You are on page 1of 85

Dış politika 1.Hafta 2.

Ders

Kurtuluş Savaşı sırasındaki Türkiye Büyük Millet meclisi’nin diğer devletlerle olan
ilişkilerini şöyle bir gözden geçirirsek.Birinci Dünya Savaşı 1918 Osmanlı imparatorluğunun
da içinde yer aldığı ittifak devletlerinin yani Almanya’nın, Avusturya Macaristan’ın,
Bulgaristan’ın ağır yenilgisiyle sonuçlandı ve ardından 1918 sonbaharında bu ittifak
devletleri Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere ateşkes anlaşmaları imzaladı. Dünya tarihi
için yeni bir dönem başlamış oluyordu ve yeni bir dünya düzeninin kurulması hedeflenmişti,
özellikle Amerika Birleşik Devletleri başkanı Wilson’un isteğiyle 8 ocak 1918 de Amerika
Birleşik Devletleri kongrede yaptığı bir konuşmada 14 ilkenin altını çizmişti kısaca biz hani
inkılâp tarihimizde Cumhuriyet tarihinde Wilson ilkeleri adını verdiğimiz 14 maddelik bildiri
yayınlanmıştı. 14 maddenin içerisinde 4 önemli husus dikkatimizi çekiyor birincisi şuydu;
yenen devletler yenilerden toprak almayacak idi ,ulusların kendi geleceğini belirleme hakkına
sahip olduğuydu ve buna dayanarak wilson ilkelerinin 12. maddesi Osmanlı
imparatorluğu’yla ilgiliydi. Bunun dışında tabii diplomasinin açık olması, gizli anlaşmalar
yapılmaması ve tabii ki savaştan sonra uluslararası anlaşmazlıkların uyuşmazlıkların barışçıl
yollardan çözülmesi için uluslarası örgütün kurulması yani kısaca bizim milletler cemiyeti
adını verdiğimiz bir uluslararası örgütün kurulması wilson ilkelerinin dikkatimizi çeken 4
temel nokta olduğunu burada görüyoruz. 1918 de Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ünlü
ingiliz politikacısı churchill’in deyimiyle savaşın sonunda kazananların da kaybedenlerin de
yıkıma uğradığı bir savaş olmuştu ve kimi kaynaklara göre 20.000.000 insan hayatını
kaybetmişti ve herkesin acı çektiği belirtilmişti. Tabii bu savaşın sonucunda hem Rusya
çarlığı, Avusturya Macaristan imparatorluğu,Osmanlı imparatorluğu, Alman imparatorluğu
çöken imparatorluklar arasında yer almıştı. Daha sonra savaşa giren Amerika Birleşik
Devletleri de bu savaşta 48.000 askerini kaybetmiştir. Savaşın yine kazananları tarafında olan
ingiltere Fransa ve italya’da özellikle derin bir ekonomik çöküş yaşamaya başlamışlardı ve
tabii ki başta italya olmak üzere bu ülkelerde derin siyasi toplumsal krizler meydana gelmiş
ve siyasi toplumsal muhalefeti arttırmıştı.Yine italya başta olmak üzere siyasal toplumsal
muhalefetin zirve yaptığı görülmekte mesela italya’da sosyalist hareketler genişlemiş
muhalefet büyümüş fabrikalarda ve yaygın işçi eylemleri grevleri meydana gelmiş yani
italya bu savaşa girerken büyük toprak kazanımları beklerken derin bir ekonomik çöküntü ile
yüz yüze geldi. Birinci Dünya savaşı’ndan sonra 18 ocak 1919 da paris’te bir barış konferansı
toplandı ki bu Paris barış konferans 1814-1815 Viyana kongresinden sonra avrupa’da yapılan
en kapsamlı diplomasi Organizasyonu idi çok iddialıydı çünkü yeni bir dünya düzeni
kuruluyordu. Kendilerine barışın mimarları adını veren 4 ülke Amerika Birleşik Devletleri,
ingiltere Fransa,italya diyor ama uzak doğu’da japonya’yı da buna ilave edebiliriz yani
toplamda 5 ama esasta 4 ülke kendilerine barışın mimarları adını vermişlerdi ve böylece
avrupa’dan uzak doğu’ya kadar olan geniş bir coğrafyada barışın tesis edilmesi söz konusu
olmuştur.Paris barış konferansına 32 devletin katıldığı ve yenen devletler yenilen devletler
arasında barış anlaşmaları imzalanacaktı. Almanya Osmanlı devleti, Avusturya Macaristan ve
Bulgaristan dışlandı onlar hakkında bir ferman verilecektir ve bir barış imzalanacaktır. Onlar
sonra davet edilecekti şimdi Paris barış konferansında işlerin yoluna sokulması için önce bir
onlar konseyi kuruldu onlar konseyi bu az önce saydığım 5 devlet yani ABD, ingiltere ,Fransa
,italya ve Japonya’nın yer aldığı bu 5 ülkenin cumhurbaşkanları ya da başbakanları ile
dışişleri bakanlarının katıldığı bir organdır buna onlar konseyi deniyordu. Fakat bu onlar
konseyini her daim bir araya getirmek zor olduğu ortaya çıkınca bu beşler konseyine döndü
yani 5 ülkenin devlet başkanları ya da başbakanların katıldığı bir beşer konseyi oluşturdu.
Fakat bu beşler konseyinde de Japonya bir süre sonra bu barış konferanslarına çok duyarsız
kalınca bu sayı 4 de düştü. Dörtler konseyinde yer alan devletlerin de bu Paris barış
konferansından beklentileri birbirinden farklıydı mesela Fransa adına katılan Başbakan
özellikle 1870-1871 Fransa Prusya savaşı’ndan sonra Fransa’nın onurunun kırılması
Fransa’nın küçük düşürülmesini göz önünde bulunduruyor. Versay anlaşmasının
imzalanmasıyla yani Fransa’nın temel beklentisi bu konferansta Almanya’nın bir daha
kendisi için bir tehlike arz etmemesini sağlamaktı ve Almanya’ya karşı bir güvenlik
oluşturmayı istemiş idi. Ingiltere’nin temel beklentisi güneş batmayan Britanya
imparatorluğunu tekrar canlandırmak diri tutmak ve Avrupa’daki güç dengesi noktasında yine
kendi pozisyonunu kendi konumunu korumaya çalıştığını burada görmekteyiz. Dolayısıyla
ingiltere tabii her ne kadar çok istekli olmasa da o da tıpkı Fransa gibi Almanya’ya bir ceza
verilmesini istemekteydi. italya’ya baktığımız zaman bu devletlerin içerisinde savaştan
beklentisi en çok olanı, italya sömürge imparatorluğunun genişletilmesi isteği ile Birinci
Dünya Savaşı sırasında imzalanan gizli anlaşmalarla kendisine vaat eden yani Türkiye’nin
güney batı bölgesi, Izmir’in kuzeyinden başlayıp o bütün sahil şeridinin kendisine verilmesini
istiyordu. Italyan’ın bir başka beklentisi de ise adriyatikteki fiume şehriydi yani liman
kentiydi. Sıra Amerika Birleşik devletlerine geldiğinde onun temel beklentisi, yani ABD
Başkanı wilsonun beklentisi, 14 ülke yasal olarak bir yeni dünya düzeninin kurulmasını
istiyor idi.Wilson ilkelerine göre yenen devletler yenilerden toprak olmayacaktı peki bu savaş
neden yapıldı? bu emperyalist saldırı neden ve nasıl gerçekleşti hangi gerekçeyle? Bu ilkenin
getirdiği dönüş neticesinde manda ve himaye sistemi ortaya atıldı ve dolayısıyla devletlerle
barış anlaşmaları yapılmadan önce milletler cemiyetinin kurulması sağlandı. Peki bu manda
fikri nasıl ortaya çıktı derseniz de güney Afrikalı general Jean Chiristiaan Smuth manda ile
ilgili küçük bir broşür yayınlamıştır ve orada mandanın tanımı yapılmıştır. ABC mandaları
adını verdiğimiz bir tasvir bir gruplandırma yapılmıştır. uluslararası sistemi etkileyen
gelişmelerden bir tanesi de 1917 deki bolşevik devrimiydi. Bolşevizm korkusu kıta
Avrupa’sını sarmıştı nitekim Almanya’nın bu yenilgi sürecinde Almanya’da ciddi sosyalist
ayaklanmalar meydana geldi ve Sovyetler kurulmaya başlandı tersane deki işçilerin
ayaklanmasıyla birlikte Sovyetler Birliği istemek için birimler oluşturuldu.İşçi eylemleri çok
yaygınlaştı özellikle ingiltere Başbakanı bolşevik hayaletinin Avrupa’da görülmemesi
yayılmaması için özellikle çaba gösteren kişilerden biri olduğunu burada görmekteyiz.Tam
bu noktada da ortaya çıkan bir diğer durum faşizm oldu.Ekonomik çöküntü sürecinde
italya’da faşizm ortaya çıktı Benito Mussolini biliyorsunuz eski bir gazeteci hatta sosyalist
kökenli birisi italyada faşizmin kurucusu, sokak gösterileri başladı ve orada faşizm dalga
sarmaya başladı. Özetle Dünya genelinde 1918-1920 de böyle bir görüntü var. Ulusal ortamda
da 30 ekim 1918 de mondros ateşkes anlaşması imzalandığı anlaşmadan sonra anadolu’nun
ingiltere ,Fransa ve italya tarafından işgal edildiğini görüyoruz. 15 Mayıs 1919 da
Yunanistan’ın izmir’e asker çıkarmasıyla ve batı anadolu’yu işgal etmesiyle önemli bir
noktaya gelinmiş idi. 1918-22 arasına baktığımızda Mustafa Kemal’in Istanbul’dan 13
Kasım 1918 meşhur istanbul’da karşıdan haydar paşa’dan karşı tarafa geçerken itilaf
devletlerini donanmalarını görüp geldikleri gibi giderler sözüyle istanbul’da aslında bir dizi
siyasi çalışmalarda bulunmuştur. Buradan samsun’a geçmiştir. 16 Mayıs 1919 kadar
samsun’a geçişe kadar istanbul’u nasıl bir bütün olarak ayakta tutulabileceğini ilişkin siyasi
çalışmalarda bulunmuştur. mesela minber gazetesi yakın arkadaşı Ali Fethi Okyarın sahibi
olduğu gazeteye kuruluş ver sermaye bakımından katkıda bulunmuştur. Ardından izzet paşa
hükümetinin istifasından sonra kurulan Ahmet vefik paşa hükümetinin güvenoyu almaması
için meclis i mebusan’da çalışmalar yaptıklarını biliyoruz. Yine ardından da hepinizin bildiği
gibi istanbul’da yakın arkadaşlarıyla toplantılar yapıp ülkenin işgaline karşı bir dizi stratejiler
geliştirmeye çalıştıklarını görüyoruz ve tabii istanbul’da kalarak meselenin hal olamayacağını
gördükten sonra biliyorsunuz general Kazım Karabekir ,Mustafa Kemal anadolu’ya geçti.
Mesela Kazım Karabekir 15.kolordu Komutanlığına atandığı Nisan 1919 da Trabzon limanına
oradan Erzurum’a geçti ve Mustafa Kemal de uzun bir hazırlık devresinden sonra dokuzuncu
ordu müfettişliği unvanıyla Anadolu’ya geçti. Devletin işgalden sonra Anadolu’nun muhtelif
yerlerinde müdafaa i hukuk cemiyetleri reddi ilhak cemiyetleri kurulmaya başlandı. Müdafaa i
hukuk cemiyetleri reddi ilhak cemiyetleri ile uluslar kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip
oldu ve Wilson prensiplerinin 12. maddesine dayanak yapılarak bu cemiyetlerin kurulduğunu
belirtmek gerekiyor. Yani bu müdafaa hukuk ve reddi ilhak cemiyetleri temelde kuruldukları.
bölgenin demografik açıdan, tarihi açıdan kültürel açıdan ve ekonomik açıdan Türklere ait
olduğu, türk ve Müslüman nüfusunun çoğunluğunun burada bulunduğunu görmekteyiz.
Anadolu’da milli mücadele Mustafa Kemal’in liderliğinde örgütlenmeye başladığında ikili bir
iktidar doğdu yani bir yanda meşruiyetini halktan alan ve Erzurum kongresi, Sivas kongresi
ile bildirilen bir milli direniş iktidarı , Anadolu hareketi iktidarı diyebiliriz. istanbul hükümeti
ise ikinci iktidar bu arada üçüncü bir iktidarın yani itilaf devletlerinin de olduğunu
belirtebiliriz. Bu ulusal ortamın önemli noktalarından biri olduğunu görürüz tabii bu dönemde
, çok sayıda işbirlikçi cemiyetler de kuruldu: ingiliz muhipleri cemiyeti başta olmak üzere,
milli mücadeleyi sekteye uğratmaya çalışan bir dizi örgütlerinde kurulduğunu burada
görmekteyiz. Yani wilson prensipleri cemiyeti ki 4 aralık 1918 de kuruldu dönemin ünlü
gazetecilerinin kurduğu bir örgüt olmaktaydı , onu da söylemiş olayım. Burada tarihin garip
cilvesi ingiliz muhipleri cemiyeti, Ingiltere’nin himayesinde Osmanlı imparatorluğu’nun
korunmasını öngörürken böyle bir beklentileri varken, ingiltere’nin Osmanlı Devleti için
planları bambaşkadır ve başbakan Lloyd George 1919 da ingiliz parlamentosunda yaptığı bir
konuşmada, Britanya imparatorluğu’nun geleceğinin Türkiye konusunda varılacak çözüme
bağlı olduğunu belirtmiştir. Mesela fransa’nın temel beklentisi duyun- u umumiye vesaire gibi
kurumlarla etkinliğini nüfusunu arttırmak idi , bunu söylemiş olalım. Sivas kongresinden
sonra bir heyeti temsiliye oluştu ,11 üyeden oluşan bu heyeti temsiliye adeta bir hükümet gibi
çalıştı , bir icra organı gibi çalıştı şimdi bizim için önemli olan husus artık milli mücadelenin
bir örgütü bir icra organı ortaya çıktığına göre dış politika nasıl ele alındı bizim için önemli
olan bu. Özellikle heyeti temsiliye dış politikayı bağımsızlık fikri etrafında şekillendirdi ve
özellikle Mustafa kemal’in yani heyeti temsiliye reisi başkanı Mustafa kemal’in taktik ve
stratejileri çerçevesinde, gerçekliğe dayanan yani gerçekçiliğe dayanan bir dış politikanın
sürdürülmesinden yana tercih kullandığını görüyoruz. Tabii şunu da ilave etmem lazım
dengeleri gözetici bir niteliğe yani bu sürdürülen dış politikanın dengeleri gözetici bir niteliğe
sahip olduğunu görmekteyiz. Şimdi demek ki biz milli mücadele sırasında hani anadolu’da
şekillenen iktidarın , milli direnişin dış politikasının bu gerçekçiliğe ve dengeleri gözetici
niteliğe sahip olduğunu burada görmekteyiz bunun dışında , yine milli mücadele sırasında dış
politikayla ilgili temel hususlardan bir tanesinin 28 ocak 1920 de son osmanlı meclisi
mebusanı misakı milliyi yayınladı , misakı milli’nin maddelerine baktığımız zaman özellikle
ikinci maddesinde 3 livanın yani 3 sancağın( kars Ardahan ve batum’un )geleceğinin
belirlenmesi için halk oyuna başvurulabilir diye bir hüküm konuşmuştu, üçüncü maddesinde
de aynı şekilde batı trakya’nın hukuksal durumunun belirlenmesi geleceğinin belirlenmesi
için halk oylamasına gidilebilir diye bir hüküm konulmuş idi. Diiğer maddelerine
baktığımızda istanbul şehri ile Marmara denizi’nin güvenliğinin sağlanması koşuluyla
boğazlardan geçişin serbest kabul edilmesi ,yine ülke sınırları içerisinde bulunan azınlıkların
hukukunun komşu ülkelerde bulunan Müslüman azınlığın hukukuna bağlı olduğu, yani komşu
ülkelerde Müslüman azınlığa Müslüman nüfusa hangi haklar tanınmış isa sınırın bu tarafında
türkiye’de de azınlıklara o hakların tanınacağı vurgusu var idi. Şimdi milli mücadelenin lider
kadrosunun asıl amacı şudur ki, misakı milli belgesi bizim kurtuluş savaşımızın gerekçesidir
yani Kurtuluş Savaşı misakı milli’yi gerçekleştirmek üzere verilmiştir. Dolayısıyla milli
mücadelenin lider kadrosu misakı milli’nin diplomasi yoluyla gerçekleştirilmesinin eğer bu
mümkün değilse tabii ki son mertebede silahlı direnişle bunun gerçekleştirilmesini hedef
göstermişlerdir. 16 mart 1920 de istanbul’un işgaliyle durumun çok daha farklılaştığını burada
görmekteyiz. Hatta 1920 de istanbul işgal edildikten sonra TBMM hükümeti daha sonra şu
kararı aldı ,istanbul hükümetinin 16 mart 1920den sonra imzaladığı anlaşmaların geçersiz
olduğu ifade ettiğini burada görmekteyiz. Büyük millet meclisinin nasıl açıldığına gelirsek 17
mart tarihli Mustafa kemal’in genelgesinde ankara’da bir meclis-i müessisan`nın açılması
zorunluluğundan söz etti ve ardından da 19 mart’ta yayınladı başka bir genelgede olağanüstü
yetkilere sahip meclisin toplanmasını üstüne her sancaktan 5 milletvekilinin seçilmesi gibi
hususlara yer verildiğini görüyoruz. Meclis açıldıktan bir gün sonra 24 Nisan 1920 de
Mustafa Kemal bir önerge vererek hükümet teşkilatıyla ilgili birtakım açıklamalar yaptı ve
biliyorsunuz Mustafa kemal’in o 24 Nisan 1920 tarihli önergesi çok önemli bir
belgedir ,özellikle Cumhuriyet tarihi açısından ve orada diyor ki özetle: meclisin üstünde
herhangi bir güç olmamalı, yasama yürütme yargının tek elde toplanması gibi yani bir
hükümetin nasıl oluşması gerektiğine ilişkin açıklamalar yer almaktadır. 24 Nisan 1920 de
meclisin bu gizli celsesinde gizli oturumunda , Mustafa Kemal iç ve dış politikaya yönelik
bazı düşüncelerini paylaştı şimdi Mustafa Kemal bu gizli celsede yaptığı konuşmada, ülkenin
maddi ve manevi kaynaklarının milli sınırlar dahilinde halkın refahı ve mutluluğu için
kullanılacağını, panislamizm ve panturanist bir politikanın izleneceğini özellikle dış politika
açısından böyle büyük bir mesaj verdiğini görmekteyiz ,ayrıca yine bu konuşmasında suriye
ve irak’ın bağımsızlıklarını kazanmaları ve ardından kendi halklarının istemeleri halinde
federatif ya da konfederatif bir yapının yani anadolu, Türkiye, irak, Suriye arasında bir
federatif ya da konfederatif , bir yapının kurulabileceği mesajını verdi. Mustafa Kemal niye
böyle bir şeye şey yaptı çünkü o tarihlerde özellikle suriye’den yüzlerce imzanın yer aldığı
telgraflar ankara’ya gönderildi ve telgraflardan özetle Birinci Dünya Savaşı sırasındaki bazı
arap milliyetçilerinin Osmanlı ordusunu arkadan vurması ,ayaklanmaları gibi durumların bir
tarihsel hata olduğunu söyleyip Türkiye ile birleşmek istediklerini ifade etmişler idi. Fakat
Mustafa Kemal Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı verdikten sonra böyle bir şeyin
gerçekleşebileceğini söyledi bu önemli bir noktadır. Yine Mustafa Kemal aynı konuşmasında
3 Kafkas cumhuriyeti’yle(, (Azerbaycan Gürcistan ve Ermenistan) ilişkilerin kurulması
gerekliliğinden söz etti. Rusya’daki bolşeviklerle ideolojik farklılıklar olmakla birlikte her
ihtimale karşı işte onlardan da destek alınması yönünde , birtakım mesajlar verildiğini burada
görmekteyiz. 24 Nisan tarihli Mustafa kemal’in bu konuşmasını gözden geçirdiğimiz zaman
Mustafa Kemal dış politikayı realizm ve denge üzerine oturtmaya çalıştığını rahatlıkla
söyleyebiliriz bu bir, ikincisi yine ulusların çıkarlarına ve egemen, eşitlik ilkesine dayalı bir
dış politikanın yine izleneceği Mustafa Kemal tarafından bu 24 Nisan 1920 tarihli
konuşmasında

Dış Politika 2. Hafta 1. Ders


Bolşevik devriminin büyük bir değişim yarattığını vurguladım yani bolşevik
devrimi ,sosyalizm Osmanlı ya da türk aydınları arasında da bir heyecan yarattı bir
motivasyon yarattı. Osmanlı imparatorluğu’nun çöküş sürecinde sosyalizmin Anadolu’da
özellikle Anadolu’nun işgal sürecinde bir umut olarak ortaya çıktığını belirtelim. Anadolu’da
çıkan dönemin gazetelerine örneğin Erzurum’da yayınlanan albayrak gazetesi gibi
Anadolu’da çıkan gazetelerde sosyalizm vurgusu ya da bolşevik devrimi Rusya’daki
Devrime ilişkin birtakım makalelerin kaleme alındığını biliyoruz hatta bolşevik devriminin
muazzam bir zelzele- i beşer olduğu belirtilmiş ve hiç kuşkusuz Türkiye Büyük Millet
meclisi açıldıktan sonra da bu rüzgarın etkisiyle meclis hükümeti Rusya’daki yeni rejimle
temas kurduğunu kurmaya çalıştığını belirtiyoruz. Şimdi bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra
Türkiye Büyük Millet meclisinin Sovyetler Birliği ve Sovyet Rusya’yla ilişkilerine
değinmemiz lazım: Bu dönemde özellikle Türkiye Büyük Millet meclisi hükümeti, Anadolu
hükümeti Anadolu milli direnişinin Sovyet Rusya’yla teması konusunda ilk örnekleri. Sovyet
Rusya ile ilişki kurulmasının temas kurulmasını tabii birtakım pragmatik nedenleri vardır.
Bunlar mesela batı emperyalizmine karşı mücadele edilmesi yani her 2 hükümetin batı
emperyalizmine karşı mücadele etmesi, 2 ülkenin 2 hükümetin güvenlik sorunu, yine Türkiye
Büyük Millet meclisinin Sovyetler birliğinden iktisadi ve askeri yardım talebinde bulunma
isteği, Sovyet lideri Lenin’nin Asya’da ihtilal doktrini hayata geçirilmek istenmesi gibi
birtakım nedenlerden dolayı TBMM hükümetiyle Sovyet Rusya arasında temasların
kurulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Hatta Türkiye’deki sol tarihe baktığımızda 1919’da
özellikle 1920 yılının Ağustos Eylül ayına kadar Anadolu’da çok yoğun bir etkileşim
Eskişehir’de bunlardan bir tanesi hatta Eskişehir bunların merkezi durumunda bir sosyalist
düşünce hayata geçirilmeye çalışıldı. Ya da bu yönde ciddi propagandalar yapıldığını
görüyoruz mesela yeşil ordunun kurulması, Türkiye Komünist Partisi’nin yine Eskişehir’de
faaliyet göstermesi, Türkiye halk İştirakiyun fıkrası keza aynı şekilde burada faaliyet
yürütmesi gibi, Çerkez Ethem’in desteğiyle seyyare yeni dünya gazetesinin çıkarılması ki
Yeşil ordu cemiyetinin yayın organıydı. bu yeşil ordu cemiyeti bir anlamda Çerkez ethemin
yaklaşık 4.000 silahlı milis gücünü yeşil ordu cemiyetinin askeri gücünü bize gösteriyor tabii
bu Ankara için ciddi bir tehdit olarak değerlendiriliyor. bursa’da keza aynı şekilde ciddi
anlamda millileştirmeden Devletleştirmelerden, büyük toprak sahiplerinin topraklarının
kamulaştırılması gibi kolektifleştirilmesi gibi düşüncelerin de paylaşıldığını görüyoruz.
Mustafa Kemal Paşa daha istanbul’da iken 1918in sonlarıyla 1919 un başlarında Mayıs ayına
kadar siyasi çalışmalar sürdürmüş idi hatta hepinizin hatırlayacağı gibi temel amacı
imparatorluğun nasıl bir bütün olarak ayakta tutulacağına ilişkin bir dizi çalışmalar bunlar
siyasi çalışmalar adını veriyoruz. Mustafa Kemal istanbul’da siyasi çalışmalar sürdürürken
özellikle şişli’deki evinde bugün müze olarak kullanılan şişli’deki evinde Sovyet albay
ilyaçev ile bir görüşme yaptığına ilişkin bazı iddialar var biz bu görüşmenin içeriğini
bilmemekteyiz. yine aynı zamanda Mustafa Kemal paşa’nın havza’da iken Mayıs Haziran
1919 da yine bir başka askeri Sovyet yetkiliyle görüştüğünü biliyoruz yine dediğim gibi tarih
yazımında hangi Sovyet temsilcisi ile görüştüğüne ilişkin çok fazla bilgiye sahip değiliz
birtakım hatıralarda ya da birtakım başka yazılı metinlerde bu konu işlenmekte. bunun dışında
yine Sovyet Dışişleri Bakanı Georgi Vasilyeviç(çiçerin) 13 Eylül 1919 da lenin’in bu asya
ihtilâli doktrininin bir yansıması olarak türkiyeli işçi ve köylülere ilişkin bir bildirim yayınladı
ve bu bildirisinde büyük avrupa yani emperyalist Avrupa devletlerinin boğazları ele geçirmek
için , Türkleri Avrupa kıtasından atmak istediklerini bolşeviklerin devrim sırasında gizli
anlaşmaları yırtıp attığını ve batı’ya karşı güçlerin birleştirilmesi gerektiğini açıklamışlardı.
Bu bilgiler de bize gösteriyor ki Sovyet rusya’nın Anadolu hareketine yönelik yine büyük bir
hassasiyeti ve ilgisi olduğunu görüyoruz tarihe dikkatinizi çekiyorum 1919 sonbahar ayları ve
bu aylar anadolu’daki sosyalist hareketin yavaş yavaş zirveye çıktığı bir dönemi de bize
gösteriyor. buradan şunu anlamalıyız Türkiye Büyük Millet meclisi açılmadan önce Sovyet
rusya’nın temsilcileriyle gayri resmi bir takım temaslar kurulduğunu hatta yine Erzurum
kongresi sırasında Sovyet temsilcileriyle Mustafa Kemal paşa’nın bilgisi dahilinde doktor
Fuat sabit temas kurmuştur. yine Sivas kongresi çalışmaları sırasında bolşevikleri tanıyan
Enver paşa’nın amcası Halil Kut paşanın yine Sovyet Rusya yöneticileriyle görüşerek bazı
askeri ve ekonomik yardımların sağlanması konusunda çalışmalar yürütülmüş hatta Halil
paşa moskova’ya gönderilmiştir. Sivas kongresinde de keza aynı şekilde Sovyetler Birliği ile
Sivas kongresi çalışmaları sırasında Sovyetler Birliği ile temas kurmak üzere Halil paşa’nın
moskova’ya gönderildiğini görmekteyiz. fakat şöyle bir olayın yaşandığını da görüyoruz
karakol cemiyeti ve uşak kongresi temsil heyeti adına baha sait bolşevik temsilcileriyle bir
anlaşma imzalamıştır. bu Mustafa kemal’in haberi olmaksızın yapılan bir anlaşma ve karakol
cemiyeti liderlerinden kara Basri bey böyle bir anlaşmanın yapıldığından Mustafa kemal’i
haberdar etmiştir bu Mustafa kemal’in bilgisi dışında yapılan bir anlaşma olduğu için Mustafa
Kemal bunun kabul etmedi ve bu anlaşmayı reddetmiş idi. şimdi demek ki karakol cemiyeti
lideri Kara Vasıf 26 Şubat 1920 de Mustafa Kemal paşa’ya bu anlaşmanın bir örneğini
gönderdi bu anlaşma anadolu’nun milli hareketinin adeta icra organı durumunda olan heyet
yöneticilerin onayı alınmadan yapıldığı için kabul etmediklerini belirtmiştir. dolayısıyla bu
bütün bu Sovyet temsilcileriyle yapılan görüşmelerin gayri resmi olduğunu görüyoruz. 23
Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet meclisi açıldıktan sonra Sovyet rusya’yla temasları
resmi düzeyde yapılmaya başlandığını görüyoruz ve Mustafa Kemal Paşa meclis başkanlığına
seçildikten sonra yaptığı ilk işlerden bir tanesi 1920 de Sovyet Rusya lideri lenine bir
mektup göndermesidir. Mustafa kemal’e gönderdiği mektupta emperyalist hükümetlere karşı
mücadele eden ve emperyalizmin egemenliği ve sömürüsü altında kalan ulusların
özgürlüğe ,bağımsızlığa kavuşması, ulusların kurtuluşunu amaçlayan Sovyet Rusya ve
bolşeviklerle iyi ilişkiler kurmak istediklerini belirttiklerini görmekteyiz. hatta Mustafa Kemal
bu mektubunda bolşevik güçlerin Gürcistan üzerine bir harekat düzenleyerek buradaki ingiliz
varlığının da etkisizleştirilmesi istiyor. Sovyet rusya’nın gürcistan’a bir askeri harekat
düzenlemesi halinde Türkiye Büyük Millet meclisinin de Ermenistan üzerine bir harekat
düzenleyebileceğini burada belirtmiştir. mektubun diğer önemli kısımlardan bir tanesi de
türkiye’nin, Anadolu’nun emperyalizmin işgalinden kurtulabilmesi, emperyalizmle ortak
mücadele edilmesi ve dolayısıyla Sovyet rusya’dan da askeri ve ekonomik bir yardım
alınabileceğini ilişkin bir takım hususlara yer verildiğini görmekteyiz. bunun dışında yine bu
mektupta yapılacak yardımın ilk taksiti olarak 5.000.000 altının gönderilmesi gerektiği de
belirtmiştir şimdi demek ki Mustafa kemal ile Lenin arasındaki mektuplaşmalar Türkiye
Büyük Millet meclisi’nin açılmasından sonra Sovyet rusya’yla yapılan ilk resmi temaslar
olduğunu belirtiyoruz. fakat asıl benim üzerinde durmak istediğim husus şudur Türkiye
Büyük Millet meclisi hükümeti diğer adıyla icra vekilleri heyetinin dış politikada aldığı ilk
kararlardan biri Dışişleri Bakanı seçilen Bekir sami bey’in moskova’ya gönderilmesi
kararıdır. Bekir sami bey’in moskova’ya gönderilme nedeni az önce bahsettiğim Sovyetler
birliği’yle işbirliği yapılması sovyetlerden askeri ve ekonomik yardım alınması konularının
görüşülmesi. Mustafa kemal’in mektubu moskova’ya ulaştıktan sonra Lenin adına dışişleri
bakanı Çiçerin 2 haziran’da cevap veriyor ve bu cevapta ulusların kendi geleceklerini
belirleme hakkına sahip olduğu belirtilmiştir ve Sovyet rusya’nın moskova’nın Anadolu
hareketinin Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetinin bu mücadelesini desteklediğini
belirtmiştir. bu bizim açımızdan önemli bir nokta ve TBMM kuruduktan sonra Dışişleri
Bakanı Bekir sami bey başkanlığında bir heyeti moskova’ya gönderiyor. Bekir sami bey 11
Mayıs 1920 de Ankara’dan hareket ediyor ve uzun ve çetrefilli bir yolculuktan 2 ay sonra
moskova’ya ulaşıyor fakat türk diplomatik heyeti bu yolculuktan bu seyahatten çok büyük bir
beklenti içindeydi fakat moskova’ya gittiklerinde en azından o dönemi yaşayanların
hatıralarından öğrendiğimiz kadarıyla moskova’da böyle çok da canı gönülden karşılamışlar.
19 temmuz’da moskova’ya gidiliyor, 24 temmuz’da ancak Çiçerinle görüşme imkanı
buluyor. bu görüşme biraz sancılı bir görüşme oldu bu görüşme yani heyetler arası görüşmeler
yavaş ilerlediğini görmekteyiz tabii yavaş ilerlemesinin nedenlerinden bir tanesi tam o
tarihlerde komintern toplantısının olduğu ifade edilmişti. Üç hafta süren bir görüşme
trafiğinden sonra bir taslak hazırlandı ve çiçerinle 13 ağustos’ta ikinci bir görüşme yapıldı ve
bu görüşmede çiçerin tasarıdan 2 konunun değiştirilmesini 2 başlığın değiştirilmesini istedi.
birincisi 10 ağustos’ta Sovyet Rusya’yla Ermenistan arasında yapılan bir anlaşma ile türkiye
ile Rusya arasındaki yani Sovyetler arasındaki direkt yol kapanmış durumunda idi. yani
buradaki temel nokta Türkiye bu direkt yolun Ermenistan bölümünün açılması yani Türkiye
karadan doğrudan doğruya Ermenistan üzerinden moskova’ya ulaşmayı planlıyor idi. bir de o
tarihte TBMM hükümeti ermenistan’la savaş halindeydi Kazım Karabekir paşa’nın
komutasında bulunan 15. kolordu doğrultusunda . daha doğrusu askeri harekat başladı
başlayacak durumda idi bu önemli. fakat asıl türk heyetini şok eden husus Çiçerinin van gibi
Bitlis gibi vilayetlerin bir bölümünün ermenistan’a verilmesini talep etmesi konusu idi. bu
tabii Türk heyeti tarafından benimsenmesi ve Dışişleri Bakanı Bekir sami bey türk heyetinin
misakı milli sınırlarının dışına çıkamayacağını vurgulamış idi. Sovyet lideri lenin olaya
müdahale etmesiyle 2 taraf arasında 24 Ağustos 1920 de bir anlaşma parafe edildi ve
dolayısıyla bir mesafe kaydedildiğini görmekteyiz .fakat öte tarafta tabii Sovyet rusya’da iç
savaşın yaşanması Sovyet rusya’nın kafkasya’da sorunlarla uğraşması Sovyet rusya’nın
Polonya savaşı gibi şeyler bu anlaşmanın imzalanmasının geciktirdi. şimdi bu bekir sami
beyin Moskova görüşmesinden bir sonuç alınamadı şimdilik tabii. Bekir bey 11 eylül’de
moskova’dan ayrıldı sadece lazistan mebusu Osman bey moskova’da bırakıldı heyetin diğer
üyeleri de türkiye’ye ankara’ya dönme anadolu’ya dönme kararı içine alındığını görmekteyiz.
Lazistan mebusu Osman bey moskova’da kalarak moskova’nın anadolu’ya göndereceği işte
silah yardımı ya da cephane yardımını organize etme orayı takip etme nedeniyle oldu. yani
şunu söylemek istiyorum 2 taraf arasında bir anlaşma imzalanmamakla birlikte moskova’nın
Sovyet Rusya’nın Anadolu hareketine bir destek olduğunu görmekteyiz. Ankara
hükümeti’nin tabii Sovyet rusya’yla temaslarının ekim 1920 de bolşevik devriminin yıl
dönümünde ankara’da görkemli bir kutlama yapıldı Sovyet Büyükelçiliği açıldı. dolayısıyla
bu Sovyet Büyükelçisinin Mustafa kemal’le görüştüğünü görüyoruz. 1920 yılının son
aylarında Sovyet rusya’nın kafkasya’da nüfusunu arttırmaya çalıştığını özellikle
Gürcistan ,Azerbaycan ve Ermenistan üzerine askeri harekat düzenlemesi kızıl ordu’nun o
bölgeye girmesi açıkçası yine Ankara tarafından dikkatle inceliyor idi. ama bu Sovyet
rusya’nın güney kafkasya’daki bu askeri harekatı ankara’da görüşmelerin tekrar başlamasına
zemin hazırladığını görüyoruz çünkü ingiltere’nin kafkasya’daki nüfusunun azaltılması ve en
önemlisi de Kafkas seddi dediğimiz ingilizlerin oraya kurmaya çalıştığı Kafkas seddi adını
verdiğimiz hususun yine Türkiye açısından dikkatle takip edildiğini görüyoruz.Bu setin
kaldırılması Türkiye ile Sovyetler birliğinin çünkü gürcistan’da ve Sovyetler birliğine katılmış
durumdaydı sınırdaş olmasını sağladık yani ankara ile Moskova Kafkas seddi nin
kaldırılmasıyla sınırdaş olduğunu görmekteyiz.TBMM hükümetiyle Sovyet Rusya arasındaki
ilişkileri geliştiren bir diğer önemli husus da şuydu Kasım ekim sonu Kasım 1920de
Gedizdeki askeri başarısızlık yani yunanlıların bir taarruzu ve ardından TBMMye bağlı Ali
Fuat cebesoy ,oradaki askeri birliklerinin başarısız olması üzerine Türkiye Büyük Millet
meclisi hükümeti 21 Kasım 1920de Ali Fuat cebesoy yu moskova’ya büyükelçi olarak atadı.
Ali Fuat cebesoy Şubat 1921 de moskova’ya ulaştı ve ardından daha önce Bekir sami bey
döneminde yapılmış daha doğrusu hazırlıkları yapılmış belli bir noktaya getirilmiş anlaşma
yönünü tekrar ele aldığını görüyoruz.dolayısıyla bu anlaşmanın yapılabilmesi için tekrar
iktisat vekili Yusuf Kemal tengirşenk il başkanlığından,onun dışında maarif bakanı yani
Eğitim Bakanı doktor rıza nur un da içinde bulunduğu bir heyet moskova’ya gitti ve
dolayısıyla 2 taraf arasında 23 şubat’ta başlayan görüşmeler 16 mart 1921 de Sovyetler Birliği
ile bir dostluk antlaşması ile sonuçlandı yani daha doğrusu türk Sovyet Rusya dostluk ve
kardeşlik anlaşması 16 mart 1921 de imzalandı. şimdi bu anlaşmanın öncesinde de yine bir
takım tıkanmalar yaşandı çiçerin, Ermeni meselesi vesaire gibi hususlarda bir dizi böyle bir
yavaşlama oldu ama neticede yine lenin devreye girerek bu sıkıntıların aşılmasını sağladığını
görmekteyiz.şimdi bizim açımızdan önemli olan husus şu 16 mart 1921 de Moskova
anlaşmasının içeriğine ve Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetinin ne tür kazanımlar söz
konusu olmuş. şimdi anlaşmanın birinci maddesine bakıldığında Sovyet Rusya ile TBMM
hükümeti taraflardan birine zorla kabul ettirilmek istenen bir barış anlaşmasını ya da
uluslararası bir anlaşmayı tanımayacaklarını ifade etmişlerdi ki bu önemli, Sovyet Rusya
TBMM hükümeti tarafından tanınmış ve Sovyet Rusya TBMM hükümeti tarafından
tanınmamış onaylanmamış ve türkiye’ye yönelik olan herhangi bir anlaşmayı kabul
etmeyeceğini görüyoruz bu hususta Sovyet Rusya sevr anlaşması’nın kabul edilmediğini
geçersiz olduğunu ifade etmiş idi. anlaşmanın ikinci maddesine bakıldığında batum’un
gürcistan’a bırakıldı yani dolayısıyla Sovyetler birliği’ne bırakıldığı önemli bir liman kentiydi
mesela anlaşmanın eleştirilen hususlardan bir tanesi buydu fakat Batum liman kentinde
TBMM hükümetinin lehine birtakım ayrıcalıklar tanınacağı da yine bu anlaşmada belirtilmiş
idi. bunun dışında yine kars, Ardahan ve Artvin türkiye’de kalacak gümrü ermenistan’da
kalacak idi. anlaşmanın 5 inci maddesi boğazlarla ilgili idi onu belirtelim ve yine anlaşmanın
altıncı maddesi bu da önemli onu da belirteyim Sovyet Rusya ve Türkiye Büyük Millet
meclisi hükümetinin Osmanlı imparatorluğu ile çarlık Rusya arasında yapılmış olan her türlü
siyasi ve mali anlaşmayı geçersiz saydıklarını açıklamışlar idi ve anlaşmanın diğer
maddelerinde de Sovyetler birliğinden TBMM hükümetine yapılacak olan ekonomik askeri ve
mali yardımların ele alındığını görmekteyiz. şimdi demek ki bu Moskova antlaşmasına ilk
etapta şöyle bir göz attığımızda önce türkiye’nin kuzeydoğu sınırının belirlendiğini görüyoruz
artık yani bugünkü şeklini aldığını görüyoruz. tabii Sovyetler birliği’nden sadece siyasi destek
değil askeri ve mali desteği de sağlandığını görmekteyiz bu da önemli bir nokta Sevrin zaten
reddedilmesi ve o dönemin şartları içerisinde avrupa’nın en azından büyük ve güçlü
devletlerinden biri olan Sovyetler birliği’nin desteğinin alınması Türkiye Büyük Millet
meclisi hükümeti açısından önemli olduğunu buradan belirtmiş olalım. şimdi Türkiye Büyük
Millet meclisi hükümeti bu Moskova anlaşmasından sonra 25 aralık 1921 de Ukrayna Sovyet
sosyalist cumhuriyetler temsilcisi olan general Frunze ankara’da Mustafa kemal’le bir
görüşme gerçekleştirmiş ve bu görüşmeden sonra 2 ocak 1922 de Ukrayna Sovyet sosyalist
Cumhuriyeti ile Ankara hükümeti arasında bir anlaşma imzalandığını görmekteyiz bu bir.
ikincisi 13 ekim 1921 de yani Sakarya savaşı’ndan sonra 3 Kafkas cumhuriyeti’yle Türkiye
Büyük Millet meclisi hükümeti arasında bir anlaşma imzalandığını da görmekteyiz yani kars
anlaşmasının imzalandığını görmekteyiz. aslında kars antlaşması Moskova anlaşmasının
teyidi anlamında olan bir belge ama sınırlarını teyit edildiğini görüyoruz.Türkiye Büyük
Millet meclisi döneminde doğulu devletlerle olan temaslardan biri de Türkiye Afganistan
dostluk anlaşması ve hemen kısaca geçeyim Afganistan küçük yoksul bir ülke niye Tbmm
hükümeti bu kadar buna önem veriyor diye düşünebiliriz fakat afganistan’ın şöyle bir özelliği
var Afganistan 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ingiliz emperyalizmine karşı mücadele
vermiş ve 1919a geldiğimizde bağımsızlığına kavuşmuş bir ülkeydi hatta şunu da desek yanlış
olmayacaktır 1919-1920 de islam dünyasının tek bağımsız devleti olarak karşımıza çıkıyor
bu da önemli bir nokta. Şimdi burada tabii afganistan’ın ingiliz emperyalizmine karşı verdiği
mücadelede anadolu’daki basın mesela hakimiyeti milliye, açık söz, sebilürreşad gibi birçok
süreli yayın organlarında Afganistan üzerine bolca habere rastlanır 1919-1920
yıllarında.TBMM hükümetiyle afganistan’ın yeni yönetimi arasında resmi ilişki kurulmadan
önce Afgan Dışişleri Bakanı Tarzi Mahmut bey ile ünlü ittihatçı liderlerden Cemal paşa
arasında bazı görüşmelerin gerçekleştirildiğini biliyoruz ki Cemal paşa da anadolu’daki
hareketi dikkatle izleyen bir kişi ve Mustafa Kemal’le Enver paşa bir liderlik mücadelesi
içinde ama Cemal paşa ,Talat paşa mesela o ittihat terakkinin o üçlüsü arasında Mustafa
kemal’e daha yakın desteğini veren kişiler idi. bir de TBMM hükümeti Afganistan ilişkilerini
böyle hızlandırarak söylediğimizde hükümeti 18 Ağustos 1920 de daha önce türk ordusunda
görev yapan Afgan kökenli Abdurrahman beyi kabile temsilci olarak atadı. Yusuf Kemal
bey’in başkanlığındaki heyet moskova’da iken 21 Şubat 1921 de sovyetlerle görüşmeler
tekrar başlamıştı işte o görüşmelerin yapılması sırasında Sovyetler birliğiyle Sovyet rusya’yla
bir anlaşma yapılmadan önce 1 mart 1921 de Afganistan’la bir anlaşma yapıldı Afgan türk
Afgan dostluk kardeşlik anlaşması diyebileceğimiz bu antlaşma önemliydi ve bu anlaşmada 2
ülkenin kardeş oldukları belirtilmiş idi. anlaşmanın birinci maddesinde Türkiye devleti
içtenlikle ve gönülden bağlar ile bağlı bulunduğu yüce Afganistan devletini gerçek anlamda
bağımsız bir şekilde tanımayı görev bilir diye ifade ettiğini buradan görmekteyiz. bunun
dışında anlaşmanın diğer maddelerine baktığımızda TBMM hükümetinin afganistan’a eğitim
açısından askeri bir açıdan destek olacağı, afganistan’a Afgan ordusunu işte eğitmek üzere
subay göndermeyi, öğretmen, sağlık personeli, hemşire göndermeyi taahhüt ettiğini buradan
görmekteyiz. Dolayısıyla TBMM hükümeti uluslararası platformda arenada tanınmayı bir
temel ilke haline getirmişti ve afganistan’da bu şekilde kendine yol gösteriyor. dolayısıyla bu
milli mücadele sırasında türk Afgan ilişkilerinde hızlı bir şekilde cereyan ettiğini bu
anlaşmadan sonra Nisan 1921 de Kabil yönetimi sultan Ahmet hanı ankara’ya büyükelçi
olarak göndermiş ve ankara’da büyükelçilik açan ilk devlet olduğunu görüyoruz ikinci Sovyet
Rusya o 1920 lerin sonlarında oldu öyle söyleyeyim. Türkiye Büyük Millet meclisi de
mütekabiliyet açısından bakıldığında bizim Medine kahramanı Fahrettin paşa’yı Kasım
1921de kabil’e büyükelçi olarak göndermiş ve Fahrettin paşa Temmuz 1922 de Kabil kralına
güven mektubunu sunduktan sonra göreve başladığını görmekteyiz.Afganistan türkiye’nin
modernleşme sürecinde türkiye’yi örnek almaya çalıştığını da görmekteyiz. 3 Kafkas
Cumhuriyeti ile olan ilişkilere baktığımızda 3 Kafkas Cumhuriyeti bolşevik devriminden
sonra kafkasya’da kurulan cumhuriyetlerdi Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan. şimdi
ermenistan’la olan ilişkilere özel bir yer ayırmak gerekiyor tabii şöyle Türkiye Büyük Millet
meclisi açıldıktan sonra doğu cephesi komutanı Kazım Karabekir paşa daha Mayıs ayında 10
Mayıs 1920 de Ermenistan üzerine bir askeri harekat düzenlemeyi ne yapmıştır planlamıştır
fakat o tarihlerde türkiye’ye yani TBMM hükümetiyle Moskova arasındaki temaslar
nedeniyle ya da sovyetlerin kafkasya’yı bolşevikleştirme sürecinde bunlar ertelendi ve hatta
Sovyet Rusya kafkasya’nın bolşevikleştirilmesi sürecinde 10 Ağustos 1920 de Ermenistan’la
bir anlaşma imzalanmış idi. fakat sonraki süreçte baktığımızda hani 2 aralık 1920 de TBMM
hükümetiyle Ermenistan Cumhuriyeti arasında gümrü anlaşması imzalandı 2-3 aralık 1920 de
Tbmm hükümetiyle Ermenistan Cumhuriyeti arasında. tabii türkiye TBMM hükümetiyle
Azerbaycan arasındaki ilişkiler daha yoğun Bolşevik devriminden sonra Azerbaycan
demokratik Cumhuriyeti kuruldu hatta 18 Mayıs 1918 de Azerbaycan demokratik
Cumhuriyeti kuruluyor. burada tabii özellikle azerbaycan’daki siyasi gruplar arasında da
anlaşmazlıklar olduğunu görmekteyiz, Müsavat hükümetinin ingilizlerin nüfuzu altında
olması vesaire gibi hususlar nedeniyle hep sorunlar yaşadığını görülmektedir. çünkü Nisan
1920 de kızıl ordu birlikleri kuzeyden Azerbaycan sınırına dayandığını ve Azerbaycanlı
komünistlerin desteğiyle mesela Neriman nerimanov gibi filan 27 Nisan 1920 müsavat partisi
hükümeti devrildi ve ertesi gün de Azerbaycan sosyalist Sovyet Cumhuriyeti kuruldu ve kızıl
ordu azerbaycan’a girdi. dolayısıyla bolşevikleştirme süreci de başlamış oldu. bu süreçte
Kazım Karabekir paşa özellikle doğu cephesi komutanı 5 Mayıs 1920 de bakü’deki Türkiye
Komünist Partisi Mustafa Suphi nin liderliğini yaptığı bir mektup yazarak azerbaycan’dan
yardımın sağlanması gerektiğini yani para yardımı özellikle mali yardımın sağlanması
gerektiğini ifade etti. şimdi tabii ilişkiler yoğunlaşmaya başladı TBMM hükümeti bakü’de bir
temsilcilik açma kararı aldı Neriman Nerimanov Mustafa kemal’e bir mektup göndererek
Ankara hükümetiyle bir dayanışma içinde oldukları belirtilmiş hatta Azerbaycan Komünist
Partisi merkez komitesi 28 Ağustos 1920 tarihli toplantısında ankara’yla dayanışma içinde
olduklarını işbirliği içinde olduklarını ankara’nın bağımsızlık hareketinin desteklendiği
vurgulanmış idi. 8 Eylül 1920 de bakü’de düzenlenen Müslüman halkları kurultayı ya da doğu
halkları Müslüman halkları kurultayı ile türkiye’yle ve hükümetiyle Azerbaycan Sovyet
sosyalist Cumhuriyeti ilişkilerini gene yakından etkilediğini görüyoruz. ibrahim ebilov
Azerbaycan Sovyet sosyalist cumhuriyeti’nin temsilcisi olarak Temmuz 1920 de tam yetkili
bir temsilci olarak ankara’ya gönderildi bu tabii Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin
daha da yakınlaşmasına yol açtı. 3 Kafkas cumhuriyeti’yle kars anlaşması düzenlendi dedik
bu kars anlaşması şöyle ifade edeyim Moskova anlaşmasının bir teyidi durumunda 3 Kafkas
cumhuriyeti’nin temsilcileriyle TBMM hükümetinin temsilcileri 22 Eylül 1921 de kars’ta bir
araya gelindi bir konferans düzenlendi inişli çıkışlı bir diplomatik sürecin sonucunda 13 ekim
1921 de taraflar arasında kars anlaşması imzalandı. kars anlaşması aşağı yukarı 20vmaddeden
oluşuyor ve genel itibariyle tekrar ediyorum Moskova anlaşmasının teyidi durumundadır ve
doğu dünyasıyla aşağı yukarı durum böyle. tabii batılı devletlerle ilişkilere geldiğimiz de
TBMMnin ingiltere’yle ilişkileri fransa’yla ilişkilerine kısaca böyle bir göz gezdirdiğimiz de
tabii TBMM hükümetinin ingiltere’yle ilişkileri özellikle ingiltere’nin tabi anadolu’ya yönelik
bir takım plan projeleri var. ingiltere’deki birtakım merkezlerin kişilerin türkiye’nin
geleceğine dair çok büyük oranda büyük miktarda raporlar yazdıklarını görüyoruz yani bunlar
işte ingilizlerin yunanistan’ı desteklemek falan filan bunlar hepiniz biliyorsunuz. şimdi asıl
benim burada durmak istediğim nokta. Şu bu birinci inönü savaşı’ndan sonra Londra
konferansı düzenlenmesi ki bu o tarihte Avrupa diplomasisinde ikinci Londra konferansı
olarak nitelendiriliyor 21 Şubat 1921 ile 12 mart 1921 tarihleri arasında düzenlenen hepinizin
bildiği üzere Tbmm hükümeti adına Bekir sami bey ve Osmanlı hükümeti adına da sadrazam
Tevfik paşa katılmış idi o meşhur hani Tevfik paşa’nın türk halkının gerçek temsilcisi burada
TBMM hükümeti bu dediği. şimdi burada Bekir sami bey ankara’nın TBMMnin haberi
olmadan birtakım ikili anlaşmalar imzalaması işte ingilizlerle fransızlarla italyanlarla bu ikili
anlaşmalar genelde esir değişimi ingiltere’ye fransa’ya italya’ya anadolu’da çeşitli ekonomik
ayrıcalıkların imtiyazların verilmesi üzerinde odaklanıyor idi. fakat Bekir sami bey ankara’ya
döndüğünde Mustafa Kemal bu anlaşmaların kabul edilemeyeceğini Tbmm hükümetinin
Türkiye Büyük Millet meclisinin anlaşmaları kabul etmediğini görmekteyiz bu da önemli bir
konu. şimdi fransa’ya ilişkilere baktığımızda burada hani ilk aklımıza gelen önemli
hususlardan bir tanesi Fransa tabii türkiye’nin güneyinde maraş’ta antep’te çukurova’dan bir
büyük direnişle karşılaşmış idi ve bunun neticesindeki oradaki kuvayi milliye hareketine
yenildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 1921in bahar aylarında fransızlar güneydeki kuvayı
milliye hareketinden çok büyük bir direnişle karşılaşması üzerine fransa’nın anadolu’dan
çekilmeye yönelik bir dizi hazırlıklar yaptığını görüyoruz ve bu bağlamda Haziran 1921 de
Türklerin dostu olarak bilinen yani en azından iyi ilişkiler kurmaya niyetli hevesli olarak
bilinen Fransız Senato dışişleri Komisyonu Başkanı Henry franklin Bouillon ankara’ya özel
temsilci olarak gönderildiği bu çekilmenin çerçevesini oluşturmak için fakat türk ordusunun
TBMM ordusunun 24 Temmuz 1921 de Kütahya Eskişehir savaşlarında yenilmesi ve
ordunun Sakarya nehri’nin doğusuna çekilmesi nedeniyle durduruluyor. Sakarya savaşı’nın
büyük bir askeri zaferle sonuçlanması üzerine görüşmelerin yeniden başlatıldığını ve TBMM
hükümeti ile Fransız hükümeti arasında 20 ekim 1921 tarihinde Ankara itilafnamesi ya da
Ankara anlaşması imzalandı. bu anlaşma 13 maddeden oluşuyor. türkiye’nin güney sınırı
yani hatay dışında güney sınırı tespit edilmiş ikinci maddede savaş tutsaklarının değişimi söz
konusu edilmiş, öyle ifade edeyim yine anlaşmanın üçüncü maddesi askeri güçlerle ilgili ve
sınırın gerisine çekilecekleri belirtilmiş idi. Hatay da bir özel yönetim kurulacaktı orada
yaşayan Türklere dillerini, kültürlerini eğitimlerini sağlayacak bir olanak tanınacağı ifade
edilmiş idi. bu Ankara anlaşması Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetinin 3 büyük Avrupa
devletinden biri olan (yani ingiltere Fransa ve italya elbette) fransa’yla imzalamış olması çok
büyük bir olay büyük siyasi askeri sonuçları olduğunu görmekteyiz. Fransızlar anadolu’dan
çekildi ardından italyanlar zaten 1921 yılının sonlarından itibaren sessiz sedasız şekilde
anadolu’dan çekildiklerini görmekteyiz. İtalyanlar, Bekir sami Londra konferansında
italyanlarla da bir ikili anlaşma imzalamıştı ve bu italyanlarla imzalanan ikili anlaşmanın en
önemli özelliği italyanlara anadolu’nun çeşitli kentlerinde antalya gibi Konya gibi yerlerde
güneybatı anadolu’da bir takım ekonomik nüfuz alanlarının sağlanması idi. italyanlar da zaten
sakarya savaşından sonra çekildiler.
Dış Politika 2. Hafta 2. Ders ( Büyük taaruz ve lozan başlangıç evresi)

