Professional Documents
Culture Documents
ALAIN TOURAINE
Bugünün Dünyasını
Anlamak İçin
Yeni Bir Paradigma
Fransızcadan çeviren
Olcay Kunal
Yap› Kredi Yay›nlar› - 2577
Cogito - 160
Birinci Kısım
KENDİMİZDEN TOPLUMSAL BAKIMDAN
SÖZ EDERKEN
I. BÖLÜM. – Kopuş • 21
9/11 • 21
Korku • 25
Gerileyen Bir Dünya • 26
Anlam Nerede? • 28
İkinci Kısım
KENDİMİZDEN KÜLTÜREL BAKIMDAN
SÖZ ETTİĞİMİZ BUGÜN
Kaynakça • 291
GİRİŞ
II
III
IV
Paris-Île d’Yeu-Sassello
Birinci Kısım
KENDİMİZDEN TOPLUMSAL
BAKIMDAN SÖZ EDERKEN
I. BÖLÜM
Kopuş
9/11
Korku
Anlam Nerede?
Küreselleşme
Toplumların Kırılması
Başkadünyacılık
Toplumdan Savaşa
III. BÖLÜM
AB ve ABD
Avrupa Devleti
Avrupa’nın Güçsüzlüğü
Toplumların Sonu
de. Toplumsal yaşamın kendi kendisinin ereği olduğu, iyi ile kö-
tünün başlıca ölçüm aracını toplumun bütünleşmesi, işleyişinin
ussallığı ve değişimlere ayak uydurma becerisi gibi unsurların
oluşturduğu fikri, bu iki ardışık toplum türünü birleştirerek dört
yüzyıldan uzun bir süre boyunca kendini benimsetti. Sapkınlık
ve suç, toplumsal düzeni tehdit eden şeyler olarak tanımlandı
ve ailede eğitim ya da okul eğitimi toplumsallaşma olarak ad-
landırıldı. Bunlar herkesçe biliniyor, ama burada hatırlatmakta
yarar var; çünkü öne sürdüğümüz şeyin merkezinde deneyimi-
mizin “toplumsal” gösteriminin sonunu yaşamakta olduğumuz
fikri var. Yüzyıllar önce toplumsal yaşamın dinsel temsiline ve
düzenlenimine son vermiş olan kopuş kadar büyük bir kopuş.
Böylesi geniş bir tarihsel bütünün bu şekilde tanımlanması-
na iki yönden karşı çıkılabilir. Birincisi, devlet ve toplum olarak
kendilerini oluşturan ülkelerin ayrıca iki ana etkinliği vardır: dış
ticaret ve savaş. Avrupalı, doğuya ve batıya doğru büyük sefer-
ler yapan adam olmuştur, ayrıca metropole çeşitli zenginlikleri
getirmekle yükümlü geniş imparatorluklar yaratmıştır. Bununla
birlikte Portekiz ve İspanyol imparatorlukları burada sunulan
türden toplumlar oluşturamamış, oysa Fernand Braudel’in öğ-
retisine göre, Hollanda ve İngiltere gibi ülkeler seferleri ve fetih-
leri, altından ve gümüşten makine, bilgi ve yasaları çıkartmayı
bilen toplumlara çok çabuk dönüştürmüştür. Avrupa ülkelerin-
de temel bir yer tutan diğer etkinlik savaş olmuştur ve her ne
kadar savaş, silah fabrikalarında gördüğümüz gibi bir üretimi
ussallaştırma etkeni olsa da, Avrupa’da hegemonya kurmak için
büyük devletler arasındaki mücadeleler ile az ya da çok uzun
ve az ya da çok yıkıcı sonuçlara yol açmış çatışmalar devletle-
rin kaynaklarının önemli bir bölümünü kullanmıştır. Bu karşı
çıkış, Avrupa savaşları varlığını ve ağır maliyetini sürdürdükçe
yanıtsız kalmaya mahkûmdur. Ama bu askeri tarihin, hüküm-
darların ve askerlerin tarihinin ardında başka bir toplum türü-
nün, kentsoyluların ve esnafların, kamu yöneticilerinin ve özel
yöneticilerinin toplum türünün –ki bu aynı zamanda bilginin
yaratıldığı ve büyük kitlelere yayıldığı toplum türüdür– nasıl
oluştuğunu ortaya koyan Max Weber’i ve modern tarihçilerin
büyük bölümünü takip etmek gerekir.
