Professional Documents
Culture Documents
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SAĞLIK BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
MEHMET KAVAK
DANIŞMAN
PROF.DR. HATİCE NİL SARI
İSTANBUL–2016
ii
TEZ ONAYI
iv
İTHAF
TEŞEKKÜR
Bu tez çalışmasının konusunu bana teklif eden ve her cihetle beni destekleyen
saygı değer tez hocam Prof. Dr. Hatice Nil SARI’ya teşekkürü bir borç bilirim.
Değerli fikirleriyle her anlamda beni destekleyen Prof. Dr. Casim AVCI’ya;
Tez süreci boyunca desteklerini esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Gülten
DİNÇ, tez jürisinde bulunma teklifini kabul eden Yrd. Doç. Doç. Ayten ARIKAN ile
tezimin son aşamasını gözden geçirme zahmetinde bulunan Arş. Gör. Dr. Elif
GÜLTEKİN ve tezin basım aşamasında yardımcı olan Arş. Gör. Uzm. Gamze
NESİPOĞLU’na verdikleri desteklerden dolayı teşekkür ederim.
Nardalı Ömer Şevki Paşa’nın mezarının fotoğraflarını bana ulaştıran Fuat Bey’e
ve tez sürecinde beni yalnız bırakmayan değerli aileme, mesai arkadaşlarıma ve tüm
sevdiklerime en içten dileklerimle teşekkür ederim.
vi
İÇİNDEKİLER
ŞEKİLLER
Şekil- 4 [67] Hububat ile memlû ve 400 defa büyüdülmüş ve az bir zamanda birçok
eşgale giren amibler. [Tahılla dolu, 400 kat büyütülmüş, kısa bir zamanda şekilden şekle
girebilen amipler] ............................................................................................................ 23
Şekil- 6 [69] Küreyvat-ı beyza ile mikrobların mücadelesi (fagositoz) b-Serbest basiller;
ph- fagositozlar; n- levat; b-İhata olunmuş (kuşatılmış) basiller .................................... 24
Şekil- 13 [78] Yerden yüksek madeni sehpalı cam tükürük hokkası ............................. 37
Şekil- 15 [80] Bir el ile açılabilir tükürük ceyb (cep) hokkası ....................................... 38
Şekil- 17 [82] Kele uğramış saç. a- saçın bidayeti b- cizgi c- dökmesi d- aralarında
isporlar bulunan tulenye e- cizgi üzerindeki isporcuklar ................................................ 51
C. : Cilt
h. : Hicri
İÜ : İstanbul Üniversitesi
s. : Sayfa
Yay. : Yayınları
x
ÖZET
Dr. Besim Ömer Paşa’nın Hıfz-ı Sıhhat adlı bu eseri XX. Yüzyıl başındaki tıp
bilgisi, koruyucu sağlık önlemleri ile ilgili toplu bilgi veren ancak günümüze dek
incelenmemiş önemli bir eserdir. Ele alacağımız kısmı daha önce ele herhangi bir
araştırmacı tarafından ele alınmadığı için özgün bir çalışmadır.
ABSTRACT
Dr. Besim Ömer’s work named Hıfz-ı Sıhhat provides general information on
early twentieth century preventive health measures. The book Hıfz-ı Sıhhat has not been
studied or discussed by medical historians yet, though it is an important source for the
assessment of microbiological development in the Ottoman period. Therefore this is a
distinctive research.
Major infectious diseases of the period are described by Besim Ömer, i.e. anthrax,
cholera, plague, tuberculosis, diphtheria, rabies, glanders, rubeola, scarlatina and
smallpox. In addition, parasitic diseases such as alopecia, trichophytosis, ringworm,
pediculosis and mange are discussed. Besim Ömer also considered the ways of prevention
of infectious diseases. The book Hıfz-ı Sıhhat can be considered as a primary source in
the understanding and evaluation of the Ottoman modernization in the field of medicine.
1. GİRİŞ VE AMAÇ
Bizim tezimizde ele aldığımız konu ise kitabın bulaşıcı hastalıklar ve bunlardan
korunma yolları ile ilgili kısımlarıdır. Bu kısımların Osmanlıcadan transkripsiyonu
yapılmış, günümüz Türkçesine uygun bir biçimde aktarılarak herkesin rahatlıkla
anlayabileceği bir şekle dönüştürülmüştür. Metin içinde geçen tıbbî terimler
açıklamalarıyla birlikte ekte tıbbi lügatçe şeklinde verilmiştir. Ayrıca metinde adı geçen
hekim, fizyolog, bakteriyolog gibi bilim adamlarının isimlerinin Osmanlıca yazılış ve
okunuşlarının yanı sıra kendi isimlerinin orijinal hali de verilmiştir. Metinde verilen
hastalık isimleri ve tanımlar ayrı bir başlık altında ele alınarak ekte sunumuştur. Bu
çalışma dönemin tıbbî imkânlarını, kavram ve gelişmelerini göstermesi bakımından
önemli olup yapılacak çalışma veya çalışmalara yardımcı olması öngörülmektedir.
1
Bkz. Dr. Besim Ömer Paşa’nın Eserleri bölümü.
2
2. GENEL BİLGİLER
2
Abdurrahman Paşa, Priştine şehrinin elit sayılabilecek Cami-i Kebir Mahallesi’nde 1 numaralı konakta
ikamet etmiştir. Şehrin ileri gelenlerinden biri olup, babası Yaşar Paşa 24 Temmuz 1827 tarihinde Üsküp
sancağı mutasarrıflığına tayin olunmuştur. Tanzimat’ın ilanından sonra kaymakamlığa dönüştürülen
Priştine’nin kaymakamlık görevi ise Yaşar Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa’ya verilmiştir. Abdurrahman
Paşa, buradaki memurların maaşının ödenmesinde yaşanan sıkıntılar ve zimmetine para geçirmek iddiaları
üzerine 13 Temmuz 1845 tarihinde görevinden alınmışsa da daha sonra Prizren’in haiz olduğu ehemmiyet
ve mevkiinin hassasiyetine binaen buranın idaresi Abdurrahman Paşa’ya verilmiştir (Öztürk ve Karaçam
Atam, 2011 :286-287).
3
Besim Ömer Paşa’nın babası Ömer Efendi 8 Nisan 1253 [20 Nisan 1838] tarihinde Narda’da doğdu (Ömer
Şevki Efendi’nin Mezar Taşı Yazısı). Varlıklı bir aileden gelmemesine rağmen okumaya gayret edip genç
yaşlarda Priştineli Abdurrahman Paşa’nın yanında kâtip olarak çalışmış ve kısa bir sürede kendini
geliştirmiştir. Bir süre sonra paşa soyundan olmadığı için gelenekten gelen bir engel olmasına rağmen
gözüne girdiği Abdurrahman Paşa’nın kız kardeşi Afife Hanım’la evlendirilir. Narda’da kardeşi Fehmi Efendi
ile birlikte civar köylerin çiftliklerini işletmekteydiler. Buradaki idari görevlerinden sonra İstanbul’a
yerleşen Ömer Efendi dört oğlunu da okullara verir. Sultan II. Abdulhamid tarafından Sinop’a mutasarrıflık
(vali) göreviyle sürülmüştür. Burada hastalığa tutulan Ömer Efendi’yi özel izinle ziyaret eden oğulları Agâh
ve Kemal bir süre sonra 8 Nisan 1902 (Mezar taşında 18 Mayıs 1318 [31 Mayıs 1902]) tarihinde babalarının
vefatına tanık olacaklardır. Ömer Efendi, Sinop’ta bulunan tarihi Cezayirli Ali Paşa Camii bahçesinde
medfun olup mezarı hala ayaktadır. Babalarının vefatı üzerine iki kardeş İstanbul’a geri dönmüştür (BOA,
A.MKT.MHM. 389/11; BOA, A.MKT.MHM. 476/31; Ömer Şevki Efendi’nin Mezar Taşı Yazısı; Yahya Kemal
Beyatlı, 1973: 68–69).
4
Diğer dört kardeşi Macide Ömer, Agâh Ömer, Kemal Ömer ve Mustafa Azmi Ömer (ö. 15 Ocak 1940)’dir.
Besim Ömer Paşa’nın annesi Afife Hanım ve Namık Kemal’in ninesinin annesi Nuriye Hanım kardeştir.
Namık Kemal İstanbul’a ilk gelişinde Besim Ömer Paşalarda kalır ve onlar hakkında hatıralarında tafsilatlı
3
2.2. HAYATI
Besim Ömer Paşa Afife Hanım ve Ömer Şevki Bey’in ikinci çocuğu olarak 1
Temmuz 1862 (3 Muharrem 1279 Salı) tarihinde Arnavutluk sınırları içerisinde bulunan
Narda kasabasında dünyaya gelir. Besim Ömer’in ilkokul yaşına bastığı döneme kadar
Narda’da yaşayan ailesi buradan İstanbul’a taşınmış ve hayatlarını burada devam
ettirmiştir. Babası sürgün cezası yiyip Sinop’a sürülmüşse de eğitimine İstanbul’da
devam eden Besim Ömer kısa bir sürede İstanbul’un tanınan simalarından olmuştur.
Başarılı geçen tıp eğitimi ve ihtisasından sonra yoğun bir mesai yükü altında yarım
asırdan fazla tıp alanındaki tecrübelerini insanlara aktarmaya çalışmıştır.
malumat verir. Bu bilgilere göre Macide Hanım, Düyun-u Umûmîye’de görevli olan ve ismi abisiyle
benzerlik taşıyan Ömer Besim Bey ile evlendikten sonra Besim Ömer Paşa’nın oturduğu evde kalmaya
devam etmiştir. Frenk sakallı, gözlüklü, vakur ve edîb bir adam olan damat bey iç güveysi olarak kalmaya
ve evin idâresini sevketmeye başlamıştır. Nüfus kayıtlarında iç güveysi ve aynı adreste oturduğundan olsa
gerek bu gerçek göz ardı edilerek Macide’nin, ağabeyi Besim Ömer Paşa’nın eşi olarak kaydedildiği görülür.
Nüfus idaresinin, anne ve baba adlarının aynı olmasını dahi dikkate almayarak yaptığı bu hata Macide ve
Besim Ömer çiftinin (!) üzerine, Tektaş soyadlı dört de çocuk kaydederek devam ettirdiği anlaşılıyor. Bu
kayıt İstanbul, Eminönü Nüfus İdaresi, Hocapaşa Mahallesi, Cilt: 11, Hâne: 1696 olarak geçmektedir (Yahya
Kemal Beyatlı, 1973: 68–69; Hacıfettahoğlu, 2009: 16–18).
Mustafa Azmi Ömer, 1909 ve 1919 tarihlerinde, çok sonraları Besim Ömer Paşa’nın vekil seçileceği Bilecik
ilinin de içerisinde bulunduğu, Hüdavendigar Vilayeti’ne tayin olmuştur. Bu görevinden önce vilayetin
Maarif Müdürü olarak da görev yapmış bulunan Azmi Bey 1905 tarihinde Bilecik merkezinde yer alan İdâdi
okulun açılışına da bizzat katılmıştır (Demiryürek, 2015: 143).
Kemal Ömer, tüccarlıkla uğraşarak aynı zamanda dönemin yenilikçi hareketlerine öncülük etmiştir (Yahya
Kemal Beyatlı, 1973: 68).
5
Onun Titanic gemisi için aldığı bilete ulaşılamadığı gibi ismi ne bilet alanlar listesinde, ne kaçıranlar ne de
kurtulanlar listesinde bulanabilmiştir.
4
Besim Ömer Paşa soyadı kanunundan sonra Akalın unvanını aldı. 1933 Üniversite
reformundan sonra buradaki görevine son verilince gazetelere yaptığı açıklamada kanuni
hizmet süresinin dolması ve yaşının ilerlemesi sonrasında bu alandaki çalışmasını
neticelendirdiğini belirtmiştir. Yaklaşık yarım asır boyunca hocalık yapmış ve binlerce
talebe ve ebe yetiştirmiştir. İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra serbest hekimlik
yapmaya başladı. Dr. Besim Ömer Akalın, V. Dönem (1 Mart 1935 - 27 Aralık 1938) ve
VI. Dönem (3 Nisan 1939 – 15 Aralık 1943) Bilecik milletvekili olarak meclise girdi.
İkinci kez seçildiğinde en yaşlı üye sıfatıyla meclis oturumuna başkanlık etmiştir.
Ömrünün son gününü (babası gibi) milletvekili olarak görev aldığı Büyük Millet
Meclisi’nde geçirmiştir. Yaşı ilerleyen Besim Ömer aynı zamanda kronik bir astım
hastasıydı. 19 Mart 1940 tarihinde Salı günü Meclis’te öğle arasında yine kendisi gibi
mebus olan Numan Bey ile Şehir Lokantası’na gittiğinde geçirdiği ani kalp krizi6
sonucunu hayata gözlerini yumdu (Akşam Gazetesi, 20.03.1940: 10; Vakit Gazetesi,
20.03.1940: 1; Dirim, 1940: 82; Öklem 1973: 59; Erdemir, 1993: 102; Erden, 1948: 259;
Ülman, 2004/2005: 452; Es, 2009: 144; Le Temps, 20.4.1939; 2). Naaşı ertesi gün, saat
17.00 treni ile, yeğeni Dr. Zeki Besim Tektaş refakatinde Ankara’dan İstanbul’a
getirilmiştir. Sabah saat 07.44’te Haydarpaşa’da tren yolculuğunun bitmesinden sonra
Üsküdar’a oradan da deniz yoluyla Cağaloğlu Bab-ı Ali Caddesi 18 Numarada bulunan
konağına getirildi (Akşam Gazetesi, 20–21.03.1940: 10, 3; Vakit Gazetesi, 21–
6
Aktarıma göre Besim Ömer ve arkadaşı Numan Bey, lokantada yemek siparişinde biftek istedikten sonra
bifteği getiren garsona bunu tam pişiremediğini ve iyice pişirip getirmesini talep etmiş ve bu arada biraz
sinirlenmiştir. Diğer bazı kaynaklar da o gün yemek yemek istemediğini ve sadece meyve yedikten sonra
sinir halinin başladığı yazılır. Bu sinir halinden sonra fenalık hissetiğini söylemesi üzerine yanındaki mebus
arkadaşı Numan Bey ve diğerleri koltuğuna girerek onu lokantadaki boş bir salona götürmüşlerdir. Bu
arada Numune Hastahanesi’ne telefon açılmış ve ilk olarak gelen Dr. Şerif Korkut gerekli müdahaleyi
yapmış, ardından Hastane baştabibi Dr. Rüştü Çapçı kendisine enjeksiyon yapmasına rağmen teessüfle
onun vefat ettiğini bildirmiştir. Cenazesi İstanbul’a sevkedilmek üzere 14.30’da Numune Hastanesi’ne
getirilmiştir. Onun bu ölümü kız kardeşi Macide Hanım’ın oğlu Ekrem Besim Tektaş tarafından
İstanbul’daki ailesine bildirilmiştir. (Akşam Gazetesi, 20.03.1940: 10; Ulus Gazetesi, 20.03.1940: 1,6; Vakit
Gazetesi, 20.03.1940: 1, 5).
5
7
Âkil Muhtar konuşmasında: “O bütün insanlığıyla iyi bir hekim, kıymetli bir hoca, iyi bir muharri, şefik bir
aile şefi, dostlarına sadık, etrafına nur saçan yüksek bir insandı. Emellerini, ideallerini, cidden yakından
tanırım. O saadetini daima bu ideallerine ulaşmakta bulmuştur. O küçük bir viladethaneyi tesis ettiği
zaman ne kadar neşeli idi. Hilaliahmeri yeniden hayata getirenlerden biri idi. Büyük hizmetleri arasında,
umumi sıhhat kaidelerini öğreten müteaddit kitaplar yazdı. Birçok kadınlarımız ve çocuklarımız sıhhat ve
hayatlarını ona medyundurlar. Memleket ızdırapları huzurunda onun acıklı senelerini, anılarını çok iyi
bilirim. Besim Ömer’i ecnebi kongrelerde, konferanslarında gördüm. Ecnebilerin bize karşı alakalarını pek
celb etmesini bilirdi. O, çalışmaktan, tetebbüden, yazmaktan bir an fariğ olmamıştır. Daha geçen sene
çocuk sıhhatine dair son eserlerini yazdı. Son zamanlarda da yeni bir kitap yazmakla meşguldü” (Akşam
Gazetesi, 22.03.1940: 5) deyip gözyaşları içinde sözlerini bitirdi. Onun ölümünü haber alan meslektaşı Prof.
Dr. Cemil Topuzlu onun hakkında: “Bu elim haberden çok müteessir oldum. Besim Ömerle Paris’te beraber
ikmali tahsil ettik. O ebeliğe ben de cerrahlığa çalışıyorduk. Orada iken bile aramızda çok büyük sevgi ve
arkadaşlık teessüs etmişti. Sonra burada tıp fakültesinde senelerce beraber çalıştık. Doktor Besim Ömer
fakültenin en eski profösörlerindendi. Bize modern ebeliği, kadın hekimliğini, çocuk bakımını ithal eden
çok mümtaz bir şahsiyetti. O memleketimizin ender yetiştirdiği, hakikaten güzide bir insandı. Hizmetiyle
asarıyla halkımızı çok tenvir ve irşad etmiştir. Ona gelinceye kadar ebelik çok cahil ve ibtidaî ellerde
bulunuyordu. Onun durmaz, dinlemez gayretlerine, faaliyetlerine hayrandım.” Dostu Prof. Dr. Kenan
Tevfik de onun hakkında: “Bizim hepimizin çok muhterem hocamızdı. Bizim mesleğin doğrudan doğruya
banisi idi. Ebeliği, kadın hekimliğini, o memlekete getirdi. Talebeliğimizde mektep daha Demirkapı’da iken
kadın ebeliğini o tesis etmiştir. Okuyup yazmak bilmeyen kadın ebelerini bin müşkülatla yetiştiren bu zatı
muhteremdir. Üniversitede doğum kliniği tesis eden, kadın ameliyatlarını bize gösteren o idi. Merhumun
değerini böyle birkaç satırla değil, sahifeler dolusu yazıyla ifade etmek bile küçük kalır. Onun hiçbir gün
kimsenin gönlünü kırdığını göremedim, o kadar halim, selim, kibardı. O kadar ansiklopedik malumatı
genişti… ”( Akşam Gazetesi, 20.03.1940: 10). Tıp Tarihi Enstitüsü Direktörü Dr. Süheyl Ünver onun vefatı
üzerine: “Tıp Tarihi Kurumundan, Türk Tıp Tarihi Riyasetinden, kurumumuzun birinci reisi bulunan Besim
Ömer Akalın’ı kaybettik. Türk tıp tarihi üzerine çalışan ilk âlim olarak tanıdığımız merhumun verdiği
direktifler dâhilinde kurumumuzun bu sahada mesaisine devam etmesi ona kalbi bağlılığımızın bir cevabı
olacaktır. Her sene 19 Mart’ta Türk Tıp Tarihi Kurumu aziz hatırası için bir toplantı tertip edecektir.
Müessislerimizin, yerli ve ecnebi azamızın taziyelerini ailesine ve Türk hekimlerine derin teessürlerimizle
bildiririz” şeklindeki taziye mesajını iletmiştir (Vakit Gazetesi, 21.03.1940: 5; Akşam Gazetesi, 21.03.1940:
3).
8
Merkezefendi Mezarlığı’nda yapılan araştırma neticesinde 23 Ağustos 2016 Salı günü Aile Kabristanına
ulaşılmıştır. Aile kabristanında kendi mezarı haricinde Kemal Ömer Akalın, Azmi Ömer Akalın, Âgâh
Ömer&Hatice Âgâh Akalın ile yeğenleri Hatice Nida Tektaş ve F. Nazlı Tektaş’ın mezarlarına ulaşılmıştır.
Aile kabristanında Besim Ömer ve Azmi Ömer’in mezarının arasında bulunan, muhtemelen Akalın ailesine
ait mezar kaldırılarak yerine başka bir ailenin mezarı yerleştirilmiştir. Ayrıca babasının görev yaptığı Sinop
ilindeki mezarıyla ilgili araştırma yapılmış ve nihayetinde bu şehirde bulunan mezarının resimleri çekilmiş,
üzerindeki yazılar latinize edilerek tez de kullanılmıştır.
6
sayfasında vefat haberi verilmiş ve onun ölümünden duyulan üzüntü dile getirilmiştir
(Cumhuriyet, 20.03.1940) İstanbul Üniversitesi’nde yapılan cenaze töreninden sonra
naaşı İST.0363 plakalı Opel Blitz marka bir araçla taşınmış ve daha sonra Merkezefendi
Mezarlığı 1.Ada’da bulunan aile kabristanına götürülmüştür. Sevdiği abisi Azmi Ömer
kendisinden birkaç ay, küçük kardeşi Kemal Ömer’in de 9 yıl evvel vefat etmiş olması
ailesini de yasa boğmuş üstüne Besim Ömer’in yokluğu onları derinden etkilemişti
(Akşam Gazetesi, 20.03.1940: 10). Besim Ömer ilim dünyasında ve özellikle de tıp
alanında çok tanınıyordu. Yabancı dil olarak Fransızca ve Rumca biliyordu (Terceme-i
Besim Ömer, CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi; Vakit Gazetesi, 20.03.1940: 5). Tevfik
Fikret’in yakın arkadaşı olduğu bilinen Besim Ömer’in doktor, şair, hukukçu gibi güzide
mesleklerden dostları vardı. Bu devrin revnaklı, zengin, rütbe ve nişanlarla müstağrak bir
kişisi olarak dikkati çekerdi (Akkan, 1992: 16).
Onun hayatına dair ilginç ayrıntılarla da karşılaşıyoruz. Onunla uzun yıllar aynı çatıyı
paylaşan akrabalarının aktarımına göre henüz altı yaşında iken Abdurrahman Paşa kendisi
ile şakalaşıp seni evlendireceğim deyince dayısına küsmüştür. Besim Ömer Paşa
çevresine sürekli olarak evlenmeyeceğim deyip durur ve gerçekten de 80 yıllık hayatı
boyunca hiç evlenmemiş9 ve bu uzun ömrünü ilme adamıştır. Hatta Hüseyin Rahmi ve
Ubeydullah Efendi ile birlikte memlekette 3 meşhur bekârlar diye adları çıkmıştı. O kadar
sık doğumlara girerdi ki günün birinde “dokuz doğurmadım ama dokuz doğurttum”
diyerek 48 saat içinde dokuz doğum vakasında bulunduğunu dile getirmiştir. Onun en
sevdiği yemeğin de böbrek ızgarası olduğu kaynaklarda geçen ayrıntılardandır (Es, 2009:
125-126, 133).
9
Şimdiye kadar Besim Ömer’in evlilik meselesi ile ilgili olarak herhangi bir tartışma yoktu. Kendisi de birçok
mülakat, röportaj ve anısında evlenmediği yönünde bilgi vermiştir. Yaptığımız araştırmada ulaştığımız
bilgiye göre Sunay Akın Geyikli Park adlı eserinde Besim Ömer’in gayri resmi bir izdivacından bahseder.
İddiaya göre Besim Ömer ebelik okulunda öğrencisi Çerkez asıllı Nuriye Hanım’a gönlünü kaptırır ve 1919
tarihinde bu birliktelikten Nesime adlı bir kız dünyaya gelir. Nuriye Hanım, kısa bir süre sonra vefat edince
Nesime dayısı tarafından alınarak anneannesine götürülür. Burada Nesime Hanım’a bakılamayınca doktor
bir aileye evlatlık olarak verilir. 1940 yılında Arif Bey’le evlenen Nesime Hanım’ın 24 Haziran 1943 tarihinde
İnci adında bir kızı dünyaya gelir. Bir müddet sonra Nesime Hanım evi terk eder ve bu gerçeği kızına
söyleyemeden 1981 tarihinde vefat eder. İnci Kadıoğlu bu gerçeği üvey babasından öğrenir. Ankara Tıp
Fakültesi’nde okumuş olup çocuk doktoru olan İnci Hanımla görüştüğünü söyleyen Sunay Akın iddiasını
güçlendirmek için Nesime Hanım’ın kimliğini de ek olarak vermiştir. Tezimizin ekler kısmında Nesime
Hanım’ın kimliği verilmiştir (Akın, 2016: s. 125-127; Terceme-i Besim Ömer, CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi ).
7
10
Diplomanın düzenlendiği tarih ise 6 Haziran 1885 (25 Mayıs 1301)’tir (Terceme-i Besim Ömer, CTF Tıp
Tarihi Müzesi Arşivi).
8
735; Ataç, 2011: 4; Akkan, 1992;16). Demirkapı’da tıp okulunun yanında gözlerden uzak
ufak bir binada halka hizmet için açtığı bir doğumhane açmıştır. (Altıntaş, 1997: 26).
Osmanlı Devleti’nde açılan ilk doğumhane ise 1892 tarihinde Haseki’deki Hamidiye Nisa
Hastanesi’dir.
