Professional Documents
Culture Documents
Nihat Keklik - Muhyiddîn İbn Ül-Arabî Hayâtı Ve Çevresi PDF
Nihat Keklik - Muhyiddîn İbn Ül-Arabî Hayâtı Ve Çevresi PDF
NİHAT KEKLİK
(H û
( J ta r t ı
ve
evresi
İsteme Adresi
Çığır Yayınları Ltd.Sti.
Baz Müsahip Sok. Talaş Han 102
Tel : 22 60 51 Cagaloglu
Bu hitap
İhn’ül-arabî’nin adından hmıa ilk defa bahseden
baham : H. NasûM KeMih'e
büyük saygvmm bir ni§ânesi olaraic
itilâf olunmuştur.
N. Kehlih
BÜYÜK MATBAA
İÇİNDEKİLER
Bibiiyo-grafya
İ)nsös . -................................................................................................................ 5-11
I. BÖLÜM
ÎB N ’Ü L-A RABÎ’DE A K IL ve ÎN A N Ç
II. BÖLÜM
ÎB N ’Ü L-A R A B Î’N ÎN H A Y Â T I
— 6 —
hh- m adde âlemi olm adığı için burada tecrübe değil sâdece akıl üstü
bahis konusudur-s
Aklın bu sahadaki keşifleri ise bize özellikle m e f h û n ı’Iarı ve
m â n â'ları öğretir. Bu sûretie m üfrit .gltıîcıhk, m a t e r y a l i z m
adım alan ve sâdece m a d d e ' ( = materi^^ ebedîlik, tamya^^^^
ondan başka b ir .gerçek tanım ayan doktrine giderken, onun aksine; mad-
dehin â. I " bTdüIunu~iddiâ ederek, a sıl h ak îk at'ın m ânâ ve fi-
'kir ( —idea) içinde olduğunu kabul ve iddiâ edenler de i d e a I î z m ’e
ulaşm aktadır.
işte İb n ’ül-arabı bu iki ayrı ve zıd yönleri çok güzel uzlaştırm ış
ve doğru olan ortayı bulm uş bir düşünürdür.^Şöyie ki:
Ç bn'ül-arabî’ye göre a k ı 1, bâzı cüz’î hâkikatları kavram ak için
lüzum ludur. Meselâ başlangıçda inançlar’ımıza akıl sâyesinde b ir yön
verm ek îcâb eder. F akat akıl bu ödevini yaptıktan sonra, son hududuna
erişince orada duracak ve m adde âlem inin ö t e 'sindeki varlık şâha-
sını kavram aktan âciz kalacaktı!’. Böyîe b ir noktada m âdem ki akıl d u r
m aktadır o halde «ak-I üstü varlık» sâhasında bizi doğruya götürecek
tek şey i n a n c ’ımız olm alıdır) İşte hem a k ı 1 ' a hem de onu
tâkîb eden i n a n c ’ a karşı gerçekçi ve uzlaştırıcı örnek, kanâati
mizce burada görülm ektedir. Şu halde Îb n ’ül-arabî’nin hâyatm ı doldu
ran tabiat üstü hâdiseleri, böyîe b ir görüş ışığı altında değerlendirm ek
ve onun felsefesinde «insan aklı» na yapılan hücum ları a k ı, 1 ' ı tam
m ânâsıyla i n k â r olarak değil, daha çok —insan aklına hududsuz
bir kudret m ânâsını verenlere karşı— insan akim ın h u d u d 1 u ol
duğunu i s b â t şeklinde anlam alıdır. Bu sûretie de, kendisinin nak
lettiği «tabiat üstü» hâdiseler hem yanlış tefsir edilm ekten kurtulm uş
olur hem de bu gibi hâdiselerin akıl üstü varlığa ait olduğu meydana
çıkar.
Kısaca dokunduğum uz b u prensipler kitabım ızın, daha doğrusu
İbn ul-arabî’nin anlaşılm ası için dâim a göz önünde tutulm alıdır. Aksi
halde İbn ul-arabî, —kendi devrinde tanıdığı kim selerden i ş i t t i ğ i
ve g ö r d ü ğ ü tabîat-üstü hâdiseleri anlatm asına b ak arak — ya b ir
«kerâm etçi» telâkki edilir yâhut da sâdece hududsuz b ir «insan aklı»
na inanıp m addî olm ayan varlık sahasını inkâr edenlere hedef olu r ve
uydurm a şeyler anlatan bir kim se şeklinde tefsir edilir. Biz ise ka
nâatim izi biraz önce açıkça belirtm iştik; Onun hayatı ve hayatını dol
duran tabiat üstü hâdiseler, İbn-ül-arabî'nin felsefesine b ir g i r i ş'-
dir. Bu hâdiseler b irer hâdise olm aktan daha çok, onun insan aklı'na
verilmesi gereken asıl değerin açıklayıcı u n su rları sayılmalıdır. Kendisi-
— 7 —
îlin hayaîııu anlatm asdan önce, bu konuyla doğrudan' doğıvöjja bağli:
olan «akîl» ve «akıl üstü» meselesini de bu sebeble ayni çerçesfe içinde
dikkate alm ak icab etm ektedir. (Bk. b r. I. B'ölÜTn.)^
— 8 —
iŞte İb n ’ül-arabî'nin hayatını bu ana devrelere ayırdıktan sonra,
şim di de bu büyük şahsiyetm Avrupa çevrelerinde kim ler tarafından
araştırıldığını kısaca belirtelim : Çünkü İb n ’ül-arabî sadece İslâm m em
leketlerinde değil fak at ciddî ve ilm î araştırm alara hedef olm ak üzere
bâzı ünlü avrupalı araştırıcıların da dikkatini çekm iştir. Endülüsde
yaşam ası dolayısıyla, îspanyalı m eşhur bilgin Miguel Âsin y Palacios
(ölm. 1940) taıafın d an ele alınm ış ve bu âlim in İb n ’ül-arabî hakkında-
ki çalışm aları aralıklı olarak yirm i altı yıl sürm üştür. (1905-Î931)
B undan başka H.S. Nyberg’in, H.Corbin'in, A.PeıHer’in Dr. Afiri’-
nin ve bilhassa tasavvuf sâhasm daki araştırm alarıyla otorite haline gel-'
rniş olan R. A. N iclıolson’un vs. çalışm aları îb n ’ül-arabî'yi avrupâî bir
anlayışta tasvir etm işlerdir. F akat bunlarda,n ilki istisnâ edilecek olur
sa, diğer bütü n saydıklarım ız ve h a ttâ bu rad a ism ini anm adıklarımrz
İbn-ül-arabî'nin sâdece bâzı cepheleriyle meşgul olm uş ve tam bir
İb n ’ül-arabî m onografisi m eydana getirem em işlerdir. Rom Landau, vs.
gibi ufak araştırm a yapanlar ise ayni d urum dadırlar ve İb n ’ül-arabî me
selesini geniş ve etrafh bir şekilde ele almazlar. Çok sathî oldukları için
burada ism ini dahî anm adıklarım ızdan başka son olarak tü rk bilginle
rinden m erhûm Prof. Mehmed Ali Aynî’nin (Alıraed Reşid bey ta
rafından fransızcaya tercüm e edilerek neşredilen) araştırm ası bunlara
ilâve edilecek olursa, îbn'ül-arabî hakkında «avrupâî» tarzda yapılmış
olan araştırm aların kadrosu kendiliğinden ortaya çıkar.
Endülüsde doğduğu ve İspanyol k ü ltü r tarihiyle yakından ilgili ol
duğu için İspanyol bilgini îvl. Asin y Palacios tarafından ciddiyetle ted-
kik edilmesi ne k ad ar yerinde ise, ib n ’ül-arabî, Anadolu k ü ltürünü et
kilemesi ve bu arad a Sadreddin Konevî ( 1 2 Î 0 - 1274)* isim li büyük türk
dâhisini hazırlam ası bakım ından da Türkryedeki araştırıcılar tarafın
dan tafsilâtlı ve ilm î b ir şekilde ele alınm ası o kadar yerinde olur. Fa
kat şimdiye k ad ar Türkiyemizde onun hakkında yapılan araştırm alara
bakacak olursak, b u çalışm aların son derece m u h tasar ve sathî olduk
ları derhal dikkatimJze çarpar. Şu halde b ü tün eserlerini dikkatli ve
sabırlı b ir şekilde okuyarak gerekli n o tlar tesbît edildilîten sonra
Îbn'ül-arabî’nin esaslı b ir şekilde incelenmesi son dei'cce lüzumlu ve
gerekli b ir işdi.
i Biz —büyük b ir iddiada bukm jııaksızm — ve belirttiğim iz tenkitle-
Sadreddi:.-! K onevî’n in lasavvufî-felsefî î.isl.cnî ilk dc';'i olarak tarafım ızd an ele ahn-
mı.ş ve kendisi hakkında, hiç b ir araşlirm a. bulu n m ay an b u hüylik l.iirlt ciâlıîsinin'
diiçüncsIeri özel b ir a ra ştırın a hâlinde o rîava IvonniLişlur. bk. M ihat K ek lfi,
S a d rs d d îa K onevî'nin Felsefesinde Alîah, ÎCâinât ve în ssıı, İsta n b u l, Î966
— 9 —
ri ve hatâları aynen işlem ekden m üm kün m ertebe sakınarak, onuru
500’den fazla tu tan b ü tü n eserlerini okum ak sui'etiyle böyle b ir boşlu
ğu doldurm ağa çalışacağız.)Bu sûretle:
K ayatı ve çevresi,^serleri,'^V arlık na 2arİ 3?esi,'*Allah nazariyesi,*İn-
san nazariyesi, netice ve ilâveler olm ak üzere ayrı ciıdler halinde neşre
dilecek olan b u külliyat, tü rk okuyanlara sunulacaktır.
Bilgi sever okuyanlara İb n ul-arabî'yi tanıtm ak isterken tek gaye
miz onu, m.ümkün olduğu kad ar açık ve anlaşılır b ir şekilde îzâh et
meğe çalışm aktadır. F akat şurasını da unutm am alıdır ki, İbn'ül-arabî-
nin henı aniaşilm ası hern de anlatılm ası güç olan fikirlerini sâde yq
anlaşılm ası kolay b ir şekilde nakletmeğe çalışm akla beraber bazı fikir
lerin izâhı, âdetâ b ir hikâye kitâbındaki gibi kolay olm ayacaktır. Böyle-
b ir zorluk ise, kasdî ola.rak m eydana getirilen sun’i ifâdelerden değil,
bizzat felsefî düşüncelerin kendisindeki zorluktan ileri gelmektedir.
Son olarak önemli gördüğümüz b ir noktaya daha dokunm ak iştl-
j^oruz. Bilindiği gibi îb n ’ül-arabî'ye «en büyük şej'h» anlam ına gelen
Şeyh-i Ekber lâkabı verilm iştir. Ş e y h ismi üstad, başkan, hoca,
yaşlı vs. gibi anlam lara gelir ve esâs olarak «yaşlanmak» m asdarm dan
türetilm iştir.|,A raplarda b ir kabilenin başkam na b u isim verildiği gibi,,
ayni isim her sâhada ö n d e r sağalabilecek kim selere de verilm iş
tir. Meselâ gram er ilm indeki büyük ve tanınm ış bilginlere de ş e y fe
denilir. F akat m emleketim izde kullanılan anlam ıyla ş e y h , daha",
çok «tarikat şeyhleri» m ânâsına getirilm ektedir. Böyle olunca da Seyh-ı
ekber denildiği zam an İb n ul-arabî'nin de «en büyük ta rik at şeyhi» ol
duğu zannedilm ekte ve kendisi böjfle b ir çerçeve içinde dikkate alın
m aktadır. H albûki bu m ânâdaki şeyhlik ile onun hiç bir ilgisi 5roktur.
Çünki İbn ul-arabî’nin kendisi «tarikat» kabilinden b ir şey kurm uş de-
ğildir.'JIbn ul-arabî, ilerde yeri geldiği zaman zikredeceğimiz gibi «şeyh»
deyimini Allah ile İnsan arasında b ir nevî «m utavassıt» teâkkî eden
İbâhîler'i eleştirirken onların b ir «şeyh-i kebîr»e yânî «büyük şeyh»e-
inandıklarım söyler ve b u sebeble de İbâhîler için «aşağının aşağısı»-
tabirini kullanır. Şâyet İbn ul-arabî dahî buradaki m ânâsıyla isim lendi
rilecek olsaydı, kendisi böyle b ir unvanı elbette ki kabûl etmezdi. Çün
ki b u anlam da «Büyük Şeyh»e inananlar onun nazarında şiddet ve ha-
kâretle reddedilirken, kendisi «En Büyük Şeyh» unvânım nasıl kabul
edebilirdi? Şu halde İb n ’ül-arabîye verilmiş olan ş e y h unvânı bu
anlam da değil fakat genel anlam da yani bilgi ve m ârifetde ö n d e r
m ânâsında telakki edilmelidir. Y ukarıdaki açıklam alar karşısında
ş e y h kelimesinin mem leketim izde halk arasında yaygın olan « ta rik at
— 10 —
şeyhliği» m ânâsından dolayı biz onun hakkındaki «Şeyh-i ekbei’» laka
bından işte bu sebeble sarfı nazar ettik ve kitabım ızda kendisini sâdece
«İbn’ül-arabî» ismiyle anm aja uygun gördük, (bk.br.s. 51 ve not. 12G).
Bu araştırm ada İbnÜ î-arabî'deıı yapılan aktarm alard a keliiüelere
değil m etinlerin rûhuna sadık kahnm ıştır. Çünki arapça m etinleri
türkçem ize çevirirken çoğu zam an arapçanm etkisi altında kalına.rak,
sâdece kelim eler tercüm e edilmiş oluyor ki, asıl m eündeki m azm ûnlar
bu suretle rengini kaybederek anlaşılm ası güç b ir ifâde haline gelmiş
oluyor. Bizim. m.aksadımız ise bu değildir. Biz, harfiyen tercüm e zarû-
reti olm adıkça m etinleri ve anlatılm ak istenen şeyleri anlaşılm ası kclay
ve LÜrkçemizin bünyesine uygun b ir şekilde nakletmeği tercih ettik.
B u araştırm ad a ortaya çıkarılan sâdece İb n ’üî-arabî’nin hayâtı
değil fakat onun devrinde şöhret kazanm ış olan diğer sûfüerin de te r-
cüme-î hâl'idir. Bilhassa M ağrib ve Endülüsde şöhret kazanan fakat
kendileri hakkında tatm in edici bilgi bulunm ayan büyük sûfilerin bıâl
tercüm elerine d âir İbn ul-arabı’nin eser]ei"inden çıkardığmıız bilgiler,
bu konuda belki de ilerki araştırm alar için hareket noktasını teşkil
edecektir.
Kitabım ızı hazırlarken büyük gayret ve itin â gösterdiğimJz, onun
birçok eserlerini dikkat ve sabırla okuyup fişlediğimiz halde, h er eser
ve araştırm ada bulunabilecek eksiklikler b u araştırm ad a da zamanla.
ortaya çıkacak ve pek tabiî olarak bu n lar —înşâallâh— ilerki baskılar
da telâfi edilip .tam am lanacaktır. Böyle b ir noksanı peşin olarak kabûl'
etm ek îcâb eder. Çünkü :
Tam ve hatasız olm ak sâdece Allaha m ahsustur...
N ihat Keklik
— 11 —
I. B Ö L Ü M
AKIL ve İNANÇ
— 12 —
Câhil oldı,tgunu b i l e n , sâdece bir defa câhildir, l'akat
Câiıil olduğunu b i l m e y e n ise, iki defa câhildir! ( 6 )
Görüldüğü gibi ilmin kadrini b u kad ar yücelten. îbn'ül-arabî, sadece
b u gibi özdeyişlerle değil fakat b ü tün öm rü boyunca «bilgi» yi övmüş
tür.
Bilgi, ayni zam anda insana m üsâniaha yâni hoş görm e duygusunu
da verir. Bilgisiz insan, kendisindeki b u noksanlığı gizlemek için dâim â
başkalarını küçüm ser. İşte asıl cehalet ( = bilgisizlik) de buradadır.
İnsanın için asgarî bilgi, «bilmediğini bilmek» yâni bilgisiz olduğundan
hiç olmazsa haberdar olm aktır. Bunun aksine : b ir insan şâyet «bilme
diğini bilmiyorsa» yani bilgisizliğinin farkında değilse, işte asıl katm er
li bilgisizlik te budur. N itekim biraz önce Îb n ’ül-rd'abînin bu konuda
n.?.kiettiğimiz sözü, bunun en vecîz ve en özlü ifâdesidir.
B ilginin insana m üsam aha (tolerans) du 5'gusunu verdiğinden
bahsetm iştik. Gerçekten de başkalarm ı hoş görmek, en büyük fazilet
lerden b ir tanesidir. İslâm târihinde m üsâm aha’nın birçok güzel örnek
lerine şâhit olm ak m üm kündür. Meselâ Bizans üzerine b ir sefer yapan
abbâsî halifesi M e'mûn (m. 813-833), bugünkü U rfa’m n eski yerinde
.yani R uhâ’da, uzun boylu, iri yarı siyah sakallı bâzı insanlara tesadüf
etm iş ve onların hangi d î n'e m ensup olduklarını sorm uştu. Müs
lüm an veyâ hristiyan veya j^ahûdî olmadıklarını, öğrenince, sefere de-
vâm. edeceğini fakat dönüşüne kad ar «Hakk dîni» sayılan dinlerden h e r ,
hangi b ir lânesine (!) girm edikleri takdirde onları cezâîandu'acağım
haber verm işti.
Dikkat edilirse, Me’mûn onlara sâdece İslâm lığı şart koşm uş olma
yıp ancak b ir «hakk d îni»ni tavsiye etm işti. B u m üsam ahaya ilâve
olarak daha büyük b ir toleransı da ayni hâdisede şöylece gösterm iştir:
Me'mûn, bu «sefer» den avdet ederken yine o şehirden yâni R u h a-
dan geçmiş ve ayni kim selerin herhangi b ir dîn e girip girm ediklerini
sorm uştur. Bu defâ ayni şahıslar K ur'ân'da ad lan geçen ve hakk yo
lunda oldukları haber verilen Sâbiîler'den (bk. K u ra n , V/69) sayıldık
larım bildirince, İslâm halîfesi onlara biç dokunm adan hilâfet, m erke
zine dönm üştür. Circi Zîdân’m İslâm Medeniyeti T ârih in e dair olan
eserinden naklettiğim iz bu fıkradan daha güzelleri, ayni konuda eser
verenlerin kitaplarında da m evcuttur.
Biz bu konudaki nakiller üzerinde daha' fazîa durm ayarak .şimdi
(6) F u tû lıât, c. 2, s. 169 (19): krç. N. K eklik, Allah,. K â in a t ve fusan,. s, 143 ve n.. 592:
— 15 —
de bilgi sâhibi kim selerin m üsâm aha duygusu hakkında İbn'ül-arabî’nin
düşüncelerini bahis konusu etm ek istiyoruz.
Bilindiği gibi, eskiden beri İslâm dünyâsında çok revaçta olan şey,
çeşitli düşünürlerin birbirini «kâfirlik» le ithâm etmeierydi. Bilhassa
en çok hücûm â ,uğraj'anlar da «feylesoflar» (msl. F^ırâbî, İbn Sinâ
İbn Rüşd.) olm uştur. ^İbnul-arabî, feylesoflarnı d i n s i z olduğunu
iddia edenlerin yanıldığını, çünkü onların gerçekten dinsiz olm adıkları
nı hatırlatarak (7), «herkese gelişi güzel kâfir demeyin» nasihatuıda
bulunul,-) ( 8 ).
İlerdeki bölüm lerde bunun birçok örneklerine daha şahit olacağız.
İb n ’ül-arabî ye göre i^eygamberimiz dahî uzlete (yalnızlığa) çekilmiş
•olaj?. râhiblerin yâni papazların öldürülm esini yasak etm iştir (9). İşte
Lu noktada dikkatlerin çekilmesi îcâb ediyor; Selâhaddin Eyyûbî
(ölm . 1199) zam anlarında j^aşayan îb n ’ül-arabmin bu çeşit sözleri bize
nakletm esi üzerinde biraz düşünmem iz icab eder. Çünkü Selâhaddîn
Eyyûbî zam anında, hristij^an âlem i’nin el birliği yaparak İslâm ülkele
rin d e saçmış oldukları vahşet ve zulümler, Haçlı Seferleri adıyla, az
<çok herkesin m alûm udur. Bu gibi hristiyan düşm anhklarm in daha ya-
ralarm m kapanm adığı o sıralarda b ir İslâm m ütefekkiri olan İbn ul-arabî
çıkıyor ve b u neviden yum uşak ve afvedici, hoş gören ikâzlarda bulu
nuyor. İşte bu gibi afvetme ve hoş görme duygusu İbn ul-arabî’nin in
dinde ancak b i l g i sayesinde m eydana gelm ektedir.
B ütün bunlara rağm en İbn'ül-arabî'nin bizzat kendisi de bâzı İs
lâm ulem âsının ve bilhassa İcadı’larm (fıkıh bilginlerinin) hücûm una
uğram.ıştır. Bu m ütaassıp kim selerin İbn'ül-arabî'nin aleyhinde yüz
lerce fetvâ verdiği bilinm ektedir. Belki de bu sebebledir ki o da, (bıçak
kemiğe dayanınca) bu nevî m utaassıp fakîh'Ieri Firavunlara ve Dec-
c a l’lara benzetm ekten kendini alam am ış ( 10) ve böyle b ir davranışa
sahip fakîh'lerin yolundan gidilm.emesini; «fakîhler gibi yapmayın» söz
leriyle tavsiye etm iştir (11). CH attâ kendisi de b ir sûfî olduğu halde
bâzı sûfîleri tenkîd e tm iş tirj( 12 ).
Bu gibi istisnâî d urum lar b ir yana : îb n ’ül-arabî herşeyden önce
m üsam ahaya dayanan o rta yoî'u benimseyen b ir düşünür olup, bu çer-
— 14 —
çeve içinde bilgi’ye değer verm iştir. Bu O rta Yol, gerçekten de çok
önem lidir. Çünkü bâzen İb n ’ül-arabî’yi bâtınî j^ani K ur'ânda gizli ve iç
( s e m b o l i k ) m ânâlar arayan b ir kim se zannetm ek tehlikesi baş göster
m ektedir. Diğer ta ra ftan onun b ir zâhirî olduğu intibâı da uyanabilir.
( ^ Z â M r îlik bilindiği gibi K ur’ânda zahir yâni dış m ânalara bakan ve
îe ’vîl kabûl etmeyen görüştür^fOj'sa tbn'ül-arabîye g ö r e burada adı ge
çen her iki yol dahî yanlıştır : Evvelâ zahirilik, putperestliğe (tecsîm 'e)
giden b ir yoldur. Kendisine göre bâtınilik k ö tü ’dür; zahirilik ise
t e c s î m yani Allahı b ir «cisim» sanm ak'tır. F akat İb n ’ül-arabîye
göre iyi v e doğru olan şey bu ikisi o r t a s ı 'd ır (13). Saâdet veya
dînî m u tlu lu k : Zâhir ile B âtın’ın uzlaştırılm asında b u lu n u r| (14).
K ıs a c a ; bilgi derken, hurâfeler'den yânî aslı esâsı olm ayan şey
lerden kaçınm ak anlaşılm alıdır. Bilhassa hurâfeler İb n u l-arab î'n in
can düşm anıdır. Kitabım ızın II. B ö lüm ünde göreceğimiz gibi(falcılık,
yıldız falı vs. ye inanm ak, kâhinlik gösterenlerin sözleri doğru çıksa
■dahi, onları tasdik etmek, yağm ur duasına çıkm ak : hepsi de b u çeşit
hurâfelerden ibârettir. Böyle şeylere inananlar, İbn ul-arabîye göre
doğru yolda değildir| (bk. II. Bölüm, 1204-1205 yılı).
Şim di de bizzat BİLGİ hâdisesine gelelim : Bilgi nedir? Daha öz
anlam da b i 1 g i ’ yi nasıl tâ rif eder, anlayabiliriz? Umûmî olarak
bilgi'm iz neleri kuşatabilir? Neleri öğrenebiliriz? İşte b u ve buna ben
zer sorulara İbn'ul-arabînin verm iş olduğu açıklam alar bilinmezse,
ilerde onun hayâtını anlatırken tesâdüf edeceğimiz bâzı akiî ü stü h âd i
seleri ve keram et anlam ını taşıyan şeyleri yanlış tefsir etm ek ihtim âli
ortaya çıkar. Bu sebeble kitabım ızın II. B ölüm ünü okurken bilhassa
b u noktaya çok dikkat etm ek ve böyle b ir m ahzûru ortadan kaldırm ak
için de İb n u l-ara b î’nin akıl ve akıl ü stü konularındaki görüşlerini
d âim â hatırda tutm ak îcâb eder. N itekim bunu tâkîb eden fasıllarda
okuyanlar b u konularda ışıklandınlacaktır.
15 —
tir? İşte bütün b u sorulan felsefî bir dille ifâde edecek olursak deriz
ki : Bu kâinat, ezelî ve ebedî m idir? Yoksa ; yaratılm ış ve dolayısiyle
de fânî m i sayılm alıdır? Şayet «yaratılmış» ise, bu sefer onun nasıî ve
ne ile, üstelik niçin yaratılm ış olduğunu izah etm ^k îcâb edecektir.^
Batı dillerinde «kozmogoni» denilen ve kâinât^n teşekkül etm esi,
m eydana gelmesi dem ek olan mesele işte bundan ib arettir. Pek tab ii
olarak bö 3de suallere b ir taraftan bağımsız düşünce alanındaki bilgin
ler ve filozoflar, daha m ilâttan önceki asırlardan beri bâzı cevaplar
vermeğe çalışmış; diğer taraftan da büyük dm ler, bu meseleyi başka b ir
görüş açısından ele alm ışlardır. Zvîeselâ antik düşüncede çoğunlukla
kâinatın «ezelî ve ebedî» (ve dolayısiyle ; yaratılm am ış) olduğu h ü k m ü '
ne varılmış, fak at İslâm lıkta ve diğer İlâhî dinlerde ise onun «yaratıl
mış» ve böylece «fânî» olduğu anlatılm ıştır.
Şimdi b urad a görüldüğü gibi, birbirine zıd iki tâne soru karşısın
dayız : 1^K âinat ezelî ve ebedî mi, yoksa : fânî m idir? Bu iki ana soruyu
ele alırken evvelâ iki önem li terim üzerinde durm ak îcâb ediyor ki,
bunlardan biri VARLIK (vucûd) diğeri de YOKLUK (adem ) deyimleri
dir. )
Günlük lisânım ızda kullandığımız v ar ve yok deyimleri, ilk b a
kışta üzerlerinde durm ağa değmeyecek kadar basît ve açık m ânâiı gö
rünen lafızlar olup, bunlarla gerek aklımız gerekse duyularımız vâsıta
sıyla kavradığımız şeyleri tasdik, fakat kavrayam adıklarım ızı da İHkâf
eder, onlara «3/ok» deriz. Yalnız dikkat edecek olursak, birşey için var
derken, onun var olm asının gerekli olduğunu da kasdetm iş sayıhnz.
Bunun aksine : /söz gelimi günlük lisanda kullandığımız yok sözüyle,
b ir şeyin «o anda» veya «muay^/en b ir zamanda» mevcûd olmadığını
söylemekle beraber, «m utlak yok» dediğimiz zam ân ise, bahis konusu
herhangi birşeyin M çbir zam an mevcûd olmadığsaı ve olm asının da
im kânsız sayıldığını kasdederiz. İşte buradaki «m utlak var» olan şeye
VACÎB; «m utlak yok» olana da AiÜNTENİ adı verilir.'^
Umûmî olarak insan, —hele iptıdâî b ir devresinde— ancak gözle
riyle gördüğü, kulaklarıyla işittiği, kısaca : duyularıyla kavradığı bir-
şeyin var olduğunu kabûl eder. Fakat (duyularım ızın sâhasm a girmej^en
birşe 3i-in yo k olduğunu iddiâ etm ek de yanlıştır. Meselâ sâdece gözleri
gören fakat kulakları işitm eyen b ir kim se için ses, yok zannedilir. Ayni
şeldîde ses de, gözler için yok saj'ilır. Şu halde var dediğimiz birşeyin
m utlaka duyularım ızın sâhasm da bulunm ası gerekli d eğ ild ir'^ şte bunun
gibi zihnimiz için var sayılan şeyler o lur ki, bu n lar duyularımızca
idrâk edilemediği için, zihnen iptidâi bulunan b ir kim se o n la n inkâr
— 16 —
edebilir; yani böyle şeylere YOK diyebilir! Şu halde VAR ve YOK, j-ahût
da VARLIK (V ucûd) ve YOKLUK (Adem) m efhum ları bir taraftan
m antıkî diğer taraftan da m etafizik bakmadan olmak üzere birbirinden
ayrı iki istikâm ete yönelmiştir.^
V arhk ve Yokluk hakkm da söylenecek şeyler, elbette ki, bun
dan ib âret değildir. Fakat şim dilik üçüncü b ir «cihet» e dikkatlerim izi
teksif edelim ki, bu da ÎMKÂN nıeselesidir-Cİmkân, belirli b ir zamân
için veyâ şimdi, «yok» sayılan birşeyin, soni'adan «var» olabilmesi, ya
h u t da bunun aksine : şu anda veyâ şimdİ3?e k ad ar «var» sayılan birşe
yin sonradan «yok» hâle gelmesine denilir, im k ân vasfında olan birşe-
ye de «MÜMKÎN» adı verilm ektedir.
Şu halde görülüyor ki, aklımız ancak üç istikam ette hüküm yürü
tebilm ektedir ki, bunlardan birincisi VUCÛD ( = Vâcib, yani, gerekh,
zarurî olm ak); İkincisi ÎMTİNÂ (m utlak yok-oluş) ve nihâyet üçüncü-
sü de ÎMKÂN (yani var iken yok veyâ yok iken var olabilm ek hâli) adı
nı alan prensiplerdir. İşte bu noktayı İbn ul-arabî bize açıklarken, «ak
lın cihetleri» nin üç tâne olduğunu, bunların VÂCİB - MÜMKİN -
MÜNTENİ adını aldıklarım söylüyor. VÂCİB’ yokluğu kabûl etmeyen,
başka b ir deyişle «yok» farzedilmesi im kânsız olan şeydir; MÜNTENÎ
ise, bunun tam âm en aksine, «var» oluşu kabûl etmeyen şeydir; yâni
şâyet «var» farzedilse böyle b ir şey im kânsız olurdu. Nihayet MÜM-
K İN ’e gelince, bu da, hem «var» oluşu hem de «yok» oluşu ayni dere
cede kabûl eden şeydir (15).
îb n ul-arabî'ye göre aklın bu üç ayrı istikâm eti, şöyle bir benzetme
ile izah edilebilir.
VÂCİB, âdeta b ir IŞIK gibidir;
MÜNTENÎ, ise m utlak KARANLIK'a benzer;
MtfMKÎN de, GÖLGE sayılabilir (16).
Şim di burad a dikkatim izi çeken nokta şudur r^Vâcib (yâni m utlak
var) olan şey, âdeta b ir IŞ IK ’a benzetilmiş, m üm kün varhk ise karan
lık üzerine yayıldığı zaman kendisinden sâdır olan b ir GÖLGE meyda
na gelm iştir ki, bu da k âin ât’ı kasdeder. Bu karanlık ise YOKLUK
(adem ) kelimesiyle ifade edilir. Sonra Îb n ’ül-arabî, VAR olana hakk,
YOK olana da b âtıl adını verm ektedir (17). Kevn yâni OLUŞ, bir varhk
— 17 — F. 2
sıfatı’dır. Bu da bâtıl olan’m aksidir (18). Üstelik VAROLUŞ, öz b ir
ÖZ-İYİLİK (H ayr’ı-mahz) sayılır^ (19).
Gelelim «mulak-yok» m ânâsına gelenf^D EM ’e ; Bu söz, bilindiği
gibi Batı dillerinde «le neant» vs. gibi sözlerle ifâde edilir. İbn ul-arabî’-
ye göre YOKLUK, m üm kün b ir varlık için, ezelî b ir sım ttır ve bu sıfat,
âit olduğu şeyden hiç ayrılmaz ((20). Eski m eşhur filozoflar’ın ifâdesiy
le: YOKLUĞUN SEBEBİ, SEBEBİN YOKLUĞUNDAN İBARETTİR (21).
Başka b ir deyişle : Yokluk (var olabilm ek için, b ir sebeb bulunm adı
ğından) yokluk halinde kalm ıştırî|
İmdi, buraya k ad ar anlaşılan mesele şudur : Z arûrî varlık m ânâsı
na gelen VÂCİB, b ir IŞIK gibidir; bu varlık gerçek (H ak k )tır, h attâ
VARLIK'ın ta kendisidir. Onun m ukâbili ise YOKLUK’t u r ; Bu da,
KARANLIK ism ini alm âkadır. Fakat IŞIK ile KARANLIK iki tâne zıd
terim dir. Oysa, iki zıd şey b ir araya gelemez! Meselâ IŞIK varken KA
RANLIK olamaz, K aranlık'm var olabilmesi için de IŞ IK ’ın olm am ası
lâzım dır (22). Şu halde b irbirini ortad an kaldıran bu iki tâne zıd te
rim den b ir tanesini artık seçmek mecburiyetindeyiz! Ya m utlak var
olanı kabul ederiz, yahu da gerek akıl gerekse duyularım ızla kavradı
ğımız şeyleri mutlak-yok olarak telâkki ederiz. Bu İkincisi, im kânsız
b ir şey olduğu için, elde b ir tek ihtim âl kalıyor ki, bu da VAR-OLAN
şeydir. F akat dikkat edersek, VAR olan şeyler de ikiye a^yrılmaktadır :
B unlardan b ir kısm ı MÜMKİN diğeri de MUTLAK VARLIK adını alırt
Şimdilik bu tasnifi b ir m üddet için unutarak, evvelâ VARLIK, VAR
OLUŞ ne dem ektir onu etraflı olarak görelim.
/VUCÛD kelimesiyle ifâde edilen ve yerine göre bâzen VAR-OLUŞ,
VAk -OLMAK ve bâzen de VAR-OLAN m ânâsına gelen bu söz İb n ul-ara-
bî'ye göre, târife ihtiyaç göstermeyecek kad ar açık (vâzıh) birşeydir.
Çünkü VAR-OLUŞ’u ta rif edebilecek k ad ar VARLIK (== V ucûd)dan daha
açık (vâzıh) birşey mevcud değildir (23). Açıklık (vuzûhu) sebebiyle
varlık birçok kim selerin gözünden kendisini gizlemiş ve bu konuda
eski ve yeni düşünürlerin fikirleri sallantıda kalm ıştır! Oysa birşey
kendi h ^ d d iıû ^g$jLQca, (\^ İL .en _ ^ o n noktalam a erişince), kendi zıddına„
doğru rtî^na r b i r saat rakkâsesi gibi) geri döner. Bu sebeble birçok
kim seler onun tasavvur^edilm esinde anlaşrnazhğa düşmüş ve b a şla n
— 18 —
dönm üştür!.,. İm di: varlık’m hâli böyle olunca... var-olan şeyin
(yâni m evcûd’un) de durum u böyledirVÇünkü nievcûd:
a) Ya kendiliğinden m evcûd’tur: Bu durum da her şeye kaynak
ve varlığı kendi kendisinden olan mevcûd, grekçe’de : Vâcib ul-vücûd,
süryanca tabiriyle İLÂH ve araplarm diliyle ALLAH adını alır.
b) Y ahut ta başka b ir şey (vâsıtasıyla) m evcûd’t u r ; Bu da
MÜMKİN adım alm aktadır (24).
B undan önceki sayfalarda, zihin üç ayrı istikam etinden bahseder
ken bunların Vâcib, M ümkîn ve M ümtenî olduklarına işâret etm iştik.
Şim di varlık tasnifini daha çok gün ışığına çıkarm ak m aksadıyla ayni
meseleye te k ra r dönüyoruz. İb n u l-arab î «el-Bülga fi’l-Hikme» adlı ese
rinde, şunları söylüyor ;
«— V arlıkta, şâyet Vâcib b ir şey bulunm asaydı, o zam an hiç b ir
mevcûd bulunmazdı.... Çünkü.... şâyet k ainâtta b ir varlık varsa ve bu
varlık vâcib ise, m aksad hasıl olm uştur. Fakat bu «varlık» şayet m üm
kün (îtib âr ediliyor) ise, bu da, kendisini gerekli kılan b ir «sebep» is
ter. Bu sebeb de ya vasıtalı ya da vâsıtasız olabilir. Böyle vâsıtalar
da, sonsuz veyâ sonlu olsun, ayni şeydir.... Bu suretle, şâyet varlıklar
arasında, kendi kendisiyle gerekli b ir «varlık» bulunm asaydı, herhangi
b ir mevcûd aslâ m eydana gelmezdi... B ir kim se bunu in k âr etse, yine
de bizim istediğim izi doğrular, zirâ onun (böyle b ir şeyi) inkâr etmesi
herhangi b ir şeyin varlığını (m eselâ in k âr edici olarak kendi varlığını)
kabul ettiğine de b ir delildir. Çünkü in k âr eden de m evcud’tur^(25).
^ u noktada, varlığı topyekûn inkâr etse bile herhangi bir kim se
nin hiç olm azsa bizzat kendisini inkâr edemiyeceğine işâret eden
İb n u l-arab î, demek ki, D escartes'in (1596-1650) cogito’sunu asır
larca önce hazırlam ış, ve ortaya koymuş sayılır. Descartes gerçi «sis
tem atik şüphe» adını verdiği b ir usûlle, sağlam lığından şüphe edemi-
yeceği tek bilgi olarak kendi benliğini bulm uştu : ^^<Cogito, ergo sum»
yâni: D üşünüyorum , şu halde varım», dij^en fransız filozofunun bu ra
da ifâde ettiği şeyle, İb n ul-arabi’nin ondan dö rt yüz sene önce ortaya at
tığı bu nazariye, b irbirinin aynisidir. Şu halde (insan var olan herşeyi in
k âr edebilir, fak at b u inkâr ve şüpheyi taşıyan şuurlu b ir varlık olarak
bizzat kendisini «inkâr» edemez. ^N itekim şu u r sâhibi olan insan'm
kendisi «var» olduğuna göre, onun etrafını kuşatan diğer varlıkların
da,(^(insan şuurundaki hayâllerden değişik b ir yapılışda olsa bile) yine
— 19 —
de gerçek b ir varlığa sâhib olduklarını kabul etm ek lâzım geliyor.
Ancak bütün mesele, bu «gerçek» dediğimiz m addî ve rûhânî varlıkla
rın m ahiyeti meselesidir. Şöyle ki : V â c i b, yâni inkâr edilmesi
aklen m üm kün olmayan, var olm ası herhalde î c â b eden varlık b ir
yana bırakılacak olursa, onun dışındaki «mümkün» vamıkları, b ir nevi
«yokluk», yahut şuurda uyanan bâzı hayâller şeklinde ^ ab u l etm ek de
m üm kün g ö rü le b ilirN ite k im 18. asır ^ngiliz filozofu Berkeley, (1685-
1753) ve ondan yedi asır önceki İslâm düşünürü Gazzâlî (1058-1111),
gerçek saydığımız m addî alemin, gerçek b ir tarafının bulunm adığını,
b ü tü n kâinatın «insan şuuru»ndâh ibaret öldlIğtm!l~Tfaae~etmeleri,
abe?*Bîr""Hnmnî3a' kalm adan idealizm adı verilerPBîF fiIoİTcereyanını
m üm kün k ılm a k ta d ır: Meselâ uyku’da-şüphe edemiyeceğimiz kadar
açık ve belli-hayaller, uyanınca «rüyâ» adını alm aktadır. Fakat «ölüm»
adım verdiğimiz ve gerçek uyanm a sayılabilecek olan hâdisenin bize
bütü n h ak îk atlan öğretmeyeceğini kim tem in edebilirP^Zaten Peygam-
b e r’in b ir sözü de bunu haber verm ektedir. Diyor ki : «... İnsanlar uy
kudadır! öldükleri zam an uyanırlar!» Bu sûretle gerçek saydığımız ve
«m üm kün» adını verdiğimiz bu âlem nedir? gibi b ir suâl karşısında
İb n u l-ara b î dahi ayni görüşü paylaşmaktadır:^<... Vucûb, en şiddetli var-
lık ’tır... Allahın gerekli oluşu ise: onun kendi varlığıdır. Bu noktaya Eş'a-
rîler şöyle ışâret etm iştir; Allahın sıfatları, kendisi d e ^ I 'd ir am a bunlar
«kendisi değil de değil'dir. Im tinâ. en şiddetli vokluk'tur, bu a s l a ^ -
varlık olam az. İm kân iseT ^u ikisi arasında tereddüd eder. Bu s e E ^ le
(filozoflar) m üm kün varlıkların var veya yok olduklarında ihtilâf et-
m işlerdirY 26).» Zaten diyor İbn ul-arabî «...Mümteni, ancak zihinde sâbit
olm ası bakım ından b ir hükm e sahip ir ( 2 7 ) / M ümkün varlığa gelince:
bu da kendi dışındaki bir şeyle «gerekli» y ^ u t «yok» sayılır. İşte bu
«şey» de, şu isim leri alır: sebeb, illet, mûcib, fâil, y aratan (câil),
gerekli kîlan vs. : b ü tün bu isim ler tek b ir m ânâya delâlet ederler....
(M üm kün varlığı kasdeden) sebebli, mâlûl, îcâblı, m ef ul, yaratılm ış
( = m ec’ûl), gerekli kılınmış; b ü tün bunlar da m üterâd if’dir ve başka
şeyden m eydana gelmiş m ânâsını taşırlar) (28). ^ a ş k a şeyden meydana
gelmiş yani m eydana gelmesi için b ir «sebebe» m uhtaç olmuş olan
m üm kün varlık için, YOKLUK vasfı, zâtidir; yani m üm kin varlığın esas
gerçeği onun yok olm asıdır (29). M üm kün b ir varlık, b ir görünüş
— 20 —
(m azhar) olması için, m üm kün adım alır, yoksa varlık vasfım kabul
eder, diye değil!... Şu halde m üm kün varlıklarda vucûd (yani var-oluş),
var-olan şeyin ta kendisi değildir. Aksine bu, m üm kün varlığın b ir
.«lıali'»3 îF ''^ 'ln ü m k ü n "V aH îF 'B lr^ ^ mevcûd (var) adını alır, onun
böyle bir ismi alm ası da gerçek değil fakat m ecâzî’dir. Çünkü b ir müm-
k in ’in mevcud (var) olması hakikati, aslâ vârid değildir^ (30).
Bu îzâhâttan anlaşılacağı üzere Ib n ul-arabî, v a r olan ile y o k ara-
smda esaslı b ir h u d u t çizmiştir. B una g ö re ^ v a r olan sadece ALLAH’
dır. Onun dışında v a r adım verdiğimiz m üm kün varlıklar ise, me-
câzen bu ismi alm ışlar ve kendilerine v a r ism i v erilm iştir^ PAN-
TEÎZM ’i en belirli b ir şekilde târif eden bu meselede Îb n ’ül-arabî şöyle
diyor ;
^«Varlıkta iki v â c i b (iki tane zarûrî varlık) yokur... Bu se-
beble de, kâinâtta ancak Allahın kişiliği (hüviyeti) bulunm ak lâzım ge
lir .Varlıkların kişilikleri ise, onun ışığının ateşinden p arıltı’lardır. Bu
p arıltıların ise, bağımsızlığı yoktur... Bu sebeble varlıkta ancak ALLAH
vardır. ■) (31)..,
c) H akikalm Bilgisi ve Aklın H u d utları : (Bilgi nazari-
yesi) : Bundan önceki fasılda VARLIK'ın um ûm î tasnifi üzerinde d u r
m uştuk. Şimdi de «var» adını verdiğimiz şeyleri nasıl öğrendiğimize
temas edelim. İm di : B ütün felsefî sistem lerin tem elinde «bilgi naza-
Tiyesi» adı verilen b ir mesele v ard ır ki, bunu göz önünde bulundurm a-
’dan b ir m ütefekkirin usûlünü tesbît etm ek m üm kün değildir. Sonra
-«bilgi» deyip te geçtiğimiz şey, dıştan bakıldığı zam an çok basît bir
hâdise gibi görünür, fak at düşüncenin biraz daha derinlerine indiğimiz
takdirde bunun, zannettiğimiz kadar kola}? anlaşılacak b ir şey olmadı-
■ğinı derhal farkederiz. îşte bu sebeble, evvelâ «bilgi nazariyesi» ne de
m ek tir ve bilgi sâhibi olurken a k l ı m ı z bize ne dereceye kadar
yardım eder, bunlara cevap verelim ki, Ib n ’ül-arabî’nin de bu husustaki
îiazariyesini güçlük çekmeden anlam ış olalım.
Bilindiği gibi insan, devamlı olarak birşeyler «öğrenm ek»tedir.
Öğrendiiğmiz ve bu sûretle de «bilmiş» olduğumuz şeylere, umûrnî
m ânâsıyla b i l g i adı verilir. Buraya kad ar olan kısmıyla mesele
basittir. F akat bu konudaki düşüncelerimizi biraz daha derinleştirir
sek o zam an karşım ıza m ühim bir problem çıkar :
—Acaba b i l g i dediğimiz şey, n a s ı l m eydana geliyor?
— 21 —
B ir m isâlle açıklayalım : karşım ızda bulunan herhangi birşeye bak acak
olursak, evvelâ onu «gözlerimiz ile» görm üş oluruz. Şu halde göz ve
görme, bilgi edinirken bizim için bir vâsıta'dır. F akat insanda bundan
başka, dört tâne vâsıta daha v ard ır ki, bunlara eski tâbiriyle «havâss-ı.
hamse», yeni deyimi ile de «Beş-duj'^u» adı verilir. B unlar da; 1 — Gör
me, 2 — İşitm e, 3 — Koku alma, 4 — Tad alm a v e \ 5 — Dokunma
du y u ların d an ibârîvttir. İşte herhangi b ir şeyle i 1 k^ tem as ve alâ
kamızı tem in eden vâsıtalarım ız bunlardan ibarettir. Fakat, bu «beş-
duyu», çevremizdeki şeyler hakkında acabâ bize d o ğ r u bilgiler
veriyor m u? İşte aşağıda îzâh edeceğimiz gibi düşünce târihinde birçok
filozoflar, bu noktaya dikkat etm iş ve «beş duyu» nun bize y a n -
1 1 ş bilgi verdiğini söylemişlerdir.dM eselâ beyaz b ir tebeşir, gün ışı
ğında beyaz görünür, fakat ayni tebeşir bu sefer kırm ızı ışıklı b ir oda
içinde, tabîatiyle beyaz değil, kırm ızı olarak görünecektir. Bunun gibi
«işitme» duyum uzda da bizi aldatıcı haller olduğu m alûm dur. Diğer
duyular’ımız, yâni koku alma, dokunm a ve tad alm a duyularımız için
de ayni şeyi söyleyebiliriz. Kısaca, muayyen b ir şey, değişik zaman ve
m ekânlara göre bize, b irbirine benzemeyen çeşitli intibâlar verebil
m ektedir. İşte bu durum da, bilgi edinirken «Beş-duyu» muza ne k a d a r
güvenebiliriz? meselesi böylece ortaya çıkıyor .1
İkinci mesele de şudur ; B ir şeyi bilirken, sâdace bu «beş duyu»
m uzdan mı istifâde ediyoruz? Pek tabiî ki hayır! Çünkü «duyular», sâ
dece herhangi b ir şey ile bizim aram ızdaki ilk tem âsı sağlam ış
durum dadır. Bu sûretle, aldığımız in tib âlan n şöyle veya böyle olduğuna
kim hüküm verecektir? İşte b u hükm ü veren de tâbiatiyle ancak
a k l ı m ı z ’dır.
B ir misalle îzâh edehm : Gözlerimiz b ir şeyin meselâ «beyaz» ol
duğunu g ö r ü r , fak at onun beyaz olduğuna h ü k m e d e n :
aklim izdir. B ütün bunlardan anlaşılıyor ki, bilgi edinirken birbirinden
tam âm en ayrı iki m ühim vâsıtam ız vardır. B unlardan birincisi, 5'ukan-
da îzâh ettiğim iz gibi «Beş-Duyu» muz, İkincisi de «aklımız» dır. Nite
kim bu vâsıtalarım ızdan b ir tanesi bulunm asa, başka b ir deyişle : ya
du 3m’lardan yâhut ta akıl’dan m ahrûm olsak, noksansız bilgi edinm e
mize tabîatiyle im kân bulunamaz! Böylece, dediğimiz gibi «aklımız»,
duyulardan aldığı ve idrâk ettiği şejderden sonra, nihâj'^et kendisi de b u
intibâlara dayanarak, b ir h ü k ü m veriyor. Meselâ g ö z , aklı
mıza nasıl b ir haber yolladıysa, akıl da ona göre b ir hükm e varm akta
dır. Fakat burad a m ühim b ir no k ta daha ortaya çık ıy o r: Meselâ akıl,
b ir tebeşir’in beyaz olduğunu bildiği halde (şâyet kırmızı ışıklı b ir oda
— 22 —
içinde ise) ayni tebeşirin bu sefer n e d e n kırm ızı olduğuna hük
metmeğe m ecbûr oluyor? Oysa akıldan beklenen şu olm alıdır : Akıl
dem elidir ki : evet, bu tebeşir kırm ızı ışık 'ta kırm ızı görünüyor fakat,
yine de beyaz’dır ve bej^az olması îcâb eder!
İşin daha garip tarafı da şudur : Gerçi akıl bâzen yanıldığının fa r
kına varabilir fakat nasıl oluyor da buna rağm en m eselâ o tebeşirin
beyaz olduğunu görm ekten âciz kalıyor? Mâdem ki, akıl bu yanlışlığın
farkına varm ıştır ve m âdem ki aklımız bize herşeye rağm en d o ğ r u
hüküm leri verebilecek durum dadır, o halde yanlışlığın fark ın a vardığı-
,mız andan itibâren onu doğru olarak idrâk etmeğe başlam am ız lâzım
gelirdi. Oysa ink âr edilmez ki, akıl böyle yanlışlıkların fark ın a vardığı
,halde, bu yanlışlığı olduğu gibi m uhâfazaya devâm etm ektedir. Bunun
en basit m isâli, beyaz tebeşiri, kırm ızı ışıklı b ir oda içinde «ister iste
mez» kırm ızı olarak görm eken kurtulam ayışım ızdır.
İşte bu alelâde m isâllerde, aklın yanlış b ir hüküm vermesi o kadar
■da m ühim sayılmaz. F akat daha önem li ve küllî meselelere intikâl ede
cek olursak, o zam an aklın vermiş olduğu hüküm ’lerin yanlış olmasıyla
— h attâ bu yanlışlığın farkına varm ıyorsak— ne kadar değersiz ve ger
çek olm ayan bilgilere kapıldığımız kolayca tahm in edilebilir. Şu halde
anlaşılıyor ki ,insan aklı, ancak yetişebildiği şeyler hakkında, nisbeten
doğru b ir hüküm, verebilir, fakat erişem ediği şeyler hakkında ise ya
hiçbir hüküm veremez yâhut da vermiş olduğu b ü tü n hüküm ler tamâ-
jTien yanlış olur.
Pekî,(ınâdem ki k ü l l î b ir meselede ne duyular’ımız ne aklı
mız ve ne de, her ikisi birlikte, bize doğru b ir bilgi verem iyor: o halde
küllî meseleler hakkında doğru b ir b i l g i sâhibi olm ak için hangi
•çâreye baş vurabiliriz?
İşte m utasavvıflar ve bu arada İb n ’ül-arabî, bu son ve sağlam vâ
sıtanın k e ş f veyâ «mükâşefe» olduğunu söylerler.^
Şimdi tek rar esas meseleye dönelim : Demiştik ki, kendi dışımız
d ak i nesneleri çeşitli d u y u vâsıtalarıyla devamlı sûrette öğren
mekteyiz. Bu hâdiseye i h s a s adı verilm ektedir. Şu k ad ar var ki,
bu meselede «nâsıl bilgi sâhibi oluyoruz?» gibi b ir sual ortaya atılınca,
b u konuda birkaç tâne nazariye karşısında kaldığımız da görülm ekte
dir. Bu nazariyelerin izâhını biraz sonraya b ırak arak şim diden ifâde,
«delim ki, felsefede böyle b ir meseleye teknik b ir tâbirle «Bilgi nazari-
yesi» adı verilir. Çünkü hâlen ölü sayılan eski b ir dilde, E p i s t e m e
Ivelimesi «Bilgi» m ânâsına gelmektedir. Ayni lisanda kullanılan b ir
de L o g o s sözü vardır ki, bu da «Nazariye», vs. dem ektir. - Bu ikj
— 23 —
söz b ir araya getirilecek olursa, «Epistemoloji» deyimi ortaya çıkar
ki, bu da pek tabiî olarak tercüm e edilince «Bilgi-nazariyesi» demek
olur. Epistem oloji islâm düşüncesinde ise, «m arifet nasariyesi» ve şim
diki tâbiriyle de «Bilgi-teoryası» adlarıyla anılır. Bu nazariye, felsefenin
b ir problem i olup, b i l g i dediğimiz şeyin bünyesini, köklerini kıy
m et ve m etodunu araştırm aktadır.^ H atırlatm ak îcâb eder bu mese
lede çeşitli felsefe akımlarının kendilerine göre birer nazariyesi vardır
ki, bu hususta yeri geldiği zam an açıklam a A^erilecektir.
( R u hj b ir «tabula rasa» yâni tem iz ve düz bir l e v h a adde
dilerek, bunun üzerinHe m addî varlıkların İZ bıraktığı şeklinde b ir na-
zariyye vardır;>Û:akat bunun tam zıddı olarak başka b ir nazariye şunu
iddiâ etm ektedir : Ruh, kendi iç kanunlarına göre bir faaliyete sâhiptir
ve b i l g i de, bu sûretle m eydana gelir. Böylece «Psikoloji» ilm i
nin bünyesi içinde telâkki edildiği de anlaşılan b i l g i meselesi, bu
görüşe bakılırsa, m addî dünyânın alelâde bir hayâl’inden, b ir zihin,
kuvveti ve faâliyetinden ibâret sayılm aktadtr.)
Bilgi meselesi Psikoloji’den ayrı olarak bir de m a n t ı k ilm i
nin konusudur. Bu mesele üzerinde tb n ul-arabînin ilgi veren görüşle
rini kavrayabilm ek için, düşünce târihindeki bâzı eski görüşleri kısa
ca hatırlatalım . Bilindiği gibi Sokrates, fik ir târihinde bir dönüm nok
tası sayılm aktadır. Ondan önceki filozoflara da —bu sebeple— «Presok-
ratikler» denilir ki, bu da «Sokrates öncesi filozoflar» dem ektir. İşte
onlar zam anında, genel olarak b ir «Bilgi nazariyesi» ortaya konm uş
değildir. Çünkü bu devredeki filozoflar dînî inançların ve san'atların
teşekkülüne ulaşan z i h i n çalışm alarını devâm ettirm işlerdir. Ya
ni, böyle b ir devrede hâkim olan felsefî görüş, daha çok p ratik çalış
m alara bağlıdır. Onların tefekkürü, Epistem oloji bakım ından, m addî
varlıkların d u y u ’lara dayanan ( = sensible) bir tasavvur ve îzâhı-
na bağlıdır. Bu sûretle Pre-sokratik filozoflar, m addî nesneler hakkın
da elde edilen bilgi'Ierin m enşeini • araştırm adıkları gibi, insan m üdri
kesinin kaynağını da m erâk etm em işlerdir.
S okrates’in fikir târihinde b ir «dönüm noktası» olduğunu söyle
m iştik. Gerçekten de Sokratesin önemi, ilk defâ esaslı b ir şekilde
m e f h û m l a r meselesini ele alm asındadır. Meselâ «Cesaret»,
«fazilet» vs. gibi tâ rif edilmesi zor m efhum lan, Sokrates dâim â kendi
çevresinde herşeyi bildiğini zanneden kim selerle m ünâkaşa etm iştir ;
B ir t â r i f mej^dana getirebilm ek için, m efhum lar üzerinde hassa
siyetle duranl^Sokrates'e göre de, zekâ ve bilgiler’in teşekkülü meselesi,
m ühim b ir problem dir. O, öğrenm ek denilen şeyi, b ir insanın «kendi
— 24 —
kendisimi öğrenmesi» şeklinde anlıyordu. Daha sonra talebesi Platon
(428-347) ise, hakikî ve aldaicı olm ayan gerçek b ilg in in «i d e a -
1 a r » içinde yâni m addî varlıklarm c i n s olarak iştirak ettikleri
k ü 1 1 î m efhum larda bulunduğunu söylüyordu!!) Meselâ fensan’ı bil
mek için bütün in san lan n iştirâk ettiği «küllî» m efhûm u j^âni «insan
lık» denilen fikri ( = idea’yı) bilm ek icâb eder. İşte bunun için de, Pla-
to n ’a göre sâdece bu «küllî m efhum lar »ı h a t ı r l a m a k k âfîd ir3
Başka bir şekilde îzâh edelim : P laton’a göre, ^n san lan n ru h la r’ı daha
önceden yaratılm ıştır! Ruhların bulunduğu o dünyâda ruhlar, herşeyi
h ak îk atla n ve esaslarıyla bilmekteydi. Ancak ruhlar, daha sonra b irer
b e d e n ’e sahip olabilm ek için b u m a d d e âlemine inince, es
kiden sâhib oldukları gerçek bilgileri u n u t m u ş ’tur. Şu halde
m adde âlem inden kurtulm ağa çalışarak —âdetâ b ir uykudan uyanırm ış
gibi— akılla kavranan varlıklar âlemine geçmek lâzımdır. İşte buna da
«Reminiscence» ( = hatırlam a) adı verilm ektedir.^ Şunu da ilâve ede
lim ki, Platon b ir «bilgi teoryası» vaz' etmiş d e ğ ild ir.^ n u n telâkkisine
nazaran d u y u ’larım ız varlık dediğimiz ve herşeyi ihtivâ eden
k ü l l î m efhum lar içindeki nesnelerin ancak bir görünüş’ünü öğret
m ekte fakat bir «görünüş» ten başka bir kıj^met taşım ayan bu m adde
dünyâsm ın ise, ancak duyular hâricindeki b ir yolla kavranan gerçek ve
ideal tarafının bulunduğunu söylem ektedir. Diğer taraftan meselâ m a
tem atik varlıklar sâhası da m evcuttur. İşte Platon bu nevî «m atem atik
varlıîdar»ı da, m addî dünyâ ile ideal dünyâ arasında «mutavassıt» say
m ıştır.
Şimdi de bu gelişmeyi tâkîb ederek onun da talebesi olan m eşhur
A ristoteles (384-322)’e gelelim. Aristoteles b ilg in in şartlarını b ir m an
tık ilmi meydana geirm ek isterken tâyin etmeğe çalışm ıştır. Şöyle ki :
^ risto te le se 'e göre herhangi b ir şey b ir m adde ile bir de sû re t’den mey
dana gelm iştir. Madde, bü tü n belirtilerini ( y â n i: ^ taayyünlerini) sû-
retden alm ıştır. Meselâ «ağaç» ve «odun» m efhum ları b ir m a d d e ’
dir. F akat odun’dan b ir «sandalya» îm âl edildiği zaman, sandalye
ş e k l i odunun b ir s u r e t 'i olmuş dem ektir. Bu durum da
ş e k i l ve s û r e t ayni m ânâya gelİ5'^orsa da «sûret»in «şekil» den
daha um ûm î bir tâ b ir olduğunu unum am ak lâzım dır^ 0 1 erhangi b ir
cevher, heri langi b ir nesne, k u v v e hâlinden f i i l hâline ge
çerken kendine âit m üm kin bir sûret kazanabilir. Meselâ su kaynatıldı
ğı zam an ancak «buhar» meydana gelir; ham ur pişirildiği zaman ancak
katılaşabilir. Böylece ne su kaynatıldığında yâhut ateşe konulduğunda
k atılaşab iliı, ne de ekmek, ateş üzerinde bu h ar olabilir.Uİşte kâinât de-
— 25 —
diğimiz varlık, b ir b ü tü n olarak, sûretlerden m eydana gelen k a d e -
m e '1er teşkil ederki bunda, daha aşağı b ir kadem ede bulunan b ir su
ret, daha üst kadem edeki sûretin m adde’sini teşkîl eder. S ûretler böy-
lece hep birlikte, olanları düşünen, h attâ bizzat s a f (öz) b ir düşün
ce olan —eski deyimiyle : Fiil-i . ^ a h z — ve Âristoele^sin tâbiriyle-
«en yüksek sûret» olan A 1 1 a h ’a bağlanır.)!
^ ris to te le s ’e göre bizâtihi m adde bilinemez. Şu halde bilgimizin ko
nusunu teşkîl eden şey, ancak sûretler'dir. Yine ona göre d u y u '1ar
vâsıtasıyla elde ettiğimiz ilk bilgiler, bilgilerimizin başlangıç n o ktasıdır.
F akat Aristoteles diyor ki, rûhum uzda bulunan çeşitli ihsaslar dâim â
birbirine k an şu ’ ve bunlar kendi kendilerine b ir «sınıflama» ya girer
ler. işte bâzı um ûm î m efhûm lar yani bilgiler de b u sûretle m eydana gel
mektedir.^ Buraya kad ar elde ettiğim iz şey ise, -ona göre— sâdece bir
c e V h e r 'i —b ü tün olarak— ayni cinsten olan diğer cevherlerdeki
m üşterek özelliğidir. Fakat, sûret'i b ir bütün olarak kavram ak için, zih
nî b ir f i i 1 'de bulunm ak lâzımdır. Bu «fiil», belli b ir tarzda s e v g i 'ye
dayanan ve yapıcı, yaratıcı, a k t i f— b ir a k ı l ameliyyesinden ib a re ttir
İşte bu sâyede ihsâs’m üstüne yükselm ek kâbil olduğu gibi, netice iti-
bâriyle de tek tek şahıslarda, meselâ Ahmed'te m ündem iç b ir «insan
sûreti» fikri elde edilir. Şu halde görülü 3' 0 r ki, bu neviden b ir bilgi,
( = b ir m e fh û m ),(^ is to te le s 'e göre, eşyânm yâni m addî varlıkların
kendisinde bulunur; onların dışında mevcut değildir. Söz gelimi şâyet
«tek ek insanlar» bulunm asaydı, bütün insanları kasdederek söylediği
miz «insan» m efhûm u da ortaya çıkmazdı. H albûki bu görüş, onun ho
cası olan Platonda tam âm en tersinedir. Çünki daha önce ifâde ettiğimiz
gibi Platon evvelâ «insan mefhûmu» nun, sonra da m a d d î insan
lar'm —bu m efhûm a benzemeğe çalışarak— yaratıldığını ve bu «m addî
nesneler» in esas olan «insan ideası» nın b ir gölge'si olduğunu kabüî
etm ektedir. Böylece, b ir defâ sûretler elde edildi mi, bundan sonra da
bu «sûretler» i b ir m ünâsebet altına sokmak için, m u h â k e m e işe.
karışır. Bir ameliyye ise, ileride izâh edeceğimiz «kıyâs» m vazifesi hâ
line gelir. ^
^ u halde b i l g i ' nin esas konusu, d u y u ’ larım ızla kavrayan
bildiğimiz m a d d î varlık sâhasıdır. Fakat A ristoteles'in asıl hedefi'
b u «mahsûs» varlığı değil, onlardaki «aklî» cihet olan s û r e t ' lerr
kavram aktır. İşte bu noktada Aristoteles ile Platon arasında b ir ben
zerlik m eydana geliyor) çünki b urada bahis konusu olan Platon idealan-
ne ise, A ristoteles'in de sûretler'i odur. Şu farkla ki: Platon'un idealan
nesnelerin dışında olup, apayrı b ir varlık sâhası teşkîl eder. Bu idealar»
— 26 —
yâni m addî varlıkların «nümûneleri» diyebileceğimiz b u «küllî» mef
hûm lar, âdetâ gökte çakılı duran b irer «sâbit yıldız» gibidir ve b u gö
rüş noktası. İslâm düşünürlerine de «müsül-i sâbit» yâni sâbit, yerdeğiş-
tirm eyen m isâller ( = idealar) adıyla geçmiş bulunm aktadır. Fakat
Aristoteles’deki sûretler, m addeden ayrı değil, aksine m addenin içinde
m evcuttur. <pna göre m addesi olm ayan b ir sûret veyâ sûreti bulunm a
yan bir m adde düşünm ek kabil değildir. Bu şekilde, kısaca ifâde ede
biliriz ki; A ristoteles'e göre bilgi, duyularım ız ile aklımız arasında, sû-
retleri elde etm ek için yapılan zihin gayretinden ib a re ttir.^
A ristoteles'i tâkîb eden Stoalılar —ki onlara islâm dünyâsm da Re-
vâkıyyûn adı verilir— h er nekadar adı geçen bu filozofu tenkid eder
lerse de A ristoteles'in onlar üzerinde bu konuda tesîri çoktur, f^toalıla-
rın bilgi nazariyesi özet olarak şudur; O nlar gerek alelâde bilgi’yi ge
rekse sağlam yâni ilm î bilgiyi, d u y u ' lanm ızla kavranan m addî var
lıklardan çıkarm ağa çalışm ıştır. Bilgilerimiz onlara göre b ir takım
h a y â l ' lerden ib ârettir ki bunlara fantasia adı verilir. Bu fantasia,
m addî b ir nesnenin insan rûhunda bıraktığı İZ olarak tâ rif e d i lir ^ to a h
filozof Zenon'un tâbiriyle «bir m ühür un balm um u üzerinde bıraktı
ğı iz», m addî b ir nesnenin inşân ruhunda tevlîd ettiği «hayâl» e yâni
«fantasia» ya benzer, işte Stoalılara göre dış dünya hakkında ilk bilgi
ve hüküm lerim iz de b u hâyallerden ib â re ttir ve tabiâtiyle bunları bize
veren de d u y u ' lanm ızdır> Zenon’un b ir benzetmesini kullanacak
olursak: hayâl’den sonra tasvîb, onu tâkib eden id râk ve onun da ar
kasından bilgi şöylece tem sil edilebilir;^Zenon evvelâ elini iyice açarak
gösteriyor ve «işte b u hayâl ( = fantasia) dir» diyordu. Sonra parm ak
larım yavaş yavaş kapatarak, «bu da tasvîb» diye ilâve ediyordu. Daha
sonra elini iyice kapatıp yum ruk hâline getirince buna da «idrâk» adını
veriyor ve nihâj^et b u j^umruğu diğer eliyle iyice sıkarak, «işte bu da
b i l g i » d ir diyordu.)
Kısaca, görülüyor ki|\Stoalılara göre bilgi, evvelâ m addî nesnelere
dayanarak d u y u ' 1arımız sâyesinde m eydana gelm ektedir. Onlara
göre duyular ile kavranan hakîkatlardan başka türlü b ir hak îk at yoktur
ki, bu da b ir nevî m aterialism m ânâsına gelm ektedir
N ihayet islâm felsefesinde «Nev-eflâtûniyye» diye bilinm ekte olan
Yeni Platonculuk cereyanı ise, Eflâtun-Aristo ve Stoa'dan alınarak tertîb
edilmiş bir «bilgi nazariyesi» ne sâhiptir. ^^Platon, hatırlanacak olursa,
g ö l g e sayılan bu m adde dünyasının ü s t ' ünde, ancak a k ı l
sâyesinde kavranabilecek, gerçek b ir «aklî varlık» sâhası kabûl etm iş
idi. işte Y eni-platoncular dahî, onun gibi böyle b ir «aklî varlık sâhası»
— 27 ■—
kabûl etm işler ve yine E flâtuna uyarak, gerek ru h lar'm gerekse küllî
m efhûm ların bu âlem de bulunduklarm ı söylemiştir. Böyle b ir âleme
jöikselmek için de duyulardan kurtulm ak lâzımdır. İşte ileride görece
ğimiz gibi İbn ul-Arabî dahî bu kanâattedir^ Nihâyet//Yeni-platonculara
göre «zihnî bilgiler», bize bu m adde dünyâsındaki aklî ta ra f’ı öğretir.
Bunun neticesinde ise insan düşüncesi, âdetâ dalgalar hâlinde k abarm a
ğa başlar ve bu deniz dalgaları ne kadar kabarm ış olursa, insan da o
nisbette y ü k s e k bilgiler elde etm iş sayılır. îşte bu yükselm enin
en ü st derecesi Y eni-platonculara göre A LLA H 'tır^ 32).