70 Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma
* To have sahip olmak, have not ise sahip olmamak anlamına gelir. (ed. n.)
Toplumların Sonu 73
Toplum ve Modernlik
sal bakımdan elde ettiği başarılara bağlı olarak istisnai bir önem
kazanmış olsa da, tek gelişme şekli olmadığı dikkate alınacak
olursa, bu karşıtlığın hatırlatılması daha da büyük önem kaza-
nır. Batı modeli uç noktada bir seçime dayanmıştır. Diğer tüm
modeller geçmiş ile şimdiyi birleştirmekte, evrenselci başvuru-
lar ile yörecilikleri bağdaştırmaktadır. Hatta belli bir topluluk
yaşamı düzeyini korumak için gelişmenin reddedildiği durum-
lar bile mevcuttur. Bu düşünüşün sonuna kadar gidip değişik
modernleşme türlerinin 1) modernliğe başvuruları, 2) Batılı top-
lum modeline başvuruları ve 3) bir mirasa ya da bir topluluk ül-
küsüne yönelik çok değişik başvuru biçimlerini bağdaştırdığını
söylemek gerek.
Batı toplumları, bir uçta hem sistemli hem de yararcı olan
bir görüş ile diğer uçta birtakım evrenselci ilkelere başvuru ara-
sındaki bir çatışmayla sürekli çalkalanmaktadır. Diğer toplum-
lar, bu iki kutuptan hiçbirine yönelmiyorlarsa, bunun nedeni bir
türlü kopamadıkları geçmişe –ya da otoriter bir biçimde unuttu-
rulmayan geçmişlerine– doğru sürükleniyor olmalarıdır. Oysa
geçmişten kopmak için, ya Batı’nın toplum anlayışına başvura-
bilirler –o zaman da toplumbilimciliği besleme tehlikesi ortaya
çıkar– ya da yenilenmiş topluluk değerlerini savunabilirler.
Birçokları, tutkuların daha belirgin olduğu toplumların,
yani Max Weber’in kavramlarıyla, karizmatik otoritenin yasal
ussal otoriteye üstün geldiği toplumların tersine, Batı toplumu-
nu yararcılıkla, dolayısıyla da çıkarların tutkulara galip gelme-
siyle tanımlamaya kalkışmıştır. Bu yaklaşım bir gerçek payı ta-
şır elbette, çünkü temel rolü davranış farklılıklarına verir. Oysa
toplumun, yani Avrupa modernleşme modelinin ilkesi her şeyi,
gerek tutkuları, gerekse çıkarları, toplumun işleyişine bağla-
maktır. Toplumun işleyişi ise toplumsal çatışmalardan oluşur ve
toplumsal çatışmalarda daha çok çıkar baskın rolü oynar. Ancak
düş gücünü işin içine sokan ve aşağılık kavramının büründüğü
biçimleri birtakım öznelliklere dönüştüren fetih ve modernleş-
me düşüncesi de önemli yer tutar, öyle ki, patlak veren birtakım
tutkuların temelinde, kadınlarda ya da sömürgelerde olduğu
gibi, birtakım özgürleşme tasarılarının hazırlanmasını sağlar.
Hatta çıkar ve tutku karşıtlığı, aktörler arasında belirgin bir pay-
76 Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma
Temsil Bunalımı
Elveda Toplum
Üzerimizdeki Savaş
Sonuç
V. BÖLÜM
Kendine Dönüş
nün her türlü temel tarihsel ilkesinin yok olup gittiğini kesin
olarak bildirmek anlamına gelir. Bu düşünsel duruş öylesine
genel ve öylesine kökten sonuçlar doğurur ki, bunu benimse-
yenlere, üzerinde fikir birliğine vardıkları neredeyse sınırsız
birtakım kavramsallaştırma olanaklarının bilincini, aynı za-
manda da karşı karşıya kaldıkları kuramsal ve uygulamaya
yönelik büyük düzensizlik risklerini getirir. Ben bu düşünsel
yaklaşımdan, ne kadar önemli ve ne kadar verimli olursa olsun,
hep uzak kaldım.