Büyük taaruz başladıktan sonra yunan ordusu biliyorsunuz bulunduğu mevzilerden atıldı ve
hızlı bir şekilde geri çekilmek Zorunda kaldı bu çerçevede ingilizler bir ateşkesin yapılması
ateşkese aracılık yapmak üzere harekete geçti nitekim londra'da Ali Fethi okyar 6 Eylül
1922 de ankara'ya gönderdiği bir şifrede ingiltere'nin acele ivedi bir şekilde ateşkes istediğini
trakya'nın alınması azınlıkların, mübadelesi ve harp tazminatı gibi isteklerin gündeme
getirilmesinin istemişti. Türkiye Büyük Millet meclisi ordularının ateşkes yapma durumu söz
konusu değildi çünkü 1 Eylül 1922 de Mustafa kemal'in ünlü sözü vardı ordular ilk hedefiniz
akdeniz'dir ve Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğratılmadan anadolu'dan atılmadan böyle
bir ateşkesin yapılması söz konusu olamaz, dolayısıyla 9 eylül'de Yunan ordusu tamamen
yaşta izmir'de yenilgiye uğratıldıktan sonra ardından batı anadolu'nun özellikle Balıkesir
taraflarındaki yerlerde türk ordusuyla Yunan ordusu arasında bazı kısmi çatışmalar meydana
geldiğini görüyoruz. 17 -18 eylül'e geldiğimizde artık batı anadolu'da hiçbir Yunan askerinin
kalmadığını görüyoruz ve Yunan ordusu kesin net ve ağır bir yenilgiye uğratıldı. şimdi artık
yeni bir dönem başlıyor Türkiye millet meclisi hükümeti açısından nitekim ikinci ordu
birlikleri 20 eylül'de karşıt güçleri yani ingilizleri itilaf devletlerini ateşkese zorlamak için
Çanakkale, Çanakkale Boğazı ve izmit körfezi istikametinde ilerlemeye başladı ve ingiltere
hükümeti türk ordusunun tarafsız bölgeye yönelmesine tepki gösterdi ve çok hızlı bir şekilde
Fransa ve kendi komisyonlarına başvurarak ilave asker talep etti. fakat ingiliz hükümeti bu
aradığı desteği bulamadı .dolayısıyla bizim literatürde Çanakkale krizi adını verdiğimiz bir
kriz patlamıştı çünkü türk ordusuyla ingiliz ordusu Çanakkale önlerinde karşı karşıya gelmiş
ve sıcak bir çatışmaya girmeleri an meselesi idi. Çanakkale krizi adını verdiğimiz bu önemli
gelişme açıkçası diplomasiyle belli bir çözüme kavuşturuldu çünkü Mustafa Kemal Paşa
Trakya kurtulmadıkça türk ordusunun durmayacağını ifade etti. haliyle gerilim had safhaya
ulaştı bu gerilimi azaltmak üzere 23 ve 24 Eylül ile 4 ekim 1922 tarihlerinde itilaf daha
doğrusu ingilizlerin başını çektiği itilaf devletleriyle TBMM hükümeti arasında karşılıklı
notalaşmalar başladı ve bu notaların sonucunda TBMM ordusu boğazlar bölgesine girmedi.
bu diplomasi trafiği içerisinde yunanistan'ın Meriç nehrinin doğusunu boşaltma konusunda
bir uzlaşma sağlandı ardından da ateşkes görüşmelerinin mudanya'da başlatılması kararı
alındı.nitekim Mudanya ateşkes görüşmeleri 3 ekim'de başladı ve 11 ekim'de bir anlaşmayla
sonuçlandı şimdi Mudanya ateşkes anlaşması bizim tabii yeni mücadele Cumhuriyet tarihi
açısından önemli siyasal metinlerden biridir çünkü birincisi şu: 30 ekim 1918de başlayan
milli mücadelenin askeri boyutu Mudanya ateşkes anlaşmasıyla artık neredeyse tamamlanmış
gözüküyordu ya da milli mücadelenin askeri safhası sıcak savaş safası bir anlamda artık
sonuçlanmış oluyordu. literatürde 2 mütareke arasını mütareke dönemi olarak
nitelendiriyoruz 30 ekim 1918 mondros ateşkesi ile başlayan dönem 11 ekim 1922 de
mudanya'nın Mudanya ateşkes anlaşmasının imzalanmasıyla sona eriyor. şimdi bu
anlaşmanın maddeleri içerisinde neler var türk ve Yunan Silahlı Kuvvetleri arasında
çatışmaların durdurulmasına karar veriliyor ,ardından trakya'daki Yunan kuvvetlerinin 15
gün içerisinde, Yunan jandarma ve sivil yetkililerin ise mümkün olan en kısa sürede Meriç
ırmağının sol kıyısına geçmesine karar verildi. Yunan kuvvetleri 15 gün içerisinde boşaltacak
oraya itilaf devletlerinin askerleri gelecek sonra onlarda 15 gün içerisinde orayı türk
kuvvetlerine teslim edecek yani boşaltma işlemi aşağı yukarı bir ay içerisinde tamamlanmış
olacak. burada güvenliği sağlamak üzere 8.000 türk jandarmasının orada güvenlik veya
sağlamak için gönderileceği belirtildi. türk ordusunun tespit edilen hatlar üzerinde durması ve
barış konferansı süresince de bu hatları geçmemesini ifade edilmişti. Mudanya ateşkes
anlaşması tekrar ediyorum kurtuluş savaşı'nın sıcak savaş dönemini sona erdiren bir anlaşma
olduğunu görmekteyiz. bundan hemen sonra da zaten barış konferansının toplanması için
hazırlıklara girişildiğini görmekteyiz. Mudanya ateşkes anlaşmasının şöyle bir özelliği de
ifade edelim biliyorsunuz Mudanya ateşkes anlaşması ya da ateşkes her ne kadar türk ve
Yunan kuvveti daha doğrusu TBMM hükümetiyle Yunan kuvvetleri arasında yapılmış olsa
da ateşkes görüşmelerine katılanlara baktığımızda tbmm hükümeti adına batı cephesi
komutanı ismet paşa ingiltere ,Fransa ve italya devletlerinin temsilcileri de bulunuyordu
Yunan temsilcisi ise Mudanya limanı açıklarında bir gemide bulunarak zaman zaman
görüşlerini bu Mudanya ateşkesine katılan ya da konferansta diyebiliriz oraya bildirdiğini
görmekteyiz. sonuçta Mudanya açıklarında bir savaş gemisinde bekleyen Yunan temsilcisi
bütün işlerini tamamladıktan sonra mütareke belgesi'ni imzaladığını görmekteyiz. o yüzden
Mudanya ateşkes anlaşması bizim tarihimiz açısından önemli bir yere sahip olduğunu
görüyoruz. Lozan barış konferansına geldiğimizde yani 23 24 Eylül ile 4 ekim 1923 tarihli
notalar sırasında barış konferansının toplanması için hazırlıklara girişildi. şimdi bir itilaf
devletlerinin 23 Eylül 1922 de Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetine verdiği bir nota ile
izmit ve mudanya'da bir konferans düzenlenmesi bu ateşkes görüşmeleri idi ama bu aynı
zamanda barış konferansının da bir hazırlığı gibi düşünülüyor idi. şimdi bu notada yani 23
Eylül 1922 tarihli Tbmm hükümetine verilen notada barış konferansına
ingiltere ,Fransa ,italya ,Japonya ,Romanya, sırp Hırvat, sloven devletleri yani yugoslavya ve
yunanistan'ın davetli olacağı belirtilmiş bir de tbmm hükümetinin de temsilci gönderip
göndermediği soruluyordu ve Mustafa Kemal Paşa 29 Eylül 1922 bu notaya verdiği cevapta 3
ekim'de i mudanya'da görüşmelerin başlamasının uygun olduğunu belirtti.tbmm hükümetinin
itilaf devletlerine verdiği notada başka tabii hususlar da vardır ve bu barış konferansının
izmir'de toplanmasını öneriyor ve bu konferansta bu organizasyona Sovyet Rusya, Gürcistan
ve ukrayna'nın da davet edilmesi yani karadeniz'e kıyısı olan devletlerin de davet edilmesini
öneriyor ve böylece Türkiye konferansın izmir'de toplanmasını isteyerek anadolu'nun nasıl
yanmış yıkılmış olduğunu izmir'i nasıl yanlış yıkılmış olduğunu dünya kamuoyuna
göstermek istiyor idi. ayrıca bir psikolojik üstünlük elde etmek istiyordu tabii konferansın
Türkiye toprakları içerisinde toplanmış olması çerçevesinde Mustafa kemal'in de bu
konferansta daha kolay daha direkt bir müdahalede bulunacağı türkiye'nin, Türk
delegasyonunun daha iyi yönlendirilebileceği gibi bazı avantajları elde etmek istiyor. itilaf
devletleri TBMM hükümetinin konferansın izmir'de toplanması fikrine tabii sizin de tahmin
ettiğiniz gibi soğuk yaklaştı bu öneriye karşı çıktı ve konferansın tarafsız bir ülke 1820den
beri tarafsızlığını koruyan isviçre'nin Lozan kentinde yapılmasını talep etti. böylece
konferansın lozan'da yapılacağı taraflar arasında yani türkiye'nin bir takım endişelerine
rağmen kararlaştırıldı, türkiye'nin konferansı izmir'de toplanmasından beklediği bir diğer
avantaj ise iletişim bu tarihlerde Avrupa ile Osmanlı’yı birbirine bağlayan telgraf hatları
genelde yabancı şirketlerin işlettikleri onların kontrolünde olan hatlar idi dolayısıyla
lozan'dan türk delegasyonunun ankara'ya göndereceği şifreli telgrafın ele geçirileceği
şifrelerinin kırılabileceği hep hesaplanmıştı nitekim de öyle olmuştur.TBMM hükümetinin
böyle bir takım avantajlar elde etmek istediğini söyleyebiliriz.itilaf devletleri bu barış
konferansını hem istanbul hükümetini hem de Ankara hükümetini çağırmıştır bu çerçevede
27 ekim'de daha doğrusu şöyle ifade edeyim bu 2 hükümeti birlikte çağırma konusunda
şöyle bir gelişme yaşandı 27 ekimde tbmm hükümetinin istanbul'daki temsilcisi olan Hamit
bey'e yine bir nota verildiğini ve doğuda savaşın sona erdirilmesi ve barış anlaşmasının
yapılabilmesi amacıyla tam yetkili 2 delegenin gönderilmesi talep etmişlerdi. burada bizi
birtakım Tbmm hükümetini krizlere sürükleyebilecek gelişmeler de yaşandı bu da şöyle ki
son sadrazam Tevfik paşa Tbmm gönderdiği bir telgrafta bu barış konferansında ortak
izlenecek daha doğrusu ortak stratejinin belirlenmesi için ankara'dan istanbul'a bir temsilci
gönderilmesini çok istiyor idi. bu bahsettiğim olayların saltanatın kaldırılmasına giden süreci
de hızlandırdığını belirtelim. bu Mustafa kemal'i hangi öfkelendiren bir gelişme oldu ve
Türkiye Büyük Millet meclisi hükümeti bu istanbul hükümetinden gelen hamleyi
etkisizleştirmek ya da itilaf devletlerinin düşündüğü ya da planladığı o karmaşayı önlemek
yani tbmm hükümetiyle istanbul hükümetini birbirine düşürme diyelim düşüncesini bertaraf
etmek için 1 Kasım 1922 de saltanatı kaldırdı. böylece itilaf devletlerinin bir hamlesi boşa
düşürülmüş oldu. Büyük Millet Meclisi hükümetini lozan'a temsil eden kişiler kimlerdir:
Delege başı dışişleri bakanı ismet paşa, doktor rıza nur ve eski maliye vekili Hasan Sakayı
tam yetkili bir şekilde görevlendirdi. 3 kişilik delegasyona yardımcı olmak üzere çeşitli
alanlarda uzman mesela hukukçu, gazeteci gibi kişiler de görevlendirildi yaklaşık 33 kişi de
çeşitli konularda bu 3 kişilik delegelere yardımcı olmak için görevlendirdi. asıl temel
konulardan bir tanesi hükümetin yani Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetinin bu lozan'a
gidecek olan delegasyonuna 14 maddelik bir talimatname vermesidir bu önemli bir konu
çünkü Türkiye Büyük Millet meclisi hükümeti delegasyonu hangi konularda nereye kadar
hareket serbestisine sahip olduğu ,hangi konularda taviz vermeyeceğini, hangi konularda
nereye kadar taviz verebileceğine ilişkin nedir bir dökümdür. bunun içinde neler var ,bu
talimatta yer alan önemli hususlar şuydu bir kere anadolu'da bir Ermeni yurdunun
kurulmasına kesinlikle izin verilmeyeceği belirtilmiş ısrar ederlerse görüşmeler yarım
bırakılıp ankara'ya dönülecekti. ikincisi kapitülasyonların siyasi ve adli sonuçlarıyla birlikte
kaldırılması eğer yine itilaf devletleri ısrar ederse oradan da görüşmeler kesilip geri
gelinecek. Süleymaniye ,Kerkük ve Musul livalarının istenmesi burada belirtiliyor eğer hani
görüşmelerin seyrine göre de ankara'dan bilgi alınması ifade ediliyor. trakya'da 1914 sınırının
elde edilmesi bu ne demektir yani Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce türkiye'nin
trakya'daki sınırları esas alınıyor çok önemli bir tespittir bu sınırların elde edilmesine
çalışılacak deniliyor. Boğazlar ve Gelibolu adasında da yabancı bir askeri kuvveti kabul
edilmemesi ama müzakere edilebilir. batı trakya'nın geleceğini belirlemesi konusunda bir
plebisit istenmesi gene bu talimatta yer alıyor. azınlıklar konusunda mübadelenin esas
alınması, Osmanlı borçlarının Osmanlı devleti'nden ayrılan ülkeler arasında paylaştırılması
ordu ve donanmaya bir sınırlama getirilmesi kabul edilmeyeceği ifade edilmiş bunlar aşağı
yukarı bu talimatnamede dikkati çeken konular olduğunu buradan görmekteyiz. Konferansın
başlaması ve çalışmalarına da baktığımız zaman şunu görüyoruz Lozan barış konferansının
13 kasım'da başlaması planlanmıştı ve bizim heyetimiz ankara'dan Mustafa kemal'in
istasyonunda heyeti uğurlamasıyla aslında yola çıkmış ,ismet paşa tren yolculuğunda
yabancı gazetecilere çeşitli demeçler verdiğini görmekteyiz. İsmet paşa tren yolculuğu
sırasında Lozan barış konferansının ertelendiği bilgisi kendisine ulaşmış ama bu resmi
kanallardan kendisine ulaşmadığı için yolculuk devam etmiş ve lozan'a gidilmişti ve orada bir
kriz patlak verdi. çünkü diğer itilaf devletlerinde kimisinde seçim olması, kimisinde başka
bazı hususlar olması nedeniyle, kendi aralarında da bazı sıkıntılar var idi, ve özellikle Fransız
temsilcileri ve ismet paşa arasında yapılan görüşmeler neticesinde İsmet Paşa paris'e ve
fransa'ya davet edilmiş. Lozan barış konferansı bütün bu tartışmaların gölgesinde, bütün bu
krizlerin gölgesinde 20 Kasım 1922 de Yakın Doğu işleri hakkında Lozan konferansı adıyla
biz sadece Lozan konferansı diyoruz ama aslında Lozan barış konferansının resmi adı Yakın
Doğu işleri hakkında Lozan konferansı ve Lozan kentinde Mont Benon gazinosunda yapılan
bir törenle açıldı. 20 kasım'da isviçre Konfederasyonu başkanı Robert Haab ilk konuşmayı
yapıyor ve bu konuşmasında 10 yıldan beri avrupa'yı ve asya'nın bir parçasını yakıp yıkan
bütün bu savaşların barışla sonuçlanması temennisini ifade ediyor ve bu konferansın kendi
ülkesinde yapılmış olmasından da mutluluk duyduğunu belirtiyor. ingiltere adına konferansa
katılan Dışişleri Bakanı lord curzon kürsüye çıkarak o da bir konuşma yapıyor şimdi buraya
dikkatinizi çekiyorum tabi mütekabiliyet ve eşitlik buna göre ismet paşa'nın da bir konuşma
yapması gerekiyor çünkü taraflardan biri itilaf devletleri ise diğer taraf ise Türkiye Büyük
Millet meclisi hükümeti Türkiye devleti ismet paşa bir gün önce bu açılış töreninde böyle bir
olayın cereyan edeceğini öğrendiği için bir gün önce daha kaldığı otel odasında bir konuşma
metni hazırlıyor. konferansın açılış töreni yapılıp da lord curzon un konuşması bittikten
sonra ismet paşa hızla kürsüye fırlıyor ve cebinden çıkarttığı bir notla konuşmasını yapıyor
şimdi bu tabii diplomasi teamüllere aykırı bir şey çünkü açılış konuşmasında ismet paşaya
yer verilmemiş ama ismet paşa tabi çok zeki birisi ve atik birisi bu konuşmasında 4 önemli
nokta üzerinde duruyor bu savaşın anadolu'yu yakıp yıktığından bahsediyor,ekonomik
kaynaklarını çökerttiğinden bahsediyor ve türk halkının aslında artık barış içerisinde huzur
içerisinde olmak kalkınmak istediğini refaha kavuşmak istediğinden bahsediyor. ismet
paşa'nın daha ilk andan itibaren konferansta bir eşit temsilci olarak Türkiye millet meclisi
hükümetinin diğer ülkelerle eşit bir statüye sahip olduğunu burada ifade ediyor. ismet paşa
konuşmasında türkiye'nin siyasi bağımsızlığından ,ekonomik bağımsızlığından dem vuruyor
bunlar önemli mesajlar çünkü o konuşmada türk delegasyonunun bundan sonra lozan'da nasıl
bir hat izleyeceğin de bize mesajını veriyor.ilk gün bu açılış konuşmalarından sonra
toplantıya ara verildi ve ertesi gün yani 21 Kasım 1922 de Lozan barış konferansı hızlı bir
şekilde çalışmalarına başlıyor şimdi ilk olarak bir konferans iç tüzüğü hazırlanmaya
girişiliyor ve Türk delegasyonu burada 3 komisyon kurulmasını kararlaştırıyor. türk
delegasyonu 3 komisyondan birinin başkanlığını talep ediyor şimdi bu 3 komisyonun
hangileriydi: 3 komisyondan, birinci komisyon aynı zamanda siyasi komisyon olarak da
adlandırılıyor siyasi komisyon veya ülke ve askerlik işleri komisyonu olarak
nitelendiriliyor ,ikinci komisyon ise yabancılara uygulanacak rejim komisyonu olarak
isimlendiriliyor adlandırılıyor, üçüncü komisyon ise maliye ve iktisat sorunları komisyonu
adlarıyla kuruldu. Türkiye bu 3 komisyondan birinin başkanlığını talep etti ama itilaf
devletleri çok sert bir direniş gösterip bu komisyonlardan birinin başkanlarının TBMM’ye
verilmesine karşı çıktı. türk delegasyonu hiç olmazsa konferansın genel sekreterliğini
üstlenmek istediğini ifade etti ona da itiraz ettiler ve neticede türk delegasyonu bir alt
komisyon yani bu 3 komisyonun işte her birinin çeşitli alt komisyonları olacak ve türk
delegasyonu burada sadece bir alt komisyonun başkanlığını üstlendi yani şunu vurgulamak
gerekiyor bu hususta türk delegasyonunun Lozanda işinin hiç de kolay olmadığını itilaf
devletlerinin yani üç büyük Avrupa devleti başta olmak üzere diğerlerinin de türkiye'ye
karşı tek vücut olduklarını türkiye'nin taleplerine hep set çekmek istediklerini görüyoruz.
konferansın yine iç tüzüğü belirlenmesi çalışmaları sırasında konferansın müzakere dilinin
Fransızca olarak yapılması kararlaştırıldı çünkü konferansa katılanların hepsi Fransızca
biliyor orada ingiliz delegasyonu herhangi bir sorun çıkarmadı. yine bu görüşmeler sırasında
her ne kadar itilaf devletleri ikişer delegasyonla katılmış olsalar da türk delegasyonunun üç
delegeyle katılmasına yine çok fazla ses çıkarılmadı çünkü TBMM bu 3 delegasyonu tam
yetkili olarak görevlendirdiğini görmekteyiz. Lozan barış konferansında 3 komisyon
kurulduktan sonra görüşmelere geçiyor birinci komisyon ülke ve askerlik işleri komisyonu
başkanlığını ingiltere üstlendi lord curzon yapıyor çünkü ingiltere için önemli olan türkiye'nin
tabii geleceği ama ortadoğu'daki çıkarlarını tehlikeye atmayan hatta hindistan'ın bir anlamda
güvenliğini sağlayacak bir şekilde ingiltere konuya böyle yaklaşıyor idi mesela boğazların
geleceğinin belirlenmesi ingiltere'nin öncelikleri arasındaki, bütün su yollarını kontrol altında
tutma ingiltere'nin öncelikleri arasında yer alıyor. bu birinci komisyonunun görevi neydi
demek ki sınırların belirlenmesi, boğazlar meselesi gibi konular türkiye'nin doğu sınırı burada
tartışılmadı yani türk Sovyet sınırı burada tartışılmadı kuzey doğu sınırı daha doğrusu
tartışılmadı hatta Türkiye iran sınırı da burada tartışılmadı ve en son Osmanlı Devleti ile iran
arasında 1639 da imzalanmış kasrı şirin anlaşmasının esas alındığını görüyoruz. Kasrı
şirin'den sonra Osmanlı Devleti ile iran arasında böyle kısmi bazı çok ufak değişiklikler
yapılmakla birlikte ana sınırın muhafaza edildiğini burada görmekteyiz TBMM hükümeti ile
Sovyet Rusya arasında imzalanan 16 mart 1921 tarihli Moskova anlaşmasıyla 3 Kafkas
Cumhuriyeti arasında imzalanmış olan Ankara anlaşması burada gündeme getirilmedi onu da
belirtelim . dolayısıyla Türkiye nin doğu sınırı tartışma konusu olmadı. gelelim türkiye'nin
güney sınırına yani Türkiye Suriye sınırına, Sakarya savaşından sonra imzalanan 20 ekim
1921 tarihli Ankara anlaşmasıyla belirlenmişti. hatay'a da o günkü adıyla sancak, Suriye
tarafında bırakılmış idi. heyete verilen talimatnamede bu sınırın düzeltilmesi arzu edilmiştir
fakat konferansın çalışmalarına baktığımızda türk delegasyonunun bunda başarılı olamadığını
görmekteyiz. çünkü fransa'nın şiddetli direnişiyle karşılaşmıştı ve aşağı yukarı ankara
anlaşmasıyla belirlenmiş olan sınır orada o şekilde kaldı. türkiye'nin batı sınırına
baktığımızda ise batı'da özellikle Türkiye batı Trakya için bir plebisit yapılmasını talep
etmişti çünkü doğu sınırında daha doğrusu Türkiye’nin doğu Trakya sınırının özel doğu
Trakya sınırının 1913 de belirlendiği haliyle kalmasını istediğini biliyoruz. batı Trakya zaten
çok önemli bir husustur aslında 1913 te Balkan savaşlarından sonra bulgaristan'a bırakılmış,
ardından Birinci Dünya savaşı'ndan sonra itilaf devletleriyle Bulgaristan arasında imzalanan
anlaşma çerçevesinde batı Trakya bulgaristan'dan alınıp yunanistan'a verilmiştir. Yunan
temsilcisi ,Yunanistan adına katılan venizelos aslında batı trakya'da nüfusun büyük bir
çoğunluğunun rumlardan oluştuğunu ifade etmiştir ama buna rağmen türkiye'nin temel isteği
olan plebisittiye yanaşmamışlar. birinci komisyonda yani ülke ve askerlik işleri
komisyonunda türkiye'nin batı sınırıyla ilgili olarak şu konuşmaların da
olduğunu ,tartışmaların yapıldığını belirteyim. Lozan konferansına katılan Bulgaristan heyeti
ege denizi'ne bir çıkış verilmesini istemiştir, bu komisyonda ege denizi'ndeki adaların
geleceğinin de yine yoğun bir şekilde tartışıldığını belirtelim. öte tarafta bu komisyonun ele
aldığı önemli konulardan bir tanesi de türk Yunan nüfus mübadelesi idi. nitekim konunun
aciliyeti nedeniyle 30 ocak 1923 te taraflar arasında resmi adı Yunan ve türk halkları
mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol imzalandı ve bir mücadele söz konusu oldu. Yine
bu komisyonda türk heyetine verilen talimatta yer almamasına rağmen patrikhane sorunu da
gündeme getirildi. özellikle doktor rıza nur gündeme getirdi ve türk heyeti patrikhanenin
istanbul'dan çıkarılmasını Türkiye sınırları dışına gönderilmesini talep etti. Gerekçesi de
rum Ortodoks patrikhanesi'nin siyasi işlere karıştığını ifade etmiş fakat hem itilaf devletleri
heyetleri hem de Yunan heyeti buna şiddetle karşı çıktı sonuç itibariyle varılan uzlaşmaya
göre patrikhanenin sadece dini işlerle uğraşması koşuluyla türkiye'de istanbul'da kalmasına
karar verildi. bu arada patrick'in Türkiye vatandaşı olması şartı getirildi yani patrik seçilecek
olan kişilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması koşulları getirildi. ülke ve askerlik işleri
komisyonu'nun ele aldığı özellikle ingiltere'nin büyük bir hassasiyetle üzerinde durduğu konu
boğazlar meselesi oldu burada görüşmelerde ingiltere ve Sovyet Rusya temsilcisi arasında da
sert tartışmaların yaşandığını görüyoruz. burada haliyle tabi ingiltere boğazlardan geçişin
serbest olmasını, hem ticaret hem savaş gemilerinin serbestçe geçişinin serbesti, boğazların
her iki yakasının askersizleştirilmesi ve bu boğazlar rejiminin uluslararası bir denetime tabi
tutulmasını istemiş nitekim bir komisyon kurulması gündeme gelecektir daha sonra. fakat
Sovyet rusya'nın temel tezi ise boğazların ticaret gemilerine açık tutulmasını ancak savaş
gemilerine kapalı olmasını istiyor idi ve türkiye'nin de boğazları tahkim etmesi gerektiğini
vurguluyor. peki türkiye'nin temel tezi neydi Türkiye ise boğazlar üzerinde egemenliğinin
tanınmasının altını çizdi ,Türkiye zaten ticaret gemilerine o günkü bütün dünyadaki su yolları
rejimine baktığımızda liberal bir geçiş söz konusudur. türkiye'nin temel noktası şuydu misakı
milli'nin dördüncü maddesine uygun olarak istanbul ve marmara'nın güvenliğinin mutlaka
sağlanması gerektiğini görüyoruz. Ülke ve askerlik işlerinde azınlıklar meselesi de ele
alındı çünkü Birinci Dünya savaşı'nda sadece Ermeni tehciri değil türkiye'nin
güneydoğusunda asuri keldani gibi hazırlıkların da şiddete uğradığına ilişkin bir tartışmanın
yapıldığını görüyoruz. dolayısıyla itilaf devletleri özelde de ingiltere bu azınlıkların
korunmasına ilişkin bir düzenlemenin yapılmasını hep gündeme getirdi hatta uluslararası bir
denetlemenin yapılması için milletler cemiyetinin devreye girmesini ifade ediyor ve milletler
cemiyetine bağlı bir uluslararası sistemin kurulması istemiş fakat türk delegasyonu
ankara'dan aldığı talimat uyarınca zaten ermenilere yönelik bir Ermeni devletinin kurulması
zaten söz konusu olmayacak bunu kesinlikle reddetti. bir de tabii bu görüşmeler sırasında
kimlerin azınlık sayılacağı tartışma konusu olduğunu görmekteyiz. şunu da belirtelim ve
Müslüman yani din esası üzerinden bir tanımlamanın yapıldığını görmekteyiz, din esası
üzerinden yani ülkedeki azınlıkların belirlenmesinde ırk ve soy esasının kesinlikle kabul
edilmemesi azınlık statüsünün ancak din esasına göre yapılması savunulduğunu yani
Müslüman olmayan azınlıklar ifadesi burada ortaya çıktı onu belirtelim.
Dış Politika 3. Hafta 1. Ders ( lozan komisyonlar ve lozan ant)

Bu komisyonun en hararetli tartışma konularından biri de Musul meselesiydi. Ingiltere büyük


bir hırsla istekle Bu Musul meselesini ülke veya askerlik işleri komisyonunda dile getirdi.
Musul’daki petrol, ingiltere’nin yakın doğuya olan ilgisi nedeni Bu isteğin ve hırsın başlıca
sebepleri arasındadır Lord curzon sorunu asya’daki türk Topraklarının Güney sınırının
belirlenmesi olarak ifade etti. Dolayısıyla bu meseleyi irak’a Türkiye arasında Belirlenmesi
biçiminde bir tespit öne sundu. Peki bu Musul meselesi nasıl ele alındı Tarafların tezleri
neydi? ismet paşa musul’u Misak ı milli sınırları içerisinde olduğunu ifade etmiştir, ikincisi
musul’un etnografik, siyasi tarihi, coğrafi, ekonomik, askeri ve stratejik nedenlerden dolayı
türkiye’de kalmasını talep etmiştir. Bir diğeri de musul’un nüfusunun büyük çoğunluğunun
türklerden ve kürtlerden oluştuğunu Kürtlerin de türkiye’ye katılmak istediğini Ve burada bir
plebisit Yapılmasının uygun olacağını dile getirmiştir. İngiliz heyeti başkanı lord curzon ise
türkiye’nin bölgede haklarını kaybettiğini, irak’ın ingiltere’nin mandası altında olduğunu
1920 yılından itibaren Belirtmiştir. Lord curzon ismet paşa’nın verileri aksine Musul
nüfusunun çoğunlukla araplardan oluştuğunu İfade etmiştir ve plebisit’e Karşı çıktığını
göstermiştir. Sorunun çözümü için tarafsız olarak değerlendirdiğim milletler cemiyetinin
başvurulmasını önermiştir. Ülke ve askerlik işleri Komisyonunda bu Musul meselesinin çok
büyük tartışmalar yarattığını ve bu tartışmaların uzun sürdüğünü görebilmekteyiz. Sonucunda
ismet paşa Barışın korunması yani barış konferansını sürdürülebilmesi ve sorunun bir yıl
içerisinde 2 ülke Arasında Ele alınması gerektiğini ortaya koymuştur. İkinci komisyon ise
yabancılara uygulanacak rejim komisyon bu komisyonda hangi görüşmeler ele alındı onu
söyleyelim özellikle bu yabancılara uygulanacak rejim komisyonunun başkanlığını italyan
camillo Gorroni üstlendiği ve bu komisyonda daha çok vatandaşlık, kapitülasyon,
yabancıların yerleşme hakkı ve yabancılara uygulanacak ekonomi ve yargı rejimi gibi
konuları ele aldığını görüyoruz.bu ikinci komisyonda yine kapitülasyonlar başta olmak üzere
sert tartışmaların meydana geldiğini görmekteyiz. Türk delegasyonuna verilen 14 maddelik
talimathanede kapitülasyonların Kesinlikle kaldırılması istendi Eğer itilaf devletleri çok
direnir ve bu konunun çözümüne yaklaşmazlar ise görüşmelerin kesilip geriye dönülmesi
istenmişti. Türkiye haliyle bu görüşmelerde kapitülasyonların adli ve siyasi Olarak bütün
sonuçlarıyla kaldırılması gerektiğini ifade etmiştir. İngiltere, Fransa, gibi diğer itilaf devletleri
tarafları türkiye’nin bu görüşüne karşı çıkmışlardır. Bu komisyonun tartışmalarında yeni
dönemde kapitülasyonların kaldırılmayı ileri bir tarihe revize edilerek Devam ettirilmesinden
yanadırlar. Dolayısıyla bu yabancılara uygulanacak rejim komisyonunda kapitülasyonlar
üzerine yapılan tartışmalarda bir sonuca ulaşılamadı yani görüşmelerin çıkmaza
sürüklendiğini burada görmekteyiz. fakat bu komisyonda yabancıların
ekonomik ,mali ,yargısal hakları, uyruklu yerleşme hakları, konusunda belli görüşmelerin
yapıldığı belli bir mesafenin kat edildiğini belirtelim ve tabii ki şöyle söyleyeyim bu
kapitülasyonlar konusunda bir ilerleme sağlanamadığı için Lozan barış konferansı 4 Şubat
1923 te kesintiye uğradı. böylece bizim birinci devre Lozan barış konferansı sona ermiş oldu
ancak ikinci konferansın yani 23 Nisan 1923 te ikinci dönemin başlamasından sonra bir
ilerleme sağlanacaktır. Gelelim üçüncü komisyona Maliye iktisat sorunları komisyonu bu
komisyonda da yine aynı şekilde bir dizi sert tartışmalara yol açtığını buradan belirtelim
mesela bu komisyonun başkanlığına da Fransız Barrere yapmakta idi ve bu komisyonda esas
olarak Osmanlı devlet borçları, savaş tazminatı, ulaştırma ve taşımacılığa ilişkin hususlar
şirketlere ilişkin sözleşmeler markalar gibi böyle bir dizi geniş alanda görüşmelerin
yapıldığını da görmekteyiz. bu komisyonun en stratejik tartışma konularından biri Osmanlı
devlet borçları meselesiydi türk delegasyonunun Lozan barış konferansında maliye ve iktisat
sorunları komisyonunda Osmanlı devlet borçlarına ilişkin gündeme getirdiği tez neydi? Lozan
barış konferansı görüşmelerinde Osmanlı devlet borçlarının Osmanlı imparatorluğundan
ayrılan ülkeler arasında paylaşılmasının yani avrupa’da bulunan ve asya’da bulunan ülkeler
olmak üzere paylaşılmasının istemiş idi. onun dışında tabii kapitülasyonların kaldırılması
siyasi ve adli sonuçlarıyla birlikte türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını kısıtlayan diğer
ekonomik hükümlerin de burada kaldırmaya çalışıldığını görmekteyiz. tazminat konusu tabii
ismet paşa’nın Lozan barış konferansını açış konuşmasında da değindiği noktalardan biriydi.
4 yıl süren bu uzun savaşta anadolu’nun yakılıp yıkıldığında bahsetmiş ve buraya dikkati
çekmiş. dolayısıyla türkiye’nin yunanistan’dan bir tazminat talebinin de olduğunu burada
görmekteyiz. tabii yunanistan’ın temsilcisi venizelos tazminat düşüncesine karşı çıktığını
ifade ettiğini görüyoruz ve türkiye’nin ısrarcı olması halinde rumlara da tazminat ödenmesi
istenmişti böyle bir dizi yoğun tartışmalar meydana geldiğini görmekteyiz. Osmanlı devlet
borçlarının bu komisyonunda tartışılması da bir soruna yol açtı ve bu da konferansı tıkayan
noktalardan birisi bütün bunları bir araya getirdiğimizde de Lozan barış konferansı 4 Şubat
1923 te kesintiye uğradı ve ardından ikinci dönem başlatıldı. Türkiye tabii bu konferansın
kesintiye uğradığı 4 Şubat 1923 ile 23 Nisan 1923 tarihleri arasında çok önemli bir etkinlik
de yaptı izmir iktisat kongresi toplandı.izmir iktisat kongresi yeni türk devleti’nin iktisadi
politikasını belirlemeye dönük bir arayış ve orada toplumun çeşitli temsilcilerinden işçi,
tüccar, sanayici kesimin de çağrıldığını ve orada birtakım kararlar alındığını ve en sonunda da
misakı iktisadi adıyla bir belgenin yayınlandığını biliyoruz. Türkiye izmir iktisat kongresi ile
batı dünyasına bir mesaj verdi yani yeni dönemde türkiye’nin aslında batıdaki gibi liberal
iktisadi değerlere yönelik bir program izleyeceğini bize ifade etti. aslında izmir iktisat
kongresinin geneline baktığınızda tabii böyle bir mesaj var ama uygulamasına baktığımızda
biliyorsunuz 23-29 arasında bir karma iktisat var yani aslında sadece liberal değerlere değil
devletçi birtakım tınıların da olduğunu söyleyebiliriz. barış konferansının ikinci dönemi
başladı 23 Nisan 1923 de ve ikinci dönemde itilaf devletlerinin bazı delegasyonlarının en
azından delegasyon başkanlarının değiştiğini görüyoruz türk tarafının aynı kaldı bunlar 3
delege ismet paşa, Hasan saka, rızanur aynen kaldı ama ingiltere’yi artık Dışişleri Bakanı lord
curzon yerine istanbul’daki yüksek komiser Rumbold temsil etti. fransa’yı yüksek komiseri
general pelle, italya’yı da …….temsil etti ve bu ikinci dönem yaklaşık 3 ay sürdü. 24
Temmuz 1923 te anlaşmayla sonuçlandı ve bu ikinci dönemde görüşmeler daha hızlı
ilerletildi mesela kapitülasyonlar konusunda türkiye’nin tezi benimsendi, Osmanlı devlet
borçları konusunda da yine aynı şekilde hemen hemen türkiye’nin tezi benimsendi. Duyunu-u
umumiye idaresi Türkiye sınırları dışına çıkartıldı paris’e gidecekti ve Osmanlı devlet borçları
da yine Osmanlı’dan ayrılan devletler arasında paylaştırılacaktı. tazminat olarak da
Yunanistan Karaağacı türkiye’ye vermeyi kabul etti gibi böyle bir takım kararların alındığını
görmekteyiz. Musul meselesi ise sonraya bırakıldı.Lozan barış antlaşması 24 Temmuz 1923
imzalandı ve 23 Ağustos 1923 te de Türkiye Büyük Millet meclisi tarafından onaylandı.
Lozan anlaşması 143 maddeden oluşup , 4 bölümü ayrılmaktadır ; birinci bölüm siyasal
hükümler , mali konulara ilişkin maddeler, Ekonomik hükümler, Ulaşım ve sağlık sorunları.
siyasal hükümler başlığını taşıyan konuya baktığımızda, Türkiye ve komşuları arasındaki
sınırlara ilişkin bir takım toplumsal konular karara bağlandı ve kesinleştirdi. Mesela
bulgaristan’ın güney sınırı Karadeniz’den Meriç nehri’ne kadar olan kısım 1919 daki Bulgar
Yunan sınırı olarak saptandı. 15 numaralı protokol ile de karaağaç’ın türkiye’ye Tazminat
olarak verilmesi söz konusu edildi . ayrıca Çanakkale boğazı’nın güvenliği için imroz
Bozcaada ve tavşan adaları türkiye’ye verildi. bunların dışında Balkan savaşları sırasında
yunanistan’ın elde ettiği kuzey adalarının limni, Midilli, sakız ,sisam silahsızlandırılması
koşuluyla yunanistan’a bırakıldı. trablusgarp savaşı sırasında italyanların işgal ettiği 12
adanın italya’ya ait olduğu teyit edildi. ingiltere’nin uzun süreden beri fiili işgali altında olan
kıbrıs’ın ingiltere’ye ait olduğu yine orada teyit edildi.bunun dışında sudan,mısır gibi
konuların da sınır meselesi siyasi hükümler başlığı altında ele alındığını görmekteyiz. tabii
Musul meselesi çözülemedi ve bu da anlaşmanın 3 / 2 maddesinde yani üçüncü maddesinin
ikinci fıkrasında hükme bağlandı şöyle ki: Türkiye ile irak arasında sınır anlaşmanın
yürürlüğe girişinden başlayarak 9 aylık süre içerisinde Türkiye ile ingiltere arasında yapılacak
bir konferansta çözüleceği açıklanmış eğer bu konferansla da çözülemezse sorun milletler
cemiyetine taşınacak idi. Türkiye Suriye sınırı 20 ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara
antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınır idi onu da belirtmiş olalım. Türkiye Sovyetler Birliği ve
Türkiye iran sınırında konferans çerçevesinde görüşmeler yapılmadı burada bu siyasal
hükümler başlığı altında dikkati çeken kısım kapitülasyonların kaldırılması meselesi idi.
Lozan barış antlaşması’nın 28. maddesine tekabül ediyor bağıtlı yüksek taraflar her biri kendi
yönünden türkiye’de kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığını kabul ettiklerini bildirirler.
böylece Türkiye’nin hem siyasi hem de iktisadi bağımsızlığına yönelik çok önemli bir adım
atıldı. siyasal hükümler bölümünde Osmanlı devleti’nin dağılması sırasında Türkiye ile
ondan ayrılan ülkelerin bireylerinin vatandaşlarının bir diğerine ilişkin konuları açısından
uyrukluk ve diğer konuların düzenlendiğini belirtelim. siyasal hükümlerin içeriğinde olan
azınlıkların korunması ki bu çok önemlidir Lozan barış anlaşmasının en fazla üzerinde
tartışılan konularından biridir. bu bölümde yapılan düzenlemelerin her yönüyle evrensel
değerlerin türkiye’de hakim kılınması diğer yönüyle de batılı ülke yöneticilerinin Osmanlı
döneminde sürüp gelen azınlıkların en azından Hıristiyan unsurlara sağlanacak bazı hakların
garanti altına alınmaya çalışıldığını görmekteyiz. Azınlıklarla ilgili konuya baktığımız zaman
Türkiye 38-44 arası belirtilen bu hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir yasa,
hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlerle çelişkili ya da onlara aykırı olmasına
ya da hiçbir söz konusu hükümlerden üstün sayılamayacağını kabul ettiğini görmekteyiz.
yani burada belirtilen 38 ve 44 üncü maddeler arasındaki yaklaşık 6 maddenin türkiye’deki
yasaların üstünde bir niteliğe sahip olduğunu görmekteyiz. şimdi tabii 38 maddede Türkiye
hükümeti doğum, milliyet, dil soy ya da din ayırt etmeksizin türk halkının tümünün yaşam ve
özgürlüklerini en geniş biçimiyle korumayı yükümleniyor. buradaki temel nokta şu mesela
kürt meselesinin de bu çerçevede çözülmesi açısından aslında lozan önemli bir metin
olmaktadır. onun dışında yine türkiye’nin tüm halkı, kamu düzeni ve genel ahlak ile
bağdaşmazlık göstermeyen her bir mezhep ya da inanışın gerek genel gerek özel biçimde
özgürce kullanılması hakkına sahip olmakta diyor. yine burada Müslüman olmayan
azınlıklara ilişkin düzenlemelerin önemli yer tuttuğunu görmekteyiz. mesela Müslüman
olmayan azınlıklara medeni ve siyasal hakların eşit zeminde, istenilen dilin serbestçe
kullanılması, azınlık cemaatinin eğitimine,dinine ilişkin haklarının tanınması, azınlıkların bu
türden hakların devlet güvencesi çerçevesinde düzenlenmesi ve kullanılması gibi böyle yine
Müslüman olmayan azınlıklara hakların tanındığını ve güvence altına alındığını görmekteyiz.
bunun dışında yine mali hükümler 46 ile 63 maddeler arasında sayılıyor idi. burada Osmanlı
devlet borcunun tasfiyesi yani duyun-u umumiyeyi Osmaniye olarak adlandırılan borçlarını
nasıl ödeneceğini yönelik düzenlemeler yapıldı. Borçların osmanlı’dan ayrılan devletler
arasında paylaştırılması idi: örneğin borçlar Türkiye 1912-13 Balkan savaşları sonucu olarak
kendilerine Osmanlı imparatorluğundan toprak katılmış devletler ,yani iş bu anlaşmanın 12 ve
15. maddelerinde belirtilen adalarla işte yunanistan’ın kastediyor ve italyayı elbette, bu
maddenin son fıkrasında belirtilen toprak parçası kendilerine bırakılmış olan devletler yine
anlaşma uyarınca Osmanlı imparatorluğundan ayrılmış asya toprakları üzerinde yeni kurulan
devletler işte irak , Suriye. Lozan barış anlaşmasının 143 maddeden ve bunlara ek 17
protokolden oluştuğunu söylemiştik. Bu 17 protokol arasında ne var sorusunu
cevaplandırmamış gerekir ise bunların içinde en önemlileri şunlar boğazlar rejimine ilişkin
sözleşme, lozan’da boğazlar rejimini nasıl bir statüye kavuşturulması gerektiğini bize
söylüyor. bunun dışında yani bu boğazlar rejimine ilişkin sözleşmeyi Türkiye ingiltere
Fransa ,italya ,Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, sırp, Hırvat, sloven devleti
imzalıyor şimdi kısaca içeriğine baktığımız zaman bu boğazlar rejimine ilişkin sözleşmenin
birinci maddesinde tarafların Çanakkale boğazı’nda ,Marmara denizi’nde ve Karadeniz
boğazı’nda denizden ve havadan geçiş ve gidiş geliş serbestliği ilkesini kabul ettikleri
belirtilmiştir. dolayısıyla o dönemin dünyasında özellikle ticaret gemileri için liberal serbest
bir geçiş rejimlerinin düzenlendiğini görüyoruz ve bu lozan’da onaylanan boğazlar rejimine
ilişkin sözleşmede de var. boğazlardan geçiş 2 kategoride belirlenmiştir: birinci kategori
ticaret gemilerini ve askeri olmayan uçakların barışta ve savaşta geçişleri, 2 şekilde formüle
ediliyor. barış döneminde ticaret gemileri ve askeri nitelikte olmayan uçaklar, uluslararası
sağlık hükümleri saklı kalmak üzere hiçbir işlem olmaksızın gündüz ve gece geçebilecek.
savaş döneminde ise eğer Türkiye tarafsız ise aynen o barış dönemindeki gibi yani geliş gidiş
serbest olacak yani burada bir sıkıntı yok. Türkiye savaşan durumda ise Türkiye savaşan
durumunda ise tarafsız ülke gemileri ve uçakları düşmana yardım etmemek koşuluyla ve
türkiye’nin denetim hakkı saklı kalmak kaydıyla geçiş serbestisine sahip olacak. ikinci
kategori ise savaş gemileri ve askeri uçakların geçişi yine barışta ve savaşta olmak üzere 2
şekilde dizayn edildiğini düzenlendiğini belirtelim: barış döneminde hangi ülke gemisi
olduğuna bakılmaksızın sadece karadeniz’e kıyısı olan devletlerle, yine bir hacim kısıtlaması
dışında, gece ve gündüz serbestçe geçecekler. kısıtlama şu şekilde karadeniz’e sahili olmayan
bir devlet, karadeniz’e sahili olan en güçlü devletin kuvvetini aşacak askeri güç
geçiremeyecek. yani Sovyetler birliği’nin donanmasını geçecek şekilde gönderemiyor.
savaştaki durum ise burada ikiye ayrılıyor Türkiye tarafsız ise geçişler aynen barıştaki gibi
tabii düşmanca bir davranış içine girmeyecekti. Türkiye savaşan devlet durumunda olması
halinde ise tarafsız gemiler için yine barış dönemi kuralları geçerli tabii düşman savaş
gemilerine karşı önleyici tedbirler alınacağını belirtiyoruz. Lozan boğazlar sözleşmesinde
kısaca statü böyle yapılmış fakat sözleşmenin dördüncü maddesinde istanbul ve Çanakkale
boğazları ndaki bazı bölgelerin silah ve askerden arındırılması hükmü yer almış, 10 maddede
ise boğazlar rejimini denetleyecek bir uluslararası komisyonun kurulması yine hükmü
konmuş. dolayısıyla lozan’daki boğazlar rejimine ilişkin sözleşmede, türkiye’nin türk
boğazları olarak nitelendirilen Çanakkale ve istanbul boğazları üzerinde ve her 2 tarafın da
tam egemenlik kuramadığını ,bir kısıtlamaya gidildiğini belirtmeliyiz. Lozan barış
antlaşmasına ekli diğer bir sözleşmede Trakya sınırına ilişkin sözleşmedir: bu sözleşmede
türkiye’yi Bulgaristan ve yunanistan’dan ayıran sınırın yani türk Yunanistan ,türk Bulgar
sınırının her 2 yanındaki toprakların yaklaşık 30 kilometrelik alanın silahtan ve askerden
arındırılması hükmü getirilmiştir. yerleşme ve yargı yetkisine ilişkin sözleşmede de
türkiye’nin egemenliğinin geçici olarak kısıtlandığını görüyoruz. Anlaşma süreleri dolduktan
sonra Türkiye bu konuda da tam egemenliğini sağlamıştır. ticaret sözleşmesinde türk
egemenliği gümrük konusunda da geçici bir hüküm konuluyor o da: barış anlaşmasına imza
atan bu devletlerin malları 1 Eylül 1916 tarihindeki Osmanlı nesnel tarifesinde gösterilen
tarife kabul edilmiş yani özellikle 1 Eylül 1916daki gümrük oranlarının benimsendiğini
belirtelim. bu türk ticaret sözleşmesi 5 yıl bir kısıtlama getirmiş, yani 5 yıl geçerli olacak
Türkiye bu 5 yıl dolduktan sonra o gümrük oranlarını dilediği gibi yükseltme düşürme
hakkına sahip olacak. bu ticaret sözleşmesinin 9. maddesinde de türkiye’ye kabotaj hakkı
tanınacak. yargı yönetimine ilişkin bildiri başlığını taşıyan belgede de türk hükümetinin 5
yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği süre için Avrupalı hukuk danışmanlarından
yararlanma yani türkiye’de bir hukuk devriminin gerçekleştirilmesi ve laik bir hukuk
sürecinin, batı’yla entegrasyonu kolaylaştıracak bir hukuk devriminin yapılması için ya da
hukuk sisteminin diyelim reforma tabi tutulması için, Avrupalı danışmanlardan 5 yıldan az
olmamak üzere yararlanması hükmü getirildiğini görmekteyiz. tabii hukuk danışmanları
adalet Bakanlığına bağlı olacaklardı ve hukuk reformları için özellikle kurulan komisyonlara
danışmanlık yapacaklardı. 5 yıl dolduktan sonra zaten türk hükümeti, adalet sisteminde
istediği gibi bir tasarrufa sahip olacaktı. sağlık sorunlarına ilişkin bildiri ise türk hükümeti
yine 5 yıldan az olmamak üzere ya da 5 yıl süreyle Avrupalı üç hekimi danışman olarak
kullanacaktı. özellikle bu hekimler tabii türk memurları olacaklardı ve sağlık bakanlığına
bağlı çalışacaklardı. bir başka sözleşme de 30 ocak 1923 onaylanan Yunan ve türk halklarının
mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol başlığını taşıyan belgeydi bu da önemli bir konu.
Dış Politika 3. Hafta 2. Ders ( lozan sonucu, iki dünya savaşı arası dış politika,lozana
tepkiler ve Musul meselesi Haliç konf)

