You are on page 1of 90

178 Ord u ve P o l i t i ka

için muntazam kuvvetleri ile birlikte ımıınınızda kalmış, Kral


Milan 'ın önüne yalnız gönüllüleri, derme çatm a milisleri
sürmü ştü .

Fakat bu işteki pazarlık, çarşıya uymayacaktı. Abdülhamit,


bu harbe, daha önceki kısımlarda da belirttiğim gibi , katılma­
yacaktı. O, serptiği kıvılcımlarla yetinecek, yangının sadece se­
yircisi olacaktı. Yıldız karargahı, ayın on altıncı sabahı, yani ilk
Sırp-B u l gar çarpışmalarından o tuz altı s aat sonra, Prens
Battenberg'e "arkasından emin olmasını" bildiriyordu. Sevincin­
den deliye dönen Aleksandr dö Battenberg, hemen bütün kuvve­
tiyle Sırplara karşı yürüyüşe geçti. Silivniça ' da Milan ordusunu
korkunç bir bozguna uğrattı. Üç gün süren meydan muhare­
besinde, 164 iki taraf birbirini pek vahşice boğazladılar. Bulgar sağ
cenahına karşı savaşan Yedinci Sırp Piyade Alayı , iki bin dört
yüz er ve yirmi iki subayla girdiği ateş hattından ancak iki yüz er
ve üç subayla çekilebilmişti. Demek ki, yalnız bu alay iki bin iki
yüz er ve on dokuz subay ölü vermişti.

Sırplar harbi kaybettiler. Battenberg 'in İngilizleri pek se­


vindiren bu yeni parlayışını, Rusya sineye çekmek istiyemezdi.
Çar, el altından Sofya 'da yeni bir "subay oyunu" hazırladı . Rus
ataşemiliterinin kurduğu planla ve aldıklan paralarla, Bulgar or­
dusundaki Bulgar asıllı su bayl ardan bir kısmı , 2 1 Ağustos 1886
gecesi, Sofya'da bir gece baskını yaptılar. Nöbetçi hassa su­
baylarının yardımı ile prenslik konağına daldılar. 165 Prens Alek­
sandr B attenberg 'i yatağında bastırdılar. S ürükleyip yazı odasına
götürdüler. Beyaz bir kağıt uzatıp:

-Yaz! dediler. Tahtı ve Bulgarya 'yı bıraktığını yaz!

B attenberg kalemi mürekkebe daldırıp, üç kelime çiziştirip


altını imzala�ı. Sonra gene kollİlrından tutup, bir arabaya tıktılar,

164 1 7-1 8-19 Kasım günleri.


1"' Midhat Paşa'nın Tuna Valiliği zamanında oturduğu konak.
N. N. Tepe de len lio ğ l u 179

soluk aldırmadan Tuna nehri kıyısındaki Rahova kasabasına gö­


türdüler. Prensin hususi yatı orada demirli duruyordu. Hemen
içine attılar. Küçük bir Basarabya limanı olan Remi'ye yollan­
dılar ve Aleksandr'ı paçavra dolu bir çuval gibi kıyıya bırakıp
geriye döndüler.
Prens Galiçya'ya gitti. Vartayı ölmeden atlattığı için ne­
şesi çarçabuk yerine geldi. Ve kendini emniyette bulur bulmaz
bir beyanname ile bütün dünyaya ilan etti:
-Ben, hfila Bulgarya'nın meşru pren'iiyim!
Rus taraftarı subayların kurduğu Naipler Meclisi Sof­
.ya'dan bir h<ışka beyanname ile karşılık. verdiler:
-Elimizde kendi eli ile yazdığı bir istifa mektubu vardır.
Ve, baskın heyecanı arasında, prenslik bürosunda, bir
çekmeceye atılmış olan vesikayı bir hayli aradıktan sonra bula­
bildiler. Bir de ne görsünler?
Prens Battenberg, gerçekten de istifa etmemiş. Uzatılan
k!ğıda yazdığı üç kelime şu:
"Allah Bulgarya'yı korusun"
"Aleksandr I."
Artık Naipler Meclisindeki hayret derecesini siz ölçünüz . . .
Bu Meclis, şu ü ç üyeden kurulmuştu:
-Stambulof (Yıldız'ınki).
-Muhtarof.
-Karavelof.
Akla en sığdınlamıyacak belalar dahi, ölüm olmadıkça
kelli politikacının ümidini kırmaz. Kaldı ki Aleksandr Batten­
berg'e istikbali parlak gösterecek bir büyük sebep daha vardı:
180 Ord u ve P o l itika

İngiltere Veliahtı Prens d ö Gal166 k ı z kardeşinin kızı ile


onu evlendirmek istiyordu. Hatta nişan yüzüklerini kendi eli ile
ikisinin de parmaklarına takmıştı.

Prens dö Gal 'in kızkardeşi Prusya Veli ahtı Fridrik ile


67
evliydi ve kızlarından en güzeli olan Prenses Viktorya 'yı,1
ağabeyinin tavsiyesi üzerine Prens Aleksandr'a vermeğe razı
olmuştu. Kız, yirmi yaşındaydı; Prens de adı etrafında çok gü­
rültüler kopmasına rağmen henüz yirqıi ikinci yaşına basmış bu­
lunuyordu.

B ir insan, l 886 yılı Ağustos ayının son haftasında İngil­


tere Kraliçesi Viktorya 'nın kızının kızı ve Almanya imparato­
runun oğlunun kızı olan bir Afetin nişanlısı olur da ümitsizliğe
düşer miydi? Netekim, Sofya darbesinden pek memnun olan Çar
Üçünc ü Aleksandr Romanof, o sırada Çarskoe-Selo'da bir ma­
nevra için toplanmış bulunan hassa ordusuna bu haberi bir özel
ikazla168 bildirdiği zaman Rus subaylan şapkalarını sevinçlerin­
den havaya fırlatırlarken Prens Aleksandr dö Battenberg'i devir­
miş olanlar da Sofya 'da kurulduklan koltuklardan birer tekmeyle
uzaklaştırılıvermişlerdi . Çarskoe-S el o ' da bando, Romanoflar
marşını çalarken Neva nehri kıyılarında duyulan sevinç uzun
sürmemişti .

Nasıl sürebilirdi? B ulgarya ' daki İngiliz ajanları Rus


ajanlarından daha mı az komitacıydılar? Yoksa paraları mı

yoktu?

Elbette hem paraları boldu hem de az kurnaz değillerdi.


Bir taraftan beheri yüz on dört kuruş değerinde olan İngiliz

166 Kraliçe B üyük Viktorya'nın, sonra da VII. Edward adı ile tahta çıkan
oğlu .
167 Anası ve nenesi ile aynı adı taşıyan bu prenses Kayzer İkinci Wil­
helm 'in kızkardeşi idi.
1158 Ferman.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ lu 181

Ginelerini169 dağıtırlarken bir taraftan da Aleksandr dö Bat­


tenberg'i yalnız İngiltere'nin değil Almanya'nın da destek­
Jediğini yaymışlardı.
Şu propaganda bir kaç gün içinde bütün kışJalarda çal­
kanınıştı:
-Almanya imparatoru en güzel torunu ile prensi nişan­
lamıştır. Onu tekrar tahta çıkarırsanız İngiliz ve Alman altınları
oluk gibi Bulgarya 'ya akacak. Ordu kadrosu iki misli artırılacak,
maaşlar için de Alman ve İngiliz ordularındaki yüksek haremler
kabul edilecek ...
Ve haftası geçmeden belli başlı garnizonlarda her rütbeden
subayların yüzde doksanı Aleksandr dö Battenberg'in tekrar
tahta çıkarılmasına karar vermişlerdi. Yeni kurulmuş olan Rusya
taraftan "Geçici Hükümet", bir gece yansı, devriJmişti. Yeni bas­
kıncıJar, derhal Stambulof'u iktidara kondunnuşlardı. O da bir an
gecikmeden Prens Aleksandr'ı memlekete davet etmişti.
Dö Battenberg Lemberg'teydi. Romanya üzerinden yola
çıktı. Bükreş 'te Romanya başvekili Bratyano tarafından
merasimle karşılandı ve Romen-Bulgar sınırında Yerköy kasaba­
sında Stambulof ile Bulgar erkan-ı harpleri kendisini selam­
ladılar. Rusçuk'ta ise bütün konsoloslar (Rus Konsolosu hariç)
önünde hürmetle eğildiler. Almanya elçisi Herr von Senden,
imparatorunun torunu ile evlenip Hohenzollem hanedanına
damad olacak bir prensin tekrar Bulgarya emareti tahtına dön­
mesinden o derece heyecana tutulmuştu ki, Avrupa'ıun en kuv­
"etli devletlerinden birini temsil etmekte olduğunu bir an unu­
tuverdi, Battenberg'in elini öptü. Bu sahneyi seyreden komplocu
subaylardan iki miralay göz yaşJarını tutamadılar. Fakat Rusya
konsolosunun ortada görülmeyişi Aleksandr dö Battenberg'in de
böyle samimi bir heyecan duymasına imk§n vermemişti. Bilfilcis,

169
Türk altını 108. kuruş ederdi.
1 8 2 O r du ve Po litika

içi kan ağhyarak soluğu telgrafhanede aldı ve Petersburg


sarayına uzun bir telgraf çektirerek Çara yüksek tazimlerini arze­
dip cevabını almadan Sofya'ya hareket etmedi. Yani böylelikle
"izniniz olmadan prensliği kabul edemem" demiş oluyordu.
Bu tehlikeli bir jestti. Çar, telgrafa cevap vermeyebilirdi.
Stambulof bütün gayretine rağmen Battenberg'i bu fikrinden
caydmımamıştı:

-İngiltere ve Almanya'nın bu müşterek müzahereti karşı-


sında Rusya'ya fazla bağlılık göstermek hatalıdır.

Deyince Prens:

-Çarı fazla kızdırmamalıyız, demişti.


Talihsiz Battenberg! Bu hadiseden asıl hiddet etmiş ola­
nın, Çardan ziyade kızmış olanın Bismark olduğunu bilmiş
olsaydı Çara telgraf çekmeye bile vakit bulmaz, hemen Tuna'nın
öte yakasına döner, gene Galiçya'yı boylardı.

Bismark, Almanya iç ve dış politikasının o günlerde tam


ve mutlak hakimi olan Şansölye Otto von Bismark...
İkinci Sofya darbesinde Almanya'nın adını karıştmın pro­
pagandayı duyar duymaz yakından ilgilendiği bir gazeteye şu
kısa bendi neşrettirmişti:

"Bulgarya hadiseleri Alman menfaatlerine asla uygun de­


ğildir."
Almanya Konsolosu Herr von Senden'in Rusçuk'taki he­
yecanlı hareketi bu gazeteyi henüz okumamış olmasından ve
Berlin'den gönderilmiş olan politik direktifler Sofya'daki baş­
konsolosluktan henüz Rusçuk'a bildirilmemiş olmasındandı.
Nitekim prens gönderdiği telgrafa Çarın verdiği çok kısa ve
oldukça soğuk cevabı aldıktan sonra yola düzülüp Sofya'ya
vardığı zaman şapa oturuverdi... Çünkü bu sefer karşılayıcılar
arasında eksik olan yalnız Rusya temsilcisi değildi. Almanya
başkonsolosu da kendisini karşılamağa gelmemişti.
N. N. Tepedelenlioğlu 183

Battenberg pek gençti ama politika işlerinde çok küçük


yaşlarda büyük bilgiler edinen "Hes" hanedanına mensuptu.
Almanya'mn ve Rusya'nın muzaheretini kaybeden bi.r prensin
Sofya'da barınamıyacağıru anhyacak derecede zeki idi de.
Sempatilerinin hangi kaynaklardan edinilmiş paralarla kiralanmış
olduğunu bildiği askeri şeflerin hazırladıkları parlak karşılama
şenliğine aldanmadı. Emirlik sarayı haline sokulmuş olan eski
Tuna valilerine aid konağa girince ilk işi, Russofil (Rus taraftan)
lider Çankof'un hapisten çıkarılmasını emretmek oldu. Sonra
Stambulof'la arkadaşlarını topladı:
"-Ben Bulgarya prensliği tacını terkediyorum, dedi. Ne
benim ne de ailemden herhangi bir zatın Bulgarya ile bundan
sonra bir ilgisi olmayacaktır."
Askeri şeflerin hararetli hararetli "sadakat teminatlan"na,
"şeref sözü veriyoruz, icap ederse uğurunuzda canlarımızı fedaya
hazırız" gibi heyecanlarına teşekkürle mukabele etti; fakat fazla
iltifat etmedi, kanmadı. Prenslik haklarından feragat ettiğini bil­
diren vesikayı önlerinde yazıp imzaladı . Sonra halka ve orduya
hitap eden bir veda beyannamesi hazırlamalarını istiyerek
heyetin bulunduğu müzakere salonundan ayrıldı . Özel dairesine
çekilirken Staınbulof'a yüksek sesle:
-Majeste Sultana, 170 şahsım için ve emaretim esnasında
Bulgaristan için lütfettikleri yüksek müzaheret ve himayeden
ötürü teşekkürlerimi de bildiren bir veda mesajı göndermek
istiyorum. Bir müsvedde hazırlarsanız memnun Ölurum.
Demeyi de unutmadı.
*

Prens salondan çıkınca, hazır bulunanların ilk işi imza­


layıp masa üstüne bıraktığı feragatnimeyi dikkatle okumak oldu.

170 İki nci Abdülhamit Han.


1 84 Ord u ve P o litika

Acaba Battenberg, memleketten zorla çıkarıldığı gece


yaptığı hüneri tekrarlamış nuydı?
Hayır ... Açıkça istifasını yazmıştı. Fakat sonuna aynı
kelimeleri ilave·etmeyi unutmamıştı; "Allah Bulgarya'yı koru­
sun...
"

Battenberg, bir daha dönmemek üzere Bulgarya'dan tekrar


uzaklaşınca Rusya tekrar siyasi taarruza geçti. İlk hedefi Bulgar
silfilılı kuvvetleri olduğu için ilk işi Kaulbars adında sert bir
generali Sofya 'ya göndermek oldu. Darbeyi yapmış olan subay­
ların çoğu Battenbergsiz kalınca zaten hemen ters yüz etmişler,
Rus taraftarı kesilivermişlerdi. General Kaulbars Emareti idare
edenlerle ilk temasında:
-Efendiler! Çar, kendisine ve Rusya 'ya tam bir itimadla
bağlanmanızı ve her emrine mutlak bir itaat göstermenizi em­
rediyor. Vazifem bu emri yerine getirmektir...
Deyince subaylardan en ufak bir itiraz dahi çıkmadı. Buna
mukabil Bulgar milletinde bir homurdanmadır başladı. Çünkü bu
millet İngiliz parası alarak değil, Almanya imparatoruna damat
olacağı söylendiği için de değil, düşmanlık duyduğu Sırbın
ordusunu Silivinça muharebesinde ilk saflarda bizzat harbederek
yendiği için Battenberg'i sevmişti. Gittiği her yerde Çarın sela­
mını söyliyerek bütün Bulgarya 'yı dolaşan General Kaulbars
kiliselere ve okullara, bol bol ianelerde bulunduğu halde hiç bir
yerde halktan iltifat görmedi. Bu propaganda ve etüd seyahati
acınacak bir fiyasko oldu. Hatta bir çok yerlerde Türk ahali değil,
başlarında papazları olduğu halde hıristiyan Bulgar ahali kendi­
sine açıkça husilmet gösterdiler. "Padişahım çok yaşa! " diye ba­
ğırıldığı dahi oldu. Kısa bir müddet sonra General Kaulbars,
Çarın, Mingrelya Prensi Nikola Dadyan'ı Battenberg'ten bOşalan
tahta aday gösterdiğini bildirince halkın sinirleri büsbütün bo­
zuldu. Ötede beride baş kaldırma emareleri dahi belirdi. Ama
ordudan ses seda çıkmadı. Büyük rütbeli subaylar ne lehte ne
N. N. Tep e de/e n /io ğ/u 185

aleyhte konuştular. Yalnız General Kaulbars 'ın istediği şekilde


Çara bir "mutlak sadakat" yemini vermiş gibi bir tavır takındılar.
Çünkü bu subayların üniformasını giydikleri ordu Bulgar ordusu
adını taşıyordu ama Bulgar milletinin öz ordusu değildi. Bulgar
milletinin can ve mal kaynaklarından faydalandığı halde kendini
ondan tamamı ile ayn ve ona hakim bir kudret addedi yor ve
bazen para ile kandırılarak, satın alınarak hazan da tehdit ile
korkutularak her çeşit politikaya alet edilebiliyordu . işte şimdi
gene Rus fırıldağı halini almış bulunuyordu. On yıl önce 93
Türk-Rus harbinde Rus 'un, beş hafta önce İngilizin malı olduğu
gibi ve yirmi sekiz yıl sonra 1 9 1 5 'te Radoslavoff zamanında Al­
manın malı olacağı gibi . . .
*

Fakat Naipler Meclisi, General Kaulbars 'ın halkı sinirlen­


diren teklifi karşısında ordu gibi renksiz kalmadı. En ufak bir
tereddüt göstermedi. Bir beyanname neşrederek "Bulgar mille­
tinin hiç bir zaman bir Kafkasyalı prensi Emaret tahtına oturtma­
yacağını" ilan etti.

Peki ama Emaret tahtı boş mu kalacaktı?

Kalmıyacaktı tabii . . . Ve kalmadı da. 1887 yılı 7 Temmuz


günü B ulgarların tarihi taç giydirme şehri olan171 Tırnova ' da
toplanan milli meclis, Saks Koburg Gota prenslerinden Ferdi­
nand Maksimilyen Şart Leopold Mari 'ye Emaret tacını vermeyi
kabul etti. Aleksandr Battenberg ise unutuldu gitti. Kraliçe Vik­
torya'nın oğlu Prens dö Gal, yani geleceğin VII. Edward 'ı onu
himayeden vazgeçti. Almanya veliahdının hanımı olan kız
kardeşi de güzel kızı Prenses Viktorya ' yı Battenberg ' e vermek­
ten vazgeçti . Üç yıl sonra bu çok güzel prenses Şavumburg Lipfe
hanedanından Prens Adolf'a yamandı. Ve uğurunda bir çok kan
dökülüp altınlar sarfedilrniş olan Aleksandr Battenberg ' in adı bir

171 Fransa'da Krallar Paris 'te değil Reims şehri katedralinde taç giyerlerdi.
Napoleon 1 . Paris'te Notre Dame'da giymiştir.
1 8 6 Ordu ve P o l i t i ka

daha ancak Darmştad tiyatrosunun az şöhretli genç aktrislerinden


biri ile evlendiği zaman duyuldu.

Bulgar Prensliği üzerinde bu konu bakımından daha fazla


dunnağa lüzum yok. Yalnız şu ciheti iliive edelim:

Gizli politika yapan Rus taraftan komiteci subayların


hırsı, Prens dö Battenberg'i Avrupa'da da boş bırakmamış ve
altes prens çeşitli suikastlere uğramışlardır.
İKİ DÜŞMAN AİLE
Gelelim 1902 'den alacağımı bildirdiğim ikinci misfile...
Bu numuneyi Sırbistan krallığından alacağımı da söylemiştim.
Çok dramatik bir tarzda sona eren bir senaryosu vardır bunun.
Fakat üzerinde geniş bir tarzda durmayacağım. Çünkü maksa­
dımız bir tarihi tefrika yazmak değildir. Kasdımız politika alemi
içinde askerin zaman zaman oynadığı rolü belirtmek, silfilılı
kuvvetlerin çok defa maddi sebeplere, bazan düpedüz hisse
dayanan ve nadiren de ideolojik kışkırtmalardan doğan tepreniş
ve şahlanışları etrafında bir fikir vermektir.

Gösterdiğimiz Bulgar misalinde bu sebeplerin üçü de iç


içe sarmaş dolaştı. Kısaca temas edeceğimiz Sırbistan nümu­
nesinde ise "bir politika hedefine ulaşmak için" haysiyet ve şeref
mefhumları üzerinde nasıl durulduğu, bazı kıskançlıkların nasıl
tahrik edildiği görülür.

1 8 1 0'dan yirminci yüzyılın ilk yıllarına kadar Sırp mille­


tinin iç politikası, iki zengin domuz çobanının kurduğu iki aile
arasında geçen kanlı kavgalardan ibarettir.

Obrenoviç 'lerle Karayorgi oğulları arasındaki boğazlaş­


malardan...

Hiçbir asalet köküne dayanmayan Obrenoviçlere prenslik


veren Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Miloş adındaki bir komi­
tacıya bir ferman gönderip, Sırpların başına geçirmiş ... Adam da
kendine bir aile ismi uydunnuş! Asıl babasını galiba bilmediği
için annesinin ilk kocası Obren'in adına bir "oğlu" kelimesi ilave
·
etmiş, soyadı olarak kullanmış.172 Ondan gelenler de aynı adı de­
vam ettirmişler .. l 902 yılında artık müstakil bir krallık merte­
.

besine yükselmiş olan Sırbistan krallığının tacı bu aileden gelen

172 Obrenoviç: Obrenoğlu.


188 Ordu ve P o l i tika

b i r adamın başındaydı v e Karayorgi ailesi öteden beri güttüğü


kan diivasına dört elle sarılmış, memlekette sert bir muhalefet
havası estiriyordu.

Kral çekingen bir adamdı. Dünyanın en güzel kadınları ve


dişileri ile dolu olan Sırbistan'da, bir zamanlar Belgrad paşa­
lığına gönderilen Osmanlı vezirlerinin yaşlılarını kalp sektesin­
den gönderen ve gençlerini kısa zamanda ciğer hastası yapan o
güzel kadınlar ülkesi Sırbistan'da pek donuk bir askerlik hayatı
geçiyordu.

İyice tahsil görmüştü ama çalımlı, parlak ve gösterişli de­

ğildi. Fazla miyop olduğu için burnundan hiç eksik olmayan


gözlükleri, seyrek telli kısa sakalı, parlak dudakları ile bir hayli
zevksiz görünüşü de vardı. Karayorgi taraftarları onu karikatürize
etmenin yollarını bulmuşlardı.

Bu kral Obrenoviçlerin tek varisi idi de... Aileden başka


erkek kalmamıştı. Annesi eski kraliçe, onu bir an önce evlen­
dirmek ve çoluk çocuk sahibi etmek istiyordu. Avrupa'ya yaptığı
bir seyahat esnasında oğlunu lsviçre'de dinlendiği köşke davet
etti. Avusturya ve Almanya prens ailelerinde evlenme çağına
ulaşmış güzel kızların bir listesini de hazırlamıştı. Buluştukları
gün daha kral köşke girer girmez ana kraliçe bir uşağa emretti:

-Danilo Dıraga 'ya söyle, hemen gelsin... Gelirken fotoğ­


rafları da almayı unutmasın.

Hemen beş dakika sonra bir fistan hışıltısı işibnişti. Salon­


dan koşarak gelen bir kız, odaya dalmış; dizlerini bükerek baş
eğerek ana kraliçe ile oğlunu seliimlamıştı. Akabinde de üstü
sahtiyan kaplı büyük bir albümü uzatmıştı. Ana kraliçe bunu
almış; oğluna vermişti. Fakat kral albümü açmağa lüzum görme­
mişti. Vazifesini bitiren kız odadan çıkınca anasına sormuştu:

-Kim bu hanım?

Kraliçe kayıtsız bir tavırla:

-Yanımda oturuyor... demişti. Arasıra bana kitap okur...


N. N. Tep e d e le n l i o ğ lu 189

-Yaa ... nereli?


-Nereli olacak? Bizim memleketli. Tebaanızdan. Bir eski
subay kansı.
-Evli demek?
-Boşanmış . . . Geçinememişler galiba.

Bu muhavereden sonra kralın albümdeki prenses


resimlerine göz atmaya hiç lüzum görmediğini söylüyorlar.
Zavallı "Coup de foudre" olmuş. Yıldırımla çarpılmışa dönmüş.
Öyle şiddetli bir aşk ile anasının ldtibesine tutulmuş ki , ne devlet
endişesi kalmış kafasında ne skandal korkusu ! Ve . . . Evleniver­
miş . Dıraga hanımla.

İşin garibi yeni kraliçenin eski kocası hassa subayların­


dan. . Eski kayınbiraderi de gene saray hizmetinde bir subay.
.

İlk koc a sahneden silinmeyi tercih etmiş . Fakat kayınbi­


rader dehşetli bir kin kasırgasına tutulmuş . Yakın arkadaşlarını
yavaş yavaş zehirlemeğe başlamış . Tabii Karayorgi oğulları da
boş durmamışlar. Bir taraftan kayınbiraderin kinini körükle­
mişler, öte taraftan da bu izdivaç işini "ordu haysiyeti" haline
sokmuşlar.

Karayorgiler bir müddet önce Karadağ prenslik ailesinden


bir kız aldıkları için Çetine komitacıları da işe karışmışlar.
Nihayet bir gece ... Kral Obrenoviç 'in saadetten baygın bir halde
yatağına uzanmasından az sonra açılan bir kapıdan kırk elli
baskıncı subay, sarayın hususi apartmanına dalıvermişler.

Daire kapısını açan:

O gece muhafız müfreuye kumanda eden nöbetçi subay.

Ya bu nöbetçi subay:

Bizzat Kraliçe Dıragan 'ın eski kayınbiraderil Taçlı ve aşık


karı kocayı derin uykularında bastıran bu kafile pek canavarca
hareket etmişler.

Kral Obrenoviç linç edilmiştir.


1 90 Ord u ve P olitika

Kraliçe Dımga ise kamı deşilerek pek vahşiyane öldürül­


müştür.

İki kanlı ceset saray balkonundan nemli kaldırımlara atıl­


dıktan sonra eski kayınbiraderin, ucuna ufak bir et parçası takılı
kanlı hançerini havaya kaldırarak haykırdığı duyulmuştur:

-Obrenoviçlerin son tohumu işte bu! Gebe kaltak da yu­


murcağı da yok oldu. Artık Obrenoviçlik kalmadı! Yaşasın Kara­
yorgi oğulları!

