You are on page 1of 348

T.C.

SÜLEYMAN DEMĠREL ÜNĠVERSĠTESĠ


SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANABĠLĠM DALI
TASAVVUF BĠLĠM DALI

ALVARLI MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN TARĠKATI


VE TASAVVUFÎ GÖRÜġLERĠ

Salih ÇORUH
1130207003

YÜKSEK LĠSANS TEZĠ

DANIġMAN
Prof. Dr. Rifat OKUDAN

ISPARTA - 2015
ii
iii
ÖZET

ÇORUH, Salih
Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi’nin Tarikatı ve Tasavvufî Görüşleri

Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2015

Bu araştırma, Osmanlı‟nın son dönemi ile Cumhuriyet‟in 1956‟ya kadarki ilk


yıllarında irşat faaliyetlerini yürüten Anadolu‟nun ünlü ve etkin tasavvufî
şahsiyetlerinden, Kâdiriyye tarikatına ve Nakşibendiyye tarikatının Hâlidiyye koluna
mensup “Alvarlı Efe” veya “Efe Hazretleri” diye bilinen Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tarikatı ve tasavvufî görüşleri hakkındadır. Muhammed Lutfî Efendi‟nin
hayatı, şahsiyeti, tasavvufta yetişmesi, irşad dönemi, tarikatının unsurları ve tasavvuf
anlayışı ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir.

İslâm‟ın zâhiri yönü şeriatı anlamadaki gayreti yanında yine bâtinî yönü olan
tasavvufu içselleştirmiş bir sûfi olan Muhammed Lutfî Efendi, ilmî tahsilini başta
babası Hâce Hüseyin Efendi olmak üzere döneminde yaşamış bazı âlimlerden
yapmıştır. Onun tasavvufî neşvesine kaynaklık eden sûfiler ise Bitlisli Şeyh
Muhammed Küfrevî ve Tillolu Şeyh Nur Hamza‟dır. Tasavvuf icazetlerini bu iki
sûfiden almış ve ömrünün sonuna kadar Erzurum ve çevresinde tasavvufî ve ilmî
faaliyetlerde bulunmuştur.

Hâce Muhammed Lutfî Efendî‟nin en önemli özelliği ise hemen hemen


tasavvufî her bir konuyu büyük bir ustalıkla işlediği şair kişiliğidir. “Hülâsatü‟l-
Hakâyık ve Mektûbâtı-ı Hâce Muhammed Lutfî” isimli eserinde yer alan şiirleriyle
tasavvufun pek çok konusuna temas etmiş ve düşüncelerini açıklamıştır.

Anahtar Kelimeler: Alvarlı, Efe, Lutfî, tasavvuf, tarikat, Erzurum.

iv
ABSTRACT

ÇORUH, Salih
The Sufi Path of Alvarli Muhammed Lutfi Efendi and His Mystical
Opinions

Thesis For the Degree of Master of Arts (MA), Isparta, 2015

This research is about the cult and sufistic views of Hâce Muhammed Lutfî
Efendi -also known as “Alvarlı Efe” or “Efe Hazretleri” who is one of the famous
and effective sufistic personalities of Anatolia, belonging to Hâlidiyye branch of
Nakşibendiyye cult and Kâdiriyye cult and carried out his act of showing the true
path from the late of Ottomans to the first years of Republic till 1956. Muhammed
Lutfî Efendi‟s life, personality, his development in sufism, the period of his act of
showing the true path, components of his cult and his perception of sufism have been
evaluated in detail.

Muhammed Lutfî Efendi, a sufi who interiorised the internal side of Islam in
addition to his endeavor of understanding sharia which is the exterior side of Islam,
took lessons primarily from his father Hâce Hüseyin Efendi and from other scholars
lived in his period. The sufis who became the source of his sufistic joy were Şeyh
Muhammed Küfrevî from Bitlis and Şeyh Nur Hamza from Tillo. His sufism degree
was ratified by these two sufis and he continued sufistic and scholarly activities in
Erzurum and its neighbourhood till the end of his life.

The most important feature of Hâce Muhammed Lutfî Efendi is his poetic
personality with which he handles almost all sufistic issues very skilfully. He
touched lots of issues of sufism and expressed his thoughts in the poems of his art
“Hülâsatü‟l-Hakâyık and Mektûbâtı-ı Hâce Muhammed Lutfî”.

Keywords: Alvarlı, Efe, Lutfî, sufism, sect, Erzurum.

v
ĠÇĠNDEKĠLER

ÖZET.......................................................................................................................... iv
ABSTRACT ................................................................................................................ v
ĠÇĠNDEKĠLER ......................................................................................................... vi
KISALTMALAR ...................................................................................................... xi
ÖNSÖZ...................................................................................................................... xii
GĠRĠġ .......................................................................................................................... 1
1. ARAġTIRMANIN KONUSU, AMACI, YÖNTEMĠ VE KAYNAKLARI ....... 1
1.1. Araştırmanın Konusu ........................................................................................ 1
1.2. Araştırmanın Amacı .......................................................................................... 1
1.3. Araştırmanın Yöntemi ....................................................................................... 2
1.4. Kaynakların Değerlendirilmesi ......................................................................... 3
2. HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN YAġADIĞI DÖNEME GENEL
BĠR BAKIġ ................................................................................................................. 5
2.1. Siyasî, Sosyal ve Kültürel Durum ..................................................................... 5
2.2. Dinî ve Tasavvufî Hayat ................................................................................... 7

BĠRĠNCĠ BÖLÜM
HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN HAYATI VE ġAHSĠYETĠ
1. Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Hayati ........................................................ 11
1.1. Yetiştiği Çevre ............................................................................................ 12
1.2. “Hâce”, “Efe” ve Diğer Lakapları............................................................... 15
1.3. Ailesi ........................................................................................................... 16
1.4. Doğumu, Gençliği ve İlmî Tahsili .............................................................. 18
1.5. Dinarkom Köyünde Geçen 25 Yıl (1891-1916) ......................................... 20
1.6. Yavi Köyünde Geçen 2 Yıl ve Rus İstilasına Karşı Cihadı (1916-1918) ... 22
1.7. Alvar Köyünde Geçen 21 Yıl (1918-1939)................................................. 25
1.8. Erzurum Merkezde Geçen 17 Yıl (1939-1956) .......................................... 26
1.9. Evlilikleri, Çocukları ve İâşesi .................................................................... 32
1.10. Vefâtı ......................................................................................................... 33
2. Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Şahsiyeti .................................................... 37
2.1. Şemâili ........................................................................................................ 38
2.2. İlmî ve Dinî Şahsiyeti ................................................................................. 39
2.3. Ahlakî Şahsiyeti .......................................................................................... 43

vi
2.3.1. Fakr Sahibi Kişiliği .............................................................................. 43
2.3.2. Misafirperverliği ve Cömertliği ........................................................... 50
2.3.3. Merhameti ve Şefkati ........................................................................... 51
2.4. Edebî Şahsiyeti ............................................................................................ 58
2.4.1. Efe Hazretleri‟ne Göre Şiir .................................................................. 60
2.4.2. Şiirlerinde Kullandığı Edebî Dil, Üslûp ve Sanatlar ............................ 64
2.4.3. Arapça ve Farsça Şiirleri ...................................................................... 65
2.4.4. Hülâsatü‟l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî ................ 69

ĠKĠNCĠ BÖLÜM
HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN TASAVVUFTA YETĠġMESĠ VE
TARĠKATININ ÖZELLĠKLERĠ
1. Alvarli Efe‟nin Mensup Olduğu Halidiyye Tarikatinin Tarihi Serüveni ........... 75
2. Halidiyye‟nin Anadolu‟da Yayilma Süreci ........................................................ 78
3. Alvarli Efe‟nin Döneminde Erzurum‟un Tasavvufî Yapısı ............................... 84
3.1. Erzurum‟da Faaliyet Yürüten Hâlidî Şeyhler ............................................. 85
3.2. Erzurum‟da Faaliyet Yürüten Diğer Tarikatlara Mensup Şeyhler .............. 93
4. Alvarli Efe‟nin Etkilendiği Sûfîler ..................................................................... 95
4.1. Hâce Hüseyin Gedâî Efendi (ö.1918) ......................................................... 96
4.2. Hacı Feyzullah Tortûmî/Erzurûmî (ö.1865) ............................................. 103
4.3. Seyyid Mir Hamza Nigârî (ö.1886) .......................................................... 105
5. Alvarli Efe‟nin Tasavvufa Intisabi Ve Hilâfet Alması .................................... 110
5.1. Bitlisli Şeyh Muhammed Küfrevî‟ye İntisâbı ........................................... 111
5.2. Hâlidiyye Yolunda Küfrevî Hilâfeti Alması ............................................. 114
5.3. Şiirlerinde Şeyh Muhammed Küfrevî Efendi ........................................... 116
5.4. Nakşibendî-Hâlidî Silsilesi ....................................................................... 118
5.5. Tillo‟lu Şeyh Nur Hamza‟ya İntisâbı ve Kâdirî Hilâfeti........................... 125
6. Alvarlı Efe‟nin İrşâd Dönemi........................................................................... 128
6.1. “Muhammed Lutfî Efendi” Dönemi ......................................................... 128
6.2. “Alvarlı Efe” Dönemi ............................................................................... 130
6.3. “Efe Hazretleri” Dönemi ........................................................................... 137
7. Alvarlı Efe‟nin Halifeleri ................................................................................. 138
8. Alvarlı Efe‟nin Şiirlerinde Nakşibendîlik ve Kâdirîlik .................................... 142
8.1. Nakşibendîlikle İlgili Görüşleri ................................................................ 142

vii
8.2. Kâdirilikle İlgili Görüşleri ........................................................................ 144
9. Alvarlı Efe ve Küfrevî Postnişinleri ................................................................. 148
9.1. Şeyh Abdülhâdî Efendi (ö.1914) .............................................................. 150
9.2. Şeyh Abdülbâkî Efendi (ö.1943) .............................................................. 151
9.3. Şeyh Nesim Efendi (ö.1953) ..................................................................... 156
9.4 Cesim Küfrevî Efendi (ö.1992) .................................................................. 159
10. Alvarlı Efe‟nin Bazi Âlim ve Mutasavviflarla İlişkileri ................................ 160
10.1. Hâce Mahmud Vehbi Efendi (ö.1945) .................................................... 161
10.2. Bediüzzamân Saîd Nursi (ö.1960) .......................................................... 165
10.3. Ahıskalı Şeyh Ali Haydar Efendi (ö.1960) ............................................. 171
10.4. Şeyh Yûsuf-i Kôdî (ö.1925) .................................................................... 172
10.5. Kâdirî Şeyhi Hacı İbrahim Baba (ö.1930) .............................................. 173
10.6. Solakzâde Müftü Sâdık Efendi (ö.1960) ................................................. 175
10.7. Kasîm Küfrevî Efendi (ö.1992) .............................................................. 177
10.8. Şeyh Maksud Efendi Hoca (ö.1943) ....................................................... 178

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN TASAVVUF ANLAYIġI
1. Tasavvufun Menşei, Tarifi, Konusu ve Gayesi ................................................ 183
2. Alvarlı Efe‟ye Göre Tasavvufun Tanımları ..................................................... 186
3. Alvarlı Efe‟ye Göre Tasavvufun Temel Esasları ............................................. 200
3.1. Tevhîdi Bilmek ve Özümsemek ................................................................ 200
3.2. Şeriatı Tatbik Etmek ................................................................................. 206
3.3. Nefsi Fenâ Ahlaktan Tahliye Etmek ve Güzel Ahlakla Süslemek ........... 210
3.4. Dert ve Belaları Allah‟a Vuslatta Derman Bilmek ................................... 214
3.4.1. Derdin Sebepleri................................................................................. 216
3.4.2. Derdin ve Dermânın Kaynağı ............................................................ 218
3.4.3. Sûfînin Derdi Talep Etmesi ................................................................ 221
3.4.4. Derdin Dermânları ............................................................................. 224
3.5. İncitmemek ve İncinmemek ...................................................................... 228
3.5.1. Hiçbir Canlıyı İncitmemek ................................................................. 231
3.5.2. İnsan Gönlünün Mevlâ‟nın Tecellihânesi Olması.............................. 232
3.5.3. İnsanın İncitilmemesi ......................................................................... 234
3.5.4. Allah ve Resulünün İncitilmemesi ..................................................... 237

viii
3.5.5. İncinmeme İlkesi ............................................................................... 239
4. Alvarlı Efe‟nin İrşâd Âdâb ve Erkânı .............................................................. 243
4.1. Sohbet İle İrşâd ......................................................................................... 243
4.2. Gazeller İle İrşâd ....................................................................................... 244
4.3. Zikir ve Evrâd İle İrşâd ............................................................................. 245
5. Alvarlı Efe‟nin Tasavvufî Konulara Dâir Görüşleri ........................................ 246
5.1. Tahallukla İlgili Konulara Dair Görüşleri ................................................. 248
5.1.1. Tevbe ve İnâbe ................................................................................... 248
5.1.2. Tefekkür ............................................................................................. 250
5.1.3. İhlâs .................................................................................................... 251
5.1.4. Takvâ, Vera‟ ve Zühd ........................................................................ 253
5.1.5. Sabır ve Şükür .................................................................................... 255
5.1.6. Sehâvet ve Îsâr ................................................................................... 257
5.1.7. Fakr ve Gına ....................................................................................... 265
5.1.8. Tevekkül ve Tefviz ............................................................................ 267
5.1.9. Mürîd, Derviş ve Sâlik ....................................................................... 269
5.1.10. Mürşid-Şeyh ..................................................................................... 272
5.1.11. Hizmet .............................................................................................. 275
5.1.12. Âdâb ve Erkân .................................................................................. 277
5.1.13. Zikir .................................................................................................. 279
5.1.14. Himmet............................................................................................. 282
5.1.15. Kurbiyyet ......................................................................................... 283
5.1.16. Tecrîd ............................................................................................... 285
5.2. Tahakkukla İlgili Konulara Dair Görüşleri ............................................... 285
5.2.1. Havf ve Recâ ...................................................................................... 285
5.2.2. Ünsiyet ve Heybet .............................................................................. 288
5.2.3. Aşk ve Muhabbet ............................................................................... 290
5.2.4. Şevk .................................................................................................... 296
5.2.5. Vecd ................................................................................................... 298
5.2.6. Dehşet................................................................................................. 299
5.2.7. Safâ..................................................................................................... 299
5.2.8. Sekr .................................................................................................... 301
5.2.9. Hayret ................................................................................................. 301
5.2.10. Fenâ ve Bekâ .................................................................................... 303

ix
5.2.11. Yakîn ................................................................................................ 303
5.2.12. Hikmet .............................................................................................. 304
5.2.13. Marifet .............................................................................................. 307
5.2.14. Vücûd, Vâcib‟ul-Vücûd ................................................................... 312
5.2.15. İnsân-ı Kâmil.................................................................................... 313
5.2.16. Tecellî............................................................................................... 315
SONUÇ .................................................................................................................... 317
KAYNAKÇA .......................................................................................................... 324
ÖZ GEÇMĠġ ........................................................................................................... 334

x
KISALTMALAR

a.y. : Aynı yer


a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.s.b. : Adı geçen sempozyum bildirisi
a.g.t. : Adı geçen tez
AÜSBE : Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
b. : Beyit
b. : İbn
Bkz. : Bakınız
c. : Cilt
çev. : Çeviren
DĠA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
Haz. : Hazırlayan
k. : Kıta
no : Numara
ö. : Ölüm
s. : Sayfa
SDÜ. : Süleyman Demirel Üniversitesi
sy. : Sayı
Ģ. : Şiir
Ter. : Tercüme eden
TDV. : Türkiye Diyanet Vakfı
Tah. : Tahkîk eden
ts. : Tarihsiz
vd. : Ve diğerleri

xi
ÖNSÖZ

Ezelden ebede kadar bütün güzel övgüler, kulunu istikâmet yoluna ileten,
kalpleri tevhîd üzere sabitleştiren, hayırlı işlere muvaffak kılan Allah Teâlâ‟ya
mahsustur. Hak Teâlâ‟nın en bereketli rahmetleri, en latîf selâmları ve en güzel
selâmeti; Resullerin efendisi, takvayla vasıflanan salihlerin ve bilgileriyle amel eden
asfiyânın tâcı Efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟e ve onun şerefli
âlinin, ashâbının ve onlara ittiba eden salihlerin üzerine olsun.

Muhakkak toplumların varlığını devam ettirebilmeleri ve ilerleyebilmeleri


kültürlerine sahip çıkabildikleri ölçüde mümkündür. Bu anlamda kültürün korunması
ve gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarılması; fikrî, ahlakî ve dinî yönden
topluma yön veren, önder olan âlim, mütefekkir ve ârif şahsiyetlerin yetişmesiyle
doğru orantılıdır. Çünkü bu yüce insanlar, toplumdaki her bir ferde ayna olmakla
onlara ilim, irfân ve hikmet deryasında yol almayı öğretmektedirler.

Topluma ahlakî ve manevî açıdan yön veren, insanları ahsen-i takvim üzere
yaratılışın gayesi doğrultusunda kemâle yönlendiren şahsiyetlerden biri de, bu
amaçla yüzlerce kıymetli şiir kaleme alan, Erzurum‟da yetişmiş ve irşad faaliyetlerini
vefatına kadar burada sürdürmüş “Alvarlı Efe Hazretleri” lakabıyla maruf, Kâdirî ve
Nakşibendî mürşidi Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟dir.

Dini ilimlerde temayüz etmiş bir aileye mensup olan Alvarlı Efe Hazretleri,
ilmî tahsilini tasavvuf ehli bir âlim olan babası Hâce Hüseyin Efendi‟den yapmış ve
bu durum; onun çok erken yaştan itibaren ilim ve tasavvuf yolunda ünsiyet kurmasını
sağlamıştır. 1868-1956 yılları arasında yer alan ömrü, Osmanlı‟nın son dönemi ile
Cumhuriyet‟in ilk yıllarında geçmiştir. İlmî ve tasavvufî eğitimi Osmanlı döneminde,
mürşitliğinin pekiştiği ve şöhret bulduğu yıllar Cumhuriyet devrinde gerçekleşmiştir.

Alvarlı Efe Hazretleri, özü, sözü muvafık bir âlim ve sûfî olarak; âşıkâne,
ârifâne, âlimâne ve mürşidâne söylemiş olduğu muhtelif konulardaki şiirleri
sayesinde tüm Anadolu‟da tanınmıştır. Şöhreti, şiirlerinin ilahi ve türkü tarzında
bestelenerek okunmasıyla dilden dile, gönülden gönüle yayılmış ve onu tanıyanların
sayısı, vefatından itibaren günümüze kadar daha da artmıştır. Bu sebeple Yunus

xii
Emre ve Mevlânâ gibi irşadı nazmen kaleme aldığı eserleri sebebiyle halen devam
eden mutasavvıflardan olmuştur.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatı ve tasavvufî düşüncelerini konu


ettiğimiz bu çalışma; bir giriş, üç ana bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Giriş
kısmında söz konusu araştırmanın konusu, amacı, yöntemi ve kaynakları açıklanmış,
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin yaşadığı on dokuzuncu yüzyılın sonuna ve
yirminci yüzyılın ilk yarısına genel bir bakış çerçevesinde siyasî, sosyal, kültürel
durum ve tasavvufî, dinî hayat değerlendirilmiştir.

Birinci bölümde; Efe Hazretleri‟nin hayatı ve şahsiyeti incelenmiştir. Hayatı


kısmında; yetiştiği çevre, “hâce", "efe" ve diğer lakapları, ailesi, doğumu, gençliği,
ilmî tahsili, evlilikleri, çocukları ve iâşesi, vefatı, Dinarkom, Yavi ve Alvar
köylerinde geçen imamlık yılları ile Rus istilasına karşı cihadı işlenmiştir. Şahsiyeti
kısmında; ilmî, ahlâki ve edebî şahsiyeti ayrı ayrı değerlendirilmiştir.

Çalışmanın ikinci bölümünde; Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvufta


yetişmesi ve tarikatının özellikleri konu edilerek; ilk olarak mensubu olduğu
Hâlidiyye tarikatının tarihi serüveni ve Anadolu‟da yayılma süreci kısaca
değerlendirilmiştir. Sonrasında, Efe Hazretleri‟nin yaşadığı dönemde Erzurum‟da
tasavvufi hayat, mürşitlik öncesi dönemi ve etkilendiği sûfîler, tasavvufa intisâbı ve
hilâfet alması, irşâd dönemi, halifeleri, şiirlerinde Nakşibendîlik ve Kâdirilik,
Küfrevî Tekkesi postnişînleri ile ilişkileri ve döneminde yaşamış bazı âlim ve
mutasavvıflarla olan münasebetleri çalışılmıştır.

Üçüncü bölümde; Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışı konu


edilmiştir: İlk olarak tasavvufun menşei, tarifi, konusu ve gayesi üzerine genel bir
değerlendirme yapıldıktan sonra, Efe Hazretleri‟nin tasavvuf anlayışının genel hatları
belirtilmiştir. Bu çerçevede, Efe‟nin tasavvufa kazandırdığı tanımlar ve tasavvuf
anlayışının temel esasları ayrı ayrı ele alınmıştır. Diğer taraftan onun tasavvuf
anlayışını daha iyi irdeleyebilmek için, tasavvufun tahallukî ve tahakkukî konularına
bakışı kavram bazında değerlendirilmiştir. Tahallukla ilgili öne çıkan görüşleri; tevbe
ve inâbe, tefekkür, ihlâs, takvâ, vera‟ ve zühd, sabır ve şükür, sehâvet ve îsâr, fakr ve
gına, tevekkül ve tefviz, mürîd, derviş ve sâlik, mürşid-şeyh, hizmet, âdâb ve erkân,
zikir, himmet, kurbiyyet ve tecrîd başlıkları altında, tahakkukla ilgili öne çıkan

xiii
görüşleri ise; havf ve recâ, ünsiyet ve heybet, aşk ve muhabbet, şevk, vecd, dehşet,
safâ, sekr, hayret, fenâ ve bekâ, yakîn, hikmet, marifet, vücûd, vâcib‟ul-vücûd, insân-
ı kâmil ve tecellî başlıkları altında incelenmiştir.

Araştırmanın sonuç bölümünde ise; çalışmanın tümü üzerinde elde edilen


bilimsel veriler ışığında, Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatı ve tasavvufi
görüşleri üzerine son bir değerlendirme yapılmıştır.

Bu çalışma için elde edilen verilerin sağlanmasında değerli bilgi ve katkılarını


esirgemeyen Alvarlı Efe Hazretleri‟nin oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi‟nin
damadı, değerli araştırmacı Hüseyin KUTLU Hocaefendi‟ye teşekkürlerimi sunarım.
Yine araştırmam içerisinde verdiği değerli bilgilerle katkılarını sunan Prof. Dr.
Abdülgaffar Aslan‟a teşekkür ederim. Araştırmamın başından itibaren çalışma planı
çerçevesinde yaptığım araştırmalarda kıymetli vakitlerini ayırarak teşvik ve
yardımlarını hiç esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Rifat OKUDAN‟a
şükranlarımı arz ederim.

Salih ÇORUH
Isparta, 2015

xiv
GĠRĠġ

1. ARAġTIRMANIN KONUSU, AMACI, YÖNTEMĠ VE


KAYNAKLARI

İnceleme, araştırma, tahlil ve tetkike dayanan bu araştırma belli ilkelere,


metotlara ve anlam boyutuna sahip bulunmaktadır. Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tarikatı ve tasavvufunun incelendiği söz konusu çalışmanın çeşitli
amaçları, yöntemleri ve kaynakları mevcuttur.

1.1. AraĢtırmanın Konusu

Bu araştırma, 19. yüzyılın sonlarında yetişmiş olmakla birlikte 20. yüzyılda


Cumhuriyet devrinde irşad faaliyetlerini yürüten Anadolu‟nun ünlü ve etkin
tasavvufî şahsiyetlerden, Kâdiriyye tarikatına ve Nakşibendiyye tarikatının Hâlidiyye
koluna mensup “Alvarlı Efe Hazretleri” diye bilinen Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tarikatının özellikleri ve tasavvufî görüşleri hakkındadır. Çalışmada,
Muhammed Lutfî Efendi‟nin hayatı, şahsiyeti, tasavvufta yetişmesi, irşad dönemi,
halifeleri, tarikatının özellikleri ve tasavvuf anlayışı ayrıntılı olarak
değerlendirilmiştir.

Alvarlı Efe Hazretleri, Tasavvuf bilim dalı açısından önemli bir şahsiyet
olmasına karşın, tarikatı ve tasavvuf anlayışı üzerine akademik anlamda bir çalışma
yapılmamıştır. Alan açısından bu eksikliğin giderilmesine bir başlangıç olması için
bu konu tercih edilerek incelenmiştir.

1.2. AraĢtırmanın Amacı

Tez, başlıktan da anlaşıldığı gibi Muhammed Lutfî Efendi‟nin hayatı,


şahsiyeti, tasavvufta yetişmesi, irşad dönemi, halifeleri, tarikatının özellikleri ve
tasavvuf anlayışını ele almak, bu konular hakkında bilimsel veriler elde etmek, ilmî
yorumlarda bulunmayı amaçlayan bir çalışmadır. Bu hedeflere ulaşmak için
Cumhuriyet döneminin önde gelen ilim ve maneviyat önderi olan bu şahsın, kültürel,

1
bilimsel ve manevî dünyasına yön veren tarihî arka plana ışık tutmak, tezin en
önemli hedeflerindendir. Osmanlı döneminin sonu ile bu miras üstüne kurulan
Cumhuriyet döneminin dinî, kültürel, edebî ve tasavvufî yapısının bu şahsa katkıları
incelenirken, Alvarlı Efe Hazretleri‟nin de gerek yaşadığı döneme gerekse günümüze
kadar uzanan ilmî, dinî ve tasavvufî hayata katkıları bilimsel kıstaslar ışığında
değerlendirmek tezin hedefleri içerisinde yer almaktadır. Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tasavvuf anlayışına getirdiği dinamizm ve canlılığı günümüz tasavvuf
düşüncesine aktarmak yine bu araştırmanın amaçlarından biridir.

Tezin bir diğer amacı ise; hakkında tasavufî ve tarikat yönünden yeterince
akademik çalışma bulunmayan Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatının
muhtevasını ve tasavvuf anlayışını Tasavvuf bilim dalına kazandırmak ve daha
derinlemesine araştırmaların yapılmasına öncülük etmektir.

1.3. AraĢtırmanın Yöntemi

Bu çalışma, tarama modelinde betimsel bir araştırmadır. Zira bir araştırma


geçmişteki veya halen mevcut bir olayı var olduğu şekliyle betimlemeye (tasvir
etmeye) yönelikse “tarama” modelinden yararlanılır.1 Verilerin toplanmasında
dökümantasyon yöntemi kullanılmıştır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin günümüze ulaşan tek eseri, şiirlerinin


toplandığı “Hülâsatü'l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lütfî” isimli eseri en
önemli kaynak olmuştur. Tarikat geleneği çerçevesinde, günümüzde onun yolunu
devam ettiren bağlılarının kaleme aldığı eserlerden, Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟yi çeşitli yönleri ile inceleyen bilimsel araştırmalardan ve hatıralara dayanan
Erzurum‟da yerel bazda yayınlanmış bir kısım çalışmalardan yararlanılmıştır.

Bu araştırmada; öncelikle Efe Hazretleri‟nin yaşadığı 19. yüzyılın sonları ile


Cumhuriyet döneminin 1956‟ya kadarki ilk döneminin siyasî, sosyal, dinî ve
tasavvufî alt yapısı ele alınmış, daha sonra Efe Hazretleri‟nin hayatı ve şahsiyetine
dair bilgiler sunulmuştur. Akabinde Alvarlı Efe‟nin tasavvuf yolunda yetişmesi,
hilafet alması, tarikatının özellikleri, tarikat anlayışı ve döneminde yaşamış âlim ve

1
A. Hamdi İslamoğlu, Ümit Alnıaçık, Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, Beta Yay., İstanbul,
2014, s. 97.

2
sûfilerle olan ilişkileri irdelenmiştir. Daha sonra çalışmamızın bir diğer önemli
noktasını oluşturan kısımda ise; Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf dünyasına bir
yolculuk yapılarak, tasavvufî kavramlara yüklediği anlamlar üzerinde ısrarla durduğu
konular, şiirlerinden örnekler verilerek tespit edilmeye çalışılmıştır.

Bu çalışmanın hedeflenen amacına ulaşması için, her türlü ön kabul ve ön


yargılardan uzak kalmak suretiyle, elde edilen veri, bulgu ve kaynaklara bilimsel
objektiflik kıstasına uyularak, eleştirel bir üslupla gerçekleştirilen bilimsel
yorumlarla değerlendirmeye tabi tutulmuştur.

1.4. Kaynakların Değerlendirilmesi

Konusu Hâce Muhammed Lutfî Efendi olan bu araştırma hakkındaki


kaynakları, dört bölümde incelememiz mümkündür:

1. Araştırmanın temel kaynağı; Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin,


muhtevasında şiirlerinin yer aldığı tek ve yegâne eseri olan “Hülâsatü‟l Hakâyık ve
Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî” isimli kitabıdır.2 Vefatından sonra oğlu ve
halifesi Hâce Seyfeddin Mazlumoğlu Efendi‟nin başkanlığında kurulan bir komisyon
tarafından şiirleri toplanmış, yayına hazırlanmış ve ilk olarak 1974 yılında
neşredilmiştir. Bu kitapta Efe Hazretleri‟nin hece ve aruz vezniyle yazılmış dokuz
yüze yakın şiiri ve yine nazmen kaleme aldığı çeşitli mektupları vardır. Tasavvufi
birçok kavram ve konu hakkında görüşlerini bu şiirlerinde bulmak mümkündür.

2. Çalışmanın kaynaklarından bir diğeri; Efe Hazretleri‟ne gönül bağlayarak


tarikatı üzerine devam eden bir kısım mürîd ve muhibbânı tarafından hakkında
derlenen kitaplardır. Bunlardan en önemlileri, Efe Hazretleri‟nin halifesi ve oğlu
Hâce Seyfeddin Efendi‟nin damadı ve bugün Alvarlı Efe‟yi sevenler nazarında
önemli bir konumda bulunan Hüseyin Kutlu‟nun hazırladığı “Efe Hazretleri Alvar
İmamı Muhammed Lutfî Efendi”3 ve “Hâce Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri) Hayatı,

2
Hâce Muhammed Lütfî Efendi, Hülâsatü'l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lütfî, Damla
Yayınevi, İstanbul, 2011.
3
Hüseyin Kutlu, Efe Hazretleri Alvar İmamı Muhammed Lutfî Efendi, Sûfî Kitap Yayınları, İstanbul,
2013.

3
Şahsiyeti ve Eserleri”4 isimli iki eseridir. Kutlu, ciddi bir gayret ve çalışmanın
neticesi olan bu kitaplarında, başta Hâce Seyfeddin Efendi‟nin görüşleri olmak üzere
Efe Hazretleri‟ni görmüş veya tanımış birçok kişiden istifade etmiş, Efe
Hazretleri‟nden kalan mektuplar, icâzetnâmeler ve çeşitli yazılı belgelerden
faydalanmıştır. Bu eserde yine Muhammed Lutfî Efendi ile görüşüp tanıyan
kimselerin hatıralarına dayanarak birçok menkıbesine yer verilmiştir.

3. Araştırmanın önemli kaynaklarından bir diğeri ise; Hâce Muhammed Lutfî


Efendi hakkında yapılan çeşitli akademik çalışmalardır. Bunlardan en önemlisi; Ayşe
Farsakoğlu‟nun “Hâce Muhammed Lütfî Efendi'nin Şiirlerinde Dinî ve Tasavvufî
Unsurlar” başlıklı doktora tez çalışmasıdır.5 Oldukça kapsamlı bir araştırma olan
Farsakoğlu‟nun bu tezi, Hâce Muhammed Lutfî Efendi üzerine çalışma yapacak olan
araştırmacılara yol gösterici mahiyettedir. M. Lütfi Karaca‟nın, “Alvarlı Muhammed
Lutfî‟nin Şiirlerinin Umumi Tahlili”6 ve Birol Yıldırım‟ın, “Alvarlı Muhammed Lutfî
Hayatı ve Hulâsatü‟l-Hakâyık Adlı Eserindeki Ahlâkî Unsurlar”7 başlıklı yüksek
lisans tezleri yine bu konuda yapılan akademik çalışmalardan bazılarıdır. Fakat Hâce
Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatı ve tasavvuf anlayışı üzerine müstakil bir tez
çalışması mevcut değildir. 25-26 Nisan 2013 tarihlerinde Erzurum‟da Atatürk
Üniversitesi‟nin organizesi ile gerçekleştirilen “Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)”
başlıklı uluslararası sempozyumda Efe Hazretleri‟nin tasavvufî görüşleri üzerine
yüzü aşkın bilim adamının sunduğu bildiriler bu konuda eksik olan akademik çalışma
noktasında önemli katkı sağlamış olup bu araştırma içinde önemli katkılar sunacaktır.
Sözkonusu sempozyumda sunulan bildiriler Atatürk Üniversitesi tarafından
“Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler” ismiyle
iki cilt olarak yayınlanmıştır.8

4
Hüseyin Kutlu, Hâce Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri) Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, Damla
Yayınevi, İstanbul, 2006.
5
Ayşe Farsakoğlu, Hâce Muhammed Lütfî Efendi'nin Şiirlerinde Dinî ve Tasavvufî Unsurlar, Doktora
Tezi, AÜSBE, Erzurum, 2010.
6
M. Lütfi Karaca, Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Şiirlerinin Umumi Tahlili, Yüksek Lisans Tezi,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, 1996.
7
Birol Yıldırım, Alvarlı Muhammed Lutfî Hayatı ve Hulâsatü‟l-Hakâyık Adlı Eserindeki Ahlâkî
Unsurlar, Yüksek Lisans Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Van, 2003.
8
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler (I-II), Editör Cengiz
Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yay., Erzurum, 2013.

4
4. Araştırmaya kaynaklık eden diğer çalışmalar; Erzurum‟un ahlakî, manevî,
dinî ve kültürel geçmişi hakkında neşredilen çeşitli yayınlar ve internet sitelerinde
yer alan bilgilerdir. Efe Hazretleri‟nin tasavvuf anlayışının ve tarikatının etkilerinin
daha doğru bir şekilde anlaşılması için gerekli olan, yaşadığı dönemde Erzurum ve
çevresinde etkin olan tasavvufi yaşam ve şahsiyetler hakkında yeterince akademik
çalışmanın olmayışı bu tür yerel kaynakların ciddi ve bilimsel bir tarzda
değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda zikredilebilecek kaynaklardan
en önemlileri, M. Sıtkı Aras tarafından telif edilen “Erzurum‟un Manevî Mimarları”9
ve “Bir Şehrin Ruhu: Erzurum”10 isimli kitaplardır.

2. HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN YAġADIĞI


DÖNEME GENEL BĠR BAKIġ

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, 1868-1956 yılları arasındaki 88 yıllık


ömrünün 55 yılını Osmanlı‟nın buhranlarla dolu çalkantılı yıkılış döneminde,
hayatının son 33 yılını ise yine siyasal, kültürel, dinî ve tasavvufî açıdan birçok
inkılabın yapıldığı Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamıştır. Doğal olarak, onun
yaşadığı Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Anadolu‟nun siyasî, kültürel, dinî ve
tasavvufî yapısının Efe Hazretleri üzerinde çok önemli bir etkisi söz konusudur.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin daha iyi anlaşılması ve fikir dünyasının kavranması


adına onun hayatına, fikir ve ruh dünyasına yön veren yaşadığı dönemin
özelliklerinin bilinmesi yararlı olacaktır.

2.1. Siyasî, Sosyal ve Kültürel Durum

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin 19. yüzyılın sonlarında başlayan hayat


serüveni, yirminci yüzyılda Cumhuriyet devrinde son bulmuştur. 19. ve 20. yüzyıllar
Anadolu insanının siyasal, sosyal ve kültürel hayatında çok önemli gelişmelerin ve
değişikliklerin meydana geldiği bir dönem olmuştur.

9
M.Sıtkı Aras, Erzurumun Manevî Mimarları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007.
10
M.Sıtkı Aras, Bir Şehrin Ruhu: Erzurum, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007.

5
Osmanlı Devleti‟nin askeri, siyasi ve ekonomik alanda giderek zayıflamasına
bir çözüm olarak, halktan âri bir şekilde aydınlar ve saray etrafında gelişen Batı
eksenli çözüm fikri, zamanla birçok sosyal ve kültürel değişime zemin hazırlamıştır.
18. yüzyılın sonlarında başlayan söz konusu batılılaşma temayülü, 19. yüzyılda
artarak devam etmiş, 20. yüzyılın başlarında ve Cumhuriyet döneminde ise doruk
noktaya ulaşmıştır.

Batı eksenli yenilenme ve modernleşme fikri, gerek Tanzimat öncesi,


Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet ve gerekse Cumhuriyet döneminde sadece
siyasi, askeri ve iktisadi alanda başlayıp kalmamış, başta eğitim ve kültür olmak
üzere ülkenin her alanında etkisini kısa sürede göstermiştir. Böylece, yeniliklerin
sadece askeri, siyasi ve iktisadi alanda kalacağı ilkesi zamanla kaybolmuştur.11

Batılılaşma hareketleri, Osmanlı‟nın yıkılışı sonrası Cumhuriyetin


kurulmasıyla birlikte devrim niteliğini almıştır. Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki
batılılaşma hareketleri Osmanlı‟dakinden çok daha fazla olmuştur. Zira I. Dünya
Savaşıyla parçalanan bir imparatorluğun merkezinde ve emperyalist devletlere karşı
kazanılan bir savaş sonucunda kurulmuş bir devlet olduğunu ve her şeye yeniden
başlandığını göz önünde bulunduracak olursak, devletin batılılaşma hareketine nasıl
sarıldığını bir nebze anlayabiliriz. Ancak bu batılılaşma tepeden aşağıya dayatılmış
bir harekettir ve halk nezdinde kabulü kolay olmamıştır. Netice itibariyle, halka
dayatma ile tepeden inme bir anlayışla sürdürülen söz konusu batılılaştırma politikası
bir “saray” ve “elit” devrimidir.12

Bu açıdan Tanzimat‟la Cumhuriyet devri uygulamaları arasında esasta fark


yoktur. Halk ise bu hareketlere hemen her zaman karşı çıkmıştır. Bu nedenle
batılılaşma, aynı zamanda idareci kadro ve aydınlarla halkın arasının gittikçe
açılmasını, hatta bu farklılaşmanın düşmanlığa dönüşmesini de ifade eder. İlerici
gerici sınıflandırmaları yine böyle bir yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak, “Modern ulus-devlet niteliğine sahip Türkiye Cumhuriyeti‟nin


kurulmasıyla beraber, yeni rejim kendi sistem ve idare tarzına uygun politikalar

11
Süleyman Karataş, “Osmanlı Eğitim Sisteminde Batılılaşma”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, Haziran 2003, sy.1, c.5, s.242.
12
Kemaleddin Taş, “Tanzimat ve Batılılaşma Hareketlerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, sy.7, s.93.

6
üretmiştir. Bu bağlamda XX. yy‟ın başlarında Türkiye‟de bürokrasi, aydınlar ve
âlimler arasında taraftar bulan Türkçülük ve Batıcılık fikirleri resmî ideoloji
tarafından benimsenmekle birlikte, İslamcılık fikri kabul görmemiş; bu fikir idarî,
hukukî ve eğitsel düzenlemeler ile bertaraf edilme cihetine gidilmiştir.”13

2.2. Dinî ve Tasavvufî Hayat

19. yüzyılda bir kısım aydınlar ve bürokratlar arasında etkisini artıran


batılılaşma fikri dinî ve tasavvufî hayatta halk nezdinde çeşitli olumsuz etkiyi ön
plana çıkarsa da, bu yüzyıl; tasavvufun ve tasavvuf ehlinin konumunun tekrar
değerlendirildiği, tasavvuf ve medrese hayatında yenilenmenin yaşandığı bir dönem
olmuştur.

Bu dönemde gerçekleşen en önemli hâdiselerden birisi 1826 yılında “Vak‟a-yı


Hayriye” olarak değerlendirilen “Yeniçeri Ocağının” kapatılması kararı olmuştur. Bu
karar neticesinde Yeniçeri Ocağı‟nın en büyük destekçisi konumunda bulunan
Bektaşî tekkelerine kilit vurulmuştur. Bektaşiliğin lağvedilmesiyle boşalan tasavvufî
alan başta Nakşibendiler olmak üzere diğer tarikat mensuplarınca doldurulmuştur.

Bu yüzyıla, siyasî, ekonomik ve kültürel anlamda damgasını vuran tasavvufî


hareket ise, Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin mensubu olduğu, Nakşibendîliğin
Hâlidiyye kolu olmuştur. 19. Yüzyıla gelindiğinde Nakşîlik; Irak, Suriye, Anadolu ve
Balkanlar‟da Hâlidilik şekline bürünmüştür. Bunda Osmanlı‟nın 1826 yılında
Bektâşiliği resmen kapatması ve dergâhlarına Hâlidî şeyhler ataması, devlet ricâlinin
ve sultanların da bu tarikata ilgi duyması etkili olmuştur.14

Hâlidilik, Anadolu‟da Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟nin (ö.1826) gönderdiği


halifeleri vasıtasıyla etkisini artırmış, Nakşi-Müceddidi gelenek yerini Nakşi- Hâlidî
geleneğe bırakmış, Hâlidiyye şeyhleri Anadolu‟nun her tarafında, her meselesinde
gözükmeye başlamıştır. Daha çok ilmiye sınıfı ve medrese erbabı arasında
yaygınlaşan Hâlidîler, herhangi bir mekâna bağlı kalmaksızın medrese, cami veya
evlerde tarikat neşrinde bulunmuşlardır. Bu sayede hızlı ve etkili bir şekilde yayılma

13
M. Saffet Sarıkaya, "Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinde Dinî Tarikat ve Cemaatlerin Toplumdaki
Yeri" SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi, Isparta, 2000, sy. 3, s.94.
14
H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2010, s.261.

7
imkânı elde etmişlerdir. Anadolu‟nun hemen her tarafına yayılan Halidiyye‟nin, en
yoğun olduğu bölgeler; Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu
bölgeleridir.15 Anadolu‟da görevlendirilen Hâlidî şeyhlerinden en çok bilinenleri
şunlardır: Seyyid Abdullah Şemdînî (ö.1228/1813), Seyyid Taha Nehrî/Hakkarî
(ö.1852), Halid el-Cezerî (ö.1839), Muhammed el-Firâkî (ö.1865), Muhammed Hâfız
er-Ruhâvî (ö.?), Feyzullah el-Erzurumî-Tortûmî (ö.1865), Abdullah Mekkî el-
Erzincânî (ö.?), Ödemişli Hasan Kudsî Efendi (ö.1834), Muhammed Kudsi Bozkırî
(ö.1852), Ahmed Eğribozî (ö.1835), Hüseyin Vaiz Efendi (ö.?), Ahmed Siyahî
(ö.1874), Ali Sebtî (ö.1870), Abdülfettah el-Akrî (ö.1864), Ahmed b. Süleyman el-
Ervâdî (ö.1858), İsmail Şirvânî (ö.1848), Osman Siracüddin et-Tavîlî (ö.1872),
Muhammed el-Hanî (ö.1862)16

Hâlidî geleneğin karakteristik bir özelliği olarak medrese eğitimine önem


vermeleri sonucunda, Anadolu‟da ilmî faaliyetler artmış ve neticesinde pek çok âlim
yetişmiştir. Medrese-tekke birlikteliğinin sağlanmasıyla şeriat ilimlerine hâkim
mutasavvıfların sayısı artmıştır.

Cumhuriyet devrine gelindiğinde, özellikle ilk dönemlerde; tekke, zâviye ve


dergâhlar yeni rejime karşı bir tehdit olarak algılanmış, faaliyetleri 30.11.1925‟te 677
sayılı kanunla resmen yasaklanmış ve gizliden gizliye icra ettikleri dîni ve tasavvufî
faaliyetleri sıkı takibata maruz kalmıştır. Cumhuriyet döneminde tasavvufi
zümrelerin yasaklı konuma getirilmesi, tasavvufî faaliyetlerin kanunlar çerçevesinde
kurulan vakıf ve dernekler vasıtasıyla derinden ve sessizce yürütülmesi sonucunu
doğurmuştur. 1950 yılına gelindiğinde çok partili hayata geçilmesi ile tarikat
mensupları üzerinde ki baskı bir nebze azalmıştır. Uzun süre yasak olan ve devlet
kontrolünde olmayan bir kurumun sağlıklı bir yapı göstermesi mümkün
olmadığından günümüze gelindiğinde istisnaları olmakla birlikte tarikatların

15
Hamid Algar, “Hâlidiyye”, DİA., c.15, s.295-296; Süleymen Uludağ, “Hâlidiyye(Anadolu‟da
Hâlidilik)”, DİA., c.15, s.296-299; Abdulcebbar Kavak, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu‟daki İlmî
ve Kültürel Hayata Katkıları”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslâmî İlimler (Uluslararası
Sempozyum), Bingöl Ünv. Yay. Bingöl, 2013, c.1, s.268-269.
16
Abbas Azzâvî, Hulefâ-i Mevlânâ Hâlid, Bağdat, 1974, s.180-216; Kavak, Hâlidiyye Medreselerinin
Anadolu‟daki İlmî ve Kültürel Hayata Katkıları, c.1, s.269-270; Abdurrahman Memiş, “Hâlid-i
Bağdâdî‟nin Halifeleri”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Van İl Müftülüğü, Uluslararası
Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyum Bildirileri (Ed. Erdal Baykan, Mehmet Keskin), TDV
Yayınları, Ankara, 2012, s.166 vd; Mevlânâ Hâlid Bağdâdî, Halidiyye Risâlesi, Semerkand Yay.,
İstanbul, 2013, s.29 vd.

8
birçoğunun ehil olmayan liyakatsiz kişiler tarafından temsil edildiği gerçeği ortaya
çıkmıştır.17 Osmanlı‟nın son döneminde Anadolu‟nun en etkin tasavvufî yapısını
oluşturan Hâlidî tekkeleri, Cumhuriyet Türkiye‟sinde yeni yönetimin sert muhalifleri
olarak yakından izlenerek faaliyetlerini gizliden gizliye yürütseler de geleneklerinin
esasını büyük ölçüde muhafaza ederek, etkilerini bugüne kadar güçlü bir biçimde
sürdürmeyi başarmışlardır.18

Yeni rejimin politikasına uygun olarak, 1947‟ye kadarki dönemde din eğitimi
yasaklanmış ve bazı konjonktürel inkılaplar yürürlüğe konulmuştur. Bu dönemde
tarikatlar ve dinî cemaatler çeşitli vakıf ve dernekler aracılığıyla önemli bir misyon
üstlenmiş, hem halkın dinî hayatını sürdürmeyi temin edecek nitelikte din hizmetleri
kadrosunun yetişmesi için dinî ilimleri tedris etmiş, hem de asgarisi, ilmihal bilgileri
ve Kur‟ân-ı Kerîm kıraatiyle ilgili öğretim esas alınarak halkın dinî kültürünün
devamlılığı sağlanmıştır. Halidiyye koluna bağlı dergâhlarda bu misyonun
yansımaları büyük oranda kendini göstermektedir. Çünkü Nakşî Halidiyye kolu
Anadolu‟da medrese-tekke geleneğini birlikte yürütmeyi başarmış bir yapılanmaya
sahiptir.19

Bu bağlamda Anadolu‟da irili ufaklı birçok yapılanma kendini


göstermektedir. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ilmiye sınıfına
mensup âlim ve ârif şahsiyetler köy ve kasabalara çekilmek suretiyle gizli ve
derinden ilmî ve tasavvufi çalışmalarını yürütürlerken diğer bölgelerde daha sistemli
ve büyük yapılanmalar dikkati çekmektedir. Bediüzzaman Said Nursî‟nin (ö.1960)
önderliğini yaptığı “Risâle-i Nur Hareketi”, Süleyman Hilmi Tunahan‟ın (ö.1959)
mürşitliğini icra ettiği “Süleymancılık” adı verilen ilmî ve tasavvufî hareket, büyük
sûfi ve muhaddis Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî‟nin (ö.1893) çeşitli halifeleri
vasıtasıyla İstanbul ve çevresinde etkili olan tasavvufî ve ilmî yapılanmalar
bunlardan başlıcalarıdır. Araştırmamızın ana temasını teşkil eden Alvarlı Hâce
Muhammed Lutfî Efendi‟nin (ö.1956) Erzurum merkezli çalışmaları20 ve Şeyh
Abdülhakîm Arvâsî Efendi‟nin (ö.1943) kaynaklık ettiği Hüseyin Hilmi Işık (ö.2001)

17
M.Necmettin Bardakçı, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Rağbet Yay., İstanbul, 2005, s.302.
18
Rüya Kılıç, Osmanlı Devleti‟nde Yönetin-Nakşibendî İlişkisine Farklı Bir Bakış: Hâlidî Sürgünleri,
Tasavvuf Dergisi, sy. 17, s.104.
19
Sarıkaya, a.g.m., s.96.
20
Sarıkaya, a.g.m., s.96 vd.

9
ve Necip Fazıl Kısakürek (ö.1983) ekseninde ortaya çıkan yapılanmalar yine bu
dönemin en etkin tasavvufî ve ilmî cemaatlerini ortaya çıkarmıştır.

Çok partili hayata geçilmesi sonrası ise devletin laiklik anlayışında bir nebze
yumuşama olmuştur. Bunun sonucunda 21 Mayıs 1948 tarihinde on adet İmam Hatip
Yetiştirme Kursu açılmış, Demokrat Parti‟nin iktidara gelmesi sonrası 17 Ekim
1951‟de ise Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yedi ilde İmam Hatip Okulu eğitim
ve öğretime başlamıştır. Diğer taraftan 1949 yılında Ankara Üniversitesi‟ne bağlı bir
İlahiyat Fakültesi kurulmuş, 1959 yılında ise İmam Hatip Okullarından mezun olan
öğrencilerin yükseköğrenimlerini devam ettirmeleri için çeşitli Yüksek islâm
Enstitüleri faaliyete başlamıştır.21

21
Mustafa Öcal, “İlahiyat Fakültelerinin Tarihçesi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Yıl. 1 (1986), sy.1, c.1, s.111 vd.

10
BĠRĠNCĠ BÖLÜM

HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN HAYATI VE


ġAHSĠYETĠ

Çalışmanın bu bölümünde, “Alvarlı Efe Hazretleri” lakabıyla Anadolu‟da


şöhreti günümüze kadar artarak gelen Nakşibendî ve Kâdirî şeyhi Erzurumlu Hâce
Muhammed Lutfî Efendi‟nin hayatı ve şahsiyeti ele alınacaktır.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin hayatı çeşitli yönleriyle ayrıntılı olarak


açıklandıktan sonra, ilmî, ahlakî ve edebî şahsiyeti şiirlerinden örnekler verilerek
tahlil ve tetkik edilecektir. Zira onun şahsiyeti hakkında verilen bilgiler, şiirlerindeki
ilmî, ahlakî ve edebî vurgularla örtüşmektedir.

1. Hâce Muhammed Lutfî Efendi’nin Hayati

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, 1868-1956 yılları arasında; Osmanlı


Devleti'nin son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşamış bir sûfi ve
mutasavvıftır. Erzurum‟da doğmuş ve ilmi tahsilini başta babası Hâce Hüseyin
Efendi olmak üzere o dönemin Erzurum âlimlerinden yapmıştır. 1890 yılında yirmi
iki yaşındayken Bitlis‟te bulunan Nakşibendiliğin Halidiyye kolunda bir pîr olan
şeyh Muhammed Küfrevî‟ye intisap etmiş, beş yıl sonra 1895‟de yirmi yedi gibi
genç bir yaşta halife tayin edilmiştir. Tillo‟lu Şeyh Nur Hamza‟dan ise Kâdirî hilafeti
bulunan Efe Hazretleri, ömrünün tamamını Erzurum merkez ve köylerinde ikamet ve
irşatla geçirmiştir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, Muhammed Küfrevî'nin icazetnâme verdiği


iki yüze yakın hulefâsından biri olmasına karşın, Anadolu‟da şöhreti günümüze
kadar ulaşan en meşhur Küfrevî halifelerinden biridir. Onu, sûfi ve dinî çevrelerde
şöhrete taşıyan birçok insan-ı kâmil özelliği olsa da, en etkin vasfı, tasavvufi hal ve
sahabeye benzeyen zühd anlayışını veciz ve büyük bir ustalıkla ortaya koyduğu şair
kişiliğidir. Yaşadığı coğrafyada benzeri sûfîler görülse de o, şiiri bir divançe
oluşturacak genişlikte ve etkinlikte kullanan nadir mutasavvıflardandır. Öyle ki aruz
ve hece vezniyle yazdığı, şekil cihetinden klasik ve halk edebiyatımızı temsil eden

11
Türkçe şiirlerinin yanı sıra Arapça ve Farsça kaleme aldığı gazeller de onun ilmi
seviyesinin yüksekliğini göstermektedir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi'nin vefatından sonra şiirlerinin derlendiği


“Hülâsatü'l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lütfî” isimli eserinde yer alan
altmışa yakın şiiri bestelenmiştir.22 Yüzlerce şiiri ise, halk arasında ve sûfi çevrelerde
anonim olarak ilahi ve türkü tarzında değişik makamlarda okunmaktadır.

1.1. YetiĢtiği Çevre

Alvarlı Efe Hazretleri'nin memleketi olan Pasinler, tarihi M.Ö 4000'li yıllara
dayanan, düz verimli ovaları sebebiyle her asırda önemini korumuş, Roma
İmparatorluğu'nun Anadolu'yu hâkimiyeti altına almasıyla “Basean” adıyla kurulan
kantonluğun başşehirliğini yapmış tarihi ve köklü bir yerleşim yeridir. Pasinler,
Osmanlı döneminde kullanılan ismiyle Hasankale, Osmanlı idaresinde altın yıllarını
yaşamıştır. Dîvan edebiyatının en büyük şairlerinden hiciv ustası Nef'î (ö.1635),
Astronomi, Fizik, Psikoloji, Sosyoloji, İslâmî ilimler ve Tasavvuf alanlarında
yetmişten fazla eseri olan dünyaca ünlü ilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı
Hazretleri (ö.1780), “Kara Şeyh” lakaplı İbrahim Efendi Hazretleri (ö.1707), birçok
âlimin yetişmesinde pay sahibi olan “Hacı Efe” lakabıyla maruf Allâme Çöğenderli
Hacı Salih Efendi (ö.1991)23, Hâce Hüseyin Gedâî (ö.1916) ve halifesi “Vehbi Efe"
nâmıyla bilinen Mahmud Vehbi Efendi (ö.1946)24 Hasankale'nin yetiştirdiği en
meşhur âlim ve sûfi şahsiyetlerdir.25

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin annesinin köyü olan Kındığı26 aynı


zamanda Efe'nin doğduğu köydür. Efe Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi,
bir şiirinde uzun yıllar ikamet ettiği Kındığı'dan bahsederken, bu köyde yaşamış
Allah dostlarına ve “sultân-ı velâyet” diye övdüğü İbrahim Hakkı Hazretleri‟ne
vurgu yapmıştır:

22
Ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Ekici, Sözleri Hâce Muhammed Lütfi(Alvarlı Efe)'ye Ait Bestelenmiş
Eserlerin Müzikal Analizi, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 2011; Kutlu, Hâce Muhammed Lütfi, s.155.
23
Hasankale Kültür Portalınız, “Çöğenderli Hacı Salih Efendi Hazretleri” http://hasankale.org
/?islem=paket/sayfaP/sayfa_detay.php&sayfa_id=20, (22.06.2013).
24
Selman Demir, Mahmud Vehbi Efendi, Dergâh Yay. İstanbul, 2005, s.17.
25
Pasinler Kaymakamlığı, “Tarihi Değerler”, http://www.pasinler.gov.tr/tarihi_degerler.aspx,
(22.06.2013).
26
Kındığı'nın bugünkü ismi Altınbaşak Köyü'dür.

12
Bu Karye-i Kındığı hoş mekândır
Erenler meskeni râhat-ı cândır
Husûsa Hakkî sultân-ı velâyet
Kudûmuyla müşerref bir mekândır27
“Bu Kındığı Köyü, erenlerin oturduğu; canın rahat ettiği, gönlün huzur
bulduğu hoş bir yerdir. Burası husûsiyle, velilik derecesine ulaşan kimselerin sultânı
İbrahim Hakkı Hazretleri'nin gelişiyle şereflenmiş bir mekândır.”

Erzurum-Ağrı yolu üzerinde merkeze 37 km mesafede bulunan Hasankale,


tarih boyunca bir geçiş noktası olmuştur. Eski bir yerleşim merkezi olan Erzurum ile
etkileşimini hiç kaybetmemiştir. İlmi, tasavvufi ve kültürel olarak bu iki yerleşim
yeri hep iç içe olmuştur.

Ömrünün son 17 yılını Erzurum merkezde geçiren Efe Hazretleri, Erzurum


ile özdeşleşmiş bir Allah dostudur. Onun Erzurum‟da geçirdiği son dönemi
şöhretinin zirve yaptığı yıllar olmuştur. Efe Hazretleri'nin “Erzurum Destanı”28
isimli uzun şiiri, Erzurum yöresindeki dini ve tasavvufi hayat hakkında ipuçları
vermektedir. Bu şiirde Efe Hazretleri, Erzurum ve çevresinde geçmişte ve kendi
döneminde yaşamış ulemâyı, evliyâyı, dînî ve manevî havayı anlatır.

Efe‟ye göre Erzurum, İslâm âleminin kilididir. Asırlardır İslâm topraklarında


gözü olan, sıcak denizlere inmek isteyen Rusların önünde en büyük engeldir.
Müslümanların ve iman sahiplerinin sağlam kalesidir:

Erzurum kilidi mülk-i İslâm'ın


Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum
Erzurum derbend-i ehl-i imânın
Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum29
Geçmişte Erzurum‟da son derece çalışkan, kahraman ve yiğit insanlar vardır.
Kadınları erkekleri hayâ sahibi insanlardır. Erzurum edepli, erkânlı bir yerdir:

Gayret şecâatli erler var idi


Nisâsı ricâli hayâdâr idi
Edebli erkânlı bir diyar idi

27
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî., s.39.
28
"Erzurum Destânı" 22 kıtalık uzun bir şiirdir. Şiirde Erzurum örf, âdet ve gelenekleriyle, dinî ve
manevi yaşantısıyla övülmektedir. Konuyu gereğinden fazla genişletmemek için bazı ilgili kıtalar
seçilerek alınmıştır.
29
Lutfî, s.617, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.1.

13
Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum30
Erzurum'da çok sağlam, samimî Müslümanlar vardır. Fakirlere, zayıf ve
kimsesizlere iyilik ve yardımı eksik etmezler. Onların kalpleri imanla doludur.
Bundan dolayı Efe Hazretleri, yüce Allah'a hamd eder:

Hamdü lillâh metin İslâm'ları var


Fakîre zaîfe ihsanları var
Gülbe-i gönülde îmânları var
Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum31
Erzurum'un bir diğer özelliğide âlimlerinin, bilginlerinin çokluğudur. Bu
âlimler, ilim bakımından yeterli kişilerdir. Kendilerine getirilen problemleri
çözebilecek kapasiteye sahiptirler. Diğer taraftan Erzurum'da sohbetleriyle,
varlıklarıyla gönüllere huzur veren, değerli, herkes tarafından bilinen, sevilen,
sayılan, şöhret sahibi Allah dostu faziletli zâtlar da mevcuttur:

Müşkil halleyleyen ulemâsı var


Safâ bahşeyleyen fuzalâsı var
Şöhret-şiâr yine küberâsı var
Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum32
Erzurum‟un gençleri, takvâ sahibi yaşlı insanlara hürmet ederler. Allah
yolunda yürüyen bu kimselerin dualarını almak için çaba sarf ederler. Oruç tutmakla
ve Allah'ın yasaklarından sakınmakla oruç ayı Ramazân-ı şerife hürmet ederler:

Civânlar pîrlere hurmet ederler


Duâsın almağa gayret ederler
Ramazâna güzel hurmet ederler
Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum33
Erzurum topraklarında binlerce evliya yatmaktadır. Asırlardır müslüman canı
ve kanıyla yoğrulmuş bu şehrin her tarafında ulu kişilerin türbelerini görmek
mümkündür. Bilinen ve bilinmeyen pek çok Hakk dostu, bu toprakları
şereflendirmekte, bu büyük insanların varlığı, Erzurum'a feyiz ve bereket getirmekte
ve Erzurum'un manevî havasını bereketlendirmektedir:

Binlerce bin medfûn evliyâsı var

30
Lutfî, s.617, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.2.
31
Lutfî, s.617, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.4.
32
Lutfî, s.617, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.6.
33
Lutfî, s.618, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.10.

14
Zâhir bâtın nîce asfiyâsı var

Feyz ü berekât-ı Kibriyâ'sı var


Mevlâ'ya emânet olsun Erzurum34

1.2. “Hâce”, “Efe” ve Diğer Lakapları

“Hâce” kelimesi Farsça asıllı olup “hoca, efendi, ağa, çelebi, sahip, muallim,
profesör, öğretmen ve müderris” manalarına gelmektedir.35 Erzurum yöresinde âlim
ve mürşit kimseler için “hâce” kelimesi, isimlerinin başında bir saygı ve sevgi ifadesi
olarak kullanılmaktadır. Muhammed Lutfî Efendi'nin, “Hâce Muhammed Lutfî
Efendi” diye anılmasının sebebi onun bir âlim ve mürşid olmasıdır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, isminin yanı sıra “Efe”, “Efe Hazretleri”,
“Alvarlı Efe”, “Alvar İmamı”, “Lutfi Efendi” lakaplarıyla da bilinmektedir. “Efe”,
Rumca “Efendis” kelimesinin Türkçe kullanımı olan “Efendi” sözcüğünden
kısaltmadır. Efendi, Türkçede eğitim görmüş kişiler için özel adlardan sonra
kullanılan bir unvan olmakla birlikte “hoca, imam, din adamı” manalarında
kullanılmıştır. Efe, “efendi” sözcüğünden kısaltma olsa da zaman içerisinde “yiğit,
baba, dede” anlamlarını da kuşatmıştır.36

“Efe” kavramının batı Anadolu‟da “mert ve yiğit adam” anlamında kullanımı


yaygınken, Doğu Anadolu kültüründe bu kelime bir unvan olarak hal ehli, ilim irfan
sahibi, Allah dostu insan-ı kâmil kimseler için bir saygı ve sevgi ifadesi olarak
“manevi yiğitlik” manasında kullanılmıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı‟nın “Ulu Efe”
nâmıyla anılması, “efe” kelimesinin evliyaya sıfat olarak o yörede kullanımının daha
eskilere dayandığını göstermektedir.37 Erzurum‟da halk arasında söylenen bir özlü
sözde “efe”, dünyanın yalancı ve geçici güzelliğinden sıyrılarak kendini aşk denizine
atan bir kimse olarak tavsif edilmiştir:

Bu ağalar der ki Efe ne?

34
Lutfî, s.618, ş. “ERZURUM DESTÂNI”, k.13
35
Ferit Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Matbaası, Ankara, 1970, s.385;
Mustafa Nihat Özön, Büyük Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkilap ve Aka Kitapevleri, İstanbul, 1979,
s.273.
36
Türk Dil Kurumu, "Efe" ve "Efendi", http://tdkterim.gov.tr/bts/, (22.06.2013).
37
Cemaleddin Server Revnakoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetnamesi, Harf Yay., İstanbul,
2011, s.91.

15
Atmış dehri, düşmüş bahre38
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, uzun yıllar bir mürşit olarak yaşadığı ve
imamlık yaptığı Erzurum'un Pasinler (Hasankale) ilçesine bağlı Alvar köyüne
nispetle “Alvarlı”, “Alvarlı Efe” ve “Alvar İmamı” lakaplarıyla tanınmıştır. Sadece
“Efe” veya “Efe Hazretleri” denince o bölgede yaşamış diğer sâdat-ı kirâmdan ayrı
olarak akla hemen Hâce Muhammed Lutfî Efendi gelmektedir. “Mevlâna” kelimesi
tasavvufta bir ünvan olmakla birlikte tek başına kullanıldığında Mevlâna Celâleddin-
i Rûmî‟nin anımsanması gibi, “Efe Hazretleri” dendiğinde ise bu lakaptan Hâce
Muhammed Lutfî Efendi anlaşılmaktadır. Bu onun Anadolu‟da ne denli şöhret
sahibi olduğunu göstermektedir.

“Küçük Efe” lakabıyla bilinen küçük kardeşi Hâce Mahmud Vehbi


Efendi‟den ayırmak maksadıyla “Büyük Efe” lakabının kullanımı yine Erzurum‟da
yaygındır. Şiirlerinin sonunda kullandığı “Lutfî” mahlası sebebiyle bazen “Lutfi
Efendi” olarakda anılmaktadır. Bu çalışma içerisinde yer yer Hâce Muhammed Lutfi
Efendi'nin mezkür lakapları kullanılmıştır.

Muhammed Lutfî Efendi, soyadı kanunu çıkınca “Yardımcı” soyadını almış,


sonraları “Budak” şeklinde değiştirmiştir. Vefatından sonra oğlu Hâce Seyfeddin
Efendi, babaannesi Seyyide Hatice Hanım‟ın ailesine ait “Mazlumoğlu” lakabını
soyadı olarak benimsemiştir.39

1.3. Ailesi

Efe Hazretleri, İslâmi ilimler sahasında temayüz etmiş bir aile ve çevreye
mensuptur. Aile büyüklerinden birçok âlim ve fâzıl kişi olduğu söylensede
haklarında ayrıntılı bilgi yoktur. Dedesi (büyük baba) Hâce Muhammed Efendi‟nin
zahirî ve batinî ilimlerde mütehassıs bir âlim olduğu rivayet edilmekle birlikte
hakkında geniş bir bilgiye ulaşılamamıştır.40

Alvarlı Efe Hazretleri'nin babası, Pir-i Muhammed Küfrevî Hazretleri‟nin


halifelerinden biri olan Hâce Hüseyin Efendi‟dir. Yaşadığı dönemde yöre halkı

38
Demir, a.g.e, s.10.
39
Kutlu, a.g.e., s.43.
40
Farsakoğlu, a.g.t., s.17.

16
arasında ve tasavvufî çevrelerde “Hüseyin Gedâi Hazretleri”, “Nur Efe” ve “Nur
Dede” lakaplarıyla maruftur. Hem Sûfî, hem âlim bir kişidir. Hâce Hüseyin Efendi,
“yed-i tûlâ” yani tam bilgi sahibi, birçok ilmin hakikatlerini bilen bir kimse olarak
anılır.41 Beş yaşında babasından yetim kalmış, ilk derslerini annesi Fâtıma Hanım'ın
himayesinde talim etmiş ve yüksek tahsilini o zamanda Erzurum'un en meşhur büyük
âlimlerinden yapmıştır. Daha sonra bir yıl süreyle Trabzon‟un Of ilçesi Şinek
Köyü‟nde42 Abbas Efendi isminde bir âlim zatın derslerine de devam etmiştir. Hâce
Hüseyin Efendi, Tefsir, Hadis, Kelam, Mantık, Fıkıh gibi ilimlerde söz sahibi, talebe
yetiştiren ve icazet vermeye yetkili bir âlimdir. Efe'nin hem zahiri ilimlerde hocası
hem de ledünnî ilimde yetişmesinde pay sahibi olan ilk mürşidi olmuştur.

Efe Hazretleri‟nin anne tarafından seyyid olduğu rivayet edilir. Annesi


Seyyide Hatice Hanım‟ın beş evladı sırasıyla şunlardır: Hâce Muhammed Lütfi
Efendi, Hasbî Efendi, Ahmed Efendi, Hâce Mahmud Vehbi Efendi ve Hacı Emin
Efendi.

Alvarlı Efe‟nin kardeşlerinden Hasbi Efendi, babasının sağlığında genç yaşta


vefat ederken, diğer kardeşleri Ahmed Efendi ve Hacı Emin Efendi kırklı yaşlarda
Birinci Dünya Savaşı sırasında şehid olmuşlardır.43 Efe‟nin hayatta kalan tek kardeşi
ise; o yörenin meşhur sûfilerinden Hâce Mahmud Vehbi Efendi‟dir. Diğer kardeşleri
gibi doğum tarihi net olarak tesbit edilememektedir. Bazı kaynaklar Hâce Mahmud
Vehbi Efendi'nin doğum tarihini 1870 olarak verse de44 Hâce Muhammed Lütfi
Efendi'nin doğum tarihini 1868, Mahmud Vehbi Efendi'nin de dördüncü kardeş
olduğunu kabul ettiğimizde doğum tarihinin 1872 veya sonraki yıllarda olması
gerekir.

Mahmud Vehbi Efendi, Bitlisli şeyh Muhammed Küfrevî‟nin halifesi olan


babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin halifesidir. O da ömrünü, Efe Hazretleri gibi
Erzurum‟un bazı köylerinde imamlık ve mürşitlik yaparak geçirmiştir. “Küçük Efe”
olarak anılan bu zât hakkında, halka olan müşfik tavrını ve hizmetlerini içeren birçok
kıssa anlatılmaktadır. Halk arasında ehl-i keramet bir kişi olduğu rivayet

41
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.39.
42
Bugünki adı Ataköy.
43
Kutlu, a.g.e., s.31.
44
Demir, a.g.e., s.17.

17
edilmektedir. Efe Hazretleri'nin Mahmut Vehbi Efendi'nin maneviyatını ve
mürşitliğini öven bazı şiirleri vardır.45

1.4. Doğumu, Gençliği ve Ġlmî Tahsili

Hâce Muhammed Lutfi Efendi, 1868 yılında Erzurum Pasinler (Hasankale)


ilçesi Kındığı köyünde doğmuştur. Babasının imamlık vazifesi sebebiyle çocukluk ve
gençlik yılları bu köyde geçmiştir.46

Babası Hâce Hüseyin Efendi Kındığı köyünde bir yandan imamlık görevini
yerine getirirken diğer taraftan bir müderris olarak zaman zaman otuz kişiyi bulan47
ders halkasına ilim okutmuştur. Efe Hazretleri ilk olarak babasının ders halkasına
girmiş ve daha sonra Erzurum medreselerinde çeşitli âlimlerden ilmî tahsilini
pekiştimek suretiyle tamamlayarak Arapça, Tefsir, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi temel
İslâmî ilim dallarında icâzet almıştır. İcazet almasından sonra 1890 yılında
Hasankale merkezde bulunan Sivaslı Camii'ne48 imam tayin edilmiştir.49

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin ilmî seviyesinin yüksekliğini Türkçe,


Arapça ve Farsça yazdığı şiirlerinde görmek mümkündür. Şiirleri incelendiğinde
görülecektir ki, Efe Hazretleri İslâmî ilimleri özümsemiş, şerîatin emir ve yasaklarını
çok iyi bilen bir âlimdir. Diğer taraftan Osmanlı‟nın ilim erbâbı kişilere tanıdığı
askerlik hizmetinden muaf olma şartlarını taşıdığı için askere alınmaması yine onun
âlim kişiliği hakkında fikir vermektedir. Zira o, Meşîhat Meclisi‟nce tertip edilen bir
komisyon tarafından dokuz gün süreyle çeşitli imtihanlara tabi tutularak başarılı
olmuş ve ilmiyye sınıfından olduğu kabul edilerek askere alınmamıştır.50

45
Hâce Mahmud Vehbi Efendi hakkında ayrıntılı bilgiler ikinci bölümde “Efe Hazretleri‟nin Bazı
Âlim ve Mutasavvıflarla İlişkileri” başlığı altında verilecektir.
46
Lutfî, s.655; Kutlu, a.g.e., s.38; Demir, a.g.e, s.65; Selahattin Kıyıcı, “Alvarlı Muhammed Lutfi
Efendi”, DİA., c.2, s.552.
47
Kutlu, a.g.e., s.15.
48
Pasinler ilçesindeki Sivaslı Camii tarihi bir yapı olup Efe'nin imamlık yaptığı dönemde en merkezi
camilerden biridir. Sivaslı Camisi‟nin kitabesine göre Sivaslı İbrahim Efendi tarafından l388 yılında
yaptırılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Pasinler Kaymakamlığı, “Tarihi Değerler”,
http://www.pasinler.gov.tr/tarihi_degerler.aspx, (12.08.2013).
49
Lutfî, s.655; Kutlu, a.g.e., s.38; Demir, a.g.e, s.65; Kıyıcı, “Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi”, c.2,
s.552.
50
Lutfî, s.659.

18
İmamlığa başladığı yıl babası Hâce Hüseyin Efendi ile birlikte Bitlis'te ikamet
eden Nakşibendiyye‟nin Halidiyye kolu şeyhlerinden Muhammed Küfrevi Efendi‟ye
giderek intisap etmiştir. Efe Hazretleri‟nin bu ziyarette Bitlis'te tam olarak ne kadar
kaldığı bilinmemektedir. Her ne kadar bazı kaynaklarda Muhammed Küfrevi
Efendi‟ye intisap ettiği 1890 yılındaki ilk ziyaretinde hilafet aldığı söylense de51, söz
konusu ziyarette babası Hâce Hüseyin Efendi hilafet almış, Muhammed Lutfî Efendi
ise babasına yardımcı tayin edilmiştir. Efe'nin sülûkü ise babasının gözetiminde beş
yıl sürmüş ve 1895 yılında Pîr-i Küfrevî‟den icâzetnâme almıştır.52

Alvarlı Efe Hazretleri, 1890 (h.1307) yılında Bitlis‟e gerçekleştirdiği ilk


ziyaretini “Bitlis Ziyâreti” başlığı ile 56 beyitlik uzun bir şiirde anlatmıştır.53 Bu
manzum anlatımda Efe, aldığı manevi bir işaret sonucunda Muhammed Küfrevi‟nin
dergâhına gittiğini belirterek, Bitlis şehrini, barındırdığı -gerek yaşayan ve gerekse
vefat etmiş olan- evliya ve ulema sebebiyle övmüştür. Pir-i Muhammed Küfrevi‟nin
ilim ve velayette sahip olduğu üstün dereceleri anlatmıştır. Bu uzun şiirden ilk
beyitler şöyledir:

Bin üçyüz yedide oldum revâne


Erişdim ravza-i dârü'l-amâne54

Cihân gülzâr içinde bir gül-i ter


O şehr-i Bitlis idi verd-i ahmer55

Mekîn ile mekân bulur şerâfet


Kerîm ile görülür her kerâmet56

Mübarek bir zaman kıldım ziyâret


Ziyârete var idi bir işâret57

51
Murat Kaya, “Alvarlı Efe Hazretleri”, http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/alvarli-efe-
hazretleri, (21.06.2013).
52
Kutlu, a.g.e., s.39, Lutfî, s.655; Demir, a.g.e, s.65; Kıyıcı, “Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi”, c.2,
s.552.
53
Lutfî, s.335, ş.371.
54
“Hicri 1307 yılında yola çıktım ve her türlü endişe ve korkudan uzak, cennet bahçelerinden bir
bahçe gibi olan Bitlis şehrine ulaştım.”
55
“Bitlis, yeryüzü gül bahçesinde taze kırmızı bir güldür. Öyle kırmızı bir gül ki yeryüzünde bir
benzeri yoktur.”
56
“Bir mekân, içinde ikamet eden şerefli kimse ile değer kazanır. Bütün lütuf ve ihsanlar, değer ve
şerefler; lütuf ve bağışta bulunan, asalet ve şeref sahibi bir kimseyle ortaya çıkar.”

19
Verirdi feyz-i Feyyâz'dan nişânı
Var idi Bitlis'in bir âlî-şânı58

1.5. Dinarkom Köyünde Geçen 25 Yıl (1891-1916)

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, Hasankale Sivaslı Camii'nde başladığı


imamlık görevini bir yıl sonra Erzurum merkeze bağlı Dinarkom köyüne
naklettirmiştir. Bu nakil, Efe‟nin gönül çırasını tutuşturan Muhammed Küfrevi
Efendi'ye intisab ettikten kısa bir süre sonra 1891 yılında gerçekleşmiştir. Babası
Hâce Hüseyin Efendi ise, Efe‟nin gençlik dönemini geçirdiği Kındığı köyündeki
imamlık vazifesini sona erdirerek oğlu ile birlikte Dinarkom köyüne yerleşmiş ve
burada Muhammed Küfrevi Efendi‟nin tarikatını neşretmiştir. Muhammed Lutfî
Efendi, şeyhinin emrine uyarak hem tarikat işlerinde babasına yardımcı olmuş hem
de tasavvufî sülûkunu babasının nezaretinde sürdürmüştür. Diğer taraftan zaman
zaman Bitlis‟e şeyhinin ziyaretine giderek sohbetinde bulunmuş, 1895 yılında bu
ziyaretlerin birinde Muhammed Küfrevî‟den Nakşibendi hilafeti almıştır.59

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Kâdirî neşvesine kaynaklık eden Tillo‟lu Şeyh Nur
Hamza ile tanışması yine bu dönemde olmuştur. Bitlis‟te Şeyh Muhammed
Küfrevi‟nin ziyaretinde olduğu bir zaman, gördüğü bir rüya ve şeyhinin işareten izin
vermesi üzerine Tillo'ya Şeyh Nur Hamza Efendi(ö.1893)'yi Tillo‟da ziyaret etmiş ve
Kâdirî hilafeti ile dönmüştür.60 Bu dergâhta hangi tarihte ve ne kadar bir süre kaldığı
tam olarak bilinmemektedir. 61

Yirmi beş yıl süren Dinarkom günleri, Efe Hazretleri için mürşitliğinin piştiği
ve olgunlaştığı yıllar olmuştur. 1916 senesine gelindiğinde Rusların Erzurum ve
çevresini istila etmesi üzerine bugün Erzincan‟ın Tercan ilçesine bağlı Yavi köyüne

57
“Pir-i Muhammed Küfrevi Hazretleri‟ni aldığım manevi bir işaretle mübarek bir zamanda ziyaret
ettim.”
58
“Bitlis'in Feyyâz-ı Mutlak olan Allah Teâlâ'dan gelen feyz ve bereketi aktaran çok değerli, şanlı ve
şerefli yüce bir kimsesi vardır.”; Lutfî, s.582, ş. “Bitlis Ziyâreti”.
59
Lutfî, s.655; Kutlu, a.g.e., s.39; Demir, a.g.e, s.65; Kıyıcı, “Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi”, c.2,
s.552.
60
Kutlu, a.g.e., s.61.
61
Bu görüşmeye Muhammed Küfrevî Hazretleri'nin onayı ile gittiği ve Şeyh Nur Hamza Efendi'nin
de 1893 tarihinde vefat ettiği düşünüldüğünde, Efe Hazretleri'nin Kadiri hilafetini 1890 ile 1893 yılları
arasında almış olması gerekmektedir. Dolayısıyla, Efe‟nin Kâdirî hilâfeti Nakşî icazetinden daha önce
gerçekleşmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Nakşibendî şeyhi olarak şöhret bulmasına karşın, Efe
Hazretleri‟nin Kâdirî mürşidi olması teberrüken bir icazet değildir.

20
yerleşmiştir. Yaşı bir hayli ilerleyen babasını ise Erzurum‟da ikamet eden Hacı
Recep Efendi isimli bir dostunun yanında bırakarak, Rus işgali sebebiyle zor günler
geçiren bölge halkına sohbetleri ve vaazları ile moral vermiş ve yine bizzat işgale
karşı mücadele etmiştir.62

Uzun yıllar ikamet ettiği ve irşad faaliyetlerini yürüttüğü Dinarkom‟dan,


Dinarkomlulardan ve burada geçirdiği günlerin feyz ve bereketinden memnun ayrılan
Efe Hazretleri, kendisini ziyarete gelen Dinarkomlulara hitaben bir şiirinde onları
şöyle methetmiştir:

Safâlarla safâ geldiz götürdüz


Güllendi gönülde rûh-i revânım
Bu haste gönlüme şifa getürdüz
Güzellendi güzel devr-i zemânım63

Kurulsa bir mahalde aşk bâzârı


Nişân-ı cinândır yârin dîdârı
Vuslat-ı ahbâbdır âlemin vârı
Bezendi gönülde cân gülistânım64

Gülşen-i tevhîdde okur bülbüller


Seherlerde raksa gelür sünbüller
Bezm-i muhabbetde dağılır müller
Getür câm-ı kalbin nazlı civânım65

Dest-gîriz lutf-i Rabbânî olsun


Gönül gözü nûr-i irfânla dolsun
Her ferdiniz Hak'dan keremler bulsun
Perverde eylesün feyz-i Rahmânî66

62
Lutfî, s.655; Kutlu, a.g.e., s.38; Demir, a.g.e, s.65; Kıyıcı, “Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi”, c.2,
s.552.
63
“Hoş geldiniz, huzur ve sefalar getirdiniz, gönlümde canımın canı güllendi. Hasta gönlüme şifa
verdiniz, içinde bulunduğum zaman güzellendi.”
64
“Bir yerde aşk pazarı kurulsa, sevgilinin yüzü cennetin işareti olur. Âlemin zenginliği ise dostlarla
birlikte olmaktır. Siz dostlarım sayesinde gönlümde ki can gül bahçesi süslendi.”
65
“Tevhid gül bahçesinde bülbüller (dervişler) lâ ilâhe illallah zikrini okur. Seher vakti sünbüller
(güzel kulluk yapanlar) Allah'ı anmakla kendilerinden geçip coşarlar. Muhabbet meclisinde şaraplar
(ilahi feyz) dağılır. Ey Allah'a gönül vermiş nazlı gencim, gönül kadehini getir…”
66
“(Ey Dinarkomlular) Rabb Teâlâ lütfu ile sizlere muamele etsin. Gönül gözünüz irfan nûru ile
dolsun. Her biriniz Hakk Teâlâ'nın keremine nâil olasınız. Rahmân olan Allah feyzi ile size tecelli
etsin.”

21
LUTFÎ ne güzeldir kûy-i Dinarkom
Âb-ı hayat akar sû-yi Dinarkom
Safâlar bahşeder bûy-i Dinarkom
Güllendi bir zemân bâğ u bostânım67

1.6. Yavi Köyünde Geçen 2 Yıl ve Rus Ġstilasına KarĢı Cihadı (1916-
1918)

Erzurum Osmanlı idaresi altında üç defa Rus işgaline uğramıştır. İlk defa
l828-1829 savaşları sonucunda 8 Temmuz 1829‟da Ruslar tarafından işgal edilen
Erzurum, Edirne Anlaşması ile (14 Eylül 1829) Osmanlı devletine geri verilmiştir.
İkinci olarak Osmanlı‟nın Londra Protokolü‟nü reddetmesi üzerine Rusya 19 Nisan
1877‟de Osmanlı Devleti‟ne harp ilan etmiş, 9 Kasım 1877‟de ise Ruslar Ermenilerin
desteğiyle Mecidiye ve Aziziye tabyalarını ele geçirmiştir. Fakat Erzurum halkı
şehrin müdafaasına bizzat iştirak etmiş, ordusuyla bütünleşmiş ve Aziziye
tabyalarında destan yazarak Rusları püskürtmüştür. Üçüncü işgal ise; 1. Dünya
Savaşı sırasında olmuştur. 16 Şubat 1916‟da Ruslar tarafından yeniden işgal edilen
Erzurum, Kazım Karabekir komutasındaki Türk Ordusunun 12 Mart 1918‟de
Erzurum'a girmesiyle işgalden kurtulmuştur.68

Alvarlı Efe, 1916 yılında Rus işgaline karşı mücadele vermek için
Dinarkom‟daki görevini bırakıp Erzurum‟a Türk ordusuna katılmak üzere gelmiş
fakat kendisinin halk üzerindeki etkisini ve irşattaki üstünlüğünü bilen bir
komutanın; “Hocam, Türk milletinin harp edecek asker kadar, sizin gibi vaaz edecek
âlimlere de ihtiyacı var. Siz vaaz ediniz, halkı irşad ediniz” sözleri üzerine; o vakit
hayli yaşlanmış olan babası Hâce Hüseyin Efendi‟den izin alarak ve onu Erzurum‟da
Hacı Recep Efendi isimli bir dostunun yanında bırakarak Tercan'ın Yavi köyüne
yerleşmiştir69

67
“Lütfî Dinarkom köyü ne güzeldir. Dinarkom'da (Hızır Aleyhisselam'ı ölümsüzlüğe kavuşturan) âb-
ı hayat suyu gibi bir su akar. Dinarkom'un kokusu safâlar bahşeder. Dinarkom'da kaldığım süre
içerisinde gönül âlemim manevi zevk ve feyzle yeşerdi.”; Lutfî, s.335, ş.371.
68
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Sait Dilek, M. Yasin Taşkesenlioğlu, “Erzurum‟un Rus İşgaline
Düşüşünün Batı Kamuoyundaki Yankıları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1673/17860.pdf,
(12.08.2014).
69
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.62.

22
1916 yılında 48 yaşında olan Efe Hazretleri, o zamanlar Erzurum'a bağlı bir
nahiye olan Tercan'ın Yavi köyüne giderek bir yandan imamlık görevini yerine
getirmiş diğer taraftan çevre köy ve kasabalarda vaazlar vererek halkı Rus işgaline
karşı mücadele etmeye çağırmıştır. Rus istilası sırasında Yavi‟deki görevine iki yıl
kadar devam etmiştir. Bu sırada Ruslar, ülkelerinde yaşanan ihtilal nedeniyle
Erzurum‟dan çekilmeye başlamış, bunu fırsat bilen Ermeniler özellikle Erzurum ve
çevresinde büyük bir katliama girişmişlerdir. Efe Hazretleri, Ermeni çetelerinin
başlattığı katliamlar üzerine, çevre köylerden cuma namazı vesilesi ile Yavi'ye
gelenlere çok etkili bir hutbe vererek onları Ermeni çetelerinin katliamlarına karşı
direnmeye ve mücadele etmeye davet etmiştir. Bu konuşması halk üzerinde tesir
etmiş ve orta yaş seviyesinde ki pek çok insan Türk ordusuna gönüllü katılmıştır.
Kendiside çevre köylerden topladığı altmış kişilik atlı bir milis grubunun başında
Ermeni çetelerine karşı bizzat savaşa iştirak etmiştir. Bu yönüyle Efe, mücahit bir
sûfidir.70

Başında bulunduğu milis kuvvetle çok gizli bir şekilde gece yarısı Oyuklu71
köyüne gelen Efe Hazretleri, Ermeniler tarafından korunan Ruslara ait cephaneliği
ele geçirmiş, çıkan çatışmada birçok Ermeni isyancı öldürülmüştür. Cephanelikte
silahların yanında Türk köylerinden zorla toplanan arpa, buğday ve yulaf gibi birçok
gıda maddesi ele geçirilmiştir. Bu erzaklar o dönem savaş şartları sebebiyle açlık
çeken çevre köylerde yaşayan halka bizzat Efe Hazretleri'nin emriyle dağıtılmıştır.
Daha sonra komutası altındaki milis güçle Haydâri Boğazı yakınlarında bulunan
Zergide köyüne vararak Türk ordusuna katılmak üzere yola çıkmış, bu yolculuk
esnasında karşılarına çıkan küçük Ermeni çeteleriyle savaşarak galip gelmiştir. 9-11
Mart 1918 tarihlerinde Türk ordusuna katıldıklarında milis kuvvetinin sayısı yolda
katılanlarla yüz kişiye ulaşmış ve 12 Mart 1918 tarihinde Türk ordusuyla beraber
Erzurum'a girmiştir.72

Erzurum'un Ermenilerle beraber Rus işgaline uğraması Efe Hazretleri'nin


yüreğinde derin yaralar açmıştır. Bunun izlerini divanında bulmak mümkündür. On
kıtalık bir şiirde o günleri şöyle anlatır:

70
Kutlu, a.g.e., s.62 vd.
71
Şimdiki adı Çat ilçesidir.
72
Kutlu, a.g.e., s.63 vd.

23
Kopdu bugün kıyâmet
Yer yüzü alkan oldu
Görülmemiş alâmet
Kandan bir tufan oldu

İslâm hânümânıyla
Kurtulmaz bir cânıyla
Herkesin öz kanıyla
Saçları elvân oldu

Lâle yanak gül yüzler


Gonce dehân dür sözler
Hançerlendikçe sızlar
Bedenleri kan oldu

Yavrular ağladıkça
Ciğerler dağladıkça
Hançerler bağladıkça
Cesed de bî-cân oldu

İslâm sızlar Hüdâ'ya


Arş sallanur sadâya
Dağlar gelür nidâya
İslâm perişân oldu

Deste deste gül yüzler


Döküldü kara gözler
Kana boyandı yerler
Taşları mercân oldu

Yiğitler baltalanmış
Öz kanına boyanmış
Körpe kuzular yanmış
Âteşte büryân oldu

Kanlı bâzâr kuruldu


Boyunları buruldu
Kan harmanı görüldü
Gören âdem kan oldu

24
Ağladılar felekler
Eyler duâ melekler
Kabul olmaz dilekler
Gözyaşı ummân oldu

LUTFÎ fi'l-i Hudâ'ya


Noksan mı ya irâde
Te'sir yok bu sadâde
Âdem ki hayvân oldu73

1.7. Alvar Köyünde Geçen 21 Yıl (1918-1939)

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, 12 Mart 1918‟de Türk ordusu ile birlikte
Erzurum'a girdiği gün ilk hocası ve ilk mürşidi olan babası Hâce Hüseyin Efendi'yi
ebedi âleme yolcu etmiştir. Babası gibi kendisi de Muhammed Küfrevî'nin bir
halifesi olmasına karşın, o güne kadar tasavvufî irşadını babasına yardımcı olarak
birlikte yürütmüştür. Babasını yitirdikten sonra Efe Hazretleri artık tasavvuf yolunda
tek başına yürüyecek bir kâmil mürşittir. Memleketi olan Hasankale ilçesinde çokça
sevilen ve tanınan Efe Hazretleri'ne devlet tarafından Hasankale ilçe müftülüğü teklif
edilmiş, o ise bu görevi kabul etmeyerek Hasankale'ye bağlı bulunan Alvar köyü
halkının ısrarı üzerine imamet görevini Tercan'ın Yavi köyünden buraya
naklettirmiştir. Böylece onun şöhretinin başlangıcını teşkil eden Alvar köyü dönemi
başlamıştır.74

1918 yılından 1939'a kadar sürecek olan Alvar köyündeki 21 yıllık imamlık
günleri, Efe Hazretleri'nin “Alvarlı Efe” lakabıyla şöhretinin Anadolu'da günden
güne arttığı yıllar olmuştur. Efe Hazretleri artık “Alvar İmamı” nâmıyla ma'ruf büyük
bir mürşit ve kâmil bir insandır. Bu yıllarda çeşitli yörelerden birçok insan onu bu
köyde ziyaret etmiş ve sohbetinde bulunmuştur. Fakat bu ziyaretler ve Alvar köyü
günleri ile alakalı ayrıntılı bilgiler günümüze ulaşmamıştır.

Hâce Muhammed Lütfi Efendi'nin Alvar dönemi, mürşitliğinin iyice


pekiştiği, olgunlaştığı, tasavvufi irşadının yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Öyle ki
Nakşibendi hilafetini aldığı şeyhi Pîr-i Muhammed Küfrevî'nin iki yüze yakın

73
Lutfî, s.534, ş.683.
74
Lutfî, s.655.

25
halifesi olmasına rağmen o, şöhreti en yaygın Küfrevî şeyhlerinden biri olmuştur.
Onun sahabeye benzeyen acz ve fakr anlayışı, mahviyyeti ve zühdü, insanlara olan
şefkat ve merhameti, yaşamındaki sadeliği ve tevazusu, onu hep insanlar nezdinde ön
planda tutmuştur.

1939 yılına gelindiğinde 71 yaşında olan Efe Hazretleri, yaşlılığı sebebiyle


başta prostat olmak üzere yakalandığı çeşitli hastalıklar dolayısıyla, zaman zaman
tedavi amacıyla Erzurum'a gitmiştir. Fakat hastalığının günden güne ilerlemesiyle
doktorları, mütehassıs hekimlerin bulunduğu bir yerde yaşaması gerektiğini tavsiye
etmeleri sonrası, bu zarurete binaen 21 yılını geçirdiği Alvar köyü halkından izin
isteyerek Erzurum merkeze yerleşmiştir.75

1.8. Erzurum Merkezde Geçen 17 Yıl (1939-1956)

1939 yılında Erzurum merkezde Mehdi Efendi Mahallesi‟nde kiraladığı bir


evde oturmaya başlayan Alvarlı Efe, ömrünün sonuna kadar bu evi bir dergâh gibi
kullanmıştır. Vefat ettiği 1956 yılına kadar ikamet ettiği bu ev, o yörede “ahır odası”
diye tabir edilen, zamanın şartlarına göre mütevazı bir evdir.76 Zengin, fakir, âlim,
fâsık, cahil toplumun her kesiminden insanı ayırmaksızın burada ağırlamış, irşada
yönelik sohbetler yapmış ve çeşitli nasihatlerde bulunmuştur. Hatme-i hâcegân
zikrini bu küçük ve sade dergâhta icra etmiştir.

Ömrü boyunca bir eve dahi mâlik olmayı arzu etmeyen Efe Hazretleri,
sevenleri tarafından teklif edilen Erzurum‟un en güzel konaklarından birinde
oturmayı ve irşad faaliyetlerini burada yürütmeyi birçok defa reddetmiştir. Bir
defasında benzeri bir teklif yapılınca; “Ben bu dünyaya çıplak geldim çıplak gitmek
isterim. Bu kadar vebal ile Allah‟ın huzuruna çıkmam.” demiştir.77 Yine İstanbul‟da
bulunan bir kısım zengin sevenleri tarafından, böylesine mükemmel bir mürşîd-i
kâmil insanı daha çok kimse tanısın ve kendisinden istifade etsin maksadıyla,
İstanbul‟da bahçeli bir konakta ikamet etmesi rica edilince o, bu teklifte ısrarcı
olmaları halinde kendilerinin gözünden düşeceklerini belirterek kesin bir ifadeyle

75
Kutlu, a.g.e., s.65.
76
Efe Hazretleri‟nin Erzurum‟da yaşadığı bu mütevâzi ev sonraki yıllarda Erzurum Belediyesi
tarafından istimlak edilerek yıkılmıştır. Bkz. Kutlu, a.g.e., s.65.
77
Kutlu, Efe Hazretleri, s.128.

26
kabul etmemiştir. Dünya metaına sahip olmayı arzu etmediği gibi, mütevâzi bir hayat
sürme isteği Efe Hazretleri‟nin sûfilik anlayışının bir parçasıdır. Diğer taraftan
Alvarlı Efe, şatafatlı bir yaşam sürmesi halinde garip gurebâ insanların kendisinin
yanına gelip gitmek hususunda çekinebileceklerinden de endişe etmektedir.78

Muhammed Lutfî Efendi‟nin Erzurum yılları, kendisini daha çok insanın


tanıdığı ve “Efe Hazretleri” lakabıyla şöhret bulduğu bir dönemdir. “Mevlânâ”
kavramı tasavvuf kültüründe Allah dostu insanlar için saygı ve sevgi ifade eden bir
kelime olduğu halde, “Mevlânâ” dendiğinde Konya‟da medfûn bulunan meşhur
mutasavvıf Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî ilk olarak akla gelmektedir. Bunun gibi,
doğu yöresinde birçok kâmil insan olmasına karşın “Efe Hazretleri” deyince hemen
onun akla gelmesi, Muhammed Lutfî Efendi‟nin halk arasındaki tanınmışlığını
göstermektedir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, ömrünün son dönemi olan Erzurum yıllarında
vefatına kadar yaşlılığına ve çeşitli hastalıklara yakalanmasına rağmen, halkla
hasbihal etmeyi, onlara nasihat ve sohbet yapmayı bırakmamıştır. Dergâh gibi
kullandığı evinde her kesimden insanı ağırlamış, devlet yöneticisinden ilim
adamlarına, zengininden fakirine, takva sahibi sâlih müminden içkiye müptela olmuş
fâsık kimseye kadar, her zümreden insan onun halkasında oturmuş ve irşadından
istifade etmiştir.

Erzurum döneminde, üç defa kutsal topraklara giderek hac farizasını yerine


getirmiştir. Birinci haccını 1947 yılında 79 yaşında ifa eden Efe Hazretleri, on bir
kişilik bir kafile ile Erzurum‟dan Halep‟e trenle, Halep‟ten Şam‟a, Şam‟dan Beyrut‟a
otomobille ve Beyrut‟tan Cidde‟ye gemiyle yolculuk yaparak kutsal topraklara
ulaşmıştır. 110 gün süren bu yolculuğun dönüşü aynı istikamet ve vasıtalarla
olmuştur. Bu hacda kendisine Cidde‟de mukim Paşazâde Muhammed Selim Efendi
isminde bir zatı delil ittihaz etmiştir. Bu yolculuk süresince 14 gün Halep‟te, 11 gün
Şam‟da, 3 gün Beyrut‟ta kalmış, bu ikametler esnasında o yörenin ulemâ ve fudalâsı
ile görüşmeler yapmıştır. Yine Mekke ve Medine‟de olduğu vakitte pek çok âlimle
sohbet ettiği ve onların iltifatına mazhar olduğu rivayet edilmektedir.79

78
Kutlu, a.g.e., s.127.
79
Lutfî, s.658.

27
Muhammed Lutfî Efendi, ikinci ve üçüncü haccını 1949 ve 1950 yılları hac
mevsiminde yapmıştır. Bu yolculuklar Erzurum‟dan İstanbul‟a trenle, İstanbul‟dan
Cidde‟ye uçakla gerçekleşmiştir. Son iki haccında delil olarak Ankavîzâde
Abdülhamid Efendi‟yi ittihaz etmiş ve yine ilk haccında olduğu gibi kutsal
topraklarda birçok âlim, fâdıl kimseyle ve dünyanın değişik yerlerinden hacca gelen
müslümanlarla hasbihal etmiş, birçoğunun övgü ve iltifatını almıştır.80

Hac yolculukları ve Mekke, Medine şehirlerinde yaşadığı derûnî manevi


haller, Alvarlı Efe Hazretleri‟nin ruhunda derin tesirler bırakmıştır. O, duygularını
“Duâ-i Huccâc” isimli 26 kıtalık uzun şiirinde ifade etmektedir. Hacılara dua ettiği
bu şiirinde, “menzil-i nûr-i tecellâ” olan Beytullâh‟a kavuşmaktan ve birçok
tecellinin mazharı olmaktan dolayı Hazreti Mevlâ‟ya hamd etmektedir. Ona göre;
eda ettiği haccı Allah Teâlâ, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟e olan sevgi ve
muhabbetinin hürmetine nasip etmiş ve fazlı inayetinden birçok ikramlarda
bulunmuştur. Şiirin nakarat bölümünde hacılara ve “rahmet-i Râhmân‟a muhtaç” bir
kul olarak nitelediği kendine Allah Teâlâ‟dan bağışlanma dilemektedir:

Binlerce hamd olsun Hazret-i Mevlâ


Ne Keremler etti Zât-ı Teâlâ
Beytullâh menzil-i nûr-i tecellâ
Ey keremler kâni huccâcı efv et
Rahmet-i Rahmân‟e muhtacı afv et

Muhammed hürmeti Hazret-i Allah


Nasîb oldu ziyâret-i Beytullah
Hâzâ min-fazlillâh inâyetullah
Ey keremler kâni huccâcı efv et
Rahmet-i Rahmân‟e muhtacı afv et81
Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre Beyt-i Muazzam, Allah‟ın yeryüzündeki
dergâhıdır. Kerem-i Kerîm olan Zât‟ın inayetiyle bu dergâhı ziyaret eden hacıların
kalbine muhabbet-i beytullah dolar. Sâdık olan müminler hac yapmakla birçok
ikrama ve bağışlanmaya mazhar olur. Yine Allah‟ın evi Kâbe, “matla-i nûr-i tecellâ”
olması hasebiyle, tecelli nurunun doğduğu yerdir ve birçok kimse için tecellinin
başlangıcıdır:

80
Lutfî, s.658.
81
Lutfî, s.635, ş. “DUÂ-İ HUCCÂC”, bent 1-2.

28
Kerem-i Kerîm‟den inâyet oldu
Muhabbet-i Beytullah kalbe doldu
Mü‟minler zâir-i Beytullah oldu
Ey keremler kâni huccâcı efv et
Rahmet-i Rahmân‟e muhtacı afv et

Gözlere göründü Beyt-i Muazzam


Zâir-i sâdıklar olur mükerrem
İndallahda huccâc olmuş muhterem
Ey keremler kâni huccâcı efv et
Rahmet-i Rahmân‟e muhtacı afv et

Beyt-i Muazzam‟dır dergâh-ı Mevlâ


Huccâca rahmeder Zât-ı Teâlâ
Beytullah matla-‟i nûr-i tecellâ
Ey keremler kâni huccâcı efv et
Rahmet-i Rahmân‟e muhtacı afv et82
Muhammed Lutfî Efendi‟nin Erzurum döneminde zikredilmesi gereken bir
diğer nokta ise, ulema ve ümeradan birçok önemli kişinin kendisine yaptığı
ziyaretlerdir. Alvarlı Efe‟nin muttakî ve sâlih şahsiyetini işiten bazı âlim, fâdıl ve
sûfi zâtlar kendisiyle Erzurum‟da görüşmüştür. Alvarlı Efe Hazretleri‟ne Anadolu‟da
yaşayan birçok ilim ve tasavvuf erbabı tarafından ziyaretlerin gerçekleştiği rivayet
edilmekle birlikte kimlerle görüştüğüne dair ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Bununla
birlikte, dönemin meşhur âlimlerinden Erzurum müftüsü Solakzâde Müftü Sadık
Efendi‟nin Efe Hazretleri‟ne büyük bir muhabbet ve saygı duyduğu ve çok defa
ziyaret ettiği hatıralarda nakledilmektedir. Yine Hasankale müftüsü Kamil Efendi de
onun kıymetini bilen, onunla görüşen bir âlim olduğu bilinmektedir. İstanbul‟da
yaşayan Nakşibendî şeyhlerinden Ali Haydar Efendi ile olan dostluğu Efe‟nin
halkasındaki muhiplerinin malumu olup, zaman zaman görüştükleri ve
mektuplaştıkları bilinmektedir. Bediüzzaman Said Nursî ile mektuplaşmaları ve
birbirlerine duacı oldukları çeşitli hatıralarda anlatılmaktadır.83

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, Cumhuriyet‟in ilk yıllarında laikliğin katı bir
şekilde yorumlanması ile uygulamaya konulan bir kısım konjektürel inkılaplar

82
Lutfî, s.635, ş. “DUÂ-İ HUCCÂC”, bent 3,4,5.
83
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin âlim ve ârif şahsiyetlerle alakalı çeşitli ilişkileri, ikinci bölümde
“Efe Hazretleri‟ni Bazı Âlim ve Mutasavvıflarla İlişkileri” başlığı altında değerlendirilmiştir.

29
neticesinde ortaya çıkan dine yönelik olumsuz tutuma ve halk nezdinde nüfuzu
yüksek bir şahsiyet olamasına rağmen; o, hiç kimseyi devlet aleyhine kışkırtarak
örgütleme girişiminde bulunmamıştır.84 Aksine dindarlığındaki samimiyeti ve
insanlara olan şefkat ve merhameti ile herkesi kucaklamış, yerli yerinde ve
zamanında onlara nasihatler etmiştir. Efe‟nin bu tutumu bir kısım devlet adamlarının
kendisine muhabbet ve sevgi beslemesine yol açmıştır. Nasihatini dinleyen birçok
devlet görevlisi ondan etkilenmiş ve onun samimiyetinden dolayı İslâm‟a ve
Müslümanlara karşı rıfk ve merhamet içerisinde olmuşlardır. Onun milletini
kucaklayan geniş ufku, birçok kimseyi dinî ve millî duygular etrafında
kaynaştırmıştır. Halifesi ve oğlu Hâce Seyfeddin Efendi‟den naklen Hüseyin
Kutlu‟nun konu hakkında ki tespitleri şöyledir:

“Erzurum‟da çok sevildiği için, yeni bir vali geldi mi, o da bu sevgiyi
görüyor, duyuyor, öğreniyor ve Hazret‟in ziyaretine gidiyor. Ordu komutanı da Efe
Hazretleri‟ni ziyaret ediyor; „Ben ordu komutanıyım‟ diyerek son derece saygı ve
edeple kendisini takdim ediyor. Bu nasıl oluyor? İsterseniz kendi sözleriyle cevap
verelim:
Gedâ-i derge-i Mevlâ olan emir-i âlemdir
Mevlâ‟nın kapısında dilenci olmayı başaran bütün dünyanın emiri olur.
Efe Hazretleri, huzursuzluk çıkmasını istemiyor. Mesela seçim zamanı
partilerden yetkili, etkili isimler Efe Hazretleri‟ni ziyarete geliyorlar. Maksadları Efe
Hazretleri‟nin bölgedeki nüfuzundan istifade etmek. Efe Hazretleri onlara
söylenmesi gereken her şeyi usulünce söylüyor.”85
Hâce Muhammed Lutfi Efendi, Erzurum döneminden önce ikamet ettiği
Dinarkom, Yavi ve Alvar köylerinde yaptığı imamet ve irşad görevlerinin yanında
ilmi derslerde vermiştir. Babası Hâce Hüseyin Efendi‟den icâzetli bir âlim olarak,
zamanın şartlarına göre birçok talebeye çeşitli İslâmi ilimleri okutmuştur. Fakat 1939
yılında Erzurum‟a yerleştikten sonra gerek yaşlılığı, gerekse hastalığı sebebiyle
bizzat ders okutmamıştır. Ders verdiği dönemde okuttuğu talebelerinin kimler olduğu
hakkında günümüze ulaşan bir bilgi mevcut değildir.

Ömrünün son dönemini geçirdiği Erzurum‟da, ilim öğrenmek isteyen


talebelere kol kanat germiş, ders okutan âlimleri madden ve manen desteklemiş,
84
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin bu tutumu, onun söz konusu konjektürel inkılaplar neticesinde
ortaya çıkan dini yozlaşmaya ve din karşıtı fikirlere sessiz kaldığı sonucunu ortaya koymamalıdır. Zira
o dönemde ortaya çıkan dînî ve ahlâkî yozlaşmaya dair kaleme aldığı onlarca şiiri mevcuttur. Bu konu
ikinci bölümde “Alvarlı Efe Dönemi” başlığı altında ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir.
85
Kutlu, Efe Hazretleri, s.141.

30
Kurşunlu Medresesi başta olmak üzere ders okunan her medresenin ihtiyaçlarının
karşılanması için zenginlerin desteklerini oralara teşvik etmiş, bazen kendisine
ulaştırılan peynir, yağ, tahıl vb. temel levâzımatın öğrencilere ulaşmasına aracılık
etmiştir.86

O dönem Erzurum medreselerinde eğitim alan birçok talebe Efe


Hazretleri‟nin maddi ve manevi desteğini hatıralarında ifade etmektedir. Bu
talebelerden bazıları Diyanet İşleri Başkanlığı‟nda önemli görevler ifa etmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı görevinde bulunan Mehmet Nuri Yılmaz bu konuda şunları
söylemektedir:

“Talebelerin rahatça okumalarını sağlamak için iâşelerini üzerine almış olan


Efe, onlara tenekelerle yağ, peynir, helva, çuvallarla pirinç, bulgur, kışın ise odun ve
kömür gönderirdi. Hiç unutmam o yıllarda Celal Bayar Erzurum‟a gelmiş idi, Müftü
Solakzâde Sadık Efendi bunu fırsat bilerek ona, uzun yıllardan beri kapalı bulunan
Ulu Camii gezdirmiş ve onarımı için tahsisât talebinde bulunmuştu. Bayar, Müftü
Efendiye olumlu cevap vermiş ve onarım için külliyetli miktarda ödenek vaat etmişti.
Akşam bu olay Efe‟ye nakledilince fena halde hiddetlenmiş; „yıkılsın o camii, yıkılsın
o camii‟ diye seslenerek ve şunları söylemiştir: „Bana deseler ki Kâbe‟nin duvarı
yıkılmış, beri taraftan da ihtiyaçları yüzünden tahsillerini bırakacak çocuklar var.
Vallahi ben o çocuklara yardım ederim. Kâbe‟nin ve caminin duvarı yıkılsa o yerler
yine ziyaret edilir, insansız mabetlerin anlamı olmaz. Bu nedenle bizim yetişmiş
insana ihtiyacımız var‟ demiştir.”87
Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapan Yaşar İşcan ise Efe Hazretleri‟nin
ilim talebelerine olan desteğini şöyle açıklamaktadır:

“Zamanın Erzurum ve yöre ulemasından ders alan, Kur‟ân‟ı ezberleyip


manasını çözecek Arapça, Tefsir, Hadis, Usul okuyan talebeler, sık sık Efe‟yi
ziyarete gider, elini öper duasını alırdık. Ziyaretine gelen talebelere, ne okuduklarını
sorar; konu ile ilgili sorular yöneltirdi. İsabetli cevap verenlerini teşci ve tebrik eder,
daha başarılı olmalarını tembihler, onlara dua ederdi. Cevapta zorlananlara ise
konuyu kendi izah eder talebe feyz alır, elini öper, duasını alarak ayrılırdı.
Bir yakınımın evinde Efe‟nin sohbetine katıldım. O arada hafızlık hocam;
„Efendim Hafız Yaşar Efendi güzel Arapça da mükâleme ediyor‟ dedi. Efe sevindi ve
bana; “Şu hocana Arapça de ki; Kurşunlu Medreselerinde on ve on bir numarada
okuyanlara iki teneke kavurma gönder.” Bir ara tereddüt ve gülümseme hâkim oldu.

86
Lutfî, s.659.
87
Mehmet Nuri Yılmaz, Açış Konuşması, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu, c.1 s.37 (Mehmet Nuri Yılmaz eski Diyanet İşleri Başkanıdır. Ayrıntılı bilgi için
konuşmanın tamamına bkz.).

31
Sonra hafızlık hocam toparlanıp; „Emriniz olur efendimiz‟ diyerek bu durumu emir
telakki etti.”88

1.9. Evlilikleri, Çocukları ve ĠâĢesi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, sırasıyla beş defa evlenmiştir. Beş evlilik
yapması, hanımlarının art arda vefat etmesi sebebiyle olmuştur. Zevceleri sırasıyla;
Feride Hanım,89 Esma Hanım, Hâfıza Saliha Hanım, Sağırlılı Hanım Nene ve
Bedriye Hanım‟dır.90 Hanımları hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin sadece ikinci hanımı olan Esma


Hanım‟dan üçü oğlan biri kız dört evladı dünyaya gelmiştir. Çocuklarının ismi;
Hakkı, Sadi, Mukime ve Seyfeddin‟dir. Oğlu Seyfeddin‟den başka, evlatlarından
üçü; Hakkı, Sadi ve Mukime çocuk yaşta çeşitli sebeplerle vefat etmiştir.91

Hanımlarının ve çocuklarının yanı sıra Muhammed Lutfî Efendi, aile


fertlerinden birçoğunun ölüm acısını yaşamıştır. Annesini, erken yaşta üç kardeşini,
elli yaşında babası ve hocası Hâce Hüseyin Gedâi Efendi‟yi, yaşlılığında ise küçük
kardeşi Hâce Mahmud Vehbi Efendi‟yi ebedi âleme yolcu etmiştir.

Babası Hâce Hüseyin Efendi Alvar köyünde, kardeşi Vehbi Efe Ebsemce
köyünde, çocuklarından; kendisinden sonra vefat eden Hâce Seyfeddin Efendi Alvar
köyünde ve daha önce vefat eden diğer üç çocuğu ise Dinarkom köyünde
medfundur.92 Zevcelerinin vefat tarihi ve kabirleriyle alakalı bir bilgiye
ulaşılamamıştır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, geçimini hayvancılık, tarım ve köylerde


imamlık yaptığı dönemde vazifesi mukabilinde verilen bir miktar hububatla
sağlamıştır. Onun iaşesi hakkında oğlu Seyfeddin Efendi şöyle demektedir:

88
Yaşar İşcan, Açış Konuşması, Alvarlı Efe Sempozyumu, c.1 s.25 (Yaşar İşcan Diyanet İşleri
Başkanlığı‟nda Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yapmıştır. Ayrıntılı bilgi için konuşmanın tamamına
bkz.).
89
Babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin ilk şeyhi Tortum‟lu Hacı Feyzullah Efendi‟nin torunudur.
90
Kutlu, a.g.e., s.65.
91
Kutlu, a.g.e., s.66.
92
Kutlu, a.g.e., s.66; Ayrıntılı bilgi için bkz. Muhammed Lütfü Kındığılı, Alvarlı Muhammed Lutfî
Efe ve Ailesine Ait Mezar Taşları, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu,
c.2, s.22.