Lozan anlaşması tarih olarak 24 Temmuz 1923 de imzalandı ve Ağustos ayında yeni Türkiye
Büyük Millet meclisi’nin açılmasıyla yani ikinci dönem Türkiye Büyük Millet meclisinin
açılışıyla 23 Ağustos 1923 te de onaylandığını belirtmiştik. Lozan anlaşmasıyla misakı milli
de tespit edilen hedeflerin büyük bir bölümünün gerçekleştirildiğini görüyoruz. Musul
Meselesi ve o dönemdeki adıyla sancak yani Hatay meselesi dışında bunun dışında
türkiye’nin müttefikleri hiçbir tazminat ödemeyeceği söz konusu edilmişti ama burada belki
küçük bir parantez açmakta yarar var Birinci Dünya savaşı’ndan sonra ingiltere bu alacağına
karşılık Reşadiye Osmaniye zırhlılarına el koymuştu. bunun dışında yine güney sınırlarımız
yani Türkiye-Suriye sınırının Hatay dışında olan kısmının tespit edildiğini ifade ettik. doğuda
bir Ermeni devletinin, karadeniz’de ya da batıda bir rum devletinin Yunan devletinin
kurulamayacağı belirtilmiş idi. kapitülasyonlar ilga edilmişti, yine türkiye’de bulunan
yabancılar ve yabancı kurumlar okullar türk yasalarına bağlı olacaktı , Türkiye boğazlarda
tam kontrol tam egemenlik hakkını sağlayamamakla birlikte yine daha önce boğazlara yönelik
konulan birtakım sınırlandırmalar lozan’la kaldırıldı. yunanistan’da bir ahali mübadelesi
gerçekleştirildi ve bu ahali mübadelesine de tabii birtakım siyasal sonuçları , ekonomik
sonuçları, sosyal sonuçları olduğu gibi yeni devlet açısından bir siyasal ideolojik sonucu da
oldu o da şu: elbette anadolu’daki Rumların yunanistan’a gönderilmesiyle birlikte bir
mütecanis yani bugünkü ifadeyle bir cinsten yani nüfus açısından mütecanis bir devlet teşkil
edildiğini burada belirtebiliriz. Lozanı değerlendirdiğimiz zaman burada bir ulus devlet
kurulmuştur yani dolayısıyla bu da lozan’ın önemli sonuçlarından biri idi. lozan’da Türkiye
Büyük Millet meclisinde bazı milletvekillerinin ,Lozan anlaşmasına yönelik özellikle
konferans sırasında müzakereler sırasında çok eleştiriler yöneltildiğini elde edilen sonucun
tatminkar olmadığını ifade ettiklerini görüyoruz. mesela trakya’nın bazı kısımlarının işte batı
trakya’nın elde edilememesi, iskenderun sancağı gibi bunlar eleştiri konusu olduğunu
görmekteyiz. Türkiye Büyük Millet meclisi’nde 23 Ağustos 1923 te anlaşmanın onaylandığını
söyledik hatta 14 olumsuz oy 213 de olumlu oy kullanılmış idi ve o olumsuz oy
kullanımlarına ciddi eleştiriler yöneltildiğini burada belirtelim. aynı gün istanbul’daki ve
boğazlar bölgesindeki müttefik donanması ve kuvvetlerinin derhal türk topraklarını o bölgeyi
terk etmeleri talebinde bulunuldu ve bu talepten sonra müttefik devletleri 6 hafta içerisinde
istanbul’u ve tahliye ettiklerini görmekteyiz. o dönemin dış basınına bakıldığında özellikle de
avrupa’daki önemli gazetelerin Lozan anlaşması’nın türkiye’nin en büyük diplomatik
zaferlerinden biri olduğunu belirtmişlerdir. çünkü türkiye’deki yabancı tasallutunun ya da
nüfusunun ortadan kaldırıldığını ve kendi ulusal sınırları içerisinde bağımsız ve egemen bir
devlet olarak sivrildiğine yönelik çeşitli yorumların yapıldığını da buradan belirtmiş olalım
lozan’ı böyle bir genel anlamda değerlendirdiğimiz zaman siyasal bağımsızlık belgesi olarak
öne çıktığını bunun yanında türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak uluslararası platformda ve
diğer ülkeler tarafından tanınmasına yol açtığını ifade edelim. bu yönüyle Lozan tabii yeni
Türkiye devletinin kurucu belgesi olduğunu söylemek mümkün. bunun dışında tabii Lozan
Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetiyle itilaf devletleri arasında müzakereler yoluyla
buluşturulmuş bir belgedir. Lozan tabii Birinci Dünya savaşı’ndan sonra yapılan barış
anlaşmalarından biri olduğu için diğer anlaşmalarla da şöyle karşılaştırmak mümkündür: Paris
barış kongresinde yenen devletler, yenilen devletler arasında yani itilaf devletleriyle müttefik
devletler Almanya ,Avusturya Macaristan ,Bulgaristan gibi hatta daha sonra Osmanlı ile
yapılan sevr gibi barış anlaşmaları vardı ve onlar tek taraflı yani itilaf devletlerinin yenilen
devletlere dayattıkları barış anlaşmaları idi. halbuki Lozan 2 taraf arasındaki müzakereler
yoluyla hazırlanmış bir belge olduğunu ifade edelim bu yönüyle tabii Lozan bir eşitlik belgesi
olarak da ifade edilebilir . lozan’a damga vuran 2 önemli husus var birincisi kapitülasyonların
ilga edilmesi az diğeri de Duyun-u Umumiye, Osmanlı devlet borçlarının ödenmesi için bir
plan yapılmış olmasıdır. Duyun-u umumiye ki devlet içinde devlet olduğu ifade edilen ve
Osmanlı imparatorluğunu sömüren Avrupa emperyalizminin en önemli kurumlarından biri
olan duyun-u umumiye idaresinin Türkiye sınırları dışına çıkartılması da yine lozan’da elde
edilen bir başarı olarak kaydedilmesi lazım. bu yönüyle de lozan’ın bir ekonomik bağımsızlık
belgesi olduğunu söylemek mümkündür. Birinci Dünya savaşı’nı sona erdiren anlaşmalardan
bahsettim mesela diğer anlaşmalar şu ya da bu şekilde ortadan kalkmış iken biliyorsunuz
ikinci dünya savaşı’nda Lozan halihazırda varlığını sürdürmektedir ve dolayısıyla bu da
türkiye’nin kazandığı önemli diplomatik zaferlerden biridir diyoruz. Lozan anlaşması Orta
Doğu özellikle modern Ortadoğu’nun, Birinci Dünya savaşı’nın sonuna kadar oluşan
Ortadoğu açısından söylüyorum, ilk kez Avrupa modeline göre bir ulus devlet kurulmuş
olması ,Avrupa uluslar sistemine, Avrupa uluslar hukukuna dahil olma yine lozan’da
gelişmiştir.Bundan çıkarımla lozan’ın bir çağdaşlaşma belgesi olduğunu türkiye’nin laik ve
çağdaş bir devlet olarak yapılanmasının önünü açtığını söyleyebiliriz. Hatta Atatürk
biliyorsunuz bu lozan’la ilgili bir değerlendirmesi var bir yorumu da var o da şu bu anlaşma
türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve sevr antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış
büyük bir suikastin çöküşünü anlatan bir belgedir yani Sevri tarihin çöplüğüne atan bir belge
olduğunu söylüyor ve Osmanlı’da tarihte benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtı
olduğunu ifade ediyor. 1923 sonrası türk dış politikasını incelerken öncelikle bizim bir
uluslararası ortama da bakmamız lazım , Birinci Dünya savaşı’ndan sonra yeni bir dünya
düzeni kuruldu, Paris barış konferansında milletler cemiyeti kuruldu milletler cemiyetinin
hazırlamış olduğu bir misakı vardı ve bu misakı önemli bir kısmını da manda rejimlerinin
kurulmasını öngördüğünü bize ifade ediyor. fakat en önemlisi Birinci Dünya savaşı’ndan
sonra imparatorlukların çökmesi yani Avusturya-Macaristan imparatorluğu ,Osmanlı
imparatorluğu, alman ve rus çarlığın çökmesi ardından uluslararası sistemde büyük bir boşluk
bırakmış idi ve bu boşluk galip devletler tarafından doldurulamamıştı. böyle bir temel sorun
var dolayısıyla bu yeni dünya düzeni ve imparatorlukların çökmesinden sonra ardında
bıraktıkları boşluk yeni dönemde dolduramadığı birtakım sorunların ortaya çıktığını söylemek
mümkün. Bu tespit aslında ikinci bir dünya savaşı’nın yolunu da döşediğini bize gösteriyor.
hatta bir Fransız mareşali versay antlaşmasından sonra yaptığı bir değerlendirmede ikinci bir
savaşa kapı aralandığını söyleyen önemli bir öngörüydü. şimdi 2 Dünya Savaşı arasında
avrupa’da otoriter ve totaliter rejimlerin etkin olduğunu belirtelim. mesela savaşın
galiplerinden biri olan italya’da faşist rejim kurulmuştu, 1922 den itibaren o meşhur roma
yürüyüşünden sonra bir faşist devlet modeli hayata geçirilmeye çalışıldı. onun dışında
Sovyetler birliği’nde 1924 te stalin’in iktidara gelişiyle birlikte ülkede sosyalizm programı
hayata geçirilmeye çalışıldı bunu da belirtelim. 1929 da dünya ekonomik bunalımı çıktı ve
bütün dünyayı avrupa’yı özellikle etkisi altına aldı, bu 2 Dünya Savaşı arasında uluslararası
sistemin gergin hale gelmesinde almanya’ya dayatılan versay anlaşmasının önemli bir payı
olduğunu burada belirtelim. dolayısıyla bunun üzerinden 1933 de Hitler iktidara, nazi partisi
iktidara gelecek idi. tabii fransa’nın almanya’ya karşı güvenlikçi politikaları fransa’nın
almanya’ya karşı bir tecrit politikasını uygulamaya çalışması, yine Amerika Birleşik
devletleri’nin özellikle Paris barış konferansından sonra wilson’ın ABD Başkanın ülkeye
döndükten sonra monroe doktrini teşvik izolasyon politikasına geri dönmesi gene burada altı
çizilmesi gereken bir konu. Yine 2 Dünya Savaşı arasında milletler cemiyeti’nin büyük
umutlarla kurulmuş olmasına rağmen işlevini yerine getirememesi , bu dönemde 1928 de
imzalanan Birand-Kellog Paktı yani savaşın önlenmesi ve uluslararası anlaşmazlıkların
barışçıl yollardan çözülmesi yine başarısız kalmış bir belge. litvinov protokolü keza yine aynı
Sovyetler Birliği işleri Bakanlığının adını taşıyan litvinov protokolü de yine barışı önceleyen
ama başarısız kalan bir protokol olduğunu görmekteyiz. Özetle uluslararası sistemde
revizyonist devletler ortaya çıktı almanya, balkanlarda Bulgaristan, uzakdoğu’da Japonya
bunlar revizyonist devletler .yine Birinci Dünya savaşı’ndan sonra statükoyu korumaya
çalışan anti revizyonist ülkeler işte ingiltere, Türkiye Fransa gibi ülkeler. ulusal ortama
baktığımızda ulus devlet felsefesine göre kurulmuş yeni bir devlet söz konusu onu belirtelim
ve bu yeni ulus devlet ne yapmakta devrimlerle yeniden yapılanmayla bir çağdaşlaşma
anlayışı söz konusu olmakta. ulus devletin tabii kendi mantığı içerisinde milli kültürel
dayanan ve ulus devletlerin yaptığı gibi nüfusu homojenleştirme, yine kültürde dilde
ekonomide bir millileştirme politikasının sürdürüldüğü burada görülmekte. bu dönemde yani
2 savaş arası dönemde türk dış politikasını yapanlar ,yönlendirenler karşılaştıkları bu ana
ilkelerle yola devam ettiklerini, hem uluslararası platformda yüz yüze kaldıkları zaman zaman
tehdit boyutuna varan noktalar bir taraftan da içeride yeni devleti çağdaş bir devlet haline
getirmek milli bir devlet halinde yeniden yapılanmasını sağlamak idi. 2 Dünya Savaşı
arasında yürütülen türk dış politikasının temelde 5 ana ilkesi var : birincisi egemen, eşitlik
ilkesine dayanan ilişkiler yani Türkiye her devrede her zaman devletlerin bağımsızlığına ve
egemenliğine saygı temeline dayanan bir dış politika izlemiştir 2 savaş arası dönemde. son
yıllara kadar olan dönemde bunun dışında yine diğer devletlerden , kendisine bu yönde bir
muamele edilmesi yani egemen eşitlik ilkesine dayalı bir ilişki beklediğini ifade ediyor.
ikinci ana ilke antlaşmalara ve hukuka saygı bu da önemli bir temel ilke, yani Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren izlediği dış politikanın temelinde taraf olduğu
uluslararası anlaşmalara ve uluslararası hukuk kurallarına bağlılığı öne çıkartmıştır. üçüncü
ana ilkemiz uluslararası uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözülmesi Türkiyenin bu ilkeye
prensibe dikkat ettiğini görüyoruz mesela Birand-Kellog paktı’na üye olması litvinov
paktı’na yine dahil olması, Cenevre silahsızlanma konferansına katılması gibi daha başka bazı
diplomasi belgelerinin altına imza atması türkiye’nin uluslararası uyuşmazlıkların barışçıl
yollardan çözümünü öncellediğini bize kanıtlıyor. dördüncü ana ilke ittifaklara katılmama
şimdi bu ittifaklara katılmamayı 2 şekilde değerlendirebiliriz birincisi 1930 lara kadar olan
kısım yani otuzlu yılların ortalarından ikinci dünya savaşı’nın sıcak esintilerin hissedildiği
döneme kadar. şimdi Türkiye 1930 yılların başına kadar bu ilkeye titizlikle nedir sahip
çıkmıştı yani ittifaklara katılmadığını buradan görmekteyiz o da şu lozan’ın statükosunu
korumaya dönük bir çaba içine girdiğini görüyoruz. fakat 1930lu yılların ortalarından itibaren
Bir Dünya Savaşı riskinin tehdidinin açık bir şekilde konuşulmaya başlandığı bir dönemde
Türkiye doğu ve batıda 2 önemli ittifak kurmaya başladı o da : birincisi Balkan paktı diğeri de
doğuda Türkiye iran ve irak’ın tanımıyla nedir sadabat paktı ama otuzlu yılların ortalarına
kadar ittifakların katılmama ilkesini izliyor, otuzlu yilların ortalarından itibaren az önce
dediğim gibi ikinci Dünya Savaşı çıkma ihtimali ya da kendi güvenliğini sağlama niyetiyle bu
ittifaklara katılmama yönündeki prensibini yumuşatıyor ve bu yönde ittifaklar kuruyor.
beşinci ana ilke uluslararası örgütlere karşı izlenen çekimser politikadır bunun da altında
yatan sebep Musul nedeniyle milletler cemiyetinin ingiltere lehine karar vermesi türkiye’de
dış politika yapıcıları ya da Türkiye kamuoyunda ciddi bir iz bıraktı ve dolayısıyla milletler
cemiyeti gibi uluslararası örgütlere Türkiye 1930lu yılların başına kadar çekimser bir politika
izledi tümüyle reddetmedi ama çekimser bir politika izlediğini belirtelim. 1932 yılında
Türkiye şartların değişmesi nedeniyle milletler cemiyetine üye olacaktır. 2 Dünya Savaşı
arasında ya da Atatürk döneminde Türk Dış politikasına yön veren bazı başka kavramlar
daha var bunlardan bir tanesi mevcut dengeleri gözetme yani bu Lozan statükonun koruma
olduğunu söyleyebiliriz.bunun dışında yine bu çağdaşlaşma ve demokratikleşme önemli bir
noktadır bu dönemde. bunun dışında yine Mustafa kemal’in konuşmalarında dikkatimizi
çeken gerçekçi bir politika yine burada dikkatimizi çekiyor. nedir onlar birincisi
gerçekçilik ,taktikte ustalık, diyaloğa açık olma, mesela yine dünü bugünü ve yarını kavrama
politikanın önemli bir hususu ,bunun dışında kendi gücüne dayanma hani türkiye’ye neticede
o dönemde orta siklette bir devlet yani dolayısıyla çok büyük devletlerle hamasi bir yarışa
girebilirsiniz ama bir de bütün bu dış politikayı yönlendirecek olan ekonomik yapı ekonomik
koşulları da göz önünde bulundurma önemli. dolayısıyla kendi gücüne dayanma aktif fakat
serüvencilikten uzak bir dış politika. 2 Dünya Savaşı arasında türk, dış politikasının bir de
hedefi var nedir o milli devletin kurulması, bağımsızlığın korunması barışın korunması ve
tabii ki modernleşme çağdaşlaşmanın arzu edilebilir bir hızda yürütülmesi atatürk'ün o
döneminde diyelim özellikle bu dış politikanın önemli noktalarında. Müttefik devletler 6
Ağustos 1924 tarihinde Lozan barış antlaşmasını kendi parlamentolarında geçirmişlerdi.
mesela Amerika Birleşik Devletleri lozan’ı senato’dan geçilememiştir her ne kadar lozan’a
gözlemci devlet sıfatıyla katılmış olsa da lozan’ı senato’dan geçirmedi. hatta 2 kez
oylanmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri anayasasına göre gerekli çoğunluk
sağlanamadığı için onaylanmamıştır. İtilaf devletleri Türkiye’nin i. İşlerine karışmaya alışmış
bunu alışkanlık haline getirmişti bundan kaynaklı olarak Lozan barış antlaşması’ndan sonra
sıcağı sıcağına 2 önemli sorunla karşılaşıldı. bunlardan bir tanesi ankara’nın başkenti
yapılması konusu idi .Ankara 13 ekim 1923 de başkent yapılması Avrupalı büyük devletler
tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı hatta büyükelçi göndermeyeceklerini yalnızca orta elçi
göndereceklerini dahi söylemişlerdir bunun altını çizmek gerekiyor. şimdi bu ankara’nın
başkent yapılması meselesine bir bakmak lazım niye önemli çünkü istanbul uygun bir başkent
olmadığı coğrafi açıdan stratejik açıdan daha 19.yüzyılın sonunda söylenmeye başlamıştı.
1877-78 Osmanlı rus savaşı’ndan sonra yeşilköy’e kadar ilerlenmesi yani istanbul’un
çeperlerine kadar ilerlemiş olması büyük bir tehdit büyük bir risk olarak değerlendirilmiş idi.
bir de istanbul’un boğazlarda bulunması yani bir su yolu üzerinde bulunması şöyle bir soruna
yol açıyordu, türkiye’nin o tarihlerde güçlü bir donanmaya yani Osmanlı devleti’nin güçlü bir
donanmaya sahip olmaması nedeniyle bir işgal ihtimalini de gündeme getiriyor. hatırlayalım
trablusgarp savaşı sırasında italyan donanması deniz yoluyla Osmanlı devleti’nin yardım
göndermemesi için donanmasını ege denizine çıkarmış ve oradaki 12 adaları da işgal etmişti
ve orada bir abluka kurmuş idi ve yine daha sonraki tarihte çanakkale’de Birinci Dünya
savaşında itilaf devletlerinin donanmalarına oraya çıkarmak istemeleri girmek istemeleri de
yine istanbul’un stratejik açıdan başkentliği konusunu tartışmalı hale getirdi ve bunu özellikle
alman generali Goltz paşa, mesela buna ilişkin raporlar da hazırlamıştır.ikincisi Ankara
devrimin istanbul ise muhafazakârlığın imparatorluğun temsiliydi. Ankara milli mücadelenin
merkezi durumundaydı bu anlamıyla da böyle bir yaklaşım var idi. Ankara o tarihlerde kasaba
görüntüsünde işte otel yoktu, işte lokanta yok vesaire dolayısıyla istanbul’un iklimi konforu
ve yabancı ülke büyükelçiliklerinin büyük çoğunluğunun istanbul’un en güzel semtlerinde
oluşu bunlara büyük bir konfor yaratıyordu. tabii büyükelçilik misyonları biliyorsunuz
aileleriyle birlikte o tarafta yaşaması lazım. Sonuçta Ankara başkent yapıldı fakat
Fransa ,italya ve ingiltere başta olmak üzere tepkisine yol açtı. büyük elçi göndermeyecek
yerini sadece orta elçi göndereceklerdi fakat Türkiye geri adım atmadı ve dolayısıyla ilerleyen
süreçte devletler birer ikişer elçiliklerini ankara’ya taşıdıklarını görmekteyiz hatta Türkiye
Büyük Millet meclisi hükümeti bu dönemde teşvik etmek amacıyla büyükelçiliklere geniş
arazi verileceğine dair de bir açıklamada bulunduğunu görmekteyiz. büyükelçiliklerin
üzerinde durdukları toprak o ülkenin toprağı sayılıyor ve ankara’da açılan ilk büyükelçiliklere
baktığınızda Afganistan, Sovyetler Birliği işte bugünkü Rusya federasyonunun
büyükelçiliklerinin yayıldığı alan diğer ülkelere göre daha geniş belirtelim. ikinci önemli
sorun yani batılı devletlerle karşılaşılan ikinci önemli sorun, yabancı okulların statüsüyle ilgili
dedi Lozan barış anlaşmasında azınlıkların korunmasıyla ilgili hükümleri, siyasal hükümler
başlığı altında toplantıda 37 ile 45 inci maddeler arasıydı ve o silsilede 40. madde şöyle
formüle edilmişti deniyor ki eğitim alanında gayrimüslim yurttaşlara işte önemli haklar tanıdı
diyor bu maddeyle ve giderlerini kendileri ödemek üzere her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel
ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer eğitim ve öğretim kurumları kurmak
yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak konularında eşit
hakka sahip olacaklardır. 41 madde ise türkiye’nin gayrimüslim yurttaşlara ilkokullarda
anadillerinde öğrenim görmesini sağlamak üzere kolaylıklar sağlayacağını burada ifade etmiş
idi. şimdi yabancı okulların statüsüyle ilgili izlenecek yöntem konusunda ismet paşa daha
Lozandayken ingiliz,Fransız ve italyan delegeleriyle bir mektup teatisinde bulunmuştur bu da
Lozan barış antlaşmasına ekli belgeler arasında yer alıyor. Türkiye daha sonra eğitim
alanında çok köklü devrimler yaptı ve Türkiye özellikle 3 mart 1924 tevhidi tedrisat kanunu
çıkarttı yani öğretimin birleştirilmesi şeklinde. tevhidi tedrisat okullar milli eğitim’e bağlandı.
ikinci önemli düzenleme de 1926 yılında türk maarif teşkilatı kanunu çıkartılmasıdır. Bu
kanun 1970 li yıllara kadar aslında ana gölgesini koruyarak müdürlükte kalan ha günümüzde
de aynı şekilde yürür günümüzde epey değişmiştir. şimdi bu cumhuriyetin ilk yıllarında hem
1924 hem de 1926 da çıkartılan bu eğitimle ilgili düzenlemeler türkiye’nin milli ve laik bir
eğitim politikasına yöneldiğini bize gösteriyor. batılı devletlerin rahatsızlığı ise konuda şu bu
düzenlemelerle yabancı ülkelerin okullarında da tarih ve coğrafya derslerinin öğretmenler
tarafından Türkçe okutulması zorunluluğu getirilmiştir. Türkiye daha sonra özel okullar
talimatnamesi yayınlar bu özel okullar talimatnamesi işte yabancı okullarını en azından bir
denetleme kontrol altına alma işte tarih ve coğrafya derslerinin Türkçelerinin okutulup
okutulmadığına dair. Türkiye geri adım atmadı dolayısıyla devletler bu düzenlemeyi kabul
etmek zorunda kalmışlardır. yine cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye ile batılı devletler
arasında tartışma konusu olan yani batılı devletlerin itiraz ettikleri karşı karşıya kaldıkları bir
diğer sorun da lozan’da kabul edilen boğazlar sözleşmesi. boğaz’daki geçişi kontrol etmek
denetlemek oradaki statüyü yine aynı şekilde yürütmek üzere bir uluslararası komisyon
kurulması söz konusuydu ve dolayısıyla lozan’da oluşturulan boğazlar komisyonunun kendine
özgü bir bayrağı olup olmayacağı tartışmasıydı. Şimdi bu konu sevr anlaşmasını 42
maddesinde kaleme alınmış ve sevr anlaşmasında oluşturulan bir boğazlar komisyonu vardı
ve boğazlar komisyonu kendine özgü bir bayrağı vardı. fakat Lozan barış antlaşmasına ekli
boğazlar sözleşmesinde bu konu ele alınmamıştır yani bu oluşturulacak komisyonun bir
bayrağı olacak mı olmayacak mı konusu üzerinde durulmamıştır. şimdi itilaf devletlerin
komisyonun bir bayrağı olması gerektiğini dayatmışlardır ve komisyona ait binalarda
kullanılması yani bu komisyona ait binalarda göndere çekilmesi istenilmiş idi. yine
komisyonun kendine ait binaları kullanması, kendilerine ait deniz araçlarının kullanılmasını
istemişlerdir. bunun anlamı şudur devlet içinde devlet olma hâlidir. bu bu tabii türk hükümeti
tarafından kabul edilmedi ve türkiye’nin egemenliğini zedeleyeceği türkiye’nin egemenliğini
aykırı olacağı gerekçesiyle bu kabul görmemiştir. lozan’dan sonra batılı devletlerle
karşılaşılan ilk sorunlara böyle bir baktıktan sonra artık devletler bazında ilişkilere geçelim.
ilk olarak tabii ki Türkiye ingiltere ilişkilerine bakalım bunu ikiye ayıracağım 1923-30
ardından da 1930-39 yılları arası Türkiye-ingiltere ,Türkiye- italya, Türkiye-Fransa ,Türkiye-
Yunanistan, Türkiye-ABD ,Türkiye- iran gibi. türk ingiliz ilişkilerini en hararetli en ateşli en
tartışmalı sorunlarından biri lozan’da çözülemeyen Musul meselesiydi .lozan’da bu mesele
şöyle kararlaştırılmıştı 2 devlet arasında yapılacak dostça görüşmelerden sonra karara
bağlanacağı ifade edilmiş idi hatta buna ilişkin Lozan barış anlaşmasındaki madde hüküm
şöyleydi deniyor ki:ürkiye ile irak arasındaki sınır iş bu anlaşmanın yürürlüğe girişinden
başlayarak 9 aylık süre içinde Türkiye ile ingiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla
saptanacaktır. öngörülen süre içinde 2 hükümet arasında anlaşmaya varılamazsa anlaşmazlık
milletler cemiyeti’ne götürülecektir sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken türk ve
ingiliz hükümetleri kesin kaderi bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumda yani
mevcut durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir
harekette bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlüdürler. Sorun sadece Türkiye ile ingiltere ile
değil Türkiye ile ingiltere’nin mandası altında olan ırakla da ilgiliydi yani dolayısıyla batılı
ülkelerle irak arasındaki ilişkiyi Türkiye ile irak arasındaki ilişkiyi de etkileyen bir niteliğe
sahip olduğunu söyleyebiliriz. ingiltere Lozan anlaşmasını parlamentosunda kabul ettikten
sonra istanbulu tahliye etmeye başlamışlardı. Bununla birlikte 5 ekim 1923 de ingiltere
türkiye’ye bir nota vererek Musul konusunda yapılacak görüşmelere başlanmasını istedi.
ingiltere 5 ekim 1923 te türkiye’ye bir nota vererek bu meseleyi görüşmeye başlanabileceğini
ifade edilmiştir şimdi bu görüşme talebi Türkiye tarafından kabul edildikten sonra 19 Mayıs
1924 de istanbul’da haliçte eski bahriye nezareti binasının olduğu yerde ingiltere ile Türkiye
arasında görüşmeler başladı. bu görüşmeler 19 Mayıs 1924 te başladı 5 Haziran 1924 e kadar
sürdü şimdi türkiye’yi Fethi okyar temsil etti ingiltere’yi de ingiltere’nin irak yüksek
komiseri Sör Percy Cox temsil etti. şimdi konferansta bu 2 taraf Lozan barış konferansı
sırasında dile getirdikleri tezleri tekrarladılar ve bunun üzerinden görüşmeler sürdürüldü.
lozan’da sunulan nüfus istatistiklerine göre ar ismet paşa’nın sunduğu istatistiklere rakamlara
göre nüfusun büyük çoğunluğu türk ve kürtlerden oluşuyor ve ismet paşa Türklerin ve
özellikle bölgedeki Kürtlerin türkiye’ye katılmak istediklerini ifade etmişlerdi. dolayısıyla
türkiye’nin temel tezini buraya oturtmuştu. Yine musul’un coğrafi olarak , askeri olarak
kültür olarak, dinsel olarak, siyasi olarak türkiye’nin bir uzantısı olduğunu burada dile getirdi.
nüfusa bakarak etnografik nedenlerle bunun türkiye’ye verilmesi gerektiğini söylüyor.ve
lozan’da itilaf devletleri bir kürt farklılaşması üzerinde durduklarını ama ismet paşa’nın bunu
reddettiğini burada belirtelim. şimdi ingiliz tezine baktığımız zaman da onlar da bir nüfus
istatistiğini gündeme getirmiştir. Onlara göre de Türkler burada azınlığı oluşturmakta bu
nedenle de araplarla, Kürtler çoğunlukta olduğu için bu bölgenin irak’ta olması isteniyor.
ismet paşa’nın plebisit yapılması önerisini de reddettiklerini burada görüyoruz .hatta lord
curzon diyor ki bu plebisit ile ilgili aldığımız bütün bilgiler göstermektedir ki Kürtlerin kendi
bağımsız tarihleri görenekleri gelenekleri ve karakterleriyle özerk bir soy olarak ortaya
çıkmaları gerekmektedir,hükümetimizin amaçlarından ve gerçekten tam olmasa bile elde
edilen sonuçlardan biri bu bölge için bir özerklik sistemi kurmak olmuştur diyor,bu koşullar
altında neden bu halk ankara’ya teslim edilsin ve niçin orada bir plebisite başvurulsun bu
plebisiti isteyen ankara’dır Kürtler hiçbir zaman plebisit istememişlerdir bu zavallı halk bunun
ne anlama geldiğini bile bilmektedir ,yani cehalete itham ediyor, burada yaşayan araplarla da
Kürtlerde hiçbir zaman plebisit istememişlerdir gibi bir açıklama yaptığını burada
görmekteyiz Lozan meselesi tabii Türkiye Büyük Millet meclisi’nde uzun uzadıya tartışılıyor
hükümete yönelik tartışmalar sert eleştiriler yapılıyor ve sonuçta Haliç konferansına kadar
geliyoruz.19 Mayıs 1924 de Haliç konferansı eski bahriye nezareti binasında yapılıyor
açıklanan şeyler tekrar ediliyor burda ve Fethi bey diyor ki Türkiye ile irak arasındaki sınırın
keyfi olması halinde sürekli bir anlaşmazlık unsuru olacağını ifade ediyor ve musul’un
Türkiye için hayati bir önem taşıdığını ifade ediyor ve orada coğrafi ruhsal açıdan musul’un
türkiye’den koparılmayacağını ifade ediyor. ingiltere’nin temsilcisi Sör Percy Cox Fethi
bey’in bu görüşlerini reddediyor. sonuçta taraflar farklı görüşler öne sürdü bu Haliç
konferansında musul meselesi çözülmüyor ve 5 Haziran 1924 tarihinde bu konferans ne
yapılıyor dağılıyor. Lozan barış anlaşması’nın ilgili maddesine göre konu nereye taşınacaktır
milletler cemiyetine götürülüp orada çözüm aranacak. şimdi baskın oran’ın iddiasına göre
konunun milletler cemiyeti’ne götürülmesi demek ingiltere’nin milletler cemiyetinin kurucu
üyesi olması en nüfuzlu üyesi olması nedeniyle sorunun burada ingiltere’nin lehine
çözülebileceğine ilişkin bir mecra açıldığını ya da o yönde bir kabul belirlendiğini ifade
ediyor.
Dış Politika 4.hafta 1. Ders( Musul çözümü,Fransa ve İtalya ilişkisi)

Lozan anlaşmasının ilgili maddesine dayanılarak konu milletler cemiyetine iletildi dolayısıyla 6
Ağustos 1924 de konu milletler cemiyeti’ne havale edildi. Bu sırada yine ingiltere’nin desteğiyle
kışkırtmasıyla nasturilerin çıkardığı bir ayaklanma vardı yani sınır bölgesinde ciddi bazı çatışmaların
yaşandığını belirtelim. konu milletler cemiyeti’ne havale edildikten sonra Türkiye bölgede plebisit
yapılması düşüncesini tezini sık sık tekrarlamıştır ama her defasında ingiltere tarafından bunun
reddedildiğini burada görmekteyiz. türkiye’yi temsil eden ali Fethi okyar in bu teklifi yaptığını
belirtelim. Musul meselesi, Türkiye irak sınır meselesi 30 Eylül 1924de hem milletler cemiyetinde ele
alındı ardından da bu eski Macar başbakanlarından kont Teleki başkanlığında isveçli A. Wirsen ve
Belçikalı albay Poulis oluşan bir komisyon kurulmasına karar verildi. bu komisyon bölgede
incelemeler yaparak konuyla ilgili bir rapor hazırlamakla görevlendirildi cenevrede bu görüşmeler
devam ederken, ingiliz hükümeti 9 ekim 1924 de türkiye’ye verdiği notada türk askeri güçlerinin
belirlenen sınır hattının gerisine çekilmesini aksi takdirde kuvvete başvurulacağını açıkladı. tabii bu
bize şunu gösteriyor 2 devlet arasında bir sıcak çatışmanın çıkma olasılığını gündeme getirmiştir ve
sonuçta 29 ekim 1924 de milletler cemiyeti Meclisi musulu hakkari’den ayıran eski vilayet sınırını
geçici sınır olarak kabul edilmesi kararını aldı ve buna Brüksel Hattı adını verdi. 16 ocak 1925 de
bölgede çalışmalarına başlayan bu kont Teleki başkanlığındaki komisyon raporunu 16 Temmuz 1925
de milletler cemiyeti’ne sundu. şimdi raporun içeriğine baktığımız zaman şunu görüyoruz rapor temel
olarak Türkiye irak sınırının, daha önce tespit edilen o Brüksel sınırının türk irak sınırı olmasını
kararlaştırıldı. onun ardından da Musul halkının iktisadi açıdan daha çok irak ve Suriye ile ilişkide
olduğunu irak’a katılma konusunda halkın bir isteğinin olmadığını fakat Türkiye katılım konusunda bir
heyecan duymadıklarını ifade etmişti. tabii bunların o dönemin belgelerine baktığımızda gerçeği
yansıtmadığını söyleyebiliriz yine komisyon raporunda coğrafi ve etnisite açısından Irak’ın verdiği
istatistikleri geçerli saydığını bu komisyonda gene biliyoruz ve sonuç itibariyle komisyon Brüksel
hattının güneyindeki arazinin bölgenin irak’a bırakılmasını kararlaştırdı. bunun da ötesinde komisyon
hazırladığı raporla milletler cemiyeti meclisine de bazı önerilerde bulunuyor idi: bunlar Mısırın irak’ın
bir parçası sayılmasını, irak’ın 25 yıl süreyle ingiliz mandası altında kalması, daha önce geçici sınırı
olarak kabul edilen Brüksel hattının Türkiye irak sınırı olmasını, resmi işlemlerin yürütülmesi ve
okullardaki eğitimin devam ettirilmesi için kürtlerden memur istenmesi ve kürtçenin resmi dil kabul
edilmesi, ingiliz mandasını sona ermesinin ardından Kürtlere özerklik tanınmaması halinde halkın
Arapların yerine türkiye’yi tercih edeceğini, tabii burada siz tahmin etmişsinizdir bunun temel nedeni
türkiye’nin sosyal ve ekonomik açıdan Iraktan daha fazla gelişmiş olması nedeniyledir, dolayısıyla bu
ingiliz mandası altında 25 yıl süreyle irak’ın da sosyo ekonomik açıdan geliştirilmesi burada
öneriliyor.Türkiye arkadaşlar kararlarını ve tavsiyelerine şiddetle karşı çıktı ve cenevre’de ki Musul
sorununun görüşmelerine daha önce ali Fethi okyar başkanlık yapıyordu ali Fethi okyar in yerine
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın bu görüşmeleri sürdürmesi kararı alındı. Tevfik Rüştü Aras Lozan
barış anlaşması’nın milletler cemiyetine bağlayıcı bir karar alma yetkisi tanımadığını, milletler
cemiyeti kararının sınırlı olduğunu kabul etmiştir. halbuki ingiltere temsilcisi ise raporu kabul
ettiklerini ve musul’un bu rapor doğrultusunda irak’a bırakılmasını onayladıklarını açıkladı. tabii
burada yine taraflar arasında büyük bir anlaşmazlık söz konusu olmuştur, milletler cemiyetinin
alacağı kararın bağlayıcı olup olmayacağı konusunda anlaşmazlık ortaya çıkınca konu kararın bağlayıcı
olup olmadığına ilişkin bir karar verilmesi için 19 Eylül 1925 de milletlerarası daimi adalet divanından
bir görüş istendi. milletlerarası daimi adalet Divanı 21 Kasım 1925 de verdiği kararda teorik olarak
milletler cemiyeti meclisinin bağlayıcı bir karar alamayacağını fakat Lozan anlaşması’nın ilgili
maddesinde konunun yani musul’un kesin geleceğinin milletler cemiyetinin alacağı karara bağlı
ifadesinin yer aldığını ifade ederek, milletler cemiyetinin sadece bu konuyla ilgili bağlayıcı bir karar
alabileceğini hükmetti. 16 aralık 1925de bu konu milletler cemiyeti meclisinde tekrar ele alınmış ve
bahsi geçen yani 16 aralık 1925de Musul sorunuyla ilgili kont Telekinin ve arkadaşlarının kongre’nin
başkanlığındaki komisyonun hazırlamış olduğu rapor ve bu raporun içeriğinde yer alan kararlar ve
tavsiyelerin kabul edilmesi kararlaştırılmış ve oy birliğiyle kabul edildiği açıklanmıştır. Musul meselesi
bu şekliyle türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış oluyor ve 11 mart 1926 tarihinde de söz konusu kararın
kesin olduğunu açıkladı. türkiye’nin bu milletler cemiyeti meclisinin almış olduğu bu karara ilk tepkisi
paris’te bulunan Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras ile Sovyet temsilcisi arasında türk Sovyet dostluk ve
tarafsızlık anlaşmasının imzalanmasıydı.burada bir küçük parantez açalım türkiye’nin ingilizlerle bu
Musul meselesi konusunda askeri ve diplomatik alanda mücadele etmesini zorlaştıran başka bazı
hususlar da vardı: şeyh said isyanı ,bunun dışında türk Yunan nüfus mübadelesinde özellikle
uygulamada birtakım sorunlarla karşı karşıya gelmesi ve türkiye’nin yunanistan’ı savaşın eşiğine
gelmesi, italyan yöneticilerinin türkiye’yi hedef alan açıklamalarda bulunması yani yayılmacı bir dil
kullanmaları türkiye’de dış politika yapıcılarının tabii biraz daha temkinli davranmaya yöneltmiş idi bu
da Musul meselesinde türkiye’nin ingiltere ile hem askeri hem de diplomatik alanda mücadele
etmesini zorlaştıran hususlar olduğunu belirtmiş olalım. bu konu tabii türkiye’nin iç siyasetinde de
konuşuluyor ve Cumhuriyet Halk partisinin meclis grubunda Mustafa kemal’in bu konuyla ilgili
birtakım açıklamaları olduğunu ve avrupa’nın eskiden olduğu gibi doğu dünyasındaki milletleri
ezmeye çalıştığını, ezmek arzusundan vazgeçmediklerini açıkladıklarını bu yönde bir yorum yaptığını
görüyoruz. türkiye’nin çabalarına rağmen Musul meselesi türkiye’nin aleyhinde sonuçlandı ve 1926
yılının yaz aylarına geldiğimizde ingiltere Türkiye ile bir anlaşma yapmak için görüşmelere başladığını
görüyoruz. yapılan görüşmelerin sonucunda 5 Haziran 1926 ingiltere Türkiye ve irak krallığı arasında
Ankara anlaşması imzalandı. ingiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Ronald Charles lindsay, irak krallığı adına
Savunma Bakanı vekili nuri said paşa ve Türkiye adına Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras arasında
resmi adı Türkiye ingiltere ve irak arasında Türkiye irak sınırı ve iyi komşuluk ilişkileri anlaşması
imzalandı. bu anlaşma 17 madde 3 bölüm ve sınırı belirten bir ekten oluştuğunu görmekteyiz. bu
önemli maddele: Türkiye irak sınırı dikkati çekmeyen değişikliklerle daha önce belirlenmiş olan
Brüksel hattı kabul edildi, onun dışında anlaşmanın altıncı maddesi silahlı grupların sınır
bölgelerindeki yağma ve eşkıyalık faaliyetlerine karşı tarafların birlikte hareket edeceği vurgusu vardı,
yine tarafların sınır güvenliğini bu gruplara karşı koruyacağı yükümlülüğün getirilmiş idi, anlaşmanın
onuncu maddesi de yine sınır bölgesinin her iki yanındaki, 75 km derinlikteki topraklarını kapsadığı
belirtiliyor türkiye’nin irak in kuzeyine yaptığı sınır ötesi operasyonlar bu anlaşmayla da
ilişkilendirilerek yapıldığını belirtelim, anlaşmanın on ikinci maddesi Türkiye ve irak’ta bulunan
memurların diğer taraf uyruğundan diğer tarafın vatandaşlığında olup kendi toprakları üzerinde
bulunan aşiret beyleri, reisleri ,şeyh ya da diğer gruplarla resmi ya da siyasi nitelikli bir diyalogdan
kaçınmaları gerektiği burada belirtilmiş idi, öte taraftan yine bu anlaşmada özellikle sınır bölgesinde
diğer devletin aleyhine karşı yöneltilmiş herhangi bir propaganda herhangi bir örgütlenmeye izin
verilmeyeceğini açıklamıştı, anlaşmanın 14 maddesinde o çokça tekrar ettiğimiz petrol meselesi var
yani bu 14. maddeye göre irak hükümetinin anlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren 25 yıl süreyle
petrol gelirlerinin %10nu türkiye’ye ödeyeceği belirtilmişti. dolayısıyla bu 1926 daki anlaşmaya kadar
türk ingiliz ilişkileri bu şekilde yürüdü ,1926dan 1930lu yılların başına kadar türk ingiliz ilişkilerinin
daha stabil ilerlediğini belirtelim, fakat otuzlu yılların ortalarından itibaren ikinci bir dünya savaşının
çıkacağı beklentisi yine 2 devleti birbirine yakınlaştığını burada görmekteyiz. türk Fransız ilişkilerini
değinelim türk Fransız ilişkilerine bakalım şimdi bu dönemde yani 1923ve 30 arasında türkiye’de
Fransa arasında ortaya çıkan sorunları başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz: öncelikle Fransa tabii
Osmanlı Devleti döneminde elde etmiş olduğu o ayrıcalıkları, imtiyazları yani sosyal kurumlar
üzerinden, ekonomik imtiyazlar üzerinden, kültürel ayrıcalıklar üzerinden bunları korumaya çalıştığını
görmekteyiz yani bunları kaybetmemek için çaba gösterdiğini buradan görmekteyiz. Türkiye ile Fransa
arasında bir Adana Mersin demiryolu hattının millileştirilmesi sürecinde bir anlaşmazlık çıktığını
görüyoruz, ikincisi yine bu dönemde bozkurt lotus davası adını verdiğimiz yine bir konuyla 2 ülke
arasındaki ilişkilerin gerildiğini görmekteyiz ,onun dışında da yine Türkiye ile Fransa arasında Osmanlı
devlet borçlarının ödenmesi konusunda bir sıkıntı yaşandığını yine görüyoruz, tabii o en başta
söylediğim yabancı okullar meselesinde de yine Türkiye ile Fransa arasında sorun yaşandığını
belirtelim ve tabii son olarak da Türkiye Suriye sınırı meselesiyle ilgili sınır boyunca ortaya çıkan bazı
asayişsizlikler ya da başka nedenlerden dolayı sorunlar yaşandığını buradan görmekteyiz.şimdi bunları
sırasıyla incelemeye çalışalım şimdi öncelikle bu Adana Mersin demiryolu hattının millileştirilmesi
konusuna baktığımızda: Türkiye özellikle bu demir yolları Genel Müdürlüğünün kurulmasından sonra
yani 1925-26dan dan sonra yabancı sermayenin elinde bulunan ,kimi başta demir yolu hatları
şirketleri olmak üzere bir iyileştirmeye gidildiğini, yani bir milli politika üretmeye çalıştığını görüyoruz.
haliyle bu çerçevede bu Adana Mersin demiryolu hattını da millileştirilmesi sırasında Fransa sert bir
tepki gösterdi. fakat 2 devlet arasındaki görüşmeler özellikle ocak Haziran 1929 tarihleri arasında
yapılan görüşmelerde Fransız hükümetinin geri adım attığını ve türk hükümetinin isteği
doğrultusunda bu Mersin Adana demiryolu hattının millileştirildiğini görüyoruz. ikincisi de bu az önce
bahsettiğim bozkurt lotus davası şimdi bozkurt lotus davası şöyle ,Fransız bayraklı lotus gemisiyle türk
bayraklı bozkurt gemisi 2 Ağustos 1926 da ege’de çarpışmış ve bu olay sırasında, 8 türk denizcinin
hayatını kaybettiği belirtiliyor.tabii burada Türkiye bu denizcileri kaptanları yargılamak istemiş ve
Fransız hükümetinin türkiye’nin buna yetkisi olmadığını ifade etmiştir, yalnız olayın uluslararası
sularda geçtiği filan gibi bir takım gerekçelerle türkiye’nin hakkı yetkisi olmadığı açıklanmış dolayısıyla
konu daha sonra lahey uluslararası adalet divanına taşınmış ve divan 7 Eylül 1927 de türkiye’nin
lehine karar vermiştir. uluslararası adalet divanında türkiye’yi adliye vekili Mahmut esad temsil
etmiş ve bu başarılı savunmadan sonra divanın türkiye’nin lehine karar verdiğini görmekteyiz. fakat
bu olay tabii hem türk hukuk sisteminin ya da türkiye’nin batı’ya karşı verdiği bağımsızlık
mücadelesinin sembollerinden biri olmuş, hem de türk Fransız ilişkilerinde tür hükümetinin fransa’ya
isteğini kabul ettirme konusunda önemli olduğunu görüryoruz. Osmanlı devlet borçlarının
ödenmesiyle ilgili , Lozan barış anlaşması’nda borçların Osmanlı devletinden ayrılan devletler arasında
paylaştırılması esası vardı ve borçların dönüştürülmesinin duyun-u umumiye idaresi tarafından
yapılacağı açıklanmıştı ve duyun-u umumiye idaresi de zaten istanbul’dan çıkartılıp paris’e taşınmıştı.
dolayısıyla ödeme şartlarını saptanması paris’te kurulacak bir komisyona bırakıldı ,şimdi türkiye’nin
Paris Büyükelçisi AliFethi okyar 13 Haziran 1928de duyun-u umumiye temsilcisiyle bir anlaşma
imzalayarak borcun miktarı ve ödeme yöntemini karara bağlatmıştır. 1929da dünya ekonomik
bunalımının başlaması ve piyasanın alt üst olması nedeniyle türkiye’nin borçları geri ödeme
konusunda sıkıntılar yaşamaya başladığını görüyoruz, bu süreçte ABD Başkanı herbert hoover in adını
taşıyan ya da onun çabasıyla 1931 yılında bir moratoryum (borçların ödenmemesi) ilan edildi ve bu
sadece Türkiye açısından değil Birinci Dünya savaşından sonra alacaklı devletler açısından da mesela,
almanya’dan tazminat alınmak isteyen devletler için de bu herbert hooverın bir moratoryum ilan
ettiğini burada görmekteyiz. Türkiye abd’nin bu kararına dayanarak borç ödemeyi ertelemek
istediğini görüyoruz,şimdi bu türkiye’nin borç erteleme geciktirme isteği alacaklı devletler tarafından
Osmanlı borçlarının onarım borcu olmadığı gerekçesiyle kabul edilmediği haliyle sıkıntı yaşandığını
görmekteyiz. 22 Nisan 1933 tarihinde paris’te tekrar bu borçlar konusunda görüşmeler başlatılmış ve
bundan sonra türkiye’nin ödemekle yükümlü olduğu borçların yeniden yapılandırıldığını görüyoruz.
Türkiye 25 Mayıs 1954 e kadar bu borçları bu şekliyle ödemeye başladığını görmekteyiz. diğer sorun
neydi bu yabancı okullar ve bu yabancı okullarda Türkçe, tarih ve coğrafya derslerinin Türkçe ve türk
öğretmenler tarafından okutulması meselesi idi. bu konu Fransız hükümeti tarafından bir gerginlik
meselesi yapıldı yani ingilizler gibi fransızlar da buna karşı çıktı. hatta Türkiye bu devletlerin bu aşırı
tepkisine karşılık bu bunun türkiye’nin bir iç meselesi olduğunu türkiye’nin milli eğitiminin ,yeni
rejimin temel felsefesine ve ilkelerine göre belirlendiğini ifade etmiştir ve bunun diplomatik bir sorun
olarak görülmesini istedi. fakat bu tam tersine diplomatik bir sorun olarak kendini gösterdi ama daha
önce de belirttim Türkiye yine yayınlamış olduğu talimatnameler ya da başka genelgelerle durumu
istediği şekilde çözdüğünü görüyoruz. diğer sorun da bu Türkiye Suriye sınırın meselesiydi , burada
öncelikle şunu söylememiz lazım biliyorsunuz Suriye ve Lübnan uzun süre fransa’nın mandası altında
kaldı haliyle bu bahsettiğim 1923 ve 1930 tarihleri arasında Suriye fransa’nın mandası olduğu için
sınır konusuyla ilgili ,Türkiye ve Fransa karşı karşıya geldi. milli mücadele sırasında 20 ekim 1921 de
Türkiye Fransa arasında Ankara anlaşması ya da Ankara itilafnamesi İmzalanmış idi. Bu anlaşmayla
Suriye sınırı tespit edilmiş yani sancak bugünkü adıyla Hatay Suriye tarafında bırakılmış bir şekliyle
sınır belirlenmiş idi ve yine bu anlaşmaya göre bizim Hatay için sancak bölgesi için bir özel rejim özel
bir yönetim belirlenmiş idi. 1921 tarihli Ankara anlaşması ile sancak’ta belirlenen bu özel rejim milli
mücadeleden sonra da devam ettirildi ve Fransa 4 mart 1923 te çıkardığı bir kararname ile ,Halep
eyaletinde yürürlükte olan kanunların sancak içinde geçerli olduğunu orada da yürürlükte olduğunu
ilan etti. bu kararnamede Sancak’ın Halep meclisinde temsil edileceği öngörülmüş Halep eyalet
meclisinde Türkçe ve arapçanın resmi dil olarak kabul edildiğini yine Fransa bu kararnameyle ilan
etmiş idi. fakat tabii Fransa 1921 de imzalanan bu Ankara anlaşması çerçevesinde statükoyu
korumaya, buradaki haklarını muhafaza etmeye çalıştığını burada görmekteyiz. Ankara anlaşmasının
bir diğer boyutu da şuydu, bu anlaşmaya göre Türkiye Suriye sınırının tespitiyle ilgili bir komisyon
kurulması gerekiyor idi fakat bu komisyon kurulamamış ancak Eylül 1925 tarihinde kurulabilmişti.
şimdi sınır meselesi bu komisyonun çalışmaları sırasında da bir sonuca ulaşılamadı bunun üzerine
Türkiye sınır konusunda temaslarda bulunmak üzere fransa’nın Suriye yüksek komiseri De Jouvenel’i
şubat 1926 da ankara’ya davet etti.Fransız temsilcisiyle yapılan görüşmelerde belirli bir mesafe kat
edilmiş belli sorunların çözümünde bir sonuç alınmış ve bunların neticesinde 18 Şubat 1926 da
Türkiye ile Fransa arasında 5 protokol ve bir de imza protokolü adını verdiğimiz bir belgenin
yayınlandığını belirtelim. şimdi ve tabii ki anlaşmanın parafe edildiğini burada görürüyoruz musul
sorunu nedeniyle ancak 2 buçuk ay sonra yani 30 Mayıs 1926 yılında bunun imzalana bildiğini yani,
Şubat 1926 da başlayan görüşmeler 18 şubat’ta bir sözleşmeyle neticelenmiş buna ilaveten 5
protokolle bir imza protokolü yapılmış idi. fakat hani o Şubat 1926 biliyorsunuz Musul meselesinin
henüz çözülemediği bir dönemdi ve dolayısıyla fransızlarda bu mevzuyu biraz deyim yerindeyse yavaş
ya da ağırdan kaleme aldıklarını görüyoruz. 30 Mayıs 1926 da imzalanan belge şöyle Türkiye ve Fransa
dostluk ve iyi komşuluk sözleşmesi adını taşıyor. şimdi bu sözleşme tabii en başta da ifade ettiğim gibi
Türkiye Suriye sınırını Ankara anlaşmasında üzerinde uzlaşılan temel ana hattı esas aldığını
belirtiyoruz, tabii bu imzalanan beş protokol ve bir imza protokolü de çerçevesinde Türkiye ve Fransa
arasında tabi Suriye eksenli gümrük, vatandaşlık, sağlık nakliyat hizmetleri gibi yani birtakım alanlarda
ilişkilerin düzenlendiğini görüyoruz. şimdi protokollere göre taraflar arasındaki anlaşmazlıkların da
diplomasi yoluyla çözülmesi konusunda görüş birliğine ulaşıldığını görüyoruz ve sonuçta Türkiye
Haziran 1926 da bu sözleşmeyi onaylanmış ve yürürlüğe girmiş. ancak bu sözleşmenin pratikte
uygulanması sırasında da bir dizi sorunlarla karşılaşıldığını belirtelim bu da yine sınır meselesi
olmaktaydı ve özellikle sınırın coğrafi olarak nereden geçeceği saptanamamıştır. şimdi roma
döneminden beri kullanılan bir yol var eski yol diye adlandırılan yolun güzergahı üzerinde bir
anlaşmazlık yaşandı ve 2 ülke yani Türkiye ile Fransa söz konusu sınırın geçeceği coğrafi alanın
belirlenmesi için general Ernst başkanlığında bir komisyonun kurulmasını benimsedi ve 10 ocak 1928
de komisyon bu bahsettiğimiz eski yolu dikkate alarak sınırı belirledi. fakat bu konu yine itirazlara söz
konusu ya da itirazlara konu olmuş şimdi bu general Ernst belirlediği güzergahı Türkiye, komisyonun
böyle bir yetkisi olmadığını ifade ederek yani fransızların oluşturmuş olduğu bu komisyonun böyle bir
yetkisi olmadığını ifade ederek itiraz etti. 2 ülke yetkililerinin uzun görüşmelerinden sonra olumlu
diyebileceğimiz bir sonuç alınmış ve neticede Haziran 1929 da bir dizi sözleşme ve protokolün
imzalandığını görüyoruz bu sözleşmelerde: sınır bölgesinde asayişin korunması o dönemde birtakım
seyyar aşiretler de var yani hem Suriye tarafında hem de Türkiye tarafında arap aşiretleri ve bunların
bir kısmı seyyar durumdaydı ve bunların yarattığı bazı anlaşmazlıklar vardı onun dışında ,Adana
Mersin demiryolunun türk hükümeti tarafından satın alınması konusu da yine bu da gündeme
gelmiş , burada hani sağlık meselesinden tutun da ikamet meselesine kadar bir dizi sorunların tekrar
masaya yatırıldığını belirtelim fakat bu Haziran 1929 da 2 taraf arasında imzalanan sözleşmeye,
protokole rağmen özellikle Hatay meselesinde yani sorunların devam edeceği tartışmaların devam
edeceği söz konusu olacaktı. 1 Haziran 1936 da bu Hatay meselesini tekrar gündeme geldiğini
göreceğiz. bunun dışında hatay’da Cumhurbaşkanı kimdi 1937 de Tayfur sökmen, başbakan ise
Abdurrahman melek. milli mücadele döneminde Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetiyle italya
ilişkisine baktığımızda şunu görüyoruz: italya 1918 de Birinci Dünya savaşı’ndan çıktığında ekonomik
açıdan yıpranmış çökmüş bir devletti ama başlarda italya Birinci Dünya savaşı’na girerken büyük
umutlarla girdi ,yani büyük emperyal isteklerle heveslerle girdi. hatta itilaf devletleri blokuna geçişi
sırasında da imzalanmış olan gizli anlaşmalardan san marino anlaşması italya’ya büyük topraklar
vermiş, tabii italya’nın sadece Birinci Dünya Savaşı sırasında anadolu’ya osmanlı’ya göz dikmemiş,
adriyatik kıyılarında da yine birtakım istekleri olan bir devlet. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra
bunları büyük bir kısmını elde edemediğini görürüz hatırlayın Paris barış konferansında ingiltere ve
Amerika Birleşik devletleri’nin başını çektiği itilaf devletleri izmir ve çevresinin yunanistan’a işgal
ettirilmesini istemişlerdi dolayısıyla mart 1919 dan itibaren Paris barış konferansında itilaf
devletleriyle italya arasında bir gerilim yaşandığını,hem batı anadolu’nun italya’ya işgal ettirilmeyip
yunanistan’ı işgal ettirilmesi hem de adriyatik kıyılarındaki o fiyuma da olduğu gibi bazı sıkıntıları vardı
ve amaçlarına ulaşamadı. fakat tabii italya bütün ile bunlara ulaşamamakla birlikte anadolu’dan elini
ayağını çekmedi biliyorsunuz güneybatı anadolu’nun önemli bazı kısımlarını işgal etti. muğla’dan
başlayıp antalya’ya işte konya’ya asker çıkarttı. Afyon demiryolu hattını işgal ettiğini burada
görüyoruz. italya’nın amacı anadolu’da ekonomik imtiyazlar elde etmek yani madenlerin işletilmesi
başta olmak üzere bazı alanlarda imtiyazlar elde etmek istiyordu ve bu çerçevede italya milli
mücadele sırasında kuvay-ımilliye birlikleriyle sıcak bir çatışmaya girmemiştir hatta bu itilaf
devletleriyle aralarındaki gerilimin gittikçe büyümesi üzerine bu yerli halkla iyi geçinmeye çalışmış
yerli halka başta sağlık malzemesi, sağlık hizmetleri olmak üzere destek verdiğini görüyoruz. amaç
tabii hayrına değil anadolu’da imtiyaz elde etmek ,nüfus elde etmek ve zaman zaman da kuvay-ı
milliye birliklerine silah sattığını görüyoruz. hatta Kuşadası ve güneyinde yer alan işte Marmaris,
Fethiye gibi yerlerde italyanlarla yerli halk arasında uzun süreli bir ilişki kurulduğunu görüyoruz. İtalya
Sakarya savaşı’ndan sonra tıpkı fransızlar gibi sessiz sedasız anadolu’dan çekildiler hatta ellerindeki
silahları araç gereçleri de bırakarak kuvayi milliye birliklerine bırakarak çekildiklerini görüyoruz.
italya’da 1922 yılında bir rejim değişikliği meydana geldi çünkü italya’da 1918-19daki büyük ekonomik
çöküntü toplumsal ve siyasal muhalefeti büyütmüş büyük çiftliklerde, sanayi tesislerinde grevler işi
bırakma eylemleri olmuş ve ciddi sayılabilecek sosyalist hareket ortaya çıkmış idi. büyük sermaye bu
tür siyasi ve toplumsal muhalefetten, doğası gereği her zaman ürker bu aşamada da büyük sermaye
faşizmi devreye sokar yani bu bunalımlı kriz anlarında böyle bir şey vardır bu dünya tarihinde zaman
zaman rastlanılan bir durumdur. bu çerçevede Mussolini dediğimiz Birinci Dünya savaşından önce
sosyalist olan bir gazeteci savaş sırasında orduya yazılmış ve savaş bittiğinde de tam anlamıyla bir
faşist olup çıkmış idi. mussolini’nin taraftarları faşist parti’nin kara gömleklileri dediğimiz paramiliter
güçleri roma’ya bir yürüyüş gerçekleştirdi ve 4.000 civarında kara gömlekli katıldı. bunun üzerine
italya kralı ,hükümeti kurma görevini Mussoliniye verdi. Mussolini 1922 den sonra italya devletini
yapısını,organlarını , siyasal yapıyı ,ekonomik yapıyı vesaire kültürel kurumları faşist partinin ilkeleri
doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. 1922 den sonra italya’da böyle bir rejim değişikliği olunca
Mussolininin en önemli amacı özellikle kuzey afrika’da ,Doğu Akdeniz başta olmak üzere Anadolu
başta olmak üzere burada bir emperyal yayılım göstermek yani tekrar eski roma’yı canlandırma adına
buraları ele geçirmeyi planlıyordu. yani kısaca Mussolini yönetimi ele geçirdikten sonra saldırgan ve
sömürgeci bir dış politika izledi ve zaman zaman türkiye’ye yönelik saldırgan bazı demeçler verdiğini
de yine görüyoruz. şimdi tabii o milli mücadele sırasındaki italya’nın türkiye’ye yaklaşımı yerini
saldırgan bir politikayı bıraktığını söyledik. 1917 de Saint-Jean-de-Maurienne Anlaşmasını tekrar
diriltmek ,tekrar canlandırmayı dış politikasının ana hedefleri arasına soktu. şimdi bu dönemi tekrar
hatırlayalım 1922-23-24 mesela Türkiye nelerle boğuşuyordu işte az önce bahsettik Musul
meselesiyle mesela dış politikada özellikle Lozan barış anlaşması’nda eksik kalmış, yarım
kalmış ,çözülmemiş sorunlarla boğuşuyor, bunların başında en önemlisi neydi Musul meselesiydi ve
Musul meselesiyle uğraştığı bir dönemde italyanın anadolu’ya göz diktiğini, bu saldırgan dış politika
konusunda cesaretlendiğini görüyoruz. bu nedenle Musul meselesinin çözülmesi türkiye’nin başka
alanlarda da faydasına olacak bir konuydu. Musul meselesinin bakın bir şekilde çözülmesi yani
türkiye’nin aleyhine de olsa bir şekilde çözülmesi Türkiye ile italya arasındaki ilişkileri biraz
yumuşattığını görüyoruz. italyan yöneticileri açıkça verdikleri bazı demeçlerde anadolu’ya yönelik bir
emellerinin olmadığını açıklamak zorunda kalmışlardır, burada tabii avrupa’da da yeni birtakım
dengeler kurulduğunu belirtmiş olayım bunun da etkisiyle italya 1920nin sonlarında Türkiye ile
yunanistan’ı yanında alarak bir blok oluşturmaya çalıştığını belirtelim. italya’nın türkiye’yle ilişkilerini
düzeltmek istemesinin nedenlerinden bir tanesi de aslında italya’nın gözü adriyatik kıyılarında, yani
arnavutluk’ta İtalya Arnavutluk’la ilgilenmeye başlayınca yugoslavya ile arası bozulmaya başladı.
yugoslavya italya’nın oraya gelip çökmesine çok da rıza göstermedi, dolayısıyla italya bu ortamda
doğu akdeniz’de bir ittifak bir blok kurma arayışına girdi ve haliyle türkiye’yle Yunanistan ile ilişkilerini
düzeltmeye çalışacaktır. dolayısıyla türkiye’de italya arasında bir diyalog kapısının açıldığını görüyoruz
ve bu noktada Dışişleri Bakanı Tevfik Şükrü aras 1927 yılında milano’da Mussolini ile görüştüğünü ve
bu diyalog ile kapıların biraz daha fazla açıldığını görüyoruz. işte bu diplomasinin sonucunda 30 Mayıs
1928 de Türkiye ile italya arasında tarafsızlık uzlaştırma ve yargısal çözüm anlaşması ya da sözleşmesi
adını verdiğimiz bir belge imzalandı. Şimdi ilk 2 madde tarafsızlık hükümlerini düzenlemişti bu
belgede ,üçüncü madde ise 2 ülke arasındaki sorunların diplomasi yoluyla çözülmesini diplomasi
yoluyla çözülemez ise yargısal çözümler getirmeyi öngördüğü ne yapıyor bize gösteriyo, dördüncü
maddede de anlaşmanın gerek yorumlanmasında gerekse uygulanmasında ortaya çıkabilecek olan
sorunların anlaşmazlıkların giderilmesi için lahey uluslararası daimi adalet divanı’na gidilmesi gerektiği
söyleniyor. burada Birinci Dünya savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninde bu
tarafsızlık ,uzlaştırma ,yargısal çözüm bulma yolları hep açık tutulmuştur yani savaşa başvurmadan
şiddete başvurmadan, çatışmaya başvurmadan sorunların bu şekilde çözülmesi amaçlanmıştır. ama
bunda başarılı olunmadığını görüyoruz. 1928 tarihli anlaşma türk italyan ilişkilerinde kısa dönemli bir
rahatlama sağladı ve 2 ülke arasında meclis ve diğer adaların statüsü sorunu da yine bu şekilde, bu
ortamda ele alındığını bu sorunun 30 Mayıs 1929 bu 1928 tarihli anlaşma gereğince, uluslararası
daimi adalet divanı’na götürülmesi kararlaştırıldı. 1928 tarihli anlaşmayı 3 yıl uzatan ziyaret aynı
zamanda bodrum açıklarındaki adaları da kapsayan bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı.4
Kasım 1932 de ankara’da yapılan bu anlaşmanın birinci maddesine göre: 20 kadar ada türkiye’ye
bırakılıyor, bodrum körfezindeki kara adanın türkiye’ye bırakılmasını meis ve çevresindeki 12 kadar
adacığı da italya’ya bırakıyor idi. Türkiye 1923 sonrası dönemde türk italyan ilişkileri böyle inişli çıkışlı
bir seyir izlemiş ama otuzlu yıllarda bu inişli çıkışlı seyir biraz daha fazla gerilime yol açmıştır.
cumhuriyetin ilk yıllarında 1924-1930 tarihleri arasında italya ile böyle inişli çıkışlı bir dış politika
izlenmiş olmasına rağmen, dış ticaret hacmi açısından italya hep en yüksekte ve ön sıralarda yer
almaya başlamış yani Türkiye dış ticarette italya ve Almanya’yla daha fazla ilişki sürdürdüğü burada
belirtmiş olalım. bunun temel nedeni özellikle türkiye’den ayrılan rum tüccarlarının bir kısmının
Triesteye yerleşmeleri ve buradan türkiye’deki eski bağlantılarını ,ilişkilerini de kullanarak daha çok
pamuk ticareti yapmaları. Çukurova pamuğu zaten çok kaliteli bir pamuklu ve oradan bu tüccarlar
aracılığıyla dünyaya satıldığını görüyoruz bunun gibi hani bir takım nedenlerle bu dış ticaret şeyin
daha fazla olduğunu burada görmekteyiz.