Şimdi gelelim İb'ün-Arabînin «bilgi nazariyesi» ndeki özel düşün
celerine : Büyük âlim, bilgi nasıl m eydana geliyor? sorusu karşısm da,
idrâk sâhibi her canlı varlığın, bu idrâk sâyesinde b ir bilgi kazandığını
ifâde eder (33). Şu halde bilgi kazanırken, İbn'ül-arabîye göre en ye
terli vâsıtam ız i d r â k ’ tir. F akat bu m üphem târif, pek tabiî olarak
meseleyi halletmeğe kâfî gelmez. Bu sebeble Îbn'ül-arabî evvelâ «Beş-
Duyu» meselesini ele alarak, bâzı eski filozofların bilgi edinirken yan-
hşlıgâ düşmem izin kabâhatını «duyular» ımıza yüklediklerini söylüyor
ve sonra şöyle devâm ediyor :
Meselâ b ir gemiye bindiğimiz zaman, geminin yürüm esi ile sâhilin
de hareket ettiğini zannederiz. İşte bu misâlde «görme» duyumuz, bize
yanlış b ir intibâ vermiş oluyor. H albûki diyor İbn'ül-arabî, esâsında sâ-
hil'in değil fakat gem in in hareket ettiğini biliriz ve bunda hiç şüphe
miz yoktur. Yine başka b ir misâl ile ; şeker veyâ bal yediğimiz zam an
la r (bal ve şeker tatlı oldukları halde), bunların dilimizde —yânî tad;
alm a duyum uzda— bâzen b ir «âcılık» intibâı uyandırdığını hisseder ve
işte o zam an «tad alm a duyumuz bizi aldatıyor» deriz. H albûki İbn'ül-
arabîye göre burada bizi aldatan yânî bize yanlış bilgi ve intibâ ver^
miş olan şey, duyularım ız değildir. Çünkü duyularım ız kendi vazifele-
rini ancak sadâkatla gören b irer vâsıtadır. Meselâ «görme» duyum uzun
«sâhil hareket ediyor» intibâm ı alm asında hiç bir kabâhati olamaz.
Ayni şekilde «tatlı» olarak bilinen bal ve şeker’in bâzen «acılık intibâı»
verm esi de, şüphe edilmeyecek b ir vâkıadır. Çünkü her şeye rağm en di
limizde uyanan acılık intibâm ı ve hareket etm ediği halde sâhilin hare
ket eder gibi görünm esini in k âr etmemize im kân yoktur. Buna rağm en
yanlış b ir intibâ neticesinde yanlış bilgi sâhibi olduğum uzu da —^bu mi-
— 28 —
sâllere göre inkâr edemiyoruz. Şu halde bu yanılm alar, (^Îbnul-arabîye
göre m âdem ki duyular'ım ızm b ir kâbâhati değildir, o halde b u yanılm a
lara s e b e b olan şey nedir? İşte kendisine göre bunun tek sebebi
«aklımız» dır! Çünkü duyularımızın, sâdık b ir «nakledici» vazifesini
gördüklerine ve aldıkları intibaları hiç bir değişikliğe uğratm adan ak
lımıza gönderdiklerine bakılırsa, hüküm verm ek salâhiyetinde olan ak-
hmız, bütün bu yanılm aların sebebi sayılır. Şu halde açıkça görülüyor ki,
îb n ul-arabiye göre, yanlışlık yapan şey, hâdiseleri olduğu gibi nakleden
duyularım ız değil, fakat bu intibâlar hakkında hüküm verm ekte bizi
yanlış yola götüren akhm ız’dır^(34).
Buraya kad ar basitleştirm ek suretiyle anlattıklarım ızdan, iki tâne
önemli nokta belirm iş oluyor. (Birincisi İbn'ül-arabîye göre, duyular'ımı-
zın kendi vâzifesini doğrulukla îfâ eden ve hâdiseleri olduğu gibi aklı
mıza nakleden b ir vâsıta oldukları m eselesidir; İkincisi de, b ü tün yan
lış hüküm ve bilgilerden aklım ız'ın m es'ûl tutulm asıdır.
Birinci noktada îb n ’ül-Arabî bize eski tâbiriyle «ihsâsiyye» denilen
ve şim diki felsefî dilimizde «duyumculuk» adı verilen b ir cereyânın
m ensûbu gibi görünür. Böyle b ir zanna k a t’iyen kapılm am alıdır, çünki
«duyumculuk» (sansüalizm ) b ü tün bilgilerimizin duyulardan geldiğini
ve birşeyi bilmek için onlara «güvenmemiz» in şart olduğunu söylerj^
^ a l b u k i Îbn'ül-arabî duyuların yanlış bilgi edinmemizde hiç b ir kaba
hati olmadığını açık olarak ifâde etm ekle berâber, b ü tü n sağlam ve
doğru bilgilerim izin «beş-duyu» sayesinde meydana geldiğini de söyle
miş değildir) Aksine: onun bu iddiâdan m aksadı, b ü tün yanılm aların
kaynağı olarak, a k ı l denilen h ü k ü m v e r i c i unsura dik
katim izi çekm ektir. İşte bu neticeye göre Ç b n ul-arabî bir «sansüalist»
olm adığı gibi, «rasyonalist» dahi değildir. Böyle b ir durum da ise, —çe^
şitli bilgi nazariyeleri anlatılırken gösterilm işti— İb n ’ül-arabî’nin daha
çok Yeni-nlatoncularm tesiri altında kaldığı anlaşılm aktadır.p
Rasyonalism hatIanHa"”(îaha ön^^^İDiTgi v erm iİtîK T ^ u cereyâna gö
re d u y u ’ 1ar, sâdece m addî intibâları a k ı 1 ' a götürm ekte ve
aklın faâliyetini tenbîh etm ektedir. Bu bakım dan onlara göre de bilgi
lerim iz evvelâ d u y u ' lardan m eydana gelmiş sayılm aktadır. F akat
rasyonalistlerin indinde duyulardan elde edilen ve «aklî bilgi» adınî
alan şeyin sebeb ve prensibi, duyular değil, daha çok a k ı l ’ dır. Akıl’ı
önplânda tu ttu ğ u anlaşılm ış olan rasyonalism dahî İbn'ül-arabînin sis
temi ile uygunluk gösterm em ektedir. Çünki kendisi —biraz önce be-
— 29 —
lirttiğim iz şekilde— bütün yanılm aların en başta gelen sorum lusu ola
rak a k 1 1 ' 1 gösterm iştir. Zâten İbn ul-arabînin «akılcı» olan filo
zoflar ve kelâm cılara dâir tenkitçi fikirleri bunu açıkta gösterm ektedir,
(bk. I. Bl. g. faslı).
(^İbn ul-arabî. Platonu tâkîb ederek bu konuda evvelâ m addî ve bir
de aklî olm ak üzere iki tü rlü varlık sâhası kabul ediyor ve şöyle diyor:
«... Meselâ, nasıl ki s e s ' 1er, onları idrâk etm esi bakım ından (sâdece)
i ş i t m e duyusu için mevcûd ve ayni şey, onları idrâk edemediği için
g ö r m e duyusu için yok iseler, (işte bunun gibi), b ü tün aklî varlıklar
dahî, gerçi duyularımız için y o k sayılırlar fakat onlar akıl için (yi
ne de) m e v c û d ' tu rla r...» B undan sonra İbn'ül-arabî, akıl ile kav
ranan fakat duyularla idrâk olunam ayan Allah’a intikâl ederek şöyle
devâm ediyor : «... Bunların arasında en kuvvetli iizâm. varlığı zarûrî
olan A lla h 'tır: O. duyularımız için v o X ^ t ü r fakat aklımız için var
olan şeylerin en n u H ü ^ „ -v.e,-en^a£AsıdırV 35).
Bu sûretle b ir taraftan aklî yâni sâdece a k ı l tarafından kav-
ranabilen varlık sâhası, diğer ta ra ftan da hissi yâni sâdece d u y u '-
larım ız vâsıtasıyla idrâk edilen varlık sâhalarını b ir birinden iyice ayır
m ak lâzımdır. Şimdilik aklî varlık sâhasm ı b ir yana bırakalım ve tek
ra r duyularla kavranm akta olan varlık sahasına, yânî m addî âlem ’e dö
nelim ve böyle b ir «âlem» i nasıl öğrendiğimize dikkat edelim ;
B undan önceki sayfalarda A ristoteles'in bilgi nazariyesinden bahse
derken dem iştik ki, ona göre h er cism ânî varlıkta iki ayrı ta ra f mev
cuttur. Meselâ ta h ta ’dan yapılmış b ir m asa'nm evvelâ b ir m adde'si (ki
bu : ta h ta'd ır) sonra da b ir şekli vardır ki, bu sonuncusuna da teknik tâ
biriyle sûret adı verilir.İşte bilgi nazariyesi bakım ından bu noktaya
tem âs eden (İbn'ül-arabî, dahî, herhangi b ir cismin önce m â'kûl yani
akılla kavranan b ir tarafı olduğunu söyler ve buna da m adde (arapça ;
heyûlâ) adını verir. Teknik tâbiriyle bu sefer ayni cism in inahsûs yâni
hislerle veyâ: duyularla kavranan tarafın a da sû ret ism ini verir. Aris
to telesten alınmış olduğu iyice belli olan“^ u tariften sonra (İb n ’ül-arabî
diyor ki, «... akılla kavranan cisim yâni b ir cisimdeki m ücerret madde,
du 5oılar âlemine ancak, bu m ücerret maddeye bâzı arazlar iltihâk ettiği
zam an dâhil olabilir. B aşka bir deyişle : b ir şekli ( = sûreti) olm adan
biz, m adde adını verdiğimiz şeyi duyularım ızla idrâk edemeyiz. İd râk
edebilm em iz için de, henüz m ücerret olarak düşündüğüm üz bu «mad
de» ye bâzı sıfatların, arazların eklenmesi îcâb eder. Meselâ m ücerret
— 30 —
b ir m adde’ye «harâret» ilâve edilecek olursa o zam an «sıcak madde» yi
tasavvur ve idrâk etm ek m üm kindir ve böyle b ir şeye de «ateş» adı ve*
rilir. Bu son durum da ise, yani m ücerret maddeye bâzı arazlar (sıcak
lık, soğukluk vs..) iltihâk etiği zaman, böyle b ir m addede « b o y -e n -y ü k
seklik» denilen üç tâne buud m eydana gelir. îşte böyle b ir durum da
da cisim dediğimiz şey ortaya çıkar ki bu cisim, tabîatiyle kendisini
kuşatacak b ir m e k â n içinde bulunm ak zo ru n d ad ır^(36).
Şimdi, bilgi nazariyesinde bu «cisim» den yâni b ir m ekân içinde
bulunup, üç buudiu olan bir m addî nesneden hareket ederek, bundan
da duyularım ız vâsıtasıyla neler öğrendiğimize dikkat edelim: Önceki
sayfalarda izâh ettiğim iz gibi, b ir şeyi bilm ek ve öğrenmek sırasında,
karşım ızda bulunan b ir nesne ile bizim aram ızdaki ilk bağlantıyı sağ
layan şey, «beş duyu» muzdan ibârettir. Fakat yine söylem iştik ki: bil
gi denilen şey, sâdece bu «beş duyu» sâyesinde m eydana geliyor değil
dir. Çünki duyularım ız âdetâ birer cereyan kablosu gibi çalışarak, al
dıkları intibâları «akıl» denilen merkeze gönderm ektedir. îşte b u ikisi
arasında Ib n u l-arab î duyularım ızdan itibâren aklım ıza kadar giden
«intibâlar» ın seyrini gösterm ektedir ki bu da bilgi'nin nasıl meydana
geldiğini izâh edecektir. Şöyle k iİA llah insanda b ir düşünm e ( = fikr)
kuvveti yaratm ış ve b u kuvveti de «akıl» denilen başka b ir kuvvete tâbi
( = hâdim ) kılm ıştır. Fikir için yardım cı kuvvet de hayâl kuvveti’dir.
Bu sonuncu ise duyuların merkezi olarak yaratılm ıştır. İb n ’ül-arabîye
göre b urada ancak duyularım ızın getirdiği şeyler ( = yâni: hayâller)
m evcuttur^(37).
B uradaki ifâde belki biraz m üphem görünecektir. Bu sebeble onun
Ou tasvirini daha anlaşılır b ir hâle sokm ak îcâb ediyor. Şöyle ki: evve
lâ karşım ızda bulunan nesneler ile bizim aram ızda ilk tem âsı sağlayan
duyularımız, bilgi hâsıl olm asında ilk basam ağı teşkil ediyor. İşte, aldı
ğımız bu ilk intibâlar da duyularımız vâsıtasıyla, doğruca «hayâl» m er
kezine gidiyor. Bu merkez ise bilgi hâdisesinde ikinci kademeyi teşkil
etm ektedir. Şâyet b ir benzetme ile izâh edecek olursak: hayâl merkezi
âdetâ b ir havuz gibidir. Bu havuza s u akıtan beş tâne bo ru düşüne
lim. Bu borular âdetâ «beş duyu» muzu temsil edecektir. Bu havuz için
de toplanm ış olan s u da, dışarıdan almış olduğum uz intib âlar de
m ektir. Bu intibâlar pek tabiî olarak henüz «işlenmemiş» ve ham b irer
h a y â l ' den ibârettir; bu hayâller daha sonra, husûsî b ir yolla
— 31 —
f i k i r yâni düşünce m erkezine gidiyor. Bu merkezde ise, hayâl ha
vuzundan gelen «tasavvurlar» ( = hayâller) üzerinde bir düşünce başlı
yor ve bu sûretle de —b ir dereceye kad ar— temizlenmiş, işlenmiş olu
yor. Dikkat etm.ek îcâb eder ki, «düşünce» m erkezinde henüz b ir hü
küm bahis konusu değildir. Çünki söz gelimi «bu şey beyâzdır» yâhut
«şu ağn'dır» gibi ifâdeler b irer tasdik veyâ hüküm sayılm aktadır. İşte
«fikir» merkezinde, evvelâ ağırlık ve hafiflik gibi tasavvurlar belirdik
ten sonra, bu tasavvurlar a k ı l m erkezine gider ve bu son kadem e
de ise akhm ız, elde etm iş olduğu çeşitli intibâlar arasında b ir seçme
yaparak, h ü k ü m verir. Meselâ «bu cisim şöyledir!» der,
İşte İb n ’ül-arabînin yukarıda naklettiğim iz ve biraz m üphem gibi
görünen sözlerinin ap-açık m ânâsı bundan ibârettir.
Daha önce de belirttiğim iz gibi «bilgi nazariyesi», hem m antığın
hem de psikolojinin konusu olabilir. İşte birçok islâm filozoflarında
bilgi nazariyesine ekseriyetle, ruhiyât dolayısıyla tem âs etm ek âdeti
bundan ileri gelmektedir. N itekim İbn ul-arabî dahî «hüküm ler nasıl
m eydana geliyor?» sorusu karşısında, i d r â k ’ iri hasıl olabilm esi
için ilk haberci ( = berid) nin «duyular» olduğunu ifâde ediyor. Duyu,
kendisine göre sâdece hâli hâzırdaki b ir v ar olan’ı bize öğretebiliyor
(38), yoksa geçmiş zam anda var olmuş yahut gelecek zam anda var ol
m ası m üm kün b ir şeyi duyularla idrâk etmemiz kâbil değildir. Böyle-
ce bilgi'm izin m eydana gelmesinde yardım cı olan ikinci kuvvet h a y â l
kuvveti adını alıyor. Bu kuvvet, İbn ul-Arabîye göre, duyulardan daha
tem iz’dir. Duyu kuvveti herne k ad ar sâdece «hâl-i hâzır» daki mevcud-
ları kavrayabilm ekte ise de, hayâl k u v v e ti: şu anda b ir şey mevcûd de
ğilken bile onu idrâk edebilm ektedir (39). Bu hayâl kuvvetine «ikinci
duyu» (el-hiss üs-sânî) adını veren İbn ul-arabî, daha önce Fühûhât adlı
büyük eserinden naklettiğim iz sözlerine uygun olarak diyor k i : «... ha
yâl, ortak duyuların hazînesidir. B urada duyular’ın id râk ettiği şeyler
( = tasavvurlar, im ajlar vs.) saklanır ki ihtiyâç hâsıl olduğu zam an
b u n la ra m ürâcaat edilsin diye. O rtak duyular’ın faaliyeti, «intibâlar» ı
kabûl etm ekdir; hayâl hazînesinin faaliyeti ise, bunları korum ak
( = hıfz etm ek) dir. Bu iki şey birbirinden başkadır diyor İbn'ül-arabî
ve sonra ilâve ediyor : Bu iki şeyin bulunduğu yer, beyinin ön boşlu
ğudur. O rtak duyu merkezi öndedir, hazîne sayılan hayâl merkezi ise,
daha arkada kalır (40). Şu halde bilgi nevileri arasında evvelâ duyu
— 32 —
< = hiss) bilgileri, sonra hayâl ve lıâfıza bilgileri bulunm aktadır. Bun
la rd a n başka b ir de v e h i m adını verdiğimiz şey vardır ki, İb n ’ül-
arabî buna da «üçüncü duyu (el-hiss-üs-sâlis) dem ektedir. Bu da, m ad
dî olan nesnelerde gayr-i m addî m ânalar idrâk eden kuvvet'dir. Meselâ
m addî b ir nesne olan insan’da gayr-i m addî olan «sadâkat» m ânâsı gi
bi!. Başka b ir misâlle izâh edecek olursak : b ir k u zu n u n , k u rd ’u düşü
nerek, kendisini alıp kaçtığını tasavvur etm esi b ir v e h m ’ dir. îşte
böyle bir vehim kuvveti hayvanlarda «m utlak hâkim» gibi olup bu şey,
insanlardaki «akıl» m esâbesindedir. Vehim ile akıl, arasındaki fark şu
dur : «Vehim», m a d d î bir kuvvettir ve ancak m addî m ânaları id
râk edebilir. H albûki «akıl», r û h â n î b ir kuvvet olup, bütün rû-
hânî şeyleri, bun lara ilâve olarak ta, cism ânî şeyleri, —duyular vâsıta
sıyla— idrâk edebilm ektedir. İşte buna b ir örnek olarak ta,.i^bn ul-arabî
:şöyle diyor : Nice ulvî meseleler vardır ki, (m eselâ ölüm den sonra be-
■denlerin tek rar canlanm ası gibi) : bunları v e h i m kabûl etmez fa
kat a k ı l tasdîk eder^(41).
B ütün bu saydıklarım ızdan ayrı olarak h â f ı z a adını alan bir
«dördüncü his ( = el-hiss-ür-râbi) vardır ki, bu da h ay âle benzemek
te d ir. Fakat hayâl hazînesi, tasavvurları m uhâfaza ederken, hâfıza ha
zînesi de m ânâlar’ı muhâfaza etm ektedir. Üstelik hâfıza kuvvetinin ve
him kuvvetine olan nisbeti, hayâl kuvvetniin o rtak duyu kuvvetine olan
nisbeti gibidir. Şu kad ar var ki, bu ikisi yâni vehim ile hâfıza arasında
fa rk m evcuttur. Üstelik, hayâl ve hâfıza kuvvetleri, insan beyninin a r -
k a boşluğunda bulunurlar. Daha önde ise vehim merkezi mevcut
tu r (42).
İbn ul-arabî’nin düşüncesinde psikolojinin konusu içinde ele alm an
bu meselede, yukarıda saymış olduklarım ızdan başka, sonuncu bir du-
.7 u kuvveti daha v ard ır ki bu da «beşinci duyu» (el-hiss-ül-hâmis) ola-
.'rak zikredilen terkîb ve tahlîl kuvvetinden ibârettir. Bu terkîb ve tahlil
ise, pek tabiî olarak, sûretler veyâ tasavvurlar arasında meydancı geti
rilm ektedir. Bu sebeble, beyin’in o rta boşluğunda yerleşmiş olan bu
imerkez, adı geçen d ö rt tâne duyu kuvveti arasına oturtulm uş olup, bu
rnun sâyesinde em în bilgiler elde edilm ektedir (43).
İşte şimdiye kad ar saydığımız ve İb n ’ül-arabî’nin bazen «hiss» bâ-
îzen de «kuvvet» adım verdiği bu idrâk edici unsurların asılları da, akıl,
— 33 — F. 3
vehim ve ha^^âl'den ibarettir. Bunların arasındaki a k ı l ise, âdil bir-
k a d 1 ( = hâkim ) m evkiindedir (44). Bedende toplanm ış olan «idrâk,
edici» bu kuvvetler ise, sağlam bir kalenin bekçileri (h u rrâs) gibi--
d ir (45).
İnsanda i d r â k ' i m eydana getiren bu çeşitli kuvvetler, bilgi,
sâhibi olmamız için belli başlı kuvvetler sayılm aktadır. Fakat biraz
evvel Platondan m ülhem olarak İbn ul-arabî'nin, aklî ve hissî olmak
üzere iki türlü varlık düşündüğünü ifâde ettiğimiz hatırlanacak olursa,,
ayni noktayı ele alan Îb n ’ül-arabî, m üm kin varlıklardan elde edilen bil
giler’i üç m ertebe hâlinde gösterm ektedir :
a.) Evvelâ m addesi olmayan m ücerret m ânâlar m ertebesidir kî;
aklımız bâzı deliller sâyesinde bunları idrâk etm ektedir;
b.) Bundan sonra, ancak duyular sâyesinde kavranan m addî var
lıklar m ertebesi gelir;
c.) Nihâyet akıl veyâ duyular sâyesinde idrâk edilen b ir «tahay--
yül» m ertebesi gelmektedir. Bu sûretle tasavvurlar ( = el-mütehayyelât)
bizde duyularla kavranan b ir varlık sâhasm dan gelen sûretler içinde
«bâzı mefhûm lar» ı m eydana getirm ektedir. Bunu ortaya koyan kuvvet
de, aklımıza hizmet eden «tasavvur» (yâhut : tahayyül) kuvvetidir (46).
İşte bu kuvvet de, —biraz önce ta rif edildiği gibi— , duyuların ver
m iş olduğu idealan (yani m efhûm ve tasavvurları) zaptetm ektedir (47)..
Bilgi nazariyesinde b i l e n kişi için, klâsik olarak S harfi b ir
sembol olarak kullanılm aktadır. Bu da, şahıs veyâ özne m ânasına ge
len «Sujet» kelimesinin ilk harfinden ibarettir. Bilen «süje» nin k ar
şısında da pek tabiî olarak b ir n e s n e (= O b je t) bulunm ak îcâb-
eder ve bu da b aştak i' O harfi}de tem sîl edilm ektedir. Böylece bilgi
m eydana gelmesi için b ir «S» ile «O», başka b ir deyişle : Bir bilen ( = S)'
ile bir de bilinen ( = 0 ) karşı karşıyadır. İşte S ---------O münâsebeti,,.
sembolik olarak bunu kasdetm ektedir.
Şimdi, bilen ile bilinen arasındaki m ünâsebet'den bir bi l gi '
nasıl m eydana geliyor? Yani bu iki unsur, karşı karşıya geldiği zaman
ne oluyor? Okuyanlarımız hatırlayacak olursa, Stoalıların bilgi nazari
yesinde b ir benzetmeden bahsetm iştik.^O nlara göre duyular vâsıtasıyla
alm akta olduğumuz «intibâlar», b ir m ü h ü r’ün «bal-mumu» üzerinde?
— 34 —
«bıraktığı İZ gibidir. Pek tabiî olarak buradaki m ühür deyimi Obje'yi;
bal-mumu sözü ise, insan ru h u n u temsil etm ektedir. N ihâyet ikisinin
birbirine tesir etmesiyle meydana gelen «iz» sözü de almış olduğumuz
b ir «intibâ» yı gösterm ektedir) F akat dikkat edilirse bu «iz» in kendisi
ne bizzat «mühür» (yâni : obje) dir ne de «bal-mumu» ( = yani : süje)
sayılır, işte bu da gösteriyor ki, b ir i z ’ e benzetmiş olduğumuz
«intibâlar» m m eydana gelmesi için evvelâ b ir «S» ile b ir de «O» lâ
zımdır; sonra da m eydana gelen bu intibâlar dolayısıyla hâsıl olan bil
gi, ne tâm âm en S olduğu gibi ne de O’dan ibâret veyâ ayni şey'dir,
İbn’ül-arabîye göre : insan bir şeyi bilir, halbûki kendisi bu şey değil’-
d ir (48). Bunun m ânâsı şu d u r: İnsan b ir şeyi bilirken, hasıl olan bil
gi, ile insan rûhu ayni şey değildir. Başka b ir deyişle insan, kendi dı
şındaki nesneleri öğrenirken ona, kendi ruhuna göre b ir şekil verm ek
tedir ki, bu «şekil» ile bizzat «objenin şekli» birbirinin aynisi olamaz>
Bu şekli (yâni tasavvur’u) m eydana getiren insan rûhu da, —böyle bir
tasavvuru bizzat meydana getirm ekle beraber— onunla ayni şey hâli
ne gelmiş sayılmaz. Yani insan, elde ettiği b ir intibâ ve dolayısıyla da
b ir tasavvur’a kendisinden dâim â «birşey katm akta» d ır fakat buna
rağm en r u h ile b i l g i yine de birbirine karışm am aktadır.
Bu arada oldukça önemli b ir hususiyet şudur : elde ettiğimiz bil
gilerin hepsi de ayni ismi alamaz) ar/(^Meselâ «Kâbenin varlığını bilme-
m iz bir i l i m ’ dir fakat onu görmemiz ise a y n veya m â r i f e t
adını alm aktadır (49). Şu halde «mârifet» dediğimiz bilgi çeşidi, mü-
■şâhede’ye dayanm akta, «ilim» adını verdiğimiz bilgi ise, akıl bakım ın
dan husûle gelen bilgi demek olm aktadır. İşte bu nokta bize sûfîler'in
ne sebeble i l i m kelimesi yerine daha çok m â r i f e t deyimi
ni kullandıklarını açıkça göstermektedii-. Çünki «mârifet», sûfîlerin
u sû lü olan Keşf, Şuhûd yâhut M üşâhede’nin, bizzat «tecellîler»! g ö r -
'm e k m ânâsına geldiği anlaşılm aktadır.) Zâten ib n ’ül-arabîye göre Al
lah bâzı kullarına g ö r m e vs. kuvvetleriyle hakîkâtları idrâk et
mek üstünlük ve kuvvetini verm iştir.
^L lM şâyet, Allahın varhğı’nı b i l m e k m ânâsında anlaşılıp
b u da, «aklî delil» den elde ediliyorsa ona «yakîn» adı verilm ekte
dir (50) Ve tb n ’ül-arabî'ye göre «yakîn», ilmin ru h u ’dur (51). Yakîn,
— 35 —
îm an’ın kalb içinde k arar bulm ası, yâni iyice yerleşm esidir (52). Şu hale
de «müşâhede» ( = görm e) ile m eydana gelen « a y n » , İbn'ül-arabî'-
ye göre «yakîn» lafzıyla —hiç bir zaman— ayni m ânâda kullamla-^-
maz (5 3 ).)Sonra «mârifet» ve buna sâhib olan kimse için kullanılan,
« a r i f » deyimlerinin de m ânâsı şudur Arif, gördüğü şey, Allah-,
olan’dır; m ârifet ise onun bir h â l ’ dir (54). İşte bu noktada, «gö
rülen şey» ( = m eşhed) ile bilen b ir şahıs arasında hâsıl olan h â l
meselesi bizi tek rar S ile O arasındaki m ünâsebete götürüyor. Şöyle ki>.
ilim ruhî b ir meleke olup, târife dahî ihtiyâç gösterm ez diyor' îb n uU
a ra b î\ Çünkü herkes kendisinde böyle birşeyi zarurî olarak bulmakta*-
dır.(,Bazı büyük filozoflar ilim ’i, maddeyle b ir alâkası olm ayan ruh'da,
m addî varlıkların im ajlarının (= m ü sü l'ü n ) hâsıl ettiği intihalardır şek
linde tâ rif etm iştir. Bunun îsbâtı ise şudur : H erhangi b ir şeyi tasaV'
vur eden bir kim senin rûhunda —^bir şahıs böyle b ir nesneyi henüz;,
tasavvur etm em iş olduğu b ir zam anda bile— b ir h â l , ya m eydana
gelir, yâhut da gelmez! Eğer gelmezse, onun tasavvur etm esinden ön
ceki hâli ile, tasavvur ettikten sonraki hâli arasında b ir «değişiklik» ol
m am ış demektirV F akat şâyet ruhda b ir tasavvur m eydana geliyorsa :
b urada da iki ayrı ihtim âl ortaya çıkar :
a.) y a ^ n sa n rûhu, kendisinden a y r ı bir nesne ile ayni şey
hâline gelir (yâni ru h ile bilgi aynileşerek birbirine karışır): Böyle bir-
şey im kânsızdır çünki tek b ir şey, m antıkan iki ayrı yerde bulunam az,
başka b ir deyişle, rû h tak i bir nesne —hayâl olarak— hem rûh içinde^
bulunsun hem de —hakikat olarak— rûh u n dışında bulunsun : işte bu
im kânsızdır||M eselâ kendi dışım ızdaki b ir «ateş» i düşünelim : bu nes
ne «yakıcı» dır; fak at onu tasavvur ettiğimiz zam an rûhum uzda hâsıl'
olan «ateş hayâli» ise ateşle ayni şey değildir. Çünki olsaydı, o da aynî
şekilde «yakıcı» olurdu. Şu halde diyor İb n ’ül-arabî b ir «tasavvur» ile
onun tekâbül ettiği dış objeler birbirinin aynisi olamazlar. Zîra bur
«değişiklik» i onlara bizzat r u h vermiştirj^ (55).
b.) yâhut da U nsan rûhu, tasavvur edilen b ir nesnenin im aj’ı ile
ayni şey hâline g e l m e z . Bu durum da ise yine iki ayrı ihtim âl karşı-
sında kalırız ki «bilmek» hâdisesinde bu ihtim âllerin birincisi b i 1~
m e m e k neticesini verir; İkincisi de, B ilinen'in Bilen'e yâni süje'y&
— 36 ^
m utâbık olm asını izâh eder. Şâyet tasavvur eden «sujet», tasavvur
ettiği şey ile mutâbık değilse, bu bilmemek dem ektir çünki, S he^
nüz O yu k a v ra m a m ıştır.^ ^ u halde bilen S’in bildiği O ile mu-
tâbık olm ası ihtim âli kalıyor ki —daha önce belirttiğim iz şekilde— fi
lozoflar bıına «bilgi, gayr-i m addî olan ruhda, m utâbık (= u y g u n ) b ir
sûretin i z bırakm asıdır dem işlerdir. H albûki Ibn ul-arabî'ye göre bu
târif doğru sayılamaz ,(56). Şu halde b ü tün bu izâhlardan anlaşıldığı
gibi İbn ul-arabî, bilgi nazariyesinde çeşitli görüşlerin hem en hepsinden,
kendine yarayacak bâzı ip uçlarını almış ve bundan sonra da kendi gö
rüşlerini ortaya koym uştur. Tabîatiyle onun bu şahsî görüşlerindeki ba
şarılı noktaları görm ezlikten gelmek m üm kin değildir^
Yüzlerce eserin sâhibi olan bu büyük m ütefekkirin «bigli nazariye-
si» ndeki düşünceleri bundan ibâret değildir.-rtbn’ül-arabî'ye göre insan
rûhunda bunlardan a y r ı olarak bâzı «hazır» bilgiler vardır ki, bun
lar filen mevcûd olup zârûrî bilgiler adını alm aktadır. Bu nevî bilgiler
sınıfına üç çeşit bilgi girm ektedir : akıl, ru h ve duyular bilgisi. Fakat
b ir insanın rûhunda bulunm aiyp da, sonradan b ir «kuvvet» sâyesinde,
m üm kin hâle gelen bilgiler, duyularımız sâyesinde ortaya çıkmış olan
bilgilerden ibârettir. İşte bunlara kesbiyyât (yâni sonradan kazanılmış
bilgiler) adı verilir^D ujoılar vâsıtasıyla elde edilen bu çeşit bilgiler de
İbn ul-arabî'ye göre beş kısım dır : i^Meselâ bu n lar arasında, ru h ta «ha
zır bulunan» bilgilere «vicdâniyât» adı verilm ektedir : lezzet ve elem
hakkm daki bilgilerimiz gibi. Nihâyet diğer bâzı bilgilerimiz de «bedî-
hîyyât» adını alm akta olup b u n lar dahî, duyulara baş vurm aksızm bil
diğimiz şej'^lerdir ; Meselâ varlık (vucûd) hakkında sâhib olduğumuz
bilgi de böyledir ve bu gibi bilgilere de «tasavvurât» adı verilm ekte
dir] (57).
Netîce olarak görülüyor ki, İbn'ül-arabî’ye göre bi 1 g i edinir
ken yanlışlığa düşmemiz husûsunda d u y u ’ larım ızın hiç b ir kabâ-
h ati yoktur. Aksine; bütün yanılm alarım ıza sebeb olan şey, hâkim olu
şuna itim ât ettiğim iz akhm ız'dır. Yanlış bilgiler edinmemizde duyula
rım ızın bir kabâhati bulunm am ası keyfiyeti ise, İb n ’ül-arabî'nin b ir san-
süalist olduğu m ânâsına gelmemelidir. Çünki onun bu konudaki gö
rüşleri ve m aksadı duyulara güvenmek îcâb ettiğine değil, aksine ola
rak aklımızı, bü tün hatâların m es'ûlü îlân etm ek gayretine alâm ettir,
Zirâ, duyulara güvenerek b ü tü n bilgilerimizi onlardan alm ağa çalışır-
— 37 —
sak, o takdirde akılla kavranan bâzı «mâ'kûl» varlıkların mevcûdiyetini
d e inkâr etm iş olurduk. Meselâ diyor İbn ul-arabî Allah, aklî b ir varlık
tır; O, duyularımız için yok fakat aklımız için vardır. Bu suretle dik
kat edilecek olursa İb n u l-arab î, bilgi nazariyesi vesilesiyle de «aklî
varlık sâhası» na intikâl etm iş ve netîce olarak ta «aklî bilgiler» e ge
rektiği kadar yer vermiştir.
Bunu tâkib eden fasılda da akli bilgilere ve bu çeşit bilgileri ön
plânda tutanlara karşı İbn ul-arabî'nin görüşlerini ortaya koyacağız.
d.) Aklî Düşünce ve İb n ’ül-arabî :
H erhangi b ir düşünürün sistem ve eserlerini tedkik ederken b ir de
tefekkür tarihi içinde onun nasıl b ir yer işgâl ettiğini gösterm ek lâzım
dır. Felsefe şâyet, insan düşüncesinin devamlı b ir gelişmesi olsaydı,
—ki böyle değildir—, o zam an herhangi b ir fikir adam ının, m ütefekkir
lerin meydana getirdiği b ir zincirde hangi halkayı teşkîl ettiğini bul
m ak da kolay olurdu. Halbuki, hem felsefî fikirler çok eski olup m u
ayyen b ir m illetin m alı değildir, hem de çeşitli yönlerde gelişmiş b ir
çok ve değişik sistem ler m evcuttur. Üstelik, sistem ler arasında zıdlık
derecesine varan, meselâ birinin maddeci (= m a te ria liste ) diğerinin de
ru h çu ( = spiritualiste) oluşu gibi ayrılıklar da dikkate alınırsa, herhan
g i b ir filozof bahis konusu olduğu zaman, böyle b ir mevkî tâyini daha
çok ehemmiyet kazanır.
İşte bütün bu m ülâhazalardan sonra diyebiliriz ki, | İb n ’ül-arabî
«ruhçu» b ir felsefe olan tasavvufun vahdet-i vücûd kolunda en yük
sek m akâm ı işgâl eden b ir şahsiyettir^V ahdet-i vucûd’un ne olduğunu he
m en bu sayfalarda îzâh etm ek m üm kin değildir. Zâten b ir sistem ifâde
•eden bu gibi teknik tâbirlere aceleci ve kısa târifler vermeğe kalkış
mak, eksik ve h attâ yanlış neticelere götürür. Bu sebebledir ki okuyan
larım ız şim diden böyle kısa bir târifi araştıracak yerde, bunun gerçek
m ânasını kitabın sayfaları döndükçe bulup çıkarm ağı tercîh etmeli^
dirler.
Şimdi, b ir noktaya daha tem as edelim if^Tasavvufî düşünce, avru-
p a dillerinde «mysticisme» adıyla anılır. Bu sistem , «rationalism e» adı
verilen ve herşeyi a k ı l yoluyla halletm eğe çalışan felsefî görüşün
ta m karşısındadır. Gerçi tasavyuf, bu d urum da «akıl dışı» intibâm ı
vermekt(bdir>, fakat un u tm am âlT lb te saÂğğjR duşüni5ege~l<âEI^fâmâ^
n î â r reddedilm işideğildir. Çünki b u sistem içinde akıl, sâdece bâzı
ciTz'î h âk îk atla n keşfetm ek ve ilâhî buyrukları düşünerek kabûl etm ek
için b ir vâsıta sayılır. Şu halde böyle b ir vâsıta onlar için, önplânda
— 38 —
değil fakat ikinci plânda bulunm aktadır. Halbûki, Islâm Düşüncesi tâ
rihinde Feylesoflarla, Kelâmcılar, bunun aksine olarak insan aklı'nı ön
plânda tu tarlar^
İşte bu durum da gerek eski devirlerde gerekse bilhassa asrım ızda
akılcılık» a verilen bunca ehemmiyet ve onun dâim â önplânda tutulm a
sı dikkate alınacak o lu rs a ,ta s a v v u fu n insan aklı’na çok fazla değer
vermemesi kolayca t e n k i t edilecektir. F akat değişik sistem lerden
bir tânesine bağlanan b ir kimse için diğer felsefî görüşler nasıl y a n -
i 1 ş telâkki edilm ek m üm kün oluyorsa, bu «yanlış» itib âr edilme ayni
şekilde birbiri karşısındaki b ü tü n sistem ler için de v arittir. Şu halde
asıl mesele iki zıd sistem in, —böyle b ir durum da— kendi delil ve id-
diâlarını iknâ edici ve açık b ir şekilde ortaya koyabilmesine dayanıyor^
Şimdi de gelelim «felsefe» ve «feylesof» deyimlerine : tabîatiyle bu
iki tâ b ir dilimize arapçadan geçm iştir. Fakat bunlar arapçaya da hâlen
ölü sayılan b ir dilden yâni Grekçeden nakledilm iştir, işte bu tâ b irler
orijinal hâllerinde iki ayrı sözden b ir araya gelmiş bulunuyor. Başla
rındaki f i 1 o s kelimesi «seven» veyâ «dost» m ânasına gelir; keli
menin ikinci yan sı olan s o f i a ise, «hikmet, ilim, derin bilgi» de
m ektir. Böylece bu iki parça b ir araya getirilecek olursa : filosofia tâ
biri m eydana çıkar ki, bu da «hikm eti seven» m ânâsına gelir. Filosofia
tâbiri bu ana şekil esas olm ak üzere (fak at az çok değişik şekiller
de) bugünki avrupa lisanlarına da geçmiş bulunm aktadır. (Msl. Philo-
sophy, philosophie vs.). Nihâyet yine ayni tâ b ir arapçam n fonetik bün
yesine uygun olarak «feyle-sof» telaffuzunu kazanm ıştır. Mânâ itibariy
le bu deyimler hakkında yukarda verm iş olduğumuz açıklam alar ise,.
Ibn'ül-arabînin de bir eserinde m evcuttur. Kendisi şöyle diyor :
«... Felsefe, grekçe b ir sözdür; m ânâsı hikm et sevgisi’dir. Feyle
sof dahî, filâ (!) ve sofia’dan b ir araya getirilm iştir. Filâ, seven ve so-
fia ise hikm et'tir. Yâni ; hikm eti seven...» (58). İşte daha önce verdi
ğimiz açıklam alar ile karşılaştırılacak olursa, İb n ’ül-arabî’nin bu izah
larının —bir iki yanlışlık m üstesnâ— um ûm iyetle doğru olduğu anla
şılır. Ondaki bu h atâlar ise kendisinin —diğer birçok İslâm filozofları
gibi— g r e k ç e bilm em esinden ileri gelmektedir.
O^elsefenin târîf'ine gelince, İb n ’ül-arabî diyor ki: «... Felsefenin ta
rifi: var olan şeylerin hakikatlarım ... bilerek ve onların hüviyet^
riyle var - oluşlarını —b ir delîle dayanm aksızın ve taklîd ile değil fa^
kat— insan gücü nisbetinde, deliller sâyesinde, t a h k î k suretiyle
— .39 —
Jlükmederek, insan rûhunun o lg u n laşm asıd ır...)/(59). İşte böyle b ir ta
r ifte dikkatim izi çeken üç tâne nokta m evcuttur ki, bunlardan birincisi,
felsefenin «insan rû hunu olgunlaştıran bir vâsıta sayılması, İk in cisi:
v ar olan şeylerin hakîkatları'nı b i l m e k m ânâsına alınması; üçün-
cüsü de : felsefede tak lîd ’ten kaçınarak m antıkî b ir usûl kullanılm ası
ve deliller'e istinâd edilmesidir. İbn'ül-arabî'nin bu târifi ise Ibn-i Si-
ııâ ’dan m ülhem görünm ektedir (59*).
Felsefe sözü, arapça tercümesiyle h i k m e t dem ektir. H ikm et
deyimi eski harflerle yazıldığı zaman bunun, h ü k m sözündeki
harfleri ihtivâ ettiği görülür. Şu halde Ibn ul-arabîye göre «... hüküm ,
nesnelerin varoluşunu t a s d i k etm ek...» (60) olduğuna göre, hik
m et ile hüküm tâbirlerinin birbirleriyle olan yakın alâkası kolayca gö
rülebilir. Şu halde, biraz önce zikri geçen «... insan gücü nisbetinde...
hükm ederek...» sözlerinin m ânâsım : insanın aklî kuvveti ne derece
ye kadar m üsâade ederse, o nisbetde felsefe yapm ak şeklinde anlam ak
îcâb ediyor. Gerçi felsefenin şimdiye kadar birçok târifleri yapılm ış
tır (61). Fakat bu değişik ve bâzen de aksine olarak birbirine yakın
olan târifleri bir yana bırakarak, tek rar İb n ’ül-arabî’nin verdiği b ir iki
târifi ele alalım :|Şöyle diyor : «... Hüküm, hikm etin; ilim de m ârifet’ln
neticesidir. Şu halde hikm eti olm ayanın hükm ü, m ârifeti olm ayanın da
ilm i y o k tu r|(5 2 ). B undan başka :\«... felsefe, insan gücü nisbetinde Al
laha benzem ektedir...» (63) fakat buradaki «Allaha benzemek» tâbiri,
hakîkaten Allah gibi olm ak m ânâsına değildir. Çünki ilerideki bahisler
de zikredeceğimiz gibi «... b ir kul, M âbûd hâline aslâ gelemez, sâdece
O ’nun b ir sıfatını kendisine örnek alır...» (64) ve çünki «... Allah ile
onun yaratıkları arasında hiç b ir m ünâsebet yoktur...»| (65).jfŞu halde
İb n ’ül-arabî’nin yukarıdaki sözlerinden çıkan m ânâ şu olm alıdır : İn
san lar ancak, bâzı İlâhî sıfatların m ânâsını anlam ak sûretiyle - meselâ
Allah rahîm ( = m erh am etli) ise, ayni şekilde m erham etli olarak, Allaha
benzemiş olabilirler ki, b u «benzeyiş» pek tabiî olarak b ir «j'aklaşma»
dan ibâret sayıhr.l^
'(59) ayni eser, 4 b. Îb n 'ü l-a ra b î’de gördüğüm üz bu tarife benzeyen diğer tâ rifle r için
bk. M urtazâ ez-Zebîdi, Tâc’ül-arûs, e. 8, s. 253
(59) bk. L. Gardet, La philosophie religieuse d ’Avicenne, Paris, 1951, s. 30
(60) ayni eser, 5 a,
<61) A. N aim (B ab an ), Felsefenin bâzı yeni târifleri (E deb. Fak. Meom. h. 1331)
— 40 —
Yine İbn ul-arabî’ye göre «... b ir hakim , herşeyde i l l e t soran
(= y â n i herşeyin sebebini araştıran ) kim sedir...» ( 66 ). Bu, «sebeb sor
ma» keyfiyetini kendisi âdetâ dînî vecîbelere kad ar yaym aktadır ki, bu
nokta üzerinde gelecek fasılda etraflı olarak duracağız. Şu halde İb n ’ü l'
arabî'nin «felsefe» yânî hikm et hakkında verdiği bu târiflerden açıkça
anlaşılıyor ki, h i k m e t : insan rûhunu olgunlaştıran; insanı İlâhi-
leştiren ve her şeyin s e b e b ’ ini araştırm ak ve bulm akta kâbiliyetli
kılan b ir v â s ı t a 'd ır. H attâ d iy o r(Ib n u l-arab î « ...b ir e se re bak
mak, —o eser b ir s a n a tk â rı gerekli kıldığı için—, bizzat san’atk âra bak
m aktadır...» (67). Şu halde felsefenin en büyük faydası b ir e s e r
olan bu kâinâta bakarken onun s a n a tk â rı ( = y â n i: Y aratıcısı) olan
Allâha bakm ak başka b ir deyişle : Allâhı d ü ş ü n m e k ’ tir.^
(66) Bülga, 90 b
(67) ayni eser, 149 a
(68) ayni eser, vr. 195 a
(69) ayni eser, vr. 210 b
(70) ayni eser, vr. 251b
— 41 —
k utsal kitaplar ve Süryânca - Yunânca dînî yazılar (71), eski çağların
m eşhûr tabîbi Calinus (m.s. 200 civ) (72), Sâbîîler ve B rahm anlar (73)
H ristiyanlıktaki teslis akidesi (74) vs. gibi isim lere onun eserlerinde
tesâdüf etm ek m üm kündür. Diğer taraftan islâm dünyâsında yetişen
fikir adam larını, ayrıca felsefî, dînî ve tasavvufî cereyanları da zikre
den İbn ul-arabî, meselâ din filozofları sayılan Kelâm cılar arasında Mû-
tezile, E ş’ariyye, Kaderiyye, Cebriyye vs. gibi züm relerin adlarını da
a n a r ve onları —her vesileyle— tenkîd eder. Sûfî düşünürler arasında
da bilhassa Gazzalî ve eserleri (75), hakîm Tirmîzî (76), Bâyezid-i Bis-
tâm î (77) Sehl b. Abdullah el-Tüsterî (78), İbrâhîm b. Edhem (79),
Hâllâc-ı M ansûr (80), Zünnûn el-Mısrî (81), ve H arrâz (82) vs. gibi ta
nınm ış sûfîler onun eserlerinde hayranlıkla zikredilm iştir.
B ütün bunlar bize şunu açıkça îzâh eder ki, İb n ul-arabî kendisin
den önce m eydana gelen birçok düşünce dallarındaki nazariyeleri ve
fikrî gelişmeleri her halde esaslı b ir surette tâkib etmiş; ondan sonra
da eserlerini bu bilgilere dayanarak yazmış olm alıdır. Böyle bir keyfi
yet ise, Gazzalî (1058 -1111) nin açmış olduğu yolun b ir devâm ıdır.
Ç ünki felsefe ve felsefî düşünceler, İslâmlığın bünyesinde —ilk zam an
larda— tabîatiyle mevcut değildi. B unlar evvelâ Em evîler devrinde pek
cılız olarak, daha sonra da Abbasîler devrinde ve bilhassa M ansûr
{m. 754-775) ve Memûn (m. 813-833) zam anında sistem li b ir şekilde
t e r c ü m e sûretiyle islâm dünyâsına yerleşmiş, fakat bu gibi felsefî
çalışm alar m utaassıb bâzı dînî çevrelerde uzun m üddet b ir «küfr» yâni
kâfirlik töhm eti altında tutulm uştur. Hâlbûki, islâm dünyâsında son
derece fanatik dînî çevrelerin felsefe ve m antık hakkında gösterm iş ol
duğu bu m uhalefet, büyük islâm âlimi Gazzâlî tarafından nisbeten yu-
^muşatılmış bulunuyordu. Gerçi Gazzâlî b ir bakım a felsefî çalışm aları
durdurm uş sayılabilir fakat yine de onun sâyesinde b ir felsefe disiplini
■olan m antık ilmi, eskisi gibi ifsâd edici ve h a r a m b ir ilim sayıl-
— 42 —
m aktan kurtulm uştu. İşte Gazzâlînin açmış olduğu bu cesâretli teşhîs.
yolunda İbn ul-arabî dahî ayni şekilde ilerlemiş, sonra da onun en ya
lan talebesi ve büyük tü rk dâhisi Sadreddin Konevî (m. 1210- 1274),
kendi kitaplarm a öz-be-öz, felsefî birçok unsurları doldurm uştur. Bü
tün bunlara rağm en felsefe ile meşgul olmayı hâlâ da b i d ’ a t sa-
yan ve yasak eden bir taassub cereyânı, cılız bir keyfiyette devâm ede-
gelmiştir. N itekim bu husûsa dikkatim izi çeken ^ îb n ’ül-arabî, şöyle d i'
yor : «... Şâyet hakîkatları bilm iyorsak, bu meselede feslesoflarm sözü
nü ( = görüşünü) tesbît tesbît etmemiz îcâb eder...» (83. Diğer taraf
tan aklî ilimlerle uğraşanlara «kâfir» dam gasını vuranlara karşı da
tbn'ül-arabînin sözü şudur ; «... feylesofların dînî yoktur sözüne gelin
ce : bu, onların b ü tün bilgileri yanlış olsa dahî, dinsiz olduklarına de
lâlet etm ez... »J(84).
N ihâyet felsefî fikirlerin ve usûlün dînî - tasavvûfî k itap lara da
geçmiş olması keyfiyeti karşısında, b ir ara felsefî fikirlerle tasavvuf ki»
tabı yazanlara da ayni ith âm lan n yöneltildiğini görüyoruz. îşte İbn'ül-
arabî, b u noktaya tem âs ederek, herhangi b ir g e r ç e k sûfînin k i'
ta p lan n d a filozofların ve kelâm cılarm uğraştığı meselelerin mevcûd
olm asına bakarak, böyle bir sûfînin de «filozof» olduğuna hükm etm ek
ve bundan dolayı ona « d i n s i z » dam gasını vurm ak yanlış oldu
ğunu ehem miyetle h atırlatm aktadır. Çünki kendisine göre «... böyle
b ir iddiâ tahsili olm ayan bir kim senin sözüdür.(^Zîrâ, feylesofun bütün
bilgileri yanlış değildir; bâzen b ir meselede onların doğru olm ası müm
kündür...» (85). Netîce olarak İbn'ül-arabî, filozofların yânî aklî düşünce
yi önplânda tutan ların kadrini bâzen o k ad ar )öiceltir ki, Peygamber ile
Filozof arasında b ir benzerlik tesîs eder ve şöyle der : «... Peygam ber
ve Filozof, ayni hizâda bulunan iki m ütekâbildir; bunlardan biri aklî
â1i m ^ n ~ h is ^ â l ^ ne 7 3 ^ r rd e ~ K Iisra Ien^ âleme
(86).
Ibn'ül-arabî’nin yukarıda naklettiğim iz bu düşünceleri pek tabiî
olarak târihî b ir geçmişe sâbîp olan İNANÇ ve AKIL m ücâdelesinden
bâzı örnekleri ihtivâ etm ektedir. Bu ünlü düşünür, Futûhât-ı Mekkijo'e
adlı büyük eserinde aynen şöyle d iy o r: «... ve bu sebeble, dînin b ir
çok tarafları um ûm un anlayacağı gibi gelm iştir.., (87).
— 43 —
I^îbnul-arabî’y egöre «... ilm in rü tb e s i,J m â n rü tb esinden şüphesiz
3ii daha üstündür.. Bu jlm in m eydana gelmesi bazen düşünce yoluyla,
t a z e n d e zarûri şekilde olur. Nasıl olursa olsun buna ilim adı veri
lir...» ( 88 ) demek süratiyle, gerek tefekkür’den gelen gerekse b ir ilâhî
vergi olan bu şeye —hiç b ir fark gözetmeksizin— i l i m adı verm ek
te, sonra da bunu i m â n ' dan daha ü stü n saym aktadır^
Bir başka eserinde şöyle diyor «... Bâzı eski nesillerden rivâyet
■edilmiştir ki, Allahın a r ş üzerine istivâ'sı, sorulduğunda bu şahıs :
«istivâ» m enkûldür, keyfiyeti (yâni nasıl olduğu) ise m eçhûldür. Buna
inanm ak vâcib, bu meselede sual sormaK da b id'attır» cevâbım vermiş
-fakat diyor Îbn'ül-arabî biz ve bizim yolumuzla olanlar... işte bu yola
pek tabiî olarak girmeyiz...» (89). Bu suretle K ur'ânda «Allahm arş
ü zerin d e istivâsı» m anlatan âyetin îzâhında, hiç b ir sûretJe düşünme-
yip sâdece buna —nasıl olduğunu sorm ağa lüzûm bile görmeden— inan
m ak îcâb ettiğini iddîâ edenleri tenkîd eden Ib n ’ül-arâbî ayni eserinde
şunları ilâve ed iy o r: «... Akhn b ir nû ru vardır; îm ânın da b ir nûru
vardır. Akıl nûru (ışığı) ile Yüce Allahın varlığının bilinmesine, O’nun
işitici, görücü vs. olduğuna erişilir... îm ân ışığı ile de Allahın z â t’ı bi
linir... »)(90). Böylece (Îbn’ül-arabî akıl ve inanç arasındaki bağlantıyı
göz önüne sererken h er ikisini de ayni hizâda tutm uş oluyor. Çünkü
düşünce olmaksızın ibâdetin dahî b ir m ânâsı y o k t u r d î n î ibâdet
lerden m aksad, ancak... bu hususta düşünm ektir, yoksa laklaka de
ğil!.. (91) diyeri İb n u l-arab î fikrin, cism ânî yaratıkların tabîati icâbı
olduğunu, bu sebeble de m addî b ir varlığa sâhib olmayan m eleklerin
düşünmeğe kâbiliyeti bulunm adığını, f^*kat insan'm düşündüğünü söy
lem ektedir (92). H attâ kendisine göre «cehâlet», dîne z ı d ’ tır. Çün-
ki dîn dahî ilim lerden bir ilim dir (93). Şu halde açıkça görülüyor ki
İb n ’ül-arabî'ye göre «akıl» ve «inanç» birbirini tam am layan iki un.sur-
dur. Bunlardan ne biri ne de diğeri yalnız başına b ü tü n hakîkatları kav
ram ağa kâfî gelmez. Aksine: her ikisinin de berâber yürütülm esi lâzım
d ır .^Bununla birlikte, —şimdiden hatırlatalım ki— ,Cİbn ul-arabî b u kadar
övmekte olduğu a k ı 1 ' ı , sâdece bâzı «cüz'î» hakîkatları kavram a
mız için yardım a çağırm aktadır. Çünki kendisi «küllî» hakîkatları kav-
— 44 —
îram ak hususunda ak l’ın hududsuz b ir kuvvete sâhib olduğunu k a t’iyen
kabûl etm ez) Dediğimiz gibi o, filozoflarm yâni «akıl» ve «tefekkür» ile
hareket edenlerin usûlüne uyarak b ir c ü z ' î hakikatin, m eydana
•çıkarılmasını sağlam ak ve h attâ böyle b ir hak ik at ap-açık mevcûd olsa
dahî, hiç olmazsa onu akıl sâyesinde büsbütün sağlam ve inkâr edilmez
b ir durum a getirm ek isteyen b ir m ü te fe k k ird irB ilm e k ve bilmemek
im âdem ki, birbirinin zıddıdır ve m âdem ki dîn, b ir ilim dir (bk. yk.),
o halde bir şeyi inkâr etmek, onu bilm em ek yüzünden olur. Bizzat ken-
‘disi şöyle diyor :
— 45 -
lığı karşısında insan saygısının derecesini, âdâbını tâyin etm ek gibi ay
rı bir vazifemiz daha vardır. Hemen h er devirde, bilhassa dinî m âhi
yetteki meselelere b ir nevî m odernizm hevesiyle •aldırış etmez-
lik gösterilm esi vâkıası da biraz önce işâret ettiğim iz bu noksanı,
gösterm ektedir. Kaldı ki, insanlık bugün dahî şuna veyâ buna saygı
göserm ekten, ananevi olarak saygı beslediği şeylerden artık vaz geç-
se bile, ondaki bu «saygı» ihtiyâcı başka bir ta ra ftan patlak verm ekte
ve kâinatın sırrı sayılan b ir ana kavram a saygı gösterecek yerde, b u
ihtiyâç sebebiyle, kendisi gibi «yaratılmış» varlıklara karşı ilâhî saygı
ya benzer b ir hürm eti gösterm ekten kendisini alam am aktadır. İşte bu,
noktaya parm ak basm ak isteyen İbn ul-arabî şöyle diyor : «... Zam anı
mızın âlim lerine gelince: işte onlarda... ne Allahtan ne de Peygamber-
den utanm a kalm ıştır. Çünki b ir âyeti veya Peygamberin b ir sözünü
işittikleri zam an husûm et dolayısıyla ona hürm et etm ezler... Bu da on
ların bilgisizliğinden ve Allah korkularının azhğm dandır...» (97). Mâ-
mâfih, zam anın gittikçe k ö t ü ' ye yaklaştığını, asırlardan beri her
nesil hem en hem en ayni şekilde şikâyetçi b ir lisanla ifade edegelmiş^-
tir. Meselâ Ib n ’ül-arabî’den önceki b ir asırda yaşamış olan M uhâzi»
ül-Kuşeyrî (ölm. m. 1070) dahî m eşhûr Risâle’sinde kendi zâmanmda-
ki hayâsızlıktan, ahlâkî çöküntülerden ve insanların artık Allah k o rk u su
taşım adıklarından bahsetm iştir. B ütün bunlar pek tabiî olarak insan
da b ir «geçmiş zam âna hasret» den daha çok, şim diki ve gelecek za^
m âna i s t i k â m e t verebilm ek için sarfedilen gayretler m ânâsın
da telâkkî edilmelidir.
(97) Futûhât, c. 2, s. 12
— 46 —
biliriz ki tasavvufun bu usûlüne felsefe lügatlarında «mistisism» adı
verilir. İm di, bundan önceki sayfalarda Ibn'ül-arabî'nin «bilgi, inanç
•ve akıl» ı birlikte dikkate aldığını söylemiştik. H albûki m istikler ( = m u
tasavvıflar) ekseriyele akılcılık'a tam m ânâsıyla düşm andırlar. Şu hal
de İb n ’ül-arabî, esasen b ir m utasavvıf olduğu halde, akılcılığı şiddetle
reddetm esi îcâb ederken böyle yapm am ıştır. N itekim daha önce b elirt
tiğimiz gibi, kendisi aklın önemi üzerinde durm uş, düşüncesiz b ir inan
cı m akbûl tutm am ıştır. Şu kadar var ki, a k ı l , ona göre ancak b â
zı cüz’î hakîkatları kavrayabilm ekte fakat büyük ve küllî h a k ik a tla r,'
-aklın hududları dışında bırakılm aktadır. JVIeselâ şöyle d iy o r: «... Fey
lesoflardan birçoğunun, nazarı tefekkür (yâni aklî düşünce) sâyesinde
Allahın zâtına eriştikleri iddiası yanlıştır...» (99) F akat akıl ve şüphe
birbirlerinden ayrılm adığı sebebiyle, eski İslâm dogm atikleri, şüpheden
-bereket eden felsefeyi de reddediyordu. îb n ul-arabî ise bunu şöyle
izâh ediyor: «... (İlâhî) m ânâlar, bilgiler ve sırlarda şüphe, sûfîlerin
indinde im kânsızdır. Şüpheler ancak, aklî deliller sâyesinde meydana
.gelen nazarî ilim lerde olur...» (100) Zâten kabûl etm ek icâb eder ki, akıl
gerçekten sonsuz b ir kuvvet değildir. N itekim b ir nokta gehr ki, akıl
■orada durm ağa m ecbûrdur ve şâyet durm ayacak olursa çok yanlış ve
hayâli neticelere sapıtabilir. XVIII. asır fransız m ütefekkirlerinden bir
tânesi olan Condillac dahî bunu çok açık b ir şekilde ızâh etm iştir. Di
yor ki, şimdiye kadar birçok filozoflar ve sistem ler meydana çıkm ıştır
ve bundan sonra da yeni yeni cereyanlar doğacaktır. Şâyet bunlardan
\)ir tânesi herkesin kabûl edeceği gibi doğru olsaydı, ne âlâ!. Fakat bu
kadar değişik ve birbirine zıd olan felsefelere ne demeli? (100*) Fransız
düşünürünün tem âs ettiği bu mesele, esâsında, felsefede kullanılan çe
şitli usûllerden ve görüş tarzlarından ileri gelmektedir. İşte bunun gibi
tb n ’ül-arabî dahî sâdece «öz-düşünce» ye güvenmenin tehlikesinden bizi
şöylece u y arm a k tad ır: «... Fikirden istifâde edilmiş aklî ilimler, akıl
sâhibi m ütefekkirlerin yaratılışına göre değişm ektedir. Böylece onların
tek b ir konudaki sözleri birbirinden farklı olm aktadır. H albûki Pey
gam berlerin, Evliyâ’ullâhın ve Allah hakkında bize haberler (= b ilg ile r)
veren kim selerin ifâdeleri ise, hep aj'nidir...» (101). Din filozofu oldu
ğunu ve filozoflar gibi akılcı ( = rasyonalist) sayıldılilannı ifâde ettiği
miz Kelâm cılar dahî ayni şekilde, îm âncılar'ın hücûm una uğram aktay-
'(98) F u tû h ât, c. 1, s. 44
(99) F u îû h â t, c. 2. s. 236 (6); ayr. c. 2, s. 355 (29-34)
(100) F u tû h ât, c. 2, s. 195 (26-27) 5)d .(((
nOO*) CondiHac, Traite des system es (O evres com pletes..)
ÎİOI) F u tû h â t, c. 1. s. 371
— 47 — ■
dıA Fakat İbn'ül-arabî, Kelâmcılai’ hakkında da oldukça yum uşak bir-
ifâde kullanır. Meselâ Kelâm cılarm «Allahı bilmek» m aksadıyla birçok,
eserler yazdıklarını ve dinsizlere karşı delil ikâm e ettiklerini söyledik-^
ten sonra (102) Kelâm ilmi şerefli b ir ilim olm akla berâber bu ilnıer
herkesin m uhtâç olmadığını, her kasaba için nasıl tek b ir doktor k âfr
gelirse (!) yine her şehir için tek b ir Kelâm âlim inin kâfi geleceğini
söylem ektedir (103). Meselâ Kelârncılar «cevher» ve «araz» dan bahset
m ektedir. Fakat b ir m üslüm an bunların ne olduğunu öğrenmeden, ve-
fât edecek olsa, Allah o kimseyi bundan dolayı m es’ûl tutm ayacaktır.
(104).
B ütün bunlardan anlaşılıyor ki, İb n ’ül-arabî filozoflar ve kelâmcı-
1a r hakkında eski ilâhiyatçıların şiddetli ithâm larına bağlanm am ış, ak
sine onlar hakkm da oldukça yum uşak kan âatlar serdetm iştir. İb n ’ül-
arabî'nin bütün tenkîdleri, dikkat edilirse sadece akla güvenen, a k b
hududsuz b ir kudret sayan kim selere karşıdır.
Bu durum da, m âdem ki m utlak olarak akla güvenmek câiz değil
dir, o halde bunun yerine güvenilecek usûl ne olacaktır? Şimdi'
\te k r a r edelim ki, kendisi bilgi, akıl ve inanç’tan ib âret üç unsur ihtiva,
eden şahsî usûlünü b ü tü n kitaplarında, ancak dikkatli ve devamlı b i r
okuyucunun farkedebileceği şekilde g i z l i olarak kullanm ıştır.
Bu husûsun farkına varm ayan bâzı araştırıcılar ise, Îbn'ül-arabî’ye tam.
miânâsıyla «rasyonalism düşmanı» zannederek, onun, biraz aşağıda»
zikredeceğimiz bâzı sözlerinden dolayı, sâf m ânâda «îmâncı» sayılması
tehlikesine düşerlerl|
Meselâ Îb n ’ül-arabî diyor ki, «.. .|. deliller ancak inkâr edenleri ik n â
etm ek için ortaya atılır...» (105). îrfâ n sahibi sûfıler ise, delil ik âm e
etm ekten m ünezzehtir (106). Ve onlar tefekkür'ü terk etm iştir (107).
Çünkî sûfîler, tefekkür yoluyla anlaşılm asına im kân ormayan b ir şeyin,
ancak ilâhî yardım ve keşf vâsıtasıyla anlaşılabileceğini kabûl eder-
le r|(1 0 8 ) ve çünki kendisini hazırlam ış olan b ir kim se ( = m üteehhiby
inançlarını K ur'ândan alır; K ur'ân öyle b ir kimse için «aklî delil» ye--
_ 49 ~ F. 4
buna çok az kim selerin girdiğini ifâde eder (116). Nihâyet dördüncü
meslek kalıyor ki, İbn ul-arabî'ye göre bu mesleği hem akılcılar hem de
m istikler reddederler (117).
— 50 —
m işierdir (120). N ihâyet büyük b ir fırka olan ve hayli raeşhûr sayılan
B â t 1 n î 1 i k mezhebine gelince İbn ul-arabî bunun ıhakknıda şöyle
diyor. «... B unlar... çeşitli mezhepler hâlindedir. İm âm Gazzâlî, K itab’
ül m üstahzar adm daki eserinde onları reddetm ek m aksadıyla zikret
m iş... onların bu husustaki hatâsını açıklam ıştır. Şu halde saâdet, bâ-
tım iikte vej'â zâhirîlikte değil, her ikisinin telif edilm esindedir...»
(121). Biraz önce adı geçen «İbâhiyye» ( = E hlul-ibâha) ve onunla b ir
likte zikredilen Allahsızlar Ç=EI-m e!âhide) için İbn ul-arabî ilâve ola
rak şunları söylüyor;^*... Bunlar, şüphesiz ki hakîkatları ve bilhassa
Allahı bilm ek için, b ir yönetici ö n d e r ’ e ve ş e y h ’ e iııanmış-
lardır. Bu, onların öz gâyesidir fakat böyle birşey, bir tasavvurdan
(hayâl’den) başka birşey değildir. Onların öğreticisi b ir im âm (yâni ;
önder) dir. F akat çöl serâb’mn kargası (!) gibi bir ö n d e r...»'^122).
Sonra, sâdece aklî delillere bağlı olanların da, İlâhî sıfâtlar konusunda
dînler'in getirdiğini kabûl etmediğini ilâve ediyor (123). Halbûki aklî
delîl dediğimiz şeye sonsuz itim âdın bir hatâ olduğunu gösterm iştik.
Bu sebeble «bir delil'in isbât ettiği şeyi, başka b ir delîl ibtâl edebi
lir (124) dedikten sonra İbn ul-arabî, şöyle devâm ediyor ; «... ve K u r’ân:
istinâd edilen en kuvvetli delil'dir...» (125).
Netîce şudur : B ir taraftan akıl, diğer taraftan da îmân, b ir m adal
yonun iki ayrı cephesi sayılmalıdır. Düşünce târihindeki birçok m üte
fekkirler bu iki unsurdan bazen birini almış diğerini ihm âl etm işti. Fa
kat târihin idrâk ettiği en büyük düşünürlerden biri olduğunda hiç
şüphe kalm ayan İb n ’ül-arabı işte bu terkibi başarıyla m eydana getirm iş
yâni akıl ve inaç'ı birbirinden ayırt etmeksizin h ak îk at’a ulaşabilm iş
tir. Çünki sâdece a k ı l , en yüce hakikat olan Allah’ı kavram aktan
âciz olduğu gibi, yalnız başına dikkate alınan î m â n dahî hakîkat-
lara erişm emiz için kifâyetli değildir. M eselâ^nsan herşeyi düşünebilir
fakat Allahın ta - kendisi bahis konusu olunca işte o noktada akıl,
kendiliğinden durup içinden çıkılmaz güçlüklere m âruz kaldığı gibi, bu
(120) aynı eser, vr. 2S8 b : Bu n o k ta bize açıkça gösteriyor ki, İb n 'ü l-a ra b î’ye verilm iş
olan «şeyh’i ekber» ünvânını, kendisini asJâ kabûl edemezdi. Çünki onun İbâhî-
1er» h akkm dak i b ir tenkidi Îb n ’ül-arab î’ye «Şeyh-i ekber» denilm em esi îcâb ettiğ in
de bizi uyanık tu tm a k ta d ır. Bu se.bebJe biz de, —d ikkat edilirse—, onun b u te
m ayülüne uygun o larak kendisine hiç b ir yerde <Şeyh-i ekber» lâkabiTii verm em e
ğe b ilhassa d ik k at ettik.