32
“Efe Hazretleri, dünyası ve geçimi için zengin olsun fakir olsun hiç kimseye
göz ucu ile veya îmâ ile de olsa tenezzül etmemiş ve evinin maişetini temin için
kimseden ufacık bir yardım almayı hatırdan bile geçirmemiş; kendi geliri ile
yetinmiştir. Geliri ise köylerde yaşadığı sürece beslediği birkaç koyun, iki üç inek;
ortakçıya ektirdiği yirmi otuz kile hububat ve köylünün kendisine vazifesine mukabil
verdiği elli altmış kile zahireden ibaret. Son zamanlarda kendisine rica minnet
hediye edilen ne ise bir emaneti tevdi eder gibi o hediyeleri ihtiyaç sahiplerine yerli
yerince ulaştırıyor. Yiyecek türü hediyeleri de misafirlerine ikram ediyor.”93

1.10. Vefâtı

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, 12 Mart 1956 tarihinde Erzurum‟da vefat


etmiştir. Ebedi âleme göçtüğünde 88 yaşında olan Efe Hazretleri‟nin cenaze namazı,
Erzurum ve çevresinden vefatını duyarak gelen kalabalık bir cemaatin iştiraki ile
Erzurum‟da müftü Sâdık Efendi tarafından kıldırılmıştır. Daha sonra cenazesi 21 yıl
imamlık yaptığı Alvar köyüne kalabalık bir cemaat tarafından getirilmiş, Alvar
köyünde, oraya Pasinler ve çevre köylerden gelen kalabalık bir grup tarafından
karşılanmıştır. Cenaze namazına katılamamış insanların ısrarı üzerine tekrar cenaze
namazı o yörenin âlimlerinden Çöğenderli Salih Efendi tarafından kıldırılmış ve
babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin yanına defnedilmiştir.94

Bugün Alvar Köyünde bulunan kabrinin kitabesinde Efe Hazretleri‟nin oğlu


ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi tarafından yazılan şu beyitler vardır:

Fazlullah-ı ekber tevhîd-i Bârî


Lutfullah-ı a‟zam cânân civari

Gurbiyyet-i Mevlâ ikrâm-ı ezel


Fermân-ı irciî hukm-i lem-yezel

Ravh-ı reyhan ikramıyla mükerrem


Kıldı bizi Rabbim hamd-i muazzam

İmâm-ı enbiyâ rehberdir bize


Sırr-ı Hâcegân‟dır tâc-ı ser bize

Semiyy-i fahr-i âlem nâmım Muhammed

93
Kutlu, Efe Hazretleri s.97, Lutfî, s.656.
94
Lutfî, s.659, Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.68.

33
Evlâd-ı resuldür ceddim ced-be-ced

Nesîm-i Küfrevî bâğ-ı Nakşibend


Tarih hayatımdır râh-ı Nakşibend95
Ebced hesabıyla şiirin sonundaki “Hayatımdır râh-ı Nakşibend” terkibiyle
Alvarlı Efe Hazretleri‟nin ölüm yılı olan hicri 1375 (m.1956) tarihi düşülmüştür.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şiirlerinin oğlu Hâce Seyfeddin Efendi


tarafından derlenip neşredildiği “Hülâsatü‟l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce
Muhammed Lutfî” adlı eserin girişinde “Bir Hâtıra” başlığı altında Efe Hazretleri‟nin
vefatı dolayısıyla üzülen ve kederlenen sevenleri, müritleri ve dostları için teselli
mahiyetinde bir şiir kaleme alınmıştır. Söz konusu 31 kıtalık bu uzun şiirin, Efe
Hazretleri‟nin vefatı sonrası manevi bir hal esnasında Seyfeddin Efendi‟ye Hâce
Muhammed Lutfî Efendi tarafından yazdırılmış olduğu belirtilerek Efe Hazretleri‟ne
ait şiirlerden biri olarak kabul edilmektedir.96 Şiir her ne kadar yaşarken Efe
Hazretleri‟nin ağzından dökülmese bile, ifadelerdeki mana biçimi, terkiplerde olan
bütünlük, seçilen kelimelere yüklenen derinlik ve nazım açısından ortaya konan
şiirsellik, Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin üslup ve anlatımı yansıtmaktadır.

Bu şiirde, Efe Hazretleri‟nin ağzından, sevenlerine -vasiyet babından- bazı


nasihatlerde bulunulmuş, şiirin nakarat bölümünde ise sevenlerinden; ayrılık
ateşinden dolayı ciğerleri yansa da Allah‟ın hükmüne razı olmaları istenmektedir.
Örnek olarak seçilen bazı kıtalar şöyledir; Efe Hazretleri ilk bentte, ruhlar âleminde
ruhunu âli ve yüce bir şekilde yarattığı için Hâlık Teâlâ‟ya sonsuz hamd ve senâ
etmektedir:

Hamd ü senâ Hâlık‟ıma lâ-yuhsâ


Halk eyledi ruhum Zât-ı Teâlâ
Âlem-i ervahda kıldı muallâ
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
95
Muhammed Lütfü Kındığılı, Alvarlı Muhammed Lutfî Efe ve Ailesine Ait Mezar Taşları,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.22.
96
Şiirin öncesinde eseri derleyen Hâce Seyfeddin Efendi şöyle bir not düşmüştür; “Tarih, 12 Mart
1956… Pederim Hazretleri‟nin vefatını müteakiben böyle bir insan-ı kâmilin vefâtı teessürü, cümleyi
bahr-i kedere gark etmiş ve şaşkına döndermiş idi. Bu meyânda ben âciz, oğlu olarak bu ayrılıktan o
kadar müteessir idim ki; bazı defa dalgın dalgın hayretler içinde mütefekkiren otururdum. Pederim
Hazretleri‟nin vefâtı tarihi Receb-i Şerif 29… Ramazân-ı Şerif‟den birkaç gün almış idik. Bir akşam
yine hasretle otururken bir âlem ki, gûyâ Pederim Hazretleri‟ne muhâtab oldum. Emrediyordu ki:
Yaz!... İşte aşağıda yazdığım bir hâtıra ki, Pederim Hazretleri‟nin bize hitâbı mahsulü olarak
arzediyorum” Lutfî, s.18.

34
Hicrân âteşine yansın gönüller97
Şiirin devamında Efe Hazretleri, Allah‟ın takdiri olarak dünyaya Hâce
Hüseyin Efendi‟nin evladı olarak geldiğini, “Şâh-ı Şirvânî” terkibi ile kast ettiği
Muhammed Küfrevî Hazretleri‟nin nazarıyla şereflenerek sırtına bir devlet
giydirildiğini ve bu şerefle ömrünü tamamladığını belirtmektedir.

Sonraki bentlerde; hayatı boyunca Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem‟in


çizdiği yolda sahâbe-i kirâm ve evliyâ-i izâmı baş tâcı yaparak yürüdüğünü ifade
ederek, bu yoldan canını feda etme pahasına dönmediğini ve vazifesini hakkıyla ifa
ettiğini söylemektedir:

Hamdülillâh vazifemde etmedim noksân


Fedâ-yı cân etdim dönmedim bir an
Himmet etdi bana ol şâh-ı devrân
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller98

Ciğer pâre pâre yandım yakıldım


Bu ümmetin hâli nic‟olur derdim
Merhamet-i Rahîm dâimâ virdim
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller99
Efe Hazretleri, Allah‟ın ezelde takdiri neticesinde her güzel ve sevilen yüce
insanda olduğu gibi ölümün kendisine geldiğini, “Allah Allah” diyerek son nefesini
verdiğini ve arzusu olan Rabb‟ine kavuştuğunu anlatmaktadır:

“İnneke meyyitün” takdir-i ezel


Dünyâda kalmamış bir merd-i güzel
Böyle kurmuş bu çarhını Lem-yezel
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller100

Allah Allah hatm-i nefes eyledim


Tefviz-i emr edüp Allah söyledim
Likâ-i Rabb‟ime şitâb eyledim
Hükmullâhe râzı olsun gönüller

97
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 1.
98
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 11.
99
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 15.
100
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 16.

35
Hicrân âteşine yansın gönüller101
Bundan sonra şiirin sonuna kadar kendisini sevenlere ve müritlerine çeşitli
tavsiyelerde bulunmakta ve zaman zaman onlara dualar etmektedir:

Hudâ‟ya emânet olsun ihvânım


Toylasun mağfiret afle gufrânım
Dest-gîriz olsun Nebî zî-şânım
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller102

Hatırız hoş dutun cemî-„i ihvân


Var ise sermâyem sizindir hemân
Dört gözle gözlerim sizleri her an
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller103

İhlâs ü mahviyyet pişeniz olsun


Gönlünüz endûh u enînle dolsun
O zeman himmetim sizleri bulsun
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller104
Alvarlı Efe, kaleme aldığı gazel ve şiirlerin, âyet ve hadisleri izah eden
nazımlar olduğu münasebetiyle dikkatli bir şekilde okunmasını istemektedir.
Kendisinin irşat ettiği kimselerin, vefatından sonra başka bir mürşid-i kâmile
ihtiyaçlarının bulunmadığını ve gösterdiği yolda yürümelerini tavsiye etmektedir:

Gazeliyâtım oku dikkat et ey can


Terceme-i âyât dür ile mercân
Mânâ eder hadisleri kemakân
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller105

Yokdur bir mürşide ihtiyâcınız


Gösterilmiş size hakkâ râhınız
El-hâsıl tamâmdır teblîğ çâğınız

101
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 20.
102
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 21.
103
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 23.
104
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 25.
105
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 26.

36
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller106

Semiyy-i fahr-i âlem nâmım Muhammed


Mahlasım Lutfî‟dir vekîl-i Ahmed
İhvânıma kıl merhamet yâ samed
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller107
Şiirin son iki bentinde Efe Hazretleri, sevenlerinden kendisine Fâtiha ve İhlâs
surelerini okuyarak sevabını hediye etmelerini, hatm-i hâcegân zikrini
bırakmamalarını ve halife olarak bıraktığı Seyfeddin Efendi‟ye sahip çıkmalarını
öğütlemektedir:

Fâtiha İhlâs‟lar hatm-i kelâmım


Hatm-i Hâcegân‟dır cümle merâmım
Merhametler ede size Rahmân‟ım
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller108

Mahdûmum Seyfeddîn size emânet


İndizde ahfâdım bulsun mekremet
Hadîkamız size cây-ı meserret
Bu bağçeden gelir bûy-i muhabbet
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller 109

2. Hâce Muhammed Lutfî Efendi’nin ġahsiyeti

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, hem âlim hem ârif hem de fâdıl bir zâttır.
Dinin zâhiri yönünü oluşturan şeriata sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar bâtınî yönü olan
tasavvufî hayatın tüm gereklerini de son derece titizlikle yerine getiren biridir.
Şeriatın ve tarikatın gerekleri hususundaki dikkat ve özeni, birçok hatırada
anlatılmakla birlikte, divanında yer alan şiirlerinde verilen mesajlar ile de
örtüşmektedir.

106
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 27.
107
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 28.
108
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 30.
109
Lutfî, s.18 vd., ş.“Bir Hâtıra”, bent 31.

37
Şahsiyetinin temelini Kur‟ân ve Sünnete olan sımsıkı bağlılığı oluşturur.
Onun tasavvufi yaşantısı ve anlayışı; Kur‟ân ve sünnetin naslarına tam bağlılık ve
uygunluk esasına göre oturmaktadır.110 İslâm ahlakını özümsemiş, dindarlığın
şuurunda bir âlim olarak, ibadetlerin gerekli ve haramlardan kaçmanın zorunlu
olduğu bilincini davranışlarıyla bir irşat metodu olarak halka yerleştirmeye
çalışmıştır.111 Efe Hazretleri‟nin İslâm‟ı yaşama gayret ve arzusu, onun şahsiyetle
bütünleşmiş kâmil bir ahlakı ortaya çıkarmıştır. Onu tanımış kişilerden biri olan
Mehmet Nuri Yılmaz, dînî ve tasavvufî şahsiyeti hakkında intibalarını şöyle
açıklamaktadır:

“Tasavvuf muhteviyatında tadât edilen ve bir mürşitte bulunması gereken


vasıflar, örneğin; kitap ve sünnete bağlılık, edep ve ahlak güzelliği, cömertlik, şefkat
ve merhamet, dünya sevgisini terk, sohbet, ülfet, muhabbet ve nasihat ehli olmak gibi
hususlar Efe Hazretleri‟nde mevcuttu.”112
Efe Hazretleri‟nin şahsiyetinin Kur‟ân ve sünnetle ifade edilen ahlakla
bütünleştiği, kâmil bir mürşidin taşıması gerekli olan ilmî ve ahlakî vasıfları taşıdığı,
onu tanıyanların anlatımlarında görülen ortak vurgu noktasıdır. Cumhuriyet dönemi
tasavvuf tarihinde çok önemli bir yere sahip olan bu mürşidin tasavvuf anlayışını
değerlendirebilmek için onun şahsiyetinin öncelikle ele alınması gerekir. Bu
bağlamda konu; şemâili, ilmî ve dînî şahsiyeti, ahlâkî şahsiyeti ve edebî şahsiyeti
başlıkları altında değerlendirilecektir.

2.1. ġemâili

Muhammed Lutfî Efendi, şemâil olarak beyaza yakın buğday benizli ve


kaşlarının arası açıktır.113 Mütebessim bir çehresi vardır. Bakışları insana huzur
veren, her hareketi mutedil ve vakur, her tavrı mülayim ve müstağni bir zâttır.114
Alvarlı Efe Hazretleri ile görüşen ve sohbet meclislerinde bulunanlar ondan
bahsederken, “onun huzuruna girenler büyük bir ferahlık duyarlar ve manevi bir

110
Yılmaz, a.g.s.b., c.1, s.38.
111
Necmettin Bardakçı, Alvarlı Efe ve Hac İbadetine Yüklediği Anlam, Alvarlı Efe Sempozyumu, c.2
s.341.
112
Yılmaz, a.g.s.b., c.1, s.38.
113
Salih Okur, Alvarlı Efe Hazretleri (1.bölüm), http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=
1752&ctgr_id=99, (25.07.2013).
114
Kutlu, a.g.e.,, s.95.

38
lezzete kavuşurlar”115 demektedirler. Onu tanıyanlardan Abdurrahman Efendi, Efe
Hazretleri‟ni gördüğündeki intibaını şöyle anlatıyor; “Efendi Hazretleri‟ni görür
görmez sanki, sahabe-i kiram bakiyesi, sahabe-i kiramdan kalma bir zât gibi
gördüm. Mübarek şekli, şemâili, hali etvârı, kemâli ve ilmi, irfânı beni tesir altına
aldı.” Osman Demirci ise, Efe Hazretleri‟ni ilk karşılaşma anını şöyle anlatıyor;
“1950‟de Erzurum‟da Arapça tedrisata başlarken ilk defa o zâtı ziyaret ettik. Ziyaret
ettiğimde hayalimin üstünde bir zât gördüm. Karşıma ayın onbeşi gibi bedirlenmiş,
beyaz sakallı, nûrânî simasıyla şahsiyeti mükemmel bir insan çıktı. Ben hayalimde,
„acaba, asr-ı saadetten sonra, sahabe-i kiramdan sonra Kur‟ân-ı Kerim‟in
emirlerine kayıtsız şartsız tabi olan, yaşayan bir Müslüman var mı‟ diye hayal
ederken o zâtı görünce, her haliyle sahabeden bir zât geri kalmış gibi geldi.”116 Efe
Hazretleri hakkında benzeri pek çok hatıra ve intiba mevcuttur.

2.2. Ġlmî ve Dinî ġahsiyeti

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, bir âlim ve sûfi olarak, ilme ve ilim ehline
değer veren, İslâm‟ın bâtinî yönü olan tasavvufu yaşamada ki gayretini, zâhiri tarafı
olan şeriatı tatbik etmekteki azmi ile kaynaştırmış bir mutasavvıftır.

Efe Hazretleri, eğitimine çocukluk ve gençlik dönemlerinin geçtiği Kındığı


köyünde yed-i tûla sahibi yüce bir âlim olan babasının yanında başlamıştır. O dönem
babası Hâce Hüseyin Efendi, Kındığı köyünde bir yandan imamlık görevini yerine
getirirken diğer taraftan bir müderris olarak zaman zaman sayısı otuz kişiyi bulan
ders halkasına ilim okutmuştur. Efe Hazretleri, klasik medrese usulüne uygun olarak
babası Hâce Hüseyin Efendi'nin ders halkasına girmiş; Arapça, Tefsir, Hadis, Kelam,
Fıkıh gibi temel İslâmî ilim dallarında çeşitli kitapları talim etmiştir. Daha sonra
babası tarafından daha iyi yetişmesi için Erzurum merkezde bulunan medreselere
yönlendirilmiş ve burada okuduğu dersleri başarı ile tamamlayan Efe, ilim icâzeti

115
Evliyalar Ansiklopedisi, “Alvarlı Muhammed Lütfi (Efe)”, http://www.bizimsahife.org/Kutuphane/
Evliyalar_Ans/A/ea0313.htm, (14.06.2013).
116
Salih Okur, “Osman Demirci Hocaefendi İle Röportaj” http://www.cevaplar.org/index.
php?content_view=1752&ctgr_id=99, (12.08.2013).

39
almıştır.117 Onun bu dönemine dair ilim öğrenmeye karşı ortaya koyduğu gayret ve
azmi oğlu Hâce Seyfeddin Efendi‟den naklen Hüseyin Kutlu şöyle anlatmaktadır:

“Hâce Hüseyin Efendi, oğlu Muhammed Lutfî‟yi daha iyi yetişmesi için
Erzurum medreselerine gönderir. Muhammed Lutfî ilim tahsiline ciddi sa‟y ü gayret
gösterir. Bedenini açlığa ve uykusuzluğa alıştırarak terbiye eder. Kış boyunca,
annesinin yaptığı bir küp kavutla idare eder. Islatılmış birkaç lokma kavutla118
açlığını bastırıp ders mütalaasına devam eder. Uykusu gelince ıslak gömleğini ıslatıp
çıplak tenine giyer ve uykusuna teslim olmaz. Kısa zamanda hocalarının takdirini
kazanır. Medrese tahsilini başarıyla tamamlar. Pasinler ilçesi Sivaslı Camii
imamlığına tayin edilir.”119
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin ilmî seviyesini ve İslâmî ilimlerdeki
yetkinliğini Türkçe, Arapça ve Farsça yazdığı şiirlerinde görmek mümkündür.
Dîvânı incelendiğinde, Arapça ve Farsçaya son derece hâkim olduğu anlaşılmaktadır.
Bu dillerde şiir yazacak kadar ilmî seviyesi yüksek bir şahsiyettir. Yine Türkçe
olarak kaleme aldığı şiirlerinde kullandığı kelimeler ve kavramlar dikkatle tetkik
edildiğinde onun İslâmî ilimleri özümsemiş, şerîatın emir ve yasaklarını çok iyi bilen
bir âlim olduğu görülmektedir. Osmanlı‟nın ilim erbâbı kişilere tanıdığı askerlik
hizmetinden muaf olmanın şartlarını taşıdığı için askere alınmaması onun âlim
kişiliği hakkında fikir vermektedir.120

Efe Hazretleri, Hâlidi geleneğe bağlı bir sûfî ve âlim olarak, imamlık yaptığı
Dinarkom, Yavi ve Alvar köylerinde irşad vazifesinin yanında birçok talebeye
medrese usulüne göre ilmî dersler vermiştir. Talebelerinin kimler olduğu hakkında
günümüze ulaşan bir bilgi mevcut değildir. 1939-1956 arası yaşadığı Erzurum‟da
gerek yaşlılığı gerekse hastalığı sebebiyle ilmî tedrisat yapamamış fakat ilim
talebelerine maddi ve manevi yönden yardım etmekle, okumaları yönünde teşvik
etmiştir. Bu durumu oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi şöyle açıklamaktadır:

“Kendisi tedrisât-ı ilmiyesine devam ederek birçok talebe yetiştirmiştir.


Yalnız bu talebeleri, bugüne kadar hemen hemen tamâmen vefât ettikleri için elbette
bizler de çok müteessiriz. Ancak 1939‟da Alvar Köyü‟nden Erzurum‟a nakli ile,

117
Hangi medreselerde öğrenim gördüğü ve hocalarının kimler olduğu hakkında ayrıntılı bilgi mevcut
değildir.
118
Doğu Anadolu yöresinde; mısır, buğday ve susamın kavrulduktan sonra öğütülerek un haline
getirilmesi sonrası şekerli su ile yoğurulmasıyla yapılan basit bir yemek türüdür.
119
Hüseyin Kutlu, “Hâce Muhammed Lutfî (Efe Hazretleri)”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî
(Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.1, s.50.
120
Lutfî, s.658 vd.

40
Erzurum‟da her ne kadar tâlib-i ilim var ise kendisine müracaatla olsun veya
kendisinin istihbârı ile olsun, onaltı sene talebenin tamâmen lüzumlu ihtiyaçlarını
karşılamıştır. Talebeyi tahrîk ve teşvikleriyle göstermiş olduğu hüsn-i teveccüh,
hüsn-i kabul, kemâl-i şefkat ve hocalarına ihtiram ve minnettarlıklarıyla birçok
âlimin yetişmesine vesîle olmuştur. Bu onaltı sene içerisinde yâni 1939‟dan 1956
târih-i vefâtına kadar Erzurum‟un içinde ve dışında yetişen bugünkü vâizler ve
müderrisler bu zâtın çerâğı ve yetiştirmiş olduğu bilginlerden olduklarını şükranla
îtiraf etmektedirler.”121
Efe Hazretleri‟nin sohbetlerinde bulunup onun ilim ve irşad deryasından
istifade eden bir âlim olan Mehmed Kırkıncı, “Ruhumda derin iz bırakan bir
mâneviyat sultanı” olarak tanımladığı Efe Hazretleri‟nin ilmî yetkinliğinden şöyle
bahsetmektedir:

“Nakşibendî Tarikatı'nın büyük mürşitlerinden olan, Muhammed Lütfü Efendi


de, hamiyetperver zatlardan biri idi. Yalnız Erzurum'da değil, tüm Şark'ta şöhret
kazanmış büyük bir mürşid idi. Fıtraten mümtaz olan bu zat, Fıkıh, Hadis. Tefsir ve
Kelâm gibi, şeriat ilimlerinde de fevkalâde vukufiyete sahip idi.”122
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği yapan Yaşar İşcan
ise Muhammed Lutfî Efendi‟nin ilmi yönü üzerine intibalarını şöyle anlatmaktadır:

“Zamanın Erzurum ve yöre ulemasından ders alan, Kur‟ân‟ı ezberleyip


manasını çözecek Arapça, Tefsir, Hadis, Usul okuyan talebeler, sık sık Efe‟yi
ziyarete gider, elini öper duasını alırdık. Ziyaretine gelen talebelere, ne okuduklarını
sorar; konu ile ilgili sorular yöneltirdi. İsabetli cevap verenleri teşci ve tebrik eder,
daha başarılı olmalarını tenbihler, onlara dua ederdi. Cevapta zorlananlara ise
konuyu kendi izah eder, talebe feyz alır, elini öper, duasını alarak ayrılırdı.”123
Efe Hazretleri ile görüşen bir diğer kişi, Diyanet İşleri Başkanlığı görevinde
bulunmuş olan Mehmet Nuri Yılmaz, Efe‟nin bu yönü üzerine şu değerlendirmeyi
yapmaktadır:

“Kurşunlu Medreselerinde öğrenci olduğumuz yıllarda Efe Hazretleri‟ni sık


sık ziyaret ederdik. O, bizi okuduğumuz dersten imtihan eder, doğru cevap aldığında
da mutlu olurdu. İlerlemiş yaşına ve hastalığına rağmen hafızasından hiçbir şey
kaybetmemişti. Eşkâl-ı Erbaa (Dört Şekil form) Nahv(Arap Grameri) cümlesinden
cezmeden on beş kelimeyi bir solukta ve örnekleriyle sayması, ne derece güçlü bir
belleğe sahip olduğunun ispatıdır.”124

121
Lutfî, s.659.
122
Mehmed Kırkıncı, Hayatım-Hatıralarım, Zafer Yay., İstanbul, 2004, s.39.
123
İşcan, a.g.s.b., c.1, s.25.
124
Yılmaz, a.g.s.b., c.1, s.37.

41
Efe Hazretleri, şiirlerinde ilme ve ilim ehline yönelik bir kısım
değerlendirmelerde bulunmuştur. İlmi ve âlimleri övdüğü çeşitli şiirleri mevcuttur.
Ona göre âlimler her zaman insanlara yol gösteren, mahlûkatın ışığı olan kimselerdir.
Zamanında ilme önem verilmesi sonucu âlimlerin sayısının azalması Efe‟yi son
derece kaygılandırmaktadır:

Ehl-i ilimdir her zemân


Şem-„i halâyık-ı cihân
Boş kaldı ekser şem„adan
Yetmez mi bu noksan bize125
İlim, âlimlerin yetişmemesi sebebiyle yeryüzünden kaybolunca o boşluğu
cehalet doldurur. Cehaletin ortaya çıkmasıyla âlem manevi bir karanlığa mahkûm
olmuştur:

Ref„ oldu ilim rûy-i zemîn doldu zulümât


Herkesde kemâl ile îmân kalmadı gitdi126
Efe‟nin zamanında Erzurum‟da yetişmiş büyük âlimlerden biri kabul edilen
Maksûd Efendi Hoca‟nın (ö.1943) vefatı sonrası kaleme aldığı bir mersiyede onu
sahip olduğu ilim servetinden ötürü övmektedir:

Hilm ü tevâzû yerleri


Kur ‟ân idi rehberleri
Kenz-i ilim gülberleri
Maksûd Efendi hâcemiz127
Yine bir başka mersiyesinde, büyük medrese âlimi Tivnikli Hacı Faruk
Efendi‟yi (ö.1953) Erzurum‟da yaptığı ilmî çalışmalardan dolayı takdir etmektedir:

Büyük bir himmete mâlik idi tedrîs ilminde


O Erzurum‟u etmişdi ilim neşrinde dilârâ128
Görüldüğü gibi; Efe Hazretleri, özü sözü uyumlu bir âlim ve sûfî şahsiyet
olarak, şer‟î ilimlerin öğrenilmesine önem vermiş ve bu yönde çeşitli gayretler ortaya
koymuştur. Halidiyye anlayışında mevcut olan medrese-tekke birlikteliği ilkesi,
Efe‟nin din ve tasavvuf anlayışında da canlılığını korumuştur.

125
Lutfî, s.440, ş.537, k.9.
126
Lutfî, s.477, ş.598, b.3.
127
Lutfî, s.627, ş. “Der-vefât-ı Maksûd Efendi”, k.4.
128
Lutfî, s.628, ş. “Der-vefât-ı Hacı Fâruk Efendi”, b.3.

42
2.3. Ahlakî ġahsiyeti

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin ahlakî şahsiyeti; dostlarının, müritlerinin


ve muhiplerinin hatıralarında anlatılmakla birlikte, şiirlerinde işlediği ahlaki
temalarda da belirgin bir şekilde görülmektedir. İslâm ahlakının birçok güzelliği
onun şahsında temayüz etmiştir.

Efe Hazretleri‟nin şahsiyetinde temayüz eden ahlakî esaslardan ilki, dünya


metâını arzu etmeyen, kullara karşı müstağni ve sadece Allah Teâlâ‟ya mülteci olan
fakr sahibi kişiliğidir. O, dünya malına değer vermeyen tabiatte bir insan olup elinde
olanla yetinmiştir. Sadece Allah‟a ihtiyaçlarını arz eden fakr sahibi bir sûfî olarak,
kendisi gibi Hakk Teâlâ‟ya muhtaç ve dilenci olan diğer insanlara ihtiyacını
belirtmemiş ve onlardan bir şey elde etmeyi arzu etmemiştir. Onu tanıyanlar,
insanlara karşı olan bu müstağni tavrından övgüyle ve hayretle bahsetmektedirler.129

Alvarlı Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şahsiyetini oluşturan güzel


ahlakından bir diğeri; her türlü insana karşı olan cömertliği ve sehâvetidir. Onun
cömertliği ve sehâveti mütevâtir derecede nakledilmekle, şiirlerinde ise en çok
işlenen konuların başında gelmektedir. İhtiyaç sahibi kimselere ikramlarda
bulunması, fakir ve garip kimseleri gözetmesi, ilim okuyan öğrencilere bizzat maddi
yardımlar yapması, zenginleri onlara yardım etmeleri için teşvik etmesi ve
yönlendirmesi yine onun sehâvetini göstermektedir.130

2.3.1. Fakr Sahibi KiĢiliği

Efe Hazretleri‟nin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟e ve bir kısım


sahabeye benzeyen ahlakının en belirgin vasfı, dünya malına değer vermeyen tabiatta
bir kişiliğe hâiz olarak elinde olanla yetinip, kimseye ihtiyacını arz etmeyen tok
gözlü ve müstağni tavrıdır. Onun bu ahlakını oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi
şöyle anlatıyor:

“Bu zât, şu doksan sene ömrü hayatı içinde, taşı taşın üstüne koymamış, bir
ev sahibi olmayı dahi hatırlamamış, dünya metaı ve malına mâlik olmayı hiç arzu
etmemiştir. Gayet temiz elbise giyer, mu‟tedilen her hareketi vakur, müstağni…
129
Lutfî, s.656
130
Lutfî, s.657

43
Dünyası ve geçimi hâtırası için bay-gedâ hiç kimseye göz ucu ile veya îmâ ile dahi
olsa tenezzül etmemiş ve dâr-ı maişetini temin etmek üzere hiç kimseden ufacık bir
yardım hatırından bile geçmemiştir.”131
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin dünya malına karşı olan kayıtsız ve
ihtiyaçsız tutumunu şiirlerinde görmek mümkündür. Ona göre, bu dünyadaki en
değerli şey, imandır. İman, bir kimsenin kalbinde yerleşmiş ise, tevhidin sırları ile
kalbi mutahhar olmuştur. Tertemiz olan kalpte ise muhabbet-i Mevlâ sultân olur ve
tahtına kurulur. Bu ise en büyük zenginlik ve devlettir. Müritlerinden Hacı Ömer
Efendi‟ye nazmen gönderdiği bir mektubunda bu servet ve zenginliği anlatmaktadır.
Hacı Ömer Efendi, bir ticaret erbabı olarak ticareti çok büyümüş, öyle ki işlerini
Erzurum‟dan İstanbul‟a nakletmiş ama zamanla büyüyen işleri bozulmuş ve çeşitli
sıkıntı düşmüştür. Bu durumu haber alan Efe Hazretleri, çok sevdiği bu mürîdine
tavsiye bâbından yedi kıtalık bir şiirle mektup göndermiştir.132 Efe, şiirin ilk
kıtalarında iman servetinden bahisle gerçek zenginliğe vurgu yapıyor:

Kerem-i Kerîm‟den azîm merhamet


Bizi Mevlâ ehl-i îmân eylemiş
Göndermiş bizlere Ahmed‟i rahmet
Ehl-i tevhîd ehl-i irfân eylemiş

Nûr-i îmân ile kılmış münevver


Sırr-ı tevhîd ile etmiş mutahher
İkrâr u tasdikle olduk muzaffer
Başımızda tâcı Kur‟ân eylemiş

Taht-ı dilde câlis nûr-i muhabbet


Muhabbet-i Mevlâ gönülde devlet
Muhabbet-i Mevlâ ne büyük rahmet
Derdimize derdi dermân eylemiş133
Efe Hazretleri‟nin anlayışında “taht-ı dilde câlis” olan “nûr-i muhabbet”, hem
bu dünyada hem de ahiret yurdunda huzur ve mutluluk için geçerli olan tek sermaye
ve zenginliktir. O, Ömer Efendi‟ye zenginliği hatırlatıyor:

Ömer‟im ömründe dürr-i seâdet


Bulasın gönlünde nûr-i hidâyet

131
Lutfî, s.656.
132
Kutlu, Efe Hazretleri, s.151.
133
Lutfî, s.284, ş.287, k.1-2-3.

44
Her iki cihânda budur selâmet
Îmânı İslâm‟ı ihsân eylemiş134
Gerçek zenginliğe yani iki cihanın mutluluk mübdesi olan iman servetine
sahip olan birinin, fenâ âleminin yalancı varlığını kaybetmeye üzülmesi veya elde
edememekten dolayı sitem etmesi yahut zamanın dünya metaına tapan insanlarını
taklit etmesi kabul edilemez bir durumdur. Çünkü kalbine dünya sevgisi yerleşen,
Hakk‟a yakınlıktan, Allah‟a karîb olmayan da O‟nun rahmetinden uzaklaşmıştır:

Gam yeme cihânın germ ü serdine


Gönülden fenanın düşme derdine
Ebnâ-yı zemânın bakma ferdine
Dilde karâr feyz-i Rahmân eylemiş

Hakk‟ı seven gönül zarf-ı hüdâdır


Hubb-i Mevlâ dilde Hakk‟a fedadır
Ehl-i dünyâ her dem Hak‟dan cüdadır
Hak yolunda bulun fermân eylemiş135
Şiirin son kıtasında, Efe Hazretleri‟nin fakr sahibi bir sûfi kişiliğe hâiz
olduğunun emaresi vardır. Fakr, insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak
imkânlardan yoksun olsa bile kendini kalben sebeplere değil, her zaman Allah‟a
muhtaç bilmesi anlamında bir tasavvufî terim ve makamdır.136 Ona göre, sûfî sadece
“dergâh-ı Mevlâ” kapısında dilenci olmalıdır:

Dergâh-ı Mevlâ‟da sâil olanlar


Kurb-i İlâhî‟de devlet bulanlar
Bu dergâhden Lutfî nasîb alanlar
Seyrân-ı mîrânda devrân eylemiş137
Aynı mana; bir başka şiirinde daha açık bir şekilde kendini gösterir. Hâce
Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre, her türlü ihtiyacı karşılamayı Mevlâ‟nın
dergâhından gözleyen kimse, O‟nun yarattıklarından asla bir ihsan temenni etmez:

Nâzır-ı dergâh-ı Mevlâ halka etmez ilticâ


Ârif-i âgâhe ancak zü‟l-Keremdir mültecâ

Kesb-i yed-i nân-cû kevser-i cennetden leziz

134
Lutfî, s.284, ş.287, k.4.
135
Lutfî, s.284, ş.287, k.5-6.
136
Süleyman Uludağ, “Fakr”, DİA., c.12, s.132.
137
Lutfî, s.284, ş.287, k.7.

45
Mütevekkil olana ikrâm-ı Mevlâ câ-be-câ

Rızk içün serfürü etmek eşref-i nâsa bile


Dûzeh-i nâre mi benzer a‟lâ ednâya belâ

Zâd-ı dâreyn kesb eder ehl-i seâdet her zaman


Lutfiyâ abd-i İlâhî abde kılmaz irticâ138
İhtiyaçları için Allah‟ın dergâhına yönelen, o Sultân‟ı bırakıp da, O‟nun
kapısında ihsan bekleyen dilencilerden bir şey ummaz. Kerem-i Kerîm olan Ulu
Zât‟ın kereminden kerem bekleyen, Hak Teâlâ‟nın yolunda içini düzleyen, her an
Allah‟a sızlanan ve yakaran, O‟nun harem dairesine misafir olarak kabul edilir.
Daima O‟nun haremgâhında huzur üzere mutmain olan kulun, O‟nun hareminin
kapısında bekleyen dilencilere yönelmesi, makamına göre kabul edilemez bayağı bir
davranıştır:

Dergâh-ı Mevlâ‟ya nâzır olan göz


Gözlemez mahlûkdan aslâ bir ihsân
Dergâh-ı Mevlâ‟ya dönerse bir yüz
Gedâlara bakmaz bende-i sultân

Kerem-i Kerîm‟den kerem gözleyen


Hak yolunda derûnunu düzleyen
Hakk‟ı sevip seherlerde sızlayan
Harem-i Kerîm‟e ol olur mihmân139
Harem-i Kerîm‟e mihmân olan kula Allah bir dert verir, o da Mevlâ‟nın
muhabbetidir. Bu kul artık yakînî olarak bilir ki, kulları besleyen, kollayan ve
yaşatan sadece Hak Teâlâ‟dır. Kalbinde kökleşen bu nurla hidayet lütfuna eren âşık
için, artık sebeplere sarılmak yoktur. Çünkü O‟ndan başka fâil yoktur. Muhabbetin
coşkusundan âşık, Mevlâ‟nın dergâhına iltica ederek kurban olmak ister:

Derd-i derûnunda hubb-i Mevlâ‟dır


Kulları besleyen Hak Teâlâ‟dır
Nûr-i hüdâ dilde bir tecellâdır
Dergeh-i Mevlâ‟dır âşıklar kurbân140

138
Lutfî, s.114, ş.34.
139
Lutfî, s.349, ş.391, k.1-2.
140
Lutfî, s.349, ş.391, k.3.

46
Efe Hazretleri‟ne göre, kullardan müstağni olan gönlü zengin kimseler yani
sahip olduğu şeyle yetinip fazlasını istemeyenler ve istediğini de ancak Allah‟tan
isteyenler, Kur‟ân-ı Kerim‟e hizmet edenler ve ezberleyenler Allah‟ın rahmetine
kavuşur. Allah‟a âşıklık iddiasında olan kişi, kullara iltica etmemeli aksine kullara
elinde olan şeylerden ihsanda bulunmalıdır. Çünkü Hakk‟ın kullarına cömertlikle
ihsan edene Allah maddi ve manevi birçok ihsanda bulunur:

Ganî kalb olanlar buldular devlet


Kur‟ân‟a hâdimler aldılar himmet
Hâfız-ı Kur‟ân‟a olur merhamet
Dest-gîr-i olur rahmet-i Rahmân

Gülbe-i gönlünde bulan cânânı


Gözü gönlü dolar feyz-i Rabbânî
Lutfiyâ dilersin Hak‟dan ihsânı
Hakk‟ın kullarına sen eyle ihsân141
Efe Hazretleri, dünya malına gönül bağlamayı çeşitli örneklerle tenkit
etmektedir. Çünkü dünya sevgisi her hatanın başıdır. Ve bu hastalığa yakalananlar,
manevi yönden şirke kadar uzanabilen çok kötü durumlara düşebilir. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Lutfî Efendi, dünyaya aşırı meylin yol açabileceği tehlikelere
dikkat çekmek için bazı örnekler verir; bunlar İbrahim aleyhisselam‟ın babası Âzer,
Âd kavminin hükümdarı Şeddâd, İran mitolojisinde geçen hükümdar Cemşîd,
Hazreti Mûsa aleyhisselâm‟ın döneminde yaşamış olan Kârun ve kibirlenmesi
dolayısıyla tanrılığını iddia ederek sapıtan Firavun‟dur:

Âzer değilem sâcid olam beyt-i sanemde


Şeddâd değilem zevk ideyim bâğ-ı İrem‟de

Cemşîd gibi zer-tâc olanı hatıra almam


Emvâlimi kimdir göre hâne-i rakamde

Kârun gibi mal cem‟ edemem yer yuda anı


Görmem ebedî gönlümü miskâl ü diremde

Tekebbür-i Fir‟avnî‟den Allah‟a sığındım


Tâ rûz-i kıyâmet küfürün nâmı kalemde142

141
Lutfî, s.349, ş.391, k.4-5.
142
Lutfî, s.449, ş.552.

47
Efe Hazretleri‟nin Âzer örneğini vermesi, İbrahim aleyhisselam‟ın babası
Âzer‟i putlara tapmayı terk etmesi ve kudret sahibi Allah‟a iman etmesi için davet
etmesine karşın onun, İbrahim aleyhisselam‟ın davetine icabet etmemesi143
dolayısıyladır. Çünkü o dönem Nemrud‟un yakınında bulunması sebebiyle, dünya
menfaatleri Âzer‟in aklını çelmiş ve dünyaya meylinden dolayı Allah‟a iman
etmemiştir.144

Efe Hazretleri‟nin ikinci bir örnek olarak verdiği kişi hükümdar Şeddâd‟dır.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in beyanına göre Şeddâd‟ın hükümdarlığını yaptığı Âd milleti,
“muhteşem saraylara145, mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti.146 Bu
yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi putlara tapmaya başlamış, insanlara
zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur.147 Allah, Hazreti Hûd aleyhisselam‟ı
bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine
karşı çıkmıştır.148 Hazreti Hûd‟un onları uyarması, Allah‟ın kendilerine verdiği
nimetleri hatırlatarak O‟na inanmalarını istemesine karşı onlar, “İster öğüt ver ister
verme, bizce birdir, fark etmez”149 diyerek kendilerine yapılan ikazları
dinlememişlerdir. İsyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını
keserek kuraklık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurutmuş, daha sonra kasıp kavuran
bir rüzgârla onları cezalandırmıştır.150 Sekiz gün süren bu rüzgâr, Kur‟an‟ın
tasvirine göre Âd kavmini hurma kütükleri gibi bulundukları yerden söküp
atmıştır.151 Hazreti Hûd ve ona inanan müminler ise bu felâketten kurtularak152
ikinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturmuşlardır.”153

143
Meryem 19/46; Tevbe 9/114.
144
Ayrıntılı bilgi için bkz. Günay Tümer, “Âzer”, DİA., c.4, s.316 vd.
145
Şuarâ 26/128, 129.
146
Şuarâ 26/133, 134.
147
Hûd 11/59; Şuarâ 26/130.
148
A„râf 7/65; Hûd 11/50; Şuarâ 26/123-126.
149
Şuarâ 26/136.
150
Ahkaf 46/24-25; Kamer 54/19-21.
151
Hâkka 69/6-8.
152
A„râf 7/72.
153
Ayrıntılı bilgi için bkz. Celal Kırca, “Âd”, DİA., c.1, s.334.

48
Efe Hazretleri‟nin verdiği diğer bir örnek, İran mitolojisinde şarabı ilk bulan
ve kullanan kimse olan hükümdar Cemşîd‟dir. Cemşîd altın tâc ile dolaşmanın ve
dünya metaına aşırı meyletmenin edebiyatta ki sembolüdür.154

Muhammed Lutfî Efendi‟nin dünyanın debdebesine kapılmalarından ötürü


helak olanlara verdiği bir diğer örnek; Mûsa aleyhisselam‟ın zamanında yaşayan
Firavun ve Kârun‟dur. “Kur‟an‟da yetmiş dört yerde geçen Firavun, Hazreti
Mûsâ‟nın karşısında yer alan, büyüklük taslayan, böbürlenen, ilâhlık iddiasında
bulunacak kadar kendini beğenen, Mûsâ‟nın tanrısına ulaşmak için kuleler
yaptıracak kadar taşkınlık gösteren, halkını küçümseyip zayıfları ezen, gerçeklere
sırt çeviren bir kral olarak tasvir edilmektedir.”155 Firavun ve beraberindekiler
denizde boğulmuş,156 Firavun boğulmak üzere iken iman etmiş, fakat imanı kabul
edilmemiş157 ve onun cesedi daha sonra gelenlere bir ibret olmak üzere
saklanmıştır.158

Kārûn ise “Hazreti Mûsâ‟nın kavminden bir kimse olup, hazinelerinin


anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zenginliğiyle mağrur bir kişi
olarak takdim edilir. Kârûn gösterişi sevmekte, kavminin arasında ihtişamla
dolaşmakta, bu ise bazılarının hayranlığını celbetmekteydi. Kavminin, servetiyle
böbürlenmemesi gerektiği yönündeki uyarılarına karşı Kârûn bu serveti kendi bilgisi
sayesinde yaptığını ileri sürüyordu. Nihayet kendisi ve evi yerin dibine geçirilmiş, bu
âkıbetten ne kendini kurtarabilmiş ne de onu kurtaracak bir topluluk çıkmıştır.159
Hazreti Mûsâ‟nın apaçık delillerle Firavun, Hâmân ve Kârûn‟a gönderildiği, fakat
onların Mûsâ‟yı yalancı bir sihirbaz olarak niteledikleri, ona karşı çıktıkları,
yeryüzünde büyüklük tasladıkları, sonuçta her birinin farklı şekillerde
cezalandırıldığı belirtilir.”160

Efe Hazretleri, bütün bu örnekleri verdikten sonra, sözüyle özünün bir


olduğunu ispat etmek için “emvâlimi kimdir göre hâne-i rakamde” diyerek demek

154
Edebî Yol, “Eski Türk Edebiyatında Mitolojik Kişilikler: Cemşid” http://www.edebiyol.com/
cemsid-kimdir.html, (23.04.2014).
155
Ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Faruk Harman, “Firavun”, DİA., c.13, s.118.
156
Bakara 2/50; A„râf 7/136; Enfâl 8/54.
157
Yûnus 10/90.
158
Yûnus 10/92.
159
Kasas 28/76-82.
160
Ankebût 29/39; Mü‟min 40/24, ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Faruk Harman, “Kârûn”, DİA., c.24,
s.519.

49
istiyor ki, bu sözümün doğru olduğunda şüphesi olan varsa, dünya malına dair bir
kayıt göstersin. Birçok defa Lutfî Efendi‟nin; “Elhamdülillah tapuda kaydım yok”
dediği nakledilir. Dünya malına kalben yönelmediği gibi zahirende mülk sahibi
olmadığı bilinmektedir.161

Nakledilen hatıralardan ve zikredilen şiirlerinden anlaşılıyor ki; Hâce


Muhammed Lutfî Efendi, dünya metaına gönül bağlamamış, hem kalben hem de
zahiren fâni olana meyletmemiştir. Şerîatın hükmüne göre, mübah olmasına rağmen,
dünyanın baş döndürücü efsununa kapılarak Allah Teâlâ‟dan uzaklaşmak
endişesiyle, tapulu bir gayrimenkul sahibi olmayı bile düşünmemiştir. Dünyaya
meyli olmayınca, maddi bir şey için insanlardan bir talebi olmamış, sevenlerinin
kendisine mal teklif etmesini bile hoş karşılamamış, aksine tüm ihtiyaçlarını Allah‟a
arz etmekle sadece O‟na iltica etmiştir. Kendini Allah‟tan gayrı herkesten ihtiyaçsız
gören müstağni tavrı, klasik tasavvufun fakr anlayışıyla örtüşmektedir. İnsanlardan
istemekte ölü gibi olan Efe Hazretleri, insanlara cömertlikte ve ihsanda dipdiri olmuş
ve bu hali Rab Teâlâ‟nın rızasını kazanmaya önemli bir sebep olarak inanmıştır.

2.3.2. Misafirperverliği ve Cömertliği

Alvarlı Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şahsiyetini oluşturan güzel


ahlakından bir diğeri; dergâh gibi kullandığı evinde çok sayıda misafiri ağırlaması,
onlara ikramlarda bulunması, fakir ve garip kimseleri gözetmesi, ilim okuyan
öğrencilere bizzat maddi yardımlar yapması, zenginleri ihtiyaç sahibi insanlara
yardım etmeleri için teşvik etmesi ve yönlendirmesidir. Birçok hatırada, Efe
Hazretleri‟nin sehâvet ve cömertliği anlatılmaktadır.162

Hâce Seyfeddin Efendi, Efe Hazretleri‟nin sehâveti hakkında şöyle


demektedir:

“Her zaman için ve her gün sofrasında sayısız kimselere ikramda bulunurdu.
Yirmi iki yaşından itibaren altmışaltı yıl sofrasına misafirsiz el sunduğu nadir
görülmüştür. Sofrasına üç adama yeter yemek koyar, on adamı kemaliyle doyurur ve
biraz da artardı. Kemâl-i sehâveti o derece idi ki etrafında ki mahremleri; „Bu zât
yarını hiç düşünmüyor. Böyle de ikrâm ve ihsân olur mu?‟ diye düşünürler, fakat

161
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.73.
162
Ayrıntılı bilgi için bkz. Yılmaz, a.g.s.b., c.1 s.37,; İşcan, a.g.s.b., c.1, s.25.

50
kendisine ihtar etme cesaretini gösteremezlerdi. Çok mükrim olan bu zât,
misâfirlerini, ikrâmını minnet bilerek ve duâ ederek kemâl-i iltifatla yolcu ederdi.
Misafirin ayağı kesilirse o evden bereketin kalkacağına inanırdı.”163
Mehmet Kırkıncı‟nın Efe Hazretleri hakkındaki intibaları, Seyfeddin
Efendi‟nin kanaatleriyle örtüşmektedir:

“Kendisiyle tanışmamız 1942 yıllarına dayanır. O tarihten beri zaman


zaman sohbetlerinde bulunmuş ve çok istifade etmişimdir. Tekkesi hiçbir zaman boş
kalmazdı. Dikkatimi çeken mühim bir meziyeti de onun cömertliği idi. O, eşe dosta,
ihtiyaç sahiplerine ikram etmekten çok zevk alırdı. Herkesin isteklerini ve
ihtiyaçlarını büyük bir sürur içersin de yerine getirmeye gayret eder, böylece
gönüllere muhabbet ve uhuvvet tohumlarını ekerdi. Mesela; kendisine kimi insan
„öküzüm yok‟, kimisi „tohumum yok‟, kimisi de „borcum var‟ diye ihtiyaçlarını arz
ederlerdi. O‟da elinden gelen yardımı katiyyen esirgemezdi.”164
Sonuç olarak; Hâce Muhammed Lutfî Efendi, cömertlik ve sehâvete Kur‟ân
ve sünnette yüklenilen manayı özümsemiş ve bu güzel ahlakı yaşamında da
uygulamış bir sûfîdir. Onun bu anlayışı ve ahlakı; divanında yer alan gazellerinde,
şiirlerinde ve hatıralarda açıkça görülmektedir.165

2.3.3. Merhameti ve ġefkati

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şahsiyetiyle özdeşleşen İslâm ahlakından


biri de merhamet ve şefkat sahibi olmasıdır. Efe Hazretleri, şefkat, merhamet,
incitmeme, incinmeme, acıma, affetme, kusurları kapatma vb. konuları şiirlerinde
çokça işlemiştir. İncitmeme ve incinmeme ilkesi onun tasavvuf anlayışının da bir
parçasıdır.166 Hace Muhammed Lutfî Efendi‟nin fakirlere, hastalara, yetimlere,
talebelere ve zayıf kimselere karşı çok şefkatli ve merhametli olduğu yine birçok
hatırada anlatılmaktadır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin merhamet ve şefkat yönünü oğlu ve


halifesi Seyfeddin Efendi şöyle anlatır:

163
Kutlu, a.g.e., s.74.
164
Kırkıncı, a.g.e., s.40.
165
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin sehâvet ve cömertlik hakkında ki görüşleri “Hâce Muhammed
Lutfî Efendi‟nin Tasavvufî Görüşleri” bölümünde “Sehâvet ve Îsar” başlığı altında ayrıntılı olarak
değerlendirilecektir.
166
Efe Hazretleri‟nin tasavvuf anlayışının irdeleneceği üçüncü bölümde bu düşüncesi ayrıntılı olarak
izah edilecektir.

51
“Düşkünler ve hastalara o derece merhametli idi ki, hiçbir ana ve baba
evladına o derece şefkat ve merhamet edemez… Hatırları istilâ ederdi. Yanına gelen
muzdariplerin ızdıraplarına çareler aramak üzere maddi ve manevi onlarla beraber
olur ve çok kimseler yanından fârigu‟l-bâl, ızdıraplarına çare ve dertlerine derman
olunmuş halde huzur içerisinde ayrılırlar idi.”167
Efe Hazretleri‟nin şahsiyetinde görülen merhamet ve şefkat duygusu, İslâm
dininin bazen farz olarak emrettiği, bazen de ahlakın kemale ermesi için fazilet
babından tavsiye ettiği bir duygudur. İslâmî kaynaklarda merhamet kavramı
genellikle rahmet kelimesiyle ifade edilir. Ancak Türkçede merhamet hem Allah‟a
hem insanlara, rahmet ise özellikle Allah‟a nisbet edilerek kullanılır. Kaynaklarda
Allah‟ın Rahmân ve Rahîm isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar gibi
insanlardaki merhamet duygusunun da Allah‟ın insanlığa lutfu olduğu belirtilir.
Merhamet ve aynı mânadaki rahmet kelimeleri öncelikle Allah‟ın bütün
yaratılmışlara yönelik lutuf ve ihsanlarını ifade etmekte, bunun yanında insanlarda
bulunan, onları hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı
olmaya ve yardım etmeye sevkeden acıma duygusunu belirtmektedir. Şefkat ve
merhamet gibi duygular Allah‟ın insanların içine koyduğu birer iyilik aracı olup asıl
amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan
bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu acımanın verdiği elemden kendisini
kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette kemale ulaşmış
sayılmaz; çünkü merhamette kemal, kişinin kendisini değil muhtaç ve çaresiz olanı
rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır.168

Kur‟ân-ı Kerîm‟de merhamet kelimesi bir âyette geçerken169 rahmet 114 defa
tekrar edilmiştir. Ayrıca 260 kadar âyette Allah‟ın rahmân ve rahîm isimleriyle aynı
kökten olan çeşitli fiil ve isimler yer almakta, bu âyetlerin büyük kısmında Cenâb-ı
Hakk‟ın müminlere, genel olarak insanlara ve diğer varlıklara yönelik lutuf ve
ihsanlarından söz edilmektedir.170

Hadislerde rahmet ve merhamet kavramları hem Allah‟ın kullarına lutuf ve


ihsanı hem de insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı şefkat, ilgi ve yardımları
için kullanılmaktadır. Ayrıca gerek Kur‟an‟da gerekse hadislerde başka ifadelerle de

167
Lutfî, s.657.
168
Mustafa Çağrıcı, “Merhamet”, DİA., c.29, s.184.
169
Beled 90/17.
170
Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülhamit Birışık, “Rahmet”, DİA., c.34, s.419.

52
insanlar birbirlerine ve diğer canlılara şefkat ve merhamet göstermeye teşvik
edilmiştir. Özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında zenginlik, asalet gibi maddî ve
dünyevî imkânların en yüksek değer ölçüsü olarak kabul edildiği, âciz ve
kimsesizlere karşı ilgisizlik ve acımasızlığın hüküm sürdüğü bir ortamda inen âyet ve
sûrelerde ağırlıklı olarak Allah‟ın birliği, kudreti ve lutufkârlığı ile âhiret konularının
yanında nesep, servet ve sosyal statü farkı gözetmeden herkese karşı sevgi ve
merhamet duygularıyla yaklaşmayı, bilhassa yoksulları ve kimsesizleri koruyup
gözetmeyi, nihayet toplumda bir merhamet ve sevgi ahlâkı geliştirmeyi hedefleyen
hükümler geniş yer tutar. Yetimi ve yoksulu doyurmak, iman edip birbirine sabrı ve
merhameti tavsiye edenlerden olmak şeklinde sıralanmıştır. Pek çok âyette kimsesiz
ve çaresizler karşısında ilgisiz kalanlar, acımasız davrananlar,171 haksız yollarla
yetimlerin mallarını yiyenler,172 kız çocuklarından utanç duyanlar173 ve onları
acımasızca öldürenler,174 “Allah‟ın doyurmadığını biz mi doyuracağız?” diyenler175
ağır şekilde eleştirilmiştir. Müminler için bir ahlâk örneği olarak gösterilen Hazreti
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟e özellikle çevresindeki yoksul ve
kimsesizlere merhametli davranması, onları incitmekten sakınması, sıkıntılarını
giderme imkânı bulamadığı durumlarda bile güzel sözle gönüllerini alması
öğütlenmiş, aksine davranması halinde zalimlerden olacağı uyarısında
176
bulunulmuştur. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem‟in müminlere karşı
engin merhametini ve düşkünlüğünü özetleyen ifadeler177 aynı zamanda
müslümanlar için de bir ahlâk modeli ortaya koymaktadır.178

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, bir mürşid-i kâmil olarak şahsiyetinin


merkezine, şefkat ve merhamet duygusunu yerleştirdiği gibi, bu duyguların her bir
fertte olması gereken vasıflar olduğunu birçok şiirinde anlatmaktadır. Ona göre iman
ehli olan adaletli, merhametli ve insaflı olmalıdır. Kişi kendini karşısındakinin yerine
koymakla insaf ehli olmayı öğrenmeli ve bu empati ile zulümden sakınmalı, mert bir
insana yakışır şekilde hareket etmelidir. Zalim olan ise, mahrumiyet ateşinde yanar.

171
Fecr 89/17-26; el-Leyl 92/7-11; Mâun 107/1-7.
172
Nisâ 4/10.
173
Nahl 16/58-59.
174
Tekvîr 81/8-9.
175
Yâsîn 36/47.
176
En„âm 6/52; İsrâ 17/28; Kehf 18/28; Abese 80/1-4.
177
Tevbe 9/128.
178
Çağrıcı, “Merhamet”, c.29, s.184 vd.

53
Çünkü bir ferde zulmeden, Rahmân olan Allah‟ın rahmetini yitirir. Bir zayıf insana
merhamet eden de, Kerem sahibi Allah‟tan rahmet ve bağışlanma bulur:

Adâlet merhamet insâf gerektir ehl-i îmâne


Mürüvvet et kıyâs-ı nefs ile zulmetme insâne
Revâ mı zulm ile dâhil olasın nâr-ı hırmâne
Aman zulmetme bir ferde yitirme Rahm-i Rahmân‟ı
Zaîfe merhamet eyle kerem ede kerem kânı179
Bir diğer örnekte Efe Hazretleri, Celâl sahibi yüce Allah‟ın insanları
yokluktan yarattığına vurgu yaparak, yaratılış açısından herkesin Allah‟ın kulu
olduğunu ve aralarında bu bakımdan bir eşitlik bulunduğunu ifade ediyor. Kâinatın
bütününe ibret gözüyle bakmak ve kâinatta olan canlı cansız her bir varlığı akıl
gözüyle inceleyip Allah‟ın yüceliğini idrak edenler, Hâlık Teâlâ‟nın herhangi bir
mahlûkunu incitmekten ve kırmaktan utanacaklardır. Bir ferde zulmeden, Rahmân
olan Allah‟ın rahmetini yitirir. Bir fakir insana merhamet eden de, Kerem sahibi
Allah‟tan rahmet ve bağışlanma bulur:

Cenâb-ı zü‟l-Celâl Allah seni halk eyledi yoktan


Aman mahlûkunu ağlatma havf eyle utan Hakk‟dan
Kemâl-i kudreti seyret bugün enfüs ü âfakdan
Aman zulmetme bir ferde yitirme Rahm-i Rahmân‟ı
Fakîre merhamet eyle kerem ede kerem kânı180
Efe Hazretleri, işveren ve âmirlere seslendiği bir diğer kıtada; işçi ve
memurlara iyi ve şefkatli davranmalarını, bir iş yaptırırken insana yakışır güzel söz
söylemelerini, onları evlatları gibi görmelerini tavsiye etmektedir. Aksi takdirde
onlar kıyamet gününde âmir ve patronlarından davacı olacaklardır:

Düşerse destine abd-i Hudâ‟ya merhamet eyle


Düşün rûz-i kıyâmeti güzel insan gibi söyle
Gece gündüz Hudâ‟dan kork anı evlâd gibi besle
Aman zulmetme bir ferde yitirme rahm-i Rahmân‟ı
Fakîre merhamet eyle kerem ede kerem-kâni181
Yetimi ve zayıf kimseyi inciten, ağlatan cehenneme düşer. Çünkü mazlumun
âhı ile Hakk‟ın yüce dergâhı arasında perde yoktur:

179
Lutfî, s.523, ş.668.
180
Lutfî, s524, ş.668.
181
Lutfî, s.524, ş.668.

54
Yetîmi ağlatan elbet olur nârullahe dâhil
Zaîfi sızlatan mutlak cehennemde olur sâil
Erişir mazlûmun âhı der-i dergâhe yok hâil
Aman zulmetme bir ferde yitirme rahm-i Rahmân‟ı
Fakîre merhamet eyle kerem ede kerem-kâni182
Fakir ve zayıfları inciten, onların âhını alan cezasını ahirette göreceği gibi,
bazen de bu dünyada eziyetinin karşılığını görür. Efe hazretleri, fakirin ahının hiçbir
siperin durduramadığı bir ok olduğunu yeminle söyleyerek, onun bedduasından
sakınmayı öğütlemektedir:

Fakîrin âhının okuna vallahi siper olmaz


Kişi eylediği zulmü cihanda sanma ki bulmaz
Muhakkak intikâm eyler Hudâ hak kimseye kalmaz
Aman zulmetme bir ferde yitirme rahm-i Rahmân‟ı
Fakîre merhamet eyle kerem ede kerem-kâni 183
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, “merhamet et fakirlere” nakaratıyla yazdığı
bir diğer şiirinde ise, cennetlere tâlib olan ve yüce makamları arzulayan gönül ehli
insanların vicdanlarına seslenmektedir. Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem‟in “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler
yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet
etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah
onunla rahmet bağı kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan rahmet bağını
koparır.”184 hadîsinden hareketle onlara, cehennem ateşine düşmekten kurtularak
cennete girmenin ve cennete âli makamlara ulaşarak Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem‟e yakın olma yolunun, ancak Allah‟ın rahmetiyle mümkün olduğunu
hatırlatıyor. Ve bu rahmete kavuşmanın yoluda fakir kimselere merhamet etmekten
geçmektedir:

Ey tâlib-i cinân olan


Merhamet et fakîrlere
Makāmâtı âlî olan
Merhamet et fakîrlere

Dilersin rahmet-i Rahmân


Yâr-i kadîm ola îmân
182
Lutfî, s.524, ş.668.
183
Lutfî, s.524, ş.668.
184
Ebû Dâvûd, “Edeb”, 58; Tirmizî, “Birr”, 16.

55
Düşmüşlere eyle ihsân
Merhamet et fakîrlere

Merhamet edene Mevlâ


Merhamet eder o a„lâ
İstersen kadrin muallâ
Merhamet et fakîrlere

Halâsın istersin nârdan


Cânın kurtarasın vârdan
Dilersin seyr -i dîdârdan
Merhamet et fakîrlere 185
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, müsaddes bentli uzun bir şiirinin nakarat
beytinde;

“Sakın incitme bir cânı


Yıkarsın arş-ı Rahmânı” demekle, dünyada ki tüm canlıların yaşama hakkının
olduğuna ve Allah‟ın mülkü olmaları hasebiyle hürmete layık olduklarına işaret
ediyor. Aksi davranış içinde olanların Allah‟ı inciteceklerinden dolayı rahmetten de
uzaklaşacağı uyarısında bulunuyor.

Efe Hazretleri, söz konusu şiir de iman ile merhamet kavramlarını birbirini
tamamlayan iki unsur olarak zikrediyor. İman ehli bir kimsede şefkat, merhamet ve
incitmemek davranış olarak bulunmalıdır:

Bilirsin ki Allah vardır


İslâm‟a îmânı yârdır
Bu dünyâ fâni bir dârdır
Âhiret dâr-ı karârdır
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahmân‟ı
Muhammed Lutfî Efendi, şiirin devamında insanlara merhametin ne şekilde
olacağını açıklıyor; kadınlara ve çocuklara nasihat esnasında yumuşak bir tavır
takınılmasıyla ve bir iş yapmalarını isterken mülayemetle söz söyleyerek işin
neticesinde ödüllendirmekle, emir altında çalışanlara gücü nispetinde emretmek ve
münasip bir lisanla istenilmesiyle, fakir ve garip kimseleri ihtiyaçlarını giderme
esnasında kalblerinin kırılmamasına son derece dikkat edilmesiyle, insanların

185
Lutfî, s.462-463, ş.577.

56
ayıplarını ortaya dökmek veya yüzüne vurmak suretiyle incitmemekle, İslâm‟ın
özünün Allah için sevmek olduğu münasebetiyle, Allah‟ın sınırları dışında kimseye
bir kötülük yapmamakla yani zulümden sakınmakla, yaşlılara hürmet etmekle,
sabilere şefkat göstermekle, misafirlere ikram etmek esnasında cömertlikle,
komşuların dert ve sıkıntılarına çare olmakla, onların durumlarına kayıtsız
kalmamakla kişi merhametli bir insan ve mü‟min olmaktadır.

Nisvâne merhamet eyle


Anlara lutf ile söyle
Etfâl ile de ol öyle
Şerîatin yolu böyle
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

Herkese münâsib emr et


Lâyık olmayanı terk et
Gücün yetdiğine emr et
Resûlullah yoluna git
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

Ol fakîr ki yüzen bakar


Gözlerinin yaşı akar
Mü‟min olan kalb mi yıkar
Boynuna lânet mi takar
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

Kimsenin gönlünü kırma


Sakın harama el urma
Bir ferdin aybını görme
Günâh meclisinde durma
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

Ziyânkâr adüvvullahdır
Zâlimin hasmı Allah‟dır
İslâm hasbeten lillâhdır
Bu emr -i Resûlullahdır
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

57
İhtiyâra eyle hurmet
Sabîlere kıl merhamet
Misâfire sarf et nîmet
Allah‟dan istersen rahmet
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı

Komşulara hayır-hâh ol
Ahvâllerinden âgâh ol
İnsanlık eyle bir şâh ol
LUTFÎ makbûl-i der gâh ol
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın Arş-ı Rahmân‟ı 186
Sonuç olarak anlaşılıyor ki; Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şefkat ve
merhamet duyguları davranışlarıyla örtüşen ve şahsiyetle bütünleşen bir sûfidir.
Şiirlerinde bu duygulara önem vermiş ve tasavvuf yoluna gireceklerin merhametli ve
şefkatli olmaları gerektiğini belirtmiştir. Çünkü merhamet, temel insanî duygulardan
biridir. Bu duyguya sahip olmayan bir insan her türlü felakete sebep olabilir. Rahmet
ve şefkat duygusundan yoksun bulunan kalbin sahibi, kaba¸ katı¸ acımasız bir insan
olur. Bu kötü vasıflardan zulüm ve adaletsizlik¸ sonucunda ise huzursuzluk doğar.

2.4. Edebî ġahsiyeti

Âlim ve sûfi kişiliğinin yanında Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟yi şöhrete


taşıyan bir diğer önemli unsur, edebî yönüdür. Divan edebiyatının en önemli ürünü
olan gazel türü şiirde ki ustalığı, hece vezninde sade bir Türkçe ile kaleme aldığı ve
Yunus Emre‟yi anımsatan şiirlerindeki ifade gücü, onun edebi yönünün ne kadar
kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yönüyle o, divân edebiyatının unsurlarını
başarılı bir şekilde kullandığı gibi, halk edebiyatının sade dilini tasavvufun derin
anlam bütünlüğü içerisinde dercetmiş nâdir mutasavvıflardandır. Çünkü şâir sûfiler
arasında çoğu zaman dîvan edebiyatı etkisi göze çarparken bazen de halk edebiyatı
üzerine eserler verildiği görülmüştür. Fakat ikisini birlikte büyük bir ustalıkla
kullanan Efe Hazretleri‟nin bu yönü, onu diğer şâir sûfilerden ayıran bir özelliktir.

186
Lutfî, s.551, ş.709.

58
Babası ve hocası Hâce Hüseyin Efendi‟nin şâir kişiliği Erzurum yöresinde
halk arasında ve Anadolu‟da tasavvufî çevrelerde “Gedâî” mahlasıyla söylenen
birçok ilahinin güftesinden bilinmektedir. Bir şâir sûfînin oğlu olması ve sürekli
tasavvufi şiirlerin kaside şeklinde okunduğu tekke içinde meclislerde bulunması, Efe
Hazretleri‟nin şiire merakının daha çok genç yaşlarda başlamasını sağlamıştır.

Babası, genç Muhammed Lutfî‟nin şiir yazmakta ne kadar maharetli


olduğunu görmüş, oğlundaki bu yüksek istidadı fark ettikten sonra bu sebeple kendisi
şiirler kaleme almayı bırakmıştır. Hüseyin Kutlu‟nun, Hâce Seyfeddin Efendi‟den
naklettiğine göre; gençliğinde şiirler yazmaya başlayan Efe Hazretleri şiirlerini şair
olan babasına göstermekten çekinmektedir. Bir defasında Muhammed Lutfî Efendi
en son yazdığı şiiri gazelhâna verir ve babasının huzurunda münâsip bir zamanda
okumasını, ancak mahlas beytini okumamasını tembih eder. Yatsının ardından
okunan hatme-i hâcegânı mütakiben Hüseyin Efendi gazelhâna gazel okuması için
işaret eder. Gazelhân birkaç gazel okuduktan sonra Muhammed Lutfî Efendi‟nin
kendisine yazıp verdiği gazeli okumaya başlar ama mahlas beytini okumaz.
Gazelhanın okuduğu şiir şöyledir:

Devreylesün meyhânede peymaneler versün zıyâ


Meyhânedir mestâneye ey nûr-i dil darü‟s-safâ

Meyhânede sermestlere pîr-i mugânın bâdesi


Her katresi bir cân değer dillerine verir cilâ

Nûr-i hidâyet bahş eder câm-ı mey-i rûz-i elest


Hurşîd-veş feyz-i kadîm âşıklara eder salâ

Dâru‟l-emândır daima humhâneler meykeşlere


Cemet-i cândır dilrubâ vecde gelir zevk-âşinâ

Denn-i muhabbetden nemâ alsa gönül katmerleri


Dûrd-i meye cânın verir her kim olursa mübtelâ

Mihr-i hüdâdan feyz alan nûr-i hidâyet perveri


Cânan iline cân atar dilden gider hubb-i sivâ

59
LUTFÎ derin deryâlara salma sefînen gark olur
Taht-ı Süleymân‟ı değer cânân civârında belâ187
Hâce Hüseyin Efendi“Keşke şu sözlerin sâhibini bilsem de elini ayağını
öpsem” buyurduktan sonra ayağa kalkar ve hiç âdeti olmadığı halde hâne tarafına
geçer. Muhammed Lutfî Efendi, şiirini babasının bu kadar takdir edeceğini aklından
bile geçirmemiştir. Aradan hayli zaman geçmesine rağmen hiçbir şey söylemeden
yanlarından ayrılan Hâce Hüseyin Efendi dönmeyince cemaat merak etmeye başlar.
Muhammed Lutfî olan biteni anlamak için hâne tarafına yönelip odanın kapısını
açtığı zaman bir de ne görsün? Babası şiirlerini yazmış olduğu defterin sayfalarına
önce bir göz gezdiriyor, sonra onları tek tek sobaya atıyor. Genç Muhammed Lutfî
bu duruma şaşırınca ona şöyle der: “Oğul o sözleri duyduktan sonra artık bunlara
lüzum kalmadığına kanaat getirdim, onun için yakıyorum.” 188

Görüldüğü gibi şiire olan ilgisi daha çok genç yaşta başlayan Efe Hazretleri,
bu üstün kabiliyetini bir irşat metodu olarak benimsemiş ve vefatına kadar
sürdürmüştür.

2.4.1. Efe Hazretleri’ne Göre ġiir

İslam öncesi cahiliyye dönemi Arap kültüründe şiir, asabiyyet temelinde inşa
edildiği için İslâm‟la birlikte yasaklanmış189 fakat daha sonra iman eden, sâlih amel
işleyen ve Allah‟ı çokça zikreden şairlerin şiirleri bundan istisna edilmiştir.190 Söz
konusu istisna âyetiyle, Hakk‟ı savunmak ve İslâm‟a yardım etmek maksadıyla
müşrikleri yeren şiirleri kaleme alan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in şâir
arkadaşları istisna edilmek suretiyle bu fiillerinden dolayı övülmüşlerdir.191 Konuyla
ilgili olarak yapılan birçok rivayete göre; bu ayetler inince, Hazreti Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem‟in önde gelen şairleri olan Abdullah b. Revâha (ö.629),
Ka„b b. Mâlik (ö.670) ve Hassân b. Sâbit (ö.674) radiyallahu anhum, ağlayarak
Rasulullah‟ın yanına gelmiş ve şöyle demişlerdir: “Ey Allah‟ın resulü! Şüphesiz

187
Lutfî, s.102, ş.13.
188
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.27.
189
Şuâra 26/224-226.
190
Şuâra 26/227.
191
Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri (Ter. Mehmet Keskin), Yeni Neşriyat
A.Ş, İstanbul, 1995, c.4, s.1629; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü‟t Tefâsir, (Ter. ve Tah. Sadreddin
Gümüş, Nedim Yılmaz), Ensar Neşriyat, İstanbul 1995, c.4, s.353.

60
Allah, şair olduğumuzu bildiği halde bu ayetleri indirdi ve biz helak olduk.” Bunun
üzerine: “Ancak iman edip iyi şeyler yapanlar, Allah‟ı çok ananlar ve haksızlığa
uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır”192 mealindeki ayet inmiş ve
Allah Rasulu, bu ayeti onlara okuyarak: “İşte bu ayette sözü edilenler sizlersiniz”
demiştir.193

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre şiir, etkili bir irşad yöntemidir. Zira
bu yöntem Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in bazı sahabeleri tarafından cihad
maksadıyla etkili bir şekilde kullanılmıştır. Şiirin irşad amacıyla kullanılması ona
göre takriri bir sünnettir.

Bu bağlamda Efe Hazretleri‟nin verdiği ilk örnek sahabî şair, Hassân b. Sâbit
radiyallahu anh‟tır. Bu sahabî, yarısı cahiliye döneminde yarısı da İslamî dönemde
olmak üzere, yüz yirmi yıl yaşamıştır. Cahiliye döneminde söylediği etkili şiirlerle
meşhur bir şair olan Hassân, hicretin ilk zamanlarında Müslüman olduktan sonra
şiirinin tamamını, Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in şahsında
İslam‟ın hizmetine vermiş ve bu nedenle “Peygamber Şairi” olarak anılmıştır.
Rasulullah‟ın ona şiir söylemesi için mescitte bir yer tayin ettiği, mescitte şiir
söylemeye Hazreti Ömer radiyallahu anh‟ın halife olduğu dönemde de devam ettiği
rivayet edilmektedir.194 Uhud Savaşı sonrası müşrik şâirlerin Müslümanların
aleyhine hicivleri artınca Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem; “Yâ
Hassân, onları hicvet! Şunu bilmelisin ki Cibrîl seninle beraberdir; senin sözlerin
kılıçtan daha tesirlidir”195 buyurarak, müşriklere karşı şiir söylemesini emretmiştir.
Efe Hazretleri, Resûl-u Ekrem‟in Hazreti Hassan hakkındaki bu sözüne mebni şöyle
demektedir:

Şiirde nâsır -ı Hassân olandır Hazret-i Cibrîl


Bedir ‟de vasf ederdi nazm ile kadr -i muallâyı

Şiir mey-i muhabbet câmıdır zevk ehline LUTFÎ


Bilenler pek severler cân u dilden feyz-i Mevlâ‟yı196

192
Şuâra 26/227.
193
İbn Kesîr, Ebu‟l-Fidâ İsmail, Tefsîru‟l-Kur‟âni‟l-„Azîm, Beyrut, ts., c.3, s.304.
194
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hüseyin Elmalı, “Hassân b. Sâbit”, DİA., c.16, s.399.
195
Buhârî, “Bedü‟l-halķ”, 6, “Megâzî”, 30; Müslim, “Fezâilü‟s-sahâbe”,153.
196
Lutfî, s.525, ş.669, b.5-6.

61
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin verdiği ikinci örnek; Hazreti Ebu Bekir
radiyallahu anh‟tır. Gerçi bir kısım güvenilir kaynaklarda Hazreti Ebu Bekir‟in şair
olmadığı ifade edilse de,197 onun şâirliği sûfiler arasında yaygın bir kanaattir. Efe
Hazretleri, Hazreti Ebu Bekir radiyallahu anh‟ın şâirliğini kabul etmekte, onun şiirle
halkı irşad ettiğini örnek olarak vermekte ve çeşitli açılardan şiirin ârifler ve âşıklar
nezdinde “Miftâh-ı rahmet” olmakla nasıl bir hayat iksiri sunduğunu veciz bir
şekilde anlatmaktadır:

Şi„r ise âşıkları dâimâ dilşâd eylemiş


Şi„r ile Sıddîk-ı Ekber halkı irşâd eylemiş

Zevk-ı şi„r âb-ı hayâtdır müsteîd olsan eğer


Ehl-i derde dâimâ eş„âr imdâd eylemiş

Mûteberdir ârifân indinde eş„âr -ı selîs


Aşk deminde ehl-i diller vezni îcâd eylemiş

Dillerinden feyz-i Hak enhâr -veş akar gider


Şi„r ile âşık olan merd dâde feryâd eylemiş

Hâfız-ı Şîrâzî‟den almış Fuzûlî feyzini


Bu muhabbet nehri ile dilleri şâd eylemiş

LUTFİYÂ deryâ-yı rahmetdir kelâm-ı evliyâ


Miftâh-ı rahmet ile dergâhı güşâd eylemiş198
Efe Hazretleri‟ne göre; marifet-i ilâhiyyenin kalpteki zevkinden mahrum
olanlar şiire hor bakmışlardır. Halbuki Sıddîk-ı Ekber olan Hazreti Ebu Bekir
radiyallahu anh, hep şiirle içli dışlı olmuş ve ‫“ جد بلطفك يا إلهي*من له زاد قليل‬Ya Rab,
azığı pek noksan olan bu kuluna kereminle muamele et” diye başlayan meşhur
kasidesinde, manzum şekilde aczini ortaya koymuştur. Devamında Efe Hazretleri
diyor ki: Dilersen bir de İbn Hacer'in Münebbihat isimli eserine bak; orada dört
güzîde sevgilinin (Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali radiyallahü anhüm)
şiirlerini göreceksin. Allah‟ın Rasulu‟ne yazılan na'tlere gelince, onlar şiir
deryalarının incileridir. Ümmet-i Muhammed içerisinde, Zât-ı Pak olan Efendimiz'in
şairlere serdar eylediği Hassan b. Sâbit gibi nice şairler vardır. Vâridâtını arş-ı

197
Mustafa Fayda, “Ebû Bekir”, DİA., c.10, s.107.
198
Lutfî, s.283, ş.285.

62
a'zamdan alan ehl-i irfan da çoğu zaman eserlerini şiir tarzında ele almışlar. Gönlün
gül ağacı eğer şiir nehirlerinden alırsa suyunu, işte o zaman şiir zevki kalbi gül
bahçesine çevirir…

Zevk-ı dilden dûr olanlar şi„ri inkâr eylemiş


Sıdk ile Sıddîk-i Ekber şi„ri tekrâr eylemiş

“Cüd bi-lutfik yâ İlâhî men lehû zâdün kalîl”


Bu münâcâtında mevzûn aczin ızhâr eylemiş

Kıl nazar Münebbihât‟da Çâr -i yâr ‟in şi„ri var


Na„t-i Peygamber ise eş„ârı dür -bâr eylemiş

Bu Muhammed ümmetinde nice bin Hassân var


Şâirâne zât-ı pâk Hassân‟ı serdâr eylemiş

Arş-ı a„zam‟dan alurlar vâridâtı ârifân


Ârifân sohbetlerini ekser eş„âr eylemiş

Nem alursa gülbün-i dil enhâr -ı eş„ârdan


LUTFİYÂ bu zevk-ı eş„âr kalbi gülzâr eylemiş199
Efe Hazretleri‟nin şiirleri incelendiğinde görülecektir ki; o, şiirlerinin çoğunu
dîvân edebiyâtı tarzında yazmış olmakla berâber halk şiirimizin zevkine de sâhiptir.
Vezin olarak hem arûzu hemde heceyi kullanmıştır. Yûnus gibi İlâhî aşkın neşvesiyle
kaleme aldığı ilâhîleri, halk şâirlerimizin tarzında şiirleri vardır. Fuzûlî‟ninki gibi
hisli, Nâbî‟ninki gibi hikmetli şiirleri, halk şâirlerimizin neş‟esini duyuran deyişleri
vardır. Efe Hazretleri, eskilerin elsine-i selâse dedikleri üç dilde, Türkçe, Farsça,
Arapça şiirler yazmıştır. Efe Hazretleri‟nin şiirlerinin başta gelen husûsiyeti,
mürşidâne ve ârifâne oluşudur. O, tasavvufi birçok konuda dîvan edebiyatının
unsurlarına sadık kalarak ve hece vezni ile şiir yazmakla beraber, zamanında ki siyasî
ve içtimâî hâdiselerin etkisiyle; toplumda ortaya çıkan îtikad, amel, ahlâk, fakr u
zarûret, mihnet ve meşakkat cihetiyle yansımalarını çok yakından takip etmiştir.
İçinde yaşadığı topluma dâimâ yol gösteren bir rehber, çâresizlerin çâre-sâzı,
fukarânın ve güçsüzlerin hâmîsi olmuştur. Efe Hazretleri‟nin şiirleri dikkatle
inceleniğinde ele aldığı konular îtibâriyle bu muhtevâ zenginliği hemen göze

199
Lutfî, s.283, ş.286.

63
çarpar.”200 Yine Efe Hazretleri‟nin bütün şiirlerinde -konusu ne olursa olsun- Allah‟a
olan aşk ve bu aşkın tezahürleri görülmektedir. Sevenin sevgilisi olan Allah Teâlâ‟ya
şuhudun gerçekleşmesi; dünya hayatının süs ve zinetlerinden, hatta ahirette ki
maksatlardan, bütün vasıflarından, arzularından ve amaçlarından fenâdan başka bir
suretle gerçekleşmeyeceğini şiirleriyle anlatmıştır.201

Sonuç olarak; Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiiri Hazreti Peygamber


salllalahu aleyhi ve sellem tarafından tasdik edilen bir irşad metodu olarak
görmüştür. Şiiri etkili şekilde kullanmanın kavli bir cihad olduğuna inanmaktadır.
Kendisi, şiirlerinde dîni ve tasavvufi her bir konuyu ustalıkla işlemiş ve birçok
sûfinin nesirle elde ettiği ifade gücünden ve tesirden daha fazlasını nazımla
sağlamıştır.

2.4.2. ġiirlerinde Kullandığı Edebî Dil, Üslûp ve Sanatlar

Yüzyıllar boyunca kültürün taşıyıcısı olan dil, bir milletin en önemli sosyal
varlığı olmak itibariyle, toplumun değer yargıları, norm ve sosyal kontrol unsurlarını
nesilden nesile aktaran en önemli araçtır. Dilin içinde taşıdığı kelimelerin ve
kavramların zaman içerisinde olgunlaşarak kazandığı çok çeşitli anlamlar, edebî
birçok unsuru ortaya çıkarmıştır. Söz konusu edebî unsurlar, nazım türü eserlerde de
kendini göstermektedir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiirlerinde şekil ve muhateva cihetinden aruz


ve hece vezninin birçok kalıbını kullanmıştır. Manzumeleri incelendiğinde
görülecektir ki, mesnevî, kasîde, gazel, destan, mâni ve ferd gibi çok sayıda nazım
şekline yer vermiştir.202 Divân edebiyatı tarzında yazdığı şiirlerinde Fuzûlî tesiri,203
halk edebiyatı tarzında kaleme aldığı şiirlerinde ise Yunus Emre tesiri204 açıkça
kendini göstermektedir.

200
Lutfî, s.7.
201
Rifat Okudan, “Tasavvufî Şiirde Muhabbetullah ve Alvarlı Hâce Muhammed Lutfî Efe‟nin
Şiirlerinde İlâhî Aşkın Tezâhürleri”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu,
c.2, s.597.
202
Ayrıntılı bilgi için bkz. Farsakoğlu, a.g.t., s.22 vd.
203
Ayrıntılı bilgi için bkz. Sıtkı Nazik, “Alvarlı Efe Hazretleri Üzerinde Fuzûlî Tesiri”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.141 vd.
204
Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Turan Günaydın, “Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta Yunus Emre İzleri”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.157 vd.

64
Hâce Muhammed Lutfî, şiirlerini kaleme alırken, insanları irşâd etmeyi gâye
edinse de, aynı zamanda okuyucuda estetik zevk ve heyecan uyandırma amacını da
taşımıştır. Bu yönüyle, tasavvufi konularda var olan duygu ve tecrübelerini sanata
dönüştürebilmiş sûfî şairlerden biridir. Alvarlı Efe‟nin sanatsal kaygıyı önemsendiği
manzumelerinin çoğunun genel nazım şekliyle kaleme alındığı görülmektedir. O,
âşıkâne ve hakîmâne tarzı esas tuttuğu bu şiirlerde beyit güzelliğine önem vermiş;
gerek cümle kurulumundaki hassasiyeti ile gerekse de çeşitli ifade yolları ve
özelliklerini ustaca kullanarak estetik değeri yüksek beyitler vücuda
getirebilmiştir.205

Bu bağlamda Alvarlı Efe Hazretleri‟nin dîvânındaki gazellerinde görülen


edebî sanatlar şunlardır:

1. Belâgatın beyan kısmında; mecâz, istiâre, teşhîs, intâk, teşbih ve kinâye.

2. Belâgatın bedî kısmında; tenâsüb, leff ü neşr, tezâd, mukâbele, tenkîkü‟s-


sıfât, rücû, tecrîd, iltifât, tevriye, mübâlağa, tecâhül-i ârif, istifhâm ve
hüsn-i ta‟lîl.

3. Belâgatın bedî kısmında lafız ile ilgili sanatlar; cinâs, iştikâk, secî‟,
aliterasyon, reddü‟l-acüz ale‟s-sadr, i‟âde ve akis.

4. Belâgatın bedî kısmında müşterek malzemeyi kullanmaya dayalı sanatlar;


iktibâs, îrâd-ı mesel, irsâl-i mesel, tazmin ve telmih.206

2.4.3. Arapça ve Farsça ġiirleri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟yi diğer bir kısım sûfî şairlerden ayırt eden bir
diğer özelliği, ana dili dışında Arapça ve Farsça kaleme aldığı şiirlerinin
bulunmasıdır. Bu durum tasavvuf edebiyatında oldukça sınırlı sayıda mutasavvıfta
olan bir hususiyettir.

Ana dili olan Türkçeyi edebî açıdan oldukça zengin bir söyleyişle kullanan
Efe Hazretleri, kelime ve üslup açısından oldukça başarılı Arapça ve Farsça şiirlerde

205
Ferdi Kiremitçi, “Alvarlı Efe Dîvân‟ındaki Gazellerin Edebî Sanatlar Açısından Estetik Değeri”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.181.
206
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kiremitçi, a.g.s.b., c.2, s.182 vd.; Farsakoğlu, a.g.t., s.20 vd.

65
ortaya koymuştur. Fakat bu şiirlerin sayısı Türkçe şiirlerine göre oldukça azdır.
Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta “Arabî Gazeller” başlığında verilen bölüm, konuları
tevhîd, na‟t ve münâcât olan gazel şeklinde arûz vezniyle yazılmış on bir şiirden
müteşekkildir. “Kasîde-i Celâliyye” isminde ayrı bir bölümde yer alan, mesnevî
tarzında kaleme alınmış kırk sekiz beyitten oluşan Arapça bir münâcâtı vardır.
“Fârisî Gazeller” başlıklı bölüm ise, Farsça yazılmış yedi gazelden oluşur.

Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟i medhettiği Arapça bir nât-ı


şerîfi şöyle başlamaktadır:

‫ادةُ ِم ْن َخ ْي ِر اْل َورى‬


َ ‫َّع‬
َ ‫ور اْليُدى * َو الس‬ ِ ‫ادةُ ِم ْن ُن‬ َ ‫اَ َّلر َش‬
‫اء‬ َّ ‫يو‬ِ ‫اء يع ِط‬ ٍ ِ ِ
َ ‫الد َو‬ ْ ُ ‫ا ْس ُموُ اَ ْح َم ُد قَ ْد ُرهُ اَ ْم َج ُد * ل ُكل َد‬

‫الر ُس ِل َى ِاد السُُّب ِل * اَ ْك َرُم اْل ِك َرِام َم ْم ُدو ُح اْل َم ْولى‬


ُّ ‫ض ُل‬
َ ‫اَ ْف‬
207 ِ ِ
‫ور ْاْلَ ْنبَِياء‬
ُ ‫ش اْل َم َحاس ِن ُن‬
ُ ‫ور اْلقُ ْار ِن * َع ْر‬ ِ ‫الر ْح َم‬
ُ ‫ان َم ْذ ُك‬ ُ ِ‫َحب‬
َّ ‫يب‬

“Doğruluk (Allah‟ın lütfu olan) hidayetin nurundan, saadet ise mahlûkun en


hayırlısı (olan Sevgili‟nin) hürmetine gelir.

(O mahlûkun en hayırlısının) İsmi Ahmed‟dir, kadri çok yücedir ve her


hastalığa şifa verilen(en büyük) vesiledir.

Rasullerin en faziletlisi, yolları hidayete ileten, şereflilerin en faziletlisi,


Mevlâ‟nın övdüğüdür.

Rahmân‟ın sevgilisi, Kur‟an‟da adı geçen, güzelliklerin arşı, enbiyanın


nurudur.”

Münâcâat tarzında yazdığı bir diğer Arapça şiirinde Efe Hazretleri,


zamanında ortaya çıkan birçok fitneden dolayı Kerîm olan Allah‟a ilticâ etmektedir:

ِ
ِ َّ ‫اْلستِرحام ِم ْن َك يا رَّبَنا‬ ِ
‫يم‬
َ ‫الرح‬ َ َ ُ َ ْ ْ ْ ‫َو‬ َ ‫اَْل ُم ْشتَ َكى الَ ْي َك َيا َرَّبنا اْل َك ِر‬
‫يم‬

ِ ِ ْ ُ‫اجتَُنا ِالَ ْي َك َيا رَّبَنا * و اْلط‬ ْ ‫ِا ْشتَ َّد‬


َ ‫ف بَنا َو ْارَح ْمَنا َيا َرَّبَنا اْل َحم‬
‫يم‬ َ َ َ ‫ت َح‬

َ ‫ص ْح ِب ِو َا ْق َد ُارُى ْم اَ ْع‬
‫ظ ُم‬ ِِ ِ ‫اَ ْك ِرْمَنا َيا َرَّبَنا بِ َحق ُن‬
َ ‫ور اْليُدى * َو الو َو‬
207
Lutfî, s.32 vd.

66
ِ َ ‫ق السَّع‬ َ ‫ان اَلَِّذي َذ َىَب ِت ْاْلُ َّمةُ * َع ْن‬
ِ ‫ط ِري‬
‫ظمَ ُم‬
ْ َ‫وى ْم ا‬
ُ ‫وب‬
ُ ُ‫ادة ُقم‬ َ ُ ‫َى َذا اَ َّلزَم‬

ْ َّ‫ت اَ ْش َرُارَنا َعمَ ْيَنا َيا َرَّبَنا * َكثَُر ِت اْلبِ ْد َعةُ َذل‬
‫ت َبيَا اْلقَ َد ُم‬ ْ ‫َقمََب‬

‫ت اَ ْخ َوالَُنا ِفي اََّي ِام اْل ِفتَ ِن * َغمََب ِت اْل َغ ْفَمةُ َعمَ ْيَنا ِفي النَي ِام‬
ْ ‫َما َك َان‬

‫اح َوالَُنا * َفاْلَي ْب ِك َا ْح َوالََنا َالمَّ ْو ُح َو اْل َقمَ ُم‬


ْ ‫ال اْل ِق ْب ِطي‬
َ ‫ت َا ْح َو‬
ْ‫ض‬َ ‫َو قَ ْد َم‬

َّ ‫جئ لََنا ِم ْنيَا‬


‫الن َد ُم‬ ِ ُّ ‫َم ْن َارى ِم ْثمََنا ِفي‬
ْ ‫اَْل َوْي ُل ا ْن لَ ْم َي‬ * ‫الد ْنَيا اَ ْمثَالََنا‬

ِ ‫ادَنا ِم ْن اُ َّم ِة ُم َح َّم ٍد * َوِْلَ ْى ِل اْل ُخ ْس َر‬


‫ان ُكَّنا لَيُ ْم اَ ْق َد ُم‬ ُ ‫اء اَ ْج َد‬
ُ ‫اَب‬

‫ين * َو َْل َي َسعُ لََنا ِا َّْل ِم ْن َك اْل َك َرُم‬ ِ ُّ ‫ت َر‬


َ ‫ب اْل َعالَم‬ َ ‫ون اَ ْن‬
َ ‫َو َن ْح ُن اْل ُم َوح ُد‬

َ ‫اك * ِم َن ْاْلَ ِب َو ْاْلُم اََن‬


‫ت لََنا اَ ْرَح ُم‬ َ ‫ض‬َ ‫وك َيا َرَّبَنا صَّرْفَنا َن ْح َو ِر‬
َ ‫َن ْر ُج‬
208
َ ‫الن ِار َر ْح َمتُ َك اَ ْع‬
‫ظم‬ َ ‫َوِقَنا َع َذ‬
َّ ‫اب‬ ** ‫َخمَ ْقتََنا َرَّبَنا ِم ْن اُ َّم ٍة ُم َح َّمد‬

“Ey Kerîm olan Rabb‟imiz, şikâyetimizi sana arz ediyoruz, istirham


sendendir ey Rahîm olan Rabb‟imiz…

Ey Rabb‟imiz sana olan ihtiyacımız şiddetlendi, bize lütfunla ve merhametinle


muamele et, ey Halîm Rabb‟imiz…

Ey Rabb‟imiz, hidayet nuru olan(Sevgili‟nin) ve kadirleri çok yüce olan âli ve


ashâbı (üzerine olan sevgimizin) hakkına bize ikram et…

Bu zaman ümmetin kalblerinin katı olduğu ve saadet yollarından kaydığı


zamandır…

Ey Rabb‟imiz, şerlilerimiz aleyhimize döndü… Bidatler çoğaldı… Ayaklar


kaydı…

Fitne günlerinde halimiz nice olur… Gaflet uykusu bize her an galebe çaldı…

Durumumuz Kıbtîlerin halini geçti… Levh ve kalem halimize ağlar…

208
Lutfî, s.29 vd.

67
Kim bizim halimiz gibisini görerek ibret almakla pişman olmazsa yazıklar
olsun ona…

Dedelerimizin babaları ümmeti Muhammed‟dendir… Biz ise hüsran ehli için


önder olduk…

Biz muvahhidiz, sen Rabbü‟l-âleminsin… Bize de Sen‟in kereminden başkası


yardım edemez…

Ey Rabb‟imiz, bizi rızan tarafına yöneltmeni umuyoruz… Sen bize anne ve


babamızdan daha merhametlisin…

Rabbimiz bizi Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in ümmetinden


yarattın… Bizi ateşin azabından koru, rahmetin çok yücedir…”

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Farsça bir şiiri ise şöyledir:

‫درس درون عارفان ىردم بيان ديگرست*** درديده ىاى عاشقان ىردم عيان ديگرست‬

‫اى دال بگوش جان بشنو نغمۀ ناى وحد تست*** سرمست مى معنوى خواند ديوان يگرست‬

‫شاىد قدسى پرده كش كرم شوداى نوردل***حيرت كرد ديده دال درراه ان ديگرست‬

‫آندم شود ذوق صفا نور محبت مى رسد***بمبل جان دارد نواد رآشيان ديگرست‬

209
‫لطفى كو داند در جيان نكتۀ سرمن عرف***يابدزدرس من عرف عمم عيان ديگرست‬

“Âşıkların gözlerinde sürekli âyan-beyân gözüken aşkın alemeti bir remz


vardır… Âriflerin derûnunda ise her dem yenilenen bir ders vardır…

Neyden nasıl ki tek bir nağme çıkar, (aşığın) canının her bir köşesinden de
tek bir nağme çıkar… Bizim dîvânımızda baştan başa sadece bu (âşıkların canından
yansıyan) nağmeler çıkar…

(Âşıklara) gönül aydınlığının gözünde kudsî bir şâhitlik perdesi ikrâm


edilmiştir… O da diğer âşıklar gibi kalp gözünün bu delâleti sayesinde hayretle
görür…

209
Lutfî, s.40.

68
(Âşık) muhabbetin aydınlığından o dem zevk ve safâya ulaşır… Böylece can
kuşu nâdir olsa da bahçede şakımaya başlar…

Lutfî, (bu âşıklardan biri olarak) men aref sırrının nüktelerini cihanda bilir…
Benim dersimde aref ilmi diğer âşıklar gibi ayan-beyan gözükür…”

2.4.4. Hülâsatü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin mevcut olan tek eseri, “Hülâsatü‟l-


Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî” isimli divançesidir. Müellif
tarafından yazılmış bir nüshası bulunmayan bu eser, Efe Hazretleri‟nin vefatından
sonra oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddîn Efendi‟nin başkanlığında Efe‟nin kâtipleri
Molla Ziya Efendi, Tayyar Efendi Hoca, Dinarkom‟lu Hacı Osman Efendi,
Çöğenderli Hacı Halis Efendi ve İmamların Hacı Salih Efendi tarafından oluşturulan
komisyonun çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Komisyon, Efe Hazretleri‟nin kendi
el yazısı ile yazdığı veya yazdırdığı Osmanlıca yazma nüshaları derleyerek yazım dili
olan Osmanlıca harflerle bir kitap haline getirmiştir. Bu çalışmadan onyedi yıl sonra
1973 yılında toplanan bu şiirler, Hâce Seyfeddin Efendi tarafından neşredilmeye
karar verilince, eser A. Selahaddin Hidayetoğlu, Osman Endiz ve Hüseyin Kutlu‟dan
oluşan bir komisyonca gününmüzde kullanılan latin harflerine transkiribe edilmiştir.
Transkiribe edilen son nüshayı Seyfeddin Efendi kontrol ederek gerekli tashihleri
yaptıktan sonra kendisi tarafından yazılan “Mukaddime”, “Hidâyet Bahçeleri” ve
“Bir Hâtıra” bölümlerini ekleyerek 1974 yılında “Hülâsatü‟l-Hakâyık ve Mektûbât-ı
Hâce Muhammed Lutfî” ismiyle neşretmiştir. Hâce Seyfeddin Efendi‟nin vefatından
bir müddet sonra, vârisleri eserin yayın haklarını 1989‟da kurulan Alvarlı Efe
Hazretleri İlim ve Sosyal Hizmetler Vakfı‟na devretmiş, eserin vakıf tarafından
günümüze kadar çeşitli baskıları yapılmıştır.210

Bu araştırmanın temel kaynaklarından biri olan bu eser, elimizde bulunan


Damla Yayınevi tarafından neşredilen Haziran 2011 tarihli baskısına göre şu
bölümlerden oluşmaktadır:

1. “Önsöz”: Efe Hazretleri Vakfı Yayın Kurulu tarafından yazılmıştır.

210
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kutlu, “Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ın Derlenmesi, Neşri ve Efe Hazretleri‟nin
Hatıratının Tespiti”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.15 vd.

69
2. “Hâce Muhammed Lutfi (Efe Hazretleri)?”: Müellifin hayatı hakkında
kısaca bilgi verilmiştir.

3. “Mukaddime”: Kitabı ilk defa neşreden Hâce Seyfeddin Efendi


tarafından kaleme alınmış ve İslâm inanç ve ahlakının önemi üzerine
tasavvufi bir bakış açısıyla durularak okuyucuya çeşitli nasihatler
yapılmıştır.

4. “Bir Hâtıra”: Bu bölümde otuz bir bendlik bir şiir mevcuttur. Şiirin
başındaki açıklamaya göre bu şiir, Efe Hazretleri‟nin vefatından birkaç
gün sonra Efe‟nin dilinden oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi
tarafından mükâşefe hâlinde yazılmıştır.

5. “Arabî Gazeller”: Konuları tevhîd, na‟t ve münâcât olan gazel şeklinde


arûz vezniyle yazılmış on bir şiirden müteşekkildir.

6. “Kasîde-i Celâliyye”: Mesnevî tarzında kaleme alınmış kırk sekiz beyitten


oluşan Arapça bir münâcâttır.

7. “Fârisî Gazeller”: Farsça yazılmış yedi gazelden oluşur.

8. “Silsile-i Şerîfe (Aslî Harflerle)”: Hâce Muhammed Lutfî‟nin silsilesinde


yer alan sâdât-ı kirâmı öven, Osmanlıca harflerle yazılan 61 beyitten
oluşan şiiridir.

9. “Silsile-i Şerîfe (Aslî Harflerle)”: Hâce Muhammed Lutfî‟nin silsilesinde


yer alan sâdât-ı kirâmı öven, Latin harflerle yazılan 61 beyitten oluşan
şiiridir.
10. “İlticâ-Nâme”: Allah‟a hamd, sığınış ve Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem‟den şefaat talep eden yetmiş altı beyitlik manzumedir.

11. “Mîrâcü‟n-Nebî”: Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in miraç


mucizesini anlatan yüz doksan sekiz beyitlik arûz vezninin üç ayrı
kalıbıyla yazılmış mesnevî tarzında bir Mîrâciyye‟dir.

12. “Mevlîdü‟n-Nebî”: Edebiyat kültürümüzde çok önemli bir yer tutan


mevlitlerden biri de Efe Hazretleri‟ne aittir. Yüz doksan yedi beyit aruzla,
son on iki dörtlük hece ile yazılmıştır.

70
13. “Merhabâlar”: Arûz vezni ile yazılmış on üç ve sekiz beyitlik iki
mesnevîden ve hece ölçüsü ile kaleme alınmış on iki dörtlükten oluşur.

14. “DÎVANÇE”: Eserin ana gövdesini oluşturan bu bölümde arûz ve hece


vezninde yazılmış ve kafiyelerine göre tertip edilmiş 722 şiir vardır.

15. “MESNEVÎLER”: “İlâhî-nâme, Na„t-ı Resûlullâh, Na„t-ı Habîb-i


Rahmân, Arş-ı vahdet güneşi Hazret-i Muhtâr -ı Hudâ, Muhabbet-nâme,
Sabâ-nâme, Hidâyet-nâme, Gülün Bülbül İle Şîvesi, Bitlis Ziyâreti, O
şehr -i Bitlîs ki sultân diyârı, Firkat-nâme, Efrâd-ı Ümmet-i
Muhammed‟e, Hidâyet-i Hudâ rehberiz olsun, İlâhî Hazretinden ilticâlar,
Zâkirini Bârî Hudâ mezkûr eder her dü-serâ, Bezm-i muhabbetde var nûr
-i hüdâ nûr -i dil” isimli mesnevî tarzında yazılmış şiirlerden
oluşmaktadır.

16. “DESTANLAR”: “Tevhîd Destânı, Kıyâmet Destânı, Dâsitân-ı Zemân,


Erzurum Destânı” isimli şiirlerden müteşekkildir.

17. “MERSİYELER”: “Der-vefât-ı Şeyh Abdü‟l-Bâkî Efendi Hazretleri,


Sezâ-vârdır cihân câne dâr olsun, Der-vefât-ı Vehbî Efendi, Vehbi
Efendi‟nin mezar taşı kitâbesi, Der-vefât-ı Maksûd Efendi, Der-vefât-ı
Hacı Fâruk Efendi, Der-vefât-ı Hacı İbrâhim Baba, Der-vefât-ı Kırklar
İmamı, Gönül mâh-ı Muharrem‟dir amândır şâd olup gülme” başlıklı
manzumelerden oluşmaktadır.

18. “DUÂ-İ HUCCÂC”: Hacılara dua ve niyazın yapıldığı yirmi altı bentlik
bir şiirden oluşur.

19. “MÂNİLER, KITʼALAR, FERDLER”: Kırk üç mani, on kıta ve dokuz


ferdden müteşekkildir.

20. “HİDÂYET BAHÇESİ”: Hâce Seyfeddin Efendi‟nin kaleme aldığı bu


bölümde, Efe Hazretleri‟nin, babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin ve kardeşi
Hâce Mahmud Vehbi Efendi‟nin hayatı ve şahşiyetine dair bilgiler
verilmiştir.211

211
Hâce Muhammed Lütfî Efendi‟nin Hülâsatü'l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lütfî isimli
eserinin Damla Yayınevi tarafından neşredilen İstanbul, 2011 baskısına göre değerlendirilmiştir.

71
ĠKĠNCĠ BÖLÜM

HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN TASAVVUFTA


YETĠġMESĠ VE TARĠKATININ ÖZELLĠKLERĠ

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, 1868-1956 yılları arasındaki 88 yıllık


ömrünün 55 yılını Osmanlı‟nın buhranlarla dolu yıkılış döneminde, son 33 yılını ise
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamıştır. Osmanlıya tanıklık ettiği dönemde altı
padişah, Cumhuriyet döneminde ise üç cumhurbaşkanı görmüştür. Dini ilimlerde
yetişmesi, tasavvufta olgunlaşarak Nakşibendî ve Kadirî hilafeti alması Osmanlı
döneminde olurken, mürşitliğinin pekiştiği ve şöhret bulduğu yıllar cumhuriyet
devrindedir.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin tasavvufa yönelmesi ve sulükünü tamamlayarak


mürşit olması, Osmanlı‟da tarikat ve tekkelerin devlet gözetiminde serbestçe faaliyet
gösterdiği bir zaman diliminde olurken, mürşitlik yıllarının çoğu tekke ve zâviyelerin
resmen kapalı olduğu bir dönemde geçmiş, dine karşı birçok fikri ve cebri saldırıların
olduğu zor şartlarda mürşitliğini icra etmiştir.

Osmanlı devletinin ictimaî, idari, askeri ve ilmi hayatı içerisinde


mutasavvıfların ve meşayihin, dolayısıyla onların kurduğu tarikat ve tekkelerin
önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Cumhuriyetin özellikle ilk döneminde
tekke, zâviye ve dergâhlar yeni rejime karşı bir tehdit olarak algılanmış, faaliyetleri
resmen yasaklanmış ve gizliden gizliye icra ettikleri dîni ve tasavvufî faaliyetleri ise
sıkı takibata maruz kalmıştır. Osmanlının son döneminde Anadolu‟nun en etkin
tasavvufî yapısını oluşturan Halidi tekkeleri, Cumhuriyet Türkiyesi‟nde yeni
yönetimin sert muhalifleri olarak yakından izlenseler de geleneklerinin esasını büyük
ölçüde muhafaza ederek, etkilerini bugüne kadar güçlü bir biçimde sürdürmeyi
başarmışlardır.212 Alvarlı Efe, Cumhuriyet döneminde tarikatların resmen
yasaklanmasıyla diğer tarikatlar gibi faaliyetlerini gizli şekilde yürütmüştür.

212
Rüya Kılıç, “Osmanlı Devleti‟nde Yönetin-Nakşibendî İlişkisine Farklı Bir Bakış: Hâlidî
Sürgünleri”, Tasavvuf Dergisi, sy. 17, s.104.

72
Nakşibendî, Kadirî derslerini ve zikirlerini gizli bir şekilde vermiş, hatme-i hâcegân
zikrini zor şartlarda icra etmiştir.

Tasavvuftaki yetkinliğinin yanı sıra dîni ilimlerde de icazetli bir din âlimi
olan Alvarlı, diğer Hâlidî şeyhlerinde olduğu gibi ilme ve ilim ehline önem vermiş,
onların yetişmesi için maddi ve manevi destekte bulunmuştur. Hali hazırda onun
maddi ve manevi desteğiyle ilmini tamamlamış birçok hoca ve âlim, Efe
Hazretleri‟ni minnet ve şükranla anmaktadır.

Efe Hazretleri, Cumhuriyet döneminde tasavvufî hayata yönelik oluşan inkâr


ve baskı politikasına rağmen devlete karşı bir hareket oluşturmadan sadece insanları
irşad etmeyi kendine vazife edinmiş ve tarikatını neşretmiştir. O hayatı boyunca
siyasetten uzak kalmış, devlet yönetimine karşı herhangi bir menfi tutum içerisinde
bulunmamıştır. Sadece ahlakî, dinî, ilmî ve kültürel yönden kâmil fertler yetiştirme
gayreti içerisinde olmuştur. Onun tüm bu özellikleri devlet yöneticilerinin ön
yargılarını yıkmış ve ona karşı olumlu tavır sergilemelerini sağlamıştır.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin dinî, ahlakî ve tasavvufî irşadının niteliği ve


tasavvufî görüşleri ârifâne yazdığı şiirlerinde kendini göstermektedir. O, günümüze
ulaşan ve sayısı dokuzyüzü bulan Türkçe, Arapça ve Farsça şiirlerinde dinî, ahlakî ve
tasavvufî birçok konuyu irdelemiş, düşüncelerini açıklamış ve çeşitli mesajlar
vermiştir. Onun tasavvufî düşüncelerini bu şiirlerinde açıkça bulmak mümkündür.

Tasavvufî açıdan Efe‟nin yaşadığı dönem; tarikat, marifet ve hakikatten önce


şeriatın kalplerde filizlenmesi için gayret gösterilen bir dönemdir. Bu dönemde
tarikat adı altında birçok bidatlar tekkelere girmiş, ehliyetli olmayan bazı kimseler
dervişlik ve sûfilik kavramları adı altında birçok bozuk itikat ve düşünceyi tasavvufla
bağdaştırmak istemişlerdir. Efe, dine ve dînî değerlere hücum edenlere, ehliyetli
olmadığı halde halka rehberlik etmeye kalkanlara ve dini istismar edenlere daima
tepki göstermiştir.213 Bu sebeple Alvarlı‟nın şiirlerinde şeriata önem verme ve
sarılma, doğru itikat ve inanç sahibi olma, Allah‟ın zâhirî emirlerine sıkı sıkıya
bağlılık temaları çokça işlenmiştir. Sûfilerin anlayışındaki tarikatten evvel şeriati
öğrenme ve yaşama bilinci, Alvarlı Efe‟nin tasavvuf düşüncesinde de hakikat ve
marifet için bir ön şarttır.

213
Kutlu, Efe Hazretleri, s.103.

73
Efe Hazretleri, bir yandan şiirleriyle, sohbetleriyle ve zikirleriyle insanları
doğru inanç ve itikat yönünde irşad etmeyi kendine vazife edinerek islamî yönde
gayret gösterirken diğer taraftanda bir kısım müridlerini tasavvufî sulûk ile terbiye
etmiştir. Bu kişilerden Hâce Seyfeddin Efendi, Van‟lı Abdülhâdi Efendi, Doğu
Beyazıtlı Kurbânî Efendi ve Bulanıklı Mehmed Efendi Hoca‟yı halife olarak
yetiştirmiştir.214

Bir Nakşibendî Hâlidi şeyhi ve Kadirî mürşidi olarak, tarikatının usul, âdap
ve erkânını şartların elverdiği ölçüde korumuş ve uygulamıştır. Zaman zaman Kâdirî
usulüne göre cehrî zikir yaptırmış, şartların zorluğuna rağmen Nakşibendi usulünde
müridin irşâdı ve kemâle ermesi için çok önemli bir fonksiyonu olan hatme-i
hâcegân zikrini düzenli olarak icra etmiştir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, tasavvuftaki ilk icazetini bir Kâdiri şeyhi olan
Tillolu Şeyh Nur Hamza‟dan 1892 yılında almıştır. İkinci icazetini ise 1895‟te
Nakşibendiliğin Halidiyye kolunda bir mürşid olan Bitlisli Şeyh Muhammed Küfrevi
Efendi‟den almıştır. Vefatı olan 1956 yılına kadar Erzurum ve çevresinde tarikatını
neşretmiştir. 1890 senesinde Hasankale‟de bulunan Sivaslı Camii‟ne imam olarak
tayin edildikten sonra 1939 yılına kadar çeşitli köylerde 49 yıl imamlık yapmıştır.
Sivaslı Camii‟nde vazifesi devam ederken ilk tasavvufi dersini alan Efe Hazretleri,
1891-1916 yılları arası Erzurum‟a bağlı Dinarkom köyünde, 1916-1918 yılları arası
Tercan‟a bağlı Yavi köyünde, 1918-1939 yılları arası Hasankale‟nin Alvar köyünde,
1939 ile vefat tarihi olan 1956 yılları arası Erzurum merkezde ikamet ederek
tasavvufî faaliyetlerini sürdürmüştür. Efe Hazretleri‟nin mürşitlik yaptığı 65 yılın 32
senesi Osmanlı döneminde, son 33 senelik zaman dilimi ise Cumhuriyet devrindedir.
Fakat Efe‟nin bir şeyh ve hoca olarak Anadolu‟da şöhret bulduğu yıllar Cumhuriyet
devrinde gerçekleşmiştir. Alvar Köyü imamlığında bulunduğu dönemde “Alvar
İmamı” ve “Alvarlı Efe” lakaplarıyla tanınmış, Erzurum merkezde ikamet ettiği
yıllarda ise tanınmışlığı “Efe Hazretleri” lakabıyla şöhret derecesine ulaşmıştır. Bu
sebeple daha çok mezkur lakaplarıyla anılmaktadır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin mürşitliğini ve tarikatının hususiyetlerini


daha iyi anlayabilmek için, öncelikle onun mensubu olduğu Hâlidiyye tarikatının

214
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.98.

74
tarihî serüveni ve Anadolu‟da yayılma süreci, yaşadığı dönemde Erzurum ve
çevresinde görülen tasavvufi hayat ve tasavvufî alt yapısının şekillendiği mürşitlik
öncesi döneminde etkilendiği sûfiler değerlendirilmiştir.

1. Alvarli Efe’nin Mensup Olduğu Halidiyye Tarikatinin Tarihi Serüveni

Nakşibendîlik tarihi seyri içerisinde silsilesindeki sâdât-ı kiramın tarikata


etkileri ve oluşturduğu perspektife göre farklı isimlerle anılmıştır. Beyâzîd-i
Bistâmî‟ye (ö.231/845) kadar olan dönem “Sıddıkîlik”, Beyazîd-i Bistâmî‟den
Abdulhâlık-ı Gücdevânî‟ye (ö.595/1199) kadar olan dönem ise “Tayfurîlik” diye
isimlendirilmektedir. Abdulhâlık-ı Gücdevânî‟den Bahâuddin Nakşibend kuddise
sirruhu‟ya (ö.791/1389) kadar olan dönem ise “Hâcegâniyye” dönemidir. Bu tarihi
süreçte tarîkata adını veren Bahâuddin Nakşibend hazretlerinden “İmam-ı Rabbanî”
lakabıyla maruf Ahmed-i Farukî Sirhindî kuddise sirruhu‟ya (ö.1034/1624) kadar
olan dönem “Nakşibendiyye” ismiyle anılmıştır. Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri
kurucu şeyh olarak kabul edilmekte olup, Nakşibendî tarîkatı Bahâeddîn
Nakşibend‟in halifeleriyle müesseseleşmiş, gelişmiş ve çeşitli bölgelere yayılmıştır.

İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî Sirhindî‟den Mevlânâ Halid-i Bağdâdî


kuddise sirruhu‟ya (ö.1242/1827) kadar olan döneme ise “Müceddîdiyye” adı
verilmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‟den itibaren “Hâlidî” anlayışla zenginleşen
Naşibendiyye tarikatı günümüze kadar “Hâlidiyye” ve “Müceddidiyye” olarak iki
ana koldan varlığını sürdürmüştür.215

İslâm dünyasında Kâdiriyye‟den sonra en yaygın tarikat olan Nakşibendiyye,


anavatanı Orta Asya‟da Kübreviyye ve Yeseviyye başta olmak üzere hemen hemen
diğer bütün tarikatların yerini almış, Arap yarımadası, Mağrib ve aşağı Sahrâ
Afrikası dışında İslâm dünyasının hemen her bölgesine yayılmıştır.216

Nakşibendi tarikatı anavatanı olan Orta Asya‟da Yakub Çerhî (ö.851/1447),


Muhammed Pârsâ (ö.822/1419) ve Ubeydullah Ahrâr‟ın (ö.895/1489) faaliyetleri

215
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hamdi Algar, “Hâlidiyye”, DİA., c.15, s.295; Bardakçı, Sosyo-Kültürel
Hayatta Tasavvuf, s.253.
216
Hamdi Algar, “Nakşibendiyye”, DİA., c.32, s.335.

75
neticesinde217 özellikle Özbekler ve Timur hânedanı üzerinde büyük bir nüfûz
kurarak bu bölgede güçlenmiştir. Zamanla Anadolu-Türkistan ve Hindistan
çizgisinde en yaygın tarikat olmuştur. Öğreti ve uygulamalarıyla hem halka hem de
entelektüel tabakaya hitap etmesi, “halvet der-encümen: halk içinde Hakk ile beraber
olma” esası ile değişen siyasî ve sosyal şartlara ayak uydurması, her bölgenin dilini -
Türkçe, Arapça, Farsça- kullanması neticesinde yayıldığı bölgelerdeki mevcut
tarikatlara üstünlük sağlamıştır.218

Nakşibendiyye‟nin Anadolu‟da ki varlığının Ubeydullah Ahrar‟ın tarikatı


batıya yayma çabaları sonrasında Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö.896/1491)
vasıtasıyla başladığı219 yaygın bir kanaat olsada, Nakşibendîlerin Anadolu'da ilk
tekkesi 1404 yılında Amasya'da Bedreddin Mahmud Çelebi tarafından kurulmuştur.
Vakıfları tanzim olunan bu tekkede ilk olarak Bahaeddin Nakşibend'in halifelerinden
Hace Rükneddin Mahmud Buhari görev yapmıştır.220 Fakat Nakşibendiyye
Anadolu‟da asıl nüfuzunu İmam Rabbanî hazretleri sonrası Müceddidiyye
döneminde, Şeyh Muhammed Masum‟un (ö.1080/1669) halifelerinden Muhammed
Murad Buhârî (ö.1141/1729) ile sağlamış, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟nin halifeleri ile
pekiştirmiştir.221 18. yüzyıldaki İstanbul Nakşibendî-Müceddidîliği‟nin en önemli
temsilcilerinden biri Emir Buhârî tekkesine Kırımlı Ahmed Efendi‟nin vefatı sonrası
Şeyhülislâm Mustafa Efendi‟nin teklifiyle geçen Mehmed Emin Tokâdî‟dir (ö.
1158/1745).222

İmam Rabbanî‟nin Ehl-i Sünnet ve‟l-Cemaat itikadını yerleştirme gayesini ve


Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in sünnetine sımsıkı bağlanma
anlayışını tarikatının ön şartı olarak kabul etmesi,223 Osmanlı‟nın sünnilik tavrı ile
örtüşünce; devlet ricalinden destek bulmuş ve Nakşibendiliğin Anadolu‟da
tutunmasına zemin hazırlamıştır.

217
Algar, “Nakşibendiyye”, c.32, s.336.
218
Bardakçı, a.g.e., s.249 vd.
219
Bardakçı, a.g.e., s.249; Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.261.
220
Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşibend Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İstanbul, 2002, s.269; Hakan
Kaya, XVII. Yüzyılda Osmanlı Toplumunda Nakşibendîlik (İstanbul, Diyarbakır, Bursa), Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2011, s.8-9.
221
Bardakçı, a.g.e., s.252.
222
Halil İbrahim Şimşek, “Mehmed Emin Tokâdî”, DİA., c.28, s.467.
223
Cağfer Karadaş, “İmam Rabbânî ve Îtikâdî Görüşleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Bursa, 2000, sy.9, c.9, s.3.

76
Nakşibendîliğin Anadolu‟da tasavvufî hayata hâkim olduğu dönem Mevlânâ
Hâlid Bağdâdî‟nin halifeleri vasıtasıyla 18. yüzyıldan sonra olmuştur. 19. Yüzyıla
gelindiğinde Nakşîlik Irak, Suriye, Anadolu ve Balkanlar‟da Hâlidilik şekline
bürünmüştür. Bunda Osmanlı‟nın 1826 yılında Bektâşiliği resmen kapatması ve
dergâhlarına Hâlidî şeyhler ataması, devlet ricâlinin ve sultanlarının da bu tarikata
ilgi duyması etkili olmuştur.224

Nakşibendîliğin kendisinden sonra “Hâlidîlik” ismiyle anılmasına sebep olan


Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sirruhû, 1193‟te (m.1779) Irak‟ın Süleymaniye
şehrine bağlı Karadağ kasabasında dünyaya gelmiştir. Karadağ‟da, Berzenc
ailesinden Şeyh Abdürrahim (ö.1800) ve kardeşi Şeyh Abdülkerim (ö.1798) başta
olmak üzere çeşitli hocalardan ders alıp öğrenimini tamamlamış, daha sonra Mantık
ve Kelâm ilmi üzerine yoğunlaşarak bölgedeki diğer ilim merkezlerini dolaştıktan
sonra Bağdat‟a gitmiştir. Hâlid Bağdâdî hazretleri, bu sürede çeşitli âlimlerden ders
okuyarak ilmî açıdan kendini geliştirmiştir. Hocası Abdülkerim Berzencî‟nin vefatı
sonrası 1799 yılında memleketi Süleymâniye‟ye dönmüş ve onun medresesinde ders
vermeye başlamıştır. Bu medresede yaklaşık yedi yıl kadar tedris faaliyetinde
bulunmuş, 1805 yılında hac ibadetini yapmak ve hissettiği manevî boşluğu
doldurmak için bir kâmil mürşid bulmak gayesiyle Musul, Diyarbakır, Urfa, Halep
ve Şam‟a uğrayarak uzun bir yolculuktan sonra Medine‟ye varmış, uğradığı yerlerde
birçok âlim ve sûfi ile görüşmüştür. Tasavvufta ilk intisabını Şam‟da mukim bir
Kâdirî şeyhi olan Mustafa el-Kürdî‟ye yapmış ve ondan hilafet almıştır. Aldığı
manevî bir işaretle 1808 yılında başladığı uzun bir yolculuğun sonunda Delhi‟ye
gitmiş ve Abdullah Dehlevî hazretlerine intisap ederek Nakşibendiyye yoluna
girmiştir. Bu dergâhta kaldığı yaklaşık bir yılın sonun Şah-ı Dehlevî‟den Nakşibendî,
Kâdirî, Kübrevî, Sühreverdî, Çiştî tarikatlarından icâzet almıştır. 1811 yılında
Süleymâniye‟ye dönerek tasavvufî irşâdına başlamış, vefatına kadar Süleymaniye,
Bağdat ve Şam‟da açtığı dergâhlarda çeşitli zamanlarda kalarak ilmî tedrisat ve
mürşitlik yapmış ve 1826 yılında Şam‟da vefât etmiştir.225

224
Yılmaz, a.g.e., s.261.
225
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî, Halidiyye Risâlesi, Semerkand Yay., İstanbul-2013, s.9-24; Bardakçı,
a.g.e., s.252-253; Yakup Çiçek, “Tibyanü Vesaili‟l-Hakaik fi Beyan-i Selasili‟t-Taraik‟a Göre
Mevlana Halid Bağdadî”, Uluslararası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyum Bildirileri, T.D.V Yay.,
Ankara-2012, s.77-79; Hamid Algar, “Hâlid el-Bağdâdî”, DİA., c.15, s.283 vd.

77
Kısa ama bereketli bir ömür geçiren Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretleri, hem
zâhirde hem de bâtında ardında pek çok yetişmiş kâmil insan bırakmıştır. Medrese
kültürünün, Hâlidî tasavvuf geleneğinin ayrılmaz bir parçası olması onun ilim
tedrisatına verdiği önemin sonucunda olmuştur. Şâfii mezhebinde eserler veren
Molla Yahya Mervezî, Hanefî fıkıh âlimi Muhammed Emin ibni Âbidin, Tefsir
ilminde Allâme Seyyid Mahmud Âlûsî ve Hadis ilminde Şeyh Küzberî onun icâzet
verdiği âlimlerden bazılarıdır. Halifelerinin sayısı tespit edilememekle beraber
yüzden fazla halife yetiştirdiği, İslâmî ilimleri ve irfânı yaymak için dünyanın çeşitli
bölgelerine gönderdiği bilinmektedir.226

2. Halidiyye’nin Anadolu’da Yayilma Süreci

Hâlidilik, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟nin gönderdiği halifeleri vasıtasıyla 19.


asrın başlarından itibaren Anadolu‟da etkisini artırmış, Nakşi-Müceddidi gelenek
yerini Nakşi-Hâlidî geleneğe bırakmış, Hâlidiyye şeyhleri Anadolu‟nun her
tarafında, her meselesinde gözükmeye başlamıştır. Daha çok ilmiye sınıfı ve medrese
erbabı arasında yaygınlaşan Hâlidîler, herhangi bir mekâna bağlı kalmaksızın
medrese, cami veya evlerinde tarikat neşrinde bulunmuşlardır. Bu sayede hızlı ve
etkili bir şekilde yayılma imkânı elde etmişlerdir. Anadolu‟nun hemen her tarafına
yayılan Halidiyye‟nin, en yoğun olduğu bölgeler: Doğu Anadolu, Güneydoğu
Anadolu ve İç Anadolu bölgeleridir.227 Anadolu‟da görevlendirilen Hâlidî
şeyhlerinden en çok bilinenleri şunlardır:228

1. Seyyid Abdullah Şemdînî (ö.1228/1813)

Mevlânâ Hâlid‟in medrese arkadaşı olan Abdullah Şemdînî, Şemdinli‟ye


bağlı Nehrî229 köyünde irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Vefatından sonra yeğeni ve

226
Bağdâdî, a.g.e., s.29.
227
Hamid Algar, “Hâlidiyye”, DİA., c.15, s.295 vd.; Süleymen Uludağ, “Hâlidiyye(Anadolu‟da
Hâlidilik)”, DİA., c.15, s.296 vd.; Abdulcebbar Kavak, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu‟daki İlmî
ve Kültürel Hayata Katkıları”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslâmî İlimler (Uluslararası
Sempozyum), Bingöl Ünv. Yay. Bingöl 2013, c.1, s.268 vd.
228
Azzâvî, Hulefâ-i Mevlânâ Hâlid, Bağdat, s.180-216; Kavak, a.g.s.b., c.1, s.269 vd.; Abdurrahman
Memiş, “Hâlid-i Bağdâdî‟nin Halifeleri”, Uluslararası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyum
Bildirileri, s.166-167; Bağdâdî, a.g.e., s.29 vd.
229
Bugünki ismi Bağlar Köyü‟dür.

78
kendisi gibi Mevlânâ Hâlid‟in halifesi olan Seyyid Tâhâ tekkenin ve medresenin
başına geçmiştir. Geride bir halife bırakmamıştır.230

2. Seyyid Taha Nehrî/Hakkarî (ö.1269/1852)

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin silsilesinde yer alan Seyyid Tâhâ Nehrî
kuddise sirruhu, Mevlânâ Hâlid‟in medrese arkadaşı ve halifesi olan amcası
Abdullah Şemdînî‟nin vefatı sonrası, Şemdinli‟nin Nehri köyünde irşad faaliyetlerine
başlamıştır. Mevlana Hâlid‟in Şam‟da iken 1822 tarihinde Van bölgesine
görevlendirdiği halifesi Seyyid Tâhâ, Şemdinli‟deki medresede ilim ve irşad
faaliyetlerini birlikte yürütmeye başlamış ve Şemdinli veya Nehri tekkesi olarak da
bilinen bu medreseden, Anadolu‟nun birçok bölgesini etkileyecek önemli âlim ve
mutasavvıf şahsiyetler yetişmiştir. Bunlar içerisinde en çok tanınanları şunlardır:
Taha el-Harîrî (ö.1875), Fehim Arvâsî (ö.1895), Muhammed Küfrevî (ö.1898),
Sibğatullah Arvasî (ö.1876), Hacı Hakkarî ve Süleyman Beradostî.231

Yine Seyyid Tâhâ Nehrî‟ye dayanan silsileden sonraki yıllarda birçok önemli
ve meşhur sûfi yetişmiştir. Bunlardan bazıları şöylece sıralanabilir: Ahmed Haznevî
(ö.1949), Fethullah Verkânisî (ö.1899), Abdurrahman et-Tâgî (ö.1886), Esad Erbili
(ö.1931), Mahmud Sami Ramazanoğlu (ö.1984), Bolulu Muhammed Muhyiddin
Efendi (ö.1976), Yahyalı‟lı Mustafa Hulusi Dinç (ö.1936), Abdülbâkî Küfrevî
(ö.1943), Abdülhakim Arvâsî (ö.1943), Abdulhakim Hüseyni (ö.1972) ve
Muhammed Râşid Erol (ö.1993).232

3. Halid el-Cezerî (ö.1255/1839)

Hâlid el-Cezerî Mardin ve Siirt yöresinde irşad faaliyetlerinde bulunmuştur.


Hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Şeyh Hamid Mardinî ve Şeyh Salih Sıbkî adında iki
halifesi olduğu bilinmektedir.233

4. Muhammed el-Firâkî (ö.1282/1865)

Muhammed el-Firâkî, Mevlânâ Hâlid‟in Diyarbakır‟da görevlendirdiği


halifesidir. Mevlânâ Hâlid, Diyarbakır‟a geldiğinde onun hakkında manevi yönden

230
Memiş, a.g.s.b., s.168.
231
Memiş, a.g.s.b., s.171.
232
Algar, “Hâlidiyye”, DİA., c.15, s.295 vd.
233
Memiş, a.g.s.b., s.168.

79
övücü ifadelerle dolu bir konuşma yapmıştır. Muhammed el-Firâkî, Osmanlı idaresi
ile arası iyi olan bir şeyhdir; Mevlânâ Hâlid‟in vefatı sonrası İstanbul‟da çeşitli
girişimlerde bulunmuş ve Şam‟da şeyhinin mezarına türbe yapılmasını sağlamıştır.
Sultan Abdülmecid Han, hac yapması için onu kendine vekil tayin etmiştir. Halifeleri
hakkında bilgi yoktur.234

5. Muhammed Hâfız er-Ruhâvî (ö.?)

Mevlânâ Hâlid‟in Urfa‟da görevlendirdiği halifesi olan Muhammed Hâfız er-


Ruhâvî‟nin doğum ve ölüm tarihleri bilinmemekle birlikte Urfa‟da medfundur.
Mürşitliğinin yanında fesâhat ve belâğat sahibi bir şair olan bu zâtın Said Samsam el-
Hindî ve Ali Rıza el-Hâlidî el-Harputî adında iki halifesi olduğu rivayet
edilmektedir.235

6. Feyzullah Erzurumî-Tortûmî (ö.1865)

Efe Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin ilk şeyhi olan Hacı
Feyzullah Efendi, “Erzurumî” veya “Tortumî” nispetleriyle bilinmektedir. Bağdat‟ta
doğmuş ve şeyhi Mevlânâ Hâlid‟in telkiniyle Erzurum‟a gelerek burada kısa bir süre
kaldıktan sonra Tortum‟un Kiska köyüne yerleşmiştir. Otuz yıla yakın bu köyde
kalan Feyzullah Efendi‟nin halifesi, şairliğiyle tanınan Erzurumlu Ketencizâde
Mehmet Rüşdî Efendi‟dir. Kabri bu köyde bulunmaktadır.236

7. Abdullah Mekkî el-Erzincânî (ö.?)

Uzun süre Mekke‟de ikâmet ettiği için “Mekkî” nisbesiyle tanınan Abdullah
Erzincânî, Mevlana Halid‟in Anadolu‟daki büyük halifeleri arasında yer almaktadır.
Abdullah Mekki kendisi Anadolu‟da çok fazla bulunmamıştır. Daha çok halifeleri
yoluyla Anadolu‟nun farklı bölgelerinde Hâlidîliğin yayılmasına katkı sağlamıştır.
“Terzi Baba” lakabıyla bilinen Muhammed Vehbi Efendi (ö.1264/1848) onun
Erzincan‟daki halifesi olup çok şöhretli bir sûfidir. Halifelerinden Mustafa İsmet
Efendi (ö.1289/1872) Edirne ve İstanbul‟da, Yahya Dağıstanî ise İç Anadolu‟da
ağırlıklı olmak üzere tarîkatın yayılmasında etkin rol oynamışlardır. Bunların dışında

234
Memiş, a.g.s.b., s.176.
235
Memiş, a.g.s.b., s.182.
236
Efe Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin ilk şeyhi olan Hacı Feyzullah Efendi‟nin
tasavvufi faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi tezin bu bölümünde ilerleyen sayfalarda “Hacı Feyzullah
Efendi” alt başlığı içinde verilmiştir.

80
Mustafa Hüdavendî ve Hasan Sıdkı isimli iki halifesinden daha olduğu rivayet
edilmektedir.237

8. Ödemişli Hasan Kudsî Efendi (ö.1249/1834)

Ödemişli Hasan Kudsî Efendi, Mevlânâ Hâlid‟in Konya‟da görevlendirdiği


halifesidir. Şeyhinin sağlığında Konya‟ya gelmiş ve irşad faaliyetlerinde
bulunmuştur. “Memiş Efendi” lakabıyla bilinen Muhammed Kudsi Bozkırî‟yi
yetiştirip hilafet vermiştir.238

9. Muhammed Kudsi Bozkırî (ö.1269/1852)

Konya yöresinde “Memiş Efendi” diye şöhret bulan Muhammed Kudsî


Bozkırî, Hasan Kudsî vasıtasıyla Hâlidiyye yoluna girmiştir. İlk önce Hasan
Kudsî‟den icâzet almış, Mevlânâ Hâlid‟i ziyâret edip sohbetinde bulunmak
maksadıyla Şam‟a ziyarete gittiğinde Mevlânâ Hâlid hazretleri tarafından da halife
tayin edilmiştir. Vefatına kadar Konya yöresinde irşad faaliyetlerinde bulunmuştur.
Anadolu‟nun değişik bölgelerine gönderdiği elliye yakın halifesi olduğu
bilinmektedir.239

10. Ahmed Eğribozî (ö.1250/1835)

Ahmed Eğribozî, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟den hilafet aldıktan sonra uzun bir
müddet Bağdat‟ta yaşamıştır. Şeyhinin sağlığında bir süre İstanbul‟da kalarak irşad
faaliyetlerinde bulunmuş, Mevlânâ Hâlid‟in vefatı sonrası İzmir‟e yerleşerek
tasavvufî çalışmalarını vefatına kadar burada sürdürmüştür. Kabri İzmir‟de bulunan
Ahmed Eğribozî‟nin halifeleri hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.240

11. Hüseyin Vaiz Efendi (ö.?)

Silistreli Hacı Feyzullah Efendi‟nin mürşidi olan Hüseyin Vaiz Efendi,


Mevlânâ Hâlid‟in Malatya‟da görevlendirdiği halifelerindendir. Ölüm tarihi
bilinmemekle beraber Silistreli Hacı Feyzullah Efendi‟nin hatıralarından
anlaşıldığına göre 1840-42 arası vefat etmiştir.241

237
Kavak, a.g.s.b., c.1, s.272.
238
Memiş, a.g.s.b., s.168.
239
Halifelerinin kimler olduğu hakkında bkz. Memiş, a.g.s.b., s.169.
240
Memiş, a.g.s.b., s.182-183.
241
Abdurrahman Memiş, Hâlidî Bağdâdî ve Anadoluda Hâlidîlik, İstanbul, 2000, s.142 vd.

81
12. Ahmed Siyahî (ö.1291/1874)

Kastamonu‟lu olan Ahmed Siyahî, gençliğinde Anadolu‟da çeşitli hocalardan


dersler okuyarak ilmî icazetler almış ve bir kâmil mürşid arayışına girmiştir. Genç
yaşta karayolu ile hacca giderken uğradığı Şam‟da aradığı mürşidi bularak intisap
etmiştir. Mevlânâ Hâlid‟in yanında bir süre kalarak sülûkünü tamamlamış ve hilafet
almıştır. Daha sonra memleketi Kastamonu‟ya dönerek ömrünün sonuna kadar
burada ilmî tedrisat ve irşatta bulunmuştur. Anadolu‟da etkisi çok yüksek Hâlidî
şeyhlerinden biri olan Ahmed Siyâhî, birçok halife yetiştirmiştir. Oğlu Abdülaziz ve
Ahmed Hicâbî, Benli Sultan Şeyh-i Sâni Efendi, Sinop müftüsü Hâfız Ali Lütfi
Efendi halifelerinden en meşhurlarıdır.242

13. Ali Sebtî (ö.1287/1870)

Aslen Diyarbakır‟lı olan Ali Sebtî, Mevlânâ Hâlid Diyarbakır‟a ziyarette


bulunduğu sırada onu tanımış, sonra Mevlânâ Hâlid ile Şam‟a gitmiş ve şeyhi vefat
edene kadar hizmetinde bulunmuştur. Şeyhinin vefatından sonra ise, Elazığ‟ın Palu
ilçesine yerleşerek ömrünün sonuna kadar irşad ve tedrisat faaliyetlerini burada
yürütmüştür. Birçok halife yetiştiren Ali Sebtî‟nin en meşhur halifeleri Erzurum‟lu
İmam Efendi‟nin şeyhi Mahmud Sâminî ve Ahmed Çapakçurî‟dir.243

14. Abdülfettah el-Akrî (ö.1281/1864)

Mevlânâ Hâlid‟in vefatından sonra çocuklarına vasilik eden Abdülfettah el-


Akrî, bir müddet Şam‟da kaldıktan sonra 1839‟da İstanbul‟a gelerek kendisine tayin
edilen Üsküdar Nuh kuyusundaki Alaca Minare Tekkesinde şeyhliğe başlamıştır.
Ömrünün sonuna kadar bu tekkede irşad faaliyetlerini icra eden el-Akrî, Ahmed
Ziyâüddîn Gümüşhânevi‟ye hocalık yapmış, Muhammed Râşid Rüstem Efendi(ö.
1863)‟ye de hilâfet vermiştir. 244

15. Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ö.1275/1858)

Mevlana Hâlid‟in “Şam sahillerinin Şeyhi” diye iltifatta bulunduğu Ahmed b.


Süleyman el-Ervâdî, Mevlana Hâlid‟den önce çok sayıda büyük âlim ve
mutasavvıftan ders ve tarîkat icazeti almıştır. Mevlana Hâlid‟in Şam‟da hilafet

242
Memiş, a.g.s.b,, s.179.
243
Memiş, a.g.s.b,, s.183.
244
Memiş, a.g.s.b., s.176.

82
verdiği son halifeleri arasında yer alan bu zât, şeyhinden aldığı manevi bir işaret
üzerine İstanbul‟a gitmiş ve irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Onun bu gidişi
Halidiyye kolu için Anadolu ve Ortadoğu‟nun sınırlarını aşacak bir açılıma vesile
olmuştur.245

Hâlidiyye‟nin Anadolu ve Ortadoğu‟nun sınırlarını aşacak şekilde


genişlemesini sağlayan kişi halifesi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî
(ö.1311/1893)‟dir. Ervâdî‟nin İstanbul‟da 1848 yılında tarikat icazeti verdiği Ahmed
Ziyaüddin Gümüşhanevî‟nin halifeleri vasıtasıyla, İstanbul başta olmak üzere
Anadolu, Kazan, Komor Adaları, Mısır, Suudi Arabistan ve Çin‟den Afrika‟ya kadar
geniş bir alanda Halidiyye yayılması gerçekleşmiştir. “Gümüşhanevî Tekkesi”
Halidiyyenin 19. ve 20. yüzyıllarda İstanbul‟daki en büyük ve en etkili tedris ve irşad
merkezi olmuş, Gümüşhânevî‟nin 1893 yılında vefatı sonrası tekkenin postuna Şeyh
Hasan Hilmi Efendi, Şeyh İsmâil Necâti Efendi, Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyâeddin
Efendi ve Tekirdağlı Şeyh Mustafa Feyzi Efendi oturmuşlardır. Yine Doğu
Karadeniz, Rize, Erzurum ve Bayburt yörelerinde faaliyet gösteren pek çok tekke,
Gümüşhanevî Tekkesi‟ne bağlı şeyhler tarafından yaptırılmıştır.246

16. İsmail Şirvânî (ö.1264/1848)

Anadolu‟da adından sıkça söz ettiren İsmail Şirvani, Mevlânâ Hâlid‟in


Azerbaycan bölgesine görevlendirdiği halifesidir. Azerbaycan‟ın kuzeyine düşen
Şirvan bölgesinin Şamahi kasabasına bağlı Kürdemir köyünde açtığı medrese ile ilim
ve irşad faaliyetlerine başlamıştır. Şirvanî, Dağıstanlı âlim Muhammed Yerağî‟nin
kendisine intisap etmesinden sonra ona tarikat icazeti vererek Dağıstan bölgesinin
irşadıyla görevlendirir. 1826 yılında Rusların Şirvan‟ı işgal etmeleri üzerine
Kürdemir‟den ayrılarak Ahıska‟ya yerleşir. Burada tedris ve irşad merkezi de
Kürdemir‟den Dağıstan‟da bulunan Yukarı Yerağlı Medresesi‟ne taşınmış olur.
Kafkasya bölgesindeki en büyük ve en etkili Halidiyye medresesi olan Yukarı
Yerağlı, Gazi Muhammed (ö.1834) ve Şeyh Şamil (ö.1871) gibi bölge tarihine
damgasını vuracak önemli komutanları ve mutasavvıf şahsiyetleri yetiştirir.247 1828
yılında Sivas‟a yerleşen Şirvânî, burada dokuz yıl kalır ve daha sonra bugün kabrinin
245
Kavak, a.g.s.b., c.1, s.275.
246
Ayrıntılı bilgi için bkz. İrfan Gündüz, Gümüshanevî Ahmed Ziyauddin, Hayatı, Eserleri, Tarikat
Anlayısı ve Halidiye Tarikatı, Seha Yay., İstanbul, 1984.
247
Kavak, a.g.s.b., c.1, s.273.

83
bulunduğu Amasya‟da ikamete ve irşad faaliyetlerine başlar. İrşadının bu döneminde
de bazı halifeler yetiştirmiştir; Alvarlı Efe Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin
Efendi‟nin ikinci şeyhi Seyyid Mir Hamza Nigârî bunlardan biridir. Osmanlı
Devleti‟nde sadrazamlık yapan Şirvânîzâde Mehmet Rüştü Paşa248 ve İstanbul kadısı
olan Ahmed Hulusi Efendi249 İsmail Şirvâni Efendi‟nin oğullarıdır.

17. Osman Siracüddin et-Tavîlî (ö.1289/1872)

Osman Sirâcüddi et-Tavîlî kaynaklarda Mevlânâ Hâlid‟in derece bakımından


ilk halifesi olarak zikredilmektedir. Mevlânâ Hâlid Şam‟a geçtiği vakit onu
Süleymaniye bölgesinde görevlendirmiştir. Tavîla köyüne yerleşen Osman
Siracüddin Efendi, kırk yıldan fazla bu bölgede irşad ve tedrisat yapmıştır. Altmıştan
fazla halifesi olduğu rivayet edilmekle beraber en meşhur halifeleri şunlardır: Şeyh
Muhammed Bahaeddin ve Şeyh Abdurrahman Ebu‟l-Vefa.250

18. Muhammed el-Hanî (ö.1279/1862)

Muhammed el-Hanî, Hâlidiyye‟nin Anadolu‟da yaygınlaşmasında büyük rolü


olan halifelereden biridir. Mevlânâ Hâlid‟in vefatından sonra Şam, Hama ve Halep
bölgesinde Halidiyye‟yi neşreden Muhammed el-Hanî, 1854 yılında Musa Saffetî
Paşa‟nın daveti üzerine İstanbul‟a gelerek burada irşad çalışmaları yapmıştır. Sultan
Abdülmecid tarafından da sevilen el-Hanî‟nin onlarca halifesi olduğu rivayet edilir.
Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh İbrahim Erzincânî, Şeyh İsmail Vehbi el-Bursevî,
Şeyh Hasan Feyzullah Efendi, Şeyh Muhammed Mehdi Dağistânî, Şeyh İbrahim b.
Hamid el-Mardinî.251

3. Alvarli Efe’nin Döneminde Erzurum’un Tasavvufî Yapısı

Erzurum, içinde barındırdığı pek çok ilmî ve tasavvufi şahsiyetler ile


Anadolu‟nun kültür kentlerinden biridir. Bu şahsiyetlerden en meşhuru Osmanlı
dönemi İslâm düşüncesinde çok önemli bir yere sahip bulunan âlim ve mutasavvıf,

248
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Ali Beyhan, “Şirvânîzâde Mehmet Rüştü Paşa”, DİA., c.39, s.209.
249
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hulûsi Yavuz, “Ahmed Hulusi Efendi”, DİA., c.2, s.90.
250
Memiş, a.g.s.b., s.178.
251
Abdurrahman Memiş, “Hâlidilik ve Osmanlının Son Dönemindeki Etkileri”, Osmanlı Dünyasında
Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi Tebliğleri-1999, (Der. Hidayet Yavuz Nuhoğlu) İstanbul,
2001, s.566 vd.

84
dünyaca ünlü bilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780)‟dır.252 Mevlânâ Hâlid
Bağdâdî‟nin halifeleri vasıtasıyla İslâm dünyası genelinde tasavvufî hayatta ve
medrese eğitiminde meydana gelen tecdid ve canlılıktan Erzurum yöresi de nasibini
almıştır. Erzurum yöresi, 19. yüzyıldan itibaren günümüze kadar yetiştirdiği birçok
âlim ve mutasavvıfı içinde barındırmıştır. Efe Hazretleri‟nin yetiştiği Osmanlı
Devleti‟nin son dönemi ve Cumhuriyet‟in ilk yılları, Erzurum‟da tekke ve
medresenin içiçe olduğu ve zirve yaptığı yıllardır. Bu süreçte birçok âlim ve sûfî
yetişmiştir. Efe Hazretleri‟nin yaşadığı dönemde Erzurum ve çevresinde Hâlidiyye
mensuplarının bariz bir şekilde çokluğu görülmekle beraber, bu bölgede faaliyet
gösteren bir kısım Kâdirî ve Rufâi şeyleri de vardır. Bu konu, Erzurum‟da faaliyet
yürüten Hâlidî şeyhler ve Erzurum‟da faaliyet yürüten diğer tarikatlara mensup
şeyhler başlıkları altında değerlendirilecektir.

3.1. Erzurum’da Faaliyet Yürüten Hâlidî ġeyhler

Anadolu‟da tasavvufî hayatın o dönem nüfûzu en yüksek tarikatı olan


Nakşibendiliğin Halidiyye kolu, Erzurum ve çevresinde de etkin bir tarikattır.
Halidiyye‟nin etkili olduğu her yerde İslâmî ilimlerin tedrisine önem verip tekke-
medrese arasında kaynaşmayı sağladığının canlı örneklerinden birçoğu o dönem
Erzurum‟da görülmektedir.

Bu bağlamda verilebilecek ilk örnek, Mevlânâ Hâlid‟in Erzurum‟da


görevlendirdiği halifesi Hacı Feyzullah Tortumî Efendi (ö.1865)‟dir. 1785 yılında
Bağdat‟da doğan bu büyük veli ve âlim, 1930‟lu yıllarda Erzurum‟a gelmiş ve
merkezde bulunan bazı medreselerde dersler vermiştir. Daha sonra Tortum‟un Kiska
köyüne medrese ve tekkesini kurarak burayı, o bölgeye ilim ve feyz neşreden bir
merkez haline getirmiştir. Vefatı olan 1865‟e kadar bu köyde irşad ve ilmî
faaliyetlerini sürdüren Hacı Feyzullah Efendi, zâhiri ve bâtinî ilimlerde birçok
kimseye pâye kazandırmış ve Hâlidî anlayışını yaygınlaştırmıştır.253

252
Ayrıntılı bilgi inin bkz. Cemaleddin Server Revnakoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve
Marifetnâmesi, Harf Yayınları, İstanbul, 2011.
253
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.16.

85
Hacı Feyzullah Efendi‟nin yetiştirdiği halifeleri hakkında günümüze ulaşan
bilgiler oldukça sınırlıdır. Bilinen en meşhur bağlıları: Hâce Hüseyin Gedâi (ö.1918)
ve Ketencizâde Mehmed Rüşdî Efendi (ö.1916)‟dir.

O dönem Erzurum yöresinde faaliyette bulunan önemli bir sûfi olan Hâce
Hüseyin Gedâi Efendi, ilmini ikmâl etmiş bir âlim olarak Kındığı köyünde imamlık
yaptığı yıllarda, Hacı Feyzullah Efendi‟yi tanımış ve bu zâta intisap ederek
bağlılığını şeyhinin vefatına kadar sürdürmüştür. Feyzullah Efendi‟nin vefatından
sonra bir başka Hâlidî şeyhi Seyyid Hamza Nigârî (ö.1886)‟ye intisap etmiş,
Nigârî‟nin ebedi âleme irtihalini müteakip Bitlis‟te ikamet eden Tâha Hakkârî
(ö.1853)‟nin hulefasından Muhammed Küfrevî hazretlerine bağlanmış ve Hâlidî
hilâfeti almıştır. Ömrünün sonuna kadar irşad ve ilmi çalışmalarını Erzurum‟da
sürdürmüştür.254

Feyzullah Efendi‟nin bir diğer bağlısı Ketencizâde Mehmed Rüştî Efendi ise
1834 yılında Erzurum‟da doğmuştur. Gençlik yıllarında Tortum‟a giderek Feyzullah
Efendi‟nin irfan denizinden istifade ederek hilafet almıştır. Vefatından sonra
Erzurum‟a küsecek kadar şeyhine muhabbeti olan Ketencizâde, uzun yıllar
Erzurum‟dan ayrı kaldıktan sonra ömrünün son döneminde memleketine avdet etmiş
ve 1916 yılında burada vefat etmiştir. Şâirliği ve hattatlığı ile tanınan Ketencizâde
Mehmed Rüşdî Efendi‟nin tasavvufî birçok şiiri mevcuttur.255

Erzurum‟da o dönem irşâd faaliyeti yürüten bir diğer Hâlidiyye mensûbu sûfi;
Mevlânâ Hâlid‟in halifesi İsmail Sirâceddîn Şirvânî (ö.1848)‟nin hulefasından
Seyyid Mir Hamza Nigârî (ö.1886) hazretleridir. Hâce Hüseyin Efendi‟nin ikinci
şeyhi olan bu zât, Erzurum‟da değişik zamanlarda on bir yıla yakın ikamet ederek
irşâd faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu yörede iki halife yetiştirmiştir. Bunlar;
Hasankaleli Hacı Mahmûd Efendi (Postlu Hoca) ve “Şaşı Hoca” lakabıyla tanınan
Erzurumlu Hacı Mustafa el-Cemâlî Efendi (ö.1886)‟dir.256

254
Kutlu, a.g.e., s.15.
255
Muhsin Yolcu, “Bir Erzurum Şâiri Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi”, Yağmur Dergisi,
http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/bir-erzurum-sairi-ketencizade-mehmet-rustu-efendi,
(16.05.2014).
256
Fatih Çınar, “Mürşîdi Aşk Olan Bir Veli: Seyyid Mîr Hamza Nigârî”, Somuncu Baba Dergisi, Ocak
2009 sayısı, s.43.

86
Hamza Nigârî‟nin Erzurumlu halifelerinden “Postlu Hoca” diye bilinen
Hasankaleli Hacı Mahmud Efendi hakkında günümüze ulaşan bir bilgi mevcut
değildir. Diğer halifesi “Şaşı Hoca” lakaplı Hacı Mustafa el-Cemâlî Efendi, 1830‟da
Erzurum‟da doğmuştur. Ömer Fâdıl Efendi isminde bir âlimden icâzet almış, yirmi
sene Ali Ağa Medresesi‟nde ders okutmuş ve birçok talebeye icâzet vermiştir.
Seyyid Mir Hamza Nigârî‟ye intisap ederek zü‟l-cenâheyn olmuş ve hilafetle
nispetlenmiştir. Yine Lala Paşa camiinde kürsü şeyhliği yaptığı ve vefatına kadar
Câferiyye camiinde Kadı Beydâvî tefsirinden dersler okuttuğu rivayet edilmektedir.
1886 yılında genç yaşta vefat etmiş olan bu zât Erzurum‟da Erzincankapı
mezarlığında medfundur.257

Erzurum bölgesinde Hâlidî nisbetiyle irşad ve tedrisat çalışmaları yapan bir


diğer şeyh, Taşkesenli Ahmed Efendi (ö.1909)‟dir. Ahmed Efendi, gençliğinde
çeşitli medreselerde ders okuduğu yıllarda ününü çok duyduğu Tâhâ en-Nehrî
hazretlerinin halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî‟yi Bitlis Hizan‟da ziyaret ederek,
manevi yönden yetişmek üzere ona teslim olmuştur. Bu zâttan irşad dersleri alan
Ahmed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Arvasi‟nin vefatından sonra halifesi Şeyh
Abdurrahman Tâği‟den sülûkünü devam ettirmiş, tasavvuf âdab ve erkânını bu zâtın
yanında tamamlayarak hilafet almıştır. Mürşidi tarafından irşadda bulunması için
1893 yılında görevlendirildiği Erzurum‟da Sultanmelik Mahallesi Üç Kümbetler
mevkiinde bir eve yerleşerek burada talebe yetiştirmeye başlamıştır. Şeyh Ahmet
Efendi, yaz aylarında Erzurum‟a yaklaşık 45 km. mesafede bulunan Taşkesen
Köyü‟nde ikamet edip talebelerini burada okutmaya devam etmiştir. Amcasının oğlu
ve halifesi olan Şeyh İbrahim Efendi‟yi Taşkesen‟de ikamet ettirmiş ve böylece
Erzurumlular arasında Taşkesenli diye şöhret bulmuştur. Erzurum‟da yürüttüğü
faaliyetleri sonucunda yetmiş sekiz talebeye ilmî icâzet veren ve tasavvufî olarak
bazı halifeler yetiştiren Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi, hayatı boyunca kendisini
sofuluğa vermiş ve halk tarafından bu yönü ile tanınmıştır. Şöhretin her türlüsünden
hayatının her döneminde şiddetle kaçınan bu zât, Erzurum ve çevresinde maddi ve
manevi ilimleri ile insanlara üstün hizmetler vermiştir. Erzurum‟da çok sayıda talebe
yetiştiren Şeyh Ahmet Efendi 61 yaşında iken 24 Mart 1909 yılında Erzurum‟da

257
Kadir Özköse, “Erzurum‟da Faaliyet Yürüten Hâlidî Şeyhleri”, Atatürk Ünv. İlahiyat Fak., Türk-
İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyum Bildirileri, Erzurum, 2007, s.290.

87
vefat etmiştir. Şeyh Ahmet Efendi‟nin yetiştirdiği halife ve mezun hocalardan
bazıları şunlardır: Şeyh Ziyaeddin Efendi (ö.1914), Şeyh İbrahim Efendi (ö.1926),
Erzurum Serçeme Köyü‟nden Tabur İmamı Muhammed Nuri Efendi, Diyarbakır
Liceli Molla Ömer Efendi ve Kağızmanlı Molla Hasan Efendi.258

Erzurum ilim ve tasavvuf hayatında çok önemli bir yere sahip olan Taşkesenli
Şeyh Ahmed Efendi‟nin açtığı Hâlidî yol, ileriki yıllarda evlatları ve talebeleri
tarafından devam ettirilmiştir. Taşkesenli yolunun önemli temsilcilerinden biri de
Şeyh İbrahim Efendi‟dir. Taskesenli Şeyh Ahmet Efendi'nin amcasının oğlu ve
halifesi olan Şeyh İbrahim Efendi, 1855 yılında Bingöl'ün Karlıova İlçesi Hacılar
Köyü'nde dünyaya gelmiştir. O da hicri 1258'de Bağdat'tan Şam'a ve daha sonraki
yıllarda da irşad vazifesi için değişik yerlerde ikamet eden ve son olarak Karlıova
ilçesine yerleşen bu ailenin mensubudur. Daha küçük yaşlarda ilme karşı büyük ilgi
gösteren Şeyh İbrahim Efendi, gençliğinde çeşitli medreselerde tahsil görmüş, son
tahsilini amcası oğlu Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi'nin yanında yapmış ve
hocasının görevlendirmesiyle Erzurum Taşkesen Köyü'nde ikamet ederek dersler
okutmuştur. 1914 yılında başlayan Osmanlı Rus Harbine Kafkas Cephesinde
talebelerinin başında iştirak etmiş, Sarıkamış yakınlarında savaşırken bir şarapnel
parçası ile ayağından yaralanarak gazi olmuştur. Bu yüzden “Topal Şeyh” olarak
anılmıştır. Millî Mücâdele yıllarında Erzurum‟u terk etmeyen hocalardan olan
İbrahim Efendi, 1925 yılında şapka giymediği gerekçesiyle tutuklanmış ve Manisa
Demirci‟ye sürgün edilmiştir. 3 Kasım 1926‟da Demirci‟de vefat etmiştir.259

O dönem Erzurum‟da iz bırakan bir diğer Taşkesenli mensubu; Şeyh


Ziyaeddin Efendi‟dir. 1878 yılında Bingöl'ün Karlıova ilçesi Hacılar Köyü'nde
dünyaya gelen Ziyaeddin Efendi, babası Şeyh Ahmed Efendi‟nin Erzurum'da
müderrisi olduğu Caferiye Medresesi'nde okumaya başlamış, onyedi yaşında sarf,
nahiv, mantık, fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerini tahsil ederek icazet almıştır. Daha sonra
babası tarafından Caferiye Medresesi müderrisliğine görevlendirilen Şeyh Ziyaeddin
Efendi, yirmi beş yaşında babası Şeyh Ahmed Efendi‟den Hâlidiyye hilafeti almıştır.
Babasının vefatı sonrası tekkenin başına geçmiş, irşad faaliyetlerini ve ilmi tedrisatı
devam ettirmiştir. Kasım 1914‟de Sarıkamış cephesinde talebelerinin başında

258
İbrahim Taşkesenligil, “Taşkesenli”, DİA., c.40, s.148.
259
Taşkesenligil, “Taşkesenli”, c.40, s.149.

88
Ruslar‟a karşı savaşırken hastalanıp Erzurum‟a dönmüş, 19 Aralık 1914‟te genç
yaşta vefat etmiştir. Yetiştirdiği talebeler arasında: Tortum müftüsü Mehmed Sıddık
Efendi, Varto Köşk köylü Molla Mehmed, Taşkesenli Molla Alâeddin, Şam
Sâlihiyye‟den Molla Abdülkuddûs, Dağıstanlı Molla İlyas, Siirtli İsmail Hatip
(Erzen), Erzurum‟un meşhur imamlarından Hâfız Ali ve Tortumlu Molla Dursun
Efendi sayılabilir. Aynı zamanda şair olan Ziyâeddin Efendi Arapça, Farsça ve
Türkçe olarak çeşitli gazeller yazmıştır.260

Hâlidî geleneğe uygun şekilde tekke-medrese birlikteliğini sağlayan


Taşkesenli mensubu bir diğer önemli sûfî, Taşkesenli Ahmed Efendi‟nin küçük oğlu
Mehmed Sırrı Efendi‟dir. 1895 yılında Erzurum‟da doğan Sırrı Efendi, Caferiyye
Medresesi‟nde ağabeyi Ziyâeddin Efendi‟den fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir okumuş,
onun vefatından sonra Tortum müftüsü Mehmed Sıddık Efendi‟den mantık ve Farsça
okuyup icâzet almıştır. Ardından babasının halifesi ve dayısı İbrâhim Efendi‟ye
intisap ederek ondan ise Hâlidiyye hilâfeti ile nispetlenmiştir. Dayısı ve şeyhi
İbrahim Efendi gibi, şapka devrimi yüzünden Erzurum‟da hapis yattıktan sonra
tahliye edilip Erzurum dışında ikamete mecbur tutulunca merkeze bağlı Toparlak
köyünde ikamet etmiştir. Tekke ve zâviyelerin kapatıldığı, medreselerin kaldırıldığı
zor şartlara rağmen ilmî tedrisatı bırakmamış, Pasinler ve çevre köylerden gelen
talebeleri okutmayı sürdürmüştür. Büyük oğlu Abdurrahman Efendi, diğer oğlu
Mazhar Taşkesenlioğlu, Iğdasorlu Hacı Kâmil, amcazadesi Molla Said yetiştirdiği
talebelerden birkaçıdır. Daha sonra uzun süre Erzurum‟da merkez vâizliği görevinde
bulunan Sırrı Efendi 7 Temmuz 1954 tarihinde vefat etmiştir.261

Erzurum tasavvuf hayatının Taşkesenli koluna bağlı önemli bir diğer sûfî;
Taşkesenli Şeyh Ziyâüddin Efendi‟nin oğlu Şehabeddin Efendi‟dir. 1898 yılında
Erzurum‟da doğan Şehabeddin Efendi, İlk tahsiline babasının yanında başlayıp daha
sonra medrese tahsiline babasının talebesi olan Tortum Müftüsü Muhammed Sıddık
Efendi'nin yanında Arapça ve Farsça okuyarak devam etmiş, Kelam, Mantık, Hadis
ve Tefsir kitaplarını bitirerek icazet almıştır. Dedelerinin maruz kaldığı sıkıntıların
benzerini yaşamış; Rus ve Ermenilerin Erzurum'u işgalinden ve daha sonra da şapka
isyanından etkilenen ailesi ile birlikte Erzurum'un dışında ikamete zorlanmıştır.

260
Taşkesenligil, “Taşkesenli”, c.40, s.148.
261
Taşkesenligil, “Taşkesenli”, c.40, s.148 vd.

89
Bunun üzerine Erzurum Pasinler'in Ketvan ve Kurnuç köylerinde uzun süre imamlık
görevi yapmıştır. Bu yıllarda maddi ve manevi sıkıntılar içinde imamlık vazifesini
yürüten Şeyh Şahabeddin Efendi, aynı zamanda çevre köylerde irşad faaliyetleri
yürütmüştür. Şeyh Şahabeddin Efendi, 11 Ocak 1956'da Erzurum'da vefat etmiş ve
Şeyh Ahmed Efendi'nin Taşkesenli Camii bahçesinde bulunan türbesi yanına
defnedilmiştir. Hayatını ilme ve irşada vakfeden Şeyh Şahabeddin Efendi, Horasan
Müftüsü olarak meşhur olan küçük kardeşi Şeyh Muhammed Sıddık Efendi ve
Nakşibendi halifesi Yüzören Köyü imamı Muhammed Efendi gibi kimseleri
yetiştirmiştir.262

Bu dönemde ilmî kimliğiyle tanınan ve bir âlim olarak kendinden söz ettirmiş
olmasına karşın aynı zamanda Hâlidî yolda bir Nakşibendî şeyhi olan önemli
sûfîlerden biri de Hâce Maksud Efendi‟dir. Efe Hazretleri‟nin çok sevdiği bir âlim
olan Maksut Efendi Hoca, 1866 tarihinde Erzurum'un Veyis Efendi mahallesinde
dünyaya gelmiştir. Medrese eğitimini o dönem Erzurum‟un meşhur âlimlerinden
“Yetim Hoca” lakaplı Müderris Mustafa Zihni Efendi‟nin (ö.1912)263 yanında
tamamlamış, icazet almış, daha sonra bir müddet Habib Efendi Camii İmam hatipliği
görevini yürütmüştür. Hocasının vefatından sonra ise “Yetim Hoca Medresesi‟nin”
başına geçmiştir. Nakşibendî Hâlidî şeyhlerinden Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi‟nin

262
Taşkesenligil, “Taşkesenli”, c.40, s.149.
263
1827 yılında doğan Mustafa Zihni Efendi aslen Rize İkizdere‟lidir. Küçük yaşta dayısı "Fetvacı
Hoca" denilen Hacı Mehmet Efendi ile Erzurum'a gelmiş, başından sonuna kadar bütün tahsilini onun
himayesi yapmıştır. İlim uğruna küçük yaştan itibaren anne babasından ayrı düştüğü için “Yetim
Hoca” lakabıyla tanınmıştır. Yetim Hoca, daha sonra Pervizoğlu Medreseleri'nde okumuş, zamanın
birçok hocalarına ayrı ayrı devam etmiş, bunlar arasında, derslerinden ayrılmayıp, kendisinden en çok
istifade ettiği Karslı Büyük Hamit Efendi olmuştur. Ayrıca Tabur imamı Dağıstanlı Mehmet Efendi
Hoca'dan Fârisi öğrenmiş, Mesnevi Şerifi yine ondan başlayıp bitirmiştir. Hocanın Erzurum'da ilk
resmi vazifesi Rüşdiye muallimliğidir. Kırk Çeşme çevresinde Esat Paşa Yokuşu'nda 1291 (1875)
tarihinde, Erzurum Mülkiye Rüşdiyesi ismiyle açılan bu mektebin muallimliğine Yetim Hoca Efendi
tayin edilmiştir. Yetim Hoca, on seneden fazla Rüşdiye muallimliğinde kaldıktan sonra kendi
medresesinde hususi dersler vermeye başlamıştır. Yetim Hoca'nın tedris usulüne getirdiği yeni
metotlar ve kolaylık sayesinde burası, Erzurum'un diğer medreselerinden daha köklü, daha kuvvetli
öğretim yapmış, şehrin maarifine az zamanda çok şey kazandırmıştır. Kendisine zaman zaman
teklifler yapıldığı halde başka medreselerde resmi müderrislik almamış, okuttuğu, yetiştirdiği
kimselerden de ücret veya hediye olarak her hangi bir şey kabul etmemiştir. 1910 yılında Erzurum'lu
Çelebizâde Hüseyin Hüsnü Efendi‟nin (ö. 1912) Şeyhülislamlığı zamanında, İstanbul dersiamları gibi
Erzurum ulemasına da maaş bağlanmıştı. Fakat Yetim Hoca, bütün ısrar ve tekliflere rağmen bu maaşı
ömrünün sonuna kadar almadı. Geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlamıştır. Ömrü boyunca birçok
talebe yetiştiren Yetim Hoca, 29 Şubat 1912‟de 85 yaşında vefat etmiştir. Yetim Hoca, Erzurum'da
hocaların hocası olarak bilinir. O'nun rahle-i tedrisinden geçen hocalardan bazıları şunlardır: Hoca
Raif Efendi (Dinç), Zırnıklı Cazim Hoca (Mebus), Müftü Solakzade Sadık Efendi, Maksut Efendi
Hoca, Şükrü Paşa ve Fatih müderrislerinden Ahmet Efendi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Erzurum
Belediyesi, “Yetim Hoca”, http://www.erzurum.bel.tr/news.asp?n=776, (25.03.2014).

90
(ö.1909) derslerine devam eden Maksud Efendi, ona intisap edip seyr-i sülûkünü
tamamlayarak halifesi olmuştur. İlmi tedrisata devam etmesinin yanında tasavvufi
neşvesini Teşkesenli Şeyh Ahmed Efendi‟nin yolunda sürdürmüştür. Erzurum‟da
ilmî yetkinliğinden dolayı çokça takdir edilen Şeyh Maksut Efendi Hoca, 3 Ocak
1943 tarihinde vefat etmiştir.264

Erzurum‟da o dönem irşâd faaliyeti yürüten bir başka âlim ve Hâlidiyye


mensubu sûfi; Nakşibendî şeyhi Seyyid Abdürrezzâk İlmî Efendi hazretleridir. 1842
yılında Erzurum‟da dünyaya gelen Seyyid Abdürrezzâk İlmî Efendi‟nin nesebinin
İmam Zeynelâbidin‟e ulaştığı rivayet edilmektedir. Babası Erzurum Nakîbuleşrâfı
Şeyh Gedâîzâde Muhammed Efendi‟dir. Dedesi Seyyid Mehmed Efendi‟de Erzurum
Nakîbüleşrâfı olup, 1645 yılında Şam‟dan Erzurum‟a hicret ederek yerleşmiştir.
Abdürrezzâk Efendi, ilmi yetkinliğinden ve saygınlığından dolayı “İlmî” lakabıyla
anılmıştır. İlmi tedrisata ağabeyinden ve babasından dersler okuyarak başlamış,
babasının vefatını müteakiben İbrahim Paşa Medresesi müderrisi Solakzâde Ahmet
Efendi‟den yüksek ilim tahsil ederek icazet almış ve Erzurum Ahmediyye
Medresesi‟nde müderrislikte bulunmuştur. 1864 senesinde Nakşibendî şeyhlerinden
Trabzonlu Şeyh Hakkı Efendi Erzurum‟a geldiğinde, bu zâta intisap ederek sülûke
başlamış ve bir müddet sonra hilâfet almıştır. Babasının vefatı sonrası Erzurum
Nâkibuleşrâfı olup ölene kadar bu makamda bulunmuştur. Hayatını ilme ve irşâda
adayan Nakşibendi Şeyhi Abdürrezzâk İlmî Efendi 22 Şubat 1906 tarihinde
Erzurum‟da vefat etmiştir.265

Tasavvufta herhangi bir halife bırakmayan Abdürrezzâk İlmî Efendi‟nin en


büyük eseri; Erzurum‟un yetiştirdiği yüce âlimlerden biri olan yeğeni Ömer Nasuhî
Bilmen (ö.1973) hocaefendi hazretleridir. Küçük yaşta babasını kaybettiği için
amcası Şeyh Abdürrezzâk İlmî Efendi‟nin himayesinde ve tedrisinde ilmî tedrisatını
tamamlayan Ömer Nasûhi Bilmen, Osmanlı devletinin son dönemi ile Cumhuriyet
devrinde yaşamıştır. Başta İstanbul Müftülüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak

264
Aras, Erzurumun Manevî Mimarları, s.99 vd.
265
; Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliyâ (Ed. Ali Yılmaz), Kitabevi Yay., İstanbul, 2006, c.2,
s. 292; Özköse, a.g.s.b., s.290 vd.

91
üzere dini bürokrasinin en üst kademelerinde görev yapmış, çok sayıda eser ve
makale kaleme almış mümtaz bir âlimdir.266

Efe Hazretleri‟nin yaşadığı dönemde Erzurum‟da yetişmiş önemli sûfilerden


bir diğeri; Hâlidî Şeyhi Ali Sebti Efendi‟nin hulefasından Şeyh Mahmud Saminî
Efendi‟nin halifesi “İmam Efendi” lakabıyla tanınan Şeyh Hâfız Osman Bedreddîn
Erzurumî hazretleridir. 1850 yılında Erzurum‟un Abdurrahman Ağa Mahallesinde
dünyaya gelmiş, üç yaşında iken babasını kaybetmiştir. Dokuz yaşında Kuran-ı
Kerim‟i ezberleyerek hafız olan Osman Bedreddîn, ilk derslerini Erzurum‟daki
hocası Mehmet Tahir Efendi‟den almış, Arapça‟yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve
fıkıh ilimlerine yönelmiş ve Buhara‟dan Erzurum‟a gelerek Ebulkasım köyüne
yerleşen Seyyid Ahmed Meramî‟nin267 talebesi olmuştur. Osman Bedreddin devamlı
Ebulkasım köyüne giderek dersleri hiç aksatmadan 7 yıl kadar eğitimini
sürdürmüştür. 1877-78 yıllarında patlak veren Osmanlı–Rus savaşında cephede

266
Ömer Nasûhi Bilmen, Erzurum‟un Salasor (şimdiki adı Sarıyayla) köyünde 10 Ocak 1883‟te
dünyaya gelmiştir. Babası ulemâdan Hacı Ahmet Hamdi Efendi olup Şeyh Efendizâde diye
tanınmaktadır. Ömer Nasûhi küçük yaşta babasından yetim kalmış, ilk derslerini Erzurum Ahmediye
Medresesi müderrisi ve aynı zamanda Erzurum Nakîbü‟l-eşrâf kaymakamı olan amcası Abdürrezzâk
İlmî Efendi‟den almıştır. Taftazânî‟nin Şerhu‟l-Makâsıd‟ına kadar birçok kitabı amcasından ve
Erzurum Müftüsü Narmanlızâde Hüseyin Hâki Efendi‟den okumuştur. Yirmi yaşlarına kadar feyz
aldığı bu iki âlimin birbirine yakın tarihlerde vefatı üzerine İstanbul‟a giderek (1908), Fatih
dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi‟nin derslerine devam etmiştir. İki senelik tahsilden sonra bir
nevi hukuk fakültesi sayılan Medresetü‟l-kudât‟a girmiştir. Üstün başarı ile geçen öğrencilik hayatının
ardından 16 Temmuz 1913‟te, 29 yaşında bu okuldan birincilikle mezun olmuştur. Ömer Nasûhi
Efendi, Medresetü‟l-kudât‟ta öğrenci iken 26 Eylül 1912 tarihinde ruûs imtihanını başarıyla geçerek
Fatih dersiâmları arasına katılır ve Dâru‟l-Hilâfeti‟l-Aliyye medresesi kısm-ı âli fıkıh müderrisliğine
tayin edilir. 24 Temmuz 1913 tarihinde Fetvâhane-i Âli müsevvid mülâzımlığı görevine başlayan
Ömer Nasûhi Efendi, 8 Ekim 1914‟te baş mülâzımlığa ve 16 Ağustos 1915‟te de Heyet-i Te‟lîfiye
azalığına, 2 Nisan 1917‟de “Mahkeme-i Temyîz Şer‟iyye Dairesi Terekeye Müteallik İlamât Telhîs
Mümeyyizliği”, 1 Mayıs 1920‟de tekrar Fetvahâne-i Âli Heyet-i Te‟lifiye azalığı ve 26 Temmuz
1922‟de Meclis-i Tetkikât-ı Şer„iyye azalığı görevlerine tayin edilmiştir. Ömer Nasûhi Bilmen,
Cumhuriyet döneminde çeşitli memurluklarda bulunmuş, 16 Haziran 1943 tarihinde yapılan seçimde
dersiâm, vâiz ve imam hatipler tarafından İstanbul Müftüsü seçilmiştir. 27 Mayıs 1960 ihtilali
sonrasında on ay gibi çok kısa bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Darbe hükümetinin Türkçe
ibadet ve dinde reform gibi konularda Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinde baskı kurmaya çalışması
üzerine 5 Nisan 1961 tarihinde emekliye ayrılarak bu görevini sonlandırmıştır. Hayatının büyük bir
kısmını telifle geçiren ve temel İslami ilimler alanında çok sayıda eser veren Ömer Nasûhi Bilmen‟in,
Hukûk-ı İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu, Büyük İslâm İlmihâli, Muvazzah İlm-i Kelâm
Dersleri, Nasâyıh-ı Kur‟âniyye, Kur‟ân-ı Kerîm Meâl ve Tefsîri, Sûre-i Fetih‟in Türkçe Tefsiri, İ‟tila-
yı İslam ile İstanbul Tarihçesi, Tefsir Tarihi, Mülahhas İlm-i Tevhid: Akâid-i İslâmiyye, Yüksek
İslâm Ahlakı, Hikmet Gonceleri/500 Hadis” ilk akla gelen eserleridir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Rahmi
Yaran, “BİLMEN, Ömer Nasuhi”, DİA., c.6, s.162 vd.
267
Seyyid Ahmed Meramî hakkında kaynaklarda bilgiler oldukça sınırlıdır. Aldığı manevî bir emirle
Buhara‟dan gelerek Pasinler‟in Ebulkâsım köyüne yerleştiği, İmam Efendi‟ye dersler verdiği ve
sonrasında tekrar Buhara‟ya döndüğü rivâyet edilmektedir. Cevdet Kılıç, “Osman Bedreddin
Erzurumî‟nin Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri (Harput‟ta Yaşamış Bir Erzurumlu Âlim ve Mutasavvıf)”
Atatürk Ünv. İlahiyat Fak., Türk-İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyum Bildirileri, s.34.

92
bizzat yer almış, burada keramet olarak kabul edilen üstün gayretleri sonrası Gazi
Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alayın 3. Tabur imamlığına tayin edilmiştir.
Tabur imamı olduktan sonra kendisi “İmam Efendi” diye anılmaya başlamıştır.
Osman Bedreddîn Efendi, savaş sonrası Diyarbakır‟da görev yaptığı sırada namını
duyduğu Şeyh Mahmud Samîni‟yi Palu‟da ziyaret ederek intisap etmiş ve kısa bir
sürede hilafet almıştır. 1909‟dan, vefatı olan 1924 yılına kadar ömrünü Harput‟ta
halka sohbetler yaparak onları yaşayışı ve ahlâkıyla tasavvufî yönden eğiterek
geçirmiştir.268

3.2. Erzurum’da Faaliyet Yürüten Diğer Tarikatlara Mensup ġeyhler

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin yaşadığı dönemde Erzurum ve çevresinde


Hâlidiyye mensuplarının çokluğu dikkat çekse de Kâdiriyye ve Rufâiyye tarikatlarına
mensup bir kısım şeyhlerin varlığı da görülmektedir.

Bu dönem Erzurum tasavvuf hayatında yer alan mümtaz şahsiyetlerden biri,


Kâdirî mürşidi Şeyh Hacı İbrahim Baba hazretleridir. Efe Hazretleri ile derin gönül
bağı bulunan Hacı İbrahim Baba‟nın asıl ismi İbrahim Hâkî‟dir. Erzurumlu Şeyh
Ahmed Efendi‟nin oğludur. Yazdığı nutuklarda “Rûhî”mahlasını kullanan Hacı
İbrahim Baba, genç yaşta tasavvuf yoluna girerek Bağdat‟a gitmiş, burada bulunan
Kâdirî şeyhi Abdurrahman Mahzî hazretlerine bağlanmış ve uzun yıllar süren
sülûkün ardından Kâdirî hilafeti ile memleketine dönmüş ve irşad faaliyetlerini vefatı
olan 19 Ocak 1930 tarihine kadar Erzurum‟da sürdürmüştür.269

Bu dönemde Erzurum‟da görev yapan bir diğer Kâdirî pîri, Şeyh Hâşiizâde
Hacı Ali Efendi (ö.1910) hazretleridir. Şeyh Hâşiizâde Efendi, Erzurumlu İbrahim
Hakkı‟nın torunu Kâdirî şeyhi Şakir Efendi‟nin halifesidir. 1840 yılında Erzurum‟da
doğmuş, uzun süre Hasankale‟de şeyhinin yanında kalmış ve sülûkünü tamamlayarak
Kâdirî hilafeti almıştır. Şeyhinin vefatından sonra Erzurum‟da tekkesini açarak
vefatına kadar irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Kerâmet ehli bir sûfî olan bu zâtın
Erzurum‟da pek çok kerameti ve üstün manevi halleri anlatılmaktadır.270

268
Kılıç, a.g.s.b., s.33 vd.
269
Şimşek, a.g.s.b., c.2, s.460; Lutfî, s.725.
270
Aras, Erzurum‟un Manevî Mimarları, s.38 vd.

93
Erzurum tasavvuf hayatında etkili Kâdirî mürşitlerinden bir diğeri Seyyid
Şeyh Hacı Emin Bayram Efendi (ö.1976)‟dir. 1895 yılında Ağrı‟nın Eleşkirt ilçesinin
bir köyünde doğmuştur. Hazreti Hüseyin radiyallahu anh‟ın otuz ikinci göbekten
torunları Şeyh Süleyman Efendi‟nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Dedelerinin
Bağdat'tan Anadolu‟ya hicret ettiği rivayet edilmektedir. Uzun yıllar Hasankale‟nin
Saçlık köyünde irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Ömrünün sonlarına doğru Horasan
ilçesi merkezine yerleşen Hacı Emin Bayram Efendi 19 Ocak 1976 yılında vefat
etmiştir. Türbesi Horasan kabristanında bulunmaktadır.271

Erzurum tasavvuf dünyasının çok zengin olduğu bu dönemde dikkat çeken


sûfilerden; meşhur Âşık Sümmânî‟nin272 pîri, Rufâi şeyhi Sanamerli Hacı Ahmed
Baba ve halifesi Abdülganî Efendi hazretleri bu dönemin iki önemli şahsiyetidir.
Hacı Ahmed Baba 1792 yılında Van‟da dünyaya gelmiştir. Babası dönemin büyük
şeyhlerinden Seyyid Yûsuf Nâilî‟dir. Eldeki mevcut silsilenâmesine göre soyu
Seyyid Ahmed er-Rifâî vasıtasıyla Hazreti Hüseyin radiyallahu anh‟a ulaşır. Küçük
yaşlarda kendisini ilme adayan Ahmed Baba, kısa zamanda hem ilmî sahada, hem de
tasavvuf sahasında hatırı sayılır bir kişilik kazanmıştır. Manevî işaret olarak gördüğü
bir rüyâ üzerine sıkça seyahat etmiştir. İlk seyahatini İstanbul‟a yapmıştır.
İstanbul‟da kaldığı süre zarfında müteaddit defa Hicaz‟a yaya olarak gidip gelmiştir.
Daha sonra, Erzurum Narmanʹa gelmiş ve ardından Sanamer köyüne yerleşmiş,
burada Rifâî dergâhını inşa ederek tarikatını neşretmiştir. II. Abdülhamit ile pek çok
defa görüştüğü rivayet edilen ve 93 harbine de iştirak eden Hacı Ahmed Baba, 1913
yılında273 120 yaşında Hakk‟ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi vasiyeti üzerine
Sanamer Köyü‟ndeki evine defnedilmiştir. Ölümünden sonra yerine, Seyyid Yakup
Baba ve Seyyid Hacı Mevlüt Baba postnişîn olmuştur.”274

271
Aras, a.g.e., s.197 vd.
272
1860 veya 1862‟de doğan Sümmânî‟nin doğum yeri Erzurum‟un Narman ilçesinin Samikale
köyü‟dür. Asıl adı Hüseyin‟dir. Sümmânî ise mahlasıdır. Çobanlık yaptığı rivayet edilmektedir. Halk
arasında söylenen birçok hikmetli türkünün kaynağını oluşturur. Koşmaları ve hayali sevgilisi
Gülperi'yi bulmak için yaşadığı maceraları anlattığı Sümmani ile Gülperi hikâyesiyle ünlüdür. 1914
yılında doğduğu köyde vefat etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dilaver Düzgün, “Şiirlerinden Hareketle
Âşık Sümmani‟nin Hayatı ve Düşünceleri”, Çizgi, Kültür Sanat İlim ve Düşünce Dergisi, sayı: 11,
Erzurum, Eylül-Ekim 2003; Nurettin Albayrak, “Sümmânî”, DİA., c.38, s.135.
273
Aras, Erzurum‟un Manevi mimarları, s.23.
274
Cengiz Gündoğdu, “Âşık Sümmânî‟de Aşkın Metafiziği”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, yıl: 8 (2007), sy:18, s.132.

94
Sanamerli Hacı Ahmed Baba‟nın halifelerinden olan Rufâi tarikatı pîri Şeyh
Abdülgânî Efendi, 1880‟de Oltu‟nun Ardos köyünde doğmuş, ilk medrese tahsilini o
yıllarda Ardos köyünde müderris olan Molla Mustafa isminde bir âlimin yanında
yapmıştır. İmam olarak göreve başladığı Sanamer köyünde Rufai şeyhi Hacı Ahmed
Baba‟yı tanıyarak intisap etmiş, seyri sülûkünü tamamlayarak hilafet almıştır.
Şeyhinin ölümünden sonra Sanamer köyünden ayrılarak Erzurum‟un Canören,
Tebrizcik, Çiftlik, Küçükgeçit, Ağaver ve Beypınarı köylerinde imamlık yaparak
irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Son görev yeri olan Beypınarı Köyü‟nde 1943
yılında275 vefat eden Abdülganî Efendi burada medfundur. Tarikati halifesi
Tebrizcikli Mustafa Yüzbaşı (ö.1983) ile devam etmiştir.276 “Zikrî” mahlasıyla
yazdığı şiirlerinde tasavvufî birçok konuyu etkili şekilde işlemiştir. Erzurum
yöresinde çok sevilen mutasavvıflardan biridir. Alvarlı Efe Hazretleri‟nin çok
sevdiği mutasavvıflardan biridir. Efe, Şeyh Abdülganî Efendi‟nin şairliğini şöyle
övmektedir: “Her şair kendi zannınca inci dizmek istemektedir ama içerisine ham
boncuk koymaktan da kurtaramamaktadır. Ancak, Abdülgani Efendi‟nin incileri
içerisinde hiçbir kimse boncuğa rastlayamaz.”277

4. Alvarli Efe’nin Etkilendiği Sûfîler

Efe Hazretleri‟nin dini ilimlerde temayüz etmiş bir aileye mensup olması ve
tasavvuf ehli bir âlim olan babası Hâce Hüseyin Efendi‟den ilmi tahsilini yapması,
çok erken yaştan itibaren tasavvuf yolunda ünsiyet kurmasını sağlamıştır.
Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvufî altyapısında babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin
izlerini görmek mümkündür. Kendisi gibi Muhammed Küfrevî Efendi‟nin bir halifesi
olan Hâce Hüseyin Efendi, ilk olarak Mevlânâ Hâlidî Bağdâdî‟nin halifelerinden
Tortum‟da irşâd faaliyetlerini icra eden Hacı Feyzullah Tortûmî‟ye intisap etmiştir.
Hüseyin Efendi‟nin Hacı Feyzullah Tortûmî‟ye bağlılığının ne zaman başladığı
bilinmese de şeyhinin vefatına kadar sohbetine ve sülüküne devam etmiştir. Hâce

275
Aras, a.g.e., s.135
276
Reşat Coşkun, “Abdülgani Efendi Hazretleri”, Erzurum Sevdası Dergisi,
http://www.erzurumsevdasi.com/?pnum=207&pt=Abd%C3%BClgani%20Efendi%20Hazretleri%20,
14.07.2014).
277
Aras, a.g.e., s.133

95
Hüseyin Efendi‟nin ilk mürşidi olan bu zât, 1865 yılında vefat ettiği zaman Efe
Hazretleri daha doğmamıştır.278

Hâce Hüseyin Efendi, ilk mürşidi Hacı Feyzullah Tortûmî‟nin vefatından


sonra yine bir Hâlidî Nakşibendî şeyhi olan Seyyid Mir Hamza Nigârî hazretlerine
intisap etmiştir. Bu intisap Feyzullah Efendi‟nin vefatından üç yıl sonra Efe
Hazretleri‟nin doğduğu yıl olan 1868 yılında Amasya‟da gerçekleşmiştir. Hâce
Hüseyin Efendi‟nin bu bağlılığı 1886 yılında Seyyid Mir Hamza Nigârî‟nin vefatına
kadar devam etmiştir. Nigârî hazretlerinin vefatında onsekiz yaşında olan Efe
Hazretleri, babası vasıtasıyla Şeyh Hamza Nigârî ile görüşmesi mümkün olmasına
karşın, görüştüğüne veya intisap ettiğine dair bir bilgi yoktur. Fakat Efe
Hazretleri‟nin Hamza Nigârî hazretlerini öven bir şiirinin olması, ona olan
muhabbetini göstermektedir.279

Görüldüğü gibi Alvarlı Efe Hazretleri, babası vasıtasıyla Hâlidî neşvenin


etkisinde bir çocukluk ve gençlik geçirmiştir. Efe‟nin ruh dünyasında Hâlidî
geleneğin belirgin bir şekilde hissedilmesi daha çocukluktan itibaren başlayan bir
sürecin sonucudur. Bu süreci sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için Efe
Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi‟yi ve onun mürşitleri olan Hacı Feyzullah
Tortumî ve Seyyid Mir Hamza Nigârî‟yi tanımak gerekir.

4.1. Hâce Hüseyin Gedâî Efendi (ö.1918)

Babası Hâce Muhammed Efendi gibi âlim bir kişi olan Hâce Hüseyin
Efendi‟nin doğum tarihi bilinmemekle birlikte Hasankale‟de dünyaya geldiği
bilinmektedir. Annesi Fatıma hanımdır. Babasını beş yaşında iken kaybedip yetim
kalan Hüseyin Efendi, ilk ilmi tahsilini annesinden yapmıştır. Dînî ilimlerde ki
yüksek tahsilini ise Erzurum‟da zamanın meşhur ve itibârı yüksek âlim ve
hocalarından yaparak icâzet almıştır. Dinî ilimlerdeki tekâmülünü artırmak gayesiyle
başka âlim ve hocalardan ders okumak üzere İstanbul‟a doğru yola çıkan Hâce
Hüseyin Efendi, dönemin ilim merkezlerinden olan Of‟a uğramış, burada Şinek280

278
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.15
279
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.19
280
Şinek köyünün bugün ki ismi Ataköy‟dür. Ataköy, günümüzde Trabzon ili Çaykara ilçesine bağlı
bir beldedir.

96
köyünde ilmi tedrisat yapan Abbas Efendi (ö.1827-28)281 isminde âlim bir zâtın
medresesinde bir müddet kalmıştır. Sözüne itibar edilen ve İstanbul ulemasını iyi
tanıyan bir âlim olan Abbas Efendi, geçen bu sürede Hâce Hüseyin Efendi‟nin genç
yaşta elde ettiği ilmin kâfi olduğuna kanaat ederek onu, Erzurum‟a dönmeye ikna
etmiş ve bir müderris olarak âlim yetiştirmek üzere vazife vermiştir. Bu telkin
üzerine Erzurum‟a dönen Hüseyin Efendi, Hasankale‟ye bağlı Kındığı köyüne
imamet vazifesi vesilesiyle yerleşerek bu köyde zaman zaman halkada sayısı otuzu
bulan talebeye ilim öğretmiştir.282

Hâce Hüseyin Efendi, "yed-i tûlâ"283 yani tam bilgi sahibi, birçok ilmin
hakikatlerini bilen bir kimse olarak anılır. Yetiştirdiği talebelerin kimler olduğu
hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Fakat onun oğulları Hâce Muhammed Lutfî ve Hâce
Mahmud Vehbi Efe‟yi birer âlim olarak yetiştirdiği ve ilim icâzeti verdiği
bilinmektedir. Erzurum bölgesinde “Nur Efe” ve “Nur Dede” lakaplarıya anılır.
Şiirlerinde “Gedâî” mahlasını kullandığı için “Hüseyin Gedâî Hazretleri” diye de
bilinir.

Kındığı köyünde ne kadar ikamet ettiği tam olarak bilinmesede, altmış yıla
yakın bu köyde imamlık yapması mümkündür. 1828 yılında Abbas Efendi‟nin vefat
tarihini dikkate aldığımızda Hüseyin Efendi, Abbas Efendi‟nin yanından döndükten
sonra bu tarihlerde Kındığı köyünde imamet görevine başlamıştır. Oğlu Muhammed
Lutfî‟nin 1868 yılında bu köyde doğması ve gençliğini burada geçirmesi onun

281
Abbas Efendi hakkında ayrıntılı kitabî bilgiler mevcut değildir. 1729 tarihinde doğduğu, yüz yıla
yakın uzun bir ömür sürdüğü ve 1827 tarihinde vefat ettiği rivayet edilmektedir. Abbas Efendi‟nin
genç yaşta Kayseri‟ye gittiği ve orada uzun bir süre kalarak tahsilini tamamladığı, akabinde
İstanbul‟da bir müddet vaizlik ve müderrislik yaptığı, kısa zamanda tanınarak şöhret kazandığı, ilmî
üstünlüğünü ve halk üzerinde ki nüfuzunu çekemeyenlerin onun aleyhinde türlü entrikalar uydurarak
zamanın hükümetine şikâyet ettikleri ve bu şikâyetin sonucunda İstanbul‟dan sürüldüğü ve Şinek
köyüne dönüp burada medrese kurarak uzun yıllar müderrislik yaptığı rivayet edilmektedir. Yüzlerce
kişiye icazet veren Abbas Efendi‟nin medresesi kendisinden sonra oğlu Mehmed Efendi‟nin ve diğer
talebelerinin çalışmalarıyla uzun yıllar devam etmiştir. Of‟lu Mehmed Efendi diye bilinen oğlu
kendisinden daha şöhretlidir. Abbas Efendi‟nin Doğu Karadeniz yöresinde ki birçok insanı irşad ettiği
ve o bölgede şöhret kazandığı bilinmektedir. Tasavvufi yönüyle ilgili bir bilgi bulunmamakla birlikte
halk nazarında irşad ehli bir kimse olarak anılması onun tasavvufi bir bağının olduğu izlenimini
vermektedir. Hâce Hüseyin Efendi‟nin Abbas Efendi‟yi ziyaret etmesi onun, zamanında o bölgede
tanınan ve sözüne itibar edilen bir âlim olduğunu göstermektedir. Abbas Efendi büyük bir âlim
olmasına karşın küçük bir Emsile kitabından başka yazılı ve basılı eseri yoktur. Şinek köyü Abbas
Efendi sayesinde bir ilim merkezi haline gelmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Faik Yeni, “Ataköylü
Âlimler” www.faikyeni.com/app/download/14851264/ATAK%25C3%2596YL%25C3%259C%2B
%25C3%2582L%25C4%25B0MLER.docx+&cd=6&hl=tr&ct=clnk&gl=tr, (22.05.2013)
282
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.15.
283
Kutlu, a.g.e., s.39.

97
ikametinin hâlâ burada olduğunu göstermektedir. 1891 yılında oğlu Efe Hazretleri ile
Dinarkom‟a yerleşene kadar uzun bir süre Kındığı‟da müderrislik ve imamlık
yapması muhtemeldir.

Hüseyin Efendi‟nin Dinarkom günleri ise 1916 yılına kadar sürmüştür. Bu


tarihte Rusların Erzurum‟u işgal etmeleri üzerine Efe Hazretleri babasını Erzurum
merkezde Hacı Recep Efendi isminde bir ahbabının yanında bırakarak Rus işgaline
karşı koymak için Tercan‟a bağlı Yavi köyüne gider. Efe‟nin babasından ayrılığı iki
yıl kadar devam etmiş, işgalin bittiği gün Türk ordusu ile beraber çevre köylerden
topladığı gönüllü bir müfreze ile Erzurum‟a girdiği 12 Mart 1918‟de babasını yaralı
bir vaziyette bulmuştur. Sırtındaki kürke tamah eden bir Ermeni askerinin tüfeğinin
dipçiği ile başına vurması sonucu yaralanan Hüseyin Efendi o gün şehid olur ve aynı
günün akşamüzeri Erzurum‟da defnedilmiştir.284

Doğum tarihi bilinmeyen Hâce Hüseyin Efendi‟nin vefatında yüz on


yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir.285 1950 senesinde kabrinin bulunduğu Kavak
Kapı Kabristanı‟na okul inşa edilecek olması sebebiyle, oğlu Muhammed Lutfî
Efendi‟nin isteği ve bilgisi dâhilinde torunu Hacı Seyfeddin Efendi tarafından oradan
alınarak Alvar köyüne defnedilmiştir.286 Hâce Hüseyin Efendi‟nin şâhidesinde Efe
Hazretleri tarafından yazılan şu beyitler vardır:

Ben şehîd-i bâde-i tevhîd-i zât-ı Lem-yezel


İnne lî lütfen minallah ni‟me lî heli‟l-ecel

Yüz yere koydum azîmu‟ş-şân olan Allâh‟ıma


Ente Yâ Settâru Yâ Gaffâru Yâ A‟lâ ecel

Hamdü lillah mazharım şâh-ı şehîdân sırrına


Lâûbâlî ibtilâî kâne lî yevmü‟l-ecel

İftihârım dâreyinde nâm-ı men kâne‟l-Huseyn


Târimdir mürg-i cânım sıbgatullah fi‟l-ezel287

284
Kutlu, a.g.e., s.30; Lutfî, s.652 vd.
285
Yirmili yaşlarda ilim icazeti aldıktan sonra Abbas Efendi‟nin medresesinde kaldığı varsayılarak,
Abbas Efendi‟nin vefatı olan 1828 yılından önce ömrünün son yıllarında karşılaştığı düşünülürse
Hâce Hüseyin Efendi‟nin doğum tarihi 1808 yıllarına raslayabilir. Bu durumda 1918 yılında vefatı
zamanı yaşı yüz on civarındadır.
286
Lutfî, s.563
287
Kındığılı, a.g.s.b., c.2 s.19.

98
Hâce Hüseyin Efendi‟nin tasavvufta intisap ettiği ilk şeyhi Tortum‟un
288
Kiska köyünde ikamet eden Mevlânâ Hâlidî Bağdâdî‟nin halifesi Hacı Feyzullah
Efendi‟dir. Bu zâta ne zaman bağlandığı bilinmemekle beraber, vefat tarihi olan 1868
senesine kadar intisabını devam ettirmiştir. Zaman zaman ziyaretine gittiği Hacı
Feyzullah Efendi‟nin dergâhında ne kadar süre ile kaldığı veya sülüke girip
girmediği ile ilgili herhangi bir bilgi mevcut değildir. Fakat çok uzun bir süre bu
zâtın sohbetlerine devam etmesi onun tasavvufî anlamda sülûk ettiği ihtimalini
güçlendirmektedir.

Hâce Hüseyin Efendi‟nin intisap ettiği ikinci şeyhi Mevlâna Hâlîdî


Bağdâdî‟nin hulefasından Şeyh İsmail Sirâciddîn-i Şirvânî (ö.1847)‟nin halifesi
Seyyid Mir Hamza Nigârî‟dir. Hamza Nigârî hazretleri, 1851-1853 arası üç, 1857-
1864 arası yedi, toplamda on yıl Erzurum‟da ikamet etmiş ve irşâd faaliyetlerinde
bulunmuştur. Bu sebeple o dönem Erzurum ve çevresinde tanınmış bir Hâlidî
şeyhidir. Hüseyin Efendi onu bu tarihler arasında tanımış olabir. Hüseyin Efendi,
1868 yılında Feyzullah Efendi‟nin vefatı sonrası sülûkunü devam ettirmek üzere o
dönem Amasya‟da bulunan Mir Hamza Nigârî‟ye giderek bağlanmıştır. Ne zaman
bağlandığı bilinmemekle beraber, bu intisap Nigârî‟nin vefatı olan 1886 senesine
kadar devam etmiştir. Hâce Hüseyin Efendi, şeyhinin nezaretinde iki erbain
çıkarmıştır.289

Hâce Hüseyin Efendi‟nin üçüncü şeyhi yine Hâlidî gelenekten gelen, o


dönemin meşhur mürşidi Seyyid Taha Nehrî/Hakkarî (ö.1852)‟nin halifesi Bitlisli
Muhammed Küfrevî (ö.1898)‟dir. Hamza Nigarî‟nin vefatından dört yıl sonra 1890
senesinde oğlu Hâce Muhammed Lutfî‟yi yanına alarak bu zâtı ziyarete gitmiş ve
intisap etmiştir. Bitlis‟e yaptığı bu ilk ziyarette Muhammed Küfrevî, “Hüseyin Efendi
bize kemâlinden gelmiş, bize ihtiyacı yok” buyurarak iltifatta bulunmuş ve kendisine
Nakşibendî hilafeti vermiştir.290 Onun bu ilk ziyarette halife olarak tayin edilmesi, ilk

288
Şimdiki adı Uncular Köyü‟dür.
289
Yani şeyhinin nezaretinde seksen gün hücrede kalarak vaktinin tamamını ibadet ve riyâzetle
geçirmiştir. İkinci erbainin sonunda Seyyid Nigârî: “Hüseyin Efendi, sen henüz puhte olmamışsın.
Memlekette annen seni bekliyor. Annene git, hizmetini gör, ben sana bir daha gelmen için mektup
yazarım.” diyerek memleketine gönderir. Hâce Hüseyin Efendi Erzurum‟a döndüğünde vâlidesini
hasta yatağında bulur. Gerçekten hizmetine ihtiyacı olduğunu anlar ve böylece şeyhinin bir kerâmetini
görmüştür. Kutlu, a.g.e., s.19.
290
Kutlu, a.g.e, s.23; Lutfî, s.653.

99
iki şeyhi Hacı Feyzullah Efendi ve Seyyid Mir Hamza Nigârî‟nin yanında geçen
sürede tasavvufî açıdan olgunlaştığını göstermektedir.

Nakşibendî hilafetiyle memleketine dönen Hâce Hüseyin Efendi, Efe


Hazretleri‟nin imamlık görevini Dinarkom köyüne naklettirmesi sonrası onunla
birlikte bu köyde ikamete başlar ve irşad faailiyetlerini buradan yürütür. Küfrevî
Efendi‟nin seçkin bir halifesi olarak bölgeye Hâlidiyye tarikatını neşreder. 1916
yılına kadar burada kalan Hüseyin Efendî, Rus istilası sebebiyle aynı yıl Erzurum
merkezde ikamete başlar ve şehid edildiği 12 Mart 1918 tarihine kadar ömrünün son
iki senesini burada geçirir.291

Gedâî Hazretleri lakabıyla anılan Hüseyin Efendi, bir sûfi olarak tasavvufun
güzel ahlakını üzerinde toplamıştır. Hal ehli bu zât, zâhidâne yaşayışı, dünya malına
tamah etmeyen vakur duruşu, insanların hizmetine koşan mütevâzi tavrı ve hayâ
timsali şahsiyetiyle Efe Hazretleri‟ne rol model olmuştur. Torunu Hâce Seyfeddin
Efendi, dedesi Hâce Hüseyin Efendi‟nin dinî ve manevî şahsiyetini şöyle
anlatmaktadır:

“Bu zât-ı mübârek, ibtidâ-yı ömründen nihâyet-i ömrüne kadar dünya ile
meşgul olmamış, dünya varlığından haz duymamış; eline geçen dünya varlığını
tahsil-i ilim eden talebelerinin ihtiyacına ulaştırmış… Ubûdiyyetde, hüsn-i ahlakta ve
zühd ü takvâda zamanında yaşayan hâss u âmmın takdirine mazhar olmuş. Hall-i
müşkil etmek üzere zemânının ferîdi olarak uzak yakın maddî ve mânevî hastaların
bir tabîb-i hâzıkı ve bir vâsıta-yı şifâ… kendisiyle herhangi varlıklarla dolu kimseler
görüştüğünde, kendilerinde nihâyetsiz boşluklar hissederek gözlerinden yaş
gelircesine mütessiren nefislerindeki yoksulluğu hissederek, kendisinden gayr-i
ihtiyari duâ ve himmet niyâzında bulunmuşlardır. Bütün hâss u âmmın, zâtına
nihayetsiz ihtiramları dolayısıyla kendisinde ufacık bir varlık hissedilmemiş, bay-
gedâ demeden her şahsın ve her tanıdığın gönlünü yapmak için fedâkarlıklar neler
ise onları, kendisine şiâr edinmiş bir pîr-i rûşen-zamîr olarak dâr-ı bekâya irtihal
etmiştir.”292
Hâce Seyfeddin Efendi, Hâce Hüseyin Efendi‟nin ilmî yönü üzerine
intibalarını ise şöyle açıklıyor:

“Herkes bu âlim-i takî‟nin zâhir ve bâtın ilimlerde yed-i tûlâ sâhibi


olduğunu, herkesin yol kenarına çekilerek kendisini seyr ü temâşâ ve kendisine
ihtiyarsız kemâl-i ta‟zîm ve hürmet-i mahsûsede bulunmayı bir ganîmet bilerek
291
Kutlu, a.g.e. s.18
292
Lutfî, s.653 vd.

100
„mâşâallah‟ demekten başka bir kelime bulamayıp hayranı olduklarını zaman zaman
konuşurlardı. Yine kendisinin müstağrak-ı tecelli-yi İlâhî olduğunu mübeyyen hatt u
harekâtı; Nazar ber-kadem, sağa sola bakmadan geçer… mütefekkir-sâkıt olarak
meclislerde ancak bir mir‟ât-ı hüdâ bir nâşir-i feyz-i Hudâ, nûr-i mücessem. Yüzüne
bakan kimse kalbinde bir zevk-ı rûhânî ve iştiyâk-ı Rabbânî ile gözyaşını silerdi”293
Hâce Hüseyin Efendi‟nin Efe Hazretleri‟ne benzeyen bir diğer özelliği şâir
kişiliğidir. Erzurum yöresinde birçok şiiri Gedâî mahlasıyla halk arasında anonim
olarak okunmaktadır. Bir divançe oluşturacak sayıda şiiri olduğu halde günümüze
sınırlı sayıda nazmı ulaşmıştır.

Hüseyin Efendi‟nin günümüze ulaşan en meşhur şiiri “Kadem Bastı” ismiyle


okunan bir ilahinin güftesidir. Onun bu şiiri, şeyhi Muhammed Küfrevî‟nin halifesi,
oğlu ve Küfrevî dergâhının postnişi olan “Hazreti Şah” lakaplı Şeyh Abdülhâdî‟nin
Hasankale‟ye ziyarete geldiği vakit irticalen söylediği rivâyet edilmektedir.294 Bu
şiir, Hüseyin Efendi‟nin Şeyh Abdülhâdî‟nin şahsında şeyhi Muhammed Küfrevî‟ye
olan muhabbetini ve saygısını anlatması bakımından çok manidardır:

Kadem bastın gönül tahtına sultânım safâ geldin


Dil-i pür-renc ü tâb-ı derde dermânım safâ geldin

Kapundur matla‟i a‟lâ tapundur maksad-ı aksâ


Senindir rütbe-i‟ulyâ benim şâhım safâ geldin

Gel ey dilberlerin şâhı melâhat burcunun mâhı


Gedâ‟nın hâlini gâhî sorup şâhım safâ geldin

Gel ey sultân-ı âlî-şân ki sensin Hüsrev-i devrân


Sana hep bende-i fermân buyur şâhım safâ geldin

Gedâî geldi ol câne can olsun yoluna kurban


Seâdet tahtına sultân buyur şâhım safâ geldin295
Hâce Hüseyin Efendî, aşkın galebe çaldığı sûfilerdendir. Günümüze ulaşan
şiirlerinde onun aşkı ve aşkından dîvâne hâli görülmektedir:

Ey sâkî aşkın oduna


Yandıkça yandım bir su ver

293
Lutfî, s.654.
294
Kutlu, a.g.e., s.27.
295
Kutlu, a.g.e., s.27.

101
Düşeli dilber derdine
Yandıkça yandım bir su ver

Bilmem nedir benim işim


Aşk oldu yârim yoldaşım
İçdikçe artar âteşim
Yandıkça yandım bir su ver296

İsyânıma bakma nazlı dilberim


Afveyle sultânım kusur bendedir
Hicrân âteşine yakma hünkârım
Afveyle sultânım kusur bendedir297

Selâm olsun sana çeşmim çırâğı


Ciger fark eder mi yakın ırâğı
Cemâlin görmeğe yel gibi eser
Bu hasta gönlümün yokdur durâğı298

Bir bakışla yağma eden vârımı


Ey dîdesi enver sen değilmisin
Yele veren nâmus ile ârımı
Ey ruhleri ahmer sen değilmisin

Zülfün kemendini boynuma takan


Sevdâya düşürüb odlara yakan
Miskin Gedâî‟nin evini yıkan
Ey nutku mücevher sen değilmisin299
Hâce Hüseyin Efendi‟nin en büyük eserleri oğulları Alvarlı Muhammed Lütfi
ve Mahmud Vehbi Efe‟dir. Bu iki büyük âlim ve mana erini yetiştirmesi bile onun
ilminin, irfanının ve üstadlığının ne kadar üstün olduğunu göstermektedir. Efe
Hazretleri babasının kendisi üzerindeki hakkını her zaman ifade etmiştir. Zira babası
onun ilk mürşidi, hocası ve rehberidir. Muhammed Lutfî Efendi, manzum silsilesinde
kendiside Muhammed Küfrevî‟nin halifesi olmasına rağmen babasını aradan
çıkarmaz ve onu kendinden önce zikreder. Gerek babası ve gerekse kendisi için
kullandığı ifadeler tevazu ve mahviyetinin göstergesidir:

296
Kutlu, a.g.e., s.27.
297
Kutlu, a.g.e., s.28.
298
Kutlu, a.g.e., s.28.
299
Kutlu, a.g.e., s.28.

102
Huseyn-i Gedâî muhtâc-ı Mevlâ
Perlikde şehâdet a„lâdan a„lâ
Rahmete gark ede Bârî Teâlâ
Ümîdimiz rahm-i Rahmân iledir

Muhammed Lutfî‟dir kurbân-ı îşân


Ervâh-ı cüllâs-ı cem-„i azîzân
Himmetleri bâkî bizlere her an
Füyûzât-ı ânân Feyyâz iledir300

4.2. Hacı Feyzullah Tortûmî/Erzurûmî (ö.1865)

Hâce Hüseyin Efendi‟nin ilk şeyhi Hacı Feyzullah Efendi kesin olmamakla
birlikte 1785 yılında Bağdat‟da doğmuştur. Gençliği ve eğitimi hakkında bilgi
mevcut değildir. Fakat bazı kaynaklarda tasavvufî terbiyesinin yanında zâhiri
iliminide şeyhi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‟nin yanında okuduğu belirtilmektedir. Bir
âlim ve Mevlânâ Hâlid-i Bağâdî‟nin bir halifesi olarak,301 şeyhinin
görevlendirmesiyle 1830‟lu yıllarda Bağdat‟tan yollara düşüp, Karadeniz bölgesi ile
Doğu Anadolu bölgesinin kesiştiği nokta olan Tortum ilçesine bağlı Kiska302 köyüne
yerleşmiştir.303 Bu köye gelmeden önce veya burada ikametinden sonra bir müddet
Erzurum‟da kaldığı anlaşılmaktadır. Halifesi meşhur Erzurumlu mutasavvıf ve şâir
Ketencizâde Mehmed Rüşdî Efendi‟nin hatıralarında Hacı Feyzullah Efendi ile
Erzurum‟da ilk defa karşılaştığını söylemesi ve kendisini Karaköse mahallesindeki
medreseye gelmesini tembihlemesi bu yargıyı güçlendirmektedir.304

300
Lutfî, s.149-150, ş.82, k.42-43.
301
Bağdâdî, Hâlidiyye Risâlesi, s.32; Abdulcebbar Kavak, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu‟daki
İlmî ve Kültürel Hayata Katkıları”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslâmî İlimler (Uluslararası
Sempozyum), Bingöl Ünv. Yay. Bingöl, 2013, c.1, s.269.
302
Şimdiki adı Şenyurt‟tur.
303
Aras, Erzurumun Manevî Mimarları, s.17.
304
“Ketencizâde hıfzını ikmâl ettikten sonra, bir taraftan Alipaşa Medresesi‟nde tahsiline devam
etmekte, diğer taraftan da Kavak Câmii müezzinliğini sürdürmektedir. Genç hâfız bir arayış
içerisindedir. Ne olduğunu bilmediği bir ateş yüreğini dağlamaktadır. Kabına sığmaz ve devamlı
sûrette şu beyti tekrarlayıp durur:
Işk odu evvel düşer ma‟şuka andan âşıka
Şem‟i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi
Günlerden birgün yine bu beyti kendi kendine söylenip Erzurum sokaklarında dolaşırken, sokağın
diğer başından nûrânî mübârek bir zâtın kendine doğru geldiğini farkeder. Sokakta ikisinden başka
kimse yoktur. Hâfız Rüşdî Efendi toparlanır. İyice yakınlaşınca daha önce hiç görmediği bu mübârek
zâta selâm vermeye hazırlanır. Ne hikmetse gözünü ondan bir türlü ayıramamakta ve içinde o güne
kadar hiç tatmadığı bir takım duyguların kıpırdadığını hissetmektedir. Aralarında üç dört adımlık bir

103
Kiska köyü vaktiyle yol kesen eşkıya barınağıyken âlim, fâzıl ve kâmil bir
kimse olan Hacı Feyzullah Efendi, bu köye yerleştikten sonra burası ilim, irfân ve
feyz neşreden bir merkez haline gelmiştir.305 En meşhur bağlıları, halifesi olan
Ketencizâde Mehmed Rüşdî Efendi, Vıhikli Mehmed Efendi ve Hâce Hüseyin
Gedâi‟dir.

1865 tarihinde vefat eden Feyzullah Efendi, bu köyde medfundur. Kabri


günümüze kadar korunmuştur. Çilehânesi orijinal şekliyle hâlâ durmaktadır. Aynı
zamanda hattat olan bu zâtın, el yazması bir mushaf-ı şerifi bulunmaktadır.

Hacı Feyzullah Efendi‟nin tasavvufî yönü Ketencizâde‟nin şiirlerinde


görülmektedir. Şeyhinin vefatından sonra Erzurum‟a küsüp ayrılacak derecede
Feyzullah Efendi‟yi seven306 Ketencizâde Mehmed Rüşdî Efendi‟ye göre o, “hakikat
şehrine yol açmanın Ferhâd‟ıdır”, “ârif-i billah” ve “kutb-i âlem” bir mutasavvıftır:

Erişir Peygamber‟e feyz Hazret-i Allah‟dan


Ol dahî lütfun kem etmez ârif-i billâhdan
Sonra âlem feyz alırlar evliyâullahdan
Fark edince tâ fenâfillâh bekâbillâhdan
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah‟dan

Gavs-ı a‟zam Hazret-i Şeyh Hâlid‟in âzâdıdır


Ol sebepten teşne dillerin katı seyyâdıdır
Tâlib-i Hakk‟a götürmek tâ ezel mu‟tâdıdır
Çün hakikat şehrine yol açmanın Ferhâd‟ıdır
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan

mesâfe kalmıştır. Ketencizâde selâm vereceği sırada hiç beklemediği bir şeyle karşılaşır. O zât derin
ve keskin bakışlarını kendisine çevirerek:
Hâfız! “Işk odu evvel düşer ma‟şuka andan âşıka
Şem‟i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi” demez mi? Hâfız Rüşdî birdenbire altüst olur.
Koşarak bu zâtın ellerine sarılır, tekrar tekrar öper o mübârek elleri. Kendinden geçercesine
ağlamaktadır. Belli ki ışk odu evvel ma‟şuka, ondan da âşıka düşmüştür. Bu od Hâfız‟ın vârını ve
varlığını çoktan yakmaya başlamıştır bile. “N‟olur efendim bırakmayın beni. Kulunuz, köleniz olayım
beni evlâtlığa kabul buyurun!” niyazları gözyaşlarına karışır. O nûr yüzlü mübârek zât, iki eliyle
Hâfız‟ın şakaklarından tutarak doğrultur; başparmaklarıyla gözyaşlarını siler. O‟nu bir müddet
şefkat nazarlarıyla süzdükten sonra: “Evladım bana Hacı Feyzullah derler. Kara-köse
Mahallesi‟ndeki medresedeyim. İstihâre yaptıktan sonra bize gelirsin.” buyurur ve yoluna devam
eder. Mehmed Rüşdî boynu bükük, nemli gözlerle arkasından bakakalır. Gözden kayboluncaya kadar
onu seyreder. “Demek Hacı Feyzullah Efendi bu zâtmış!” der kendi kendine.” Kutlu, a.g.e., s.18-19
305
Kutlu, a.g.e., s.16.
306
Muhsin Yolcu, “Bir Erzurum Şâiri Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi”, Yağmur Dergisi,
http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/bir-erzurum-sairi-ketencizade-mehmet-rustu-efendi,
(16.05.2014).

104
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah‟dan307

4.3. Seyyid Mir Hamza Nigârî (ö.1886)

Azerbaycan‟ın Karabağ bölgesinde Zengezur kasabasının Cicimli köyünde


dünyaya gelen Seyyid Mir Hamza Nigârî‟nin doğum tarihi olarak 1797, 1805 ve
1815 yılları kaydedilmektedir. Bölgede “Cicimli Seyyidleri” diye tanınan, ocaklı ve
büyük itibar sahibi olan ailesi 12. yüzyılda Horasan‟dan Karabağ‟a gelip
yerleşmiştir. Ailesinin soyu Hazreti Hasan radiyallahu anh soyundan gelen Seyyid
Muhammed Şemseddin Akabâlî‟ye ulaşmaktadır. Adı Hamza olup “Mîr” ünvânı
babası Mir Paşa diye tanınan Seyyid Rükneddin Efendi‟ye nispetle kullanılmıştır.
Nigârî mahlasını tahsili sırasında kendisine yardım eden Nigâr adlı bir hanıma şükran
borcunu eda için almıştır.308 Mîr Hamza, yine Hacı Hamza Nigârî, Seyyid Nigârî,
Nigârî-i Karabâğî diye de tanınır.309

Hamza Nigârî, ilim tahsil etmeye o dönemin meşhur âlimlerinden biri olan
Karapirim Köyünde meskûn Karakuşlu Mahmûd Efendi‟nin yanında başlamış, Şeki
kasabasının Dehre köyünde Şikest Abdullah Efendi‟den eğitimine devam etmiştir.
Buradaki ilmi tahsilini tamamladıktan sonra, ilmîni daha da geliştirmek ve irfânî
yönden kemâle ermek maksadıyla şöhretini duyduğu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‟ye
ulaşmak amacıyla yola çıkmış, fakat Harput‟a310 gelince Hâlid-i Bağdâdî‟nin vefât
ettiğini işitmiştir.311 Bunun üzerine Anadolu‟ya gelerek tahsil ve irfan hayatına
Amasya'da, Nakşibendî şeyhlerinden Hâlid-i Bağdâdî'nin halifesi İsmail Şirvânî'ye
(ö.1270/ 1853) bağlanarak devam etmiştir. Sadrazam Mehmed Rüşdi Paşa'nın babası

307
Kutlu, a.g.e., s.16.
308
Rüyâsında Karabağ Hanedânı‟ndan “Nigâr Hanım” isimli birisini görür ve ona ilâhî bir aşk ile
tutulur. On yıl sonra ilim için yola çıktığında konakladığı bir handa Nigâr Hanım ile karşılaşır ve
Nigâr Hanım kendisine: “Gördüğün rüyayı hatırlar mısın?”diye sorunca ikisi de ilâhî bir cezbeye
kapılırlar. Daha sonra Nigâr Hanım, Hamza Nigârî‟nin tahsil hayatını devam ettirebilmesi için ona
büyük yardımlarda bulunur. Hamza Nigârî de o günden sonra şiirlerinde “Nigârî” mahlasını kullanır
ve son derece saygı duyduğu bu hanımın adına “Nigârnâme”isimli eserini kaleme alır. Ayrıntılı bilgi
için bkz. Fatih Çınar, Hamza Nigârî‟nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Düşüncesi, Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2009, s.11.
309
Çınar, a.g.t., s.9-10; A. Azmi Bilgin, “Nigârî”, DİA., c.33, s.85.
310
Bugün ki ismi Elazığ‟dır.
311
Fatih Çınar, “Mürşîdi Aşk Olan Bir Veli: Seyyid Mîr Hamza Nigârî”, Somuncu Baba Dergisi, Ocak
2009 sayısı, s.43.

105
olan Şirvânî'nin yanında hem zahirî hem de batınî ilimlerde bilgisini geliştirmiştir.312
Onun İsmâil Şirvânî‟ye ne zaman ve nerede intisap ettiği konusunda kesin bir bilgi
bulunmamaktadır. İsmail Şirvânî‟nin 1830‟dan sonra Amasya‟da ikamete başladığı
düşünüldüğünde, Nigârî‟nin bu tarihten sonraki bir vakitte Şirvânî‟nin derslerine
başlaması mümkündür.313

Mürşîdi Şirvânî‟den Hâlidiyye hilâfeti alan Nigârî, hemen akabinde halîfe


olarak tayin edildiği memleketine gitmiş, burada evlenerek bir müddet dersler vermiş
ve çeşitli sohbetler yapmıştır. Memleketinden Rus işgâli üzerine ayrılmak zorunda
kalan Nigârî 1851 yılında Erzurum‟a gelerek Bakırlar Mahallesi‟nde yaklaşık üç yıl
ikâmet ederek talebe yetiştirmiştir. Sonra Amasya‟ya yerleşen Nigârî, 1858-1859
yıllarında tekrar Erzurum‟a dönmüş ve bu defa burada sekiz yıla yakın kalmıştır.
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi onu bu yıllarda
şöhretini işitmekle tanımış veya onunla görüşmüş olabilir.314 1867 yılına kadar
Erzurum'da kaldıktan sonra bazı dostlarıyla birlikte Amasya'ya giden Nigârî bir süre
sonra Merzifon'a yerleşir ve 1301 (1884) yılına kadar burada irşat faaliyetlerini
sürdürdürmüştür. Bu dönemde şöhreti iyice yayılmış ve etrafında ona intisap edenler
çoğalmıştır. Başını eski Amasya müftüsü Hacı İsa Efendi‟nin çektiği bir grubun
kasıtlı olarak, “Başında cemiyet-i kübrâ vardır, huruç edebilir” gibi sözleri
yaymaları üzerine, devlet tarafından Harput‟a zorunlu ikamete tabi tutulmuştur. Bu
sürgünün durdurulması için İstanbul‟a kadar giden ama bir sonuç alamayan Nigârî,
yakınında bulunan bir kısım dostlarıyla 30 Mayıs 1885 yılında Harput‟a gitmiştir.
Aynı sene içerisinde 29 Eylül tarihinde burada vefat etmiş ve vasiyeti gereği315 nâşı

312
Azmi Bilgin, Nigârî:Dîvân, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 2011, s.8.
313
Bilgin, “Nigârî”, c.33, s.85.
314
Kutlu, a.g.e., s.20.
315
Seyyid Mir Hamza Nigârî, vefatından birkaç gün önce Kurban bayramı münasebetiyle ziyaretine
gelen Vali Hacı Hasan Paşa‟ya, dünyadaki zamanının dolduğundan bahisle cenazesinin Amasya‟ya
gönderilmesini rica ve vasiyet buyurur. “Vali Paşa merhum bu vasiyet üzerine “Efendim Allah
ömrünüzü müzdâd buyursun, inşaallah daha birçok seneler muammer olursunuz. Böyle bir emr-i Hak
vukuunda burada reşadet-meablarma layık bir türbe yaptırılır ve burada kalırsınız” demiştir. Hazreti
Pîr ısrar göstererek “herhalde pek yakın âtide ömrümüzün nihayete ermesi muhtemeldir. Benim
cenazemi Amasya'ya sevk etmek lütfunu sizden bekliyorum, bu himmetiniz inşaallah makbul-ı
dergah-ı İlâhî olur” diye mukabelede bulunmasına mebni, Vali Hazretleri de ; “efendim tekrar
ediyorum, Allah muhafaza buyursun. Efendimizin safayı kalbine itimadım berkemal olduğu için arz
edeceğim ki böyle bir hal karşısında havaların sıcak ve Amasya'nın 10-12 günlük bir mesafede
bulunması sebebiyle na'ş-ı saadetiniz yollarda rahatsız olur” diye verdiği cevaptan ne demek istediğini
tefekkür buyuran bu vakıf-ı esrar-ı kalbiye “seksen senedir bu vücud Allah demiştir. O'ndan gayrisini
görmemiştir. Sekiz gün içerisinde teaffün edecekse bırak etsin” demiş, bu tefsirden hicapla müteessir
olan Vali Paşa öyle demek istemediğinden bahisle arz-ı ityar eylemiştir.”

106
at üzerinde yedi gün süren çetin bir yolculuğun ardından Amasya‟ya getirilerek
defnedilmiştir.316

Hamza Nigârî, pek çok halife yetiştirmiştir. Bunlardan bilinenleri şunlardır:


Rizeli Hacı Tayyib Efendi, Dağıstanlı Hacı İsmail Efendi, Karabağlı Hacı Maksut
Çelebi, Kırampalı Mustafa Efendi, Yesârîzâdelerden İstanbullu Ahmed Hulûsî
Efendi, Mir Hasan Efendi, Tokatlı Hacı Zekeriya Efendi, Maraşlı Gazi Osman
Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Hasankaleli Hacı Mahmûd Efendi (Postlu Hoca),
Azerbaycanlı Hacı Mahmut Efendi, Taşabadîzâde Mustafa Sabri Efendi, Erzurumlu
Hacı Mustafa Efendi, Keşfî ve Kâzım Paşa.317

Özellikle Arapça ve Farsça alanlarında söz sahibi bir âlim olan Nigârî, aldığı
dersler ile ilimde yüksek bir seviyeye ulaşmış, devrinin önde gelen âlimlerinden
birisi olmuş ve ilmî anlamda söylediğine itiraz edilemeyen birisi hâline gelmiştir.
Nigârî‟nin eserleri onun İslâmî literature son derece hâkim bir sûfî olduğunu ortaya
koymaktadır. Yine Farsça ve Türkçe şiirleri incelendiğinde, şairliği ve tasavvufî
meseleleri anlatmadaki mahareti, dile olan aşinalığı ve ilmî seviyesi açıkça
görülmektedir.318 Seyyid Nigârî, birçok selefi gibi kendisinden önce bütün İslam
dünyasında yaşamış olan ve tasavvuf yolunu aydınlatan önemli sufilerin ve İslam
âlimlerinin eserlerine vakıf olmuş çok yönlü bir kişiliktir. Hem âlim, hem sûfi, hem
şeyh, hemde çok güzel şiirler yazan Fuzuli takipçisi mutasavvıf bir şairdir.319

Şeyh Nigârî Efendi vefat ettiğinde onsekiz yaşlarında olan Efe Hazretleri‟nin
babası vasıtasıyla onun ziyaretine gitmesi veya görüşmesi mümkündür. Fakat Hâce
Muhammed Lutfî‟nin Mir Hamza Nigârî ile görüştüğüne veya intisap ettiğine dâir bir

Hamza Nigârî Hazretleri Muharrem ayının 13. Pazartesi günü (29 Eylül) ikindiye yakın vefat etmiş,
Muharrem'in 17. günü vasiyeti gereği at arabasıyla Harput (Elazığ)'dan Amasya'ya hareket edilmiş ve
geceli gündüzlü yol katedilerek mübarek na'şı 7 günde Amasya'ya ulaştırılmıştır. Defnedilmeden önce
vaki ihbar üzerine bir heyetin huzurunda tabutun kapağı açılmış, koruyucu hiçbir özel önlem
alınmamasına rağmen Hz.Pîr'in mübarek vücudunda bir bozulma ve koku bulunmadığı, hatta etrafı
hoş bir nisbet-i Muhammediye kokusunun kapladığı müşahede edilmiştir.” Kutlu; a.g.e., s.20; Bilgin,
Nigârî:Dîvân, s.10.
316
Kutlu, a.g.e., s.20; Bilgin, a.g.e., s.10.
317
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çınar, a.g.t., s.27 vd.
318
Çınar, a.g.t., s.14 vd.
319
Pervana Bayram, Seyyid Nigârî‟de İbnü‟l-i Arabî Tesiri ve Vahdet-i Vücud, Çokurova Üniversitesi
Türkoloji Araştırmaları Merkezi, http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/
eski_turk_ed _ana_06.php, (22.06.2014)

107
bilgi mevcut değildir.320 Efe Hazretleri‟nin Nigârî‟yi “Ârif-i Hak, Mürşid-i Dîn,
Merkez-i Füyûzât-ı İlâhî” gibi vasıflarla anması gözönünde tutulduğunda, ondan ne
denli etkilendiği ve onu ne derece sevdiği görülmektedir. Kendisi bizzat ondan
tarikat alıp sülûke girmese bile Hamza Nigârî‟ye olan sevgisini babasının mirası
saymış ve dolayısıyla kendisini ona vâris kabul etmiştir.321 Zira Efe‟ye göre Nigârî,
uyuyan kalpleri uyandıran, ölü gönülleri dirilten bir Allah adamı ve mânâ âleminde
söz sahibi bir maneviyât sultanıdır:

Ey dil yine sen dilber -i dildârımı bir gör


Yerlere kapan hurşîd-i dîdârımı bir gör

Ol tab-„ı latîfden erişir tab„a letâfet


Ol ârif-i Hak dîde-i bîdârımı bir gör

Ol mürşid-i din Mîr -i Nigârî‟ye muhabbet


Mîrâs-ı pederim bana gülbârımı bir gör

Merkez-i füyûzât-ı ilâhî o kerem-rû


Yüz sür hâkine matla-„i envârımı bir gör

Dergâhına üftâdeleri eyledi ihyâ


LUTFİYÂ yürü mansûr -i hünkârımı bir gör322
Hamza Nigârî‟nin 93 Harbi olarak bilinen Rusların Anadolu‟yu işgâli
sırasında gösterdiği halkı vaaz ve nasihatlerle bilinçlendirerek işgale karşı koymaya
çağırma gayreti Efe Hazretleri‟nin 1916-1918 arasında Rus ve Ermeni işgallerine
karşı gösterdiği tavır ile örtüşmektedir.323

Diğer sûfî şâirlerde olduğu gibi Seyyid Mir Hamza Nigârî ve Efe Hazretleri
de ilmî, dînî, edebî, tasavvufî ve ahlâkî görüşlerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak
için nazmı bir yöntem olarak kullanmıştır. Şiiri, edebî kaygılardan uzak ve toplumu
inşâ ve ıslah amacına yönelik kullanmaları diğer sûfî şairler gibi iki isim arasında

320
Hüseyin Kutlu‟nun Hâce Seyfeddin Efendi‟den naklettiğine göre; Efe Hazretleri, hayatının hiçbir
döneminde Seyyid Mir Hamza Nigârî ile görüşmemiştir.
321
Necdet Yılmaz, “Alvarlı Efe‟nin Babasının Şeyhi Hamza-i Nigârî ve Alvarlı‟ya Tesirleri”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.1, s.265.
322
Lutfî, s.205, ş.164.
323
Fatih Çınar, Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Babası Hüseyin Efendi‟nin Üstadı Mir Hamza Nigârî,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.1, s.275.

