Professional Documents
Culture Documents
Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı
yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL
Hippokrates
Teşekkür
Bu kitap 30 yılı aşkın bir okuma, gözlem, araştırma, kendini geliştirme ve iç arayışın sonucunda
ortaya çıktı. Doğumumdan bugüne kadar geçen zamanda karşıma çıkan insanların ve olayların tesadüf
olmadığını, hayat hikâyemi okuyunca siz de daha iyi anlayacaksınız. Bu nedenle bizi yaratan kudretin
önünde saygıyla eğiliyor, öncelikle Yaradan'a şükranlarımı sunmak istiyorum.
İkinci teşekkürümü, rahmetli babam, dahiliye uzmanı Dr. Ferit Özer'e etmek istiyorum. Çok değerli
bir doktor olan babamın hastalarıyla olan ilişkisi ve tedavi becerisi yolumu aydınlattı, çocukluk
yıllarım babama duyduğum hayranlıkla geçti. Hastaları arasında hiçbir fark gözetmeden, hepsini eşit
derecede seven ve gece gündüz demeden, hayıflanmadan onlara şifa dağıtmaya çalışan bir hekimin
oğlu olmak nasip oldu bana. Tanrı bu gururu bana yaşattı. Otoritesi, sağlam duruşu, teşhisleri, hastaya
yaklaşımı, umut verişi, sakinliği ve güler yüzü meslek hayatım boyunca hep yolumu aydınlatan deniz
fenerim oldu. Çok sevdiğim ve özlediğim babama bu kitabı armağan edebildiğim için ne kadar mutlu
ve huzurlu olduğumu anlatmama kelimeler yetmez. Rahat uyu! Senin yolunu takip etmeyi hiç
bırakmadım ve senin gibi yükseldikçe daha da alçakgönüllü olmayı başardığımı düşünüyorum.
Sonsuz teşekkürler.
Hayatımızda başımıza gelenler aslında bizi hep bir hedefe yönlendirir... Bunu hepimiz az çok fark
ederiz. Zor günler geçirdiğimiz, kararsız kaldığımız ve umudumuzun tükendiği zamanlar olur. Onunla
tanışmak hayatımın dönüm noktasıydı şüphesiz. Üçüncü teşekkürümü, beni ilk gördüğünde karada
çırpınan bir balığa benzeten ve elimden tutup tekrar şahlanmamı sağlayan eşim Özlem Yatman'a etmek
istiyorum. Eşini vezir eden eşlerden olması ve yüksek sezgi yeteneği benim için Tanrı'nın lütfuydu.
Birlikte büyük bir güç olduk.
Bu kitaptaki bilgilerin oluşumunda mihenk taşı olan diğer kişileri hayat hikâyemde anlattım.
Özellikle çok saygı duyduğum değerli şefim Prof. Dr. Yener Karadenizli'ye, Doç. Dr. Ahmet Mahli'ye,
Prof. Dr. Kadir Kaya'ya ve çok değerli ağabeyim ve mesleğimdeki kader arkadaşım Uz. Dr. Arı
Balcı'ya tekrar çok teşekkür etmek istiyorum.
Bir önemli teşekkür de beni doğuran ve sevgisini hiçbir zaman esirgemeyen anneme tabii ki.
Bu kitabın yazılmasında büyük emeği olan ve heyecanını hep en üst seviyede tutan değerli gazeteci
ve yazar, sevgili Aycan Aşkım Saroğlu'na çok teşekkür ederim.
Ayrıca değerli fikir ve katkılarından, düzenleme konusunda yardımlarından dolayı Figen Yılmaz'a
da çok teşekkür ederim.
Son olarak bu kitabı yazmam için beni sürekli cesaretlendiren, değerli ve çok sevgili hastalarıma
da teşekkürü bir borç bilirim.
Uzm. Dr. Erhan Özer
Ataşehir, 2012
Bu kitabı neden yazdım?
Bu kitabı neden yazdım? Neden "yeniçağ tıbbı" gibi bir kavramı insanlara, Türkiye'ye, hatta
dünyaya anlatma gereğini duydum?
Eser bırakma arzusu, bilgimi paylaşma ihtiyacı, daha çok insana ulaşma isteği, vs. vs. Bunların
hepsi doğrudur, olabilir. Ama emin olun bu kitabı yazmamdaki en temel dürtü; her şeyden önce bir
hekim olarak, insanlığın yararına olan bir gerçeği artık gün ışığına çıkarma, büyük kitlelerle paylaşma
arzusudur. Hatta arzusu demeyelim, çünkü arzuyu da aşan bir şey belki, karşı konulmaz bir dürtü...
Çünkü eğer bir gerçeği biliyorsanız, insanlığın yararına çalışacağına dair yemin etmiş bir hekim
olarak bu gerçeğin ortaya çıkmasını, onu insanlarla paylaşmayı istersiniz. Özellikle de bu hakikat
bütün insanlığı ilgilendiriyorsa.
Dünyadaki küresel gelişmeler siyasi ve ekonomik arenada olduğu gibi, tıp alanında da kendini
gösteriyor. "Tanrı parçacığı" ya da diğer adıyla "Higgs bozonu" deneysel yöntemlerle kanıtlandı.
Artık tıp alanında da duruma hücre seviyesinden değil, atomaltı seviyesinden bakmamızın zamanı
çoktan geldi de geçiyor bile. Hepimizin bu değişimin içinde olması, yeniçağın gerçeklerini daha iyi
anlaması gerekiyor.
İkinci olarak da bu kitabı yazarak kronik hastalıkların kaderimiz olmadığını anlatmak istedim. Evet,
kaderimiz değil! İnsanların bir dünyaya geliş amacı var ve bu amaç da ruhsal tekâmüldür. Ruh, zihin
ve beden ayrılmaz bir bütün. Ruhsal tekâmülün ne kadar önemli olduğunu artık daha net bir şekilde
göz önüne sermek gerektiğine inanıyorum.
Bu kitabı yazmamdaki bir başka neden de hastalarımdı... Hastalarımın bana ilettiği şikâyetlerdi. Bu
şikâyetlerin, bu dert yanmaların ışığı altında tıbba yepyeni bir bakış oluşmasına katkıda bulunmayı da
görevim saydım.
Bunları söylemesine rağmen pek çok meslektaşımız hastasının eline bir reçete tutuşturmayı da ihmal
etmez.
Hastaların böyle bir durum karşısındaki ortak görüşü ise şöyledir: "Keşke bir şey bulsaydı da ona
göre ilaç yazsaydı." "Hayatta üzülmemek, sıkılmamak, takıntı yapmamak o kadar kolay mı?" "Eğer
problem buysa o zaman onu düzeltin doktor bey..."
Hele bir de verilen ilaçların prospektüslerini inceleyip yan etkilerini okuyunca daha da canları
sıkılır. Hekime bu yan etkiler hakkında sorular sorduklarında aldıkları, "Sen onlara takılma!"
şeklindeki yanıt güvensizliklerini daha da artırır.
Hastaların bir başka şikâyeti de, doktor doktor dolaşmak zorunda kalmaktır. Gittikleri her doktorun
hastalığa ilişkin farklı bir şey söylemesi ya da farklı ilaçlar önermesi kafalarını iyiden iyiye
karıştırır... Bütün bu farklı teşhisler sonrasında hasta, tedavisi konusunda yine son kararı kendisi
vermek zorunda kalır.
Bu tür şikâyetleri son dönemlerde çok daha sık duyduğumu üzülerek ifade edeyim. Ve elimde
olmadan şöyle düşünürken yakalarım kendimi: Ruh bir yerde, zihin başka yerde, bedense hekimlerin
elinde...
Hasta-doktor ilişkisindeki iletişim kopukluğu benim rahmetli babam Doktor Ferit Özer'den
gördüğüm, hasta ile yakın, dostane bir ilişki kurma tarzından öylesine uzak ki. Ve görüyorum ki bu
uzaklaşma hem doktorla hasta arasında bir hayli mesafe yaratmış hem de hastaların doktorlara
güvenini sarsmış durumda. Hekimlere karşı son zamanlarda sıkça duyduğumuz saldırgan
davranışların nedenini anlamakta güçlük çekmemize gerek yok. Böyle bir ortamda çok üzücü ama
kaçınılmaz bir sonuç neredeyse. Hekimlik mesleğinin saygınlığı gün geçtikçe kan kaybediyor çünkü.
En önemli eksikliğin, biz hekimlerin aldığı tıp eğitiminde olduğu sonucuna vardım. Tıp eğitiminde
en küçük birimin "hücre" olarak kabul edilmesi, sorunun ana kaynağıydı bence. Bütün bilimsel
araştırmalar hücre seviyesinde yapılıyordu. Böyle olunca görev yaptığımız alan fiziksel bedenle
sınırlı kalıyor. Ruh ve zihin, bedenden tamamen ayrıymış gibi değerlendiriliyor. Gerçek şu ki,
belleğimize hangi program yükleniyorsa ona göre hizmet veriyoruz. Ana belleğe bağımlı hizmet veren
bir network ağına benzetebiliriz tıp sistemini.
Oysa ruh, zihin, beden bir bütün. Üstelik en küçük birimimiz hücre değil. Hücreyi büyütün,
karşınıza molekül çıkar. Daha da büyütün maddenin temeli atom alanıyla karşı karşıya kalırsınız.
Şimdilerde ise bir adım daha ileri gittik. Atomaltı parçacıklarıyla tanıştık. Diğer adıyla "Tanrı
parçacığı" ya da "Higgs bozonu". İşte atomların oluştuğu ana kaynak. Dolayısıyla bizlerin de oluştuğu
ana kaynak. Her şeyin oluştuğu ana kaynak.
Bu alandan baktığımızda her şey çok değişiyor. En önemli fark, elektromanyetik alan ve frekansların
ön plana çıkması. Düşünce gücü ise atomaltı alanın komutanı.
Sonuçta tıp alanındaki en büyük problemin ruh, zihin, beden bütünlüğünün kurulamamasından
kaynaklandığını anladım. Üç alan birbirinden kopuk değerlendiriliyor. Bütünü görmekten tamamen
uzaklaşmış durumdayız.
Oysa artık tedaviye bütüncül tıp anlayışıyla yaklaşmak kaçınılmaz bir gereklilik.
Fiziksel beden hekimleri hastalığın kaynağını yok edemediğinde, hastayı ruh hekimlerine emanet
ediyor.
Kronik hastalıkları göz önünde bulundurursak, psikosomatik teşhis konulan hastalara semptomatik
tedaviler, yani hastalığın belirtilerini iyileştiren tedaviler uygulanıyor. Çoğu zaman bu tedavilerin
sonucunda hasta ömür boyu ilaca mahkûm oluyor. Hastayı ister psikiyatriye ister ağrı merkezlerine
sevk edelim tedavi yine medikal düzeyde, ilaç düzeyinde kalıyor.
Bütün bunların sebebi,
hastalık kaynağının bir türlü bulunup
yok edilememesi...
Bütüncül yaklaşımdan uzaklaştıkça kaynağı bulmak daha da zorlaşır. Hekimlerin aşırı branşlaşması,
branşların içinde tekrar branşlaşmaları ise bütünden daha çok uzaklaşmaya sebep oluyor.
Oysa kazalar, yaralanmalar, zehirlenmeler ve zararlı ışınlara maruz kalma dışında tüm hastalıkların
kaynağı ruhsal ve duygusal çatışmalardır. Bir hastalık oluştuğunda organ, beyin ve psikoloji aynı anda
belirti verir. Hastalıkla ilgili çatışmayı ortadan kaldırdığınızda hem organ hem beyin hem de
psikoloji, üçü birden iyileşir. Özetlemek gerekirse ağacın dallarıyla değil, ana gövdeyle ilgilenmemiz
gerekiyor.
Tüm dünyada tıp sektörü hızla entegrasyona doğru gitmekte ve gitmek de zorunda. Ruhsal
gelişimimizin önünü açacak yegâne yol bu çünkü.
Fiziksel beden, aracımız...
İnsan bedeni sadece dünya ortamında işlev gören bir araçtan ibaret. Bir anne ve bir babadan gelen
hücrelerin birleşimi ile oluşan bir tasarım. Bedenimiz otonom sinir sistemi vasıtası ile zaten otomatik
yönetiliyor. Havadaki yüzde 21 oksijen, yüzde 78 azotla, sudaki hidrojen, güneş ışını ve topraktan
gelen vitamin ve minerallerle besleniyor. Yaradan, "Bunu kullan" diye bize bahşetmiş. Bu kurgu
sayesinde biz evrensel iletişime geçebiliyoruz. Bir devre olabiliyoruz. Dolayısıyla asıl olan, sisteme
bağlı ruhsal kısmımız. Bu sayede öğrenme şansı kazanıyoruz. Daha yüksek bir bilince çıkabilme
şansını yakalamış oluyoruz.
Fiziksel beden, dünyanın manyetik alanının çekiminde. Buna karşılık zihinsel ve ruhsal yanımız ise
elektriksel alanın çekiminde. Bu tasarımda iki ünitenin birleşmesi söz konusu. Yani insan,
elektromanyetik bir bütün.
Manyetik çekim alanı egolarımızla bağlantıda. Egolarımızdan kurtuldukça elektriksel alanı daha çok
hissetmeye başlarız. Her iki alanın ortasında ise kalp alanımız vardır. Burası ruhumuzla bağlantıda
olduğumuz yerdir. Kalbimiz ne kadar açık olursa, ruhsal bağlantımız o kadar kuvvetli olur. Olması
gereken de budur aslında.
Bilinç seviyemiz yükseldikçe, zihinsel olarak manyetik çekim alanından kurtuluruz. Böylece bütün
yaratıcı özelliklerimiz açığa çıkar. Ruhsal tatmin gerçekleşir. Elbette ardından da ruhsal tekâmül
gelir. Sağlıklı ve huzurlu bir yaşantının en önemli sırrı da işte budur.
Hayata ruhsal tekâmül açısından bakmazsak işler çok değişiyor. Çünkü ruhsal tekâmül dışındaki
yaşam tarzı başlıca dört ana özellikten oluşuyor:
Evrensel yasalar gereği ruhsal tatmin gerçekleşmedikçe hayat bize gitgide sıkıcı gelmeye başlar.
Çünkü asıl huzur ancak insanın kendi ruhsal alanıyla bağlantıda olup, ruhunu geliştirmesiyle
mümkündür.
Dünyaca ünlü pek çok şöhretin, idolün, starın her şeye sahip oldukları halde kendi kendilerini yok
edecek bir hayat sürmelerinin, uyuşturucuya yönelmelerinin ya da intihara teşebbüs etmelerinin
sebebi de burada yatıyor. Çünkü onların bedenleri ile ruhsal alanları bağlantıda değil. Kendi
ruhlarını baskı altına alıyor, diğer insanların arzu ettikleri, sevdikleri kişiliği oynuyorlar. Bunu
oynadıkları zaman, belki ün, para, statü elde ediyorlar ama kendi ruhsal alanlarına bir şey
katamıyorlar. Birileri o ünün büyüsüne kapılarak onlara âşık oluyor, onlar da var olan durumlarına
takılıp kalıyor, aynı şekilde hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar... Halbuki öğrenmeleri gereken
şeyler var; daha üst boyutlara çıkmaları, ruhlarını tatmin etmeleri gerekiyor. Ruhsal alanla bağlantı
olmadığında ruhsal gelişim gerçekleşmiyor.
Temelde ruh, zihin ve bedenin senkronize, yani bağlantıda olması gerekiyor. İnsan Mevlânâ'nın
dediği gibi, "ya göründüğü gibi olmalı ya da olduğu gibi görünmeli". Bizim bu beden üzerinde kendi
kişiliğimizi yansıtmamız gerekiyor. Bunu yapmadığımız, başka kişilikleri oynadığımız zaman zaten
ruhsal bağlantımız eksik oluyor.
Her şey ilkönce kendimizi sevmekle başlıyor. Ancak o zaman, kendimizi sahneye koyabiliyoruz.
Olduğumuz gibi görünüp, göründüğümüz gibi olabiliyoruz. O zaman kalbimiz açık oluyor. Ruhsal
alanımızla bağlantıda oluyoruz, o şekilde de yükselebiliyoruz. Eğitime, "Büyüklerini sayacaksın,
küçüklerini seveceksin" diye başlandığı zaman, o çocuk bu şekilde sevgi aramaya başlıyor. Bu
durumda insanların egoları ile karşılaşıyor. Egolar büyük, isterse sevgi veriyor, istemezse vermiyor,
dolayısıyla insan hayal kırıklığına uğruyor, kaotik durumlar yaşıyor, kalbi kırılıyor. O zaman da
kalbini kapatıyor, daha doğrusu o kalbi "tedbirli açma" yoluna gidiyor.
Ne kadar sevgi verirsen, ben de sana o kadar sevgi veririm anlayışında oluyor. Kendini güvende
hissedebilmek için onlara sevgiyi hissettirecek insanların istediği kişiliğe bürünüyor. O kişiliği
oynamaya başlıyor. Dolayısıyla belki maddi olarak tatmin oluyor, kendini güvende hissediyor ama o
kişilikten birazcık çıkmayagörsün hemen darbeler inmeye başlıyor. Hemen çevresindeki insanlar,
"Sen çok değiştin" demeye başlıyorlar. Artık o kişiyi oynamaktan başka şansı kalmıyor. Öncelikle
kendimizi sevmeyince ruhsal bağlantımız kesiliyor. Ruhsal bağlantımız olamayınca da tekâmül
edemiyoruz. Sonuç olarak dünyaya geliş amacımız gerçekleşmemiş oluyor.
Başlangıç aşamasında ve acil durumlarda ilaçların çok yarar gösterdiği vakaların olduğu kesin.
Ancak kaynağın bulunamaması durumunda insanların ilaçlara bağımlı hale getirilmeleri doğru değil.
Bu durum, hastalıkları ve ağrıları insanların kaderi haline getiriyor. Acil durum geçtikten sonra
hastalığın veya semptomların gerçek nedeninin bulunup ortadan kaldırılması lazım. Sadece
semptomatik tedaviye bağımlı kalmamak gerekir. İlaçlara mahkûm kalmamızla ruhsal gelişimimizin
önüne bir engel daha çıkmış oluyor.
Size bu farkındalık düzeyine giden yolları anlatmak için bu kitabı yazmaya karar verdim...
Bir sonraki bölümde hayat hikâyemin ayrıntılarını bulacaksınız. Bu konuda hiçbir bilgisi
olmayanlar için yaptıklarımın ve anlattıklarımın bir bölümü "illüzyon" gibi gelebilir oysa illüzyon
gibi gelen şey tam da hakikat ve bu hakikatin ayrıntıları hayat hikâyemin kilometre taşlarında gizli.
Hayatın nasıl kozalarını ördüğünü ve beni yaşam amacım olan hekimlik mesleğine, hem de
bütünleyici bir tıp hekimi olmaya nasıl hazırladığını hayat hikâyemin ayrıntılarında bulacaksınız.
Genelde hastalarım ilk geldiklerinde bana, "Doktor bey, siz bu işe nasıl başladınız?" diye sorarlar ve
ben de onlara hayat hikâyemin ayrıntılarını, nasıl hiçbir şeyin tesadüf olmadığını anlatırım. O zaman
çok daha güvenle teslim ederler kendilerini ve bu güven kuşkusuz onların iyileşme süreçlerine çok
daha pozitif olarak yansır...
Benim hayat hikâyemi okudukça siz de farkına varacaksınız nasıl bir "matriks"te yaşadığımızın...
Ama, "Şimdi bir hayat hikâyesi okumak istemiyorum, ben asıl bu illüzyonun gizemini çözmek
istiyorum" diyorsanız hayat hikâyemi okumayı sonraya da bırakabilirsiniz.
Hayatıma şu andan itibaren geriye doğru baktığımda, karşıma çıkan ve bana birer "ilginç tesadüf"
gibi görünen birçok şeyin bir tesadüf olmadığını anlıyorum.
Mesleğimde bugüne gelmemi sağlayan her şey, her kilometre taşı, birer dönemeç gibi sanki... Uygun
yer ve zamanda, yine uygun bir biçimde karşıma çıkarılmış gibi. Bugünkü tıp anlayışıma ve
uyguladığım bütüncül tedaviye ulaşmamı sağlayan her şey, iyi bir senaryo hikâyesi gibi tek tek
örülmüş aslında...
Sıcak bir yaz günü, 12 Ağustos 1959'da Aksaray'da ailemin ikinci erkek çocuğu olarak dünyaya
geldim...
Babamdan...
Babam Ferit Özer çok sevilen bir doktordu. Müthiş bir dahiliye uzmanıydı. Ailesine karşı otoriter
bir kişiliği olmasına rağmen, eskinin tüm iyi hekimleri gibi hastalarına karşı şefkatli, sevecen ve
anlayışlıydı. Hastalarıyla aynı zamanda tatlı sert, babacan bir ilişkisi de vardı. Hastalarıyla bire bir
iletişim kurmak, onun doktorluk tarzının en önemli alametifarikasıydı. Bugün düşündüğümde
anlıyorum ki, onun hastaları tarafından bu kadar çok sevilmesindeki en büyük etken de onun bu
iletişim tarzıymış.
Hasta daha muayenehanenin kapısından girdiği anda başlardı iletişim. Babam, "Nasılsın, iyi misin,
merak etme iyi olacaksın" der, hastayı böyle karşılardı. Bugün anlıyorum ki babam bilmeden
"plasebo etkisi"ni daha baştan sözleriyle uyguluyormuş. "Plasebo etkisi", farmakolojik olarak etkisi,
yani iyileştirici gücü olmayan bir ilacın ya da bazen sadece bir "şekerleme"nin hastaya o hastalığın
çaresi olan ilaçmış gibi inandırılarak verilmesidir. Yani hasta içtiği şeyin bir ilaç olduğunu sanır, ama
aslında hastaya içirilen şey zararsız bir karışım, bir şekerlemedir. Ancak "plasebo etkisi"nin tıpta bir
yeri vardır. Mantığı çok basittir aslında: İnsanlar iyileştiklerine ve iyileşeceklerine yürekten
inandıklarında, gerçekten iyileşmeye dair büyük bir adım atarlar ve "bedenlerindeki kendi
eczanelerini" çalıştırırlar. Sonuç olarak da gözle görülür bir biçimde iyiye doğru giderler. Ruh, zihin,
beden ve "bedenin kendi eczanesi" kavramlarını ileride tekrar anlatacağım ama şimdilik kendi
hikâyeme devam edeyim.
Merak etme, iyi olacaksın...
Babamın diploma numarası 833'tü. Gerçek bir "halk doktoru"ydu. Aslında bu sıfat ona hastaları
tarafından yakıştırılmıştı... Gecenin bir yarısında bile bir hasta arasa hiç üşenmez, şikâyet etmez,
derhal hastasına koşardı. 7/24 hizmete hazırdı anlayacağınız.
Sık sık muayenehanesine gittiğim için onu çok iyi gözlemlemiştim. Son derece güven veren bir hali,
bir tebessümü vardı. Hastaya yaklaşımı, elini tutuşu, sırtını sıvazlayışı... "Merak etme, iyi olacaksın"
deyişi...
Babamın hastalarıyla kurduğu o içten iletişim, onlara aşıladığı güven hastaların daha ilk andan
itibaren hastalıklarıyla baş etmesini kolaylaştırıyordu. Eski hekimler hastalarına daha çok dokunurlar,
onların gözlerinin içine daha çok bakarlardı. Hasta-doktor arasındaki iletişim daha sıcak ve
samimiydi... Tanıdık ve bildikti. Zaten hastanın psikolojisi üzerinde bu bire bir temas çok etkilidir...
Ben babamdan bunu gördüm ve bugün baktığımda babamın ne kadar doğru davranmış olduğunu
anlıyorum.
Hastanın yüzünde bir parlama oluyordu; canlanıyordu, o enerjiyi, frekansı alınca sanki iyileşme
daha orada başlıyordu...
Babamın teşhisleri de çok kuvvetliydi. Hastanın yatağındaki yatış şeklini, bakışını, gözlerindeki
ışıltıyı, cildinin rengini, her şeyini incelerdi. Hastanın el sıkışına, tokalaşmasına bile dikkat ederdi.
Tokalaşırken hastanın ne kadar kuvveti var, onu anlardı... Klasik tıpta öğretildiği şekliyle elle
muayenesini yapardı, stetoskopla dinleyerek, vurarak, eline bir kitle geliyor mu, gelmiyor mu iyice
inceleyerek bir teşhis koyardı. Sonuçta, ya "Bak sende şöyle bir durum var; şu ilaçları kullanacaksın
ve iyileşeceksin" diye reçetesini yazardı ya da "Seni bir müddet hastaneye alacağız, orada ileri
tetkikler yapacağız, şöyle bir durumdan şüpheleniyorum ve ona göre de tedavi yapacağız" derdi. Her
iki durumda da çoğunlukla verdiği karar hep doğru çıkardı, ister tetkik yapılsın, ister yapılmasın.
Hekim arkadaşları babamın erken teşhislerine şaşırıp kalırlardı. Radyolojik tetkik isterken bile, rapor
yazıp, "Bundan şüpheleniyorum" derdi ve söylediği aynen doğrulanırdı. Onun isabetli teşhisleri,
doğru görüsü hep dikkatimi çekerdi.
Almanya'nın etkisi...
Almanya'ya gittiğimizde henüz 3 yaşındaydım. Babam, annem, ağabeyim ve ben babamın yeni
görevi nedeniyle Dortmund yakınlarındaki Kamen'e yerleştik. Babam ihtisas için Almanya'da
çalışacaktı. İlkokulu orada okudum. Alman eğitim sistemine göre öncelikli hedef, bir öğrencinin
yüksek meslek sahibi olması değil, yaratıcı özelliğinin ortaya çıkarılmasıdır. Herkesin yeteneğine ve
ilgi alanına göre meslek sahibi olması amaçlanır.
Ailelerin bu seçimlere müdahale hakkı yoktur. İlkokul süresince sizi eğiten hocanın söylediği esas
kabul edilir. Bu süreç içerisinde bende keşfedilen yeteneğin müzik olduğunu sonradan algıladım.
Çünkü daha 10 yaşındayken senfoni orkestrasında trompet çalıyordum. Hâlâ müziğe ilgim sürer,
evimde aranjeler, besteler yaptığım, çaldığım küçük bir stüdyom var. Aslında müzik ve iyileşme
birbiriyle son derece ilişkili şeyler. Müziğin hastalıklardaki iyileştirici etkisi de artık herkesin kabul
ettiği bir olgu, ileride bu konuya da değineceğim.
Elbette o zaman Almanya'nın hayatımın dönüm noktalarından biri olacağını bilemezdim... Bütün
bildiğim, babamın peşinde, hastanelerde zaman geçirmeyi sevdiğimdi... Çocukluğumdan beri
hastanelere ve hastalara meraklıydım... Babamın çalıştığı hastanede herkes beni tanır, bana adımla
seslenir, beni severdi... Hastanede gerek hastalardan, gerek çalışanlardan büyük ilgi görürdüm ve bu
da hoşuma giderdi elbette... Hastane ortamının benim için büyük bir cazibesi vardı... En çok hoşuma
giden, iyileşen hastaların gözlerindeki o göz kamaştırıcı ışık, yüzlerindeki içten gülümsemeydi... Bir
anlamda hastaneler, herkesin düşündüğünün tersine, mutluluk dağıtıyordu... Hastaneler önemliydi.
Ben babamla birlikte hastaneye gitmek için tuttururken ağabeyim Ergun tam tersi hastane ortamından
hiç hoşlanmazdı ve zorla götürüldüğünde bile çok uzun zaman kalamazdı... Hemen çıkıp uzaklaşmak
isterdi... Nitekim o doktor değil Almanca öğretmeni oldu...
Ortaokul son sınıfı ve lise 1. sınıfı orada okudum. Lise 2'ye ikmalsiz geçebilmeyi başarmıştım. Bu
yıllarda annem ve babam Bursa'daydı, zira Almanya'dan dönüşte babam Bursa Sosyal Sigortalar
Hastanesi'nde dahiliye uzmanı olarak çalışmaya başlamıştı.
Sıkıldığımın, bunaldığımın, yalnızlığa uyum sağlayamadığımın farkında olan ailem bana, "İstersen
gel bizim yanımızda oku, istersen biraz daha dayan" dedi. Artık çok yorulmuştum yalnızlıktan, dersler
bir hayli ağırdı, kendi işimi yapmak da zor geliyordu, ev yemeklerini özlemiştim, fazla da enine
boyuna düşünmeden, "Bursa'ya gelmek istiyorum, artık buradan çok yoruldum" dedim...
Bursa'ya dönüp lise 2 ve 3'ü Bursa Atatürk Lisesi'nde okudum ve lise diplomasını aldım.
Üniversite tercihlerimi yaparken aklımda sadece ve sadece tıp okumak vardı... Başka hiçbir tercih
yapmayı düşünmedim... Tek istediğim doktor olmak, çocukluğumda babamdan gördüğüm gibi şifa
dağıtıp, insanların yüzlerini güldürmekti.
1970'li yıllar Türkiye'de terör yıllarıydı... Her an, her yerde bir bombanın patladığı, üniversitelerde
çatışmaların olduğu, zorlu zamanlar. O yıllarda ailemin yanında eğitim görmek, yurtlarda kalmaktan
çok daha güvenliydi. Bu nedenle üniversite sınavlarında ilk tercihim Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi olmuştu. Kısacası Bursa'dan ayrılmamayı tercih ettim. İyi ki de öyle yapmışım, güven
içinde rahat rahat okudum.
Üst katımızda oturan Nermin Teyze son derece hareketli, konuşmasını seven, hoşsohbet bir kadındı
ama inanılmaz derecede mükemmeliyetçi bir yapısı vardı...
Ayda bir iki kere şiddetli migren krizine yakalanırdı. Tabii ki hemen babamı çağırırlardı. Babam
gider, gerekli ilaçları verir, ağrılarını geçirirdi. Nermin Teyze de her seferinde, iyileştikten sonra bize
teşekküre gelirdi. Herkes durumdan memnundu. Ama benim aklımda, bu duruma dair hep bir soru
işareti vardı.
Bir gün yine böyle bir ziyaret sonrası babama, "Baba, Nermin Teyze'yi yıllardan beri tanıyoruz,
tedavisini yapıyorsun, ama ben onun hiç iyileştiğini görmedim. Migren yine aynı migren" deyiverdim.
"Oğlum, bunun tedavisi bugün tıpta henüz yok. İlaçlarla bu şekilde ağrılar kesiliyor. Hasta bu
hastalıkla ömür boyu bir şekilde yaşamaya alışacak" dedi... Doğrusu asıl ben bu cevaba bir hayli
şaşırmıştım.
Yani Nermin Teyze hiçbir zaman iyileşmeyecekti. O zaman hasta iyileşmiyordu, sadece ağrıları bir
süreliğine yok oluyordu. Bu tür gözlemlerim başka hastalar üzerinde de sürdü...
Yine oturduğumuz apartmanın alt katında romatizmal ağrılarla boğuşan Aysel Teyze vardı. Aynı
şekilde Aysel Teyze için de, "Bu hastalıkla yaşamaya alışacak" deniyordu. Halam da yıllardır bel
ağrısı çekiyordu. Fizik tedaviler, ilaçlar... Ama ağrıları devam ediyordu.
İlaçlarla, semptomlar (belirtiler) gideriliyordu ama hastalık olduğu gibi yerinde kalıyordu. Ağrısı
varsa ağrı kesici, bulantısı varsa bulantı giderici, tansiyonu yüksekse tansiyon düşürücü ilaçlar
alınıyordu ama hastalık geçmiyor, iyileşmiyordu. Bunlara da psikosomatik hastalıklar deniyordu.
İnsanların ağrı çekmeleri, hastalıkların kaderleri olması, onların mutluluklarına ve elbette ruhsal
gelişimlerine sekte vuruyordu. Oysa biz ruhsal gelişim için bu dünyadaydık. Sürekli ağrıyla uğraşan
bir varlık ruhsal gelişimini sürdüremezdi. İnsanlar dünyaya geliş amaçlarını yerine getiremiyorlardı
ağrılar yüzünden. Sadece yaşamak için yaşıyorlardı... Bu konu zihnimi fazlasıyla kurcalamaya
başlamıştı.
1983'te mecburi hizmetimi yapmaya geldi sıra. Isparta, Senirkent, Esendere kurasını çektim. Önceki
ismi Büyük Kabaca olan yaklaşık 1.000 hanelik bir köy. Oranın ilk doktoruydum. Bir belediye
binasının alt katını ayırmışlardı sağlık ocağı olarak. "Esendere Sağlık Ocağı" levhası kapı girişinde
yerde duruyordu ve malzeme adına bir şey yoktu. Yavaş yavaş sağlık ocağına malzemeler aldık...
Eşyalar getirttik; masalar ve sandalyeler, sobalar gönderildi Isparta Sağlık Müdürlüğü'nden... Orayı
adeta yeniden inşa ederek işe başladık. Bir sağlık memuru, üç ebe ve bir müstahdem ile göreve
başladık. İki yıl kadar orada kaldım. Bu süreçte orada çocuk sağlığı üzerine çok önemli kazanımlarım
oldu. Gerçekten köyde çocuk sağlığı konusunda çok geri kalınmıştı, mutlaka bu konuda bir hekime
ihtiyaçları vardı ve çalıştığım sürece, hastalık nedeniyle bir tek çocuk bile ölmedi. Bu başarımın
temelini tamamen Bursa Tıp Fakültesi'nde aldığım çocuk stajına borçluyum. Hocalarım çocuk sağlığı
ve eğitimi konusunda bir hayli hassastı. Staj sırasında bir hayli şikâyetçi olsak da, bunun önemini
mecburi hizmetim sırasında çok iyi anlamıştım. Aldığım eğitim için hocalarıma hâlâ şükran duyarım.
Almanya'dan başlayıp köy hayatına geçiş çok ilginç bir serüven ve tecrübe olmuştu yaşamımda. Bu
yıllarımda en büyük kazancım ise sabretmeyi öğrenmekti. İki yılın sonunda orada karşılaştığım doktor
arkadaşım Semih, "Ankara'da, Gazi Üniversitesi'nde ihtisas için bir sınav açılacak, gel oraya
başvuralım" dedi. O zamanlar ben de göz ihtisası için çalışıyordum. Niyetim göz doktoru olmaktı.
Nedense küçük cerrahi branşlar ilgimi çekiyordu. Göz branşını tercih etmemin nedeni ise o dönemin
Bursa Tıp Fakültesi göz bölüm şefinin babamın arkadaşı olması ve beni istemesiydi. Bursa'da bir
türlü sınav açılmaması nedeniyle Gazi Üniversitesi'nde açılan sınava katılmak için otomobille yola
çıktık... Ancak gittiğimizde beni bir sürpriz bekliyordu. Gazi Üniversitesi'ne göz ihtisası için 35
kişinin başvurduğunu öğrendim. O zamanlar TUS sınavı henüz konulmamıştı. Göz ihtisasına seçilecek
insanların nasılsa belli olduğunu düşünüp, kazanma şansımın daha fazla olabileceği başka bir branş
var mı diye araştırmaya giriştim. Sonra değiştiririm diye düşünmüştüm. İki branş vardı: psikiyatri ve
anestezi... Bu iki alan için de kazanma şansımın yüksek olduğunu söylüyorlardı. O zamanlar
psikiyatrinin bana uygun olmadığını düşündüğüm için anesteziyi tercih ettim. Aslında tam olarak
nedenini bilmeden anestezi bana daha cazip gelmişti. Tabii şimdi baktığımda, bugünkü noktaya ve
anlayışa gelebilmem için anesteziyi seçmiş olmam gerektiğini anlayabiliyorum. İnsan geriye
baktığında hayatındaki noktaları birleştirebiliyor.
Anesteziye girdikten sonra bu branşın ne kadar önemli olduğunu anladım. Biz tıp fakültesinde
öğrenciyken anestezi stajına idareten gidiyorduk, ama iş başa düşünce gerçeği anladım. Bir hastayı
uyutmanın, anestezi vermenin, bütün o süreç boyunca başında durmanın, ameliyat bittikten sonra
hastayı uyandırıp odasına göndermenin son derece kutsal bir iş olduğunu ve büyük bir sorumluluk
taşıdığını fark ettim.
Hasta anestezi sürecini kesinlikle hatırlamaz. Yarı uykulu vaziyette ameliyathaneye alınır, ama
sonra gözünü yatakta açar. Arada ne olur ne biter, nasıl bir süreç geçer, bunların hiçbirinden haberi
yoktur. Bazen ameliyatın sekiz saat sürdüğü olur ama hastaya bu süre bir iki dakika gibi gelir. O sekiz
saat boyunca anestezi uzmanı hastanın başındadır ve hastanın bütün hayati sorumlulukları doktorun
elindedir. Bütün bu zaman boyunca, çok dikkatli olmak zorundadır anestezi uzmanı. Anestezi
uzmanının bir iki dakika için bile olsa, en küçük dalgınlığı hastanın ölümüne sebep olabilir. Anestezi
o kadar ciddi bir şeydir. Solunum sistemi, dolaşım sistemi, kalp, böbrek, bütün sistemler, bütün
değerler sizin kontrolünüzdedir ve siz hastanın yapısına, ameliyatın şekline ve kanamanın durumuna
göre pür dikkat anesteziyi yönlendirmelisiniz. Cerrah için en rahat çalışabileceği ortamı sağlamak
zorundasınız.
Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde göğsüne şarapnel saplanan bir askerin acil ameliyatı sırasında
göğüs cerrahı arkadaşımın kanamayı durduramaması onu inanılmaz panikletmişti. Kan ter içinde
kalmıştı. Bana dönüp, "Hasta hâlâ yaşıyor mu?" diye sorarkenki ifadesi şimdi bile gözümün
önündedir. Kendisine tansiyonun normal olduğunu söyledim. O anda rahatlayıp son bir hamleyle
kanayan damarı bulması askerin hayatını kurtarmıştı. Operasyon bittikten sonra akşam yemeğine
gitmiştik. Cerrah arkadaşım yemek sırasında bana o kadar kanamaya rağmen tansiyonun nasıl normal
kaldığını sordu. Ben de kendisine o anda aslında nabız alamadığımı itiraf ettim.
Anestezi üç ana bölümden oluşur; ağrı, kas gevşemesi ve bilinç... Hepsini son derece kontrollü
ayarlamanız gerekir; birini eksik yapsanız her şey altüst olabilir. Mesela hasta uyurken ağrı duyarsa
ya da ağrı duymadığı halde uyanırsa çok dramatik sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. O nedenle değerler
çok önemlidir.
Acil durumlarda bir hastanenin bütün servislerinden, solunum ve dolaşım yollarının açılması için
anestezi uzmanı çağrılabilir. Anestezi yeniden canlandırma göreviyle en riskli branştır. Yoğun bakım
ünitesi anestezinin sorumluluğundadır. Bir cerrahın operasyon esnasında hastayı öldürme tehlikesi,
ancak kanamaya neden olup durduramaması halinde oluşur.
O yüzden benim sizlere tavsiyem, ameliyat olacaksanız, anestezi uzmanının kim olduğuna bakın.
Anestezi uzmanını iyi tanıyın, size kimin anestezi verdiğini bilin... Ben olsam cerrahtan çok anestezi
uzmanının kimliğiyle ilgilenirdim.
Anestezi sayesinde ölümle yaşam arasındaki ince çizgiye bir hayli vâkıf oldum ve bu benim hem
insanlığımı, hem de mesleğime yaklaşımımı yeniden şekillendirdi. Sadece ameliyathanede değil,
yoğun bakımda da, acil serviste de yaşadığım olaylar bana çok kapı açtı...
Algoloji konusunda, halihazırda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan ve
algoloji hizmeti veren Prof. Dr. Serdar Erdine Türkiye'de ilk atılımları yapmıştır.
Her türlü tedaviye rağmen geçmeyen ağrılarda veya kanser ağrılarında başvurulan bir branştır. Ağrı
çeken birisi hiçbir zaman doğrudan ağrı merkezine gelmez. Ağrı merkezlerine genellikle son durak
olarak başvurulur.
Öncelikle kişi diğer branşların teşhis ve tedavisinden geçer... Bütün bunların sonucunda, herhangi
bir cerrahi müdahale gerekmiyorsa ya da organik bir sebep bulunamamışsa veya verilen ilaçlar fayda
etmemişse o kişi algoloji merkezine gönderilir. Burada ağrıyı giderici farklı yöntemler kullanılarak,
yine ilaç ağırlıklı tedaviler uygulanır.
Ayrıca kanser hastalarının son dönemlerinde ağrı çekmemeleri ve rahat etmeleri için "epidural
kateter" takılması ve morfin uygulamasının başlatılması da algoloji merkezlerinde yapılır. Yani benim
şu anda uyguladığım ağrı giderme yöntemlerinden bir hayli farklıdır. Ama yine de benim ağrı
konusuna ilk girişim algoloji sayesinde oldu.
Dr. Ahmet Mahli o zaman, "Ben bu hastaya akupunktur anestezisi uygulayayım" dedi. Duyunca bir
hayli şaşırdım; çünkü o yıllarda böyle bir düşünce tarzı, böyle bir bakış açısı bize fakültede
öğretilmemişti. Türkiye'de de akupunktur bu kadar bilinmiyordu, daha yeni yeni duyuluyordu. Ama
Almanya bu konuda bir hayli ileriydi, eğitimler veriliyordu...
Çok meraklanmıştım. Acaba hasta ağrı duymadan ameliyat olabilecek miydi? Burada göreceğim şey
benim için çok önemliydi; böyle bir gerçek varsa, bende de bir ışık yanacaktı. Mutlaka kendim
görmem gerekiyordu, çünkü bu tip olaylara şahit olmamışsak, sadece duymuşsak, bir illüzyon gibi
bakabiliyoruz...
Uzakdoğu'da beyin ameliyatlarında bile akupunkturla anestezi yapılabiliyor diye duyuyorduk, ama
hayal gibiydi, insanın kendi gözüyle görmeden inanması zordu.
Hakikaten hastayı aldık, Ahmet Hocam akupunktur iğnelerini taktı, belli noktalara akım verdi. 20
dakika sonra hasta ameliyat için hazır hale geldi. Hasta uyanık bir halde bizimle konuşuyordu.
Ameliyathaneye yatırdık, üzerine yeşiller örtüldü, boyası yapıldı, ameliyat sahası temizlendi.
Bütün bu işlemler yapıldıktan sonra verilen tek şey 5 mg'lık Diazem, yani bir tür yatıştırıcıydı. 5 mg
Diazem demek, hiçbir şey demekti. Bu kadar yatıştırıcıyla hastanın parmağının ucuna dahi
dokunmanız mümkün değildir. Kaldı ki ameliyat olacak, karnı açılacak, karaciğerinin altına girilecek.
Verilen o ilaç sadece ameliyathane ortamında rahatlaması için yapılmış bir yatıştırıcıdan başka bir
şey değildi. Ama hasta ameliyat esnasında konuşuyordu. Ahmet Hocam hastayla, "Nerelisin, nereden
geldin, ne yapıyorsun?" diye sohbet ederken cerrahlara döndü ve "Başlayabilirsiniz!" diye işaret etti.
Sonra cerrahlar başladı ameliyata, kesi atıldı, hasta hâlâ konuşuyor. O sırada benim kalbim küt küt
atıyordu. İçimden, "Nasıl olur böyle bir şey, tamamen mantıkdışı" diyordum.
Analitik düşünme beynimize kazınmıştı adeta. Bir hastayı o aşamaya getirene kadar ne ilaçlar
veriyorduk, ne morfinler, ne sedatifler, ne ağır anestezik ilaçlar... Ameliyat 1,5 saat sürdü.
Sonuç olarak ben kendi gözümle anestezi olmadan gerçekleşen bir ameliyata şahit oldum ve
akupunktur ile anestezi yapılabileceğini kabul ettim. Bu inanılmaz sahne, bende önemli bir
aydınlanmaya neden olmuştu. Anestezik ilaçlar kullanmadan, karın ameliyatı yapacak kadar ağrıyı
kesebiliyorsak, neden kronik ağrıları ilaç vermeden kesmek mümkün olmasındı ki? Babama sorduğum
sorunun cevabını bulmuştum belki de. Bu bir dönüm noktası, bir milattı benim için. Geleneksel tıbbın
bilimsellik adına çok fazla tutucu olduğuna kesinlikle inanmıştım artık. Bütün bakış açım değişmişti.
Aslında ilk başta gördüklerime inanmakta zorluk çekmiştim. Bize tıp fakültesinde bu konudan hiç
bahsedilmemişti. Hiçbir hocamdan buna benzer bir şey duymamıştım. Gördüklerim rüya gibi bir
şeydi. Zaten kendi gözlerimle görmesem, bir başkası bana anlatsa illüzyon gibi gelebilirdi.
Arkasından Doç. Dr. Ahmet Mahli 20 vakada TUR operasyonlarında, yani prostat ameliyatlarında
akupunktur anestezisi uyguladı ve bunu Antalya'da Anestezi Kongresi'nde yayımladı, hatta görsel
olarak da videosunu hazırlayıp izlettirdi. Şu anda da bu çalışma arşivlerde mevcut, internetten girilip
bulunabilir. Ayrıca genel anestezi ile birlikte akupunktur yapıldığında anestezik ilaçların dozu yarı
yarıya azaltılıyor. Bu da tamamen bilimsel bir gerçek...
Bu olayların ardından, "Bilmediğimiz başka şeyler var" diye düşünmeye başladım... Belki de
babama sorduğum sorunun cevabını bulabilecektim. Belki de ağrıların hastaların kaderi olmadığını,
bununla yaşamaları gerekmediğini ispatlayabilecektim. Ondan sonra zaten bu alana inanılmaz ilgi
göstermeye başladım. Kronik ağrılar ve hastalıklar konusuna ilgim böyle başladı.
Artık hedefim bu kronik ağrıların ve kronik hastalıkların insanların kaderi olmadığını göstermekti.
Doktor Ahmet Mahli belki de farkında olmadan kaderimin çizilmesinde büyük rol oynadı. Bana
kazandırdıklarından dolayı ise kendisine şükran borcum var ve benim gönlümde anestezi camiasının
en büyük profesörüdür.
Uyguladığım yöntemler...
O günün şartlarında ağrı tedavisinde uygulanabilecek bütün yöntemleri öğrendim, uygulamaya
başladım. İnfiltratif blokaj tedavileri, epidural ve spinal girişimler, nöral terapi, akupunktur... Bir ağrı
tedavisinde neler uygulanabiliyorsa, akupunktur ile birlikte bütün bunları uyguladım. Artık işin hem
pratiğini uyguluyordum, hem de teorik olarak çalışmalara başlamıştım.
Nihayet ihtisasımı bitirme zamanı gelmişti. Güzel bir ihtisas sınavı verdim. Jüri karşısında bana
sorulan bütün soruları doğru olarak yanıtlamıştım. O zaman benim için çok değerli şefim, saygıdeğer
Prof. Dr. Yener Karadenizli, "Böyle başarılı bir sınav olmaz, her soruya doğru cevap verdin, bir tane
de cevap veremeyeceğin bir soru sormamız gerekiyor" deyiverdi... Ben şaşırmıştım... Diğer hocalar
da merak etmişti, acaba ne soracaktı?
Öyle bir soru sordu ki, o soru bugün uyguladığım tedavinin özünü içeriyor...
Mesmerizm...
Gelen soru "Mesmerizm"le ilgiliydi, "Mesmerizm ne demek?" diye sormuştu... Daha önce
duymadığım için doğal olarak bu sorunun yanıtını bilemedim, ama sonradan öğrendim elbette.
Mesmerizm, Alman fizikçi Anton Mesmer (1734-1815) tarafından ortaya atılmış bir teori.
