You are on page 1of 7

İSLAM'IN BRONZLAŞAN YÜZÜ:

CAPRİCE HOTEL ÖRNEK OLAYI


GİRİŞ
Bu çalışma, İslamın her geçen gün artan görünürlüğüne paralel olarak yarattığı yeni kamusallıkların
doğasını ve demokrasi sürecinin önemli bir parçası olan kamusal alana yapacağı katkıyı sorgulamayı
amaçlamaktadır. İslamcı aktörlerin piyasa ekonomisiyle etkileşimleri sonucu edindikleri yeni tüketim
kalıpları ve kullandıkları modern kurumların -onların edinilme ve kallanılma niyetlerinden bağımsız
olarak- ne tür bir dönüşüme yolaçacağını anlamak için, İslamcı kesimin kendisi için de tartışma
konusu olan bir yeniliğe, tatilin İslamileştirildiği veya kimilerine göre de İslamın tatil edildiği bir yeni
kamusal mekan işlevi gören Caprice Hotel'e bakılacaktır. Ancak, Caprice Hotel'in önemi, İslamcı
(karşı) kamusallığın ilk örneği olmasından değil, sözkonusu kamusallığa çok daha kültürel bir bağlam
sunmasından kaynaklanmaktadır.

I.

YENİ BİR KAMUSAL MEKAN


1996 Yazında hizmete giren beş yıldızlı bir otelin hoparlörleri, günün belirli saatlerinde "Allahu
Ekber"le başlayan ve insanları, Allah'a tapmaya, Ona ibadet etmeye davet eden ezan sesiyle
yankılanıyordu. Havuzbaşında dinlenen insanlar, ezan da dinliyorlardı. Ezan bittikten sonra, hayat
'normal'e dönüyor; bu kez, sözü Sezen Aksu ya da günün pop listelerinin üst sıralarında bulunan kimi
şarkıcılar alıyordu: "Bu şehirde" diyordu Çelik, "sana aşık, sana tapan biri var."
Burası, Aydın'ın Didim ilçesi, Akbük Koyu'ndaki "Caprice Hotel"di. Bu otel, türünün muhtemelen "ilk"
örneğiydi. Ancak "tek" kalmayacağa benziyordu. Ve nitekim, kalmadığı da görüldü. Ege'nin güzel
sahillerinden birinde yer alan bu otel, İslami kurallara uygun bir servis sunmaktaydı. Bu otel, beş
yıldızlı benzerlerinden farklı olarak bir casinoya yer vermediği gibi yeterince büyük bir de mescide
sahipti. Namaz vakitlerinde düzenli olarak ezan okunuyor; müşterilere, İslami kuralların dışına
çıkmaksızın tatil yapma olanağı sunuluyordu. Türkiye'nin en büyük oteli olan Caprice Hotel, İslami
kesim için önemli bir dönüşümün habercisiydi: İslam, kamusal alana giriyordu. Entelektüel düzlemde
süregelen din ve modernlik arasındaki gerilim bundan böyle pratik düzleme kayıyor ve tartışma yeni
bir seyir kazanıyordu. Acaba İslam(cılar) modernliğe teslim mi oluyordu?

İSLAM VE KAMUSAL ALAN


Aslında sözkonusu durum, önceden başlamış bir sürecin belirginleştiği ya da su yüzüne çıktığı bir
aşamadan başka birşey değildi. Türkiye'de 1980 sonrası liberalleşme politikaları ve özellikle de Özal
döneminin kültürel İslama sıcak bakan politikaları aracılığıyla İslami kesimin piyasa ekonomisine
entegre edilmesiyle birlikte İslam, sadece taşranın yoksul insanları ya da kentlerin kapıcı
dairelerinin zihinsel kodu olmaktan çıktı. Daha önceki dönemlerle mukayese edilemeyecek ölçüde
etkin bir entelektüel birikimin yanısıra MÜSİAD gibi alternatif bir sermaye grubunu doğuran çok ciddi
bir İslami sermayenin (doğrusu, İslami kesime ait sermayenin) de ortaya çıkışına tanık olundu.
İslamı, çoğu İslamcı entelektüelin tanımladığı şekliyle, antimodernist enstrümanlarla ifade eden ve
çoğunlukla günlük hayatla teması olmayan entelektüel rahatlık ve rehavet, yerini yavaş yavaş
kaçınılmaz olan ve İslamın modern dünyadaki pratiğiyle birlikte gündeme gelen ateşli tartışmalara
bıraktı. Demokrasinin İslamla bağdaşıp bağdaşmadığı sorusu uzun tartışmaların konusu oldu.
Demokrasi ve modernliğe bakış, İslamcıların kendi içlerindeki renk ayrımlarının önemli bir tonu oldu.
Yoğun bir tercüme faaliyeti ve insan kaynaklarına yönelik eğitim yatırımlarıyla ciddi bir entelektüel
zemin oluştu. İslami entelijansiya bu dönemde muazzam bir gelişme kaydetti. Türkiye, bir
zamanların aydın olmak için solcu olmanın neredeyse zorunlu olduğu dönemlerinden, İslamcı
olunmasa bile İslam ve İslamcılar üzerine çalışmanın ekstra prim yaptığı günlerine geldi. İslamcı ve
Müslüman entelektüeller, çoğulculuktan postmodernizme; demokrasi ve sekülarizm tartışmalarından
birarada yaşama formüllerine kadar pekçok konuda önemli tartışmalara bazan katkıda bulundular,
bazan da bu tartışmaları gündeme ilk getiren oldular. Onlarca dergi ve kitap yayınlandı. Kamusal
alanın temel işlevi olan rasyonel eleştirel tartışma ortamına ciddi katkılar yapıldı. İslamcı kesim,
öteden beri varolan güç ve birikimini, bu kez daha önce dışlandığı veya dışında kaldığı alanlara
taşımaya başladı. Ve İslam, kamusal alana girerken yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. İslami
finans kurumlarından İslami radyo ve televizyon yayıncılığına kadar pekçok yenilik İslami kesimi
modernlikle daha bir yüzyüze getirdi.
Eğer müslümanlık ve İslamcılık arasında bir ayırım yapmak doğru ve analitik açıdan gerekli ise,
İslamcılıkta bireysel bir ideoloji, müslümanlıkta ise bireysel bir yaşam biçimi olarak algılanan ve o
haliyle bireylerin zihin haritalarında yaşayan İslam, bundan böyle kitlesel bir vurgu kazanacak ve
kamusal alanda kendine yer arayacaktı.
İslamın bireysel bir inançtan kamusal bir pratiğe aktarımı ciddi bir tanımlama krizinin de başlangıcı
oldu. İslamın bir din olarak neyi nereye kadar düzenlediği konusu önemli bir parametre olmaya
devam etti. Din konusunda ısrarlı bir modernleşme projesinin otoriter bir iklimde tecrübe edildiği
Türkiye'de, İslamcı kesim de çoğu konuda, garip bir 'dini vurgu'ya yöneldi. Dinin, dünyevi olarak
tanımladığı ve özü itibariyle dinin içinde veya dışında yer almayan bazı kurum ve işlere de dini bir
kimlik yüklenmeye başlandı. Bu süreç içinde herşeyin bir de "İslami"si türetildi: İslami radyo, İslami
televizyon, İslami demokrasi ve nihayet Tekbir Giyim yahut Vahdet Kundura derken "İslami tatil"
kavramı da listedeki yerini aldı.(1) Bir tür İslami karşı-kamusallık ortaya çıkıyordu. Ve bunun adresi
de hayli ilginç bir yerdi.