108
aynı usulün benimsendiğini ortaya koymaktadır. Tasavvufî konuları işlemede uslup
ve anlayış noktasında ki benzerliklere birçok örnek verilebilir.324

Alvarlı ve Nigârî şiiri Allah‟a giden aşkın aynası olarak bir vâsıta
görmüşlerdir. Öyleki nazım sahabeden Peygamber şâiri Hassan bin Sâbit, Hazreti
Ebubekir ve Hazreti Ali radiyallahu anhum tarafından etkili şekilde kullanılmıştır.
Bu tarz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in olurunu almış etkili ve sihirli bir
yöntemdir. Nigârî bu durumu şöyle açıklar:

Güft ü gûyum virür erbâb-ı dile âb-ı hayât


Tâ mesîhâ-yı heves hem-nefes-i cânımdır325

N‟ola eş‟ârımı tahsin eder her bir gören hüsnün


Gönül perverdesidir kim tab‟-ı Hassân‟a mâlikdir326

Güftârıla iş mi biter ey „âşık-ı şeydâ


Bî-himmet ü bî-sa„y temennâ ele gelmez

Izhâr-ı kemâl itme gel ey Mîr Nigârî


Elfâz-ı „ibârâtıla ma„nâ ele gelmez327
Alvarlı Efe‟nin şiire yüklediği anlam ise şöyledir:

Ârifâne kıl nazar eş„ârıma ey nûr -i dil


Zevk-ı eş„ârım alup hayretde kaldı nehr -i nîl

Şi„r-i âşık vezn-i dilden güneş-veş pertevi


Gösterince kalbe bahşeder safâ-yı selsebîl

Verd-i vahdet zarf-ı hikmet ehl-i dil eş„ârıdır


Nâsır idi Hazret-i Hassân‟a bunda Cebrâîl

Hayder-i Kerrâr ile Sıddîk-ı Ekber şi„ri var


Sünnet olduğuna eş„âr şüphe yok elde delîl328

324
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çınar, a.g.s.b., c.1, s.273; Necdet Yılmaz, “Alvarlı Efe‟nin Babasının Şeyhi
Hamza-i Nigârî ve Alvarlı‟ya Tesirleri”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu, c.1, s.265; Parvana Bayram, “Alvarlı Muhammed Lutfî Efe ile Seyyid Mir Hamza
Nigârî Arasındaki Edebî-Tasavvufî Etkileşimler”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu, c.1, s.283.
325
Bilgin, a.g.e., s.127, ş.193.
326
Bayram, a.g.s.b., c.1, s.290.
327
Bilgin, a.g.e., s.192, ş.303.
328
Lutfî, s.320, ş.346.

109
Şi„r ise âşıkları dâimâ dilşâd eylemiş
Şi„r ile Sıddîk-ı Ekber halkı irşâd eylemiş

Zevk-ı şi„r âb-ı hayâtdır müsteîd olsan eğer


Ehl-i derde dâimâ eş„âr imdâd eylemiş

Mûteberdir ârifân indinde eş„âr -ı selîs


Aşk deminde ehl-i diller vezni îcâd eylemiş

Dillerinden feyz-i Hak enhâr -veş akar gider


Şi„r ile âşık olan merd dâde feryâd eylemiş329
Sonuç olarak; Hâlidiyye yolunda aynı tasavvufî geleneğin temsilcileri olan
Seyyîd Hamza Nigârî ve Efe Hazretleri‟nin dîvânları incelendiğinde; dîvân
edebiyatının unsurları, kullandıkları edebî sanatlar, dil ve üslup, ağırlıklı olarak
üzerinde yoğunlaşılan tasavvufî konular ve söyleyişteki benzer terennümlerde birçok
ortak nokta görülmektedir.330

5. Alvarli Efe’nin Tasavvufa Intisabi Ve Hilâfet Alması

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin yetiştiği aile ve çevreyi içine alan zaman
dilimi, Hâlidiyye tarikatının Anadolu‟da etkisini en üst düzeyde gösterdiği bir
dönemdir. Babası Hâce Hüseyin Efendi, oğlu Muhammed Lutfî‟yi zâhiri ilimlerde
yetiştirdiği gibi, tasavvufî yönden kemâle ermesi içinde yol göstermiştir. Şeyhleri
Mevlânâ Hâlid‟in halifesi Hacı Feyzullah Efendi ve yine Mevlânâ Hâlid‟in
hulefâsından İsmâil Şirvânî‟nin halifesi Seyyid Mir Hamza‟dan aldığı tasavvufi
terbiye, anlayış ve âdâb ile oğlu Muhammed Lutfî‟nin ahlâki ve manevi yönden
tekâmül etmesi için gayret içinde olmuştur. Bu gayret ile son şeyhi Nigârî‟nin vefatı
üzerine oğlu Muhammed Lutfî yirmi iki yaşındayken 1890 yılında onun tasavvufî
sulûkünün pekişmesi maksadıyla, yine Hâlidî geleneğin bir temsilcisi olan Bitlisli
Şeyh Muhammed Küfrevî‟ye götürmüştür.

Babası vasıtasıyla Hâlidî tarikatının erkân ve âdâbına vâkıf olan Efe


Hazretleri‟nin Muhammed Küfrevî ile tanışması ve ona intisap etmesi, onun ruh ve
mâna dünyasında derin mükaşefeler açmıştır. Zaman zaman Bitlis‟de şeyhinin

329
Lutfî, s.283, ş.285.
330
Ayrıntılı bilgi için bkz. Bayram, a.g.s.b., c.1, s.283.

110
huzurunda, çoğu zaman Erzurum‟da şeyhinin emriyle babasının gözetiminde süren
beş yıllık sulûkün ardından Muhammed Küfrevî‟den Halidiyye hilafeti almıştır.

5.1. Bitlisli ġeyh Muhammed Küfrevî’ye Ġntisâbı

Siirt‟in Küfra331 beldesinde doğan Muhammed Küfrevî kuddise sirruhu


hakkında yer alan bilgiler oldukça sınırlıdır. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte
1898 yılında vefat ettiği zaman 120 yaşında olduğu bilgisi dikkate alındığında
tevellüdü 1778 senesi kabul edilebilir.332 Babası Şeyh Yusuf Efendi tasavvuf ehli bir
zâttır. Memleketinde zamanının hocalarından ilmi tahsilini tamamlayarak icâzet
almıştır. Bâzığa isminde bir hanımla yaptığı ilk evliliğinden Abdullah ve
Abdurahman adında iki çocuğu olmuştur. İlk hanımının vefatı üzerine Şeyh Emin
Efendi isminde bir zâtın kız kardeşi Seyyide Fatıma Hanım‟la evlenmiş ve bu
izdivaçtan Abdülhâdi, Abdulhâlık, Abdülbâri, Abdülbâki isminde dört oğlu dünyaya
gelmiştir.333

Muhammed Küfrevî, rüyasında gördüğü Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟nin halifesi


Seyyid Tâhâ Hakkârî (Nehrî)‟nin kendisini davet etmesi üzerine Hakkarî‟nin Nehri
köyüne onu ziyârete gider. Burada bir müddet kalan Küfrevî, Seyyid Tâhâ‟nın bir
halifesi334 olarak memleketine döner. Daha sonra Küfra‟dan Bitlis‟e gelmiş, vefatına
kadar burada ilmî tedrisatı ve irşad görevlerini birlikte yürütmüştür. Küfrevî,
Bitlis‟de kaldığı süre içerisinde sayısı iki yüzü bulan kimseye Hâlidî hilâfeti
verirken, kendisinden zâhiri ilimlere dair dersleri tahsil eden pek çok kişiye de ilmi

331
Şimdiki ismi Şirvan‟dır.
332
Kaynakların geneli Muhammed Küfrevî‟nin vefat tarihini 1898 senesi olarak vermektedir.(Küfrevî,
a.g.e. s.13) Fakat Hüseyin Kutlu bu tarihi 1912 olarak kaydetmektedir. (Kutlu, a.g.e., s.23) Sultan 2.
Abdülhamit tarafından yaptırılan türbenin kitabesinde yapılış tarihinin 1899 yılı olması onun vefat
tarihinin 1898 olduğu bilgisini kuvvetlendirmektedir.
333
Halil İbrahim Şimşek, “Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Nakşbendî-Hâlidî Silsilesi”, Uluslararası Hâce
Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.448; Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.23.
334
Muhammed Küfrevî‟nin yanısıra Esad Erbili (ö.1931), Tâhâ el-Hariri (ö.1875), Mahmut Sami
Ramazanoğlu (ö.1984), Bolulu Muhammed Muhyiddin Efendi (ö.1976), Yahyalı‟lı Mustafa Hulusi
Dinç, Seyyid Fehim Arvâsî (ö.1896), Ahmed Haznevi‟nin (ö.1949) halifesi Seyyid Abdulhakim
Hüseyni (ö.1972) ve oğlu Seyyid Muhammed Râşid Erol (ö.1993) gibi günümüzde etkisi halen devam
eden birçok Hâlidî şeyhinin silsilesi Tâhâ Nehrî‟ye ulaşmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Zeki Tan,
“Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‟nin Talebelerinden Seyyid Tâhâ el-Hakkârî”, Iğdır Üniversitesi / Iğdır
University Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Social Sciences Sayı / No. 3, Nisan / April 2013,
s.110; Süleyman Uludağ, “Hâlidiyye”, DİA., c.15, s.297.

111
icâzetler vermiştir.335 1898 yılında Bitlis‟de vefat eden ve buraya defnedilen
Küfrevî‟nin türbesi 1899 yılında Sultan 2.Abdülhamid‟in emriyle yaptırılmıştır.336

Yaşadığı dönem Hâlidiyye‟nin en önemli temsilcilerinden biri olan


Muhammed Küfrevî, halifeleri vasıtasıyla Anadolu‟nun hemen her bölgesinde
kendinden söz ettirmiştir. İki yüze yakın halifesi olduğu rivâyet edilmekle beraber en
meşhur Küfrevî halifesi Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟dir. Bunda Efe Hazretleri‟nin
tasavvufî irşâd ve düşüncelerini aktarmada şiiri etkin bir araç olarak kullanması
önemli rol oynamıştır.

1890 (h. 1307) yılında Pasinler‟de Sivaslı camiinde imamet görevine


başlayan Alvarlı Efe, aynı yıl içerisinde babası Hâce Hüseyin Efendi ile birlikte o
dönem Bitlis‟te irşâd faaliyetlerini sürdüren şeyh Muhammed Küfrevî‟nin ziyaretine
gitmişler, burada bir müddet kalarak şeyh Küfrevî‟nin sohbetlerinde bulunmuşlardır.
Babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin Küfrevî‟ye bağlandığı söz konusu ilk ziyarette,
hilafet tâcını giydiği dikkate alındığında bu ziyaretin çok kısa sürdüğü
anlaşılmaktadır. Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi, elli altı beyitlik uzun bir şiirinde
bu ilk ziyareti anlatmaktadır. Şiirden anlaşıldığına göre; ömür boyu devam edecek
tasavvufî neşvesine kaynaklık eden bu ziyaret, Alvarlı Efe‟yi derinden etkilemiştir.
Yine Bitlis‟e Şeyh Muhammed Küfrevî‟ye gitmesinin manevî bir işaretle olduğu
anlaşılmaktadır:

Bin üçyüz yedide oldum revâne


Erişdim ravza-i dârü‟l-emâne

Cihân gülzâr içinde bir gül-i ter


O şehr -i Bitlîs idi verd-i ahmer

Mekîn ile mekân bulur şerâfet


Kerîm ile görülür her kerâmet

Mübârek bir zemân kıldım ziyâret


Ziyârete var idi bir işâret

Verirdi feyz-i Feyyâz‟dan nişânı


Var idi Bitlis‟in bir âlî-şânı

335
Şimşek, a.g.s.b., c.2, s.448-449; Kutlu, a.g.e., s.23.
336
Kutlu, a.g.e., s.23.

112
Makarr-ı ârifân merkez-i irfân
Sezâdır reşk ede cennetde Rıdvân

Hakîkat menzili rahmet-i Rahmân


Nüzûl-i feyz-i İlâhî‟de her an

Hayât-ı câvidân âb u hevâsı


Muhabbet idi ehlinin nevâsı

Ulemâsında var şân u şerâfet


Verirdi sözleri rûha halâvet

Güneş-veş bahş ederdi nûr cemâli


Kamer-veş gösterirdi her kemâli

Yanında herbiri bir nûr pîr idi


Yanında Çâr -i yâr ‟e benzer idi

Görürdün herbirin cennet cemâli


Cemâlinden nümâyândır kemâli

Mukaddes rûh mutahher olur elbet


Seâdet-mend münevver olur elbet

Mukaddes eylemiş Mevlâ ezelden


Bu ihsân sebkat etmiş Lem-ye zel‟den

Radıyallahü anhüm ve annâ


Radıynâ kısmete‟l-cebbâri fînâ337
Alvarlı Efe, şeyhi Muhammed Küfrevî‟yle ilk karşılaşmalarına dair bir
hatırasını ise şöyle anlatmaktadır:

“ Pîr-i Akdesim Şâh-ı Şirvânî Muhammed Küfrevî, hergün iki saat sohbet
buyururlarmış. Pederimle birlikte sohbetleriyle müşerref oldum. Sohbetten sonra
Hazret-i Pîr meclisten dışarı çıktılar. Ben de iradem olmadan yerimden kalktım,
kapıya doğru yöneldim. Bir kuvvet beni çekiyordu. Odadan dışarı çıktığımda Hazret-
i Pîr bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, diğer kolunda küçük oğlu Şeyh
Abdülbâkî olduğu halde ayakta durmuş bekliyordu. Bana mübarek elleriyle

337
Lutfî, s.582.

113
yaklaşmamı emretti, yaklaştım… O zât-ı mukaddes mübârek elleriyle şakaklarımdan
tutup bir nazar etti ki, başım arşa değdi zannettim…”338
Efe Hazretleri mezkûr ziyaretin sonunda, Muhammed Küfrevî tarafından
hilafet verilen babası Hüseyin Efendi‟ye yardımcı tayin edilmiştir.339 Bu görev
verildiğinde daha yirmi iki yaşında olan Muhammed Lutfî, böylece babası
gözetiminde Muhammed Küfrevî‟nin Hâlidî esas ve usullerine göre tasavvufî sülûke
başlamıştır.

5.2. Hâlidiyye Yolunda Küfrevî Hilâfeti Alması

Hâce Muhammed Lutfî, Bitlis‟e babasıyla beraber gerçekleştirdiği ilk


ziyarette Muhammed Küfrevî‟ye intisap etmiş ve kendisinde zuhur eden ilâhî
tecellilerin iştiyakıyla sulûke başlamıştır. Halife tayin edilen babasıyla beraber
Erzurum‟a dönen Efe, Sivaslı Camii‟ndeki imamet görevini Dinarkom köyüne
naklettirmiştir. Burada babasının gözetiminde sülûkünü sürdürürken, zaman zaman
da Bitlis‟e giderek şeyhi Küfrevî‟nin sohbetlerine devam etmiştir. Oğlu Hâce
Seyfeddin Efendi‟ye göre şeyhi hayattayken toplamda yedi defa Muhammed
Küfrevî‟yi ziyaret eden Efe Hazretleri,340 yaklaşık beş yıl sonra 1895 (h. 1312)
yılında bu ziyaretlerin birinde Şeyh Muhammed Küfrevî tarafından kendisine
Nakşibendî Hâlidî hilafeti verilmiştir. Yazılı olarak verilen hilâfetnâmenin Arapça
orijinal nüshası günümüze kadar ulaşmıştır.341

Söz konusu hilâfet icâzetnâmesinde Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatin


edep ve erkânını yerine getirerek sülûkünü tamamladığı ifade edilmektedir:

“Bu icâzetin sâhibi olan Pasinli Halife Hüseyin Efendi‟nin oğlu Muhammed
Efendi; uzun bir müddet sohbetimizde bulunmuş, bizden Tarîkat-ı Âliyye-i
Nakşibendiyye sâdâtının âdâbını almış ve bu âdâbı ciddî bir bağlılıkla kendi nefsinde
edâ etmeye devam etmiş olup; kendisinde irşâd etme, müridleri terbiye etme ve yol
338
Kutlu, a.g.e., s.42.
339
“O kudsî nazara mazhar olduğu günün gecesinde Efe Hazretleri rüyasında, Muhammed Küfrevî
Hazretleri‟nin bir dizinde Şeyh Abdülbâkî Efendi diğer dizinde de kendisinin oturduğunu görür.
Sabahleyin hazret-i Pîr, Hâce Hüseyin Efendi‟yi halifesi olarak atyin ettiğini, oğlu Muhammed
Lutfî‟yi de ona yardımcı verdiğini beyan eder. Bunun üzerine Efe Hazretleri kendisini bu göreve layık
görmeyerek “Ben kim, yardımcı olmak kim” diye içinden geçirir. Bunun üzerine Hazret-i Pîr ona
yönelerek, “Muhammed Efendi! Seni evladımız Abdülbâkî‟den ayırt etmedik, görmedin mi?”
buyururlar.”Kutlu, Efe Hazretleri, s.56 .
340
Kutlu, a.g.e., s.57.
341
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.45.

114
gösterme kâbiliyeti müşâhede ettiğimizde kendisine bu konuda hilâfet icazeti
verdik.”342
İcâzetnâmenin devamında silsilede yer alan mutasavvıflar sırayla
zikredildikten sonra, Muhammed Küfrevî: “Ben bu icâzet sâhibine el-Cabbâr el-A‟lâ
olan Allah‟dan hayır diledikten ve Silsile-i Aliyye sâdâtından izin isteyip bu konuda
onlardan defalarca izin aldıktan sonra icâzet verdim”343 demektedir.

İcâzetnâmenin son bölümünde Muhammed Lutfî Efendi‟ye intisap edecek


müritlere çeşitli tavsiyeler yapılmaktadır:

“Allah dostlarının yoluna sarılmayı arzu eden “mürid”; bu icâzet sahibiyle


birlikte olmayı ganimet bilsin. Onun emrine sarılan kişiyi akıl sahiplerinin aklının
alamayacağı nîmetler ile müjdelerim.
Bu kişiye Kitab ve sünnete uymasını, keşf ve vicdân ehlinin üzerinde ittifak
ettikleri şekilde Fırka-i nâciye olan Ehl-i sünnet görüşleri gereğince sahih akîde
sâhibi olmasını tavsiye ederim.
Ayrıca Kur‟ân hâfızlarına, fakihlere, yoksullara hürmet etmesini, tertemiz
bir kalb, müsâmaha dolu bir gönül, cömert bir el, güler bir yüz sâhibi olmasını;
ikrâm ehli, eziyet verici şeyleri ortadan kaldıran, kardeşlerin kusurlarını affeden,
küçük-büyük herkesin iyiliğini isteyen, tartışmaları terk eden, tamahkârlığı bırakan,
ihtiyaçlarını arz etme konusunda sâdece ve sâdece –kendisine güvenen kulunu asla
zâyi etmeyen- Allah Teâlâ‟ya dayanan bir kimse olmasını tavsiye ederim.
Bu kişi; kurtuluşu sâdece doğrulukta aramalı, Allah Teâlâ‟ya ulaşmaya
sâdece Mustafa sallallâhu aleyhi ve selemle uymakta bulmalı, kendisini hiç kimseden
daha üstün görmemeli, hatta nefsinde bir varlık görmemeli lâf taşıma ve kıskançlıkla
dil uzatanları Allah Teâlâ‟ya havâle etmeli, bütün işlerinde sabrı şiâr edinmeli,
sâdâtın âdetlerini kendisine rehber, tevekkülü güç kaynağı, teslimiyeti dayanak,
rızâyı normal bir âdet, kanaati sermâye edinmeli, eziyetlere karşı tahammül etmekten
zevk almalıdır.
Allah Teâlâ, beşerin en fazîletlisi Efendimiz Muhammed Mustafa‟ya, en
hayırlı Ehl-i beyt ve ashab olan O‟nun Ehl-i beyt‟i ve ashâbına salât eylesin. Şu anda
ve neticede hamd sâdece Allah Sübhânehû Teâlâ‟ya mahsustur.
Bunu el-Melîk, olan Allah‟ın lütuflarına muhtaç kul, halka duâcı olan
Muhammed Tâhî el-Hâlidî en-Nakşbendî ifâde etti.
Bu izin ve icâzet, izzet ve şeref sâhibi Efendimiz sallallâhû teâlâ aleyhi ve
sellemin hicretinden 1312 yıl sonra sâdır olmuştur.”344

342
Kutlu, a.g.e., s.46.
343
Kutlu, a.g.e., s.47.
344
Kutlu, a.g.e., s.48 vd.

115
5.3. ġiirlerinde ġeyh Muhammed Küfrevî Efendi

Muhammed Küfrevî Hazretleri, Alvarlı Efe‟nin nezdinde çok özel bir yere
sahiptir. Çünkü tasavvufî tekâmülünü onun dergâhında tamamlamış ve birçok
manevi tecrübeyi onun yol göstermesiyle yaşamıştır. Hülâsatü‟l-Hakâyık‟da Pîr-i
Küfrevî‟nin üstün özelliklerini anlattığı müstakil üç şiiri vardır.

Örnek olarak ele aldığımız ilk şiirinde; Muhammed Küfrevî, birçok güzel
vasıfla övülmektedir. Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre Küfrevî Hazretleri, mübarek
yüzü seyredildikçe gözün ondan başkasına bakamayacağı, Allah‟ın nurunun
göründüğü bir hikmet aynasıdır. O, lütuf ve ikrâm kaynağı olan Allah‟ın rahmetinden
bir saadet güneşidir. Göğsünde irfan nehirleri akıp durmaktadır. Ruhu devamlı Allah
ile hemhal olan bir mürşid, ebrâr ve ahyâr velilerinden biri ve bu özellikleriyle
ümmetin yolunu aydınlatan hidayet rehberidir. Dolayısıyla onun yolunda cânı giden
için bu durum bir iyiliktir ve memnuniyetle karşılanmalıdır:

Cânân yolunda cânım giderse cânıma minnet “el-hukmü lillâh ”


Yârin eliyle şem„am yanarsa devlet-i bâkî “fazlun minallah”

Dîdâr-ı yâri kılan temâşâ ağyâr yüzüne bakar mı hâşâ


Nûr-i tecellâ menzil-gehidir mir ‟at-ı hikmet “min-kudretillâh”

Hurşîd-i mânâ mihr -i dilârâ şevk-ı cemâli kamer -i garrâ


Enzâr-ı rahmet kân-i kerâmet şems-i seâdet “min-rahmetillâh”

Enhâr-ı irfân sadrında cârî ezkâr -ı Rahmân leyl ü nehâri


Feyz-i feyezân dârü‟ş-şifâdır fermân-ı dâim “tûbû ilallah”

Burc-i Küfrâ‟da mah-i münevver doğdu o meh-rû hurşîd-i ahmer


Mürşid-i ümmet ummân-ı rahmet nûr-i mücessem “rûh-i meallah”

Pîr-i Küfrevî emîr -i ebrâr nûr -i mâ nevî sultân-ı ahyâr


Şems-i hidâyet necm-i seâdet hâdî-i ümmet “min-keremillâh”

Nâm-ı Muhammed sırr-ı mukaddes emîr-i aktâb bir Zât-ı Akdes


Serdâr-ı pîrân râh-ı hüdâde Lokmân-ı devrân “li-hikmetillâh”

Tavâf ederdi ricâl-i kirâm asrında olan âlim ü allâm


Dergâh-ı Mevlâ idi o sultân ihsân ederdi “hasbeten lillâh”

116
LUTFÎ letâfet şânına şâyân hurşîd-i vahdet güneşden ayân
Nâşir-i feyz-i feyyâz-ı mutlak ehl-i îmâne “lillâhi fillâh”345
İkinci şiirde; Muhammed Küfrevî, ismi gibi ahlakı ile de Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem‟e benzeyen bir kimse olarak anılır. Rasulullah‟da bulunan
üstün akıl, ilâhi hikmet, ledünnî ilim, şefkat, merhamet vb. özellikleri miras olarak
üzerinde taşımaktadır:

Semiyy-i fahr -i âlemsin buhûr -i feyz-i Rabbânî


Muhammed ismine mazhar künûz-i Zât-ı Sübhânî

Seni medhetmeğe diller ne mümkindir ale‟l-icmâl


Teâlâllah zehî devlet latîf-i lutf-i Rabbânî

Vücûd-i Zât-ı Akdes bezm-i vahdet şem„ine hikmet


Gürûh-i kudsiyânda âlî-şândır şöhret ü şânı

Mehâsinle şikâr etdin gönüller mür gini dâme


Seâdet-mend olan buldu seninle râh-i Rahmân‟ı

Meârif bahri ger kılsa temevvüc gark olur âlem


Eyâ mir ‟ât-ı Rabbânî ki sensin Yûsuf-i sânî

Kemâlât-ı velâyâtın çü sensin hâtemi cânâ


Münevver neyyir -i a„zam zemanda pîr -i Şîrvânî

Kamer-i sırr -ı hikmet kubbe-i sahn-ı reşâdetde


MUHAMMED LUTFÎ‟ye lutfet olan dâim kerem şâni346
Üçüncü şiirde; Muhammed Küfrevî, “zât-ı latîfi lutf-i Rabbânî”, “Husrev-i
sânî”, “Yûsuf-i sânî”, “dürr -i galtânî”, “ebyât-ı dilistânî”, “şâh-ı Şirvânî” gibi
tamlamalarla medh edilerek himmet istenmektedir:

Semiyy-i fahr -i âlemsin vücûdun sun-„i Yezdânî


Vücûd-i pâkin ile kıldın âbâd bu gülistânı

Seni medh etmeğe diller ne mümkindir ale‟l-icmâl


Teâlâllah zehî zât-ı latîfi lutf-i Rabbânî

345
Lutfî, s.433, ş.526.
346
Lutfî, s.528, ş.672.

117
Meârif kânı şem-„i bezm-i cânânsın kemâl ile
Mehâmid sahn-ı meydânında sensin Husrev-i sânî

Mehâsinle şikâr etdin gönüller mür gini dâme


Mezâhirle merâsimle çü sensin Yûsuf-i sânî

Meârif bahri ger kılsa temevvüc gark olur âlem


O bahrin hem derûnunda çü sensin dürr -i galtânî

Zebân-i hâl ile târih içün nazm-ı nisâr etdim


Gamından geç çıkup dedi bu ebyât-ı dilistânî

Kamer-i sırr -ı hikmet kubbe-i sahn-ı reşâdetde


MUHAMMED LUTFÎ‟ye lutfet amân ey şâh-ı Şirvânî347
Muhammed Lutfî Efendi, nazmen kaleme aldığı silsilesinde Muhammed
Küfevî‟yi Allah‟ın el-Hâdî ismiyle tecelli ettiği bir rahmet vesilesi olarak kabul
etmektedir:

Muhammed Küfrevî künûz-i himmet


Bu ümmete delil Hâdi-i rahmet348
Bir diğer örnekte; Hazreti İsa aleyhisselam‟a ve Lokman Hakîm‟e nispetle
birer benzetme yapılmıştır; Mesih‟in Allah‟ın izni ile ölü bedenlere can veren nefesi
gibi onun nefesi de ölü gönüllere manevî canlılık ve dinamizm kazandırmaktadır.
Devamında onun Allah‟ın lütfuyla makam sahibi olduğu ve Lokmân‟ın dertlere devâ
bulması gibi onun da manevi hastalara manevi hekimlik yaptığı anlatılmaktadır.349

Muhammed Küfrevî kenz-i keremdir


Meyân-ı kâmilde Mesîhâ demdir
Avn-i Hudâ ile sâhib-kademdir
Lokmân-ı mânevî dermân iledir350

5.4. NakĢibendî-Hâlidî Silsilesi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Muhammed Küfrevî‟den gelen


Nakşibendî silsilesi, hilâfet icâzetnâmesinde ve “silsile-i şerif” isimli şiirinde

347
Lutfî, s.553, ş.711.
348
Lutfî, s.50, “Silsile-i Şerif”, b.45.
349
Farsakoğlu, a.g.t., s.837.
350
Lutfî, s.148, ş.82.

118
görülmektedir. Günümüze ulaşan icâzetnâmede Nakşibendî silsilesinin beş farklı
koldan geldiği anlaşılmakta olup Muhammed Küfrevî‟nin dilinden silsile şöyledir:

“Nitekim bana da bu icâzeti; şeyhim, efendim, mevlâm ve imamım –Allah


yüce sırrını mukaddes eylesin- tarikâtın kutbu, hakikat ilimlerine dalan, kendisiyle
iftahâr ettiğimiz senedimiz, Mevlânâ Seyyid Tâhâ kuddise sirruhû hazretleri
vermişti.
O da bu icâzeti; amcası olan, devam edegelen bu nûrun vârisi Seyyid ve
Şerif Abdullah Hekâri‟den bu âdâbı telâkki ettikten sonra; irşâd dâiresinin kutbu,
ebdâl ve evtâdın ziyaretgâhı, dinin müceddidi, âşıkların kalbinin huzûru Ziyâeddin
Ebi‟l-Behâ Hazret-i Mevlâna Hâlid (Bağdadi) kuddise sirruhû hazretlerinden
almıştı.
O da şeyhi olan, hem maddi hem mâ‟nevi kemâli hâiz olan Şeyh Abdullah
Hindî Dehlevî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da Mualâ, müzekkâ, musaffa, mutahhar Şemseddin Habibullah Can-ı
cânân Mahzar kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da zatî, sıfatî ve şuûnî tecelli ile şereflenen Seyyid Nur Muhammed
Bedevânî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da Hakka‟l-Yakîn denizinin dalgalarına dalan, Allah dostlarının sultânı
Şeyh Seyfüddin kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da şeyhi ve babası olan, gizli sırrın emîni, şeyhlerin şeyhi, el-Urvetül-
Vûska (en sağlam kulp) Şeyh Muhammmed Ma‟sum kuddise sirruhû
hazretlerinden;
O da şeyhi ve babası olan, hayret verici derecelere mazhâr, sırlar mânâlar
kaynağı, ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı RabbâniŞeyh Ahmed Fârûkî Serhendî
kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da zâti muhabbet şarabını ikram eden, râzî olunan dîni te‟yid eden,
Kutup, Şeyh Muhammed Bâkî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da yüce ikrâm sâhibi, Velî Mevlânâ Hacegî es-Semerkandî Emkinekî
kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da şeyhi ve değerli babası olan, müceddid, şeyhlerin şeyhi Mevlânâ
Derviş Muhammed kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da şeyhi ve dayısı, ruku ve sûcud ehli, şeyhlerin şeyhi Mevlânâ
Muhammed Zâid (Parsa) kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da dîni yayan, Nakşibendî meşrebini takviye eden, Hâce Ahrar diye
bilinen Şeyh Ubeydullah Semerkândi kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da Bâri Teala‟nın inâyetlerinin peşpeşe yağmasının kaynağı Mevlâna
Yâ‟kup Çerhî Hisarî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da esrâr hazinelerinin anahtarı, Kutuplar Kutbu Alâeddin Attâr diye
bilinen Şeyh Muhammed Buhârî kuddise sirruhû hazretlerinden;

119
O da bu târikatın imâmı, mahlûkatın imdâdı, yağmakta olan feyzin ve
yayılmakta olan nûrun sahibi Şah-ı Nakşibend diye ma‟ruf olan Bahâeddin
Muhammed Üveysî Buharî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da ma‟rifet ve kemâl menbaı, Seyyidler Seyyidi Hazret-i Seyyid Emir
Gülâl kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da mâsivâ‟yı unutarak tamamen Allah‟a yönelen, evliyânın kutbu Şeyh
Baba Semmâsî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da “el-Gani” –her şeyden müstağni- olan Mevlâ‟sının muhabbetinde
kendini kaybetmiş olan Hazret‟i Azîzân diye ma‟ruf olan Hâce Ali Râmitenî
kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da dünyevî ve uhrevî isteklerden yüz çevirmiş olan, şeylerin şeyhî Şeyh
Mahmut İncîr Fağnevî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da beşerî hicabdan sıyrılmış olan, evliyânın kutbu Şeyh Arif Rîvgerevî
kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da Rabbanî kutub, mahlûkâtın imdâdı, evliyânın kutbu Şeyh Abdü‟l-
Hâlık Gucdüvânî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da samedânî gavs Şeyh Yûsuf Hemedânî kuddise sirruhû
hazretlerinden;
O da İlâhî muhabbet şarabından kana kana içen, evliyânın kutbu Şeyh
Ebu Ali Fâramedi kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da Sübhâni sevgiye lâyık, Allah‟a ulaşanların imdâdı ŞeyhEbu‟l-Hasen
Harakânî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da ilhamî te‟yid ile desteklenmiş olan, âriflerin sultânı, Şeyh Ebû Yezid
Bestâmî kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da imamların imamı, Hakkı konuşan İmam Câ‟fer Sâdık kuddise
sirruhû hazretlerinden;
O da annesinin babası, yedi büyük fakîhden biri olan Kâsım bin
Muhammed bin Ebî Bekir es-Sıddîk kuddise sirruhû hazretlerinden;
O da garip sahâbi, Rasûlün Ehl-i beyt‟inden sayılan, değerli ve makbûl
şahsiyet Selmân Fârisi radıyallahu teâlâ anhu hazretlerinden;
O da tahkîk ehline göre imamların en fazîletlisi, Allah Rasûlü Sallallâhu
teâlâ aleyhi ve selem ve âlihi Efendimiz‟in halifesi ve mağara arkadaşı Hazret-i Ebû
Bekir Sıddîk radıyallahu teâlâ anhu hazretlerinden;
O da sadâkat ve safâ menbaı, yaradılmışların en fazîletlisi,
peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin Rabbi‟nin sevgilisi, Efendimiz Muhammed
Mustafa sallallâhu teâla aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî hazretlerinden –el almıştır-
(2. Sened) Yine Şah Nakşibend hazretleri, Gucdüvânî‟nin
rûhâniyetlerinden îtibâren senedin sonuna kadar icâzetlidir.
(3. Sened) Fâramedî de aynı şekilde Şeyh Ebu‟l-Kâsım Gürgânî‟den;
O da Şeyh Ebû Osman Mağribî‟ den;
O da Şeyh Ebû Kâtib‟ den;
O da Ebû Ali Rudbârî‟ den;

120
O da Şeyh Ebu‟l-Kâsım Cüneyd Bağdâdî‟ den;
O da Seriyy Sekatî‟ den;
O da Mâ‟rûf Kerhî‟ den;
O da İmam Ali Rızâ „dan;
O da babası Mûsa Kâzım „dan;
O da babası İmam Câ‟fer Sâdık „dan;
O da babası İmam Muhammed Bâkır „dan;
O da babası İmam Zeyne‟ı-Âbidîn „den;
O da babası İmam Hüseyin „den;
O da babası Mü‟minlerin Emîri İmam Ali bin Ebî Tâlib kerremallâhû
vechehû hazretlerinden;
O da peygamberlerin Seyyidî, Âlemlerin Rabbi‟ nin Sevgilisi Muhammed
Mustafa sallallâhu teâlâ aleyhi ve âlâ âlihî hazretlerinden –el almıştır-
Bu nisbet “Altın Silsile” diye adlandırılmaktadır.
(4. Sened) Kerhî ise Dâvud Tâî „den;
O da Habib A‟cemî „den;
O da Hasen Basrî „den;
O da mü‟minlerin emîri Ali Bin Ebî Tâlib radyallâhu teâlâ anhu ve
kereme vechehû hazretlerinden;
O da iki âlemin seyidi, Âlemlerin Rabbi‟nin Sevgilisi Muhammed
Mustafa hazretlerinden almıştır. O‟na ve diğer peygamberlere, her birinin âl ve
ashâbına en kâmil salât ve selâm olsun.
(5. Sened) Yine Hazreti Ali; (Ebû Bekir) Sıddık „dan; O da Nebî
hazretlerinden el almıştır. Allah O‟na, diğer iki zata ayrıca diğer Ehl-i beyt‟ine ve
bütün ashâbına salât ve selâm eylesin.”351
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, “Silsile-i Şerîf” başlıklı şiirinde ise
icâzetnâmede yer alan sâdât-ı kirâmın yanına bazı eklemeler yapmıştır. Silsilesinde
yer almamasına karşın Hazreti Ömer, Hazreti Osman radiyallahu anhum‟u ilk başta
zikretmiş, Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinden sonra Abdülkâdir Geylânî
Hazretleri‟ni eklemiştir. Silsilede kendisi Muhammed Küfrevî‟den sonra gelmesine
rağmen teberrüken ve edeben Küfrevî posnişinleri olan şeyhinin evlatları ve
halifeleri Şeyh Abdülhâdi, Şeyh Abdülbâkî ve Şeyh Nesim efendileri zikretmiştir.
Yine Muhammed Küfrevî‟nin büyük halifelerinden kabul edilen ve çokça hürmet
ettiği Şeyh Yusuf Kôdî‟yi yine silsileye eklemiştir. Söz konusu manzum “Silsile-i
Şerif”in her beytinde silsilede yer alan sâdât-ı kiramın birinin ismi zikredilerek üstün
bir özelliği vurgulanmıştır:

351
Kutlu, a.g.e., s.46 vd.

121
Hudâvendâ be-hakk-ı ism-i Âzam
Be-nûr-i seyyid-i evlâd-ı Âdem

İlâhî ez-kerem ber -mâ kerem-kün


Kabûl-i bâb-ı der gâh-i harem-kün

Habîbullah Muhammed Mustafâ ‟dır


Veliyyullah Aliyü‟l-Mürtezâ‟dır

Velîler serveri Sıddîk-ı Ekber


Anı tafdîl ider Zât-ı Peygâmber

Ömer‟dir şems-i eflâk-i adâlet


İden izhâr -ı İslâm‟a dalâlet

O Zinnûreyn olan Hak yâri Osman


Güneş gibi yüzünde nûr -i Rahmân

Resûlullah dedi Selmân-ı Fâris


Benimdir emrider nûru‟l-mecâlis

Radıyallahü anhüm her dü-âlem


Be-nûr-i seyyid-i evlâd-ı Âdem

O Kāsım ibn-i Muhammed güzeldir


İnâyâtı Kerîm ü Lem-yezel‟dir

İmâm-ı Ca„fer -i Sâdık hidâyet


Güneş gibi velâyetde nihâyet

Ârifler sultânıdır Pîr-i Bistâm


Derecâtını Allah itdi itmâm

Şeyh Hasan Harakānî nûr -i vahdet


Reşâdet neyyiridir mâh-ı himmet

Ebu‟l-Kāsım-ı Gür gânî tarîkat


Güneşidir füyûzât-ı şeriat

O Pîr-i Fâramedî Tûsî cânân


Reşâdet tahtına oldu o sultân

122
Ebû Eyyûb Hemedânî o sultân
Hidâyet mihridir hâzin-i irfân

Şeyh Abdü‟l-Hâlıku‟l-Gucdevânî
“Bekābillâh Fenâfillah”da fâni

Nûr-i irfân Ârif-i Rivger evî


Reşâdet kubbesinin mâh-ı nevi

Pîr-i İncîr-i Fağnevî o sultân


Hidâyet bağçesinde bir gülistân

Aliyy-i Râmitenî pîr -i pîrân


Anın şöhreti âlemde “Azîzân”

Muhammed Semmâsî nûr -i hüdâdır


Cihâna nâşir -i feyz-i Hudâ‟dır

Seyyid Emir Gülâl üstâd-ı kâmil


Füyûzât-ı Muhammed‟i o hâmil

Muhammed Nakşibendî mihr -i vâlâ


Âlem-i İslâm‟a şems-i tecellâ

Mukaddes Gavs-i Geylânî seâdet


Güneşidir o ummân-ı inâyet

Radıyallahü anhüm her dü-âlem


Be-nûr-i seyyid-i evlâd-ı Âdem

İlâhî ez-kerem ber -mâ kerem-kün


Kabûl-i bâb-ı der gâh-i harem-kün

Ömerü‟s-Sühreverdî bâb-ı Rahmet


Künûz-i nûr -i irfân mihr -i himmet

Hâce Necmeddîn-i Kübrâ mukaddes


O zarf-ı nûr vücûdu rûh-i akdes

Hâce Ahmed-i Çeştî kadr -i vâlâ


Muallâ eyledi kadrin Te„âlâ

123
Hâce Alâaddîn-i Attâr Muhammed
Anı gark eyledi envâr -ı Ahmed

Hâce Y a„kûb-i Çer hiyyü‟l-Hisâr nûr


Hisâr edüb anı eyledi mestur

Emîr-i Evliyâ Hâce-i Ahrâr


O ummân-ı hüdâ sultân-ı ebrâr

Muhammed Zâhid idi mîr -i mîrân


Zemânesinde idi şâh-ı devrân

Fütûhât sâhibi Dervîş Muhammed


Vücûdundan gelürdi bûy-i Ahmed

Muhammed Hâcegî esrâr -ı tevhîd


İderdi mürîdâne feyzi tecdîd

Muhammed Bâkî Billâh bir dilârâ


Zemânesinde sân Şâh-ı Buhârâ

İmâm-ı Rabbânî Fârûk-ı Ahmed


Senâ eyler ona Zât-ı Muhammed

Muhammed Ma„sum ise nûr -i vahdet


Yüzünde berk urur şems-i şerâfet

Muhammed Muhsin ise câne cândır


Güneşdir dillere hurşîd-i cândır

Bedevânî o güzel Seyyid Muhammed


Derûnudur kitâb-ı sırr -ı Ahmed

O Şemseddin Habîbullah-i mazhar


Güneş gibi yüzünde nûri ezher

Şâh-ı Dehlevî gāyet dilrubâdır


Seyyiddir evlâd-ı Âl-i abâ‟dır

Müceddid-i zeman Hazret-i Hâlid


Hidâyet güneşidir feyz-i câvid

124
O Abdullah-ı Hekârî nevâle
Erişdi devlet-i seyr -i cemâle

Muallâ-yı himem Seyyid Tâhâ ‟dır


Velâyetde makāmı müntehadır

Muhammed Küfrevî künûz-i himmet


Bu ümmete delil Hâdi-i rahmet

Anın ferzendi Abdülhâdî Şâh ‟dır


Velâyet rutbesinde âlî-câhdır

Diğer ferzendi Abdülbâkî cânân


Reşâdet tahtına oldu o sultân

Şeyh Nesîm‟dir nesîm-i hidâyet


Mir ‟ât-ı ceddidir bâb-ı saâdet

Şeyh Yûsuf-i Kôdî nur -feşândır


Meyân-ı evliyâda âlî-şândır

Radıyallahü anhüm her dü-âlem


Be-nûr-i seyyid-i evlâd-ı Âdem352

5.5. Tillo’lu ġeyh Nur Hamza’ya Ġntisâbı ve Kâdirî Hilâfeti

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, Küfrevî dergâhına bağlı Nakşibendî bir şeyh
olarak şöhret bulmasına karşın, aynı zamanda bir Kâdirî mürşididir. Kâdirî
tarikatından dersler verdiği, çeşitli Kâdirî zikirleri icra ettiği rivâyet edilmektedir.
Kâdirîlik yönünü ortaya koyan bir kısım şiirleri mevcuttur.353 Fakat Kâdirî
tarikatında mürşitliğini gösteren icâzetnâme ve silsilesi hakkında kesin ve ayrıntılı
bilgi elde edilememiştir. Pîr-i Küfrevî‟den gelen silsilede Abdülkâdir Geylânî
kuddise sirruhu bulunmamasına karşın, silsile şiirlerinde Şâh-ı Nakşibend‟den sonra
ona yer vermiş olması,354 onun Kâdirî mürşitliğini gösteren bir emâredir. Hülâsatü‟l-
Hakâyık‟da Nakşibendî silsilesini ortaya koyan iki müstakil şiiri olmasına karşın

352
Lutfî, s.47 vd., ş. “Silsile-i Şerif”.
353
Selami Şimşek, “Alvarlı Efe‟nin Kâdirîliğe İntisâbı ve Hülâsâtu‟l-hakâyık‟ta Kâdirîlik”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.452 vd.
354
Lutfî, s.48, ş.“Silsile-i Şerif”, b.23.

125
benzeri bir durum Kâdirî silsilesi için mevcut değildir. Oğlu ve halifesi Hâce
Seyfeddin Efendi tarafından Hülasatü‟l-Hakâyık‟ın son bölümüne konulan “Hidâyet
Bahçeleri”355 başlıklı biyografide, Efe Hazretleri‟nin Muhammed Küfrevî‟den aldığı
hilâfete vurgu yapılırken, Kâdirilik yönü üzerine bir bilgi sunulmamıştır.

Efe Hazretleri‟nin Kâdirîlik yönü üzerine bilgiler sınırlı olmasına karşın,


Hüseyin Kutlu tarafından hatıralara dayalı çeşitli bilgiler verilmektedir. Kutlu‟ya
göre Lutfî Efendi, Kâdirî tarikatında hilâfetini Tillo‟lu Şeyh Nur Hamza
(ö.1893)‟dan almıştır. Bu hilâfet, Muhammed Küfrevî‟ye intisap ettikten sonraki bir
dönemde olmuştur. Şeyh Nur Hamza‟nın 1893 yılında vefat ettiği düşünüldüğünde;
Küfrevî halifeliğini 1895 yılında alan Efe‟nin, Kâdiri hilâfeti daha önce
gerçekleşmiştir.356

Muhammed Lutfî Efendi, Erzurum‟da babasının nezaretinde Muhammed


Küfrevî‟nin Hâlidiyye yolunda sülûküne devam ettiği sırada zaman zaman Bitlis‟e
giderek şeyhinin sohbetinde bulunmuştur. Kutlu‟ya göre: Efe Hazretleri, bu
ziyaretlerin birinde Küfrevî‟nin dergâhında gördüğü bir rüyanın tesiriyle ve şeyhi
357
Muhammed Küfrevî‟nin işâreten izin vermesiyle Tillo‟da mukim Şeyh Nur
Hamza‟nın yanına gitmiş, burada bir müddet kalmış ve Bitlis‟e Şeyh Nur Hamza‟nın
halifesi olarak dönmüştür. Bu durum, dergâhta Muhammed Küfrevî‟nin halifeleri
arasında Küfrevî‟den sonra başka bir mürşide gitmenin münasip olmadığı
düşüncesiyle hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Söz konusu istiğnayı sezen Küfrevî‟nin
yaşça ve mertebece en yüksek halifesi Şeyh Yusuf-i Kôdî (ö.1921), hemen yerinden
kalkar ve başındaki tâcı Efe Hazretleri‟nin tâcı üzerine koyarak; “Tâc üstüne tâc bu
zâta yakışır” buyurur ve yerine oturur. Bunun üzerine halifeler de bu
düşüncelerinden ve gösterdikleri istiğnadan vazgeçerler.358

355
Lutfî, s.654.
356
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kutlu, a.g.e., s.61 vd.
357
Rüyasında Alvarlı Efe, Şeyh Muhammed Küfrevî‟yi sırtında taşımaktadır. Yolda Şeyh Nur Hamza
ile karşılaşır. Nur Hamza, Alvarlı‟dan kendisini de taşımasını ister. O, sırtında Küfrevî hazretleri
olduğu halde bu emri nasıl yerine getireceğini düşünürken bir anda Şeyh Nur Hamza, Alvarlı Efe‟nin
boynuna kollarıyla sarılır. Efe Hazretleri, sırtında Muhammed Küfrevî, boynunda Nur Hamza olduğu
halde yürümeye devam eder ve öylece uyanır. Rüyanın tabiri açıktır ama Pîr-i Küfrevî‟den bir işaret
bekler. Sabahleyin ziyaretçiler şeyhin huzuruna alınır. Hazreti Pîr sohbet yapar ve sohbetin sonunda;
“Nur Hamza‟ya gitmek isteyenler gitsinler. Allah ondan razı olsun. Bizden selam götürün. Bize de
duâ etsin” buyurur. Böylece Muhammed Küfrevî‟nin izni ve işâreti ile Tillo‟ya Şeyh Nur Hamza‟nın
ziyaretine gider. Bkz. Kutlu, a.g.e., s.61.
358
Kutlu, a.g.e., s.61.

126
Şeyh Nur Hamza hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Şeyh Nur Hamza,
Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1770)‟nın mürşidi İsmail Fakîrullah (ö.1734)‟ın torunu
Gavs Memduh diye şöhret bulan Şeyh Mahmud Memdûh Efendi (ö.1847)‟nin oğlu
ve halifesidir. 1818 (h.1234) yılında Tillo‟da doğduğu ve yine aynı yerde 1893
(h.1310) senesinde vefat etmiştir. Şeyh Nur Hamza, Gavs Memdûh‟tan sonra
tekkenin postnişinliğine geçen abisi Şeyh İbrahim (ö.1865)‟in vefatı üzerine
Fakîrullah dergâhında postnişinlik ve irşad vazifesine başlamıştır.359

Alvarlı Efe‟nin İsmâil Fakîrullah‟a ulaşan silsilesi şöyledir:

Şeyh Nur Hamza

Şeyh Mahmud Memdûh (Gavs Memduh)

Şeyh Erzurumlu İbrahim Hakkı

Şeyh İsmâil Fakîrullah

İsmail Fakîrullah hakkında Marifetnâme‟de birçok bilgiye yer veren


Erzurumlu İbrahim Hakkı, şeyhinin silsilesi veya hangi tarikata nisbeti olduğu
yönünde bir bilgi sunmamıştır.360 Konu üzerinde araştırma yapanlar, Fakîrullâh‟ın
Nakşibendî veya Kâdirî-Nakşibendî olabileceğini belirtmişlerdir. Mârifetnâme‟de
Nakşibendîliğe ayrılmış özel bir bölüm bulunması onun Nakşibendî olması ihtimalini
güçlendirir.361 Ayrıca Üveysî olduğu, doğrudan Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem‟in ruhaniyetinden faydalandığı anlatılır.362

Çok yönlü bir mutasavvıf olduğu rivayet edilen Erzurumlu İbrahim Hakkı‟nın
Nakşilikle birlikte bir Kâdirî mürşidi olmasıda mümkündür. Şeyh Nur Hamza bu
silsileden gelen bir sûfi olarak Nakşibendî ve Üveysiyye neşvelerinin yanında
Kâdiriyye tarikatında yetkin bir kimse olabilir. Sonuç olarak, Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin Şeyh Nur Hamza‟dan aldığı Kadirîlik hilâfetinin silsilesi bir belge ile
tespit edilemesede, aralarında bir ünsiyetin olduğu görülmektedir. Lutfi Efendi‟nin
nazmen kaleme aldığı iki silsile şiirinde Kâdirliğin pîri Abdülkâdir Geylânî

359
M.Nureddin Sancar, Tillo Evliyâları, Şefkat Yay., İstanbul, 2005, s.156.
360
Geniş bilgi için bkz. İbrahim Hakkı Erzurumlu, Marifetnâme, Bedir Yay.(Haz. M. Faruk Mercan),
İstanbul, 1997, c.2, s.1039.
361
Hayrani Altıntaş, “Fakîrullah”, DİA., c.12, s.132.
362
“Tarikatı: “Cenâb-ı Allah‟tan telkin edilen ve Kâdiriyye tarikatına benzerliği olan Üveysiyye-i
Fakîriyye tarikatıdır…” Kendisi bunu İsmail hakkı Hazretleri‟ne hitap ettiği şu sözüyle dile
getirmiştir: Tarikatımız Üveysiyye, içindeki telkinler Cenab-ı Allah‟tandır.” Sancar, a.g.e., s.29.

127
Hazretlerine yer vermesi onun silsilesinin Üveysiyye olmayıp, Kâdirilik olduğunu
ortaya koymaktadır.

6. Alvarlı Efe’nin ĠrĢâd Dönemi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin mürşitliğini üç döneme ayırmak


mümkündür. Muhammed Küfrevî Efendi‟den hilâfet aldığında 27 yaşında olan Efe
Hazretleri (m. 1895), yine bir Küfrevî halifesi olan babasıyla birlikte ikamet ederek
irşâd faaliyetlerini yürütmüştür. 1916 yılına kadar Dinarkom köyünde kalmış,
ardından iki yıl süreyle Rus istilâsına karşı mücadele etmiştir.363 Bu birinci dönem
Efe‟nin babasının yanında mürşitlikte piştiği ve olgunlaştığı bir zaman dilimidir.

İkinci dönemi; babasının vefatının ardından 1918 yılında yerleştiği Alvar


köyünde 1939 yılına kadar geçen yirmi bir yıllık dönemdir. Bu dönem şöhretinin
“Alvar İmamı” ve “Alvarlı Efe” lakaplarıyla Anadolu‟da yayıldığı ve mürşitliğinin
zirveye ulaştığı yıllardır.364

Üçüncü dönemi; Alvar köyünden Erzurum‟a ikametini aldırmasıyla başlayıp


vefatı olan 1939 yılına kadar süren Erzurum dönemidir.365 Bu dönemde şöhreti iyice
artmış ve “Efe Hazretleri” lakabıyla anılır olmuştur.

6.1. “Muhammed Lutfî Efendi” Dönemi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin yanında ilmî
derslerini tamamlayarak icâzet almış, tasavvufî açıdan Hâlidiyye neşvesi etkisinde
bir gençlik geçirmiş ve yirmi bir yaşındayken babasıyla beraber Bitlis‟e giderek genç
yaşta Muhammed Küfrevî Efendi‟ye intisap etmiştir. Küfrevî‟nin babasını halife
tayin edip kendisini de ona yardımcı olarak görevlendirmesi sonrası memleketine
dönmüş, Hasankala Sivaslı Camii‟ndeki imamlık görevini Dinarkom köyüne
naklettirmiştir. 1895 yılına kadar çoğu zaman babasının gözetiminde, zaman zaman
Bitlis‟te şeyhi Muhammed Küfrevî‟nin yanında tasavvufî sülûküne devam etmiş ve
beş yılın sonunda babası gibi Küfrevi‟den hilâfet almıştır. Halife olduktan sonrada

363
Kutlu, a.g.e., s.61 vd.
364
Kutlu, a.g.e., s.63 vd.
365
Kutlu, a.g.e., s.65 vd.

128
babasıyla birlikte ikamet etmek suretiyle Dinarkom köyünde ki imamet görevini
sürdürmüştür.366

1916 yılına kadar sürecek Dinarkom günleri, Efe Hazretleri‟nin babasının


tecrübelerinden faydalandığı, mürşitliğinin pekiştiği ve olgunlaştığı bir zaman
dilimidir. Bu zaman dilimi, Efe Hazretleri‟nin babası Hüseyin Efendi‟nin
gözetiminde irşâd faaliyetlerinin sürdüğü bir dönem olmuştur.

1916 yılında Rusların Erzurum ve çevresini işgal ederek Ermeni çeteleriyle


ortak hareket etmesi sonucu Efe Hazretleri, Dinarkom köyünden ayrılmak zorunda
kalmış ve artık iyice yaşlanan babasını Erzurum‟da bir dostuna emanet ederek
Tercan‟ın Yavi köyüne yerleşmiştir. Bu köyü merkez yaparak çevre köyleri
dolaşarak vaaz ve sohbetleriyle halkı Rus ve Ermeni istilâsına karşı koymaya
çağırmıştır. 1917 yılında Bolşevik İhtilali sonrası Erzurum ve çevresinden çekilmek
zorunda kalan Rusların bıraktığı silahları alan Ermeni çeteleri çeşitli katliamlara
girişince Efe Hazretleri, gönüllü topladığı bir müfreze birliğiyle bizzat cihada
katılmıştır. 9 Mart 1918 tarihinde Türk ordusuna iştirak ettiklerinde milis kuvvetinin
sayısı yolda katılanlarla yüz kişiyi bulmuştur. Ve 12 Mart 1918 tarihinde Türk
ordusuyla beraber Erzurum'a giren Efe, babasını yaralı vaziyette bulur. Çünkü Bir
Ermeni isyancı tarafından yaralanmıştır. Aynı gün şehid olan babasını Erzurum‟da
defnetmiştir.367

Efe Hazretleri, yirmi yedi yaşında halîfe olduktan sonra, sonraki yirmi yedi
yılını Dinarkom köyünde babası gibi olgun ve kâmil bir mürşit ile birlikte geçirmek
sûretiyle mürşitliğini güçlendirmiştir. Ona göre babası Allah katında değeri çok
yüksek bir veli ve tasavvufi terbiyede çok yüce bir kimsedir:

Huseyn-i Gedâî muhtâc-ı Mevlâ


Perlikde şehâdet a„lâdan a„lâ
Rahmete gark ede Bârî Teâlâ
Ümîdimiz rahm-i Rahmân iledir368
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin babası Hâce Hüseyin Efendi‟nin kanatları
altında geçirdiği bu zaman dilimi, mürşitliğinin birinci dönemi olarak kabul

366
Kutlu, a.g.e., s.61 vd.
367
Kutlu, a.g.e., s.30.
368
Lutfî, s.149, ş.82, b.42.

129
edilebilir. Bu dönemde tasavvufi açıdan kendini geliştirmiş, mürşitliğini
olgunlaştırmış ve bizzat cihada iştirak etmekle özü ve sözü bir olan, mücâhid bir sûfi
olduğunu göstermiştir. Rus işgalinde ortaya koyduğu üstün gayretleride onun halk
nezdinde tanınırlığını artırmıştır.

6.2. “Alvarlı Efe” Dönemi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin “Alvarlı Efe” dönemi olarak


tanımladığımız irşadının bu ikinci aşaması aynı zamanda onun mürşitlikte kemâl
dönemidir. 1918 yılından 1939 senesine kadar çoğunluğu Cumhuriyetin ilk yıllarında
Alvar köyünde geçen yirmi bir yıllık zaman diliminde Efe‟nin tanınırlığı, “Alvar
İmamı” veya “Alvarlı Efe” lakaplarıyla şöhret derecesine ulaşmıştır. Yirmi bir yıl
boyunca imamlık yaptığı Alvar köyüne nispetle bu lakaplarla anılmasında onun
şiirlerinin halk arasında dilden dile yayılması etkin rol oynamıştır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Alvar köyü dönemi, Cumhuriyetin


kurulması sonrasında inkılap kanunlarının yürürlüğe girdiği ve halk üzerinde sert
biçimde uygulandığı yılları içine almaktadır. 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet
kurumlarında başlayan geriye gidiş ve bozulmalar zamanla tekke ve zâviyelerede
sirayet etmiştir. Hâlidî halîfelerinin 18. ve 19. yüzyılda tasavvuf hayatına getirdiği
dinamizm ve canlılık, devlet ricâli nezdinde olumlu tesir yapmamıştır. Cumhuriyet‟in
ilk yıllarında tekkelerin ve tarikatların bozulduğu bahanesiyle 30 Kasım 1925
tarihinde çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler tamamen yasaklanmış, gizliden gizliye
yürüttükleri faaliyetleri sıkı takibata maruz kalmış, yine aynı tarihte batı normlarına
uygun kılık kıyafet zorunluluğu getirilmiştir. 1928 yılında çıkarılan bir kanunla
yüzyıllardır kullanılan Arap harfleri terkedilerek Latin harfleri kabul edilmiş, 1932
yılında ise Tekbir, Ezan ve Kâmet‟in Türkçe tercümeleriyle okunmasına karar
verilmiş ve yine ekonomik buhran bahanesiyle hacca gitmek yasaklanmıştır.369

Tarikatlere karşı ortaya konan olumsuz tavır, zamanla bir kısım devlet
görevlilerinin dîni olan her şeye ön yargılı bir tutum geliştirmesine sebep olmuştur.
Osmanlı‟nın son yüzyılında bir kısım aydınlar arasında etkisini artıran Avrupa

369
Mustafa Öcal, “İlahiyat Fakültelerinin Tarihçesi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Yıl. 1 (1986), sy.1, c.1, s.111 vd.; Bardakçı, a.g.e., s.302.

130
hayranlığı, tarikatların yasaklandığı Cumhuriyet‟in bu ilk yıllarında halk arasında da
yayılmıştır. Avrupalılaşma temayülü, kaynağını İslâm ahlâk ve inanç esaslarından
alan tüm değer yargılarına karşı negatif bir tutumun gelişmesine yol açmıştır.
Devlete yakın, nüfuz sahibi batılılaşma yanlısı kişilerin davranış ve telkinleri,
zamanla dindar halk kitleleri içerisinde itikâdî ve ahlâkî olarak çeşitli bozulmalara
sebebiyet vermiştir.

Efe Hazretleri, Alvar köyü yıllarında etkisini artıran toplumdaki bu olumsuz


değişime kayıtsız kalmamış ve şiirlerinde bunu yansıtmıştır. O, bir mürşid-i kâmil
hassasiyetiyle toplum içerisinde kendini gösteren söz konusu dîni ve ahlâkî
yozlaşmadan şikâyet etmiştir.370

Bu dönemde toplumu oluşturan fertlerin birçoğunda itikadi, dini ve ahlaki


yönden bozulmalar ortaya çıkmıştır. Efe‟ye göre ahlakî açıdan kâfir ile Müslümanı
birbirinden ayırt etmek oldukça zorlaşmıştır:

Hayâ nâmûs âr pîr kalmadı gitdi


Derûn-i dillerden seâdet yitdi
Uryân oldu bu halk perdeyi atdı
Kimden edek bilmem kime şikâyet371

Âteş aldı bu dünyâyı alışdı


Kâfir İslâm birbirine karışdı
Kullar azdı Hak‟dan belâ erişdi
Kebâir küfüre istinâd eyler

Sular gibi akar akar giderler


Kebâiri göz önünde ederler
Evlâdından fâsık ümm ü pederler
Şehvet-i nefsine inkıyâd eyler

Nisâ ricâl birbirine karışdı


Ehl-i şekā ısyân ile görüşdü
İblîs mel„ûn murâdına erişdi
Yürüdür tuğyânı i„timâd eyler372

370
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Göktaş, “Alvarlı Efe Dîvânı‟nda Zamâneden Şikâyet”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler, c.1, s.131.
371
Lutfî, s.134, ş.67.
372
Lutfî, s.155, ş.90.

131
Efe‟ye göre; bidatlerin çoğaldığı, günah ve isyânın fütursuzca işlendiği bu
dönemde ehl-i kemâl sahibi kişilerin sayısı azalmıştır. Çünkü bu kötü gidişe
dayanmak bir mümin için çok zordur:

Fakîr hakîr sıbyan pây-mâl oldu


Zulm ü hakāretle âsumân doldu
Gülistân-ı dînin gülleri soldu
Tarîk-ı Kur ‟ân‟ın kurbânı yokdur

LUTFİYÂ der yandım yakıldım n ‟idem


Bu bahr -i lânetde nereye gidem
Îmân gider küfür gelir dem-be-dem
Mü‟mine ölmenin ziyânı yokdur373

Belâ-yı girdâbın devrini bir gör


Bu devr -i âlemin katresi değil
Haccâc-ı Zâlim‟in cevrini bir gör
Bugünkü bu zülmun zerresi değil

İbn-i Âdem giydi âteş gömleği


Zâlimler elinde zimâm ilmeği
Bu cevir çevirdi çarh-ı feleği
Çevrilen bu çarhın çevresi değil

Bir sel aldı bu ebnâ-yı zemânı


Âkıl olan kesdi cândan gümânı
LUTFÎ Hak saklasun bugün îmânı
Geçdi yaşamanın devresi değil374
Bu dönemde Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟yi derinden etkileyen diğer bir
hususta toplum içinde etkili olan bir kısım idarecilerin ve münevverlerin söz konusu
dini ve ahlakî yozlaşmaya karşı sessiz kalmalarıdır. Ona göre bu kimseler “hümekây-
ı zemân”, yani zamanın ahmaklarıdır. Ve bu ahmaklık sebebiyle toplum dinden ve
ahlaktan hızla uzaklaşmıştır:

El elden üzülmüş yâr elden gitmiş


Humekā-yı zemân nanay oynarlar
Kurb-i kıyâmetdir târih de bitmiş
Humekā-yı zemân nanay oynarlar

373
Lutfî, s.171, ş.105.
374
Lutfî, s.309 vd., ş.325.

132
Taraf taraf belâ istîlâ eyler
Kahrullah gazâba istinâd eyler
Kanlar akar yerde incimâd eyler
Humekā-yı zemân nanay oynarlar

Âr ile nâmus da kalmadı gitdi


Yüzler siyah oldu hayâ da bitti
Dünyâda yaşamak kemâle yetdi
Humekā-yı zemân nanay oynarlar

Avretler erine îtibâr etmez


Erlerin avrete sözü kâr etmez
Evlâd baba ile iftihâr etmez
Humekā-yı zemân nanay oynarlar

Erkek dişi birbirine karışdı


Herkes arzûsunu buldu görüşdü
Alâmet-i kübrâ hemân kavuşdu
Humekā-yı zemân nanay oynarlar

LUTFÎ‟yi afv ede Hazret-i Allah


Merhamet buyura vallahi billâh
Korkaram tecellî ede adlullah
Humekā-yı zemân nanay oynarlar375
Efe Hazretleri‟ne göre, toplumdaki dini ve ahlaki yozlaşma o kadar tesirlidir
ki, bu durumdan ilim erbabı da nasibini almıştır. Toplum manevî bir hastalığa
tutulmuştur ama onu iyi edebilecek ilim erbabıda bu hastalığın pençesindedir. Artık
derde devâ olacak bir tabip kalmamıştır. Bu durum Efe‟yi son derece üzüntüye sevk
etmektedir:376

Bir nazar eyleyin devr -i zemâne


Kârbân-ı İslâm çekildi gitdi
Hak yardım eylesün ehl-i îmâne
Hep ricâl-i kirâm çekildi gitdi

Ehl-i tevhîd bugün ne garîb kaldı


Derde şifâ veren ne tabîb kaldı
375
Lutfî, s.202-203, ş.159.
376
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Akif Gözitok, “Muhammed Lutfî Efendi‟nin Şiirlerinde Toplumsal
Yozlaşma”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler, c.1, s.137.

133
Hilm ü hayâ ile ne edîb kaldı
Ulemâ-yı ızâm çekildi gitdi

Mü‟min ü muvahhid az az bulunur


Şer-„i şerîf bâzan süâl olunur
Gâhı gâh fetvâdan haber alınur
Kemâl ü ihtirâm çekildi gitdi377
Efe Hazretleri‟ne göre âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir. Yakîn sahibi
âlimlerin çoğu bu dünyadan göçtüler ve ilim onlarla beraber gitti. Âlimlerin sayısı
azalınca insanlar sahte ve liyakatsiz kimselerden fetvâ almakla sapkınlığa
uğradılar.378

Gülbe-i vahdetin şem„adânları


Bir bir yere düşdü çerâğlar söndü
Bu ümmetin bugün ledün-dânları
Seferleri dâr -ı Kerîm‟e döndü

Sirâc-ı ümmetî emr etdi Ahmed


Ulemâ-yı ümmet dedi Muhammed
Âlimlerle gitdi devlet-i sermed
Vallahi seâdet serâyı yandı

“Mevtü‟l-âlim mevtü‟l-âlem” buyurdu


Fahr-i âlem ümmetine duyurdu
Ümmet ulemâdan yüzün çevirdi
Adl-i Hudâ âsumâne dayandı379
Lutfî Efendi‟nin şikâyet ettiği bir diğer husus, zulüm sahibi amirlere itaat
eden âlimlerdir:

Din yolunu sed etdiler


Bid„atları medh etdiler
Ehl-i hakkı reddetdiler
Yetmez mi bu noksan bize

Arsız edebsiz ileri

377
Lutfî, s.488, ş.616.
378
“Allah, ilmi kullarından çekip çıkarmak yani silmek suretiyle değil, âlimleri kabz etmek suretiyle
alır. Nihayet hiçbir âlim kalmayınca, halk birtakım cahil kimseleri kendilerine başkanlar edinirler.
Bunlara birtakım sualler sorulur, onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Hem kendileri
dalalete düşerler, hem halkı dalalete düşürürler.” Buhari, “İlim”, 41.
379
Lutfî, s.503, ş.638.

134
Ehl-i kemâl kaldı geri
Dindârların yokdur yeri
Yetmez mi bu noksan bize

Ehl-i ilimdir her zemân


Şem-„i halâyıkdır cihân
Boş kaldı ekser şem„adan
Yetmez mi bu noksan bize

Kul oldular âmirlere


Buğz etdiler fakîrlere
Doldu sivâ zamîrlere
Yetmez mi bu noksan bize380
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, “Dâsitân-ı Zemân”381 adlı 27 kıtalık uzun bir
şiirinde yine zamâneden şikâyetle toplumun içler acısı halini veciz bir uslupla ifade
ediyor. Bu şiirden bazı kıtalar şöyledir:

Zevâl-i îmândan havf eyle amân


Bölük bölük oldu ashâb-ı îmân
Revîş-i küffârı tahsîn ederler
Görülmemiş böyle yaman bir zemân

Kāfdan kāfa bayrak açdı şeyâtîn


Şer ü şekāvetle doldu bevâtîn
Meydân aldı uryân oldu havâtîn
Böyle olmaz illâ îmândan uryân

Tâbi-„i Kur ‟ân‟ı tahkîr ederler


Peyrev-i şeytânı tevkîr ederler
Ahkâm-ı Furkān‟ı tağyîr ederler
İstirâhat etdi helelik şeytân

Frengâne deste deste gezerler


Bahr-i şehvet zevrakında yüzerler
Avrupa uslûbu gidiş düzerler
Ormân-ı küfürde olmuş kahramân382
Efe Hazretleri, bir Arapça şiirinde bu dönemde ortaya çıkan dînî ve toplumsal
yozlaşmayı Allah Teâlâ‟ya münâcâatla dile getirmektedir:
380
Lutfî, s.438 vd., ş.537.
381
Lutfî, s.613, ş. “Dâsitân-ı Zemân”.
382
Lutfî, s.613, ş. “Dâsitân-i Zemân”.

135
ِ ‫اهلل تَو َّكْمنا * اَرينا ِش َّدةَ اْلقَي ِر عمَى‬
‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ ِ ‫الد ْى ِر عمَى‬
َّ َ‫ظ ْرَنا ِفتَْنة‬
َ ‫َن‬
َ ْ َْ َ َ َ َ

ِ ‫اْل ْخوان عمَى‬


‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ ِ ِْ ‫ان تَب َّرؤا من‬
ِ ‫اْل ْح َس‬ ِ
َ ُ َ ْ ‫ان * فَقُولُوا اَُّييَا‬ َ َ ُ َ ِ ‫يم‬ َ ‫اس َع ِن ْاْل‬ َّ ‫َخ َرَج‬
ُ ‫الن‬

ِ ‫الرحمن عَمى‬
‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ َ َ ْ َّ ‫ف م َن‬ ْ َ ِ ‫ور الطُّ ْغَي‬
ِ ُ ‫ان * لَ ْيس اْل َخو‬ ِ ‫صَي‬
َ ‫ان َد َخمُوا ُب ُح‬
ِ
ْ ‫اس َعمَى اْلع‬ َّ ‫ب‬
ُ ‫الن‬ َّ ‫اَ َك‬

ِ ‫ات فَاعتَبِروا * قَب َل اْلمو ِت فَ ْانتَبِيوا عَمى‬


‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ ِ ‫الناس َف ْانتَ ِظروا بِ ْاْلَمو‬
َ ُ َْ ْ ُ ْ َْ ُ ُ َّ ‫اَُّييَا‬

ِ ‫طان م ْقتَ َدا عمَى‬


‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ َّ َ ‫اء * َك‬ ِ ْ ‫ون ِل‬
ِ ‫ْل ْقتِ َد‬ ِ ‫ور اْليُدى ِفي اْل ُع ُي‬
َ ُ ُ َ ‫ان الش ْي‬ ُ ‫وج ُد ُن‬
َ ‫ْلَ ُي‬

ِ ‫اء عمَى‬
‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ ِ ِ ‫الد ْنيا ما ب ِقي ِمن اْلحي‬
ُ ‫اء * ُزَّى‬
َ ‫اد ُى ْم اَ ْى ُل الرَي‬ َ َ َ َ َ َ َ ُّ ‫اس اَلَى‬ َّ ‫ال‬
ُ ‫الن‬ َ ‫َم‬

ِ ‫اسقُون * و ْاْلُمراء جائِرون عمَى‬


‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ ِ َ‫اَْلعمماء َغ ِافمُون و اْلجي َْلء ف‬
َ َ ُ َ ُ ََ َ َ ُ َُ َ َ ُ َُ
383 ِ ‫تَ َخ َّربوا قُبورنا تَ َغَّيروا حضورنا***تَ َكثَّروا ُشرورنا عمى‬
‫اهلل تََو َّكْمَنا‬ َ ََ ُ ُ ََ ُ ُ ُ ََ ُ ُ
“Zamanın fitnesine baktık Allah‟a tevekkül ettik… Kahrın şiddetini gördük,
Biz Allah‟a tevekkül ettik…

İnsanlar imandan çıktı, ihsandan da beri oldular… Ey ihvanlar, siz sadece


Allah‟a tevekkül edin…

İnsanlar isyana kapaklandı, azgınlık denizine girdiler… Rahmân olan


Allah‟tan korkmuyorlar, siz sadece Allah‟a tevekkül edin…

Ey insanlar, ölülere bakın, ölümden önce ibret alın, uyanık olun, sadece
Allah‟a tevekkül edin…

Uyulmak için gözlerde hidayet nuru kalmadı… Aksine Şeytana uyulur oldu,
siz sadece Allah‟a tevekkül edin…

İnsanlar dünyaya meyletti, hayâdan bir şey kalmadı… Zahidler ehli riya oldu,
siz sadece Allah‟a tevekkül edin…

Âlimler gafil oldu, cahiller fâsık oldu, âmirler zalim oldu… Siz sadece
Allah‟a tevekkül edin…

383
Lutfî, s.32.

136
Kabirlerimizi parçaladılar, huzurumuzu bozdular, şerlilerimizi çoğalttılar…
Siz sadece Allah‟a tevekkül edin…”

Verilen örneklerde açıkça görüldüğü gibi, Efe Hazretleri, bu dönemde devlet


ricâli tarafından dîni anlayış ve yaşayışa takınılan reformist ve yenilikçi tavrın
sonucunda halk nezdinde ortaya çıkan İslâm inanç ve ahlakından uzaklaşma
temayülüne sessiz kalmamıştır. Her kâmil mürşidin usulünde görülen tarikatten önce
şeriatin ihya edilmesi fikri onu İslâm‟ın zâhiri yönü üzerinde derin endişelere sevk
etmiştir. Fakat onda görülen söz konusu eleştirel tavır, devlete isyân anlamında bir
baş kaldırı değildir. Aksine onun Allah‟a teslimiyette siyasetten uzak hâlis tavrı
devlet nezdinde farkedilmiş ve bunun sonucunda yönetime yakın birçok kimse ona
meyletmiştir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin 1939 yılına kadar süren Alvar köyü
günleri dîni bozulma ve baskının olduğu zor şartlar altında geçmiştir. Bu durum
“Hülâsatü‟l-Hakâyık”ta yer alan birçok şiirinde görülmektedir.

6.3. “Efe Hazretleri” Dönemi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin “Efe Hazretleri Dönemi” olarak


isimlendirdiğimiz irşâdının üçüncü dönemi 1939‟dan vefatı olan 1956 yılına kadar
olan Erzurum merkezde geçirdiği yılları içine almaktadır. 79 yaşında Erzurum‟da
ikâmete başlayan Efe, bu süreyi Mehdi Efendi mahallesinde kiraladığı o yörede “ahır
odası” diye tanımlanan mütevâzi bir evde geçirmiştir.384 Söz konusu zaman
diliminde şöhreti Anadolu‟nun diğer şehirlerindeki dîni ve tasavvufî çevrelerde “Efe
Hazretleri” lakabıyla artmıştır. Bunda şiirlerinin halk arasında dilden dile
yayılmasının payıda büyüktür.

Efe‟nin sûfiliğinde öne çıkan insanlara ihtiyaçlarını arz etmeyen müstağni


tavrı bu dönemde bütün açıklığıyla görülmektedir. İhtiyaçlarını sadece Allah‟a arz
eden fakr sahibi şahsiyeti Erzurum yöresinde tanınmasını ve saygıyla anılmasını
sağlamıştır. Birçok kimseyi burada ağırlamış ve onlara nasihatler etmiştir. Kendisi
hakkında anlatılan hatıraların çoğu bu döneme aittir.

384
Kutlu, a.g.e., s.65 vd.

137
1946'da çok partili demokratik sisteme geçildikten sonra Cumhuriyet Halk
Partisi iktidarı ağır eleştirilere uğramış, eleştirilerin başında laikliğin eksik ve yanlış
uygulanması gelmektedir. Hükümetin laikliği dinsizlik olarak anladığı, anayasaya
aykırı biçimde halkın inanç hürriyetini kısıtladığı, müminlerin dini vecibeleri yerine
getirmesine yardım edecek din görevlilerini yetiştiren okulları kapattığı ve hacca
gitmek isteyenlere engeller çıkardığı ileri sürülmüştür. Bu eleştiriler karşısında
Cumhuriyet Halk Partisi, iç tüzüğü ile programında bazı değişiklikler yapmak
zorunda kalarak, halka yaklaşmak için bir dizi programı yürürlüğe koymuştur. Bir
taraftan din eğitimi veren okullar açılırken bir taraftan da hacca gidiş serbest
bırakılmıştır.385

Efe Hazretleri bu rahatlama sonrası 1947, 1949 ve 1950 yıllarında üç defa


hacca gitmiştir.386 Bu hac yolculukları sayesinde onun tanınırlığı dini çevrelerde
Erzurum dışına yayılmıştır. Öyleki Erzurum ve çevresinde hal ehli birçok kimse
olmasına karşın o, “Efe Hazretleri” denince ilk akla gelen sûfidir. Bu lakap onun
insanlar nezdindeki saygınlığını ve şöhretini göstermektedir.

7. Alvarlı Efe’nin Halifeleri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, tarikatların resmen yasaklanması sebebiyle


mürşitliğini gizli bir şekilde icra etmek zorunda kaldığı zor şartlara rağmen dört
halife yetiştirmiştir. Bunlar; oğlu Hacı Seyfeddin Efendi, Van‟lı Abdülhâdî Efendi,
Doğu Beyâzıtlı Kurbânî Efendi ve Bulanıklı Mehmed Efendi Hoca‟dır.387

Hâce Seyfeddin Efendi dışındaki halifeleri hakkında ayrıntılı bilgi mevcut


değildir. Bu zâtların ne zaman hilafet aldıkları bilinmediği gibi, Efe Hazretleri‟nin
şiirlerinde de isimleri geçmemektedir. Efe Hazretleri‟nden sonra tarikatın neşri Hâce
Seyfeddin Efendi vasıtasıyla devam etmiştir. Günümüzde Muhammed Lutfî Efendi
hakkında elde edilen bilgilerin çoğu Seyfeddin Efendi‟den nakille günümüze
ulaşmaktadır.

385
Ayrıntılı bilgi için bkz. Sabahattin Nal, “Demokrat Parti'nin 1950-54 Dönemi Din Siyaseti”,
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 60-3 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/447/5035.pdf,
(10.10.2013).
386
Kutlu, a.g.e., s.66..
387
Kutlu, a.g.e., s.98.

138
Hâce Seyfeddin Efendi, 1906 yılında Efe Hazretleri‟nin imamlık yaptığı
Dinarkom köyünde doğmuş ve on iki yaşına kadar burada kalmıştır. Küçük yaşta
annesi Esma hanımı kaybetmiştir. Gençlik yılları ise Alvar köyünde geçen Seyfeddin
Efendi, ilmi tahsilini babasından tamamlamış, tasavvufî sülûküne yine babasının
yanında başlamıştır. On yedi yaşında babasıyla beraber Bitlis‟e giderek o dönem
Küfrevî postişînî olan Şeyh Abdülbâki Efendi‟nin; “Seyfeddin bizimdir” iltifatına
mazhar olarak hırka giymiştir. 1945 senesinde otuz dokuz yaşında ise Küfrevî
Postnişînî Şeyh Nesim Efendi‟den Küfrevî hilâfeti almıştır.388

Seyfeddin Efendi, 1956 yılında Hâce Muhammed Lutfî‟nin vefatı sonrası


babasının yerine geçmiştir. Efe Hazretleri gibi imamlık yapmamış, irşat faaliyetlerini
bir dergâha bağlı kalmaksızın devam ettirmiştir. Babası gibi insanlara ihtiyaçlarını
arz etmeyen müstağni bir şahsiyette olan Seyfeddin Efendi, hayatını idame ettirmek
için müridleri dâhil kimseye el açmamış ve bu yöndeki teklifleri reddetmiştir.
Geçimini ticaretten, hayvancılıktan ve rençberlikten sağlamıştır. Bir yandan dünyalık
işlere devam ederken diğer taraftan insanları irşâd etmiştir. Onun mürşitliği ve
şahsiyeti hakkında damadı Hüseyin Kutlu şunları söylemektedir:

“Bir tekkesi olmadı. Ama ben şahidim, onunda ya öğlen, ya akşam sofrasında
muhakkak misafirleri olmuştur. Kendisini kesinlikle öne çıkarmadan, hep babasını
anlatarak, Efe Hazretleri‟nin geleneğini, meşrebini, yaşayışını model alarak
göstermiştir. Biz mahviyet nedir, tevâzu nedir hep ondan öğrendik. Meselâ ziyaretine
gelen üniversiteli gençlere hep demiştir ki „Ah uşak, keşke hocam sağ olsaydı. Siz
onu görseydiniz, o sizi ne güzel doyururdu. Siz bu yaşta, her yere gidebilecekken,
böyle bir yolu seçmekle ne kadar bahtiyarsınız. Aynı zamanda ne kadar büyük
zorluklara katlanıyorsunuz. Benim sizin papuçlarınıza yüzümü sürmem lazım‟ diye
iltifatta bulunurdu.”389
Seyfeddin Efendi, tekke geleneğinden gelen bir sûfi olmasına karşın, yaşadığı
dönemin sosyolojik ve ekonomik şartları dolayısıyla irşadını sosyal yaşam içinde icra
etmiştir. Kutlu, onun bu yönünü şöyle açıklıyor:

“Bir insan nasıl irşad olur? Ben Seyfeddin efendi‟de buna şahit oldum…
Hayatın içinde insanları irşad etmek… İnsanı soyutlayarak; inzivaya, kampa çekerek
değil, hayatın içinde irşad ediyordu. Bunu bize öğrettiler. Bu aynı zamanda
Nakşibendî geleneğidir, cemiyetten kendini soyutlamadan, hayatın içerisinde olmak.

388
Kutlu, a.g.e., s.95.
389
Kutlu, Efe Hazretleri, s.173.

139
Evin, barkın, işin, dükkânın olacak, meşru dairede ticaretini yapacaksın ama her an
kalbinde Allah olacak… Bütün bunları yaparken de hiç hoca-talebe havası
hissetmezdiniz, İki arkadaş gibi olurdu sizinle. Kayınpederimin yanında hep edeple
davranmış, edeple oturup kalkmışızdır ama o bizimle gayet arkadaş gibi konuşmuş,
görüşmüş, öyle muamele etmiştir. Yolculuk yaparsınız, bakarsınız bilmediğiniz
birçok şeyi öğrenmişsiniz. Ayrıca bu kuru bir bilgi değildir. İçinize, iliklerinize kadar
siner. Zaten bu tarîkatte mürşitlik denilen şey o dudakla kulak arasında gidip gelen
bir durum değildir. Bu zâtların yanında bulununca ne kazandığınızı sonradan fark
edersiniz.”390
Hâce Seyfeddin Efendi, selefi Küfrevî şeyhleri gibi ilim ehli bir halifedir.
Onun ilmi seviyesini ve irşadındaki gücünü günümüze ulaşan bazı sözlerinde bulmak
mümkündür:
“Sakın ve sakın gâfillerle teşrîk-i mesâî etme, Cenâb-ı Hakk‟ın sâdık
kullarıyla hem-bezm ol ki; Cenâb-ı Hakk‟ın sâdık kullarıyla oturup kalkan sâdık
olur, Cenâb-ı Hakk‟a âsî kullar ile oturup kalkan âsî olur. İşte bu minvâl üzere ve
yukarıdan aşağıya anlatılan Cenâb-ı Hakk‟ın zât-ı ulûhiyyetine mahsûs akîdelerin,
kâmil insan olmak üzere inanacakların ve nefs-i emmâre leşkerine karşı gayretlerinle
kalbin kalb-i selim ve merkez-i nûr-i Cemîl-i Yezdânî olur. Bu kalbin sâhibine insân-ı
kâmil ismi verilir. Nefs-i emmâre leşkeri ki -daha önce bahsettiğimiz ahlâk-ı
rezîlelerdir- bu leşkere karşı gereğinde silahını kullanır, kalbin kapusunu bekler ve
bu şeytan leşkerinin kalbe duhulüne yol vermez isen kalbini salah üzere muhafaza
etmiş olursun. Yok eğer bu leşker-i şeytânın kalbe duhûlüne yol verir isen, o gün
kalbin şeytan istilâsına uğramış; inzibâtını, kānun, idâre ve kâidesini, leşker-i şeytan
eline almış olur. İşte o kalb o gün fesâda gitmiştir.”391
Seyfeddin Efendi‟nin ismi Efe Hazretleri‟nin “Silsile-i Şerif” şiirinde amcası
Vehbi Efe‟den sonra geçmektedir:
Şeyh Seyfî-i Mahdûmi güzeldir
Hidâyet nehri bahşîş-i ezeldir392
Bir diğer şiirde Efe Hazretleri, Seyfeddin Efendi‟yi ihvanına emanet
etmektedir:

Mahdûmum Seyfeddîn size emânet


İndizde ahfâdım bulsun mekremet
Hadîkamız size cây-i meserret
Bu bağçeden gelir bûy-i muhabbet
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller393

390
Kutlu, a.g.e., s.173 vd.
391
Lutfî, s.16 vd.
392
Lutfî, , s.50, ş. “Silsile-i Şerif”, b.53.
393
Lutfî, s.22.

140
Hâce Seyfeddin Efendi‟nin babası gibi şiir yazdığı394 ifade edilmekle birlikte
o, babasının şair kişiliği karşısında edeben çokça şiirle meşgul olmamıştır. Bunda
babasının: “Oğul! Biz bununla meşgul olduk. Bu size de yeter bize de” demesinin
etkili olduğu rivayet edilmektedir.395

Efe Hazretleri‟nin ardından irşad faaliyetlerini yürüten Hâce Seyfeddin


Efendi, 23 Mart 1984 yılında vefat etmiş, cuma namazını müteakiben Erzurum
Gürcükapı Câmii‟nde kılınan cenaze namazından sonra Alvar köyüne götürülerek
dedesi Hâce Hüseyin Efendi‟nin ve babası Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin
bulunduğu türbe içerisine defnedilmiştir. Mezar taşına Efe Hazretleri‟nin şu şiiriyle
tarih düşülmüştür:

Ey zâir -i ehl-i kubûr gel kabrime kıl bir huzûr


Zevk-ı dil edince zuhûr gör nicedir cennât u hûr

Ahmed Muhammed Mustafâ Hasen Huseyin Mürtezâ


Hem Çâr -i yâr -i bâ-safâ kıldı şefâ„at doğdu nûr

Bende-i Şâh-ı Nakşî‟yem Kıtmîr -i derd-mendiyem


Çün makbûl-i efendiyem kabrim olur dârü‟ s-sürûr

Yerlerde pünhân olmuşam Rabb‟ime mihmân olmuşam


Mazhar-ı gufrân olmuşam Rabb‟im edüp afv-i kusûr

Seyfi‟ye Lutfetti Hudâ can gûşime eyler nidâ


Nâmım senin sır târihin der kim HÜVE ABDÜ‟L-GAFÛR396

394
Bazı şiirleri günümüze ulaşmıştır. Bunlardan biri şöyledir:
Dilâ her dem nedir bende bu mahzunluk sürûrum yok
Ham itmiş kaddimi gerdûn zamanda bir huzurum yok
Hayâl-i vasl-ı cânanla eğer mesrur isem bir an
Vüsûl-i vasl-i cânâne sebep bir an sübutum yok
Kevâtib kim yazar uşşâka bahtın kapkara her dem
Bu bahtım karası andan disem aşkda nûmûnum yok
Güzeller dâd-reslikde şerâit kaydı koymuşlar
Nice feryâd idem cânâ benim şartım şurûtum yok
Yine feryâd u âh ile biter bu iş disem ey dil
Haberdâr eyleyin yâri benim âh-ı füzûnum yok
Olup külbe-i ahzânım şeb-i târik-veş Seyfî
Nedir bilmem buna dermân tefahhumda şuurum yok; Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.95.
395
Kutlu, Efe Hazretleri, s.175.
396
Efe Hazretleri‟nin bu şiirinin mahlas beyti tarih düşülmek maksadıyla değiştirilmiştir. Mahlas
beytinin orjinali şöyledir:
LUTFÎ‟ye lutf etsin Hudâ dolsun dile nûr -i hüdâ

141
8. Alvarlı Efe’nin ġiirlerinde NakĢibendîlik ve Kâdirîlik

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şiirlerinde mensubu bulunduğu


Nakşibendî ve Kâdirî tarikatlarının usûl, âdap, tarikatın önemli şahsiyetleri ve çeşitli
unsurları üzerine çoğu zaman ayrı ayrı değerlendirmeler yapılmıştır. Bazen de bu iki
tarikatın unsurları birlikte zikredilerek övülmüştür.

Efe Hazretleri‟ne göre, Kâdiriyye‟nin pîri Abdülkâdir Geylânî kuddise


sirruhu‟nun halifelerinin Kâdirîliği neşretmeleri ve Nakşibendî mürşitlerinin
himmetleri sayesinde, Anadolu topraklarında yaşayan insanlar ilahî aşkın cazibesine
tutulmuşlardır:

Abdülkādir ‟in devleti


Nakşibendî‟ler himmeti
Mollâ-yı Rûm saltanatı
Sâlikler pervâne döner397

8.1. NakĢibendîlikle Ġlgili GörüĢleri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin şiirlerinde mensup olduğu Nakşîbendî


tarikatının izlerini görmek mümkündür. Ona göre; Nakşibendî silsilesine dâhil olan
sâdât-ı kiramın hepsi kendilerine lütfedilen kudsî ruhla velâyette yüce makamlara
ulaşmış mukaddes kimselerdir:

Sâdât-ı Nakşibendî‟ler mukaddes


İde esrârlarını Allah akdes398
Nakşibendî tarikatının esaslarını sistemleştiren Muhammed Bahâuddîn
Nakşibend kuddise sirruhu, gaflet deryasında yolunu kaybetmiş kimselere yol
gösteren yüce bir güneştir. Ve bu güneş, Allah‟ın lütfu olan esmânın tecellilerinin
İslâm âlemine cömertçe akmasına en büyük vesiledir:

Muhammed Nakşibendî mihr-i vâlâ


Âlem-i İslâm‟a şems-i tecellâ399

Hak yoluna rûhum fedâ tahte‟ t-türâb abdü‟l-Gafûr, Lutfî, s.200, ş. 155; Ayrıntılı bilgi için bkz.
Kındığılı, a.g.s.b., c.2, s.19.
397
Lutfî, s.250, ş.135.
398
Lutfî, s.50, ş. “Silsile-i Şerif”, b.56.
399
Lutfî, s.48, ş. “Silsile-i Şerif”, b.22.

142
Yine Bahâüddîn Nakşibend, basiret sahiplerinin ittifakıyla Kur‟ân ahlakının
en üstün meziyetlerini üzerinde taşıyan bir kimse olarak Hakk‟tan aldığı feyzi
neşreden bir deryâ-yı irfândır:

Şâh-ı Nakşibendî deryâ-yı irfân


Neşr-i feyz-i Hak‟da emsâl-i ummân
Câmiu‟l-kemâlât ahlâk-ı Kur ‟ân
Dest-gîr-i ümmet fermân iledir400
Nakşibendî tarikatının “Müceddidiyye” ismiyle anılmasına sebep olan “İmâm-
ı Rabbânî” lakabıyla maruf Fâruk Sirhindî kuddise sirruh, Hazreti Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem‟in maneviyat âleminde övdüğü bir şahsiyettir:

İmâm-ı Rabbânî Fârûk-ı Ahmed


Senâ eyler ona Zât-ı Muhammed401
Yine İmâm-ı Rabbânî, feyzini her tarafa akıtan “ders-i men aref” kitabının
canlı bir timsalidir:

İmâm-ı Rabbânî kitâb-ı aref


Bâkî Muhammed‟le buldu bin şeref
Füyûzâtı ile doldu her taref
Kerem-i İlâhî şâyân iledir402
Nakşibendiyye tarikatının en önemli simalarından biride bu tarikatın
“Hâlidiyye” diye anılmasını sağlayan Mevlânâ Hâlid Bağdâdî‟dir. O, yaşadığı
zamanın müceddidi ve sonsuz feyzin hidâyet güneşidir. İnsanların bidatlere düştüğü
karanlık günlerde onları sünnetle aydınlatan ay gibidir:

Müceddid-i zeman Hazret-i Hâlid


Hidâyet güneşidir feyz-i câvid403
Şemsüddin mazhar -ı Habîbullahdır
Seyyid Abdullah ki Dehlevî şâhdır
Mevlânâ Hâlid ki bu dinde mâhdır
Seyyid Hekârî‟yle erkân iledir404

400
Lutfî, s.147, ş.82, b.24.
401
Lutfî, s.49, ş. “Silsile-i Şerif”, b.36.
402
Lutfî, s.147, ş.82, b.32.
403
Lutfî, s.49, ş. “Silsile-i Şerif”, b.42.
404
Lutfî, s.149, ş.82, b.34.

143
Son örnekte Seyfeddin Efendi, babasının mana âleminde kendisine hitabı
mahsulü olan manzumede; Nakşibendî tarikatında önemli yer tutan toplu zikirlerden
hatme-i hâcegân‟a devam etmeleri hususunda sevenlerine tavsiyede bulunuyor:

Bi-iznillâh gözler sizi himmetim


Rabt-ı kalbinizi ister gayretim
Hatm-i Hâcegân‟dır benim devletim
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller405

8.2. Kâdirilikle Ġlgili GörüĢleri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, hem Nakşî hemde Kâdirî bir mürşid olmasına
karşın, onun Kâdirîlik yönü Nakşibendîliğinin gerisinde kalarak fazla şöhret
bulmamıştır. Fakat şiirlerinde Kâdirîlikle alakalı unsurlar Nakşibendiliğe göre daha
çok yer tutmaktadır.406 Nakşibendî silsilesinini zikrettiği “Silsile-i Şerif” şiirinde
Abdülkâdir Geylânî kuddise sirruhu‟ya yer verdiği gibi, onu öven ve himmetinin
yüceliğini anlatan çeşitli müstakil şiirler kaleme almıştır.

Efe Hazretleri‟ne göre Kâdiri meşâyıhı güneş gibi himmeti bol ve yaygın
kimselerdir. Bu yüzden Kâdirî dervişlerine muhabbet beslemek gerekir:

Sâdât-ı Kādirî‟ler hurşîd-i himmet


Anın dervîşlerine kıl muhabbet407
Kâdirî tarikatını sistemleştiren ve bu sebeple kendi ismiyle anılmasına sebep
olan Abdülkâdir Geylânî kuddise sirruhu, Allah katında değeri çok yüce bir
şahsiyettir:

Mukaddes Gavs-i Geylânî seâdet


Güneşidir o ummân-ı inâyet408
Efe bir şiirinde Allah Teâlâ‟ya niyâz ederken “ehl-i tarîkın sultânı” olan Pîr-i
Geylânî‟yi tevessül ederek yalvarmaktadır:

Himmet-i Pîr -i Geylânî


Ehl-i tarîkın sultânı

405
Lutfî, s.21.
406
Ayrıntılı bilgi için bkz. Şimşek, a.g.s.b., c.2, s.451.
407
Lutfî, Lutfî, s.50, ş.“Silsile-i Şerif”, b.57.
408
Lutfî, Lutfî, s.48, ş. “Silsile-i Şerif”, b.23.

144
Şâd eyle ehl-i îmânı
Nân-ı azîzi bol eyle
Kabûl et bizi kul eyle409
Yine Pîr-i Geylânî, tasavvuf yolunda sülûk eden mürşitlerinde mürşididir:

Şeyhu‟l-meşâyihdir pîr -i Geylânî


Câmiu‟l-kemâlât Hakk‟ın ihsâni
Şeb-i Mîrâc Muhammed‟in kurbâni
Ol Zât-ı Kerîm‟e bağışla bizi410
Abdülkâdir Geylânî “Gavslık” makamında bir velidir ve velâyet bahrinde şânı
pek yücedir. Onun hususiyetlerini anlattığı müstakil bir şiiri şöyledir:

Haremgâh-ı visâlin mahremidir Gavs-i Geylânî


O bezm-i âşinâlar a‟zamıdır Gavs-i Geylânî

Mukarrebler meyânında yücedir himmet ü şânı


Gürûh-i evliyânın ekremidir Gavs-i Geylânî

Ser-i tâc-ı seâdeti yed-i kudretle yapılmış


Uluvv-i şân-ı âlî-şân demidir Gavs-i Geylânî

Ona ihsân edüp kuvvet-i kudsî hârikulâde


Nebîler serverinin hem-demidir Gavs-i Geylânî

O zât-ı zü‟l-fezâil berk urur nûr -i muhabbetle


Cemâl-i bâ-kemâlin bil cîmidir Gavs-i Geylânî

O rûhâniyyeti anın nebîler sırrına vâkıf


Ol ism-i pâk-i Ahmed‟in mîmidir Gavs-i Geylânî

Der-i der gâhına LUTFÎ ola kurbân bu âlemde


Muhabbet verdinin dilde nemidir Gavs-i Geylânî411
Benzeri başka şiirlerde; Abdülkâdir-i Geylânî Allah‟tan gelen feyz-i İlâhî‟nin
kendisinde toplanıp da ondan insanlara dağıtılan bir merkez olarak zikredilmiştir:

Feyz-i Rabbânî merkezi


Sırr-ı velâyet me‟hazi
Meydân-ı reşâdet bâzi

409
Lutfî, s.463, ş.578.
410
Lutfî, s.515, ş.656.
411
Lutfî, s.487, ş.615.

145
Abdülkādir ‟dir gavsullah

Almış feyz-i Muhammed‟i


Kazanmış âlî himmeti
Hakkā kitâb-ı hikmeti
Abdülkādir ‟dir gavsullah

Necm-i hüdâdır hüveydâ


Muhıbleri bulur hüdâ
Saîd olan olur fedâ
Abdülkādir ‟dir gavsullah

Velîlerin serdârıdır
Meşâyihin dildârıdır
Mihr-i hüdâ envârıdır
Abdülkādir ‟dir gavsullah

Arş-ı berîn eyler nidâ


Geylânî‟yi sever Hudâ
Melekler der cânlar fedâ
Abdülkādir ‟dir gavsullah

Seâdeti sebkat eden


Tarîk-ı hüdâya giden
Geylânî‟yi kabûl eden
Abdülkādir ‟dir gavsullah

LUTFÎ yere koy sen yüzün


Ayırma izinden gözün
Hak tasdîk etdi bu sözün
Abdülkādir ‟dir gavsullah412

Kādirîlerin edâsı
Arşa çıkar her sadâsı
Darb-ı zikirdir binâsı
Keşf olur müşkil mânâsı
Dervîşlerin âşinâsı
Allah Vâhid Ehad Samed

Halka-i Pîr -i Geylânî

412
Lutfî, s.464-465, ş.579.

146
Mahzen-i nûr -i Rabbânî
Bahş eder zikr -i sultânî
Kâmil eder pîr insânı
İkmâl eder her noksânı
Allah Vâhid Ehad Samed

Pîr-i Bağdad‟ın gülleri


Dervîşlerdir bülbülleri
Salındıkça sünbülleri
Zikreder mey ü mülleri
Budur ezkâr -ı dilleri
Allah Vâhid Ehad Samed

Halka-i Pîr -i Bağdâdî


Cem eder ebdâl evtâdı
Kurmuş evreng-i irşâdı
Da„vet-i Hakk‟a ibâdı
Cân u dilinde m ûtâdı
Allah Vâhid Ehad Samed

Evliyâların sultânı
Etkıyâların burhânı
Okudur ilm ü irfânı
Neşr eder feyz-i Rabbânî
Evrâd-ı Pîr -i Geylânî
Allah Vâhid Ehad Samed

Şems-i mârifet pîrimiz


Tarîkatde rehberimiz
Gönüllerde enverimiz
Dü-cihân dest-gîrimiz
LUTFÎ Hak‟dan tezkîrimiz
Allah Vâhid Ehad Samed413

Dervîşin yanar cânı


Muhabbet-i Rabbânî
Gel ey cândan sultânı
Meded pîr -i Geylânî
Bülbüllerden sor zârı
Pervânelerden nârı414
413
Lutfî, s.142 vd., ş.80.
414
Lutfî, s.550, ş.707.

147
Kâdirî dervişlerinin devrân zikrinde aşk yangınından dolayı pervâne gibi
dönmesi Pîr-i Geylânî tarzı bir tevhîd meydanının kurulmasıdır:

Meydân-ı tevhîd kurulur


Tarz-ı Geylânî vurulur
Boyunlar Hakk‟a burulur
Sâdıklar pervâne döner415

Dervîşler Allah‟ı sever gönülden


Halka-i zikirde meydân ederler
Tâlib-i sâdıkı bulsa dervîşler
Gönlünü merkez-i irfân ederler

Dervîşlerin gönlü gözü m ârifet


Nûruyla doldurmuş devrân ederler
Dervîşleri LUTFÎ çok sever Allah
Yolunda cânların kurbân ederler416

Bâzâr -ı aşka girdi erenler


Meydân içinde merdâne yâ Hû
Bu zevk-ı aşkı sürdü erenler
Devrân ederler merdâne yâ Hû417

9. Alvarlı Efe ve Küfrevî PostniĢinleri

Efe Hazretleri‟nin halifesi bulunduğu Bitlis‟teki Küfrevî dergâhı, özellikle


doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesinde halk üzerinde nüfuzu yüksek olan bir
tekkedir. Küfrevî tekkesi ve postnişinleri, Osmanlı‟nın son döneminde ve
Cumhuriyet‟in ilk yıllarında ilmî, tasavvufî ve ahlakî açıdan önemli görevler ifâ
ederek, Hâlidiliğin Anadolu‟da kökleşmesinde etkin rol oynamışlardır. Küfrevî
dergâhının kurucusu Şeyh Muhammed Küfrevî‟nin yüzlerce halife yetiştirdiği
rivayet edilmektedir.418 Muhammed Küfrevî, 1898 yılında vefat ettiğinde tekkenin
başına oğlu Şeyh Abdülhâdi Efendi, 1914 yılında Şeyh Abdülhâdî‟nin vefatı sonrası

415
Lutfî, s.250, ş.235.
416
Lutfî, s.164 vd., ş.96.
417
Lutfî, s.411, ş.495.
418
Halifelerinden bazılarının isimleri için bkz.Vahyeddin Küfrevî, Pîr Muhammed Küfrevî Hazretleri,
Kaynak Yay., İstanbul, 2013, s.11.

148
postnişinliğe Küfrevî‟nin küçük oğlu Şeyh Abdülbâkî Efendi, Şeyh Abdülbâkî‟nin
1943‟de ebedî âleme irtihal etmesi üzerine bu makama oğlu ve halifesi Şeyh Nesim
Efendi geçmiştir. Şeyh Nesim Efendi‟nin oğlu Cesim Efendi ise, babasının 1953‟de
vefatı sonrası tekkenin başına geçerek bu görevi sürdürmüştür.

Kendiside bir sûfî olan ve birçok Osmanlı padişahı gibi tasavvuf ehline
himmet ve hürmet eden Sultan II. Abdülhamid‟in Küfrevîlere karşı derin muhabbet
beslediği bilinmektedir. Günümüze ulaşan bir belge yoksa da Sultan II. Abdülhamid
ile Şeyh Muhammed Küfrevî arasında şeyhlik-müridlik ilişkisi olduğuna dâir
rivâyetler vardır.419 Sultan 2. Abdülhamid‟in Küfrevî Hazretleri‟nin vefatından sonra
1899 yılında Bitlis‟e Roberto isminde bir İtalyan mimar göndererek türbe yaptırması,
onun Muhammed Küfrevî‟ye olan sevgisini ve verdiği değeri göstermesi bakımından
önemlidir.420 Yine Küfrevî Postnişîni Şeyh Abdülbâkî Efendi ile irtibatı bilinen
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı sırasında 18 Kasım 1916‟da bu dergâhı ve
türbeyi ziyaret etmiştir.421 Türbede Muhammed Küfrevî‟nin yanısıra Şeyh
Abdurrahmân, Şeyh Abdülhâdi, Şeyh Abdulbâki, Şeyh Nesim ve Şeyh Cesim‟in
kabirleri bulunmaktadır.

419
“II. Abdülhamid pir-i akdesin müridi, halifesi ve aşıkı idi. Sultan Fatih‟le Akşemseddin gibi
aralarında bir şeyhlik- müridlik bağı vardı ve her zaman onunla emriyle hareket ederdi. Binanın ön
tarafında, yapılış bakımdan çok özel gümüşle çerçevelenmiş antika bir fayansın üzerine huruf-u
mukataa ile her harf bir isme işaret etmek suretiyle “Kaf. Be. Sin. Ayn. He” (Kıtmirü babuke Sultan
Abdülhamid han) diye yazdırılmıştır. Bab‟us sırda kapının üst kısmında oyulup monte edilmiştir.”
Küfrevî, s.14.
420
“1898 tarihinde, Bitlis mimari yapısından tamamen farklı bir tarzda yapılan türbe, Küfrevî
Konağı‟nın bahçesinde kurulmuş bir ziyaretgâhtır. Dış görünüşü itibariyle İstanbul‟daki “Geç
Dönem” türbelerine benzemektedir.12 Bitlis‟te, İnönü mahallesindeki Kızılmescid‟in yanındadır.
Türbenin giriş kapısı üzerinde bulunan kitabeye göre Sultan İkinci Abdülhamid Han‟ın emriyle
1889‟da inşa edilmiştir. Mimarı, padişah tarafından özel olarak görevlendirilen İtalyan mimar
Alberto‟dur. Sultan Abdülhamid tarafından inşa edildiği için İtalyan stili değil Osmanlı stiliyle ve
hassaten Sultan Abdülhamid zamanındaki mimari şekline ağırlık verilmiş ve harika bir eser meydana
gelmiştir… Türbenin ilk giriş kapısı çürümeyen bir ağaçtan yani abanoz ağacından yapılmış, üzeri
altın ve gümüşle kapanmış ve süslenmiş idi. Bu türbeye giden masraflar padişah tarafından şahsi
parasıyla yapılmıştır. Rivayetlere göre türbenin inşasında 12 bin altın ve bazı rivayetlere göre 18 bin
altın sarf edilmiştir… Ne yazık ki 1916‟da Bitlis Rusların işgali altına girdikten sonra yağmalanmış,
altın ve gümüş işlemeli makamın giriş kapısı ve Sultan Abdülhamid‟in o antika çerçeveli ismi yazılı
kısmı Rusya‟ya kaçırılarak Moskova‟da müzede sergilenmiştir.” Küfrevî, a.g.e., s.14 vd.
421
18 Kasım 1916‟da Bitlis‟te türbeyi ziyaret eden Mustafa Kemal Paşa günlüğüne türbe hakkında
izlenimlerini şöyle yazmıştır: “Öğleden evvel saat 10‟da El Şeyh‟ut Tai El Halidi Muhammed El
Nakşibendî Küfrevî‟nin Kızılmescit mahallindeki türbesini ziyaret ettim. Küçük bir türbe. Şeyh‟in
merkadi ve yanında biraderzadesi olduğunu türbedârın ifade ettiği bir zatın merkadi vardır. Şeyh‟in
merkadinin örtüsü sırma işlemeli, elmas, yakut gibi taşlarla müzeyyen. Bu taşların elmas, yakut,
zebercet olduğunu türbedâr söylemişse de, hakiki olmayacak. Diğer merkat dahi sırmalı işlemeli
örtülü. Bu türbeye Ruslar ilişmemiş. Türbenin kapıları gümüş ve altın kakma. Kıymetli halılar var,
fakat ekserisi çürümüş. Bu türbeyi Sultan Hamit yaptırmış. Badehu Bitlis‟in daha bir iki harap türbe
gibi yerlerini gördükten sonra, ikametgâhıma avdet ettim.” Küfrevî, a.g.e., s.15.

149
9.1. ġeyh Abdülhâdî Efendi (ö.1914)

Babasının 1898 yılında vefatı sonrasında tekkenin şeyhliğini üstlenen Şeyh


Abdülhâdî Efendi, Muhammed Küfrevî‟nin en büyük oğludur. Doğum tarihi
bilinmemekle birlikte, zâhiri ve bâtini ilimleri babasının yanında okuyarak ilmî icâzet
ve tasavvufî hilâfet almıştır. Daha babasının sağlığında ilmî ve dîni icâzetler vermeye
yetkili bir âlim ve muktedir bir şeyh olduğu rivâyet edilmektedir. O dönem sûfî
çevrelerde “Hazreti Şah” lakabıyla tanınan Abdülhâdî Efendi, tekkenin başında
bulunduğu dönemde, Küfrevî dergâhına bağlı kişilerin sayısı artmış, tekkenin şöhreti
ve nüfuzu yükselmiştir. 1914 yılında vefatına kadar Küfrevî tekkesinin başında
kalmıştır.422

Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi ile Şeyh Abdülhâdî Efendi arasındaki


ilişkiye dair ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Şeyh Abdülhâdî‟nin Hasankale‟ye gelip
ziyarette bulunduğu ve yine Küfrevî halifelerinden olan Alvarlı‟nın babası Hâce
Hüseyin Efendi‟nin “Kadem Bastın” isimli meşhur şiirini Şeyh Abdülhâdî Efendi‟nin
ziyareti esnasında irticalen söylediği belirtilmektedir. Söz konusu şiirde Hüseyin
Efendi, Şeyh Abdülhâdî‟nin şahsında Muhammed Küfrevî Efendi ve evlatlarına olan
bağlılığını ve sevgisini yansıtmaktadır:

Kadem bastın gönül tahtına sultânım safâ geldin


Dil-i pür-renc ü tâb-ı derde dermânım safâ geldin

Kapundur matla‟i a‟lâ tapundur maksad-ı aksâ


Senindir rütbe-i‟ulyâ benim şâhım safâ geldin

Gel ey dilberlerin şâhı melâhat burcunun mâhı


Gedâ‟nın hâlini gâhî sorup şâhım safâ geldin

Gel ey sultân-ı âlî-şân ki sensin Hüsrev-i devrân


Sana hep bende-i fermân buyur şâhım safâ geldin

Gedâî geldi ol câne can olsun yoluna kurban


Seâdet tahtına sultân buyur şâhım safâ geldin423

422
Küfrevî, a.g.e., s.48-50; Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.54.
423
Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.27.

150
Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi‟nin şeyhi Muhammed Küfrevî‟ye ve
evlatlarına karşı gösterdiği sevgi ve muhabbeti, divânında ve hatıralarda görmek
mümkündür. Efe, Şeyh Abdülhâdî Efendi gibi Pîr-i Küfrevî‟nin bir halifesi olmasına
karşın, şeyhinin evlatlarını silsilesinde kendinden önce zikrederek onlara olan
muhabbetini ve saygısını ortaya koymaktadır. Efe‟nin divânında Şeyh Abdülhâdî
Efendi‟yi öven bir beyit bir de kıta vardır.

Efe‟nin “Silsile-i Şerif” şiirlerinin ilkinde Şeyh Abdülhâdî‟den övgü ile


bahsedilmektedir. Efe Hazretleri‟ne göre, Muhammed Küfrevî‟nin oğlu Abdülhâdî
Efendî, velâyette yüksek rütbe sahibi bir şahtır:

Anın ferzendi Abdülhâdî Şâh ‟dır


Velâyet rutbesinde âlî-câhdır424
İkinci silsile şiirinde ilgili kıtada Şeyh Abdülhâdî Efendi, muhabbet denizinde
yüzen âşıkların sultanı olarak anılmaktadır. O, mâsivâyı tamamen terkeden ve İlâhi
cezbeyle sadece Allah'ın cemâline müştak olan bir âşıktır:

Deryâ-yı muhabbet sultân-ı uşşâk


Târik-i mâsivâ cemâle müştâk
Meczûb-i İlâhî bahr -i iştiyāk
Abdülhâdî aşk-ı Rahmân iledir425

9.2. ġeyh Abdülbâkî Efendi (ö.1943)

Şeyh Abdülhâdî Efendi‟nin 1914‟de vefatı sonrası Küfrevî tekkesinin


postnîşinliğine Şeyh Muhammed Küfrevî‟nin diğer oğlu Şeyh Abdülbâkî Efendi
geçmiştir. Şeyh Abdülbâkî Efendi, Muhammed Küfrevî Efendi‟nin Abdülhâdî,
Abdülhâlık ve Abdülbârî‟den sonraki dördüncü oğludur.426 1872 yılında Bitlis‟de
doğan Abdülbâkî Efendi, ilmî ve tasavvufi eğitimini babasının yanında
tamamlayarak icâzet almıştır. Nesim427 ve Kasîm428 isminde iki erkek evladı vardır.