Bu vakayı yapmış olan gizli subaylar komitesinin tarihi


adı "Kara El Çetesi"dir.

Birinci Dünya Harbi 'nde Balkan cephesinde Müttefik or­


dularına kumanda173 eden Fransız Generali Sarrail, bir kısım
hatıralarını topladığı bir eserde174 bu katil kayınbiraderden ve
çetesinden şöyle bahseder:

VesikaNo. 1 148-3Ocak19 17

Sırp ordusu subayları bir iç politika buhranı geçir­


mektedirler." "Kara El in nüfu zlu partizanları Bi­
"

zerte'ye v azife ile gönderilmişlerdir. Korgeneral


Morava birçok tugay komutanları, ErkAn-ı Harbiye
Reisi Şumadya ve Ü çüncü Ordu Erkm-ı Harbiye
Reisi vazifelerinden alınmışlardır.
Vesika No. 1 199.
B ir suikast hazırlayan bazı subayların ve erkarun
işten alındıklarını; ekarte edildiklerini ve yerlerine
.
rejime sadık subayların konulacağını Sırp umumi
kararg filıı bildiriyor. Çok şiddetli bir temizleme
hareketi bu . . . Karayorgi hanedanını Belgrad tah-

m 1 9 1 6-19 1 8 .
174 "Mon Cemmendement e n Orient", E. Flammarion Kitabevi, Paris, sayfa
21 8-219.
N. N. Tepedelenlioğlu 191

tına çıkarmış olanlar bile işten atı ldılar. Meşhur


1902 Saray baskınında Kraliçe Dıraga 'nın kamını
deşmiş olan albay dahi hapsedilmiştir. Sırp subay­
ları arasında kaynaşma devam ediyor ilh .. .

Görülüyor ki, zaman geçince hadiseler en gö7..de komita­


cının yıldızını söndürüyor.

Haydi bir vesika daha verelim:

No 1568.
Nazır hazretleri (Fransa Harbiye Nazırı) size çok
elemli ve düşündürücü haberler vermeliyim:
Sırp ordusundan gene bir albay ile 5 yarbay daha
Bizerte askeri kampına gönderilmişlerdir. Kral nai­
bine 175 suikast hazırlamışl ar. Cepheyi gezerken
naibin kurşunla yaralandığı dahi söyleniyor ilh ...

m Bu nfilb o zaman veliaht olan Aleksandr'dı. Gaziye m isafir gelen ve


Marsilya'da öldürülen kral. . 1907 suikastında Obrenoviçlerin yerine
.

tahta çıkarılan, babası kral "Petro Karayorgioğlu" ihtiyar ve ha.�ta


olduğu için veliaht naip olmuştu. "Kara El" çetesinin sonradan reisi
olmuştu .
DREYFÜS SKANDALI
Şimdi, Fransız Milli Savuıuna Bakanlığı'nın, bir tarih me­
zarlığı olan176 arşiv dairesinde kim bilir hangi dosya içinde
uyuyan bu üç vesika ne kadar ibret vericidir.

Siyasi-Askeri "Dostluk"larda fazla vefa aranamayacağını,


gizli veya açık yeminlere fazla bel bağlanamıyacağını bu üç
vesikadan aldığını birkaç satır ne kadar soğukkanlılıkla göze vu­
ruyor!

Belgrad baskını ile 1 9 17 arasında geçen zaman onbeş yıl-


·

dan ibarettir.

Onbeş yıl nedir?

Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren kısa bir zaman...

Ve bu kadar kısa bir zaman Obrenoviç düşmanı baskın


komitesinin en gözde celladını en itimatlı kumanda koltuğundan
alıp Bizerte'deki Fransız zindanına atmağa kafi gelmiştir. Gene
bu kadar kısa bir zaman, o eski Obrenoviç düşmanlarım Karayor­
gi oğullarına da düşman edebilmiştir. Belgrad Sarayı'nın
balkonunda hançeri ile Obrenoviç Kraliçesinin177 karnını deşen
subayı, Karayorgi oğulları veliahdına kurşun sıkacak veya sıktı­
racak derecede değiştirebilmiştir. Bundan ötürüdür ki, baskınlar

176
B ütün Arş.iv daireleri gibi .
177 Dıraga' nın soyadı Lünye Viça idi . 1867 senesi Eylül ayının 1 1 'inci
günü Ganıi-Milanovaç'ta doğmuştu . 1 900 yılı Temmuz ayının 23 ' üncü
günü dul olarak Obrenoviç'le evlendiği zaman otuz üçüncü yaşını
doldurmuş bulunuyordu. Zavallı miyop kral ise 1876'da doğduğuna
göre bu kadından tam dokuz yaş küçüktü. Dıraga'nın ilk kocasi ve katili
olan su bayın ağabeyi "Maşen" hassa albaylarındandı. Aleksandr
Obrenoviç'in Dıraga ile karşılaşmasına sebep olan ana kraliçenin adı
Natali 'dir. 1 859' da Fransa'da doğmuştur.
N. N. Tep ede l e n l i o ğ l u 193

komplolarla iktidara geçenler çok defa kullandıkları "vasıta"ları


iş bitince yok ederler. Böylelikle hem mihnet altında kalmaktan
kurtulurlar, hem de kendilerine faydalı olan bir metodun günün
birinde bir başkasına faydalı olmasını önlerler. Esasen gizli
politikada öteden beri kurulmuş, değişmez bir kaide vardır:

"Kullanılan kiiğıt lağıma atılır."

Evet... Aslında pis bir iş olan gizli politikanın vasıtasına


mukadder olan akıbet budur. Zaten açık politikada da sür'ati�
sivrilenler, fazla göz kamaştıranlar veya göze batanlar için siyasi
tarih bir başka filc.ibet tayin edemiyor. Tecrübeli liderler ken­
dilerine çok çabuk rakip olanları, bazen yakın adamlarına bazen
gizli ajanlarına göstererek şöyle derler:

-Bunun tırnakları çok uzadı ...

Tırnaklarını biraz kesin de büyütünceye kadar rahat ede­


lim, başımızı dinliyelim!! !

Artık bir başka konuya zıplıyalım... Mesela Fransız ordu­


sunun büyük bir skandalını ele alalını:

Dreyfüs hidisesini ...

On dokuzuncu yüz yılın sonu ile yirminci yüz yılın ilk yıl­
lan arasına göz gezdirirken bu iğrenç ve korkunç meseleyi
görmemek, atlamak nasıl mümkün olabilir?

Dreyfüs hidisesi, en geniş demokratik rejimler içinde dahi


başıboş gizli servislerin ne gibi entrikalar çevirebildiklerini
kafalara "dank!" ettiren klasik bir vesikadır. Bir takım önemli
devlet müesseselerinin ve mesela bir umumi erkiin-ı harbiyenin
başına geçirilecek şahıs, vicdandan ve dürüst ahlaktan mahrum
olduğu takdirde en kutsal mefhumları zırh gibi kullanarak neler
ve neler yapabilir... Bunu Dreyfüs skandalı kadar ızdırap vererek
izah edecek misal az bulunur. Tabii başlı başına uzun bir
tefrikaya konu olabilecek, hatta ciltler doldurabilecek bir konuyu
bütün "girdi çıktı"ları ile burada ele alacak değiliz. Yalnız bir
taraftan Rusya ile gizli harp hazırlıkları yapan, bir taraftan da
1 9 4 Ordu ve Politika

Osmanlı devletinde, isyan tohum1an serpen Fransa erkan-ı harbi­


yesini karanlık içinden çekip bir an çehresine bakacağız . . .

1 8 94 yılı Ekim ayının 1 5 ' inci günü, Fransa Harbiye


Nezareti 'nde vazifeli bir topçu yüzbaşısının tevkif edildiği Paris
gazetelerinde okundu . Adı Alfred Dreyfüs 'tü. Harp okulunu pek
iyi derece ile bitirdikten sonra 14' üncü topçu alayına tayin edil­
miş, sonra erkan-ı harp staj yeri olarak Genelkurm ay ikinci
bürosuna mül hak olmuştu. Niçin tevkif edilmişti bu subay?
Resmi sebep şuydu :

Üç hafta önce, yani Eyl ülün sonlarına doğru Harbiye Ne-


7..areti haber alına servisi bir vesika ele geçirmişti . Vesika, Paris ' ­
tcki elçil iklerden birinde ataşemilitere gönderi len b i r zarftan
çıkmıştı . Zarf "Adi yol" şifre adım kulanan bir Fransız gizli ajanı
bulmuş yahut çalmış ve Milli Emniyet ileri gelenlerinden Binbaşı
Hanri 'ye ulaştırmıştı.

O günden sonra "Bordro" diye adlandırılacak olan bu


vesikada ne imza vardı ne tarih ... Şöyle başlıyordu :

B eni görmek istediğinize dair bir haber almamış


olmama rağmen size bazı enteresan bilgiler gön­
deriyorum efendim.
B eş paragrafta bildirilen bu bilgiler arasında bilhassa şu
beşinci paragraf dikkati çekiyordu.

"Sahra topçusu için atış talimatnamesi projesi."

Ve "Bordro" şu satırlarla bitiyordu:

Bu son vesikayı (yani talimatnameyi) ele geçirmek


çok güçtiir. Ben de size gönderdiğimi kısa bir
müddet sonra aldığım yere geri vermeğe mec­
burum. Harbiye Nezareti bu talimatnameleri her
yere sayıl ı olarak göndermi ştir. Herkes ve her dai­
re elindekinden sorumludur. Her subay, manev­
ralardan sonra talimatnameyi iade edecektir. Sizi
ilgilendirecek kısımlan kopye ettikten sonra benim
N. N. Tepedele nlioğlu 195

için saklarsınız. Ben sizden alırım. Yahut ister­


seniz aslını değil, kopyesini göndereyim.
Ben manevralara gideceğim.
Vesikanın dördüncü paragrafı da Madagaskar adasına te­
mas ediyordu.

Harbiye Nezareti, erk§n-ı harbiyeden çıkan bu "bordro"yu


Madagaskar iş leri ile de teması olan bir topçu subayının yaza­
bileceğini düşündü. hk işi erk§n-ı harbiyedeki topçu subaylarının
el yazılarını incelemek olur. Neticede Yü zbaşı Dreyfüs'ten ş üphe
edilir . Harbiye Nazırı General Mercier de takibat yapılmasını
emreder. Fakat nezaret el yazılarını beş uzmana tetkik ettirmiştir.
Bunların ancak üçü Dreyfü s aleyhine karar vermiştir, ikisi
yaz ı nın Dreyfü s ' e ait olamı yacağını iddia etmektedir. Nazır
general onlara hiç ehemmi yet vermez. Tahkikata memur olan
heyetin başkanı kurmay binbaşı "dü Pati dö Klam" Dreyfü s ' ün
kılıncını alır.

İki ay sonra, 1 9 Aralık 18 94'te Paris Merkez Kumandan­


l ı ğ ı l Numaralı Harp Divanı davayı görmeye başlar. O kağıt
parçasından başka ortada ne şahid vardır, ne delil , ne ispat. . .
Yalnız, Binbaşı Hanri yiini, bordroyu "Adi yol"dan alıp harbiye
nazırına iletmiş olan askeri emni yet şube şefi, büyük ünü­
fonnasım giyerek bütün nişanlarını takarak divan huzuruna çıkar,
elini İncile basarak178 yemin eder ve şöyle der:

-Saygıdeğer bir şahıs vasıtası ile İkinci B üro 'da bir suba­
yın179 ihanet etmekte olduğunu öğrenmiştim . Bu subay işte kar­
şınızda duruyor!

Ve parmağı ile Dreyfü s ' ü işaret eder.

Zav a l l ı D reyfüs ' ün zavallı avukatı ü stad Demange

178 Fransa henüz laik devlet değildir.


179 2'nci B üro, Fransa Erlc!n-ı Harbiyesinde casusluk servisi.
1 9 6 O r du ve P o l it i ka

yırtınmış durmuştu... Ama kim dinler?

Albay Maurel 'in reislik ettiği harp divanı üç günde yaptığı


dört oturumdan sonra karar vermek üzere toplantı odasına çekilir.
O zaman da nazır generalin emri ile geldiğini söyleyerek Binbaşı
"Dü Pati do Klfun" karşılarına dikilir, resmi sellim çakar:

-General Mersiye'nin emri ... der. Dreyfüs'e verilecek ka­


rar bir dosya içinde yazılı karar olacaktır. General, kararın derhal
imza edilmesini emrediyor.

Acaba bu son müdahalenin sebebi neydi? Divan-ı Harbin


Dreyfüs lehine karar vermesinden mi korkmuşlardı?

Hayır!

Nazır General Mercier zaten daha dosya divan-ı harbe


sevkedilirken Dreyfüs'ün mahldlm edilmesini başkan albaya
emretmişti. Bu son müdahalenin sebebi kararın "istediği keli­
melerle yazılması için"di.

Evet, karar ancak bu şekilde nazırın arzusuna "kelimesi


kelimesine uygun" olabilirdi! Ama, Dreyfüs'ün ilk sorgusunu
yapmış olan heyete başkanlık eden bu "İkinci Büro" Şefi Binbaşı
"dü Pati dö Klam"ın o günkü "gizli vazife"si bundan ibaret kal­
.
mamıştı. Fransa 'nın bu askeri gizli servis şefi koltuğuna kıs­
tırdığı ikinci bir dosyayı da divan-ı harb başkanına vermişti. Üze­
rinde "son derece mahrem" işareti konmuş olan bu dosyadaki
"vesika"lardan biri "Gene" adında bir polis hafiyesinin Drey­
füs 'ü "kumarbazlıkla, zamparalıkla ve çok para saıfetmekle" töh­
metlendiren jumaliydi. Binbaşı, öteki "vesika"ların çok daha
önemli olduğunu söylemekle yetinmiş, fakat başkana oku­
tmamıştı. Sadece göstermişti... Ve esrarengiz bir eda ile askeri
hfilcimleri selfunlayıp toplantı odasından çıkmıştı...

Bir saat sonra l Numaralı Divan-ı Harb muhakeme(!) neti­


cesini bildirmişti:

14'üncü topçu alayı subaylarından olup erkan-ı


harplik stajı görmekte olan mümtaz yüzbaşı Alfred
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 197

Dreyfüs 'ün 1894 yılında Paris 'te bir yabancı dev­


lete veya onun ajanlarına milli emni yeti ilgilen­
diren bazı vesikalar verdiğine kanaat hasıl olmuş­
tur. Bundan ötürü askerlik mesleğinden tardına,
müebbed kürek cezasına ve ana vatandan sürül­
mesine karar verilmiştir.
Dreyfüs 'ün avukatı bu kararı temyiz etti ama bir netice
alamadı. Nihayet bir sabah; Paris Merkez Komutanının Yaveri
Yüzbaşı Renaud, büyük üniformasını giyerek askeri cezaevine
gitti. Yüzbaşı Drcyfüs'ü alıp harbiye mektebine götürdü. Orada,
askeri kıtaların ve talebelerin huzurunda Dreyfüs kılıcı kırıl arak ,
apoletleri galonlan180 ve düğmeleri sökülerek ordudan tardedildi.

Bugün 1895 yılı Ocak ayının beşinci günüdür. Şubat so­


nunda da "matrut, hain, eski subay"ı medeni Fransa 'nın o eski
korkunç sürgün yeri ola� Guyan sömürgesine gönderdiler..

Güney Amerika'nın en berbad bölgesi olan bu Guyan'ın


yanıbaşında "Salut" adaları vardır ki, medeni Fransa o devirde bu
adaları Guyan'dan da beter cehennemler haline sokmuştu. Drey­
füs için bunların da en kötüsü seçildi:

Talihsiz adam "Diable" (Şeytan) adasında bir murdar ku­


lübeye tıkıldı.

Bu sırada Harbiye Nazırı General Mervier'nin gururundan


yanına varılamıyordu. Nazırın bıyıklarını balta kesmiyordu.
Kolay vatanseverlik yarışlarında en önde görümneyi bilen dal­
kavuk mebuslara parlamento koridorlarında rastladıkça;

-Dreyfüs'ü ölüme mahkfim etmek gerekirdi. Nedeyim ki,


1848 'de tadil edilen kanun idam cezasını kaldırmıştır.

Ve idam cezasını tekrar yürürlüğe koydurmak için parla­


mentoya bir proje tevdi etti. Fakat meşhur sosyalist lider Jaures

180
Galon, rütbe işaretleri için kullanılan sırma şeritlerdir.
198 Ordu ve Pol i t i ka

karşısına dikildi:
181
-M areşal B azaine gibi lere müsamaha eden askeri
kanunlara vatandaşları gelişi güzel kurşuna dizdirecek maddeler
konamaz!

Bu sırada herkesi hayrete düşüren bir hadise oldu . Fransız­


lar bir sabah uyanınca Cumhurbaşkanları Casimir Perier ' nin
istifa etmiş olduğunu gazetelerde okudular. Neşrettiği beyanna­
mede şu satırlar dikkati çekiyordu:

"-...Her türlü icra ve kontrol vasıtalarından mah­


rum olan Cumhurbaşkanlığı müessesesi, muhtaç
olduğu manevi kudreti ancak milletin itimadından
alabilir. Aksi takdirde bu makamın hiç bir manası
yoktur ... ilah... "

Acaba ne demek istiyordu Mösyö Casimir?

Herkes bir miinaya yordu. Her kafadan bir ses çıktı. Fakat
gerçek sebep günün birinde bizzat Casimir Perier'ni n ağzından
duyuldu . Bir yı l an masalı gibi dal lanıp budaklanarak yıllarca
uzayacak olan Dreyfüs skandalının bir satbasında şahit sıfatı ile
dinlendiği zaman eski Cumhurbaşkanı Casimir Perier hakimlere
aynen şu sözleri söyledi:

- B ir devlet reisi ile aşağı mevkide olan herhangi bir vazi­


feli arasındaki münasebetin ne olduğunu mu anlamak istiyor­
sunuz? Size bir tek misal vereceğim, istifamdan bir kaç ay önce
Harbiye Nazın General Mersier, bana hiç danışmadan, silfilı al­
tındaki iki sınıfı terhis ediverdi. Sordurdum. Gayet soğuk bir
tavırla "Ona ne?" demiş. Böyle icap etti , böyle yaptım. Hem o
nerden haber almış?

Ve acı acı gülümsemişti:

181
Bazaine 3' üncU Napoleon 'un pek şımarttığı bir kum andan dı.
Meksika'da v e 71 harbinde hıyanete varan hataları ol muştu ...
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 199

-Nerden mi haber almıştım'! Herhalde ordudaki casus­


l arım haber vennemişlerdi. S adece Resmi Gazete'de okuyup
öğrenmiştim. Sorarım size efendiler. Fransa ordusundan altmış
bin asker çıkarılırken de mi devlet reisinden izin alınmaz?
*

182
Yüzbaşı Dreyfüs aslen Yahudi idi. Mulhouse'da doğ­
muştu. 1871 'den sonra Alsas-Loren Almanya'ya katılınca babası

Fransa v atandaşı kalmayı tercih etmiş ve Mulhouse 'dan ayrılıp
Paris'te yerleşmişti. Üçüncü Cumhuriyet Fransa ' sında en samimi
ve taşkın Cumhuriyetçiler Yahudilerdi. Aralarından birinin vatan
hainliği i l e ordudan tardedilmesi bu cemaatin pek onuruna
dokunmuştu. Dreyfüs'ün General Mercier tarafından bir tuzağa
düş ürülmüş olduğunu da sezdikleri için işi kurcalamağa baş­
ladılar. İlk çıkışı 1896 ' da Brüksel'de bir broşür neşrederek yap­
tılar. "Adli hata" adını taşıyan bu broşürü hazırlayan gazeteci
Bernar Hazar ' dı. Dehşetli sürüm yapan bu broşür bir ay içinde
yirmi dile çevrildi.

Bu nu Paris'in o devirdeki büyük gazetelerinden "L ' Ec­


lair'' (Şimşek) 'in Dreyfüs hakkındaki seri makaleleri takib etti.
Gazete "Divan-ı harb hakimleri bir gizli dosyanın tesiri altında
kalmışlardır... " diyordu. "Harbiye Nazırı Gener.u Mersiye kanun­
ları ayak altına almıştır. S anığa, avukatına ve umumi efkara
meçhul kalan bir dosya ile bir vatandaş nasıl mahkum edilebilir?
Dava yeni baştan hakim huzuruna getirilmelidir."

Bir hafta sonra Dreyfüs'ün hanımı meclise istida ile m üra­


caat ederek "iade-i muhakeme" talebinde bulundu. Dreyfüs 'e
aleyhtar mebuslardan biri bir takrir verdi. Bir sürü g ürültü patırtı
oldu Mecliste ...

Netice sıfır... Mebuslar, Harbiye nazırına diş geçireme-


diler:

182
Mulhouse: Alsas Loren endrüslri bölgesinde bir kasaba.
2 00 Ordu ve P o l i tika

"Eğer ortada bir sorumluluk varsa hükümet icabına bakar"


deyip işi uzatmadılar.

Aradan bir yıl daha geçti.. Bir sabah183 Leblois adında bir
avukat, Senato İkinci Başkanı Kestner'i ziyaret ederek:

-Ekselans... dedi. Ortada bir adli hata olduğu muhak­


kaktır. Yani Dreyfüs işine "General Mercier cinayeti" adını
vermek istemiyorsak "bir adli hata!" diyebiliriz. "

Ve Kestner'e bir dosya uzath:

-Erkan-ı Harbiye gizli servisleri arşivinde kısa bir müddet


vazife görmüş olan erkan-ı harb Yarbay Pikar burada yazılı
olanları bana söyledi. O, Dreyfüs'ün masum olduğunu ispat
edebilecek durumdadır. 184 Harbiye Nazırı Mercier'den korkma­
yan tek erkan-ı harbimiz de bu yarbay galiba!

Bu tarihte Mercier çekilmiş, Harbiye Nezaretine General


Billot yerleşmiştir. Ayan İkinci Reisi Kestner ona şöyle der:

-Azizim General... Selefinizin zamanında işlenen bir adli


hatayı tashih etmek şerefi size düşecek galiba... Ben Dreyfüs
meselesinin yeniden hakim huzuruna getirilmesi için senatoda
harekete geçeceğim. Çünkü bu adam masum. Bordro'yu onun
yazmadığı muhakkak.

15 Kasım 1 897 günü de talihsiz yüzbaşının· kardeşi,


Kestner'in tavsiyesi üzerine şu ifşaatta bulunur:

-Kardeşimi mahkiim ettiren "bordro" eğer bir casusluk


vesikası ise hesabı Kont Valter Esterhazi'den sorulmalıdır. Çün­
kü o yazmıştır.

183
1 897
184 Picquarl: Bu yarbay, Dreyfüs muhakeme edildikten sonra bu vazifeye
ta.yin edilmişti. Kendinden önce o ödevde bulunan Yarbay Sandherr,
Dreyfüs aleyhinde şahitlik etmiş olanlardan biriydi.
N. N. Tep ede l e n lioğ l u 201

Bu Kont, Fransa ordusu pi yade binbaştlanndandır. Har­


biye Nazırı, Pillot adında bir generali tahkikata memur eder. O
sırada bir başka ".azifede bulunan eski İstihbarat ve Casusluk
D airesi Şefi Yarbay Picquart Paris'e çağrılır. Binbaşı Ester­
hazi'nin el yazısı "Bordro"nun yazısına tıpatıp uymaktadır. Tah­
kikat deri nleştirilir. Macar ası l l ı olan Kont Esterhazi'nin
kadınlara düşkün bir kumarbaz olduğu , yabancı ataşemiliterlerle
sık sık buluştuğu da anlaşılır. Herkes yeni Harbiye Nazırının
durumu düzeltmek isteyeceğini sanar. Kestner'in istizah takriri
senatoyaya geldiği gün bütün Paris'te ümit kesilir. Fakat General
B illot kürsüye çıkınca herkesi bir hayli! kırıklığı kaplar ... Çünkü
yeni Harbiye Nazırı da tıpkı eskisi gibi konuşur:

-Askerlik şerefim size gerçek düşüncemi bildirmeyi em­


reder. Efendiler Divan-ı Harbin kararına hürmet edelim. Dreyfüs
suçludur.

Ve, Drcyfüsü mahkt'.im etmiş olan Divan-ı Harb , bir ay


sonra "hakiki casus"a, yani Kont Valter Esterhazi'ye beraet kara­
n verir. Bu kararın Harbiye Nazırı Billot 'nun emri ile verildiğine
kimsenin şüphesi yoktur. Nazır, daha da ileriye gider, casusluk
ve istihbarat şubesinin eski·şefi Yarbay Picquart'ı tevkif ettirir,
ordunun gizli arşivlerine aid sırlan açığa vurduğu için Divan-ı
Harbe gönderir.

Yooo ... Artık bu kadarı da olmaz. Paris ayaklanır. Nüma­


yişler başlar. Meşhur edip Emil Zola, üç g ün sonra L'Aurore ga­
zetesinin sekiz on sütununu kapıiı. yan uzun bir makale ile hücuma
geçer. Doğrudan doğruya Fransa Cumhurbaşkanına hitab eden bu
yangın makalenin başlığı şudur: "İtham Ediyorum!"

L'Aurore'un ilk sayfasında nal gibi harflerle manşeti kap­


layan bu iki kelime altındaki sütunlardan alev fışkırıyordu.
Belliydi ki, ordu üst kademelerine karşı sivil aydınların ruh­
larında bir isyan başlamıştı. Zola'nın bilhassa şu üç haykırışı
herkesi coşturdu:

"1. Bir Divan-ı harp, Harbiye Nazırının emri ile


2 0 2 Ordu ve P oli t i ka

Esterhazi gibi bir adama beraet kararı vermiştir.