Modernlik Nedir?
Modernliğin Zaferi
Kurtarıcı Bireycilik
Toplumsal Belirlenimcilikler
aşırıya varan bir istek, öldürme isteğinin ilerisine giden bir aşa-
ğılama, değersizleştirme öfkesi vardır. Çok uzun zaman boyun-
ca bir kiliseden geçmeden bir Tanrı’ya yaklaşamadık. Bugün ah-
lak felsefeleri, bütünüyle kendi haline bırakılmış ya da çökmüş
kiliselerden geçmiyor artık. İnançlı olalım ya da olmayalım, kö-
tülüğün var olduğu bilinciyle anlıyoruz özneye başvuruyu.
XX. yüzyılın başında, insanoğlunun toplumsal olandan ay-
rılamaz bir varlık olarak, tehlikeleri ve yanılsamaları, tanrıları
ve iblisleri kovacağına inanıyorduk. XXI. yüzyıla girdiğimizde,
insanoğlunun dünyasının aynı zamanda hem insanlıkdışı ola-
nın hem de insanüstü olanın istilası altında olduğunu anlıyo-
ruz. Toplumsal olan, artık insanoğlunun tek anlatımı değil. Bu
kitapta konu edilen de işte toplumsal olanın ve insani olanın bu
gerilemesi, dolayısıyla da totalitarizmin ve terörizmin sınırsız
uzamında, dahası benim özne dediğim ve çok çeşitli biçimleri
bulunan insan yaşamında insanlıkdışı olanın gelişmesidir.
Öznenin Uyanışı
İkinci Kısım
KENDİMİZDEN KÜLTÜREL
BAKIMDAN SÖZ ETTİĞİMİZ
BUGÜN
145
I. BÖLÜM
Özne
Özne ve Kimlik
başkaldırı varsa vardır özne; öfke ile umut arasında gidip gelen
bir başkaldırı.
Yine de bireyin kendisi kavramını özneden ayıran şey,
bu tanımlamalara indirgenemez. Ayrıca kabul etmeliyim, self
fikri öylesine geniş bir yer edindi ki, burada kullandığım biçi-
miyle özne fikrine pek yer kalmamış gibi görünüyor. Anthony
Giddens’ın doksanlı yıllardan bu yana aynı şeyi söyleyenlerin
birçoğundan daha önce ve daha geniş bir biçimde çözümlediği
self identity arayışı içinde giderek daha çok sürüklenir olduk.
Bu çözümlemeye uygulanan ve çözümlemeyi benim de, bireyin
bize her yönden sunulan gösterimlerine yabancı kalarak iler-
lediğimi düşündüğüm bir yöne taşıyan işte bu kendi üzerinde
düşünme fikridir. Kendinin varoluşu, kendi üzerinde düşün-
me, gerçeklik ve öz, sevgi ve bağlılık, bütün bu sözcükler bir
bedenin, solumanın ya da hareketin varoluşuyla başlayan bir
kendi kendinin varoluşuna gönderir bizi. Kendi kendinin va-
roluşuna yönelik bu bireycilik, Anthony Giddens’ın ikna edici
biçimde desteklediği gibi, son derece moderndir, çünkü olabil-
diğince bütüncül bir biçimde toplumsal rollerden kopuşu içer-
mektedir. Toplum dünyasında bireyden kendine dönük aktör
dünyasına geçiş üzerinde duran bu geniş fikir akımına ben de
katılıyorum.