Mesmer'e göre bütün canlı ve cansız varlıklar arasında "hayvani cazibe" denen doğal bir enerji
akımı, transferi vardır. Aynı zamanda şamanik bir kişi olan Anton Mesmer'in bir diğer tezi de bütün
canlıların bir "manyetik akış"a sahip olduğu üzerineydi. Mesmer'e göre bu manyetik alan, terapi
amaçlı da kullanılabilirdi, kötü amaçlar için de. Bu evrensel manyetik akışın bütün varlıklarda
olduğunu, akışın dengesizleşmesi durumunda hastalıkların ortaya çıktığını düşünen Mesmer,
hastalarını mıknatıslarla tedavi ediyordu. Ona göre tedavi edenin bedeni de bir manyetik akış
içindeydi ve hastalarına dokunarak bu akışı düzenliyordu. Bu sayede bozulmuş olan manyetik alan
yeniden düzene giriyordu. Akış yeniden dengelendiğinde hasta da tedavi oluyordu. Mesmer, bazı
insanların manyetik tedavi gücüne sahip olduğunu düşünüyor ve bu kişilerin hastaların manyetik
akışlarını düzenleyebileceklerine inanıyordu. Bu, dolaylı olarak da yapılabilirdi ona göre. Örneğin
hasta, manyetik akımı hekim tarafından düzenlenmiş bir bardak manyetik su içtiğinde de
düzelebiliyordu.
İşte böylece kader ağlarını örmüştü... Bir soruyu bilememiştim ama ihtisas sınavını başarıyla
vermiştim... Mesmer'in teorilerinin çok önemli olduğunu ise daha sonra anlayacaktım...
Bunun üzerine bizim üniversitede doçentliğini veren, İstanbul'da Okmeydanı Hastanesi'nin Şefi
Doç. Dr. Aysel Altan ile temasa geçildi ve ilk tayinim Okmeydanı Sigorta Hastanesi'ne yapıldı...
İstanbul'a, hayalimdeki şehre gelmiştim. Tayinimi beklerken yine ilginç bir olay hayatımı değiştirdi.
Tayin işlemlerinin 2-3 ay bekleme süresi vardı ve ben beklemedeydim. O süreç içinde teyzemin
oğlu Murat beni ziyarete gelmişti. Bana gördüğü bir tedaviden bahsetti; bir nörologla tanıştığını, onun
kendisine akupunktur tedavisi uyguladığını ve doktorun adının Arı Balcı olduğunu söyledi. Murat, Dr.
Arı Balcı'ya benden bahsettiğini, ağrı uzmanı olduğumu söylediğini, "Nöral terapi konusunda uzman
bir kuzenim var" dediğini anlattı. Arı Balcı nöral terapiyi duyunca illa ki beni tanımak istemiş ve
çağırmış... Birkaç gün sonra yanına gittim, meğer o da nöral terapiyi merak ediyor ve öğrenmek
istiyormuş.
Biraz nöral terapiyi anlatmakta yarar var. Nöral terapi, lokal anestezi ile yapılan bir tedavi şekli.
Ağrıyan bölgeye yüzde 1 prokain ya da lidokain vererek, ağrı-spazm kısırdöngüsünü kırıp o bölgenin
tekrar kendini onarmasını sağlıyorsunuz. Yani normal anesteziden biraz farklı. Lidokain içerikli bir
lokal anestezi uyguladığınızda, onun etkisi en çok 1-2 saat sürer, diş çekiminde olduğu gibi. Fakat
nöral terapi tedavisinde ağrı olmadan geçen zaman eğer ilk seferde 12-24 saatin üstündeyse buna
"tedavi edici etki" denir.
O ağrıyan bölgedeki hücreler aslında enerjisini kaybetmiş hücrelerdir. Sağlıklı bir hücre normalde
60-90 mV arasında çalışır, hücre enerjisi 60 mV'nin altına inmişse ağrı sinyalleri gönderir. İşte nöral
terapide lokal anesteziyle hücreye 270 mV'lik bir enerji verilir ve bu uygulama sayesinde hücreler o
enerji ile kendilerini tekrar yapılandırıp iyileşmeye başlar. Elbette iş, sırf bununla bitmez. Hücreyi
bozan sebepleri de ortadan kaldırmanız gereklidir; ama bu, kronik ağrılarda ağrı-spazm
kısırdöngüsünü kırmak için çok etkili bir yöntemdir. Çünkü ağrı spazmı tetikler, spazm ağrıyı tetikler.
İşte lokal anestezik, bu kısırdöngüyü kırar. Tedavinin başında çok hızlı bir eski haline dönme durumu
yaratır, bu da hastanın moralini yükseltir. O nedenle çok etkili bir yöntemdir.
Dr. Balcı, kendisiyle birlikte çalışmamı istedi. Ben de onun bu davetini kabul ettim. Hem bütçeme
katkı olur, hem de onunla birlikte akupunktur bilgimi geliştiririm diye düşündüm. Dr. Balcı son
derece deneyimli bir akupunktur uzmanıydı. Akupunkturun yanında nörolojiyle de kaderlerimiz
buluşmuştu. Çünkü algoloji bilim dalı 4 ana branşın birleşiminden oluşuyordu. Anestezi, nöroloji,
fizik tedavi ve psikiyatri.
Dr. Balcı'nın rahmetli eşi Dr. Ayla Balcı çok başarılı bir fizik tedavi uzmanıydı. Aynı klinikte
üçümüz bir arada çalışıyorduk. Aslında onlarla bir araya gelişim kesinlikle bir tesadüf değildi.
Psikiyatriye olan ilgim ise, askerlik arkadaşım psikiyatr Prof. Dr. Kerem Doksat sayesinde 18 aylık
askerlik görevim sırasında daha da artmıştı. Sonuç olarak algoloji için gereken bütünlüğü sağlamak
adına her şey hazırdı.
Kaktüsten ders...
Nitekim aklımdan geçirdiklerim gerçek oldu. Bir anlamda profesyonel hayata da geçmiş oldum... 2-
3 aylık diye girdiğim çalışma 15 yıl kadar sürdü. Nöroloji uzmanı Dr. Arı Balcı sayesinde hem
mesleki, hem de yaşamsal çok önemli ve değerli deneyimler edindim.
Arı Balcı'dan öğrendiğim en önemli hayat dersi ise hiç aklımdan çıkmadı: O da tıpkı babam gibi,
"Yükseldikçe daha da alçakgönüllü olacaksın" derdi. Ve bu nasihat her zaman hayatımın temel
sloganlarından biri oldu.
Yaşam felsefemizi geliştirirken, kaktüs bitkisini örnek almamız gerektiğini de yine kendisinden
öğrendim.
"Kaktüsün özellikleri bize örnek olmalı" derdi Arı Balcı. Kaktüs bitkisinin aşırı sıcak ve aşırı
soğuk ortama, susuzluğa dayanıklı olması ve zor koşullara rağmen senede bir gün muhteşem bir çiçek
açmasıydı onu ilginç, değerli ve özel kılan.
Hastaya doğru yaklaşım, dayanıklılık, sükûnet, huzur ve pozitif enerji vermek denince, ilk aklıma
gelen kişi Dr. Arı Balcı'dır... Babamdan sonra tanıdığım, hastalarına son derece güven ve değer veren
ikinci doktordu kendisi. Onu tanıyan herkes sinirlerinin alınmış olduğunu düşünürdü. Çünkü
sinirlenmek nedir bilmezdi.
Bu nedenle mesleki bilgiler dışında hayat dersi olarak çok feyiz aldığım Dr. Arı Balcı'ya ne kadar
teşekkür etsem azdır.
Askerlik dönemi...
O sıralarda İstanbul'da Göztepe'de oturuyordum. Okmeydanı-Göztepe arasında mekik dokuyordum,
2 yıl kadar orada ağrı tedavisi ile birlikte anestezi uzmanlığına devam ettim ve sonrasında askerlik
görevim için gittiğim Diyarbakır'da 600 yataklı askeri hastanenin anestezi bölümünde 16 ay hizmet
verdim. Diyarbakır'da benden başka sadece Sigorta Hastanesi'nde bir anestezi uzmanı olduğu için
neredeyse tüm Diyarbakır için takviye kuvvet olmuştum. Güneydoğu Anadolu'dan gelen yaralıların ilk
durağı Diyarbakır Askeri Hastanesi idi. Bu nedenle 7/24 hizmetteydim. Buradaki görevim çok
kutsaldı benim için. Elde ettiğim tecrübeler ise başlı başına bir kitap olur.
Askerlik dönüşü Göztepe'ye yakın olsun diye tayinimi Göztepe Sosyal Sigortalar Eğitim
Hastanesi'ne yaptırdım. 2000 yılına kadar burada hizmet verdim. Bu dönem zarfında normal
doğumlarda ağrısız doğum için "epidural anestezi" uygulamalarım, Göztepe SSK Hastanesi'nde bir ilk
oldu. Ağrı ile ilgili merakım bu alanda da kendini göstermişti.
10 yıl boyunca bir taraftan SSK Hastanesi'nde görev yaparken bir taraftan da part-time olarak Dr.
Arı Balcı ile birlikte çalıştım.
2000 yılında Dr. Arı Balcı'nın da desteği ile SSK Hastanesi'nden ayrıldım. İki alanda birden
çalışmak artık beni çok zorlamaya başlamıştı ama esas olarak ağrı tedavisine karşı ilgim çok artmıştı.
Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı'na (International Association for the Study of Pain=IASP)
göre ağrı, "Var olan ya da olası doku hasarına eşlik eden veya bu hasar ile tanımlanabilen, hoşa
gitmeyen duyusal ve emosyonel (duygusal) deneyim" ve "bir korunma mekanizması" olarak
tanımlanıyor.
Ağrı aslında bir kavramdır ve kişiden kişiye büyük farklılıklar gösterir, çünkü birçok faktör (din,
dil, ırk, cinsiyet, sosyokültürel çevre, ruhsal ve duygusal nedenler) ağrı eşiğini, dolayısıyla da ağrılı
uyarana tepkiyi belirler.
Geçmişte sadece çeşitli hastalıkların bir bulgusu olarak kabul edilen ağrı (özellikle kronik ağrı),
günümüzde artık başlı başına bir hastalık, bir sendrom olarak kabul ediliyor. Uygun tedaviye rağmen
devam eden ağrıya "kronik ağrı" denir.
Ağrı duyumu, ağrı davranışı, kişinin evdeki ve işteki işlevsel durumu, duygusal durumu gibi
bileşenleri içerir. Yapılan araştırmalara göre, her yıl kronik ağrıya bağlı olarak 700 milyon işgünü
kayboluyor ve bunun da bedeli 60 milyar dolar zarar...
Kronik ağrı ile karşımıza çıkan sorunun, yani ağrının çabucak giderilmesi, hastanın sağlık ve
iyileşme hakkındaki düşünceleriyle, davranışlarıyla ve yaşam şekliyle çok yakından ilgili. Hastanın
vücudundaki ağrılı bölgenin yeri, ağrının kronikleşmesi için gereken süre, sinir sisteminin ağrıya
verdiği yanıt, olumsuz davranış kalıpları ve bazen de akut ağrıyı iyileştiren bazı tutum ve tedavilerin
kronik ağrıyı daha da kötüleştirebildiği akıldan çıkmamalı.
• Nosiseptif ağrı
• Nöropatik ağrı
• Psikojenik ağrı
Normalde ağrı, bilinci yerinde olan beyine sinyallerin A delta (hızlı iletim) ve/veya C nosiseptif
sinir lifleriyle (yavaş iletim) iletilmesi sonucu oluşur. Vücudumuzda ayrı ayrı iş yapan beş çeşit sinir
vardır. Bunlardan bahsi geçen iki sinir sadece ağrıyı ileten sinirlerdir. Diğer üçünün başka işlevleri
vardır, ağrıyı iletmez, ama hepsi de omurilikte birleşerek beyine mesajlar iletir. Dominant, yani
baskın uyarım halindeki sinir, diğer uyarıların önünü kapatır.
Ağrı kontrolü merkeze, yani beyine giden yolda gerçekleşir. Bir diğer yol merkezden direkt uyarıyla
olur. İnen yol denilen bu yolla yine ağrı kapısı kapanır ve ağrı kontrol altına alınır.
Ağrıların kontrolünü sağlayan diğer bir yol ise "endorfin", enkafalin denilen opiatlardır. Bunlara
vücudun kendi morfini de diyebiliriz. Bu maddeler doğrudan ağrı kesici etki gösterirler.
Sonuçta ağrıların kontrolü bütün bu mekanizmalar sayesinde gerçekleşir. Böylelikle ağrı iletimini
durdurursunuz ve beyine ağrı sinyali ulaşmaz.
Akupunkturun ağrı tedavisi dışında, birçok etkisi daha olduğunu da öğrendim elbette. Ben
akupunkturu o ana kadar yalnızca ağrı tedavisinde kullanmıştım. Ama Arı Balcı'yla birlikte çalışırken
baktım ki, birçok kronik hastalıkta, kilo problemlerinde, alerjik problemlerde, sigara gibi
bağımlılıkların tedavisinde ve daha birçok alanda akupunktur gerçekten inanılmaz işler başarıyor.
Arı Balcı ile birlikte 15 yıl süren çok başarılı bir dönem geçirdim, birçok sorumun yanıtını buldum
ama yine de kafama takılıp kalmış bazı sorular vardı...
Akupunktur ve enerji...
Dr. Balcı'yla beraber akupunktur iğnelerini takarken, kendi enerjimizin de hastaya geçtiğini, o gün
aldığımız verimden anlıyorduk. Eğer o gün mutlu ve huzurluysak, ikimiz de o gün gelen hastalarda
inanılmaz iyileşmeler gözlemliyorduk. Tersi durumlarda yine iyileşme olsa da, diğer durumlarda
olduğu kadar etkili değildi. Bu durum pozitif enerjinin tedavideki rolünü daha da ön plana
çıkarıyordu. Hekimle hasta arasında da bir enerji alışverişinin olduğu fikri daha da netleşmişti
kafamda.
Akupunktur tedavisi sonrasında yine de hastalıklar zamanla nüksedebiliyordu... Mesela hasta bir
sene çok rahat ediyordu, ama ertesi sene yine aynı şikâyetle gelebiliyordu. Bense hastalıkların tam
olarak, kalıcı şekilde yok olmasını istiyordum. Oysa hastalar geçici iyileşmeler bile olsa hallerinden
gayet memnundular. "Allah razı olsun, kaç yıldan beri bu ağrıyı çekiyordum" diyorlardı. Onlar için
kaderleri olduğunu düşündükleri ağrıları, şikâyetleri bir sene boyunca çekmemek bile çok büyük bir
şeydi... Mesela migren ağrısından bir yıl boyunca kurtulmuş olmaları, ilaç almadan yaşayabilmeleri
büyük bir mucizeydi onlar için.
Bu süreç içinde nöral terapi, lazer tedavisi, fizik tedavi yöntemleri ve kupa çekme yöntemleri gibi
pek çok farklı tekniği de tedavi programına dahil ettim. Şu anda tıpta uygulanan, ağrıyla veya benzeri
sorunlarla baş etmek için kullanılan bütün yöntemleri öğrendim. Esas fark ondan sonra geldi.
Acaba ağrılar neden geri dönüyordu? Kafayı hastalıkların neden tekrar geri döndüğüne takmıştım
ve bu amaçla hiç durmadan araştırmalar yapıyordum... Nihayet 2005 yılında aradığım kapı karşımda
açılıverdi.
Ursula Sommer bir şifacıydı. İsviçre'de köy evi tarzı bir kliniği vardı... Yılda iki kez yetiştirmek ve
tedavi yöntemlerini öğretmek üzere sadece altı kişiyi kliniğe kabul ediyordu. Rezervasyonumu üç ay
önceden yaptırdım.
Ursula Sommer doktor değildi ama "Heilpraktiker" yani "sağlık uzmanı" diplomasına sahip, ilaç
verme dışında tedavi yapmasına izin verilen bir sağlıkçıydı.
Basel'den gelip beni aldı ve Laufen kasabasındaki kliniğine götürdü.
Laufen'e ulaştığımda geceyarısıydı, bir otele yerleşmiştim... Yorgundum ve hemen uyudum, çünkü
ertesi güne enerjik olmalıydım. Altı gün sürecek yoğun bir seminer programı beni bekliyordu.
Sabah uyanıp otelin penceresini açtığımda, gördüğüm manzara karşısında hem hayretten
donakaldım, hem de doğru yerde olduğumun işaretini gönderen Allah'a şükrettim...
Odamın penceresi bir kiliseye bakıyordu ve o kilise bana inanılmaz tanıdık gelmişti. Yurtdışında
büyüdüğüm için çocukluğumda çok fazla kilise görmüştüm, ama bu farklı bir kiliseydi. Benim için
anlamı çok çok başka idi.
Girintileri, çıkıntıları, her şeyiyle özel bir kiliseydi. O zaman o kiliseyi nerede gördüğümü
hatırladım...
Almanya'da geçen çocukluğumda, babam bazen eve, ilaç temsilcilerinin tanıtım amacıyla taşıdığı
kesilip yapıştırılan karton maketler getirirdi. Bir gün yine bir maket eskiziyle çıkagelmişti. Biz bu
maketten kesip yapıştırarak şekiller oluşturuyorduk. Oturdum, kestim yapıştırdım ve ortaya bir kilise
çıktı. O kadar detaylı uğraşmıştım ki adeta yapıştırdığım camın dokusunu biliyordum... İşte o
çocukken yaptığım kilise karşımda duruyordu, şimdi Laufen kasabasında gördüğüm bu kilise tam
olarak çocukluğumda yaptığım kilise idi... Adı St. Katharinen Kilisesi'ydi. Romalılar tarafından inşa
edilmişti.
O zaman gerçekten doğru yolda olduğuma emin oldum. Bu ana kadar çok bilgi biriktirmiştim ve
şimdi öğreneceğim bilgiler bana daha da geniş kapılar açacaktı.
Orada bambaşka bir bakış açısı ile karşılaştım. Orada öğrendiklerim şu andaki tıbbi
uygulamalarımın temelini teşkil etti.
Hastalıkların, ağrıların sadece bir alana bağlı oluşmadığını, dolayısıyla tedavinin her üç alanda da
gerçekleşmesi gerektiğini iyiden iyiye fark ettim.
Mesela olumsuz bir şey düşündüğümüz zaman kolumuzdaki direncin kaybolduğunu, olumlu
düşündüğümüz zaman ise kolun kuvvetli kaldığını görebiliyoruz. Aynı şekilde sistemimize zarar veren
manyetik kirliliklerle karşılaştığımızda da aynı sonuç alınıyor. Kısacası vücudumuzun istemediği her
şey kolumuzun direncini kırıyor. İşte haberleşme de buna dayanıyor. Her konu tek tek bu testle
ölçülemez, hasta bunu kaldıramaz, dolayısıyla bu mekanizmayı çok daha hızlı uygulayabileceğim
yöntemler öğrendim. Ve bununla ilgili araçların nasıl kullanıldığını, bedenin nasıl haberleştiğini ve
aynı şekilde bu haberleşme olmadan da yapılacak girişimlerin doğru olmadığını fark ettim. Bu amaçla
kullanım alanına soktuğum aracın adı "biyo-tensör" oldu...
Böylece şikâyetlerimizin ana kaynağına, her üç alanla hızla haberleşerek ulaşmayı öğrendim.
Üstelik efektif tedavi olarak hangi yöntemin uygulanması, hangisinin uygulanmaması gerektiğini,
vücudun o anki isteğine göre tedaviyi uygulamayı öğrendim. Bu müthiş bir deneyimdi, çünkü bu
şekilde fiziksel beden, duygu ve düşünce alanı aynı anda tedavi edilebiliyordu. Sonuçta ana kaynağa
ulaşıp hastalıkların kalıcı olarak iyileşmesini sağlayabiliyordum.
"Frekans tedavisi" başlığında kullanılan tüm teşhis ve tedavi yöntemleri artık klinik çalışmalarımın
temelini oluşturmuştu. 20 yıllık birikimin üstüne puzzle'ın en son parçası gibi oturan frekans tedavi
yöntemleri sayesinde bugün uyguladığım bütünleyici tıp anlayışı gelişti. Ve artık kendi inandığım
teşhis ve tedavi programını tam anlamıyla uygulamaya koymayı başarmıştım...
2. bölüm
Nasıl ve neden hastalanıyoruz?
Neden hastalanıyoruz?..
Modern şehir hayatı, baz istasyonları, cep telefonları, elektrosmoglar, jeopatikler, manyetik
kirlilikler, duygusal ve ruhsal çatışmalar, asit yapıcı gıdalar ve etkenler... İşte nedenlerden birkaçı...
Tüm nedenleri sıralamaya kalksak herhalde başlı başına bir kitap olabilir.
Kim sağlıklıdır?..
Sağlıklı olmak nasıl bir haldir? İnsan sağlıklı veya sağlıksız olduğunun farkında mıdır? Peki ya
hastalık nedir? Nasıl oluşur? Madem konumuz sağlık, önce sağlıklı yaşamak nedir onu anlatalım, onu
tarif edelim...
Sağlıklı insan öncelikle enerjik, arzu dolu ve isteklidir. Hobileri, yaşam zevkleri vardır, boş
zamanlarını iyi değerlendirir. Yaratıcı özellikleri aktiftir. Hayattan, ailesinden, arkadaşlarından keyif
alır. Yaşamın içinde, anda akmayı başarır ve bütün bunları bir ilaca ihtiyaç duymadan gerçekleştirir...
Kişi yaşamını sürdürürken bir yandan tansiyon ilacı, bir yandan kolesterol düşürücü, bir yandan
antidepresan kullanıyorsa, takdir edersiniz ki pek sağlıklı sayılamaz. Siz de kullanıyorsanız, siz de
sağlıklı sayılmazsınız.
Gelgelelim hayatta sağlıklı yaşam durumunu korumak giderek zorlaşıyor. Günümüz koşulları hayli
zorlu.
Sağlığı bozan o kadar çok etken var ki: dış etkenler, iç etkenler, ruhsal etkenler...
Gelin bütün bu etkenleri büyüteç altına alalım. Gerçi bu etkenler o denli çoğaldı ve görünür hale
geldi ki artık görebilmek için mikroskoba, büyütece gerek yok.
Günlük tüketilen gıdalar her gün biraz daha doğallığını kaybedip hücrelerimizi asidik ortama
sokuyor. ASİTLENİYORUZ! Üstelik asitlenme sonucu açığa çıkan cüruf (hücresel atıklar) atılım
organlarımızı gün geçtikçe daha da yoruyor. Katkı maddeleriyle dolu hazır gıdalar, gün ışığı
görmemiş hormon ve antibiyotiklerle beslenen tavuklar, hızlı üretilmiş GDO'lu gıdalar, rafine şeker
ve rafine unlu mamuller, bu oluşumun bazı önemli kaynakları.
Yoğun stres, duygusal ve ruhsal çatışmalar, haz kaybı nedeniyle aşırı beslenme, alkol ve sigara
tüketimi de şehir hayatının diğer sonuçları.
Hepimiz belli bir yük kaldırma kapasitesiyle dünyaya geldik. Biyolojik sistemimiz yani EBD
sürekli devrede ve onun en temel görevi bizi her türlü olumsuzluğa rağmen yaşatmaya çalışmak.
Biyolojik sistemimiz asitlenmeye karşı tampon uygulamalar sağlar, hücresel atıkları hayati
organlardan uzaklaştırmaya çalışır, regülasyon blokajları denilen sigortalar sayesinde zararın
yayılmasını önler.
Karaciğer, böbrekler, akciğerler, bağırsaklar, lenf sistemi ve cildimiz bizi asitlenmeden koruyan,
kirliliklere karşı savaşan tampon sistemleridir. Bu organlar arınmamızı sağlar. Ama her şeyin olduğu
gibi bu tampon sistemlerinin de belli bir kapasitesi var, görevleri arttıkça sistem de ciddi bir yük
altına girmeye başlar. Sonuçta büyük yük altındaki organların zamanla görevlerini aksatmaları ve
hastalanmaları da kaçınılmaz olabilir.
Biz hekimlerin asıl görevi ise bu sistemi bozan nedenleri bulup ortadan kaldırmak olmalı. Daha
fazla ilaç verip insanları ömür boyu ilaca mahkûm etmek değil!
İlkönce solunum yollarını açarız, tekrar sağlıklı nefes alsın diye. Sonra kanamayı durdururuz. Aynı
anda da damar yolunu açıp sıvı ve ihtiyaca göre acil ilaçları veririz. Kemikler kırıksa ilk müdahale
yapıldıktan sonra yerinde veya ameliyathanede düzeltilip sabitlenir. İç organlarda kanama varsa acil
ameliyata alınır ve kanama durdurulur. Yaralar temizlenir ve steril ortam sağlanır. Sonuçta normal
bakım yeterliyse servise, yoğun bakım gerekliyse yoğun bakım servisine yatırılıp uygun medikal
tedaviyle takip edilir.
Peki, bütün bu uygulamalar yapıldıktan sonra esas iyileşmeyi sağlayan nedir? Tabii ki vücudun
kendisi! Bu aşamadan sonra sadece takip yapılarak eksiklikler giderilmeye çalışılır. Zaman içinde
kemikler kaynar, yaralar iyileşir ve hasta eski normal haline döner. Kısacası bu süreçte onarım
tamamen vücudun kendisi tarafından yapılır. Çünkü artık evrensel biyolojik süreç devrededir.
Bütün hücreler günlük olarak enerji üretirler ve üretim sırasında çıkan atıklarını hücre dışı sıvılara
bırakırlar. Sağlıklı bir sistem bu asitlenmeyi kolaylıkla tolere eder, atıkları vücudumuzdan
uzaklaştırır. Metabolizma, seri fizyolojik işlemler sonucu vücut sıvılarını yeniden alkali yapar.
Sağlıklı bir kanın pH değer 7,35-7,45 arasındadır. Yani hafif alkali! Organizma bu değerleri dengede
tutmak için mücadele eder. EBD (Evrensel Biyolojik Duyarlılık) sistemi her an hazırdır. Gerektiğinde
devreye girer.
Tamponlama sistemi...
Vücudun bu dengeleri sağlamak için kullandığı sistemlere "tampon sistemleri" adı verilir. Bunun
için kullandığı başlıca tampon sistemi ise bikarbonattır. En büyük görev böbreklerimize,
akciğerlerimize ve cildimize düşer. Böbreklerden asitler idrar yoluyla atılır. İdrarımızın koyu sarı
çıkması asit fazlalığının en belirgin göstergesidir. İdrar pH'ı bize asit yükü hakkında ayrıntılı bilgi
verir. Kilo vermek isteyenlerin aslında sık sık idrar pH değerlerine bakıp beslenmelerini takip
etmelerini öneririm. En sağlıklı diyet programı, idrar pH'ını bazik hale getiren beslenme programıdır.
Diğer önemli asit dengeleme organı ise akciğerdir; sağlıklı oksijen alımı ve karbondioksit atılımı
ile tamponlanmayı gerçekleştirir. Bu amaçla doğru nefes alma tekniklerini mutlaka öğrenmeliyiz.
Vücudumuzun diğer tamponlanma sistemi cilt yoluyla terleme şeklindedir. Terlemeyi teşvik edici
sportif faaliyetler veya sauna, kaplıca türü uygulamalar çok yararlıdır.
Önemli bir başka tamponlama sistemi de en çok kaslarda bulunan "glutamin aminoasit"tir. Buna
dikkat etmek gerekiyor, çünkü bedenin aşırı asitlenmesi durumunda fazla aminoasit tüketildiğinde
kasların erime riski vardır...
Osteoporozun en önemli sebebi asitlenme...
Bütün bu tamponlama işlemlerinde alkali minerallere büyük ihtiyaç duyulur. Alkali mineral
denilince ilk akla gelen mineraller kalsiyum ve magnezyum. Alkali mineral alımı yiyeceklerle
yeterince sağlanamıyorsa vücut özellikle kemiklerdeki kalsiyumu ve magnezyumu kullanarak asidi
nötr hale getirmeye çalışır. Kalsiyumun diğer yoğun olduğu alan dişler ve saç dipleridir... Özellikle
kemik erimesi, diş çürümesi, saç dökülmesi vücudun asit oranının artmasından kaynaklanır.
Magnezyum ise kaslarda yoğun olarak bulunur. Magnezyum kaynaklarının azalması da yine kemiklere
ve kaslara yansır. Laktik asit artımı sonucu kaslarda azalan magnezyumun yol açtığı kramplar bunun
başlıca örneğidir. Kemiklerin bu derece yoğun kalsiyum ve magnezyum takviyesinde bulunmak
zorunda kalması elbette kemik erimesine yol açar. Asitlenme osteoporozun en önemli sebebidir.
Sindirim sistemi de alkali tampon sisteminde önemli rol oynar. Mide dışında ağızdan anüse kadar
olan gastro-intestinal sistem çoğunlukla alkalidir. Mide asidinde sindirilen besinler
onikiparmakbağırsağında, pankreastan gelen alkali suyla asitlerinden arındırılır. Pankreastan gelen bu
alkali madde bikarbonattır. Bu sistem iyi çalışmazsa asidik kalmış gıdalar bağırsak çeperini zedeler.
Böylece çeperdeki besini emen delikler genişler. Sonuçta çapı genişlemiş bu deliklerden tam olarak
sindirilmemiş gıda parçacıkları girer. EBD nedeniyle bağışıklık sistemimiz bu parçaları yabancı
madde olarak algılar ve saldırır. Bu olaya "gıda duyarlılığı" (intolerans) adı verilir. Hazım
problemleri, kabızlık, şişkinlik ve alerjilerin bedensel kaynağı burasıdır. Bağırsak içi pH'ının
bozulması bağırsak florasının da bozulması demektir. Asitli yiyecekleri çürütmeye çalışan bakteriler
aktif hale geçer. Dışkının kötü kokulu olması bu yüzdendir.
Gıda intolerans testiyle vücudumuzun sindiremediği gıdalar tespit edilir. Bu besinlerin 2-4 ay
yenmemesi intoleransın düzelmesi açısından çok gereklidir. Bazik ağırlıklı sıvıların ve gıdaların
tüketimi de bu aşamada çok önemlidir.
Diğer taraftan kapasiteyi aşan asitler ilk olarak kalsiyum ile birleşir. Kalsiyumla birleşerek
nötralize olan asit artık vücut sıvılarının pH'ını etkilemez. Ancak bu birleşme sonucu tuz kristalleri
oluşur. Tuz kristalleri eklem aralıklarına yerleşir. Halk arasında kireçlenme denilen hadise budur.
Artrit ya da artroz bu temelde oluşur.
Ayrıca damarlarda kolesterol plaklarının oluşumu ve ürik asit fazlalığı nedeniyle oluşan gut
hastalığı bu reaksiyon sonucu meydana gelir.
Her şey hücre düzeyinde gerçekleşir. Hücreler asit yüklü olduğunda sistem sağlıklı işlev
gösteremez hale gelir. Artan hücresel atıklar atılım organlarına gün geçtikçe daha fazla yük getirir.
Sonuçta da hücreler sağlıklı beslenemez hale gelir.
Hücresel asitleri
bedenimizden
uzaklaştırmak zorundayız...
Biyolojik sistemimiz koruma amacıyla hücresel metabolizma faaliyetlerini işte bu yüzden düşürür.
Amaç daha fazla zarar vermemek ve hayatiyeti sürdürmektir. "Metabolizmam zayıf çalışıyor" diyen
hastaların ilkönce asitlenmeden kurtulmaları gerekmektedir.
Yağlarda biriken asit, su tutulmasına da neden olur. Bölgedeki damarlar ve lenfler sıkışır ve
özellikle kadınlarda selüloit oluşumu gelişir. Bu aşamada kadınların, dokuları selüloit oluşumuna
yatkın olduğu için daha şanslı olduklarını söylemek zorundayım. Böylece asit ve toksinler kana tekrar
geri dönemediğinden, hayati organlar daha fazla zarar görmez. Erkeklerde ise dokuların yapısı
farklıdır. Bu nedenle asit ve cüruf yeterince zararsız hale getirilemez. Bu da hayati organlara,
özellikle erkeklerde, daha fazla yük getirmektedir. Erkeklerin genel olarak kadınlardan daha erken
ölmelerinin sebebi budur.
Sağlıklı kilo verebilmek için öncelikle asitlenme tedavi edilirken, regülasyon blokajları
açılmalıdır. Daha sonra duygusal ve ruhsal çatışmalar ortadan kaldırılmalıdır. Aksi takdirde ya
verdiğimiz kiloları geri alırız ya da çok sağlıksız oluruz!
1- Damarsal hasarlar: Kolesterol içeren besinler değil, asit içeren besinler damarlarımızı
sertleştirir. Kanın görevi nefesle aldığımız oksijeni ve gıdalarla aldığımız sindirilmiş besin
maddelerini hücrelere taşımak ve hücresel atıkları alıp atılım organlarına ulaştırmaktır. Kanın
içindeki asit yükü artmışsa, damar cidarındaki hücrelere zarar verir. Asitler proton yüklü
olduklarından elektron peşinde koşarlar. Kısacası damar çeperinde elektron avına çıkarlar. Proton
yüklü atom çok saldırgandır. Bu protonların diğer adı da serbest radikallerdir. Evrensel biyolojik
koruyucu sistem (EBD) burada da devreye girer.
Kolesterolün faydaları...
Asitlerin damarları zedelememesi için kolesterol devreye girer. Bunun için karaciğer aktif rol
oynar. Kanın asit yükü artınca karaciğerde daha çok kolesterol üretilir. Bu durum elbette karaciğeri
yorar ancak damarlar korunmalıdır mutlaka. Kolesterolün, LDL (Low Density Lipoprotein) şekli asit
paketleme işlemini gerçekleştirir. Bu amaçla çalışan LDL'ye kötü kolesterol denilmemesi gerekir
aslında. HDL (High Density Lipoprotein) ise damar içindeki arınmadan sorumludur. Her ikisi de
koruyucu olduğu halde birine iyi denilirken diğerine kötü damgası vurulmuştur. Bu çok yanlış bir
algılama şeklidir. EBD her zaman iyiliğimiz için çalışır, bu hiç unutulmamalıdır.
Artan asit yüküne karşılık üretilen LDL kolesterol, karaciğerden damarlara doğru yola çıkar. Bu
şekilde asitlerin tampon olarak ihtiyaç duydukları elektronu onlara verir. Damar çeperindeki
asitlenmeden zarar gören yerleri yama şeklinde onarmaya çalışır. Yanına da kemiklerden, yardımcı
olarak en önemli alkali mineral olan kalsiyumu alır. Kalsiyum ve asitler birleşerek sertleşir ve damar
cidarında plak oluşumuna neden olur. Böylece damarlar oksitlenmeden, bir başka deyişle
paslanmadan kurtulmuş olur. Sistem sonuçta kanın içindeki asitleri kandan uzaklaştırmış olur. Ancak
bu plaklar damar sertliğine de neden olur. Hatta damarı tıkayabilir. Bu nedenle zaten kötü kolesterol
damgası vurulmuştur. Böylece tansiyonumuzda da değişiklikler oluşur. Damar hastalıkları meydana
gelir.
Kolesterol bizim için aslında çok gereklidir. Östrojen, progesteron ve testosteron gibi birçok
hormon kolesterolden yapılır. Kolesterolün yüzde 80'ini karaciğer kendi yapar, yüzde 20'si dışarıdan
alınır. Kolesterolün yükselmesinin nedeni kandaki asitlenmedir. Bu nedenle kolesterol düşürücü
ilaçlar vermek yerine öncelikle asitlenme önlenmelidir. Aksi takdirde statin grubu kolesterol
düşürücüler başta olmak üzere, bu ilaçlar karaciğere daha büyük yük bindirir. Bu da karaciğer
fonksiyon bozukluklarına neden olur. Anlayacağınız kolesterolü düşürmeye çalışırken kaş yaparken
göz çıkarmış oluruz! Asitlenmeye neden olan faktörler mutlaka incelenmeli ve bazik ortam
sağlanmalıdır. Karaciğeri yoran duygusal faktörler (öfke gibi) ortadan kaldırılmalıdır. Böylece
kolesterol seviyesi kendiliğinden normal düzeye gelebilme şansına kavuşur.
2- Osteoporoz: Vücut alkali olarak dizayn edilmiştir. Asit artıklarla biriken proton sonucu hidrojen
iyonu ortaya çıkar. EBD bu hidrojenleri yok etmek için elektron, yani alkali minerallere ihtiyaç duyar.
Vücutta en fazla miktarda bulunan alkali mineral kalsiyumdur. Ana deposu ise kemiklerdir. Diğer
kaynaklar dişler ve saç dipleridir. Özellikle leğen kemikleri, femur gibi uzun kemikler ve omurga en
çok kullanılan kaynaklardır.
Genel düşüncenin aksine kemik erimesini önlemek için kullanılan kalsiyumun ana kaynağı süt ve süt
ürünleri değildir. Sütün hammaddesi olan yeşilliktir (ot vs.). İnekler, koyunlar veya keçiler süt
oluşumu için doğadaki otları kullanırlar. Biz insanlar ise hazırlanmış kalsiyum deposunu kullanmayı
tercih ediyoruz. Tıpkı kalsiyum hapı almak gibi... Buraya kadar her şey kulağa hoş gelse de, birçok
insanın hayvansal sütlere karşı intoleransı vardır. Bu gibi hallerde alınan süt sindirilemediğinden
vücudumuz tarafından da kullanılamaz. Problem burada. Alınan süt ürünlerinin asidik olması ve
vücudumuz tarafından intolerans nedeniyle kullanılamaması sonucu tamponlama sistemi devreye
girer. Oluşan asitin nötralizasyonu için bu sefer kendi kalsiyum depolarımız kullanılır. Bu durumda
süt tüketimine bağlı kemik erimesi gelişmiş olur. Diğer bir deyişle kalsiyum alayım derken kendi
kalsiyumumuzdan, yani evdeki bulgurdan oluyoruz! Aşırı süt içimi nedeniyle osteoporoz gelişimini
anlatan birçok yayın vardır.
Diğer taraftan içinde insan özelliklerine yabancı proteinler içeren süt, alerjik reaksiyonlara da yol
açar. Örneğin sütün içindeki hayvanın boynuz ve toynak yapımında kullandığı kazein denilen
aminoasit, sistemimiz tarafından reddedilebilir. Oluşan tepkisel reaksiyonlar çocuklarda daha da
hissedilir haldedir. Çocuklarda görülen birçok alerjik hastalıkların kaynağı süttür. Süt kesildiğinde
alerjik astım veya alerjik dermatitten kurtulmuş birçok vaka bildirilmiştir. Ben de kliniğimde birçok
kez buna şahit olmuşumdur.
Kemiklerden kullanılan diğer bir tampon mineral, magnezyumdur. Kas krampları ve huzursuz bacak
sendromu magnezyum depolarının tükendiğini gösterir. Osteoporozun ileri yaşlarda görülmesinin
sebebi, vücudun asit yükünün azaltılamaması ve giderek kemiklerden daha çok mineral çalınmasıdır.
Osteoporoz ne kadar yüksek değerdeyse, vücuttaki asit yükü de o oranda çoktur.
3- Diş çürümesi ve dişeti kanamaları: Ağız içi normalde alkali yapıdadır. Vücuttaki asitlenme
artışı tükürüğü de asitlendirir. Ağızda asitlenme arttıkça karbonhidrat sindirimi için gereken amilaz
enziminin fonksiyonu azalır. Bunun sonucunda iyi sindirilemeyen şekerli ve karbonhidratlı besinler
ağızdaki asitlenmeyi artırır. Böylece ağız florası bozulur. Sonuçta dişetleri çekilir ve kanama eğilimi
başlar. Dişlerde bakteri plakları oluşarak çürümelere neden olur. Diğer taraftan asit nötralizasyonu
için gereken kalsiyum dişlerden elde edilir. Dişlerdeki kalsiyum asitle birleşip onu tamponlamaya
çalışır.
Asitlenme ortadan kaldırılırsa diş ve dişetlerimiz de rahatlar. Çürüme ve kanamalar yok olur.
Bikarbonat ile yapılan ağız bakımları çok faydalıdır.
4- Tiroit fonksiyonlarının azalması: Alkali ortamda fonksiyon gösteren iyot, asitlenme nedeniyle
sağlıklı kullanılamaz. Hipotiroit (tiroit fonksiyonlarının yavaşlaması) oluşumuna neden olan bu
durum, metabolizmamızın yavaşlamasına yol açtığından, kilo almamıza da neden olur. Tiroit bezlerini
yoran esas neden ise duygusal ve ruhsal çatışmalardır. Gerçek duygularımızı ifade edemememiz, sık
sık yutkunmak zorunda kalmamız, boğaz bölgesinde (5. elektromanyetik alan) blokaja neden olur. Biz
bunu genellikle insanlar üzülmesinler, kırılmasınlar diye yaparız. Bazen de güvenliğimiz için. Hayata
bir türlü yetişememe durumu ise bu alanı bozan bir başka nedendir. Bunlara daha sonra ayrıntılı
değineceğiz.
5- Cilt kırışıklığı ve kuruluğu: Vücudumuzdaki en büyük protein olan kollajen, asitlenme sebebiyle
sertleşir. Böylece kollajenden oluşan eklemler ve cilt esnekliğini kaybeder. Cilt kırışır ve kuruma
eğilimi gösterir. Asitlenme sonucu terimizin kokusu artar.
Cilt üzerine yapılan bazik uygulamalar, tuz banyoları, bazik kaplıcalar beraberinde keselenme, cilt
üzerindeki asit baskıyı hafifletir. Alkali sularla takviye yapılması da şarttır. Spor ve terleme asla
ihmal edilmemelidir.
6- Mantar oluşumu:
7- Beyin fonksiyonlarında yavaşlama: Asitlenme sonucu nöronlar arası iletişimde yavaşlama olur.
Konsantrasyon kaybı ve unutkanlık dışında uyku problemleri kendini gösterir. Lise yıllarında
gösterilen fizik deneyini hepimiz hatırlarız. Normal suda yanmayan lamba, içine tuz ilave ettiğimizde
yanmaya başlar. Vücudumuzun yüzde 70'i su demiştik. Bu da sinir iletimi için sodyumun önemini
gösterir. Tuzsuz kalmamalıyız. Ancak kullandığımız tuz rafine olmamalı. Sadece sodyum ve klor
içermemeli. Kan plazmasına uyan 84 mineral içeren doğal tuzlar kullanılmalı (deniz ya da Himalaya
tuzu). Aksi takdirde artan klor oranı toksik etki gösterir. En önemli yan etkisi ise böbrekleri yorması
ve su tutulmasına yol açmasıdır. Diğer taraftan tuzun akması için içine katılan alüminyum, toksik bir
maddedir.
Sinir sistemi fonksiyonlarının sağlıklı çalışması için asitlenme mutlak önlenmelidir.
8- İnsülin direnci: Hücrelerimizde gerçekleşen enerji üretimi sırasında oluşan hücresel atıklar
aşırı çoğaldığında hücre zarında tahribat yapar. Hücre zarında meydana gelen asitlenme ise
reseptörlerin duyarlılığını azaltır. Böylece hormonlardan gelen emirler sağlıklı cevap alamaz.
Örneğin insülin, glikozun hücre içine alınmasını sağlayan anahtardır. Hücre zarındaki reseptörlerin
duyarlılığının bozulması sonucu, glikozun hücre içine girmesi zorlaşır. EBD sitemi açığı kapatmak
için daha fazla insülin teminine çalışır. Bu durumda kan şekerinde düşmeler oluşarak tatlı isteğimizi
uyandırır.
İnsülin duyarlılığının azalması durumuna insülin direnci denir. Hücreler glikozu sağlıklı
kullanamadığından zamanla kan şekeri yükselme eğilimi gösterir. Pankreas insülin takviye etmekten
yorulunca diyabet tablosu gelişir.
9- Selüloit: Yağ dokusunda biriken asit sonucu oluşur. Portakal kabuğu görünümündeki bu dokular
aslında hayat kurtarıcıdır. Asitlenmeyi önledikleri gibi toksinlerin de burada hapsolmasını sağlar.
Böylece zarar verici maddeler tekrar kana dönemez. Bu da hayati organların zehirlenmeden daha az
etkilendiği anlamına gelir.
10- Böbrek taşı: Yüksek asitli idrar, taş ve enfeksiyon oluşumuna zemin hazırlar. Asitlenme
durumunda idrar koyulaşır ve kokar. Bu durumda böbrekler artan yükü karşılamakta güçlük çeker.
Biriken kalsiyum oksalat veya başka tür atık ürünleri öncelikle kum, sonra taş oluşumuna neden olur.
Sık sık taş düşüren kişiler taşların analizini yaptırmalı, taşı oluşturan kaynak yok edilmeli. Asitlenme
mutlaka ortadan kaldırılmalı. Böbrekleri yoran stres, endişe, kaygı, korku gibi duygusal çatışmalar
mutlaka etkisiz hale getirilmeli. Stres bile tamamen bakış açınızla ilgilidir. Bu da bilinçaltınız
tarafından yönetilir. Dikkat ederseniz aynı zor ve stresli ortamda bazıları aşırı stres içinde iş
yaparken, bazıları çok rahat çalışırlar.
Sabahları idrar yaparken idrarınızın pH'ını ölçen sticker'lar kullanabilirsiniz. Ölçümde idrarınız
mutlaka bazik olmalıdır. Sağlıklı zayıflamanın da anahtarı budur.
11- Hipertansiyon: Hücre zarındaki duyarlılığın asit fazlalığı nedeniyle harap olması, hücresel
direnci yok etmek adına tansiyonun yükselmesine neden olur. EBD sistemi devrededir. Vücudumuz
bizi korumaya çalışır. Hücrelerin beslenebilmesini sağlamak ister. Bu nedenle hücresel direnci
kırmaya çalışır. Fiziksel bedenimizdeki bu oto-regülasyon dışında duygusal ve ruhsal çatışmaların da
rolü büyüktür elbette. Ne demiştik? Ruh-zihin-beden. Her problemi bütün bu üç alanda da
araştırmalıyız. Sempatik aktivasyona giren bir sistemde tansiyonun yükselmesi kaçınılmazdır. En kısa
zamanda vagotonik faza (dingin, gevşetici evreye) geçilmelidir. Sempatik ve vagotonik kavramlarını
daha sonra açıklayacağım. Aksi takdirde periferik direnç gelişir. Bu da tansiyonun düşmesini
zorlaştırır.
12- Trigliserit yükselmesi ve metabolik sendrom: İnsülin direnci sonucu artan insülin miktarı
metabolik sendroma neden olur. Sebep yine asit fazlalığıdır. Karın bölgesinde yağ birikmesi tipiktir.
Sistem kullanılamayan fazla enerjiyi yağ olarak depolama emri verir. Ani şeker düşmeleri meydana
gelir. Bu da tatlı yeme ihtiyacını artırır. Yağlar depolanırken hem yağın fazlası olan yağ asidi hem de
şekerin fazlası olan gliserol birleşerek trigliserit oluşturur. Bu da yağ hücrelerinde depolanır. Kan
şekeri düştüğünde, acil enerji ihtiyacını karşılamak için yağların yakılması söz konusudur. Bunun için
glukagon hormonu kullanılır. İnsülin ve glukagon birbirine zıt çalışır. Trigliseritten açığa çıkan
gliserol, karaciğerde tekrar glikoza dönüşür. Gördüğünüz gibi EBD tekrar devrededir.
13- Obezite: Yağlarda biriken yağ asitleri yüzünden hangi diyeti yaparsanız yapın yağlarınızdan
kurtulamazsınız ve verdiğiniz kiloları geri alırsınız. Çünkü asitlenme düzeltilmeden yapılan diyetler
asitlenmeye bağlı gelişen bütün komplikasyonları da beraberinde taşır. Hızlı kilo kayıplarının asıl
nedeni kas erimesi, kemik erimesidir. Eriyen yağlar değildir! Kişinin sadece çapı küçülmektedir! Bu
nedenle doğru beslenme esas olmalıdır. Beslenme şekli yaşam tarzımız olmalıdır. Her zaman ilkönce
asitlenme yok edilmelidir. EBD, yağ asitlerinden kurtulmadan yağların erimesine izin vermez. Doğal
koruma sistemi devreye girer. Bu nedenle yağlarınızdan kalıcı olarak kurtulmak istiyorsanız,
öncelikle vücudunuzu asitlenmeden kurtarmalısınız. Fiziksel bedendeki bu problem çözülürken
beraberinde duygusal ve ruhsal çatışmalar da araştırılmalı. Bunlarla ilgili regülasyon blokajları
ortadan kaldırılmalı. Sempatik aktivasyona neden olan bilinçaltı duygusal kayıtlarımız etkisiz hale
getirilmeli. Kilolarınızdan kalıcı şekilde kurtulmak istiyorsanız doğru yol budur.