Besim Ömer ihtisasını yaptıktan sonra 1895 tarihinden sonra Ebe Mektebi
Müdürlüğü görevi üstlenmiştir. Aynı anda hem Doğum Kliniği hem de Ebe Mektebi’nin
yöneticiliğini üstlenmişti (Erdemir, 1993: 102). Onun bu görevine ilaveten 5 Ocak 1897
(24 Kânunuevvel 1312/1 Şaban 1314) tarihinde Meclis-i Tıbbıyye-i Mülkiyye ve
Sıhhıyye-i Umumiyye üyeliğine tayin edilmiştir (BOA, BEO.892/66830; Terceme-i
Besim Ömer, CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi).
Doğum alanında yoğun bir mesai harcayan Besim Ömer kendisine ait özel bir
doğum evi açmak için 1 Mayıs 1902 tarihinde padişaha dilekçe vermiştir. Dilekçesinde
İstanbul’da özel bir viladethane açma talebinde bulunmuş 7 Haziran 1903 senesinde da
isteği kabul edilmiş ve kurmasına izin verilmiştir11. Fakat kendisine ait bu özel klinliği
açtığına dair bir bilgiye rastlanmamıştır (BOA, BEO.1863/139667/2; BOA,
BEO.2086/156444). 1909 senesinde Haydarpaşa’da Tıp Fakültesi kurulup Kadırga’da
bulunan sivil tıbbiye buraya taşınınca buradaki boş binalara yeni bir doğum kliniği ve ebe
okulu kuruldu. Yeni açılan bu okulların başına Besim Ömer getirildi (Erdemir, 1993:
102). Besim Ömer, 26 Temmuz 1909 tarihinde Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i
Umumiye Reisliği’ne getirildi. Aynı zamanda Meclis-i Tıbbiye Reisi olan Besim Ömer,
Osmanlı topraklarında baş gösteren her türlü hastalıkla ilgili hükümete bilgi verme
görevini yerini getirmekteydi. Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye’de
bulunduğu süreç boyunca yurt sathında meydana gelen sağlık sorunları ile ilgilenmiş,
halk sağlığını korumaya ve bürokrasiye sıhhî alanda çözümler sunmaya çalışmıştır
(Ödemiş, 2013: 15, 17).
11
Kaynaklarda Besim Ömer’in özel bir doğum kliniği kurduğuna dair bir bilgiye ulaşılamadı.
9
Emekliliğinde de atıl kalmayan Dr. Besim Ömer Paşa 1911 yılında Hilal-i Ahmer
Cemiyeti’nin yeniden yapılandırılmasında aktif görev almış ve burada hemşire
yetiştirmek maksadıyla dersler vermiştir (Ödemiş, 2013: 24-25). Divanyolu’ndaki Bab-ı
Ali Caddesi 18 (Mahmudiye Caddesi) numaralı bu ilk binasında yirmi yedi kadın
derslerini başarıyla vererek diplomalarını almaya hak kazanmıştır (Kavak, Şahsi
Kütüphanem, Besim Ömer Mektupları; Es, 2009: 136). Yaklaşık 1 sene sonra 20 Aralık
1912’de Besim Ömer Konağı, Osmanlı Hilal-i Ahmer Hanımlar Heyeti Merkezi olarak
kabul edildi. Kuruluşundan 3 gün sonra Sultan Reşat’ın ilk eşi Kamures Kadınefendi bu
merkezin fahri başkanlığını üstlendi. Burada yetişen hanımlar savaşta askerlere bakmış,
yiyeceği ve giyeceği ile ilgilenmiş, cephe gerisinde sivil halka ve göçmenlere yardım
etmeye çalışmıştır. Nitekim Cihan Harbi sırasında yetiştirdiği 284 hemşire hizmet
vermiştir (Ataç, 2011: 6).
Besim Ömer bu kadar vazifesinin yanında tıp fakültesinde hıfz-ı sıhha ve kadın
doğum hastalıkları derslerine girmiş ve böylece tıp fakültesine geri dönmüştür (Mehmet
Ali Ayni Bey, 1927: 69; İhsanoğlu, 2010: 736; Arslan vd., 2012: 26) Besim Ömer önce
tıp fakültesi reisi (dekan) olmuş 1919 tarihinde Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi
gereği II. Meşrutiyetten sonra kurulan Darülfünun Müdüriyet-i Umumiliği makamı
kaldırılarak iki yılda bir olmak üzere tüm öğretim üyelerinin seçimi ile belirlenen
rektörlük sistemi getirilince 1 Kasım 1919 (1 Teşrinisani 1335) senesinde seçim-tayin
usulü ile atanan ilk rektör olmuş ve 5 Kasım 1919 (5 Teşrinisani 1335) tarihinde
Türkiye’nin ilk Darülfunun emini (rektörü) olarak göreve başlamıştır. 16 Kasım 1921 (16
Teşrinisani 1337) senesinde ikinci defa rektör seçilmiş ve bu görevi 16 Kasım 1923 (16
10
Teşrinisani 1339) tarihine kadar sürmüştür. Toplamda 4 sene rektörlük yaptıktan sonra
rektörlük süresi kanunu değişmiş ve 1925 senesinden sonra rektör üç yılda bir değişmiştir
(BOA, İ.DUİT.115/26; Terceme-i Besim Ömer, CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi; Erden,
1948: 259; Aslanapa, 1983:15, 34; Dölen, 2010: 41; Arslan vd., 2012: 131). 5 Kasım
1921 tarihinde görevi bitince 16 Kasım 1921’de ikinci kez bu göreve getirilmiş ve ikinci
görevi 16 Kasım 1923 tarihinde bitmiştir (BOA, İ.DUİT.54/103; BOA, BEO,
4698/352346; Ulus Gazetesi, 20.03.1940: 6; Vakit Gazetesi, 20.03.1940: 5; Aslanapa,
1983: 34) İki dönem arka arkaya rektörlüğe seçilen Besim Ömer Paşa bu görevdeyken,
müttefik devletlerin üniversiteyi işgaline ve Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne dönemin
sadaretinin müdahalelerine karşı mücadeleleriyle hatırlanmaktadır (Ülman, 2004/2005:
446).
2.5. AKADEMİK ÇALIŞMALARI, SEMPOZYUM VE KONGRELERİ
Dr. Besim Ömer Avrupa’yı iyi tanıyan birisi olarak birçok ülkede yapılan
kongrelere katılıp ülkesini temsil etmiştir. Kendi ihtisas alanı ile ilgili olarak 31 Ağustos
1892 (19 Ağustos 1308) tarihinde Brüksel’de düzenlenecek Fenn-i Vilade ve Emrâz-ı
Nisa kongresine katılmak için Pavlaki Bey ve Mekteb-i Tıbbiye muallimi Binbaşı Salih
Bey ile beraber görevlendirilmiştir (BOA, DH. MKT.1969/8; Terceme-i Besim Ömer,
CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi). Besim Ömer bir yandan kongrelere katılırken diğer
taraftan da derslerine ve yazılarına devam ediyordu. Kadın doğum ve ebelik hakkında
edindiği bilgileri pratiğe dökerek ebelerin eğitimi ve hasta bakıcılığı ile ilgili dersler
vermeye başladı (Sarı ve Özaydın, 1992: 11) ve Doğum Tarihi adlı eserini yazdı. 1893
tarihinde de Dr. M. Nizamettin Beyle Prof. Luteau’nun eserini “Emraz-ı Nisa (Kadın
Hastalıkları) adıyla Türkçeye kazandırmışlardır. Bu kitap aynı zamanda ilk modern
Türkçe Jinekoloji kitabıdır (Ataç, 2011: 4; Akkan, 1992: 16). 25 Ekim 1893 (13
Teşrinievvel 1309) tarihinde bu kitabın tercümesinden dolayı 100 lira ile taltif edilmiştir
(Terceme-i Besim Ömer, CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi). Bundan yedi sene kadar sonra
da Nevsal-i Afiyet adlı ilk Türkçe tıp yıllığını çıkarmaya muvaffak oldu (Koç Aydın,
2006: 527). Yazdığı kitaplarla ve verdiği hizmetlerle adından söz ettiren Besim Ömer’in
idadilerde okutulmak üzere hazırlanan Hıfz-ı Sıhhat adlı eseri hicri 1315 [1897] tarihinde
İstanbul’da basılmıştır. Tezimizin esasını teşkil eden bu eser koruyucu hekimlik bilgisi
ihtiva eder. (Besim Ömer, 1317, kapak sayfası; Akbaş vd; poster sayfası) Miralay Besim
Ömer Bey’in görevini iyi şekilde yerine getirdiği belirtilerek, 15 Mart 1899 tarihinde
ikinci rütbeden Osmanlı Nişanı ile taltif edilmesi kararlaştırılmıştır. Besim Ömer Paşa,
meslek hayatı ve görevlerindeki başarılarından dolayı birçok ödül ve terfi almıştır.
11
Nitekim Mirliva Besim Ömer Paşa’ya 3 Eylül 1902’de liyakatine ilişkin bir derece terfi
verilmiştir. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Ebeler Eğitmeni Ferik (Tümgeneral) Besim Ömer
Paşa’nın -Mekatib-i Askeriye Nezaretinin olumlu görüşüyle- alanındaki uzmanlığı
(ehliyeti) ve gördüğü hizmetlerden dolayı 23 Kasım 1902 tarihinde birinci rütbeden
Mecidî Nişanı ile taltif edilmesi uygun görülmüştür. 27 Aralık 1902 tarihinde ehliyetine
binaen Murassa Mecidî Nişanı ile taltif edilmesi uygun görülmüştür. Mekteb-i Tıbbiye-i
Şahane ebeler eğitmeni Ferik Besim Ömer Paşa’ya murassa Osmani Nişanı ise 11 Ocak
1903 tarihinde verilmiştir (BOA, BEO.1975/148101; Ödemiş, 2013: 12-13).
Besim Ömer emekli olduktan bir müddet sonra Paris’te toplanacak olan sıhhiye
konferansına daha önceden görev verilmiş olan Aristidi Bey yerine delege seçilmiş ve 3
Kasım 1911 tarihinde bu göreve tayini yapılmıştır (BOA, BEO.3959/296905). Ayrıca
Amsterdam (1899), Londra (1907), Washington (1912), Stokholm (1918), İsviçre
(Cenevre) (1921, 1923, 1939), Prag (1922), Kopenhag (1936), Bratislava (1937) ve Paris
(1939)’te düzenlenen organizasyonlara delege ve katılımcı olarak iştirak etmiştir (Vakit
Gazetesi, 20.03.1940: 5; Ödemiş, 2013; Erden, 1948: 259). Bunlar haricinde yurt içi ve
yurt dışında kendi alanı ile ilgili olarak çok sayıda tolantıya katılmıştır.
Besim Ömer’in tıp ve tıp tarihine olan ilgisi hiç dinmemiş bu merakı kurucuları
arasında bulunduğu Türk Tıp Tarihi Kurumu (TTTK)’nun ilk başkanı olmasına vesile
olmuştur. Tıp tarihi ile ilgili alanlarda eğitim, araştırma ve yayın yapan kişi ve kurumlara
destek sağlayarak gelişmelerine yardımcı olmak amacıyla 10 Ocak 1939 yılında
İstanbul'da kurululan bu kurumun işleyişi günümüzde de devam etmektedir. (Ödemiş,
2013: 32). Yurt içinde ilk defa düzenlenen Birinci Milli Türk Tıp Kongresine (1-3 Eylül
1925 Ankara) iştirak etme şerefine de nail olan Besim Ömer, Dr. Refik Münir ile beraber
kongrenin ilk oturumunda “doğumdan evvel ve doğum esnasında çocuk kayıpları” ile
ilgili bildirilerini sunmuş ve alınacak tedbirler hakkında bilgi vererek nüfus siyaseti
alanındaki politikaları şekillendirmek istemiştir (Arıkan, 2010: 25, 28). Eserlerinde ve
bildirilerinde çocuk ve nüfus siyaseti üzerinde durması devamlı nüfus kaybını en büyük
savaşlardan ve en öldürücü salgın hastalıklardan daha tehlikeli görmesidir. Besim Ömer,
dengeli bir nüfus siyaseti için her ailenin en az üç yapmasını tavsiye etmiştir (Hot ve
Özaydın, 2003: 87-88). Görüldüğü üzere Besim Ömer’in sağlık meselelerindeki
hassasiyeti onu her alanda çalışma yapmaya sevk etmiştir. Gelişen dünya tıp sistemiyle
uyumlu bir biçimde hareket edip güncel bilgileri alarak ülkesini aydınlatmayı görev
bilmiştir.
12
3. GEREÇ VE YÖNTEM
Metinde yazılmayan veyahut daha sonra keşfedilen veya adlandırılan bir hastalığa
ait bakteri tifo basili [Salmonella typhi] örneğinde olduğu gibi köşeli parantez “[]”
içinde kullanılmıştır. Metnin daha iyi anlaşılması için kişi, tanım ve tıbbi kelimeler
sözlüğü oluşturulup ekte sunulmuştur.
13
4. BULGULAR
Tezimizin gerek bu kısmı gerekse de esas metininde yer alan tıbbi terimler çeşitli
sözlüklerden taranarak günümüz Türkçesindeki karşılıklarıyla verilmiştir. Metinde yer
alan tıbbi terimler, tanımlar, hekim isimleri ve onlar hakkındaki detaylı bilgi önemli
bulgulardır. Doktor Besim Ömer “Hıfz-ı Sıhhat” adlı kitabının giriş kısmında insanın
yaşam faaliyetlerini etkileyen unsurları ele almış ve bu faktörleri yeri geldiğinde
açıklamış ve tanımlamıştır. Besim Ömer her canlı varlıkta dış güçlere ve çevre etkilerine
karşılık verebilen ve onlara karşı kendini koruyan bir mekanizma olduğunu dile getirir.
İnsanın, yaşamını sürdürebilmesi için bu iç ve dış etkenler arasında bir denge kurmak
durumundadır. Gerek içten gerekse dıştan bir etki ile meydana gelen bir değişim bu
dengeyi bozar. Bu dengenin bozulması olağanüstü bir durumu, daha doğrusu hastalık
halini meydana getirir.
12
Bkz. Ekler kısmı “Metin İçerinde Geçen Hastalıklar ve Tanımlar” bölümü.
13
Bkz. Ekler kısmı “Metin İçerinde Geçen Hastalıklar ve Tanımlar” bölümü.
14
Canlılar, “sümûm” yani zehir adında bazı kimyasal maddelerin etkilerine karşı
hassas olduğundan hıfz-ı sıhhat, gıdaların tahlili ile meydana gelen ve onlarla birlikte
olduğu düşünülen zararlı maddeleri ve hafifçe esen rüzgârla birlikte nefes yoluyla vücuda
giren ve ölümüne sebebiyet verebilecek surette önemli olan bazı hastalıklara yol açan
gazların (karbonik asit gibi) oluşumunu tetikler (Besim Ömer: s. 2). Bu zehirlerin önemli
bir kısmı, vücut için dışarda değil, aksine “ensice” yani dokuların içerisinde yaşayan
“hücerât-ı zî hayât”14 denilen canlı hücreler tarafından üretildiği ve orada atıklar şeklinde
çoğaldığı bilinmektedir. Her canlı hücre varlığını devam ettirmek ve yenilenmek için
dışardan aldığı maddeleri özümser ve bedende birikmiş zararlı maddeleri bedenden
uzaklaştırır. Bu maddeler vücut için faydasız olmasının yanında zararlı da olduğundan
vücuttan uzaklaştırmaları gerekmektedir.
14
Sözlükte “hücreler”in karşılığı olarak hem “hücürât” hem de “hücerât” yer alır. Biz metnimizde
“hücerât” tabirini kullanmayı uygun gördük. Bkz. Kâmûs-ı Türkî.
15
yayılıp gerek insan gerekse hayvanların vücutlarına yayılarak birçok hastalığa sebebiyet
veren “toksin maddeleri”nin oluşmasına neden olurlar. Hastalık yapan bu toksin
maddelerine Müller ( مولر/Müller) “hastalık mikropları” adını verdi.
Hasta bir hayvanın hastalık taşıyan mikroplu dokusundan bir parça alınıp diğer
hayvanın vücuduna verilirse bu hayvan “intân edilmiş” yani bulaştırılmış olur ve aynı
hastalığa tutulur. Bundan dolayı hastalıklı mikropların “kabil-i telkih” yani dölleme
yeteneğine sahip olduğu ve bu gibi özelliklerinden dolayı bulaşıcı olduğu sonucuna
varılmıştır. Bu durum insana uyarlandığında mikrobun hasta birinden sağlam birine
geçmesi şeklinde anlaşılır ki, bu bulaşamadan meydana gelen hastalık ya doğrudan
doğruya ya da aracı vasıtasıyla olur (Besim Ömer: s. 4). Doğrudan doğruya bulaşma
şekline örnek verilecek olursa çiçek hastalığına yakalanmış birine bakan sağlıklı bir
kişinin hastalanması şeklinde olabilir. Dolaylı bulaşma ise aşılı bir doktorun çiçek
tohumlarını çiçek aşısı yapmamış oğluna nakletmesi gibidir. Sivrisinek, bataklık sineği
gibi birçok haşerat kokuşmuş leşler üzerine konup ayak ve hortumları vasıtasıyla “beje-i
habise” diye adlandırılan kara kabarcık, çiçek, kızıl ve kızamık gibi ateşli hastalıklar ile
tehlikeli göz ağrısı, verem gibi hastalıkların yayılmasına sebep oldukları artık kesin olarak
bilenen bir gerçektir. Mısır, Cezayir ve bu gibi birçok yerde bu türden salgın hastalıkların
oluşması ve yayılmasında sineklerin büyük bir etkisi olduğu görülmüştür. Bu tür
canlıların bağırsaklarında verem basilleri ve hatta ayaklarında kellik hastalığına sebebiyet
veren “tenya” ve “trişin” tohumları bulunmuştur. Bu canlılar vasıtasıyla bulaşan
hastalıklar da dolaylı bulaşma türündendir. Bazen bulaşıcı hastalıklarda bu tohumlar
vücudun derinliklerine saklanmış olduklarından hastalığın bulaşma belirtilerini tayin
etmek imkânsız hale gelir. Bu durumda hastalığın bulaşıcı olup olmaması bu tohumların
bulunduğu mevkiye göre değişkenlik gösterebilmektedir (Besim Ömer: s. 5). Örneğin
akciğer veremine yakalan ve sürekli balgam çıkaran hasta bulunduğu alana “hastalık
tohumları” da denilen mikropları saçar ki bu durumda hastalık bulaşıcı bir hal alır.
Hâlbuki beyin zarları veremine yakalan birinde tohumlar kafatası içinde kalıp dışarıya
çıkamadığından bu mikropların dışardakilere bulaşması mümkün değildir. Sonuç olarak
hastaların ikisi de “müteverrim” yani veremli olmasına rağmen ortam şartlarının
farklılığından ötürü bulaşması da farklılık gösterir.
sarmal şekildeki bir mikrobun kanda çoğalmasıyla meydana geldiği ispat edilmiştir. Bu
hastalığın oluşması için öncelikle bu mikrobun kana karışması gerekir. Kana karışmayan
bu mikropun yaşamını sürdürmesi zor olup mikrop sadece kanda yaşayabilmektedir.
Mikrobun hasta bir şahsın kanından sağlıklı bir kişiye geçebilmesi için gerekli şartların
çok az oluştuğu söylenip bu hastalığın bulaşıcı olmadığı bilgisinin aksine hastalık cok
ciddi şekilde bulaşıdır. Bunun bulaşması da genellikle “tahta kehlesi” denilen tahta biti
vasıtasıyla olur. Bu tür böcekler oynak ateşe yakalanan hastaların ciltlerini delip kanlarını
emdikten sonra mikroplu hale gelir. Ardından mikroplarla bulaşmış hortumlarını sağlıklı
bir kişinin derisine saplayarak hastalığı bu şekilde bulaştırırlar (Besim Ömer: s. 6). Bu
tip bulaşmalar çok yaygın olup insanoğlu için en tehlikeli türdendir. Hıfz-ı sıhhatın en
önemli fonksiyonlarından biri de bu türden hastalıklardan korunmak, bunları azaltmak ve
şiddetini düşürmek için gerekli olan tedbirleri almaktır. Hastalıkların oluşumunda sadece
mikrop değil, şahısta hastalıklara karşı olan direnç ve saire gibi birçok unsuru göz önünde
bulundurmak gerekir. Bu alanda dönemin meşhurlarından olan Alman Dr. Petnikofor ( په
[ تنقو فرMax Joseph von Pettenkofer]) koleranın salgın halini alabilmesi için üç şartın
oluşması gereğinden bahseder. Bu şartlar;
1- Mikrop
2- Şahsın direnci
Bu hastalık geçmişten beri koyun gibi gibi evcil hayvan sürülerini kırıp
geçirmekte ve onların birçoğunun telef olmasına neden olmakta idi. 1846 yılında
Fransa’nın Ovr é Livar ? ( )اور ًه لوارtaraflarındaki çiftçiler şarbonun ortadan
kaldırılmasının yollarını öğrenmek için tabib ve baytarlardan oluşmuş bir komisyon
kurmuşlardır (Besim Ömer: s. 227). Bu komisyon, koyunlarda, sığırlarda ve atlarda
görülen şarbonlu hummanın, çoğunlukla çobanların yakalandığı ve “beje-i habise”
denilen kara kabarcık hastalığıyla aynı olduğu gözlemlemiştir. Ayrıca şarbonun
hayvandan hayvana ve insandan insana nakledilebildiğini göz önüne sermiştir. 1850
senesinde Davon ( داون/Davon) şarbonlu bir hayvanın kanını mikroskop ile muayene
ederken “anasır-ı tabiiye-i dem” yani kanın doğal unsurları arasında kanın “küreyvat-ı
hamrası” yani alyuvarlarının katrondan 3 veya 4 kat daha büyük, genişliklerinin ise
bundan daha küçük parçacıklardan
oluştuğunu keşfetmiş ve bunlara “bakteridi”,
modern şekliyle bakteri adını vermiştir.
Hayvanın kanında hayvan ölmeden 4-5 saat
önce tespit edilen şarbonlu bakteriler kısa bir
süre sonra kanda çoğalarak hayvanı zehirler
ve ölümüne sebeb olurlar. Şarbon bakterisi
taşıyan hayvanın kanı başka bir hayvana
enjekte edilince denek hayvanına da aynı
hastalığı taşıdığı görülmüştür.
Davon’un, bakterilerin bir sebep değil, bir sonuç olduğu ve hastalığın gerçek
sebebinin kanda eriyebilen ve yılanların zehrine benzer bir madde olduğu görüşüne ve
keşfine karşı çıkıldı. Bir süre sonra bu 1877 senesinde Pasteur ve Jules Francois Joubert
( ژوبر/Juber) bu mantık çerçevesinde çalışarak bedenin dışında bakteri üretmeyi
başardılar. Artık şarbonun bakteriden kaynaklandığı büsbütün doğrulandı (Besim Ömer:
s.228). Pasteur ve Joubert, içerisindeki “maya” kaynatılarak zararlı bakterilerden
arındırılıp sterilize edilmiş bir cam balonun içine az miktarda şarbonlu kan koyduklarında
mayanın bulandığı ve içerisinde şarbon bakterilerinin ürediğini görmüşlerdir. Yine bu
mayadan bir damla alınarak sterilize edilmiş bir ikinci
balona konulduğunda bakterilerin yine aynı şekilde
çoğaldığını, hatta bu deneyin yüz defa tekrarlanması
halinde bakterilerin yine aynı şekilde üreyip çoğaldıklarını
açıklayarak bilim dünyasına yepyeni bir buluş getirdiler.
Bakteriler bu şekilde kaynatılmış sudan geçirildikten sonra
kültürü15, katılaştırılmış bir güherçile (potasyum nitrat)
levhası üzerinden süzdüklerinde doğal olarak mikroplar
levha üstünde kalacağından levhadan geçen mayanın
hastalık oluşturmaksızın hayvanlara enjekte
edilebileceğini de gösterdiler.
15
Uygun şartlar altında suni bir yolla bir mikrop türü üretmek.
21
Bazı bakterilerin içlerinde “ispor” adı verilen küçük ve parlak cisimlerin yani
sporların bulunduğunu ve bunların büyük bitkilerin tohumlarına benzediği ve tahrip edici
etkenlere karşı dirençli oldukları
bilinmektedir. Ayrıca şarbon
bakterilerinin sporları “hâvî” yani
kapsayıcıdır (Besim Ömer: s.229).
Sporlar bir kere kuruduktan sonra
85°C’ye kadarki sıcağa, güneşe,
kokuşmamış maddelere
[antibakteriyeller, antioksidanlar,
dezenfektanlar vs.] direnç
gösterirler.