(121) Fttîûîıâl, c. 1, s. 373
02 2) Bülga, vr. 7.19b - 720a Ib âh iler ve H ulûliyye, şeytanın y ak m lan d ır. Bk. R û h ’ul-
K a d s (H âlef ef. 812) vr. 60a
(123) Futûhât, c. 2, s. 142
(124) Futûhât, c. 2, s. 177 (11)
(125) aynî eser, c. 2, s. ISO
— .51 —
güçlükler içinde bocalıyan b ir akim, gittiği yolda isrâr etm esi hâlinde
de kendi m uvâzenesinin bozulmasma sebeb olabilir. N itekim İb n ’ül-
arabî bu hususû dikkate alarak ekseriyâ farkına varılm ayan b ir ince
noktaya parm ak basm ıştır; M e s e lâ ^ u r ’ânda «...O 'nu gözler id râk ede
mez..» (K ur an VI/103) denilmekle berâber, «Onu akıllar idrâk edemez
de denilmem iştir.» d iy o r^126). Bu konuda özel olarak Allah problem i
bölüm ünde duracağım ız için şim dilik şunları ilâve edelim ^ İ b n ul-arabî'
ye göre Allahı bilm ek, Allahın i s t e y e n b ir kula kendisini bizzat
i z h â r etm esi (açığa vurm ası) ile m üm kündür (127). Allah böyle
kullarına bir üstünlük verm iştir. Bu gibiler gerek m üşahhas gerekse
m ücerret varlıkları, bâzen g ö r m e kuvvetiyle, bâzen de i ş i t -
m e kuvvetiyle idrâk edebilirler (î2 8 ). Netice ş u d u r; «Akıl anlar;
k e ş f is e ,j 3u jg â^d 3 j! e .t e m â s â _ ^ ^
"Tşte m utasavvıfların usûlü olarak zikrettiğimiz k e ş f m etodu
nun um ûm i bir açıklam ası budur. Okuyanlarımıza b u usûlün m üşah
has b ir örneğini verm ek için, İbn'ül-arabî'nin m eşhûr ve son Meşşâi İs
lâm filozofu İbn-i R üşd (1126- İ198) ile yaptığı ve bizzat F ü tû h ât adlı
eserinde zikrettiği b ir konuşmayı nakledelim ; İb n ’ül-arabî'nin irfân ve
ilim de henüz çok genç ve h a ttâ «çocuk» denecek yaşlarda, kendi za-
m ânındaki kim selerin dikkatini çekecek k ad ar ilerlem iş olması, —ken
d i rİA^âyetiyle— h a l v e t (yânı tenhâ b ir yere çekilip 3/anlız kalm ak
ve düşünm ek) s â y ^ h d e olm uştûr. Bövle~~5ıF~ijsûr i^e°suHIerm~adetâ
b ir talam ‘~‘" F T T T T " ve herkesçe idrâk edilmesi kolav olma ^ n bilgi
lere sâhip oldukları söylenm ektedir. lİşte bu m ânâda olm ak üzere
İ^n^^rabr'âaht^yanffigvîH eîr b ir «yalnızlık» a çekilmiş ve kendi ifâde
sine göre insanı hayrette bırakacak bâzı hallere sâhip olm uşturi O sı
ralarda ise, Ibn ul-arabî henüz pek genç yâni kendi tâbiriyle «dana
zü tüylenmem iş ve bıyığı çıkmamış» b ir yaştaydı. K arşısındaki zât
İbn-i Rüşd ise, büyük b ir filozof, oldukça yaşlı b ir insan ve o sırada
K urtuba’da «kadılık» m akâm m ı işgâl eden tanınm ış bir şahsiyet idi.
Kısaca biraz aşağıda tercüm esini nakledeceğimiz bu konuşm ada, çocuk
yaştaki İbn'ül-arabî’nin, tecrübeli b ir âlim ve m eşhur b ir şahsiyet olan
— 52 —
3bıı-i R üşd’ü nasıl zor durum lara düşürdüğüne şâhit olacağız. Bunun
■da bizce en bü 3'ük kıym eti tasavvuftaki k e ş f usûlünün çok açık
ve m üşahhas bir şekilde anlatm asından ibârettir. İbn ul-arabî şöyle di-
yor j
(f ... Birgün K urtubada, oranın kadısı olan İbn-i R üşd'ün huzûruna
çıktım. H alvetim sırasında A lbhm bana__a ç m ı^^..._oWuğu şeyler,
kendisine ulaştığı ve bunları işittiği için, benimle görüşm elcT sf!jw ve
işittiği şeyler dolayısıyla hayretini izhâr ediyordu. Babam beni onunla
İ3uluşturm ak için, kendisini alâkadar eden b ir iş bahânesiyle, ona gön
derdi. Çünkü babam İbn-i Rüşd’ün arkadaşlarından idi. Ben ise, oza-
man henüz çocuktum : Yüzüm tüylenmemiş, bıyığım çıkmamıştı.
Onun huzûruna çıktığım zaman, m uhabbet ve nezâket ( = t a ’zîm)
»olarak, m akâm ından kalkıp bana doğru geldi ve sarıldı. Sonra ;
— Evet! dedi. Ben de ona.
— Evet! dedim.
Böylece kendisini anladığım dan dolayı bana karşı ferahlığı arttı. Son
ara bu sebeple, ona ferahlık verdiğim için istiş'âr ettim ve :
— Hayır! dedim.
(O zam an) sıkıldı, rengi değişti ve kendi bilgisinden şüpheye düştü.
S o n ra da :
— K e ş f ve İlâhî f e y z sayesinde bu işi nasıl buldunuz? Bu,
tefekkürün verdiği bir şey (yâni : bilği) m idir? dedi. Ben de ona ;
— Evet-Hayır! dedim. «Evet» ile «Hayır» arasında, ru h lar madde-
îerinden, boyunlar da bedenlerinden aj'n h rlar.
O zam an rengi sapsarı oldu, ve titrem eğe, âcizlenmeğe başladı.
Çünki kendisine «rümûz» la anlattığım şeyi anlam ıştı|^130).
İşte burada açıkça görülüyor ki, hâdise, târihî bakım dan önemli
<3lm akla berâber, esâsında Tasavvuf ile Felsefe arasında m e t o d
'farkını gösterm esi cihetinden çok daha büyük bir ehemmiyet taşım^ak-
tadır. Çünki^İbn'üî-arabî, o sıralarda b ir çocuk yaşında olduğu halde
k e ş f ve «İlâhî fezy» sâyesinde yüksek b ir irfâna sahip olmuş, îbn-i
Rüşd ise ilerlemiş yaşm a ve geniş felsefî-aklî bilgilerine rağmen, k e ş f '
den m ahrûm olduğu için, bu küçük yaştaki sûfînin karşısında bocala
m ıştır. Netice olarak b ir defâ daha belli oluyor ki, tecrübe edilrneğg^
m üsait olmayan bâzı küllî hakîkatlar karsısında îbnuT arâE îr^ «akim
<130) F u tû h â t, c. 1, s. 171: Bu konuşm anın târih i için bk. II. B ölüm , n o t : 32.
— 53 —
yetersizliği» ne işâret etmiştir.^Meselâ en büyük hakikat d a n Allah fik-
ine erişm ek için, sâdece kıyas, istidlâl ve dolayısıyla da a k ı l kâfi
gelmiyor. Şu halde b u ^ e n büyük hakîkat»e erişm ek için ne yapabiliriz?
Bunun da çâresini İb n ’ül-arabî bize gösterirken şöyle diyor : «... H er
hangi bir kimse için, Allahı bilmek, —o kimse Allaha yaklaşm adığı
müddetçe— m üm kün olamaz (131). Sonra da şunları ilâve edij'or :
^;... Kim akıl ve tefekkür sâyesinde Allahı b i l m e k isterse, onda
bu biigî m eydana gelmez. Sen,, AJlâhı, bizzat Allâhm k-e..^ d i s i n -
d e..,^...iste. O zam an Onu kendine «kendinden daha yakın» bulacak-
■sın...» (132). Sonra akıl ve istidlâl için bizce," Allahın birliğini
i a t hakkında d e l i l bulmağa hiçbir ihtiyâç yoktur...» de
m ektedir (133), Ve çünki «... Allâhı bilmek, ancak ona y a k l a ş -
m a k sûretiyle olur; isbât sûretile değil...»'^(134).
Şu halde, cüz'î hakîkatları bilmek konusunda akıl, gerçi lüzum-
ludui'. Ancak, Küllî H akikat olan Allahın bilinmesi için akıl ve felsefe,
bize hareket noktasını gösterm ekle berâber, kesin netice, —İb n ’ül-ara-
b î’ye göre— ancak «Allaha yaklaşm ak» sûretiyle alınabilir. Bu durum
da insan aklı’nın dünyâ hayâtındaki önemi, hiç bir zaman inkâr edile
mez, İşte böyle bir nim et sâyesinde insanlık mâhiyetinin h udutları belli
olm akta ve insan, hakk (yâni : doğru) ile bâtılı (yanlışı) birbirinden
ayırt edebilm ektedir. Nitekim, İbn ul-arabî'nin hayâtını okurken, bu
Özellikleri kay'iyen gözden uzak tutm am ak lâzımdır.
— 54 —
il b ö l ü m
ÎB N ’ÜL-ARABÎ’NİN HAYÂTI
— 55 —
m iştir. Onun yaşadığı devreye gelinceye kadar İspanya ve Kuzey Afri-
kada, m üslüm anlar çeşitli isim ler altnıda birbirini tâkib eden devlet
ler kurm uşlardır. Şimdi İbn ul-arabî’nin hangi devrede yaşadığmı daha
açık olarak göz önüne serebilmek için, kaldığımız yerden bu gelişme
leri anlatm ağa devâm edelim :
Demiştik ki, 711 senesinde m üslüinan kuvvetleri ilk defâ olarak
Târik zam ânında İspanyaj'a ayak basm ıştır. O sıralarda ise İslâm lık
—Şam merkez olm ak üzere— Emevîler adını alan hilâfet tarafından
idâre edilij'ordu. Bu hânedân İspanyanın fethinden bir m üddet sonra,
da Abbasîler tarafından m ilâdî 750 senesinde ortadan kaldırılm ıştı. İşte
bu tarihlerde yani Emevîler yıkılırken, bu hânedâna rnensûb olan Abdur-
râhm an isimli b ir Emevî p ren s’i, Abbâsîlerin elinden kurtu larak önce
Kuzey Afrika’ya sığındı, oradan da —zaten daha önceki senelerde yâni
711 den itibaren m üslüm anların eline geçmiş olan— İspanya’ya, 755
senesinde ayak b asarak Abbâsîler tarafından yıkılan Emevî ismini, İs
panyada devâm ettirdi. Bu suretledir ki, İspanyada Endülüs Em evîleri
adı altm da kurulan ve Abbasîlerden bağımsız olarak yaşayan bu yeni
devlet, 756 senesinden 1048 yılllarm a kadar yani üç asra yakın b ir süre
devanı etti. Fakat bu son tarihlerde ise bunlar zayıflayıp çökmeğe baş
layınca yeni b ir İslâm devleti kuruldu : M urâbıtlar.. M urâbıtlar devleti
de 1048 senelerinden 1148 seneleri k ad ar b ir asırlık hâkim iyetten sonra
çöktü ve bunların da yerine yeni b ir devlet g e ç ti: M uvahhidîler...
İşte İb n ’ül-arabî’nin dünyâya gelişi de «Muvahhidîler» zam anında
dır. M uvahhidîler’in özellikle iki tâne ünlü sultânı olan E bû Yûsuf Yâ-
kûb (m. 1163-JÎ84) ve onun hem torunu hem. de halefi olan Sultan
E bû Yâkûb Yûsuf (m. 1184-1199) zam anlarında bu devletin nüfûzu,
İspanyadan başlıyarak kuzey Afrika kıyıları boyunca tâ M ısıra k a d a r
uzam aktaydı. İşte İbn'ül-arabî de —dikkat edilirse— bu satvet ve kud
ret deı/rinde, yâni Sultan Ebû Yûsuf Yâkûb (1163-1184) zam ânında
1165 senesinde dünyâya gelmiştir.
Yine bu iki büyük sultân zam ânında, İslâm k ü ltü r tarihinde en
seçkin yerleri işgal eden büyük felozoflar yetişm iştir ki, bunlardan birî
İbn-i Tufeyl (ölm. m. 1186), diğeri de İbn-i Rüşd (m. 1126-1198) adın
daki düşünürlerdir (] ) . Nitekim İb n ’ül-arabî, henüz çocuk yaşta iken
1. Îbn-î Tufeyl (ölm . h. 581?/m. 1186?) E n d ü lü ste y.Mişeıı fik ir adam !arın.dan b irid ir.
Kendisi S ultan E b û Y akab Y usuf’un v cz'diğini de yaı>mış olan İbn-i Tufeyl, Hayy
ibn-i Y akzân isim li felsefî ro m a n ’ın yazarıdır. M errak u ş'ta vefat et-ııiştir.
îb;?.-i R üşd (11.26-115.81 ise islâ:n dünyasında A ristoculuğu tem sil eden b ü y ü k b i r
filini ve filozoftur. B ir süre K nrU ibada b aş k a d ıh k yapm ış ola" İbn-i R üşd, Mu-
vahnidîler saraym a, İbn-i Tufeyl la ra fm d a n sokulm uş ve devlet işlerinde vazifs
^örm ü.ştür. R asyonalist b ir filozoftur.
— 56 —
bunlardan İbn-i Rüşd ile K urtuba şehrinde konuşm uş ve kendisi bu
konuşm aja bize nakietm iştir (Bk. I. Bölüm, not. 130).
İbn ul-arabî’nin dünj'âya ilk defâ göz açtığı bu ülkenin târih ve
kü ltürünü enine boyuna anlatm ak bizi gâyemizden uzaklaştıracağı
için, lüzum lu olan bu ana noktalardan sonra şim di tek rar esas konu
m uza dönelim : İbn'ül-arabî (2), biraz önce belirttiğim iz gibi Endülüs-
de —fakat oradaki Mürsiye şehrinde— 1165 senesinde, k ültürlü bir
âileden dünyâya gelmiştir. Bu âileye m ensup fertlerden bâzıîannm bü
yük m evkilerde bulunm ası meselâ dayısı Yahyâ ibn-i Yagân-m Tlem-
sende melik olması, ayrıca babasının, «sultan»m ve b ir de adı geçen
filozof «İbn-i Rüşd»ün arkadaşı olması vs. gibi hususlar, îb n ul-arabî’nin
tanınm ış bir âileye mensub olduğunu gösterm ektedir. Bu âilenin diğer
îbir özelliği de, bahis konusu fertlerin son derece dindar ve zâhid kim
seler olması, h a ttâ bâzılarm m yüksek rûhâniyete erdiklerinin —İb n ’ül
arabî tarafından—• zikredilm esidir. İbn'ül-arabî’nin âile çevresini iyice
belirtm ek maksadiyle saydığımız b u özellikleri şim di de teker teker
■ele alalım :
İbn ul-arabî’nin, çevre bakım ından k ültürlü ve ayrıca mânevi m er
tebe sâhibi olup, yüksek ve resm î vazifelerde bulunan b ir âileye men-
sûb olduğuna işâret etm iştik. Meselâ Alî b. M uhamm ed adındaki ba
h ası her halde tanınm ış bir kim sedir. Çünki şahsî dostlarından biri
olarak, o zam anların m eşhûr feylesofu îbn-i Rüşd (1126-li98)'ün zik
redilm esi (3), ve ayrıca bizzat kendisinin «... babam . Sultân'm arka
daşlarından idi.» demesi (4) bunu isbât etmeğe kâfidir. Aşağıda tek rar
tem âs edeceğimiz gibi babası rûhâniyet bakım ından da —kendi öleceği
günü önceden k e ş f edebilecek kadar— büyük m ertebe sâhibiy-
di (aş. bk.).
Yahyâ ib n ’i-Yagân isimli dayısı da, önce Tlemsen m eliki iken, son
ra dünyâ zînetlerinden vaz geçerek zâhidlik hayâtına girm işti (5).
Ebû Müslim Havlânî adında başka bir dayısı da «âbid» lerin bü
yüklerinden biriydi ( 6 ).
_______
^^bdullah Îb n ’i-Muhammed adındaki öz amcası, mânevî m ertebe
sâhibi bir kimseydi (7) seksen yaşından sonra sûfî o lm u ştu ^ 8 ).
Alî ibn-i Abdullah isimli am ca zâdesi de (biraz önce adı geçen am
casının oğlu olup) o zam anlarda Tunus’ta yaşıyan sûfîierden bir tâne-
siydi (bk. ilerde, not. 13, )•
İşte bütün bu saydıklarım ız îb n ul-arabî’nin bilhassa rûhâniyet
sâhibi bir âiieye mensup olduğunu açıkça gösterm ektedir. Onun hayâ
tında silinmez etkiler bıraktığında hiç şüphe bulunm ayan bu şahsiyet'
lerin bâzı tipik hâdiselerinden, —görüş noktam ıza daha çok açıklık ver
mek için— bahsetm em iz gerekiyor :
Biraz önce babasının kendi öleceği günü, ö n c e d e n İb n ’ül-
arab î’ye bildirdiğini söylemiştik. İb n ’ül-arabi diyor ki :
«... babam ı, yüzünde canlı insanların hâli (sureti) bulunm ası bakı
m ından şüpheyle defn ettik... Ölmezden onbeş gün ö n c e , bana ken
di ölüm gününü haber vermiş ve çarşam ba günü öleceğini... (söyle
m işti)... N itekim böyle oldu! Sonra, ölüm günü gelince, şiddetli b ir
şekilde hastalandı, (yatağında) doğrulup dedi ki :
— Oğlum, bugün artık g ö ç olacak!... (O sırada), bütün âilesi
ve kızları da yanındaydı...» (9).
Bu hâdise açıkça anlatıyor ki, îb n ul-arabî’nin babası «rûhâniyet»
sâhibi b ir kim sedir. Zâten gâyemiz bu noktayı belirtm ek olduğuna gö
re, şimdi de dayısı Tlemsen meliki Yahyâ ibn-i-Yegân’ın m âcerâsından
bahsedelim.
İb n ’ül-arabî’nin anlattığına göre bu zât, önceleri Tlemsen meliki
iken, bu şehirde bulunduğu sıralarda, aslen Tunuslu olup, E bû Abdullah
adında, âbid (çok ibâdet eden) ve dünyâdan elini eteğini çekmiş b ir
ş e y h mevcutmuş. Bu şeyh, Tlemsen dışındaki Ubbâd ismi verilen
b ir mescide çekilmiş, orada ibâdet edermiş. İşte bu şahıs b ir gün Tlem
sen ile Agadir arasında seyâhat ederken, Yahyâ ibn-i Yagân ona tesâ-
düf etmiş, kendisine :
— Zâmâmmızm âbid'i Tunuslu (el-Tûnusî) Ebû Abdullâh işte bu-
dur! denilmiş. Dayısı, atının dizginlerini çekerek, şeyhe selâm vermiş,
şeyh de onu selâmlamış. O sırada dayısının üzerinde çok süslü elbise
ler varmış. Şeyhe sormuş :
— 58 —
— /Ey şeyh, benim giydiğim bu elbiselerle namaz kılm ak caiz m i
dir? Şeyh bu suâle gülmüş ve aralarm da şöyle konuşm uşlar :
— Niçin gülüyorsun?
— Aklmm zayıflığma ve hâlini bilmezliğine gülüyorum. (Çünki)
sen, içi haram dolu bir küp gibisin, (bunu unutup) elbiselerin hakkm-
da sual soruyorsun! H albuki halkm mezâlimi senin boynundadır (yâni
onlara zulm ediyorsun)!..
Bunun üzerine m elîk'in gözleri yaşlanmış, atından inmiş ve me-
lîklikten vaz geçerek, bu şeyhin hizm etine girmiş. Şeyh onu kendi evin
de üç gün m üsâfir etm iş ve sonra elinde b ir urganla onun yanm a gi
rip m elik e şöyle hitâb etmiş:
— Ey melik, artık m üsâfirlik günlerin sona erdi. Kalk ve odun
satarak hayâtını kazan! ^
Böylece eskiden m elik olan Yahyâ ib n ’i-Yagân, sırtında odun ta
şıyor ve onları pazara götürüyor, fakat onun bu hâline baktıkça da ahâ
linin gözleri yaşarıyorrnuş. Daj'isı odunları sattıktan sonra kendi yiye
ceğini satın alıyor ve artan parayı da fakirlere dağıtıyormuş. İşte bu
hâl, tâ ölünceye kadar böyle devâm etmiş ve nihâyet vefât ettiği zaman,
daha önceleri öldüğü anlaşılan şej^hinin türbesinin dış tarafına defn
edilmiş. İb n ’ül-arabî, bu dayısının kabrinin orada bulunduğunu ve o
sıralarda halk taralından ziyâret edildiğini söylemektedir.
Bu zâtın rûhâniyetini açıkça gösterm ek m aksadıyla Ibn'ül-arabî di
yor ki, — kendisinden hayır duâ almağa gelenlere Şeyh :
— (Benim değil fakat) Yahyâ ib n ’i-Yagân’m duâsını isteyiniz,
çünki o, hem melik hem de zâhid’tir. Şâj'et ben şahsen onun gibi ibtilâ
(yâni im tihân) edilseydim, belki de zâhid olamazdım!, derm iş (10).
İşte İbn'ül-arabî’nin m addî âleme karşı kayıtsızlığım ve ayrıca
süslü bir dünyâ hayâtı hakkındaki menfî davranışını belli eden örnek
lerden biri de bu olm alıdır. Çünki, İbn ul-arabî'nin ilerki yaşlarında tasav
vufa girmesini ve şahsî felsefesini etki altında bırakm ış olduğunda hiç
şüphe bulunm ayan bu gibi «fakirlik prensipleri», zâten sûfîlerin hayâ
tına hâkim unsurlardan biridir.
Y ukarıda adını andığımız başka b ir dayısı o la n ^ b û Müslim Hav-
lânî'nin de «âbid» lerin büyüklerinden biri olduğunu söylemiştik. Bu
zât ibâdete o kadar düşkündü ki, geceleri dahî namaz kılardı ve yoru
lup ayaklarının derm ânı kesildiği zaman,, daha fazla ibâdet edemiyo-
( I I) F ütûhüt, c. 2, s. 20 (2-3)
— 59 —
ru m diye hırsından iki ayağına değnekle v ururdu (11). N itekim böyle-
b ir özellik başka sûfîlerde de g ö rülm ektedir^
İbn ul-arabî’nin öz am cası olup, seksen yaşm da tasavvufa girdiğini
söylediğimiz Abdullah ibn ul-arabî dahi buna benzer etkilerden b ir
tânesini teşkil eder (12). Seksen yaşında iken, b ir çocuğun yol göster
m esi ile (!) tasavvufa giren (aş. bk.) bu am cası hakkında İbn'ül-arabî,.
F u tû h ât’da ve ayrıca «el-Dürret ul-fâhire» ile «Rûh'ül-Kuds» adlı eser
lerinde yeri geldikçe bilgi verm iştir.
el-Dürre'de öz am cası olduğunu belirttikten sonra, şunları ilâve-
ediyor: Sabâh olunca bana :
— Kalk, nam azını kıl! derdi. K urâna göre yaşardı. Kendisiyle be-
râb er seyâhate çıktık. B ir gün bana şöyle dedi ::
— Oğlum babana yakında vefât edeceğini haber ver. Ben de (zâ
ten) ondan sonra (ancak) kırk iki gün yaşayabileceğim (13).
Rûh ul-Kuds’de ise ayni şekilde babasının şakîk’i yâni öz kardeşi
olduğunu te k râ r ettikten sonra onun, küçük b ir çocuğun tavassutu ile-
—^hem de seksen yaşında iken— tasavvufa girdiğini haber verm ekte
dir. Bu zât’m b ir oğlu da varm ış fakat o daha önce vefât etm iştir. Ni
tekim Abdullâh isim li bu amcası, kendi oğlu Ali’den (14) k ırk d ört
gün sonra vefât edeceğini bizzat İb n ul-arabî’ye bildirm iş ve dediği gibi
olm uştu. Ölüm gecesi gelince, âilece berâber oturuyorlardı. Amcası,,
yatsı nam azını kıldıktan sonra kıbleye dönm üştü. İbn ul-arabî’nin de-
bulunduğu âile efrâdına istirâh ata çekilmelerini söylemişti ki, sabah
kalktıkları zam an onun vef^t ettiğini görm üşlerdi. Bu sebeble onun'
ölüm üne hiç kim se şâhit olm amıştı. Tasavvufa girişi de ölüm ünden üç
sene ö n c e idi (15).
— 60 —
İbn'ül-arabî’yi tasavvuf yolu'na götüren sebebler bundan ibâret
değildir. Bizzat kendisinin, daha çocuk yaşlarda iken sâhib olduğu bâzı
fevkalâde haller dolayısıyla şöhret kazandığını ve bu sebeble zamanın
feylesofu İbn-i Rüşd (1126-1198) ile sohbet ettiklerini nakledip, bu en
teresan sohbetin m uhtevâsm ı verm iştik, (bk. br. I. Bölüm, not. 130).
— 61 —
onun hocası ş e y t a n olur (22. Fakat İbn ul-arabî'ye göre iki tü r
lü ş e y h vardır :
a) Bir kısmı şe}4ıler, K ur an ve hadîsler’i bilirler; onların zâhirle-
rine inanırlar, .... Allahın dediklerini yaparlar ve dînî m erâsim i îfâ eder
ler, ....insanlara şefkat gösterirler... ve Allahın sevdiğini sever, sevme
diğini de sevmezler. Herhangi b ir kim senin kötülemesi, onları Allah
yolundan ah koyamaz, iyiliği em rederler ve yasak (kötü) şeyleri m en’-
ederler... iyilikler hususunda birbirleriyle j'a n şırla r... afvedici olurlar,
büj'ükleri sayar, küçüklere de m erham et ederler. Haklıya hakkını ve
rirler ve kendi arkadaşlarım h attâ bü tü n insanları tebrie ederler (te
mize çık arırla r)... Kendi büyüklerine baba gözü ile, akranlarına kar
deş olarak ve küçüklerine de evlât nazarı ile b ak arlar... B ütün insan
lar, onların âile fertleri gibidir....... işte bunlara saygı gösterm ek lâzım
dır.
(22) Fütûhât, c.
(23) FiUûhât, c. 2, s. 407 (24 vd.) - 408 (1 vd.)
— 62 —
560 olarak değişmiş (24) ve «on günlük bir fark» ile düzeltilm iştir.
Bu suretle İbn'ül-arabî’nin Mürsiye şehrinde m ilâdî 7 Ağustos 1165 ta
rihinde dünyaya geldiğini belirttikten sonra şimdi de onun hayâtm ı
sene sene tâkîb edelim ;
— 63 —
ib n ’üî-Erîsî (29) adında genç b ir sûfî ile sohbet (arkadaşlık) etm iş
tir. İbn uî-arabî’nin ifâdesine göre bu genç bizzat «sâlih» bir kim se olup,
sâlih kim seleri sever ve onlarm toplantılarına devam ederdi (30). Bu
hâdise ise İbn ul-arabî’nin tasavvuf yolundaki sohbetlerinin gâlibâ ilki
dir, çünki bunun dışında daha eski b ir hâtırasını bize nakletm iş değil
dir. Üstelik dikkat edilirse İb n ’ül-arabî bu genç sûfî ile arkadaşlık
(sohbet) ettiği sırada kendisi henüz on yaşındaydı. H ayâtına âit h âtıra
larını her vesile zikrettiğini bundan sonra da göreceğimiz İbn'ül-arabî’nin
bu «sâlih genç» den bahsetm esi herhalde m ânâlıdır. Çünki «genç» lâfzı
ile andığı bu delikanlı sûfî bizzat «sâlih» b ir kimseydi ve genç yaşm a
rağm en sûfîyane toplantılara devam ederdi. İşte İbn ul-arabî'nin bura-
i a dokunduğum uzdan başka b ir m aksad ve konuda açıklam alar yapar
ken adını andığı b u genç sûfî, daha çocuk yaştaki İbn'ül-arabî’yi etki
lemiş olm alıdır. Şu halde İbn'ül-arabî'nin tasavvuf’a ilk defâ giriş'i
yirm i yaşında olm akla berâber (bk. ilerde h. 580 senesi) onun tasav
vuf yoluna olan sem patisi bundan çok önceleri başlam ış sayılır.
h. 571-577 = m. 1175-1182 seneler! arası
B undan önce 1173-74 (h. 569) senesinde İb n ’ül-arabî’nin kesin ola
ra k nerede bulunduğuna dair bir vesikaya sahip olmadığımız için, onun
belki de îşbiliyye’de âilesinin yanında ikâm et ettiğini söylemiştik.
Çünki 1172-1173 (h. 568)’de e.sâsen İşbiliyye'de bulunduğu bilinen
İb n ’ül-arabî'nin, üstelik 1174-1175 ( = h . 570) senesinde yine İşbiliyye-
de bulunduğu belli olduğuna göre (yk. bk.) bu iki yıl arasında onun,
âilesijde birlikte başka bir şehre gittiğine ihtim âl verilemeyeceğini de
belirtm iştik. Ancak 1175 ile 1182 seneleri arasında İb n ’ül-arabî'nin ne
relerde bulunduğu yine belli değildir. Çünki bu aradaki beş-altı sene
lik devre hakkında İbn'ül-arabî, —m eşhur filozof İbn-î Rüşd ile yaptığı
b ir konuşm a olayı m üstesnâ— herhangi bir hâtırasını nakletm em iştir.
Îbn'ül-arabî bu arada sâdece K urtubaya götürüldüğünü ve babasının
arkadaşı diye bahsettiği m eşhur filozof İbn-i Rüşd ile b ir defa görüştüğü
nü bildiriyor (31). F akat bunun kesin tarihini söylememekle berâber
adı geçen m ülâkâtın 1173-1182 seneleri arasındaki b ir yılda yapıldığında
hiç şüphe yoktur. Bu enteresan konuşm anın târihini tesbît etm ek uzun-
— 64 —
ca bir açîklam ayi gerekli kıldığı için, bu husustaki lüzum lu izahlan
•dipnotunda vermeği tercih edij^oruz (32).
İbn'ul-arabî'nin bu ünlü ve o sıralarda yaşlanm ış islânı feylesofu
ile k onuşm asını bizzat nakletm esi de, esâsında felsefî bilgi ile, tasav-
vufî bilgi arasındaki farkı ortaya koym ak içindir. Feylesof İbn-i Rüşd
ile görüştüğü zam an Ibn ul-arabî en çok onyedi yaşlarında bulunuyor-
:du. H albûki îbn-i Rüşd o sıralarda felsefe sâhasm da bir otorite sayılıyor
ve gerçek biigi'nin a k ı l yoluyla elde edildiğini iddiâ ediyordu.
•İbn ul-arabî ise, daha çocuk yaşta olduğu halde, kendisinde vukûa
(32) İbn-i Rüşd Kurtuba şehrine iki defa gelm iştir. Birinci gelişi, kadılık vazifesiy
le olup, 1İ69 senesine tesadüf eder. Bu sırada ise İbn'ül-arabî henüz dört yaşın
da öldüğü giiair—zalcn Kurtubada düğil, fakat ailssiyie birlikte Mürsiyede bu
lunmaktadır.
İbn-i Rüşd ikinci defâ olarak bu sefer baş-kadı vazifesiyle Kurtuba şehrine
tâyin edilm işti. Bu ikinci gelişi ise IH l'den 1182 senesine kadar devamlı bir ikâ
m et oldu. Nihayet 1182 senesinde oradan alınarak Merakeş sultanımn sarayın
daki bir vazifeye tâyin edildi. İbn'ül-arabî'ye g elin ce; onun da ilk defâ olarak
1173’de Mürsiyeden ayrıldığını ve İşbilii'ye şehrine ailesiyle birlikte getirildiğini
daha önce görmüştük. Şu halde İbn'ül-arabî’nin Kurtuba'da İbn-i Rüşd ile yap
tığı bu jTiülâkat en erken 1173 v een geç — İbn-i Rüşd'ün Kurtubadan ayrıldığı —
1182 senelerinde, yâni bu iki tarih arasındaki her hangi bir yıl içinde vaki ol
muştur. Bunun gerçek tarihini tesibit edebilm&k ise, bazı münakaşalara bağlı
dır. Şöyle k i : bu mülakat hâdisesini bize nakleden İbn’iU-arabî diyor k i :
«... o sırada yüzüm tüylenmemiş, bıyığım çıkm am ışiı...» (bk. Futûhât, c. 1, s. 171)
Bir taraftan «mecazi» diğer taraftan «hakiki» olmak üzere iki türlü tefsir
edilmeğe elverişli olan bu sözlere baıkacak olursak, mecazi manada, Îbn’.ül-arabî
bunlarla henüz tecrübesiz ve fikren gelişm em iş bir çağını kasdetmiş olabileceği
gibi, yine bu sözleri hakîkî manada telâkki etmemiz de mümkündür. Şayet ha
kîkî manada i s e : erken gelişen ve daha, küçük yaşlardan itibaren yüzleri tüy-
lemneğe başlayan insanların bulunduğu bir ilerde, îb n ’ül-arabî'nin de bu ko
nuşm a sırasında on iki veyâ daha küçük bir yaşda olduğunu kabul etm ek de
•gerekecektir, fakat biz böyle bir ihtimali pek kuvvetli bulmuyoruz. Çünkü bahsi
geçen konuşmanın muhtevasına bakacak olursak, oradaki hikm etli ve büyük
sözleri, oniki veya daha küçük yaştaki bir çocuğun söylem esi pek mümkün gö
rünmüyor. (Bu konu.şmanın muhtevası, târihî bir vesika olmakla beraber, daha
çok felsefi ve tasavvufî bilgiler arasındaki m e t o d farkını gösterm esi ha-
'kımmian bunu, kitabımızın I. Bülüm'ü;-!' koymuş bulunuyoruz. Bk. br. not.
130. Şu halde lıbn'ül-arabî'nin bu sözlerini ancak «mecâzî» bir mânâda anlama
mız îcâb etmektedir. Bu sûretle de, onu îbn-i Rüşd ile Kurtuba şehrinde yap
tığı bu konuşma sırasında, en çok on yedi yaşlarına kadar olan bir çağında,
yani en son 1182 senesine kadar olan her hangi bir yıl içinde bulunduğu ortaya
çıkmaktadır. Fakat bunun târihini hele 1184’te olarak göstermek son derece yan
lıştır. Meselâ bu hükmü yürüten sûriyeli bir genç araştırıcı olan Osman Yafaya,
1964 senesinde iki cilt lıalinde neşredilen araştırmasında (zaten bu kitap bir
araştırmada olmayıp İbn’ü'-arabî’ye ait eserlerin nüshalarının hangi kütüphâne-
lerinde bulunduğunu tesbit etmeğe çalışan bir «katalog» savılmaktadır.) c. 1,
s. 94 te, ınülâkât târ:hi olarak 1184 .senesini ileri sürerken, İbn-i R üşd’ün bu ta
rihte Kurtuba'da bulunmadığını fark etm em iştir. Çünkü İbn-i Rüşd daha 1182
senesinde, yani onun dediği yıldan iki sene evvel b u şehri terkederek Merra-
kuş'e tâyîn edilmiştir. Bu hususla sİ. bk. L. Gauthier. İbn Roschd (Averroes), s. 9
Bu arada mühim bir nokta da şu d u r : Daha önceki sayfalarda İbn’ül-arabî’rrin
babasının İbn-i Rüşd’ün arkadaşlarından olduğunu zikretmiştik. İmdi, bu konuş-
'mayı şâyet en geç 1182 senesinde vâki olmuş farzedersek, m ülâkatı temin eden
-babasının da bu tarihlerde henüz sağ olduğunu kabul etmemiz icab edecektir.
— 65 — F. 5
gelen bâzı «fevkalâde hâller» sebebij'le, «gerçek bilgi»nin sâdece- akli
mızdan gelmediğine; böyle bir ilmin daha çok tasavvuf yoluyla elde
edilebileceğine inanm ış b ir sûiî'dir. Zâten kendisi İbn-i Rüşd ile yap
mış olduğu bu konuşmayı, bu sebeble, yânî : tasavvufî bilgi’nin felsefî
bilgi’den ü s t ü n olduğunu ve ayrıca insan a k lın ın hududsuz bir
kudret sayanların yanıldığını gösterm ek amacıyla zikretm iştir.
İb n ’ül-arabî, m. 1181-1182 ( = h. 577) yılına kadar olan b ir senede,
Şekkâz (ölm.m. 1181) isimli b ir şeyh ile tanıştığından bahseder (aş. bk.).
Şekkâz (33), bundan sonra anlatacağımız Adavî (bk. ilerde, not 225>
nin talebesidir. İbn ul-arabî bu iki şahsın vefâtm a Işbiliyyede şâhid ol
duğuna ve ayrıca bu zât, ölünceye kadar Adevî’ye hizm et ettiğine göre
(aş. bk.), Şekkâz’ın dahi h. 1199'dan önce vefat ettiği anlaşılm aktadır.
Fakat biraz aşağıda söyliyeceğimiz gibi, Rûh'ül-Kuds’de görülen bir-
kayıt, Şekkâz’m ölüm tarihini 1199'dan daha öncelere de götürm ekte
dir. Netekim İbn'ül-arabî bu eserde Şekkâz'ın ölüm ü için «ben tasavvu
fa girmezden üç yıl önce vefât etti» dem ektedir ki, (bk.aş), İbn'ül-arabî
esasen h. 580 (m. 1184) senesinde tasavvufa girdiğine göre (bk. 1184
senesi), Şekkâz'ın h. 577 (m. 1181) de vefat etmiş olması îcâb ediyor..
Fakat böyle b ir kaydı ihtiyatla kabul etmelidir.
Küçük yaşından îtibâren ibâdete başlayan, Allah korkusu taşıyan^
—tevâzû îcâbı— hayâtm da b ir kecerik olsun «ben» demeyen, ve uzun
uzun secde eden bu zât, vefât edinceye kadar İbn'ül-arabî'yle arkadaş
lık etm iştir. H attâ İb n ’ül-arabî b ir gün hastalanm ıştı ve Şekkâz onu-
ziyârete gelmişti (34).
İşbiliyye'de bulunan ve orada vefat eden Şekkâz, ölünceye kadar
yâni 40 yıl Sâlih’ul-Adevî’ye hizmet etm işti, bk. not. 225, (Dînî heyecan
sebebiyle) çok göz yaşı dökei'di. Kendisi vefât edinceye kadar İb n ’ü l'
arabî ile beraber bulunm uştu. H er halde hiç evlenmem iştir. Çünkü
İbn'ül-arabî'nin ifâdesine göre Şej'h Şeberbelî (bk. not. 176) ona ken
di kardeşinin kızını vermek istemiş ve Üm'üz-Zehrâ bu iş için Şekkâz'a
giderek :
«Şeberbelî sana kardeşinin kızını verm ek istiyor» dediği halde ka-
bûl etm em işti. Devamlı olarak oruç tutar, doğru konuşur; yalandan ve
yalancılardan nefret ederdi (35).
— 66 —
h. 578 = m. İÎ82-11S3 yılında (36) İbn ul-arabî onsekiz yaşında olup
îşbiliyj'e’ye bağlı Haniyye’de Lahmî isimli b ir şeyhten (37), bu zâtın
adını taşıyan bir m escid'te K u ra n dersi alm aktaydı (38). Bu sene, ih
tim âl ki İbn ul-arabî’nin ciddî ve kitabî nitelikte bir tahsîle başladığı
ilk senedir.
b. 579 = m. 1183-H84 senesi (39) hakkında İbn ul-arabî herhangi
b ir hâtırasını nakletm iş değildir. Bununla beraber, bir evvelki yıl olan
h. 578'de ve bundan ^ n r a k i k. 580 (m. Îl84-85)’de yine îşbiliyye’de bu
lunduğuna göre, a r d a k i h. 579 yılında da kezâ buralarda olması çok
m uhtem eldir.
Önemli olan nokta şudur: İbn'ül-arabî tasavvuf yoluna ilk defa
h. 580 (m. 1184-85) yılında, 3?ani yirmi yaşında girecektir, (aş. bk.)
Fakat bu, onun h. 580’den daha önceleri tasavvufla irtibâtı yoktu mâ
nâsına gelmez. Aksine; kendisi buna birçok kim seler tarafından teşvik
ediliyordu. Nitekim bunlar arasında, Ahmet ve M uhammed kardeşler de
vardır ki, kendilerinden şimdi geniş olarak bahsedeceğiz.
Ahmed’üî-H arîrî ve M ııhammed’ül-H aj^ât :
Bu iki zât, İbn'ül-arabî’nin çok sevdiği ve bağlılık gösterdiği iki
kardeş sûfîdir. Ahmed ve M uhammed kardeşler ile h. 590 (m. 1193-
1194) senesinde b ir m üddet İşbiliyye'de sohbet ettiğini söyliyen îb n ’iil-
arabî'nin bu târihte İşbilij'ye'de bulunduğunu gösteren tek kayıt bu-
dur.
Ahmed ve M uhammed kardeşler herhalde h. 599 (m. 1203) sene
sine kadar hayatta idiler (aş. bk.) ve İbn ul-arabî’den önce hacca gidip
Mısıra yerleşm işler idi. Bunlardan büyüğü olduğu anlaşılan M uhammed
el-Hayyât (veya İbn'ül-H ayyât), «İbn’ül-Assâd» olarak tanınm ış, kar
deşi Ahmed ise M ısırda H arîrî (39*) diye m eşhur olm uştur, (aş. bk.).
Bu arada önemli olan nokta şudur; Biraz aşağıda görüleceği gibi
İbn'ül-arabî tasavvuf yoluna girdiği zaman bunlardan Muhammed, çok
sevinm işti ve İbn'ül-arabî ondan istifâde etm işti. Bu kayıt ve aynca
İbn ul-arabî’ııin h. 580/m. 1184-1185'te tasavvufa girdiği dikkate alm
adığı zaman, aralarındaki dostluğun daha h. 580’den önce başladığı ve
— 67 —
yukarıda ifade edildiği gibi h. 590 (m. 1193-1194) a kadar zam an zamana
görüştükleri anlaşılm aktadır. Bu görüşm e ve bağlantılar h. 580'den ön
ce başlam ış ve en az h. 589/m. 1193’e kadar kesintisiz devam etm iş ol
m alıdır. Çünkü h. 581-584/m.1184-1189 arasındaki devrede İbn ul-arabî’--
nin nerede bulunduğu kesin olarak belli olm am akla beraber h. 578.
m. 1182-1183) de İşbiliyye yakınındaki Haniyyede ve aradaki birkaç
senelik meçhul devreden sonra h. 585 (m. 1189-1190) senesinde tek rar
İşbiliyye ve dolaylarında bulunduğu dikkate alınırsa, İbn'ül-arabî’nin.
580-585 seneleri arasında dahi esas olarak yine İşbiliyye ve ona yakın,
j^erlerde kaldığını tahm in etm ek m üm kündür. Bu durum da ise İbn ul-
arabî, Âhmed ve M uhammed kardeşlerle 580 veya daha öncesinden^
ta 589'a kadar devamlı olarak irtib at halindeydi dem ektir. H attâ,.
İb n ’ül-arabî bu iki kardeşle h. 590/m. 1193-1194 senesinde de İşbiliy-
ye'de b ir m üddet sohbet etm iştir (aş. bk.). Îb n u l-arab î b u iki zâtdan.
yaş itibariyle küçük idi ve kendisi Muhamm.ed’ten istifade etm işti. Ebû
Abdillah M uhammed ile Eb ul-Abbâs Ahmed kardeşler hakkında Rûh ul-
Kuds adlı kitabında İbn'ül-arEibî ; Bu ikisiyle b ir m üddet h. 590 (m.
1193-1194) a kadar İşbiliyye’de sohbet ettiğini ve bu tarih te onların hacc-
için Mekkeye gittiklerini söylemektedir. Ahmed, Mekkede b ir sene kal
dıktan sonra (h. 591'de) Mısıra gitmiş ve Melâmetiyye yoluna girm iş
tir. Muhamm.ed'e gelince, o da Mekkede beş yıl kalm ış ve h. 595 (m.
1198-1190) senesinde Mısıra giderek kardeşine iltihak etm iştir. İbn'ül-
arabî bundan sonra şöjde diyor : Onlarla beraber bulundum . Ram azan
da beraberce oruç tu ttuk. Sonra ben K udüs'e gittim ve oradan M ekke’ye-
yürüdüm (!) (bk. h. 598 = m. 1201-1202 senesi). M uhammed babasına
çok iyilik eder (b ârr) idi, ona ölünceye kadar hizm et etti... Çok tefek
k ü r sahibiydi. Fakirdi. —Ben o sıralarda küçüktüm —, T arikata (tasav
vuf yoluna) girdiğim zaman çok sevinmişti. Ondan çok faydalandım ...
Geceleri ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Gerek âlimleri, gerekse
bilgi'yi severdi.. Evlerimiz birbirinden uzaktı.. Dâimâ onun yanında bu
lunm ak ister ve eve gittiğim zam an üzülürdüm . Çok m erham etli idi t;
Küçüklere acır, büyüklere de saygı gösterirdi. Ahmed ise, m ücâhede'si
kuvvetli idi ve çok terbiyeli b ir insandı. Sâdece kardeşi M uhammede
hizm et etm işti.. K ardeşi M uhammed (M ısırda iken) hasta olmasaydı
Îb n ’ül-arabî ile Mekkede sohbet etm ek istem işti (40). B uradaki kayıt
lara dikkat edildiği zaman, İbn ul-arabî'nin bahsettiği K udüs'ten Mek
keye yürüyerek gittiği, hâdisesi h. 598 (m. 1201-1202)'de vaki olm uş-
— 68 —
tur. İbn'ül-arabî bundan sonraki 599 ve 600 senelerinde de keza Mekke-
dedir. Zaten bu bilgilerin verildiği Rûh'ül-Kuds adlı kitap dahi h. 600
(m. 1203-1204) de yazıldığına göre, bu iki kardeşin h. 600’e veya ondan
önceki 599 senesine kadar yaşadıkları anlaşılm aktadır. Diğer taraftan.
F utuhat'da görülen ve h. 603 .(m- 1206-1207) senesine ait olan ayrı bir
vesika da, bu iki kardeşten Ahmet el-H arîrî’nin h. 603 de henüz sağ ol
duğunu isbât etm ektedir. Çünki bu tarihde İb n ’ül-arabî, bu zât ile tek
ra r görüşm üştür (41). Fakat bu sefer ondan arkadaşım diye bahset
mesine rağm en Şeyh H arîrî, İ b n ^ a r a b î ’den çok yaşlıdır ve bu tarih
de diğer sûfî M uhamm ed ise ölmüş olm alıdır. El-Dürret’ül-Fâhire adlı
eserinde ise Îbn'ül-arabî şunları bildirij'or :
«M uhammed ibnul-H ayyât ( = İb n ’ül-Assâd), İşbiliyye’de bulunur
du ve M ısırda ölm üştü. Sâlih b ir kimseydi. Annesine iyilik eder (b ârr)
idi. Yüzü çok nurluydu. Bir gün onun evindeydim, akşam nam a
zını kılm ıştım . Evlerimiz birbirinden uzak idi.... Yol da tehlikeliydi.
Onun evine zorlukla gitmiştim. Kendisini, evinin sahanlığında kıbleye
dönmüş vaziyette, ayakta buldum ... B ir gün kendisinin boş testiden
bal akıttığını gördüm (42).»
Ahmed M ısırda vefat etm iştir. Bu zât, M ısırda Ahmed ül-K arîrî di
ye m eşhurdur. Zengin idi. Görülmeyen alem (= g a y b ) onun için gözle
görülür (şehâdet) gibiydi. Kendisi şeyh E bû Ahmed ibn-i Sîdebûn
(bk. not, 298) Ureynî, (bk, not. 47 vd.) ve îbn-î Cüneyd adındaki şeyh
lerle sohbet etm iştir (43).
B uradaki kayıtlara dikkat edecek olursak M uhamm ed'in bâzı kera-
— 69 —
iT.etİer gösterdiği ,çok ibâdet eden b ir insan olduğu; diğer kardeşi Aîı-
m ed’in varlıklı bir insan olduğu ve onun da gözle görülmeyen âlemi
açıkça görmek gibi üstün bir rûhaniyete sâhib olduğu anlaşılm akta
dır. (43*). İb n ’ül-arabî'nin, daha tasavvuf yoluna girmezden önce tanı
dığı şeyhlerden biri de K ûm î’dir ki, ondan ilerde bahsedeceğiz, (bk.
not. 107).
h. 580 = m. 1184-1185 senesi (44) : Ib n ’ül-arabî bu yıl, yirm i yaşın
dadır ve İşbiliyye’de bulunm aktadır. Kendi ifâdesine göre bu sene
k e ş f yoluyla Allâhm bedî ( = ilk yaratıcı) ismi sâyesinde, ilk yara
tık olan «ilk akıl» m akâm ına erm iştir. Nitekim kendisi bu hâdiseyi
ilk defâ tasavvuf j^olu'na g i r i ş ttirihi olarak zikretm iştir (45).
İmdi, burada zikredilen «İlk Akıl», pek tabiî bildiğimiz anlam da
değildir. Bizzat Hz. Peygamberden rivayet edilen ve sonra da(^islâm fi
lozofları tarafından benimsenen b ir nazariyede, Allahın ilk yarattığı
şeyin îlk Akıl olduğu kabûl edilmekteydi. Bu İlk Akıl ise K âinâtın bir
nevî uRiûmî plân ve tasavvuru m ânâsına gelmekte idi. Buna ayni za
m anda diğer adıyla el-Kalem’ül-âlâ ( = Yüce Kalem ) dahî denilmek
teydi. Çünki Allah, ilk yaratık olan bu İlk Akıl'a, kâinâtın plânını
Levh-i mahfûz üzerine y a z m a y ı em retm işti. Şu halde İlk Akıl
m ertebesine erdiğini söyleyen İb n ’ül-arabî, bu sözleriyle : K âinâtın ilk
defâ yaratılm ağa başladığı zam andaki e z e l î varlık başlangıcına
doğru yükseldiğini ifâde etmiş olm aktadır^
Biraz önce İb n ’ül-arabî’nin bu târihde yâni yirm i yaşındayken ilk
defâ tasavvuf yoluna girdiğini belirtm iştik. Kendisi bu hâdiseyi Futû-
hâtda bir defâ daha doğrulam aktadır fakat buradaki ifâde sâdece b ir
telm îhden ibaret olup herhangi b ir târih zikredilm iş değildir (46).
tb n ’ül-arabî’yi bu yola sokan ilk hocası da her halde Ureynî isimil şeyh-
dir.
Tam adı aşağıda gösterilmiş olan Ureynî (47)'den önce gerçi tb n ’ül-
arabî tasavvuf çevresinde birçok şeyhlerle karşılaşm ış ve görüşm üş
tü r. Fakat sistemli olarak onu yetiştirm eğe başlayan ilk hocası, herhal
de Ureynî olm uştur.
(43*) Kardeş olan bu iki sûfî vani .^hmed’ul-Harîrî ve Muh. el-Hayyât hakkında
bk. Futûhât. c. 1, s. .-508 ( 7-9); ayr. c. 2, s. 587 (2-3); krş. not. 392.
(44) Tam olarak m. Nisan 1184 - Mart llS.'î arası
(45) Futûhât, c. 2, s. 471 (20 vd.)
(46) Futûhât, C.4, s.608 (1 vd.)
(47) Ebu’l-Abbâs (veyâ Ebû Cafer) Ahmed el-mağribî el-Ureynî.
— 70 —
İb n ’ül-arabî, ilk hocası olarak bahsettiği yerlerde bize az çok deği
şik gibi görünen isim ler vermekle berâber (48) bunlarm hepsi de ayni
şahıstan ibârettir. Rûh’ül-Kuds, Dürre ve F utûhât adlı eserlerinde bu
şeyhinden önemle bahsetm iştir. Bilhassa, en büyük kitabı F u tü h ât’da
bu zâtın adım çeşitli vesilelerle anm ıştır (49).
Ureynî, tam ismine bakılacak olursa (bk. br. not. 47), esâsen Mağ-
ribli (yani A frikah)dır, fakat İb n ’ül-arabî’ye göre aslen Batı Endülüs-
teki Ulyâ kasabasına m ensuptur. Nitekim- böyle bir kaydı, yukarıda
adı geçen üç kaynakta da aynen b u lm acay ız (msl. bk. not. 51).
Ureynî’nin ubudiyyet (kulluk) meselesinde derin bilgisi vardı ve
Îb n ’ül-arabî ondan çok faydalanm ıştı. Bu zat îb n ul-arabî’nin ilk hocası
olm uştur (50). İlk hocası olduğu meselesi aynen Rûh'ül-K uds’de dahi
zikredilm iştir. Bu son kayda göre İbn ul-arabî tasavvuf yoluna ilk gir
diği sıralarda, yani 1184-1185 senelerinde (h. 580) Ureynî, Uİyâ’dan
îşbiliyye'ye gelmiş ve İb n ’ül-arabî ile buluşm uştur. İbn ul-arabî’ye göre
o sıralarda Ureynî artık iki gözden m ahrum vaziyetteydi (51).
el-D ürret’ül-Fâhire adlı eserde ise, bu hocasının Ulyâ şehrine men-
sub olduğunu söyledikten sonra onun, İbn'ül-H avvâs’ın (52) meclisinde
«tevbe» ettiğini (bu sûretle tasavvufa girdiğini) ilâve etm ektedir,
îb n ’ül-arabî ile bu zât arasında sohbet (arkadaşlık) mevcut idi. İb n ’ül-
arabî onun «zikr» ettiğini ağzından (yani dudaklarının kıpırdam asın
dan) anlardı. Bu m ükemmel insanı Ulyâ sâkinleri gâlibâ takdîr edeme
yip kendisini şehirden kovmuşlardı. Bu sebeble Ureynî, İşbiliyye'ye gel
miş ve İb n ’ül-arabî ile buluşm uştur.
Ureynî’ye gösterilen bu düşm anlık sebebiyle Allah da Ulyâ şeh ri
ne b ir belâ vermiş ve U iyâ'hlar altı ay bunun ıztırâbını çekm iştir. İb n ’
ül-arabî bunu kaydettikten sonra, adı geçen şehir ahâlisinin piş
m anlık gösterdiğini ve tövbe edip Ureynî’yi tek rar dâvet ettiklerini ilâve
ederek bu hâdise’yi bütün Batı Endülüslülerin bildiğini açıklam akta
dır (53).
— 7! —
B ütün bu kayıtlardan sonra iyice anlaşılıyor ki, F u tû h ât’da «eİ-Mag-
ribî» nisbesiyle kaydedilen ve «ilk hoca» olarak tanıtılan zât ile R ûh’ül-
K uds'de keza «ilk hoca» olarak gösterilen fakat künyesi E bû Cafer
şeklinde yazılan kimse ayni şahıstan ibârettir. Bunun hâricinde Risâ-
let'ül-Envâr adlı eserinde İbn ul-arabi’nin hiç isim zikretm eden sadece
«ilk hocam» diye bahsettiği b ir şahsiyet vardır ki (54), şâyet burada
açık bir isim verilmiş olsaydı, bu husustaki şüpheler tam am en ortadan
kalkardı. Fütûhât adlı büyük eserinde ise Ureyni'den birçok defalar
bahsedildiğini biraz önce söylemiştik. Meselâ hocası (55) ve B atı En-
dülüs’de bulunan Ulyâ kasabasına mensub b ir zât olarak bahsedilen
Ureynî (56) enteresan b ir şahsiyettir. Bu zât ü s beraber İbn'ül-arabî
İşbiliyye şehrinde, M ârtiîî isimli başka bir hocadan, ayni zam anlarda
istifâde etmiş görünm ektedir. Çünki, Fütûlıât'da anlatıldığına göre,
b irgün Ureynî, İbn ul-arabî’ye : «sâdece Aîlalıa bak» (=Â îeyke billâh)
nasihatim verm iştir. Ureynî'nin yanından ayrılan îb n ul-arabî bu sefer
diğer hocası M ârtilî’nin huzuruna çıkmış; M ârtilî, ise, İbn ul-arabî’ye
şu nasihati verm iştir ; «sadece nefsine bak» (Başka bir deyişle ; Nefsin
hususunda dikkatli ol, ona uym a).
Bu iki değişik nasihat arasında «muhayyer» ( = kararsız) kalan
İb n ’ül-arabî, M ârtilî’ye bu durum u sorm uş ve bu zât kendi nasihatinin
doğruluğunda İsrar edecek yerde Ureynî’nin nasihatim kendisininkin
den üstün tu tarak ;
— Oğlum, Ureynî’nin gösterdiği yol, doğru yolun tâ kendisidir; ona
uym an lâzımdır. Biz ikimiz de, kendi halim izin gerekli kıldığı
yolu sana gösterm işiz...
dem iş ve ü rey n î’yi kendisinden üstün tutm ak fazilet ve nezâketini gös
term iştir (ayr. bk. ilerde not. 78).
Fâtıma : i İb n ’ül-arabî’nin İşbiliyye’de hizmet edip, kendisinden is
tifade ettiği hocalarından b ir tanesi de, aslen K urtubalı olan Fâtıma
ism indeki (57) bu m^uhterem ve yaşlı kadındır. On dört sene hizmet
ettiğini bildirdiği bu kadın-şeyh, İşbiliyye’de vefât etm iş ve İb n ’ül-arabî
onun cenâzesinde bulunm uştu (aş. bk.). Bu durum da İb n ’ül-arabî’nin
h. 595 senesinden sonra İşbiliyye ve Endülüste bulunm adığı bilindiğine
göre Şeyh Fâtım a’nın yüz seneden fazla yaşadığı ve engeç h. 595 (m.
— 72 —
1198-1199) de vefât ettiği anlaşılm aktadır. Fâtım a, erkek ve k ad ın lar
arasında Allah korkusu ve tevekkül sahibiydi. İbn ul-arabî'yle tan-ştık-
la n zam an Şeyh Fâtım a 96 yaşındaydı. Çok iyi b ir kimseyle evliydi.
Yüzü o kadar güzel idi ki, Îbn'ül-arabî onun yüzüne bakm aktan uta-
nırdı; ona, on dö rt sene hizmet etm işti|(5 8 ).
— 73 —
ralarda 95 yaşında olduğu bildirilm ektedir (62), Biraz yukarıda bahset
tiğimiz gibi, Fatiha svıresini Allah tarafından tasarru f etme kuvvetine
sahib kılm an Fâtım a için İb n ’ül-arabi yine Fütûhât'da şunları anlat-
maktadu: :
İbn'ül-M üsenna'nın kızı Fâtım a... sâlihlerin büyüklerinden idi,
alemde tasarruf eder (yâni bazı tab iat varlıklarına hükm eder) ve ken
disinde, Fâtiha (sûresi dolayısı) ile hârikulâdelikler (kerâm etler) gö
rülürdü. Kendisinden faydalandım (63). Yine F ü tû h ât’da dafa tafsilâtlı
olarak şunları okuyoruz :
«... Ben İşbiliyye’de K urtubalı İbn'ül-M üsannâ kızı Fâtım a adındaki,
âşık, ârif kadınlarından birine bizzat hizmet ettim ; Ona senelerce hiz
m et ettim . Hizmet ettiğim sıralarda, kendisi 95 den daha 3'aşlıydı. Bu
kadar yaşlı olm asnıa rağmen, onun yüzüne, —yanaklarının kırmızıhğı
ve yüzünün... güzelliğinden— bakm ağa utanırdım . Letafetinden (dolayı)
kendisini ondört yaşında b ir kız zannedersiniz.
Kendisi bana şöyle d e m iş ti;
—(Allahı sevdiği halde, bundan ferahlık duynıa 5'an kimselere şaşa
rım. Büı^dan sonra bana;
— Evlâdım, benim bu söylediğime ne dersin? demişti. Ben de ona:
— Anacığım, sözün çok doğru, dedim.
işte o gün, K urândaki Fâtiha (sûresinin) kendisine hizmet ettiğini
söj'lediğinde, bu kadının m akâm ını (m ertebesini) anlamıştım.)
Böylece, otururken yanımıza bir kadın geldi ve bana ;
— Kardeşim dedi, benim kocam Süreyş Şezûne’de bulunuyor ve
kendisinin orada evlenmiş olduğunu haber aldım. Ben de ona:
— Kocana kavuşm ak istiyor m usun? deyince, «evet» dedi. O zaman
ihtiyar kadın (Fâtım a) ya yüzümü döndürdüm ve dedim ki ;
— Anacığım, bu kadının ne söylediğini işitm iyor musun?
— İstediğin nedir oğlum? diye sordu. Ben de :
■
— (H em en) bu vakitde, bu kadının işinin görülmesi! dedim.
— Baş üstüne dedi. Ben, K uranın Fâtihası’nı gönderir ve kocasını
getirm esini Fâtiha'ya sörflerim, dedi.
Sonra, F atih ay ı okumağa başladı. Ben de onunla beraber okudum.
'O kuduktan sonra, Fâtiha’ya :
— 74 —
— Ej' K urân Fâtiha'sı, Sureyş’e git ve bana bu kadının zevcini
tir. Onu bana getirinceye kadar da sakın bırakm a, dedi. Ve adam ger
çekten âilesinin yanına dönüp geldi.
B undan sonra İbn'ül-arabî şunları ilâve ediyor ;
«Ona hizmet etmekten geri kalmadım. Kendisine sazlardan, onun
boyunun yüksekliğinde bir kulube (ev) yaptım . Şeyh Fâtım a bu evde
ölünceye kadar bulundu. Bana ;
— Ben senin ilâhi annen’im derdi (65).
Bundan sonra da İbn'ül-arabî kendi annesinin Şeyh Fâtım a'yi ziya
ret ettiğini de ilâve etm ektedir ki, bu kayda göre Îb n ’ül-arabî'nin anne
sinin o sıralarda (yani en geç h. 595 = m. 1198-99 a kadarki yıllarda)
henüz hayatta olduğu anlaşılm aktadır ( 6 6 ).
I İb n ’ül-arabî’nin tek kadın şeyhi Fâtım a’dır. Dikkatimizi çeken bir
nokta şudur ki ; İb n ’ül-arabî, erkekler arasında olgunluğa erişenlerin
çok olduğuna fakat kadınlar arasında sâdece Hz. M eryem’in ve b ir
Firavun'un zevcesi Âsiye’nin hayâ m ertebesine ulaştığına dair b ir söz
nakletm iştir Y •
h. 581-584 ~ m. 1185-1189 seneleri arası :
B uradaki dört senelik bir devre içinde İb n ’ül-arabî'nin biyografisi
bakım ından gerekli vesikalara sahip değiliz. Çünki bu seneler hakkın
da kendisi bize hiç b ir hâtırasını nakletm em iştir. Fakat dikkat edilecek
olursa, İbn'ül-arabî h. 580 (m. 1184-1185) yılında esâsen İşbiliyye'de
bulunuyordu. Üstelik bunu tâkîben göreceğimiz h. 585 (m. 1189-1190)
yılında da kendisinin kezâ İşbiliyye’de bulunduğu anlaşılacaktır. İlâve
olarak, tb n ’ül-arabî'nin —ilk defâ tasav v u fa girdiği bu şehirde— birçok
hocalardan istifâde ettiği husûsu da buna eklenecek olursa, burada zik
redilen üç ihtim âl tek b ir nokada toplanm ak suretiyle, onun 1185-1189
seneleri arasında yine İşbiliyye’de bulunduğu kanısını bize kolayca ve
rebilm ektedir.
h. 585 = m. 1189-1190 senesi (68) :
İb n ’ül-arabî bu târihte E ndülüs’de (İşbiliyye ve dolaylarında) bu
lunm aktadır (69) ve yirmi beş yaşlarındadır. Tasavvufa yeni girm esi
— 75 —
dolayısıyla belki de bu senelerde ve daha önceki 1185-1189 yılları ara
sında bâzı hocalardan istifâde ediyordu. Çünki M ârtilî isimli hocasın
dan genç İb n ’ül-arabî’nin işittiği m ânîdar sözlere dikkat edilecek
olursa (bk. not. 73) İb n ’ül-arabî'nin M ârtilî isim li bu hocadan o sıra
larda istifâde ettiği anlaşılır. Yine ilerde kendisinden özel olarak bah
sedeceğimiz diğer b ir hocasını da en geç bu tarihlere kadar olan b ir yıl
içinde tanım ış olm alıdır : Bu zât Şerefi ismini taşım aktadır. Çünki Şe
refi, kendisini kazâen görmeyen İbn ul-arabî’nin kulağm dan tutup, onu
•azarlamıştır (70). Bu tasvire göre İbn ul-arabî’nin bu hocadan en geç
bu senelere kadar olan b ir yılda istifâde ettiği anlaşılm aktadır.
M ârtilî ismi gerek F ü tû h ât’da gerekse diğer kaynaklarda değişik
şekillerde görülm ektedir. Meselâ D ürre’de M irtilî (71), Rûh ul-Kuds’de
M ârtilî (72) ve bilhassa F ü tû h ât’da çok değişik olarak M uberkulî(?)
şeklinde görülen şahıs noktalam a ve tertip hatâsı olarak bu şekli almış
olm akla beraber, bu da aynı şahıstan ib ârettir (bk. aş.).
Bu şeyh’in tam adı ise, Ebû îm rân Mûsâ ibn-i İm rân el-Mârtilî’dir.
Îb n u l-arab î bu hocasıyla İşbiliyye’de beraber bulunm uştu ve aşa
ğıda gösterileceği gibi bu zât küçük b ir «Dîvân» sahibi olup, İşbiliyye’-
<ieki Rizâ Mescidi’nde im am lık ediyordu ve ayni şehirde vefât etm iş idi.
'Ölüm tarihi herhalde h. 595'ten önce değildir (bk. br. not. 77).
İbn'ül-arabî’ye göre, M ârtilî altm ış sene evinden çıkmadı (?!). Hiç
kim seden birşey istem edi ve almadı. Onun şanı büyük, bilgisi tam dı. Çok
samimi dostu ve arkadaşı Bedreddin Habeşî ile İb n ’ül-arabî b ir gün onun
huzûruna beraber çıkm ışlar ve M ârtilî, İbn'ül-arabî'ye dem iştir ki:
«— Yaşının küçüklüğünden ve zam anın kötülüğünden dolayı senin
iç in endişe ediyordum , fakat Allaha şükür ki... (73)»
Bu sözlere dikkat edecek olursak Îb n ’ül-arabî'nin bu hocasıyla pek
genç yaşda iken tem âsa geçtiği anlaşıltyor ve «Allaha şükür k i.......»
sözleri de İb n ’ül-arabî’nin artık o sıralarda tasavvuf j^oluna girip «za
m anın kötülüğünden» kendisini kurtardığı im â edilmiş oluyor.
Ayni hocası İb n ’ül-arabî’ye şiirler okur ve onun da şiir söylemesi
ni isterm iş. Nitekim îb n ’ül-arabî bâzı şiirler yazmış ve hocası bunları
— 76 —
'Çok beğenm iştir. İb n ’ül-arabî bu şiirlerini «Kitâb-u îıızâl’ü-guyûb» adlı
•eserinde topladığını bildirm ektedir (74). Üstelik İbn'ül-arabî ona o
kadar hürm et ederdi ki, bu saygının çokluğuna hocası bile şaşardı (75).
İşbiliyye'deki Rızâ Mescidi’nde im am lık eden bu zât, Îb n ’ül-arabî'
ye göre î'bn’üI-Mûcâhid tarafından yetiştirilm iş idi ve zâhidlik hakkın
d a küçük b ir dîvân sahibiydi. Kendisi İb n ’ül-arabî'ye birçok şiirlerini
okum uştu. M escid'ten ancak cum a nam azları dolayısıyla çıkar (76) ve
b ütün vaktini bu m escid'te ibâdetle geçirirdi. Şahsî b ir kütüphanesi
vardı. F akat (ihtiyaç sebebiyle?) bâzı kitaplarını satardı. N itekim bu
sebeble İbn'ül-arabî b ir gün ona kitaplarının gittikçe azaldığını h a tır
latm ıştı. îb n ul-arabî’ye göre bu zât İşbiliyye'de vefat etm iştir (77).