Regülasyon blokajı...
Yeniçağ tıbbının en önemli farklarından biri "regülasyon blokajı" denen sigorta sisteminin
anlaşılmasında yatıyor. Bu koruma sisteminin iyice anlaşılması ve tedavi mantığının da buna göre
oluşturulması çok önemli.
Regülasyon blokajı, vücudun kendini yaşatmak ve kurtarmak için kullandığı bir sigorta sisteminden
başka bir şey değil. Bunu tıpkı evimizdeki sigorta sistemine de benzetebiliriz. Regülasyon blokajı,
EBD (Evrensel Biyolojik Duyarlılık) sistemi tarafından devreye sokulur. Amaç, enerji tasarrufunu
sağlamak, gereksiz enerji tüketimini önlemektir. Böylelikle de hayatiyetin devamlılığı sağlanır.
Beynimizle sürekli evrensel bağlantıda olan tüm sistem, yoğun enerji kayıplarına neden olabilecek
ruhsal, zihinsel veya bedensel çözümsüzlüklere karşı, enerji kaybını önlemek için regülasyon
blokajlarına başvurur. Regülasyon blokajları her üç alanda ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Bedensel
blokajlar, zihinsel blokajlar, ruhsal blokajlar. Hastalıkların kaynağı hangi alandan geliyorsa, o
alandaki regülasyon blokajları tedavi edilmeli. Bunun için hastalığın sebebi olan kaynak saptanmalı.
Fiziksel bedenimizle ilgili bir ağrı veya hastalığın ana nedeni zihinsel veya ruhsal regülasyon
blokajlarından kaynaklanabilir. Aynı şekilde zihinsel bir problemin kaynağı da ruhsal veya bedensel
blokajlardan oluşabilir. Bazen üç alanda birden blokaj vardır. Hangisinin öncelikle açılması
gerektiğini vücudumuzla haberleşerek öğrenebiliriz. En hızlı ve kolay teşhis metodu ise
kinesiyolojidir.
Evimizdeki sigortaları problem giderildikten sonra tekrar açarız. Aynı şekilde regülasyon
blokajlarının da problem giderildikten sonra tekrar açılması gerekir. Regülasyon blokajları kronik
hadiselerde kendiliğinden açılmaz. Kronikleşmenin gerçek sebebi zaten budur. Bu durumda ilaç
takviyesi kaçınılmazdır. Blokajlar yok edildiği zaman ise "oto-regülasyon" sistemi devreye girer. Bu
şekilde beyinle tekrar bağlantı sağlandığından, iyileşme süreci yeniden başlar. Böylece kronik
şikâyetlerimizden ve ilaçlardan kurtulma şansına sahip oluruz.
Regülasyon blokajları arttıkça pil kapasitemiz azalır. Bedensel kısmımız aslında bir pildir. Gündüz
harcadığımız enerjiyi gece uykumuzda doldururuz. Pil kapasitesi gençlik yıllarında çok yüksek iken
yaşımız ilerledikçe azalır. Bunun sebebi regülasyon blokajlarıdır. Haliyle yaşlandıkça hücrelerimizin
enerji üretme kapasitesi de düşer. Nasıl ki bilgisayarımızın pil kapasitesi zamanla azalır,
vücudumuzun da pil kapasitesi azalır. Regülasyon blokajları enerji kapasitesini azaltmaktadır.
Sonuçta bedenimizi sık sık şarj etmek zorunda kalırız. Yani sürekli yatmak, sık sık uyumak isteriz.
Regülasyon blokajları yaşamımızın idamesini sağlasa da, pil kapasitesini azaltır.
Nasıl ki bir odanın elektrik yükü aşırı derecede arttığında sigortalar atarsa, vücut da fazla zehirle
yüklendiğinde regülasyon blokajları sayesinde korumaya alır kendini. Elbette bu regülasyon
blokajları arttıkça sadece pil kapasitesi azalmıyor, bağışıklık sistemi de olumsuz etkileniyor. Daha
sık hastalanır hale geliyoruz. Blokajlar nedeniyle zamanla yorgunluk, halsizlik başlıyor. Kapasitemiz
azalsa da yaşamaya devam ediyoruz. Bu nedenle regülasyon blokajlarının kaldırılması çok önemlidir.
Genetik kaderimiz değil...
Kronik hastalık durumu söz konusu olduğunda sık olarak genetik yatkınlıktan söz edilir.
Aslında kronik tablonun devam etmesindeki en önemli neden, regülasyon blokajlarıdır. Genetik
yatkınlık blokajların kolay oluşmasına neden olur. Genetik yatkınlık demek, "şu yaştan sonra, şu
hastalığa yakalanacaksın" demek değildir. Her birey soyağacından gelen birçok veri taşır. Bu veriler
özellikle duygusal ve ruhsal kayıtlardan oluşur. Hastalıkların ana kaynağı duygusal ve ruhsal
çatışmalardır. Genetik yolla esas geçen bu kayıtlardır. Her duygunun bir organı vardır. Genetik yolla
geçen duygusal ve ruhsal zaaflarımız, ilgili organın hastalanmasına yol açmaktadır. Örneğin ailede
kendini sevememe ile ilgili hücresel kayıtlar varsa kalp hastalıklarına yakalanma şansınız yüksektir.
Bu durumda kalp hastalığı oluşma riski tamamıyla kendini sevememeden veya sevgi problemlerinden
kaynaklanır. Eğer bu sorunu yaşamınızda çözebilirseniz hiçbir zaman kalp hastası olmazsınız.
Ruhsal veya duygusal çatışmalar oluşmazsa, genetik yatkınlık hiçbir zaman bize zarar veremez.
Sınır karakolları...
Regülasyon blokajları kaldırılmadığında zorlanan organların hücre etrafındaki "por" (gözenek)
denilen sınır karakolları zamanla gücünü kaybeder. Zararlı maddelerin hücre içine girmesini
engelleyen porlar, enerjisini kaybetmiş hücrelerde sağlıklı çalışamaz hale gelir. Böylece asidik
ortamda artan kan parazitleri hücrelerin içine girme şansına sahip olup, oradan beslenmeye başlar.
Her organın etkilendiği duygusal çatışma (konflikt) vardır. Olay frekans bazında cereyan eder.
Örneğin ölüm korkusu ve üzüntü akciğerlerle rezonansa girer. Bu çatışma sempatik aktivasyon
nedeniyle hücre artışına neden olur. Zamanla asitlenme ve oksijen azlığı nedeniyle akciğerlerdeki
hücrelerin savunma sistemi bozulur ve porlar açılır. Porlar açılınca da parazitler, özellikle de ilgili
duygusal çatışmanın frekansıyla rezonansa giren hücreleri seçerek, oradan beslenmeye başlarlar.
İşgal altındaki hücreler kendini kurtarmak için bölünme yolunu seçer. Bu aşamada bakteriler, virüsler
ve bağışıklık sistemimiz kurtarıcı olarak olaya müdahale eder. İltihaplanmalar, enflamasyonlar, kistik
oluşumlar vb. gelişebilir. Blokaj nedeniyle merkezle sağlıklı ilişki kurulamadığından hücreler
kurtulmak için ilkel formlarına dönüşmek zorunda kalır.
Yüksek asitlenmenin olduğu bir ortamda oksijen miktarı düşüktür. Böyle bir ortamda ve yukarıda
saydığımız diğer sebeplerden ötürü hücreler yeterli enerji üretemez. Etkilenen hücreler, asitlenmeyle
birlikte her türlü işgale açık hale gelir. Bu şartlarda hücreler gerek oksijen gerekse besinlerden
yararlanamadığından dolayı, şartlara uyabilecek bir forma dönüşür. Bölünme sonucu oluşan hücrenin
bu yeni formu, oksijensiz ortamda şekeri fermante edebilecek bir formdur. Amacı böylece enerjisini
tekrar kazanmaktır. Tek ihtiyacı şekerdir ve bu şekeri taşıyacak bolca damar... İşte bu hücrelere
kanser hücresi, damarlanmanın arttığı dokuya kanser dokusu denir. Normal hücre oksijensiz ortamda
enerji üretemez. Kanser hücresiyle arasındaki fark budur. Tıpkı bitki hücresi gibi çalışır. Bu nedenle
bol oksijen verilip damar yolları tıkanırsa kanser hücreleri mutsuz olur. Bir de asitlenmeyi yok edip
regülasyon blokajlarını ortadan kaldırırsanız daha da mutsuz olur. Ruhsal ve duygusal çatışmaları
çözüp vücudu vagotonik faza (dingin evre) getirdiğiniz zaman ise tekrar iyileşme başlar.
Buna tek engel korkularımızdır. Vagotoniye geçişi engelleyen korku, mutlaka ortadan kalkmalıdır.
Kronik hastalık sürecinde korkuyla geçen her dakika aleyhimizedir. Bu süreç uzadıkça sempatik
aktivasyon devam eder. Bir ilaç daha, bir doktor daha, bir ameliyat daha her an devreye girebilir, geri
dönüşüm gittikçe zorlaşır. Korkular daha da artar. Bazen öyle bir tablo ile karşılaşırız ki, ilacı
bıraktırmak imkânsız hale gelir. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali... Örneğin öyle
ilaçlar var ki beynin ağrı algılamasını yok eder. Kısacası ilacı bırakır bırakmaz şiddetli ağrı veya
diğer şikâyetler yeniden başlar. Diğer yandan bu tür ilaçlar vücudun kendi kendini iyileştirme
yeteneğini devre dışı bırakır.
Bağırsaklar bir diğer önemli atılım organıdır, günlük dışkılamanın düzenli bir şekilde
gerçekleşmesi gerekir. Kabızlık sağlık için çok riskli bir durum oluşturur. Dışkının kıvamı da çok
önemlidir, sindirilememiş gıdaların kıvamı daha yapışkan olur. Dışkı ne çok koyu, ne çok açık olmalı,
lifli posalı gıdalara ağırlık verilmelidir.
Keza lenf sistemi de çok önemli, lenf damarlarının açık olması gerekiyor. Asitlenme ve artan
hücresel atıklar lenf sistemini olumsuz etkiler ve sağlıklı işlev görmesini engeller.
Bir diğer atılım organımız cilttir. Her gün duş almamız ve cilt gözeneklerini temizlememiz, günlük
kimyasal zehirlerden arınmamız gerekir. Ciltteki tahribatlar iç veya dış toksin yükünün arttığının
göstergesidir. Bu bahsettiğim olumsuz şartlar arttıkça alerjik tepkiler gelişir. Çözümü de alerji
giderici ilaçlar, kortizon değildir, ana sebepleri ortadan kaldırdığınızda zaten tepkiler ortadan kalkar.
4 element, 4 enerji kaynağı...
Fiziksel beden sağlığımız şu dört elementi iyi bir şekilde kullanmamıza bağlıdır. Dört enerji
kaynağımız vardır: hava, su, toprak ve ateş...
Hava...
En büyük enerji kaynağımız havayla soluduğumuz oksijen ve azottur. Özellikle oksijen almak ve
doğru solumak asidik tampon sistemi için çok önemli. Göğüsten değil karından solumayı öğrenmeli,
göğüs solunumunu sadece efor halinde kullanmalıyız. Göğüs solunumu daha fazla oksijene ihtiyaç
duyduğumuz şartlarda devreye girmelidir. Şu anda derin bir nefes alın. Bakın bakalım ilkönce
karnınız mı, yoksa göğsünüz mü kalkıyor? Karnınız kalkıyorsa doğru ve doğal solumayı
beceriyorsunuz demektir. Bebekler gibi doğal karın solunumunu zamanla unutmamızın nedeni günlük
hayatta yaşadığımız gerilimlerdir. Bugün artık doğru solumayı tekrar öğrenebileceğimiz birçok kaynak
vardır. Size önerebileceğim en kolay ve bana göre en doğru yol, haftada 2 veya 3 kez ormanlık alanda
1 saat spor yapmaktır. Tercihimize göre hızlı yürüyüş, koşu veya bisiklet sayesinde nefes alışımız
otomatik olarak normale döner.
Toprak...
Toprak dediğimizde, topraktan gelen gıdaların enerjisini anlamamız gerekiyor. Yaradan, topraktan
gelen gıdaları da dört farklı tipte oluşturmuş:
Toprağın altında olanlar mineral açısından, ağaçta yetişenler vitamin açısından daha zengindir.
Aradakilerde ise vitamin-mineral karışımı dengededir. Hepsinin frekansı farklı farklıdır ve ilgili
elektromanyetik alanımızla rezonansa girer. Dolayısıyla beslenirken, ana hedefimiz besin maddelerini
doğru ve dengeli kullanmak olmalı. Hangi elektromanyetik alanda sorun varsa, onunla rezonansa giren
frekanslardaki besinler tercih edilmeli. Örneğin birinci elektromanyetik alanımızda problem varsa
mineral seviyesi yüksek olan toprak altındaki gıdalar tüketilmeli. Gıdaların rengi bile ihtiyaca göre
belirlenmeli. Buna göre birinci elektromanyetik alanın rengi kırmızı olduğundan, bu alanda yaşanan
sorunlarda kırmızı renk gıdalar öncelikle tercih edilmeli. Elektromanyetik alanlar konusunu da
ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı anlatacağım.
Öte yandan her besinin mevsiminde yenmesi doğru. Kışın mineral, yazın da vitamin ağırlıklı
beslenmeli ve ona göre su ihtiyacımızı karşılamalıyız.
Su...
Su, başlı başına sağlıktır! Alkali su içmek sağlık için yapılacak en kolay, en akıllıca yatırımdır.
Önceki bölümlerde asitlenmenin yol açtığı zararları uzun uzun anlattım. Sistemin sağlıklı
çalışabilmesi için asitlenmeden uzak durmamız şart.
Tuzun tansiyonu yükseltmesi durumu, asidik ortamdan kurtulamamış böbreklerin aşırı sofra tuzuna
maruz kalmasından kaynaklanır. Böbreklerden idrarla atılan asitlerin yoğunluğu zamanla böbreğin
içindeki damarları ve nefronları tahrip eder. Günlük asit atılımı zorlanır. EBD devreye girer ve
asitleri seyreltmek için su tutulumuna izin verir. Bu da kan hacminin artmasına sebep olduğundan
kalbin yükünü artırır. Sonuç tansiyon yükselmesidir. Diüretiklerle (idrar sökücü) bu kan hacmi
düşürülse de, bu sefer asit oranı yükselir. Tam bir kısırdöngü.
Tuz konusuna gelmişken... Sofra tuzu kullanmamak gerekir. Rafine tuzun içeriği sodyum klorürdür.
İyi akması için bir de alüminyum gibi vücuda zararlı bir madde ilave edilmiştir. Bu tuz özellikle asitli
bünyelerde tabloyu daha da vahim hale getirir. Su tutulmasına neden olarak tansiyon yükselmesini
tetikler. Son zamanlardaki tuz tüketmeyin veya tuzu azaltın propagandası, rafine tuzun hipertansif
(tansiyon yükseltici) etkisinden kaynaklanır. Nedense kimsenin aklına rafine tuz yerine Himalaya veya
deniz tuzu kullanın demek gelmez. Birçok insan tuz yemeyin propagandaları sonucu tuzu tamamen
kesiyor. Oysa başta beyin fonksiyonları ve iletkenlik için sodyuma ihtiyaç var.
Bütün sorun aslında rafine tuzun 84 mineral içermemesinden kaynaklanıyor. Rafine tuz yerine
kullanmanızı önerdiğim günlük tuz Himalaya tuzudur. Deniz tuzunda ağır metal olma ihtimalinden
dolayı Himalaya tuzunu öncelikle tercih edebiliriz. Himalaya tuzunda katkı maddesi hiç yoktur.
Sodyum klorür oranı daha düşüktür ve 84 mineral içerir. Himalaya ve deniz tuzunun mineralleri kanın
plazmasındakilerle aynıdır. Bu durumda dengeyi bozan bir şey yoktur. Dolayısıyla su tutulmasına
sebebiyet vermez. Aynı zamanda alkali özelliğinden dolayı ortamdaki asitlenmeyi de önler. Dozu
yavaş yavaş kontrollü artırıldığında kan basıncını düşürdüğünü belgeleyen birçok yayın vardır. Tabii
ki tansiyon yükselmesinin diğer nedenleri de mutlaka araştırılıp yok edilmelidir. Duygusal çatışmalar
ve stres önemli faktörlerdir.
Himalaya tuzuyla yapılan banyoların da vücudun asit tamponlanması açısından büyük yararı vardır.
Bugün tansiyon problemlerine alternatif olarak üretilen az tuzlu hazır gıdalar monosodyum glutamat
içerir. Ama uyarayım, bu madde sofra tuzundan bile daha kötüdür.
Alkali su içme kuralları: Su yemeklerle birlikte içilmemelidir! Yemeklerden yarım saat önce veya
2 saat sonra içilmelidir. Yemek sırasında içilirse mide asidi azalır ve proteinler iyi sindirilemez.
Böylece bağırsakların asit yükü artar. Sindirilmemiş protein artıkları bakteriler tarafından
çürütülerek ortamı daha da asidik yapar. Bağırsak çeperindeki delikler genişler. Gıda duyarlılığı ve
kronik iltihaplanmalar, enflamasyonlar baş gösterir.
Böbreklerin yorulmaması için böbreğin temizleme hızına yakın sıklıkla su içmeliyiz. Suyu bir anda
aşırı miktarda içersek böbrekleri zorlamış oluruz. Bu durumda asit atılımı yavaşlar. Suyu saatlere
bölerek içmeliyiz.
Güneş...
Dördüncü element ateştir. Güneş çok önemli bir enerji kaynağıdır. Kuzey, İskandinav ülkelerinde,
güneş ışığının yetersizliği nedeniyle meydana gelen depresyon vakalarını biliyoruz. İnsanlar yetersiz
güneş ışığı nedeniyle ciddi bunalımlar yaşıyorlar, hatta yöneticiler çalışanların yılın on beş günü
güneşli ülkelerde tatil yapmasını teşvik ediyor. Bu anlamda Türkiye çok avantajlı... Çünkü D
vitamininin ana kaynağı güneştir.
Süt ürünleri ile diyabet arasındaki bağlantı bebekler üzerinde yapılan çalışmalarda da görülüyor.
Oysa bilimsel araştırma sonuçları anne sütünün diyabet riskini azalttığını gösteriyor. Peki, ne fark
var? Bu anlamlı farkı yaratan ne? Gelin bunu biraz açalım.
Hayvansal sütün içinde bulunan laktoz aslında şekerdir ve insülin salınımını tetikler. Böylece bir
kısırdöngü gelişir ve pankreas gün geçtikçe daha çok yük altında kalır. Fermante edildiğinde laktoz,
vücutta laktik asit birikimine yol açar. Bu nedenle alkali dengesini yeniden sağlamak istiyorsak süt ve
süt ürünleri tüketmekten vazgeçmek ya da azaltmak gerekiyor. Özellikle intolerans varsa 2-4 ay
kesinlikle tüketilmemeli.
Sütü genellikle kalsiyum alabilmek için tercih ederiz. Kalsiyum ihtiyacımızı inek sütünden
karşıladığımızı düşünürüz, ama asıl ana kaynak yeşillikler ve otlardır. Yeşillik ne kadar koyu yeşil
renkte ise o kadar çok kalsiyum içerir. Ayrıca fındık, badem, susam, ceviz, yeşil yapraklı sebzeler,
baklagiller, roka, dereotu ve bazı kuru meyveler de mükemmel kalsiyum kaynaklarıdır. Ancak
kalsiyumun bağırsaklardan sağlıklı emilimi için gereken D vitaminini de unutmamalıyız.
Ne yazık ki yanlış bir beslenme alışkanlığı olarak ineğin ürettiği depo kalsiyumu, vitamin hapı gibi
tüketiyoruz; çünkü bu daha kolayımıza geliyor. Fazla miktarda tüketildiği zaman sistemimiz buna tepki
gösteriyor. Sütün içeriğindeki "kazein" maddesi hayvanın boynuz ve toynak yapımında kullandığı bir
aminoasit. Bu aminoasit, insan vücuduna girdiği zaman, doğal olarak tepki görüyor. Çünkü bizim
boynuz ve toynak yapımına ihtiyacımız yok. Dolayısıyla alerji gelişiyor.
Süt, peynir ve yoğurtta doymuş yağ, protein ve karbonhidrat vardır. Bu ürünlerdeki laktoz ve
galaktoz, glikoza dönüştürülerek bağırsaklardan emilir. Kan şekeri yükselir.
İlla kalsiyum alalım diye süte yüklendiğimiz zaman bedene büyük zararlar vermiş oluyoruz,
asitlenme ve alerjik şikâyetlerimiz artıyor, hatta astıma kadar varan birçok şikâyet ortaya çıkıyor. Son
zamanlarda çocuklardaki alerji ve astım şikâyetlerinin artışının büyük oranda bu nedenden
kaynaklandığı tespit edildi. Süt ürünlerinin tüketimi sınırlandığında hızla iyileşme gerçekleşmektedir.
Sütün dayanıklılığını artırmak için yapılan pastörizasyon işlemi de son derece olumsuz sonuçlar
yaratıyor. Pastörize edilen süt besinsel özelliğini, faydalı bakterilerini kaybettiği gibi, bünye için
daha da alerjik hale geliyor. Öte yandan günümüzde ineklerin kapalı alanlarda yetiştirilmesi,
meralarda otlatılmaması, mısır küspesi, soya, pancar vb. yemlerle beslenmesi sütü doymuş yağ
asitlerinden zengin, omega-3'ten ise fakir hale getiriyor. Doğal süt belki bu kadar sorun
yaratmayabilirdi, vücut ona tahammül edebilirdi, ama hem kazein, hem pastörizasyon, hem laktoz
intoleransı, hem de asitlenme bir araya gelince, süt bünyede tümüyle duyarlılığı artırarak alerjik
reaksiyonları tetikler hale geliyor.
Kalsiyumu yeşillikten almak, süt ya da peynir ürünlerini az, sadece zevk için tüketmek gerekiyor.
En rahat kullanabileceğimiz süt ürünü ise lor peyniri. Lor peyniri inek peynirinin suyundan elde edilir
ve antijenik protein içermez. Asitlenme ve kilo artışı yapmaz. Kahvaltıda tercih edilecek gıdadır.
Yoğurtta bir fermantasyon söz konusu olduğu için sütten daha iyi bir seçenek, ama toksinle aşırı
yüklü bünyelerde o da yan tesir yapabiliyor.
Et ürünleri, özellikle kırmızı et de içerdiği nitrojen atomu nedeniyle asit oranını artıran gıdalar
arasında. Nitrojenin akıbeti amonyaktır ve toksiktir. Karaciğer amonyağı üreye çevirip böbreklerden
idrarla atılımını sağlar. Ne kadar proteinli gıda yersek o kadar amonyak oluşur. Et bağırsaklarda fazla
kalırsa bakteriler çürümeye yol açarak toksik asitli amonyağı açığa çıkartır. Yani bizim sistemimiz
zaten asit yüklüyse, bir şekilde zehir fazlaysa, risk çok ciddi biçimde artıyor. Atık etin yararını değil,
bu asit etkisiyle zararını görmeye başlıyorsunuz. Asitlenme sonucu gelişebilen hasarları önceki
bölümlerde ayrıntılı bir şekilde anlatmıştık...
Bizim etobur hayvanlardan en büyük farkımız bağırsaklarımızın çok uzun oluşu. Etobur hayvanlar
yedikten sonra üretilen toksini hemen atabiliyorlar, ama biz vücutta barındırıyoruz; asitlenmiş
vücutlarda, özellikle kalınbağırsaklarda da tembellik ve kabızlık oluyorsa o zaman o zehirler çok
daha uzun kalıyor ve atılamadığı için çok büyük bir toksin birikimi oluşuyor. Kanımıza karışan kan
parazitleri de diğer bir sorun. Parazitler arttıkça organlarımızın sağlıklı çalışması zorlaşır. Özellikle
kanser hastalarında kan parazitleri mutlaka dikkate alınmalı ve yok edilmelidir.
Bir de büyükbaş hayvanların, kesim öncesi korku hissetmesi ve bunun sonucu olarak adrenalin
salgılaması meselesi var. Bu adrenalin içerikli etlerin vücudumuza girdiğinde bizi daha agresif
yaptığı bilimsel bir gerçek. O yüzden et ürünlerinin dozunu mümkün olduğunca azaltmamız gerekiyor.
Sucuk, salam gibi işlenmiş etlerin içinde katkı maddeleri olduğundan, bu grup besinler kırmızı etten
çok daha fazla zararlıdır. Asitlenmeyi daha da artırır.
Etobur hayvanlardan farklarımızı kısaca özetlersek: Dişlerimiz sivri ve parçalayıcı değil, tükürük
salgımız asidik değil, bağırsaklarımız çok uzun, ayrıca biz çiğ et yiyemeyiz.
Tamamen vejetaryen olalım demiyorum, ancak yediğimiz protein oranının 3-4 misli alkali gıdayı
tüketmeliyiz. Sağlıklı bir hayat sürmek için kişinin, günlük olarak kilogram başına 1 gram protein
alması yeterlidir aslında.
Tampon olarak elma sirkesi...
Protein beraberinde limon ya da elma sirkesi tüketimi ciddi bir tampon görevi görür. Dolayısıyla et
tüketilirken limon ya da elma sirkesinin salata içine bol miktarda konularak beraber yenmesi gerekir.
Tüm proteinlerde olduğu gibi balıkta da nitrojen vardır ancak fosforik asit ve sülfürik asit yoktur.
Daha çok, topraktan gelen besin maddelerini ana gıda olarak seçmemiz en doğrusu. Özellikle etteki
yararlı besin maddelerini dışarıdan da alabilmekteyiz artık. B vitaminleri, demir, alfa lipoik asit
takviyesini dışarıdan da sağlayabiliriz.
Mesela yatmadan önce 1 bardak doğal elma sirkeli suyun içilmesi, hem sabah idrarını alkali yapar
hem de idrar yollarını temizler.
Etin yapıtaşı olarak gelişimle ilgisini öne sürüp itiraz edenler için şunu söyleyeyim: Anne sütü ile
ilgili yapılan bir araştırmada, anne sütündeki protein miktarı yüzde 2-3 arasında saptanmış. Yani anne
sütünün yüzde 97'si protein değil. Yaradan bu sistemi oluştururken çocuğun gelişimi için, anne
sütündeki proteini bu derece düşük tutmuş.
Doğru beslenebilmek için...
Öncelikle açlık tokluk duygularımızı geliştirmeliyiz. Eğer sürekli bir şeyler yemek istiyorsak ya da
geceleri yemeden duramıyorsak mutlaka bünyemizde bir sorun var demektir. Bu sorun ya alışkanlık,
ya bedensel, ya duygusal ya da ruhsal kaynaklı olabilir. Öncelikle halledilmesi gereken alan
burasıdır. Bütün bunların sebebi asitlenme ve regülasyon blokajlarından kaynaklanır. Eğer buradaki
sorunu düzeltmezseniz, hiçbir zaman doğru beslenemezsiniz. Kendinizi zorlayarak uyguladığınız tüm
diyetler hüsranla sonuçlanır. Hızla kilo verebilirsiniz ancak verdiğiniz kiloları aynı hızla geri
alırsınız. Üstelik bir dahaki sefere EBD sistemi size çok daha fazla zorluk çıkarır. Her seferinde kilo
vermeniz daha da zorlaşır.
İkinci önemli, dikkat edilmesi gereken konu asitlenmenin ve toksinlerin ortadan kaldırılmasıdır.
Alkali su çok önemlidir. Beslenme alkali yiyecek ağırlıklı olmalıdır. Yani sebze ve tahıl ağırlıklı
beslenmeliyiz. Asidik ürünleri azaltmalıyız. Yemek yerken su içmemeliyiz. Gece yememeliyiz. Yavaş
ve çiğneyerek yemeyi öğrenmeliyiz. Öğle karbonhidrat ağırlıklı beslenirken akşam öğünlerimiz en geç
20:00'ye kadar sebze-salata-protein şeklinde olmalı. Sabahları peynir olarak lor, tofu (soya peyniri)
veya keçi peyniri tercih edilmeli.
Kültür olarak peynirsiz yapamayan bir milletiz. Bu nedenle peynir yeme zevkimizden tamamen
vazgeçmek yerine bu peynir türlerinin tüketilmesini öneririm. Domates ve salatalık her zaman baş
tacımız olmalı. Aynı şekilde haşlanmış karnabahar ve brokoli de öyle. Bademi bazik olduğundan
özellikle tercih edebiliriz. Ayçekirdeği, kabak çekirdeği de çok önemli ve faydalı besinler. Ekmek
olarak tahıl ekmeklerini, mümkünse glütensiz ve mayasız olanları tercih etmeliyiz. Yeşil çayı
öğünlerde de içebilirsiniz. Alkolü mümkün olduğu kadar azaltmalıyız. Tercihan 1 kadeh kaliteli şarap
sinir sistemini de gevşetir. Gün içinde aldığımız protein, karbonhidrat oranı 1/4 olmalı. 100 gram et
yediysek ya da protein aldıysak 400 gram sebze veya salata yemeliyiz. Limon ve elma sirkesi ana
tatlandırıcımız olmalı. Sofra tuzunu tamamen hayatımızdan çıkartmalıyız. Himalaya tuzu ana
tercihimiz olmalı. Rafine ürünler ve hazır bekletilmiş ürünler katilimizdir. Pazardan alışverişi tercih
etmeliyiz. Taze sebze ve meyvelerimizi barkot okuyucularından geçirmemeliyiz. Taze ve az pişmiş
yemeyi öğrenmeliyiz. Zeytinyağı (tercihan soğuk sıkım) vücudumuzun ilacıdır ama abartmamak
kaydıyla tabii ki.
Antioksidan ihtiyacını karşılamak için C vitaminin günlük olarak gıdalardan alınması sağlığımız
için çok önemlidir. Omega-3, alfa lipoik asit sürekli takviye edebileceğimiz temel vitaminlerdendir.
Zehirlenme belirtileri...
Bazen zehirlenme belirtileri olan baş dönmesi, baş ağrıları, yorgunluk, halsizlik, iç huzursuzluk gibi
durumlar psikolojik şikâyetlerle karıştırılabiliyor. Bu tür şikâyetlerle hekime başvuran kişilerde kan
tahlillerinde herhangi bir problem görülmediği için, bu kişiler psikiyatriye sevk edilebiliyorlar.
Psikiyatrlar da bazen bu durumda ilaç verebiliyorlar, elbette bu da vücutta toksinin daha fazla artışına
sebep olabiliyor. Oysa bazen bu tür belirtilerin hepsi zehirlenme nedeniyle olabilir. Bundan dolayı
ilk yapılması gereken, zehirlenmeyi ortadan kaldırmak olmalıdır. Ancak zehirlenme ortadan
kaldırıldıktan sonra psikoterapi ya da benzeri tedaviler uygulanabilir.
Daha önce regülasyon blokajlarının koruyucu olduğunu söyledim. O nedenle tedavi ederken de
regülasyon blokajlarına dikkat edilmesi gerekiyor. Vücutla haberleşerek regülasyon blokajlarını
kaldırmamız gerekiyor ki, beden ağır bir yükün altına girmesin ve iyileşebilsin. Bunu günlük dilde
şöyle açıklamak mümkün: Diyelim ki bir odada aşırı elektrik yüklenmesi nedeniyle sigortalar
atmışsa, doğrudan sigortayı açmamalıyız, çünkü o problem aslında devam ediyordur, yani aşırı
yüklenme sonlanmamıştır. O nedenle, önce odadaki problemleri halletmeliyiz. Sırayla problemleri
hallettikten sonra sigortayı açmalıyız.
Regülasyon blokajı kaldırıldığı zaman sistem tekrar onarıma başlıyor ve oradaki hastalığı ortadan
kaldırıyor, böylece kronik hastalıklardan kurtulmuş oluyoruz.
Reiki'ye dikkat...
Bugün baktığımızda, çevremizde bedeni toksinsiz hale getirmeden, sigortayı hemen açan birtakım
yöntemler olduğunu, bunları uygulayan insanlar olduğunu görüyoruz. Bu yöntemlerden biri de Reiki
enerjisi vermek. Reiki, sistemi hemen açan bir yöntem. Enerji alanımızı doğrudan evrensel
frekanslara bu ve benzeri yöntemlerle açtığımızda, kişi birdenbire büyük yük altına girer. Bu durumda
çok daha kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Kişi hayatında olabilecek değişiklikleri kaldıramaz.
Dolayısıyla Reiki enerjisi verenlerin özellikle buna dikkat etmesi gerekiyor. Sistemin korumasını
birdenbire kaldırdığımızda, çok daha ağır sonuçlara neden olabiliriz. Bunları yapan insanların
bilinçli bir şekilde yapması gerekiyor. Adım adım o kişiyi temizleyerek, regülasyon blokajlarını
vücut izin verdiği ölçüde yavaş yavaş kaldırmak gerekiyor.
Sadece Reiki değil, toksinli bir vücudun sigortasını birdenbire açan tüm yöntemler risk
oluşturabilir.
Bunun için de bütünlüğün kurulması lazım; ruh-zihin-beden üçlüsünü senkronize edecek bir
yaklaşım gerekiyor. Bunu gerçekleştirecek kişi ise her üç alana da hâkim olmalı. Yani fiziksel bedene
hâkim olan doktor, zihne ve ruha da hâkim olmalıdır.
3. bölüm
Hastalıklar nasıl kronikleşiyor?
İnsan denen tasarım elektromanyetik bir özelliğe sahiptir. Manyetik kısmı fiziksel beden, elektriksel
kısım ise ruhsal alandır. Sol beyin manyetik alanı, sağ beyin ruhsal alanı denetler ve bu iki kısım
birbiriyle etkileşim içinde çalışır. Ruhsal alan dediğimiz bölge, bilinçaltı (alt ben), bilinç (ben) ve
bilinçüstü (üst ben) denen üç bölümden oluşur ve hepsi de bizim manyetik alanımızla bütünleşiktir.
Sağlık, gerek manyetik alandan, gerekse elektriksel alandan kaynaklanan sorunlar nedeniyle bozulur.
Manyetik alana ilişkin kronik ağrı ve hastalıkların nedeni asitlenme ve toksin birikimine bağlı
regülasyon blokajlarıdır. Elektriksel alana ilişkin ağrı ve hastalıkların nedeni ise duygusal ve ruhsal
çatışmalara bağlı regülasyon blokajlarıdır.
Yani kronik ağrı ve hastalıkların teşhis ve tedavisi için tüm alanların dikkate alınması gerekiyor.
Daha önce sistemin aslında kendisini koruma amacıyla EBD sistemi sayesinde nasıl regülasyon
blokajları oluşturduğunu anlatmıştık. Yaşamımızın devamı için güvenlik sistemimizin başvurduğu
regülasyon blokajları yine bedenin ve ruhun izin verdiği ölçüde ortadan kaldırılmalı. Bu şekilde
vücudumuzun kendi kendini tedavi edebilme yeteneği tekrar devreye girer. İlaçlar veya diğer invazif
yöntemler (cerrahi uygulamalar) ancak çok gerektiğinde, acil durumlarda kullanılmalı.
Tedavinin amacı her zaman ruhsal farkındalığın gelişimi yönünde olmalı. Yeniçağ tıbbının en büyük
hedefi budur.
Kinesiyoloji ve beden bilgeliği konusunu biraz açmakta yarar var... Beden size neyin gerekli neyin
gereksiz olduğunu, sizin neye ihtiyacınız olduğunu neye olmadığını bilir. Çünkü bedenimizde bir
enerji akışı vardır. Bu enerji akışının işleyişini, beden için doğru olanla doğru olmayanı kasların
duyarlılığı sayesinde anlayabiliriz. Kas gücü kuvvetli kaldığında cevap olumlu, zayıfladığında
olumsuzdur. Bu şekilde ihtiyaçlar kolayca saptanabilir veya bedenin istemedikleri tespit edilir.
Ama önce daha acil olarak yapılması gereken bir şey var. İlk yapılması gereken şey fiziksel
bedenimizi negatif etkenlerden kurtarmak olmalı. Elektrosmoglar, jeopatikler, nedbeler, alerjenler,
kimyasallar, ağır maden zehirleri, virüsler, bakteriler, parazitler, mantarlar, toksinler, gıda katkı
maddeleri, gıda intoleransları kinesiyoloji yöntemiyle araştırılmalı.
Bu alan şu andaki tıp uygulamalarının boşlukta kalan önemli bir bölgesini oluşturuyor. Bu boşluk
ise hekim dışındaki şifacıların devreye girmelerine neden oluyor. Oysa böyle bir yaklaşım, temeli
olmayan bir binanın üzerine inşaat yapmaya benzer.
O nedenle, bedenimizdeki suyun temizlenmesi, bazik bir hale getirilmesi, manyetik enerjisi yüksek su
içilmesi gerçekten çok önemli. Öte yandan, bol oksijen almak, hareket etmek, terlemek gerekiyor.
Terlemek için aerobik sporlardan (koşu, bisiklet, hızlı yürüyüş vs.) yararlanılabileceği gibi,
kaplıcalar, saunalar vb. yöntemler de kullanılabilir. Bitkisel destek ürünleriyle karaciğeri ve
böbrekleri arındırmaya yarayan homeopatiklerin kullanımı da çok faydalıdır.
Vücudun sigorta sistemini anlamak...
Bir hastalığın altı ay boyunca iyileşememesine kronikleşme denir. Altı ay boyunca aynı şikâyetler
devam ediyorsa, bunun anlamı şudur: Hastalığın sebebi hâlâ hekimler tarafından teşhis edilememiştir.
Bu türden sebebi bulunamayan hastalıklara "psikosomatik hastalıklar" adı verilir ve semptomatik
tedavi uygulanır.
Yeniçağ tıbbı regülasyon blokajlarını ortadan kaldırıp, vücudun kendi kendini onarmasını
sağlamayı amaçlar. Bundan dolayı tedavi anlayışı semptomatik değil, köktendir ve yeniçağ tıbbının
asıl farkı da buradadır.
Bugünkü tıp anlayışında ise "regülasyon blokajı" diye bir kavram yoktur. Bu nedenle semptomatik
tedavi kaçınılmaz oluyor.
Ama şurası bir gerçek ki regülasyon blokajları kaldırılmadan başlanan ilaç tedavisi de kesilemez.
Bu durum zamanla hücre zarlarının duyarlılığını bozar. Böylece de birçok hastalığın oluşumuna
zemin hazırlanmış olur. Bu etkilenmeyi de başlangıçta fark etmeyiz, çünkü bu etkilenme yine
elektromanyetik frekans düzeyinde gerçekleşir. Her organın üzerinde farklı duygulardan etkilenen
noktalar vardır.
Modern tıp ne yazık ki mantarı doğrudan tedavi ve yok edilmesi gereken bir hastalık olarak görür
ve ona göre yaklaşır. İlginç olan durum ise, mantar tedavisinin çok zor olması ve inatçı seyretmesidir.
Mantarın bu direnci yine EBD sistemi sayesindedir. Ortam düzelmeden mantar uzaklaşmak istemez.
Biz hekimler ise mantar teşhisi koyduğumuzda çoğunlukla mantar tedavisi ile işe başlarız. Sistem
buna uzun süre dirense de inatla güçlü mantar ilaçları veririz. Taarruza taarruz! Kim kazanıyor
demeyeceğim, çünkü kaybeden elbette biziz. Çünkü sistemin korumasını kaldırıyoruz. Üstelik
ilaçların yan etkileri de cabası. Mantar tedavisi çok zordur ve uzun sürer. Ancak asıl neden devam
ederken sistemin kendini iyileştirmesi ve korumasına karşı yapılan böyle bir girişim daha da
düşündürücüdür.
Bu nedenle yeniçağ tıbbında anlaşılması gereken en önemli fark, regülasyon blokajları ve EBD
sistemidir. Bu başarılırsa, zaten bir sürü hastalık kendiliğinden düzelmeye başlayacak ve sistem
kendi kendini onarıma geçecektir.
Elbette ilaç sektörü kendi bünyesinde görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışıyor. Acil
tedavilerde, operasyonlarda ve anestezide, yoğun bakımda kullanılan ilaçlar sayesinde ömrümüz
uzadı, bu doğru. Ancak konu kronik ağrı ve hastalıklara geldiğinde durum farklı. Bu hastaların ömür
boyu ilaçlarla yaşamaya mahkûm edilmeleri ruhsal gelişimlerine ciddi darbe vuruyor. Amacım
ilaçların gereksiz yere tüketilmemesi gerektiğini vurgulamak. Doğal ilaçlar hayatımıza girmeli ve
sistemin kendini onarmasına fırsat verilmesi gerekiyor. İlaç sektörünün doğal ilaçlara daha çok
yönelmesi gerektiğine inanıyorum.
Avrupa'da birçok yerde, özellikle Almanya'da insanlar daha bilinçli oldukları için homeopatik ya
da bitkisel ilaç kullanımına daha eğilimliler. Hekimler de ağırlıklı olarak homeopatik ilaçları
öneriyorlar. Artık Avrupa'da hekimlerin talebi nedeniyle homeopatik ilaçlar yoğun bir şekilde
üretiliyor. Bu ilaçları da diğer ilaçlar gibi yine ilaç firmaları üretiyor, yani aslında doktorların
istediklerini, taleplerini yerine getiriyorlar. Diğer taraftan asitlenmeyi önleyici önlem paketleri çok
gelişti. Asit-baz regülasyonu için günlük olarak kullanılabilecek farklı markalardan birçok ürün
satılıyor. Toz şeklinde paketlenmiş halde marketlerde bile bulabiliyorsunuz.
Avrupa'da eczaneler iki bölümden oluşuyor: Bir bölümünde kimyasal, bir bölümünde bitkisel
ilaçlar var. Doktor reçete yazarken bu iki bölümden de reçete yazıyor. Ne yazık ki Türkiye daha o
aşamaya gelemedi. Bu nedenle bitkisel alan başıboş kaldığından bizde çok ciddi bir sorun teşkil
ediyor. Bitkisel ürünler artık ilaç üreticilerinin üretim ve reklam alanına girmeli. Nasıl ki ürettikleri
yeni ilaçları büyük bir ciddiyetle tanıtıp satışa sunuyorlarsa, bitkisel ilaçları da üretip aynı titizlikle
tanıtmalılar. Biz hekimler bundan büyük sevinç duyarız. Üretilen bitkisel ilaçlar eczanelerde yeni bir
bölüm oluşturmalı. Hekimler bitkisel ilaçları da reçeteyle vermeli. Aksi takdirde Mısır Çarşısı
eczane olur! Bu çok sakıncalı bir durum. Özellikle de hekimlik mesleğinin saygınlığı açısından.
Hayat boşluk kaldırmaz derler, tıp da boşluk kaldırmıyor. Doktorlar bitkisel alana yeterince ilgi
göstermeyince, sağlık dışı sektörden birçok insan bu alana yöneliyor. Bu boşluktan yararlanarak,
insanlara bilinçsizce bitkisel ürünler öneriliyor.
Aynı boşluk durumu ruhsal alan için de söz konusu. Kronik tabloda, zehirlenme ve asitlenme
sürerken yapılan ruhsal çalışmalar sağlıklı bir yaklaşım olmadığı gibi, daha önce yapılması gereken
müdahalelerde geç kalmamıza da neden olabiliyorlar.
Ruhsal tekâmül konusunu en iyi işleyecek meslek grubu da yine hekimler. Çünkü ruhsal tekâmülün
anahtarı sevgidir ama bu anahtarla açılması gereken kapılar fiziksel bedendedir. Evrensel sırlar
bedende gizlidir. Hekimler bu gizemi en iyi gören ve bu konuda bilgi sahibi olan kişiler. O nedenle
hekim, insanın duygusal ve ruhsal alanına da hâkim olmalı. Bütün hekimlerin bu alana mutlaka daha
çok eğilmesi gerekiyor.
Gelelim nevrozlara... Bugün bakıyoruz, nevroz tedavisinde çok sayıda ilaç kullanılıyor.
Antidepresanlar peynir ekmek gibi tüketiliyor. Ama yine de beklenen sonuçlar alınamıyor? Neden?
Çünkü bugünkü psikiyatri, bilinçaltındaki negatif duygusal kayıtları ve negatif düşünce kalıplarını,
hastalıkların ana kaynağı olarak görmüyor. Sadece depresyon tanısı konuyor ve çoğunlukla serotonin
takviyesi uygun görülüyor. Korkular için anksiyolitikler (kaygı ve korku gidericiler) devreye giriyor.
Uykusuzluk için de yine diğer semptomatik ilaçlar...
Bu durumda kronik hastalık ya da ağrılar, kaynağı psikolojik olsa dahi bir türlü teşhis edilemiyor ve
kalıcı olarak iyileşemiyor. Ana sebepler altta kalıyor.
Oysa nörotik hadiselerde önce sistemi toksinlerden ve asitlenmeden temizlemek ve hastanın uyarım
fazından sükûnet fazına getirilmesi gerekir. Sonra da bilinçaltı kapısının açılımı sağlanarak, duygusal
ve ruhsal çatışmalar tedavi edilmelidir. Tüm bunlar için regülasyon blokajları ortadan kaldırılmalı.
İlaçlar ancak acil ihtiyaç halinde belirli bir süre için verilmeli. Hastaları ömür boyu antidepresan
veya anksiyolitik ilaca mahkûm etmemeliyiz. Bir bebeğin anne karnındaki gelişimi sırasında bile
annenin yaşadığı duygusal travmalar bilinçaltı kayıtlarına geçebilir.
Genetik olarak geçen, şeker hastalığı değil, o hastalığa yol açan
duygusal sebepler...
Düşünsel ve duygusal kalıplar çok önemli dedik. Mesela bir diyabet hastasını ele alalım. Doktor
hastasına, "Sizin diyabetiniz genetik yatkınlıktan kaynaklanıyor" diyor. Peki, bir diyabet hastasının
çocuğu falanca yaşta mutlaka diyabete yakalanacak diye bir kaide mi var? Elbette yok. Esasen
diyabete yol açan duygusal ve düşünsel kalıplar kırıldığı takdirde o genetik yatkınlık bir ihtimal
olmaktan öteye gidemez.
Çünkü şeker hastalığının oluş sebebinin altında, insanın hayattaki görevleri isteyerek, zevk alarak,
tat alarak değil de vazifeymiş gibi yapması yatar. Şeker hastası olmak istemiyorsak yapacağımız her
şeyi bir görev gibi değil, isteyerek zevkle ve severek yapmamız gerekiyor.
Aslında genetik olarak geçen esas veriler, hayatı mecburiyetler içinde robotlaşmış bir anlayışla
sürdürme tutumu. Kişinin aileden gördüğü de budur, dolayısıyla aynı tutumu yine devam ettiriyordur.
Bu durumda şeker hastalığına sebep olan mutsuzluk eğilimi genetik olarak geçmiştir.
Sadece hastalıklar değil, aynı şekilde korkular da genetik olarak geçebiliyor. Mesela atalarımızın
yaşadığı savaşların, annenin hamilelik döneminde yaşadığı korkuların, travmaların etkisi çocuğa
intikal edebiliyor, panik duygusu ve korkular ileride böbrekleriyle ilgili ciddi sorunlar yaşatabiliyor.
Korkularımızla böbreklerimiz rezonansa girer. Genetik olarak geçen, böbrek hastalığı değil, onu
oluşturan sebep, o duygusal yapıdır.
Doğru yoldan haz almayı becerebilirsek bütün bu tehlikelerden de uzaklaşmış oluruz. Haz
duygusunun süreklilik arz etmesi ancak evrensel bağlantımızla mümkündür. Böylece hem
bağımlılıklarımızdan kurtuluruz hem de dengeli beslenme şansına sahip oluruz.