CAPRİCE HOTEL: YENİ BİR TÜKETİM MEKANI YA DA YENİ BİR MEKAN TÜKETİMİ
Caprice Hotel, direkt bir İslamcı girişimi olmasa da piyasa ekonomisinin kurallarını keşfedip
uygulama konusunda son derece başarılı bir girişim olarak karşımıza çıkıyor. Caprice Hotel, daha
önce May Hotel adıyla Türkiye'nin en büyük beş yıldızlı oteli olarak inşa edilmiştir. Yaklaşık ikibin
yatak kapasiteli otel, başarılı olamadığı için kapanmıştır. Bunun üzerine, May Hoteli satın alan JetPa
Grubu, otelin adını Caprice olarak değiştirmiştir. Bu ismin seçilmesinin, otel sahibinin aynı isimde bir
otomobile sahip olması dışında hiçbir özel nedeni yok. Ancak, bu isim, otelin hedef kitlesiyle birlikte
düşünüldüğünde ilginç bir kombinezon oluşturmaktadır. Bu otelin hedef kitlesi, İslami koşullara sahip
bir mekan arayışındaki İslamcı kesim.
Caprice Hotel, 1996 yaz sezonuna tam kapasiteyle başlar. Piyasaya göre oldukça cazip fiyatlarla
hizmet sunmaya başlayan otel çok kısa sürede bütün bir kitleye ulaşmayı başarır. Daha önce
münferit şekillerde gerçekleşen tatil yapma durumu, bundan böyle kurumsallaşıyor ve kitlesel bir
görünüm kazanıyordu. Caprice Hotel'in ayrıcalığı ve önemi de bundan kaynaklanmaktaydı. Ve öteden
beri şu veya bu şekilde tatil yapan Müslümanlar da ilk kez bir kurum olarak "tatil"i tartışırlar.