Adaletin suratına bundan büyük tokat indirilemez.
Bu tokadın p arm ak izleri ebediyyen Fransa 'nın
yüzü nd e kalacaktır... Ve tarih, bu dehşetli sosyal
cinayeti n sizin devrinizde işlenmiş olduğunu yaza­
cak Cumhurbaşkanı hazretleri!

2. Esterhazi'yi muhakeme eden askeri hakimlerin


tahliye kararı divan-ı harplerimizin ebedi bir lekesi
olacak . . . Bundan sonra divan-ı harplerden çıkacak
her kararı herkes daima şüpheyle karşılayacak.
Paris askeri b ö l ges ini n 1 numaralı divan-ı harbi
Dreyfüs'ü muhakeme ederken zeki olmaktan ka­
çınmıştı. Esterhazi işinde düpedüz caniyane hare­
ket etmiştir!

3. ... İtham ediyo rum ! Divan-ı harbi emire boyun


"

eğerek kanunları ayak aluna almakla itham ediyo­


rum ... İtham ediyorum ! Bir suçluyu tahliye ettiği
için adli bir suç işlemekle itham ediyorum!"

Zola'yı yakaladılar... Gazetenin mes'ul müdürü ile birlikte


mahkemeye verdiler. Meclisler bir takrir fırtınasına tutuldu.
Harbiye Nazın ardarda yedi defa hesap venneğe zorlandı. Fakat
yedisinde de aynı Uilları tekrarladı:
Şeref ... Devlet sırrı ... Askerlik şerefi ... Milli emniyet...
Şahsi şerefim ... ve ilh...
Ve kabak hakiki casusu keşfetmiş olan erkan-ı harp Yar­
bay Picquart'ın başında patladı. "Askeri sırları açıklamakla"
suçlandırılarak işinden alındı, divan-ı harbe verildi.
Bir yıl daha geçti. Şimdi General Billot nezaretten çekil­
miş yerine General18s Cavaignac geçmişti. Dreyfü s ' ün hamını

185 B illot'nun da dahil olduğu Meline kabinesi dü�müşt ü . General


Cavaignac yeni kabinede nazır olmuştu.
N. N. Tep e d e l e nlioğlu 203

adliye nazırına yeni bir istida vererek "işi" bir daha kurcaladığı
için parlamento bir daha Dreyfüs meselesini ele alınca kürsü
nöbeti General Cavaignac 'ageldi . Herkes yeni bir söz beklerken
Cavaignac bir papağan gibi seleflerini taklit etmez mi? O da tıpkı
Mercier ve B illot gibi elini kalbine basarak;

-Efendiler. . . dedi . Ordunun şerefi ile oynamayınız. Ben


Dreyfüs'ün suçlu olduğuna vicdanen eminim.

Ve Genelkurmay Gizli Haber alma dairesi , arşivinden


aldığını söylediği bir mahrem dosyadan üç vesika çıkarıp okudu .

Hemen ertesi gün Yarbay Picquart 'ın avukatı bu vesi­


kaların sahte olduğunu basına bildirdi. Harbiye Nazırı protesto
etti. Fakat umumi efkarın tazyiki karşısında Başbakan işi tahkik
ettirmeğe mecbur kaldı . Vazifeyi üzerine alan Yüzbaşı Cuignet,
Erkfuı-ı Harbiye Gizli Servislerinin tehdidine rağmen tarafsız
hareket ederek vesikaların sahte olduğunu tesbit etti.

Picquart yalan söylememişti.

Dreyfü s ' ü mahktim eden ve Esterhazi ' yi mahkıim ettir­


meyen vesikaları bizzat Erkful-ı Harbiye Casusluk Şubesi Şefle­
rinden biri , en itimad edileni, Dreyfüs davası esnasında büyük
üniformasını giyerek, bütün nişanlarını takarak şahitlik yapan ve
sonra bir aktör gibi kolunu Dreyfüs'e doğru uzatıp "İşte suçlu
budur" demiş olan Erkful-ı Harp Yarbay Hanri hazırlam ıştı. 1 86

Tabii derhal tevkif edildi ! . .. İşin garibi suçunu da itiraf


etti . Skandal müthişti. Harbiye Nazırı yahut gizli servisler bu işi
artık örtbas edebilirler miydi ? Gazeteler "Muhakeme esnasında
Yarbay Hanri ' den çok şeyler öğrenileceğini" yazdılar. Adamı
"Mon Valeriyen"de hapsetmişlerdi . Muhabirler bina etrafında
nöbete girdiler . . . Her an bir yeni haber almayı ümid ediyorlardı.

186
1 894'te binbaşı idi. Dreyfü s ' ü yakalattığı için m ükifat "Olarak terfi
ettirilmişti.
2 0 4 O r du ve P o l i tika

Ve gerçekten de aldılar... Hem fazla beklemeden:


"Askeri gizli servislerin çok gözde şefi Erkfuı-ı Harb
Yarbay Hanri daha o gece gırtlağı ustura ile kesilerek hayata
veda etmişti."
Acaba intihar mı etmişti?
Artık bütün gözler Erkfuı-ı Harbiyeye çevrilmişti. Fran­
sa' da umumi efk§r ilk defa ciddi bir surette bu müessesenin
mfilıiyetini araştırmak istiyor gibiydi.
Vatanın savunmasını hedef tutan bir çalışma için, millet
adına gizlilikle zırhlanmasına müsaade edilmiş olan bu müessese,
öyle görülüyordu ki, çizilen görünmezlik ve duyulmazlık sının
çok genişletmişti. Hür rejim anlayışı ile, milli menfaatlerle, hatta
insanlık duyguları ile telif edilemeyecek esrarlı işler de mi
yapıyordu? Erkfuı-ı Harbiye, hareketlerinin açık hesabını kimse­
ye vermemek gibi korkunç bir imtiyazı nereden alıyordu?
Krallık, imparatorluk devirlerinde ordu ya kralın ya impa­
ratorun malı idi. Bu devirlerde erkfuı-ı harbiyeler de sırlarını ya
kral için ya imparator için saklarlardı. Fakat şimdi Fransa
Üçüncü Cumhuriyet devrindeydi. Ordu milletin malı idi. Erkfuı-ı
Harbiyenin milleti temsil eden müesseselerden saklıyabileceği
bir sır olmamak gerekti. Bütün masraflarını millet ödüyordu bu
ordunun. H�r seçimlerle milletten temsil yetkisi almış bulunan
parlamento, bütçe verdiği her devlet kurulu gibi orduyu da,
donanmayı da kontrol edebilmeliydi. Meclislerde ne zaman bir
askerlik işi ortaya atılsa hemen kapatılıveriyordu. Mesela şu
Dreyfüs işinin aslım anlamak bir türlü mümkün olamıyordu. Dört
yılda iki kabineye Harbiye nazırı olarak giren üç general , ne
zaman bir sual sorulsa hep hık mık etmişler, "ordunun şerefi",
"vicdan kanaati", "askeri hakime saygı" gibi yuvarlak .sözlerle
parlamentoyu savsaklamışlardı . Bu generaller gerçekten Fransa
nazırları mıydılar? Yoksa Erkfuı-ı Harbiye'nin kuklaları mı?
Ve gözler umumi Erkfuı-ı Harbiye Reisi Orgeneral Bua­
defr'e döndü.
N. N. Tepede l e n lioğ / u 205

Bu zat, 1894 Rus manevral3nna gönderilen ve orada Çarla


konuşan Rusya Genelkunnay Başkanı Orgeneral Obruçof'la ma­
hut Rus-Fransız askeri ittifakını yapan adamdı. Çarlık ile olan
askeri işleri gizli ittifak çerçevesi içinde daha iyi çevirir diye onu
genelkunnay başına geçinnişlerdi.

Buadefr pek kestinne bir cevap verdi:

İstifa etti!

Akabinde Harbiye Nazın General Cavaignac da istifasını


dayadı.

Dreyfüs 'ün hanımı, bir sefer de Adliye nazırına şu istidayı


dayadı:

"Sahte vesikalar tutuldu. Yapan tasvip edilince su­


çunu itiraf etti . İntihar mı etti, öldürüldü mü? B il­
miyorum. Fakat bu durum masum olduğuna inan­
dığım zevceme verilen haksız kararın bozulmasını
icap ettirir . . . İlh ...

Bu sırada Zürlinden adında b ir başka General Harbiye Na­


zırı koltuğuna oturmu ştu . Artık onun Dreyfüs meselesinde
anlayışlı hareket etmesi bekleni yordu . Hele Başkanın emri ile
gizli haber alma ve casusluk servisin de acele bir temi zleme
yapması ümitleri artırdı. Sahneden kanlı bir surette çekilen casus
ve provokatör Yarbay Hanri ' ni n direkt şefi Albay Dü Pati dö
Kilim 'ı da kadro dışı etmesi dikkati çekti . Fakat bu dördüncü
Harbiye Nazırı da sel e fl�rinden farklı çıkmadı . Çıkamazdı . . .
Çün-kü aynı kalıptan dökülmüştü, Kabine toplantısında adliye
vekili;

-Dreyfüs hakkındaki kararın tashihi zaruridir, deyince


Zürlinden hemen masaya yumruğunu indirdi ve tıpkı Mercier
gibi , B illot gibi, Cavaignac gibi;

-Olamaz ! dedi. Kat 'iyyen olamaz ! Çünkü Dreyfü s ' ün


vatan haini olduğuna kesin olarak inanmaktayım.

Başvekil Brisson kararlıydı . Sakin bir tavırla sordu:


2 0 6 O r du ve P o l i tika

-Bu inanışınız neye dayanıyor?


-Vicdani kanaatıma. . . Divan-ı harbin kararına. . .
Başvekil H ami Brisson gülmekten kendini alamadı:
-S ayın general , o divan-ı harp kararı Yarbay Hanri ile
birlikte intihar etmedi mi?
Fakat Zürlinden espiriden ya anlamıyor, ya hazzetmiyor­
du, verdiği cevap şu oldu:
-İade-i muhakeme kararı verilirse derhal kabineden çeki-
lirim .
O zaman Başvekil Hanri Brisson, Genera l ' e kapıyı gös-
terdi:
-Hemen çıkınız . . . Çünkü ben de kabine iade-i muhakeme
cihetine gitmediği anda iktidardan çekilmeye azimli yim!
Ve kabinenin çoğunluğu Brisson 'u tuttu . Lakin Zürlin­
de� 'in yerine geçirilen General Şanurean da farklı çıkmadı. Onu
da başka general Harbiye Nazırları takip etti. İş sokağa düş­
müştü. Kralcılar, güya orduyu tutarak hakikatte Yahudi düş­
manlığı yapıyorlar, Masonlar ordu üst kadrolarındaki Kato­
lik-Monarşist klikleri tasfiye için Dreyfüs'ü savunuyorlardı. Laik
sistem korkusuna tutulmuş olan Fransız kil isesi de hür düşün­
celileri darbelemek için Dreyfüs düşmanlarına para dağıtıyordu?
Velhasıl bir curcunadır gidiyordu. Fakat bu karmakarışıklık gün
geçtikçe "Gizli ordu kontrolsüz erkan-ı harbiye" sistemini çöker­
tiyordu. Nihayet birgün parlamentoda iade-i muhakeme talebi
işletildi. Sivil h1ikimler konuya el koydular. Ardarcla Harbiye Na­
zırlı ğı yapmış beş heybetli general, Paris Ağır Ceza Mahkemesi
huzurunda şahid olarak dinlendiler. Bir taraftan da Parlamento ,
Dreyfü s ' ün niahkUm edildiği 1894 yılında iktidarda olan nazır­
larla hesaplaşıyordu. Bunlardan biri, pek meşhur Reyrmond Pu­
vankare, 1 87 Birinci D ünya Harbindeki Cumhurbaşkanı, kendini

1 87 B irinci Dünya Harbi'nde Çanakka le ' nin ordu ve donanma ile


zorlanmasına karar verenlerdendir.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 207

müdafaa ederken Parlamento kürsüsünde aynen şöyle dedi:

-Ordu kontrolümüzde değildi . Kabinede yalnız bir "Bord­


ro"dan bahsedilmişti. İşte bir esrarlı taraf sezmiştim . Fakat kur­
calamaya cesaret edememiştim. Bugün haklı küfürlere, haka­
retlere ve hücumlara göğsümü açarak o günkü hatamı itiraf
ediyorum. Oh ! Bir vicdan azabından kurtuluyorum . . . ilh . . .

V e , sivil idarenin bir cumhuriyette askeri bir saltanat dik­


tası altına sokulmaması fikri herkesi sardı . "Ordu, millete karşı
koyabilir mi?" adlı bir broşür neşreden Ürben Gohiye, "Orduya
hakaret" suçu ile tevkif edilince sivil mahkeme onu hemen tah­
liye etti ve beraet karan verdi.

Fakat ordu da gene bir tarafta bildiğini okuyordu. Bu çal­


kalanışlar divan-ı harpler üzerinde hiç bir tesir yapmıyordu. Paris
Ağır Ceza Mahkemesi İade-i Muhakeme kararını verince askeri
mahkeme davayı tekrar gözden geçirmeye zorlandı . Ama gene
eski kararı vermekte tereddüt etmedi . "Hayır, Dreyfüs masum
değildir" dedi . Fakat Fransa'da ordu anlayışı artık değişmişti.
Halk yığınlarının tazyiki Dreyfüs dosyasını askerlerin elinden
aldı , sivil Mkimlere teslim etti . Talihsiz yüzbaşıya Min, casus
damgası vurulmasından 12 yıl sonra Paris Ağır Ceza Mahkemesi,
Fransa askeri gizli servislerini yere vuran meşhur kararını verdi.

Evet, tarihi kararını verdi:

Dreyfüs ' ü beraet ettirdi. Hem de ona on iki yıl ıstırap ver­
miş olanların tümünü moral yönden ağır durumlara soktu.

Paris Ağır Ceza Mahkemesi 'nin, bedbaht yüzbaşıyı haya­


ta, haysi yete ve çok sevdi ği üniformasına tekrar kavuşturan
karan, hiç şüphe yok, Fransa adli arşivinin en şöhretli ve değerli
vesikalarından biridir.

Bir Harbiye Nazırı generalin, Paris Askeri Dairesi bir nu­


maralı harp divanına zorla işlettiği "adli hata" tarihe karışırken,
Dreyfüs'e en büyük iyiliği yapmış olan Yarbay Picquart'ın serü­
veni de sona ermişti. On iki yıl önce, bir sabah, Paris Kumandanı
2 0 8 Ordu ve Po litika

General Gallifet 'nin Emir Subayı Yüzbaşı Renaud 188 tarafından


cezaevinden alınarak Harbiye Okulu avlusunda ordudan tarde­
dilen Dreyfü s ' e subaylık şerefi, askerlik haysiyeti resmen geri
verilirken, şeref misafiri olardk hazır bulundu.

O gün ... büyük bir gün olmuştu. Alnı açık hakkın gizli kö­
tü entrikalara zaferini ilan ettiği gün!

Aynı okul avlusuna, yine bütün genç subay adayları top­


lanmıştı. Kara ordusuıiun bütün silfilılarından birer müfreze sün­
gü takıp selAnı durmuştu. Paris askeri bölgesinin bütün yüksek
rütbeli subayları, Genelkurmayı temsil eden bir heyet, Genel­
kurmay gizli servisler bürosunun yeni şefi, birçok senatörler ve
mebuslar, bütün gazeteler temsilcileri önünde karar sureti resmen
okunmuş, Dreyfüs ' ün hain olmadığı ilan edilmişti. Ve Dreyfüs,
borular, trampetlerle selamlanarak avluya girdiği zaman ken­
disini alkışlayanlar, sırtında binbaşı rütbesinde bir topçu üıü­
forması görmüşlerdi.

Fransa, masum olduğu halde, on iki yıl süründürdüğü na­


muslu subayına bu zaman içinde, sınıf arkadaşlarının yükselmiş
oldukları rütbeyi tereddütsüz vermişti. Picquart da mükafat ala­
rak yarbaylıktan albaylığa yükseltilmişti.

Ve Paris Kumandanı General Gallifet, protokol gereğince


hazır bulunmağa mecbur olduğu bu merasimden kaçmak için
ödevinden istifa etmişti.

Ve gariptir ki, bu netice, Dreyfüs macerasında menfi roller


oynayanlarda zerre kadar nedAnıet uyandırmamıştı. Bilfilds el
altından tahrikata devam etmişlerdi. Bir müddet önce Fransa'nın
laik bir devlet oluşu üzerine iktidarın kanlı bıçaklı düşmanı
kesilen Katolik kilisesi ile de elaltından birleştiler. Fransa'da tam
manasiyle bir sivil idare hakimiyeti kurulmasını baltalamağa

188
Bu zat 1 889'da, Osmanlı ordusu hakkın da kısa, fakat faydalı bir cep
hitabı ba�tırmıştır.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 209

koyuldular. Tabii bütün tepkiler meclislere de aksediyordu . Bil­


hassa senato , her gün çeşitli kavgalara sahne oluyordu . Bir de­
fasında, eski Harbiye Nazın General Mercier, kürsüden yine bir
tehdit savurdu:

-İktidarda olsam, aynı kararın bir daha verilmesi için ça­


lışırdım ! diye bağırdı . Ağır Ceza Mahkemesi ne karar verirse
versin, benim vicdani kanaatim değişemez.

Buna, radikal bir senatör, oturduğu yerden haykırarak şu


mukabelede bulundu :

-Durunuz bir an, sayın general ! Durunuz ve beni din­


leyini z ! Eğer hasımlarınız adalete susayışlarını tamarniyle
gidermek istemiş olsalardı, şimdi siz karşımızda böyle böbür­
lenemezdiniz. Çünkü çoktan, Şeytan adasında Dreyfüs 'ten boşa�
lan yeri doldurmuş bulunurdunuz!

Üçüncü Cumhuriyetin "statut"sü ve "structure"ü, ufak bir


dik.katle sivil idareyi orduya hakim bir duruma yükseltmeğe
elveri şliydi. Ancak bir ihtiliil , orduyu sivil idare kontrolünden
çekip alabilirdi. Binaenaleyh sivil-asker ·mücadelesi, 1906 'da
üstünlüğü nihayet sivil aydınlara kazandırdı . Ama onların da bu
işi kısa bir zamanda çığ ırından çıkardıklarını , dolayısiyle de
Fransa 'da ordunun pek bozulduğunu dünya gördü. Çünkü, sivil
idare kontrolü dışında kaldığı zaman, ordunun gizli servisleri
yetkilerini nasıl kötüye kullanmış idilerse, ordu , sivil aydınların
kontrol üne girdiği zaman da siyasi partilerin gizli teşkilatları
edindikleri kuvvetleri öylece kötüye kullandılar. Mesela, General
Andre 'nin Harbiye Nazırlığı devresinde, orduda yüksek sorumlu
vazifeler, ancak Mason Grand Orient' i tarafından tutulan albay­
lara ve generallere verildi. Bu yüzden. de bir hayli gürültü çıkb .
Fakat Dreyfüs hadisesinden sonra ordu, sivil idarenin edindiği
kontrol dışına çıkamadı. Ta Birinci Dünya Harbi çıkana kadar.

Ondan sonra ne oldu , bitti, pek bilinemez, fakat Fransa'da


Genelkurmayın prestiji yine derece derece yükseldi ve ordu,
silkine silkine l 9 17 ' de yakasını sivillerden kurtardı. Ama galiba
2 1 0 O r du ve P o l i t i ka

bunda esaslı rol ü Masonluk oynadı. Çünkü ordu başkumandanlı­


ğına getirilen Joffre (Mareşal) bir "33 birader" di .

Bu durumu bize en iyi anlatan yine o Makedonya Cephesi


Komutanı General "Sarrail"dir. Yukarıda bir başka vesile ile
bahsettiğimiz "Doğuda Kumandanlığım" adlı eserinin 1 40 ' ıncı
sahifesinde bir fasıl , şu cümle ile bitiyor:

Hükümetin k arşıs ında Büyük Erkan-ı Harbiyenin


,

ne manası vardı?

Hiç . . .
Halbuki n e olmuştu?
Her şey !

B ırakalım artık şu Fransa'yı ve başka memleketleri de tek­


rar kendi ordumuza dönelim. Ordumuzun Dreyfüs'e beraet kararı
verdiği gün1erdeki durumuna . . . Y§ııi. 1 906 yılına.

Osmanlı İmparatorluğu 1906 !

Bu tarih, sultanlar devrinin devlet salnamesinde, Mustafa


Kemal adına ilk rctStladığımız yıldan bir yıl sonradır.

Mustafa Kemal 'in adı , Hicri 1 3 26, Rumi 1 3 24, Miladi


l 908 tarihini taşıyan ve Mart ayında, yani "İlfilı-ı Hürriyet" adı
verilen hadiseden beş buçuk ay önce neşredilen "Devlet-i Aliye-i
Osmaniye SalnAme"sinin189 altmı ş dördüncü cildinde 3 1 6 'ncı
sahifededir:

İmparatorluğun ü ç üncü ordusu erkfilı-ı harbiye listesi


içinde . . .

Rütbesi kolağası olarak gösteriliyor. Mecidi nişanı hane­


sinde ise adı hizasına bir beş rakamı dökülmüş. B undan da
Erkfilı-ı Harb Kolağası Mustafa Kemal Bey 'in göğsüne daha ilk
ağızda beşinci rütbeden bir Mecidi nişanı takılmış olduğunu

189
Osmanlı Devleti resmi yıllığı.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 2 1 1

anlıyoruz.

Aynı listede sıralanan erkfuı-ı harpler arasında henüz hiç­


bir nişan almamış olanlar çok. Daha 1 904 yılında, hocası Erkfuı-ı
Harp Yarbay Pertev Bey 'den bir çeşit askeri tarih ve eleştirme
dersleri almakta olan bu genç subayın orduda vazife aldığı iki üç
yıl i ç inde, amirlerine kendini beğendinni ş olduğunu , bu nişandan
anlıyoruz.

İmparatorlu ğun üçüncü ordu erkan-ı harbiye heyeti , o ta­


rihte şu paşa, bey ve efendilerden mürekkeptir:

Mirliva (Tuğgeneral) Hasan Vasfı Paşa (Başkan)

M irliva Ali Rıza Paşa , Miralay (Albay) M ehmet Hamdi


Bey (İkinci Ş ube M üdürü } , Kaymakam (Yarbay) Ahmet Bey,
Binbaşı Ahmet Faik, Hasan Basri beyler, Binbaş ı Enver Bey
(meşhur Enver Paşa) , Kolağası Mustafa Kemal, Kolağası Ali
Fuat Efendi (meşhur Ali Fuat Cebesoy Paşa) , Kolağas ı Kemal ,
Hafız Cemil, Ahmet Kemalettin, Ahmet Tevfik efendiler.

Bunlar, merkezde Müşir Paşa 'nın emri altında hizmet gö­


renlerdir. Aynı Erkan-ı Harbiye 'nin iki binbaşı , bir kaymakam
üyesi daha vardır:

1 . Binbaşı Ali Fethi Efendi (S erbest Parti ' yi yüzüstü bıra­


kan lider, eski Başvekil).
2. Kaymakam Halil Nasır Bey,

3. Binbaşı Fuat Bey (çeşitli eserleri ile meşhur rahmetli


Orgeneral Erdem).190

Ali Fethi Efendi , İşkodra 'daki Askeri İdare Erkfuı-ı Harp


Reisi ' dir. H alil Nasır Bey Selanik Askeri idaresinde aynı hiz­
m ettedir. Binbaşı Fuat Bey, İzmir Sevk Komisyonu Reisidir. Ve
B inbaşı Ali Fethi Efendi 'ye de bu tarihte dördünc ü rütbeden bir

190
Bey ve Efend i kelimeleri, li5teden aynen alınmıştır.
2 1 2 O r du ve P o l i ti k a

"Kıt 'a Osın8ııi Nişan'ı" ihsan buyurulmuş tur. 191

Payitahttaki Umumi Erkan-ı Harbiye Dairesine gelince,


eski tas eski hamam devam etmektedir. Umu mi Reis Vekili
Ömer Rüştü Paşa'dır. Üla ricalinden Niyazi Efendi, yine Genel
Sekreterlik makamındadır. Harbiye Nazın 'nın resmi unvanı yine
"Serasker"dir ve 1 908 Seraskeri yine Emiroğlu müşir Ferik Rıza
Paşa 'dır. Seraskerlik dairesi erkanı , yani Harbiye Nezareti 'nin
politik mekanizmalarını idare edenler yine sivillerdir:

Daire reisi, yani Müsteşar Muhtar Efendi, yardımcılan da,


yani m ü steşar muavinleri de Nuri ve Naim beylerdir. B ütün
kalem kadroları sivillerle doldurulmuştur. Yalnız Şube-i Mahsii­
sa 'ya iki subay alınmıştır. 192

Bu şubenin eski sivil yetkilileri "kalem memurları" diye


biraz silikçe bir bölümde gösteriliyorlarsa da bizzat Umumi
Erkiin-ı Harbiye Genel Sekreteri 'nin emrinde olmaları durumda
fazla bir değişiklik olmadığını belirtiyor. " Ü la"lık, gibi Orgeneral
omuzdaşı y üksek devlet rütbesi almış "kalem memurları"nın sırn ·

katipleri olıruyacaklanru sezmek için dehaya ihtiyaç yoktur. Ü la


ricalinden bir A lişan bey, bir kolağası Esat Efendi 'den emir al­
maz tabii . . . Ama kendisi emretmese bile, kolağasını mutlaka mu­
rakabesi altında tutar.

Bumda bir dakika duralım ve düşünelim:

Osmanl ı Harbiye N ezareti , bu hali ile Dreyfü s hadisesi


günleri�deki Fransa Harbiye Nezareti 'nden daha liberal bir çehre
arzetmiyor mu?

Neydi Fransa sivil aydınlarının kavgası?