Şekil- 3 [66] İsporlu (tahmilli) şarbon basili
Şarbondan telef olan hayvanların yüzeye yakın gömülmesi ise tehlikenin daha da
büyümesine neden olur. Kanlarındaki bakterileri emen solucanlar dışkılarıyla bu hastalığı
tüm toprağa bulaştırmış olur. Daha sonra sporla otlara bulaşıp otla beslenen hayvanların
mide ve bağırsaklarına, oradan da kanlarına girerek mikroba sebep olur. Pasteur, çiftçileri
zor duruma sokan bu hastalıktan kurtarabilmek maksadıyla bu konu üzerinde uzun bir
süre çalışmış ve ürettiği aşı usulü sayesinde hem çiftçilere hem de bilim dünyasına olumlu
katkı sağlamıştır.
22
Her hayvan için hastalık mikrobunun gelişimi farklı olduğu için mikroplar her
hayvanda aynı etkiyi göstermeyebilir veya görülmeyebilir. Örneğin farelerde,
koyunlarda, tavşanlarda, sığırlarda ve insanlarda şarbon hastalığına rastlanıldığı halde
kuşlar, köpekler ve diğer hayvanlarda bu hastalık görülmez. Bu hayvanların şarbon
hastalığına karşı doğuştan koruma ve dirençleri olduğundan dolayı bu hastalığa da
tutulmazlar. Bedenin bu haline tıp dilinde “muafiyet” yani bağışıklık denilmektedir. Bu
tanıma göre hastalık mikrobu her vücutta aynı etkiyi yapmaz. Mikroba karşı çok az
dirençli olup mikroba direnemeyen ve kısa bir zaman içinde ölen hayvanlar olduğu gibi
mikrobun şiddetli etkisine direnen ve bu durumu daha hafif bir hastalıkla atlatan
hayvanlar da vardır. Mesela tavuğa şarbon bakterileri enjekte edildiğinde hayvanda hiçbir
hastalık hali görülmese de enjekte edilen bölge, içinde koyu renkli irinin bulunduğu bir
çıban oluşur (Besim Ömer: s. 232). Çeşitli mikroplarla aynı özellikler görüldüğünden
tavukta çıkan çıban örneğinde olduğu gibi enjekte edilen bölgedeki “afet-i mevziîye”
denilen lokal hastalık hali, genel ve ağır bir hastalık haline göre normal karşılanan bir
durumdur. Yani lokal bir alanda görülen hastalık hali ne kadar şiddetli ve göz önündeyse
mikropların vücudu istilasından o derece az korkulur. Enjekte edilen bölgedeki lokal
hastalık halinin bağışıklık ve iyileşmeye de büyük bir etkisi vardır. Mikrop enjekte edilen
bu tavuk, bedeninde oluşan bu irinli çıban sayesinde şarbon hastalığından kurtulmaktadır.
Rus bilim adamı Ilya Ilyich Mechnikov (مه چنيقوف/ Meçnikof) hastalıkların oluşumu ve
gelişimi hakkında teorik ve pratik bilgiler vermiştir. Ona göre “Monera” ve “Amip” gibi
tek hücreli ve kasılabilen bir “protoplazma” kitlesinden ibaret olan hayvanlar, bitkilerin
yüzeyinde kendilerinden daha küçük bir cisimle karşılaştığında şekil değiştirerek bir
şekilde o cismi kuşatırlar (Besim Ömer: s. 233).
23
Şekil- 4 [67]Hububat ile memlû ve 400 defa büyüdülmüş ve az bir zamanda birçok
eşgale giren amibler. [Tahılla dolu, 400 kat büyütülmüş, kısa bir zamanda şekilden
şekle girebilen amipler]
Pasteur, bir kez şarbona yakalanan hayvanların bir daha yakalanmadığını tespit
ederek, hayvanlara dışardan periyodik şekilde enjekte edilen az miktarda şarbon
sayesinde onlara bağışıklık kazandırmayı düşünmüş, daha sonra bu yöntemi deneyerek
başarıyla uygulamaya koymuştur. Salgın hastalıklara karşı elde ettiği bu aşı yöntemiyle
bilim tarihine adını altın harflerle yazdıran Pasteur’un bu hizmeti aynı zamanda insanlık
için de son derece önemli ve hayatidir.
1- Hazım borusu (ağız, boğaz, mide ve bağırsaklar) yoluyla (Besim Ömer: s. 237).
2- Nefes yolları (burun, ağız, gırtlak, “şiryan-ı sezen” soluk borusu, “kasabat”
bronşlar, akciğer) yoluyla.
Mikrop bedene nereden girerse girsin vücudun verdiği alarm neticesinde onunla
mücadele etmek için harekete geçen beden mekanizması mikropla mücadeleye
mecburdur. Bedenin mücadele direnci herkeste her zaman aynı şiddette değildir. Bedeni
zayıf düşüren, yaşam direncini azaltan bütün durumlar aynı zamanda akile hücrelerinin
faaliyetini de felce uğratır ve devre dışı bırakır. Bu durum hastalık şiddetinin artmasına
neden olur. Etrafımızda, havada, suda her şeyde bulanan mikroplara karşı cildimizin
sağlamlığı ve akile hücrelerinin daima çalışmasının etkisiyle bedenimiz mikroplara karşı
direnç göstermekte ve bundan dolayı birçok hastalıktan kurtulabilmekteyiz.
16
Emrâz-ı İntaniyenin Tarîk-i İntikali- İstidad-ı Marazî ve Muvaffakiyet-i Bedeni Tağyir ve Tahvil Eden Şeraît
ve Ahval.
26
Hastalığın meydana gelebilmesi için iki etken son derece önemlidir. İlkin
mikrobun vücuda girmesi, daha önemlisi mikroba karşı savunma gücümüzün ve
direncimizin azalmış olması gerekir. Derimizin herhangi bir yerinde meydana gelen
yaralanma ve yırtıklar mikropların vücuda girişini kolaylaştırır. Bu mikroplar “derinin
beşeresinden” yani dış yüzeyinden geçip “edimme” denilen alt deriden (hypoderme)
damarlı ve “ber-hayat” yani diri ve yaşamsal alana ulaşınca bedenin her tarafından bu
bölgeye doğru ilerleyen akile hücreleri, mikroplarla mücadeleye başlar. Mikroplar
kendisine saldıran bu savunma güçlerini mağlup ve darmadağın etmediği sürece bedenin
içine nüfuz edemezler. Çevremizde özellikle de toprakta bolca mikrop vardır ve
bunlardan bir kısmı olan tetanoz ve “gazlı gangren (kangren) mikropları” yalnız başlarına
etkili olamazlar. (Besim Ömer: s. 238) Fakat bir kısım mikroplar vardır ki başka
mikroplarla birleşince güçlenerek vücuttaki şiddetini artırır ve beden sağlığını alt üst eder.
Mikropların bu şekilde bir araya gelmeleri beden için son derece zararlı ve tehlikelidir.
Bu tehlike akyuvarların hangi mikroba saldıracağını şaşırmalarından ve özellikle de
birleşmiş mikropların salgıladıkları zehirlerin etkisiyle mücadele sahnesinden
çekilmelerinden kaynaklanır. Kuş palazı, kolera ve daha birçok hastalığın meydana
gelmesinde bu mikropların birleşmesinin büyük bir etkisi vardır. Fakat mikropların
birleşmesi her zaman “muceb-i muzırât” yani hastalık sebebi değildir. Hatta bazen bu
birleşme bazı mikropların üremesine mani olur (Besim Ömer: s. 239). Yani zararlı
mikroplar arasında çıkacak bir uyuşmazlık mikropların birbirine düşmesine sebep olur ki
bu sayede beden de bu mikropların kötü etkilerinden kurtulur.
4.2.3. ZEHİRLENMELER
İzdiham birçok kişinin sınırlı bir alanda toplanmasıyla meydana gelir. İzdihamın
en belirgin etkisi vücudun ve organların “ifraz ettiği”, salgılayıp tahliye ettiği zehir ve
zehirlenmelerde görülür. Bu gibi durumlarda hava asıl özelliğini kaybeder ve bundan
dolayı vücut fazlaca zarar görür. Bu hasar neticesinde vücutta kara humma, tifüs, iskorbüt
vs. gibi hastalık mikroplarının üremesi ve yayılması kolaylaşır. Ayrıca izdiham, hasta ve
sağlıklı kişilerin birbirine temas ve yakınlaşma halini de beraberinde getiren bir durum
olduğundan hastalığın yayılma ve etki alanı da genişler, hastalık kolayca salgın haline
gelir (Besim Ömer: s.243).
4.2.5. YORGUNLUK
Yorgunluk uzunca bir süre çalıştıktan sonra dinlenmeden ve ara vermeden tekrar
çalışmaya başlamak neticesinde hissedilen ağrı halidir. Yorgunluğun etkileri dinlenme ile
ortadan kalkar, fakat çalışmaya devam edilmesi halinde “taab-ı şedid” dediğimiz şiddetli
yorgunluk durumu oluşur ki aralarındaki fark “cev’a”, bir kerelik acıkma ile “mahmasa”
dediğimiz açlıktan zayıf düşme hali gibidir. Beyni yoran aşırı ve sürekli çalışma, faaliyet
neticesinde insan kronik bir beyin yorgunluğu sendromuna yakalanabilmektedir.
17
Sinir zaifiyeti olarak da bilinir. Aşırı çalışma sonucunda da oluşabilen zayıflık durumu. Nevrestani, 1868
tarihinde G.U Beard tarafından tanımlanmıştır.
30
Halk arasında “humma-yı teyfuidi” diye bilinen kara humma (tifo) Bakteriyolog
Sir Almroth Edward Wright ( ئه برت/ Aebert) tarafından keşfedilen ve küçük bir basilin
vücuda girmesiyle oluşan hastalık halidir. Bu basil daha çok hazım borusunda görülür ve
burada hızlıca yayılır. Hastalığın belirtileri etkili bir “madde-i semiye” yani toksinli bir
salgı ile ortaya çıkar. Tifoya yakalanmış birinin
bağırsağında yaşayan bu basil dışkı yoluyla
dışarı atılır. Zaten tifoya yakalanmış kimseler
çoğunlukla ishal olur ve bu suretle beden bu
basilleri dışarıya atmaya çalışır. Bu yolla
dışarıya atılan basil bulaşmaya elverişli hale
gelir. Hastalığın bulaşması birçok şekilde
olabilmekte ise de mikrobun vücudumuza girişi
daima hazım borusu yoluyladır. Şekil- 9 [73].- Kara humma basili.
bunun içme suyuna karışması şeklinde olur. Bu bulaşma tifoya yakalanmış birinin
elbisesini bir derede yıkanması veya hastanın tuvalet atıklarının civardaki dereye, kuyuya
atılması sonucu mikropların içme suyuna sızması şeklinde ortaya çıkar. Sabit ve duvarları
çatlak tuvaletlerin, lağımların ne derece tehlikeli olduğu, sızıntıların toprağa, dereye,
kuyuya ne şekilde karıştığı da araştırılması gereken en önemli hususlardandır. Böyle bir
suyun doğrudan doğruya içilmesi yahut içilen süte ilavesi çok tehlikelidir. Hatta bu kirli
suyla sulanan sebzelerin bile tehlikeli olduğu söylenmektedir. Bu yüzden içilecek suyun
daima kaynak suyu olması, etrafının sağlam bir yapıyla örülmesi, havuzların ve su
birikinti hazinelerinin sağlam yapılması kirli sızıntı sularının temiz sulara karışmasını
önlemek bakımından son derece önemlidir.
Şehirlerde kuyu, nehir, dere suları yerine kaynak suyu kullanılmasından sonra
kara humma vakalarının azaldığı görülmüştür (Besim Ömer: s. 247). Paris’te yazın
kaynak suyunun azalmasından dolayı nehir suyu kullanmaya mecbur kalan daire ve
mahallelerde kara hummanın birdenbire ve salgın şeklinde ortaya çıktığı görülmüştür.
Fransa orduları sağlık görevlisi Dr. Dujarden Bumeç’in ([ دوژاردن بومچÉdouard Dujardin-
Beaumetz]) bu hususu ikna edici delillerle kanıtlayan raporu, askerde daha önceki
koşullarda kullanılan dere ve kuyu suyu yerine kaynak sularının tercih edilmesiyle asker
arasında kara hummanın çok azaldığını göstermesi açısından önemlidir. Bunun dışında
kara hummanın vücuda girmesine neden olan birçok unsur vardır. Sağlıklı bir kişi de bu
hastalığa yakalanabildiği gibi, çok yorulanlar, iyi beslenmeyenler, izdihamda kalanlar da
bundan dolayı hasta düşebilirler. Bu hastalık iyi bir hava ve açık bir yerden kışlaya giren
askerde, dağıtım dönemindeki askerlerde, köyünü bırakıp şehre çalışmaya gelen işçilerde
ve çiftçilerde fazla görülür.
4.3.2. KOLERA
Kara hummanın bulaşma şekline dair verilen özelliklerin hepsi kolera için de geçerlidir.
Kolerada da sularla bulaşma çok fazla görülür. Aynı
şeklide kişide yaşanan ishaller hastalık
bakterilerinin çevreye yayılmasına sebeb olur.
Hindistan’te Koch, Tulun’da18 Nikati ( نيقاتى/Nikati)
ile Riş ( ريش/Riş) ve Almanya’nın Duisburg
şehrinde Frankil (فرانكل/Frankil) yaptıkları
araştırmalar sonucu sulardaki kolera bakterisi ile
hastalığın salgına dönüşmesi arasındaki ilişkiyi
doğrulamışlardır. Şekil- 10 [74].- Kolera vibriyonu
Bu ilişki dışında koleranın ortaya çıkmasında bazı fizyolojik şartların da etkisi inkâr
edilemez. Rus bilim adamı Mechnikov, vibriyonun bağırsaklarda yayılabilmesi ve
üreyebilmesinin “müsait mikroplar”ın bölünmesine bağlı olduğunu belirtip, bu
mikropların bedene tek başına girmesi halinde çok fazla etki edemeyeceğini fakat diğer
bazı bakterilerle birleşmesi halinde koleranın ortaya çıkabileceğini açıklamıştır (Besim
Ömer: s. 249).
Yaygın ve bulaşıcı bir salgın olan veba basili mikrobu Fransız bilim adamı Yersen
( [يرسنAlexandre Emile Jean Yersin])19 ve Japon Kitasato [[كيتاساتوBaron Shibasaburo
Kitasato]) tarafından keşfedilmiştir. Ortaçağ tıp tarihinin Müslüman tabipleri vebayı
“umumî” genel ve taunu “mevzıî” yani özel kabul etmişlerdir. İbn Hacer’e ([ ابن حجرİbn
Hacer el-Askalanî]) göre taun vebadan daha özel olup kategori olarak onun alt sınıfında
yer alır. Veba bu türden hastalığın genel bir adıdır. Veba sonrası bazen taun oluşur ve
bazen de oluşmaz. Bu tanıma göre her taun vebadır, fakat her veba taun değildir.
Taşköprülüzade’ye ([ زاده طاشکوپريلیTaşköprülüzade Ahmed b. Mustafa]) göre “taun her
ne kadar bedenin belirli bir noktasında etkisini gösteriyorsa da bundan türeyen veba ile
hastalığın tesiri bütün vücudu kaplar.” Bu tariflerden de anlaşılacağı üzere İslam
dünyasında hıyarcıklı veba (bubonik veba)’ya “taun”, taun dâhil buna benzer birçok
18
Fransa’nın Akdeniz kıyısında bir liman kenti Toulon olabileceği gibi, Rusya sınırları içinde bulunan Tulun
(Rusça: Тулун) şehri de olabilir.
19
Veba mikrobuna da Yersen hatırasına “Yersinia pestis” adı verilmiştir.
33
hastalık türünün tümüne birden “veba” adını vermişlerdir. Taun ya da hıyarcıklı veba en
çok görülen veba türü olduğundan öne çıkmıştır.
Günümüz tabipleri “veba-yı hakiki” diye tabir edilen asıl vebayı, eski tabiplerin
karıştırdığı ve çeşitli salgın hastalıklara verilen “emraz-ı vebaiye” yani veba hastalıkları
tabirinden ayırarak “hıyarcık” ve “mikrobu” şeklinde ayrı ayrı kullanmışlardır.
“Hıyarcık”, şişen bir bezden iltihaplanıp “cerahâta” yani iltihaba dönüşen ve aynı
zamanda hastalığın belirtilerini oluşturan “ukde-i lenfiye” yani lenf düğümcüğünden
ibaret olup çoğunlukla kasıkta yahut koltuk altında bazen de boyunda ortaya çıkar. Bu
sebepten bu hastalığa diğer salgın hastalıklardan ayırmak için “hıyarcıklı veba” yani
“taun” demişlerdir. (Besim Ömer: s. 250)
Hıyarcık vücudun herhangi bir yerinde bir sıyrık, koltuk altında veya ayakta bir
yara oluştuktan sonra kasıkta bir bezin şişmesinde olduğu gibi vebada da lenf düğümcüğü
iltihaplanır ve şişer. Veba ufak da olsa bir ısırıktan başlar. Mikrobu da ciltteki bir
sıyrıktan, kesikten, bir haşerenin sokmasından, fare ve maymun gibi hasta bir hayvanın
ısırmasından fırsat bulup vücuda girer. Bundan dolayı Arap tabipleri taunu aynı zamanda
“vahaze bi-nüfuz [ ”]وخز با لنفوزşeklinde de kullanmışlardır.
Veba basili [Yersinia pestis] kısa, şişman ve uçları yuvarlak olup hıyarcık
etrafında, hastanın kanında, balgamında kısaca bütün vücudunda bulunur. Hastalığın
sağlıklı bir kimseye geçebilmesi için sadece fiziksel temas yeterli değildir. Aynı zamanda
mikrobun organlara ve bedene nüfuz edebilecek uygun bir giriş yani yukarda
bahsettiğimiz gibi bir sıyrık vs. bulması gerekmektedir.
Vebanın bir diğer yayılma şekli ise havadaki tozlardır. Bu tozlar solunum yolu
vasıtasıyla vücuda girer ve hastalığın en şiddetli şekli olan “veba-i rievi” yani akciğer
vebasına sebep olur. Hastalık aniden gelen bir titreme ve 40°-41°C’ye çıkan ateş sonucu
34
baş, mide ve bel ağrıları ile kendini gösterir. Ayrıca hastada uykusuzluk ve sayıklama
gibi durumlar baş gösterir. Bu tür hastaların ¾’nde hıyarcık görülür.
Vebaya karşı korunmanın en iyi yolu vebadan sakınmak, vebalı yere gitmemek ve
vebalı yerden çıkmamaktır. Dönemin korunma tedbirlerinde de zaten karantina
uygulaması yaygındır. Bütün Avrupa, Hindistan ve Uzakdoğu ülkelerinde “maraz-ı
beledî” yani mahalli hastalık şeklini almış bu şiddetli hastalıktan kurtulmak için karantina
uygulamasına başvurulmaktadır. Hastalığın tetikleyicisi olan basil keşfedildikten sonra
kuşpalazı hastalığına karşı yapıldığı gibi tıbben “muaf kılınmış” veya mikroptan
arındırılmış hayvanlardan bir serum üretilmiş ve bu serum bu hastalığa çare olarak
kullanılmıştır (Besim Ömer: s. 252). İşte üretilen bu serum/aşı Yersin Serumu’dur.
Ayrıca Rus bilim adamı Waldemar Mordecai Haffkine (هافكين/Hafkin)20 veba basilinin
kültürünü vebaya karşı “aşı” olarak kullanmakta ve bunun iyileştirici etkileri olduğunu
beyan etmektedir.
20
Müellifimiz bu bilim adamının İngiliz olduğunu söylemekle beraber yaptığımız araştırmalarda bu kişinin
Rus Yahudisi sonucuna varılmıştır.
35
4.3.4. VEREM
Sporlu verem basili dıştan gelen tehlikelere karşı gayet dirençlidir. Veremli
kişilerin etrafa saçtıkları balgamlardaki basiller balgamın kuruyup havaya karışmasıyla
da bulaşma tehlikesi doğurabilmektedir. Fazlaca basil içerdiği bilindiği halde, bilinçsizce
yere atılan bezlerde bulunan balgamlar kuruyup toz haline gelir ve havaya karışarak
“hava-yı şehikada” yani nefes alıp verildiği sırada nefesle birlikte soluk borularına oradan
da bedene girer. Yapılan deneylerle, köpek ve maymunlara toz haline gelmiş verem basili
36
Fransız Dr. Antoine Bernard-Jean Marfan ( مارفان/ Marfan) 22 kişilik bir büroya
veremli bir memur geldikten sonra büroda verem hastalığının baş gösterdiğini ve âdeta
salgın halini aldığını ve burada “tathirat-ı fenniye” yani dezenfeksiyon yapılmadığı,
döşemeler yakılıp yenileri getirilmediği sürece hastalığın devam edeceğini söylemiştir.
Aynı zamanda veremin eşten eşe, akraba ve ebeveynden çocuklara geçtiğine dair birçok
örnek vardır. Bu yüzden veremlilerin yanında bulunmak, onlarla beraber yaşamak
tehlikelidir. Vereme yakalananların vakit kaybetmeksizin “tefrid” edilmesi yani
karantinaya alınması veyahut balgamlarını çıkarttıkları anda yayılmasına engel olmak
için bir şekilde önlem almak gereklidir. Bunun için hastanın sürekli gözetim altında
bulundurulması gerekir. Görünürde sağlıklı bazı kişiler, vereme tutulduklarından
habersiz uzun bir süre boyunca hayatlarını sürdürürler. Bunların çevreye bıraktığı tükürük
ve balgam kuruyup havaya karışırsa halk sağlığını tehdit eder. İşte bundan dolayı
Fransa’da, “meclis-i sıhhıye-i umumiye”, Sağlık İşleri Genel İdaresi toplu taşıma
araçlarının içine ve döşeme üstüne tükürmeyi yasaklamıştır (Besim Ömer: s.256). Sağlıklı
bir kişi verem basiline karşı önlemini alıp ve dikkat ettiği takdirde, şehirde birçok veremli
olsa dahi, vereme yakalanmayabilir.
Şekil- 13 [78] Yerden yüksek madeni sehpalı cam tükürük hokkası (Besim Ömer: s.258).
21
Veremi teşhis ve tedavide yararlanılan, verem mikrobu kültüründen elde edilen bir sıvı.
38
Gayet bulaşıcı olan kuşpalazının bulaşması da beyaz derilerin küçük bir parçası
veyahut bu hastalığa yakalanmış birinin tükürüğü ile “gışa-i muhati” yani sümük zarının
birbirine teması şeklinde olur. Kuşpalazına yakalanmış birinin yanında bulunmak
tehlikeli olup bir ailede hastalığın sadece birisine bulaşması da nadir olup bunun için
önlem almak gerekmektedir (Besim Ömer: s. 261).
anlaşılacağı gibi difteri basilleri çok güçlü olup bu tarz ortak kullanımlara dikkat
edilmelidir.
4.3.6. KUDUZ
Kuduz bir köpek hastalığın her devresinde şiddet ve sınır tanımamazlık belirtileri
göstermeyebilir. Hastalık başlangıcında hayvanda bir takım davranış değişiklikleri
görülür. Bu dönemde köpek ya sahibine olan ilgisini fazlaca abartıp, kendini tatlı gösterir,
şımarır ve güzelliklerini ortaya koyar, ya da sahibine karşı alıngan bir tavır içine girer.
Bu tavırları sergileyen köpeğe şüpheli gözüyle bakılmalı ve dikkat edilmelidir. Hastalığın
22
Aşı sayesinde bedende oluşturulmuş suni bağışıklık sayesinde düşük seviyeli mikrop saldırılarına karşı
kendini savunan ve saldırılara karşı hazırda bekleyen bir mekanizma meydana getirilmiş olur.
41
ikinci aşamasında köpek kısa kısa, korkunç ve gayet boğuk bir sesle ulumaya başlar.
Kendisinde ısırmak isteği doğar ve galeyana gelir. Bu durumdaki köpek sahibine, çevreye
ve kısaca herkese saldırabilir. Bu hali devam ettikçe hırçınlaşma nöbetleri sıklaşır. Devam
eden bu nöbetler sırasında köpek ya “meflucen” yani felçten, ya da sıklaşan nöbetlerden
birinde acıdan ölür. Bazen de hayvan “hubul-ı savtiyesi” yani ses telleri felç olduğundan
ne ses çıkarabilir ne de ısırabilir. Bu durumdayken hırçın davranamaz, sakin durur ve
havlamaz. Köpeğin boğazında kemik kaldığını düşünen sahibi de ellerini dişleri arasından
içeri sokup kemiği aramaya başlar ki bu şekilde kendi eliyle hastalığa yakalanmış olur.
