You are on page 1of 16

FEODALİZMDEN KAPİTALİZME

FEODALİTEDE SINIFLAR:
DUA EDENLER, SAVAŞANLAR VE ÇALIŞANLAR
"Eski film yöneticileri tuhaf şeyler yaparlardı. En gariplerinden biri de, insanlar filmde taksiye biner,
sonra şoföre para vermeden inip giderlerdi. Şehirde gezerler, eğlenirler, ya da bir işyerine giderler, o
kadar. Ücret mücret gerekmez. Ortaçağ üzerine kitaplara benzer bu; onlar da sayfalarca
turnuvalarda, şölenlerde, pırıl pırıl zırhlı, şık elbiseli şövalyelerle hanımefendileri anlatırlar. Bu
insanlar hep muhteşem şatolarda oturur, bol bol yer içerler. Bütün bu nesneleri yapan birileri
bulunduğu yolunda pek az ipucuna rastlarsınız, sanki zırhlar ağaçtan toplanırmış, ya da o yenen
şeyleri ekecek, bakacak, derdini çekecek kimse bulunmazmış gibi. Oysa gerçek böyle değildir."
Bu paragrafla başlar Leo Huberman'ın kitabı. Bir takım insanlara işaret eder; eski tarih yazımında unutulan,
ama aslında her şeyi var eden bir takım insanlar: çalışanlar.
Feodal dönemde (klasik feodal dönem derken genellikle 11. ve 12.yüzyıllar kastedilir) kimin ne olacağı
önceden belliydi, çünkü seçenekler belliydi: Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar. Bütün ihtimaller bunlardı ki
bunlar arasında da seçim hakkı yoktu. Birinin hangi mesleği icra edeceği doğuştan itibaren bellidir. Sınıflar
arasında bir geçiş de mümkün değildi.1 En azından şimdilik...
Çalışanlar nasıl çalışırlardı? Fabrikada ya da atölyede değil tabii ki. Çalışılabilecek tek şey ve tek yer vardı:
Toprak.
Feodal dönemde "Topraksız bey, beysiz toprak olmaz" sözü geçerliydi. Her beyin bir malikânesi vardı; herkes
bir malikâneye aitti. Yani, tüm ülke malikâneler şeklinde örgütlenmişti. Malikâne dediğimiz aslında bir köydür. Bu
köyün etrafında da köylülerin ekip biçtiği topraklar vardır. Ekilebilir toprakların bittiği yerde de genellikle otlak,
ekilmez arazi, orman ve çayır bulunurdu. Bu sonuncular ortak kullanılırdı ama, ekilebilir arazi iki bölümden
oluşuyordu. Ekilebilir toprakların yaklaşık üçte biri yalnızca bey'e aitti. Geri kalan toprak, toprakta asıl çalışan
kiracılarındı. Her çiftçinin kendisinin tasarruf ettiği bir toprak parçası vardı. (Ama ilginçtir; feodal dönemde bir
çiftçiye ait toprak, tek parça bir arazi değildi. Genellikle dilimlere ayrılmıştı. Bu, feodal dönemin ayırıcı bir özelliği
olsa da zorunlu değildi. Zaten bir kaç yüzyıl içinde toprağın verimliliğini arttıran yöntemler keşfedildikçe bu parçalı
tarla sistemi de terk edildi.)
Malikâne sisteminin bir diğer önemli özelliği, çiftçinin yalnız kendi tarlasında değil haftanın iki üç günü de lordun
toprağında çalışmak zorunda olmasıdır. Ama çiftçinin lorda sunduğu tek hizmet bu değildir.
"Hasat zamanı telaşında, önce lordun toprağındaki ürünleri kaldırması gerekirdi. Bu 'lütuf
günleri' öteki angaryalara ekti... Kimin toprağının daha önemli olduğu konusunda en ufak bir şüphe
yoktu. İlkin sürülmesi, ilkin ekilmesi gereken hep lordun toprağıydı. Ürünlere zarar verecek bir fırtına
mı belirmiş? O halde, önce lordun ürünü kurtarılmalıydı. Hasat zamanı gelmiş, ekinlerin çabucak
biçilmesi mi gerekiyor? Köylü hemen kendi tarlasını bırakıp lordun toprağına koşmalı. Küçük yerel
pazarda satılabilecek az bir ürün fazlası mı var? Köylünün pazara taşıyıp satması gereken lordun
buğdayı ve şarabıdır ilkin. Bir yol ya da köprü mü onarılacak? Köylü işini bıraksın, ona baksın. Köylü
değirmende buğdayını öğütmek ya da şarap için üzümlerini ezmek mi istiyor? Yapsın, ama lordun
değirmeninde veya şaraphanesinde, ücretini de ödeyerek. Malikâne beyinin köylüye
yaptırabileceklerinin hemen hemen sınırı yoktu."
Ama bu köylülere her şeye rağmen köle denmiyor; serf deniyor. Serf latince 'servus'tan, yani köleden geliyor,
ama aslında bunları köleden ayıran bir şeyler vardı.
Köleliğin 19.yüzyıla kadar devam ettiği Amerika'da şöyle bir gazete ilanı kimseyi şaşırtmazdı: "Şimdiye kadar
satışa sunulmuş en değerli ailelerden biri, otuz beş yaşlarında bir aşçı kadın, 14 yaşlarında kızı ve 8 yaşlarında
oğlu. Alıcının isteğine göre hep bir arada veya tek tek satılacaktır." Ama Ortaçağ'da böyle bir ilan çıkamazdı. Serfi
köleden ayıran en önemli özellik ilanın son cümlesinde gizlidir: toptan ya da tek tek. Köleden farklı olarak serf,
ailesini bir arada bulundurma hakkına sahipti. Diğer bir ayrım ise şuydu: Köle her yerde ve her zaman alınıp
satılabilecek bir maldı ama, serf topraktan ayrı olarak satılamazdı. Lord malikânesini bir başkasına bırakabilirdi
ama, bu yalnızca serfin yeni bir lordu olacağı anlamına gelirdi; serf toprağında kalırdı. Bu önemlidir; çünkü serfe
kölenin hiçbir zaman sahip olamayacağı bir çeşit güvenlik sağlıyordu. Ne kadar kötü muamele görse de serfin
hep bir arada bulunabileceği bir ailesi, bir evi ve küçük bir toprak parçasını kullanma hakkı vardı. Hatta bazı özgür

1 Osmanlıda da öyleydi. Bir kişi bir şeyler yapıp edip reaya olduğunu gizler ve bir şekilde de sipahi olursa, anlaşılır anlaşılmaz tımarı elinden
alınırdı.

1
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
insanların bile şu veya bu nedenle meteliksiz, evsiz barksız, aç susuz kalıp kendilerini bir lorda serf olarak
sundukları olurdu.
Serflere dair buraya kadar söylenenler tabii ki çok genel şeylerdir. Aslında serfler arasında bir çeşitlilik de
mevcuttu. Mesela sürekli olarak lordun toprağında yaşayan ve haftanın iki üç günü değil de her gün lordun
toprağında çalışan 'demesne serfleri' vardı. Köyün kıyısında iki üç dönümlük toprağı bulunan ve 'bordar' denilen
çok yoksul çiftçiler de vardı. Ya da hiç toprağı olmayan ve boğaz tokluğuna yanaşma olarak çalışan 'cotter'
denilen serfler vardı. Serbest köylüler vardı. Bunların lorda karşı yükümlülükleri daha az, kişisel ve ekonomik
özgürlükleri daha genişti. Yükümlülükleri daha az olmaktan başka daha sabitti. Bu büyük bir avantajdı, çünkü,
durumlarını önceden bilirler, ona göre program yapabilirlerdi. Lord aklına estiği gibi onlara yeni görevler
yükleyemezdi. Bazı serbest köylüler diğer yükümlülükleri taşımakla birlikte 'lütuf günleri'nden bağışıktılar.
Bazıları ise hiç hizmet sunmaz, bugün ortakçıların yaptığı gibi ürünlerinin bir kısmını lorda verirlerdi. Ya da bazıları
ürünlerinin bir kısmını vermezlerdi de belirli bir nakdi ödemede bulunurlardı. Yıllar geçtikçe bu son yöntemin çok
yaygınlaştığı görülecektir. Neredeyse özgür insanlar kadar rahat durumda olan ve kendi tarlaları dışında lordun
toprağının bir kısmını da kiralayabilen serbest köylüler vardı.
Feodalitede serbest köylüden başka özgür insanlar da mevcuttu. Bunların hiçbir hizmet yükümlülüğü yoktu,
yalnızca üstlerindeki lorda vergi öderlerdi. Özgür insan, serbest köylü, serf tasarrufu... hepsi bir çok aşamada içiçe
geçmişti. Hangisinin kesinlikle ne olduğunu, her sınıfın durumunun ne olduğunu kesinlikle tespit etmek güçtür.
Malikâne sisteminin hiç bir anlatımı tam olarak doğru olamaz, çünkü çeşitli yerlere göre koşullar çok değişiyordu.
Yine de hemen hemen tümü için, yani özgür olmayan emek için geçerli bazı temel noktalar vardı:
Az ya da çok hepsi lorda bağımlıydılar. Lordlar köylülerin lord için varolduğuna inanırlardı. Muhtemelen buna
köylüler de inanıyorlardı. Lordla serf arasında eşitlik hiçbir alanda söz konusu değildi. Serf toprakta çalışır, lord
da toprakta çalıştırırdı. Lord açısından bakıldığında serf ile ahırdaki hayvan arasında bir fark yoktu. Bir serf bir
kazayla öldüğünde lord bir hayvanı ölmüş gibi üzülürdü. Mesela on birinci yüzyılda bir Fransız köylüsü 38 Su'ya,
bir beygir ise 100 Su'ya satılıyordu. Serf toprağı terk edemezdi. Yani aslında serfin toprağı yoktu, toprağın serfi
vardı. Serf toprağa aitti. Bir serf kaçtı mı? Ne zaman ve nerede yakalanırsa yakalansın hemen toprağına geri
getirilirdi.2
Bir serfin malikâne dışından evlenmesi lordun özel iznine bağlıydı. Öyle istediğinde malikânenin dışından biri
ile evlenmek söz konusu değildi. Çünkü serf bir servet ögesiydi; elden gidecekse, bu ancak lordun izniyle olabilirdi.
Serf ölünce varisi mirasına konabilirdi. Ama tabii bunun için bir vergi ödemesi gerekiyordu. 15. yüzyılda bir
malikânenin kayıtlarında buna benzer kayıtlar vardı: "Richard oğlu Roger oğlu Robert, bir evi ve 8 dönüm toprağı
vardı, öldü. O zaman kardeşi ve varisi John geldi ve bu malları aldı. Malikâne geleneğine göre buraları tutacak...
Lorda üç şilin giriş parası veriyor" Şimdi bu kayıtta önemli bir sözcük var: "Malikâne geleneği". Gerçekten de o
zamanlarda merkezi devlet ve bu devletin çıkardığı yasalar olmadığından malikâne geleneği çok önemli bir yer
tutuyordu. Feodal dönemde gelenek yirminci yüzyılın yasalarının gücüne sahipti. Çıkan sorunlar geleneğe göre
çözülürdü. İki serf arasında bir sorun çıktı diyelim; toprak sahibi olan lord, malikâne geleneğine göre çözerdi bu
işi. Mahkemenin başkanı kendisiydi. Lordla serf arasında bir sorun çıktığında da bu işler mahkemede
görülürdü ama aslında bu çok gerekli değildi. Çünkü bu durumda da mahkeme başkanı lordun kendisiydi. 3

2
Hemen burada Osmanlıdaki köylüye (reayaya) ait bir hatırlatma yapayım: Osmanlı'da köylü toprağından kaçsa yine geri getirilirdi, çünkü
bir vergi geliri kaybına neden olmuştur. Ama aradan belirli bir süre geçmişse (genellikle on beş yıl) o reaya artık geri getirilemezdi. Çünkü
artık yeni toprağın bir vergi ögesi haline gelmiştir, geri götürülürse bu yeni yerinde bir vergi kaybı ortaya çıkacaktır. Burada vergi gelirlerine
bütünsel bir bakışı olan bir kurumun, Batı'da olmayan merkezi devletin varlığının yarattığı bir farklılık söz konusudur. Yeter ki vergi geliri
azalmasın. Mesela oluşacak vergi geliri kaybını köylü peşinen verebilir ve böylece kendi isteği ile ve legal olarak da toprağı terk edebilirdi.
Buna çift-bozan resmi deniyordu
3
İngiltere'de köylüler daha sonraları Kral'ın mahkemesine başvurmak hakkını elde etmişlerdi ki bu çok önemli bir gelişmedir. Bu arada
Osmanlı'nın bu konuda da çok farklı olduğunu hatırlayalım. Osmanlı'da sipahi ile reaya arasında bir sorun çıktığı zaman bu işi kadı
çözümlerdi. Kadı merkez örgütünün bir memuruydu. Dolayısıyla reayanın hakkı korunabilmekteydi. Sipahi reayayı ezmek konusunda çok da
serbest değildi.