Yine de özneden söz ettiğimde, Anthony Giddens ve diğer
birçoklarının sunduğundan çok uzak bir gerçekliği dile geti-
riyorum. İki farklılık gözüme çarpıyor ilk bakışta: İlki, benim
özneyi kişisiz tüketim dünyasına ya da şiddet ve savaş dünya-
sına direnişinde tanımlıyor olmam. Bir durumdan diğerine, bir
uyarandan diğerine geçip duruyoruz, sürekli biçimde bütünden
kopuğuz, bölünüyoruz ve baştan çıkarılıyoruz. Kendi durum-
larımızın, tepkilerimizin, duygularımızın ve düşüncelerimizin
oluşturduğu hengame içinde kayboluyoruz. Özne kendi kendi-
ne bir geri başvurudur, sıradan yaşamın akıntısına karşı bir ken-
dine geri dönüş istenci. Özne fikri, bende önceki toplumlardaki
sınıf bilinci ya da ulus bilinci çatışması gibi bir toplumsal çatış-
mayı çağrıştırır, ama her tür dışsallaşmadan yoksun, bütünüy-
le kendine dönük –bununla birlikte her zaman derinlemesine
çatışmacı olmayı sürdüren– farklı bir içerikle. Zaten bu yüzden
Özne 147
Öznenin Kaynakları
Toplumbilimin Savunusu
Bireysel Özne
Haklar
Öznenin Yadsınması
Bitişik Not
hiçbir iletişimi yoktur, yalnızca ince bir katman onu kaplar, ama
kumul gömülü nesneye ilişkin hiçbir işaret vermez–, özne de
benin ve ben durumlarının sıradanlığıyla örtünmüş görünür.
Bu, öznenin tanınmayan bir varlıkmış gibi yaşamlarımızda
varlığının görünmüyor olması durumunu açıklardı belki. Ama
gerçek durum bütünüyle farklıdır. Öznenin bilinç dünyasında
varlığı görünmez, ama bir iz bırakır elbette. Bu, basit bir örnek-
le, vicdan rahatsızlığına ya da olması gerektiği gibi davranma-
mış olma, bir acı karşısında gözlerini kapatmış olma ya da bir
şikâyeti veya bir çağrıyı duymamak için kulaklarını tıkamış
olma endişesine düşmek olabilir. Bu noktada, özne, bilinçaltı ile
bilinçlenme öncesi arasında kötü çizilmiş sınırda durur. Ama
bilinçaltına gömüldüğünde, bilince ancak kendi kendine çıka-
bilir. Böyle bir durumda, taşıyıcısının sorguya çekilmesi, suç-
lanması, onun bilinçsizliğine bir bilincin karşıt gelmesi gerekir.
Çoğunlukla durumun kendisi yıkar bilincin sıradanlığını ve bi-
linçlenme öncesinin uyuşukluğunu. Örneğin, bir düşün ya da
bir görünüşün bastırılması ve dökülen kan, birdenbire yaşanmış
olanın bilincini fazlasıyla aşan birtakım çıkar ve tutkuların işin
içine karıştığını ortaya çıkartır. Aslında çoğu zaman donmuş bir
gölün buzu üzerinde yürüyor olma, buzun daha az kalın oldu-
ğu öngörülemez bir yerinden kırılacağı korkusuyla soğuk suya
batıyor olma izlenimine kapılırız.
Deneyimin bu hassaslığı birçoklarınca bir dinsel duygu
biçiminde hissedilir; tıpkı yaşadığı şey olmadığını, kendisinde
inancın varlığını ve yokluğunu hisseden birinde olduğu gibi.
Aynı hassaslığı, yaşamı tehdit altında olan ve kendisine en sağ-
lam görünen şeye, yani kendine sırtını dayamak isteyen sivil ya
da askeri mücadeleci de hisseder.
