı seçilince, haber şüphesiz ki yayılacaktı.
Tarihçi Belâzurî'nin nakline göre, başka kabileden biriyle evli bulunan
Peygamberimizin halası, bir öğle vakti Peygamberimizin evine gelip "bu
gece seni öldürmek istiyorlar" diye haber verir. Peygamberimizin hemen
Ebu Bekir'in evine giderek durumu anlatır. Birlikte Mekke'den çıkıp Sevr
mağarasına sığınmağa, bir iki gün sonra da Medine'ye yola çıkmağa
karar verirler. İbn Hişâm burada der ki: Mekkeli müşrikler,
Peygamberimizden sıkıldıklarından, onu öldürmek istediler. Böylece
Mekkelilerle, İslâm arasında harp başlamış oluyordu. Madem ki
Mekkeliler harp ilân etmişlerdir, Peygamberimiz de kendini müdafaa
edebilir ve bu sebeple Mekkelilerle savaşabilirdi. Bu hakkıydı. Fakat
bunun imkân dahilinde olup olmaması ayrı bir husustur.
Peygamberimizin ne ordusu, ne hazinesi ve ne de diğer vesileleri vardı.
Bunları, Medine'de nasıl hazırladığını, daha sonra açıklayacağız. Fakat si-
yasî bakımdan, bu andan itibaren Mekkelilerle İslâm arasında harp hali
başlamıştı. Sanki Mek-kelilere Peygamberimizin doğduğu yer Mekke'den
çıkarılırken şöyle diyordu ki: "Burada hükümet etmek sizin hakkınız
değildir. Bu hak müsahamalı olana aittir." Bir başka deyişle diyordu:
"Sizler fiilen Mekke'nin idaresini elinizde bulunduruyorsunuz, fakat
buna hakkınız yoktur. Bu hak bana aittir, fakat ne yazık ki bunu
gerçekleştirebilecek imkanlara sahip değilim". Medine'de bulunduğu
zamanda Peygamberimizin Mekke'nin idaresi, Mekke'nin reisi olduğu
hususunda hak sahibi bulunduğu fikrinden hareket ettiğini görüyoruz.
[74]

3. Konu ile ilgili Sorular:

1. Soru: "Tâif Seferinden sonra Peygamberimiz bir mülteci olarak birinin


himayesiyle ancak Mekke'de kalabiliyordu. Hicretten Önce müşrikler
kendisini öldürmeyi düşündüklerinde, akrabasının öldürenden ve
kabilesinden intikam almasından çekiniyorlar di" dediniz. Acaba mülteci
olarak
Mekke'ye geldikten sonra, Peygamberimiz yine akrabalarının himayesine
mi girmişti?
Cevap: Hayır, Bu sadece bir korkuydu. Ebu Leheb, Mekkelilerle beraber
idi. Fakat kabilenin diğer müslümanları belki ayrı düşünebilirdi. Bunun
için katil sayısını çoğaltarak bu tehlikeyi ortadan kaldırmak istemişlerdi.
2. Soru: Peygamberimiz hem devlet reisi hem de dinî reis idi. Daha
önceki peygamberlerle meselâ, Hz. Davud'la farkı nedir?
Cevap: Nebiler iki kısımdır. Bir kısmına Allah kitap verir, bir kısmına
kitap vermez ve kendinden önce gönderilmiş kitabı olan peygamberin
tebliğ ettiği esaslara göre amel ederler. Meselâ Hz. Musa'ya kitap
verilmiş, Hz. Davud'a ve Hz. Süleyman'a kitap verilmemiş, bunlar Hz.
Musa'nın getirdiği esaslara göre amel etmişlerdir. Tabir caiz olursa,
bunlar Hz. Musa'nın mukallidleridir.
3. Soru: Kabile reisliği, seçimle mi yoksa verasetle mi idi?
Cevap: Bu hususta pek tafsilat bilmiyoruz. Muhtemeldir ki kabilenin ileri
gelenleri toplanıyor, zeki, zengin, yaşlı olan birini kabile reisi seçi-
yorlardı. Belki de Kureyşliler, Ebu Leheb'i bu vasıflarından dolayı kabile
reisi seçmişlerdir. Tarihî bilgilere göre, Ebu Leheb cömert bir insandı.
Müslüman değildi, fakat bu vasıftan dolayı kabilesince seviliyordu.
[75]
Bildiğimiz bundan ibarettir.
4. Soru: Peygamberimiz Tâiften döndüğünde, haber gönderdiği iki kişi,
onu himayelerine almaktan kaçmıyor, üçüncüsü bunu kabul ediyor. Bu
zatların adlarını öğrenmek kabil mi acaba?
Cevap: Evet, isimlerini İbn Hişâm'ın Sîret adlı kitabından öğrenilebilir.
Birinci şahıs müminlerin anası Hz. Sevde'nin akpabasındandı. İkinci
şahıs, annesinin akrabasındandı. İkisi de bu himayeyi tarihen malum
sebeplerle reddettiler. Üçüncü şahıs, Hatice anamızın akrabalarındandı.
5. Soru: Peygamberimize suikast düzenlendiğini, başka kabileden evli
olan halası, kendisine haber veriyor. Başka haber veren yok muydu aca-
ba?
Cevap: Belâzurî, Ensâbu'l-Eşrâf isimli kitabında olayı bu şekilde zikreder.
Bazı diğer tarih, kitapları da, Cebrail'in gelip durumdan kendisini
haberdar ettiğini söyler.
6. Soru: Peygamberimizin hem dünyevî işlerle ilgili, hem dinî işlerle ilgili
reisliği tek kişide; kendisinde mezcedip toplama kararı verdiğini
söylediniz. Bu kendisinin verdiği bir karar mıydı? Yoksa vahyin emriyle
mi bunu yapmıştı?
Cevap: Peygamberimiz şüphesiz ilhamla hareket eder, fakat tarihçi,
Peygamberimizin hareketinin nasıl tezahür ettiğine dikkat eder. Bunun
[76]
için bu sorunun üzerinde durmak istemiyorum.

Yedinci Bölüm

Medine'ye Hicret Ve Sonuçları

1. Müslümanların Kardeşliği

Peygamberimiz, Medine'ye hicret ettikten sonra, Medine'de gerçek bir


İslâm Devleti oluşturduğunu görüyoruz. Hicretten önce Mekke'de "devlet
içinde devlet" vardı. Yani İslâm Hükümeti tam manâsıyla devlet değildi.
Çünkü müslümanların toprağı yoktu. Başka bir devletin toprağında;
Mekke müşriklerinin toprağında ikâmet ediyorlardı. Peygamberimiz ve
muhacirler Medine'ye gelir gelmez, hemen tekemmül ettirilmesi gereken
bazı resmî müstacel (ivedi) işler vardı. Belki bunların ilki Mekke'den
Medine'ye göç eden, hiçbir şeyleri olmayan mülteciler meselesiydi.
Peygamberimiz Muhacir ve Ensartn temsilcilerini bu zor işe çözüm
bulmak için topladı. Doğal olarak mülteciler, iltica ettikleri yerde birçok
zorluklarla karşılaşırlar. Peygamberimiz bu güçlüğü tarihte benzeri
görülmeyen bir tarzda gayet kolayca halletti.
Muhacirlerin tam olarak sayılarını bilemiyoruz. Fakat birkaç yüz kişiden
oluştukları; kadmlar, çocuklar olmak üzere beş yüz kişi kadar olmaları
mümkündür. Bunlara yüz aileydi diyebiliriz. Peygamberimiz fakir
Medinenleri değil, fakat maddî imkânlara sahip, ziraatçı, tacir vs. gibi M
e di ne İllerden temsilciler topladı. Peygamberimiz, her zengin Medineli
ailenin bir Mekkeli aileyi yanına almasını ve Medineli ailenin meşgul ol-
duğu işte her iki ailenin de eşit bir şekilde çalışıp kazanca müşterek
olmalarını teklif etti. Kur'ân'm kendilerini övdüğü Ensar, bu teklifi
hemen kabul ettiler. Ensar önce "mallarımızı ikiye bölelim, yarısını
muhacir kardeşlerimize verelim, yarısı bizde kalsın" demişlerse de,
Peygamberimiz Muham-med bunu kabul etmedi ve yukarıdaki teklifte
bulundu. Mekkelilerden kimin Medinelilerden kimle kardeş olacağını
Peygamberimiz tayin etmişti. Bu hususta pek fazla bilgi olmamakla
beraber, anlaşıldığına göre, bu tayini Peygamberimiz, vasıflarında
mümkün olduğu kadar yakınlık bulunanlar arasında yapmıştı. Meselâ,
bir âlimle bir taciri kardeş yapmamıştı. Bu tayinden sonra, iki kardeşin
yaşayışlarını nasıl devam ettirdiklerine dâir elimizde bazı misâller var.
Meselâ Hz. Ömer, Ensar'dan biriyle kardeşti. Kardeşinin ikâmet mahalli
takriben Medine'ye 5 km. kadar uzaklıktaydı. Ömer, kardeşine şu teklifte
bulundu: "Bir gün ben Medine'de Peygamberimizin yanında sabah
namazından yatsı namazına kadar durur, gece buraya gelince ne olup
bittiyse, Peygamberimiz ne dediyse sana söylerim. Bu arada sen de
burada ziraatle meşgul olursun. Ertesi gün, sen benim işimi, ben de senin
işini yaparım; bunu sırayla devam ettiririz." Kardeşi bunu kabul etti ve
söylediğini tatbik ettiler. Diğerleri de böyle yaptılar.
Muhacirlerle Ensar arasındaki bu kardeşlikte bir başka yarar daha vardı.
Meselâ, Peygamberimiz, bazen müşrikleri kontrol edip icâbında
savaşmak için gönderdiği öncü ve gözcü birliklere bu iki kardeşten
sadece birini alıyor, diğerini almıyordu. Birliğe alınmayan kardeş, birliğe
alınan kardeşin aile efradının ihtiyaçlarını da kendi aile efradının
ihtiyaçlarıyla birlikte görüyor, kadın ve çocuklar bu şekilde zor duruma
düşmekten kurtulmuş oluyordu. Her iki kardeş de birliğe alınmış olsaydı,
her ikisinin de aile efradı için oldukça büyük bir güçlük ortaya çıkardı.
Ortadaki vak'alardan da görüldüğü üzere mülteciler meselesi birkaç
dakika içinde halledilmiş; malı, meskeni vs.si olmayan ve uzayıp giden
[77]
bir mülteci problemi kendini his s ettirmemistir.

2. Medine'nin Savunulması

Bu sorunun çözümünden sonra Peygamberimiz, savunma (müdafaa)


hususunu ele aldı. Bilindiği gibi, İslâm öncesi Medine'de bir devlet yoktu.
Halk kabilelere ayrılmıştı. Bazen birbirleriyle barış, bazen de harb
halinde bulunuyorlardı. Her kabile tek başına müstakildi. Meselâ
günümüzde Türkiye, Yunanistan vs. gibi devletler var. Bu gibi devletler,
harb ilân etmede, muharebe vs. yapmada, iç ve dış işlerinde tam bir
hürriyete sahiptirler. Medine'deki kabilelerin de aynen böyle hürriyetleri
vardı. Bu tamamen Mekke'deki durumla tezattı. Çünkü küçük olmakla
beraber, Mekke'de bir site devleti vardı. Fakat Medine'de bu yoktu.
Bunların yanında halledilmesi gerekli zorluklardan biri de halkın
inancındaki farklılıktı. Medine'de henüz müslüman olmamış araplar,
yahudiler ve Hıristiyanlar vardı. Halk aynı dinden olsaydı, iş daha kolay
halledilebilirdi. Fakat çeşitli milletlerle, din sahipleriyle savunma
meselesini halletmek güçtü.
Savunma mühim bir mevzu olduğundan, Peygamberimiz müşriklerden
muhacirlerden, ensardan, hıristiyan ve yahudilerden, bütün halktan
temsilcileri bir evde bir araya topladı. Buhârî'nin nakline göre, bu ev
Enes'in eviydi. Kendisi o zamanlar on yaşında olduğuna göre, bu toplantı
Enes'in babasının evinde olmuştu. Bu ev, Peygamberimizin evinin
önünde büyük bir evdi. Peygamberimiz, müslümanlarla müslüman
olmayanların Mescid'de toplanmalarını istemedi ve böyle bir ev seçti.
Elimizde tafsilatlı bilgi bulunmamasına rağmen, muhtemelen
Peygamberimiz bu toplananlara, şu şekilde ortak bir savunma teklifi
yaptı: "Eğer dışardan düşman meselâ, yahudilere hücumda bulunsa,
diğer halk kendilerine yardım etmese, yahudiler yenilirler. Daha sonra
hıristiyanlara düşman saldırsa, diğer halk onlara yardım etmese, onlar
da yenilirler. Bir başka zaman müslümanlara düşman saldırdığında belki
müslümanlar da yenilirler. (Böylece Medine halkı, yenilgiye uğramış
olur.) Oysa Medine halkı kendi arasında bir savunma paktı yaparsa,
düşman saldırıya cesaret edemez, ederse de bütün Medine halkı
karşısında dayanamayıp, mağlup olarak geri çekilir."
Bu teklif, bütün Medine halkı tarafından faydalı bulunduğu için kabul
[78]
edildi.