Dış Politika 4. Hafta 2. Ders( Yunanistan ve Sovyet )

Türk Yunan ilişkilerine geldiğimiz zaman : Lozan barış konferansı daha devam ederken bu Yunan ve
türk halklarının nüfus mübadelesine ilişkin bir sözleşmenin, yani kısaca nüfus mübadelesi sözleşmesi
dediğimiz bir sözleşmenin imzalandığını ifade etmiştik 30 ocak 1923 de. şimdi lozan’ın
imzalanmasından yani kısaca 1923 ten sonra türkiye’de Yunanistan arasında 2 temel sorunla
karşılaşıldı bunlardan biri nüfus mübadelesi, diğeri de patrikhane idi. özellikle nüfus mübadelesi acil
olarak çözülmesi gereken sorunlardan biriydi ve az önce de ifade ettiğim gibi daha Lozan barış
konferansı sürerken norveçli nansen göçmenlerin yani anadolu’dan yunanistan’a göç eden ,adalara
göç eden yaklaşık bir milyona yakın kişinin çok zor şartlar altında bulunduğunu ve bu sorunun bir
anlaşmayla çözülmesi gerektiğini ifade etmiş idi. bunun üzerine de 30 ocak 1923 de Yunan ve türk
halklarının nüfus mübadelesine ilişkin sözleşme imzalanmış idi. şimdi sözleşmenin içeriğine baktığımız
zaman şunu görüyoruz: sözleşmede mübadeleye tabi tutulacak kimseler mübadele şartları ve
mübadelenin uygulanmasına ilişkin birtakım hükümlerin yer aldığını burada görüyoruz ayrıca bu
sözleşmede mübadele hükümlerinin uygulama noktasında karşılaşılabilecek uyuşmazlıkların
anlaşmazlıkların giderilmesi amacıyla da bir muhtelit yani bir karma komisyonun kurulması
gerektiğini ifade edilmişti yani bu mübadelenin 11 maddesinde böyle bir hüküm olduğunu burada
görüyoruz. şimdi bu muhtelit mübadele komisyonu özellikle Türkiye ve yunanistan’dan dörder,
milletler cemiyetinin Birinci Dünya savaşı’na katılmamış tarafsız ülkelerden belirlediği 3 temsilciden
oluşacak idi. nüfus mübadelesinin birinci maddesinde türk topraklarında yerleşmiş rum Ortodoks
dininden türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş bulunan Müslüman dininden Yunan
kuyruklarının 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu bir mübadeleye girişeceği açıklanmıştı. yani
diğer bir deyimle yunanistan’daki Müslümanlar yani tabii batı Trakya hariç anadolu’ya gönderilecekti.
anadolu’daki Rumlar da istanbul ve çevresindeki yakın adalarda yaşayan Rumlar hariç, yunanistan’a
gönderilecekti. mübadelenin sözleşmenin ikinci maddesi ise birinci maddede öngörülen istanbul’da
oturan rumları ve batı trakya’da yaşayan Müslümanları muaf tutuyordu onlar şimdi burada özellikle
şöyle bir noktanın da altı çizilmişti , istanbul’da yaşayan Rumların istanbul’un vilayet sınırları neydi
coğrafyası neydi o da göz önünde tutulmuş ve 1912 kanunuyla sınırlandırıldığı biçimde, istanbul
belediye sınırları içinde 30 ekim 1918 gününden önce yerleşmiş yani etabli bulunan tüm Rumlar
istanbul’da oturan rum sayılacaklardır ve mübadeleden muaf sayılacaklardı. öte taraftan 1913 Bükreş
antlaşmasının saptadığı sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş, yani batı trakya’ya yerleşmiş
müslümanlarda yine bu mübadeleden muaf tutulacaklar idi. sözleşme gereğince kurulan muhtelit
yani karma mübadele komisyonu ekim 1923 de çalışmalarına başladı ve aşağı yukarı bir yıllık çalışma
süresince bir kısım rum ve bir kısım Müslüman türk halkı mübadeleye tabi tutulmuş idi. fakat tabii
zamanla mübadeleye tabi tutulacak kişilerin saptanması konusunda birtakım anlaşmazlıkların ortaya
çıktığını belirtelim. yani burada şunu ifade edelim türk tarafına göre istanbul’da 30 ekim 1918
tarihinden önce yerleşik bulunan kişilerin türk kanunlarına göre belirlenmesi gerekiyor idi. Yunan
tarafı ise sözleşme türk ya da Yunan kanunlarına bir atıfta bulunmadığına göre sakin bulunmuş, yani
yerleşmiş bulunmuş etabli teriminin herhangi bir tarafın kanununa göre ya da herhangi bir tarafın
kanuna bağlı olmaksızın sözleşme metnine ve ruhuna olarak yorumlanmalı, yani buradan söylenmek
istenen tabii şu Yunan hükümeti daha fazla ruhun Türkiye topraklarında yani Istanbul ve çevresinde
bulunmasını arzu ediyor idi. buna karşılık tabii ki türk hükümeti de batı trakya’da daha fazla
müslüman’ın bulunması gerektiğini ifade ediyor idi. bu noktada çıkan komisyonun çözemediği bu
anlaşmazlık nedeniyle 19 Kasım 1924 konu Birleşmiş milletler cemiyetine taşındı 12 aralık 1924 de
uluslararası daimi adalet divanı’ndan bu konuyla ilgili görüş istedi ve divan Divanı 21 Şubat 1925 de
etabli deyiminin daimilik vasfını taşıdığını ve oturma ile ortaya çıkan fiili bir durumu ifade ettiğini,
istanbul’un rum ahalisi deyimiyle kastedilen kişilerin anlaşma gereğince sakin bulunmuş yani etabli
sayılmaları gerektiği ve mübadeleden muaf tutulmalarını ifade ettiğini görüyoruz. ayrıca 1912
kanunuyla tespit edilmiş belediye sınırları içerisinde bulunmaları gerektiğini belirtti bu aslında sorunu
çözmek yerine sorunu biraz daha girift karmaşık bir hale soktuğunu belirtelim. 1925 de bu
mübadeleden kaynaklı sorun nedeniyle Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler yeniden gerildi ve
hatta 2 ülke tekrar savaşın eşiğine geldi bunu belirtmiş olalım. Tarafların savaşa girmeleri her 2 ülke
için her 2 hükümet için tekrar bir yıkım olacağı biliniyordu belliydi ve bu nedenle 2 ülke ortamı
yumuşatmak ve sorunu çözmek amacıyla diplomasiye başvurdu ve bunun neticesinde 21 Haziran
1925 de Ankara anlaşması imzalandı anlaşma sorunu biraz hafifletti yumuşattı. 2 ülkenin dışişleri
bakanları arasında yapıldı imzalandı. bu anlaşma ve taraflarca el konulan menkul ve gayri menkullerin
nasıl tazmin edileceğine ilişkin bazı hükümler vardı, fakat tabii ortam Türkiye ve Yunanistan o kadar
gerilmiş idi ki bu Ankara anlaşması da aslında istenilen sonucu doğurmadı bu arada 1926 yılında
yunanistan’da bir askeri darbe oldu yani general Pangalos askeri bir darbe ile iktidardan
uzaklaştırılmasıyla ilişkilerin aslında bu askeri darbeden sonra diyelim tekrar yumuşamaya vesile
olduğunu görüyoruz. yunanistan’da bir askeri darbe olması ve sertliğiyle tanınan general pangalosun
iktidardan uzaklaştırılması Türkiye Yunanistan arasındaki ilişkileri kısmen yumuşattığını belirtelim. 1
aralık 1926 da Türkiye ve Yunanistan arasında bu kez Atina antlaşması adını verdiğimiz bir belge
imzalandı ve bu belgeyle 23 Haziran 1927 de bu anlaşmanın yürürlüğe sokulduğunu , bu anlaşmaya
bağlı olarak etabli kaynaklı sorunların yerleşik ya da sakin olmuş olanlar sorununun çözülmeye, hatta
bunlarla ilişkili mali sorunların da çözülmeye çalışıldığını burada belirtelim. bunun neticesinde Atina
antlaşması ile batı trakya’da bulunan Müslüman türk ahali ile istanbul’da bulunan Rumların el
konulmuş malları İade edildi her 2 hükümet eş zamanlı olarak İade etti,. tabii geçen süre içerisinde
Türkiye Yunanistan arasındaki ilişkilerin biraz daha yumuşadığını görüyoruz özellikle 1928 yılında
venizelosun iktidara gelmesi ilişkilerin normalleşmesine en azından katkı yaptığını burada
görmekteyiz. tabii venizelos i Yunanistan tarihinde ya da türk Yunan ilişkilerinde en fazla öne çıkan
kişilerden bir tanesi tabii savaşın içinden gelen birisi ve dolayısıyla savaşın her 2 toplumun yararına
olmadığını her 2 ülkeyi yıkıma sürüklediğini tecrübe etmiş bir siyasetçi, dolayısıyla Birinci Dünya
savaşından sonra yani 2 savaş arasındaki yeni dünya düzeninde ilişkilerin daha barışçıl bir şekilde
sürdürülmesi yunanistan’ın da yararına olacağını düşündüğünü belirtelim. Şimdi venizelosun tekrar
iktidara gelmesinde, yani Başbakanlığa gelmesinden sonra türk Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras ile
yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Polikroniadis beraberliğinde Ankara anlaşması imzalandı ve bu
Ankara anlaşmasının 10 maddesine göre mübadele sorununun çözüldüğünü görüyoruz. 10.madde ile
istanbul’daki rum Ortodoks kökenli türk vatandaşlarını 14.madde ile batı trakya’da yaşayan türk
kökenli Yunan vatandaşlarını yerleşik statüsüne yani etabli olup olmadıklarına bakılmaksızın
mübadele dışı tutuldu. böylece 2 ülke mübadeleden kaynaklı sorunu aşabildi. bu Ankara sözleşmesi
ya da anlaşması 10 Haziran 1930 da gerçekleştirildi bu türk Yunan ilişkileri açısından bir milat
sayılmaktadır çünkü venizelos 27- 31 ekim 1930 tarihinde bir Türkiye ziyaretinde bulunduğu yani
cumhuriyetin ilan edilme yıldönümünde türkiye’yi bir ziyarette bulundu ve bu ziyaret sırasında 2 ülke
arasında bir dizi sözleşmeler imzalandı. Bu belgelerde Türkiye Yunanistan arasında dostluk tarafsızlık
uzlaşma ve hakemlik belgesi imzalandı, deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin protokol ve
ikamet imzalandı, üçüncü olarak da ticaret ve seyrisefain belgesi imzalandı. Türkiye Yunanistan
arasında bir dostluk havasının yaşandığını görmekteyiz. mücadele her 2 toplum açısından
siyasi ,sosyal sonuçlar, kültürel sonuçlara yol açtı mübadele bizde nüfusun homojenleştirilmesi,i ulus
devletin nüfus pratiğinin sağlanmasında, çok kültürlülüğün ortadan kalkmasına yol açtığını belirtelim.
tabii bunun yanı sıra ekonomik açıdan da türk toplumunun yetişmiş işte sanatkarları dahil olmak
üzere sermaye sahibi Rumların ülkeyi terk etmesi mübadeleye tabi tutulması nedeniyle de bir hayli
kayba uğradığını görmekteyiz. çünkü biliyorsunuz o tarihe kadar özellikle Rumlar, Ermeniler daha çok
sanatlarla uğraşmakta bunların tabii tehcire tabi tutulması, mübadeleye tabi tutulması ekonomik
açıdan o dönemin sektörlerini de zorladığını belirtelim. Türkiye ile Yunanistan arasında bu dönemde
karşımıza çıkan ikinci sorun patrikhane sorunu idi. Bu durum Lozan barış konferansı sırasında
gündeme geldi her ne kadar lozan’a giden heyete verdiği 14 maddelik talimatname Yok ise de bu
konu konferans sırasında azınlıklar ve mübadele başlığı altında alt komisyonunda sıkça tartışıldığını
görmekteyiz. türk delegasyonu konferans sırasında Patrikhane meselesini doktor rıza nur aracılığıyla
gündeme getiriyor aldığı genel tavır şuydu: patrikhanenin Türkiye sınırları dışına çıkarılması
konusuydu, fakat bunu hem itilaf devletleri hem de Yunanistan temsilcileri sert bir şekilde karşı
çıktılar çünkü hem itilaf devletleri hem Yunanistan patrikhanenin istanbul’da kalmasını
istemekteydiler. bulunan formül şu oldu yani lord curzonun önerisi ve ısrarıyla yalnızca yönetimde
bulunan hıristiyanların dini işleriyle ilgilenmesi ,siyasi konularla uğraşmaması şartıyla patrikhanenin
türkiye’de kalmasına izin verildiğini ya da daha doğrusu karar verildiğini görmekteyiz. fakat tabii iş
Lozan barış anlaşması onaylandıktan sonra yani 1923-24den sonra bu patrikhane meselesini tekrar
alevlendiğini görüyoruz çünkü istanbul’da bulunan rum Ortodoks Kilisesi patriği meletios. dolayısıyla
patrikhane hem Birinci Dünya Savaşı da hem de bir milli mücadele sırasında yunanistan’ın
egemenliğinde bir küçük asya’nın kuruluşunu desteklemiş, buradaki yerli Rumların örgütlenmesine
katkı sağlanmış idi. bu tabii türk hükümeti tarafından ya da türk milliyetçileri tarafından büyük bir
tepkiyle karşılandı özellikle lozan’dan patrikhanenin bu tutumunun aslında bir hassasiyet yarattığını
görüyoruz. şimdi 6 aralık 1921 de patrik seçilen Meletios türk hükümetini aslında tanımadığını açıkça
ilan etmişti ,1921 nasıl Bir dönem inönü savaşlarının işte Kütahya Eskişehir savaşlarının yapıldığı bir
dönem, Kütahya Eskişehir savaşları sonucunda Yunan ordusunun Ankara kapılarına dayandığı bir
dönem. şimdi bu Meletiosun türk zaferinden sonra da patriklik koltuğunda oturması Ankara
tarafından istenmedi yani bir rahatsızlık yarattığını görmekteyiz. burada bir küçük parantez daha
Lozan barış konferansı devam ederken venizelos ismet paşa ile gerçekleştirdiği özel görüşmede
Meletiosun bu tavrını bildiğini belirtmiş ve patrik Meletiosun görevden alınması için yunanistan’ın
elinden geleni yapacağına dair bir taahhütte bulunduğunu bir söz verdiğini görüyoruz. işte dolayısıyla
bu Lozan barış konferansının sonlarına doğru Yunan hükümetinden gelen baskılar sonucu meletios
istifa etmek zorunda kalmış idi. türkiye’nin amacı Ankara hükümetiyle daha uyumlu bir patriğin
seçilmesini söz konusu idi. burada Meletiosun istifası üzerine yeni patrik seçilmesi gündeme geldi ve
Türkiye yeni seçilecek patrik konusunda papa Eftimi destekledi. Türkiye daha sonra papa Eftimden
desteğini çekti ve 13 aralık’ta yeni patriğin seçimini benimsedi yeni patrik Grigorios idi. Grigorios
Kasım 1924 te ölmesi üzerine bir patrikhane sorunu yeniden ortaya çıktı neden, çünkü 17 aralık 1924
te patrik seçilen konstantinosun mübadeleye tabi olup olmadığı neticesiyle. Konstantinos Bursa
doğumluydu 1921 de istanbul’a gelmiş, daha sonra bursa’ya gitmiş ve 1924 de terkos piskoposu
olarak yerleşmek üzere istanbul’a dönmüştü mübadele sorununun en şiddetli döneminde, mübadil
saydığı bir kişinin patrik seçilmesine ankara’nın onaylanması söz konusu olamazdı . Türkiye kurallar
gereği mübadeleye tabi birisinin patrik seçilmesine karşı çıktı, yunanistan’ın temel tezi ise yerleşik
sayılan patrikhaneneye bağlı olan konstantinosun mübadeleden muaf olduğu yönündeydi. sonuçta
konunun milletler cemiyetine taşınması gündeme geldi yani Yunanistan konuyu milletler cemiyetine
götürdü ve burada türkiye’nin temel tezi de şuydu bu kurumların Bu sorunun çözümüne ilişkin görüş
belirtme yetkisinin olmadığını açıkladı. sonuçta Türkiye 30 ocak 1925 de konstantinos su sınır dışı etti
dikkat ederseniz patrikhane sorunu da zaman içerisinde gittikçe gerilmeye başladığını burada
görmekteyiz. Bu durum yunanistan’da tepkiyle karşılandı yunanistan’dan mitingler düzenlendiğini
görmekteyiz ama Türkiye bu konuda geri adım atmadı ve sonuçta konstantinos un 19 Mayıs 1925 de
görevden çekilmesi üzerine krizin sona erdiğini ve Vasilos adında bir din adamının patrik seçilmesiyle
Türkiye ile Yunanistan arasında 1923-27 arasında devam eden bu patrikhane sorununun da böylece
sona erdiğini görmekteyiz. ardından 2 hükümet arasında karşılıklı elçi atama işi de 1925 de oldu 2
ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulduğunu ve 1925de Cevat bey’in Cumhuriyet döneminde ilk
elçi olarak atina’ya gönderildiğini belirtmiş olalım. 1926 – 27 yılları arasında Türkiye ve Yunanistan
arasındaki sorunların hızlı bir şekilde çözülmeye başlamasının altında yatan sebepler nelerdir? bu
sorunun cevabı 2 noktada düğümleniyor birincisi italya’nın Akdeniz bölgesinde, Türkiye ve
yunanistan’ı da içine alan bir dostluk ve ittifak sistemi kurma çabası ve dolayısıyla bu yönde Türkiye
ve yunanistan’ı bir araya getirme konusunda cesaretlendirmesi, ikincisi de Mustafa Kemal ile
venizelos’un özverili çalışmaları şimdi gelelim türk Sovyet ilişkilerine konuya biraz altyapı hazırlamak
açısından şöyle bir iki genel tespitte , genel değerlendirmede bulunmak gerekiyor. türk Sovyet
ilişkilerinde belirleyici olan faktörler özellikle milli mücadele sırasında türk Sovyet ilişkileri ya da
Türkiye Büyük Millet meclisi hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında yakın bir ilişkinin olduğunu ve
anadolu’daki milli mücadelenin desteklenmesi gerekli olan işte finansmanın sağlanması, silah ve
cephanenin temin edilmesinde Türkiye Büyük Millet meclisi hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında bir
yakın temas olduğunu görüyoruz. milli mücadele başlarında türk Sovyet ilişkilerinde belirleyici olan
birtakım faktörler var mesela birincisi jeopolitik faktör ne anlama geliyor jeopolitik faktör güvenlik
problemi, güvenlik sorunu başlığı altında toplayabiliriz şimdi Sovyetler Birliği türkiye’yle ilişkilerini
geliştirmek istediğinde kendisiyle batı arasında yani Sovyetler Birliği ile batı kapitalizmi ,batı
emperyalizmi arasında bir tampon alan yaratmaya çalışmış ve böylece bir güvenlik oluşturmaya
çalışıyor aynı şey Türkiye için de geçerli türkiye’de Sovyetler Birliği gibi güçlü bir devletin büyük bir
devletin desteğini alarak bu güvenliğini ne yapıyor sağlamaya çalışıyor.ikinci temel faktör güç unsuru
yani bunu da Sovyetler Birliği açısından baktığımızda sovyetlerin az önce dediğim gibi güçlü bir devlet
olması, geniş bir coğrafyaya yayılmış olması önemli. üçüncü temel faktör 2 ülkenin amaçları, 2
ülkenin amaçlarından kastımız yani bu yakın ilişkinin kurulmasında, türkiye’nin başlıca hedefi şu bir
kere bağımsız olma ikincisi ulus devlet kurmak üçüncüsü de iktisadi ve kültürel gelişimini sağlamak bu
da türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkisinde temel belirleyici noktalardan biri. Sovyetler birliğinin
amacı ise, tabii ekim devriminden sonra bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi ve bir dünya devrimi
tasavvurunun, bir ihtilal tasavvurunun ortaya atılması amacı, yine sıcak denizlere inme bu da
Sovyetler birliğinin Türkiye ile yakın temasında önemli amaçlarından biriydi. dördüncü temel faktör
ise 2 ülkede uygulanan rejimler: şimdi tabii Türkiye Büyük Millet meclisi yeni bir rejim kurma
arayışındaydı bu rejimin nereye evrileceği önemli idi, yani bir sosyalist rejime mi, bir evrimci modeli
mi, Osmanlı hanedanı olmasa da bir saltanat rejimi mi ya da bir Cumhuriyet mi, dolayısıyla henüz
belirsizliğini devam ettiriyordu. neticede Mustafa kemal’in 14 Ağustos 1920 de Türkiye Büyük Millet
meclisi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye Büyük Millet meclisi hükümetinin bir halk hükümeti
olduğunu, bir sosyalist rejim olmadığını ifade etmesiyle aslında artık rejim konusunda bir berraklık
meydana gelmeye başladığını söyleyebiliriz. sovyetler’in bu konudaki temel yaklaşımı ise acaba
anadolu’da bir sosyalist devrim gerçekleşebilir mi nitekim 1919-20 ye hatta 1921e baktığımızda
Eskişehir, Ankara ve bursa’da özellikle eskişehir’de sosyalist nitelikli birtakım akımların, örgütlerin,
siyasi partilerin ya kurulduğunu ya da şubelerinin burada oluşturulduğunu görürüz. işte yeşil ordu
cemiyeti bunlardan biri, türk halkının fırkası, Türkiye Komünist Partisi vesaire.. dolayısıyla yayın
organları açısından da dikkat çekicidir. mesela bursa’da sosyalist nitelikli gazeteler yayınlar,
eskişehir’de zaten seyyare, yeni dünya gazetesi sovyetlerin acaba anadolu’da bir devrim olur mu
beklentisi de ilişkilere yön veren temel hususlar arasında yer aldığını görmekteyiz lozan’dan sonra
türk Sovyet ilişkileri nasıl gelişmişti onun üzerinde biraz duralım Lozan barış konferansında özellikle
Sovyetler Birliğinin boğazlar konusunda savunmuş olduğu temel düşünceyi temel tezi uygulamaya
koymadığını ya da başaramadığını söyleyebiliriz, bu nedenle Lozan barış konferansı sırasında böyle
Türkiye ile Sovyet delegasyonu arasında hafif bir soğukluğun olduğunu söyleyebiliriz. ama daha
sonraki dönemde Türkiye Musul sorununun çözülmesi sürecinde Sovyetler birliği’ne yanaştığını
görüyoruz. buna mukabil Sovyetler Birliği de Birinci Dünya savaşı’nın galipleri ile almanya’yı birbirine
yaklaştıran locarno sistemi adını verdiğimiz gelişme nedeniyle türkiye’ye yaklaşmak istiyor idi. bu
locarno anlaşması şöyle 1 aralık 1925 de Fransa ,ingiltere ,Almanya ,italya ,Belçika ,Polonya ve
çekoslovakya arasında imzalanmış anlaşmalardır. Almanya ile batılı devletler arasında iyi ilişkiler
kurmayı hedeflemiştir, burada Sovyetler Birliği bu locarno antlaşmasının kendisine yönelik bir gelişme
olduğunu öne sürmeye ya da bu yönde bir değerlendirme yapmaya gittiğini görüyoruz. dolayısıyla 2
ülke dış politikalarında karşılaştıkları zorluklar nedeniyle yeniden iyi ilişkiler kurmayı istemişlerdir. 16
aralık 1925 de milletler cemiyeti meclisi Musul meselesinde türkiye’nin aleyhine karar verdikten bir
gün sonra 17 aralık’ta paris’te türk Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras ile çiçerin arasında bir tarafsızlık
ve saldırmazlık anlaşması imzalandı. dolayısıyla 2 ülkenin yan yana geldiğini yeniden milli mücadelede
olduğu gibi güç birliğine gitmeye başladıklarını. birbirlerine destek olmaya başladıklarını görüyoruz.
bu 17 aralık 1925 tarihli paris’te imzalanan tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması türk Sovyet ilişkilerini
aşağı yukarı 1945 e kadar düzenleyen etkileyen temel metinlerden biri olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. şimdi bu anlaşmanın içeriğine baktığımız zaman kısaca şunu görüyoruz: birinci temel
nokta bir taraf saldırıya uğrarsa diğer taraf saldırıya uğrayana karşı tarafsızlığını koruyacaktı, yani
aslında taraflardan herhangi birine karşı bir askeri saldırıda bulunur ise diğer taraf birincisine karşı
yani anlaşmaya taraf olan ülkeye karşı tarafsızlığını sürdürecekti, ayrıca taraflar birbirlerine saldırıda
bulunmayacaktı, anlaşmaya imza atan taraflardan her biri üçüncü ,bir ya da birkaç devletçe öteki
bağıtlı tarafa karşı yöneltilen hiçbir ittifaka katılmayacak idi yani taraflar birbirlerine karşı saldırıda
bulunmayacaklarını ve birbirlerinin aleyhine ittifak ve siyasi nitelikli anlaşmalar yapmayacaklar idi.
şimdi bu 17 aralık 1925 tarihli anlaşma aslında 3 yıl yıllığına imzalanmış bir anlaşma idi ,ayrıca sürenin
bitiminden 6 ay önce bir tarafça fes edilmedikçe bir yıl uzatılmış sayılacak idi. Sovyet Dışişleri Bakanı
yardımcısı litvinov 24 aralık 1925 de pravda gazetesine verdiği bir demeçte anlaşmanın açıkcası asla
hiçbir devlete yönelik olmadığını tamamen barışı sürdürmek amacını taşıdığını ifade ettiğini
görüyoruz. bu anlaşmadan sonra 2 ülke arasında ilişkiler 2 noktada ağırlık kazanmıştır: birincisi siyasi
ilişkiler, diğeri de iktisadi ve ticari ilişkiler.Şimdi bunu şöyle özetleyebiliriz, Kasım 1926 da Tevfik rüştü
aras ve çiçerin arasında odessa’da bir görüşme yapılır ve bu görüşmede açıkçası bir ticaret
anlaşmasının imzalanması, milletler cemiyetine girip girmeme meselesi ,italyanın Türkiye üzerindeki
emelleri masaya yatırılmış görüşülmüş idi.şimdi Sovyetler Birliği burada türkiye’nin balkanlardaki
çıkarlarına engel olmayacağını ifade etmiştir türkiye’de milletler cemiyeti’ne daimi üyelik
verilmedikçe girmeyeceğini açıkladığını görmekteyiz. dolayısıyla demek ki 1925 den sonra 2 ülke
arasındaki siyasi ilişkilerde bu tarz bir görüş alışverişinin bulunduğunu burada görmekteyiz. fakat 2
taraf arasında ticari alanda arzu edilen ilişkiler gelişmemiştir bu nedenle 2 ülke arasında ticari alanda
karşılaşılan sorunları çözmek amacıyla ocak 1927 de görüşmeler gerçekleştirildi fakat bu
görüşmelerde de tıkanmalar meydana geldi. bunun temel nedeni şuydu:birincisi Sovyetler birliği’nin
bazı türk mallarını ithal etmek istememesi,ikincisi ise türkiye’nin Sovyetler birliği’nin anadolu’nun bazı
önemli şehirlerde açmak istediği ticari temsilciliklere soğuk yaklaşması yani ticari ilişkilerde 2 ülke
arasındaki pürüzler bu 2 noktada toplanıyor idi. fakat yine 2 taraf arasındaki böyle uzun süren
görüşmelerden sonra 11 mart 1927 de ankara’da bir ticaret ve seyri sefain anlaşması imzalandı, seyri
sefain anlaşmasına göre Türkiye bazı konularda tutumunu yumuşatmış mesela Türkiye kars ve Artvin
hariç istanbul izmir ,Trabzon ,Mersin, Erzurum ve Konya gibi kentlerde Sovyetler birliği’nin ticaret
temsilcilikleri açmasına izin verdiğini görüyoruz ve bu temsilcilikler de sovyetler birliğine bazı
diplomatik ayrıcalıklar da tanıdığını belirtiyor bu bir ,ikincisi Sovyetler birliği’nin türkiye’den yapacağı
ithalata yıllık değer tahkikleri koyması konusudur yani yıllık değer sınırları konulması şartıyla
türkiye’den mal ithal edilmesinin önünü açıyor. Sovyetler Birliği üçüncü bir devlete gönderilecek
malların gümrüğe tabi olmadan taraf devletlerden işte Türkiye ve Sovyetler Birliği diyelim transit
olarak geçmesini kabul ediyor yani ticaret konusunda türkiye’ye bazı kolaylıklar sağlandığını burada
görüyoruz. 11 mart 1927 de Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında yapılan bu ticaret ağırlıklı yani seyri
sefain anlaşmasıyla 2 ülke arasındaki ilişkilerin kısmen arttığını geliştiğini görüyoruz bu da önemli.
sonra 1930 a kadar Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında başka hangi gelişmeler meydana geldi, şimdi
Sovyetler Birliği uluslararası ilişkilerde türkiye’ye bu dönemde büyük önem verdiğini türkiye’nin
desteğini sağlamaya çalıştığını biliyoruz. mesela zaman zaman türkiye’yi uluslararası platformlarda
desteklediğini ya da kendi yanında konumlandırmaya çalıştığını görüyoruz. cenevre’de toplanan
silahsızlanma konferansının hazırlık komisyonunda Sovyet temsilcisi litvinov türkiye’nin dünya
politikasında önemli bir yere sahip olduğunu açıklamış türkiye’nin sahip olduğu coğrafya nedeniyle
stratejik önemi nedeniyle bu silahsızlanma konferansına katılması gerektiğini açıklamıştır ve
dolayısıyla onun bu konuşmasından sonra Türkiye mart 1928 de cenevre’deki silahsızlanma
konferansının hazırlık komisyonuna davet edildiğini görürüz. onun dışında Türkiye özellikle
sovyetlerle yakınlaşarak ya da bu yakınlaşmanın sonucu olarak dünyada savaşı önlemeye uluslararası
sorunları barışçıl yollardan çözmeye yönelik kellogg-Briand paktına da katılmış ve bu paktı ilk
imzalayan ülkelerden biri olmuştur. bu da yine türk Sovyet yakınlaşmasının ürünlerinden bir tanesi,
şimdi bu paktı yani kellogg-Briand paktının bir benzeri litvinov paktıdır özellikle Doğu Avrupa ülkeleri
arasında yine savaşı önlemek ve sorunları barışçıl yollardan çözmeye dönük idi. Türkiye bu Litvinov
paktı diye nitelendirilen belgeye de 1 Nisan 1929 da imza attığını belirtelim. 1930 a kadar türk Sovyet
ilişkilerinin böyle hızlı bir şekilde olumlu seyrettiğini burada görmekteyiz. ardından Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasındaki bu ilişkiye baktığımızda bu 1925 tarihli anlaşmanın sürelerinin uzatılması
için bir 17 aralık 1929 da 30 ekim 1931 de 2 protokol imzalandığını ve bunların bu anlaşmanın
sürelerinin uzatıldığını görüyoruz. 17 mart 1931 de deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması protokolün
süresinin de yine 1945 e kadar uzatıldığını görüyoruz. buradan çıkan sonuç şudur : Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasında 1925 den başlayıp 1936 montrö boğazlar sözleşmesi’ne ya da montrö
boğazlar konferansı’na kadar ilişkilerin iyi bir tonda cereyan ettiğini söyleyebiliriz.fakat montrö
boğazlar sözleşmesi’nde şartların değişmesi ve boğazların statüsü ile ilgili Türkiye ile Sovyetler
birliğinin farklı düşünmesi nedeniyle araya bir soğukluk girecektir ve o da artacak ve artar bir şekilde
de 1945e kadar devam edeceğini göreceğiz.

Dış Politika 5. Hafta 1. Ders( almanya,ABD,İran ve Afganistan)

1923-30 arasında türk alman ilişkileri türk ABD ilişkileri ve türkiye’nin Orta Doğu
ülkeleriyle ilişkileri özellikle iran ve afganistan’a esas alarak değerlendirmeye çalışacağız. ilk
olarak türk-Alman ilişkilerini değerlendireceğiz hatırlayalım: 30 ekim 1918 de mondros
ateşkes anlaşması imzalandıktan sonra, ateşkes anlaşmasının 23.maddesine göre Osmanlı
devleti’nin almanya’ya tüm ilişkilerini kesmesi öngörülüyordu. yine mondros ateşkes
antlaşmasına göre Osmanlı devletinde bulunan alman ve Avusturya -Macaristan kökenli
askerler ,askeri personel, sivil memurların ülkelerine dönmesi kararlaştırılmış idi. aynı
şekilde Paris barış konferansında almanya’nın itilaf devletleri ile imzalamış olduğu versay
anlaşmasında da ,yine almanya’nın Osmanlı devletiyle bütün ilişkilerini kesmesi gerektiğine
ilişkin bir hükmün olduğunu görmekteyiz. dolayısıyla milli mücadele dönemi ya da mütareke
döneminde ,gerek almanya’yla istanbul hükümeti arasında gerekse Almanya Türkiye Büyük
Millet meclisi hükümeti arasında kayda değer bir ilişkinin kurulmadığını söyleyebiliriz.
mütareke döneminde yani 1918den sonra gerek Almanya, gerekse Osmanlı Devleti Birinci
Dünya savaşı’ndan sonra yalnız bir görünüm vermekteydiler. 1923 de Osmanlı devleti’nin
tarih sahnesinden çekilmesi yıkılması ,çökmesi ve ardından Türkiye cumhuriyeti’nin
devletinin kurulmasından sonra her 2 ülkenin yani almanya ve Türkiye cumhuriyeti’nin iyi
ilişkiler kurmaları ya da birbirleriyle ilişkilerini geliştirmeleri konusunda bir beklenti
olduğunu burada görmekteyiz. tabii bunu tarihsel arka planı olduğunu biliyoruz özellikle
türkiye ile Almanya arasındaki tarihsel dostluk ilişkisinin, yine Almanya itilaf devletleri
arasındaki tırnak içinde düşmanca tutum ya da şöyle söyleyeyim ,itilaf devletlerinin
almanya’ya zorla imzalattıkları versay anlaşması nedeniyle her 2 ülkenin bir anlamda kader
birliği içerisinde olduğunu görüyoruz. 1924 yılına geldiğimizde ,1924 yılının ilk aylarından
itibaren 2 ülke arasında birtakım dostluk ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik girişimlerde
bulunulduğunu görüyoruz ve bu çerçevede de 3 mart 1924 tarihinde türk alman dostluk
anlaşmasının imzalandığını burada görüyoruz. bu türk alman dostluk anlaşmasını tabi ikamet
boyutu yani 2 ülkenin uyruklarının ikameti,yine ticari bir takım kaygılar ticari birtakım
isteklerin yer aldığını görmekteyiz. bunun dışında ayrıca 12 ocak 1927 de yine Türkiye
Almanya arasında karşılıklı ikamet anlaşması imzalanmış idi. dolayısıyla Türkiye-Almanya
arasında yeni bir dönemin başladığını söylememiz gerekiyor. 2 savaş arası dönemde yani
Birinci Dünya savaşından ikinci dünya savaşı’na kadar olan dönemde, ilk yıllardan Türkiye
ile Almanya arasında daha çok askeri nitelikli bir ilişkinin kurulduğunu görüyoruz hatta
Versay anlaşmasına göre alman ordusu dağıtılmış idi ve çok sayıda subayda işsiz kalmış idi.
bu nedenle milli mücadele sırasında bazı alman subaylarının türk ordusunda sözleşmeli bir
şekilde görevlendirilmesi kabul edilmiş idi. bu çerçevede yine milli mücadeleden sonra
türkiye’den de bazı askeri öğrencilerin eğitim görmek üzere almanya’ya gönderildiğini
biliyoruz bu birinci safa. türk alman ilişkilerinin ikinci safhasında ise daha çok ticari
ilişkilerin de olduğunu burada belirtelim. almanya’dan silah alınması ve türkiye’de kurulması
planlanan savunma sanayisinde alman tecrübesinden yararlanma uzmanlığından yararlanma
konusunda buraya ilave edilmesi gerektiğini belirtelim. hatta 1925 yılında bu ticaretle ilgili
şöyle bir gelişme de oldu kayseri’de kurulması planlanan uçak fabrikası için, alman junkers
firmasıyla bir anlaşma yapıldığını görüyoruz ve nitekim bu çerçevede yani türkiye’yle
Almanya ortaklığıyla bir tayyare ve motor türk anonim şirketinin kurulduğunu belirtelim.
burada bu şirketin uçak fabrikası, uçak imal etme fabrikasını bir yıl gibi kısa bir sürede
tamamladığını görüyoruz. bu çerçevede tabi uçakların kayseri’de üretilmesi bu uçakların
tamirinin ve onarımının da eskişehir’de yapılmasının planlandığını ve bu bağlamda 1926- 27
de eskişehir’de bizim kısaca hava ikmal dediğimiz bir tesis kuruldu. nitekim bu türkiye ve
alman Junker firmasının ortaklığıyla kurulan tayyare ve motor türk Anonim Şirketi uçakla da
imal etmiştir. bu dönemde diplomasinin ve ağırlık kazandığını görüyoruz ve Dışişleri Bakanı
Tevfik Rüştü arasın Nisan 1929 da berlin de yani almanya’da bir gezi düzenlediğini bir
diplomatik ziyarette bulunduğunu görüyoruz. ardından da bu diplomatik ziyaretin sonucunda
16 Mayıs 1929 da 2 ülke arasında hakem ve uzlaşma anlaşması imzaladı bu da önemli bir
konu çünkü ,taraf devletler sorunlarını özel olarak oluşturulacak bir hakem mahkemesine
taşımayı ya da ikili uzlaşma yoluyla çözmeyi taahhüt ettiklerini burada görmekteyiz . Kayseri
uçak fabrikasına dönecek olursak türkiye 1980lerin ortalarında f 16 projesine katılmış idi bu
kayseri’deki uçak Türkiye’nin f 16 projesinden önce giriştiği ilk uçak üretim projesi
olduğunu da söylemiş olalım . türk ABD ilişkilerine geçelim Osmanlı devleti’nin Amerika
Birleşik devletleriyle ilk resmi temasının 19. yüzyılda yani 1830 da otuzlu yıllarda
gerçekleştiğini göreceğiz. Abd kurulduktan yaklaşık 40 yıl sonra ,Osmanlı devletiyle ABD
arasında ilk resmi ilişkilerin başladığını görüyoruz. hatta bu 1830 da 2 ülke arasında ticaret ve
seyrisefain anlaşması imzalanmıştı. demek ki Osmanlı Devleti ile abd arasında ilk olarak
ticaretle ilgili bir ilişkinin başladığını görüyoruz. 19. yüzyıl boyunca yine Osmanlı devletiyle
ABD arasındaki ticari ilişkilerde, silah ticaretinin önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz ve
abd’li bazı firmaların Osmanlı topraklarında silah sattıklarını burada görüyoruz. Birinci
Dünya savaşı’na geldiğimiz zaman, Birinci Dünya savaşına Amerika Birleşik Devletleri 1917
yılında itilaf devletlerinin yanında savaşa girdi bu bir, ikincisi Amerika Birleşik Devletleri
savaş çıktığı zaman itilaf devletlerinin lehine bir tarafsızlık politikası izliyordu her ne kadar
tarafsızım diyorsa da itilaf devletlerine silah satma gibi hususları var.Amerikan kapitalizmi,
Amerikan silah üreticileri ,ABD nin savaşa girmesini teşvik ediyorlardı peki abd’nin savaşa
girmesinde başka hangi neden ya da nedenler vardı: 1. Almanya'nın İngiltere ve Fransa'ya
karşı denizaltı savaşlarına başlaması ile birlikte ABD'nin uluslararası ticaretini tehdit etmeye
başlaması. 2. Almanya'nın Meksika'ya gönderdiği bir telgrafının(zimmermann telgrafları)
ABD'nin eline geçmesi. Bu telgrafta Meksika'nın Almanya ile bir ittifak kurması öneriliyordu.
ABD'nin Almanya'ya karşı savaşa girmesi durumunda Meksika ABD'ye saldıracaktı. bunun
karşılığında ise Teksas, Arizona, Newmexico'yu topraklarına katacaktı.1917 de Amerika
Birleşik Devletleri savaşa girdikten sonra savaşın seyri değişti ABD batı cephesine yani
Fransa önlerine çok sayıda askeri birlik gönderdi almanya’da itilaf devletleri de orada sabit
kaldı. Birinci Dünya savaşı’nın en sert ve en kanlı savaşları almanya’nın fransa’ya saldırısı
sırasında burada olmuştur. milli mücadele dönemine geldiğimizde türk ABD ilişkilerinin ana
eksenini bir Wilson prensipleri oluşturmuştur. Wilson prensiplerinin 12.maddesi Osmanlı
imparatorluğu ile ilgili madde olmakla birlikte bu madde diyor ki: bugünkü Osmanlı
devleti’ndeki türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanımı, yani Türklerin çoğunlukta
yaşadığı bölgelerde türkiye’nin egemenliğinin tanınması, Osmanlı yönetimindeki öbür
uluslara da yani azınlıklara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri
için tam bir özgürlük sağlanmalıdır yani 12. madde aşağı yukarı böyle. Tabii Wilson
prensipleri 14. maddeden oluşuyor bu maddeler aşağı yukarı: açık diplomasi önemli bir yer
tutuyor , işte su yollarının serbesti yani ticarette serbestlik, gizli diplomasiye son verilmesi,
yine savaşta yenen devletlerin yenilerden toprak almaması, yine savaştan sonra bu
uluslararası anlaşmazlıkların barışçıl yollardan çözümü için bir uluslararası örgütün kurulması
yani milletler cemiyetinin kurulması gibi. Wilson ilkeleri Osmanlı aydınları için çok cazip
gelmiştir ve adeta wilson ilkelerine 12. maddeye sihirli bir değnek muamelesi yapmışlardır.
yani bütün beklentilerini oraya yoğunlaştıklarını görüyoruz ve sonuçta bazı Osmanlı
aydınlarının içerisinde yer aldığı bir cemiyet kuruldu wilson prensipleri cemiyeti 4 aralık
1918 de kurulan içinde gazetecilerin ve yazarların olduğu bir cemiyet ve bu cemiyet ABD
yanlısı bir tutum takınmış ve Amerikan manda ve himayesini kabul edilmesinin
savunuculuğunu yapmışlardır. milli mücadele tabii Osmanlı hükümeti açısından durağan bir
çizgi izlemiştir ama bir de Amerika Birleşik devletleri’nin Ankara hükümetiyle yani Mustafa
Kemal paşa’yla birtakım ilişkileri var. general harbord heyetinin anadolu’ya ,türkiye’ye
gönderilmesi söz konusu sebebi ise anadolu’da türkiye’de bir Ermeni devletinin kurulup
kurulamayacağı meselesi idi.hatta bu Paris barış konferansında çokça konuşulan bir mevzu,
Ermeni delegasyonu Paris konferansında itilaf devletleri nezdinde epey bir kulis çalışması ya
da birtakım isteklerde bulunduklarını görüyoruz. general harbord bu neticeyle türkiye’de bir
bazı vilayetleri gezmiş ve sonuçta sivas’ta Mustafa Kemal’le görüşmüştür. Sivas kongresinde
manda sorunu çok yoğun bir şekilde tartışılmıştır ve özellikle halide edibin bir mektubu da
vardır bu Amerikan mandasının kabul edilmesiyle ilgili hatta filipinleri bize ne yapmıştır
örnek göstermiştir. sivas’ta amerika senatosuna bir mektup gönderilmesi kararının alındığını
görüyoruz bu da önemli bir konu. Şimdi gelelim lozana, Amerika Birleşik Devletleri lozan’a
bir gözlemci göndermişlerdir ve bu gözlemci vesilesiyle kendileriyle ilgili Amerika Birleşik
Devletleri ile ilgili görüşlerini beyan etmekten de çekinmemişlerdir. Bu görüşler daha çok,
Osmanlı devletindeki Amerikan eğitim ve sosyal kurumların işte Amerikan amerika’nın
osmanlı’da ticaret yapmasıyla ilgili bir nota ve bir açık kapı ilkesinin hayata geçirilmesini
isteniyor idi. ingiltere delegasyonu da bazı konularda amerika’nın bu gözlemci heyetiyle sık
sık görüş alışverişinde bulunduğunu burada görmekteyiz. mesela lozan barış konferansı
Tutanaklarına baktığımızda rum patrikhanesinin istanbul’dan çıkarılması konusunda lord
curzonun ABD gözlemcisini Richard Childı birçok konuda ikna ettiğini, hem patrikhanenin
istanbul’da kalması hem de Ermeni sorununda ingiltere ile aynı çizgide aynı paralelde
görüşler ileri sürmesine ikna etti. burada görmektesiniz şimdi bu açık kapı politikası nedir,
19.yüzyılın sonunda ABD nin dünya siyasi literatürüne kattığı bir kavramdır içeriği şudur
deniz aşırı ekonomik yayılmacılığı bize ifade ediyor.dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri
açık kapı politikasıyla ABD nin dünya ticaretinde hiçbir engelle karşılaşmadan bu ticareti
sürdürmesi konusuna geliyor. dolayısıyla lozan’da Amerikan gözlemcisi Richard Childın bu
açık kapı politikasını ortaya attığın görüyoruz. onun dışında ABD lozan barış konferansı’nda
boğazların tüm ülkelerin ticaret ve savaş gemilerine açık tutulmasını, türkiye’de bulunan
yabancı okulların ve hayır kurumlarının eskiden olduğu gibi özerk ve imtiyazlı yapılarının
devam ettirilmesinin istediğini görüyoruz. abd’nin bu istekleri tabii türkiye’nin tepkisiyle
karşılaştı dolayısıyla ABD sadece gözlemci gönderdiği için 24 Temmuz 1923 de barış
anlaşmasına imza atmamıştı. fakat 6 Ağustos 1923tarinde türkiye ve abd yani taraftar
arasında Lozan barış antlaşmasını kabul ettiklerine ilişkin bir genel anlaşmayı
imzalamışlardır ve böylece ilişkileri normalleştirmeye çalışmışlardır. Lozanın Amerika
tarafından kabul edilmesiyle ilgili senatoda bir oylama yapılmıştır ama üçte 2 çoğunluk
onaylamadığı için özellikle amerika’daki Ermeni lobisinin bir takım çalışmaları neticesinde
senatodan Lozan anlaşması onay almamıştır. ABD senatosunun kararına rağmen abd’li
yöneticiler türkiye’ye olan ticari bağlar ve bölge politikaları gereği ilişkileri düzeltme
çabasına girdi, ABD heyeti ile yapılan görüşmeler sonucunda 17 Şubat 1927 de Türkiye ile
Amerika Birleşik Devletleri arasında ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin mektup nota başlıklı
bir belge imzalandı. dolayısıyla 2 ülke arasındaki ilişkiler bu 17 Şubat 1927 tarihli Türkiye
Amerika Birleşik Devletleri arasında ilişkileri düzenlemesine ilişkin mektup nota ile 6
Ağustos 1923 de imzalanan belge üzerinden yürütülür. amerika’da lozan barış anlaşmasını
onaylamamış olmasına rağmen ilişkilerin o tarihten itibaren yürütüldüğünü görüyoruz .
bundan sonra 1 ekim 1929 da ABD ile Türkiye arasında bir ticaret ve seyrisefain anlaşmasının
imzalandığını belirtelim dolayısıyla türk-abd ilişkileri o tarihlerde kendi seyri içerisinde
devam ettiğini söyleyelim. Türkiye Ortadoğu ilişkilerine gelirsek burada özellikle Türkiye
iran ilişkilerine şöyle hızlı bir şekilde değinelim. şimdi biliyorsunuz Türkiye iran ilişkileri
tarih boyunca inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir tabi bu yavuz- şah ismail siyasi
çekişmesi ,ardından uzun süren Osmanlı iran savaşları ve yine bunların ardından 1639 da
imzalanan kasr-ı şirin anlaşması bu ilişkilerin boyutlarını bize gösteriyor. 19.yüzyılda Türkiye
iran arasında anlaşmalar yapılmıştır sonra 1913 yılında sınırın düzeltilmesiyle ilgili yine bir
anlaşmanın yapıldığını görüyoruz. Şimdi milli mücadele dönemine geldiğimiz zaman Türkiye
Büyük Millet meclisi hükümeti ile iran arasında ilişkilerin kurulduğunu görmemekteyiz.
Şubat 1921 tarihinde iranda savunma bakanlığı’na getirilen Rıza han bir anda modernleşme
hareketlerine yöneldi bu yönde büyük çaba harcadı ve Türkiye Büyük Millet meclisi
hükümeti ile iran arasında özellikle, 1921 de Sovyetler birliği’nin arabulucu olmasıyla birlikte
,imzalanan ikili anlaşmalarla belli bir düzeye getirildiğini görmekteyiz . mesela 21 Haziran
1921 de Yusuf Kemal Tengirşenkin Türkiye Büyük Millet meclisi’nde yaptığı konuşmada:
türkiye’nin Doğulu devletlerle iyi ilişkiler kurması ,iyi geçinmesi iran gibi ülkelerle tarihi
ilişkileri daha da geliştirmesi gerektiğini sçylemiş ve diplomatik kanalların açılması
gerektiğini ifade etmişti. Tahran hükümeti yani iran tam bu süreçte ankara’ya bir temsilci
büyükelçi göndermiştir. buna mukabil Türkiye millet meclisi hükümeti Haziran 1922 de
iran’a bir elçi yani Muhittin paşa’yı göndermiştir. fakat bu karşılıklı elçilerin atanmasına
rağmen türkiye’ye iran arasında 1923 ten sonra yani cumhuriyetle birlikte ilişkilerin istenilen
düzeye gerilemediğini görüyoruz. bunun temel nedenleri şu: 2 toplum arasında uzun yıllar
süren mezhep çatışması Yavuz şah ismail döneminden itibaren gelen , bunun dışında yine
türkiye’de ikinci meşrutiyet döneminde ortaya çıkan panturancı akım , 2 ülke yani iran ile
Osmanlı Devleti ardından Cumhuriyet hükümetinin bölgenin 2 önemli gücü olması yani
bugünkü deyimle söyleyecek olursak 2 önemli bölgesel güç olması bu bölgede bir rekabete
girmeleri söz konusu ,bunun dışında Türkiye iran arasındaki sınır boyunca seyyar aşiretlerin
birtakım asayişsizlikler birtakım sorunlar yaratması sayılabilir, 3 mart 1924 de hilafetin
kaldırılmasının iran’da bazı mülahazalar arasında yani din adamları arasında bir rahatsızlık
yaratması bütün bu nedenlerden dolayı cumhuriyetin ilk yıllarında İran ile Türkiye arasında
istenilen düzeyde ve samimiyetle ilişkilerin kurulamadığını görüyoruz. fakat 1920 li yılların
ortasından itibaren, mesela 1925 yılında iran’da yönetime gelen yani şah olan ,rıza Pehlevi
döneminde ilişkiler böyle bir kıpırdanma içerisine giriyor. hatta iranlı aydınların türkiye’deki
o modernleşme çabalarına dikkat kesilmelerini de yine ifade edebiliriz. bunun dışında 22
Nisan 1926 yılında Türkiye ile iran arasında bir dostluk ve güvenlik anlaşmasının
imzalandığını ifade edelim. bu ilişki biçiminin 1930 lu yılların başına kadar böyle bir stabil
bir şekilde ilerlediğini, 2 ülke liderlerinin yöneticilerinin arzu ettiği ilişki düzeyine
gelemediğini ifade etmiş olalım. 1930 lu yılların ortalarında Türkiye ve İran diplomasi
açısından, dostluk açısından bir balayı yeni bir altın çağ yaşadığını görmekteyiz. gelelim bu
türk-Afgan ilişkilerine ,Türkiye ile Afganistan arasındaki dostluk ilişkisi milli mücadele
yıllarına dayanıyor şöyle ki Afganistan 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ingiliz
emperyalizmine karşı mücadele etmiş ve 1919 yılında bağımsızlığını kazanmış idi. ki o
tarihlerde islam dünyasında tek bağımsız devlettir Afganistan, Osmanlı Devleti biliyorsunuz
işgal edildi parçalandı 1919 da. Bu tarihte bağımsızlığı kazanan Afganistan Emanullah
Hanın liderliğinde batılılaşmayı modernleşmeyi seçtiğini görüyoruz. türkiye’deki
modernleşme ve devrimler amanullah han’ın ilgisini çektiğini belirtelim ve haliyle bu siyasi
iklim bu anlayışlar 2 hükümet arasında iyi ilişkiler kurulmasını sağladı. 1 Mart 1921 tarihinde
Türk- Afgan dostluk anlaşması imzalandı. 1928 yılında Afganistan kralı amanullah han
Türkiye’yi ziyareti bulunuyor ve 25 Mayıs 1928 de de Türkiye Afganistan arasında bir
dostluk anlaşması imzalandığını burada görüyoruz. bu 1928 tarihli dostluk antlaşmasında: 2
tarafın birbirine saldırıda bulunmayacağı vesaire gibi konulara yer verilmiş, 1921 deki
anlaşmanın aşağı yukarı ruhunu bize yansıtıyor. 1928 tarihli dostluk anlaşmasının beşinci
maddesinde Türkiye cumhuriyeti’nin Afganistan hükümetine eğitim ,sağlık alanlarında uzman
yardımında bulunacağı, Afgan ordusunun ve polis teşkilatının eğitilmesini yine keza aynı
şekilde ,arzu edilen hukuksal bilimsel askeri alanlardan uzmanlar temin edileceği ya da
gönderileceği ifade edilmiş. şimdi bu 1928 deki anlaşmanın da bu şekilde cereyan ettiği
burada görmekteyiz. fakat tabii Emanullah Türkiye ziyaretten sonra ülkesine dönünce
afganistan’da bir dizi siyasi istikrarsızlıkların,darbe girişimlerinin vesaire falan yönetimi ele
geçirmeler söz konusu olmuştu idi ve yine bu 2 ülke hükümet arasındaki ilişkiler 1930 un
başına kadar böyle bu çerçevede ilerlediğini burada görmekteyiz.
Dış Politika 5. Hafta 2.Ders ( almanya,ing, Fransa ilişkiler- 30dan38)