2
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
SOYLULAR
Feodal toplumda toprak sahipliği de çok önemli bir farklılık gösterir. Toprağa sahip olmaktan aslında hep
toprağın tasarruf hakkını elinde bulundurmak kastedilirdi. Bugünkü anlamıyla bir sahiplik yoktu, çünkü herkes
toprağı bir başkasından bir yükümlülük karşılığında almıştı. Demek ki yükümlülükler yerine getirilmezse de geri
alınırdı. Kral en büyük sahiptir. O en büyük süzeren -yani toprak veren-dir. Onun altında vassalları -yani toprak
dağıttığı kişiler- vardır. Ama bu vassallar da toprağı çoğunlukla başkalarına vermekte ve böylece onlar da süzeren
olmaktadır. Hatta kral bir toprağı bir başka kraldan almış da olabiliyor.4
Diyelim ki kral size bir miktar toprak verdi. Bunun bir karşılığı vardır. Örneğin savaş sırasında belirli bir miktarda
savaşçı sağlamak zorundasınız. Bir şövalye bir toprağı aldığında savaşta süzereninin yanında olmak zorundadır.
Bu, artık standart olmuş bir bedeldir. Ama süzeren de öyle her istediği zaman savaşmamalıdır. Bunun önlemi
alınmıştır. Şöyle ki Fransa'da bir şövalyenin hizmet borcu kırk gündü. Hatta bu konuda pazarlık yapılabiliyordu.
Toprağı dağıtmak toprağın tek servet kaynağı olduğu bir toplumda mantıksız görünebilir. Oysa öyle değildir.
Toprak tek önemli servetse, bu serveti elde etmenin tek aracı da savaştır. O halde bir süzeren mümkün olduğu
kadar çok sayıda vassalı kendine bağlamak zorundadır. Malikânelerin hep şato şeklinde olmasalar dahi mutlaka
müstahkem yerler olmaları tesadüf değildir. Bu arada bir vassalın birden çok toprağı olabileceğini hatta yüzlerce
malikâneye sahip olabileceğini unutmamak gerekir. Böyle durumlarda hizmet yükümlülükleri de devrediliyordu.
Mesela:
2
"Şövalye Reginald Triban kendi geldi ve girdi orduya. Şövalye William de Coyneres kendi yerine on
günlüğüne Thomas Chocquet'yi yolladı. Şövalye John de Chanteleu geldi, kendi için 10 gün borçlu
olduğunu, şövalye Godardus için de 40 gün hizmet edeceğini bildirdi."
Nasıl ki serflerden biri öldüğünde varisi bir vergi ödeyip toprağı ancak bu şekilde miras olarak alabiliyorsa
vassallar da aynı şekilde süzerene vergi öderler ve öylece mirası alırlardı. Varisin yaşı tutmuyorsa, o büyüyene
kadar toprağı süzeren yönetir ve tabii ki gelirini de alırdı. Kadın varisler evlenmek için süzerenden izin almak
zorundaydılar. Bir dul yeniden evlenmek isterse bunun için para ödemeliydi. Ama bir dul süzeren tarafından zorla
da evlendirilebilirdi. Zorla evlendirilmek istemiyorsa bunun da bir vergisi vardı; kadın bunu öderdi ve
evlendirilmeme hakkını elde ederdi.5
Bir vassalın başkaca yükümlülükleri de vardır. Örneğin süzeren tutsak düşer ve tutsak eden fidye isterse
vassalları kurtarmalığını ödemek zorundadır. Ya da süzerenin oğlu şövalye olduğunda vassalların bir "yardım" da
bulunması adettendi. Ama şu noktaya dikkat edelim: Bu yükümlülükler bir vassalın direkt kendi süzerenine olan
yükümlülükleridir. Diyelim siz bir vassalsınız; o halde süzerene karşı bu yükümlülükleriniz vardır. Ama siz aynı
zamanda bir süzeren de olabilirsiniz. Bu durumda sizin vassallarınızın da size karşı yükümlülükleri vardır. Ama
sizin vassallarınızın sizin süzerenenize karşı hiç bir yükümlülükleri yoktur: Benim astım, benim üstümün astı
değil.

KİLİSE
Süzerenlik, vassallık bir zincir şeklinde uzuyor ve bütün Avrupa'yı kaplıyordu. Bu zincir içinde yalnızca
savaşanlar yoktu tabii ki. Dua edenler de vardı. Kilise en büyük toprak sahibiydi. Kimileri hayır olsun diye kimileri
ise tanrının gözüne girebilmek için kiliseye toprak bağışlardı, bazı soylular ve krallar da savaş kazandıklarında bir
kısım toprağı kiliseye bağışlamayı adet edinmişti. Kilise herhangi bir süzerenin sahip olduğu haklara ve herhangi
bir vassalın sahip olduğu yükümlülüklere sahipti. Serflere de herhangi bir lord nasıl davranıyorsa öyle davranırdı.
Hatta çoğu zaman kilisenin serflere daha da kötü davrandığı görülürdü. Kilise hayır yapmak için önemliydi, ama
kimilerine göre, kilise serflere bu kadar kötü davranmasa, hayır yapılmasına da bu kadar ihtiyaç olmayacaktı.
Kaldı ki sahip olduğu servete göre yaptığı hayır işleri bütün diğer hayırseverlerin gerisinde kalıyordu.
Feodalizmin ilk döneminde kilise aslında ilerici bir konumdaydı. Öğrenimi teşvik ediyor, okullar açıyor,
yoksullara yardım ediyor, öksüzlere yurt açıyor, hastaneler yaptırıyordu. Topraklarını daha iyi yönetiyor ve daha
çok kazanıyorlardı. (Tarımla ile ilgili pek çok keşif rahipler tarafından yapılmıştır) Ancak soylular adam bulmak için
topraklarını parçalarken kilisenin toprağı parçalanmıyordu. Papazlara evlenme yasağı olduğu için toprak hep
kilisenin kalıyordu. Ayrıca kilise herkesten ondalık adı altında bir vergi toplama hakkına sahipti. Böylece kilise çok
önemli avantajlara sahipti ve sonuç olarak da kısa sürede en büyük feodal bey oldu. (Bütün toprakların üçte biri
ile yarısı arasında bir oran tahmin ediliyor)

4
Osmanlı'da tek bir süzeren vardır, o da devlet.
5
Bu vergiler Deli Dumrul'un köprüsünü hatırlatıyor. Deli Dumrul bir kabadayıdır. Kurumuş bir dere yatağına bir köprü yaptırıyor ve gelen
geçenden geçiş parası alıyor. Köprüden değil de kurumuş dere yatağının içinden geçmek isterseniz buna izin vermez. İlla onun
köprüsünden geçeceksiniz; ama onun köprüsünden geçecekseniz, hakkı olan ücreti de ödemek zorundasınız. Ücreti ödediniz mi köprüden
değil de dere yatağından geçme hakkını da elde edersiniz.

3
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
Egemen sınıfı işte bu kilise ile soylular oluşturuyordu. Toprağın sahipleriydi bunlar. Kilise manevi yardım,
soylular ise askeri koruma sağlıyordu. Serfler de bu yardım ve korumanın bedelini çalışarak ödüyorlardı.
Bir tarihçi şöyle özetliyordu bu ilişkiyi:
"Feodal sistem, son kertede, çok zaman hayali olan bir koruma karşılığında çalışan sınıfları aylak
sınıfların insafına bırakan ve toprağı işleyenlere değil, gasbetmeyi becerebilenlere veren bir
örgütlenmeye dayanırdı."6
***
TÜCCAR İŞE KARIŞIYOR
Ortaçağ'da servetin kullanılabileceği pek fazla bir alan yoktu. Mesela kilisenin serveti altın ve gümüş olarak
saklanır ya da kilise içindeki süslemelerde kullanılırdı. Para daha fazla zenginlik yaratmak için kullanılmıyordu.
Doğrusu para tüketim için de pek kullanılmıyordu. Çünkü tüketim nesnelerinin hemen hepsi malikâne içinde
üretiliyordu. Dolayısıyla o dönemlerde birinin üzerinde yeni bir palto gördüğünüzde "kaça aldın?" diye sorarsanız
muhtemelen "kendim yaptım" cevabını alırdınız. Bir mübadele yok değildi. Ama mesela o ailede bu işi yapabilecek
yetenekte kimse yoksa alacağınız cevap en fazla "beş galon şaraba değiştim" şeklinde olurdu. Bu değiş tokuş
işlemi genellikle manastır ya da şatonun yanında ya da yakın bir kasabada belli peryotlarla (genellikle haftalık)
toplanan pazarlarda yapılırdı. Bunlar mahalli pazarlardı ve genişlemeleri çok zordu. Çünkü bu genişlemeyi
sağlayacak bir talep yoktu. Ayrıca yollar da çok kötü ve tehlikeliydi. Yollarda iki tür soyguncu vardı. Bilinen
haydutlar ile onun yolundan geçtiğiniz için sizden vergi almak üzere pusuda bekleyen lordlar (senyörler). (Örneğin
11. yüzyılda Odo adında biri bir köprü yaptırıp bu köprüden geçişin serbest olduğunu söylediğinde herkes
şaşırmıştı.)
Ticaretin önünde başka engeller de vardı. Para hem kıttı hem de her yerde geçerli değildi. Ağırlık ve uzunluk
gibi ölçüler de öyle.
***
Feodal Dönemde Ticaretin Önündeki Engeller
1-Kullanım değeri üreten bir ekonominin hakimiyeti, yani gelişmiş bir meta üretiminin olmaması
2-İşbölümü ve uzmanlaşmanın gelişmemiş olması sebebiyle talebin az olması
3-Yolların güvensizliği
4-Transit geçişler ve pazar yerlerindeki yüksek vergiler
5-Para ekonomisinin yaygın olmaması ve ortak bir para biriminin bulunmaması (Ortak para birimi belki de ulusal
devletin en önemli katkısıdır)
6-Ortak ölçü birimlerinin olmaması
***
Ancak ticaret hiç bir zaman yerinde duramaz. Mutlaka daha büyümek ve yaygınlaşmak eğilimindedir.
Ortaçağ'da da bu oldu. Ama burada ticaretin gelişmesinde çok önemli olmuş olan bir etkeni hatırlamak gerekir:
Haçlı Seferleri. Haçlıların sefer yolculuğu boyunca bazı ihtiyaçları oluyordu ki bu yüzden onlarla birlikte tacirler
de yolculuk ediyorlardı. Bu seferlerden dönenler Doğu'da gördükleri garip ve lüks yiyecekleri ve giyecekleri istiyor
böylece bir talep doğuyordu. (Ta eskiden beri kutsal topraklara hac seferleri düzenlenirdi. 8. ile 10. Yüzyıl arasında
tam 34 hac seferi düzenlenmişti. 11. yüzyılda ise 117 hac seferi düzenlendi.)
Haçlı Seferleri aslında yağma ve toprak uğruna girişilmiş savaşlardı. Ama çoğu zaman dini bir maskeyle
gizleniyordu. Elbette dini bir amacı da vardı. Ama kilise aslında; birincisi, çağın savaşçı bir çağ olduğunun
farkındaydı ve bu yüzden savaşçıların hırsını hıristiyan olmayan barbarlara karşı yöneltmenin iyi bir fikir olacağını
kavramıştı. İkincisi, Hıristiyan dünyası ne kadar yaygınlaşsa Kilise'nin gücü de o kadar artardı. Üçüncüsü ganimet
peşinde olan, borç içinde yüzen, az ya da hiçbir miras beklentisi olmayan soylular da bir umut peşinde koşturulmuş
oluyordu. Diğer yandan Bizans Kilisesi de kendine gittikçe daha fazla yaklaşan müslümanlardan korkuyor ve
yardım istiyordu. Haçlı Seferlerinin bir diğer ve belki de en önemli hedeflerinden biri de uluslararası ticarette
önemli olan sahil şeridini ele geçirmekti. Bu seferler sırasında seferler sonuçsuz kalsa dahi Venedik, Cenova,
Piza gibi kentler çok zenginleşmişlerdi. Seferler boyunca bu kentlerin ticaret gemileri asker ve malzeme taşımıştı.
Dini açıdan Haçlı Seferlerinin etkileri kısa ömürlü oldu. Müslümanlar kısa bir sürede Kudüs Krallığı'nı geri
aldılar. Ama bir diğer açıdan bu seferler son derece önemli sonuçlar doğurdu: Avrupa'yı yüzyıllardır içinde
bulunduğu feodal uykudan uyandırdı, bir canlılık getirdi. Akdeniz ticaret yolu hıristiyanların eline geçti ve
Doğu ile Batı'yı birbirine bağladı. Bu arada Kuzey Denizinde de ticaret gelişti. Doğu ile ticaretin merkezi nasıl
Venedik olduysa Kuzey'de de Brugges benzeri bir şekilde Rusya ve İskandinavya ile ticaretin merkezi haline geldi.
Avrupa birleşiyor, küçülüyordu. Haftalık küçük mahalli pazarlardan başka şimdi artık Avrupa'nın pek çok yerinde
mevsimlik büyük panayırlar kuruluyordu. Panayırlar gittikçe daha sık kuruluyor ve artık biri bitince diğeri
başlıyordu. Nihayet artık sürekli denebilecek bir hale gelmişti. Panayır demek lord için para demekti. Giriş, çıkış,
depolama, satış ve yer vergisi. Bu vergi gelirleri öyle büyük rakamlara ulaşıyordu ki lordlar panayırları teşvik

6
Prof. Boissonade

4
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
ediyor, yol vergisini kaldırıyor ve koruma vaat ediyorlardı. Hatta güvenlik için ilginç yöntemler getiriyorlardı: Diyelim
bir tacir yolda soyguna uğradı, o zaman o yörenin tacirlerinin panayıra katılmaları da yasaklanıyordu.
Büyük panayır büyük sorunlar anlamına da geliyordu. Artık oranın polisi, hakimi vs. yetmemeye başlamıştı. Bu
yüzden panayır polisi, panayır mahkemesi vs. ortaya çıkmaya başladı. Ve sarraflar... Ortak para birimi
olmamasının sakıncasını büyük ölçüde azaltan sarraflar, bu panayırlarda çok önemliydi. Sarrafların sağladığı
ortak bir mübadele düzlemi ticareti geliştiriyor ve bu da parayı yaygınlaştırıyordu. Kendi kendini besleyen bir süreç
başlamıştı. Sarraflarla birlikte panayır yalnızca ticari açıdan değil, mali açıdan da önemli hale geliyordu. Sarraflar
birleşip çok büyük kaynakları ellerinde tutabiliyorlardı. Müşterileri arasında papalar, imparatorlar, cumhuriyetler,
krallar, prensler ve şehirler de vardı. Tacirler de birleşerek loncalar kurmuş, her yere kollarını germişti.
Ticaretin gelişmesiyle birlikte Ortaçağ başlarının kendine yeterli malikânesinin doğal ekonomisi, gittikçe ticaret
dünyasının para ekonomisine dönüştü.