Evrensel bağlantının en önemli şartı sisteme güvenmek ve kendimiz için bir şeyler yapmaktır.
Hobilerimizi geliştirmeliyiz. Kendimize özel zamanlar ayırmalıyız. Spor, müzik dışında resim gibi
değişik renklerle kaynaşabileceğimiz alışkanlıklara sahip olmalıyız. Her şeyden önemlisi yaratıcı
özelliklerimizi keşfedip onları geliştirmeliyiz. Sonra da bunları başkalarıyla paylaşmalıyız. İnsanlık
âlemine ve evrene bir şeyler katmalıyız. Bütün bunlar haz duygusunu en dorukta yaşatan temel
unsurlardır.
Herkesin algılama sistemi farklı. Kiminin öfkelendiği bir olguya, bir başkası hiç
öfkelenmeyebiliyor ya da birinin üzüldüğü bir olaya bir başkası, "Buna da üzülür mü insan?"
diyebiliyor. Kimisi işinde iflas edince intihar yolunu seçiyor; kimisi, "Demek bu iş bana göre
değilmiş" deyip yeni bir yol çiziyor. Bütün bunlar algılamaya göre değişiyor. Ruhsal tekâmül için
bizim sıkıntı çekmemiz gerekiyor, bir sorunu yaşamadan o sorunla ilgili duygu sorununu
halledemezsiniz.
"No pain, no gain!" "Acısız kazanç olmaz!" der eski bir İngiliz atasözü...
Bir sorun yaşarken sabırlı olmak durumundayız. İlaçlarla veya bağımlılık yaratan maddelerle
sorunu halledemeyiz. Problemlerimizi yok sayamayız. Yok saymak yerine problemimizle
yüzleşebilmeliyiz. Bahaneler üretip başkalarını suçlamamalıyız. Çocukken safiyane bir şekilde, "Ben
yapmadım, o yaptı" derken, olgunlaştıkça bunu "dâhiyane" bir şekilde yapmaya başlarız. Hep bir
mazeret arar ve bunu destekleyecek kişileri çevremize toplarız. Destekleyenler dostumuz olur,
desteklemeyenler düşman. Sonuçta kendimizi kandırıp egomuzu besleriz.
Egomuzu destekleyenleri çok seviyoruz. Bazen de egomuza gıdasını verenlere âşık oluyoruz. Ama
böyle bir tutumla temelde hiçbir zaman rahatlayıp huzur bulamayız. Bu kısırdöngü devam ettiği sürece
ilaçlar devreye giriyor, acıları, sıkıntıyı kesiyor. Ya da biz kestiğini sanıyoruz. Ama hayat buna izin
vermez! EBD sistemi mutlaka devreye girerek ruhsal tekâmülümüzün devamı için uğraş verir.
İşte bu yüzden yeniçağ tıbbında duygu ve düşünce alanının hekimlerin kontrolünde olması gerekir.
Çünkü sınırı belirlemek hekimin işidir. Kişi sınırda değilmiş gibi gözükür ama bir bakarsınız intihar
haberi gelir. Bir hekimin de o sınırları keşfedip hemen gerekli medikal tedaviye başvurması, ilacın
devreye girmesi gerekebilir.
Mesela ciddi depresyon sorunlarında vücutta serotonin hormonu iyice azalmış, intihar eğilimi
başlamışsa hemen serotonin takviyesi yapmak gerekir, ancak tehlike geçtiğinde ana kaynak bulunup
ortadan kaldırılmalıdır. Kişinin tehlike geçtikten sonra ilaçsız yaşamına geri dönmesi sağlanmalıdır.
İlaçlar ömür boyu insanların kaderi haline gelmemeli, yoksa ruhsal tekâmül durur. Çünkü öğrenmek
esastır. "İlacımı alıyorum, hiç kafama takmıyorum" mantığı doğru bir mantık değildir. Bu baskılama,
yok sayma sonucu yarın öbür gün çok daha ciddi kronik hastalıklara sebep olabiliriz. Kanserle karşı
karşıya kalabiliriz. Madem o kadar iyiyiz, neden kanser hastası oluyoruz? Halletmemiz gereken
problemlerin kaynağını kendimizde aramamamız, sorunları görmezlikten gelip mazeretlere
sığınmamız en önemli etkenler. Evrensel frekanslarla uyumlu olmadığımız için ve her şeyi ilaçlarla
perdelediğimiz için oluyor bütün bunlar.
"İlacımı alıyorum, mutluyum, keyifliyim" diyerek ömür boyu bunu sürdürme şansınız zaten yok,
EBD sistemi buna izin vermiyor.
Hayatı limanda sürdürmek belki çok güvenli görünüyor olabilir. Ama limanda hiçbir şey
öğrenemezsiniz: Kaptanlık açık denizde öğrenilir ancak.
İnsanın hayvandan farkı, ruhunu yönetebiliyor olması. Oysa hayvanlar mutlak kudret ne derse onu
yaparlar. Örneğin göç etme zamanı gelmiş bir kuş hiçbir zaman, "Ben bu sefer gitmek istemiyorum"
diyemez. Genlerindeki algılama sistemi mutlak kudretin emri altındadır. Hiçbir ayı kış uykusuna
yatmaktan vazgeçmez. Hayvanlar, yaşayabildikleri ortama göre bir donanıma sahiptirler ve
tasarımlarına uygun olarak çevrelerindeki yiyeceklerle beslenirler. Onlar bulundukları ortama uyum
sağlamak zorundadırlar.
İşte insan olmanın farkı burada. Biz kararları özgür irademizle kendimiz verebiliyoruz. Ama
kendimizle ruhsal bağlantı kuramazsak doğru kararlar veremeyiz. Biz bir eğitim içindeyiz.
Öğrenmemiz gereken doğruları ancak mutlak iradeyle bağlantı halindeyken öğrenebiliriz. Aksi
takdirde doğru karar veremeyiz. Doğru kararlar verebilmek için sürekli birilerine ihtiyaç duyarız.
Bağımlı oluruz. Öğrenemeyiz. Bu aşamada yaşayacağımız ruhsal sıkıntıları görmezden gelip ilaçlarla
veya bağımlılık yapıcı araçlarla giderme yoluna gitmemeliyiz. Bu nedenle ruhsal alanımızla
bağlantıda olmamız şart. Denizin ortasında yön bulmamız için ya yıldızlardan ya da pusuladan
faydalanmak zorundayız. Her ikisi de mutlak iradenin bize sunduğu yardımcı araçlar. Ancak en büyük
navigasyon, yani yön bulma sistemi içimizdedir. Navigasyon sisteminin açık olması demek, uyduyla
bağlantıda olmamız demek. Uydu ise mutlak iradedir.
Hayvanlar yer, içer, dövüşür, çiftleşir ve aralarında haberleşir. Bunu sağlayan kendi morfogenetik
alanlarından aldıkları frekanslardır. "100 Maymun Deneyi"ni duymuşsunuzdur. Bu deneyde uzak
tropikal adalarda yaşayan maymunlara kumlar arasına patates bırakılır. Adadaki maymunlardan biri
kumlu patatesi suya düşürür ve böylece suda yıkayıp yemeyi akıl eder. Derken adadaki özellikle genç
maymunlar da onu taklit ederek kumlu patatesi yıkarlar. Yaşlılar çekimser kalır. Adadaki 100.
maymun kumlu patatesi yıkayıp yemeyi akıl ettiğinde bakarlar ki bambaşka adalardaki maymunlar da
kumlu patatesleri yıkayıp yiyebiliyorlar. Yani öğrenen maymunların sayısı belli bir sayıya ulaştığında
aynı morfogenetik alandaki diğer maymunlar bu frekansla rezonansa giriyor.
Arabanın motor ve kaportasını bedenimiz olarak düşünelim. Her motorun, özellikle de karmaşık
motorların, bütün sistemi idare eden bir beyni vardır. O da motorun içindedir. Bir motorun güç
oluşturabilmesi için değişik üniteler bir araya gelerek birbirlerini tamamlarlar. Yağ ünitesi, su
devridaimi, hava ünitesi, ateşleme sistemi ve yakıt alınıp kullanıldıktan sonra açığa çıkan zehirlerin
atıldığı bölüm. Bütün bu sistemler bir araya gelince bir güç oluşur. Tüm motorlarda durum aynıdır.
Hepsinin koordinasyonunu sağlayan bir beyin vardır.
Peki, o araba hep otoparkta mı duracak? Araba kullanılmak üzere tasarlandığına göre onu kim
kullanacak?
Bu sistemi kullanan bir de şoför gerekiyor. Yani direksiyonuna oturup o sistemi yönetecek, kararları
verecek, özgür iradesini kullanacak ve istediği hareketi yaptıracak şoför de bu sistemin ruhudur. Yani
esas olan kendimiz, yani "BEN".
İyi yağ, iyi yakıt kullanırsanız, yani ısınmayı ve asitlenmeyi engelleyecek bol ve kaliteli su
içerseniz, doğru soluyarak temiz hava alırsanız, dengeli ve besin değeri bol gıdalar tüketirseniz,
kendinizi aşırı yormayıp uykunuzu iyi alırsanız ve günlük olarak zehirlenmelerden temizlenirseniz,
fiziksel bedeninizden maksimum derecede yararlanabilirsiniz. Bütün bunları yapmazsanız regülasyon
blokajları ve EBD sistemi devreye girer. Yaşam gücünüz, yani pil tükenir.
Kişi ne kadar az regülasyon blokajına sahip ise pil kapasitesi o kadar fazladır. Yani regülasyon
blokajı çok olan bir insanın, pil kapasitesi de azalmıştır. Dolayısıyla da şarj etme yeteneği çok
azalmıştır. Elbette pil kapasitesinin yaşlanma ile de bağlantısı var.
Bağışıklık sistemimiz, yine otonom sinir sisteminin kontrolü altındadır ve bizi zarar verecek
etkenlerden korur. Bağışıklık sistemi bugün bile tıp alanının en gizemli konularından biridir.
Bağışıklık sisteminde oluşan aşırı duyarlılık reaksiyonları sistemin doğal olmayan etkenlere maruz
kalmasından kaynaklanır. Evrensel biyolojik yasalara uygun yaşamak zorundayız.
"Sen düşünceden ibaretsin, gerisi et ve kemik, gülü düşünürsen gülistanlık olur, dikeni düşünürsen
dikenlik olur" diyor Mevlânâ Celaleddin Rumi...
Ve bugün çok tartıştığımız kuantum fiziğinin temel prensiplerinden birini daha 1200'lü yıllarda
anlatıyor!
Üst benliğimizde ise yaşam sürecinde halletmemiz gereken kozmik planımız mevcuttur. Herkesin
öğrenmesi gereken farklı programlar vardır bu planın içinde. Yaşam içinde sürekli karşılaştığımız
problemler, onlarla rezonansa girdiğimiz insanlar ve sıkıntılar aslında bu amaçta yol göstericidir.
Ruhsal tekâmülümüz sırasında öğrenmemiz gereken ise, bu üç alanı bir bütün şeklinde
kullanabilmektir. Böylece Tanrısal alana adapte olabilme şansına sahip oluruz.
Fakat biz fiziksel bedenimizi gereğinden çok sahipleniyoruz. Halbuki o bize anne ve babadan gelen,
iki hücreden oluşturulmuş ve sadece dünya atmosferine göre programlanmış bir tasarımdan başka bir
şey değil. Allah'ın bize vermiş olduğu bir araç. Yaradan, "Al bunu, tekâmülün için kullan" diyor. Asıl
olan ruhumuz, bu araç içinde misafir. Beden, belirli bir süre kullandıktan sonra tekrar teslim ettiğimiz
bir araç.
Bu benim demek, bu bedeni sahiplenmek aslında abesle iştigal. Ruhsal alanımıza daha çok önem
vermeli ve egolarımızdan sıyrılıp bütünselliği aramalıyız. Tıpkı şu anda dünya genelinde yaşanan
globalleşme gibi.
Anatomiyi bilen, fiziksel bedeni iyi tanıyan ve bununla birlikte insanın duygu ve düşünce alanına
önem vererek evrensel frekanslarla uyumlayabilen hekimlerin oluşturduğu bir tıp sisteminin gelişmesi
gerekiyor. Yeniçağ tıbbının en önemli amacı bu.
Ruhsal tekâmül konusunu en iyi işleyecek meslek grubu da hekimler. Çünkü ruhsal tekâmülün
anahtarı sevgidir, ama bu anahtarla açılması gereken kapılar fiziksel bedendedir. Evrensel sırlar
bedende gizlidir. Hekimler bu gizemi en iyi gören ve bilgi sahibi olan kişilerdir. O nedenle iyi bir
hekim, insanın duygusal ve ruhsal alanına da hâkimdir. Tıbbın bu alana mutlaka daha çok eğilmesi ve
hekimlerimizin duyarlılığını artırması gerekir.
Düşünce gücünü iyi niyetlerle, sevgiyle kullanabilme yeteneğine sahip olmalıyız. Bütün bu
süreçteki her türlü acı, sıkıntı, hastalık vs. eğitimin bir parçasıdır. Doğruları öğrendiğimiz zaman
hastalıklar otonom sinir sistemi ve EBD sayesinde iyileşir, huzurlu ve sağlıklı oluruz. Doğru tedaviler
ve yaklaşımlar rezonans sistemiyle sizi bulur.
Düşünce gücü...
Yaradan bize sunduğu düşünce yeteneğimizle öyle bir güç vermiş ki, onunla her şeyi
gerçekleştirebiliriz. Her türlü elektromanyetik alana girip, istediği değişikliği yapabilen, büyük
özelliklere sahip bir güç. Yaradan, bu düşünce gücünü doğru, olumlu ve sevgi yolunda kullanmayı
öğretmeye çalışıyor bize...
Öğrenmemiz gereken birinci ders, polaritelerden (kutuplaşmadan) kurtularak nötrü bulmak. Ne aşırı
sıcak iyidir, ne aşırı soğuk. Ne çok karanlık iyidir, ne de aşırı aydınlık. Tabiattaki sistem bize her
şeyin nötrünü öğretmeye çalışıyor. Bunu öğrenmeye zorunluyuz. Bu şekilde frekans olarak
yükseliyoruz ve sevgiyi yakalayabiliyoruz. En büyük güç buradadır. Negatif yüklü elektron ve pozitif
yüklü proton sürekli birbirini tamamlamaya çalışır. O yüzden tüm negatif duygu ve düşüncelerle
rezonansa giriyoruz. Pozitifle bütünleşince sağlıklı ve huzurlu olabiliyoruz ancak. Sorunlarımıza
dışarıdan mazeretler üretmeden çözümü kendimizde aramalıyız bu yüzden. Kabullenmek topraklamak
demektir. Negatif enerji birikimlerden topraklanarak kurtulabiliriz ancak. Bu nedenle kabullenmek
zorundayız.
Beni yavaşlat.
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret, bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya
da kediyi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi,
hülyalara dalabilmeyi öğret...
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın
bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim...
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır...
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım
et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve hepsinden de önemlisi...
Tanrım,
Ani gelişen her duygu, halletmemiz gereken bir sorunumuza ayna oluyor. Kuantum düşünce tekniği
de buradan geliyor. Yaşadığımız sorunların bizden değil, hep karşı taraftan kaynaklandığını
savunuruz. Bu elbette otomatikman bizi kurban durumuna sokar. Böyle yanlış bir inanış içinde
olduğumuz için de, "Sen haklısın" dedirteceğimiz kişileri seçer ve onlarla diyaloğa gireriz. Sonuçta
haklı olduğumuzu kabul ettiririz, ama bu geçici bir mutluluk olur. Çünkü gerçek bu değildir. Çünkü
farklı ortamlarda tekrar tekrar aynı sorunu yaşayabiliriz.
Mesela işyerinde bir sorun yaşıyorsanız, ayrılıp gittiğinizde başka bir işyerinde yine aynı sorunu
yaşarsınız. Karşı cinsle problem yaşıyorsanız, bir başkasıyla birlikte olursunuz, yine aynı sorunu
yaşarsınız. Peki, kendinize hiç soruyor musunuz, "Niye hep kendimi haklı görüyorum? Suçu hep
dışarıda arıyorum?" diye?
Eğer anne babanızla ilgili bir problem dikkatinizi çekiyorsa, bilin ki sizin de hayatınızda
öğrenmeniz gereken ders bu, sizin de bu problemi halletmeniz gerekiyor.
O yüzden kahraman olmak istiyorsak, bizi anne babamızla bir araya getiren kurgu ağı ne anlatmaya
çalışıyor araştırmalı ve bunu anlamaya çalışmalıyız.
4. bölüm
Evrenin temel yasaları
Üç bacaklı bir sehpa ya da masa düşünün. Bacaklardan birinin aşınmış olduğunu, sallandığını
varsayın, bu sehpa sağlam durabilir mi artık? Yapılacak şey üç bacağın da tekrar aynı sağlamlıkta
yere basmasını sağlamaktır. İşte ruh, zihin ve beden bu masanın üç bacağına benzer. Bu üç bacaktan
herhangi birinde bir dengesizlik başladığında biz de tıpkı masa gibi dengesiz hale geliriz. Dengede
kalmayı "normda kalma"yla özdeşleştirebiliriz.
Normda kalmak, en temel anlamda doğal dengeyle uyum içinde, yani evrensel biyolojik frekanslarla
uyumlu halde olmak demektir. Doğa yasaları aslında hepimizin ilk başta uyması gereken en temel
yasalar...
İnsan egosu yüzünden zaman zaman doğal dengelerden uzaklaşabiliyor. Uzaklaştığında da ruh-zihin-
beden dengesi bozuluyor.
Fiziksel bedenimiz doğası gereği kendini koruyacak ve onaracak büyük bir güce sahip. Biz buna
"otonom sistem" diyoruz. Otonom sinir sistemimiz bilinçaltımızın kontrolündedir. Otonom sistem
denilen bu sistemi "iç hekim" olarak da tanımlayabiliriz. İç hekim inanın dış hekimlerden daha çok
doğruları bilir... Ama ona şans tanımak ve fırsat vermek gerekir. Peki, nasıl fırsat vereceğiz? Nasıl
şans tanıyacağız? Nasıl iç hekimimizle doğru iletişim kuracağız?
Bunun bazı koşulları var. Otonom sistemin, yani iç hekimin görevini hakkıyla yapabilmesi için en
önemli şart, biyolojik evrensel yasalara uyum sağlamak...
Evrensel yasalar öncelikle biyolojik dengeyi sağlar. Biyolojik denge kusursuz olduğunda otonom
sinir sistemimiz, yani iç hekimimiz de kusursuz bir şekilde çalışır. Otonom sinir sistemimizin de iki
bölümü vardır: sempatik sistem ve parasempatik sistem.
Sağlıklı olabilmemiz için bu iki sistemin dengeli şekilde çalışması gerekir. Gündüzleri sempatik
etki (sempatikotoni-uyarıcı), geceleri uykuda parasempatik etki (vagotoni-gevşetici) hâkimdir. Doğa
yasalarına uyumlu yaşadığımızda her iki sistemi de dengeli bir şekilde kullanmış oluruz. Bu duruma
da biz "normotoni" (doğal denge) diyoruz. Gündüz uyarıcı etkiyle oluşan hasarlar gece gevşetici
etkiyle onarılır. Bedenimizin oto-regülasyon (kendi kendine düzenleme) sistemi bu şekilde bizi
sürekli sağlıklı halde tutar. Yani burada tamamen bir alışveriş dengesi vardır... Hani, "Ne kadar
ekmek o kadar köfte" diye bir söz vardır ya tam da bu durumu özetler. Yani 1 kilo uyarıcı etki varsa 1
kilo gevşetici etki olmalıdır... 1 kilo uyarıcı etkiye karşılık 250 gram gevşetici etki olursa denge
bozulur
Otonom sistemi sürekli uyarıcı olarak çalışır durumda tutar ve bedenimizde vagotonik (gevşetici)
etkiye fırsat vermezsek; zamanla hücresel hasarların meydana gelmesi kaçınılmaz olur. Bu hücresel
hasarlar daha sonra organik hasarlara dönüşürler. Sistem kendini koruma gücünü kaybeder.
Çatışmalar, stres, duygusal çözümsüzlükler sempatik sistemi sürekli uyarılmış halde tutar. Özellikle
güvensizlik, öfke, üzüntü ve korku gibi temel duygular uyarıcı aktivasyonu hemen başlatır. Bu
devrede aşırı takıntı, el ve ayak soğukluğu, uyku problemleri, iştah ve kilo kaybı gibi semptomlar
etkili olmaya başlar. Duygusal çözümsüzlüğün büyüklüğü, şok edici etkisi, beklenmedik anda oluşu
ve izolasyon efekti (kişinin kendini yalnız, ayrı hissetmesi) hadiseyi daha da vahim hale getirir.
Savaş ya da kaç!..
Özellikle korku duygusuna özel bir parantez açmak gerekiyor. Biyolojik evrensel yasalar bize
tehlike anında kurtuluş için iki seçenek sunar: Savaş ya da kaç!
Bu seçeneklerin temel amacı hayatiyeti sürdürmektir. Biyolojik evrensel yasalar, sempatik sinir
aktivasyonunu bunun için kullanım alanımıza sokmuştur. Bu sayede tehlike anında uyarılırız. Sistemin
uyarılmasıyla da bedenimiz farklı bir duruma geçiş yapar. Uyarıcı etkiyle ACTH, kortizol, adrenalin
ve tiroksin gibi hormonlar salgılanır. Salgılanan bu hormonların yanı sıra, prolaktin ve insülin
salgıları da bu amaca yönelik hizmet eder.
Peki, neler olur bunlar böyle bol miktarda, zamanlı zamansız salgılandığında?.. Hemen söyleyeyim,
pek hayırlı şeyler olmaz! Bütün bunlar salgılandığında hücreler maksimum kapasiteyle çalışır hale
gelir. Tehlike anından bir an önce kurtulabilmek için EBD sisteminin devreye girmesidir aslında
hadise. Bu durumu, arabalarda yüksek performans için devreye giren turbo sistemine benzetebiliriz.
Normalde bu alarm durumu beklenmedik tehlikeli anlardan kurtulmak için kullanılır, ancak uzun
sürmemelidir.
Bedende enerji çizgili kaslara yönlendirilir, akciğerler, böbrekler, kalp, karaciğer ve pankreas en
yüksek kapasitede çalışır duruma geçer. Vücudumuzda normal dışı bir faaliyet başlar. Yaşanan
duyguya göre, bedendeki bazı organlar bu durumdan çok daha fazla etkilenir. Örneğin korku
böbrekleri, öfke karaciğeri, üzüntü akciğerleri, takıntı pankreası, stres ve iç huzursuzluk kalbi daha
çok hırpalar. Turbo gücü desteklemek amacıyla bol oksijen sağlanır, kan basıncı yükselir. Uyarı
süresi uzarsa, hayati organlarda hücre çoğalması veya hücre yıkımı meydana gelmesi ihtimali doğru
orantılı olarak yükselir.
Sempatik aktivasyonun devreye girmesiyle kaslarımız savaş veya kaç durumundadır artık. Uyarı
süresi uzadıkça EBD etkisiyle daha yüksek performans elde edebilmek için ilgili organlarda hücre
çoğalması meydana gelir. Hasar bu kadarla da kalmaz. Bu durumdan iskelet sistemimiz de zarar
görür. İskelet sistemimizde kalsiyum ve magnezyum azalacağından özellikle kemiklerde kalsiyum
takviyesi amacıyla hücre kayıpları oluşur. İşte size osteoporozun başlangıcı. Kaslarda ise kramplar,
kasılmalar meydana gelir. Bu da magnezyum eksikliğine bağlı gelişir.
Bağışıklık sistemimiz ise bu durumda tam tersi olarak enerji dengesini korumak amacıyla ikinci
planda kalır.
Sonuçta tehlike durumundan bir an önce kurtulmak için seçim bize kalmıştır. Ya savaşacağız ya da
kaçacağız. Acil karar verip bir an önce gevşeme fazına geçmeliyiz, aksi takdirde tahribat fazla olur.
Sempatik aktivasyon fazı sistemimizi aşırı yorar ve süre uzadıkça hücrelerin iflasına yol açabilir.
Bağışıklık sistemi devrede olmadığı için dış tehlikelere karşı korumamız azalır. Bir an önce
vagotonik faz devreye girmelidir. Aksi halde enfeksiyonlara, geçmeyen alerjik hastalıklara, aşırı
duyarlılıklara, kanser, felç veya diyabet gibi hastalıklara zemin oluşur. Aslına bakarsanız hücreler,
EBD sisteminin devreye girmesiyle yeni ortama uyumlanmaya çalışır.
Mutlak irade yönetiminde olan doğadaki hiçbir canlı uzun süreli turbo aktivasyonda, yani uyarıcı
fazda kalamaz. Örneğin kedi-fare ilişkisini düşünelim. Kediyle karşı karşıya kalan fare, doğası gereği
ölüm tehlikesi sinyali alır. Savaşacak gücü de olmadığından tek yolu kaçmaktır. Sempatik sinir
sistemi otomatik olarak devreye girer ve kaçış için turbo sistemi aktive olur. Tek kurtuluşu kaçmak ve
kedinin giremeyeceği bir delik bulmaktır. Bu süre birkaç dakikayı geçmez. Fare ya kurtulur ya da
kedinin ağzındadır. Bu durum tamamen bir doğa yasasıdır. Fare kurtulduktan sonra sempatik
aktivasyon yerini gevşeme ve onarım fazına bırakır. Bütün organlar süratle normal konumuna geçer.
Bağışıklık sistemi tam kapasite devreye girer. Bu sayede sistem kendini dengeleme, hasarları
onarabilme şansına sahip olur. Uyarıcı etki devam etseydi durumun idamesi için organlarda hücre
çoğalması veya hücre yıkımı oluşacaktı. Yani tümör veya ülser! Tümör ya iyi huylu ya da kötü huylu
olur. Kötü huylu tümörler de kendi aralarında agresif veya sakin karakterli olmak üzere türlere
ayrılır. Ülser ise hücresel yıkım sonucu meydana gelir. Bu nedenle hiçbir ülser kanserleşme eğilimi
göstermez. Aslında bu durumu belirleyen temel neden, duygusal ve ruhsal çatışmaların farkı ve
derecesiyle bedenin o andaki mukavemet gücüdür.
Ama biz fareden farklıyız. Egosu ve iradesi olan insanlarda durum tamamen farklıdır. İnsan, korku
duygusunu bir türlü bastıramadığından, sempatik aktivasyon, yani uyarıcı etki çok uzun süreler devam
edebilir.
Asıl problem gevşeme durumuna bir türlü geçememektir. Süre uzadıkça sorun daha da
büyümektedir. Hücrelerimiz gereksiz yere çoğalmak veya tükenmek zorunda kalır, bağışıklık
sistemimiz sürekli baskı altındadır. Bu aşamada ne yazık ki Newton fiziği yasalarına uygun olarak
çalışan modern tıp anlayışımız, fiziksel beden esaslı teşhis ve tedaviler uygularken çoğu zaman
korkularımızı daha da körükler.
Morfogenetik alandaki (toplu bilgi alanı) kayıtlar gereği kanser denilince ilk aklımıza gelen
ölümdür. İkincisi ise, "Neden ben?" sorusu. Böyle bir teşhisle karşılaşınca oluşan beklenmedik şok
durumu ve izolasyon hissi, sempatik uyarımı en aktif hale getirir. Kişi hızla kilo kaybetmeye başlar,
takıntı durumuna geçer, nabzı hızlanır, elleri ve ayakları üşümeye başlar, uyku durumu bozulur.
Bunların hepsi de sempatik aktivasyon kaynaklıdır. Bedenimiz bir türlü gevşeme ve onarım fazına
geçemez. Bu durumda bizi tekrar gevşeme fazına sokabilecek tek çare kalır: modern tıp!
Modern tıbbın uygulama alanında olan kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi yöntemler sayesinde
kanser hastasında umut verici duygular uyanır. Daha önce iyileşmiş kanser hastaları araştırılır. Güven
duygusu oluşmaya başlar. Hasta güvenebildiği hekimlere teslim olur. Hayatı için kesesinin ağzını
sonuna kadar açmıştır. Belirli bir şaşkınlık döneminden sonra teslim olunarak geçilen bu safha
aslında sempatik uyarımın sona erdiği andır. Ailesinden alacağı büyük destek sayesinde izolasyondan
da kurtulması şifayı başlatır. Sistem gevşeme ve onarım fazına geçer. İyileşmeyi başlatan ise bu andır.
Bütün bunlar gerçekleşmediğinde, sempatik uyarım fazından bir türlü çıkamadığımızdan, iyileşme
süreci başlayamaz. Onkolog veya cerrahların, "Biz elimizden geleni yapıyoruz, moralinizi yüksek
tutmanız ve sakin olmanız lazım" demelerinin sebebi budur.
Eğer hasta bu dönemde kanser hücresini oluşturan asıl nedeni, yani duygusal ve ruhsal çatışmalarını
bulup ortadan kaldırabilirse, iyileşme kalıcı olur.
Ruh, zihin ve beden senkronize olmalı. Evrensel biyolojik yasalara uyumlanmış olmalı. Asitlenme
ortadan kaldırılmalı. Regülasyon blokajlarıyla vedalaşmalıyız.
Duygusal ve ruhsal çatışmalarınızı uyaran her türlü imge, sempatik uyarımı tekrar başlatır, bunu
kesinlikle unutmamamız lazım. Böyle durumlarda kanser tedavisi de tehlikeye girer. Kanser hücreleri
tekrar oluşur veya metastazlar gelişir. Sonuçta hastanın modern tedaviye inancı iyice zayıflar ve
kaotik son gelişir. Çünkü bu safhadan sonra tekrar gevşeme fazına geçmemiz iyice zorlaşır.
Oysa kanser hücresine kötü veya ölümcül damgasını vuran biziz. Bu damgalama bizi korku fazına
sokup, sempatik uyarımdan gevşeme fazına geçmemizi sürekli engeller. Oysa hücre bozulmuş
koşullara göre tekrar uyumlanmaya çalışmaktadır. Duygusal çatışma sonucu oluşan sempatik
aktivasyon, ilgili hücrelerin enerji dengesini bozar. Ortamdaki elektromanyetik değişiklikler başta
olmak üzere, asitlenme, toksinler, oksijensizlik, parazit saldırıları vs. hücrenin bölünmesine veya
yıkımına sebep olur. Bu şartlarda artık görevini sağlıklı şekilde yapamayan hücreler, farklı bir forma
dönüşmek zorunda kalır. Hücrenin bu yeni formu, bozuk ortama tekrar uyumlanabilmek içindir. Bu
yeni forma tümör hücresi denilir. Tümör hücreleri iyi veya kötü huylu kanser hücrelerine kadar
birçok farklı versiyonla karşımıza çıkabilir. Şayet hücre yıkımı oluşmuşsa, ülser meydana gelir.
Bu durumda korkularımızı yenip vagotoni fazına geçebilirsek eğer, sistemin kendi kendini onarım
gücü tekrar etkin hale gelir. Tedavi için hangi program uygulanırsa uygulansın, vagotoni fazında
kalmamız zorunludur. Ancak bu şekilde, form değiştirmiş hücreler sistem tarafından temizlenir ve
sağlıklı hücrelerin oluşumu yeniden başlar.
Kronik hastalıklar...
Bugünkü tıp anlayışında kronik hastalıkların tedavisine temel yaklaşım semptomatik tedavi
şeklindedir. İlaçla hastalığın semptomlarını yok etmeye çalışırız. Hastalıkların kaynağı bir türlü
bulunup yok edilemediği için semptomatik tedavi sürer gider. Bazen ölene kadar. Kaderimiz olur
adeta hastalık veya ağrılar. Hastalığın ya da ağrıların sebebini öğrenemeyen hastanın da bu durumda
korkusunun gitgide artması kaçınılmaz hale gelir. Ama çoğu kez hekimlerimiz, "Bununla beraber
yaşamaya alışacaksın" derler ve hasta bunu kabullenir. Kabullenince de rahatlar. Artık ilacıyla sıkı
bir dost olmuştur. Korkmuyordur artık. Her an ilacına duacıdır. İlacını alır, yaşamını sürdürür...
Peki, doğrusu bu mudur? Kesinlikle hayır! EBD sistemi zaten buna izin vermez. Tekâmül etmek
zorunda olan ruh, daha farklı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü hastalığın kaynağı
bulunamamıştır. Bu yüzden ilgili duygusal veya ruhsal çatışmalar bulunup ortadan kaldırılmadığı
sürece bu hüküm devam eder. Sonuçta ya şikâyetlerimizin dozu arttığından ya da başka şikâyetlerin
ortaya çıkmasından dolayı tekrar doktorun yolunu tutarız. Yoğun tetkikler sonucu ilave ilaçlar veya
invazif girişimler kaçınılmaz olur. Hasta bir şekilde tekrar rahatlatılıp evine gönderilir. Bu böyle
sürer durur. Yeni ilaçlar, yeni cerrahi girişimler veya diğer invazif yöntemler sonucu onlarca ilaç
birden tüketen robotlar haline geliriz. Vücudumuzda açılmadık yer kalmamıştır. Bedeni harita gibi
ameliyat iziyle dolu hastalar gördüm. Peki, bütün bunların asıl sebebi nedir?
Unutmayalım ki tam iyileşme için, sempatik uyarım süresinin arkasından gelecek parasempatik uyarım
süresine eşit olması gerekiyor. Normotoniyi tekrar yakalamamız lazım. Sağlıklı şekilde ruhsal
tekâmülü gerçekleştirmemizin tek yolu budur... Bu sebeplerden dolayı biyolojik evrensel yasaları iyi
bilmemiz gerekiyor. Evrensel yasaların farkındalığına varmalıyız.
Biz, Âdem oğulları ve kızları dünyaya, dünya atmosferinde yaşayabilecek biçimde bir bedenle ve
zihinle geldik. Bedenimiz tamamen anne ve babadan gelen iki hücreyle oluşmuş bir tasarım.
Ruhumuzla fiziksel bedenimize bağlanıyoruz. Evrenin bize sunduğu bedeni ve zihni kullanıyorsak,
onun koşullarına da uymamız gerek. Dolayısıyla evrensel frekanslara, evrensel yasalara ve onların
işleyişine uyarsak sağlıklı olur, sağlıklı kalabiliriz ancak. Aksi takdirde, bedenimizde oluşan
koruyucu birtakım blokajlar sonucu yaşamımız devam eder, ancak kronik hastalıklar kaçınılmaz olur.
Bu da ruhsal tekâmülümüze bir darbe inmesi demektir.
Şimdi gelin hep birlikte uyumlanamadığımız zaman bizi hasta eden evrensel yasalara bir bakalım.
Sağlıklı kalabilmemiz, huzurlu olmamız ve tekâmül edebilmemiz için nelere uymak zorundayız,
inceleyelim.
Ruhsal alanla bağlantıda olmak ya da kendimiz olmak...
Evrensel yasaların en önemlisi ve ilk uyulması gereken yasa ruhsal alanla bağlantıda olmak,
bağlantıda kalmakla ilgilidir. En önemli koşul da bağlantıyı kesintisiz sürdürmek. Ruh-zihin-beden
üçlüsünden bahsettik; bedenin bize bu dünyada verilmiş bir araç olduğunu söyledik. O halde bu aracı
öğrenimimize uygun bir şekilde kullanmalıyız. Ruhumuz bütün sistemi kullanma hakkına sahip bir
sürücüdür. Öğrenmek ve deneyimlemek için dünyadadır.
Anayoldan sapmadan doğru yolda ilerlemeyi başarmalıyız. Yoldan saptığımız zaman uyarı gelir.
Uyarı önceleri hafif, sonraları çok daha sert ve etkili olur. Doğru yolda ilerlediğimiz sürece ise uyarı
gelmez.
Öncelikle ruhumuzun sürekli evrensel sisteme bağlı olması gerekiyor ki sistemle haberleşme
sağlansın ve tekâmül gerçekleşsin.
Daha önce de söylemiştim; dünyaya gelişimizin asıl amacı tekâmüldür diye. Bunun altını tekrar
çizmek isterim.
Ruhsal bağlantı diyoruz, iyi güzel de bunun anlamı nedir peki? Gelin şimdi ruhsal bağlantı nedir
ona biraz daha yakından bakalım...
Kalbimizi kapatmanın, sevgiye kapalı olmanın çok çeşitli nedenleri olabilir. Ancak, genel olarak
kalbimizi kapatmamızın sebebi güvenlik duygusundan kaynaklanır. Korkularımız sebebiyle güvenlik
alanımız ciddi baskılara maruz kalır. Biz de gerçek kişiliğimizin olumsuz etkilenmemesi için farklı
kişiliklere bürünmeye başlarız. Böylece kendimizi daha güvende hissederiz. Ne yazık ki bu durum
sevgi enerjisiyle bağlantımızı keser. Oysa amacımız, korkularımıza rağmen sevgi enerjisini
alabilmeyi sürdürmektir. Yaşamın temel enerji kaynağı sevgidir. Evrensel sevgiyle bağlantımız
kesildiğinden, sevgiyi çevremizdeki insanlardan almaya çalışırız. Ne yazık ki oynadığımız farklı
roller sebebiyle kalbimiz kırılabilir, hayal kırıklıkları yaşayabiliriz, Bu durum kalbimizin
kapanmasına yol açar.
Korkunun olduğu yerde sevgi yeşeremez ve sevgi olmadığında da ruhsal bağlantımız kesilir. Çoğu
insan çevresindeki insanlardan sevgi alamadığı için ya da sevgi almanın bedeli olarak hayat içinde
oynadığı rolü değiştirmesi gerektiğini düşündüğünden köpek sahibi olmayı tercih eder. Gerçekten
köpekler aldığı sevgiyi aynen sahibine yansıtabilen varlıklardır. Köpekler enerjiye bire bir yanıt
verir... Sevgiye sevgi, korkuya ise saldırı. Köpekler onlardan korkan kişilere saldırır.
Zamanla hepimiz, hayatta başımıza gelen çeşitli olaylar nedeniyle tedbirli olmayı öğreniriz.
Tedbirli olmak da kapanmak, sınırlarla çevrili olmak demektir. Tedbirli olalım derken zamanla
kalbimiz de kapanmaya başlar. Kalbimiz kapanmaya başladıkça koşulsuz sevemeyiz.
Kendimizi sevgiye kapattıkça evrensel bütünlükten koparız. Çünkü bütün evren, bütün sistem, sevgi
enerjisi üzerine kurulmuştur.
Ruhsal tekâmülün anahtarı sevgidir. Sevgi alanımızın her zaman açık olması gerekiyor ki ruhsal
bağlantımızı sürdürerek, dünyaya geliş amacımızı yerine getirebilelim.
Peki, genellikle bunu yapabiliyor muyuz? Ruhsal bağlantıda kalıp farkındalığımızı yüksek
tutabiliyor muyuz? Ne yazık ki yanıt hayır! Günümüzde insanların en çok zorlandıkları konuların
başında, kalp enerjilerini açık tutabilmek geliyor. En çok da erkekler kalp alanını kapatıyorlar. Çünkü
erkekler geleneksel yetiştirme tarzının etkisinde daha çok kalıyorlar. Geleneksel yetiştirme tarzı da
erkeklerin analitik beyinlerini (sol beyin) daha aktif kullanmalarına neden oluyor. Bu öğretiler gereği
erkekler kalplerini açmakta daha da çok zorlanıyorlar, ruhsal bağlantıda kalmak onlar için daha güç
hale geliyor. O nedenle kalp krizi oranı erkeklerde daha yüksektir.
Buna rağmen sevgi enerjisini alamadığında hayal kırıklığı ya da kalp kırıklığı yaşıyor. Bu durum
ruhsal bağlantısının kesilmesine yol açarak gerçek bir sağlık riski oluşturuyor.
Ailelerin ve öğretmenlerin bu tehlikeye karşı önlem almaları gerekiyor. Hangi yaşta olursa olsun
herkese öncelikle kendisini sevmesi gerektiği öğretilmeli. Önce kendini seveceksin, sonra
büyüklerini sayacak ve küçüklerini seveceksin. Doğrusu budur. Kişilikli bir birey olabilmemizin
temeli burada yatıyor. Kişilikli bireyler, farkındalığı yüksek bir toplum oluşturur. Böylece yaratıcı
özelliklerimiz açığa çıkar. Düşünebilen ve yaratabilen bir toplum oluşur.
Bakın nereden nereye geldik. Masum gözüken basit bir öğreti nasıl bizi robotlaştırıyor veya doğru
biçimde yeniden formüle edersek, nasıl yükseltiyor. Bu tür düşünce kalıplarından daha çok vardır
bizim toplumumuzda. Zaten aşırı duygusallığımız ve güvensizlik duygularımız da bu türden düşünce
kalıplarından kaynaklanmaktadır.
Örneğin hep duyduğumuz bir cümledir: "Babana bile güvenmeyeceksin bu zamanda" denir. Çok
tehlikeli bir düşünce kalıbıdır bu. İleri yaşa gelmiş birçok insan büyük güven problemleri
çekmektedir bu öğreti yüzünden. Hem işyerinde hem aile hayatında hem de arkadaş çevresinde.
Oysa kendi kişiliğimizi sergileyebilmek için korkularımızı yenip kendimizi sevgi enerjisine
açmamız gerekiyor.
Diyelim ki X kişisi Y kişisinden sevgi almak istiyor. X kişisi eğer kendi kişiliğini
sergileyebiliyorsa, Y kişisi sevgiyi koşulsuz verir. Ancak X kişisi başkalarına endeksli yaşam
formunda yaşıyorsa, sevgi alabilmek için Y kişisinin istediği şartları yerine getirmek zorundadır...
Sonuçta X kişisi Y kişisinin istediği kişiliği oynamak zorunda kalır. Bu duruma da kişilik bölünmesi
denir.
O kişinin isteğini yerine getirmek zorunda kalır. Sevgi alabilmek için o kişinin arzularına göre
hareket etmeye başlar. O zaman o kişinin istediği kişiliğe bürünmüş olur ve giderek kendinden
uzaklaşır. Kendi ruhsal alanından, bağlantısından kopmaya başlar. Evlenir, kocasının istediği gibi biri
olur. Çünkü kocası onu, o oluşturduğu kişilikle sevmiştir. Bu kez o da sevgi alabilmek, aldığı sevgiyi
sürdürebilmek için kocasının sevdiği kişiyi oynar. Ancak olduğundan farklı bir kişiliği oynadığı için,
evrensel yasa gereği bir süre sonra saygı görmemeye başlar. Bencil damgası yer. Hatta kişiliksizlikle
suçlanır. Eninde sonunda oynamanın da bir sonu var çünkü. Kadınların şiddet görmelerinin temelinde
bu yatar.
Çok geçmeden ruhsal bunalımlar baş gösteriyor. Yaşamdan haz alamaz hale geliyor. Kimi
uyuşturucu, kimi alkol ya da başka bağımlılık yaratan maddeler kullanarak içinde bulunduğu o
boşluğu doldurmaya çalışıyor. O şekilde yaşamını sürdürüp haz almak için türlü çarelere başvuruyor.
Ama bir müddet sonra kendi ruhunu tatmin edemediğinden intihar edecek duruma bile geliyor... Oysa
ruhsal bağlantısı olmadan bir boşluğu sadece maddi dünyayla doldurmaya çalışmak, delik bir kovaya
su doldurmaya benzer. Üstten akıtırsınız ama alttan gider.
Söylediğim bu durumun ne yazık ki dünyada çok örneği var. Dalida, Marilyn Monroe, Michael
Jackson, Jim Morrison, Kurt Cobain, bizim ülkemizden Cahide Sonku aklıma gelen örneklerden...
Bütün bu ünlü, dünyanın sevdiği isimler, ruhsal bağlantıya giremedikleri için, hayatlarında kendi
gerçek kişiliklerinden farklı roller oynadıkları için gerçek sevgiyle beslenemediler, ruhlarını
doyuramadılar. O kadar sevgi içinde aç kaldılar.
Ünlü hastalarımdan birisi olan sinema ve dizi oyuncusu D.K., bana geldiğinde psikiyatrlar
tarafından kendisine burn out teşhisi konulduğunu ve tedavi olmak istediğini söyledi. Oynadığı
rollerden dolayı kendi kişiliğini kaybettiğini anlattı. Bu nedenle ruhunu tatmin edemediğini, sürekli
mutsuz ve huzursuz olduğunu ifade etti. Aslında kendisi bu anlattıklarıyla farkındalığının ne kadar
yüksek olduğunu da gösteriyordu. Çünkü büyük tehlikenin farkındaydı ve kurtulmak istiyordu. Çoğu
sanatçı ne yazık ki durumun tehlikesini sezememektedir. İşte yukarıda akıbetini gördüğünüz örnekler...
Sinema ve dizi oyuncusu D.K. şu anda kendi kişiliğini tekrar bulabilmenin büyük hazzı içinde
Bodrum'da yaşamını keyifle sürdürüyor.
Başka kişilikleri doyurduğumuzda, kendi ruhsal tekâmülümüzü yerine getiremeyiz! Sonuç hüsran
olur.
Biyolojik evrensel yasalar ve EBD böyle bir yaşam tarzına izin vermez. Biz bu yasalara karşı
gelme lüksüne sahip değiliz. Yasaya karşı gelişimizin bedelini ya hastalıkla ya da depresyonla öderiz.
Çoğu insan güvende olmak için farklı kişilikleri oynuyor: Annesine, babasına, kocasına, karısına ya
da patronuna göre kişiliklere bürünüyor. Ama bunun sonucunda da ruhsal tekâmülünü durduruyor.
Böyle bir yaşantının sonucu da ya hastalık ya depresyon... Zaten bu durumda sürekli olumsuz olaylar
yaşamaktan kurtulamayız. Rezonans (titreşim) yasası gereği yaydığımız frekanslar doğrultusunda
benzer frekanslarla sürekli çekim alanına giriyoruz. Öncelikle pozitif düşünebilmek için kendimizi
sevmemiz gerekiyor. O nedenle diyorum ki insana bütün eğitimlerden önce kendini sevme eğitimi
verilmesi gerekiyor. "Önce sen önemlisin"i anlatmak gerekiyor.
Çocuk hayır demesini bilmeli...
Bir çocuğu, "Senin özelliklerin budur, sen bu yeteneklere sahipsin" diyerek yetiştirirsek o çocuk
kendini tanımaya başlar. O zaman da ileride toplumun karşısına güvenle, "Ben buyum!" diye çıkacak
cesareti olur ve kendini oynama cesaretini bulur: Herkese de bunu aktarır. Eğitim döneminde bütün
çocukların kişiliklerini korumak için mutlaka istemediği şeyleri ifade edebilmesi, hayır diyebilmeyi
öğrenmesi gerekiyor. Çocuğun bu tercihi korkuyla bastırılmamalı. Bu çok önemli. Baştan bu
verilmediğinde, sonradan yaş ilerledikçe iş çok daha zorlaşıyor. Giderek kendini oynamak daha zor
hale geliyor. Hele ki o kişiye, ileri yaşlarda, "Sen bu değil, busun" dendiğinde o kişi korkmaya
başlıyor, çünkü o güne kadar alışık olduğu güvenlik alanı tacize uğruyor. "Ağaç yaşken eğilir" atasözü
bu anlamda çok doğru ve unutulmaması gereken bir söz.
Mesela sevgi alanında problem yaşıyorsunuz diyelim; eğer kendinizi belli bir erkeğin ya da kadının
istediği bir model olarak değil de olduğunuz gibi, "Ben buyum" diyerek ortaya koyarsanız, o zaman
doğru insanla karşılaşırsınız veya ilişkileriniz düzelir ve kalıcı olur. Aksi takdirde oynadığınız
kişiliğe göre insanları çekersiniz hayatınıza ve sürekli problem yaşarsınız. Hayal kırıklığı, nefret ve
kalp kırıklığı en çok yaşadığımız ruhsal sorun olur.
