You are on page 1of 8

İşte Budur Humeynî Dediğiniz

Bundan otuz küsür yılı aşkın zaman öncesinde İslam adına en ön planlarda olan, mücadele
denince hemencecik zihinlerde yerini alan bir isimdi elbet Humeynî. Olayın tanıklarının beyanları
veçhiyle; gazeteler onu yazmakta, dergi kapakları onu konu edinmekte, muhafazakâr gruplar onu
konuşmakta ve İslamî kesimin büyük bir kısmı ona hayranlık beslemekteydi.

Yıllardır ezilen, itilip kalkılan, ötekileştirilen ve “benim” diyebileceği ne varsa elinden alınan
müstazaf müminler Şeriat adına yaptığı ihtilalle yaralarına merhem olacaklarını
sanıyorlardı Ayetullah el-Humeynî’nin. Lakin böyle bir şeyin hiçbir zaman olamayacağı aşikârdı.
Çünkü İslam dünyasını kucaklamak gibi bir derdi yoktu Humeynî’nin ve olamazdı da zaten.
Neden mi? Çünkü onun kendisinden asla feragat edemeyeceği bir mezhebi vardı: Şiilik.

Humeynî’nin bir Şii olduğu Âlem-i İslam tarafından da bilinmekteydi aslında. “O diğerleri gibi
değildir, mezhebini ön plana çıkarmaz” diyerek avunan çaresiz müminler yine de çok ümit
bağlamışlardı Humeyni’ye. Nasıl bağlamasınlardı ki? Adını “İran İslam Devrimi” verdikleri
ihtilalden sonra Tahran’dan yaydıkları “Sünnî-Şiî” kardeşliği” sloganının halavetiyle sermest
olmuştu Müslümanların pak gönülleri.

İşin hakikatine muttali olanlarca yukarıda arz edilen mevhum düşüncelerin hilafının tezahür
edeceği gün yüzünden aşikârdı. Bunun müşahhas misalleri de yaşanmadı değil elbette. Said
Havva’nın, Züheyr Salim ile İran’a gidip Suriyede’ ki ahval için yardım istemesi ve Humeynî’nin
bunu reddetmesi bahsini yaptığımız mezhebi taassubun sadece bir tezahüründen ibaretti.

Her neyse…

Benim bu yazıyı kaleme almamla kastım ne Humeynî’nin stratejik hamlelerini tedkik etmek, ne de
o günkü İran’ın siyasî tutumlarını eleştirmek. Asıl maksadım günümüzde de –maalesef-
benzerlerini gördüğümüz bazı Humeynî sever kardeşlerimizin o pak zihinlerinde
oluşturdukları Humeynî portresinin sanıldığı kadar masum olmadığını açığa çıkarmaktır.

Evet, Humeynî’yi birkaç cümleyle özetleyecek olursak; Eslafı gibi bütün hissiyatıyla imameti
savunan, ehl-i sünneti en azılı düşmanı olarak gören ve kadim Şiilikte ne varsa hemen tamamını
kabulcülükten imtina etmeyen koyu bir Şiidir kendisi. Sözüm ona –tevazu ve tenezzül
kastıyla- “Dalalet ve cehalet yolunda heba olup geçmiş ömrüme üzülüyorum”[1]diyerek aslında
işin hakikatini bizatihi kendisinin de ifade ettiği bir zavallıdır o.

Bizler bu yazıda bizatihi Humeynî’nin kendi matbu eserlerinde yer verdiği ifadelerini alıntılayarak
yapacağımız bir maske düşürme operasyonuyla onun gerçek yüzünü görmeye muktedir
olamayan kardeşlerimize yardımda bulunma gayesinde olacağız. Sözü fazla uzatmadan sadede
gelelim…

Allah’ın rahmeti sadece Şiilere

“el-Erba’ûne Hadisen” isimli eserinde 33. Hadisi şerh bağlamında Furkan süresindeki “Allah
onların kötülüklerini hasenata çevirecektir” [2] şeklindeki ayet-i kerimeyi izah eden Humeynî,
öncelikle rivayet olarak şu nakli kaydeder: “Günahkâr mümin Kıyamet günü getirilir ve hesap
vereceği yerde durdurulur. Onun hesabını alacak kimse sadece Allah olur ve insanlardan kimseyi
onun hesabından haberdar kılmaz. Allah Teâlâ bu kula günahlarını bir bir hatırlatır. Kul kendisine
hatırlatılan bu günahları ikrar edince Allah Azze ve Celle yazıcı meleklere: “Bu günahları iyiliklere
çevirin ve insanlara gösterin” der. O zaman insanlar “Bu kulun bir tek günahı bile yokmuş” derler.
Sonra Allah bu kulun Cennet’e götürülmesini emreder. Ayetin manası budur”.