Ureynî bahsinde de b ir nasîhat vesilesiyle adı geçmiş olan M ârtilî,
hatırlanacak-olu rsa, Ure}fnî’yi kendisinden üstün tu tm ak ta idi. Orada
bahsettiğim iz hâdiseyi İbn'ül-arabî R ûh’ul-Kuds adlı eserinde, F ü tû h ât’da
anlattığına çok yakın b ir şekilde tek rar anlatm aktadır. Der ki ; Birgün
bu şeyh bana ;
— Oğlum nefsine dikkat et! dedi. Ben de ona ;
— Şeyhimiz Ahmed ( ul-Ureynî)nin huzûrunda idim. O da bana :
— «Oğlum Allaha bak:» dem işti. Ben kimi dinliyeyim?
Cevap v e r d i;
— Oğlum, ben kendi nefsim ile beraberken Ahmed (ül-Ureynî bk.
-not. 47 vd.), «Allah» ile beraberm iş. İkim izden her biri seni, kendi hâli
nin icâbına göre yöneltm ek istemiş. Allah, E b u ’l-Abbâs'ı (yani Ureynî’
yi) m übarek kılsın ve beni de (onun rütbesine) eriştirsin!...
İşte diyor İbn'ül-arabî, M ârtilî’de gördüğüm «insaf» b udur (78)!
Daha ziyade ilgi çeken nokta ise şudur ; İb n ’ül-arabî bu iki hocasın
dan bahsederken açıkça anlaşılıyor ki, o sıralarda henüz genç yaşlar
daydı, fakat buna rağm en tasavvuf bilgisi sâyesinde birçok ilim kadem e
lerini çabucak katetm iş oluyordu. Nitekim b ir gün, kerâm etleri inkâr
-eden İbn-i Afir ism inde hadîs bilgini b ir zât M ârtilî'nin yanında idi.
(74) ayni eser, (H alet), vr. 51 a: bu eser hkk. bk. not. 115.
<75) aynî eser, (H alet), vr. 52 b.
(Ib) ayni eser, (H alet), vr. 108 b; Îbn’ûl-Mücâlıid için bk. ve 167.
■(77) öürı-e, vr. 110 a; Bu şeyh’in ölümü, herhalde 595/m. l ’9â-1197 senelerindedir. Çün-
ki burada adı geçen Bedr el-Habeşi’yi Îbn'ül-arabî ancak h.594'de tanım ışlır. Bk.
ilerde not. -287 vd.
-(78) Rûh’ül-Kuds (H alet) 51 b — 52 b; krş, Futûhât, c.2, s.197 (3 vd.) ayrı bk. br. not.
47 vd.
— 77 —
o sırada İb n ’ül-arabî de onların 5'anına geldi. Genç İbn ul-arabî bu zât
ile kerâm etler konusunda m ünâkaşa etti ve hâdis’ierden d eliller gös
terip onu iknâ etti (79) ki, bu hâdise F ütûhât'da bir defa daha zikre-
redilm iştir (80).
(79) Dürre, vr. 109 a; Bu zatın tam adı Ebu'l-Kâsım ibn-i Afîr'dir. ayr. b. not 80 de
göst. yer.
(80) Fütûhât, C .2 s.7 ( s - 1 2 ) Bu zatın burada göst. yerdeki nisbesi; El-Menzili şeklindedir.
(81) Fütûhât, C .3, s.38 (İH; ays. bk. Rûh’iU-Kuds, (H âlet), va.46 b: Şerefi olarak.
(82) Dürre, vr. 83 a; ayr. fk. Fütûhât, c. 1, s. 231 (312) el-Şarld nisbesile, ve İşbiliyyede
tanıdığı hkk; a^'r. bk. ayni eser, c. 1. s. 231 (!-2 ):|E lli sene evinde kaldı, bir kan
dil yakm adı.! Onda çok acaip şeyler { — kerametler) gördüm.
(83) Rûh, (Halet) vr. 46 b.
(84) Rûh, (H alet) vr. 46 b.
(8.S) Rûh, Halet) vr. 46 b.
(86) Rûh, (H a'et) vr. 47 b.
— 78 —
tıesine (yani yirmibeş yaşlarına kadar) esâsen İşbiliyye ve dolayların
da bu hocasından faydalandığı neticesi çıkarılabilir.
İbâdetleriyle îb n ul-arabî’nin i.izerinde derin b ir etki bıraktığı an
laşılan bu zâtın, ayrıca m erham et ve insanlık bakım ından bir örnek
teşkil ettiğinde de hiç şüphe yoktur. Nitekim bu zât birgün, babası ve
fat etmiş küçük bir çocuğa şehrin pazarında tesadüf etm iş ve onunla
ilgilenmişti : Çocuk, babasının öldüğünü ve geriye bir sürü küçük ço
cuk bıraktığını, ailece fakir olduklarını, geçinecek b ir şeyleri bulun
madığım söylüyordu. Evin nafakasını sağlam ak üzere de Râzyanc adın
da bir m adde satıyordu. Şerefi, çocuğun satış yapabilm esi için herkesin
gözü önünde ondan b ir parça aldı ve bunu görenler Şeyhin aldığı bu
şeyin iyi bir şey olduğuna hükm ederek geri kalan Râzyanc’e talib ol-
'dular (87).
h. 386 = m. 1Î90-Î191 senesi (88) :
Bu yıl içinde İb n ’ül-arabî yine Endülüste (işbiliyye ve dolaylarm-
-da?) bulunm aktadır (89). Çünki bu tarih te Sedrânî isim li hocasıyla İş-
biliyyede tanışm ıştır. Bu zât hakkında «arkadaşım» deyimini kullanan
İbn'ül-arabî, bu şahsın gelip kendisini ziyâret ettiğini belirtm ekte
dir (90) Ve dikkat edilecek olursa İb n ’ül-arabî bu sıralarda tanınm ış
olduğu çeşitli kim selerle dâimâ «tabiat üstü» hâdiseleri m üzâkere et
mekteydi.
Kendisinin ayni sene içinde tanıdığı şahıslardan b ir tânesi de İbn-!
'Selem e’dİ!'. Bu zât, İbn ul-arabî’ye îbn-i Eşref isimli b ir sûfînin selâm
larını getirm ekteydi (91). B urada adı geçen İbn-i Seleme, için İb n ’ül-
arabî «kardeşim» diyor ve onun İşbiliyye dolaylarındaki Rîerşânet’üz-
Zeytûn’ ( = R4archena) hatîbi olduğunu söylüyor (92). İbn-i Eşref ise,
«ebdâl»den biri (93) h attâ onların en büjfüklerinden b ir tânesiydi (94).
Yine ayni sene İşbiliyjfede bulunurken Gilîre kasabasına mensûb
■olup Gîîîrî diye bilinen «ehl-i hâl» b ir şahıs, ibn'ül-arabî’yi ziyâret et-
(87) Rûh, \ T . 47 a; Bu hâdise i]e îîürre 84 a ; anlatılan cbiv kadın vardı Jd, kocası,
ölmüş ve iküçük çocuklarla yanlız kalmıştı» fıkrası galiba aynı şeyden ibârettir.
bk. Dürac; vr. 84 a
(88) Tam oiara k m.
•(89) Rûh’uS-kuds, (Halet ef.) vr. 54 a; ayr. bk. not. 69
(90) Futûhât, 2/8 (18-19), ayr. c. 1., s. 250; bk. n. 120-129
(91) Fuhûhât, 2/8 19 vd.) Tam adıyla: Abdülmecîd ibn-i Seleme.
-(92) Fuhûhât, 1/309 (17-27)
•(93) Futûhât, 2/8 (20); Hicrî 586 senesinde olarak zikredilir.
■(94) Futûhât, 1/309 (27); Tam adıyla; Muâz ibn-i Eşref (Eşref?)
m ek üzere İşbilij'yeye gelmişti]'. N itekim bu şahıs, İb n ’ül-arabî ile be-.
râberce otururken, nâil olduğu bir keşf olayım sonradan İb n ’ül-arabî'ye
açıkça anlatm ıştır (95).
— 80 —
mesi icâb etm ektedir: Kendi ifâdesine göre o meclisde İb n ’ül-arabî’nin
yanında, —ism ini zikretmediği— bir f i l o z o f varm ış ki, bu şahıs
Peygamberliği, m üslüm anlar ne k ad ar kabul ederse, o da o kadar in
k âr edermiş. H attâ bu feylesof, mûcize vs. gibi peygam berlerin getirdiği
şeyleri de inkâr ediyor ve «realiteler'in aslâ değişmediğini» iddia edi
yormuş. (^(Meselâ ateş'in realitesi yakıcı olm asıdır; bu hiç b ir zaman
için değişmez yani a t e ş her zaman y a k a r dem ektir).
Bu konuşm aların cereyân ettiği sıralarda ise, soğuk havaların hü
küm sürdüğü kış mevsiminde imişler. Önlerinde ateş dolu büyük bir
m angal bulunuyorm uş. Feylesof demiş ki:
— Halk, Hz. İbrâhim 'in ateş’e atıldığı zam an ateş'in onu yakm a
mış olduğuna inanır (98). H albuki a t e ş , —tabîati ve realitesi
icâbı y a k ı c ı 'dır. Şu halde K u r’ânda bahsedilen ateş dahî N em rûd'
u n g a z a b 'm dan ibârettir. Hz. İb râh im ’in bu «gazab ateşi »ne atıl
m ası ve yanm am ası ise, N em rud’un gazab’ımn Hz. İb râh im ’e tesîr et
memesi m ân âsın d ad ır^
İbn'ül-arabî’ye göre bu fej'lesöf, sözünü b itirdikten sonra orada
bulunanlardan biri filozofa şöyle demiş :
— Ben sana, zâhirî olarak da Allahın bu konuda doğru söylediği
ni gösterebilirim ... Ancak böyle birşey benim hakkım da (b ir mûcize
değil sâdece) kerâm et olur.
M ünkir feylesof ise böyle birşeyin im kânsız olduğunu söyleyince :
— Bu yakıcı b ir ateş değil mi? diye sorm uş. Filozof :
— Evet! diye cevap vermiş.
Sonra, ayni zât, m angaldaki ateşleri mûcize ve kerâm etleri i n k â r
eden filozofun sinesine (yani üzerine) atm ış ve ateş onun ellerinde (yani
üstünde) b ir m üddet kalmış. Filozof bu ateşleri (üzerinden silkelemek
için) elleriyle atıyor, fakat yakm adıklarım gördükçe şaşırıyorm uş.
Böylece filozof, kendi üstündeki bütün ateşleri mangal içine iâde ettik
ten sonra, aynı zât ona:
— Şimdi de elini (kendi isteğinle) m angala yaklaştır! deyince filo
zof yaklaştırm ış fakat bu sefer ajrm ateşler elini yakm ağa başlamış.
Bunun üzerine bu kerâm et'i gösteren zât :
— İşte U t . Ibrâhim hâdisesindeki «ateş» dahî b öyled ir: emir
— 81 — F. 6
alırsa yakar, almazsa yakmaz!! Cünki Allah ne isterse onu yapabilir
diye ilâve etmiş. Bu hâdisenin sonunda ise, mûcize ye kerâm etleri
i n k â r eden fejdesof’un artık «doğru»ya döndüğünü, önceki nazari-
yelerinden vaz geçtiğini, hakikat yoluna girdiğini İb n u l-arab î bize açık
b ir dille anlatm aktadır (99).
B ütün bunlar gösteriyor ki, { İbn ul-arabî esasen, «tasavvufî bilgi»
mn «aklî ilim]er»e ü s t ü n olduğunu kabul etm ektedir. Pozitif
adım verdiğimiz ilimler, bu gibi «fevkalâde haller»i inkâr ettiği halde,
Îbn'ül-arabî, «tasavvufî» yani m istik bilgi sâyesinde tab iat ilim lerine
de söz geçirmenin kabil olduğunu anlatm.aktadır^ Taasavvufi-Felsefî
sistem i ilerde daha geniş olarak açıklarken görüleceği gibi İb n u l-arab î
felsefî ve aklî düşünceyi üstelik insan aklım tam am iyle inkâr etm iş
değildir. H attâ kendisi, aklın ışığı’m önde tu tarak , başlangıçta im ân’ı-
mıza yol gösterm ek gerektiğini söylemiştir!.. Fakat îb n u l-arab î'y e göre
insan a k l ı , sâdece bâzı cüz’î (küçük) hakîkatları kavrayabilir; oy
sa bu şekildeki küllî yânî yüce hakîkatları kavrayabilm ek için, kusur
suz ve tam b ir i n a n ç lâzım gelmektedir.
Çevre bakım ından îb n ul-arabî'nin edinmiş olduğu bu tasavvufî
tecrübelei'den b ir tanesi de şudur :|^öy]ediğine bakılırsa, yine h. 586 =
m. 1190-1191 senesinde îşbiliyyedekı kabristanda b ir Cuma günü, na
m azdan sonra kendisine bir «âyet» (delîl, sırr?) gelmiştir. İb n u l-arab î
orada kendinden geçmiş b ir vaziyette kalmış ve bu hâl, üç sene devâm
etm iştir (100). B urada gördüğümüz «âyet gelmesi» hâdisesi, esasında
bir a h y m ânâsında olamaz. Çünkü âyet, ancak Pej^gamberlere ge
lir (101). H albûki bizzat F ü tû h ât adlı eserinde; «ben aslâ peygam ber
( = n e b î) değilim.» diyen îb n ul-arabî’nin ( 1 0 1 *) «bana âyet geldi» sö
zünden m aksad, herhalde «fevkalâde tasavvufî b ir hâl»den ibâret ol
malıdır. Nitekim böyle b ir hâlden sonra nam az kılarken kendisinde
«tilâvet» j''âni «okumak» hassası kalm am ış ve «... ne uyanık ne de uy
kuda...» sözleriyle tarif ettiği bu hâl, üç yıl devâm etm iştir.^
Kendisine yapılan târizlere açık kapı teşkil eden bu ifâdeleriyle
îb n ul-arabî şüphesiz ki ilk bakışta insanı şaşırtır ve h attâ şüpheye sü
rükler. Meselâ h. 590 = m. 1193 senesinde veya ondan biraz önceleri
— 82 —
yazmış olduğu M eşâhid’ül-esrâr adh eserindetA llahm kendisine hitabet-
tiğinden vs. bahseder ki, bu da ayni keyfiyetdedir. Meseleyi bu şüp
heli hâlden k u rtarıp ışığa kavuşturm ak, onu yanlış tefsir edilmekten
k u rtarm ak lâ zım d ır^ İşte bu hususta bize yardım eden en değerli vesi
kaları bize kendisi verm ektedir. Şöyle ki: Ibn'ül-arabî’ye göre «iktisâb-ı
nübüvvet» yani b ir insanın kendi irâdesiyle peygam ber olm ağa çalışma
sı im kânsızdır (102). Çünki peygamberliği bir insana ancak Allah ve
rebilir ve İslâm akidesi uyarınca : «H. A^uhammed’ten sonra şeriat pej'-
gam berliği iddiasında bulunanlar yalancıdır (102*). B ununla beraber
îb n ul-arabî’ye yönelen bu ilâhi seslenişler (h itâb lar)m mâhiyeti ne
dir? Çünki bizzat kendisi böyle b ir iddiâda bulunm aktadır. İşte bu ko
nuda diyor k i :
«... Hz. Peygam^berden sonra v a h y katiyen yoktur! H albuki sen,
sana indirilm iş kitâb ve hitâb iddiâsında bulunduğun için, lisan-ı hâl ile
peygam berlik iddiasında da bulundun dem ektir. Bu nasıl olur? denile
cek olsa, sen de ona de ki: H ernekadar Cebrail Aleyhisselâm’m (yer
yüzüne) inm esi (artık ) kesilmişse de, evliyanın kalplerindeki i 1 h â m
kesilmiş değildir. — Şu halde Allah—, kendi dostlarına İlâhî
sırlarını devamlı olarak ilham eder ve onların kalplerinin sem alarında
İlâhi ilm in güneşleri daîm â doğar... Çünkü Hz. Peygamber, âlim ler
peygam berlerin vârisleridir dem iştir... M ademki âlim ler insanlar ara
sında peygam berlere en yakın olanlardır, o halde âlim ler onlara hâl,
fiil, söz, hareket bakım larından açık ve gizli olarak varis olm uşlar de
m ektir... (103)»
Ibn'ül-arabî yine bu sene içinde yani 1190-1191 de vaki olan hâdi
seler arasında İşbiliyye’de bulunduğu sırada (103*) iki şahıstan bah
seder ki, bu arkadaşları ile birlikte üç gün zarfında büyük b ir manevî
«bereket» bulm uştur. Bu şahıslardan biri Abdullah Mezhûnî, diğeri de
K adı Şeref ismiyle zikredilm ektedir (104). Keza ayni sene İşbiliyye'de
iken «hem hocası, hem ,de talebesi» olarak zikrettiği Kûmî isimli bir
zat vardır. İb n ’ül-arabî ondan «riyâzet» o da İbn ul-arabî’den «mevâ-
cîd» öğrenm iştir ki, onların bu durum unu gören kim seler, buna şaşar
larm ış (105).
— 83 —
îb n ’ül-arabî, biraz yukarıda sâdece Kûmî olarak andığımız bu
ünlü şeyh'ten biraz daha tafsilâtlı olarak bahsederken, ondan h. 586
(m . 1190-91) senesinden îtibâren faydalandığını söyler (107). Kendisi
m eşhur şeyh, şeyhlerin şeyhi Ebû Medyen'e hizmet etmiş. M ısırda bu
lunm uş, îskenderiyede evlenmiş; Allahı çok zikreden, sadakasını gizli
veren, zenginleri aşağılatan, fakirleri de yücelten b ir kimseymiş (108).
E bû M edyen’e Becâye’de hizmet eden bu şeyh, Selâvî, Ebû Abdullâh
H ayyât (108*) el-Megavirî ve H arrâz gibi diğer şeyhlerden de istifade
etm iştir (109).
Bu hocası .«Kuşeyrî Risâlesi»ni görmeseydim tasavvuf lâfzını hiç
öğrenemezdim derdi ( 1 1 0 ) ve A^elâmetî idi ( 1 1 1 ) İb n ’ül-arabî onun
huzurunda otururken şiddetli rüzgâra tu tulan b ir yaprak gibi titre r
di (112). Bir gün İşbiliyye'deki Karaviyyîn câm iinde beraber o tu ru 3'or-
lardı, Ebû Medyen’den bahsetm eğe başladı, fakat o sırada İbn ul-arabî,
bazı günlük işleri için m ütem adİ 3'en tedirgin oluyor ve câm iden ayrıl
m ak istiyordu. Bunu farkeden Kûmî, İb n ’ül-arabî’nin b ir süre daha
kalm asında isrâr ederek Şeyh Ebû Medyen’in faziletlerini anlatacağım
söyledi. İbn ul-arabî bunu kabul etmiş ve anlatılanları dinledikten son
ra, evine dönm üş (E bû M edyen'in faziletlerinden doğan b ir bereket ile)
bütün günlük işlerini az zam an içinde yapabilm iştir (113).
Bu şe5rh birgün atm a binerek yanm a îb n ul-arabî’yi ve b ir ark a
daşını almış İşbiliyye yakınındaki yüksek b ir dağ olan M untiyâr (? veya
M untibâr) dağına gitm işlerdi. İsm i zikredilm eyen o şahsın elinde K u
şeyrî risâlesi varm ış ve İb n ’ül-arabî gerek bu kitabı gerekse onun ya
z a n olan Kuşeyri'yi hiç bilm iyorm uş. Bu suretle, dağın tepesindeki b ir
înescide girm işlerdi. Kûmî orada Kuşeyrî Risâlesi’ni İb n ’ül-arabî’ye ve
rip okum asını söylemiş, fakat İb n ’ül-arabî okuyam am ış ve kitap elin
den düşmüşdü. Kûmî ayni kitabı diğerine verince, o hem okum uş hem
de izah etm işti. Böylece ikindi nam azını kılmcaya kad ar mescidde kalıp
sohbet etm işlerdi. Sonra şeyh, şehre döneceklerini bildirince atlara
binm işler; ve Kûmî yolda hep Ebû M edyen’in fazilet ve kerâm etlerin-
Ti 07) Dürre, vr. 100 b. (110) Ruh’ul-Kuds, vr. 41a
(108) Ruh’ul-Kuds, vr. 41 a (111) Rûh’ul-Kuds, vr. 40 b
<108*) Bu zat hkk. bk, not 40-43 (112) Rûh’ul-Kuds, vr. 41 a
(109) Dürre, vr. 110 a (113) Dürre, 110 a - 110 b
(* ) Kesin târihi belli olmamakla berâber, herhalde bu yıl içinde İbn’ül-arabî’nin fay
dalandığı şeyhlerden biri de Ebu’l-Kâsım Halef İbn-i Yeşkürdür. Futûhât’da
kendisinden sâdece bir defa bahsedilen bu şeyh hakkında başka bir bilgim iz
yoktur. Bu zât İbn’ül-arabî’ye Abbâsî hilâfet sarayından kaçıp Kurtuba'ya yer
leşen Ebû Vehb el-FâzıI'ın menkabelerinin anlatmıştır, Ebû Vehb, Bağdat’tan
kaçtıktan sonra Kurtuba civarında yaşam ış ve ölünce Bâb-ı Abbas adı verilen
yere gömülmüştür. Bu hususta İbn-i Yeşkür ve Ebû Vehb için bk. Futûhât,
c. 2. s. 19 (32 vd.)
— 84 —
eden bahsetm işti. İb n ’ül-arabî ise b u sözlerden neredeyse usanç getiri
yor ve başını kaldırıp ta şeyhin yüzüne bakam ıyordu. Şeyhin kendisi
ne baktığını ve tebessüm ettiğini farketti: Şeyh atını m ahm uzladıkça
ve süratlendikçe İb n ’ül-arabî de öyle yapıyordu. Sonra durup İb n u l-
,arabî'ye:
— A rkanda bıraktığın yerlere b ir bak! dedi.
îb n ’ül-arabî de baktı ki yürüdükleri bunca yol farkına varılm adan
k at’edilm iştir. Çünkü bu, Ebû Medyen.i anm alarından gelen b ir bere
ket sayesinde oluyordu. Sonra şeyh Kûmî, İbn ul-arabî’nin tasavvuf yo-
iu n a girm esini tavsiye etti* ve atını mahmuzladı. Nihayet Îb n ’ül-arabî
bu şeyhten çok şeyler öğrendiğini ve başkalarında göremediği şeyleri on
da gördüğünü ilâve etm ektedir (114). İb n ul-arabî'ye göre bu zatın ke-
râm etleri sayılmayacak İcadar çoktur ve bu hocası hakkında İıızâl'ü!-
Guj'ûb (115) adlı kitabında tam am ı bulunan uzun b ir kaside yazmış
tır (116).
B urada dikkatim izi çekmesi gereken b ir nokta vardır: İbn'ül-arabî
K ûm î’nin tavsİ 3^esiyle tasavvufa giriyor ve o sırada bütün sûfiler ta ra
fından bilinen Kuşeyrî Risâlesi'nden henüz h aberdar değildir. Bu du
rum da onun b u şeyh ile tem asının, çok genç yaşlarında olm ası îcâb
■etmektedir. H albûki F ü tû h ât’da kendisinden b ir kaç defa bahsedilen
Kûmî, İb n ’ül-arabî ile 1190 senesinde b ir mesele hakkında m ünakaşa
etm iştir (bk. not. 105 ve 115) o sırada ise kendisi 25 yaşındadır. Fakat
tasavvuf yoluna ilk girişi ise 1184 (h. 580) senesidir. Şu halde İbn'ül-
arabî o sıralarda tasavvuf yoluna girm ekle beraber sûfiler indinde pek
m uteber olan bazı kitaplardan haberdar değildi şeklinde b ir neticeye
ulaşm ak icab ediyor ki, bu noktaca ihtiyatla kabul etm ek gerekir. Şu
halde İb n ’ül-arabî’nin bu şeyhle tanışm ası h. 580 (m. 1184) den önce
■olması m âkûl b ir ihtim âldir.
İb n ’ül-arabî Kûmî isimli bu hocasını çok tak d ir eder ve onun
«ruhlar» ile sohbet ettiğini söyler. Nitekim böyle bir hâdiseyi görm üş
olan ve ismi zikredilm eyen bir şahsın korkudan rengi atm ış ve taka
— 85 —
ti kalm adığı için artık başını dahi dogrultam am ıştır (117). Bu hocası
nın tavsiyesi üzerine (Sedrânî?) isimli b ir zat İşbiliyye’ye gelerek İb n ’'
ül-arabi'yi ziyâret etm iştir ki, bu şahıstan biraz sonra bahsedeceğiz.
Şeyh Kûmî, ayrıca E bû Medyen bölüm ünde de tek rar zikredilecektir.
E nteresan olan no k ta ise şudur: h. 586 (m. 1190) senesinden çok önce
leri (yk. bk.) tanıştığı bu şahıs hakkında İb n ’ül-arabî «o benim hocam,,
ben onun talebesi; ben onun hocası, o da benim talebem idi» dedikten
sonra, ahâlinin bu hâle bakıp şaştığını söylemektedir. K ûm î İbn ul-
arab i’den riyâzet öğrenirken İb n ’ül-arabi’de ondan mevâcîd öğrenm ek
teydi (118). Biraz yukarıda K ûm î'nin İbn'ül-arabî ile b ir sohbetinden
bahsettik: Bu sohbet sırasında, m. 1190 yılında Kûmî, İbn ul-arabî'ye
şöyle b ir suâl sorm uştur:
—»<A.llahın indinde iki ârif (sûfi) tek b ir m üşahede m akâm ında
(hazretinde)) b ir araya gelirse, bu «müşahede»nin hükm ü ne olur?
İb n ’ül-arabî ise böyle b ir şeyin faraziyeden ibâret olduğunu b elirt
tikten sonra, «tecelli»nin tıpkı rüyada idrâk edilen şekilde m eydana
geldiğini; var oluş (vucûd) bakım ından iki sûfî birbirinden farklı ise
de «hâl» ve «müşahede» bakım larından beraber olduklarım ifade et
m iş tir ^ 119).
Sedrânî dahi İb n ul-arabî’nin hoca ve arkadaşlarından biri olup (120)
m eşhûr Şeyh Ebû Medyen’e hizm et ettikten sonra, İşbiliyye’ye gelm iş
ve h. 586 (m. 1190-1191) târihlerinde İb n ’ül-arabî ile tanışm ıştır. Ayni
zam anda «arkadaşım » diye zikrettiği bu şahsın İb n ’ül-arabî’ye anlattı
ğı ve şüphesiz ki gerçek değil ancak sem bolik b ir m ânâ taşıyan hikâ
yesine göre, Sedrânî, yanında b ir arkadaşı olduğu halde b ir gün, b ü tü n
dünyâyı kuşatan(!) Kaf Dağına ulaşm ıştır (bk. not. 124)= Oysa bu da
ğın etrafını da büyük b ir yılan kuşatıyorm uş. Kaf Dağının etrafını çev
releyen bu yılan, dağ etrafındaki çenberi tam am ladıktan sonra «başî
kuyruğuna bitişiyor» imiş ( 1 2 1 )!
- 86 —
Sedrânî'yi dağa götüren arkadaşı yılan’ı selâm lam asını söylemiş,
îD da selâm lam ış ve yılan b u selâm a m ukâbele etmiş; sonra Sedrânî’ye,
Becâye şehrindeki m eşhur Şeyh Ebû M edyen'in nasıl olduğunu sorm uş.
Sedrânî cevaben: onu sıhhat ve âfiyet içinde bıraktığını söyledikten
sonra yılan’a bu şeyhi nereden tanıdığını sorm uş; jalan demiş ki:
—■Acaba yeryüzünde Ebû M edyen'in kadrini (kıym etini) bilm e
yen b ir kim se var m ıdır?
— Evet, fakat b ir çok kim seler onu istihfâf ve techîl ediyorlar
( = yâni hafiften alıp, onun cahil olduğunu söylüyorlar). Bu sözlere Yı-
lan'ın cevabı şu olmuş:
— Şu insan oğullarına şaşarım . Allah yeryüzüne ve (ayrıca) yer
yüzünde yaşayanlara kendi sevgisini indirdiğinden beri, h er yer ve bü
tün canlılar, onu tanım ıştır. Ben de bu tanıyanlar cüm lesinden b ir ta
nesi olarak onu tanıdım (bildim ) ( 1 2 2 ).
S rkadaşı, S edrânî’den, m eşhur şeyhi E bû Medyen hakkındaki bu
Jıikâyeyi bize nakleden Ibn'ül-arabî, ayni hikâyeyi b ir defa daha, fakat
yâne ayni eserde daha tafsilâtlı şekilde an latm aktadır (123). Bu ikinci
anlatış ise, hocası olarak zikrettiği Yûsuf ibn-i Yahlef el-Kûmî (124)
nin rivâyetine dayanm aktadır ve iki anlatış arasında ana çizgiler b a
kım ından esasen b ir fark mevcut değildir. Ancak îbn'üî-arabî buraya
;naklettiğimJz kıssa}'! evvelâ bizzat Sedrânî’den dinlediğini ifâde etm e
sine rağmen, ikinci anlatışında bunu hâdisenin şâhidi S edrânî’den de
ğil de K ûm î’den dinlediğini söylemektedir. Bu iki kayıt arasında gö
rü len ve şüphesiz ki, anlatış farkından doğan tenâkuz, îb n ’ül-arabî’nin
yüzlerce eser veren çok velûd b ir yazar olm asından dolayıdır. H erhalde
böyle bir yazar için, eski h âtıra ve hâdiselerin —aradan uzun seneler
geçtikten sonra— anlatılm asındaki hafıza yanılm alarını az çok n o r
mal kabul etmek, iyi niyetli b ir okuyucu için gerekli sayılır. Çünkü
bahsettiği hâtıra, en azından 30-40 senelik b ir geçmişe sâhip görün
m ektedir. t
Biraz önce Şeyh K ûm î’den, Îb n ’ül-arabî’nin «Şeyhim» diye bahset
tiğini söylemiştik. Şu halde h. .586 (m. 1190) senesinde Şeyh K ûm î ile
vâkî olan sohbet m etninden anlaşılır ki, Şeyh Kûmî, İb n ’ül-arabî’nin
— 87 —
«arkadaşım » diye zikrettiği Sedrânî'nin de hocasıdır. Ve bu sonuncusu,
İb n ’ül-arabî’yi belki de Şeyh K ûm î’nin tavsiyesiyle, îşbiliyye’de ziyâret
etm iştir.
İm di yukarıya dercettiğim iz ve ağırlık noktası olarak Ebû Med-
yen'in yüceliğini gösterm eğe m âtû f olan bu kıssaların iç m ânâları biraz
aşağıda te k ra r tem as edileceği gibi şu olm alıdır : Evvelâ cehâletleri
dolayısıyla bazı kim seler, büyük b ir veli olan Ebû Medyen’i techîl, is-
tihfâf ve h attâ tekfir etm iş, bu da yetm iyorm uş gibi onu öldürm ek
dahi istemişler. İbn ul-arabî bunu teyîd etm ek üzere esâtirî yılana şun
ları söyletiyor ;
— «Ebû Medyen, şüphesiz ki, Allah’ın kendisine dost edindiği b ir
kimsedir. Allah onun sevgisini, yeryüzüne (ve) kalplerim ize indirdi.
Hiç b ir taş, ağaç ve canlı yoktur ki, onu tanım asın ve sevmesin (125)!
# Şimdi, hatırlatm ak yerinde olur ki, bu hikâyede bahis konusu edi
len KAF DAĞI, pek tabiî olarak efsanevî b ir dağdır (127). N itekim
böjde b ir isim ne K ur'anda ne de H âdislerde zikredilm iş değildir. Fakat
İbn ul-arabî’nin bahsettiği şekilde «ismi var - cismi yok» olan bu dağ’m,
bütün yeryüzünü kuşattığı ve bu dağın etrafm ı da büyük bir yılan'ın
çevrelediği im ajı, pek tabiî olarak hayal kuvvetlerinin b ir şaheseri olsa
gerektir. Kendisinin böyle fantastik tasvirlerle neyi kasdettiği üzerinde
bir «vâkıa» olarak değil, biraz önce işaret ettiğimiz gibi sadece bir
«hayalî tasvir» olarak durm ak, sonra da bundaki iç m ânâyı bulup çıkar
m ak icab ediyoriî Böyle olunca, Şeyh K ûm î’nin veya Sedrânî’nin anlat
tığı bu nevi şeylerin, şe’nî (hakiki) değil, sembolik b ir m ânâda alın
ması lâzımdır. İb n ’ül-arabî bu nevi süslü tasvirlerle herhalde m eşhur
hocası Ebû Medyen’in «bütün kâinat tarafından bilinecek kadar» bü
yük b ir şahsiyet olduğunu anlatm ak istem iştir ki, böyle b ir hususiyet,
İbn'ül-arabî'nin çok sevdiği ve herhalde h. 586 (m. 1190)dan önce ve sâ
dece ismen tanıdığı şeyhi E bû Medyen'e karşı derin sevgi ve saygısının
işareti sayılmalıdır.
İb n ’ül-arabî, bu zât hakkında ilâve olarak şunları anlatıyor; Şeyh
Sedrânî, ebdâlden olup, bilinmiyen, tanm m ıyan (m eçhul) kim selerden
biriydi. Birgün akşam nam_azmdan sonra Îşbiliy 3'e ’deki evimde o tu ru r
ken «Şeyh E bû Medyen’Ie ah b ir buluşabilsem » diye düşünüyordum .
Şeyh Ebû Medyen o sırada tşbiliyye’den 45 gün mesafedeki Bicâye’de
— 88 —
bulunuyordu. Akşam nam azını kılınca... selâm verdikten sonra bu sıra
da Ebü Im ran geldi, selâm verdi. Onu yanım a o tu rttu m ve nereden ge
liyorsun? dedim.
— Bicâyedeki Şeyh Ebû Medyen’den dedi.
— Onunla ne zam an beraberdin? dedim.
— Bu akşam nam azını onunla kıldım dedi ve Ebû Medyen bana
baktı ve dedi ki :
— Bu saat içinde (yâni derhal) git ve İbn ul-arabî’ye benden haber
ilet ve ona de ki: senin kendisiyle buluşm am rûhen m üm kündür. Fakat
m addeten buluşm am ızı bu dünyada Allah yasaklam ıştır. Gönlünü tes
kin et: Bu vaad seninle benim aram dadır.» dedi (128)...
İbn ul-arabî’ye göre Şeyh Sedrânî birgün sultana şikâyet edilmiş
ve sultan onun bağlatılm asın! em redip kendisine dem ir (kelepçe) vur-
durm uştu. Sedrânî F as’a yaklaştığı zaman b ir eve (kapatılıp) kilitlen
miş, fakat sabah vakti kapı açıldığında dem ir kilidin kendiliğinden
açılmış olduğu görülm üştü. Böylece Sedrânî Fas’ta Şej'h Ebu Medyen
Şuayb (böyle!) i aram ış, kapısını çalmış ve kapıya bizzat Şeyh çık
m ıştı, Ona «kimsin?» diye sorunca: Ben M ûsâ’yım diye cevap vermiş.
Şeyh de «Ben de Şuayb'im korkm a, içeri gir, artık zâlim lerden k u r
tuldun» dem iştir (129).
S elâ v î; İbn'ül-arabî’nin bu şeyhle İşbiliyye’de tanışm ası h. 586
{m. 1190-91) senesine tesadüf etm ektedir (aş. bk.). Selâvî dahi, Ebû
M edyen’in çevresinde yetişenlerden biridir. Bu durum da Selâvî’nin
aslen Afrikalı olduğu sonra İşbiliyye'ye geldiği anlaşılıyor. Selâ şehrine
nisbetle Selâvî diye zikredilen bu zât hakkında İb n ’ül-arabî şöyle di
yor :
— Ben İşbiliyye'de şeyh E bû Yâkûb K ûm î'nin hizm etinde iken bu
■şeyh gelip bize iltihâk etti. Kendisi Ebû Medyen’le onsekiz yıl sohbet
etm işti. îb âd et ve içtihadı çoktu. İb n ’i Cerrâd mescidinde tam bir ay
beraber kaldık (130).
Ayni şeyleri daha açık olarak El-Dürre’de şöyle anlatıyor:
— Selâvî, Ebû Medyen’in arkadaşlarından idi. Ebû Medyen'e on-
(128) Rûh’ü!-Kuds ,Hâlet ef.) 66 b; (Şeh. Ali Pş.) 52 b. Bu kayda göre îbn'üI-arabî’nİD
bahsettiği Ebu Medyen ile hiç karşılaşmadığı açıkça anlaşılır; ayr. bk. not. 142
(129) RÛh'ÜI-Kuds, (H alet) 67 a - Şeh Ali Pş. - 52 b.
(130) Rûh’ül-Kuds (Halet), vr. 67 a - Şeh. A. Pş. 52 b.
(130) Rûh’ül-Kuds vr. 54 a Selâ, kuzey afrikada bulunmaktadır. Bk. br. not 264 Selâ
şehrine mensup hocalarından biri de Abdülhalîm Im âdî’dir. Bk. Futûhât, c. 4,
s. 559 (10-12)
— 89 — İ7. •
sekiz sene hizm et etm işti. Ben Selâvî ile h. 586 (m. 1190-1191) de Y usuf
ibn-i Yahlef (el-K ûm î)nin hizm etinde bulunduğum sırada sohbet ettim..
İnb-i Cerrâd mescidinde b ir gece beraber kaldık (131).
B irbirine çok benziyen bu ifâdeler arasm da, bazı n oktalar çok ih-
tilâfh görülm ektedir. Meselâ yukarıda İbn-i Cerrâd mescidinde «bir ay»,
beraber kaldık derken, ikinci anlatışında sâdece «bir gece» b erab er
kaldık dem ektedir. İfâdeler arasındaki diğer ayrılık da, sâdece İkincisin
de, tanışm a târih i olarak h. 586 (m. 1190-1191) senesinin zikredilm esi
dir. H er ne olursa olsun, İbn ul-arabî bu şeyh ile tanıştığı zaman, henüz,
25-26 yaşlarındaydı.
Diğer şeyhler hakkında anlatılan bazı tab iat üstü fevkalâde şeyler
bu zat için dahi anlatılm aktadır. Meselâ İbn ul-arabî'ye göre, İbn-i
Cerrâd mescidinde beraber bulundukları gece İb n ’ül-arabî gece yarısın
da abdest alm ak için uyanm ış ve b ir de görm üş ki Selâvî ile gökyüzü
arasında bir p arıltı varmış. Fakat diyor İbn ul-arabî bu p arıltı gökten
mi ona iniyordu, yoksa ondan mı göğe yükseliyordu, anlıyamadım.
B undan sonra İb n ’ü l'arab î Selâvî'nin çok ibâdet eden b ir insan ol
duğunu da belirtm ektedir (132).
F utûhât'da Ali el-Selâvî (bk. not. 132), diğer kaynaklarda E bû Ah-
med (veyâ: M uhamm ed) el-Selâvî olarak zikredilen bu şeyhle tanıştığı
sırada, yine İşbiliyye’de Abdullah Megâvirî (132*) adında başka b ir
şeyhle daha arkadaşlık ettiğini ve onunla (yâni Selâvî ile) büyük b ir
seyâhata çıktığını söyleyen İbn ul-arabî (132**) M egavîrî’yi em ânete sa
dâkat örneği şeklinde tanıtm aktadır. İbn ul-arabî'ye göre Megâvirî, İş-
biliyye'ye bağlı Leble kasabasına m ensuptur. M uvahhîdîler ordusu bu
şehre girdiği zaman, çok güzel b ir kadın, Megâvirî'den kendisini İşbi-
— 90 —
iiyye’ye götürm esini istem işti. Megâvirî, kadm m güzelliği karşısında
nefsine hâkim olmuş ve em ânete sadâkat gösterm ek sûretiyle nefis te r
biyesine m uvaffak olmuş ve tasavvufa da böylece girm iştir.
— 91 —
îır. Bazı tasavvufî şiirleri, ve ayrıca Vasiyet'i ile Akîde adlı yazılan bize
kadar ulaşm ıştır (134).
İb n ’ü l'arab î’nin b ü tün bu hikâyelerde m erkezleştirdiği şahsiyet
olan Ebu Medyen’den, m üellifin hem en her kitâbında büyük b ir saygî
ile bahsedilir. Bu zat, Ebu'n-Necâ Ebû Medyen adlı b ir şeyh olup (134>
aslen Becâye’lidir (135). İb n ’ül-arabî, onu «ricâl-i zâhir» (yâni
—buradaki m ânâsm a göre— kerâm etlerini ve dolayısıyla kendisini açı
ğa vuran b ir şeyh olarak zikretm ektedir (136). Meselâ bu şeyh, —İb n ”
ül-arabî’nin ifâdesine göre—, körleri iyi ederm iş (137). Ayrıca ifâde-i
m erâm ı eksik ( = nâkısul-ibâre) imiş fakat yine de ne demek istediği,
anlaşılırm ış (138). Ebû Medyen’e gösterilen düşm anlık hakkında, dik
kate değer bir fıkrayı anlatm adan geçmij’eceğiz. Bu da İb n ’ül-arabî’-
nin Ebû Medyen hakkm daki b ir rûyâsm dan ibarettir. Şöyle ki: îb n u l-
arabî, h. 590 (m. 1193-1194) yılında Tlîm sen’de bulunuyordu ve orada
b ir gece rûyâsında hazreti Peygamberi görm üştü. Rûyâ, biraz önce söy
lediğimiz gibi, Ebû Medyen ile alâkalıdır, ib n ’ül-arabî, âriflerin büyük
lerinden olan ve şahsen çok inandığım ifâde ettiği Ebû Medyen'e «buğz »
eden bir adam ın haberini almış ve o sebeble de, bu şahıstan nefret eder
olmuştu. İşte bu rûyâda hazreti Peygamber Ibn'ül-arabî’ye :
— Filânca şahıstan niçin nefret ediyorsun? diye sorunca o d a :
— Ebû Medyen'e «buğz» ettiği için, cevabını vermiş. Bunun üze
rine H azreti Peygamberle şöyle konuşm uşlar :
— O şahıs, Allâhı ve beni seviyor mu?
— Evet ey Resûllâh, o şahıs Allâhı da seviyor seni de!
— Şu halde E bû Medyen'e buğz ediyor diye niçin bu şahıstan nef
ret Idiyorsun?
Bu sözler üzerine İb n ’ül-arabî, böyle b ir kötü hareketinden dolaja
tövbe etmiş ve H azreti Peygambere :
(134) Bk. A. Bel, Ebû Medyen madd. İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 36-18. Abdülkâd»'
Gîlânî ise h. 470-561 yıllan arasında yaşam ış ve meşhûr bir velî olan Ebu’l-Hayr
eUDebbâs (ölm. h. 325 = 1131 )’m teşviki ile tasavvufa girmiştir. El-Gunye. Fu*
tûh'ul-gayb, el-Fuyûzât'tür-Rabbaniy^'e vs. gibi şöhret kazanmış eserleri vardır.
Kâdiriyye adı verilen tarikatın kurucusudur. Kendisi hkk. tafsilât için bk. D.S.
Margoliouth, Abdüllcâdir madd. (îslâ m Ansiklopedisi), c. 1, s. 80-83
(134*) Futûhât, c. 2, s. 290 ( 24); ayr. ayni eser, c. 2, s. 355 (1)
(135) Futûhât, c. 4, s. 150 (Becâye) bugünkü (Kuzey Afrikada) şehridir.
(136) Futûhât, c. 2, s. 13
(137) Futûhât, c. 4, s. 54 (4 vd.) Ayni özellik Ebû Ya'zâ’da dahi vardır, bk. br. not. 133*
(138) Futûhât, c. 2, s. 292 (15-20)
— 92 —
— Ebû Medyen, benim için insanlarnı en sevgilisidir. Fakat sen ba
na nasihat ettin ve beni uyandırdın! demiş. Nihayet bu rûyâdan uyan
dığını, ifâde eden Ib n ’ül-arabi, af dilemek üzere, —yanına elbise ve kıy
m etini hatırlam adığı birçok değerli şeyler alarak—, b ir binekle o şah
sın evine gitmiş; rûyâsm ı anlatm ış. Bu zât, rûyâyı dinledikten sonra,
gözleri yaşlanmış, hediyeleri kabûl etm iş ve rûyâyı da, «Allah tarafın
dan b ir tenbih» olarak telâkki etmiş. B undan sonra da, Ebû Medyen’-
den nefret etm ek, kendi kalbinden zâil olmuş ve Şeyhi sevmeğe baş
lamış. Sonra diyor İb n ul-arabî, bu zâtın Ebû Medeyn'den ne sebeble
nefret ettiğini öğrenmek isteyince, o da şöyle anlatm ış :
— Ben, Ebû Aiedyen ile birlikte Becâye’de iken, ona kurban bay
ram ında kesilmiş bir kurbanın etini getirdiler; kurbanı kendi arkadaş
larına taksim etti fakat bana hiç birşey vermedi, işte kendisinden nef
ret ettiğim in sebebi budur.! (139)» Çok ibret verici m âhiyetteki bu hi
kâyeye bakacak olursak, Ebû Medyen’e gösterilen çeşitli düşm anlıkların
kısm en sübjektif ve şahsî sebeplerden ileri geldiği anlaşılıyor. Zaten
Ibn ul-arabî de bunları —kanâatim izce— herhalde bu noktayı b elirt
mek için bize nakletm iş olm alıdır. İbn ul-arabî bu hocasını, «Necîblerin
babası» olarak zikrederek, onun «benim K urândan (en çok sevdiğim)
Sûre, Mülk sûresi (67 nci sûre) dir» dediğini nakletm ektedir (140).
İbn'ül-arabî’ye göre bizzat «nazar yâni tefekkür» sâhibi olan Ebû Med-
yen’in ayrıca sezgi bakım ından çok enteresan b ir oğlu vardı: İşte bu
yedi yaşındaki küçük çocuk, uzağa b ak ar ve: «Denizde şu kadar, şu
kadar gemi görüyorum» dermiş. B ir kaç gün geçtikten sonra bulun
dukları şehir olan Becâye’ye gemiler gelince, çocuğun dediklerinin
doğru olduğu görülürm üş. Çocuğa:
— Neyle görüyorsun? diye sorulunca, o da;
— Gözlerimle! cevabını veriyor ve sonra:
— H ayır (gözlerimle değil) kalbim le; hayır hayır (kalbim le) de
değil) babamla görüyorum! Babam benim yanım da bulunurken, ben
ona bakarsam , size haber verdiğim şeyi görürüm ; benden uzakta (ayrı)
olursa, o zam an hiç b ir şey göremem! derm iş (141).
— 93 —
Bütün b u fıkralar, ga^^et açık b ir şekilde iki n okta üzerine dikkat
lerimizi çekiyor: Evvelâ, Ebû Medyen’in üstün ve fevkalâde hallere
sahip olduğu meselesi, İkincisi de İbn'ül-arabî’nin tasavvufî bilgideki,
genişlik ve im kânlara işaret etm esidir. Hocası Ebû Medyen’de bunun
en açık örneklerine şâhit olduğunu gördüğümüz îb n ul-arabî, gerek da
ha önceki sayfalarda zikrettiğimiz bâzı tabiat üstü hâdiselerin (m ese
lâ babasının ölümü, Melîk olan dayısının zâhitlik yoluna girm esi vs.
hallerin) tesirinde kaldığı gibi, bu gibi hâdiseleri çeşitli yerlerde ta
nıdığı şeyhler, ârifler vs. de de m üşâhede etmesiyle aynı tesirleri d 6 -
vâm ettirm iştir. H attâ, ilerde tem as edeceğimiz gibi, bu gibi fevkalâ
de haller, bizzat kendisinde de tecelli etm ekteydi. H ülâsa Ebû Medyen,
Îb n u l-arab î üzerinde çok büyük bir tesir icra etm iştir. Kendisi bu
şeyhinden ve onun sözlerinden b ir çok defalar, hem de çeşitli eserle
rinde bahsetm iştir. Meselâ el-Tedbîrât-ül-ilâhiyye adlı eserinde E bû
Medyen için «... Şeyhimiz ve dayanağımız, Ebû Medyen : Şeyhlerin şey
hi..; güvendiğim birçok kim seler bana (ondan) haber verdi ki» dedi
ğine bakılırsa, İbn'ül-arabî’nin bu şeyhi hiç görmediği de anlaşılabi
lir (142). Biraz yukarıda işaret ettiğimiz gibi, K urânda onun (en çok
sevdiği) sûre, Mülk sûresi (67 nci sûre) dir. Yine bu nokatya tem as
eden tb n ’ül-arabî: «Şeyhimiz Ebû Medyen için, İlâhî tecelli sırasında
varlık sırrından ancak Melik'ün-nas (K urân, LXVII) m akâm ı hâsıl ol
m uştur. Bu sebeble kendisi; «Benim K urandaki sûrem bud u r diye tasrîh
ederdi..; «îlâh’in-nâs» (K u ra n , LXVII) m akâm ıyla da, K utb infirâd
etm iştir. B undan dolayıdır ki, Ebû Medyen, kâinattaki iki im âm ’dan
b ir tanesiydi. (143)» Yine başka b ir eseri olan El-Emr’ül-Muhkem adh
kitabında bu Şeyh hakkında şöyle diyor: «Ve ülkemizdeki efendimiz
Ebû Medyen derdi ki.... başlangıçta herhangi b ir şeyhin huzûruna, te
peden tırnağa yıkandıktan ve elbisemi, değneğimi, üzerim deki herşeyi
iyice tem izledikten sonra girerdim (144)» Hem Futûhât'da hem de
Kitâb'ül-Bâ adlı eserinde aynı şekilde zikredilen b ir sözünü daha nak
leder: «Üzerinde B harfinin j^ani Besmele’nin yazılı olmadığı hiç b ir
şey görm edim (145). İbn ul-arabî yine başka b ir eserinde bu şeyhinin
adım aynı sayfada birkaç defâ zikrettikten sonra şöyle diyor: «Ve bu
m akâm da ( = kutuplukta) Becâyeli şeyh E bû Medyen, ölüm üne b ir
— 94 —
veyâ iki saat kalıncaya kadar yaşam ıştır; (sonra) kutupluk elbisesi on
dan alınmış ve önderlik kisvesi ismi Abdül-iîâh (Tanrı kulu) olm uş
tur. Ve bu elbise A bdürrab (H abbm kulu) adı ile B ağdat’ta Abdülvah-
hâb adındaki b ir adam.a intikâl ettirilm iştir........... ve Şeyh büyük bir
kutup olarak ölm üştür (146). Bu sûretle kutupluk m akâm ına kadar
yükselen m eşhur Şeyh Ebû Medyen için İb n u l-arab î K îtâb’ül-İsfâr adlı
eserinde, onun arkadaşı olarak zikredilen Şeyh Ebu'l-Abbâs el-Haşşab’-
tan naklen şunu anlatır: «... F as'ta bir adam , Ebû Medyen'in arkadaş
larından olan Şeyh Ebû'I-Abbâs el-Haşşâb’ın huzuruna, tasavvuf ki
taplarından b ir kitap elinde olduğu halde girm iş ve bunu şeyhe oku
muş.... H albûki şeyh (m ütem âdiyen) susuyorm uş. Adam ona;
— Efendim niye konuşm uyorsunuz? diye sorunca, şeyh;
— Sen (sâdece) oku! demiş.
Bu söz adam a ağır gelmiş ve sonra Ebû Medyen’in huzûruna çıka
rak demiş ki ;
— Efendimiz, şeyh E b u ’l-Abbâs (H aşşâb)ın yanında idim ve ken
disine bu hususlarda benimle konuşsun diye (tasavvuf!) incelikler ko
nusunda b ir kitap okudum*. H albuki O bana; «sen sadece oku» dedi.
Bunun üzerine E bû Medyen ;
— Ebu'l-Abbâs doğru j^apmış. Acaba bu kitap ne ihtiva ediyor?
— Zühd, Allah korkusu ve tevekkül’den bahsediyor.
— Bu kitapta E b u ’l-Abbâs’m hâli olmıyan b ir şey var m ıdır? diye
sorunca adam «hajar» cevabını vermiş. Bunun üzerine Şeyh Ebû Med
yen, adam a şöyle demiş :
— M âdemki bu kitabın ihtivâ ettiği b ü tün şeyler, E bu’l-Abbâs’ın
halleridir; onun hallerinden b ir nasihat alm adığın ve bundan iyi bir
huy ( = ahlâk) kazanm adığın halde o kitabı şeyh’e okum anın ve senin
le konuşm asını isteyişinin faidesi nedir? E b u ’l-Abbâs (1.47) sana ken
di hali ile vaaz ve nasihat etmiş.
Bunun üzerine adı geçen adam u tanarak oradan uzaklaşmış. îb n ’
ül-arabî işte bu hikâyeyi, İşbiliyye’de iken b ir meclisde El-Haccâc
(146) Mei'tebet’ul Kutb, (Ayasofya 2063) vr. 7 a-b; (Feyzullah ef. 2119) vr. 184 a; onun
kutupluk makamına erdiğini ayrıca Fuûlıât’da da zikreder, c. 4, s. 214 ( 27-28)
(147) Kltâb'ül-tsfar, (Köprülü ktp. 713) vr. 42 b ; Ebu’I-Abbas el Haşşâb'ın adı, ayrıca
Futûlıât, c. 2, s. 23 (21) de «muhaddesler» sadedinde zikredilmekte ve İbn'ü!-ara-
b î’nin çağdaşı olduğu zikredilmektedir.
— 95 —
Abdullah el-Mevrû.rî adındaki başka bir şeyhten dinlediğini söylem ekte
dir (148).
B ütün bunlar açıkça gösteriyor ki, İbn'ül-arabî çok sevdiği bu ho
casını hem en hem en bü tü n şeyhlerin üstünde tutm uş, fak at kendisi
onunla hiç karşılaşm am ıştır. Ancak E bû Medyen’in sözlerini vs. topla
m akla yetinm iş ve bu hocası hakkında rivayet edilen m enkıbeleri ken
di kitaplarına alm ıştır (149).
Yine ayni zât, «temessüh» adı verilen, yani m übârek zâtlara bâzı
kim selerin el sürm elen m eselesîn d e/ «insanlar sâîîâ~5t’’5iirdöfcleri zaman,
kendi nefsinde bundan b ir tesîr (yani g u rû r)) duym uyor m usun?, diye
sorduklarında, o da şöyle demiş :
—iH a c e r ul-esved (yâni K âbenin köşesindeki siyah taş), peygam
berler ve veliler onu öptüğü zaman, kendi taşlığından kurtulabiliyor
m u? (b ir te'sîr alabiliyor m u?).. Sonra da ilâve ederm iş: «işte ben de
onun gibiyim» (150) i Bu son nokta dikkat çekicidir. Çünki eski b ir ge
lenek icâbı, herhangi bir saygı, uğur vs. gibi m otiflerle ahâli şeyhlere
el sürm ekteydi. Böylece bâzı şeyhler de bundan g urur duyardı. Ebû
Medyen ise, kendisini en m übarek taş olan H acer ul-Esved’e benzete
rek, b ir taraftan, belki de kendi kutsallığını im â etmiş, diğer taraftan
da böyle şeylerden katiyen g urur duymadığını anlatm ak istem iştir^
Ebû Medyen’in tasavvuf sâhasm daki güzel sözlerinden b iri de,
İbn ul-arabî'nin Meşâhid'ül-esrâr adlı eserinde görülm ektedir: «... Şeyh
lerin şeyhi, vârislerin sultanı, âriflerin sırrı, kendi zamanını, dile geti
ren Ebû Medyen : ... der ki : b ir m üridin tasavvufa ilk girişinde, doğ
ruluk âlem etlerinden biri halkdan kaçm asıdır. H alktan kaçm asındaki
doğruluk alâm etlerinden ilki de Allâh ile (berâber) olm asıdır; Alllâh ile
— 96 —
^İjerâber olm asındaki doğruluk alâm etlerinden biri de o m u rîd ’in
tek rar) halka rücû etm esidir... (151)»
K onuşurken güneş, susarken ay gibi olan bu şeyh hakkında (bk.
'not. 2 1 0 ), kitabım ızın hem en her yerinde dolaylı şekilde bilgiler veril
m iştir. Bunun için kitabın sonundaki endekste «Ebû Medyen» sözüne
'bakm alıdır.
İbn u]-arabî’nin saygı ile bahsettiği şahsiyetlerden b ir tânesi de
İbn-î Cum hûr’du r (152). Fakat kendisinin bu sûfî'den ders aldığında
açıklık yoktur (a ş.b k .) Bu zât herhalde h. 586( m. 1190-1191) senesi
‘dolaylarında ve belki de İşbiliyye'de vefât etm iş olm alıdır. Çünkü aşa
ğıda görüleceği gibi Îb n u l-arab î onun hakkında: «Ben, E b û Yâkûb
el-Kûmî'nin hizm etindeyken vefat etti.» dem ektedir. Oysa İb n ’ül-arabî,
K ûm î isimli hocasından 1190-1191 senesinde A^e İşbiliyye’de ders gös
term ekteydi (bk. br. not. 153). Şu halde îbn-i Cum hûr un ölüm senesi
de h. 586 olm alıdır. İbn-i C um hûr’un, Şekkâz ve E bû Abdullâh Hây-
yât(152*) ile ak ran olduğunu söyliyen İb n ’ül-arabî, onun ibâdette b ir
m üctehid olduğunu ifâde etm ektedir. H ayâtında hiç şiir okum ayan,
insanlardan daim â kaçan, ârif ve zâhid b ir şahsiyet olan, uçuk benizli,
bedeni zayıf fakat m âneviyatı kuvvetli olan İbn-i Cum hûr, b ü tü n vak
tini ibâdetle geçirirdi, ib n ’ül-arabî, E b u ’l-Hasen el-Osmânî isimli b ir şa-
lııstan nakleder k i; «... Bir gün, küçük yaştayken, K urân okuyordum .
B eni işitince, birden kulaklarını tıkadı. Ben de sustum . B ir saat sonra:
— Def mi çalıyorsun? dedi. Ben de: «Hayır» deyince gücendi ve
evine gitti. Sonra bana tek rar haber iletdi, ben de evine gittim ve oku
duğum cüz’ü tam am ladım .» İb n ’ül-arabî şöyle devam ediyor: «Mes-
cidde K urân okuyanlar onun dinlemesini istedikleri zaman, derhal ku-
Üaklannı tıkardı. Ölünceye kadar hep ibâdet etti. Bedeni zayıf, fakat
m âneviyatı kuvvetli idi. Benzi soluk (s a n ) idi. Ahâlîden daim â kaçar,
hep yalnız kalırdı. Arif, zâhid b ir kimseydi. Ve ben hocam - Ebû Yâ
kûb el-Kûmî'nin hizmetindeyken vefât etti (153)» Şunu da ilâve ede
lim ki İb n ’ül-arabî bu zâtdan F u tû h ât’da ve El-Dürre’de bahsetm ediği
gibi, ondan ders gördüğünü de açıkça söylemiş değildir. Olsa olsa bu
şahıstan o devrin olgun b ir şeyhi olarak bahsetm iş sayılabilir.
Y âbûrî (E bû Abdillah İbn-i Zeyn el-Yâbûrî el-Mukrî) :
— 97 — F. 7
Endülüsteki Yâbure şehrine nisbetle «Yâburî» olarak gösterilen;
ve İşbiliyye'deki Adîs Camiinde, K urân ve gram er dersleri veren bu zât-
dan (aş. bk.) bahsediliş şekline bakacak olursak, İbn ul-arabî'nin on-
dan biraz önce ismi geçen konularda ders aldığım tahm in etm ek m üm
kündür. Gerçi F u tû h ât’da eî-Mukrî olarak görülen b ir şahıs daha var
d ır fakat bunlar ayni kimse değildir (İ54). B ürre'dc «el-Mukrî ibn-i.
Zeyn el-Yâbûrî»; R ûh’ul K uds’de ise sadece «Ebû Abdullah ibn-i Zeyn»
diye zikredilen bu şahıs hakkında İbn'ül-arabî diyor ki: «... Yâbûre,
Endülüsde bir şehirdir ve bugün frenklerin elindedir. Bu şeyh sâlih, bil
gili ve m ütefennin b ir kimseydi. Hem kendisi hem de kardeşi boyley-
di (155). İşbiliyye'Ii olarak da gösterilen bu şeyh, İbn'ül-arabî'ye göre
insanların en faziletlisi olup, m üctehid b ir kimseydi. İşbilij^e'de Adîs.
cam iinde K urân ve gram er dersleri verirdi. Bir gece Ebû H am id el-
Gazzâlî (ölm. l l l l ) 'n i n kitapları hususunda istihare ( = î’tikâf) etti.,
E b u ’l-Kâsım Ahmed'in (156) Gazzâlî’yi reddeden eserini okurken göz
leri görmemeğe başladı, fakat bu reddij'e’yi b ir daha okum am ağa ye
m in ettiği için gözleri tek rar açıldı (157).
Burada kısaca anlatılan ve D ürre’de daha geniş olarak bulacağım ız
hâdiseye göre (aş. bk.) bu zât, K urtuba kadısı olan ve E bu’l-Kâsım,
b. Ahmed İbn-i H am dîn’in b ir eserini okum uştu. Bu eser ise adı ge
çen kadı tarafından Gazzâlî’yi reddetm ek üzere yazılmıştır. İşte Gaz-
zâlî’ye lânetler savuran bu eseri oku 3^an Şeyh Y âbûrî böyle bir kö tü
niyetli kitabı okuduğu için Allah tarafından görmek nim etinden mah-
rûm edilmiş ve anlatıldığı gibi, bu kitabı b ir daha okumamağa yemin
ettiği için gözleri tek rar açılm ıştır. Bu açıklam anın önemi büyüktür.,
çü n k ü bu, İbn'ül-arabî'nin Gazzâlî'ye karşı olan derin saygısının, do-
layısıyle olarak nakledilen b ir ifâdesi şeklindedir (158). Bu hâdiseyi
daha geniş olarak D ürre adlı eserinde anlatan Îb n ’ül-arabî’ye göre, bu.
Şeyh b ir gün ibn'ül-arabî’ye, rüyâsm da kadı îb n 'ü l H am dîn’in, Gazzâ-
lîy e reddiye olan b ir eserinin satıldığını gördüğünü söylemiştir. Adı
geçen Şeyh, (ertesi gün) bahis konusu olan bu kitabı okum ak üzere
satın almış fakat görm üş ki, eser Gazzâlî’yi m ütem adiyen lânetliyorm uş.
Şeyh Yâbûrî, kitabın yarısına geldiği zaman, gözleri görmemeğe baş
lam ış ve bunun üzerine kitabı fırlatıp atm ış. Sonra: «... Yarâbbî, ben
(154) Futûhât, c. 1. s. 680 (6)’da adı geçen zât ise Ebu’l-Kâsım Abdurrahmân ibn-i:
Gâlib el-Mukrî’dir. Bunu Yâbûrî el-Mukrî ile karıştırmamalıdır.
(155) Dürre, vr. 107 a.
(156) Kadı îbn-i Hamdîn : bk. br. not. 159
(157) Rûh’ül-Kuds, vr. 72 b - 73 a.
(158) Üstelik bu asırlarda Endülüs müslümanları arasındaki koyu dogmatizmi de unut
mamak lâzımdır.
— 98 —
‘b u kitabı, (bu kitabın iddialarına) inandığım için okuyor değilim»
-dediği için, Allah ona görme nim etini tek rar verm iştir. Bu reddiyenin
sahibi olan Kadı İbn-i Hamdîn, K urtuba kadısıydı. Kendisi Ebu Hamid
Gazzâlî’nin kitaplarını (toplatıp) yakm ıştı ve Gazzâlî’ye lânet ederdi.
Yine İb n ’ül-arabî’ye göre, Şej^h Y âbûrî isimli bu zat, bir gece rüyâsın-
'da Gazzâlî'yi görmüş. Bu rüyada Gazzâlî’nin elinde b ir zincir varmış
ve zincirin öbür ucuna da bir domuz bağlıymış.. Yâbûrî, Gazzâlî’ye bu
domuzun kim olduğunu sorunca, Gazzâlî şöyle cevap verm iştir:
— Bu (dom uz), Kadı İbn-i H am dîn’dir. (!) (159).
1190 senesinde yani İb n ’ül-arabî henüz yirm i beş yaşında iken, şim
diye kadar gördüğümüz m isallerin bize açıkça anlattığı gibi, kendisi
a rtık en girift meselelerde fikir yürütecek hâle gelmişti.. Nitekim ilerde
kendisinden tek rar bahsedeceğimiz K ubrufîkî isimli b ir «mutezile âli
mi »ni Kelâm ilm indeki nazariyelerinden çevirerek tasavvuf yoluna
cezbetm ek kuvvetini gösterm işti (bk. br. not. 171). Bu suretle 1190
senesi ve Işbiliyye şehri, îb n 'ü l-arab î’nin hayatında en hareketli ve
feyizli bir devre olarak görünm ektedir. Bu şehirde ayni tarih te bir
«necîb» görm üş (160) yine Işbiliyye şehrinde fevkalâde hallere sâhib
bâzı arkadaşlar edinmiş, «vera’» yani Allah korkusu ile dolu birçok
kadın ve erkeklerle tanışm ış, ayni vasıflan taşıyan b ir kadın hoca'ya
bizm et etm iştir. En çok alâka çeken husus da, işte bu kadın hocasıdır:
Fatım a isminde ve 95 yaşındaki bu kadın hocasından daha önce bah
setm iştik (bk. br. s. 72 — 75).
h. 587-588 = m. 1191 ve 1192 seneleri :
İbn'ül-arabî bu tarihlerde 26-27 yaşlarındadır ve bu iki yıla ait
hâdiseleri bize nakletm em iştir. Zaten gariptir ki, 1190 senesinde îşbi-
liyye’de iken kendisine b ir «hâl» vakî olm uştu ve hatırlanacak olursa
liu «hâl»den sonra kendisindeki «tilâvet» yâni okum a kabiliyyeti kalm a
m ış ve bu üç yıl devam, etm iştir (bk. br. s. 82). İşin gârip tarafı da
zaten b u ra d a d ır: üç sene devam ettiğini söylediği bu «hâl» in 1190-
1191 ve 1192’ye kadar sürdüğü anlaşılıyor ve belki de bunun neticesin
de, İb n ’ül-arabî bu iki yıla ait hâdiseleri bize nakletm iyor. Büyük bir
ihtim alle bu son iki senede kendisinin ağır b ir rahatsızlığa uğradığını
ileri sürm ek m üm künse de, bu hususta k at'î b ir şey söylemek de im
(159) Dürre, vr. 107 b - 108 a : Îbn’ül-arabî’nin bu davranışını iyi anlamak lâzımdır.
Çünki kendisi fıkıh ilmini inkâr ediyor değildir. Ancak bâzı kadılar ve fakihler
hakkında, çok dogmatik ve mutaassıp oldukları için, şiddetli sözler kullanmak
tan da kendini alamamıştır, m sl. bk. br. I. Bölüm, not 10
>(160) Futûhât, c. 2, s. 9
— 99 —
k ân dahilinde değildir. Her ne ise, bu «hâl» belki de birçok sûfılerin..,
kapıldığı b ir v e c d hâli de olabilir. Ve kendisi bu sıralarda belki,
de yine İşbiliyye veyâ dolaylarında bulunm aktaydı. Yeri gelmişken kı
saca hatırlatalım ki, İbn'ül-arabî 1192 senesinden sonra El-Ceziret'ül-
H adrâ (Algeciras), Septe (Ceuta), Fas, Tlimsen ve T unusta b ir süre
bulunduktan sonra b ir ara tek rar 1196 senesinde İşbiliyye’ye geliyordu.
Şu halde İşbiliyye ve dolaylarında devamlı olarak bulunm ası en geç;
1192 senelerine tesadüf etm ektedir. İkinci gelişi olan ve kısa b ir devre
için olduğu tahm in edilen 1196 yılındaki ikâm eti ise, İşbiliyye'de b u
lunduğu son tarih olacak ve b ir daha bu şehre avdet etmej^ecektir (bk.
1192 senesi) (161).