Kadınlar genellikle, "Bir erkeğin istediği model şudur" varsayımıyla hareket edip o modeli
oynamaya başlıyorlar. Aynı şekilde erkekler de kadınların sevdiği modeli oynamaya çalışmakta.
Kısacası kendilerini değil, rol modellerini tercih ediyorlar. Böylece kendilerine harakiri yapıyorlar.
Kısa bir süre için bu rol modeli yutturabilirsiniz ancak zaman ilerledikçe kel gözükmeye başlar. O
yüzden herkes kendini oynamalı hayatta. Kimileri beğenir, kimileri beğenmez. Bu sizi
ilgilendirmemeli. "Beğenmeyen küçük kızına almasın" diye halk deyişi bile vardır. Başka modellere
girdiğimizde evrensel yasalar bizi sürekli uyarır aslında. Ancak biz anlamak istemeyiz. İşimize
gelmez de diyebiliriz buna. Tabii ki korkularımız ve özgüven eksikliği bunun başlıca sebebi.
Bu anlattıklarım doğrultusunda, yapılan pek çok evliliğin neden kısa sürede hüsranla sonuçlandığını
anlamışınızdır artık. İki kişi evleniyor ama daha bir sene geçmeden, şiddetli geçimsizlik başlıyor,
boşanıyorlar... Çünkü hep oynamışlar, kendi gerçeklerini koymamışlar ortaya. Gerçek yüzleri
evlendikten sonra ortaya çıkıyor. Sonuç hayal kırıklığı, kalp kırıklığı, nefret duyguları vs...
O yüzden evrensel yasanın en önemli kuralı kendin olmak ve kendini sevmek. Ruhsal alanımızla
sürekli bağlantıda olmamız şart. Aksi takdirde ruhumuza güzellik katamayız. Tekâmül edemeyiz.
Koşulsuz sevmeyi öğrenebilmenin baş şartı budur.
Şimdi aşağıda sizlere bedenimizi yöneten 7 önemli enerji merkezinden, bir başka deyişle
elektromanyetik alandan söz edeceğim. Her merkezin uyumlanmamız için gereken farklı yasaları
vardır. İlgili evrensel yasalara uymadığımızda hastalıkların önünü açmış oluyoruz. İşte bu
merkezlerin sağlıklı çalışmasını önleyen faktörler hastalıklarımızın temel nedenlerini oluşturuyor.
Hastalıklardan kalıcı şekilde kurtulabilmemiz için ilgili yasalara uymamız en önemli şarttır.
Neye, kime diye sorduğunuzu hisseder gibiyim. Tabii ki evrene! Güven duymak, evrene, sisteme
güven duyarak yaşamak. Güvenmek demek ayağımızın yere basması demektir. Ayağımızın yere
basması da topraktan enerji almamızı sağlar. Biz topraktan manyetik enerji alırız. Elektromanyetik
sistemimizi toprağa bağladığımızda evrenle bütünleşmiş oluruz. Kozmik yolla aldığımız enerjiyi
toprakladığımızda tüm evrensel bilgileri alabilecek bir devre haline geliriz. Bu evrensel bilgilerin
akış içinde olması topraklama yeteneğimize bağlıdır. Biz insanlar özgür irademizle bu evrensel akışı
kesebiliriz. Nasıl mı? Kabullenmediğimiz ve güvenmediğimiz zaman. Buna kısaca topraklamayı
kesmek de diyebiliriz. Böylece devreyi, yani akışı engellemiş oluruz. Kabullenemediğimiz frekanslar
üzerimizde kalır. Sonuç olarak kendimize büyük zarar vermiş oluruz. Çünkü kabullenemediklerimiz
genellikle olumsuz frekanslardır. Sürekli onlarla birlikte yaşar dururuz. Bu negatif frekanslara biz
"kayıtlar" ya da "blokajlar" diyoruz. Tedavi programında en çok uğraştığımız kısım zaten bu kayıtlar
veya blokajlardır. Bunların yok edilmesi sistemimizin iznine bağlıdır. Bazen öğrenmek için
yaşamamız gerekenler, almamız gereken dersler vardır. Buna müdahale edemeyiz. O nedenle sistemle
haberleşebilmek çok önemli.
Bu kayıtların sistemimize zarar vermemesi için EBD hemen devreye girer ve regülasyon
blokajlarına başvurur. Evrenin amacı, bu zararlı kayıtların bozucu frekanslarından bizi korumak,
tekâmülün devamını sağlamaktır. Ne olağanüstü bir tasarım değil mi!
Sağlıklı olmak ve tekâmül etmek istiyorsak evrensel akışı kesmememiz gerekir. Bunun da tek şartı
evrene güven duymak ve kabullenebilmek.
Evren bütün varoluşunu bir mikro çip gibi bize yüklemiş. Aslında her şey tek kanaldan geliyor ve
oluşuyor. Beynimizin yüzde 5'ini kullanıyoruz deriz; peki, kalan yüzde 95'i nerede? Aslında o da
çalışıyor. Beyin yüzde 100 kapasiteyle çalışıyor ama o yüzde 95'i evrenin kontrolünde. Tekâmül
ettikçe, algıladıkça yüzdemizi artırabiliyoruz ancak. Yani kısacası, algılayamadığımız yüzde 95'lik bir
alan var. Bizler algılayabildiğimiz yüzde 5'lik kapasitemizle neyi kabul edemiyoruz diye sormak
lazım. Ayrıca bilimsel olarak kabul ettiğimiz her şey yüzde 5'lik algılama kapasitemizle bağlantılıdır.
Bu nedenle, "Bilim cenazeden cenazeye doğru ilerler" demiş Max Planck...
Kabullenememe, evrene güvenmeme anlamına geliyor aslında. Buna da çok dikkat etmemiz
gerekiyor. Karşımızda evren var. Haddimizi bilmeliyiz. O yüzden kabullenmeyi öğrenelim lütfen.
Önceki bölümlerde paylaştığım anonim duayı sık sık okumanızı tavsiye ederim. Hatta
yapabiliyorsanız, ezberlemenizi. Özellikle değiştiremediğiniz şeylere karşı tutumunuzu tekrar gözden
geçirin. Karşılığını fazlasıyla göreceğinizden adım gibi eminim. Neden mi?
O zaman da bizim yaşam isteğimizden sorumlu manyetik alanımız bozulmaya başlıyor. Şurası çok
net bir gerçek, eğer hayata "evet" demek istiyorsak sisteme güvenerek ruhsal bağlantımızı açık
tutmalıyız. Çocukluk ve ergenlik dönemimizde en büyük güven kaynağımız annemizdir. "Toprak ana"
tabiri de asıl olarak buradan gelir. Ancak zamanı geldiğinde annemizden özgürleşmemiz ve kendi
evrensel bağımızı kurmamız gerekiyor. Aksi takdirde bağımlılık geliştiririz ve ruhsal gelişimimiz
engellenir. Kendi yaratıcı özelliklerimiz gelişemez. Bu durumda da evrenin geribildirimi uzun
sürmez. Mutsuzluk ve depresyon sonucu kronik hastalıklar kaçınılmaz olur.
Bu hastalıklardan herhangi biri söz konusu olduğunda biz ne yapıyoruz? Hemen doktora gidiyoruz
ve o da başlıyor sadece fiziksel beden üzerinden tamirat yapmaya. Korkularımız gitgide artıyor,
ilaçlar kullanmaya başlıyoruz. Neden? Çünkü kabullenemiyoruz ve güvenemiyoruz! Hastalıkları
evrene hakaretten yargılanıp hüküm giymeye benzetebiliriz aslında.
Bazı insanlar ise hep kırmızı kıyafetleri tercih eder. Saçlarını bile kırmızıya boyar.
Birinci elektromanyetik alanın ses tonu "do"dur. Do majör gamı. Bu tonla rezonansa girmek de bu
alanın tedavisinde bir hayli etkilidir. Do gamında seslendirilmiş eserler kabullenememe ve
güvensizlik problemi çekenlerin ilgisini çeker. "Şu esere bak, bayıldım" derler. Oysa bir başkası
buna sadece güzel diyebilir. Buradaki fark kişinin problemiyle ilgilidir. Bu nedenle kimse kimseyi
yargılamamalı. Renkler ve zevkler tartışılmaz denir. Müzik de öyle. Tartışılmaz! Herkese uyan bir
renk veya müzik vardır.
Dolayısıyla ancak yapılacak işlere odaklanıp, sadece yapacağımız işi düşünürsek başarılı
olabiliriz. Duygusal çözümsüzlüklerin de en büyük nedeni korku duygusudur. Daha önceki
bölümlerde korkunun nasıl otonom sinir sistemine zarar verdiğini ayrıntılı şekilde anlatmıştık.
2008'deki Avrupa üçüncülüğünü son dakika golleri ile yakalamamız da yine aynı sebebe
dayanıyordu. Gerçek gücümüzün, zorda kalınca, duygusallık ve korkularımızın kenara atılmasıyla
ortaya çıkması kesinlikle tesadüf değil. Ancak Almanya takıntısı yine devreye girdi ve finali
oynamamızı engelledi.
Biraz tarihe dönelim. Bakalım oradaki resme. Bütün özgüvenini kaybetmiş, topraklarının büyük
kısmı işgal edilmiş, düşman tarafından paylaşılmaya hazır bir ülkeyi göz önünüze getirin. Kurtulma
şansınız çok az, ya teslim olacaksınız ya da... Böyle bir konuma gelmiş bir ülkeyi nasıl
kurtarabilirsiniz? İmkânsız! Olağanüstü bir Tanrısal kudretten başka hiçbir şey tabloyu düzeltemez.
Bir mucize gerekiyordu. Ve o mucize gerçekleşti. Yaradan olaya el attı. Yüz yılda bir gelebilecek bir
dâhi bu mucizeyi gerçekleştirmeye aracı oldu. Mustafa Kemal Atatürk! Sizce bu bir tesadüf mü?
Kesinlikle hayır. Bu ülke Yüce Yaradan'ın koruması altında. Dünya için çok stratejik bir rol oynuyor.
Dünyayı bütünsel bakış açısıyla bir atoma benzetirsek, Türkiye nötr konumdadır. Yani atomun nötron
kısmıdır. Doğu'nun ve Batı'nın ortasındaki dengedir. Türkiye hiçbir zaman yok sayılamaz. Her geçen
yıl, bu konumumuzu daha da sağlamlaştırıyor. Bu durumda Türkler de özeldir. Dünya üçüncü boyuttan
dördüncü boyuta geçme arifesinde. Dördüncü boyut sevgi boyutudur. Türk toplumu şu anda genel
olarak ikinci boyutu yaşamakta olsa bile, dördüncü boyut özelliklerini DNA'larında taşıyor.
Kanatlanmamıza tek engel duygusallığımız! Türk insanı özünde dünyaya örnek olacak bir yüreğe
sahip. Karşılıksız, koşulsuz sevgi, genlerinde var. Hiç tanımadığımız bir misafiri sorgu sual etmeden
en iyi şekilde karşılar ve severiz. Yüreğimiz sevgiyle doludur.
Genelimize bakın. Hepimiz bu yürekle yaşamıyor muyuz? Hazreti Mevlânâ 1200'lü yıllarda tüm
insanlığa örnek olacak söylemlerde bulunmamış mıdır? Türk müziği dünyanın en zengin makamlarına
sahip değil midir? Coğrafi konumumuza bakın... Yeraltı zenginliklerimize... Artık bakış açımızı
değiştirmeliyiz. Kendimize, gücümüze inanmalıyız.
Atatürk gibi bir dâhinin dünyada sadece Türk milletine nasip olması, ülkemizin konumunu ve
önemini açıkça gösteriyor. Tüm dünyaya örnek olmamız gereken özelliklerimiz var.
• Hormonlarımız katalizörlerimizdir...
Her elektromanyetik alan bir hormonal bezle etkileşime giriyor demiştik. Zaten evrensel enerji o
hormonlar üzerinden çalışıyor. Hormonlar birer katalizör görevi görüyorlar. Bu nedenle hormonlar
çok önemli. İkinci elektromanyetik alanın sağlıklı çalışması duygularımızla çok ilişkilidir. Bu alanın
hormonal bezi yumurtalıklardır, ancak tüm elektromanyetik alana hitap eden hormonal bezler duygusal
alanımızdan etkilenir. Dolayısıyla hormonal dengeleri düzeltirken duygusal alanı düzeltmemiz şarttır.
Yukarıda anlattıklarım genel olarak tüm hormonal dengeler için çok önemlidir.
İkinci elektromanyetik alanın rezonansa girdiği renk portakal rengidir. İlgili notası "re", yani re
minör, re majör gamlarıdır. Bu bölgenin evrensel alanla rezonansa giren frekansı 45-55 hertz
civarındadır.
Portakal renkli yiyecekler, meyveler, kıyafetler ve re gamında müzikler tercih etmemizin nedeni bu
alanda yaşadığımız problemlerdir. Bunların tercih edilmesi bu alanda olumlu sonuçlar verir. İkinci
elektromanyetik alanı besler.
Üçüncü elektromanyetik alan düşünce alanımızla ilgilidir. Evrensel yasalar gereği düşüncelerimizi
de olumluya yöneltebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Düşünme yeteneğimizi doğrudan etkileyen duygu
öfkedir. Öfke kaynaklı sempatik aktivasyonlar bu alanda rezonansa giren organları zor durumda
bırakır. Özellikle öfke kaynaklı bilinçaltı kayıtlarına dikkat etmemiz gerekiyor. Yargılamamayı
öğrenmeliyiz. Öfke kontrolü öğrenmemiz gereken evrensel bir yasadır. Düaliteden, yani ikilikten
kurtulmalıyız. Böylece düşüncelerimiz, özümüzdeki yaratma gücünü maksimuma çıkarıp, irademizi
de güçlendirir. Bu durum genel istek ve gücümüzü de doruğa tırmandırır. Hayatımızda olumsuz
düşünce kalıplarımızdan kurtulmalı ve olumlu düşünce kalıplarını (afirmasyon-olumlama)
yerleştirmeliyiz. Yaratıcılığımız ancak böyle aktif hale gelir.
Hayata güven duymak ve duygusal kontrol, olumlu düşünmedeki temel esasları oluşturuyor. Öfke
kontrolü ise bu alanda en önemli hedefimiz olmalı. Geçmişte vedalaşamadığımız öfke birikimlerinden
kurtulmalıyız. Affetmeyi başarmalıyız. Aksi takdirde öfkelendiğimiz kişilerle bağımız sürer ve
onlarla sürekli rezonans halinde kalır, olumsuz enerjilerini çekeriz. Hayır demeyi öğrenip, kendimizle
barışık olmalıyız. Hayır diyemezsek kendimize öfkeleniriz bu sefer. Sadece başkalarına değil,
kendimize öfkelendiğimiz zaman da aynı olumsuz süreç gerçekleşir. Genel bir isteksizlik ve
güçsüzlük hissederiz. Dahası irademiz azalır ve yaratıcılığımız kaybolur. Sonucunda da yaşam
görevimiz yine sekteye uğrar.
• Ah o çocukluk kayıtları...
Bilinçaltı öfke kayıtlarımız, bugünkü yaşamımızdaki öfke provokasyonlarının meydana gelmesinde
en önemli kaynağı teşkil eder. Çünkü olaylardan etkilenme henüz bebekken, hatta anne karnında
başlar. Annenin yaşadığı bütün duyguları bebek, filtre edemeden olduğu gibi kaydeder. Sonrasında da
0-6 yaş dönemi ve okul çağı öfke ile diğer duygusal kayıtların en fazla oluştuğu zamanlardır. Yaşanan
duygusal problemler kayda geçtiği zaman, artık o kişi bundan sonraki hayatında da o kayıtlar
yüzünden etkileşime girer. O zaman daha sonraki günlük hayatında potansiyel öfkeli bir insan olarak
yaşar. Artık onda aşırı duyarlılık söz konusudur. Birçok insanın öfkelenmediği konulara o kişi aniden
tepki verebilir hale gelir. Aslında öfkelenme çoğu zaman o anki durumla bile ilgili olmayabilir.
Olmuyor da. Sorun çoğu zaman bilinçaltındaki bu öfke kayıtlarından kaynaklanıyor. Özellikle öfke
kayıtları fazlaysa bunları mutlaka bilinçaltından temizlemek gerekiyor.
Olumlu frekanslarla düşündüğümüzde sistemi sağlıklı tutmuş oluyoruz, o zaman da hastalanma riski
otomatikman engelleniyor. Negatif düşündüğümüz zaman, kinesiyoloji prensibine dayanan, bedenin
bilgisini ölçen kas-kol testinde kolumuzdaki direncin kaybolduğunu anında görürüz. İşte biz
düşüncelerimizle bu kadar çabuk ve etkili bir biçimde sistemimizi çökertebiliriz. Genel enerjimiz
yüksek olsa da negatif düşünme güçsüzlüğün, halsizliğin ve isteksizliğin en önemli nedenidir.
Ama Emoto'ya geçmeden önce biraz Fransız bilimadamı Dr. Jacques Benveniste'ten söz etmek
gerekiyor. Fransız immünolog Benveniste, yaptığı araştırmalarda DNA hücrelerinin, belli bir
frekansta foton (ışık) yaydığını, farklı hücrelerin farklı frekansta titreştiğini, farklı titreşimdeki iki
hücre yan yana geldiğinde yeni bir frekans oluşturup, birlikte bu frekansta titreşmeye başladıklarını
buldu. Ona göre bunlar elektromanyetik dalgalarla bir çağlayan yaratıp ışık hızında yolculuk
ediyorlardı. Dr. Benveniste aslında 1980'lerde başlattığı çalışmalarında, suyun bir hafızası olduğunu
anlayan ilk bilimadamlarından biriydi. Yaptığı deneylerde suya bir madde ekledi ve maddeyi milyon
kez sulandırıp özel bir alet ile aşırı hızda karıştırdı. Beneviste o maddenin su içinde yok olacağını
tahmin etmişti. Gelgelelim, eklediği maddenin hâlâ suda mevcut olduğunu görünce, deneylerine suyu
defalarca, milyonlarca kez daha sulandırarak devam etti. Ancak ne kadar sulandırırsa sulandırsın
suyun içine en başta eklediği maddenin yok olmadığını tespit etti.
O zaman suyun yüklenen maddeyi bir şekilde hafızaya kaydettiğini keşfetti. Bir başka deneyinde de
suya zehir yerine sadece zehrin frekansını yükledi. Şaşırtıcı biçimde gördü ki sadece zehir frekansı
da tıpkı suya zehrin kendisi eklenmiş gibi sudaki sinekleri öldürebiliyordu. Bu aslında çığır açacak
bir çalışmaydı.
Queens Belfast Üniversitesi Profesörü Madeleine Ennis, Benveniste'in araştırmalarını şüphe ile
karşılayarak, bir dizi bilimadamı ile yeni deneylere girişti. Fransa, İtalya, Belçika ve Hollanda'dan
bilim insanlarının katıldığı bir ekiple Profesör M. Roberfroid'nın koordine ettiği bir araştırmaya imza
attılar. Belçika Katolik Üniversitesi'nde yapılan araştırmada, Benveniste'in kullandığı orijinal
deneyin daha rafine edilmiş bir şeklini geliştirip, uygulamaya soktular. Araştırmada bilimadamları
dört ayrı laboratuvarda deney solüsyonlarının içinde ne olduğunu bilmeden çalıştı. Hatta tüplerin
bazılarında sadece saf su vardı. Tüm deney bağımsız bir bilimadamı tarafından koordine edildi. Bu
bilimadamı tüm solüsyonları kodluyor ve bilgiyi topluyordu ama deneylere bilfiil katılmıyordu.
Sonuç olarak yapılan tüm deneyler Benveniste'in bulgularını destekler nitelikte gerçekleşti.
Benveniste'in bütün bunlara yanıtı ise, "Yaptıkları deneyle 12 sene önceye, başladığım noktaya
geldiler" oldu. Fransız bilimadamı ayrıca, "biyokimyevi maddelerin yaydığı sinyallerin kaydedilip
internet aracılığı ile dünyaya yayılabileceğini" de söylemiş ve bu sinyalin biyolojik hücreleri sanki
gerçekte o madde varmış gibi etkileyip değişim yaratabileceğini ileri sürmüştü.
Beneviste'ten sonra Japon bilimadamı Masaru Emoto da suyun hafızasını kanıtlar başka bir deney
gerçekleştirdi. Bu çalışması bütün dünyada yankılar uyandırdı. Emoto çalışmasında insanın
titreşimsel enerjisinin, düşüncesinin, kelimelerinin, fikir ve müziğin, suya karşı oynatılan filmlerin
dahi suyun moleküler yapısını etkilediğini ispat etti.
Su, bu gezegendeki yaşamın kaynağı. Beden bir sünger gibidir ve hücre denilen, sıvı dolu
trilyonlarca odacıktan oluşur. Yaşamımızın kalitesi sıvımızın kalitesi ile doğrudan bağlantılıdır. Su,
son derece uyumlu bir maddedir. Fiziksel şekli kolayca bulunduğu ortama adapte olur. Fakat değişen
sadece fiziksel şekli değildir, moleküler şekli de değişir. Çevreden aldığı enerji veya titreşimler
suyun moleküler şeklini değiştirir. Bu anlamda su sadece görsel olarak çevresel durumu yansıtmaz,
aynı zamanda moleküler anlamda da yansıtır.
• Enerji dansı...
İnsan bedeninin yüzde 75`i sudan oluşuyor. Düşüncelerimiz ve konuştuklarımız bedenimizdeki suya
kaydedilir ve bizler o kaydedilenlerin kalitesinde yaşarız. Şeklimizi, sağlığımızı ve hayatımızı biz
oluştururuz. Yaşam muhteşem bir enerji dansı aslında... Frekansların uyumu, birleşmesi, çatışması, iç
içe geçmesi, aşağı-yukarı, sağa-sola, zıt yönlere dalgalanmasının dansı.
Emoto, görsel anlamda suyun moleküler değişimini belgeledi. Su damlacıklarını dondurup, fotoğraf
çekme kapasitesi olan bir karanlık alan mikroskobu altında inceledi. Yapılan çalışmalar, çevresel
etkilerin suda yarattığı moleküler değişimi açıkça ortaya koydu. Emoto, dünyanın değişik
kaynaklarından alınan ve farklı durumlardaki suyun kristalize şekillerinin fotoğraflarını çekti ve bu
fotoğraflarda sayısız büyüleyici farklılık keşfetti. Akarsulardan ve kaynaklardan alınan su
örneklerinde muhteşem, geometrik şekilleri olan kristal desenler görülürken, sanayi ve yoğun
yerleşimin olduğu yerlerden alınmış kirli ve toksinli su örneklerinde ya da su borularında, depolarda
bekletilmiş durgun sularda kesin olarak rasgele oluşmuş, bozuk kristal şekiller görülmekteydi. Bütün
bu çalışmalardan, canlı, duygu ve düşüncelerimize tepki veren bir madde olan suyun, çevresindeki
titreşim ve enerjiyi kolayca kopyalayabildiği açıkça ortaya çıktı. Anlaşıldı ki su, bir şey
söylendiğinde, ona bir şeyler aktarıldığında, anında etkilenen bir madde.
• Alfa dalgaları...
Pozitif düşünme beyindeki alfa dalgalarına karşılık gelir. Bu durumda beyin dalgalarını 8-12 hertz
alfa dalga boyutunda tutabilirsek, bütün beyni ve bedeni yeniden düzenleyen sükûnet ve huzur
frekansına sokabiliriz demektir.
Biz 8-12 hertzle alfa frekansında kaldığımız zaman rahatız, sükûnet içindeyiz demektir. Böylece
beynimizin sağ tarafını aktif hale getirip iç sezgilerimizle yaratıcılığımızı geliştirebiliriz. Bunu
sağlamamız için de bilinçaltı duygusal kayıtlarımızdan kurtulmamız ve kendimizi evrenle birlik ve
güven içinde hissetmemiz lazım. Dolayısıyla hayatın akışı içerisinde meydana gelen olaylara karşı ne
kadar sakin kalır ve ne kadar alfa dalgası üretirsek, o kadar doğru bir hamle yapmış oluruz. Vagotonik
etkiyi sağlayabilmek için bu koşullar gerekir.
Beta dalgaları ise 12-24 hertz arasındadır. Beyin dalgaları bu frekansa çıktığında analitik sol beyin
devrede olur ve sempatik aktivasyon gerçekleşir. Bu durumda korkular devreye girer. Bu dalga, yoğun
korkular, panik ataklar başlatabilir. Ruhsal alanda pozitif düşünceyi yeniden harekete geçirerek
olumlamalarla parasempatik etkiyi yeniden başlatmak gerekir. Alfa ve teta dalgaları bu amaç için
uygundur.
Üçüncü elektromanyetik alanın ilgili hormonal bezi pankreastır. Yine ilgili organları karaciğer,
safrakesesi, pankreas, mide, dalak ve sindirim sistemidir. Bu alanın frekansı 70 hertz civarındadır ve
bu frekanstaki organlarla rezonansa girer. O yüzden de öfke, negatif düşünceler ve bu düşüncelere yol
açan bilinçaltı kayıtları bu organlara zarar verir. Özellikle aç kalma çatışması, bu sistemde önemli bir
sempatik aktivasyon yaratır. Sonuçta karaciğer hasarlarının, mide ve sindirim problemlerinin,
pankreas ve şeker hastalıklarının oluşum nedeni duygusal çözümsüzlüklerden kaynaklanır. Rezonansa
girdiği ilgili rengi sarıdır. Sarı meyveler ve kıyafetler tercih edilir. Rezonansa girdiği ses mi, mi
minör, mi majör gamlarıdır. Bu alandaki problemlerde sarı renkleri tercih eder ve mi gamında
müziklerden hoşlanırız. Etki alanındaki duyu organı gözdür. Göz rahatsızlıklarında bu alanın açık
olması sağlanmalıdır.
Sistemimizin ikinci beyni bağırsaklardır. Karnımızdaki beynin de tıpkı ana beyin gibi nöronları
vardır. Ana beynimize müdür, ikinci beynimize müdür muavini diyebiliriz. Amaç ana beynin yükünü
hafifletmektir. O nedenle duygularımız öncelikle burada işlenir.
Dünya gezegeninde yaşadığımız sürece egolarımızdan sıyrılmak için ilk üç alanla sürekli rezonansa
girmek durumundayız, hep bunlarla ilgili sıkıntılar yaşarız. Sevgi boyutuna ancak böyle geçiş
yapabiliriz.
Kalp alanının doğru çalışabilmesi için ilk koşul kendimiz olmamız, kendimizi sevmemiz... İlk
öğrenmemiz ve hiç unutmamamız, vazgeçmememiz gereken hakikat bu. Bu konuyu önceki bölümlerde
ayrıntılı bir şekilde anlattım. Ruhsal yolculuğumuzda eğer egolarımızı aşarsak, karşılıksız sevmeyi de
öğrenebiliriz.
Kalp alanının ilgili hormonal bezi timüstür. Timüs bezi özellikle bağışıklık sisteminden sorumludur.
Dördüncü manyetik alan olan kalp alanımız, 80 hertz civarında titreşir. Kalp, akciğer ve dolaşım
sistemi ile titreşime girer. Bu nedenle kalp, akciğer ve bağışıklık sistemi problemleri bu alanla
ilgilidir.
Rezonansa girdiği renk yeşildir ve ilgili sesi fa'dır. Fa majör, fa minör ilgili gamlarıdır. Yeşil,
pembe ve fa gamındaki müzikler ilgi alanımıza girer, ruhumuzu okşar. İlgili duyu dokunmadır. Sevgi
ihtiyacı olan insanlar dokunmaktan kendilerini alamazlar. Bu alan bize sevmeyi öğreten alandır.
Öncelikle öğrenmemiz gereken şey kendimizi sevmektir. Önce kendimizi sevmeyi öğrenmeliyiz,
çünkü evrensel sırların hepsi bizim içimizde. Ve her şeyi açan anahtarın adı sevgi.
Kalp kırıklıkları, hayal kırıklıkları, nefret duyguları bu alanı olumsuz etkiler. Kalbimizi
kapatmamıza neden olur. Böylece ruhsal bağlantımız bozulur. Sonuçta ruhsal tekâmül yine sekteye
uğrar. Kalbimizi açıp kendi ruhsal alanımızla bağlantıya geçersek, evrensel sevgi frekansına
açılabilir ve gerçek sevgiyi çekebiliriz.
Beşinci elektromanyetik alana gelelim. Burası boğaz bölgemizin hizmetinde. Bu bölge ile ilgili
evrensel yasa, gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade etmektir. Gerçek ne ise onu söylemek; beyaz
yalan bile olsa söylememek. Kimsenin hatırı için gerçeği eğip bükmemiz, sevgiyi kaybetmemek için
susmamız ya da gerçeği söyleyemediğimiz için bir sürü laf kalabalığı yapmamız gerekmiyor. Eskiler,
"Ağzından çıkanı kulağın duysun" demişler; aslında, "Sözlerine dikkat et" anlamını taşıyan bu
deyimde birçok hakikat gizli. Gerçekten kastettiğimiz şeyi söylememiz gerekiyor. Söylediğimiz şeyi
kulağımızın duyması demek tam olarak ifade etmek istediğimizi ifade ediyor olmamız demek.
Söylediklerimiz tam olarak gerçek düşüncemizi ve gerçek hislerimizi ifade etmeli. O yüzden şaka
amacıyla ya da iyi niyetle de olsa gerçeklerden sapmamamız gerekiyor. "Nasılsın, iyi misin?" dendiği
zaman; iyi değilsek, "İyiyim" dememeliyiz. Her zaman gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade
edeceğiz ki bu alanımız iyi çalışsın. Yoksa yalan veya yanlış ifadeler boğaz bölgemizdeki enerji
akımını bloke ederek bize zarar verir.
Peki, bu alan iyi çalışmazsa ne oluyor? Gerçekleri ifade edemiyoruz: Kimi zaman karşıdaki
üzülmesin, kırılmasın diye bunu yapıyoruz ya da gerçek olmayan ikinci kişiliğimizin bozulmaması
adına bunu yapıyoruz, bazen de sevgi alabilmek için oynuyoruz, işte o zaman tiroit bezlerini ve işitme
sistemimizi bozuyoruz.
Bu alanın ilgili hormonal bezi tiroittir. Boğaz, yemek borusu ve kulaklarımız hepsi bu alanla
rezonansa giriyor. Dolayısıyla kronik boğaz enfeksiyonlarının, tiroit hastalıklarının ve kulak
şikâyetlerinin kaynağı burasıdır. Bu alanın bloke olması ilgili organlarda hasara yol açabiliyor.
Duygularımızı açıkça ifade etmeli, değişime açık olmalıyız. Bu alanın titreşime girdiği renk açık mavi
ve turkuaz renkleridir.
İlgili notası da sol'dur. Sol majör ve minör. Dalga boyu 90 hertz civarındadır. İlgili duyu işitmedir.
Açık mavi tonlar ve sol gamındaki müzikler ilgi alanımıza girer. 90 hertz civarındaki her şeyle
rezonansa gireriz.
Altıncı elektromanyetik alanın açılımına geçmeden önce şunu söylemek gerek: İlk beş alanı doğru
kullanabilirsek zaten sağlığımız için olması gereken dengeyi oluşturmuş oluyoruz. Otonom sistemimiz
"normotoni" (denge) konumunda çalıştığından bizi her türlü hücresel hasara karşı koruyor.
Altıncı elektromanyetik alan, bizim "üçüncü göz" dediğimiz sezgilerimizin oluştuğu alandır. İlgili
hormonal bez hipofizdir. Bu alan doğru çalıştığında, iç sesimizi algılayabilme kapasitemiz artmış
oluyor. Dış ortamlardan uzaklaşıp, hayata içsel olarak bakmayı öğreniyoruz. Bu noktada sağ beyni
devreye sokuyoruz. Sağ beyin bizim yaratıcılığımızı sağlayan iç alanımızdır ve dolayısıyla buranın
açılması ile sağ beyin aktif hale girmiş oluyor. Hipofiz vücuttaki bütün hormonlarla bağlantı halinde
olan bir düzenleyicidir. Hipotalamus ile birlikte çalışır.
Görevi bedende sürekli dengeleme yapmaktır. Tiroit, yumurtalıklar, böbreküstü bezi vs., bütün
bunların hepsi ile iletişim halindedir ve onların dengeli çalışmasını sağlar. Aynı zamanda stres
hormonları ile de bağlantılıdır. Buradaki sorunlar bütün hormonal sistemi altüst edecek kadar ciddi
sorunlara yol açabilir.
İlgili rengi indigo mavisi, ilgili sesi ise la, la majör, la minördür. Frekansı 95 hertz civarındadır.
Yedinci elektromanyetik alanımız bizim kozmik bağlantımızı kurar. Evrensel mesajları algılamamızı
ve ruhsal alanla bağlantımızı sağlar. Yüksek boyutta bir frekanstır. Frekansı 100 hertzdir. Bu alandan
ışık enerjisini aktif olarak algılarız. Sistemimizin daha yüksek bir frekansta titreşmesini sağlarız.
Ruhsal tekâmülün amacı yüksek boyutta titreşmektir. Bu şekilde evrensel frekanslarla tamamen
bağlantıya geçebiliyoruz. Bu bağlantıya geçtiğimizde, bütün organlarımız olumlu olarak etkileniyor.
Kozmik enerjiyi kapatan en önemli nedenlerden biri de elektrosmog, yani manyetik kirliliklerdir.
Dolayısıyla cep telefonu, bilgisayar, hatta bazen büyük AVM'ler kozmik bağlantımızı keserek aşırı
yorulmamıza, halsizleşmesine neden olur. Jeopatik dediğimiz baz istasyonları ve yüksek gerilim
hatları da kozmik bağlantıyı olumsuz etkiler. Bu durumda baş ağrısı en sık görülen komplikasyondur.
Topraklama sistemimiz nasıl toprak enerjisini almamızı sağlıyorsa, evrenle bağlantı sayesinde
kozmik enerjiye açık oluyoruz. Enerjinin geçtiği bir devre haline gelmemiz gerekiyor.
Bu alanın ilgili hormonal bezi epifiz bezidir. Beyin fonksiyonlarının iyi çalışmasını sağlar.
Bu alanın ilgili rengi mor ve ilgili sesi si'dir. Si gamları ruhsal açılım için en yüksek frekansı
sağlar.
Biliyorsunuz son yıllarda herkes her yerde, medyada, sosyal medyada, çeşitli ortamlarda "çekim
yasası"ndan, yani "sır"dan (secret) bahsediyor. Herkes sırrı biliyor, herkes sırrı öğretiyor. Peki, bütün
problemler çözülüyor mu? Çözülmüyor. Neden? Madem herkes sırrı biliyor neden bütün problemler
çözülmüyor?
Hazreti Mevlânâ ney gibi olmaktan bahseder... Neyin içine üflendiğinde nefes hiçbir yere
çarpmadan pürüzsüzce geçer ve buna rağmen ney en güzel ve değişik sesleri üretir. Biz de evrensel
enerjinin pürüzsüzce içimizden akmasını sağlamalı ve bir ney gibi olmalıyız. Anın içinde
yaşadıklarımızdan öğrenmemiz gerekiyor. Kabullenmediğiniz zaman enerji üstümüzde kalıp
blokajlara neden oluyor. O yüzden evrensel sisteme güvenmemiz ve ruhsal alanımızla bağlantıda
olmamız gerekiyor. Duygusal ve düşünsel negatiflerden arınıp bizi aşağı çeken düşünce
kalıplarımızdan ve duygusal çatışmalarımızdan kurtulmalıyız.
Aynı şekilde, aşırı toksinli fiziksel beden de devreyi bozar. Yani çekim yasasını uygulamak öyle
kolay iş değil! Bu yasadan faydalanmak için bütün bu yasalara uyacaksınız, aynı zamanda ruh-beden-
zihin üçlüsü de senkronize olacak. Bunları tamamen yerine getirdiğiniz zaman, gönderdiğiniz bütün
frekansların cevabını alırsınız ve sonucunda istediğiniz hayat da kendiliğinden oluşur.
Hak yasası...
İçimizde negatif bir frekans barındırıyorsak mutlaka benzeri bir negatifle rezonansa gireriz.
Sistemin bir adalet yasası var. Yaptığın hiçbir şey karşılıksız kalmıyor ve yaptığın şey karşısında
onun benzerini yaşıyorsun. Sonuçta dersini alıyorsun. Onu bir daha yapmaman gerektiğini anlayana
kadar dersler sürüyor. Ancak yasa farklı şekillerde işliyor. İlla birinden bir şey çaldığında senden de
bir şey çalınması gerekmiyor. Bu negatif frekans başka bir alanla da rezonansa girebiliyor. Mutlaka
enerji kendini tamamlıyor. Ders olarak geri dönüyor. Yaptığından ders almak kozmik yasaların
başında geliyor.
Ve herkes hak ettiği hayatı yaşıyor...
"Nazar değdi" deriz. "Büyü mü var acaba, işleri birdenbire bozuldu" diye konuşuruz... Nazar da
büyü de negatif frekanslar. Büyü frekansının işlemesi için bizimle rezonansa girmesi gerekir. Eğer biz
zaaflarımızı kapatmışsak, negatif enerji alanlarımızı bitirmişsek ve yüksek bir alanda titreşiyorsak
büyünün frekansı bizimle rezonansa girmez. Burada da alıcı-verici olayı geçerli. O yüzden, ancak
bizim zaafımız varsa büyü bizi etkileyebilir.
Nazar da negatif bir enerjidir ve direkt hedefe yönelik olarak tesir eder. Pozitif insanların nazarı
değmez, ancak negatif insanların nazarı direkt etkilidir. Çok gösterişli ve özendirici olmamamız
hayrımızadır. Nazar boncuklarının asıl etkisi mavi renkten kaynaklanıyor. Mavi rengin dalga boyu
daha yüksek olduğu için nazarın negatif etkisini çekip yok edebiliyor. Hangi mavi renk olursa olsun
negatif enerjiyi nötralize etme kapasitesine sahiptir.
Göz nazarı oldukça etkilidir. Enerji alanımıza doğrudan tesir eder. Duş almak ve dua ederek
korunma istemek nazara karşı etkilidir.
Kuşkusuz insan denen varlığın ana kumandası beyni... Ama beynin de ayrı görevleri var. Sağ beyin
ve sol beyin farklı merkezleri yönetiyor.
Sol beynimiz analitik yanımızı, sağ beynimiz ise yaratıcı yanımızı yönetiyor. Birine akıl diğerine de
kısaca hayal gücü diyebiliriz.
Her ikisi corpus callosum denilen orta bölgede birleşir. Bu iki beynin kullanımını ise özgür
irademiz yönetir. Kimi insan sadece analitik düşünme ile hareket eder ve beyninin analitik düşünme
tarafını baskın kullanır, kimisi de sağ tarafını, yani yaratıcı yanını.
Aslında genel olarak erkekler daha çok sol beyinlerini, kadınlar ise sağ beyinlerini kullanır.
Kısacası erkeklerde mantık ön planda iken, kadınlarda daha çok sezgisel iletişim söz konusudur. Bu
durum büyük olasılıkla annelik özelliğini aktifleştirmek için doğanın yarattığı bir durumdur.
Kadının korkutan sezgi gücü...
Kadınların müthiş sezgisel gücü erkekleri tarih boyunca, her dönemde korkutmuştur. Bu nedenle
erkekler kendilerini üstün görebilmek için analitik kısımlarını baskıcı şekilde kullanma yolunu
seçtiler... Kadınları çarşaflar içinde saklarken, "eksik etek", "saçı uzun aklı kısa" ya da "kaşık
düşmanı" gibi tanımlamalarla onların güçlerini, varoluşlarını aşağılayan damgalar vurdular. Daha da
kötüsü, tarih boyunca erkek egemen kültür kendi bedensel gücünü, üstünlüğünü kadınlara karşı tehdit
edici bir unsur olarak kullandı. Amaç korkutmak ve sindirmekti.
"Her başarılı erkeğin arkasında, başarılı bir kadın vardır!" sözü aslında kadınların sezgisel ve
yaratıcı zekâlarının gelişmiş olmasına vurgu yapmaktadır. Sağ beyin merkezli kadın daha barışçıldır
ve kavga gürültüden hoşlanmaz. Bu nedenle dünya barışı için kadınların mutlaka daha aktif hale
geçmesi zorunlu... Yeniçağda kadınlar daha aktif hale geçecek zaten, bu kaçınılmaz... Ama tabii ki
erkek ve kadın her zaman bir bütün olmalı. İlişkide saygı ve sevgi esas itici güç olarak kabul
edilmeli.
Evrensel yasalar sağlığımız açısından beynimizin her iki tarafını da eşit kullanmamızı şart koşar.
Sadece analitik yanını ya da sadece sezgisel yanını kullanan insanlarda epilepsi hastalığının oluşması
tesadüf değil. Ayrıca migren benzeri şiddetli baş ağrılarının oluşumu da bununla ilgilidir. Diğer
taraftan beynin sadece belli bir tarafını kullanmak beyin hasarlarına da yol açabilir.
Beyin fonksiyonları fiziksel bedenimizde çapraz etki gösterir. Sağ beyin sol beden, sol beyin ise sağ
bedene hükmetmektedir. Bu durum fiziksel şikâyetlerimize de yansır. Şikâyetlerimizin tek tarafta daha
belirgin olması bu nedenden kaynaklanır.
Bir türlü iyileşemeyen sırt ağrılarında "miyofasial sendrom" veya "fibromiyalji" tablosunun
gelişmesi bundandır. Zamanla omurga eğriliklerinin oluşumu da yine geçmiş kaynaklıdır. Geçmişte
anne ile baba arasında kalmanın bedeli skolyozdur. Hiçbir şey tesadüf değildir.
İşin en ilginç tarafı her çatışmanın beynin farklı bir alanıyla rezonansa giriyor olmasıdır. Etkilenen
alan, ilgili organları yönetir. Dolayısıyla her çatışma başka bir organı etkiler. Her duygunun farklı bir
organı vardır denmesinin sebebi budur. Çatışmanın boyutuna göre ilgili organ farklı derecelerde
etkilenir.
Beyindeki hasar, organdaki hasarın derecesini oluşturur. Sonuçta duygusal çatışmaya bağlı olarak
beyin ne kadar etkilendiyse, ilgili organdaki hasar da o ölçüde olur. Basit bir ülserleşmeden kanser
olgusuna kadar bu aralık genişleyebilir. Kabullenemediğimiz ruhsal travmalarda, olay anını
hatırlatacak her imge hasarı aktifleştirir ve hasarın büyümesine yol açar. Fiziksel bedenimizin mevcut
şartlardaki toksin durumu ise hadiseyi daha da dramatik hale getirir. Aşırı asidik, toksinli,
zehirlenmiş bir ortam vücudumuzun rejenerasyon, yani kendini yenileme kabiliyetini iyice azaltır.
Dikkat ederseniz Yaradan kan gruplarını bile birbirinden farklı yaratmıştır. Üstelik negatif (–) ve
pozitif (+) olarak bir de alt gruplar eklemiştir. Aynı şekilde, tıpkı kan grupları gibi dört farklı grup
insan formatı vardır. Hepsinin hayatı algılayış biçimi birbirinden farklıdır. Hepsinin de karakteristik
özellikleri başka başkadır. Bütün bu farklılığın amacı elbette ruhsal tekâmüldür. Çünkü biz insan
olarak, çelişkilerle, düalite (ikilik) ile rezonansa girmekteyiz. Bütün bunların amacı da öğrenmemizi
sağlamak.
Tanrı'nın dört yüzü
Evrensel sistem, insanları farklı yapılarda meydana getirmiştir. Tanrı'nın dört farklı yüzü de
diyebiliriz buna. Her yapının, duygusal ve ruhsal çatışmalar karşısında farklı algılamaları ve tepkileri
vardır.
1- Su tipi (böbrek):
Temel dürtüsü gerçeklerden korkmaktır. Bu özellikleri taşıyan insanların karakteristik özelliği aşırı
düzenli, tertipli ve dakik olmalarıdır. Söylenenleri tam zamanında yapar, not alırlar, randevularında
dakiktirler; yasalara büyük saygı gösterir, trafik kurallarına harfiyen uyar, düzgün ve gösterişsiz
giyinirler.
Bu kişilikleri onları inatçı ve kuralcı yapar. Doğru bildiklerinden şaşmak istemezler. İkna
edilmeleri zordur. Dik kafalıdırlar.
Yaşam içinde duygusal çatışmaya girdiklerinde ilk etkilenen vücut bölgesi alt bedendir. Bel ve
bacak-ayak ağrıları her an kapılarını çalabilir. Diğer taraftan böbrek ve mesane sistemi ile prostatları
tehdit altındadır.
Hayata güven içinde tutunmak isterler. Güvene büyük önem verirler. Ölüm gibi gerçekler her zaman
korkutucudur onlar için.
Etrafındaki insanlara ve olaylara şüpheci yaklaşırlar. Güvenlerini bozan gerçekler ruhsal travma
nedenidir çünkü. Panik atak da sık görülen bir tablodur...
Temel korkuları dar alanda kalmaktır (klostrofobi). Öfke duygusuna karşı çok hassastırlar.
Öfkelenmemek ve gerilmemek için saygıya önem verirler. Saygı görebilmek için yaşarlar. Bunun için
dış görünümlerine büyük önem gösterirler. Toplumda dikkat çekici olmaya çalışırlar. İmaj onlar için
çok önemlidir. Saçları, tırnakları, aksesuvarları ve kıyafetleri, arabaları özenle seçilmiştir. Temeldeki
duygu, insanlardan farklı görünüp saygı uyandırmaktır. Bu güven duygusu ile kimsenin onları
kızdırmaya hakları yokmuş gibi davranırlar. Dar alanda kalamama duygusu ise kendi içlerindeki
gerilimden kaynaklanır. Daha fazla gerilmeye ve daralmaya tahammülleri yoktur, dayanamazlar. Öfke
onları yer bitirir.
Yaşam içinde öfke kaynaklı duygusal çatışmalar ve gerilim yaşadıklarında üst bedenleri etkilenir.
Boyun-omuz-baş ağrıları her an kapılarını çalabilir. Gurur ve değişime direnç bu tabloyu daha da
ağırlaştırır.
Öfke kaynaklı duygusal ve ruhsal çatışmalar altında ezilen kişiler ise kendilerini salabilirler. Artık
farklı bir imaja gerek yoktur. Ne yazık ki bu durumdaki insanlar öfkelenmemek adına, "Hayır!"
diyemezler. Tatsızlık çıkmasın diye herkesin istediğini gerçekleştirmeye çalışırlar. Sonuçta
kendilerine öfkelenip, hayatlarını bir cendereye sokarlar.
Üst beden, sırt kısmı sık sık tamamen kasılıp kalır. Omurga eğrilikleri başlamıştır. Fibromiyalji
tablosuna sık rastlanabilir. Karaciğer ve safrakesesi ile ilgili sorunlar yaşarlar.
Ana sorunları takıntılı olmaları ve her şeyi kendilerine dert etmeleridir. Bu yüzden en çok etkilenen
organları dalak ve pankreastır. Kendi zevklerini ikinci plana bırakırlar. Başkalarının zevkleri ve
takdir etmesi daha önemlidir onların kendilerini güvende hissetmeleri için. Etraflarından çok
etkilenirler. Takıntılarının nedeni de budur. Hayattan tat almakta güçlük çekerler. Sindirim
sistemlerinden sürekli şikâyetçidirler. Ödem tutmaya müsaittirler. Metabolizmaları yavaşlamaya
eğilimlidir. Kilo problemleri yaşarlar. "Su içsem yarıyor!" derler.
Hayatlarında yaşadıkları duygusal çatışma ve kriz anlarında kişiliklerini iyiden iyiye kaybederler.
Bu safhada ne derseniz yapabilecek hale gelirler. Maskeli depresyon tablosu sık görülür.
Temel korkuları yalnız kalmaktır. İlgili duygu üzüntüdür. Üzülmeye karşı çok hassastırlar.