424
Lutfî, , s.50, ş.“Silsile-i Şerif”, b.46.
425
Lutfî, s.149, ş.82, b.37.
426
Kutlu, a.g.e., s.54.
427
Şeyh Nesim Efendi, babasının 1943 yılında vefatı üzerine Küfrevî dergâhının postnîşinliğini
üstlenmiştir.
428
Şeyh Abdülbaki Efendi‟nin küçük oğlu olan Kasîm Küfrevî hakkında ayrıntılı bilgi “Efe
Hazretleri‟nin Bazı Âlim ve Mutasavvıflarla İlişkileri” bölümünde ileriki sayfalarda verilecektir.

151
Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin tekkenin başında bulunduğu dönem Osmanlı‟nın
savaşlardan başını kaldıramadığı son dönemi ile Cumhuriyet‟in kurulduğu çalkantılı
ilk zaman dilimindedir. Osmanlı Devleti, 1914-1918 arası Birinci Dünya Savaşı‟na
katılmış ve bu savaş esnasında Ruslar Bitlis‟i de işgal etmiştir. Bitlis halkı işgale
direnmiş fakat başarılı olamamıştır. Bu direnişte Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin ağabeyi
Şeyh Abdülhâlık şehîd olmuştur. Mustafa Kemal‟in komutanı olduğu 6. Kolordu‟ya
bağlı bir fırka tarafından 8 Ağustos 1916‟da Bitlis Rus işgalinden kurtarılmıştır.
Mustafa Kemal işgal esnasında iki defa geldiği Bitlis‟e üçüncü ziyaretini 7 Kasım
1916 tarihinde gerçekleştirmiş ve 21 Kasım‟a kadar şehirde çeşitli incelemelerde
bulunmuştur.429 Üçüncü seyahatte 18 Kasım‟da Küfrevî tekkesine gelerek Şeyh
Abdülbâki Efendi ile görüşmüş ve Şeyh Muhammed Küfrevî‟nin türbesini ziyâret
etmiştir.430

Mustafa Kemal‟in Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin ziyaretinden son derece


memnun ayrıldığı ve kendisine karşı hürmet ve muhabbet beslediği sonraki
zamanlarda Şeyh Abdülbâkî Efendi‟ye gönderdiği mektuplarından anlaşılmaktadır.
Bunda Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin Hâlidiyye öğretisi çerçevesinde her zaman
devletten yana tavır alarak ayrılıkçı Kürt isyanlarına karşı durmasıda etkin rol
oynamıştır.431

Mustafa Kemal‟in Şeyh Abdülbâkî Efendi‟ye hitaben yazdığı beş ayrı


mektubu bulunmaktadır. Bu mektuplardan ilki Mustafa Kemal Yedinci Ordu
Kumandanı olduğu vakit 27.08.1917 tarihinde yazılmıştır. İkincisi, Erzurum
Kongresi sonrası 13.08.1919‟da, üçüncü, dördüncü ve beşinci mektuplar Mustafa
Kemal‟in Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olduğu dönemde 24.08. 1920,
27.02. 1922 ve 04.03. 1922‟de göndermiştir. Söz konusu mektuplarda Mustafa

429
Ayrıntılı bilgi için bkz. Bitlis Halk Sağlığı Müdürlüğü, “Bitlis‟in Tarihi”,
http://www.bitlis.hsm.saglik.gov.tr/bitlis.html, (15.08.2013).
430
“1916‟da Mustafa Kemal Paşa, Bitlis‟teki Küfrevî dergâhını büyük saygı ve hürmetle ziyaret etmiş,
ayriyeten Şeyh Abdulbaki Efendi‟nin ellerini öpmüş ve Muhammed Küfrevî hazretlerinin hanımı nene
Fatıma‟ya saygı ve hürmetini göstermiş ve bana dua etsin diye bir talepte bulunmuştur. Nine
hazretleri de “Allah seni padişah etsin” diye dua etmiştir.” Küfrevî, a.g.e., s.58.
431
“Şeyh Abdulbaki Efendi Birinci Cihan Harbi yıllarında Küfrevî dergâhının şeyhlik makamında
oturmaktadır. Bu sıralar milletin birlik ve beraberliğini sağlamak hususunda büyük gayret sarf
etmiştir. Bilhassa doğuda bölücülük yapmak isteyenlere karşı çıkmış ve çıkan isyanları sonuçsuz
bırakmakta büyük rol oynamıştır. Mesela 1913‟de zuhur eden Şeyh Selim isyanında yatıştırıcı
rolünden ötürü Devlet-i Âliye tarafından bölgedeki bazı ulema ve fuzala ile beraber kendisine de
beşinci dereceden Mecidi Nişanı verilmiştir.” Küfrevî, a.g.e., s.58.

152
Kemal‟in Şeyh Abdülbâkî Efendi‟ye karşı saygı ve sevgi dolu hitapları vardır. Örnek
olarak aldığımız mektubunda bu durumu görmek mümkündür:

“13.8. 1919
Bitlisli Küfrevîzade Şeyh Abdulbaki Efendi hazretlerine,
Faziletli efendim,
Zat-ı fazılanelerinin Bitlis‟te olduğunu tahmin ediyorum. Bu defa aldığım
malumat üzerine bu husus tevsik edildi. Makam-ı muallâ-yı hilafet ve saltanatın,
vatan ve milliyetimizin içinde bulunduğu müşkül vaziyet malum-u arifaneleridir.
Senaverleri, milletimizin bugünkü felaketin içinden çıkacağı güne kadar milletle
beraber ve milletin içinde çalışmaya hasr-ı vücut etmekten başka şiar-ı hamiyet
olmayacağı kanaatiyle derhal askerlikten istifa ettim. Çünkü resmi makam ve sıfatım
buna mani oluyordu.
Bugün için yegâne çare-i halas milletin vahdetini bütün cihana göstermek
ve hukuk-u mukaddesatımızı milletin ibraz edeceği kudret ile tahlis etmektir.
Erzurum Kongresince takarrür ettirilen esasatı takdim ediyorum. O
havalice icabına tevessül buyrularak, düşmanlarımızın her türlü telkinatına sed
çekmeleri müsellem olan hamiyet ve vatanperverliklerinden intizar olunur. Arz-ı
hürmet ve muhabbet eylerim, Efendim hazretleri… Sabık Üçüncü Ordu Müfettişi
Mustafa Kemal”432
Şeyh Abdulbaki Efendi 1925‟de zuhur eden Şeyh Said isyanından sonra
olaylara karışmadığı halde ailesi ile birlikte zorunlu iskân olarak İstanbul‟a
getirilmiş, Karagümrük‟te bir evde gözetim altında tutulmuş ve vefatına kadar burada
ikamet etmiştir.433 1943 senesinde dar-ı bekaya irtihal ettiğinde nâşının Bitlis‟te
defnedilmesine izin verilmemiş bu yüzden Eyüp Sultan yakınlarında bir mezarlığa
defin edilmiş, 1944 yılında oğlu Şeyh Nesim Efendi gördüğü bir rüya üzerine
babasının nâşını Bitlis‟e, Muhammed Küfrevî‟nin türbesine nakletmiştir. Bu nakil,
dönemin tek parti iktidarının tasavvuf ehline yönelik sıkı takibatı sebebiyle, gizli bir
şekilde ve zor şartlarda gerçekleşmiştir.434

432
Küfrevî, a.g.e, s.58.
433
Hüseyin Kutlu, Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin yeğeni Şeyh Mustafa Efendi‟den naklettiğine göre;
Şeyh Abdülbâkî, Karagümrük semtinde bir evde zorunlu ikamete tabi tutulmuştur. Şeyh Mustafa
Efendi ise Abdülbâkî Efendi‟ye yakın olabilmek için onun evine yakın bir evde ikamet etmiştir.
Kutlu, Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin kaldığı evin yetmişli yıllara kadar durduğunu belirtmektedir. Bu
konuda Vahyeddin Küfrevî ise tamamen farklı bilgiler vermektedir. Ona göre; Mustafa Kemal Paşa ile
olan irtibatı ve ayrıca hadisedeki masumiyeti bilindiğinden Şeyh Abdülbâkî‟ye Üsküdar‟da bir köşk
tahsis edilmiştir. (Küfrevî, a.g.e., s.60). Kutlu, Vahyeddin Küfrevî‟nin verdiği söz konusu bilgileri
kesin bir ifade ile reddetmektedir.
434
Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin nâşının Bitlis‟e nakli şöyle anlatılmaktadır: “1944 senesinde Şeyh
Nesim Efendi üst üste babasını rüyada görür. Abdulbaki Efendi şöyle demektedir: “Oğlum, bana söz
vermiştin. Pir-i Küfrevî‟yi çok özledim. Beni onun yanına götür. Korkma oğlum, Allah sana yardım

153
Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin vefatını haber alan Alvarlı Efe Hazretleri onun
hakkında iki mersiye yazmıştır. Efe‟nin ilk mersiyesi “Der-vefât-ı Şeyh Abdü‟l-Bâkî
Efendi Hazretleri” başlığını taşımakta ve içeriğinde onun kudsîlerin bile imrendiği
yüce bir şahsiyet olmasına karşın yaşarken değerini bilen kimselerin çok nadir
olduğunu ifade etmektedir:

Uçûben mürg-i lâhûtî fenânın âşiyânından


Konup Firdevs-i a„lâ‟ya cinânın âlî-şânından
Mukaddes şâhid-i kudsî çıkup bend-i nikābından
Güneş-veş âşikâr oldu cemâl-i ihticâbından
O şems-i âlem-ârâyı bilen nâdir idi amma
Füyûzât-ı İlâhî neşr olurdu her hitâbından435
Efe Hazretleri, ikinci mersiyede Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin çeşitli güzel
hususiyetlerinden bahsediyor: O, konuştuğu zaman sözlerinden âb-ı kevser akardı.
İmanın nuru yüzünde parlardı. Basiret ehli bir kişi gördüğünde elinde olmadan onu
severdi. Allah katında yücelik tâcını takan babası Muhammed Küfrevî‟nin tüm güzel
ahlakını üzerinde taşırdı:

Sezâ-vârdır cihân câne dâr olsun


Dil-i ehl-i îmân âteş-bâr olsun

eder.” Şeyh Nesim Efendi kalkar, bir iki tane fedakâr sofiyi bulur, onlara: “Babamı Bitlis‟e
götürmeye bana yardımcı olur musunuz?” der. Onlar da “Kurban, eğer Şeyhimizden gelen emir bu
ise, canımız feda olsun, hazırız.” derler. Nesim Efendi iki sofiyle birlikte marangoza gider. Bir tabut
yaptırırlar. Akşamleyin Eyüp Sultan mezarlığına giderler. Oranın bekçisine kendi durumlarını arz
ederler. O da der ki: “Bu gece buna benzer bir rüya gördüm. Bir şeyh rüyama geldi. Benim evladım,
sana gelecek, yardımcı olun, diye sıkı sıkı tembih etti. Madem öyle, canımız feda olsun, mutlaka
sizlere yardımcı olacağım.” der ve gerçekten de onlara yardımcı olur. Mezarı açarlar. Medfun olan
Şeyh Efendi‟yi mezardan çıkardıkları zaman sanki yeni defnedilmiş, kefeni dahi çürümemiş bir halde
bulurlar. Bir sandık şeklinde getirdikleri tabuta zat-ı mübarekeyi yerleştirirler. Fakat tabut küçük
gelmiş ve cenazenin ayakları dışarıda kalmıştır. Bunun üzerine Şeyh Nesim Efendi ağlamaya başlar
ve “Ya Rab! Bu gece gidip bir daha bir uzun tabut yapmamız mümkün değil. Bize yardım eyle.” diye
yakarır. Sonra dönüp babasına şöyle seslenir: “Ya ayağınızı çekin, tabutun içine yerleşin. Ya da ben
seni mezara koyup gideceğim. Çünkü zor bir dönemde yaşıyoruz. Milli Şef zamanındır. Biri ihbar
ederse, bizi idamdan başka bir şey temizlemez.” der. Bundan sonrasını merhum Nesim Efendi şöyle
anlatmıştır: “Biraz nefes aldık, bir daha tecrübe edelim.” dedik. Kaldırdık, tabutun içine koyduk.
Sanki onun ölçüsüne göre yapılmış gibi ayakları da tabutun içine girdi. İnanamadık. Bir daha, bir
daha baktık. Gerçek olduğunu gördük. Secde-i şükre vardık. Şeyhin rüyada söylediği gibi selametle
memlekete götürebileceğimize tamamıyla kanaat getirdik. Tabutumuzu aldık. Üzerine bir şeyler
örttük. Bir arabanın arkasına koyduk. Doğru Haydarpaşa garına götürdük. Trenin bir üst ranzasına
koyduk. Tren hareket etti. İnanın, Tatvan‟a kadar hiç “Bu nedir, nereye gidiyorsunuz.” diye tek bir
soru bizden sorulmadı. O büyük zatın himmetiyle ve gördüğümüz rüya-yı sadıka ile Bitlis‟e getirdik.
Pir-i Akdes‟in yanında daha evvel hazırlanmış mezara koyduk. Üzerine tahtadan yapılmış bir sanduka
koyduk. Sandukayı bir perde ile örttük. Kıbleye döndük. Kelime-i şehadet getirdik, başımızı secdeye
koyduk, saatlerce başımızı kaldırmadan Allahımıza şükrettik.” Küfrevî, a.g.e., s.61 vd.
435
Lutfî, s.623, ş.“Mersiyeler”.

154
Nûr-i ebsâr idi hurşîd-i vahdet
Mîr-i ebrâr idi deryâ-yı himmet

Kelâm-ı kudsîlerinden nümâyân


Musaddak makām-ı vâlâya şâyân

Güneşden hûb-ter idi cemâli


Kamerden ezher idi her kemâli

Akardı âb-ı kevser sözlerinden


Görünüp mihr -i enver yüzlerinden

Eğer bir gözde olsaydı basîret


Bî-ihtiyâr eder idi muhabbet

Peder-i âlî-şânları misâli


Bulur idi o sultânda hisâli

Alırdı bûy-i Rahmân zâirânı


Hidâyet bahş ederdi âşiyânı

İzheb yâ eyyühe‟l-verak minnî ileyhi bi‟ s-selâm


Lillâhi zâirân lehû kün indehû bi‟l-ihtirâm436
Efe Hazretleri, “Silsile-i Şerif” şiirinde Şeyh Abdülhâdî gibi Abdülbâkî
Efendi‟yi de kendinden önce zikretmektedir. Beyitte, Küfrevî postnişinliğe oturan
Abdülbâki Efendi‟nin aynı zamanda velâlette de yüce bir makamda olduğu
vurgulanmaktadır:

Diğer ferzendi Abdülbâkî cânân


Reşâdet tahtına oldu o sultân437
Efe Hazretleri, silsilesinde ki sâdâtı övdüğü bir diğer silsile şiirinde
Abdülbâkî Efendi‟yi zâhiri ve bâtını ilimlerde pâye almış irfan ehli bir kimse olarak
tavsif etmektedir:

Abdülbâkî câm-ı mey-i mânâdır


Ehl-i dildir zâhir bâtın rânâdır
Zarf-ı irfân gönül gözü bînâdır
İlm ü hikmet dürr ü mercân iledir438

436
Lutfî, s.623, ş.“Mersiyeler”.
437
Lutfî, s.50, ş.“Silsile-i Şerîf”, b.47.

155
Efe Hazretleri Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta “Şeyh Abdülbâki Efendi‟ye ithâf”
başlığıyla verilen müstakil bir şiirinde, Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin manevî yönünün
mükemmelliği üzerinde durmaktadır. Efe, kendisinin en büyük bahtiyarlığının ise
Şeyh Abdülbâkî‟ye canını fedâ edecek kadar derin olan muhabbeti olduğunu çok
veciz bir şekilde ifade ediyor:

Gönül-tek dilberâ çengâl-i zülfünde şikârın var


Muallak bu tel-i dâre benim de bahtiyârım var

Gülistân-ı güzellikde güneş-veş iştihârın var


O mihrin zerresine terk-i câne intizârım var

Sana hayrân olur şems ü kamer bir gül„izârın var


Benim de hâk-i pâyinden sînemde müşg-bârım var

Senin iklîm-i Çîn‟de müşg-feşân âhûların var


Benim de reh-güzârında fedâ bir cân-nisârım var

Yolunda şâhid-i kudsî veren cân şâh-vârın var


Benim de dest-i dilberden atılmış tîr -i bârım var

Nice uşşâkı cem ü celb edesin îtibârın var


Benim de gülbe-i hasretde başımda gubârım var

Senin âlem-i mânâda nice yüzbin diyârın var


Sana LUTFÎ ola kurbân muhabbet gibi vârım var439

9.3. ġeyh Nesim Efendi (ö.1953)

Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin büyük oğlu Şeyh Nesim Efendi, 1900 yılında
Bitlis‟te dünyaya gelmiş, zâhirî ve bâtini ilimleri babasının yanında okuyarak icâzet
almıştır. Ailesinin zorunlu iskâna tabi tutulması sebebiyle 1926 yılında İstanbul‟a
gitmiş ve burada kalmıştır. 1943 yılında babasından tasavvuf hilafeti alarak aynı yıl
Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin vefatı sonrası Küfrevî postnîşinliği görevine başlamıştır.
Şeyh Nesim Efendi, 1946 yılında çok partili siyasi hayata geçilmesiyle beraber
tasavvuf ehline yönelik baskıların azalması sonrası Bitlis‟e avdet ederek tekkenin

438
Lutfî, s.149, ş.82, b.38.
439
Lutfî, s.238, ş.216.

156
başına geçmiştir. İlk evliliği, çok genç yaşta ölen amcası Şeyh Abdülbari Efendi‟nin
hanımı ile olmuş ve bu evlilikten dört kızı, bir oğlu dünyaya gelmiştir. 1945‟de ilk
hanımı olan Meryem Hanım‟ın vefatı üzerine bir sene sonra Ahlât Çerkezlerinden
Hasan beyin kızıyla evlenmiş ve bu izdivaçtan iki kızı bir oğlu olmuştur. Şeyh Nesim
Efendi, postnişinliği döneminde Küfrevî tekkesini tekrar eski günlerinde olduğu gibi
canlandırmaya gayret etmiştir. 1953‟de genç yaşta dâr-ı bekaya irtihal etmiş ve
Bitlis‟de dedesi Muhammed Küfrevî‟nin bulunduğu türbeye defin edilmiştir.440

Dedesinin halifesi Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi‟ye çokça hürmeti ve


sevgisi bulunan Nesim Efendi, Efe ile bir defasında Erzurum‟da görüşmüştür. Oğlu
Cesîm Efendi‟nin askerliği Erzurum‟a çıkınca bu vesile ile Erzurum‟a teşrif eden
Şeyh Nesim Efendi oğlu ile birlikte o dönem Erzurum merkezde ikamet eden Efe
Hazretleri‟nin ziyaretine gitmişlerdir. O dönem bir hayli yaşlanan Efe Hazretleri‟nin
dergâh gibi kullandığı evine vardıklarında Efe‟yi iç odada cemaate sohbet ederken
bulmuşlardır. Şeyh Nesim Efendi ve oğlu Cesim Efendi içeriye girdiğinde
cemaattekiler onları hemen tanıyıp, ayağa kalkmaya yeltenmişler, Şeyh Nesim
Efendi ise sohbet ahenginin bozulmaması için elini ağzına götürüp işaretle buna
engel olmuştur. Çünkü Nesim Efendi, Efe Hazretleri‟nin gözü yaşlılığı dolayısı ile az
gördüğünden, kendilerini fark edemez diye düşünmüştür. Olayın devamını Hâce
Seyfeddin Efendi‟den naklen Hüseyin Kutlu şöyle anlatıyor:

“ Şeyh Nesim Efendi‟nin gayesi sessizce Efe hazretlerinin yanına sokulup,


onu ayağa kaldırmadan elini öpmektir. Şeyh Efendi odanın kapısından içeri adımını
attığı sırada, Efe hazretleri birden “Uşaklar! Hazret-i Pir‟in kokusu geliyor, kim

440
Vahyeddin Küfrevî, Şeyh Nesim Efendi‟nin şahsiyeti hakkında şöyle demektedir: “Şeyh Nesim
Efendi‟nin ahlakı çok mükemmel idi. Herkese karşı tebessümle karşılık verirdi. Kendisinden bir şey
istendiğinde, yeter ki Sünnet-i Seniyyeye uygun olsun, evet kelimesinden başkası ağzından çıkmazdı.
Gündüzleri talebe ve müridleriyle haşir neşir olurken, gecenin üçte ikisini mutlaka namaz ve evrad-ı
kudsiye ile geçirirdi. Gelen gidenlerin içinde en fakir insanlara bakardı, yedirir, içirirdi. Hem de o
fakirlerin çocuklarının ihtiyacını da temin edip gönderiyordu. Hiçbir zaman sofradan tok kalkmazdı.
Daima, açlığı giderilmeden elini sofradan çekerdi. Arkadaşlarıyla sofradan kalkmadan ta arkadaşları
doyana kadar, sohbet ve muhabbet ederdi. Dine karşı büyük bir saygı ve sevgisi vardı. Aslen Bitlisli
olup Diyarbakır‟a yerleşen Molla Ali Mülayim, Şeyh Nesim Efendi‟nin güzel ahlaklarından bir
tanesini şöyle anlatıyordu: “Ben 12 yaşında Kur‟ân-ı Kerim‟i hıfz ettim. Hem güzel okuyordum, hem
de sesim iyi idi. Ara sıra Şeyh Efendi‟yi ziyaret ederdim. Hem beni çok severdi, hem de bana haftalık
olarak talebelere verilen bahşişi verirdi. Dışarıdan içeri girdiğim zaman, Şeyh Efendi beni görür
görmez ayağa kalkar ve beni karşılayıp yanında oturturdu. Millete şöyle anlatıyordu: „Bu mübarek
talebenin karşısında ayağa kalktığımın sebebini biliyor musunuz? Bunlar yürüyen ve konuşan Kur‟ân-
ı Kerim‟dirler. Onlara çok ciddi olmamız lazım. Kâğıt içinde yazılan Kur‟ân samittir, yani
konuşmuyor. Bunlar konuşanlardır.” Küfrevî, a.g.e., s.74 vd.

157
geldi.” diye ayağa kalkıyor, Şeyh Nesim‟e doğru yürüyor ve kucaklıyor, Cesim‟i de
bağrına basıyor, gözlerinden öpüyor. Sizler hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz.
Gözümün üstünde geldiniz pirzadem. Bu köhne bendenizi âbâd ettiniz, diyor.”441

İşte bu duygu atmosferi içerisinde Efe Hazretleri‟nin dilinden Şeyh Nesim


Efendi‟ye hitaben irticali olarak şu beyitler dökülmüştür:

Gözlerimin nûru gönlüm sürûru


Sevdiğim serverim sen safâ geldin

Rûhumun şâh-bâzı başımın tâcı


Kamer-veş dilberim sen safâ geldin

Zarf-ı zarâfetim dürr -i rahmetim


Hidâyet şehperim sen safâ geldin

Bezm-i muhabbetde bahr -i rahmetde


Ey çarh-ı çenberim sen safâ geldin

Belâgat bâğında nûr çerâğında


Seâdet güherim sen safâ geldin

Câm-ı mey elinde hubb-i Hak dilde


LUTFÎ‟ye güzelim sen safâ geldin442
Efe Hazretleri şiirin bitiminde Nesim Efendi‟ye:“Buyrun pirzadem, kerem
edin” diye yer göstermiş, Şeyh Efendi o mindere oturuncaya kadar ayakta beklemiş,
sonra diz çöküp pirzadesine karşı oturmuştur. Bir müddet sonra Şeyh Nesim Efendi
oradaki cemaate dönerek şunları söylediği rivayet edilmektedir: “Ey cemaat!
Karşınızdaki büyük bir edep ve adapla oturan şu zat, yalnız ilahi azameti Zat-ı
Zülcelalin cemalinden tefekküre gark olmuş. O mübarek nur efşan zata dikkat edin.
Saç ve sakal ve hakeza kaşlarının bir tek telinde siyah bir nokta göremezsiniz. Şu nur
yumağı olan vücud ve çehresi Allah dostu olduğuna şehadet etmiyor mu?”

Daha sonra Efe‟ye dönerek:“Efendim ne olur, ruz-u mahşerde bizi unutma.”


niyazında bulunmuş, Efe ise “Estağfurullah Pirzadem, o nasıl söz? Ben sizin
himmetinizin niyazkarıyım” diye mukabelede bulunmuştur.443

441
Kutlu, a.g.e, s.114; Küfrevî, a.g.e., s.76.
442
Lutfî, s.409, ş.492.

158
Görüldüğü gibi Hâce Muhammed Lutfî Efendi ile Şeyh Nesim Efendi
arasında karşılıklı sevgi, muhabbet ve saygıya dayanan bir ilişki vardır. Bunun bir
diğer kanıtı, Efe Hazretleri‟nin, “Silsile-i Şerif” şiirinde Pîr-i Küfrevî‟den sonra
tekkenin postnişinliğine geçen Şeyh Abdülhâdî Efendi ve Şeyh Abdülbâkî Efendi‟yi
silsilesinde kendinden önce zikrettiği gibi, Şeyh Nesim Efendi‟yi de zikretmiş
olmasıdır:

Şeyh Nesîm‟dir nesîm-i hidâyet


Mir ‟ât-ı ceddidir bâb-ı saâdet444
Efe‟ye göre Şeyh Nesim Efendi, Küfrevî kapısında ataları gibi gayretiyle ve
himmetiyle insanların hidayetine vesile olan bir Küfrevî meltemidir. Onun bu halini
döneminde yaşamış olan âlimler beğeniyle itiraf etmiştir:

Nesîm-i Küfrevî Nesîm Efendi


Âlim-i hidâyet âlem beğendi
Bâb-ı hidâyetde himmet kemendi
Sa„y-i belîğleri derbân iledir445

9.4 Cesim Küfrevî Efendi (ö.1992)

Şeyh Nesim Efendi‟nin vefatı sonrası Küfrevî tekkesinin başına oğlu Cesim
Efendi geçmiştir. Cesim Efendi, 1925 senesinde Bitlis‟te doğmuş, babasının
nezaretinde zâhiri ve bâtini ilimleri tahsil etmiştir. Tasavvufî açıdan olgun bir
şahsiyet olmasına karşın, genç yaştayken babası vefat ettiği için Küfrevî hilâfeti
yoktur. Babasından hilafeti olmamasına karşın müridler tarafından rağbet edilerek
sevilen bir kimse olan Cesim Efendi, yazları Bitlis‟te, kışları İstanbul‟da ikamet
etmiş ve ömrü boyunca babasının bir vekili olarak Küfrevî tekkesini idare etmiştir.
1992‟de İstanbul Üsküdar‟da vefat eden Cesim Efendi, üç ay sonra mezarı naklen
Bitlis‟e getirilip babasının yanında defnedilmiştir. 446

Cesim Efendi, askerliği dolayısıyla Erzurum‟a ilk gelişlerinde babası Şeyh


Nesim Efendi ile Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi‟yi ziyaret etmişlerdir. Bu ziyarette
Efe, babasıyla beraber Cesim Efendi‟yi de bağrına basmış ve gözlerinden öperek

443
Kutlu, a.g.e., s.114; Küfrevî, a.g.e., s.77.
444
Lutfî, s.50, ş.“Silsile-i Şerif”, b.48.
445
Lutfî, s.149, ş.82, b.39.
446
Küfrevî, a.g.e., s.99 vd.

159
birçok iltifatta bulunmuştur. Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta yer alan şiirlerde Cesim
Efendi‟nin ismi bir şiirde geçmektedir. Bu şiirde Efe Hazretleri, Bitlis‟i gönüller
sultânı Muhammed Küfrevî‟nin diyârı, Pîr-i Küfrevî‟yi görenleri ise hayat bulmuş
kimseler olarak vasıflamaktadır. Ona göre Küfrevî postuna oturan Şeyh Nesim, Pîr-i
Küfrevî‟ye en yakın olan seher rüzgârıdır. Cesim Efendi ise, Şeyh Nesim‟in uçan
kanadıdır:

O şehr -i Bitlîs ki sultân diyârı


Görenler gördüler dîdâr -ı yârı

O meşrık-ı hidâyeti görenler


Hayât buldular o zevkı sürenler

Nesîm-i kurb-i akdesi Nesîm‟dir


Nesîm‟in per -i pervâzı Cesîm‟dir

Alanlar nûr -i mânâyı kebîrden


Ederler himmeti pîr -i hatîrden

Bizim gibi nice köhne gedâlar


Dilerler der -i der gâhde atâlar

Rû-ber-zemîn gedâ-yı bî-nevâyım


Diyemem ki bu ihsâna sezayım

Kerîm ismine mazhardır efendim


Beni böyle kabûl eder ümîdim447

10. Alvarlı Efe’nin Bazi Âlim ve Mutasavviflarla ĠliĢkileri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi bir âlim ve mürşit olarak ömrünün tamamına
yakınını Erzurum‟da geçirmiştir. Erzurum dışında hiç ikâmet etmemekle beraber
zaman zaman Bitlis‟te Küfrevî dergâhında ziyaret amaçlı kalmış, ömrünün son
döneminde 1947, 1949 ve 1950‟de hac ibadetini yerine getirmek için hac
mevsiminde Hicaz‟a gitmiştir. Hayatının hemen hemen tamamını Erzurum‟da
geçirmesine rağmen bir kısım âlim ve sûfilerle bizzat veya mektupla görüşmüştür.
Kendisini birçok önemli kimsenin ziyaret ettiği rivayet edilmişse de bunların kimler

447
Lutfî, s.586.

160
olduğu hakkında günümüze ulaşan bilgiler sınırlıdır. Bu sınırlı bilgiler çerçevesinde
görüştüğü bazı âlim ve sûfîler şunlardır.

10.1. Hâce Mahmud Vehbi Efendi (ö.1945)

“Küçük Efe” lakabıyla tanınan Hâce Mahmud Vehbi Efendi, Hâce Hüseyin
Efendi‟nin beş oğlundan dördüncüsüdür. Doğum tarihi net olarak tespit edilemeyen
Vehbi Efendi,448 Kındığı köyünde doğmuş, çocukluk ve gençlik yılları burada
geçmiştir. Zâhiri ilimleri babası Hüseyin Efendi‟den öğrenip icâzet almış ve ilmiye
sınıfından olduğu için askerlikten muaf tutulmuştur.449

Hâce Mahmud Vehbi Efendi, Efe Hazretleri gibi babasının etkisiyle gençlik
yıllarını tasavvufî bir atmosferde geçirmiştir. Babası ve ağabeyi gibi o da
Muhammed Küfrevî‟ye intisap etmiş ve sülûkünü babasının nezaretinde
tamamlamıştır. Hâce Mahmud Vehbi Efendi, Efe Hazretleri‟nden farklı olarak
tasavvufî hilâfetini Muhammed Küfrevî‟den değil, babası Hâce Hüseyin Efendi‟den
almıştır.450

Hâce Mahmud Vehbi Efendi, hayatı boyunca Erzurum‟un Söğütlü, Tanbura


ve Epsemce köylerinde imamlık yaparak irşat faaliyetlerinde bulunmuş, yine köy köy
gezerek halka sohbetler yapmış ve zikirler icra etmiştir. Gezdiği köylerin yollarını
taşlardan temizlemekle ve su yollarını ıslah etmekle halkın sıkıntılarını gidermeye

448
Selman Demir, “Mahmud Vehbi Efendi” isimli kitabında Küçük Efe‟nin doğum tarihini 1870
olarak vermektedir. (Demir, a.g.e., s.18) Fakat ağabeyi Efe Hazretleri‟nin doğumu 1868 kabul
edildiğinde aralarında iki senelik yaş farkı ortaya çıkıyor. Oysaki Vehbi Efendi, dördüncü kardeş
olduğuna göre onun, büyük ağabeyinden en az dört yaş küçük olması icap eder. Bu durumda Vehbi
Efendi‟nin doğum tarihi 1872 ve sonraki bir tarih olması mümkündür. Hüseyin Kutlu‟da bu
görüştedir. (Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî, s.31) M.Sıtkı Aras ise, Vehbi Efe‟nin doğum tarihini 1873
olarak vermektedir. Bu tarihte doğması mümkündür.(Aras, Erzurum‟un Manevi Mimarları, s.167).
449
Demir, a.g.e., s.18-46; Aras, a.g.e., s.167 vd.; Kutlu, a.g.e., s.31.
450
Selman Demir, Hâce Mahmud Vehbi Efendi‟nin tasavvufa intisabı ve hilafet alması hakkında
farklı bilgiler sunmaktadır. Ona göre; babası onu, 1891‟de Efe Hazretleri ile birlikte Bitlis‟e Şeyh
Muhammed Küfrevî‟ye götürmüş ve bu ziyârette Pîr-i Küfrevî‟ye intisap etmiş ve ağabeyi gibi oda
Küfrevî Hazretleri‟nin övgüsüne mazhar olmuştur. Pîr-i Küfrevî‟nin, Hüseyin Efendi‟ye “Vehbi senin,
Muhammed Lütfi‟yi bana bırak” dediği, Muhammed Küfrevî‟den sözlü hilafet aldığı ve babası
Hüseyin Efendi‟den sülükunu tamamladığı ve daha sonra ki yıllarda Şeyh Nesim Efendi‟den de hırka
giyerek hilafet aldığını yine belirtmektedir. (Demir, a.g.e., s.18 vd.) Demir‟in söz konusu kitabını
herhangi bir yazılı belgeye dayanmadan sadece çeşitli hatıraları dayanak hazırladığı gözönüne
alındığında, Hâce Mahmud Vehbi Efe‟nin tasavvufi yönü üzerine Hüseyin Kutlu‟nun Efe
Hazretleri‟nin oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi‟den nakille verdiği bilgiler daha sağlıklı ve
doğrudur. Çünkü Hâce Seyfeddîn Efendi‟nin amcası hakkında verdiği bilgiler ona yakınlığı
dolayısıyla diğer kişilerin görüşlerine nazaran daha isabetli kabul edilmelidir.

161
çalışmıştır. Hatıralarda; cömertiğinden, garip ve fukaraya düşkünlüğünden, şefkat ve
merhametinden övgüyle bahsedilmiştir.451 12 Ağustos 1945 tarihinde vefat etmiş ve
Ebsemce köyü kabristanına defnedilmiştir. Mezar taşı kitâbesi Efe Hazretleri
tarafından yazılmıştır:452

Hamdü lillâh fazl-ı ekber ehl-i îmân olduğum


Ümmet-i Muhammed‟im tabi-„i Kur ‟an olduğum

Hân-kāh-ı Hazret-i Mennân‟a mihmânım bugün


Şüphe yoktur müstahakkı rahm-i Rahmân olduğum

Kesret-i zenbim beni mahcûb edip bevvâbiden


Ümîdim rahm-i Rahîm hâk ile yeksân olduğum

Ehl-i îmân hizmetinde terk-i cân ettimse de


Kabûl ede der gehinde kulu kurbân olduğum

Huzûr-i izzet-i Hak rûz-i cezâ hâlim n‟ola


Kerem-i Kerîm‟e kaldı afve şâyân olduğum

Zâirâni kabrimi afveyleye Bârî Hudâ


Fâtiha ihdâsına muhtâc-ı ihvân olduğum

Ganiyyün kerîmün lehû târihim


Bu beşârettir bize nâil-i gufrân olduğum

Vehbi Hâce nâmı ile abd-i âciz bendeyim


Rahmede rûhuma Mevlâ tenden üryân olduğum453
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye karşı çokça hürmeti bulunan Mahmud
Vehbi Efe‟yi454 ağabeyide onu büyük bir âlim ve mürşîd olarak kabul etmiştir. Efe
Hazretleri, Vehbi Efe babasının halifesi olmasına karşın “Silsile-i Şerif” şiirinde onu
teberrüken kendinden sonra zikretmiştir. Efe‟ye göre o, zühdü, takvası ve
mahviyetiyle “râh-ı şerîatde” bir “şehsüvâr” şahsiyettir. Bu sebeple basiret ehlince
çok sevilmektedir:
451
Selman Demir, Mahmud Vehbî Efendi ile alakalı birçok hatıra ve görüşü bizzat onu görenlerin
ağzından kitabında toplamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Demir, a.g.e., s.27 vd.
452
Kutlu, a.g.e., s.31.
453
Lutfî, s.626, ş.“Vehbi Efendi‟nin mezar taşı kitabesidir”.
454
M. Sıtkı Aras, Vehbi Efe‟nin ağabeyi Efe Hazretleri‟ne olan saygısı ve sevgisi üzerine nakillere
dayalı çeşitli bilgiler vermektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M.Sıtkı Aras, Bir Şehrin Ruhu: Erzurum,
Dergâh Yay. İstanbul, 2007, s.69.

162
Hâce Mahmûd Vehbî dillere dildâr
Râh-i şerîatde oldur şehsüvâr
Zühd ü takvâ mahviyyetde nâmdâr
Âlim-i hakîkat devrân iledir455
Efe Hazretleri, “Der-vefât-ı Vehbî Efendi” başlıklı uzun mersiyesinde kardeşi
Mahmud Vehbi Efe‟den şöyle bahseder: Bu dinin dertlisi Vehbî Efendi, fenâdan
bekâya göçüp gitti. Kerîm olan Allah‟ın keremi sonsuzdur. Ezelden O‟nun
hidayetine nâil olmak ne büyük mutluluktur. O ne sevgili zât idi… Efendimiz Hazreti
Ahmed sallallahu aleyhi ve sellem‟in güneş gibi parlayan nuruyla ne kadar
sevimliydi. Ümmet-i Muhammed‟in selameti için manevi gücünün tamamı ile hizmet
etti. Kitabı koltuğunda gezerdi. İslâm dininin bahçesinde bir güldü. O, Allah‟ın lütuf
ve ihsanı sonucunda elde edilen vehbî ilme sahipti. O ilmin pek azını şahsi çalışma
ve gayretiyle elde etmişti. Şeriatın şarabını dağıtır, hidâyet kitabı Kur‟ân-ı Kerim‟i
okuturdu. Dâima Hak Teâlâ‟nın yolunu gösterir ve Allah‟ın kitâbı ile sohbet ederdi.
Marifetullah ilmini ezelî olan Allah‟tan almıştı. O, “Doğu da batı da Allah‟ındır.
Nereye dönerseniz dönün Allah‟ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah‟ın rahmeti
ve nimeti geniştir, O her şeyi bilendir”456 ayetinin sırrına mazhardı. Halkın her
tabakasına merhametle muamele ederdi… Onun şahsında kerem, izzet, şeref ve
cömertlik görünürdü:

Fenâdan bekāya Vehbî Efendi


Göçüp gitdi bu dînin derd-mendi

Kerîm‟in keremine yok nihâyet


Ne devletdir hidâyetden bidâyet

O ne mahbûb idi sünnet-i Ahmed


Yüzünde gün gibi nûr -i Muhammed

Kemâl-i himmet ile etdi hizmet


Selâmet bula ümmet-i Muhammed

Gezer idi kitâbı koltuğunda


Gül idi dîn-i İslâm‟ın bağında

455
Lutfî, s.150, ş.82, b.50.
456
Bakara, 2;115.

163
Derûnundaki ilmi vehbî idi
O ilmin cüz‟i ise kesbî idi

Dağıdırdı şerîatin şerâbın


Okudurdu hidâyetin kitâbın

Tarîk-ı Hakk‟ı dâim gösterirdi


Kitâbullah ile sohbet ederdi

Ezelden aldığı ilm-i arefden


Görünürdü Hudâ‟ sı her tarefden

Kamu halka ederdi merhametler


Görünürdü zâtında mekremetler457

457
Bu uzun mersiyenin devamı şöyledir:
Muhammed sırrına ol mazhar idi
Güneş-veş derûnu bil ezher idi
Yüzü yerde eli hizmetde idi
Bu hizmeti edâ-yı himmet idi
Ederdi iftihâr çul-pûş gezerdi
Tevâzu bahrine düşüp yüzerdi
Fukarâ miskînâne sûretinde
Cem olmuş ilm-i irfân sîretinde
Cihânın şöhretinde yok fi„âli
Bilinmezdi anın ekser -i hâli
Nişânsız görünür Hak âşinâlar
Olur mestûr dâimâ rû-şinâlar
Görürlerdi anı dür -bîn olanlar
Olurdu üstüne dahî gülenler
Yok idi anda hiç şöhret-şiârlık
Dahî ben bir âdemim iftihârlık
Gönülden hâk ile yeksân olurdu
Fakîrlere zevi‟l-ihsân olurdu
Düşüp yollara kevelin giyerdi
Pınarları akıtmağa iverdi
Yapardı ehl-i îmân yollarını
Sorar idi fukarâ hallarını
Suların mecrâlarını açardı
Dâimâ Hak yolunda ol uçardı
Ederdi bu dîne bin dürlü hizmet
Kemâl ile bu ümmete muhabbet
Cân u dilden fedâ-yı cân olurdu
Mahall-i merhametleri bulurdu
İbâdullaha nâsır olan insân
Sezâ-yı nâil-i rahmet-i Rahmân
Bulanlar buldular hizmetle devlet
Alanlar aldılar hizmetle himmet
O merhûm hizmeti ile kazandı
Kerem-i Kerîm ile hem bezendi
Kabûl etmiş anı deryâ-yı der gâh
Görünür rü‟yâ-yı mü‟minde her gâh

164
10.2. Bediüzzamân Saîd Nursi (ö.1960)

Bediüzzaman Said Nursî, 20.yy‟da Anadolu‟ya damgasını vurmuş ve halen


öğretisi milyonlarca insan üzerinde etkili olan bir âlim ve halk önderidir. 1878
yılında Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğmuştur.458
Babasının adı Mirza, annesinin adı Nuriye'dir. İlk öğrenimine ağabeyi Abdullah‟ın
yanında başlamış ve o yörede çeşitli medreselerde eğitimine devam etmiştir. Tahsil
hayatı onun zeki ve kabiliyetli bir öğrenci olduğunu gösterir. Konuları çok hızlı
kavrayabildiği için hocaları kendisinin dersleri atlayarak takip etmesinden
hoşlanmadığından bu durum onun sık sık hoca değiştirmesine yol açmış, birçok
hocada okuduktan sonra Doğubayazıt‟ta Şeyh Muhammed Celâlî‟nin ders halkasına
girerek 1892 yılında henüz on dört yaşında iken icâzet almıştır.459 Bedîüzzaman, ilk
gençlik dönemi diyebileceğimiz yirmi yaşına kadar olan dönemde ilmî açıdan çok
hareketli bir yaşam sürmüştür. Büyük âlimlerin bulunduğu Bitlis yöresindeki
medrese hocalarının aynı zamanda bir tarikata intisabının da olduğu düşünüldüğünde
Bedîüzzaman‟ın ilim ve irfan açısından çok çeşitli insanlarla görüşerek kendisini
geliştirdiğini söylemek mümkündür.460 Van'da Medresetü‟z-Zehra isimli bir okul
kurma fikrini gerçekleştirebilmek için 1907 yılında İstanbul‟a gelmiştir. Daha sonra
İttihat ve Terakki Cemiyeti‟yle irtibata geçmek için Selanik‟e giden Bediüzzaman
Said Nursî, 31 Mart İsyanı sonrasında tutuklanıp yargılanmış ve muhakeme
sonucunda suçsuz bulunarak serbest bırakılmıştır. 1916'da Osmanlı-Rus savaşı
sırasında esir düşüp, bir yıl Rusya‟da esir kamplarında kaldıktan sonra kaçarak
Anadolu‟ya dönmüştür. 1922 yılı sonlarında, Mustafa Kemal‟in daveti üzerine
Ankara'ya giderek bir süre Ankara'da kaldıysa da, Mustafa Kemal ile siyâsi

Kerem-i Kerîm‟e ol nâil olmuş


Murâdı ind-i Hak‟da hâsıl olmuş
Anı gark eyleye rahmet-i Rahmân
Ola dest-gîri Hazret-i Mennân
MUHAMMED LUTFÎ‟ye Allah Kerîm‟dir
Kamu müznibâne Allah Rahîm‟dir
Okuna Fâtiha rûh-i pâkine
Rahmetullah nâzil ola hâkine, Lutfî, s.624-626, ş. “Der-vefât-ı Vehbî Efendi”.
458
Risale-i Nur Enstitüsü, “Bediüzzaman Hangi Tarihte Doğdu”, Köprü Dergisi,
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=502,
(25.09.2013).
459
Alparslan Açıkgenç, “Said Nursî”, DİA., c.35, s.265.
460
Vasfi Arslan, Tasavvufi Açıdan Bediüzzaman Said Nursi‟de Acz ve Fakr Kavramları, S.D.Ü Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2013, s.62.

165
konularda ters düşmeleri üzerine ilişkileri kopmuştur. Daha sonra Van‟a yerleşen
Bediüzzaman,461 Şeyh Said‟e isyan etmemesini telkin etmesine ve isyanda bir dahli
bulunmamasına rağmen462 Bitlisli Küfrevîzâde Şeyh Abdülbâkî Efendi gibi Şeyh
Said İsyanı sonrasında takibe alınarak sürgün edilmiştir. 1925 ile 1952 yılları
arasında çeşitli sürgün ve hapis cezaları dolayısıyla Burdur, Isparta, Kastamonu ve
Emirdağ‟da zorunlu ikamete ve sıkı takibata maruz kalmıştır. Kitaplarından dolayı
yargılandığı dönemlerde aylarca Eskişehir, Denizli, Afyon hapishanelerinde tutuklu
kalmış ancak sonunda tüm davalarından beraat etmiştir. Said Nursî, hayatının "Eski
Said", "Yeni Said" ve "Üçüncü Said" olmak üzere üç dönemden oluştuğunu ifade
etmektedir.463 23 Mart 1960'da Şanlıurfa‟da vefat etmiş ve Halil-ur Rahmân
Dergâhı'na defnedilmiştir. Ancak 12 Temmuz 1960'da 27 Mayıs Darbesi
hükümetinin emriyle mezarı yıktırılmış ve bilinmeyen bir yere nakledilmiştir.464

Bediüzzaman Said Nursi‟nin şarkın büyük ulema ve meşâyıhından olan


Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Emin Efendi,
Molla Fethullah, Şeyh Fethullah Efendi ve Şeyh Muhammed Küfrevî gibi büyük
âlim ve sûfîlerin herbirisinden ilmî ve irfânî açıdan ayrı ayrı derslere nail
olduğundan, onları fevkalâde sevdiği rivayet edilmektedir.465

461
Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Nesil Yay., İstanbul, 2004,
s.84 vd.
462
“Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkda ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. "Sizin
nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardım istiyen bir zatın mektubuna: "Türk Milleti asırlardanberi
İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; sizde
çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!" diye cevab gönderiyor.
Fakat yine, hükûmet, Bediüzzamanı Garbî Anadoluya nefyediyor.”, Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-
i Hayatı, Envar Neşriyat, İstanbul, 1995, s.150.
463
Eserlerinde, 45 yaşına kadar olan hayatını "Eski Said" dönemi olarak ifade etmiştir. Eski Said
döneminde, imani yöntemlerle birlikte İslamiyet‟e siyaset yoluylada hizmet edilebileceği fikrindedir.
Daha sonra, gelişen olaylar sonucu o bu fikrini değiştirmiş ve siyasetten tamamiyle çekilmiştir. Eski
Said'in "Yeni Said"'e geçişinde, Said Nursî'nin, Abdulkadir Geylani kuddise sirruhu‟nun Fütuh'ul
Gayb isimli kitabından aldığı ders önemli rol oynamıştır. Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük kısmı Yeni
Said döneminde yazılmıştır. Said Nursî, Eski Said ile Yeni Said dönemlerini "Eski Said, daha ziyade
akli gidiyordu, Yeni Said ise ilhama da mazhardır, akıl-kalp ittifakıyla hareket eder." diye
özetlemektedir. 1948'deki Afyon hapsinden sonraki hayatını ise "Üçüncü Said" dönemi olarak ifade
etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1995,
s.347.
464
Açıkgenç, “Said Nursî”, s.567; Bediüzzaman hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülkadir Badıllı,
Bediüzzaman Said-i Nursî-Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (I-III), Timaş Yayınları, İstanbul, 1990; Şerif
Mardin, Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye‟de Din ve Toplumsal Değişim, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1990; Ramazan Balcı, İmam Bediüzzaman; Hayatı, Davası ve Eserleri, Şahdamar
Yay., İzmir 2008, İhsan Kasım Salihî, Kendi Dilinden Bediüzzaman Said Nursî, Şahdamar Yay.,
İzmir, 2008.
465
Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s.46.

166
Bediüzzaman‟ın saygı ve muhabbet duyduğu meşayıhdan biri olan Şeyh
Muhammed Küfrevî hazretleri ile genç yaşta tanışması şöyle gerçekleşir: Şeyh
Küfrevî Hazretleri‟nin Molla Said‟e beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun
üzerine Molla Said onu ziyarete gider.466 “Hazreti Şeyh, kıbleye müteveccih
oturmaktadır. Üstad da sessizce arkasında oturur. Bir ara Şeyh hiç dönüp bakmadan
„Said sen misin?‟ diye seslenir. „Evet, benim‟ der. „Sende bir melalet (can sıkıntısı)
hissediyorum‟ deyince Üstad; „Efendim, bana beddua etmediğinizi anladım‟ der.
Yanına çağırır. Ve „sana bir ders vereyim mi?‟ deyince Üstad „Buyurun‟ der ve bir
talebenin icazet alırken okunan dersi okur.”467 Bediüzzaman sözkonusu dersten
bahsederken “Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden
çok ziyade şefkatini gösteren, Hazreti Şeyh Muhammed Küfrevî”468 ifadelerini
kullanmaktadır. Molla Said‟in bu tanışma ile başlayan ilişkisi Küfrevî Hazretleri‟nin
vefatına kadar devam etmiştir: “Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed
Küfrevi Hazretlerini görür. Kendisine hitaben: – Molla Said; gel beni ziyaret et,
gideceğim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini
görünce, uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin
Şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh
Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır.”469

Bediüzzaman‟ın Şeyh Muhammed Küfrevî‟nin evlatlarına karşı büyük


muhabbet ve sevgisi vardır. Risâle-i Nur‟un bazı yerlerinde kendisi gibi Şeyh Said
isyanı sonrası suçu olmadığı halde zorunlu iskâna tabi tutulan Küfrevî Hazretleri‟nin
oğlu ve halifesi Şeyh Abdülbâkî Efendi‟yi mazlum bir şeyh ve âlim olarak
anmaktadır.470 Bir defasında “Merhum Şeyh Abdulbaki hazretlerini hiç
unutmuyorum” dediği rivayet edilir.471 Yine Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin bir diğer
oğlu Şeyh Kasîm Küfrevî‟nin Risâle-i Nur‟lara karşı çokça beğenisinin olduğu ve
Bediüzzaman‟ı sevdiği bilinmektedir.472 Şeyh Abdülbâkî Efendi‟nin vefatı sonrası
Küfrevî postnîşinliğini yürüten Şeyh Nesim Küfrevî‟ye gönderdiği bir mektubunda

466
Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s.46.
467
İhsan Atasoy, Nurun Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, Nesil Yay. İstanbul, 2010.
468
Bedîüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, Şahdamar Yay., İstanbul, 2007, s. 270.
469
Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s.46.
470
Nursî, Şualar, s.322 vd.
471
Küfrevî,a.g.e., s.60.
472
Küfrevî, a.g.e., s.84 vd.

167
ona: “Aziz Sıddîk Kardeşim Şeyh Nesim” diye hitap etmekte ve Küfrevîlere olan
derin muhabbetine rağmen “çelik bir zırhın içinde” bulunmaktan dolayı sadece zâhiri
olarak alakasının kesildiğini beyanla “merhum Şeyh Abdülbaki Hazretlerini hiç
unutmuyorum. Dualarımda daima hissedar ediyorum” demektedir.473 Yine Şeyh
Nesim Efendi‟nin oğlu Cesîm Küfrevî 1952 yılında Bediüzzaman‟ı İstanbul‟da
ziyâret etmiştir. O bu ziyareti şöyle anlatmaktadır:

“1952‟de Sirkeci Akşehir Palas Otelinde bulunan Üstad Bediüzzaman‟ı Ali


Şirvan‟la birlikte ziyaret etmiştik. Üstad bize çok iltifat etti. „Siyasete girmeyin, kız
evlâtlarınızı dindar yetiştirin. Kasım Küfrevî‟nin siyasete atılacağını işittim, girmese
daha iyi olur. Sizler, yani Küfrevîler birer taçsınız. Böyle asil insanlar siyasete
girmemelidir. Ben sakal bırakmadım ve evlenmeyerek iki sünneti terk etmiş oldum.
Bunlar Cenab-ı Hak‟la benim aramda olan bir meseledir. Küfrevî hazretlerinin
evlâtları olarak, ona lâyık olmaya çalışın dedi.”474
Bediüzzaman Said Nursî‟nin Muhammed Küfrevî‟nin evlatlarına takındığı
samimi sevgi ve muhabbeti Alvarlı Efe Hazretleri‟ne karşı da gösterdiği, Efe‟nin de
aynı duygularla Bediüzzaman‟a mukabelede bulunduğu günümüze ulaşan bazı
mektuplardan ve hatıralardan anlaşılmaktadır.475 Bediüzzaman‟ın talebelerinden
Salih Özcan bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

“Erzurum‟a gidiş tarihimi kat‟i hatırlamıyorum. Üstad Emirdağı‟nda idi.


Yanına gittim. Erzurum‟a gideceğimi söyledim. O da; “Mehmed Alvarlı‟ya benden
selam söyleyin. Bana dua etsin. Ben onu duama aldım, dua ediyorum.” dedi.
Yanımda askerlik yapan Mehmed diye bir erimle Kasımpaşa camiinin müezzini Hafız
Mehmed ile birlikte gittik. Beni tanıttılar. Kulağı ağır duyuyordu. Kulağına eğilerek,
“Üstad‟ın selamı var, bana dua etsin diyor.” dedim. Efe hazretleri yaşlı ve hasta
olmasına rağmen birden bire doğruldu; “Bediüzzaman bizim medar-i iftiharımızdır.
Biz onun duacısıyız. O da bize dua etsin.” dedi. Bunu gelip Üstad‟a anlatmıştım. O
da memnuniyetini izhar etmişti.”476

473
Necmettin Şahiner, Son Şahitler, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004, c.2, s.266.
474
Şahiner, a.g.e., c.3, s.338.
475
Efe Hazretleri ile Üstad Bediüzzaman arasında ilişkinin ne zaman başladığı hakkında net bir bilgi
mevcut değildir. Fakat ikisinin de Muhammed Küfrevî Hazretleri‟ni ömrünün son yıllarında ziyaret
etmeleri Bitlis‟de Küfrevî dergâhında tanışma ihtimalini güçlendirmektedir. Diğer taraftan tanışmaları
sonraki bir zamanda Bediüzzaman‟ın Erzurum‟a yaptığı ziyaretlerin birinde de olabilir. Fakat
görüştüklerine dair herhangi bir belge veya hatıra yoktur.
476
Salih Okur, “Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman”, http://www.bediuzzamansaidnursi.org/icerik/
muhammed-luetfi-efendi, (23.07.2013).

168
Efe Hazretleri‟nin sohbetlerinde bulunmuş olan Osman Demirci hocaefendi
ise Muhammed Lutfî Efendi‟nin Bediüzzaman‟ın uğradığı sıkıntılar dolayısıyla ne
derece müteessir olduğunu şöyle anlatmaktadır:

“Efe Hazretleri‟de bazen sorardı: “Oğul, o Bediüzzaman‟dan ne haber?


Gazeteler ne yazıyor?” diye ondan haber sorardı. Hulusi beyden bahsedilirdi. Albay
Hulusi Bey o zaman Kars‟ta Şube reisi idi. Gelip gidişte ondan bahsedilirdi.”477
Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası‟nda geçen bir mektupta talebesi
Albay Hulusi Yahyagil vasıtasıyla Alvarlı Efe‟ye şu şekilde selam göndermiştir:

“Silsile-i ilmiyede bana en son ve mübarek dersi veren ve haddimden çok


ziyade şefkatini gösteren Hazret-i Şeyh Muhammed el-Küfrevî‟nin (Kuddise sirruh)
hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendi‟ye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı
hürmet ederim.”478
Bu mektuba Alvarlı‟nın cevabı şöyle olmuştur:

“Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım Muhammed Hulusi Efendi


kardaşım!
Hamden lillah, Nur-u tevhid, yar-ı gârındır senin
Nur-u tevhid, nur-u didem, dilde yarındır senin.

Rahm-i Rahman ez-ezel tâ be-ebed ihsân-ı Hak.


Mahza fadlından, Hüdaya baki varındır senin.

Bir Kerîmdir, bir Rahimdir, bir HakÎm‟dir Zü‟l-Celâl.


Kerem-i fadl-ı İlahi, yar-ı gârındır senin.

Nice hamd etmek gerektir, LUTFİYÂ bu nimete


Gubar-ı âdem-i cânân müşk-barındır senin.

Bi-inayetillahi Teâlâ meyan-ı Ümmet-i Muhammed‟de Şem‟a-i hidayet


nurunu füruzan eden bir zat-ı âli kadrin huzur-u saâdetine nâm-ı kemteranemi tahrir
ile tezekkürde bulunduğunuz ve bize hüsn-ü himmetlerini celb ve selâmlarını
tebliğiniz, kıymet-i dünya ve mafiha olan eşyadan değerlidir. Ol zat-ı âli kadrin
himmetlerini istirhamda, bir bende-i aciz ve bir münzib-i kemterim. Ol babda
himmetlerine havale.

477
Salih Okur, “Osman Demirci Hocaefendi İle Röportaj”, http://www.cevaplar.org/index.php?khide
=visible&sec=5&sec1=37&yazi_id=4586&menu=1, (12.08.2013).
478
Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1995, s.285.

169
Esselam ey şem‟a-i nur-u hidayet Esselam
Esselam ey matla-i mihr-i saâdet Esselam.

Gülbin-i tevhidde gonca-i hem-râh,


Muhammed Hulusi Efendi Kardaş

Nur-u tevhid ile dilde dilârâ,


Bir Hak nûma zata olmuşsun yoldaş

Tuttuğun dâmeni elden bırakma


İlm-i Ledundan olmuşsun sırda

Kerem-i Kerim‟e bu mazhariyet,


Bir kadr-i vâlâya olduğun hâldaş

Hamd eyle Mevlaya rû-ber-zemin ol


Nâ-ehle esrârı eyleme sen fâş
MUHAMMED LUTFΔ479
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, Bediüzzaman‟ın bir başka selamına karşılık
yine Hulusi Yahyagil vasıtasıyla şu mektubu göndermiştir:

“ Et-tevfîk minallah

Es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ya ehun fillâh e‟azzekallah fi‟d-dâreyn


A‟tâkümullâhü mâ-tatlûblübû minallâh.

Dest-gîr‟in dareynde, Hazret-i Allah ola,


Pişverin Nur-i Hüda, feyz-i Resulullah ola,
Haza min fadli Rabbi
Bediüzzaman namıyla teşehhür eden zât-ı âl-i kadrin himmet-i merhametlerini
hakk-ı acizanemde celb etmeniz, dünya ve mafiha değer.

Yâdigâr-ı Fahrî Âlemdir o zat, bu ümmete,


Nail ettin dû-dîdem sen bizi, bu himmete,
Kaddesallah-u sirrehu ve ahsenehu birrehu,
Bu meydan-ı hidayette nice bir şîr-i ner var
O zât-ı âl-i kadr-veş bize bugün siper var

Cenab-ı zülkerem, o zat-ı muhteremin ömr-i zîsaâdetlerini bu Ümmet-i


Muhammed‟e sayeban olması için lütf-u keremiyle uzun ömürle muammer buyursun
479
Kutlu, a.g.e., s.102 vd.; Bediüzzaman Said Nursi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden Hulusi
Ağabey‟e Gönderilen ve Neşredilmeyen Mektuplar, Envâr Neşriyat, İstanbul, 2012, s.43.

170
ve sizler gibi bir yar-ı sadıkın sıdk-ı sadakatini müzdâd ederek o zatın feyzinden
istifade etmeye müyesser buyursun, âmin!
Yar-ı vefâdarım, muhabbet-i iktisarım Hulusi Bey,
Ba‟des-selam veddua:
Cümle ihvan-ı imaniyle beraber cânâ seni dilşad ede, Hazret-i Hak nur-u
basar. Bu taraftan olan ihvan-ı din, sizin selâmlarınızı müteşekkirane aldıkları gibi,
o zât-ı âli kadrin de göndermiş olduğu merhamet-i selâmlarını can beraberi kabul
etmişlerdir.”480
Bir âlim ve mutasavvıf olan Alvarlı Efe Hazretleri ile yine bir âlim olan
Bediüzaman Said Nursi‟nin aralarında derin bir muhabbetin ve manevi bağın
bulunduğu sözkonusu mektuplardan ve hatıralardan anlaşılmaktadır.481

10.3. Ahıskalı ġeyh Ali Haydar Efendi (ö.1960)

İstanbul Fâtih Çarşamba‟daki İsmet Efendi Dergâhının postnişini olan Ali


Haydar Efendi hazretleri, Nakşibendî tarikatının Hâlidî koluna mensuptur. Ahıskalı
Ali Haydar Efendi diye meşhûr olmuştur. Şeyhi Bezzâz Ali Rızâ Efendi‟nin vefatı
sonrasında 1919 yılında İsmet Efendi Dergâhı postnişinliğine tayin edilmiştir. 1870
(H.1288) senesinde Batum‟un Ahıska kazasında doğmuş, 1960 senesinde İstanbul‟da
vefat etmiştir.482

1894 yılında Bakırcı Medresesi‟ne kaydolan Ali Haydar Efendi‟nin bu


dönemde ders aldığı hocalarından biri de Efe Hazretleri‟nin babası Hâce Hüseyin
Efendi‟dir. Muhtemelen Efe Hazretleri ile bu dönemde tanışırlar ve aralarında ki
saygı ve muhabbet ölene kadar sürer. Muhammed Lutfî Efendi 1949 ve 1950

480
Kutlu, a.g.e., s.103; Bediüzzaman, Neşredilmeyen Mektuplar, s.46.
481
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Baktır, Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi ve Bediüzzaman,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler, c.1, s.621.
482
İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi 1894 yılına kadar
süren ilk tahsilini memleketinde yapmış, daha sonra Erzurum‟a gelerek Bakırcı Medresesi‟nde
eğitimine devam etmiştir. Bir süre sonrada, buradan İstanbul‟a gidip Fâtih Câmiinde İslamî ilimleri
öğrenimine devam ederek, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi‟den
1901 senesinde umumi icazetname almıştır. Bir yandan hocasının derslerine devam ederken diğer
yandan kâdı yetiştiren Medresetü‟l-kudât‟a giderek 1906 yılında mezûn olmuş, yapılan imtihanları
kazanıp Fâtih Dersiâmları arasında yerini almıştır. 1909 senesinde Fetvahanede fetva yazmakla
vazifelendirilmiş, daha sonra Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edilmiştir.
Çeşitli kademelerde değişik görevlerde bulunan Ali Haydar Efendi, 1334/1916‟da Huzur Dersleri
Başmuhataplığına tayin edilmiş ve 1341/1923‟e kadar bu görevi sürdürmüştür. 1330/1914 tarihinde,
müritlerin seçimi ile Çarşamba‟da bulunan Hâlidî İsmet Efendi Dergâhı şeyhi olmuşsa da çeşitli
engellerle görevine 1335/1919‟da başlayabilmiştir. Tekkelerin resmen kapandığı 1925 yılına kadar bu
görevi resmen sürdürmüş, sonrasında gayri resmi olarak şeyhliğini zor şartlarda icra etmiştir. Bkz.
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, Medrese Yayınevi, İstanbul, 1980, c.1, s. 260.

171
senesinde hacca giderken İstanbul‟a uğradığı günlerde Ali Haydar Efendi ile
görüşür.483 Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta Ali Haydar Efendi hakkında bir şiir yoktur. Fakat
aralarında ki samimi bağı anlatan bazı hatıralar mevcuttur.

Bu hatıralardan biri şöyledir: Efe Hazretleri, manevi evlatlarından Kandilli‟de


astsubay olan Mehmet Tekin Bey‟in resmi görev için gideceği İstanbul‟da İsmail
Ağa semtinde İsmet Efendi Tekkesi‟nde bulunan Ali Haydar Efendi‟ye uğramasını,
kendisine selamını götürmesini, ellerinden öpmesini ve duasını almasını ister.
Mehmet Tekin Bey ikindi vakti İsmail Ağa Camii‟ne gider, kendisinin İsmet Efendi
Tekkesi‟ne gitmek istediğini söylediğinde yardımcı olurlar ve tekkeye gider. İkindi
sonrası hatm-i hacegan yapılmaktadır. Ali Haydar Efendi o esnada etrafa göz
gezdirmektedir. Kapı aralığında oturan Mehmet Tekin Bey‟i görür ve yanına çağırır.
Ve der ki; “Oğul senden güzel bir rayiha geliyor, sen hangi bağın gülüsün?” O da
Alvarlı Efe Hazretlerinin bendesi olduğunu ifade eder. Bunu duyan Ali Haydar
Efendi, “Oğul, öyle bir zata bende olmuşsun ki, şu ihtiyar hasta vücudum tahammül
edeceğini bilsem o zatın ziyaretine gider, elini öper, duasını alırdım.” der ve
sonrasında sözlerini şöyle sürdürür; “Bu yanımdakiler şahittir, Hocazâdem Efe
Hazretleri‟nin mektuplarını kefenimin arasına koymalarını vasiyet ettim. O
mektupları vesile kılıp Cenab-ı Hak‟tan mağfiret dileneceğim.”484

10.4. ġeyh Yûsuf-i Kôdî (ö.1925)

Şeyh Yûsuf-i Kôdî 1849 yılında Bağdat‟da doğmuş daha sonra ailesi ile
birlikte Bitlis‟e yerleşmiştir. İlmi tahsiline Bağdat‟da başlamış, Bitlis‟te devam
etmiştir. Bitlis‟te ilmî tahsil yaparken Şeyh Muhammed Küfrevî Efendi‟yi tanıyarak
kendisine intisap etmiş ve son ilmî icazesini bu zâttan almıştır. Yine Şeyh
Muhammed Küfrevî tarafından tarikatta halîfe tayin edilmiştir. Daha sonra Muş‟un
Kod köyüne yerleşmiş ve vefatı olan 1925 yılına kadar irşad ve tebliğ faaliyetlerini
burada sürdürmüştür.

Şeyh Yûsuf-i Kôdî, Küfrevî tekkesinde değeri çok yüksek bir halife olarak
anılmaktadır. Şeyh Muhammed Küfrevî bir defasında; “Benim halifelerimin içinde

483
Kutlu, Efe Hazretleri, s.112.
484
Kutlu, a.g.e., s.113.

172
iki tane Yusufum var. Biri ilm-i zahiride başta gidiyor, diğeri ilm-i batında en zirveye
yürüyor. İlmi zahirideki halifem, Molla Yusufum Malazgirtlidir. İlm-i batında Molla
Yusufum Yusuf el Kodi‟dir.”485 diyerek Şeyh Yûsuf-i Kôdî‟yi övmüştür. Hâce
Muhammed Lutfî Efendi, Şeyh Yûsuf-i Kôdî ile güçlü bir şekilde rabıta kurmuş,
aralarında ki muhabbet ve saygı mükemmel noktalara ulaşmıştır.486 Bu sevgiye
mebni Efe Hazretleri, silsilesinde teberrüken ona da yer vermiştir:

Şeyh Yûsuf-i Kôdî nur -feşândır


Meyân-ı evliyâda âlî-şândır487
Efe Hazretleri‟ne göre, Şeyh Yûsuf-i Kôdî, maneviyatta pirlerin pîri olan
yüce bir kimsedir. Allah‟ın izni ile onun dergâhına sığınanlar kurtulurlar:

Şeyh Yûsuf-i Kôdî kıble-i cândır


Makbûl-i dergeh-i pîr -i pîrândır
Avn-i Hudâ ile dâru‟l-emândır
Kerem-rû maksadı Deyyân iledir488

10.5. Kâdirî ġeyhi Hacı Ġbrahim Baba (ö.1930)

Hacı İbrahim Baba‟nın asıl ismi İbrahim Hâkî‟dir. Erzurumlu Şeyh Ahmed
Efendi‟nin oğludur. Yazdığı nutuklarda “Rûhî” mahlasını kullanan Hacı İbrahim
Baba, genç yaşta tasavvuf yoluna girerek Bağdat‟a gitmiş, burada meşhur Kâdirî
şeyhi Abdurrahman Mahzî hazretlerine bağlanmış ve uzun süren sülûkün ardından
Kâdirî hilafeti ile memleketine dönmüş ve irşad faaliyetlerini vefatı olan 19 Ocak
1930 tarihine kadar Erzurum‟da sürdürmüştür.489

Nakşibendiliğinin yanısıra aynı zamanda bir Kâdiri şeyhi olan Efe Hazretleri,
o dönem Kâdiriliğin Erzurum‟da ki önemli bir temsilcisi olan Hacı İbrahim Baba ile
samimi bir gönül bağı kurmuştur. Efe, dostunun vefatı üzerine ona bir mersiye
yazmıştır. “Der-vefât-ı Hacı İbrâhim Baba” başlığını taşıyan mersiyesinde, Hacı
İbrahim Baba‟dan hidayet yıldızlarında bir yıldız olarak bahsetmektedir. Efe‟ye göre,
bu hidayet yıldızının kaybolup gitmesi aslında canan olan Sevgili‟ye kavuşmasıdır.

485
Küfrevî, a.g.e., s.12.
486
Kutlu; Hâce Muhammed Lutfî, s.54.
487
Lutfî, s.50, ş. “Silsile-i Şerif”, b.49.
488
Lutfî, s.149, ş.82, k.49.
489
Şimşek, a.g.s.b., c.2, s.460; Lutfî, s.725.

173
Adaşı İbrahim aleyhiselam gibi bütün ömrünü Hakk Teâlâ‟nın yolunda harcamıştır.
Efe, himmeti ve gayreti çok yüce olarak kabul ettiği bu zâtı Allah Azze ve Celle‟nin
el-Kerîm ismi ile kerem bahrine gark etmesini diler. O, genellikle Muhammedî
meşrebe sahip olup bazen Musevî meşreb üzere yürürdü ki, Rabbânî feyizlerle dolu
olan içi âdeta gün gibi yeryüzünü aydınlatırdı:

Kıyâmet kurbidir mutlak bu dînin gül-gülistânı


Solar elbet budur hikmet bozulur bâğ u bostânı

Bu tevhîd gülleri bâğ-ı hidâyetden düşer bir bir


Çekildi evliyâullah Kitâbullah nûristânı

Mukadder eylemiş Allah Teâlâ şânühû ekber


Bu dünyâya gelen gider bekāya yokdur imkânı

Bu âlem fân olur rûz-i kıyâmet âkıbet vardır


Seher vaktinde sûzişle okur bülbül bu destânı

Sükût etdi bu eflâk-i hidâyetden yine bir necm


Erişdi kûy-i cânâne muvahhid mîr -i meydânı

Bütün ömrünü sarf etdi tarîk-ı Hazret-i Hakk‟da


Halîlullah‟e hem-nâmdır mukaddes rûh-i nûrânî

Mübârek ismi İbrâhim Hacı Baba ile şöhret


Şi„âr olmuş idi ol zât vücûdu himmet ummânı

Cenâb-ı zü‟l-Celâl Allah kerem bahrine gark ede


Kerem-kâni Kerîmü‟ş-şân eder elbette ihsânı

Muhammed meşrebi ekser olurdu mûsevî bâzan


Dolardı gün gibi arza derûnu feyz-i Rabbanî
Bu manzumenin devamında Alvarlı, Allah‟tan Hacı İbrahim Baba‟ya çok
ikram ve lütuflarda bulunmasını istemektedir. Bu sebeple kendisinin ve onun bütün
dervişlerinin Rahmân‟a mazhar olmasını arzulayarak kıyamet gününün ahvâlinden,
gönlün hem dünya hem de âhirette Hakk‟ın tecelligâhı olmasından, bütün eşyanın

174
Hakk‟ın âyetlerinden olup onun birliğini tamamlamasından ve buna, kalplerinde
irfan nuru bulunanların şahit olup tasdik etmesinden bahsetmektedir:490

O zât-ı âlî kadre ol kadar ikrâm ede Allah


Olalım mazhar -ı Rahmân ne kim var cümle ihvânı

Yarın rûz-i cezâda zü‟l-Celâl haşreyler emvâtı


Verilir gâhî sağ soldan olur evrak bezistânı

Bugün ey mü‟min-i ârif seni halk eyleyen Allah


Kitâbullah‟ına bir bak nedir gör emr ü fermânı

Güneş-veş âşikâr olmuş eğer nûr -i basîretden


Görürsün neyyir -i a„zam hurûf-i ilm-i Kur ‟ân‟ı

Doğunca mihr -i irfân burc-i dilden gösterir Hakk‟ı


Gönüldür her dü-âlemde tecellîgâh-ı Sübhânî

Bütün âyât-ı Hak‟dır tevhîdi tekmîl ider eşyâ


Olur şâhid eder tasdîk kimin var nûr -i irfânı

MUHAMMED LUTFÎ‟ye lutfet amân ey Hâlik-ı âlem


Der-i der gâh-ı izzetde mukarreblerle kıl anı491

10.6. Solakzâde Müftü Sâdık Efendi (ö.1960)

Solakzâde Müftü Sadık Efendi zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak
1884 yılında Erzurum'da doğmuştur. Babası ulemadan Erzurum müftüsü Muhammed
Hamid Efendi (ö.1913)'dir. Büyük babası ise zamanın en büyük ilim ve fikir
adamlarından olup Sadrazam Küçük Said Paşa (ö.1914) gibi bir devlet adamını
yetiştiren ve Erzurum‟da “Büyük Hoca” diye anılan Solakzâde Ahmed Tevfik
(ö.1895) Efendi‟dir.492

1913 yılında babası Erzurum Müftüsü Hamid Efendi‟nin vefat etmesi üzerine
babasının yerine Erzurum Müftülüğüne Solakzâde Sadık Efendi tayin edilmiştir. Çok

490
Şimşek, a.g.s.b., s.461.
491
Lutfî, s.628 vd., ş. “Der-vefât-ı Hacı İbrâhim Baba”.
492
Selahattin Kıyıcı, “Doğunun Büyük Âlimi Erzurum Müftüsü: Solakzâde Muahmmed Sâdık
Solakbay”, Yeni Ümit Dergisi, http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/dogunun-buyuk-alimi-
erzurum-muftusu--solakzade-muhammed-sadik-solakbay, (11.09.2013).

175
değerli âlimlerin bulunduğu bu zamanda Erzurum Müftülüğüne Sadık Efendi'nin
getirilişi onun ilmî yetkinliğinin bir göstergesidir. Sadık Efendi, müftülük görevinin
yanında babasının ölümüyle boşalan İbrahim Paşa Medreseleri müderrisliğini de
üzerine almıştır. Yine bu sıralarda Erzurum'daki Mekteb-i İdadi ve Mekteb-i
Rüştiye'de din dersleri vermiştir. 1916 yılında Erzurum‟u Rus‟ların işgal etmesi
üzerine bir müddet Kayseri‟de kalmış, Milli Mücadele‟de ise Erzurum Kongresi‟ne
katılarak aktif rol almıştır. Vefatına kadar ilmi tedrisat devam etmiş ve birçok
talebeye icâzet vermiştir. Camilerin imarıyla da çokça meşgul olan Solakzâde Müftü
Sâdık Efendi, 3 Temmuz 1960 yılında 78 yaşında iken Hakk‟ın rahmetine
kavuşmuştur.493

Müftüzâde Sâdık Efendi, Efe Hazretleri‟nin büyüklüğünü ve değerini bilen


bir âlim olarak onu sık sık ziyaret etmiştir. Efe Hazretleri‟de, Müftüzâde Sâdık
Efendi yanına geldiğinde onu hep ayakta karşılamıştır. Efe Hazretleri‟nin bir
defasında: “Siz Şerîat-i Muhammediyye‟yi temsil ediyorsunuz, size ihtiram etmek
icap eder” buyurduğu, Müftüzâde Sâdık Efendi‟nin de ise; “Efendi Hazretleri, bizi
mahcup ediyorsunuz” diye mukabelede bulunduğu rivayet edilmektedir. Yine Sâdık
Efendi‟nin Efe Hazretleri‟ni her ziyaretinde karşısında diz çökerek oturduğu ve
hürmette kusur etmediği nakledilmektedir.494

Yine nakledildiğine göre, Müftüzâde Sâdık Efendi bir gece rüyasında Efe
Hazretleri‟ni görmüştür: “Tevhid halkası kurulmuş… Mübârek nûrânî insanlar…
Ortalarında Efe Hazretleri feyz neşrediyor, safâ bahşediyor halkada bulunanlara.
Halkada bir kişinin sığabileceği kadar boş yer bulunuyor. “Efendi Hazretleri! Ben
de dâhil olabilirmiyim halkaya?” diye izin ister Müftü Efendi. Efe Hazretleri “Geç
bile kaldınız Müfti Efendi” buyururlar. Öylece uyanır. Bütün vücudunu ilâhî feyzin
ma‟nevî sıcaklığı kaplamış, âdeta kendinden geçercesine mest olmuştur.”495

Müftüzâde Sâdık Efendi, rüyanın ertesi günü yaşlılığında çeşitli hastalıklara


yakalanan Efe Hazretleri‟ni muayene etmesi için bir doktoru yanına alarak evine

493
Selahattin Kıyıcı, “Doğunun Büyük Âlimi Erzurum Müftüsü: Solakzâde Muahmmed Sâdık
Solakbay”, Yeni Ümit Dergisi, http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/dogunun-buyuk-alimi-
erzurum-muftusu--solakzade-muhammed-sadik-solakbay, (11.09.2013); Aras, Erzurumun Manevî
Mimarları, s.153.
494
Kutlu, a.g.e., s.109.
495
Kutlu, a.g.e., s.109.

176
varmıştır. Efe‟nin yanında başka ziyaretçiler de vardır. Efe, yaşlılığı dolayısıyla
görmesi zayıfladığından Müftü Efendi‟nin geldiğini farkedememiştir. “Uşak kim
var” diye sorduğunda hizmetkârlarından Osman Efendi, “Efe Can, Müftü Efendi
teşrif ettiler” diye cevap vermiştir. O an hemen Efe Hazretleri‟nin elini öpmek
isteyen Müftü Efendi‟ye hitaben Efe: “Kerem edin; ayağa kalkamadığım için beni
affedin. Gönül ayakta Müftü Efendi” buyurmuşlardır.496

Görüldüğü gibi Solakzâde Müftü Sâdık Efendi ile Efe Hazretleri arasında
derin bir saygı ve muhabbet vardır. Efe‟nin şiirlerinde Sâdık Efendi geçmese de
ilişkilerine dair birçok hatıra vardır.

10.7. Kasîm Küfrevî Efendi (ö.1992)

Şeyh Abdülbaki Efendi‟nin oğlu, Şeyh Nesim Küfrevî‟nin kardeşi olan


Kasîm Küfrevî Efendi, 1 Mart 1920‟de Bitlis‟te doğmuştur. 1926‟da Şeyh Sait İsyanı
sonrası ailesinin zorunlu iskâna tabi tutulmasıyla küçük yaşta ailesiyle beraber
İstanbul‟a taşınmıştır. Beş altı yaşlarında babasının yanında hafızlığını bitiren Kasîm
Küfrevî, bir yandan öğrenimine devam ederken diğer taraftan babası Şeyh Abdülbâkî
Efendi‟nin yanında Fıkıh, Tefsir, Hadis ve Kelam dersleri okumuştur. 1939‟da
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiş ve
mezun olduktan sonra 1945‟de bu fakültede Eski Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsünde
asistan olarak göreve başlamıştır. Doktarasını Tasavvuf üzerine yapan Kasîm
Küfrevî, 1950‟de fakülteden ayrılıp siyasete girmiştir. Demokrat Parti‟den Ağrı
milletvekili olarak üç dönem seçilmiş, 1960 darbesinden sonra diğer Demokrat parti
milletvekilleri gibi tutuklanarak Yassıada‟ya götürülmüştür. Yargılamalardan
aklanarak çıkan Kasîm Küfrevî, 1965 seçimlerinde Ağrı‟dan tekrar milletvekili
seçilmiştir. Yine 1973 seçimlerinde Ağrı‟dan senatörlüğe seçilen ve 1980 askerî
darbesi ile bu görevinden uzaklaştırılan Kasîm Küfrevî aktif siyasî hayatına nokta
koyarak, ömrünün sonuna kadar ilmî çalışmalarla meşgul olmuştur. 03. 12. 1992
tarihinde İstanbul Mecidiyeköy‟de vefat etmiştir.497

496
Kutlu, a.g.e., s.109.
497
Küfrevî, a.g.e., s.81 vd.

177
Efe Hazretleri‟nin, şeyhinin tüm evlatlarına olduğu gibi Pîr Muhammed
Küfrevî Efendi‟nin torunu olması sebebiyle Kasîm Küfrevî‟ye karşı da muhabbet ve
sevgisi vardır. Kasîm Küfrevî‟nin anlattığı şu hatıra bu yargıyı pekiştirmektedir:

“Sene 1954. İlk milletvekili olduğum sıralarda, bir iş icabı için ben ve bakan
arkadaşım Celal Yardımcı Erzurum‟a geldik. Gece Otel Polat‟ta kaldık. O gece Efe
hazretleri iki sefer rüyama geldi. Büyük bir teeddüp içinde bana şöyle hitapta
bulundu: “Kurban, sen buraya gelmişsin. Seni ziyaret etmem lazım. Pirzademin
oğlusun. Fakat ben ihtiyarım. Gözlerim pek fazla görmüyor. Seni ziyaret etmek
imkânım dâhilinde değil. Ne olur fakirhaneme şeref ver, nurlandır. Bizi çok memnun
ve bahtiyar edersin.” dedi. Rüyada ben de “Tamam, seni ziyaret edeceğim kurban”
dedim.
Sabahleyin işlerimi ifa ettim. Arkadaşım Celal Yardımcı‟dan izin istedim;
“Burada büyük bir zat vardır. Onu ziyaret etmek için söz verdim. Onu ziyaret
edeceğim.” dedim. Bakan bey: “Ben de geleceğim, haydi beraber gidelim.” dedi.
Beraber gittik. Öğle üzeriydi. Cemaat dolu idi. Efe hazretleri vaaz ve nasihatlerde
bulunuyordu.
Millet bizi görünce şaşırdı. Ayağa kalkmak istediler. „Sükût edin, oturun.‟
diye işaret ettim. Herkes oturdu. Efe vaazını bitirdi. Fatiha okundu. Dönüp bizim
tarafımıza baktı. Daha evvel beni hiç görmemişti, tanımıyordu. Dedi ki: “Pir-i
Akdes‟in kokusunu aldım. Acaba pirzadem mi gelmiş.”
Ben hemen ayağa kalktım: “Evet, Kasîm gelmiştir.” dedim. Ayağa kalktı,
kıbleye doğru durdu. Secde-i şükre gitti ve tekrar kalktı. Geldi beni kucakladı, öptü;
“Allahım sana sonsuz şükürler olsun ki, bu sefer de bana Pîrimin kokusunu ve
evladını gösterdin.” dedi.
Döndü bana şöyle söyledi: “Kurban, sizlerin nur-u cemalinizi çok özlemiştim.
Onun için bu gece size fazla yalvardım, beni affedin. Merhamet ve şefkatlerinize
sığınırım bu su-i edebi işledim. Aşk babında böyle şeyler mubahtır.”
Baktım ki, Efe hazretleri öyle bir makam ve sırr-ı gaybiyeye maliktir ki,
sanki o gece hayaliyle değil, belki cesediyle beni ziyaret etmiş ve görmüştür. Bunun
üzerine elini öpmek istedim, bırakmadı.”498

10.8. ġeyh Maksud Efendi Hoca (ö.1943)

Maksut Efendi Hoca; M. 1866 Tarihinde Erzurum'un Veyis Efendi


mahallesinde dünyaya teşrif etmiştir. Medrese eğitimini o dönem Erzurum‟un
meşhur âlimlerinden “Yetim Hoca” lakaplı Müderris Mustafa Zihni Efendi‟nin
(ö.1912) medresesinde tamamlamış, icazet almıştır. Bir müddet Habib Efendi Camii

498
Küfrevî, a.g.e., s.124 vd.

178
İmam hatipliğini yürütmüştür. Hocasının vefatından sonra “Yetim Hoca
Medresesi‟nin” başına geçmiştir. Nakşibendî Hâlidî şeyhlerinden Şeyh Abdurrahman
Taği‟nin (ö.1886) halifesi Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi‟nin (ö.1909) derslerine de
devam eden Maksud Efendi, ona intisap etmiş, seyr-i sülûkünü tamamlayarak
halifesi olmuştur. İlmi tedrisata devam etmesinin yanında tasavvufi neşvesini
Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi‟nin yolunda sürdürmüştür. Erzurum‟da ilmî
yetkinliğinden dolayı çokça takdir edilen Şeyh Maksut Efendi Hoca, 3 Ocak 1943
tarihinde vefat etmiştir.499 Şeyh Maksûd Efendi‟nin ilmî yönünün yanında tevazusu
üzerine birçok menkıbe anlatılır. Meşhur Yetim Hoca'nın halefi, onun kurmuş
olduğu medresenin baş müderrisi olmasına rağmen marabaları, hizmetkârları ile
birlikte tarlada, harmanda çalışıp onlarla birlikte yiyip içtiği rivayet edilmektedir.500

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Maksûd Hoca Efendi‟nin ilmine karşı derin saygısı
vardır; Efe kendisine gelip fıkhî meselelerden sorular soranları “Maksûd Efendi
dururken kimseye sual sorulamaz” demekle o kişileri Maksud Efendi Hoca‟ya
göndermiştir.501 1943 yılında Maksud Efendi‟nin vefâtı üzerine Efe Hazretleri, “Der-
vefât-ı Maksûd Efendi” başlığıyla bir mersiye yazarak, onun ilminin ve kemâlâtının
yüceliğinden, tevâzusundan ve çeşitli üstün özelliklerinden bahsetmiştir. Yine
mersiyenin son bölümünde onun için dualar etmiştir:

Rahmet-i Rahmân‟a nâil


Maksûd Efendi Hâcemiz
Ravza-i Rıdvân‟a dâhil
Maksûd Efendi Hâcemiz

Dillerde bir dildâr idi


Kâmil-îmân dindâr idi
Cân gözleri bîdâr idi
Maksûd Efendi Hâcemiz

İlm ü amel lillâh idi


Bu ümmete fillâh idi
Sa„yi rızâullah idi
Maksûd Efendi Hâcemiz

499
Aras, a.g.e., s.99 vd.
500
Sıtkı Aras, Velilik Vasıfları ve Erzurum Velileri, http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/velilik-
vasifalari-ve-erzurum-velileri, (14.11.2013).
501
Aras, a.g.e., s.103.

179
Hilm ü tevâzû yerleri
Kur ‟ân idi rehberleri
Kenz-i ilim gülberleri
Maksûd Efendi hâcemiz

Aramadı şöhret ü şân


Olmadı fazîlet-feşân
Mü‟minler içün dert-keşân
Maksûd Efendi Hâcemiz

Bu ümmete hâdim idi


Hizmetine dâim idi
Mâsivâdan sâim idi
Maksûd Efendi Hâcemiz

Cevheri dilde pâk idi


Ehl-i tevâzu hâk idi
Ümmet içün gam-nâk idi
Maksûd Efendi Hâcemiz

Gözlemedi nâsdan nevâ


Anda idi terk-i hevâ
Hubb-i Hudâ dolmuş kuvâ
Maksûd Efendi Hâcemiz

Mevlâ ana rahmet ede


Resûl‟ü hem şefkat ede
Evliyâlar himmet ede
Maksûd Efendi Hâcemiz

İzzet bula ind-i Hudâ


Gark eyleye nûr -i hüdâ
Hak yoluna oldu fedâ
Maksûd Efendi Hâcemiz

Ehl-i îmâne nûr idi


Muvahhidîne tûr idi
Dâim ehl-i huzûr idi
Maksûd Efendi Hâcemiz

LUTFÎ ne vasf edem anı

180
Allah içün idi şânı
Bulmuşdu kâmil îmânı
Maksûd Efendi Hâcemiz502

502
Lutfî, s.627 vd., ş. “Der-vefât-ı Maksûd Efendi”.

181
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HÂCE MUHAMMED LUTFÎ EFENDĠ’NĠN TASAVVUF


ANLAYIġI

Çalışmanın bu bölümünde, hayatını insanları irşada adayan ve bu amaçla nice


kıymetli şiirler kaleme alan Nakşibendî ve Kâdirî şeyhi Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tasavvuf anlayışı ele alınmıştır.

Efe Hazretleri‟nin tasavvuf anlayışı ayrıntılı olarak incelenmeden evvel,


İslâm tasavvufunun menşei, tarifi, konusu ve gayesi üzerine bir değerlendirme
yapılarak konunun daha iyi anlaşılması hedeflenmiştir.

Alvarlı Efe Hazretleri, teorik ve pratik açıdan sûfilik anlayışı klasik tasavvuf
geleneğiyle örtüşen bir mutasavvıf ve muhakkik sûfî olarak, tasavvufî pek çok
konuda görüş belirtmiştir. Tasavvuf, nazari ve aklî bir ilim olmayıp aksine tecrübî ve
amelî bir ilim olduğu için mutasavvıflar tarafından pek çok tarifi yapılmıştır.
Tariflerdeki çeşitlilik Efe Hazretleri için de geçerlidir. Efe Hazretleri‟nin kaleme
aldığı bazı şiirlerinde tasavvufun nazmen çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bu tarifler diğer
şiirlerinden örnekler verilerek açıklanmıştır.

Alvarlı Efe‟nin tasavvufî yaşantısı ve yaşantısının ürünü olan şiirleri


incelendiğinde, onun da selefi sûfiler gibi tasavvuf anlayışını bazı temel esaslar
üzerine bina ettiği görülmektedir. Şiirlerinde çokça konu ettiği bu esaslar çeşitli
başlıklar altında değerlendirilmek suretiyle tasavvufî anlam zenginliğine katkı
sunulmuştur. Diğer taraftan onun mürşitliğini icra ederken usul olarak benimsediği
irşâd âdâb ve erkânı çeşitli açılardan değerlendirilmiştir.

Alvarlı Efe Hazretleri, tasavvuf düşüncesinde mutasavvıflarca üzerinde çokça


durulan vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd gibi bazı konulardaki tartışmaların içine
girmemiş fakat tasavvufun tahallukî ve tahakkukî pek çok konusu üzerine fikirlerini
ortaya koymuştur. Efe‟nin tasavvuf anlayışını tam olarak ortaya koymak için
tahallukî ve tahakkukî açıdan konulara yaklaşımı kavram bazında derinlemesine
incelenmiştir.

182
1. Tasavvufun MenĢei, Tarifi, Konusu ve Gayesi

Yüzyıllar boyunca tasavvufun menşei, tarifi, konusu ve gayesi üzerine çeşitli


görüşler ileri sürülmüştür. Tasavvuf hakkında ki farklı mülahazaların temelinde, fikir
sahiplerinin kendi bilgileri ve değer yargıları itibariyle ortaya koydukları bakış açıları
etkin rol oynamıştır.

Felsefe, Tarih, Psikoloji gibi bilim dallarında uğraş verenlerin görüşleri


çeşitlilik arz ettiği gibi, Fıkıh, Tefsir, Hadis vb. İslâmî ilimler sahasında temayüz
etmiş âlimlerin bakış açısıda farklı farklıdır. Tasavvufu sadece nazari bir ilim olarak
görmeyen ve hal olarak bizzat yaşayan sûfilerin konuyu tahlili, daha doğru ve
gerçekçi bir tahlildir.

Batı dünyası tasavvufu ilk başlarda, herhangi bir dinin derunî, ruhâni yönünü
belirten “mistizm” (mystisisme) kelimesiyle algılamış, ancak tasavvuf ile mistizm
arasında belirgin farklar bulunduğunun anlaşılması üzerine503 “İslâm mistizmi”
yerine “sufizm” kavramı kullanılmaya başlanmıştır.504 Çünkü tasavvuf, kendine has
içselliği olan, yaşamadan tam olarak anlaşılamayan bir bilgidir. Mutasavvıflar bu
durumu, “tasavvuf kâl değil, hal ilmidir” diye ifade etmişlerdir.505 Dolayısıyla
tasavvuf hakkında en isabetli bakış açısı hâl ehli sûfilere aittir.

Tasavvufun menşei, konusu, gayesi ve tarifi hakkında muhakkik sûfilerin


görüşleri dikkate alındığında; Tasavvuf ilminin menşei Kur‟ân ve Sünnettir. Çünkü
tasavvufi sülükün işleyişinde, şeriatin bedene müteallik olan zahirî ve kalbe nisbet
edilen batinî emirlerinin birlikte derç edilerek tatbikatı esastır.

Tasavvuf, Hakk‟ın hoşnutluğunu kazanmak ve sonsuz mutluluğa ermek için


nefsi tezkiye etmek, çirkin huyları güzelleştirme, içi ve dışı arındırıp parlatma
hallerinden bahseden bir ilimdir. Bu yönüyle tasavvuf, dini sadece kurallar olarak
almayıp, yaşandığı zaman bir anlam kazanacağını söyleyerek onun derûnî manasına,
iç hayatına nüfuz etmeye çalışıp Allah ile kul arasındaki ilişkiyi sağlamlaştıran bir
ilimdir.506

503
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.14.
504
Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA., c.40, s.119.
505
Rifat Okudan, Hasan Ünsî ve Tasavvufî Görüşleri, Fakülte Kitabevi Isparta, 2007, s.87.
506
Bardakçı, a.g.e., s.19.

183
Tasavvuf kelimesinin hicri 150. yıldan itibaren kullanılmaya başlanması,
tasavvufun kaynağının Kur‟ân ve Sünnet olduğu gerçeğini değiştirmez. Konu
hakkında İbni Teymiyye; “ Müteahhir sâlihler Allah‟a sülük edene fakir veya sûfi
dediler. Sonraları sûfi tabiri tutulur oldu. Bu noktaya ait münakaşa lafzi, ıstılâhi ve
şeklîdir. Hakikatte sûfi ve fakirle kastedilen, Kitap ve Sünnet‟te yer alan velî, sıddîk
veya sâlih kişilerdir…” demektedir.507 Tasavvufun menşei; sistem ve muhteva
itibariyle tamamen Kur‟ânî ve Muhammedîdir. Bu gerçek göz önünde tutulduktan
sonra kelimeler üzerinden bir yola gidilmesi, tasavvuf lafzının semantik ve terim
olarak incelenmesi yoluyla tasavvufa bir menşe atfedilmesi doğru değildir.508

Tasavvufun konusu ve gayesi üzerine yüzlerce tarif yapılmıştır. Sûfilere ait


bu tariflerin birçoğunu Kuşeyrî, Risale‟sinde vermiştir: Cüneyd-i Bağdâdi
rahimehullah‟a göre; “Tasavvuf, Allah Teâlâ‟nın seni nefsâni sıfatlarından öldürüp
kendisi ile ihya etmesidir”,509 Ebû Muhammed Cerirî rahimehullah‟a göre;
“Tasavvuf, bütün yüksek ve güzel ahlaklar ile ahlaklanmak, her türlü kötü ve düşük
ahlaktan uzaklaşmaktır.”510 Ebû Türâb-i Nahşebî rahimehullah ise sûfiyi; “Hiçbir
şeyin kendisini kirletip bulandırmadığı, her şeyin kendisiyle sâfiyet ve güzellik
kazandığı kimsedir”511 diye tanımlamıştır.

Kalplerin ancak Allah Teâlâ‟yı zikretmekle tatmin bulacağı,512 müminlerin


Allah‟ı çokça zikretmesi gerektiği,513 Allah‟ın huzuruna kalb-i selimle çıkmanın
uhrevî kurtuluş için gerekli olduğu,514 Allah‟ın cennette nimetleriyle iskân ettiği
kimseleri mutmain olmuş kimseler (nefs-i mutmainne) diye anması,515 başıboş
bırakılan nefsin kötülüğü emredici olması,516 iyi ve temiz kalplilerin diğer
organlarınında iyi ve temiz hale geleceği517 ve insanın en büyük düşmanının iki yanı
arasına merkezlenmiş nefsinin olduğu hususlarına dikkat çekilmesi, tasavvufî hayatın
temeline Allah‟ı çokça zikretme ve kalp temizliği konularını yerleştirmiştir. Bu

507
Yaşar Nuri Öztürk, Kur‟ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, Esma Yay., İstanbul, 1985, s.1.
508
Öztürk, a.g.e., s.33 .
509
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, çev.Dilaver Selvi Semerkand Yay., İstanbul 2011, s.528
510
Kuşeyrî, a.g.e., s.528.
511
Kuşeyrî, a.g.e., s.531.
512
Ra‟d 13/28.
513
Ahzâb 33/41.
514
Eş-Şuarâ 26/89.
515
El-Fecr 89/27-28.
516
Yûsuf 12/53.
517
Buhârî, “îmân”, 39; Müslim, “Müsâkât”, 107.

184
sebeple tasavvufa “ilmü‟l-kulûb, ma‟rifetü‟l-kulûb”, sûfîlere “ehlü‟l-kulûb,
518
ashâbu‟l-kulûb, erbâbü‟l-kulûb ve ehl-i dîl” gibi isimler verilmiştir.

Varlık konusu, ruhun fenâ ahlaklardan tasfiyesi ve nefsin kötü duygulardan


tezkiyesi sonrası ahlaki yüceliğin kazanılmasıyla nefs-i mutmainneye bürünmek
usûlü, manevî makamlar ve haller; vecd, istiğrak, aşk, sevgi, muhabbet vb. duygular
ve bunlara bağlı bilgiler tasavvufun konuları içinde yer almıştır.

Ruhun fenâ ahlaklardan tasfiyesi ve nefsin kötü duygulardan tezkiyesi


“tahliye”, ahlaki yüceliğin kazanılmasıyla nefs-i mutmainneye bürünmek konusu
“tehliye” kavramlarıyla izah edilmiştir. Zihni, kalbi ve ruhu söz konusu
kötülüklerden tasfiye ve bedeni mezkûr haram ve mekruhlardan tezkiye etmek
tahliye kelimesiyle ifade edilirken, temizlenmiş olan zihin, kalp ve ruhu zikir, güzel
amel gibi duygu ve fiillerle süslemeğe tehliye denilmiştir.

Bir kısım sûfîler, tahliye edilmiş nefsin makamını fenâ, nefsin tehliye ile
berraklaşıp ruh ile homojen bir yapıya kavuşma makamını bekâ kavramlarıyla
tanımlamıştır. Seyyid Şerîf el-Cürcânî‟ye göre; fenâ, kötü huyların yok olması, bekâ
ise, iyi vasıfların kazanılmasıdır. Cürcânî, bu ahlakî anlamda yaptığı tariften sonra
fenâyı ikiye ayırmıştır; Bunlardan birincisi, tarifte belirtilen ahlâkî mânadaki fenâ
olup mücâhede ve riyâzet yoluyla elde edilebilir. Dünya ile ilgili algıların yok
olmasından ibaret olan ikincisi ise, müşâhede ve istiğrak ile gerçekleşir.519

Fenâ haline gelmek için tahliye edilmesi gereken kötülükler, “kalbe ve ruha
nispetle ahlaki”, “bedene nispetle fiilî” olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ahlâki
tahliye; zihni bozuk niyet ve itikattan, kalbi kötü amaçlardan, ruhu hırs, haset, kin
beslemek, kibirlilik, kendini beğenmek, ucub, şımarıklık, cimrilik, gösteriş, servet ve
riyaseti sevmek, İslâm dininden başkasıyla iftihar etmek, gazap, gıybet yapmak,
haber dolaştırmak, yalan ve iftira, çok konuşmak gibi kötü huylardan boşaltarak
tasfiye etmektir. Fiilî tahliye; malayani şeylerle uğraşmaktan, iyi kötü demeksizin
herkesle düşüp kalkmaktan, harama bakmaktan, harama el uzatmaktan, çalgılı
çulgulu masiyet meclislerinde oyun ve eğlence ile vakit geçirmekten, riyâset, servet
ve şöhretin peşinde koşmaktan, cehalete kanaat etmekten, zalimlerle birlik olmaktan,

518
Öngören, “Tasavvuf”, c.40, s.119.
519
Mustafa Kara, “Fenâ”, DİA., c.12, s.334.

185
halkın rızası için dine muhalif harekette bulunmaktan bedeni sakındırmakla tezkiye
olmaktır.520

Tasfiye ve tezkiye ile tahliye olup fenaya doğru mesafe kateden sâlik, fenâda
kemaliyeti elde etmek ve bekâya kavuşabilme olgunluğuna ulaşabilmek için, kalbini
ve ruhunun derin merkezini güzel duygu ve fiillerle süslemesi gerekir. Bu anlamda
kalbin ve ruhun tehliyesi de, ahlâki ve fiilî olmak üzere yine iki temelde icra edilir.

Söz konusu kalbi ve fiili emirlerle nefsini kötü duygulardan tahliye ederek
güzel ahlakla bezeyen sâlik artık bir insan-ı kâmildir ve amacı olan vuslat kapısından
içeri girmek yani bekâbillah olmak için fenâda bekler. Ve harem dairesine kabul
edildiğinde artık o vakit bayramdır. Alvarlı Efe‟nin ifadesiyle;

Lutfî‟ye lutf u kerem


Dâhil-i bâb-ı harem
Dâimâ Allah direm
Bayram o bayram olur521
“Dâhil-i bâb-ı harem”le şereflenmek için marifete, marifetin kalpte
kökleşmesi için ise, Kur‟ân-ı Kerim‟de522 ve hadislerde523 öğütlendiği gibi, geçici
dünya hayatına ve maddi zevklere aldanmadan ahirete ve manevi değerlere öncelik
verilmelidir. Allah‟ı görüyormuş gibi ibadet eden takvâ sahibi bir mümin olabilmek
tasavvufun gayelerinden biriyken, tasavvufun temel amacı olan vuslata
kavuşabilmek, ancak marifet bilgisini özümseyen bir ârif-i billah olmakla
mümkündür.

2. Alvarlı Efe’ye Göre Tasavvufun Tanımları

Mutasavvıflar ve sûfiler tarafından tasavvufun birçok tarifi yapılmıştır. Bu


tariflerin sayısını bine kadar çıkaranlar olduğu gibi, mutasavvıfların sayısıncadır
diyenlerde vardır. Çünkü tasavvuf, nazarî ve aklî bir ilim olmayıp, aksine tecrübî ve
amelî bir kalp ilmî olduğu için tanımlarıda pek çoktur.524 Her sûfî tasavvuf
deryasında yaşadığı hal, edindiği manevi tecrübe ve bulunduğu makama göre bir

520
İsmail Çetin, Tasavvuf, Dilara Yay., Isparta, 2007, s.16 vd.
521
Lutfî, s.167, ş.100.
522
Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; Nisâ 4/77; Hûd 11/15-16; Ankebût 29/64; Şûrâ 42/20.
523
Buhârî. “Rikâk”, 3; Tirmîzî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 1,6.
524
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.28.

186
tanım yapmıştır. Sûfilerin içinde bulundukları hâl ve makamâtın etkisiyle birçok
tarifi yapılan tasavvuf, ilahi kaynaklı bir hikmet olarak bir anlamda kalbî ve amelî
tatbikatla elde edilen tecrübî bir ilimdir.525 Tecrübenin yanı sıra, konuları çok geniş
bir ilim olması hasebiyle, virdden, vâridattan, ahlaktan, zikir ve duadan bahseden
sûfiler ayrı, tüm konulara daha genel bakış açısı geliştiren sûfiler daha ayrı tarifler
yapmışlardır.526

Tasavvufun tanımını nazmen yapan nadir mutasavvıflardan olan Muhammed


Lutfî Efendi, tasavvufun amacını Allah‟a kul olmak ve marifet-i ilahiyeyi bilmek
olarak ele almıştır. Cibril hadisinde “ihsan nedir?” sorusuna verilen “İhsan; Allah‟ı
görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O‟nu görmesen de O seni görmektedir”527
tanımına muvafık olarak, kulun Allah‟a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat
ruhunu, bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsayan bir kulluk bilincidir. Bu
bilinç marifetin kazanılmasını sağlamaktadır.

Hüner Hakk‟a kul olmakdır hüner irfânı bulmakdır


Hüner bir ibret almakdır bu gaflet âlemi almış528
Alvarlı Efe‟nin tasavvufa yüklediği anlam ve gayeyi anlattığı on iki beyitlik
müstakil bir şiiri vardır. Bu şiirinde o, hâl ehli bir sûfî olarak, tasavvufun tanımını
çeşitli bakış açıları ile ele almıştır:

“Tasavvuf, kulun Rabb‟ine vuslatında temel bir engelleyici olan mâsivâya


mahkûm muhabbetin kalpten sökülüp atılması ve mâsivâ arzusundan temizlenmiş bir
gönülle, samimiyetle Allah‟a yönelmektir.”

“Tasavvuf, daima Allah‟ın emirlerine iştiyakla sarılmaktır.”

“Tasavvuf, haramlardan yüz çevirmek ve tevbe üzerinde sebât etmekle Allah


korkusunu kalpte kökleştirmektir.”

“Tasavvuf, Şeriatin Hükümlerini İhyâ Etmektir.”

“Tasavvuf, Allah ile kurbiyette verilen sırları ifşâ etmemek ve ehli


olmayanlara hâl ve makâmattan bahis açmamaktır.”

525
Okudan, Ünsî, s.86.
526
Çetin, Tasavvuf, s.7 vd.
527
Buhari, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 1.
528
Lutfî, s.291, ş.301.

187
“Tasavvuf, seyr-i sülûkte kazanılan hâl ve makamları Allah‟ın bir ikrâmı
bilip, tevazuyu elden bırakmamaktır.”

1. Tasavvuf, Samimiyetle Allah‟a Yönelmektir

Efe Hazretleri‟ne göre tasavvuf; mâsivâya aşırı bağlanmaktan dolayı ortaya


çıkan manevi kirlerden arındırılmış, ilahi tecelliye uygun bir mahal haline getirilerek
saflaşmış, tertemiz bir gönülle Allah‟a yönelmektir. Tasavvuf, ıstılahında kullanılan
terimler üzerinden bilgiçlik taslayıp kibirlenmek olmayıp, bu kelimeleri bütün
benliğinde yaşayarak hissetmek, ilahi lütuf ve cilvelere kapı açmaktır:529

Tasavvuf sâf-ı dilden Hazret-i Allah‟a dönmektir


Tasavvuf ıstılâhâtı ile sanma öğünmektir530
“Sâf-ı dilden” Allah‟a dönmek, kalbi her türlü günah ve kirden tezkiye
etmekle mümkündür. Kalp temizliğine çok önem veren sûfiler, kalbin manevî
hastalıklardan tasfiyesi hususunda çeşitli usuller ortaya koymuşlardır. Çünkü Allah
Teâlâ‟dan gelen tecellilere ve feyzlere ancak saflaşmış kalp vasıtasıyla tam olarak
mazhariyet gerçekleşir. Sûfînin, kalbini tahliye ile saflaştırıp, güzel ahlakla
süslemeden Allah‟a yönelmesi, amaç olan vuslata nispetle muhaldir.

Alvarlı Efe Hazretleri, tasavvufun tarifini yaparken saflaşmış ve manevi


kirlerden arınmış bir kalple Allah‟a yönelmeye vurgu yapmaktadır. Zira tasfiye
edilmemiş kalp, tam manasıyla Allah‟a firar edemeyeceğinden dolayı marifet
bilgisini kazanması da mümkün değildir.

“Kur‟ân-ı Kerim‟de ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil


işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur‟an ve hadiste geçen kalb kelimesi
insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü, başka bir
ifadeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir.
İnsanın, idrak eden, bilen ve kavrayan tarafı olduğu için kalb ilâhî hitaba
muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalp olduğu
Kur‟an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir.”531 “Kalpleri var ama onunla bir şey
anlamıyorlar”532; “Akıl erdirmek için onlarda kalp yok mu?”533; “Kalbi olanlar

529
Farsakoğlu, a.g.t., s.271.
530
Lutfî, s.151, ş.85.
531
Süleyman Uludağ, “Kalb”, DİA., c.24, s.230.
532
A„râf 7/179.

188
için bunda öğüt vardır”534 mealindeki âyetler kalbin idrak, ilim, mârifet ve düşünme
aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı kalb (fuâd) sorumludur.535

Öte yandan kalp olumsuz yönde de değişir ve türlü renklere girer. Kur‟an‟da
kalp körlüğünden,536 kalp kasvetinden ve taşlaşmış yüreklerden537 bahsedilmiş;
kalplerin mühürlenmesi,538 gerçeği algılamaktan alıkonulması,539 kilitlenmesi ve
üstüne perde çekilmesi540 üzerinde de durulmuştur. Allah yoldan sapanların
kalplerini saptırır,541 yani insan kendi iradesiyle kötülüğü tercih edip o yönde
teşebbüse geçerse Allah da onu kötü yola düşürür. Kalbin en iyisi iman, en kötüsü
küfür ve inkâr olan çok çeşitli halleri vardır. Kalp hem rahmânî hem de şeytânî
kuvvetlerin mücadele alanıdır. Bir hadiste bu husus, “Kalbde iki dürtü vardır, biri
melekten, diğeri şeytandandır”542 şeklinde ifade edilmiştir.543

“Zâhidler ve ilk sûfîler dinî ve ahlâkî açıdan kalbin önemi, kalb temizliği,
bunun sonucu olan ibadet ve iyi davranışlar üzerinde yoğunlaşmış, Allah‟ın
huzuruna kalb-i selimle544 çıkmanın uhrevî kurtuluşun şartı olduğunu
vurgulamışlardır. Hâris el-Muhâsibî kalb temizliği, kalbin huşûu ve kalble işlenen
günahlar konusuna dikkat çekmiş, kalbin çeşitli hallerini, uğradığı değişimleri, buna
etki eden hususları ve bunların sonuçlarını inceleyerek kalp ve nefisle ilgili çok
önemli psikolojik tahliller yapmış, Allah‟a kalble yaklaşılacağını belirtmiştir. Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî ise kalbi arşa, sadrı kürsîye benzetmiştir. Daha sonra sûfîler
Allah‟ı daha çok kalp arşında aramışlar ve kalbi beytullah (Allah‟ın evi) olarak
adlandırmışlardır. Sehl‟e göre Allah‟ın kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi niyet, bedenin
kıblesi de kalptir.”545

Kalp tasavvufta marifet bilgisinin kaynağı olması bakımından da önemlidir.


Sûfîlere göre dinî hakikatler ve ilâhî sırlar hakkında bilgi edinmenin en güvenilir
533
Hac 22/46.
534
Kāf 50/37.
535
İsrâ 17/36; Ahzâb 33/5.
536
Hac 22/46.
537
Bakara 2/74; Mâide 5/13; En„âm 6/43; Zümer 39/22.
538
Bakara 2/7; Nahl 16/108; Câsiye 45/23.
539
A„râf 7/101; Yûnus 10/74.
540
Bakara 2/88; En„âm 6/25; İsrâ 17/46; Muhammed 47/24; Mutaffifîn 83/14.
541
Saf 61/5.
542
Tirmizî, “Tefsîrü‟l-Ķur‟ân”, 2/35.
543
Uludağ, “Kalb” c.24, s.230.
544
Şuarâ 26/89; Sâffât 37/84.
545
Uludağ, “Kalb” c.24, s.231.

189
yolu kalptir. Akıl bu alanda yetersizdir. Ancak kalbin doğru ve güvenilir bilgi
vermesi için olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassuptan
temizlenmesi gerekir. Mutasavvıflar, kalb tasfiyesi veya nefis tezkiyesi denilen bir
yöntemle temizlenen kalbin dinî ve ilâhî hakikatleri doğrudan ve aracısız olarak
bileceğine inanırlar. Onlara göre vahiy gibi ilham da kalbe gelir. Kalbin gayb
âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna kalb gözü denir. Üzeri günah kiri ve
bilgisizlik pası ile örtülü olan bu göz mücâhede ve riyâzet denilen bir usulle
temizlendiği takdirde mânevî âlemi ve oradaki gerçekleri görebilir. Bu yolla
kazanılan bilgilere mârifet, irfan, ilham, bâtınî ve ledünnî ilim gibi isimler verilmiştir
Mutasavvıflar kalbin bilgi kaynağı olduğunu göstermek için, “Eğer takvâ üzere
olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir”546; “Fetvayı kalbinden iste”547
meâlindeki âyet ve hadislere dayanmışlardır.548

Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi‟nin divanında kalp, gönül ve dîl kelimeleri


aynı manada kullanılmıştır. Hemen hemen her şiirinde kalbe, gönüle ve dîle vurgu
yapılmıştır. Efe‟ye göre kalp fonksiyon itibariyle Allah‟ın tecelli merkezidir ve onun
bu görüşü geçmişteki sûfi geleneğiyle paralellik arz etmektedir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, “tasavvuf sâf-i dilden Hazreti Allah‟a


dönmekdir” tarifiyle Allah‟a yönelmeyi “sâf-ı dilden” tamlamasıyla kalbin tasfiye
ve tezkiye edilmesi şartına bağlamakta, kalbin doğru ve güvenilir bilgi vermesi için
olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassuptan temizlenmesi
gerektiğini belirtmektedir. İslâm fıtratı üzerine doğan her bir fert, doğuştan kalbi
temiz olması hasebiyle ilahi tecellileri almaya kabiliyetli bir gönle sahipken, sonraki
zamanlarda dünyaya aşırı meylinden dolayı günahları irtikâp ederek kalbi bozulmuş
ve hırs, haset, ucub, riyâ, kibir vb. kalp hastalıklarına yakalanmıştır. Efe‟ye göre
tasavvuf; gönlü, leke ve kirlerle temsil edilen bu hastalıklardan temizlemekle yani
kalbi tezkiye ve tasfiye ettikten sonra ilâhi tecellilerin merkezi makamına
oturtmaktır. Bu tahliyeyi yapmadan Allah‟a yöneliş kuru ve mesnetsiz bir iddiadır.
Efe‟, “tasavvuf ıstılâhâtı ile sanma öğünmektir” demekle, tasavvufu hâl olarak
yaşamayıp, sadece onun ıstılahında ki kelime ve kavramlarla sûfiliği taslamanın kibir

546
Enfâl 8/29.
547
Dârimî, “Büyû”, 3.
548
Uludağ, “Kalb” c.24, s.231.

190
olduğunu belirtmektedir. Zira insanın yapmadığı bir fiili yapmış gibi anlatması,
yaşamadığı bir hâli yaşamış gibi ifade etmesi, hakke‟l-yakîn bilmediği bir manevi
makamı tatmış gibi nutuk atması yalan ve kibirdir.