Buraya kadar her şey normal. Ancak, alıntıladığım


bu ibarelerin hemen akabindeki Humeynî’ nin ifadesi şudur: “Bu sadece bizim Şiamızın
(taraftarlarımızın) günahkârları hakkındadır.” [3]

Yukarıdaki iddiasına mesnet olarak Tûsî’nin “Emali” sini (I/70) gösterenHumeynî, bu


ifadelerinden tam dokuz satır sonra açtığı paragrafta rahmet ayetinin Şia’ya mahsus olduğunu
yineler mahiyette bu sefer de şunları söyler: “Malumdur ki bu iş (Allah’ın rahmet etme işi Ö.F.K.)
ehl-i beytin Şia’sına mahsus olup diğer insanlar bundan mahrumdurlar. Çünkü iman ancak
Masum ve tertemiz olan Ali ile onun vasilerinin velayetinin vasıtasıyla hâsıl olur. Belki velayete
iman olmaksızın Allah ve Resulüne iman kabul edilmez. Nitekim ilerdeki fasılda bunu
açıklayacağımız gibi.” [4]

İran ordusu Sahabe ordusundan üstündür!

Eserlerinde göze çarpan mezhebi taassubunun zamanındaki İran ordusunun Hz. Peygamber
dönemindeki sahabe ordusundan ve Küfe dönemindeki Hz. Ali’nin ordusundan da üstün
olduğunu söylemeye kadar götürdüğü Humeyni, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyye” isimli eserinde
konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Büyük bir cüretle asrımızdaki milyonlarca nüfusu olan İran
ordusunun, Resulüllah’ın asrındaki Hicaz ehlinden ve Emiru’l-Müminin Ali ile
oğlu Hüseyin dönemindeki Irak’ta bulunan Kufe ehlinden daha üstün olduğunu zannetmekteyim.
Çünkü Resulullah’ın dönemindeki Hicaz’da bulunan Müslümanlar’adn bazıları Hz. Peygamber’e
itaat etmemişler ve farklı gerekçeler öne sürerek muhtelif yerlere savaşa gitmekten geri
durmuşlardır. Ta ki Allah Teâlâ onlara azap vadeden ve onları azarlayab Tevbe süresinin bir
kısım ayetlerini indirmiştir. Irak ehli de Şehitlerin Efendisi Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’e yaptıklarını
yapmışlardır. Onu öldürme günahını bizatihi onlar işlemediler ancak savaştan kaçtılar ve ta ki
tarihteki bu cürüm meydana gelinceye dek oturdular.” [5]

Görüldüğü gibi Humeynî yaptığı devrimi ön planda tutabilmek adına ordusunun Hz.


Peygamber’in ordusundan dahi üstün olduğunu ifade edebilmekte ve bu iddiasına gerekçe olarak
da Sahabe hakkında gelen ve zahirleri itibarıyla “tevbih/azarlama” ifade eden ayetleri öne
sürebilmektedir. Sahabeyle ilgili bu sakat tutumu bir Şii olarak Humeynî’ye çok görmedik, bunu
da ifade etmiş olalım. Ne de olsa üç veya yedi kişi dışında “Sahabe’nin tamamının mürted
olduğunu savunan[6] bir mezhebin mensubu değil mi?
Gayrımız kardeşimiz değil

Humeynî’deki –tabir yerindeyse- masonik bağlılık kendisini o denli bir raddeye götürmüştür ki “el-
Meksibu’l-Muharreme”sinde “Onların imamlarından, mezhebinden ve kendilerinden beri olmak
vacip olduktan sonra bizimle onların arasında bir kardeşlik söz konusu olmadığı için kardeşlik
mefhumu Şii olmayanları kapsamaz.” [7] “(…) Onlara (Şii olmayanlara) hürmet gösterilmeyeceği
konusunda hiçbir şüphe yoktur. Belki bu mezhebimizin olmazsa olmazlarındandır. Bilakis farklı
baplarda zikredilen çeşitli hadiselere bakan bir kişi onların ayıplarını ortaya çıkarmak ve onların
gıybetini yapmanın caiz olduğunda hiç şüphe etmeyecektir.” [8]