TATİL TARTIŞMASI VE TANIMLAMA KRİZİ


İslamcı kesimden Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazılar çıktı.(2) Ahmet Taşgetiren, "Caprice
Otel'in Penceresinden Çeçenistan Görünüyor Mu?" başlıklı yazısında, bir kısım müslümanların
savaştığı ve acı çektiği bir sırada diğer müslümanların lüks bir otelin plajında kendilerini denizin
serin sularına bırakmalarının doğru olmayacağına ilişkin değerlendirmeler yaptı. Aynı bedenin farklı
parçaları olarak bütün müslümanların, acılarını ortaklaşmaları gerektiğini vurgulayan Taşgetiren,
Caprice Hotel'in pencerisinden Çeçenistan'ın görünemeyeceği sonucuna ulaşıyor ve tatil yapanları
eleştiriyordu. Aynı konuda başka bir yazı da önemli entelektüellerden biri olan Ali Bulaç'tan geldi.
İslami açıdan "tatil" kavramını değerlendiren Bulaç, müslüman bir insan için tatil gibi bir kurumun
sözkonusu olamayacağını kaydetti. Bu konu üzerine yapılan değerlendirmelerde, kelimenin,
etimolojik açıdan "atalet" gibi dini açıdan olumsuz bir kökten geliyor olması vurgulanarak sözkonusu
kurumun İslama yabancı birşey olduğu ve bu yüzden de kabul edilemez olduğu üzerinde duruldu. Ne
de olsa "tatil" modern dünyanın bir unsuruydu. Ancak "tatil"in, "çalışma"nın öteki yüzü olduğu
yolundaki karşı argümana göre ise "tatil"in "çalışma"yla birlikte varolmaya başlayan birşey olduğu ve
bu yüzden, nasıl bir müslümanın çalışmak gibi bir durumu ve ödevi varsa tatil gibi bir hak ve durumu
da vardı. Yeni olan şey, çalışma gibi çalışmama ya da dinlenmenin de bir disipline bağlanmasıydı.
Yeni olan tatil değil tatilin sistematik olmasıydı.
Tatile ilişkin tartışmalar sürerken, Caprice Hotel'de, ilk yılın bütün rezervasyonları yapılmıştı.
Talepleri karşılayamayan Otel, başlattığı bir kampanyayla üç yıllık tatil için uygun fiyatlarla
rezervasyonlara başlamıştı. İslamcı gazeteler başta olmak üzere pekçok gazeteye verilen ilanlarda
otelin sunduğu olanaklar anlatılmakta, otelin yer verdiği ilk'ler önemle vurgulanmaktaydı.
Gazetelere verilen ilanlarda "Tatilde Özgürlük -Artık herkes denize girebiliyor..." deniliyor ve otel
"Cennetten Bir Köşe" spotuyla tanıtılıyordu. İslamcıların tatil için seçecekleri yer hiç kuşku yok ki
dini bir tınıya sahip olan bu cennetten köşeydi. Çünkü, bugüne kadar sürekli mazlum ve mağdur
olma söylemleriyle kendisini kurmuş bulunan İslamcı kimliğin, mazlumiyet ve mağduriyete uzak bir
köşe olan "tatil"i meşrulaştırması ancak "cennet" gibi dini bir şemsiyenin altında mümkün olabilirdi.
Kuşkusuz, İslamcılar "da" tatil yapma özgürlüğü kazanıyorlardı. Ancak tatil yapmak, bu konuda
(mahremiyetle tanımlanan) İslami kimlik ile (yüzmenin bir parçası olduğu) modern yaşam
tarzlarının, esasen, birbirleriyle bağdaşabilir olduğuna ilişkin çok daha geniş bir anlam kümesine
göndermede bulunuyordu.
BİR TATİL MEKANININ İSLAMİLEŞTİRİLMESİ
Beş yıldızlı bir otel donanımına sahip olan Caprice Hotel bir takım özel düzenlemelere başvurarak
İslami bir hüviyet kazanmaya çalışıyordu. Bu düzenlemelerin en ilginç olanı da plajda yapılan
düzenlemeydi. Plaj üç kısma ayrılmıştı. Bunların ilki, "normal" müşterinin kullanımına yönelik olan
ve "aile plajı" olarak kodlanan genel plajdı. Bu kısmın, başka otellerin plajlarından herhangi bir farkı
yoktu. Kadınlar ve erkekler aynı yerde yüzebiliyorlardı. İkinci bölme erkeklere mahsus olan
bölmeydi. Üçüncü ve en orijinal olan bölme, tesettürlü kadınlara ayrılmış bölmeydi. Erkeklerin
denize girdiği yer ile kadınların tesettürlü olarak denize girebildiği yer arasına brandadan bir engel
yerleştirilmişti. Haremlik-selamlığın denize taşındığı bu yerde sıralama kayda değerdi. Zira, plajın
bölümlenmesi, modern ve dünyevi olanla temas konusunda erkeğin her zamanki gibi kadına oranla
bir basamak daha "yakında" olduğunu bir kere daha ortaya koyuyordu. Ya da İslamın öteki ile olan
farkını neredeyse her zaman "kadın" üzerinden anlattığının bir diğer örneği olarak okuyabileceğimiz
bu durum, kamusal alanın, özellikle Türkiye bağlamında, toplumsal köklere sahip cinsel kimliklerden
ayrı anlaşılamayacağını göstermektedir.(3) İslamcı erkekler, İslamcı kadınlardan farklı olarak dini
kimliklerini ilk etapta ele verir bir görünüme sahip değillerdi. Aynı nedenlerden dolayı, sözgelimi,
kampüslerdeki dine yöneliş trendi de başörtülü öğrenci sayısındaki artıştan izlenebiliyordu. Tesettür
olgusu, kadını erkeğe göre daha bir "dinselleştiriyor"du. Tesettür dahil olmak üzere dini emirlere,
erkeklerle eşit mesafede olan kadınlar, seküler olanla temas konusunda aynı şansa sahip değillerdi.
Yine buna paralel olarak kadınların tesettür ve giyim tarzlarındaki renklilik ve farklılık çok ciddi
tartışmaların konusu olurken, erkeklerin lüks giyimleri pek gündeme gelmiyordu. İslami kesim
içindeki kadın hareketinin bu husustaki itirazları da bunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Caprice Hotel'in plajındaki bölümlemede de bunun izlerini bulmak mümkün. Çünkü, dini açıdan
erkeklerin de yabancı kadınların bedenlerini izlemeleri yasaklanmıştı. Ne var ki, kadınlar için gerekli
"önemler" alınırken, erkekler için aynı duyarlılık gösterilmemişti. Aile plajı ile yanındaki erkekler
plajı arasında, kadınlar plajı ile erkekler plajı arasındaki perde türünden bir ayırıcı yoktu. Bu
konudaki hassasiyetsizlik, İslami söylem içinde kadınlarla erkekler arasındaki iktidar ilişkilerinin bir
yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle de, başka yerlerde olduğu gibi burada da İslamın
kadın yüzü önplanda duruyor ve dini göstergeler kadın sözkonusu olduğunda daha bir
belirginleşiyordu.