Efe, edep elbisesini giymiş müridin, kibir, riyâ, cimrilik ve haset gibi gönül
dertlerinden kurtulmadan maksadı olan mâşukuna vuslatı muhal görmektedir:

Kibr ü riyâdan ol berî buhl ü hasedden kal geri


Edeb ile ol müntehâb cânan cemâlin gösterir549
Bundan dolayı Efe Hazretleri, nasihat içeren bir şiirinde Allah‟a kavuşmayı
arzulayan sâlike, bayağı ve düşük bir mertebede bulunan bu aldatıcı dünyanın
şehvetlerine gönül verme diyerek, mâsivâya kalbi rabıta etmenin insanı bu gurbet
diyarına gönderiliş gayesini unutturduğundan dolayı, yine geçici ve ademe mahkum
olması dolayısıyla bayağı, basit ve düşük bir davranış olacağını söylemektedir.
Çünkü dünyaya kalben bağlanmak her hata ve günahın sebebidir.

Rûh-i revanı işit verme bu dünyaya dil


Nazlı civânım işit bağlama ednâya dil550
Alvarlı Efe‟ye göre amaç olan sevgilinin cemâlini müşahede edebilmek için
kalp aynasını temiz ve parlak hale getirip ona nazar etmek gerekmektedir. Bununla
birlikte terkten sonra, maddeye dönme arzusu da terk edilmelidir.

Mir‟ât-ı kalbe kıl nazar cânân cemâlin gösterir


Vâriyyetinden et güzer cânân cemâlin gösterir551
Cilalanmış ve parlamış kalbin işlevini anlatan Efe Hazretleri, her insanda
bulunan kalbin Mevlâ‟nın tecelli mahalli olduğunu belirterek, saflaşmış gönülleri bir
hikmet denizine benzetmiştir. İnsan gönlüne yönelip kıymetli inciler arayan bir inci
avcısı gibi onu keşfe çıkarsa, kendi içerisinde taşıdığı uçsuz bucaksız hazinenin
farkına varıp, ondan sayısız inci ve mücevher çıkarabilecektir.552

Tecellî-gâh-ı Mevlâ‟dır gönül her ferdde mevcûddur


Bu bahr-i hikmete gir bak bulunmaz hiç nihâyâtı553

549
Lutfî, s.262, ş.252.
550
Lutfî, s.313, ş.332.
551
Lutfî, s.262, ş.252.
552
Farsakoğlu, a.g.t., s.469.
553
Lutfî, s.512, ş.653.

191
Sonuç olarak Hâce Muhammed Lutfî Efendi, tasavvufu kalbin nefsin
arzularından tahliye ve güzel ahlakla tehliye etmek suretiyle Allah‟a ihlasla
yönelmek olarak tarif etmektedir.

2. Tasavvuf, Allah‟ın Emirlerine İştiyakla Sarılmaktır

Alvarlı Efe Hazretleri‟ne göre tasavvuf; Kalbini mâsivâ arzusundan


kurtarmak suretiyle çeşitli manevi hastalıklardan gönlünü temizleyen ve güzel
hasletlerle tehliye eden sûfinin, cânı gönülden Allah‟ın emirlerini tatbik etmek ve
yasaklarından şiddetle kaçmak azmiyle Hakk Teâlâ‟ya kurbiyet kurma çabası içinde
olmasıdır. Yani tasavvuf, Şeriatin tatbikatı olmadan sadece tasavvuf metinlerini
okuyarak onun üzerinden çeşitli kritikler ve tartışmalar yapmak değil, aksine
Allah‟ın fiilî ve ahlakî emirlerinden bir an olsun gafil olmama çabasıdır:

Tasavvuf emr-i billâh ile dâim olmak elbettir


Yalınız sanma elfâz u ibârât beğenmektir554
Nakşibendiyye ve diğer tarikatlerde tasavvufî sülüke girmenin ön şartı kabul
edilen Şeriatin emir ve yasaklarına uymanın Allah‟ın emri olan kısmına,
yapılmasının istenip istenmemesi açısından taksime tâbi tutulan mükellefe ait fiiller,
yani Şeriatin içinde icrası kesin ve bağlayıcı tarzda istenenlere farz veya vâcip
denilmiştir. Şeriatın emir ve nehiyleri, ahlâkî ve fiilî olmak üzere iki kısımdır;

Ahlâkî Emirler: Güzel niyet beslemek, tevhidi özümsemek, hak ve gerçeğe


muvafık doğru itikad, tevbeyle ma‟siyeti bırakmak, ma‟siyet yerinden kaçmak,
Allah‟tan utanmak, içtenlikle İslâm dinine boyun eğmek, derin saygı ile açıkta ve
gizlide günahları terk etmekte ve emirlerin gereğini yerine getirmekte, zikir ve
ibadetleri yapmakta sabır ile sebat etmektir. Takvâ; Yani bile bile haram işlemekten
sakınmak, verâ; Yani şüpheli şeylerden ve şâibeli yerlerden kaçmak, zühd; Yani asli
ihtiyaçtan fazla dünyalık, riyâset ve servet peşinde koşmamak, kanaat; yani Allah
Teâlâ‟nın verdiği ile yetinmek, geçmişe nazaran Allah Teâlâ‟nın hüküm ve kazasına
rıza göstermek, geleceğe nazaran va‟d-i İlâhî‟ye güven bağlamaktır. Şükür yani
Rabb‟inin verdiği nimetle O‟na karşı gelmemektir. Yine, âzâları ibadete ve zikre
yöneltmek, Allah‟a hamd etmek, doğru söz söylemek, dürüst alışveriş yapmak,
vefadarlık, emanetlere riayet etmek, komşuluk hakkını gözetmek, her Müslümana

554
Lutfî, s.151, ş.85.

192
selam vermek ve az çok ikram etmek, ahireti dünyaya tercih etmek, Müslüman
kardeşinin menfaatini kendi menfaatine tercih etmek, ammenin hizmetine koşmaktır.
Kendini hesaba çekmek, her Müslümana tevazu göstermek, gelen belalara tahammül
etmek, kendini Rabb‟inin kontrolü altında bulundurmak, halkın övgüsünü ve
sövmesini sarf-ı nazar etmektir. Zikir ve ibadetle kalbin sükûn bulması, nefsin aşırı
istek ve arzularından alıkonulması, her Müslümanı sevmek ve onlara hayrı dilemek,
Allah için sevmek, iffet, teslim ve tevekkül gibi güzel ahlaka bürünmektir.555

Fiilî Emirler: Sevabını umarak emirleri yerine getirmek, Rabb‟inin emri güzel
olduğu için emrinin gereğini yerine getirmek, özü sözü birleşen ehli irşatla çokça
vakit geçirmektir. Yine Kur‟ân‟ı çokça okuyup hükümlerini öğrenmek, Allah‟a
yalvarmak, mümkün olduğunca beş vakit namazı cemaatle kılmak, zekât ve sadaka
vermek, nafile oruç, nafile hac ve umreye elden geldiğince sarılmaktır.556

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, divanında yer alan birçok şiirinde şeriatın
ahlâkî ve fiilî emirlerini ve yasaklarını tatbik etmenin öneminden bahsetmektedir.
Şeriatın tatbikatına ehemmiyeti anlatan müstakil bir şiiri şöyledir:

Ulûm-i zâhirin ism-i hüveydâsı şerîatdir


Bi-külli kâinâtın dâim ihyâsı şerîatdir

Şerîatdir iki âlemde sultân eyleyen abdi


Bu İslâm milletinin elde livâsı şerîatdir

Şerîat onsekiz bin âlemin cânında cândır


Bi-külli kâinâtın dürr -i yektâsı şerîatdir

Şerîat şerh eder aşk-ı dil-i uşşâkı âgâhe


Kulûb-i ehl-i zevkın nûr -i Mevlâ‟ sı şerîatdir

Şerîat nûrunun aksi ihâtâ eylemiş Arş‟ı


Mükerrem kürsînin şem-„i mücellâsı şerîatdir

Şerîat enbiyâya zâhir ü bâtında bürhândır


Gönüllerde velîlerin dilârâsı şerîatdir

Şerîatdir eden her dü-cihânda kâmil insânı

555
Çetin, Tasavvuf, s.18.
556
Çetin, a.g.e., s.18.

193
Belî ehl-i îmânın sadr -ı şifâsı şerîatdir

Şerîat tâc-dârânı cihânın tâc-dârıdır


Hilâfet burcunun mâh-ı muzayyâsı şerîatdir

Şerîatdir bu mülk-i milleti dâim kılan sâbit


Adâlet tahtının sultân-ı vâlâsı şerîatdir

Şerîatle olur mansûr bu İslâm ser -te-ser mâmûr


Tarîk-ı nusretin gâyetle kübrâsı şerîatdir

Şerîatdir penâh-i dîn zahîr -i millet-i İslâm


Bu keşf-i sırr -ı tevhîdin muammâsı şerîatdir

Emânetdir bu ümmet-i Muhammed emr eder Kur ‟ân


Hükümdâre Hudâ emrinin icrâsı şerîatdir

Şerîatdir Hakk‟ın nûr -i İlâhî‟ si bu mahlûka


Husûsen ümmet-i Ahmed‟in ihyâsı şerîatdir

Şerîatdir bu mihr ü mâh u eflâk devrine me‟mûr


Bu İslâm hükmünün vallahi ibkâsı şerîatdir

Meğer LUTFÎ‟ye bir Allah meded eyleye lutfundan


Tarîk-ı müstakîme Hakk‟ın ihdâsı şerîatdir557
Alvarlı Efe, tarikatın emrine girmiş bir sâlikin şeriatın emirlerine sıkı sıkıya
bağlı olmasını şart koşmaktadır:

Âyîne-i şerîate bak sen seni bir gör


Emrine itâat ede Kur ‟ân bizi gözler558

Şerîatle olan dînine mâlik


İlm ü hayâ ile dutan mesâlik
Allah ile olan olur mu hâlik
Emr-i tarîkatle giden bir sâlik
Giderim cennete iki bir yokdur
Husn-i zannım Hâlik‟ıma pek çokdur559

557
Lutfî, s.221 vd. ş.189.
558
Lutfî, s.154, ş.89, b.4.
559
Lutfî, s.159, ş.92, b.10.

194
Şeriatın terkedilmesi hem bu dünya hayatı için buhran vesilesi olduğu gibi,
hemde marifet-i ilâhiyyeye vâsıl olmama sonucunu doğurur:

Kalmadı gözlerde nûr -i basîret


Gurûb etdi bugün şems-i şerîat
Hangi kalbde kaldı mihr -i mârifet
Bu zindân içinde bir buhrân olur560

Emr -i şerîat terk ola binlerce bin ânlar gider


Kitâb-ı Hak metrûk ola seller gibi kanlar gider561
Görüldüğü üzere Alvarlı Efe tasavvufu, şerîatin emir ve yasaklarını cân-ı
gönülden tatbik ederek Allah‟a yaklaşma çabası olarak ele almıştır. Çünkü ancak,
haramlardan yüz çevirmek ve tevbe üzerinde sebât etmekle Allah korkusu kalpte
kökleşebilir. Bu da ancak şerîatin yasaklarını terk etmekle ve emirlerine sarılmakla
mümkündür.

3. Tasavvuf, Şeriatın Hükümlerini İhyâ Etmektir

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışının merkezinde tarikattan


önce İslâm‟ın zâhiri yönü olan şeriatın ihya edilmesi esastır. Çünkü ona göre;
“Tarikatsız şeriat olur ama şeriatsız tarikat olmaz.”562

Erzurum döneminde Efe Hazretlerini sıkça ziyaret eden o dönemin ilim


talebelerinden Mehmed Kırkıncı bir hatırasını şöyle anlatır:

"Şayet bir veli, şeriat ve sünnete muhalif bir harekette bulunursa, velayet
mertebesinden düşer. Zira, velinin velayeti şeriat ve sünnete itaatle meşruttur,
diyerek şu hikayeyi anlattı: Bir gün Bâyezid-i Bestami Hazretleri'nin yanında bir
zatın maneviyat sahasındaki mertebesinden ve kerametlerinden bahsetmişler. O da,
bu zatı ziyaret etmek bize vacib oldu. Kalkın ziyaretine gidelim, demiş ve müridleri
ile beraber onun köyüne vardıklarında, onun evinden çıkıp mescide doğru giderken,
kıbleye doğru tükürdüğünü görmüşler. Bunun üzerine Bayezid-i Bestami Hazretleri:
Bu zatı ziyaret etmeğe gerek kalmadı. Zira, nasıl olur da sünnet-i seniyyêye
muhalefet eden birisi veli olabilir, demiş ve geri dönmüşler.”563

560
Lutfî, s.168, ş.102.
561
Lutfî, s.215, ş.179.
562
Kırkıncı, a.g.e., s.41.
563
Kırkıncı, a.g.e., s.42.

195
Efe Hazretleri‟nin benzeri görüşlerini şiirlerinde bulmak mümkündür. Bir
şiirinde, Şeriate muhalif hareket ettiği halde tasavvuf ilminden dem vuran hocalardan
ve sözde şeyhlerden şikâyet etmektedir:

Hakk‟ı kabûlden taşradır


İlm-i tasavvuf başladır
Şer„in hilâfın işledir
Yetmez mi bu noksan bize564
Bir başka şiirde; şeriatı hükümlerini öğrenmeden tasavvuf dersi veren sözde
mutasavvıfları, ipliği olmadığı halde bez dokumaya çalışan akılsız kimselere
benzetmiştir:

Kendinde cehli bâkîdir


İlm-i tasavvuf okudur
İpliği yok bez dokudur
Besdir gönül endîşesi565
Şeriatı hayatına hâkim kılmayan kimse tasavvufun amacı olam hakikate
ulaşamaz:

Terk edersen şerîatı reddedersen tarîkati


Bulamazsın hakîkati LUTFî îmânın incinir566

Şerîat tâcın olursa


Tarîkat pâcın olursa
Gönül mîrâcın olursa
Şerâb-ı eynemâdandır567
İlâhi aşka vâsıl olmak için mürîd ilk önce şeriatı bilmeli ve hükümlerini icra
etmeye çalışmalıdır:

Evvel şerîat
Bilmek mârifet
Dutmak tarîkat
Âlem-i aşka568

Şehperin ola şerîat rehberin ola tarîkat


Fermânın elde mârifet göstere kendin hakîkat569

564
Lutfî, s.440, ş.537.
565
Lutfî, s.526, ş.670.
566
Lutfî, s.241, ş.220.
567
Lutfî, s.242, ş.222, k.10.
568
Lutfî, s.443, ş.542, k.10.

196
Tarikatı neşretmesi için vekil tayin ettiği Ağrı'nın Karkarık Köyü'nde
müderrislik yapan Nadir Efendi, bir ziyaretinde Efe Hazretleri‟ne; “Efem, tarikata
eskisi gibi itibar edilmiyor. Şimdiye kadar tarikat dersi almak için hiçbir kimse gelip
kapımı çalmadı” diye halinden serzeniş edince ona şöyle cevap vermiştir:

“Ne Yapalım, bu zamanın insanlarının gayeleri ahiretten ziyade dünyadır. Bu


ise; büyük bir cehalettir. Bundan dolayı senin tedrisatın, talebe yetiştirmen tarikat ile
yapacağın hizmetin çok fevkindedir. Çünkü cehalet tarikat ile değil ilim ile izale
edilir. Onun için sen tarikattan ziyade bu tedrisata devam et”570

Görüldüğü gibi Efe Hazretleri, tarikat yoluna girmek için şeriatin


öğrenilmesini ve tatbik edilmesini ön şart olarak kabul etmiştir.

4. Tasavvuf, Sırları İfşâ Etmemek ve Ehli Olmayana Hâl ve Makâmattan


Bahis Açmamaktır

Alvarlı Efe Hazretleri tasavvuf ilmini bir “hâl ilmi” olarak kabul etmektedir.
Çünkü tasavvuf, tecrübî ve kalbî bir ilim olması hasebiyle yaşanmadan tam olarak
idrak edilemez. Bunun için tasavvuf, çeşitli tasavvufî metinler okuyarak veya
felsefesi yapılmakla bilinemez:

Tasavvuf emr -i billâh ile dâim olmak elbettir


Yalınız sanma elfâz u ibârât beğenmekdir571
Bu meyanda Efe Hazretleri, tasavvuf konusunda genel kültüre sahip olduğu
halde, hâl ehli olmayan mutasavvıflar ile veya cahil kimseler ile tasavvufî hâl ve
makâmâmatlar hakkında konuşmanın doğru olmadığı düşüncesindedir:

Tasavvuf hasbeten lillâh bulursa ehlini söyler


Nukûşâtı makālâtı makāmât mı güvenmekdir572
Çünkü hikmet, ancak Allah korkusu ile gönlü uyanık müminin kalbine doğar
ve dolar. Hâl ehli sûfî, gönül dünyası derinleştirme ve muhabbetle doldurma
gayretindedir. Tasavvuf yoluna girmemiş ağyar ise boş lakırdı peşinde olduğundan,
tasavvufi konularda ona söz vermemek bu yolun vazgeçilmez bir düsturudur. Bu

569
Lutfî, s.593, b.8.
570
Kırkıncı, a.g.e., s.39.
571
Lutfî, s.151, ş.85, b. 2.
572
Lutfî, s.151, ş.85, b. 3.

197
yüzden ağyâr karşısında bildiğini bilmezden gelerek cehalet perdesiyle gizlenmek
gerekir:

Doğar havf-i Hudâ‟dan ilm-i hikmet kalb-i âgâhe


Gönülde inzivâ eyler muhabbetle tökünmekdir573

Bu yolda ketm-i esrâr eylemek ağyârdan farzdır


Cehâlet perdesine zâhiren vallah bürünmekdir574
Tasavvufun ince nâzik konularını ehil olmayanlara anlatmaya, öğretmeye
kalkan ehl-i tasavvuf, namusunu başkalarına menfaat karşılığı peşkeş çeken kimseye
benzer:

Tasavvuf sırrını nâ-ehline neşreyleyen zâlim


Verip nâmûsunu ağyâr eline kâre dönmekdir575
Tasavvufî eserleri mütala etmek hâl ehli sûfilere mahsustur. Belli derecede
ilmî seviyeye ve mânevî dereceye ulaşamamış kimselerin bu eserleri okuması doğru
değildir:

Tasavvuf nüshaları var yine erbâbına mahsûs


Haramdır mübtedîlere haram ile sürünmekdir576
Buluğa ermemiş bir çocuğa cinsel hazzı anlatmaya çalışmak ahmaklık olduğu
gibi, erbabına ait bir nesneyi erbâbı olmayan bir kimsenin sahiplenmesi çalıntı bir
maldır. Çalıntı mal ile kendini değerli göstermeye çalışması ise büyük bir
hayâsızlıktır:

Sabîlere tezevvüc lezzetin söyleyen ahmaklar


Hakîkatde olup sârık zâhir sâdık görünmekdir577
Maneviyat güneşi kalbinde doğmadan, güneşten bahis açmak çok çirkin bir
davranıştır. Sûfi, birçok makamı geçse bile tasavvuf konular üzerine mütala edip
edememe hususunda düşünmelidir:

Görünmezden mukaddem mihr-i mânâ kalb-i tâlibde


Güneşden bahsi kılmaklık hayâsızlardan olmakdır578

573
Lutfî, s.151, ş.85, b. 4.
574
Lutfî, s.151, ş.85, b. 5.
575
Lutfî, s.151, ş.85, b.6.
576
Lutfî, s.151, ş.85, b.7.
577
Lutfî, s.151, ş.85, b.8.
578
Lutfî, s.151, ş.85, b.9.

198
Nice yüz bin makāmâtı terakkî eylese âşık
Tasavvuf neşrine me‟mûr olur mu bunu bilmekdir579
Sözkonusu örneklerde açıkça görülüyor ki, Efe Hazretleri‟ne göre; Tasavvuf,
Allah ile kurbiyette verilen sırları ifşâ etmemek ve ehli olmayanlara hâl ve
makâmattan bahis açmamaktır.580

5. Tasavvuf, Tevazuyu Elden Bırakmamaktır

Tasavvuf kaynaklarında tevazu hem Allah-kul ilişkisi hem de insanların


birbirlerine karşı tutumu bağlamında ele alınmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî, “Tevazu
şefkatli olmak, benliği kırmaktır” derken, Gazzâlî‟ye göre tevazu, kulluk şartları
arasında yer aldığından bir erdem ve takvâ ehlinin en üstün ahlâkî özelliği ve şeref
sebebidir.581 Efe Hazretleri ise, tevazuyu “kıyâs-ı nefs ile insâf” olarak ifade
etmektedir.

Bu dînin a„zam-ı şartı kıyâs-ı nefs ü insâfdır


Yerinde sâmit u sâbir bu babda râhı almakdır582
Efe Hazretleri‟ne göre sûfî, seyr-i sülûkte kazandığı hâl ve makamları
Allah‟ın bir ikrâmı bilip, tevazuyu elden bırakmamalıdır. Allah‟a tevekkül ederek,
kendisini iman sahibi kıldığı için O‟na şükretmeli ve buna sevinmelidir:

Mutasavvıf mütevâzî olur kor yerlere yüzler


Dayanıp LUTFÎ Mevlâ‟ya îmân ile sevinmekdir583
Efe Hazretlerikendi zamanında yaşamış olan iki âlim ve sûfîyi tevâzu
kanatlarını yere serdikleri için bu erdemli özelliklerinden dolayı övmektedir. Bunlar
Hâce Mahmud Vehbi Efendi ve Maksud Hoca Efendi hazretleridir:

Ederdi iftihâr çul-pûş gezerdi


Tevâzu bahrine düşüp yüzerdi584

Cevheri dilde pâk idi


Ehl-i tevâzu hâk idi
579
Lutfî, s.151, ş.85, b.10.
580
Efe Hazretleri, örneklerde verilen tasavvufu manzum olarak tarif ettiği müstakil şiiri, tasavvufu
yaşamadan anlamaya çalışan bir kısım hocaların “vahdet-i vücûddan” ve “nefs-i sâfiyyeden” soru
sormaları üzerine yazmıştır. Bununla ilgili uzun bir menkıbe anlatılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Kutlu, a.g.e., s.116.
581
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Çağrıcı, “Tevazu”, DİA., c.40, s.583 vd.
582
Lutfî, s.151, ş.85, b.11.
583
Lutfî, s.151, ş.85, b.12.
584
Lutfî, s.151, ş. “Der-vefât-ı Vehbî Efendi”, b.13.

199
Ümmet içün gam-nâk idi
Maksûd Efendi Hâcemiz585

3. Alvarlı Efe’ye Göre Tasavvufun Temel Esasları

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, bir sûfî ve mutasavvıf olarak tasavvufi her bir
konuda görüş belirtmiştir. Kendisinin nazmen kaleme aldığı divanından başka bir
eseri olmadığından, bu görüşleri sistematik bir şekilde bulmak mümkün değildir.
Şiirlerinde birçok tasavvufi konuya temas etmesine karşın bazı konular üzerinde
defaatle durmuş ve kendi tasavvuf anlayışının olmazsa olmaz temel anlayışlerını
ortaya koymuştur.

Efe‟nin divânı incelendiğinde şu konuların çokça ve vurgulanarak işlendiği


görülmektedir:

1. Tasavvufun birinci esası; tevhîdi bilmek ve özümsemektir.

2. Tasavvufun ikinci esası; şeriatın emirlerini tatbik etmektir.

3. Tasavvufun üçüncü esası; nefsi fenâ ahlaktan tahliye etmek ve güzel


ahlakla süslemektir.

4. Tasavvufun dördüncü esası; dert ve belaları Allah‟a vuslatta derman


bilmektir.

5. Tasavvufun beşinci esası; incitmemek ve incinmemektir.

3.1. Tevhîdi Bilmek ve Özümsemek

Tevhid lügatta bir şeyin tek olduğu hakkında hüküm vermek ve tek olduğunu
bilmektir.586 “Birlemek” manasında olan tevhidin zıttı şirk, muvahhidin zıttı
müşriktir. Kelam ilmine göre tevhid; Ulûhiyet, Rubûbiyet, Mâlikiyet, Hâkimiyet,

585
Lutfî, s.151, ş. “Der-vefât-ı Maksûd Efendi”, k.7.
586
İbni Hacer el-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Azam ve Fıkh-ı Ekber Şerhi (Çev. Ahmet Karadut)
Akçağ Yay., Ankara, 1982, s.227.

200
hakiki tasarruf ve bütün âlemin tedbirini Allah Teâlâ‟ya tahsis ederek, zâtında,
sıfâtnda ve fiilinde O‟nu bir tek bilmek ve inanmaktır.587

Allah Teâlâ‟yı Ulûhiyet ile birlemenin manası, kalben ve zahiren sadece ona
boyun eğerek ibadetleri tekleştirmektir. Rubûbiyyetle tevhidden maksat, icadıyla
eşyayı yokluktan var etmeyi, var ettiği her hâdisi imdadıyla yeşertmeyi, yaşatmayı,
tedbir ederek düzeni devam ettirmeyi, cevher ve arazda tasarrufu sadece Allah‟a has
kılmaktır. Mâlikiyetiyle birlemek, sahip olduğu mülkünde hükmünün geçerli
olmasını kabul etmek, hâkimiyetle birlemek, hükümde fâilliği ve geçerliliği sadece
Allah Teâlâ‟ya tahsis etmektir.588

Tevhid inancı, tüm peygamberlerce mükelleflere teklif edilen ve hiçbir


şeriatte nesh edilmemiş temel bir konudur. Kökü itibariyle kaynağı kitap ve sünnet
olan İslâm tasavvufunun başlangıcı, tüm peygamberlerin bildirdiği tevhid inancıdır.

Cüneyd-i Bağdâdî rahimehullah‟a göre tevhîd; “Yüce Allah‟ın bütün kemâl


sıfatlarıyla tek ve her yönüyle yaratıklardan ayrı olduğuna iman edip şunu bilmektir:
O, tektir, hiçbir çocuk edinmemiştir, kimse tarafından doğrulmamıştır, O‟nun
herhangi bir ortağı, dengi, benzeri yoktur. O, hiçbir varlığa benzemez, nasıl ve nice
olduğu bilinmez, yüce zâtı tasvir ve temsil yoluyla tarif edilemez.” 589

Ebû Muhammed Cerirî rahimehullah‟a göre; “Kim tevhid ilminde sağlam bir
şahide tutunmazsa haline aldanır, ayağı kayar, helâk çukurlarına düşer ve helâk
590
olur.” Sûfilerin nezdinde tevhid gerçekleşmeksizin tasavvufta sulûke girmekle
ma‟rifet-i ilâhiyeye kavuşmak muhaldir.

Tasavvufun tahakkuk konularından biri olan tevhid, Muhammed Lutfî


Efendi‟nin tasavvuf anlayışında önemli bir yer teşkil etmektedir. Alvarlı Efe‟nin
tasavvufunun merkezinde, klasik tasavvuf anlayışında olduğu gibi, “keşf, ıyan, vecd
ve vicdan itibariyle Vâcibu‟l-Vücûd olan Allah Teâlâ‟yı zât, sıfat, şüûn ve fiilleriyle
tanımaktan ibaret ma‟rifet-i ilâhiyye”591 vardır.

587
Ömer en-Nesefî, Açıklamalı Ömer Nesefî Akâidi Tercümesi, Haz. Bekir Sırmabıyıkoğlu, Yasin
Yay. İstanbul, 2012, s.76.
588
Çetin, a.g.e., s.29 .
589
Kuşeyrî, a.g.e., s.45.
590
Kuşeyri, a.g.e., s.43.
591
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.57 .

201
Sûfilere göre insan, mâna âlemine meyilli kudsi bir ruhtan ve âdi, süflî
arzuları telkin eden hayvanlarla ortak bir nefsten terkip edilmiştir. Ruh ve nefsten
müteşekkil olan insan, kemâle ermek için; mümkün olan bu âleme vicdan ve ibretle
nazar etmeli, âlemin Âli Sâni‟ini tanımalı, Sâni‟i layık olan sıfatlarıyla vasıflamalı,
noksan sıfatlardan tenzih etmeli, Sâni tarafından zuhur mertebesine çıkarılan
eserlerini bilmeli ve fiili sıfatlarına inanarak iyiden iyiye anlamalıdır.592

Muhammed Lütfi Efendi, marifet-i ilâhiyeye vâsıl olmak ve tevhidin nurlarını


müşahede edebilmek için, öncelikle “mümkünü‟l-vücûd” olan âlemden yola çıkarak
varlığı aklen zorunlu olan hakiki varlığı tanımak gerektiğini ifade etmektedir.
Şiirlerinde çok defa âlemde ki mükemmelliği konu edinerek, madde, hareket ve
canlılarda ki harika düzenin ve dengenin kendi kendine veya tesadüfen
olamayacağını, sonsuz kudret sahibi bir Hâlık‟a muhtaç olduğunu izah ederek Allah
Teâlâ‟nın varlığına delil getirmektedir. Bu yönüyle Efe Hazretleri, Vâcibu‟l-Vücûd
kavramını nazmen veciz bir tarzda açıklayan mutasavvıflardandır. “Tevhîd Destânı”
isimli şiirinde uzun uzadıya örneklerle “Vâcibu‟l-Vücûda” vurgu yapmaktadır. Söz
konusu şiirden bazı beyitler örnek olarak incelenecektir.

Kâinatın varlığı, varlığı mecburi olan bir yaratıcının varlığını göstermektedir.


Eğer O, olmasaydı, bütün bu mevcûdât var olamazdı. Hudâ‟nın bir olduğu eşya
incelendiğinde anlaşılacaktır. Bu gerçek uyanık gözle nazar edenler için güneşten
daha parlak bir hakikattir:

Kâinât gösterir vâcibü‟l-vücûd


Olmasa olmazdı mahlukât mevcûd
Hudâ bir olduğu eşyâda meşhûd
Güneşten âyandır ol çeşm-i bîdâr593
Bu mahlûkâtın varlığı bir yaratıcıya delildir. Gaflete düşmeden ve
duygularına kapılmadan bunu idrâk et. Çünkü Allah‟ın birliğine inanmaktan başka
bir yol yoktur. Tüm varlığın var edicisinin bir oluşu apaçık bellidir:

Bu mahlûk varlığı hâlıka delil


Basîret ehli ol gel olma alil
Tevhîdden mâ‟adâ yokdur bir sebîl
Mevcûdun Mûcidi birdir âşikâr594

592
İsmail Çetin, Ta‟lîm‟i Asfiyâ, Dilara Yay., Isparta, 2009, s.10.
593
Lutfî, s.599, ş.“Tevhîd Destânı”, k.3.

202
Ağaç bir taneden fidan olur. Sonra gökyüzüne doğru kanatlanır, büyür.
Derken gün gelir meyve veren değerli bir mücevher olur. Bu ilmi ancak irfân
sahipleri idrak eder:

Bir dâne çekirdek olur bir şecer


Ser çeker per açar eflâke kadar
Bâr verür gün-â-gün emsâl-i Güher
Bu kitâbı okur kimde irfân var595
O Vâcibu‟l-Vücûd olan kudret diledi mi nice güçlü yöneticileri makamından
indirir, zilletini tüm dünyaya duyurur, malını ve makamını yerle bir eder. Bunun
aşikâr dünyada binlerce örneği vardır:

Dilerse indirir tahtından şâhı


Âsumâne çıkar feryâd u âhı
Yerlere yapışır altın külâhı
Binlerce vukû‟u olmuş âşikâr596
Anne rahminde rızıklanmaya başlayan çocukların, daha doğmadan annesinde
sütü hazırdır. Anne ve baba, kalplerine yerleşen şefkat ve merhamet sebebiyle
çocuğun etrafında pervane olurlar:

Sabîler rahimde rızkın ne dedi


Doğmadan çıkarır memeden sütü
Ebeveyn sadrına merhamet kodu
Ederler hizmeti hürmeti tekrâr597
Ey Lutfî, kâinattaki bu mükemmel dengeye bir bak, tefekkür et; Bu mahlûkun
ilâhının bir tek olan “ehad” olduğunu anlarsın. Bütün bu âlemin, kudretine muhtaç
olduğu bir yaratıcının hakikatini idrâk edersin. Şayet Kâdir olan Ulu Zât‟ın sanatını
inkar veya inatla görmezsen kıyamet gününde perişan olursun:

LUTFİYÂ seyreyle bu cevlângâhı


Bu mahlûkun mutlak birdir ilâhı
Hâliku‟l-eşyâdır âlem-penâhı
Rûz-i cezâ vardır eyleme inkâr598

594
Lutfî, s.599, ş.“Tevhîd Destânı”, k.4.
595
Lutfî, s.600, ş.“Tevhîd Destânı”, k.9.
596
Lutfî, s.600, ş.“Tevhîd Destânı”, k.12.
597
Lutfî, s.600, ş.“Tevhîd Destânı”, k.15.
598
Lutfî, s.60, ş.“Tevhîd Destânı”, k.24.

203
Muhammed Lütfi Efendi, vicdan sahibi insanları, bu âleme dikkatle ve ibretle
bakmaya, ilim ve hikmetle incelemeye davet etmektedir. Bu araştırmanın sonucunda
Mutlak Kudret‟le kâim olan Allah‟ın varlığına ulaşılacaktır:599

İbret nazarıyle bir nazar eyle


Bu kâinât bir Mevlâ‟yı gösterir
Hubb-i mâsivâdan sen hazer eyle
Bu nukûşât bir nakkāşı gösterir600
Efe Hazretleri, vicdanlara seslendiği bir diğer şiirinde, ibret gözüyle tüm
kâinatı incelemeye davet etmektedir.

Ey kalbinde vicdan yerleşen kişi! Dikkatli bir şekilde kâinâtı incelediğinde,


“mümkünü‟l-vücûd” olan bu âlemdeki “Mutlak Varlığın” ilmini ve sanatını anlarsın:

Ey nûr-i dil eyle nazar cân göz ile bu kâinât


Kitâb-ı ilm-i hikmetin metni düşüpdür mümkinât601
Yine yer, gök, ay, güneş ve melekût âlemi Hâkk Teâlâ‟nın kudretinin bir
tecellisidir. Bu tecellileri anlarsan âlemin yaratıcısını bulmada tüm şüphelerden
arınırsın:

Arz u semâ mülk ü melek şems ü kamer mir‟ât-ı Hak


Hâlik-ı âlem varlığı olduğuna yok şübühât602
İbret gözü ile galaksiye baktığında, güneşin, ayın, sabit ve hareketli
gezegenlerin büyük bir uyum ve mükemmellikte devam eden varlığını müşahede
edersin:

Şems ü kamer devranına encümenlerinin seyranına


Dîde-i ibret ile bak seyyâr var hem sâbitât603
Mevcut olan bu varlık âleminde, her şeyin yoktan var edildiğinin delilleri
âşikardır. Mevcûdat mülkünün sahibi, onu yokluktan varlık sahasına çıkaran hakiki
fâildir ki, O‟nun kudreti sonsuzdur:

Bir Kâdir u Kayyum ki var mâlik-i mülk ancak odur


599
Bu davet, Kur‟ân-ı Kerim‟de de yapılmaktadır: “Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan
O‟dur. Rahmân‟ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevirde bak: Herhangi bir
kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından,
eli boş ve bitkin geri döner.” Mülk 67/3,4.
600
Lutfî, s.219, ş.185, k.1.
601
Lutfî, s.130, ş.59, b.1.
602
Lutfî, s.130, ş.59, b.2.
603
Lutfî, s.130, ş.59, b.3.

204
Mûcidinin varlığına mevcûd-i eşyâ şâhidât604
Yoktan var etmesiyle mevcudatta varlığını ispat eden O kudreti sonsuz Zât‟ın
bir benzeri, bir dengi olamaz. Maddî olan varlıklar gibi O‟nun başlangıcı ve sonu
yoktur. Aksine O‟nun varlığı sonsuzdur:

Şerîki hem naziri yok evveli yok âhiri yok


Sâni-i Mutlak zü‟l-Celâl zatındadır bâki hayât605
Lutfî, bu âlemde her ne varsa yaratıcısını tesbih eder, O‟na boyun eğer. Sen
de O ulu Zâtı tesbih ederek sırlarının tecellilerine mazhar ol:

LUTFÎ bu eşyâ ne ki var Hâlik‟ını tesbih eder


Eder ise bu mahlûkat esrâr-ı Hakk‟ı tâlîmât606
Alvarlı Efe Hazretleri, diğer bir kısım şiirlerinde tevhîdin başka
fonksiyonlarına vurgu yapmaktadır. Ona göre; eşyada mevcut olan tevhidin sırlarını
müşahede eden sâlikin gönlünde irfân pınarları açılır ve bu sayede esmanın
tecellilerine mazhar olur:

Sûret-i eşyâda esrâr -ı tevhîd


Bu seyr ile olur kuvvet-i tasdîk
Gönülde irfânı edersen tecdîd
Dilde mihr -i muallâyı gösterir607
Efe Hazretleri‟ne göre, marifet-i İlâhi‟ye mazhar olan salike tevhîd,
Rabb‟inden bir burhan olarak hediye edilir:

Nûr-i basîretle gördüm cihânı


Seyreyledim âşikâre nihânı

Tevfîk-i Hak dilde tevhîd bürhânı


Açıldı ebvâb-ı feyz-i Rabbânî

Giderim cennete iki bir yokdur


Husn-i zannım Hâlik‟ıma pek çokdur608
Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek ancak tevhidi özümseyerek sebat etmekle
mümkündür:

604
Lutfî, s.130, ş.59, b.4.
605
Lutfî, s.130, ş.59, b.5.
606
Lutfî, s.130, ş.59, b.6.
607
Lutfî, s.219, ş.185, k.2.
608
Lutfî, s.157, ş.92, b.3.

205
LUTFİYÂ tarîk-ı tevhîdde sâbit
Ol ol ki olasın bu bağda nâbit
Ehl-i îmân yazmış ezelde kâtib
Tevhîdimiz dilde Allah Alîm‟dir609
İnsanlar şerîatin ipini bırakınca kalplerden tevhîd gider, kalpten tevhîd
çıkınca insanı ebedi saadete kavuşturan hidayet yok olur:

Nûr-i Muhammedî gözlerden gitdi


Kalblerden tevhîdin esrârı yitdi
Hidâyet diyânet seâdet bitdi
Ekser-i İslâm‟ın irfânı yokdur610
Hubb-i Mevlâ ancak tevhid ile cilâlanmış kalpte kökleşir:

Ashâb-ı tevhîde nûr -i tecellâ


Erişdi oldular nûr -i mücellâ
Sırr-ı tevhîd kalbe verince cilâ
Hubb-i Mevlâ nûr -feşân gösterir611
En büyük servet tevhid nurunun gönülde kökleşmesidir:

Servet ise nûr -i tevhîd ile terkîb ola dil


LUTFİYÂ tâlib-i Hakk‟a bu kadar şefkat yeter612

3.2. ġeriatı Tatbik Etmek

Hâce Muhammed Lütfi Efendi‟nin tasavvuf anlayışında, tevhidin hakikatine


ulaşarak, envâr-ı vahdet tecellilerine nâil olmak için, tevhidin tekâmül basamaklarını
özümseyerek çıkmak gerekir. Bu basamaklar; Vâcibu‟l-Vücûd olan Hâlık Teâlâ‟yı
idrak, yokluğu düşünülemeyen Mutlak varlığın Ulûhiyetini ikrâr, Rubûbiyetini kabul,
Hâkimiyetine tutunmak, Mülkiyeti dışında hiçbir zerreyi görmemek, tenzih ile tüm
eksikliklerden kalbi arındırmak ve tekâmülün sonunda “bezm-i vahdetde şerâb-ı
eynemâdan”613 tatmakla irfâni bilgiye ulaşmış bir ârif-i billah olmaktır.614

609
Lutfî, s.166, ş.99, k.6.
610
Lutfî, s.170, ş.105, k.3.
611
Lutfî, s.187, ş.131, k.4.
612
Lutfî, s.191, ş.139, b.5.
613
Lutfî, s.533, ş.681, b.6.
614
Allah Teâlâ‟ya ulaşan erenlerin toplandığı vahdet meclisinde olanlar şerâb-ı eynemâ‟yı tadar.
Şerâb-ı eynemâ; sâlike, Cenâb-ı Hakk‟ın vahdaniyetini, her yerde hâzır ve nâzır olduğunu mânen zevk
yoluyla kazandıran şeydir. Bakara Sûresi 115. âyette “Doğuda Allah‟ındır batıda… Nereye
dönerseniz Allah‟ın yüzü(zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah‟ın rahmeti ve nimeti geniştir. O her şeyi

206
Ma‟rifet adı verilen, tevhidin hakikati olan bilgiye ulaşmanın iki yolu vardır:
Birincisi, bu bilgiye ulaşmak nazari, istidlâlî ve ilmî delillerle mümkündür. İkincisi,
mücâhade ve riyâzet yoludur. İki yolda da amaç olan ma‟rifete ulaşmakta şart,
şeriatın emirlerini ihlas ve samimiyetle tatbik etmektir.

Söz konusu iki esas Efe Hazretlerinin tasavvuf düşüncesinde vardır.


Tefekkür, nazar, istidlâl ve ilmi delillerle marifeti kazanma yolu, Muhammed Lütfi
Efendi‟nin şiirlerinde bariz surette görülürken, şahsiyetinde görülen, dünyayı elinin
tersiyle iten riyazet anlayışı ve her an nefsiyle mücahede halinde süren yaşam tarzı
onu, tevhidin hakikati olan marifet-i ilâhiye bilgisine kavuşturmuştur.

Efe Hazretleri, tevhidin hakikati olan ma‟rifetin kalpte yerleşmesi için,


tefekkür ve riyazetle birlikte İslâm şeriatının emirlerine canı gönülden sarılmak,
yasaklarından şiddetle kaçınmak ve ubudiyeti icra ederken bidatlerden âri olarak,
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in tarifi üzere ihlas ile şeriatın tatbikâtını
gerekli görmektedir.

Allah Teâlâ, Rabb olmasıyla tüm eşyayı yoktan var ederek belli bir kanuna
tabi tuttuğu ve hükmüyle tedbir eden bir hakîm olduğu münasebetiyle, kul da bu
bilgiye yakîni olarak inanmalı, tevhidi özümsediğini mabuduna boyun eğerek
ibadetle ikrar etmelidir. Zira Allah Teâlâ tevhidin hakikatini oluşturan iman-amel
bütünlüğünü gönderdiği tüm nebi ve resullere bildirmiştir.615 Çünkü Allah Teâlâ,
kendisinin Ulûhiyetle bilinmesini ubudiyete bağlamıştır: “Şüphe yok ki Ben Benim;
İsmim Allah‟tır. Ben‟den başka hiçbir tanrı yoktur. Öyleyse ibâdeti sadece Ban‟a
tahsis et. Ve Ben‟i anman için namaz kıl.”616

Efe‟ye göre tevhidin semeresi olan “kâmil iman” kalpte yerleşip de, ak ve
parlak İslâm şeriatı tatbikat olarak bir fert de bulunursa; O kişi Allah‟ın askeri olur

bilendir” buyrulmaktadır. Âyette geçen “fe eynemâ tuvellû” (nereye dönerseniz) anlamına gelen
cümlecinin “eynemâ” sözüyle bu terkip yapılmıştır. Ayrıca Hadîd sûresi‟nin 4. Âyetinde “ve hüve
meaküm eynemâ küntüm” (nerede olursanız olun Allah sizinle beraber” buyrulmaktadır. Burada da
sözü geçen Allah ile beraberlik haline “şerâb-i eynemâ” ile işaret edilmektedir.
615
“Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şu hakikati vahyetmiş olmayalım:
Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde Ben‟i bir tek bilin(tanıyın) ve ibadetinizi bana tahsis
edin” Enbiya 21/ 25.
616
Tâhâ 20/14.

207
ve dünya baştanbaşa kâfirle dolsa bile, Allah Teâlâ‟dan gafil kalması mümkün
değildir:

Kâmil iman eğer sudûrda olsa


Şerîat-ı garrâ yerini bulsa
Baştan başa dünya kafirle dolsa
Hiç mağlûb olur mu cündullah bir an617
Alvar İmamı, bir başka şiirinde namaz, zikir vb. ibadetlerle Allah‟a kurbiyet
kurularak tevhidin kalbe yerleşebileceğini ve böylece marifete ulaşılabileceğini, hâlis
bir ubûdiyet olmadan bu yakîni bilginin kazanılamayacağını ifade ediyor:

İmân İslâm eğer sende vâr ise


Kalbin imân ile eğer yâr ise
Tevhîd tasdik dilde ber-karâr ise
Namazsız niyâzsız İslâm olur mu618
Efe‟nin tasavvuf anlayışının temelinde; İmân, tevhîd ve tevhidin gerektirdiği
ubudiyet vardır. Tevhîd ehli, Allah Teâlâ‟yı isim, sıfat ve fiillerinde tekleştirdiği gibi
bu inancını O‟nun fermânı olan emir ve yasaklarına uymalı, Muhammed Sallallahu
aleyhi ve sellem‟in tarif ettiği şekilde ibadetleri tatbik ederek, nefsini ve ruhunu tam
bir hidayet üzere sırât-ı müstakime bağlamalıdır. Zira tevhidin kalpte
merkezlenmesinin alameti ubudiyetle Allah Teâlâ‟a takarrüptür.

Ciğerim pâresi, gözümün nuru


Ehl-i tevhîd olan câna can kurbân
Tâc-ı saâdetim sadrım süruru
Ehl-i tevhîd olan câna can kurbân619

Fermân-ı Mevlâ‟ya itâat eyler


Emrolunduğu gibi ibâdet eyler
Nefsini ruhunu hidâyet eyler
Ehl-i tevhîd olan câna can kurbân620
Şiirin diğer kıtalarında namaz, zekat, oruç ve hac ibadetlerini kalbi
samimiyetle yapmayı salık veren Alvarlı Efe, şiirin son kıtasında tevhidi özümseyen
ve fiillerini şeriatın emirlerine göre tayin eden kulun kalbine, Rahmân ve Rabb‟ul-

617
Lutfî, s.615, ş. “Dâsitân-i Zemân”, k.24.
618
Lutfî, s.503, ş.639, k.2.
619
Lutfî, s.351, ş.394, k.1.
620
Lutfî, s.351, ş.394, k.2.

208
âlemin olan Allah‟ın sevgisi ve korkusu yerleşir demektedir. Ve ona göre özü ve fiili
birleşen takva sahibi bu kula canını feda etmek ister.

Derûnunda dâim hubb-i Rahmânî


Gözünde gönlünde havf-i Rabbânî
Lutfî olsun böyle kulun kurbânı
Ehl-i tevhîd olan câna can kurbân621
Tasavvufun ilk kapısı olan şeriat, Efe‟nin nazarında olmazsa olmaz bir
kapıdır. Ona göre bir Müslüman şuurlu bir kulluk bilincine sahip olmalı ve bu
çerçevede sağlam bir imanla Allah‟ın kitabına, emir ve yasaklarına riayet etmeli, bu
olmadığı takdirde toplumda çeşitli huzursuzluk ve sıkıntıların baş göstereceğini
belirtir.

Emr-i şeriat terk ola binlerce bin ânlar gider


Kitâb-ı Hak metruk ola seller gibi kanlar gider622

İslâm‟a hürmet olmasa, îmân kemâlin bulmasa


Kur‟ân kalblerde kalmasa ind-i Hudâ bürhân gider623
Alvarlı Efe Hazretleri, tevhîd ehli olduğunu iddia edip de taat ve ibadetlere
ihtimam göstermeyenleri tenkit eder. Ona göre “tevhîd tasdik dilde ber-karâr ise”
namaz ve niyaz nâkıs olmamalıdır:

Ey mü‟minler gelin hakkı söyleyin


Namazsız niyâzsız İslâm olur mu
Gökden inen kitabları dinleyin
Salâtsız zekâtsız İslâm olur mu

Namaz dînin direğidir nurudur


Sefîne-i dîni namaz yürüdür
Cümle ibâdetin namaz pîridir
Namazsız niyâzsız İslâm olur mu

Îman İslâm eğer sende vâr ise


Kalbin îmân ile eğer yâr ise
Tevhîd tasdik dilde ber-karâr ise
Namazsız niyâzsız İslâm olur mu

621
Lutfî, s.351, ş.394, k.9.
622
Lutfî, s.215, ş.179, b.1.
623
Lutfî, s.215, ş.179, b.7.

209
İslâm olan dutar Kitâb emrini
Cân u dilden bilir dînin kadrini
Seyr eder dünyanın görür devrini
Namazsız niyâzsız İslâm olur mu624

Lutfî Efendi “dâr-ı selamete” gitmeyi “kâmil îmana” bağlarken, kâmil


imâna sebep olan şer‟i şeriften el çekmenin hüsrana sebep olduğunu belirtiyor:

Dâmen-i şer‟-i şerîfden el çeken husrân olur


Lutfiyâ dâr-ı selâmet kâmil îmân ve‟s-selâm625

3.3. Nefsi Fenâ Ahlaktan Tahliye Etmek ve Güzel Ahlakla Süslemek

Nefsin terbiye edilmesi hususu tasavvufun temel konularından biridir.


Şeriatın yasakladığı fiilleri irtikab etmek veya mübahlarda aşırıya gitmek nefsin
hevâsı kabul edilirken, emirleri yerine getirmemek ve ibadetleri terk etmek nefsin
hevâsına uymanın neticesidir.

Sûfiler daima kötülüğü emreden “nefs-i emmareye”626 muhalefet etmeyi ve


şerre neden olan tüm nefsani hazları terk etmede onunla mücahedeyi sülükün
başlangıcı kabul etmişlerdir. Nefse uymayı helak olmak, muhalefet etmeyi ise
kurtuluş olarak telakki etmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî rahimehullah tasavvufu, “Allah
için nefs ile hiç sulhu olmayan bir savaştır”627 diye tarif etmiştir.

“Nefsin hevâ ve hevesine uymayın, hevâ ve hevese uymanız sizi Allah‟ın


yolundan saptıracaktır”628 mealindeki âyet-i kerime, nefsin hevâ ve hevesine
uymanın, Allah‟ın hak yolundan sapmaya sebebiyet verdiğini beyan etmektedir. Yine
Kur‟ân‟da nefsin hevâsına uyanlar kınanırken,629 nefse muhalefet etmek için
çabalayanlar övülmüştür.630 Nefsini arındıranın kurtulduğu müjdelenirken,
kötülüklere gömüp kirleten kimsenin de ziyana uğradığı uyarısı yapılmıştır.631 Nefsi
azdırarak onun üzerinde hâkim olmak isteyen şeytanın müminin düşmanı olduğu ve

624
Lutfî, s.503, ş.639.
625
Lutfî, s.333, ş.367, b.7.
626
Yûsuf 12/53.
627
Kuşeyrî, a.g.e., s.529.
628
Sad 38/26.
629
Bakara 2/87.
630
Nâziât 79/40-41.
631
Şems 91/9-10.

210
taraftarlarını cehenneme davet ettiği içinde bizimde onu düşman edinmemiz gerektiği
ifade edilerek632 şeytanın telkinleriyle nefsi nasıl günahlara ittiği anlatılmıştır. Ayrıca
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, gerçek mücahit olan kişiyi Allah yolunda
nefsiyle mücahade eden kimse633 olarak tanıtmıştır.

Kur‟ân ve sünnette nefsini arındırmakla ilgili tavsiye ve uyarılar birçok sûfi


gibi Alvarlı Efe Hazretleri‟nin de yoğunlukla işlediği temalardan biri olmuştur. Efe,
erdemli bireylerden oluşan toplumun inşası için nefs ile mücâhedenin önemliliğini
savunan sûfi şairlerden biridir.634 O, şiirlerinde nefs kelimesini âyet ve hadis
perspektifinden bakarak kullanmıştır.635

Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre ulvî değil suflî şeylere meylettiren nefs-i
emmâre sahibi felaketlerden kurtulmaz. Nefsin arzuları pişmanlık ateşinden bir
parçadır. Nefsin hevâsına uyanlar pişmanlık ateşiyle yanıp kavrulurlar:

Esîr-i nefs-i emmâre felâh bulmaz felâketden


Hevâ-yı nefs ise âteş olur nâr-ı nedametten636
Birçok insan kalbinde tevhîd sırrını yerleştirerek ilâhi aşk ve muhabbete
ulaşmış ve ibadetlere ülfet kazanmışken, birçoğu ise hevâ denizinde boğulup
şekâvete uğramışlardır:

Niceler esîr-i dâm-ıhevâ-yı nefs ile kaldı


Düşüp bahr-i şekâvete derûnları dolup zulmet637
Nefsin her türlü hevâ ve arzusunu yerine getirerek isyana dalanlar, hakikati
idrak etmede kör ve sağırdır. Böylelerine nasihat kâr etmez, çünkü bu durumda ki
kişiler ar perdeleri yırtılmış ve imanlarına bile sahip çıkamamışlardır. Şehvetinden
kızışmış bir aslanın kementle dizginlenemediği gibi, onlarında nefislerini kontrol
etmeleri mümkün değildir:638

Hevâ‟yı nefse tâbi‟ her cihet ısyâne daldırmış


Esam a‟mâ leîm ferde nasihat sûd-mend olmaz

632
Fâtır 35/6.
633
Tirmîzî, “Fezâilü‟l-Cihâd” 2.
634
Bekir Köle, “Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Hülâsatü‟l-Hakâyık Adlı Eserinde Nefis Algısı”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.561.
635
Farsakoğlu, a.g.t., s.424.
636
Lutfî, s.357, ş.403, b.1.
637
Lutfî, s.133, ş.66.
638
Köle, a.g.s.b., s.563.

211
Yüzün perdesini yırtmış îmân incîsini satmış
Kızışmış şehvete batmış ner arslana kemend olmaz

Hevâ dâmında kayd-ı bend olan eşrâre pend olmaz


Yabanda mürd olan harden zübâbın pâyi bend olmaz639
Efe Hazretlerine göre, nefsin hevâsına uymanın bir sebebi “sâdık insanlarla
birlikte olunuz”640 emrini bırakıp da, kötü ahlak sahibi insanlarla düşüp kalkmaktır.
Hakikat ehli Allah adamlarının sohbetinden, hevâ-i nefs girdabında ki aşağı
ahlaklıların dünyasına düşmeyi, “Allah‟a firar edin”641 emrinin zıttı “nefs-i
emmâreye firarla” izah ediyor:

Celîs-i meclis-i ehl-i hakîkât ol firâr etme


Hevâ-yı nefsine tâbi‟ olan yerde karâr etme642
Alvarlı‟ya göre nefse uymak insanı Allah yolundan alıkoyduğu gibi, Kitap ve
sünnete rağbet etmemek de, kişiyi “tâbi-‟i şehvete” iter:

Kitâba sünnete yok bizde rağbet


Cenâb-ı Mevlâ‟ya var mı muhabbet
Hevâ-yı nefsinde tâbi-„i şehvet
Acep Allah bizi kabul eder mi643
Şehvet denizine düşenlerin kalpleri kör olur ve dünyasını ahiretine tercih
etmesi sebebiyle ahireti mahvolmuştur:

Kör olmuş dîdeler kalbler dutulmuş


Derya-yı şehvete nefîs atılmış
Îmân İslâm bu dünyaya satılmış
Acep Allah bizi kabul eder mi644
Lutfî Efendi, kötü nefs sahibi kimsenin düşebileceği günah ve isyanları
açıklamaktadır; kibir, inat, şirk, benlik, Hakk‟ı inkar, isyan, abidlere düşmanlık,
şeytanın telkinlerini maruz kalma, farz ve sünneti hafife alma, batıl işlerde boğulma,
zulüm ve tevhitten uzaklaşmak:

Ey nefs-i bed-ter bes değil midir


Bu kadar kibr ü inâdın senin

639
Lutfî, s.267, ş.261.
640
Tevbe 9/119.
641
Zâriyât 51/50.
642
Lutfî, s.475, ş.597.
643
Lutfî, s.517, ş.658.
644
Lutfî, s.517, ş.658.

212
Yüz yere koymak hoş değil midir
Kara taş mıdır bünyâdın senin

Dâimâ bir şirk açup açarsın


Benlik şerâbın her dem içersin
Fir‟avun gibi Hak‟dan kaçarsın
Şeytân mı oldu üstâdın senin

Hakk‟a ibâdet aslâ yok sende


Âbid olana eylersin hande
Nefs ü şeytâne olmuşsun bende
İblîs‟den eşed fesâdın senin

Farz-ı sünneti lâ-şey sayarsın


Râh-i bâtıla gider uyarsın
İbrâhîm‟leri nâre koyarsın
Nemrûd mu olmak murâdın senin

Bir hizmetin yok tevhîd yolunda


Âfet-i âteş mürde dilinde
Herkese zulüm etmek elinde
Cehennemdedir feryâdın senin645
Tasavvufî anlayışa göre insan, ancak nefsin telkin ve esaretinden felâha erdiği
zaman ebedi rahata ve sonsuz nimete ulaşır. Nefsini yenen sûfi artık birçok dereceye
yükselmeye başlar.646 Nefis savaşını galibiyetle bitirmiş birini Efe Hazretleri şöyle
tavsif etmiştir:

Vahdet gülünü dermiş


Dil bağçesini görmüş
Nefsin belini kırmış
Merdâne gelir erler647
Alvarlı Efe, gerçek dervişlerin Allah‟ın isimlerini zikrederek kalbini, ruhunu,
sırrını ve nefsini tezkiye etmiş kimseler olduğunu belirtiyor. Yani zikir, kalp, ruh ve
sır latifesini açtığı gibi nefsin terbiye edilmesinde de önemli bir role sahiptir:

Dervîşlerin gönül gözü mücellâ


Esrâr-ı mukaddes kadr-i muallâ

645
Lutfî, s.403, ş.482.
646
Köle, a.g.s.b., s.566.
647
Lutfî, s.192, ş.141.

213
Kalbi sırrı ruhu nefsi müzekkâ
Olmuş zikr ederek ism-i Sübhân‟ı648
Konuyla ilgili son örnekte Lutfî Efendi, nefsi tezkiye etmekte tasavvufi bir
terbiye yöntemi olan riyâzet ve mücâhededen649 farklı bir yol olarak tevhidi
özümsemeyi göstermektedir. Nefs tevhid ile biçilmektedir, çünkü tevhid söylerken
önce tümden bir reddediş, ikinci aşamasında ise tek bir kabul vardır ki, kabul edilen
şey, Allah‟ın bir olan varlığıdır, dolayısıyla varlık bir Allah‟tır ve nefs saf dışı
kalmıştır:650

Nûr-i dîdâr-ı dilârâyı güzel seyr kılan


Terk eder benliğini nefsi biçer tevhîd ile
Nefs Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvufunda önemli yer tutar. Verilen
örneklerden de anlaşılıyor ki Efe‟ye göre; nefs-i emmarenin güdümünde kalarak
hevâ ve şehvet denizinde boğulanların gidişatı endişe vericidir. Şehvetlerine
düşkünlüklerinden ar perdelerini yırtan bu insanlara nasihat kâr etmemektedir. Efe
Hazretleri, nefsine mağlup olmanın nedenlerinin başında Kur‟ân ve sünnete uygun
bir yaşam tarzından uzak olmayı göstermektedir. Çünkü şeytan, çeşitli yollarla nefsin
zaaflarını kullanarak insanları hevâları peşinde koşturmaya çalışmaktadır. Dünya ve
ahirette selamete ulaşmak için şeytanın bu tuzaklarına karşı nefislerini
arındırmalıdırlar. Birey ve toplumda nefsi terbiye edememenin verdiği
merhametsizlik, iffetsizlik, bencillik vb. kötü hasletler şeriate sarılmakla, salih
zatlarla birlikte olmakla, riyazet ve mücâhedeyle ve tevhidi kalpte kökleştirmekle
tasfiye ve tezkiye edilmelidir:651

3.4. Dert ve Belaları Allah’a Vuslatta Derman Bilmek

Tasavvuf düşüncesinde dert, Allah‟a duyulan aşk ve O‟na kavuşma yani asl-i
vatana ulaşma arzusudur. Bu sebeple derde talip olunur ve istenir. Sûfîlerin
birbirlerine “Allah derdini artırsın” diye dua etmeleri bu yüzdendir.652

648
Lutfî, s.536, ş.686.
649
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.191.
650
Farsakoğlu, a.g.t., s.426.
651
Köle, a.g.s.b., s.567.
652
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Yay., 2009 İstanbul, s.158

214
Tasavvuf anlayışında en büyük dert “dertsiz” olmaktır. “Dertli” kavramı
“âşık, derviş” anlamında, “belâ, mihnet, imtihan” kavramları ise “dert” kelimesiyle
benzer anlamlarda kullanılmıştır. Belâ, “hastalık ve sıkıntılarla denenme” anlamına
gelmekte, imtihan ise “sınamak, denemek” manalarını kuşatmaktadır. Mihnet ise,
“belâ, eziyet, zahmet” demektir. Olumlu neticeler kazandıran imtihan karşısında
sâlikin tavrı şükür, hamd, sükûnet ve rıza olmalıdır.653

Dert, Kur‟ân-ı Kerîm‟de “eskimek; denemek, sınamak; gam, musibet, darlık


ve sıkıntı” mânalarında “belâ”654 kelimesiyle kullanılmıştır. Allah‟ın korku ve kıtlık
vermesi, mal, can ve mahsulleri eksiltmesi birer belâdır. Kur‟an‟da dinî
yükümlülükler yine belâ kelimesiyle ifade edilmiştir.655 Esasen Kur‟an‟a göre dünya,
kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir belâ (deneme) yeri olup ölüm ve hayat
bunun için yaratılmıştır.656

Başta peygamberler olmak üzere Allah herkesi bir belâ ile denemektedir. En
şiddetli belâlara uğrayanlar önce peygamberler, sonra da onlara en çok
benzeyenlerdir.657 Belâya uğramak aynı zamanda günahtan arınmaya ve mânen
yükselmeye de vesile olur. Öyle günahlar vardır ki ancak belâya sabretmek suretiyle
silinir. Hazreti Âişe, Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟den daha şiddetli
ağrılara mâruz kalan birini görmediğini söyler.658 Hastalığa müptelâ olan müminin
günahları affa uğrar.659 Belâ, huzur ve selâmet mânasına gelen âfiyet mukabili olarak
da kullanılmıştır. Bir hadise göre âfiyette olanlar, belâ ehline âhirette verilen sevabın
çokluğunu görünce, “Keşke dünyada iken derimiz makasla doğransaydı” diyecekler
ve onların âhiretteki haline imreneceklerdir.660 Bununla birlikte Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem dayanılmaz belâlardan daima Allah‟a sığınmıştır.661

Sûfîlere göre belâ ve âfiyet, ikiside Allah‟tandır. Allah hangisini münasip


görürse insan onu gönül hoşluğu ile kabullenerek hakkında hayırlısının o olduğuna

653
Ahmet Özkan, “Alvarlı Efe‟de Olgunlaştırıcı Bir Unsur Olarak Dert”, Uluslararası Hâce
Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.311.
654
Bakara 2/49; el-A„râf 7/141; İbrâhim 14/6, Duhân 44/33, Sâffât 37/106, Enfâl 8/17.
655
Bakara 2/155, Muhammed 47/31.
656
Mülk 67/2.
657
Tirmizî, “Zühd”, 56; İbn Mâce, “Fiten”, 23; Buhârî, “Merdâ”, 3.
658
Tirmizî, “Zühd”, 56.
659
Muvattâ, “Ayn”, 8.
660
Tirmizî, “Zühd”, 58.
661
Buhârî, “Daâvât”, 23.

215
inanmalıdır. Allah‟ın kahrını da lutfunu da hoş karşılayan, cefâda ve safâda rızâ
halinden ayrılmayan sûfîler, belâda “mübtelîyi” yani belâyı veren Allah‟ı görürler;
belânın sonuçlarını ve karşılığını düşünerek teselli bulur, belânın acısını
hissetmezler. Sevgiliyi temaşa ederken belânın ıstırabını unuturlar. Cüneyd-i
Bağdâdî rahimehullah‟a göre belâ âriflerin yolunu aydınlatan bir meşaledir; müridler
için uyanış, gafiller için helâk olma sebebidir. İlâhî aşk ve muhabbeti esas alan
mutasavvıflar en büyük dert ve belâ olarak aşkı görürler. Fakat âşık mâşuku için her
türlü acıya ve sıkıntıya severek katlanır, hatta bundan mânevî bir haz duyar.662

Hâce Muhammed Lûtfî Efendi, sûfilerin genel yaklaşımına uygun olarak


derdi Allah‟a olan vuslat arzusu kabul ederek bunun kaynağının “elest bezmi”
olduğunu düşünmektedir. Ruhlar âleminde tüm ruhlar Rabb‟iyle sözleşmişler âdete
onunla bir anlaşma yapmışlardır. İşte aşk şarabı burada nûş edilmiştir. Dünyaya
gelen insan içtiği aşk şarabının farkına vardığında dert başlamış demektir. 663

Efe Hazretleri, bir sûfi olarak girdiği aşk yolunda çeşitli dertlerle
karşılaşmıştır. Derdini gönlünde derinleştirmiş ve derdinden razı olmuştur. O,
şiirlerinde derdin niteliğinden, sebeplerinden, onda bıraktığı izlerden, dertle hoş
olduğundan, dert ve dermanın kaynağından, derdin devalarından dem vurmuştur.664

3.4.1. Derdin Sebepleri

“Alvarlı Efe‟nin derdinin sebepleri başta aşk, irfan ve hikmettir. O, gönlünde


aşk derdini taşır. Aşkı Allah‟ın bahşettiği bir lütuf olarak görür. Ona göre, maşuğun
sevgisine kavuşmak ancak aşkla mümkün olur. İrfan ve hikmet de aşka giden yolda
derdin sebepleri arasındadır. Dert her daim aşığın sinesindedir. Bir bakıma dert
âşığın mertebesini gösterir. Sebepler âleminde de derdin sebebinin olmaması
düşünülemez. Derdin oluşmasının de pek tabi sebepleri vardır. Alvarlı Efe‟ye göre
Leylâ‟nın cemalinden çöllere düşen Mecnun‟ları ayrılık ateşine koyan aşk derdidir.

662
Süleymen Uludağ, “Belâ”, DİA., c.5, s.380.
663
Ahmet Özkan, a.g.s.b., s.311.
664
Gülcan Abbasoğulları, “Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Dert Tasavvuru”, Uluslararası Hâce Muhammed
Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.297.

216
Aşk, derdin sebeplerindendir. Aşk, yaratılışın özüdür. Hayatın gayesi de tüm dertlere
rağmen aşkı keşfetmektir:”665

Salıp Mecnûn‟ları sahrâlara Leylâ cemâlinden


Koyan âteş-i firkatde bu derdlere salan aşkdır666
Marifetullaha ulaşmak ancak irfanla olur. İrfan denizinde ise dertsiz
yüzülmez. Ona göre derdin gönülde derya olamsının sebebi irfan hazinesidir. İrfan
hazinesi, tevhid nurunun meşalesidir ve bunu ancak pervaneler anlar. Pervanelerin
ateşe koşmaları gibi kulda Allah‟a ulaşmada tevhid nuruna koşan pervane gibidir:667

Kenz-i irfândır derûnu derd le deryâ olan


Nûr-i tevhîd şem‟inin anlar olur pervânesi668
Alvarlı Efe‟ye göre, derde mübtela olanlar, derdin tesirinden iki büklüm
olmuşlardır. Bu kimseler muhabbet çölünde aşk için doğmuşlardır. Gönlünde
muhabbeti barındıranlar, dert ile dal harfi gibi iki büklüm olmuşlardır:

Nice serv-i bülend kâmetleri dal eyledi bu derd


Bu sahrâ-yı muhabbetde muhabbet-zâdeler vardır669
Derdin tesiri o derece fazladır ki, ummana dönen gönül derdinin ağır yükü
Kafdağı gibi boynuna binmiştir. Ruhunu kaplayan ve bedenini mecalsiz bırakan bu
dertten çok uzakta bir yer arzulamaktadır:

Derd-i derûn taşdı ummâne döndü


Bâr-ı gîrân kâf-ı kâmete bindi
Bir emengâh var mı zarf-ı rûh söndü
Oldu adem diyârına yetişdi670
Alvarlı Efe‟ye göre derdinden çaresiz kalanlar her gördüğünü derdine derman
olacak hekim sanarak derman için çare sorar ama bilmez ki çare yaşadığı yurdu terk
etmektir. Hatta derdinden anlayan bir âşık bulamayanlar derdini dağ başlarında
haykırır. Canı yandığından, elinde olmadan derman arar:

Bulmaz ise bir âşinâ kûh-sâre söyler derdini


Bî-ihtiyâr dermân ararcânı teninde bî-karâr

665
Abbasoğulları, a.g.s.b., s.297.
666
Lutfî, s.251 ş.236.
667
Abbasoğulları, a.g.s.b., s.298.
668
Lutfî, s.498 ş.629.
669
Lutfî, s.195 ş.146.
670
Lutfî, s.492 ş.621.

217
Dermânde vü derd-mend olan hekîm sanar her gördüğün
Sorar tarik-i sıhhati ister ede terk-i diyâr671
Ona göre dert meyhanesi bir aşk meclisidir. Ve bu meclis de mutlu olan
kimse yoktur. Bu sıkıntılarla dolu gam yurdunda beladan kimse emin olamaz ki…
Dertli olan her türlü belaya hazırlıklı olmalıdır:

Bu derd meyhânesinde kimi gördün şâdümân olmuş


Bu gamhâne-i mihnetde belâdan kim emân bulmuş672
Alvarlı Efe, âşığın derdin tesirinden, denizlere dalsa aşk ateşinden denizlerin
kuruyacağını, hatta bir damla bile kalmayacağını söyler.

Deryâlara daldırsa eğer derd-i derûnum


Bir katre de kalmaz kurudur nâr-ı füzûnum673
Efe Hazretleri‟nin içinde ki dert o kadar derindir ki, bıraksa can yakıcı o ateş
âlemi aydınlatır.

Bir âteş-i cânsûz ki derûnumda fürûzân


Bıraksa n‟ola derd-i derûn âleme lerzân674

3.4.2. Derdin ve Dermânın Kaynağı

Alvarlı Efe Hazretleri‟ne göre derdi veren aynı zamanda dermanı da verir.
Her şeyin faili Allah‟tır ve derdinde dermanında kaynağı O‟dur. Mevlâ ezelden beri
âdeti olduğu üzere kimi severse ona dertler verir. Çünkü derdin neticesinde gelecek
olan büyük nimetler vardır. Belâları baldan daha tatlı görerek rızâ gösterenler, nice
sırlara kavuşurlar:

Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna


Sevdiği kulunu mübtelâ eyler
Alınca abdini kerem destine
Âni bir derd ile ibtilâ eyler

Sabr ile selâmet buldu erenler


Belâları baldan tatlı görenler
Her ne gelse Hak‟dan lezzet bulanlar

671
Lufî, s.239 ş.217.
672
Lutfî, s.291 ş.301.
673
Lufî, s.331 ş.365.
674
Lutfî, s.359 ş.408.

218
Dergâhında anı ictibâ eyler675
Hüdâ‟nın âdeti sevdiği kuluna dert vermesidir. Dert, insanın Rabbi ile
kurbiyet kurmasına bir sebeptir:

Hüdâ‟nı âdetidir sevdiğine dert verir


Dert ise sebeb olur kendi merhabasına676
Bela Hüdâ‟nın sevgili kuluna hediye ettiği bir nimettir ve derde müptela
olmak en büyük devlettir. Çünkü dertlerle Mevlâ sevdiği kuluna nice makamlar
bahşeder:

Hudâ sevgili abdini eder mübtelâ derdine


O derd Lutfî ne devletdir eder tekmîl makâmâtı677
Eskiden beri Allah, kendisine yönelmiş sâlih kullarına, nebîlerine ve sıddîk
olan velilere öyle benzersiz dertler ve belalar vermiştir ki, bu sıkıntılarla onları
imtihan etmektedir:

Sâdâtda olan ibtilâ kimlerde görülmüş


Derd ehlini gör dâimâ seyrân eder Allah678
Mevlâ, âşığın gönlüne derdi misafir kılar, böylece ona ikram eder. Mevlâ dert
vermekle, kula çeşitli ihsanlar lütfeder. Bu yüzden âlemlerin en seçkini Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem‟e de türlü türlü dert vermiştir:

Derd ona mihmân olur Mevlâsı eder kerem


Envâ-ı derdi verüp çünki Mustafâ‟sına679
Efe Hazretleri hiçbir zaman derdinden şikâyet etmez ama derdine de derman
arar ve bunun için Allah‟a yalvarır. Çünkü fâil-i mutlak O‟dur. Derdine derman için
sebepleri yaratacak olan O‟dur. Bunun için Efe, bazen çeşitli sebeplere sarılsa da
derdine merhem olmasını her zaman Kerem sâhibinden bekler:

Ey şân-ı kerem afv ü kerem zâtına mahsus


Sen eyle n‟olur derdime dermânımı yâ Rab680

Yâ Rab kerem et derdime Lokmân‟ımı gönder

675
Lutfî, s.169 ş.103.
676
Lutfî, s.467 ş.585.
677
Lutfî, s.512 ş.653.
678
Lutfî, s.449 ş.553.
679
Lutfî, s.467 ş.585.
680
Lutfî, s.120 ş.44.

219
Ey şân-ı kerem afvime fermânımı gönder681

Yâ Râb kerem et derdimi dermâna yetişdir


Ey şân-ı kerem hastemi Lokmân‟a yetişdir682
Efe Hazretleri, Allah Teâlâ‟nın keremini Kerîm ismine, merhametini Rahîm
ismine sığınarak dilerken derdine dermanı da Hakîm ismine sığınmakta buluyor:

Lutfiyâ keremi Kerîm‟den iste


Merhameti dâim Rahîm‟den iste
Derdine dermanı Hakîm‟den iste
Bu kerem mahsûstur rahm-i Rahmân‟a683
Muhammed Lutfî Efendi derdini bilen Ulu Zât‟ın Alîm ismine sığınarak
O‟nun yine Hakîm ve Kerîm isimlerine yalvarmakta derdine çare arıyor:

Lutfiyâ ağlama Hüdâ Kerîm‟dir


Derdlinin derdine Allah Alîm‟dir
Sende derd var ise Mevlâ Hakîm‟dir
Sabr-i bî-pâyânım Nîl aldı gitdi684
Hakkı bilen kullar merhamet sahibi Allah‟tan başka kimseye iltica edip
derdini söylemez. Çünkü derdinde dermanında kaynağı Allah‟tır:

Derd-mendân gedâlar
Etmekde ilticâlar
Bu dergâhde kabûldür
Yâ rabbenâ recâlar685
Marifet bilgisini yakîni olarak tatmış Hakk âşığı kullar, derdini Allah‟tan
başka kimseye şikâyet etmez. Çünkü derdinde dermanında kaynağı Allah‟tır. Ve
Lutf-i Kadîm dertliye yetişirse kalbin kederleri yok olur gider:

Her ne dilerse Kerîm sebebini halk eder


Lutf-i Kadîm lutfeder ekdâr-ı kalbin gider686

Hakkı bilen kullara ilticâlar eylemez


Erham olan Rabb‟ıdır gayriye derd söylemez687

681
Lutfî, s.253 ş.240.
682
Lutfî, s.245 ş.228.
683
Lutfî, s.430 ş.522.
684
Lutfî, s.484 ş.611.
685
Lutfî, s.645, b.1.
686
Lutfî, s.594, b.6.
687
Lutfî, s.594, b.7 .

220
3.4.3. Sûfînin Derdi Talep Etmesi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre derdin seyr-i sülûkte çok önemli
fonksiyonları vardır; Bir sûfi‟nin seyr-i sülûkü başarıyla tamamlayarak, maksadı olan
Hak Teâlâ‟ya ulaşabilmesi için çeşitli sebeplere ihtiyacı vardır. Bu sebeplerin
başında aşk gelir. Ve sâlikin ruhunda aşk ateşi tutuştu mu, birçok dertler ona verilir.
Sûfi bu noktada, derdin Allah‟tan kendisine bir hediye olarak verildiğini bilmeli ve
derde dayanmak zor olsa da sabretmeli ve derdine dermanı Kerem sahibi sevgiliden
beklemelidir.

Kendisi tasavvuf yoluna girdiği halde bela ve derde müptela olmayan sâlik,
derdi Allah‟tan dilemelidir. Hatta derdi azsa derdinin artırılmasını niyaz etmelidir.
Derdinden dolayı şikâyetçi olmamalı aksine dertlerinden zevk alan bir âşık olmalıdır.
Gelen dertlerden zevk alması, verilmesi muhtemel yeni dertlerin talebi olduğu gibi
aşkında ki samimiyetinin de bir zuhurudur.

Allah sevdiği kulunu derde müptela etmesiyle kendine yaklaştırmayı


istemektedir:

Hüdâ sevgili abdini eder mübtelâ derdine


O derd Lutfî ne devletdir eder tekmîl makâmâtı688
Alvarlı Efe Hazretleri, Allah‟a kendisine dert vermesi için yalvarır. Çünkü
derde sabrettikçe aşkından yanıp kül olacak ve bu sabrının semeresi olarak Allah
ona, keremiyle muamele edecektir:

Aşkın nârına yanayım


Derdin ile boyanayım
Keremine dayanayım
N‟olu yâ Rab n‟olur yâ Rab
Neyin noksan olur yâ Rab689
Çünkü dert ehli olmayan zulmet içerisinde kalması sebebiyle Hüdâ‟dan
uzaktadır:

Aman Lutfî gibi bî-derd olup kalma bu zulmetde


Yarın olur Hüdâ‟dan dûr olan bugün cüdâlardan690

688
Lutfî, s.512, ş.653, b.7.
689
Lutfî, s.119, ş.42, k.6.
690
Lutfî, s.366, ş.419, b.5.

221
Ve artık derdi talep etmek Efe‟de bir zevk haline dönüşmüştür:

Aşkın oduna dağlasan


Çâr-etrâfımı bağlasan
Dilhânemi çerâğlasan
N‟olu yâ Rab n‟olur yâ Rab
Neyin noksan olur yâ Rab691
Lutfî Efendi‟ye göre derdinin çaresi vuslata kavuşabilmesidir. Bunun için
derdinden zevk alarak Allah‟a bu vuslat arzusuyla yalvarmaktadır:

Lutfî sana eyler niyâz


Ağlar gözü her kış u yaz
Bir çâre kıl ey çâre-sâz
N‟olu yâ Rab n‟olur yâ Rab
Neyin noksan olur yâ Rab692
Efe Hazretleri derde müptela olmasını Rabb‟inden diler ve bu derdin onda
meydana getirdiği bir damla aşkla, aşk denizine gark olmayı temenni eder:

Yâ Rab derûnum derdini bin dürlü füzûn et


Ey şân-ı kerem katremi ummâna yetişdir693
Allah Teâlâ ile kurbiyet kurarak harem dairesine girmeyi arzulayan Efe,
derdinden zevk alarak çaresini sevgilide bulmaktadır:

Herbir derdin elbet dermânı vardır


Dermân ise derde dâimâ yârdır
Erbâb-ı derd olan bil bahtiyardır
Derd ile kurbiyyet intihâ eder694
Yine Efe Hazretleri derdiyle hoşnutluğunu şöyle dile getirmiştir:

Derd odur ki kulu bahtiyâr eder


Derdi dermân olur veremler gider
Derdliye Mevlâ‟sı merhabâ eder
Lutfî bu derd abdi zü‟l-velâ eyler695
Onun bir âşık olarak tek arzusu maşuğunun da onu sevmesidir. Maşuğunun
onu sevmesi halinde “derbân” olan âşık, bütün dertlere razıdır:

691
Lutfî, s.119, ş.42, k.3.
692
Lutfî, s.119, ş.42, k.9.
693
Lutfî, s.230, ş.205, b.2.
694
Lutfî, s.169, ş.103, k.5.
695
Lutfî, s.169, ş.103, k.6.

222
Derd ehlinin feryâdını merhamet-i Rahmân sever
Üftâdeler imdâdını dergâh-ı Hak derbân sever696
“Gerçeğe ulaşılan yer olan meyhane terimi tasavvufta aşk meclisini simgeler.
Yani ona göre, aşk meclisinde düşkünler dertle yerle birdir. Alvarlı Efe, derdine
dermân istemediğini dile getirerek sâkiden derdiyle iyice hoş olması için bâde
ister:”697

Lutfiyâ rû-ber-zemîn üftâde-i meyhânemiz


Sâkıyâ bir bâde ver bu derde derman istemez698
Derdine derman istememeyi dertle zevklenmek olarak algılayan Efe, sevdiği
onu dostluğa kabul ederse dönüp de dermanına bakmamaktadır:

Yâr ile yâver olsa eğer âşık-ı sâdık


Derdine devâ bulduğu derdine ne minnet699
“Dert, irfanın tecellisidir. Ona göre, dert, can gerdanının mücevheri inci ve
mercandır. Cana anlam katan canın süsü olan derttir. İrfanın özünü isteyenler dertten
başka bir şöhret istemezler. Onlar için dert ile şöhret olmak en büyük nimettir:”700

Derd ise bir dürr ü mercân gerden-i cân cevheri


Lübb-i irfân isteyenler şöhret ü şân istemez701
Dert ile irfânî zevklere kavuşan Efe Hazretleri‟nin gözünde dert bal gibidir,
Zât-ı Ehâd dertlere dermandır:

Aşkın âteşi baldır âşıklara zülâldir


Derd ehli olan derviş derdine olur kurbân702

Derde dermandır bu derd dertliyi sever Samed


Dermândır derde Ehad fazlı seni bulmaz mı703

696
Lutfî, s.223, ş.191, b.1.
697
Abbasoğulları, a.g.s.b., s.303.
698
Lutfî, s.264, ş.255, b.7.
699
Lutfî, s.133, ş.65, b.2.
700
Abbasoğulları, a.g.s.b., s.304.
701
Lutfî, s.273, ş.270, b.2.
702
Lutfî, s.361, ş.411, b.2.
703
Lutfî, s.505, ş.641, b.7.

223
3.4.4. Derdin Dermânları

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre derdin dermanı Allah‟tan


beklenmelidir. Her şeyin fâili O olduğu gibi, derde derman verecek olan yine
âlemleri halk eyleyen Zât-ı Kerîm‟dir:

Lutfî gibi bî-çârelerin derdine dermân


Âlemleri var eyleyenin zâtı Kerîm‟dir704
Sâlik dermanı Hakîm olan Allah‟tan bilmeli ve istemelidir:

Merhamet ede Rahîm


Dermânı vere Hakîm
Lutfede lutf-i Kadîm
Bayram o bayram olur705
Efe Hazretleri, derdine dermanı Allah Teâlâ‟nın Kerim ismine sığınmakta
bularak, Mevlâ‟nın kerem denizinde boğulmayı arzu etmektedir. O‟nun en büyük
keremi, kuluna Rahmân ismiyle tecelli ederek af ve mağfiret etmesidir. Ki
Rahmân‟ın rahmeti Lutfî Efendi‟ye göre derdinin dermanıdır:

Muhammed Lutfî‟yi Mevlâ kerem bahrine gark ede


Erişe rahmet-i Rahmân bula derdine dermânı706
Derdinin dermanının Allah‟tan olduğunu bilen sâlik, Allah‟ın derdine derman
vermesi yani vuslata kavuşabilmesi için bir takım sebeplere sarılmalıdır. Alvarlı‟nın
anlayışında bu sebepler: İman, şerîat, muhabbetullah, Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem‟i sevmek ve salavat getirmek, hikmet ehlini bulmak ve derdin kendisini
sevmektir. Efe‟ye göre imanla şereflenen kul, kurtuluş kapısından girerek derdine
derman bulmuştur:

Yâ Rabbi kabul et cümle ihvânım


Nûr-i îmânımdır dârü‟l-emânım
Lutfî îmânımdır derde dermânım
Zü‟l-Kerem‟e seni emânet verdim707
“İman güneşini seyretmekle irfân nuru doğar. Bu nur yüzleri ak eden tevhid
nurudur. Dünya ve ahirette derde dermandır:”708

704
Lutfî, s.211, ş.174, b.6.
705
Lutfî, s.167, ş.100, k.8.
706
Lutfî, s.541, ş.691, b.11.
707
Lutfî, s.337, ş.373, k.7.

224
Yâ Rab ihsân eyle nûr-i irfânı
Gözümüz seyretsin şems-i îmânı
Bulalım dü-âlem derde dermânı
Lutfî nûr-i tevhîd yüzümüz âğı709
Alvarlı Efe‟ye göre, iman sahibi bu dünyada dertlerden dolayı rahata
ermemektedir. Derdine şifa Allah‟ın sevgisidir:

Hâmil-i îmân olan dünyâda görmez safâ


Derd-i derûna devâ Hubb-i Hüdâ‟dır şifâ710
Alvarlı Efe, Allah‟ın kuluna derman vermesi için önemli bir vesileyi İslâm
ehli insanlara iman ve Şerîat‟ı öğreterek hizmet etmek olduğunu belirtmektedir.
Müslümanlara hizmet etmeyi merhamet etmek olarak algılamıştır. Mevlâ, yaptıkları
hizmetler sebebiyle, bu merhamet sahiplerinin dertlerine derman vermektedir:

Lutfiyâ var ise sadrından himmet


Kurbân ol İslâm‟a eyle merhamet
Rahmet bulur elbet eyleyen hizmet
Hizmet eden elbet alur dermânı711
İnsan ruhunun hayat bulması Hüdâ‟nın nuru ile kuluna tecelli etmesi ile
mümkündür. Tecelliye mazhar olan sâlik, Allah‟ın sevgisiyle dolup taşar ve ruhunu
O‟na feda ederek dertlerinden kurtulabilir:

Her bir derde dermân hubb-i Hüdâ‟dır


Hayât-ı rûhumuz nûr-i Hüdâ‟dır
Muvahhidin rûhu Hakk‟a fedadır
Afvimize Mevlâ fermân eyleye712
Allah‟a muhabbet öyle tesirli bir sebeptir ki, kulun hem affına hem derdine
şifadır:

Derûnum derdine dermân muhabbet


Dü-âlem afvime fermân muhabbet713

708
Abbasoğulları, a.g.s.b., s.305.
709
Lutfî, s.554, ş.712, k.4.
710
Lutfî, s.593, b.4.
711
Lutfî, s.560, ş.721, k.13.
712
Lutfî, s.466, ş.582, k.4.
713
Lutfî, s.130, ş.60, b.1.

225
Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre derde şifa olan bir diğer sebep Allah‟ı
zikretmektir. Zikir kulun dertlerine derman olduğu münasebetiyle, sâlik zâkir
olmakla Allah‟a kurbiyet kurar ve maksadına kavuşur:

Derde dermandır
Âli fermandır
Emr-i Kur‟ân‟dır
Zâkir ol zâkir714
Tasavvuftata temel zikirlerden olan kelime-i tevhîd, sâlikin mağfiretine
fermân ve derdine şifadır:

Derdlilerin dermânı
Lâ ilâhe illallah
Mağfiretin fermânı
Lâ ilâhe illallah715

Bahr-i rahmet-i Rahmân


Zâkire dârü‟l-emân
Kamû derdlere dermân
Lâ ilâhe illallah716
Zikrin derde deva olan fonksiyonlarından bir diğeri, dervişi harem kapısından
içeri sokmaktır:

Lutfî‟ye Hak‟dan kerem


Derdine bula merhem
Fethola bâb-ı harem
Derviş Allah dedikçe717
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, derde derman olarak ortaya koyduğu şifa
sebeplerinden biri de “Habibullah” olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in
sevgisine sarılmaktır. Allah‟ın Resulü her derdin devasına vesile olan bir devlettir:

Hüdâ‟nın nûru Ahmed‟dir Habîbullah Muhammed‟dir


Bu ümmete ne devletdir kamu derde devâ derler718

Muhammed‟le bula derdine dermân


Muhammed‟le ala afvine fermân719

714
Lutfî, s.233, ş.208, k.10.
715
Lutfî, s.414, ş.498, k.1.
716
Lutfî, s.414, ş.499, k.2.
717
Lutfî, s.450, ş.554, k.12.
718
Lutfî, s.208, ş.168, b.3.

226
İman ehlinin önderi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟e ittiba;
Türlü dertlere devâdır:

Muktedâ-yı ehl-i îmândır Muhammed Mustafâ


İktidâ etmek ana her derde dermândır bize720
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟e dost olmak imanın nuruyla
gerçekleşir. Onunla sohbet etmek her derde devâdır:

Derde dermândır Muhammed sohbeti


Nûr-i îmândır Muhammed ülfeti721
Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟e salavat getirmek, onu överek
yüceltmek Allah tarafından emredilmiştir. Lutfî Efendi, çokça salavat getirmenin
dertlere şifa olduğunu söylüyor:

Kesret ile eyle salât


İnd-i Hüdâ bul derecât
Salât kabûl-i münâcât
Salât olur derden devâ722
Alvarlı Efe‟ye göre hikmet pınarından beslenen hikmet ehli derde devadır.

Âdemin mikdârı malumdur bu hikmethânede


Ehlini bulsa bilir yok derde dermandan leziz723
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin derde devâ arayışında bir diğer vurgu da
derdin kendisinin devâ oluşudur. Çünkü ona göre, dert sahibi derdiyle kurtulur ve bu
kurtuluşu onun için devâdır. Derdi olmayanlar ise hayvan mertebesine düşmektedir.

Derdim derde dermândır.


Kabûlüme fermandır
Derdsizler hayvân imiş
Derdli ehl-i îmândır724
Alvarlı Efe, bir derviş olarak gönül derdine derman aradığını ve dermanın
dertte olduğunu idrak ettiğini ifade etmektedir. Efe‟ye göre Hazreti İsmâil
aleyhisselam gibi canını Hakk‟ın kapısında kurban etmeden, dertlerle canını
yakmadan derde derman yoktur:

719
Lutfî, s.574, ş. “Muhabbet-nâme”, b.17.
720
Lutfî, s.467, ş.583, b.4.
721
Lutfî, s.76, ş. “Mevlîdü‟n-nebî”, b.18.
722
Lutfî, s.112, ş.30, k.2.
723
Lutfî, s.144, ş.81, b.4.
724
Lutfî, s.643, ş.“Maniler”, k.15.

227
Derd-i derûnuma dermân arardım
Dediler ki derddir dermânın senin
Dergâh-ı dildâre kurbân arardım
Dediler ki cânın kurbânın senin725
Konuyla ilgili son örnekte Efe Hazretleri, Rahman olan Allah‟ın sevgi,
muhabbet ve aşkına yönelen âşık için dünyanın inci ve mercan gibi değerli metaının
bir değeri yoktur. Allah‟ın sevgisini kazanma aşkı dervişin en büyük derdidir ve bu
dert ona dermandır ve başkada bir derman da istememektedir:

Hubb-i Rahman isteyenler dürr ü mercân istemez


Derdini dermân bilenler derde dermân istemez726

Derdimin dermânı derddir özge dermân istemem


Kayd-ı bendim dâm-ı cennet afve fermân istemem727
Bütün bu örnekler açıkça ortaya koyuyor ki, Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin tasavvufunda “dert” tasavvuru önemli yer tutmaktadır. Ona göre Allah‟ın
sevdiği kulunu çeşitli dertlere iptilâ etmesi âdetidir. Bu dertleri vermesi onu
sevdiğinin bir nişanıdır. Zira, “Derd ehlini sever Hudâ.”728

Efe Hazretleri‟ne göre; Derdin kaynağı aşk, Allah‟a kurbiyet kurma isteğinin
bir sonucudur. Sûfi, Allah‟ın “bâb-ı harem” kapısından içeriye dâhil olmak için
çeşitli dertleri talep etmeli ve o dertlere sarılmayı nimet bilmelidir. Derdine çeşitli
vesilelerle derman arayan sûfi, derdine en büyük dermanın dert sahibi olmak
olduğunun şuurunda olmalıdır.

3.5. Ġncitmemek ve Ġncinmemek

İslam tasavvuf düşüncesinde tüm canlı varlıklara zulüm etmemek, onları


incitmemek esastır. Çünkü her canlının Sahibi ve Sânii Allah‟tır. Onların canını
yakan Allah‟ı incitmiştir. İnsan ise tüm canlı cansız varlıklar içerisinde en değerli
olanıdır. İnsanın değerini bildiren birçok âyet mevcuttur. Allah‟ın âdemoğlunu şerefli
kıldığını belirten âyet,729 insanın çeşitli güç ve yeteneklerle donatılıp diğer varlıkların

725
Lutfî, s.398, ş.474, k.1.
726
Lutfî, s.272, ş.270, b.1.
727
Lutfî, s.647, ş. “Ferd”, b.1.
728
Lutfî, s.553, ş.710, k.2.
729
İsrâ, 17/70.

228
onun hizmetine verilmesiyle şerefli kılındığı anlamına gelmektedir. Yaratılmışların
en şereflisi olan insan,730 Allah tarafından yeryüzüne “halife” olmak gibi bir
vazifeyle gönderilmiştir.731 İnsanın “ahsen-i takvîm” üzere yaratıldığı,732 göklerde ve
yerde olan her şeyin onun emrine verildiği,733 kendisine meleklerden önce esmânın
öğretildiği734 gibi ifadeler, Allah‟ın insana verdiği değer ve üstünlüğü ortaya
koymaktadır.

Yaratılmışlar içinde yeryüzünde halife kılındığı bildirilen insan, kendisine


verilen akıl sayesinde kendi insanî varlığında tecelli eden hakikati kavrama gücüne
sahiptir ve bu bilginin ışığında mümkün varlığına dönük benliğini aşarak kemale
ermektedir. Onun kemal ufku fiilen olmasa da kuvve halinde meleklerden üstün bir
seviyededir.735

İncitmek, sözlükte “Kötü söz veya davranışla birini kırmak, üzmek”


manasına gelmektedir.736 İncitmek kavramının ayet ve hadislerde ki karşılığı “ezâ”
kelimesidir. Masdar olarak “incinmek” anlamına gelen ezâ, isim olarak genellikle
“acı, maddî veya manevî zarar, eziyet” şeklinde karşılanmış ve “üzüntü, elem
doğuran etken, maddî zarar dokunan şey” diye tarif edilmiştir.737

Tasavvufî sulûkün amacı, insanın nefs-i emmârenin telkin ve arzularından


kurtularak başkalaşması ve “insan-ı kâmil” olmasıdır. Mâsivâdan ümidini kıran ve
gayesini yalnızca Vâhid-i Ehad‟a bağlayan mutmainne nefs, mâsivâdan bir emeli
kalmadığından ve hırs haset gibi isteklerini Hakk yolunda başkalaştırdığından
bundan böyle o, mâsivadan bir şey için ne kimseyi incitir, ne de incinir. İncitmeme
prensibi insanın olgunlaşmasına sebep olduğu gibi, insan-ı kâmil olan derviş, nefs-i
râdiyye denilen rıza makamında tutunabilmek için artık incinmemeyi de ahlak
edinmelidir.

730
Bakara 2/34; A‟raf 7/172-173; Hicr 15/28-30.
731
Bakara 2/30; En‟âm 6/165.
732
Tîn 95/4.
733
Câsiye 45/13.
734
Bakara 2/31.
735
İlhan Kutluer, “İnsan”, DİA., c.22, s.323.
736
Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük, http://tdk.gov.tr/index.php?option=com
_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52f4378121d155.59234726, (07.02.2014).
737
Mustafa Çağrıcı, “ezâ”, DİA., c.12, s.35.

229
Belaların yağmur gibi yağdığı zamanlarda, çevresinden gördüğü kötülükler ve
hakaretler karşısında incinmeyen insan profili, tasavvufun hedeflediği tam olgun
insandır. “Gönül kırmak Allah‟ı incitmektir” anlayışını benimseyen Mevlânâ, “Bu
hırka içinde olduğumuz müddetçe ne kimseden incinir ne de kimseyi incitiriz”
diyerek tam bir tevhid örneği sergilemiştir.738

Tasavvuf düşüncesinde incitmem konusunu çokça işleyen Hazreti


Mevlânâ‟ya göre; Kâ‟be, Âzer‟in oğlu Halil İbrâhîm‟in inşâ ettiği bir yapıdır.
Gönülse o yücelerin yücesi olan Cenâb-ı Hakk‟ın nazargâhıdır. Binâenaleyh
nazargâh-ı ilâhî olan gönlü yıkmak, Kâ‟be‟yi yıkmaktan daha büyük bir cürümdür:

Kâ‟be bünyâd-ı Halîl-i Âzer est


Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est739
Aynı mana Yunus Emre‟ye atfedilen bir dörtlükte şöyle ifade edilmektedir:

Aksakallı pîr hoca


Bilemez hâli nice
Emek yimesün hacca
Bir gönül yıkar ise740
İncitmeme ve incinmeme konusu Alvarlı Efe Hazretleri‟nin divanında önemli
yer tutar. O, İnsanın kalbini “mir‟ât-ı Mevlâ”, “merkez-i feyz-i İlâhî”, “tecellîhâne-i
Mevlâ”, “câne cânân”, “bâğ u bostân-ı muhabbet”, “tahtgâh-ı hubb-i Mevlâ‟dır”
Bundan dolayı Hâce Muhammed Lutfi Efendi, “Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı”,
“Sakın incitme bir cânı”, “Amandır incitme n‟eylersen eyle”, “Hazer kıl kırma
kalbin kimsenin cânını incitme” ve “Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme” gibi
vurgularla vasıflamış ve birçok şiirinde zikretmiştir. Böylece hem Hazreti
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟in yolunu takip etmiş hem de kendisinden
önceki sûfilerin benzer terennümlerini oldukça veciz ifadelerle dile getirmiştir.741

738
Vahit Göktaş, Tasavvuf‟ta İncitmeme Prensibi ve Alvarlı Efe‟nin Bazı Şiirlerinde İncitmemenin
Önemi, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.291.
739
Necdet Tosun, “Sûfî Gözüyle Hac”, Tasavvuf Dergisi, sy.25 (2010/1), s.200.
740
Yunus Emre, Yunus Emre Dîvânı, (Neşreden Mustafa Tatcı), MEB Yay. İstanbul, 2005, s.289.
741
Göktaş, a.g.s.b., s.291.

230
3.5.1. Hiçbir Canlıyı Ġncitmemek

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, incitmeme prensibinin merkezine “mir‟ât-ı


Mevlâ” olan gönlün sahibi insanı yerleştirmişse de, ona göre her can incitilmemeyi
hak etmektedir. Efe, Rahmân olan Allah‟ın rahmetine kavuşmayı, Kerem-i Kerîm
olan âlemlerin Rabb‟inden ihsan görmeyi hiçbir canlıyı incitmemeye bağlamaktadır:

Dilersin rahmet-i Rahmân-ı cânâ


Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı
Kerem-i Kerîm‟den ihsânı cânâ
Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı

Lutfiyâ ten-perver olma ziyandır


Râh-i rahmet güneşlerden ayândır
Bu nasihat kadîmîden beyandır
Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı742
Efe Hazretleri on dört kıtalık uzun bir şiirini743 sadece bu konuya ayırmış ve
bir cânı incitmeyi, Rahmân‟ın arşını yıkmak olarak görmüştür. Ona göre bütün
mahlûku Allah‟ın yarattığını bilen, gönderdiği kitaplara ve kitaplarında teklif edilen
iman esaslarına inanan ve işlediği her amelini samimiyetle Allah‟ın rızasını
kazanmak için yapan bir mü‟min asla bir cânı incitmemelidir. Çünkü Allah‟ın
mülkünde olan herhangi bir canlıya ezâ ve cefâ vermek, Allah‟ın arşını yıkmaya
teşebbüs olacağından, bu durum Kahhâr olan Allah‟ın kahrını ve gazabını üzerine
çekmeye sebep olur.

Mahlûku halk eden Allah


Kitâb göndermiştir vallah
Dâim de âmentü billâh
Her amelin olsun lillâh
Sakın incitme bir cânı
Yokarsın arş-ı Rahmânı744
İman ettiği halde bu dünyanın geçici hevâ ve heveslerine kapılarak hırs ve
hasetle davranan bir kimse amacına ulaşmak için birçok canlıyı incitebilir. Efe,

742
Lutfî, s.529, ş.675.
743
Lutfî, s.551, ş.709.
744
Lutfî, s.551, ş.709, k.1.

231
ahiretin “dâr-ı karâr”, “nâr-ı cehennem”in ve “kıyamet dîvânı”nın hakikat olduğu
uyarısıyla hiçbir canı kırmamayı ve incitmemeyi nasihat etmektedir:

Bilirsin ki Allah vardır


İslâm‟a imânı yârdır
Bu dünyâ fâni bir dârdır
Âhiret dâr-ı karârdır
Sakın incitme bir cânı
Yokarsın arş-ı Rahmânı

Tasdîk eyledin Kur‟ân‟ı


Tevhîd eyledin Rahmân‟ı
Nâr-ı cahîme îmânı
Vardır kıyâmet dîvânı
Sakın incitme bir cânı
Yokarsın arş-ı Rahmânı745

3.5.2. Ġnsan Gönlünün Mevlâ’nın Tecellihânesi Olması

Tasavvuf düşüncesinde; canlı cansız her şeyin Sânii ve Mâliki‟nin Allah


olması hasebiyle, sanatçısına ve sahibine hürmeten can sahibi tüm varlıkları
incitmeme ilkesi genel bir kanaattir. İnsan ise, diğer canlılardan daha üstün ve şerefli
yaratılması dolayısıyla incitilmemeye daha layıktır. Çünkü insan, kâinatta ki
canlılardan farklı olarak, hak ile bâtılı birbirinden tefrik eden ve merkezi gönül olan
bir akılla üstün kılınmıştır. Allah Teâlâ‟dan gelen tecellileri kalbinde yoğurmak
suretiyle bu aklını çalıştırabilir ve iradesi nisbetinde marifet-i ilâhiye‟ye ulaşabilir.
Kuvve ve potansiyel olarak kendisinde bulunan bu özellikten dolayı insan, diğer tüm
canlı varlıklara nisbetle incitilmemeye daha layık bulunmaktadır.

Tasavvuf kültüründe gönül kelimesi, insanda kuvve olarak mevcut olan bu


özelliğin mahalli olan kalb için kullanılmıştır. Alvarlı Efe Hazretleri, bu çerçevede
gönlün anlam alanlarına dair şunları söylemektedir:

Gönüldür gül-gülistân-ı muhabbet


Gönüldür bâğ u bostân-ı muhabbet

745
Lutfî, s.551, ş.709, b.2-3.

232
Gönüldür tahtgâh-ı hubb-i Mevlâ
Gönüldür mihr-i irfân-ı muhabbet

Tecellîgâh-ı Mevlâ‟dır ezelden


Gönüldür râh-ı Rahmânî muhabbet

Hayât-ı câvidân aşk-ı Hudâ‟dır


Gönüldür Hakk‟a derbân-ı muhabbet746
Allah Teâlâ esmâ-i İlahîsiyle kâinata her an tecelli etmektedir. Bu tecellilere
mazhar olan insanın kalbi tecellilerin merkezidir. Kendini günahlardan koruyan
kişinin kalbi parlar ve tecellileri almaya başlar. Bir hadîs-i şerifte “Kul, bir günah
işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer kendini günahtan alıkor,
istiğfar ve tövbe ederse, kalp parlar. Ama günaha devam ederse, o siyahlık artar ve
sonunda kalbi tamamen kaplar. İşte bu, Allah Teâlâ‟nın:”Asla öyle değil, fakat
onların yapmış olduğu günahlar kalplerini iyice kaplamıştır.”747 Ayetinde
anlatılan, kalbin kapanması ve günahla örtülmesidir.”748 buyurulmaktadır. Yani
günahlardan korunmuş ve istiğfarla Rabb‟ine yönelmiş kalb-i selim sahibi kişilerin
gönlü, bu tecellileri almaktadır:

Tecellîhâne-i mevlâ gönüldür


Nazargâh-ı Hüdâ dilhâneler var749

Gönüldür merkez-i feyz-i İlâhî


Şerâb-ı aşk ile mestâneler var750

Gönül mir‟ât-ı Mevlâ Arş-ı a‟lâdan muallâdır


Anı ind-i Hudâ‟da kıymet-i vâlâ olandan sor751
Şefkat ve rahmet sahibi Mevlâ‟nın, kalbin emrine verdiği iki nuranî asker
vardır. Bunlar, ilim ve imandır. Onlar kalbin yükselmesini sağlayan manevî
kuvvetleridir. Kalp, sultan gibi bunların ortasında bulunur. Kalbe gelen ilahî
tecellilerle yoğrulan ve aşk ile yükselmeye başlayan insan birçok manevi hal ve
nimetlere mazhar olur. İnsan ki bu kemâlâ ile Rabb‟ine yükselir ve bâb-ı haremde

746
Lutfî, s.132, ş.63.
747
Mutaffifîn 83/14.
748
Müslim, “İman” 231; Tirmizî, “Tefsir” 83; İbn Mâce, “Zühd” 29, Muvatta, “Kelam” 18.
749
Lutfî, s.239, ş.218, b.4.
750
Lutfî, s.239, ş.218, b.6.
751
Lutfî, s.252, ş.237, b.6.

233
beklemeye başlar. O kapıda sabr-u sebât ile bekler ve mücâhedeye devam ederse
dâhil-i bâb-ı harem olur. Böylece çok yüce makamlara nâil olur. Bu derecelere
ulaşmış insanın gönlü çok değerlidir ve ona paha biçilemez. Alvarlı Efe Hazretleri
şöyle ifade etmektedir:

Kubbe-i Arş‟da bulunmaz incû mercândır gönül


Kürre-i ferşde bulunmaz şâh-ı devrândır gönül

Böyle bir hurşîd-i şef fâf var mıdır Cibrîl‟leri


Sidre‟sinden indirir Yûsuf-i Ken‟ân‟dır gönül

Herkesin gönlünde mektûm ism-i a‟zam sureti


Herkese meftûh olur mu kenz-i sultândır gönül

Ârifân bezm-i ezelde hâmil-i esrâr-ı dil


Matla-‟i mihr-i tecellâ kûy-i Rahmân‟dır gönül

Bir temâşâgahdır bu Cebrâil hayrân olur


Lutfiyâ her dü-cihânda câne cânandır gönül752
İnsan gönlünün üstünlüğü derece derece olsa da, insanın gönlünü incitmek,
gönlün “merkez-i feyz-i İlâhî” olması münasebetiyle Allah‟ı incitmek gibidir. Çünkü
gönül Hakk‟ın yaptığı bir binadır. Gönül kıran bir kimsenin hem bu dünyada hem
ahirette mutluluktan yana nasibi yoktur:

Zürrâ‟ olan yola tohum eker mi


Kurumuş ağaçda bülbül öter mi
Hak yaptığı bir binâyı söker mi
Gönül kıran âdem behredâr olmaz753

3.5.3. Ġnsanın Ġncitilmemesi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışında insanı incitmemek


esastır. İnsanlara zulmetmenin ve incitmenin temel sebebi, bu dünyanın geçici meta
ve heveslerinin hırs ve hasedine kapılmış olan nefsini terbiye etmemiş gafil
kimselerin, zayıf insanların haklarına riayet etmemelerinden ileri gelir. Zulmün
başlangıcı söz ve fiille incitmek, zirvesi ise öldürmektir. Şefkat ve merhamet, hırs ve

752
Lutfî, s.315 vd., ş.337.
753
Lutfî, s.266, ş.259, k.4.

234
hasetten dolayı kibirlenmiş kişilerde bulunmadığından bunların yerini eziyet ve
incitmek almıştır.

İster kâfir, ister mümin, günahkâr ya da salih bir mü‟min olsun, her insanı
Allah yaratmıştır. Ve herkesin sahibi Allah‟tır. Bu noktadan bakıldığında insanı
incitmek Sâhibini ve Sâniini incitmektir ki bu büyük bir zulümdür ve zulüm ise;
Allah katında günahtır, dünyada ve ahirette azaba sebeptir. Efe‟ye göre; bir insanı
inciten, bu zulmün karşılığı olarak birçok musibete maruz kalır:

Zulmeyleme bir ferde sen gelmeyesin bin derde sen


Olur isen zulme resen rûh-i revânın incinir754
İyi bir Müslüman olmanın gereği insanlara karşı merhametle davranmaktır.
Çünkü Allah insanlara zarar, ziyan veren ve zulmeden kişinin düşmanıdır:

Ziyankâr adüvvullahdır
Zâlimin hasmı Allah‟dır
İslâm hasbeten lillâhdır
Bu emr-i Resûlullahdır
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahmân‟ı 755
Çaresiz, fakir ve muhtaç bir insanın kalbini kırarak ağlatan kişi, Allah‟ın
lanetine uğrar. Aslında mümin olanın yapmaması gereken bir hareket olan kalp
kırmak, Allah‟ı incitmektir:

Ol fakîr ki yüzen bakar


Gözlerinin yaşı akar
Mü‟min olan kalb mi yıkar
Boynuna lânet mi takar
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahmân‟ı756
Halkı inciden, bir ferde zulüm eden kimse, bu dünyada birçok sıkıntıya
düşeceği gibi, tertemiz olan ruhunu kirlettiği için de Allah‟a vuslat yolunda yolda
kalacaktır:

Hâtır-şikest olma amân söyleme bir ferde yamân


İncidirsen halkı hemân femde zebânın incinir757

754
Lutfî, s.241, ş.220, b.3.
755
Lutfî, s.552, ş.709, bent 12.
756
Lutfî, s.552, ş.709, bent 10.

235
Alvarlı Efe, çocuğa ve kadına karşı merhametli olmayı ve onlara tatlı dille
konuşmayı, aynı şekilde ihtiyara karşı da hürmetli olmayı ve misafire ikramda
bulunmayı tavsiye etmektedir:

Nisvâne merhamet eyle


Anlara lutf ile söyle
Etfâl ile de ol öyle
Şerîatin yolu böyle758

İhtiyâra eyle hürmet


Sabîlere kıl merhamet
Misâfire sarf et nîmet
Allah‟dan istersen rahmet759
İnsan, hayırlı bir komşu olmalı, komşularına yakınlık göstermeli ve her
hallerinden haberdar olmalıdır. Böyle davranırsa insanlık şerefini yükseltir ve Allah
katında makbul bir kimse olur:

Komşulara hayır-hâh ol
Ahvâllerinden âgâh ol
İnsanlık eyle bir şâh ol
Lutfî makbul-i dergâh ol760
Toplumun sıkıntılarından, dertlerinden bigâne zevk ve safa içerisinde
yaşamak insanım diyene yakışmaz. Gerçek insanlık; çaresiz kalmış, birçok dert ve
sıkıntılara dûçâr olmuş gariplerin elinden tutmaktır. Sonunda pişmanlık getiren
fiilleri terk etmek gerekir. Hakikat ehli veliler, muhtaç, perişan kimselerin haliyle
hallenirler. Onlar aç iken karınlarını doyurmaz, onlar ağlarken gülemezler:

Ben insânım diyen inşana düşmez şâd ü handânlık


Düşen bî-çâreyi kaldırmadır âlemde insanlık
Hakikat ehlinin hâli dürür dâim perîşânlık
Bir işi etme kim gelsün sana sonra peşîmânlık761
Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre insanlara merhametsizliğin bir sebebi de
kibirdir. Kibri terk edip tevazu incisini gerdanına takan kişi, insanları incitmediği
gibi kendini de onlara feda eder:

757
Lutfî, s.240, ş.220, b.2.
758
Lutfî, s.552, ş.709, k.8.
759
Lutfî, s.552, ş.709, k.13.
760
Lutfî, s.552, ş.709, k.14.
761
Lutfî, s.475, ş.597, k.5.

236
Sular gibi yüzün yerlere koy ak
Tevazû incisin gerdânına tak
Kullara kurbân ol bu kibri bırak
Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı762
Cömert olmayı, ihsanla muamele etmeyi, câhil, kaba-saba kimselerle görüşüp
dostluk yapmamayı öğütleyen Efe, zahirde tevazu ve alçak gönüllülüğü şiâr edinmiş
olanın Allah katında büyük şeref kazanarak mânâda sultan olacağını belirtiyor:

Hasislikten elin çek, sen cömerd ol kân-ı ihsân ol


Konuşma câhil-i nâdân ile gel ehl-i irfân ol
Hakîr ol âlem-i zâhirde, sen mânâda sultân ol
Karıncanın dahi halin gözet, dehre Süleymân ol763

3.5.4. Allah ve Resulünün Ġncitilmemesi

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre insanları incitmek sonuç olarak


Allah‟ı incitmek olduğu gibi, Şeriat‟ın emirlerini terk etmek ve yasaklarını irtikâp
suretiyle günah işleyen kimse de Allah Resulu Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem‟i incitmektedir.