Humeyni’nin burada kullandığı ifadeler üzerine konuşulmasından dahi müstağni bıraktıracak


cinsten. Şia’ya mensup olmayan kimseleri kafirlere yapılacak muamelenin daha da alt derekesine
indirgeyen Humeynî’den hala medet beklemek ve ona sevgi beslemek, kıyamete kadar
mukabelesi olmayacak bir platonik aşkla beyhude bir talep uğruna ömür tüketmekten gayrı neyle
ifade edilebilir?

 Sahabe hakkındaki yakışıksız hezeyanlar

Yukarıda da arz etmeye çalıştığımız gibi, Humeynî’nin ilham kaynağı olan Şii kaynaklarının
sahabe konusundaki tutumu bizatihi onun satırlarında da kendini göstermektedir. “Kitabu’t-
Tahare” sinde Halife’ye dünyevi bir garazdan dolayı karşı çıkma konusunu ele alan el-Humeynî,
aynen şunları söylemektedir: “Halifeye başkaldıran Hariciler ve halifeyi kendileri tayin
edenler gibi diğer taifeler azap açısından kâfirlerden daha şiddetli bir azaba müstahak
iseler de necis/pis olduklarına dair herhangi bir delil mevcut değildir. Şayet bir sultan,
Aişe, Zübeyr, Talha ve Muaviye gibi dini bir gerekçe olmaksızın mülkünde onunla rekabet
etmek vb. başka bir maksatla Mü’minlerin emirine karşı çıkarsa veya babasının, oğlunun
katili olduğu için yahut Arab’a, Benî Haşim’e, Kureyş’e adavetinden dolayı ona beslediği
düşmanlık sebebiyle kendisi halife tayin ederse bunların hiç birisi zahiren görünür bir
necaseti gerektirmez. Her ne kadar bunlar köpeklerden ve domuzlardan daha pis olsalar
da. [9]

Bu ibareleri dikkatli bir biçimde, başıyla sonundaki intibak


dengesini güzel kurarak okuyabilen birisi görecektir ki Humeynî, isimlerini saydığı yüce
sahabilere “Köpek ve domuzdan pis olma” vasfını nispet etmektedir. Zira Halifeye dini olmayan
başka gerekçelerle karşı çıkma eyleminin faillerini bu dört sahâbîyi zikrederek
örneklendirenHumeynî, her hangi bir icma, haber ve delil olmamasından dolayı bunların zâhirî bir
necislikle muttasıf olmayacaklarını söylerken, bu sahibine layık sarhoş kusmuğu mesabesindeki
zındıklık ifadelerini kullanabilmektedir.

Hz. Ebubekir ve Ömer’e büyük iftira

Humeynî büyük bir ihtiras ve hımbıllıkla savunduğu İmamet meselesinde de hissiyatının kurbanı


olur ve Hulefâ-i Raşidîn’den Hz. Ebu Bekir ve Ömer hakkında kantarın topuzunun kaçtığını
gösteren ifadeler kullanır. “Keşfu’l-Esrâr”ında İmamet mevzuunu ele alan Humeynî, İmamiye’nin
bu konuda ne denli haklı olduğunu ispatlamaya çalışır ve buna dair bir takım deliller zikreder.
Sonrasında sözü, kendince zikrettiği iki halifenin bu konudaki kasıtlarına getirir ve bu iki halifenin
maksatlarının ne pahasına olursa olsun hilafeti elde etmek olduğunu ifade eder. Humeynî, bu
meyanda şöyle bir itirazın getirilebileceğini söyler: “Belki de birisi çıkıp şöyle diyecektir: Kur’an
şayet açık bir şekilde imametten bahsetseydi Şeyhayn (Ebubekir ve Ömer, Ö.F.K.) buna karşı
bir tavır sergilemezlerdi. Hatta onlar karşı tavır sergileseler dahi insanlar onların bu tutumlarını
kabulle karşılamazlardı.”[10]