3. Dünyanın İlk Yazılı Anayasası


Medine'de bir devlet teşkili konusu da ehemniyetli mevzulardandı.
Müslümanlar ve müslüman olmayanlar, Medine'de bir site devleti
kurmak hususunda ittifak ettiler. Bu büyük bir devlet değil, fakat sadece
Medine'yi içine alacak hüviyette bir devletti.
Burada enteresan bir husus dikkatimizi çekmektedir Medine'de bulunan
toplulukların temsilcileri, devletin anayasasını tedvin ederler. Devlet
başkanıyla vatandaşların hak ve vazifelerini bir sahifeye yazarlar. Bunu
dünya tarihinde yazılan ilk anayasa olarak kabul edebiliriz. Çok eskiler-
den beri devletler vardır. Fakat yazılı bir anayasa Çin, Hindistan, Mısır,
Avrupa, Amerika vs. de İslâm'dan Önce yoktur. Bir diğer dikkat çekici
husus da bu anayasayı, anadan doğma tahsil görmemiş Peygamberimizin
söyleyip yazdırması dır.
Eski Yunanistan'da bazı anayasalar vardır. Aristo'nun "Atina Anayasası"
adıyla bir kitabı vardır. Fakat bu devlet anayasası değil, anayasa
tarihidir. Aristo devlet reisi değildir. Büyük İskender'in veziridir. Bunun
için yazdığı, devletin kanunu olmamıştır; kanunun tarihini yazmıştır.
Diğer bir husus da şudur: Atina Anayasası kitabı, Atina'nın devlet değil,
İskender'in imparatoruluğun başşehri olduğu bir zamanda kaleme
alınmıştır. Kitabın adı "Atina Site Devleti Anaya-sası"dır. Yani anayasanın
tarihinden bahseder, kendisi anayasa değildir.
Aristo'nun muasırlarından biri de Hindistanlı tarihçi Kautilya'dır.
Söylediğine göre, Bu-distlerin Hindistan'da bu devrede büyük bir dev-
letleri vardı. Çendragupta adındaki devlet reisleri, Ayta Şastra adında bir
kanun kitabı yazmışsa da kitap devlet anayasası değil, kral ve prenslerin
mütalaası için yazılmış, bir nevi öğretici mahiyet arzeden bir eserdir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Medine'de Peygamberimizin yazdırdığı
anayasa, dünyada en eski yazılı anayasadır. Bu Anayasanın metni bize
[79]
kadar ulaşmıştır. İçinde yer alan hükümler elli iki madde olarak
tasnif edilebilir. İçinde bir devletin ihtiyaç duyduğu, savunma, adalet vs.
gibi bütün mevzuların izahını bulabiliriz. Bu arada müs-lümanlarla,
müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilere de yer verilmiştir. Meselâ, bir
maddesinde "müslümanlar kendi dinlerine, yahudiler kendi dinlerine
göre yaşarlar" denilmektedir. Yani dinî meselelerde eşitlik ve özgürlük
vardır.
Bu anayasada gördüğümüz en enteresan hususlardan biri de,
zamanımızda sigorta olarak isimlendirdiğimiz insanlar lehine olan
garantilerin yer alışıdır. Meselâ bu cümleden olarak denilmektedir ki:
"Bir kimse yanlışlıkla birini öldürdüğünde maktulün diyetini garanti
şirketi (sigorta) verir. Birisi düşman tarafından esir alınır, düşman onun
serbest bırakılması için fidye talep ettiğinde, bu şahsın fidyeyi ödeyecek
malî gücü yoksa, garanti şirketi (sigorta) bu fidyeyi vererek o kişiyi
esaretten kurtarır."
Olayın kısaca özeti şudur: Peygamberimiz Medine'ye gelir gelmez bir
devlet teessüs etti. Bu devletde müslüman ve müslüman olmayan bütün
halk vardı. Müslümanlar ve müslüman olmayanların hepsi
Peygamberimizin devlet reisi olmasını istediler. Peygamberimizi, bu
devletin reisi olarak seçtiler mi? Bunu bilmiyoruz. Müslümanların bu
olayı tasvib etmeleri mâkuldür. Fakat müslüman olmayanların bunu
neden kabul ettikleri hakkında kesin birşey bilmiyoruz. Bunu izah için
düşüncelerimizden öte bir dayanağımız yoktur.
Bu meselede izahı kolay olmayan husus, sa-. yıca çok az olan
müslümanların reisinin fazla sayıdaki müslüman olmayan Medinelilerin
de içinde bulunduğu Medine Devleti'nin reisi oluşudur. O zamanki
müslümanların sayısı bin kişi olarak düşünülürse, müslüman olmayan
Medineliler on-bin civarında tasavvur olunabilir ki, bu büyük bir farktır.
Bunun şüphesiz özel sebepleri vardır. Fakat konumuz bu olmadığı için
daha fazla detaya girmiyoruz.
Sonuçta Peygamberimiz Medine'de bir devlet tesis etti. Fakat bu,
müslümanların güvenliği için yeterli değildi. Oluşturulan bu devlet
küçük bir devletti. Özellikle Mekkelilerin malca, askerî kuvvetçe
üstünlükleri vardı. Ayrıca Peygamberimizi öldürmek için ısrarlıydılar.
Bunun için savunma mevzuunun önemi ortaya çıkmaktadır.
Peygamberimiz bu konuda da güvenliği arttırıcı tedbirleri teşebbüs etti.
Bu konuda atılmış ilk adım, Medine halkının müslümanlarıyla,
müslüman olmayanların birleşmesiydi. Bu teşebbüsünde Peygamberimiz
muvaffak oldu. Medine halkı bir devlet reisi olarak Peygamberimizin
başkanlığında birleştiler.
Mekkeliler, Peygamberimiz ve muhacirlerin Medine'de yaşama
imkânlarını bulduklarını öğrenince, Medinelilere "ya Muhammed'i
öldürün, ya Medine'den çıkann, aksi halde biz gerekeni yapacağız"
mânâsında bir yazılı tehdit gönderdiler. Bu tehdit karşısında
Peygamberimiz ve müslüman-lar, Medine'yi savunmak için diğer bazı
tedbirlere ihtiyaç duydular. Bunu Peygamberimizin nasıl hallettiğini
belirtmeden önce, bir hususu hatırlatmak istiyorum: İki çeşit devlet
vardır; 1) Devlet olmaya hakkı bulunan, fakat fiilen devlet olamamış
devlet, 2) Bir vakıa olarak fiilen mevcut, fakat devlet olmağa hakkı
bulunmayan devlet. Anlaşıldığına göre, Mekkeliler Peygamberimizi Mek-
ke'den çıkarınca Peygamberimiz "Mekkelilerin hakları olmadığı halde
fiilen devlet sahibi olduklarım, müşriklerin, Mekkelileri
memleketlerinden çıkarıp onları öldürmek, mallarını yağma etmek
istediklerini, insanlara karşı zulmedenin hükümet etme hakkının
olmadığını, kendisinin Mekkeli olduğunu, Mekke Devletinin müşriklere
değil kendisine ait olması lâzım gelmekle ve bu hakkın aslında ona ait
olmakla beraber, fiiliyatta devletin başında müşrik Mekkeliler olduğunu"
ilân etmişti.
Buna Enfâl sûresinin Sen içlerinden çıktıktan sonra Allah onlara ne diye
azap etmeyecek? Onlar Mescid-i Haram'dan, kendileri ona (onun hiz-
metine) ehil olmadıkları halde, menedip duranlardır. O (hizmete)
takvaya erenlerden başkaları onun ehilleri değildir. Fakat onların pek
çoğu (bunu) bilmezler" mealindeki 34. âyeti işaret eder.
Kur'ân "devlet olma hakkı âdil ve takva sahibi olanlarındır, bu devleti ele
[80]
geçirip zulmedenlerin değildir." demektedir.

4. Medine İslâm Devleti'nin Örgütlenişi

Peygamberimiz (a.s.) bir elçi (sefir) gönderdiğinde her zaman, bu elçiyi


Mekke'de elçilik hakkı olan aileden seçiyordu. Bildiğimiz gibi, Mekke'de
on vezirlik vardı. Bunlardan biri de elçilikti. Elçilik, Hz. Ömer'in
âilesindeydi. Hz. Ömer müslüman olduktan sonra da bu konumunu
devam ettirmiştir. Müzakere için Peygamberimiz elçi gönderme ihtiyacı
duyduğunda, Hz. Ömer'i gönderirdi. Fakat tarih kitaplarının kayıtlarına
göre, en az iki kere Hz. Ömer, elçi olarak Peygamberimiz kendisini
göndermek istediğinde "Benim yerime bir başkasını gönderin" demiştir.
Meselâ Peygamberimiz Hudeybiye'ye gelip, Mekkelilerin kendisine Mek-
ke'ye girme, Kabe'yi tavafla umre yapmasına izin vermelerini talep için
elçi olarak Hz. Ömer'i göndermek istediyse de, "Mekkeliler bana
düşmandırlar, beni Öldürürler, bir başkasını gönder" deyince
Peygamberimiz, Hz. Osman'ı göndermişti.
Bilindiği gibi sancaktarlık, devlette mühim bir vazifedir. Mekke'deki
sancaktarlık vezirliği,
Abduddâr âilesindeydi. Bu kabileden; bu aileden Mus'ab b. Umeyr
müslüman olup, Medine'ye hicret etmişti. Bedir Savaşı'nda müşriklerin
sancağının Abduddâr kabilesinden birinde olduğunu öğrendi ve
sancağını Mus'ab'a vererek "müşriklerden daha çok âdil olmağa
hakkımız vardır" dedi. Uhud Savaşı'nda da Peygamberimiz sancağı aynı
zâta verdi. Zira sancağı taşıma vazifesi, bu zâtın kabilesine aitti.
Bu gibi misâller gösteriyor ki, Peygamberimiz, müslümanları aynı
zamanda Mekke'nin haklı devleti olarak kabul ediyor, Mekkeli müşrikleri
de, hakları olmadığı halde, devlete el koymuş kişiler olarak görüyordu.
Bu arada Mekke'deki vezirlikle, Medine'deki vezirlik arasında farklılık
gözümüze çarpıyor.
Müşrik Mekkelüerden Kabe ve hacılarla ilgili vezirliği yürüten vezirin bir
benzerinin Medine'de olması kabil değildir. Zira Medine'de Kabe yoktur.
Buna karşılık, Mekke'de sadece on vezir vardır; başkan yoktur. Oysa
Medine'de Peygamberimiz vezirlere devlet başkanının müşavirleri gibi
bir şekil vermiştir.
Peygamberimiz, Mekke'deki müesseseleri, mümkün olduğu kadarıyla
Medine'de tesis etmeğe çalıştı. Fakat tamamını tesis etmedi.
Mekke müslümanlarca fethedilince, Kabe müslümanların eline
geçtiğinden, Kabe ve hacc işi için vezirliğe bakan Mekkeli eski ailelerden
müslüman vezir tayin etti.
Kabe'nin anahtarı için de bir vezirlik vardı.
Mekke'nin fethinden sonra bu işe bakan veziri, Peygamberimiz çağırdı;
müslüman olduğunu görünce kendisini bu vezirlikte bıraktı. Günümüze
kadar bugün Suudî Arabistan'da Kabe'nin anahtarı, aynı ailede durur.
Hacılara içmeleri için Zemzem suyu veren bir sulama vezirliği vardı. Bu
ise Peygamberimizin ailesi olan Benî Hâşim kabilesindeydi. Abdul-
muttalib'den Ebu Tâlib'e geçmiş, o da kardeşi Ab-bâs'a bu vezirliği
satmıştı. Mekke'nin fethinde bu vezirlik Abbas'daydi ve kendisi
müslüman olduğundan bu vazife onda bırakılmıştı.
Hacc ile ilgili Arafat ve Müzdelife vezirlikleri de vardı. Fakat Mekke'nin
fethinden sonra Peygamberimiz bu vezirlerin kimde olduğunu sorunca,
"öldüklerini, çocuklarının da olmadığını" kendisine bildirdiler.
Peygamberimiz bu işler için yeni vezir tayini yapmadığından, bu
vezirlikler böylece ilga edilmiş oldu.
Yani hicretin birinci yılında, Peygamberimiz yalnız; Medine'de değil, aynı
zamanda Mekke'de de devlet idaresinde hak sahibi olduğunu iddia etmiş,
fakat Mekke'deki devletin müşriklerin elinde olduğunu itirafta
bulunmuştur. Madem ki Mekkeli müşriklerle Medine'deki müslümanlar
arasında bir harp hali vardı, Peygamberimiz de müşriklerin bu
hücumuna karşılık kendilerini savunmak maksadıyla müttefikler
[81]
bulmuştu.

5. Konu ile ilgili Sorular

1. Soru: Mekke'de Peygamberimizin müslü-manlarla müslüman


olmayanlar arasındaki hukukî esasları düzenleyen anayasası günümüzde
hükümetlerin kuruluşundaki koalisyon protokollerine benzerlik
arzediyor muydu?
Cevap: Büyük ölçüde evet. Bu anayasa, ufak bir devlet için düzenlenmişti.
Daha büyük bir devlet için mevzubahis olsaydı, diğer ihtiyaçlara da
şüphesiz yer verilirdi.
Ayrıca eski devirlerde savunma şekilleri bugünkünden daha faydalıydı.
Devlet reisi birisini savaş için çağırdığında, gelen oku, yayı, mızrağı,
kalkamyla geliyor, kendisine devlet birşey vermiyordu. Fakat bugün bir
savaş uçağının temini çok büyük paralar gerektirmektedir. Bunun temini
için, bugün vergiye devletçe ihtiyaç duyulur. Medine anayasasında vergi
hakkında bir sarahat görmüyoruz. Aslında buna ihtiyaç da yoktu.
2. Soru: Partiler arasındaki koalisyona da benzetilebilen Medine
anayasası, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki bir
koalisyon şeklinde anlaşılmaktadır. Ayrı dinlerin sahiplerinden teşekkül
ettirilen bu koalisyonu nasıl izah edersiniz?
Cevap: Müslümanlar hassas bir konumda bulunuyorlardı. Sayılan
diğerlerinin onda biri kadardı. Kendileri devlet reisi bizden olacak
şeklinde bir diretmeye gitseydiler, diğerleri kabul etmeseydi, devlet
kurulamazdı. Zira müslümanlar sayıca azdılar. Fakat Medine halkı
Peygamberimizi devlet reisi olarak seçti. Muhammed'in reis olması
gerekir dediler, Peygamberimiz bunu kendisi istemedi. Bunun daha önce
de belirttiğimiz bazı özel sebepleri vardı, içinde bulunulan şartlarda
Peygamberimizden başkasının reis seçilmesine imkân yoktu. Daha önce
de ifade ettiğim gibi, Me-dineli araplar, Evs ve Hazrec kabilelerine ayrıl-
mış iki kısımdı. Aralarında savaşıyorlardı. Reis birinden olsa, diğeri bunu
kabul etmeyecekti. Onun için reisin ikisinin dışından seçilmesi gere-
kiyordu. Buna benzer bazı sebepler Medinelileri, Mekkelilerden birini
yani Peygamberimizi devlet reisi olarak seçmeye zorladı.
3. Soru: Hz. Ömer Medine'de İslâm Dışişleri Bakanıydı. Peygamberimiz
de hem din, hem de devlet reisiydi. Meselâ Hudeybiye'de olduğu gibi, en
az iki defa elçilikten imtina etmiş; birinde Mekkeli-lerin kendisini
öldürebileceğinden çekindiğini söylemiş, böylece hem din hem devlet
reisi Peygamberimize karşı gelmiş olmamış mıdır? Din ve devlet
menfaati için neden feragatte bulunmamıştı?
Cevap: Bunu Hz. Ömer kendi menfaati için değil, din ve devletin faydası
için yapmıştır. Peygamberimizden elçi olarak gönderilmemesi hakkında
özür dilemiş, o da Hz. Ömer'in özürünü kabul etmiştir. Zira Mekkeliler,
Ömer efendimizi öl-dürseydiler, İslâm zararlı çıkacaktı. Müslümanlar
harbe gireceklerdi. Bu ise kazançlı çıkmak değildi. Ömer efendimiz
korkaklıktan dolayı değil, müslümanları yeni bir savaşa sokmamak için
bu Özürde bulunmuştur.
4. Soru: Mekke Devleti'ndeki vezirliklerin yine eski ailelerde bırakılması
beni şu üç ihtimal üzerinde düşündürdü: 1) Bu vezirliklerin bir başka
aileye verilmesi, eski düzeni tamamen değiştirip yeni bir düzen getirme
unsurunu ihtiva ettiği fikriyle doğabilecek huzursuzluğa meydan verme-
me gayreti midir? 2) Yoksa bu vezir ailelerinin tecrübelerinden istifâde
etmeğe matuf bir uygulama mıdır? 3) Yoksa bazı devlet memuriyetlerinin
bazı ailelerde kalması gibi İslâm hukukunda kabul edilecek bir hukukî
prensibin başlangıcı mıdır? Yoksa o günün şartları îcabı mıdır?
Cevap: Peygamberimizin ne yaptığı bir mesele, neyi emrettiği bir başka
meseledir. Hz. Ömer'i dışişleri bakam, Mus'ab b. Umeyr'i de sancaktar
olarak seçmiş, fakat bunu bir îcab ve gereklilik olarak yapmıştır. Bunu
yapması belki seçtiklerinde yeterlilik bulduğundan, Mekkelilere
psikolojik bakımdan tesir yapmak vs. sebeplerden kaynaklanmış olabilir.
Bu vezirliklerin daima şu kabileler tarafından yürütülmesi îcabeder
[82]
dememiştir.