TEKBİR GİYİM: ÖRTÜLÜ MODA, ÖRTÜLÜ MODERNLİK


Denizde yüzmek isteyen tesettürlü bayanların gitmeleri gereken ilk yer deniz değil bir mağazaydı.
Caprice Hotel'in alışveriş merkezinde bir mağazası bulunan Tekbir Giyim de en az Caprice Hotel
kadar ilginç bir dönüşümün işaret taşlarından biriydi. Çıkardığı tanıtım broşüründe "veiled fashion"
(örtülü moda) spotunu kullanan Tekbir Giyim daha önce düzenlediği "tesettür defileleri" ile de dikkat
çekmişti. Gizleme anlamına gelen "tesettür"ün, gösterme anlamına gelen "defile"nin konusu olması,
önemli bir tartışmayı da başlatmış oluyordu. Sözkonusu olan örtülü bir gösterim miydi, yoksa bir
örtünün gösterimi mi? Örtme mi ağır basıyordu yoksa gösterme mi? Tesettür defilelerinin bu muğlak
doğası, İslamcı kesimde çeşitli tartışmalara neden oldu. Kimisi olayın merkezinde tesettürün
olduğunu, defilenin de bir tanıtımdan ibaret olduğunu söylerken kimisi de defilenin tesettürün
doğasına aykırı olduğunu, bu yüzden alımlı bedenlerin sergilediği elbiselerin tesettür olmaktan
çıktığını söyledi.
Nitekim, Tekbir Giyim'in tesettür defileleri, defilelerin kendi masraflarından daha pahalıya patladı:
Tekbir Giyim'in İstanbul Fatih'teki satış mağazası kundaklandı. Muhtemelen birilerinin dini ticari
emellerine alet ettiği düşünülüyordu. Din ve ticaretin çakıştığı; biri adına diğerinin yapılabildiği
böylesi bir durum, İslamın, kitlesel anlamda kamusal alana girişinin doğurduğu yeni tartışmalar
olarak İslamcı kesimi kaçınılmaz bir sorunla yüzyüze getirmişti: Modern dünyada İslamın nerede
konumlandırılacağı sorunu. İslamın bireysel bir "inanç-proje" olmaktan çıkıp kamusal bir pratiğe
dönüşmesinin getirdiği fiili durum nasıl çözülecek ve nasıl açıklanacaktı? Tanımlanma ihtiyacı olan
durum bir tanımlama krizi miydi? Eğer öyleyse, bu kriz, "tesettürde dünya markası" olan "Tekbir
Giyim"in tanıtım broşürünün sayfaları boyunca sürüyordu. Tektip ve tekdüze bir tesettür biçimi
yerine artık onlarca çeşit tesettür kıyafeti vardı. Renkler çoğalmış ve mal farklılaştırılarak pazar
genişletilmişti. Bu nedenle Tekbir Giyim, kısa sürede uluslararası bir tekstil firması olacak, başta
Almanya olmak üzere Amerika, Avusturya, Avustralya, Azerbaycan, Belçika, Bosna-Hersek, Suudi
Arabistan, Danimarka, Hollanda, İngiltere, Kanada ve Lübnan gibi ülkelere tesettür malzemeleri
ihraç edecekti. Tekbir Giyim, Caprice Hotel'in yarattığı yeni bir ihtiyacı da karşılamak üzere otelin
alışveriş merkezinde bir mağaza açarak tesettür mayolarını kullanıma sunmuştu. "Haşema" (Hakiki
Şeriat Mayosu) adıyla bilinen yeni bir kıyafetin kadınlar için üretilen versiyonu ilginç bir görünüme
sahipti ve gerçekten tesettürü sağlayıp sağlayamadığı konusu bitmemiş bir tartışmanın konusuydu.
DEĞİŞEN TÜKETİM ALIŞKANLIKLARI VE YENİ BİR SINIF BİLLURLAŞIRKEN
Tekbir Giyim ve Caprice Hotel'i tasvip edenler kadar etmeyenler de bu yeniliklerin çekim alanına bir
şekilde giriyorlardı. Bu bağlamda, İslamcıların tüketim kalıplarında önemli değişmeler yaşanıyordu.
Bir tüketim unsuru olarak tatilin, kurumsallaşması Türkiye'nin modernleşme macerası açısından da
ilginç bir görünüm arzediyordu. Otelin personeli turizm konusunda eğitim almış profesyonel
elemanlardan oluşuyordu. Ancak beklentilerin aksine personel, müşteriler gibi tesettürlü değildi. Bu
yüzden, hizmet edenler ile hizmet sunulanlar, din ve modernlik ilişkisinin Türkiye'deki geleneksel
tanımını zaafa uğratır bir görünüm arzediyordu. Müşteriler, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere
Bursa, Konya gibi büyük şehirlerden gelen insanlardan oluşuyor; bunların içinde balayına gelmiş genç
çiftler de bulunuyordu. Böylelikle, inceden inceye yeni bir sosyalleşme ortamı doğuyor ve müslüman
kesimde yeni bir kamu sahasının içselleştirilmesi gerçekleşiyordu. Otel müşterileri, aşağı yukarı aynı
gelir düzeylerinden gelen insanlardan oluşuyordu. Özellikle Ankara'dan gelenlerin büyük çoğunluğu
bürokratlardan oluşurken, İstanbul'dan gelenler daha ziyade işadamı sınıfına giriyordu. Müşterilerin
neredeyse tamamında cep telefonu olduğu gözlenirken, otelin otoparkında rastsal olarak seçilmiş bir
günün belli bir saatinde yapılmış bir istatistiğe göre, otoparktaki toplam 313 otomobilden 225
tanesinin yabancı marka otomobil olduğu belirlenmiştir. İslami kesimin piyasa ekonomisine katılması
ve onu artık taşrayla tanımlanamaz kılacak merkez güçlere sahip olmasıyla birlikte başlayan sosyal
katmanlardaki hareketlilik, yenilerdeki Caprice Hotel deneyimiyle billurlaşıyor ve bir İslami (üst)
ortasınıfın oluşumunu haber veriyordu.