Ordunun sivil kontrol altında, bir silahl ı savunma meka­


nizması olması . . . değil mi?

19 1
Ş anlı, şerefli Osmani nişanı.
192 Kolağası Esat ve Teğmen Halil efendiler.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 2 1 3

Eh, istibdat ve gerilik ile töhmetlendirilen Abdülhamit ida­


resi, Harbiye Nezareti 'ni bu tarzda kuruşu ile onların amellerini
gerçekleştirmiş olmuyor muydu?

Ordunun memleket savunması için lüzumlu sırları görün­


mezlik ve duyulmazlık zırhı ile çevrilmiş bulunuyordu. Fakat bu
zırhı sivil bir kadro kontrol ettiği için, askerin ödevi dışında bir
başka "gizli iş" ile uğraşması tehlikesi önleniyordu.

Evet . . . Garip bir tarihi tezaddır bu . . . Cumhuriyet Fran­


sa 'sında ordu , sivil idareye kafa tutarken, imparatorluk Türki­
ye 'sinde siviller, orduyu bal gibi kontrol etmekte idiler . . . Ve
galiba o devirde umumi idare ve iç politika bakımlarından Türki­
ye 'nin modem bir devlet sayılmamasının tek sebebi , mesefü
Fransa 'da olduğu gibi, dalavereli seçimlerle para ile toplanmış
oylarla kurulu bir "Meclis"i bulunmamasından ibaretti !

1 908 'de, Osmanlı Devlet Yılhğı 'nın 3 1 6'ncı sahifesinde,


adına ilk defa üç kelime ve bir rakam halinde rastladığımız
Kolağası Mustafa Kemal on sekiz yıl sonra, tarihler dolduran bir
ünl ü Mareşal Gazi Mustafa Kemal olduğu günlerde, meşhur
"Nutuk"u yazarken, acaba neden bu yıllığın "Şfibe-i Mahsfi­
sa"sını bilmediğini söyleyecektir?

Gençliğinde tanıdığı Müşir İbrahim Paşa 'nın oğlu Yüzbaşı


Nurettin Beyi , yani B üyük Taarru z 'da Birinci Ordu Kumandanı
olarak kullandığı Nurettin Paşa'yı yere vururken, Nutuk aşağı
yukarı şöyle bir dil kullanır:

" Kendisine birtakım unvanlar veriyor. Yazdırdığı


bir kitapta, İzmir fiitihliği iddiasındadır . Bir za­
manlar Erkan-ı H arbiye "Şı'.ibe-i Mahsfisa"sında
çalışmışmış? Ne o bir erkan-ı harptir, ne de Er­
kan-ı Harbiye-i Umumiye ' de böyle bir şube var­
dır! ilh . . . "

Halbuki, bildiğimiz gibi, Abdülhamit devrinde, böyle şube


vardı ve Nurettin Paşa o şubede çalışmış olduğunu , İzmir zafe­
rinden sonra itiraf etmekle o günlerin atmosferi içinde kendi
2 1 4 Ordu ve P o l i t ika

aleyhinde kullanılacak müthiş bir ipucu vermişti .

Pek geniş kadrosundan salnameye ancak ikıi üç ismi akta­


rı l m ı ş o l an o şube, Yıldız gizli istihbaratının Harbiye
Nezareti 'ndeki kolu idi . l 908 'de, bu casus luk kurulunda çalış­
mak, devletçe ne derece makbul bir hfil idiyse, Türkiye ' de Cum­
huriyetin ilanından sonra, ihtifülci bir umumi efkar karşısında da
o derece kötü sayılacak bir mazi idi.

Nurettin Paşa rahmetlisi , acaba çok mu safdil bir insandı?


Ebedi yen gizli kalması icap eden bir eski vazifesini açıklamış,
adeta kuşağı altından haçını mı göstermişti?

B ü tün bunlar, bugüne kadar gözden geçirdi ğimiz devir­


lerden başka, bambaşka bir devrin konularıdır. Her biri üzerinde
ayn ayrı durulacak konular. . .

V e b u bambaşka devir için elimizde namütenahi , sayıla­


mayacak kadar çok vesika vardır. Bundan ötürü , Mustafa Kemal
neslinin erkiin-ı harplik diploması ile fi i l en askerlik kariyerine
başladıkları günleri, şimdilik bırakıyor ve tekrar Abdülhamit dev­
rine, bu devrin son günlerine dönüyoruz. Asker ve subayın , dev­
let hizmetinde padişaha sadık "kılıçlı memur" sayı ldıkları bu
devrin sonu , yirminci asırla birlikte, Türk subaylarını saran, yep­
yeni bir askerlik anlayışının başıdır.

Aydın subayları esrarengiz yollardan bu anlayışa ulaştıran


gizli cereyanların ilk hedefi ne yapıp yapıp Abdülhamit Han 'ı
devirmekti .

Aydın subayları bir taraftan kozmopofü atmosfer içinde


eriten, bir taraftan da onlara , kısa zamanda rütbe basamaklarını
zıplayıp aşmak hırsını aşılayan gizli komitecilik cereyanlarının
iplerini oynatanlar, başkumandan padişah Abdülhamid 'i ordusuz
bırakmak için ne lazımsa yaptılar. Ordusunun başında kaldıkça
Abdülhamit, Türkiye içinde ve İslam aleminde manevi bir vahdet
sembolü olmakta devam edecekti . D ü nya politikasında gittikçe
ağır basmağa başlıyan bu vahdet bilhassa Fransa'yı ürkütüyordu,
İngiltere ile Rusya da en az onun kadar işkillenmekteydiler.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 2 1 5

Abdülhamit, orduyu kaybedip zayıflar veya devrilirse ne


olacaktı?

Genç subaylar;
-Memleket hürriyete kavuşacak, "Kanun-ı Esasi" vatanı
kurtaracak, diyorlardı.
Ama imparatorluğun ve İslam aleminin vahdet direği dev­
rilince ne olacaktı? Yerine koyacak o değerde bir devlet başkanı
bulunabilecek miydi?

Bunu düşünen yoktu ve felaket de bundaydı . . .

Mamafih Abdülhamid 'e karşı asıl ordunun sadakati, sanıl­


dığı gibi 1 908 'de bitmiş değildir. Öyle olsaydı , Seliinik'in kolay
şöhretleri, Enverler, Eyüp Sabriler, Hasan Tosunlar, Niyaziler,
Fethiler, Tarn.tlar, Khım Namiler onu bir an tahtta tutmazlar,
derhal devirirlerdi.
Abdülhamit'in "Kanun-ı Esasi"yi tekrar yürürlüğe soktuğu
giin, Üçüncü Ordu ' nun bir kısım genç subayları hariç, bütün ordu
padişaha sadıktı. Şemsi Paşa 'nın Manastır postahanesinden çı­
karken öldürülmesi , Tatar Osman Paşa'nın evinden kaçırılması
gibi hadiselerin gerçek hedefi , Üçüncü Ordu askerlerine
meçhuldü. İhtilalci Selanik ve Manastır subaylarının hiçbiri, Ab­
dülhamit' e düşman olduklarını, bölüklerine karşı söyleyeme­
mişlerdi . Söyleyemiyorlardı . . . Çünkü bölükleri tarafından linç
edileceklerine emindiler. Nitekim 10 Temmuz 1 908 'den dokuz
ay yirmi bir gün sonra, bu bölükler Selanik hürriyetçilerine değil,
Abdülhamit'e sadık olduklarım pek acı bir surette ispat etmiş­
lerdir. Silfilılarını konuşturmuşlardır.
Enver 'in Tikveş 'te, Niyazi 'nin Resne 'de, Eyüp Sabri 'ııin
Manastır'da peşlerine taktıkları askerler, Yemen'e sevkedilecek­
leri söylenere�. kışkırtılnuşlardı.
İstanbul 'a en yakın yerde, Edime 'de, üslenmiş olan İkinci
Kolordu 'da da hal böyleydi . Başlarında İsmet Bey 'in, Khım
2 1 6 O r du ve P o l i t i ka

(Karabekir) , Refet (Paşa) , Seyfi (Paşa) , İhsan (Topçu) gibi su­


bayların bulunduğu Edirne komitesi, askerlerin padişaha sadakat
derecesini hayretle tartmışlardı .
Orduyu peşlerinden sürükleyemiyeceklerini biliyorlardı.
Beş muvazzaf, on iki redif ve on dört mustahfız tümeninden
mürekkep olan Üçüncü Ordu , eğer padişaha sadık olmasaydı, tek
başına sadık olmasaydı , tek başına İstanbul'a yürüyebilecek bir
kuclretteydi. Görülüyor ki , orduda asker sadık kaldıkça, kolay
kolay ihtilal yapılamıyor.

zaten bir çok vesilelerle söylediğim gibi "İlan-ı Hürriyet"


adı verilen şu 9 2 Anayasası 'mn tekrar yürürlüğe girmesi"
"

hadisesi bir ihtilfil değildi. Abdülhamit "Frizovik toplantısının iç


yüzünü de, saraya çekilen telgrafların palavra tarafım da
biliyordu. O, bir şeyden çekinmiş ve bir şeyden de cidden ürk­
müştü. Çekindiği nokta şu:

Üçüncü Ordu 'nun ikiye ayrılıp Makedonya'nın göbeğinde


bir sivil harp, bir kardeş kavgası başlaması ihtimali . . . Makedonya
o günlerde sivil harp için gönül ferahlığı ile seçilecek bir sahne
olamazdı.

Ürktüğü de şu:
Manastır'da tam Nihilist taktikli, çok kararlı bir gizli terör­
cü fedaı1er grubunun kurulduğunu iyice öğrenmiş olması.
Bu grubu hiç isim zikretmeden saraya rapor eden müfettiş
Hüseyin Hilmi Paşa olmuştu. Fedailerin bir listesini ise hiç
umulmadık bir zat göndermişti:

Makedonya jandarma tensikatına memur milletlerarası


heyetin başkanı olan İtalyan generali.. .
Ne gariptir ki, Sultan Abdülhamit bir yıl sonra tahttan in­
dirilip Selanik 'e götürüldüğü zaman bu İtalyan generali kirayla
oturmakta olduğu Alatini köşkünden çıkarılacak ve sultan ile
ailesi oraya hapsedilecektir.
N. N. Tep e de le n l i o ğ l u 2 1 1

Sonradan, sayıları hakkı nda çeşitli rakamlar çıkmıştır. Bir


rivayete göre 1 3 , bir rivayete göre de 3 3 , bir rivayete göre de 70
kişi imişler. . .

Bugün "Sai"19l tarafından yapıldığım veya yaptırıldığını


bildiğimiz ilk suikastlerden sonra, tahkikat için göndermiş oldu­
ğu general Şemsi Paşa 'nın Manastır Postahanesi önünde güpe­
günd ü z ünifonnalı bir genç subay tarafından suikaste uğradığını
öğrenince Abdülhamit hem bir hükümdar, hem de bir başku­
mandan olarak tit;remişti:

-Eyvaah. . . . demişti. Ordu bitti ! 194

Hayır . . . Ordu henüz bitmemişti . Ş imdilik, sadece onun


olmaktan çıkmak istiyordu.

İkiye ayrılmış, hiyerarşik di siplini bozu lmuş, kumanda


zinciri laçka olmuş bu orduyu tekrar kendi ordusu haline sokmak
için çıban merkezlerini yok etmek lazımdı . Fakat bu çok tehlikeli
bir yoldu . Zira operasyon başarılamadığı takdirde gizli teşkilatın
daha da genişl emesine ve "fedai" suikastçı grupların daha da
çoğalmasına sebep olabilirdi . Telgraflarla, önüne sürülen uzlaş­
ma yolunu tercih etmiş olması bundandır. Bu çok isabetli bir ha­
reket olmuştur. Zira bir kaç yıl sonra hadiseler göstermiştir ki ,
Üç üncü ve İkinci Ordular kadroları içinde İttihatçılık atmosferi
ile yetişmiş olan bu gizli komiteci subaylardan bir kısmı muasır­
ları bulunan diğer ordular komiteci subaylarından kat kat heybetli
ve dehşetli terörc üler olmuşlardır. Ve hiçbiri , iddia olunduğu gibi
samimi meşrutiyetçi hürriyetçi, adaletçi, m üsavatçı ve uhuvvetçi
olmamıştır. Buraya sırası gelmişken, bunlardan bir kaç nümune
sıralı yalım:

Kuşçubaşı Sami Bey, Türkiye 'de ve birçok yabancı mem-

••� Sadrazam TaUit Paşa. Sili müvezzi demektir. Postacı olduğundan kinaye.
194 Arap İzzet Paşa (Holo) 'nın Semih Mümtaz Bey zevcesi olan kızından
rivayet.
2 1 8 O r du ve P o l i ti ka

leketlerde çok tehlikeli suikast ve sabotaj işleri gördükten, sonra


Türki ye 'nin ilk reisicumhuruna suikast yapmak karan ile
Yunanistan 'da silfilıladığı bir çete ile Ege kıyılarımızda bir nok­
taya gizlice çıkarken pusuya düşmüş, yok edilmiştir.
Uzun müddet İstanbul 'da gazetecilik yapan ve Fransızca
Akşam ve Beyoğlu gazetelerinin başmuharrirliklerini yapan
müteveffa Gilberto Primi ' nin Mtıra defterinden aldı�ım liste
budur: 195
Abdülkadir
Sami (Kuşçubaşı)
Yakup Cemil
Ali Bey (Kel dedikleri)
Eyüp Sabri
Avni Bey (sonradan paşa)
Mustafa Necip
Ahmet Fevzi (Mardin?)
Canbolat
Atıf
Reşit (Çerkez)
Mahmut (Siirt)
Fethi
Kazını Karabekir
Ruşeni
Eşref (Kuşçubaşı)
Cemal
S üleyman Askeri
Enver
Rahmi (Apak?)

m Bu general, Primi ' nin babası ile kardeş çocuğu idi .


N. N. Tep e de l e 11 li o ğ l u 2 1 9

Cemil Cahid (Toydemir)


Ziya Bersis

Ş ükrü (Yenibahçeli)
İhsan (Topçu)

Mustafa Necip her suikast için daima gönü l l ü fedai


olmuştur. İşte size onu iyi anlatan bir vesika:

Otuz yıl önce idare etmekte oldu ğum bir haftalık gazetede
"Selanik Merkez Kumandanı Kaymakam ömer Nazım Bey ' e ya­
pılmış bir suikastten" bahseden bir yazı çıkmıştı. Bir kaç gün
sonra "Fuad Andiç" imzası ile şu tavzih mektubu gönderilmişti:

Beyefendi;

Selanik Merkez Kumandanı diye çok tanınan Kay­


makam Ömer Nazım Bey, meşrutiyet inkıl iibı yıl­
larında benim kayınbiraderimdi. B ir evde beraber
oturduk. "Büyük Gazete"nin dokuzuncu sayısında,
bir çok mkeralar arasında "N azım Bey ' i vuran
Enver Paşa mı? Enver Paşa'nın Eniştesini Kim Öl­
dürdü?" başlıklı bir yazı var. Evet, benim eniştesi
olduğum Nazım Bey de Enver Paşa 'nın bir za­
manlar eniştesi idi . Ben bu meseleyi N azım B ey ' ­
den bir çok defa dinledim. Büyük Gazete'deki yazı
ile arada çok mübayenet vardır. Ömer Nazım bu
iş i bana şöyle anlatmışu :

-Bir gün garnizon kuvvetlerini bir meydanda top­


layıp bir nutuk verdim . . . Dedim ki . . . Arkadaşlar!
Askerin siyasetle uğraşması o memleket için fela­
kettir. Vatanını seven herhangi bir vatandaş, askeri
üniforması üzerinde oldukça siyasetle uğraşma­
malıdır. Bunu size tebliğ ediyorum.

Sonra daha bazı tenbihlerde de bulunmuş . Bana İt-


2 2 0 O r du ve P o l i tika

tihat ve Terakk i gizli merkezi tabii münfail (kız­


mış) olmuştur. Olmasını da ben doğru bulurum.ı96

O gün veya ertesi akşam İsmail Canbolat, Mustafa


Necip, ömer Nazım Beyin yalısına gitmişler. Mus­
tafa Necip parmaklığı aşıp gizlice bahçeye atl a­
mış . . . İsmail Canbolat ise kapının tokmağını vur­
muş. Kapı açılınca Nazım Beyle görüşmek iste­
diğini söylemiş, Nazım Bey gelmiş, onu almış, mi­
safir odasına girmişler. Orada Nazım Canbolat ' a
sigara ikram ettikten sonra sormuş:
-Ne istiyorsun oğlum?
-Efendim . . . demiş C anbolat. Uzun zamandan beri
terfiden mahrum kaldım. Beni bari bu seferki terfi
defterine kaydediniz.
-Peki oğlum . . . Sen üzülme. Arzunu yaparım.
Nazım B ey arkası dönük ol arak pencere önündeki
koltukta oturuyormuş . Son sözünü söyleyince bir­
den bire ayağa kalkmış . . . Olacak işte . . . Kendisini
bahçeden gözleyen Mustafa Necip onun kafasına
nişan almışmış. Tam o anda tetiğe dokunduğu için
Nazım bey bacağından hafifçe yaralanmış, ikinci
kurşun ise Canbolat'ın aşık kemiğine isabet etmiş.

Nazım bey sultanın iradesi ile İstanbul'a celbedilip


Alman hastahanesinde tedavi edilmiştir. B inaena­
leyh:
1 . Enver Paşa bu sahnede hiç yoktur.
2. Nazım, söylediğim gibi kurşunla ölmüş değildir.
3. Meşrutiyet ilanında Abdülhamit mensupları ile
Trablusgarb ' a sürülmüş ve bir müddet sonra

196
Bak sen hele ... Demek zavallı Merkez Kumandanının yalnız karısının
kardeşi değil, öz kızkardeşinin kocası da gizli komitedenmiş.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 22 1

İstanbul ' a dönerek "Ordu ve Donanma Pazarı" adı


ile bir şirket kurmuştur. Sonra tekrar orduya gir­
miş, İskele ve Liman Kumandanı olmuş, daha bir
çok vazifelerde bulunmuştur. B alkan harbinde de
Ordu Leviizım Reisliğini yapmışur.
*

**

Oldukça okumuş bir subay olan bu Mustafa Necip 'in yılan


gibi bir komiteci olduğu söylenir. Herhalde bir davaya cezbeyle
kapıldığı anlaşılıyor. Zira o devri iyi bilen eski hariciye nazırı,
aziz dostum çok değerli diplomat Dr. Tevfik Rüştü Aras bir gün
bu adam hakkında bana şöyle demişti:

-Garip mi desem, korkunç mu desem . . . Ne desem bilmem.


Yalnız nev 'i şahsına mahsus bir adamdı. 3 1 Marttan sonra, Hare­
ket Ordusu ile İstanbul 'a geldiği zaman bir gece Yıldız'da bazı
arkadaşlarına hiddetle söyleniyordu. Tabancası eliİıdeydi . . . Bir
ara, "Ne yapmak istiyoruz? Ne yapıyoruz? Eğer işler böyle de­
vam edecekse bu tabanca dostların da hakkından gelmesini bilir"
dediğini duydum.

Tabanca ile oynamak tehlikeli şeydir. Nitekim, Bab-ı Ali


baskınında, son olarak bir zavallı erle bir yaverin başını yiye­
bildi . . . İki kurşun da orada kendisini, bir daha kalkmamak üzere
yere seriverdi idi...

Yakup Cemil 'in maceraları pek bilinir. Harbiye Nazırı


Nazım Paşa onun kim bilir kaçıncı kurbanı olmuştur? Bir sabah
Kağıthane 'de kurşuna dizilerek yok edilen bu eski binbaşı hak­
kında, yalnız rahmetli dostum Dr. Kamerüddin'den duyduğum şu
bir kaç sözü buraya kaydedeceğim. Ç ünkü onun karakterini belir­
ten bu anekdot hiç bir yerde neşredilmiş değildir.

"Kamerüddin'e bir gün bir subay gelir, Yakup Cemil 'in


yaralandığını, gidip bakmasını söyler. Doktor onu tanımaktadır.
Evine gittiği zaman Yakup Cemil 'in tabancası ile oynarken fena
halde elinden yaralandığını öğrenir. Pansumanı yaparken komi-
2 2 2 O r du ve P o l i t i k a

teci subay ona derdini şöyle döker:

-Şimdi bir vazife çıkarsa git birini öldür derlerse ne yapa ­

nın ben a doktor?

Artık bu tiplerin sistem li bir suikast kampanyasında ne


mertebe kanlı sıçramalarda bulunacaklarını siz tahayyül ediniz!

Siirt Mebusu Mahmud Beyle pek iyi tanı ş ı rdım . 1 920 'de
Ankara 'da Hfilcimiyet-i Milliye gazetesinin başmuharrirl iğini ve
m üdürl ü ğ ünü yaparken o Mustafa Kemal Paşa 'nm emir subayı
i di . Bazı yazılar için paşanın direktiflerini bana getirirdi. Son
derece bilgil i , iki yabancı dil e kuvvetle bilicim , pek zarif bir
b in ba şı ydı Şehzadelere hocalık etmiş bir aydındı. Kim derdi ki,
.

bu Mahmud Bey bir gizli fedai komitenin yeminli üyesidir!


Halbuki bana bizzat anlatmıştır. Eğer Mana�tır 'da Mülazım Atıf,
Pastahaneden çıkarken Şemsi Paşa 'yı öldürmek için197 kendisine
verilen emri yapmamış olsaydı hem onu hem de Şemsi Paşa'yı
öldürmek vazifesini bu Maluııud Bey gönü llü ol arak üzerine
almıştı ! !

Sonradan Portekiz elçisi mebus, falan fi lan olan Rahmi


Apak, dört karış boyunda bir zattı . Hareket Ordusu İstanbu l ' a
girerken Makedonya komitecilerinden mürekkep olan (? ! ) öncü
kuvvetin en başında tek başına o yürümüştü. Yedikule 'den ilk
giren odur.

Görül üyor ki, gizli kuvvetler çok korkunç tehditlerdir. Ye­


di düvele meydan okuyarak Yunan ' ı yere seren Başkumandan
Abdülhamit, bunlardan, en az onların kendisinden ürktükleri ka­
dar ürkmekte haklıydı.

Meşrutiyet y ürürl üğe girince ik i taraf, bütün dış şakl aban ­

lıklara rağmen gene kendi mevzilerinde kaldı lar. Abdülhamit


"Yıldız"ını tamamıyle tasfiye etmedi . H ürri yet rejiminde her-

197 Bu hususta Makedonya adlı eserinde geniş tafsilat verilmiştir.


N. N. Tep e de l e n l i o ğ / u 223

şeyin açık olınası icap ederken İttihatçılar da gizli komite olmak­


tan vazgeçmediler. Abdülhamit, Selanik komitecilerine kıyas edi­
l ince sözüne daha çok sadık kalmak arzu sundaydı. Fakat İttihat
ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamit ' i devirmek kararındaydı. Bu­
nun için bir taraftan padişahın yüzüne g ülerken, bir taraftan da
onu elindeki iki büyük kuvvetten mahrum etmeğe çalıştı , önce
"Yıldız İstihbarat" ve contre espiyonnage servislerinin büsbütün
ortadan kaldırı lmasına çalıştı . 198 Bu teşki latın vazifeleri,
lağvedilen Zaptiye Nezareti 'nin yerine konan "Ernni yet-i Umu­
miye" Umum Müdürlüğüne devredildi ve başına komite aza­
sından Miralay Galip Bey geçirildi .

Ordu ve tümen komutanları da birer ikişer değiştirildi. Ab­


dü lhamit bu hareketlerden işkillendi . Karşı bir çare olarak,
kabinelere Harbiye ve Bahriye Nazırlarını seçme� hakkını muha­
faza etmek istedi . Bu sırada sarayın emniyetini silahla koruyan
İkinci Tümen Kumandanlığı 'nı da elinde tutmaktaydı.

İttihatçılar, iki yüz altmış iki üyesinin biri Ulah, üçü Sırp,
dörd'ü Bul gar, onu Ermeni , yirmi üçü Rum, biri Arap Katolik,
dördü Yahudi , yirmisi Arnavut, altı sı Kürt, yetmişi Arap olan ve
Türk sayılan yüz yirmi si içinde de birçok Pomak, Boşnak,
Çerkes , Tatar, Dönme, Mlinlni, Laz, Çeçen ve Gürcü bulunan
Osmanlı Meclisinde, Harbiye ve Bahriye Nazırlarının seçilınesi
işini bir fırtına içinde boğmağa çal ıştılar. Meşrutiyet'e aykırı bir
hareket olarak gösterdiler.199

S onra da Abdülhamit'in gözbebeği olan "İkinci Fırka"sını

ı!Nlı Bu iş, lstanbu l ' a yeni tayin edilen İn giltere B üyükelçisi Sir Gerald
Loveter'in tavsiyesi ile yapılm ıştı. Tasfiye edilen "Yıldız" kadrosunun
yalnız İstanbul'da, otuz bin üyesi olduğu söylenir.
199 Halbuki her memlekette Devlet Başkanına böyle yetkiler tanınır. Meseıa
bu e.�erin yazıldığı günlerde Fransa'da her kabineye yalnız Harbiye ve
Bahriye nazırlarını değil Hariciye vekilini de Devlet Başkanı tavsiye
eder.
\
2 2 4 O r du ve P o litika

elinden aldılar.
Başına Memduh Paşa adında bir livayı koydular. En eski
devirlerde bile, hassa kuvveti demek olan Yeniçerinin başına
"ağa" tayin etmek hakkı padişahta iken komitenin böyle bir karar
alınası hayra yorulamazdı.
Abdülhamit dayattı . Olamaz dedi.
O zaman zor kullandılar.
B ir sabah, Abdülhamit, bazı harp gemilerinin Beşik­
taş-Üsküdar arasında sıralanmış olduklarını gördü. Toplan saraya
doğru çevrilmişti. Harbiye Nazırını çağırtıp sordu:
-Bu gemilerin ne işi var saray önünde?
Nazır endişeli bir tavırla cevap verdi:
-Çünkü efendimiz... Hassa fırkasırun200 isyan etmesinden
korkuluyor. . .
-Eyy? . . . İsyan çıkarsa n e yapacak donanma? Sarayı bom­
bardıman mı edecek? Benim de burada bulunduğumu hesaba
katmıyor musunuz?
-Bu cihet de düşünülmedi değil efendimiz . . . Hadise çıkın­
ca şahs-ı hümayunları tehlike hududu dışına çıkarılacaklardır.
Abdülhamit, bu sözlerin mlinasını kavrayamayacak adam
değildi . O saat İkinci Fırkanın fiili kumandasını terketti.
Komite, Abdülhamit'i ordu müzaheretinden mahrum et­
mek için, etten tırnak söker gibi kerpetene kıstırıp çekmekten
başka çare bulamamıştı. Ama buna rağmen, ordunun canlı bir
kısmı, Abdülhamit'e sadık kaldı.