Sekizinci Bölüm

Mekke Müşrikleri Ve Medine Yahudileriyle İlişkiler

1. Medine Devletini Benimsemeyenler

Daha önce belirttiğimiz gibi Peygamberimiz Medine'ye gelince öncelikli


olarak iki önemli olayı gerçekleştirdi.
1) Müslüman muhacirlerle ensar arasında kardeşliği tesis etti.
2)Medine'de yaşayan toplulukların temsilcilerini toplayarak, onlarla bir
devlet oluşturdu. Çünkü Peygamberimizin hicretinden önce Medine'de
devlet yoktu. Medine toplumunun, temsilcileri bu yeni yapılanmayı
kabul ederek, devletin anayasasını yazdılar.
Bu konuda yeterli bilgi bulunmamakla beraber, benim şahsî kanaatime
göre, Medinelilerin hepsi, bu devletin kuruluşunu kabul etmediler.
Müslümanların, bu devletin kuruluşunu tasvib ettiklerine şüphe yok.
Fakat müslüman olmayanlardan bazıları bu yeni devlet yapısını kabul
etmediler. Meselâ nakledildiğine göre, Medineli hı-ristiyanlardan İbn
Âmir, kabul etmeyenlerdendi. Çünkü O'nun Uhud Savaşı'nda elli
hıristiyanla Peygamberimizin karşısında olduğunu görüyoruz. Bunun
mânâsı, kendisinin ve kabilesinin bu devletin kuruluşunu tasvib
etmedikleridir. Zikrolun-duğuna göre, bazı Medineli Arap kabileleri de,
ilk zamanlarda bu devletin kuruluşunu kabul etmediler. İlk zamanlarda
bir kabile olarak yahudilerin tutumlarının ne olduğu hususunda sarih
bir bilgi yoktur. Belki ilk zamanlarda, Medine halkının yarısı, belki de
yarıdan azı bu devlete katılmıştı. Bu devlet ilk zamanlarda Medine'nin
[83]
tamamını kapsamamış, sadece bir kısmını içine almıştı.

[84]
2. Hz. Peygamber Devrinde İslâm'ın Yayılışı

Peygamberimiz Medine'ye hicretten sonra on sene daha yaşadı. İlk


zamanlarda, Medine'nin bir kısmına hükmediyordu. Vefatından az
önceyse bütün Arap yarımadası, Güney Filistin'le, Güney Irak'ın bir
bölümü, İslâm hâkimiyeti altına girmişti. Yani üç milyon
kilometrekarelik toprakları müslümanlar fethetmişti. On yıl boyunca, her
gün sekizyüz kilometrekarelik toprak alınıyor demekti. Peygamberimiz
zamanında İslâm Devleti böyle yayılmıştı. İlk iki halifeyle üçüncü halife
Osman efendimizin ilk zamanlarında da İslâm Devleti bu şekilde
genişlemeye devam etti.
Bunun için Peygamberimizin ne yaptığına dikkat etmeliyiz.
Peygamberimiz, Medine'nin sadece bir kısmına hâkim olabilen ufak
devleti tesis ettiğinde, Muhacir ve Ensar müslümanların sayıca ne kadar
olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Fakat Buhârî'nin Sahih'indeki bir
rivayette, Peygamberimiz bir gün müslümanların isimlerinin yazılıp
kendisine verilmesini ister ve kendisine yazıp binbeşyüz isim getirirler.
Bunun hicretin ilk zamanlarında olması muhtemeldir. Bu rakamın,
beşyüzünün Muhacir, bininin de Ensardan oluşmuş olması mümkündür.
Hicret zamanında Medine sakinlerinin sayısıysa kanaatime göre, onbin
kişi kadardı. Buna göre, müslümanlar sayıca gayet azdı ve buna rağmen
İslâm nasıl böyle yayıla-bildi? Eğer Allah dileseydi, "ol" der ve istediği
olurdu. Fakat O bunun böyle olmasını istemedi. Bunun aksine İslâm,
beşerî sebeplere göre intişâr etti. Peygamberimiz, diğer insanlar gibi
davrandı ve netice de bu sebeplere göre tecelli etti.
Bence bunun son derece büyük ehemmiyeti vardır. Eğer bir mucize
tecelli etse ve insanların hepsinin müslüman olması için Allah emir verse
ve insanlar bunun üzerine İslâm'a girseydiler, o zaman müslümanlar
Peygamberimizi "güzel bir Örnek" olarak alamazlardı. Oysa Kur'an'da
me-âlen "Andolsun ki Allah Rasûlünde sizin için güzel bir (imtisal)
[85]
numûne(si) vardır demektedir. Peygamberimiz sadece mucizelerle iş
görseydi, bizim için bir örnek olamazdı. Çünkü bizim mucize gösterme
imkanımız yoktur. Kur'an, Hz. Peygamber'nin bizim için güzel bir örnek
olduğunu beyan ettiğine göre Peygamberimizin de beşerî imkânlarla
[86]
hareket etmesi gerekmekteydi.

3. Mekke Devletiyle Ekonomik İlişkiler

Peygamberimizin Medine'deki ilk yılında az sayıda müslümanla,


Medine'nin kuzeyine, batısına, güneybatısına gittiğini görüyoruz. Bu
gittiği yerlerde, oradaki kabilelerle görüştü. KuYan'm da meâlen "(..) yaz
[87]
ve kış seferinde dediği gibi, Mekkeliler yazın ve kışın ticaret seferleri
düzenliyorlar; yazın kuzeye, Filistin, Suriye ve Irak taraflarına, kışın da
güneye, Yemen'e gidiyorlardı.
Mekke güneyde, Medine kuzeyde olduğuna göre, Mekkelilerin Yemen
seferine mâni olmak, müslümanlar için kolay değildi. Fakat kuzeye gi-
debilmek için Mekkeliler, Medine'nin yakınından geçiyorlardı. Eğer
kuzey yolu üzerindeki kabileler, Mekkelilere mâni olmayı kabul
ederlerse, Mekkeliler, kuzeye gidemeyeceklerdi. Bunun için
Peygamberimiz; Cüheyne, Eşlem, Gıfâr kabilelerine giderek,
memleketlerinden Mekke kafilelerinin geçmesine mâni olmalarını teklif
etti. Teklif etmek kolaydır. Fakat kabul edilip edilmemesi mühimdir.
Zamanımızda, ülkeler, turistlerden gelir sağlamaktadırlar. O zamanlarda
da aynı şey vardı. Bir yerde konaklayan kafile mensupları oradan yiyecek
içecek vs. satın alırdı ve bu bir kazanç unsuru olurdu. Müslüman
olmayan bu kuzey kabileleri müslümanların bu türlü teklifini nasıl kabul
ederdi. Fakat Peygamberimiz "size bir kabile saldırırsa biz size yardım
edeceğiz, bize de bir kabile savaş açarsa siz de bize yardım edin"
teklifinde bulununca, Mekkelilerle ittifak halinde olmayan bu üç kabileye
teklif cazip geldi ve müs-lümanlarla böylece bir ittifak içine girmiş
oldular. Bu üçü dışında başka kabileler de bu civarda ikâmet ediyorlardı,
fakat teklifi bu üçü kabul etmişti.
Bundan sonra Peygamberimiz, Mekke kafilelerinin bu yoldan geçmesini
yasakladı. Fakat mâni olacak kuvvet bulunmazsa sadece yasaklamak kâfi
değildir. Bunun için Peygamberimiz Mekke kafilelerinin geçişlerini
menetmek üzere küçük birlikler gönderdi. Mekkeliler bunu Öğrenince
kendilerini savunmak, müslümanlarla savaşmak üzere ordu çıkardılar.
Böylece Mekke müşrikleriyle, Medine müslümanları arasında savaşlar
başlamış oldu. Bedir, Uhud, Hendek vs. savaşları, hep Mekke ticaret
kafilelerine mâni olmak isteyen müslüman birliklerinin faaliyetlerinin
neticesi olarak yapılmıştı.
Burada zihinleri şöyle bir soru meşgul ediyor: "Bir Hz. Peygamber'in
başkalarının mallarını yağma edip, yol kesme hakkı var mıdır?" Bu me-
seleyi ilmî olarak anlamalıyız. Bugün gelişmiş medenî devletlerin
davranışları nasıldır? İki devlet arasında, harp varsa, her ikisi de
diğerinin erkeklerini öldürmekte, mallarını yağmalamakta, her imkâna
başvurarak birbirlerine baskıda bulunmaktadırlar. Mekke Devleti'yle,
Medine İslâm Devleti arasında harp hali vardı. Mekkeliler Mekke'de
Peygamberimizi öldürmek istemişlerdi. Bu ise müslümanlara karşı
Mekkelilerin savaş ilân etmeleriydi. Hicretten sonra da Mekkeliler sus-
madılar. Medinelilere yani Ensar'a bir heyet gönderip, "Muhammed'i ya
öldürün ya da Medine'den çıkarın, yoksa sizinle savaşacağız" demişlerdi.
Böylece harp ilânı ve hücumu Mekkeliler den geldi. Müslümanlar ise
sadece kendilerini müdafaa ediyorlardı. Müslüman Mekkeliler hicret
edince, Mekkeli müşrikler, müslümanlarm bütün menkul ve
gayrimenkul mallarını hırsızlar gibi almışlardı. Peygamberimiz, Ebu
Bekir, Ömer, Osman, Ali vs. bütün müslümanlarm mallarını Mekkeliler
gasbetmişlerdi. Bunun için müslümanlarm Mek-kelilere karşı mallarıyla
vs.yle ilgili olarak mücâdele etmeleri gayet haklıydı. Sonra Mekkeliler ti-
caret kafilelerinin Mısır, Suriye, Irak vs. gibi kuzey memleketlerinden
elde ettikleri gelirleri İslâm aleyhine silah olarak kullanıyorlardı. Bu ba-
kımdan müslümanlarm, Mekkelilerce yapılmak istenen bu ticarete mâni
olmaları gerekiyordu.
Peygamberimiz, Mekkelilerle ilişkilerinde ya savaş yolunu seçer ya da
Medinelileri savaştan caydırmak için ekonomik baskı uygulayabilirdi.
İsteseydi Mekke'ye ordu gönderir, Mekkelilerle savaşır, onları
öldürebilirdi. Fakat Peygamberimiz bunu istemedi ve dedi ki: "Belki
bugünkü Mekkeliler İslâm'ı kabul etmeyebilirler, fakat yarın
çocuklarının İslâm'a girmeleri mümkündür." Bunun için Mekkelileri ve
çocukları öldürmek yerine, kendilerine iktisadî baskı yaparak, müslü-
manlarm hasmı olmalarını önlemek istedi. İşte bundan dolayı, kuzey
yolundan Mekkeli kafilelerin geçmesini menetti.
Mekke kafilelerinin engellenmesi için Peygamberinizin gönderdiği
birlikler, her zaman başarı sağlayamadılar. Hatırladığıma göre, bu bir-
liklerden bir tanesi hariç diğerleri başarılı olamadı. Bunun mânâsı
şuydu: Birlikler nazarî olarak yol kesmek için gönderiliyorlardı. Fakat
fiilen yol kesme ameliyesi vuku bulmadı. Fakat bununla birlikte,
Peygamberinizin savaşmak, öldürmek, malları yağmalamak için birlikler
gönderdiğini duyduklarında Mekkeliler korktular. İstenen de işte buydu.
Yani Mekkelileri öldürmek değil, fakat kuzey ticaretinden kendilerini
menetmek isteniyordu. Öyle ki ticaretleri aksadı ve Mekkeliler fakirle stil
er. İşte bu süreç sonunda, müslümanlarla cepheleşmeden vazgeçtiler.
[88]

4. Bedir Savaşı

Bu genel değerlendirmeden sonra, Medineli müslümanlarla Mekkeli


müşriklerin arasında nelerin olduğunu ele alabiliriz:
Önce Bedir savaşı oldu. Bedir, (Kızıl Deniz) sâhil(i) ile Medine arasındaki
bir yerin adıdır. Bu savaşta bildiğiniz gibi müslümanlar üçyüzoniki
kişiydi. Düşmansa dokuzyüzelli kişiydi. Düşman müslümanlardan üç
misli daha fazlaydı. Fakat savaşı müslümanlar kazandı. Bunun, dinî
meselelere ehemmiyet vermeyen kabileler üzerinde büyük bir psikolojik
tesiri olmuştu. Müslümanların güçlü, cesur ve sayıca azlıklarına rağmen
Mekkelileri yendiklerini görünce, bu kabileler İslâm'a meylettiler. Bu
savaştan sonra Medine müslüm ani arının sayısı çoğaldı ve Medine
etrafındaki kabileler ise. müslümanların müttefiki olmaya rıza
gösterdiler. Çünkü müslümanların fevkalâde bir askerî kuvveti vardı.
Böylece İslâmî kuvvetler fazlalaştı. Bir taraftan, çok sayıda insan
müslümanlığa girdi, diğer taraftan da bazı kabileler müslümanların
müttefiki oldu.
Mekkelilerin haricinde Süleym, Gatafân gibi bazı Arap kabileleri, İslâm'a
daima cephe almışlardır. Bunun sebebinin ne olduğunu da bilemiyoruz.
Netice olarak, müslümanların dostları ve düşmanları vardı.
Müslümanların yaptığı savaşlar, ya Mekkelilerle ya da bu kabilelerle idi.
Bu harplerde de müslümanlar daima galip gelmemişlerdir. Yani beşerî
sebep ve netice unsuru hâkimdi; sadece mucizeler rol oynamıyordu.
Meselâ Uhud'da, Bi'ru Ma'ûne'de müslümanlar bozguna uğradılar. Bunun
için Peygamberimiz daima müslümanların iktisadî, askerî ve dinî
[89]
bakımdan kuvvetlenmelerine gayret gösteriyordu.