İb n ’ül-arabî’nin İşbiliyye şehri dolayısıyla naklettiği birçok hâdi
seler vardır ki, bunların da her halde en geç 1196 tarihine kad ar olana
b ir devrenin m ahsûlü saymak icab etm ektedir. İşte b u önemli hâdiseler
den olup, İşbiliyye şehrinde cereyan eden ve şüphesiz ki İb n u l-ara b î’-
nin yükselme ve tecrübelerinde büyük tesirler m eydana getiren v ak 'a-
îardan b ir kaç ta n e s i;
İb n ’ül-arabî, «azamet» menzilini (m ertebesini) gerçekleştirm iş,
(yahut bu menzile erm iş) olan —fakat ismini zikretm ediği— b ir zâtı^
İşbiliyye’de görmüş, onunla sohbet etm iştir. İb n ’ül-arabî üstelik buj
şahsın böyle b ir m ertebede tâ ölünceye kadar kaldığım söylem ektedir.
N itekim bu şahıstan sonra bu m ertebeye eren başka bir kimseyi şah
sen b ir daha görmemiş fakat sadece bunu riv ay e t' edenleri işitmiş--
tir (162). Yine bu şehirde, Allah korkusu ile dolu (ehl-i vera') birçok
kadınlar ve erkekler görm üştür. Meselâ hocalarından biri olan İb n 'ü l-
M üsenna kızı Fatım a, 95 yaşında idi ve «ehl-i vera» b ir kadındı (163).
Ayni şehirde bulunan Üm m ’üz-Zühr adındaki b ir başka kadm dahi öy
leydi (164). İb n ’ül-Münzir adındaki bii' şahıs ta, kezâ «ehli vera» b ir
kim seydi (165). İşbiliyye’nin doğusundaki Şeberbel kasabasından olan
Şeberbelî gibi ayni nitelikteki şahıslar (166), onun İşbiliyye'de tanı
m ış olduğu kim selerdir.
(161) Şunu da hatırlatalım ki, 1199 senesinde de İbn'ül-arabî bir müddet için Fas'dan
Endülüse geçmiştir. (Bk. sene 1199) ve belki de bu arada İşbiliyye'de bu’unmuş..
olabilir.
(162) Futûhât, c. 3, s. 578
(163) Futûhât, c. 1, s. 305
(164) Futûhât, c. 1, s. 308 (37)
(165) Futûhât, c. 1, s. 306 : Tam adı ile : Ebu’l-Abbâs İbn’üUMünzir.
{166) Futûh&t, c. 1, s, 306 : Tam adıyla : Ebu'l-Haccâc Yûsuf el-Şeberbelî. Bu zat hkk.
ayr. bk. Futûhât c. 1, s. 399 (20-22); ayr. c. 3, s. 38 (11)
— 100 —
Şeberbelî: Gerek F utûhât'da gerekse Rûh uI-Kuds'de kendisindens
bahsedilen bu şeyh, bilhassa keram etleri ile tanıtılm aktadır. Şeberbelî^
aslen doğu tarafından İşbiliyj'e’ye iki fersah mesafedeki Şeberbel (aş.,
bk.) köyüne m ensuptur. Ekseriya çölde yaşayan bu zât, E ndülüs’ün en
büyük sûfîsidir. E bû Abdullah ibn ul-M âcâhid'in arkadaşıdır (167).
İb n ’üî-Mücâhîd. onu çok över ve «Şeberbelî’nin duâsını isteyiniz» der--
di.
Şeberbelî, İb n ’ül-Mücâhid'i her cuma günü ziyaret ederdi. Su üs
tünde yürürdü (168).
K endisinden daha önce de bahsettiğim iz bu şeyhi İb n u l-arab î İş-
biliyye'de iken tanım ıştır (169).
Yirmi sekiz yaşlarında iken, yâni h. 588 (m. 1192) senesinde îbn'-
ül-arabî artık muayyen görüşlere sâhip idi (170). Meselâ K ubrufîkîi
ism inde bir mütezile âlimini, uzun b ir m ünâkaşadan sonra iknâ et
m işti (171).
İbn ul-arabî’nin h. 588 (m. 1192) veyâ en geç h. 595-596 (m. 1198-
,1199) senesine kad ar îşbiliyye’de elde ettiği başarılar bundan ibâret-
değildir. Bilhassa mânevi m ertebeler konusunda, F utûhât adlı büyük,
eserinde ( = 284. Bâb) Hazret-i M uhamm ed'e yakınlık m ertebesi faslın
da Îbn'ül-arabî böyle b ir m ertebe için «Bilgi ve tecrübe ( = h ib re) m er
tebesidir dedikten sonra, bu m ertebede ârif yani irfân sahibi b ir sûfî-
nin kendi fiil’lerini değerlendirdiğini ve kendisi hakkında «nefîs muhâ-
sebesi» yaptığını söylemektedir. Pythagor felsefesindeki ahlâk görüşü
nü h atırlatan -b ö y le bir m e rte b e (= m enzil)'ye de bizzat İb n ul-arabî,
Işbiliyye şehrinde «büyük bir meşhed» hâlinde sâhib olmuş ve «nefîs
muhâsebesi»nden faydalanm ıştır. Kendisine göre o, böyle b ir m akâm i'
(yahut m ertebeyi) İb n ’ül-Mücâhid ile İbn-i K assûm ’dan alm ıştır (1721
(167) l'bn'iU-Mücâhid hakkında Futûhât, c. 3, s. 38'de kısa bilgi verilir, ayr. bk. c. 1;
s. 236
(168) Rûh’iil-Kuds, vr. 47 b - 49 a : Şeberbelî'nin su üstünde yürümesi v^„,ayı^ca rulı-
laxla konuşması hkk. bk. F utûhât, c. 1, s. 230-231, c. 1, s. 306 (1); c. 1, s/395'7269^
(169) ayni eser, c. 3, 38 (11); ayr. Futûhât, c. 2, s. 30; ayr. c. 3, 16 (33); s. 38 (11)
(170) Aşağıda nakledeceğimiz iki hâdise için kesin ve belli bir tarih yoktur. Biz bun
lar'. konuyla i'eili olduğu için bu bölüm de zikrediyoruz.
(171) El-Kubrufîkî, Endülüsteki Runde dolaylarında bulunan «Kubrufîk» kasabasına
mensuptur. Metinlerdeki «Runde» kelimesi bazen yanlış noktalandığı için «Zîde».
şeklinde geçiyor. Ayni şey Kubrufîkî ism i için de vârit olmaktadır : Meselâ bir
yerde Kubrusî şeklindedir. İbn’ül-arabî’nin anlattığına göre bu zat o şehirden,
gelip Î!?n’ül-arat)î’yi ziyaret etm iş, İbn’ül-ara'bî dahi ona iâde-i ziyârette bulun- ,
miıştur. Futûhât, c. 2, s. 202 (17-22), ayr. c. 3, s. 350 ayr. c. 4, s. 197 ayr. b k .b r. n. 43:
(172) Futûhât, c. 3, s. 38 (13)’de zLkredildigi gibi Ebû Abdillâh, ibn’ül-Mücâhid, İbn’ül-
arabî’nin hocalarından biridir. Nitekim İbn Kassûm, tedriste İbn’ül-Mücâhid’inL,
nâib’iydi. Bk. Futûhât, c. 4, s. 588 (25-30)
— 101 —
Ç ünkü bu menzil, onların &bâl» i idi ve Ib n ul-arabî, adı geçen İbn-i
K assûm sâyesinde «nefis muhâsebesi» (im kânlanm ) çoğaltm ıştı. İbn-i
K assûm ise böyle b ir şeyi ancak «sözler» ( = akvâl) ve b ir «fiiller»
( = e f a l ) konularında yapab i% o rd u (173).
İşbiliyye'de iken kendisinden ders gördüğü Şeyh îbn-i K assûm ’un
(174) hocası, —biraz önce adı geçen— İbn'ül-M ücâhid’tir (175). Nite
kim İb n ’ül-Mücâhid vefât edince İbn-i K assûm ona halîfe olm uştur.
İCendisi «ilim» ve «amel» i b ir araya getirir yâni: bildikleri ile yaptığı
şeyler arasında tenakuza düşmezdi. Mâliki mezhebinden olup, «ilim»in
şeref ve m ertebesine inanırdı. H er gece nefis m uhâsebesi yapar, kötü
lüklerine tövbe, iyi şeyler için de şükr ederdi. Rûh ul-Kuds adlı eserin
de tafsilâtlı olarak bu şeyh hakkında bilgi veren İb n ’ül-arabî (176),
kezâ İşbiliyye’de —m âhiyetini ve kesin târihini açıklamadığı— bir
k e ş f ’ e nâil olm uştur (177). Milâdî 1192’de veyâ daha sonraki ikâ
m et tarihi olan 1196'da, yine îşbiliyye şehrinde bulunduğu sırada İb n '
ül-arabi’nin tanım ış olduğu en alâka çekici şahsiyet ise b ir «demirci»
den ibarettir. İsm i zikredilmeyen bu zât, m üşterilerin istediği b ir şeyi
îm âl ederken ücret almaz fakat im alât m üddetince «ücret» yerine sâ
dece «kelime-i şehâdet» getirm elerini isterm iş. İbn'ül-arabî’ye göre, bu
zât İşbilij^ye'de böylece şöhret kazanm ıştır (178). Yine ayni şehirde
yukarıda işâret ettiğimiz devre içinde İbn ul-arabî, bâzı bilginlerden
«hadis» dinlem iştir (179). Ayni şehirde istifâde ettiği b ir hocası daha
v ard ır ki o da: Salih el-Berberî'dir. İbn u l-arab î bu zât için, «... Kendi
sinden, ölünceye kadar istifâde ettim..» dediğine göre (180) bu hocası
îıerhalde 1192 veya en geç 1196 civarında vefât etmiş olm alıdır
h. 589 = m. 1193 seıîesi:
Bu yıl İbn'ül-arabî, Sebte şehrinde bulunm aktadır. Kendisi bu şe
hirde «ahlâk» (yâhut: edeb) m akâm m a erişm iş olan İbn-i Cübeyr ile
— 102 —
karşılaşm ıştır (183). Sebte’ye herhalde El-cezîret’ül-hadrâ'dan geçmek
sûretiyle gelmiş olm alıdır. Nitekim bu sırada çok tak d îrk âr sözlerle
zikrtîdilen İbn-î Tarîf adındaki hocasmın, herkese iyi gözle baktığını,
söyleyen ıb n ’ül-arabî, bu zâtdan ayrıca El-Dürret’üî-Fâhire adlı eserin
de ö;%a] olarak bahsettiğini de ifâde etm ektedir (184). Abdullah Kala-
fât'ın arkadaşı ve ayrıca İb n ’ül-arabî’nin şeyhi olan bu zât, aslen Seb-
te'lidir. İb nul-arab î bu şeyhini, yakın arkadaşı Abdullah el-Habeşî ile
bu şehirde ziyaret etm iştir. Birçok tasavvuf kitapları yazan İbn-i Tarîf,
hayâtım çömlek satarak kazanırdı ve kendisi şeyh Ebû Abdillâh el-.
K areşî’nin de hocasıydı (185).
Yine Sebte'de buranın kadı'sı olan İbn-i Ya’m ûn isimli b ir zât var
dı ki, Ib n ’ül-arabî onun birçok anlaşm azlıkları ortad an kaldırıp insan
lar arasında s u l h tesîs etm ek husûsunda çok u s t a olduğundan
bahs eder. Meselâ iki kişi birbiriyle düşm anlık edip kapışacak olsalar,,
onların aralarını bulurdu. Derin düşünceli b ir kimse olan bu «kadı»,,
iki kabilenin dahî arasım düzletir, onlar da bu zâtın bereketi (yâni fa-
zîleti) sâyesinde anlaşm ış olurlardı. İşte bu zât İb n u l-arab î ile birlikte
m üştereken hoca’la n olan Ebu'l-Hasen ve Ali el-Hacerî isim li iki hoca
dan «hadis» dersi alm ışlardır (186).
Yine Sebte'de Îb n ’üs-Sâig isimli m uhaddis ve zâhid b ir hocasından
bahsetm ektedir. İbn ul-arabî b ir gün onun evinde bulunduğu sırada bu
zât dem iştir ki: «Dünyâyı def ve flüt ile (yâni çalgı ve oyunla) yiyip bi
tirm ek, (yâni öm rünü bunlarla geçirmek) benim indim de d î n ile
yiyip bitirm ekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dilinle lânet etm ek
ten kaçın. Zîrâ kim b ir şeye lânet ederse, bu lânet ona avdet eder. Yâni
lânet ettiği b u şeydeki hayır ( = iyilik) onun şahsından uzaklaşmış
olur... (187)»
(183) Fiîtûhât, c. 2, s. 316 (31-32); Ebû Abdullah b. Cübeyr olarak
(184) Futûhât, c. 1, s. 645 ( 24-33): Ebû îshâk İbrahim b. Ahmed ibn-i Tarîf el-Kaysî
e!-Cezirî «El-Cezîret'ül-hadrâ» yeşil-ada mânâsına gelir. Fakat burası bir ada ds-.
pildir. Yâkût’a göre bu yer, çok güzel bir şehir olup, surlarını deniz dalgalarının-
dövdüğü ve karaya bağlı bir mevkidir. Kurtuba ile burası arasında ellibeş fer
sah m esafe vardır. Buraya mensûb olanlara el-Cczîrî denilir, bk. Mu’cem ’ül-
büldân, c. 2, s. 136'
(185) Dürre, vr. 54 a; ayr. Rûh’ül-Kuds, vr. 70 a - 70 b.
(186) Futûhât, c. 3, s. 371 (33-37) : Tam adıyla Ebû İbrahim ibn-i Tam adıy
la Alî ibn-i Abdullah el-Hacerî (veva el-Hucrî); bu şahıs ve h. 589 Ramazan için-
(Sebte’de) bk. Futûhât. c. 1, s. 34. (9-101
(187) Futûhât. c. 4. s. 541 (7-10) Tam adıyla : E b’l-Hasen Vahyâ ibn'ü'-Sâiî?. O. Yahya,
Inb’ül-arabî'nin bu zatla alâkasını h. 598 (m. 1201-17021 senesindp gösterirse de
^bk. avni eser c. 1.. s. ‘5‘î. bu hususta Futûhât’da Gösterilen yerde herhangi bir
açık tarih mevcut değildir. Bu zat kezâ Futûhât’dn Sebte’li bir şevh ve zahid
bir Tnnhpddis olarak zikredilir. Fakat orada da herhangi bir kesin tarih m evcut
değildir, bk. Futûhât, c. 2, s. 585 (24-36): tbn’ül-arabî'nin hâdis hocasıdır. Onun
da hocası Ebû Abdullah Muh. ibn-i Rızzîk’dir. bk. göst. yer.
— .103 —
Biraz yukarıda bahsettiğim iz bu konuşm adaki b ir söz h er halde
'dikkati çekmiş olm ahdır ; «dünyayı dîn ile yiyip bitirm ek» sözlerin-
<den m aksad, samimiyeti olmaksızın dîn ilimleriyle meşgûl olm ak mâlnâ-
sına gelir. Nitekim bu zâta göre böyle yapm aktansa, öm rünü def ve
‘çalgı ile geçirmek daha m akbûl sayılm aktadır.
Bu sene içinde İb n ’ül-arabî'nin el-Cezîret ul-hadrâ’da bulunduğunu
d a söylemiştik. İb n ’ül-arabî b u rad a daha önce de ism ini andığımız İbn-i
T arif adındaki hocasından (bk. br. n o t 160) şu sözleri d in le m iştir:
«...Beni gören veyâ dinleyen insanlar, benim hakkım da ya i y i ,
:yâhut da bunun zıddına ( k ö t ü ) sözler söylerler. îşte kim benim
-hakkım da i y i söyler ve beni överse, beni ancak kendi sıfatıyla sı
fatlandırm ış olur. Beni b u şekilde tarif edenler benim nazarım da
T anrı dostu ( = velî) dur. F akat kim benim hakkım da k ö t ü söy
lerse o da Tanrı dostu (velî) dur. Çünkü Allah onu, benim (k ö tü ) hâ
lim d en haberdar etm iş dem ektir. Böyle b ir kim se Allahın n û r’u ile fe-
râset, keşif ve düşünce sâhib olmuş dem ektir. Oysa bu nevî şahıslar
<iahî, bence yine Allahın dostu ( = velî) dur. İşte ey kardeşim , (görü
yorsun ki) benim gördüğüm ancak ve ancak Allahın dostları’dır...»
E n yüksek terbiy ey i ve insanlık’ı gösteren bu sözleri, adı geçen hoca
sı, kendisi aleyhinde bulunan Sebte’li b ir zât dolayısıyla zikretm iştir.
İ b n ’ül-arabî diyor ki:
«... Bu sâhada ondan daha büyük b ir kimse}re rastlam adım . Bu,
■onun güzel î'tikâdm dan olgunluk kazanmış (b u lû ğ )'tır...» diyerek bu
:zât'm, —birçok kim selerin gafletinden dolayı— b ir «ukûbet» içinde
öldüğünü ve bu şeyh hakkında El-Dürret ul-Fahire adlı eserinde bilgi
verdiğini söylem ektedir (188)). Nihâyet bu tarihte İbn ul-arabî'nin
b ir hocası vefât etm iştir ki, kendisi bunun ismini zikretm em ektedir
(189). İb n ’ül-arabî, Tâc’ut-terâcîm adlı eserini bu tarih te yazmış olma
lıdır.
h. 590 = m. 1193-1İ94 senesi (190):
Daha önceki sayfalarda tesbît ettiğimiz b ir kayda göre (bk. not. 40)
Ib n ul-arabî h. 590 yılında İşbiliyye’dedir. Kendisi tabiatiyle bu sıralar
d a 29 yaşındadır. Yine bu yıl içinde S ebte’den tek rar karşı sâhildeki Al-
geciras'a geçmiş ve Tarîf (ad ası?)’nda hocası K alafât ile konuşm uş
— 104 —
(191), sonra tek rar boğazı geçerek Tlimsen'e gelm iştir (192), Yine bu-,
tarihte bu şehirde Fizârî isimli b ir arkadaşı ona şiir okum aktaydı (193).
Tlimsende iken İbnul-arabî, Hz. Peygam ber’i rüyâsında görm üş ve-
orada E bû Medyen ile ilgili bâzı nasîh atlar alm ıştır.
İb n ’ül-arabî bu şehirde yâni Temsende tıpkı İşbiliyye ve daha son
ra M ekke’de görm üş olacağı, «Allah korkusu» (vera’) sâhibi bâzı ka
dın ve erkeklere tesâdüf etmiş (194) ve sonra Tlim sen’den ayrılıp Tu
nus'a gelmiş, burada ise H al’ım-na'leyn adlı eseri, yazarı olan îbn-i Kâ-
sıyy'in (195) oğlundan okum uştur (196). Yine Tunusta ve bu tarihte-
Îbnul-K ürre diye bilinen el-Mehdevî ile sohbet etm ekteydi (197). Ay
rıca bu devrede, belki Tlimsen'de veyâ adı geçmiş olan Tarif adasında,
b ir «sırr»a erişm iştir. Yine aynı sene, K âinâtın o l u ş u anlam ına
gelen K e v n ’deki K harfinin g ü n e ş ’i (yâni : apaçık mâ--
nâsı) îb n ul-arabi'ye doğm uş’tu r (198). Bu son nokta ve hususlar açık
ça gösteriyor ki İbn ul-arabî Var-oluş un (veyâ : Y aratılm a h âd isesi
nin) özüne taallûk eden bâzı sırr'ları elde etmeğe başlam ıştır ki, o sı
ralarda kendisi en çok 29 yaşlarında bulunm aktaydı. Yine bu sıralar
da îb n ul-arabî kendisini ibâdet'e çok verm iş olm alıdır. Çünki bizzat
F utûhât adlı kitabında, özellikle bu seneden yâni 1194 tarihinden 1230>
senesine kadar (yani otuz altı yıllık) ibâdetlerinden bahsetm ekte (199).
fakat bu ibâdetlerin m ua 30'en ibâdetlerden farklı olup olmadığını söy
lememektedir.
Îb n ’ül-arabî gibi, sözleriyle hareketleri arasında tam b ir ahenk bu
lunan m üstesnâ b ir şahsiyyet için ibret verici ve T unus’da bulunduğuı
sırada başından geçen b ir hâdiseye b urada tem âs etmemiz îcâb ediyorr
Kendi anlattığına göre, Tunusda bulunduğu sırada, şehrin ileri gelen-
(191) Futûhât, c. 1, s. 603 (29-37) - 604 (1-2); ayr. bk. BI. II. not. 30
(192) Futûhât, c. 4 s. 551 (9-20)
(193) Fütuhat, c. 1, s. 419 (12-14) : Tam adıyla Ebû Yezîd Abdurralıman el-Fizarî veya.
el-Fizazî
(194) Futûhât, c. 1, s. 305 (31-32)
(195) Bu zât için bk. 2/57 (35-36); ayr. 2/67 (27); 2/286 (4); 2/763 (36-37) ayr. 3/8 (7);-
3/27 (25); 3/197 (4); 3/394 (19-21); c. 2, s. 57 (35-36), ayr. 1/331 (37); ayr. 1/348 (11)
(196) Futûhât, c. 4, s. 141 (12-15)
(197) Futûhât, c. 2, s. 669 (26-28) : Tam adıyla : Abdülâzîz ibn-i Ebî Bekr el-Mehdevî'
(İbn'ül-Kürre)): Tafsilât için bk. br. not. 136; ayr bk. Bl. II, no. 36
(198) Futûhât, c. 2, s. 487(6 vd.)KEVN, OJuş ( = Göneration) demektir ve FESAD’ın zıd^-
dıdır. «Kevn-ü-Fesâd» tâbiri Aristo’dan gelir. Bir masdar olan «Kevn» esasen-
«olmak», «var olmak» demektir ve bundan çıkan em ir sîgası da «KtİN ( = 0L!»>
dur. KAIN ve bunun çoğul şekli olan KAİNAT ise Olan-şeyler manasına gelitr
ki, Tüm-varhk demektir.
fl99) Futûhât, c. 3, s. 251 (31 vd.)
— 105 —
Jerinden biri sayılan İbn-i M u’tab isim li bir şahıs, Tunus vâlisi nezdinde
şefâatçılık yapm ası için İb n ul-arabî’den ricada bulunm uştu. Bu sebeb-
le de İb n ’ül-arabî’yi evinde yemeğe dâvet etmiş; İb n u i-arab î eve girin
ce ve tam yem ekler ortaya konduğu sırada (!) bu teklifini yapmış.
İb n u l-arab î ise, bu zâtın yaptığı teklifi kabûl etm iş fakat yem eklere el
sürm eyip derhal ayağa kalkm ış ve orayı terk etm iştir. Bundan sonra
vâliye giderek adam ın işini halletm iş, her halde b ir m innetdarlık ifâ
desi olarak gönderilen hediyeleri de reddetm iş, onları gönderen îbn-i
-Mu'tab’a ifâde etm iştir. Nihayet bu kıssa'dan hisse çıkartm ak üzere
İb n ’ül-arabî şöyle diyor: B ir kimse hakkında haksız b ir mesele için bir
hâkim nezdinde «şefâatçılık» yapm ak doğru değildir.
Bu sebeble izzeti nefis sâhibi b ir insan olarak ve m addi m enfaat
gözetm eden yapılan iyiliklere tem as eden İb n u l-arab î hem kendi ka
rak ter ve davranışını izâh etm ekte hem de, vâli nezdinde «sözü ve hük
m ü geçer» b ir kim se olduğunu belirtm ek suretiyle o sıralarda m ühim
şahsiyetler üzerindeki nüfûzunu anlatm aktadır ( 2 0 0 ).
Tunus'da bulunduğu b u sıralarda dikkate değer b ir hâdise de şu
d u r: İb n ’ül-arabi Tunus cam iindeki «Maksûre-i ibn-i M üsennâ»da ikin
di nam azı esnâsında bâzı beyitler yazmış fakat onları kimseye söyle
m em işti. Daha sonra, Tunus'dan üç aylık b ir «kâfile» m esâfesinde ol
duğunu söylediği İşbiliyye’ye gitm iştir ki, bu hâdise İb n ul-arabî’nin
T unus’dan sonra 1195 yılında tek rar îşbiliyye'de bulunduğuna delâlet
eder. İb n ul-arab î kendi ifâdesine göre tek rar İşbiliyye şehrine gide
rek (bk. br. not. 201) orada Adîs (yâhut Udeys) Camiinde ken
disini hiç tanım ayan b ir şahsın Tunusta yazılmış olan o beyitleri ez
bere okuduğuna şâhit olm uştur. H albûki biraz yukarıda işâret ettiği
miz gibi İb n ’ül-arabî Tunusta o beyitleri yazdığı zaman, kimseye bil
dirm em işti ve yine kendi ifâdesine göre Tunus ile İşbiliyye arasında üç
aylık bir kâfile yürüyüşü mesâfesi m evcuttur. Şiirlerin böylece hiç ta
nım adığı bu şahıs tarafından okunm asına şaşan İbn'ül-arabî ile şiirleri
okuyan zâtın arasında şu konuşm a geçiyor: İb n ’ül-arabî bu beyitlerin
kim e âit olduğunu sorunca adam:
— Aduhammed İb n ’ül-arabî’ye âit cevabını veriyor.
— Peki sen bunları ne zaman ezberledin?
O zam an b u şahıs b ir tarih söylem iştir ki, o tarih te İb n ’ül-arabî
-esasen Tunusta bulunm aktadır. Sonra aynı adam şunları ilâve ediyor:
— 106 —
— B ir gece yol üzerinde b ir cem âat toplantısında, İşbiliyye çarşı
sında iken tanım adığım ız garip b ir adam yanımızdan geçti; bu şahıs
gâlibâ b ir «seyyah» idi. Sonra otu rd u ve bizimle konuştu. Bu beyitleri
okudu. Onları beğendik ve yazdık. Ona dedik ki:
— Bu beyitler kime âittir?
Filân kimseye âit diyerek bize yazarının ismini verdi. Tunus ca-
miinin şarkındaki Maksûre-i İbn-i M üsennâ'da yazıldığını söyledi ve
sonra ortadan kayboldu ( 2 0 1 ).
îm di bu hâdiseye dikkat edecek olursak, anlaşılm ası gereken şu--
d u r :^ b n ’ül-arabî, belli b ir gün ve saatte Tunus'da bâzı beyitler yazı
yor. Ayni saat ve günde, Tunustan üç aylık b ir mesafede bulunan tşbi-
liyye’de, garip b ir şahıs bu «beyit»leri adı geçen şehrin çarşısında bâzı
kim selere okuyor. Bu «garip» şahıs pek tabiî olarak ya Ibn'ül-arabi-
nin kendisi olabilir, —ki bu hâle göre tb n ’ül-arabî aynı saatte birb i
rinden çok uzak sayılan iyi ayrı yerde yani hem Tunusdâ hem de İşbi
liyye'de bulunm uş oluyor—; yâhut da b u rad a bahis konusu olan «ga
rip» adam, İbn'ül-arabî değil başka b ir kim sedir. Bu ikinci ihtim âle
göre de, İb n ’ül-arabî'nin Tunus'da yazdığı ve kimseye söylemediği bu
beyitlerin İşbiliyye’de hem de o saat içinde okunm ası nasıl m üm kün
oluyor?
P arapsikoloji’nin ciddiyetle araştırdığı bu gibi hâdiseler, ihtimâ-
liyyet hesaplarıyla az vârid görülmekle berâber, im kânsız da sayılma
m aktadır. Üstelik, şunu da hatırlatalım , bu gibi şeyler sadece muayyen
b ir inancın m ensuplarına m ünhasır da değildir. N itekim ayni şey Hris-
tiyan, Yahudi vs. gibi diğer din'lere m ensup olanlarda da görülm ekte
d ir^ Nihayet ilâve edelim ki; el-Tedbirât'ül-îlâhiyye ve b ir de Meşâhid''
ül-Esrâr adlı eserleri en geç bu tarihde yazılmış olm alıdır.
^ b n ’ül-arabî Tunusta iken (belki de b u tarihde) ... b ir câm ide na
maz kıldığı sırada b ir İlâhi m ertebeye vâsıl olmuş ve kendisinin dahi
farkında olm adığı b ir çığlık atm ıştır. Kendi ifâdesine göre etrafındaki
ler bu çığlık üzerine bayılm ışlar ve İb n ’ül-arabî onlara bunun sebebii--
ni sorup :
— Size ne oldu böyle? deyince, onlar da:
— Size ne oldu? (Neden) çığlık attın? cevabını vermişler. İb n ’ül-
arabî de bunun üzerine:
— Vallâhi çığlık attığım dan hiç haberim yok! d e m iştir'^201*).
(201) Futûhât, c. 3, s. 377 (11-20): Bu hikâye îb n ’ül-arabî'nin önce h. 589 (en geç ola
rak) miladi Ekim 1193 den sonra; Ocak 1194 de tşbiliyyede bulunduğunu göste.^
rir. Çünkü iki şehir arasındaki m esafe «üç aylık» dır. bk. yk.
(201*) Futûhât, c. 1, s. 193 (31-35)
K a la fâ t: (E bû M uhamm ed Abdullah İbn-i İbrâhim el-Kalafât
«3 İ-Mâliki) (202) İbn ul-arabî’nin h. 590 (m. 1193-1194) senesinde tanı
şıp ders gördüğü bu şeyh (202"), Endülüsteki Tarîf adasına m ensuptur.
■Güzel ahlâk sahibi b ir kimseydi (203). Şeyh Ebu'r-Rebî el-Kefîf ile Şeyh
İb rah im ibn-i T arîf’in (204) arkadaşıdır. Kalafât, bu sonuncu zât ile
S ebte’de beraber bulunuyordu. Kendisiyle birçok defalar buluş-
"lum (204).
Kalafât, İbn ul-arabî'ye göre b ir ara Mekke 3'e de —hacc m aksadıyla—
..gitmiştir (206).
M evrûri : Çoğu zaman İbn'ül-üstâz diye anılan bu şeyhin tam adı
aşağıda gösterilm iştir (207).
F u tû h ât’da ismi birkaç defa geçen bu şeyh dahi İbn'ül-arabî’nin
•İşbili 3?ye'de tanıdığı evliya m ertebesinde tevekkül k u tbu derecesine
yükselm iş bir kim sedir. M evrûr (208) şehrine m ensup olduğu için
-M evrûrî olarak adı geçen bu şeyh, önce m eşhur E bû Medyen’e hizm et
etm iş sonra Endülüse gelmiş G ırnatada daha sonra da İşbiliyye’de
bulunm uş ve bu şehirdeki fakihlerden fıkıh. Usul ve Kelâm okumuş,
‘.sonra İşbiliyye'ye j'erleşip K urân hocalığı yapm ıştır. Yine aşağıdaki
izahatdan anlaşılacağı gibi Mevrûrî, Ahmed ül-H arîrî (bk. not 40-43),
.Ahm ed ül-Levsî ve M uhammed îbn-i E b i’l-Fadi gibi şeyhlerle aynı dev
rede yaşam aktaydı ve İbn'ül-arabî onları birlikte tanıyordu (aş. bk.).
İm di burada adı geçen Ahmed ül-H arîrî ile İbn ul-arabî’nin son tem ası
h. 590'da olduğuna göre (bk. br. not 40) İb n ’ül-arabî, Mevrûrî ile de
o sıralarda tanışıyordu dem ektedir. el-Dürret’üi-fâhire adlı eserinde
İb n ’ül-arabî diyor k i: «... Mevrûrî, tevekkül’de kutub idi. Hem E bû
•Medyen, hem de İbn-i Sîdebun ile sohbet etti. Görülmeyen b ir şahıs
«ona yiyecek verirdi. B ir süre sohbet ettik, sonra birbirim izi kaybettik.
— 108 —
-.^MeA'rûrî'niı 1 altı yaşından daha küçük b ir oğlu vardı ki, zikir meclisle
rine iştirak ederdi. O sıralarda Ahmed'ül-Harîrî, Ahmed’ül-Levsî ve Mu-
■hammed İbn-i E b u ’l-Fadi adındaki şeyhlerle hep beraberdik (209).
Mevrûrî, Şeyh E bû Medyen’e hizm et etti. Şeyh, onu çok severdi.
B ir gün (tefekkür m aksadıyla) b ir m ağaraya çekildiler. Rivâyete göre
E bû Medyen konuştuğu zam an güneş gibi, sustuğu zam an da ay gibi
'Olurmuş. JBunu şeyh M evrûrî'ye söylediğim zam an tebessüm etti.... Mev
rûrî, Ebû M edyen'in yanından ayrılıp, Endülüse gelmişti. Ebû Medyen
onu (Sbn’ül Irrin arkadaşı olan) Meriyyeli Şeyh E bu Abdullah
el-Gazzâi’m yanına gönderm işti... Mevrûrî, (E ndülüsteki) Meriyye
şehrine gelince Gazzâl’i arayıp buldu. Sonra Gırnataya giderek Ebû
M edyen’in arkadaşı olan Ebû Medvân ile buluştu (210). Kendisinden
istifâde ettim . Çok güzel yüzlü genç b ir zevcesi vardı.. — M evrûrî ile
İşbiliyye’de karşılaştım . Fakîhlerden fıkıh, usul ve Kelâm okum uş, son
ra İşbiliyye’ye yerleşip K uran hocalığı yapm ıştır (211). F u tû h ât’da gö
rülen kayıtlar dahi bunları doğrulam aktadır (212). Fakat bu geniş ma-
4ûm ât orada mevcut değildir.
R u n d î: (Ebû Abdillah M uhammed İbn-i Eşref el-Rundî) : Futû-
h â t’da «dağların şeyhi» diye zikredilip, ebdal'den b iri olarak tanıtılan
'R undî (213) esasen İşbiliyye’li değildir. Kendisi Okyanus sahilindeki
R ûta ve dolaylarında, ayrıca îşbiliyye’de ve Tunus'da bulunm uş fakat
■esas olarak hiç kim senin uğram adığı bir dağda ikâm et etm iştir.
îbn'ül-arabî, D ürre'de diyor ki : Şeyh Rundî, dağların şeyhidir.
O n dört sene şehre inmedi. Ben onunla, b ir seyâhat sırasında Okyanus
•sâhilindeki R ûtâ'da görüştüm . Allah korkusunda benzeri yoktu. Merşâ-
net'üz Zeytûn dışında (214) beraberce nam az kılm ıştık (215). Bu açık
lam adan sonra İb n ’ül-arabî Tunusa gitm ek istediğini fakat ertesi gün
evinin kapısm m çalındığını ve tanım adığı b ir adam ın kendisine şöyle
■dediğini nakleder: «İşbiliyye'ye oniki fersah mesafedeki Belcâne (veya
-Melcâne) de insana dehşet veren b ir adam la buluştum . Bana, işbiliy
ye'ye ulaştığım zam an İbn'ül-arabî’nin evini sor ve kendisine selâm ları
m ı söyle dedi (216)» Bu kayda dikkat edecek olursak Îbn'ül-arabî’nin
■(109)Dürre, vr. 94 a - 95 b.
<210) Rûh’ul-Kuds, vr. 56 a. - 56 b.
"(211) Rûh'ül-Kuds, vr. 59 a.
'(212) ms. bk. Futûhât, c. 1. s. 698 (16-17); ayr. c. 4, s. 80 (36-37); c. 4, s. 239 (1-7)
•(213) Futûhât, c, 2. 8 (19)
<214) Merşane, Endülüsteki Karmûne şehri âmâlindendir. bk. Mu'cem’ül-büldân c. S,
s. 107)
'(215) Dürre, vr. 95 b.
■<216) Dürre, vr. 95 'b.
- 109-
Şeyh Rundî ile tanışm ası herhalde 1185-1199 arasında, daha belli ola
rak belki de h. 589-590-591 (m. 1193-1195) senelerinden birinde vâki ol^
m uştur. Çünkü sonra nakledeceğimiz gibi İbn ul-arabî bunu takib ede
rek Afrikaya gittiğini, orada b ir sene kaldıktan sonra, tek rar İşbiliy 3'^e’
ye döndüğünü ve bu şehirde Rundî ile yeniden görüştüğünü söylemek
tedir ki böyle bir seyahat İb n ul-arabî’nin biyografisinde ilk defa ola
rak h. 589 (m. 1193) senesinde, Sebte'ye ayak basm asıyla oluyor, h. 590
(m. 1193-1194) da Tlîrnsene ve Tunusa kad ar uzayan seyahatten sonra,.
İbn ul-arabî’yi h. 591 (m. 1194-1195)'de tek rar İşbiliyye’ye avdet etm iş
görüyoruz. N itekim dikkat edilirse bu seyahat bir sene devam etm iş
oluyor. Gerçi İb n ’ül-arabî bundan sonra tek rar Afrikada bulunmuştur,.,
fakat bu sefer onun Tunusa gittiği açıkça gösterilm iş değildir. Şu hal
de yukarıda yaptığımız tahm in hakikate en yakın olarak görülm ekte
dir. İbn ul-arabî bu hususta ilâve olarak şunları anlatıyor : «Sonra Af
rikaya gittim ve orada b ir sene kaldım . Tekrar İşbiliyye’ye döndüm ve
bu şehirde Rundî ile bir defa daha buluştum . B ir gün, arkadaşım Ab
dullah Bedr el-Habeşî, Şeyh R undî ve ben, (üçüm üz) beraber idik. Ak-
şam nam azını kıldıktan sonra b ir kandile ihtiyacımız oldu. Arkadaşım,
Abdullah, kandil aram ak üzere kalktı fak at Şeyh Rundî ona :
«Hiç yorulm a, sadece b ir haşiş dalı al dedi. Sonra buna kendi p ar
mağı ile vurunca haşiş yanm ağa başladı (217). (Bu şeyh esasen dağda
yaşadığı için) otuz yıla yakın b ir m üddet şehre hiç inm em işti. Uzıuiı
boylu, sakin b ir insandı. Kendisiyle b ir süre arkadaşlık ettim .. B ir gün
Şezûne'den sâhile doğru yola çıktım ve oradaki R ûta'ya vasıl oldum.
R û ta’da kendisiyle b ir defa görüştüm . Beni İşbiliyye'de tek rar görece
ğini vaad etm işti. (R û ta’da) onunla üç gün beraber kaldım. Sonra ay
rıldık. İşbiliyye'de iken Şeyhi hatırladım ve onun yanm a gitm ek içim
annem le iştişâre ettim . Bana izin verdi (!) (218). Fakat ertesi gün;
(yabancı) b ir kimse kapım ı çaldı. Baktım ki b ir köylü. (Evvelâ) ismi
mi sordu, sonra dedi k i :
— M erşâne ile Meîcâne arasında yürürken- heybetli b ir adam , be
nim îşbiliyye'ye gidip gitmediğimi sordu. Evet de 3ânce:
— (îşbiliyye'ye vardığın zam an) İb n ’ül-arabî’nin evini sor, onun
la buluş, kendisine selâm larım ı söyle. Benim de Tunusa gittiğimi ve dö
^110 —
nüşüm de İşbiliyye’de onunla buluşacağım ı hab er ver dedi. Bundan son
ra İbn ul-arabî devam ederek: Şeyh R undî’nin ıssız b ir dağda yaşadığı
nı ve üm m i (yani oiiuma yazma bihnez) b ir kim se olduğunu ve kendi
siyle dört yıl beraber bulunduğunu söylemektedir. (219) ki b urada zik
redilen dört yıl herhalde h.595 (m .1199) senesinden daha öncelerine
â ittir. Çünkü İbn ul-arabî bu tarihten sonra artık M ekke’ye hareket
ediyor. İb n ’ül-arabî’nin Rundi hakkında anlattık ları gerçekten alâka
çeken şeylerdir. Onun ıssız b ir dağda yalnızlığa çekilmesi, aynı şekilde
diğer şeyhlerde de vardır. K erâm etlere gelince, b u da öbür şeyhlerde
görülen cinstendir ve îb n ’ül-arabî hocaları hakkında b u nevi şeyleri
anlatırken gariptir ki, böyle keram etleri kendisi hakkında hiç söyle
m em iştir.
İbn-i Nâce: (E b u ’i-Abbas İbn-Nâcce) özellikle K ur'ana bağlılığı
ile ünlü b ir hocasıdır. Aşağıda gösterileceği gibi Îb n ’ul-Arabî, zayıf na
hif, gözyaşı dökm ekten gözleri zayıflayıp harab olmuş bu hocasından,
İşbiliyye'de istifade etm iştir fakat, bunun kesin tarihini tesbit edebil
m ek m üm kün değildir. İhtim âl ki, Ib n ’ul-Arabî ondan 1190 senesi civa
rın d a istifade etm iştir.
İb n ’ul-arabî, bu zattan el-Dürre adlı eserinden uzunca, fak at Rûh'
ül-Kuds’de pek kısa olarak bahsetm iştir. Bu zat salih, (iyi) b ir hocaj'-
dı. K u ra n okım duğunu işittiği zam an gözyaşlarını tutam azdı. İb n ’ul-
arab î ile beraber bulunduğu zam anlarda ona «Kur an oku!» derdi. Be
deni zayıflamış ve çok ibâdet edip gözyaşı döktüğü için gözleri hasta
lanm ıştı. B ütün nam azlarını cem aatla kılardı. B ir gün Îb n ’ul-arabî ona
İşbiliyyedeki b ir m escid’te K ur'an okum aktaydı, çünkü gözleri zayıfla
m ıştı, K u r’ânı görm üyor ve bu sebeble de artık kendisi okuyarnıj^^or,
'başkalarına okutup dinliyordu. Yolda yürürken başı önünde giderdi.
Ancak kendisine selâm verildiği zaman yanından geçenleri tanırdı (220).
Bu zat İb n ’ul-arabî’ye sadece K ur'ân okuyup, K ur'ân üzerinde düşün
meyi tavsiye eder, ilmi ancak K ur'ândan alm asını söylerdi. Ve derdi
ki: «ilim b ir ışık’tır! Işık ancak başka bir ışık’tan elde edilir. Tıpkı bir
kandilin başka kandilden yakılm ası gibi. İşte K ur'ân dahi «yol göste
ren ışık» olarak böyledir ( 2 2 1 ).
R ûh’ûl-Kuds adlı eserinde ise kısaca bahsederek, onun m üctehit
(fıkıhtaki m ânâsıyla değil fakat tasavvuf i manasıyla: çok ibadet eden)
(219) Rûh’ül-Kuds, 64 b. - 66 b. ; Daha önce adı geçmiş olan İbn-i Eşref (tbk. br. s. 79
- 80) ile bu zat herhalde ayni kimsedir.
(220) Dürre, vr. 80 a.
•<221) Dürre, vr. 80 b.
— IJÎ -
b ir kimse olduğunu ve ölünceye kadar K ur’ân ’ı iki gözünden ayn-ma--
dığmı söyler ( 2 2 2 ).
Sâlih’ul-Adavî; Bu zât dahî, K u ra n a bağlı b ir kimse olarak göste
rilm ektedir. İb n ’ül-arabî bu hocadan da İşbiliyye'de bulunduğu sırada,
istifade etm iş ve onunla onüç yıl arkadaşlık etm iştir, (bk. not 35). Bu
son noktaya bakarak, onüç senelik b ir sohbetin devamlı olduğu netice
sini çıkarm ak yanlış olur. Belki de İb n ’ül-arabî çeşitli seyyahatlarla.
ayrıldığı tşbiliyyeden, bu şehre tek rar avdettiği zam anlarda onunla ar
kadaşlığını devam ettirdiğini kasdetm iş olm alıdır. Üstelik Şeklsâz’ın;
da hocası olan bu zat, herhalde İşbilij'jfede vefat etm işti. Çünkü Şekkâz,,
bu zat vefat edinceye kadar, ona kırk sene hizm et etmiş (bk. aş.) üs
telik Şekkâz dahi İşbiliyyede vefat etm iştir. İbn'ül-arabî bu iki zâtın
da vefâtm a îşbiliyycdc şâhid olduğuna göre hem bu iki şahsiyetin vb-
fatı hem de Îb n ’ul-arabî'nin onlarla tanışm ası herhalde îşbiliyyede en
son bulunduğu h. 595 (= m .ll9 9 ) senelerinden önce olm alıdır, (bk. dip
notu 223).
Adavî, K ur’âna sım sıkı bağlı kim selerden ( = ehl-i K ur'ândan) idi.
Daim a K u ra n okuduğu görülürdü. İşbiliyyedeki Rûtend M escidinde-
k ırk sene kaldı (223). Uzun boylu b ir kim se olan Şeyh Adavî, sabah
nam azına başladığı zam an güneş batm cıva kadar ayakta K u ra n ok u r
ve sonra rü k û 'a varırdı. Ibn ul-arabî bu zatı böylece tarif ettikten son
ra, onunla onüç yıl sohbet ettiğini söylemektedir. (224).
El-Dûrret’ul-Fâhire’de bulduğum uz bu kayıtları tam am lam ak üze
re, Ruh'ul-Kuds adlı eserinde ise İb n ’ül-arabî, bu zatın gece gündüz.
K u r’ân okuduğunu, kendisine ait b ir evi bulunm adığm ı ve geceleri Ebû
Âmir el-Mukrî’nin mescidine sığmdığını söylem ektedir ki, bu noktalar-
biraz yukarıda belirtilm iş olan hususu doğrulam aktadır. Çünkü Adavî’
— 1.12 —
nin kırk sene R utend mescidinde kaldığı hatırianacak olursa (yk.bk.)
bu zatm kendisine m ahsus bir evi olm adığı rivayeti akla uygundur.
Yine Ruh ul-Kuds’de İbn ul-arabî bu zat için şunları ilâve ediyor:
Adavî en soğuk havalarda bile daim a sırtındaki gömlekle nam az kılar
dı. Dikkat edilecek olursa bu kayıt, Âdavî’nin fakirliğini değil, daha çok
ibadet sırasında kendisinden geçtiğini anlatm aktadu'. Adavî’nin bazı se
neler ortadan kaybolduğunu da söyliyen îb n ’ül-arabî, bundan önce an
lattığım ız Şekkâz’m ona İşbiliyyede kn'k sene hizm et ettiğini de ilâve
etm ektedir (225).
Mehdevî: E bu M uhammed Abdulâziz b. ebi Bekr el-Kureşi el-Meh-
devi) Ib n ’ül-aı'abî’nin Tunusda herhalde lı. 590 (m.1193-1194) senesin
de tanınm ış olduğu bu zat hakkında F u tû h ât’da b ir kaç defa bilgi ve
rilm iştir. İb n ’ül-K ürre o’arak da zikredilen bu Şeyh hakkında (226)
İbn'ül-arabî çok övgülü sözler sarfeder. H ocalarından bahsettiği Rûh’'
ül-Kuds ve el-Dürret ul-Fâhire gibi eserlerinde kendisinde hiç bahset
m em esine karşılık, M eşâhid'ül-esrâr adlı kitabının baş taraflarında onun,
yüceliğinden ve keram etinden söz açm aktadır. Adı geçen bu son eser
de şöyle deniliyor;
«Ben bu risâleyi, faziletli ve irfân sâhibi şeyh Ebû M uhammed Ab-
dülâzîz b. Ebî B ekr el-Kureşî el-Mehdevî’nin arkadaşlarına ve özellikle
am cazadem Şeyh Ebu'l-H asan Ali b. Abdillah b. M uhammed b. el-arabî
ye (ith af ederek), Tunusdan ayrıldığım h.590/m .li93 senesinde yazdım.»
(227) B undan sonra, ayni eserde birkaç sayfa ilerde, «Şeyh Abdüîazir
el-Mehdevî’nin m enkabeleri hakkında fasıl» başlığı altında b ir iki say
fa halinde bu zatdan tafsilâtlı olarak bahsederken; «şâyet ondan gör
düğüm ve işittiğim h er şeyi târif edecek olsaydım, dilim tutulurdu» der
ve onun menkabeleriyle faziletleri hakkında hususî (m üfred) b ir risâ-
le (cüz’) yazmak için Allahdan istihare ettiğini söyler. B unu tâkip ede
rek . bu fasılda, gerek bizzat gördüğü gerekse, onun taleblerinden din
lediği şeyleri, onun hakkında b ir deli i olsun diye anlatacağını ilâve
eder. Çünkü bu anlatacakları, talebelerine bu şeyhi tanıtm ak gayesini
gütm ektedir: Der ki: kul, efendisinin tıynetinde, talebe de şeyhinin
yolunda olur! (228).
İb n ’ül-arabî’ye göre o zam anlar Mehdevî’yi hiç görm edikleri halde
çekemedikleri için t â ’n edenler olm uştur. Fakat Îbn'ül-arabî başkala
.11,3— F. 8
rında göremediği garîb (tuhâf) b ir şeyi ancak onda görm üştür. B ir gün
kendisi (Tunusda iken) ikindi nam azını câmide kılamayıp, kaçırm ış ve
doğruca M ehdevî’nin evine giderek nam azını orada kılm ıştır. Namaz
bitince bakm ış ki, onun etrafında ders gören b ü tün talebeler dersi b iti
rip dağılm ışlar ve Mehdevî bu sefer İbn'ül-arabî için hayır d u alar et
m iştir, Bu sırada İb n ’ül-arabî adeta kendinden geçmiş ve «zaman dışı
na çıktığını zannetmiş» ve bu durum üzerine, eski bir sufî olan H âtem ’
ül Esaro,m (h .III/m .IX .)’ın şu sözünü hatırlam ıştır.
«Cemâati (yani cemaatla nam azı) kaçırdnn, fak at Ebû İshak el-
N eccârî beni teselli ( = tâziye) etti. İb n ’ül-arabî'nin yanında o gece
şeyh Ebû M uhammed Cerrâh dahi varm ış (229). H er iki şeyh gün do
ğuncaya kadar Allahı zikretm işler (230).
İb n ’ül-arabî, M ehdevî’den ders de görmüşLür. Onun huzuruna o tu r
duğu zaman, daha kendisi sorm adan Mehdevî onun aklından geçenlere
cevap verirdi. Dersleri öğle ile ikindi arasında yaparlardı. O kudukları
da Şeyh E bu’l-Hakem ibn-i B irrecân'a dair şeylerdi (231). E b u ’l-Kâ-
sım ’ın Levâmi’ eııvar-fi Esrar-îl-M uhibb’il-Mahbûb adlı kitâbını okutan
Mehdevî (232) ile İb n ’ül-arabî'nin tanışm ası pek tabii olarak h.590’dan
daha geç değildir.
Biraz önce adı geçen Ebû M uhammed Cerrâh ise, F u tû h ât’da Cer^
râ h b. Hamîs el-îCettanî olarak zikredilen ve Mûsâ (veya M ersâ?) Ab-
d û n ’a m ensup şeyh’den ibârettir. Gerek R ûh’ül-Kuds, gerekse el-Dür-
r e t’üI-Fâhire’de, ism i b ir ’az değişik olarak yâni EbCı Muh. Cerrâh el-
M urâbıt şeklinde geçen bu şeyh (232*), aşağıda göstereceğimiz gibi ev
velâ Mehdevî ( = İb n ’üI-K ürre)'nin sonra da İb n ’ül-arabî’nin şeyhidir.
H icri 590 ( =m .ll93-1194) senesinde, yâni m ezkûr M eşâhid’ül-esrâr
adlı eserin yazıldığı sene vefât eden bu şej^h (bk. br. not. 229) hak
kında İb n ’ül-arabî, daha önceleri kendisinden bahsettiğim iz Mevrûrî'-
■den (bk. br. not. 207 vd.) bilgi alm ıştır. N itekim Mevrûrî, bu zatın ev
velâ m eşhûr Ebtı Medyen’in meclisinde tövbe ettiğini ( = tasavvufa gir
diğini) ve gerek kendisinin gerekse şeyh Kûmî (bk. br, not. 105 vd.)'-
n in onu ziyâret edip, sohbet ettiklerini, fak at Abdülâziz Mehdevî (bk.
'(229) Bu şeyh, kitabın ^'azıldığı h. 590 (m . 1193) de vefât etm iş ve Mûsâ Lakît adlı
yei-de defnedilmişlir. Krş. aynı eser, vr. 179 b; ayr. bk. br. not. 259.
‘(230) bk. ayni eser, vr. 179 b.
<231) bk. ayni eser, vr. 179 b. Bu zatın adı, Futûhât’da bir kaç defa geçer; Şeyh Ebu'l-
Hakem A»bdüsselam ibn-i Berrecan; bk, Futûhât c. 2, s, 67 (1); ayr. s, 642 (7 9);
ayr, c. 2, s. 723, ayr, c. 3, s, 86 (33-36); ayr, c. 1, s. 65 (9-11); ayrı, bk, Meşahid,
vr. 180 a,
•'(232) Futûhât, c, 3, s, 16 (.33); ayr, s, 38 (13)
f(232--M Rûh’ul-Kıtds,. vr, 70. a - 70 b, Dürre, vr. 5-î a
— 114 —
br. not 226 vd’)nin hocası olan bu zatın kadrini ve kıymetini, Mehdevî'
nin takdir edemediğini İbn ul-arabîj^e anlatm ıştır. (232**).
F utûhât'da oldukça tafsilâtlı olarak kendisinden bahsedilen bu
şe 3^h için İbn'ül-arabî şunları anlatıj^or:
«...B ir defa Tunus Mersâ (M ûsâ?)'sm daki H ufse’de, ...b ir gemi
içinde (yolculuk ediyor) idim, birden karnım ağırdı. Cem idekiler
uyum uşlardı. Kalkıp geminin kenarına gittim ve (gözlerimle) denize
daldım. (Ânîden) ayışığmda (suların üstünde yürüyen) bir adam gör
düm. Gökay’ın ondördüncü gecesiydi. Adain bana (doğru) gelinceye
kad ar su üstünde yürüdü, sonra yanım da d urdu... sonra benim le soh
bet etti... ve tek rar a 3Tilıp, iki mil mesafedeki Tell'e doğru yönelip git
ti. Bu mesafeyi de iki veya üç adım da aldı. Ve oradaki bir m ağaranın
üstünde Allahı zikretmeğe başladı. Ben dc onun sesini (uzaktan) duy
dum. (Su üstünde yürüyüp giden bu şahıs) belki de, Mersâ (M ûsâ?)
Abdûn’da (ikâm et eden) m urâbıt ve kavm in bü}füklerinden olan şeyhi
miz, Cerrah ibn-i H am îs el-Ketlânî’ye doğru gitm işti. Ben onun yanın
dan (zâten) b ir gün önce ayrılmış (ve bu }folculuğa çıkmış) idim. (Bu
seyahat sonunda vâsıl olduğum uz) şehire girdiğim zam an (*) sâlih bir
zât ile karşılaştım ... Bu târih ten sonra Bahr-i m ûhit ( = A tlas Okya
nusu) sahilinden (tek rar) seyâhata gıktım. (Bu sefer) beraberinde ke
ram etleri inkâr eden b ir adam vardı... (Geminin konakladığı bir yer
de), öğle nam azını kılm ak için... b ir mescide girdik. Birden, b ir seyyah
gurubu da nam az kılm ak üzere ayni mescide girip yanımıza geldiler.
A ralarında (yani o gece deniz üstünde yürüyen) ve bana hızır old.uğu
söylenen adam ile şânı bızırdan da büyük (!) bir şahıs daha vardı. Ben
onunla daha önceleri buluşm uş idim. Kalkıp kendisini selâm ladım, o
da bana selâm verdi. Ve (görüştüğüm üze) sevindi. İlerleyip, bizimle be-
râber nam az kıldı. Namazı bitirdiğimizde, îm âm çıktı ve ben de onun
arkasından yürüdüm ... Mescidin kapısı Bekke (?) denilen b ir yerde,
Bahr-i mvıhit'e açılan batı tarafındaydı. Mescid'in kapısında konuşm a
ğa başladık. Birden, bızır olduğu söylenen adam , mescidin m ihrabın
daki küçük hasır (seccâde)'yi aldı ve onu, yerden yedi dirsek (kadar)
yükseklikte havaya serdi. (Sonra) bu h asır’ın üstüne çıkıp nâfile na
maz kılmağa başladı. O zaman (kerâm etleri inkâr eden) arkadaşım a
— Görmüj^or m usun, ne yapıyor? dedim. Arkadaşım da :
— 115 —
— Ona gidip dilekte bulun dedi. — Böylece arkadaşım ı (o rad a)
bırakıp hızır'a yaklaştım ... Hızır bana:
— Ey filân (yani ; ey İb n ’ül-arabî), senin gördüğün bu şeyi (yani
bu kerâm ed), ancak keram eti inkâr eden bu şahıs için yaptım , diyerek,
kerâm etleri inkâr eden arkadaşım ı (eliyle) işâret etti. Arkadaşım ise
m escidin sahanlığında dikilmiş, hızıra bakakalm ıştı.... M ünkir arkada-
-şıma dönüp :
— Buna ne dersin? diye sordum.
— (Gözle) gördükten sonra ne denilir? diye cevap verdi. Sonra,
'{şânı bızırdan daha yüce diğer) arkadaşım a döndüm. Kendisi, m escidin
kapısında bana bakıyordu. Onunla da b ir saat (k ad ar) konuştum ve
îcendisine, havada nam az kılan bu adam dan bahsettim ..... Bana dedi ki;
— Bu, Hızır’dır. Sonra da sustu. (A rkadan) sej^yâh topluluğu gitti-
ier, biz d e....... Bahr-i m uhit sâhilindeki Beşkîzâr ( ? ) ’m bir köyü olan
-Rûtaya (doğru) yola çıktık.... (233)»
Gerek hocası K ettânî’nin yüceliğini, gerekse k erâm stler’in gerçek
‘olduğunu anlatm ak için F u tû h ât’-ı mekkiyye adlı büyük eserinde ver
diği bu m alûm at sayesinde İbn ul-arabî’nin biyografisine ışık tu tan un
surların da gözden kaçırılm am ası lâzımdır. Nitekim, dikkat edildiği
itakdirde h. 590 ( = m. 1193-1194) senesinde Tunusda Abdülâziz Meh-
<ievî'nin yanında bulunan İb n u l-arab î, Mûsâ Abdûn'den deniz yoluyla
•ayrılmış ve batıya doğru seyahat etm iştir ki, bu da onun h. 591
( = m. 1194-1195) yılında Fas şehrinde bulunm asını ve Sultan E bû Yu-
■suf Yâkûb (bk.h.591 senesi)’ın deniz aşırı İspanya seferine şahit olm asını
■doğrulamaktadır, (bk. aş.) İb n ’ül-arabî’nin Okyanus kıyılarından belki
d e M errakeş'den sonra tek rar deniz yoluyla İsp an y ay a geldiğini biraz
■önce anlattıklarım ız açıkça isbat etm ektedir. Bu suretle Tunus’dan Iş-
'biliyye’ye dönerken İbn'ül-arabî Cezayir üzerinden Fas’a ve oradan da
Okyanus yoluyla İspanya topraklarına tekrar ayak basm ış oluyor.
Tunus ile alâkalı şahsiyetlerden biri de Ebu'l-Hâkim el-Kelihâî adın
d a k i b ir şeyhdir. F u tû h ât’da ismi hiç geçmeyen ve kendisinden sadece
■el-Düvret’üI'f âhire'de kısaca bahsedilen bu şeyh, aslen Tunuslu olup,
o ran ın büyük cam iinde im am lık ve hatiplik ederdi.
tB u zatın dikkat çeken tarafı, kusursuz b ir şahsiyete sahip olduğu
lıalde, aksine olarak kendisini kötü tanıtm ak istem esidir ki, bu hal
‘b ilhassa m elâm etilerde göre çarpar.lH âdise şudur ;
<233). Futûhât, c. 1, s. 207 (3.S-37) - 208 (1-27); Bu hâdise ile alâkalı olarak bk. ilerde
n o t 311*
— 116 —
j^Tunus’da Kadı E bû Abdullah İbn-i Dçraka (D erka?), yetim malla-
,'nnın bulunduğu yerin anahtarını ( 3'ani idâresini), em in ve d ü rü st b ir
kim se olduğu için, bu zâta vermek istem işti. F akat Kehhâl böyle b ir
sorum luluğu kabul etm ek istem iyordu ve reddetm enin çaresini şöyle
bulm uştu: Derhal Vali ile Kadının huzuruna çıkmış ve bu ziyaretde ken
disine saygı gösterilm işti. Ancak, Kehhâl ziyâret sebebini anlatarak :
— Bana yetim m allarının anahtarını bırakm ak istiyorm uşsunuz,
dem iş ve anahtarı onların elinden kaparcasına alm ıştı. Bu hareketi
şüphe uyandırm ış ve onun em niyetli b ir şahıs olm adığına hükm edile
rek kendisine an ah tar verilm ekten vazgeçilmiştiJ(233*).
İb n ’ül-arabî'nin bu zat ile bizzat görüşüp görüşm ediği hakkında
herhangi açık b ir alâm et mevcut değildir.
h. 591 = m . 1194-Î19S senesi (233"")
İbn'ül-arabî b u yılın başlarında (?) her halde îşbiliyye'de idi. Çün-
ki 1193 sonlarında (?) Tunus Camiinde yazıp kimseye bildirm ediği
’bâzı beyitlerini İşbiliyye şehrinde hiç tanım adığı b ir şahıstan dinledi
ğini söylem ektedir (bk. br. not. 2 0 1 ). îşbiliyye’de ne kad ar kaldığı belli
değilse de İb n u l-ara b î’nin bundan sonra tek rar Fas’a geldiğini görüyo
ruz (bk. aşğ.).
1195'in ortalam a doğru (hicrî olarak 591’de) M ağribteki «muvah-
hidîler» ordusu Sultan E bû Yûsuf Y âkûb'un kum andasında olarak ve
düşm anla yani Kastilya kralı Alphonse IX ile m uharebe etm ek üze
re E ndülüs’e geçmekteydi. Bu savaş nitekim m üslüm anlarm zaferi ile
son bulm uş ve Alarkos Zaferi adıyla tarih e geçmiş; bu sebeble de adı
geçen sultan'a M ansûr lâk ab ı verilm işti (234). İşte hicrî 591 yani m i
lâdî olarak 1194-95 senesinde vukû bulan bu sefer’e İb n ’ül-arabî dahî
şâhit olm uştur ve kendisi her halde o sırada Kuzey Afrikada bulun
m aktaydı (bk. aş.).
ibn'ül-arabî m uvahhidîler ordusunun E ndülüs’e geçmesini seyre
derken, evliyâ'dan bir adam a rast gelmiş ve bu zât, Ib n ’ül-arabî’ye :
— Bu ordu hakkında ne dersin? Bu sene ona fetih yolu var m ıdır?
(Bu ordu) Allahın yardım ına nail olacak mı, olm ayacak mı? diye sor
m uştur. İbn'ül-arabî ise. b ir fikir beyân etmeyip, soran zâtın fikrini
■öğrenmek isteyince h u şahrs :
— Yüce T anrı... Peygam berine b u fü tû h âtı b u sene (yani h. 591 m .
— 117 —
1194-95) için va'd etm iştir. Hz. Peygam bere indirdiği K ur anda Allai-c
b u n u m üjdelem iştir: «İnnâ fetehnâ leke FETH'AN MÜBİN’» (K ur an,
X L V III/1) âyetinde bulunan «Feth’an M übîn’â» daki h a rfle re (ebced.
hesâbı ile) baksana!, dedi. Ben de baktım ve f e t h ’in h. 591 sene
sinde olacağım gördüm (235). îb n ul-arabî bundan sonra şöyle devâm;
ediyor: M üslüman orduları Ribâh, Argu, Kerkûy ve bunlara ilâve olarak,
birçok kaleleri daha feth ettiler (236). N itekim İbn'ül-arabi bu hâdi-.
seyi bir başka yerde daha teyîd etm ekte ve 1195 senesinde Allahın>.
m üslüm anlara y a r d ı m ettiğini söylem ektedir (237).
^ ’asaw u fî gelişmesinde ise İbn ul-arabî «huzme»Ier nasıl tek b i r
ışık kaynağından (n u r’dan) doğarsa, ruhların dahî ayni şekilde tek b i r
r u h ’dan doğduğunu izâh etm ekte ve bunun sırr'ına da 1195 senesin
de vardığını sÖ ylem ektedir^^uyâ bu «sırr» ona, içinde her hangi b i r
sûretin temeyyüz etmediği (belirli b ir şekil alm adığı) b ir n e h i r
içindeki su'ya benzetilm iştir. Çeşitli ân'larda hâsıl olan şey, (j'ani de--
ğişm eler) m eydana geldikten sonra... bir testi içindeki su ş e k 1 i^
ve sûreti belli olmuş ve b u su'dan k ab ’ın şekli ve rengi ortaya çıkmış
tır. Sonra bu «ân»lann (yâni birbirini tâkîb eden en kısa zam an’lann^
ve küçük şekillerin yâni p arıltıların) parçalanm asına ( = dağılm asına)
h ü k m etm iş ve böylece «esâs suret» ile «değişen sûret» arasında:
hiç b ir fark olmadığını anlam ıştır^ İ b n ’ül-arabî böyle bir «ân» da bu:
değişik «parıltı ve sûret» 1eri kaybedince de «aslî nehir»e ve «aslı nûr»a
dönm üştür. îşte dİ3>^or, netice olarak bu noktada «ân-hk» ( = âniyyet)’
ve «mekân» ( = menzil) ortadan kalkıyor. (Yani herşey dıs yahut zâ-
hirî görünüşünü kavhprîp.rek, tek b ir zaman ve m'ekân içinde bukuuı-
yor.) N itekim Allah bu «çeşitli sûretler»i (yâni zevâhir âlem ini) ve
n û rla r’ı (yâni onların parıltılarım ) devamlı kılm ak isteyince, onlar için
b ir «geçit» ( = berzah) vazifesini görecek olan bâzı m a d d î var
lıklar (= e c sâ d 'e n berzahiyyet’en) yaratm ış ve tek tek ruhlar, b u dün-
yâ'dan uyku ve ölüm âlemine geçişleri sırasında birbirilerinden ayrıl-
'.Tiış!ardır.^Halbûki(lbn ui-arabî'ye göre Allah oı^aı^içJn, dünvâ'ia olduğa
gibi âhiret_âlem inde de bâzı cisirttfer yaratm ıştır. Şu kadar var ki bıı—
lÎLÎ nevî cisim arasında mizâc (yaratılış) Hakîminî5arr~”f a r k vardır,.
^235) Arap harflerinden her biı i için bâzı rakkamlar tâj'in ve takdir edihr.iştir ki buna',
eskiden ^ehced hesabı» denilraektej’di. Meselâ; E(Jif = î, B (â) - 2, C{im) = 3,
D (al) = 4 vs. gibi. îş te buradaki FETH'an MÜBÎN’â kelimelerindeki harfleri de-
toplayacak: olui'sak, gerçektejı de elde edeceğimiz rakkam 591 edecektir ki^ bu da;
Alarkos zaferinin tarihinden ibarettir.
(2-Ö) Futûhâf. c. 4, s. 242 (7-31'ı
!'237) Futûhât, c. 3, s. 158 (21-22)
— 118 —
'Yaui Allah onları «geçit» vazifesini gören «madde»den âh iret neş'etine
nakletm ektedir. R uhlar b ir kere oraya gittiler mi, b ir daha geriye dön-
m ezIery 2 3 8 ).'|İb n u l-a ra b î, en yüksek hakikat olan ru h lar'm b u dûn-
3'âda ayrı ayrı cisim ler sâyesinde birbirlerinden ayrı gibi görünm ele
rine rağmen, tek b ir ışık kaynağından çıkan h u zm eler şeklinde yine
xie tek bir r u h 'dan sadır olduklarım gösterm ektedir. Üstelik deği-
.şen realitelerin esas itibariyle «tek bir reailte»den doğduğunu ifâde et
mesi de Parm enides isim li antik çağ filozofunu h atırlatm akla berâber,
ikisi arasındaki bağlantı ve benzerlik şundan ib a re ttir :^!)?feski çağ filo-
:zofu, herşej'in her ân değişmekte olduğunu söyler. İbn'ül-arabî dahî b u
fikirdedir, fakat bu â n ’hk değişmelerin esasında huzm elerin kaynağı'n-
dan, yani Allahdan geldiğini ifâde eder. «Allah h er gün bir şen (iş)
içindedir» (LV/29) âyetini zikretm ek sûretiyle bundan şu m ânâ
yı çıkarıyor : Allah her gün veyâ gün içindeki h er â n ’da b ir «iş» yâhut
yaratm a faaliyeti içinde sayılır. Bu suretle de devamlı olarak «yaratır».
İşte bu yaratm a neticesinde de her şey her an içinde bir başka şey hâ-
■Hne gelm ektedir.v
h. ”592 = m. î 195-1Î96 senesi (239).