Alvarlı Efe, asli vatanından uzakta gurbette insanlardan, kimisi nefsinin


elinde esirken, bir kısmı da aşk yolunda maşuku olan Allah‟a kavuşmak için
çaresizce çırpınmaktadır. Gurbette olan insana, bu hicranından dolayı hürmet
edilmeli, saygılı olunmalı ve kalpleri kırılarak incitilmemelidir. Çünkü bu garipleri
incitmek Rahmân olan Allah Teâlâ‟yı incitmektir:

Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme


Esîr-i gurbet-i nâlân olan inşanı incitme
Tarîk-ı aşkda bî-çâre-yi hicrânı incitme
Sabır kıl her belâya hâne-i Rahmân‟ı incitme764
“Sûfilere göre ümmet-i Muhammedi incitmek Peygamber Efendimizi incitmek
gibidir. Ayrıca Resûlullah Efendimiz‟e vefatından sonra ümmetin amelleri arz
edilmektedir. Efendimiz gördüğü güzel amellere sevinmekte günahlara ise üzülüp

762
Lutfî, s.529, ş.675, k.2.
763
Lutfî, s.475, ş.597, k.4.
764
Lutfî, s.474, ş.597, k.1.

237
Allah‟tan mağfiret dilemektedir. Dolayısıyla Efendimizi üzmemek için O‟nun
ümmetini incitmemek ve günahlardan uzak durmak gerekmektedir.”765

Tasavvufî tasavvurda tüm insanlık, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in


külli vücudundan parçalar, hücreler gibidir. O ise rûh-i âzamdır. Yani öyle bir ruha
sahiptir ki, Kur‟ân‟ın açıklamasıyla: “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi
ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek
şefkatli ve merhametlidir.”766 Bu manada Alvarlı Efe Hazretleri, Allah Rasulü‟nün
ümmetin günahlarından dolayı incineceğini, bu yüzden insan-ı kâmil olan kişinin
kimseyi incitmemesini salık vermiştir:767

Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme


Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme768
Alvarlı‟ya göre; Bir kimse dünyanın süsüne, eğlencesine aldanarak sırât-ı
müstakimden uzaklaşıp kebâir günahlara dalarsa, o cennetleri incitmiştir. Cenneti
inciten oraya giremez, çünkü aslında cennetin sahibi Allah‟ı incitmiştir:

Eğri yola gider isen lehv ü la‟ib eder isen


Kebâiri yeder isen senden cinânın incinir769
Dinin emirlerini terk, yasaklarını işleyen kimseden ilk olarak utanma duygusu
kaybolur ve zamanla da gönlünde ki iman nuru söner. Hatta büyük günah işleyen
irfan sahibi dahi olsa, onun da kalbinde irfan bilgisi mahvolur ve hatta bazen imanını
bile kaybedebilir. Artık bir kimsede iman bulunmaz ise, o kimse Allah‟ın
rahmetinden uzaklaşmıştır:

Edeb hayâ gider elden nûr-i îmân çıkar dilden


Mahvolur irfân gönülden rahm-i Rahmân‟ın incinir770
Şeriatı terk etmek ve tarikatı reddetmekle hakikate ulaşmak mümkün değildir.
Bir insanda Allah yolundan uzaklaşarak hakikate kavuşamazsa onun imanı
incinmiştir:

Terk edersen şerîatı reddedersen tarîkatı


Bulamazsın hakîkati Lutfî îmânın incinir771
765
Göktaş, a.g.s.b., s.295.
766
Tevbe 9/128.
767
Göktaş, a.g.s.b., s.295.
768
Lutfî, s.474, ş.597, k.1.
769
Lutfî, s.241, ş.220, b.4.
770
Lutfî, s.241, ş.220, b.5.

238
Lutfî Efendi‟ye göre, canan olan Allah Teâlâ‟yı incitmek aslında kişinin
kendisini cehennem ateşine atarak mahvetmesi manasına gelir. Seven sevgisinde
samimi ise, sevdiğini incitmemelidir:

Cânânı incitme cânâ tendeki cânın incinir


Kimseye renc etme cânâ dürr ü mercânın incinir772

3.5.5. Ġncinmeme Ġlkesi

Tasavvuf kültüründe incitmemenin yanında, incinmeme ilkesi üzerinde


önemle durulan bir konudur. İncitmemek başlangıçta bir hal iken, incinmeme ondan
daha yüksek bir makamdır. Rıza makamına erişen sûfiler, uğradıkları tüm dertlerin
maksatları olan sevgiliden, yani Allah Teâlâ tarafından kendilerine bir imtihan ve
ikram olarak verildiğine inanarak, bu sıkıntılara razı olmamayı Sevgili‟ye isyân
olarak telakki etmişlerdir. Muhabbet ve aşkta sadık olmanın alameti, maşukundan
gelen sıkıntıları sevmek ve şikâyet etmemektir. Çünkü dertten şikâyetçi olmak, aşk
yolunda samimiyetsizliğin alametidir. Dervişlik iddiasında olan dertlere mukabele
etmediği gibi aynı zamanda incinmemelidir. Halk arasında Yunus Emre‟ye atfedilen
bir dörtlükte bu durum şöyle terennüm edilmiştir:

Dövene elsiz gerek


Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
Rıza halini en güzel açıklayan sûfîlerden olan Râbiâtü‟l-Adeviyye hazretleri;
“Kendisinden razı olmadığın zâttan senden razı olmasını istemekten utanmıyor
musun!” demekle,773 bu makamda olan sûfînin gelen belaları, sebeplerden değil, her
şeyin faili olan Fâil-i Mutlak‟dan bilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Necmeddîn-i Kübrâ rahimehullah‟ın “Usûl-i Aşere” adlı eserinin şerhinde,


İsmâil Hakkı Bursevî ölümü kırmızı, beyaz, yeşil ve siyah diye dörde ayırmıştır.
Birinciyi nefsin arzularını yerine getirmemek, ikinciyi aç kalarak mideyi öldürmek,
üçüncüyü yamalı hırka giymek, dördüncüyü de halkın eza ve cefasına tahammül

771
Lutfî, s.241, ş.220, b.7.
772
Lutfî, s.241, ş.220, b.1.
773
Hülya Küçük-Semih Ceyhan, “Râbia el-Adeviyye”, DİA., c.34, s.381.

239
etmek şeklinde açıkladıktan sonra bu son halin fenâ fillâh olduğunu, çünkü bütün
fiillerin sevgilinin fiilinde yok olduğunu söylemiştir.774

“Eynemâ tuvellû (nereye dönerseniz dönün Hakk‟ın cemâli karşınızdadır)


sırrına ermiş Hak âşığının gözü Hakk‟tan gayrıyı görmez. Gökteki zâhir güneşi
zâhiri perdeleri görünür kılarken gönülde ki muhabbet güneşi bütün o perdeleri
yakar ve gözle Cemâli karşı karşıya getirir. Hakk‟ın huzurunda ki kişi için başka
melce ve sığınak yoktur. Bütün vesileler, perdeler, kapılar o büyük kapıda erir yok
olur. Huzurdaki kişinin eli ayağı, dili dudağı kötülükten yana bağlanmıştır. Namazda
iken dövene elsiz sövene dilsiz olan âşık daimi bir namaz hali yaşadığı sair
zamanlarda da cümle incitmelere karşı mukabelesiz kalır. Ne incitebilir ne
incinebilir. Çünkü her şey Hakk‟ın huzurunda O‟nun bilgisi ve izni dâhilinde
gerçekleşmektedir. Mesele bunu görebilmektir.”775 Efe Hazretleri, bu hakikati şöyle
nazmediyor:

Her fiilde fâil-i muhtârı gör


Mir‟at-ı dilde olan dildârı gör

Zeyd ile Amr ile uğraşma sakın


Zeyd ü Amr‟ı sevkeden Gaffâr‟ı gör776
Alvarlı Efe Hazretleri‟ne göre ârif olan sûfiye aşk yolunda “kabz” denilen
çeşitli sıkıntılar da gelebilir. Bu durum maşukun bir cilvesidir. Derdi gönderen elbet
dertlere razı olan aşığına çeşitli ikramlarda bulunur. Örnek verilecek şiirde her ne
kadar âşığın seyr-i sülükteki başına gelen hal ve cilveler anlatılmışsada, gelen
ikramlar incinmemenin bir mükâfatıdır:

Bir gün olur kahr u sitem cevr eder


Bir gün olur yâr hareme aldırır

Bir gün olur katline fermân eder


Bir gün olur la‟li ile kandırır

Bir gün olur darb ile uryân eder

774
Mustafa Kara, “Fenâ”, DİA., c.12, s.334.
775
Cihan Okuyucu, “Efe Hazretlerinin Hayata ve İnsana Bakışını Özetleyen Bir Şiiri: Hazer Kıl
Kırma Kalbin Kimsenin Canını İncitme”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu, c.2, s.284.
776
Lutfî, s.254, ş.242.

240
Bir gün olur bûseden usandırır

Bir gün olur kûyine koymaz seni


Bir gün olur nâz ile uyandırır

Bir gün olur dâre çeker bend eder


Bir gün olur lütfuna dayandırır

Bir gün olur serzeniş eyler sana


Bir gün olur bûyine boyandırır

Bir gün olur çâhe atar Lutfî‟yi


Sonra Mısır şahlığına aldırır777
Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre: Sûfi, hakikat ehli olan Allah dostu zevâtın
meclislerine devam etmeli, hevâ-i nefsine tabi olan kimselerle dostluktan uzak
durmalı ve dünyalık işlerde büyüklük taslayan kibirli insanlarla düşüp
kalkmamalıdır. Ama bu insanlar toplumsal yaşamda dervişlik iddiasında olana çeşitli
cefa ve eziyetlerle musallat olurlarsa bu dertten dolayı asla şikâyetçi olunmamalıdır.
Çünkü gelen sıkıntıların gerçek fâili Allah‟tır ve bu belâlardan dolayı incinmek
maşuktan incinmek olacaktır:

Celîs-i meclis-i ehl-i hakîkât ol firâr etme


Hevâ-yı nefsine tâbi‟ olan yerde karâr etme
Tekebbürlük eden inşâna aslâ îtibâr etme
Sana cevr ü cefâ ederse bir kes inkisâr etme778
Yine meşhur bir şiirde aynı mana şöyledir:

Cihân bağında ey ârif budur maksâd-ı ins ü cin


Ne sen bir kimseyi incit ne de bir kimseden incin779
Hal ehli bir mutasavvıf, mâsivâyı kalbinden atmalıdır. Mâsivâdan bir umuda
kapılmayan sûfî, ondan gelen nimet ve belalarda fark gözetmez. Hâce Muhammed
lutfî Efendi, rıza makamına ulaşmış bir sûfi olarak, bütün maksat ve amacını Bâri
Teâlâ‟nın rızasına bağlamıştır. Dolayısıyla karşılaştığı dertler karşısında
incinmemiştir. Ve ona göre âşıklık iddiâsında olan dervişin incinmesi kemâlde bir

777
Lutfî, s.227, ş.198.
778
Lutfî, s.475 ş.597.
779
Okuyucu, a.g.s.b., s.282.

241
noksanlıktır. Efe Hazretleri, bir cinaslı mânisinde incinenin incitenden kemâl ve
olgunluk bakımından daha aşağı bir mertebede bulunduğuna işaret ediyor:

Âşık der incidenden


İncinme incidenden
Kemâlde noksân imiş
İncinen incidenden780
“Hakk‟a âşık olanlar şöyle derler: İncitenden sakın incinme. Kemâl ve
olgunluk bakımından bir kıyas söz konusu olursa incinenin incitenden noksan
olduğuna hükmedilir. Bu cinaslı mâninin diğer anlamı ise şöyledir; „dendan‟
Farsçada „diş‟ anlamına gelir. „İncidenden‟, inci dişli güzel demektir. Bu takdirde
„Âşık der ki; ey inci dişli güzel, incinme incidenden”781

İncinmenin incitmekten daha aşağı bir makam olduğunu idrak eden sûfî,
Allah tarafından insanlar aracılığı ile veya hastalıklar neticesinde gelen dertleri
incinmeyerek vuslata kuvvetli bir sebep olduğuna inanmalı ve gelen belâları baldan
tatlı görmelidir:

Sabr ile selâmet buldu erenler


Belâları baldan tatlı görenler
Her ne gelse Hak‟dan lezzet bulanlar
Dergâhında anı ictibâ eyler782
Belaların bal gibi tatlı olması, dertlerin Allah‟tan geldiğini kabul ile
mümkündür. Gelen dertlerden incinmemeyi öğrenen sûfî için artık her bela baldan
tatlılıdır.

Belâlar bal olur evliyasına Hazret-i Hakk‟ın


Bu kahr içinde eltâf-ı belâ ola bidâyâtı783
Hülâsa; Alvarlı Efe, aşk yolunda mesafeler kat etmiş bir âşık olarak,
dertsizliği büyük dert olarak görmüş ve dertli olmayı iman ehli kimsenin kurtuluş
fermanı bilmiştir. Derdinden şikâyet etmediği gibi incinmemiş ve incinenin
incitenden daha aşağı mertebede olduğunu belirtmiştir. Ona göre âşıklığın yolu dert
ehli olmaktan ve bu dertler sebebiyle incinmemekten geçmektedir.

780
Lutfî, s.645 “Maniler” k.32.
781
Kutlu, a.g.e., s.47.
782
Lutfî, s.169, ş.103.
783
Lutfî, s.512, ş.653.

242
4. Alvarlı Efe’nin ĠrĢâd Âdâb ve Erkânı

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin irşâd âdâb ve erkânı üzerine günümüze


ulaşan bilgiler oldukça sınırlıdır. Bunda onun ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi‟nin
tarikatının irşâd ve erkânına dair her hangi bir yazılı eser bırakmayışı en önemli
etkendir. Hâtıralardan elde ettiğimiz kısıtlı bilgilere göre, Efe Hazretleri‟nin
irşadında üç temel unsur bulunmaktadır. Bunlar; sohbet, gazel ve çeşitli zikirlerdir.

4.1. Sohbet Ġle ĠrĢâd

Sûfiler nezdinde sohbet etkin bir irşat yöntemidir. Pek çok tarikatın irşâd
âdâbında sohbeti bir yöntem olarak benimseyip kullandıkları bilinmektedir. Alvarlı
Efe Hazretleri‟nin sohbeti etkin olarak ve sürekli bir şekilde kullandığı hatıralarda
tevatür derecesinde nakledilmektedir.784

Oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi, Efe Hazretleri‟nin sohbetinin içeriği


ve ne denli tesirli olduğu hakkında şunları söylemektedir:

“Sohbetinde dâima Allahü Azimü‟ş-şân‟ın varlığından, Kur‟ân-ı Kerîm‟den,


Hadîs-i Nebevî‟den, ilm-i ledünnî mevzûâtından bahseder ve nasîhat eder, ölmüş
gönülleri ihyâ eder ve sohbetlerine herkes hayran olurdu. Sözlerine itiraz etmek
şöyle dursun gönüllerine zerre miktar şüphe dahi gelmez, herkesin gönlüne safâ,
sadrına şifâ bahşeder idi. Meclislerinde oturan ve ziyâretine gelen zâirlerin
gönlündekileri veyahut kasdî veya maksadsız tuttukları niyetlerini, müşkil ve
muammâlarını hall ü fasletmek üzere müşkil-güşâ sohbetleriyle her şahsın
müşkillerini halleden fevkalâde bir kâşifü‟l-kulûb insan-ı kâmil idi. Ziyaretçilerin,
yanından bu memnuniyetle ve teslîmiyetle ayrıldıklarını zamanın hâss u âmmı tasdîk
ve takdîr etmektedir.”785
Efe Hazretleri, bir şiirinin tamamını sohbet konusuna ayırmıştır. Ona göre,
âriflerin sohbetine sürekli devam etmek gerekir. Çünkü onların sohbeti, insana men
aref sırrını ve âşıklık yolunu öğretir:

Ey dil dem-â-dem kıl karâr âriflerin sohbetine


Gönül gözün aç et firâr âriflerin sohbetine

784
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kutlu, Hâce Muhammed Lutfî. Bu eserin birçok yerinde Efe‟nin
sohbetlerine vurgu yapılmaktadır.
785
Lutfî, s.657.

243
İrfân hazînesine sen mâlik olursun bilmiş ol
Ders-i aref okuyasın âriflerin sohbetine

Âriflerin dilhânesi âşıkların meyhânesi


Dersi alan dürdânesi âriflerin sohbetine

Dildârı dilinde bulan âriflere kulluk kılan


Devâm eden insân olur âriflerin sohbetine

Güneş ki gönülden doğar feyz-i muhabbetler yağar


Var gör neler kalbe sığar âriflerin sohbetine

Ahmed Muhammed Mustafâ Hasen Huseyin Mürtezâ


Her dem ederler bin atâ âriflerin sohbetine

Cennât-ı hûra benzemez güneşte nûra ben zemez


Herbir huzûra benzemez âriflerin sohbetine

LUTFÎ‟ye lutfun ey Hudâ âriflerden kılma cüdâ


Her rûz u şeb olur nidâ âriflerin sohbetine786

4.2. Gazeller Ġle ĠrĢâd

Daha önce ifade edildiği gibi Efe Hazretleri‟nin aruz ve hece vezninde çeşitli
şiirler kaleme almasının gayesi, sadece duygularını ve yaşadığı derûnî tecrübeleri
ifade etmek olmayıp, bunun yanında insanları irşad etmektir. Efe, şiiri bu anlayış
doğrultusunda kullanmış aynı zamanda edebî açıdan da okuyucuya zevk veren şiirler
yazmıştır.787

Efe Hazretleri‟nin şiirleri kendi döneminde gazelhânlar tarafından huzurunda


ve gıyabında çeşitli makamlarda okunmuştur. Onun gazelleri insanlar üzerinde derin
tesirler bırakmış ve bu sayede o, Anadolu‟nun hemen her yerinde gönüllere girmiştir.
Ve irşadı günümüzde gazelleri ile hâlâ devam etmektedir. Efe‟ye göre onun gazelleri
âyetlerin ve hadislerin birer tefsiri ve şerhi gibidir:

Gazeliyâtım oku dikkat et ey cân


Terceme-i âyât dür ile mercân
786
Lutfî, s.446, ş.548.
787
Bu düşünce, birinci bölümde “Efe Hazretleri‟ne Göre Şiir” başlığı altında ayrıntılı olarak
değerlendirilmiştir.

244
Mânâ eder hadîsleri kemâkân
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller788
Efe Hazretleri‟nin huzurunda gazellerini okuyan pek çok kimse olmuştur.
Bunlardan en meşhuru Nusret Efendi‟dir.789 Efe Hazretleri‟nin kaleme aldığı mevlîd-
i şerifi günümüzde Erzurum yöresinde kendine has üslup ve usülle mübârek gün ve
gecelerde, husûsî meclislerde sıklıkla okunmaktadır. Yine birçok gazeli yöre ağzıyla
“dâire” eşliğinde besteli olarak terennüm edilmektedir.790

4.3. Zikir ve Evrâd Ġle ĠrĢâd

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışında zikir ve evrâdın çok


önemli bir yeri vardır. Çünkü zikir ve evrâd Hakk Teâlâ‟ya vuslat için bir kapıdır.791
Nakşibendî ve Kâdirî tarikatından dersler veren Efe‟nin müritlerini hangi zikir ve
dualarla yürüttüğüne dair günümüze ulaşan bir bilgi yoktur. Hüseyin Kutlu‟nun
verdiği bilgilere göre, Efe Hazretleri genelde Hâlidî usulüne uygun hareket etmiştir.
Bu meyanda Nakşîbendî tarikatında toplu olarak icra edilen bir zikir ve duâ şekli
olan hatme-i hâcegânı Cumhuriyet‟in ilk yıllarında tasavvuf ehline uygulanan sıkı
takibata rağmen bırakmamıştır. Yine Kâdirî usulüne göre cehrî zikirler de icra
ettiğini Kutlu ifade etmektedir. Şu şiirinde Efe Hazretleri‟nin hatme-i hâcegâna
verdiği önem görülmektedir:

Fâtiha İhlâs‟lar hatm-i kelâmım


Hatm-i Hâcegân‟dır cümle merâmım
Merhametler ede size Rahmân‟ım
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller792

788
Lutfî, s.22, ş.”Bir Hâtıra”, bent 26.
789
Nusret Efendi, 1909‟da Erzurum‟da doğmuştur. Efe Hazretleri‟nin Dinarkom‟u teşriflerinde
kendisiyle tanışmış ve ona intisâb etmiştir. Sesinin güzel olması dolayısıyla Efe Hazretleri‟nin
gazelhânı olmuştur. Nusret Efendi, 1973 yılında Erzurum‟da vefât etmiş ve Erzurum Asrî
Mezarlığı‟na defnedilmiştir. Lutfî, s.796.
790
Lutfî, s.7 vd.
791
Efe Hazretleri‟nin zikir konusundaki görüşleri bu bölümde “Tahallukla İlgili Konulara Dair
Görüşleri” başlığı altında değerlendirilmiştir.
792
Lutfî, s.22, ş. “Bir Hâtıra”, bent 30.

245
5. Alvarlı Efe’nin Tasavvufî Konulara Dâir GörüĢleri

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şer‟î ilimlere vâkıf bir din âlimi olmakla
birlikte, tasavvufî kültür atmosferinde yetişmiş gönül ehli, Hakk âşığı bir şair ve
yaşadığı dönemin zor şartlarına rağmen ömrünü insanları irşad etmeye adamış bir
mürşid-i kâmildir. Onun bu özellikleri, vefatından sonra neşredilmiş olan Hulâsatü‟l-
Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî adlı eserde bir araya getirilmiş olan
şiirlerinde ve onunla birlikte yaşamış dost, mürîd ve muhiplerinin hatıralarında açık
bir şekilde görülmektedir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin düşüncede ve pratikte tasavvufa yüklediği


mısyon klasik tasavvufi anlayışlarla paralellik arz etmektedir. Şiirlerinde imânî ve
tasavvufî her bir konuya ilişkin vurgular olmasına karşın Efe‟nin asıl hedefi,
insanları iman, ibadet, amel-i sâlih, terbiye-i nefs, ihlas, takva, Hazreti Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem‟in ahlakıyla ahlaklanmak, ilahi aşk ve muhabbet, insan
sevgisi, kardeşlik ve hoşgörü, fedâkarlık ve cömertlik konularında eğiterek kâmil
insanlar yetiştirmeyi ve ideal bir toplum inşa etmeyi amaçlamaktadır.793

Efe Hazretleri‟nin hayatı incelendiğinde, şiirlerinde hedeflediği kâmil


insanlardan müteşekkil ideal bir toplum inşa etme amacı, onun yaşamıyla da
örtüşmektedir. Ömrünü kâmil insanlar yetiştirmeye adayan Alvarlı, sohbetleriyle,
vaazlarıyla, şiirleriyle ve sözlerinin bariz uygulaması olan yaşantısıyla, bilhassa yöre
insanları üzerinde büyük bir tesir icra etmiş, gerçek bir kanaat önderi olarak,
toplumun sevgi ve saygısını kazanmıştır.

Efe Hazretleri‟nin oğlu ve halifesi Hâce Seyfeddin Efendi, özü, sözü ve


yaşamı tutarlı bu Hakk âşığı veliyi şöyle anlatıyor: “Bu zât, şu doksan sene ömrü
hayatı içinde, taşı taşın üstüne koymamış, bir ev sahibi olmayı dahi hatırlamamış,
dünya metâı ve malına mâlik olmayı hiç arzu etmemiştir. Gayet temiz elbise giyer,
mu‟tedilen her hareketi vakur, müstağni… Dünyası ve geçimi hâtırası için bay-gedâ
hiç kimseye göz ucu ile veya îmâ ile dahi olsa tenezzül etmemiş ve dâr-ı maişetini
temin etmek üzere hiç kimseden ufacık bir yardım hatırından bile geçmemiştir.”794

793
Osman Türer, “Alvarlı Efe‟nin Şiirlerindeki Nasihatlerinde Öne Çıkan Temalar”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu Bildiriler, c.1, s.153.
794
Lutfî, s.656.

246
“Şefkat ve merhametlerine gelince; düşkünlere ve hastalara o derece
merhametli idi ki, hiçbir ana ve baba evladına o derece şefkat ve merhamet edemez...
Mürüvvet ve fütüvvetlerine gelince; kendisini ziyarete gelenlere, dâima herkese hüsn-
i zan etmeyi, hiçbir kimseyi incitmemeyi, hiçbir ferdi hor görmemeyi ve alırken
satarken insaflı, mürüvvetli olmayı tavsiye eder, müessir nasihat ve tembihatlarıyla
onları tenvir ve îkaz ederdi. Sarhoşları dahi huzuruna kabul eder; fâsık sâlih seçmez,
herkesi menziline oturtturur ve herkese layıkı ile teveccüh ve taltifleriyle onları
memnun ederdi… Müddet-i hayatında hiç kimseye taarruz etmemiş ve hiçbir ferdin
kalbini kırmamış bir insan-ı kâmil idi” 795

Nakşibendiliğin Hâlidiyye kolunda, Bitlisli Muhammed Küfrevî


rahimehullah‟dan ve Kâdiriyye tarikatında Tillolu Şeyh Nur Hamza rahmehullah‟tan
icazetli bir Kâdirî ve Nakşibendî şeyhi olan Hâce Muhammed Lütfi Efendi‟nin
tasavvufi görüşleri, vefatından sonra neşredilen Hulâsatü‟l-Hakâyık ve Mektûbât-ı
Hâce Muhammed Lutfî isimli eserini teşkil eden şiirlerinde görülmektedir. Söz
konusu kitaptan başka bir eseri bulunmayan Alvarlı Efe, hece ve âruz vezinlerinde
kaleme aldığı şiirlerinde ki ifade gücü ve derinliği ile hemen hemen tasavvufi her bir
konuya temas etmiştir. Bu yönüyle, tasavvufî kavramları nazmen veciz ve ustaca
izah eden nadir mutasavvıflardandır.

Hâce Muhammed Lütfî Efendi Hazretleri, tasavvufî kavramları şiirlerinde


kullanırken hem daha önce bu terimlere yüklenmiş olan manaları dile getirmiş, hem
de kendine özgü anlamlar oluşturabilmiş ve bu sayede tasavvufî yorum zenginliğine
katkıda bulunmuştur. Onun tasavvufa yüklediği anlam ve gaye bir cümleyle
özetlenecek olsa, ona göre tasavvuf; gönlü arındırarak Allah‟a yönelmek ve daima
O‟nunla olma çabasını gütmektir.796 Bu yönelişin kuru kuruya bir iddia olmayıp,
İslâm‟ın yasakladığı haramları terk ve emirleri tatbik etmekle “Keremkânî” Allah‟ın
muhkem ipine sarılmak olduğu Efe‟nin divanında bariz şekilde görülmektedir.

795
Lutfî, s.657.
796
Abdurrezzak Tek, “Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Dîvân‟ında Tasavvufî Kavramlar”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.1, s.167.

247
5.1. Tahallukla Ġlgili Konulara Dair GörüĢleri

Allah Azze ve Celle‟yi zât, sıfat, şüûn ve fiilleriyle tanıyarak keşf, vecd ve
vicdan itibariyle marifet-i ilâhiyeyeye vâsıl olmak tasavvufun temel konusudur. Yine
ruh ve nefsten mürekkep olan insanın yapısı, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve
ahlakın yüceltilmesi tasavvuf ilminin konuları arasında yer almaktadır. Bazı
mutasavvıflar; tasavvufun konusunu tahalluk ve tahakkuk olarak ikiye ayırmışlardır.
Tahalluk, ahlâki emir, âdâb ve düsturları öğrenmek, tahakkuk ise öğrenilen bilgileri
tatbik ederek bir kısım tahkiki bilgilere ulaşmaktır. Bu açıdan bakıldığında
tasavvufun halka dönük tarafına tahalluk, Hakk‟a dönük cihetine ise tahakkuk
denilir.797 Tasavvufî görüşleri şiirlerinde ortaya çıkan Hâce Muhammed Lutfî Efendi,
tasavvufun tahallukla ilgili pek çok konusunda görüş belirtmiştir. Tahallukla ilgili
görüşleri kavram bazında şöyledir.

5.1.1. Tevbe ve Ġnâbe

Tevbe, sözlükte; “dönme, pişman olma ve nedamet” anlamlarına gelmektedir.


Terim olarak, kötü ve günah işleri terk edip pişman olarak Hakk‟a yönelme olarak
tarif edilmiştir.798 Tahkîk ehli sûfilere göre; tevbenin nasuh bir tevbe olması için,
geçmişte yapılan günahlardan ciddi pişmanlık duymak, gelecekte günahların
işlenilmemesine kesin karar vermek, telâfisi mümkün olan ibadetleri kaza etmek ve
kul hakkı olan günahlarda hak sahibiyle helalleşmek gerekir. Buna “firâr-ı ilallâh”
veya “hicret” denilmiştir.799 Sûfilerden bazıları ise tevbeyi avâmın ve havassın
tevbesi olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Zünnûn-i Mısrî; “Avâmın tevbesi
günahlardan, seçkin âriflerin tevbesi ise gafletten olur” demektedir.800

Bir kısım sûfiler tevbenin yanında inâbe, evbe ve isticâbet kavramlarını da


kullanmışlardır. Onlara göre, pişmanlığın ilk adımı tövbe, ikinci adımı inâbe, sonu
evbedir. Bu bağlamda Allah‟ın azabından korkanın hali tevbe, azabından korkmakla
beraber sevap umanın hali inâbe, sadece emrini gözetenin hali evbe terimiyle ifade

797
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.57.
798
Bardakçı, a.g.e., s.81.
799
Çetin, Tasavvuf, s.60 vd.
800
Kuşeyrî, a.g.e., s.247.

248
edilmiştir.801 İsticâbet kelimesini tercih eden sûfilerden Ahmed Ziyâüddîn
Gümüşhânevî‟ye göre isticâbet; kula şahdamarından daha yakın bulunan Allah Azze
ve Celle‟den hayâ etmektir. Tevbe sâlikin ilk makamı ve her türlü hal ile makamın
temelidir. Zira bina için arsa ne ise, Allah yolunda yürüyebilmek için tevbe odur.802

Alvarlı Hâce Muhammed Lutfî Efendi şiirlerinde tevbe ve inâbeyi çeşitli


şekillerde ele almıştır. Ona göre bir kul samimi olarak tevbe ederek Allah Teâlâ‟ya
yönelirse günahı ne kadar olursa olsun mutlaka affolunur:

Vallahi açıkdır tevbe kapısı


Bu kâinât bütün Hakk‟ın yapısı
Afv olunur günâhların hepisi
Tevbeye ihtimâm çekildi gitdi803

Bir kul günâhına tevbe ederse


Sâdıkāne o dergâha giderse
Afvolur günâhı her ne kadarsa
Mevlâ‟ya emânet olsun Erzurum804
Tevbe kapısından bir defa giren kişi sayısız lütuf ve tecellilerin mazharı olur:

LUTFİYÂ rû-ber -zemîn ol dâima


Der-i tevbede bulun Settâr ‟ı gör805

LUTFÎ gibi gel sen de bâb-ı tevbeye bir gir


Uhrâda olan dâr u diyârdan haberin yok806
Efe Hazretleri, bir başka şiirinde tevbenin ileri aşaması olan ve bâtınını
temizlemek anlamına gelen inâbeyi, zikir ehli ve marifete ulaşmak kastıyla tevhidin
kalpte kökleşmesi için mücahede eden sûfinin bir özelliği olarak
değerlendirmektedir:

Halka-i tevhîde gelin


Lezzet-i tevhîdi bulun
Cân u dilden zâkir olun
Hakk‟a edüp inâbetler807

801
Süleyman Uludağ, “Tövbe”, DİA., c.41, s.285.
802
Gümüşhânevî, a.g.e., s.121.
803
Lutfî, s.488, ş.616, k.5.
804
Lutfî, s.618, ş.“Erzurum Destânı”, k.16.
805
Lutfî, s.254, ş.242, b.6.
806
Lutfî, s.300, ş.310, b.5.
807
Lutfî, s.227, ş.199, k.4.

249
Verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi, tevbe konusunu çeşitli vesilelerle
gündeme getiren Efe Hazretleri, selefleri gibi tevbeyi bedeni ve kalbi temizleyen bir
vasıta olarak görmektedir.

5.1.2. Tefekkür

Arapça‟da düşünmeyi ifade etmek için tefekkür kelimesinin yanında nazar,


tezekkür, tedebbür, i„tibâr ve taakkul kavramlarıda kullanılmıştır. Nazar ve tefekkür
“bir işin âkıbeti konusunda düşünmek”, tedebbür ve i„tibâr ise “bir işin sonucunu
başından hesap etmek” anlamına gelir. Düşünme, geleceğe değil de geçmişe
yönelikse tezekkür adını alır ve “hatırlama, anma” anlamına gelir. Zikir ve tezekkür
sözlükte aynı anlamdadır ve “hem lisan ile anma hem de kalp ile hatırlama, akıldan
geçirme” demektir.808

Sûfîler, biri iman ve tasdikten doğup istidlal sahiplerine, diğeri ashab-ı


şuhûda mahsus olmak üzere iki tefekkürden bahsetmektedirler. Her iki halde de sûfî
Allah'ın zâtını değil, nimet ve kudretlerini düşünür. Seyyid Şerif Cürcanî tefekkürü,
kalbin iyi ve kötüyü ayırdeden lambası olarak görerek, tefekkür sahibi olmayan
kalbin, karanlıklar içinde boğulup kaybolacağını belirtmektedir. Sûfilere göre
tefekkürden maksat, hikmeti yakalamaktır.809 Dünyanın fâni ve zevalde olması
münasebetiyle, bâki uhrevî faydaları zihinde hazır bulundurmak ve ulaşılmasında
zihni çalıştırmak yine tefekkürün bir diğer amacıdır.810

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin, tefekkür manasında sözkonusu kelimeleri


divanında zaman zaman kullandığı görülmektedir. Ona göre “mümkünü‟l-vücûd”
olan bu kâinat samimi bir gözle incelendiğinde; akıl, bu âlemin bir yaratıcı tarafından
yaratıldığını itiraf edecektir:

Ey nûr -i dil eyle nazar cân göz ile bu kâinât


Kitâb-ı ilm-i hikmetin metni düşüpdür mümkinât

Arz u semâ mülk ü melek şems ü kamer mir ‟ât-ı Hak


Hâlik-ı âlem varlığı olduğuna yok şübühât

808
İlhan Kutluer, “Düşünme”, DİA., c.10, s.53.
809
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Yay., 2009, İstanbul, s.267.
810
İsmail Çetin, Tasavvuf ve Tevhîd‟de Parlak İnciler, Dilara Yay., Isparta, ts., s.145.

250
Şems ü kamer devrânına encümlerin seyrânına
Dîde-i ibret ile bak seyyâr var hem sâbitât

Bir Kādir u Kayyûm ki var mâlik-i mülk ancak odur


Mûcidinin varlığına mevcûd-i eşyâ şâhidât811
Tefekkürün bir amacının hikmeti yakalamak olduğu fikrini Efe‟de
vurgulamaktadır:

Zikr eyle gel bir Allah‟ı


Tefekkür hikmetullahı
Dîvâne olma vallahi
Mecnûn ile olmaz bâzâr812
Alvarlı‟nın tefekkür edilmesini istediği bir diğer nokta âkibettir. Akıl sahibi
sonunu düşünmeli ve ebedi azaba düçar olmamak için Allah‟ın rahmeti dairesinde
olmalıdır:

Bin bu kadar kahreylese Hudâ‟mız


Göklerden çağrılsa gelse nidâmız
Mahvolmuş gönülden nûr -i hüdâmız
Âhiret âkıbet tefekkür olmaz813

Bir kere tefekkür edegör rûz-i cezâyı


Al ihsân ile afvine fermân Ramazân‟da814
Dünyada başa gelen felaketlerden ibret almak ancak tefekkürle olur. Efe,
zamaneden şikâyetle tezekkürsüzlükten dem vurmaktadır:

Bu kadar felâket bu kadar gaflet


Her kavm-i küffârda tasavvur olmaz
Bu kadar mihnetler bu kadar zahmet
El-yevm hiçbiri tezekkür olmaz815

5.1.3. Ġhlâs

İhlâs kavramı, sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” mânasındaki hulûs


(halâs) kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan

811
Lutfî, s.130, ş.59.
812
Lutfî, s.199, ş.154, k.10.
813
Lutfî, s.268, ş.263, k.2.
814
Lutfî, s.429, ş.521, b.12.
815
Lutfî, s.268, ş.263, k.1.

251
başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” demektir.816 Tasavvufi ıstılahta
“riyasız ibadet etmek ve sevmek, amelleri riya, ucb, kibir ve nefsanî zevklerden
arındırarak yapmak” manasında kullanılmıştır.817

Kuşeyri‟ye göre ihlasın gerçekleşmesi, kulun yaptığı taat ve ibadette kastının


sadece Allah Teâlâ olmasıyla gerçekleşir. Çünkü kul, taatiyle sadece yüce Allah‟a
yaklaşmayı arzu etmelidir. Zira insanlara gösteriş yapmak, insanlardan övgü
beklemek, bir kimsesinin sevgisini celbetmek yahut Allah Teâlâ‟ya takarrub dışında
herhangi bir şeye ulaşmak gibi bir hedefin olması ihlası zedelemektedir.818

Alvarlı Efe Hazretleri, ihlas kavramını selefi olan mutasavvıflar gibi, Allah‟a
yaklaşmaya vesile olan her türlü abadetin bir ön şartı olarak görmektedir:

LUTFİYÂ der gâh-ı Mevlâ‟ya yüzün dut dâimâ


İlticâda ihlâs ile ber-murâd oldu gönül819

Nahl-i ihlâs üzre açılsa bir gül


Dillere neşr olur bûy-i mey ü mül
Esrâr-ı gülşeni bilince bülbül
Sarf-ı vâridâtı sığmaz beyâne820
Efe‟ye göre; katışıksız İlâhî aşk, ancak feyz ve sevginin kaynağı Feyyâz-ı
mutlak olan Allah Tâlâ‟dan aldığı feyzi tâliblere sunan mürşîd-i kâmillerin
meclislerinde bulunur. Sâlik, bu aşka kavuşmak için şeyhinin eteğini ihlasla
tutmalıdır:

Meyhânede bul bâde-i hâlisi meyânda


Sâkî-i zemân ile görüş doğru ayânda
İhlâs ile dâmânını dut Hakk‟a dayan da
Sermestler ile dopdolu meyhânelerin var821
İhlas ve mahviyyet Alvarlı‟nın tasavvuf düşüncesinde bir müridin şiârı
olmalıdır:

İhlâs ü mahviyyet pîşeniz olsun


Gönlünüz endûh u enînle dolsun

816
Süleyman Ateş, “İhlâs”, DİA., c.21, s.535.
817
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2002, s.180.
818
Kuşeyrî, a.g.e., s.415.
819
Lutfî, s.320, ş.345, b.6.
820
Lutfî, s.460, ş.573, k.2.
821
Lutfî, s.193, ş.142, k.4.

252
O zeman himmetim sizleri bulsun
Hükmullâhe râzı olsun gönüller
Hicrân âteşine yansın gönüller

5.1.4. Takvâ, Vera’ ve Zühd

Tasavvufun temel esaslarından bir olan takvâ, Arapça lügatte “vikâye”


kökünden gelmekte olup “bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek,
zarar verecek şeyden sakınmak” anlamlarına gelmektedir. Kur‟an-ı Kerim‟de takvâ,
maddi bir tehlikeden değil, manevî azaptan ve insanı bu azaba sürükleyecek kötü
işlerden korunmak manasında kullanılmıştır.822 Sûfiler ise, takvâyı kalbe ve bedene
nispetle iki açıdan ele almışlardır. Bedene nispetle takvâ; Allah Teâlâ‟dan
korkulması sebebiyle sonuç itibariyle azabına sebep olabilecek şirk, nifak, riya,
bozuk niyet, körü karar, masiyeti amaçlamak ve malayani düşüncelereden
korunmaktır. Bedenin azalarına nispetle; zikir, ibadet, dua ve güzel ahlaka bürünerek
Allah‟a yönelmekte sebat etmektir.823 Takvanın daha ileri bir aşaması olarak ifade
edilen vera ise; dinde haram ve mekruh olan şeyleri terk ettikten sonra şüpheli olan
hususları ve mubahların ihtiyaçtan fazlasını da terk olarak tanımlanmıştır.824

Lügatte bir şeye meyletmemek, rağbet etmemek, yüz çevirmek, ilgisiz


davranmak ve terk etmek manalarına gelen zühd kelimesi Tasavvuf düşüncesinde;
dünyadan yüz çevirmek, nefsi mâsivâya olan meyil ve sevgiden alıkoymak, hırslı,
ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest, bencil, tûl-i emel sahibi, muhteris olmamak, günâha,
harama, insanı Hakk‟tan uzaklaştırmaya vesile olacak her şeye rağbetsizlik
demektir.825

Müellifimiz Alvarlı Efe, takvâ ve zühdü elest meclisinde Allah‟a verilen bir
söz olarak görmekte ve bu söze vefa gösterilmesi gerektiğini ifade etmektedir:

Rûz-i ezel verdik veliyy-i ahdi


Kabûl etdik o dem takvâyı zühdi
Emr-i şerîatde etmedik cehdi

822
Ayrıntılı bilgi için bkz. H.Mehmet Soysaldı, “Kur‟an Semantiği Açısından Takva Kavramı”, Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Elazığ, Sy: 1, s. 21-42.
823
Çetin, Tasavvuf, s.68 vd.
824
Uludağ, a.g.e., s.372.
825
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kadir Özköse, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yüklediği Anlam”,
http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/338.pdf, (13.05.2014).

253
Aceb Allah bizi kabûl eder mi826
Takvânın kazanılması için çeşitli vesileler vardır. Bunlardan en önemlisi
Allah‟ın kitabı Kur‟ân-ı Kerim‟dir. Zira Kur‟ân muttakiler için bir hidayet
kaynağıdır:

Gönderüp hazret-i Kur ‟ân‟ı Hudâ


Muttakîlere olur nûr -i hüdâ827
Efe‟ye göre; bütün mahlukâtın yaratılış sebebi olan Hazreti Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem, muttakilere yol gösteren bir vera‟ nurudur:

Senden istirhâm eder bây u gedâ her dü-serâ


Keremin mâden-i der gâh-ı kadîm-i fukarâ
Dâim istimdâd eder cân ile senden küberâ
Vücûdun mevcûduna oldu bu cerâ mâ-cerâ
Sebeb-i hilkat-i mahlûk-ı Hudâ nûr -i vera‟
Meded ey kāfile-sâlâr-ı rusül huz bi-yedî828
Marifet nurunun merkezi olan kalp zühd sahibinin ilk cennetidir:

Bu dil mihr-i meârif cennet-i âcildir ey zâhid


Adem âlemine şâyân kamer-tâbân olandan sor
Zikir meclisleri sürekli devam eden manevi sarhoşluktan zâhidlerin nasibini
aldığı yerlerdir:

Ey sâkî-i devr -i zemân devrâne gel mestâne-veş


Ey fâtih-i dârü‟l-emân meydâne gel peymâne-veş

Meyhâneler olsun güşâd mestâneleri eyle şâd


Zâhidler olalar irşâd mest-i müdâm rindâne-veş829
Alvarlı Efe Hazretleri‟ne göre; âşıkların safına girmeyen, “mekteb-i arefte”
ledünnî ilmi öğrenmeyen kişinin zâhitliği kuru bir iddiadır. Şekilciliğe takılan
zahitlik anlayışından bir an önce kurtulup ilahî sırlara vâkıf olan âşıkların yoluna
girmelidir:

Mekteb-i arefde okunur ilm-i ledünnî


Metn-i dile bak sen de okursun bu kitâbı

826
Lutfî, s.516, ş.658, k.4.
827
Lutfî, s.55, ş.“İLTİCÂ-NÂME”, b.7.
828
Lutfî, s.491, ş.618, bent 6.
829
Lutfî, s.286, ş. 292, b.1-2.

254
Zâhidâ kuru dil ile ülfet ne revâdır
Kerkes tabîat lâşe-hâr ister mi gülâbı830

5.1.5. Sabır ve ġükür

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki


sabır kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında
direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi
mânalara gelmektedir.831 Tasavvuf ıstılahında ise sabır; Allah Teâlâ‟dan korkarak
yasaklarını terketmek üzerine tahammül göstermek ve dinî vazifeleri yapmakta sebat
etmektir.832 Cüneyd-i Bağdâdî‟ye sabrın ne olduğu sorulunca, “O, başa gelen acıları
yüzü ekşitmeden yudumlamaktır” cevabını verdiği rivayet edilmektedir.833

Şeyhimiz Alvarlı‟nın gözünde sabır, hiçbir kimsenin kalbini incitmemekten


geçmektedir. İnsanlardan gelen bela ve sıkıntılara sabretmenin alameti hiç kimseye
mukabelede bulunmamak yani onları incitici davranışlardan uzak durmaktır. Çünkü
insanı inciten gerçekte onun sahibini yani Rahmân olan Allah‟ı incitmiştir:

Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme


Esîr-i gurbet-i nâlân olan insânı incitme
Tarîk-ı aşkda bî-çâre-yi hicrânı incitme
Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân‟ı incitme834
Alvarlı sıkıntılar karşısında suskun ve sabırlı olmak için insaflı davranmayı
yani kendini karşısındakinin yerine koymayı tavsiye etmektedir. Zira sabırlıları
bağışlamayı çokça seven Hannân sever:

Bu dînin a„zam-ı şartı kıyâs-ı nefs ü insâfdır


Yerinde sâmit u sâbir bu babda râhı almakdır835

Nâz u niyâz-ı ehl-i derd sebeb-i hikmet-i Ehad


Enîsini sever Samed sâbırları Hannân sever836

830
Lutfî, s.480, ş.604, b.3-4.
831
Mustafa Çağrıcı, “Sabır”, DİA., c.35, s.337.
832
Çetin, a.g.e., s.86 vd.
833
Kuşeyrî, a.g.e., s.377.
834
Lutfî, s.474, ş.597, k.1.
835
Lutfî, s.152, ş.85, b.11.
836
Lutfî, s.223, ş.191, b.5.

255
Sâlih kimselerin ve peygamberlerin ahlâkı olan sabır kişi için büyük bir
nimettir. Yine sabır, ihsan makamına ermiş kimselerin manevi belalardan eman
bulduğu güvenli bir yerdir:

Peder ü mâderen eyle merhamet


Hilm ü sabır güzel bir büyük devlet
Bağla hil„at içün kemer -i himmet
Bu dâr-ı dünyâda incitme cânı837

Hâline sabreyle sen Yûsuf-i devr -i zemân


Muhsin sabırda olur gülbe-i dârü‟l-emân838

Fakr-ı hâle sâbır olan ümmetler


Kerem-i Kerîm‟den bulur devletler
Kazâya rızâya eden himmetler
Verilir Firdevs‟in bâğ u bostânı839
Şükür kavramı ise; terim olarak “Allah‟tan veya insanlardan gelen nimet ve
iyilikten dolayı minnettarlığını ifade etme, nimete söz ve fiille mukabelede bulunma,
Allah‟a itaat edip günah işlemekten uzak durmak suretiyle nimetin gereğini yapma”
şeklinde tanımlanmıştır.840 Tahkik ehli sûfiler nezdinde ise şükür; kalple, dille ve
âzâlarla olmak üzere üç türlüdür. Kalp ile şükür; nimet verene karşı hürmeti
muhafaza ederek kalbi nimete değil, nimeti verenin müşahedesine bağlamaktır. Dille
şükür; kulun tevazu için kendisine verilen nimeti zikretmesidir. Beden ve âzâlar ile
şükür; nimet sahibine vefa gösterip hizmet etmektir.841

Efe Hazretleri‟ne göre en büyük nimet iman cevheridir. Kul bu nimetten


dolayı Allah Teâlâ‟ya çokça şükretmelidir:

Allah‟a dayan bul keremin her dü-cihânda


Nîmet-i îmâne ne kadar olmalı şâkir842

Olalım nîmet-i îmâna şâkir


Olalım rahmet-i Rahmân‟ı zâkir843

837
Lutfî, s.530, ş.675, k.3.
838
Lutfî, s.593.
839
Lutfî, s.609, ş.“KIYÂMET DESTÂNI”, k.66.
840
Mustafa Çağrıcı, “Şükür”, DİA., c.39, s.259.
841
Kuşeyrî, a.g.e., s.363.
842
Lutfî, s.217, ş.182, b.2.
843
Lutfî, s.566, ş.“İLÂHÎ-NÂME”, b.19.

256
Şükredilmesi gereken nimetlerden bir diğeri ilâhî aşk ve bu aşkın mektebi
olan sûfilerin dergâhlarıdır:

Şükür LUTFÎ kerem-kâni Kerîm‟e


Mey-i vahdet verir meyhâneler var844

Aşka şâkir ol
Hakk‟ı zâkir ol
Cem-„i hâtır ol
İhsâne gel gel845
Allah şükür ehlini birçok nimete garkeder. Bunlardan en büyüğü ise, şâkirin
kalbinde merkezlenen tevhidin nurunun parlaması nimetidir:

Şâkir ‟i gark eyleye bahr-i kerem ummânına


Zü‟l-kerem Allah bu LUTFÎ abdini câr eylesün846

Cân bahş eder zâkirlere


Nûr-i tevhîd şâkirlere
Bak zikirde mâhirlere
Yüzünde nûr ayândır bu847

5.1.6. Sehâvet ve Îsâr

İslâm sehâvet ve cömertliği bir fazilet olarak kabul edip yüceltmenin ötesinde
onu bencil duyguların tatmin vasıtası olmaktan çıkararak Allah rızâsı ve insan
sevgisinden oluşan ahlâkî bir muhtevaya kavuşturmuştur. Kur‟ân-ı Kerîm, malını
Allah rızâsı için değil sadece insanlara gösteriş olsun diye harcayan kimselerin bu
davranışlarının ahlâkî değer taşımadığını, yardımlaşmanın ancak insanlara iyilik
etme (birr) ve Allah‟a saygı gösterme (takvâ) niyetine dayalı olması gerektiğini
ısrarla vurgulamıştır.848 Kur‟ân‟da cömertlik öncelikle Allah‟ın sıfatları arasında
gösterilmiştir. Allah sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.849 O‟nun bir adı da
850
Kerîm‟dir. Bundan başka Kur‟an‟da yer alan Rahmân, Rahîm, Vehhâb, Latîf,

844
Lutfî, s.239, ş.218, b.10.
845
Lutfî, s.313, ş.331, k.5.
846
Lutfî, s.370, ş.427, b.6.
847
Lutfî, s.410, ş.493, k.5.
848
Bakara 2/264; Mâide 5/2; Leyl 92/1720.
849
Rahmân 55/27, 76; Alak 96/3.
850
İnfitâr 82/6.

257
Tevvâb, Gaffâr, Afüv, Raûf, Hâdî gibi ilâhî isimler Allah‟ın cömertliğini değişik
yönleriyle ifade eden kavramlardır.851

Bir hadiste, “Allah cömerttir ve cömertliği sever”852 buyurulurken “cömert”


karşılığında Allah‟ın isimlerinden biri olarak “cevâd” kelimesi kullanılmıştır.
Hadis kitaplarında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‟in cömertliğine dair pek
çok rivayet yer almaktadır. Hazreti Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Enes
b. Mâlik radiyallahu anhum gibi ünlü sahâbîlerden nakledilen hadislerde Hazreti
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem insanların en cömerdi olarak tanıtılmıştır.853
Yine Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah, Hz. Âişe gibi sahâbîler, Resûlullah‟ın
kendisine ihtiyacını bildiren hiçbir kimseyi geri çevirmediğini belirtmişlerdir.854
Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem‟in ve sahabenin cömertliği ve sehaveti
hakkında daha birçok rivayet mevcuttur.855

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin Rasulullah sallallahu aleyhi ve selllem‟e


benzeyen ahlakının en belirgin vasıflarından biri de, sehavet ve cömertliktir. Onun
şahsiyetinde belirginleşen bu ahlakı şiirlerinde açıkça görülmektedir.

Efe‟ye göre sehâvet şeriatin önemle üzerinde durduğu bir fazilettir. Sehavet
sahiplerini Allah sever. Allah‟a tevekkül kanaat ve sehavetle sağlanabilir. Bu yüzden
sehavet dalına yapışmak gerekir:

Gûş-dâr ol hûş-mendim şerîat akvâline


“Es-sahiyyü habîbullah” bak hadîs meâline

Men-yetevekkel alâllah sırrına serdâr olup


Bul kanâat kenzini yapış sehâvet dâline856
Efe Hazretleri‟ne göre gönül, gül bahçesidir. Gönül gülleri de ikrâm etme
duygusu yani cömertliktir. Gönülde ikram etme duygusu solarsa, o gönül sahibinde
ahbâbâ hürmet ve himmet kalmaz. Onun için evinde bereket isteyen, hayır dileyen
güzel bir bahaneyle evine misafir çağırmalıdır.

851
Mustafa Çağrıcı, “Cömertlik”, DİA., c.8, s.72.
852
Tirmizî, “Edeb”, 41.
853
Buhârî, “Bed‟ü‟l-vahy”, 5, “Savm”, 7, “Menâkıb”, 23; Müslim, “Fezâil”, 48, 50.
854
Müslim, “Fezâil”, 56, 57.
855
Çağrıcı, “Cömertlik”, c.8, s.72.
856
Lutfî, s.431, ş.524.

258
Efe Hazretleri bir şiirinde; misafir çağırmanın bereketi artırdığını belirterek,
sehavet duygusunun ebedi saadetin kazanılmasına vesile olduğu hakkında ki
görüşlerini ifade ediyor:

Misâfirin kademleri kesilse


O evden bereket ref‟ olur elbet
Gönülde sehâvet gülleri solsa
Hurmet-i ahbaba kalır mı himmet

Bereket istersen devlethânede


Da‟vet et ihvânı bir bahânede
Hayr u bereketi bul bâ-hânede
Bakkal Muhammed‟e etmeli hizmet

Bulmak isteyenler bu şerâfeti


Arzu eyleyenler bu seâdeti
Seyr eyler fark eder bu sehâveti
Sehâvettir vallah kadimî kıymet

Sûret-i Lutfî‟ye sîret-i hikmet


Ârif-i âgâhe versen nasihat
Lutfiyâ dilersen dünyada devlet
Râh-ı Muhammed‟e eyle muhabbet857

Sehâvetden sukût etme yamandır


Sehâvet erbâbı dost-ı Rahmân‟dır
Sehâveti olan kâmil îmândır
Kullarına sultân bayramlık verir858
Gerek Kur‟ân-ı Kerim‟de gerekse Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem‟in sünnetinde cömertliğin ilâhî bir sıfat ve peygamberlerin de sahip oldukları
üstün bir fazilet olarak kabul edilmesi, İslâm ahlakçılarının ve sûfilerin bu konuya
özel bir önem vermelerine yol açmıştır. Ahlâk kitaplarında cömertlik; israf ve
cimrilik diye adlandırılan iki aşırılığın ortası sayılmıştır. İsraf; şahsî ve ailevî
harcamalarda aşırılığa kaçmak, nefsin kötü arzularını tatmin etme uğruna insanî ve
dinî hiçbir gaye gütmeksizin eldeki imkânları saçıp savurmak, cimrilik ise; dinin ve
örfün gerekli gördüğü yerlere harcama yapmaktan kaçınmaktır. Kur‟ân-ı Kerîm‟de
müslümanlara her iki aşırılıktan sakınarak harcamalarında ölçülü ve dengeli olmaları
857
Lutfî, s.137, ş.72 .
858
Lutfî, s.156, ş.91, k.4.

259
emredilmiştir.859 Söz konusu İslâmî öğretiye göre, cömert olabilmek için başkalarına
yardım etmek yeterli değildir. Ayrıca bu yardımın isteyerek ve seve seve yapılması
gerekir.860 Çünkü diğer bütün ahlâkî faziletler gibi cömertlik de insanda bir huy ve
meleke haline gelmekle kazanılmış olur. Bu sebeple ara sıra veya isteksiz olarak ya
da zorla iyilik yapan bir kimse cömert sayılmaz. Buna karşılık iyilik yapma niyet ve
iradesi taşıdığı halde bunu gerçekleştirme imkânına sahip olmayan insan cömert
sayılır. Cömertliğin meleke ve huy halini alması güçlü bir irade eğitimine bağlıdır.
Bu sebeple Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‟e hangi sadakanın daha
değerli olduğu sorulduğunda, “Yaşama sevincin yerinde ve mala düşkün olduğun,
zenginliği arzulamakta ve fakirlikten korkmakta bulunduğun zamanda verdiğin
sadakadır”861 diye cevap vermiştir. Cömertliğin diğer bir şartı yardıma mukabil
hizmet, mükâfat, övgü ve teşekkür gibi herhangi bir maddî veya mânevî karşılık
beklememek,862 gösterişten ve yardım edilen kimseyi rencide edecek tutumlardan
dikkatle kaçınmaktır.863 Ayrıca yardım olarak verilen malın gözden çıkarılan bir şey
olmayıp sahibi nezdinde değer taşıması da cömertliğin şartlarındandır.864

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiirlerinde çokça cömertliğin güzelliği,


cimriliğin ne kadar kötü bir ahlak olduğu, cömert ve cimri kimselerin Allah Teâlâ ve
halk nazarında ki durumları üzerinde çokça durmuştur. Şimdi verilecek örnekte Efe
Hazretleri, cömertlerle cimrileri çeşitli açılardan kıyaslıyor. Ona göre cömertlik
sahibi sahîler, cömertlikleri sebebiyle herkes tarafından övülen, değer verilen
kimselerdir. Ve bu ahlakları sebebiyle son son insanlar nazarında sultan olurlar.
Cimrilikleri ile bilinen bahîler ise, bu kötü ahlakları sebebiyle insanlar nazarında
bezilen, sevilmeyen insanlardır. Ve cimrilikleri dolayısıyla, halk arasında değer
verilmeyen, hüsrana uğramış kimseler olurlar:

Sahîler cûd ile makbûl olurlar


Bahîller buhl ile melûl olurlar

Sahîler cûd ile mahmûd olurlar


Bahîller buhl ile merdûd olurlar

859
A„râf 7/31; İsrâ 17/29; Furkan 25/67.
860
Haşr 59/9.
861
Buhârî, “Zekât”, 11.
862
İnsân 76/8-10.
863
Bakara 2/261-265.
864
Ayrıntılı bilgi için bkz. Çağrıcı, “Cömertlik”, c.8, s.72.

260
Sahîler cûd ile âbâd olurlar
Bahîller buhl ile berbâd olurlar

Sahîler cûd ile sultân olurlar


Bahîller buhl ile hüsrân olurlar865
Efe Hazretleri devamında cömert ile cimri kimselerin Allah Teâlâ katında ki
durumlarından bahis açmaktadır. Allah cömertleri çokça sevdiği için, onlara
keremiyle lütuflar ihsan eder. Bu sayede cömertler cennetin kapılarını açarlar.
Cömertlerin cömertlikleri, onlara Allah‟ın hidayet verdiğinin bir delilidir. Cimrilerde
muhabbetullah yoktur ve sebeple Allah onları sevmez. İnsanlar nazarında ise cimri
olanlar Allah‟ın düşmanı olarak kabul edilir. Şekâvete düşecek kimselerin ahlaki
yönden en büyük delili cimrilikleridir. Çünkü cimrilere Allah‟ın rahmeti olmayacağı
için cennete girmezler. Efe Hazretleri bu durumun ne kadar kesin ve açık olduğunu
ifade etmek için “Vallâhi ve billâhi Hudâ‟nın hükmü budur” diye yemin etmektedir:

Sahîleri sever Hazret-i Allah


Bahîllerde yokdur muhabbetullah

Sahîler açarlar bâb-ı cenneti


Bahîllerde yokdur Hakkı‟ın rahmeti

Sahîler kerem-i Hakk‟a dayanmış


Bahîller buhlünün nârına yanmış

Sehâvetdir kula Hak‟dan hidâyet


Bahîllerdir olan ehl-i şekâvet

Sahîlerdir habîbullah âlemde


Bahîllerdir adüvvullah âdemde

Sahîller sever Lutfî bir Allah


Budur hukm-i Hudâ vallahi billâh866
Sehâveti Allah‟ın kuluna verdiği bir hidayet delili, bahîliği ise dalâlete
düşmenin bir göstergesi kabul eden Efe Hazretleri, cömertlerin dîni gayretini ve
Allah sevgisini, cimrilerinde Allah‟a nasıl isyân ettiklerini karşılıklı kıyaslama
yaparak çeşitli açılardan ele alıyor. Cömertler, daima Kurân-ı Kerim‟i okurlar,

865
Lutfî, s.220, ş.186.
866
Lutfî, s.220, ş.186.

261
gönüllerinde iman nurunu bulurlar, dert ile korku ve ümit arasında Hakk‟a sığınarak
Rahmân‟dan rahmet umarlar. Cimriler kendilerini dünyaya aşırı bir arzuyla
meyletmek suretiyle attıklarından dolayı, fâni olan emtianın cazibesine
kapılmışlardır. Bu cazibenin etkisiyle, Allah‟ın noksan sıfatlardan münezzeh pak
Zâtını unutmuşlar ve bu sebeple kalplerinde Allah korkusu yok olmuştur:

Sahîler okurlar dâim Kur‟ân‟ı


Bulurlar gönlünde nûr-i imânı
Olurlar derd ile havf ü recâde
İlticâ eylerler rahm-i Rahmân‟ı

Bahîller severler mâl-i dünyâyı


Unutmuşlar zât-ı pâk-i Mevlâ‟yı
Atmışlar dünyâya meyl-i sevdâyı
Hâtırlarında yok havf-i Rabbânî867
Şiirin devamında cömertler ile cimrilerin özellikleri çeşitli açılardan
irdeleniyor. İslâm ahlakının birçok güzelliklerinin cömertlerde toplandığı ve bu
halleri sebebiyle cennet kapılarını açtıkları, cimrilerinde ahlaklarının kötülüğü
dolayısıyla cehenneme yuvarlandıkları veciz ifadelerle anlatılıyor:

Sahîlerin vardır âlî himmeti


Başlarında sehâvetin devleti
Sahîye âşıktır Hakk‟ın rahmeti
Sahîlerdir açan bâb-ı cinânı

Sevilmez bahîlin bir harekâtı


Yetimlere vermez mâlın zekâtı
Fakîre miskine yok merhameti
Dutmuştur tarik-ı bâb-ı nîrânı

Sahîler gözlerler ibâdullahı


İhsanla bulurlar rızâullahı
Sahîler açarlar dergâhullahı
Sahîlerdir Hak yolunun kurbânı

Bahîller fakiri miskini görmez


Uryânın yetîmin hâtırın sormaz
Kullardan utanup borcunu vermez

867
Lutfî, s.558, ş.721.

262
Sâil olan vallah sevmez ihsânı868
Şiirin son bölümünde Efe Hazretleri, ilim ehli kimselerde bulunması gereken
sehâvet hasletine ve bulunmaması gereken cimrilik hastalığına değinmektedir. Efe‟ye
göre âlim olmanın bir özelliği cömert olmaktır. Ona göre bir âlim, yüce Mevlâ‟yı
bilir ve bu bilgisiyle Hak Teâlâ‟yı cân-ı gönülden sever. Hazreti Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem‟e âşık olup ona gönlünü verse, canını ve bütün malını
Allah yolunda feda eder:

Âlim olan âdem bilse Mevlâ‟yı


Cân u dilden sevse Hakk Te‟âlâ‟yı
Zât-ı Muhammed‟e verse sevdâyı
Fedâ eder bütün mâl ile cânı
Mevlâ‟ya kurbiyet kuranlar cömertlerdir. Allah tarafından sevilenler
cömertlerdir. Sehâvet her derdin tabibidir. Bir insan hem ilim ehli hem de cömert
olursa, o kimse maneviyatta sultân olur:

Sahîlerdir kurb-i Mevlâ‟ya karîb


Sahîlerdir ind-i Mevlâ‟ya habîb
Sehâvetdir herbir dertlere tabîb
Âlim sahî olsa sen gör sultânı
Âlim, cimrilik hastalığını kalbinden atamazsa, insanlar arasında itibarı kalmaz
ve değeri çok düşer. Cömert âlim ise dine esastır, temeldir. Cömert âlimin değeri
halkla kıyaslanarak ölçülemeyecek derecede Hak Teâlâ‟nın katında yücedir.
Cömertlikle merhameti ahlak edinen âlim, Allah Teâlâ‟nın nazarında yücelmesiyle
insanlar arasında da itibar kazanır:

Âlim bahîl olsa ednâ-yı nâsdır


Sehâvetli âlim dîne esâsdır
Sahî âlim sanma nâsa kıyasdır
Merhametli âlim alur meydânı
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, sehâvet üzerinde hassasiyetle duran bir âlim
olarak, Kur‟ân ve sünnette önemi özellikle vurgulanan cömertliğin, Hak Teâlâ
yolunda yürüyen sâliki, amacı olan vuslata kavuşturacak olan halka hizmet ve
merhamet düsturunu kazandıracağını belirtmektedir. Sâlikin derdi Hak‟tır ve dermanı
insanlara hizmet ve şefkatte gizlenmiştir. Bu da ancak cömertlikle elde edilebilir:

868
Lutfî, s.559, ş.721.

263
Lutfiyâ var ise sadrında himmet
Kurban ol İslâm‟a eyle merhamet
Rahmet bulur elbet eyleyen hizmet
Hizmet eden elbet alur dermânı869
Efe Hazretleri, dîvânında yer alan birçok şiirde, “Kerem-i Kerîm”
tamlamasıyla Allah Teâlâ‟nın el-Kerîm ismine sığınmaktadır. Allah Teâlâ‟dan gelen
feyz-i ilâhîyi, vahdet deryasında gark olmayı, nurların kalbe tecelli etmesini,
kurbiyeti ve kulluğu hep O‟nun el-Kerîm ismine sığınmak suretiyle istemekte,
Hakk‟a kul olabilmenin önemli vesilelerinden biri olan cömertlik hasletini ise, el-
Kerîm ismiyle O‟na niyaz etmede görmektedir. Çünkü cömertlik Allah‟a kurbiyette
öylesine büyük bir yaklaştırıcı unsurdur ki, arştan ferşe cömertlik nâyı çalınır,
cömertliğe övgüler yağar. Zira sehâvet, ney gibi insanın ruhuna huzur verir (nây-ı
sehâvet), güneşin gözü kamaştırdığı gibi insanın aklını başından alan bir aşk
şarabının kadehidir (mînâ-yı sehâvet), çok yüce bir kıymettedir (vâlâ-yı sehâvet), çok
güzel bir elbisenin kumaşı gibi parlak ve değerlidir (kâlâ-yı sehâvet), zirvede bir
yüceliktir (bâlâ-yı sehâvet), içinde insanların ferahladığı, vuslat gemilerinin yüzdüğü
bir denizdir (deryâ-yı sehâvet):

Arş‟dan urulur ferşe kadar nây-ı sehâvet


Güneş gibi göz doldura mînâ-yı sehâvet

Âlemleri halk eyleyen Allah‟ı seversen


Kanda bulunur kıymet-i vâlâ-yı sehâvet

Ey nûr-i basar dîde-i insâf ile bir bak


Pırlanta olur gün gibi kâlâ-yı sehâvet

Sehâvet ile Hakk heman hubbine vâsıl


Elbette eder rif‟at-i bâlâ-yı sehâvet

Lutfî Kerîm ism-i şerifine ola mazhar


Kerem-i Kerîm‟e gark ede deryâ-yı sehâvet870
Efe Hazretleri‟ne göre; sehavet sahibi bu güzel duyguyu imanının
kuvvetinden alır. Şeriatın emirlerini tatbik etmekte son derece hassastır. İslâm yoluna

869
Lutfî, s.560, ş.721.
870
Lutfî, s.136, ş.71.

264
çokça hürmeti vardır. Bu özellikleri sebebiyle sahî hem bu dünyada hemde ahirette
mutluluğa ulaşır:

Îmândan sehâvet alur kuvveti


Emr-i şerîate eyler dikkati
Tarîk-ı İslâm‟a gâyet hurmeti
İki cihân sahî bulur emânı871
Görüldüğü gibi Hâce Muhammed Lutfî Efendi, sehâvet, îsar ve cömertlik
duygularını iman ehli bir kimsenin özelliği olarak görmektedir. Kişi imanda
yükseldikçe bu güzel duygular onun hayatında daha çok yer tutar.

5.1.7. Fakr ve Gına

Tasavvuf ıstılahına göre gönül zenginliği veya mânevî zenginlik olarak


tanımlanan fakr, kişinin kalbini dünya metaının sevgisinden arındırarak Allah
Teâlâ‟dan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaması, başka bir şeyle değil sadece Allah
Teâlâ ile zengin olması, kendisi için zenginliği ve fakirliği eşit görerek mal olunca
sevinmemesi olmayınca da üzülmemesi hâlidir.872 Çünkü herşeyin gerçek sahibi
Allah‟tır ve bütün varlıklar O‟na muhtaçtır. Dilediğine dilediği kadar veren O‟dur.
Nitekim: “Ey insanlar, siz Allah‟a karşı fakir(muhtaç)sınız. Allah ise Ganî
(zengin) ve övgüye lâyıktır” ve “Allah Ganî‟dir siz ise fakirlersiniz” âyetleri bu
durumu açıkça izah etmektedir.

Tahkik ehli sûfilere göre; Allah Teâlâ‟ya muhtaç olma hali, tevekkülle yani
Allah‟a güvenin bağlanılması nipetinde gerçekleşir. Gerçekleşen tevekkül nispetinde,
Allah Teâlâ‟dan başka gayrın muhtaçlık duygusu zayıflar ve tükenir gider. Gerçek
fakir, dünya malını bulamamaktan dolayı telaşlanmaz, bulduğu vakit ise ele geçeni
Allah yolunda harcamaktan, arkadaşını nefsine, ahiretini dünyasına tercih etmekten
korkmayarak telaşa kapılmaktan kendini kurtarır.873

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, fakr konusunu selefi olan sûfi ve


mutasavvıfların anlayışları doğrultusunda çeşitli açılardan değerlendirmiştir. Ona

871
Lutfî, s.559, ş.721, k.9.
872
Arslan, a.g.t., s.15; H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.177; Gümüşhânevî, a.g.e., s.434.
873
Çetin, a.g.e., s.195 vd.

265
göre gerçek fakirliği yani sadece Allah Teâlâ‟ya muhtaçlığı idrak eden sûfi, asla
dünyanın zengini sultanlardan bir şey beklemez:

LUTFİYÂ cân ile düş yâr -i kadîm der gâhına


Fakr u fenâyı bulan sultâne ülfet mi eder874
Çünkü dininde kuvvetli olan asil ve soylu kimse gerçek zenginliği fakrda
bulur. Bu zenginliğinin bir damlasını bile bu dünya malına değişmez. O sadece
Mevlâ‟ya münâcât eder ve ilm-i ezelde taksim olunan rızkına razıdır:

Fakr içinde bul gınâ müstağnî ol ey merd-i şîr


Âb-ı rûyin katresin verme cihânın mâline

Dergeh-i Mevlâ‟ya dilden kıl münâcât arza ver


Râzı ol ilm-i ezelden taksîmin nevâline
Dünya metaı için kulun kapısını çalanın daima gönlü her iki âlemde fakirdir.
Bir kimsenin malında gözü olan veya insanlara avuç açan kişi, halkın gözünde kötü
bir kimsedir.

Bâb-ı abdi dak eden sâil olur dâim fakîr


Her dü-âlemde fakîrdir bak Resûl‟ün kāline

Sâilân meyân-ı nâsda hor hakîrdir dâima


Kes gözün kılma nazar sen bir ehad emvaline
Allah Azze ve Celle eğer bir mümine dünya zenginliği verirse; o, Allah‟ın
kullarına nimetini vererek sehavet göstermelidir. Kendi nefsinin istek ve arzularını
terk ederek Hazreti Ali ve Hazreti Ömer radiyallahu anh gibi halkın içinde dört bir
tarafı dolaşarak muhtaç olanların halini gözetlemelidir:

Devlet-i dünyâ seni ta‟kîb ederse sâye-veş


Ol zemân ızhâr -i nîmet et Hudâ ebdâline

Zevk-ı nefsin terk ederek sor fakîrler hâlini


Hayder ü Fârûk gibi bak eytâmın ahvâline

Çâr-civâran kıl nazar noksân-ı cîrânı gözet


Allah içün nâzır ol her gün gedâlar hâline875
Efe Hazretleri‟ne göre; fakirlikle iftihar etmek muttakilerin hâlidir:

874
Lutfî, s.209, ş.170, b.7.
875
Lutfî, s.431 vd. ş.524.

266
Pek müreccahdır yanında evliyânın LUTFİYÂ
Fakr ile eyler tefahhur bakmaz ednâ yâline876

Fukarâ fakr ile iftihâr eder


Ne şerefdir der-i der gâhe gider877
Efe, tevekkülün ileri derecesi olan fakrın neticesi gönül zenginliğini kurtuluş
fermânı bilmektedir:

Âlemi var eyleyen Mevlâ bizi afv eylesün


Bir gınâ-i kalb ile tevekküle yâr eylesün878
Netice olarak Hâce Muhammed Lutfî Efendi, gerçek zenginliği kullardan
dünya metaını istememek olarak ele almıştır. Her şeyin Allah‟ın mülkü olması
sebebiyle sadece ona yönelmiştir. Ezelde takdir edilen nimetleri fakirlere ikram
etmeyi bir düstur kabul etmiştir.

5.1.8. Tevekkül ve Tefviz

Lugatta güvenme, bel bağlama, vekil tayin etme ve havale etme gibi
anlamlara gelen tevekkül, Allah‟a güvenip onun dışında olan hiçbir şeye bel
bağlamamak şeklinde tanımlanmıştır. Tefviz ise tevekkülden daha kapsamlı olarak
her şeyi Allah Azze ve Celle‟ye havale etme ve her şeyi O‟ndan bekleme şeklinde
tanımlanmıştır.879 Sûfiler tarafından tevekkülün çeşitli tarifleri yapılmıştır: İbn
Atâ‟ya göre tevekkül; “Şiddetli ihtiyacın olmasına rağmen sende sebeplere bir
meylin ve iştiyakın bulunmaması ve geçim sebepleriyle meşgul olduğun halde
kalbinin Cenâb-ı Hakk‟a bağlılığının hiç kopmamasıdır.”880 Zünnûn-i Mısrî ise bu
kavramı; “Nefsi kulluğun içine atmak ve onu bir şeyin sahibi olduğu iddiasından
çıkarıp kurtarmaktır” şeklinde tarif etmiştir.881

Alvarlı Efe Hazretleri, tevekkül konusunu çeşitli şiirlerinde doğrudan veya


dolaylı olarak ele almıştır. Ona göre; kul, her sıkıntıya düştüğünde dâima mevlâsına

876
Lutfî, s.432, ş.524, b.13.
877
Lutfî, s.58, ş.“İLTİCÂ-NÂME”, b.52.
878
Lutfî, s.370, ş.427, b.1.
879
Ayrıntılı bilgi için bkz. Uludağ, a.g.e., s.351 vd.; Cebecioğlu, a.g.e., s.644 vd.
880
Kuşeyrî, a.g.e., s. 348.
881
Kuşeyrî, a.g.e., s.349.

267
iltica etmelidir. Çünkü âlemleri yaratan, tedbir eden ve yürüten Rab Teâlâ, her derdin
dermanını veren tek fâildir. O halde kul sadece O‟na güvenmeli ve dayanmalıdır:

Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eyler


Allah‟a sığın adl-i Teâlâ neler eyler

Elbet yürüdür fermânını Kādir u Kayyûm


Herkese lâyık sırr-ı tecellâ neler eyler

Âlemleri var eyleyen Allahü Alîm‟dir


Gözler göricek mihr-i muallâ neler eyler

Eltâf-ı Kadîm rahm-i Azîm Bârî Teâlâ


Kerem-i Kerîm şems-i mücellâ neler eyler

LUTFÎ der-i dergâh-ı İlâhî‟de sebât et


Nazlı niyâz et Hakk‟a temennâ neler eyler882
Efe‟ye göre; ârif olan sûfinin en büyük özelliği, her türlü isteğini insanlardan
değil kerem sahibi Mevlâ‟dan bekliyor olmasıdır. Zira başkalarının eline göz ucuyla
bile olsa minnetle bakmayarak rızkını eliyle çalışıp kazanan kişiye Allah Azze ve
Celle yer yer ihsanlarda bulunur:

Nâzır-ı dergâh-ı Mevlâ halka etmez ilticâ


Ârif-i âgâhe ancak zü‟l-Keremdir mültecâ

Kesb-i yed-i nân-cû kevser -i cennetden lezîz


Mütevekkil olana ikrâm-ı Mevlâ câ-be-câ883
Bundan dolayı her işi Allah hesabına yapmak ve her an tevekkül etmek
gerekir:

Mevlâ ile eyle bâzâr


Mevlâ‟dan al Mevlâ‟ya ver
Tevekkülün eyle hezâr
Mevlâ‟dan al Mevlâ‟ya ver884
Zirâ Mevâ‟ya tevekkül edenin Allah yardımcısı olur. Ve Allah nezdinde onun
kıymeti çok yücedir. Önemli olan bu tevekkülü kaybetmemektir:

882
Lutfî, s.165, ş.98.
883
Lutfî, s.114, ş.34, b.1-2.
884
Lutfî, s.218, ş.184, k.1.

268
Mevlâ‟ya tevekkül edenin yâveri Hak‟dır
Cânân yoluna kurbân olan cân bize besdir885

Ey nûr -i basar Hazret-i Mevlâ‟ya tevekkül


Eyle olasın ind-i Hudâ kıymet-i vâlâ886
Mevlâ‟ya tevekkül eden bir kul olmak bir müminin en büyük hüneri
olmalıdır:

Kāmet-i himmete bağla kemeri


Eflâk-i gönülde rahmet kameri
Mevlâ‟ya tevekkül abdin hüneri
LUTFÎ merhameti Rahmân eyleye887
Tevekkül sahibi olmadan sûfînin kalbinin halas bulması oldukça zordur:

Kerem-i Kerîm‟e LUTFÎ tevekkül eyle yoksa ki


Ne mümkindir halâs olmak meğer Mevlâ ede nusret888
Her işte Hâkk‟a tefviz eden kişi, birçok sevince ve mutluluğa nail olmaktadır:

LUTFÎ tefvîz-i umûr et Hakk‟a teslîm ol bugün


Ba„dehû dârü‟ s-selâm olan cinânda kıl karâr889

Her emrde tefvîz et Hazret-i Hakk‟a güzel


Gör ne sürûr bahşeder merhamet-i Lem-yezel890
Alvarlı Efe Hazretleri tevekkül sahibi bir kul olarak, bu hasleti sâlikin Allah‟a
kurbiyet kurmasında en önemli fonksiyonlardan biri olarak kabul etmektedir. Çünkü
tevekkül ve tefvîzi hayatının temel değerlerinden biri haline getirmek bir kul için en
büyük hünerdir.

5.1.9. Mürîd, DerviĢ ve Sâlik

Lugatta dileyen, irade sahibi anlamına gelen mürîd kelimesi Allah‟ın rızasını
kazanmak için bir kâmil bir şeyhe bağlanan kişi şeklinde tanımlanmıştır. Derviş ise
dilenci, dünyadan yüz çeviren ve kendini Allah‟a adayan kişi olarak tarif edilmiştir.

885
Lutfî, s.191, ş.140, b.2.
886
Lutfî, s.110, ş.27, b.6.
887
Lutfî, s.486, ş.582, k.5.
888
Lutfî, s.133, ş.66, b.7.
889
Lutfî, s.258, ş.248, b.7.
890
Lutfî, s.593.

269
Sâlik kavramı ise, lugatta giren anlamına gelen bir kelime olmakla beraber Hakk‟a
vuslatı elde etmek üzere tasavvuf yoluna giren ve bu yolda mesafe kat eden kişiyi
ifade için kullanılmıştır.891

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiirlerinde mürid, derviş ve sâlik kelimelerini


sıkça kullanmıştır. Daha çok bu kavramların özellikleri üzerinde durmuştur. Efe‟ye
göre dervişler; Allah‟ı gönülden seven, yüce himmete mâlik, yüzlerinde imanın nuru
parlayan, sehâvet, şecaat, gayret ve tevekkül sahibi, gönüllerinde irfân nuru bulunan,
Allah‟ın askeri olan, Allah‟ın da onları çok sevdiği kimseler olarak vasıflamaktadır:

Dervîşlerin vardır âlî himmeti


Dervîşler gedâyı sultân ederler

Dervîşler Allah‟ı sever gönülden


Halka-i zikirde meydân ederler

Dervîşlerin nûr -i îmân yüzünde


Berk urur göreni hayrân ederler

Sehâvet şecâat gayret tevekkül


Hidâyeti kalbde mihmân ederler

Dervîşler cündullah olmuş bâtında


“Nasrun minallah”dan ihsân ederler

Tâlib-i sâdıkı bulsa dervîşler


Gönlünü merkez-i irfân ederler

Dervîşlerin gönlü gözü mârifet


Nûruyla doldurmuş devrân ederler

Dervîşleri LUTFÎ çok sever Allah


Yolunda cânların kurbân ederler892

Dervîşândır bahr -i aşkın dürleri


Dervîşândır yerin göğün nûrları
Dervîşândır gülşen eden Tûr ‟ları
Dervîşâne mahsûs sem-„i Hakkānî893

891
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.185 vd.; Cebecioğlu, a.g.e., s.454; Uludağ, a.g.e., s.260.
892
Lutfî, s.164 vd. ş.96.
893
Lutfî, s.536, ş.686, k.1-2.

270
Dervişlerin kalpleri Mevlâ‟nın tecellihanesi ve “nazargâh-ı İlâhî”dir.

Tecellîhâne-yi Mevlâ kulûb-i dervîşân LUTFÎ


Nazargâh-ı İlâhî‟dir bu tuhfeyi bulan aşkdır894
Dert ehli olan derviş derdinden dolayı mutludur. Çünkü derdine razı olan
dervişe aşk ateşi bal gibi tatlı ve sevimlidir. Kâdiriyye dervişleri birçok sırra mazhar
olmuş sûfilerdir:

Aşkın âteşi baldır âşıklara zülâldir


Derd ehli olan dervîş derdine olur kurbân

Esmâyı müsemmâdan gayri göremez ârif


Esrâra olur vâkıf dervîş-i pîr -i Geylân895
Dervişlerin bir özelliği zikir ehli olmalarıdır. Onlar Allah‟ı zikrettikçe hidayet
nuru kalplerinde doğar ve bunun sonucunda hikmet ve muhabbetullah gönüllerine
yağmur gibi yağar:

Nûr-i hidâyet doğar


Emtâr-ı hikmet yağar
Hubbullah kalbe sığar
Dervîş Allah dedikçe896
Efe Hazretleri, Şerîatın emir ve yasaklarına riayet etmeden, sûfîlik taslayan ve
derviş kılığında gezen sahte dervişleri kınamaktadır. Ona göre bu kimseler tasavvufu
anlamayan ve bu kavramı kendi hevâ ve heveslerini tatmin etmek üzere kullanan
kişilerdir:

Tâc ile hırkadır nazar


Dervîş imiş deyû gezer
Bir menhîden kılmaz hazer
Yetmez mi bu noksan bize897
Gerçek derviş ve sâlik, İslâm dininin hükümlerini bilen, ilim ve haya sahibi
ve Şeriatın emirlerine kendini feda etmiş kimselerdir:

Ârifâne yazdım bu dâsitânı


Dervîşlere olur Hakk‟ın ihsânı

894
Lutfî, s.251, ş.236, b.7.
895
Lutfî, s.361, ş.411, b.2-3.
896
Lutfî, s.450, ş.554, k.4.
897
Lutfî, s.440, ş.537, k.13.

271
Dervîş olan olur tarîk-ı Hak‟da
Emr-i şerîatin olur kurbânı

Şerîatle olan dînine mâlik


İlm ü hayâ ile dutan mesâlik
Allah ile olan olur mu hâlik
Emr-i tarîkatle giden bir sâlik
Giderim cennete iki bir yokdur
Husn-i zannım Hâlik‟ıma pek çokdur898
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, kulun aşk ve şevkle Rabb‟ine münâcaat
mahalli olan, içinde İlâhî marifetlerin, zevkin ve şevkin bulunduğu gönül anlamında
kullandığı “meyhâne” kavramını sâliklerin ve dervişlerin elde ettiği Allah‟a
kurbiyyetin merkezi olarak değerlendirmektedir:

Sâliklerin seyrângâhı
Âşıkların niyâzgâhı
Nazlıların cilvegâhı
Besdir gönül meyhânesi899

Dervîşlerin dermânına
Uluların fermânına
Erbâb-ı kalb ummânına
Besdir gönül meyhânesi900
Efe Hazretleri zaman zaman, kendisi gibi Hakk yolunda yürüyen bir kısım
sâlikin şiirler söyleyerek Mevlâ‟ya niyâz ettiğinden dem vurmaktadır:

Sâlikân-ı râh-i Hak eyler niyâz eş„âr ile


LUTFİYÂ inkâr eder hurşîdi gözleri alîl901

5.1.10. MürĢid-ġeyh

Sözlükte rehber ve yol gösterici anlamına gelen mürşîd kavramı, tasavvufî bir
terim olarak, “hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşâd
eden, rehberlik eden kimse” şeklinde tarif edilmiştir. Mürşîd kelimesi, şeyh, veli, er,
eren ve pîr kelimeleri ile eş anlamlı kullanılmıştır. Şeyh kavramı ise Arapçada,

898
Lutfî, s.159, ş.92, bent 10.
899
Lutfî, s.499, ş.631, k.4.
900
Lutfî, s.499, ş.631, k.6.
901
Lutfî, s.321, ş.346, b.7.

272
önder, kabile başkanı ve yaşlı anlamına gelen bir kelime olmakla birlikte tasavvufta
ise; “taliblere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatina sâhip
olan insân-ı kâmil olan kişi” olarak tanımlanmıştır.902

Efe Hazretleri şiirlerinde şeyh, mürşid ve pîr kavramlarını çeşitli


tamlamalarla kullanmıştır; “Mürşid-i akdes”: En kudsî mürşid, “Mürşid-i âlem”:
Cihânın mürşidi, “Mürşid-i cân”: Cân mürşidi, gönül rehberi, “Mürşid-i din”: Din
rehberi, “Mürşid-i kâmil”: Mânevî yönden Peygamber Efendimiz‟in hakîkatine vâris
olma seviyesine erişmiş mürşit, insan-ı kâmil, “Mürşid-i muvahhidin”: Allahü
Teâlâ‟nın birliğine kesin îmân edenlere yol gösteren, “Mürşid-i ümmet”: Ümmetin
mürşidi, “Şeyhu‟l-meşâyih”: Şeyhlerin şeyhi, “Pîr-i akdes”: En kudsî, en kutlu pîr,
“Pîr-i âlî-şân”: Şânı yüce pîr, “Pîr-i hatîr”: Şân, şeref sâhibi ulu pîr, “Pîr-i mugān”:
Şeyh, mürşid, “Pîr-i pîrân”: Pîrlerin pîri, “Pîr-i rûşen-zamîr”: İçi aydın, kalbi parlak
mürşit, “Pîr-i tarik”, “Pîr-i tarikat”: Tarîkatın ilk kurucusu.

Alvarlı Efe‟nin düşüncesinde; hakikat sırrına ermiş gerçek mürşid-i kâmil,


parlak güneş gibi âlemi aydınlatan bir nur yumağıdır:

Güneş-veş mürşid-i kâmil nûr-efşân


Reşâdet kubbesinde mihr -i rahşân903
Fenâ makamından geçerek bekâbillah olan mürşid-i kâmil, insanları layıkıyla
irşad eden bir kimsedir:

Bekābillâh olan mürşid-i âlem


Olur irşâd o mürşid ile âdem904
Şeyhin dergâhı âşıkların kâbesidir. Mürşid ise aşk güneşinin mahrem
sırdaşıdır:

Dergeh-i pîr -i mugāndır kâbesi âşıkların


Mahrem-i mihr -i muhabbet dilber-i mehtâbımız905

Dü-cihânda zü‟l-cenâheyn olmak istersin gönül


Sıdk ile teslîm ü te‟dîb-vâr olup pîrâne gel906

902
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.183 vd.; Uludağ, a.g.e., s.260.
903
Lutfî, s.585, ş.“BİTLİS ZİYÂRETİ”, b.47.
904
Lutfî, s.585, ş.“BİTLİS ZİYÂRETİ”, b.46.
905
Lutfî, s.276, ş.276, b.3.
906
Lutfî, s.317, ş.340, b.1.

273
Bir kul Allah‟ın mağfiretine nâil olacaksa, onun kurtuluşu için en büyük
vesilesi bir pîrin dergâhına adım atmasıdır:

Bir kul ki vâsıl-ı dârü‟l-emândır


Dâhil-i dergâh-ı pîr -i mugāndır
Kûşe-i meyhâne emn ü emândır
Mey-keşlere feyz-i Hudâ‟ya bir bak907

Halka-i pîrâne el at
Nûr-i bahr -i tevhîde bat
Ehl-i tarîka kendin kat
Tevhîddedir kerâmetler908
Pîr-i mugân ilâhi aşkın şarabını âşıklara ikrâm eden bir sâkîdir:

Bugün pîr -i mugānımdan dil-i teşnem şerâb ister


Şerâb-ı la„l-i reng ile yine gönlüm kebâb ister909

Bir şâhid-i kudsî ki var pîr -i mugāndan sor anı


Görse eğer cân gözleri mülk-i dile sultân olur910
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, bir kısım şiirlerinde ise tarikat yolunda kâmil
bir mürşide bağlanmanın öneminden bahsetmektedir. Ona göre; himmeti yüce bir
pîrin elinden tutarak hizmet yoluna giren mürîdin, gönlüne muhabbetullah, kâmil
iman ve hikmet ilmi yerleşir. İrfân erbâbı mürşitler, samimi teslimiyetle hizmetinde
olan sâliki Ulûhiyyet âleminde gezdirir. Mürşîd-i kâmilin elini tutmayan, nasihatına
kulak vermeyen sâlik ise amacı olan vuslata vâsıl olamaz:

Bu yolumuz Hak yoludur


Pîrimiz hakkā velîdir
Himmeti Arş‟dan âlîdir
N‟etdinse sen etdin gönül911

Mihr-i muhabbeti çaldı gönlüme


Ekmel-i îmân doldu gönlüme
İlm ü hikmeti geldi gönlüme
Olalı huddâm pîr ocağına912

907
Lutfî, s.304, ş.317, k.3.
908
Lutfî, s.228, ş.199, k.6.
909
Lutfî, s.178, ş.118, b.1.
910
Lutfî, s.234, ş.211, b.5.
911
Lutfî, s.312, ş.330, k.7.
912
Lutfî, s.441, ş.539, k.3.

274
Pîr-i tarîkın el ver eline
Seni iletsün lâhût iline
Merhameti bul râz-ı diline
Cân u dilden koy yüz ayağına913

Ubûdiyyet içün hâlis niyyeti


Erbâb-ı irfâne eyler hizmeti
Hak yolunda Hakk‟a bağlar himmeti
Bırakmaz dâmen-i pîr -i pîrânı914

Er olan er kişi öğer mi kendin


Mâldâr olan âdem söyler mi nakdin
Mürşid-i kâmilin dutmayan pendin
Anın dâvâsına îtibâr olmaz915
Efe Hazretleri bir şiirinde ise; zamaneden şikayetle, gerçek mürşîd ve
mürîdlerin azaldığından ve fâni dünya metaına tüm gücüyle sarılmış insanlardan dert
yanmaktadır:

Mürşid mürîdin kesreti


Gitdi tarîkın rağbeti
Dünyâya vermiş himmeti
Besdir gönül endîşesi916

5.1.11. Hizmet

Aslen Arapça olan hizmet kelimesi, Türkçe'de aynı manada kullanılır.


Tekkeye yeni giren, ilmin lezzetini tatmamış, hallerin nefesleriyle uyanmamış sâlik
için hizmet Allah‟a kurbiyette bir vesiledir. Bu manada himmet, hizmete bağlı
görülmüştür.917 Tasavvufun temel âdâblarından biri ihvana hizmet olduğu için
sûfîlerin sohbetlerine katılmaya başlayan ve mürid olmayı arzu edenlerin işe
hizmetle başlamaları istenir. Tarikata yeni giren bir derviş tekkede bazı hizmetlerle
yükümlü tutularak dervişlerin ve bütün insanların hizmetinde olması gerektiği

913
Lutfî, s.441, ş.539, k.5.
914
Lutfî, s.536, ş.686, k.3.
915
Lutfî, s.266, ş.259, k.5.
916
Lutfî, s.525, ş.670, k.8.
917
Cebecioğlu, a.g.e., s.279.

275
kendisine öğretilir.918 Kuşeyri‟ye göre; müride gerekli edeplerden biri de, dervişlere
hizmet ederken onların kendisine verdikleri bütün eziyetlere sabretmektir. Hizmet
ettiği kimseler ona sıkıntı ve cefâ verseler bile, onlara daha fazla hizmet ve iyilik
yapması gerekir.919

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, selefi sûfiler gibi himmeti hizmete bağlı
görmektedir:

Hizmete eyle gayreti hizmet ile al himmeti


Her dü-cihân bul devleti cânân cemâlin gösterir920

LUTFÎ hüne -mendânların peyrevi ol kesb et hüner


Dâimâ ehl-i himmete hizmet verir şerâfetin921
Karşılığını sadece Allah Azze ve Celle‟den beklemek şartıyla âriflerin
hizmetine giren sâlik, hizmetinin karşılığı olarak Hakk Teâlâ‟dan birçok ihsana nâil
olmaktadır:

Ubûdiyyet içün hâlis niyyeti


Erbâb-ı irfâne eyler hizmeti
Hak yolunda Hakk‟a bağlar himmeti
Bırakmaz dâmen-i pîr -i pîrânı922
Tasavvuf kültüründe hizmet kavramıyla kastedilen diğer bir mana olan
Allah‟ın yarattığı her canlıya karşı hizmetle şefkatte bulunmak Alvarlı için de önemli
bir sülûk metodudur:

Emr olunduğun gibi sen hizmetinde dâim ol


Emre fermân-berlik etmek kâmil îmândır bize923

Sen Hakk‟ın kapusunda cânlar fedâ eylesen


Emrince hizmet kılsan Allah ecrin vermez mi924

LUTFİYÂ var ise sadrında himmet


Kurbân ol İslâm‟a eyle merhamet
Rahmet bulur elbet eyleyen hizmet

918
Süleyman Uludağ, “Hâdim”, DİA., c.15, s.23.
919
Kuşeyrİ, a.g.e., s.743.
920
Lutfî, s.262, ş.252, b.3.
921
Lutfî, s.407, ş.487, b.7.
922
Lutfî, s.536, ş.686, k.3.
923
Lutfî, s.467, ş.583, b.3.
924
Lutfî, s.504, ş.640, b.2.

276
Hizmet eden elbet alur dermânı925
Alvarlı, Küfrevî şeyhlerinden biri olan kardeşi Hâce Mahmud Vehbi
Efendi‟nin vefatı dolayısı ile yazdığı mersiyede; onu, halka karşı gösterdiği müşfik
tavrı ve hizmetleri dolayısı ile övmektedir. Zira Vehbi Efendi Hazretleri, hayatı
boyunca Erzurum köylerini dolaşarak onlara sohbetle nasihatlerde bulunmuş, çeşme
ve yol yapımına önem vererek halka önderlik yapmış, bozulan yolların ve su
kanallarının ıslah edilmesi için çalışmıştır. Erzurum‟da onun hizmetlerine dair pek
çok hatıra anlatılmaktadır.926 Efe, Mahmud Vehbi Efendi‟nin hizmetlerini
övmektedir:

Kemâl-i himmet ile etdi hizmet


Selâmet bula ümmet-i Muhammed927

Yüzü yerde eli hizmetde idi


Bu hizmeti edâ-yı himmet idi928
Sözkonusu örneklerden de anlaşıldığı üzere, Hâlidi tasavvuf anlayışını
benimseyen Efe Hazretleri, dervişlik yoluna girenlerin her türlü hizmetle pişerek
olgunlaşmalarını bir usul olarak benimsemektedir.

5.1.12. Âdâb ve Erkân

Âdâb kelimesi, edebin çoğuludur. Bir toplumda örf, âdet ve kural halini almış
iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgi anlamında kullanılan edeb
terimi, bir iş veya sanata, bir hal veya davranışa nisbet ve izâfe edildiği zaman o
alana ait özel kuralları, nezaketi, o konuda uyulması gerekli olan dinî, ahlâkî, meslekî
esasları ifade etmektedir.929 Bu durum tasavvufla insanları irşad etmeyi bir meslek
olarak gören sûfiler arasında da yerini almıştır. Tarikatlarda ortaya konan çeşitli
sülûk kurallarını ifade etmek üzere âdâb ve erkân kavramları kullanılmıştır. Sûfîler
tasavvufun genel esaslarına uygun olarak edebi zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye
ayırmışlardır. Zâhirî edep beden ve şeriatla, bâtınî edep ise kalp ve Hak‟la ilgili olup,
sûfiler her ikisine de önem vermekle birlikte esas olan bâtınî edebi daha çok

925
Lutfî, s.559, ş.721, k.13.
926
Ayrıntılı bilgi için bkz. Selman Demir, Mahmud Vehbi Efendi, Dergâh Yay. İstanbul 2005.
927
Lutfî, s.624, ş. “Der-vefât-ı Vehbî Efendi”, b.4.
928
Lutfî, s.624, ş. “Der-vefât-ı Vehbî Efendi”, b.12.
929
Mustafa Çağrıcı, “Edep”, DİA., c.10, s.412.

277
önemsemişlerdir. Çünkü batında yerleşen edep bir şekilde mutlaka bedene de yansır.
Zamanla her bir tasavvufî yola mahsus çeşitli edep ve usuller tarikatların bir parçası
olmuştur.930

Müellifimiz Hâce Muhammed Lutfî Efendi, batında yerleşen edebi Alah Azze
ve Celle‟nin ilhamla dervişlere hediye ettiği bir tâc olarak görmektedir:

Edeb bir tâcdır nûr -i Hudâ‟dır


İlhâm ile dervîşâne atâdır
Tarîk-ı dervîşân râh-i hüdâdır
Dervîş olan görür mihr-i irfânı931

Edeb nûr -i İlâhî‟den seâdet tâcıdır başda


Tarîk-ı istikāmetde sebât etmek hidâyetden932
Edep, ârifteki cevheri ortaya çıkaran bir sırdır. Mürîd, edep dâiresinde hareket
ederek şeyhinden irfân ilmini talep etmelidir. Çünkü herkeste gizli bir güzellik
vardır. Bu ise ancak edeple müride zahir olmaktadır:

Sen edeb dâiresinde dürbîn-i irfâne bak


Herkesin merdüm-i çeşminde dirâyet gizlidir933

Ders-i meârif okuna


Hikmeti kalbe dokuna
Herkes edebin takına
Tâlibe huzûr bahş ede934
Şeyhimiz Alvarlı Efe‟ye göre; edep, Allah Teâlâ‟nın rızasını kazanmaya en
büyük sebeptir. Allah‟a kurbiyet kurmak ve O‟nun rızasını kazanmak ancak edep ve
hayâ ile mümkündür:

Olur isen ehl-i edeb edeb seâdete sebeb


Edeb ile ol müntehab cânân cemâlin gösterir935
Dilersin Hazret-i Hakk‟ın rızâsını edebdâr ol
Edeb hayâ ile bulur bulanlar kurb-i Sübhân‟ı936

930
Ayrıntılı bilgi için bkz.Süleyman Uludağ, “Edep (Tasavvuf)”, DİA., c.10, s.414 vd.
931
Lutfî, s.537, ş.686, k.9.
932
Lutfî, s.357, ş.403, b.4.
933
Lutfî, s.209, ş.172, b.2.
934
Lutfî, s.462, ş.576, k.2.
935
Lutfî, s.262, ş.252, b.4.
936
Lutfî, s.540, ş.691, b.6.

278
Efe Hazretleri, edep ve erkânâ riayet etmeden ortaya konan dindarlığın sahte
bir iddia olduğu kanaatindedir:

Ahmed-i Muhtâr ‟e ümmetiz derler


Şâyeste-i bahr -i rahmetiz derler
Biz İslâm‟ız âlî himmetiz derler
Meyânda mahvolan erkâne bir bak937

5.1.13. Zikir

Sözlükte anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, şeref, öğüt, namaz,
dua, övgü ve hatırlatma gibi anlamlara gelen zikir kelimesi Tasavvufi bir terim
olarak Allah‟ı anmak, hatırdan çıkarmamak veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd,
dua, ibadet ve övgü gibi fiiller ve sözler şeklinde tarif edilmiştir. Kalbin ve dilin zikri
diye ikiye ayrılan bu kavram, kişinin Allah‟ı diliyle anması olduğunda kavli zikir,
sevilenin hakikatinin kalpte tasavvur ve bu düşüncede yoğunlaşması ile
gerçekleştiğinde kalbi zikir adını almaktadır. Kavlî zikirden maksat kalbin zikre
alışmasıdır. Tasavvufun tarikatler ile sistemleşmesi sonrası, her bir tarikatın kendine
has bir zikir şekli meydana gelmiştir. Kimisi oturarak, kimisi ayakta, kimisi sesli
kimisi de sessiz zikir türünü tercih etmiş ve müritlerini bu şekilde yetiştirmişlerdir.938

Zikir kavramı üzerine çeşitli mülahazalarda ulunan Kuşeyrî, zikri şiddetli bir
korku ve muabbet halinin kalbi hükmü altına almasıyla gaflet meydanından Hakk‟ı
müşahede fezasına çıkaran bir etken olarak ele almaktadır.939 Tahkik ehli sûfiler
nezdinde zikrin en önemli fonksiyonu, tevhidin nurlarını kalp gözüyle görerek
müşahede etmektir. Zikrin yanında Allah azze ve Celle‟nin isim ve sıfatlarını
öğrenmek, Allah‟tan başka hiç bir varlığın gerçek varlık olmadığını kabulle
mâsivadan yüz çevirmeyi zihne yerleştirmek şart olarak görülmüştür.940

Şeyhimiz Alvarlı Efe Hazretleri, zikir konusunu şiirlerinde çeşitli açılardan


değerlendirmiştir. Allah‟ı sevdiğini iddia eden mürîdi doğrulayan şey onun zikir ehli
olmasıdır:

937
Lutfî, s.298, ş.308, k.4.
938
Bardakçı, a.g.e., s.90.
939
Kuşeyrî, a.g.e., s.435.
940
Çetin, a.g.e., s.129 vd.

279
Her kim sever bir Allah‟ı
Zikreder esmâullahı
Görünce dergâhullahı
Tâlibler pervâne döner941
Dervişin en önemli derdi Allah Teâlâ‟ya vuslatta yolda kalmasıdır. Bu derdin
dermanı ise zikirdir:

Derd-i derûnun dermânıdır zikr -i İlâhî


Muhabbet-i Mevlâ ise dillerde revândır942
Gönül gözüyle Allah‟ın nurunu müşahede ve Zâtına ülfet ancak zikirle
mümkündür:

Zâkirler zikr ile ülfet ederler


Tarîkat-i Hakk‟a doğru giderler

Gönülleri Hakk‟ın nûriyle dolmuş


Vücûdu zikr ile pür-nûr ederler943
Kalbinde tevhidin nurları parlayan sâlik için bu durum büyük bir nimettir.
Çünkü aşk ve muhabbetullahın lezzeti artık o dervişi tamamen istila etmiştir:

Ne devletdir bâzâr -ı aşk kurulmuş


Giren bu bâzâra merdâneler var

Gönüller zikr-i Hak ile nûr olmuş


İçerler bâde-i rûhâneler var944
Efe Hazretleri, zâkirin zikir esnasında yaşadığı hallere değindiği bir şiirinde,
muhabbetullahtan, hikmetten ve hidayet nurundan söz etmektedir:

Arş-ı a„zam sallanır


Zâkir Allah dedikçe
Levh u kalem allanır
Zâkir Allah dedikçe

Zâkiri nâr mı yakar


Enhâr-ı tevhîd akar
Melekler Arş‟dan bakar
Dervîş Allah dedikçe

941
Lutfî, s.250, ş.235, b.14.
942
Lutfî, s.189, ş.135, b.4.
943
Lutfî, s.164, ş.96, b.1-2.
944
Lutfî, s.193, ş.143, b.1-2.

280
Arş‟a düşer velvele
Ferşe düşer zelzele
Aşkullah kalbe gele
Zâkir Allah dedikçe

Nûr-i hidâyet doğar


Emtâr-ı hikmet yağar
Hubbullah kalbe sığar
Dervîş Allah dedikçe

Hikmet-i ders-i aref


Mâlûm olur her taref
Tevhîddedir bu şeref
Zâkir Allah dedikçe945
Zikir kulun kurtuluşu için gerekli olan kâmil imanın elde edilmesi için büyük
bir vesiledir:

Rîh-i Rahmân‟dır
Dârü‟l-emândır
Kâmil îmândır
Zâkir ol zâkir

Derde dermândır
Âlî fermândır
Emr-i Kur ‟ân‟dır
Zâkir ol zâkir

Nûr-i hidâyet
Mihr-i seâdet
Bâb-ı reşâdet
Zâkir ol zâkir946
Görüldüğü gibi; Hâce Muhammed Lutfî Efendi, zikri çeşitli fonksiyonları
itibariyle değerlendirmiş ve Allah‟a vuslatta onu çok önemli bir unsur olarak
görmüştür.

945
Lutfî, s.450, ş.554.
946
Lutfî, s.233, ş.208, k.10-11-12.

281
5.1.14. Himmet

Sözlükte meyil, arzu, istek, azim mânasına gelen “himmet” kelimesinin


çoğulu “himem”dir. “Kendini veya başkasını kemale erdirmek için kalbin bütün
ruhanî güçleriyle Cenâb-ı Hakk‟a yönelmesidir” şeklinde tarif edilmiştir.947

Müellifimiz Alvarlı Efe Hazretleri, âriflerin himmetini celbeden hususlardan


en önemlilerini hizmet ve zikir olarak görmektedir. Ona göre hizmetle sülûke devam
eden salike ve zikir ehli dervişe pîrler himmet ederler:

İner Hakk‟ın rahmeti


Evliyâlar himmeti
İki cihân devleti
Dervîş Allah dedikçe948

Hizmete eyle gayreti hizmet ile al himmeti


Her dü-cihân bul devleti cânân cemâlin gösterir949
Ârif olan dervişlerin himmeti o kadar yücedir ki, muhabbetullah yolunda olan
sâliki Hakk‟a kavuşturabilirler. Âriflerin himmeti çok yüce ve kıymetlidir:

Dervîşlerin vardır âlî himmeti


Dervîşler gedâyı sultân ederler950

Her dü-âlem mürtefi„dir kıymeti âriflerin


Âleme şems ü kamerdir himmeti âriflerin951

Zü‟l-kerem ikrâm ede nûr -i hidâyet dillere


Himmet edeler gönülden bize ricâl-i kirâm952

Bâde-i bâl-ı hidâyet nûş eden merdâneler


Evliyâlar himmeti her dem nasîr olsun sana953
Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiirlerinde zaman zaman himmeti yüce olan
pîrlerden bahsetmiştir. Bunlar, nebîler, evliyâlar, Kâdirî ve Nakşibendî sâdâtları, Pîr
Abdülkâdir Geylâni kuddise sirruhu, şeyhi Muhammed Küfrevî Efendi‟dir.
947
Mehmet Demirci, “Himmet”, DİA., c.18, s.56; Cebecioğlu, a.g.e., s.278.
948
Lutfî, s.450, ş.554, k.10.
949
Lutfî, s.262, ş.252, b.3.
950
Lutfî, s.164, ş.96, b.3.
951
Lutfî, s.391, ş.461, b.1.
952
Lutfî, s.333, ş.367, b.4.
953
Lutfî, s.112, ş.29, b.4.

282
Muhammed Küfrevî künûz-i himmet
Bu ümmete delil Hâdi-i rahmet954

Sâdât-ı Kādirî‟ler hurşîd-i himmet


Anın dervîşlerine kıl muhabbet955

Pîr -i Geylânî‟dir kamer -i himmet


Eflâk-i şerîat nûr -i tarîkat
Mir ‟ât-ı Muhammed bahr-i m ârifet
Üstâd-ı kül rîh-i Rahmân iledir956

Abdülkādir ‟in devleti


Nakşibendî‟ler himmeti
Mollâ-yı Rûm saltanatı
Sâlikler pervâne döner957

Kerem-i Kerîm‟den ola merhamet


Enbiyâ evliyâ eyleye himmet
Gark ede dilleri feyz-i muhabbet
Iyd-i udhiyyeniz mübârek olsun958

5.1.15. Kurbiyyet

Türkçe‟de Kurbiyyet kavramı, kurb kelimesinden türemiş olup mastarı olan


kurbet kavramı sözlükte yakınlık anlamına gelmektedir. Terim olarak kurbiyyet;
Allah‟ın tevfik ve inayetine yakın olmak ve kulun Hak ile arasında araçların
bulunmaması veya az olması şeklinde tanımlanmıştır.959

Sûfîler, Allah‟a yakın olabilmenin yolunu farz ve haramlara riayet etmekte,


nefsi fena duygulardan tasfiye, bedeni kötü ahlaktan arındırma ile nefsi ıslah ederek
zikir ve tefekkürle süslemek suretiyle mümkün olacağını düşünmektedirler. Allah‟a
olan kurbiyet arttıkça, Allah‟a olan tevekkül ve muhabbetde ziyadeleşir.960

954
Lutfî, s.50, “SİLSİLE-İ ŞERÎF”, b.45.
955
Lutfî, s.50, “SİLSİLE-İ ŞERÎF”, b.57.
956
Lutfî, s.148, ş.82, k.25.
957
Lutfî, s.250, ş.235, k.4.
958
Lutfî, s.344, ş.385, k.2.
959
Uludağ, a.g.e., s.218.
960
Çetin, a.g.e., s.72 vd.

283
Alvarlı Efe Hazretleri, Allah‟a kurbiyyeti sağlayan çeşitli vesilelerden söz
etmektedir. Bu sebeplerden en önemlisi dünya hayatında başa gelen bela ve dertlere
sabırla mukabelede bulunmaktır:

Herbir derdin elbet dermânı vardır.


Dermân ise derde dâimâ yârdır
Erbâb-ı derd olan bil bahtiyârdır
Derd ile kurbiyyet intihâ eyler961
Kurbiyyeti sağlayan etkenlerden bir diğeri, tevhidin nurlarının kalp gözüyle
müşahede edilmesidir:

Aşkın güneşini gönül gördü ise rûz-i elest


Elbet o nûr -i vahdetin kurbiyyeti Rahmân olur962

Zıyâ verir hayâ ehl-i îmâna


Ehl-i hayâ lâyık olur gufrâna
Kurbiyyetler bulur Zât-ı Rahmân‟a
Ehl-i tevhîd olan câne cân kurbân963
Mâsivânın sevgisini ve varlığını kalbinden atarak sadece Allah‟a gönlünü
bağlayan sâlik kurbiyyeti elde etmektedir:

Gülistân-ı gönül güller açınca


Seherde gonceler bâde içince
Eşgāl-i mâsivâ elden göçünce
Hâsıl olur kurbiyyet-i Rahmânî964
Tasavvufî neşvenin hayat bulduğu dergâhlara sabırla devam ederek pişen ve
olgunlaşan sâlik kurbiyyet dairesine girmektedir:

Derbân-ı der-i dergâh gözler seni bil her gâh


Kurbiyyet-i dildâre bir sûz ü güdâz ister965
Eğer derviş Allah aşkı ile kendinden geçip bekâ bulursa, o âşık için belalar
bal olmuştur:

Civâr-ı yâre kurbiyyet bulursa âşık-ı sermest


Umanlar vuslatı LUTFÎ çekinir mi cefâlardan966

961
Lutfî, s.169, ş.103, k.5.
962
Lutfî, s.234, ş.211, b.4.
963
Lutfî, s.351, ş.394, k.8.
964
Lutfî, s.558, ş.720, k.2.
965
Lutfî, s.197, ş.151, b.4.
966
Lutfî, s.352, ş.396, b.7.

284
5.1.16. Tecrîd

Tecrîd, yalnız başına kalmak, tek tek yapmak ve soyutlanmak anlamlarına


gelen bir kelimedir. Tefrîd kavramıyla aynı anlamda kullanılmıştır.967 Tahkik ehli
sûfiler tecrîd kavramıyla; kulun her şeyin Rabb Teâlâ‟nın mülkü olduğuna, izninden
başka tasarrufun caiz olmadığına, mülkünde izinsiz tasarrufun gayri meşru olduğuna
iananması ve çalışması olduğunu beyan etmişlerdir. Onlara göre, tevhîdin kalpte
kemâl bulması için tecrîdin olması şarttır.

Müellifimiz şiirlerinde sadece bir yerde tecrîd konusuna değinmiştir. Ona


göre beşeriyyet unsurları kalpten tahliye edilmedikçe mana güneşi gönülde doğmaz.
Daima Allah ile mukarreb olan ârifler bu makama tecrîd ile ulaşmışlardır:

Meallah ârifün billâh olan erbâb-ı tecrîddir


Görünmez hurşîd-i mânâ beşeriyet nikāb olmuş968

5.2. Tahakkukla Ġlgili Konulara Dair GörüĢleri

Şerîatın düsturları doğrultusunda ahlâki yönden bilgi sahibi olan sâlik, Allah
Azze ve Celle‟ye samimiyetle yönelmesi sonucunda yaşayarak bir kısım tahakkuki
bilgilere ulaşabilmektedir. Hal ehli bir mutasavvıf olan Hâce muhammed Lutfî
Efendi de, elde ettiği derunî tecrübelerin sonucunda bazı tahakkuki kavramlar
üzerine çeşitli mülahazalarda bulunmuştur.

