Professional Documents
Culture Documents
İç Yüzü
Sadi BORAK / ^1^/}! ’İ fî
! İç Yüzü
Kırmızı Beyaz 12
Sadi Borak Bütün Eserleri 12
Araştırma ve İnceleme 12
ISBN 975-8538-19-5
1. Basım Eylül 2004
Dizgi ve Düzenleme Özgün Ajans
Kapak Tasarımı Ayşegül Tolgay
3
Bu anıların yayımlanmasına izin vermekle
milli kitaplığımıza yeri doldurulmaz bir kay
nak yapıt kazandıran Şair Leyla Saz’ın to
runu Sayın İsmail Arar’a minnet ve şükran
duygularımı belirtmeyi borç bilirim.
Sadi BORAK
4
İÇİNDEKİLER
5
ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE ÇIRAGAN SARAYI
İKİNCİ BÖLÜM
Çeşitli Yönleriyle Eski Çırağan Sarayı 85
Harem Nasıl Döşenmişti? 86
Çırağan Sarayının Mabeyn Bahçesinde Bir Gezinti 89
Bahçede Kaybolan Cariyenin Öyküsü 90
Hayalet Gören Korucu 90
Meşkhane 93
Hocalarla Talebeler Arasında Aşk 95
Ve Hacı Arif Bey İçin Verem Olan Cariye 95
Padişaha Nasıl Servis Yapılır? 97
Padişahın Dikkatini Çekmek İsteyen Cariye 101
6
HAREME DOKTOR NASIL GİRER?
BEŞİNCİ BÖLÜM
Sultanlar Hastalanırsa? 125
İlâç Yerine Dua 126
Kocakarı İlâçları 127
7
MASALLARINKİNİ ANDIRAN
ÜNLÜ SULTAN DÜĞÜNLERİ
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Münire Sultan’ın Düğünü 169
Sultan Çeyizleri Nasıl Satın Alınırdı? 170
Çeyiz Listesi 172
Mücevherat 172
Zifafa Doğru 179
Gelin Alayı 181
Mahmut ll’nin Bir Cariye İçin Bestelediği Şarkı 183
Koltuk 183
Kutlama Töreni 185
Refia Sultan’ın Düğünü 191
Masal Sarayları Gibi 192
Benzeri Bulunmayan Güzellikte Bir Çeşme 193
Refia Sultan’ın Gelin Arabası 194
Padişahın Huzurunda 198
Abdülmecit Dönemi Modası 199
Atiye Sultan’ın Ölümü 201
Âli Paşa’nın Cesur Cevabı 202
Düğünlerdeki Masraflar Konusu 202
8
GEÇEN YÜZYILDA KADIN MODASI
ONUNCU BÖLÜM
Kadın Giyimleri, Saç Biçimleri, Süs Esyaşı ve Moda 223
Eski ve Yeni (1920) Giyimler 227
Saç Modası 228
Terzi ve Moda Hastalığı 229
9
GİRİT ANILARI
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Girit Anıları 287
Girit Yolunda 288
Vapurda Harem 289
Bakmakla Doyulmayacak Eşya 301
PRİZREN ANILARI
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Prizren Yolunda 307
Haydut Korkusu 309
Kırk Harami Mağarasına mı Düştük? 310
Üsküp Yolunda 313
Karı-Koca; Gelin-Kaynana İlişkileri 321
Prizren’in “Memiş Paşa”sı 322
Araba Kullanma Hakkı Yalnız Valilere Ait 324
İzmir Anıları 327
10
LEYLA SAZ’IN ANILARI ÜZERİNE
11
N. M. Penzer, adı geçen eserinin önsözünde “Haremi
incelemek üzere geldiği İstanbul’da OsmanlI kaynakların
da tek bilgi bulamadığım” açıkça belirtir.
Leyla Saz’ın anıları, 1921-1922 yılları arasında ve İs
tanbul’un düşman çizmesi altında bulunduğu, tutsaklık acı
sı yanında açlık ve sefaletle de boğuştuğu o acılı günlerde
yayınlanmıştır. Bu nedenle de o karanlık günlerin atmosfe
ri içinde gerekli yankıyı yapamamış, gazete koleksiyonları
nın karanlığı içinde unutulup kalmıştır. İngiliz yazarının ve
ona bilgi veren kişilerin bu anıların varlığından bile haber
siz olduğu anlaşılıyor.