Bu yıl İb n ’ül-arabî otuz yaşlarındadır ve kendisi ayni tarih te En-
dülüsteki îşbiliy}/e’de b ulunm aktadır (239*). H attâ bu şehirde İbu-i
Tufeyî isim li b ir arkadaşm ın evinde (240) b ir gece için m üsâfir kal
m ıştır. Bu zât İbn ul-arabî’ye çok hü rm et ederm iş. Îb n ’üiârabî'nin
ifâdesine göre ayni gece İbn-i Tufeyl'in evinde şu arkadaşları da mev
c u t idi; Ebul'-Kâsım el-Hatîb, E bû B ekr îbn-i Sâm ve E bu’i-Hâkem
ibîfi'üs-Serrâc. İşte bu d ört arkadaşına, kendi eseri oain ICitâb'ül-İrşâd
(240") adındaki kitabım okum alarım tavsiye e tm iş ti. (241).
İşbiliyye'de bulunurken Adîs (veyâ ; Udeys) câm iinde b ir şahıs
görm üştür ki bu ?M, H orasanda buluştuğu büyük b ir sûfî’nin fazîletie-
rini İbri’ül-arabi’ye anlatm aktaydı. Oysa kendisinden bahsedilm.skte
— 119 —
olan bu büyük sûfî, İbn ul-ai'abî’ye göre o, anda oradaym ış. Kimse gör
mediği halde yalnız İb n ’ül-arabî onu görüyorm uş. Bu zât İb n ’ül-arabî’ye;
— 120 —
olduğunu iddiâ eden b ir feylesof'a, İşbiliyye’deki b ir şeyh kerâm et
gösterm ek sûretiyJe «ateşin yakm adığını —^ve dolayısıyla realitelerin
değiştiğini isbât etm iş idi (bk. br. h. 586 yılı).
İşte bütün bu hususlar İb n ’ül-arabî'nin esasen «mistik» ( = tasav-
vufî) bilgi sayesinde realitelerin değiştiği kanaatinde olduğunu göster
m ektedir. Ve yine bu gibi nitelikler göz önünde tutulm aksızın onun
Mistik Bilgi ve Bilgi teorisi nazariyelerini anlatm ak, üstelik Ib n ’ül-ara-
b î’nin a k ıla verdiği gerçek değeri kavram ak m üm kün olam ıyacaktır.
D arîr : (E bû Yahyâ el-Dahâcî ed-Darîr) İb n ul-arabî bu zatın an
cak ölüm üne yakın zam anlarda hizm etinde bulunup kendisinden isti
fâde etm iştir. Tanışm aları îşbiliyye’de vuku vulduğuna ve vefatına biz
zat İb n ’ül-arabî dahi şahid olduğuna göre, b u şeyhin vefat tarihi en
geç h. 592 = m. 1195-1196 veya h. 595 = m. 1198-1199 olabilir. Çünkü
İbn ul-arabı bu sonuncu tarihden sonra Endülüse b ir daha gelmiş de
ğildir. Gözleri görmediği anlaşılan bu hocası hakkında hem F u tû h ât’da
hem d eRûh'ül-Kuds adlı eserinde azçok bilgi veren İb n ’ül-arabî şöyle
diyor :
Gözleri artık görmez olm uştu. Onu, İşbiliyye’de gördüm . Ken
disi bu şehirde vefât etti. Ölümünden sonra keram etleri ortaya çıktı.
Gömüldüğü yüksek dağda, şiddetli rüzgârlar eksik olmazdı. Onun def
nedildiği gün ise Allah, rüzgârları durdurdu. Ahâli dağdan ayrılınca
rüzgârlar tekrar şiddetlendi.
Onunla sohbetim , ölüm ünden ancak birkaç ay öncesine inhisar
eder. Çok seyâhat eden bir kim seydi... (245)» Bu zât hakkında F utû
h â t’da diyor ki;
«... Ebû Yahyâ el-Dâhâcî (el-Sanhâcî?) el-Darîr ile ....... îşbiliyye'
de karşılaştım . (K endisi) Zebîdî (Zübeydî?) mescidinde ikâm et ederdi.
Vefâtına k adar onunla arkadaşlık ettim . (Öldüğü zam an îşbiliyye'nin)
doğu tarafında çok rüzgârlı b ir dağa defn edildi. (Cenâzenin oraya gö
türülm esinde) dağın yüksekliği ve rüzgârların şiddeti ahaliyi b ö lü ştü r
dü (veya tereddüde şevketti.) Bu sebeple Allah, rüzgârları (m uvakkat
olarak) dindirdi....... ve ahâli onun kabrini kazm ağa b aşlad ı....... m e
zar taşını hazırladı. Nihâyet işimizi bitird ik ve onu bahçesine (yani
kabrine) yerleştirdik. Sonra geri döndük. Daha biz dönerken rüzgâr
la r tek rar eskisi gibi (şiddetli olarak) esmeğe başladı ve (cenâzeye ge
len) ahâli buna çok hayret etti... (246)»
— 121 —
h. 593 = ra. 1196-1196 senesi (247)
B u yıl İb n ul-arabî'yi F a s’da görüyoruz. Çünki kendi sözlerine b a
k ılırsa, çok m u h tem el o lara k F a s’da, b u m em lekete m ensup Şeyh Ab
d u lla h el-D ekkâk’ın m enkıbelerini dinlem ekte ve ayrıca K itâb-üi-m üs-
te fâ d isim li b ir eseri bizzat m üellifinden ok u m ak tay d ı (248). Ayni yıl
F a s'd a iken İb n 'ü l-a ra b î o zam anın k u t b 'u ile b u lu şm u ştu . E sa
sen b u zâtın m evcudiyeti ve kişiliği, bu «vakıa» esnasında İb n 'ü l-a ra b î’
ye bild irilip ta rif edilm iş idi. İb n 'ü l-a ra b î’nin an la ttığ ın a göre F a s’daki'
«B ustân ibn-i H ayvân» adlı b ir yerde, b ir aray a gelindiği zam an b u
zât, cem âat a ra sın d a hiç fa rk edilm ezm iş, Aslen Becâ 5^e'Ii (T u n u s’Iu)
olup, «garîb» ve ü stelik eli «kuru» b ir kim seym iş. Adı geçen yerde,
Îb n 'ü l-a ra b î’n in dah î h azır b u lu n d u ğ u b ir m.ecliste A llah in d in d e m u
te b e r olan, m eselâ E b û A bdillah el M assâr gibi b irç o k kim selerle b ir
lik te b u «kutub» dahî m evcutm uş. İşte İb n 'ü l-arab î b u m ecliste b u lu n
duğu sırad a kendisine «saygı» gösterildiğinden bahsederek. T a sa v v u f
( = Allah yolu) h u su su n d a kendisinden b a şk a kim senin konuşm adığım
söylüyor ki, böyle y ap m aları gûyâ İb n ’ü l-arab î’ye olan saygılarından;
dolayı im iş. H a ttâ k o n u şsala r bile diyor İbri’ül-arabî so n u n d a benin^
sözüm e d ö nüyorlardı. İşte b u m eclisde K u tu b la r'd a n bah sed ilm eğ e
b aşlan m ış. Îb n 'ü l-a ra b î o ra d a b u lu n an lara:
— E y kard eşlerim , (şim d i) size zam anım ızın k u t b ’u n u zik
redeceğim ... d em iştir. B u sıra d a A llahın bizzat İb n 'ü l-a ra b î’ye «ifşâ»-
ettiğ i b u zât İb n 'ü l-a ra b î’ye dönerek:
— Z ik ret fa k a t ism ini söylem e! diye ten b îh etm iş ve so n ra da te
b essü m e tm iştir. İb n ’ül-arabî b u k o n u d a şu n la rı ilâve ediyor:
— B en de « kutublar» h ak k ın d a A llahın b a n a b ild ird ik lerin i z ik re t
m eğe başaldım . D inleyenler h a y re tte kaldı, fa k a t onun ism ini söylem e
diğim gibi kendisini de açıklam adım . B u sûretle, çok güzel b ir m ec
lisde en iyi a rk a d a şla rla ik indi vak tin e k a d a r b e râ b e r kaldık, fa k a t yi
n e de o n la ra b u zatın «kutub» oldu ğ u n u söylem edim . C em âat dağıl-,
d ik ta n so n ra b u «kutub» yanım a geldi ve şöyle dedi:
— Allah san a iyilikler ih san eylesin. Ne k a d a r güzel e ttin de, Al
lah ın seni h a b e rd a r ettiğ i şahsın ad ın ı a çık lam ad ın (b ild irm e d in ).
S o n ra diyor İ b n ’ül-arabî, b u zât b en i selâm ladı ve b u selâm b i r
«vedâ» selâm ı oldu. O nunla b ir d.;\ha karşılaşm ad ığ ın ı gibi hakkında:
a rtık h iç b ir şey de öğrenem edim (249).
— 122 —
«Eli kuru m u ş» b ir in san olduğu için E şe ll’ül-jred lâk ab ın ı a la n bu
ızât için F ü tû h â t’d a b u lu n a n la r ile D ûrre ad lı eserin d e verilen bilgiler
-arasında esasen b ir fa rk y oktur. R û h ul-K uds’de ise onun h a k k ın d a hiç
b ir bilgi b u lu n m u y o r (250). İb n 'ü l-a ra b î d a h a önce bah settiğ im iz şekle
yakın o lara k diyor ki: B u şeyh K u r a n ehliydi ve kendi zam anında b ir
k u tu p tu . Bizim le ancak K u r a n h ak k ın d a k o n u şu rd u . B en o n u n m erte
besini b ilm iyordum . B ir gece rü y âm d a bana: «Eşeli, zam an ın kutbu-
•dur. O, gavs ve im a m ’dır.» sözleriyle h ita b edildi. U yanınca Şem m ad,
(isim li a rk a d a şım ) gerek beni gerekse diğer bâzı a rk a d a şla rı (F a s ’da-
:ki) B o stan İbn-i H ayvân denilen bahçeye dâvet etti. O raya girdiğim iz
zam an, rü y am ı a n la tm a ğ a b aşlad ım ... (O rad a b u lu n an ) E şeli bana;
— R üyânı a n la tırsan , dün gece (rü y a d a ) gördüğün ve san a h a b e r
verilen şa h sın ad ın ı söj/leme; kendisini gösterm e! dedi. S o n ra dağıl
dık ve Şeyh b an a: «Ey k ardeşim , sen benim d u ru m u m u ö ğ ren d ik ten
sonra, benim ( a rtık ) b u şehirde kalm am hoş olm az» dedi ve so n ra ve-
-dâ ederek gitti. O nunla (b ir dah a) buluşam adım .. (251)»
İb n 'ü l-a ra b î'n in en çok 32 yaşların d a b u lu n d u ğ u b ir çağında F as'a
yaptığı b u seyahat sırasında, yaygın b ir şö h re te sâhib olduğu da a n la
şılm ak ta d ır. N itekim tasavvuf k o n u su n d a kendisine olan saygıdan sö
zü n daim â Î b n ’ül-arabî'ye b ırak ılm ası b u n u açıkça gösterdiği gibi, iki
a y rı eserinde b u n u doğrulayan ifâdelerde b u lu n m ası da ayni h u su su
o rta y a k o y m ak tad ır. K endi ifâdesine göre İb n 'ü l-a ra b î F as'a gittiği za
m an, b irç o k k im seler ve b u a ra d a İbn-i C a'dûn el-H anâvî (bk. br.
s. 127) kendisini ziyarete gelm işlerdi. H alb u k i İ b n ’ül-arabî, h erh an g i b ir
kim se ta ra fın d a n fa rk edilm ekten hoşlanm adığını söyleyerek d iyor ki :
«Ahâli, b ir câm ie b ir benim bu lu n d u ğ u m eve gidip beni a rıy o r ve
beni, b e n d e n soru y o rlard ı. K endilerine;
•,(250) B urada önem li b ir sonuç; o rtay a çıkıyor; B ilindiği gibi R ûh'ul-K uds h. 600 m . 1204
senesinde yay.ılmıştu'. E l-D ürret'ül-fahire ise b u eserde zikredildiğine göre, h . 600
den önce yazılm ış dem ek tir. F a k at O ü rre ’de b ah sed ilen bazı tarih lerd e n b iri de
h. 593 senesidir. Şu halde el-D ürret’üI-fahire adlı b u eserin hiç olm azsa 593-600
arasındaki b ir ta rih te yazılm ış olm ası gerekiyor. Ş unu d a u n u tm am alı ki,
el-D ürret’ül-fâhire’m n eldeki tek n ü sh ası E d 'ad E f. K tp. 1777 (vr. 75-122) de b u
lu n m ak tad ır. B u nüslıa, asıl eserin b ir özetidir. Ş am 'd a yazılm ıştır. H alb u k i
R ûh'ul-K uds'de h a b e r verilen asıl ve d ah a tafsilâtlı e se r ise M ağribde kalem e alın
m ıştır. Y ukarıd a yaptığım ız istid lal ise asıl esere değil fa k a t elde m ev cu t özete
-aittir. Bu eser, vr. 75 b . de görülen açıklâm aya göre Ş a m ’d a yazılm ıştır. Ve b u
hâliyle h. 600’den so n ra d ah i kalem e alınm ış o labilir. H a ttâ b u n u n yazılış tarih in i
h . 617 ye k a d a r çık arm ak da m ü m k ü n d ü r. Z ira b u eserde, h . 617 veya 614 (m i
lâd î olarak en geç 1217 veya (1220) senesinde v efât ettiğ i sâ b it olan B e d r el-
H abeşî (bk. b r. n o t. 287-288)’n in vefatı hâdisesi zik red ilm iştir. Şu hald e, D ü rre'
n in b u ikinci yazılışı en erken h. 614 veva 617 ta rih in d en sonradır.,
<251) D ürre, vr. 102 -a. !02 b.
— 123 —
— B en de o n u arıy o ru m deyip, o n ları b a şım d a n savıyordum . Böy-
lece ta n ın m a d a n b ir m ü d d et kaldım . H erkes benim le b e ra b e r oturup»
so h b et ediyor, fa k a t ism im le cism im i b ir ara y a g etirem iy o rlard ı (251*).
G örüldüğü gibi İb n 'ü l-arab î, otuz b ir y a şla rın d a b u lu n d u ğ u b u sı
ra la rd a yani 1196 yılında «tasavvuf» 5^olundaki b ir m eclis so h b etin d e
a rtık b a ş köşeyi, tu ta b ile c ek b ir d u ru m a gelm iş dem ektir. N itekim yu
k a rıd a bahsettiğim iz h u su sla r b u n u açıkça gösterm ek ted ir.
fY in e 1196 yılında F a s’daki «ayn’ül-cebel» ta ra fın d a b u lu n a n b ir
m escid ’te İ b n ’ü l-arabî cem âatle b irlik te ikindi nam azm ı k ıla rk en «ta-
hallî» (h alv et = yanlızlık) m ak a m ın a n âil o lm u ştu r (252). Kezâ b u yıl,
F a s’d a iken A llah ona, «m adde âlem i» ne m u k âb il, «im ân sevgisi» rna*
kâm ım ih sân e tm iştir >(253).
h . 594 = m . 11974198 senesi (254)
B u yıl İb n 'ü l-a ra b î otuz iki y aşın d a d ır ve yine F as’da bulunm akta^
d ır (255). Şu h a ld e 1195 y ılında m u v ak k aten İşbiliyye’ye gitm iş olan
İb n ’ü l-arabî 1194 senesinden tâ lî9 8 yılının b a ş la rın a k a d a r (yâni d ö rt
sene) esas o lara k F a s’da b u lu n m u ş dem ektir.
F a s'd a 1197-1198 yılına a it en çok alâk a çeken h u su s da onun,
«hatm -i M uham m edi» yi öğrenm iş olduğunu söylem esidir (256).
U zunca b ir sü re yâni d ö rt sene kaldığı F a s’da, kesin o la ra k hangi
y ılla rd a v u k u buld u ğ u belli olm am ak la berab er, ihtim âl ki 1194-1198
a ra sın d a, İ b n ’ül-arabî, bâzı kim selerle tan ışm ış ve m ü n âk a şa la ra giriş
m iştir. M eselâ F a s’da iken Î b n ’ü l-arab î’yi Allah «garip» b ir fen â h â li’ne gi-
rişm iştir(2 5 7 ) ve b u ra d a b ah is k o n u su olan «fenâ»yı in k â r eden g ram e r
ü s ta d ı İbn-i Z îdân ile m ü n âk a şa etm iştir. N itekim b u zât so n ra d a n
«fenâ» 5a k a b û l ettiğini İ b n ’ü l-a rab î’ye îtirâ f e tm iş tir (258).
(251*) D ürre, vr. 101 b.; Îb n ’ül-arabî h . 593'de F asd a iken ta s a w u fî b ir m ak am a ep.
diğini söylem ektedir. Bk. F a tû h â t, c. 2, s. 538 (27-33)
(252) F u tû h â t, c. 2, s. 538 (27-28)
(253) F u tû h â t, c. 4, s. 136 (22 vd.)
(254) m. K asım 1197 - E kim 1198
(255) F u tû h â t, c. 3, s. 568 (37): ayr. c. 4, s. 606 ( ) Îh n ’ül-.îrabî b u sıra la rd a
S ebte’de b u lu n d u ğ u n u söyler ve ayrıca arkadaşı o larak zik rettiğ i A bdullah
el-H âdim ile k o n u ştu ğ u n u an latır. Bk. F u tû h â t c. 3, s. 383. B iirada m ezk û r Ab
dullah el-Hâdim , esasın d a el-H âdim A bdullah B edr, el-H abeşî ism indeki z â t'tır.
Bk. F u tû h â t, c. 3, s. 555 (14-16). K endisi îb n ’ül-arabi'ye M uham m ed el-M ardînî
el-H attâb h ak k ın d a bilgi verm iş. Bk. göst. y erde ve ayr. F u tû h â t, c. 3, s. 558
(22-26) ve İb n 'ü l-arab î «arkadaşım » diye zik rettiğ i b u şahsın b âzı su âllerine
kendi eseri olan H ily et’ül-ebdâl, adlı k itab ın d a bazı cevaplar v erm iştir. Bk. Fu
tû h â t, c. 2, s. 202 ( 25); N itekim b u k ay ıt H ily et’ül-ebdâl’m m ukad d im esin d e mev
c u ttu r. H abeşî h k k . b k . s. 130-131.
(256) F u tû h â t, c. 3, s. 567 ( 37)
(257) F u tû h â t, c. 2, s. 568 (20-24)
(.258) F u tû h â t, c. 2, s. 569 (lS-17): Tam adıyJa A b d ü la z îz ibn-i Zîdan.
__ î __
M uarızlarını b irço k defalar ik n â ettiğine d ah a önceleri de şâ h it ol
duğum uz î b n ’ül-arabî «İlâhî sıfatlar» k o n u su n d a da F a s’da b u lu n d u
ğu sıra la rd a, b ir a rk a d a şı olan el-K ettânî ile m ü n âk aşa e tm iştir (259).
B u şahıs İb n u l-arab î'n in F as'd ak i a rk a d a şla rın d a n b iri olup (260),
büyük ib r K elâm bilginidir ve kendisi, «Allahın zâtı» na ilâve edilm iş
C= zâid) sıfa tla r ko n u su n d a İ b n ’ül-arab î’ye sualler sorm ufR lI— (bir.
not. (258).
F a s’da iken g örüştüğü şahsiyetlerden b ir tan esi de el-M uhtesib'tir.
B u zât dîn ilim lerine vâkıf olm am akla berâb er, h ü k m ü n d e isâbet b u
lu n an b ir kim seydi. K endisi, ölünceye k a d a r «K araviyyîn» cam iinde
im âm ın halîfesi olm u ştu r. (Bu zâtin b ü tü n bilgileri A llahın verdiği b ir
«ilhâm » ile m eydana geliyordu. Öyle ki; din âlim lerin d en h iç b ir kim
se onun herh an g i b ir h ü km ünde yanıldığını görm üş değildi. îb n 'ü l-arab î,
b u zâtın «ehl-i tarîk» yâni «m utasavvıf» olm adığını aksine, avâm ta
bakası gibi «dünyâ h ırsı ile dolu», fa k a t yine de «içi nurlu» b ir kim se
olduğunu bildirm ek ted ir^ (261).
İb n 'ü l-arab î, Fas’da b u lu n d u ğ u n u b ir vesile ile d ah a söyledikten-
sonra (262), b u ra d a bâzen E b û A bdullah» bâzen de « E b û ’l-Abbas» kün-
yesyile zikrettiği El-D ekkâk isim li b ir şa h ıstan bahsediyor; İ b n ’ül-arabî'
ye göre b u zât Faslı im iş ve kendisi ö m rü bo\^unca hiç kim seyi «gıybet»
etm ediği yani çekiştirm ediği gibi, onun h u z u ru n d a da hiç bir kim se
kıybet e d ilm e m iştir (263). E sasen M âgrib yâni Kuzey Aİ'rikadaki Selâ
k a sab a sın d an olan bu şeyh’in m enkıbelerini İ b n ’ül-arabî'ye hocası
T em îm î a n la tm ıştır. Tem îm î ise F as'd ak i «Ayn'ül-hayi» de b u lu n an
«m escid’ül-ezher» im âm ı idi. İb n ’ül-arabî b u zâ ta â it olan K ltâ b ’ül-
m ü ste fâ d adlı eseri, — kendi tâbiriyle: ih tim âl ki— 1196’da bizzat m ü
ellifinden yâni İb n K âsım el-Tem îm î’den d in le m iştir (264).
— İ25 —
F as’da tanıdığı ilginç şahsiyetlerden b ir tanesi de İbn-i Ca’dûn'd-ur.
B u zât ü c re t ile h a n â sattığ ı için b u n a n isbetle k endisine H anâvî deni
lirm iş ve «evtâd»dan b irisi im iş (265). İb n u l-a ra b î, b u şahsı b ir iki de-
fâ daha söz k o n u su ed erek onun, «büyük b ir şeyh» olduğunu b ild ir
m e k te d ir (2 6 6 ).'(a y r. bk. s. 127).
İ b n ’ül-arabî yine b u ra la rd a b u lu n d u ğ u sıra d a tam şdığı «iştiyâk»
sâh ib i A bdullah el-M ehdevî ile g ö rü ştü ğ ü n d en b a h setm ek te (267). a;y-
rıc a «sâkıt ul-arş» ( = gökten dü şen ) b ir zâtı g ördüğünü (268) söyle
m e k te d ir ki, b u neviden b a şk a b ir şahsı K onyada bulun d u ğ u s ıra la r
d a ta n ım ıştır (bk. ilerde h. 602 = m. 1205-1206 senesi).
Yine F a s’da k endisinden b ir «hadîs» n ak lettiğ i M uham m ed ibn-i
K âsım ad ın d a b ir şa h ıstan b ah setm ek le b e râ b e r (269) b u zâtın b ira z ön
ce adı geçen T em îm î'den ib â re t olduğunda şüphe j/o k tu r (270). İbn'ül-
a ra b î b u bölgedeki M errakuş şehrinde b elk i de ayni ta rih le r y ân i :
1194-1198 a ra sın d a v u k û a gelen bâzı hâd iselerd en d ah a b a h setm ek te
dir. N itekim b u h â d ise ler onun M e rra k u ş’da y eterli b ir süre için k al
dığını g ö sterm ek ted ir. M eselâ, ilerde anlatacağım ız gibi 1 2 0 rd en önce
leri M e rra k u ş'd a b u lu n u rk e n (bk. ilerd e s. 128), kendisine b ir «te
cellî» gelm iş ve Cenâb-ı H akk, Î b n ’ü l-arab î’n in «Doğu şehirleri»ne seyâ-
h a t etm esini iste m iştir (271).
M elîdevî (E b û A^bdullah) o lara k zikredilen diğer şa h ıslar yâni',
E b û Alî el-M ehdevî (bk. br. s. 45) ve ayrıca İb n ul-K ürre diye m â rû f
o lan T unuslu Abdülâziz İbn-i ebi B ek r el-M ehdevî (bk. not. 226 vd.)
ile k a rıştırm a m a lıd ır. Ebû. A^bdullah el-M ehdevî, F aslı olup 46 sene b u
r a d a k a lm ıştır .îb n ul-arabî b u zat ile b irg ü n cam ide berab erce nam az
kılm ış ve kendisini rah a tsız ettiğ i halde. Şeyh;
— Sen ra h a t o tu r, sıkışm a dem işti. İb n u l-a rab î’n in çok b e re k e t
(feyiz) b u ld u ğ u n u söylediği (272) b u z â td a n F u tû h â t’da dahi ehl-i işti
yâk o lara k b ir iki defa b ah sed ilm ek ted ir (273) ve ihtim al ki g ö rü şm e
leri h. 594 (m . 1197-1198). senesinde o lm u ştu r. B u ta rih te ise îb n u l-
ra b î 33 yaşından d ah a genç değildir. Şu halde, b u n d a n önceki şeyhler
k o n u su n d a bahsedildiği gibi Îb n ’ül-arabî, h e r ne k a d a r, m eselâ 30-31
(265) F u tû h â t, c. 2, s. 7 (30)
(266) F u tû h ât, c, 3, s. 16 (33-34); ayr. c. 3, s. 38 (11)
(267) F u tû h â t, c, 2. s. 17 (14); avr. çağdaşı b ir şevh o larak: c. 3, s. 38 (12)
(26S) F u tû h ât, c. 2, s. 255 (34-35)
(269) F u tû h ât, c. 4, s. 576 (26-30)
(270) Bu zat hkk. bk. b r. n o t 176
(271) F u tû h ât, . c. 2, s. 483 (20-21)
(272) D ürre, vr. 106 a.
(273) F u tû h ât, c. 2, s. 17 (14); ayr. c. 3, s. .38 C12)
— 126 —
y aşların d a bü y ü k şö h ret kazanm ışsa da, b u şö h retin e rağ m en bazı şeyh
lerden istifadeye devam etm iş dem ektir.
H anâvî (ölm . h. 597 = m. 1200-1201) ( = A bdullah ibn-i C a’dCm
ibn-i M uham m ed ibn-i Zekeriyya el-H anâvî (274)
İb n u l-arab î’n in F a s’a g ittiğ i zam an h. 593-94 (m . 1196-1199) sene
sinde ta n ım ış olduğu b ir a rk a d a şı olan b u zat, h. 597 (m . 1200-1201) yı
lın da vefat e tm iştir (aş. b k .). B u n d an önce kendisinden ayrıca b a h set
tiğim iz îbn-i C a'dûn, «Hanâvî» nisbesini h a n â ' sa tm a k ta n dolayı ahııış-
tır (b k br, no t. 265),
İb n u l-a ra b î F as’da b u lu n u rk en .kendisini — şö h retin d en dolaja—
b irçok kim seler ve bu a ra d a el-H anâvî dahî arayıp du rm ak tay d ı. Ahâ
lîden gizlenen İb n 'ü i-arab î, sadece H anâvî'ye şahsım açıklam ıştı (bk.
br. s. 123-124.) Ibn 'ü I-arab î diyor ki:
«... F a s’a gittiğim zam an, ism im d uyulm uştu. B en ise cam iden
eve, evden cam ie kaçıp ahâliden gizleniyordum (275). F a k a t b ir gün
İbn-i Ca’dûn gelip de k arşım a o tu rd u . Selâm verdi ve b a n a M uhâsibî’
(m . 781-837)’n in Ş erh'ül-m â’rife ad h eserini (276) açıp, okum ağa
başladı. Beni teşh is e tti (yâni kim old u ğ u m u fa rk e tti) ve so n ra ba
şım dan öp erek :
—-Beni gözetirsen ben de seni gözetirim (yâni ahâliye ifşâ etm em )
dedi. Fası terkedinceye k a d a r a rk a d a şım o lara k kaldı. O nu h a y a tta
b ırak m ıştım . K endisi h. 597 (m . 1200-1201) de v efât e tti. S âlih b ir oğlu
vardı. B abasına halife olm uştu. A rkadaşım B ed r el-H abeşî'yi onunla
b en tan ıştırd ım . E v tâ d 'ta n b iriy d i....... O nunla an cak gizlice ve yanı
m ızda kim se yok iken sohbet ederdim . K u râ n o k u rk en o n u n k a d a r gü
zel seslisi y o k tu r. H anâ to zların d an dolaja gözleri b o zu lm u ştu (277).
Kezâ b u şehirde aslen Sebte ( = C euta) li E b û ’l-Abbâs es-Sebtî isim li
olup «hocam » diye zikrettiği b ir şahıs v a rd ır (278) ki, İb n ul-arabî, bu
zâtı görüp b e râ b e r b u lu n d u ğ u n u söyledikten sonra, fa k irlik te n şikâyet
e tm ek üzere b ir a d am ın S e b tî’ye kendi halin i an la tm a ğ a geldiğini hi
kâye etm e k te d ir. S ebtî b u a d am a evlenm esini tavsiye tem iş, fa k a t aj'ni
şahıs te k ra r fak irlik 'd e n şikâyete gelm iş, şeyh onun b ir defâ d a h a ev
lenm esini söylem iş ve ad am evlenm iş, fa k a t aynı sebeble te k ra r şikâ-
(274) Bu isim şekli Şelıid Ali Pş. (1341) n ü sh asın d a (vr. 51 a.) böyledir. H alet Ef.
nüshasında ise E b û Ca’dûn şekli görülm ekle b e ra b e r (bk. vr, 63 b ), F ııtû h ât'd a
dahi îbn-i C â'dûn o larak geçer.
(275) R û h ’ül-Kuds, vr. 64 a. - b.
(276) D ürre, vr. 101 b. - 102 a.
(277) D ürre, vr. 101 b . - 102 a, ayr. b k . R ûh'ul-K uds, vr. 63 b. - 64 b.
(278) F u tû h â t, c. 2, s. 609 (5-7) H ocası olduğu h k k . bk. n o t. 279 ve 280 ayr. bk.
F u tu h â t, c. 3, s. 620 (9-10)
— 127 —
yete gelm iş. Şeyh b u sefer üçüncü defa evlenm esini tavsiye etm iş yine
şikâyete gelince ona d ö rd ü n cü defa evlenm esini söylem iştir. F a k ir
a d am m aldığı k a d ın la r v arlıklı kim seler o lm am akla berâb er, A llah b u
ad am ı «evlenme» sayesinde râ h a ta k av u ştu rm u ş yani zenginleştirm iş-
tir. Çünki diyor ^ Îb n u l-arab î, n ik â h ta fakirliği o rta d a n k a ld ıran b ir
«ilim» v a r d ır /(279).
Y eri geldiği için b u k o n u d a İb n ’ül-arabî d u ru m u n u da kısaca gös
terelim . İb n 'ü l-a ra b î dahî b u uzun ve h a re k e tli sey ah atların a rağ m en
h e r halde b irk a ç defa (? ) evlenm iş olm alıdır. N itekim F u tû h â t'ın iki
yerinde Zeyneb isim li b ir kızından b a h setm ek te d ir. Zeyneb, iki y aşın
d a n d a h a k ü çü k olduğu b ir sıra d a Îb n u l-a ra b î ona b ir «fıkıh» m ese
lesini so rd u ğ u n u ve b u kızcağızın da «utancından» düşüp bayıldığını
söylem ektedir (280). D aha so n ra b ir defâ d a h a b u kızından «bir ya
şın d an veya o n a yakın b ir zam anda, henüz sü t em diği b ir çağında, a n
n esinin h u z û ru n d a ona yine b ir «fıkıh» m eselesi sorm uş, kızcağız da
verdiği cevapla o ra d a b u lu n a n la rın h ay retin i m ûcib olm u ştu r. İ b n ’ül-
a ra b î b u kızına, annesiyle b e râ b e r h a c c ’a gitm elerine izin verm iş ve
kendisi de Ira k üzerinden M ekke'ye y ü rü m ü ş (!) (281). B u h âdise pek
tab iî o larak onun A nadolu ve civarındaki bölge sey ah atların a a ittir ve
b u ra d a b ahsettiğim iz k arısı ile on d an sâhib olduğu Zeyneb dahî o ta rih
lere a ittir. F u tû h â t’da b a h settiğ i ve vefât ettiğini b ild irdiği k a rısı da
belki b u k a d ın d ır (282). Yine b u konuyla ilgili o lara k Îb n 'ü l-a ra b î is
m in i ibldirm ediği «lâtîf b ir kadın» dan b a h sed e r (283). İlerd e yeri gel
dikçe b u h u su sla ra tem âs edeceğim iz için şim di te k ra r Ib n ul-arab î'n in
F as ve M e rra k u ş’da biyografisiyle ilgili m eselelerine dönelim .
İb n ’ül-arabî M errakuş'dayken M uham m ed Merrakûşî isim li b ir h o
c a d a n d a h a istifâd e e tm iştir. B u zât î b n ’ü l-arab î’ye gece gündüz ilim
v erirm iş. İb n ’ül-arabî b u zâtın h e r hangi b ir şeye a slâ canının sıkılm a-
dığm ı, m eselâ, çok şid d etli o lara k h astalan d ığ ı z a m a n la rd a bile bun-
i a n dâim â ferah lık ve tebessüm le karşılad ığ ın ı söyler ve o n u n h e r za
m an « ferah lık tan ferahlığa, n e ş’eden n e ş ’eye» in tik âl ettiğini a n la tır.
B u k ö tü h a sta lık la ra n asıl tah a m m ü l ettiğ i so ru lu n ca M errakûşî, b a ş
lan g ıçta p ek sab redem ediğini fa k a t so n u n d a yâni zam anla İlâhî h ü k ü m
üzerine s a b r etm eği öğrendiğini söylem iştir. İb n u l-arab î’ye göre
(279) F u tû h ât, c. 3, s. 327 (14-17); ilâveler için ayr. bk. c. 4, s. 132 f24-37). Bu zatın
çok «sadaka» veren b ir kim se olm ası h k k . b k . c. 1, s. 604 (3 vd.)
(280) F u tû h â t, c. 3, s. 19 (9-14)
(281) F u tû h â t, c, 4, s. 127 (34-37) - 128 (1-4); B u hâdise h. 598 = m . 1202 vılm a aittir..
(282) F u tû h â t, c. 4, s. 524 (21-22)
(283) F u tû h â t, c. 2, s. 367 (13)
— 128 —
h u zât (h a sta lık la ra rağ m en ) ib âd et v ak itlerin i hiç kaçırm ay an ve b u
n a çok riây et eden b ir kim seym iş. N itekim İbn 'ü l-arab î, bu h u su sta
•onun gibisini görm ediğini de ifâde e tm ek ted ir. N ihâyet seyâhat icâbı
ay rıld ık ları zam an İ b n ’ül-arabî b u ay rılık tan b ü y ü k b ir ü z ü n tü duym uş
tu r. İ b n ’ül-arab î'n in istisn âi b ir şekilde m ed h ettiğ i b u hocası ayni za
m an d a çok «terbiyeli» b ir in san d ı ve a d e tâ h iç susınayıp d âim a k o n u
şan b ir kim seydi. B u h u sû su kendisine h a tırla ta n la ra şöyle derdi;
— B en a n cak beni dinleyenlerle k o n u şu ru m , beni dinlem eyen
lerle değil (284)!
M agrib-i A ksâ’da yani M a rra k u ş’d a k i ilginç h o c a la rın d a n b irisi de
S u lta n a şikâyet edilerek «zındıklık» tö h m e ti ile ö ld ü rü lm ek istenen
b ir şa h ıstır. G ûyâ ona isn âd edilen suçlar, b u şeyhin katledilm esini
g erek li kılıyoi'm uş. M errakuş su ltâ n ı b u şeyhi «bağlı olarak», huzûru-
n a çağ ırtm ış ve Şeyh h ak k ın d a fik irle rin i öğrenm ek için de b ü tü n
a h âlin in to p lan m asın ı hab erciler vasıtasıyla em retm iş. İb n ’ü l-a rab î’ye
göre M e rra k u ş'lu lar b u şeyhin öld ü rü lm esi gerektiğinde zâten söz b ir
liği etm işlerm iş. Ç ünki onu b ir «zındık» o lara k biliyorlarm ış.
Şeyh saray a bizzat gitm ekte iken yolda ekm ek sa ta n b ir adam ın
y a n ın d a n geçm iş, ekm ekçiden ödünç o lara k y arım ekm ek alm ış ve
b u n u da o ra d a n geçen b ir ad am a «sadaka» o la ra k v erm iştir. D aha so n
r a d a b irik e n ah âlin in a ra sın a girm iş. M errakuş su ltâ n ı İb n ’ü l-a rab î’ye
göre son derece asab î (öfkeli - buğz sâh ib i) )b ir kim seydi. A hâlinin
^şehâdetine d a y a n ara k şeyhi en feci şekilde öldürm eğe zaten azm etm iş
im iş. S u lta n b u şeyh h a k k ın d a ahâliye :
— Ey M e rra k u ş’lu la r, b u filânca kim sedir. O nun h a k k ın d a ne der-
■siniz? diye sorm uş. B u sefer ah âli hep b ir ağızdan onun «dürüst» b ir
in san olduğunu söyleyince. S u ltan şaşırıp kalm ış ve so n ra Şeyh ona
■dönerek:
— Ey S u lta n şaşm a! dem iş ve sorm uş:
— Senin gazab’m m ı yoksa A llahın gazabı d a h a b ü y ü k tü r?
— A llahın gazabı diye cevap verince Şeyh te k ra r sorm uş:
— Ölçü b a k ım ın d a n y arım h u rm a m ı yoksa j'^anm ekm ek m i d ah a
ls;oru5a ıcu d u r? S u ltan , «yarım ekm ek» cevabını verince Şeyh:
— İşte dem iş ben, gerek senin gerekse b u ra d a to p la n a n in sa n la rın
ö fk esin i y arım ek m ek sâyesinde d e f’e ttim . Çünki Peygam berim iz de
m iş tir ki: «Sadaka, T a n rın ın ö fkesini s ö n d ü rü r ve k ö tü lü ğ ü d ef’eder!»
İşte Allah da böyle y a p a ra k yarım ekm ek sad ak a sâyesinde sizin k ö tü
lü ğ ü n ü zü b enden u zak laştırd ı. Çünki ben im sa d ak a m y a rım h u rm a d a n
- - 129 —
d ah a çok; sizin öfkeniz ise A llahın gazabından d ah a az’dır.
.İb n u l-a ra b î'y e göre ahâli, şeyhin b u «îm ân kuvveti»ııe şaşıp k a l
m ış tır (285). Bu a ra d a şu n u da b elirtelim ki İb n 'ü l-a ra b î'n in b ah is ko
n u su ettiği b u olay istisn ai b ir h âdise değildir. Bilhassa. F u tû h â t'ın d a
m eîâm etiyye adı verilen ve aslın d a iyi olduğu halde kötü görünm eği,
b ir «tevâzu» icabı kendine y a k ıştıra n bazı in sa n la r ve b u isim de b i r
ta rik a t dahi m ev c u ttu r (286). İh tim â l ki b u şeyh dahî, e trâ fın d a k ile -
rin d ik k atin i çekm esin diye çok kuvvetli b ir inanca sahib olduğu halde-
ah âli üzerinde b ir ,«zuıdık» in tib aın ı v erm iştir. Ayni şey, o n u n bâzı h o
c a ların d a da g ö rü lm ek ted ir. M eselâ en m eşh u r hocası E b û Medyen.
h a k k ın d a da bâzı k im seler k ö tü şeyler düşünm ekteydi.
H abeşi ( = el-H âdim A bdullâh B ed r el-H abeşî) ; İb n u l- a ra b î’n in
h. 594 (m . 1197-1198) yılında F as'd a bulun d u ğ u sıra d a ilk defa b a h se t
tiği b u zât (287); onun en uzun süre ile ark a d a şlık ettiği şahıslardan.,
b irid ir. N itekim İ b n ’ül-arabî ile birlikte, uzun seyaliatlara çıkm ış ve.
A/lalatyada vefât e tm iştir. Y irm i üç sene so h b et (ark a d a şlık ) e ttik le ri
ne b a k a rsa k (aş. b k .) b u zâtın en geç h.617 (m . 1220-1221) de vefât e t
tiği anlaşılır. İb n 'ü l-a ra b î'n in M alatyada b u lu n d u ğ u son ta rih h. 615
(m .1218-1219) olduğuna göre k arşım ıza iki ayrı ih tim al ç ık a r ki, b u
d a İb n ’ül-arabî'nİA biyografisine ışık tutara
a) İb n 'ü l-a ra b î b u a rk a d a şın ı h. 594’den önce yani lı. 592 (m,.
1195-1196) senesinde tan ım ış olm alıdır. F ak at b u ta rih te İ b n ’ül-arabî,.
İşbiliyye’de görülüyor. A frika şeh irlerin d e b u lu n m ası ise, b u n d a n daha;
öncedir.
b) İb n 'ü l-arab î M alatya'da en son o lara k sâdece h. 615 (m . 1219>
de değil fa k a t H a le b ’de b u lu n u rk e n , b ir a ra 617 senesi içinde de M a
la ty a 'd a b u lu n m u ş olabilir. H er ne o lu rsa olsun, ih tiy atla kaydedilen
b u h u su sla rd an sonra, şu da d ikkatim izi çeker ki: İb n 'ü l-a ra b î on u n la
önce M ağrib'de so n ra da F a s'd a ark a d a şlık k u rd u ğ u n u söj'lediğine-
göre, y u k a rıd a saydığım ız ih tim a lle rd en b irin cisi kuvvet k azan m ak ta
ve böylece ikisinin tan ışm a sı h. 592 (m . 1196) senesi dolay ların a k a
d a r g itm ektedir.
F ü tû h â t’da b irço k d e fa lar b ah settiğ i b u a rk a d a şı için (bk. b r. dip-
— 130 —
aıotu. 255) şu n la rı a n la tıy o r :
«... B enim le yirm iüç sene a rk a d a şlık etti. Ve arkadaşlığım ız sıra
sında M alatya’da iken vefât etti.» M aarradaki E b û Z ekeriya el-Becâî,
H a le p li E bu'l-H asen ib n üş-Şekkal el-Fâsî (? ), R ebî İbn-i M ahm ûd el-
M ardinî el-H attâb (bk. not, 255), E b û A bdullah el-R assâr (bk. not. 319)
*ve ayrıca İsm a il el-H akrâkî ile ark ad aşlığ ı vardı. H arem -ı M ekidde
o tu ru rd u . B enim le önce M agribde so n ra da F asda ark a d a ş oldu. (Ma-
laty a d ak i) evim de \'efâ t ettiği zam an, onu kendim gusl etm ek istedim .
■Sabah olunca bâzı a rk a d a şla rım geldi. B u a ra d a M alatyalı sâlih b ir zât
.olan K em âleddin M uzaffer de vardı. B u işi ona b ıra k m a k istedim se de
k ib irlilik g ö sterd i...^D efn ed ild ik ten so n ra öğle i!e ikirıdi a ra sın d a onun
m ezarın ı ziyarete g ittim ve sıkıntılı olduğum b ir işim için ona deı t
yandım . B ana, kulağım la işiteceğim gibi, m ezarın d an cevap v erdi (288).
B edreddin H ab eşî’nin, m ezarından ses verm esini î b n ’ül-arabî F ü tû M l’
■da [bk. c. 1, 247 (33-34] dahi zikreder) ki, H ab eşî'n in ölüm ü en geç
h. 614 veya 617 olduğuna göre, F ü tû h â t’ın c. 1, s. 247 b ö lü m ü n ü n de
b u ta rih te n yani h. 614 veya 617’den so n ra yazıldığı an laşılır (288).
h. 595 = m . 1198-1199 senesi (289) ;
İb n ’ül-arabî, 1198 senesinin ilk ay ların d a (?) F a s’da b u lu n d u k tan
so n ra (290) E n d ü lü s’e geçiyor ve o rad ak i G ırn ata şeh ri d o laylarında
k i Bâğa (291) k asab asın a m ensup olan Ş ekkâz’ı ziyaret ediyor. İbn'ül-
a ra b î b u şahıs için «hocam » d ed ikten so n ra şu n ları ilâve edij^or: «Bu
şeyh, tasavvuf yolunda karşılaştığ ım en yüce kim sedir; ontın yolunda
ic tîh â d h u su su n d a böylesini görm edim . (292)»
Yine b u yıl G ırn a ta ’dan K u rtu b a ’ya geçm iştir. Çünki b u ra d a aynı
.sene içinde M eriyyeli olup ism m i b ildirm ediği b ir kim se ile sohbet e t
m ektedir. B u e n te resa n sohbet î b n ’ü l-arab î’ye, aslen K u tu b a îı olan
«sâlih» k im selerd en b irisi ta ra fın d a n an latılm ış olup, h âd ise herhalde
en geç h. 595 (m . 1198-1199) yılında cereyan etm iştir. G ûyâ b u n u an
la ta n zât M ürsiye'de iken k en disinin bizzat tan ıd ığ ı âlim b ir ad am v a r
m ış ki b u ad am o zâtın m eclisinde zikredilen ta rih te b u lu n m u ştu r. Bu
â lim şahsiyetin kim olduğu b ilinm esin diye onun ism ini zikretm eyen
şahıs, b ah si geçen âlim in kendisini (içki ile) isrâ f eden b ir zât olduğu-
(288) D iirre, vr. 111 a. - 111 b. 112 a; ayr. bk. b r. n o t. 73, 185 ve 217
(289) Tam o larak m . K asım 1198 - Eylül 1199 a rasm d a
(29D) F îjtû h ât, c, 2, s. 45: ayr. c. 2, s. 54 ve s. 55
<291) Bâğa, E nd ülüste b ir şe h ir olup, K u rtu b a d a n elli m il ( = 92 k m .) m esafede b u
lunur. B ir Y âkût el-M usta'sım î, M ûcem ’ül-büldân, c. 1, s. 326
<292) F u tû h â t, c., 1, s. 209 (10 vd.): E b û Muh. A bdullâh el-Şekkâz. B u şeyhin adı
F u tû h âtm (göst. yer) m a tû û n ü sh asın d a Ş ek k âr o larak gösterilm ekle b erab er,
yazm alarda Şekkaz'dır.
— 131 —
n u İb n ’ü l-arab î’ye söyledikten so n ra dem iş ki:
— (B ir g ün) b u âlim i ziyâret etm ek istedim , fa k a t b a n a çıkm ak
ta n kaçm dı. Çünki a rk a d a şla rıy la içki âlem i yapıyordu. S onra kendisine-
b en im geldiğim h a b e r verildi. O da (a rk a d a şla rın a ) beni kab u l etm e
lerini e m re tti ben de girdim . O sıra d a ellerindeki (b ü tü n ) içkileri b i
tirm işlerd i. A ralarından b irisi bu âlim zâtın, b ir m ik d a r içki d a h a gön-
dertm esi için, filânca kimse}fe ( = şarapçıya) b ir p u su la yazm asını söy
ledi. F a k a t âlim adam , «böyle şeyi yapm am » dedi. S onra da «Siz benim
Allaha k a rşı günâh .işlem ekte isrâ r etm em i nıi istij'orsunuz? Y em îa
ederim ki, ben b ir kâse şarap içtik ten so n ra hem en a rk a sın d an Alla
h a tövbe ederim ve b aşk a b ir kâse içki beklem em » diye ilâve etti.
B undan sonra, hikâyeyi îb n 'ü l-a ra b î'y e a n la tan b u zât, â lim ’in bu
hâlin e şaştığını ifâde etm iş ve o n u n vefât ettiğini söylem iş (293).
Îb n 'ü l-arab î H aziran 1199 da (294) M eriyye şehrinden Mürsiyeye-
doğru yola ç ık m a k ta d ır (295). B uraya geldikten so n ra da adı geçen şe
h ird e «onbir» veya «onbeş» gün zarfında M evâki’ım -nucûm adlı eseri
ni yazıyor (296)). Yine M ürsiyede iken Allah î b n ’ü l-arabî’ye b ir «vâkıa»
sıra sın d a « t e b l i ğ » vazifesini v eriyor (297). Kezâ M ürsiyede,
— h e r h ald e en geç b u tarih le rd e — İbn-i S îdebûn isim li b ir şa h ıstan
b ah sed en Îb n 'ü l-a ra b î (298) yine E n d ü lü ste b u lu n an C em elm âiyye’de-
kezâ en geç 1199 senesinde Ş ek k âk ile sohbet ettiğini söylem ekte
d ir (299). Aslen îşb iliy y e’li olan bu zât b ir süre için İşbiliyye’den ay rıl
m ış ve te k ra r şehre d ö n m ü ştü r. D aha rü şd ü n e vâsıl olm adan yâni k ü
çük yaşlard a ib âd ete başlayan Şekkâk, a rk a d a şı A bdullah H ayyât
(293) F u tû h â t, c. 4, s. 549 (23 vcl.) D ürsiyede yaşıyan v e h. 595 = m ilâdî 1198-1199’da ve
ya o sıralard a v efât ettiği an laşılan b u âlim 'in kim olduğu m etinde zikredilm e
m ekle berâber, o devrin m eşh u r b ir bilgini intib aın ı v erm ektedir.
(294) H icrî olarak R am azan 595
(295) M evâkl’un-nucûm , (Ayasofya, 2120), vr. 11 a; ayr. ayni eser, Ahmed II I, 1859,
vr. 2 a. B u k ay ıt eksik o larak M akkarî ile K âtib Çeîebi’de de m ev cu ttu r. Bk.
N efh’ut-tîb, c. 1, s. 576; K ef’üz-Zünûn, c. 2, s. 1980
(296) F u tû h â t, c. 1, s ’ 372 (25); ayr. c. 4, s. 291 ( ); ayr. M evâki’un-nucûm , g ö st.
yer. îb n 'ü l-arab î b u eserini 15 gün zarfın d a yazdığını b ir kaç defâ ve bilhassa
M evâki’un-nucûm 'un b aşların d a söylediği halde F u tû h â t'd a ise 15 değil II gün-
zarfında yazdığını söylüyor. F u tû h â t, c. 1, s. 372 (25)
(297) F u tû h â t, c.
Û98) F u tû h ât, c. 1, s. 193 (4 vd.); ayr. c. 2, s. 714 (16 vd.) T am adıyla E b û Ahmed”
ib n ’i S îdebûn'd u r. Îb n ’ül-arabî onunla M ürsiyede karşılaştığını söylem ekle ber.l-
h e r hangi ta rih te k o n u ştu ğ u n u b elirtm iş değildir. H alb u k i O. Y ahya, (bk. La
chronoîogie., c. 1, s. 99) b u konuşm anın h. 593 ( - m . 1201-1202)'de vâki oldu
ğunu söylediği halde, b u n u n ereden tesb it ettiğini gö sterm em iştir. E I.D ü rret'ü l-
fâh ire adlı eserinde de aynı şah ıstan kısaca b ahseden Îbn'ül-arabî, o n u n aslen-
doğu E n dü lüstek i «Vâdl-eşt’e m ensup olduğunu söyler, b k . DUrre, vr. 112 b.
(299) Tam adıyla: Ebu'I-Abbas Ahmed ibn-i H em m ân el-Şekkâk. Bk. F u tû h â t c.
s 37, (9-10)
— 132 —
(bk. b r .) ’ın evinde k a lırd ı (300).
B undan so n ra İb n ul-arabî b ir d ah a b u ra la ra dönm em ek üzere:
E n d ü lü sten ayrılıp te k ra r — Kuzey A frika yoluyla— T u n u s'a geldiğini
ve o rad a daha önceleri tanışm ış olduğu M ehdevî ile b u lu ştu ğ u n u söyle
m ek ted ir (301). H ocası E bû Y ahya ed-D arîr’in ölüm ta rih i de en geç:
olarak bu yıla tesâ d ü f eder (bk. not. 245).
Şekkâz (E b û M uh. A bdullâh el-Bâğî el-Şekkâz) : B u n d an önce de
kendisinden kısaca bahsettiğim iz bu zât (bk. b r. not. 292) E n d ü lü stek i
G ırnata dolaylarında b u lu n an B âğa’ya m ensub olduğu için «el-Bâğî».
nisbesiyle an ılm ak tad ır. İb n 'ü l-a ra b î'n in «hocam » diye zik rettiğ i bu,
şahsı ziyareti h. 595 (m . 1198-1199) a tesa d ü f eder ve kendisi h. 600
(m . 1204) senesine k a d a r henüz sağ idi (aş. b k .). F a k ir b ir insan oldu
ğu da an laşılan b u Şekkâz ile, b u n d a n önce zikrettiğim iz Şekkâz'ı
— isim benzerliğinden dolayı— b irb irin e k a rıştırm a m a h d ır
Bâğa k asab asın d an olan Şekkâz, G ırnataya yerleşm işti. H alen h.600
(m . 1204) o rad a d ır. A rkadaşım B edreddin H abeşi ile onu b erab erce zi
y arete g itm iştik ve kendisini evinde b u lduk. B ir şeyhi veya b ir fak iri
ziyaret ettiğim zam an o n lara b ü tü n p a ra m ı verm ek alışkanlığında
idim . F ak at bu sefer üzerim de an cak b ir d irh em p a ra vardı. (O sebeble
kendisine yard ım edem edim ). B u zât g ü nahdan n e fre t ederdi.. Gece
leri uyurdu. B u sebeble onun iç tih a d 'ın d a n (koyu d in d arlığ ın d an ) şüp
heye d ü şm ü ştü m ... Ona ancak dayım E b û M üslim el-Havlâııî benzer
di. Ç ünkü o da ay ak ları y o ru lu n c a ,^ (d ah a fazla ib âd e t edem iyorum ,
diye) kendi ayak ların a değnekle v u ru rd u . Şöyle derdi; «B ütün M uham-
m ed ü m m eti k u rtu la ca k , ben m ü stesn a./.! (302)»
F ü tû h â t'd a da kendisinden bahsedildiğini sÖ3dedigim iz E b û M uham-
m ed A bdullah el-Şekkâz'a göre in sa n la r d ö rt kısm a ayrılır:
1 — Ripâl-i z â h i r : A llahın em irlerin i olduğu gibi yerine g etiren
lerd ir. B unlar, gerek m ad d î gerekse aklî âlem de ta s a rru f (h ü k ü m ) sa
hibidir.
2 — Ricâl-î bâtın : ise alış-veriş ve tic â re t sebebiyle Allahı z ik re t
m ek ten geri kalm ıy an lard ır. B u n ların da h ü k m ü (ta s a rru fu ) ak lî ve
(300) R û h ’iU-Kuds (Şeh. Ali Pş.) vr. 53 b. - 54 a; ayni eser (H alet ef.) vr. 69 b.
(301) R û h ’Ul-Kuds, vr. 52 a. = O. Y ahya, ayni eser, c. 1, s. 95. Bu zatın tam adı Abdü-.
lazîz ibn-i ebî B ekr el-Mehdevî olup, «İbn’ül-kürre» diye m a ru ftu r. Bk. F u tû h ât,
c. 2, s. 669 (26-28); ayr. c. I, s. 615 (35-37). B u «Mehdevî' ile anyi n isb e’yi taşı-,
yan diğer iki M ehdevî’yi yani A bdullah M ehdevî (bk. b r. not. 102) ve ayrıca
«evtâd» tan b iri olup h. 599 = m . 1102-1203 senesinde v efât eden Abû Aİî eK
M ehdevî'yi (b k . no t.) b irb irin e k arıştırm am alıd ır.
(302) R ûh'ül-K uds, vr. 61 a. - 62 a.
— 133 —
m ele k û t âlem lerine geçm ektedir.
3 — Ricâl-i â ’r â f : Allah «Â’râ f ü zerin d e... bâzı in san lar vardır»
< V II/46) âyeti Tle b u n la rı k a sd etm iştir. M eselâ B istâm î o n lard a n b iri
d ir. B u n la rd a n bâzıları B erzah ve C eberût alem i olan ru h la r alem ine
lıü k m ed eb ilîrler.
4 — Ricâl-i m a tla ’ : ise, H a k k 'ın dâvetine s ü r ’atle k o şa n la rd ır.
B un ların İlâhi isim le r’de h ü k m ü geçer. E n yüce in sa n la r b u n la rd ır (303).
K abâilî : (E b û M uham m ed M ahlûf eı-K abâilî) (304) : îb n ul-
a ra b î’nin çok saygı gösterdiği şeyhlerden b iri de b u z â t'd ır. K endisi
aşağıda görüleceği üzere K u rtu b a 'd a o tu ru rd u ve İb n ul-arabî onu, b a
bası ile b irlik le bu şehirde ziyaret edip duasını alm ıştı. K abâilî, aslen
K u rtu b a 'h değildir (aş. b k .). O nun bu .şehre yerleşm esi H azreti Pey
g a m b e rin (rü y â âlem indeki) em ri ile olm u ştu r. İb n ’ül-arabî b u zât-
d an ac ab a ders g ö rd ü m ü? B u h u su sd a h e r hangi b ir kayda ra stla m ı
yoruz. Ç ünkü gerek R û h ’ul-K uds'de gerekse El-D ürre adlı eserlerinde
b u hu su sd a b ir şey söylem iyor. B irinci eserde şöyle diyor :
«K abâilî, H azreti Peygam berin em riyle K u rtu b a'y a yerleşm işti ki,
b u n u İb n ’ü î-arabî’ye bizzat kendisi söylem işti (305). K endisi b u şe h ir
de ölünceye k ad ar k a ld ı....... B abam ı ona ben götü rd ü m , -K abâilî b a
bam için dua e tti... Bizi evinde alıkoydu... B eraberce yem ek yed ik ...
'kendisine b aktığım zam an, heybetli b ir g ö rü n ü şü vardı. Sofdan elbise
■giyerdi devam lı o lara k A llah’ı zik red erd i (306).
Bu ifadeye göre İbn u l-arabî'nin on u n la konuşm ası daha b a b a sı
n ın sağlığında ve K u rtu b a 'd a o lm u ştu r. îm d i İb n 'ü l-a ra b î’nin d ah a b a
basının sağlığında K u rtu b a ’ya gittiği ve o rad a m eşh u r filozof îbn-i
R üşd ile görü ştü ğ ü m alû m d u r. Olay, en geç 1182 senesinde olduğunu daha
önce anlattığım ız bu seyâîıat sıra sın d a oldu ise, o zam.an İ b n ’ü l-a rab ı’
İlin bu şeyh ile aynı devrede görü ştü ğ ü anlaşılır. F ak at Ib n ’ül-arabî bu
ta rih d e n so n ra la rı da K u rtu b a şehrine b irç o k d e fa lar gelm iştir. En
son ziyareti ise h. 595 (m . 1199) senesinde olm u ştu r. Şayet b u tarih e
k a d a r olan senelerden b irin d e görüşm üş iseler, î b n ’ü l-arab î’nin b a b a
sın ın da hiç olm azsa o seneye k a d a r h a y a tta b u lunduğm ıu kabul e t
m ek gerekecektir. B unun hangi sene olduğunu kesin o larak söylem ek
—'başka b ir k arin e olm adığı m üddetçe— m ü m k ü n değildir. H er ne
— 134 —
o lu rsa olsun, İb n u l-arab î’nin b u şahısla sohbet ve tan ışm asu im h. 595
(m . 1199)dan so n ra olm adığı k a t’î o lara k sâ b ittir. K ab âilî'n in ölüm ünü
a n la ta n Îb n 'ü l-a ra b î diyor İ d : «Bir gün (K u rtu b a 'd a ) k endisini ziyâret
etm iştim . (O gece) rü y âm d a j^emi^eşil b ir çayır gördüm . B u ra d a b ir
çok in sa n la r vardı. A raların d a ta tlı yüzlü b ir şahıs d ik k atim e çarp tı.
K endisine b u k alab alık nedir? diye sorunca:
'— B u n lar b ü tü n nebiler ve elçiler'd ir dedi.
— Peki sen kim sin? diye so ru n ca :
— Ben. de  d'ın k ardeşi H û d 'u m dedi.
— N için toplandınız? dedim . O da :
— B irisi h a sta olm uş, onu ziyarete geldik, diye cevap verdi. Bu
rü y ad a n sonra, sa b ah v ak ti u y an an İb n ’ül-arabî'ye Şeyh K abâilî'nin
vefât h a b e rin i g e tird iler (307). D ü rre ’de bulduğum uz bu izah atın en
son kısm ı ise R ûh ul-K uds’de b ira z değişiktir. Şöyle ki:
«E rtesi gün uyandığım zam an, di\/or İb n ’ül-arabî şeyhin, o gece
h astalan d ığ ım öğrendim . K endisi b irk a ç gün daha yaşadı ve so n ra ve
fâ t etti. (308)»
K a tta n (ta m adıyla E b û M uham m ed A bdullah el-K attân) : F ü tû -
h â t'd a kendisinden sadece b ir defa bah sed ilen b u şeyhin (bk, not. 309)
b ilh assa açık sözlü ve m ert b ir şahsiyet olduğu a n la şılm ak ta d ır. F a k ir
o lup dünya m eta ın a rağ b e t etm ezdi. A ncak K u r a n ile ile söz ederdi.
İk i dirhem, p a ra dah i b irik tirm iş değildi. S u lta n ların bile (d o ğ ru ol
m ayan) sözlerini en şiddetli b ir şekilde yüzlerine v u ru rd u . H a ttâ bu
d a v ra n ışla rın d a n ve sözlerinden dolayı ö ld ü rü lm ek d ah i istenm işti. Ar
k adaşım B edr el-H abeşî (bk. s. 130-131) yi onu n la K u rtu b a d a ben ta-
m ştırd ım (309).
h. 596 = m . 1199-1200 .nenesi (309-") :
İb n 'ü l-a ra b î b u yıl iik defâ o lara k ve belki de Iıacc m aksadıyla
M ekke'ye geliyor ve o rad a K a ssâ r (310) isim.li b ir şahısla so h b et edi
y or (311). (ayr. bk. b r. not. 343). Şim diden h a tırla tm a k icâb e d e r ki
b u ta rih İb n ’ü l-arab î’n in M ekkeye yapm ış olduğu ilk se y ah attir. Yine bu
tarih , onun h a y â tın d ak i üçüncü safhayı teşkil etm e k te d ir. M ekke şehri-
— 135 —
n in m erkez teşkil ettiğ i b u devre, h.602 (m .1205-1206) senesine k a d a r
devam etm e k te d ir ve I b n ’ül-arabî b u devre içinde otuzbeş - k ırk yaşla
r ın d a b u lu n m a k ta d ır.
O nun bu bölgeye yaptığı seyâhat sıra sın d a ise, E yyûbî H ânedânı
b irç o k o rta doğu m em leketlerinde h âk im durum daydı. M ısırda, şii-
ism âilî akidesine tâb i olup da m ilâdî onuncu a sırd a n b eri h ü k ü m sü
ren F âtım iler h ü k ü m sürm ekteydiler. Yeni k u ru lm a k ta olan E yyûbî
H â n e d â n ı ise, h. 567 (m . 1171) den b aşlıy arak F âtım îleri o rta d a n kal
d ırm ış ve o n ların yerini tu tm u ş tu r.
— 136 —
keye yaptığı bu ilk sey âh attan so n ra esas o larak ö m rü n ü n geri kalan-
yıllarını b ilhassa b u bölgelerde geçirm iş ve ölüm yılı olan 1240 sene^
sine k a d a r olan hay âtın d a, o zam an ların bâzı devlet a d a m la rı ve me-.
lik ’leriyle —ilerd e göreceğim iz gibi— tem âs k u rm u ş, b â z ılarm d an da
sitâyişle b ah setm iştir.
h. 596 (m . 1199-1200) M ekke’de, H arem -i Ş erif'de K a ssâ r isim li şej^b
ile tan ışıp ark a d a şlık e ttik te n sonra, ondan tasavvuf h ırk a s ı’nı giymiş^
tir./K îitekim Y ûsuf (yeni şeyh K assâr) dahi b u n u A bdülkâdir G ilâni (*)"■
den giym iştir (311*). H ırk a, pek tab iî o larak bildiğim iz h ırk a anlam ın
d a değildir. İ b n ’üi-arab î’nin kendi ifâdesijde sohbet ve ah lâ k m ânâsına
gelen bu sem bol (bk. not. 374), sûfîlerin dilinde çok n ıe şh û rd u r^ Şu
k a d a r v a r ki, b u m eseleye ilerde te k ra r tem a s ettiğim izde göreceğim iz
gibi. İb n ul-arabî b u «takvâ clbisesi»ni b ir defâ İbn-i Câm î (bk. not.;
309), b a şk a b ir defâ İb n eb i’l-Burzî (bk. not. 372) den giydiğini söy
lerken (bk. b r. no t. 369-374) N iseb’ül-H ırak adlı b ir eserinde ise, a 5?nı
h ırk a'y ı h. 594 (m . 1197) senesi olaylarında zikrettiğim iz Şeyh Tem îm î
(bk. br. not. 264) nin ve b ir de Takıyeddin ibn ebi'l-B urzî (yk. b k .) nin
elinden giym iş olduğunu an latır. N itekim b u iki şeyh İb n u l-arab î’ye an
lattığ ın a göre, kendileri de tasavvuf h ırk a sın ı E b u ’l-feth el-M ahm ûdî'-
nin elinden g iym işlerdir (311**).
h. 597 = m . 1200-1201 senesi (312) :
İb n ul-arabî hacc farizasını ilk defâ b u sene edâ e ttik te n so n ra, ev
velâ E kim 1200’de (313) te k ra r M agribte ( = A frika’da) b u lu n u y o r
(314). D aha so n ra H aziran 1201 tarih in d e (315) m eşh u r hocası E bû
M edyen’in şehri olan B ecâye’de gö rü n m ek ted ir. K itâ b ’ül-Bâ adlı eserinde
— 138 —
B iraz önce, bu rû y â üzerine İ b n ’ü l-arab î’nin j^eniden seyâhata çık
tığını b e lirtm iştik . N itekim bu seyâhat F a s’a doğru yapılm ıştır. Ç ünki
M e rra k u ş'd a b u lu n d u ğ u sırada, şüphesiz ki 1201 E k im ’den so n ra (318)
^ e n d is i n e tecelli eden (ap açık g ö sterilen ) a rş a ltın d a k i âlem de »Haz-
î e t i  dem ’den ib âret» adım verdiği b ir h a z i n e görm üştür. Bu
«Âdem H azîneşi»nin a ltın d a (!) ise b ir çok «hazîneler» (!) daha m ev
c u tm u ş. İçinde çok güzel k u şla rın u çu ştu ğ u (!) b u hâzinelerde, en gü
zel sayılabilecek b ir kuş. M e rrak u ş'd an ayrılıp D oğudaki şeh irlere
(o ra d a birisiyle görüşm ek ü ze re ) gitm eği tavsiye etm iş. . İbn'ül-arabî,
o şah sın kim oldu ğ u n u sorunca, kendisine :
— F a s’daki M uham m ed el-H assâr; cevabı v erilm iştir. İ b n ’ül-arabî
dahî b u n a peki diyerek yola çıkm ış, nihâyet F a s’a geldiği zam an bu',
şahsı aram ış ve b u ld u k ta n sonra yine ayni sene yâni : 1201 de bu .şahıs
la so h b etleri b aşlam ış ve İb n 'ü l-a ra b î onu b e râ b e rin d e a la rak M ısıra,
k a d a r g ö tü rm ü ş tü r^ K endi ifâdesine bakılacak o lu rsa el-H assâr isim li
a rk a d a şı M ısırda vefât e tm iştir (319). Bu k a ja tla r bize şunu açıkça
g ö steriy o r ki İb n 'ü l-arab î, evvelâ E kim 1200 de Kuzey A frika'da b u lu n
d u k ta n sonra, Î201 senesinin H aziran ayında m eşh u r hocasının şehri,
olan Becâye'ye gelm iş ve o rad an ayrılıp M e rra k u ş’a geçm iştir ki, Mer-
ra k u ş 'a gelişi b u d u ru m a göre 1201 H aziran d an so n ra olm ak icab edi
yor. M e rra k u ş’da gördüğü b u rûyâ üzerine de F as'a gidiyor ve o ra d a
E l-H assâr iie konuşuyor; b u n u ta k îb ed erek so n ra M ısıra h a re k e t edi-
3'or. M ısıra gelm esi de herh ald e 1201 senesinin son ay ların a isâb et eder.,
N ihâyet İb n 'ü l-a ra b î b u n d a n so n ra h. 597-598 (m . 1200-1202) yıl
la rın d a M e rra k u ş’da son b ir defâ daha b u lu n acak ve b u ra la ra b ir daha,
dönm eyecektir (bk. ilerde 1201-1202 yılı),
h. 598 = m . Î20 M 2 0 2 senesi (320) :
B unu tâk îb eden 1201-1202 senesinde ise, onun M ekke'den ayrılıp-
te k ra r T u nus'a geldiğine şa h it oluj^oruz; b u ra d a a lâk a çeken b ir k ay ıt
la karşılaşm aktayız.Ç İbn’ül-arabî'ye göre Allah, K âbenin içine b ir hazî
ne k oym uştur. Hz. Pe 3/gam ber b u n u çık arıp (in sa n la ra ) n afak a olarak,
dağ ıtm ak istem işti. O ndan sonra Hz. Ö m er dahî b u «hazîne»yi ç ık a r
m ak istem iş fa k a t Hz. Peygam bere olan h ü rm e tin d e n dolayı bun d an
vaz geçm işti. B u hazîne kendi zam an ın a k a d a r hâlâ da o rad a, yerinde
im iş. İb n ’ül-arabî b u n d a n sonra; b u K âbe'den a ltu n ’d an b ir l e v h a
(318) H icrî olarak 597’de. F ak at b u rad a hangi ayda olduğu zikredilm iş değildir.