Üzülmemek ve yalnız kalmamak adına insanlara karşı çok seçicidirler. Dalak tipinin aksine kimseyle
kolay kolay samimi olmazlar. Yoğurdu üfleyerek yerler adeta. Buna karşılık seçtiği ve beraber
olmaya karar verdikleri insanlardan kopamazlar. Güvendikleri ailelerine çok düşkün olurlar.
Kararlarını zor ama tam verirler. Amaç hep aynıdır: sonradan üzülmemek ve yalnız kalmamak.
Bu tip insanlar realitelere pek fazla önem vermezler. Kurallara önem vermek istemezler.
Toplumdışı davranışlar sergilerler. Farklı imaj çizerler. Dövme gibi uygulamalara bayılırlar.
Hastalıkların oluşumu asıl olarak bilinçaltı denen o karanlık alanda başlar demiştik... Bilinç
alanından çok daha farklı, çok daha gizemli bir bölgedir burası. Karanlık ve gölgeliktir ama
neredeyse bütün ana kayıtların tutulduğu yerdir. Burası bir yandan otonom sistemin (otomatik pilot)
sağlıklı çalışmasını idare ederken, perde arkasından bizi de yönetmeye devam eder ama biz bunun
farkına varmayız. Yaşamımızda çekim alanımıza giren rezonansların ana kaynağı bu alandır. Bilinç,
bilinçaltına göre rol alır. Beynimizin yüzde 85'i bilinçaltının idaresi altındadır.
Her şeyin nedeni aslında biziz. Sorunlarımızın kaynağını bilinçaltımızda ve DNA kayıtlarımızda
aramalıyız. Ancak bu bilince varabilmek, kolay bir şey değildir... Bunu algılayabilmek için
farkındalığımızı geliştirmemiz gerekir. Aksi halde, bilinçaltının karanlık denizindeki izler sessizce ve
sinsi sinsi hayatımızı yönetir, bizi hastalıklarla karşı karşıya getirir, baş başa bırakır.
Aşağıda anlatacağım örnek, asıl yönetici olan bilinçaltının olayları nasıl kaydettiğine ve bu
kayıtlarla hayatımızı nasıl yönettiğine dair önemli ipuçları veriyor.
Gizemli arşiv: amigdala ve gyrus cinguli
Bilinçaltı kayıtları beynimizin amigdala ve gyrus cinguli denen bölgelerinde hafızaya alınır.
Amigdala denen bölge tehlikeyle ya da tehditle karşı karşıya kaldığımız durumlara karşı tarayıcı
görevini yapan bir ünitedir. Korku anında "dopamin" hormonu salgılayarak fonksiyonel tepkileri
başlatır.
Araştırmalar korku derecesinin, amigdalada depolanan dopamin miktarı ile doğru orantılı olduğunu
gösteriyor.
Amigdala ile birlikte korku anlarında rol alan gyrus cinguli denen bir bölge daha vardır.
Acı ve tatlı anılar gerektiğinde kullanılmak üzere burada fotoğraflanıp depolanır. Amigdala ve gyrus
cinguli karşılıklı etkileşim içindedir. Bu karşılıklı etkileşim ne kadar yoğun olursa korkunun şiddeti
de o kadar azalır.
Olay anında çekilmiş fotoğraf hafızaya kazınır...
Bilinçaltının bu bölgesindeki kayıtlara aslında olay anında çekilmiş fotoğraflar da diyebiliriz.
Duygusal çatışma anında, fotoğraf karesine giren her türlü obje, renk vs. ileride o olayı hatırlatacak
unsurları içerir. Ayrıca olay anındaki sesler, kokular, tatlar, dokunuşlar da hafızaya kaydolur.
Yaşadığımız sürece bu imgeleri hatırlatacak her türlü etki, ilgili duygusal çatışmayı harekete geçirir.
Etki gelir gelmez biz hemen olay anının ilk olduğu duygulanım durumu içine gireriz. Bu duruma
girmemiz aslında hangi yaşta olursak olalım, ilgili duygusal çatışmayla rezonansa girdiğimizi gösterir.
Röportajın devamında çok ilginç bilgiler veriyordu tenor. Uzun süreli psikanaliz çalışmalarına
katılmıştı ve kapsamlı bir duygusal analizden geçmişti...
Bütün bu kapsamlı bilinçaltı kazılarının sonucunda da neden kesik karpuz görmekten bu kadar nefret
ettiği ortaya çıkmıştı.
Aslında kesik karpuz görüntüsü ile onun annesinden ayrılışı arasında çok yakın bir bağ vardı.
Küçük yaşlarda babasını kaybeden sanatçının annesi, maddi yetersizlik yüzünden iki oğlundan
birini ablasına teslim etme kararını alır. Ablası bu teklifi bir şartla kabul eder, çocuk tamamen kendi
himayesi altında olacaktır ve onu sadece kendi yetiştirecek, çocuğun manevi annesi sayılacaktır.
Annesi bu şartları kabul eder, ancak bunu oğluna söyleyemez. Çocuk iyiden iyiye annesinden ve
kardeşinden ayrılacağını hissetmeye başlar...
Günler geçer ve nihayet çocuğun teyzesine, yeni hayatına teslim günü gelir. Teyzesinin evine
geldiklerinde, bütün aile ayrılmadan önce bir müddet beraberce masanın etrafında otururlar. Sonunda
ayrılık vakti gelir çatar. Annesi ve kardeşine son kez sarılan çocuk ayrılırken, uzun süre arkalarından
bakıp için için ağlar. Bu yaşananlar çocuğun bilinçaltındaki fotoğraf makinesi tarafından kare kare
kayıtlara girer.
Bu trajik karelerin içinde masada çok önemli bir detay yer almıştır: Kocaman bir tabakta duran
kırmızı, dilimlenmiş bir karpuz... İşte bu görüntü, çocuğun, yani ünlü tenorun silinmez bir biçimde
bilinçaltı kayıtlarına yerleşir. O günden sonra, ne zaman kırmızı, dilimlenmiş bir karpuz tabağı görse,
bilinçaltında o yaşadığı travmatik an yeniden canlanır. Her seferinde içini derin bir hüzün kapladığı
için farkında olmadan karpuza düşman olmuştur...
Duygusal çatışmalar organlara ağır baskılar yapar...
Hangi duygunun hangi organla rezonansa girdiğini önceden anlatmıştık. Duygusal çatışmalar önce
beyine yansır. Bu çatışmanın frekansları beyindeki ilgili alanla rezonansa girer. Dolayısıyla
beynimizdeki bu alan duygusal çatışmadan ilkönce etkilenir. Hadisenin ana merkez üssü burasıdır.
Beynimizin etkilenmesiyle birlikte ilgili organ ve psikolojimiz eşzamanlı reaksiyon gösterir. Bu
durumda beynimizin söz konusu duygunun bağlı olduğu organı hakkıyla, gereği gibi yönetememe,
koruyamama, isteklerine cevap verememesi gibi problemler ortaya çıkar. Özetle, organı yöneten
beyin bölgesi ile organ arasında zorlanmaya bağlı bir iletişim sorunu oluşur. Otokontrol sekteye
uğramıştır. Bu durumda, kişi benzer hatırlatıcı imgelerle ya da olaylarla karşılaştıkça, sürekli
uyarılan ilgili organdaki hücreler, zamanla zorlanarak enerjilerini kaybetmeye başlarlar. İlgili organın
bu zor şartlarda görevini devam ettirebilmesi için izleyeceği tek bir yol kalır: hücresel çoğalma veya
hücresel yıkım.
Örneğin sempatik aktivasyona giren akciğerler, beyin sapı kontrolü altında olduğundan hücre artışı
meydana gelir. Buna karşılık aynı sempatik aktivasyon karşısında, kemikler büyük beynin kontrolü
altında olduğundan hücrede yıkım gelişir. Sonuçta stres anında akciğerler daha fazla oksijen için
hücre artışına giderken, kemiklerde aşırı kalsiyum ihtiyacına bağlı kemik erimesi (osteoporoz)
meydana gelir. Doğal olarak vagotonik faza geçilemediğinde, organın hastalanması kaçınılmazdır.
Yaşanan duygusal çatışmanın yeri ve derecesine göre olay kanser hücresi veya ülser oluşumuna kadar
gidebilir.
Güçlü bünyelerde semptomatik seyreden bu durum, zamanla kronikleşme tablosuna neden olur. Bu
durumda ilgili organın görevini yerine getirebilmesi için iş hekimlerin dışarıdan takviye için
verdikleri ilaçlara kalır. Duygusal çatışma giderilemediğinde ilacın dozu gitgide artar. Zamanla organ
görevini sadece dış takviyeyle, yani ilaçlarla yapacak hale gelir ve tembelleşir. Sonuçta hasta ömür
boyu ilaca mahkûm olur. Kısacası hastalık o kişinin kaderi haline gelir. Böylece ruhsal tekâmülümüz
iyice zora girer.
Diyelim ki çocuk aile içindeki çatışmalardan dolayı içsel bir öfke geliştirmiş... Güven ortamını
kaybeden bu çocuk tepkisini hiperaktif davranışlarla gösterir. Bazen ani kusmalar, karın ağrıları ya da
alerjik tepkiler oluşur. Bütün bunlar aileleri korkutup hekime gitmeye zorlar. Sonuçta hekimler de
olaya ilaçlarla müdahale ederler. Sürekli boğaz enfeksiyonu geçiren bir çocuğun, her seferinde
antibiyotik kullanmak zorunda bırakılması sistemi sempatik aktivasyonda tutarak problemi daha da
vahim hale getirir. Benzer şekilde hiperaktif kişilik ya da davranış bozukluğu teşhisi konulan
çocuklara bugün son derece toksik özelliklere sahip ilaçlar verilebiliyor. Ritalin bu ilaçlardan sadece
bir tanesi. İlacı alan çocuk duyarlılıklarını kaybeder ve sakin bir görünüm sergiler. Ancak zihinsel
fonksiyonları ciddi şekilde baltalanır. Sırf sakin kalsın diye çocukların beyni tahrip edilmektedir.
Ritalin grubu ilaçların beyinde "atrofi"ye (yani normal büyüklükteki bir vücudun, organın, dokunun ya
da hücrenin sonradan küçülmesi) neden olduğu bilimsel olarak kanıtlandı. Yine de bu tür ilaçlar, hâlâ
ilk tercih edilen ilaçlar ne yazık ki. Öğretmelerin de sınıftaki uyumu bozdukları gerekçesiyle
hiperaktivite belirtileri gösteren çocuklarda aynı sürece uymaları ve bu ilaçların kullanımını uygun
görmeleri bir başka gerçeklik... Aileler çaresiz ve olaya sadece izleyici olabiliyorlar, bundan öteye
geçemiyorlar... Oysa çocukluk döneminde tedavi son derece basit...
Peki, ilk yapılması gereken nedir? Elbette ilk yapılması gereken öncelikle bilinçaltındaki duygusal
çatışmayı gidermek. Dediğimiz gibi çocukların iyileşmesi yaşlılara göre çok daha kolaydır. İnsan yaş
aldıkça duygusal çatışmaya ait imgeler üst üste biner. Çocuklar son derece masumdur ve aile
ortamındaki frekanslardan çok çabuk etkilenirler. Çocuğa hiçbir şey söylemenize gerek yoktur.
Ortamda anne ve babanın yaydığı frekanslar olduğu gibi çocuğu etkiler. Olumlu frekanslar (huzur,
sevgi) çocuk üzerinde pozitif etki yaparken, olumsuz frekanslar (tartışma, endişe verici durumlar,
korku vs.) negatif etki yapar.
Çocuk olayları çok düz algılar. İyi ya da kötü! Algılayabildiği için de izah edemediği korku, öfke,
üzüntü gibi duygular yaşar.
Çocuklar unutmaz...
Bu durum zamanla çocuğun davranışlarına yansır. Böyle bir durumda sık görülen tablolardan biri
ailelerin kendilerini tamamen masum olarak görmeleri ve göstermeleridir. Aileler 6 ay ya da 1 yıl
önce meydana gelen travmatik duygusal çatışma nedenini çoktan unutmuşlardır, ancak çocuk
unutmamıştır. Çocuk olay anını kayda aldığından her an tekrar olacakmış gibi tavır alır (amigdala).
Bizler yaşımız gereği kavgalarımızı ve kavga esnasında sarf ettiğimiz kelimeleri önemsemeyip
kolayca unuturuz ama çocuklar unutmaz. Olayı travmatik bir durum olarak bilinçaltına kaydederler.
Haliyle aileler çocuğun davranış bozukluklarının bu tür travmatik olayların birikiminden
kaynaklandığını algılayamaz. Çocuğun sıra dışı duygusal tepkilerinin nedeni bir sır olarak kalır.
Görüntüde sadece hiperaktif bir çocuk, kişilik bozukluğu, alerjik tepkiler ya da geçmeyen boğaz
enfeksiyonları vardır... Oysa altında çocuğun hissettiği derin bir çözümsüzlük, hatta bazen suçluluk
duygusu yatar.
Yaş ilerledikçe ilaçlarla yaşamı sürdüren ağrılı hastaların tedavisi bu nedenle çok daha güç hale
gelir. İlaçlarla ayakta duran bir sistemin ilaçlardan kurtulması da güçleşir. Kişiler güven içinde
yaşayabilmek için öz benliklerinden çoktan uzaklaşmış, kendilerine sahte dünyalar oluşturmuşlardır.
Evrensel biyolojik yasalardan iyice uzaklaşıp, hayatta kalabilme mücadelesi verir hale gelmişlerdir.
Artık ruhsal tekâmülden bahsetmek çok zordur...
Gençlerimize özen göstermeli, onlara doğru yaklaşmalıyız. Korkutarak çocuk yetiştirme tarzı ya da
çocuğa aşırı duygusal yaklaşmak, gençlerimizin kendilerine olan güvenini yok ediyor. Kendi düşünce
kalıplarımızı zorla gençlerimize aşılamaktan vazgeçmeliyiz. "Büyüklerini sayacaksın, küçüklerini
seveceksin"den önce insanın önce kendini sevmesi aşılanmalı. Bunun bencillik değil, evrensel
biyolojik bir yasa olduğu beyinlerine yerleştirilmeli. Çocuklar hayır diyebilmelidir. Ancak bu
olduğunda, sağlıklı bir toplum olmaktan söz edebiliriz.
İnsanlar aslında bilinçaltındaki çatışmaların sinyallerini sürekli verirler. Giydikleri kıyafetler, yüz
ifadeleri, göz hareketleri, konuşurken ağızlarından çıkan kelimeler, seçtikleri renkler, dinledikleri
müzikler bilinçaltını ele verir.
Yeniçağ tıbbının en büyük hedeflerinden biri bilinçaltına ulaşmaktır. Artık hekimlerin ruh-zihin-
beden senkronizasyonuna eğilmeleri kaçınılmaz bir durum. Aksi takdirde insanlar, bilinçaltımıza
yönelen hekim dışı şifacıların emellerine alet olabilir. Şarlatanlara kazanç kapısı açılır. Tuhaf
örgütlerin elemanı haline gelebilirler. Neticede birçok insan, özellikle aileler bundan ciddi zarar
görebilir... Görüyor da...
Newton fiziği kanunlarına göre uygulanan, salt fiziksel beden hekimliğine dur denmeli artık. Bu
hekimlik türü, yerini kuantum fiziği temellerine dayanan ruh-zihin-fiziksel beden hekimliğine
bırakmalı. Yeniçağ tıbbının yegâne hedefi budur. Amaç her zaman ruhsal gelişimi sağlamak veya
desteklemek olmalıdır.
1. Ruhsal bağlantı
2. Doğruluk ve dürüstlük
3. Bağımlı olmamak
4. Tanrı'yı oynamamak
5. Ödüllendirme ve cezalandırma
1. Ruhsal bağlantı:
Çocuk öncelikle kendini sevmeyi ve kendisinin çok değerli olduğunu öğrenmeli dedik. Yaradan'ın
gücünün sevgi enerjisi olduğunu ve bu güce bağlanabilmek için tek yolun sevgi olduğunu anlamalı...
Eğer çocuklarımıza öncelikle kendilerini sevmeyi öğretirsek, Yaradan'ın sevgi enerjisiyle sürekli
bağlantıda kalmalarını sağlarız. Böylece ruhsal bilinç gelişimi için gerekli ana şart yerine gelmiş
olur.
Aksi takdirde, çocuk sevgi enerjisini etrafındaki insanlardan almak için çabalayacaktır. Etrafındaki
insanlar da ruhsal bilinç gelişimi eğitiminde oldukları için koşulsuz sevgi veremez. Annemiz bile
belli bir yere kadar koşulsuz sevgi verebilir. Sevgi alabilme uğruna hayal kırıklıkları ve kalp
kırıklıkları oluşur. Nefret duyguları sevgi kanalımızı, kalbimizi daraltır. Bazen de kalbimizi kapatma
riski ile karşı karşıya kalabiliriz. Etrafımızdaki insanlardan sevgi enerjisi alabilmek için onların
istediği bir kişiliğe dönüşmek zorunda kalabiliriz. Bu da bizi bizden uzaklaştırır ve ruhsal
tekâmülümüzü olumsuz etkiler.
2. Doğruluk ve dürüstlük:
Çocuklarımıza daima doğruları söylemeliyiz. Dürüst olmalıyız. Söz verdiğimiz her şeyi yerine
getirmeliyiz. "Onun iyiliği için yapıyorum" düşüncesi bile ileride telafisi güç sonuçlara yol açabilir.
Ruhsal bilinç gelişimi için en önemli gerçeklerden biri "güven" duymaktır. Çocuk gelişip
olgunlaştıktan sonra ise öncelikle evrene ve Yaradanına güvenmeyi öğrenmelidir. Ancak bu geçiş
sadece doğruluk ve dürüstlük bilincinde yetişmiş çocuklarda mümkündür. Ailenin bu geçişi sağlama
konusundaki becerisi çok önemli. Ancak kendine güvenen çocuk hayatın zorluklarıyla baş edebilir.
Aksi takdirde ruhsal bilinç gelişimini olumsuz etkilemiş oluruz.
Çok yanlış bir düşünce kalıbı olan ve sık kullanılan, "Bu zamanda babana bile güvenmeyeceksin"
sözü, çocuğun ileriki yaşamında ciddi sıkıntılar yaşamasına neden olacaktır. Bu ve benzeri güven
kırıcı düşünce kalıplarından uzak durmalıyız.
3. Bağımlı olmamak:
Çocuklarımızı asla kendimize bağımlı yetiştirmemeliyiz. Onları belirli bir süre sonra kendi
kendilerine yetecek, özgüven sahibi bireyler haline getirmeliyiz. Onlara kendimize bağımlı olacak
şekilde davranmamalıyız.
Bağımlılık oluşturabilmenin en kolay yolu korkutmaktır. Çocukları bağımlı kılmak çok kolaydır.
Aile bireyleri olarak kendi korkularımızı çocuklara aşılamamalıyız. Kontrollü baskı en doğrusudur.
Ne çok sıkmalıyız ne de aşırı serbest bırakmalıyız. Zamanı geldiğinde de tek başına hayatı
sürdürebilmesi için yardımcı olmalıyız. Erkek veya kız çocuk için bu durum farklı olmamalı.
Korku sevginin düşmanıdır. Asla ve asla eğitimde korkutma yöntemine başvurmayalım. Korku
duygusallığa veya duygusuzluğa neden olur ve konsantrasyonu bozar. Duygularımız sadece
düşüncelerimizin yol göstericisi olmalı. Sonuçta çocuklarımızı korkutarak yetiştirirsek, kendi kendine
düşünemeyen, kararsız çocuklar yetiştirmiş oluruz. Bu da onların ruhsal bilinç gelişimini durdurur.
4. Tanrı'yı oynamamak:
Çocuklarımızı yetiştirirken güvenlik uğruna çocuğun yerine bazı kararlar alıp onun yapması
gerekenleri yapmamalıyız. Beceremediği zaman azarlayıp cezalandırmamalıyız. Ebeveynler
genellikle kendi çocukluk dönemlerinde ya da hayatlarında olumsuz etkilendikleri ve rahatsız
oldukları konularda çok hassas davranırlar. Çocuklarının aynı sıkıntıları yaşamamasını isterler.
Yaptıklarının sadece onların iyiliği için olduğunu düşünürler. Bu nedenle çocuğun yapması ve
öğrenmesi gereken her şeyi üstlenirler. Bu tutum çocukların da işlerine gelir. Ancak sonuçta bu
davranış şekli yazık ki gerçek hayatlarında büyük sıkıntılar yaşamalarına yol açar. Arkadaşlıklarında,
evliliklerinde, iş hayatlarında yaşadıkları sıkıntının çoğu buradan kaynaklanır. Sonuçta kendi
kişilikleri yerine yine farklı farklı kişilikleri sahneye koymak zorunda kalırlar.
5. Ödüllendirme ve cezalandırma:
Çocukların eğitiminde mutlaka onları ödüllendirmeli veya cezalandırmalıyız. Ancak her ikisinin de
ölçüsünü iyi ayarlamalıyız. Nasıl aşırı ödüllendirme doğru değilse, aşırı cezalandırma da aynı
şekilde çok sakıncalıdır. Ancak çocukların motive olmaları ve teşvik edilmeleri ruhsal gelişimleri
açısından çok önemlidir. Çocuğun yaşamak için bir amacı olmalıdır. Bu durum onlarda,
sahiplenildikleri ve önemli oldukları düşüncesini oluşturur. Bu da ruhsal gelişim açısından çok
önemli bir konudur.
Belki çoğunuz, "Biz bunu zaten yapıyoruz" diyebilir. Ancak Türkiye'de gerçekler ne yazık ki böyle
değil. Okul eğitimi daha ilkokuldan itibaren üniversite sınavlarına hazırlık koşusu şeklinde
yürütülüyor. Erken yaşta bilgi bombardımanına maruz kalan çocuklar bunalıma giriyor. Daha küçük
yaşlarda yarışmak zorunda bırakılıyor. Bazı duyarlı aileler buna rağmen maddi güçleri elverdiğince
çocuğun kabiliyet ve yaratıcılığı doğrultusunda girişimlerde bulunuyor. Ancak çocuk her iki görevi
birden karşılamakta ciddi sorun yaşıyor. Sonuçta yetişkin hale gelen çocuklar kendi özelliklerini
tanıyamadan hayata atılmak zorunda kalıyorlar. Sevmedikleri bir alanda para kazanmaya çabalamak
zorunda kalıyorlar. Hangi alana eğilmeleri gerektiğini de çözemiyorlar.
6. bölüm
Elektromanyetik alanlar ve ilgili hastalıklar...
Yunus Emre'nin, "Kendini bilen Rabbini bilir" sözünü unutmayalım. Kendimizi, kendimizi oluşturan
sistemi iyi tanıyalım ki âlemleri de, bizi yaratan Rabbi de tanıyalım.
Her elektromanyetik alan bedenin bir başka bölgesiyle rezonansa girer ve o bölgedeki organları
etkiler. Şimdi biraz daha açalım bu alanları.
Sonuçta birçok hedef organ gereksiz yere üst performansta çalışmak zorunda kalır. Organlar
yetişemedikleri durumlarda hücre çoğalmasına veya hücre yıkımına giderler. Bazı organların
hücreleri harap olur. Bu tamamen biyolojik bir süreç. Ancak bir tükenişin sonucu. Hastalıklar bu
safhadan sonra başlar. Duygusal çatışmaların şekline ve derecesine göre hastalıklar oluşur.
Örneğin MS (Multipl Skleroz) bu alana ait bir hastalıktır. Güvenememe ve yoğun stres sonucu
hayata yetişememe ve tutunamama söz konusudur. Sebep, hareket edememe ya da yaşadığı travmalar
sonucu hareket etmeyi istememektir.
Kan hastalıklarını oluşturan temel duygusal çatışma ise kendine güvensizlik kaynaklıdır. Stres
hormonlarının aşırı salgılanması sonucu hedef organlar zarar görür. Örneğin insülin pankreas,
prolaktin meme ve üreme sistemi, tiroksin tiroit bezleri, kortizol böbrek ve karaciğerle etkileşime
girer.
Özellikle korku ve endişelere neden olan cinsel kaynaklı hayal kırıklıkları, kaybetme korkusu,
üremeyle ilgili çatışmalar, geçmişi bırakamama ve bağımlılık problemleri bu alanla rezonansa girer.
Lenf sistemini olumsuz etkileyen duygusal çatışma ise yine değersizlikle ilgili sorunlardır.
Sindirim sistemini etkileyen duygusal çatışma ise hazmedememektir. Parasız kalmaya yönelik duygu
çatışmaları ya da rütbe kaybı sonucu gelişen öfkeler karaciğeri ciddi şekilde yorar. Karaciğer,
sorunlarını karşılayabilmek adına hücre çoğalmasına gider. Bu durumda en sık gördüğümüz olgu
kolesterol yükselmesidir. Kolesterol düşürücü ilaç aldığımızda, o ilaç da karaciğeri ilaveten yorar.
Bu şekilde kolesterol zorunlu olarak düşürülse de karaciğer daha da zorlanır. Bu yanlışı düzeltmek
için öncelikle karaciğerin duygusal yükünü hafifletmek gerekir. Karaciğer detoksu yaparken, elbette
asıl önemli olan ilgili duygusal çatışmayı bulup ortadan kaldırmaktır. Bu ikisi bütüncül tıp açısından
çok önemli...
Mevki ya da rütbe kayıplarına bağlı gelişen öfke problemleri ise doğrudan safrakesesini olumsuz
etkiler.
İsteksizlik, bir şeyleri istemeden yapmak pankreası yoruyor dedik. Kişi istemediği şeyleri yaptıkça
kendisini değersiz hissediyor, çünkü kendi değerini ortaya koyamadığını düşünüyor.
Özellikle otoriter insanların sevgi alışverişinde büyük sıkıntıları var. Otoritelerinden dolayı doğal
olamadıklarından, kendi özlerini sahneye koyamayan bu kişiler, evrensel sevgi enerjisiyle
beslenemezler. Böylece sevgi enerjisini dışarıdan temin etmek zorunda kalırlar. Kişi bu otorite
sayesinde sevgi ve saygı görür. Otoriteyi kaybettiklerini hissettiklerinde iniş süreci başlar. Dışarıdan
sevgi alışverişini bozan bu durum koronerlerde ciddi hasara yol açar. Mevki kaybı korkusu bu olguda
ciddi rol oynar. Rütbe ve otoriteyle sevgi aldığını zanneden insanlar böylece büyük risk altına girer.
Kalp kırıklıkları, hayal kırıklıkları, nefret duyguları, kalp alanımızı ve dolayısıyla akciğerlerimizi de
olumsuz etkiler.
Özellikle akciğerleri olumsuz etkileyen duygusal çatışma; ölüm ve boğulma korkusudur. "Üzüntüden
verem oldu" derler eskiler. Eski Türk filmlerinde aşk acısı çekenlerin sık sık üzüntüden vereme
yakalandığını görürüz. Aslında çok da gerçekçi bir yaklaşımdır bu. Gerçekten aşırı üzüntü ve ölüm
korkusu akciğerlerde fazla uyarıma neden olur. Akciğerler de daha fazla oksijen üretmek için hücre
artışına girer.
Bağışıklık sisteminden sorumlu timüs bezimiz de bu alanla rezonansa girer. Bağışıklık sistemini
ikinci plana iten sempatik aktivasyon durumu, regülasyon amacıyla timüs bezini zorlar.
Buna karşılık süt kanalını olumsuz etkileyen duygusal çatışma, sevdiğinden ani şekilde ayrılma veya
koparılma olgusudur. Burada da partner ayrılığı sağ memeyi, anne ya da çocuktan ayrılma sol memeyi
etkiler.
Kulak yolu enfeksiyonları da bu durumdan nasibini alır elbette. Duymak istememe duygusu ise ilave
blokaj sebebidir. Hayatımızda yaşadığımız şok durumları, boğaz yollarını ciddi şekilde etkileyip
blokaja neden olur.
Tiroit bezini de olumsuz etkileyen beşinci elektromanyetik alan blokajlarında ana duygusal çatışma
ise bir şeye zamanında sahip olamamak veya bir şeyden zamanında kurtulamamaktır. İfade edemeyip
yutkunmak zorunda kalınca tiroit bezi bloke olur. Oluşan blokaj, az veya çok tiroit bezinin çalışma
şeklinde fonksiyon bozukluklarına yol açar. İlgili duygusal çatışma çözüldüğünde ise her zaman
olduğu gibi oto-regülasyon sistemi devreye girer. Vagotoni fazını (gevşeme, dinginlik evresi) başlatan
bu duygusal çözülme tiroit bezlerinin fonksiyonlarını normale çevirir. Tiroit bezinde oluşan
nodüllerin de sebebi yine aynıdır. Nodülün kanserleşme eğilimi sadece duygusal çatışmanın devamı
halinde söz konusudur. Günümüz modern tıbbı bu nodüllerin kanserleşme riskinden dolayı cerrahi
olarak alınmasından yanadır. Oysa ilgili duygusal çatışma ortadan kalktığında nodüller hiçbir zarar
vermez.
Bir insanın kendini ve gerçekleri doğru ifade etmesi evrensel yasaların getirdiği bir zorunluluktur.
Bu öğretiyi kabul etmek zorundayız. Yeniçağ tıbbının amacı ruhsal tekâmülümüzü son nefesimize
kadar sürdürebilmektir. O nedenle hormonal bezlerimizi yok etmek değil, onları olumsuz etkileyen
ruhsal ve duygusal çatışmaları yok etmek esas olmalıdır.
Diğer taraftan ilaçlarla tiroit fonksiyonlarını takviye etmeye çalışmak, ilgili organın gitgide daha da
tembelleşmesine neden olur. Zamanla ilacın dozunu daha da artırmak zorunda kalırız. Ancak duygusal
çatışmaların ortadan kaldırılmasıyla birlikte otokontrolü kendi tiroit bezimize bırakabilmemiz söz
konusudur. Aldığımız tıbbi destek bu yönde olmalıdır.
Özellikle migren, modern tıp tarafından tedavisi olmayan bir hastalık gibi görülse de, ilgili
duygusal çatışma giderildiğinde tamamen iyileşir. Mükemmeliyetçiliğin ve migrenin altındaki temel
duygu kendini güvende hissetme ihtiyacıdır. Kişi mükemmeliyetçilik sayesinde kendini güvende
hissediyordur. Hayatımızı oluşturan duygu ve düşüncelerimizi "normda" tutmayı öğrenmemiz
gerekiyor. Aksi takdirde evrenin geribildirimi geç kalmaz.
Anne ve baba arasında kalmak omurga eğriliklerine (skolyoz) yol açar demiştik. Baba sağ tarafa,
anne ise sol tarafa çeker. Sonuçta eğrilme meydana gelir. Bütün bunlar enerji seviyesinde
gerçekleşmektedir.
Aşırı gurur ve değişime direnç göstermek boyun bölgesini olumsuz etkiler. Şiddetli boyun ağrıları,
HWS (Hay-Wells Sendromu) ya da fıtık oluşumunun nedeni budur. Buradaki direnç, en ufak
zorlamalarda dahi anatominin bozulmasına yol açabilir. Kasların sürekli kasılmasını, kayalara çarpan
dalgalara benzetebiliriz. Sürekli kasılmaya eğilimli kaslar zamanla kemiklerde ve kıkırdak dokusunda
hasara yol açar. Kasları spazma sokan sebepleri ortadan kaldırmadan sadece anatomik bozukluk ile
ilgilenirseniz, daha büyük zararlara yol açabilirsiniz. En azından nüksetmesine yol açarsınız. Çünkü
ana kaynak kurumamıştır. Bu kaynak da duygusal ve ruhsal çatışmalarımızda aranmalıdır. Kaynağın
çıkış noktası aşırı gerilim, öfke birikimleri, gurur ve değişime direnç göstermektir. Ameliyat olmakla
bu durumdan kurtulamazsınız.
Başkasının sorumluluğunu aşırı yüklendiğiniz zaman bel ve kalçalara aşırı yük biner. Günlük
hayatta yaşadığımız endişeler bel bölgesine yansır. Bu da bel ağrılarına veya bel hastalıklarına (LWS,
diskal herniasyon, stenoz, artrit, artroz gibi...) neden olur.
İlgili omurgalar duygusal çatışmalar nedeniyle bloke olduklarından evrensel enerjiyle yeterince
beslenemezler. Bu nedenle bu bölgelerde aşırı kas spazmı gelişir. Gerilim ve stresler hayatımızın
parçası olur ve omurgalar gitgide beslenemez hale gelir. Zamanla bölgedeki oluşumlarda (kemik,
kıkırdak vs.) anatomik değişiklikler olur. Sonuçta en ufak bir ağırlık ya da ters pozisyon bile fıtık
veya omurga kaymalarına neden olabilir. "Nasıl oluyor da duygular fıtık sebebi oluyor?" diye
sorarsanız, cevap budur.
Sempatik uyarıma bağlı olarak gelişen kalsiyum, magnezyum ihtiyaçları da buralardaki kemiklerden
yoğun olarak karşılanır. Zamanla osteoporoz gelişir.
Endişeler, kaygılar, hedeflerini gerçekleştirememe korkusu dizlerde ağrı ve sıkıntılara yol açar...
Eskiler, "Korkudan dizlerimin bağı çözüldü!" derler. Doğrudur, endişe ve korkular dizlerle rezonansa
girer. İlgili duygusal çatışma düzeldiğinde dizler sağlıklı beslenmeye ve kendini onarmaya başlar.
Özellikle çocuk isteme konusunda duygusal çatışma yaşayan kadınlarda miyom oluşumu sık görülür.
Bu durumda rahim kas dokusu kendini EBD etkisiyle geliştirmeye çalışır.
Cinsel sorunlarla karşı karşıya olan kişiler bir savunma mekanizması olarak kendilerini güvende
hissetmek için kadınlıklarını reddederler. Cinsel ilişkiye girmekten sakınırlar. Ya da istemeyerek
ilişkiye girerler. Bu şekilde yaşanan bir ilişki, rahim problemlerinin önünü açar.
Evrensel frekanslara, evrensel yasalara uyarsak sağlıklı oluruz. Aksi takdirde, bedenimizde oluşan
birtakım rahatsızlıklar sonucu kronik hastalıklar meydana gelir.
Elektromanyetik alanların genel özellikleri...
Birinci elektromanyetik alan
Renk: kırmızı
Mantra: LAM
Hayata güven, kabullenme, kendini güvende hissetme bu alanın doğru ve dengeli çalıştığının
göstergesidir. Evrenden aldığımız kozmik enerjiyi topraklamamız gerekir. İnsan bedeni evrensel
enerji akışına izin veren bir yapıdadır. Topraklama sisteminde sıkıntı yaşadığımızda, negatif enerjiler
üzerimizde kalır ve blokajlara neden olur. Hayat bize enerjinin engelsiz akmasını öğretmeye çalışır.
Birinci ve yedinci elektromanyetik alan birbirlerini bu yönde tamamlayıcı şekilde çalışır. Bazı
insanlar güvensizlik nedeniyle topraklamayı keserken, kozmik alanla kendini dengelemeye çalışır.
Ancak bu çok zor bir durumdur. Çevreleriyle büyük iletişim problemleri yaşarlar.
Hayata güveni bize ilk sağlayan kişi annedir... Anne yelken, baba suyun altındaki dengeleyici
uzantıdır.
Hele anne ve baba ayrılırsa, problem daha da belirgin hale gelir. Bu durumda bağımlılık daha da
şiddetlenir.
İki ayağımızla yere sağlam basmayı öğrenmek evrensel bir yasadır. Sisteme güvenimiz böylece
sağlanır. Gerçek kişilik budur. Nazım Hikmet'in şiirinde söylediği gibi, "bir ağaç gibi tek ve hür, bir
orman gibi kardeşçesine" yaşamayı öğrenmek böyle olur ancak.
Bu bölge yaşam arzusundan sorumludur. Maddi bolluk, ilişkilerde başarı, dengeli aile konumu,
mesleki başarı ve sağlığın temeli burada atılır. Hayata evet dememiz bu alanla bağlantılıdır.
Dengesizliği halinde:
• Siyatik, kalça, kuyruksokumu, bacak, diz, ayak problemleri
• Artrit, artroz, romatizmal hastalıklar, kemik ve kıkırdak hastalıkları, osteoporoz, kemik iliği
hastalıkları
• Kalınbağırsak problemleri, hemoroit, ishal, kabızlık
• Kan hastalıkları
• Sinir hasarlarıyla ilgili problemler
• Saç problemleri
• Burun şikâyetleri ve koku alma bozuklukları
• Aşırı tatlı yeme isteği
Bozulma sebebi:
• Ailelerdeki güven problemleri
• Ani iflaslar ve geçim sorunları
• Cinsel travmalar ve istismar
• Yoğun stres
• Suçluluk duyguları
• Kabullenememe
• Gelecek korkusu
• Güven sorunu
• Geçmişten gelen korkular
Özellikle sık kullanılan bir düşünce kalıbı: "Bu zamanda babana bile güvenmeyeceksin!"
Elementi: su
Frekans aralığı: 45-55 hertz
Mantra: VAM
Su elementi hareketliliği ve esnekliği simgeler. Hayat akışını sağlar. An içinde akmayı öğretir.
Şimdi, burada olmalıyız. Gerçek şimdidedir. Duygusallık bizi sert ve gerilimli yapar. Hayata esnek
bakmayı öğrenmeliyiz. Bu bir evrensel yasadır. Ağacın dalı ne kadar esnek olursa, rüzgârdan o kadar
az etkilenir.
Bu alanın ana teması üremedir. Sağlıklı üremek için bu alanın sağlıklı çalışması gerekir. Haliyle
cinsel arzu, istek ve libido yine bu alana girer.
Duygusallığımızı kontrol etmeye çalışırken, aşırı kontrolcü olmaktan uzak durmayı öğrenmeliyiz.
Aşırı kontrol bu alanı bozar. Ne kendimizi başkalarının kontrol etmesine fırsat vermeliyiz, ne de
kendimiz başkalarını aşırı kontrol altında tutmalıyız. Her şeyin aşırısı zarar verir. Duygularımız özgür
ve akış içinde olmalıdır. Bağımlı değil!
Dengesizliği halinde:
• Yaşamdan haz alamama, isteksizlik, keyif alamama, her şeyi vazifeymiş gibi yapma
• Esnek olamama
• Anı yaşayabilme yeteneğinde azalma, geçmişle bağlantıda kalma, birilerine bağımlı olma,
kopamama, eski geleneklere ve alışkanlıklara bağlılık
• Üreme ve cinsel organ problemleri, cinsel dengelerin bozulması
• Bel ağrıları
• Aşırı tuz isteği
• Dil problemleri ve tat alma sorunları
Üçüncü elektromanyetik alan
Elementi: ateş
Renk: sarı
Mantra: RAM
Dengesizliği halinde:
• Umut kaybı ve kendine güvensizlik
• Olumsuz düşünme eğilimi
• Yargılama
• Aşırı düşünme eğilimi
• Yaratıcı olamama
• İradeli olamama
• Öfke, kin, kıskançlık, hırs kontrolünü yapamama
• Hareket etme isteği ya da iş yapma arzusunun kaybolması, spor bile yapmak istememe
• Metabolizma yavaşlaması, kilo alma kolaylaşırken zayıflamanın zorlaşması (kilo problemi
yaşayan insanlar öncelikle bu alanı tedavi etmeliler.)
• Ekşi yeme isteğinde artış
• Görme duyusu ve gözün olumsuz etkilenmesi
Dördüncü elektromanyetik alan
Elementi: hava
Renk: yeşil/pembe
Mantra: YAM
Öncelikle kendimizi severek kalbimizi açık tutmayı öğrenmeliyiz bu alanda. Kendi ruhumuzla olan
ruhsal bağlantı bu alanda gerçekleşir. Bu alan sevginin merkezidir. Ben yerine biz duygusunu
kazandıran alandır. Küreselleşme ve bütünü düşünme bu alanın aktifleşmesiyle mümkündür. Kalpten
kalbe iletişimi sağlar. Açıklık, tolerans, hoşgörü, saygı bu alanın açık olmasıyla sağlanır. Koşulsuz
sevgiyi ve öncelikle kendimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Çünkü sevgi kendimizden başlar. Egodan
yüksek farkındalığa geçmek gerekir. Ruhumuzla senkronize olmayı öğrenmek zorundayızdır. Evrensel
sevgi alabilmemizin yegâne koşulu budur.
Elementi: eter
Frekans aralığı: 85-90 hertz
Renk: turkuvaz
Mantra: HAM
Gerçek duygu ve düşüncelerini doğru ve dürüst olarak ifade etme, akışkan konuşma ve hitap
yeteneği, etkileyici ses tonu, değişimi olumlu karşılama, his ve düşünce arasında iletici görev ve
dürüstlük bu alanın konularıdır.
Dengesizliği halinde:
• Kendi doğrularını, gerçekleri ve hislerini ifade edememe
• Karşısındakini üzmemek, kırmamak adına ya da korkudan dürüst olmama
• Tiroit fonksiyon bozuklukları
• Kulak-burun-boğaz hastalıkları
• Gurur, değişime direnç
• Baharatlı yeme arzusu, keskin kokulardan (benzin, tiner gibi) zevk alma duygusu
• Kulak ve işitme problemleri
Altıncı elektromanyetik alan
İfadesi: sezgi
Ruhsal dünya ile bağlantıyı sezgi kanalıyla hissedebilme, düaliteden (ikilik) kurtulma,
düşüncelerimizin huzura ermesi, telepatik yetenekler ve kendi yaşam görevini algılama bu alanın
konularıdır.
Dengesizliği halinde:
• Hipofiz veya hipotalamus salgılama sorunları
• Hormonal dengesizlikler
• Göz problemleri
• Sinüs şikâyetleri
Yedinci elektromanyetik alan
Mantra: OM
Enerji ve ruhsal açılım, aydınlanma, yüksek farkındalık, derin huzur, uyum, her istenenin
gerçekleşmesi, hayata koşulsuz güven duyma, kendini yuvada hissetme, her şeyi olduğu gibi sevme,
ritim içinde kalma ve akış, kendi gerçeğini oluşturma, evrensel frekanslarla tam bağlantı, evreni
hissetme bu alanın konularıdır.
Morfogenetik alan...
Bu 7 elektromanyetik alanın her biri farklı boyutları simgeliyor. İnsan olarak biz bir
elektromanyetik alan bütünüyüz. Belli bir dalga boyunda titreşen bir frekanstan oluşuyoruz ve bir
morfogenetik alana sahibiz. Bütün frekanslarımız bu morfogenetik alanda kayıt altındadır. Benzer
frekanslar aynı morfogenetik alanla rezonansa girer. İnsanların olduğu gibi toplumların, hatta
dünyanın da morfogenetik alanı vardır.
Alttaki üç alanımız manyetik, üst bölgedeki üç alanımız elektriksel kısmımızdır. Her ikisi ortada,
kalp alanımızda birleşir. Kalp alanı, ruhsal alanımızla bağlantıya geçtiğimiz yerdir.
Elektriksel enerji ve manyetik enerji birleşerek hayat enerjimizi oluşturur. Gece uykuda bedenimiz
hem topraktan hem ışıktan beslenerek şarj olur. Toprak enerjisini iyi alabilmek, topraklanabilmek için
kabullenmemiz, sisteme güvenmemiz gerekiyor. Kabullenemediğimiz zaman kendi topraklamamızı
kesiyoruz ve topraktan gelen manyetik enerjiyi engellemiş oluyoruz. O zaman da kronik yorgunluk,
bacak ağrıları, kramplar, halsizlik gibi şikâyetler kaçınılmaz oluyor. Kozmik enerjiyi kesen
faktörlerin başında ise elektrosmoglar ve jeopatikler geliyor. Özellikle uyurken uyuduğumuz alanda
hiçbir elektrikli alet bulunmamalı ya da en azından tamamen kapalı olmalı.
Bilgisayar karşısında uzun süren işler yapıyorsak sık sık ara verip çalışma saatlerimizi açık havada
dengelemeliyiz.
Normoritimde kal...
Diğer yandan gün içinde sempatik aktivasyonla (uyarıcı etki) yorduğumuz bedenimizi gece
vagotonik aktivasyonla (gevşetici etki) rahatlatmalıyız. Bu süreçte bedenimizi arındırıp yeniden şarj
edebiliyoruz. Sağlıklı bir yaşam için sempatik aktivasyon süresiyle vagotonik aktivasyon süresi eşit
olmalıdır. Bu duruma "normoritim" denir. Eğer vagotonik süreç yetersiz gelirse, gün içinde yorgun ve
halsiz düşeriz. Kuvvetli bünyeler bu duruma fazla aldırmazlarsa da gelecekte bütün bu birikimler
ruhsal yorgunluk olarak karşımıza çıkar. Zayıf bünyeler ya da kronik hastalar ise bu durumdan çabuk
etkilenir.
Tıp literatüründe "kronik yorgunluk sendromu" adı verilen tablo gelişir. Bu yorgunluk süreçlerinde
bünyemizi aktif hale getirmek için aşırı kahve ya da kola tüketimine başvurmamalıyız. Kafeinde
çözüm aramamalıyız. Bu durum başlangıçta işe yarar gibi gözükse de zamanla çok daha ciddi
problemlerin gelişimine yol açar.
Normoritmin bozulması tüm hastalıkların oluşumunun ana kaynağıdır. Elektriksel alanımızın iyi
çalışması ise kozmik enerjiye açık olmamıza bağlıdır. Manyetik kirlilikler ve jeopatiklere karşı
dikkatli olmalıyız.
Mesela büyük bir AVM'ye, elektriksel akımın yoğun olduğu bir mağazaya girdiğimizde bir müddet
sonra bizde bir yorgunluk ve baş ağrısı başlar; bunun sebebi kozmik alanın suni elektrik tarafından
kesintiye uğratılması ve bizim kozmik alanla bağlantımızın kesilmesidir. Ayrıca uzun süreli bilgisayar
kullanımı, cep telefonu kulağa dayalı olarak uzun konuşmalar, baz istasyonları ya da yüksek gerilim
hatlarına yakın yatak odalarında uyumak ve yaşamak zorunda olmak kozmik enerjiyi kesen diğer
tehlikeli unsurlardır. Özellikle çocuklar konusunda bu açıdan çok daha duyarlı olmalıyız.
Bu frekanslar farklı omurgalarla uyumludur ve hepsi beynimizde bulunan farklı alanlarla rezonansa
girerler.
Karın bölgesi, yani bağırsak sistemimiz ikinci beynimizdir. Beynimize müdür dersek, bağırsak
sistemimize de müdür muavini diyebiliriz. Duygularımızın yüzde 95'i önce burada işlenip merkeze
gönderilir. Duygusal çatışmalarımızdan arındığımızda beynimiz rahatlar. Böylece yaratıcı
özelliklerimiz ve gücümüz devreye girer.
Tepe noktası, yani başımız ile + kutuplu kozmik bağlantıyı; ayaklarımız ile yeryüzüne – kutuplu
toprak bağlantısını gerçekleştiren bir devre sistemiyiz. Bu bir bilgi akışı sistemidir. Bu sayede
evrensel frekanslarla akış içinde oluruz. Kabullenemediğimiz frekanslar topraklanamadığından
üzerimizde kalır. Biriken negatif frekanslar zamanla blokajlara ve şikâyetlere dönüşür. Sonuçta
akışımız engellenmiş olur.
Beynimizin nöron içeriği 10 üzeri 10 olup, 50-100 Watt arasında yayın yapabilme yeteneğine
sahiptir (0,5-100 Hz).
Duygu ve düşünceler fiziksel bedenimizden çok daha yüksek frekansa sahiptir. Ana provokatör
burasıdır.
Ruhsal alanımız kalbimizle bağlantılıdır. Ruhsal alanımız beynimizden 5 misli daha güçlü bir
elektromanyetik güce sahiptir. Kalbimiz ne kadar açık olursa gücü o kadar artar. Koşulsuz sevgiyle
bunu başarabiliriz.