***

İNANÇLAR DEĞİŞİYOR
İnançların değişmesi elbette çok kolay olmadı. Toplumsal değişmeler kalıcı olacaksa kendilerine uygun düşen
bir ahlak ve düşün ortamını yaratmak zorundadırlar. Faizin, tefeciliğin islamiyette yasak olduğu bilinir, ama
hıristiyanlıkta yasak olduğu pek bilinmez. Bu konuda hıristiyanlığın kuralları islamiyetinkinden daha az katı
değildir. Bu, aslında doğal ekonominin hüküm sürdüğü tarihlerde ortaya çıkan dinlerde mantıksız da değildir.
Çünkü bir insan sizden borç istiyorsa ya ineği öldüğü ya da ürünleri hasar gördüğü için; herhalükarda yaşamını
devam ettirebilme olanağı tehlikeye düştüğü içindir, zenginleşmek için değil. İyi bir hıristiyan da kazanç
düşünmeden komşusuna yardım etmelidir. Bir çuval un verdiyseniz, geriye yine bir çuval un almalıydınız. Yoksa
onu dolandırıyorsunuzdur. "İş başka dostluk başka anlayışı" böyle bir toplumda asla geçerli değildir. Komşuluk ya
da dostluk için başka bir ahlak, alışveriş için başka bir ahlak yoktur. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar ucuza alıp
mümkün olduğu kadar pahalıya satmaya çalışan bir işadamı o dönemlerde iki defa lanetlenirdi. Hem alışta hem
de satışta günah işliyordu. Onun bu hareketini anlamlı kılacak ne vardı ki? Zengin olmak isteği mi? Bu, zaten
ahlaksızca bir istekti. Yaşam için gerekli olandan fazlasına niye sahip olunsun. Yaygın inanç şuydu: "Devenin iğne
deliğinden geçmesi zenginin cennete girmesinden daha kolaydır." Kazanç yalnızca çalışılarak elde edilmişse
helaldi. Bu arada "dua edenler" ve "savaşanlar"ın da kendilerine uygun bir işte çalıştıkları düşünülürdü. İnsanlar
belki de bu yüzden isyan etmiyorlardı.
İşte bu inançlar vardı Ortaçağ'da. Kilise bunları söylüyor ve halk da bunlara inanıyordu. Ama kilisenin söylediği
başka yaptığı başkaydı. Bazı tacirler alacaklarını almak için kiliseden yardım istiyor, kilisenin manevi baskısını
kullanıyorlardı. Tacirler için uygun olmayan bir ahlak ve düşün ortamıydı ve zamanla değişmeye mahkumdu. Bir
süre sonra Kilise şöyle demeye başladı: "Tefecilik günahtır-ama bu koşullarda..." Derken söylem "faiz almak
günah olmakla birlikte, yine de özel durumlarda..." şeklini aldı. Ve nihayet aşırı faiz ya da aşırı tefecilik günah
sayılmaya başlandı. Artık olağan faiz ve olağan tefecilik vardı. Nasıl olmasın? Artık bir kimse birine borç vermese
o parayla kendisi kazanç elde edebilirdi. Borç vermekle bir zarara uğramaya başlamıştı. O dönemin inançlarından
geriye sadece faiz aldıkları ve tefecilik yaptıkları için Yahudilerin kötü olduğuna dair bir önyargı kaldı.
***

SERFLER ÖZGÜRLEŞİYOR
Şehir halkı zamanının büyük bir kısmını ticarete ve zanaâta veriyorsa bu onlar artık tarımla uğraşamaz
demektir. Böylece kır ve şehir arasında bir işbölümü doğmaktaydı. Şehirler tarımsal ürünler için bir talep
doğuruyordu. Talep varsa tarımsal üretim niye arttırılmasın? Kazanç varsa üretim de arttırılabilir. İki yolla: birincisi,
daha gelişmiş üretim yöntemleri kullanmak, ikincisi, yeni tarım alanları açmak.
Beş yüzyıl sonrasında Amerika'nın öncü kolonistleri yeni tarım alanları açmak için Kıta'nın batısına
yayıldıklarında, aslında Avrupa'da dedelerinin yaptığı şeyi yapmışlardı. Bataklıkları kurutmak, denize karşı set
çekmek... vs. Bunlar kolay işler değildi. Ama karşılığında özgürlük ve mülkiyet vardı. Çünkü hiçbir işe yaramayan
bu toprakları lordlar yıllık vergi karşılığında seve seve veriyorlardı. Angaryaya falan da gerek yok, yıllık şu kadar
para ver yeter. Lordlar bu işe yaramaz toprakları vermek için bir takım adamların gelip kendilerine yalvarmalarını
beklemedi. Her yere haber saldılar, cazip teklifler ileri sürdüler. 7
Yeni ekilebilir topraklar açma yönteminin nereye kadar sürdürülebileceği sorulabilir. Var olan potansiyelle ilgili
bir fikir versin diye, şöyle söyleyelim: O dönemlerde Fransa'da toprağın ancak yarısı, Almanya'da üçte biri ve
İngiltere'de sadece beşte biri ekilmekteydi.

7
Osmanlı'da da "şenlendirme" diye bir şey vardır. Kim bir yeri "şenlendirirse" orası ona tımar olarak verilirdi.

5
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
Bu gelişme önemli sonuçlar doğurdu. Artık köylü kira denebilecek bir para-rant ödemekteydi, ürün-rant gittikçe
ortadan kalkmaktaydı. Ticaretin gelişmesi nedeniyle "daha fazla parayı ne yapayım" sorusu da artık
anlamsızlaşmıştı. Artık para ile neler yapılabileceği biliniyordu ve bu parayı elde etmek için daha fazla üretmeye
çalışılıyordu. En azından para lorda verilir ve bir sürü angaryadan da kurtulunabilirdi. Lord bunları kabul etmek
zorunda mıydı? Evet. Yoksa serfler kaçıp gidiyorlardı. Ne para kalıyordu, ne de emek. Üstelik lordlar özgür emeğin
daha üretken olduğunu da fark etmişti. Üründen kendisine arttırma olanağı olan köylü artık işinden kaytarmıyordu.
Kimi köylüler daha çok para kazanıp kaçmak yerine legal olarak özgürlüklerini, malikâneden çıkma haklarını satın
alıyorlardı.
Tabii bütün lordlar bu gelişmeleri kavrayacak kadar akıllı değildi. Bu akılsızların en başında da kilise vardı.
Kilise feodal kurallara bağlı kaldıkça köylüler için en kötü lord haline gelmeye başladı. Çünkü dünyevi lord insandı,
paraya ihtiyaç duyuyordu ve ölüyordu. Ölmeyen, paraya ihtiyaç duymayan, gelişmeye kapalı kiliseden kimse
hoşnut değildi. Nihayet köylüler keşişleri kıstırdıklarında dövmeye, kiliselere saldırmaya başladılar. Bu konuda
müttefikleri de vardı. Dini ya da dünyevi her tür lorda karşı olan şehirliler, yani burjuvalar.
Sonunda köylüler kiliseye karşı özgürlüklerini kazandılar. Bu zaferde çok önemli bir etken daha vardı: Kara
Ölüm. 14. yüzyıldaki salgın hastalıklar halkı kırıp geçiyordu. İnsan öldürmek üzere örgütlenmiş olan Birinci Dünya
Savaşı, örgütlü olduğu halde daha fazlasını yapamamıştı. Sırf Floransa'da 100.000 kişi öldü. Londra'da günde
200, Paris'te günde 800 kişi ölüyordu. Hastalığın yarattığı ümitsizliği bir İrlanda'lı keşişin -keşiş, çağının bilgili
insanlarından sayılırdı- yazısında açıkça görebiliyoruz:
"Yazdığım şeyler yazarla birlikte ortadan kalkmasın ve bu eser kaybolmasın diye... parşömenimi
devam edilebilecek bir durumda bırakıyorum, bir başka Ademoğlu daha sağ kalırsa o bu esere
devam etsin"
Kolay değil; Fransa, İngiltere, Felemenk ve Almanya'da nüfusun üçte biri ile yarısı arasındaki bir oranda insan
ölmüştü.
Bu kadar insan ölünce elbette kalanların emeği değerlendi. Angaryaları kaldırmaya yanaşmayan lordlar bu
tutumlarında daha ısrarcı oldular. Serflerinden nakdi rant alanlar ise işçi ücretlerinin yüzde elliden fazla arttığını
görüyorlardı. Kara Ölüm'den önceki ücretlerden fazlasını isteyen serflerin ve hatta ödeyen lordların
cezalandırılacağına dair boşuna fermanlar çıkarıldı. İktisadi güçlerin ilerleyişi durdurulamıyordu. Daha önce de
köylüler aşırı baskılar karşısında isyan ediyorlardı, ama bu sefer ki -14. yüzyılın köylü isyanları- farklıydı. Artık
güçlü olduklarını biliyorlardı. İsyanlar bastırıldı, binlerce köylü asıldı, ama tarihin tekerleği geri çevrilemedi, feodal
düzen yıkılmıştı. 15. Yüzyılın ortalarına doğru Batı Avrupa'nın büyük kısmında nakdi rant, emek yükümlülüklerinin
yerini aldı ve birçok köylü de özgürlüğüne kavuştu. Köylüler artık oradan oraya gidebiliyor ve daha önemlisi
topraklarını satabiliyorlardı. Toprak, artık herhangi bir meta gibi satılabiliyordu. Feodal mülkiyet tarihe karışmış,
yerine yepyeni bir mülkiyet biçimi ortaya çıkmıştı.
***
LONCALAR
Endüstri de değişti. Daha önce endüstri denilen şey yani zanaât üretimi köylünün evinde ve yalnızca kendi
ailesinin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak yapılıyordu. Malikânelerde bazı işler ustalık gerektirdiği için bu
işlerde yetenekli olanlardan bazıları tarlada çalışmıyor yalnızca bu işi yapıyordu. Ama yine satmak için değil,
malikânenin ihtiyaçlarını gidermek için. Ama şehirler bir kere geliştikten sonra artık bu ustaların önünde bir
alternatif vardı. Şehre gidebilir ve mesela orada fırıncılık, debbağlık (deriden kösele yapma işi) ya da benzeri bir
işi yaparak geçinebilirlerdi. Bunun için fazla sermayeye gerek yoktu. Evlerinin bir odasını atölye haline
getirebilirlerdi. Hele bir de yaptıkları beğenilir ve şehirli tarafından tutulursa yanlarına bir iki yardımcı alabilirlerdi.
İki tür yardımcı vardı: Kalfalar ve çıraklar. Çıraklığın belirli bir süresi vardı, bu süreyi doldurur ve sınavı verirse ve
yeterli araçları varsa çırak, usta olabilirdi. Yok eğer yeterli araçları yoksa bir başka ustanın yanında kalfa adıyla
çalışabilirdi. Kalfa çok çalışır ve para biriktirirse bir süre sonra kendi dükkanını açabilirdi.
Zanaâtkâr usta mamulleri kendi üretmekle kalmaz atölyesinin sokağa bakan duvarında bir pencere açarak
satışını da buradan kendisi yapardı. Demek ki çalışan oydu, üretim araçlarının sahibiydi ve kendisi satıyordu.
Derken ustalar mesleki dayanışma ve güvence için daha önce tüccarların yaptığı gibi kendi aralarında birlikler
kurdular. Günümüzde bir politikacı çıkıp "sermaye ile emek ortaklığı" diye bir söyleve başlasa yine çoğu inansa
da deneyimli, bilinçli işçiler bunun palavra olduğunu söylerler. Çünkü onlar sermaye ile emeğin hiç bir zaman
uzlaşamayacağını, işçi ile patronun ayrı çıkarlara sahip olduğunu bilirler. Loncalarda böyle değildi. Çünkü çırak
ile usta çok farklı değildi. Çırak bir süre sonra usta olurdu ve bu istisna değil, kuraldı. Aynı yerde yaşar, aynı
yemeği yer ve aynı şeylere inanırlardı. Loncalar en başta dayanışma kurumlarıydı. Sözgelimi; adı geçen
zanaâttan biri yaşlandığında ya da artık çalışamayacak duruma geldiğinde ona belirli bir maaş bağlanırdı. Lonca
içinde rekabetten çok dayanışma vardı. Bir lonca üyesi bir iş alır ve süresinde bitiremeyecek gibi olursa diğer
üyeler işin bitirilmesi için ona yardım etmekle yükümlüydüler. Diğer taraftan lonca bir tekeldi. Yabancıların o
işkolunda çalışmalarına asla izin verilmediği gibi yerlilerin loncaya girişleri de kurallara bağlanmıştı. Öyle her