"Alaylıdır'', "yaşlıdır", "işe yaramaz" gibi üstünkörü baha­


nelerle kadrolardan atılan subaylar, eski kıtalarını harekete geçir­
mek imkiinını buldular. Bu hareket, 3 1 Mart ( 1 3 Nisan) vakasını
doğuran çeşitli siyasi ihtiraslar için dinamik bir malzeme oldu.

200 2. Fırkanın.
N. N. Tep e dele n l i o ğ l u 225

3 1 Mart Vakası 'nın diğer kısımlan sadedimizin dışındadır.


Yalnız ordu politikası hakkında bir başka fikir daha vennek için,
ordu ile politika yapmak hırsının bazen insanları ne derece
bayağılaştırdığını ve hele şu İttihatçıları ne derece bayağılaş-_
tınnış olduğunu anlatmak için bir yabancı şahidin bir eserinden
kısa bir parça sunmak istiyorum.
Cumhuriyetin ilanından sonra Ankara'da Fransa ataşemili­
teri olarak bulunan ve Fransız ordusunda generalliğe de yüksel­
miş olan A. Sarron, Osmanlı jandarmasında uzman öğretmen
olarak binbaşı rütbesi ile çalıştığı sıralarda 3 1 Mart Vakası 'nı
adım adım takip etmiştir. "La Jeune Turquie et la Revolution"201
adlı eserinde gözleri ile gördüğü bir sahneyi şöyle hikaye eder:
"Taksim ' deki sert s avaş devam ederken İstanbul
tarafında da toplar gümbürdüyordu . B ab-ı Ali ö­
nünde mevzi almış bulunan avcı taburu Selanik
piyadelerini yaylım ateşle karşıladılar. Makedon­
yalılar . . . (Dikkat! Makedonyalılar diyor gavur . . . )
Makedonyalılar geri l ediler . Az sonra iki taraf ara­
sında şiddetli bir ateş başladı . Resne gönüllülerinin
yanında iki top vardı. Hemen onlar da S adaret Dai­
resini bombardımana giriştiler. B ab-ı Ali ' yi savu­
nanlar, her taraftan gelecek saldırıl arı püskürtmek
için dört gruba ayrılmışlardı . Bu gruplar B ab-ı
Ali'ye, Hukuk Mektebi 'ne, Cağaloğlu fırınına ve
kendi kışlalarına yerleşmiş bulunu yorlardı . B un­
dan ötürü Sadaret'e yönelecek bütün yolları ateşle
örtüyorlardı. Makedonyalılar önce Soğukçeşme' -
den saldırıp avcıları boş avlamak istediler . . . Bu hü­
ner para etmedi. Bab-ı Ali Caddesi 'nden talihlerini
denediler. Nafia Nezareti 'ne (şimdiki Maarif Mü­
dürlüğü) doğru yüklendiler. B urası birden bire

201
Genç Türkiye ve İhtilali, s. 145.
2 2 6 O rd u ve P o l i t i ka

karışıverdi. İki taraf gırtlak gırtlağa geldiler. Bu sı­


rada toplar B ab-ı Ali binası ile yakınındaki karako­
lu tahrip etmekteydi . Fakat Niyazi Bey bir türlü
ilerleyemiyordu. Avcılar bütün hücumlarını kolay­
lıkla püskürtüyorlardı. Muharebe esnasında bir
İstanbullunun fırlattığı bomba bir topçu cephane
arabasına çarparak infilak etti. O anda Niyazi'nin
cephaneleri ile birlikte bir çok Makedonyalı ber­
hava oldu ! Niyazi 'nin çeteleri ile Makedonya ko­
mitecisi Paniç a Kaptan' ın çeteleri karmakarışık
harbediyorlardı. Bir ara bunlar askeri mahfile s al­
dırdılar.ıın Merdivenleri ateş ede ede çıktılar. Yu­
karıda kimi buldularsa, sivil, zabit, nefer, hepsini
boğazladılar . . . "

Evet, Hürriyet Kahramanı ( ! ) Niyazi Bab-ı Ali'ye Bulgar


çetecileri ile böyle yanyana hücum etmişti ve öte yanda bir başka
hürriyet kahramanı (? ! ) yani Enver, teslim bayrağını çeken, Tak­
sim kışlasına Makedonya'nın bir başka komitecisi ile, yani
Sandanski ile elele vererek dalmış . . . ve bir çok masum subayları
bu Bulgar çetecilerinin silahları ile kurşuna dizdirmişti.

Tekrar ediyorum: 3 1 Mart Vak.ası "vaka olarak" sadedimiz


dışındadır. Yukarki satırları sadec e malümat kabilinden arz

ediyorum .

3 1 Martın gavur yardımcılar eli ile bu derece caruivarca


bastırılmasına rağmen orduda hala bir Abdülhamit sevgisi devam
ettiği için bu sultanı tahttan indirenler yok etmeğe cesaret edeme­
diler.203

202 han Konsolosluğu karşısında bir konaktı. Şimdi yerinde başka bir bina
var.
203 3 1 Mart Vakası 'nı tafsil etmek konumuzu ilgilendirmedi ğ i için , üstün­
körü geçiyoruz.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 227

Ordu, politikada bu derece hesaba katılır bir kudrettir iş­


te ... Hele bizde!

Ve her yerde olduğu gibi bizde de ordu kimi desteklerse


sultan odur. Artık Abdülhaınit'i destektiyemiyordu. Acaba kimi
destekliyecekti? Yani sultan kim olacaktı?
İkinci Meşrutiyet'ten çok önce, ordunun o zamanki Tür­
kiye ' de göze vuran manasını tahlil eden bir İngiliz, Sir Charles
Eliot, şu satırları yazmıştır:
"Türk ordusu ne bir meslek teşkilatıdır, ne de hü­
kürnetin emel ve endişelerinden doğmuş bir mües­
sese . . . Türk ordusu, Türk m i lletinin s akin ve
durgun gözüken, fakat faal olan normal hükü­
metidir."

Asla yabana atılmıyacak olan bu görüş , Sultan Reşat'ın


tahta çıkışından General Enver'in Harbiye Nazırlığı 'na yükselişi
arasında geçen çifte harpti , sayısız hatalı, bir çok entrikalı,
komiteti, suikasth, kanlı ve zararlı felaket devresinden sonra yüz­
de yüz hakikat olmuştur.
Enver'in Harbiye Nezareti 'nden sonra sivil idare, artık as­
. keri kudretin derme çatma bir vi trini olmak meziyetini dahi
kaybetmiş ve gizli bir paramiliter kuvvet olan İttihat ve Terakki
Cemiyeti dahi hizaya getirilmiştir.

Artık memleketi sadrazamın başkanlığındaki kabine, teşrii


kuvvete dayanarak. adalet cihazı ve idare kadrosu · ile değil,
Harbiye Nazın ve "çok mukaddes" Başkumandanın vekili haz­
retleri, Erlli-ı Harbiye-i Umumiyesine dayanarak divan-ı
harpleri ile ve ordu kadroları ile idare edecektit.

Silahlı kuvvetler başkanlığı artık Enver'e geçecek olan


İttihat ve Terakki "triumvirat"sının politik cihazı haline gire-
·

cektir.
Bizde gerçek manası ile Avrupa anlayışına uygun bir ge­
nelkurmay teşkilatı, işte bu devirde başlar ve bir zamanlar Abdül-
2 2 8 O r du ve P o l it i ka

hamit' in Yıldız'dan idare ettiği umumi istihbarat, casusluk, sabo­


taj , contre espionnage servislerini Enver, "Teşkilat-ı Mahsusa"
adı ile yeniden kurar. İleri gelen ajanlarını , bu Genelkurmayın
şubeleri arasına yerleştirir. Hiyerarşisine sindirir.
B ütün manivelalarını makamında topladığı "Teşkilat-ı
Mahsusa", eski Yıldız'ın sabotaj branşı çok genişletilmiş ve ayrı­
ca bir de terör cihazı ilave edilmiş, yeni bir modeldir.
Bu teşkilatta herşey vardır. Para, silah, zevk, ölüm . . . Her
şey, herşey . . . Eksik olan sadece şudur:

Eski Yıldız'ın dehası !


Nerede Abdülhamit Kaan ve nerede Enver Efendi?
*

**

1908 - 1 909 macerasında gizli işler gören, suikastler devrin­


de atılganlık gösteren sivil ve asker bütün komiteciler, Teşkilat-ı
Mahsusa ' ya alınmıştır. Ahmet Samim ' in katili Abdülkadir2°4
buradadır. Del i dolu Yakup Cemil205 buradadır. Bakırköy'de
Huban Sokağı 'nda, Cavit'in şahsi hasmı Zeki Bey 'i206 katleden
Dırama beylerinden Mustafa Nazım207 ile Çerkes Ahmet'i208 de
bu teşkilatta vazifeli görüyoruz. Maliye Nazırı Cavid bu
teşkilatta ajandır. Canbolat bu teşkilatta ajandır. Aynca kendisine
bir de sivil haber alma servisi kurdurulmuştur.
Abdülhamit'in Yıldız'daki özel telgrafhanesinde hizmet
ederken, Yıldız teşkilatı hakkında bilgi ve tecrübe edindiği

204 Atatlirk'e suilcastterı asılan Ankara valisi.


2°' Bir komplodan ötürü Kliğıthiine'de kurşuna dizilen .
206 Duyun-ı Umumiye Mühimme Kalemi Müdürü.

207 Osmancık taburunda bir bölük komutanı olaralc Kanal taarru z una iştirak
etmiş, şehit olmuştur.

2°' B üyük Cemal Paşa tarafından Suriye' de asılmıştır.


N. N. Tepede l e nli o ğ l u 229

bilinen Küçük Efendi (Kara KemaI)209 bütün ekibi ile buradadır.


Affedilmiş katmerli eşkiyalarla gözü pek şehir kabadayıları da
vesika, vagon ticaretleri ile büyük paralar vurmuş harp zenginleri
de buradadır. Mesela S apancalı Hakkı, mesela B olu mebusu ,
Bulgur Palas sahibi v e Bulgur muhtekiri eski kaymakam Halit de
buradadır.

B ü tün cezaevleri müdür ve sergardiyanlan , Tıbb-ı Adli


heyeti, mesela komiteci Doktor Bahaeddin Şakir210 buradadır. Ve
daha kimler kimler . . . Yat klüpte poker oynarken, düşürdüğü
incili firketeyi Talat Paşa 'nın binlik banknot tutuşturup aradığı
zarif hanımlar ve bizzat Talat Paşa hazretleri . . . Ziya Gökalp,
kalburüstü gazeteciler, Velid, Hüseyin Cahid, Ali Naci, Arif
Oruç , neler neler . . . Ve daha nice nice valiler, kaymakamlar ... Se­
firlerin hepsi , ataşemiliterler . . .

Bu arada Enver, budalalığın en büyüğünü d e yapmıştır. Bu


derece önemli bir m üessesenin de, Erkfuı-ı Harbiye-i Umu­
miye 'nin, çok gizli kalması icap eden yerlerini ve projelerini Al­
man subaylarına, ajanlarına açmıştır.

Ama Birinci Dünya Harbi 'nde Enverland 'ın211 Almanlar­


dan saklayacak bir sım mı kalmıştır?
O da başka bir acı hikayedir. . .
V e Fon Papen 'i dahi emrinde kullanan Enver 'in saltanatı,
kaçacağı güne kadar sürüp gitti tabii . . .
Enverland sultanı Enver han 1. ( ! ? ! )
Bunda anlaşılmayacak, şaşılacak taraf mı vardır efendim?
Ordu kiminle ise, sultan o değil midir?

209 İ dama mahku m , kaçak iken, tutulacağı sırada gözüm ün önünde intihar
eden.
210
Bir suikast neticesinde öldü.
211
B u harbin üçüncü yı lında Almanya' dan gelen vagonların üstünde
"Türkiye" yerine Enverland (Enver diyarı) kelimesini görüyorduk.
2 3 0 Ordu ve P o l i t i ka

Ondan sonra da tabii ordu kiminle ise sultan o "kim" ola-


caktır.

Bir sünnet düğünü hayhuyu içinde tahta çıkıp afyonu fazla


kaçırdığı için masturluktan uyanamamış gibi göçtü ğü söylenen,
fakat gerçekte çok iyi anladığı nice kötülüklere göz yuınınağa
mecbur kaldığı için, her gün bin kahır içinde geçmiş olan Sultan
Reşat Han'ın tabii bu pazarda yeri yoktur. Fakat Birinci Dünya
Harbi ' nin sonuna doğru tahta çıkan Vahidettin Han, politikada
ordunun nasıl bir yüksek değer ifade ettiğine çoktan akıl erdinniş
bir prensti . Gerçi başarısızlığa u ğradı, ama bütün hesaplarında
silfilılı kuvvetlere arslan payını ayırdığı görülüyor.

Atatürk ' ün bizzat anlattığ ına göre, ordu , Vahidettin 'in


yanına ilk önce, veliahdlığı zamanında, "Enver'e aleyhdar bir ge­
neraller ve subaylar grubunun cesaretli öncüsü bir General Mus­
tafa Kemal" halinde gelmiş . . .

Veliaht Vahidettin, bir Almanya seyahatinin devam ettiği


müddetçe general Mustafa Kemal 'i dikkatle ve belki de sabırla
dinlemiş . . . Fikirlerini kabul eder gibi gözükmüş, ümit venniş . . .
Fakat Mustafa Kemal ' i dilediği gibi kul lanamayacağını sezince
nezaketle uzaklaşmış .

Atatürk, bizzat, b u hükümdarın tasavvurlarını sezemedi­


ğini itiraf ediyor. Bu gün hadiselerin ışığında Vahidettin 'in "o
günlerde m üphem gibi görünen" durumuna pekfila akıl erdire­
biliyoruz.

Ş öyle ki;

Son hükümdar, General Mustafa Kemal 'in şahsi değerini


önemle kavramı ştır. Fakat evvela Enver ' den boşalacak yere
ordunun bu Mustafa Kemal 'i oturtacağını sanmamıştır. Sonra da,
böyle bir ihtimal belirdiği zaman Enver 'in yerini Mustafa
Kemal 'in almasını istememiştir. Zira Vahidettin 'in tahta çıktığı
andaki hedefi, orduyu ilk fırsatta, vasıtasız olarak, saraya, daha
doğrusu kendi şahsına bağlamaktı. O falan generala, filan gene­
ral a bağl ı bir silahlı kuvvete dayanmak istemiyordu . O, orduyu
N. N. Tep e d e le n l i o ğ l u 23 1

gene bir Ordu-yı Hünmyun haline sokmak istiyord u . Bu hedefine


yönelince de önce şu Enver ' i , "popülerliği, siyasi ve askeri
kıymeti sönmek üzere olan Enver ' i " zamansız kuşkulandırmak­
tan çekinmiş , sonra da Enver 'in yerine Enver ' den daha üstün
şahsi yet sahibi , askerlik ve kumandanlık kıymetlerini pek yakın
zaferlerle belirtmiş ve zaferlerini anonim bir hal de bırakmamış,
Ü zerlerine kend i m ührünü basarak benimsemiş, tapularını alıp
cebine sokmuş, atılgan, hiç lekelenmemiş , çok ihtiraslı bir genç
serdarı, şöhreti buram buram tüterken ordunun başına geçirme­
ıneğe dikkat etmiştir. Şöhretinin en sivri g ü nlerinde onun ken­
disine "sMık bi r üniformalı memur" olmak istiyeceğine inana­
mamıştır.

Vahidettin 'in tahta yaklaştı ğı g ünlerde ve ilk padişahlık


yılında ordu konusu üzerindeki tutumunu bize en iyi hissettiren
vesikayı Falih Rıfkı 'ya borçluyuz. "Atatürk ' ün B ana Anl attık­
la rı " kitabı, 1 9 1 8212 Mustafa Kemal ile Vahidettin arasındaki te­
masları çok aydınlatmaktadır. Gerçi son padişahın biat akabinde
bir an Enver ' i ekarte etmeği düşündüğü , Mustafa Kemal 'e karşı
az çok sempati gösterdiği duyulmamış, söylenmemiş bir şey
değildi . Ama ikisi arasındaki temaslar ve konuşulanlar elbette
meçhuldü . Mustafa Kemal ' in söylediklerinden anlaşıldığına göre
veliahdhğı zamanında Vahideddin' i Mustafa Kemal yola getir­
mek istemiştir. Yani onu kullanarak orduyu "Enver ve şürekA­
sından" kapmayı düşünmüş, Enver 'in Sultan Reşad ' ı kullandığı
gibi kendisinin de, Vahideddin ' i bir kukla gi b i oynatabileceğini,
bir parnv � hlil ine sokabileceğini sanmı ştır. Bundan da Mustafa
Kemal ' i n 1 9 1 8 yılm,da Vahideddin hakkında u zun boylu bir
bil gisi olmadığı, onu da en az Sultan Reşad ' ın oğullan derece­
sinde salak bir sıra şehzadesi addetmekte olduğu anlaşılır.

Almanya orduları umum karargah.ında Kayzer Wilhelm 'i


birlikte ziyaret ettikleri sırada Veliaht Vahideddin Efendi 'ye şu

212
Mustafa Kemal, 1 9 1 8 'de hen üz otuz yedinci yaşını doldurmamıştır.
2 3 2 O r du ve P o l i t i ka

teklifte bulunur:
"-İstanbul 'a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz.
Ben sizin Erkiin - ı Harbiye reisiniz olurum ! "
Veliaht sorar:
"-Hangi ordunun kumandanlığını?"
Cevap:
"-Beşinci Ordu 'oun. . . "
Görülüyor ki, Vahideddin hiç de yabana atılacak tecrü­
besiz bir politikacı değildir. Çünkü:
1 . Teklife müspet menfi bir cevap vermediği gibi ani bir
sorusu ile de endirekt olarak karşısındakinin düşüncesini
öğrenmek yolunu tutmuştur.
2. Kendisinin son derece önemli bir politik harekete teşvik
edildiğini şıpşak anlayıvenniştir.

Falih Rıfkı Atay ' ın kitabında yalnız bu "beşinci ordunun"


Liman fon Sanders 'in ·emrinde bulunan veya bulunması l§zım
gelen ve Boğazları müdafaaya memur bir ordu olduğu kay­
dediliyor. İlave edelim:

Bu ordunun karargahı Bandınna ' daydı. Erkiin-ı Harbiye


reisi de, benden hayli yaşlı olan yeğenim Hasan Tosun Bey ' di.
Yalnız Boğazları değil, "Boğazlar" dendiği zaman habra gelmesi
tabii olan İstanbu l ' u , "özellikle İstanbu l ' u , payitahtı, Enver ile
Talat 'ın bu payitahttaki nüfuz ve iktidarını" da müdafaaya me­
murdu . Erkfuı-ı Harbiye reisi olan Miralay (Albay) Hasan Tosun
Bey, Niyazileri Enverler, Eyüp Sabriler gibi ve onlar derecesinde
önemli bir Hürriyet Komitecisi, "fedai" idi. Edirneli oluşu ile de
Sadrazam Talat Paşa'ya aynca bir özel güvenç kaynağı oluyordu.
Emrinde geniş bir istihbarat şebekesi vardı . Mustafa Kemal
Paşa'nın Cumhurbaşkanlığı zamanında yüz venniyeceği, yanın­
dan uzaklaşbracağı eniştesi Mecdi bile bu şebekeye dahildi.213

2 13
Makbule Hanım 'ın kocası.
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 233

Bu Beşinci Ordu politik bir kuvvetti. Abdülhamit için ma­


hut "2 nci Tümen" ne idiyse İttihatçı triumvirat için de Beşinci
'

Ordu oydu. Hiç Vahideddin harbin ve iç politikanı n en kritik


günl e ri nde böyle bir kuvvetin komutanlığını arayıp esmayı üze­
rine çeker miydi?

Ve gayet arifane bir cevap veriyor:

"-Paşa . . . Bu kumandanlığı bana vermezler ! "

Paşa gene ısrar ediyor:

" -S iz iste yiniz. .. "

Vahideddin susuyor.

Yukarıda da belirttiğim gibi genç generalin o günlerde


Vahideddin hakkında fazla bir bilgisi olmadığını biz bugün, son
padişahın, ne kös dinlemiş pişkin bir "gizli iş adamı " olduğunu
öğrendikten sonra, elbette sezmekteyiz...

Aradan bir kaç ay geçiyor. Artık Vahideddin Padişah


olmuştur :
Handır, sultandır, halifedir.

Mu stafa Kemal ilk fırsatta karşı sı na dik i liyor:


214
"-... Derakab başkumandanlığı bizzat uhdenize alınız.
Kendinize bir vekil değil, bir erkan-ı harbiye reisi tayin ediniz...
Herşeyden evvel orduya sahip ve hfilcirn olmak lazımdır. Ancak
ondan sonra düşünülecek münasip kararlar tatbik edilebilir. "

Dikkat!
Başkumandan vekilliği makamının ilga edilmesini istiyor.
N eden? Çünkü Enver 'in ordudaki mu tlak hiikimiyetine
son vermek istiyor.
İki sebep daha hatıra geliyor:

1. Ya bu vekilliğe Vahideddin bir başkasını tayin ederse?


2. Ya Vahideddin başkumandan vekilliği makamından

214
Hemen , saniye kaybetmeden.
2 3 4 O r du ve Po litika

kuşkulanıyorsa?

Kuşkulanmakta ise Mustafa Kemal bu teklifi ile şahsına


emniyet telkin etmiş oluyor. Ve bir başka sıfat edinerek o mutlak
hakimiy�ti elde etmek istiyor.

Envet 'den alınacak olan başkumandanlık vekilliğine bir


başkası tayin edilmez de kendisi "Erkfuı-ı Harbiye-i Umumiye"
rei s i olursa "Başkumandan Vahideddin" farkına varmadan or­
duyu dilediği gibi kullanacak.

Ve bir diğer karşılaşmada Mustafa Kemal, ordunun ne de­


mek olduğunu Vahideddin 'e şu cümle ile hüHisa ediyor:

"-. . . Devleti, milleti ve bütün menfaatleri müdafaa eden


kuvvet bir başkasının elinde bulundukça sizin padişahlığınız dahi
sözde kalmaktan kurtulamaz ! "

Ohhooo ! Vahideddin, b u gerçeği çoktaaan kavramıştı . . .


Daha çocukken,2 15 amcası olan o celalli Sultan Abdülhiz'in bir
gece içinde heybet dağlarının en sivrisinden yuvarlanıp pısırıklık
bataklığının gayyasına gömüldüğü gece öğrenmişti bu hakikati
Vahideddin ! Mustafa Kemal ona hiç de yeni şeyl er öğretmiyor­
du. 1 87 6 ' dan 1 9 1 8 'e kadar geçen kırk iki yıl içinde Vahideddin,
6
ordu hakkında2 1 çok bilgiler edinmiş çok şeyler düşünmüştü. O,
ağabeyi Abdülhamid ' in tek sır arkadaşı şehzadeydi. Mustafa
Kemal ' in karşısında safdil ve bilgisiz bir tavır takınarak her söy­
lediğine kafa sallamasının tek sebebi orduyu nasıl ele geçire­
ceğini bir türlü kestirememesiydi.

Vahideddin 'e öyle bir vasıta lazundı ki , Envcr ' i devirip


unutturacak kıratda cesaret sahibi olsun. Askerlik işlerini ondan

2 15 Vahideddin 1 86 1 'de doğmuştu. Abdülaziz vakasında 15 yaşında bir


çocuktu. 1 9 1 8 'de ise elli yaşındaydı, paşa 371
216
Ben yazıları Mahmut Şevket Paşa'nın hatıra defterleri neşredilmeden
1 9 6 1 'de yazmıştım .
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 235

iyi başarabilsin. Sonra bilhassa ve bilhassa kendisine, yani Yahi­


deddin Han ' a körü körüne sadakat beslesin . . . Mustafa Kemal
Paşa 'da aradığı meziyetleri buluyordu . Fakat onu bir alet gibi
kullanabileceğine inanamıyordu. Onunla temaslarını uzatmasının
tek sebebi bir meraka, belki de bir endişeye tutulmuş olmasıydı.

Acaba bu genç general yalnız mıydı? Yoksa bir komite


adına mı konuşu yordu?

Nihayet bir gün öğrenmek istediğini öğrendi. Mustafa Ke­


mal Paşa baklayı ağzından çıkardı . Vahideddin:
..

"-S izin gibi düş ünen başka rüesa-yı askeriye217 var


mıdır?"

Deyince genç generalden:

"-Yardır . . . "

Cevabını aldı ve bu cevap üzerine bir müddet sonra paşa


ile tekrar karşılaştığı zaman;

"-Ben icab eden şeyleri Talat ve Enver Paşalar hazreti ile


görüştüm."