HAREM NE DEMEKTİR: Leyla Saz’ın anlarının ana te
mi “kadın”dır. O dönemde kadın “mahrem”dir. “Mahrem”
sözcüğü Arapça “haram” kökünden gelmektedir. “Haram”
ise “dokunulması ve tecavüzü yasak” olan şeydir. Yine ay
nı kökten gelen “Harem” ise “Herkese açık olmayan kutsal
yer” anlamınadır.
“Harem-i Hümayun” diye adlandırılan padişah sarayla
rındaki “Harem Dairesi”ni de tarihlerimiz şöyle tanımlar:
“...İzbe avlular, alçak tavanlı daireler, insana sıkıntı ve
rir. Harem dairelerine, padişahların valideleriyle hanımları
ve cariyeleri girer. Bir de yalnız haremağaları girebilirdi."
HAREMDE KADIN: OsmanlI sosyal yaşamında kadın,
adına “harem” denilen bu “ayrı dünya”nın sınırları içinde
hapsedildi. Burası artık erkek için "yasak bölge”dir. Hare
me yaklaşabilmek; Allahın onlara “kullarım üresin” diye “ih
san” ettiği “erkeklikken yoksun olmakla, yani hadım edil
mekle mümkün olabilmiştir. Hadımların haremde sokulabil-
cekleri bölümler yine de sınırlıdır. Haremağalarının bile so
kulabilecekleri bölümleri sınırlı olan “Harem” hakkında ta
rih kaynaklarımızda hiç bir bilgi olmaması bu yüzdendir.
12
Yukarıda da belirtildiği gibi, yüzyıllar boyu tarihçiye de,
kamuoyuna da kapalı olan bu “karanlık dünya”nın esrar
perdesini kaldıran ve bizi “Haremle ilk kez karşı karşıya
getiren Leyla Saz olmuştur. Anıların büyük önemi de bu ko
nuda tek kaynak oluşundandır.
ÇEVRİLDİĞİ YABANCI DİLLER: Leyla Saz’ın anıları,
oğlu Yusuf Razi Bey tarafından Fransızcaya çevrilerek Pa
ris’te bastırılmıştır. Türk hareminin perdesini ilk kez kaldı
ran bu anılar, Fransa’da büyük bir ilgi ile karşılanmış, ünü
kısa zamanda yayılmıştır. Anılar, gördüğü bu ilgi üzerine
Çekçe ve Almancaya da çevrilerek oralarda da büyük rağ
bet görmüştür.
Avrupa’da bile gördüğü büyük ilgiye karşılık bu anılar,
yıllar yılı kendi yurdumuzda gazete koleksiyonlarının ka
ranlığında unutulup kaldı.
ANILARIN İKİNCİ BÖLÜMÜNE GELİNCE: Yukarıda da
belirtildiği gibi anıların ikinci bölümü “Geçen Asırda Kadın
Hayatı” başlığı altında İleri gazetesinde 25 Nisan 1921 ta
rihinde yayınlanmaya başlanmıştır. Bu anılar da “Harem”
anıları kadar önemlidir. Leyla Saz, bu anılarında; bugün ar
tık belleklerimizden silinmiş, hele genç kuşağın ninelerin
den bile dinleyemeyeceği eski İstanbul’un gezi yerlerini, bu
“mesirelerden kadınların nasıl yararlandığını, o dönemin
gelenek ve göreneklerini, kadın-erkek ilişkilerini, “tarih”in
karanlığından aydınlığa çıkarmaktadır. O çağın kadın giy
silerini; nişanlanma, nikâh, evlenme geleneklerinin ilginç
öyküsünü; kadının kafes arkası yaşamını ve o döneme iliş
kin zengin folklor malzemesini en ince ayrıntılarına kadar
yine bu anılardan öğreniyoruz.
Leyla Saz, saraylar, konaklar, yalılar ve evlerle ilgili ola
rak ayrıntılı bilgiler vermektedir. Yüz yıl öncesine dayanan
bu bilgileri, barınaklarımızın dayam, döşem biçimlerini,
13
modasını; insan yaşamıyle ilgili tüm araç ve gereçlerin ne
ler olduğunu topluca ve ayrıntılarıyle belirten bir başka
kaynağa sahip değiliz. Leyla Saz’ın anıları bu nitelikleri ne
deniyle bir “müze yapıt” değerindedir.
14
Geçen asırda kadın hayatı anılarının “düğünler” bölü
münde de Leylha Saz bu anıların önemini şöyle belirtmek
tedir:
“...Düğünlerimizdeki merasim hakkında izahat
vermekten maksadım, şimdiki İstanbul gençlerimi
zin (Leyla Saz’ın, anılarını 70 yaşında, yani 1920 yılın
da yazdığı unutulmasın) çocuğunun bilmedikleri ve
büyük bir ihtimalle görmeyecekleri ve taşralılarımı
zın bile görmedikleri bu âdetlerimizi bildirmektir.”