6
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
isteyen loncaya giremezdi. Loncaların tekel konumu nedeniyle şehirler arasında sık sık savaşlar çıktığı görülürdü.
Basle ve Frankfurt şehirlerinde dilencilerin bile loncası vardı ve yabancı dilencilere yalnızca yılda iki gün dilenme
izni veriliyordu.
Çok disiplinli kurumlardı loncalar. Yardımcıların ustalarına saygısızlık etmesi cezalandırılırdı. Ama kalitesiz mal
üreten usta da cezalandırılır ve kalitesiz mamule derhal el koyulurdu. O zamanlar patent hakları olmadığı için
mesleki sırların korunması için de cezai şartlar getirilmişti. Fiyatlara herkes uymak zorundaydı. Loncanın tespit
ettiği bir "helal fiyat" vardı. Hatta bazı mamullerin üzerine "Helal Fiyat" diye etiket koyulduğu da görülürdü. Kimse
bu "helal fiyat"ın üzerine çıkamazdı. Çünkü eski doğal ekonominin takas anlayışına göre, ticaretin amacı kâr
yapmak değil, hem alıcı hem de satıcıya kazandırmaktı. Daha ucuza satıp avantajlı duruma geçmek de yasaktı,
dolaylı yoldan olsa bile: "kimse içki ikram etmeyecek ve ekmeğini satmak için bu türlü ağırlamalara girişmeyecek,
yoksa 60 sols ceza ödeyecektir."
Birisi tespit edilen fiyatların üstüne çıkarsa ne olurdu? Şu olurdu:
"Bazen ekmek fiyatı artar ya da Londra manavları arasındaki bir açıkgöz tarafından, akılsızlıkları
yüzünden yoksul olduklarına, onu dinlerlerse zengin ve kudretli olacaklarına inandırılıp, halkın büyük
kaybı ve sıkıntısı pahasına birleşmeye karar verirlerdi. O zaman şehirlilerle köylüler arz ve talep
yasasının fiyatları yeniden düşüreceği umuduyla kendilerini avutmazlardı. Bütün mümin
Hıristiyanların desteğini de alarak değirmenciyi tomruğa bağlayıp teşhir eder, manavlarla da
Şehremini mahkemesinde tartışırlardı. Yöre papazı da vaazında Altıncı Emir üzerine konuşur, metin
olarak, 'bana servet ya da yoksulluk verme, doymama yetecek kadar ver...' parçasını seçerdi."
Mallar için helal fiyat kavramı ticaret yaygınlaşmadan ve şehirler büyümeden önce akla yatkın bir şeydi. Ama
pazarın genişlemesi ve bunun sonucunda büyük çapta üretimin başlaması ekonomik düşünceleri değiştirdi ve
helal fiyat yerini piyasa fiyatına bıraktı. Ekonomik güçlerin gelişimi tefecilikle ilgili görüşleri ve inançları nasıl
değiştirdiyse helal fiyat kavramının sonu da böyle oldu. Yani ekonomik güçler onu da silip süpürdü.
Aslında helal fiyat'ın itibarının en yüksek olduğu zamanlarda dahi fiyatlar artardı, ama doğal sebeplerle. Mesela
bağlara bir hastalık vurur ve az şarap çıkarsa ya da ürün kıt olur ve buğday az olursa... gibi. Bu doğal karşılanırdı.
Adam daha pahalıya satmak zorundadır ki az olan üründen toplamda yaşayabileceği kadar gelir elde etsin.
Pazar o yöreyle sınırlı olduğu müddetçe "helal fiyat" fikri yaşayabilirdi. Ama pazar genişledikçe ve başka
yörelerin, mesela o yıl kıtlık olmamış olan uzak diyarların malları da pazara katıldıkça bu fikir yaşayamazdı.
Öncelikle serbest fiyatlı panayırlar ortaya çıktı. Daha sonraları da her yerde bu serbest fiyat, yani piyasa fiyatı
egemen oldu. Helal fiyatı hemen herkes unuttu mu? Hayır. Bir sızlanma sebebi olarak kaldı.
"Fikirler ve adetler, kendilerini yaratan koşullar ortadan kalktıktan sonra da uzun bir süre yaşarlar.
İnsanların tahtırevanlarla oradan oraya taşındığı dönemde uşakların elbiselerine tahtırevanı tutmak
için özel kayışlar dikilirdi. Ama sokaklarda tek bir tahtırevan kalmamışken bile, bu üniformalar yine
yapıldı. Kayış, uşak üniformasının gerekli bir parçası gibi görülür olmuştu ve artık işe yaramadıkları
halde terziler hala bunları da dikiyorlardı."(ss.76)
Fiyat kavramı nasıl değişime uğradıysa lonca da değişime uğradı. Önce değişime uğradı, sonra paramparça
oldu.
Esnaf loncalarında ustalar arasında eşitlik vardı ve çırakların usta olması kolaydı. İlk değişen de bu temel
karakteristikler oldu. Bazı ustalar zenginleşti, daha çok işçi tuttu, kendileri kadar talihli olmayan kardeşlerine
tepeden bakmaya başladı ve sonunda yalnız kendileri için yeni loncalar kurdu. "Büyük" ve "küçük" loncalar çıktı
ortaya. Hatta küçük loncaların ustaları büyük loncaların ustalarının yanında çalışmaya başladı. Büyük loncalarda
eşitlik kuralı yoktu. Yönetim en zenginlerin elindeydi. Zenginler kendi loncalarının denetimini ele geçirince şehrin
yönetimini ellerine geçirmek de artık çok kolaydı. Kısa sürede şehrin en zenginleri şehrin gerçek yöneticileri
oldular. Toprak üzerinde hakim sınıf toprak aristokratları ise, şehirde de hakim sınıf para aristokratlarıydı artık.
Loncanın diğer bir karakteristiği çırakların usta olmak yönünde yollarının açık olmasıdır, demiştik. İşte bu da
zorlaştı, hatta yoksullar için olanaksızlaştı. Çırak kalfa oluyor, ama oradan ileriye geçemiyordu. Usta olmak için
bir tazminat ödenmesi gerekiyordu ve bu tazminat herkes için eşit değildi. Ustaların çocukları daha az tazminat
ödüyorlardı ve giderek de "yalnızca ustaların çocukları usta olabilir" kuralına gelindi.
Kalfaların bu gelişmelere sessiz kaldığı düşünülmemeli. Onlar da bugünkü sendikaların benzeri olan birlikler
kurdular. Daha fazla ücret istediler. Sürgün edildiler, hapsedildiler, türlü türlü şekillerde cezalandırıldılar. Tespit
edilen ücretlerin üzerinde ücret alanın da verenin de cezalandırılacağı ilan edildi. Tabii ücret verenin
cezalandırıldığına pek az rastlanıyordu, ama kalfalar taleplerini yükseltmeye ve bunları elde etmek için grevlere
devam ettiler.
Herşeye rağmen kalfaların durumu çok kötü sayılmazdı. Loncalara dahil olamayan, herhangi bir hakkı olmayan
ve açlıktan ölmeyecek kadar bir ücret karşılığında sersefil bir hayat yaşayan işçiler de vardı ve bunlar zengin
endüstricilerin insafına kalmışlardı. Berbat yerlerde yaşarlardı; ne işledikleri hammaddenin sahibiydiler, ne de
kullandıkları iş araçlarının; emeğinden başka bir şeyin sahibi olmayan, geçimi için bir işverene ve elverişli piyasa

7
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
koşullarına bağımlı olan bu insanlar modern proleteryanın öncüleriydi. Ama tek yoksullar bunlar da değildi:
Floransa'nın en parlak zamanında 20.000 dilenci olduğu söylenir. Şehirlerde artık kenar mahalleler vardı.
Zengin, yoksul, usta, çırak bütün şehirliler zamanında feodal lordlara karşı birlikte savaşmışlardı. Ama işte
yoksullar için çok şey değişmemişti. Savaşın kazanımlarını hep zenginler almıştı; yoksulların hayatında değişen
ise yalnızca efendilerdi.
14. yüzyılın köylü isyanlarını andırır şekilde bütün Avrupa'yı ayaklanmalar sardı. Yoksullar bunların çoğunda
yenildiler; galip geldikleri durumlarda da bazı reformlar yaptılar ama kısa sürede yeniden yenildiler. Zenginler galip
geldikleri zamanlarda dahi korku içinde yaşadılar. Her yerde bir düzensizlik hakimdi. Düzeni sağlayacak biri
aranıyordu. Bu kim olabilir ki?

***
İŞTE GELİYOR KRAL!
"Yaşadığı bölgede yeterli sayıda polis olmamasından dertlenen adam, zengin adamdır.
Karayollarından mallarını veya paralarını başka yerlere gönderenler bu yollarda soyguncu veya vergi
turnikesi bulunmaması için en fazla patırtıyı çıkartanlardı. Kargaşalık ve güvensizlik iş için kötüdür.
Orta sınıf düzen ve güvenlik istiyordu." (85)
Daha önce yöresel olarak bu işi üstlenen lordlar tehlikenin de kendileriydi. Uzun zamandır da onlara karşı
savaşılıyordu. Her yerde başka bir lord, başka vergiler, başka huylar... Sızlanmaya başladılar: "Böyle iş
yapılamaz". Bu güvenliği sağlayabilecek tek bir otorite kalmıştı: Kral.
Ortaçağ'da kralın otoritesi teoride vardı, ama fiiliyatta büyük baronlar (büyük senyörler) bildiklerini okurdu.
Yukarıda anılan süreçlerle feodal yapı çözülmeye başladığında elbette zayıflayanlar da tüm feodal beylerle birlikte
bu baronlar olacaktı.
Merkezi iktidarın ulusal iktidarı eline almak için attığı adımlar sürekli ilerleyen bir çizgi üzerinde değildi. Kimi
zaman geri dönüşler yaşanıyor, kralın otoritesi daha da zayıflıyordu. Ama işte sonunda feodal beyler toprak
mülklerinin büyük bir kısmını ve serflerini kaybettikleri için zayıflamışlardı. Şehirlerde iktidarları geriletilmişti. Bazı
yerlerde de birbirleriyle savaşa tutuşmuşlar ve herkesin hayrına olacak şekilde birbirlerini yok etmişlerdi.
Eski günlerini özleyen kral şehirlilerle lordların savaşında sürekli olarak şehirlilerin yanında saf tuttu. Çünkü
baronların gücünü azaltan her şey onun gücünü arttırıyordu. Şehirliler de kralın yardımları karşılığında ona borç
veriyorlardı. Kral için para, profesyonel ordu demekti. Hem de teknik ilerlemeler sayesinde gelişmiş iyi silahlarla
donatılmış bir ordu. Lordların hiç talim yapmayan amatörlerden kurulu ordusu bu yeni ordunun karşısında bile
duramazdı. Tacirler için merkezi otorite yalnızca güvenlik anlamına gelmiyordu. Bu otorite o zamana kadar acısı
çok çekilen bir başka şeyi de sağlayabilirdi: Ölçü ve tartı birimlerinde birlik.
"Eşitler arasında birinci" olmasına rağmen kral da aslında zamanında bir feodal beydi ve gelirini topraktan
alırdı. Şimdi artık toprak üzerindeki eski mülkiyet biçimleri ve ürün-rant ortadan kalkıp yerine para-rant geçtiğine
göre onun da farklı bir yerlerden gelir elde etmesi gerekiyordu: vergi bunu sağladı. Krallar uzun süreli
mücadelelerden sonra vergiyi kabul ettirdiler.
Bir kralın gücü profesyonel ordusu olduğu müddetçe, profesyonel ordusu da parası olduğu müddetçe söz
konusu edilebilirdi. Bunu en iyi bilen de kraldı zaten. Para nasıl arttırılabilir? Ticaret ve endüstrinin gelişmesi ile.
Kral bir süre sonra loncaların ticaret ve endüstrinin gelişmesinin önünde bir engel olduğunun da farkına vardı. Her
şehirde küçük bir grup için kurulmuş lonca yönetmelikleri ticaret ve endüstrinin gelişmesine ayak bağı oluyordu.
Bir bütün olarak ulus çerçevesi içinde düşünen herkes (konumu itibari ile kral başta olmak üzere) çatışan mahalli
çıkarların bir yana atılıp şehirler arasındaki kıskançlığa bir son verilmesi gerektiğini fark ederdi. İşte Berlin'li
dericiler Frankfurt'taki deri panayırına katılamıyorlardı. Ulusal krallığın iktidarı sağlamlaştıkça krallar ulusun
bütünü adına mahalli tekellerle mücadele etmeye başladılar. Tabii bu süreç kolay işlemedi. Şehirlerin çok kuvvetli
olduğu İtalya ve Almanya'da tekelcilere boyun eğdirecek bir merkezi otoritenin kurulması yüzyıllar aldı. Dikkat
edin: Almanya ve İtalya ulusal birliğini en geç sağlayan ülkelerdir. Bunlar aynı zamanda feodal dönemdeki en
güçlü şehirlerin olduğu yerlerdi. İngiltere, Hollanda, Fransa ve İspanya 'da ise devlet şehrin yerini daha kolayca
aldı. Çünkü bu daha rasyoneldi. Orta sınıflar için ulusal bir pazar daha geniş bir etkinlik alanı ve merkezi devlet
de daha güvenli ve standartlaşmış olan bir ortam sunuyordu.
Krallar burjuvaziden aldıkları paraya el bağlıyor bunun karşılığında burjuvazinin nasihat ve yardımlarını daha
çok kabul ediyorlardı. Bu işbirliği, yabancı tacirler karşısında da geçerliydi, "vatandaş" olan işçiler karşısında da.
Ulusallığa dair bazı olaylar da (örneğin Yüzyıl Savaşları'nda İngiltere ile Fransa savaşırken bir Fransız olan
Burgonya Dükü'nün İngiltere'nin yanında savaşması) uluslaşma sürecini hızlandırdı ve örneğin; Jean D'arc "bir
Fransız'ın kanının aktığını duyduğumda ürperiyorum" dediğinde bir lordun askeri kendini bir Fransız olarak
hissedip ürpermeye başladı.
Burgonyalının askeri kendini bir Fransız olarak hissetmeye başladıysa Burgonya Dükü'nün işi bitmiş demektir.
Bernard Shaw'un Jean D'arc üzerine yazdığı bir oyunda bir soylu bir rahibe aynı şeyi söylemektedir: "İnsanlar iki