1930- 38 arasındaki türk dış politikası üzerinde duracağız yine ülkeler bazında Türkiye-
ingiltere, Türkiye- Fransa ,Türkiye- italya ,Türkiye -Almanya ,Türkiye- Amerika gibi ülkeler
göreceğiz. Türkiye Ortadoğu Afganistan ve montrö boğazlar sözleşmesi gibi Hatay meselesi
gibi konular üzerinde duracağız. 2 Dünya Savaşı arası Avrupa coğrafyasına ya da uluslararası
sisteme baktığımız zaman 2 önemli olayın belirleyici olduğunu görüyoruz, bu 2 olay aynı
zamanda dünyayı yeni bir savaşın eşiğine sürükleme konusunda da önemli rolleri olduğunu
görmekteyiz: Bunlardan birincisi almanya’daki siyasal gelişmeler hatırlayacaksınız Almanya
1918 de Osmanlı Devleti gibi itilaf devletleriyle önce ateşkes anlaşması yaparak savaştan
çekilmiş ,ardından da Paris barış konferansı’nda itilaf devletlerinin hazırladıkları versay
anlaşmasına imza atmak zorunda kalmışlardı. çok ağır bir anlaşma şimdi bu dönemde
almanya’da özellikle 1918den sonra tabi Almanya imparatorluğu çökmüş onun yerine
almanya’da bir Cumhuriyet kurulmuştur. Weimar Cumhuriyeti ve bunun demokratik bir
anayasası da bulunuyordu fakat bu anayasa kağıt üzerinde üzerinde kalacaktır. çünkü
almanya’daki sosyal ve ekonomik çatışma, özellikle yine sermayeyle işçi sınıfı, yine o
dönemde sosyalistlerin başını çektiği çeşitli grupların bir dizi eylemleri bulunuyor idi. bunun
temel nedeni alman ekonomisinin çökmüş olmasıydı enflasyonun çok yükselmiş durumda
olması idi. hatta almanya’da ekmek gibi temel tüketim maddesini satın almak için bile bir
çuval markla alışverişe gitmek gerekiyor idi. yani dolayısıyla bu çöküntü bir süre sonra alman
toplumunda, çok büyük krizlere ve kaoslara yol açtı ve bu neticede dünyanın belki de ilk
demokratik anayasalarından biri olan weimar anayasasını ne yazık ki işletilemedi. tabii bu
gibi kriz anlarında toplumsal ve ekonomik çöküntünün özellikle çok arttığı dönemlerde
otoriter ve totaliter rejimler güç vermeye başlar diğer bir deyimle faşizm ya da nazizm gibi
ideolojiler ortaya çıkıyor. şimdi almanya zaten kısa bir süre sonra savaş tazminatını dahi
ödeyemez hale gelmişti ve almanya’daki milliyetçi aşırı milliyetçi hareketleri ateşledi, işte
Hitler böyle bir siyasi ortamda uç vermiş bir kişidir. tabii 1919dan sonra alman nasyonal
sosyalist işçi partisi’nin kurulması, hitlerin bu parti içerisinde giderek hızlı bir şekilde
tırmanması dikkat çekici idi ve bir Münih birahane baskını başarısız bir darbe girişiminde
bulunulmuştur. ondan sonra hitler’in tutuklandığını ve bir ceza aldığını, cezaevindeyken
kavgam adlı kitabı yazdığını yani nazi ideolojisini içeren bu kitabı yazdığını görüyoruz.
Almanya bu dönemde bir revizyonist devletler içerisindeydi çünkü biliyorsunuz ironik bir
dönemidir ,1870-71 alman Fransız savaşında Almanlar fransızları yendi hatırlayacaksınız ve
versay sarayının aynalı salonunda Almanya Fransa’yla çok ağır bir anlaşma imzaladı yani
Fransız ulusunun gururunu onurunu inciten bir anlaşma imzaladı. Alsas- Loren fransızlardan
alındı almanlara verildi, zaten o anlaşmayla Almanya imparatorluğunu da kurulduğunu
biliyoruz. işte 40 yıl sonra Birinci Dünya savaşı’nda sonra yeniden aynı sarayda yine aynı
yerde aynı salonda bu kez almanlara diz çöktürüldü ve en ağır antlaşmalardan biri olan versay
anlaşması imzalandı. bu sefer de alman ulusunun onurunun zedelendiğini görüyoruz, tabi bu
gibi durumlarda milliyetçi akımlar yükselişe geçer dolayısıyla almanya’da 1920 lerde
başlayıp tabi otuzlu yıllarda artarak şöyle bir tavır gelişti: revizyonist devletler yani, versay
anlaşmasını çöpe atmak, versay anlaşmasının maddelerine hükümlerine uymama konusu. işte
bu dönemde uluslararası sistemde versay anlaşmasının uygulanıp uygulanmayacağı
konusunda büyük tereddütler vardı. tabii Fransa bu süreçte almanya’dan sürekli tedirginlik
duymaktaydı ve uluslararası ilişkilerde almanya’ya karşı kendi güvenliğini sağlamaya
çalıştığını burada görmekteyiz. almanya’daki nazi ideolojisini ve nazi partisinin adım adım
ocak 1933 te iktidara tırmanması ki zaten 33 seçimlerinde birinci parti olarak çıktı her ne
kadar parlamentoda çoğunluğu elde edememiş ise de, birinci parti olarak çıktı. alman
cumhurbaşkanı Hindenburg hükümeti kurma görevini hitler’e verdi ve Hitler hükümeti
provakasyon yaptıktan sonra alman Parlamentosu yakıldı ve bu suçu da komünistlerin üzerine
atıldı. halbuki koministler böyle bir eylemde bulunmamıştır ,bu sonradan da ortaya çıktı ama
toplumdaki siyasi çatışmayı yükseltmek ve o çatışma üzerinden iktidarını koruma ve
sağlamlaştırma çerçevesinde böyle bir alman eylem yapıldığını yani parlamentosunun
yakıldığını biliyoruz. sonra yetki yasası çıkartıldı ve bütün güç hitler’in yani, Başbakan
hitler’in elinde tuttuldu sonra zaten kendini führer ilan etti. Cumhurbaşkanı yetkilileriyle
başbakanın yetkilerini üzerinde topladı ve dolayısıyla o bildiğiniz totaliter rejim adım adım
kurulmuş oldu. tabii bu nazi partisinin paramiliter örgütleri kuruldu: mesela kahverengi
gömlekliler ,biliyorsunuz italya’daki faşist partinin bir paramiliter örgütü vardı buna kara
gömlekliler deniliyordu. Ona mukabil diyelim nazi partisinin de kahverengi gömleklileri vardı
ve çeşitli meslek gruplarında çalışanlar, meslek örgütleri kurup nazi partisinin bir parçası bir
aparatı olarak: mesela öğretmenler, mimarlar gibi böyle aklınıza gelebilen meslek grupları
nazi partisiyle organik ilişki içinde olup bir aparatı olan şeyler kurdular. şimdi bu bütün bu
anlatımlar bize neyi gösteriyor revizyonist politika tabii burada nazi partisi hitler önce sosyal
demokratlardan başladılar öyle söyleyeyim, ardından biliyorsunuz o çingeneler ondan sonra
komünistler ve Yahudiler tasviye edilmeye başlandı ve toplama kampları kuruldu. mesela ilk
toplama kampı Münih’teki toplama kampıdır o bir modeldir, daha sonraki yıllarda ikinci
Dünya Savaşı sırasında aşağı yukarı yirmiye aşkın toplama kampı kurulacaktır ve münih’teki
toplama kampı örnek alınarak yapılacaklardır. Hitler demokrasiyi kullanarak iktidara geldi ve
daha sonra elbette demokrasinin tüm kurum ve kuruluşlarını devre dışı bıraktı Muhaliflerini
tasfiye etti ve o bildiğiniz Hitler figürü ortaya çıktı. şimdi birinci olay bu yani 2 Dünya
Savaşı arasında özellikle Avrupa coğrafyasında dünyayı etkileyen en önemli olaylardan bir
tanesi de bu. ikinci olay ise Avrupa coğrafyasında özellikle 1929 dünya ekonomik bunalımı
bu bunalım Amerika Birleşik Devletleri gibi güçlü ülkeleri dahil etkisi altına aldı ingiltere gibi
Fransa gibi ülkeleri etkisi altına aldı, bu büyük buhran 1929 dünya ekonomik bunalımı
avrupa’da ve tabi dünyanın başka bölgelerinde otoriter rejimlerin kurulmasını tetikledi. 2
savaş arası dönemde bu durum dikkatimizi çeken en önemli hususlardan biri. 1929 ekonomik
buhran özellikle avrupa’da liberal demokrasilere olan güveni azalttı, liberal demokrasiler
büyük bir kriz yaşamaya başladı ve onun yerine tabii otoriter ,totaliter rejimlerin kurulmaya
başlandığını söyleyelim. tabii türkiye’de bütün bu rüzgarlardan etkilenen, özellikle 1930larda
bir otoriter siyasal yapının en azından bir esintinin olduğunu, tamamen otoriter olmasa da bir
yansımasının olduğunu görüyoruz. 2 Dünya Savaşı arasında uluslararası ilişkilerde 2 grup
devlet ortaya çıktı: birincisi revizyonist devletler Almanya, italya, uzak doğuda Japonya
mesela, balkanlar’da Bulgaristan gibi, bir de bunun karşısında antirevizyonist yani statükoyu
korumaya çalışan devletler ingiltere, Fransa, Türkiye gibi. 1930 lar bütün bu saydığım
açıklamaya çalıştığım olaylar çerçevesinde türk dış politikasının yakından etkilediğini,
dolayısıyla türk- ingiliz ,türk-Fransız ilişkilerini incelerken ingiltere’nin Türkiye’ye
yakınlaşması fransa’nın keza aynı şekilde Türkiye’yle daha yakın ilişkiler kurmasının sebebi
en başta izah etmeye çalıştım revizyonist devletlerin varlığıdır. Bu neticeden Türk-İngiliz
ilişkilerine gelirsek burada belirleyici olan neydi Musul meselesiydi ve Musul meselesi
türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış bir meseleydi ama 1926-27 den sonra Türkiye ile ingiltere
arasında bir temas kurulduğunu belirtelim. ingiltere’nin ortadoğu’da manda rejimleri kurması
işte Ürdün’de başta olmak üzere filistin’de,irak’ta mesela bir manda rejimi kurması nedeniyle
ve bu noktada türkiye’nin dış politikasında etkilendiğini görmekteyiz bu bir. ikincisi bu
otuzlarda tabii bu revizyonist devletlerin italya ve almanya’dan söz ediyorum Avrupa için,
gittikçe daha saldırgan hale gelmeleri örneğin italya’nın 1935 de Habeşistan’ı işgal etmesi
mesela bunlardan biridir, yine italya’nın adriyatik kıyılarına göz dikmesi bunlardan biri, 7
Nisan 1939 da mesela Arnavutluk’u işgal etmesi bunlar türkiye ve ingiltere’yi birbirine
yaklaştıran faktörlerden biri olduğunu görmekteyiz. Türk- İngiliz ilişkilerini etkileyen bir
başka husus ise birinci olarak 1930 da geçen türkiye’nin yunanistan’a yaptığı anlaşmalar ya
da sözleşmeler hatırlarsanız mübadele meselesi başta olmak üzere, Türkiye Yunanistan bu
sorunu çözmeye dönük 10 Haziran 1930 da Ankara anlaşması ya da sözleşmeleri imzalamış
idi. Türkiye ile yunanistan’ın kendi arasındaki sorunları çözmesi ingiltere tarafından dikkatle
takip edildi ve bu ingiltere tarafından memnuniyetle karşılandı bu önemli. ikincisi de yine
Türkiye ile ingiltere arasındaki ilişkileri geliştiren başka şey de şu Sovyetler birliğinin
ingiltere ve Fransa ile işbirliğine gitmesi yani o stalin’in iktidarı döneminde artık 1930 ların
başından itibaren Sovyetler , ingiltere ile başta ticaret ilişkileri olmak üzere bir yakınlaşma
içerisine girdiğini görüyoruz. şimdi 1930larda türk ingiliz ilişkileri 2 temel üzerine bina
edilmiştir: birincisi ekonomik alandaki işbirliği diğeri siyasal yakınlaşma ve ittifak ilişkisidir.
otuzlarda türk ingiliz ilişkileri dediğimizde bu 2 ana sütunun ortaya çıktığını burada
görmekteyiz. şimdi 1930larda, 23 24 ten başlayarak türkiye’nin dış ticaretinde almanya’nın
giderek ağırlık kazanması ,Almanya ve italyanın giderek ağırlık kazanması durumu bu tabii
ingiltere ve aynı zamanda Türkiye tarafından da aslında çok arzu edilen bir şey değildi.
mesela Almanya türkiye’den işte tütün, krom gibi bazı maddeler alıyor buna tarımsal
ürünlerde ilave edilebilir, buna karşılık türkiye de mamul maddeler özellikle sanayide
kullanılan katma değeri yüksek olan mamul maddeler satmaktaydı. sonuçta nasıl bir manzara
ortaya çıkmıştır Türkiye’nin dış ticaretinde: Almanya’nın payı her gün giderek artmış
olmasıdır bu bir, şimdi almanya’nın türkiye’nin dış ticaretine ağırlık kazanması rahatsızlık
yaratıyordu ve giderek orada bir denge politikası izlenmeye başlandı. 1936 yılında Karabük
de yapılması planlanan demir çelik tesislerinin yapımına alman demir çeliğine en önemli
firmalardan biri olan grup firması daha uygun bir fiyat vermesine rağmen Türkiye , bu
Karabük demir çelik fabrikasının yapımını bir ingiliz şirketine verdiğini buradan
görmekteyiz.Ikincisi Haziran 1935 Türkiye ingiltere arasında ticaret anlaşması imzalandı ve
bu ticaret anlaşmasında ,demiryollarının bakımı ve tarımsal alanların sulanması ilgili birtakım
tesislerin yapılmasında ingiliz firmalarına öncelik verildiğini görmekteyiz. 1930larda türk
ingiliz ilişkilerine baktığımız zaman bir de tabii Türkiye ingiltere’yi yakınlaştıran hususlardan
bir tanesi de, bu akdeniz’deki gelişmeler yani Akdeniz paktı dediğimiz bir gelişmeyle ortaya
çıktığını burada görmekteyiz. italya biliyorsunuz hep akdeniz’e bir ilgi duymuştur ,doğu
akdeniz’de roma imparatorluğu’nun yayıldığı alanlar itibariyle diyelim. 1935 ekim’de
italya’nın ege adalarında yani 12 adada diyelim, tahkimata girişmesi ve Habeşistan’ı işgal
etmesi Türkiye ile ingiltere’yi yakınlaştırdığını belirtelim. tabii şunu da ifade edelim Türkiye
birleşmiş milletler’in özellikle italya’nın habeşistan’a işgalinden sonra boykot çağrısında
bulunmuş yaptırım çağrısında bulunmuştu.
Türkiye buna katılmıştı italyaya karşı olan boykota katılmış olduğunu belirtelim. şimdi
mesela ingiltere olası bir italyan saldırısına yani italya’nın, Türkiye’ye , Yunanistan’a ,
fransa’ya ve yugoslavya’ya olası bir saldırısı dahilinde bu mevzular söz konusu olduğunda
yardım edeceğine dair bir açıklama yaptığını bir daha doğrusu bir garanti bir taahhütte
bulunduğunu burada görmekteyiz. Türkiye ile ingiltere arasındaki ilişkileri 1930 larda doruğa
çıkaran zirveye çıkaran gelişmelerden biri ingiliz kralı sekizinci edward’ın istanbul’da yaptığı
gezi bu gezide istanbul’a gelerek atatürk’ü ziyaret etti. bu 2 ülke arasındaki dostane ilişkiyi
bize göstermektedir. 1936 yılında ingiltere’de bir taht değişikliği oluyor ve kral altıncı
George tahta geçiyor Başbakan ismet inönü taç giyme törenine türkiye’yi temsilen katılıyor.
bunun da altını çizmek lazım öte taraftan yine 2 ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde,
montrö boğazlar konferansının da etkili olduğunu belirtelim çünkü boğazlar konferansı’nda 3
önemli tez çalışıyor : bunlardan birincisi ingiliz tezi işte boğazlardan ticaret gemilerinin
serbestçe geçişi ve yine aynı şekilde biraz sınırlı da olsa diyelim savaş gemilerinin geçişi,
ikinci tez Sovyetler Birliğinin tezi onlar da ticaret geçebilir ama savaş gemilerinde
karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin geçmemesi yönünde idi. türkiye’ye
ise ticaret gemileri geçebilir ama savaş gemileri konusunda da boğazları ve türkiye’nin
güvenliğini tehlikeye atacak şeylerin engellenmesi istendiği burada görmekteyiz. 1939-40
lara doğru gittiğimizde ilişkilerini daha çok güvenlik amaçlı olduğunu görmekteyiz, mesela
akdeniz’in güvenliğinin sağlanması amacıyla Türkiye ingiltere’nin yakınlığından bahsettim ve
1937 de akdeniz’de italyan gemileri tarafından batırılan ticaret gemileri konusunu görüşmek
üzere ingiltere ve fransa’nın girişimiyle onların önayak olmasıyla Eylül 1937 de bir
konferans düzenleniyor ve bu konferansta Türkiye ingiltere ile birlikte hareket etmiştir,yani
ingiltere’nin tezlerine yakın durduğunu görmekteyiz. Türk-ingiliz yakınlaşmasını tetikleyen
olaylardan bir tanesi de bu italya’nın akdeniz’deki saldırgan yayılmacı politikası nitekim
Hatay meselesi çözüldükten sonra ,12 Mayıs 1939 da bir türk -ingiliz deklarasyonu yayınladı
bu önemlidir. Hatay türkiye’ye katıldıktan sonra bu kez fransızlarla bir türk Fransız
deklarasyonu yayınlanacaktır işte bu 2 deklarasyon aslında özü itibariyle aşağı yukarı aynı ve
bu dekorasyonlar daha sonra bu 19 ekim 1939 da türk Fransız ingiliz üçlü ittifak anlaşmasına
dönecektir. 19 ekim 1939 tarihli bu anlaşma türkiye’nin dış politikasında bir rota
değişikliğine de yol açacağını ne yapmaktayız görmekteyiz bu da önemli bir konu diyelim.
Türk Fransız ilişkilerine gelirsek Hatay meselesinin ağırlıklı bir yer teşkil ettiğini ifade
etmiştim ardından da, 30 Mayıs 1920 tarihinde Türkiye Fransa arasında bir dostluk ve iyi
komşuluk sözleşmesinin imzalandığından bahsettim ve 1930 lu yılların ortalarına kadar bu
sözleşme doğrultusunda diyelim kısmen olumlu hava bir olumlu ilişki kurulduğunu
görmekteyiz. şimdi tabii biliyorsunuz 20 ekim 1921 de Fransa ile imzalanan Ankara
anlaşmasında sancak yani bugünkü adıyla Hatay, Suriye topraklarında kalmış idi ama misakı
milli sınırları içerisindeydi. lozan’da bir değişiklik yapılması istenmişse de yani türk
delegasyonu Sancak’ın tekrar türkiye’ye katılmasını talep etmişse de başarılı olamamıştır.
fakat Hatay tabi türkiye’nin gündeminden asla düşmeyen bir konuydu hatta ocak 1923 te
Mustafa kemal’in adana’yı ziyaretinde ,istasyonda kendisini karşılayanlar arasında siyahlar
giymiş bir kız çocuğu da bulunmakta ve kız çocuğunun işte hatay’ın kurtarılmasına yönelik
Mustafa kemal’den talebi bir yankı bulmuştu ve Mustafa Kemal orada toplanan halka hitaben
40 asırlık sancak terk edilemez demişti.yani dolayısıyla Mustafa kemal’in sancak
konusundaki hassasiyeti daha en başından itibaren canlı ve diri idi. bu dönemde fransa’nın
Suriye üzerinde manda rejimi kurmuştu ,bunu da 1920 de san remo konferansı ile sağlamıştı
ve Fransa burada tabii kendi idari hukuki sistemini ,mekanizmasını kurmaya çalışmış öte
yandan sancaktaki türk topluluğunun ise gözü kulağı ankara’da ve türkiye’deki modernleşme
hareketlerini de takip ettiğini burada belirtelim. bu sancak bölgesi tabii neticede Suriye tabii
Fransız idaresi olduğu için de türkiye’ye karşı muhalif grupların da burada toplandığını
yüzellilikler başta olmak üzere burada topladıklarını görüyoruz. Ermeni kürt muhalefetinin
de burada bulunduğunu türkiye’nin aleyhine birtakım çalışmalar yaptıklarını biliyoruz. şimdi
1930 a geldiğimizde avrupa’da şöyle bir gelişme ortaya özellikle ortadoğu’daki manda
rejiminin sona ermesiyle yani kısmi ,tedrici olarak sona ermesiyle birlikte mesela 1928 yılında
Suudi Arabistan kurulmuştur. Yine 1930 un başında ırak bağımsızlığının tanınacağına ilişkin
bir girişimde bulunulduğunu görüyoruz ve bu bağlamda fransa’nın da suriye’deki mandasını
sona erdireceğini dair bir takım işaretler verildiğini görüyoruz. bütün bu gelişmelere paralel
olarak şam’da yani suriye’de güçlü bir arap milliyetçiliği de söz konusuydu, hatta 19,yüzyılın
ikinci yarısından itibaren siyasi bir boyut kazanmış güçlü, politik arap milliyetçiliğinin
olduğunu görmekteyiz, bu dönemde artık hani fransa’nın bu suriye’den yavaş yavaş
çekileceğini, buranın bağımsızlığını tanıyacağına ilişkin Fransız basınında haberler çıkmaya
başladıkça, bu hem arap milliyetçilerini hem de hatay’da bulunan Türkleri harekete geçirmiş
idi bu önemli bir konu. şimdi burada yine Fransa 14 Mayıs 1930 tarihinde Suriye
anayasasında yaptığı bazı değişikliklerle, sancak’ın özel statüsüne yönelik bir dizi
iyileştirmeler ya da bir dizi ek maddeler koyarak sancakta yaşayan Türklerin muhalefetini
diyelim Türklerin gerilimini azaltmaya çalıştı. fakat bunun çokta başarılı olduğunu
söylememiz zor. sancak Türkleri arasında 1930un başından itibaren sancağın türkiye’ye ilhak
olması bağlanması konusunda bazı adımların atılmaya başlandığını görmekteyiz. mesela 1934
yılında Gaziantep valisi’nin sancakı ziyareti sırasında, sancaklı Türklerin valiyi türk
bayraklarıyla karşılaması töreni o şekilde gerçekleştirmesi aslında önemli bir mesaj olduğunu
görürüz. yani Sancak’ın türkiye’ye ilhakı konusunda önemli bir mesaj olduğunu görüyoruz.
Fransa hükümetinin suriye’den çekilmesi ya da suriye’nin bağımsızlığını tanımasından 1936
da gerçekleşti ve 1936 da iktidara gelen halk cephesi ve halk cephesinin sosyalist Başbakanı
leon Blum, suriye’ye bağımsızlık tanıyacağına ilişkin bir açıklamada bulundu. tabii
fransızların muhafazakarları ve askeri bürokrasi bu leon Blum kararına muhalefet
etmektedirler karşı çıkmaktadır, fakat bütün bu fransa’daki muhalefete rağmen fransa’nın
suriye’nin bağımsızlığını tanıyacağına ilişkin 9 Eylül 1936 da bir anlaşma imzalandı. bu
anlaşma aslında fransa’nın suriye’deki mandaterliğinin sona erişini bize gösteriyor eğer bu
anlaşma Fransız parlamentosundan da geçerse Suriye bağımsız bir devlet olacak idi. fakat
burada şöyle bir nokta var sancaka yönelik 9 Eylül 1936 tarihli anlaşmada sancağa dahil
herhangi bir hüküm bulunmuyor. ama Sancak’ın özel bir statüsü vardı ve nasıl çözülecek asıl
sorun bu ? bunun üzerine türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tabii birtakım açıklamalar
yapıyor ve türk hükümetinin temel tezi fransa’nın Suriye ile yaptığı anlaşmanın bir benzerini
sancakla da yapması gerektiği. şimdi tabii bu Türkiye ile fransa’yı karşı karşıya getirir, hatta
Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras 26 Eylül 1936 da milletler cemiyetinde yaptığı bir
konuşmada bu düşünceyi yani fransa’nın sancakla da aynı anlaşmayı yapmasını tekrarlıyor.
Fransa bu talebe yanaşmıyor bu talebi reddediyor ,bunun üzerine Türkiye 9 ekim 1936 da
fransa’ya verdiği notayla doğrudan doğruya sancağın bağımsızlığını istedi Fransa ise 10
Kasım 1936 da verdiği cevabi notada: Sancak’ın suriye’nin bir parçası olduğunu dolayısıyla
onunla özel ve benzer bir anlaşmanın yapılmasının söz konusu olmayacağını, böyle bir şeyin
yapılması halinde suriye’nin parçalanacağını bize söylüyor. bu tarihten itibaren artık sancak
türk dış politikasının en önemli gündem maddesi haline geliyor ve türkiye’deki dış politika
yapıcıları yani cumhurbaşkanlığı Başbakanlık, Dışişleri Bakanı başta olmak üzere üst düzey
bürokratların bütün mesaisi bu Hatay meselesinin türkiye’nin lehine ya da orada yaşayan
Türklerin lehine çözülmesi üzerine odaklandığını görüyoruz. Mustafa Kemal 1 Kasım 1936
da Türkiye Büyük Millet meclisi’nin yeni yasama yılını açış konuşmasında sancak meselesini
değiniyor ve şöyle diyor: milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele ,hakiki
sahibi öz türk olan iskenderun ,Antakya ve havalisinin geleceğidir bunun üzerine ciddiyet ve
katiyetle durmaya mecburuz. daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile
aramızda tek ve büyük meseledir bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sayanlar alakamızı
şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler. Mustafa kemal’in bu konuşmasından
da anlaşılacağı gibi türkiye’nin bu meseleyi bir ana mesele haline getirdiğini görürüz hatta
basında sıkça duymuşuzdur, Mustafa Kemal 1938 de hastalığın ilerlediği bir dönemde
hatay’daki askeri birlikleri denetlemeye gidiyor ve Hatay benim şahsi meselem diyor. Sancak
konusunda Türkiye ile Fransa arasında uzlaşma sağlanamayınca konu tabii milletler cemiyeti
zemininde ele alınmaya başlanıyor. hem Fransa hem de Türkiye konuyu milletler cemiyetine
taşıyor, milletler cemiyeti de bunun üzerine 14 aralık 1936 da İsveçli Sandler konuyla ilgili
bir rapor hazırlaması için görevlendirildi. avrupa’daki bu revizyonist devletler italya,
almanya, balkanlarda Bulgaristan işte Macaristan romanya da askeri rejimler kurulmuş,
ispanya’da bir iç savaş çıkmış. zaten böyle avrupa’da her yer ateşler içerisinde dolayısıyla bu
ortamda ingiltere Türkiye ile Fransa arasında arabuluculuk yapmasının ötesinde türkiye’nin
lehine tavır aldığını görüyoruz. çünkü ingiltere bir ,ikinci dünya savaşının çıkma ihtimalinin
güçlü olduğunu belirtiyor ve dolayısıyla bu sorunun çözülerek türkiye’nin de kendi saflarında
yer alması gerektiğini ifade ediyor. Sonuçta Fransa ile Türkiye 21 -26 ocak 1937 de Cenevre
de bir görüşme gerçekleştiriyor ve sancak’ın bağımsız bir statüsünün olmasını prensip olarak
kabul edildiğini görüyoruz. Türkiye bu Hatay meselesinde şöyle bir strateji izliyor: bir
Türkiye önce hatay’ın bağımsız bir siyasi varlık olmasını istiyor yani bağımsız bir devlet
olmasını istiyor. İki Hatay bağımsız bir siyasi varlık olduktan sonra türkiye’ye ilhakının
gerçekleştirilmesi. türk dışişlerinin muhtemelen Cumhuriyet tarihindeki en büyük
başarılarından bir tanesi, bu Hatay meselesinin savaş yapılmadan dönemin konjonktürel
gelişmelerini de dikkate alınarak türkiye’ye katılmasını sağlamış olmalarıdır. tabi burada
başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere oradaki dış politika yapıcılarının da önemli rolü
olduğunu belirtelim,buradaki en önemli şey Mustafa kemal’in bu meseleyi doğru teşhis
etmesi doğru stratejiler geliştirmesi meselesidir. Cenevre görüşmesi ardından bu milleter
cemiyetinin 14 aralık 1936 da tayin ettiği isveçli Sandler ,bölgede yaptığı uzun seyahatin ya
da uzun gözlemlerin sonucunda raporunu hazırlamış ve 27 ocak 1937 de milletler cemiyetine
sunmuştur. Sandler raporu Hatay meselesinde önemlidir bu raporun ana hatları şöyle: birincisi
sancak’ın uzmanlar komitesince ayrı bir statüsü ve anayasasının hazırlanması ve ayrı bir
siyasal varlık olarak kabul edilmesi yani bağımsızlığın tanınması, iki sancak’ın Suriye ile
mevcut ticari ilişkilerinin yoğun olması nedeniyle gümrük ve para birliğinin
sağlanması ,resmi dilin Türkçe olması ancak milletler cemiyetinin ikinci bir resmi dil için
daha sonra karar vermesi, sancak’ın güvenliğin sağlanmasıyla ilgili yeterli bir jandarma ve
polis gücünün bulundurulması bunun dışında askeri bir gücün tutulmaması askeri bir gücün
bulundurulmaması , yine türkiye ve fransa’nın aralarında yapacakları bir anlaşmayla
sancak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması ve güvence altına alınması, türkiye’nin ankara’nın
iskenderun limanından yararlanması için sancak’ın statüsüne özel bir madde özel bir hüküm
konulması gibi maddeler içermektedir. Türkiye bu raporla tabii diplomatik bir başarı elde
etmiş az önce dediğim gibi belirlenen strateji gereği Hatay bağımsız bir siyasal varlık
olmuştur. Sandler raporunda ifade edilen uzmanlar heyeti için 5 kişilik bir komite
oluşturulmuş ve bu komite de 20 Şubat 1937 de çalışmalarına başlamış. Komite sancak’ın
statüsünü ,anayasasını etnik ve dini grupların temsil ilkelerini içeren metinler hazırladı. bu
metinler 29 Mayıs 1937 de milletler cemiyeti tarafından kabul edildi,dolayısıyla sancak
hukuki olarak ayrı bir varlık olarak tanındığı bu fikir hayata geçirildi. hatay’da seçimlerin
yapılması için bir hazırlık yapıldı ve buradaki seçimleri organize etmek üzere de ingiltere
vatandaşı ya da ingiliz kökenli Tomas Reidin oluşturduğu bir komiteyle bu seçimlerin
yapılması ya da bu seçimlerle ilgili hazırlıkların yapılması başlandı. sonuçta 1 Ağustos 1938
de sancakta seçimler yapıldı ve seçimler sonucunda 40 sandalyeli sancak meclisi oluşturmuş
oldu. bu 40 sandalyenin dağılımına baktığımız zaman yirmi ikisi, türk dokuzu Alevi , beşi
Ermeni,iki rum ortodoks, 2 Sünni arap milletvekili olarak dağılım göstermişti yani çoğunluk
Türklere ait. Ardından Hatay Cumhuriyeti devleti kurulmuş ,bu Hatay Cumhuriyeti devletinin
para birimi, bayrağı vesaire hepsi oluşturulmuş ondan sonra cumhurbaşkanı seçilmişti.
cumhurbaşkanlığına Tayfur sökmen seçildi başbakanlığına da Abdurrahman melek
getirilmişti .parlamento açıldı ve bir Hatay Cumhuriyeti devleti kurulmuş oldu. Hatay meclisi
daha sonra türkiye’ye katılma kararı aldı ne zaman 23 Haziran 1939 da. Türkiye ile Fransa
arasında bir deklarasyon yayınlandı ve sorunların çözüldüğü bir dönemde arkadaşlar 23
Haziran 1939 da Hatay meclisi aldığı bir kararla türkiye’ye ilhak olduğunu türkiye’ye
katıldığını açıkladı. Türkiye Büyük Millet meclisine 7 Temmuz 1939 da hatay’ın Türkiye’ye
katılımını onayladı ve türkiye’nin bir vilayeti bir ili olduğunu açıkladı. Hatay meselesi
diplomasi yoluyla çözülmüş oldu.
Dış Politika 6. Hafta 1. Ders(İtalya,Sovyet, Yunan,ABD, almanya-30,38)

İtalya Türkiye ilişkilerine gelirsek, özellikle italya’da faşist lider Mussolini’nin iktidara gelmesinden
sonra yayılmacı bir dış politika izlediğinden bahsetmiştik ve tabii bu yayılmacı dış politikanın ana
hedeflerinden birisi de yine Türkiye idi. çünkü Mussolini hem Akdeniz, hem de balkanları hedef alan
bir dış politikanın yürütücüsü olmaya çalıştı. Türkiye ile italya arasında tabii bütün bu Mussolini
tehditlerine Mussolini’nin yayılmacı söylemine rağmen ikili ilişkiler devam etti hatta 1928 de bir
anlaşmanın imzalanmasından da söz etmiştik. 4 Kasım 1932 de Ankara’da Türkiye- italya arasında
imzalanan bir sözleşmeyle bu ilişkilerin biraz daha perçinlendiği söyleyebiliriz. Mussolini’yi 1930 lu
yılların ortalarında yeniden yayılmacı bir dil, bir üslup ,bir propaganda izlemesine katkı sağlayan bazı
gelişmeler oldu: bunlardan bir tanesi hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi idi, ispanya’da yine
franco’nun keza aynı şekilde yükselişe geçmesi ve yani Avrupa kıtasındaki demokrasilerin büyük bir
bunalım içerisine girmesi Mussolini’nin gene bir yayılmacı dil ve üslup benimsemesini yol açmıştır.
hatta Mussolini mart 1934 yılında faşist partinin kongresinde yaptığı konuşmada Italyan’ın tarihi
emellerinin asya ve Afrika’da olduğunu ifade etmiş, tabii bu söylemler Türkiye tarafından büyük bir
kaygıyla izlenmiş ve türkiye italya arasındaki ilişkiler gerilimli bir sürece girmeye başlamıştır.
Türkiye’nin bu diplomatik açıdan sert tavrı Mussolini’yi şöyle bir açıklama yapmaya yöneltti: Mussolini
bu söylemlerinde Türkiye’yi kast etmediğini ifade etti. Mussolini özellikle ingiltere ve fransa’ya karşı,
Türkiye’yi yanında görmeyi aslında eskiden beri istiyor idi. hatta 1928 deki anlaşmadan sonra acaba
italya-Yunanistan ve Türkiye arasında akdeniz’de bir ittifak olabilir mi arayışları da yapılmış, bu
düşüncede Şubat 1935 de tekrar bir ittifak önerisinin, çalışmalarının yeniden gündeme geldiğini
görmekteyiz. Türkiye, italya’nın 1935 deki ittifak önerisini, 1934 te Balkan antantını gerekçe
göstererek reddettiğini belirtelim. italya 195 den sonra 12 adayı silahlandırmaya başladı çünkü 12
adanın silahlandırılması demek, Türkiye’nin güvenliğinin tehlikeye atılması Türkiye’nin hedef alınması
demek idi. ekim 1935 te Italyan’ın Habeşistanı işgal etmesi Türkiye ile italya arasındaki ilişkileri biraz
daha gerdiğini belirtelim. bu arada tabii milletler cemiyeti italya’nın Habeşistanı işgal etmesinden
sonra İtalyaya bir yaptırım , bir boykot uyguladı ve Türkiye buna riayet etti. bu türk italyan ilişkilerinin
gerilmesine yol açan etkenlerden biri de. montrö boğazlar konferansı ve bunun ardından imzalanan
montrö boğazlar sözleşmesi oldu. lozan’da Türkiye boğazlar üzerinde istediklerini alamamış tam
hakimiyet sağlayamamıştı ve 1930 lu yılların başlarından itibaren bu boğazlar rejiminin değiştirilmesi
için uluslararası platformda bir arayış içine girmişti. ama o dönemin koşulları türkiye’nin böyle bir
değişikliğe müsait olmadığını ,Lozan boğazlar sözleşmesine imza atan devletlerin katılacağı bir
konferansın toplanmasında başarılı olamadığını görüyoruz. Türkiye 1936 yılının başlarında bu konuda
somut bir başarı elde etti ve nitekim montrö boğazlar konferansı toplandı ve italya daha başından
itibaren bunu benimsemedi, buna çeşitli itirazları vardı nitekim montrö boğazlar konferansı’na
katılmadığını görüyoruz. konferansın sonucunda 20 Temmuz 1936 da ortaya çıkan montrö boğazlar
sözleşmesini de imzalamamış bir devlet idi. bu ilişkileri bir nebze yumuşatabilmek amacıyla türk
Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras Milano’ya bir gezi tertip etti ve Milano’da kont ciano ile görüştü. bu
görüşmeden sonra 2-3 Şubat 1937 de yayınlanan bir bildiride 2 taraf arasında bir sorun bulunmadığı
ifade edildi. bu ortak bildiri 1939 da yani ikinci dünya savaşı’na giderken önemli olduğunu da
belirtelim. italya montrö boğazlar sözleşmesine imza atmamıştı ama Türkiye bu konuda italya
üzerinde bir diplomatik baskı kurmaya çalıştı. italya bu konuda ne düşünüyordu ne istiyordu: italya
Habeşistandaki haklarının kabul edilmesi tanınması ve italya’nın Afrika imparatorluğunda hukuken
tanınması neticesinde, montrö boğazlar sözleşmesi’nin italya tarafından onaylayacağını açıkladı ama
bu türkiye tarafından kabul görmedi. gelişmeler başka türlü seyretti çünkü italya boğazları en fazla
kullanan devletlerden biri idi ve nitekim bu nedenden dolayı 2 Mayıs 1938 de montrö boğazlar
sözleşmesini imzalamak zorunda kaldı . Yine de türkiye’nin tedirginliğinin geçmediğini görüyoruz
çünkü 7 Nisan 1939 da italya’nın arnavutluk’u işgal etmesi, Türkiye’yi endişelendirmiş ve Türkiye dış
politikasında ingiltere ve Fransa’ya daha fazla yakınlaşmış idi. 1930larda yani ikinci dünya savaşı’na
kadar türk italyan ilişkileri bu şekilde cereyan etti. Gelelim Türk-Sovyet ilişkilrine, 1930 lara
geldiğimizde uluslararası gelişmelerin de etkisiyle Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında daha fazla
olumlu bir ilişki kurulmaya çalışıldığını görüyoruz. mesela 1932 de türkiye’nin milletler cemiyetine
girmesi yine sovyetler’in bu konuda türkiye’yi desteklemesi. türkiye’nin milletler cemiyetine girişi
aslında Türkiye ile Sovyetler Birliği ,Türkiye ile batı arasında bir denge siyasetine işaret ettiğini
söyleyelim. şimdi 1930 ların başında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında karşılıklı yüksek düzeyde
birtakım ziyaretlerin yapıldığını görüyoruz ve bu ziyaretlerin içerisinde en fazla dikkati çeken, Eylül
1930 da türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Moskova’yı ziyaret etmesi ardından, 17 mart 1931 de
ankara’da Sovyetler Birliği Büyükelçisi Suriç ve Tevfik Rüştü arasında Karadeniz ve ona bitişik
denizlerde deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin bir protokol imzalandığını, yine burada 1925
tarihli türk Sovyet dostluk anlaşması’nın 5 yıl daha uzatılması kararlaştırıldı ve buna ilişkin bir protokol
imzalandı. Başbakan ismet inönü 25 Nisan- 10 Mayıs 1932 tarihleri arasında Sovyetler birliğine uzun
bir gezide bulundu ve bu gezide Moskova leningrad ve harkofu ziyaret ettiğini görüyoruz ve burada
işbirliğinin geliştirilmesi imkanları üzerinde duruldu. bu gezi sırasında kültürel işbirliğinin artırılması,
uluslararası alanda işbirliğinin sürdürülmesi, 2 ülke arasında ideolojik farklılığa rağmen işbirliğinin
geliştirilmesi gibi konular üzerinde duruldu. hatta ekonomik boyutu da vardı bu gezinin ,Sovyetler
birliği’nin türkiye’ye bir kredi vermesi söz konusu olmuş idi, bu kredinin miktarı da 8.000.000 $
olmakla birlikte kredi faizsiz idi ve 20 yılda geri ödemesi yapılacaktı. Türkiye bu kredinin karşılığını
tarım ürünleriyle ödeyecek idi o dönemde Türkiye geniş ölçekte tabii bir tarım ülkesi. ismet paşa’nın
ziyareti sırasında türkiye’nin devletçiliği geçişi birinci 5 yıllık sanayi planının hazırlanması, yine
Sovyetler birliği’nden türkiye’ye gelecek uzmanların yardımıyla büyük sanayi tesislerinin kurulması
mesela Nazilli basma fabrikası, Kayseri yine keza bunlara örnek olarak gösterilebilir. Türkiye bir nebze
planlı ekonomiye ya da devletçiliği geçerken Sovyetler birliği’nin bu açıdan birikiminden yararlandığını
belirtebiliriz. 2 ülke arasındaki ilişkiler tabii montrö boğazlar konferansı’nda bozulmaya başladı: şöyle
ki Montrö de 3 tez çarpıştı türk tezi ,ingiliz ve Sovyet tezi buna göre ; Sovyetler mesela kendi tezlerini
karadeniz’in mümkün mertebe bir kapalı deniz olmasını, ticaret gemilerinin geçişi serbest olmakla
birlikte karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin donanması savaş gemilerinin boğazlardan geçişine izin
verilmemesi gerektiğini belirtti. Türkiye ise ticaret gemileri serbest ama savaş gemilerinin de makul
sürelerle karadeniz’e çıkabileceği tezi vardı çünkü o dönemde uluslararası su yolları liberal bir
anlayışla yönetiliyordu. ingiliz tezi ise, daha geniş ölçekli savaş gemisinin boğazlara çıkmasını
savunuyor. dolayısıyla konferansın sonunda türkiye ile ingiliz tezinin bir karması bir Metin ortaya çıktı.
tabii Sovyetler Birliği buna bir hayli kızdığı ve bu tarihten itibaren türkiye ve Sovyetler Birliği
ilişkilerinin hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını söyleyebiliriz. Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini
gelirsek: 1928 de Türkiye ile Yunanistan arasında bir dizi görüşmeler yapılmış, bir takım sorunlar var
idi. bütün bunlara rağmen 1928 den itibaren Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözülmeye
başlandığını belirtelim. Bununla birlikte 1930 yılında Ankara anlaşması imzalanmıştı bu anlaşmanın
daha çok mübadele meselesinin çözümüyle ilgili olduğunu belirtelim. bu sözleşmenin
imzalanmasından sonra Yunan Başbakanı venizelos Türkiye’yi ziyaret etti ve 30 ekim 1930 da siyasal,
askeri ve ekonomik konuları kapsayan 3 anlaşma imzalandı. 30 ekim 1930 da Türkiye ve Yunanistan
arasında imzalanan belgelere baktığımızda: birincisi dostluk tarafsızlık uzlaşma ve hakemlik
anlaşması ,ikincisi deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin protokol, üçüncüsü de ikamet ticaret
ve seyri sefain anlaşması idi. bu 3 temel belge 1930larda Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilere
damga vurmuş idi. şimdi bu dostluk tarafsızlık ve uzlaşma anlaşmasının Maddelerine gelirsek; birinci
maddesi tarafların içlerinden birine karşı yöneltilmiş hiçbir siyasal ya da ekonomik anlaşmaya ya da
organizasyona diğer taraf katılmamayı yükümleniyor, ikinci maddesi taraflardan biri barışçıl
tutumuna karşın başka bir devlet ya da devletler tarafından saldırıya uğrarsa diğer tarafın uyuşmazlık
süresince tarafsız kalacağı hükmü getirilmiş idi, yine imzalanan diğer protokol ve anlaşmalar ile 2 ülke
arasındaki askeri ve ticari ilişkiler anlaşmazlıkların nasıl ve hangi metotla çözüleceği belirtilmiştir. Bu
anlaşmalar Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde bdeyim yerindeyse altın çağ başlatacak olan
metinlerdi ve 1950 ye kadar bunlar aşağı yukarı mevcudiyetini korudu. venizelos’un bu Türkiye
ziyaretine iadeyi ziyarette bulunmak üzere Başbakan ismet paşa ile Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras
da 5 ekim 1932 de, yani tam bir sene sonra atina’ya resmi bir ziyarette bulundu. bir yıl sonra 1932 de
venizelos başbakanlıktan ayrılmış fakat türkiye ile Yunanistan arasındaki dostane ilişkilerin devam
ettirildiğini burada belirtelim. hatta 14 Eylül 1933 de Türkiye ile Yunanistan arasında Başbakan ismet
inönü ve Yunanistan devlet adamı Çaldaris arasında ankara’da bir belge imzalandı, bu belgenin adı
Türkiye ile Yunanistan arasında samimi anlaşma belgesi ,bu anlaşma ile 2 ülke bulgaristan’a karşı
ortak sınırları karşılıklı olarak korunması ve güvence altına alınmasını temin ettiğini görmekteyiz.
bunun dışında ekonomik ve ticaret nitelikli belgelerde imzalandı mesela 22 aralık 1933 de ,10 Kasım
1934 de yine takas anlaşmaları imzalandı onu belirtelim ve hatta istanbul’da türk Yunan ticaret
bürosu kuruldu. venizelos atatürk’ü Nobel barış ödülüne aday gösterdi ve 1934 yılında türkiye ve
yunanistan’ın da yer aldığı bir Balkan paktının imzalandığını görmekteyiz. Balkan paktına gelirsek :
Pakt bölgesel güvenliği artırıcı bir düzenleme olmaktadır, şimdi milletler cemiyeti Birinci Dünya
savaşından sonra dünya barışını korumayı uluslararası sorunları savaşa başvurmadan çözümlemeyi
bir misyon haline getirmişti. Fakat 2 Dünya Savaşı arasında istenilen misyonu yerine getirememiş idi.
bir tarafıyla revizyonist devletler diğer tarafıyla da antirevizyonist devletler vardı: revizyonist
devletler arasında Almanya, italya uzak doğu’da Japonya, balkanlar’da Bulgaristan, antirevizyonist
ülkelerde Türkiye, ingiltere Fransa bir de özellikle türkiye’de Lozan statükosunu korumaya çalışan bir
devletti. italya’nın özellikle balkanlara yönelik tehditleri yayılmacı dil ve üslubu , almanya’da nazi
partisi’nin iktidara gelişi ve versayı yırtması doğuya doğru kendisine bir yaşam alanı işaret etmesi ve
yine saldırgan dil üslup takılması balkanlar’da bir ittifak arayışını gündeme getirdi. bu konuda ilk
önemli adımın 1929 da atina’da düzenlenen bir kongrede atıldığını bu kongrede eski Yunanistan
başbakanlarından Alexandros Papanastasiou bir Balkan birliği enstitüsünün kurulmasını dile
getirmiştir tabii bu teklif o dönemin konjonktürü içerisinde çok olumlu karşılanmış idi ve bunun
hayata geçirilmesi için bir dizi konferans düzenlenmesi yoluna gidildi. bu konferanslardan ilki 5 ekim
1934 tarihinde türkiye’nin de aralarında bulunduğu 6 Balkan ülkesi: yugoslavya ,Arnavutluk,
Bulgaristan Romanya ve Yunanistan in katılımıyla atina’da gerçekleştirildi. bu konferansta Balkan
devletleri arasında her yıl dışişleri bakanları düzeyinde bir toplantı yapılmasına ,savaşın yasaklanması
ve anlaşmazlıkların barışçıl yollardan çözülmesine ve karşılıklı yardımlaşmayı içeren bir Balkan
paktının hazırlanmasına, üçüncü olarak da Balkan milletleri arasında ekonomik kültürel sosyal ve
siyasal alanda bir yakınlaşmanın sağlanarak o 20.yüzyılın başında hatta 19.yüzyılın sonlarından
itibaren zaman zaman gündeme getirilen Balkan birliğinin kurulması sağlanacak idi. 5 ekim 1930 da
atina’da gerçekleştirilen bu toplantı uyarınca 4 Balkan konferansı düzenlendi: birincisi 20- 26 ekim
1931 de istanbul’da, ikincisi 23-26 ekim 1932 de üçüncü Balkan konferansı olarak geçiyor bükreş’te
toplandı, 5- 11 Kasım selanik’te toplandı ve dolayısıyla bütün bu konferansların neticesinde Balkan
devletleri arasında bir ittifak kurulması sürecine girildi. fakat Arnavutluk italya’dan çekindiği için bu
ittifakın içine girmedi, bulgaristan’da revizyonist devletler grubunda olduğu için girmedi, özellikle
bulgaristan’ın yunanistan’a yönelik olarak batı Trakya konusu vardı çünkü batı Trakya Balkan
savaşlarından sonra bulgaristan’ın eline geçmişti. Birinci Dünya savaşı’nda da Bulgaristan tıpkı
Osmanlı Devleti gibi ağır bir şekilde yenilince kendisiyle yapılan anlaşma uyarınca batı Trakya ve
bulgaristan’dan alındı yunanistan’a verildi. böyle olunca geriye hangi devletler kaldı
yugoslavya ,Romanya, Yunanistan ve Türkiye sonuçta bu 4 devletin dışişleri bakanları Şubat 1934 de
bir araya gelerek bu Balkan paktı anlaşmasını imzaladıklarını görüyoruz.bu Devletlerin birbirleriyle
olan sınırlarının değiştirilemeyeceği, sorunların barışçıl yollardan çözülmesi, bir ülke saldırıya uğrarsa
öbür ülkelerin tarafsız kalacağı ya da destekte bulunacağı gibi hususlar var idi. işte 9 Şubat 1934
tarihli bu Balkan antantından hemen sonra yine dışişleri bakanları bir araya gelerek Kasım 1934 de
Balkan paktı örgütü statüsü diye bir belge imzalamışlardır. böylece pakta üye devletlerin karar alma
süreçlerinin detaylandırılmasına karar verildi ve bu bir süre böyle devam etti. fakat ikinci dünya
savaşı’nın patlak vermesiyle bu balkan paktı işlevsiz kaldı ve daha sonra ortadan kaldırıldı. Türkiye
ABD ilişkilerine geçelim, Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye-ABD ilişkileri daha çok ticaret ve ekonomi
alanında geliştiğini görüyoruz, mesela ABD nin bu dönemde türkiye’de gerçekleştirdiği yatırımların
tutarı tabi o zamanın parasıyla 15.000.000 $ civarında ,1929 yılı Türkiye ABD ilişkileri için önemli bir
dönüm noktasıdır. çünkü türkiye’nin 1929 da Sovyetler Birliği ile 1925 tarihli dostluk tarafsızlık
antlaşması’nın süresini uzatan bir protokole imza attı bu tabii ABD yi rahatsız eden bir durumdu,
türkiye’nin dış politikasının sanki sovyetlerin gölgesi altına girdiği söz konusuydu. dolayısıyla 1930lu
yılların başında türk-ABD ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izledi ve zaman zaman da çeşitli sorunlarla
karşılaşıldı. mesela 1930 lu yılların başında türkiye ile ABD arasında karşılaşılan en önemli
sorunlardan bir tanesi türkiye’deki Afyon ekimi ya da Afyon kaçakçılığı idi, Amerika Birleşik Devletleri
türkiye’yi kaçakçılığa karşı gerekli önlemleri almamakla hatta Afyon üretiminin en büyük
merkezlerinden biri olmakla suçladığını görüyoruz. fakat burada ABD büyükelçisi Joseph Grew un
çabalarıyla türkiye ile ABD arasında bir dostluk ilişkisinin de geliştirilmeye çalışıldığını belirtelim.
türkiye’de buna mukabil Afyon işleme fabrikalarını kapatarak bu sorunun çözülmesine doğrudan bir
etki yaptı bu tarihten sonra türkiye’ye ABD arasında üst düzey ziyaretler diplomatik ve ticari nitelikli
ziyaretler yapıldığını görüyoruz. mesela Kasım 1930 da ABD Ticaret Bakanı Julius Kelin türkiye’ye
gelmiş ve burada bir takım incelemelerde bulunmuş, yine bir yıl sonra 23 ekim 1931 de Şükrü
Saraçoğlu Amerika Birleşik devletleri’ne bir gezide bulunmuş ticaret olanaklarını geliştirmek, hem de
diplomatik ilişkileri biraz daha sıkılaştırmak amacıyla ve New York’ta bir takım temaslarda
bulunduğunu biliyoruz. tabii o tarihte türkiye’yi ziyaret eden en üst Amerikalı yetkili Genelkurmay
Başkanı general mac arthur idi ve bu da 25 Eylül 1932 de türkiye’yi ziyaret etmiş, Mustafa kemal’le
görüşmüş ve Mustafa Kemal Arthura hitaben yine Türk Amerikan dostluğunu öven bir konuşma
yaptığını burada görüyoruz. 1933 de Franklin Rooseveltin ABD de başkan olması yine türkiye ve ABD
arasındaki ilişkileri olumlu etkilediğini burada rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye Almanya ilişkilerine
gelirsek 1924 de bir Türkiye ile Almanya arasında bir anlaşma imzalandığını ve bu anlaşmayla
Cumhuriyet döneminde türk alman ilişkilerine belli bir çerçeve çizildiğinden bahsettik. türkiye’nin dış
ticaretinde almanya’nın bir hayli ağırlıklı olduğu, payı olduğunu belirtiyoruz. 1930larda türk alman
ilişkilerinin, nazilerin iktidara gelişinden sonra damga vurduğunu ,yani şu anlamda damga
vurulduğunu Türkiye bir taraftan almanya’nın saldırgan politikasını kaygıyla izlemekle birlikte, bir
taraftan da yine rasyonel bir politika izlemeye çalıştığını görüyoruz ama şunu da parantez içerisinde
belirteyim 1930 lu yılların ortalarından itibaren türkiye’de panturanist akımların yavaş yavaş ortaya
çıkmaya başladığını görüyoruz, nazi yanlısı birtakım grupların da burada yine isimlerinin geçtiğini
biliyoruz. hatta Türkiye ile Almanya arasındaki parlamento gruplarının yine ziyaretleri olduğunu
görüyoruz şimdi bütün bu atmosfer içerisinde Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aras roma’da alman
Büyükelçisi ile görüşmüş ve bu görüşmede türkiye’nin almanya’daki yeni rejime karşı anlayışlı bir dış
politika geliştirmek istediğini belirtmiş idi. buna mukabil hitlerde Temmuz 1933 de berlin’de türk
parlamento heyetini kabul etmiş ,hatta Türkiye hitler’in doğum günü için işte yine bir heyet
gönderdiğini görüyoruz ama bütün bunlara rağmen Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler istenilen
düzeye getiremedi.çünkü türkiye’nin Almanya’nın saldırgan politikasını kaygıyla izlediğini burada
görmekteyiz . Türkiye 1930lu yılların ortalarında dış politikada bir denge siyaseti yavaş yavaş izlemeye
başlıyor bir yönüyle Sovyetler Birliği, bir yönüyle ingiltere, Fransa açısından söyleyebiliriz. Türkiye ile
almanya arasında siyasal anlamda, hatta dış politika anlamında bir uzlaşma sağlanamamış olsa da
ekonomik işbirliğinin devam ettiğini görüyoruz. 1936 yılında almanya’nın türkiye’den ithalatı, genel
ithalat içerisinde %51 yani yarıdan daha fazla bir paya sahibi idi, ihracat ise %45 lere çıktığını
görüyoruz. bunun dışında tabii Almanya ekim 1938 de Türkiye ile 150.000.000 mark lık bir kredi
anlaşması imzaladığını görüyoruz hatta türkiye’ye verilmek üzere bir denizaltı inşasına da girdiklerini
görüyoruz.