[90]
5. Benî Kaynuka ve Benî Nadir Yahudileriyle İlişkiler

Medinelilerin bir kısmı Arab, bir kısmı ya-hudiydi. Arap olanların bir
kısmı İslâm'ı kabul etti. Bunlara Ensar diyoruz. Bazısı da hıristiyandı.
Bunların bir kısmı Medine'den Suriye, Irak vs. gibi çeşitli yerlere
gitmişlerdi. Bu nedenle kendileri hakkında pek bilgi sahibi değiliz.
Bazıları da öldü veya öldürüldü. İlk zamanlarda Medine Arapları içinde
müşrik olanlar da vardı. Fakat daha sonra Medine'deki araplarm çoğu
müslüman oldular.
Yahudiler üç büyük kabileye ayrılmıştı: Kaynuka, Nâdir ve Kureyza.
Müslümanlarla önce Kaynukahlar arasında bazı meseleler çıkmıştı.
Kaynuka'lılardan biri, bir müslüman hanımına karşı namuslu bir erkeğin
karısı için tahammül edemeyeceği bir gayri ahlâkî davranışta bulunur.
Bu olaya müdahale eden bir müslümamı yahudiler öldürürler. Böylece
müslümanlarla yahudiler arasında çatışma başlamış; Peygamberimiz
yahudileri muhasara altına almıştı. Bir iki hafta süren savaştan yahudiler
mağlup çıktılar ve Peygamberimiz onların Medine'den çıkmalarını
emretti.
Bedir Savaşı'ndan sonra, Nadîr yahudileriy-le de bir hâdise çıktı:
Peygamberimiz kendileriyle bazı idarî meseleleri görüşmek üzere
bulundukları mahalle gittiğinde, kendisini Öldürmek istediler.
Peygamberimizin oturduğu yerin üstündeki yüksek bir yere büyük bir
taş çıkardılar. Taşı yukardan atıp Peygamberimizi, ezerek öldürmek is-
tediler. Fakat Peygamberimiz bunun farkına vardı. Kendilerine birşey
söylemedi ve Medine'ye döndü. Bilâhare müslümanlarla kendilerini mu-
hasara edip savaştıktan sonra teslim olmak zorunda kaldılar.
Peygamberimiz hepsini esir olarak aldı. Peygamberimiz bunları ne
yapmalıydı? Affetmeli miydi? Oldürmeli miydi? Bu ortaya çıkan
meselelerden biriydi.
Nadîr yahudileri, İslâm'dan önce Evs kabilesiyle müttefiktiler. Evs
kabilesi reisi zahiren müslüman görünüyordu, fakat gerçekte müslü-man
değildi; münafıktı. Adı İbn Ubeyy'di. Niçin münafık olduğu hakkında
zahir bir sebep mevcuttur: İslâm öncesi Evs ve Hazrec arasında savaşlar
vardı. Savaşlardan sonra halk "Neden harp ediyoruz? Bizim bir
melikimiz (sultanımız) olsa emniyet içinde yaşayabiliriz" dediler. İbn
Ubeyy melik olarak seçildi. Çünkü zengin, akıllı, halk üzerinde müessir
olan bir şahsiyeti vardı. Kuyumculardan İbn Ubeyy için bir altın taç
yapılması istendi. Tacın yapımı henüz tamamen bitmeden Peygambe-
rimiz, Medine'ye geldi ve Medineliler bu meseleyi unuttular. Kendisi
sultan olacağı sırada Medine'ye gelen yabancı (Peygamberimiz) işini
bozduğu için, kalbinde kin ve nefreti muhafaza ederek, samimi olarak
İslâm'a girmedi. İşte İbn Ubeyy'in münafıklığının zahirî sebebi budur.
Her zaman İslâm alehytarı gayretlerde bulunuyordu. Âişe anamıza karşı
çıkarılan iftira (İfk) hâdisesini de bu münafık çıkarmıştı. Bir defasında
Tebûk savaşında Peygamberimizi öldürmek istemişti. Bunların yanında
başka menfi tutumları da vardı.
İbn Ubeyy, müslümanlar Nadîr yahudilerini esir edince, Peygamberimize
gelerek, onları affetmesi için çok ricada bulundu. Israrı üzerine Pey-
gamberimiz, Nadîr yahudilerini affetti ve kendilerinin mallarıyla beraber
[91]
Medine'yi terketmelerini emretti. Onlar da Hayber'e yerleştiler.

6. Hendek Savaşı

Hayber, Medine'nin kuzeyine düşer. Yahudilerin uşturduğu bir yerleşim


merkezidir. Burada yaşayan yahudilerin verimli bahçeleri, malları,
üçbinden fazla askerleri vs. imkanları vardı. Bu imkanlara dayanarak
Hayber'den, İslâm aleyhtarı faaliyetler düzenlemeye başladılar. Mekke'ye
bir heyet gönderip "Bedir'de bozguna uğradınız, Uhud'da başarı
gösterenıediniz, bir gayret daha gösterin" dediler. Bu teşvik ve
yönlendirmeler sonucu Mekkeliler müslümanlara karşı savaş açmayı
benimsediler. Hayberliler ayrıca, Süleym, Gatafan, Fezâre gibi diğer Arap
kabilelerine de heyetler gönderip müslümanlara karşı harb açmaları
hususunda kışkırtma faaliyetlerinde bulundular ve "Muayyen bir
zamanda Medine'ye karşı hücuma geçerseniz, size mal yardımı yaparız"
dediler. Bunun üzerine, Hendek Savaşı vuku buldu. Bu savaşta
müslümanîarın sayısı binbeşyüz idi. Düşman güçleri onikibin kişiyden
oluşmaktaydı Hayber'dekı Benî Nadîr yahudilerinin hazırladığı komplo
neticesinde meydana gelmişti. Harp gayet zor ve güç sahnelerle dolu
olmasına rağmen, müslümanlar bu savaşta da galip geldiler.
Medine'nin etrafına kazılan büyük çukurlardan dolayı, düşman,
müslümanlar tarafına geçememişti. Mekkeliler ve müttefikleri, müslü-
manlar tarafına geçemeyince Medine'de bulunan Kureyza
yahudilerinden, müslümanlara dahilden hücum etmelerini istediler.
Fakat bundan da sonuç alamadılar. Hendek savaşından sonra Mekkeliler,
Medine'den Mekke'ye perişan bir halde dönmek zorunda kaldılar. Bu
dönüş, müslüman-lar tarafına geçemediklerinden miydi, yoksa bir başka
sebebe mi dayanıyordu?
Mekkeliler, bu sefere çıkarken bir iki günde savaş biter zannetmişlerdi.
Ancak Şevval ayına rastlayan muhasara, hendek yüzünden bir ay uzadı.
Bu süre sonunda kendilerinin deve, at vs. gibi hayvanları için getirdikleri
yiyecek ve erzak bitmişti. Bu arada Hayber'den Benî Nadîr yahu-dileri
erzak göndermişi erse de, müslümanlar bu erzak kafilelerini Mekkelilere
ulaşmadan ele geçirdiklerinden bunlardan istifade edememişlerdi.
Erzaksız kalmak Mekkelileri, geri dönmeye mecbur bırakmıştı. Ayrıca
Şevval ayından sonra gelen Zilkade ayı ile yasak aylar denilen üç ay
(Zilkade, Zilhicce ve Muharrem) girmişti. Mekke müşrikleri bu üç ayda
savaşmazlardı. Üç ay daha Medine'yi savaşamadan muhasaranın faydası
yok, zararı vardı. Bundan dolayı, Mekke'ye dönmeye mecbur kalmışlardı.
Ayrıca daha önce de temas ettiğimiz gibi, çeşitli kafilelerin bir memlekete
geliş-gidişi o memleket için bir iktisadî gelir ve kazanç vesilesi
olduğundan, bu üç yasak ayda Arabistanın değişik yörelerinden Araplar
hacc için Kabe'ye gelecekler ve Mekkeliler bundan iktisâdi kazanç temin
edeceklerdi. Eğer bu sürede Medine muhasarasıyla vakit geçirirlerse bu
kazançtan da faydalanamayacaklardı. Mekkelilerin muhasarayı terkedip
[92]
geri dönmelerine bu husus da müessir olmuştur.

7. Benî Kureyza Yahudileriyle İlişkiler

Mekkeliler döndükten sonra, Medine içinden müslümanlan arkadan


vurmak isteyen Benî Kureyza'yı, Hz. Peygamberimiz (a.s.) muhasara
altına alıp kendileriyle savaştı. Bunlar da müslü-manlarla savaşa
tahammül edemedi ve birkaç hafta sonra teslim oldular. Beni Nadirin
teslimiyetinden sonra olduğu gibi, İbn Ubeyy münafığı gelerek, yine
Peygamberimizle Beni Kureyza ya-hudileri için aracı oldu.
Benî Kureyza, Peygamberimizden; İslâm öncesi müttefikleri olan ve
şimdi ise müslüman bulunan Sa'd b Muâz'ı hakem kabul etmesini, ha-
kemin vereceği kararı kendilerinin kabul edeceklerini, Peygamberimizin
de kabul etmesini talep ettiler. Peygamberimiz bunu kabul etti. Yani ya-
hudiler Sa'd b Muâz'ı hakem olarak teklif ettiler, Peygamberimiz de bunu
kabul etti. Böylece verilecek hüküm hakeme ait olacaktı, Peygamberimi-
zin bu karara etkisi olmayacaktı. Eğer hakem bu Benî Kureyza
yahudilerinin öldürülmesini emret-mişse, durum tamamen hakeme
aittir. Ortada hakem olmasaydı da bu öldürülme emrini Peygamberimiz
vermiş olsaydı, o zaman kendisi belki bazılarınca merhametsiz veya
şefkatsizlikle suçlanabilirdi. Fakat burada durum tamamen değişiktir.
Bunu hakem emredince, "emri Peygamberimiz verdi" diyemeyiz. Hakem
olan Sa'd b Muaz yahudilerin muharib olanlarının (askerlerinin) öl-
dürülmesini emretti. Yalnızca erkeklere şâmil olan bu hüküm ihtiyarlara,
çocuklara ve kadınlara uygulanmadı; onlar ise köle kılındı. Böylece
Medine'de hemen hemen Yahudi kalmamış oldu. Olsa da gayet az ve
[93]
ehemmiyetsiz bir sayıdaydılar.
8. Hudeybiye Sulhu ve Mekke'nin Fethi

Mekkeli ticaret kafilelerinin ticaretlerine Medineli müslümanlar


tarafından mani olunduğundan Mekke iktisadiyatı çok güç durumdaydı
ve bunun neticesi olarak müslümanlara karşı olan savaşlarında
Mekkeliler başarı gösteremiyorlardı. Bu yıpratıcı ortam, sonunda
Mekkelilerin müslümanlara karşı üstünlük sağlama gayretlerini kırmış
oldu. Müslümanlar da bir sulh ortamının İslâ-mın yayılışına katkıda
bulunacağım umuyorlardı. Bu beklentiler sonunda bir hac mevsiminin
de Medineli müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybiye'de
bir anlaşma imzalandı.
Fakat daha sonra bu anlaşmayı Mekkeliler bozdular ve Peygamberimiz
de insanı dehşete düşüren bir tarzda Mekke'yi fethetti. Bir adam bile
öldürmeden Mekke'yi ele geçirdi. Bu şöyle gerçekleşti: Peygamberimiz,
kendisiyle müttefik olan kabilelere harp yapılacağını, dolayısıyla asker
yardımında bulunmalarını, harp yapılacağı, gerektiğini fakat askerlerin
Medine'ye gönderilmemesini, kendilerinin uğrayıp askerleri alacaklarını
bildirdi. Medine'den kuzeye, doğuya, güneye, yine kuzeye gidip her gittiği
yerden asker topladı. Böylece gittikçe çoğalan askerlerle Peygamberi-
mizin nereye gideceğini kimse kestiremiyordu. Nihayet onbin kişiye baliğ
olan müslüman ordusu Mekke önlerine geldi. Mekkelilerin hiçbir şeyden
haberi yoktu.
Askerler normalde yemeklerini beş-altı kişi bir ateş üzerinde pişirirler.
Fakat Peygamberimiz geceleyin her bir kişinin müstakil olarak bir tek
ateş üzerinde yemek pişirmesini emretti. Mekkeliler dağların arka
tarafında onbin ateşi birden görünce, kim olduğunu bilmedikleri ve sayı
olarak ellibin tahmin ettikleri bu düşman karşısında dehşete kapıldılar.
Ebu Süfyan evinden çıkıp, bu düşmanın kim olduğunu öğrenmek üzere
Mekke dışına, askerlerin konaklama mahalline doğru ilerlerken Müslü-
man askerlerce yakalanıp Peygamberimize getirildi. Peygamberimiz
onun serbest bırakılmamasını, Mekke'ye geri dönmesine mâni
olunmasını emretti. Böylece Mekkeliler başsız kalıp, ne yapacaklarını
şaşıracaklardı. Sabahleyin Peygamberimiz, dört ayrı yönden Mekke'ye
girilmesini emretti. Müslümanlar hareket ederlerken Peygamberimiz,
Ebu Süfyan'ı serbest bırakıp şöyle dedi; "Kim silahını bırakırsa, kim
Kabe'de olursa, kim Ebu Süfyan'ın evinde olursa, kim kendi evine
kapanıp yola caddeye çıkmazsa o emniyettedir." Ebu Süfyan Mekke'ye
gelip, "Müslümanlarla Mekkeliler savaşamazlar, çok askerleri var" dedi
ve böylece Mekke, kan akıtılmadan fethedildi. Fakat müslüman
olmayanların kalblerinde bu bir kin ve nefret kaynağı olarak yer etti.
Mekke'nin fethinden sonra Peygamberimiz, Mekkelileri öldürebilir,
mallarına el koyabilir veya kendilerini köle yapabilirdi. Fakat bunları
yapmadı. Müslüman olmalarını temin etti. Bu inceliğe dikkat etmeliyiz.
Peygamberimizin yaptığı bir konuşma Mekkelilerde, psikolojik tesir icra
etti. Mekke'nin fethinden hemen sonra, "Bütün Mekke halkı Kabe'ye
gelsin, sizinle konuşmak istiyorum" dedi. İnsanların hepsi toplandı. Bir
taraftan da korkuyor ve çekiniyorlar di. Peygamberimiz (a.s.); Bilâl'e,
Kabe'nin üzerine çıkıp önce ezan okumasını emretti; ezanı okudu. Mekke
sakinleri arasında Attâb b. Esîd adında biri vardı. Şöyle dedi: "Allah'a
hamd olsun, hiç, olmazsa bari babam öldü ve bu hâli görmedi. Yoksa
Kabe'nin üzerinde anıran bu kara eşeğin (siyah renkli Habeşli Bilâl'i
kastediyor) hâline tahammül edemezdi."
Ezandan sonra Peygamberimiz, namaz kıldı ve daha sonra toplanmış
olan Mekkelilere hitap etti. Mekkelilerin İslâm aleyhtarı olarak
müslümanlara neler yaptıklarını kendilerine hatırlattı ve "Şimdi bu
yaptıklarınıza karşılık, benden ne yapmamı bekliyorsunuz?" dedi.
Utançlarından başlarını öne eğip birşey söyleyemediler. Sonra
Peygamberimiz onlara hitaben "Hepiniz serbestsiniz, size birşey
yapmayacağım, gidebilirsiniz" deyince; müşrikler, hiç beklemeyip
tahmin edemedikleri bir şeyle karşılaştıklarından son derece
duygulandılar. Az önceki tahkir edici ifadelerin sahibi Attâb b. Esîd,
kendini tutamadı ve Peygamberimizin önüne gelerek "Ey Muhammed!
Ben Attâb b. Esîd'im, Allah'dan başka ilâh olmadığına görür gibi inanır,
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna gözümle görür gibi iman ederim"
der. Birkaç dakika önce Kabe'nin üzerinde okunan ezana tahammül
edemeyen bu adam, birkaç dakika sonra hiç kimse kendisinden talep
etmediği halde, derhal müslüman olur. Bunun üzerine de
Peygamberimiz "Ben seni Mekke valisi olarak tayin ediyorum" der.
Böylece birkaç dakika önceki düşmanı, şimdi Mekke valisi olarak ilân
etmiştir. Bunu diğer Mekkelilerin peyderpey İslâm'a girişleri takip eder.
Mekke'nin fethini müteakip birkaç gün içinde bütün Mekkeliler
müslüman olur. İslâm tarihinin bu en önemli dönüm noktasının
tamamlanmasından sonra tek bir asker bile Mekke'de kalmaz, hepsi
Peygamberimizle Medine'ye dönerler.
Peygamberimiz zamanındaki İslâm siyaseti böyleydi: Düşmanı öldürmek,
mallarını yağma etmek yerine, kalblerini fethetmeyi istemekteydi.
Peygamberimiz devrinde İslâmiyet böyle yayılıp intişâr etti ve vefatı
öncesinde daha önce de belirttiğim gibi üç milyon kilometrekarelik bir
[94]
alan İslâm'ı kabul etmişti.