8
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
efendiye birden hizmet edemezler. Dillerine doladıkları bu vatana hizmet lakırdısı tutarsa, feodal lordların
otoritesine de elveda, kilisenin otoritesine de"

DİNİ REFORM
Kilisenin otoritesine de elveda. Kilise kralın karşısında kalan tek güçlü rakipti. Papanın gücü onu feodal lordlar
arasında hepsinden daha tehlikeli yapıyordu. Kralla hiç anlaşamıyorlardı. Mesela bir piskoposluk boşalınca yerine
atamayı kim yapacak? Kral mı, Papa mı? Bu çok önemli. Çünkü ortada korkunç paralar dönüyordu. İkincisi, kilise
çok zengindi ve vergi ödemiyordu. Oysa devletin yürütme masraflarına katılması gerektiği düşünülüyordu.
Üçüncüsü bazı davalara kimin bakacağı konusunda hep tartışmalar çıkıyordu. Kilisenin de mahkemeleri vardı ki
bu yeni yeni yerleşmeye başlayan "egemenlik"le uyuşmuyordu. Aslında kilisenin kendisi tamamen bu egemenlik
kavramı ile çelişki içindeydi. Çünkü ulusal sınırlarla sınırlı değildi. Papa bir ülkenin içişlerine karışmayı kendinde
bir hak olarak görüyor ve bu da onu politik olarak da bir rakip haline getiriyordu. Sonra, kilisenin muazzam
servetinin gelirinin kralın hazinesine değil de Roma'ya akmasının anlayışla karşılanması mümkün olabilir miydi
ki? Yıllardır kiliseye karşı biriken nefret, sonunda kendini reform hareketiyle gösterdi. Tarih: 1517, baş aktör: Martin
Luther. Dini reformcular Martin Luther'den önce de varolmuşlardı ama hiç başarı gösterememişlerdi. Peki Martin
Luther neden başarılı olmuştu? Çünkü, diğerleri dini reform dışında da bir şeylerin değişmesini istemiş ve hatta
bazıları komünistçe taleplerde bulunmuştu. Oysa Martin Luther sadece dini bir reform istiyor ve böylece burjuvazi
ile kralın desteğini alıyor, diğer taraftan krala ya da burjuvaziye karşı ayaklanan herkesi lanetliyor, öldürülmeleri
için fetva veriyordu. Ezilenlerle birleşip başarı şansını berbat etmeye hiç niyeti yoktu. Roma'ya karşı yürüttüğü dini
muhalefet, ulusal devlet çıkarlarıyla çakışıyordu. Sonuçta bu muhalefet ulusal kiliselerin kurulmasıyla sonuçlandı.
Ama aslında bu dini reform, özünde, yükselen orta sınıfın feodalizme karşı ilk önemli savaşıydı.8
***

PARANIN DEĞERİ
Paranın değeri nasıl düşer? Fiyatlar niye yükselir? Amerika'nın keşfi sonrasında yaşanan ve önemli toplumsal
sonuçları olan inanılmaz enflasyonu anlamak için bu sorunun yanıtını bilmemiz gerekiyor.
Ortaçağ'da (ve daha epey sonrasında) para değerinin düşmesi sadece madeni paralardaki altın ve gümüş
miktarının azalması demekti. Hükümdarlar buradan dolaysız bir kâr ederlerdi. Çünkü aynı altın miktarından bir
sikke yerine iki sikke çıkarmaya başlıyorlardı. Ama bu para, adı yine 'bir altın sikke' olsa bile, artık eski sikke
değildir. Örneğin bir somun ekmeğe karşılık 12 yumurta veriyorsak, altı yumurta verince, adına yine 'düzine'
desek bile aynı somunu alamayız. Aynı şekilde değeri düşmüş paranızla da eskisi kadar çok şey alamazsınız.
Dolaşımdaki paranın değeri, madeni içeriğinin değerine bağlıdır. Alacağımız somun daha küçük olacaktır. İşte bu
noktada paranın değerinin düşmesi ile fiyatların yükselmesi aynı şeydir. Zira, paranın değeri o parayla
alabileceğimiz şeylerin miktarıdır, alım gücüdür.
Krallar harcamalarını karşılamak için paranın içerisindeki değerli maden miktarını düşürme yoluna sık sık
başvurdular. Çok kolaydı, elinizdeki para miktarı bir çırpıda ikiye katlanıyor ve böylece borçlarınızı kolayca
ödeyebiliyor, ya da yeni harcamalar yapabiliyordunuz. Ancak bir süre sonra insanlar ve krallar, bunun zararlı
olduğunu anlamaya başladılar. Fiyatların yükselmesi ile maden değerinin azaltılması arasındaki ilişkiyi yavaş
yavaş öğrendiler.9
Bu, günümüzdeki 'devalüasyon'a benziyordu. Ama yalnız fiyatlar yükselmiyor, ticaret de zarara uğruyordu.
Dolayısıyla yalnızca sabit gelirliler yoksullaşmıyor, ticaret ve dolayısıyla zenginler de etkileniyorlardı. Tacirler
yalnız mallar için değil, bu sefer para için de pazarlık etmeye başlıyorlardı. Oysa bu, paranın tabiatına aykırıdır.
Kesin bir ölçü olması gereken bir şey bu kadar belirsiz, bu kadar oynak olursa kim bu paraya güvenebilir ve kim
bu ülkeye gelip ticaret yapar? Peki ama, eğer paranın içindeki altın ve gümüş miktarını düşürmek ticarete zarar
veriyorsa, bu doğru değilse, krallar ne yapmalı? Şunu: Ülkedeki altının dışarı çıkışını yasaklamalılar, maden
ocaklarının çalışmasını, altın çıkarılmasını teşvik etmeliler. Dışarıdan içeriye altın gelecekse de bunu
kolaylaştırmalılar. Yani ülke içinde elden geldiğince çok altın stok etmeye çalışmalılar. Böylece paranın içindeki
değerli maden miktarını düşürmeye gerek kalmaz. İşte böyle düşünüyorlardı, o zamanın yöneticileri ve
ekonomistleri.
Altın ve gümüşe bu kadar önem verildiğinde bunlara dair bir arayışın ortaya çıkmaması şaşırtıcı olur. Böyle bir
arayış tarihin bir icada, bir keşfe gebe olduğunun işaretidir. Yakınlarda kesin mucizevi bir keşif olacak.

YENİ YOLLAR VE TİCARİ DEVRİM

8
Osmanlı'da dini liderlik ile politik liderlik tek bir kişide, padişahta çakışmıştı. Bu, elbette halifeliğin Osmanlı'ya geçtiği geç tarihlerde oldu,
ama bunun öncesinde de padişahın iktidarı hiç tartışma konusu edilemeyecek kadar güçlüydü.
9
Osmanlı'da da bu yola sık başvurulurdu. Paranın içindeki altın ya da gümüş miktarını azaltma yöntemi ilginç bir kelimeyle ifade edilirdi:
"tağşiş". İlginçliği şuradan geliyor: "Tağşiş" Arapça bir kelimedir ve "aldatma" anlamına gelir.

9
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
Kristof Kolomb Onbeşinci Yüzyıl insanının gözünde kesinlikle bir beceriksizdi. Hint Adaları'nı bulamamış,
başarısız bir adamdı. "Ama ben yeni bir kıta buldum" diyebilseydi bile bu bir şeyi değiştirmezdi: "Ticareti
ucuzlatacak yeni bir yol10 bulamadıysan en azından altın ve gümüş bulabilmeliydin?" derlerdi.
Günün başarılı adamı Vasco De Gama'ydı. Afrika Kıtası'nın ucundan geçerek Hindistan'a varmıştı ve bu
seferinde getirdiği mallardan %6000 kâr etmişti. (Yıl 1497) Artık ne Türklerin iyi niyetine ne de Venediklilerin
tekellerine bağımlı olmak zorunluydu. Ticaretin yolu Akdeniz'den Atlas Okyanusu'na geçti. Venedikliler eski
üstünlüklerini kaybettiler. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa, ticari üstünlüğü ele geçirdi.
Yeni kıtalar, yeni yollar, yeni ülkeler... Alışveriş yapılacak yeni yerler, mallarınızı satabileceğiniz yeni pazarlar,
yurda getirilecek yeni mallar... son derece bulaşıcı bir hareketti bu. Pazarların dev bir büyümesi... Çağımızda bir
Doğu Bloku ülkesinin piyasaya açılışının bile dev firmalarda yarattığı heyecanı düşünün... Bu çağda yeni ülkeler
değil, yeni kıtalar ticarete açılıyordu. Nitekim tarihin bu dönemi sonradan "ticari devrim" olarak adlandırıldı.
Keşiflerde bulunacak bir çok kumpanya kuruldu, yeni yeni ekonomik aktörler icat edildi: türlü türlü şirketler 11 ve
özellikle anonim şirketler. Bunca riskli işlere giren bu şirketler elbette öncelikle hükümetlerinden bulacakları yerlere
dair tekel haklarını aldılar, çeşitli ayrıcalıklar kopardılar.
Ancak tüm bu şirketlerin sürekli olarak ticareti genişletmeye çalışacaklarını düşünmemek gerekir. Şirketler
'daha çok ticaret' değil 'daha çok kâr' peşinde koşarlar. Gerçi çoğunlukla daha çok ticaret daha çok kârı getiriyordu
ama, kâr düşmesin diye bazı şirketlerin ticareti belirli sınırlar dahilinde tutmaya çalıştıkları da görüldü. Öyle bir
sermaye birikimi gerçekleşti ki artık Onyedinci ve Onsekizinci yüzyıllarda endüstri devrimini kim olsa yapar.
Ticari yolların değişmesi, ticari merkezlerin de değişmesi demek oldu. Eski İtalyan şehirlerinin yerini Antwerp
(Belçika’da) aldı. Bu şehrin özelliği büyük olması değil kısıtlamaların olmamasıydı. Nitekim burada kısa sürede
yeni ticari araçlar icad edildi: Kredi sistemi, ciro, akreditif vs.
Son olarak ticari devrim döneminde krallar ile tacirler arasındaki ilişkilerin gittikçe geliştiğini, kral/kraliçelerin
kumpanyalara ortak olduklarını ve çoğu zaman tacirlerden büyük borçlar aldıklarını hatırlatalım. Tacir demek artık
aynı zamanda maliyeci ya da banka demekti ve krallar bunlara borçlanıyor, bazen bir başka kral adayına karşılık
ancak bir tacirin desteği ile tahta gelebiliyorlardı.
***

