You are on page 1of 3

Yahudilikte Tanrı’yı bilme ve inanma

Doç.Dr. Eldar Hasanoğlu

Yahudiliğin iman esasları kutsal metinlerinde derli toplu bir şekilde yer almamış, bu dinin
amentüsü Hz. Musa’dan (M.Ö. 13. yüzyıl) çok sonra oluşturulmuştur. İman esaslarını toplama
hususunda ilk girişim İskenderiyeli Filo’dan (ölümü: M.S. 50) gelmiş, onu Bağdat Yahudi
ulemasından Saadiya Gaon (ölümü: M.S. 942) takip etmiştir. Ancak onların oluşturdukları
amentü listesi genel kabul görmemiştir. Endülüs Yahudi ulemasından Musa ibn Meymun’un
(ölümü: M.S. 1204) oluşturduğu 13 maddeli amentü Yahudiler tarafından kabul görmüş,
yaygınlaşmıştır. Farklı zamanlarda oluşturulsa da, her 3 amentü listesinde en temel ilke
Tanrı’yı bilme olmuştur.

Tevrat’ın verilmesi dolayısıyla Hz. Musa’ya atfedilse de, Yahudilik aslında kendisini Hz.
İbrahim ile başlatır. Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup Yahudi kaynaklarında
“avot/atalar/ecdat” olarak tanımlanmış ve en temel aidiyet mercii şeklinde takdim
edilmişlerdir. Aidiyetin gerçekleşmesi için ataların yolunda olmak esas kabul edilmiş,
yaptıklarını icra etmek ve sakındıklarından uzak durmak gerektiği vurgulanmıştır. İnanışa
göre Hz. İbrahim’in benimsediği değerler ve kurallar mevcut olup hane halkını bunlarla
sorumlu tutmuş, Hz. İshak ve Hz. Yakup bu sisteme uymuş ve onlara birtakım eklemede
bulunmuş, evlatlarını da bu usul üzere yetiştirmişlerdir. Hz. Yakup’un İsrail lakabından dolayı
İsrailoğulları diye adlanan bu topluluk yaşam kurallarını bu kaideler ekseninde belirlemiş,
böylece onlar yerleşerek töre halini almıştır. Atalarından tevarüs ettikleri bu töre
İsrailoğulları’nı diğer kavimlerden ayırt eden bir özellik, alâmeti fârika olmuştur. Hz.
Musa’ya vahyedilen ahkâmı kapsayan Tora/Tevrat da yaklaşık 6 asır önce Hz. İbrahim’le
başlayan bu töreyi teyit etmiş, ona dini hüviyet vermiştir. Böylece, ataların koyduğu kuralların
ilelebet bağlayıcı olacağı Sina’da beyan edilmiştir. Sina dağında yaşadıkları tecrübeden
sonraki dönemde aidiyetin belirlenmesinde en esas kriter, Hz. İbrahim ile başlayan bahis
konusu töre olmuştur. Bu bağlamda, Yahudiliğin teşekkülünde pratik ve teorik esaslar olmak
üzere iki boyut öne çıkmıştır. Pratik boyutu itibariyle Yahudilik Hz. İbrahim ile birlikte
başlarken, teolojik boyut Hz. Musa ile ilişkilendirilmiştir. Özetle, Yahudiliğin kurucuları
olarak Hz. İbrahim ve Hz. Musa birlikte değerlendirilmiştir.

İsrailoğulları’na gönderilen peygamberler ve kanaat önderleri ataların yolunda olmayı