Deyip teması kısa kesti. Kendisini Suriye'ye kumandan ta­


yin ediverdi. Yani payitahttan uzaklaştırdı:
Yahideddin, Enver'in güneşi batarken parlamak üzere olan
bir başka güneşi yanında bulundurmak istememişti. Hem onun
yalnız olmayıp sözbirliği ettiği veya edebileceği bazı arkadaşları
bulunduğunu bizzat kendisinden öğrendikten sonra . . . Böylelikle
Mustafa Kemal 'in "vardır" dediği , gerçekte "na-mevcut askeri
komiteyi" de başsız bırakmış oluyordu!

Görülüyor ki, bu devrede başsız kalması mukadder orduya


baş olmak isteyen iki tarihi rakib bir iz üzerinde aynı hüneri

217
Ordu ileri gelenleri.
2 3 6 O r du ve P o l i tika

göstenneğe çalışmışlardır.

İlk raundda Vahideddin Mustafa Kemal ' i sahneden uzak­


laştırabilmiştir. Çünkü orduyu henüz elinde bulunduran Enverle
işbirliği etmiştir. Ama son raundda nakavt olacak, bir daha
doğrulamıyacaktır. Çünkü ordu, bir daha bırakmamak üzere
Mustafa Kemal 'i tutacaktır. Bunun başlıca sebebi Mustafa Ke­
mal 'in su götürmez dehasından önce, o tarihte bütün işe yarar
general ve kumandanların Mustafa Kemal 'in çağdaşları olma­
sıdır.

Ve ikinci "başlıca sebebi" de bu eserin Abdlülhamid 'den


bahseden kısmında da söylediğim gibi , padişahın Anadolu üze­
rinde Mustafa Kemal 'e o derece engin bir yetki bahşetmiş olma­
sıdır. Eğer Vahideddin Han tarafından tayin edilmemiş olsaydı,
Mustafa Kemal Anadolu 'da tutunamazdı . Kendisi oraya İstan­
bul 'dan uzaklaştırılmak için değil , kendinden büyük işler bek­
lendiği için gönderilmişti.
*

**

Son Osmanlı Padişahının sal taıiatı pek kısa sürmekle bera­


ber "Ordu ve Politika" konumuzun bütün karakteristik teces­
süslerine bol bol cevap verir:

Enver ve şürekası memleketten kaçar kaçmaz Vahideddin,


"kendi devletini" kurmak için "İttihad ve Terakki devletini"
yıkmağa başlamış, üç koldan saldırmıştır. Tıpkı İttihatçıların on
yıl önce Abdülhamit devletine saldırdıkları gibi ...

1 . Genelkurmayı bütün gizli cihazlarından, inisiyatiften ve


zeklldan mahrum ederek teknik bir büro haline sokmak istemiştir.

2. Enver devrinin gizli servisi olan Teşkilat-ı Mahsusa'yı


resmen tasfiye ettirmekle kalmamış, kendi kontrolü dışında gizli
bir kurul halinde müstakil olarak çalışabileceğini de düşünerek el
altından kökünü kazımağa girişmiştir.

3 . İttihat ve Terakki 'nin ve son istihalesi olan Teceddüt


N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 237

hareketinin bütün kırıntılarını yok etmeğe azmetmiştir.

Bunun için;

1 . Erkin-ı Harbiye-i Umumiye'yi tamamı ile felce uğrata­


cağını kestirdiği için Mondros mütarekesinin harfiyyen tatbik
edilmesine dikkat etmiştir. Ordu kadrolarını sıfıra indinniştir.

2. Şahsına bağlı yepyeni bir gizli istihbarat, casusluk,


kontr espiyonaj teşkilatı kunnuş, bunu tıpkı Abdülhamit gibi sa­
raydan idare etmiştir. Abdülhamid 'in Yıldız adını alan servisleri
Vahideddin devrinde "Çit Kasn" diye hatırlanmıştır.

3. Birinci Dünya Harbi yolsuzluklarını adalet huzuruna çı­


karmak bahanesi ile kendi diktatoryasına yardım edecek olan
"Divan-ı Harb-i Mahsus" ile teröre girişmiştir, İttihatçılar Şevket
Paşa, Hurşit Paşa, Nafiz Bey divan-ı harplerini kurarlar da
V ah idettin; Mustafa Paşa, Hayret Paşa divan-ı harplerini ku­
ramaz mı?

S adakatına inanabileceği bir orduyu kurmak imkanına ula­


şacağı ana kadar ordusuz kalmayı dahi şahsi politikasına uygun
görmüş olan Vahideddin, gizli servislerini kurarken bulduğu gi zli
m ü ttefik servis lntelligence Service olmuştur. Abdülhamid dev­
sinde bütün dünyada "Y ıldız"la çarpıştığı gibi İ ttihatçılar impa­
ratorluğu devam ettiği müddetçe de gene bütün dünyada Teş­
kilat-ı Mahsusa ile çarpışmış olan Inteligence Service, "Yıldız"ın
mahvında nasıl rol almışsa "Teşkilat-ı Mahsusa"nın tasfiyesinde
de gene canla başla, aşk ve şevk ile baş rolü almı ştır. Beğenil­
meyecek bir harekettir bu tabii .. Tıpkı İ ttihatçı Enver 'in Erkan-ı
Harbiyemizi A lman kontrolü aItına koyması gibi tıpkı Bronzar
,
fon Ş ellendorf'lara, fon Papen 'lere Türkiye gizli servislerinin
kontrolünü vermiş olması gibi .

Fevkalade mümessillik baş tercü manı Rayan, Papas Frew;


Maksvel gibi ajanları S ait Molla, Ali Kemal ve kayın birader
Zeki ve daha bazı resmi, gayri resmi "kişizade"lerle dizdize ça­
lışmışlardır.
2 3 8 O r du ve P o l i t i ka

Böyle bir devlet başkam ne zamana kadar ayakta dura­


bilirdi?
Din ve tarikat kollarını da ilunal etmeyen Vahideddin,
Şazeli tarikatı ile Yıldız 'ın çevirdiği dolapları , Tarikat-ı Sela­
hiyye ile "Çit Kasrı"na çevirtmeğe çalışmıştır. Fakat Yıldız 'ın
bütün faaliyetleri imparatorluğun faydasına iken "Çit Kasn"nın
bütün gayretleri imparatorluk düşmanlarının menfaatine tevcilı
edilmiştir. Buna karşılık onl ar da silahları ile Vahideddin 'i
tutınuşlardır.

Tabii yabancı silahların düdüğü öttüğü müddetçe . . .


V e ne bir mütarekenin gaddarane, hfilncesine tatbik edilen
maddeleri, ne de yabancı altunları ile çalışan bir gizli teşkilat bir
milli orduyu yok edebilirdi . . . Tümenler azaltılabilir, kadrolar
boşaltılabilirdi . Kadro dışı edilen muvazzaf subaylar meteliksiz
kalabilirler, meydanlarda simit ve tahan helvası satarak ev
geçindinneğe zorlanabilirlerdi. Ama bir an gelir, bunlar bir başka
yerde toplanabilirlerdi . . . İnsanlarda nasıl hayat kaygısı varsa kök­
leşmiş ordularda da aynı kaygı vardır. Tarihleri olan ordular yok
edilemezler. Hele bizde olduğu gibi ordu milletin kendisi demek
olursa . . .

Gizli teşkilatlar da böyledirler . . . Bir az kökleşen gizli teş­


kilatları da büsbütün yok etınek mümkün değildir. Netekim,
Mustafa Paşa divanına, Bekirağa zindanına, Intelligence Servi­
ce ' e , sarayın istihbarat teşkilatına rağmen, rütbelerini Birinci
Dünya Harbi 'nde kazanmış olan genç generaller Vahideddin 'in
bumu dibinde oynamayı bilmişlerdir. Silfilılı kuvvet yapmayı
bilenler Anadolu 'ya göç ettikleri anda da İstanbul 'da devlet kal­
maınıştır.218 Tabii Vahideddin "devlet"i tekrar İstanbul 'a

218 Vahideddin, Abdülhamid 'in emniyet ettiği tek kardeşidir. "Yıldız" gizli
teşkiliitında çalış m ı şolduğunu doktoru Reşat Paş a ' ya ken disi
söylemiştir. Birinci Veliaht Reşat Efendi ile İkinci Veliaht Yusuf İzzet­
tin Efcndi 'yi göz hapsinde tutan Abdülhamit, kendisini ziyarete gelen
N. N. Tep e dele n l i o ğ l u 239

getirmek arzusuna tutulmu ş ve iradesi " Kuva-yı İnzibatiye"


bilinde İ zmit ' e kadar gidebilmiştir. "Çit Kasn " da Intelligence
S erv ic e ' i n Mu stafa S a ğır adl ı aj anını A nkara ' y a kadar
sokabilmiştir. Fakat ordunun desteklediği yeni devlet Kuva-yı
İnzibatiye ' yi İzmit' te ve Çit Kasrı istihbaratının ajanlannı Anka­

rn 'da yok etmeği bilmiştir.


...

... ...

Kurtuluş savaşını inceleyenler, bir çok küç ük büyük hadi­


seler üzerinde hep çeşitli tereddütlere tutulmaktadırlar. Kimi açık
kimi gizli daima sormuşlardır ve hala da sorarlar:

Neden Mustafa Kemal başa geçti? Niçin başkası değil?

O günleri sahnenin tam ortasından seyretmiş olanlardan


biri sıfatı ile hemen cevap verelim:

Mustafa Kemal 'i başa geçiren olmad ı ; bilakis başa geç­


mesini önlemeğe çalıştılar. Ama Mustafa Kemal baş olmasını
bildi. Lfildn mühim olan bu değildir. Baş olduktan sonra tutun­
masını da bildi . . .

Etem Demirci, Yörük Ali , Çolak gibi nüfuzlu serger­


delerin çeşitli kuvvetleri vardı. Vahideddin 'in yok ettiğini sandığı

ecnebi prenslere hep onu mihmandar tayin etmiştir. Hatta son İtalya
Kralı Hamberto 'nun babası V. Emanuel ' e Türkiye'ye geldiği zaman
kendisine Truva harabelerini Vahideddin gezdirm işti . O sırada Ema­
nuel 'in babası olan Kral bir anarşist tarafından öldürülm ü ş , bu fena
haberi Emanuel'e bildiren Vahideddin olmu ş tu . Aynı zamanda da
.
kral lığını tebrik ettiği için Emanuel , Vahideddin ' e ve beraberlerindeki
Vezir Samih Paşa'ya büyük nişanlar vermiş , ölünceye kadar da şahsi
dostlukları devam etmişti. Vahideddi n ' in menfa hayatında bir 1 talyan
kasabası olan San Remo ' da kalışı bu ndandır. Fakat Emanuel ' in para
yardımlarını reddetmek asaletini de göstermiştir. Vahideddin hakkında,
Milliyet ' te neşrettiğim "Son Sultan ' ın Son Cinayetleri" adlı eserde bir
çok bilgi vardır.
2 4 0 O r du ve P o l i tika

Teşkilftt-ı Mahsusa219 Kocaeli ' nde ve Trakya 'da, Batı Anadol u


"cephe"sinde, Doğuda ve Karadeniz kıyılarında "çeteci" olarak
da "Müdafaa-ı Hukuk" merkezleri olarak da ayaktaydı . Mustafa
Kemalle temasları olmakla beraber çoğu Enverci ve bal gibi
İttihatçıydılar. Alay, tümen , kolordu komutanlarının Mustafa
Kemal ' i sevenleri de, sevmeyenleri de vardı ve hiç biri kendisine
sadakatle bağlı değildi. Mustafa Kemal 'in gözle görünen tek
kuvveti kendisiydi. Bakınız size bir hftdise anlatayım:

Fransız Generali Mojen Ankara' ya geldiği zaman Mustafa


Kemal kendisini istasyondaki o küçük şef dö gar evinde yemeğe
davet etmişti. Tabii bir sel§.m kıtası çıkarmak 1§.zım geldiydi de
ancak yedi er (kişi) tedarik edebilmişti. }(§.tipleri ile mülhakları,
ahçı ve yamağı da birer silfth bulup sıraya girmişlerdi.

Yaa . . . Durum buydu. Fakaaat ... Mustafa Kemal 'in göze


görünmiyen bir kuvveti vardı:

Cin gibi çalışan gizli servisi ! . . .

1 92 1 İlkbaharında, y§.ni İnönü zaferlerinden sonra bile


Ankara 'nın fiili otoritesi Çankırı kapısından ancak bir kilometre
öteye kadar Mkimdi . Mesel§. Yozgat ayaklanmasından sanık ola­
rak İstikl§.1 Mahkemesi 'nin idama mahkilm ettiği polis komiseri
Çapanoğlu Rıza Bey asılmak üzere götürülürken alaca karanlıkta
Ankara vilftyet konağı önünden kaçmış ve ancak Çankırı kapısına
kadar koyalanabilmişti.

Çankırı kapısını geçince de, kimse peşine takılmağa


cesaret edememişti.

Kurtulmuştu.220

21 9
Mesela Samim 'i öldüren Abdülkadir, Ankara'da vali olmuştur.
220
Reis Topçu İhsan (Eski Bahriye Vekili) azalar Kılıç Ali Bey ve Elaziz
mebusu Komi ser Hü seyin Paşa ile Kütahya mebusu Cevdet İ zrap
(Çamlıca Kız Lisesi eski m üdürü).
N. N. Tepe d e l e n l i o ğ /u 24 1

Buna mukabil , B üyük Millet Meclisi 'nin kontrolü altında


olduğu nazari olarak kabul edilen milli hudutlar içinde ve dışında
halk arasında, çarşıda ve pazarda, sivil idarede , cezaevlerinde ve
kuvvet karargahlarında, cemiyet ve parti kurullarında sinek uçsa
Mustafa Kemal haber alırdı. Milli Kuvvet denen çete gruplarının,
her alay, tümen ve kolordunun, milis ve muvazzaf cephelerin
hepsinde haber alma ekipleri vardı ş üphesiz . . . Fakat bunlar ya
noksan, cılız kadroluydu, ya bilgisi kıt unsurlarla kullanılırlardı.
İşin en dikkate değer tarafı çoğunun kendi karargiihlarını sabote
edip Mustafa Kemal ' in resmi veya şahsi haber alma gruplarıyla
bağdaşmış bulunmalarıydı. Yfuıi "Mustafa Kemal Ankarası" sus­
pect saydığı şefleri, bizzat onların kendi karargfilılanndaki kendi
emniyet gruplarına takip ettirmekteydi.

Ankara 'da 1 920 'de, Mcclis 'in açıldığı günlerden az sonra


resmen bilinen iki servis vardı :

1 . Polisin çok c ı l ı z olan siya.si kısmı (İttihatçıların


Ayasofya başkomiserleri DiHiver ile muavini Nurettin 'in idare
ettiği grup).

2. A.P. rumuzu ile anılan askeri polis .

1 920 Haziranı ortalarında bunlara küçük ve müstakil bir


grup daha ilave edildi:

Muhiddin B irgen, Sadri Ertem gibi aydınların da katıl­


dıkları bir grup az sonra kurulan Matbuat Umum Müdürlüğü 'n;.;
bağlandı ! Bu umum müdürlüğün tam unvanı "Matbuat, İstihbarat
ve İstitlaat Umum Müdürlüğü" idi ki bu son kelime, yani "İstit­
laat", o günlerdeki Osmanlıcamızda tam "investigation" mana­
sına gelir. Dahası var:

Temmuz ortalarına doğru eski valilerden Abdullah Bey ' in


riyaseti altında bir gizl i büro dahi kuruldu .221 Buna bağlı olarak

22 1
Muvakkat yeri şimdiki Ankara Defterdarlık binasının avlu tarafındaki
2 4 2 O r du ve P o l i t i ka

ihdas edilen üç umum emniyet müfettişliğinden birine Arif Oruç


Bey tayin edilmişti . Somadan 1 920'de gönderildiği Moskova
elçiliğimizde 1 8 yıl arşiv memurluğu yapmış olan, Şam başkon­
solosluğundan emekliye ayrılınca Üsküdar ' da İcadiye 'de bir
lüks , sadefli tavla imalathanesi kuran Feridun . . . Gözlerinin son
derece miyop olmasından ötürü emekliye ayrılan İstihkAm Yüz­
başısı Tahsin ve daha bir çokları buraya bağlıydı lar. Bitmedi . . .
Halide Edip, Adnan Adıvar, Yunus Nadi , o zaman Binbaşı olan
Salih Omurtak, somadan Milli Emniyet Şefliğine yükselecek
olan Üsteğmen Ş ükrü Bey, ayrıca ziraat mektebinde üslen­
mişlerdi. Eski İttihadçı ve Teşkilat-ı Mahsusa Fedaisi Erzurumlu
Cafer Bey de ağa kısmından olan Doğulu mebuslarla çeteciler
arasında kumpanyasını kurmuştu . Başkanın hususi kalem mü­
d ürü Hayati de daha özel haber alma servisi idare ed iyordu.222
Abdulah Bey grubu da esasen servisin bir kısmı idi . Bu grubun
bir kol u Malatya 'da, bir kolu Diyarbakır'da, bir kolu da mesela
hi ç tahmin etmeyeceğiniz bir noktada "İzollu" köprüs ü civa­
rındaydı . Mustafa Kemal 'in bir çok yakınları tarafından muhalif
tanınan, Çerkes Etem hadi sesinde "suspect" diye, ş üpheli diye
takip edilen ve şahsi görünüşündeki garip tarafları Kılıç Ali 'nin
usta bir ressam kudreti ile çizdiği Afyon Mebusu Miralay Ş ükrü ,
Mustafa Kemal 'in Hayati kolunda en fazla çalıştırdığı istih­
baratçılardan, emniyetçilerden biriydi. 1 9 82 Mart ayında ölen
rahmetli H üsrev Gerede ondan bir yıl önce, 1 96 1 'in son ay­
larında vefat eden Orgeneral Muzaffer Ergüder dış istihbarat ile
uğraşan gruptandılar. Türk istiklfil savaşına en az bir tümen kadar
kıymetli hizmetlerde bulunmuş olan İngiliz Kemal ' in vazife fişi­
ni imza eden Muzaffer Ergüder 'dir. Bu zat 1 920 İlkbaharında he­
nüz kurmay kıdemli yüzbaşı iken bir takım gizli Paris temaslarını
şahsen başarmış ve Ankara'ya dönmüştü . Batıdaki sosyalist umu-

kısmında arka odalar bulunan Polis Müdürlüğü bina�ıdır.


222
S onradan Tarih Kurumu Sekreteri iken ölen ve B üyük Taarru z gecesi
Gazi uyurken tek başına nöbette olan Memduh da bu gruptandı.
N. N . Tep e de l e n l i o ğ / u 243

mi efkarın nabzını Ankara 'ya ilk bildiren odur.

Ve daha kimler kimler . . .


Bu teşkilatlara dair bilgilerin v e hatırladığım çehreler ve
simalar sayfalar deldurur.

Bu teşkil atl ara mevc ut bütün muhabere ve posta


kadrolarını da kaa.nız; bütün h,aberleri zamanında alan ve dilediği
haberleri dilediği zamanlarda arzu etti ği yerlere ul aştıran ve
beğenmediği haberleri hemen söndüren bir Mustafa Kemal zeka­
sını da hepsine ilave ediniz . . . Artık ziyaretine gelen General Mo­
jen 'i karşılamak İ çin bir sellim kıtası bulamıyan Mustafa Ke­
mal ' in nasıl bir kuvvete sahip olduğunu anlarsınız! . . .

Milli telgraf şebekesinin İ stanbul ' a e n yakın merkezi,


1 920 başlarında binbaşı Dayı Mesut çetesi nin elindeki Kuşçalı
köyündeydi . Bezir yağı çıkardn üç tahta presle bir kaç tavuk ve
ineğin yaşadığı o ıssız noktadan Doğuda Erzurum ' daki Kazım
Karabekir karargiihının "Çifte ay"lı muhabere odasına kadar, ya­
hut mesela Sedat Paşa merhumun Diyarbakır'daki karargahında,
bazı aşiret reislerine iki katır yükü altın dağ ıtıp Ş iro 'da bir
iftirakçı kongre yaptırmış olan İ ngiliz Kolonelinden yadig aı-223
" Encyclopedia Britannica" ciltlerinin bulunduğu odaya kadar,
nerede tel varsa orada mutlaka Mustafa Kemal vardı . İ stiklal
Savaşında ve onu takip eden yıllarda ne kadar muamma rivayet
edili yorsa hepsinin anahtarını bu tellerde ve bu teşki Uit ağında
aramalıdır. Nurettin Paşa palas pandıras Sivas 'ı boylamış, Ali
İhsan Paşa cidden muvaffak olarak yetiştirdiği B irinci Ordu 'dan

çekilip alınmış , Çerkez Etem Bey, Yozgat dönüşü istasyondaki


evde Mustafa Kemal 'in odasına girince onu yalnız bulmamış , ya­
nında Dr. Tevfik Rüştü 'yü, oda kapısında da meşhur Erzurumlu
Cafer ' i görmüş, üstelik yataktaki hasta Mustafa Kemal ' in sağ eli
de yastık altındaki tabancadaymı ş . . . S ebep tellerde ve telleri

m Onu Suriye'ye kaçarken kovalayan bir müfrezenin ele geçirdiği bir katır
sırtındaki sandıktıın çıkmıştır.
2 4 4 Ordu ve Polit ika

konuşturanlardadır.

Mustafa Kemal , meşru devlet kadrosu içinde dahi bul unsa


direl<t ve vasıtasız olarak kendine bağlı olmayan sivil ve askeri
istihbarat teşkilatlarına dahi hep şüpheli gözle bakmıştır. Bunun
en tipik misali rahmetli Mareşal Çakmak'ın, altı yıl önce vefat
eden Albay Hüsamettin Bey ' e kurdurduğu haber alma, casusluk
ve sabotaj teşkilatıdır.

Teşkilat-ı Mahsusa'da mühim vazifeler gören ve Nemrud


Mustafa divan-ı harbine de düşüp yakasını güç kurtardıktan sonra
Ankara 'ya gelen bu eski istihbaratçıyı Mu stafa Kemal oyalatmış
ve gizli vazife verdirmemişti. Bir gün, mareşal, eski tanıdığı olan
bu zatı Erkfuı-ı Harbiye-i Umumiye ' de, doğrudan doğruya ken­
dine bağlı bir emniyet şebekesi kurmağa memur eder.

Bizim Meclis Başkanı Paşa bunu duyunca dehşetli içer­


lemişti . İşi zerre kadar bozuntuya vermedi ; fakat eskiden yalnız
mareşali takip ettirirken bu sefer onun bütün adamlarını , başta
Hüsamettin Bey olmak üzere bütün kurduğu teşkilatı sımsıkı bir
gözetleme kordonu ile çevirtti.

H üsamettin Zeki bir adamdı ; ama durumu asla kavra­


yamadı. Hareketlerinden şüphe ettiği bir takım adamları fişleyip
gözl ü yor, boyun a rapor yağdırı yordu . Fakat bir netice ala­
mıyordu . Çünkü gerçekte o adamlar tarafından kendisi takib edil­
mekteydi .
*

**

Şimdi kırk beş v e kırk üç yıl uzaktan o 1 920 ve 1 922 gün­


lerine baktıkça Mustafa Kemal ' in bütün yaptıklarını, çalışma tar­
zını iyice sezebiliyorum:

İstiklal savaşında iç politika, ordu kurmak ve ordu idare


etmek öyle "kabadayıca" şeref sözleri ile "kardeşçe" itimadlarla,
vatan severlik edebi yatına fazla kapılarak ve eski dostlukların
çözülmez poli tika bağları olabileceğine inanarak, başarılacak,
N. N. Tep e de l e n l i o ğ l u 245

işlerden değildi.

Önce şahsi emniyetini kurdu.

Sonra . . . Mevcut olan ve yeni kurulan kuvvetlerin bütün


kilit noktalarına yüzde yüz itirnad edeceği adamları seçti ve onla­
rın da her an "emniyet edilebilir" durumda olup olmadıklarını
kontrol etti .

Kurulan yeni ordunun çeşitli kuvvetlerini başlarındaki


kumandanlardan dahi kıskandı . Yabancı d ü şman karşısında,
etrafı iç ihtilfillerle çevrilmiş bir ordu, binbir şahsi ihtirasın köpü­
rüp kabardığı günlerde ancak böyle bir kıskançlıkla, böyle titiz
bir g ayretle elde tutulabilir, parçalanmaktan korunabilir ve
emniyetle savaşa sürülebilirdi.

Erkfuı-ı Harbiye-i Umumiye 'yi Fevzi Paşa 'ya verd i . Fakat


hakiki Erkfuı-ı Harbiyc-i Umumiye daima kendisi oldu . Erkfuı-ı
Harbiye reisini vekiller heyetine sokmakla icra kuvvetini orduya,
orduyu icra kuvv etine kontrol ettiriyor gibi gözüküyordu.
Hakikatte iki kuvveti de şahsen kontrol ediyordu .

Mesela Cafer Tayyar Paşa, Batı Trakya 'daki mukavemeti­


m i z çözülünce Bulgarya ' ya sığınmı ş , ilk fırsatta Anadolu 'ya
geçmişti . Ali İhsan Paşa Malta ' dan kaçmış Ankara 'ya gelmişti .
Nurettin Paşa İ zmir valili ğinden alınınca İ stanbul 'a dönmüş,
İ zmi r i ş gal edilince Ankara ' ya geçmişti . Bunl ar hep mensup

ol dukları eski Osmanlı ordusuna katıldıklarını sanmaktaydılar.


Yeni bir ordu kurulmuş oldu ğunu ve bunu Mu stafa Kemal 'in
kendi ordu su olarak yeni ' baştan kurmuş oldu ğunu anla­
yamadıkları için, çok sarsıldılar. Mustafa K emal 'in Nutuk 'unda
pek sert hücumlara uğradıklarını hayretle okudu ğumuz general­
lerin, başka hiç bir hatfiları ve kabahatlan yoktur.