Çözümlemeci, aktörün içine gömülü olan öznenin ortaya
çıkmasını sağlayabilir mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek is-
tiyorum, çünkü bunun deneyimini yaşadım. Zaten otuz yıldır
hazırlanan ve uygulanan, ilk kez Ses ve Bakış adlı kitabımda
(1978) sunulan toplumbilimsel müdahale yöntemi araştırmacı-
nın müdahalesiyle bireyin ya da grupların içindeki özneyi bul-
maya yönelik bu istekle tanımlanmıştır tam olarak. Araştırmacı,
incelediği ve ortak bir eyleme girişmiş aktörler grubu olarak
174 Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma
Komşuluk
Özne ve Din
Özne ve Okul
Karşı-Özne
yiz? Evet, ötenazi bir hak olarak tanınmalı, ayrıca kendini isteme
ediminden aciz hissedenin isteğine hiçbir şeyin karışmamasını
sağlamak için bu konuda tüm önlemler de alınmalı. Aslında bu
“özel” konular, “kamu” yaşamını altüst eden savaş, fetih, şiddet,
sürgün –ama aynı zamanda da kurtuluş– gibi sorunlarla tepe-
den tırnağa aynı yapıdadır.
II. BÖLÜM
Kültürel Haklar
Bu noktada söz konusu olan, diğerleri gibi olma hakkı değil, baş-
ka olma hakkıdır. Kültürel haklar yalnızca bir mirasın ya da çe-
şitli toplumsal uygulamaların çeşitliliğinin korunmasına dayan-
maz; Aydınlanma’nın ve siyasal demokrasinin soyut evrenselci-
liğine karşı herkesin bireysel ya da ortak olarak birtakım yaşam
koşulları kurabileceği ve toplumsal yaşamı, genel modernleşme
ilkeleri ile özel “kimlikleri” kendi anlayışınca bağdaştırarak dö-
nüştürebileceği olgusunu da tanımaya zorlar.
Bu konuda sıklıkla farklılık hakkından söz edilir. Ama bu
ifade o kadar eksiktir ki, sonunda tehlikeli bir hal alır. Gerçekte
söz konusu olan, kültürel bir farklılığı giderek küreselleşen bir
ekonomik sisteme katılım ile bağdaştırma hakkıdır. Bu, moder-
nliğin bütün toplumsal aktörlerin üzerine kurulduğu fikrini de,
tek bir kültürün modernliğin gereklerine yanıt verebileceği fik-
rini de dışlar.
Kültürel hakların diğer haklardan daha güçlü bir harekete
geçirme becerisine sahip olmalarının nedeni, daha somut olma-
ları ve her zaman özel bir gruba, neredeyse bir azınlığa yöne-
lik olmalarıdır. Zaten bu yüzden, bu hakların talep edilmesi,
bütün yöreciliklerin karşı karşıya kaldığı büyük tehlikeleri de
beraberinde getirir. Kısacası, “birlikte yaşama” ilkesi bile teh-
dit altına girer. Bundan başka, kültürel haklar fikri yurttaşlık
fikrine doğrudan doğruya karşıtmış gibi görünür. Bu düşünüş
yeni değildir. Toplumsal hakların tanınması konusunda da dile
getirilmiştir, çünkü toplumsal haklar da, ücretli çalışanların ta-
mamı gibi bazen çok geniş olabilen, bazen de kömür işçilerinde,
liman işçilerinde ya da fırın işçilerinde olduğu gibi çok kısıtlı
olabilen özel kategorilere dayanmaktadır. Hatta toplumsal hak-
lara başvuru çoğu kez loncacılığı ve mesleki çıkar savunusunu
beslemiştir. Daha genel ve daha dramatik olanı ise, toplumsal
haklara bu başvurunun daha çok, birçoğu en kusursuz demok-
rasinin emekçi sınıfının diktatörlüğü olduğunu ve siyasal hak-
ların yalnızca sermayeyle, yani başkasının çalışmasıyla değil
kendi çalışmasıyla yaşayanlara verilmesi gerektiğini söyleyecek
kadar ileri giden birtakım sınıf örgütleri tarafından ortaya atıl-
mış olmasıdır. Bu düşünce ve eylem mantığı, bir yüzyıl boyun-
ca işçi hareketinin büyük bir bölümüne egemen oldu, bu arada
Kültürel Haklar 207
likle her tür aşkın ilkenin yerine kendisini koyan, kendini aynı
zamanda hem mücadelesinin amacı hem de kendine güç veren
kaynak olarak gösteren kişinin bir oluşu ve bireyleşmesi konusu
arasındaki bağ işte bu noktada kurulur. Gördüğümüz şey, ça-
tışma alanlarının yer değiştirmesi değil bütünleşmesidir, hem
de özel birtakım savaşımlar adına değil benin kendisi adına, çe-
şitli toplumsal hareketler birbirleriyle bağdaşıp birbirleri içinde
bütünleşene kadar, bir yanda toplumsal ve kültürel talepler ile
diğer yanda doğal diyebileceğimiz, yani şiddet, savaş, pazarın
hareketleri vb. gibi toplumsal olmayan birtakım güçler arasın-
da, merkezde kalan bir savaşıma bilinçli olarak girene kadar.