Muarızı tarafından gelebilecek böyle bir itirazı “Biz burada şimdi bu ikisinin Kur’an’ın açıkça
zikrettiği şeylere muhalefet ettiklerine dair bir takım deliller zikremeye kendimizi mecbur
hissediyoruz” [11] diyerek cevaplandıran el-Humeyni başlar adı verilen kitabın 131. Sahifesinden
138. Sahifesine kadar devam edegelen ve hiçbirisi hakikatı yansıtmayan tezvirat yumağı bir yığın
deliller zikretmeye. Ez cümle der sonunda ama yine hızını alamaz ve şöyle söyler: “Geride
geçenlerin tamamından ortaya çıkan odur ki; demek ki Ebubekir ve Ömer’in Kur’an’a muhalefet
etmeleri Müslümanlar katında cidden önemsenecek bir şey değildir. Müslümanlar ya bunların
taraftarları olup bunları destekleyecekler ya da Resulullah (s.a.v)’e ve kızına karşı böyle
tasarruflarda bulunan bu kişilerin karşısında olup huzurlarında bir şey söylemeye cesaret
edemeyeceklerdi.”[12]

Bu ifadelerin iki satır aşağısında “hulasa” diyerek konuyu toparlayan Humeyni bu sefer de şöyle
der: “Özetleyecek olursak, şayet bu işler Kuran’da açık bir şekilde zikredilmiş olsaydı bunlar
(Ebubekir ve Ömer) yine gittikleri yoldan vazgeçmeyecekler, bulundukları vazifelerini
bırakmayacaklardı.” [13]

 Hz. Peygamber vazifesini tam yapsaydı…

“Keşfu’l-Esrâr” ında Gadir Hum konusunu ele alan Humeyni, o vakte kadar Hz. Peygamber
(s.a.v)’in bütün hükümleri tebliğ ettiğini ve bunun da orada nazil olan “Ey Resul! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et” şeklindeki ayetin sadece imameti tayini gösterdiğini ifade ediyor. Bununla
kalıyor mu peki? Kalmıyor tabi. Devamında bir Müslümanın cüretini aşacak şu sözleri
söyleyebiliyor:

“İşte böylece, hadislerin nakli ve delillerden de anlaşılmıştır ki; İmamete davet konusunda Nebi
(s.a.v) insanlardan korkmaktaydı. Tarihi hadise ve vakıalara dönüp bakan bir kimse Nebi
(s.a.v)’in bu korkusunda haklı olduğunu görecektir.”[14] Bu satırların hemen akabinde Allah
Teâlâ’nın bu konuyla ilgili emrine karşı Hz. Peygamber (s.a.v)’in gayret sarf ettiğini ancak mevcut
durumun Cenab-ı Hak (c.c) ’ın bu emrini yerine getirmesine müsaade etmediğini
belirten Humeynî bu tavrıyla Peygamber’in korkusundan ötürü tebliğini tam yapamadığını ifade
etmekten başka neyi kastediyor olabilirdi ki?
Bu sorumuzun cevabını Humeynî’nin aynı eserinin başka bir yerinde bulabiliyoruz. Şöyle
diyor Humeynî: “Şu açık bir şey ki; Şayet Nebi (s.a.v) imamet emrini Allah’ın kendisine
emrettiği şeklin aynısıyla yerine getirseydi, bu konuda tüm gayretlerini sarf etseydi, İslam
beldelerinde bulunan bütün bu görüş ayrılıkları, buğuzlaşlamar ve savaşlar olmayacak ve
oralarda dinin usulüne ve füruuna yönelik ihtilaflar da olmayacaktı.”[15]

Görüldüğü gibi Humeynî aşikâr bir şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) ’e imameti tebliğ gibi Allah
Teâlâ’nın yüklemediği bir vazife nispet ediyor. Ardından bu vazifesini tam bir şekilde icra
etmediğini ifade ediyor. Bilahare konuyu günümüzle ilişkilendirerek bu günkü ihtilafların, görüş
ayrılıklarının ve savaşların sebebini de Allah Resülü (s.a.v) ’nün Cenab-ı Hak tarafından tebliğ
etmesi istendiği imametin tayini vazifesini kifai manada yerine getirmemesine bağlıyor.

Beklenen Mehdi’nin başaracağı ve Allah Resulü’nün başaramadığı?