9 Eylül 'de Akdeniz 'e ulaşıldığı zaman Gazi Mustafa Ke­


mal, büyük bir ordu tarafından desteklenen ve kudretli bir emni­
yet teşkilatına hakim olan bir si yasi şahsiyetti . Binaenaleyh, onu
artık kimse deviremezdi. Kimi ve neyi isterse o devirebilirdi. Ve
hi naenaleyh Kuva-yı İnzibatiyesi ile Mustafa Kemal 'i ezemeyen
2 4 6 O r du ve Politika

Damat Ferid Paşa v e Padişah 9 Eylül ordularına dayanan Gazi


tarafından devrildi ve sınırdışı edildi, Bu orduya dayanarak Gazi
Cumhuriyeti de ilan etti; Halifelik müessesesini kaldırdı. Yalnız
bu hareket akabinde orduda bazı çıtırdılar oldu . İstiklal savaşı
kumanda kadrosu ile daha ilerisine varılaınıyacağı sezildi . Gazi
Mustafa Kemal kulak kesildi. Attığı her siyasi adımda orduyu
bütün halinde yanında görmeğe alışmış olan Gazi, "yarın
Cumhuriyeti ilan edeceğiz ! " dediği gece Çankaya'da sofrasında
İsmet, K§zım (Özalp) , Halid ve Kemalettin Sami paşaları , yani
inanılır ve dayanılır askerleri mutlaka bulundurmuş olan Gazi ,
ordu yüksek kumanda kadrosunda en ufak çatlak sese tahamm ü l
edebilir miydi? Ordu , onun için de herşey demekti . Gerçek de
buydu. Orduyu bir başka tarafa çektiniz mi Gazilik de, devlet
başkanlığı da kalmazdı. Bunun içindir ki, B üyük Zaferi takib
eden ikinc i yıl başlarından itibaren en eski arkadaşlarından
çoğunun en ufak hareketlerini bile takib ettirip haklarında aldığı
gizl i , açık bütün haberleri kendi ölçülerine göre kıymetlen­
dirmeğe girişti . Dokuz ay sonra 30 Kasım 1 924 ' te ulaştığı neti­
ceyi " N utuk"un 5 1 6 ' ncı sayfas ında şu tek kelime ile hülasa
edi yor:

Komplo . . .

V e şüphelerini şöyle hikaye ediyor:

30 Teşrinievvel (Ekim) günü İkinci Ordu Müfettişi


Ali Fuad Paşa 'nın Konya'dan geldiği bildirildi.
Kendisini akşam yemeğine Çankaya ' y a davet
ettim . Geç vakte kadar beklediğim halde paşa gel�
medi. Kendisini aratırken öğrendim ki, Ankara 'ya
geldiği zaman istasyonda Rauf Bey (eski başve�l)
tarafından karşılanmış, Milli Müdafaa Vekilliği ' ne . .
gitmiş, başı arkadaşlarla kısa temaslarda bulun­
duktan sonra Erkan-ı Harbiye Reisliği 'ne gitmiş,
bir müddet Fevzi Paşa ile konuşmuş. çıkarken Fev­
zi Paşa'nın yaverine şu kağıdı bırakmış:

Mebusluk vazifesine başlayacağımdan İkinci Ordu


N. N. Tep e de l e n l i o ğ / u 247

Müfettişliği'nden af edilmemi arzeylerim efendim.


Dört g ün önce de Klizıın Karabekir Paşa B i r inc i Ordu
M üfetti ş l i ğ i ' nden istifa etmiştir. Bir müddet önce mebusluktan
istifa eden Refet Paşa da istifasını geri al mı ş . Mu stafa Kemal,
"ona istifayı geri aldıran Rauf B ey 'dir " diyor ve işi şu ne ti ceye
bağlıy or:

Bunların dördü bir tertip düşünmüşler, muvaffak


olmak için de orduyu ele almak istemişlerdir.
Üçü ncü Ordu Müfettişi olan Cevad Paşa ile bir
kolordu komutanı olan Cafer Tayyar'ın da yaptık­
ları tertibe girebileceklerini u mdu l ar . Müfettiş­
likleri içindeki kuvvetleri kazanmağa ç a l ı ş t ıl ar ,
kazandıklarına inandıktan sonra da ordudan çekilip
Ankara'da Mecliste toplanmağa karar verdiler. Bu
sırada Nesturi i syan ı nd a aldığımız tedbirlerden
ötürü İngiltere bize bir nota vermişti. Buna harb
ihtimalini dahi göze alarak sert bir cevap verildi.
İstanbul 'da da bazı basın al eyhim i ze bir kampanya
açtı . Bütün memlekette bazı gizli teşk il atl ar da
yaptılar. Cumhuriyeti ilan, halifeli ği i lg a gibi hare­
ketlerimiz bunları birbirine yaklaştırmıştı ... ilah.
Ve Mustafa Kemal, orduyu bir başka pol i tikaya filet etme­
mek için ayru zamanda mebus olan generallere bir tamim gön­
de r iy o rorduda kalmalarını tavsiye ediyor . . . Bunlar ar.tsında
,

3 ' ü ncü Ordu M ü fetti ş i Cevad Paşa da vardır. İzzeddin , Ali Hik­
met, Ş ükrü Naili, Fahrettin Paşalar gibi kolordu komutanı gene­
raller d erh al müspet cevap veriyorlar. Fakat Cevad Paşa bir az
hafiften alıyor . . .

S e n misin hafiften . alan? Ankara 'ya gelince önce kandırıp


mebusluktan atıyor, sonra da galiba Nutuk'un 486 'ncı sayfasında·
bir başka vesile i l e s öy lediği gibi;

-Ordu idare ve kumandası tesadüfi bir zata verilemez!

Dey i p Cevad Paşa'yı ordusundan da ç ekiyor .


2 4 8 O r du ve Po litika

O Cevad Paşa ki, 1 9 1 9 yılında kendisini Dokuzuncu Ordu


Müfettişliği ' ne tayin ettirenlerin en hararetl isidir. Sadrazam
Damad Ferid Paşa ' nın son dakikadaki tereddütlerini gideren
odur. Aralarında sonsuz bir dostluk da vardır sözde . .

Görülüyor ki , kazanılm ış bir orduyu kimse kolay kolay


elden çıkarmak istemiyor. Bundan ürküyor. Velev gazi , müşir,
başkumandan, muzaffer Mustafa Kemal olsa dahi . . . Ve Mustafa
Kemal, Padişaha karşı hareketini nasıl ordu ile başarabilmişse
kendisini devirmeyi düşünenler de (eğer gerçekten düşünmüş­
lerse) gene orduyu hesaba katmamazlık edememişlerdir.

Hadiselerin bu merhaleden sonraki gelişmesini hep bili­


yoru z. Ordudan ayrılan mebus paşalar, Terakkiperver Fırka 'yı
kurarlar . . . Karşılıklı tahrikler alır, yürür. . . Her devirde, otoriter
olsun, demokratik olsun bütün rejimlerde, iktidarın daima hassas
olduğu iki tehlike tekrar beliriyor:

1 . Hasım bir gizli teşkilat. . .


2. Orduda çifte politika.

Birinci tehlike, Nutuk'ta komplodan bahsedilirken bildiri­


len gizli teşkilat, Kara Kemal tarafından yeniden derlenip topla­
nan bir kısım eski "Teşkilat-ı Mahsılsa"cılardan kurulmu ştur.
Kilit noktalarına da hep eski İttihatçılar yerleştirilmiştir.

İkinci tehlike de kurulan Terakkiperver Fırka 'nın en belir­


l i , sivri uçl arına, yani Kazım Karabekirle Ali Fuad Paşa 'ya ve
arkadaşları diğer generallere karşı ordunun ötesinde berisinde be­
liren çeşitli sempatilerdir.

"Ş arkılı ibret" dediği operetler yapmak, marşlar besteleyip


bandolar kurmak gibi hobby 'lerini alay konusu yapmış olan siya­
si has ım larının tehzillerine kananlar Kazım Karabekir Paşa'yı
şöyle böyle bir asker fakat "safdil bir zavallı adem" sanmışlardır.

Kazım Karabekir, bilakis , çok değerli bir komutandı ve


onun Mustafa Kemal karargahını düşündüren asıl özelliği neydi
bilir misiniz?
N. N. Tep ede / e rı l i o ğ / u 249

Şeytana taş çıkartan bir sabotajcı oluşu . Kazım Karabekir,


Enver ordusunun en gözde istihbaratçılarından ve casus ida­
recilerinden biriydi.

Balkan Harbi 'nden sonra gizl i askeri servi slerin modem


anlayışa ve yeni ihtiyaçlara uygun bir şekle sokulması bir az da
onun eseri idi .

Şu halde, paşaların mebusluğu tercih edip mecl ise girme­


leri akabinde Mustafa Kemal ' in siyasi durumu , o günleri ya­
şamamış olanların bu gün kolay kolay akı l erdirem i yecekleri de­
recede güçleşmişti .

Gizli teşkilata karşı . gizli teşkilat.


Ordu sempatisine karşı ordu sempatisi.
Hakikatte ikisi de aynı tohumdan olan iki siyasi parti .
Tek fark;

S iyasi kudretleri meşkfik bir ikinci seçmenler ekibine seç­


tirilmiş bir mecliste Mustafa Kemal grupunun çoğunluk, Kara­
bekir grubunun azınlık olması.

Ve her türlü cehaletleri yüzünden bilinıniyen, asla kontrol


edilemiyen çeşitli iç , ve dış tesirlere her an kapılabilecek geniş
yığınlar . En sağ ve en sol rüzgarların u ğuldayışı ile dalgalanan
..

yığınlar.

B ütün alkışlanan başarılara rağmen henüz "nazariyat har­


binden" pek ayrılamamış olan yeni devletin bugünleri Mustafa
Kemal için çok endişe verici idi .

Zarl arını atıp cephe almış olanların dışında kim hangi ta­
raftandı?

B u meçhuldü?

S avaş esnasında Mustafa Kema l ' e sadakat göstermiş olan


İ ttihatçıların eski "gizli iş"çilerinden hangisi şimdi hangi tarafa
geçmişti? Yahut geçebil irdi? Yahut geçmemiş gözüküyordu da
claltından eski efendilerinden emir alıyordu?
2 5 0 O r du ve P o l i tika

Mesela günün birinde San E fe denen jandanna subayı eski


İttihatçı Edib, Ankara'ya gelmiş, Kazım (Özalp) Paşa'yı ziyaret
edip parasız kaldığından bahsederek Mustafa Kemal 'den yardım
istediğini söylemişti. Kazım Paşa bu eski milli savaşçı çeteci
subayın derdini cumhurbaşkanına aksettirince Gazi Paşa derhal
Sarı Efe 'ye beş bin liralık bir yardımda bulunmuştu . Halbuki bu
adam çoktan eski şefi olan Kara Kemal 'in gizli teşkiliitına girmiş
bulunuyordu . Nitekim kısa bir müddet sonra224 patlak verecek
olan İzmir suikastı işinde yakalanacak ve asılacaktı . . .

İzmir suikastı . . . Bereket versin bu fesad teşebbüsüne . . .

Tam zamanında gel ip çattı d a memleketi siyasi b ir felce


uğramaktan kurtardı . Kimsenin kimseye itimad etmemeğe baş­
ladığı, herkesin herkesi gözetlediği "şek ve şüphe" devrine son
verdi:

"Zaruri tasfiye" başarıldı.


"Kuru "ların yanında "yaş"ların da yandığı muhakkak olan
bu tasfiye esnasında Mustafa Kemş.l 'in ihtilalci karakteri en
bel irtili zirvesine ulaşır. Gerçi Kazım Karabekir ile asker arka­
daşları paşa ve beyleri tutan subaylar grubunun irade pe�desi225
ön ünde fazla ileriye varamamış, durmuşttir. Fakat İttihad ve
Terakki komiteciliğinin kendi kontrolü dışında kalan liderler ve
" gizli iş"çiler kuşaklarını Teşkilat-ı Mahsusa artıklarına, kala­
balık çete gruplarına rağmen bire kadar kırmıştır.

Gazi Mustafa Kemal 'in, o günlerde Hariciye vekili olan


Dr. Tevfik Rüştü Aras 'a İzmir'de söylediği şu sözler durumu ne
iyi anlatır:

224 Tam yirmi gün sonra.

22' İ stiklfil Mahkemesi B üyük Millet Mcclisi' nin manevi şahsiyetini tem sil
eder ve Meclis adına hüküm verirdi. Karabekir'ci su baylar bu mahke­
menin salonuna tabancaları ile gelip oturmuşlar, sesli ve sessiz nü ma­
yişler de yapmışlardı.
N. N. Tep e de l e n lioğ l u 25 1

"-Bir ölüm dirim kavgası bu . . . Onlar istediler. Hepimizi


yok etmek için harekete geçtiler. Milletin hayrına olarak rejimi
ve kendimizi korumak için en son şiddet derecesi ile tam bir
tasfı ye yapmak tarihi bir vazifemiz olmuştur. Biz tasfiyeyi
yapmazsak onlar bizi yok edecekler! Ne dersin?"

Aras 'ın bacanağı Dr. Nazını da o heng§mede asıhnıştı. Ne


diyebilirdi Tevfik Rüştü Bey? Kimde ne demeye takat kalmıştı
ki?

İzmir vakasından sonra da yapılan tasfiyeler siyasi zemini


bir hayli düzelttiği gibi ordunun kontrol mekanizmasını da sağ­
lam bir surette Çankaya 'ya bağladı. Yeni icaplara göre bir yeni
Emniyet Teşkilatı (Milli Emniyet Heyeti) kunnak hevesi de bu
sırada belirdi. İstiklal harbi esnasında, dış istihbarat için bir ara
eski Alman imparatorluk servislerinden istifade edilmişti . Cum­
huriyet Almanyası, İkinci Wilhelm devrinin casuslarını , sabotaj­
cılarını hep kadro dışı etmişti. Bunların Amiral Kanaris226 ve
Kolonel Nikolai gibi pek meşhurları Ankara tarafından kiralan­
mışl ar ve faydalı bir surette çalıştınlmışlardı . 1 926 'ya doğru ,
aralarında Rahmi Apak ile Cevdet Kerim İncedayı 'nın da bulun­
dukları bir grup genç kurmay staj için gizlice bu Nikolai-Kanaris
şebekesine gönderildi . Bu subaylar onl ardan istifade etmediler
denemez. Fakat 1 9 1 8 ile 1 926 arasında geçen zaman içinde Ka­
naris-Nikolai şebekesinin hiç de yeni metodlar edinmemiş olduk­
larını hayretle gördüler.227

Eski harflerle yazılan adının ilk harfleri "Mim-Elif-He"


olduğu için kısaca "Malı" deye anılan bu teşkilat umumi Erkiin -ı

226
Kanaris sonradan Hitler'in casusluk teşkilatını kurmuş ve harb içinde
bombalı suikast işinden ötürü işkenceyle öldürülm üştü .
227
Sonradan milletvekili ve elçi (Lizbon' da) olan Rahmi Apak bana tahsil
devresi hakkı n da şöyle demişti:

"-Adamlar ya bir şey bilmiyorlardı, yahut bizi budala veya çocuk


sandılar. Öyle sersemce şeyler yapıyorlardı ki ... "
2 5 2 O r du ve P o l i t ika

Harbi yeye bağl ı ol arak hizmet etti ve Mustafa Kemal ' i asla
sabote etmedi. 1 926 ile 1 93 8 arasında ordu da, bu heyet de
"mevcut durumu" ve iktidarı destekledi . 1 929 dünya ekonomik
ktizi Türki ye ' de de bir sos yal-politik zelzele yaptı ğı zaman
Gazi ' yi yerinde tutan ordu olmuştur. "Serbest Fırka" geniş
yığınları kavramış, fakat ordudan zerre kadar yüz bulamamıştır.
Mustafa Kemal ' e sureti haktan görünerek orduyu çelmeğe
çalı şan Fethi ve Conker gibi candan228 dostları nın ordu
kademelerinde bir çok dostları, tanıdıkları olmasına rağmen . . .

228
Fethi, Atatürk öldüğü zaman "Vaktinde gitti" demi�ti.
BAŞKUMANDANLIK HAKKINDA
Başkumandanlık hakkınd a, bir başkumandanın ne gibi me­
zi yetlere sahip olması gerektiğini bir de yüksek değeri kabul edil­
miş bir Alman generalinden dinleyelim:

Sultan İkinci Mahmud devrinin binbir kararsızlığı içinde


Osmanlı ordusuna faydalı olmak için nasıl didindiğini ve Nizip
muharebesinde bizim yeniçeri kal ıntı sı başkumandana taarru z
fikrini kabul ettiremeyince nasıl kahroldu ğunu bildiğimiz B üy ük
Moltke 'nin229 bir yeğeni, Almanya İmparatoru İkinci Wilhelm 'in
yaverlerinden ve askeri kabinesi şefi General Graf Hellmuth von
Moltke, başkumandanlık hakkındaki fikirlerini Başvekil Prens
von B ülow 'la yaptı ğı bir konuşmada belirtmiştir. B ülow hatıra­
tının ikinci cildinde bu konu şmayı şöyle anlatıyor:230

1 905 yılı Sonbaharının güzel bir sabahında, Berlin


Hipodromu 'nda, hergün yaptığım gibi atla gezinir­
ken eski dostum yaver general Moltke ile karşılaş­
tım. Endişeli bir hali vardı. Bir müddet yan yana at
koşturduktan sonra ciddi bir tavır takınar ak

229 Freiherr Yon Moltke ( 1 800- 1 8 9 1 ) . Almanya feldmareşali . 1 86 4 ' de


Danimarka ' yı istiUl etm iş, 1 8 66 ' da Sadova'da Avusturya ordu larını
mağltlp eden planlan hazırlam ış, 1 870-7 1 ' d e Ü çüncü Napoleon ' u
kahreden Alman zaferinin gerçek yapıcısı olmuştur. Ö lünceye kadar
Almanya Yüksek Savunma Meclisi Reisliğini yapan bu büyük asker
1 8 35-39 arasında Osmanlı B inbaşısı olarak h izmetimizde idi. Mısır
Valisi Mehmed Ali Paşa'nın büyük oğlu İbrahim Paşa 1 893 ' te tekrar
h ücuma geçtiği zaman Toros ordusu nezdinde bu Moltke kurmay olarak
vazifedeydi. Beliren bir taarru z fırsatını kaçırmamasını tavsiye ettiği
kumandanı eski bir yeniçeri kalıntısı olduğu için duru mu anlam amış ,
fırsatı kaçırarak İ brahim ' in Nizip muharebesini kazanmasına sebep
olmuştur.

230 Mtmories du Prince de Bülow, Cild il, Sayfa 199, Fa.�ıl: 1 5 .


2 5 4 O r du ve P o l i t i ka

benimle mühim bir iş hakkı nda konuşmak isted­


iğini söyledi "-Gemleri kasalım" dedi. Bunun üze­
rine Hipodrom kapısı tarafına gittik. Orada Molt­
ke, imparatorun, Genelkurmay başkanı Kont do
Şlifen 'i231 emekliye ayırmağa karar verdiğini bana
bir sır olarak bildirdi ve ilAve etti:

-Kayzer, fon Şlifen'in dehasına hayran, meziyet­


lerini inkAr etmiyor; fakat kendisini ihtiyar bulu­
yor. Fon Şlifen şimdi yetmiş üç yaşındadır. Halbu­
ki bu vazife büyük bir çalışma kudreti ile birlikte
bünye mukavemeti, vücut tahammülü (fizik daya­
nıklılık) ister . . . Ve Kayzer beni mutlaka onun yeri­
ne tayin etniek istiyor ki, ben de şu dakikada onun
bu düşüncesine karşı tam bir isyan halindeyim.

Sonra soğuk kanlılıkla ve açıkça izah etti :

-Ben kendimi asla kıymetsiz bir asker saymam.


Genelkurmay B aşkanlığı vazifesini başarabilirim;
hattA çok iyi başarabileceğimi de tahmin ederim.
Mesela Kayzer 'e artık her güne bindirdiği askeri
manevralara son vermesi icap ettiğini hiç tereddüt
etmeden söyliyebilirim. Bu manevraların bir çok
ve haklı şikayetlere sebep olduğunu kendisine
anlatabilirim. Genç bir subay iken Saint Privat'da
Aleksandr alayının başında hücuma geçtiğim za­
m an korkak olmadığımı isbat etmişti m . Fakat
içimde bir ses bana diyor ki "Ey Moltke ! Sen bir
harp esnasında genelkurmay başkanlığı edebilecek
adam değilsin !

Konta sevgi ile, saygı ile ve dikkatle bakıyordum.


Şöyle devam etti:

23 1
Von Schlieffen. Meşhur taarru z planlarını hazırlayan kunnay başkanı.
N. N. Tep e de l e 11 l i o ğ l u 255

-Genelkurmay B aşkanı harp esnasında fiilen baş­


kumandanlık ödevini üzerine almış olur. Halbuki
harp esnasında başkumandanlık yapabilecek adam
değilim ben . Gayet güç karar veririm. Çok düşü­
nür, detaylar üzerinde çok dururum . . . Çok hesap­
lıyım, icap ettiği zaman, bir Napoleon 1. gibi, bir
Frederik il. gibi, amcam Büyük Moltke gibi, bütün
kuvvetlerimi tehlikeye atarak tek kart ü zerine
oynayamam. Askerlik bilgis inin büyük hocası
Klavzeviçzı2 B irinci N apo leon ' u büyük b i r
kumarbaz addeder. Ama harbin d e daima bir ku­
mar oyunu olduğunu ve kumarı sevmeyen bir ge­
neralin zaferler bilançosunda açık vermeğe mah­
kum olduğunu da belirtmeyi u nutmaz . Ş imdi,
gelelim bana ... Ben ne kumardan zevk alırım, ne
de varını yoğunu tehlikeye atabilecek bir adamım !
Eksik taraflarımı bile bile orduyu ve mem leketi
zarara sokmak tehlikesini göze al arak amcamın
şerefli adına gölge vurarak bu vazifeyi kabule
mecbur kalmak beni hafakanlara boğuyor.
Ve Kayzeri bu fikrinden caydırmak için bütün nü­
fuzumu kullanmamı ısrarla rica etti . Kendisine şu
cevabı verdim:
-Bu arzunuzu kabul edemiyeceğimi size bildirmek
benim için çok üzücüdür. Fakat askerlik işlerine
de, şahsi işlere de müdahale etmemeyi şaşmaz bir
prensip edinmiş bulunuyorum. Karar vermek yet­
kisi bana aid olan meselelere başkasının karış­
masına müsaade etmiyeceğim gibi başkalarının
hak ve vazifelerine de burnumu sokmam.

1 12 Ch arle de Cl ausewitz ( 1 78 1 - 1 8 3 1 ) . Askerlik sanatı hakkında mühim


eserler neşretmiştir.
2 5 6 O r d u ve P o l i t i ka

Moltke üzüldü, fakat beni de anladı, düşüncelerimi


doğru buldu ve elimi sıktıktan sonra yanımdan
ayrıldı, atını mahmuzladı gitti.

O gün imparatorluk yüksek umumi karargiih şefi


ve "yaver-i ekrem" Kont dö Hülsen Hezeler'le de
konuştum. O da Moltke gibi eski bir dostumdu .
Generalle aramızda geçen konuşmayı anlatınca:

-Jül'ün233 hakkı var . . . Dedi . Königsplatz 'daki kır­


mızı kutu234 için yaratılmıştır o. Kayzer hazretleri
hata ediyorlar ama kendilerini bu tasavvurdan vaz­
geçirmek çok güç olacaktır. Kolordulardan biri
için ne zaman bir yeni kumandan tayin etmesini
teklif edersem, bu kolordu Metz yahut Pozen gibi
son derece önemli bir stratejik mevkide olsa dahi,
tereddütsüz kabul ederler. Fakat hassa kuvvetleri
ve Genelkurmay gibi her zaman temas ettikleri
kadrolar için her hangi bir teklif yapılmasına asla
tahammül edemezler. Hassa kolordu ve alayları ile
genelkurmay mensuplarının hepsi, eğer şahsi dost­
ları değilse mutlaka şahıslarını sempatik buldukları
insanlar olmalıdır.

Hülsen'e:

-Maalesef. . . dedim. Kayzer bu hususta dedesine


hiç benzemiyor. O, tahta çıktığı zaman General
Mantoyfel 'i235 özel kurmayının başına geçirmişti .
Halbuki selefi ve ağabeyi ölü Kayzer Frederik-Gi-

233 Arkadaşları, küçük adı Helmuth olan General Moltlce 'yi hep böyle
anarlardı. Sebebini merak ettim. Ama öğrenemedim. (Yon B ülow).
2" Kön igsplatz' daki kırmızı kutu Prusya askerlik argosu nda Harbiye
Nezareti.
m Manteuffel (Baron) . Prusya feldmareşali ( 1 809-1885)
N. N. Tep e dele n l i o ğ l u 251

yom 'un yaveri idi ve o sırada araları hiç de iyi


değildi. Mantoyfel tayin emrini alınca bu hususu
kendisine hürmetle hatırlattı . Aldığı cevabı elbette
siz de biliyorsunuz.

-Evet. .. dedi. Hülsen. Koca Kayzer şöyle demişti:

Ben de zaten sizi bundan ötürü tercih ettim. Siz


ağabeyime sadakatiıtizden benimle geçinemiyor­
dunuz. Şimdi de bana karşı aynı vazife sadakatini
göstereceğinize inanarak bu önemli mevkiye sizi
getirdim.

-Sonra en fazla antipati duyduğu meşhur general


VÔigts Rhetz'i ardarda ne kadar süratle terfi ettir­
diğini hatırlarsınız. 1 866 'da Birinci Prusya Ordusu
Kurmay B aşkanı, derken Hanovra Umumi Valisi
ve 1 870 de . . .