Ö19) F u tû h â t, c. 2, s. 4S3 (14-24): B u rad a h. 597 tarih i zik red ilm iştir. Bbu'l-Abbâs;
el-H assâr seklinde zikredilen şahıs da belki ayni kim sedir, Bk. F u tû h â t, c. 3,.
s. 38 (12) ve ayr. c. 4, s. 82 (4)
<320) Tam olarak E kim 1201 - Ağustos 1202 arasm d a.
— 139 —
'çıkarılıp, kendisine su n u ld u ğ u n u söylem ekte ve o sıra d a 1202 senesin
d e T u n u s’ta b u lu n d u ğ u n u ifâde e tm ek ted ir. B u «levha» üzerinde bil
m ediği b ir kalem le b irşey ler yazılı im iş ki, b u da kendisiyle Allah a ra
sın d a gizli olan b ir sebepten dolayı im iş. S onra İb n ul-arabî b u levha
n ın eski yerine gönderilm esini Hz. Peygam bere olan saygısından dola
yı, A llah’ta n istem iştir. Çünki diyor Î b n ’ül-arabî, şâyet b u n u in sa n la ra
ç ık a rıp (göstereydim ) o n ların a ra sın d a k ö r b ir fitn e çık ardı^(321).
B undan so n ra İ b n ’ül-arabî, M ısırda (K âh ired e) el-Hayyât ve b ir
de el-îşbilî ile karşılaşıyor, ki b u ra d a k i H ayyât, o n u n eski b ir d o stu
d u r (bk. br. h. 579 senesi) K ahireden K u d u s’e geçen Îb n 'ü l-a ra b î b u ra
d a n yaya o lara k M ekke'ye doğru yola çıkıyor (322). N ihâyet b u sıra d a
h e r h ald e 1202 de «m akâm -ı İb râh îm » im âm ı olan Z âhir el-İsfehânî
•ile tan ışıy o r ve H akim T irm îzî’nin k ü llîy ât'm ı yani b ü tü n eserlerini
o n d a n okuyor. İb n u l-a rab î’nin M ekkeye erişm esi ise 28-31 ağustos 1202
ta rih id ir (323). İ b n ’ül-arabî b u sıra la rd a otuz yedi y a şın d ad ır ve b ir
önceki sene içinde onun M ekkede b u lu n d u ğ u n u da gö rm ü ştü k . Îbn'ül-
a ra b î b u sene dahî b iraz önce zikrettiğim iz gibi M ekkeye geliyor, fa k a t
b u seferki gelişi K udus üzerinden oluyor. K endisi b u yıl, yâni E kim
1201 - A ğustos 1202 ( = h. 598) içinde h a c c ’a niyyet ettiği sıra d a d o stu
A bdülcebbâr ez-Zekî'ye İn şâ'üd-devâir adlı eserin i im lâ etm iş ve gerek
b u n u ve gerekse diğer bâzı eserlerini tam a m la m a k üzere b erâ b e rin d e
a lıp ayni sene içinde R-lekke’ye g ö tü rm ü ştü r (324). B u son nokta, ise
E l-F ü tû h â t’ül-M ekkiyye’n in h icrî 598 (m . 1201-1202) den so n ra yazKİ-
m ağa başladığını isb â t etm eye kâfi gelir.
h. 599 = m . 1202-1203 senesi (325) :
İb n ’ül-arabî b u sıra la rd a da M ekke’de görülüyor k i b u n u o rad a
gö rd ü ğ ü b ir rû y â dolayısıyla söylem ektedir (326). B u şehirde îbn-1
V ahşî isim li b ir şahısla e n teresan b ir k onuşm a yapan Îb n 'ü l-arab î,
o n d a n şu, hikâyeyi n ak led iy o r : '
«... (B ir gün) A/lısır ülkesine (erişm e k ) isteyerek C idde’den deni
ze açıldım . S u ları y a ra rk e n b ir gece deniz o rta sın d a sey rettik (O sıra
d a ) gem idekiler uyum uş sâdece gemiyi id are eden şahıs ( = k a p ta n )
a y a k ta kalm ıştı. B irden gem ide b u lu n a n la rd a n b ir şahıs h âcet görm ek
iste rk e n a y a k la n kayıp denize düşm üş ve dalgalar onu alm ış (götür-
— 140 —
;müş) idi. K a p ta n susm uş ve sesini çık arm am ıştı. R üzgâr güzel (ve y u
m u şa k ) idi. K ap tan , ad am suyun ü stü n e çıkıp gem iye girinceye k a d a r
(b u n la rı hiç) fark etm ed i. (O sıra d a ) bü y ü k b ir kuş (denize düşen)
a d a m la k o n u ştu . (A dam )) gem iye erişince kuş u ç tu ve seren direğin
den ince d irek üzerine indi ve so n ra (k a p ta n ) b u k u şu n b ir şeyler
söylerm iş gibi, gagasını adam ın kulağına uzattığ ın ı gördü. S onra kuş,
te k r a r u çu p gitti. F a k a t k a p ta n o sıra d a b u hâdiseyi g ördüğü halde hiç
b ir şey söylem em iş, sesini çık arm am ıştı. N ihâyet gündüzün b aşk a b ir
v a k tin d e ad am ı alıp ik râ m etm iş ve kendisinden h ayır duâ istem işti.
B u n u n üzerin eadam cağız k a p ta n a :
— Ben, k en d ilerinden (h ay ır) d u â istenilen (erm iş) kim selerden
•değilim! deyince k a p ta n da :
— (F a k a t) )se n i ve b aşın d an geçenleri gördüm diye cevap verdi.
A dam :
—^^/Kardeşim dedi, iş senin zannettiğin gibi değil. B en denize d ü ş
tüğüm ve d alg alar beni alıp (sü rü k led iğ i) zam an m ahvolm ak (boğul
m a k ) ) üzere idim . Sizden yard ım istem enin b ir faydası olm adığım da
a n la d ım ve k a d e r e ’ e teslim o lara k »Yüce ve B ilen A llahın tak-
d îri bu!» (bk. K u r'â n V I/9 6 ) âyetini ok u d u m ve fa rk ın a v ard ım ki, o
sıra d a b ir kuş beni yakaladı ve d alg alar a ra sın d an k ald ırd ı. (S o n ra )
se n in de g ördüğün gibi, b en i gem iye sokuncaya k a d a r deniz d alg aları
n ın ü stü n d e taşıdı. A llahın (b u ) işine h a y re t ederek k u ş'a b a k a k a l
d ım ve (kendi kendim e) : «Acaba Allahın, ben im k u rtu lu ş sebebim o la
ra k jfarattığı b u «kuş» k im d ir? derken, kuş, — senin de g ördüğün gibi—
d ire ğ in ü stü n d e n gagasını kulağım a u zatıp :
— Ben, «Yüce ve Bilen A llahın T akdiri B udur» âyetinden ib âretim .
B u (ây et) ile isim len d irild im dedi. İşte b u k u ş’u n adı, b u âyettir.
S o n ra İb n ui-arabî, îbn-i V ahşî isim li şa h ıstan n ak lettiğ i b u fık ra d an
d a b ir netice çık arıy o r ve A llahın «kelime» lerden m elekleri y a ra ttığ m ı
v e b u gibi «kelim eler»in de b ir tak ım m eleklere i s i m olduğunu
söyIüyor^(327).
Ş u n o k ta la n önem le b e lirtm ek icâb ed er ki; İbn-i V ahşî’den n a k
ledilen b u fa n ta stik tasvire benzeyen şeylere îb n u l-arab î'n in diğer ki
ta p la rın d a da ra stla n m a k ta d ır. B ir defâ d ah a h a tırla ta lım ki, b u ra d a
zikredilen h âdise İb n u l-arabî'nin b a şın d a n geçm iş birşey olm ayıp, sâ
d ece n ak ilden ib â re ttir.
<327) F ııtû h ât, c. 2, s. 712 (28-37) - 713 (1-5). Bu zatın tam adı A bdülkerim b. V ahşî
e]-M ısrî'dir. Bk. g ö st. yer.
— 141 —
İb n u!-arabî’niıı b u n u bize a n la tm a k ta n m ak sad ı ise iki noktada»
to p la n m a k ta d ır : B irincisi «kadere razı olm ak», İkincisi de «m eleklerin'
k e l i m e ’lerden y a ratılm ış olm ası» kejffij^etidir. Onun biyografisi-
n i süsleyen b u gibi o layları şim dilik b ir y an a b ıra k a lım ve yine b u sene;
içinde vâkî olm uş olan diğer hâdiselere geçelim .
İb n ul-arabî Eylül 1202-Temmuz 1203 ta rih le ri a ra sın d a yani h.599’da:
M ekke'de b u lu n d u ğ u n u birk aç defa z ik re tm iştir ki, b u n la r biraz aşağı
da gösterilecektir. İb n u l-a ra b î b u ta rih te K abenin «Yem en Köşesi»n-
d e Hz. Peygam berin am cası Hz. A bbâs'm zü rriy etin d en olan Ş erîf Ce-
m âleddîn (328) den naklen H erevi’n in D erecât’ü t-tâib în adlı kitabını:
o k u m u ştu r (329). Kezâ ayni sene içinde M ekke’deki M escid ul-harâm
m üezzinliğini j^apan K abbâb (3 3 0 )'d an şöyle b ir şey d inlem iştir:
«K eyravanlı b ir adam , hacca niyet etm iş fa k a t k a ra v'eya deniz’dero
g itm ek h u sû su n d a te re d d ü t e tm iştir. B u zât, bâzen k a ra d a n bazen d a '
denizden seyâhat etm eği tercih eder oluyorm uş. N ihâyet e rtesi gün,
yolda rastlay acağ ı ilk kim senin fik rin i sorm ağa k a ra r verm iş fa k a t
rastlad ığ ı bu ilk şahıs da tesâdüfen b ir yahudî im iş. Y ahudi böyle b ir
suâl k arşısında, K u r'â n d a «kara» ve «deniz» kelim elerinin geçtiği b ir
âj-eti zikrederek (bk. K u r'â n X /2 2 ), b u âyetde evvelâ «kara» so n ra «de
niz» kelim elerinin zıkredildiğine d ik k a ti çekerek, k a ra d a n g itm enin d a
ha hayırlı olacağı h ü k m ü n ü ç ık a rm ıştır. K ayravanh zât dah î b u n u ka-
bûl ederek k a ra d a n seyâhat etm iş ve gûyâ b u şekilde, tah m in e ttiğ in
den de çok h a y ır g ö rm ü ştü r» (331).
B u son fık ra d a n çıkabilecek m â n â la r şu n la rd ır; Evvelâ, mâlûm^
olduğu üzere İb n ’ül-arabî çok seyâhat etm iş b ir kim sed ir ve b u seya
h a tle r hem devam lı hem de sür'atU o lm ak la b erâb er, çoğu zam an k a ra
dan yapılm ış olm alıdır. B unu doğrulayan b a şk a b ir husus da şudur;;
İ b n ’ül-arabî, böyle b ir «m akâm »ı k a b û l etm eyen Gazzali'yi de te n k it
etm ek ted ir. (132). D iğer ta ra fta n b ir m ü slü m an ın son derece k u tsal b i r
vazife olan hac farizasını ifâ etm ek h u sû su n d a b ir y a h u d i’nin fik rin i
dahî kabûl etm esi, doğru yolu gösterdiği ta k d ird e o nların fik rin i ta s
d ik etm esi üzerinde d u ru lm ası gereken b ir m ü sâ m a h a ve açık fik irli
lik örneği teşkil etm ez m i?
(328) Tam adıyla; Ş erif Cem âleddin İbn-i Y ahyâ ibn-i ebî-!-Hüseyin. Bu zat Şej'h Kas-
s â r’dan ibarettii". Bk. b r. not. 311*
(329) E l-E m r’ül-müht;csın, (Ayasofj^a, 2063 vr. 42 a - b. b u Tcayıt Feyzullah E f. 211?'
34 a - b'\'e (esâdüf etm esi gerektiği E I-E m r’ül-iîiuhkem ’in diğer n ü sh asın d a m ev
cut değildir.
13301ı Tam adıyla; M uham m ed ibn-i M usa el-K urtubî el-Kabbâb, Bk. n o t 331
(331) F ııtûbât, c. 2, s. 291 (I3-vd.)
— 142 —
B iraz önce ism ini andığım ız K abbâb h ak k ın d a da îb n ul-arabî ay
r ıc a şu n la rı ilâve ediyor: B u zât K u rtu b alıd ır ve F as’lı b ir şeyh olan
İ b n H ârezm ’in tale b esid ir (154) K abbâb isim li b u zât, M ekke h a
rem in d ek i m în â red e ezan o kurm uş. (K rş.yk.) İb n ul-arabîye göre b u
şa h sın yediği şeyler, k o k u su n d a n eziyet duyulacak gibi, yâni p is k o k u
lu b ir yem ekm iş. Hz. P eygam ber'den rivâyet edilen b ir h a b e r'e göre d i
yor İb n'ül-arabî, soğan, sarm ısak ve p ra s a gibi şeylerin k o k u su ile ibâ-
detlıânelere gelm ek y asak tır. Çünki, in sa n la rın eziyet duyduğu şeyler
den m elekler d ah i eziyet duyarlar.
İb n ul-arabî b u «habeı:»e d a y a n ara k yem ekleri pis ko k an b u zata
böyle b ir yem eği ib âd eth ân ed en u z a k laştırm asın ı söylem eğe k a ra r ver
m iş ve so n ra uykuya y atm ıştır. F a k a t o gece İb n 'ü l-a ra b î rü y asın d a
(C enâb’ı) H a k k 'ı görm üş ve rû y âd a iken kendisine şöylece h itâ b edil
m iştir:
— «Ona yem ekten (sa k ın ) bahsetm e! Çünki, o yem eğin bizim in-
.<iimizdeki kokusu, sizin indinizdeki gibi değildir!
S ab ah olunca diyor İb n 'ü l-arab î, b u zât h er zam an yaptığı gibi
b an a geldi, b en de o n a rû y âm ı a n la ttım . F a k a t b u n u n üzerinde adam ın
gözleri yaşlandı ve A llah şü k re tm e k üzere secdeye k ap an d ı, sonra:
— E fendim , h e r şeye rağm en dînim ize saygı (g ö sterm ek ) daha h a
y ırlıd ır diyerek... o p is kokulu yem eği kendiliğinden m escidten uzak
la ştırd ı. (334).
T asavvufta şâ h it olduğum uz terb iy e ve nezâket ölçüleri için diğer
b ir ö rn ek de işte b u d u r. Y âni İb n 'ü l-arab î, b u z â tın fenâ k o k u lu yem e
ğinin, b irç o k kim seleri râh atsız ettiğ in i kendisine h a tırla tm a ğ a k a ra r
v erm iştir, fa k a t o n u n kalb in i k ırm a d a n böyle b ir şeyi söylem ekteki
■güçlük, b ir ta ra fta n İb n 'ü l-a ra b î’n in h a re k e tin d e k i incelik, diğer ta ra f
t a n d a o z â tın b u n a gösterdiği anlayış sayesinde o rta d a n k alkıyor ve kalp
k ırm aksızm b ir şeyin yapılm ası u sû lü o rta y a konuyor.
Yine ayni sene (h.599 = m .l202-1203)’de İb n ’ül-arabî K adı el-İsken-
d e rî’den (335) iki tü rlü k itap b u lu n d u ğ u n a d a ir b ir söz n a k le tm e k te
d ir ki, aşağıda îzâh edeceğim iz gibi b u h u su s d ah a çok «dînî» m âh iy et
te k i k ita p la ra bağlandığını ve o n ların dışında k alan «fikir» kitap ları-
— 143 —
nın u y d u r m a e serler o lara k kabûl ettiğini g ö sterm ek ted ir. Adî
geçen el-İskenderî gûyâ o s ıra la rd a ölm üş b u lu n a n «sâlih» b ir zâtı rû -
yâsm da görm üş ve bu zât İs k e n d e riy e iki çeşit kitap bulunduğunu,,
b u n lard a n b ir k ısm ının m e v z û (yani vaz'edilm iş, so n ra d a n uy
d u ru lm u ş) k ita p la r, diğerlerinin de m e r f û (yani ra f'e d ilm iş = j'ü k -
sek) eserler olduğunu söylem iş ki, «mevzû kitap lar» d an m ak sad ’
f i k i r ( = felsefe) k ita p la rı, «m erfû kitap lar» dan m ak sad h a d i s ,
k ita p la rı im iş (336). Bu sonuncu fıkrayı İb n 'ü l-a ra b î’n in felsefe k ita p
la rı k a rşısın d a k i dav ran ışm a açık b ir işâ re t telâk k i etm ek inüm kündür..
Z âten şim diye k a d a r b u n u destekleyecek b irço k n o k ta la n zam an zam an
gösterm iş olduğum uz gibi, ayni konuya onun felsefesini yazark en de-
tem âs edeceğiz. Ayni sene, yani m .l202— 1203/H icrî 599'da sâlih b ir z â t
olan S adefî (337) İb n 'ü l-a ra b î'd en G azzâlî’nin İh y â y ulûn îd-dîn adlı,
eserini o k u m u ştu r ki, ib n 'ül-arabî bu hâdiseyi, h.599'da M ekke’de hz.
Peygam beri rû y âsm d a görm esi vesilesiyle z ik re tm iştir (338). M ekke’de-
b ulunduğu b u ta rih te garip o laylardan b ir tân esi şu dur.
(İb n 'ü l-a ra b î, m e şh u r ab b âsî halîfesi H â ru n al-raşîd'in (ölm . m . 809)
in oğlu A hm ed el-Sebtî’n in r u h ’û n u n K âbeyi tav âf ettiğini görm üştür..
Sebtî, «iştiyâk» sah ib i olup, «el-Sebtî» nisbesiyle an ılm a k ta d ır. (339)..
F u tû h â td a an latıld ığ ın a b a k ılırsa S eb tî’n in rû h u , «şüphe götürm ez b ir
şekilde» ( = b i l â şekk) tecessüd etm iş yani m ad d î b ir şekilde İb n 'ü l-a ra
b î ta ra fın d a n g ö rü lm ü ştü r. B u hâdise b ir cum â günü, n am azd an s o n ra
o lm u ştu r. Şöyle ki: Ahm ed el-Sebtî’nin rû h u o sıra d a K âbeyi tav âf edi
y o rm u ş ve İb n 'ü l-a ra b î o n a b irşey ler sorm uş ve b u rû h d a n da cevâp-
alm ıştır. M üellif şöyle ilâve ediyor:
Tavâf sırasın d a, tıp k ı C ebrâil'in b ir â râ b î sû retin d e, (Hz. Peygam
b ere tecessüd edişi, g ö rü n ü şü g ib i), E l-S ebtî’nin de rû h u b a n a teces
süd etti.J (340)
B u ra d a dikkatim izi çekm esi gereken n o k ta şu d u r: H atırlanacalc
o lursa, ru h la rla sohbet etm ek m eselesi İb n 'ü l-a ra b î’nin b a şın a ilk defâ
(336) F u tû h â t, c. 3, s. 77 (24-27)
(337) Tarn adıyla: M uham m ed ibn-i H âlid el-Sadefî el-TiIim sânî. bk. 338
(338) F u tû h ât, c. 4, s. 609 (24 vd.) B ed r el-Habeşî, b u zat h ak kın d a İb n-ül-arabî’ye-
bazı .şeyler an la tm ıştır. Bk. F u tû h â t c. 2, s. 202 (25)
(339) B u «nisbe» nin Sebte (C euta) şehri ile hiç b ir alâk ası y o k tu r. Ayrıca onu Mer-
rakeşli b ir şeyh o lan E b u ’l-Abbâs el-Şebtî ile k a n ştırm a m a h d ır. B u n isbe,
Yevm’üs-sebt yani C um artesi gününden tü re tilm iştir. Ç ünki b u zât a ltı gün ibâ--
d et edip oruç tu ta rm ış ve yedinci yâni «cum artesi» ( = S ebt) günü ise çalışa
ra k altı günİ-ük ‘n zk raı tem in ederm iş.
(34Q) F u tû h â t, c. 1, s. 668 (31-37) - 669 ( Î 4 ) ; ayni hâd ise için b k . F u tû h â t, c. 2, s. 17?
(16-18) ve ayr. c. 4, s. 12 (33-37) - 13 (1-17 vd.)
__1 ^ 4 ___
gelm iş birşey değiidir.^N itekim b ir hocası m ez arlık tak i ru h la r ile ko
n u ştu ğ u gibi (s.85), b u n a ilâveten aynı keyfiyetde b a şk a olay lar gösterm ek
m ü m k ü n d ü r. B u a ra d a ayrıca işâ re t edilm esi çok önem li b ir n o k ta daha
v a rd ır ki, o da t e n a s ü h (= m e fe m p sy c h o se ) yani ru h la rın be
den değiştirm esi m eselesinden ib â re ttir. F a k a t İbn ü l-arab î böyle b ir
nazariyyeyi katiyyen k a b û l etm ez ve b u n a in an a n ların yanıldığını ve h a tâ
işlediklerini, çünki, o n ların b u görüşe felsefe yoluyla vâsıl old u k ların ı
söyler. Ü stelik böyle dü şü n en ler a ra sın d a «ölüm den so n ra dirilm e»
m eselesini in k â r e d en ler de İb n ’ü l-arab i’ye göre k â fir’d ir (341), Şu halde
İbn ü l-arab î ye göre « ruhların tecessüdü» yani m ad d î b ir şekilde görül
m eleri b ir t e n â s u h değildir.) N itekim ru h la rın tecessüdü h ak
kın d a ş i i r halin d e şöyle dem ektedir:
(R u h lar) a ra sın d a b an a yeryüzünde tecessüd edenler v a rd ır
Ve o n la r a ra sın d a b an a h avada tecessüd edenler var,
Ve o n la r a ra sın d a b an a neredeysek orada tecessüd edenler var,
Ve o n la r a ra sın d a b a n a sem âda tecessüd edenler vard ır.
B u beyitleri, b irb irin d e n a y r ı ru h la rın tecessüdü kon u su n d a
yazdığını b ild ire n İbnül-arabî, Peygam berlerin, M eleklei'in, Sâlihlerin,
S ah âb îlerin vs.nin ru h la rın ın t e c e s s ü d edişini g ö r d ü ğ ü -
n ü (!) de söylem ektedir. İşte diyor İbnül-arabî, belli b ir m â n â,
h issî b ir şekilde tecellî edince, r u h da ona, b u cesed'in şeklinde tâ-
bî olur. Ç ünki ru h la r, cisim leri z â t î ‘ b ir şekilde iste rle r (342).
İb n ü l-a ra b ı'n in b a şın d a n geçen bu h âd isen in benzeri b ir ark ad aşı
için dah î vâkî o lm u ştu r. Şöyle ki; YCmus ibn-i Y ahyâ (343) h icrî 599
(= m .l2 0 2 — 1203) senesinde M ekke’deki m eşh u r sûfî Zün-nûn el-Mısrî
(ölm . m .868)'nin rû h u n u n K âbeyi tav âf ed erk en a ş k ile ağladı
ğını görd ü ğ ü n ü (!) İbnül-arabî'ye a n la tm ıştır. (344).
h. 600 = m. 1203 ~ 1204 sene.si (345)
— 145 —
F : 10
m eşguldür. R uh'üi-K uds ve b ir de T âc’ür-R esâil ad ın d ak i eserleri (346)
B ilindiği gibi b u k ita p la rd a n b irin cisi olan R u h u l-K u d s ad ın d a k i ese
rin in b ilhassa ikinci y a n s ın d a İb n ’ül-arabî kendi h ay âtın d a tam m ış ol
duğu ark ad aş, hoca vs. gibi kim seleri te k e r teker a n la tm ıştır. B u eser
den önce yazılm ış olan ve ayni m âh iy ettek i diğer b ir eseri de el-D ürret’-
ül-fâh!re adını taşım a k tad ır.
İb nül-arabî F ü tû h â t adlı büyük eserinde h.599 veyâ 600 senesinde
yani Ejdül 1202— T em m uz 1204 ta rih le ri a ra sın d ak i b ir zam anda, M ek
k e ’de çok acâib şeylerin vu k û a geldiğinden b ahsediyor ve b u n u n kesin
ta rih in i h a tırla m a d ığ ın ı çü n k i hâdiseyi hem en n o t etm ediğini, a ra d a n
jdrm iyedi sene geçtikten so n ra yani h.627/rn.]229 senesinde kaydettiğim
söylüyor. (347). İşte o s ıra la rd a diyor îb n ü l-arab î gökdeki yıldızlar, '
ço k lu k ların d an dolayı tıp k ı b ir ateşin kıvılcım ları gibi, b irb irin e k a rış
m ış, gözleri önünde şekil değiştirm iş (tahavvül e tm iş) dir. B u h âd ise
n in büyük b ir şeye delâlet ettiğine k a n a a t g etirm işler ve n ite k im az
zam an geçm iş ki, Y em en'den h a b e r gelm iş ve o rad a (b u gök hâd isesi
n in cereyân ettiğ i güne tesâd ü f ettiği v ak itd e) b ü y ü k bir h â d ise
n in vukûa geldiğini öğrenm işlerdi. Gûyâ Y em en’de tu ty â 'y a benzeyen
('?) ve to p ra k la (k a rışık ) b ir rü zg â r çıkm ış ve to zla r b in ek h a y v a n la n
sevij'esine k a d a r yeryüzünü k aplam ıştı. Ahâli b u n d a n çok k o rk m u ş ve
gökyüzü öylesine k a ra rm ış ki, in sa n la r gündüz v a k ti olduğu halde, yol
la rd a (ö n lerin i görebilm ek için) fen erlerle yürüyorm uş. (B eyaz) toz
b u lu tla n , güneşle arz a ra sın a j'^erleşmiş ve denizden b ü y ü k g ü rü ltü le r
gelm işti (348).
Kezâ bu ta rih d e ikinci büyük b ir felâk et d ah a olm uş, Tâif şe h rin
de k o rk u n ç b ir vebâ salgını b aş gösterip h e r şeyi m ahvetm işti. 1203 se
nesinin 16 M artın d an ayni senenin M ayıs ayına k a d a r T âifde devâm
eden (349) vebâ salgınında, h a sta lık h er şeyi m ahvetm iş ve şehirdeki-'j
1er kaçtığı için, T â'if bom boş kalm ış. H astalığa tu tu la n la r beş gün için
de ölüp gidiyor, beş günü a tla ta n la r ise k u rtu lu y o rm u ş. B u sebeble
İb n ü l-arab î ye göre M ekke şehri T âif'den k açan larla dolm uş ve Tâif
şe h ri bom boş kalm ış, h a ttâ şeh rin k a p ıla rı bile açık b ıra k ılm ıştır.
(350). M ekke şehrinde vukîı b u lan fa k a t kesin ta rih le ri belli olm ayan
d iğer h âd iseler de şu n la rd ır;
(346) R ûlı’ü!-Kuds, (’K alet E f. 812); En son v a ra k ta b u eserin lı. 600 R eb î’ul-evvel
(m . K asım 1203) târih in d e yazıldığı biid irilm ek ted ir. F u tû lıâ t c. 2, s. 498 ayr.-
T âc’ür-resail için bk, br. n o t. 358
(347) Demek k i F u tû lıâtın c. 2, s. 498 bölü m leri lı. 627 ( = m . 1229 da yazılm aktaydı.
(348) F u tû h â t c. 2, s. 498 (21 vd.)
049) H icrî olarak 599 senesinin Receb b a şla rın d a n R am azan’a k a d ar
(350) F u îû h ât, c. 2, s. 498 (31-37)
— 146 —
İbnül-arabî Mekke’de bilh assa derîn b ir dînî heyecan içindedir ve
meselâ birçok defâlar işâret ettiğimiz gibi, bm'ada da Hazret-i Pej’^gam-
beri rûyâsmda görmektedir. B u rûyâ ise K a b e 'n in ziyâreti ile alâkalı
dır. İbnül-arabî'ye hitâben Hz. Peygam ber şöyle diyor;
— Ey b u ra d a otu ran lar! H angi v ak it o lu rsa olsun, burayı ziyârete
gelen kim selere m an î olmaymız! S abah veyâ akşam , n e zam an olu rsa
olsun, sakm m ânî olm aym ! (351).
Yine b u ra d a Hz. Pej^gamberin kızı Hz. Fâtım ayı rûjfâsm da gören
b ir zât, «ehl-i beyt» yâni Peygam ber sülâlesiyle ilgili b ir rûyâsm ı Ib-
n ü l-a rab î’ye a n la tm ıştır. Bu n ly â, M ekke ş e rifle rin in ahaliye yaptığı
('kötü) şeyler hakkındaydı. Rûj^âj^ı gören ve so n ra b u n u İbnül-arabî've
a n la tan ad am a Hz. Fâtım a, b u rû y âd a s ırt çevirm iş (k ü sk ü n lü k gös
te rm iş) idi. B u n u n sebebini so ru n ca da Hz. F âtım a:
— Sen ş e r i f ' lerin aleyhinde konu şu y o rsu n deyince adaiD
da:
— E fendim , o n ların ahâliye neler yaptığını görm üyor m usunuz?
diye k a rşıh k verm iş. Hz. F âtm ıa da:
— O nlar Peygam ber soyundan değil mi, diye so rm u ş. Adam d a bu
n u n üzerine hem en tövbe etm iş ve tövbesi üzerine de Hz. F âtım a ada
m ın yüzüne b akm ış (yani onu afvetm iş) idi. (352). Peygam ber âilesine
k a rşı saj'gı g österm ek îcâb ettiğine delâlet eden b u fık ra dahî İbn'ül-
a ra b î’n in ehî-i b e y t’e k a rşı d erin h ü rm e tin in işâ re ti olm.alıdır. B u fık
rayı a n lattığ ı yerde İbnül-arabî şu n ları sÖ3düyor; « ...K im ehl-i beyt'e
ih ân et ederse (bizzat) Allahın elçisine ih ân et etm iş say ılır...» (353).
İb n ’ül-arabî, H arem -i şerîf'd e ayrıca tasavvufî b ir m erteb e olan
ve sayıları d aim â yedi kişiden ib aret, ü stelik kendilerine ebdâl adı veri
len şah ısları g ördüğünü sönmemektedir. K endi ifâdesine göre İb n ü l-ara
bî bu Yedi Kişi (Yedi E b d âl) ile selâmlaşmziş idi (354).
Yine M ekke’de salih k ad ın la rd a n olan F â tjm a bîi-ît’üt-T âc'ı görm üş-
— 147 —
t ü . ^ ü y ü k b ir sa b ır tim sâli olan b u kad ın ı zâlim b a b a sı devam lı o la
ra k döver fa k a t o b u n u hissetm ez ve sadece k ırb a ç la rın sırtın a in e r
ken çıkardığı s e s 'leri duyardı: F âtım a isim li b u k ad ın k ırb a ç ses
lerin i ku lak larıy la duyar, fa k a t k ırb aç d arb elerin in acısını h issetm ed i
ğine kendisi bile şaşarm ış. N itek im İb n ü l-arab î'y e dahî aynı şekilde,
tasavvufa girdiği s ıra la rd a böyle birşey o lm uştu. İb n ü l-a ra b î’ye göre
acı duym am ak, A llâhın devâm lı o la ra k v erdiği b ir n îııiS d ı r 55).
‘(355) F u tû h â t c. 2, s. 531 (28-32); ayni hâd ise için bk. N etâic’ül-ezkâr (Feyzullalı ef.
2119) vr. 215 a. B u da g ö ste rir ki N etâic, h. 600’den so n ra yazılm ıştır.
(356) T am adıyla E bû A bdillâh iyluharamed ibn-i İsm ail ibn i E bis Sayf el-Yemenî,
Bk. not. 357 de Böst. yer. avr. F u tû h â t, c. 1, s. 796 ( 30)
-(357) F u tû h â t, e. 4, s. 328 (18-19)'
f<358) İ b n ’ül-arabî İVIekkede en son o larak h. 611 = m . 1214-1215 senesinde b u lu n m u ştu r.
(B k. ilerde h. 611 senesi). Bu d u ru m d a ise T ac’ür-R esâil adlı eserinin h. 611,
= m . 1214-1215’deıı önceki senelerden b irin d e yazılm ış olm ası îcâb eder. Z âten
eserin başm d a h. 600 ta rih i zikredilm iştir, bk. H alet ef. 245, vr. 222 a.
(<359) F u tû h â t, c. 1, s. 733 (20-23) - 734 (1 vd.)
— 148 —
h .6 0 î= m .l2 0 4 — 1205 senesi (360)
B u yıl İb n ü l-arab î M ekke, M edîne, M usul, B ağdad gibi şeh irlerd e
Sbulunm aktadır ve a rtık k ırk yaşındadır. Evvelâ M ekkede b u lu n d u k ta n
so n ra , (Hz. Peygam berin m ezarında tövbe edildiği ta k d ird e tövbeler
îkabul ed ilir) düşüncesiyle istiğ fâr etm iş, yani gelm iş geçm iş b ü tü n gü-
.n âh larm d an dolayı afv dilem iş, so n ra o rad a n a y rılm ıştır (361). B u ayrı-
iış ı ise h e rh a ld e y u k a r d a yani M usul’a d oğru olm alıdır. N itek im ayni
ta r ih te yani h.601 (m .1203-1204) senesinde İb n ü l-arab î'y i M usul’da g ö
rü y o ru z. (362). B u sıra d a İb n ’ül-arabî, «hocam » di}^e zik rettiğ i «hane-
:fi» b ir zât olan M u k rî (363) ile sohbet etm ektedir- E n te re sa n g ö rü n en
!bu> sohbeti nakletm em iz faydalı olacak tır: İbn ü l-arab î diyor ki, tavla
ve sa tra n ç gibi oyu n larla vakit geçirm ek A llaha ve Peygam bere isyan
dır. S a tra n ç h u sû su n d a ih tü â f v a rd ır fa k a t diyor Ib n ’ül-arabî, içinde
«ihtilâf» yani anlaşm azlık bulu n an ' şeylerden kendisini uzak tu tm a k
■itiyadlı b ir h a re k e t olur. S o n ra ilâve ediyor: « ...H e r neyle o lu rsa olsun,
ilcumar’d a n ve A llahın farz ettiği şeyleri yerine g etirm ek ten bizleri alı-
jkoj^an şeyleri 3^apm aktan m u tlâk a çekinm ek lâzım d ır...»
İ b n ’ül-arabî b u n u n la ilgili o lara k a n la tır ki, â lim ler a ra sın d a Al
la h ın d o stu olan kim seler san traç oynayanların yanına gelerek:
— Sizin ojm adığm ız b u heykelcikler (yani sa tra n ç ta ş la rı) ned ir?
Ş â y e t S a tra n ç o y nam ak helâl ise, heykelcikleri y a p a n k im seler gühâh-
i â r d ı r ve o halde m usav v ir (yani tasvir: resim , heykel vs. y a p a n la r)
îsm i o n lara da verilir.
B u n d an so n ra ayni m eseleyle ilgili o la ra k İb n ü l-arab î, b ira z önce
a d m ı andığım ız hocası M u k rî’nin b ir rû y âsm d a n bahsediyor: M ukrî
H z. Peygam beri rû y âsın d a görm üş ve Peygam beri|nize:
— S a n tra ç oynam ak h ak k ın d a ne dersin? diye so rm u ştu r.
Hz. P eygam ber ise:
— H elâldir! dem iştir.
— P ek i y a tavla?
— H aram dır!
— Peki ya gına (ta g a n n î = şa rk ı = m ü zik )?
— H elâld ir dem iş Peygam berim iz.
İbnül-arabî, h o casın d an n a k le ttiğ i b u görü şten sonra, b u z â tın esa-
— 149 —
sen «hanefî» m ezhebinden olduğunu da ilâve ediyor ve so n ra da k a ç m -
m am jz îcâb eden bâzı şeyleri sıralıyor: M eselâ, sözleri d oğru çıksa bile,,
kâh in leri tasd ik etm eyiniz (o n la ra in an m ay ın ız), yağm ur yıldızları.
( = anvâ) ile y ağm ur d u â sın d a n elinizden geldiği k a d a r sakının; ilm -i
n ü cû m (yani yıldızlara b ak ıp fa h a ç m a k )'d a n m u tlâ k o lara k kendinizi,
k o ru y u n ... (364).
Bilindiği gibi tav la veya sa tra n ç oynam ak zam an k ay bından dolayı
faydalı şe 3'ler değildir. N itekim b u h u su sd a bâzı h ad îsler de rivâyet..
edilm ektedir. D iğer ta ra fta n b â tıl sayılacak bâzı şeyler de v a rd ır ki,,
İb nül-arabî b u gibi şeylerin İslâm lığın rû h u n a uym adığına d ik k atim i
zi çekm ektedir. M eselâ istik b âle ait şeyler için kehânetde b u lu n an k im
seler b u n ların b aşın d a gelir ve o n lara «kâhin» j'âni «kehânet gösteren»-
ad ı verilir. K ahinlerin söylem iş olduğu şeylerin bazen doğru çıktığı da.
gö rü lm ek ted ir. F ak at İbnül-arabî'ye göre böyle olsa, dahî o n ların söz
lerine kat'iyyen in an m am ak lâzım dır.
J^'ine dînî b ir â d e t gibi görünen fa k a t hiç de İslâm î olm ayan bir-
inanç d ah a v a rd ır ki, bu da h alk a ra sın d a yaj/gın olan «yağm ur duâsı»-
dır. Böyle b ir şey dahî İb n ü l-a ra b î’ye göre b âtıl sayılır ve islâm lıkta.
b u n larm j^eri' y o k tu r^ H ele yıldız £ali adını verdiğim iz şey ise, b ü tü n
bu saydıklarım ızdan daha k ö tü d ü r. H alb û k î böyle b ir â d e t ta rih d e b ir
çok h ü k ü m d a rla rı etkilem iş, m eselâ y apılacak bir sefer veyâ önem li iş
için m üneccim ler ile istişâ re etm ek o z am an lar âd et olm u ştu r. İşte böy
le b ir şey de İb n ü l-a ra b î’n in işâ re t ettiği gibi m u tlâk olarak sakınılm ası:
gereken k ö tü b ir âd etdir.
Bu b ah is üzerinde d ah a fazla d u rm ay arak , şim di yine b. 601/m.-
1204— 1205 senesinin diğer olayla.rma geçelim:
İb n ’ül-arabî, b u -^ıl içinde M usulde b u lu n u rk en , b a b a sı N ekkârî
diye m eşh u r olan E b u ’l-H asan Ali ibn-l E b ll-F e th ile so h b et etm iştir.
(365). Yine b u ta rih d e ve ajm i şehirde bâzı a rk a d a şla rı için ş ii r le r yaz--
m ış (366) ve H alevî ile k a rşıla şm ıştır (367). İb n u l-a ra b î b u zâtın, in
sa n la rın en şereflisi ve zâ h id ’i olduğunu ve onun h.601/m . 1204— 1205-
de M usulde vefât ettiğini sö j'lem ektedir (368). Yine b u yıl, B ağ d ad 'ta
b u lu n u rk e n , İbn-i S ükeyne'den b ir hâdis d in lem iştir (368*).
(364) F utûhâf, c. 4,. s. 541 (32-37) - 542 (1 vd.). Ayni zât için b r. not. 362 de göst. y er
de bilgi vardır: Îbn 'ü l-arab î nucüm , csâsen astro n o m i dem ektir. İlm -i tencîm ise.:
astro lo ji karşılığıdır. İb n 'ü l-arab î b u ra d a iivrı-i n ü cû aı deyim ini k ullanm akla be
raber, kasdettiiji şev astro lo ii'd ir.
<365) F u tû h ât, c. 4, s. 547 (6-7)
(366) F u tû h ât, c, 2, s. 662 (27-29)
(Jâ?) Tam ad ıy la; R4ühe'zzibüddîn Sâbit. ibn-i A nîer eI-H aIe\î fbk. n o t. 36S)
(.-■68) •■utûhât, î, ı;. İ9 (26-28)
(368*) Kelâm 'ül-A bâdile (K öpililü K ip. 713) vr, 75 b. — B u zâlın îım adı şöj’led ir
A b d ü h eh h âb b. Alî b. Sükeyne
— 150 —
İ b n ’üK arabî’nin belki de bu yıl tanıdığı şeyhlerden b ir tânesi de
3bn-i C âm i'dir. (369). Ali el-M ütevvekkil (370) ile Şeyh K a d îb ’ül-bân
(3 7 1 )'m a rk a d a şla rın d a n olan İbn-i Câmi, esâsen M usul hâricin d ek i
'Muklâ adı verilen b ir yerde, b ir bahçe ( = b o s tâ n )'d a ik âm et ederdi.
T asavvufdâ terbiye ve so h b et anlam ını taşıyan h ırk a ’yı b u zata H ızır
bizzat (adı geçen m ah ald e) K adîb ul-bân’ın h u z u ru n d a giydirm iş ve o
■da ayni îu rk â ’yı İbn 'ü l-arab î'y e ayni yer ve ayni şekilde giydirm işti.
F ak at diyor İb n ’ül-arabî, ben b u h ırk â ’yı b u n d a n çok önceleri Şeyh'im
B urzî' (3 7 2 )’nin elinden giym iştim . B urzî ise bunu, M ısır’daki şeyhle
r in şeyhi İbn-i H am uye (373)’nin elinden giym iş; İbn-i H am m uj'e ve
onun ceddi ise b u n u bizzat h ızır’dan giym iş idi. İşte o zam .andan b e ri
b e n de b u «hırka»ya in an d ım ... fa k a t daha önceleri inanm azdım . N ite
kim diyor İb n 'ü l-â ra b î ben de b u h ırk a ja b a şk a kim selere g iy d ird im ...
;Bizim indim izde h ırk a: sohbet ve edeb (yani tasavvufî ark a d a şlık ve
rahlâk) den ib a re t olup, ona tak v a elbisesi ( = lib â s ’ut-takvâ) adı veri-
Ilir (374) ki, bu sözler ile onun diğer b ir eserinde «H ırka, an cak sohbet
've terb iy ed ir...» dem esi (374") ta m b ir uygunluk h alin d ed ir. Et-Tenez-
ızüiât'üî-m evsilîyye bu yıl, M usulde kalem e alın m ıştır, bk.n.466*).
'■(369) T am adıyla : Ali b. A bdiilâh b. Câmi. (bk. not. 374'de göst. yer.)
i(370) Bu zâtm ilm in e b aşk a b ir yerde henüz rastlayam adm ı.
‘(371) Tam ad ıy la: E bû A bdiliâh Kadib'ûJ-bân : F a tû h â t’da K adîb'ûl-bân deyim i b irk aç
defa geçer. Msl. bk. c. 1, s. 289 (34); ayr. c. 2, .‘5. 703 (36); ayr. c. 2, s. 371 (33) vs.
Bu zât E l-E m r’ıtî-M ulıkem 'de Ebû A bdiilâh K ndîb'ûl-bân el-Mevsilî şeklinde zikre-
.'Jiimişîir. bk. iy a so fy a ffl63, vr. 48 b.
'(372) Tam a d ıy la ; T akîyeddin A bdıırrahm ân b. Alî b. M eym ûn b. e b i’l-Burzî. (bk.
not, 374'de früst. yer.) B u r z kasabası b ir ipek m em lek eti •(= arz'u l-h arîr) im iş,
bl;. F ııtûhât, c. 4, s. 134 f37). İbn'ül-ai'abî b u zâtın M ısırlı olduğunu Ve K astalân î
nisbesiyie tanındığım soylem.ektedir, bk. F u tû h â t, c. 4, s. 524 (13-19) İb n 'ü l-arab î’ye
(■öre Burzî, şeyh E b;ı'r-R ebî cI-Mâlikî (kalın K ile) ed-D arîr h ak k ın d a bilgi v e r
m iştir. (güst. yer.)
Sevh E b u ’r-Rebi câ-D arir ise F u tû h â t'd a zikredilm ektedir, bk. c. 1, s. 6Ö3
(28-.B); avr. e. 3, s, 562 (13-15)- E b u ’i-Abbâr. ib n 'ü l-îrrîf el-Sanhâcî isim li zat o n u n
talebesidir,' bk. F u tû h â î, r. 1, s. 603 (32-33); avr. c, 2, s, 323 <15); c.2, s.355 (1);
ayr. c, 2, s. 362 (13); ayr. c. 3. s. 540 (14); c. 4, s. 608 (31); D iğer ta ra fta n E bû Ab-
dillâh el- K u reşi (ki bu zât İb n ’ü l-arabî’n in şeyhidir), d ah î Şeyh E bu'r-R ebî'nin
talebesidir, bk. F u tû h â t, c. 3, s. 552 (11-vd.); ayr. c. 4, s. 543 ( 23^37), B u son re-
feran s'd a el-K ureşî îb n 'ü l-a ra b î’n in şeyhi o larak gösterilm ek ted ir. Bu h u su sta
avr. bk. s, 162 n o t 431.
<373) Sevh S adreddin ib n H am m uve.
(374) F u tû h â t, c. 1, s, 208 (28-35);
<374*) N iseb’iU-hırak, (H acı M ahm ud ef, 2718) vr. 13 a
<375) T am o larak m. A ğustos 1205 - Tem m uz 1206 arası,
— 151 —
n in A ııadoluya ilk g e liş in i g ö ste rm e k ted ir ve ih tim âl ki, Îbn'ül-arabîi
M usulden ayrılm ayı ta k ib ed erek D iyarbakır y a k ın la rın d a k i D üneysir'
(367) den geçerek A nadolu içlerine k ^ d a r gitm iş (377), E rz u ru m , Sivas,.
M alatya, H a rra n (esk i U rfa) gibi şeh irlerd en geçerek (378) Eylül 12055
ta rih in d e K onya’da b u lu n m u ştu r. N itekim b u ta rih d e m eşh u r şeyh
E v h ad d ed d în K irm â n î'n in (ölm .h.635) «evinde (379) so h b et etm ektey
diler. (380). Kezâ aynı şehirde, K onya’d a ve yine; bu ta rih te (E ylül 1205i
civ arın d a) R isâlet’ül-E nvâr adlı eserini j^azmıştır (381). B rockelm ann biE
eserin h.606/m .l200'de yazıldığını söylerse de (bk. ,GAL, I, 574) bu id-
diâ, yan lıştır. (K rş. not. 381).
— 152 —
eözdeyiş halinde: «İyilik e t de, kim e olu rsa olsun..» dem ektedir. Yine
h u sene içinde 21 M ayıs 1206’da (383) K itâ b ’ül-Y akîn adlı eserini «mes-
-cid ul-yakîn» ad ın ı verdiği b ir yere (? ) izâfetle yazm ıştır. B u sıra d a ise
yan ın d a iki tân e a rk a d a şı vardı; B irisi Afîfeddîıı (384) diğeri Ziyâed-
d in (385). İşte b u iki ark a d a ş îb n u l-arab î’nin b u eserini bizzat
.kendisinden o k u m u şla rd ı (386). İb n ’ül-arabî b u sıra la rd a k ırk b ir yaş-
Llannda b u lu n u y o rd u . K onya'da ik âm et ettiğ i b u sıra d a «ebdâl»den ol
duğu an laşılan ve İra n 'lı b ir zât diye ta rif edilen « S âk it’ül-arş» (= G ö k -
■den D üşen) (387) a d ın d a b ir kim seyle İb n ’ü l-arabî g ö rü şm ü ştü r. (388)
J b n ul-arabî, yine F ü tû h â t'd a K onya’da b ir m e ş h e d esnâsında
İlâhî b ir şahıs diye tâ rif ettiğ i ayni zât ile g ö rü ştü ğ ü n ü söyler. Kezâ
.aj^ni eserde «tek b ir kişi» o la r a k ^ â r if ettiğ i ve «m akâm »ı (yâni; m er
teb esi) b a k ım ın d a n b u ism i aldığını söylediği ayni zât ile g ö rü ştü ğ ü n ü
"bildirm ektedir. B unun âyet'i K u r'â n d a k i «Ven-Necm'i izâ hevâ»- (bk.
K u r’an L I II /1 ) im iş. Şânı büyük, h âli yüce olup g örenlerin üzerinde
(b ü y ü k ) te sir b ır a k ır m ış ^ (389). Yine K onya'da — en erk en b u ta rih d e
o lm a k üzere— aslen İşbiliyeli olup İ b n ’ül-arabî ta ra fın d a n «E m ir'ül-
m ü ’m inîn» in k â tib i o lara k ta n ıtıla n A bdullah ibn-i A bdûn’dan rivâyet-
Je son derece fa n ta s tik b ir hikâye karşısındayız; (^ u y â bu zât İşbiliyye
do lay ların d a, ne b ü y ü k ne de küçük sayılan b ir h ay v an ’ı tek b ir bıçak
■darbesiyle, b a şım ve k u y ru ğ u n u k esm ek sû retiyle üçe bölm üş; b a ş kıs-
■mını üç k ard eşd en en büyüğü olan İbn-i A bdım yem ek sû retiy le h e r
han g i b ir ö ğ reticin in yard ım ı veyâ b ir k ita p m ü tâ le a sı olm aksızın a s t
ro n o m i ilm inde bilgi sâhibi o lm u ştu r. İbn-i A bd û n 'u n k a rd e şi Abdül-
m ecîd ise ayni haj'vanm o rta kısm ını yem iş ve ayni ş a rtla rla b u sefer
b o ta n ik (n e b â tâ t) ilm inde ve onun özelliklerinde vs. bilgi elde e tm iş
tir. İşte b u n u n oğlu olan hanefî b ir zât b u hikâyeyi İ b n ’ü l-arabî’ye
'K onya'da a n la tm ıştır. Ü çüncü k a rd e ş ise k u y ru k kısm ını yem ek su re
tiyle yer a ltın d a n su ç ık a rm a k bilgisini k a z a n m ıştır.)(390). İb n 'ü l-a ra b î
b u n la rı da k e râ m et m eselesi dolayısıyla a n latm ış olm akla b e râ b e r, bu
:ne\â hikây elerin ak lî veyâ İlm î —y a h u t da dînî— b ir ta ra fı yoktur.
— 153 —
h. 603 = m. 1206 — 1207 senesi (391)
Ib n ul-arabî b u ta rih d e yani Ağustos 1206 ile H aziran 1207 a ra sın
d ak i b ir zam an d a M ısır'da b u lu n m u ştu r. B u ra d a H a rîrî diye m e şh û r
olan şe 3'h ile (392) so h b et etm iştir. İb n ul İb n ’ül-arabî b u z â td a n «ar
kadaşım » dij'e b a h setm ek te ve o n d an Şeyh A bdullah K u ry âk î h a k k ın
da bâzı şeyler n a k le tm e k ted ir (393). (A ja'.bk.br.s. 91 ve not. 132''"'*).
.h, IJÛ4 = m. 1207 — 1208 senesi (394)
İb n ul-arabi b u sene içinde (belki de hacc m aksadıyla) M ekke'de
b u lu n d u ğ u n u söylem ektedir. N itekim m akâm -ı İb râ h îm im âm ı olan
el-Bezzâr isim li hocası (385) K âbenin «hacer-i esved» ta ra fın d a k i Ye
m en köşesinde b u sene içinde İbn ü l-arab î ye h ad îs rivayet etm ektey
di. (396). Şu h ald e b u ve b u n d a n önceki senelerde vâkî olan şeyâhat-
la rı göz önünde tu ta c a k o lu rsak İb n 'ü l-a ra b î’nin gerek h. 603, g erek se
604 senelerinde esas o lara k A nadolu'da kaldığını ve ancak hacc m ak sa
dıyla M ekke'ye gitm iş olduğunu ta h m in edebiliriz. B u d u ru m d a ise
onun M ekke'de b u lu n d u ğ u son ta rih Mayıs 1208 den daha so n ra değil
dir. Ü stelik p lâto n ik aşk şiirle rin in b u lu n d u ğ u Tercüm ân'üİ-eşvâk adlı
eserinin konusu b ir i 1 h â m o lara k kendisine h. 604 (m . 1207 —
1208) senesinde gelm iş ve İb n 'ü l-a ra b î ayni eseri an cak h icrî 614 yılın
da — yâni on yıl zarfın d a— M alatya'da b itirm iş tir (397). İb n 'ü l-a ra b î
esâsen b u ilhâm m h. 604 (m .1207— 1208)'de kendisine geldiğini söyle
diğine ve ayrıca kendisinin b u yıl M ekke'de b u lu n d u ğ u sâ b it olduğu
n a göre (398), T ercü m ân ’ül-eşvâk’m içindeki şiirlere ya. do ğ ru d an doğ--
— 154 —
.Tuva M ekke’de y â h u t da M ekke’ye giderken geçtiği şeh irlerd en b irin d e
başlam ış olm alıdır. Böyle b ir hükm e varm am ıza sebeb ise, onun m .1207
-— 1208 senesinde ilhârn geldiğinden bahsettiğim iz b u k ita b a keşin ola-
ırak nerede b aşlam ış olduğunu bizzat zikretm em iş olm asın d an dolayı
d ır. K itab ın b itişi ise, y u k arıd a söylediğim iz gibi an cak h.614 (m .
E kim 1217) senesinde M alatyada vâkî o lm uştur.
h. 605 — 606 — 607 = m . 1208 — 1211 y ılları a ra sı (399)
İb n ’ü l-a rab î’nin bu üç sene zarfın d a n ered e b u lu n d u ğ u kesin ola-
.rak belli değildir. A.ncak, b u n d a n önceki 1207 — 1208 senesinde onun
.-Mekke’de — hacc için— b u lu n d u ğ u n u ve b u n u tak îb eden 1207 —
1208 j’ilında da A nadoluda ikâm et ettiğini gö rm ü ştü k , (b k .b r.s.154-155).
B u sû retle 1206— 1207 (= h .6 0 3 ) ve daha so n ra k i 1207— 1208 ( = 604) de
..Anadoluda; h.6ü8 senesine tek âb ü l eden 1211— 12Î2 yılında da B ağdadda
bulunduğu sâ b it o ld u ğunua göre (bk. br. s. 608 y ılı), İ b n ’ü l-arab î’nin
bu a ra d a k i 1208— 1211 y ılları içinde de — esas o lara k nerede b u lu n d u
ğu söylenem ese d ah î— jdne A nadolu — H aleb ve B ağdad şeh irlerin d e
veyâ b u do lay lard a o tu rd u ğ u n u tah m în etm ek kabildir.
İÎ.608 = m . î 2 n — 1212 senesi (400)
İb n ’ül-arabî b u yıl içinde B ağ d ad ’ta bu lu n m ak tay d ı. B u yıl, daha
■önceki sa fh a lard a da gördüğüm üz gibi kendisince «fevkalâde» o lara k
v asıflan d ırılan bazı garip h âdiseler m eydana gelm iştir. B u sefer a n la t
tığ ı şey ise, h alk a ra sın d a da rivâyet edilen «gök k a p ıla rın ın açılm ası»
ile alâk alıd ır. Gûyâ b ir vâkıa sırasın d a İ b n ’ü l-arab î’ye «ır.ekr-i İlâhî» (401)
hazîneleri b ir y a ğ m u r gibi yağm ış ve «gök kapıları» açılm ıştır.
•A nlattığına b a k ıla ca k o lu rsa İb n ’ü l-arab î b u sırad a b ir m e l e k ile
d e k onuşm uş ve so n ra da k o rk u ile uyanm ış (k endisine gelm iş)d ir. İş
te bu hâdise sâyesinde İb n ’ül-arabî, selâm eti yâni k u rtu lu ş ’u ancak Ş e
r ia t ( = dîn) ö içü sü ’nde b u lm u ştu r. (402). Şim di b u olay üzerinde b i
raz durm am ız gerekiyor: B u rad a b ah is k o n u su olan şey, h a k ik a tla r’ın
felsefe veyâ aklî ilim ler sâyesinde değil, ancak, dinî bilgiler ve îm ân v â
sıtasıyla elde edildiği g ö rü şü d ü r. B unu sem bolik b ir tarz d a a n la ta n İ b n ’-
ül-arabî, gâlibâ b ir vecd’e k a p ıla ra k «m ekr-i İlâhî» adını verdiği b ir
h a z î n e (!) den bahsediyor. «Mekr-i İlâhî» deyim i ile
herh ald e K u r’an d a m e k r kelim esinin geçtiği âyeti telm ih
— 155 —
eden İb n u l-a ra b î, (bk. not. 401) v e c d sıra sın d a «gök
k ap ıları» n m açıldığına da şâ h it olm u ştu r. Pek ta b iî o lara k g ö k ’de*
k a p ı olm adığım b u g ü n k ü in sa n la r gibi eskiler dahî b ilm ekteydi. H alk,
ara sın d a da rivâyet edilen b u sözden m a k sa t in san ın h erh an g i birşey
h u sû su n d a «m urâdına erm esi»nden ib â re t o lm alıd ır^ Yine b u hâdisede
İb n u l-a rab î’nin b ir m e l e k ile konuşm ası ayni m âhiyetde olm a
lıdır. Çünki m elekler 1 a t î £ v a rlık la r olup k o n u şm azlar ve cism â-
nî v a rlık la ra benzem ezler. (4 0 3 )|fŞ u h ald e İ b n ’ü l-arab î'n in b ir m elek,
ile konuşm ası da böyle b ir çerçeve içinde j/ani sem bolik o lara k dikkate-
a lın m ak icab ed er ki, b u d u ru m d a k en disinin m adde-ötesi v a rlık sâh a-
sm da (yâni M elekût â le m in d e ) cism ânî degiI fa k a t rû h ân î yükselm esi,
b ah is k o n u su olur. S û fîlerin bu gibi h allerin e de vecd adı v e rilm e k te
olup, ayni şey sadece islâm sûfîlerinde değil fak a t, m . III. a sırd a İs
ken d eriy e’de çok yayılm ış ve islâm düşüncesinde e tk ile r yapm ış olart
Yeni P lato n cu lu k ( :=N eo-paltonism e) felsefesinde de extase adıyla gö
rü lm e k te d ir^
İb n u l-a ra b î, —^birçok defalar gördüğüm üz gibi— m eselâ Kâbeyle-
sohbet etm esi vs. gibi h u su sla rd a yaptığı bâzı açık lam aların , biz
şâyet gerçek ( = h a k îk î) olduğtm u k ab û l edip, allegorik m ân a la
rın ı gözden uzak tu ta rsa k , onun a n la ttık la rın d a k i esas gâyeyi k a v ra m a
m ış oluruz. O ndaki «kutsal m o tifle rse k a rşı olan a şırı ve d erin m u h a b
b e t çoğu zam an «m addî benzetm eler» şeklinde karşım ıza ç ık m a k ta
dır. İşte b u şekildeki r û h â n î yükselm elerinden b ir tân esi de-
İ b n ’ü l-arab î’n in m îfa c ’m d an ib â re ttir. Bu m esele b iraz önce b a h
settiğim iz h u sû sla y ak ın d an ilgili olduğu için, onu d a a n la tm a d a n geç
m ek kâbil değildir.
M îrâc, —bilindiği gibi— sâdece Hz. Peygam bere m ahsûs olan ve'
K u r a n d a k i İs râ S û resi'n d e kısaca b ild irilen h âd ised ir. B u sû ren in h a
b e r verdiğine göre Hz. P eygam ber Allah ta ra fın d a n Mescid-i h a râ m ’darti
M escid-i a k s â ’ya g e c e v ak tin d e y ü r ü t ü l m ü ş ve sonraı
d a göklere yük seltilm iştir. (404). T eferru âtı K u r a n d a d ah î b u lu n m a
y an b u «m îrac» ( = Y ükselm e) h âd isesin d e ilk m ü slü m a n la rd a b ir şü p
he uyanm ış fak at, bâzı m ü slü m an la r b u n u n rû h â n î değil h a ttâ cism ânE
b ir ü rû c (= y ü k s e lm e ) olduğunu y an i Hz. P ey g am b er’in bedenî ve m a d
dî varlığı ile göklere yükseldiğini kabûl etm işlerd ir.
(403) B üyük M elek’lerd en b iri o lan ve Hz. Peygam bere v a h y g etiren C eb rail’in
konuşm ası ise, sâdece «âyet» leri o lduğu gibi n ak ild en ib â re ttir.
(404) Bk. K ur’ftn ts r â Sûresi.
— 156 —
^ İ m d i m eselenin b u yönü, — İb n 'ü l-a ra b î’n m de m îrâ cı dolayısıyla
bizi az çok ilgilendirm ektedir. Çünki, b ir ta ra fta n İb n u l-arabî dah î tıp
kı Hz. Peygam berde görüldüğü şekilde b ir «m îrac» • sâh ib i olduğunu
söylem ekte, diğer ta ra fta n da sâdece Peygam berim ize m ah sû s olm ası
gereken m îra c 'ın benzerini kendisi için a n la tm a k ta d ır. Böyle birşeyi
a n la tm a k la İb n 'ü l-a ra b î acaba k en disinin «peygam berliği»ni m i kasd
e tm iştir? .İl
H em en cevap verelim ki, böyle birşey aslâ b ah is k o n u su değildir.
Ç ünki, d ah a önce gördüğüm üz gibi İ b n ’ül-arabî çok açık b ir şekilde
«Ben aslâ b ir Peygam ber değilim !» d e m iştir (405). Şu h ald e î b n ’ül-ara-
b î'n in b a h settiğ i b u m îrâc ned en ib a re t olabilir?. İşte b u so ru y la ilgili
olm ak üzere önce Hz. M uham m ed’in «m îrâc» ını İb n 'ü l-a ra b î’n in nasıl
anladığına so n ra da bizzat kendisi h a k k ın d a a n la ttığ ı m îrâ c hâdisesi
ne tem as edelim ; İ b n ’ül-arabîye göre Allah Hz. Pej'^gamberi «geceleyin
y ü rü tm ü ş» ( = esrâ bi-abdihi) tü r. ^Fakat onu kendisine (yâni: Allaha)
değil an cak âyetleri görm eğe doğru y ü rü tm ü ş, o n u göklere doğru yük
seltm iştir. Allah Hz^ P e y g ^ b e r i «kendisine» getirm iş olam az diyor
İb n ’ül-arabî. Çünki, Allah b ir «m ekân» da bulünnaâz^ m S câh lârin hepSî
aslında A llaha ayn^ n isb ette d ir. M lah E iF n îü 'in ü n in kâlbîhe sığar; şu
"halde Allah b izzat Hz. M uham m ed’in de y a n ın c a T in 3 în d e T ^ e “5n ü n la
b irlik te olduğuna göre, onu kendisine n asıl y ü rü tü p y ü k se lte b ilir?..>'
Cenâb-ı H akk, b u râ k adı v erilen b ir bineğe Hz. M uham m ed’i — Ceb-
râ il'in b erb âb erliğ in d e— b in d irm iş ve böylece Hz. P eygam ber «Beyt-i
m akdis»e v arm ış, o ra d a B u ra k 'd a n inm iş, n am az kılm ış, C ibrîl o n a Bu
ra k 'ı te k r a r g etirm iş ve b erâb erce havaya u ç m u şla rd ır (406).
^ B ira z y u k a rıd a gördüğüm üz gibi, Allah b ir m ek â n d a b u lu n m a d ı
ğı ve o b ü tü n m ek â n lara ayni n isb e t'd e olduğu; ü ste lik A llah b ir m ü ’-
m in in k alb in d e ve dolayısıyla da bizzat Hz. P eygam berin b e râ b e rin d e
ve y an ın d a olduğu için, Hz. Peygam berin b u «M îrâc»ı, — İb n 'ü l-a ra b î'
n in n azarın d a— b ir m ek ân d an b a şk a b ir m ek â n a yapılm ış değildir.
Ve şu h a ld e b u «m îrâc», İbn'ül-arabîjfe göre c i s m â n î değil fa
kat m â n e v i b ir m îrâ c ’d ır.)B u n la rı açıkça o rta y a koyan İb n u l-
a ra b î, ayni görüşle ken d i m îrâcm ı d a F ü tû h â t ad lı eserin d e şöylece
a n la tır:
(_İbn’ül-arabî'ye gece v ak tin d e Allah, tıp k ı Hz. Peygam berin nıîrâc'-
ın d a gördüğüm üz gibi, kendi d e l i l ( = âyet) lerin i gösterm ek
■__ î ^7
m aksadıyla, onu da göklere jdikseltm ek istem iş (407) bu sû retle îb n ul
a ra b î’yi önce b u lu n d u ğ u m ek an d an izâle etm iş ve kendisi de b ir «bu-
râk » üzerinde göklere çıkm ıştu'. B u çık ışd an m ak sa d pek tab îî evvelâ
dü n y âd a h e r varlığm işgal etm.eğe m ecb û r olduğu m ek ân m efh û m u n u
t e r k etm ekle b a şla m ıştır. M ekânda b u lu n an herşeyde ise T oprak,
Su, H ava ve A teş'den ib â re t olan —^\'e E m pedokles felsefesinden b e ri b i
linen— D ört u n s u r m ev cu ttu r. E skiden «anâsır-ı erba'a» ( = d ö rt u n
su r) adı verilen b u u n s u rla r dahî b ir y a ra tık olan İb n ul-arabîde de
n ıe v c u ttu r||F a k a t B u ra k ’a b in d irild iğ i sıra d a o n d ak i b u u n s u rla r etrâ-
fa dağılm ış yânî, kendisi m ad d î b ir v arlık o lm ak tan çıkarılıp «rûhânî»
varlık hâline getirilm iş idi. B u sırada, insanm ilk m addesini teşkil eden
« to p rak u n su ru » , İ b n ’ül-arabîden uzaklaşm ış, so n ra «Su u n su ru » n d a n
ayrıldığı zam an m ad d î varlığınm b ir kısm ım d a h a k ay b etm iştir. Böy-
lece m ad d î varlığ ın d an Su ve T o p rak u n su rla rın d a n uzak laşan İbn'ül-
arabî. H ava U nsuru içinde yavaş yavaş b a ş k a l a ş m ı ş o ld u
ğunu söylem ektedir. D aha so n ra ise «Ateş u n su ru » n d a n ayrılm a safh a
sından gelince: on d an da ayrılm ış ve — bu sû retle b ü tü n m ad d î u n s u r
la rd a n sıyrılm ış o larak — göklere yükselmiştir-^C^OS).
( îlk gök tab a k a sın d a «babam » adını verdiği Hz. Adem m erteb esin e
u laşan İb n ul-arabî, ikinci ta b a k a d a ise hz. Isâ m^ertebesine yükselm iş
ve b u n u tâk îb ederek de Hz. M ûsâ’nm b u lu n d u ğ u tab ak ay a e rm iştir.
Hz. M ûsâ’ya « rü 'y et’ullâh» yânî A llahın gözle görülm esi m eselesini so
ra n İb n u l-a ra b î, A llahın görülm esinin akîl bakm am dan gerekli
olduğu cevâbını alm ıştır. B u n u n nasıl olduğunu da Hz. M ûsâ şöyle a n
la tm ıştır:
— Ben Allahı -g ö rü y o rd u m ^ ia k a t -b u ^ g ö rd ü ğ ü m ün Allah- olduğunu
M lm iyordum (409).
B u k o n u şm a la rd a n so n ra İb n ul-arabî «mâ m û r ey » i görm üş ve b ir
de b akm ış ki, kendi kalbi o ev’in içindedir. (410). İb n u l-a ra b î en
so n ra d a «sidre-i m üntehâ»ya erişm iş ve b u n u tâ k îb ederek de n û r h â
line gelm iş ve b u sırad a da, bizzat isim lerini saydığı b irk a ç peygam be
rin «toplam »ı olduğu fa rk e tm iştir. B u sû retle İb n u l-a ra b î, Hz. Peygam
b e rin m a k â m 'm d a b u lu n d u ğ u m ü j d e sini alm ıştır. B u «İsrâ»
n m yânî «m ânevi m îrac»m neticesinde de kendisi b ü tü n «İlâhî İsim ler»
— 158 —
in m ân âsın ı anlam ış nitek im b u isim ler'in h ep sin in de t e k b ir
k a y n a k ve m üsem m â ya rü c û ettiğ in i g ö rm ü ştü r. B u M üsem m â
( = y â n i isim le n d irilm iş= A llah )’m «gözle görülür»; K aynak’ın da «vu-
cûdî» yânî varlığ a m ensup olduğunu b e lirttik te n so n ra İb n u l-a ra b î:
ib re t ve d ik k at nazarlarım ıza -olanca- açıkhğı ile- ç a rp a n şu sözleri ilâve
ediyor: «... B enim yolculuğum an cak kendim de, yol göste ris ’im ise
sâdece ken d i haîfkım da'dır. B u rad an itib â re n b ildim ki, b e n , kat-
lâsız ( = s a f = m a h z ) ‘ bil- k u 1 'um ve ben d e R übûbij'yetden birşey
aslâ y o k tu r...» )(4 1 1 ).