Humeynî’deki Hz. Peygamber (s.a.v) hakkındaki bu serbest tutum onun bir başka eserinde de
farklı bir tezahürle çıkıyor karşımıza. “Muhtârât min Ehadîsi ve Hitâbâti’l-İmami’l-Humeynî” isimli
eserde Şiilikte bulunan “Beklenen Mehdi” inancına değinen el-Humeyni, onun geliş amacının
bütün âlemde adaleti tesis etmek olduğunu ve bunu insanlık tarihinde Hz. Peygamber de dâhil
hiçbir peygamberin başaramadığını ifade ediyor. Bu noktada da şöyle diyor Humeynî:

“Peygamberlerden her biri sadece adaleti ikame etmek için gelmiştir ve hedefi o adaleti âlemde
tatbik etmek olmuştur. Ancak bunu başaramamıştır. Adaleti tatbik etmek, beşeri manevi kirlerden
arındırmak ve ıslah etmek için gönderilen Nebilerin sonuncusu bile aynı şekilde buna
muvaffak olamamıştır. Âlemin her yanında adaleti tatbik edip kelimenin tam anlamıyla
bunu başaracak olan sadece beklenen Mehdi’dir.” [16]

Burada da gördüğümüz gibi Humeynî Allah Resulü (s.a.v) hakkındaki ihtiramsızlığını devam


ettiriyor ve geleceğine elle tutulur gözle görülür hiçbir delilin bulunmadığı “Beklenen Mehdi”yi
Kâinatın sultanına tafdil ediyor. Gulüv ve ifratın bu denlisine bir başkasında zor rastladığımız bu
garip tutum da Humeynî’nin maskesini düşürüp gerçek yüzünü ortaya koyan bir emare olarak
gözümüze çarpıyor.

Kur’an’ın tahrif edildiği inancı

Humeynî’nin farklı eserleri incelendiğinde Kur’an-ı Kerim’den bahsettiği yerlerde “onun tahrif
edilen bir kitap olduğu ve bu konudaki mesuliyeti de sahabenin taşıdığı” inancı görülmektedir.
Kur’an’ın tahrif edildiği, asıl mushafın 17.000 (On yedi bin) ayeti ihtiva ettiği, Kuran’da Bakara
süresinden daha mufassal bir “Velâye” süresinin bulunduğu gibi inançların Şia’ya ait olduğunu
biliyoruz. “Tabersî’ye ait “Faslu’l-Hitâb fî isbâti tahrifi kitâbi Rabbi’l-Erbâb” isimli eser bu akidenin
mevcudiyetini fazlasıyla ispatlar mahiyettedir.[17]

Kur’an- Kerim üzerine yazdıklarıyla imamet akidesi arasındaki ilintiyi kurmak adına yapmadığı
zorlama tevil kalmayanHumeynî, yine “Keşfu’l-Esrar”ında şöyle der: “Şayet imametin Kuran’da
sabit kılınması tamam olmuş olsaydı İslam ve Kur’an kavramlarıyla dünyevi garaz ve riyasetten
başka bir şey kastetmeyen bunlar (sahabe), Kurandan bir bölümü, şüpheli maksatlarını
yerine getirmek için vesile edineceklerdi. Bu sayfaları Kuran’dan silecekler, Kur’an’ı ebediyen
âlemlerin gözünden düşüreceklerdi. Müslümanlara ve Kur’an’a ebediyen sürecek büyük bir ar
getirecekler ve Müslümanların Yahudi ve Hristiyanları kınadıkları ayıbı Kur’an’ için de ispat
edeceklerdi.”[18]
Bu satırlarıyla okuyanlarının zihinlerinde Kuran hakkında “acaba” istifhamlarının oluşması için
gayret sarf ettiğini açık bir şekilde hissettiğimiz Humeynî, bu hislerimizi yalancı çıkarmaz
ve “Tahriru’l-Vesile” sinde eteklerindekileri biraz daha döker. Konu “Mescidin boş bırakılmasının
mekruh olduğudur.” Bu baptaki Humeynî’nin sözleri de şunlar: “Boş bırakılan mescidin Allah
Teâlâ’ya şikâyette bulunacak üç şeyden biri olduğu rivayetlerle nakledilmiştir. Bu, Allah Teâlâ’ya
şikâyette bulunacağı ifade edilen üç şey hakkındaki rivayetin bizzat kendisidir. Onlardan biri de
Mushaf’tır ki o “Beni tahrif ettiler” diyecek.” [19]