FİYAT DEVRİMİ ve DİLENCİLER ÇAĞI


Peki ya Kristof Kolomb ne oldu? Amerika'nın keşfi tabii ki tarihteki en önemli coğrafi ve ticari keşiflerden biridir,
ama 1492'de henüz değil. Kolomb'un değeri ancak, Meksika ve Peru'dan İspanya'ya gerçekten altın ve gümüş
akmaya başladığında -Onaltıncı Yüzyıl'da- anlaşılmaya başlandı. Tabii daha çok da İspanyollar anladılar değerini.
İspanyollar için bu altın ve gümüş "daha çok lüks tüketim" anlamına gelirken Avrupa'nın hemen her yerinde
yoksullar için "daha çok sefalet" anlamına geliyordu.
Belki hiçbiri daha fazla yoksullaşabileceğini düşünemeyen yüzbinlerce insan dilenci oldu. Bu sefalet başta
savaşlar yüzündendi. Almanya'daki Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) insanlığın başına gelmiş en büyük
felaketlerden biridir. Bu savaşların sonunda durum şöyleydi:
"Toplam nüfusun üçte ikisi kayıptı, kalanların sefaleti içler acısıydı. Ülkedeki köylerin altıda beşi
yok edilmişti. Palatinate'de bir köyün iki yıl süre içinde yirmi sekiz kere talan edildiğini okuyoruz.
(Ayda bir-AB). Saksonya'da kurt sürüleri dolaşıyordu, çünkü kuzeyde toprağın üçte birinde ekim
durmuştu" (ss.113) 12
"Paris nüfusunun dörtte biri dilenciydi, İngiltere ve Hollanda'da durum daha farklı değildi. Hatta
Hollanda'da evlerini kuşatan ya da yollarda, ormanlarda çeteler halinde dolaşan dilencilerden
kurtulmanın başka yolu kalmayınca zenginler bu sefil heimtlosen'a (yersiz yurtsuzlara) karşı av
partileri düzenlemeye başladı." (ss.113)

10
Hint Adaları bu yüzden aranıyordu ve bulunsaydı bu yine çok önemli bir keşif olacaktı. Sözgelimi Amerika kıtası orada olmasaydı ya da
Amerika diye bir kıta hiç olmasaydı Doğu'ya ulaşılabilecekti. Böylece mallar çok ucuza getirilebilecekti. Çünkü mallar binlerce mil boyunca
dağlardan, çöllerden at veya katır üstünde kimi zaman da insan sırtında taşınarak geçiyor, yağmacıların saldırılarına karşı mücadele
ediliyor, okyanusta kasırgaları ve korsanları atlatıyor, geçtiği her yerde hükümetlere vergi veriliyor (bu arada Osmanlı'ya da) ve en sonunda
Venediklilere ulaşıyor ve zaten onlara da çok pahalıya gelmiş olan bu malları Venedikliler, Avrupa'daki diğer dağıtımcı kentlere (genellikle
Güney Almanya kentleri) satıyordu. Mallar son kullanıcının önüne geldiklerinde bunlara bir servet ödenmesi gerekiyordu. Bu yüzden
Doğu'ya giden bir yol bulmak çok önemliydi. Amerika'nın keşfinden yüz yıl sonrasında bile, hala bu yolu bulmak için Amerika Kıtası'nın
ucunu arayıp öbür tarafına geçmeye çalışanlar vardı.
Bunların adları da ilginçtir. Örneğin İngiltere'de kurulan bir şirket: "Yeni Ülkelerin, Bölgelerin, Adaların ve Bilinmeyen Yerlerin
11

Keşfedilmesi İçin Tüccar Serüvenciler Şirketi ve Loncası"


12
Osmanlı'da da bu sıralarda Celali İsyanları vardı. Üstelik aynı sebeple: Yeni ticari yolların keşfi ve Amerika'dan gelen madenlerin yarattığı
enflasyonist ortam.

10
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
İşte sefaletin bir nedeni bu savaşlardı, ikincisi: Amerika. Amerika'dan gelen bütün değerli madenler İspanya'ya
akıyordu ve işin doğrusu İspanyollar ticaretten pek anlamıyorlardı. Onlar daha çok yağmacıydılar. Sattıklarından
çok mal alıyorlar ve İspanyol Kralları da aptalca savaşların birinden çıkıp bir diğerine başlıyorlardı. Altın ve gümüş
ellerinde durmuyor onlara mal ve silah satan tacirlerin eline geçiyordu.
Değeri düşürülmüş paranın nasıl fiyatları yükselttiğine yukarıda değinilmişti. Paranın değerini düşüren bir diğer
etken de dolaşımdaki para miktarının artmasıdır. Para da insanların ihtiyaç duydukları herhangi bir nesne gibidir:
Miktarı sınırsız ise değeri de yoktur, karşılığında bir şey vermeniz gerekmez. Mübadele yöntemi olarak takası
kullanıyorsak, örneğin belirli bir miktar şaraba karşılık belirli bir miktar buğday veririz. Ama o yıl buğday hasadı iyi
değil, buna karşılık şarap üretimi çoksa aynı miktar şaraba karşılık daha az buğday verilir. Para için de bu
geçerlidir. Mübadele edildiği şeylere kıyasla bollaşırsa değeri düşer, bu da fiyatların artması demektir. İspanya'dan
gelen altın ve gümüş derhal para şeklinde basılıp bütün Avrupa'ya yayıldığında da aynı şey oldu. Fiyatlar birden
fırladı. Hem de nasıl? İspanya'ya giden biri şu basit gözlemde bulunuyordu: "Bir berberde sakal traşı olmak için
bir servet ödemek gerekiyor. Sanırım İspanyolların diğerlerinden daha çok sakal bırakmalarının nedeni de bu."
Ama yalnız İspanya'da değil fiyatlar her yerde yükseliyordu. İnsanlar kızgındı. Bunun kendi bölgelerinde
gerçekleşen bir olay mı yoksa evrensel bir eğilim mi olduğunu kestiremiyorlardı. 1600 yılında fiyatlar, 1500
yılındaki fiyatların iki katı olmuştu. 1700'de ise fiyatlar, bu 'fiyat devrimi' başlamadan önceki fiyatların 3,5 katını
geçmişlerdi. Yani %350'den fazla.
Peki bu "fiyat devrimi" kimi etkiler? Tacirleri değil. Çünkü onlar pahalı alırlarsa pahalı da satarlar. Kimilerinin
de giderleri sabitti. Mesela, sabit kirayla toprak kiralamış olanlar. Bunlar da kaybetmediler, aksine çok kârlı çıktılar.
Ama mali örgütlenmesi köhnemiş olan krallar bu işten oldukça zararlı çıktılar ve gittikçe burjuvazinin kucağına
düştüler. Politik alanda burjuvaziye çeşitli ayrıcalıklar verdiler.
Ücretli işçiler de zararlı çıktılar. Normalde fiyatlar yükseldiğinde ücretler de artar, ama aynı oranda değil.
Ücretlerin aynı oranda artması bir mücadele işidir. Oysa fiyatlar piyasanın kendi mantığı içerisinde otomatik olarak
yükseliyordu, fiyatların yükselmesinden hoşnut olacak kesimlerin mücadele vermesini gerektirmiyordu.
Bir de sabit gelirliler var, yani rantiyeler: Yıllık maaş, emeklilik veya sabit faizli bono sahipleri.
Hatırlanacağı gibi toprak tasarrufunda geleneksel hizmetlerin yerini de nakdi rant almıştı. Fiyat devrimi olana
dek lordlar bundan kâr etmişlerdi. Peki ya şimdi? Şimdi gelirlerini yine eski düşük rantlar oluşturuyor, buna karşılık
harcamalarını yeni yüksek fiyatlar üzerinden yapıyorlardı. Yapabilecekleri iki şey vardı: Birincisi rantı, yani kiraları
arttırmak, ikincisi ise tarımdan vazgeçmek, topraklarını çitle çevirip burada çok daha ucuza koyun yetiştirmek ya
da başka bir ürün yetiştirmek. Dikkat! Bu iki yöntem birden proleteryayı doğuracak.

ÇİTLEME HAREKETİ: MÜLKSÜZLER SAHNEDE


"Koyunlar ne yer?" Koyunlar ot yer tabii ki. Ama bu soruyu Onaltıncı Yüzyıl İngiltere'sinde bir köylüye sorsanız
şu dramatik cevabı alırsınız: "Sheeps eat man-Koyunlar insan yer". Bu, o zamanlarda yaygın bir deyişti. Çünkü
lordlar koyun yetiştirmek için türlü türlü yollara başvurup köylüyü toprağından atıyor ve tarlayı çitle çevirip mera
olarak kullanıyorlardı.13 Topraktan aldıkları rantın sabit olması ve bu nedenle gelir kaybına uğramaları bunu
yapmalarının bir nedeniydi, ama bir diğer nedeni de İngiltere'nin yün ihracat fiyatlarının artmasıydı. Aslında bu
çitleme ya da çevirme olarak adlandırılan olay (enclosure) fiyat devriminden önce başlamıştı. Ama işte fiyat
devrimi buna hız kazandırmış ve binlerce insan topraksız, işsiz kalmıştı. Lordlar bazen köylülerin topraklarını değil
sadece meraları çeviriyorlardı. Ama bu durumda da köylü kendi hayvanlarını otlatamıyor ve sonuçta yine toprağı
terk ediyordu.
Koyun yetiştirmek için daha az adam gerekir: Bir kaç çoban yeter, geri kalanları at. Mahkemeye mi başvururlar?
Zaten adalet zenginlerden yanadır, ama diyelim ki adalet herkese eşit dağıtılıyor; bu durumda da köylü,
kazanabileceği davayı dahi sonuna kadar sürdüremiyordu. Lord bekleyebilirdi. Sonunda köylüyü ucuz bir fiyata
tarlayı satın almaya ikna edebilir ve böylece baş ağrısını geçirirdi.
Çevirme sadece koyun otlatmak için yapılmıyordu. Dağınık birçok çiftliği işletmek yerine tek bir çiftliği işletmek
daha rasyoneldi.
Sonuçta binlerce insan mülksüzleşti ve şehirlere aktı. Bu, çevirme hareketinin sonucuydu, ama fiyat devriminin
bir etkisi daha oldu demiştik: rantların arttırılması da köylülerin mülksüzleşmesi sonucunu doğurdu ve aslında bu,
çitleme hareketinden daha etkiliydi.

13
Fransa'da ise aynı derecede güzel farklı bir değiş vardı:
"Otlaktan bir kaz çalan adamı
Kanun hemen hapseder;
Ama baştacı eder,
Kazdan otlağı çalan alçağı"