Birden çok egemenlik biçiminin bireyin, eylem kategorileri-
nin, bedeninin bilincinin vb. içine girmesi, öznenin kesin olarak
ortaya konmasına denk düşer. Bu iki eğilim, aynı zamanda hem
birbirine karşıttır hem de birbirine bağlı. Özne fikrini sürekli
dayandığı toplumsal ve siyasal çatışmalardan ayırdığımızda,
özne zayıflar ve ahlakçıya dönüşme tehlikesiyle karşı karşı-
ya kalır. M. Foucault’nun Surveiller et punir’de (Gözetlemek ve
Cezalandırmak) önerdiği yaklaşım, ancak kendini özne olarak
bilmeye dayanabilecek direniş fikriyle tamamlanmalı ve hiçbir
zaman söz konusu çatışmaların varlığını unutmamalıdır.
Aynı şekilde, nasıl işçi hareketine değinmeden kapitalist
egemenlik biçiminden söz edemezsek, erkek egemenlik biçi-
minden söz edeceksek, feminizmin önemini de görmezden ge-
lemeyiz.
Her gün kullandığımız türden sözcüklerle söyleyelim: En
alttakiler, en yoksun durumda olanlar başta olmak üzere herke-
sin bizden istediği, kendisine saygı duyulmasıdır, aşağılanma-
maktır, hatta biraz da cesurca, kendisinin dinlenmesidir ve tabii
duyulmasıdır.
Kültürel haklar fikrini toplulukçu bir anlayıştan ayırmak
için en basit sözcüklere dönmek gerekli bir iştir. Dinsel yaşam
hakkı bir grubun dinini uygulama hakkı değildir yalnızca;
aynı zamanda her bireyin din değiştirme –ve şu ya da bu kili-
senin sapkın dediği şu ya da bu görüşü dile getirme– hakkıdır.
Kuşkusuz, ortak olmayan hak yoktur. Sözgelimi, işinde toplu
sözleşme aracılığıyla korunma hakkı da, dinsel türde bir grup
Kültürel Haklar 209
kurma hakkı da elbette ortak bir haktır. Ama her bireye uy-
gulanır, böylelikle de birey, bir sendikadan, bir kiliseden ya da
bir ortaklıktan çekilme kararı aldığında mahkemelerde, kamu-
oyunda korunmuş olur. Her hakkın böyle bir bireysel niteliği
olmasaydı, kimi gruplara yönelik hoşgörüyü kültürel haklara
dönüştürmek mümkün olamazdı. Yasa da şu ya da bu kilisenin
bir inananı olmak istemeyen ve ondan ayrılıp başka bir kiliseye
katılmak isteyen kişiyi koruyabildiği ölçüde tanımalıdır ibadet
özgürlüğünü.
İncil’in söylediği gibi “eski tuluma”, yani daha somut olarak söy-
leyecek olursak, işçi hareketinden ve özellikle devrimci eğilim-
lerinden miras kalan bir ideolojinin ve eylem biçimlerinin içine
konduğu için kaybolduğudur. Hatta feminist hareket örneğinde
hareket, kapitalizm karşıtı ya da daha genel olarak emperyalizm
karşıtı bir eylemin “cephesi” gibi görülmüştür bir an. Fransa’da
1976’daki uzun öğrenci grevinin başarısızlığı aynı hataya, bir işçi
söylemi ile öğrencilerin gerçek sorunları arasındaki mevcut me-
safenin görülememesine dayanır.