Rivayet olarak yer verdiği bu ifadelerinde Mushaf’la tahrif ifadelerini yan yana kullanmakta hiçbir
beis görmeyen Humeynîbu yakıştırmayı “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillah” isimli eserin de de ilahi
kitaplar üzerinde yapılan tahriften bahsettiği kısımda bu kitaplar arasında “Kur’an-ı Şerif” i de
zikrederek farklı bir şekilde yineler. [20]

“Vasiyye” sinde de şunları söyler Humeynî: “Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve âlihî ve Sellem’in


iki emaneti (Kuran ve ehl-i beyt Ö.F.K) azgınların zulmünün bütün İslam ümmetine belki bütün
beşeriyete yapılmış bir zulüm olduğunu söylemek gerekir. (…) Bu ilahi emanet Kuran ve Resul-i
Ekrem’in bıraktığının (ehl-i beytin Ö.F.K) başına gelen üzücü felaketlere kan ağlansa
yeridir.” [21] Görüldüğü gibi burada da Humeynî, Kur’an’ın başına gelen felaketlerden
bahsediyor? Humeynî’ ye göre “Mushaf’ın bizatihi kendisinin başına gelen şey ne olabilir acaba?”
diye sorduğumuzda yukarıdaki alıntılarda cevabımızı bulabileceğimizi sanıyorum.

Hz. Ali ve Fatıma (r.anhuma) hakkında aşırılık

Humeynî her bir Şii gibi Hz. Ali ve Fatıma konusunda aşırıya kaçan ve onların insanlar katındaki
menzilesini çok daha fazla yüksek tutmak için hiçbir delili ve mesnedi olmayan ifadeler
kullanmaktadır. Şunlar, Hz. Ali hakkında söylediklerinden sadece bir tanesi:
“Şayet Ali Aleyhisselam Nebi Sallallahu Aleyhi ve alihi’den önce ortaya çıkacak olsaydı kesinlikle
gönderilen bir Peygamber olacak ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Alihi Şeriatı nasıl izhar ettiyse o da
izhar edecekti. Bu da bu ikisinin ruhaniyette, maddi ve manevi makamlarda bir olmasından
kaynaklanmaktadır.” [22] Bu ifadelerde de Humeynî, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Peygamber (s.a.v)
arasındaki ruhaniyet, maddi ve manevi makamlardaki birlikten söz edebiliyor. İşte bu tavır,
herkesi menzilesine yerleştirme itidalini bırakıp, “çok daha yüceltmem lazım” anlayışıyla hareket
etmenin ve bu vesileyle ifrata kaçmanın adıdır.

Hz. Fatıma ile ilgili de; normal bir kadın olmadığını ruhani ve melekûti bir kadın olduğunu,
hakikatinde ilâhi ceberûtî olup insan ve kadın suretinde varlığa büründüğünü, bütün
peygamberlerin hasletleriyle süslendiğini ve erkek olması durumunda Peygamber olacağını ve
Resulüllah (s.a.v)’in makamında olacağını belirtmektedir.[23]

Mushaf-ı Fatıma inancı

Şiilikte Mushaf-ı Fatıma diye bir inanç vardır. Bu inancın temeli Küleynî’nin “el-Kâfî”sindeki şu
olaya dayanmaktadır: “Allah Nebi (s.a.v)’in ruhunu kabzedince Hz. Fatıma (Radıyallahu Anha)
Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin bilemeyeceği derecede üzüldü. Allah (Azze ve Celle)’ da ona
kendisini teselli edip onunla konuşacak bir melek gönderdi. Bu durumu Hz. Ali’ye şikâyet
eden Hz. Fatıma’ya Hz. Ali “Bunu bir daha hissettiğinde ve bu sesi duyduğunda bana haber
ver”dedi. Bu hadise bir daha tekerrür edip ona haber verdiğinde Hz. Ali eşi Fatıma’dan o anda
duyduğu her şeyi yazdı. Ve böylece Fatıma’nın mushafını oluşturdu.”[24]
Bu sapkın itikada inanan Şiiler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Hz. Fatıma’ya da vahiy
geldiğine ve bunun da müstakil bir mushafı