PİYASANIN DAYANILMAZ BELİRLEYİCİLİĞİ


Yeni sınıfı rafine eden yeni bir mekan olarak Caprice Hotel, arz ettiği hizmetin paketlenmesi
konusunda sözkonusu hizmeti talep eden müşteriler kadar donanımlı değildi. Bu nedenle de bir
takım gariplikler gözden kaçmıyordu. Hotelin restoranında yemekler 'açık büfe' olarak sunuluyordu.
Restoranın camlarında ise ilginç bir hatırlatma vardı: "Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz." Bu,
Kur'an'dan alınmış bir ayetti. Ne var ki, sözün kaynağına göndermede bulunmak üzere "Ayet-i
Kerime" yazılması gerekirken, çok açık bir yanlış yapılarak ayetin altına şu ibare yazılmıştı: "Ayeti
Kerim'e."
Sözkonusu başarısız hatırlatma otel yönetimi açısından ilginç bir gösterge niteliğindeydi. Bu notun
dini bir kaygıdan çok ekonomik kaygılarla yazıldığı ortaya çıkıyordu. Kuşkusuz, ekonomik kaygılarla
kastedilen, 'açık büfe'nin masrafları değil, dini bir ortam sunumundaki gerekçelerdi.
Din ve modernliğin içiçe geçtiği bir durum sözkonusu olmaya başlamıştı. Beş yıldızlı bir otelin
duvarlarında israf etmemeye dair ayetler asılırken, tesettür kendi modasını oluşturacaktı. Bu, bazan
öyle noktalara gelecekti ki örtünün moda için mi yoksa modanın mı örtü için durduğu kestirilemez
olacak; sınırların belirsizliği ilginç kültürel kombinezonlara açık bir duruma gelecekti. Kadın-erkek
ayrımları başka kamusal ortamlara oranla daha bir gevşeyecek, tesettürlü kadınlar kendi aralarında
veya eşleriyle birlikte otelin billardo salonunda billardo oynayabileceklerdi. Kuşkusuz, tüm bunlar
yeni edinilmiş tüketim kalıplarıydı ve sahiplerinin üzerinde dönüştürücü bir etki gösteriyorlardı.
Otelin neredeyse her katında otel yönetimini kutlayan mesajlar asılmıştı. Özetle, böyle bir müessese
açarak müslümanların da tatil olanaklarından yararlanmalarını sağladığı için otelin sahibi tebrik
ediliyordu. Otel yönetimi, muazzam bir pazarı ele geçirmek üzere olduğunu çok iyi biliyor ve bu
doğrultuda fiyatları ucuz tutarak yatayda genişlemeye çalışıyordu. Bu yazının başlarında değinildiği
gibi Caprice Hotel, türünün ilki olsa bile sonuncusu olmayacaktı. Önümüzdeki dönemde, artan
talepleri karşılamak üzere yeni oteller açılacaktı. Böylesi oteller açmak için İslamcı olmak
gerekmediği gibi salt ekonomik nedenler bile yalnız başlarına bu iş için yeterli olacaktı.
Piyasanın gücü ve piyasa kuralları sadece İslamcı olmayan çevreleri İslamcı kesime yönelik yatırımlar
konusunda zorlamakla kalmayacak İslamcı kesimleri de büyük ölçüde dönüştürecekti. Ucuz ekonomik
koşullar karşısında ideolojilerin gerileyişi bir örneğini daha bu vesileyle vermiş olacaktı. İslami pazarı
ele geçirmek isteyen otelin manevraları başarılı olacak ucuz fiyatlar, Caprice Hotel gibi bir lükse,
elverişli fiyatlardan dolayı hayır dedirtmeyecekti. Böylelikle yeni kamusallıklar kazanan İslam aynı
zamanda toplumsal olarak da yeniden üretiliyordu. Açılan yeni kamusal mekanlar hem İslamcı
kimliği dönüştürmekte hem de sözkonusu kimliğe iktidarla bağlantılı olarak meşruluk araçları
sağlamaktaydı. Caprice Hotel'in gazete sayfalarına yansıyan tanıtım metinlerindeki ifadeler, kültür
ile iktidar arasındaki yakın ilişkiye dair bir farkındalığın izlerini taşımaktaydı. "Tatilde özgürlük"
İslamcılar için tatil yapma özgürlüğünü ifade ederken, "artık herkes denize girebiliyor" İslamcı
kesimin "ötekisi" tarafından kodlanan "gerici" ve "geleneksel" gibi tanımlara karşı bir direnci dile
getiriyordu. Türkiye'de modernleşme konusundaki algılama biçiminin çağı ve Batıyı "yakalama"
olarak hem laik hem de İslamcı kesimlerce paylaşılıyor olmasının bir sonucu olarak, İslamcılar,
laiklerden tüketim kalıpları konusunda yedikleri "fark"ı kapatmaya çalışıyorlardı. "Artık herkes"
sözcükleri hem laik olmayan İslamcı kesimin hem de İslamcı kesimin kendi içindeki -daha fazla dini
rol yüklenen- kadınların da denize girebileceklerini anlatmaktaydı. Bir anlamda bastırılmış ve
dışlanmış kimlikler kendilerine yeni alanlar açarken kamusal alan da yeni bahisleri için çatışma alanı
olmaya başlıyordu.