Bir insanın kuduz bir hayvan tarafından ısırılması her zaman onun da kuduracağı
sonucunu doğurmaz. Isırıklar ne derece derin ve yüze yakınsa hastalığın ortaya çıkması
da o derece muhtemeldir. Fakat bilinen bir şey var ki hastalık bir kez bulaştı mı onun
öldürücü olduğudur. Kuduzun ilk belirtileri ısırıktan ancak 6 hafta ile 2 ay içinde ortaya
çıkar. Isırmakla hastalık arasındaki bu müddete “devr-i tefrih” yahut kuluçka dönemi
denilir. Bu müddet bazen belirtilen sürelerden uzun da olabilir.
Pasteur kuduz hastalığının önünü almak için bir yol keşfetti. Hastalığın “nüks”
yani tekrar etmediğini gözlemledi. Pasteur, hayvanları kuduzdan korumak için önceden
az miktarda hastalık virüsünü aşılayarak onları iyileştirmeye çalıştı. (Besim Ömer: s. 265)
Bunun olumlu sonuçlarını görünce bu işlemi insan üzerinde uyguladı. İnsan kuduz bir
hayvan tarafından ısırılduktan uzun bir süre sonra hastalık belirtileri meydana gelir. Bu
uzun süreç ise hastalığın insandaki kuluçka süresidir. Bu süreden yararlanma yoluna
giden Pasteur, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir insana ilk başta çok az miktarda
“muzadd-ı virüs” yani anti virüs enjekte ederek kuluçka süreci bitmeden vücuda bir
bağışıklık kazandırmış ve böylece hastalığı bertaraf etmiştir. Bu antivirüs, kuduz
virüsünden önce beyin ve sinirlere ulaşıp sonradan gelen asıl virüsü etkisiz hale
getirmektedir. Yapılan araştırmalar ve istatistikler sonucunda da bu durum kanıtlanmıştır.
42
Buna göre 1885 senesinden önce kuduz hayvanlar tarafından ısırılan kişilerin %80
ölürken, bu aşı uygulamaya konulduğundan beri ölümler %2 sınırına gerilemiş ve daha
da aşağılarına inmiştir. Yani durum gösteriyor ki bu yöntemle tedavi edilen hastalar
arasında ölüm vakası çok azalmıştır.
Bir kişinin kuduz şüphesi bulunan bir köpek tarafından ısırılması durumunda
yapılması gerekenler şunlardır:
1- Hastalık köpekte açık ve belli değilse onu öldürmemeli, bir yere bağlayıp onda
hastalığın gelişip gelişmediği izlenmelidir. (Besim Ömer: s.266)
5- Kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir kişi derhâl kuduz hastalığı bakım
merkezine götürülmelidir.
6- Kuduz bir köpeğin ısırdığı veyahut beraberinde bulunan bütün hayvanlar itlaf
edilmelidir.
23
Kuduz ve bazı hayvan hastalıklarına sebep olan, 70–180 nm büyüklüğünde tek iplikli RNA içeren (-iplik),
kılıflı, kılıf üzeri çıkıntılarla kaplı, uzun şekilli bir virüs familyası.
43
Sakağı veya diğer adıyla “ruam” hastalığına eşek ve atlar yakalanır ve hastalık
temas ile insana geçer. Hastalık kapan insanın akciğerlerini ele geçiren virüslerden
kurtuluş olmayıp vaka ölümle sonuçlanır.
Sakağı bulaşıcı olup çoğu zaman atlarda tespit ve müşahade edilemediği için
büyük bir tehlike taşımaktadır. Sağlıklı kişilerin de bu hayvanlara teması ihtimal
dâhilinde olduğundan bulaşma riski fazladır. Dr. Nokar, sakağı hastalığını daha hastalık
başlangıcında teşhis etmek için bir usul geliştirdi. Veremli hayvanlara “tüberkülin”
verilmesi gibi bu hastalık basilinin [malleomyces mallei] de salgıladığı mallei maddesini,
hayvana enjekte edilerek çare bulmaya çalışılmıştır. Sağlıklı bir hayvana mallei maddesi
enjekte edilse bile herhangi bir olumsuz durumla karşılaşılmaz. Fakat hayvanda sakağı
hastalığı varsa şiddetli ve hararetli bir nöbet gelir. Böylece hayvanda hastalık teşhis edilir.
Hastalığın bulaşmasını engellemek için de denek hayvanın derhâl öldürülmesi lazımdır.
Ruam basilinin dışardan gelen bir ilaçlamaya karşı direnci az olduğundan hasta
hayvanların barındıkları ahırları, koşum vs. eşyayı “tathir etmek” yani temizlemek
kolaydır. (Besim Ömer: s. 268)
44
45
Döküntülü ateş (Fièvre éruptive) yahut “hummîyât-ı indifaiyye” ciltte bir “indifâ”
yani döküntü ile “humma” yahut ısıtma hali ile kendini gösteren bulaşıcı bazı hastalıkları
içeren genel bir tabirdir.
4.4.1. KIZAMIK
Kızamık çoğunlukla tehlikesiz bir hastalık ise de bazen ölüme sebebiyet verebilir.
Kızamık, bazen “iltihab-ı kasabât” denilen bronşit ve zatürre ile karıştırılır. Hastalık
bütün devrelerinde tümüyle pul pul olup vücuttan atılmadığı sürece bulaşıcı olarak kabul
edilir. Bu türden hastaların ölüm riski yoksa da tedbir olarak 25 gün kadar kişisel
karantinaya alınması önemlidir.
4.4.3. ÇİÇEK
Çiçek hastalığı hararet, baş ağrısı ve bel ağrısı gibi şikâyetlerle ortaya çıkar. Daha
sonra özellikle yüzde çıkıntılı kırmızı kabartılar görülür. Bu kabartılar kısa zaman içinde
iltihap ile dolar ve nihayet kuruyarak yerlerinden kabuk bağlar. Kabuklar düştükçe
yerlerinde daha sonradan geçmeyen izler bırakırlar. Çiçek tehlikeli bir hastalık olup çoğu
kez insan yaşamını tehlikeye sokar. Döküntü devam ettiği ve kabuklar tamamen düşüp
kaybolmadığı sürece hastalık bulaşıcılık özelliğini devam ettirir.
47
İnek çiçeği, ineklerin memeleri üzerinde bir çıban gibi meydana gelir ve döküntü
yapar. Bu yüzden hastalığa bazen süt sağan çobanlar da yakalanırlar. Onların ellerinde de
hayvanda görülen çıbanlara benzer yaralar meydana gelir. Böylece çobanlar çiçek
hastalığına karşı bir çeşit doğal bağışıklık kazanmış olurlar. Jenner çalışmalarını
derinleştirerek 1798 senesinde o meşhur usulünü ilan etmiştir. Jenner’in bu usulü insan
bedenine inek çiçeği gibi önemsiz bir hastalığı aşılayarak daha ciddi olan çiçek
hastalığından korumak şeklindeydi. (Besim Ömer: s. 274) Bu usul öğrenildikten bir süre
49
sonra Avrupa’nın neredeyde her tarafına yayılmıştır. Bundan sonra inekteki çiçek
hastalığıyla aşılanan bir çocukta ortaya çıkan çıbanların kabarcıklarından alınacak
numune diğer çocuklar için aşı şeklinde kullanılabilecekti. Böylece aşı yaşı fark
etmeksizin insandan insana yapılabilindi. Her ne kadar neticeler olumlu olsa da bazı
aksiliklerle karşılaşılması sebebiyle bu türden aşının aleyhinde yazılar yazan tabiplerin
olduğu bilinmektedir. Bu durum ilk başlarda aşının yetersizliğine bağlansa da daha sonra
kovpaks hastalığını aşılamak ile meydana getirilen bağışıklığın etkisinin ömür boyu değil
sadece on senelik olduğu anlaşılmış ve korunma için tüm yaşamı boyunca sadece bir kez
yapılmasının yetersizliği anlaşılmıştır. Bağışıklığın devamı için inek çiçeği aşısının ara
sıra tekrar edilmesi gereği vurgulanmıştır.
Aşıyı uygulamak için neşteri bir buzağı kabarcığına bulaştırdıktan sonra birinin
kolunu yüzeysel bir şekilde bir iki yerden çizmek yeterli olur. Böylece aşı doğrudan
doğruya kabarcıktan kola nakledilmiş olur. Kabarcıkların içeriği toplanılıp bir miktar
gliserin ile karıştırıldıktan sonra küçük tüplere konularak birkaç ay kadar saklanılabilir ve
taşınabilir aşı haline dönüşmüştür. Bu tüpler ise sadece kullanılacağı vakit açılmaktaydı.
50
4.5.1.1. KELLİK
Şekil- 17 [82].- Kele uğramış saç. a- saçın bidayeti b- cizgi c- dökmesi d- aralarında isporlar
bulunan tulenye e- cizgi üzerindeki isporcuklar.
52
Bu hastalık da kratere ve volkan ağzına benzer bir çukur gibi olup üzerinde yer
alan saçlar kırkılmış levhalar gibi görünür (Besim Ömer: s. 281). Bu hastalık cildin her
tarafına yayılarak kepek yahut çıbanlarla çevrili yuvarlak kırmızı levhalar oluşturur. Bu
hastalığa akoryona benzeyen ve “trikofiton” adı verilen bir mantar sebep olur. Trikofisi
kolayca tedavi edilebildiği halde baş derisinden geçmesi zaman almaktadır.
24
Tunisveran da okunabilen bu kelimenin karşılığına herhangi bir sözlükte rastlanılamamıştır.
53
4.5.1.3. PELAD
4.5.1.4. BİTLENME
4.5.1.5. UYUZ
Daha önceki zamanlarda uyuzun tedavisi zorken, kükürt merhemi, petrol ve gaz
yağı kullanılarak uygulanan yeni yöntemlerle uyuz hastalığına bir çare bulunmuştur
Besim Ömer: 285). Şekil- 22 [87].- Uyuzlu el. Uyuz bir çocuk derhal mektebden çıkarılmalı
ve tamamen iktisâb-ı şifa eylemedikçe (iyileşmedikçe) mektebe kabul edilmemelidir.
57
5. TARTIŞMA
Dr. Besim Ömer Paşa XIX. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği önde gelen
hekimlerdendir. Kendisi temel tıp eğitimini İstanbul’da almış ve ihtisas için Avrupa’ya
gitmiştir. Avrupa’da kaldığı süreç boyunca tıbbi bilgisini geliştirmenin yanı sıra
Avrupa’nın sağlık siyasetini ve kurumlarını gözlem ve incelemeleriyle tespite ve
değerlendirmeye çalışmıştır. Onun gerek hıfz-ı sıhha ve gerekse diğer tıp alanlarında
vermiş olduğu eserlerde, Avrupa tıbbının yanı sıra İslam tıbbına dayanan klasik dönem
Osmanlı tıbbının etkilerinin devam ettiği göze çarpmaktadır.
Dr. Besim Ömer birçok eserinde koruyucu hekimlikle ilgili konuları da ele almış
ve halk sağlığı temasının sağlık mensuplarının yanı sıra halk arasında yerleşmesine
yardımcı olmuştur. Kendisinden önce ve hemen sonra da hıfz-ı sıhha ile ilgili olarak çok
sayıda eser kaleme alınmıştır. Mesela, Ahmed Rasim, Ahmed Said, Ali Fuad, Ali Vahid
(Yaşat), Binbaşı Yusuf Ragıb, Celal Abdi, Fuad Münir, Dimitri Efendi (Dimitar Vlahof),
Doktor Veliş, Dr. Aristidi, Ebulmuhsin Kemal, Hüseyin Hıfzı, Hüzeyin Remzi, İlyas
Matar, Lorin Şepert, M.Emin Efendi, Mehmed Fahri, Mehmed Fahri Paşa, Mehmed
Şevki, Nafiz Paşa, Nimeye Halid, Server Kamil Tokgöz, Şemseddin Nusret, Şükrü Kamil
(Talimcioğlu) ve Yusuf Ziya’nın hıfz-ı sıhha konularına ait eserleri vardır. Osmanlı’nın
son ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yazılan hıfz-ı sıhha eserleri üzerinde yapılacak
çalışmalarla eserler incelenerek mukayese edilebilir. Böyle bir çalışmanın sonuçları
günümüzün tıbbî bilgileriyle de karşılaştırılıp Osmanlı’nın son döneminden günümüze
tıbbın değişimi ve gelişimi ortaya konulabilir. Mukayeseli bir çalışma ile Osmanlı
müelliflerinin kendi dönemlerinde gelişmekte olan Avrupa tıbbını hangi kitaplardan
aktardıkları, yeni bilgileri nasıl sunup değerlendirdikleri tespit edilebilecektir. Eserlerinin
değişik baskıları incelenerek gelişen tıp sistemine göre bilgileri güncelleyip
güncellemedikleri de ayrı bir araştırma konusudur.
58
Tez konumuzun esasını teşkil eden Dr. Besim Ömer’in Hıfz-ı Sıhhat kitabının
bulaşıcı hastalıklar bölümünün incelenmesi göstermiştir ki mikrobiyolojideki gelişmeler
klasik dönem Osmanlı tıbbının koruyucu hekimlik bahislerini önemli ölçüde
değiştirmiştir. Eski tıpta sağlıklı yaşam için zorunlu bulunan esbab-ı sitte-i zaruriye
konusu artık hıfz-ı sıhha bahislerinin dışında kalmaktadır. Hıltlar nazariyesinin metinden
kalktığı görülmektedir. Beslenmenin sağlıkla ilgisine de değinilir ancak konu vücut
bağışıklığı (immünite) açısından değerlendirilmektedir. Bağışıklık konusu üzerinde bu
denli durulması mikrobiyolojinin dönemin en önemli tıp alanlarından biri olarak
gelişmeye başlamış olmasından kaynaklanır. Nitekim Dr. Besim Ömer, bağışıklığı
sağlayan aşıların yanı sıra kendisinin “akile hücreleri” adını verdiği fagasitozları ayrı bir
başlık olarak ele almıştır. Eski tıptaki “hareket ve sükûn” bahsini işlemese de aşırı
yorgunluğun direnci düşürmesi sebebiyle hastalığa kapı açacağını anlatmıştır.
Dr. Besim Ömer’in kanıta dayalı mikrobiyoloji ile ilgili açıklamalarının yanı sıra
bir takım değerlendirmeleri vardır ki bunlar tartışmaya açıktır. Mesela günümüzde beden
hareketinin zihni açtığı ileri sürülürken, Besim Ömer zihin yorgunluğu durumunda beden
hareketinin zararlarından söz etmektedir. Besim Ömer, “okula giden öğrencilerin aşırı
ders çalışmanın etkisiyle yorgun düşeceğini ve bu durumun onların direncini kırarak
onlarda baş ağrısı, sinir hastalıkları, verem vs. hastalıkların yanında bazı kalıtsal
hastalıkları da tetikleyebileceğini” ileri sürmüştür. Burada hastalıkları tetikleyen ve
direnci düşüren etkenleri tek bir nedene bağlama eğilimi vardır.
Dr. Besim Ömer, verem gibi bazı bulaşıcı hastalıkların yayılmasını engellemek
için “cep hokkalarının” veya evde kullanılan “tükürük hokkalarının” kullanılmasını
önermekte, bunların bulaşmayı engellediğini ileri sürmektedir. Ne var ki, bu hokkalar
bulaşmayı artırmaktadır. Dr. Besim Ömer, “hastalık mikrobu barındıran balgam ve yara
kabuğu gibi unsurların kuruyarak havaya karıştığını ve nefes alma yoluyla insanlara
bulaşabildiğini” belirtmesine rağmen ağzı açık hokkaların mikropları yayma ihtimalini
gözden kaçırması, bilgi aktarma aşamasında bulunan Osmanlı hekimlerinin aktardıkları
bilgiler konusunda ne ölçüde seçici olabildikleri hususunu tartışmaya açar. Mesela, bu
dönemde Fransa’da, Sağlık İşleri Genel İdaresi toplu taşıma araçlarının içine ve döşeme
üstüne tükürmeyi yasaklamıştır.
Hastalığa neden olan mikropların keşfi ve üretilen yeni aşı ve ilaçların insanlar ve
hayvanlar üstünde denenmesi tıp etiği tarihi ile ilgili bilgiler sağlamaktadır. Mesela, insan
hayatı için tehlikeli bir deneyi ilkin kendi üzerinde deneyen Max Joseph von Pettenkofer
59
hazım borusunu kimyasal bir madde ile koruduktan sonra ürettiği kolera mikroplarını
yutmuş ve deneyin sonucunu beklemeye başlamıştır. Pettenkofer, Münih şehrinde
koleraya karşı direnç olduğunu ve mikrobu alsa bile kimsenin hastalığa tutulmayacağını
iddia etmiştir. Yaptığı deneyin olası zararlı sonucundan kurtulmuştur.
Dr. Besim Ömer’in, yeri geldiğinde tıpta buluş yapanların isimlerine dikkatle ve
özenle atıfta bulunduğunu ve onları okuyucuya tanıttığını görmekteyiz. Onun, çiçek
aşısının buluşunun tarihini ve gelişimini ayrıntılarıyla nakletmesi, Türk usulü çiçek aşısı
ile Jenner’in çiçek aşısı arasındaki farkı anlatması gibi incelikler onun aynı zamanda tıp
tarihine merakı olduğunu da göstermektedir. Çiçek hastalığı için de XVIII. yüzyılda
denenen tehlikeli uygulamadan vazgeçildiğinin farkında olması önemlidir. İlk
zamanlarda bu hastalık için uygulanan ve hiçbir önlem alınmadan çiçek hastalığı taşıyan
bir kişinin yarasından alınan az miktarda iltihabın neşter ile hasta çocuğun derisi altına
koymak şeklindeki yöntemin sakıncaları vardı.
Dr. Besim Ömer, bazı tıbbi görüşleri olumsuz yönde eleştirmekle birlikte
eleştirdiği bir görüşün etkisi altında kalabilmektedir. Mesela, miasma teorisinin
“tamamen kalktığını” anlatmasına rağmen zehirlenmeler, kötü kokular ve izdiham
(kalabalık) meselelerine dair açıklamaları kısmen miasma görüşünü yansıtmaktadır. Bu
durum, Besim Ömer’in uzmanı olduğu doğum alanı haricindeki bazı ihtisas dallarıyla
ilgili bilgilerinin tartışmaya açık olabileceği var sayımını gündeme getirir. Bu dönem
halen tıp kuramlarının bir geçiş dönemidir. Henüz birçok tıbbi gerçek kanıtlanmamıştır.
Dr. Besim Ömer’in Hıfz-ı Sıhhat adlı eseri eski tıptan yeni tıbba geçişin devam ettiği bir
dönemin eseri olduğundan, eski tıbba dair bir takım izler taşımaktadır.
Dr. Besim Ömer’in Hıfz-ı Sıhhat adlı eserinin Osmanlı tıp tarihini çalışanlara yol
göstermesi bakımından ayrı bir önemi vardır. Eserde kullanılan birçok kavramın hem
modern hem de geleneksel ismi verilmiştir. Bu da tıp sözlüklerinde yer almayan tabirlerin
daha kolay ve daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır. Besim Ömer hem Osmanlı
Türkçesindeki tıp tabirlerini bilmektedir, hem de Batı’nın tıp terimlerine aşinadır. Eski
tıpta kullanılan ve günümüz araştırıcısının ancak tahmin edebileceği fakat kesin
tanımlayamayacağı ve başka da herhangi bir sözlükte bulamayacağı bazı tıbbı tabirlerin
günümüz karşılıklarını yeri geldiğinde kendi açıklamalarıyla izaha kavuşturması son
derece önemlidir. Mesela “beşe-yi habise, hayvan-ı demevi, pelad vs.” gibi kelimeler
bunlardan birkaçıdır. Metinde, Batı dillerindeki tıp tabirlerinin kısmen kullanıldığını,
çoğunlukla eski tıpta kullanıla gelen ve birçoğu Arapça ve Farsça’dan türetilmiş olan son
dönem Osmanlıca tıp tabirlerinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu sebepledir ki, her ne
kadar yeni tıptan söz edilse de bu metni günümüz hekimlerinin anlaması kolay
olmayacaktır. Mesela “sümum” yani zehir olarak ifade edilen ve bugün toksin olarak
bilinen bir kavramı anlamak için eski ve yeni tıbbı birlikte değerlendirmek gerekir. Yine
eski tıpta kullanılan “humma-yı mütereddide” diye tabir edilen bir belirtinin bir mikrop
ile bağlantısının kurulması yeni ve eski tıbbın yer yer birlikte ifade edildiğini gösterir.
Besim Ömer, yalnız İstanbul’da değil, ülke çapında çok meşhur bir tabip
olduğundan yakın çevresindeki kimseler de meşhurlardandı. Onun meclislerinde Tevfik
Fikret, Peyami Safa, Göz Doktoru Esat Paşa, Hüseyin Kazım Bey ve Akil Muhtar
(Özden) gibi tanınmış kimseler olurdu. Birçok arkadaşının aksine siyasetle ilgilenmeyip
kendisini sadece ilme adamış olması onun mesleki başarısının sebeplerindendir.
61
6. SONUÇ
Besim Ömer’in Hıfz-ı Sıhhat adlı eseri, XX. yüzyıl başlarında Avrupa tıbbındaki
gelişmelerin Osmanlı hekimlerince Türkçe metinlere aktarıldığını kanıtlayan örneklerden
biridir. Besim Ömer’in batılı kaynakları yakından takip ederek kitaplarında yoğun bir
şekilde onlardan istifade ettiği göze çarpmaktadır. Kitapta yer alan tıpta buluş sahibi
hekimlerin tanıtılması ve bilgilerin edinildiği kaynak kişilere atıfta bulunulması
yararlanılan kaynakların verildiğini göstermesi bakımından önem taşır. Besim Ömer’in
tıbbı gelişmelerin tarihine değinmesi de onun tıp tarihine olan ilgisini göstermesi
bakımından dikkat çekicidir.
Hıfz-ı Sıhhat kitabı dışında Besim Ömer ve ailesi ile ilgili olarak ulaşılan yeni
bilgiler bu alanda çalışma yapacak araştırmacılar için son derece önemlidir. Elimizde
bulunan aile mektuplarından yola çıkılarak Bab-ı Ali Caddesi üzerinde bulunan konağına
ulaşılmış ve ailesi hakkında daha ayrıntılı bilgi edinilmiştir.
62
7. KAYNAKÇA
BOA, İ.DUİT.115/26.
BOA, İ.DUİT.54/103.
BOA, BEO.3959/296905.
BOA,BEO.3863/289705.
BOA, BEO.1975/148101.
BOA, BEO.1863/139667.
BOA, BEO.2086/156444.
BOA, DH.MKT.1969/8.
C- SÜRELİ YAYINLAR
Le Temps (1939)
Ataç, Adnan- Kara M.Alpertunga: “Dr. Besim Ömer Paşa’nın Yayınladığı “Nevsal-i
Afiyet” Adlı Dört Yıllıkta Yer Alan Makaleler”,
Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, İstanbul, 2003, S.
9, s.342-363.
Koç Aydın, Ayten, “Besim Ömer Akalın ve Bilim Tarihi Anlayışı”, IX.
Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri (24-27
Mayıs 2006), Ankara, Nobel Yay., 2006, s. 527-
530.
Öztürk G.- Karaçam Atam Ş.: “Temettuat Defterlerine Göre 19. Yüzyılın
Ortalarında Priştine”, Tübar, XXX, 2011 Güz,
s.283-310.
Sarı, Nil – Özaydın, Zuhal: “Dr. Besim Ömer Paşa ve Kadın Hastabakıcı
Eğitiminin Nedenleri (I)” Sendrom, Nisan 1992,
10-18.
D- WEB
http://www.hafftka.com/bio/great-uncle.html
http://www.wikipedia.com/
67
8. ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Eğitim Düzeyi
Mezun Olduğu Kurumun Adı Mez. Yılı
9. EKLER
Çiçek Hastalığı: Hararet, baş ağrısı ve bel ağrısı gibi şikâyetlerle başlayan, daha
sonra yüzde yaralar oluşturan bulaşıcı bir hastalıktır. Çiçek
hastalığı aşısını ilk deneyenlerden biri İbn Razi’dir.
Hıyarcık/Hıyarcıklı Veba: Çoğunlukla kasıkta yahut koltuk altında bazen de boyunda yer
alan bir bezin yahut lenf bezinin iltihaplanıp şişmesi ile oluşan
hastalık halidir. Bu hastalığı diğer veba türlerinden ayırmak için
şeklinden ötürü “hıyarcıklı veba” veyahut “taun” diye
isimlendirmişlerdir. Hıyarcık vücudun herhangi bir yerinde bir
sıyrık, koltuk altında veya ayakta bir yara oluştuktan sonra
kasıkta lenf düğümcüğünün iltihaplanıp ve şişmesi ile oluşur.
Veba ufak da olsa bir ısırıktan başlar. Mikrobu da ciltteki bir
sıyrıktan, kesikten, bir haşerenin sokmasından, fare ve maymun
gibi hasta bir hayvanın ısırmasından fırsat bulup vücuda girer.