-Evet, hem süratle terfi etmişti, hem d e e n önemli


makamlara tayin edilmişti.

Kısa bir duraklamadan sonra Hülsen'e sordum:

- Moltke'den başka Kayzer'e beğendirilebilecek


başka biri kim olabilir?

-Mesela Kari Bülow236 . . . dedi. Üçüncü Kolordu


Kumandan ı . . . Ama Kayzer ' in onu beğeneceğini
hiç sanmam; Çünkü pek dik kafalıdır.

Sonra Dokuzuncu Kolordu Komutanı General B ok


dö Pollak ile 1 4 ' üncü Kolordu Komutanı General
Falkenhavzen'i, General Kolmar fon.., der Goltz ' u
ileri sürdü:

-Hindenburg, Voyraş ve Ayhom da hatıra gelebi-

136
Müstakbel mareşal prensin .kardeşi.
2 5 8 O r du ve P o l i t i ka

lir. Ama Kayzer bunların kimine h ayalperest; ki­


mine ukala, kimine de salon serdarı der.237 dedi .

Sırası gelmişken bildireyim ki, sonradan Tannen­


berg zaferini kazanacak olan Hindenburg 'un238
adını ilk defa bugün Hülsen ' den duydum. Ve Hül­
sen sözlerini şöyle bitirdi:

-Kayzer eğer genelkurmay başkanlığını bana ver­


mek isterse yakamı elinden kurtarmanızı rica ede­
rim.

Bunun üzerine, prensibim hilafına da olsa bu ordu


ve vatan. işi ile ilgilenmeye karar verdim ve hemen
Kayzer 'e durumu bir raporla arzettim . Genelkur­
may başkanlığına yapılacak tayin üzerinde dikkat­
le durulmasını ve general Moltke 'nin tayin edilme­
mesini tavsiye ettim. İkinci Wilhelm önce kısa bir
mektupl a kararında ısrar ettiğini bildirdi . Sonra,
beni huzuruna kabul ettiği zaman gülerek:

-Moltke 'yi iyi tanırım, dedi. Siz onun tevazuuna


aldanm ayınız. Yon Schliffen 'den boşalacak ma­
kam onun için biçilmiş kaftandır. Genelkurmay
başkanlığında ne üstiln başarıya ulaşacağını göre­
ceksiniz.

Almanya'da bütün askeri tayinler, doğrudan doğ­


ruya Kayzer'in emri altında bulunan yüksek umu-

237 Bu kitabımızda Von der Goltz Paşa'nın 1 904 'de rahmetli Orgeneral
Pert ev Pa ş a'ya gönderdiği bir mektup, Kayzer Wilhelm'in k en d i si
hakkında neler düşündüğünü Goltz'un bilmekte olduğunu hissettir­
mektedir.
238 Hindenburg. Mareşal 1 9 1 4 - 1 9 1 8 harbi başında Rus ordu ların ın i lk
.

taarru zunu Mazori bataklıklarında du rdu ra n ve Ru slara korkunç bir


darbe indiren adam . Ne garip ! 1 905 'de Almanya başvekili bile adını
duymamış !
N . N . Tep e de l e n l i o ğ l u 259

mi karargiih (askeri kab i n e ) tarafından sunulan


teklif üzerine bizzat ve yalnız Kayzer tarafından
imza edilerek yapılır . Tayin emirlerinde Har b i y e
nazırının imzası bulunmaz.
Kayzer, Almanya siliihlı kuvvetlerinin "Chef sup­
reme"i yani "Serdar-ı A'zam ' ı " yiini tam miiniisı
ile mutlak hfilcimi, başkomutanıdır.
Kağıt üstünden bu başkomutanlık patlıyacak bir savaşta
kıymet ifade edebilir miydi?

General Kont Moltke 'nin Kayzer Wilhelm ' de başkomu­


tanl ı k meziyeti göremediği anlaşılıyor. Ve bütün yükün
Genelkurmaybaşkanına y ükleneceğini sezdi ği için de iyi
yapabileceği bir işi kabul etmek istemiyor. Zira bir gün iyi
yapamayacağını sandığı işi de yani başkumandanlığı da yüklen-
·

mekten çekiniyor.

1 8 88 'den 1 9 1 8 ' e kadar tam otuz yıl "Gotha" yıll ıklarının


Almanya 'ya ayrılmış kısımlarında devam l ı surette "başku­
mandan" olduğu belirti lmiş olan Kayzer Wilhelm i l . sulh
yıllarında iki günde bir kuvvetlerine küçük büyük manevralar
yaptırır, geçit resimlerinde birbirinden parlak üniformal ar giyip
elmaslı nişanl ar takarak boy gösterirdi. Onun başkumandanlığı
hakkında eski Şansölye prens fon B ülow 'un B irinci Dünya Harbi
tecrübesine dayanarak hatıratında verdiği fikir şudur:

"-K ayzer Wilhelm 1 9 1 4- 1 8 Dünya Harbi esna­


sında çok iddia etti ği bu başkumandanlık mezi­
yetlerini tamamı ile unutmuş gibi göründü . "Pless"
prenslerinin Silezya'daki Fürstenştayın ş atosunda
bulunan yüksek umumi karargiihı ( ! ) harpten b aşk a
herşeyle uğraştı ; Almanya İm p arat o rlu ğu ordu­
larının yüksek idaresi General Ludendorf'un elin­
de kaldı . . . "

Böyle olması, belki de, Almanya ordularının yüksek sevk


ve i daresini daha berbat hatalardan kurtarm ış oldu . Fakat bir
2 6 0 O r du ve P o l i t i ka

başka yönden Almanya 'ya ve dolayısı ile müttefiklerine korkunç


zararlar verdi. Zira Wilhelm 'in yüksek umumi karargah haline
soktuğu bu Fürstenştayın şatosunun zarif sahibesi, Pless Prensi
XV. Jan Hanri ' nin onbeş yıllık zevcesi Prenses Mari fon Pless,
Wilhelm ' in de onbeş yıllık sevgilisi idi. Ve . . . İngiltere 'nin
Almanya ' daki "gizli gözlerinden" biriydi.

Prenses M ari fon Pless aslen S koçyalı idi.


· Delavar
prensleri ailesinin Vest kolundan gelen bu Leydi Mari Tereziya
Olivia 1 8 73 yılı Haziran ayının yirmi sekizinci günü "Ruthin
Castle" şatosunda doğmuş ve 1 89 1 yılında, on sekiz yaşında
Pless prensine varmışt'ı . Hatıratının Birinci D ünya Harbi 'nden
bahseden bir kısmında onun İngiltere hizmetinde oldu ğunu bil­
diğini hissettiren fon B ülow , Şansolyeliği esnasında, 1 909 'da239
Wilhelm 'in dayı sı olan İngiltere Kralı Yedinci Edward 'ın
Berlin'i bir ziy!1feti esnasında İngiliz büyükelçiliğinde verilen bir
suv are esnasında bu hanımı ilk defa görmüştür. Şöyle tarif
eder:240

"Balonun verildiği 12 Şubat gecesi sefarette veri­


lecek yemeğe İngi l tere Kralı tarafından izhar o lu ­
nan arzu üzerine yalnız ben ve zevcem davet edil­
miştik. Sofraya geçerken Kral, İngiltere kraliçesine
kolumu takdim etmemi rica etti. Kendisi de zev­
ceme kolunu verdi . Yemekten kalkarken de "İm­
paratorunuzun iyi niyetleri oldu ğund an şüphe et­
mem, dedi. Fakat yaşadı ğımı z devirde artık büyük
bir imparatorluğun başında tek başına bir hüküm­
dar her ak lına geleni yapamaz." Onu dinlerken
üzerimde hasta bir adam tesiri yapu. Bitkin bir hali
vardı . Güçlükle soluk alıyordu. Yemekten kalkınca
yanından biraz uzaklaşum. O da bir koltuğa yas-

239 9 Şubat 1909.


240 Yon B illow 'un Hatırab, Cilt 2, Sayfa 416-417.
N. N. Tep e d e l e n l i o ğ l u 26 1

landı . Az sonra da u yuyuverdi. Gözümü ken­


disinden ayırmıyordum. Renginin s arardığını gör­
düın. Sofra'ya bizimle otwmuş olan .özel tabibi bir
İngiliz hemen yanına gitti ve s alonda bulunan­
l ardan öbür salona geçmelerini rica etti; kapıları
kapadı . Bu kapılar ancak bir çeyrek s aat sonra
tekrar açıldı. Ve Kral Bdward, az önce akse geçir­
miş bir adamdan beklenmeyecek bir şuhlukla,
salona henüz girmiş olan Pless prensesine elini sal­
ladı, yanına gelmesini işaret etti. Bu Prenses Daisy
Pless (yalanları ve samimi dostlan ona Daisy
derlermiş) hayatımda tesadüf ettiğim kadınların en
güzellerinden biriydi : Gerçek bir İngiliz güzeli . . .
Harikulade saçlar, şahane bir endam, gül gibi bir
ağız, dik göğüsler, pembe beyaz bir ten, inci gibi
diş ler. . . Dünya harbinden altı yıl önce, Pless
ş atosunun bu dilber sahibesi Almanya payitah ­
tındaki İngiltere sefareti binasında Yedinci Ed­
ward ' ın önünde dizini bükerek zarif bir röverans
yaparken, dikkat ettim, kadın güzelliğinin çok
tecrübeli bir Sşinftsı olan bu hükümdar onu tatmin
edilmiş gözlerle seyrediyordu . . . "

Tabnin edilmiş gözler . . . Yalnız İngiltere 'de değil bütün


Batı Avrupa ' da şöhret salmış bir keskin zamparanın tabnin
edihniş gözleri !241

Güzel Daisy, Wilhehn 'in on beş yıllık sevgilisi ve Pless


Prensesinirı on beş yıllık zevcesi olan güzel Daisy, İngiltere Kr.W
Edward 'ın on beş yıl öncesi eski bir metresi ve on beş-yıldan beri
de Almanya 'da özel haber alma ajanı idi. Ve mis Kavel adlı
zavallı bir hastabakıc ıyı kurşuna dizmiş olan Almanya'nın

241 Bu tarihte prenses henüz otuz altı yaşındaydı. Evlendiği gün henüz on
sekizindeydi ve Edward 'ın en çapkın devri idi .
2 6 2 Ordu ve Po litika

Wilhelm 'i, 1 9 1 4- 1 8 harbini b u ajanın evinde v e dizlerinin dibin­


de geçirm işti.

Böyle başkumandan mı olurdu? Surre Eminliği Paşası Ah­


med ' in oğlu Enver, işte böyl e bir başkumandandan yüksek fi­
kirler edinerek bir Türk neslinin kaderi ite mirasyedilik etmiş ,
yüzbinlerce genci harcamıştı.

Evet, başkumandanlık makamında otuz yıl kaldığı halde


dahi Withelm bir başkumandan olamamıştı. Halbuki o devirde
bir çok memleketlerin askeri akademilerinde pek revaçta olan
Rüstow ' un nazariyelerine göre "Bir kırallıkta ordu mutlaka hü­
kümdann emri altındadır ve başkumandan ondan başkası olma­
malıdır. Eğer hükümdar aynı zamanda generallik yapamıyorsa bu
vazife ancak onun en fazla itimad ettiği bir yakın adamına
verilebilir." Fakat Rü stow bu ikinci ihtimali pek beğenmez ve
"En iyisi gene hükümdarın başkumandan olmasıdır, der. Çünkü
bu takdirde hükümdar dev letin bütün kudretini elinde toplamış
olur ve güttüğü politikayı zafere ulaştıracak olan orduya bizzat
kumanda eder."

Wilhelm bu düşünceye aykırı bir çehre göstermekte yalnız


kalmış değildir. Birinci Dünya Harbi 'nde hiçbir hükümdar bakim
ve mutlak bir tarzda başkumandanlık yapamamıştır. Ne Avus­
turya-Macar ordularım İkinc i Frantz Yozef idare etmiştir, ne de
Rusya ordulannı Çar N ikola il. Osmanlı ordusunun başına da
.
"Kumandan-ı akdes" vekili olarak Enver geçiverdi . Kral Alber
güya Belçika ordusunun ve Kral Beşinci Corc (Edward ölmüştü)
güya İngiliz si lahlı kuvvetlerinin başkomutanı idi . Gerçekte bu
iki krallığın kuvvetleri ile Fransa ordusu bir "m üttefıklerarası
karargahın" emrinde harbettiler. Ordulanna fiilen kumanda eden
en son " H ükümdar başkumandan"tar Balkan harbinde bize karşı
savaşmı ş otan Karadağ 'ın Nikola ' sı , Bul garya 'nm Ferdinand ' ı ,
Sırbistan ' ın Petro 'sudur. Yunan Kralı pek yaşlı olduğu i ç i n de
Yunan ordusuna, sorıradan kral olan o tarihteki veliahd (Diya­
dok) prens Konstantin kumanda etmiştir.
N. N . Tep e d e l e n l i o ğ l 11 263

Neden Birinci Dünya Harbi 'nde fi ilen hfilcim bir taçlı baş­
kumandan gö rü lemed i?

Sebep ikidir:

1 . Harp gel işi gü ze l bir zanaat olmaktan ç ı km ış , ç o k


.

komplike bir sanat halini almıştı ve m evcut "asker-hüküm­


dar"ların denne çatma bilgileri he p yaya kalmıştı.

2 . Ve ç ünkü Frans a ' d an başka bütün muhari p devletler


monarşi ile idare edildikleri halde hiç birisini n ordusu artık bir
monarşi ordusu, bir kr.tllık ordu s u , bir kral ordusu d eğild i . K üçük
ve büyük rütbeli subaylarının hepsi krall arına sadakat etmiş
olmalarına rağm en "milletlerinin o rd uları " olmak yoluna girmiş
bulunuyorlardı. Osmanlı devleti askerlik tahsili kadrosunda da
" Erkfuı - ı Harp " sını fl ar ın ı 1 8 90 ' d an 1 9 1 4 yılına kadar tesir
dairesi içinde bulund unnuş olan Rüstow eko l ü bu çeşit ordular
hakkında da bilgi verir. Şöyl e der:
"Bazı tarihi devirlerde sosyal duruma öyle yakın­
dan bağlı hükümet şekilleri görülmüştür ki , sosyal
durumun mu bu hükümet şeklinden yoksa hükü­
met şeklinin mi bu sosyal durumdan doğduğunu
anlamak güçtür. Bu devirlerin her birinde kuman­
danın devletle münasebeti bir başka türlü olur.
Meselii bir demokratik cumhuriyetin kum andanı
yalnız milletle ilgilidir, binaenaleyh entrika içine
düşmez, demokratik bir cumhuriyette "gizli politi­
ka" yapılamaz. Krallıklarda ise devletin selameti
adına açıldıkl arı iddia olunan bütün harplerin
mutlaka saklanan birer gizli sebebi vardır."
On dokuzuncu asır sonl arı n da Osmanlı Sultanlığı ordusun­
da Almanyalı askerlik uzmanlarından fazlaca i stifade edild iği
devirde, bu u zmanl ard an çoğunu tesiri altına alm ı ş bir ad amdı
bu . . . Devlet tarafından Almanya ya tahsil e veya' staja gö nd eri len
genç Osmanl ı subaylarına da gittikl e r i yerlerde, okullarda,
kışl alarda, askeri muhitlerde eserle r i tanıtılan, okutulan adam . . .
2 6 4 O r du ve P o litika

Yirminci asnn başında Osmanlı Erkan-ı Harbiye mektebi talebesi


genç subay Mustafa Kemal Beyle arkadaşlarının çok tanınmış,
beğenilmiş hocalarından Pertev ve Hasan Rıza beyler gibi Er­
kin-ı Harbiye miralaylarını yetiştiren, kıymetlendiren Müşir Fon
der Golç Paş a ' nın meşhur "Millet-i Müsellaha"smdaki ordu
anlayışında bile tesiri belli olan bu Rüstow, acaba neden demok­
ratik Cumhuriyetlerin girişecekleri harplerde de saklanan "gizli"
taraflar göremiyor ?

Haa ... Bunun sırrı onun bir Cumhuriyetçi idealist olmasın­


dadır. 1 82 1 'de Brandeburg 'ta doğan ve 1 878 'de Türk-Rus
harbini de inceleyip -Oeğerli bir etüd yazmak imkAnını bulduktan
sonra İsviçre 'de ölen2A2 Rüstow bütün Avrupa'yı saran 1 948

242
Bu mühim a.,keri tetkikçinin en son etüdü budur. Rüstow 93 Harbi ' nde
S üleyman Paşa.'yı başkumandana itaatsizlikle itham eder ki , sonradan
bu paşanın divan-ı harp tarafından mahkQm edilmesini , askerlikten
!ardını ve sair cezaları Sultan Abdülhamid' in bir zulmü gibi göstermeğe
çalışanların hakikatlere ne derece aykırı durumda o lduklarını göze
vurur . Rü stow L ' art Militaire au XIX ' e Siecle S trategre, His toire
Militaire" adlı eserinin 693 ' üncü sayfasında şöyle der: (3- 1 3 . satırlar) .
" . . . Yeni başkomutan ın (yani Mehmet Ali Paşa' nın) planına göre
Süleyman Paşa hafif kuvvetlerle Şıpka ve Elena'da Rusları oyalayacak,
kendisi emrinde kalacak kuvvetlerin hepsini Balkanların doğusundaki
geçitlerden Osmanpazar'a ulaştıracaktı. O zaman başkomutan (Mehmet
Ali Paşa) ile birlikte Tırnova tarafından Rus ordusunun cenahına hücum
edeceklerdi. Sonra Plcvne'de Osman Paşa' nın im dadına gidilecekti.
Süleyman düpedüz başkumandanın emrine itaat etmedi ." ve, sahife
694: (2-6 satırlar).
" . . . Çareviç'in (Rusya veliahtı) ordusu hiçbir enerji gösteremediği için
ve zaten hiçbir stratejik fikre de sahip bulunmadığından başkumandan
(Mehmet Ali Paşa), sağ kanadı Tuna kıyısında Meçka'ya dayanan ve sol
kanadı Çerkovna'da olan bir geniş cephe üzerinde Rusları püskürttü ... "
Sayfa 694: (16- 17-1 8 . satırlar)
"Mehmet Ali, S üleyman ' ın itaatsizlik ettiğini ve kendisini destekle-.
yecek yerde Elena'da gülünç gösterilere giriştiğini görünce taarru zu
bırakıp Karalom gerisine çekildi. .. "
N. N. Tep e de l e n / i o ğ / u 265

ihtilaller dal gası esnasında fazl a otoriter taçlı rej imlere antipati
duydu ğunu belirtmiş bir Alınan istihklim subayı idi. Bir askeri
yüksek mühendis . . . 1 850 yılında " 1 848 ihtiliilinden önce ve ihti-
1§1 esnasında A lmanya'nıiı askeri durumu " adlı bir bro ş ür
neşrettiği için Pozen kalesine hapsedildi ve aynı yılın Haziran ayı
sonunda bu kaleden kaçıp İsviçre ' ye sığındı. 1 8 5 3 'de Zürih
Üniversitesi 'nde askerli k sanatı hakkın da konferanslar vermeğe
başladı ve İsvi çre hükümeti tarafından büyük askeri manev­
ralarda muallim olarak vazifelendirildi. B ir m üddet sonra bir
İsviçreli kızla evlenip bu devletin vatandaşlığına kabul edilince
kendisine istihkam binbaşılığı rütbesi verildi. 1 860 'da ihtilfilcilik
damarlan tepreşti. Bu sırada İtalya ' nın her tarafında bir Garibaldi
�angını v ard ı . Rü sto w derhal İtalya ' ya geçti , Garibaldi'nin
hizmetine girdi. Bu cumhuriyetçi diktatörün genelkurmay baş­
kanı oldu.

Garibaldi ' nin isyancı ordusu Napoli (Burbon) krallığını


istila ederken Rü stow sol kanada kumanda ediyordu . Capoue
muharebesinde yirmi bin kişilik bir Napoli ordusunu beşbin
kişilik kuvveti ile bütün gün oyalamıştı ve Volturou muhare­
besinde Napoli Krallığı ordusunu yok eden son darbeyi indiren
de o oldu . Garibaldi ' den ayrılıp göğsüne İtalya Kral ının verdiği
birinci sınıf S avaya niş anını takarak İsviçre 'ye döndüğü zaman
ilk işi Küçük Harp (Petite Guerre) adlı eserini yazmak oldu.
Emniyet servisleri, keşif hizmetleri ve özellikle partizanlar harbi
adını verdiği çeteciijk ve gerilla konularını öğreten bu eserde
gene 1 903 - 1 904 yıllarında erklin-ı harbiye sınıflarında okutul­
muştur.243

İ şte o bozgunun bam teli buradadır. Yoksa Sultan İkinci Abdülhamid


başkumandanlık vazifesini Wilhelm 'den çok haysiyetli bir tarzda gör­
müştür.
243 B irinci Dünya Harbi mlltarekesi l stanbul'u bir gece yarısı Cevad Paşa,
Pangaltı ' da Mustafa Kemal Paşa' dan ayrılırken sorar:
"Pek dllşüncelisin Kemal ... Bir şeyler mi yapmak istiyorsun? Gerilla
2 6 6 O r du ve P o l i tika

Burada bir an Mustafa Kemal Bey 'in Erkan-ı Harp diplo­


mas ı aldığı sınıfların iki önemli profesöründen, yani "Muha­
rebat-ı M eşhılre Münakaşatı"2A4 adlı bir ders veren Kurmay
Albay Pertev Mustafa245 Bey ile "Erkan-ı Harbiye Vazifeleri"
ad l ı bir ders veren Kurmay Albay H a s an Rıza Bey ' den
bahsedelim .

B u iki değerli zatın Mustafa Kemal Bey ile Asım Gündüz


Paşa gibi sınıf arkadaşlarına, Ali Fuad Cebesoy ' a , lnönü ' ye
okuttukları derslerin, takrir ettikleri notların yüzde doksan "öz"ü
Rüstow 'un eserlerinden alınmalıydı .2A6

Pertev B ey ' in dersi analizci bir gözle önemli muhare­


belerin taktik ve stratej ik etüdü demek oluyordu ki , Rüstow 'un
böyle bir gözle 1 877 Türk-Rus harbinin bir satbasını nasıl tenkid
etti ğini S ü leyman Paşa ' dan bah seden bir notumu zda göster­
miştik.

B alkan harbinde İşkodra kalesini arslanlar gibi savunµrken


kaypak bir hai nin (Esat Paşa Toptani) suikastı ile şehi t bir
" K u m andan H asan Rıza Paşa" olarak tarihe giren "Erkan-ı
Harbiye Vazifeleri" hocası da, sonradan çok büyük askerler olan
talebelerine mesela şu telkinde bulunuyordu:

" Ku rmay subaylar kumandanın öz organları dır .

mı?" (Gazi hazretlerinin Ruşen Eşref Bey'e anlattıklarından).


Gerilla harbini ikisi de yüksek tahsilleri esna.� ında öğrenmişlerdi Bu
erkli.n-ı harp nesli için Makedonya hadiseleri de bir çeşit tecrübe ve
tatbikat mahiyetinde olmuştu . Ve bereket ki , öğrenmişlerdi, biliyorlardı.
Yoksa halimiz dumandı.
244 Meşhur Muharebeler Üzerinde Tartışmalar.
245 General Pertev Demirhan ( 1 87 1 - 1964).
246 B u R ü s tow ' u ve 1 8 8 2-90 arasında Osmanlı İmparatorluğu topçu
m üfettişl iğinde bulunmuş o lan Mirliva Rüstow Paşa' yı birbiri ile
kanştırmamalıdır.
N. N. Tep e de / e n / io ğ l u 267

Onun için görürler, duyarlar, konuşurlar, yazarlar


ve hatta yalnız onun için düşünürler. İyi teşkilat­
lanmış bir genelkurmay başkumandanla birlikte bir
"bütün" teşkil eder ki, buna "ordunun ruhu " adı
verilebilir. Bütün bu zekfiların birleşmesi tek ada­
mın yetmeyen veya mahdut kal an zekası yerine
ikame edilince başkumandan karargahının değeri
artar . . . "
"Önce düşmanın vaziyeti, mağlup edileceği saha
ve kendi kuvvetimizin tutunacağı yer hakkında
bütün bilgiler toplanmalıdır. Genelkurmay baş­
kanı, ayrıca şahsen, başkumandanın en başta gelen
yardımcısıdır. Vazifesi ile ilgili gizli işler için
çalışacağı, gizli diplomatik ve poiitik yazışmaları
idare edebileceği özel bir bürosu -olmalıdır. Geniş
ölçüde casusluk hareketlerini önleyebilmek için
kendisine önemli miktarda gizli ödenek tahsis
edilmelidir."
"Harbin birinci şartı bilmektir. Bilmek için de öğ­
renmek tazımdır. Bir başkumandan k arşısındaki
düşman kadar kendi saflarındaki kuvvetler hak­
kında da her an bilgi edinmelidir. Yalnız umumi
erk6.n-ı harbiyede çalışacak kurmaylarla bu önemli
vazife başarılamaz. Kolordu ve Tümen karargah­
larında da istihbarat şubeleri kurulmalı ve şebeke
yayılmalıdır. Tabii bütün istihbarat dakikası daki­
kasına umumi erk6.n-ı harbiyeye bildirilir, ilah "
. . .

Şu halde harpte de sulhta da bir memleketin nabzını tutan


ve dış lilem hakkı nda en sağlam bilgilere sahip olan istihbarat
kudretine yalnız erkan-ı harbiyesi sahip tir. Ve görü l ü yor ki ,
ku rmaylık meslekinin başlıca vasfı istihbaratçılıktır, durmadan
haber almadır ve "haberleri dcğerlendirme"dir.

Bu duruma göre talebelerini gayet iyi yetiştirdikleri halde


bahsettiğimiz iki profesörün bu esas erkan-ı harbiye hizmetinde

You might also like