^ B u sözler k arşısın d a Îb n 'ü l-a ra b î’nin m îrâ c ’ı ne oluyor? B u n u n m â
n ası son derece açık tır: Gök ta b a k a la rın a yükseldiğini söylem esi onun
h a k îk a ten böyle yaptığına delâlet eder m i? Edem ez! Çünki, biraz ■önce
o rta y a koyduğum uz kendi sözlerine göre İb n 'ü l-a ra b î böyle b ir şeyi as
lâ kasd etm iş değildir. Çünki diyor ki:
«...B enim b u j'olculuğum k e n d i m d e . . . » j^âni kendi m âne
vi varlığım da o lm u ştu r. Şâyet İb n 'ü l-a ra b î gerçekten göklere yükseldi
ğini iddia etm iş olsaydı o zam an b u sözleri sarfetm ezdi. H ele «...benim
önderliğim sadece kendi h a k k ı m d a d ı r; B u ra d a n itibâren
an ladım ki, ben, m ahz b ir k a l’um . B ende R u b û b iy etten b ir şey aslâ
y o k tu r...» (yk. b k .) dem esi İb n ’ü l-arab î'n in çeşitli vesilelerle hücum a
u ğ ram asın a sebep olacak yanlış a n lam aları tam am en o rta d a n k ald ıra
bilecek keyfiyetdedir.^ (412).
Şu h ald e İ b n ’ül-arabî bizzat Hz. Pej^gam ber'in m îrâ c'ım m ad d î ve
cism ânî değil fa k a t n asıl m a n e v î b ir m îrâ c o lara k te fsîr ediyor
sa, ayni şekilde kendi m îrâcın ı da m ânevi o lara k gösteriyor ve göğe yük
selm esini, ayrıca Hz. Âdem, M ûsâ, İsâ vs. gibi peygam berlerle kon u ş
m asını açıkça k e n d i m d e diye ta rif ediyor. CBu sonuç son de
rece açık olduğuna göre, onun m îrâcın ı h a k î k î im iş gibi göste
rip , B atlam yus sistem ine dayandığı için b u m îrâc»m u y d u rm a olduğu
n u iddiâ etm ek de yersiz olur, Çünki kendisi böyle b ir şey söylem iş
değil dir>
İb n 'ü l-arab î'y i an lam ak veyâ a n la tm a k iste rk e n b u h u su sa çok dik
k a t etm ek îcâb eder: M eselâ F u tû h â t'ın b ir fa sl’m ı yazarken Allahın
kendisine h itâ b etm esi (413), F u tû h â t’ın h e r h a rfin i bile İlâhî b ir ilhâm
— 159 —
ile 3fazdığıııı söylem esi (414), Peygam berim izi rû y âd a görm esi (415)
ve on d an bâzı m eseleleri sorup kon u şm ası (416), E b û Saîd el-H arrâz
isim li eski b ir sûfînin r û h u ile tem âsa gelm esi (417), rû y âsın d a
b ir k aside (418) ve ayrıca şiir ezberlem esi (419), Allahın İb n ul-arabî'-
yi F â tih a sû resi'n e id h âl etm esi (420), b ir «hûr-i a 3fn» ile evlenm esi
(421) ve a y n c a d ah a önceki say falard a gördüğüm üz gibi kendisinin
K âbe ile so h betleri (422), veyâ gökteki yıldızlar ile evlenm esi! (423)
vs. gibi d ah a b irç o k h u su sla r ayni şekilde yâni sem bolik o larak te fs ir
edilm elidir. Böyle b ir ciheti sağ lam laştıran husus da, pek tab iî o larak,
b u n la rı nasıl t e f s i r etm em iz gerektiğini bizzat İb n ul-arab î'n in
bize gösterm iş olm asıdır. Şu halde, b u ra d a h.608 (m .1211— 1212) sene
si an latılm ağ a b a şla n ırk e n İb n ul-arabîye «gök k a p ıla n açılm ış oldu
ğu» ve o n u n b ir m elek ile k onuşm uş olm ası m eselesinde b ir yanlış an-
lam^aya aslâ verm em ek lâzım dır.
B u m esele üzerinde d ah a fazla is râ r etm eksizin şim di de te k ra r b u
yıl yânı 1211— 1212 ( = h.608) senesinde vukûa gelen diğer h âd iselere
tem âs edelim . B u n la rd a n b irin c isi F ıra t n e h rin in donm ası olayıdır.
K endi ifâdesiyle «kuzey m em leketlerinde» diye söz edip, F ıra t n eh rin in
dondu ğ u n u ve gerek in sa n la rın gerekse k âfilelerin ve hayvanların don
m uş olan F ıra t n e h ri üzerinde y ü rü d ü k le rin i bizzat g ördüğünü (!) söy
leyen ib n 'ü l-arab în in (424) b u sözlerine b a k a ra k , o n u n 1211 A ralık —
1212 ocak veyâ en geç Ş u b a t ay ların d a F ıra t n e h ri üzerindeki A nadolu
şe h irle rin d e b u lu n d u ğ u n u tah m in etm ek m ü m k ü n d ü r. B elki de İb n 'ü l
a ra b î, B ağ d ad ’ta n so n ra uğradığı ve şiddetli b ir kış m evsim inin h ü k ü m
sü rd ü ğ ü b u m em leketlerde, İb n ul-arabi'ye B ağdad'lı ü nlü sûfi Şihâbed-
din S ühreverdî (1145 — 1234)'nin (424*) «m üşahede» ve (İlâhî) «ke-
(414) F u tû h ât, c. 3, s. 504' (36)
(415) F u tû h ât, c. .■î, s. 332 (26)
(416) F u tû h ât, c. s. 239 (28-32)
(417) F u tûhât, c. ?,, s. 673 (15-16)
(418) F u tû h â t, c. 1, s. 670 (15 vd.) LE
(419) F u tû h â t, c. 1, s. 657 (9 vd.) LE
(420) F u tû h ât, . c. s. 648 (6 vd.)
(421) F u tû h ât, c. 3, s. 334 (18)
(422) bk. br. not. 358
(423) bk. br. not. 315 ve 316
(424) F u tû h ât, c. 3, s. iîOS (12 vd.)
(424*) F u tû h â t, c. 3, s. 239 (18-20); ayr. c. 4, s. 211 (13 vd.); c. 1, s. 681 (21-22) Şeyh
S ihabeddîn Sühreverdî, ilâhiyât ve tasavvuf bilginidir. İbn-ü l-arab î'n in çağdaşı
olup m . 1145-1234 seneleri a ra sın d a y aşam ış olup, Ib n ’ül-arab î’den d ö rt sene ön
ce v efât etmi.5 tir. S ü hreverdî 1231 senesinde M ekke'de bulu n u y o rd u . F a k a t İb n '
ül-airâbî o tarih d e a rtık Ş am ’a yerleşm iş olduğu için belki de hig görüşm em işlerdi.
H albûki O. Y ahyâ, Îb n ’ü l-arabî’n in S ü hreverdî . ile B ağ d ad ta k arşılaştığ ın ı ifâde
etm ek ted ir, bk. Chronologie., c. l,.s . 96. S ü hreverdî h k k . b k . Encyclopedie des
îslâm , c. <1. E. 547
^160 —
3âm»ı b ir ara y a getirdiğini an la tm ışla rd ır. S ühreverdî h ak k ın d a «gü-
2 el» b ir görüşe sâhib olduğunu da b elirten Ib n u l-a ra b î (424**) h.608
(m .l211 — 1212)'de B ağ d ad ta b u lu n u y o rd u . Çünki, kendisi b u tâ rih ve
i u şeh ird e b ir «vâkıa» sm dan b a h setm ek ted ir.
İ b n ’ül-arab î'n in belki de b u ta rih te ve B a ğ d a t’da tam m ış olduğu
şeyhlerden b ir tan esi de T em âşekî’dir. (425). Çok güvenilir b ir şahsi
yet o lara k ta n ıtıla n bu zât, A bdülkâdir G ilânî (1078 — 1166)'nin (425")
ta le b e s i olan İb n üş-Şiblî (425**) h ak k ın d a bâzı m en k ıb eleri İbn'ül-
ara b î'y e n a k le tm iş tir (425"*"). Yine b u zât Şeyh İbn'üş-Ş iblî ile Şeyh
■Evânî' nin (426) b u lu şm a la rm ı vs. İ b n ’ül-arabî'ye a n la tm ıştır (426*).
h.ö09 = m . i 2 l 2 — 1213 senesi (427)
İb n 'ü l-a ra b î'n in b u yıl hangi şeh irlerd e b u lu n d u ğ u n a d â ir elim izde
Tiesin b ir k a y ıt m evcut değilse de, b ir önceki h.608/m .l211 — 1212 yı
lında B a ğ d a d 'ta ve ayrıca «kuzey (A nadolu) şehirlerinde» bulunduğu
■hatırlanacak o lursa, o ta k d ird e ib n 'ü l-a ra b î'n in h.609 (m .1212 — 1213)
' ' »
,(4 2 4 * * ) F u tû h â t, c. 2, s. 587 (26-29)
'(425) F u tû h â t. c . 2, s. 20 (37) - ?.l (14)
'(425*) İ b n ’ül-arabî m e şh u r sûfî A bdülkâdir G ilânî (veya C îlî)’nin ad ın ı vs. birçok de-
fâ la r zik retm iştir. M eselâ bk. F u tû h â t; c. II, s. 16 (1-4); s. 21 (7-10); s. 54 (23);
s. 89 (5-8) ve 11); s. 224 H6); s. 248 (14-17); s. 318 (10); 343 (1); s. 576 (31 vd,)
s. 098 (32-37) ; s. ’/09 (16-22)
c. II I, s, 38 (1 1 ); s. 620 (9 v d .) (ve 20) ve d ah a b irç o k yerlerde.
<425**) Şeyh E b u ’s-Su’u d ib n el-Şiblî adıyla zikredilei;bu şeyh A. G îîânî’nin talebesi
dir. F u tû h â t, c. 2, s, 248 (15 ve 18); İb n ’ül-arab î’den evvelki ne§le m en su p olan
ve bizzat tam şm ad ığ ı b u şeyh’in m en kıbelerini İb n 'ü l-arab î'y e Şeyh Tem âşekî
an latm ıştır, İbn'us-Ş ibiî. kendi zam anının îm â m 'ı (ö n d eri) dir. b k . F u tû h â t,
c. 2, s. 21 (1); ayr. c. 3, s. 620 (7); Bâzen îb n el-Şibl (m sl. F u tû h â t, <göst. yer)
ve avr. c. 3, s. 38 (10) ve bâzen de kısaca «el-Şiblî» diye zikredilen b u şeyh ise
[bk. F u tû h â t, c. 2, s. 13 (20-21); c. 2, s. 231 (11-12); c. 2, s. 272 (32-34); c. 2, s, 326
(21-22; c. 1. s. 710 (3 vd.) (H acca gidişi hkk..)] esâsın d a ta m o larak yukarıda
zikrettiğim iz isim le a n ılm ak tad ır, F u tû h â t'd a kendisinden çok b ah sed ilir, Msl. c. 1
615 136-37) — 616 <1 vd.); c. 2, s, 54 ( 23); s. 89 (16); s. 224 (12); s. 343 (2); s. 413
(17-21); s. 579 (24-25); s. 638 (33); s. 698 (32-37); c, 3, s. 38 (10); s. 620 (7) ve daha
birço k defalar.,.
<425***) T am adıyla E b u ’l-Bedr el-Tem âşekî el-Bağdâdî ; Bu zât h k k . F u tû h â t’da yeri
geldikçe bilgi v erilm iştir, Msl bk.
c. 2, s. 649 (27-34); s. 698 (32-37); s. 709 (16-22); s. 694 (35-37) — 695 (1 vd.)
c. î, s. 36 (26-33) ve daha birço k y erlerde...
(426) T am adıyla M uham m ed ibn-i K âid e l-E v â n î; B ağdad y ak ınların d ak i E v ân e’ye
m ensûb olan b u şeyh d ahi A bdülkâdir G ilânî (1078-1166)'nin taleb esid ir, b k , F u
tû h â t, c. 2, s. 21 (7-10). Îlâh î m u h a b b e t u ğ ru n a herşeyi terk etm iş (b k , F u tû h â t,
c. 2, s. 54 (20-21) o lan b u şeyh, bâzen de M uham m ed'ül-E yvânî diye zikredilen
(b k . F u tû h â t, c. 3, s. 38 (11) ) kim se olm alıdır. Ayr, b k . c. 2, s. 89 (9 v d .)
(426*) (F u tû h â t, c. 1, s. 209 (30 vd.) — 210 (1 vd.)
(427) T am o larak m . H aziran 1212 — N isan 1213 arası.
— 161 —
F : 11
senesinde de bu civarda bu lu n m ası m ü m k ü n g ö rü n m ek ted ir. N itekim .
b u n d a n so n ra bahsedeceğim iz h.610 (m .1213 ■ —■ 1214) senesinde kendi
sinin H aleb ’te b u lu n m ası b u ih tim âli k u v vetlendirm ektedir. K endisi
bu yıl, Selçuklu S u ltan ı K eykâvûs’un (ölm .m .1220) m e k tu b u n a cevapv-
3'azıp, ona n a s ih a tla rd a b u lu n m u ştu r (427*).
İ1.6 İÖ = m .l2 î3 — 1214 senesi (428)
İb n 'ü l-arab î b u yıl H aleb şehrinde g ö rü lm ek te olup b u şe h ird e
«et-TeceiIiyât» adlı eserini talebelerine o k u tm a k ta d ır (429). îb n'ül-ara-
bî, H aleb şehrinde b ir «ev»i olduğunu söylem ekte ve b u ra n ın «eî-Hâ-
bûr» âm âl'in d en D eyr'ur-R um m ân'da b u lu n d u ğ u n u b ild irm e k te d ir. İşte;
b u evde İb n'ül-arabî, İb râ h îm ed-D arîr (430) isim li şahısla so h b e t e tti
ğini b ild irm ek ted ir. (431). B u k o n u şm an ın esas b ak ım m d an b u yıl 3'a-
pıldığını —m etin d e bir ta rih zikredilm ediği için— kesin o la ra k söyle
m ek m ü m k ü n olm asa dahî, yine de H aleb şehrinde vâkî olduğu açık
ça belirtilm esin e b a k a ra k , b u n u n h.610/m .l213 — 1214 senesinde ka-
b û l etm em izde b ir m ah zu r kalm az. Gerçi İb n u l-a rab î’nin b u n d a n önce
leri 3'ân i h.606 (m..l209 — 1210) senesinde H aleb 'd e b u lu n d u ğ u n u ifâ
de etm iştik , fa k a t onun H aleb'e gelişi sâdece b u iki seneye m ü n h asır
değildir. Çünki bu şeh ir A nadolu ile A rap ülk eleri a ra sın d a dâîn iâ tr a n
sit yolu şeklinde vazîfe görm ekteydi.
B iraz önce b ahsettiğim iz sohbetle ilgili olm ak üzere ib n 'ü l-a ra b î,
iki tân e şahsın ism ini d ah a zik red er ki, b u n la r d a kezâ H aleb lid ir ve
b irin in ism i Şem seddin M uazam î, diğerinin de adı B urh an ed d în Abidî-
d ir (432).
— 162 —
h .ö ll = İTî .1214 — 1215 senesi (433)
İb n ul-arabî b u ta rih d e tekrai' M ekke'de görülm ektedir. N itekim
T e rc ü m â n ’ül-eşvâk ad m d a k i tasavvufî aşk şiirle rin in ş e r h 'i b u ta
r ih te ve M ekke'de sona erm işti (434). İ b n u l-a ra b î’n in M ekke’de b u lu n
duğu s o n ta rih h e r halde b u d u r, çünki kendisinin b u tarih te n son
ra M ekke'ye geldiğini bilm iyoruz. İb n ul-arabî b u sıra la rd a zâten elli
yaşm ı id râ k etm iş d u ru m d a d ır ve daha çok K onya, Sivas, M alatya, Ha-
leb ve nih ây et Ş am ’da ö m rü n ü n geri k a la n y ıllarını geçirm iştir. Şu
.halde F u tû h â t’da ve diğer eserlerinde M ekke şehri dolayısıyla anlat-
tık la rm m ta rih i en geç o lara k h.611 (m .1214 — 1215) senesinden ile ri
ye geçemez.
h .6 î2 = m .î215 — Î2I6
İb n u l-a ra b î b u yıl K onya'dadır. B uraya Selçuk S u ltan ı Keykâvus
ile k o n u şm ak üzere gelm iştir. (435).
h . 613 = m . 1216ı— 1217
Î b n ’ül-arabî, en geç bu tâ rih d e olm ak üzere (çünki, aşağıda ismi
jgeçecek olan M elik Zâhir, h. 613’de vefât e tm iş tir), H aleb'de, b uranın
•emiri olan M elik Z âhir (h. 589— 613) ile sohbet e tm iştir. B u sohbetin
k o nusu da fık ih bilginlerine dâird ir. H aleb'de hüküm sü ren Eyyûbî
h â n e d ân ın d a n M elik Z âhir (436), İb n 'ü l-arab î'y e fık ıh bilgini olan bir
z â t h a k k ın d a d e m iştir ki: «... en faziletli fık ıh bilgini olacak b ir zât,
(devlet işlerin in ağırlığı dolayısıyla ve belki de b a n a hoş görünm ek
için) benim ram azan ayında oruç tu tm a m ın câiz olm adığını; aksine:
benim için (o ru ç b o rcu m u ödem ek üzere) kendi isteğim e göre her-
Jıangi b ir ay içinde o ru ç tu tm am ın vâcib olduğunu söyledi... Ben de,
içim d en ona lan e t ettim fakat, d ışım dan belli etm ed im ... (437). Böyle-
ce b ah is k o n u su fa k ih ’in de adını İb n 'ü l-a ra b î’ye ifşâ eden (fa k a t İ b n ’-
ül-arabî m ezkûr fa k ih ’in adım gizlem ektedir) M elik Z âhir, kendi dev
leti içinde sözüm ona fık ıh bilgini sayılan kim selerin n e d u ru m d a ve
Jıangi seciyede o ld u k la rın ı a n la tm a k istem iştir. H aleb şeh rin in sahibi
(yani hükûm ,darı) olan M elik Z âh ir'd en İb n 'ü l-a ra b î b ir vesile ile da
lla b a h setm ek te d ir. B u m elik nezdinde h a tırı sayılır b ir kim se oldu-
— 163 —
ğunu b e lirte n İb n 'ü l-arab î, a h a lin in dileklerini ona iletdiğini ve te k b i r
m eclisde yüzonsekiz tân e istek d e b u lu n d u ğ u n u ve h epsini de y a p tırd ı-
ğm ı söylem ektedir. B u iste k le r a ra sın d a b ir tân esi de öldürülm esine-
k a ra r verilen b ir şahıs h akkındaydı. İb n ’ül-arabî işte onun afvedilraesi-
ni de istem iş ve m e lik e şöyle h itâ b etm işd ir:
— 164 -
h.619 — 6 i8 = m .l223 — 1240 :
B u rad a g örülen ondokuz — yirm i senelik uzun devrede İbn'ül-ara-
bî, a ra sn-a b a şk a yerlere u ğram ış olsa dahi, devam lı o larak Şam'da_
k a lm ıştır, h.627 senesi m u h arrem ayının ( = m .l229 kasım ayında)
Ş am da idi. Ve o rad a Hz. Peygam beri m y a sın d a görüp, on d an F usûs
ül-hikem adlı eserini yazm a em rini alm ıştı, (bk. Fusûs, önsöz.) Dahai
so n ra k i m eselâ h. 628 ( — m .1230 — 1231) yılında N ecm eddin Mev-
silî (440) ad ın d a ve H alebteki Seyfeddin M e d resesin d e hocalık e d e a
b ir zât İb n ul-arabî ile tan ışm a k arzu su n u izhâr etm iş ve belki de ayni
ta rih te Ş am da (?) tan ışm ışlard ı. (441). F u tû h a t'd a b u za t'd a n d a h a
k ısa b ir isim le yani N ecm eddin ibn-i Şây el-Mevsili» adıyla bah sed ilm ek
tedir. N itekim kendi ifâdesine göre M usul’da g ördüğü bu zatın m ü şk il
b ir vakıası olm uş ve M evsilî kendisini b u z o rlu k ta n k u rta ra c a k b ir kim
seyi bulam am ış. İb n u l-arabî’yi h a b e r alınca, ziyaretine gelm iş ve m ese
leyi ona açm ıştır. îb n ul-arabî b u zo rlu k tan onu k u rta rm ış ve Mevsilî
b u n d a n dolayı sevinm iş, so n ra ark a d a ş o lm uşlardı. (442). B u son kay
d a d ik k a t edecek o lursak, an laşılan N ecm eddin isim li bu zat ile İb n ul-
a ra b î’n in b u lu şm ası m .1230 — 1231 senesine ( = h.628) tesad ü f etm ekle
b eraber, H a le b ’de değil Ş am 'd a o lm u ştu r. B u zatın H aleb şeh ri ile-
olan alâk ası sadece o rad ak i Seyfeddin M edresesi’nde h o calık etm esin
den ib â re ttir (bk. y u k .). Şu h ald e İ b n ’ül-arab î’n in 628 (m .1230 — 31);
senesinde Ş a m 'd a b u lu n d u ğ u tam a m e n sa b it olm ak tad ır.
B iraz önce belirttiğim iz gibi İb n ul-arabî h.619/m .l223 senesinden iti
b aren , b u ra d a n a ra s ıra b a şk a yerlere gitse bile, ölüm ta rih i olan 1240
senesine k a d a r esas o lara k Ş a m ’da k alm ıştır. Ş am 'd a b u lu n d u ğ u n u b i r
çok vesilelerle zikreden İb n ’ül-arabî (bk. aş.) b u şeh rin k a d ı’sı Şem-
sed d in el-Cüvej^nî (443) ile konuşm .uştur. (444). Yine Ş a m ’da iken
S üleym an el-D enbelî’yi —h e rh a ld e saygı eseriyle— «hocam » diye zik
red en İ b n ’ül-arabî, (445) b u z a tın ulviyetini b e lirtm ek te ve b ir g ü n on
d a n T anrı ile o n u n ara sın d ak i (m ü sâh eb e'y i) so h b e t’i dinlem ek isted i
ğini söylem ektedir (446). Bu z a t’dan b ir defa d ah a b ah sed en İ b n ’ül-
(440) Tam ad ıy la : N ecm eddin Muh. b. ebî B ekr b . Şây el-Mevsili, b k . not. 44^de^
RÖst. yer.
(441) F u tû h â t, c. 4, s. 90 (20-27) ; Şu halde F u tû h â t’m b u k ısım ları hiç olm azsa h. 628’
(m . 1230-1231) den so n ra yazılm aktaydı.
(442) F u tû h ât, c. 3, s. 253 (6-11)
(443) T am adıyla.: Şem seddin Ahmed ibn-i M ûhezzib’üd-diiı H alil el-Cûveym -(bli. noî„
444 de göst. yer)
(444) F u tû h ât, c. 3, s. 562 (20-23); ayrı. bk. b r. n o t 448
(445) F u tû h ât, c. 4, s. 37 (7-12)
<446) F u tû h ât. c. 4, s. 68 (27-31) ayr. bk. s. 165
— 165 —
a ra b î, onun salih bir kim se olduğunu. T anrı ile dostluğu b u lunduğunu,
b i r gün Şam cam i'inde, Hz. Aişe zaviyesinde D evîâki m a k sû re ’sinde be
ra b e r o tu rd u k la rm ı ve k a rşı k arşıya so h b et ettik le rin i a n la tır (447). Bu
-enteresan sohbetin k o nusu şudur:
Süleym an el-Denbeîi (448), ile İb n 'ü l-arab î b irg ü n Şam cam iinde
■oturm uşlar ve b u zat Allah ile olan kendi halin i İb n ’ül-arabî'ye anlat-
iiııştır. B ir «vakıa» da Cenab-ı H alk kendi m ü lk ü n ü n âzam etini Denbe-
J i’ye b ild irm iştir. Denbeli ise:
^«Y arabbi benim m ülküm seninkinden d ah a büy ü k tü r» dem iş ve
iz a h etn ışitir: «Y arabbi ç ü n k i... saoa dua ettiğim zam an b a n a cevap
A/erirsin, senden birşey istediğim zam an ihsan edersin. Senin m ü lk 'ü n d e
se n in gibi (b ir A llah) yoktu r fa k a t, benim m ülküm de sen varsm !.»’^
“ B u f ılc r^ â ’T îz e ^ a k le d e n I b n ’ül-arabî böyle b ir akideyi b u z a t'd a n
b a şk a b ir de H akim T îrm izî’de gördüğünü de ilâve etm ektedir. Z aten
İbn'ül-ai'abî b u ko)iuda T trm îzî’nin H atm 'ul-E vliyâ adlı eserin h u su su n
da kendisine so ru lan şeyleri şerh, ettiğini de h a tırla tm a k ta d ır. (449).
Ş am ’da b u lu n d u ğ u sıra d a d in d ar, terbiyeli ve (İlâhi) aşk sahibi
■olup aslen M e rra k u şlu ve b abası o rad a a rap ça hocalığı yap an Yahy.a
İb îî’üî-AMeş isim li b ir zat, i b n ’ül-arabî'yc yazılı h a b e r ileterek m e k tu
b u n d a Hz. Peygam beri rü y asın d a g ördüğünü an latm ış ve şu n ları ilâve
e tm iştir:
Dün gece Hz. Peygam beri Şam cam iinde rû y âm d a g ö rd ü m ... Kala-
"balık dağılıncaya k a d a r a y ak ta bekledim , so n ra yanına gelip elinden
tu ttu m . Peygam berim iz bana:
— M uham m ed İ b n ’ül-arab î’yi tan ıy o r m u su n ? dedi. Ben de ;
— E vet tan ıy o ru m dedim . Peygam ber:
— Biz ona b ir iş b u y u rd u k . Ona k en disinin yapm akla görevlendi
rild iğ i şej'i yapm asını (ta ra fım d a n ) şöyle! Sen , de on u n la so h b et et,
>çünki onun soh b etin d en istifad e ed ersin !...» (450).
B u fık ra y a d ik k at edecek' o lursak, b irço k defalar tem âs ettiğim iz
gibi tb n 'ü l-arab î. Peygam berim izden gerek bizzat, gerekse dolayılı ola
ra k bazı em irle r alm aktaydı. N itekim b u n u doğrulayan b a şk a b ir kay-
-da yine F u tû h â t'd a tesâ d ü f ediyoruz. Ş am 'd a ve M ekke’de bulun d u ğ u
— 166 —
s ıra la rd a İb n ul-arabî b irk a ç defa Hz. Peygam berin seslenm esine naii;
olm uş, Hz. Peygam ber ona:
«— M ü slüm anlara n a sih a t et!» d e m iştir (451).
<^eza d ah a önce Endülüs'te görm üş olduğu gibi Ş a m 'd a dahi' :<rür
hâniyetleri yüksek, k alpleri sem avî olan, fa k a t yerj'üzünde bilinm eyen,,
an cak göklerde m eşh u r olan» heybet ve celâl in sa n la n n d a n bazı kim
seleri Ş a m ’da görm üş ve o n ların «onlar» o ld u k ların ı bilm iş, kendile
riyle b u lu şm u ştu r^ (4 5 2 ).
İb n ul-Arabî gerek hocaları gerekse a rk a d a şla rı a ra sın d a a n a ve-
b abaya iyilik eden bazı kim selerden a ra sıra b a h setm ek te d ir. Meselâ:
b u n la r a ra sın d a b ir tanesi de ism ini verm ediği b ir kim sedir. Aslen;
E ru z u ru m lu olup bizzat tanıdığı b u şahıs İb n ’ül-arabi'ye çok h ü rm e t
ederm iş. İb n ’ül-arabî onunla Sivas, R^alatya, K ayseri gibi şeh irlerd e b u
lu şm u ştu . îş te bu zatın, çok h ü rm e t gösterdiği (b ârren -b ih â) (453) b ir
annesi vardı. Îb n ’ül-arabî b u şahısla b ir dei'a d a h a H a rra n (U rfa) da^
ann esin in yanında b u lu şm u ştu . Bu zat için İb n ’ül-arabı, «Onun kad ar'
annesine iyilik eden b ir insan görm edim » d e d ik te n sonra, onun zengin
b ir kim se olduğunu, kendisinin de o sıra la rd a a rtık yaşlandığını, onu-
Ş a m 'd a kaybettiğini, .sağ m ı yaşıyor m.u bilm ediğini sö y lem ek ted ir
(454). B u hâdiseyi a n la tırk e n kendisinin a rtık yaşlanm ış olduğu b ir
çağda b u lu n d u ğ u n d an bahsetm esine b ak acak o lu rsa k bu olayın h er
halde h icri 628 = m. L230 — 31 senelerinde yani 65 y a şla rın d a iken
vaki o lduğunu düşünvnek k ab ild ir.
F u tû h â t’ın 371. b â b ’ım yazarken, yani h.635 (m . 1237)'den sonra
(455), Allah İ b n ’ül-arabî'ye b ir v â k ıa ’da b ir adam g ö sterm iştir. B u zat
İb n 'ü l-a ra b î'n in önü n d e su sara k o tu rm u ş ve Allah İ b n ’ür-arabî'ye:
— İşte bu, k u llarım ızd an b ir tan esid ir. O nu kendinden faydalan
d ır dem işti. S o n ra İb n 'ü l-a ra b î b u zatın kim oldu ğ u n u sorunca Allalr
b u n u n «E b u ’l-Abbas ibn-i Cûdî» olduğunu söyleyince Îb n 'ül-arabî:
— Ya R abbi, o benden n asıl istifad e edecek,? B enden u zakta bu-
lunu 3'or. (B en şu an d a Ş am 'd ay ım ) deyince, Alîah da:
— Sen söyle, o senden faj'd alan ır; B en n asıl onu sana gösterdiy-
sem , seni de ona gösteririm . Sen şim di onu nasıl görüyor îsen o da se
ni görüyor. Sen ona h ita b et, o seni işitir! (456) dem iştir.
— 167 —
Yine Ş am 'd a iken İhn-î R evâha m ed resesi’nde, bu m edresenin sâhi-
İbi ez-Zekî İb n R evâha’nm b e râ b e rin d e b u lu n a n A bdülkâdir isim li b ir
^ en ç sûfî ile g ö ılişm ü ştü r (457).
T a sa rru f sahibi olan b ir zatı yine Ş am ’da gören İb n ul-arabî (458)
îbu şehirde b u lu n d u ğ u n u b irç o k defalar te k ra r e tm iştir (459). İbn'ül-
a ra b î yine bvı. şehirde bazı «recebiler» (yani Receb ayında İlâh î tâsar-
i'Ui sahibi_bazı_kim sdei') (460) ve ba.^ı m ec n û n ’lar g ö rm ü ştü F T ÎS T jr
İb n u î-a ra b î bu a ra d a Y em en’de gördüğü receb i’ler (yuk.bk.) den
^bahsetm ekte (462) ayrıca B ahi'eyn’de M ûsâ L âkit ile el-M enâre a ra sın d a
b ir yerde b ir şahısla karşjlaşm ış, bu zât ona denizde yürüyen e b d â l’i
g ö rd ü ğ ü n ü söylem iştir (463).
İ b n ’ü l-arab î’n in h ay atın d ak i son yıllar, b ilh assa eser verm e b a k ı
m ın d a n çok h a re k e tli geçm iştir.^M eselâ, şim diye k a d a r d ik k atlerd en
t a ç a n ve ilk defa tarafım ızdan b ukıııan ve îb n ul-arabî'ye a it araştırm .a
y a p a n la n n görm ediği b ir eser vardn- ki, h. 629 ( = m. E kim 1231) se
n esinde kalem e alınan ve İb n 'ü l-a ra b î’n in b ü tü n sistem ini ihtiva eden
€İ-Bulga fi'l-hikjîîe ad m d a k i b u kıym etli eser onun b ü tü n felsefesini
çok veciz ve m ükem m el şekilde ihtivâ eden en güzel kitab ıd ır^ (464).
H ic rî 629 yılının M uharrem ayında tam a m la n an ve iki yüz seksensekiz
sa y fa tu ta n b u eser, otuzbeş gün gibi ■ — b u eserin hacm ine n azaran —
kısa b ir sü re içinde b itirilm iştir. B u n u tak ib eden h. 630 (m .l232 —
1233) yılında ise K itâ b ’üî-İsrâ adlı eserini yine S ad red d in Koneviye
o k u tm ak tay d ı. B u sırad a ise İb n ’ül-arab î’nin İm âd ed d in lakabıyle b i
lin e n büyük oğlu M ehnıed, o n ların o k u d u k ların ı dinlem ekteydi (465).
D ah a so n rak i h.631 ( = m . 1233— 1234) yılında ise N etâic’ül-ezkâr adlı
e serini bulm aktayız. N itekim , b u eserde m evcûd olan 25. Ş aban 631 ( =
19 Ocak 1234) ta rih i b u n u isb â t eder. (466).
<457) F u tû h â t, c. 3, s. 19 (6-8)
<458) F u tû h ât, c. 3, s. .7.58 (1-2)
<459) Msl. F u tû h â t, c. 2, s. 471 (28-31) : ayrıca İskenderiye, Sivâs, M agrib, Ahlat şe
hirleri de b u ra d a i'.ik'redilmiştir.
<460) F u tû h ât, c. s. :)
<461) l'u tû h â t, c. 2. s. .579 (21 vd.)
(462) F u tû h ât, c. :j. O ( ----- )
<463) F u tû h ât, c. 1, s. 741 (18-24)
<464) B u eser Ragıp Paşa k ü tü p h an esin d e 679/823 n u m arad a m ev cu ttu r. Sağlam ve
güzel b ir cilt içinde, m iklpbli ve şem se’li say falar cedvelli, okunaklı, 'tem iz b ir
yazı ile, h er, sayfada onfiaş sa tır o l^ a k : m üellif n ü sh asın d an m enkûl n ü sh ad an
İl. 870 de istin sah edilm iş ve şim diye k a d a r b ilinen te k n ü sh ad ır. B u eseri,
B iügat’ül-gavvas adh diğer b ir eserle k arıştırm a m a lıd ır. K ısm et o lu rsa b u ese
rin neşri ve tercem esi tarafım ızd an y ap ılacak tır, (bk, s. 169; Levha no. 1)
<465) K itâ b ’ul-îsrâ, Rîıgın Pş. ktp. (]272) F erağ kaydı, vr. 132 b.
<466) JVetâlc’ül-ezkâr, (Feyzullah ef. 2119), v r 2.14 b.
— 168 —
"^ -• «Wk-V' --^w/ »-A-*- ’ ^
«^"Vı‘^A+V'^tj’*' ‘-’l
^ u-> ^ ı ^ J ^ J ( P “.,-> ’ V ►n
J’ o ^ -
— ''*' *1
^ ^ r^ f ' U j^i> -'J V X -
îfe-v tS£.fJf^*#')>“»*'',^-‘‘
s--- '-t ;
Eî-Bülga fi’I-hîkme R agıp Paşa K ip. no. 627/828 vr. 4 a ve vr. 288 b.
288 b. ((F erağ kaydı)
İbD’ül-arabî, h.634 senesi Ş âbân ( = m .l2 3 7 ) M art ayında Ş a m ’daki
evinde, bâzı talebelerine et-TenezzüIât’ül-mevsîIiyye adındaki eserini
o k u tm ak tay d ı. (467). K endisi, b u sıra la rd a H aleb 'te h ü k ü m sü ren Ey-
yûbî em iri M elik N â sır Y ûsuf ( m .1236 - 1258) ile belki de so h b et etm iş
(467) eî-TeKezziHât'iü-iîievsiliyye, (M ıırad Molla. K tp. 1257) vr. 1 a: Bu eserin fe ra ğ kay
dında ise k itabın evvelâ (müellif, h a ttı ile) h. 601’de M usul’de kalem e alındığı ve
bu nüsh ad an d a M urad M olla n ü sh asın ın h. 626'da edildiği kayıtlıdır. N i
hayet en boş sayfada (vr. 1 a) da ise eserin h. 634 S abaıı ayında Şam ’da bi/,zatı
ken disi ta ra fın d a n b azı kim selere o k utulduğu a n la tü m ak tad ır.
— 169 —
olab ilir. Îb n ’ül-arabî b u e m ir'd en F u tû h a t’d a söz etm işd ir. (468).
■Gerek Şam ve H aleb ’de h ü k ü m sü re n E yyûbiler nezdinde, gerekse
A nadolu Selçuklar) iridinde büyük b ir itib â r sâhibi olduğu anlaşılan
İ b n ’ül-arabî, d ah a önceleri de işa re t ettiğim iz gibi su lta n ve hüküm dar-
J a rla m ektuplaşm ış, o n larla bizzat görüşm üş ve kendilerine n asih atlar-
da b u lu n m u ştu r. O nun b u şö h reti, p ek tab iî o lara k kazandığı itib â r
dolayısıyla m eydana gelm ekteydi. İtib â rı ise, bilgisinin ve o to rite olu
şun u n eseriydi, ^ a r n sayısı şim dilik kesin o lara k belli olm ayan yüzler
ce eserin yazarı olan İb n u l-a ra b î, b ü tü n b u sebeplerle ta rih in id râ k e t
tiği en büyük şahsiyetlerden b ir tân esid ir. İb n ul-arabî kendi d evrin
deki savaşlar, k a tliâ m la r ve güçlükleri devrinde m addileşen ve bedbin-
ieşen insan lık anlayışına, m ânevi ve n ik b in b ir görüş aşılam ağa çalış-
ı r ı ş , b ü tü n k ita p la rın d a in şâ n rneselesi üzerinde durmuştur.*^ Bizzat
kendisi de bü y ü k b ir in san lık örneği teşk il eden Ib n 'ü l-arab î, a rtık ha-
y a tn iîn son seneleriin id ra k eylem işti. İlerlem iş 5?aşına rağm en (o sıra
da 73 y aşında id i). Fu4ûhât-i M ekkiyye'jd yeniden gözden geçirip biz
z a t kalem e alm ış ve h. 636 ( = m. 1238) ta rih in i ih tiv â eden Vesâyâ'yı
ken d i kalem i ile b itirm iştir. B u nüsha, M ekke şerifi olan Y unus İbn-i
Y usuf) u n kızı ve İb n u l-a ra b î’nin zevcesi olan F atırn a'd an dünyaya
gelen oğlu M uham m ed el-K ebir (yani İm a d e d d în ) e bizzat tevdi e t
tiği F u tû h â t’a n a z ara n ilâveler ve ziyâdeler ih tiv â e tm e k te d ir ki, bu
vesikanın Ayasofya K tp. no. 2147, vr. 44 b. de b u lu n an aslını İb n ul-a-
ra b în in el yazısı örneği olarak sunuyoruz.
(468) İb n ’ül-arabî, h. 634 senesi Şâbân ( = m. 1237) M art ayında Ş am daki evinde, bâzı
talebelerine et-T enezsüiât’üS-mevsiliyye ad ın d ak i eseıin i o k u tm ak tay d ı. (467) K en
disi, bu sıralard a H aleb’te h ü k ü m sü ren E yyûbi em iri i\'IeUk NTâsEi- Y ûsuf (m .
I236-125S) ile belki de sohbet etm iş olabilir.
— 170 —
Bizzat b u vesikadan öğrendiğim ize göre, otuz yedi cilt jtu tan b u
red ak siy o n d an halen son cildi olan Vesâyâ b ö lüm ü m evcut oîup, d |g ^
'o tu z a ltı cildinin nerede bulundİLrgü'''Hnnrnemektedîr.“ E se r h.24 Rebî -
1 î [ : e v v H T ! îr ^ 'm l îa H r 4 ”O c a F T 2 5 8 ^ yanî îb n ul-
a ra b î'n in yazısıjda sona erm iştir.
İb n 'ü l-a ra b în in b u sû retle sene sene tak îb ettiğim iz h ay atın d a b il
h assa doğum ve öiüm tariM erî üzerinde de azçok ih tilâ f . m evcuttur.
B u h u su sta k i k a ra n lık n o k ta la n Şehid Ali Pş. no. 1340 d a b u lu n an b ir
yazm a eserdeki kayıt olanca açıklığı ile gün ışığına ç ık a rm a k ta ve b ü
tü n te re d d ü tle ri o rta d a n k a ld ırm a k ta d ır :
— 171 —
Kızı o la ra k ism i zikredilen Zeyneb (b k .s.l2 8 )'in ne olduğu b e lli
d e ğ ild ir. B aşka çocu k ların a d a ir esaslı bilgim iz j^oktur. E n m eşh u r ta
lebesi olan S ad red d in K onevi (1210-1274) ile İsm ail Sevdegin (el-N ûrî)
d e n aj^rı o larak îb n u l-a rab î’n in y an ın d an hiç ayrılm ayan a rk a d a şla
rın d a n b iri de, şüphesiz ki, A bdullah B ed r el-H abeşi’d ir. (b k .b r.s .ll3 .
B ü tü n bu tâ rih i o se^^ir içinde açıkça görülüyor k i İb n u l-a ra b î
yetm iş beş senelik öm ründe, ö rn ek b ir in san o larak yaşam ış, gerçek
sayısını henüz bilm ediğim iz yüzlerce eser verm iş ve hem islâm hem de
h ıristiy an d ü n y aların d a ilgi to p lam ış b ir fik ir ad am ıdır. O nun eserleri
ve fik rî gelişm esindeki kadem eler ise, b u n d a n so n ra neşredeceğim iz
c ild le rd e ele alın acak tır, iş te böyle b ir çalışm a için evvelâ îb n u l-ara
b î’n in h ay atın ı ve çevresindeki şa h ısların kim lik lerin i açıklığa u la ş tır
m ak bu sebeple lüzum ludur. Ç ünkü yazılış ta rih le rin i bilm ediğim iz
e serlerin i, o n ların içinde adı geen bazı şah ıslar dolayısıyla, te sb ît e t
m e k kabil olabilecektir. B u n d an so n ra ise, eserlerin yazılış te rtib i bu-
ilunabilecek ve netice itib ariy le de İ b n ’ü l-arabînin fik ri tek a m ü lü sıh
h a t ve em niyetle ortay a ko n ab ilecek tir. îb n u l-arab î’yi b ir b ü tü n ola
ra k ve sistem li şekilde incelem enin te k ve em in yolu b u d u r. B u n d an
b a şk a , h e rtü rlü u sûl, m u h ak k ak ki vehâm eti şim diden kestirilem iye-
c e k Üİ2I1 yanlış neticelere sa p la n m ak ta n uzak k alam ıy acak tır.
— 172 —
N E T İ C E
— 177 —
F : 12
Deccâl: 14 : 5 l . E.?ariler: 20, 42
D ehhân (E b u ’l-Abbâs): 125 (n. 263) EşeH'ül-yed; bk, K abâilî
Dekkâk: bk. D akkâk E rzu ru m , 152
delîl: 44, 51, 54 Evâne: 161
dem irci (sûfî): 102 E vânî (M uh. b. K â’id el): 161
Denbelî (Süleym ân el-); 165, 166 E yvânî (?Evanî): 161
D escartes: 19
D evlâkî m aksuresi (Ş am câm ii): 166
D eyr’ur-R um m ân (H aleb): 162 F antasia: 27 (bk. hayâl)
din: 12, 43, 44, 45 F arâbî: 14, 41, 50 ' '
Pâsi: bk. Îb n ’üş-Şekkâl
F âtih a sû resi: 74, 75, 91, 160
U l-) D ürret'ül-fâhire: 72, 123 F âtım a b in t Y unus b. Y usuf: 170
E b u ’l-Abbâs: bk. H aşşâb F âtım a b in t’üt-Tâc: 147
E bu'l-A bbâs: bk. H ayyât F âtım a b in t ibn el-M üsennâ: 72, 73,
Ebu'l-A bbâs: bk. İb n Cûdî 74, 75, 91, 99, 100
E b u ’l-Abbâs: bk. îb n ’ül-m ünzir hz. F âtım a: 147
A bu’l-Abbâs: bk. tb n Nâce felsefe: 39, 40, 41
E bû A bdullah H ayyât: 97 (bk. H ayyât) fenâ: 124
E bû Alî K asen: bk. Şekkâz fe th ’an m ü b în 'â (âyet): 118
E b û A m ir el-M ukrî m escidi; 112 feylesoflar: 14, 39, 40, 41, 42, 43, 44, 81
E bu'l-H accâc Y ûsuf: bk. G ıfîrî F ıra t nehri: 160
E bu'l-H akem : bk. tb n ’üs- S errâc fıkıh bilgini <?): 163
E bu'l-H akem : bk. îb n B errecân fiil-i m ahz: 26
E b û İm rân : bk. S edrânî F izârî (E b û Yezîd A b d urrahm an
E bû îm râ n : bk. M artülî el-Fizâzî?): 105
E bul-K âsım : bk; İb n Afîr fukahâ: 14, 99
E b u ’I-Kâsım: bk. tb n Cüneyd F u sû s el-hikem: 165
E b u ’l-Kâsım: bk. îb n Takiyy (el) F u tû h â t el-mekkiye: 6, 140, 163, 170
E b u ’l-Kâsmı; bk. îb n . Y eşkür
E b u ’l-Kâsım (ve eseri): 114
E bu'I-K âsım Ahmed; 98 ( = K adı
Gazzâl (E b û A bdullah el-): 109, 162
îb n H am dîn)
Gazzâlî (E b û H âm id): 20, 42,-54,
E b û M edvân: 109
98, 99, 142, 144
E b û M edvan; bk. K aysi
Gîlânî: bk. A b d ü lk âd ir Gîlânî
E b u ’ş-$ucâ; bk. B ezzâr
G ilîrî (E b u ’l-Haccâc Y usuf el-): 79, 80
E b û M edyen Şuayb: 84 85, 86, 87, 88, 89,
G ök k ap ılan : 155 ::
91, 97, 105, 108, 109, 114, 130, 162
E b û M edyen’in oğlu: 93 H
E b û M uh. C errâh: bk. K ettân î
E bu's-S u'ûd: bk. Îbn'üş-Şiblî H abeşî (A bdullah B edr el H âd im ): 76,
E b û Vehb el-Fâzıl /a b b â s î): 84 77, 103, 110, 123, 124, 127, 130;
E b û Y âkûb Y ûsuf (S u ltan ): 131, 132, 133, 135, 144, 171
56, 62, 91, 112, 117 H â b û r (H aleb): 162
E b û Yâ'zâ; 91, 92 H acerî (Ali el-) 103
E b û Y ûsuf Y â’.kûb (su ltâ n ): 56, 62 H âfıza: 32
ehl-i beyt: 147- h ak k . 17
E sedî: bk. îsfeh ân i H akîm Tirm izî: 42, 140, 166
el-E nvâr (R esü let’ül-envâr): 152 H aleb: 136, 162
— 178 —
Halevî (A lüzehhibiiddîn Sâbit îb n Cüneyd (E bu'l-K âsnn b. Cün.
b . A nter): 150 b. M uh.): 69/n. 43
H al'un-na'Iej'n; 105 İb n D eraka (K adı E b û A bdi.): 117
H âllâc el-M ansûn 42 İb n Ebi'lrB urzî (T akiyeddîn): 137
H anâvî Abdi. b. C a'dun b. Muh. İb n E bi'l-Fadi (M uh.) 108, 109
b. Z ekeriya) 123, 126, 127 İb n Ebi'I-Feth (E b u ’l-Hasen Ali): 150
H arîrî (Ebu'l-A bbâs Ah. b. el-K assâr); İb n 'ü l-E rîsî (A hm ed) 64
67, 68, 69, 70, 108, 109, 154 İb n E şre f (E şres?) 79, 80 bk. R undî
H arîrî (E bû M uh.); 67 İb n Gâlib: bk. M ukrî
hark-ı avâid; 137 (bk. K erâm et) İb n H am d în (K adı E b u ’l-Kâsım Ah.):
H arran : 152, 167 98, 99
H arrâz (şeyh): 160 İb n H am ûye /Ş e y h S ad rcd d în ): 151
H arrâz (E b û S a’îd): 42, 84 İb n H ârezm : 143
H a ssâ r (E b u M uh. Abdi, el-) 122, 131 İlvn’ül-Havvâs (E b û A bdi.): 71
H aşşâb (E bu'l-A bbâs el): 95 İbn'ül-H ayyât: 67 (bk. H ayyât)
Ila tm el-evliyâ (H . T irm izî): 166 İb n ’ÜI-Irrîf: 109, 162 (bk. D arîr)
H âtem ’ül-esam m : 114 İb n K âsım : 125 (bk. Tem îm î)
H attâb (M uh. Alardînî el-): 124, 131 İb n Kasiyy: 105
hayal kuvveti: 27, 31, 32, 33 İb n K assûm (E b û .A.bdl. M uh.): 101, 102
H avlânî (E b û M üslim el-) 57, 59, 60, 133 İb n ’ül-K ettânî: 124 (bk. K ettân î)
hayr-ı m ahz: 18 İb n ’ül-K ürre: bk. jAîehdevî
îb n M ezdenîş (M uh. b. S a ’d): 62, 63
H ayyât (M uh. el-): 67, 68, 69, 70, 84,
132, 140? = Abdü. el-Hayyât) İ b n ’ül-M ücâhid (E b û Abdi.): 77, 101, 102
Îbn'ül-M ünzir (E b u ’l-Abbâs): 100 ve
H ayyât? (A bdullah el-) 132
H ayyât (E b û A bdull.): 97 n o t 164
İb n M utab ( ): 106
H erevî (ve eseri: D erecât’üt-tâib în ): 142
hikm et: 39, 40, 41 İb n Nâce (Ebu'l-A bbâs); 111, 112
İb n R evâhâ (ez-Zekî): 168
hızır: 115, 116, 137, 151
İbn R evâhâ m edresesi: 168
H ufse (? H afse): 115
İb n Rızzîk (E b û Abdi. M uh.): 103
Hulvî: bk. H alevî
H ulûlîyye: 51 İb n Rrzzîk (E b û AbdII. M uh.): 103, n. 187
hurafe: 15 İb n R üşd (E b u ’I-Velîd): 52, 53,
55, 61, 64, 65, 134
İb n ’üs-Sâig (E b u ’l-Hasen Y ahyâ); 103
İb n Sâm (E b û B ekr); 119
İb n Selem e (A bdülm ecîd): 79-80
Ibâhîler: 10, 50, 51 (not. 122) İbn-üş-S errâc (E bu'I-H akem ): 119
İb n A fîr (E b u ’l-Kâsım ): 77, 78 İb n S îdebûn (E b û A hm ed): 69, 108, 132
İbn'ül-A hfeş (Y ahyâ): 166 İb n Sînâ: 14, 40, 50
Îbn'ül-A ssâd: 67, 69 (bk. H ayyât) İb n S ükeyne (A bdülvehhâb b. Alî): 150
îb n B irrecân (E b u ’l-Hakem Abdüs- İb n Şây: 165 (bk. Mevsilî)
selâm ): 114 İb n ’üş-Şekkâl Cel-Fâsî); 131
İb n Ca’dûn: bk. H anâvî İb n ’üş-Şiblî (E b u 's-S u 'û d ): İ61
İb n Câm i (Ali b. Abdi.): 137, 151 İb n Takıyy (E bu'l-K âsım ): 112 ve n. 223
îb n C errâd m escidi: 89, 90 İb n T arif (E b û İsh a k İb r. b. Ah. el-Cezîrî
îb n C übeyr (E b û A bdi.): 102, 103 el-Kaysî) 103, 104, 108
İb n Cûdî (E bu'l-A bbas): 167 İb n Tufeyl (filozof): 56
İb n C um hur (E bû Abdi. M uh.): 97 İb n Tufeyl (E bu'l-H useyn b. A m r): 119
İb n Cüneyd (E b û Abdi ): 69 Îb n ’ül-Üstâz: bk. M evrûrî
(bk. K ubrufîkî) İb n Vahşi (A bdülkerîm el-M ısrî); 140, 141
— 179 —
İ b n Yagân: bk. Yalıyâ b. Yagân K arm ûne: 105 (n. 214)
İ b n Y am 'ûn (K adı E b û İb r.): 103 K assâr (Y unus b. Yalıyâ b. ebi'l-B erekât
İ b n Y eşkür (E bu'l-K âsım H alef): 84 b. ebi'l-H us. el-H âşim î e]-Abbâsî);
İ b n Zeyn; bk. Y âburî 135, 137, 145
İ b n Zîdân (Abdülazîz): 124 K a tta n (E b û M uh. Abdi.): 135
ib âd etin gayesi: 44 K aysî bk. îb n T arif
İb râ h îm (peyg.): 81, 82 K aysî (A fîfeddîn E bû M edvân); 153
İb ra h im b. E dhem : 42 K efîf (E bû'r-R ebî el-Mâlıkî: 108
ictim â-i zıddeyn: 18 K ehhâl (E bu'l-H âkim ): 116, 117
içki içen âlim : 131-132 k e lim â t’ullâh: 142
idealar: 25 K em âleddîn M uzaffer; 131
idrâk.' 27, 28, 32 kerâm etler: 15, 116, 153
llıy â ’u ulûm 'id-din: 144 k era m e t örnekleri: 74, 75, 81, 82, 84,
iktisâb-ı nübüvvet: 83 85, 86, 89, 90, 92, 93, 101 (ve n. 168),
ilâh: 19 (bk. Allah) 106, 107, 110, 115-116, 119-120, 121-122,
ilhâm : 83 128, 131, 135, 140-141.
ilim : 35, 44 (bk. bilgi) K erem i: 86 (b k . K ûm î)
ilk akıl: 70, 80 kesbiyât: 37
İm âd ed d in (M uh. b. el-arabî): 168, 171 keşf: 35, 48, 49, 52, .53, 80
îm â d i (A bdülhalîm el-): 89 K ettân î (E b û Abdi.); 124
îm ân; 44 K e ttân î (E b û Muh. C errâlı b. H am îs
im kân: 1.5-21 el-m urâbıt); 114, 115, 116
im tina: 15-21 K eykâus Îzzeddîn (su ltan ): 162, 163, 164
İn ş â ’ud-devâir: 140 K irm ân î (E v h ad d ed d în ): 152
İn zâl’ül-guyûb: 77, 85 ve n o t 115 K ita b ’ül-m üstefâd (T em îm î): 122, 125
İrşâ d fî h a rk ’il-edeb’il-m û’tâd : 119 K onevî (S ad red d în ): 9, 43, 168, 171
Îsfah ân î (Z âhir b. R üstem K ub ru fîk î (E b û A b d l= E b u 'l-K âsım =
140-154 (bk. Bezzâr) b. Cüneyd): 69, 99, 101
Îsk en d erî (K adı A bdülvehhâb K ubrusî; 69, 101: bk. K ubrufîkî
el-Esedî): 143, 144 ku m ar: 149
îsm âil Sevdegîn ,eI-Nûrî): 171 K ûm î {Y usuf b. Yaiılef el-): 70, 83,
ts r â ilâ m akâm 'il-esrâ; 168 84, 85, 86, 87, 88, 89, 90, 97, 114'
istiva a l’el-arş: 44 K u r'ân : 48, 51, 111
K abâilî (E b û Muh. M ahlûf): 60, 134, 135 K ureşî (E b û .Abdi.) 151 (bk. Mehdevî?)
K urtu b î: bk. K abbâb
K K uryâkî (A bdullâh/el-) 154
K abâilî (E şell’ül-Yed): 112, 123 K uşeyrî (M uhâzin el-): 46
K abbâb (M uh. b. M ûsâ el-K urtubî): 143 K uşeyrî risâlesi: 84
K âbe ziyâreti: 147, 148 kuvve: 25 (b k . fiU)
K adı Şeref; 83 '
K ad îb ’ül-bân (E bû Abdl;el-Mevsilî); 151
K af dağı: 86, 87, 88 L ahm î (E b û B ek r el-); 66
kâfir: 14, 42, 43 L ahm î m edresesi (E n d .): 66
K âhinler: J50 L andau, Rom ; 9
K alafat (A bdullah; 103, 104, 108 la tîf b ir k adın (M ekke); 128
(el) K alem ’ÜI-â'lâ; 70 (İlk akıl) Levh-i m ahfûz; 70
K araviyj'în câm ii (E n d ): 84, 125 Leble: 90
K areşî (E b û Abdi): 103 Levsî (A hm ed el-) 108, 139
K arm atîler: 50 Levâm î'ul en v âr (E b u ’l-Kâsım): 114
— 180 —
M Mevsilî (N ecm eddîn M uh. b. ebî B ekr
b. Şây): 165
m ad d e; 25, 30 (bk. sû re t) Mevsilî; bk. M ukrî
jMagribî: bk. Ureynî Mevsilî: 151: bk. K ad îb ’ül-bân
jM ahmûdî (E b u ’l-Feth); 137 m îrâc: 6, 156, 157, 159
Aîaksûre ib n el-M üşennâ (T unus M irtüli; bk. M artilî
cam ii): 106, 107 m istisizm ; 38, 46, 47 (bk. tasavvuf)
M alatya: 130, 131, 148, 152, 163, 164, 167 M uazzam ı (Şem seddîn Muh.
ivlalikî: bk. D arîr B ertek u ş el-): 162
M ahkî: bk. K alafat M uberkulî; bk. M artilî
M ansûr (halîfe): 42 M uham m ed b, K âsım : 127 bk. Tem îm î
M ardînî: bk. H attâb M uham m ed el-Kebîr 170: bk.
jn a 'rife t: 35, 36, 40 (bk. ayn) ( = İm âdeddîn Muh.)
m a ’rifetullâh: 52, 54 M uhasibi (ve eseri: Ş e rh ’ül-m a’rife); 127
jMartiIî ( = M artülî) (E b û Im râ n Musâ M uklâ (.MU.SUİ); 151
b. Im ra n ); 72, 76, 77, 78 M ukrî; bk. Y âburî
.Megâfiri (K adı M uh. Abdi. A'Iukrî (E b û A m ir el-M ukrî) m escidi (E n d .)
b. el-arabî): 90/n. 132** 112
M egâvir: bk. M egâvirî M ukrî (E b ü 'l-K âsım A b d u rrah m ân b .
.M egâvirî (E b û B ekr b. ab d l= Y û su f G âlib); 98
el-Cellâ): 84, 90, 91, 132
M ukrî (ez-Zekî Ah. b. M es'ûd b.
M ehdevî (Abdülazîz eb û B e k r= İ b n ’ül-
Ş eddâd el-Mevsilî): 149
K ü rre); 60, 105, 113, 114, 116,
M u n tib âr (M untiyâr ?) dağı; 84
125, 126, 133
M urâbıt; bk. K ettân î
.Mehdevî (E b û Alî)
Murûz; b k . M evrûr
M ehdevî (E b û A bdi.): 126
M urûzî: bk» M evrûrî
M ekkeye yüriiyüş: 68, 128
M ûsâ (Peyg.) 158, 159
,mekr-i İlâhî: 155
M ûsâ: (bk, S ed rân î): 89
m elâm îlik: 68, 129, 130
M ûsâ Abdûn: (T unus): 114, 115, 116
M elcâne (? Belcâne) 109
Mûsâ L akit (M agrib); 114, 168
M elik Âdil (ey^aıbî): 164
M ülk sû resi: 91, 93, 94
M elik N âsır Y usuf (eyyûbî): 169
M üsâm aha; bk, to leran s
A-Ielik Z âh ir (eyyûbî); 163, 164
(el-) M üstefâd fî h ark 'il- ed eb ’il - m û ’tad
M e'm ûıı (halîfe) 13, 42
(Tem im î): 122, 125
.M enâre; 168
m üsül-i sabite; (bk. id ealar): 27
Menzilî: bk. M artilî
m üşahede: 35, 36, 44 (bk. keşf)
:m erham et: 152
M errakuş: 91, 126, 128 N
M errakuşî (M uh. el-); 128-129
.M erşaiıet'üz-Zeytûn ( =Mert.',hena): N eccârî (E b û îsh â k ): 114
79, 80, 109 (n. 214) nefiü m uhâsebesi: 102
:M eryem (H z.); 75 N ekkârî: 150
.Mescid'ül-Dîher (Fas): 125 N em rûd: 81
M escid'ür-Rızâ (E n d .) 76 N etâlc’ül-ezkâr: 148, 168
Meşâhid’ül-esrâr: 60, 83, 107, 113 N ezhûnî (Abdi.): 83
:meşhed: 36 N eoplatonizm : 25, 26, 27, 28
M evâkı’un-nucAm: 132 N icholson, R. A: 9
.Mevrûr: 108 Nil neh ri; 120
jVlevrûrî (A bdullah ibn'ül-iistâz) N iseb ’üi-hırak: 137
96, 108-109, 114 Nyberg; H. S,: 9
— 181^
o Seyfeddin M edresesesi (Ş am ); 165
S okrates; 12, 24, 41
o rta yol: 14, 15 S ü h revcrd î (Ş ihâbeddîn) 160, 161
o rta k duyu: 32
O sm anî: (E bü'l-H asen): 97
Şarkî; 78 (b k . Ş erefî)
Şeberbel; 100, 101
Pslacios (M iguel Asin); 9 Şeberbelî (E bû'l-H accâc Y ûsuf): 66, 1Q0,
Perier, A.: 9 101, 102
P laton: 23, 26, 27, 30, 41 Ş ekkak (Ebû'l-A bbâs Ah. b. H em m âm ); 132.
peygam berlik: 45, 47, 61, 83, 157 Ş ekkâr; 131 (bk. Şekkâz)
P resokratikler; 24 Şekkâz (E b û Alî H asen el-);
R ak râk î (İsm ail e]-): 131 66, 97, 112, 113
Şekkâz (E b û M uh. Abdi. el-Bâğî):
R
131, 132, 133, 134
Râzî (E b ü Z ekeriyâ); 50 Şem m âd (?); 123
rasyonalizm ; 29, 38, 46, 49 Şerefî (E b û Abdi. M uh.) 76, 78, 79
razyânc: 79 Ş erh'ül-m â'rife (M uhâsibî): 127
R evâkıyûn (S toalılar); 27, 34, 35 Şeyh: 10, 51, 61, 62
rem iniscence: 25 Şeyh-i K ebîr; 10, 50 (b k . İbâhîler>
R.eyyî (Z iyâeddin e b û ’l-Abbâs): 153 Şeyh-î ekber: 11
R ıbâh kalesi (E nd.): US Şezûne; 74, 110
R ib â t’ul-L'bbâd (M agrib): 11 Şiblî; 161 b k . Îb n ’ûş-Şiblî
ru h ; 25, 35, 36, 145 Şu'ayb; 89 (bk. E bû M edyen)
ru h la r ile sohbet; 85-86 şuhûd; 35, 44 (bk. keşf)
rLihJann tecessüdü: 144, 145
R û h ’ül-Kuds: 73 (n.59), 85 (n .ll5 ), 123
n. 250), 146 T abahî; bk. Tîhî
P.unde; 101, 109 tab u la, rasa; 24
U undî (E b û Abdi. Muh. b. E şref): T â c 'u r - R esâ’il: 146, 148
109, 110, 111 Tâc’u t - teracîm : 104
R u ten d m escidi; (E nd.) 112, 113 tagannî; 143
R ûyet’Ullâh; 52, 158 Tâif: 146 tag an î 149
tahallî: 124
tah ay û l m ertebesi; 32
Sâ.biîler; 13, 42 takvâ elbisesi; 151 <bk. H ırka)
Sadefî (M uh. b. H âlid el-TIimsânî): 144 T ârik b. Ziyâd; 55-56
S a ’deddîn Muh. b. el-arabî; 171 T arsû sî (E b û Abdi.); 93 (ve n. 139^)
S â k ıt’ül-arş ( = b . R efref): 126, 153 tasavvuf; 38 (b k . m istisizm )
Salâhaddîn Eyyûbî; 14, 164 tavla: 149, 150
Sanhâcî; bk. D arîr tasvîb; 27
sansüallzm ; 28,29 el- T edbîrât’ül- ilâhiyye; 107, 10&'
satran ç; 149, 150 ve n . 208
S eb tî (E bu'I-A bbâs): 127-128 el- Tecellîyat’ül- ilahiye: 162
S eb tî (Alımed; H ârû n el-Reşîdin oğlu); 144Teli (T unus); 114
S ed rân î (M uh. b. \'Iû s â ); 79, 8M 7, 88, 89 <ve r. 208)
Selâvi (Ali el-): 84, 89, 90, 91 tecessûd 'u l-en 'âh ; b k . R u h la n n
sem bolizm ; 37, 86, 88, 118, 119, 138, 139, tecessû d û ; 144, 145
140, 152, 155, 156, 160 T em îm î (E b û Abdi. b. eb î’s-Sayf):
- 182 -
148, 150 ven'necm 'i izâ hevâ (ây et); 153
T em âşe k î (E b u ’l- B edr el- B ağdadî); 161 Vesâyâ: 170
tem essüh: 96, vucûb; 15-21
Tem îınî (E b u Abdi. Muh. b. K âsım el- vucûd; 15-21
Fâsî) 125, 126,
tenasüh (m etem psychose); 145
el-TenezzUlât’ul-ınevsiUye: 151, 169 Y âbure; 98
T ercü m an ’ül-eşvâk: 154, 164 Y aburî (E b û Abdi. b. Zeyn
T îhi (E b u Abdi. b . Har?.): - el-M ukri): 97, 98
T û sterî (Sehl. b. A bdi.): 42 y ağm ur duâsı: 150
Y ahyâ b. Yağân: 57, 58, 59
U
Yakîn; 35-36
U bbâd: 91 V akîn ( = R îsâlet’iil-yakîh): 153
Uklet’ül-müstevfiz: 86 (n. 121) Yemenî: 148 (b k . Tem îm î)
ü rey n î (E b u Câ’fer): 69, 70, 71, 72, 77 Yeni Platonculuk; 27, 28, 156
yıldız falı; 150
ü yokluğun sebebi: 18
Ümm'iiz-Zehrâ: 66, 100 Y ûnus b. Yahlef (Y ahnef); 90 (b k . K ûm î)
Y unus b. Yahyâ: 145 (bk. K aşsâ r)
Y ûnus b Y ûsuf (şerîf): 170
vâcrb; 17, 18, 19, 20 (bk. vucûb)
V âcib’ul-vucûd ( = Allah): 19, 38
V âdî-E şt: 132 (n. 198)
zahirilik: 15
■yahdet-i vucûd: 21, 38
Z arîr: b k . D arir
-vahy: 82, 83 <bk. ilhâm )
-vebâ salgım : 146 Zeyneb; 128, 171
Tehm ; 33 Zîde: 69, 101 (bk. R unde)
— 183 —
YANLIŞ - DOĞRU CETVELİ
17 13 V ucud vaicûb
18 11 (H ak k ) (hakk.)
26 14 cevher’i cevher’in
40 not. 61 A. N aim B aban A. N aim B aban (P. Jan et'd en >
46 6 gösterm ekten g österm ekten
50 19 m eşhûl m eşh u r
54 n o t 22 kay'iyen k a t’iyen
62 F u tû h ât, el-E m r’üI-m uhkem (Ayasofya)ı
2063) vr. 36 b
69 n o t 43 (S tr. 12) tesb ît te r ti b
80 28 . b k . b r. a o t 2Ğ b k . b r. n o t. 46
92 5 E b u ’n-Necâ E bu'n-nüccbâ (necîb’Ierin
bab ası)
105 n o t 197 bk. s. 60, n o t 13, 14 ve ayr_
s. 113, 114 ve 116
110 sondan 2. str. Îbn'ül-arabî, b u sıra d a en.-
114. 13 yıilûn ulûın
125 22 , kıybet gıybet
125 n o t 263 E b u ’l-Dehîân EbLi’l-Abbâs el-D ehlıâ»
137 8 (yeni; (yâni
98 26-27 d o -la y ısıy la dolayılı
124 23-24 g i- riş m iş tir . e rig tirm iştir.
121 11 v u ld u ğ u n a b u ld u |:u n a
143 3 (154) (333)
KISALTMALAR
Abdi. A bdullah
ayr. ayrıca
b. ibn-i
bk. bakınız
B urh. BurhâneddîiE
End. E ndülüs
h. hicrî
hz. hazret-1
İbr. İb r a h im
İsm . İs m a il
m. m ilâdî
Muh. M uham m ed
— 184 —