Bundan dolayı Arap tabipleri taunu aynı zamanda “vahaze bi-
nüfuz [ ”]وخز با لنفوزşeklinde de kullanmışlardır.
Kara Humma(Tifo): Hastalığın başlıca sebebi Salmonella typhi basili olup hastalık
daha çok kirli suların içilmesi veya bu türden gıdaların yenilmesi
ile meydan gelir.
Kızıl: Hastalık hararet, şiddetli boğaz ağrısı ile başlayıp cildin her
tarafını koyu ve ağaç çalığı renginde genişçe lekeler
kaplayıncaya kadar ilerler. Döküntüden sonra cilt pullaşmaya ve
geniş tabakalar halinde kalkmaya başlar.
Kovpoks: İnekte görülen çiçek hastalığı olarak bilinen “Cüderî bakar” veya
“kovpoks” ineklerin memeleri üzerinde bir çıban gibi büyüyüp
döküntü yapan bir çiçek hastalığı türüdür. Bu yüzden hastalığa
bazen süt sağan çobanlar da yakalanırlar.
Miasmatik Teori: Eskiden beri salgın hastalıklara yol açtığına inanılan etken.
Bakteriyoloji alanındaki gelişmeler sayesinde eski çağlardan beri
veba, kolera vb. salgın hastalıklara sebebiyet verdiğine inanılan
“miasma etkeni” ve “miasmatik teori” ile benzeri şeylerin
hastalık sebebi olduğu şeklindeki yanlış inanış düzeltilmiş ve bu
yanlış bilgilerin sağlık kitaplarından tamamıyla çıkması
sağlanmıştır. Bundan sonra bütün bulaşıcı hastalıklar ve hastalık
70
Monera ve Amip: Kasılabilen bir “protoplazma” kitlesinden ibaret olan tek hücreli
hayvanlardır. Bu tip canlılar bitkilerin yüzeyinde kendilerinden
daha küçük bir cisimle karşılaştığında şekil değiştirerek bir
şekilde o cismi kuşatırlar. Çembere alınan cisim amibin
beslenmesine uygun gıdalardan oluşuyorsa bir çeşit sindirim
sayesinde hücre içerisinde yavaşça eritilir, eğer cisim
beslenmeye uygun değilse derhâl hücreden uzaklaştırılır.
Uyuz: Cilde has bir hastalık olup “akarus” veya “uyuz böceği”
[Sarcoptes scabei hominis] adı verilen küçük bir böceğin cilde
girmesinden dolayı meydan gelir.
71
Bakteridi: Bakteri.
Ensice: Doku.
Gangren : Kangren
İfraz: Salgı.
İndifâ: Döküntü.
İntân: Bulaştırma.
İspor: Spor.
Kasabat: Bronşlar.
Kayh: İrin
Mafsal: Eklem.
Mahmasa: Açlık.
Mefluç: Felç.
Muafiyet: Bağışıklık.
Müteverrim: Veremli.
Sillî: Verem
Sümûm: Zehir.
Tecrit: Karantina.
Tesemmümât: Zehirlenmeler.
Alexandre Emile Jean Yersin (Yersen-)يرسن: 22 Eylül 1863 tarihinde doğan Fransız bilim
adamı Yersin vebaya neden olan “Yersinia
pestis” basilinin kâşifidir ve daha sonra onun
hatırasına virüse onun adı verilmiştir. Onun
yaptığı bu çalışmalar neticesine vebaya karşı
Yersin Serumu üretilmiştir. Veba mikrobuna da
Yersen hatırasına “” adı verilmiştir.1 Mart 1943
tarihinde ölmüştür. (Power: 236.)
Antoine Bernard-Jean Marfan (Marfan - )مارفان:23 Haziran 1858 tarihinde doğan Fransız
Doktor Marfan’ın uzmanlık alanı hijyen ve halk
sağlığıdır. Kitapta vereme karşı yapılması
gerekli dezenfeksiyonlarda kendisine atıf
yapılmıştır. Ayrıca Marfan Sendromu ile de
adını duyurmuştur. 11 Şubat 1942 tarihinde
ölmüştür.
Aselli (Aselli- )اسه لى: Kendisi bir bakteriyolog olup hayatı hakkında
ayrıntılı bilgiye ulaşılamamıştır.
Édouard Dujardin-Beaumetz (Dujarden Bumeç-) دوژاردن بومچ: 1868 senesinde doğan Fransız
biyolog Dr. Dujardin Pariste tıp eğitimi aldı ve
Pasteur enstitüsünde çalıştı. Fransa orduları
sağlık görevlisi iken yayınladığı raporla dere
suyuna mikrop karışması dolayısıyla kaynak
sularının tercih edilmesini belirtmiş ve bu
tavsiyesi sayesinde tifodan ölenlerin oranı ciddi
oranda azalmıştır. 27 Ekim 1947 tarihinde
ölmüştür.
77
Theodor Albrecht Edwin Klebs (Klebs-)قلبس: 7 Şubat 1834 tarihinde doğan Alman bilim adamı
Klebs’in daha çok pataloji ve bulaşı hastalıklar
alanında yaptığı çalışmalarla ün salmıştır.
Çocuklarda sıkça görülen kuşpalazı (difteri)
bakterisi ilk defa Klebs tarafından tanımlanmış
ve tarif edilmiştir.
Emil von Behring (Behring-)به رينغ: Alman fizyolog Behring, 15 Mart 1854 tarihinde
doğdu. Difteri aşısı ve bunun bağışıklık sistemi
ile olan ilişkisini kanıtladığı için 1901 senesinde
Fizyoloji alanında Nobel Ödülüne layık görüldü.
31 Mart 1917 de ölmüştür. (Power: 236.)
Frankil ()فرانكل, Riş ()ريش, Nikati ()نيقاتى: Üç bilim adamı yaptıkları araştırmalar sonucu
sulardaki kolera bakterisi ile hastalığın salgına
dönüşmesi arasındaki ilişkiyi doğrulamışlardır.
Hayatları hakkında ayrıntılı bilgiye
ulaşılamamıştır.
Heinrich Hermann Robert Koch (Koh-)قوخ: 11 Aralık 1843 tarihinde doğan Alman doktor
Göttingen Üniversitesi tıp fakültesinden mezun
olmuştur. Şarbon, verem ve kolera basilinin
kâşifidir. 1905 tarihinde Fizyoloji-Tıp ödülünü
almıştır. 27 Mayıs 1910 senesinde ölmüştür.
(Power: 236.)
Ilya Ilyich Mechnikov (Meçnikof-)مه چنيقوف: 16 Mayıs 1845 yılında doğan Rus bilim adamı
Mechnikov “hücre yemesi” olarak da bilinen
fagositoz üzerinde yaptığı çalışmalarla 1908
tarihinde Nobel tıp Ödülü’ne layık görülmüştür.
15 Temmuz 1916 tarihinde öldü.( Power: s.230.)
İbn Hacer el-Askalanî (İbn Hacer-)ابن حجر: 13 Şubat 1372 tarihinde Kahire de doğdu. Daha
çok muhaddis kimliğiyle bilinir. Eserlerinde
taunun vebadan daha özel bir hastalık türü
olduğunu beyan etmiş. Verdiği bilgiye göre veba
bu türden hastalığın genel bir adıdır. Veba
sonrası bazen taun oluşur ve bazen de oluşmaz.
Bu tanıma göre her taun vebadır, fakat her veba
taun değildir. 2 Şubat 1449 da vefat etti.
Ebû Bekir Muhammed bin Zekeriyya er-Râzî: (İbn Razi-)رازى ابن: M.865 tarihinde İran’ın
Rey şehrinde dünyaya geldi. Tıp, kimya, felsefe
alanlarında eğitim gördü. Tıp alanında bilenen
en meşhur eseri “Hâvî”’dir. Eserinde konumuz
dâhilindeki çiçek aşısı usulünden bahseder. 925
tarihinde vefat etmiştir.
Jean Antoine Villemin (Villemin-)ويلمن: 28 Ocak 1827 tarihinde doğan Fransız bilim
adamı Villemin Fransa’da tıbbi eğitim aldıktan
sonra çalışmalarını verem üzerine yoğunlaştırdı.
Eskiden beri veremin sadece kalıtsal bir hastalık
olduğu ihtimali üzerinde duruluyordu. Villemin
yaptığı araştırmalar sonucu veremin bulaşıcı
hastalık olduğu kanıtlanmıştır. Fakat onun bu
çalışmaları zamanında rağbet görmedi ve fark
edilemedi. Ancak ölümünden sonra onun
79
Jules Francois Joubert (Juber-)ژوبر: 1834 tarihinde doğan Fransız bilim adamı
Joubert, Pasteur ile birlikte çalışıp beden
mekanizması dışında bakteri üretmeyi
başardılar. Böylece şarbonun bakteriden
kaynaklandığı da kanıtlanmış oldular. 1910
senesinde ölmüştür.
Lady Mary Wortley Montagu (Ladî Montağ - )الدى مونتاغ: 27 Mayıs 1689 tarihinde Londra’da
doğmuştur. 1716 tarihinde İngiltere’nin İstanbul
elçisi olarak atanan eşi Edward Wortley ile
İstanbul’a yerleşti. Burada geçirdiği 2 sene
boyunca mektupla İngiltere’deki çevresine
İstanbul izlenimlerini yazdı. Özellikle de
İstanbul’da görüp 1721 senesinde Avrupa’yla
tanıştırdığı çiçek aşısı kısa sürede tüm dünyaya
yayıldı. 21 Ağustos 1762 senesinde Londra’da
ölmüştür.
Charles Louis Alphonse Laveran (Laveran-) الوه ران: 18 Haziran 1845 tarihinde doğan Fransız
bilim adamı Dr. Laveran sıtmanın nedenin bir
protozoa olduğunu keşfetti ve 1907 senesinde
Nobel Fizyoloji-Tıp ödülüne layık görüldü. 18
Mayıs 1922 de ölmüştür. (Power: 236.)
Max Joseph von Pettenkofer (Petnikofor-)په تنقو فر: 3 Aralık 1818 tarihinde doğan Alman
Dr.Pettenkofer’un çalışmaları da çok halk
sağlığı ve hijyen temellidir. Kolera mikropları
üzerinde yaptığı çalışmalar son derece
önemlidir. Hatta önlemini aldıktan sonra kolera
80
Baron Shibasaburo Kitasato (Kitasato-)كيتاساتو: 29 Ocak 1853 tarihinde doğan Japon bilim
adamı Kitasato, Yersin ile birlikte Veba basilini
buldular. 13 Haziran 1931 tarihinde öldü.
(Power: 236.)
Sir Almroth Edward Wright (Aebert- )ئه برت:Bakteriyolog Aslı İngiliz olan ve asıl metinde
Alman bakteriyolog olarak geçen Almroth
Edward Wright kara humma (tifo): ’ya sebebiyet
veren “salmonella typhi” bakterisinin kâşifidir
Waldemar Mordecai Haffkine (Hafkin-)هافكين: 15 Mart 1860’ta doğan Rus bilim Haffkine,
üniversite eğitiminden sonra Pasteur’un
laboratuvarında çalıştı. Veba basilinin kültürünü
vebaya karşı “aşı” olarak kullanmış ve bunun
iyileştirici etkileri olduğunu beyan etmiştir.
Müellifimiz bu bilim adamının İngiliz olduğunu
söylemekle beraber yaptığımız araştırmalarda bu
kişinin Rus Yahudilerinden Aron Khavkin’in
oğlu olduğu sonucuna varılmıştır. 20 Ekim 1930
tarihinde öldü.
(http://www.hafftka.com/bio/great-uncle.html)
82
Dr. Besim Ömer Paşa’nın, gerek kitapları ve gerek verdiği eğitim ile modern tıbba
katkısı çok fazladır. Ülkemizde ebeliğin kurumsallaşmasında da büyük rolü olmuştur.
Çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda makale ve 70’ten fazla kitap ve monografi
yazmıştır (Vakit Gazetesi, 1940: 5; Öztürk, 2013: 44; Ataç ve Kara, 2003: 343). Bu
çalışmalarından bazıları alfabetik şekilde aşağıda verilmiştir.
1. Su, İstanbul, Ceride-i Askerîye Matbaası, 1300, 339 s. (Mustafa Azmi [Akalın]
ile)
10. Su İle Tedavi ve Denizde Banyo, İstanbul, Mahmut Bey Matbaası, 1305, 76 s.
16. İpnotizm yahud Tenvim ve Tenevvüm, Dersaadet, Mahmud Bey Matbaası, 1307,
146 s.
17. Le Tabagisme dans ses rapport avec l’alcoolisme en Turquie, y.y, y.y.,1890.
19. Mide, Tegaddi ve Hazma Dair Kavaîdi Sıhhiye, Dersaadet, Mahmud Bey
Matbaası, 1308, 98 s.
27. Beynel Etfal Sirayet-i Emraz, Kostantiniyye, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve
Şürekâsı, 1310, 24 s.
34. Tabibi Eftâl yahud Ebeveyne Yadigâr, Konstantiniyye, Âlem Matbaası, 1314,
508 s.
35. Emraz-ı Nisa, Serirî ve Cerrahi, İstanbul, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Matbaası,
1314, 527 s.
36. Hıfz-ı Sıhhat, İstanbul, Karabet Matbaası, 1315, 353 s./ 2. Bsk. (1318) s.440, 3.
Bsk (1330) 536 s.
37. Nevsal-i Afiyet 1. Sene, İstanbul, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve Şürekâsı,
1315, 420 s.
39. Gebelik ve Gebelikte Tedabir, İstanbul, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve Şürekâsı,
1318, 151 s./ Diğer Baskılar, (1342) 151 s.
41. Emraz-ı Nisanın Sebeb-i Kesreti, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan, 1320, 19 s.
42. Doğururken ve Doğurduktan Sonra, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan, 1320, 160
s.
43. Çocuk Büyütmek, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan, 1320, 116 s./ (1341) 226 s.
25
İÜ Nadir Eserler Kütüphanesinde yer alan bu kitap şimdiye kadar yapılan çalışmlarda gözden kaçırılmış
olup Besim Ömer’in kitapları listesine alınmamıştır.
85
48. Kolera Hastalığında İttihazı Lazım Gelen Tedâbir ve Etibbaya Rehber, İstanbul,
Arşak Garoyan Matbaası, 1327, 233 s.
56. 1921 Senesinde Cenevre’de İnikad Eden Beynelmilel Salib-i Ahmer Kongresine
Dair Rapor, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmani
Şirketi, 1337, 107 s.
57. Fenn-i Vilade 1.Cild, İlkah ve Haml, İstanbul, Ahmed İhsan ve Şürekâsı
Matbaacılık Osmani Şirketi, 1338, 313 s.
1927, 271 s.
58. Nüfus Meselesi ve Küçük Çocuklarda Vefayat, İstanbul, Kanaat Matbaası, 1339,
80 s.
86
62. Çocuklara Dair Sıhhî ve İctimaî Teşkilât ve Tesisât, İstanbul, Matbaa-i Ahmed
İhsan ve Şürekâsı, 1341, 56 s.
66. Yüz Yıl Yaşamak İçin: 22 Emr-i Sıhhide Bütün Hıfzıssıhhat, İstanbul, Ahmed
İhsan Matbaası, 1927, 72 s.
70. Mon dor: Le Monte Dore Olan Sıhhat Borcum, İstanbul, Ahmed İhsan Matbaası,
1928, 22 s.
72. Nüfus Siyaseti, Çocuk Vefeyatı ve Müstakbel Valide Hakkındaki Filme Dair
Muhtasar Malûmât, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1928, 8 s.
73. Anne Olacaklara- Çocuk Yetiştirmek, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1930,
256 s.
76. Vilade Fenni III: Marazi Nifasiyet ve Güç Doğum, I: Gebelik Patolojisi, Nifasi
İntan, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1933, 387 s.
77. Vilade Fenni, 3/2: Güç Doğum, İstanbul: İstanbul Darülfünunu Fen Fakültesi,
1933, 261.
78. Hamil Pataloji ve Nifası İntan, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1933, 2 c.
80. Gençliği Koruma, Çok Yaşama, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası, 1934, 58 s.
82. Plombiyer le Ben: Plombieres les Bains, Kaplıcası ve Suları, Ahmed İhsan
Matbaası Ltd., İstanbul, 1935, 24 s.
83. Türk Çocuğu Yaşamalıdır: Küçük Çocuklara Bakım ve Sosyal Yardım, Ahmed
İhsan Basımevi Ltd., İstanbul, 1936, 133 s
84. Türk Çocuğunu Nasıl Yaşatmalı? Nüfus Siyasetinde Çocuk: Sağlam Nesil-
Öjenizm-Sağlam Irk-Kısırlaştırma, C.1, İstanbul, Ahmet İhsan Basımevi Ltd,
1938, 63 s.
Bundan başka Prof. Dr. Ömer Paşa’nın Meşveret, İkdam, Servet-i Fünun gazete
ve mecmualarda çok sayıda bilimsel yazıları yayımlanmıştır. (Besim Ömer’in Eserleri
listesi oluşturulurken müracaat edilen kaynaklar ve kütüphaneler: İÜ Nadir Eserler, CTF
ve Merkez Kütüphaneleri, TTK, İSAM, İBB Atatürk Kitaplığı, Milli Kütüphane,
IRCICA, TOKAD (Ulusal Toplu Katalog), Marmara Üniversitesi Nadir Eserler
Kütüphanesi, Atatürk Üniversitesi Seyfettin Özege Koleksiyonu ve Merkez Kütüphanesi
ve Fethi Erden, Türk Hekimleri Biyografisi, 1948; Yeşim Işıl Ülman’ın “Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Geçiş Sürecinde Bir Aydının Portresi Dr. Besim Ömer Akalın, 2004/2005;
Sabahattin Ödemiş, Besim Ömer Paşa (1862-1940), Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2013., adlı
çalışmalarından istifade edilmiştir.
88
(Besim Ömer, Nefsâl-i Afiyet, İstanbul, Ahmed İhsan Matbaası, 1322, C. IV, s.305 )
89
Besim Ömer Paşa’nın, Nuriye Hanım’dan Olduğu Söylenen Kızı Nuriye Hanım’ın Nüfus
Cüzdanı
26
Besim Ömer’in soy şeceresi için dönemin kaynaklarının yanı sıra Besim Ömer’in kız kardeşi Macide
Hanım’ın torunu Aylin Tektaş hanımefendiyele görüşülmüş ve aile şeceresinde bulunan bazı kimseler
kendisine sorularak doğrulanmıştır. Aylin Hanım’ın hem kendisi hem de Macide Hanım’ın gelini olan
annesi Frumet Tektaş önemli ressamlar olup yurtiçi ve yurtdışında tanınan şahsiyetlerdir. Frumet Hanım
aynı zamanda, eşi Ömer Afif Tektaş, Cemal Reşit Rey, Nadir Nadi ve çok sayıda aydının desteğiyle kurulan
İstanbul Filarmoni Derneği ilk başkanıdır. Aylin Hanım’ın erkek kardeşi Ömer Tektaş ise meşhur
sanatçılarımızdan Emel Sayın’ın kız kardeşi Fatoş Sayın ile evlenmiştir. Besim Ömer’in yeğeni Ömer Afif
Tektaş’ın baldızı olan Refika Davaz, Behçet Hastalığı’nın mucidi Hulusi Behçet’in de ilk eşiydi. Refika Hanım
ablasının vefatı üzerine onun eşi ve aynı zamanda eniştesi Ömer Afif ile evleniyor. Macide Hanım’dan olma
diğer yeğeni Dr. Zeki Tektaş da dayısı Besim Ömer’in izinden giderek Kadın Doğum uzmanı olmuştur. Gerek
Besim Ömer ve gerekse onun ailesinin fertlerinin sağlık, ticaret, eğitim ve sanat alanında oldukça önemli
yerlere geldiğini görmek mümkündür.
92
Himaye-i Etfal Reisi (Çocuk Esirgeme Kurumu) Besim Ömer Paşa ve Cemiyet Üyeleri
Fenn-i Velade ve Emrâz-ı Nisâ Tabib-i Mütehassısı (Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzman Doktoru)
Accoucheur, Spécialiste pour les maladies des femmes approuvé par plusieurs Facultés
Scutari, Baglar Bachi (Erkek Ebe, birkaç fakülte tarafından onaylanan kadın hastalıkları uzmanı,
Bağlarbaşı/ Üsküdar)
(CTF Tıp Tarihi Müzesi Arşivi)
95
Oturanlar Sağdan: Göz Tabibi Esat Paşa, Ortada: Besim Ömer Paşa, Kucağında Haluk [Tevfik
Fikret’in oğlu], Şair Tevfik Fikret; Arkada Sağda Oturan: Agah Ömer Bey [Besim Ömer’in
Kardeşi]; Arkada Ayakta Olanlar Sağdan: Nazım, Hüseyin Kazım Bey, Besim Ömer Paşa
Biraderi rahmetli Kemal Ömer Bey.
Selanik’te devletlû,
Mazhar Paşa
hazretlerine,
*Bu belgede yer alan Kemal Bey’in Mustafa Kemal Atatürk olup olmadığı tartışılsa da bu evrakın
da içinde olduğu koleksiyonun sahibi olan Hüseyin Hilmi Paşa’nın da oğlu olan Kemal’in bu tarihten 1
sene önce (5 Mart 1321/18 Mart 1905) kadar Dr. Besim Ömer tarafından tedavi edildiğine dair belge
mevcuttur. (Bkz. İSAM Arşiv Servisi, Hüseyin Hilmi Paşa Evrakı,11/663/1.)
105
Tahrirat Kalemi
Aded 118
(BOA, BEO.1863/139667)
106
(BOA, İ.DUİT.115/26)
Hıfzu’s-sıhhat
Umum Mekâtibde tedris olunmak üzere maarif nezaret celilesi tarafından kabul
buyurulmuşdur.
İstanbul
1318.
Tab’ ve Neşri
Karabet
109
İfade
Sernâme-i şan û şeref-i dua-yı bi’l-hayr sultan-ı zaman ile muvaşşah ve müzeyyen olan
her eserin şerâfet ve kıymeti bâlâter olmak tabiyiî bulunduğundan biz dahi şu muhtasarın
dibace-i ibtihacına mefhar-i mülûk-ı zaman ve a’dal-ı Şahan-ı Cihan, zıll-ı zalil-i
müste’an ve âyet-i Rahmet-i sübhan-ı halife-i mukaddesiyet penah ve imamü’l
müslimîn-i meâlî iktinah-ı padişah-ı bi-medanî Sultan ibnü’l Sultan ibn Sultan el-Gazi
Sultan (Abdülhamid) han-ı sani efendimiz hazretlerinin nam-ı name-i hazret-i zıllüllahi
ve da’vat-ı celile-i cenab-ı hilafet penahilerini medar-ı ziynet ve calib-i yümn ve mes’adet
ittihaz ettikten sonra şu vecihle ‘arz-ı mafi’l-balehu cür’et eyleriz ki:
Her madde-i zî-hayat te’min-i beka-yı vücudu, idame-i ömr-i ve âfiyeti içün kâffe-i
mahlûkata hatta cemadâta ( )اvelhâsıl cümle mevcudata karşı bila ârâm nefsini vikaye ve
müdafaa eylemek mecburiyetindedir. Bu cihetle “mübâreze -i hayat” “ kavga-yı
mevcudiyet” la-yetagayyer bir kanun, umumî bir kaide, olduğundan insan da bu hükm-
ü katî-i tabiyattan haric kalamayub suret-i daimede nefsini müdafaâ ile her ân teyakkuzda
bulunur. Şu halde insan hemcinsine, bil-cümle hayvânât ve nebatata, kuvva-yı tabiîyeye
karşı daimi bir harb ve cidal içinde vakit geçirir. Müesserât-ı hariciyeden suver-i tehaffüz
ve tevakki-i ira’e iden fen “hıfza-ı sıhhat” der ki: sayesinde insan hatta insaniyât kuvva-
yı muhribe-i tabiîyeden ve en küçük olduğu halde en müdhiş adedilen ve ancak hurdebin
(mikroskop) ile görülebilen mahlûkat-ı müteazzüvenin, mikrobların tahribat-ı hayat
fersasından tehaffüz idebilur. ( )بCemiyet-i beşeriyye içün alel-infırad insanların vücudu
birer büyük sermaye oldığından bir şahsın emrâzdan masuniyeti, beka-yı vücudu umuma
bir hıdmet ve menfaat, aksi takdirde ziyaî-i insaniyet içün bir felaket ve mazarratdır.
Hey’et-i ictimaiye-i beşeriyenin saadeti onu terkib ve teşkil iden efradın sıhhatlerine
tabidir; çünkü: bir hesabda yekûnun hükmü bâlâsındaki miktara tabi’dir.”