İnsan tasarım olarak 7 elektromanyetik alandan oluşur. Dünya atmosferi de iyonosfer tabakasından
yansıyan 7 elektromanyetik alandan oluşur. Her ikisi de iletişim halindedir. Bu iletişim ve tüm sistem
vücudumuzdaki 7 ayrı hormonal bezle entegredir.
Cildimiz üzerindeki geometrik şekiller anten görevi görüp transceiver (alıcı-aktarıcı) özelliğine
sahiptir. Otonom sistemin evrensel biyolojik frekanslarla uyumunu sağlar.
Düşüncelerimizle her türlü frekans oluşturarak her türlü elektromanyetik alanla bağlantıya
geçebiliriz. Diğer taraftan düşüncelerimiz nöropeptidler aracılığı ile biyokimyasal reaksiyonlara
dönüşür.
Düşünce gücümüz ve özgür irademizle elektromanyetik alanımızı daha yüksek frekanslara taşıyarak
transceiver (alıcı-aktarıcı) özelliğimizi kuvvetlendirebiliriz. Böylece daha yüksek frekanslardaki
morfogenetik alanlarla iletişime geçebiliriz.
Tüm sistemimiz evrensel biyolojik yasalarla uyumlu olmak zorundadır. Bu sayede otonom
sistemimiz mükemmel şekilde çalışır. Böylece vücudumuzun rejenerasyon (yenilenme) gücü
maksimumda olur.
Sevgi enerjisi en büyük güçtür. Negatif bilinçaltı kayıtlarımızdan kurtulup koşulsuz sevgiyi
öğrenmeliyiz. Güvenmek, duygusal korkularımızdan kurtulmak ve pozitifte kalmak esastır. İşe
kendimizi sevmekle başlamalıyız.
Tanrı'nın yasaları...
Teklik:
Polarite (kutupluluk):
Her şeyi zıddı ile öğreniyoruz. Bütün bunları algılayamadığımızda yaşam görevimizi de
anlayamayız.
Evrensel bilgi:
Işık/hayat enerjisi/sevgi.
Tanrı'nın 4 yüzü:
Biyoritim:
Normoritimde yaşamalıyız.
Sempatik uyarım, baskı ve stres bizi doğal ritimden uzaklaştırır. Hastalıkların ana kaynağıdır.
Rezonans:
Farklı maddelerin aynı frekansta genleşmesidir. Çekim alanımıza giren frekanslarla etkileşimimizi
sağlar. Örneğin piyanonun la tuşuna vurduğumuzda yayılan frekans, aynı odadaki gitarın la telini de
titreştirir. Hepimiz rezonanslar sayesinde öğreniyoruz.
Makrokozmos/mikrokozmos:
Holistik, yani bütüncül sistem!
Nedensellik:
Harmoni/denge:
Bolluk:
Karma:
Neden kanser?..
Kanser üzerine görüşlerimi söylemeden önce, kitabımda geçtiğimiz aylarda kanser hastalığından
kaybettiğimiz çok değerli arkadaşım, hocam, Uzman Doktor Aydemir Yalman'ın ölümünden çok kısa
süre önce editörlüğünü yaptığı tıp dergisine yazdığı mektubuna yer vermek istiyorum. Aslında hakkın
rahmetine kavuşan sevgili Aydemir Yalman'ın mektubu birçok gerçeği bütün açıklığı ile göz önüne
seriyor.
Sevgili Aydemir Yalman'ın mektubu aslında kitabımın başında, kendi hayat hikâyem sırasında
anlatmaya çalıştığım, olması gereken hasta-doktor ilişkisini de özetler nitelikte. Ne yazık ki Batı tıbbı
büyük oranda insanı bir ruh-beden-zihin üçlüsü olarak görmüyor. Görmedikçe insanın doktorla
bağlantısı kopuyor, insanın kendiyle bağlantısı da kopuyor. Doğal olarak insanın ruhsal bağlantısı da
olmuyor. Bütün kitapta anlatmaya çalıştığım bir gerçek ortaya çıkıyor o zaman. Ruh-beden-zihin
birbirinden koptukça, doktor-hasta ilişkisi mekanik bir ilişkiye indirgendikçe başta kanser olmak
üzere bütün hastalıklarda aslında çıkmaz bir yola giriliyor. İşte yeniçağ tıbbını anlatan bu kitabı artık
bu eski yolu terk etmemiz ve önümüzde açılan hakiki yola çıkabilmemiz için yazdım. Niyetim insanlık
adına yaratılan farkındalığa bir katkıda bulunmak.
Neden kanserleşiyoruz?
Neden kanser bu kadar yaygınlaştı? Neden artık her adım başı bir kanser vakasına rastlanıyor?
Neden her gün gazetelerde bir başka ünlünün kanserle mücadele ettiğine dair haberlere tanık
oluyoruz. Neden kanser nezle-grip gibi yaygınlaştı ve neden, ne yazık ki nezle-grip gibi kolay
iyileşmiyor? Neden kanser hastalığının tedavisine aktarılan onca bütçeye rağmen hem dünyada hem
ülkemizde ciddi ilerlemeler kaydedilemiyor? Herkes kansere yakalanmaktan korkuyor, insanlar
korktukça hastalık yoluna son hız devam ediyor. Neden? Acaba bir yerlerde bir yanlışlık yok mu?
Karaciğerin rengi koyu kırmızı ya da bordo iken, safrakesesi yeşil renkte bir ışın yayar. Atardamarlar
kırmızı, toplardamarlar mavi renktedir. Yağlarımız sarı renk ışınını taşır. Demek ki her organın
frekansı, hücreleri ve renkleri de farklı.
Bütün organlarımız beynimizde üç farklı bölgeden idare edilir. Beynimizdeki farklı alanların
frekansı, ilgili organlarla rezonans halindedir. Hücrelerimiz beyin yönetiminde olduğu sürece sağlıklı
çalışır. Hücrelerdeki arızalar ya da enerji kayıpları beyin tarafından değerlendirilip süratle onarılır.
Ancak tüm bu sistemin düzenli ve iyi çalışması evrensel biyolojik frekanslarla uyumuna bağlıdır.
Eğer uyum sorunu varsa ve beyin arızayı bir türlü gideremiyorsa EBD devreye girer ve regülasyon
blokajı gerçekleşir.
Kan parazitleri...
Hücrelerin merkez beyinle doğru bağlantıları devam ederse, çoğalan hücreler orijinal hücrelerin
aynısı olur. Ancak duygusal çatışmalar gibi sorunlar nedeniyle beyinde ilgili organı temsil eden
bölgede hasar oluşmuşsa hücreler kontrolsüz kalır. Bu durumda ilgili organın hücreleri başının
çaresine bakmak zorunda bırakılır. Korumasız kalan bu hücrelere dışarıdan her türlü tehlike gelebilir.
En büyük tehlike kan parazitleridir. Hayvansal gıdalardan geçen kan parazitleri sağlıklı bir
organizmada sorun teşkil etmez. Vücut bu parazitleri etkisiz hale getirir. Ancak toksinli, asitli bir
organizmada kan parazitleri aşırı çoğaldığından hücre faaliyetlerini bozarak bağışıklık sistemini ve
atılım organlarını baskı altında tutar.
Bölünme olduğunda yeni hücre artık orijinal olmaz. Baskı altındaki hücre mevcut şartlara uyum
sağlayacak formata dönüşür. Parazitli, toksinli, asitli, oksijensiz ortama uygun bir hücre haline gelir.
Aslında hücreler ortama adapte olmaya çalışır. Sonuçta meydana gelen bu denetimsiz hücre
çoğalmasına da kanser deriz. Kanser hücreleri etkilenme derecesine göre hızlı üreyen formata
dönüşebilir.
Her duygunun rezonansa girip etkilediği bir organ vardır ve her organın değişik noktalarda
etkilenme alanı mevcuttur. Diyelim ki karaciğer öfke ve açlık tehdidinden etkileniyorsa, karaciğer
üzerinde farklı noktalarda rezonans meydana gelir. Rezonansa giren noktalardaki hücreler etkilenir.
Bütün bu anlattıklarım ışığında kanserin esas nedenini öğrendiğimize göre çarenin de ne olduğunu
anlamak kolaylaşıyor.
Hastaların medikal tedaviyi reddedip Dr. Hammer'i dinlemeleri ise başlı başına bir cesaret işidir
elbette. Karar verdiğinizde hiç korkmamanız gerekiyor. Dr. Hammer bunu başarmıştır. Tedavinin
ancak sürekli vagotonik evrede kalmakla mümkün olduğunu savunmaktadır. Bu da günümüz kanser
tedavisi ve yaklaşımında son derece zor gibi gözüküyor. Çünkü hastalar kanserden çok korkuyor.
Sonuçta günümüz kanser tedavisine çok güveniyor ve bu güvenle rahatlıyor. Bu güven ve rahatlama,
hastayı vagotonik faza getirdiği için onarım başlatmak adına çok önemli tabii ki.
Modern kanser tedavisinde en büyük sorun ise kemoterapi ve radyoterapiye rağmen metastaz
gelişmesi veya kanserin nüksetmesidir... Güven kaybına yol açan bu risk, hastanın tekrar vagotoni
fazına geri dönmesini bir hayli güçleştirmektedir. İşte o zaman korkularımız yaşamımızı tehdit edecek
düzeye gelir. Sadece korku değil, öfke ve kendini değersiz hissetme duyguları da eklenir bu ruh
haline. Bu alandaki duygusal çatışmalar metastaza yol açarak tabloyu daha da işin içinden çıkılmaz
hale getirir.
Bu nedenle kanser hastaları kendilerini güvende hissettirecek tedavi programını seçip bir an önce
vagotonik faza geçmeliler. Sempatik uyarımdan süratle uzaklaşmalılar.
Doktorlar hastaları kesinlikle korkutmamalı. Kanser, kesinlikle, bir an önce ölümcül imajından
kurtulmalıdır. Bu nedenle kanser hücresini olumsuz şartlara getiren asitlenme ve diğer nedenlerin
süratle ortadan kaldırılması ana hedef olmalıdır. Hastalığın ana kaynağı olan duygusal ve ruhsal
çatışmalar yok edilmelidir.
Her şey doğal bir denge içindedir ve hiçbir şey tesadüf değildir.
Önemli olan evrensel mesajları alabilmektir. Evrensel biyolojik yasalara uyumlandığınız zaman
biyolojik onarım süreci başlar.
Bu nedenle modern tedavi yöntemleri ile birlikte mutlaka bütünleyici tıp yaklaşımı gerekmektedir.
Entegrasyon şarttır.
Dış takviyeler nedeniyle organlar salgı yapmayı yavaşlatır. Bu nedenle devamlı dışarıdan takviye
ihtiyacı duyarız. Diğer bir deyimle doğal denge bozulmuştur. Benzer bir durumu erken insülin
takviyelerinde, tiroit ilaçlarında, kolesterol ilaçlarında, hipertansiyon tedavilerinde vs. görmekteyiz.
Yıllarca cebinde ağrı kesicilerle dolaşanları da unutmamak gerek. Ağrının kaynağı ortadan
kalkmadan ne yazık ki ağrı kesicilerden kurtulamayız. Oysa ağrı kesicilerin kendisi, belirli bir süre
sonra ağrı kaynağı haline gelebilmektedir.
Metastaz oluşumu...
Kanser söz konusu olduğunda duruma bir de duygusal çözümsüzlük eklenirse metastaz oluşur.
Örneğin hastalanma sonucu rütbe kaybına ya da değer kaybına yol açan ikincil şok gelirse yaşanan
hadiseler, diğer organdaki hücreleri olumsuz etkiler. Farklı bir duygusal çatışma nedeniyle farklı bir
organda oluşan yeni kanser hücrelerine metastaz diyoruz.
Örneğin ikincil olarak gelişebilecek değer kaybı çatışması kemiklere yansır. Hazmedemediğiniz
öfkeler ise kalınbağırsaklarda metastaz yapar. Hangi duygusal çözümsüzlüğün hangi organı
etkilediğini sonraki bölümlerde anlatacağım.
Bir daha tekrarlar mı, tekrarlamaz mı? İşte bütün mesele bu...
Günümüz kanser tedavisinde, hiçbir hekim bu tedaviyi yaptıktan sonra, "Bu iş bitti, bir daha
tekrarlamaz" diyemiyor... Neden? Çünkü net olarak hastalığın oluş sebebi bilinmiyor. Böylece kaynak
hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Tehlike geçmiş olmuyor anlayacağınız.
Oluş sebebini ortadan kaldırabilmek için öncelikle kaynağı bulmamız gerekir. Bunun için hastaya ve
hastalığa bütünleyici tıp açısından yaklaşmamız şart... Bu hastalığı yaratan ruhsal ve duygusal
çatışmaları bulup yok etmemiz gerekiyor. Beraberinde regülasyon blokajları ve asitlenmenin ortadan
kaldırılması da elbette mutlaka yapılması gerekenlerden.
Böyle dramatik hastalıklarda panik halindeki insanlar birilerinden duyduklarıyla yanlış yönlere
gidebiliyorlar. Biri birisinden duyduğu şeyi diğerine aktarıyor, "Falanca gitmiş, iyi olmuş, sen de git,
sen de dene" diyerek kulaktan kulağa aktarılan sözlerle hastanın daha da risk altına girmesine
sebebiyet verebiliyorlar.
Hiç unutmamamız gereken şeyse, yaratılan her güvensizliğin sempatik sistemi yeniden aktive ettiği.
Evrensel yasalara tam olarak uyabildiğimizde ise derin bir huzur kaplar içimizi. Böylece gerçek
anti-aging'i sağlamış oluruz.
8. bölüm
İyileşme süreci
Temizlik başlasın...
Temizlik önce fiziksel bedenin arınmasıyla başlar. Fiziksel beden temizliğinde de öncelikle 4 element
kuralı geçerli.
Temizliğe yaşam kaynağımız olan sudan, öncellikle içtiğimiz sudan başlamak gerekiyor.
Modern şehir hayatının içinde asit yapıcı etmenler çok fazla. Bu nedenle alkali suları tercih
etmeliyiz. Satın aldığımız sular ne yazık ki yeterli alkali özelliği taşımıyorlar. Günlük tükettiğimiz
suya alkali takviyesi yapmamız şart. En basit yol bikarbonat kullanımıdır. Sabah uyandığınızda ilk
işimiz yarım litre suya 1 tatlı kaşığı bikarbonat karıştırarak yudum yudum içmektir. Suyunuz ılık olsun.
Akşam yatmadan önce de aynı uygulamayı ihmal etmeyin. Yemeklerden yarım saat öncesinden
itibaren, yemek sırasında ve yemekten 2 saat sonrasına kadar su tüketmeyin. Aksi takdirde sindirimi
yavaşlatırsınız. Bunun dışındaki saatlerde yine alkali su tüketin. Eczanelerde satılan alkali
damlalarını pratik uygulama açısından tercih edebilirsiniz. Diğer bir kaynak ise alkali su üreten
cihazlardır.
Himalaya tuzu günlük yaşantımızda rahatlıkla tüketebileceğiniz bir tuzdur. İçerdiği 84 mineral kan
plazmasıyla uyumludur.
Suyun ardından ikinci olarak yeterli oksijen alımını gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu nedenle doğru
nefes almayı öğrenmemiz lazım.
Beden temizliğinin olmazsa olmazlarından biri mutlaka ve mutlaka bol oksijen alımının
sağlanması... Göğüs solunumu yerine karın solunumunu öğrenip hayata geçirmemiz bu amaçla ilkönce
yapılması gerekenlerden. Tıpkı bebeklerdeki gibi. Hayatın gerilimi nedeniyle unuttuğumuz karın
solunumuna tekrar dönmek zorundayız. Özellikle stres faktörlerinin minimuma indirilmesi doğru
solumakla mümkün ancak. Yoğun stres zamanlarında olumlu düşünceler eşliğinde yapacağımız
solunum terapisi, otonom sinir sistemini süratle gevşeme fazına sokar. Doğru nefes alma teknikleri
mutlaka öğrenilmesi ve geliştirilmesi gereken konuların başında geliyor. Bu konuda profesyonel
yardım da alabilirsiniz. Pratik olarak doğru solunumu doğal olarak sağlayan en önemli araç ise spor...
Düzenli yapılan nefes açıcı sporlar (koşu, bisiklet, yüzme, hızlı tempolu yürüyüş) bize süratle
doğru nefes almayı öğretir. Doğru solunumun kalıcı olması bu tür sporların ömür boyu yapılmasıyla
sağlanabilir. Ormanlık alanlarda, bol oksijenli ortamlarda yapılacak bu tür sporların etkisi daha da
güçlü olur.
O nedenle biz hekimlerin her şeyden önce, hastaların doğru nefes alıp almadıklarını denetlememiz
gerekiyor.
Güneş ışınlarının sinir sistemimiz üzerindeki etkisini hepimiz biliyoruz. Kemik oluşumu için gerekli
D vitamini bu yolla alırken, serotonin takviyesini de gerçekleştirmiş oluruz. İskandinav ülkelerindeki
depresyon ve intihar vakalarının büyük bir bölümü, güneş ışınlarından yeterince yararlanamamaktan
kaynaklanıyor.
Ancak her şeyin bir yan etkisi olabileceğini biliyoruz, nitekim güneşin de var. Aşırı güneş ışınlarına
maruz kalmanın yarattığı radyoaktif zararlı etkileri unutmamak lazım. Öğlen saatleri bu açıdan
risklidir. Öte yandan ışık bizim ana kaynağımız. Işığı alan hücreler kanser olmaz. Hücrelerin ışıkla
bağlantısı ruh-zihin-beden senkronizasyonu ile sağlanır. Kısacası hücrelerimizin evrensel yasalarla
iletişim halinde olması için merkez beyinle bağlantıyı kaybetmemesi gerekir.
Sağlığımızı yeniden oluştururken mide-bağırsak sistemimize büyük önem vermeliyiz. Aksi takdirde
topraktan sağlıklı enerji alamayız.
"Gıda intolerans ve rezonans testi" kişinin hangi gıdalara karşı toleranslı, hangi gıdalara karşı
tepkili olduğunu gösteren, yapılması gayet kolay bir test. Bütün gıdaların ayrı bir frekansı vardır.
Sistemimizle negatif rezonansa giren gıdaları en az 2-4 ay yemediğimizde intoleranslarımızın
çoğundan kurtuluruz. Günümüzde en sık ve en yoğun intolerans, tahıl, süt ve tavuğa karşı
gözlenmektedir. Glüten, maya, kazein ve laktoz intoleransları mutlaka saptanmalıdır.
Bu test bir besin alerji testi değildir. Laboratuvarlarda yapılan kit çalışması da değildir. Ancak bu
testi yaptırdığınızda gerek sizde alerji yaratan, gerek enzim yetmezliğine neden olan, gerekse de
bağırsak florasını bozucu tüm gıdaları tespit edebilirsiniz. Genelde gıda alerjilerinin oranı yüzde 2-
3'ü geçmez. Enzim yetersizliğine bağlı gelişen sindirim problemleri yüzde 10-20 civarında görülür.
Bağırsak flora bozukluğu ise sindirim bozuklukların yüzde 80 oranda nedenini oluşturur.
Özetle bir gıdanın frekansı sizin frekansınızla uyum içinde değilse, o gıdayı kullanamıyorsunuz
demektir. O gıda size yaramadığı gibi sistemin enerji ihtiyacını da karşılayamaz.
Günümüzde tavuk ve diğer kümes hayvanlarının güneş görmeden, lambaların altında yetişmesi,
doğaya aykırı (antibiyotik) katkılı besinler ve hormonlarla beslenmesi de alerji yaratan faktörlerin
arasında başı çekiyor. Bağırsakları gelişmekte olan çocukların, bu tür doğaya aykırı besinlerle
büyümesi bağışıklık sistemlerini aşırı zorluyor. Bu durum son derece tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor.
Birçok alerjik veya daha tehlikeli hastalığa kapı açabiliyor.
Pastörize sütün hiçbir besin değerinin olmaması ise beslenme alışkanlıklarımızı yeniden
tanımlarken hiç unutmamamız gereken bir bilgi.
Buna karşılık yapılan araştırmalara göre İskandinav ülkelerinde yaşayan insanlar tam tersine
laktozu büyük oranda tolere edebiliyorlar. Danimarka, Hollanda gibi ülkelerdeki insanlar laktozu çok
rahat sindirebiliyorlar, kuvvetle muhtemeldir ki bunun nedeni yine iklim ve coğrafi şartlar... Ancak
ikincil nedenlerin artması, bu ülkelerde de intolerans yüzdesini bir hayli artırdı. Bunu en iyi
anlayabildiğimiz alan, diyabetik hasta sayısının çığ gibi artması. Türkiye ise tam arada bir konumda
bulunuyor. Laktozu yüzde 50 tolere edebiliyor, yüzde 50 edemiyor.
Diğer intolerans sebepleri...
Özellikle haftada 2 ya da 3 gün nabzımızı sabit olarak dakikada 120-140 arasında tutacak tempolu
sporlar yapmalıyız. Koşu, bisiklet gibi sporlar özellikle ormanlık alanlarda, bol oksijen altında
yapıldığında, otonom sinir sistemimiz kolaylıkla düzene girer. Sadece fiziksel bedenimiz değil, duygu
ve düşüncelerimiz de olumlu etkilenir.
Terlemeyle atılan toksinler sayesinde hücrelerimizin beslenme alanı olan hücre dışı mesafe
(ekstrasellüler alan) temizlenmiş olur. Böylece oksijen, besinler, vitaminler rahatlıkla hücrelerimize
ulaşabilmektedir. Hücrenin sağlıklı çalışabilmesi için bu çok önemlidir.
Spordan sonra yapılacak sauna uygulaması sistemi daha da rahatlatır. Arada bir bedene yapılacak
soğuk su şoklamasını da ihmal etmemeliyiz. Tabii terlemenin karşılığı olarak alkali su takviyesini de
asla unutmamalıyız.
Bütün bunları yapmadan önce sağlık kontrolünden geçip mevcut bir engelin olup olmadığını
öğrenmeniz tabii ki en doğrusudur. Ancak sağlık problemi olmayanlar da terlemeye özen
göstermelidir. Herkes terlemeyi sağlayacak şekilde rahatlıkla kendine uygun bir sistem belirleyebilir.
Beden temizliği için bütün bu organların da yavaş yavaş temizlenmesi gerekiyor. Bu temizlik
sırasında "homeopatikler" ya da bitkisel destekler de devreye girebilir, içeriği bilinen bazı bitkisel
ilaçlar da kullanılabilir.
Hangi bitkilerin hangi organlara iyi geldiği fitoterapi uzmanlarının sahasına girmektedir. En
basitinden enginarın karaciğere, maydanozun böbreklere, kudretnarının bağırsaklara iyi geldiğini
hepimiz iyi biliriz. Özellikle kalınbağırsakların düzenli çalışması için posalı gıdalar, siyah erik ve
ketentohumu mutlaka tüketmemiz gereken besinlerin başında gelir. Bu konularda hem görsel hem de
kitap olarak hayli zengin bir arşive sahibiz.
Ama her şeyden önce atılım organlarını olumsuz etkileyen duygusal çözümsüzlükler, asitlenme ve
gıda intoleransları mutlaka incelenip düzeltilmeli. Örneğin öfkeler karaciğeri ve safrakesesini,
korkular böbrek ve mesaneyi, takıntılar mide-bağırsak sistemini, bağımlılık duyguları
kalınbağırsakları olumsuz etkiler.
Düzenli olarak her gün tuvalete çıkılmasının günlük toksin atılımı yönünden önemi büyük. Lenfatik
sistemin işlerliği ve cildin temizlenmesi de vücut temizliğinin olmazsa olmazları arasındadır.
Bedenle haberleşme...
Ruh-zihin-beden bütünlüğü ile haberleşme, kinesiyoloji esasına dayanan kas-kol testine dayanarak
yapılır. Kinesiyolojide bedenin bilgeliği esas alınır. Aslında vücudumuz kendisine yararlı ve zararlı
bütün olasılıkları ayırabilecek bir bilgeliğe sahiptir ve biz iç sesimizi dinleyerek bu bilgileri
alabiliriz. İşte kinesiyoloji bu tezden hareket eder. Vücudumuz bize yararlı veya zararlı gelen her
şeyi; gıda, ilaç, koku, ses, içecek, kıyafet her ne ise bedendeki kaslarımıza bildirir. Biz de bu
yansımayı kinesiyoloji esasına dayanan yöntemlerle tespit edebiliriz.
Basit bir mantıkla işler kinesiyoloji. Bedenimiz olumsuz bir frekansla karşılaştığında kolumuzdaki
direnç düşer, olumlu bir frekansla karşılaştığında ise direncini kaybetmez ve kuvvetli kalır. En basit
şekli ise kas-kol testi.
Biyotensör, bedenle online iletişim...
Artık bedendeki kas-kol testini hızlı bir şekilde yapmamızı sağlayan "biyotensör" dediğimiz araçlar
var. Biyotensörler tıpkı bir anten gibi çalışıyor. Biyotensör sayesinde kas-kol testi ile yaptığınız
işlevin bir benzerini gerçekleştirmiş oluyoruz. Süratli bir şekilde, vücudun ne istediğini ne
istemediğini, hangi frekansın ona uygun olduğunu, hangisinin uygun olmadığını tespit edebiliyoruz.
Biyotensör sayesinde aynı zamanda hastalığın hangi alandan kaynaklandığını da öğrenebiliyoruz.
Hastalıkla ilgili temel problem nereden kaynaklanıyor? Ruhsal mı, fiziksel mi, zihinsel mi? Mesela
bir beden aşırı derecede zehirlendiği zaman dokularda, bağ dokusunda ve yağlarda asit ve toksin
birikmeye başlar. O toksinlerin etrafında da bir regülasyon blokajı gelişir. Blokajın olduğu yerde
negatif salınım alınır. Regülasyon blokajlarının yerini biyotensör sayesinde kolayca bulabiliriz.
Örneğin ağır maden zehirlerinin vücuda zarar vermemesi için EBD sayesinde zehrin etrafına mantar
örüldüğünü anlatmıştık. Böyle bir durumda zehir kaynağını ve nasıl bir tedavi şeması izlenmesi
gerektiğini kinesiyoloji ile belirleyebiliriz... Doğrudan mantarı yok edersek ağır maden zehri tekrar
geri dönerek daha da büyük zararlara neden olabilir. O nedenle adım adım ilerlemeliyiz. Tuğlayı
alttan çekmemeliyiz. Yani öncelikle yapılması gereken şey; birinci, ikinci aşamaları geçtikten sonra,
"Mantar veya ağır maden zehirlenme tedavisini başlatabilir miyim?" diye yine biyotensöre sormak.
Belki beden 7 ya da 8 seans genel tedaviden sonra, "Artık ben hazırım" diyecektir. Karaciğer,
bağırsaklar rahatlamıştır ve sistem çalışıyordur artık... Ancak o zaman beden, "Haydi gönder!"
diyebilir. Böylece yanlış bir uygulama yapmaktan kaçınmış oluruz.
Kanser ya da ağır kronik tabloların tedavisinde kan parazitlerinin yok edilmesi çok etkili olur. Kan
parazitlerinin tedavisi yine frekanslarla sağlanır. Özellikle zapper dediğimiz bir alet sayesinde bu
tedavi kolayca gerçekleştirilir.
Kan parazitlerinin yok edilmesinde Dr. Alan E. Baklayan'ın çok büyük katkısı olmuştur. Özellikle
kanser tedavisinde parazitleri temizlemeyi önemseyen Baklayan, kan parazitlerini mikroskop altında
inceleyerek, rezonansa giren frekanslar verildiğinde parazitlerin etkisiz hale geldiğini gözlemlemiştir.
Her farklı parazitin farklı frekanslardan etkilendiğini görmüştür. Neticede hangi parazitin hangi
frekanstan etkilendiğini bularak özel bir cihaz üretmiş, bu cihaza zapper adını vermiştir.
Baklayan, kan parazitlerinin membranlarının elektromanyetik dengesini frekanslarla bozarak kan
parazitlerini etkisiz hale getirmiş ve bu şekilde bağışıklık sistemi tarafından rahatça imha
edilmelerini sağlamayı başarmıştır. Bunun dışında Dr. Hulda Clark gibi dünyada bu alanda çalışan
bilim insanları kan parazitlerini ortamdan uzaklaştırarak kanser tedavisinde önemli adımlar attılar.
Bu olayı sesiyle camı kırabilen bir opera sanatçısının yaptığı etkiye benzetebiliriz.
Asitlenmenin ve cürufun temizlenmesiyle birlikte zapper tedavisi oldukça etkili sonuçlar verir.
Kanın temizlenişini kapalı alan mikroskobu ile kolaylıkla takip edebiliriz. Bir damla kanı mikroskop
altına yerleştirdiğimizde alyuvarların durumunu (yapışık olup olmadığını) ve aralarda dolaşan kan
parazitlerini kolaylıkla görebiliriz. Uygun tedavi sonucu oluşmuş yeni kan tablosunu da anında
gözlemleyebiliriz. Oldukça basit ama çok etkili bir yoldan hem teşhis hem de tedavi gerçekleşmiş
olur. Bugün gelinen noktada her organa uygun frekanslar veriliyor. Örneğin karaciğeri seven
parazitler tespit edilerek ona göre frekanslar gönderilebiliyor. Sonuçta vücudumuzun EBD sisteminin
de devreye girmesiyle oto-regülasyon başlamış olur.
Uzun zamandır uygulanan bu yöntemlere, yakın gelecekte müjdeli haber diye bakarsanız şaşırmayın.
Sembollerin etkisini kas-kol testi ya da biyotensör sayesinde kolayca tespit edebiliriz. Manyetik
kirliliğe maruz organizma kas-kol testinde negatif sonuç verirken, ilgili sembolü kullandığımızda
pozitif sonuç alırız. Bu da sembollerin ne derece etkili çalıştığını bize gösteren en önemli kanıt.
Özellikle birtakım sembollerin yaratmış olduğu elektromanyetik alan sayesinde elektrosmogların
etkisini önleyebiliyoruz. Aynı şekilde jeopatiklerin olumsuz etkisi yine uygun semboller aracılığıyla
kolayca yok edilebiliyor. Buradaki etki gücü yine kas-kol testi ile kolayca saptanabiliyor.
Her şeyden önce organizmanın toksin atabilme yeteneği yeniden sağlanmalıdır. Baskı altındaki
atılım organlarımız açığa çıkan zehirleri vücut dışına atmayı başaramazsa organlarda hasarlar
oluşabilir.
Diş hekimleriyle bu konuda işbirliği içinde olunması gerekir. Kişinin frekansına uygun dolgu
maddeleri belirlenip ona göre uygulanmalıdır. Negatif rezonans veren dişler ve dolgular tespit
edilmelidir.
Zihinsel alan dediğimiz aslında bizim bilinçaltı duygusal alanımız. Bu alanı kapsayan esas olgu
bilinçaltındaki kayıtlar... Düşüncelerimizi oluşturan ve etkileyen alan işte burasıdır.
Negatif duygulardan kurtulmak yine biyorezonans sistemi ile bedenle iletişime geçerek sağlanır.
Annemizin karnındayken annemizin yaşadığı duygulanım bozuklukları bile hücresel kayıtlarımıza
geçebilir. Duygusal kayıtlar bu kadar derin olabilir. Hatta soyağacımızdan gelen duygusal kayıtlar
bile olabilir. Belirlenen duygusal blokajların çözülmesi sayesinde zamanla vücudumuzun izin verdiği
ölçüde negatif duygulanımlarımızdan kurtuluruz. Diyelim ki bilinçaltı kayıtlarımızda öfkeye ait bir
frekans varsa, biyorezonans tedavisi sayesinde bu frekansı nötralize edecek rezonansları kullanırız.
Böylece öfke frekansını ortadan kaldıracak doğal bir ilaç oluşturmuş oluyoruz. Negatif frekansın
invertini (tersini), yani aynadaki şeklini gönderdiğimizde ilgili frekans fiziksel yasalar gereği
nötralize olur.
Frekans tedavisi de rezonans yasalarına göre çalışır. Dolayısıyla zihinsel durumun fiziksel beden
üzerinde zararlı etkisini de bu şekilde ortadan kaldırmış oluyoruz.
O zaman da ruhsal alandaki negatif düşünce kalıplarına yol açan kayıtları araştırabiliyoruz. Ruhsal
alandaki bir blokaj o kişinin hayatının herhangi bir yılına ait olabilir. Neticede negatif düşünce
kalıpları, biyolojik evrensel frekanslara uymayan frekanslar olup sistemimize zarar verir. En sık oluş
sebebi yaşam travmalarıdır. Bu travmaları uyaran her imge (amigdala), sempatik aktivasyonu
uyararak bağışıklık sistemini çökertir. Bu şekilde birçok kronik hastalığın oluşumuna neden olur.
Kinesiyoloji ile haberleşme sayesinde, bir problemin hangi döneme veya hangi yaşam yılımıza ait
olduğunu bulabiliriz. Biyorezonans yöntemleriyle de negatif düşünce kalıplarımızdan kurtuluruz.
Hem zihinsel hem fiziksel hem de ruhsal beden üzerinde ortaklaşa çalışıyoruz. Yeter ki
organizmamız izin versin. Hekimlik işte burada devreye giriyor. Vücudu her üç alanda arındıra
arındıra o kişinin yeniden ruhsal bağlantıya geçişini sağlayabiliyoruz. Zaten amaç sistemi ruhsal
bağlantıya sokup, ruh- zihin-beden senkronizasyonunu sağlamak olmalıdır.
Tanrı'nın dört yüzünü anlatmıştık. Buna göre herkesin farklı duygusal duyarlılığa sahip olduğunu
söylemiştik Bu duyarlılık duygusal kayıtlarla da bağlantılı. Kiminin öfkelendiği bir olaya başkası,
"Buna mı kızdın?" diyebiliyor. Aynı şekilde hayatı kendine zindan edecek kadar üzülebilen birine
başkası, "Bu kadar üzülecek ne var ki?" diyebilir. Herkesin yaşamdan etkileniş ve yaşamı algılayış
tarzı farklı.
Olaylardan bu kadar farklı etkilenebiliyorsak demek ki hepimizin öğrenmesi gereken dersler de
farklıdır. Bunun adına da yaşam görevi demekteyiz. Ruhsal tekâmülümüz sırasında hepimizin
öğrenmesi gereken dersler başka başka. Kimi yaşama güvenmek konusunda sınava girerken, kimi öfke
kontrolü konusunda imtihan veriyor. Rezonans yasası gereği güven sınavı içinde olan kişi yaşam akışı
boyunca hep güvensizlik problemleriyle karşılaşırken, öfke kontrolünü öğrenmesi gerekenler sürekli
kendilerini öfkelendirecek olaylarla yüzleşmek zorunda kalır.
Öğrenmesi gereken ise evrene ve sisteme güvenmek veya öfkesini kontrol etmeyi başarmak. Evrenin
öğretme sistemi düalite esasına göre çalışıyor. Evrene sonsuz güven duymayı öğrenen kişi güvenle
ilgili problemlerinden kurtulurken, öfkesini kontrol edebilen sakin bir hayat yaşar. Olay aslında bu
kadar da basit.
Diğer yaşam sınavları ise duygusallığa teslim olmamayı öğrenmek, korkularımızı yenmek, kendini
sevmeyi öğrenmek ya da gerçekleri ifade etmeyi başarmak. Sonuçta gelmemiz gereken hedef nokta,
koşulsuz sevgiyi öğrenmek.
Evrene güvenmeden yaptığınız değişiklikler sizi kurtarmaz. Yeni bir eş, yeni bir iş, hiçbir şeyi
değiştirmez. O zaman tekrar tekrar o korkular ile yüzleşmek zorunda kalırız. Rezonansla çekim
alanına girdiğiniz ortamlar ya da kişiler size hep bu olguyu hatırlatır. Bu durumda problemi
başkalarında değil kendimizde aramak zorundayız. Aksi takdirde depresyona gireriz. Evrensel
yasaları hiçbir zaman unutmamamız gerekir.
Olaylara, "O olmasaydı, bu yapılmasaydı, bu işte başıma bu gelmeseydi" diye bakarsak hiçbir
zaman kendi sınavımızı veremeyiz. Öğrenmemiz gereken şeyi bir türlü öğrenemeyiz ve hep başka
başka yerlerde aynı sorunlarla, üstelik daha da şiddetli biçimde tekrar tekrar karşılaşıp dururuz.
Kahraman olmak istiyorsak kendi kayıtlarımızı gözden geçirmeliyiz.
Hayatının kahramanı ol...
Bize düşen hayatımızın kahramanı olmak. Sorunların kaynağını kendimizde aramak ve kendi
hayatımızın sorumluluğunu almak. Doğrusu budur.
Peki, nasıl kahraman olacağız? İlkönce sorunun bizden kaynaklandığını bilerek işe başlayacağız.
Yaşadıklarımızın kaynağı, bilinçaltımızdan yayılan frekanslar dedik. İşte bu frekanslarla çevremizle
rezonansa giriyoruz. Çekim alanımıza giren bu frekanslar, eğitim alanımızı oluşturuyor. Her zaman
kendimize şu soruyu sormalıyız: "Bilinçaltımdaki hangi kayıt nedeniyle bu olayı tekrar tekrar
yaşıyorum?" Kendimizi sorgulamalıyız öncelikle...
Ne zaman ki kendi ruhsal bütünlüğünüze ulaşır, kendinizi gerçek anlamıyla sevmeyi başarırsınız, o
zaman huzur başlar. Senkron olarak kalbiniz ve göğsünüz rahatlar. Haliyle bu alanda yaşadığınız
semptomlar ortadan kalkar, hastalıklar iyileşir.
Ruhsal bağlantınızı kurduğunuz zaman kesinlikle artık özgürleşirsiniz, rahatlarsınız... Ancak elbette
sınavlar bir kerede bitmez, birkaç deneme sınavı daha olur. Sınavlarınızı başarıyla verebilirseniz,
gerçek huzuru ve mutluluğu buluyorsunuz. Şükretmeye başlıyorsunuz. Her şey birdenbire şükre ve
sonuçta sağlığa dönüşüyor. Beden kendi içinde bütün olumsuz koşullardan arınmaya başlıyor. Bütün
bunların neticesinde bereket, bolluk da hayatınıza giriyor. Kendinizi dünyada son derece keyifli,
mutlu ve sağlıklı hissetmeye başlıyorsunuz.
Yeniçağda artık algılama sistemimizin böyle olması gerekiyor. Çünkü ruhsal ve zihinsel
dengelerimiz bozulduğu zaman, fiziksel bedende hasar ortaya çıkıyor.
9. bölüm
Frekans tedavisi ve iyileşme
Organ/İlgili Sistem Karakteristik Özellik Duygulanım Enerji Bolluk (+) / Boşluk (-)
Lu: Bağışıklık sistemi Terbiyeli olma Hüzün Sıra dışı olma/ Endojen depresyon
Li: Lenfatik sistem Sonuçlandırıcı olma İnat Bağımlılık/ Maskeli depresyon
St: Ph regülasyonu Yaratıcı olma Takıntı Şizofreni/ Açgözlülük
Sp: Otonom sinir sistemi Meraklı olma Güven Sabırsızlık/ Nörotiklik
H: Ruh Tez canlı olma Huzur Mani/ Melankoli
Si: Duygu Fantezi dolu olma Alınganlık Histeri/ Hayal kırıklığı
UB: Cinsellik Vital olma Kararsızlık Öfke/Daralma
K: Sıvı elektrolit Arzulu olma Korku Negatif tavır/ Endişe
P: Dolaşım sistemi Motive olma Daralma Baskı hissi/ Ürkeklik
Tw: Endokrin sistem Hırslı olma Karasevda Nefret/ Kıskançlık
GB: Yağ metabolizması Düşünceli olma Erteleme Suçluluk duygusu/ Agresiflik
Liv: Protein metabolizması Duyarlı olma Kin Elem-kahır/ Kendine öfke
Enerji dengemiz için bedenimizde dolaşan bu enerji kanallarının açık olması, elektromanyetik
alanlarımızla uyum içinde olması gerekiyor.
Her organla etkileşim alanına giren bir sistem vardır. Yukarıdaki tabloda çeşitli organların ilgili
sistemlerini, karakteristik özelliklerini, ilgili duygulanımlarını görüyorsunuz. Diğer taraftan ilgili
organın mevcut enerji fazlalığı durumuna bolluk, enerji azlığı durumuna boşluk denilmiştir. Her
durumun yarattığı duygulanım farklıdır. "Ryodoraku" sayesinde organların enerji durumunu kolayca
ölçebilmekteyiz. Buna göre kişinin engelleyemediği duygulanım durumlarını tespit edebiliriz. Enerji
dengesi bozuk insan, mutlaka yukarıdaki duygulanımların bazılarını yoğun olarak yaşar. Erken
dönemde teşhis edilen normal dışı duygulanımların düzeltilmesi sayesinde birçok hastalığın
gelişmesini de önleyebiliriz. Tehdit altındaki organların normal çalışmalarını tekrar sağlayabiliriz.
Bu nedenle "segmental nörofonksiyonel diyagnoz testi" her dönemde yapılabilir. İlla hastalığın
oluşmasını beklemeye gerek yok. Oluşmuş hastalıkların oto-regülasyon sistemiyle iyileşmesi için, bu
değerler normal olmalıdır.
Ryodoraku sayesinde ayrıca enerji sağ/sol balansı (erkek/dişi duyarlılığı), alt/üst balansı (mental
durum), yin/yang (metabolizma), otonom sinir sistemin duyarlılığı, genel enerji seviyesi kolayca
tespit edilebilir. Tedaviler bu tespitlere göre yapılır. Enerjisi düşmüş olan organlar öncelikle tedavi
edilmelidir.
Enerjilerin bolluk ve boşluk durumu...
Akciğer enerjisi...
Lu=Lung=Akciğer.
Bağışıklık sistemi ile rezonansa girer. Akciğer enerjisi dengede olan kişiler karakteristik olarak
terbiyeli ve düzgün kişilik sergiler. Rezonansa girdiği duygu üzüntü ve hüzündür. İçimize attığımız
üzüntü, akciğer enerjisini bozar. Ölüm korkusu akciğer enerjisini en çok etkileyen duygudur.
Akciğer enerji dengesi iki yönde bozulabilir. Akciğer enerjisi artmışsa (bolluk durumu) o kişi sıra
dışı davranışlar sergiler. Toplumun değer yargılarına ters davranma eğilimine girer. Kurallara
antipati duyar. Evrendeki dört elementten biri olan hava tipleri bu tabloya yatkınlık gösterir. Buna
karşılık akciğer enerjisi azalmış ise (boşluk durumu) endojen depresyon eğilimi vardır. Kişi kendini
yalnız ve terk edilmiş hisseder.
Kalınbağırsak enerjisi...
Li=Lien=Kalınbağırsaklar.
Lenf sistemi ile rezonansa girer. Enerjisi dengede olduğunda her işi kolayca sonuçlandırabilme
yeteneğine sahip oluruz. Tam tersine, yaptığı işleri bir türlü sonuçlandıramayan insanlarda
kalınbağırsak enerjisi dengelenmelidir. Enerji dengesi bozulduğunda gelişen duygulanım durumu,
inatçılık, yani dik kafalılıktır. Li enerjisi bolluk durumunda ise bağımlılık duygusu gelişir. Bu duygu
insanlara, eşyaya ya da eskilere bağımlılık şeklinde oluşabilir. Böyle kişiler gözlerini dikip bakma,
gözlerini başkalarının gözlerinden ayıramama eğiliminde olurlar. Li enerji azlığında ise maskeli
depresyon söz konusudur. Tam tersine gözlerini başkalarının gözlerinden kaçırma eğilimi gösterirler.
Li enerji dengesi bozulan kişilerde zamanla kalınbağırsak sorunları ortaya çıkar. Kabızlık, ishal,
kolit tarzı problemler en yaygınıdır. Bu şikâyetler başlangıçta semptomatik düzeyde seyretse de
zamanla kronik hastalık haline gelir. İlgili duygusal çatışma yok edilemediğinde Li enerjisi
düzelemez. Dolayısıyla dışarıdan yapılan semptomatik uygulamalarla bu rahatsızlıklardan kurtulmak
çok zor olur.
Vücudumuzun önemli bir atılım sistemi olan lenfatik sistem elbette bu durumdan çok etkilenir.
Hücresel atıkları sağlıklı şekilde atamadığından dolayı lenf sistemi zorlanır. Bu durum lenf
hastalıklarına yol açar. Li enerjisini bozan sebepler ortadan kaldırıldığında lenf sistemi de düzelir.
Böylece lenf sistemi ile ilgili hastalıklar kalıcı olarak iyileşmiş olur.
Mide enerjisi...
St=Stomach=Mide.
Asit-baz (pH) sistemiyle rezonansa girer. Sağlıklı olmamız açısından vücudumuzun genelde hafif
alkali olması gerekmektedir. Midede ise tam tersi asidik ortam vardır. Besinlerin sindirilebilmesi
için bu gereklidir. Ancak mideden çıkıp onikiparmakbağırsağına geçtikten sonra pankreas enzimleri
sayesinde ortam tekrar alkali hale getirilir. Sağlıklı bir mide enerjisinde bütün bunlar başarıyla
gerçekleşir. Alkali ortam sağlığımız için çok önemlidir.
Mide enerjisinin dengede olmasının karakteristik özelliği yaratıcı olmaktır. Tersine yaratıcılığımız
zayıflamışsa eğer, St enerjisi düzeltilmelidir. St enerji sorunlarında reflü, gastrit, ülser gibi mide
hastalıkları gelişebilir. Yaşanan ilgili duygusal çatışmanın yoğunluğu hastalığın derecesini belirler.
Duygusal çatışmalar giderilip St enerjisi dengelendiğinde hasta iyileşir. Böylece kronikleşmeden de
kurtulmuş olur.
Kalp enerjisi...
H=Heart=Kalp.
Ruhsal alan ile rezonans halindedir. Enerjisi dengede olduğunda karakteristik özellik tez canlı ve
şen olmaktır. İlgili duygusu huzurdur. Kendi ruhsal alanımızla bağlantıda olmazsak, kalp enerji
dengesi her an bozulabilir. Kalp kırıklıkları ve hayal kırıklıkları yaşarız, bu da bizi huzursuz eder.
Kalp alanıyla ilgili duygusal ve ruhsal çatışmalar kalp şikâyetlerine neden olur. Önceleri ritim
bozuklukları, tansiyon değişiklikleri, göğüs ağrıları ile başlayan tablo, daha sonra anjinal şikâyetler
ve kalp krizine kadar varabilir. Ana neden ortadan kaldırılmazsa, kalp ilaçlarına mahkûm yaşamak
zorunda kalırız. Zamanla ilaca alışan bünye, ilaçsız yaşam tarzına kolay kolay adapte olamaz.
Kronikleşme tekrar kapımızı çalar.
Kalp enerji fazlalığında mani gelişir.
İncebağırsak enerjisi...
Si=Sien=İncebağırsak.
Duygusal sistemle rezonans halindedir. Karın boşluğu vücudun merkezinde başlı başına bir
evrendir. Bağırsaklar ikinci beynimiz tarafından yönetiliyor. Sindirim organımız, omuriliğimizde
bulunandan çok daha fazla, 100 milyon adet sinir hücresi ile çevrili. "Enterik sinir sistemi" olarak
adlandırılan bu örgü, giderek daha çok bilimadamını heyecanlandırıyor. Birçok uzmana göre karın
bölgesi, kafatasındaki merkezin devamı. Karnımızdaki beyin serotonin gibi ruh halimizi belirleyen
nöro-transmitterleri üretiyor. Ve psiko-aktif maddelere tepki veriyor. Karın özerk çalışıyor, ana
beyine gönderdiği sinyaller, beyinden aldığından fazla. Hastalanıp kendine özgü nevrozlar
geliştirebiliyor. Karın da hissediyor ve hatırlıyor. Sezgisel kararlarımızı bu iç sesi dinleyerek
alıyoruz.
Si enerjisi dengeli olduğunda karakteristik özellik fantezi dolu olmaktır. Denge bozulduğunda ilgili
duygu alınganlıktır. Alıngan insanlarda Si enerji dengesinde problem vardır. Si enerjisiyle ilgili
denge sorunlarında kişi kendini kaybolmuş ve yalnız hisseder.