9. Konu ile ilgili Sorular

1. Soru: Peygamberimiz Benî Kureyza yahu-dileri muhariplerinin esir


alındıktan sonra öldürülmelerine müsaade etmiştir. Oysa Arap kabile-
lerine karşı öldürme formülünü tatbik etmemiştir. Bu Hz. Peygamberin
kabileciğini mi gösterir, yoksa ilerde o yahudilerin müslüman
olmayacaklarını biliyor muydu?
Cevap: Beni Kureyza yahudileri, hükmü Peygamberimizin vermesini
isteseydiler, Peygamberimiz onları affedecekti. Fakat yahudiler daha
önce münafık İbn Ubeyy'in yaptığı gibi yapacak zannıyla, İslâm öncesi
dostları olan Sa'd b Mu-âz'm hakemliğini talep ettiler. Dolayısıyla onlarla
ilgili kararı o verdi. Bu olayın böyle sonuçlanmasında Peygamberimizin
kabahati yoktu.
2. Soru: Peygamberimizin savaşlarında, mu-harib adedi fazla olduğu
halde az insan Ölüyordu. Sebebi ne olabilir?
Cevap: Bu bir askerî meseledir. Ancak geniş bir çalışmayla
aydınlatılabilir. Bu konuda "Hz. Peygamberin Savaşları" adıyla bir kitap
[95]
yazdım, sorunuzun cevabı orada bulunabilir.

Dokuzuncu Bölüm

Hz. Muhammed'in Vefatı Ve Hilâfet Meselesi

1. Yalancı Peygamberler (Müseylime ve Esved)

Peygamberimizin Hayatının son aylarında iki adam peygamber


olduklarını iddia etmişlerdi. Yani peygamberimiz hayattayken iki kişi
(kendisinden ayrı olarak) peygamberlik iddiasında bulunmuştu. Bunlar
Müseylimetü'l-Kezzâb ve el-Es-ved el-Ansî idi. Bu ikincisi Zü'1-himâr
(eşekli) adıyla da tanınıyordu. Bazen bu ismi, Zü'1-hımâr olarak okurlar
ki, bu doğru değildir. Kendisi bir eşek terbiye etmişti ve eşeği, emrine
göre hareket ediyordu. Bu sebepten kendisine Zü'1-himâr (eşekli)
denilmişti. Bu adam, Peygamberimizden birkaç gün önce öldü.
Müseylime ise, müslüman-larla savaştı ve Hz. Ebu Bekir devrinde
öldürüldü. Yani Peygamberimizin hayatının son günleri kalb huzuru
içinde değildi. Ortada bu iki adam sebebiyle bir fitne vardı.
Ayrıca müslümanlar arasında münafıklar da bulunuyordu. Bazı dünyevî
menfaatleri (bazı vazifeler) temin için müslüman görünüyorlardı.
Hassan b Sâbit'in divanından da anlaşıldığı üzere, Medine'de
Peygamberimizin vefatı sırasında yahudi ve hıristiyanlar bile vardı.
Yahudi ve hıris-tiyanların, ne İslâm'ı, ne de İslâm Devleti'ni sevmedikleri
açıktır. Buhârî'nin bir rivayetine göre Hz. Ömer, Peygamberimizin
vefatında İslâm için büyük bir tehlikenin olduğunu söylüyordu. Pey-
gamberimiz kendinden sonra yerine kimin geçeceğini tayin etmeden
vefat etmişti. Bu bakımdan Hz. Ömer Peygamberimizin yokluğunu İslâm
[96]
Devleti ve dolayısıyla İslâm için tehlike görüyordu.

2. Hz. Peygamberdin Hastalığında Hilâfet Tartışmaları

Peygamberimiz ölüm hastalığına tutulunca, Buhârî'nin zikrettiğine göre


amcası Abbas, kardeşinin oğlu Hz. Ali'ye gidip kendisiyle konuştu. Ali'ye:
"Peygamberimizin bu hastalığında, vefat edeceğine delâlet eden emareler
görünüyor. Kendisinden sonra kimin yerine geçeceğini de söylemedi.
İkimiz kendisine gidelim, hilâfetin kime verileceğini soralım. Eğer virâsî
olarak (miras sırasına göre) sülâledeki sıraya göre intikal edecek derse,
bunu öğrenmiş oluruz. Hayır, bir başkası olacak der de isim tayin ederse,
ikimiz buna şahit oluruz" der. Ali "Ben gitmek istemiyorum, eğer
Peygamberimiz hilâfeti bize şimdi vermezse, bundan sonra bize onu
kimse vermez" şeklinde cevap verir. Buhârî'nin ifadesi burada bitiyor.
Böylece gayet açık olarak anlıyoruz ki Peygamberimiz, Hz. Ali'yi halife
olarak tayin etmemistir. Aksi halde amcasına "Gitmeğe lüzum yok, zaten
beni veliahd olarak tayin etti, ikinci defa mevzu üzerinde durmağa gerek
yok" vs. gibi bir cevapta bulunması gerekirdi, fakat amcasına böyle
birşey söylemedi.
Bundan sonra ne olduğu hakkında bir sarahat yoksa da Buhârî'nin
Sahîh'ine dayanarak şu neticeyi çıkarabiliriz: Ali, Peygamberimize gitme-
yi kabul etmeyince, Abbas tek başına Peygamberimize gidip O'na da aynı
şeyi sorar; söyler. Peygamberimize durumu yazıyla tesbit etmesini,
böylece müslüman milletinin (ümmetinin) bölünmemesini temin etmesi
hususunda ısrarda bulunur. Peygamberimiz amcası Abbas'ı çok sever,
fazla ihtiram gösterirdi. Bu hususta pek çok misâl olacak rivayetler
vardır. Neticede Peygamberimiz, amcasının bu teklifini kabul eder,
"Kalem ile, üzerine yazılacak birşey getirin de size yazdırayım" der.
Bunun üzerine bazı sahabe, "Peygamberimiz şu anda son derece güç
durumda, O'nu bu sıkıntılı zamanda yormamalıyız" der. Bazısı da "Hayır
yazdırsın, bu da çok mühim" der ve ihtilâf çıkar, sesler yükselir. Bu
gelişmeler üzerine sahabelerden bazılarınca; "Peygamberimizin
yakınında bu şekilde gürültü yakışmaz, dışarı çıkılsın"denir. Abbas'ın
Peygamberimize hilâfetin kime verileceği hususunda yazı yazdırması
konusundaki ısrarı Buhârfde açıklıkla yer almaz. Fakat konu ile ilgili
rivayetlerden anladığıma göre olayın böyle cereyan etmiş olması
[97]
kuvvetle muhtemeldir.

[98]
3. Veliahdlık ve Hz. Ali
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ab-bas, Hz. Ali'ye gidip, "Hz.
Peygamber (a.s.) vefat etti, elini uzat, sana bîat edeyim, ben bîat edersem,
diğerleri de gelip sana bîat ederler. Eğer bunu kabul etmezsen, birkaç
gün sonra başkası halife olur, sen gidip ona bîat etmek zorunda kalırsın"
dediyse de Ali, ikinci defa amcası Abbas'm teklifini reddetti ve "Hiç kimse
biz Beni Hâşim'in, halîfe olma hususundaki hakkımızı reddetmez"
cevabını verdi. Bundan da gayet açık olarak anlıyoruz ki, Peygamberimiz
kimseyi halife olarak tayin etmemiştir. Eğer Ali'yi halife tayin etmiş ol-
saydı, "Peygamberimiz beni halife seçti, senin bî-atını kabul ediyorum"
derdi. Fakat böyle demedi. Bunun aksine, "kimse halifelik hakkımızı
inkâr etmez" dedi, yani, hilâfetin sultanlık (meliklik) gibi miras sırasına
göre intikal edeceği kanaatin-deydi.
Bu mevzuya devamdan önce, şu hususu da zikretmek istiyorum.
Peygamberimiz Ali'yi Gadîruhum denilen yerde, namazda cemaate imam
kılmıştı. Veda haccmdan dönerken Peygamberimiz Medine yakınındaki
bu mahalde şimdi yeri belli değildir müslümanlara bir hitapta bulunmuş
ve "Ben kimin mevlâsıysam, şüphesiz ki Ali de onun mevlâsıdır" demişti.
Bu ifadede "mevlâ" kelimesinin mânâsı nedir? Eğer mevlâ, "veliahd"
mânâsı-naysa mesele bellidir. Fakat başka bir mânâya da geliyorsa,
hüküm de ona göre ayrı olacaktır. Onun için mevlâ kelimesinin mânâsını
iyi tetkik gereklidir. Bunu nasıl öğreneceğiz? Peygamberimiz devrinde o
sırada mevlâ kelimesi hangi mânâda kullanılıyordu. Bugün Mısır'da,
Irak'ta vs.deki bu kelimenin mânâsı değil, o zamanki mânâsını
araştırmak zorundayız. Bunu nasıl bulacağız? Bu ehemmiyetli bir
meseledir. Fakat ben buna bir çözüm buldum. Kur'an, Peygamberimizin
muasırıdır. Bu kelimeyi Kur'an'da tetkik edelim. Çünkü kelime Kur'an'da
kullanılıyor. Fakat mânâsı âyetlere göre değişiyor, hep aynı mânâyı
[99]
taşımıyor. Meselâ, "Allâhu mevlânâ gibi bir terkipte, takriben "mülk
sahibi olan ilâh" vs. m ân alarmdadır. Kelime, diğer bazı âyetlerde, "erkek
kardeş", "dost" (arkadaş), mânalarına da kullanılmıştır. Bazen de
"cehennem" mânâsına kullanılmıştır.
Netice olarak kelimenin çeşitli mânâları vardır ve Kur'an'da veliahd
mânâsına bir kere bile kullanıldığına rastlayamadım.
Farzedelim ki veliahd mânâsına geliyor. Hadis "Ben kimin mevlâsıysam,
şüphesiz ki Ali de onun mevlâsıdır" diyor. Yani "Şu andan itibaren
mevlâsıdır" demek oluyor: "Benim vefatımdan sonra" demiyor. Bunun
için kelimenin mânâsı ve-liahddır denemez. Çünkü Peygamberimiz Ali'yi
veliahd tayin etmek isteseydi, gelecek zaman ifadesiyle "Ali de onun
[100]
mevlâsı olacak" derdi. Zira hilâfet, halle değil, istikballe ilgilidir.

4. Ensar ve Hilâfet Meselesi


Ensâr da hilâfet hususunu düşünmüş ve bir kısmı Benî Sâ'ide sakîfesinde
toplanmışlardı. Sa-kîfe, toplantı gibi bazı vesileler için yapılmış, bugünkü
mânâda kulüp gibi bir yerdir. Sâ'ide kabilesi, burada toplanıyor,
aralarında konuşuyorlardı. Sa'd b Ubâde bu kabileden ihtiram gören,
zengin bir şahıstı. Eski müslümanlardandı. İslâm'a gerek mâlî, gerekse
diğer yardımları olmuştu.
Benî Sâ'ide sakîfesinde toplanıp aralarında, "Medine bizim
memleketimiz; halife de bizden olmalı" şeklinde konuşuyorlardı.
Bu husustaki gelişmelere girmeden önce, şu hususu hatırlamalıyız:
Ensar, neseb itibariyle aynı köke dayanmakla beraber, bazı infirâdî
sebepler yüzünden ayrılmışlardı. Aralarında harpler •cereyan etmiş,
hatta müslüman olduktan sonra bile aralarındaki münakaşalar devam
etmiştir. Meselâ Medineliler yeni yeni müslüman olmağa
başladıklarında, Peygamberimiz daha Mekke'de iken cemaatle namaz
kılma hususunda bile Evs ve Hazrecliler arasında ittifak yoktu: İmam
Evs-liyse Hazrecliler, Hazredi ise Evsliler arkasında namaz kılmıyorlardı.
Bunun için, imamın Mekke-li olmasını kabul ettiler. Peygamberimiz
Medine'ye geldikten sonra böyle şeyler kalmadı. Fakat bu gibi misaller
bize, iki kabile arasındaki rekabetin şiddetli olduğunu gösteriyor. Bu
bakımdan, Sa'd'ı halife seçseler, buna Evsliler muvafakat etmeyecekti.
Eğer Evsli biri seçilse, bunu da Hazrecliler kabul etmeyebilecekti. İşte
bunun içindir ki, bir Evsli, Peygamberimizin Mescidine gelip
Hz. Ebu Bekir'e, "Hazrecîler Sa'd b Ubâde'yi halife seçmek istiyorlar"
diyerek durumu haber verir. Bu da bize, Evslilerin Hazredi olan Sa'd'ı
halife olarak istemediklerini gösteriyor.
Peygamberimizin vefatında, O'nun kabilesinden olan akrabası Ali, Abbas
vs. gibi ileri gelenler, halifenin kim olacağı hususunun mütalaasını
yapıyor, hilâfetin virâsî olacağı kanaatini taşıyorlardı. Fakat Ensar,
"Muhacirler yabancıdırlar, bizim memleketimizden değillerdir. İslâm bi-
zim yardımımızla yayıldı. Peygamberimize yardım elini uzatıp ona
mesken vs.yi temin eden bizleriz; binâenaleyh halife bizden olmalıdır"
görüşündeydiler.
Medine'deki Yahudi ve Hristiyanların böyle bir sorunun ortaya çıkmış
olmasından gayet sevinçli oldukları şüphesizse de, görüşlerinin ne
[101]
merkezde olduğunu bilemiyoruz.