11
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
Eski kiracının 'geleneğe göre' belirlenmiş rantla kiraladığı toprağın kira süresi bitince bu sefer lord fahiş bir
rantla kiraya veriyordu. Ya da köylü ölünce varisi 'geleneğe uygun olarak' vergisini vermek suretiyle onun toprağını
almaya kalktığında, verginin fahiş bir rakam olduğunu görüyor ve vazgeçiyordu. 'Gelenek' zaten her zaman 'lordun
istediği şey' anlamına geliyordu, dolayısıyla, lord dilediği zaman bunu çiğneyebilir ya da değiştirip adına yine
'gelenek' diyebilirdi.
Ne çitlemeye karşı çıkartılan yasalar14 ne de köylü ayaklanmaları süreci tersine döndürebildi. Toprağın değeri
artık "üzerinde harcanan emek miktarına göre" belirlenmiyor, "kaç para getirdiğine göre" değerlendiriliyor,
spekülatörlerin oyuncağı haline geliyordu.
Ama çevirme hareketi bir yandan büyük acılara yol açarken diğer yandan tarımı geliştirme olanaklarını
arttırıyordu. Tarih, kapitalizmin bütün isteklerini tek tek yerine getiriyordu. Kapitalizm için sermaye birikimi
gerekiyordu: uluslararası ticaret, keşifler, yağmalar, işte bunu sağlamıştı. Emeğinden başka satacak bir şeyi
olmayanlara ihtiyaç duyuyordu, işte, çevirme hareketi ve fiyat devriminin diğer etkileri bunu sağladı. Kapitalizm
başka neye ihtiyaç duyar? Ticari ürünler (tarımsal değil) üreten gelişmiş kent zanaâtçılığına.
***
Kapitalizmin Gelişiminin Önkoşulları
1-Servet birikimi
2-Özgürleşmiş Emek
3-Gelişmiş kent zanaâtçılığı
***
GELİŞMİŞ KENT ZANAÂTÇILIĞININ ORTAYA ÇIKIŞI
Loncaları görmüştük, loncada usta yalnızca üretici değildi. Üreteceği malın hammaddesini ararken bir tacirdi,
çalışırken işçi, yanında çırak-kalfa çalıştırırken işveren, onların çalışmalarını denetlerken ustabaşı ve bitmiş malı
tezgahta satarken dükkancı. Pazarın genişlemesi, işçilerin yaptığı malları yüzlerce ya da binlerce mil ötede olan
tüketicilere eriştirme görevini üstlenen aracı tipini ortaya çıkardı. Bu aracı işe karışınca usta artık tacirlik ve
dükkancılık fonksiyonlarını bıraktı. Sadece çalışıyor, çalıştırıyor ve denetliyordu. Hammaddeleri ona tacir getiriyor
ve mamulleri de yine aynı tacir alıp kendisi satıyordu. Usta ile müşteri artık eskisi gibi görüşemiyorlardı. Bu sisteme
eve iş verme sistemi denilir. Yani yaygın bir İngilizce deyimle 'putting out'. Bu aşamada tacir üretim tekniğinde
herhangi bir değişiklik getirmemişti. Yalnızca daha geniş pazarlara ulaşabildiği için üretimi arttırmıştı. Ama kısa
süre içinde uzmanlaşmanın önemini de kavrayacaktı. "Biri eğirir, öteki büker, öbürü dokur, beriki çeker, bir başkası
da ütüleyip paketlerse kumaş, bütün bu sayılan işlemlerin aynı elle yapılması durumunda olduğundan daha ucuza
mal (olur)" (ss.127) Bir işçi hep aynı işi yaparsa o işte uzmanlaşıyor ve o işi çok daha hızlı yapıyordu.
Loncalar bu gelişmelere direnmedi mi? Elbette direndi. Bazı yerlerde bu gelişmeyi yavaşlattılar, bazı yerlerde
bizzat kendileri ayak uydurdular, bazı yerlerde yok olup gittiler, bazı yerlerde ise bu yeni üretim tekniğini kovdular.
Gerçekten de bir kovmadır bu. Loncaların mücadelesi karşısında tacirler (artık kapitalist de sayılabilirlerdi) kıra
kaçtılar. Burada toprağını terk etmemiş köylüler buldukça onlara iş verdiler.
Jack of Newbery bu girişimcilerden biriydi. İngiltere Kralı önünden gelip geçen kumaş yüklü arabalara bakıp
bunların kime ait olduğunu sorduğunda "Jack of Newbery" denmişti kendisine. Kral da "o halde bu adam benden
daha zengin" demişti. Newbery önemli biriydi. Diğer eve iş verenlerden farklı olarak kendisi bir bina yaptırmış, 200
dokuma tezgahı koymuş ve 600 kişi çalıştırmaya başlamıştı. Bu, Onaltıncı Yüzyılın başlarında oluyordu, yani
modern fabrikadan üç yüz yıl önce. Kumaşın ve tezgahların ve mamullerin sahibi oydu, o pazarlıyordu ve yanında
çalışan ustalar ücretli işçiydi.
Yeni keşfedilen yerler de şeker rafine etmek, tütün vb. için tamamen yeni endüstrilerin ortaya çıkmasını
sağladı.
Artan talep pahalı bir tesis isteyen ağır endüstrilerin de kapitalist bir temele göre yeniden örgütlenmesini
gerektiriyordu. Maden endüstrileri için gerekli sermaye o kadar fazlaydı ki kapitalistler birleşip anonim şirketler
kurdular. Tıpkı kendilerinden önce tacirlerin yaptığı gibi.
***
Tarımsal olmayan üretimin gelişimi
1-Ev ya da aile sistemi: Kendi kullanımları, malikâne içi tüketim için kendi evlerinde üretim. (Erken Ortaçağ'da).
2-Lonca Sistemi: Emeklerini değil emeklerinin ürününü satıyorlardı. Hammaddenin, aletlerin sahibi çalışanlardı.
Mahalli bir pazar için satış yaparlardı. (Ortaçağ boyunca).
3-Eve iş verme sistemi: Yine evde üretim. Ama ustalar artık bağımsız değil; Aletlerin sahibi idiler ama, hammaddeyi
bir başkası getiriyordu ve mamulleri de bir başkası alıyordu. Müşteri ile bağlantıları kesilmişti. Artık parça-başı işçisi
olmuşlardı. Bu sistemde büyüyen bir dış pazara yönelik üretim yapılıyordu. (Onaltıncı Yüzyıl ile Onsekizinci Yüzyıl
arası.)

14
Devlet de bu çevirme hareketinden rahatsız olmaya başlamıştı. Çünkü bu köylüler hem vergi veriyor hem de askerlik yapıyorlardı. Diğer
yandan bunların mülksüzleşmesi devletin mücadele etmek zorunda kalacağı yeni çetelerin ortaya çıkması demekti.

12
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
4-Fabrika: Ev dışında, kapitaliste ait bir binada, sıkı gözetim altında üretimin. Çalışanlar hiçbir şeyin sahibi değiller,
her şey kapitalistin. Onlar sadece emeklerini satıyorlar. Makine yaygınlaştığı için ustalık eskisi gibi önemli değil,
sermaye ise eskisinden çok daha önemli. (Fabrika Ondokuzuncu yüzyıldan beri var).
Tabii bu yukarıdaki aşamaların tümünden sırasıyla geçmek şart değil. Kimi sektörler bazı aşamaları atlamış, kimi
yerlerde kimi aşamalar ise Newbery örneğindeki gibi erken ortaya çıkmıştı. Tarihte kalması beklenebilecek kimi
aşamalar ise Yirminci Yüzyıl'a kadar taşınmıştı. Amerika'da, 1934 yılında, hala eve iş verme sistemini -hem de eski
gaddar yanlarını hiç de elimine etmeden kullanan- sektörler vardı. Böyle iş yaptıran bir firmanın yaptığı bir
araştırmanın sonuçlarına göre, iş verilen evlerde, çalışanlar arasında 2 yaşında bebekler de vardı(ss.134); diğer
çalışanlar kıyaslamalı olarak daha erişkindi.
***

MERKANTİLİZM
Bir ülkeyi zengin yapan nedir? Onyedinci ve Onsekizinci yüzyıllarda bu soru çok önemliydi. Çünkü iktisatçıların
ilk defa karşılaştıkları bir soruydu. İnsanlar şimdiye kadar yalnızca "Lyons şehri için en iyi olan nedir?",
"Southampton şehri nasıl zengin olur?" gibi sorular üzerinde düşünmüşlerdi. Bir ülke, bir ulusal devlet çapında
düşünmek yeni bir şeydi; acemiydiler. Bu yüzden onlar da en zengin ülke hangisi ise onu gözlediler ve buradan
sonuçlar çıkardılar: En zengin ülke İspanya. Nedeni: Sömürgelerden akan altın ve gümüş. O halde yapılması
gereken şey şu: Elden geldiğince çok altın sahibi olmak. Yani bireyleri zengin saymamızı sağlayan şey neyse,
bunun ülkeler için de geçerli olduğunu fark etmek. Ne kadar çok altın ve gümüşünüz varsa o kadar zenginsinizdir.
O halde altının ülke içinde kalmasına özen göstermeli, ülke dışına çıkışını türlü yollardan zorlaştırmalı.
Politik devlet kurulmuştu, şimdi de iktisadi devleti kurmak gerekiyordu. Hükümetler bu yüzden gündelik hayata
müdahale ediyorlar, çeşitli yasalar çıkarıyorlardı. İşte bel kemiğini yukarıda anılan çıkarsama ve sonuçların, bu
yönde alınan önlemlerin oluşturduğu ve aslında pek de sistemli olmayan iktisadi düşüncelere merkantilizm adı
verilir. (Bu arada merchant sözcüğünün tacir anlamına geldiğini hatırlayalım. Yani merkantilizm de tacircilik
anlamına geliyordu.)
Merkantilist düşünceyi izleyerek her yerde "Altın ve Gümüş İhracına Karşı Yasa"lar çıkarılıyor; mesela
İngiltere'de altın sikke ya da altın veya gümüşten çanak, değerli mücevher gibi şeylerin yurtdışına çıkarılması
kralın vereceği ruhsata bağlanıyordu.
Altının ülke içinde kalması ve yeni altın girişi için formüller arandı, bulundu. "Eğer ihracat sürekli olarak fazla
verirse bunun bedeli ithalattan fazla olacağı için giren altın da çıkan altından daha fazla olacak, böylece altın
stoklarımız artacaktır."
Serveti para sanıyorlardı, bunun yanlış olduğunu kısa sürede öğreneceklerdi. Ama bazı yanlışlar garip bir
şekilde doğru sonuçlar doğurur. Merkantilist düşünce de, taşıyıcıları için böyle talihli bir sürprizi içinde taşıyordu.
Tarihin mantığı öyle bir şekilde ilerlemektedir ki sizin onu yanlış anlıyor olmanızı dahi dikkate almıyor. Tarihte bireyin
rolü deyince hep, tarihe biraz daha uzun bir adım attıran insanları anlayacak değiliz ya! İşte yanlış (ve hakim) bir
iktisadi düşünce ve işte bunun etkisizliği. Tarih şu an bireylere söz hakkı tanımıyor. Bir başka iktisatçının, Adam
Smith'in repliğini hazırlamakla meşgul.
Çünkü kısa sürede altını yurt içinde tutmak için sadece zorunlu ve aynı zamanda ucuz olan malların ithal
edilmesi (tarımsal ürünler), buna karşılık değerli malların satışı anlayışı, bu değerli malların -bir diğer değişle artık
sanayinin- her yoldan teşvik edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Yalnız dışarıya daha çok satmak için değil,
dışarıdan daha az mamul almak için de ülke içinde gelişmiş bir sanayinizin olması gerekiyordu.
Avrupa'ya kısa sürede dünya hakimiyetini sağlayacak olan şey, kral hazinelerinde biriken altınların miktarı
değil, işte bu; gümrük vergileriyle korunmuş, teşvik primleriyle geliştirilmiş, sürekli olarak ve çeşitli yollardan
kışkırtılmış15 sanayi olmuştur.
Sonuçta nihayet çok mamul ürettiniz; ama iş henüz bitmedi. Bu ürünleri dağıtacak, rakiplerle ve korsanlarla
boğuşacak bir ticaret filosuna ve elde edilen ayrıcalıkları koruyacak bir silahlı güce ihtiyaç var. Zamanı gelince
mutlaka savaşılacaktır. Savaşta yeterli erzaka da ihtiyaç var. Bunun için gemi yapımına da son derece önem
verilmiş ve savaş düşünülerek çeşitli ülkelerde cazip "tahıl yasaları" çıkartılmıştır.
Gemiciliğin teşvik edilmesi meselesinde İngilizler çok uyanıktı. İnsanlara balık yemelerini öğütlüyorlardı. Çünkü 'balık
hem çok sağlıklıydı hem de ömrü uzatıyordu'. Oysa muhtemelen bunun böyle olup olmadığı konusunda hiçbir fikirleri
yoktu. Onlar, gemicilik için bir tür eğitim, bir staj olması amacıyla balıkçılığın gelişmesini istiyorlardı.
Onaltıncı yüzyılın sonunda İspanya zayıflayınca Hollanda denizcilikte en büyük atılımı yapan ülke olarak
sahneye çıktı. İngiliz ve Fransız malları uzun süre Hollanda gemileriyle taşındı. Nihayet İngiltere ve Fransa için
bu hoş olmayan durum, denizcilik yasalarının çıkartılması ile düzeltilmeye çalışıldı.
Düzeltildi de; ama bunun, günümüz için de önemini koruyan başka sonuçları oldu. İngiltere'nin çıkarttığı denizcilik
yasaları denizciliği teşvik ediyordu. Bunlara göre anayurda ve tüm sömürgelere yabancı bir geminin mal taşıması
yasaklanmıştı. Mal taşıyacak gemiler ve gemicileri, ya anayurdun ya da sömürgenin olacaktı. Bu yasanın bir sonucu
Amerika kolonilerinin ticaret filolarını kurması oldu. Ama bu yaklaşımda görüldüğü gibi İngiltere, sömürgeleri bir gelir

15
Yeni endüstrilerin kurulması için dışarıdan ustalar getirilmesi, böylesi kişilere bedava ev benzeri teşvikler, vergi bağışıklıkları, teknoloji
hırsızlığı, tekel ayrıcalıları, mucitlere teşvikler, teknik eğitim vs.