Dış Politika 6. Hafta 2.Ders (İran,Afgan,sadabat paktı, Montrö)

1933 yılından sonra almanya’da nazizmin iktidara gelişi, italya’da faşist partinin iktidarını
güçlendirmesi ve Bulgaristan gibi revizyonist devletlerin saldırgan söylemleri türkiye’nin balkanlarda
bir ittifak kurmasına yol açtığını söyledik. aynı şekilde bu Ortadoğu içinde yani türkiye’nin doğusunda
da söz konusu oldu ve buradan hareketle : Türkiye doğuda sınırdaş olduğu ülkeler örneğin iran’la,
Irak’la birtakım ilişkiler geliştirmeye çalıştığını görüyoruz. ilk olarak türk-iran ilişkileri üzerinde
duralım iran ilişkiler 1932e kadar inişli çıkışlı bir seyir izledi ve özellikle sınır boyundaki göçebe
aşiretlerin bazı faaliyetleri, asayişi bozucu nitelikleri zaman zaman 2 ülke arasında bir soruna bir
gergin ilişkiye yol açtığını görmekteyiz. sonuçta 1926 yılında 2 ülke arasında imzalanan anlaşmayla bu
sorunların bir kısmının bertaraf edilmeye çalışıldığını görüyoruz fakat anlaşmaya rağmen bu
sorunların bir kısmının devam ettiğini söyleyebiliriz. 1926-30 yılları arasında Türkiye- iran sınırında
bazı başka olaylar da meydana geldi: mesela birinci ağrı, ikinci ağrı isyanları gibi bu birinci, ikinci ağrı
isyanlarında türk ordusuyla çatışan, türk milliyetçilerinin bir kısmının irana kaçması ve bu hadiselerin
gerilime yol açtığını görüyoruz. Radikalliği, şahinliği ile tanınan Hüsrev gerede’nin Tahran
Büyükelçiliğine atanması, bu tür sorunların çözülmesi konusunda diplomatik arayışları hızlandırdığı
hatta kolaylaştırıcı bir rol oynadığı görülmektedir. Hüsrev Gerede Tahran nezdinde türkiye’nin kararlı
ve sert tutumunu göstermeye çalıştığı, bu görüşmeler neticesinde 23 ocak 1932 de türk Dışişleri
Bakanı Tevfik rüştü aras’ın tahran’a bir ziyarette bulunmasıyla bu sorunların yine masaya yatırıldığını
ve sorunların siyasi ,hukuki çözüm yollarının bulunması için bir arayışa girildiğini görmekteyiz. şimdi
neticede, Osmanlı döneminde de türkiye- iran arasında zaman zaman sınır anlaşmaları imzalanmıştır:
mesela 1913 te , 1829-30 da olduğu gibi, bu süreçte de bir sınır anlaşmasının imzalanması söz konusu
oldu. bu sınır anlaşması ile Ağrı Dağı tümüyle küçük ağrı dağı da dahil olmak üzere, türk tarafında
kalmış ve Van’ın kotur bölgesinden verimli bir miktar toprağın da iran’a bırakıldığını görüyoruz yani
burada sınır boyunda güvenliği sağlamayı kolaylaştırıcı ufak tefek sınır değişikliklerinin yapıldığını
görüyoruz. Türkiye kendisine ait bir bölüm toprağa irana, Iran’da kendisine ait yine bir bölüm
toprağa Türkiye’ye vermek şartıyla bunun sağlandığını görmekteyiz. 1932 yılının Kasım ayında Türkiye
iran dostluk anlaşması ve yine Türkiye ile iran arasında güvenlik tarafsızlık ve ekonomik işbirliği
anlaşması adı verilen birtakım belgelere imza atıldığını görüyoruz. demek ki 1932 yılı 2 ülke arasında
öteden beri büyük tartışmalara yol açan sınır güvenliği meselesini büyük oranda çözdüğünü
söyleyebiliriz. bu tarihten itibaren Türkiye ile iran arasında dış ilişkilerde tırnak içinde ifade edecek
olursak balayı dönemi dediğimiz, bir dönem başladığını görüyoruz çünkü daha sonra iran şahı rıza
pehlevi’nin Türkiye’nin modernleşmesini model alması ve bunları kendi ülkesinde uygulamaya
çalıştığına şahit olacağız. Türkiye ile iran arasında böyle bir ilişki kurulduktan sonra iran şahının
yaklaşık 2 ay süren bir Türkiye ziyareti gerçekleşmiştir, rıza şah işte Erzurum tarafından türkiye’ye
girmiş ,oradan Trabzon limanına ve oradan Yavuz zırhlısı ki Türkiye’nin bu ziyarete verdiği önemin bir
simgesiydi, oradan da istanbul’a gelmiş ve Türkiye’de yaklaşık 2 ay kalmıştır. Burada kaldığı müddette
türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde Balıkesir’den, Afyon’a, Eskişehir’e kadar bazı vilayetleri gezdiğini
görüyoruz. burada özellikle Türkiye bu kısa süre içerisinde yani, cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden
yaklaşık 10 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye’nin nasıl büyük bir kalkınma içerisinde olduğunu şaha
gösterme fırsatı elde etmiştir. ardından tabii iran şahının onuruna Özsoy operası bestelenmişti
Türkiye’nin ilk opera eseri bu ürünüdür ve Özsoy operası biraz da türk tarih tezi kokan yani Türklerin
medeniyete yaptığı katkılar ,medeniyetin orta asya’dan doğduğu gibi, türk tarih tezi kokan bir
eserdir. bu iran şahı onuruna bestelenmiş ve gösterisi yapılmıştır ve tabii buradan eskişehir’de hava
gösterileri yapılmış yani dediğimiz gibi türkiye’nin kalmışlığı burada gösteriliyor. bu ziyaret 1934
yılında gerçekleştirildi ve rıza şah da ülkesine döndükten sonra bunları kendi ülkesinde
gerçekleştirmeye çalışmıştır. iran’la 1930larda böyle bir ilişkimiz var hatta yeri gelmişken söyleyeyim
ileride söyleyecektik ama Atatürk 10 Kasım 1938 de öldüğünde iran sarayında bir ay yas ilan edilmiştir
yani böylesine yakın dostluk ilişkileri söz konusu oldu. Gelelim Türk-Afgan ilişkilerine, Afgan kralı
Amanullah hanın 1928 de türkiye’yi ziyaret etti ve bu ziyaretin ardından bir anlaşma imzalandı ama
kral ülkesine döndükten sonra bir siyasi istikrarsızlıkla karşılaşmıştı, fakat birkaç yıl sonra bu siyasi
istikrar tekrar kazanılınca, zahir şah döneminde türkiye ve Afganistan arasındaki ilişkiler yeniden
rotasına otutturulmuş ,istikrar sağlanmıştı .hatta daha önce sınır dışı edilmiş olan türk personeli:
öğretmen, hemşire, türk subayı Afgan ordusunu eğitmek, Afganistan’da bir polis, jandarma teşkilatı
kurmak için gönderilmiş olan türk uzman heyeti ilişkiler gerginleşince sınır dışı edilmiş ama bu
dönemde tekrar türkiye’den talep edilmiştir. burada 1930 da Kabil Büyükelçiliğine Memduh Şevket
esendal atanmış ve bu dönemde 2 ülke arasındaki ilişkilerin hızlı bir şekilde ilerlediğini görüyoruz.
Afganistan’da yine Türkiye’deki modernleşmeyi örnek almış bunları kendi ülkelerinde uygulamaya
çalışmışlar idi. sadabat paktı biraz sonra üzerinde dururuz ama yeri gelmişken söyleyelim bu sadabat
paktı’nın oluşturulması sürecinde, afganistan ve iran arasındaki sınır anlaşmazlıklarının çözülmesi için
Türkiye’nin hakem olması istenmiş ve bu çerçevede Fahrettin Altay paşa başkanlığında bir heyet
bölgeye gitmiş. Türkiye’nin 2 ülke arasındaki sınır sorunlarının çözülmesine hakemlik ettiğini ve bunu
1934 yılında çözüldüğünü de belirtmiş olalım ve tabii 1937 yılındaki sadabat paktına Afganistan’ın
kurucu üye olarak katıldığını söylemiş olalım. Sadabat Paktı konusuna gelelim italya’nın özellikle
akdeniz’e yönelik hatta almanya’nın balkanlarda doğu avrupa’ya yönelik saldırgan söylemleri
türkiye’yi batıda olduğu gibi doğuda da bir güvenlik arayışına yöneltti ve doğuda da bir taktik
kurulması çalışmalarını hızlandırdı. sadakat paktı iran, irak ve afganistan’ın yer aldığı ve türkiye’nin
özellikle inşa edilmesinde büyük rol oynadığı bir oluşumdur öyle söyleyeyim, aslında pakt kuruluş
amacı itibariyle bir saldırmazlık ve dostluk anlaşması havasında görünümündeydi. paktın
oluşturulmasında 3 önemli neden var olmaktaydı: Birincisi italya’nın yayılmacı siyaseti, ikincisi pakta
taraf olan ülkeler arasında sınır sorunlarının kalıcı bir şekilde çözülmesi ve sonucu olarak da pakta yer
alacak ülkelerin bağımsızlık ve egemenliklerinin teyit edilmesi. pakta taraf olan devletlerin
birbirleriyle sınır sorunları olduğunu ifade ettik, mesela iranla Afganistan, irak ile iran arasında sınır
sorunları vardı. yine 3 ülke arasında etnik ve dini farklılıklardan kaynaklı yine çeşitli sorunların olduğu,
dini azınlıkları kapsayan birtakım yine problemlerin olduğunu görüyoruz. dolayısıyla Türkiye öncü bir
rol oynayarak bu paktın kuruluşuna büyük çaba gösterdiğini görüyoruz. Afganistan aslında islam
dünyasının 1919 da kazanmış bir devletiydi ,ardından 1930 da irak ingiltere ile bir anlaşma yaparak
manda yönetimi sona erdi ve bağımsızlığını elde etti ve 1930 tarihli anlaşmaya göre bu bağımsızlık
anlaşması 1932 de yürürlüğe girecekti bunlar tabii önemli gelişmelerdi ve dolayısıyla hem Afganistan
hem de irak bu bağımsızlıklarını ve egemenliklerini teyit etmek istediklerini burada görüyoruz. 1931
yılında irak kralı Faysal ve Başbakan nuri sait paşa’nın Ankara ziyareti söz konusu oldu bu Ankara
ziyaretinin 2 ülke arasındaki sorunların çözülmesinde önemli bir işlev olduğunu biliyoruz peki neden?
Birinci Dünya Savaşı sırasında kral Faysal Osmanlı ordusuna karşı ingilizlerle birlikte savaşmış bir
kişiydi ve ardından savaş sona erdikten sonra bu Faysal ailesinin bir bölümü irak’ta, bir bölümü de
ürdün’de ya da suriye’de olmaktaydı ki bu Ankara ziyareti bu gibi başlıca sorunların çözülmesine ön
ayak olmuştur. irak ayrıca 1933 yılında türkiye’den iran ile yaşadığı sorunlarda aracı olmasını, irak-iran
ve Türkiye üçgeninde bir saldırmazlık anlaşmasının imzalanması önerisinde bulundu. Türkiye bu
teklife sıcak yaklaştı ama söz konusu saldırmazlık anlaşmasında ingiltere ve Sovyetler birliği’nin de
bulunması gerektiğini ifade etti ve böylece Türkiye dış politikada da bu anlamda Sovyetler Birliği
faktörünü de gözlemleme imkanı bulduğunu buradan görmekteyiz. Türkiye tabii Sovyetler birliğine
önem verdiği için Sovyetler birliğinin ve görüşü olmadan böyle bir anlaşmaya katılmayacağını söyledi.
çünkü Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 1929 yılında yapılan bir protokol vardı: 1925 tarihli dostluk
saldırmazlık anlaşması uzatan bir protokol, o protokole göre Türkiye bu tür ittifakların oluşumunda
sovyetlerin onayını alması gerekiyordu en azından onun bilgisi dahilinde olması gerekiyordu. Pakt
teklifi hem ingiltere’ye hem de Sovyetler birliği’ne sunuldu fakat ingiltere bu bir yandan Briand-
Kellog Paktı ve milletler cemiyeti güvenceleri nedeniyle böyle bir bölgesel pakta girmemeyi prensip
olarak kabul ettiğini açıklamıştı, ingiltere’ye teklif edilmesinin ardından ve ingiltere tarafından bu
teklifin reddedilmesinden sonra iran- irak ve Türkiye Sovyetler birliği’nin tek başına bu pakta yer
almasını çok da uygun bulmadılar ve sovyetlere yaptıkları öneriyi geri çektiler. ingiltere ve Sovyetler
Birliği faktörünün devre dışı kalmasından sonra Türkiye iran ve irak arasında bir bölgesel paktının
kurulması için 2 ekim 1935 tarihinde Cenevre de bu 3 devlet arasında bir anlaşma parafe edildi ve
biraz sonra Afganistan davet edildi, Afganistan’da anlaşmayı parafe eden dördüncü ülke olmuştur.
sonuçta adım adım iran ,Afganistan, irak arasındaki bölgesel sorunların çözülmesinden, sınır
sorunlarının çözülmesinden sonra 8 Temmuz 1937 de ülkeler bir araya geldi, tahran’daki sadabat
paktında parafe edilen metinler imzalandı yani bu bildiğimiz sadabat paktı imzalanmış oldu. 25
Haziran 1938 de pakt onay işlemlerinin ardından yürürlüğe sokuldu şimdi bu sadabat paktı aslında bir
tarafsızlık, saldırmazlık anlaşması niteliğini taşıyor birkaç önemli de maddesini de söylemiş olalım:
birinci maddesinde imzacı devletler ,yani taraf devletler birbirlerine içişlerine karışmaktan kesinlikle
kaçınma politikası izleyeceklerdi, üçüncü maddesine yine taraflar ortak çıkarlarını ilgilendiren
uluslararası nitelikteki her türlü uyuşmazlıklarda birbirlerine danışarak bunları çözme yoluna
gideceklerdi, dördüncü maddede bağıtlı taraflardan her biri içlerinden herhangi birine karşı hiçbir
eylemde yani saldırgan bir eylemde bulunmamayı yükümlendiklerini açıklamışlardı, altıncı maddede
ise taraflardan biri antlaşmaya taraf olmayan üçüncü bir devlete karşı saldırıya geçerse, taraflardan
birinin, bir ön bildirimde bu‐ lunmaksızın antlaşmaya son verebileceği kabul edilmiştir. demek ki bu
sadabat paktı doğuda ürkiye’yi bir güvenlik çemberi içine aldığını yani iran ve irakla doğudaki
komşularıyla bir dostluk ve saldırmazlık anlayışı içine girdiklerini görüyoruz. tıpkı batıda işte Türkiye,
Yunanistan, Romanya, yugoslavya’nın katıldığı Balkan paktı gibi. tabii bu pakta kısa bir süre sonra
ikinci dünya savaşının çıkması üzerine, ikinci dünya savaşı sırasında iran topraklarının ingiltere ile ya
da müttefiklerle, Sovyetler Birliği arasında yapılan bir anlaşmayla işgal edilmesi nedeniyle
yürürlülükten kalktı, geçerliliğini kaybetti. çünkü şöyle bir hadise cereyan etti: ikinci Dünya Savaşı
sırasında müttefik devletler Sovyetler birliğine yardım götürülmesi için iranı anlaşmalı bir şekilde işgal
etmiş, güneyini ingiltere kuzeyinde de Sovyetler Birliği işgal etmişti. amaç sovyetlere müttefiklerin
yardım götürmesi, çünkü öbür tarafta boğazlarda Türkiye tarafsızlığını ısrarlı bir şekilde koruduğu için
kullanılamazdı hatta bu yüzden stalin Türkiye’ye çok büyük öfke duyacaktır. bu nedenle sadabat
paktı işlevini yitirdi, şimdi şöyle bir ek bilgi ikinci Dünya Savaşı bittikten sonra mesela ingiltere,
iran’dan çekildi ama buna karşın Sovyetler Birliği iran’dan çekilmemek için epey direndi öyle
söyleyeyim. şimdi Lozan barış antlaşmasına ekli boğazlar sözleşmesi yaklaşık 13 yıl yürürlükte kaldı.
Lozan antlaşmasına ekli boğazlar sözleşmesine baktığımızda, türkiye’nin egemenlik haklarını kısıtlayan
kimi hükümlere sahip olduğunu da belirtelim, bu nedenle Türkiye 1930lu yılların başından itibaren
boğazlar rejiminin değiştirilmesi gerektiğini her fırsatta her uluslararası platformda gündeme
getirmeye başladı. nitekim ikinci bir Dünya Savaşı riskinin artmaya başladığı dönemde boğazların bu
rejiminin türkiye’nin aleyhine bir durum yarattığının biliyoruz ki hatta Türkiyenin durumuna karşılık
milletler cemiyeti’nin bir yaptırımı da söz konusu değildi peki bu iki dünya savaşı arasında milletler
cemiyeti neden başarısız oldu? öncelikle milletler cemiyeti misakına baktığımız zaman, yani kuruluş
belgesine baktığımız zaman: birincisi milletler cemiyetinin 2 büyük organı var; milletler cemiyeti
meclisi ve üye devletlerin temsilcileri var bir de onun içerisinde bir konseyi var. Misakta milletler
cemiyeti kararlarını uygulamayan ya da uymayan devletlere karşı bir yaptırım yok , mesela onları
caydıracak bir ordusu hani daha çok pasif işlevler boykot vb. gibi kararlarla ancak ortamı toparlamaya
çalışıyor yani bir silahlı gücü yok bir ordusu yok. İkincisi büyük devletlerin olmayışı, Amerika Birleşik
Devletleri milletler cemiyetine üye değildi, çünkü Amerika Birleşik Devletleri Senatosu Paris barış
konferansındaki o anlaşmaları ve tabii ki milletler cemiyeti misakını onaylamamıştı üye değildi.
halbuki bunun kuruluşuna öncülük eden ABD idi. mesela Sovyetler Birliği de üye değildi öyle
söyleyelim. Döneminin bu iki güölü devleti üyü değil, ingiltere ve Fransa üye ama Fransa mesela daha
çok kendisini almanya’ya göre konumlandırılmış. üçüncüsü de Japonya mesela milletler cemiyetine
üyeydi ama milletler cemiyeti’nden ayrıldığını ifade etti ve hani amiyane tabir ile milletler cemiyetini
çok takmadığını, onun kararlarına uymayacağını ifade etmiş idi. dolayısıyla bu saydığımız 3-4 husus
milletler cemiyetinin iki Dünya Savaşı arasında başarılı olmasının nedenlerinden olduğunu
söyleyebiliriz. Bu soru nereden çıkmıştı Türkiye milletler cemiyeti gibi boğazların güvenliğini
sağlayacak kuruluşlara, örgütlere güvenmiyordu öyle söyleyelim ve Türkiye 1933 yılından itibaren bir
takım diplomatik girişimlerde bulundu. 1933 yılında düzenlenen silahsızlanma konferansına
boğazların rejiminin değiştirilmesini ve türkiye’nin güvenliğinin sağlanması gerektiğini söyledi, mesela
yine bu silahsızlanma konferansı’nda boğazların her 2 yakasında ve marmara’daki adaların
silahsızlandırılmasını öngören Lozan boğazlar sözleşmesindeki hükümlerin kaldırılmasını talep etti
fakat büyük devletler bu isteklere çok da ilgi duymadı. Türkiye temel politika olarak Lozan boğazlar
sözleşmesi’nde kendisine getiren kısıtlamalardan kurtulmayı ,dış politikasının ana gündem
maddelerinden biri haline getirdi. Nisan 1935te Dışişleri Bakanı Tevfik rüştü aracıyla milletler cemiyeti
konseyinde bunu dile getirmeye başladı fakat burada da bir sonuç alamadı. italya’nın yine
Habeşistanı işgali nedeniyle, Kasım 1935de milletler cemiyeti’nde yapılan toplantılarda Türkiye yine
bu boğazlar rejiminin değiştirilmesi gerektiğine ilişkin taleplerini iletti. son olarak Türkiye bütün bu
uzun diplomatik girişimlerinden sonra 10 Nisan 1936 da Lozan boğazlar sözleşmesi’ne taraf olan bu
belgenin altında imzası olan devletlere birer nota gönderdi ve bu notasında boğazlar konusunda
dünyadaki son gelişmelerin ışığında yeniden bir boğazlar rejiminin belirlenmesi gerektiğini söyledi.
Türkiye bu notasını ve bu talebini “Rebus sic stantibus” latincesi, bugünki Türkçeyle “ koşullar
değiştiği takdirde” anlamına gelen bir terim ile açıklamaya çalıştı. Türkiye bu Lozan boğazlar
sözleşmesi’ne taraf olan devletlere gönderdiği notada: bir Lozan boğazlar sözleşmesi yürürlüğe
girmesinden sonra karadeniz’de ve akdeniz’de bir kararsızlık durumu ortaya çıkmıştır, deniz
konferansları dünyada silahlanmaya doğru bir eğilimin arttığını göstermiştir, mesela yine tersanelerde
şimdiye kadar görülmemiş büyük ölçekte gemilerin inşa edildiğini ve bunların yarın öbür gün denize
indirilebileceğini ,yine hava sahasında baş döndürücü gelişmelerin olduğunu, kıtalar ve adalarda her
geçen gün silahlanmanın arttığını söyleyelim Türkiye verdiği notada kısaca bunlar üzerinden durdu.
Dolayısıyla türkiye notasında uluslararası barışı koruyacak kolektif güvenlik sistemi bugün işlemez
duruma gelmiştir, ki burada kastedilen kolektif güvenlik sistemi milletler cemiyeti olmaktadır, Lozan
boğazlar sözleşmesi halihazırda barış ve savaş durumunda gerçekleşecek uygulamaları bize gösteriyor
fakat pek yakın bir savaş tehlikesi durumunun berrak bir neticede olmadığını bunun havada kaldığını
söylüyor. Türkiye notasında bunlara yer vermiş ve sonuçta montrö boğazlar sözleşmesi için bir
konferans toplanmıştır. montrö boğazlar konferansına italya hariç taraf devletler 22 Haziran 1936 da
bir araya geldi türkiye’yi tevik rüştü aras başkanlığında bir heyet temsil etti ve tevik Rüştü aras
konferansa türkiye’nin tezlerini içeren 13. maddelik bir bildiride bulundu, buna bir tasarı da
diyebiliriz.bu tasarıda ticaret gemilerinin boğazlardan geçişi lozan barış sözleşmesinde yer alan
kurallara benzer olmaktadır yani serbestçe geçiş yapabilirler, savaş gemileri konusunda ise lozan’dan
farklı olarak karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlere yönelik birtakım kısıtlamalar getiriliyor bu
kısıtlama ise mümkün mertebe karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin çıkmaması
yönünde idi. karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin ise savaş gemilerinin toplam tonajı ve denizde
kalış sürelerinde bir sınırlandırma getirilmiş idi. Diğer bir husus türkiye’ye pek yakın bir savaş tehdidi
durumunda savaş gemileri üzerinde tam kontrol hakkı verilmesi. tasarıda yer almayan ama
türkiye’nin daha sonra konferansta sunduğu bir konu Daha vardı o da boğazlar komisyonunun
kaldırılması ve bölgenin silahlandırılması konusuydu. Sovyetler Birliği burada çok etkili olmaktaydı,
Sovyetler Birliği hem boğazlar bölgesinin yeniden silahlandırılması hem de savaş gemilerinin geçişinin
sınırlandırılması konularında türkiye’nin önerisine yakın bir durumda idi. Sovyetler birliği’nin
türkiye’den ayrı düştüğü nokta Türkiye’nin karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin geçişiyle ilgili makul
diyebileceğimiz savaş gemilerinin boğazlardan geçişine imkan tanıması, halbuki Sovyetler Birliği
karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere bunun uygulanmamasının ve kendisi için de sınırsız bir geçiş
hakkı verilmesini istiyordu bu sovyetlerin türkiye ile ayrı düştüğünü bir noktaydı. İngiltere’ye gelir
isek onun da tezi şuydu: ticaret gemilerinin geçişi konusunda türkiye’yle benzer tutumu vardı ama o
da savaş gemilerinin boğazlardan mümkün mertebe daha fazla geçişi yönünde bir irade beyan
etmişti. sonuçta bu 22 Haziran 1936 da başlayan konferans 20 temmuz’da montrö boğazlar
sözleşmesinin imzalanmasıyla sonra erdi. montrö boğazlar sözleşmesine imza atan devletler, Lozan
boğazlar sözleşmesine imza atan devletler olmaktaydı italyan imza atmadı çünkü konferansa
katılmadı ki italya ancak 1938 de montrö boğazlar sözleşmesi’ne imza atmış idi. Bu Montrö boğazlar
sözleşmesi 29 madde ve buna 4 ek ve bir protokolden meydana gelmekteydi: montrö boğazlar
sözleşmesi ticaret gemilerinin, savaş gemilerinin ve hava araçlarının boğazlardan geçişi şartlarını ayrı
ayrı düzenliyor olmaktaydı, mesela sözleşmeye göre ticaret ve savaş gemilerine boğazlardan geçişte
uygulanacak kurallar zamana ve duruma göre değişiyor ki bu zaman ve durum barış ve savaş ,
türkiye’nin talep ettiği pek yakın bir savaş tehlikesi durumuna göre değişiklik gösteriyor olmaktaydı.
montrö boğazlar sözleşmesi’ne genel olarak bir göz attığımızda ise: boğazlardan denizden geçiş, gidiş-
geliş özgürlüğü ilkesinin ki, ticaret gemileri için aslında liberal bir geçiş, gidiş -geliş ilkesi
benimsenmiştir. Ticaret gemileri için boğazlardan serbest geçiş ilkesinin kabul edildiğini görmekteyiz,
ticaret gemilerinin geçişi için barış zamanında gündüz ve gece bayrak ve yük ne olursa olsun geçebilir
denilmiştir bununla birlikte hükümleri saklı kalmak üzere hiçbir işlem olmaksızın boğazlardan geçiş
gidiş-geliş için tam özgürlükten yararlanabilirler. sözleşmede yine barış zamanında geçecek ticaret
gemilerinden şamandıra, fener ve sağlık denetimi kapsayan vergiler dışında vergi ya da harç
alınmayacağı hükmü getirilmiştir. Türkiye savaşan değilse ticaret gemilerinde bayrak ve yük ne olursa
olsun geçiş ve gidiş özgürlüğünden yararlanacaklardır hükmünü getirirken, türkiye’nin savaşan taraf
olması durumunda; Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri düşmana hiçbir
biçimde yardım etmemek şartıyla boğazlardan geçiş ve gidiş geliş özgürlüğünden yararlanacaktır
deniliyor. Türkiye kendisini çok yakın bir savaş tehdidi içerisinde görürse ticaret gemileri ile ilgili barış
dönemi koşulları geçerli olsa da, gemilerin boğazlara gündüz girmeleri ve geçişin de her seferinde türk
makamları tarafından gösterilen güzergahtan yapılmaları istenmekteydi. savaş gemilerinin geçişi ise
barış zamanında şöyle zanzim edilmiş, sözleşmenin 10. maddesinde barış zamanında hafif su üstü
gemiler, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler ister karadeniz’e kıyısı bulunsun ister bulunmasın
bayrakları ne olursa olsun hiçbir vergi ya da harç ödemeksizin boğazlardan geçiş üstünlüğünden
yararlanacaklardır deniliyor. sözleşme savaş gemilerinin geçişinde Türkiye’yi tarafsız ve savaşan taraf
şeklinde gene kategorize ettiğini burada görmekteyiz, mesela Türkiye tarafsız bulunduğu bir savaşta
tarafsız devletlerin savaş gemileri tıpkı barış zamanında olduğu gibi geçiş yapabiliyorlar burada tabii
türkiye’nin resmi makamlarına bir ön bildiride bulunmaları gerekiyor. savaşan devletlerin savaş
gemilerinin boğazlardan geçişi ilke olarak yasaklanmıştı onu da söyleyelim. Türkiye savaşan taraf
olduğu zaman bu 20. madde ile belirlenmiş savaş gemilerinin geçişi konusunda türk hükümeti
tümüyle dilediği gibi davranabilecektir. üçüncü nokta neydi türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş
tehdidi durumunda hissettiğinde ise savaşan taraf olduğu durum için öngörülen rejim uygulanacak
yani Türkiye sanki savaştaymış gibi bir rejimin uygulanacağı ifade edilmiş idi. Türkiye’nin bu kendisini
pek yakın savaş tehdidinde hissetme durumu, takdiri ise onlara bırakılmıştır, bunun dışında Türkiye
mesela bu söz konusu takdirini milletler cemiyeti üçte 2 çoğunlukla haksız bulursa ve imzacı
devletlerin tarafların çoğu bu görüşe katılır ise türkiye’nin burada boğazları barış dönemi rejimine
döndürmesi taahhüt edilmişti. sözleşmenin 10. maddesi barış zamanında savaş gemilerinin geçişi ile
ilgili az önce söyledim önemli bir kısıtlama getiriyor o da şu; savaş gemisi sayısının dokuzu ve
ağırlığının da 15.000 tonu geçmemesi gerekiyor. onun dışında 18.maddede özellikle karadeniz’de
bulundurulacak savaş gemilerinin tonajının da 30.000 tonu aşmaması ilkesinin getirildiğini görüyoruz.
montrö boğazlar sözleşmesine göre bu lozan’daki uluslararası boğazlar komisyonu kaldırılmış,
boğazların her 2 yakasının silahlandırılması ,boğazlarda bir milli güvenliği tehdit edecek durumlara
karşın önlemlerin alınması, istihkamların kurulması yani askeri anlamda istihkamın kurulması gibi
hususların getirildiğini söyleyebiliriz. tabii montrö boğazlar sözleşmesinin süresi 20 yıl olarak geçiyor
fakat herhangi bir nedenle sözleşmenin sona erdirilmesine rağmen mevcut rejimin yerine başka bir
rejimin konulmasına kadar bu sözleşmenin yürürlükte kalacağı söyleniyor. montrö boğazlar
sözleşmesi ile 1930lar dünyasında yine özellikle uluslararası ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde türk
diplomasisinin gene bir başarısı olarak dikkati çektiğini burada söyleyebiliriz.

Dış Politika 7. Hafta 1. Ders( 2. Dünya savaşı genel dış politika, Saraçoğlu misyonu)

ikinci Dünya Savaşı 1939 da başlamış ve Mayıs 1945 te almanya’nın kayıtsız şartsız teslim
olmasıyla avrupa’da savaş sona ermiş, uzak doğuda ise japonya’nın 2 kentine hiroşima ve
nagazaki’ye Amerika Birleşik devletleri’nin attığı atom bombası sonucu 9 ağustos’tan sonra
Japonya kayıtsız şartsız teslim oldu böylece, avrupa’da savaş Mayıs 1945 de uzak doğuda
Ağustos 1945 te sona erdi. dolayısıyla bu 2 tarih aralığını ikinci Dünya Savaşı dönemi olarak
nitelendiriyoruz. Türkiye ise savaşa girmemekle birlikte savaşın bütün ekonomik,
askeri ,finansal ,sosyal etkilerine maruz kaldı çünkü Türkiye 1939 da savaşın başlamasıyla
birlikte bir milyona yakın insanı özellikle iş gücü bağlamındakileri silah altına aldı, bu
tarihlerde türkiye’nin nüfusunu 17-18.000.000 olarak düşünürsek 1.000.000 insanın silah
altına alınması aslında büyük bir rakam. dolayısıyla türkiye’nin savaş koşullarında ihracat ve
ithalat dengesinin bozulması gibi daha sayabileceğimiz bir sürü etkenden kaynaklı olarak
koşullardan son derece etkilendiğini görüyoruz. Son dönemlerde yapılan çalışmalarda bazı
uzmanlar İkinci Dünya Savaşı ile Birinci Dünya savaşı’nın ortak bir savaş olarak varsayarlar.
Bizim tarih yazımızda Birinci Dünya Savaşı, ikinci Dünya Savaşı ayrı bir savaş olarak
nitelendirilir ve bu şekilde değerlendirilir. Son zamanlardaki tarih yazımında ise Bu tek bir
savaş olarak nitelendirilir, birinci dünya savaşı’nın Başlangıcı olarak da yani savaşa giden
süreç bağlamında Avusturya- macaristan’ın Bosna hersek’i işgal etmesiyle başlatılır. Çünkü
Avusturya- Macaristan 5 ekim 1918 de Bosna hersek’i işgal ettiğini açıklar bu da avrupa’da
statükoyu Değiştiren önemli etkenlerden biri oldu. Daha önce Avrupa’da bloklaşma olmuş
1880li yıllarda İtilaf devletleri, ittifak devletleri adı altında bloklaşmalar meydana gelmiş,
Aşırı bir silahlanma başlamış, sömürgecilik Yarışı keza devam ettirilmiş, Bunun dışında
balkanlarda Rusya çarlığı ile Avusturya- macaristan’ın rekabeti, Avrupa’da yine fransa’yla
Almanya’nın rekabeti yine İkinci dünya savaşı’na giden yolda Dikkate alınması gereken
konulardan biriydi. Bunların dışında aşırı milliyetçilik pancermenizmin, panslavizmin,
İngiltere’de imparatorlukçular, Fransada keza yine aşırı milliyetçi grupların bu tür
milliyetçilik propagandaları Savaşın çıkmasında etkili oldu. Bosna hersek’in ilhak edilmesi ,
ardından ikinci Fas krizi ya da Agadir ( Fas) krizi 1910 da bir Alman savaş gemisinin Fas
limanına girmesi Orada ciddi krizlere yol açıyor. Sonuç olarak bütün bu gelişmeler bizi İkinci
dünya savaşı’na sürükledi. 1918 de Birinci Dünya Savaşı sona erdiği zaman Birçok uzman
Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmaların ( özellikle Versay’a gibi) Barışı
yerleştirmek yerine Aslında ikinci bir savaşın ortaya çıkmasına zemin hazırladıklarını
söylemişlerdir. Özellikle Fransız Generali Ferdinand Foch, Birinci Dünya savaşı’nın
fransa’nın Kahramanlarından biri, Versay antlaşması hakkında Güzel bir tespit yapmıştır; Bu
bir barış anlaşması değil 20 yıl sürecek bir ateşkes anlaşmasıdır demiş yani Bir başka savaşın
tohumlarını Attığını bize dile getiriyor. 1919 Paris barış konferansında kurulan Yeni dünya
düzeni 10 yıl geçmeden başarısızlığa uğruyor. Peki Paris barış konferansından sonra nasıl bir
yeni dünya düzeni kuruldu? ABD Başkanı wilson’un ısrarıyla milletler cemiyeti kuruldu,
Ardından uluslararası uyuşmazlıkların barışçıl yoldan çözülmesi bir gaye olarak benimsendi,
Cenevre silahsızlanma konferansı, Birand Kellog Paktı, Litvinov paktı Bunların hepsi neydi
uluslararası anlaşmazlıkları barışçıl yollardan çözme, savaşın yasaklanması yolunda atılan
adımlardı. Fakat bu çok uzun sürmeden Çatırdamaya başladı mesela Fransa’nın burada en
önemli önceliği almanya’nın kendisine Saldırmasını önlemek, almanya’ya karşı Güvenlik
şemsiyesi yaratması İsteği bu bağlamda İngiltere’ye başvurdu cevabı hayır oldu, Amerika
Birleşik devletleri’ne başvurduğu cevabı yine hayır oldu. Bunun sonucu olarak Fransa küçük
bir antant dediğimiz bir pakt yaptı bunun içerisinde Yugoslavya ve bir iki devlet daha
bulunmaktaydı. Amaç kendisini almanya’ya karşı Korumak, almanya’nın saldırısını
önlemekti fakat bu başarıya ulaşmadı. Başarıya ulaşmasının ise çeşitli nedenleri
bulunmaktaydı; birincisi ve en önemlisi 1929 dünya ekonomik bunalımı, 2 Dünya Savaşı
arasında Avrupa ekonomisinin çökmesi ve ardından dünya ekonomik krizi, Milletler
cemiyetinin Başarısızlığa uğraması Yaptırım gücünün olmaması bir ordusunun bulunmaması
yine milletler cemiyetine Rusya’nın üye olmaması Amerika birleşik devletlerinin üye
olmaması gibi nedenlerden dolayı Milletler cemiyeti kendinden beklenen şeyi yerine
getiremedi. 1930 lara geldiğimizde özellikle avrupa’da artık otoriter ve totaliter rejimlerin
ortaya çıktığını ve bu rejimlerin pekiştiğini görüyoruz. 1922 de italya’da faşist rejim sorunu
Mussolini Başbakanlığa getirildi ve Faşist rejim kuruldu. aradan çok geçmeden almanya’da,
alman nasyonal sosyalist işçi partisi gittikçe güçlenmekte idi bir Münih Birahane baskını
yapılmış başarısızlığa uğramıştı. ardından Hitler tutuklanmış cezaevinde bulunduğu sırada
kavgam adlı kitap yazmış ve alman ulusuna bir hedef göstermişti. Almanya 1923 de
kendisine dayatılan Versay anlaşmasında, dayatılan savaş tazminatlarını ödeyecek duruma
gelmiş enflasyon alabildiğine artmış ve bu tazminatın ödenmesiyle ilgili Dawes Planı
dedikleri bir sistem devreye sokulmuştur. bütün bunlar işte bu 2 Dünya Savaşı arasında
Avrupa demokrasilerinin yani liberal batı demokrasilerinin büyük bir darbe alması, otoriter
rejimlerin kurulması tabii türkiye’yi de etkiledi. şimdi 1930larda avrupa’da ve uzak doğuda
revizyonist devletler ortaya çıktı: uzak doğuda; Japonya Avrupa da Almanya, italya,
Bulgaristan, işte Franco rejimi ispanya’da tesis edildikten sonra ispanya otoriter rejimler,
Portekiz vb. bunlar revizyonist devletler. 2 gruba ayrılmışlardı bir grup revizyonist devletler
diğer grup antirevizyonist devletler. Antirevizyonist devletler arasında da: ingiltere, Fransa,
Türkiye gibi devletler yer almaktaydı. Antirevizyonist devletler içerisinde yer alan
türkiye’nin temel amacı; lozan statükosunu korumak, türkiye’nin dış politikasına yön veren
temel ilke bu dönemde buydu. Türkiye 2 savaş arası dönemde 17 Aralık 1925 de Sovyetler
birliğiyle dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzaladı. Yine 1930 larda bölgesel paktlar
imzalıyor; Balkan paktı, Sadabat paktı gibi. Yeni bir dünya savaşı’nın, bir küresel savaşın
yaklaştığını gören Türkiye 1939’a geldiğimizde dış politikasında radikal diyebileceğiniz bir
değişikliğe gidiyor ne demek bu radikal değişiklik? O ana kadar hatta otuzlu yılların ortalarına
kadar, Sovyetler Birliği eksenli bir dış politika izlerken otuzlu yılların ortalarından itibaren
ingiltere ile Sovyetler Birliği arası bir denge sağlamaya çalışmıştır. 1939 yılına gelindiğinde
Hatay meselesinin de çözülmesi ya da o çözülme sürecine girmesi üzerine, Türkiye önce 12
Mayıs 1939 ingiltere ile bir deklarasyon yayınlıyor. ardından hatay’ın türkiye’ye katılmasının
artık belli olduğu bir dönemde, 23 Haziran 1939 bu kez Türkiye aynı nitelikte yani 12 Mayıs
1939da ingiltere’ye ilan ettiği deklarasyonla aynı içerikte bu kez fransa’yla bir deklarasyon
yayınladığını görüyoruz. bunlar Türk dış politikasının artık radikal değişikliğe ya da bir yol
ayrımına geldiğini, başka bir değişle batıya yönelik bir Politika gütmesi ki Türkiye o tarihe
kadar sovyetlerden kaynaklı ağırlıklı olarak batı yönlü bir politika izlemiyordu. 12 Mayıs
1939 da ingiltere ile 23 Haziran 1939 fransa ile yaptığı dekorasyonlar esas alınarak, 19 ekim
1939 türk-Fransız ve ingiliz yardım anlaşması ya da bazı kaynaklarda üçlü ittifak anlaşması,
bazı kaynaklarda Akdeniz paktı olarak geçer ama genellikle kullanılan terim ingiltere, Fransa,
Türkiye arasında karşılıklı yardım anlaşması resmi adı bu. Bu anlaşma dış politikanın makas
değiştirmesi anlamına geliyor ve artık bu noktadan sonra müttefik devletlerle mihver
devletleri arasında bir denge siyaseti izlemeye başlıyor( Selim Deringil deyimi). 1929 da
başlayıp 1930 lu yılların başlarında şiddetlenen bu ekonomik kriz aslında finans, sanayi ve
tarım alanlarında daha önce görülmemiş ölçekte ekonomilerin çökmesine yol açıyor yani bu
aslında kapitalizmin bir krizidir. 1929 dünya ekonomik bunalımı dedikleri şey kapitalizm
krizinin bir getirisidir. dünya ekonomik bunalımı tabii özellikle almanya’daki dengeleri
değiştirmiş ve Almanya iç siyasetinde nazizmin iktidara gelişini hızlandıran bir etken
olmuştur. Hitler 30 Ocak 1933 de yapılan seçimlerde birinci parti olarak ortaya çıkıyor fakat
parlamentoda çoğunluğu sağlayamıyor buna rağmen Almanya Cumhurbaşkanı Hindenburg
hükümeti kurma görevini Hitler’e veriyor. Ardından onu izleyen süreçte önce alman
parlamentosunun Reichstag yakılması olayı var, bir provokasyon bu önemlidir ve suç
komünistlerin üzerine atıyorlar, ardından Hitler adım adım kendi otoritesini otoriter
yönetimini, o kavgam kitabında bahsettiği konuları bize söylemeye daha doğrusu
uygulamaya sokmaya başlıyor. Daha sonra yetki yasasını çıkarıyor, yetki yasasıyla artık
Hitler almanya’da tek adam konumunda oluyor. Bununla birlikte alman nazi partisinin de bazı
yan örgütleri çıkıyor mesela; nazi öğretmen örgütlenmesi, öğrenci örgütlenmesi, yargıçların
örgütlenmesi gibi böyle çeşitli toplumsal kesimlerin nazi partisinin örgütü haline geldiğini
görüyoruz. Gestapo (SS) kuruluyor, yine kahverengi gömlekliler( SA) dediğimiz paramiliter
bir askeri güç kuruluyor. böylece almanya’da nazi iktidarı kurulmuş oluyor ve nazi iktidarı
ne yapıyor versay anlaşmasını tanımadığını bazı yükümlülüklerini yerine getirmediğini, onları
yok saydığını görüyoruz. mesela Versay da alman hava kuvvetlerinin sınırlandırılması var
bunu yırtıp atıyor, Almanya Fransa arasındaki Ren bölgesi almanya’ya dahil ediliyor.
Almanya 12 mart 1938 de Avusturya’yı ilhak ettiğini açıklıyor bu önemli bir konu, sonra
çekoslovakya’nın Südetler bölgesinin ,Alman nüfusunun çoğunlukta olduğu ve orada
Almanya yanlısı bir nazi partisinin de bulunduğunu söyleyelim, almanya’ya katılması
konusunda konferans düzenlendi. çünkü artık Hitler dizginlenemez bir noktaya gelmiş ve
Münih konferansında Fransa, ingiltere, italya hitleri dizginlemek için çekoslovakya’nın
Südetler bölgesinin almanya’ya katılması onaylanıyor, hatta ingiltere Başbakanı Chamberlain
memleketine döndüğü zaman bize zafer edası vermiş ama o da hitleri dizginleyecekmişsin.
italya ise Akdeniz çevresinde bir yayılma politikası içerisinde olup türkiye’ye zaman zaman
saldırgan demeçler veriyordu ve italya’da Akdeniz’i ne yapıyor Mare Nostrum( bizim
Akdeniz anlamında ) nitelendiriyor. Mare Nostrum bizim Akdeniz politikası gereğince
mesela7 Nisan 1939 Arnavutluk işgal ediliyor bu türkiye’yi en fazla etkisi altına alacak
mesele oluyor ve anadolu’ya yönelik tehditler artıyor. Bunlardan bahsetmemizin sebebi
türkiye’nin dış politikada makas değişikliği dediğimiz 19 ekim 1939 tarihli üçlü ittifak
anlaşmasının yapılmasına yol açan sebepleri görmektir. bütün bu gelişmelerden sonra Balkan
yarımadasının güvensiz bir alan haline geldiğini görmekteyiz. çünkü Almanya ve italya
Balkanlara da göz koymuş durumda idi buranın güvensiz bir hale gelmesi üzerine,
Cumhurbaşkanı İsmet Inönü italya’nın arnavutluk’u işgal etmesinden sonra 15 Nisan 1939 da
ingiltere’nin Ankara büyükelçisiyle bir görüşme yapıyor. Hatta bu görüşmede bir “ muhtıra “
veriyor ve bu muhtırada avrupa’da balkanlardaki gelişmelerden İsmet İnönü söz ediyor ve
dolayısıyla ismet inönü, Sovyetler birliği’nin bütün bu olan bitenle ilgili politikası
netleşmeden türkiye’nin mihver devletlerine karşı tavır almasının doğru olmayacağını
söylüyor. ayrıca yine Cumhurbaşkanı ismet inönü’nün mihver devletlerinin akdeniz’de ve
Balkanlardaki yayılmacı siyasetleri karşısında türkiye’nin tarafsız kalmak zorunda olduğunu
söylüyor. Türkiye 1939 Mayıs ayına geldiği zaman artık bir tarafı seçmek ile karşı karşıya
kaldığını görüyoruz yani mihver devletlerini mi yoksa öbür tarafta başı ingiltere’nin çektiği
antirevizyonist devletleri mi ikilemi. 23 Nisan 1939 Cumhurbaşkanı ismet inönü
başkanlığında Bakanlar Kurulu toplanıyor ve bu Bakanlar Kurulu toplantısında türkiye’nin
bu tarihten sonra tarafsız kalmasının zor olduğunu ifade ediliyor. dolayısıyla türkiye’nin
ingiltere’nin, Sovyetler birliğinin de içinde olduğu bir pakta var olması gerektiğini söylüyor.
bütün bu gelişmelerden sonra Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı yardımcısı Potemkin aşağı
yukarı 28 Nisan-3 Mayıs tarihleri arasında Ankara’ya bir diplomatik ziyarette bulunmuş ve
türkiye’nin ingiltere ve fransa’yla bir savunma ittifakı yapması düşüncesine pek soğuk
yaklaştığını görüyoruz ama Potemkin’nin bu Ankara ziyareti türkiye’nin ingiltere ve
fransa’yla savunma amaçlı bir ittifak yapması konusunu gündemden düşürmüyor. dolayısıyla
almanya’nın daha önce Türkiye ile yakın ilişkileri olan Von Papeni ankara’ya büyükelçi
atadığını görüyoruz ve Von Papenin de ingiltere, türkiye ve fransa arasında bir savunma
amaçlı ittifak yapılması çalışmalarını engelleyemediğini görüyoruz. bütün bu gelişmelerden
sonra türkiye dış politika rotasını değiştirerek 12 Mayıs 1939 da ingiltere ile bir deklarasyon
yayınlıyor, aynı dekorasyonu 23 Haziran 1939 da Fransa ile de yayınlamıştır. bu
dekorasyonlar Özdeş nitelikli dekorasyonlar yani içerik olarak aynı dolayısıyla ikisini birden
anlatmak doğru olacaktır mesela bu deklarasyonun içinde; birinci önemli nokta şu ingiltere,
Fransa ,Türkiye kendi ulusal güvenlikleri yararına olarak karşılıklı hükümleri gerektirecek
uzun süreli kesin bir anlaşma yapmaları kararlaştırılmıştır (md.2), kesin anlaşmanın
yapılmasına kadar 2 devlet yani ingiltere-türkiye ve Fransa-türkiye Akdeniz bölgesinde
savaşa yol açacak bir saldırı ortaya çıktığında etkili bir şekilde işbirliği yapmaya ve
birbirlerine ellerinden gelen tüm yardım ve kolaylığı göstermeye hazır olduklarını ifade
ederler bu önemli, üçüncü nokta 2 hükümet balkanlarda güvenliğin kurulmasını sağlama
gereğini kabul ederler ve bu amaca en hızlı biçimde varmak üzere danışma içinde yani
birbirleriyle istişare içinde bulunacaklardır diyor. türkiye’nin Sovyetler Birliği ilişkisi göz
önünde bulundurularak 2 hükümetten birinin barışın güçlendirilmesi yararına başka ülkelerle
anlaşmalar yapmasına engel olmayacak yani burada Türkiye Sovyetler birliği için bir çekince
koyuyor. şimdi dikkat ederseniz bu 12 Mayıs 1939 türk ingiliz, 23 Haziran 1939 türk Fransız
dekorasyonu bize 2 bölgeyi işaret ediyor, biri Akdeniz biri Balkanlar akdeniz’e bir savaş
durumu ortaya çıktığında bahsettiğiniz ülkeler savaştan doğrudan etkilendiğinde diğeri
yardım edecek aynı şey Balkanlar’da da olacak bu madde çok dikkatimizi çekiyor neden?
Çünkü bu metin daha sonrasında 19 ekim 1939 imzalanacak üçlü ittifakın ana damarını
oluşturacak bu bir, ikincisi 19 ekim 1939 tarihli ittifak anlaşması türkiye’nin ikinci Dünya
Savaşı boyunca izlediği dış politikanın en önemli metinlerden biri olacak bunu da
söyleyelim. az önce bahsettiğim türk-ingiliz, Türk- Fransız dekorasyonları Almanya ve italya
tarafından tepkiyle karşılanmıştı, Almanya 1 Eylül 1939 süresiz olan türk alman ticaret
anlaşmasını tepki olarak yenilememiştir. italya ise 12 adaların tehlikeye düştüğünü ileri
sürerek 22 Mayıs 1939 almanya’yla bir askeri ittifak anlaşması imzalamıştır. şimdi gelelim
ikinci Dünya Savaşı sırasında izlediğimiz dış politikanın ana, siyasal metinlerinden biri olan
bu üçlü ittifak ya da Ankara paktı meselesine: şimdi Sovyetler Birliği de türk-ingiliz, türk-
Fransız deklarasyonlarını olumlu karşılamakla birlikte, ingilizlerin etki alanını genişletmesi
tereddütle yaklaştığını Türkiye’ye hissettirmiştir hatta aslında bir süre bunları engellemeye
çalıştığını da görüyoruz. Sovyetler birliği başta ingiltere olmak üzere batılılarla görüşme
halinde ama bu görüşmelerin nasıl sonuçlanacağına dair bir öngörüsü yok, dolayısıyla
Sovyetler Birliği bu türk-ingiliz ve türk-Fransız yakınlaşmasından sonra Sovyetler Birliği de
almanya ile diplomatik temaslarını sıklaştırdı ve almanyayla Ağustos 1939 , bir dizi
diplomatik görüşmeler başlattı bu da önemli bu da dikkatinizi çekiyorum. hatta Sovyetler
birliği’nin Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlunu moskova’ya davet etmiş
buna Saraçoğlu misyonu adı verilecektir. Şükrü Saraçoğlunun moskova’ya gitme hazırlıkları
yaptığı ve Sovyetler birliğiyle bir diplomatik temas, bir ittifak anlaşması gibi bir şey yapma
hazırlıkları içerisinde olduğu bir süreçte Sovyetler Birliği 23 Ağustos 1939 almanya’yla bir
dostluk ve ittifak anlaşması yaptı. Buranda 2 tane tarih dikkatimizi çekiyor: birincisi 23
Ağustos 1939 Almanya Sovyetler arasındaki pakt, ikincisi de 19 ekim 1939 türk-ingiliz, Türk-
Fransız üçlü ittifak anlaşması. 23 ağustos’taki Alman-Sovyet paktının açık hükmü Almanya
ve Sovyetler Birliği arasında bir dostluk hikayesi fakat gizli kısmında Almanya ve Sovyetler
birliği’nin polonya’yı paylaşma konusu ele alınmıştır. bu pakt tabii türkiye’de dış politika
yapıcılarına bir şok etkisi yaratıyor. Sovyetler birliği’nin Ankara Büyükelçisi 4 Eylül 1939
son gelişmeleri içeren bir notayı Türk dışişleri bakanlığına veriyor ve ardından da 15 eylül’de
Dışişleri Bakanı Şükrü saraçoğlu’nun resmen moskova’ya bir diplomatik ziyarette bulunması
gündeme getiriyor. almanya’nın bir eylül’de polonya’ya saldırmasıyla savaşın başlaması
Şükrü Saraçoğlunun Moskova ziyaretini daha da önemli bir hale getirmiştir. Şükrü Saraçoğlu
22 eylül 1939 da ankara’dan ayrıldı ve bir gün sonra da yani 23 eylülde Türkiye, ingiltere ve
Fransa arasında daha önce hazırlanmış olan anlaşma parafe ediliyor ve Şükrü Saraçoğlu 25
eylül’de moskova’ya ulaşmış ama bu arada 17 Eylül 1939 Sovyetler Birliği Polonya’nın
doğusunu işgal etmiş ve dolayısıyla Şükrü Saraçoğlu moskova’ya ulaştığında artık Sovyetler
birliği’nin Polonya’nın doğusunun işgalini tamamlamak üzere olduğunu görüyoruz. Bunun
Saraçoğlu misyonunda çok ciddi tereddütler oluşturduğunu söyleyebilmekteyiz. türk heyetinin
moskova’daki görüşmelerinin amacı: Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında ki ittifak ile
Türkiye-Sovyet dostluğu arasında bir denge kurmak öteden beri türkiye’nin aslında arzuladığı
bir konuydu bu çerçevede Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu sovyetlere Balkanlar ve Akdeniz
bölgesini içeren ve ittifak anlaşması önerdi. ancak Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov
bu tür bir ittifakın yapılabilmesi için montrö boğazlar sözleşmesinin bazı maddelerinin
değiştirilmesi ile karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerinin boğazlardan geçişinin
önlenmesi halinde böyle bir ittifakın yapılabileceğini ifade etmiştir. bu da yine Türkiye
üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştır ayrıca ittifak anlaşmasının sovyetleri almanya ile askeri
bir çatışmaya sürüklenmemesi koşuluyla Moskova tarafından Türk heyetinin önüne
konulduğunu da görüyoruz. Sovyetler Birliğinin Montrö boğazlar sözleşmesinde değişiklik
istemesi bu diplomatik temasların gergin bir havada olmasına yol açmış tam bu noktada,
saraçoğlunun 25 eylül’de moskova’ya ulaştığından bahsettim görüşmeler başlamış ama tam
bu süreçte 28 Eylül 1939 da alman Dışişleri Bakanı Ribbentropun Polonya sınır anlaşmasını
imzalamak üzere moskova’ya gelmesi ve onun gelmesi üzerine türk Sovyet görüşmelerine ara
verilmesi birkaç gün sonra 1 ekim 1939 türk Sovyet görüşmeleri yeniden başladı ve 1 ekim
1939 daki görüşmelere Stalinde katılmıştır. Bu Montrö boğazlar sözleşmesinin bazı
hükümlerinin değiştirilmesi, boğazların birlikte savunulması ,karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin boğazlardan geçişinin önlenmesi gibi istekler Sovyetler birliğinin yetkilileri
tarafından tekrar Türkiye heyetinin önüne konuldu. Saraçoğlu Sovyetler Birliği yetkililerinin
bu taleplerini ankara’ya ilettiğini belirtelim ve söz konusu talepler doğrultusunda Ankara yani
türk hükümeti Paris ve Londra ekseninde çünkü onlarla da deklarasyonlar imzalanmış ve bu
deklarasyonların üçlü ittifaka dönüşmesi hazırlıkları var. Londra ve Paris ile diplomatik
temaslar yapılmış yani olay netliğe kavuşturulmaya çalışılıyor. ingiliz ve fransızlar ittifak
anlaşması taslağında bir takım değişiklikler yapılmasını ilkesel olarak kabul etmekle birlikte,
bu kez de Sovyet yetkilileri türk Sovyet ittifak anlaşması taslağının almanya’yla ilgili bir
çekince koyduğunu belirtiyor. sonuçta bu görüşmelerin pek de tatmin etmeyen bir tarzda bir
tonda devam ettirildiğini görüyoruz özetle , Sovyetler Birliği yetkililerinin montrö boğazlar
sözleşmesi’nde değişiklik yapma talepleri nedeniyle türk Sovyet görüşmelerinin başarısızlıkla
,yani Saraçoğlu misyonunun moskova’daki görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlandığını
belirtelim. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve onun tabii mahiyetindeki diplomatlar 17 ekim
1939 moskova’dan ayrılarak türkiye’ye dönüyorlar şimdi Saraçoğlu heyeti daha yoldayken
yani türkiye’ye ankara’ya ulaşmadan, Türkiye çok önemli bir belge imzalıyor; üçlü ittifak 19
ekim 1939 türk, Fransız, ingiliz karşılıklı yardım anlaşması ya da diğer adıyla üçlü ittifak
anlaşması imzalanıyor. bu anlaşma 9 maddelik bir ana metinden oluşuyor ayrıca, bir özel
anlaşma ,bir gizli askeri sözleşme ve biri gizli 3 protokolden oluştuğunu yani bir belgeler
demetinden oluştuğunu görüyoruz. Üçlü İttifak anlaşması içeriğine gelirsek: birincisi
türkiye’ye karşı bir Avrupa devletince girişilecek bir saldırı sonucunda Türkiye bu devletle
savaş durumuna girdiğinde Fransa ve ingiltere fiili olarak Türkiye ile işbirliği yapacaklar ve
ellerinden gelen her türlü yardımı yapacaklar, ikincisi bir Avrupa devletince girişilip Akdeniz
bölgesinde Fransa ve ingiltere’nin dahil olacağı ,karışacağı bir savaşa sürüklenmesi 2 devlete
fransa’ya ingiltere’ye bir saldırı olması durumunda Türkiye fiili olarak Fransa ve ingiltere’ye
yardım edecek bu 2 devletle işbirliği yapacak kıstas ne Akdeniz, Bir başka nokta da Akdeniz
bölgesinde türkiye’nin karışacağı Bir savaş söz konusu olduğunda , Bu kez de Fransa ve
ingiltere türkiye’ye yardım edeceklerdi . Diğer noktada Fransa ve İngiltere tarafından 13
Nisan 1939 tarihli demeçlerle Yunanistan ve romanya’ya verilen güvenceler yürürlükte
kaldığı sürece bu 2 güvenceden bir ya da öteki nedeniyle yani yunanistan’a romanya’ya
verilen güvenceler nedeniyle Fransa ve İngiltere’nin balkanlarda bir savaşa sürüklenmesi
halinde Türkiye bu 2 ülkeye yardım yapacaktır. öbür taraftan yine , Fransa ve ingiltere birine
ya da ötekine karşı ikinci ve üçüncü madde hükümlerinin uygulanması gerekmeksizin bir
Avrupa devletince yapılan saldırı sonucunda bu devletle savaşa girişilirse bağıtlı taraflar
hemen danışmalarda bulunacaktır. Türkiye böyle bir durumda Fransa ve ingiltere karşısında
hiç değilse anlayışlı bir tarafsızlık güdecektir deniliyor. şimdi savaş sırasında türkiye’ye
sıkıntılı anlar yaşatan bir diğer husus da 3 nolu gizli protokoldür, bu 3 nolu gizli protokolün
içeriğinde ne var o da şu: balkanlardaki gelişmelerle ilgilidir buna göre Fransa ve İngiltere’ye
karşı bir Avrupa devletince girişilen askeri eylem Bulgaristan ya da Yunanistan sınırına erişir
erişmez Türkiyenin fiili olarak savaşa girmesi gerekiyor bu bir ,anlaşmanın 2 nolu
protokolünde ise türkiye’nin bu anlaşmanın yükümlülükleri dolayısıyla Sovyetler birliğiyle
silahlı bir çatışmaya sürüklenmeyeceği konusudur Türkiye burada bir Sovyetler Birliği ile
ilgili bir güvence koymuştur. diyelim Sovyetler Birliği balkanlarda yunanistan’a ve
Romanya’ya saldırdığında Türkiye anlaşma çerçevesinde savaşa dahil olmayacak ya da
ingiltere’ye fransa’ya yardım etmeyecek idi. 19 ekim 1939 tarihli üçlü ittifak anlaşması: bir
türkiye’nin dış politikasında bir mecra bir makas değişikliğidir, iki Sovyetler Birliği bu ittifak
anlaşmasını başlangıçta tırnak içinde söylüyorum barışçıl bir hamle olarak değerlendirmekle
birlikte bu bakış açısını daha sonra değiştirecektir ve türkiye’ye karşı daha sert bir üslup
kullanmaya başlayacaktır, hatta türkiye’yi Almanya ile Sovyetler birliği’nin arasını bozmakla
itham etmeye başlayacaktır daha da ileriye giderek türkiye’yi savaşı balkanlara yaymakla ya
da yayma niyetinde olmakla suçlayacağını göreceğiz.
Dış Politika 7. Hafta 2. Ders ( 2.dünya savaşı Türkiyenin politikası, Polonya sendromu,Sovyet-
almanya pakt)