5. Muhacirler ve Hilâfet Meselesi

Bazı müslümanlarda ise Peygamberimizin vefat haberi değişik bir tarzda


tepki yaptı. Meselâ, Hz. Ömer, diyebiliriz ki şuursuzluk derecesine varan
teessüründen kılıcını çekip, "Kim Hz. Peygamber vefat etti derse,
boynunu vururum, O hiçbir zaman ölmeyecektir, Hz. İsa'nın gittiği gibi
göğe çıkmıştır, yine yeryüzüne inecektir, aramızda kıyamete kadar baki
kalacaktır" diyordu. Hz. Ömer'e saygımız sonsuz olmakla beraber, hüznü
adetâ kendini kaybetmek derecesine ulaşmıştı. Bu hal bir nevi şuuru
kaybetmektir.
Hz. Ebu Bekir, Peygamberimizin vefatında, Medine'de değil, Medine
haricinde, Sunh isimli bir mahaldeydi. Bu yer de bugün bilinmiyor. An-
laşıldığına göre, vefatından az önce Peygamberimizin vaziyetinde sıhhî
bir düzelme mevcuttu. Hatta sabah namazı vaktinde Peygamberimiz
mescide geldiğinde müslümanları sabah namazını kılarlarken gördü ve
bu hale memnun olup, tebessüm etti, "namazınıza devam edin" diyerek
geri döndü. Namazdan sonra Ebu Bekir, Peygamberimizin yanma gelerek
"Elhamdülillah vaziyetin iyileşti, birkaç günden beri ailem efradından
uzaktım, izin verirsen evime gitmek istiyorum, bilâhare gelirim" dedi.
Kendisine izin verdi ve Ebu Bekir, Sunh'a gitti. Bundan takriben iki saat
sonra Peygamberimiz vefat etti. Ebu Bekir imam olduğundan öğle
namazı vaktinde geri geldi. Peygamberimiz kendisine Peygamberimizin
vefatını haber verdiler. Hemen kızı Âişe anamızın odasına girdi,
Peygamberimizin mübarek yüzündeki örtüyü kaldırıp alnından öptü.
Mescide geldiğinde müslümanlar toplanmışlar, Hz. Ömer de kılıcını
çekmiş, "Hz. Peygamber öldü diyenin başını uçururum" vs. diye
bağırıyordu. Hz. Ebu Bekir "sus" dediyse de, o dinlemeden, sözlerini
tekrarlıyordu. Hz. Ebu Bekir minbere çıktı ve hitab etmeğe başladı.
"Alemlerin Rabbi Allah'a hamd, gönderilmiş (elçi)lerin efendisine salât ve
selâm olsun..." şeklinde hitaba başlayınca, insanlar Hz. Ömer'i bırakıp,
Hz. Ebu Bekir'in ne söylediğini duymak için minberin etrafına top-
landılar.
Hz. Ebu Bekir şunları söylüyordu: "Kim Muhammed'e ibadet (kulluk)
ediyorsa bilsin ki Muhammed Ölmüştür. Kim Allah'a kulluk ediyorsa,
Allah diridir, ölmez" Bu arada Peygamberimizin vefatıyla ilgili
[102]
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da elbet ölecekler ve
"Muhammed bir peygamberden başka (birşey) değildir. Ondan evvel
daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür, yahut öldürülürse,
Ökçelerinizin üstünde (gerisin geri)mi döneceksiniz? Kim (böyle) iki ök-
çesi üzerinde (ardına) dönerse elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış
[103]
olmaz. Allah, şükür (ve sebat) edenlere mükâfat verecektir
mealindeki bazı âyetleri okudu.
Hz. Ömer, daha sonraları bu anla ilgili duygularını anlatırken: "Bu
âyetleri duyunca sanki birisi iki ayağımı birden kesmiş gibi yere düşü-
vermişim" diyecektir. Anlaşıldığına göre, oradaki sahabîler ağlamağa
başlıyorlar. Hz. Ebu Bekir, Müslümanların ne yapmaları gerektiği
hususunu da ele alarak hitabına devam etti. Konuşmasının özü,
"Peygamberimizin bıraktığı yerden dini tebliğe devam etmek,
duraklamamak" vs. ile ilgiliydi. Bu meseleyi, Peygamberimizin defninden
sonra ele almalarını teklif etti ve hitabı bitirince insanlar dağıldı. Ebu
Bekir, Ebu Ubeyde b el-Cerrâh ve Ömer efendilerimiz gibi bazıları da
mescidde kaldılar. Bu sırada yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Evsli
gelerek, Hazreclilerin beni Sâ'ide'nin toplantı mahallinde halife tayiniyle
ilgili olarak
toplandıklarını haber verdi. Ali ve Abbas efendilerimizse beride
Peygamberimizin yıkanması, kefenlenmesiyle meşguldüler, mescidde
değillerdi. Hz. Ebu Bekir yanındakilere, "Ensar kardeşlerimize gidip
hilafet meselesinde fazla acele etmemelerini, bu işin Peygamberimizin
[104]
defninden sonra ele alınmasını söyleyelim" dedi.

Onuncu Bölüm

Hz. Ebu Bekir'in Halîfe Seçilmesi Ve Bazı Uygulamaları

1. Muhacirler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi

Hz. Peygamberin vefatını müteakip ortaya çıkan hilafet meselesinde


Önceleri nıüslümanlar farklı düşüncelere sahiptiler. Muhacirler "Kureyş
kabilesinden olmalı" fikrinde ittifak ederken, bunun tafsilatında ihtilâf
ediyorlardı. Meselâ, Benî Ümeyye'den Ebu Süfyân, halîfenin
kendilerinden olması lüzumu üzerinde duruyordu. Ebu Süfyân ve diğer
birçok Müslüman Hz. Ebu Bekir'in halifeliğini düşünmüyorlardı bile. Zira
kendisi Teym kabilesindendi. Bu kabileyse, Kureyş'in en hakîr kabileleri
arasında sayılıyordu. Meselâ, bir Cahi-liyye devri şâiri bu kabile
hakkında "Herhangi bir meselede istişarede bulunacaksak, Teym
kabilesini çağırmayız; eğer istişarede bulunursak, görüşlerine önem
vermeyiz" diyor. Selmân-ı Fârisi (r.a.)'de Hz. Ebu Bekir'in halifeliğine
ihtimâl vermeyenlerdendi. Nitekim Ebu Bekir, halîfe seçildikten sonra,
kendisinin farsça olarak "yaptınız ama isabetli yapmadınız" mânâsında,
"gerdâd negerdâd" şeklinde bir söz söylediğini tarihçiler kaydeder. Yani,
"fiilen Ebu Bekir'i halîfe seçtinizse de, bunda pek isabetli olmadınız"
demek ister.
Bu görüşler bize hilafet konusunda muhacirlerin kendi aralarında bir
birlik oluşturamadı-ğını ve farklı görüşlere sahip sahabelerin bulun-
[105]
duğunu göstermektedir.

2. Ensar ve Ebu Bekir'in Hilâfeti Meselesi

Ensarın Beni Sâ'ide'nin toplantı mahallinde Hazrec'ten bir halîfe seçme


teşebbüsü, mesciddeki müslümanların bu işi Peygamberimizin
defninden sonra ele alma kararma ters düşüyordu. Ayrıca bazı
müslümanların, diğerlerine danışmadan halîfe seçmeleri, bazı
tatsızlıklara, hatta mühim olaylara sebebiyet verebilirdi. Durumun
içinden çıkılmaz bir hal almasını önlemek için, Peygamberimizin
akrabasından cenazeyi yıkamak, kefenlemek işiyle meşgul Ali, Abbas gibi
eşhası beklemeden Ebu Bekir, yanındaki iki zatla Benî Sâ'ide'nin toplantı
yeri olan Sakîfe'ye geldi, birlikte selâm verip oturdular. Ensar'dan biri
kalkıp Ensar'm üstünlüklerini dile getirdi. Kur'an âyetlerinden, Pey-
gamberimizin hadislerinden misâller verdi.
Sonra Hz. Ebu Bekir kalkıp, "Sizin üstünlükleriniz bu kadar değil, daha
fazladır. Fakat hilâfet, daha ayrı bir şeydir. Halîfeyi Arap Yarıma-
dası'ndaki müslümanlann da tasvîb etmiş olması gerekir. Oysa bütün
Arapların razı olacağı halîfe ancak Kureyş'ten çıkabilir; Ensar'dan olacak
halîfeyi bütün Araplar tasvip etmezler" dedi. Sonra diğer bir Ensarî
kalkıp "O halde bir halîfe sizden, bir halîfe de bizden olsun; hilâfet bu iki
kişinin elinde bulunsun" deyince, Ebu Bekir buna cevaben "Halîfe
bizden, yardımcısı sizdendir" dedi. Bir başka Ensarî kalkıp, değişik bir
teklifte bulundu. Teklifi "İlk halife Kureyş'ten, ikincisi Ensar'dan,
üçüncüsü Kureyş'ten, dördüncüsü Ensar'dan olmak üzere, kıyamete
kadar böylece münavebeli bir hilâfet usulü kabul edilsin; biri Ölünce,
diğeri halîfe olsun" şeklindeydi. Ensar, kendi görüşleri, Muhacirler de
kendi görüşleri üzerinde ısrar edip, sesler yükseltmeye başladılar,
bundan sonrasının ne olduğu hususunda iki rivayet vardır.
Birincisi İbh Hişâm'a ait: Ebu Bekir, Peygamberimizin "Devlet başkanları
[106]
Kureyş'tendir dediğini hatırlattı. İkinci rivayetse, bu hatırlatmayı
oradaki bir Ensarî yaptı, şeklindedir.
Hatırlatmayı hangisi yapmış olursa olsun, hepsi İslâm'a ve
Peygamberimize inanmış kimseler olarak Hz. Peygamber'in böyle
dediğini hatırlayınca, ona göre hareket edilmesinin icabettiği hususunda
ittifak ettiler. Ebu Bekir, "İşte burada Ömer ve Ebu Ubeyde b el-Cerrâh,
hangisine bîat ederseniz ediniz" demişti. Burada Ebu Bekir'in
büyüklüğünü görüyoruz. Halifeliği kendisi için istemeyip, kendilerini
Peygamberimizin çok sevdiğinden ve liyâkatları da olduğundan, bu iki
zattan birine bîat edilmesini teklif etmişti.
Yalnız bu arada bir hususa da temas edilmelidir: Peygamberimiz "Umûmî
[107]
bir vazifeyi, isteyenine vermeyiz" mânasında bir söz de söylemisti.
Hz. Ebu Bekir, "Beni halîfe seçin" deseydi, bu prensibe ters düşerdi. Bu
prensibe göre "beni halîfe seçin" diyenin halîfe seçilmemesi gerekirdi.
Ayrıca Peygamberimiz bir hadisinde: "İnsan bir vazifeye kendi talip olur
da bazı eksikleri olursa, insanlar bunu onun başına vururlar; bu vazifeyi
sen istedin, şimdi de üstesinden gelemiyor, işlerimizi aksatıyorsun derler.
Halbuki bir insana bir vazife zorla verilirse, bu vazifede eksiklikleri ol-
duğu takdirde, onu o vazifeye getiren bizleriz, istemediği halde ona bu
[108]
vazifeyi yükledik; yardım edelim de bu işin üstesinden gelsin derler
diyor.
Netice olarak Ömer, "Hayır, başımı kesseniz Ebu Bekir'e halîfe olamam.
Başımın kesilmesi bundan daha kolaydır, getir elini sana bîat ediyorum"
deyip, Ebu Bekir'in elini tutup kendine doğru çeker. Bundan sonraki şu
olaysa ashabın, husu-sen Ensar'm büyüklüğünü gösterişi bakımından
dikkat çekicidir. İşte bu esnada Ensar'dan biri Ömer'e hitaben "Dur biraz
bekle, önce ben bîat edeyim" der. Zira Muhacirler, muhacirlerden birini
halîfe seçerlerse, belki bazı Ensar'm kalbinde bir çeşit eziklik olabilirdi.
Oysa Ensar, muhacirlerden birini halîfe olarak benimserse, buna
meydan verilmeyecektir. Bu da ahlakî yüceliğin bir örneğidir. Böylece ilk
defa bu Ensarî, sonra da bütün diğer müslümanlar ihtilâf etmeden Ebu
Bekir'e bîat ettiler. Yalnız Sa'd b.Ubâde (r.a.) bîat etmedi. Ebu Bekir,
Sa'd'ın bîatı için ısrarda ve zorlamada bulunmadı: "Madem ki bîat
etmiyorsun, sen bilirsin" dedi. Bilâhare buradan herkes evine dağıldı.
İkinci gün (yani Peygamberimiz defnedildikten sonra) Ebu Bekir mescide
gelip minbere çıkarak müslümanlara hitapta bulundu. Bu hitabı bi ze
Ebu Bekir'in büyüklüğünü göstermektedir. Hz. Ebubekir bu ifadesinde
şöyle demiştir. "Dün beni halîfe olarak seçtiniz, oysa ben hilâfet istemiyo-
rum. Bir başkasını seçebilirsiniz". Bunu üç gün Medine'nin her yerinde,
Belâzurfnin rivayetine göre ısrarla söyledi. Anlaşıldığına göre müslüman-
lar "Bu işe senden daha lâyık olan yoktur. Peygamberimizin hayatında
imarnlık için seçtiğinin yerine nasıl olur da bir başkasını koyarız"
[109]
dediler.

3. Hz. Fatma'nın Miras Talebi ve Ebu Bekir'in Halifeliği

Burada küçük, fakat ilmî değeri büyük bir tartışmaya değinmek


istiyorum. Peygamberimizin kızı Fatma anamız, Ebu Bekir'in evine
(halîfe olduğu için) giderek, "Babam vefat etti, miras hakkımı talep
ediyorum" dedi. Peygamberimizin vefatından sonra hiç parası
çıkmamıştı. Fakat Fe-dek'te, Medine'de vs.'de bazı arazileri vardı. Bura-
ların gelirlerini ailesine harcar, artanı da umumiyetle müslümanlar için
sarfederdi. Ebu Bekir'in bu miras hakkı talebine cevabı "Peygamberler
miras bırakmazlar" şeklinde olmuştu. Zira Peygamberimizin kendisi: "Biz
[110]
peygamberler miras bırakmayız, bıraktığımız sadakadır yani
devletindir, akrabamızın, vefatımızdan sonra biz peygamberlerden
miras alma hakları yoktur, demişti.
Fakat burada ince bir ilmî nokta var. Fatma anamız neden Ebu Bekir'e
miras talebiyle gitti? Neden bir başkasına, meselâ Hz. Peygamber aile-
lerine; analarımıza gitmedi? Çünkü Fatma anamız, Ebu Bekir'i
Peygamberimizin halîfesi olarak görmüş ve hakkını, bu konuda yetkili
olan kişiden talep etmiştir. Bununla, Şiî kardeşlerimize, Fatma anamızın
Ebu Bekir'in halifeliğim benimsediğini, onun halifeliğini meşru kabul
ettiğini hatırlatırım. Sonra bir evli hanımın, kocasından habersiz hak
talep etmeğe gittiği nasıl tasavvur olunabilir? Buna imkân yoktur. Şu
halde Hz. Ali, zevcesi Fatma anamıza, "Halîfe Ebu Bekir'e git ve baban
Peygamberimizden sana miras olarak intikal etmiş hakkını talep et"
demiş, böylece Hz. Ali de Ebu Bekir'in halifeliğini kabul ve itiraf etmiştir.
Maalesef 1400 yıldan beri Şiîler ve Sünniler arasında bu hilâfet mevzuu
ayrılık unsuru olarak gelmiştir. Sünnîler, Şiilerin tarih kitaplarını mü-
tâlâa etse, kabul edemeyeceği bazı şeyler, Şiîler de Sünnîlerin tarih
kitaplarını mütalaa etse, kabul edemeyeceği bazı şeyler bulabilir. Fakat
bu olaylar için Sünnî ve Şiî tarih kaynaklarından başka müracaat
edeceğimiz kaynaklar da yoktur.
Belâzurî, Ali-Ebu Bekir arasındaki hilâfete ait konuşmayı şöyle nakleder:
"İkinci gün Ebu Bekir mescidde insanlara hitapta bulunurken, Hz. Ali'nin
olmadığını görür ve ona, bir rivayete göre haber gönderir. Bir başka
rivayete göre kendisi ona gidip konuşur; der ki: "Senden başkası bana
bîat etti, neden sen etmedin?" Hz. Ali'nin cevabı şu olur: "Senin
şahsiyetine hiçbir itirazım yoktur. Ancak benim hoşuma gitmeyen husus,
bu mevzuda bizimle istişarede bulunulmayışıdır". Bunun üzerine Ebu
Bekir, yukarıdaki durumu izah ederek, bu halîfe seçilişinin hangi tarzda,
ne gibi şartlar altında tahakkuk ettiğini açıklar, istişareye vakit ve imkân
bulamadıklarını izah eder, bunun üzerine Hz. Ali, Ebu Bekir'e bîat eder.
Diğer bir rivayete göre Fatma anamız, miras talebinden sonra Ebu
Bekir'e kırgın olarak evine döner ve kocası Ali'ye "Hakkım olan mirası
Ebu Bekir bana vermiyor" der. Hz. Ali de, zevcesi Hz. Peygamberimizin
kızı Fatma anamız kendisine kırılmasın diye, zevcesine ihtiramen, hemen
Hz. Ebu Bekir'e bîat etmez. Fakat altı ay sonra Fatma anamız vefat
edince, Ebu Bekir'e bîat eder. Ancak bu altı ay zarfında, Ebu Bekir'e her
türlü işlerinde yardımcı olur, onunla işbirliği yapar.
Bir üçüncü rivayete göre ki bu rivayette Şiî tesiri gayet açık görülüyor
Ebu Bekir ile Ömer, Hz. Ali'nin evine gidip kapıyı çalarlar. Ömer, Ali'ye:
"Şimdi derhal Ebu Bekir'e bîat etmezsen evi yakarım" der. Fatma anamız
buna: "Sen mi evimi yakacaksın" diye istifhâmen cevap verir. Buna
karşılık Hz. Ömer: "Evet, evini ben yakacağım?" deyince, Hz. Ali kapıya
çıkar. Ömer, Ali'yi tutup yere vurur.
Esefle söylenmelidir ki, bu tarihî mesele, müslümanlar arasında itikâdî
bir mesele haline gelmiştir. Meselâ, Şiîlere göre, bir insan Peygam-
berimizden sonra halifelik hakkına sadece Hz. Ali'nin sahip olduğunu
itiraf etmezse müslümanlıkları tam olamaz. Şiîlerde bu konu mezhepleri-
nin itikadı bir boyutudur.
Sünnîler ise bu konuda: "Peygamberimiz ve-liahd tayin etmediğinden,
icmâ ile Ebu Bekir'in halîfe seçilmiştir" demektedirler.
Ancak gerek ilk halifelik, gerekse ilk halîfeden sonraki halifelik konusu
tarihî bir mevzudur. Dinin aslından olan bir mesele değildir. Fakat
müslümanlar arasında maalesef bu, itikadı mevzulardan bir cüz halini
almıştır.
Bunun yanında maalesef dinden pek hissesi olmayan tarihçiler de bazı
olayları, olmadığı halde oldu gibi göstermişlerdir. Meselâ, yukardaki Ali-
Ömer hadisesiyle ilgili üçüncü görüş, bu tip tarihçilerin uydurduğu yalan
[111]
olaylardandır, kanaatindeyim.