Kavaid-i sıhhiyenin günden güne teammüm ve intişarı sayesinde hâsıl olan muvaffakiyât
pek zahirdir; bulunduğumuz âsrın bidayetinden beri hayat-ı insaniyenin müddet-i
vasatiyesi bit’tedric tezayüd ve şimdi otuz seneyi tecavüz eylemiştir; kavaid-i sıhhiyeye
âdem-i vukûf veya sarf-ı cehalet ve taassub seyyiesiyle mukaddema pek ziyade icra-yı
nüfuz ve tahribat eden ( )تilel ve emrâz bugün ya büsbütün kaybolmuş veyahud pek çok
hafiflemişdir.
Bir marazın husûlünden sonra onu tedavi etibbaiye ait ise de hastalığın tevellüdünden
evvel sıhhati hüsn-ü muhafazaya çalışmak her şahsın vazifesi olduğundan kavaid-i
110
sıhhiyenin neşr ve ta’mîmine her yerde ehemmiyet verildiği gibi bizde de “fenn-i hıfzı
sıhhat” asr-ı münevver-i hazret-i padişahînin sair birçok bedayi’ ve celail-i terakkiyatı
meyanında bihakkın takdir olunarak âbyari-i ‘inayat hazreti zıllullahi ile memalik-i
mahrusetu’l -mesalik-i şahanenin her cihetinde te’sis û küşad buyrulmuş ve bir tarafdan
da esbab-ı terakkiyatı istikmâl idilmekde bulunmuş olan mekatib-i idadiye ve âliye
programlarına idhal edilmişdir. İbtidayi emirde mübhem bir takım müşahedat, sathi ()ث
bazı nazariyat üzerine ibtina etmiş olan hıfz-ı sıhhat el-yevm fünûn-ı muhakkanın
tatbikatından, netaicinden istifade iden bir fenni müsbet ve âlî hükmüne girmiştir. Hıfz-ı
sıhhat hararet ve ziya ve elektrikiyeti “hikmet-i tabiîyeden – hava, su ve tağşîşâtı,
“kimya”dan agdiye derunundaki tüfeylâtı “tarih-i tabii”den -a’zanın suret-i teşekkül ve
vezaifini, “teşrih” ve “fizyoloji”den emrâz-ı sâriye ve müdhişenin vasıta-i intişarını
“bakteriyoloji”den bil-isti’are mütalaâ ve tehaffuz ve tevakkî nokta-i nazırından kavaid-i
mühimme te’sis ve irâe eyler. İşte mertebe-i celalet ve ehemmiyeti şu birkaç sözle icmal
edilmek istenilen fenn-i âlîye dair tahririne ibtidar olunan bu risale, erbab-ı fenden ziyade
ûmumî kavaid-i sıhhiyeden haberdar eylemek üzere mehma emken açık ve ıstılahat-ı
muğlakadan azade olarak, maarif nezareti celilesince kabül edilen programa tevfikan
mektebler ( )جiçün en son münteşir Fransızca âsardan27 bil-iktibas te’lif edilmiş bil-
mecburiye münderic bazı ta’birat ve ıstılahat içünde nihayet kitaba bir lügatçe ilave
olunmuşdur. Bunca mekatibin te’sis ve küşadıyla umumun sıhhat ve selametine hadim
kavaid-i sıhhiyenin teammüm ve intişarı mahza sâye-i mekarim-i vayesi bütün cihan ve
cihaniyana te’min-i refah ve mes’adet buyuran sultan-ı celil-i bi-medanî büyük sultan
Abdülhamid Han-ı sani efendimiz hazretlerinin derecatı ûlviyesi gayr-i kâbil tasavvur
olan uluvv-ü muvaffakiyat ve sümüvv-ü mazhariyat cenab-ı keyt-i sitanileri âsar-ı celaili
dessar-ı âlîyesinden olmasıyla bu vesile ile de vazife-i zimmet-i ubudiyetimiz olan dua-
yı tevafür-i ömr-ü afiyet-i cihan kıymet-i cenabı hilafetpenahilerini tekrar ideriz ()ح
MEDHAL
27
İş bu risale Bason ve Rubine, Lanğlua Peko, Hektor Juj, Monen Arnold vesair zevatın mekatib-i idadiye ve
âliyede tedris olunmak üzre Fransızca te’lif eyledikleri kitablardan iktibasen tahrir edilmiştir
111
muvâzeneti ihlâl ile bir hâl-i gayr tabiiyî, bir halet-i maraziyeyi daha doğrusu marazı
tevellüd eyler.
Hıfz-ı Sıhhat; Emrâzdan tevakki içün mevzû’ ve mücerreb kavaid ve tedabîri tâlim, sâlim
bir vücud ile mü’esserât-ı hariciye arasındaki münasebâtı tedkik, her birinin bir sebeb-i
maraz olması kabil olan bu müesserât-ı muhtelife ve müte’addideyi irâ’e eder.
Hıfz-ı Sıhhat; Ferd ve nev-i beşerin bila ârıza neşv û nemasını te’min ve tanzim ile
mükellef olduğundan ibtidâ vücudu, bedeni ve vezâifini velhasıl “kendini” bilmek
lazımdır. Lakin vezâif-i bedeniyye tamamiyetle cereyan eylediği ve neşv û nema içün
mukteza-ı şerâit mevcud olduğu halde bile sıhhati taht-ı temine almak üzere hurdebîni
uzviyâtın îkâ idebileceği mehâliki nazar-ı dikkatden geçirmek, intişârve teksirine mani
olmak fevkalade haîz-i ehemmiyettir.
Binaenaleyh, bugün hıfz-ı sıhhatin en ziyade müstefid olduğu fen “bakteriyoloji”dir. [1]
Pastör’ün mesâiyesi ile meydana çıkan bu fen sayesinde kavâid-i sıhhat metin bir esas
üzerine ibtinâ’ eylemiştir; zirâ “miyasma [fr. miasma]” ve sâ’ire gibi mevhumât ve gayr-
i kabil tefehhüm-ü müessirât artık hıfz-ı sıhhat kitaplarından tayy idilmiş ve bugün hemân
kâffe-yi emrâz-ı sâriye ve müntenenin esbâbı maddileşib “mikrob” namını almıştır.
Derununda yaşadığımız mekân-ı muhitin, hayatı vikaye ve idame içün bazı şera’it ve
evsafı haiz bulunması lazım olduğundan hıfz-ı sıhhat nokta-yı nazarından hava-yı
nesimiyeyi ve ahvâl-ı havaiyeyi de mütalağa itmeliyiz.
Madde-i zatü’l- hayatın hıfz ve vikâyesi ve tecdidi içün münasib mikdarda ba’zı
mevâddın vücuda idhâli de lazımdır ki bu mevâd meşrubât ve me’kulâtden ‘ibaretdir.
Bir hayat, her madde sümûm namında ba’zı mevâd-ı kimyeviyenin te’sirine karşı gayet
hassas olduğundan hıfz-ı sıhhat, agdiyenin tahlili ile husule gelen ve ânlarla birlikde akıl
idilebilen bu gibi mevâd-ı muzırayı ve hava-yı nesîmî ile ihtilât ve teneffüs ile vücuda
dâhil iderek mevt-i intâc idecek suretde bazı âvarız-ı vahimeye meydan vermesi
muhtemel olan “hûmz-ı fahm” gibi bazı gazları tetkik eyler. [2] Bu sümmlerden bir kısm-
ı ehemmi vücuda haricden idhâl idilmeyerek derûn-ı bedende ve ensicemiz dâhilinde
hücerât-ı zî hayât tarafından i’mal ve izhar olunur ve orada füzulât suretinde vücudyâb
olur. “İlmi hayat”da kabûl olunan hususâtdandır ki her hücre-i zi-hayat bilaâram teceddüd
ve bunun içün de “âlim-i hariciyeden” lazım gelen mevâdı bi’l-isti’âre bünyesine temsil
ve nihayet fi’l-i ta’mir ve tahrib neticesi olarak bedenin de müterâkim enkâz-ı zerviyeyi?
112
( )ذرويه يdef ve tard eder. Bu fi’l-i ihtirak ve tahribden meydana gelen enkaz, faidesiz
olduktan başka onu hâsıl eden şahıs için de muzır olduğundan idame-i hayat için vücuttan
tard ve def eylemeleri icab eder. Hayvanât-ı ulviyede, nev-î beşerde her hücrenin tevlid
ve hâsıl edildiği ve kabîl-i enkaz böbrek ve karaciğer gibi azâ-yı mahsuse vasıtasıyla
bedenden tard olunurlar. Herhangi bir sebebin te’siriyle hücerâtın i’mal ettiği sümmler
ziyade husule gelecek olur. Yahud vücudda tardının deruhte iden azâî vazifelerini
hakkıyla ve tamamıyla ifa itmeyecek bir hale gelirlerse beden bir nev’i tesümmümün taht-
ı tehdidinde kalır. Bu halde insan daima zehirlenmeye hazır ve âmadedir. Her an ve
dakika kendi nefsinin mahv ve harabına çalışmakda ve adeta tesemmüm ile intihara
tasaddi iylemektedir. İşte hıfz-ı sıhhat, “temsil” ve muzad-ı temsil” fiilleri arasındaki
muvazeneti idame ile insanı bela-yı ihtiyardan men’ eder. [3] Bazen de dâhil bedende
sümm haricden gelen hücerât-ı ecnebiyenin, tufeylâtın mahsul-ı faaliyeti olub “emrâz-ı
müntene namında kabil tevakki ve tehaffüz bazı hastalıkları ika’ idebiliyor.
Haric bedende ve mekân-ı muhitte gerek mevlid-i nebâtiye ( yosunlar, mantarlar) gerekse
mevlid-i hayevan-i ( pervatojoi- hayvanât-ı ibtidayiye)’ye mensub hurdebini mahlukât
gayet mebzul ve münteşirdir. Bu mahlukâtdan bir takımı bir hayat olmayan müteâzziveyi
bil-istihlâk neşv û nema bulur ve fiil-i tefessühi ika’ iderler. Bir takımı ise bilakis bir
hayat-ı ensice derununda neşv û nema buldukları gibi gerek insanın gerekse hayvanâtın
vücudlarını da istila iderek alel-ekser derun-ı bedende gayet muzır ve kabil-i taâmmüm
olub birçok emrâzın hudusuna sebebiyet veren ve lisan-ı fende “toksin” tesmiye olunan
mevadı ifraz ve terk eylerler. Hastalık hâsıl eden bu mahlukât-ı sağireye Müller emrâz
mikrobları namı verirler. Hasta bir hayvanın müvellid-i emrâz mikrobların istilasına
uğramış ensicesinden bir parça alınıb diğer bir hayvanın vücuduna idhâl olunsa bu hayvan
intân yani bulaştırılmış ve binaenaleyh aynı hastalığa tutulmuş olur. İşte bundan mikrob
hastalıklarının kâbil-i telkih ve intani hastalıklar alel-ekser sarîdir. Yani bir marizden
sâlime kâbil-i intikaldir. Bu sirayetten vukû [4] maraz tahminen ya doğrudan doğruya
yahud bil-vasıta hastadan salim bir zata nakl olunmasına mütevakkıfdır. Bu halde sirayet
mesela salim bir zatın çiçeğe mübtela birine bakar iken hastalığa yakalanması gibi ya
bila-vasıtadır ( bu misalli ahval de marazın intikâli doğrudan doğruya olur) yahud aşılı
bir tabibin çiçek tohumlarını aşılanmamış uşağına nakl idebilmesinde olduğu gibi hastalık
bil-vasıta sirayet ider. Ayakları ve hortumu ile birçok mevad-ı muzire ve uzviyât-ı sağire
cem’ iderek bi-karar hareketde ve emvat-ı mütefessihe üzerine konub kalmakda olan
sineklerin “ beje-i habise” ismi tesmiyesiyle zikredilen kara kabarcığın, çiçek ve kızıl ve
kızamık gibi hummiyat-ı indifaiyenin, hata veremin, göz ağrısının vasıta-yı intişârı
113
Bazen emrâz-ı müntenede tohum-ı müdhiş vücudun derin mahallerine sokulub kalmış
olduğundan âlaim-i sirayeti keşf ve ta’yin muhal hükmünü alır. Bu halde aynı hastalık,
mikrobunun bedende intikal eylediği [5] mevkiye göre ya sarîdir yahud değildir; mesela
akciğer veremine mübtela olub bi-karar balğam çıkaran hasta bulunduğu mâhâle maraz
tohumlarını saçar durur ki bu suretde hastalık gayet sârî hükmünü alır. Hâlbuki beyin
zarları veremine mübtela diğer birinde müdhiş tohumlar baş tası içinde kapalı kalarak
harice intişar idemedikleri içün sirayet mümkün değildir; lakin hastalıkların her ikisi de
veremli, müteverrim sayılırlar.
Bazen, bir hastalığın intişarı içün sirayetin birçok vasıtalardan geçüb dolaştığını görürüz.
Rusya, İngiltere ve Almanya’da kesretle ve vahim bir şekilde icra-yı hüküm iden humma-
yı mütereddide hastalığının helezonî bir mikrobun bizzat kanda teksiriyle husule geldiği
isbat idilmiştir. Bu hastalığın vuku’ı içün helezonî mikrobun kana karışması lazımdır;
çünkü bu mikrob ancak kanda yaşayabilir. Hasta bir şahsın kanında salim bir zata
geçebilmesi içün lazım gelen ahvâl ve şeraitin tahkiki pek nadir görülen hâlâtdan olduğı
içün bu hastalığn da pek az sârî olduğuna hüküm idilebilur ise de aksine maraz pek ziyâde
sâridir, vasıta-ı sirayeti de tahta kehlesidir.
Şöyle ki: bu mevziyât humma-yı mütereddiye tutulan hastaların cildlerini delüb kanlarını
emdikten ve bu vecihle mikroblarla meşbû olduktdan sonra hâlâ bulaşık bulunan
hortumlarını getirub salim bir şahsın derisine saplar ve hastalığı bu suretle telkih iderler.
[6] “Emrâz-ı müntene” en ziyade münteşir ve nev-i beşer içün en ziyade muzır olan
hastalıklardır. Hıfz-ı Sıhhat, bu hastalıkların kesretini tenkıs ve hamtını tahfif içün lazım
gelen tedâbiri irâe eder ki bundan “ tahaffuz” faslında bahs idilecekdir.
Emrâzın husulünde yalnız mikrobu değil, şahısda emrâza karşu olan isti’dadı ve sâîre gibi
birçok şeraît de nazar-ı dikkate almak lazımdır.
Alman meşahir sıhhiyunundan “Petnikofor - ”په تنقو فرkoleranın suret-i istilaiyede vukuû
içün bir vecihâtı üç vasıta ve şartın ictima’ ve ittihadı lüzumunu beyan iylemekdedir:
114
1-Mikrob
2-İsti’dad-ı şahsi
Müellif ikinci ve üçüncü şartlara daha ziyade bir ehemmiyet vermektedir. Hatta bu babda
kendisince o derece muhakkik bir kanâat hâsıl olmuşdur ki bir gün hazım borusunu
kalevîleştirdikten ( )قلويلشديردكدنsonra üredilen kolera mikroplarını bil-ihtiraz yutmuş,
gerek bünye ve bedende ve gerek bulunduğu şehirde (Münih) koleraya karşı bir isti’dad
mahsus olmadığından hafif ve mevkut bir rahatsızlıktan başka bir şeye düçâr olmamıştır.
Lakin bu isti’dadın neden ve nasıl hâsıl olduğunu, mahiyet ve hakikatını
bilemediğimizden (Petnikofor)’un yaptığı tecrübenin asla tekrar edilmemesi lüzumunı
zikr ve beyan zaîddir.
Bu son zamanlardaki taharriyât daha birçok hastalıkların [7] vesait-i sirayetini öğretti:
humma-yı mutakattıa yahud bataklık sıtmasını vücuda getiren hayvancık- muallim
(Laveran/ ’)الوه رانın bulduğu hayvan-ı demevi-nin sivrisinekler vasıtasıyla intikal
edildiği bugün sabit olmuştur. Sivrisinekler evvela bir sıtmalının kanını emiyor, sonra
salim bir şahsı ısırarak sıtma mikrobunu ona şırınga edercesine nakl eyliyor.
Bataklıklarda sivrisineklerden muhafaza-yı nefs etmek üzere iskân idenler sıtmadan
masun kalıyorlar; bataklık civarındaki yüksek yerleri sıtmanın istilâ edememesi de
sivrisineklerin oralara kadar çıkamamasındandır. Sivrisineklerin hortum ve âza ve
ahizeleri ( )اخزه لرىmuayene edilirse sıtma mikroblarına karargâh oldukları anlaşılır.
“Fakat veba mikrobunu vücuda telkih iden pire, tahta kurusu, sivrisinek, karınca gibi
tufeylî haşerâtdır. Bu hal vebanın fakra ve muhtacına kesret-i savletini izah ()ايضاج28
eyler. Tufeylat ve mevziyat evvela fareden fareye, sonra da fareden insana hastalığa
nakle-i vasıta olur.”
“Vebaya diğer bir vasıta-yı intişar da havadaki tozlar olub basilleri tarik-i tenefüssiyeye
nakl ve telkih ider.”Veremin tarz-ı sirayeti hakkında da bazı yeni şeyler keşf olundu.
Almanya sıhhiyûnundan (Flukeke- )فلوككهverem basillerinin bir müteverrim mütekellimin
ağzından saçılan gayet küçük tükürük fukkaalarıyla? ( )فقاعهلريلهbir, birçok metrelik
mesafeye kadar gidebileceğini isbat etti. [9]
1-İNTANİ HASTALIKLAR
28
Asıl metinde ( ايضاجeyzac?) olarak geçen bu kelimenin cümlenin akışına göre ( ايضاحizah) olduğu tahmin
edilmektedir. Cümlenin “izah eyler” şeklinde bitmesi uygundur.
116
şarbonlu hayvanatın vefatından dört beş saat evvel kanlarında zuhur ettiğini ve
zuhurundan sonra hayvanın kanı zehirlenmekle başka bir hayvana telkih idilince hastalığı
nakl eyleyebildiğini göstermiştir. Bakteridilerin bir sebeb değil, bir netice ve eser
hastalığın sebeb-i hakikiyesi kanda münhal ve yılanların zebibine müşabih bir madde
olduğu o ki atılarak (Davon)’un keşfiyatına taarrruz eylemiş ise de bil ahare 1877 de
(Pastör/ Louis Pasteur) ve (Juber/ Jules Francois Joubert) idare-i bedeniye haricinde
bakteridileri üretmeye muvaffak oldular. Artık işi büsbütün tahakkuk etti. [228] (Pastör)
ve (Juber) derunundaki maya kaynatılarak muzır tohumllardan tecrid eylemiş, bir cam
balonun derununa şarbonlu bir kandan pek az bir mikdar koyduklarında mayanın
bulandığını ve adeta şarbon bakterilerinin ürediğini ve bu mayadan bir damla alarak
ta’kim edilmiş bir ikinci balona koyduklarında bakteridilerin yine aynı suretle teksir
eylediklerini hatta bu ameliyat yüz defada tekrar edilse, yine bakteridilerin aynı suretle
ürediklerini ve aynı şiddette bulunduklarını zikr ve beyan eylediler. Bakteridiler bu
vecihle menkûdan menkua yüzlerce defa geçirildikten sonra kültürü katılaştırılmış bir
güherçile levhası üzerinden süzdüklerinde mikroblar bit-tabii levha üstünde kalacağından
geçen mayanın asla hastalığı îka eylemeksizin hayvanâta telkih edilebileceğini de
gösterdiler.
117
İsporlar bir kere kuruduktan sonra hararete (85 dereceye kadar), güneşe, muzâdd-ı
taaffünâta mukavemet eylemek üzere senelerce faaliyet ve hayatlarını muhafaza
eylemekte ve hayvana telkih olunduktan sonra bizzat bakteridi kadar faal, müessir,
müdhiş görülmektedir.
118
İşte bu vecihle asıl sebebi mikrob olan hastalıkların mükemmel bir numunesi
şarbondur. Pastör bu babda uzun uzadıya hâmerân-ı bahs ve makâl olub hastalığın ne
yolda önü alınabileceğini ve tesis ettiği aşı usulü sayesinde evvelleri ehl-i zürraâtı me’yus
ve fakir bırakan bu marazdan tevâkii mümkün olduğunu isbat ve iraê eylemişdir.
Şarbon hastalığının husulü içün hususi mikrobun… bakteridinin vücudu elzem ise
de yalnız başına mikrob kafi [231] değildir. Mikrobun bir bedende, bir mahalde neşv û
nema bulması içün o mahallin bazı şeraît ve evsaf-ı cami’, hasıl “muvafık” bulunması
icab eder. Bir buğday danesi bir arz-ı muvaffıka ekilmedikçe intaş ederek neşv û nema
bulamaz.
119
Hastalık mikrobu her vücudda aynı tesiri hâsıl edemez: İntane karşı pek mütessir
olub az bir müddet zarfında telef olan hayvanlar olduğu gibi bedeni tesir-i intane şiddetle
mukavemet eden, işi cüz’i birtakım garazlarla geçiren hayvanlar da vardır.
Mesela tavuğa şarbon bakteridilerden bir mikdar telkih edildiği halde hayvanda
hiçbir garaze-i umumiye… bir hastalık görülmez ise de telkih olunan mahalde koyu
cerahatten müteşekkil bir çıban husule gelir. [232] Muhtelif mikroblarla aynı hususât
görüldüğünden: “telkih edilen mahaldeki âfet-i mevziîyenin maraz-ı umumî ile ma’kusen
mütenasib” olduğu kanunî istintaç edilir; yani âfet-i mevziîye ne kadar zahir ve şedid ise
mikrobların vücudu istilasından o derece az korkulur. Telkih edilen mahaldeki âfet-i
mevziîyenin
[68].-Küreyvat-ı beyza
120
muafiyet ve muvaffakat hususunda büyük bir tesiri vardır. Çünkü tavuk, teşekkül eden
cerahatlı bir çıban sayesinde şarbon hastalığından kurtuluyor. İlm-i marazın bu gibi dakik
mesailini Rus ulema-i meşhuresinden “Meçnikof” izah ve beyan etmiştir. “ moner- مونر
[monera]” ve “amib” (Şekil 67) gibi hemen tek bir hücreden, kabil tekallüs bir
“protoplazma” kitlesinden ibaret olan hayvanattan biri nebatın sathında kendinden küçük
bir cisme tesadüf edince derâkab tebdil-i şekil ile bir takım avcılar [233] istitaleler
uzatarak o cismi ihata eder. Bu vecihle ihata olunan cisim amibin tağdiyesine yarar
takımdan ise bir nevi hazm sayesinde dâhil-i hücrede yavaş yavaş erir, aksi takdirde def’
ve tard edilir.
Bir de bu hayvanat-ı ibtidaiye pek “hassas”dırlar; maruz-ı tesir oldukları cihete; mesela
eşia-i şemsin ürediği tarafa tevcih-i istikamet ederler.
Böyle birçok hücerâtın tecemmu ve ittihadıyla tekvin-î yab olan hayvanât-ı ulviyenin bazı
anasırında da bu hareket eylemek ve ecsam-ı garibeyi ihata etmek hassesi mevcuddur.
“Meçnikof” küreyvat-ı beyzanın şu hassesini “akl hücre- fagositoz” tabiriyle ifade ediyor.
Hücerât-ı akîle- Fagositozlar.- Küreyvat-ı beyzâ civarlarında bulunan her cismi ihata
etmezler. Bunlarda da bir nevi duygu, bir hasse-i intihabiye vardır. Bazı cisimler bu
hücerât-ı beyzayı celb ve cezb ettiği halde bir takımı da def eylerler. [234] Küreyvat-ı
beyza, mikrobların ifrâz ettikleri mevaddan pek müteessir olurlar. Şimdi bir hayvana
mikroblar sarınca derhal kanın hücerât-ı beyzası mikrobların ferceyab-ı nüfuz oldukları
yerin civarına hücum ederler; oralardaki damarlar şişer, tıkanır hücerât-ı beyza
damarların kenarlarından geçerek civardaki ensiceyi istila eder, giren mikrobları da,
amiblerin küçük cisimleri yuttukları gibi, yutup hazm ederek bedeni su-i te’sirlerinden
kurtarırlar. [Şekil 69]
Fakat mikroblarla harb ve cidal eden bu hücrelerin bazıları da meydan-ı harbde düşüp
kalır, telef olurlar. İşte cerahât, kayh, telef olan bu hücrelerin enkazından müşekkeldir.
Kayh, irin oralarda çoğala çoğala nihayet bir çıban halini alır. [235]
Bilakis, mikroblar ifraz ettikleri sümmlerle hücerât-ı beyzayı tiksindirub, korkudub def
ederlerse iş fenaya sarar. Mikroblar serbestçe üreyip çoğalarak bütün bedeni istila eder ve
mevte sebebiyet verirler. İşte şarbon kobayı, koyunu, bu suretle öldürmektedir. [236]
Hülasa: hücerât-ı akîle, küreyvat-ı beyza, mikrobları ihata ve itlaf ederler ise beden muaf
ve azade kalır, yok mikrobların ifrazâtı vücudun bu gayyur muhafızlarını korkutub def
eder, yahud dönüşde mağlub ve makhur ederlerse beden müdafasız kalır, hastalık da
ilerleyerek gaye-i menhusuna erer.