II.
KAMUSAL ALAN VE KATILIM
Kamusal alanın önemi sahici bir demokraside oynadığı hayati rolden kaynaklanır. Neyin özel neyin
kamusal olduğu konusundaki sınırların tarihsel olarak sürekli dönüşüme uğradığını biliyoruz. Jürgen
Habermas, "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü" (4) isimli çalışmasında kamusal alanın Batı'da yaşadığı
evrimi anlatır. Habermas'a göre ideal kamusal alan liberal burjuva kamusal alanıdır. Özel şahısların
kamuya ilişkin konularda biraraya gelerek konuşmaları ve iletişim içinde bulunmaları süreci olarak
da anlayabileceğimiz kamusallık, gelişimini büyük ölçüde okur-yazarlık oranındaki artış, devlet
otoritesinin şahsi ve dolayısıyla keyfi olmaktan çıkması, bireyselleşme, özerk sivil toplumun varlığı,
kentlerin ortaya çıkışı, piyasa ekonomisi ve kahvehane ve salonlar gibi kamusal mekanlara borçludur.
Modernlik ve Aydınlanma'ya olan bağlılığı dolayısıyla rasyonel eleştirel tartışmayı kamusal alanın
odağına alan Habermas, ayrıca kamusal alandaki tartışmaların da kamuya ilişkin konularla
sınırlandırılması gerektiğini savunur. Kamusal alan ilkesel olarak herkese açık ve herkesi kapsayıcıdır.
Herkes kamusal alana "farklılıklarını paranteze alarak" dahil olur. Habermas'ın kamusal alan anlayışı
homojendir ve sosyal eşitsizliklerin ifade edilmediği bir yerdir. Evrenselliğe ve aklın yolunun bir
olduğuna inanan Habermas için kamusal alan eğer varsa bir tane olmak zorundadır.
Ne var ki, ilk dönem liberal burjuva kamusal alanı, parası olmayan erkeklere ve paraları olsa da tüm
kadınlara kapalıydı. Habermas'ın kamusal alan teorisinde en çok eleştiriyle karşılaştığı nokta da
budur. Feminist bir perspektiften konuşan Nancy Fraser, kamusal alan'dan değil kamusal alanlardan
bahseder. Fraser, kadın veya işçi sınıfı kamusallığının da öteden beri bulunduğunu ve kamusal alanı
tekçi olarak kavramsallaştırmanın ideolojik bir tutum olduğunu savunur. (5) Farklılıkları paranteze
almak yerine onları açık birşekilde tema haline getirmek gerekir. Çünkü bastırılmış kimlik ve
kamusallıkların özgürleşimi için kimliklerin vurgulanarak temalaştığı bir kamusal alan çoğulculuğuna
ihtiyaç vardır. Bütün kamusallıkların eşit ölçüde güçlü olmayacağı açıktır. Nancy Fraser, "güçlü"
(siyasal) kamusallık ve "zayıf" kamusallık arasında bir ayrım yapmakta ve kararalma mekanizmaları
üzerinde etkisi olmayıp sadece tartışma ve kanaat oluşturma işlevi gören kamusallıkları "zayıf"
kamusallıklar olarak tanımlamaktadır. (6) Ancak kamusal alanları meşrulaştırıcı ve (siyasal) karar
aldırıcı kamusallıklar olarak iki gruba ayırmak -bizim buradaki amaçlarımız açısından- daha yararlı
olacaktır. Bu anlamda, kültürel açıdan önemli olan Caprice Hotel'I meşrulaştırıcı bir kamusallık
olarak değerlendirmek gerekir.
Kamusal alanın ilkesel açıklığı ile ilk dönemlerindeki dışlayıcılığı arasındaki gerilim, daha sonraları
diğer "kamusallıklar"ın da tanınmasıyla demokratikleşmesine yolaçacaktır.(7)
Seyla Benhabib'e göre, modern dünyadaki bütün baskı karşıtı hareketlerin, temelde, daha önceden
"özel", "kamuyu ilgilendirmeyen" ya da "siyasi olmayan" gibi sıfatlarla değerlendirilen konuların
yeniden bir kamusal mesele, adalete muhtaç bir problem ya da söylemsel meşruiyet gerektiren bir
iktidar alanı olarak yeniden tanımlandıklarını anlatır. (8)