Daha 1968’de Fransa’daki Mayıs hareketinin benzer bir yo-
rumunu vermiştim. Öğrencilerden ve gençlerden çıkıp yayılan
başlıca esini bütünüyle yeniydi ve kültür onunla birlikte siyasal
alana girmişti. Ama bu yeni deneyim, özellikle üniversitelerde,
ölü sözü diri eyleme yeğ tutan Marksçı devrimci boş sözler al-
tında boğuluverdi.
Peki bu hareketlerin yeniliği nedir? Daha sonra, denetimsiz
teknik ve ekonomik güçler ile her birimizin öznelliğinin oluşma-
sına katkıda bulunan türlerin ve kültürlerin, yerel etkinliklerin
ve dillerin çeşitliliği arasındaki çelişkiyi açığa çıkartarak, birçok
ülkede başkadünyacı bir hareketin, onunla birlikte başka birçok
siyasal çevre hareketinin yaratılmasını esinleyen de aynı yeni-
liktir. Daha genel olarak söylersek, bütün bu hareketlerin yaptı-
ğı, öznelliğin ve aktörün kendine olan saygısının yadsınmasına
başkaldırmaktır. Sözgelimi kadınlar, pazarın kuralları dışında
hiçbir kısıtlama olmaksızın cinsel nesneler olarak kullanılmaya
karşı bu şekilde başkaldırmışlardır. Buna bağlı başka bir konu da
bütün yolların New York’a – artık Roma’ya değil – çıktığını söyle-
yen gelişmeci ilerlemeciliğe karşı kültürel çeşitliliğin, dolayısıyla
da azınlıkların tanınması konusudur. Azınlıkları içine alan temel
çatışmanın küreselleşmeyi öznelliklere ve öznelliklerin de teme-
linde bir özne olma isteğine, yani kendine başlıca hedef olarak
çok çeşitli deneyimleri, dıştan gelen baskılara ve baştan çıkarma-
lara direnen bir kendi olma bilincinin birliği içinde bütünleştir-
me hedefini verme istencine karşıt getirdiğini söyleyebiliriz.
Modernleşmeler
Cinsel Haklar
Melezleş(tir)menin Sınırları
“Türban” Hakkında
Topluluklar ve Toplulukçuluklar
Laiklik
Kültürlerarası İletişim
kinin aynısı bir modernlikle ilişki kuran birini değil, aynı za-
manda tarihi benimkinden bütünüyle kopuk olmayan birini de
görme zorunluluğundan başka bir şey olamaz.
Hepimiz aynı dünyanın yurttaşları değiliz, çünkü dünya
herkesin haklarını ve ödevlerini tanımlayan kurumsal ve siyasal
bir bütünlük değil. Buna karşılık, hepimizde temelde kendimiz-
le ve ötekilerle olan ilişkimizden kaynaklanan birtakım kültürel
haklar var. Aktörlere yaşam verenin, kurumlarıyla, normlarıyla,
egemenlik ve denetim biçimleriyle toplum olduğu tarihsel bir
dönem yaşadık – o dönemde aktörler toplumsal aktör olarak
tanımlanıyordu zaten. Son yıllarda ise giderek daha yoğun bir
biçimde tam tersi bir duruma doğru kaydığımızı hissettik, ölüm
güçlerine karşı koyma ve onları yenme becerimizi belirleyen
şey, kendi kendimizi yaratıyor olmaktı. Bu arada toplumsal alan
birbirine karşıt ve toplumsal yaşama yabancı güçlerin bir buluş-
ma, çatışma ya da ateşkes yerine dönüştü artık. Bir yanda paza-
ra, savaşa ve yaşamın tüm unsurlarının yok olmasına bağlı olan
güçler, öte yanda toplumsal olmayan bir düzene ya da arzunun
itkisine değil, bireyin kendisini ve bizi varoluşumuzun özneleri
olarak, özgürlüğümüzün aktörleri olarak kesinlemesine dayalı
güçler.