Bugünki dersimizde de yine ikinci dünya savaşında Türk dış politikasını işleyeceğiz. ilk
olarak türkiye’nin ikinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye-Bulgaristan, Türkiye- Almanya,
Türkiye- Sovyetler Birliği arasında imzalanan saldırmazlık anlaşmaları üzerinde duracağız
ardından da ,ikinci Dünya Savaşı sırasında yapılmış konferanslar Kazablanka, Adana , birinci
Tahran, ikinci Tahran birinci ve ikinci Moskova gibi ve buralarda Türkiye meselesini nasıl ele
alındığı üzerinde duracağız. Türkiye 1939 dan itibaren Sovyetler birliği’nin türkiye’ye yönelik
politikalarından derin bir endişe duyuyordu özellikle türk dış politikası yapıcıları
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ,Dışişleri Bakanı Saraçoğlu ardından menemencioğlu ve yine
Başbakan ve tabii ki Dışişleri Bakanı müsteşarına baktığımızda Sovyetler birliği’nin
türkiye’ye yönelik bakışında tavrından derin endişe duyulduğunu görüyoruz. bunun nedeni şu
Sovyetler birliğiyle almanya’nın polonya’yı paylaşması, yani almanya’nın batıyı Sovyetler
birliği’nin de Polonya’nın doğusunu işgal etmesi ve tabii ki ondan önce 23 Ağustos 1939 da
Almanya sovyetlerin yaptığı saldırmazlık paktı bu endişeyi derinleştiren etmenlerin başında
geliyor. şimdi Sovyetler Polonya’nın doğusunu işgal ettikten sonra 3 Baltık ülkesine yöneldi
yani 28 eylül’de Estonya, 5 ekim’de Letonya, 11 ekim’de de Litvanya’yla karşılıklı yardım
anlaşmaları yaparak bu 3 baltık ülkesi üzerinde büyük bir denetim kurdu ve bir anlamda kendi
nüfuzu altına aldığını burada görüyoruz. sovyetlerin yaptığı hamlelerden biri de 30 Kasım
1939 Finlandiya’ya işgale yönelmiş olması fakat finlandiya’da çok büyük bir direnişle
karşılaştı, hatta Finlandiya halkı yaklaşık 4 ay boyunca Sovyetler Birliği ordusuna karşı
destansı denilebilecek bir savaş yürüttü ve dolayısıyla 3 baltık ülkesini kolayca nüfuzu altına
alan Sovyetler finlandiya’da aynı amaca ulaşmadığını görüyoruz. buna paralel olarak Nisan
1940’ın başlarında Almanya ,Danimarka ve norveç’i, Mayıs 1940’da hollanda’yı ele geçirdi.
28 mayısta belçika’yı teslim aldı yani alman ordusu birkaç ay içerisinde neredeyse avrupa’yı
baştan başa işgale kalkıştı ardından 14 haziran’da Fransa’ya girdi yani Paris’e girdi ve
böylece Paris’in önemli bir kısmını da işgal etmiş oldu. Fransa almanyayla bir ateşkes
anlaşması imzalamak zorunda kaldı şimdi Almanya’nın Fransa’yı işgal etmesi Türkiye
açısından da önemli bir nokta, üçlü ittifak anlaşması bağlamında önemli olduğunu görüyoruz.
Fransa’da tabii ikinci dünya savaşı’nın önemli olaylarından biri olan mareşal Petain
başkanlığında nazi yanlısı bir hükümet yani Vichy hükümetinin kurulması( Vichy hükümeti
adı nereden geliyor derseniz, bu bir kaplıca kasabası fransa’da küçük bir kaplıca kasabası da
sözünü ettiğimiz bu gelişmeler orada meydana geldiği için Vichy hükümeti adı da veriliyor)
şimdi bu hızlı gelişen olaylar neticesinde gene bizi ilgilendiren hususlardan bir tanesi de bu:
italya 10 Haziran 1940’da Fransa ve ingiltere’ye savaş ilan etti dolayısıyla üçlü ittifak
anlaşması bu açıdan daha da önemli bir hale geldiğini görüyoruz, çünkü bu durumda bir
Avrupa devletince başlatılan savaş akdeniz’e yayılmakta ve türkiye’nin Fransa ve ingiltere’ye
elinden gelen yardımı yapması yükümlülüğünün devreye girmesi gerekiyor idi. italya’nın
savaşa girmesinden sonra ingiltere ve Fransa’nın Ankara’daki büyükelçileri 13 Haziran 1940
da türk dışişleri bakanlığı’na başvurarak bu az önce bahsettiğim 19 ekim 1939 tarihli üçlü
ittifak anlaşması gereğince türkiye’nin de ingiltere ve Fransa’nın yanında savaşa girmesi
gerektiğini bildirdiler.Fakat Türkiye, daha önce Sovyetler birliği’nin, Türkiye’nin
Ingiltere’nin safında savaşa girmesi konusuna olumsuz yaklaştığını bizzat Sovyet Dışişleri
Bakanı molotov tarafından duyduklarını ifade etmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye bu üçlü ittifak
anlaşmasının yükümlülüklerini gelişen olaylar nedeniyle yerine getiremeyeceklerini bir
şekilde ifade ettiklerini görmekteyiz. Yani Türkiye bu noktada 2 no’lu protokolün
uygulanmasının daha uygun olacağını belirtmiştir. Yani Sovyetler Birliği çekincesinin burada
hayata geçtiğini ifade ettiğini görüyoruz. Türkiye’nin Ingiltere’nin yanında Fransa’nın
yanında savaşa girmesi demek sovyetlerle de bir savaşa girmesi anlamına geliyordu, çünkü
Sovyet-Almanya arasında bir saldırmazlık anlaşması olduğunu görüyoruz dolayısıyla
Türkiye’nin sovyetlerle bir savaşa girme ihtimalinin ufukta belirdiğini ya da belirebileceğini
ifade ederek bu büyükelçilerin isteğine sıcak yaklaşmadıklarını görüyoruz. Fakat ingiltere
bundan ikna olmadığını ve ingiltere’nin Ankara Büyükelçisi Hugessen aracılığıyla Türkiye’ye
baskı yapmaya ve artık bu andan itibaren Türkiye’nin savaşa girmesi için ingiltere’nin çok
ısrarcı olacağını burada görmekteyiz.i Türkiye 26 Haziran 1940’da savaşta tarafsız olduğunu
tekrar teyit etti ve 2 no’lu protokolü uygulayacağını açıkladı haliyle İngiltere’nin bundan
rahatsız olduğunu görüyoruz. Mihver devletlerinden Almanya 7 ekim 1940 ta Romanyayı ele
geçirdi çünkü ingiltere Romanya’ya bir garanti vermiş idi bu çerçevede Türkiye’nin
Balkanlar’da Ingiltere’nin yanında savaşa girmesi gerekiyor idi. Bununla birlikte italya 28
ekim’de yunanistan’ı işgal etmeye kalkıştı ve bu durum türkiye’nin yeniden savaşa girmesi
anlamına geliyor idi. Yunanistan’ın italya tarafından işgali Türkiye’yi nasıl ilgilendiriyor bu 9
Şubat 1934 te Balkan paktı çerçevesinde Türkiye’yi ilgilendirir ve Türkiye’nin bu 9 Şubat
1934 teki Balkan paktı ekseninde savaşa girmesi söz konusu idi. Üçlü ittifakın üçüncü
maddesi Türkiye’ye bazı yükümlülükler getirmekteydi ama Türkiye bütün bu yükümlülükleri
2 nolu protokol yani Sovyet çekincesi kullanarak savaşa girmedi. Ingiltere’nin Ankara
Büyükelçisi Saracoğlunu ziyaret ederek Almanya’nın Balkanlardaki yayılmasına dikkat
çekmiş ve Türkiye-Yugoslavya arasında bir işbirliği yapılmasını telkin ettiğini burada
görüyoruz. Ardından, ingiliz Başbakanı churchill 31 ocak 1941 de Cumhurbaşkanı ismet
Inönüye bir mesaj göndermiş ve bu mesajında Türkiye’de ingiliz hava üsleri kurulması ve bu
hava üslerinde ingiliz uçaklarının, askeri birliklerinin konuşlandırılması gerektiğini ifade etti
ve hatta bir ingiliz heyetinin 26 Şubat 1941 de Ankara’ya gönderildiğini görüyoruz. Bu
ingiliz heyeti Başbakan Refik Saydamla, Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu’yla, Genelkurmay
Başkanı Fevzi çakmakla görüştüğü ve yapılan toplantılarda Almanyanın Bulgaristan
üzerinden yunanistan’a kadar saldırmasının söz konusu olduğunu ifade etmişlerdir.
Ingiltere’nin ,Almanya’nın Türkiye sınırına kadar gelmesi halinde Türkiye’ye yardımcı
olabileceği ifade edilmiş fakat Türkiye bu durumunu şu şekilde açıklamış doğudan da
Sovyetler Birliğinin Türkiye saldırabileceği, batıda Almanya doğuda Sovyetler Birliği
tehlikesi altında kaldığını ve bir tür literatüre “ Polonya sendromu “ diye geçen bir kavram
kullanıldığını da görmekteyiz. Türkiye’nin dış politika yapıcıları, Türkiyenin bu durumda
çekimser bağımsız kalmasının daha uygun olacağını ifade ettiklerini görüyoruz şimdi burada
bizim üzerinde durmamız gereken nokta neymişi bu Polonya sendromu. 1941 yılında , türk
dış politikası kayıtlarına geçen bazı belgeler var mesela bunlardan bir tanesi türk-Bulgar ortak
deklarasyonu: Almanya ve Sovyetler birliğinden endişe duyan Türkiye özellikle Trakya
bölgesinde balkanlarda kendisini mümkün mertebe k güvence altına almaya çalıştığını
görüyoruz ve Almanya’nın Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye saldırısından ürken çekinen
Türkiye yöneticileri Bulgaristan’ın mihver devletlerinin yani almanya ve italya’nın yanına
dahil olmasını önlemek amacıyla, Bulgaristan’la bir diplomatik temas kurduklarını belirtelim
ve 2 devlet arasında güveni artırmak üzere ,17 Şubat 1941 de türk Bulgar ortak deklarasyonu
adını verdiğimiz bir belge imzalandı. Aslında bu deklarasyon Türkiye’nin 1925 ya da 1929 da
Bulgaristan’la imzaladığı anlaşmaların bir anlamda teyidi gibi yani anlaşmalarda söz konusu
olan maddelerin burada teyit edildiğini görüyoruz. Mesela bu deklarasyonda: 2 ülkenin
birbirlerinin güvenlik ve toprak bütünlüğüne saygı duyacakları, güven verici politikaları
sürdüreceklerini açıkladılar, yine Türkiye bulgaristan’ın her türlü saldırıdan kaçınmayı
politikalarının değişmez bir ilkesi haline getireceklerini ifade etti. çünkü bu önemliydi
Bulgaristan anti revizyonist devletler grubundaydı Türkiye açısından önemli bir deklarasyon
yine 2 hükümetin birbirlerine karşı dostça davranacakları bu deklarasyonda belirtilmiştir ve
elbette iyi komşuluk çerçevesinde bir ilişki sürdürüleceği açıklandı. fakat şunu ilave edelim
bu deklarasyon ne müttefikleri ingiltere, Fransa ne de ABD de Sovyetler birliği’ni memnun
etti. Asıl önemli nokta şu almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papenin bu deklarasyonun
imzalanmasından yaklaşık 11 gün sonra Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğluna Bulgaristan’ın
mihver devletleri’ne katıldığını açıklaması büyük bir sürpriz ve bulgaristan’ın mihver
devletlerine resmen katıldığı da 1 mart 1941 de kamuoyuna açıklandı. Alman ordusu ertesi
gün yani 2 mart 1941 de bulgaristan’a girdi ve türkiye’nin korktuğu başına geldi alman
ordusunun Bulgaristan üzerinden türkiye’ye girme ihtimali başladı bu arada tabii Sovyetler
Birliği de bulgaristan’ın bu ani politika değişikliğine da çok sert tepki gösterdi. İngiltere 5
mart 1941 de Bulgaristan’la ilişkilerini kestiğini açıkladı dolayısıyla az önce söylediğim gibi
Türkiye doğrudan doğruya artık bir alman tehlikesiyle yüz yüze kaldığını görüyoruz. Bir
başka durum ise türk-Sovyet deklarasyonu, Bulgaristan’ın mihver devletlerine katılması,
genel olarak Balkanlar’ın Almanya’nın işgaline uğraması kuşkusuz türkiye’yi de çok daha
önemli bir noktaya getirdi ve daha da önemlisi boğazların geleceğini daha riskli bir hale
getirdiğini belirtelim. Balkanlardaki bu gelişmeler Sovyetler birliğinin Türkiye’ye karşı olan
yaklaşımını da değiştirdiğini belirtelim ve Sovyetler Birliği ile birlikte hareket etmeye çalışan
ingiltere bir türk Sovyet yakınlaşmasını teşvik edindiğini yani londra’daki diplomatların böyle
bir tavır değişikliğine girdiğini görmekteyiz. Ardından türk ve ingiliz dışişleri bakanları 8 -19
mart 1941 tarihleri arasında lefkoşa’da bir araya geldiklerini ve işbirliğini konuştuklarını bu
işbirliği içerisinde Türkiye-Sovyet yakınlaşmasının hangi boyutlarda olabileceğini masaya
yatırdıklarını görmekteyiz. Almanya’nın Bulgaristan’a yerleşmesi ve Türkiye sınırına kadar
ordularının gelmiş bulunması bir yana Sovyetler birliğinin de ankara’dan çeşitli talepler
olduğunu biliyoruz ve türk diplomatların da türk dış politikasını yönlendirenlerin de Sovyetler
birliği’nin doğrudan türkiye’ye saldırabileceği endişesini daha yüksek sesle dile getirmeye
bunu açıklamaya çalıştıklarını görüyoruz. Dolayısıyla tekrar ediyorum başındaki kavrama
geliyorum Türkiye yeni bir Polonya sendromuna uğramamak için Sovyetler birliği’yle
ingiltere’nin teşvikiyle bir saldırmazlık bildirisi ya da deklarasyonunun hazırlama çabası içine
girdiğini görmekteyiz. dolayısıyla bu Polonya sendromunun Türkiye üzerinde yarattığı baskı
diyelim türkiye’nin işte endişelerinin giderilmesi için tez elden sovyetler birliği’yle
görüşmelerini sıklaştırdı burada görmekteyiz. Türkiyenin temel amacı sovyetler birliği’nin
türkiye’ye karşı tarafsızlık güvencesi vermesini beklediklerini görüyoruz bu bağlamda sovyet
dışişleri bakan yardımcısı Vişinski 9 mart’ta türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Haydar
Aktayla bir görüşme yapıyor ve bu görüşmede , 17 aralık 1925 tarihli türk Sovyet dostluk
tarafsızlık anlaşması çerçevesinde , tam anlayışa ve ve tarafsızlığa güvenebileceği açıklandı
türk hükümeti Vişinskinin bu açıklamasını bir deklarasyonda yayınlamasını istedi sonuçta , 25
mart 1941 tarihinde Türkiye Sovyetler Birliği arasında bir deklarasyon açıklandı bu
deklarasyona göre: Türkiye’nin savaşa girmek zorunda kalması halinde Sovyetler birliği’nin
türkiye’ye saldıracağı yönünde yabancı basında çıkan haberlerin gerçeği yansıtmadığı ifade
edilmiştir ve türkiye’nin gerçekten saldırıya uğraması ve topraklarını savunması halinde
Sovyetler birliği’nin en geniş manada tarafsızlığına güvenebileceğini ilişkin bir ibarenin
burada yer aldığını da görmekteyiz. yani özetle bu tür Sovyet deklarasyonunun türkiye’yi bir
parça rahatlattığını hatta savaş başlarında bozulan türk Sovyet ilişkilerine de bir nefes
aldırdığını bir düzen içerisine girdiğini burada görmekteyiz bu da önemli bir konu. Buradan
hareketle , bir başka belgemiz bu dönemde türk-alman saldırmazlık paktı , bu türk alman
saldırmazlık paktının sürecine baktığımızda şunu görüyoruz. Önce bulgaristanın mihver
devletlerine katılması türk dışişlerinde yeni tereddütlerin olmasına yol açtı dedik alman
Büyükelçisi Von Papen 4 Mart 1941 de Cumhurbaşkanı ismet inönü’ye hitler’in bir
mektubunu sunuyor hatta 26 şubat’ta kaleme alınıyor. 26 Şubat tarihli mektubunu sunarak
türkiye’nin tereddütlerini gidermeye çalışıyor Türkiye’ye saldırmayacağı yönünde hatta daha
doğrusu mektupta alman birliklerinin türk sınırından uzakta kalacağı yönünde bir ibarenin yer
aldığını görüyoruz, hitlerle İsmet Paşa arasındaki bu mektuplaşma çeşitli tereddütlerin,
risklerin, endişelerin olmasıyla birlikte 2 ülke arasında bir saldırmazlık paktının
hazırlanmasını da gündeme getirdi bunun tabii çeşitli nedenleri var: Almanya açısından
nedeni nedir? Hitler’in Sovyetler birliğine saldırısı ile ilgili düşüncesi Aslında aralık
1940dan itibaren Alman generallerine Sovyetlere ilişkin verdiği çok gizli emir de planların
yapılması yönünde yani yazın mesela haziran 1941 dedik ya mesela Sovyetler birliği üzerine
bir saldırı düzenlenmesi dolasıyla hani bu saldırı planlanırken Türkiye nispeten insan kaynağı
olarak güçlü bir ülke ve bu sebeple Türkiye’nin müttefik safında yer alması Almanya’nın
askeri stratejisine uymuyordu. Alman ordusunda da Türkiye’nin işgal edilmesiyle ilgili bazı
generaller arasında Tereddütler vardı. Diğeri de Almanya Balkanlar’da geniş bir alana
hükmettiği için Türkiye gibi geniş bir coğrafyayı işgal edilmesinin askeri açıdan sıkıntılı
olabileceği düşünüldü. Dolayısıyla bu noktada Almanya Türkiye ile saldırmazlık, tarafsızlık
anlaşmasının yapılmasını daha uygun gördüler bu niyetle Ankara Büyükelçisi Von Papen
Hitlerden aldığı mesajı 13 maysıta Dışişleri bakanı Şükrü saracoğluna iletiyor. bu görüşmede
almanya’nın türkiye’ye çeşitli vaatlerde bulunduğunu görüyoruz, hani almanya’nın yanında
savaşa girmesi en istenilen bir şey işte bu vaatler arasında mesela: Edirne civarındaki
arazilerin sahillere yakın adaların ,özellikle 12 ada ve benzeri adaların bir kısmının türkiye’ye
verileceği söz konusu edilmiştir, gene gizli ve açık taahhütlerin yer aldığı bir anlaşmanın
yapılması alman büyükelçisinin Dışişleri Bakanı Şükrü saraçoğlu’na ilettiği nelerdir
konulardır. türkiye’nin almanya’nın yanında savaşa girmesi halinde ege’deki adaların kıyıya
yakın adaların bir bölümünün Türkiye verilebilmesi tabii Türkiye bunu kabul etmedi, çünkü
Türkiye’nin almanya’nın yanında savaşa girmesi demek dümdüz olması demekti. Bu
çerçevede Von Papen amacına ulaşmak için 14 mayıs’ta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile
görüştü ve dolayısıyla tabii Irak’ta gelişen bir takım olaylar da gündeme geliyor,
almanya’nın 6 nisan’da yunanistan’a saldırması, 17 nisan’da yugoslavya’nın almanya’ya
teslim olması gibi böyle bir dizi türkiye’nin hemen yanı başında cereyan eden olaylar
türkiye’yi Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalamaya itmiştir. bu görüşmelerin
sonucunda , 18 Haziran 1941 de Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ile alman Büyükelçisi Von
Papen arasında türk alman saldırmazlık paktı imzalanıyor bu , kısa bir parktır birkaç
maddeden oluşuyor mesela: Türkiye cumhuriyeti’yle Almanya aralarındaki dostluk
ilişkilerini karşılıklı güven ve içtenlikle dostluk temeline oturtmak gayesiyle birbirlerine
güvence verdikleri falan söyleniyor, ardından da 2 ülkenin birbirlerinin topraklarına karşı
saygılı olacakları ve topraklarının dokunulmazlığına saygı duyacağı belirtilmiş idi , Paktın bir
diğer maddesi de paktın 10 yıl geçerli olacağı açıklanmış idi bunları ifade edeyim. şimdi bu
pakt sadece Almanya tarafından değil italya tarafından da büyük bir memnuniyetle
karşılandığını belirtelim hatta italya Dışişleri Bakanı kont Ciano 21 Haziran 1941 de
türkiye’nin roma Büyükelçisini makamına çağırarak benzer nitelikte bir paktın Türkiye italya
arasında da imzalanması gerektiğini ifade etmiştir. fakat türk alman saldırmazlık paktı
imzalanması bu kez , ingilizler tarafından büyük bir kuşku ve endişeyle karşılandı ki daha
sonra ingiliz Genelkurmay Başkanlığı türkiye’ye yapılan ingiliz askeri yardımlarının
kesilmesini, malzemelerin durdurulmasını düşündü fakat ingiliz Dışişleri Bakanı bu
politikanın türkiye’yi Almanya’ya daha fazla yaklaştıracağı gerekçesiyle karşı çıktı. yani
ingiliz Dışişleri Bakanlığı türkiye’ye yardımın kesilmesi demek türk yetkililerinin mihver
güçlerine daha fazla yakınlaşması sonucunu yaratacağını söyleyerek buna karşı çıkmışlardır.
Dolayısıyla , işte Selim Deringilin kitabında dediği şey tam da bu dikkat edin, Türkiye bir
yanıyla Sovyetler Birliği ile bir saldırmazlık deklarasyonu, bir yanıyla bulgaristan bir yanıyla
Almanya öte tarafta da ingiltere ile ilişkilerini sürdürdüğünü görüyoruz denge durumu bu ,
onu söylemiş olalım ve sonuçta bu pakt uluslararası ilişkilerde almanya’nın bir başarısı olarak
değerlendirildi ve bu ülkenin olası bir Sovyetler birliğine saldırısı halinde güney sınırını
güvence altına aldığını görüyoruz.
Dış Politika 8. Hafta 1. Ders( ikinci dünya savaşı ve konferanslar)

Geçen hafta ikinci Dünya Savaşı sırasında türkiye’nin dış politikası ekseninde yaptığı bazı
paktlardan bahsetmiştim hatırlayacaksınız mesela türk alman saldırmazlık 18 Haziran 1941 de
imzalanmış, ardından Türkiye ile Bulgaristan arasında yine bir deklarasyon yayınlandığını
yine, Türkiye ve Sovyetler birliği arasında bir deklarasyon yayınlandığını ifade etmiştik.
Şimdi bu hafta da almanya’nın Sovyetler birliğine saldırması üzerinde duracağız ardından da
türkiye’nin savaşa sokulması çerçevesinde yapılan konferanslar üzerlerinde duracağız. Yani
Kazablanka konferansı, Adana konferansı ve Tahran, Kahire Moskova konferansları şeklinde
devam edeceğiz. İkinci Dünya Savaşı sırasında almanya’nın Sovyetler birliği’ne saldırması
hem genel anlamda savaşın gidişatını değiştirdi, hem de özel anlamda türk dış politikasında
da yine bazı hususlar üzerinde durulduğunu göreceğiz. Almanya savaşın başlarında
türkiye’nin savaş dışı kalmasını kendi çıkarları açısından daha uygun bulmaktaydı, alman
ordusu Avrupa’da ve kuzey Afrika’da savaşı genişletip birçok ülkeyi işgal ettikten sonra
doğuya yöneldi dolayısıyla alman genel kurmayı 3 Temmuz 1940dan itibaren Sovyetler
birliği’ne yapılacak olası bir alman saldırısının planlarını hazırlamaya başladığını görüyoruz.
Alman genelkurmayı çalışmalarını belli bir noktaya ulaştırdıktan sonra yapılan planlar hitler’e
sunulmuş ve hitlerde 13 aralık 1940 tarihinde Barbarossa harekatı adını taşıyan planın
uygulanması emrini vermiştir. Çünkü Barborasa kelimesi üzerinde duralım; Barbarossa
Almanların orta çağdaki ünlü krallarından biri olarak değerlendirelim. Barbarossa’a
harekâtının hazırlıkları sırasında türkiye’nin işgal edilip edilmeyeceği ya da işte Türkiye
üzerinde Sovyetler birliği’ne bir saldırı yapılıp yapılmayacağı da gündeme getirilmiş, fakat bu
düşünce Hitler tarafından kabul görmemiştir. Yani Türkiye üzerinden Sovyetler birliğine
saldırı yapılması planı Hitler tarafından kabul görmedi, Balkanlar’ı kontrol altında
bulundurmak ve türkiye’yi savaş dışında tutmak daha önemli idi. Almanya’nın Ankara
Büyükelçisi Von Papen 25 Şubat 1941 tarihinde Başbakan Refik saydam ve dışişleri bakanı
Şükrü Saracoğlu’nun, birtakım üst düzey türk yetkililerin de bulunduğu bir yemekte
almanya’nın batıdaki zaferlerinden söz etmiş, hatta propaganda filmi denilebilecek bir takım
görseller izletmiştir. Bunun dışında Hitler ile Cumhurbaşkanı ismet inönü arasındaki
mektuplaşmalar dile getirilmiştir ,mutabık kalınan konular Bulgaristan’ın mihver devletlerine
katılması ve türk alman saldırmazlık paktı’nın imzalanması gibi konular üzerinde
durulduğunu belirtelim. Von Papen`in Başbakan Refik Saydam’a ve Dışişleri Bakanı Şükrü
Saraçoğlu`na diğer dış politika yapıcılarına verdiği yemek aslında, Almanya’nın Sovyetler
birliğine yönelik bir dizi niyetler beslediğini ya da planlar yaptığının açık göstergelerinden
biri olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hatta türk alman saldırmazlık paktının imzalanması da
almanya’nın Sovyetler birliğine yapacağı saldırı öncesi bir tırnak içinde hazırlık mahiyeti
taşıdığını belirtmiştik. Hitler 22 Haziran 1941 de Barbarossa harekatını başlattı ve askeri
tarihçiler, alman generalleri, harekatın birtakım riskler taşıdığını ve bunu aslında hitlere
doğrudan söylememekle birlikte, bu alman generallerinin böylesine geniş çaplı büyük bir
harekatın risklerle dolu olduğunu başarıya ulaşması konusunda birtakım soru işaretleri
taşıdığını görmekte. Çünkü burada ana karargahın Berlin’den Moskova’ya ulaşmak için çok
uzun bir yolu katedilmesi gerekiyor. Hatta Sovyet-Kara ve demir yollarının altyapı açısından
yetersizliği ve Alman ordusunun ancak beşte birinin bu denli hızlı bir şekilde mobilize
edebileceği ifade edilmiştir. Fakat alman generallerinden bir kısmının da savaşın kısa sürede
kazanabileceğine dair bir inanca sahip olduklarını ifade edilmiş. Bahsettiğimiz bu Barbarossa
harekatının çok yönlü ve iç içe geçen birçok plandan oluştuğunu söyleyelim, mesela bu
harekatın ilk hedeflerinden biri kızıl ordu’nun Divina ve Dinyeper bölgesinin batısındaki
güçlerinin sonbaharın sonlarına kadar yok edilmesi yani oradaki Sovyet askeri güçlerini
sonbaharın sonuna kadar yok edilmesini böylece, Sovyet lideri Stalin’in savaş için ihtiyaç
duyduğu hammadde ya da diğer bir takım hayati ürünlerden yoksun kalacağına dair yine
alman genelkurmayın, alman generallerinin yaptığı planlar olduğunu görüyoruz. Yani Sovyet
ordusunu besleyecek alanların yok edilmesi ya da ele geçirilmesi söz konusu olmuştur.
Barbarossa harekatı sadece hızlı bir Yıldırım savaşı olarak tasarlanan bir askeri harekat
niteliğinde değildi, aynı zamanda uluslararası hukukun sınırlayıcı hükümlerini reddeden ve
hitler’in yahudilere ,bolşeviklere ve slavlara karşı savaşının da simgesiydi. Buradan kastedilen
şu bu sadece askeri bir harekat niteliğini taşımıyor hitler’in kendi kavgam kitabında belirttiği,
ya da daha sonraki metinlerde belirttiği tırnak içinde düşmanlarının da yok edilmesi
(Yahudiler bolşevikler ve diğer unsurların yok edilmesi) anlamına geldiği açıklamıştır. Bu
harekatın savaşın seyrini değiştirdiği, birbirlerine muhalif liderleri yeni işbirlikleri için bir
araya getirdiğine ilişkin birtakım yine düşünceler iddialar olduğunu burada görmekteyiz.
Almanya’nın Sovyetler birliğine saldırması savaşın genel seyrini değiştirdi dedik şöyle ki o
tarihe kadar bolşeviklerin tırnak içinde ifade ediyorum amansız bir düşmanı muhalifi olan
Churchill bile radyoda yaptığı bir konuşmada; artık eski söylemlerin terkedilmesi gerektiğini
yani komünizm karşıtı söylemlerin terk edilmesi gerektiğini ve yeni bir döneme geçilmesi
gerektiğini söylüyor. Bunun anlamı nedir Sovyetler Birliğinin artık bir müttefiklik ilişkisi
içine girmesi gerektiği ifade edilir ve 13 temmuz’da ingiltere ve Sovyetler Birliği arasında bir
ortak hareket karşılıklı yardımlaşma anlaşması imzalandı. Bu antlaşmada boğazlardan geçişe
değinilmiş yani türkiye’yi ilgilendiren kısmı elbette fakat Türkiye buna itiraz etmiş ve
Türkiye Sovyetler birliği’ne yardım edilmesi için Basra körfezinin işgal edilmesini ve o
bölgeden kuzeye doğru Sovyetler birliğine yardım edilmesini önermiştir. Türkiye’nin
boğazları kullanımına izin vermemesi nedeniyle ingiltere ve Sovyetler birliği 19 Ağustos
1941 de anlaşmalı bir şekilde iran işgal edilmiştir ve yardım iran üzerinden moskova’ya
ulaştırılmıştır. İngiltere, iran’ın güneyini yani Basra körfezi’ni kuzeyi de Sovyetler Birliği
tarafından işgal edilmiş ve yapılan anlaşmaya göre savaş bittikten sonra her 2 işgalci Iran’dan
çekilecekti. Parantez bilgisi savaş bittikten sonra ingiltere Basra körfezinden iran’dan geri
çekilmiş ama Sovyetler hâlâ iran’ın belirli bir kısmını bir süre işgal altında bulundurmaya
devam etmiştir. Tam bu noktada almanya’nın Sovyetler birliğine saldırdığı dönemde
türkiye’deki alman propagandası gittikçe arttı ve tam bu noktada türkiye’deki aşırı milliyetçi,
panturanist siyasi gruplar ve yayınlarla ya hükümet tarafından, ya da hükümetin bilgisi
dahilinde bu propaganda desteklendi. Yine alman diplomatlar mütemadiyen yaptıkları
propaganda da ,türk Sovyet ilişkilerinin gerginleşmesi için birtakım çalışmalar için de
bulunuyorlar ve hatta daha önce Almanya ve Sovyetler Birliği arasında yapılan bir dizi
diplomatik görüşmelerde, sovyetlerin türkiye’ye yönelik taleplerini de açıklamaya başladılar
yani gizli belgeleri ortaya döktüler. İngiltere ve Sovyetler Birliği 10 Ağustos 1941 de
türkiye’ye birer nota vererek montrö boğazlar sözleşmesine bağlılıklarını ya da Montrö
boğazlar sözleşmesinden sonra ortaya çıkan geçiş rejimini ,boğazların hukuki statüsünü teyit
ettiklerini açıklamak zorunda kalmışlardır. Tam bu süreçte en önemli hususlardan biri
türkiye’nin bir Avrupa devletinin saldırısına uğraması hâlinde 2 devletin de yani Ingiltere ve
Sovyetler birliğinin de Türkiye’ye her türlü yardımı yapacaklarını vaat etmeleridir. Alman
yetkilileri Türkiye’yi Almanya’nın safına çekebilmek için sovyetlerin boğazlar üzerindeki
taleplerini, Kasım 1940 da Hitler molotov görüşmesini tekrar gündeme getirdiler ve bir takım
belgeler yayınladılar. Turancı akımları Almanya desteklemeye başladı, Almanya ege
denizi’nde işgal altında bulundurduğu bazı adaları türkiye’ye verebileceğini ifade etti yine
alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, büyükelçi Von Papen türkiye’deki turancı hareketlerin
desteklemesi için o zamanın parasıyla 5.000.000 alman markı gönderdiği yine belgelere
yansımıştır. Dolayısıyla bu 1941 yılı ve almanya’nın Sovyetler birliği’ne saldırısı karşısında
alman propagandasının en yoğun olduğu dönemlerden biri çünkü sovyetlerin parçalanması
halinde, oradaki Türklerle birleşme panturanist birtakım hedeflerin tekrar masaya getirildiğini
görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı sırasında güçlü bir panturanist akım vardı Türkçülük
akımının içerisinde, Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle
çıkınca artık bu panturanist düşünce eskisi gibi büyük bir heyecan yaratmıyor idi. Hatta
meşhur halide edip adıvar 1918 sonunda bir makale yazıyor makalenin başlığı da evimize
dönelim o makale büyük bir tartışma yaratmıştır. En önemlisi de birinci Türkiye Büyük Millet
meclisi açıldıktan sonra, Mustafa Kemal 24 nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet meclisi’nin
gizli toplantısında yeni Anadolu hareketinin hareketinin iç ve dış politikasına yönelik
açıklama yaptığı sırada ,hedeflerinin panislamist ve pantürkist olmadığını ifade etmiştir. Yani
orada panturanizme bir set geldiğini görüyoruz. Atatürk dönemine yani 1923 sonrasına
baktığımız zaman türkiye’nin sovyetler Birliğiyle çok yakın ilişkileri vardı şöyle ifade edelim:
Mete tuncaya göre 1923 ten sonra ikinci Dünya Savaşı yıllarına kadar siyasi açıdan
panturanist olmamakla kültürel açıdan panturanist politika izlediğini ifade ediyor. 1930 lu
yılların ortalarından itibaren bir takım panturanist ırkçı figürler ortaya çıkmıştır; mesela Nihal
atsız, Remzi oğuz işte bunlardan bir tanesidir. 1940-1941 yıllarında bu hareketlerin daha da
arttığını görüyoruz. Dikkat ederseniz Atatürk döneminde panturanizim çok ilgi gören bir
düşünce değil ama ikinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle almanya’nın Sovyetler birliği’ne
saldırmasından sonra bu düşüncenin türk hükümeti tarafından ya üstü örtülü bir şekilde bazen
de açıktan desteklediğini görüyoruz. Ta ki ne zamana kadar alman orduları yenilmeye ve geri
çekilmeye başladığı ana kadar bu sefer de sola ilişkin göz kırpmalar başlamış ve sol yayınlar
daha yayınlanmaya başlanmıştır. Bu arada türkiye’nin iç siyasetinde şöyle bir değişiklik
oluyor tam bu noktada 7 Temmuz 1942 tarihinde Başbakan Refik saydam ani bir şekilde
hayatını kaybediyor ve Başbakanlığa Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu getiriliyor. Şükrü
Saraçoğlu Başbakan sıfatıyla 27 Ağustos 1942 tarihinde Von Papenle bir görüşme yapıyor ve
Şükrü Saraçoğlu Von Papen ile yaptığı görüşmede Sovyetler birliği’nin yıkılmasından,
dağılmasından türkiye’nin büyük bir memnuniyet duyacağını ifade etti ve böylece bir
Almanya esintisi var. Fakat bu dönemdeki Sovyet belgelerine baktığımızda türkiye’ye yönelik
çok sert ifadelerin yer aldığını, hatta türkiye’nin almanya’ya müttefik olduğunu türkiye’nin
almanya’ya silah, cephane gibi yardımda bulunduğunu, alman denizaltılarının montrö
boğazlar sözleşmesine aykırı bir şekilde boğazlardan geçerek karadeniz’e geçtiği gibi buna
benzer bir dizi türkiye’ye yönelik sert eleştirilerin olduğunu buradan görmekteyiz. Yani bu
dönemde türkiye’nin almanya’ya göz kırptığı ,dirsek teması içerisinde yer aldığı yıllardır. Bu
bağlamda Krom sorununa da değinmemiz gerekiyor çünkü ikinci dünya savaşında türk dış
politikasını derinden etkileyen bir olay. Krom özellikle silah araç gereçlerin, zırhlılarının
yapımında kullanılan bir maden olduğunu burada görmekteyi. Krom cevherinin ihracatı savaş
sırasında türk dış politikasını etkileyen temel gelişmelerden biri olduğunu belirtelim. Şimdi
aslında Türkiye ile ingiltere arasında da bu Krom ticaretinin yapılmasıyla ilgili bir temasın
olduğunu belirtelim, dolayısıyla Türkiye savaşın başında ingiltere’nin, krom cevherini uzun
vadeli bir anlaşmayla satın almasını istiyordu. ingiltere sadece 2 yıllık bir süre boyunca krom
cevherini satın alabileceğini açıkladı, fakat Almanya bu stratejik madene en baştan beri talipti
yani bunun satın almayı istiyor idi. 9 ekim 1941 tarihinde Türkiye ile Almanya arasında bir
dış ticaret anlaşması imzalandı ve dolayısıyla bu anlaşmaya göre Almanya türkiye’ye askeri
malzeme, demir çelik, ulaşım araçları Marina gibi sanayi ürünleri sattı. Karşılığında
türkiye’den başta krom olmak üzere hammadde ve gıda maddesi alacaktır. 9 ekim 1942
tarihli Türkiye- Almanya arasında ticaret anlaşmasına ingiltere ve Amerika Birleşik
Devletleri büyük tepki gösterdi ve zaman zaman da ilişkilerin gerginleştiğini belirtelim. 1943-
1944 yıllarında bu krom madeni ihracatıyla ilgili Türkiye müttefik devletlerin sert tepkisiyle
ya da baskısıyla karşılaştı ve bütün bu baskılardan sonra ve savaşın seyrinin değişti, yani
Almanların geri çekilmeye başladığı bir dönemde 21 Nisan 1944 de Türkiye almanya’ya
krom sevkiyatını durdurduğunu açıklıyorlar. Şimdi gelelim türkiye’yi savaşa sokma
çabalarına, almanya’nın 22 Haziran 1941 de Sovyetler birliğine karşı başlattığı saldırı 1942
yılının ocak ayında moskova’ya yakın bir noktada durdu. Tabii alman birlikleri 1942 yılının
kış aylarında sert dondurucu hava yüzünden büyük kayıplar verdi. Dolayısıyla alman
ordusunun 1942 yılının ekim Kasım aylarında Stalingrad’a durdurulmuş bu bir, ikincisi
ingiltere’nin kuzey afrika’da almanlara üstünlük sağlamaya başlaması da yine savaşın genel
seyrinin değişmesinde önemli olduğunu görüyoruz, üç bir başka dönüm noktası Japon
ordusunun 7 aralık 1941 tarihinde Pearl Harborda, ABD donanmasına karşı başlattığı saldırı.
Bu üç gelişmenin savaşın genel seyrinin değişmesinde etkili olduğunu belirtelim. Pearl
Harbord baskınından sonra ABD Başkanı Roosevelt bir açıklama yapıyor: burada baskın
gününü alçaklıkla lekelenmiş gün olarak tanımlıyor bu olaydan sonra ABD halkı çok
muazzam bir şekilde Amerikan devleti hükümetine ve ordusuna büyük bir destek veriyor.
1941 yılının sonlarında yani Pearl Harbord baskının yapıldığı sıralarda, 38 hükümet daha
savaşa girmiştir uluslararası araştırmacılar Pearl Harbord baskınıyla ilgili savaş gerçek
anlamda bir dünya savaşına dönüştü yani daha önce bir Avrupa savaşı iken Pearl Harbord ile
savaş uzak doğuya yayılmış ve gerçek anlamda bir Dünya Savaşı haline geldiği belirtilmiş.
Tabii Almanya, italya 11 aralık’ta abd’ye savaş ilan etti ve böylece küresel bir savaşa
dönüştü, şimdi ingiltere’nin kuzey afrika’da başarılar elde etmesi ve Sovyetler birliği’nin
alman ordusunun Moskova önlerinde durdurması müttefiklerin türkiye’yi savaşa sokma
çabalarına hız vermesine neden oldu. Özellikle Churchill 1942 yılının sonlarıyla 1943 yılının
başlarında bu konuda başı çeken liderlerden biri oldu, hatta 18 Kasım 1942 de ingiliz
genelkurmay’ın türkiye’nin savaşa girmesi konusunda birtakım hazırlıklar yaptığını da
görüyoruz. Şimdi bu noktada Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri de türkiye’nin
pasif bir rol ile yetinmemesi gerektiği düşüncesindeydi ve özellikle Sovyet lideri Stalin, ikinci
cephenin balkanlarda ve Fransa’da açılmasını ve bu savaşa türkiye’nin de katılmasını
istediklerini görmekteyiz. Dolayısıyla 1943 yılına geldiğimizde artık 43 yılı boyunca
türkiye’nin savaşa girmesi konusunda bir dizi konferanslar yapılmaya başlandığını görüyoruz.
1943 yılı boyunca türkiye’yi savaşa sokma konusunda düzenledikleri konferanslar üzerinde
durmamız gerekirse: ilk konferans Kazablanka konferansı çünkü Kazablanka konferansının
toplanma nedeni ve türkiye’yi ilgilendiren konu şu; ABD başkanı Roosevelt, ingiltere
Başbakanı churchill 14-24 ocak 1943 tarihleri arasında Fas’ın Kazablanka kentinde bir araya
geldiler, ayrıca bu konferansa Fransa adına katılan Charles de Gaulle de katıldı. Bu
konferansta hangi konular konuşuldu: birincisi Sovyetler birliği’nin avrupa’da ikinci bir cephe
açılması fikri fakat bu konu da kayda değer bir ilerleme sağlanmadı ,yine bu konferansta bir
müttefik yüksek komutanlığı kurulması yani müttefik ordularının ortaklaşa kuracakları bir
müttefik yüksek Komutanlığının kurulmasının burada ifade edildiğini görüyoruz. Kazablanka
konferansı 1943e geldiğimizde Kuzey Afrika cephesinde bazı başarılar elde edildiğini,
Almanların meşhur generali Rommel’in burada durdurulduğunu ve kuzey afrika’daki cephe
meselesini de kazablanka’da konuşulduğunu belirtelim. Kazablanka da mihver devletlerinin
yani diğer adıyla düşmanın kayıtsız şartsız teslim olmasına kadar savaşın sürdürülmesi kararı
alındı. Yine Churchill ve Roosevelt türkiye’nin savaşa girmesini sağlamak için de burada yine
birtakım görüşmeler konuşmalar yaptığını görmekteyiz. Türkiye’nin savaşa girmesi halinde
türk ordusunun güçlendirilmesi, silahlandırılması, takviye edilmesi işinde ingiltere tarafından
churchill tarafından üstlenilmesine karar verildi. Tabii burda Churchill türk ordusunun 3 yıla
yakın yani 1939 dan itibaren seferberlik halinde olduğunu, aslında ordunun tek eksiğinin
modern silahlara sahip olmayışı olduğunu burada ifade ediyor. Dolayısıyla türk ordusuna,
mısır ve Amerika Birleşik devletleri’nden o dönemin tabii modern tankları, topları, özel
silahlarının sevk edilebileceği orada açıklanmıştır ve hatta amerika’dan tank uçaksavar ve
tanksavar toplarla türk ordusuna tesis edilebileceği yani Türk ordusunun silahlandırılmasının
istendiğini burada görmekteyiz. Yine bu konferansta Sovyetler Birliği ,ingiltere ve ABD
tarafından türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi halinde savaşa girebileceği
buradan açıklanmış idi. Sonuçta ikinci Dünya Savaşı sırasında kazablanka konferansında
genel anlamda savaşın gidişatı kuzey afrika’daki durum konuşulmuş, özel anlamda da yani
türkiye’yi ilgilendiren husus: türkiye’nin bir silahlandırılması yani ordusunun donatılması,
ikide ise savaşa girmesi konusunun gündeme geldiğini görüyoruz. Kazablanka konferansında
churchill’in Cumhurbaşkanı ismet İnönüyle görüşmesi kararı alındığını da görmekteyiz.
Anlaşılan odur ki kazablanka konferansında diğer konferanslarda olduğu gibi sert bir üslupla
türkiye’nin savaşa girmesi konusu çok ele alınmamıştır. Buradan hareket edersek bu
Kazablanka konferansından sonra Adana görüşmesi ya da Adana konferansı dediğimiz bir
diplomasi hamlesi geldi. Bu Adana konferansı da 30 ocak 1 Şubat 1943 tarihleri arasında
yapıldı. Bu konferansın büyük bir gizlilik içerisinde yapılması Adana yenice istasyonunda
Cumhurbaşkanı ismet inönü ile churcillin bir araya geldiğini ve bunun da ismet inönü’nün
özel vagonunda yapıldığını görüyoruz. Türk heyetinde Cumhurbaşkanı ismet inönü, Başbakan
Şükrü Saraçoğlu, Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ve Genelkurmay Başkanı Mareşal
Fevzi çakmak’ın katıldığını ve tabii bazı üst düzey askeri yetkililerin katıldığını
söyleyebiliriz. ingiltere ise temsilen Churchillin ve dışişleri daimi müsteşarı Sir Aleksanderı
görüyoruz. Yine kalabalık bir sivil askeri heyetin ingiltere adına bu görüşmelere katıldığını
belirtelim. Bu Adana görüşmelerinde türkiye’nin savaş dışında kalma durumu, türk Sovyet
ilişkileri, balkanların durumu ve türk ordusunun silah ve cephane açısından donatılması yani
silahlandırılması üzerinde duruldu. Burada bir parantez açalım Churchill adana’ya gelmeden
önce Cumhurbaşkanı ismet inönü’ye bir nota göndererek Sovyetler birliği’nin Stalingrad’da
müttefiklerin ise kuzey afrika’daki Rommelin ordusuna ayıp ağır kayıplar verdiğini ifade
etmiştir. Dolayısıyla Churchille göre Almanlar petrol bölgelerine ulaşmak için türkiye’ye
saldırabilirlerdi. Dolayısıyla bunların masaya yatırılması gerekiyordu, ingiliz Başbakanı
türkiye’den aslında bir taahhüt beklemediğini amacının türkiye’nin nasıl güçlendirilmesi
savaşa hazır hale getirilmesi konularını tartışmak olduğunu burada belirtiyor. Adana
görüşmelerinin ilk gününde genel olarak türk ordusunun modern silahlarla donatılması
konusunun ele alındığını görüyoruz, özellikle Fevzi çakmak’ın bu konuda çok ısrarcı
olduğunu belirtelim. Türk ordusunun silahlandırılması konusunda ingilizler tarafından
güvence verildiğini belirtelim ve bu türk Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile ingiliz hava
mareşali Drummond arasında görüşme yapılması ve kraliyet Hava Kuvvetleri subaylarının
olası bir askeri harekatın planlaması için türkiye’ye gelmesi kararlaştırdı. ikinci gün ise savaş
sonrası dünya düzeni ele alınmış ve burada yine Başbakan Saraçoğlu Almanların
yenilgisinden sonra sovyetlerin avrupa’da hakim olacaklarını bir ifade ediyor. Churchill
başkan saraçoğlu’na verdiği cevapta savaştan sonra galip devletlerin kendi aralarında
çatışabileceklerini böyle bir ihtimal olduğunu, Sovyetler birliği’nin sebepsiz bir saldırısı
karşısında uluslararası mekanizmaların devreye gireceği ve bunları bunu önleyeceğini ifade
etmişti. Adana konferansında türkiye’nin müttefiklerin yanında savaşa girmesi konusu
tartışıldı hemen belirtelim bu Türkiye tarafından ilkesel kabul ediliyor ama türk ordusunun
ihtiyaç duyduğu silahların sağlanması koşulu ile. O yüzden ingilizlerin tepesini attıran konu
bu oldu çünkü ingiliz heyeti ankara’ya geldiğinde türkiye’yi mütemadiyen onların önüne yeni
istekler sunmuştur sonuçta ingiliz askeri heyeti bu işin olmayacağını söyleyip hiç kimseye
haber vermeden ankara’yı terk edip ingiltere’ye gidiyor, İngiltere’yi asıl öfkelendiren şey bu.
türkiye’de o dönem de hali hazırda temel kuşku bakanlar kurulu’nda alman yanlısı bakanların
olduğu mesela Numan Menemencioğlu ,Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak gibi ama
ordunun eksikliğini daha fazla ön plana getirdiğini burada görmekteyiz. Şimdi Sovyetler
birliğinin savaş sırasında ve sonrasında türkiye’ye yönelik tavrı ne olacaktı mesela Türk
yetkililerinin en fazla üzerinde durdukları konu bu, bu konuda bir güvence verilmesi,
bakanlarla yapılacak askeri harekat konusunda türk ordusuna düşen görevin kesin olarak
belirlenmesi, sınırlarının çizilmesi gibi konularda yine bu Adana konferansında tartışıldığı
konuşulduğunu görmekteyiz. Şimdi gelelim Washington konferansına: ABD Başkanı
Roosevelt ve ingiliz Başbakanı Churchill 12-15 Mayıs 1943 tarihleri arasında bu görüşmeyi
gerçekleştiriyor gayri resmi bir görüşme olmakla birlikte burada önemli bir takım kararlar
alındı mesela; 2 lider italya’nın işgal edilmesini, savaş sonrasında kurulacak yeni dünya
düzeni Birleşmiş Milletler, barışı koruma sorumluluğunun ABD, ingiltere, çin ve Sovyetler
birliğine verilmesi konusu kararlaştırılıyor. Yine bu konferansta Washington konferansında
türkiye’yi ilgilendiren temel başlıklardan, temel konulardan biri de italya’nın işgal
edilmesinin ardından türkiye’nin savaşa girip girmeyeceği meselesidir ve türkiye’nin savaşa
girmesi için ikna edilmesi konusudur. Dolayısıyla türk hava sahası, türk hava alanları
kullanılabilecek mi? Romanya’daki petrol depoları, alanları bombalana bilecek mi? Bir
diğer üçüncü hususta churchillin ikinci cephenin balkanlarda açılmasını yeniden gündeme
getirdiğini görüyoruz. Gelelim Quebec konferansına(kanada) 11- 24 Ağustos 1943 tarihleri
arasında yapıldı bu konferansın yapılma amacı şu bu konferansta bu savaşın müttefiklerin
lehine döndüğü bir dönemde yapılan, Almanların yavaş yavaş artık yenilip geriye çekildikleri
bir durumdan sonra meydana geliyor. Quebec konferansında Churchill ve Rooseveltin yanı
sıra bazı askeri yetkililerin de katıldığı bir konferans peki bu konferansta ne konuşuluyor: bir,
iki lider ikinci cephenin Balkanlar yerine Normandiya’da yani fransa’da açılmasına diyelim
karar veriyorlar, iki, cephe Komutanlığına bir abd’li generalin atanmasını istiyorlardı, üç,
Almanların yenilgisi halinde Sovyetler birliği’nin bütün almanya’yı işgal etmesinin
engellenmesi, dört, müttefiklerin Berline kızıl orduyla birlikte eş zamanlı girmesi
kararlaştırıldı buna Rankin planı adı verildi. Bu plan çerçevesinde girmesin kızıl ordu’nun o
meşhur Berlin parlamentosuna girdiğini kızıl bayrağını yani sovyetlerin orak çekicini
asmıştır. Bu Quebec konferansında türkiye’nin savaşa girmesi doğrudan doğruya talep
edilmedi ancak türk ordusuna askeri yardımın yapılmasına karar verildi, yine balkanlar’daki
hava akınları sırasında türk hava alanlarının kullanılması, türkiye’nin almanya’ya krom
ihracatını durdurmasını, boğazlardan geçen alman gemilerinin daha sıkı kontrol edilmesi yani
ticaret gemileri adı altında işte silah sevkiyatının yapıldığını dair türk hükümeti üzerinde
baskı kurduklarını görüyoruz. Stalingrad da alman ordusunu durduran Sovyetler Birliği bir
yandan da türkiye’nin savaşa girmesini isterken çünkü kendi üzerindeki yükü hafifletmeye
çalışıyor bunun dışında yine Bir ikinci cephe konusunu yine sovyetlerin gündeminde
olduğunu buradan yapmaktayız görmekteyiz .
Dış Politika 8. Hafta 2. Ders( Kahire,Tahran ve Yalta konferansı savaşın bitimi)