13
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
kaynağı olarak görüyordu ve bu diğer alanlarda da öyleydi. Mesela, kolonistler asla kasket, şapka, yünlü ya da demir
eşya üretemezlerdi: İngiltere'den almak zorundaydılar. Kolonilerden biri olan İrlanda yünlerini dokuyup kumaş yapınca
İngiltere çıkardığı yasalarla derhal bu sanayiyi ezdi. (Bu, İngiliz sanayisinin ihtiyaç duyduğu her ürün için geçerliydi).
İrlandalılar işlenmemiş yünlerini yalnızca İngiltere'ye satabilirlerdi ve İngiltere bunları işler, gerekli miktarını kullanır;
geri kalanını ise satardı. Tabii bu yüzden fiyatları belirleme şansına da sahipti; ve sonuçta bu mekanizma yığınla
İrlandalıyı gittikçe yoksullaştırdı. Bir zamanlar Amerika'nın olduğu gibi, bugün İrlanda'nın da İngiltere egemenliğine
karşı bağımsızlık direnişi ta bu tarihlere, 1660'lı yıllara dayanmaktadır. Merkantilist politikalara...
Sözünü ettiğimiz mekanizmalar, yasalar, teşvikler, tekeller... vs. Bunlar yine merkantilist düşüncenin
sonucuydu ve yalnızca İngiltere için değil, tüm kolonistler için geçerliydi.
Merkantilist düşünce, ticareti "karşılıklı olarak yarar sağlayan bir faaliyet" olarak değil, 'bir diğerinin aleyhine
kâr ettiğiniz bir faaliyet' olarak görmekteydi. Kıyasıya bir rekabet yürütülmeliydi. Ama kimi zaman savaşılmalıydı
da. Savaş, merkantilist politikaların meyvesiydi.
***

LAISSEZ FAIRE
Merkantilist politikalar çok yaygındı ama, bırakın toplumun her kesimini, tacirler ya da imalatçılar gibi
beğenmelerini bekleyeceğimiz bazı kesimlerin taleplerini dahi karşılamıyordu. Her yerden isyan bayrakları
yükseliyordu. Çünkü bu politikalar aslında, ulusal çapta lonca yaratmak gibi bir sonucu doğurmaktan öteye
gitmemişti. Kimileri ayrıcalıklardan muaf olduğu için şikayetçiydi, kimileri ise malını dışarı satamadığı için. Mesela
yün dışarı çıkmasın diye koyun yetiştiricileri, yünlerini sadece yün imalatçılarına satabiliyorlardı, dışarı satış
yapamazlardı. Ya da herhangi bir alanda üretim yapan bir sanayici lonca kurallarını aratmayacak zenginlikteki
(ciltler dolusu) hükümet yönetmeliklerine uygun üretim yapmak zorundaydı. Üründe bir farklılık yapamıyordu.
Yapsa ne olurdu, yasak mıydı… şurası açık ki en azından hükümet teşviklerinden yararlanamazdı; böylece de
rekabette tutunamazdı. Tekeller yüzünden "ruhsatsız ticaret" diye bir suç vardı.
Gümrükler, yasalar, yasaklar, yönetmelikler... İşte bir kez daha söyleniyorlar: "Böyle iş yapılmaz." Bir kez daha
artık bağışlanabilir olan bir kusuru işliyorlar: Kendi çıkarlarını ulusal çıkar gibi gösteriyorlar: "Kaybeden ülkemizdir."
1776'da Amerika Bağımsızlık Bildirisi'ni yayınladı, Adam Smith'de 'Ulusların Zenginliği' adlı dahice eserini.
Merkantilist düşüncelerin tüm yanlışlarını bir bir ortaya koydu. Merkantilistler, kelimenin tam anlamıyla knock-out
oldular. Smith'ten önce de merkantilist politikaları eleştirenler olmuştu. Mesela Smith'in arkadaşı David Hume şu
çarpıcı soruyu soruyordu:
"Dolaşımdaki para arttıkça fiyatlar yükseldiğine, ve azaldıkça da fiyatlar arttığına göre niye daha çok altın
istiyorsunuz?" (yıl henüz 1746)
Adam Smith tamamlıyor: "Bir ülke şaraba ihtiyaç duyuyorsa şarap ithal eder, altına ihtiyaç duyuyorsa altın ithal
eder. Altın da diğer herhangi bir mamül gibi bir fiyatı olan bir metadır. Altın ve gümüş alacak gücü olan bir ülke
dilediği zaman altın ve gümüş alabilir; niye şarap yerine illa altın alsın ki?" Hume ise şu gözlemi de yapıyordu:
"Altın çok artarsa fiyatlar yükselir, fiyatlar yükselince ihracat azalır (çünkü mamuller yabancı ülkelere pahalı
gelmeye başlamıştır), ihracat azalınca altın girişi azalır ve fiyatlar düşer; bu sefer de mallarımız diğer ülkeler için
ucuz olur ve ihracatımız artar... ve bu böyle sürüp gider" Tabii bu o kadar doğru değildir. Pratikte önünde yığınla
engel vardır; teorik olarak ve çok uzun bir vadede doğrudur. Ama sonuçta bu gözlemler, şu "altın" deliliğine bir
son verecek güçtedir.
Laissez faire (bırakınız yapsınlar) deyimi ilk sistemli iktisat okulu sayılabilecek olan fizyokratlara (Gournay'e)
aittir. Smith'e göre pek çok kusurlarına karşılık bu okul oldukça doğru şeyler söylüyordu. İktisatta özgürlüğü,
serbestliği (ve bunları gerçekleştirecek mülkiyeti), savunan fizyokratların en büyük yanlışı tarımsal üretimi
fetişleştirmeleri, endüstriyel üretimi küçük görmeleriydi. Bu yanlışı Adam Smith düzeltti. Görüşleri şöyle bir dizge
oluşturuyordu:
-Emeğin üretici gücündeki en büyük ilerleme işbölümünün sonucunda görülür. Üretkenlik artışı işbölümünden
gelir: Yani uzmanlaşma. (Smith, üretici gücün emekte olduğunu görmüş ve Marx'a ilham vermişti)
-Küçük bir pazar için yapılan üretimde kimse 'tek bir üründen anlayan biri' olmak istemez. Uzmanlaşma,
pazarın genişliğine bağlıdır.
-Geniş bir pazarı sağlayacak olan, serbest ticarettir.
-Bir işyerinde uzmanlaşmanın yararları kolayca görülebilir. Bu, uluslar için de geçerlidir. Her ülke uzman olduğu
ürünü üretirse ürünün niteliğine bakılmaksızın (tarımsal-endüstriyel) ticaret her iki tarafa da yarar sağlar. Bir
ülkenin zenginliğini sağlayan serbest ticarettir.
Böylece artık başka bir döneme girilmişti. Merkantilist politikaların getirdiği aşırı denetim, "tam denetimsizlik"
talebini doğurmuştu. Serbest ticaret, serbest rekabet, serbest piyasa istiyorlardı. Revaçtaki sözcük "serbestlik"
idi.
***
1789 FRANSIZ DEVRİMİ: ESKİ DÜZEN DEĞİŞİYOR

14
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
Yoksullardan vergi alıp da zenginlerden almayan bir hükümet için ne düşünürdünüz? Bu günümüzde de fiili
olarak mümkün olduğu gibi yaygındır da. Ama bunu açık açık ilan eden, pervasızca söyleyen bir hükümet
hakkında ne düşünürdünüz? "Hiç olmazsa açık sözlüler" diye düşünmemiz yasaklanırsa, ikinci düşüneceğimiz
şey "deli bunlar" olurdu. Oysa Fransa'da bu, çok doğaldı. 'Dua etmek' ve 'savaşmak' gibi seçkin hizmetleri soylular
ve kilise yerine getirdiğine göre, bu seçkin hizmetleri sunamayan 'geri kalanlar' ticaretle, endüstriyel faaliyetle
ilgilenmeli, bedensel hizmetlerde bulunmalı ve vergi vermelidir. Soylular, bu işbölümü bozulursa Fransa'nın
çökeceğine inanıyorlardı. Korkularında haklılardı; yıkılan onların Fransa'sı oldu.
İnsanlar niçin Fransız Devrimi'ni istediler? Köylüler için bunun en önemli nedenlerinden biri olarak vergiler
gösterilebilir. Türlü türlü vergiler toplamda gelirlerinin kaçta kaçını alıyordu? İnanılmaz bir oran: %80.
1789'a gelindiğinde bu köylülerin sabrı taşmıştı. Buna karşılık, köylülerin durumunun Onyedinci
Yüzyıldakinden daha kötü olduğunu düşünmemek gerekir. 1789'a gelindiğinde köylüler toprakların üçte birine
sahipti.16 Ama daha fazlasına sahip olabilirlerdi, bunu görmüşlerdi. Feodal toplum kokuşmuştu, soylular ve rahipler
tamamen asalak bir sınıfa dönüşmüşlerdi. Ne kralların ordusu lordlardan oluşuyordu ne de kilisenin dua etmek
için bu kadar çok mülke ihtiyacı vardı.
Ama Fransız Devrimi'ne önderlik eden köylüler değil burjuvazi oldu. Köylüler devrimlerde dahi şu 'çalışanlar'
sıfatından kurtulamıyorlardı. Burjuvazi en pis işleri yine onlara yaptırdı. Onlar çalıştılar, meyveleri burjuvazi
topladı. 'Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik' bütün devrimcilerin attığı bir halk sloganıydı, ama yalnızca burjuvazi için
geçerli oldu.
Devrime burjuvaların önderlik etmesi çok doğaldı. Çünkü yumurtanın içindeki civciv gibiydi. Ya kabuğu kırıp
çıkacak ya da ölecekti. (Fransız Devrimi'ni anlatırken Huberman'ın bu benzetmeyi kullanması ilginçtir. Çünkü
bugünkü Fransa'nın simgesi erişkin bir horozdur.-AB) Burjuvazinin hoşnutsuzluğunun nedenlerine daha önce de
değinmiştik, ama bu yeni yeni gelişen civcivin kırmak istediği kabuğa tekrar bakalım:
"Gelişen burjuvazi için ticaret ve endüstrideki kısıtlama, düzenleme ve baskı, hükümetin
küçük gruplara tekel ve ayrıcalık bağışlaması, çağını doldurmuş loncaların ilerlemeyi
kösteklemesi, kendilerine söz hakkı tanınmadan yasalar çıkarılması ve eski yasaların varlığı,
mücadeleci devlet memurlarının çoğalması, hükümet borçlarının gittikçe büyüyen hacmi -
bütün bu çürüyen, yozlaşan feodal toplum- kırılması gereken kabuğu meydana getiriyordu."
(ss.169)
Burjuvazi paralılar (tacirler, imalatçılar, bankerler) ile eğitim görmüşlerden (yazarlar, doktorlar, öğretmenler,
avukatlar, yargıçlar, devlet memurları... vs.) oluşuyordu. Fizyokratların ve Adam Smith'in yazıları iktisadi alandaki
taleplerini dile getirmişti; toplumsal alandaki ihtiyaçlarını da Voltaire, Diderot ve Ansiklopedistler dile getirdi. Ticaret
ve endüstride laissez faire'nin karşılığı, din ve bilimde 'aklın yönetimi' idi.
Eğer paranın 'onurlu olma'nın bir kriteri haline geldiği bir çağa girildiyse parası olanlar 'onur'larına soylular
kadar düşkün olacaklardır. Ayrıcalıklar, iktisadi bir anlamdan başka, bir soyluluk unvanı gibi de görünecektir
onlara. Hakkettikleri ve eski rejimin kendilerine veremeyeceği bir unvan. Eski rejim onurlarını yaralıyordu. Yalnızca
politik güç ellerinde olursa rahatlayabilirlerdi.
Politik güçlerinin iktisadi güçleriyle orantılı olmasını istiyorlardı... ayrıcalık istiyorlardı. Hükümete borç para
vermişlerdi ve bunun geri ödenmesini istiyorlardı. Fransız maliyesinin bunalımlı yıllarında maliye bakanlığının
başına geçen ve bir soylu olan Kont de Colonne Fransa'yı anlatırken "yönetilmesi imkansız" sözcüklerini
kullanıyordu. Fransız Devrimi 1789'da işte bu yönetilmesi imkansız krallığı yıktı.
Yasaları burjuvazi, burjuvazi için yaptı. Mülkiyetin korunması için mülk sahipleri tarafından yapıldı yasalar.
Şöyle ki Napolyon Yasası'ndaki 2000 maddenin sadece yedi tanesi emekle ilgiliydi. Sekiz yüze yakın madde ise
mülkiyete dairdi. Sendikalar, grevler yasaklandı, işveren derneklerine dokunulmadı. Yasaya göre ücret
anlaşmazlıklarında mahkeme işçinin değil, işverenin sözünü doğru sayacaktı.
Eski rejim, 'yönetilemez krallık', feodalizm yıkıldı. Ama yalnızca Fransa'da değil, bütün Avrupa'da. Napolyon
gittiği her yere (neredeyse bütün Avrupa'yı fethetti) 'serbest piyasa'yı (ve tabii Napolyon Yasası'nı) götürdü.
"Feodalizme öldürücü darbeyi Fransız Devrimi vurduğuna göre Ortaçağ'ı 1789'un bitirdiği
söylenebilir. Dua edenler, savaşanlar ve çalışanlarıyla feodal toplumun yapısı içinden bir orta

16 Şöyleydi Fransa'nın görünümü:

130.000 rahip, 140.000 soylu, 24.750.000 'geri kalanlar'


'Geri kalanlar'ın dağılımı ise şöyleydi:
250.000 kadar orta sınıf ya da burjuvazi
2.500.000 kadar kasaba ve şehirlerde oturan zanaatkar
22.000.000 köylü
1700 yılına gelindiğinde köylülerin içinde yalnızca 1.000.000'u eski anlamda serfti. Geri kalan çoğunluk artık özgür köylüydü.

15
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.
sınıf doğmuştu. Bu sınıf yıllar boyunca güçlenmişti. Feodalizme karşı uzun, zorlu bir savaş
vermiş, bu savaşta üç dönüm noktası çarpışma olmuştu: İlki Protestan Reformu, ikincisi
İngiltere'nin şanlı devrimi, üçüncüsü de Fransız Devrimi'ydi. Burjuvazi onsekizinci yüzyılın
sonunda artık eski feodal düzeni yıkacak kadar güçlenmişti. Feodalizm yerine, malların
serbest mübadelesine dayanan, öncelikle kâr etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi
tarafından kuruldu.
Bu sisteme kapitalizm diyoruz" (ss.174)

16
Özet: Leo Huberman-Feodalizmden Kapitalizme ss.

You might also like