öğütlemiş, doğru yolun onların yaptıklarını icra etmek ve sakındıklarından uzak durmak
olduğunu vurgulamışlardır. Tevrat’ta yer aldığı şekliyle atalarının yaşam sırasında başlarından
geçen olayları ve hikâyelerini anlatmış, bu bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılarak biriken
bilgiye, tarihin rivayetine dönüşmüştür. Yahudiliğin doğası itibariyle inanç boyutu geri planda
kalmış, Tanrı’nın varlığı müsellem bilgi sayılıp üzerinde düşünülmeye ihtiyaç duyulmamış,
aidiyetin kurulması için ataların geleneğine uymak yeterli görülmüştür. Tevrat’ta Tanrı’nın
atalarıyla ilişkisi bağlamında anlatılanlar, İsrailoğulları nezdinde Tanrı hakkında somut, elle
tutulabilir düzeyde kesin bilgi oluşturmuştur. Örneğin ataları Hz. İbrahim’in Tanrı ile zaman
zaman görüştüklerini, aralarında bir anlaşma yaptıklarını, Tanrı’nın ona birtakım vaatleri ve
talimatlarının bulunduğunu, Tanrı’ya adıyla hitap edecek kadar aralarında ileri düzeyde bir
hukuk olduğunu daha çocuk yaşlarından itibaren öğrenmişlerdir. Bu bilgilere göre Hz.
İbrahim gözüyle görüyormuşçasına Tanrı’yı bilmiştir ve hatta aralarındaki dostluk bağı o
kadar güçlü ve net olmuştur ki O’nun bir sözüyle doğduğu yeri ve akrabalarını bırakıp uzak
diyarlara gitmekten imtina etmemiştir. Bu dostluğun bir tezahürü olarak Tanrı her zaman ve
her şartta Hz. İbrahim’i koruyup kollamış, örneğin Mısır’da eşi Sare’yi firavun saraya alıp
evlense de başlarına korkunç felaketler getirerek gerdeğe girmesine müsaade etmemiş, yani
dostunun namusuna el sürdürtmemiştir. Hz. İbrahim’in Tanrı’yı evinde ağırlayıp O’na yemek
ikram etmesini ve eşi Sare’nin bu misafirlik sırasında konuşulanları duyup gülmesini anlatan
Tevrat kıssası, İsrailoğulları’nın Tanrı hakkındaki tasavvurunu bir varlığın mevcudiyeti
hakkında asla şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak netlikte, kesin farkında olma
doğrultusunda şekillendirmiştir. Tevrat’ta anlatılanların toplamından hareketle, Hz. İbrahim
ile Tanrı arasında sarsılmaz bir güven bağının bulunduğu ve somut dayanaklarla desteklendiği
söylenmelidir. Benzer şekilde, ataları Hz. Yakup’un güreştiği kişinin Tanrı olduğuna yönelik
Tevrat’ta geçen ifadeler, İsrailoğulları’nın zihninde Tanrı’nın varlığının somut ispatı
niteliğinde olmuştur. İsimlerini “Tanrı ile güreşen” anlamında İsrail kelimesinden almaları
rivayetinin onların nezdinde oluşturduğu kesin bilgi, ataları Yakup’un başından böyle bir
olayın geçtiği hususunda en ufak şüphe bırakmadığı gibi Tanrı hakkında tartışmaya kapıları
kapatmıştır.

Tanrı’nın İsrailoğulları’ndan tek beklentisi, asla kendini göz ardı etmemeleri ve atalarının
yolundan çıkmamaları, töreyi sürdürmeleri olmuştur. İster On Emir ister Tevrat’taki diğer
kuralların toplamı bu amaca matuftur. Kenan topraklarında yaşayan kavimlerin yaşam
biçiminin iğrenç olduğunu belirten Tanrı, İsrailoğulları’nı bu amellerden uzak durmaları
hususunda uyarmış ve aksi takdirde onları bu topraklardan atmakla tehdit etmiştir. Dolayısıyla
İsrailoğulları’ndan bu yurdun mülkiyetinin Tanrı’ya ait (mukaddes) olduğunu, kendilerinin ise
O’nun izniyle burada sadece kullanıcı olduklarının farkında olmaları beklenmiştir. Bir araziyi
kimseye temelli devretmemeleri gerektiği ve altı sene ektikleri toprağı yedinci sene nadasa
bırakmaları gibi kurallar, bu bilinci beslemeyi hedeflemiştir. Bu uyarıya binaen,
İsrailoğulları’nın mukaddes topraklarda ikamet hakkı belli kayıtlar ve şartlar altında olmuştur.
Ancak sonraki dönemlerde İsrailoğulları’nın çoğunluğu ilahi iradeye karşı gelmiş, töreyi
muhafaza etmemiş, ilahi gazabı üzerlerine çekecek pek çok davranışta bulunmuşlardır. Kutsal
metinlere göre peygamberler onları uyarmış ve yaşadıkları enva-i çeşit musibetlerin ilahi ceza
olduğunu belirtmiş, düşman esaretine düşmelerini ve sürgünde yaşamalarını işledikleri
günahların bedeli olarak nitelemişlerdir.

İsrailoğulları nezdinde Tanrı’yı bilme olgusu sadece atalarından nakledilen rivayetlerle sınırlı
olmayıp bizzat kendileri de benzer tecrübeler yaşamışlardır. Tanrı, İsrailoğulları’nın
Mısır’dan çıkıp Kenan diyarına gelmeleri sürecinde çeşitli olağanüstü olaylar yaratmıştır.
Firavun ve halkının başına korkunç felaketlerin gelmesi, Kızıldeniz’in ikiye bölünmesi,
çöldeyken beslenmeleri için man ve bıldırcın gönderilmesi vs. gibi örnekler, Tanrı’nın
varlığını net bir şekilde ortaya koymuştur. O, onları her sıkıntıdan ve zorluktan kurtaran,
sürekli yardım eden ve daha önceden de atalarının tecrübelerinden aşina oldukları Tanrı’dan
başkası değildi. Yine, bu Tanrı sevgisi kadar öfkesi de öngörülmez olan, hemen küsen ve
ölçüsüz tepkiler veren, kıskanç ve çabuk içerlenen birisiydi ve verdiği nimetler gibi cezalar da
her bir ferdin hayatında dolaysız etki doğuruyordu. Özetle, İsrailoğulları’nın zihin dünyasında
Tanrı’nın varlığının keşfedilmesi akli muhakeme sonucu varılacak bir netice olmayıp
atalarından itibaren hayatın olağan akışı içerisinde sürekli karşılarına çıkan bir gerçeklik idi.

You might also like