5.2.1. Havf ve Recâ

İnsanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygıları ifade


etmek üzere kullanılan bir terim olan havf kelimesi, sözlükte “korkmak,
kaygılanmak, endişe duymak” gibi anlamlara gelmektedir. Allah‟ın kahrından
korkarak dinde istikamet üzere sebat etmek şeklinde tarif edilmiştir.969 Havf
kavramının zıddı ise recâdır ve bu sözcüğün kelime anlamı, “ümit, emel, beklenti,
istek” anlamındadır. Istılâhî olarak da; Kulun Allah‟ın rahmetine güvenerek ümit

967
Cebecioğlu, a.g.e., s.641.
968
Lutfî, s.285, ş.289, b.4.
969
Mustafa Kara, “Havf”, DİA., c.16, s.528 vd.

285
içinde olması anlamında tarif edilmiştir. Dinî bir terim olarak recâ; insanın, dünya ve
âhirette Allah‟ın rıza, rahmet ve nimetini umması; azap, gazap ve cezasından uzak
olmayı, af ve mağfirete mazhar olmayı arzu etmesi şeklinde anlaşılmıştır.970

Tasavvuf düşüncesinden bu iki hal üzerine çeşitli değerlendirmeler


yapılmıştır. Havf ve recâ hallerini bir kuşun iki kanadına benzeten sûfîler biri
olmadan diğerinin işe yaramayacağını, kulun bu iki hal arasında (beyne‟l-havf ve‟r-
recâ) bulunması gerektiğini belirtmişlerdir. Bazıları havf, bazıları recâ halinin daha
üstün olduğunu söylerse de Gazzâlî böyle bir düşünceyi anlamsız bulur. Ona göre bu
iki halin üstünlüğü içinde bulunulan duruma göre değişir. Aç için ekmek, susuz için
su daha gerekli olduğu gibi günahkâr için korku, takvâ sahibi için recâ daha iyi
olabilir. Havf ve recâ müminlerin mânevî hastalıklarını tedavide kullanılan iki ilâçtır,
hangisinin kullanılacağını hastanın durumu belirler. Bununla beraber kaynağı
muhabbet ve rahmet olan recâ esası üzerine kulluk etmek korku esasına göre kulluk
etmekten daha üstün görülmüştür.971

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, havf ve recânın birlikte olması gerektiğini


(beyne‟l-havf ve‟r-recâ) düşünen sûfilerdendir. Bunu anne ve babaya benzetmekle
çok veciz bir şekilde ifade etmektedir:

Gönlünde gülüm hubb-i Hudâ Arş kadar olsun


Havf ile recâ devleti ümm ü peder olsun972

Lutf u kahri yâd edince nâdimân ağlar güler


Havf u recâ âleminde tâibân ağlar güler973
Marifetullah sırrına erişmiş âriflerin kalbinde Allah korkusu vardır:

Mârifetullahe mâlik kim olur havf-i Hudâ


Bahr-i dilde dürr -i vahdet devr olur nûr-i hüdâ974
Allah korkusunu kalbine ve davranışlarına yerleştirmiş sâlikin kalbi uyanır ve
ilâhi tecellileri almaya hazır bir mahal haline gelir. Böylece bu kalbe hikmet yağar:

Doğar havf-i Hudâ‟dan ilm-i hikmet kalb-i âgâhe


Gönülde inzivâ eyler muhabbetle tökünmekdir975

970
Süleyman Uludağ, “Recâ”, DİA., c.34, s.502.
971
Uludağ, “Recâ”, c.34, s.502.
972
Lutfî, s.339, ş.376, b.1.
973
Lutfî, s.176, ş.115, b.1.
974
Lutfî, s.93, ş.1, b.1.

286
Havf-ı Hudâ‟yı kâr eden
Gönlünde hikmet var eden
Aşkı özünde yâr eden
Ağlar gözü gülmez yüzü976

Lutf ile kahri bilmeyen


Havf-i Hudâ‟ya gelmeyen
Emr-i Kur‟ân‟da olmayan
Dîvâneden beter azar977

Derûnunda dâim hubb-i Rahmânî


Gözünde gönlünde havf-i Rabbânî
LUTFÎ olsun böyle kulun kurbânı
Ehl-i tevhîd olan câne cân kurbân978
Şeriatın emirlerini Allah korkusundan yapan kimseye Allah bağışlanma ve
lütuflar ihsan etmektedir:

Şer-„i Şerîf yolunda havf-i Hudâ dilinde


Ehlullahın hâlinde Allah hâlin sormaz mı979
Efe‟ye göre; dünyaya aşırı derecede meyleden cimrilerin kalbinde Allah
korkusundan eser yoktur:

Bahîller severler mâl-i dünyâyı


Unutmuşlar zât-ı pâk-i Mevlâ‟yı
Atmışlar dünyâya meyl-i sevdâyı
Hâtırlarında yok havf-i Rabbânî980
Alvarlı Efe Hazretleri, bir kısım şiirlerinde ise recâ kavramı üzerinde
durmuştur. Ona göre iman sahibi her zaman recâ halindedir:

LUTFÎ dergâhına ilticâ eyler


Kerem-i Kerîm‟i mültecâ eyler
Ehl-i îmân olan hep recâ eyler
Allah encâmımız selâmet etsün981

975
Lutfî, s.152, ş.85, b.4.
976
Lutfî, s.497, ş.628, k.3.
977
Lutfî, s.199, ş.154, k.8.
978
Lutfî, s.351, ş.394, k.9.
979
Lutfî, s.504, ş.640, b.3.
980
Lutfî, s.558, ş.721, k.2.
981
Lutfî, s.371, ş.428, k.5.

287
Allah Teâlâ‟ya naz ile yalvardığı bazı şiirlerinde O‟ndan başka recâ edilecek
hiçbir varlığın olmadığından dem vurulmaktadır:

Ey kerem-kâni bes değil midir


Bu kadar adl ü itâbın bize
Recâmız sana hoş değil midir
Emr eder recâ kitâbın bize982

Nice LUTFÎ gibi kemter gedâlar


Der-i der gâhına eyler recâlar
Keremine sezâdır mültecâlar
Sana binlerce hamd olsun İlâhî983
Müellifimize göre, reca ile Allah‟a yönelen kullar O‟nun dergâhından eli boş
dönmezler. Bu Hakk Teâlâ‟nın rahmetinin bir sonucudur:

Derd-mendân gedâlar
Etmekde ilticâlar
Bu dergâhde kabûldür
Yâ Rabbenâ recâlar984

İlâhî Hazretinden ilticâlar


Kemâl-i merhametinden recâlar985

Adedi yok recâlar ilticâlar


O dergâhda kabûl olur recâlar986

5.2.2. Ünsiyet ve Heybet

Kulun Allah ile ülfet etmesi halini ifade eden bir kavram olan ünsiyet,
sözlükte “alışkanlık, yakınlık, samimi olma, nazlanma” gibi anlamlara gelmektedir.
Ünsiyet, tasavvuf düşüncesinde genelde Allah‟ın cemal sıfatlarının tecellilerine
mazhar olan sûfînin kalbinde bu ilâhî tecellileri müşahede etmesi ve Hakk ile

982
Lutfî, s.420, ş.509, k.1.
983
Lutfî, s.490, ş.617, k.9.
984
Lutfî, s.645.
985
Lutfî, s.591.
986
Lutfî, s.568, ş.“NA„T-I RESÛLULLÂH”, b.13.

288
huzurda bulunma halini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Hakk‟ın celâl tecellileri
karşısında kulun varlığının silinmesi ise heybet terimiyle ifade edilir.987

Sûfimiz Alvarlı Efe, kulun Allah ile kurduğu ünsiyeti ifade etmek için
genellikle ülfet kavramını kullanmıştır. Bir şiirinde, çok veciz ifadelerle Allah‟a
ünsiyet ve kurbiyet kuran âşığın Sevgili‟den başka hiçbir şeye ülfet edemeyeceğini
anlatmaktadır:

Yâr ile hem-dem olan ağyâre ülfet mi eder


Ahyer ile yâr olan eşrâre ülfet mi eder

Der-i dildârı bulan âşık-ı serbâzların


Cânı cânâna gider derbâne ülfet mi eder

Mey-i sahbâ-yı ezel mesti müdâm gözlerini


Vakfeder dâr -i yâre civâre ülfet mi eder

Mîr-i meydân-ı hüdâ Hayder -i Kerrâr velî


Zülfikār‟ı bırakıp küffâre ülfet mi eder

Der-i der gâh-ı İlâhî‟de mülâzim olanın


Rızâsın gözlemeyüp bir kâre ülfet mi eder

Cemal‟ım cân ile cânân yoluna varmalıdır


Cânâne kurbân olan cânına ülfet mi eder

LUTFİYÂ cân ile düş yâr -i kadîm dergâhına


Fakr u fenâyı bulan sultâne ülfet mi eder988
Efe Hazretleri‟ne göre; ülfeti sağlayan unsurlardan biri de zikirdir. Allah‟ı
zikreden sâlik Hakk ile derin bir ülfet ve ünsiyet kurmaktadır:

Zâkirler zikr ile ülfet ederler


Tarîkat-i Hakk‟a doğru giderler989

Bir menzil-i rahmetdir


Rahmet ile ülfetdir
Bir dâr-ı şerâfetdir
Gülzâr-ı haremdir bu990

987
Semih Ceyhan, “Üns”, DİA., c.42, s.348.
988
Lutfî, s.208 vd., ş.170.
989
Lutfî, s.164, ş.96, b.1.

289
Geçici dünyanın yalancı rüzgârına kapılanlar birçok fâni sevgiliden
bahsederler. Ama aşkın asıl lezzeti, gerçek Sevgili ile kurulan ünsiyettir:

Ülfet-i cânân ile cân bula bir zevk-ı kadîm


LUTFÎ ebnâ-yı nâsın sen bakma kıyl ü kāline991

Sarıl gerdân-ı yâre eyle ülfet


Edesin can ile sarf-ı muhabbet992
Dert kavramına birçok manalar yükleyen şeyhimize göre, başa gelen belalara
sabrın bir neticeside ünsiyete vesile olmasıdır:

Derd ehlini sever Hudâ


Vakt-i kerem eyler edâ
Kalbi dolar nûr -i hüdâ
Zevk ile eyler ülfeti993
Alvarlı Efe Hazretleri, Allah‟ın celâl sıfatlarının tecellisi ile ortay çıkan
heybet kavramını divanında iki yerde kullanmıştır. Söz konusu iki örnekte Efe,
Allah‟ın heybeti ve kudreti karşısında nasıl hayrette kaldığını ifade etmektedir:

Heybetullah hayrete saldı beni


Kudretullah kuvveti aldı beni994

Kādir u Kayyûm kudretin göster


Bu a„mâ gözler heybetin ister
Keç-revânlara mehâbet-güster
Gözleri hayrân etsen olmaz mı995

5.2.3. AĢk ve Muhabbet

Hicri ilk iki asırda sûfiler arasında kendini gösteren zühd anlayışının
temelinde, nefsin arzularının süslediği günahlara düşme korku ve endişesi hâkim bir
unsurdur. Üçüncü asırdan itibaren korkudan sevgiye, endişeden şevke, havftan
muhabbete, hazerden recâye doğru bir dönüşüm kendini göstermiştir. Böylece sûfiler

990
Lutfî, s.410, ş.494, k.4.
991
Lutfî, s.470, ş.590, b.5.
992
Lutfî, s.589, ş.“ÜMMET-İ MUHAMMED‟E”, b.2.
993
Lutfî, s.553, ş.710, k.2.
994
Lutfî, s.68, ş.“MÎRÂCÜ‟N- NEBΔ, b.108.
995
Lutfî, s.494, ş.624, k.3.

290
Allah‟ı sadece kendisine kulluk edilen bir mâbûd değil, bilakis kendisine âşık olunan
mahbûb bir mâbûd olarak görmüşlerdir.996

Günümüze kadar sûfiler nezdinde ilâhi aşkın ve muhabbetullahın çeşitli


tezahürleri görülmüştür. Tasavvuf düşüncesi, bu âşık sûfilerin kaleme aldığı çeşitli
manzum ve nesir tarzındaki eserlerle doludur. Çünkü hakikat ehli âriflerin hepsi
sevgiden söz etmişlerdir. Onlarda ki aşk ve muhabbet hali, sevap umdukları ve
azaptan korktukları için Allah‟a ibadet ve kulluk eden şeriat ehlinden ayıran bir
durumdur. Tahkik ehli sufilerin amacı ise, dünya ve ahiretteki amaçlardan sarf- nazar
etmek suretiyle kalben halas olmakla istikamet yolunu kazanmak, yani Sevgili‟nin
rızasına kavuşmaktır.997

Sözlükte muhabbet kavramı “duruluk ve beyazlık, yükseklik ve ortaya çıkma,


bağlanmak ve sebat etmek, bir şeyin özü, muhafaza etmek ve tutmak” manalarına
gelmektedir. Terim olarak ise; “sevenin kendi sıfatlarından kaybolup, sevilenin
varlığının mevcudiyetinde fenâ olmaktır.” Bu manada muhabbet, susamışlıktan
kalbin kaynaması, taşması, sevdiğine ulaşması için çırpınmasıdır. Çünkü seven,
sevdiğinden gelen izzet ve zillette fark gözetmeksizin bu duruma zevkle katlanır.998

Sözlükte “sevginin aşırı derecede olması, muhabbet sınırını aşması” olarak


tarif edilen aşk kelimesi terim olarak; “bir kimseyi sevginin kaplayıp sevdiğinin
dışında hiçbir dilberi görmeyip düşüncesini sadece ona ait kılmasıdır.” Aşk,
sarmaşık manasına gelen “ışk” kelimesinden alınmış olup, sarmaşık sarıldığı nesneyi
nasıl kaplayıp sararsa, aşk da girdiği vücudu öylece sarar. Aşk insanda kuvvetlenip
geliştikçe âşığın benliği zayıflar ve ruhu gelişir. Böylece aşk, sevginin seveni
kavrayıp bütün varlığına yayılması ve adeta onu sarmaşık dalları gibi
kucaklamasıdır.999

Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışının merkezinde ilâhî aşk


ve muhabbetullah vardır. Onun şiirlerinde Allah‟a olan aşk ve bu aşkın çeşitli
tezahürleri görülmektedir. İlâhi aşk, şatah veya hayal değil, bilakis kuvvetli bir

996
Ayrıntılı bilgi için bkz. Rifat Okudan, “Tasavvufî Şiirde Muhabbetullah ve Alvarlı Hâce
Muhammed Lutfî Efe‟nin Şiirlerinde İlâhî Aşkın Tezâhürleri”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî
(Alvarlı Efe) Sempozyumu, c.2, s.585 vd.
997
Rifat Okudan, İbnu‟l-Fârıd ve İlâhî Aşk, Dilara Yayınları, Isparta, 2012, s.156 vd.
998
Bardakçı, a.g.e., s.115 vd.
999
Bardakçı, a.g.e., s.122 vd.

291
imanın ve derin bir dindarlığın semeresi olup, sevenin sevgilisi olan Allah Teâlâ‟ya
şuhudun gerçekleşmesi, dünya hayatının süs ve zinetlerinden, hatta ahiret hayatının
nimetlerinden kalbin meylini ortadan kaldırmaktan geçmektedir.1000 Efe Hazretleri
çeşitli teşbihlerle muhabbet kavramının makarrı olan gönülle irtibatını şöyle
açıklamaktadır:

Muhabbet bir Süleymân‟dır gönül taht-ı revân olmuş


Muhabbet Mısr -ı Ken„an‟dır gönül Yûsuf civân olmuş

Muhabbet neyyir -i a„zam gönül seb-„i semâvâtdır


Muhabbet hurşîd-i mânâ gönül nûr-âsumân olmuş

Muhabbet şâhid-i kudsî gönüldür âşık-ı şeydâ


Muhabbet hayât-ı cândır gönül nûr -âsumân olmuş

Muhabbet rûh-i a„zamdır gönül vücûdudur anın


Gönül bir mihr -i bâtındır dü-âlem âlî-şân olmuş

Muhabbet LUTFİYÂ her dü-serâda dest-gîr olmuş


Muhabbet mîr -i meydândır gönül âlî-dîvân olmuş
Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi nezdinde; Sevgili‟ye visâl, ancak amellerde
meydana gelen ihlas ve samimiyet ile gerçekleşir. Aşk ise, bu ihlas ve samimiyetin
mayasıdır. Hazreti Ali radiyallahu anh‟ı “Allah‟ın Arslanı” bir kahraman yapanda,
kişiyi türlü belanın içine çekende hep aşktır. Bazen virane bir memleketi mamur
eden, bazende mamur olan yerleri talan eden yine aşktır. Dervişlerin gönlünü İlâhi
feyzin tecelli merkezi yapan ve birçok ilâhî armağana kapı açan yine aşktır:

Temennâ-yı visâle mâye-i ihlâs olan aşkdır


Girüp Hayder gibi meydân içinde nâm alan aşkdır

Sipihrin çarhını çevre çeviren kuvve-i sevdâ


Belâ girdâbına hût-i muazzam-veş dalan aşkdır

Sikender Husrev ü Dârâ gulâmdır dergeh-i aşkda


Gidüb kāfdan kāfa mülk-i Süleymân‟ı alan aşkdır

Acebdir mülk-i vîrâne girerse aşk olur mâmûr


Yıkan mâmûrları elbet eden vârı talan aşkdır

1000
Okudan, a.g.s.b., s.597.

292
Salıp Mecnûn‟ları sahrâlara Leylâ cemâlinden
Koyan âteş-i firkatde bu derdlere salan aşkdır

Diyâr-ı dâr -ı vahdetde garîbâne olan hem-dem


İçüp mey-i musaffâyı gönülde nây çalan aşkdır

Tecellîhâne-yi Mevlâ kulûb-i dervîşân LUTFÎ


Nazargâh-ı İlâhî‟dir bu tuhfeyi bulan aşkdır
Bütün güzelliklerin başı olan aşk güneşinin ışıkları bir kalbi istila ederse, o
karargâhta Sevgili dışında hiçbir varlığa yani mâsivâya yer kalmaz:

Mîr-i meydân-ı melâhat hurşîd-i aşk pertevi


Âsumân-ı kalbe ursa mâsivâ olur cüdâ1001

Hubb-i dünyâdan münezzehdir veliyyullah olan


Mâsivâya meyleder mi âşık-ı Allah olan

Der-i der gâh-ı İlâhî‟de niyâz-mend âşıkān


Cennet-i a„lâyı bilmez dâhil-i der gâh olan1002
Efe Hazretleri‟nin gözünde; gönül, İlâhî aşkın tecelligâhı ve gülistânıdır. Aşk
ise, sonsuz hayatın kaynağıdır:

Gönüldür gül-gülistân-ı muhabbet


Gönüldür bâğ u bostân-ı muhabbet

Gönüldür tahtgâh-ı hubb-i Mevlâ


Gönüldür mihr-i irfân-ı muhabbet

Tecellîgâh-ı Mevlâ‟dır ezelden


Gönüldür râh-ı Rahmânî muhabbet

Hayât-ı câvidân aşk-ı Hudâ‟dır


Gönüldür Hakk‟a derbân-ı muhabbet

MUHAMMED LUTFÎ‟ye yâ Rab kerem kıl


Ola yâ Rabbi kurbân-ı muhabbet1003

1001
Lutfî, s.93, ş.1, b.4.
1002
Lutfî, s.345, ş.386, b.1-2.
1003
Lutfî, s.132, ş.63.

293
Âşıkların işretgehi dilhânedir vakt-i seher
Bâde-i vahdet katresi kalbe döker dürr ü güher1004
Muhabbet meydanında âşıklar korkusuz ve cesurdur. Yâni ilâhi aşkın
cilvesine mazhar olan âşık, O‟ndan gayrı her şeyi gönlünden atar. Bundan dolayı ne
bir kınamadan nede ayıplanmaktan korkar. Böyle deli divâne âşıklar pek çoktur:

Meydân-ı muhabbetde âşıklar olur serbâz


Kerrâr-ı zemânı gör merdâneleri seyr et1005

Verenler dünyâda cânı cânâne


Meyl eylemez aslâ incû mercâne
Düşünce âşıklar bu heyecâne
İster Mansûr gibi o berdâr olsun1006
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tasavvuf anlayışının ana temasını
oluşturan aşk ve muhabbetullahın çeşitli tezhürleri şiirlerinde görülmektedir. Âşığa
maşukundan belada nimette gelse arasında fark gözetmez. Bunu Sevgiliden bir lütuf
bilir:

Mâşûkundan her ne gelse âşıka


Kevser-i cennet‟dir rûh-i fâika
Verirler hediye elbet lâyıka
Sadr-ı esrârına âşinâ eyler1007

Cân atar cânân iline gerçi âşık her zemân


Kâkül-i gül-barların kıykāc külâhı gizlidir
Gözlerinden kan akar derd ehlinin vakt-i seher
Âşık-ı sâdık olanın dûd-i âhı gizlidir
Nûr-i vahdet güllerin açmış gönülde kıl nazar
Dilberin vechinde nûrun tahtgâhı gizlidir1008
Âşığın aklını başından alan firkat ateşidir. Sevgiliden bir an ayrı düşme
korkusu her âşığı telaşlandırdığı gibi Efe‟yi de kaygılandırmaktadır:

Zülfi tellerine berdâr eylemiş âşıkların


Dildârın dârına düşmüş âşıkān ağlar güler
Yâr ile yârân olan dil ber -murâd olmuş velî

1004
Lutfî, s.196, ş.149, b.1.
1005
Lutfî, s.127, ş.53, b.3.
1006
Lutfî, s.375, ş.437, k.4.
1007
Lutfî, s.169, ş.103, k.4.
1008
Lutfî, s.172, ş.107, b.2-3-4.

294
Havf-i firkat âteşiyle râygān ağlar güler
Kâinâtı derde salmış herkesin bir yâri var
Yâr-i dil nûr -i muhabbet zıyaân ağlar güler1009

Ey nûr -i basar ru‟yet-i dîdârını andım


Başdan başa yandım
Âşıklara mâşuklarının kurduğu erkân
Bir âteş-i hicrân1010
Âşık her an sevgiliye vuslat için bitmez bir mücahede ve mücadelenin
içindedir:

Bu sevdâ serinde olan nev-civân


Mecnûn gibi yolu sahrâya düşer
Bu sevda âşıka vermez hiç emân
Gün-be-gün derdile gavgāya düşer1011

Deryâlara daldırsa âşık yine âb ister


Meyhânelere varsa gül rengi şerâb ister
Âşıklar olur serhoş mestâne olur mey-nûş
Dildâdeleri dildâr ciğeri kebâb ister
Meyhânede mey-nûşlar sermest ü perîşândır
Deryâ-yı muhabbetde zevk ile şitâb ister1012
Tevhîdin sırları kalbine açılan âşık mâsivadan tamamen halas olur. Artık
onun için Sevgili‟den başka bir varlık yoktur:

Ger şerâb-ı vahdeti verse gönülde sâkıyâ


Âşıkān sermest olur halâs bulur ağyârdan

Devrân olalı devrân tevhîd iledir her ân


Bâzâr-ı muhabbetde âşıklar alur meydân

Aşkın âteşi baldır âşıklara zülâldir


Derd ehli olan dervîş derdine olur kurbân1013

Dest-beste giryândır der -i der gâhde


Âşıklar âşüfte olur her gâhde

1009
Lutfî, s.177, ş.116, b.6-7-8.
1010
Lutfî, s.386, ş.456, k.4.
1011
Lutfî, s.179, ş.120, k.1.
1012
Lutfî, s.182, ş.124, b.2-3.
1013
Lutfî, s.361, ş.411, b.1-2.

295
Yanar üftâdeler bu âteşgâhde
Cennetdir âşıka âteş-i sûzân

Dîde-i dil görür LUTFÎ dilberi


Kenz-i muhabbetdir kimin gülberi
Aşk olmuşdur âşıkların rehberi
Dergeh-i dildâre giderler kurbân1014

Âşık olan cân verir dîdârına dilberlerin


Bülbül-veş cân atar gülzârına dilberlerin

Cân verir cândan geçer cânânına âşık olan


Gûş-i cânın bahşeder ezkârına dilberlerin

Hubb-i Mevlâ bâdesi âşıkların gark eylemiş


Kim düşer fânî olur efkârına dilberlerin

Ger çalarsa gözüne şems-i muhabbet şu„lesi


Bin cânın kurbân eder dür-bârına dilberlerin

Gül-gülistân-ı seâdet âşıka diyâr-ı yâr


LUTFİYÂ cânın atagör dârına dilberlerin1015

5.2.4. ġevk

Şevk kelimesi sözlükte “istemek, arzulamak, özlemek” anlamına gelmektedir.


Tasavvufî bir terim olarak; “Şevk, kalbin sevdiğine kavuşma arzusu, sevilenin ismi
anıldığında kalpte duyulan heyecan” şeklinde tarif edilmiştir.1016 Bu kavram bazı
sûfiler tarafından Allah‟a olan muhabbet ve iştiyakı ifade etmek için kullanılmıştır.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi şevk terimini çeşitli manalarda şiirlerinde


kullanmıştır. Efe‟ye göre; vahdet tecellilerine nâil olan sâlik, bazen ilâhî feyzin bir
damlasına veya bir yudumuna canını vermeye hazırdır. Bazen de bir yudum
kalıncaya kadar ilâhî feyz kadehini içmiş, artık o son cür„a ile tamamen kendinden

1014
Lutfî, s.356, ş.402, k.6-7.
1015
Lutfî, s.403, ş.483.
1016
Mustafa Çağrıcı, “Şevk”, DİA., c.39, s.20; Cebecioğlu, a.g.e., s.608; Uludağ, a.g.e., s.329.

296
geçmiştir. Zira bu kendinden geçişle elde ettiği şevki o, elest bezminde Rabb‟ine
verdiği ahitle almıştır:

Sâkî-i bâde-i bâkî mey-i vahdet cur„asın


Zevk ile bezm-i elestde şevk ile aldı gönül1017
Tevhîdin nurlarıyla şevke ulaşan sâlik, artık bir ârif-i billahtır. Ve vuslata eren
kul, o zaman gerçek bayrama kavuşmuştur:

Tevhîd ede zevk ile


Hakk‟ı seve şevk ile
Tasdîk inerse dile
Bayram o bayram olur1018
İlâhî tecellilerin kalbi istila etmesi anında şevkle kanatlanan âşığın hâli, güneş
ve ayı bile kıskandırır:

Perî-veş pervâz eder şevk ile şehperler ile


Reşk eder şems ü kamer seyrine şâyestesidir1019
Allah‟ın tecellilerinin ulaşmadığı hiçbir mümkün varlık yoktur. Yıldızlar,
gezegenler ve tüm madde âlemi, O‟nun tecellileri ile şevk ve neşe ile aşka gelir:

Şevk u tarâb eder eflâk


Şerâb-ı eynemâdandır
Zevk-ı kalbi bulmuş emlâk
Şerâb-ı eynemâdandır1020
Efe Hazretleri, şevkin kaynağı kaynağı olarak, “meyhâne” ve “şaraphâne”
kavramları ile tekke ve dergâhları görmektedir:

Sâkî-i nev-resteler demde kemer-besteler


Meyhânede şâd olur şevk ile pâ-bendeler1021

Zî-zevk ola dilhâneler vecde gele peymâneler


Şevk vere şerâbhâneler gerdenlere dürdâne-veş1022

1017
Lutfî, s.320, ş.345, b.2.
1018
Lutfî, s.167, ş.100, k.10.
1019
Lutfî, s.179, ş.119, b.3.
1020
Lutfî, s.242, ş.222, k.1.
1021
Lutfî, s.181, ş.123, b.4.
1022
Lutfî, s.287, ş.292, b.4.

297
5.2.5. Vecd

Vecd kelimesi, sözlükte “aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek,


yüksek heyecan duymak” anlamlarına gelmektedir. Bir tasavvuf terimi olarak ise;
“kasıt ve zorlama olmadan Allah‟ın bir ihsanı şeklinde sâlike gelen ve onu kendinden
geçiren mânevî çarpıntı” diye tarif edilmiştir.1023 Kuşeyrî‟ye göre; vecd, Allah
tarafından verilen İlâhî bir ihsandır. Bu ihsan, virdlerin neticesi ve meyvesi olup,
ihlasla yapılan virdler çoğaldıkça Allah‟tan gelen ihsanlar o ölçüde artar. Vecdin
gelmesinde sâlikin bir kasdı ve çabası yoktur. Çünkü vecd hâli aniden karşılaşılan ve
kalbi istila eden bir haldir.1024 Kalbinde vecd galebe çalan âşığın gösterdiği hâl ve
davranışlara ise cezbe denmiştir.1025

Şeyhimiz Alvarlı, Kuşeyrî‟nin bu görüşüne katılmaktadır. Ona göre; ârifin


kalbi, zikir ve virdlerin semeresi ile vecde gelir:

Bir bâde doldur sâkıyâ vecde gele peymâneler


Câmlar cilâ versin zıyâ raksa gele mestâneler1026

Sâkîlere emreyle sâfî dolu câm versün


Bir zevk ile doldursun vecde gele peymâne

Bî-câm dağılur sâkî gül rengi şerâb var mı


Hak aşkına bir bâde ister dil-i dîvâne1027
Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟ye göre sâliki vecde götüren bir diğer önemli
etken muhabbettir. Kalpte Allah aşkı ve muhabbeti arttıkça vecd kişiye galebe çalar:

Âşıkları vecde bırakır nây-ı muhabbet


Hayât ola âşıklara deryâ-yı muhabbet1028
Efe, vecd sonucu ortaya çıkan cezbe halini, sâlikin kalbine dolan
muhabbetullah‟ın bir neticesi olarak görmektedir:

Eğer bûy-i muhabbet alsa bir cân


Yanında hâk-veşdir dürr ü mercân

1023
Semih Ceyhan, “Vecd”, DİA., c.42, s.583; Bardakçı, a.g.e., s.130.
1024
Kuşeyrî, a.g.e., s.192.
1025
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.207.
1026
Lutfî, s.172, ş.108, b.1.
1027
Lutfî, s.445, ş.546, b.2-3.
1028
Lutfî, s.137, ş.73, b.1.

298
Gelür cezbe düşer câne heyecân
Hakîkatde olan kurbân gönüldür1029

5.2.6. DehĢet

Dehşet kavramı sözlükte, “şaşkınlık, donakalma” gibi anlamlara gelmektedir.


Bu terim, tasavvufî literatürde, Hakk‟ın heybet, azamet ve celâl tecellileriyle ansızın
karşılaşan sâlikin şaşırıp kalma halini ifade etme şeklinde tanımlanmıştır. Cüneyd-i
Bağdâdî kuddise sirruhu‟ya göre dehşet tasavvufî hallerin en değerlilerindendir.
Çünkü sâlik tevhidin son mertebesinde hayret ve dehşete ulaşır. Sûfîler, Hazreti
Yusuf aleyhisselâm‟ı gören kadınların farkında olmadan ellerini kesmelerini “dehşet
haline” örnek olarak kabul etmişlerdir.1030

Efe Hazretleri‟ne göre hidayet nuru kalbinde yanan âşık, bu yakıcı ateşin
neticesinde dehşete kapılır ve mâsivadan geçer:

Ger dîde-i cânda var ise nûr -i hidâyet


Sadrında yanar dehşet ile âteş-i sûzân1031
Efe, mürşidin salike teveccühünü, aşk ateşini tutuşturan ve dehşet hâlini
yaşatan bir etken olarak görmektedir:

Âşıklara bu dehşet dilberlere bu vahşet


Bilmem ki nedir hikmet fetvâ-yı ayân ister

LUTFÎ o sanem-rûler ol kâkül-i gül-bûler


Âşıka verir âteş âteş-i sûzân ister 1032

5.2.7. Safâ

Safâ kelimesi sözlükte; “temizlik, duruluk, arılık, kirden paklanmak”


anlamına gelmektedir.1033 Tahkik ehli sûfiler safâ kavramı ile, kulun Rabb‟ine
ulaşmasını engelleyen hayvânî ve beşerî mizaçlardan ve fenalıklardan süzülmesini

1029
Lutfî, s.255, ş.244, k.3.
1030
Süleyman Uludağ, “Dehşet”, DİA., c.9, s.109.
1031
Lutfî, s.385, ş.454, b.4.
1032
Lutfî, s.182, ş.125, b.6.
1033
Uludağ, a.g.e., s.299, Cebecioğlu, a.g.e., s.533.

299
kastetmişlerdir. Her türlü bulanıklıktan ve renkten renge girmekten temizlenerek
kalbini nefsin kelepçesinden kurtaran sâlikin bu durumu safâ ile açıklanmıştır.1034

Sûfîmiz Alvarlı Efe Hazretleri, şiirlerinde safâya sebep olan etkenler üzerine
çeşitli değerlendirmeler yapmıştır. Ona göre; tevhîdi kalbinde kökleştirenler safâya
kavuşmuştur:

Tevhîd kalbe verir safâ


Emrâz-ı bâtına şifâ
Tevhîd eder ehl-i vefâ
Îmânına bürhândır bu1035
Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in sevgisi be bunun sonucu
ortaya çıkan sünnetine ittiba etme, safâ için önemli bir etkendir:

Ey sâkî şâh-ı enbiyâ


Oldur Habîb-i Kibriyâ
Verir şerâb-ı pür-safâ
Biz Muhammed ümmetiyiz1036

Nûr-i Muhammed Mustafâ


Kalbe dola vere safâ
Mü‟min eyler ahde vefâ
Allah içün lillâh içün
Dutun fermân-ı Kur‟ân‟ı1037
Gönle hoş gelen sevgilinin dergâhının kapısında niyâz eden âşıkların nazı
salike safâ bahşeder:

Dergâh-ı dilârâda sâzendelerin nâzı


LUTFÎ‟ye safâ vermiş sûzâneleri seyr et1038

LUTFÎ‟ye verir zevk u safâ dilber -i dilbâz


Kudret kameri gözlere seyrân neler eyler1039
Efe‟ye göre her derde devâ olan muhabbetullah, kalbe yerleşince sâlik safâ
bulur:

1034
Çetin, a.g.e., s.90.
1035
Lutfî, s.410, ş.493, k.3.
1036
Lutfî, s.269, ş.264, k.3.
1037
Lutfî, s.509, ş.647, bent 4.
1038
Lutfî, s.127, ş.53, b.5.
1039
Lutfî, s.174, ş.111, b.5.

300
Gör ne safâ bahş eder zevk-ı muhabbet dile
Hak vere ey nûr -i dil nûr -i hidâyet dile1040

5.2.8. Sekr

Sekr, sarhoşluk ve kendinden geçme halidir. Tasavvufî anlamda; sâlikin


cemâl tecellisini temâşâsı sırasında, kuvvetli bir tecellî ile kendinden geçerek rûhî
zevklere dalmasıdır. Vecd ehlinin bir sıfatı olan sekr, gaybet haline benzemekle
birlikte, bazen gaybetten ileri derecede olabilir.1041

Efe Hazretleri‟ne göre vuslat şarabını içen âşıklar, elde ettikleri zevk ve lezzet
ile sarhoş olurlar. Artık onlar için tevâcüd söz konusu değildir:

Şerâb-ı vuslata vâsıl olanlar buldular devlet


Aceb sermest ü sekrândır ne çeng ü ne rübâb ister1042
Zikir, dervişleri kendinden geçiren, fenâya daldıran bir sekirdir:

Biz bezm-i elest nûş edicek bâde-i nâbı


Müftî o zemân münkir idi sekr-i şerâbı1043

5.2.9. Hayret

Sözlükte “şaşırmak, yolunu kaybetmek” anlamına gelen hayret kelimesini


mutasavvıflar; Allah‟ı tanıyan, fakat bunu ifade edemeyen ârifin yaşadığı hal
anlamında kullanmışlardır. Muhyiddin İbnü‟l-Arabî hayretle vuslat arasında bir ilgi
kurmuş ve Hakk‟a vâsıl olanın hayrette kaldığını ifade etmiştir. Onun bu
açıklamasına göre hayret “ilim, irfan, yakîn ve hidayet” kavramlarıyla bağlantılıdır.
Celâl tecellileriyle cemâl tecellilerinin bir noktada birleşmesi ve özdeşleşmesi sûfîde
hayret halinin doğmasına yol açar.1044

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, şiirlerinde hayret halini değerli bulmuş ve


onun bazı tezahürleri üzerine durmuştur. Ona göre ezel meyhanesinde İlâhi aşkın

1040
Lutfî, s.469, ş.588, b.1.
1041
H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.214.
1042
Lutfî, s.179, ş.118, b.3.
1043
Lutfî, s.480, ş.604, b.1.
1044
Erhan Yetik, “Hayret”, DİA., c.17, s.60 vd.

301
şarabını içen sâlik, Allah‟ın aşkı ile yanar tutuşur. Bu muhabbetin sarhoşluğu ile
kendinden geçerek hayrette kalır:

Ezel meyhânesinde bâde-keş mest-i muhabbetdir


Düşüp sermest hayretde kalan nâil-i devletdir1045
Ârif-i billah olan âşık, gönül mescidinde sürekli Hâkk Teâlâ ile beraber olma
halinin bir sonucu olarak hayret denizine gark olur:

Ârif-i billâh olan gark oldu bahr-i hayrete


Mu„tekif olmuş müferrah mescid-i dilde mukîm1046
İlâhî cezbeye çokça mazhar oluşu sebebiyle hayretler içerisinde kalan âşık
dâima sarhoştur. Çünkü âşık, maşuku dolayısıyla daima hayret âlemindedir:

Mest-i müdâmdır bu dem âşık-ı şûrîdeler


Âlem-i hayretdedir dilbere dildâdeler1047

Şems ü kamere hayret vermiş o kemân-ebrû


Meşrık-ı mehâsinde cevlân eden erler var1048

Tâk-ı ebrû-yi kemânın dilberâ mihrâbımız


Kevser-i la„l-i lebindir bâde-i nâ-yâbımız

On sekiz bin âlemi hayretde koydun ey güzel


Aşk ile doldu gönüller kalmadı boş kabımız

Dergeh-i pîr -i mugāndır kâbesi âşıkların


Mahrem-i mihr -i muhabbet dilber -i mehtâbımız1049
Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‟in vasıtasıyla tevhîd deryasına
dalarak feyzlere nâil olan derviş, zevk ile hayrette kalır. Bu zevk sebebiyle pervâne
gibi döner:

Feyz-i Muhammed‟den almış


Deryâ-yı tevhîde dalmış
Zevk ile hayretde kalmış
Hayrânlar pervâne döner1050

1045
Lutfî, s.189, ş.136, b.1.
1046
Lutfî, s.324, ş.352, b.4.
1047
Lutfî, s.181, ş.123, b.1.
1048
Lutfî, s.181, ş.122, b.3.
1049
Lutfî, s.276, ş.276, b.2.
1050
Lutfî, s.250, ş.235, k.7.

302
5.2.10. Fenâ ve Bekâ

Sözlükte fenâ; “geçici olmak, yok olmak, ölmek”, bekâ ise; “var olmak,
sürekli olmak” anlamlarına gelir. Tasavvuf literatüründe, müridin kötü huy ve
vasıflarını yok etmesi fenâ, onların yerine iyi hasletler kazanması bekâ kavramıyla
açıklanmıştır.1051 Hâlidiyye yolunun Anadolu‟da ki önemli temsilcilerinden biri
kabul edilen Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi, fenâ ve bekâ hâli üzerine derin
analizler yapmıştır. Ona göre sâlikte Allah Teâlâ‟nın tecellilerini görme hali artınca,
mümkinât âleminin sıfatlarına ait tecellileri de görme hali başlar. Sâlikin bu
makamdaki hali, Allah‟ın varlığının dalgalanışından bütün varlığın mevcudiyetini
seyretmekten ibarettir. Böylece sâlik, varlığının dalgalarını O‟nın varlığının
denizindeki dalgaların arasında kaybeder ki buna fenâfillah denir. Fenâfillah denizine
dalan sâlikin gözü artık daldığı denizden başkasını göremez. Dalgalar arasına
öylesine dalar ki, uçsuz bucaksız bu fenâfillah denizinde aslında bir damla bile
olmayan kendi varlığını hesaba bile katmayarak bekâbillah olur. Velâyet-i Kübrâ
denilen bekâ halinde ortaya çıkan yok olma hâli, velâyet-i suğrâda (fenâ) yok oluşun
aslı değil suretidir.1052

Alvarlı Efe Hazretleri, fenâ ve bekâ hallerini övmüş ve bu makamlara gelmiş


olan âriflerin Allah ile berâber olduklarını belirtmiştir. Ona göre fenâfillâh olanlar
hidayet nurlarını insanlara saçmada mahir oldukları gibi, ondan daha üstün bir
konumda bulunan bekâbillah ehli ârifler, halkı irşad hususunda çok etkin kimselerdir:

Hidâyet perveri ârif-i billâh


Fenâfillâh olan olur meallah

Bekābillâh olan mürşid-i âlem


Olur irşâd o mürşid ile âdem1053

5.2.11. Yakîn

Tasavvufta yakîn genelde kalpte hâsıl olan ve şüphe ihtimali bulunmayan


bilgi, şüphenin ortadan kalkması, kalp gözü, müşahede ve mutlak teslimiyet hali

1051
Bardakçı, a.g.e., s.134; H.Kamil Yılmaz, a.g.e., s.215; Mustafa Kara, “Fenâ”, DİA., c.12, s.333
1052
Ayrıntılı bilgi için bkz. Gümüşhânevî, a.g.e., s.264 vd.
1053
Lutfî, s.585, ş.“BİTLİS ZİYÂRETİ”, b.45-46.

303
olarak görülmüştür. Tahkik ehli sûfiler nezdinde nefs, ancak yakîne ulaşmakla ya da
yakîne ulaşmaya doğru hareket etmekle sükûn bulur. Yakîn, bütün şüpheleri bertaraf
edip gaybı tasdik etmek anlamı taşıdığı için, imanın kalbe yerleşmesine
benzetilmiştir.1054

Efe Hazretleri yakîn kavramını bazı şiirlerinde kullandığı görülmektedir. Bu


kavramı o, Allah‟a olan kurbiyette samimi bir bağ olarak ele almıştır. Ona göre; velî
yakîn sahibi kimsedir:

Velî yakîn demek olur Hudâ‟ya


Kulak dut Kur‟ân‟dan gelen sadâya
Ermek ister isen râh-i hüdâya
Kurbiyyet-i Mevlâ insân iledir1055
Âlemleri var eyleyen Allah‟a yakînî olan iman sahibi, O‟nun mülkünde
bulunan her şeye şefkat ve merhamet nazarıyla bakar:

Ben irfânım deyû her yerde kendin atma meydâna


El elden belki üstündür ne lâzım uyma şeytâna
Yakîn olmak dilersin Hazret-i Hallâk-ı ekvâna
Cihanda datlı dilli olması lâzımdır insâna1056
Hakk‟a yakîni bulunan mümin, işlediği günahlardan ve iyilik yapmak
hususunda kaçırdığı fırsatlardan dolayı daima bir tevbe ve pişmanlık içindedir:

Îmân ile İslâm-ı dîn


Olmuş bize habl-i metîn
Hakk‟ı bilen ayne‟l-yakîn
Ağlar gözü gülmez yüzü1057

5.2.12. Hikmet

Sözlükte; “alıkoymak, gem vurmak, sakındırmak” manalarına gelen hikmet


kelimesi, “hâkim, hakîm, hüküm, hükümet, muhkem, hakem” gibi türevleriyle birlikte
Kur‟ân-ı Kerim‟de 210 yerde geçmektedir. İslâm düşüncesinde çok çeşitli manalarda
kullanılmıştır. Hikmetin özellikle Allah‟a nisbeti halinde “en değerli varlıkları en
üstün bilgiyle bilmek” mânasına gelmektedir ki, hikmet ve hüküm kelimeleri

1054
Osman Demir, “Yakîn”, DİA., c.43, s.273.
1055
Lutfî, s.150, ş.82, b.47.
1056
Lutfî, s.475, ş.597, k.6.
1057
Lutfî, s.497, ş.628, k.2.

304
“bilmek” (ilim) ve “anlamak” (fıkıh) mânalarında eş anlamlı olur.1058 “Kime hikmet
verilmişse ona büyük bir hayr verilmiştir.”1059 Âyeti ile övülen hikmet kavramı
üzerinde sûfîler önemle durmuşlardır. Onlara göre; hikmet, “ilâhî sırların ve
gerçeklerin bilgisi, varlıkların var oluş amaçlarının kavranması, sebeplerle bunların
sonuçları arasındaki ilişkilerde ilâhî iradenin rolünün keşfedilmesi ve kalbin ilâhî
sırlara vâkıf olması” manalarını kuşatmaktadır.1060

Hikmet kavramını divanında yer alan şiirlerde çeşitli açılardan değerlendiren


şeyhimiz Alvarlı Efe‟ye göre; hikmetin öğrenildiği yerler tekkeler, hikmetin mekânı
kalpler, hikmetin gönle gelmesine sebep olan ameller ise, Allah korkusu,
muhabbetullah, Allah resulüne muhabbet, tevhîdi özümsemek, âriflerle dostluk
yapmak ve zikirdir. Diğer taraftan Efe Hazretleri şiiri, hikmetin aktarılması için bir
araç olarak görmektedir:

Şi„r ile her dem açılır ilm-i hikmet gülleri


Mesnevî‟dir ârifâna mir‟ât-ı nûr -i Cemîl1061
Ârif-i billâh zâtların sohbeti Allah‟ın feyzi ile dopdoludur. O sohbetler içinde
birçok hikmet gün yüzüne çıkar. Tekkelerde böyle âriflerin sohbetine devam etmekle
hikmet elde edilebilir:

Men aref dershânesinde lübb-i hikmet neşreder


Feyz-i Feyyâz iledir bil sohbeti âriflerin1062

Ey dil yine ârifler mekteb-i meârifde


Dershâne-i hikmetde dürdâneleri seyr et1063

LUTFÎ kalbe incû eker


Emtâr-ı hikmeti döker
Güneş gurûb fecir söker
Yıldızlar pervâne döner1064

1058
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Çalışkan, “Kur‟ân‟da Hikmet Kavramı”, Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.1, sy.2, Temmuz-Aralık 2001, s.91 vd.; İlhan Kutluer, Hikmet”, DİA.,
c.17, s.503.
1059
Bakara 2/269.
1060
Mustafa Kara, “Hikmet” (Tasavvuf), DİA., c.17, s.518 vd.
1061
Lutfî, s.315, ş.336, b.3.
1062
Lutfî, s.391, ş.462, b.3.
1063
Lutfî, s.131, ş.62, b.2.
1064
Lutfî, s.250, ş.235, k.15.

305
Kalp, manevi kirlerden arınmak sonucunda saflaşmasıyla hikmetin
öğrenildiği bir mektep olur:

Dil mekteb-i hikmetdir hikmet demidir bu dem


Dil matlab-ı rahmetdir rahmet demidir bu dem1065
Efe Hazretleri‟ne göre hikmeti kalbe celbeden en önemli husus Allah
korkusudur. Zira her hikmetin başı Allah korkusudur:

Doğar havf-i Hudâ‟dan ilm-i hikmet kalb-i âgâhe


Gönülde inzivâ eyler muhabbetle tökünmekdir1066
Hikmet, Allah‟ın sonsuz kerem deryasından tevhidi kalbinde özümsemiş
kimselere verdiği bir ikrâmdır:

Deryâ-yı kerem katreleri emtâr -ı hikmet


Tevhîd edenin başına yağdırsa da Mevlâ1067
Hikmeti dervişin kalbine sevk eden önemli unsurlardan bir diğeri
muhabbetullahtır. Muhabbet güneşi ve aşkın sırları kalbi istilâ edince, artık gönün
hikmet yağmurlarının yağdığı bir mekândır:

Mihr-i muhabbetler doğar


Esrâr-ı aşk kalbe sığar
Emtâr-ı hikmetler yağar
Ey sâkî doldur bir kadeh1068

Mir‟ât-ı hikmete bak LUTFÎ aref dersin oku


Cânı kurbân isteyenler câne kurbân istemez1069
Allah‟ın hikmet ikramından nasibi en yüksek kul Hazreti Muhammed
Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem‟dir:

Ders-i men arefe kitâb-ı hikmet


Muhammed‟dir kerem-kâni Muhammed
Muhammed‟e oldu hitâb-ı hikmet
Muhammed‟dir kerem-kâni Muhammed1070
Zikir ehli dervişler, zikirleri sebebiyle hikmet pınarından beslenirler:

1065
Lutfî, s.329, ş.360, b.3.
1066
Lutfî, s.152, ş.85, b.4.
1067
Lutfî, s.110, ş.27, b.5.
1068
Lutfî, s.139, ş.75, k.3.
1069
Lutfî, s.273, ş.270, b.7.
1070
Lutfî, s.140, ş.76, k.1.

306
Şems-i hüdâ kalbe doğar
Vâridât-ı hikmet yağar
Sırr-ı esmâ kalbe sığar
Zâkirler pervâne döner1071

Nûr-i hidâyet doğar


Emtâr-ı hikmet yağar
Sırrullah kalbe sığar
Lâ ilâhe illallah1072
Zikir ehli için seher vakitleri fırsat vakitleridir. Çünkü Allah‟ın rahmetinin
bolca aktığı seher vakitleri, hikmet yağmurlarınında yağdığı zaman dilimleridir:

Seherlerde yağar emtâr -ı hikmet


Suvarır gülleri bu âb-ı rahmet1073

5.2.13. Marifet

Sözlükte “bilmek, tanımak, ikrar etmek, bilgi” anlamına gelen ma„rifet (irfân)
kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte tasavvuf ıstılaha göre aralarında
çeşitli farklar vardır. Sûfîler, okuma ve öğrenme ile kazanılan bilgileri “zahirî ilim”
olarak kabul etmişler, diğer taraftan Hakk‟a kurbiyet kurma sonucu elde edilen
marifet bilgisini ifade etmek için “bâtınî ilim” tanımını kullanmışlardır. Onlara göre;
İlmin karşıtı cehil, mârifetin karşıtı inkârdır. Mârifetin mukaddimesi ilim, ilimsiz
mârifet muhal, mârifetsiz ilim vebaldir. Sûfîlerin geneli mârifetin ledünnî olarak
Allah‟tan kuluna ikram edilen bir ilim olduğunu kabul etmişlerdir. İlim yolunda
olanlara âlim dendiği gibi marifet ve irfan yolunda olanlara ise ârif denmiştir.1074

“Sûfîlere göre rûhânî tecrübeye dayanan ve mahiyeti îtibârıyla zihnî bilgiden


tam anlamıyla farklı olan bu bilgi, her ne kadar ulemâ karşı çıksa da, sezgiye dayalı
bir kesinliğe sâhiptir. Dolayısıyla gerçek bilgi veya mârifet bizzat Allah‟ın
bahşetmesiyle yâni yine Allah‟la mümkün olur. Bu açıdan sûfîler mârifetin Allah
vergisi olduğu, Allah‟ın yine ancak Allah‟la, Allah‟ın bildirmesiyle bilinebileceği
noktasında hem fikirdirler. Bu noktada genelde bütün sûfîler, özelde İbnü‟l-Arabi,

1071
Lutfî, s.250, ş.235, k.6.
1072
Lutfî, s.414, ş.498, k.8.
1073
Lutfî, s.580, ş.“GÜLÜN BÜLBÜL İLE ŞÎVESİ”, b.6.
1074
Ayrıntılı bilgi içn bkz. Süleyman Uludağ, “Mârifet”, DİA., c.28, s. 54 vd.

307
gerçek ve faydalı bilginin, amel, takvâ ve sülûk neticesinde bizzat Allah tarfından
öğretilen ve kişiyi gerçek mutluluğa ve Allah‟a götüren bilgi olduğunu vurgular.
Üstelik İbnü‟l-Arabi‟ye göre, ebedî saadet yolu vasıtasıyla Allah‟a götürmeyen her
bilgi, “bilgi” şeklinde isimlendirmeye bile layık değildir.”1075

Müellifimiz Alvarlı Efe Hazretleri, marifet ve bu kavramın türevleri olan


marifetullah, ârif, ârif-i billah ve irfân kelimelerini şiirlerinde sıkça kullanmıştır. Ona
göre; ezel bezminde vahdet sırrına mâlik olan kişi, bu dünyada aref dersini okumakla
marifet bilgisini elde eder. Bu bilgi Allah tarafından kuluna ledünnî bir armağan
olarak verilir:

Ezel bezminde bâde-nûş olan sâkî-i vahdetden


Aref dershânesinde gör okur o ilm-i hikmetden

Der-i der gâh-ı cânâne eder cân gözlerin hayrân


Nevâ-yı zevk-ı rûhânî alup bâb-ı muhabbetden

Hidâyet-perver olmuşdur o mey ile olan sermest


Künûz-i dürr-i meârif olup zât-ı hidâyetden

Ledün-dân ârifâne hem-dem olmuş almış ol himmet


Bürünmüş nûr-i vahdet perdesine bak inâyetden1076

Ârifân bezm-i ezelde hâmil-i esrâr-ı dil


Matla-„i mihr -i tecellâ kûy-i Rahmân‟dır gönül1077

Arş-ı a„zam‟dan alurlar vâridâtı ârifân


Ârifân sohbetlerini ekser eş„âr eylemiş1078
Bu dünyada insan olmaktan maksat irfan ehli olmaktır:

Âdem olana lâzım olan dîde-i irfân


Ârif olur elbette olan zümre-i insân1079
Efe Hazretleri selefi sûfiler gibi, marifeti elde etmek için şeriâtı ve tarikatı bir
ön şart olarak kabul etmiştir:

1075
M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “Muhyiddin İbnü‟l-Arabi‟ye Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin
İfadesi Sorunu” Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel
islâm Bilimleri Anabilim Dalı (Tasavvuf), Ankara, 2005, s.89 .
1076
Lutfî, s.373, ş.434.
1077
Lutfî, s.316, ş.337, b.4.
1078
Lutfî, s.283, ş.286, b.4.
1079
Lutfî, s.385, ş.454, b.1.

308
Evvel şerîat
Bilmek mârifet
Dutmak tarîkat
Âlem-i aşka1080
Marifet ilmini elde etmek için çeşitli sebepler vardır. Bunlar; Allah korkusu,
kalbi masivadan arındırma, tefrid, tevhîd zikri ile Hakk‟ı şanına yakışmayan
vasıflardan tenzih etmek ve onu eşsiz olarak görmektir:

Mârifetullahe mâlik kim olur havf-i Hudâ


Bahr-i dilde dürr -i vahdet devr olur nûr -i hüdâ1081

Ârif-i billâh olan bir ferd ile etmez cedel


Dünyâ mâlı ger giderse gönlüne gelmez halel1082

Meallah ârifün billâh olan erbâb-ı tecrîddir


Görünmez hurşîd-i m ânâ beşeriyet nikāb olmuş1083

Muhabbet-i Sübhân‟dır
Füyûzât-ı Rahmân‟dır
Mârifet-i ummân‟dır
Lâ ilâhe illallah1084
Efe Hazretleri bazı şiirlerinde ârifin özellikleri üzerine değerlendirmeler
yapmıştır. Ârif, Allah hakkında gerçek bilgiye ulaştığı için ona tarif gerekmez:

Deryâ-dil olan ârif ister mi dahî târîf


LUTFÎ‟ye kerem eyle ey pâdişeh-i devrân1085
Ârif, esma-i ilâhi tecellilerine mazhar olduğu münabetiyle, Allah Teâlâ‟dan
gayrı hiçbir varlığı göremez:

Esmâyı müsemmâdan gayri göremez ârif


Esrâra olur vâkıf dervîş-i pîr -i Geylân1086

Ârifin gönlü gülistândır gülistan istemez


Bûy-i cânân gelmek ister verd-i hamrâdan garaz1087

1080
Lutfî, 443, ş.542, k.10.
1081
Lutfî, s.93, ş.1, b.1.
1082
Lutfî, s.317, ş.341, b.1.
1083
Lutfî, s.285, ş.289, b.4.
1084
Lutfî, s.415, ş.499, k.8.
1085
Lutfî, s.339, ş.375, b.5.
1086
Lutfî, s.361, ş.411, b.3.
1087
Lutfî, s.293, ş.304, b.3.

309
Men arefden dersin alan
Mârifete tâlib olan
Esrâr-ı tevhîdi bulan
Şerâb-ı eynemâdandır1088
Âriflerin sohbetinin sâlikler üzerinde çeşitli olumlu etkileri vardır. Marifet
âriflerin sohbetiyle elde edilir. Âşk, muhabbetullah, kâmil insan olmak hep âriflerin
sohbeti sebebiyle olur:

Ey dil dem-â-dem kıl karâr âriflerin sohbetine


Gönül gözün aç et firâr âriflerin sohbetine

İrfân hazînesine sen mâlik olursun bilmiş ol


Ders-i aref okuyasın âriflerin sohbetine

Âriflerin dilhânesi âşıkların meyhânesi


Dersi alan dürdânesi âriflerin sohbetine

Dildârı dilinde bulan âriflere kulluk kılan


Devâm eden insân olur âriflerin sohbetine

Güneş ki gönülden doğar feyz-i muhabbetler yağar


Var gör neler kalbe sığar âriflerin sohbetine

Ahmed Muhammed Mustafâ Hasen Huseyin Mürtezâ


Her dem ederler bin atâ âriflerin sohbetine

Cennât-ı hûra benzemez güneşte nûra ben zemez


Herbir huzûra benzemez âriflerin sohbetine

LUTFÎ‟ye lutfun ey Hudâ âriflerden kılma cüdâ


Her rûz u şeb olur nidâ âriflerin sohbetine1089
Ârifin çeşitli halleri vardır: Gönül dili ile hakikati idrak eden ârif hep mana
âleminde gezer. Bu gezinti esnasında ona hayret galebe çalar. Ve bu haliyle ârif
gerçek bâki huzuru bulmuştur:

Deryâ-dili âriflerin Arş-ı berîni gezdirir


Hayât-veş devrân ile elbette olur müşteil1090

1088
Lutfî, s.242, ş.222, k.3.
1089
Lutfî, s.446, ş.548.
1090
Lutfî, s.319, ş.343, b.6.

310
Ârif-i billâh olan gark oldu bahr -i hayrete
Mu„tekif olmuş müferrah mescid-i dilde mukîm1091

Gözlerin doldurmuş mârifet nûru


Bulmuş marifetle bâkî huzûru
Cennet-i âcildir zevk u sürûru
Mârifet bahrinde dürdâneler var1092
İlâhi cilve ve tecellilere her dem mazhar olan ârif, bazen cemâl bazende celâl
sıfatlarının tecellisi ile halden hâle girer:

Ârife bir vakt olur ki gül-gülistân gösterir


Vakt olur ki içi cennet dışı zarf-ı nâr olur

Ârifin nûr -i hidâyet matla-„i cângâhıdır


Gâh olur ki zîr u zillet kârı âh ü zâr olur1093
Allah Teâlâ âriflere şân ve şeref bahşetmiştir. Onlar iki âlemde değeri yüce
kimselerdir:

Şevket ü şânı şerâfet bahş eder âriflere


Ayn-i hikmetdir fi„âli şevket ü şân eyleyen1094

Her dü-âlem mürtefi„dir kıymeti âriflerin


Âleme şems ü kamerdir himmeti âriflerin

Gül-gülistânı melâhat gülleridir her zemân


Arş‟dan ferşe kadardır hurmeti âriflerin

Men aref dershânesinde lübb-i hikmet neşreder


Feyz-i Feyyâz iledir bil sohbeti âriflerin

Ârifân akmâr -ı rahmetdir dü-âlem LUTFİYÂ


Bahr-i ummândır gönülde şefkati âriflerin1095

1091
Lutfî, s.324, ş.352, b.4.
1092
Lutfî, s.173, ş.110, k.3.
1093
Lutfî, s.164, ş.95, b.3-4.
1094
Lutfî, s.376, ş. 438, b.4.
1095
Lutfî, s.391, ş.461.

311
5.2.14. Vücûd, Vâcib’ul-Vücûd

Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd kelimesi, İslâm


düşüncesinde Allah‟ın aklen ve zihnen var olması zorunlu olan varlık olduğu
anlamında “Vâcibu‟l-Vücûd” kavramı ile kullanılmıştır. Vâcibu‟l-Vücûd‟un
yaratmasıyla açığa çıkan âlem ise “mümkünü‟l-vücûd” olarak kabul edilmiştir.1096
Tasavvuf tarihi içerisinde vücûd kavramı sûfiler ve mutasavvıflar tarafından çeşitli
şekillerde ele alınmış ve zamanla “vahdet-i vücûd” ve “vahdet-i şuhûd” doktrinleri
ortaya çıkmış ve tartışılmıştır.

Muhyiddin İbnü‟l Arabi‟ye nispet edilen vahdet-i vücûd anlayışına göre;


“Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) düşüncesinin en temel özellikleri şunlardır: Var
olan sâdece Allah‟tır. Etrâfımızda var gibi gördüğümüz âlem, Allah‟ın isim ve
sıfatlarının gölgesidir. Ancak bu gölgeler hayâlî olup gerçek varlıkları bulunmadığı
için hakîkatte var olan sâdece Allah‟tır. Allah‟ın sıfatları Zât‟ının aynısıdır.
Dolayısıyla Vücûd (varlık) Zât‟a âit bir sıfat değil, Zât‟ın aynısıdır. Vahdet-i vücûd,
buna inananlara göre, varlık hakkında mutlak ve yegâne doğru telakkîdir.”1097

Vahdet-i şuhûd doktrininin kurucusu olarak Nakşibendîliğin önemli


sîmâlarından biri olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fâruk-i Sirhindî kuddise sirruhu
kabul edilir.1098 İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî‟ye göre, “sûfîler seyr u sülûk yani
mânevî yolculuk esnâsında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli
olsa da, temelde iki türlüdür. Birincisi varlığın birliği (vahdet-i vücûd), ikincisi de
görülenin birliğidir (vahdet-i şuhûd). Vahdet-i vücûd mertebesinde sâlik ‚varlığı bir
olarak bilir ve böyle inanır. Allah‟tan başkasını yok bilir, tecellîlerini de hayâl
olarak kabul eder. Vahdet-i şuhûd mertebesinde ise sâlik‚ Allah‟ın varlığını görür,
ancak ondan başka varlıklar da olduğunu inkâr etmez ya da âlemi gölge olarak
görür. Her şey O değildir, ancak her şey O‟ndandır.” 1099

1096
Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Vücûd”, DİA., c.43, s.136 vd.
1097
Necdet Tosun, “İmâm Rabbânî‟ye Göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), 2009, sy:23, s.182.
1098
Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdullah Kartal, “İmâm-ı Rabbânî‟nin Vahdet-i Vücûd Eleştirisi
ve Tarihsel Arkaplanı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.14, sy.2, 2005, s.59 .
1099
Tosun, a.g.m., s.187.

312
Müellifimiz Alvarlı Efe Hazretleri, selefi sûfiler gibi “vahdet-i vücûd” ve
“vahdet-i şuhûd” tartışmalarının içine girmemiş ve bu kavramlara şiirlerinde yer
vermemiştir. O, vücûd ve vâcibu‟l-vücûd kelimelerini kullanmış ve bu kavramlarla
Allah‟ın varlığı fikri üzerinde durmuştur.

Efe Hazretleri, mümkün olan âlemden yola çıkarak Allah‟ın birliği ve varlığı
fikrine ulaşmaktadır. Ona göre bütün mevcudat Vâhid Teâlâ‟nin icadına delildir.
Vicdan ehli bir kimse ibretle kâinâtı incelese hemen bu yargıya ulaşır:

Bu mevcûdât vücûdu gösterir mûcidini vâhid


Kamu eşyâ olur şâhid o vâhidde bu kudretdir1100

LUTFİYÂ sen dîde-i cândan nazar kıl âleme


Gösterir mevcûd vücûd-i Hakk‟ı ibretdir bize1101
Hiçbir şey sebepsiz olamaz kaziyesi gereği, eğer bir yaratıcı olmasaydı bütün
bu kâinat var olamazdı. Kâinatın varlığı, varlığı zorunlu olan bir yaracının varlığını
aklen zorunlu kılmaktadır:

Kâinât gösterir vâcibü‟l-vücûd


Olmasa olmazdı mahlukāt mevcûd
Hudâ bir olduğu eşyâda meşhûd
Güneşden ayândır ol çeşm-i bîdâr

Bu mahlûk varlığı hâlika delîl


Basîret ehli ol gel olma alîl
Tevhîdden mâ„adâ yokdur bir sebîl
Mevcûdun mûcidi birdir âşikâr1102

5.2.15. Ġnsân-ı Kâmil

İnsân-ı kâmil Arapça‟da “olgun insan” manasında kullanılmıştır. Allah‟ın her


mertebedeki tecellilerine mazhar olan insan anlamında bir tasavvuf terimi olan insân-
ı kâmil kavramı ilk defa tasavvuf literatürüne Muhyiddin İbnü‟l-Arabî tarafından
yerleştirilmiştir.1103 Tasavvuf düşüncesinde bu kavram kâmil mümine bir sıfat olarak
kullanıldığı gibi irşada ehil mürşidin vasfı olarakta zikredilmiştir. Kâmil müminden

1100
Lutfî, s.189, ş.136, b.5.
1101
Lutfî, s.422, ş.510, b.8.
1102
Lutfî, s.599, ş.“TEVHÎD DESTÂNI”, k.3-4.
1103
Mehmet S. Aydın, “İnsân-ı Kâmil”, DİA., c.22, s.330.

313
maksat olan insan, bir tarikata mensup olmazsa bile, Kitap ve sünnete göre Allah‟ı
tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mü‟mindir. Mürşid olan
insandan maksat ise; seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış ve
irşada ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve
mükemmil bir şahsiyettir.1104

Alvarlı Efe Hazretleri‟ne göre insanı kâmil yapan yegâne unsur şerîatdır.
Şerîatın emir ve yasaklarına uygun yaşayan mümin, imanda kemâlatı bulması
hasebiyle insânî yöndende mükemmelleşir:

Şerîatdir eden her dü-cihânda kâmil insânı


Belî ehl-i îmânın sadr -ı şifâsı şerîatdir1105

Ol merd-i kâmil
Şer„ ile âmil
Olasın kāil
Âlem-i aşka1106
İnsanı kâmil yapan en önemli etkenlerden bir diğeri, kemaliyyeti şahsında
özleştiren pîr ve mürşîdlerin sohbetinde bulunmak, onların emrine ve hizmetine
girmektir:

Kemâlât ehline derbân olan kâmil olur elbet


Veren cânânına cân sırrına şâmil olur elbet1107

Halka-i Pîr -i Geylânî


Mahzen-i nûr -i Rabbânî
Bahş eder zikr -i sultânî
Kâmil eder pîr insânı
İkmâl eder her noksânı
Allah Vâhid Ehad Samed1108

1104
Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülhakim Yüce, “Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna”, Tasavvuf
Dergisi, http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/260629630_14.6.pdf, (12.12.2014), s.65.
1105
Lutfî, s.222, ş.189, b.7.
1106
Lutfî, s.443, ş.542, k.9.
1107
Lutfî, s.123, ş.48, b.1.
1108
Lutfî, s.142, ş.80, bent 2.

314
5.2.16. Tecellî

Sözlükte “belirmek, ortaya çıkmak, görünmek; belirti, görüntü” anlamındaki


tecelli, tasavvuf terimi olarak “sâlikin kalbine doğan ledünnî bilgiler ve nurlar” diye
tarif edilmiştir.1109 Tecelli çeşitli açılardan ele alan Kaşanî ve Cürcanî'ye göre;
gaybden gelen ve kalbde ortaya çıkan nurlara tecellî denir. 1110

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, sâlikin tecelliyi elde etmesi için samimiyetle
çalışması gerektiği belirtir:

Tecellî bâğına varmak gerekdir


Tecellî güllerin dermek gerekdir1111
Efe‟ye göre Mevlâ‟dan bir lütuf olan tecellinin aktığı tecellihâne gönüldür.
Derviş sülûku sırasında kalbinde birçok tecelliye mazhar olur:

Tecellîhâne-yi Mevlâ kulûb-i dervîşân LUTFÎ


Nazargâh-ı İlâhî‟dir bu tuhfeyi bulan aşkdır1112

Tecellîhâne-i vahdet gönüldür dergeh-i Mevlâ


O der gâh-ı tecellâya dil-i derbâz eden kimdir1113

Tecellîhâne-i Mevlâ gönüldür


Nazargâh-ı Hudâ dilhâneler var1114
Allah‟tan kuluna gelen tecelliler için çeşitli sebepler vardır. Tevhid zikrinin
icra edildiği zikir halkaları tecelliyi celbeden unsurlardan biridir:

Tecellîhânedir halka-i tevhîd


Nazargâh-ı Hudâ dilhâneler var1115
Muhabbetullah yolunda her türlü sıkıntıya sabreden salik bunun karşılığı
çeşitli tecellilere kavuşur:

Derdliler bir devlet bulur tecellî-yi Rahmân olur


LUTFÎ bu devleti bulur hâmidleri Kur ‟ân sever1116

1109
Uludağ, a.g.e., s.341.
1110
Cebecioğlu, a.g.e., s.638.
1111
Lutfî, s.591.
1112
Lutfî, s.251, ş.236, b.7.
1113
Lutfî, s.203, ş.161, b.4.
1114
Lutfî, s.239, ş.218, b.4.
1115
Lutfî, s.193, ş.143, b.4.
1116
Lutfî, s.223, ş.191, b.7.

315
Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, tecelliye en çok mazhar olan
kuldur:

Tecellîgâh-ı Mevlâ‟dır Muhammed


Kamu a„lâdan a„lâdır Muhammed1117

1117
Lutfî, s.568, ş.“NA„T-I RESÛLULLÂH”, b.2.

316
SONUÇ

Bu araştırma, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yetişip, yirminci yüzyılda


Osmanlı‟nın buhranlarla dolu son döneminde ve Cumhuriyet devrinin 1956‟ya
kadarki ilk yıllarında irşâd faaliyetlerini yürüten, Anadolu‟nun ünlü ve etkin
tasavvufî şahsiyetlerinden Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟nin tarikatının özelliklerini
ve tasavvufi görüşlerini ortaya koymak üzere yapılmıştır. Hâce Muhammed Lutfî
Efendi‟nin hayatı, şahsiyeti, tasavvufta yetişmesi, irşâd dönemi, halifeleri, tarikatının
özellikleri, yaşadığı dönemin tasavvuf ve ilim ehliyle ilişkileri ve tasavvuf
anlayışında öne çıkan görüşleri ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir.

Hâce Muhammed Lutfî Efendi, hem âlim hem ârif hem de fâdıl bir zâttır.
Dinin zâhiri yönünü oluşturan şeriata sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar bâtınî yönü olan
tasavvufî hayatın tüm gereklerini de son derece titizlikle yerine getiren biridir.
Şeriatın ve tarikatın gerekleri hususundaki dikkat ve özeni, birçok hatırada
anlatılmakla birlikte, divanında yer alan şiirlerinde verilen mesajlar ile de
örtüşmektedir.

Şahsiyetinin temelini Kur‟ân ve Sünnete olan sımsıkı bağlılığı oluşturur.


Onun tasavvufi yaşantısı ve anlayışı; Kur‟ân ve sünnetin naslarına tam bağlılık ve
uygunluk esasına göre oturmaktadır. İslâm ahlakını özümsemiş, dindarlığın
şuurunda bir âlim olarak, ibadetlerin gerekli ve haramlardan kaçmanın zorunlu
olduğu bilincini davranışlarıyla halka yerleştirmeye çalışmıştır. Efe Hazretleri‟nin
İslâm‟ı yaşama gayret ve arzusu, onun şahsiyetle bütünleşmiş kâmil bir ahlakı ortaya
çıkarmıştır.

Efe Hazretleri‟nin şahsiyetinde temayüz eden ahlakî esaslardan ilki, dünya


metâını arzu etmeyen, kullara karşı müstağni ve sadece Allah Teâlâ‟ya mülteci olan
fakr sahibi kişiliğidir. Şahsiyetini oluşturan güzel ahlakından bir diğeri; her türlü
insana karşı olan cömertliği ve sehâvetidir. Onun cömertliği ve sehâveti mütevâtir
derecede nakledilmekle, şiirlerinde ise en çok işlenen konuların başında gelmektedir.

Âlim ve sûfi kişiliğinin yanında Hâce Muhammed Lutfî Efendi‟yi şöhrete


taşıyan bir diğer önemli unsur, edebî yönüdür. Divan edebiyatının en önemli ürünü
olan gazel türü şiirde ki ustalığı, hece vezninde sade bir Türkçe ile kaleme aldığı ve

317
Yunus Emre‟yi anımsatan şiirlerindeki ifade gücü, onun edebi yönünün ne kadar
kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yönüyle o, divân edebiyatının unsurlarını
başarılı bir şekilde kullandığı gibi, halk edebiyatının sade dilini tasavvufun derin
anlam bütünlüğü içerisinde dercetmiş nâdir mutasavvıflardandır.

Kâdiriyye tarikatına ve Nakşibendiyye tarikatının Hâlidiyye koluna mensup


bir şeyh olan Hâce Muhammed Lutfî Efendi, uzun yıllar imamlık yaptığı Erzurum
Pasinler‟e bağlı Alvar köyüne nispetle “Alvarlı Efe Hazretleri” lakabıyla tanınmıştır.
Osmanlı‟ya tanıklık ettiği dönemde altı padişah, Cumhuriyet döneminde ise üç
cumhurbaşkanı görmüştür. Dini ilimlerde yetişmesi, tasavvufta olgunlaşarak
Nakşibendî ve Kadirî hilafeti alması Osmanlı döneminde olurken, mürşitliğinin
pekiştiği ve şöhret bulduğu yıllar Cumhuriyet devrindedir.

Efe Hazretleri‟nin yaşadığı dönemde Anadolu‟da tasavvufî hayatın nüfûzu en


yüksek tarikatı olan Nakşibendiliğin Hâlidiyye kolu, Erzurum ve çevresinde de etkin
bir tarikattır. Bu bağlamda verilebilecek ilk örnek Mevlânâ Hâlid (ö.1826)‟in
Erzurum‟da görevlendirdiği halifesi Hacı Feyzullah Tortumî Efendi (ö.1865)‟dir.
Yine Hâce Hüseyin Gedâi (ö.1918), Ketencizâde Mehmed Rüşdî Efendi (ö.1916),
Seyyid Mir Hamza Nigârî (ö.1886), Taşkesenli Ahmed Efendi (ö.1909), Şeyh
İbrahim Efendi (ö.1925), Şeyh Ziyaeddin Efendi (ö.1914), Şeyh Mehmed Sırrı
Efendi (ö.1954), Şeyh Şehabeddin Efendi (ö.1956), Maksud Efendi Hoca (ö.1943),
Seyyid Abdürrezzâk İlmî Efendi (ö.1906) ve “İmam Efendi” lakabıyla tanınan Şeyh
Hâfız Osman Bedreddîn Erzurumî (ö.1924) bu dönemin Erzurum‟da yetişen ve
tasavvufî faaliyette bulunan Halidiyye mensubu önemli sûfileridir.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin döneminde Erzurum ve çevresinde Hâlidiyye


mensuplarının çokluğu dikkat çekse de, Kâdiriyye ve Rufâiyye tarikatlarına mensup
bir kısım şeyhlerin varlığıda görülmektedir. Bunlar: Kâdirî mürşitleri, Şeyh Hacı
İbrahim Baba (ö.1930), Şeyh Hâşiizâde Hacı Ali Efendi (ö.1910), Şeyh Hacı Emin
Bayram Efendi (ö.1976) ve Rufâi şeyhleri: Sanamerli Hacı Ahmed Baba (ö.1913) ve
Şeyh Abdülgânî Efendi (ö.1943)‟dir. Efe Hazretleri‟nin söz konusu bu sûfîlerden
birçoğu ile yakın ilişkileri vardır.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin dinî ilimlerde hocası olan babası Hâce Hüseyin
Efendi aynı zamanda onun tasavvuf yolunda ilk mürşididir. O dönemin önemli

318
sûfîlerinden, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (ö.1826) kuddise sirruhu‟nun halifesi Tortumlu
Hacı Feyzullah Efendi‟nin ve yine Hâlidî yolunun bir diğer temsilcisi olan İsmâil
Şirvânî (ö.1853)‟nin halifesi Seyyid Mir Hamza Nigârî‟nin Hâce Hüseyin Efendi
vasıtasıyla Efe Hazretleri üzerinde derin tesirleri olmuştur. Efe Hazretleri‟nin gönül
deryasında tasavvufî kandilini tutuşturan asıl sûfi ise, Bitlis‟te ikamet eden Seyyid
Tâhâ Hâkkârî‟nin hulefâsından Pîr Muhammed Küfrevî Efendi (ö.1898)‟dir. Yirmi
iki yaşında ona intisap etmiş, yirmi yedi yaşında halifesi olmuştur. Muhammed
Küfrevî‟nin vefatı sonrasında sırasıyla Küfrevî dergâhı postnîşinliğini yürüten Şeyh
Abdülhâdî Efendi (ö.1914), Şeyh Abdülbâkî Efendi (ö.1943), Şeyh Nesim Efendi
(ö.1953) ve Cesim Küfrevî Efendi (ö.1992)‟ye karşı Efe Hazretleri‟nin derin
muhabbeti ve karşılıklı saygı esasına dayanan ilişkileri mevcuttur. Yine onun Kâdirî
neşvesine kaynaklık eden bir diğer sûfî ise hemşehrisi Erzurumlu İbrahim Hakkı
(ö.1770) hazretlerinin silsilesinde yer alan Gavs Memdûh nâmıyla şöhret bulmuş
olan Şeyh Mahmud Memdûh Efendi (ö.1847)‟nin halifesi Tillolu Şeyh Nur Hamza
(ö.1893)‟dır.

Hâce Muhammed Lütfi Efendi, 19. ve 20. yüzyıllarda özellikle Doğu


Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde halk üzerinde nüfuzu yüksek bir sûfi
şahsiyet olan, Pîr Muhammed Küfrevî‟nin icazetnâme verdiği iki yüze yakın
hulefâsından biri olmasına karşın, Anadolu‟da şöhreti günümüze kadar ulaşan en
meşhur Küfrevî halifesi olmuştur. Onu, tasavvufî ve dinî çevrelerde şöhrete taşıyan
en etkin vasfı, tasavvufî, dinî ve pek çok konuda ustalıkla kaleme aldığı şiirleridir.
Yaşadığı coğrafyada benzeri sûfîler kendini gösterse de, şiiri bir divançe oluşturacak
genişlikte ve etkinlikte kullanan nadir mutasavvıflardandır. Aruz ve hece vezniyle
yazdığı, şekil cihetinden klasik ve halk edebiyatımızı temsil eden Türkçe şiirlerinin
yanı sıra Arapça ve Farsça kaleme aldığı gazelleri yine onun ilmi seviyesinin
yüksekliğini ve zenginliğini göstermektedir.

Osmanlı Devleti‟nin ictimaî, idarî, askerî ve ilmî hayatı içerisinde


mutasavvıfların ve meşâyıhın dolayısıyla onların kurduğu tarikat ve tekkelerin
önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Cumhuriyetin özellikle ilk döneminde
tekke, zâviye ve dergâhlar yeni rejime karşı bir tehdit olarak algılanmış, faaliyetleri
resmen yasaklanmış, gizliden gizliye icra ettikleri dîni ve tasavvufî faaliyetleri ise
sıkı takibata maruz kalmıştır. Bu açıdan, Efe Hazretleri‟nin tasavvufa yönelmesi ve

319
sülûkünü tamamlayarak mürşid olması, Osmanlı‟da tarikat ve tekkelerin devlet
gözetiminde serbestçe faaliyet gösterdiği bir zaman diliminde olurken, mürşitlik
yıllarının çoğunu tasavvufî faaliyetlerin resmen yasaklandığı bir dönemde geçirmiş,
dine karşı birçok fikrî ve cebrî saldırıların olduğu zor şartlarda mürşitliğini icra
etmiştir.

Osmanlı‟nın son döneminde Anadolu‟nun en etkin tasavvufî yapısını


oluşturan Hâlidî tekkeleri, Cumhuriyet Türkiye‟sinde yeni yönetimin sert muhalifleri
olarak yakından izlenseler bile geleneklerinin esasını büyük ölçüde muhafaza etmiş
ve etkilerini bugüne kadar güçlü bir biçimde sürdürmeyi başarmışlardır. Alvarlı Efe,
Cumhuriyet döneminde tarikatların resmen yasaklanmasıyla, diğer tarikatlar gibi
faaliyetlerini gizli şekilde yürütmüştür. Nakşibendî, Kadirî derslerini ve zikirlerini
gizli bir şekilde vermiş, hatme-i hâcegân zikrini zor şartlarda icra etmiştir.

Efe Hazretleri, Cumhuriyet döneminde tasavvufî hayata yönelik oluşan inkâr


ve baskı politikasına rağmen devlete karşı olumsuz bir hareket oluşturmamış, sadece
insanları irşad etmeyi kendine vazife kılarak tarikatını neşretmiştir. Onun siyasetten
uzak kalması ve devletin işleyişine yönelik herhangi bir menfi tutum içerisinde
olmayışı ve sadece ahlakî, dîni, ilmî ve kültürel yönden kâmil fertler yetiştirme
gayret ve arzusu yönünde faaliyetler icra etmesi, birçok devlet görevlisinin ona karşı
ön yargılı olmayarak olumlu bakış açısı geliştirmesini sağlamıştır.

Tasavvuftaki yetkinliğinin yanı sıra dîni ilimlerde de icazetli bir din âlimi
olan Alvarlı, diğer Hâlidî şeyhlerinde olduğu gibi ilme ve ilim ehline önem vermiş,
onların yetişmesi için maddi ve manevi yönden destek olmuştur. Hali hazırda onun
maddi ve manevi desteğiyle ilmini tamamlamış birçok hoca ve âlim, Efe
Hazretleri‟ni minnetle ve şükranla anmaktadır.

Alvarlı Efe Hazretleri‟nin dinî, ahlakî ve tasavvufî irşadının niteliği ve


tasavvufî görüşleri ârifâne yazdığı şiirlerinde görülmektedir. Onun tasavvufî
düşüncelerini bu şiirlerinde açıkça bulmak mümkündür. O, günümüze ulaşan ve
sayısı dokuz yüzü bulan Türkçe, Arapça ve Farsça şiirlerinde dinî, ahlakî ve
tasavvufî birçok konuyu irdelemiş, düşüncelerini açıklamış ve çeşitli mesajlar
vermiştir.

320
Tasavvufî açıdan Efe‟nin mürşitlik dönemi; tarikat, marifet ve hakikatten
önce şeriatın kalplerde filizlenmesi için gayret gösterilen bir dönemdir. Bu dönemde
tarikat adı altında birçok bidatlar tekkelere sokulmuş, ehliyetli olmayan bazı kimseler
dervişlik ve sûfilik kavramları altında birçok bozuk itikat ve düşünceyi tasavvufla
bağdaştırmıştır. Efe, dine ve dînî değerlere hücum edenlere, ehliyetli olmadığı halde
halka rehberlik etmeye kalkanlara, dini istismar amacıyla kullanmak isteyenlere
daima bütün gayretiyle tepki göstermiştir. Bu sebeple Alvarlı‟nın şiirlerinde şeriata
önem verme ve sarılma, doğru itikat ve inanç sahibi olma, Allah‟ın zâhirî emirlerine
sıkı sıkıya bağlılık temaları çokça işlenmiştir. İslâm tasavvuf düşüncesinin temel yapı
taşlarından olan “tarikatten evvel şeriatı öğrenme ve yaşama bilinci”, Alvarlı Efe‟nin
tasavvuf düşüncesinde “hakikati ve marifeti” elde etmek için bir ön şart kabul
edilmiştir.

Efe Hazretleri, bir yandan şiirleriyle, sohbetleriyle ve zikirleriyle insanları


doğru inanç ve itikat istikametinde irşad etmeyi kendine vazife kılarak İslâmî yönden
gayret gösterirken diğer taraftan bir kısım müridlerini tasavvufî sülük ile
yürütmüştür. Sülüke aldığı kişilerden Hâce Seyfeddin Efendi, Vanlı Abdülhâdi
Efendi, Doğu Beyazıtlı Kurbânî Efendi ve Bulanıklı Mehmed Efendi Hoca‟yı halife
olarak yetiştirmiştir. Tarikatının usûl, âdab ve erkânını, şartların elverdiği ölçüde
korumuş ve uygulamıştır. Zaman zaman Kâdirî usulüne göre cehrî zikir yaptırmış,
şartların zorluğuna rağmen Nakşibendi usulünde müridin sülûkte kemâliyete
ulaşması için çok önemli bir fonksiyonu olan hatme-i hâcegân zikrini düzenli olarak
icra etmiştir.

Alvarlı Efe Hazretleri, teorik ve pratik açıdan sûfilik anlayışı klasik tasavvuf
geleneğiyle örtüşen bir mutasavvıf ve muhakkik sûfî olarak, tasavvufî her bir konuda
görüş belirtmiştir. Efe, tasavvuf düşüncesinde mutasavvıflarca üzerinde çokça
durulan vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd gibi bazı konulardaki tartışmaların içine
girmemiş fakat tasavvufun tahallukî ve tahakkukî pek çok konusu üzerinde fikirlerini
ortaya koymuştur. Tahallukla ilgili öne çıkan görüşleri; tevbe ve inâbe, tefekkür,
ihlâs, takvâ, vera‟ ve zühd, sabır ve şükür, sehâvet ve îsâr, fakr ve gına, tevekkül ve
tefviz, mürîd, derviş ve sâlik, mürşid-şeyh, hizmet, âdâb ve erkân, zikir, himmet,
kurbiyyet ve tecrîd başlıkları altında, tahakkukla ilgili öne çıkan görüşleri ise; havf
ve recâ, ünsiyet ve heybet, aşk ve muhabbet, şevk, vecd, dehşet, safâ, sekr, hayret,

321
fenâ ve bekâ, yakîn, hikmet, marifet, vücûd, vâcib‟ul-vücûd, insân-ı kâmil ve tecellî
başlıkları altında incelenmiştir.

Tasavvuf, nazari ve aklî bir ilim olmayıp, aksine tecrübî ve amelî bir ilim
olduğu münasebetiyle mutasavvıflar tarafından pek çok tarifi yapılmış olup,
tariflerdeki çeşitlilik Efe Hazretleri için de geçerlidir. Onun şiirleri incelendiğinde
tasavvufun çeşitli açılardan tanımının yapıldığı görülmektedir:

“Tasavvuf, daima Allah‟ın emirlerine iştiyakla sarılmaktır.”

“Tasavvuf, Şeriatın hükümlerini ihyâ etmektir.”

“Tasavvuf, Allah ile kurbiyette verilen sırları ifşâ etmemek ve ehli


olmayanlara hâl ve makâmattan bahis açmamaktır.”

“Tasavvuf, seyr-i sülûkte kazanılan hâl ve makamları Allah‟ın bir ikrâmı


bilip, tevazuyu elden bırakmamaktır.”

Alvarlı Efe Hazretler‟nin tasavvufî görüşleri incelendiğinde, tasavvuf


anlayışının şu temel esaslar üzerine bina edildiği görülmektedir:

1. Tasavvufun birinci esası, tevhîdi bilmek ve özümsemektir.

2. Tasavvufun ikinci esası, şeriatin emirlerini tatbik etmektir.

3. Tasavvufun üçüncü esası, nefsi fenâ ahlaktan tahliye, güzel ahlakla


tehliye etmektir.

4. Tasavvufun dördüncü esası, dert ve belaları Allah‟a vuslatta derman


bilmektir.

5. Tasavvufun beşinci esası, incitmemek ve incinmemektir.

Sonuç olarak, Hâce Muhammed Lutfî Efendi, ömrünü Erzurum ve çevresinde


halkı irşad ederek geçirmiş bir Kâdirî ve Nakşibendî mürşidi olarak, Anadolu‟da her
meşrepten insan tarafından tanınmakta ve kendisine karşı muhabbet duyulmaktadır.
Onun nazımlarında ortaya koyduğu inciler, hâlâ dilden dile, dönülden gönüle
akmaktadır. Âşıkâne, ârifâne, âlimâne ve mürşidâne söylemiş olduğu muhtelif
konulardaki şiirlerini, kendisini seven dostlarına, kendisine gönül veren cânlarına ve
her meşrepteki, her seviyedeki okurlarına ledünnî bir armağan olarak sunmuştur.
Günümüze gelindiğinde hâlâ şiirlerinden birçoğu sûfî ve dinî çevrelerde bir feyz

322
kaynağı olarak çeşitli makamlarda okunmaktadır. Bu yönüyle irşadı günümüzde hâlâ
devam etmekte ve pek çok gönülde ilâhî aşkın çırasını tutuşturmaktadır.

323
KAYNAKÇA

Abbasoğulları, Gülcan, “Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Dert Tasavvuru”,


Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013,
Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Erzurum, 2013.
Açıkgenç, Alparslan, “Said Nursî”, DİA.
Albayrak, Nurettin, “Sümmânî”, DİA.
Albayrak, Sadık, Son Devir Osmanlı Uleması (I-II) , Medrese Yayınevi,
İstanbul, 1980.
Algar, Hamid, “Hâlidiyye”, DİA.
___________, “Nakşibendiyye”, DİA.
___________, “Hâlid el-Bağdâdî”, DİA.
AltıntaĢ, Hayrani, “Fakîrullah”, DİA.
Aras, M.Sıtkı, Bir Şehrin Ruhu: Erzurum, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007.
___________, Erzurumun Manevî Mimarları, Dergâh Yayınları, İstanbul,
2007.
___________, “Velilik Vasıfları ve Erzurum Velileri”,
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/velilik-vasifalari-ve-erzurum-velileri,
(14.11.2013).
Arslan, Vasfi, Tasavvufi Açıdan Bediüzzaman Said Nursi‟de Acz ve Fakr
Kavramları, S.D.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı,
Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2013.
Atasoy, İhsan, Nurun Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, Nesil Yayınları,
İstanbul, 2010.
AteĢ, Süleyman, “İhlâs”, DİA.
Azzâvî, Abbas, Hulefâ-i Mevlânâ Hâlid, Bağdat, 1974.
Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Said-i Nursî-Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (I-
III), Timaş Yayınları, İstanbul, 1990.
Bağdâdî, Mevlânâ Hâlid, Halidiyye Risâlesi, Semerkand Yayınları, İstanbul,
2013.
Baktır, Mustafa, “Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi ve Bediüzzaman”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013,
Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Erzurum, 2013.
Balcı, Ramazan, İmam Bediüzzaman; Hayatı, Davası ve Eserleri, Şahdamar
Yaınları, İzmir, 2008.
Bardakçı, Mehmet Necmettin, “Alvarlı Efe ve Hac İbadetine Yüklediği
Anlam”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26

324
Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
___________, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Rağbet Yayınları, İstanbul,
2005.
Basar, Ahmed, “Kisha‟lı Feyzullah Efendi”, Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi, Şubat
2012 sayısı, http://www.gulzarihacegandergisi.com/index.php/makaleler/61-ahmed-
basar/1097-kishali-feyzullah-efendi.html, (12.05.2014).
Bayram, Parvana, “Alvarlı Muhammed Lutfî Efe ile Seyyid Mir Hamza
Nigârî Arasındaki Edebî-Tasavvufî Etkileşimler”, Uluslararası Hâce Muhammed
Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt.
Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
___________, “Seyyid Nigârî‟de İbnü‟l-i Arabî Tesiri ve Vahdet-i Vücud”,
Çokurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Merkezi,
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/eski_turk_ed_ana_0
6.php, (22.06.2014).
Bediüzzaman, Said Nursî, Barla Lahikası, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1995.
___________, Barla Lahikası, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007.
___________, Şualar, Envâr Neşriyat, İstanbul, 1995.
___________, Tarihçe-i Hayatı, Envar Neşriyat, İstanbul, 1995.
___________, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden Hulusi Ağabey‟e
Gönderilen ve Neşredilmeyen Mektuplar, Envâr Neşriyat, İstanbul, 2012.
Beyhan, Mehmet Ali, “Şirvânîzâde Mehmet Rüştü Paşa”, DİA.
Bilgin, Azmi, “Nigârî”, DİA.
___________, Nigârî: Dîvân, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara,
2011.
BirıĢık, Abdülhamit, “Rahmet”, DİA.
Bitlis Halk Sağlığı Müdürlüğü, “Bitlis‟in Tarihi”,
http://www.bitlis.hsm.saglik.gov.tr/bitlis.html, (15.08.2013).
Buhari, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Camiu‟s-Sahih, Dâru‟s-
selâm, Riyad, 2000.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç
Yayınları, İstanbul, 2009.
Ceyhan, Semih, “Üns”, DİA.
___________, “Vecd”, DİA.
CoĢkun, Reşat, “Abdülgani Efendi Hazretleri”, Erzurum Sevdası Dergisi,
http://www.erzurumsevdasi.com/?pnum=207&pt=Abd%C3%BClgani%20Efendi%2
0Hazretleri%20, (14.07.2014).
Çağrıcı, Mustafa, “Cömertlik”, DİA.
___________, “Merhamet”, DİA.

325
___________, “Ezâ”, DİA.
___________, “Sabır”, DİA.
___________, “Şükür”, DİA.
___________, “Edep”, DİA.
___________, “Şevk”, DİA.
___________, “Tevazu”, DİA.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Muhyiddin İbnü‟l-Arabi‟ye Göre Dil-Hakikat
İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel islâm Bilimleri Anabilim Dalı (Tasavvuf), Ankara,
2005.
ÇalıĢkan, Mehmet “Kur‟ân‟da Hikmet Kavramı”, Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sy.2, Temmuz-Aralık 2000.
Çetin, İsmail, Ta‟lîm‟i Asfiyâ, Dilara Yayınları, Isparta, 2009.
___________, Tasavvuf, Dilara Yayınları, Isparta, 2007.
___________, Tasavvuf ve Tevhîd‟de Parlak İnciler, Dilara Yayınları,
Isparta, ts.
Çınar, Fatih, “Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Babası Hüseyin Efendi‟nin Üstadı
Mir Hamza Nigârî”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu
(25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
___________, “Hamza Nigârî‟nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Düşüncesi”,
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı Tasavvuf Bilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2009.
___________, “Mürşîdi Aşk Olan Bir Veli: Seyyid Mîr Hamza Nigârî”,
Somuncu Baba Dergisi, Ocak 2009.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman, Sunenu‟d-Dârimî,
Kahire, 1966.
Demir, Osman, “Yakîn”, DİA.
Demir, Selman, Mahmud Vehbi Efendi, Dergâh Yayınlar, İstanbul, 2005.
Demirci, Mehmet, “Himmet”, DİA.
Develioğlu, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Matbaası,
Ankara, 1970.
Dilek, Mehmet Sait, Taşkesenlioğlu, M. Yasin, “Erzurum‟un Rus İşgaline
Düşüşünün Batı Kamuoyundaki Yankıları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/
dergiler/18/1673/17860.pdf, (12.08.2014).
Düzgün, Dilaver, “Şiirlerinden Hareketle Âşık Sümmani‟nin Hayatı ve
Düşünceleri”, Çizgi, Kültür Sanat İlim ve Düşünce Dergisi, sy.11, Erzurum, 2003.
Ebû Dâvud, Süleyman b. El-Eş‟as es-Sicistânî, Sunen, Çağrı Yayınları-Dâru
Sahnûn, İstanbul, 1992.

326
Edebî Yol, “Eski Türk Edebiyatında Mitolojik Kişilikler: Cemşid”
http://www.edebiyol.com/cemsid-kimdir.html, (23.04.2014).
Ekici, Murat, “Sözleri Hâce Muhammed Lütfi(Alvarlı Efe)'ye Ait
Bestelenmiş Eserlerin Müzikal Analizi”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 2011.
Elmalı, Hüseyin, “Hassân b. Sâbit”, DİA.
Erzurum Belediyesi, “Yetim Hoca”, http://www.erzurum.bel.tr/
news.asp?n=776, (25.03.2014).
Evliyalar Ansiklopedisi, “Alvarlı Muhammed Lutfi (Efe)” Hakikat Kitapevi,
İstanbul, 1994, http://www.bizimsahife.org/Kutuphane/Evliyalar_Ans/A/ea0313.htm
(14.06.2013).
Farsakoğlu Ayşe, Hâce Muhammed Lütfî Efendi'nin Şiirlerinde Dinî ve
Tasavvufî Unsurlar, Doktora Tezi, AÜSBE, Erzurum, 2010.
Fayda, Mustafa, “Ebû Bekir”, DİA.
GöktaĢ, Mehmet, “Alvarlı Efe Dîvânı‟nda Zamâneden Şikâyet”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum)
Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
GöktaĢ, Vahit, “Tasavvuf‟ta İncitmeme Prensibi ve Alvarlı Efe‟nin Bazı
Şiirlerinde İncitmemenin Önemi”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu,
Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Gözitok, Mehmet Akif, “Muhammed Lutfî Efendi‟nin Şiirlerinde Toplumsal
Yozlaşma”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26
Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
Günaydın, Yusuf Turan, “Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ta Yunus Emre İzleri”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013,
Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Erzurum, 2013.
Gündoğdu, Cengiz, “Âşık Sümmânî‟de Aşkın Metafiziği”, Tasavvuf: İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 8 (2007), sy:18.
Gündüz, İrfan, Gümüshanevî Ahmed Ziyauddin, Hayatı, Eserleri, Tarikat
Anlayısı ve Halidiye Tarikatı, Seha Yay., İstanbul, 1984.
Harman, Ömer Faruk, “Kârûn”, DİA.
Hasankale Kültür Portalınız, “Çöğenderli Hacı Salih Efendi Hazretleri”
http://hasankale.org/?islem=paket/sayfaP/sayfa_detay.php&sayfa_id=20,
(22.06.2013).
Heysemî, İbni Hacer, Menâkıb-ı İmam-ı Azam ve Fıkh-ı Ekber Şerhi (Çev.
Ahmet Karadut), Akçağ Yayınları, Ankara, 1982.
Ġbn Kesîr, Ebu‟l-Fidâ İsmail, Tefsîru‟l-Kur‟âni‟l-„Azîm, Beyrut, ts.

327
Ġbn Mâce, Muhammed b. Yezîd, Sünen, Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn,
İstanbul, 1992.
Ġbrahim Hakkı Erzurumlu, Marifetnâme, Bedir Yayınları (Haz. M. Faruk
Mercan), İstanbul, 1997.
Ġslamoğlu, A.Hamdi, Alnıaçık, Ümit, Sosyal Bilimlerde Araştırma
Yöntemleri, Beta Yayınları, İstanbul, 2014.
ĠĢcan, Yaşar, “Açış Konuşması”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî
(Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz
Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Kara, Mustafa “Fenâ”, DİA.
___________, “Havf”, DİA.
___________, “Hikmet (Tasavvuf)”, DİA.
Karaca, M. Lütfi, “Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Şiirlerinin Umumi Tahlili”,
Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, 1996.
KaradaĢ, Cağfer, “İmam Rabbânî ve Îtikâdî Görüşleri”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bursa, 2000, sy.9.
KarataĢ, Süleyman, “Osmanlı Eğitim Sisteminde Batılılaşma”, Afyon
Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Haziran, 2003, cilt.5, sy.1.
Kartal, Abdullah, “İmâm-ı Rabbânî‟nin Vahdet-i Vücûd Eleştirisi ve
Tarihsel Arkaplanı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bursa, 2005.

Kavak, Abdulcebbar, “Hâlidiyye Medreselerinin Anadolu‟daki İlmî ve


Kültürel Hayata Katkıları”, Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslâmî İlimler
(Uluslararası Sempozyum), Bingöl Ünv. Yayınları, Bingöl, 2013.
Kaya, Hakan, XVII. Yüzyılda Osmanlı Toplumunda Nakşibendîlik (İstanbul,
Diyarbakır, Bursa), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2011.
Kaya, Murat, “Alvarlı Efe Hazretleri”, http://www.yagmurdergisi.com.tr
/archives/konu/alvarli-efe-hazretleri, (21.06.2013).
Kılıç, Cevdet, “Osman Bedreddin Erzurumî‟nin Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri
(Harput‟ta Yaşamış Bir Erzurumlu Âlim ve Mutasavvıf)” Atatürk Ünv. İlahiyat
Fakültesi, Türk-İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyum Bildirileri.
Kılıç, Rüya, Osmanlı Devleti‟nde Yönetin-Nakşibendî İlişkisine Farklı Bir
Bakış: Hâlidî Sürgünleri, Tasavvuf Dergisi, sayı 17.
Kındığılı, Muhammed Lütfü, “Alvarlı Muhammed Lutfî Efe ve Ailesine Ait
Mezar Taşları”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-
26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
Kırca, Celal, “Âd”, DİA.
Kırkıncı, Mehmed, Hayatım-Hatıralarım, Zafer Yayınları, İstanbul, 2004.

328
Kıyıcı, Selahattin, “Doğunun Büyük Âlimi Erzurum Müftüsü: Solakzâde
Muahmmed Sâdık Solakbay”, Yeni Ümit Dergisi, http://www.yeniumit.com.tr/
konular/ detay/dogunun-buyuk-alimi-erzurum-muftusu--solakzade-muhammed-
sadik-solakbay, (11.09.2013).
___________, “Alvarlı Muhammed Lutfi Efendi”, DİA.
Kiremitçi, Ferdi, “Alvarlı Efe Dîvân‟ındaki Gazellerin Edebî Sanatlar
Açısından Estetik Değeri”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu,
Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Köle, Bekir, “Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Hülâsatü‟l-Hakâyık Adlı
Eserinde Nefis Algısı”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu,
Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
KuĢeyrî, Abdülkerim, Kuşeyri Risâlesi, (çev. Dilaver Selvi), Semerkand
Yayınları, İstanbul, 2011.
Kutlu, Hüseyin, Efe Hazretleri Alvar İmamı Muhammed Lutfî Efendi, Sûfî
Kitap Yayınları, İstanbul, 2013.
___________, Hâce Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri) Hayatı, Şahsiyeti ve
Eserleri, Damla Yayınevi, İstanbul, 2006.
___________, “Hâce Muhammed Lutfî (Efe Hazretleri)”, Uluslararası Hâce
Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum)
Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
___________, “Hülâsatü‟l-Hakâyık‟ın Derlenmesi, Neşri, ve Efe
Hazretleri‟nin Hatıratının Tespiti”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu,
Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Kutluer, İlhan, “İnsan”, DİA.
___________, “Düşünme”, DİA.
___________, “Hikmet”, DİA.
Küçük, Hülya, - Ceyhan, Semih, “Râbia el-Adeviyye”, DİA.
Küfrevî, Vahyeddin, Pîr Muhammed Küfrevî Hazretleri, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 2013.
Lûtfî Efendi, Hâce Muhammed, Hülâsatü'l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce
Muhammed Lütfî, Damla Yayınları, İstanbul, 2011.
Mâlik b. Enes, el-Muvatta, Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, İstanbul, 1992.
Mardin, Şerif, Bediüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye‟de Din ve
Toplumsal Değişim, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990.
MemiĢ, Abdurrahman, “Hâlid-i Bağdâdî‟nin Halifeleri”, Yüzüncü Yıl
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Van İl Müftülüğü, Uluslararası Mevlana Halid-i
Bağdadi Sempozyum Bildirileri (Ed. Erdal Baykan, Mehmet Keskin), TDV
Yayınları, Ankara, 2012.

329
___________, Hâlidî Bağdâdî ve Anadoluda Hâlidîlik, Kitabevi Yayınları,
İstanbul, 2000.
___________, “Hâlidilik ve Osmanlının Son Dönemindeki Etkileri”, Osmanlı
Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi Tebliğleri-1999, (Der. Hidayet
Yavuz Nuhoğlu) İstanbul,2001.
Müslim, Ebû‟l-Huseyin Müslim b. Haccâc, es-Sahih, Dâru‟s-selâm, Riyad,
2000.
Nal, Sabahattin, “Demokrat Parti'nin 1950-54 Dönemi Din Siyaseti”, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/
42/447/5035.pdf, (10.10.2013).
Nazik, Sıtkı, “Alvarlı Efe Hazretleri Üzerinde Fuzûlî Tesiri”, Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum)
Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Nesefî, Ömer, Açıklamalı Ömer Nesefî Akâidi Tercümesi, (Haz. Bekir
Sırmabıyıkoğlu), Yasin Yayınları, İstanbul, 2012.
Okudan, Rifat, Hasan Ünsî ve Tasavvufî Görüşleri, Fakülte Kitabevi,
Isparta, 2007.
___________, İbnu‟l-Fârıd ve İlâhî Aşk, Dilara Yayınları, Isparta, 2012.
___________, “Tasavvufî Şiirde Muhabbetullah ve Alvarlı Hâce Muhammed
Lutfî Efe‟nin Şiirlerinde İlâhî Aşkın Tezâhürleri”, Uluslararası Hâce Muhammed
Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt.
Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Okur, Salih, “Osman Demirci Hocaefendi İle Röportaj”,
http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=5&sec1=37&yazi_id=4586&
menu=1, (12.08.2013).
___________, “Alvarlı Efe Hazretleri (1868-1956) 1.bölüm”,
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1752&ctgr_id=99 (25.07.2013).
___________, “Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman”,
http://www.bediuzzamansaidnursi.org/ icerik/ muhammed-luetfi-efendi,
(25.07.2013).
Okuyucu, Cihan, “Efe Hazretlerinin Hayata ve İnsana Bakışını Özetleyen Bir
Şiiri: Hazer Kıl Kırma Kalbin Kimsenin Canını İncitme”, Uluslararası Hâce
Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum)
Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Öcal, Mustafa, “İlahiyat Fakültelerinin Tarihçesi”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl. 1 (1986), sy.1.
Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA.
Özkan, Ahmet, “Alvarlı Efe‟de Olgunlaştırıcı Bir Unsur Olarak Dert”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013,
Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Erzurum, 2013.

330
Özköse, Kadir, “Erzurum‟da Faaliyet Yürüten Hâlidî Şeyhleri”, Atatürk Ünv.
İlahiyat Fakültesi, Türk-İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyum Bildirileri,
Erzurum, 2007.
___________, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yüklediği Anlam”,
http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/338.pdf, (13.05.2014).
Özön, Mustafa Nihat, Büyük Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkilap ve Aka
Kitapevleri, İstanbul, 1979.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur‟ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, Esma
Yayınları, İstanbul, 1985.
Pasinler Kaymakamlığı, “Tarihi Değerler”, http://www.pasinler.gov.tr
/tarihi_degerler.aspx, (22.06.2013).
Revnakoğlu, Cemaleddin Server, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve
Marifetnamesi, Harf Yayınları, İstanbul, 2011.
Risale-i Nur Enstitüsü, “Bediüzzaman Hangi Tarihte Doğdu”, Köprü
Dergisi, http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi
&YaziNo=502, (25.09.2013).
Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü‟t Tefâsir (Ter. ve Tah. Sadreddin Gümüş,
Nedim Yılmaz), Ensar Neşriyat, İstanbul, 1995.
Salihî, İhsan Kasım, Kendi Dilinden Bediüzzaman Said Nursî, Şahdamar
Yayınları, İzmir, 2008.
Sancar, M.Nureddin, Tillo Evliyâları, Şefkat Yayınları, İstanbul, 2005.
Sarıkaya, M. Saffet, "Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinde Dinî Tarikat ve
Cemaatlerin Toplumdaki Yeri" SDÜ Fen-Edebiyat Fak. Sosyal Bilimler Dergisi,
Isparta, 2000, sy.3.
Soysaldı, H.Mehmet, “Kur‟an Semantiği Açısından Takva Kavramı”, Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Elazığ, Sy: 1.

ġahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Nesil


Yayınları, İstanbul, 2004.
___________, Son Şahitler, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004.
ġimĢek, Halil İbrahim, “Mehmed Emin Tokâdî”, DİA.
___________, “Alvarlı Muhammed Lutfî‟nin Nakşbendî-Hâlidî Silsilesi”,
Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013,
Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları,
Erzurum, 2013.
ġimĢek, Selami, “Alvarlı Efe‟nin Kâdirîliğe İntisâbı ve Hülâsâtu‟l-hakâyık‟ta
Kâdirîlik”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26
Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.

331
Taberî, Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr, Taberî Tefsiri (Ter. Mehmet
Keskin), Yeni Neşriyat A.Ş, İstanbul, 1995.
Tan, Zeki, “Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‟nin Talebelerinden Seyyid Tâhâ el-
Hakkârî”, Iğdır Üniversitesi / Iğdır University Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of
Social Sciences Sayı / No. 3, Nisan / April, 2013.
TaĢ, Kemaleddin, “Tanzimat ve Batılılaşma Hareketlerine Sosyolojik Bir
Yaklaşım”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, sy.7.
TaĢkesenligil, İbrahim, “Taşkesenli”, DİA.
Tek, Abdurrezzak, “Alvarlı Efe Hazretleri‟nin Dîvân‟ında Tasavvufî
Kavramlar Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26
Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, Dâru‟s-selâm, Riyad, 2000.
Tosun, Necdet, Bahaeddin Nakşibend Hayatı Görüşleri Tarikatı, İstanbul,
2002.
___________, “İmâm Rabbânî‟ye Göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd”,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), 2009,
sy:23.
___________, “Sûfî Gözüyle Hac”, Tasavvuf Dergisi, sy.25 (2010/1).
Tümer, Günay, “Âzer” , DİA.
Türer, Osman, “Alvarlı Efe‟nin Şiirlerindeki Nasihatlerinde Öne Çıkan
Temalar”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26
Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi
Yayınları, Erzurum, 2013.
Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük, http://tdk.gov.tr/index.php?
option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52f4378121d155.59234726,
(07.02.2014).
___________,"Efe" ve "Efendi", http://tdkterim.gov.tr/bts/ (22.06.2013).
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul,
2002.
___________, “Fakr”, DİA.
___________, “Kalb”, DİA.
___________, “Hâlidiyye (Anadolu‟da Hâlidilik)”, DİA.
___________, “Belâ”, DİA.
___________, “Tövbe”, DİA.
___________, “Hâdim”, DİA.
___________, “Recâ”, DİA.
___________, “Dehşet”, DİA.
___________, “Mârifet”, DİA.

332
Vassaf, Osmanzâde Hüseyin, Sefine-i Evliyâ (Ed. Ali Yılmaz), Kitabevi
Yayınları, İstanbul, 2006.
Çiçek, Yakup, “Tibyanü Vesaili‟l-Hakaik fi Beyan-i Selasili‟t-Taraik‟a Göre
Mevlana Halid Bağdadî”, Uluslararası Mevlana Halid-i Bağdadi Sempozyum
Bildirileri, T.D.V Yayınları, Ankara, 2012.
Yaran, Rahmi, “BİLMEN, Ömer Nasuhi”, DİA.
Yavuz, Hulûsi, “Ahmed Hulusi Efendi”, DİA.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Vücûd”, DİA.
Yeni, Fâik, “Ataköylü Âlimler”, www.faikyeni.com/app/download/14851264
/ATAK%25C32596YL%25C3%259C%2B%25C3%2582L%25C4%25B0MLER.do
cx+&cd=6&hl=tr&ct=clnk&gl=tr, (22.05.2013).
Yetik, Erhan, “Hayret”, DİA.
Yıldırım, Birol, “Alvarlı Muhammed Lutfî Hayatı ve Hulâsatü‟l-Hakâyık
Adlı Eserindeki Ahlâkî Unsurlar”, Yüksek Lisans Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Van, 2003.
Yılmaz, H.Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yayınları,
İstanbul, 2010.
Yılmaz, Mehmet Nuri, “Açış Konuşması”, Uluslararası Hâce Muhammed
Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt.
Cengiz Gündoğdu, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Yılmaz, Necdet, “Alvarlı Efe‟nin Babasının Şeyhi Hamza-i Nigârî ve
Alvarlı‟ya Tesirleri”, Uluslararası Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe)
Sempozyumu (25-26 Nisan 2013, Erzurum) Bildiriler, Edt. Cengiz Gündoğdu,
Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum, 2013.
Yolcu, Muhsin, “Bir Erzurum Şâiri Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi”,
Yağmur Dergisi, http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/bir-erzurum-sairi-
ketencizade-mehmet-rustu-efendi, (16.05.2014).
Yunus Emre, Yunus Emre Dîvânı, (Neşreden Mustafa Tatcı), MEB Yay.
İstanbul, 2005.
Yüce, Abdülhakim, “Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna”, Tasavvuf
Dergisi,http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/260629630_14.6.pdf,
(12.12.2014).

333
ÖZ GEÇMĠġ

KiĢisel Bilgiler :

Adı ve Soyadı : Salih ÇORUH

Doğum Yeri ve Yılı : Yusufeli, 18.11.1976

Medeni Hali : Evli

Eğitim Durumu :

Lisans Öğrenimi : Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Yüksek Lisans Öğrenimi: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler


Enstitüsü

Yabancı Dil(ler) ve Düzeyi :

l. Arapça (İyi)

2.İngilizce (Orta)

ĠĢ Deneyimi :

1. Radyo Proğram Yapımcılığı ve Sunuculuğu (1996-2008)

2. İ.H.L Meslek Dersleri Öğretmenliği (2008-2015)

Bilimsel Yayınlar ve ÇalıĢmalar :

l. Yüksek Lisans Tezi: Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi‟nin Tarikatı ve


Tasavvufî Görüşleri

You might also like