Bazı bedenlere bazı mikroblara karşı birtakım muamelat ve usullerle sınaî bir
“muafiyet” verilebilir.
Dâhiye-i şehir [Pastör] bir defa şarbona tutulan hayvanların bir daha
tutulmadıklarını yine dikkat ederek hayvanlara hafif bir şarbon vermekle onları şiddetli
122
İşte emrâz-ı istilaiyeye karşı “aşı” ile müdafaa ve vakaya usulünün esası olan şu keşf-i
mühimi tarih-i beşeriyât ve fene cevherîn harflerle yazılacak hıdmet-i mebrure ve
muazzamedendir.
Mikrob bedene nerden girerse girsin derhâl ilan-ı cidale mecbur olur. Bedenin
mukavemet-i cidaliyesi herkeste her an ve zaman bir şiddette değildir.
Bedeni zayıf düşüren, mukavemet-i hayatı azaltan bütün ahval ve şerait hücerat-ı akilenin
faaliyetini de meflûç ve ta’til ederek intanın kesb-i şiddet etmesine yardım eder.
Etrafımızda, havada, suda her şeyde mevcud münteşir olan mikroblara cildimizin
sağlamlığı, hücerât-ı akile bedenimizin faaliyet-i daimesi tesiriyle mukavemet etmekde
ve bu vecihle birçok hastalıklardan kurtulabilmekteyiz. Hastalığın husulü içün evvelen
mikrobuna bir “bab-ı duhul” açılması, sâniyen o mikroba karşı kuvve-i tedâfüyemizin
azalmış bulunması lazımdır. Derimizin ötesinde berisinde husule gelen yırtıklıklar,
cerahat ve ufuneti-i dem mikroblarının duhulüne pek müsaiddir. Bu mikroblar derinin
beşeresinden geçub (edimme) denilen damarlı ve bir hayat kısmına gelince bedenin her
tarafından koşup gelen hücerât-ı akîle ile cidale başlar ve onları mağlub veya mefluc
etmedikçe derun-ı bedene yayılamazlar.
123
Her tarafda, hususiyle toprakda mebzulen mevcud bazı [238] mikroblar vardır ki yalnız
başlarına (küzaz ve gazlı gangren mikrobları gibi) bir iş göremezler, fakat başka
mikroblarla birleşince kesb-i kuvvet ve şiddet ederek sıhhat ve hayatı alt üst ederler. İşte
mikrobların bu vecihle iştirakları son derece muzır ve dehşet-i engizdir. Bu hal, küreyvat-
ı beyzanın mikrobların hangisine hücum edeceğini şaşırmalarından, hususiyle iştirak
edenlerin ifraz ettikleri sümmlerin tesiriyle sahne-i cidalden çekilmelerinden ileri gelir.
Kuş palazı ve kolera gibi hastalıklarda, daha bir çok emrâz-ı intaniyede bu mikrob
iştirakatının ehemmiyet-i azimesi vardır. Fakat mikrobların iştirakları her zaman muceb-
i muzırât değildir.
Bilakis bazen iştirakât, bazı mikrobların neşv û nemasına mani [239] olur yani vukua
gelen cidalde iki mikrob birbirine düşerler, beden de şerlerinden kurtulur.
Yanıklar, ezikler, ensicemizin harabiyeti gibi büyük büyük cerheler küreyvat-ı beyzanın
kuvve-i cidaliyesini azaltır, kalitelerini kesr eder ve bu vecihle intanı teshil ederler. Ezik
ve yırtık ve koparılmış yaraların daha muhataralı olduğunu tecrübe gösteriyor. Tarik-i
teneffüsiyemiz dâhilinde bilâram tozlar, ekserya mevlid-i maraz tohumlar nüfuz ve tevzî
ederler.
Bir de nefes yolları, ağız gibi bir çok mikroplara karargâh olan bir memerre mücavir
olduklarından nâşî bir çok mikrobların daimi surette istilasına maruz bulunurlar. Vücudun
en tehlikeli yerleri buralardır. Fakat fıtrat bu hususta da büyük bir eser-i kudret göstererek
o yollara hücerat-ı akileyi mebzulen sevk eylediği gibi güzergâhta mikropları itilaf ile
muvazzaf yani a’zâ (bademcikler vesaire) da bulundurmuştur. Bundan başka akciğerlerin
içlerindeki gözelerin etrafında bulunan gayet ince kan damarlarında küreyvat-ı beyza
hareket edebildiği gibi oraların bazı hücerât-ı sabitesi de mikrobları itlaf edebilmektedir.
124
Lakin pek muharriş bir gaz, gayet soğuk ve kuru bir hava, mülevves ve gayri mülevves
tozlar teneffüs edilir ise hücerât-ı maharribenin kuvve-i müdafaası, küreyvatın kudret-i
cidaliyesi azalacağından mikrobların tevkifi mümkün olamaz: artık bronşit [240] zatürre
hatta verem tohumları bile tarik-i teneffüsiye de üreyip neşv û nema bulmaya başlarlar.
Boynun üşüdülmesiyle zuhur eden boğaz ağrıları (hunnak) bademciklerdeki, boğazdaki
küreyvat-ı beyzanın mücadelesini ihlal ederler.
Mikrobların istilasını teshil eden bu gibi hallat-ı mevzuiyenin yanında umum bedene tesir
eden esbab-ı saire de vardır.
1- Hararet ve berudet: bizzat ikâ ettikleri ârizattan başka ziyadece bir hararet veya
berudet bazı emrâzın husulünü teshil edebileceğini evvelce görmüştük.
Ziyade bir hararetin de bu yolda tesiri müşahede olunmaktadır. Hâl-ı tabiîyede şarbon
hastalığına müstaid olmayan kurbağa 35 derece-i hararette bulundurularak bedenine
hastalık bakteridileri telkih edilecek olur ise derhal telef olur. [241] Bazı hastalıkların
hususuyla bab-ı duhulü enbube-yi hazmiyede olanların yazın daha ziyade icra-yı ahkâm
ettikleri malumdur. Ziyade bir hararette hazm az çok muhtel olduğu gibi tenakkus eden
iştihanın ikazı içün baharata da inhimak ziyadedir, susuzluk ifrat derecede olduğundan
çokça içilen sulu şeyler usarât-ı hazmiyeyi sulandırır. Agdiye kıştan ziyade bozulup
kokar. Bundan nâşî mide ve bağırsaklarda bir ızdırab, ishale ziyade bir istidad mevcud
olunca hazım borusu kolera, kara humma, kanlı basur gibi hastalıkların mikroblarına
münasib ve muvaffık bir karargâh neşv û nema oluverir.
Bu gibi ahvalin mikrobların istilasına ziyade bir istidad hâsıl edeceği vareste-yi arz û
beyandır; sefalet ve zayıfiye-yi beden veremi, kara hummayı tevlid eder, mahmasa
ise iskorbüt ve tifüs [242] hastalıklarına sebebiyet verir. Uzunca bir müddet aç
bırakılan tavukların şarbon hastalığını almaya müstaid olabildikleri tecrübeten isbât
edilmişdir.
Mesai-i fikriye-i müfrite ve mütemadiye, ifalât ve ihtirâsat-ı şedide tesiriyle insan bir
“taab-ı aklî ve daimi”ye düçar olabiliyor.
İnsanda taab-ı aklî ve ruhanî arızât-ı ceddiye ve mütemadiyeyi intaç eder-ki bunların en
hafifi yarım baş ağrısı ve en hıyemi “nevrasteni” namını alan “zaaf-ı asabî” bundan başka
taab-ı [244] aklî, vücudu verem gibi emrâz-ı vahime ve intaniyeye de müstaid kılar.
Taab-ı cismaniyenin de başka bir türlü muhatarası vardır. Had suretinde bazı arızât-ı
hummaviye meydana getirdiği gibi âvarız-ı müzmineden olmak üzere yürek ve akciğer
hastalıklarının zuhur ve vukuunu uzviyetin mikroblar tarafından istilasını teshil eyler;
kara humma, tifüs, verem yorgun düşenlerde daha ziyade görülmektedir.
Şarbon hastalığına müstaid olmayan bazı hayvanâtın hareket-i cismaniye ile yorgun bir
hale getirildiğinde hastalığa yakalandığı tecrübe-i isbat edilmiştir.
Taab-ı fikri ve bedenî bahsinde (1894) senesi (Ğan/ )غانşehrinde ictima’ eden kongrenin
kararını zikr ve nakl ederiz.
1- Herhangi bir hareket-i bedeniyye başlamazdan evvel etfâlin bir tabib tarafından
muayenesi,
2- Mekatibde hareket-i bedeniyenin tesisi ve tevsiî ve fakat “ispor” denilen idman-ı
şedid ve müfritin men’î iktiza eder [245]
Tifolunun bağırsağında yaşayan bu basil mevad-ı gaite ile harice mündefi olur, zaten
tifolular ekserya ishale mübtela olur ve beden bu vecihle basilleri dışarı atmaya çalışır,
bu tarik ile harice intikal eden basil bir menbaâ-ı sirayet, bir vasıta-yı muhatara olur.
127
Böyle bir suyun doğrudan doğruya içilmesi yahud içilen süte ilavesi muhataralı olduğu
gibi hatta bu surette bulaşık bir su ile sulanan pişmemiş sebzelerde tehlikeli olduğu beyan
ediliyor.
Binaenaleyh içilecek suyun daima menba’ suyu olması, etrafı muhkem ve harç ile iyi
yapılmış mecralardan imrâr edilib tereşşuhât-ı muzire ile bulaşmamasına dikkat olunması
ve suların cem’ edildiği havuzların.. hazinelerin gayet muntazam yapılmış bulunması
lüzumunu tekrar ederiz.
Şehirlerde kuyu, nehir ve dere suları yerine menba’ suları kaim olmaya başlayalıdan beri
hummanın pek çok azaldığı [247] görülüyor; Paris’te yazın menba’ suyu azalmasından
nâşî nehir suyu kullanmaya mecbur kalan daire ve mahallelerde kara hummanın birden
bire istilaî bir halde zuhur nüma-yı dehşet olduğu görülüyor. Fransa orduları sıhhıye
müftüsü doktor [Dujarden Bumeç/] دوژاردن بومچin raporu bu hususu isbat eden muknî
delillerle dolu olub mukaddema koşullarda istimal olunan dere ve kuyu suyu yerine
menba’ suları ve [şamberlan] süzgecinden geçirilen su kullanılmaya başlanıldığından beri
askerde kara hummanın pek çok azaldığı görülmüştür.
128
Şurasını da arz edelim ki bunlardan başka birçok esbâb ve ahvâl dahi vücudu kara humma
istilasına karşı müstaid kılar. Sıhhatte olan bir adam bu hastalığa tutulduğu halde çok
yorulanlar, iyi beslenmeyenler, izdihamda kalanlar pek kolaylıkla yatağa serilebilirler;
bunun içün hastalık iyi bir havayı, açık bir yeri terk ile kışlaya giren askerde.. kura
neferâtında.. köyünü bırakarak şehre çalışmaya gelen amelede… rencberlerde ziyade
görülmektedir.
KOLERA
Menbaı ve muhdî Asya kıtası olan bu hastalık Avrupa’da ilk defa 1830 sene-i
miladiyesinde zuhur eylemiş ve bu zamandan beri iklimimizle ülfet ve istinâs etmeye,
savaşmakta bulunmuştur.
Koleranın hazım borusunda; virgül şeklinde (şekil 74) ve süratle müteharrik bir mikrobun
(küme basil) neşv û nemasından [248] husule geldiği en evvel Almanyalı meşhur
bakteriyolog (Koh/ )قوخtarafından keşf ve müşahade edilmiştir. Bu mikrob
Kara hummanın intikal ve sirayetine dair beyan eylediğimiz hususâtın kâffesi kolera
hakkında caridir. Bunda da sularla intikal ve sirayet sıkıdır. Hastalıkların mübtela olduğu
mebzul ishaller hastalık tahmillerinin intişarına sebebiyet vermektedir.
Hind’de Mösyö (Koh), Tulun’da (Nikati/ )نيقاتىve (Riş / )ريش, Diyuzburgda [Duisburg]
(Frankil / )فرانكلsularda vibriyonun vücuduyla maraz-ı sarînin zuhuru arasındaki
münasebeti isbat ve beyan eylemişlerdir.
Koleranın zuhurunda bazı esbab ve şerait-i manzumenin de tesiri gayr-i kabil-i inkardır;
(Meçnikof/ )مه چنيقوفvibriyonun bağırsaklarda neşv û neması, üremesi “müsaid
129
mikroblar”’ın bölünmesine vabeste olduğu ve bedene yalnızca duhul eylediği halde icra-
yı tesir edemeyen bir vibriyonun diğer bazı bakterilerle birleştiği surette mahâlin bir
kolerayı tevlid edeceğini beyan eyliyor. [249]
VEBA- TAUN
Bu hıyarcık nedir? Elde bir sıyrıntıyı müteakib koltuk altında, yahud ayakta bir bereden
sonra kasıkta bir bezin şişmesi gibi vebada da ukde-i lenfiye iltihaplanır, şişer; çünkü
veba ısırıktan başlar; cildin bir sıyrıntısından kesiğinden, tırmığından, bir haşerenin
batırmasından, yahud fare ve maymun gibi hasta bir hayvanın ısırmasından vücuda nüfuz
eyler. Bu sebepten etibba-i arap bu hastalığa " vahaze bi-nüfuz/ "وخز با لنفوزmanasında
olan taun ismini vermişlerdir.
Kısa, şişman, uçları yuvarlak olan veba basili hıyarcık etrafında, hastanın kanında,
balgamlarında hâsılı tekmil-i vücudunda bulunur. Hastalığın sıhhatte olan bir adama
savleti içün veba mikrobunun uzviyyet ve bedene nüfuzuna müsait bir medhal, bir "bab-
ı duhul" lazımdır. Sade bir temas kâfi değildir.
Basili vücuda telkih eden pire, tahtakurusu, sivrisinek, karınca gibi haşerattır. Bu hal
vebanın esafil-i nassa kesret-i savleti gösterir. Bu tufeyyilat ve mevziyat fareden fareye,
130
[251] fareden insana hastalığa nakleder. Hal-i sıhhatte olan fare tuvaletine fevkalade itina
ile vücudunda yaşayan tufeylattan hücrede say edip durur ise de hastalandığı zaman
takayyüdât-ı tathiriyeye riayet edemeyeceğinden derakab üzerine bir hayli pireler üşerek
kanını ve üzerinde yaşayan bassilleri emerler, hayvan ölünce pireler soğuyan leşi terk ile
ilk tesadüf ettikleri zihayat-ı mahlukata savlet eder ve bu vech ile onlara hastalığı nakl
eylerler. Vebaya diğer bir vasıta-i intişar da havadaki tozlar olup basilleri tarık-ı
teneffüsiyeye nakl ve telkih ederek hastalığın en şiddetli şekli olan,"veba-i rievi" yi intac
eder.
Hastalık birden bire titreme ve kırk, kırk bir dereceye kadar çıkan şiddetli bir hararet ki,
baş ağrısı, midede ve belde ağrılar ile başlar. Hasta uykusuzluktan, hezeyandan
muzdariptir. Hastaların dörtte üçünde hıyarcık müşahede olunuyor.
Vebaya karşı en büyük tedbir-i tehaffuza: Vebadan sakınmak, vebalı yere gitmemek,
vebalı yerden çıkmamak ferman-ı mukaddesidir. Bugünkü tedabir-i tehaffüziye, usül-ü
tecrid ve tefrid dahi bu kanun-ı lâyetegayyerden başka bir şey değildir. Bütün Avrupayı,
Hindistan ve Memalik-i Şarkıyye-i Bağide de bir maraz-ı beledi hükmünü almış olan bu
illet-i müdhişeden halas içün şiddetli karantinalara müracaat edilmektedir.
Hastalığın sebeb-i müessiri olan basil keşf olunduktan [252] sonra kuşpalazı maraz-ı
müthişine karşı yapıldığı gibi vebaya karşı da sınaaten "muaf kılınmış" hayvanattan bir
masl istihsal edilmiş ve bu masl bir deva-i vaki ve şafi gibi kullanılmakta bulunmuştur.
İşte ta’kim edilmiş (yersin maslı) budur. İngiliz etibba-i mümtazesinden (Hafkin/ )هافكين
veba basilinin kültürünü vebaya karşı "aşı" gibi kullanmakta ve bunun tesirat-ı vakiye ve
şafiyesi beyan edilmektedir.
VEREM ( سلSİLLÎ)
Verem; bu müdhiş ve sinsi hastalık insan gibi birçok hayvanatı da mahv ve ifna
eylemektedir. Mukaddema, veremin yalnız veraset ile intikaline ihtimal verilmekte idiyse
de bugün bu hastalığın pek ziyade sâri olduğu sabit olmuştur. (Villemin / )ويلمنve
(Koh)’un mesai ve taharriyâtıyla veremin kabil-i intikal ve telkih bir hastalık olduğu ve
her nev’i verem afâtında gayet küçük ve çomak şeklinde bir basili (şekil76) bulunduğu
ispat edilmiştir.
131
Vücudda hiçbir nesc yoktur ki bu basilin nüfuzuna müsaid olmasın; bu mikrop beyin
zarlarına duhul ile " iltihab-ı sehâyâ" yani beyin humması” karın zarının iltihabını
(iltihab-ı periton) zatü'l-cenblerden [253] birçoğunu mafsal şişmelerini "verem-i ebyaz"
kemik iltihaplarını müzmin takayyuhâtı, hususiyle o müdhiş akciğer veremini hasıl
etmektedir.
Verem basili vücuda birçok tariklerle dâhil olur. Veremden vefat eden hastalar üzerinde
"feth-i meyyit" ameliyatı icra ederken her nasılsa bir tarafını çizen yahud kesen etibbanın
bu hastalıktan vefat ettikleri görülmüş ve esatize-i etibbadan meşhur Laynek ( )الئينكde
bu suretle irtihal eylemiştir. Lakin çok defa verem, müteverrim hayvanat etlerini yiyerek
yahud sütlerini içmek ile yani hazım tariki ile intikal eder ise de en sık görülen suret-i
intikal nefes borularından basilin imtisası ile olandır. İsporlu verem basili [254] vesaît ve
müessirât-ı muharebeye karşı gayet mukavvimdir. Müteverrimlerin öteye beriye
132
Kuruyub toz haline geçer ve havaya karışarak esna-yı teneffüsde hava-yı şehika ile
beraber nefes borularına binâenaleyh vücuda girerler. Köpek ve maymunlara toz haline
geçmiş verem balgamlarını havî havayı teneffüs ettirmekle hayvanların teverrüm ettikleri
tecrübeten sabit olmuştur. Nev’i beşerde de intikal-i marazın çok defa bu tarz ile vukûa
geldiğine dair müşahadât mevcuddur. Doktor (Marfan/[ )مارفان255] yirmi iki kişiden
mürekkeb bir kalemden efendiler arasına müteverrim bir memurun kabulünden sonra o
dairede verem hastalığı zuhur ederek adeta bir maraz-ı müstevli suretini ahaza ettiğini
yakından tathirat-ı fenniye (dezenfeksiyon) yapılmadıktan ve döşemeler yakılub tekrar
imal ettirilmedikten sonra hastalığın bertaraf olmadığına dikkat eylemiştir. Veremin
zevceden zevceye, akraba ve ebeveynden evlada intikal eylediğine dair birçok misaller
mevcuddur.
Bazı müteverrimler bir hayli zaman zahirî bir hâl-i sıhhatte bulunub işleriyle meşgul olur.
Hâsılı bulundukları her yerde tükürüb dururlar ki sonra kuruyup toz haline geçen bu
balgamlar süpürme ile havaya kaldırılır ve bu vecihle oralarda iskan edenlerin hayatı
tehlike altına girer. İşte bu sebebe mebni, Fransa’da “meclis-i sıhhıye-i umumiye” umumi
arabaların iç tarafına, döşeme üstüne tükürmeyi men’ eylemiştir. [256] Hal-i sıhhatte olan
bir vücud verem basiline az çok mukavemet eylediği cihetle bir şehir dâhilinde birçok
müteverrimler yanında bulunduğumuz halde vereme giriftar olmuyoruz.
133
Verem basilleri akciğerlerimize kolay kolay vasıl olsalar bile orada hücerat-ı akileye rast
gelerek şiddetli bir mücadelede bulunur, ekserya da mağlub olurlar; lakin hücerat-ı akile
tagdiyenin kifayetsizliği veya sair bir sebeple vücudun düçar-ı ızdırab olması saikasıyla
mefluç olur, yahud akciğer sathına yayılan gûnagûn muharriş tozların içinde adeta
boğulub kalırsa o zaman basiller neşv û nemaya başlarlar. Fakat bu halde insanın hemen
derhal vefat edeceği istintac olunmasın; çünkü verem mutlak surette ölümcül bir hastalık
değildir, çok defa şifâyâb olur ve yine de mahsus bir eser bile kalmaz.
Veremden rehayab olmak içün açık yerlerde yaşamak ve agdiye-i münasibeye devam
etmek en ziyade şayan-ı tavsiye-i müdavemettendir.
Birkaç sene mukaddem meşhur (Koh), basillerin ifraz ve teşkil ettikleri sümmden 100
derecede teshin ile ta’kim olunmuş “kültürler”den başka bir şey olmayan “tüberkülin”
maddesini veremi tedavi ve teşfiye içün kullanılmak üzere tavsiye etti ise de icra edilen
tecarüb-ü seririyeden veremi teşfiye [257]
29
Veremin önünü almak için yere, toprağa, sokağa tükürmek ile olur.
30
Ne müteverrim, ne de hiç kimse yere, mendile tükürmemelidir.
135
etmek şöyle dursun, bilakis tezyid ve teşdid eylediği anlaşıldı. Etibba-yı baytariyenin
serfirazı Mösyö (Nokar/ )نوقارbu “tüberkülin” maddesinden hususât-ı âtiyede istifade
eylemişdir. Şöyle ki: sığırlarda verem pek çoktur, müteverrim bir hayvanın bir ahıra
götürülmesiyle diğerlerinin de tehlike altında kalacağı şüphesizdir. İnek ve öküz gibi
hayvanlarda hastalığın ancak müşahede ile tayin ve teşhis edilebileceğini nazar-ı im’ane
olan (Nokar) hayvana (tüberkülin) şırınga eylemiş ve verem âfatı ne derece arttığını,
şırınganın salim bir hayvanda hiçbir şey hâsıl etmediğini müşahede etmiştir. İşte bu
vecihle kendinde verem hastalığı teşhis edilen bir hayvan derhal diğerlerinden ayrılır ve
şu tedbir ve teftiş ile sirayet-i marazın da önü alınmış olur.
Çocuklarda pek sık tesadüf olunan kuş palazı (Klebs/[ قلبسEdwin Klebs])
tarafından tarif edilmiş ve (Lefler/[ له فلرFriedrich Loeffler]) tarafından keşf edilen bir
basilin nefes yollarında (Şekil 81) neşv û nema bulur ise bademcikler üzerinde birtakım
31
Ne müteverrim, ne de hiç kimse yere, mendile tükürmemelidir.
136
beyaz darbeler [260] husule getirir “Hunnak” bu deriler bütün gırtlağı istila eder ise o
vakit “kuş palazı”nı meydana getirmiş olur.
Kuş Palazında basillerin etrafında neşv û nema bulan deriler (Ağşiye) havanın akciğerlere
duhulüne mani olarak “ihtinâk” ile mevte sebebiyet verirler.
Bu garizeyi def etmek, yani havanın ciğerlere duhulunü teshil eylemek içün gırtlağı
delmekten ibaret olan ameliyata müracaat edilir ise de kuş palazında en hakiki muhatara
basilin ifraz eylediği sümm ile vücudun zehirlenmesindedir.
Kuş palazı hunnakına mübtela olan bir çocuk bazen , hususiyle [261] ibtidaları hiçbir
alamet ve hayme [ ]خيمهibraz etmeyeceğinden evden çıkub mektebine devam eder ve bir
çok defalar hastalığın arkadaşlarına da sirayetine vesile ve sebeb olur. Hastalığa mübtela
olana temas eden, tükürüğü ile bulaşan her şey, hatta bir hayli zaman sonra bile , sirayet
bâdî olabilir. Kuş palazına tutulanın boğazına ilaç sürmek üzere kullanılmış bir fırçanın
bir çok seneler sonra diğer bir hastalığı nakl eylediği gösterilmişdir. Mahalle mahalle
dolaşan “macuncu”ların kaşık yerine kullandıkları demirler ile kuş palazının üç çocuğa
sirayet eylediğini gördüm. Difteri basilleri gayet mukavvimdir.
Masl ile tedavi: Kuş palazı bu gün evvelki kadar vahim ve mühlik ad olunmamaktadır.