BATI-DIŞI BİR BAĞLAMDA KAMUSAL ALAN


Ulus devletler ya da şehir devletleri, imparatorlukların ya da kozmopolit şehirlerin aksine
türdeştirler. Milliyetçilik gibi kitlesel mobilizasyon sağlayan bir ideolojiyle şekillenen ulusdevletlerin
merkeziyetçi doğası yurttaşlık kavramını da türdeşlik varsayan 'milliyet' esasına göre tanımlar. Bu
nedenle de tek bir kamu vardır. Kamusal alan, özel meselelerin değil herkesin ortaklaştığı konuların
tartışıldığı bir alan olabilmek için farklılıkların görmezden gelinmesini ister. Herkes farklarını değil
benzerlik ve ortaklıklarını bu alana taşır. Habermas'ın ideal kamusal alan olarak tanımladığı bu
çerçeve yine Habermas'a göre daha sonraları özel çıkarların istilasına uğrayarak tahrip olmuştur. (9)
Kamusallık ve meşruiyetin kamusal olan ile özel olan arasında yapılan ayrıma dayanması bu modelde
"ben"in (özel çıkarlar) "biz" (kamu yararı) içinde eritilerek yutulduğu bir durumu doğurur. Sadece
çıkarlar değil çıkarların temsil edildiği kimlikler de sözkonusu evrensellik ve türdeşlik kaygılarının
gölgesinde tutulurlar. Sonuç, farklı olanların sivil toplumda yoğunlaşmalarının yanısıra kimlik ve
farklılık siyasetleri yürütmeleridir. Devasa bir devlet karşısında birey için dengeleyici bir güç olarak
varolan sivil toplum aynı zamanda milliyetçiliklerin benzerlikte ifadesini bulan sahte-
demokrasilerine karşı bir çıkış yolu olarak görülebilir.
1923 yılında bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti farklı kimlikler ve kamusal alana
ilişkin farklı kavramsallaştırmalara açık değildir. Üstelik Batıda liberal burjuva karakteri taşıyan
kamusal alan Türkiye'de Cumhuriyet eliti olarak tanımlayabileceğimiz aktörlerin etkinlik alanıdır ve
Nilüfer Göle'nin ifadesiyle "otoriter devlet modernizmi"nin egemen olduğu bir alandır. (10)
Türkiye'de kamusal alan çok daha dar bir şekilde tanımlanmıştır ve bürokratik niteliklere sahiptir.
Çünkü, kamusal alan Türkiye'de devlet ideolojisi olan Kemalizm'in modernleşme projesinden
bağımsız oluşturulmamıştır. Bu yüzden Türkiye'deki kamusal alan resmi bir kamusal alandır. Ve
Batı'daki benzerlerinin aksine demokrasinin değil modernliğin sürdürücüsü olarak işlev görmektedir.
Yani resmi olarak tanımlanan kamusal alan Türk toplumu için demokratik sürecin işletilmesinden çok
modern(leşme) vurgusunun önemsendiği ve öncelikli tutulduğu bir alandır. Türkiye'deki kamusal alan
Weber'in tanımladığı statü gruplarına göre çizilmiş sınırlar içinde varolabilmektedir. Bu, Osmanlı
İmparatorluğundan miras kalan bir özelliktir. (11) Batı'daki sınıfsal ayrımların belirlediği bir kategori
(burjuva) yerine statünün belirlediği bir kategori (bürokrat) ile şekillenmektedir. Bu özellikleriyle de
bir burjuva kamusallığı değil bir bürokratik kamusallık olarak adlandırılabilir. Ekonomik
temellerinden çok sosyal ve kültürel konumlarından dolayı etkin olan bir kamu sözkonusudur.
Kamusal alan kavramlaştırmasında "kamu" olarak tanımlanan insanların kim oldukları da tam da bu
nedenden dolayı önem kazanmaktadır. Ne tür yaşambiçimlerine değer ve statü atfedildiği ya da
meşruluk mekanizmalarının neleri önplana çıkarıp neleri marjinalleştirdiği sorusu son derece
önemlidir ve kültür ile iktidar arasındaki geçişkenliği gündeme getirmektedir. Bourdieu'nun
kavramsallaştırdığı "kültürel sermaye" ve "sembolik sermaye" kavramları, bir iktidar biçimi olarak
kültürün pazara dayalı toplumlarda ne şekilde çalıştığını anlatmaktadır. (12) Tüketim alışkanlıkları,
eğitim gibi yollarla edinilen "kültürel sermaye"nin modern toplumlarda elitlerin oluşum ve
farklılaşmalarında çok önemli rol oynadığı ve kültürün bu açıdan masum olmadığı gözönüne alınırsa
İslamcı kültürel bagajın laik yaşambiçimiyle rekabet etme çabalarıyla yeni tüketim kalıplarına
yönelmeleri arasındaki ilişki anlamlı görünmektedir. Her yaşambiçimi gibi İslamcı yaşambiçimi de
kendi elitlerini yaratacaktır. Türkiye'de Cumhuriyet eliti, Türklük, laiklik ve devletle ilişkili olmakla
tanımlanabilir. Türkiye'de bireyin devlete karşı özerk kalmasına kaynaklık eden iki ana odaktan
sözedilebilir. Türkiye'de modernleşmeyle birlikte etkileri azaltılan bu iki kaynaktan ilki sivil
nitelikteki dinsel ve cemaatsel örgütlenmelerdir. Ikincisi ise (vaktiyle çoğunlukla azınlıkların elinde
bulunan) pazar ekonomisidir. (13) Bu yüzden demokrasiye geçiş her zaman farklılıkların tekrar
günyüzüne çıkmasına ve sivil toplumun devlete karşı lin adı muhtemelen "İslam ve Demokrasi"
olurdu. Ancak İslamın kamusal alanda yaşadığı etkileşimin bir sonucu olarak şimdi yapılan kimi
toplantılar tamamen seküler konulara olabilmektedir. (14) İslamcı tecübe de bir noktadan sonra belli
alanların özerk ve aslında seküler alanlar olduğunu kabul etmeye başlamaktadır. Teorik olarak
imkansız görülen çok sayıda şeyin pratikte ortaya çıkması ve mümkün görülen pek çok şeyin de
pratikte uygulanamaz olması İslamcı ideolojiyi dini sınırları konusunda bir yeniden sorgulamaya itmiş
görünmektedir. Yeterince ilginç bir şekilde hem İslamcılar hem de laik kesim İslamın herşey demek
olduğuna inanmakta ve tam da bu yüzden iki taraf da alternatiflere ilişkin sürekli -sırasıyla- ümit ve
korku beslemektedir. Ne var ki, İslamcı pratik pek az konuda farklı şeyler sunabildiğini gö(ste)rmekle
hem sekülerleşmekte hem de kendi içinde çatışmaya duyarlı yeni alanlar yaratmaktadır.
Aslında Caprice Hotel bütün bu dönüşümlerin bir parçası olarak gündeme gelen bir konu. Tatilin
İslamileştirilmesi yönündeki bir girişim olarak okunabileceği gibi -tatili modern bir kategori olarak
ele alırsak- İslamın modernleştirilmesi olarak da okumak mümkün. Bu anlamda, otelin ikili bir
meydan okuma yaptığı söylenebilir. Hem İslamcı teori hem de modernleşme teorilerine fazlaca bağlı
laik beklentinin ikisi de din ile modernlik arasında esasen uzlaşmanın ve melezleşmenin mümkün
olmayacağını öngördükleri için Caprice Hotel her iki tarafa da meydan okumaktadır.

İSLAMCI KAMUSAL ALAN OLARAK "CAPRİCE HOTEL"