Mesane enerjisi...
UB=Urinary Bladder=Mesane.
Cinsel alanımızla rezonansa girer. Mesane enerjisi dengede olduğunda karakteristik özellik canlı ve
aktif bir cinsel yaşamdır. Mesane enerjisinde yaşanan denge sorunlarında, kararsız oluruz. Karar
vermek için sürekli etrafımıza danışmak zorunda kalırız. Utanma duygusu ve utangaçlık problemleri
yine mesane enerjisiyle etkileşim içindedir. Sistit, inkontinans, impotans, menstrüasyon problemleri,
diz şikâyetleri mesane enerjisiyle bağlantılıdır. İlgili duygusal çatışma ortadan kaldırıldığında kalıcı
iyileşme meydana gelir. Aksi takdirde kronikleşme gelişir. Kronik sistit şikâyetleriyle dolaşan birçok
hasta vardır.
K=Kidney=Böbrek.
Sıvı ve elektrolit sistemiyle rezonansa girer. Enerjisi dengede olduğunda karakteristik özellik arzulu
ve istekli olmaktır. Böbrek enerjisinde yaşanan sorunlarda ilgili duygu korkudur. Özellikle
gerçeklerden korkma! K enerji sorunlarında görülebilen şikâyetler böbrek hastalıkları, kronik
yorgunluk sendromu ve atardamarlarda kireçlenmedir. Vücudumuzun sıvı elektrolit denge
sorunlarından yine böbrek enerjisi sorumludur. İlgili duygusal çatışmalar yok edildiğinde şikâyetler
düzelir. Aksi takdirde kronik tablo gelişir ilaçlara bağımlı hale geliriz.
P=Perikart=Kalp Zarı.
Dolaşım sistemiyle rezonansa girer. Perikart enerjisi dengede olduğunda karakteristik özellik
motivasyondur. Ani şok, P dengesini bozar. Motivasyonumuzu kaybetmişsek, perikart enerjisinde
sorun var demektir. P enerjisi problemliyse, ilgili duygu daralmadır. Sık sık iç çekmek zorunda
kalırız. "Göğsümde sanki bir şey oturuyor" tabirini kullanırız. Fonksiyonel kalp şikâyetleri oluşur.
Ayrıca damar hastalıklarında yine perikart enerjisi dengelenmelidir. Perikart enerjisini bozan ilgili
duygusal kayıtlar etkisiz hale getirildiğinde kalıcı iyileşme meydana gelir. Aksi takdirde kronikleşme
gerçekleşir.
Hormonal sistem ile rezonansa girer. Tw enerjisi dengede olduğunda karakteristik özellik hırslı
olmaktır. Tw denge sorunlarında ilgili duygu karasevdadır. Böyle kişiler kendilerini alçalmış
hissederler. Tw enerjisi göğüs, üst karın ve alt karın boşluklarının dengesinden sorumludur. Hormonal
dengesizliklerde özellikle tiroit bezi problemlerinde mutlaka Tw enerjisi dengelenmelidir.
Safrakesesi enerjisi...
GB=Gall Bladder=Safrakesesi.
Yağ metabolizmasıyla rezonansa girer. GB enerjisi dengede olduğunda düşünme yeteneğimiz çok iyi
olur. Denge sorunlarında, ilgili duygusu erteleme isteğidir. Her şeyi aşırı düşünme gereği ve erteleme
duygusu baş gösterir. Safrakesesi problemleri ve sarılık meydana gelebilir. İlgili duygusal çatışma
yok edildiğinde sağlıklı çalışır.
Karaciğer enerjisi...
Liv=Liver=Karaciğer.
Protein metabolizmasıyla rezonansa girer. Liv enerjisi dengede olduğunda protein metabolizması
iyi çalışır ve karakteristik özellik duyarlı olmaktır. Empati kurabiliriz. Liv dengesizliğinde, ilgili
duygu kindar olmaktır. Karaciğer hastalıkları, ateşlenme, tansiyon düşmeleri, kansızlık bu alana girer.
İlgili duygusal çatışma giderildiğinde kalıcı iyileşme başlar.
Tedavide hangi organdaki enerji kaybı en üst seviyedeyse, o organ baz alınarak başlanır. Bütün
organlar birbirleriyle iletişim halindedir. Hangi organın ilgili meridyenindeki noktayı kullanacağı
doktorun tedavideki ustalığını gösterir. Her gittiğiniz akupunkturcu doğru noktaları kullanmaz. Bu bir
uzmanlık işidir ve bu işin teoriğini iyi bilen uzmanlar tarafından yürütülmelidir.
Her organa enerji takviyesinde bulunmak için en uygun Her organın enerjisinin azaltılması için en uygun
saatler aşağıdadır: saatler aşağıdadır:
Kalınbağırsaklar: 05-07 Kalınbağırsaklar: 17-19
Mide: 07-09 Mide: 19-21
Dalak: 09-11 Dalak: 21-23
Kalp: 11-13 Kalp: 23-01
İncebağırsaklar: 13-15 İncebağırsaklar: 01-03
Mesane: 15-17 Mesane: 03-05
Böbrek: 17-19 Böbrek: 05-07
Kalp zarı: 19-21 Kalp zarı: 07-09
Üçlü ısıtıcı: 21-23 Üçlü ısıtıcı: 09-11
Safrakesesi: 23-01 Safrakesesi: 11-13
Karaciğer: 01-03 Karaciğer: 13-15
Akciğerler: 03-05 Akciğerler: 15-17
Bu, biyolojik bir olay. Evrensel biyolojik yasaların hükmünde çalışır. Tedavi sırasında bunları göz
önünde bulundurup enerji dengesini olması gereken normal düzeye getirmeliyiz.
Birçok kişi şikâyetlerinin hep aynı saatte alevlendiğini söyler. Tespit edilen bu saat aralığı, ilgili
organın enerji dengesizliğini gösterir. Bu organdaki enerji sorunu, yaşanan duygusal sorunu da izah
eder. Örneğin akşam 19-21 saatleri arasında şikâyetlerinin alevlendiğini söyleyen bir hastada iki
organ söz konusudur. Mide veya kalp zarı, yani dolaşım sistemi. İlgili duygusal belirtiler daha
ayrıntılı bilgiler verir.
Yatıştırıcı döngüde kalp akciğeri, akciğer karaciğeri, karaciğer dalağı, dalak böbreği ve böbrek
kalbi yatıştırır.
Uyarıcı döngüye göre örnek verirsek, akciğer enerjisi uyarıldığında böbrekler de uyarılır.
Akciğerler böbreklerin anasıdır ve onu besler. Hastanın semptomlarına göre böbrek enerjisi azlığı
varsa, akciğer enerjisini uyarmak dengeyi sağlar. Ryodoraku testi bu yüzden çok önemlidir. Enerji
dengesi bu test sonucuna göre sağlanır.
Yatıştırıcı döngüye göre örnek verecek olursak, akciğer enerjisi karaciğeri rahatlatır. Hastanın
semptomlarına göre karaciğerde enerji fazlalığı varsa, bu sefer akciğer enerjisini uyararak karaciğeri
rahatlatabiliriz.
Bu örneklere devam edersek başlı başına bir kitap olur. Vurgulamak istediğim ana tema, enerji
döngüsünün teşhis ve tedavi yaklaşımını nasıl etkileyebildiği...
Akupunktur noktaları...
Tarih boyunca enerji dengelemeyi en etkili sağlayan yöntemlerin başında akupunktur gelmiştir.
5.000 yıl öncesine dayanan bu öğreti doğrultusunda, enerji kanalları (meridyen) ve onun üzerindeki
akupunktur noktaları bugün haritalarla belgelendi. Her organın enerji kanalında hem uyarıcı, hem de
yatıştırıcı akupunktur noktaları yanında profesyonel sahada kullandığımız farklı noktalar vardır.
Dengeler bu tür noktaların uyarılmasıyla ya da yatıştırılmasıyla sağlanır. Meridyenlerde ayrıca
"yuan" denilen his noktaları ve alarm noktaları da vardır. Uzman bir hekim en doğru noktaları bularak
enerji dengesini yeniden sağlar. Akupunktur noktalarının tedavide kullanımı farklı uygulamalarla
yapılabiliyor. Klasik olarak akupunktur iğneleriyle yapılır. Ancak bugün gelinen noktada akupunktur
noktaları daha farklı yöntemlerle de acısız ve risksiz olarak kullanılmaktadır:
Bugün artık kinesiyoloji ile tespit edilen noktalara sembollerin aktarılmasıyla çok daha sağlıklı ve
hızlı etkileşim sağlayabilmekteyiz. Sembol uygulanır uygulanmaz enerji kanalı hızla enerji dengesine
kavuşur.
Negatif polarize noktaların bu duruma geliş sebebi ruhsal, zihinsel, bedensel kaynaklı olabilir. Buna
göre her üç alana ait farklı semboller kullanılır. Hangi sembol pozitif polarizasyonu sağlıyorsa o
kullanılır.
Optik yolla verilen renkler ve işitme yoluyla verilen sesler yine hastaya kinesiyoloji yöntemiyle
tespit edilerek uygulanır.
Tedavinin son bölümünde "biyorezonans" yöntemiyle, rezonansa girdiğimiz uygun frekanslar tespit
edilerek biyolojik evrensel uyumlanma sağlanır.
Bilinçaltına girilebilecek tek bir kapı vardır. O kapının anahtarı tamamıyla kişinin elindedir. Eğer
kişi istemezse bilinçaltı kapısını açmaz. Böyle olunca ilgili hekim bilinçaltına ulaşıp duygusal ve
ruhsal çatışmaları tedavi edemez. Bu durumda tedavi sadece bedensel bazda, dışarıdan yapılan ilaç
takviyeleri ile sağlanabilir... Bu da zamanla kronikleşme tablosuna yol açar ve organların
tembelleşmesine neden olur. Hasta dışarıdan takviyesiz yaşayamaz hale gelir.
Kimyasallar, toksinler ve asitlenme arttıkça bilinçaltına ulaşma şansımız iyice azalır. Böylece
hastalıkların ana sebebi olan duygusal çatışmaların teşhis ve tedavisi gün geçtikçe daha da zor hale
gelir. Hasta ruhsal gelişimden iyice kopmuştur artık. Dünyaya geliş amacı kalmamıştır. Sadece
ağrıları ve diğer şikâyetleri ile boğuşan mutsuz, depresif, etrafına karşı çekilmez bir insan haline
gelir.
Test sonucuna göre vücudun istemediği gıdalar 2-4 ay boyunca kesilir. Hastadan mutlaka öğün
aralarında 2,5-3 litre su (mümkünse alkali su) içmesi istenir. Ayrıca kişi bol oksijenli ortamda spor
veya herhangi bir etkinlik yapmaya teşvik edilmeli. Haftada 2-3 gün bile bunları yapmak yeterli.
Beyaz rafine şeker, rafine tuz ve beyaz unlu ürünler süratle kişinin hayatından çıkartılmalı. Tansiyon
ve şeker hastaları ise proteinden de uzak durmalı. Tahıl, baklagiller, sebze, salata ve meyve ana
besinleri olmalı. Hekim tedavisine başlarken bu öğütlere öncelik vermeli.
Bütünleyici tıbbın önemi işte burada. Bütünleyici tıp alanı süratle gelişmek zorunda. Bu alanda
profesyonelce çalışan hekimlerin sayısı artmalı. Bütünleyici tıp hastaneleri kurulmalı. Duygusal ve
ruhsal çatışmaları ortadan kaldıracak yöntemler uygulama alanına girmeli.
Bugün modern tıp, psikoterapi adı altında bilinçaltı çatışmalarını farklı yöntemlerle çözmeye
çalışıyor. Ancak bütünleyici tıp yaklaşımından uzaklar. Duygusal çatışmaların bulunduğu gerçek
derinliğe psikoterapiyle ulaşmak çok zor.
Çocuklarımız...
Bir başka önemli konu da çocuklarımız. Onlar bizim geleceğimiz. Her şeyimiz.
Çocuklarımızı acil durumlar dışında hemen ilaçlarla zehirlemeyelim. Çünkü onların yaşadığı
duygusal çatışmaları bulup çözmek çok daha kolay.
Anne ve babanın yaydığı frekanslar bile çocuğun duygusal dünyasını bozabilmektedir. Neticede
duygusal çatışmalar daha yenidir ve üst üste binmemiştir. Dolayısıyla kolay tespit edilip yok
edilebilir. Bu çocukları hastalandıklarında hemen ilaçlarla zehirlememeliyiz. Acil durumda elbette
ilk müdahale yapılmalıdır. Ancak tekrarlayan olgularda sık olarak doz artırıcı yöntemlere
başvuruyoruz. Oysa ilgili duygusal çatışma ortadan kalktığında hastalık tamamen iyileşmiş olur.
Çocuklarda duygusal çatışmalar taze olduğundan tedavi de hızlı gelişir.
Aynı zamanda çocukların da doğru beslenmeyi mutlaka öğrenmesi gerekiyor... Sebze, salata ve
meyve yemeyi öğrenmeliler. Onlara özellikle baklagiller ve tahıllı yiyecekleri daha fazla tüketmeyi
öğretmeliyiz. Su içmeyi diğer içeceklere kıyasla daha çok tercih etmeliler. Bugün baktığımızda
çocukların su içmeyi sevmediklerini görüyoruz. Oysa meşrubatlara bayılıyorlar. Burada iş aileye ve
öğretmenlere düşüyor. Çocuklarımızın beyinlerine suyun önemini kazımalıyız.
Tabii en önemlisi, çocuğun her şeyden önce kendisini sevmeyi öğrenmesi, ailelerin de çocuklara
buna yönelik olarak davranması gerekiyor.
Ruhsal gelişimleri nasıl başlarsa öyle de devam eder. Bir toplumun geleceği çocuklarıdır.
Nasıl haz alırız, nelerden haz alırız?.. Haz duygusunu ayakta tutan doğal eylemlerimiz yemek yemek
(özellikle tatlı), seks yapmak, muhabbet etmek, spor yapmak, kavga etmek ya da müzik dinlemek gibi
etkinlikler. Elbette alkol, nikotin ve uyuşturucular kısa yoldan haz almayı sağlayan, ancak bağımlılık
yapabilen diğer keyif alma kaynaklarıdır.
Kimi zaman hayat üstümüze üstümüze gelir... Adeta boğulduğumuzu hissederiz, zaten hayatın
gerçekte kolay olduğunu da söylemek çok zor... O nedenle sürekli güven ortamı sağlayacak kişiler ve
ortamlar arar dururuz. Endişeler, gerilimler bizi yıpratmaya başlar. İçimiz içimizi yer durur. Haz alma
duygumuz gitgide azalır. Zamanla doğal haz alma kaynaklarımız yetersiz gelmeye başlar. Bu durumda
haz almak için abartmaya başlarız. Herkes farklı bir alanı abartmaya başlar. Kimisi yemek yemeyi
abartır. Kimisi tat alabilmek için tatlı isteğine engel olamaz. Kimi sürekli seks yapma isteğiyle dolar
taşar. Kimi etrafında sürekli konuşacak insan arar. Kimisi sporu abartır. Kimisi de çatacak yer arar.
Kimileri ise sürekli müzikli bir ortamda yaşamayı seçer. Banyoya bile müzik ortamında girip sokakta
iPod'la dolaşırlar. Bu tip önlemler bünyede birtakım zararlara yol açsa bile yine de doğal sayılır.
Daha etkili, ancak daha zararlı ve kurtulması zor olan haz alma yöntemleri alkol veya uyuşturucu
kullanmaktır.
Ah dopamin vah dopamin...
Oysa bedenimiz EBD nedeniyle doğal olmayan kaynaklara karşı tepki gösterir. Bu tepki neticesinde
zamanla sigara, alkol veya uyuşturucunun haz verici etkisi azalır. Neticede dozu artırmak zorunda
kalırız.
Aslında sigara türü bağımlılık yaratan kaynaklara başvurmamızın temel nedeni, doğal yöntemlerin
yetersiz kalmasıdır. Örneğin haz duygusu için yemek yemeyi abartıp aşırı kilo almak istemeyen kişiler
sigarayı tercih ederler. Sigarayı bıraktıklarında tekrar kilo alırlar. Kimileri cinsel alanda tatmin
olamadıklarından yine sigarayı tercih ederler. Genel olarak yaşamdan haz alamayıp, sürekli
endişelerle boğuşanlar için ise sigara vazgeçilmezdir. Buna rağmen endişelerle daha fazla baş
edemeyen bir grup insan ise alkol veya uyuşturucuyu ilave ederler.
Kalıcı çözüm...
Bağımlılık yapan araçlardan kalıcı olarak kurtulabilmemiz için tek çözüm yine duygusal ve ruhsal
çatışmalardan kurtulmak... Haz duygusunu doğal hayatımızın akışı içinde yakalayabilmemiz ancak
böyle mümkün olabilir. Bağımlılıktan kurtulmaya niyetli kişilere bilinçaltı tedavisi yapılması gerekir.
Bunun için bağımlının, hekimine güvenmesi şarttır...
Elbette kişinin bedenindeki toksinlerden de arınması gerekir. Nikotin bağımlılığı aslında 48 saat
sürer. Bu demektir ki, sigara içilmediğinde vücudumuz 48 saat içinde kendi nikotin salgılamasına geri
dönmüş olur. Ama neden çoğu insan bunu yapamaz? Çünkü asıl bağımlılık sebebi ruhsal ve
duygusaldır. Bu kaynağın kuruması ise ne yazık ki tek bir seansta mümkün değildir. Tek seansta
sigarayı bıraktıran yöntemler aslında duygusal bağımlılığı yok etmezler. Kişi, sağlığını düşünerek bir
daha sigara içmese de, diğer haz verici yöntemlere abartılı bir şekilde sarılabilir. Sigarayı
bıraktığında aşırı kilo alan insanların sayısı az değildir. Kimisi alkol, kimisi puro, kimisi pipo, kimisi
ise depresyon haplarına geçiş yapar.
Dengeli ve sağlıklı insan, haz verici doğal yöntemleri dozunda kullanabilen insandır. Ruhsal
gelişimimiz açısından doğal olmayan haz verici kaynaklardan uzak durmalıyız. Aksi takdirde ruhsal
tekâmülümüz zorlaşır.
Enzim yetmezliği ya da bağırsak florası sorunlarına bağlı olarak oluşan gıda intoleransları da yağ ve
toksin birikiminin en büyük nedenidir. İntolerans yaratan gıdalar doğrudan depoya gönderilirken, aynı
zamanda hazımsızlığa ve şişkinliğe neden olur.
Aslında bu kişiler yaşam içinde kendilerini oynayıp sevgi enerjisini evrenden alabilmeyi
başarabilseler, tekrar orijinal kilolarına otomatik olarak geri dönerler. Zaten kalıcı çözüm budur.
Yeme isteği normale dönerken, spor yapma isteği artar, metabolizma düzelir, bağırsak florası kendine
gelir. Haz tatmini ve dopamin salgısı normale döner.
Lahana çorbası, zone, g-string, acı biber, krom, kan grubu ya da Hollywood tarzı diyetlerde de
kilolar geri alınır. Keşke standart diyet listeleriyle tüm obezler normal kilolarına ulaşıp muhafaza
edebilse. Ama olmaz.
Sağlıklı kilo vermenin olmazsa olmazı da spor yapmaktır. Spor yapmadan kalıcı kilo veremezsiniz.
Kaslarımızı uyarıp yağ tüketimini zorlamalıyız. Haftada 2 veya 3 kez en az 1 saat aerobik sporlardan
yapmalıyız. Hızlı yürüyüş, koşu, bisiklet veya yüzme ilk tercih edilmesi gereken aerobik sporlardır.
Aerobik spor süresince nabzımız sabit olarak yaşımıza göre 100-120 nabız/dakika üzerinde
kalmalıdır.
Sonuç olarak diyet kalıcı çözüm sağlamaz. Asıl olan, duygusal ve ruhsal çatışmaların çözülmesidir.
"Parçaları kontrol et, bozulanları değiştir. Böylece bütünü kontrol edersin" mantığı benimsenmiştir.
Bilim dünyası, bu mekanik bakış açısı içinde, bedeni de bir makine olarak gördü. Bu anlayış,
kuramını her şeyin önceden tahmin edileceği ve hesaplanacağı üzerine kurdu. Aslında bu bakış açısı
fiziksel bedenimize yönelikti, insan ömrünü uzattı, ancak dünyaya geliş amacımız olan ruhsal
gelişimimizi zora soktu. Kronik hastalıkların yaygınlaşması ve insanların ölene kadar ilaçlarla
yaşamlarını sürdürmek zorunda olması bunun göstergelerinden biri.
Kuantum alanı denen alanda her şeyin tek bir oluşumdan tezahür ettiği
anlaşıldı...
Bugün artık "Higgs bozonu"nun ispatlanması ve kuantum fiziğinin kabulü ile her şeye sadece
fiziksel beden üzerinden bakılmasının yanlışlıkları anlaşılmaya başlandı. Kuantum fiziğinden sonra en
küçük birimin artık hücre değil, onun daha büyütülmüş şekli olan molekül, atom, atomaltı ve foton
olduğu tespit edildi. Bu derinlikten bakıldığında gerçekler çok değişti. Kuantum alanı denilen bu
alanda her şeyin tek bir oluşumdan tezahür ettiği anlaşıldı. O da kuark denilen iplikçikler. Nisborg ve
Eisenberg gibi fizikçiler düşünce gücüyle kuarkların etkilendiğini tespit ettiler. Her şey bir
düşünceden oluşmuştu. Sonuçta buradan yola çıkılarak çok çeşitli açılımlar gerçekleştirildi. Her
şeyden önemlisi ruh, zihin ve bedenin bir bütün olduğu ispatlanmış oldu.
Bütün bu gerçekler insan denilen varlığın aslında üçlü bir bütün olduğunu ispatlıyor. Hiçbiri
birbirinden ayrılamayacak üç alan: ruh, zihin ve beden. Hastalıkların nedenleri her üç alandan da
kaynaklanabilir. Alanların teker teker tedavi edilmesiyle elde edilen sonuçlar mükemmeldir. Kronik
hastalıklar artık kaderimiz olmaktan çıkar.
Yeniçağ tıbbının bakış açısı budur. Bedenimizin kendi kendini tedavi edebilme yeteneği en büyük
şifayı sağlar ve ruhsal gelişim yolunu açar.
10. bölüm
Müzikle tedavi ve olumlamalar
Daha önce elektromanyetik alanlardan söz ederken her elektromanyetik alanın bir notaya tekabül
ettiği bilgisini vermiştik. Bu aslında müzikle beden ilişkisi hakkında çok temel bir bilgi veriyor.
Müziğin frekanslarıyla bedenin frekanslarının uyumlanması birçok problemin çözümü olabilir.
Enerjinin biçimleri olduğunu biliyoruz. Isı, elektrik, ses, ışık vs. Göremediğimiz ama hissettiğimiz,
bazen de hissedemediğimiz enerji bantları kendi dalga boyu penceresinden beynimize ulaşır. İlgili
duyu organı tarafından elektrik enerjisine dönüştürülür. İnsan beyninde "müziği takdir yeteneği"
olduğu, bebekler üzerinde yapılan deneylerle doğrulandı. Müziği, beyinde mutluluk, neşe, elem, öfke,
nefret gibi duygu alanlarını tetikleyen bir enerji bandı olarak tanımlamak doğru olur.
Beyin haritalama tekniği (PET) çalışmaları ses, ritim, melodi, vurgu ve armoninin beynin sağ
yarımküresinde; frekans ve ses şiddetindeki değişmelerle birlikte müzikle ilgili düşünce kalıplarının
beynin sol yarımküresinde kaydedildiğini gösteriyor. Diğer taraftan korku, öfke, keyif gibi etkiler
duygusal bellek ve düzenleyici olan limbik sisteme işleniyor.
Müzikle çok ilgilenenlerin beyninin orta kısmında köprü görevini gören corpus callosum bölgesinin
fazla gelişmiş olduğu ifade ediliyor.
Aslında müzik ile bedenin frekanslarının ilişkisi çok eski bir bilgi ve bizim kültürümüzde de var.
Türk müziğinde kullanılan makamların tedavi edici etkisi bugün dünyada bile tam olarak
bilinmemektedir.
Dolayısıyla frekans tedavisinde müziğin çok ayrı bir yeri var. Gelin hep birlikte müzik ile tedavinin
kültürümüzdeki tarihçesine kısa bir göz atalım.
Osmanlı'da ve eski Türklerde müzikle tedavi...
Evrende her şey titreşir. Ses dalgalarının ritmik oluşumları müziği ortaya çıkarır. Aslında her varlık
eylem yaparken bir ses çıkarır, yani hepimizin, her varlığın bir müziği vardır...
Düşük frekanslı ses dalgaları, örneğin kuş cıvıltısı, suyun ve rüzgârın sesi gibi sesler insanın uyku
esnasındaki beyin dalgalarına yakın dalgalar ürettiği için sakinleştirici etkilere sahiptir. Duyguları
incelten ve gönlü yumuşatan müzik türleri, asırlardan beri tedavilerde kullanıldı. Birçok araştırma,
depresyondan kansere, yüksek tansiyondan kronik ağrılara, disleksiden (öğrenme bozukluğu) akıl
hastalıklarına, migrenden uyuşturucu madde bağımlılığına kadar geniş bir spektrumda müziğin tedavi
edici etkisi olabildiğini gösterdi.
Geçmişte de Anadolu'da müzikle tedavi merkezleri vardı. Müzikle tedavi yöntemini en fazla
uygulayanlar Selçuklular ve Osmanlı'ydı. Müzikle tedavi yöntemi Osmanlılar döneminde zirveye
ulaştı. Başta Edirne olmak üzere Kayseri, Sivas, Amasya, Manisa ve Bursa'da tedavi merkezleri
kuruldu. Sultan II. Bayezid'in, Edirne'de 1488 yılında yaptırdığı darüşşifada, yani o dönemin
hastanesinde hastaların su sesi ve müzikle tedavi edilmesini emrettiği bilinir. Evliya Çelebi,
Seyahatname'sinde "ruh hastalarının nasıl müzikle tedavi edildiğini" yazar. Evliya Çelebi'nin
anlattığına göre, darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletip, kalp
atışlarının hızlanmasına ya da yavaşlamasına bakarmış. Duruma göre uygun melodiyi belirleyip,
sonra tedaviye başlarmış. Yine Çelebi, aynı eserde hafıza ve hatıraları güçlendirmede ısfahan; aşırı
hareketli, heyecanlı hastaları sakinleştirmede rehavi; sıkıntılı, karamsar durgun ve neşesiz hastalara
da kuçi makamının iyi geldiğini belirtmiş.
Osmanlı'da müzikle tedavi parlak dönemler yaşamıştı. Sultan II. Beyazıt Edirne'de 1488'de Mimar
Hayrettin'e inşa ettirdiği külliyenin darüşşifa (akıl hastanesi) bölümünde hastaları müzikle tedavi
ettiriyordu.
İbn-i Sina, Razi, Farabi gibi Türk bilginlerinin öncülüğünü yaptığı müzikle terapi, günümüz modern
tıbbına da ışık tuttu.
İbn-i Sina (980-1037), müziğin tıpta oynadığı rolü şöyle tanımlar: "Tedavinin en etkililerinden biri,
hastanın akli ve ruhi güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, ona en
iyi musikiyi dinletmek, onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir."
Ne kadar haklı değil mi? Aslında bugün de kesinlikle bunların yapılması gerekiyor.
Baksılar ve müzik...
Orta Asya'da Anadolu öncesi zamanda Baksı adı verilen Şaman müzisyenler tarafından, çeşitli
hastalıklar için şifa çalışmaları yapıldı. Şam'daki Nurettin Hastanesi'nde İbn-i Sina, müzikle akıl
hastalığı tedavisi uyguladı. İbn-i Sina'nın etkileri Osmanlı devrinde de devam etti. Osmanlı saray
hekimi Musa bin Hamun, diş hastalığı ve çocuk psikoloji hastalıklarını iyileştirmede müzikle tedavi
yöntemini kullandı. Farabi de müzikle tedavi ile çok ilgilenen ilim adamlarının başında geliyordu.
Onun müziğe ilişkin yaptığı sınıflandırmalar bugün hâlâ kullanılıyor.
Farabi ayrıca Türk müziği makamlarının zamana göre psikolojik etkilerini sınıflandırmıştı:
Makamlar ve hastalıklar...
Farabi'ye göre makamlar ve hastalıklar arasında da yakından bir bağlantı vardır:
Rast makamı: Kemiklere ve beyine etkili. Fazla uyumayı engeller. Nabzın yükselmesine yardımcı
olur. Özellikle çocuk bünyesinde nem hâkim olduğu için, bu nedenle oluşan dengesizlikleri düzeltir.
Akıl hastalıklarına iyidir.
Irak makamı: Menenjit, beyin ve akıl hastalıklarına faydalı. Omuz, kol ve ellere etkili. Lezzet verir,
düşünme ve kavrama konusunda etkilidir. Korku gidericidir. Saldırganlığı önleyici ve nevrotik
hastaları tedavi edici etkisi vardır.
Isfahan makamı: Ateşli hastalıklardan vücudu koruyucu özelliği var. Ense, boyun, omuzlar ve sol
dirsek için etkili. Güven hissi, uyum sağlama, hareket yeteneği, zihin açıklığı, gönül yenileme,
düzgünlük verme, zekâyı açma ve hatıraları tazeleme özelliği vardır.
Zirefkend makamı: Sırt, mafsal ağrılarına ve kulunca faydalıdır. Beyinle ilgili ağız çarpılmasına,
kalp, ciğer, göğüs, kalça ve sağ omuza etkilidir.
Büzürk makamı: Kulunç ve beyin hasarı ile ortaya çıkan şiddetli hastalıklara yararlıdır. Güç
kazandırır. Boyun, boğaz, göğüs, ciğer, kalp ve böğür için etkilidir.
Zirgüle makamı: Kalça eklemleri ve bacak içleri ile ilgisi bulunur. Kalp hastalıklarına, menenjit ve
beyin hastalıklarına etkilidir. Beyin hastalıkları ve ruh hastalıklarının tedavisi için mide ve karaciğer
ateşini yok eder. 13. yüzyıldan önce hicaz makamından ayrılarak oluşmuştur. Hayal ve sırlar telkin
eder, uyku verir, masal duygusu verir.
Rehavi makamı: Sağ omuz, baş ağrıları, burun kanamaları, ağız çarpıklığı ve balgamdan gelen
hastalıklara, akıl hastalarına faydalıdır. Doğuma yardımcı olur. Göğüs, mide ve böğür için faydalıdır.
Hüseyni makamı: Güzellik, iyilik, sessizlik, rahatlık verir ve ferahlatıcı özelliği vardır. Karaciğer
ve kalbin iltihabını söndürür. Mide hararetini giderici özelliği vardır. Ateşli nöbetlerin
giderilmesinde faydalıdır. Sol omuza etkilidir. Sıtma hastalığına iyidir.
Hicaz makamı: Kemikleri, beyni ve çocuk hastalıklarını tedavi edici etkisi vardır. Üro-jenital
sisteme ve böbreklere etki gücü fazladır. Alçakgönüllülük duygusu verir. Düşük nabız atımını
yükseltir ve göğüs bölgesi diğer önemli etki alanıdır.
Nihavent makamı: Kan dolaşımı, karın bölgesi, kalça, uyluk ve bacak bölgelerine etkilidir. Kulunç,
bel ağrısı ve tansiyon rahatsızlıklarına faydalıdır.
Neva makamı: Göğsün sağ tarafına, böbreklere, omurilik, kalça ve uyluk bölgelerine etkisi vardır.
Üzüntüyü giderir ve lezzet verir. Gönül okşayan makam adıyla bilinir.
Uşşak makamı: Kalp, ayak rahatsızlıkları ile nikriz (damla) ağrılarına faydalıdır. Gülme, sevinç,
kuvvet ve kahramanlık duyguları verir. Çocukları etkileyen yellerde ve erkeklerdeki ayak ağrılarında
faydalıdır.
Acemaşiran makamı: Kemiklere ve beyine etkilidir. Yaratıcılık duygusu ve ilham verir. Durgun
düşünce ve duyguları canlandırır. Kadınlarda doğumu kolaylaştırır. Anne karnındaki çocuğun yanlış
duruşlarının düzelmesine yardım eder. Ağrı giderici ve spazm çözücü özelliği vardır.
Segâh makamı: Şişmanlık, uykusuzluk, yüksek nabız, kalp, ciğer ve kas rahatsızlıklarına faydalıdır.
Beyin nöronlarına etkisi vardır. Mistik duygular oluşturur.
Pentatonik melodi: Pentatonik müzik, Asya kökenli Türk musikisinin en önemli ve karakteristik
özelliğidir. Kendine güven ve kararlılık verir, rahatlık sağlar. Çocuklara, 9-10 yaşına kadar sadece
pentatonik müzik dinletilmesi önerilir.
Bugün Batı'da hastane, klinik, gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde
5.000'den fazla uzman, müzik terapisi uyguluyor. Şüphesiz, burada etkili olan temel faktör son
yıllarda müzik ve beyin araştırmalarında elde edilen veriler. Müziğin, özellikle serotonin,
norepinefrin, dopamin, melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi, psikiyatrik hastalıkların
oluşumunda etkili hormonlara; kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi
fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı artık bilinen bir gerçek.[2]
Yin ve yang...
Polarite kavramının kısaca artı ve eksi kutupları da gösterdiğini unutmayalım. İki temel yüksek
frekansı en iyi anlatan da "yin-yang" sembolüdür... Yin kadını, yang erkeği simgeler. Yin alıcı, yang
vericidir. Yin eksi kutuptur, yang artı kutup. Yin gecedir, yang gündüz. Yin Ay'dır, yang Güneş.
Tüm olumlu ve olumsuz frekanslı duygusal enerjiler bu iki temel enerjiden doğar. Sevgi ve korku
enerjisinden. Yapıcı ve yıkıcı enerjiden. Birinin olduğu yerde diğeri çok fazla barınamaz.
Aşağıdaki olumlama örneklerinde sıklıkla "ben" kelimesi kullanılıyor. Bu sözcük kişinin zayıf
olduğu alanını güçlendirmek için kullanılmaktadır, yoksa egoya yönelik bir yaklaşım değildir.
Güvensizlik için:
• Yaşamın akışına güveniyorum.
• Her ne oluyorsa benim için en güzel şekilde gerçekleşiyor.
• Ben kendime güveniyorum.
• Ben tüm insanlara güveniyorum.
• Ben her halimle güvendeyim ve bunun için şükrediyorum.
Gelecek korkusu için:
• Geleceğimin güzelliklerle dolu olduğunu biliyorum.
• Geleceğimi sevgiyle kucaklıyorum.
• Geleceğimin sağlıklı, varlıklı ve iç huzuruyla dolu olduğunu biliyorum ve bunun için şimdiden
teşekkür ediyorum.
Peki, biz bunun için pratik olarak nasıl bir beslenme şekli uygulayabiliriz?
Dr. Johann George Schnitzer, bu konuya yıllarını vererek, binlerce insanı şifaya kavuşturan bir
beslenme şekli geliştirdi. Örnek vermek gerekirse, ileri derecede diyabet hastası olan ve bacak
damarları tıkalı olduğu için ampütasyon endikasyonu hasıl olan (cerrahi müdahale ile kesilmesi
gereği doğan) birçok hastanın, bu beslenme şeklinden sonra cerrahi uygulamaya gerek olmadan
iyileştiği tespit edildi. Diğer taraftan diyabet ve hipertansiyon hastalarının Dr. Schnitzer'in beslenme
programından büyük yarar gördükleri yayımlanmıştır. Benim de yıllardan beri hastalarıma
uygulattığım bu beslenme şekliyle inanılmaz sonuçlar aldığım bir gerçek.
Bahsi geçen hastalıklarda, sadece beslenme şeklinin değiştirilmesi ile bile iki ay gibi kısa bir
süreçten sonra ciddi bir iyileşme gözlemlendi.
Bu beslenme şeklini uygulayacak birçok diyabet hastası da, kan değerlerindeki değişime açıkça
şahit olacaklar. Ancak bu beslenme şekline geçen hastalar, kullandıkları insülin ve anti-diyabetik
ilaçların dozlarını, tansiyon ilaçlarının dozlarını dikkatle takip etmeliler. Sık sık kan ve tansiyon
ölçümü yaptırmaları ve kan değerleri düştüğü takdirde hekimlerine başvurup yeniden doz ayarlaması
yaptırmaları gerekir.
Dr. Schnitzer sağlığımız için en önemli gıdaların yüksek alkali değerinde olması gerektiğini
vurgulamaktadır.
Tahıllı çorba...
Bazı kişilerde bağırsak florası bozuk olduğundan hazım sorunu olabilir. Onlara tavsiyem, bu
uygulamaya geçmeden önce yine aynı şekilde bir gün önceden değirmenden geçirilmiş ve suda
bekletilmiş tahıllardan çorba yapmaları. Bu çorbayı 7-10 gün boyunca kahvaltıda tüketmek gerekiyor.
Bağırsak florasını düzeltecek bu uygulamanın yanında gıda intolerans testi yaptırılarak, intolerans
gösterilen gıdalardan uzak durulması, süreci olumlu etkiler.
Diğer tüketilmesi gereken gıdalar mevsim sebzeleri ve salata çeşitleridir. Sebzelerin yüksek ısı
altında öldürülmemesi şart. Aynı şekilde meyvelerin de haşlanmaması gerekiyor.
• Sabah uyandığınızda 1 bardak suyun (0,5 litre) içine karbonat karıştırıp için. Gün boyu yemek
öğünleri hariç (yemek ve yemekten sonra 1-2 saat su içmeyin) 2,5-3 litre aynı karışımı için.
Yatmadan önce de mutlaka 1 bardak içmeyi unutmayın.
• Açlık ve tokluk duygularınızı geliştirin. Yavaş ve çiğneyerek yiyin, doyunca bırakın.
• Protein ve karbonhidrat karışımlarından mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışın. Protein ve
karbonhidratı aynı öğünde yememeye çalışın.
• Akşam saat 20:00'den sonra protein ve karbonhidrat tüketimini bırakın.
• Himalaya tuzu bulmakta güçlük çekiyorsanız deniz tuzu kullanın. Sofra tuzlarını hayatınızdan
çıkarın. Çantanızda Himalaya tuzu taşıyın.
• Bazik, yani alkali besinleri tercih edin. Ya da asidik ürünlerle bazik ürünleri ¼ oranında tüketin.
Örneğin 100 gram et yiyorsanız 400 gram salata tüketin
• Öğünlerinizin ana besini sebzeler ve salatalar olsun. Meyveleri mutlaka aç karnına yemeyi tercih
edin. Örneğin meyveleri sabah kahvaltısı olarak tercih edebilirsiniz.
• Öğünleri zevkle, sohbetle yemeye çalışın.
• Rafine şekerden uzak durun. Şeker olarak stevia özütü kullanın. Bunu her şeyin içine
koyabilirsiniz. Stevia özütü içeren ürünler ülkemizde de satılmaktadır.
• Doğal ürünler alın ve doğal olarak tüketin. Pazardan alışveriş yapın. Besinleri kasalardaki lazer
barkodlardan geçirmemeye çalışın.
Asitlenme veya kronik hastalıklarda alkali gıda tüketimi çok daha fazla olmalıdır.
Genel olarak her öğünde yediğiniz asidik gıdaların 3 veya 4 misli alkali gıdayı birlikte tüketin.
(Örnek: 100 gram etin yanında 300 -400 gram salata gibi...)
Sonsöz
Sevgili okur, sana bu kitap boyunca hastalıkların nasıl oluştuğunu, nasıl geliştiğini, sağlıklı
kalmanın yollarını, ruh-zihin-beden üçlüsünün önemini anlatmaya çalıştım...
Bu bölümde de son birkaç toparlama yapmak istiyorum. Dilerim sevgi enerjisine sarılır, bunu
dünyaya yayarsın, böylelikle sağlıklı olur, sağlıklı kalır ve sağlıklı nesillerin oluşumuna sen de bir
katkıda bulunursun. Bu kitabın içindeki bilgiler ne kadar çok yayılırsa gezegenimiz için o kadar
hayırlı olur...
Yeniçağ frekansları bizi tamamıyla sarmaladı. Schumann rezonansı bunun en büyük kanıtı. Boyut
değiştirmek zorundayız. Sevgi enerjisine açılmak zorundayız. Değişime direnmemeliyiz. Enerjimizi
yükseltip o seviyede kalma sürecine girmeliyiz ve mümkün olduğu kadar çok insana yardımcı
olmalıyız. Özellikle hazır duruma gelmiş insanlara öncelikle el vermeliyiz. Yüksek bilinçli insan
sayısı arttıkça gezegenimiz rahatlıkla üst boyuta geçecektir. Böylece egolardan uzak, sevgi dolu,
dürüst bir dünyaya kavuşacağız.
Semboller evrensel serbest enerjilerdir. Biz bu sembolleri ilgili renkle beraber akupunktur
noktasına çizdiğimizde o noktaya adeta bir çanak anten yerleştirmiş oluruz. Evrensel serbest enerjinin
frekansı, otomatik olarak o noktaya çekilmiş olur. Bu da pozitif polarizasyonu sağlar.
Hastaya optik yolla verilen renkler ve işitme yoluyla verilen sesler yine kinesiyoloji yöntemiyle
belirlenir. Tedavinin son bölümünde "biyorezonans" yöntemiyle rezonansa girdiğimiz uygun
frekanslar tespit edilerek, biyolojik ahenk tekrar kazandırılır.
Bu şekilde hastalar haftada 2 gün en az 10 seans tedavi edilir. Bazen tedavi süresi uzar. Ne kadar
seans daha gerektiğini biyotensör belirler. Kür sonunda organizmamız evrensel frekanslarla
uyumlanmış olur. Hastalıklarımızın ana nedeni olan ruhsal ve duygusal çatışmalardan kurtulmuş
oluruz. Bilinçaltı ve DNA kayıtlarına geçmiş negatif duygulardan arınırız. Geçmiş travmalarımızın
olumsuz etkilerinden uzaklaşırız. Blokajların ortadan kalkmasıyla, bedenimizin kendi kendini tedavi
etme yeteneğinin önünü açmış oluruz. Bu durumu adeta fabrika ayarlarına dönüş şeklinde
tanımlayabiliriz. Kronik hastalıklarımızdan ve ağrılarımızdan kalıcı olarak kurtulmamızın yolu budur.
Sonuçta ruhsal gelişimimiz için ilerlememiz gereken doğru yola geri dönmüş oluruz.
Kimyasallar, toksinler arttıkça bilinçaltına ulaşma şansımız da iyice azalır. Böylece hastalıkların
ana sebebi olan duygusal çatışmaların teşhis ve tedavisi gün geçtikçe daha da zor hale gelir. Hasta
ruhsal gelişimden iyice kopmuştur artık. Dünyaya geliş amacı kalmamıştır. Sadece ağrıları ve diğer
şikâyetleri ile boğuşan mutsuz, depresif, etrafına karşı çekilmez bir insan haline gelir. İş verimi azalır.
Bilinçaltı kapısını kapalı tutan ikinci önemli etmen de toksinler. Tedaviye zaman geçirmeden
toksinlerden arındırmayla başlanmalı. Hastanın hekime geldiği güne kadar kullandığı ilaçlar süratle
tekrar gözden geçirilmeli.
Elektrosmog, jeopatik, amalgam türü ağır maden zehirleri, nedbeler öncelikle araştırılmalı ve
etkisiz hale getirilmeli. Asitlenmeyi önleyici beslenme programına başlanmalı. Bu nedenle gıda
rezonans testi çok önemli, çünkü bu test bağırsak florasını yeniden oluşturmak için çok önemli bir
teşhis aracı.
Test sonucuna göre vücudun istemediği gıdalar 2-4 ay boyunca kesilmeli. Hastadan mutlaka öğün
aralarında en az 2,5 litre su (mümkünse bazik su) içmesi istenmeli. Ayrıca bol oksijenli ortamda spor
veya herhangi bir etkinlik yapmaya teşvik edilmeli. Beyaz rafine şeker, rafine tuz ve beyaz unlu
ürünler süratle kişinin hayatından uzaklaştırılmalı. Tansiyon ve şeker hastaları proteinden de uzak
durmalı. Tahıl, sebze, salata ve meyve ana besinler olmalı. Hekim tedavisine başlarken bu öğütlere
öncelik vermeli.
Hastaların dışarıdan (TV, radyo, gazete, dergi vs.) aldıkları bilgilerle kafaları karışıyor. Hasta
olarak güvendiği doktora giden herkes, verilen tavsiyelere harfiyen uyar. Hastalar çok gerekmedikçe
sürekli farklı branşlara sevk edilmemeli. Hastalar bundan hem maddi hem manevi anlamda ciddi bir
rahatsızlık duyuyorlar. Ayrıca bu kafa karışıklığı sonucunda hangi hekime güvenip teslim olacaklarını
da şaşırıyorlar. Ancak doğru ve dürüst bir yaklaşımla hastanın bilinçaltı kapısını açabilecek güveni
sağlamış oluruz. Hastalığın ana kaynağı olan ruhsal ve duygusal çatışmalar ancak bu yolla yok
edilebilir. Amaç hastayı en kısa sürede vagotonik faza (dingin evreye) sokmak olmalıdır. Böylece iç
hekimin önü açılır. Yaşlandıkça ruhsal ve duygusal çatışmalara yol açan imgelerin ne kadar
çoğaldığını ve hastalık kaynağını yok etmenin daha da zorlaştığını anlatmıştık. Dolayısıyla bu alan
çok kolay çözülen bir alan değil. Ama en azından hekim olarak bilmemiz gereken şey doğru yolun bu
olduğu. Bütünleyici tıbbın önemi işte burada. Bütünleyici tıp alanı süratle gelişmek zorunda. Bu
alanda profesyonel olarak çalışan hekimlerin sayısı artmalı. Bütünleyici tıp hastaneleri kurulmalı.
Çocuklarımızı acil durum dışında hemen ilaçlarla zehirlemeyelim. Onların yaşadığı duygusal
çatışmaları bulup çözmek daha kolay.
Örneğin verilen bir söz yerine getirilmemiştir, çocuk kendisini unutulmuş ya da dışlanmış hisseder,
ev ortamından huzursuzdur vs. Üstelik kendini doğru ifade edemediğinden sürekli azar işitip, belki de
dayak yemektedir... Anne ve babanın yaydığı frekanslar bile bozabilmektedir çocuğun duygusal
dünyasını. Neticede duygusal çatışmalar daha yenidir ve üst üste binmemiştir. Dolayısıyla kolay
tespit edilip yok edilebilir. Bu çocukları hemen ilaçlarla zehirlememeliyiz. Rezonans yöntemleriyle
ilgili duygusal veya ruhsal sorun teşhis edilip tedavi edilmeli.
Optik yol
Suya yüklemek
İlgili sembolün üstüne 1 bardak su koyun. 15 dakika sonra için. Suya yükleyip içmek suretiyle bu
enerjiden faydalanırız. Özellikle çocuklar, yaşlılar ve hayvanlar için uygun bir yöntemdir.
Sembolün üzerine dağ kristalini koyun, düşünce gücünüzle semboldeki frekansın taşa yüklenmesini
isteyin ve kristali 24 saat sembolün üzerinde bırakın. Frekans kristale yüklendikten sonra üzerinizde
taşıyın.
1. Öncelikle ruh, zihin ve beden bütünlüğünü sağlayıcı ve enerji arttırıcı semboller kullanılmalıdır.
2. Meditasyon sonrası, alfa beyin dalgaları yaydığımız zaman uygulanması daha etkili olur.
3. Bir gün içinde sadece 1 sembol kullanılmalıdır (Kristal taş yüklemesi hariç).
Sembollerin açıklamaları
Yaşam Çiçeği: Koşulsuz sevgi enerjisi. Enerji arttırıcı ve zararlı enerjilerden koruyucu etki
gösterir.