4. Hz. Ebu Bekir'in İlk Uygulamaları

Ebu Bekir halîfe olduktan sonra, devlet ha-zinesindeki malların,


Medine'deki müslümanlara dağıtılmasını emretti.
Hz. Ebubekir'in halifeliğinin ilk günlerindeki bir önemli nokta da şuydu:
Peygamberimiz ölüm yatağındayken, "Üsâme komutasında orduyu sefere
çıkarın" demişti. Bu ordu, bir müslü-man elçiyi öldüren Bizanslılar
üzerine gönderiliyordu. Ebu Bekir halîfe seçilir seçilmez, Üsâ-me'nin
orduyla sefere çıkmasını emretti. Hz. Ömer gibi bazı zevat ise, "Orduyu
Medine haricine gönderme, yalancı peygamberlik iddiasında olanlar vs.
var. Ordunun önce onlarla, sonra Rumlarla (Bizans Devletiyle)
çarpışması daha uygun olur" demişlerse de, Hz. Ebu Bekir:
"Peygamberimizin emri tehir olunamaz" diyerek orduyu Üsâme
komutasında savaşa göndermiştir.
Bu arada Ebu Bekir, "Peygamberimiz bir kimseye mal vs. vermeyi
vaadettiyse bana gelsin, ben onun yerine vereceğim" diye ilânda
bulundu.
Ayrıca Ebu Bekir'in halîfe seçilip kendisine bîat edilişi mevzuunda, bir
noktanın daha açıklığa kavuşturulması, ilmî önem taşır. Ebu Bekir'e
Medineliler bîat etmişlerdi. Güney Filistin, Güney Irak vs. gibi diğer Arap
Yarımadası hep müs-lümandı. Ne var ki bu müslümanlar, hemen bîat
edememişler, haberi duydukça peyderpey bîat etmek zorunda
kalmışlardır. Zira o zamanlar bildiğimiz gibi, seri haberleşme vasıtaları
yoktu. Nihayet Hz. Ebu Bekir'e edilen son bîat, halîfe seçilişinden altı ay
[112]
sonra olmuştur.

Onbirinci Bölüm

Hz. Ebu Bekir'in Halifeliğinin Meşruiyeti


[113]
1. Hilâfetin Kureyşliliği

Ebu Bekir'in halîfe olarak seçilmesine temel olan Peygamberimizin


[114]
"Devlet reisleri Kureyş'tendir" mânâsındaki hadisi, kıyamete kadar
tatbiki gerekli bir emir miydi; yoksa, muayyen bir zaman için tatbiki
mevzubahis olan bir hadis miydi? Bu hadis ne zaman, hangi maksatla
söylenmişti? Maalesef bunu izah edecek ciddi malumata sahip değiliz.
Çeşitli hadislerde, muhtelif kelimeler kullanarak Peygamberimiz devlet
başkanlarının Ku-reyş'ten olmasını emrediyor. Fakat bu hadisleri
anlayabilmemiz için başka hadislere de müracaat etmeliyiz. Acaba
Peygamberimiz "Devlet başkanları Kureyş'tendir" ifadesini bir emir
olarak mı, yoksa bir başka maksatla mı kullandı?
Buhârfnin Sahîh'inde şöyle bir hadise rastlıyoruz: Bir sahâbi, babasıyla
birlikte Medine'ye gelir. Peygamberimiz müslümanlara hitab etmektedir.
Sahâbi, Peygamberimizin "Oniki emir gelecektir" dediğini işittim,
cümlesinin diğer kısmını işitemedim. Babama sordum, cevaben "Hepsi
[115]
Kureyş'ten" dediğini belirtti.
Burada Peygamberimizin, bu hususta bir emir vermediğim, ileride vuku
bulacak olan şeyi haber verdiğini anlıyoruz. Yani Kureyş'ten oniki kişinin
halifelik yapacağını bildirmektedir. Bu mevzuyu anlamak sadedinde bu
hadise ihtimam göstermeliyiz.
Diğer bir hadise göre, Peygamberimiz savaş, hacc vs. sebeplerle
Medine'den ayrıldığında, yerine nâib olarak birini bırakırdı. Bu hal,
Bedir Sa-vaşı'ndan vefatına kadar devam etmiştir; takriben yirmi kere
vuku bulmuştur. Tarihçiler meselâ Belâzurî bu naibe "halîfe"
[116]
demektedirler. Şüphesiz ki bu naibin ilk devirlerde vazifesi çok
değildi; sadece namazda imamlık yapıyordu. Fakat yavaş yavaş İslâm
toprakları genişleyince, bütün Arap Yarımadasını içine aldığında, naibin
birtakım idarî vazifeleri de alması tabiîydi. Meselâ, hicretin beşinci
senesinde Medine'ye ticaret eşyası getiren gayrimüslimlerin kafilelerine
Dû-metu'l-Cendel denilen yerde hücum edilmesi üzerine, İslâm aleyhtarı
bu harekete karşılık Peygamberimiz orduyla, Medine'de yerine bir nâib
(halîfe) bırakarak sefere çıkar. Fakat hiç de âdeti olmadığı halde,
Dûmetü'l-Cendel'e varmadan Medine'ye geri gelir. Anlaşıldığına göre,
Peygamberimizin Mekke'deki casusu; amcası Abbas, Mekkelilerin
Medine'ye hücuma hazırlandıklarını bir haberciyle haber vermişti.
Mekkelilerle, Hayber ya-hudileri ve diğer gayrimüslim Arap kabilelerinin
bu hazırlığı bilâhare, Hendek Savaşı olarak tarihe geçecektir. Haberci,
ordu sefere çıktıktan sonra Medine'ye gelmiş ve durum nâib (halîfe)
tarafından Dûmetü'l-Cendel yolundaki Peygamberimize intikal
ettirilmiştir. Yola çıkmadan haber alınsaydı, şüphesiz sefere
çıkılmayacaktı. Yani, Peygamberimizin nâiblerinin, imamlıktan başka
birtakım idarî, siyasî, askerî vazifeleri de olabiliyordu.
Bu halîfelerin hepsi Kureyş'ten değildi. Muhacirlerden, Ensar'dan seçtiği
oluyordu. Hatta birkaç defa halîfe olarak kör bir zâtı, İbn Ummi
Mektûm'u bırakmıştı. Veda haccmda da aynı kişiyi halîfe olarak
bırakmıştı. Yani Peygamberimiz, vefatından üç ay öncesine kadar,
halîfenin gözü gören veya görmeyen bir zât olabileceğini davranışlarıyla
göstermiştir. Mevzuda bu da önemli bir noktadır. Peygamberimiz diğer
bir hadisinde de: "Sizin Kahtân'dan bir halîfeniz olacaktır" buyurur. Oysa
Kahtân, Kureyş'ten değildir, Yemen kabilelerin-dendir. Bu durumda
insan, Peygamberimizin ne kasdettiği hususunda şaşırmaktadır. Zira bir
[117]
taraftan "Kureyş'ten iki kişi kalsa da emir bu ikisinden biridir
mealinde konuşmakta, bir taraftan da "Kahtân'dan halîfeniz olacaktır"
demektedir.
Ancak burada şu hususu da zikretmeliyiz: Hz. Ali veya Muâviye'nin
halifelikleri zamanında Abdullah b Amr b el-As'dan "Kahtân'dan halîfe
olacaktır" rivayeti, Muâviye'ye ulaşınca, çok kızar ve hemen minbere
çıkarak "Câhil insanlar, esası olmayan şeyler söylüyorlar;
Peygamberimize söylemediği şeyleri, söyledi diyorlar, ben Peygambe-
rimizin 'Kureyş'ten iki kişi kalsa bile halîfe Kureyş'ten olacaktır1 dediğini
işittim" der. Burada hadislerin siyasî meselelerden müteessir olduğunu
görüyoruz. "Halîfeler Kureyş'tendir" sözünü Peygamberimizin, kendi
yerine halîfe bırakma hareketine aykırı olarak, nerede, ne zaman, hangi
maksatla söylediğini anlayamıyoruz.
Mevzuya ışık tutan diğer bir husus da şudur: Benî Sâ'ide toplantı yerine
Ebu Bekir gittiğinde, bildiğiniz gibi Ensar'a hitaben "Müslümanlar
Kureyş'ten başkasının halîfe olmasını kabul etmezler" demiştir. Evet, o
zamanın içtimâi durumu, belki bunu zorlamış olabilir. Yoksa müslü-
manlar arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü "Mü'minler ancak
[118]
kardeştirler Mekkeli, Medineli, Yemenli vs. arasında hiçbir fark
yoktur. Ayrıca Kur'an'da Yüce Allah: Sen mülkü kime dilersen ona
[119]
verirsin, mülkü Sen kimden dilersen ondan alırsm buyurur. Yani
mülk Allah'ındır, onu kime dilerse ona verir. O zamanlar müslümanların
çoğunluğu Araptı. Araplarda Kureyş'in ayrı bir yeri vardı. Fakat ekseriyet
Arap olmayanlarsa, Araplar azmlıksa halîfenin Arap olmayanlardan
olmasında bir mâni var mıdır? Bize göre bir mâni yoktur.
Ebu Bekir'den sonra, Müslümanlar arasında, "Halîfe Kureyşlilerden
başka birisi olmalıdır; zira Kureyş'ten olursa, Kureyş'in ileri geleni halîfe
olacaktır. Kureyş'in diğer kabilelere nazaran Araplarda mümtaz bir
mevkii olduğundan Ku-reyşli halîfe, kibirli, gururlu olabileceğinden, ge-
reği gibi İslâmî icaplara riayet etmeyebilir. Fakat Kureyş'ten olmayan
halîfe, bu vasfı taşımayacağından var gücüyle, dinin gereklerine göre
davranma azminde bulunacaktır" görüşü ortaya çıktı. Belki de bu görüş
sahipleri Peygamberimizin, "Emîriniz, başı kara üzüm taneciği gibi siyah
olan bir Habeşli olsa da, onu dinleyip itaat edin" mâ-nâsındaki
hadisinden hareket etmiş olabilirler.
Bunun yanında, "Halîfeye ihtiyaç yoktur, müslümanlar, Kur'an, Sünnet
ve fakihlerin içti-hadlan ile hareket edebilirler" görüşü de vardı.
Anlaşıldığına göre bu son iki görüş sahipleri azınlıktaydı ve
müslümanların ekseriyeti bu siyasî görüşleri benimsemişlerdi.
Azınlığın bu görüşlerini vakıa sebebiyle redd sadedinde şunu
söyleyebiliriz: Ortada bir, vakıa olarak halîfe varken; râşid halîfelerden
olsun, Emevîlerden, Abbasilerden olsun, hiç kimse halîfe aleyhine birşey
söylemeğe cesaret etmemiştir. Zamanımızdan buna şöyle bir misâl
verelim: Bugün İran müslüman bir memleket sayılıyor. Biri çıksa da
"İran'da devlet idaresi cumhuriyet olmalıdır" dese, yahut Türkiye'de biri
çıkıp da "İdarî şeklimiz cumhuriyet değil de, padişahlık olmalıdır" dese,
buna günün idaresi müsaade etmez. İşte o zamanda da, kanaatime göre,
azınlığın görüşleri, vakıaya ters düştüğünden, vakıa tarafından tesirsiz
kılınmışlardır.
Bu görüşlerin 1400 yıldan bu yana tarih içindeki akışını aktarma
lüzumunu duymamakla beraber, sadece îbn Haldun'a temas edeceğim.
Bu zat Arap değil, Berberi idi. Diyor ki: " 'Halîfeler Kureyş'tendir hadisi
doğrudur, fakat bu hüküm devamlı değildir, o zamanın icabıydı."
Bu siyasî görüşlerin bize anlattıkları şudur: Siyasî durumlar, görüş
sahiplerinin zamanlarına göre değerlendirilip anlaşılmıştır.
Meselâ Sultan Selim, Mısır'ı fethedip kendisi, yani Osmanlı hanedanı için
halifelik iddiasında bulunduğu zaman, müslünıan Türkler de sul-
tanlarının bu davranışlarını caiz göstermek hususunda gayret sarfettiler.
İşte bundan dolayı, bana göre halifelik mev-zuunun sadece itikâd; inanç
yönünden değil, fakat aynı zamanda içtimaî yönden de ehemniyeti
[120]
vardır. Doğrusunu Allah bilir.