Çünkü Almanya bakteriyologlarından (Behring/ )به رينغkuş palazını teşfiyeye müsait bir
137
usul keşf etmek ve Fransa etibbası mümtazesinden (Rev/ )روve (Martin/ )مارتنde bu usulü
insana, bahusus çocuklara tatbik ederek “masl ile tedavi”yi tesis eylemişlerdir.
Kuş palazı mikrobu bir sümm ifraz eylemektedir. Bu mikrobun kültürleri şamberlanın
süzgecinden geçirildiği zaman süzülen maî yalnız sümmü hâvi olup mikroplardan hâlî ve
azade bulunur. Bu maînin bir miktarı hayvanlara şırınga edilecek olursa [262] o anda
zehirlenme alameti görülür. Fakat bir hayvana mesela bargire maîden evvela gayet az
miktarda ve sonra miktarı tedricen tezayüdeylemek üzere zerk edilecek olur ise hayvan
bu zehire yavaş yavaş alışır, sıhhati muhtel olmaz. İşte böyle “alışma” derecesine getirilen
bir bargirin kanı difteriye yani kuş palazına karşı aşı ve zâifesini gördüğü gibi zuhur
etmek olan hastalığı da teşfiye eyler. Bu hasse-i şafiye kanın kısm-ı maîinde yani
maslındadır. Difteriye kuş palasına mübtela olan bir çocuğa bu bargir maslından bir
miktar telkih olunursa derâkab hal-i umumî kesb-i salah eder. Küreyvat-ı beyza hasta olan
mahallere koşarak basilleri boğar ve bedeni tesemmümden kurtarıyorlar. Kuş palazı maslı
hastalığı, hücerât-ı akileyi tenbih ve ikaz ve onlara basillerin itlafına muktedir bir hale
ifra’ etmekle teşfiye ediyor.
KUDUZ
Bir çok hayvanâtın, hatta insanın bile düçar ola geldiği kuduz hastalığı ekserya
hasta bir köpeğin ısırması, bazen de yara yahud bere ve sıyrık bir mahallin kudurmuş bir
hayvan tarafından yalanması ile geçer.
Kuduz bir köpeğin, hastalığın her devrinde şiddet ve hudutda [263] bulunması icab etmez;
marazın ibtidasında hayvan daima tabiatını değiştirir. Ya efendisine olan muhabbetini
fazlaca ibraza ve latif ve letafetini daha ziyade tehriye başlar; yahud pek ziyade küskün
ve mağmum bir tavır alır. İşte bu zamandan itibaren hayvanın tükürüğü zehirli olub
kuduzu geçirebilir. Binaenaleyh tarz-ı hareketini ve ahlakını değiştiren her köpeğe
şübheli nazarıyla bakılmalıdır. Bilahare hayvan kısa kısa ve gayet boğuk ve korkunc bir
sesle ulumaya başlar, ısırmak arzu-yı şedidle hiddet ve şiddete gelir, bu halde köpek
herkese hatta efendisinin üzerine, hâsılı gerek bir hayvan gerekse câmid herşeye salar
durur. Bu hiddet ve şiddet nöbetleri gittikçe sıklaşarak nihayet köpek ya meflucen yahud
böyle bir nöbet esnasında geberiverir.
Bazen de hayvan böyle şiddet ve hiddet ibraz edeceğine sâkit bir halde bulunur, havlamaz,
“hubul-ı savtiye”si ve alt çenesi mefluc olduğundan ne ses çıkarır, ne de ısırabilir; lakin
bu halde sahibi, biçare hayvanın boğazında bir kemik parçası kaldığına zâhib olarak elini
138
dişleri arasından içeri sokub kemiği aramaya savaşır bu vecihle kendi eliyle hastalığa
yakalanır.
Kendi de köpek gibi kuduz illetini insana nakl edebilir. Köpeklerdeki kuduz illetinde
“havf-ı mai- âb-ı kuduzi” [264] ıstılah-ı fenniyesiyle yad olunan hal yoktur; çünkü kuduz
köpek sudan korkmak şöyle dursun, bilakis suyu nerede bulursa kemal-i tehalük ile içib
durur, lakin bir zaman sonra boğazda bir sıkışma, bir teşennüc husule gelmekle hayvanı
su içmekten bir şey yutmaktan men’ eyler. İşte âvamın kuduz köpeğin sudan korkması
hakkında ileri süre geldiği fikir bundan neş’et eylemiştir. Fakat bu alamet de her zaman
görülmez.
Kuduz bir hayvan tarafından ısırılan bir insanın da mutlak surette kudurması lazım
gelmez. Isırıklar ne derece derin olur ve yüze ne kadar yakın bulunur ise hastalığın zuhur
ve vukuu da o derece melhûz ve muhtemeldir. Lakin hastalık bir kere zuhur etti mi daima
mühlikdir. Kuduzun ilk ağraz ve alamâtı ısırıktan ancak altı hafta yahud iki ay sonra
zuhur eder. İşte ısırılmakla hastalık arasındaki bu müddete “devr-i tefrih” derler
(Pastör) kuduz illetini önünü almak üzere bir vasıta keşf etti. Hastalığın nüks etmediğini
nazar-ı müşahedeye aldı. Marazın zehrini (virüs) tahfif ederek hayvanâta (asıl şiddetli ve
hakiki kuduzdan vikaye için) az şiddette bir kuduz vermeye ve bu vecihle aşılayarak
teşfiye eylemeye teşebbüs [265] etti. Bu halde istihsal-i muvaffakiyetten sonra vaz’
eylediği eylediği usulu insana da tatbik eyledi ve ısırılıldıktan sonra aşılamak üzere
beşerde uzun bir müddet sürebilen “devr-i tefrih”den istifade etti. Kuduz köpek tarafından
ısırılan bir insana, evvel emirde gayet hafif ve hemen gayr-i müessir olmak üzere bir
(muzadd-ı virüs) telkih edilerek “devr-i tefrih” tamam olmadan mukaddem ve vücuda bir
“muafiyet” hali‘ ikâ’ olunmakta, binaenalyh bu sayede illet meydana gelmemektedir.
Kuduz aşısında muzadd-ı virüs” beyin ve sinirlere asıl virüsten evvel varmakta bu vecihle
sonraca yetişen virüs ıcra-yı te’sir edememektedir.
32
[ ]ايد يله ليدنMetinde bu şekilde yazılmış olup bu kelime büyük ihtimalle “edilegeldiğinden” olmalıdır.
139
Kudurmuş zan edilen bir köpek insanı ısırırsa derhal kavaid âtiye üzere hareket etmeldir.
1- Köpekte hastalık zahir ve ayan değil ise hayvanı [266] öldürmeyip bir yere iyice
bağlamalı ve hastalığın zuhur edib etmeyeceğine dikkat eylemelidir.
2- Hayvan zahiren ve sıhyen kuduz ise derhal öldürülmelidir.
3- Şüpheli ahvalde hayvan müşahedeye alınmazdan evvel itlaf edilmiş ise (baytarlar
tarafından feth-i meyyit edilmesi kuduzun mevcudiyet ve adem-i mevcudiyetini
meydana koyamaz) köpeğin başı mümkün mertebe süraatle kuduz illeti
müdavathanesine gönderilmelidir. Ta ki orada tecrübe usulü ile illetin zehiri
taharri edilsun.
4- Isırılan yer derhal dağlanmalıdır, lakin yakmanın ekserya kafi olmadığını ve
(virüs)’ü nadiren mahv ve harab edeceğini hatırdan çıkarmamalıdır.
5- Kuduz bir köpek tarafından ısırılan zat aşılanmak üzere derakab müdavathaneye
gönderilmelidir.
6- Kuduz bir köpek ısırdığını yahud beraber bulunduğu kâffe-i hayvanat derakab
itlaf edilmelidir.
Bazı zevât bu yolda şüphe edilen hayvanatın itlafına rıza göstermemekte ve bu
vecihle hayvanını diğer hem nevinin hayatına tercih eylmektedir ki böylelerine
karşı cebr ve şiddet-i irâe edilmek tabiidir.
Kuduz , mikrobtan ileri gelme bir hastalık olduğu şübhesiz ise de illete asıl sebeb
olan mikrob henüz bulunamamıştır. [267]
SAKAĞI (RUAM)
Gayet sarî olan şu hastalık birçok zaman beygirlerde hiss olunamadığı gibi yalnız
müşahede ile de teşhis edilemediğinden muhatarası ziyadedir. Çünkü hasta hayvanât
salim olanlarla temasında kalacaklarından sirayet pek kolaylaşır. Meşahir-i etibba-i
baytariyeden muallim (Nokar) ruam hastalığını daha bidayet emirde teşhis etmek içün bir
vasıta beyan eylemiştir. Şöyle ki: bu hastalık basilinin ifraz eylediği mallei maddesini
adeta müteverrim hayvanattaki “tüberkülin” tecrübesi gibi ruama mübtela olan hayvanâta
zerk ve tatbik eylemektedir. Mallei telkih edildikten sonra hayvan salim ise hiçbir alamet-
i gayri tabiîye zuhur etmez. Ruama mübtela ise şiddetli bir ısıtma nöbeti meydana
140
gelmekle hastalık teşhis olunacağından sebeb ve vasıta-ı sirayetin önünü almak içün
hayvan derakap itlaf edilir. Ruam basilinin müesserât-ı tahribiyeye karşı mukavemeti az
olduğundan hasta hayvanâtın iskân eyledikleri ahırları, koşum vesair eşyayı tathir etmek
kolaydır. [268]
KIZAMIK
Hastalığın ilk devrinde döküntü (indifâ) olmayıp yalnız hararet, göz yaşarması,
öksürük, aksırık [270] vardır. İşte hastalık bu zamandan itibaren sarîdir; etrafında
bulunanlar hummîyât-ı indifaiyyeden hiç şüphe etmez ve lazım gelen tedabir-i
tahaffuziyede bulunmazlarsa sirayet muhatarası pek ziyade olur.
Dördüncü beşinci gün nihayetinde cild üzerinde ve vücudun her tarafında dağınık olmak
şartıyla kırmızı ve küçük bir döküntü görülür. Sonraları bu kırmızı renk sararmaya ve
sekizinci güne doğru gaib olmaya başlar. Bu leke ve döküntülerin bulunduğu mahaldeki
cildin üst tabakası (beşere) nihayet pul pul olup düşer. İşte bu küçük pullar sirayet-i
marazın vesait-i şedide-i intişariyesidirler.
Kızamık ekseriya salim bir hastalık ise de bronşit (iltihab-ı kasabât) ve zatürre ile ihtilât
edebildiği gibi bazen mevtte de bâdî olur. Hastalık bütün imtidâdınca, ve pul pul olup
dökülme keyfiyeti tamam olmadıkça sarî ad olunur. Bu halde kızamığa tutulan hastalar
hiç ölmez ise de yirmi beş gün kadar tecrid ve tefrid edilmelidirler.
KIZIL HASTALIK
Kızıl hastalık kızamıktan daha seyrek görülüyor ise de daha vahimdir; çünkü
ahvâl-ı salime meyanında hastayı birkaç saat [271] içinde itlâf eden bazı işgal ve hayme-
i maraz müşahade olunmaktadır.
Hastalık hararet, şiddetli boğaz ağrısı ile başlar, sonra cildin her tarafı koyu ve ağaç çalığı
renginde kırmızı geniş lekeler ile mestur olur. Döküntüden sonra cild pullaşmaya ve geniş
tabakalar suretinde kalkmaya başlar.
Kızıl hastalık tekâmül müddetinde bahusus pullaşma zamanında sârî olduğundan hastayı
en aşağı kırk gün kadar tefrid eylemelidir.
ÇİÇEK
Çiçek hastalığı hararet, baş ağrısı, bel ağrısı vakilerle başlar. Sonra hususiyle
yüzde çıkıntılı kırmızı kabartılar görülür; bu kabartılar az zaman içinde cerahat ile dolar
142
Çiçek gayet vahim bir hastalık olup çok defa hayatı tehlikede bırakır. Döküntü devam
eyledikçe ve kabuklar tamamen düşüb gaib olmadıkça hastalık pek ziyade sâridir; çünkü
sirayetin en müessir vesaiti bu kabuklardır. Çiçeğe tutulanlar hiç olmaz ise kırk gün kadar
tefrid olunmalıdırlar. [272]
ÇİÇEKLENDİRME, AŞILAMA
Çiçek hastalığından pek ziyade bîzâr kalmış şark ahalisi bu hastalıktan kurtulmak
üzere pek çok zamandan beri bazı usule müracaat eylemekte imişler. Hatta bu usulü
meşahîr-i etibba-i islamiyeden (İbn Razî)’nin ilk defa olarak keşf ve tecrübe ederek
kitabına – el-Hâvî- kayd ve tastir eylediği kitab-ı tarihiyede mündericdir.
Çiçeğin bir daha nüks eylemediği nazar-ı nokta alınarak hastalığın gayet müdhiş bir şekil
ve nev’inden halas olmak üzere gayet hafif surette hastalanan çiçeklilerin kabukları yahud
cerahâtı ile ortalık telkihe savaşılmış ve bu vecihle telkih edilmiş çiçeğin kendi kendine
zuhur eden hastalıktan daha az vahim olduğu görülmüştür. İşte çiçeklendirme bundan
ibarettir. Bu usul 1721 senesinde İstanbul’daki İngiliz sefirinin haremi (Lâdî Montağ-
الدى مونتاغ/[Lady Montagu]) vasıtasıyla Avrupa’ya nakl edilmiştir. Suret-i icraiyesi bir
çiçeklinin yarasından alınan az miktar cerahâtı bir neşter ile çocuğun derisi altına idhâl
eylemekten ibarettir. Bir müddet sonra telkih edilen mahalde hafif bir indifâ hâsıl olmakta
ve bu sayede çocuk çiçeğe karşı muafiyet kesb eylemektedir. Telkih olunan çiçek bazen
ziyade vahim ve hatta mevte bâdî olduğu ve bu vecihle hastalığa tutulan zatın
etrafındakiler içün ziyade muhataralı bir menba-ı sirayet olmak ihtimali bulunduğu [273]
nazar-ı dikkate alınarak bu usulün tehlikesi anlaşılmış aşı keşf edildiğinden beri
tamamıyla terkine karar verilmiştir.
İngilizlerin küçük bir kasabasında çiçekleme ameliyatıyla tabib-i şehir (Cenner-جه ننهر
[Edward Jenner]) tesadüfen ( kovpoks- cüderî-i bakar) illetine düçar olanların itikad-ı
ahaliye nazaran, çiçek illetine düçar olmadıklarını öğrenmiş ve sonra bera-yı tecrübe
kovpoks hastalığına mübtela bir ineğin çıban-ı muhteviyatından bir miktar alıb bir çocuğa
telkih eylemiş, bunun cüder-i bakar döküntüsüne uğradığını görmüş, sonra çiçeğe iki defa
çiçek hastalığı telkih etmiş ise de asla bir eser zuhur etmediğini müşahede eylemiştir.
143
(Kovpoks), ineklerde memeler üzerinde bir nevi çıban döküntüsüyle mütemayiz bir
hastalık olup bazen süt sağan çobanlar buna tutulurlar. Onların ellerinde adeta hayvanda
müşahede olunan çıbanlara müşabih yaralar görülür. İşte bu çobanlar çiçek hastalığına
karşı bir nevi muafiyet kesb ediyorlar.
[Cenner], tecaribini ileriye götürerek 1798 senesinde aşılama usûl-ü müstahsenini ilan
eylemiştir.
[Cenner]’in vaz’ eylediği usul, çiçek gibi müdhiş bir hastalıktan tevakki içün beden-i
insaniye (kovpaks) gibi vahameti olmayan bir hastalığı telkih etmekten ibarettir. Bu [274]
usul malum olduktan bir müddet sonra Avrupa’nın her tarafına süratle intişar eylemiştir.
İnekteki kovpaks hastalığıyla telkih edilen bir çocukta zuhur eden çıbanlar kabarcıklar
muhteviyatı ile diğer etfâl de aşılanabilir. İşte bu vecihle aşı insandan insana hiç kuvveti
aşağılamamak üzere nakl edilebilir.
Bazı aşılananlarda çiçeğin tekrar zuhur eylemesi ve bu halde hastalık ekseriya salim ise
de bazen habis bir şekil alması cihetiyle bundan takriben elli sene mukaddem bu usul-ı
müstahsenden istifade olunmadığına dair ve hatta aşılama aleyhinde tehziz-i hame eden
etibba görülmüştür. Bu hal, evvel emirde aşının hafiflediğine atıf edilmiş ise de sonraları
(kovpaks) hastalığını telkih ile istihsal olunan muafiyetin nihayet-i ömre kadar devam
etmeyip takriben on seneye kadar sürdüğünü ve çiçekten tehaffüz içün yalnız bir kere
aşılanma kifayet eylemeyub ara sıra tekrar aşılanmak mukteza ettiği isbat olunmuştur.
Hayatın ilk zamanlarında icra olunan eşyadan maada, insan müddet-i hayatında üç kere
daha: çocuk mektebe girdiği zaman (on yaşında), kurası çıkıp askere alındığında (20 Yaş),
otuz yaşına bastığı vakit aşılanmalıdır. Çiçek hastalığının bir suret-i istilaiyede hüküm
sürdüğü zaman otuzdan yukarı [275] olanlarda aşılanmalıdır. İşte bu surette aşı çiçekten
vücudu muhafaza eyler.
Koldan kola nakl edilen yani çiçeği aşılamak üzere diğerinden alınan aşının bazı
hastalıkları nakl edebilmesi ve hastalığın şiddetle hükümfermâ olduğu zamanlar yahud
bir âlâyı aşılamak icab eyledikde kifayet edememesi gibi bazı mahzurları olduğundan
bugün çıban aşısının isti’malî umumiyetle kabul edilmiştir.
İcab eylediği kadar aşı istihsal etmek üzere kovpaks hastalığı hayvanâtta o derece
münteşir olmadığından sınaen telkih sayesinde bu hastalığın ika’ı düşünülmüş ve bugün
bu suretle daima taze miktaren ziyade aşı istihsali kolaylaşmıştır.
144
Aşı istihsali içün umumiyetle dört-beş aylık ve gayet sağlam buzağılar kullanılmaktadır.
İntihab olunan hayvanın kılları uyluktan koltuğa kadar tıraş edildikten ve cild iyice
temizlendikten sonra tıraş edilen bu satıh üzerinde küçük küçük şekiller, yahud
hacamatlar icra edilerek derununa (kovpaks) hastalığı çıbanından yahud diğer bir buzağı
üzerinde sınaen ika’ edilen kabarcıktan alınan aşıdan birer damla konulur. İşte bu suretle
telkihden üç gün sonra her şakk etrafında biraz kızartı ve şişkinlik, nihayet kırmızı bir hat
ile mahdud [276] bir kabarcık husule gelir ki bu zamandan itibaren yani beşinci altıncı
günü her kabarcık derununda bir miktar aşı toplanmaya başlanır.
Aşı ameliyatını icra eylemek içün neşteri bir buzağı kabarcığına bulaştırdıktan sonra
derakap birinin koluna sathi olarak daldırmak yani böyle virüs ile bulaşık neşter ile deriyi
iki üç yerden pek hafif çizmek kifayet eder ki bu halde aşı doğrudan doğruya kabarcıkdan
kola nakl edilmiş olur. Kabarcıkların muhteviyatı toplanılub bir miktar gliserin ile
karıştırıldıktan sonra küçük borı içlerine konulmak ve bu vecihle müddet-i medide (birkaç
aylar) saklanılabilir ve kabil-i nakl aşı istihsal edilmek de mümkündür. Lakin borılar
ancak kullanıldığı zaman açılmalıdır.
4- TUFEYLİ HASTALIKLAR
Tufeylî hastalıklar emrâz-ı intaniye gibi sârî iseler de zuhurlarına bâdî olan tufeylât
yalnız yaşadıkları mahallerde âfât-ı mevzıiyeye meydan verirler. Vücudumuzda ne gayet
muzır mevâd hâsıl ve tevlid ne de umumi bir hastalık, bir nev’i tesemmüm ikâ’ edebilirler.
Agdiyeyi mütalaa eylediğimiz sırada bazı etlerin ekli ile hazım borusuna solucanlar gibi
bazı tüfeylâtı idhâl edebildiğimizi görmüşdük. Burada, çocuklara ziyade ârız olub ya
145
doğrudan doğruya temas ile yahud bil-vasıta sirayet ve süratle intikal eden cilde münhasır
bazı emrâz-ı tufeylîyeyi beyan edeceğiz.
Bu hastalıklar bilâvasıta temas ile intikal edebilir iseler de ekseriya tarak, baş
fırçası vesaire ile veyahut hasta ve sağlam çocuklar arasında feslerin değiştirilmesiyle
sirayet eder. Bu hastalıklar tedavi noktayı nazardan gayet muannid olup çok defa bilahare
[279] nişane (nedbe/nedebe) bıraktıklarından saçların bir daha oralardan sürmesine mani
olurlar; işte bu sebebden menfur-ı umumîdirler.
KELLİK (FAVUS)
Baş derisine münhasır olan emrâzın en fenası kellik olub başta ve volkan ağız
(krater) larına, ayaksız ve kulpsuz küçük bir kaseye müşabih [ ]غودهve ortası çukurca
küçük çıkıntılar teşkil etmek üzere müctemî sârımtrak kabukların zuhurundan îbarettir.
Bu küçük ve volkan kraterleri az çok müteaddid olub tekmil-i başı istilâ ederler.
Civarlarında [280] bulunan saçlar renklerini gaib edub kolayca kırılabilir (şekil 82) ve
sönük bir hale gelir. Nihayet düşerler; yerleri “cascavlak” kalır. Gayet güçlükle şifapezir
olduğu gibi çıbanlar yerlerinde bir daha saç çıkmayan sabit ve gayr-ı kabil izale nedbeler
terk eylerler.
(Favus) Yani kellik hastalığına sebeb olan “Akoryon” isminde hurdebînî bir mantar olub
saça, köküne ve etrafındaki kısm-ı cilde nüfuz eyler. “Akoryon” kıl yuvasına derince
sokularak cild üzerine ilsâk edilen kaffe-i mevâdd ve edviyenin te’sirâtından masûn kalır.
Şu hal hastalığın tedavisi ne kadar güç olduğunu gösterir.
146
[82].- Kele uğramış saç. a- saçın bidayet b- cizgi c- dökmesi d- aralarında isporlar
bulunan tulenye e- cizgi üzerindeki isporcuklar.
TRİKOFİSİ
Kepek yahud çıbanlar ile mestur ve daima müdevver kırmızı levhalar teşkil eder. Bu
hastalık da “Trikofiton” (Şekil 83) denilen ve (Akoryon) a benzeyen bir mantardan ileri
gelmektedir.
Cildde husule gelen trikofisi kolayca şifayâb olduğu halde baş derisine münhasır kalınca
müdavâta karşı gayet teanüd eder. Lakin ileride tamamen tamamen geçtikten sonra
birinde hiçbir nedbe bırakmadığı gibi orada saçlar da sürer.
PELAD
görünürler. Bazen İse hastalığa sebep saç yuvalarına bir “bakteridi” olub bu halde saçlar
dökülmekle beraber başta derisi beyaz Pelad mikrobu ve parlak
müdevver ve münferid levhalar çoğalub tekmil-i başı istila ederler. Pelad kolayca şifayab
olursa da istila eylediği mahallerde bir daha saç sürmez.
BİTLENME
Bir çocuk bitlendiği gibi diğerlerinin de pek çabuk bir zamanda bitleneceği hemen tabiî
olduğundan çocukları bu hususta muayene ve hâmil-i tufeylat (Şekil 85)
149
olanı derhal tefrîk ederek başını muzâdd-ı taaffün bir mahlul ile yıkamak üzere tedavi
eylemelidir.
UYUZ
Cilde mahsus ve gayet sârî bir maraz-ı tufeylî olup, “akarus” (Şekil 86) namını
alan küçük bir böceğin cilde sokulmasından ileri gelir. Dişi akaruslar deriye nüfuz ederek
orada köstebek gibi galeriler oyar ve iskân ettikleri yerlere yumurtalarını bırakırlar.
Hayvanın derûn-ı cildde mevcudiyeti pek müz’ic bir kaşıntıya mucib olur [284] Biçare,
bikarar kaşınarak ötesini berisini ve tufeylin bulunduğu yerleri yara ve çıban içinde
bırakır. Uyuz ekseriya elden başlar. (Şekil 87). Çünkü insanın uyuzlarla temasa
gelen ve bu cihetle uyuz kapmaya müstaid olan âzası elleridir. Hastalık tekmil bedeni setr
eden cilde intişar ve tevsî edebilir.
150
Mukaddema uyuz muannid bir hastalık ad edilir idi. Lakin bugün bu hastalık kükürd
merhemi yahud petrol yani âdî gaz ile delk sayesinde birkaç saat içinde teşfiye
olunmaktadır.
[87].- Uyuzlu el