Bu durumda, çözümlemenin ana konusu toplum olmaktan
çıkar. Yalnızca aidiyetleriyle ve toplumsal bağlarla değil, aynı
zamanda kültürel haklarla da tanımlandıklarına göre, hatta
yurttaş ya da çalışanın hâlâ olduğu gibi birer soyutlama değil
tastamam birer birey olacak kadar kesin bir biçimde tanımlan-
dıklarına göre çoktan toplumsal sınırlamasının ötesine geçmiş
aktörler olur. Böyle bir altüst oluşun yaşanmış olmasının bilinci,
geçmişten bize kalan siyasal düşünce ve eylem biçimlerinin ne-
den tükendiğini de anlamamızı sağlar.
III. BÖLÜM
Eşitlik ve Farklılık
Cinsellik ve Tür
Kadın-Özne
Erkeklerin Rolü
da, aynı zamanda hem farklı hem de benzer olan ötekiyle ilişki
kadının özne olarak kurulmasında en önemli andır.
Öteki, bir erkek olabileceği gibi, bir kadın da olabilir, ama
onu ilkin bir erkek olarak tanımlamamak yapay olacaktır.
Erkekle kurulan bu ilişki toplumsal bakımdan betimlenebilir,
çünkü duygusal ilişkiler genelde ancak dar bir toplumsal ufuk
içinde kurulur; ama bir aşk ilişkisine yol açan şey, partnerler ara-
sındaki yakınlık ya da uzaklık değildir. Arzuların birbiri arasın-
da buluşmasıdır –ki bu hiçbir zaman zorunlu bir bağ değildir–,
karşılıklı bir biçimde ötekinin de kendini kurmakta olan olarak
tanınmasıdır ve son olarak birlikte yaşama tasarısıdır. Bir ilişki
yalnızca bir karşılaşma, bir fırsat değildir; birtakım ilişki ve de-
ğiş tokuşların icadıdır, anlık tepkilere davettir. Bu ötekiyle ilişki
meselesi, kadının toplumsal bir imgeye bağımlılığının ve erkeğe
bağımlı çift olgusunun tersidir. Toplumsal zaman ve uzamın dı-
şındaki bir zaman ve uzama toplumsal olmayan bir bağ yaratır.
Özne, erkek olsun, kadın olsun, özel bir zamanı, özel bir uzamı,
özel bir dili olmadan var olamaz. Zaten bu aşk ilişkisini kuran
da şu üç unsurun birbirine eklenmesidir: arzu, ötekinin tanın-
ması ve ötekiyle yaşama arzusu.
Ama bu ilk gözlemin ötesine geçip, erkeklerin yeni kültür
içindeki yerini, kadınların üstlendiği bu işte, yani erkek mode-
linin bünyesinde patlayıp bölünmüş bütünlerin yeniden bir-
leştirilmesi işinde nerede durduğunu sorgulamamız gerekir.
Son yüzyılların kültüründe kadınların konumunu, bağımlı
oluşlarına, aşağı oluşlarına, kamusal yaşamın kenarına itilmiş
olmalarına indirgemek olanaksızdır. Özel yaşamdaki, ailedeki
ve çocukların eğitimindeki rolleri başka yaklaşımlar gerektirir.
Erkekler için de aynı gereklilik söz konusudur. Eski çiftlerarası
karşıtlığın ötesine geçip, dünyayı yeniden birleştirmeye yönelik
büyük tasarıyı kadınların üstlendiğini söylediğim varsayımı
benimsersek, erkeklerin rolü ne olacak? Kuşkusuz egemenliği
kaybettiklerinin bilincine varmakla sınırlı kalmayacaktır. Bu
egemenlik kaybına eşlik eden şiddet gösteriyor zaten bunu:
Doğrudan fiziksel şiddet (dövülen kadınların maruz kaldığı
şiddet), ruhsal şiddet (toplumsal aidiyetlerin yıkılmasıyla olu-
şan şiddet).
Bir Kadınlar Toplumu 283
Feminizm Sonrası
USLAMLAMA
Sonuç Yerine...
Machiavel 30
Mailer, Norman 22
Marcos 229
Marcuse, Herbert 110
Marx, Karl 16, 76, 163, 291