2. Hz. Ebu Bekir'in Halifeliği ve İlk Hristiyanlıkla Bir Mukayese

Hz. Ebu Bekir halîfe seçilince, Üsâme başkanlığında ordunun sefere


çıkarılmasını emretti, bazı idarî emirler de verdi. Meselâ müslümanlara,
hazineden para verilmesini temin etti, vs. Fakat halifeliğinden birkaç gün
sonra ehemniyetli bir durum zuhur etti. Bazı müslüman kabileler, din ile
siyaseti birbirinden ayırıp, "Din başka, siyaset, yani dünya işleri başkadır.
Biz eskiden olduğu gibi dine bağlıyız. Namaz, oruç, hacc vs. gibi dinî
icâpları yerine getiririz, fakat bir dünya işi olan zekâtı (vergiyi) vermeyiz.
Çünkü zekâtı Muhammed'in (a.s.) şahsı için veriyorduk. Madem ki artık
Allah'ın rahmetine kavuşmuştur, zekât vermemize lüzum kalmamıştır"
dediler. Ordu Bizans'a karşı seferde olduğundan Medine'de; başkentte
asker yoktu.
Ayrıca Yemen'de Esved adında birisi peygamber olduğu iddiasıyla ortaya
çıkmıştı, Peygamberimizin son günlerinde öldürülmüş ise de, isyan
bastırılmış değildi. Peygamberimizin vefatı duyulunca, isyan Yemen'e ve
civarına yayıldı. Peygamberimizin gönderdiği valiyi Yemen'den attılar.
Bunun yanında, peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetu'l-
Kezzâb'ın kuvveti, Peygamberimizin vefatı akabinde büyümüştü.
Hz. Ebu Bekir, halifeliğinin ilk devrelerinde, bütün bu İslâm
aleyhtarlarıyla savaşmak zorundaydı. Bu durumda kendisinin bir veziri
olarak Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'e "Zekât vermeyiz fakat müslümanız
diyenlerle şimdi savaşa girme, Bizans'tan Üsâme emrindeki ordu dönsün,
o zaman bu harbe girebiliriz" dediyse de, Ebu Bekir, Ömer'in sakalından
tutup, O'nu sarsarak, "Sen müşrik iken cesurdun; Peygamberimizi
öldürmek istedin, şimdi müslüman olduktan sonra korkaklaştın mı?"
karşılığını verdi ve ilâve etti: "Benimle bir kişi bile gelmese, tek başıma
bunlarla savaşırım. Çünkü Kur'an'da Allah 'Namazı kılın, zekâtı
[121]
verin diye namazla zekâtı aynı derecede zikrediyor, ikisi arasında
fark yoktur. Namazı inkâr eden mürted (İslâm'dan çıkmış) olur, onunla
savaşırız. Zekâtı inkâr eden de İslâm'dan çıkmış; kâfir olur ve onunla
savaşmamız gerekir. Namaz bedenî ise, zekât da aynı Allah'ın emriyle
malî bir ibadettir" dedi. Hz. Ömer: "Bilâhare Ebu Bekir'in haklı olduğunu
anladık ve görüşünü benimsedik" diyor.
Bunun üzerine zekât vermeyenlerle savaşıldı. Bundan sonra hiç kimse
"Kur'an'm bu emrini kabul ediyoruz, şu emrini kabul etmiyoruz" demeğe
cesaret edemedi.
Bunu, hıristiyanların durumuyla mukayese etmek istiyorum. Hz. İsa (a.s.)
göğe çekilince, kendine inanmış olan hıristiy ani arın sayısı otuz-kırk
kişiyi geçmiyordu. Hepsi de Filistin'in, Suriye'nin çeşitli yerlerine
dağıldılar. Hz. İsa'nın halîfesi yoktu. Her bir hıristiyanın dediği diğerini
tutmuyordu. Birisi "İsa'nın dini buydu", diğeri "Hayır, o değil buydu" vs.
gibi, birbirini tutmaz iddialara sahiptiler. Hıristiyanlıkta, meselâ Hz. Ebu
Bekir gibi hıristiyanları bir araya toplayan bir hilâfet sistemi, olmamıştı.
Bunun için hıris tiy anların bir muayyen şey hakkında görüş birliğinde
olmaları kabil olamamıştır. Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden altı sene
sonra, hıristiyanlar arasında görüş farklılıkları şiddetlenince aralarında
mek-tuplaşıp, bir yerde toplanarak ortak bir karara varmak hususunda
anlaştılar.
Hz. İsa dünyadayken, hıristiyanlığa karşı olan Pavlus adındaki bir şahıs,
Hz. İsa göğe çekilince hıristiyan olup en koyu hıristiyan tebliğcile-rinden
biri oldu. Hıristiyanlar Hz. İsa vefat etti diyorlar; fakat İslâm'a göre vefat
etmedi; göğe çekildi. Onun için biz konuşurken vefatından sonra değil,
göğe çekilişinden sonra diyoruz. İşte hıristiyanların bir araya gelip ortak
bir karara varmalarını bu Pavlus teklif etti ve toplantı yeri olarak da
Kudüs memleketini gösterdi. Böylece Kudüs'te Hz. İsa'nın bazı havarileri,
Pavlus ve diğer ileri gelen hıristiyanlar bir araya geldiler. Pavlus şöyle
konuştu: "İsa, Tevrat'a uymamızı istedi. Bu doğrudur. Fakat Tevrat
,tatbiki güç bir kitaptır, insanlara tebliğde güçlük değil, kolaylık teklifiyle
hitâbedilmelidir."Hz. Ömer'in dediği gibi, Pavlus da burada: "Zekât
vermeyenlerle savaşmamah-yız" dedi. Fakat Pavlus'un yanında Ebu Bekir
veya benzeri olmadığından, netice farklıydı.
Pavlus görüşünde ısrar ediyor, Bernâba ise aksi fikri müdâfaa ediyor,
böylece toplantıda anlaşmazlık havası esiyordu. Ekseriyetin hangi görüşü
benimsediğini bilmiyoruz. Fakat elimizdeki İncil'e göre, buradakiler
Pavlus'un görüşünü kabul ettiler. Pavlus'un düşünceleri şuydu: "Biz ve
Ruhu'l-Kudüs, Hıristiyanların aşağıdaki dört madde haricinde Tevrat'tan
mesul olmadıkları hususunda ittifak halindeyiz. 1) Allah'a inanmak, 2)
Putlara kesilmiş hayvanı yememek, 3) Kan içmemek, 4) Zina yapmamak.
Bunlar haricinde Tevrat'ın hiçbir emrinden mesul değiliz." Bunun hukukî
mânâsı şudur: Din âlimleri topluluğu; dini, Hz. İsa'nın emirlerini,
hıristiyanlara göre ilga edebilmektedir, Oysa Hz. İsa "Tevrat'ı ilga için de-
ğil, fakat Tevrat'ı tesbit edip tamamlamak üzere geldim. Tevrat'tan bir
kelime bile ilga olunamaz" diyordu.
İşte bundan dolayıdır ki, 2000 seneden beri hıristiyan papaz ve rahipleri
toplanarak, istedikleri gibi emir mahiyetinde kararlar almaktadırlar.
Hıristiyanlar bu karan, dinin nebisi Hz. İsa'dan sadece altı sene sonra
[122]
alıyorlardı.

3. Konu İle İlgili Sorular:

Soru: Hz. İsa'dan altı sene sonra hıristiyanlar dinlerini değiştir dilerse,
neden Peygamberimiz Muhammed'in gönderilmesi takriben altıyüz sene
sonra olmuştur?
Cevap: Sebebi Allah bilir. Fakat görünüşe bakılırsa, Pavlus'un fikrini
bütün hıristiyanlar kabul etmediler. Az da olsa Hz. İsa'nın dinine göre
yaşayanlar vardı. Bunlardan bir teki bile kalmayınca, Allah son
peygamber olarak Hz. Muhammed'i gönderdi. Bunu Selmân-ı Fârisfin ifa-
desi teyid ediyor. Bilindiği gibi, Selmân-ı Farisi önceleri kendisi ateşe
tapıyordu. Sonra Hz. İsa'nın dinine girdi ve Hz. İsa'nın dinine mensub
olanlarla birlikte, onların hayatlarının sonuna kadar yanlarında kaldı.
Nihayet son defa, beraberinde bulunduğu İsa dinine mensup zât ölüm
döşeğindeyken, "Senden sonra kimin yanına gidebilirim?" diye sorunca,
o zat "Hz. İsa'nın getirdiği dine rnensub hiçbir kimseyi tanımıyorum.
Artık şu şu vasıfları haiz, şu memlekette zuhur edecek bir son Hz.
Peygamberin ortaya çıkma vaktidir kanaatindeyim" der ve az bir müddet
sonra da Ölür. Selmân bu vasıfları sorup, arayıp neticede,
Peygamberimizi bulur.
Dünya yüzünde doğru yoldan haberdar olan kalmayınca, Allah'ın
insanlara olan şefkati, onlara son bir peygamber göndermeyi
gerektirmiş, Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun, Hz. Muhammed'i
göndermiştir. Madem ki gelen son din, son kitap Kur'an'la ayaktadır; tek
harfi değişmeden muhafaza edilmiştir, bir başka peygamber gön-
[123]
dermesine hacet yoktur.

[1]
Rahmetli Doç.Dr. Ruhi Özcan'ın hayatı ve eserleri için bkz. Islamî Araştırmalar Dergisi 5,
(Ankara 1987) s.21-25
[2]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
9-10.
[3]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
11.
[4]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
13.
[5]
Haşr, 59/23.
[6]
Mahlukları hakkında emir ve yasağın hakiki mutasarrıfı, mâliki, sahibi. Hepsi O'nun
mülkü, kahrı ve iradesi altındadır. (Hâzin). Mülkü, tasarrufu bir an zeval bulmaz (Medârik):
(H. B. Çantay Tefsin: 3/1029-1041).
[7]
İşlenmesinde sevâb ve terkinde ceza olan şeydir; Ce-lâleyn (a.g.e. 2/757).
[8]
Âdem: Celâleyn (a.g.e.).
[9]
Ahzâb, 33/72.
[10]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
14-15.
[11]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
17-18.
[12]
Tevbe, 9/37.
[13]
Saffât, 37/88-89.
[14]
Bu ifadeler En'am, 6/76-78 âyetlerinden alınmıştır.
[15]
En'am, 6/75. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1999: 18-19.
[16]
Nisa, 4/158
[17]
Meryem, 19/57.
[18]
Yûsuf, 12/24.
[19]
Tâhâ, 20/31-32.
[20]
A'raf, 7/143.
[21]
En'am, 6/75.
[22]
Sidre, kelime olarak Arabistan kirazı ağacı mânâ-sindadır. Bu ifadede sınır başlangıcını
temsil etmektedir. Mahlukatın ilim sınırıdır; ötesine geçmez (Bey-dâvî ve Medârik
tefsirleri). Sidretü'l-Müntehâ, ne melek ne başkasının ötesine asla geçemedikleri, arşın
sağında bir ağaçtır (Medârik ve Celâleyn tefsirleri, H. B. Çantay Tefsiri: 3/972).
[23]
Necm, 53/9.
[24]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
20-22.
[25]
Hacc, 22/78.
[26]
Saffât, 37/102
[27]
Bundan sonra Allah kolaylık getirerek, insan çocuklarının boğazlanmalarına bedel
olarak kurban kesilmesini kabul etti.
[28]
Saffât, 37/108.
[29]
Bugüne kadar kabri Yemen'de bilinmektedir.
[30]
Günümüze kadar Salih'in Medâin'inde kalıntıları gelmiştir. "Onlar dağlarda evler
yontup oyuyorlardı." (Hicr, 15/82)
[31]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
22-25.
[32]
Muvahhid idi. İbadeti şirkden, riyadan âzâde idi, yahut kendini tamamen Allah'a teslim
etmiş, O'ndan başkasından ayrılmıştı. Beyzâvî (H. B. Çantay Meali: 2/557).
[33]
Meryem, 19/51.
[34]
Meryem, 19/54.
[35]
A'lâ, 87/19.
[36]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
27-28.
[37]
Meryem 19/51.
[38]
Meryem, 19/54.
[39]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
29-30.
[40]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
30-31.
[41]
Şuarâ, 26/149.
[42]
Şuarâ, 26/149. 32
[43]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
31-33.
[44]
Necm, 53/50.
[45]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
33.
[46]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
33-34.
[47]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
34-35.
[48]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
35-38.
[49]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
38-39.
[50]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
41.
[51]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
41-43.
[52]
Bu meyva ağacı, başı ve meyvesi olmayan bir kütüktü. Mevsim de kış idi. (Meryem)
Silkince Allah ona baş verdi, yaprak verdi, taze hurma verdi. Bu da onun nezâhet ve iffetini
gösteren bir mucize idi. (Çantay, H. B., Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim: 2/559).
[53]
Yam söz söylememeyi adadım. Onlar oruçken konuşmazlardı (a.g.e.)
[54]
Meryem, 19/25-27.
[55]
Meryem, 19/31.
[56]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
43-45.
[57]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
45-47.
[58]
Mekke şehir devletinin örgütlenişi ve işleyişi konusunda bkz. Hamidullah, M.: İslâm
Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1991, s.B., C.2, s.837-870.
[59]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
47-50.
[60]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
50-52.
[61]
Bu nebinin Hâlid b. Sinan el-Absî olduğu, daha önce belirtilmişti.
[62]
Müslim, Cenâiz, 108; Ebu Davud, Cenâiz, 77.
[63]
Kasas, 28/8.
[64]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
53-56.
[65]
Hanifler için bkz. Kuzgun, Şaban: Hz. İbrahim ve Ha-nîflik, Ankara, 1985 (V.A.)
[66]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
57-61.
[67]
Hıcr, 15/94.
[68]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
61-66.
[69]
Necm, 53/3.
[70]
Abese, 80/1-2.
[71]
Enfâl, 8/68.
[72]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
66-68.
[73]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
69-71.
[74]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
71-79.
[75]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.; İslâm Müesseselerine Giriş, Çev. İ. Süreyya Sırma
(İstanbul 1984) s.107-109. 80
[76]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
79-81.
[77]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
83-85.
[78]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
85-87.
[79]
Bu anayasanın tam metni ve tercümesi için bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, C.I,
s.202-210.
[80]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
87-91.
[81]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
91-93.
[82]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
93-96.
[83]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
97-98.
[84]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, c. I, s. 651-655; Hamidullah, M.: İlk
İslâm Devleti, Çev. İhsan Süreyya Sırma, İstanbul ty., s.42-52.
[85]
Ahzâb, 33/21.
[86]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
98-100.
[87]
Kureyş, 106/2.
[88]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
100-103.
[89]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
103-104.
[90]
Hz. Peygamber devrinde Yahudilerle ilişkiler için bkz. Hamidullah, M.: İslâm
Peygamberi, c.l, s.546-616; Sırma, İhsan Süreyya: Hz. Peygamber Devrinde Yahudi Meselesi,
İstanbul, 1984.
[91]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
104-106.
[92]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
107-108.
[93]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
109-110.
[94]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
110-113.
[95]
Hamidullah, M.: Hz. Peygamberin Savaşları, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1981, 3.b. Prof. Dr.
Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999: 113-114.
[96]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
115-116.
[97]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 1999:
116-117.
[98]
Bu konuda bkz. Hamidullah, M.: İslâm Peygamberi, C.I, s.1103-1114 Hamidullah, M.
İslâm Müesseselerine Giriş, s.100-118.
[99]
Bakara, 2/286.
[100]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 118-119.
[101]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 120-121.
[102]
Zümer, 39/30.
[103]
Âl-i İmrân, 3/144.
[104]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 121-124.
[105]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 125-126.
[106]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 3/129, 183; 4/421.
[107]
Buhârî, İcâre, 37/1; Ebu Davud, Akdiye, 23/2.
[108]
Yaklaşık ifadelerle Bkz. Buhârî, İman, 1; Müslim, Imâre, 13.
[109]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 126-129.
[110]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/463.
[111]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 129-132.
[112]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 132-133.
[113]
Bu konuda şu çalışmaya bakılabilir. Hatiboğlu, Mehmet: Hilâfetin Kureyşliliği, A.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, S. 121-213(V.A.)
[114]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 3/129, 183, 4/421.
[115]
Buhârî, Ahkâm, 51; Tirmizî, Fiten, 46.
[116]
Belâzurî, Ensâbu'I-Eşraf, I, pr. 648-767.
[117]
Ahmed b Hanbel, Müsned, 2/29,93.
[118]
Hucurat, 49/10.
[119]
Âl-i İmrân, 3/26.
[120]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 135-140.
[121]
Bakara, 2/43, 83, 110; Nisa, 4/77; Hacc, 22/78; Nûr, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzemmil,
13/20.
[122]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 140-143.
[123]
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslâm Târihine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul,
1999: 143-144.

You might also like