Bugün dersimizde , Türkiye’nin savaşa sokulması çabaları içerisinde düzenlenen konferanslar


ve bu konferanslarda Türkiye’yi ilgilendiren temel hususlar üzerinde duracağız. 19-30 ekim
1943 tarihleri arasında moskova’da düzenlenen konferans üzerinde duracağız, bu konferansa
üç müttefik ülke lideri yani ; Sovyetler Birliği lideri stalin ,İngiltere Başbakanı Churchill,
Amerika Birleşik Devletleri başkanı Roosevelt katıldığını görüyoruz. Daha doğrusu bu 3
liderin katılması planlanmış son dakikada bir planlama değişikliği yapıldı ve saydığım 3
müttefik ülkenin İngiltere ,ABD, Sovyet liderleri yerine, dışişleri bakanlarının katıldığı bir
konferansta dönüştürülmüş idi. Burada en çok duyabileceğiniz isimler arasında İngiltere
Dışişleri Bakanı Anthony Eden, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov ve Amerika
Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Cordell Hull`un katıldığını burada görmekteyiz. Bu
konferansın sonunda, 4 ayrı mesajın yer aldığı bir Moskova deklarasyonu yayınlandı, bu
Moskova deklarasyonunda yani ilk mesajda; savaştan sonra sürdürülebilir bir barışın inşa
edilmesi için Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulması gündeme getirildi. Daha sonra bu
deklarasyona çin de katıldı onu da söyleyelim. Bu birinci mesaja çin de katıldı, ikinci mesaj
da İtalya’da faşist yönetimin yıkılması ve faşizminin etkisinden kurtulmasının yayınlandığını
görüyoruz, üçüncü mesajda Almanya ve Avusturya arasındaki birleşmenin tanımayacağı
açıklandı, dördüncü mesajda da savaş suçlularının ve savaşta katliam yapanların mutlaka
cezalandırılacağı ifade edildi. Şimdi 3 Dışişleri bu toplantıda yani Moskova konferansında
Türkiye’nin de savaşa girmesi meselesini ele aldıklarını belirtelim. ABD Dışişleri Bakanı
Hull`un Türkiye’nin savaş dışı tutulmasının şimdilik daha faydalı olabileceğini açıklamıştır
fakat Sovyet Dışişleri Bakanı molotov, Almanya’nın bir an önce yenilgiye uğratılabilmesi
için Türkiye’nin 1943 yılının sonuna kadar savaşa girmesi gerektiğini açıkladığını belirttelim.
Türkiye’nin 1943 yılında savaşa girme meselesi bir sonraki konferansta yani birinci Kahire
konferansında ele alındığını görüyoruz. Bu birinci Kahire konferansı da 5-8 Kasım 1943
tarihleri arasında düzenlendi, ingiliz içişleri bakanı Anthony Eden, türk Dışişleri Bakanı
Numan Menemencioğlu`nun katıldığı bir konferanstır. Söz konusu konferansta 3 devlet yani
İngiltere, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri dışişleri bakanlarının moskova’da
aldıkları, Türkiye’nin 1943 yılının sonlarına doğru savaşa girmesi gerektiğine ilişkin kararı
Türkiyeye bildirmek için bu birincin Kahire konferansının düzenlendiğini belirtelim. Şimdi
ingiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden Türkiye’nin 31 aralık 1943 ten önce savaşa girmesini,
Türkiye’nin batısındaki havaalanlarının ise 3 aralık 1943 ten önce ingiliz uçaklarına
açılmasını talep etmiştir. Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ise o da tıpkı ismet
paşa gibi tereddütleri olan bir kişiydi ve bu tereddütlerden birisi, Sovyetler birliği’nin
Türkiye’yi savaşın içine çekerek türk ordusunu askeri açıdan zayıflatmak meselesiydi yani bir
Sovyet korkusu söz konusu, yine Türkiye’nin savaşa girebilmesi için Sovyetler birliği’nin
savaştan sonra da İngiltere ve ABD ile yakın ilişkiler sürdürmesi gerektiği söylenmiştir.
ingiliz dışişleri bakanı Anthony Eden aslında Sovyetler birliği’nin Türkiye’ye yönelik bir
yayılmacı politikası olmadığına ilişkin yine menemencioğlunu ikna etmeye çalıştığını
görüyoruz. Bu birinci Kahire konferans bu şekilde cereyan etmiş ve Menemencioğlu Kahire
dönüşü Türkiye’nin bu meseleyle ilgili resmi cevabının 15 kasımda İngiltere’nin Ankara
büyükelçisine ileteceğini açıkladı Ve nitekim bu tarihte de cevap iletilmiştir. Dışişleri Bakanı
menemencioğlu ingiliz uçaklarının türk hava alanlarından yararlanmasının, Almanya ile bir
savaşa neden olabileceğini ifade etmiştir ve dolayısıyla bu İngiltere’den ya da 3 müttefik
devletten gelen Türkiye’nin savaşa girmesine dair teklifin mümkün olmadığını açıklamıştır.
Hatta dışişleri bakanı Numan Menemencioğlu İngiltere’nin Adana konferansında Türkiye’ye
vaat etti silah araç ve gereçleri sağlayamadığını ifade etmiştir. Numan Menemencioğlu son
gelişmeleri 16 Kasım 1943 de Cumhuriyet Halk partisi’nin meclis grubuna açıklamış ve yine
bu CHP nin meclis grubunda, ileride Türkiye’nin savaşa girmesi ve mihver devletleri’ne savaş
ilan edilebilmesi için meclisin hükümete yetki vermesini istemiştir. Bütün bu görüşmelerden
yani Birinci Kahire konferansı ardındaki diplomatik hamlelerden Türkiye’nin ilkesel savaşa
girebileceği ilk defa bu şekilde ifade edilmeye başlandığını görüyoruz. Bu birinci Kahire
konferansından kısa bir süre sonra Tahran konferansı planlanmıştır. Tahran konferansı da 28
Kasım 1 aralık 1943 tarihleri arasında gerçekleşmiş, konferansa Roosevelt, Churchill ve
stalin katılıyor bu Tahran konferansında Stalin`nin özellikle Türkiye’ye yönelik sert bir takım
değerlendirmeleri ve istekleri olduğunu belirtelim. Tahran konferansında müttefik devletler
esas olarak savaştan sonra dünyadaki siyasal düzenin ya da yeni dünya düzeninin nasıl olması
gerektiğine ve bunların ana hatlarının görüşülmesi için bu Tarhan konferansının
düzenlendiği belirtilmiş idi. Böyle bir konferansın düzenlenmesi de Roosevelt`in ısrarıyla
yapıldığını belirtelim çünkü Roosevelt savaştan sonra kurulacak yeni dünya düzeninin ABD
ile Sovyetler birliği arasında olabileceğine ilişkin bir anlayışı vardı. Tahran konferansında 2
ayrı bildiri yayınlandı bu bildirilerden biri: Almanya’nın mutlaka yenileceği meselesiydi ve
birleşmiş milletlerin kurulması üzerinde duruldu, demokrasi vurgusu yapıldı yani ikinci dünya
savaşından sonra nasıl bir yeni dünya düzeni kurulacağına ilişkin işaretler verildi. ikinci
bildiride iran’a yönelik bir meseleydi; İrana ekonomik yardım yapılması, iran’ın toprak
bütünlüğünün korunması ve bağımsızlığı konusunda güvence verilmesini
içeriyordu( Türkiye’nin sovyetlere yardım götürülmesi için denizaltılarının boğazlardan
geçişine izin vermemesi, bunun neticesinde sovyetlere yardım ulaştırılabilmesi için Basra
körfezinin kullanılmasının istenilmesi ve bundan kaynaklı olarak iran’ın işgali) savaştan sonra
2 tarafın(İngiliz, Sovyet) askeri kuvvetlerin çekileceği ve iran’ın bağımsızlığının sağlanması
gerektiği ifade edildi. Şimdi bu Tahran konferansında Türkiye ile ilgili konular üzerinde
duruldu mesela Churchill`in Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda ısrarlı olduğunu
görüyoruz, Churchill`e göre alman güçlerinin balkanlarda meşgul edilmesi ,askeri açıdan
yükün hafifletilmesi için Türkiye’nin savaşa girmesi gerekiyor idi, Türkiye’nin savaşa
girmesi halinde Amerikan komuta heyetindençok büyük miktarda uçak ve uçak savarların
türk ordusuna verileceği ifade edilmişti. Fakat burada da yine Amerika başkanı Roosevelt
Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda churchill gibi çok istekli değil çünkü Türkiye’nin
savaşa girmesini türk ordusunun askeri açıdan donatılması gündeme getirecek idi, Stalin ise
Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda emin değildi yani düşüncesi Türkiye’nin bütün
baskılara rağmen savaşa girmeyeceği yönünde idi. Fakat Stalin boğazlardan geçiş rejiminin
değiştirilmesini talep etti bu önemli, mesela Tarhan konferans sonunda yayınlanan bildiride
Türkiye’nin askeri açıdan önce müttefikler safında savaşa girmesi gerektiği ya da bu yönde
bir beklenti içinde bulunulduğu açıklanmış, yine burada konuşulan hikayeye göre eğer
Türkiye Almanya’yla savaşa girerse ve bunun sonucunda Bulgaristan’da Türkiye’ye savaş
ilan ederse Sovyetler birliği’nin derhal Bulgaristan’ı işgal edeceği konusu konuşulduğunu
söyleyelim. Şimdi buradan çıkan sonuç şu , Tarhan konferansı müttefik devletler arasındaki
görüş ayrılıklarının biraz daha netleşmeye başladığını bize ne yapıyor gösteriyor. Bu
mevzudan sonra yani Tarhan konferansından sonra bir konferans daha toplandı buna biz
ikinci Kahire konferansı diyoruz, bu Kahire konferansı da aslında Tahran’da kararlaştırılmış 1
aralık 1943 te Roosevelt, Churchill ve Türkiye Cumhurbaşkanı ismet İnönü ile bir temas
sonucunda ortaya çıktığını söyleyelim. 1 aralık 1943 te hem Roosevelt hem de churchill ismet
inönü ye bir telgraf göndererek Kahireye davet ettiklerini görüyoruz. İsmet İnönü bu Kahire
konferansında toplantıda alınan bir kararın kendisine tebliğ halindeyse, katılmayacağını
açıklamıştır eğer ortak bir dava için mücadele edilecekse buna riayet edebileceğini ifade
etmekteyiz ve neticede , bütün güvenceler alındıktan sonra ismet inönü 4 aralık 1943de
Roosevelt`in Adana’ya gönderdiği uçakla kahire’ye gittiğini görüyoruz. Kahire’deki
toplantıda 4- 6 aralık 1943 tarihlerinde İsmet İnönü, Roosevelt ve churchill arasında
yapılmıştır. Bu Kahire konferansını Roosevelt`in açtığını ve Roosevelt, Almanya ve
japonya’nın 20 yıl sonra yeni bir savaşa girme hevesine kapılmaması için gerekli önlemlerin
alınması, her 2 devletin silah kapasitelerinin azaltılması gerektiğini ifade etmiştir. Tabii ayrıca
bunla bağlantılı olarak savaştan sonra birleşmiş milletlerinde yani yeni bir teşkilatında
kurulması gerektiğini ifade etmiştir. Şimdi burada Churchill`in ismet paşa’yı savaşa girmesi
konusunda ikna etmeye çalıştığını görüyoruz ve Churchill Cumhurbaşkanı ismet İnönü’ye
verdiği planda 15 Şubat 1944 tarihine kadar hava alanlarının hazırlanacağını, çeşitli savaş araç
ve gereçlerinin Türkiye’ye gönderileceğini ve bazı siyasi konuların garantiler çerçevesinde
çözüleceğini ifade etmiş idi ve İngiltere’nin Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda böyle bir
planı olduğunu burada belirtiyoruz. Bu ikinci Kahire konferansında bütün bu baskılar
çerçevesinde, ismet inönü önce Adana konferansında vaat edilen silahların gelmediğini filan
söylüyor fakat en son konferansta yani ikinci Kahire konferansında Cumhurbaşkanı ismet
inönü’nün daha fazla direnemediğini ve Türkiye’nin prensip olarak savaşa girmeyi kabul
ettiğini açıklamıştır. Yani ordunun yeni silah cephane açısından donatılması halinde
Türkiye’nin prensip olarak ve savaşa gireceğini açıkladığını görmekteyiz. Cumhurbaşkanı
ismet inönü ankara’ya döndükten sonra çok acil bir Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmış,
ismet paşa ingiliz başbakanı’nın Türkiye’ye yönelik planlarını bakanlar kuruluna açıklamıştır.
Şimdi Cumhurbaşkanı ismet inönü’nün isteği üzerine Genelkurmay Başkanı Fevzi çakmakta
bakanlar kuruluna katılmış ve ordunun son durumunu izah etmiştir, Fevzi Çakmak bakanlar
kurulu’nda ordunun son durumuyla ilgili bakanlarla yaptığı açıklamada müttefiklere
güvenmediğini yani İngiltere, ABD ve Sovyetlere güvenmediğini ordunun Almanya’yla
yapılacak bir savaşa hazır olmadığını, ayrıca türk ordusunu yabancı subayların komuta
etmesine karşı çıktmıştır. Bakanlar Kurulu nihai kararını Şubat 1944 tarihinde verebileceğini
açıklamış idi. Bakanlar Kurulu 12 aralık 1943 te ingiliz Büyükelçiliğine bir nota vermiş ve bu
notada Kahire konferansında iletilen tekliflerin ilkesel olarak kabul edildiğini ancak kara ve
hava kuvvetlerinin takviye edilmesini, türk ingiliz işbirliği planının kısa zamanda
hazırlanması gibi hususları içeriyor idi. Bu notaya bağlı olarak türk genelkurmayı ordunun
yeni bir ihtiyaç listesini hazırlamıştır şimdi Türkiye’nin buradaki niyeti zaman kazanmak
olduğunu belirtelim, savaşa girmeye aslında pek de niyetli olmadığını görüyoruz. Selim
Deringil 1944 yılının ilk aylarında 2 ülke arasındaki ilişkilerin önce gerginlik sonra küskünlük
halini aldığını söylemiş çünkü Türkiye ile İngiltere arasında olumsuz bir hava bir gerilim
ortaya çıkmasının nedeni, Türk Genelkurmay’ının her an yeni bir ihtiyaç listesi ingiliz
heyetinin önüne sunması vermesi nedeniyle 2 taraf arasındaki ilişkilerin gerginleştiğini
görüyoruz. Bu neticede ingiliz askeri heyetinin 4 Şubat 1944 de çok gergin bir şekilde
ankara’dan ayrıldığını ifade edelim sonuçta , İngiliz heyeti Türkiye’den ayrıldıktan sonra
ingiliz Büyükelçisi , ABD nin Ankara Büyükelçisi Türkiye’ye yapılacak silah sevkiyatının
durdurulacağını diplomatik ilişkilerini durdurulacağını belirttiğini görmekteyiz. Hatta
İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri silah yardımına son vermişlerdir, İngiltere 2 mart’ta
ABD’de 1 Nisanda silah sevkiyatını durdurduğunu açıklamıştır. Fakat ingiliz genelkurmayı
hükümetin aldığı bu kararın askeri açıdan doğru bir karar olmadığını ifade ettiğini söyleyelim
çünkü bu meselenin Türkiye’yi mihver devletlerine yönetebileceği konusunda bir takım
endişeleri olduğunu söylediğinde belirtelim. Bu süreçte ABD 19 Nisan 1944de Türkiye’ye bir
nota verdiklerini ve bu notada Almanya’ya ihraç edilen krom sevkiyatının tam olarak
durdurulmasını istediklerini görüyoruz. Türkiye bütün bu baskıların sonucunda hani krom
sevkiyatının durdurmasına yönelik verilen notanın sonunda Almanya’ya yaptığı krom
sevkiyatını %45 azalttı, ardından da 21 Nisan 1944 de tamamen durdurduğunu açıkladı bu da
önemli bir konu. Bu arada şuna da değinelim avrupa’da bir ikinci cephenin açılması, bu
ikinci cephenin de Fransa’da normandiya da bir çıkarma yapılması söz konusu oldu. Bu
çıkarma 6 Haziran 1944 te yapılıyor ve ikinci cephe açılmış müttefik orduları 24- 25 Ağustos
1944 te Paris merkeze ulaşmıştır. Artık Almanların yenildiği ya da yenileceği kesinleşmiş idi
bu çerçevede , tabii ikinci cephenin açılması Türkiye’nin tekrar savaşa girmesi konusunu
gündeme getirmiş, özellikle 19 ekim 1939 da üçlü ittifak anlaşmasına atıflarda
bulunulduğunu görüyoruz. Hatta İngiltere 3 Temmuz 1944 de Türkiye ile ilişkilerini keseceği
tehdidindedir bulunduğunu burada görmekteyiz. Alman ordusunun yenilmesi ve Sovyet kızıl
ordusunun çok hızlı bir şekilde doğu avrupa’dan, Avrupa içlerine doğru ilerlemesi ardından
Sovyetler birliğinin Bulgaristan’a girmesi bu dönemde Türkiye’nin endişelerini büyük oranda
arttırdığını görmekteyiz. Bu dönemde bir şeyin daha altını çizmemiz lazım 9 ekim 1944 de
moskova’da stalin’le Churchill bir görüşme yapıyor bu görüşmenin en önemli noktalarından
biri yüzdeler anlaşması dediğimiz bir anlaşmaya varılması.Bu yüzdeler anlaşmasının adı
verilen belge Doğu Avrupa ve balkanların paylaşılmasını öngörüyor buna göre İngiltere
polonya’nın %100nü yani tümünü Sovyetler birliğine nüfus alanı olarak bırakıldığını
söylüyor, Sovyet nüfusu romanya’da %90, bulgaristan’da %75, yugoslavya ve macaristan’da
ise %50si olarak belirlendi bu yüzden yüzdeler anlaşması deniliyor. Dikkat edin Polonya
%100 olarak Sovyetler birliğinin nüfusuna veriliyor. İngiltere’nin payına ise yunanistan’ın
%90nı düşüyor ve Akdeniz ile Türkiye’de ingiliz nüfus alanı olarak belirlendi. Savaş sona
erdikten sonra tabi bu konu İngiltere’yle Sovyetler arasında bir çeşit tartışma konusu oluyor
çünkü Sovyet ve ingiliz dışişleri bakanları 10- 11 ekim 1944 de yaptıkları bir görüşmede bu
bahsettiğim yüzdeler anlaşması yani sözünü ettiğimiz coğrafyanın İngiltere ve Sovyetler
arasında nüfuz alanı olarak paylaşılmasına son şekli verildi. Hatta bu 2 Dışişleri Bakanının
görüşmesinde Bulgaristan ve Macaristan’ın %75 olarak Sovyetlerin nüfusuna verilmesine
karar verildi. Bu paylaşımdan Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin de haberdar edildiğini
görüyoruz. Bu yüzdeler anlaşması ortaya çıktığını Türkiye’nin epey tedirgin olduğunu da
belirtmiş olalım. Yavaş yavaş tabii savaşın sonuna geliniyor, müttefik ordusu 6 Haziran 1944
te başlayan normandiya çıkarmasından yaklaşık 96 gün sonra Almanya sınırına ulaştı yani 3
ayı geçen bir sürede, dolayısıyla artık Almanya’yı farklı yerlerden işgale başladığını
belirtelim fakat bu arada 1944 yılının sonbaharında Sovyet orduları da hızlı bir şekilde
ilerleyerek Haziran 1941 de Almanya’nın Sovyetler birliği’ne saldırmadan önceki sınırına
ulaştı yani alman ordusunu kendi topraklarından püskürttüğünü geri çektiğini ve Haziran 1941
deki sınırlarına ulaştığını görüyoruz. Kızıl ordu Temmuz Ağustos 1944 de 200 km ilerledi 26
eylül’de Estonya’da, 22 ekim’de Litvanya’da alman askeri güçleri yenilgiye uğratıldı ve
oradan atıldı. 15 ekim’de de Letonyanın başkenti Riga’ya girdi orayı ele geçirdi ve
Normandiya çıkarmasından kısa bir süre sonra da Sovyet ordusu kızıl ordu polonya’ya girdi.
Bunun sonucu şuydu Sovyetler Birliği ilerlerken bu adını saydığımız ülkelerde olsun ya da
başka yerlerde olsun buradaki anti faşist cephe güçlerini özellikle sosyalist ve komünist
birtakım örgütleri de örgütlendiğini bunları teşvik ettiğini görüyoruz. Burada tabii doğu
avrupa’dan başlayarak, orta avrupa’ya doğru bir sosyalist ideolojinin ihraç edilmeye
başlandığını belirtelim, mesela polonya’da ulusal kurtuluş için Polonya komitesi adında bir
örgüt kurulmuş ve Sovyetlerin bunu desteklediğini görüyoruz. Sovyetler Birliği yani kızıl
ordu doğu avrupa’da nazilerle savaşarak Berlin’e doğru ilerlediğini görüyoruz. Hitler bu arada
ne yaptı? Hitler 16 aralık 1944 de alman ordusunun Amerikan hattını yararak Ardenler
dediğimiz bölgeye ulaşılması emrini verdi fakat alman ordusu artık önemli miktarda cephane
de yakıttan yoksun olduğu için, ABD ordusu bu alman ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı ve
bu yenilgi alman savunmasını da büyük ölçüde çökertti. Hatta müttefikler Berline doğru
ilerlemeye başladı bunun yanında müttefikler Almanya’yı değişik noktalardan hava
bombardımanına da tuttuklarını belirtelim. Bütün bu askeri olaylar meydana gelirken müttefik
ülkeler yani İngiltere Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet liderlerleri Churchill, Stalin ve
Roosevelt 4-11 Şubat 1945 de bir araya geldiler yani yalta konferansının düzenlendiğini
burada belirtelim. Yalta konferansının tabii birkaç açıdan önemli sonuçları var: bunlardan
birisi bu müttefik liderler arasındaki görüş ayrılığının kesinleşmesi , ikincisi Sovyetler
birliği’nin Türkiye’ye yönelik baskısının taleplerinin netleştiğini, bir başka noktada Roosvelt
Birleşmiş Milletler örgütü’nün kurulmasına oluşturulacak bir güven ortamıyla birlikte ABD
askerinin avrupa’dan çekilmesine, Sovyetler birliği’nin japonya’ya savaş ilan etmesini ve
onun dışında savaştan sonra Almanya’nın nasıl askeri ve siyasi açıdan yapılandırılacağına
yani daha doğrusu nasıl silahsızlandırılacağına ilişkin konuların da tartışıldığını, yani
savaştan sonra avrupa’da nasıl bir düzen kurulacağını burada konuşulduğunu görüyoruz. Tabi
bunun yanı sıra Polonya sorununun nasıl çözüleceği, Balkanlar ile iran’da ingiliz nüfuz
alanının nasıl çözüleceğine ilişkin bir dizi konularında tartışıldığını görüyoruz. Artık
Sovyetler Birliği bu yalta konferansıyla birlikte yayılmacı bir ülke olarak itham edilmeye
başlandığını görüyoruz ve Sovyetler Birliği öte taraftan Almanya’nın bir daha kendisine
saldırmasını önleyecek bir güvenlik mekanizmasının kurulmasını istediğini görüyoruz.
Almanya’nın savaş tazminatı ödemesine ilişkin yine Sovyetlerin böyle bir talepte
bulunduğunu görüyoruz, Sovyetlerin uzak doğudaki çıkarlarının gözetilmesi yine bu yalta
konferansında konuşulan konular arasında yer aldığını görüyoruz. Bu yalta konferansında
Türkiye meselesinin de yoğun bir şekilde tartışıldığını bahsettik mesela konferansın 8 Şubat
1945 tarihli beşinci oturumunda Birleşmiş Milletler örgütünün oluşturulması için, 25 Nisan
1945 de San francisco’da bir konferans düzenlenmesi kararlaştırıldı fakat bu San Francisco
konferansına katılabilmek için ülkelerin 1 mart 1945 ten önce Almanya`ya ve japonya’ya
savaş ilan etmesi gerekiyor idi. Türkiyeyi ilgilendiren hususlardan biri bu ikincisi ,10 Şubat
tarihli görüşmelerde stalin boğazlardan geçiş sorunu ve montrö boğazlar sözleşmesi’ni
gündeme getirdi, Türkiye’yi itham edici suçlayıcı bir takım değerlendirmeler yapıldı. Çünkü
Staline göre montrö boğazlar sözleşmesi artık eskimişti çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan
uzaktı ve savaş sırasında Türkiye’nin takındığı tavır ki alman deniz altılarının gizlice geçişi,
bazı ticaret gemilerinin silah cephane geçirmesi gibi konular, Sovyetlerin en fazla üzerinde
durduğu konulardan biriydi ve bu nedenle boğazlar sadece ve sadece tek başına türk
hükümetinin insafına terk edilemezdi böyle bir temel yaklaşımı olduğunu görüyoruz. Burada
işin ilginç tarafı şu 3 lider Roosevelt, Stalin ve Churchill ilkesel olarak montrö boğazlar
sözleşmesi’nde yapılmasını istedikleri değişikliklerin, 3 ülkenin dışişleri bakanlarının
londra’da yapacakları bir konferansta ya da bir toplantıda ele alınmasını istemişlerdir ve
konferansın sonucunda ortaya çıkan sonuçların Türkiye’ye bildirilmesini Yaltada
karşılaştıklarını görüyoruz , bu önemli yani demek ki yalta konferansı Türkiye içinde sıkıntılı
bir sürecin başlayacağının işaretlerini bize vermiştir. Dolayısıyla bu Yalta konferansından
sonra Türkiye birleşmiş milletler’in kurucu üyesi olmak amacıyla San Francisco
konferansı’na katılmak amacıyla Almanya ve japonya’ya 23 Şubat 1945 de savaş filan etti bu
tabi simgesel bir şeydi çünkü Türkiye askeri açıdan bu ülkelerle yani Almanya ile savaşacak
durumda değildi çünkü savaşın sonu gelmişti. Yaltadan sonra ingiliz Büyükelçisi 20 Şubat
1945 de Dışişleri Bakanı Hasan Sakayı ziyaret ederek Yalta`da alınan kararı Türkiye’ye
bildirdiğini, 1 mart 1945 ten önce Almanya ve japonya’ya savaş ilan edilmesi halinde San
Francisco konferansına katılmayacaklarını ifade etmiştir. Türkiye Büyük Millet meclisi 23
Şubat 1945`de olağanüstü toplanarak bir oylamaya gitmiş ve toplantıya katılan 401
milletvekilinin oy birliğiyle Almanya ve japonya’ya savaş ilan edilmesi kararının alındığını
burada görüyoruz bu bir, ikincisi yine 1 ocak 1942`de ilan edilmiş olan milletler cemiyeti
beyannamesini de imzaladı bu Atlantik bildirisi çerçevesinde. Dolayısıyla bu gelişmelerden
sonra 5 mart 1945`de Türkiye San Francisco konferansı’na katılmak üzere davet edildiğini
belirtmiş olalım. Türkiyenin savaşa girmesi aslında müttefikler üzerinde pek bir heyecan
yaratmadı çünkü kızıl ordu Berlin’e ve 50 km uzaklıkta idi yani artık savaş bitmiş
durumdaydı. Türkiye’ye karşı hoşnutsuzluğunu, öfkesini, kızgınlığını gizlemeyen stalin bu
süreçte Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere yeni bir yön verme niyetinde
olduğunu da belirtti ve bunun en önemli belirtisi de 19 mart 1945 de Türkiye’nin Moskova
Büyükelçisi Selim Sarper` in Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov ile yaptığı görüşmede,
Molotov Selim Sarper`e 17 aralık 1925 tarihli türk Sovyet dostluk ve saldırmazlık
anlaşmasının süresinin uzatılabilmesi için bazı ön koşullarının olduğunu ifade etmişler idi.
Bu koşullar: Montrö Boğazlar sözleşmesinin Sovyetler lehine değiştirilmesi, kars ve
Ardahan`nın Sovyetlere verilmesi, boğazların birlikte savunulması konuşuldu. Savaşın
sonuna gelindi müttefik devletler 8 şubat’ta Nijmegen`den ,23 şubat’ta da Ruhr nehrinden
Almanya’ya girmeye başladılar. ABD ordusu ve kızıl ordu birlikleri Elbe Nehri kenarındaki
Torgau şehrine ulaştılar, şimdi aslında yapılan centilmenlik anlaşmasına göre bu müttefik
devletlerin ordularıyla Sovyet orduları eş zamanlı Berlin’e gireceklerdi fakat Sovyet orduları
önce davranarak Berlin deki parlamentoya kızıl bayrağını astılar öyle söyleyelim. Bundan
sonra artık siyasi tarihte başka gelişmeler olacak onlar üzerinde duracağız: Hitler intihar etti
yani kızıl ordu Berlin’e girdikten bir gün sonra 29 nisan’da intihar etti. Almanya 7 Mayıs
1945`de kayıtsız şartsız teslim olduğunu içeren ateşkesi imzaladığını ifade etti. Avrupa’da
savaş bitti, uzak doğu’da ise Amerika Birleşik Devletleri 6 Ağustosta ilk atom bombasını
Hiroşimaya 9 ağustos’ta nagazaki’ye atarak japonya’nın gene kayıtsız şartsız teslim
olmasına zorladı. Böylece 14 Ağustos 1945 Japonya teslim oldu uzak doğuda savaş bitti
böylece 2. dünya savaşı’nda bazı kaynaklara göre 50.000.000 bazı kaynaklara göre
70.000.000 asker ve sivilin öldüğü görmekteyiz.
Dış Politika 9. Hafta 1. Ders ( savaş sonrası sağlanılmaya çalışılan barış ve Potsdam, soğuk
savaşa giden adımlar)

1945 yılında ikinci Dünya Savaşı sona erdiğinde artık yeni bir dünya düzeninin kurulması söz
konusu idi. Yani bu tarihten sonra,savaştan sonra yeni bir dünya düzeninin kurulmasına şahit
olacağız. Türkiye’nin dış politikası burada nasıl şekillenecek ona bakacağız. 1945 yılı hem
Avrupa açısından hem de uluslararası sistem açısından büyük bir değişiklik meydana
getiriyor, artık dünya 2 kampa bölünüyor yani siyasi, ideolojik, askeri ve ekonomik açıdan
köklü bir değişikliğe gidiliyor. Şimdi bunun ilk işaretlerini biz nerede görüyoruz yalta
konferansında ,hatırlarsanız 4 -11 Şubat 1945 de 3 müttefik devletin lideri Churchill, Stalin,
Roosevelt bir araya gelerek savaştan sonra avrupa’daki düzeni konuşmaya başladıklarını
görüyoruz. Fakat Yalta Konferansının şöyle bir sonucu oldu, artık müttefik devlet arasındaki
fikir ayrılıklarının gittikçe belirginleşmeye başladığını burda görüyoruz. Mayıs 1945 te
almanya’nın teslim olmasından sonra Berlin’de 4 yönetim bölgesi kurulmaya başlandı ABD,
Sovyetler Birliği ,ingiltere ve sembolik olarak Fransa’ya da bir yer verildi. Fakat burada
Almanya’nın Berlin’e doğru geri çekilmesi ve kızıl ordu’nun doğu Avrupa’dan Berlin’e doğru
ilerleyişi sırasında Polonya’da onun dışında orta Avrupa ülkelerinde Kızıl Ordunun
desteklediği birtakım komünist partilerin koalisyon ortakları olarak iktidara geldikleri
görüyoruz ve bir süre sonra da bu komünist partilerin yine iktidarı tümüyle ele geçireceğini
görüyoruz. Burada Churchill`in siyasi tarih literatürüne geçmiş bir sözünden bahsedelim o da
şu: Churchill 12 Mayıs 1945 de ABD Başkanı Trumana çektiği telgrafta Sovyetler birliği’nin
ilerleyişinden, Sovyetler birliği’nin doğu ve orta avrupa’daki nüfus alanlarından,
hakimiyetinden söz ederek onları anımsatarak cepheye bir demir perdenin indiğini ifade
etmiştir literatüre geçen sözü bu demir perde meselesidir. Şimdi burada dikkatimizi çekecek
bir nokta daha var savaşın sonlarına doğru Türkiye’nin dış politikasında yine önemli kırılma
noktaları yaratacak hususlardan biri de şuydu: birincisi 45 yılının başından itibaren türk dış
politikası bir arayış içinde onu belirtelim hani bir yanda sovyetlerden çekilme, öbür tarafta
ingiltere amerika’nın Türkiye’yi ikinci Dünya Savaşı sırasında savaşa girmediği için
ötelemesi gibi hususlar nedeniyle, Türkiye’de dış politika yapıcıları karar vericilerinin bir
gelgitler yaşadığını burada görmekteyiz. İşte tam bu noktada Sovyetler Birliği Dışişleri
Bakanı molotov 19 mart 1945 de Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper`e verdiği
bir notada 1925 tarihli türk Sovyet dostluk ve tarafsızlık antlaşmasının süresinin
uzatılabilmesi için, bazı ön şartları olduğunu ifade ettiğini görüyoruz. Yani bu anlaşmanın bu
şartların yerine getirilmemesi halinde yenilenmeyeceğini ifade ettiğini burada görmekteyiz,
çünkü Molotov`un açıklamasına göre aradan geçen zaman içerisinde uluslararası koşulların
değiştiğini ikinci dünya savaşından sonra yine aynı şekilde savaş nedeniyle bir dizi
değişiklikler yaşandığını ifade etmiştir. Tabii bu Türkiye açısından bir kırılma anı oldu onu
da söylemiş olayım Türkiye Molotov`un işaret ettiği durumu biraz alttan aldı ve Sovyetler
birliği’nin taleplerinin ne olduğunu öğrenmeye çalıştı, hatta 4 nisan’da Türkiye ve Sovyetler
Birliğine bir nota vererek bu şartların neler olduğunu görüşmeye hazır olduklarını beyan
ettiğini görürüz. Fakat Sovyetler birliği’nin bu ön şartlarının hepinizin bildiği üzere: birincisi
bu montrö boğazlar sözleşmesinin sovyetlerin lehine bazı hükümlerin değiştirilmesi bu bir,
ikincisi boğazların birlikte savunulması ve boğazlarda sovyetlere bir üst verilmesi, üçüncüsü
de Türkiye’nin kuzeydoğu sınırında yani o günkü kars Ardahan ve doğu karadeniz’in en
uçtaki bazı yerleşimlerinin tekrar sovyetlere verilmesi söz konusu oldu. Sovyetler Birliği
Haziran 1945 de Türkiye’ye bir nota veriyor ve az önce bahsettiğim hususları notasını ifade
ediyor, fakat bu mart- Haziran ayı arasında Türkiye’nin çeşitli kentlerinde anti- Sovyet ve
anti-komünist bir takım mitingler yapılıyor hatta o tarihte artık komünizmle mücadele adı
altında birtakım dernekler kurulmaya başlanıyor. Bu dönem işte türk Sovyet ilişkilerinde
gerginliğin giderek hat safhaya çıktığı bir dönemi işaret ediyor. Öbür tarafta avrupa’da yeni
bir dünya düzeninin kurulması, savaştan sonra avrupanın nasıl bir şekil alacağı, almanya’nın
yeni dönemde nasıl silahsızlandırıacağı, almanya’ya nasıl bir savaş tazminatı verilecek gibi
bir takım hususların konuşulması gerekiyor idi. Dolayısıyla 17 Temmuz 2 Ağustos 1945 de
meşhur Potsdam konferansı toplanmıştır, bu Potsdam konferansında da yine ,Sovyetler Birliği
hem dışişleri bakanları toplantısında Molotov hem de 3 liderin toplantısında Stalin Türkiye’ye
yönelik bu taleplerini yenilediklerini görüyoruz. Tabii bu arada Yalta konferansında, artık
siyasi ömrünü tamamladığı ifade edilen milletler cemiyeti yerine yeni bir uluslararası örgütün
yani, birleşmiş milletlerin kurulması da gündeme gelmiştir ve ilk olarak 14 Ağustos 1941
tarihli Atlantik bildirisinde ki bu belge ( Churchill ve Roosevelt arasında yapılan görüşmeler
sonucunda yayımlanıyor) birleşmiş milletlerin de temelini oluşturan belgelerden biri
olduğunu burada görmekteyiz. 14 Ağustos 1941 tarihli Atlantik bildirisinde yer alan ilkeler
çerçevesinde, kurtarılmış Avrupa bildirisi yayınlandı ve bunun 1943 yılı Moskova
konferansında yayınlandığını görüyoruz. Konferansta savaş suçlularının etkin biçimde
cezalandırılması konusu ele alınmış ve bu savaş suçlularının cezalandırılması için
Nürnberg`de bir mahkeme kurulduğunu buna da Nürnberg mahkemesi denildiğini
söyleyelim. Şimdi bu deklarasyonda alman ve italyan işgalinden kurtarılan bölgelerin
gelecekteki görünümleri alacağı biçimlerin tartışıldığını görüyoruz, kurtarılmış Avrupa
bildirisinin yayınlanmasıyla birlikte almanya’da nazizmin, italya’da faşizmin tasfiye edilmesi
bu ideolojilerin yeniden ortaya çıkmasını ve yaygınlaşmasını önlemek amacıyla neler
yapılması gerektiğinin açıklandığını burada görüyoruz. Bu savaş sırasında yeni dünya
düzenine yönelik aslında bazı adımlar atıldı mesela savaştan sonra yeni dünya düzeniyle ilgili
atılan en önemli adımlardan birisi savaş sonrası ekonomik düzenin biçimini düzenleyebilmek
üzere Temmuz 1944 de Bretton Woods dediğimiz yerde 44 ülkenin katıldığını bir konferans
düzenlendiği ve ingiliz, Amerikan liberal sisteminin açıkçası serbest ticaret düzeninin ana
dayanaklarından biri olarak kabul gördüğü ve dolayısıyla bu konferansın sonunda uluslararası
para fonu hani bizim sıklıkla dile getirdiğimiz İMF kurulması kararlaştırıldı , onun dışında
yine uluslararası yeniden yapılanma ve Kalkınma Bankası bunun diğer adıyla dünya bankası
kuruldu. Şimdi İMF dünyadaki sermaye akışını kolaylaştırmak için sabit kura dayalı yeni bir
finansal sistemi kurmayı gündeme getirdi. Dünya Bankası da özellikle dünyanın yeniden
yapılanmasına ilişkin sermaye akışını gerçekleştirecekti. Bunun dışında yine Amerika Birleşik
devletleri’nin ön ayak olduğu bir başka düzenleme daha var o da Dumbarton Oaks dediğimiz
21 Ağustos 7 ekim 1944 yılları arasında yapılan bir konferanstı bu konferansa 39 ülkenin
katıldığını görüyoruz. Bu konferansta da birleşmiş milletler’in kuruluşunun ele alındığını
görüyoruz. Bunların savaşın bitimine yakın savaştan sonra yeni bir dünya düzeninin
kurulmasıyla ilgili atılan önemli adımlar olduğunu belirtelim.Bu dönemde Başkan Roosevelt
tıpkı 1918-19 da ABD Başkanı Wilson`da olduğu Roosevelt`de bu uluslararası sorunların
barışçıl yollardan çözülmesini istiyor idi. Şimdi bu birleşmiş milletlerin, uluslararası
ilişkilerde eşit olmayan güç ve sorumluluk dağılımının yansıtılması ve yine üye olan
devletlerin temsilcilerinden oluşan bir genel kurul Güvenlik Konseyinin kurulması da
gündeme geldi, bu güvenlik konseyi ABD ,ingiltere, çin Sovyetler Birliğindan oluşmaktaydı
ve daha sonra da Fransa ilave edildi. şimdi Bütün bunlar Roosevelt`in kafasının diğer
kenarında stalin’in doğu ve orta avrupa’ya nüfus edeceği buraları egemenliği altında
tutacağına ilişkin öngörüsünden kaynaklanıyor. Demek ki ikinci dünya savaşından sonra
Amerika Birleşik devletleri’nin temel kaygısı tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu
gibi uluslararası sorunların barışçı yollardan çözülmesi, iktisadi açıdan da liberal kapitalist bir
sistemin dünya ölçeğinde egemen olması. ikinci Dünya Savaşı ABD kapitalizmini çok
palazlandırdı ve dolayısıyla bu monreo doktrini bir kenara bırakıldı, hatta senatörlerin içinde
bunlar demokrat olabilir Cumhuriyetçi de olabilir savaş bitti artık Amerika birleşik devletleri
dünyanın çeşitli yerlerinde olan ordularını askerlerini eve getirerek artık eski savaş öncesi
pozisyonunu alabilir diye bir düşünce vardı. Bir süre sonra Amerikan kapitalizminin bu savaş
sonrası hegemonya kurma isteği galip geldi ve Monreo doktirini bir kenara bırakıldı.
Sovyetler birliğinin ise yeni dönemden beklentisi şuyu: 1812 de napolyon’un Moskova
önlerine kadar gelmesi, 2 dünya savaşında da Almanya’nın Doğu Avrupa üzerinden Rusya
saldırması Sovyet yöneticilerinde bir tampon bölge oluşturma fikrini ortaya çıkardı yani
savunma hattını Sovyet sınırlarının biraz ötesine taşıma konusunu gündeme getirdi.
Dolayısıyla Stalin, Kasım 1943 te alman Sovyet paktıyla Finlandiya ve romanya’dan alınan
toprakların İade edilmeyeceğini söyledi yani bahsettiğimiz savunma hattını ileride kurmak
açısından, yine baltık ülkelerinin de Sovyetler birliği’nin nüfuzu altında bulunacağını ifade
etti ve Sovyet Polonya sınırının da batıya doğru kaydıracağını açıkladı. Bunları da
söyledikten sonra önemli başka bir konuya gelelim potsdam konferansı, 17 Temmuz 2
Ağustos 1945 tarihleri arasında toplanan bu konferansa özel bir yer ayırmamız gerekiyor. Bu
Potsdam konferansında katılanlar arasında şöyle bir değişiklik oldu , Amerika Birleşik
Devletleri başkanı Roosevelt 12 Nisan 1945 de ölmesi yerine onun yardımcısı Truman ABD
yi temsil ediyor, postam konferansı başladıktan sonra yani 26 Temmuz’da ingiltere’de
seçimler yapılmış ve ingilizlerin savaş kahramanı diye nitelendirdikleri önemli devlet
insanlarından biri olan Churchill`in partisi seçimleri kaybetmiş ve işçi partisi ingiltere’de
seçimleri kazanmıştı, ingiliz işçi partisi lideri Clement Attlee temsili ele alıyor, Sovyetler
birliğinde tahmin ettiğiniz gibi Stalin temsil ediyor. Potsdam konferansının ana konularından
biri almanya’nın geleceği demilitarize yani silahsızlandırılması, nazilerden temizlenmesi ve
demokratik bir düzenin kurulması Potsdam konferansı’nda Almanya için ele alınan
konulardan bir tanesi.
Yine almanya’nın ve avusturya’nın Yaltada kararlaştırıldığı şekilde 4 işgal bölgesine
ayrılması, nazi savaş suçlularının yargılaması, 1937 yılından sonra almanya’ya katılmış
bölgelerin eski ülkelerine İade edilmesi, yine almanya’nın doğu sınırının Oder-Neisse hattının
batısına doğru çekilmesi, alman barış ekonomisi için gereği olmaya sanayisinin
%10`nun ,fabrika malzemelerinin diyelim %10`nun sovyetlere nakledilmesi, Bunların dışında
tabii almanya’nın savaş potansiyelinin bir daha böyle bir savaşa mahal vermemek üzere bütün
askeri tesislerinin yok edilmesi yada sökülmesi bunlar Potsdam konferansında Almanya
açısından konuşulan önemli olaylar olduğunu görmekteyiz. Şimdi gelelim bu konferanstaki
diğer noktalara konferansın 23 Temmuz tarihli toplantısında aralarında Türkiye’nin
boğazlarının da bulunduğu avrupa’daki bazı su yollarından bahsetmiştim (mesela kien kanalı,
renni, tuna gibi) su yollarında geçiş rejimini nasıl olacağına dair bir konu gündeme getirilmiş
hatta Truman montrö boğazlar sözleşmesini yeniden gözden geçirilmesinin gerekli olduğunu
boğazların tüm ülkelerin savaş ve uçaklarına izin verilmesi oradan serbestçe geçişine açık
olmasını ,uluslararası bir mekanizmayla güvence altına alınmasını istiyor idi. 23 Temmuz
tarihli toplantıda Churchill de var az önce dediğim gibi 26 temmuz’da iktidarı kaybettiği için
yerine Clement Attlee geliyor ,şimdi Churchill Trumanla aynı fikirde ve montrö boğazlar
sözleşmesinin değiştirilmesini o da istiyor geçiş rejiminin 3 büyük devletin ve ilgili
devletlerin güvencesi altında olmasını gündeme getiriyor yani postamda Türkiye’nin
boğazlar üzerindeki egemenliğini sarsacak bir takım konuların tartışıldığını burada
görüyoruz. Peki stalin’in tavrı neydi aslında stalin bu oturumda montrö boğazlar
sözleşmesi’nin 1936 da Sovyetler birliğine karşı yapıldığını Sovyetler birliği’ni karadeniz’de
hareket edemeyecek bir çerçevede yapıldığını söylüyor ve Türkiye savaşta olduğunda ya da
Türkiye kendisini yakın savaş tehdidi altında hissettiğinde boğazları tüm gemilere kapatma
hakkı Montrö de verildiği söylenmiş, fakat stalin Türkiye’nin bu hakkı ikinci Dünya Savaşı
sırasında kötüye kullandığını ifade etmiştir ve yakın savaş tehdidinden ne anlaşılması
gerektiğinin netliğe kavuşturulması bunu Türkiye’nin suistimal ettiğini ifade etmiştir.
Dolayısıyla sözleşme gereği Sovyetler birliği’nin boğazlar üzerindeki hakkının japonya ile
eşit olduğunu ifade etmiştir. Halbuki sovyetlerin karadeniz’e kıyısı olan bir devlet olduğu
ifade edilmiştir, ama boğazlarla hiç ilgisi olmayan japonya ile neredeyse aynı haklara sahip
olduğunu söylüyoruz ve Stalin tabii montrö boğazlar sözleşmesi’nin savaş sonrası yeni
koşullara göre revize edilmesini sovyetlerin lehine değiştirilmesi gerektiğini ve boğazların
savunulması için sovyetlere üst verilmesi gibi konuları gündeme getirilmiştir. Hatta ilaveten
bu Kars ve Ardahanın Doğu Karadeniz bölgesinin en ucundaki birkaç yerleşim yerinin de
Sovyetlere verilmesini talep etti şimdi. Dolayısıyla biz potsdam da neyi görüyoruz? 3
müttefik devletin yani ingiltere, amerika, Sovyetlerin aşağı yukarı boğazlar konusunda
Türkiye’ye yönelik olarak aynı fikirde olduğunu görüyoruz. Potsdam konferansının sonunda
Londra boğazlar sözleşmesinin günün koşullarına uymadığı ifade edilmiş ,bunun değişmesi
gerektiği prensip olarak kararlaştırılmıştır. Konunun burası bizim açımızdan önemli, 3
devletin ayrı ayrı Türkiye ile yapacakları görüşmelerde ele alınmasını kararlaştırmıştır. Yine
Potsdam konferansı bildirisinin 16 bölümünde Montrö boğazlar sözleşmesine dair bu 3 liderin
uzlaşmaya vardığı teyit edilmiştir. Gelelim şimdi soğuk savaş ve bloklaşma yani Türkiye’nin
batı blokuna yönelmesi konusuna, soğuk savaş dediğimiz nedir ? İkinci dünya savaşından
sonra ABD ve Sovyetler birliği’nin liderliklerini yaptığı batı ve doğu blokları arasındaki
küresel ,egemenlik ,askeri ,ideolojik üstünlüğü tanımlamak için yapılmıştır bir anlamda doğu
ve batı blokları arasındaki ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik çatışmayı bize hatırlatıyor.
İkinci dünya savaşından sonra 45 yıl boyunca Sovyetler birliği ve ABD nin jeopolitik ve
askeri anlamdaki çatışmasını içeren bir soğuk savaş terimi gündeme getirilmiştir ki bu dünya
tarihini de etkilemiştir. Bu soğuk savaşın ortaya çıkması soğuk savaşa hangi devletin neden
olduğuyla ilgili çeşitli tezler çeşitli görüşler var böyle birkaç tanesinden bahsedeyim: Sovyet
yazarları soğuk savaşın ortaya çıkışı konusunda batı’yı ve Amerika birleşik devletlerini
suçluyorlar ,dolayısıyla Batı ve Amerika Birleşik Devletleri sahip oldukları askeri ve
ekonomik araçlarla Sovyetler birliğine saldırdıklarını, Sovyetler birliğini ortadan kaldırmaya
yönelik çalışmalarda bulundukları için soğuk savaşın ortaya çıktığını ifade ederler. ABD ve
Avrupa merkezli bazı üniversite çevreleri, akademik çevrelerde de 1960lı yıllara kadar soğuk
savaşın kökeni üzerine yapılan incelemelerde, daha çok anti Sovyet yaklaşımı vardır bunlar
hani Sovyet yazarlarının tersine soğuk savaşın başlamasını ve dünyanın nükleer bir savaşın
nükleer bir çatışmanın eşiğine gelmesinin temel nedeni olarak, Sovyetler birliğinin kendi
siyasi ideolojisini ihraç etmesinden kaynaklandığını ifade ediyor ve ayrıca buna da stalin’in
kişisel hırslarının da ilave edilmesinin etkili olduğunu da ifade ediyorlar. Batıda mesela 1960lı
yılların ortalarına geldiğimizde bu teze kuşkuyla yaklaşan bir takım kişiler ve birtakım
tarihçiler ortaya çıkmaya başlıyor, bunların içinde bir tanesi çok ünlü Edward Hallett Carr,
Carr`ın Sovyet Rusya Tarihi adlı eserinde ana akım düşünceye karşı bir takım rezervleri var
bir takım itirazları var. Carr`a göre aslında 1960larda abd’nin vietnam’a savaş açması, batı
değerlerini yayılmacı komünizme karşı korunmanın bir gerekçesi olarak yani batılı değerleri
dolaşıma sokarken komünizmi gerekçe gösteriyor mesela, onun dışında soğuk savaşın
değerlendirilmesini antikomünist propagandanın bağımsız bir şekilde ele alınması gerektiğini
Carr bize bu kitabın da ifade ediyor. Bunun dışında mesela Walter Lafeber, 1967 yılında bir
kitap yayınlıyor bu kitapta Amerika ,Rusya ve soğuk savaş başlığını taşıyor, bu kitapta bu
Lafeber ABD`nin kapitalist çıkar ve hegemonya kurma amacıyla soğuk savaşı başlattığını
ifade ediyor. Bunun dışında bir de 60 yılların sonunda revizyonist tarih ekolü diye bir şey
ortaya çıkıyor, bu revizyon tarihi ekolünün bir temsilcisi diyor ki hiroşima ve nagazaki’ye
atılan atom bombalarının aslında soğuk savaşın başlangıcı olduğunu söylüyor, soğuk savaşın
başlangıcına hangi devletin neden olduğu konusunda tartışmalar uzayıp gidiyor fakat bir
gerçek var ki soğuk savaşın ortaya çıkması başlangıç tarihini kesin olmasa da şu söyleniyor:
potsdam konferansında bu 3 müttefik lider arasındaki anlaşmazlık Potsdam konferansından
sonra 11 Eylül 2 ekim 1945 tarihleri arasında londra’da bu kez 3 müttefik devletin dışişleri
bakanlarının yaptığı toplantıda, yani barış anlaşmalarının zeminini hazırlamak için yapılan
toplantılarda başarılı olunamaması nedeniyle soğuk savaşın başladığı ifade ediliyor.
Dolayısıyla manzaraya baktığımız zaman stalin 1945 yılının sonlarına geldiğinde
düşündüklerinin önemli bir kısmını elde etmişti, Berlin’de sovyetlerin çok önemli bir bölgede
işgal bölgesine sahip olması, polonya’dan başlayarak batıya doğru ülkelerde komünist
rejimlerin kurulmaya başlanması gibi fakat stalin güneyde kafkasya’da istediğine
kavuşamamıştır ,çünkü iran savaş sırasında ingiliz ve Sovyet askerleri tarafından işgal
edilmişti hani Basra körfezinden sovyetlere yardım götürülmesi amacıyla. 1945 sonlarında
evet montrö boğazlar sözleşmesinin değiştirilmesi ilkesel olarak 3 devlet tarafından kabul
edilmiş ama 3 devlet mesela sovyetlerin Türkiye’den toprak talep etmesinin 2 devletin
arasında bir sorun olduğunu, 2 devleti ilgilendiren bir mesele olduğunu açıklamıştır. Hatta bir
süre sonra sovyetlerin bu yayılmacı anlayışları gittikçe daha da netleşince Truman ve ingiliz
Başbakanı daha önce ilkesel olarak olumlu karşıladıkları bu şeyi bu kez reddetmeye
başladılar. Burada ilk ciddi kriz yani 3 müttefik devletleri arasında ilk ciddi kriz Sovyetler
birliği’nin bu güney Azerbaycan ya da tırnak içinde kuzey iran’da diyebilirsiniz burayı
boşaltması nedeniyle konu Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi’ne taşındı , yani aralarında
ilk ciddi problem bu olmaktaydı. Müttefik devletler arasında krizler gittikçe derinleşmeye
başladı ve böylece Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyine bunun taşınması ve istenilenin
elde edilmemesi nedeniyle artık dünyada 2 kutuplu bir denge siyaseti meydana geldiğini
görmekteyiz.

You might also like