Caprice Hotel, bir karşı-kamusallık ya da alternatif-kamusallık oluşturduğu için kamusal alanların
çoğulluğunu ifadelendirmektedir. Cumhuriyetçi kamusal alanın aksine bürokratik elitizme dayalı
değildir. Yine Cumhuriyet kamusallığının aksine Caprice Hotel'le gündeme gelen İslamcı kamusal alan
çeşitli nedenlerden dolayı bir burjuva kamusal alanıdır. Caprice Hotel'in temsil ettiği kamusallık
periferi'den gelme anlamında çevresel dir. Bu niteliği sadece Cumhuriyet kamusallığına göre çevresel
olmasından kaynaklanmıyor, bu doğru olmakla birlikte bundan daha önemli olan özelliği nispeten
daha erken dönemde kamusallık kazanan siyasal ve entelektüel İslamcılığa göre de çevresel
olmasıdır ki aralarındaki gerilim tıpkı şeriat ile örf arasındaki gerilime benzer bir merkez-çevre
gerilimidir.. Ayrıca İslamcı kamusallık köken olarak da serbest pazar ve sivil topluma dayanmaktadır.
Bu özellikleriyle Cumhuriyet kamusallığından ayrılan İslamcı kamusallığın demokrasinin
genişlemesine katkıda bulunduğu söylenebilir. Kendi içinde demokratik olsunlar ya da olmasınlar
alternatif-kamusallıklar toplumsal katılımı arttırmaktadırlar. Yeni söylemsel alanlar açarak
kamusallığı tekçi olmaktan kurtarmaktadırlar. Caprice Hotel, Cumhuriyet kamusallığının
kişiselleştirerek marjinalleştirdiği bazı yönleri yeniden kamusallaştırarak -yani merkeze taşıyarak-
meşrulaştırmakta ve özel alan ile kamusal alan arasındaki sınırı yeni alanlar açmak üzere
değiştirmektedir.
Ne var ki, "cemaatsel değerler" gibi çeşitli moral gerekçelerden yola çıkarak kendi içinde otoriter
olabilen İslamcı kamusallığın ne tür bir yol izleyeceği büyük oranda piyasa mekanizmasıyla
yaşayacağı etkileşime bağlıdır. Caprice Hotel'in plajındaki bölmelemede "aile plajı" olarak kodlanan
kısımın ortaya çıkması bana öyle geliyor ki ideolojik düzeyde mümkün olmayan ancak pratik
zaruretlere dayanan bir durumdur. İslamcıların bu türden hibrid kurumlar yoluyla "çokkültürcü
duyarlılık" kazandıkları söylenebilir. Bu açıdan otelin iki türlü sonuçlar doğurduğu söylenebilir. Bir
taraftan farklı kamu(sallık)lar arasında İslamı merkeze taşımak gibi önemli bir işlevi varken Caprice
Hotel diğer taraftan şunu açığa çıkarmaktadır: İslamcıların daha önceki tecrübeleri çoğunlukla
siyasal taleplerden kaynaklanan ve birey İslamcıyı cemaatin genel talebi içinde eriten, bundan
dolayı da grup içi gerilim gizleyen nitelikteyidi. "Tatil" kavramı çok kültürel bir konu olması
dolayısıyla kamu-içi (burada İslamcıların kendi içlerindeki) gerilimi açığa çıkarıcı niteliktedir.
Tüketici İslamcı ile Müslümanlar Topluluğu arasındaki bu gerilim İslamcı kesimin ne ölçüde piyasa
mekanizmasının getireceği dönüşüme duyarlı olacağını belirleyecektir. Caprice Hotel dolayısıyla
gündeme gelen tartışma İslamcı entelektüelleri (teori, merkez) yeni oluşan İslamcı orta sınıflarla
(pratik, çevre) karşı karşıya konumlandırmaktadır. Kısacası İslamcılar piyasaya açıldıkça "öteki"ne yer
veriyorlar ve yer vermek zorunda kalıyorlar. Ötekine yer verdikçe de dönüşüyorlar. Ve kendisini
plajdaki ayırımla ifade eden gerginliğin İslamcı kesimi daha fazla dönüşüme mi yoksa bir tür
gettolaşmaya mı götüreceğini ise zaman ve onları dönüştürme potansiyeline sahip "öteki"lerin
tutumu gösterecektir.

1 "İslamcı oluşumun kültürel-toplumsal hayatımıza herhangi bir yenilik ve zenginlik getiremeyişine


hayıflanan" bir çalışma için bkz. Ümit Kıvanç, İslamcılar ve Para-Pul: Bir Dönüşüm Hikayesi, Birikim
(99), Ağustos 1997.(geriye)
2 Yeni Şafak gazetesinde 1996 Ağustos'unda tartışmayla ilgili yazılar yayınlandı.(geriye)
3 Nilüfer Göle, Forbidden Modern (Michigan: Michigan University Press, 1996) ss.5-30.(geriye)
4 Jurgen Habermas, The Structural Transformation of the Public Sphere (Cambridge: MIT Press,
1996).(geriye)
5 Nancy Fraser, Rethinking the Public Sphere: A Contribution to the Critique of Actually Existing
Democracy Habermas and the Public Sphere içinde, Craig Calhoun (der), (MIT Press 1992)(geriye)
6 A.g.e., s.134(geriye)
7 Craig Calhoun, Introduction: Habermas and the Public Sphere, Habermas and the Public Sphere
içinde, Craig Calhoun (der), (MIT Press 1992) s.20(geriye)
8 Seyla Benhabib, Models of Public Space, Habermas and the Public Sphere içinde, Craig Calhoun
(der), (MIT Press 1992) s.100(geriye)
9 Jurgen Habermas, The Structural Transformation of the Public Sphere (Cambridge: MIT Press,
1996) s.145(geriye)
10 Nilüfer Göle, The Gendered Nature of the Public Sphere, Public Culture, (10), 1997, s.63(geriye)
11 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji (İstanbul: İletişim Yayınları, 1983) s.115(geriye)
12 David Swartz, Culture and Power: The Sociology of Pierre Bourdieu (Chicago: University of
Chicago Press, 1997) s.287(geriye)
13 Şerif Mardin'e göre, Osmanlı toplumunda sivil toplumun olmayışı nedeniyle sivil toplumun işlevini
çoğunlukla heterodoks tarikatler ve cemaatler üstlenmiştir. Din ve İdeoloji (İstanbul: İletişim
Yayınları, 1983) s.70(geriye)
14 Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı'nın gerçekleştirdiği son birkaç sempozyumun
başlıkları "Demokrasi" ve "Siyaset ve İnsan Hakları"ydı.(geriye)

Mücahit Bilici

You might also like