teşkil  ettiğine inanmakta ve bu vesileyle


bir kısım Şii’ler bu günkü elimizde mevcut olan Kur’an’ın eksik olduğuna
inanmaktadırlar. Humeynî’de “Keşfu’l-Esrâr”ında Hz. Fatıma’ya geldiği iddia edilen bu meleğin
gerçekten geldiğini ve bunun Kur’an’ın vaz etttiği akideye de zıt olmadığını söylemektedir.
[25]Bizler onun bahsi geçen kitapta gerekçe olarak öne sürdüğü görüşlerin tahlilini yapacak
değiliz. Zira böyle bir ameliye, bu makalenin hem maksadını hem de hacmini aşar. İlmi olan
arkadaşlarımız bahsi geçen yere bakarak beyan edilen gerekçelerin zafiyeti ve tutarsızlığını rahat
bir şekilde ortaya çıkarabilirler zaten.

Sonuç yerine

İslam tarihi ba husus yakın tarih çerçevesinde incelendiğinde her dönem bir takım maksatlı ellerin
bilinçsiz toplumları rahatlıkla yönlendirdiği görülecektir. Bu, haddi zatında bir aldatma faaliyetidir.
Vadiyi boş bırakan Âlem-i İslam’ın başına tilkilerin vali olarak tayin edilme faaliyeti. Humeynî’de
bu bahsini yaptığımız faaliyetlerin bir neticesidir. İslam’ın omurgası mesabesinde olan ehl-i
sünnet itikadını çökertme ve Müslüman toplumları Şiileştirme adına şaşkın balıklar için misinanın
ucuna konulan tehlikeli bir av örümceğidir de diyebiliriz.

Göz boyama için yaptırdıkları ihtilalle de yıllardır zaferi bekleyen Müslümanlara yine
düşman eli ve müsaadesiyle kavuşulan bir başarının mukavvadan kahramanıdır
Humeynî. Bu yazı onun sadece ne denli tehlikeli akideleri bünyesinde barındıran bir şahsiyet
olduğunu nebzeten de olsa ortaya koymayı hedef alan bir yazıdır. Bu yazı Üstad Necip Fazıl’ın
şu mısraının hedef olarak tayin ettiği amaca hizmet için kaleme alınmıştır:

Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan

Ömer Faruk Korkmaz

Dipnotlar:
[1] Silsiletu’l-Fikr ve’n-Nehci’l-Humeynî, “el-Kur’an, fî Kelami’l-İmam el-Humeynî, s. 84, Merkezu’l-
İmami’l-Humeynî es-Sekafi, b. ve trh: Yok
[2] Kur’an, Furkan, 70
[3] Ayetullah Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, s.511, Daru’t-Teâruf
[4] Humeynî, “a.g.e.”, a.y.
[5] Humeynî, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyyetu’l-İlâhiyye”, s.27
[6] Küleynî, “el-Kâfi mine’l-Usul”, Kitabu’l-İman ve’l-Küfr, Babun fî kılleti adedi’l-Mü’minîn, II/244
[7] Humeyni, “el-Mekasibu’l-Muharreme”, I/ 250, Müessesetu İsmailiyan
[8] Humeyni, “a.g.e.”, I/251
[9] Humeynî, “Kitabu’t-Tahare”, III/457, Müessesetu Âsâri’l-İmami’l-Humeyni
[10] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131, Dâru Ammar, Amman, 1987, B.I
[11] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, a.y.
[12] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 138
[13] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 137
[14] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 150
[15] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 155
[16] Ayetullah Humeyni, “Muhtârât min Ehadîsi ve Hitâbâti’l-İmami’l-Humeynî” II/42
[17] Ayrıca, İhsan İlâhî Zahîr’in “eş-Şî’a ve ve’l-Kur’an” isimli eseri de bu konuda kâfi ve vâfî
delilleri haizdir. Mektebetu Beyti’l-islam, Riyat, 2008, B.I
[18] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131
[19] Humeynî, “Tahriru’l-Vesile”, I/152
[20] Humeynî, “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillâh” s. 50, Daru’l-Hucceti’l-Beydâ, Daru Mektebeti’r-
Resûli’l-Ekrem
[21] Humeyni, “Vasiyye”, 68
[22] Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, Daru’t-Teâruf s. 153
[23] Muhammed Fadıl el-Mes’ûdî, “el-Esrâru’l-Fâtımiyye”, s. 354-5
[24] Küleynî, “el-Kâfi”, Kitabu’l-Hücce”, Babu zikri’s-sahîfe”, I/239,40-41
[25] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 145-47

You might also like