15
gezi izlenim ve gözlemlerini de yazmıştır. Mühendis mer
hum Yusuf Razi ve ünlü mimar Vedat beyler oğullarıdır.
Leyla Saz, 20 Ocak 1921 gününde Vakit gazetesinde
başlayan anılarının önsözünde biyografisiyle ilgili olarak şu
bilgileri vermiştir:
“Hal tercümemi biraz bildirmeliyim ki, burada anlataca
ğım gördüklerimin doğruluğunda kimsenin şüphesi ol
masın. Bilhassa saraylara kimsenin giremediği bir za
manda bu çevrenin gelenek, görenek ve merasimi ile il
gili bilgileri nasıl edindiğim anlaşılsın.
Hekim İsmail Paşa denmekle ünlü olan ve “Mekteb-i
Tıbbiye”mizin ilk talebeliğinden yetişen babam, Sultan
Mahmut ll’nin cerrahbaşısı iken oğlu Abdülmecit Efendi
yi sünnet etmiştir.
Abdülmecit, tahta çıkınca, tahsilini tamamlaması için
babamı Paris’e göndermiş. Dönüşünde hekimbaşılıkla
beraber hanedana mensup olan şehzade ve sultane-
fendilerin de hususî tabipliğini yapmış. Bu arada şehza
de Murat Efendiyi de sünnet etmiştir.
Babam Avrupa’da bulunduğu sürece vaktini boş geçir
memiş, İngiltere ve İtalya’ya da giderek incelemelerde
bulunmuş, bilgisini genişletmiş, yeni fikirler edinmiştir.
Zaten hoşsohbet bir adam olduğu için padişahın tevec
cühünü kazanmış ve nedim-i haslığına kabul edilmiştir.
Padişahı, validesini ve haremini tedavi ettiği için de
ayrıca memnun etmiştir. Hatta valide sultanın (Bezmi-
âlem Valide Sultan) vahim bir hastalıktan sonra kaplıca
tedavisine lüzum göstermiş, Yalova’daki “Valide Hama
mı", bu hastalığı nedeniyle Bezmiâlem Valide Sultan
için yaptırılmıştır. Valide Sultan, pederim de yanında ol
duğu halde kaplıcada kırk gün tedavi görmüştür. Valide
16
Sultan bu süre içinde tamamen iyileşmiş, padişah da,
kira ile bir evde oturan babam için Rıza Paşanın Beşik
taş caddesindeki konağının satın alınmasını ferman bu
yurmuştur.
Bir akşam bu konağın senetleriyle beraber “Sana ec-
zahane lâzımdır,” diyerek karşıki eczahanenin senedini
de kendi elleriyle vermiştir.
Babam, vezaret rütbesine kadar yükselmiştir. “Mec-
lis-i Tanzimat” azalığına tayin olduğu zaman nedimlik ve
“Harem-i Hümayun Hususî Tabibliği” görevine de de
vam etmiştir.
Babamın ilk Ticaret Nazırlığında Avrupa’da (galiba
Londra’da) açılacak sergiye gönderilmek üzere hazırla
nan şeyler Ticaret Nezareti binası içinde sergilenmiştir.
Bu sergiyi Padişah, haremiyle birlikte ziyaret etmiş, çok
beğenmiştir. Bu arada, validemin yanındaki hemşirem
Fatma, Sultanefendinin hoşuna gitmiş, onu da saraya
götürmüştür.
O şerefe birkaç yıl sonra ben de erişmişim. İlk gidişi
mi hatırlayamıyorum. Pek küçükmüşüm. Sonraki gidiş
lerimin birinde ben, merdivende kucakta çıkarılırken
önümüze çıkan Münire Sultanefendiye gıpta etmiş de:
“O sultansa ben de hanımsultanım,” demişim. “Sul
tan kızlarına “hanımsultan” denir). Kalfalar bazen bu
olayı söyler, gülüşürlerdi.
Ta o yaştan (tahminimce 70 hicrî yılından (1853) 77
(1860) tarihine kadar hayatımın büyük kısmı padişah ve
sultan saraylarında geçtiği için yazdıklarımın hepsini bi
lerek yazıyorum.
Yazdıklarımın hiç birinde bir mübalâğa ve gerçek dı
şı bilgi yoktur.”
17
Leyla Saz, Abdülmecit dönemini 1-11, Abdülaziz döne
mini 11-26, Beşinci Murat’ı 27, Abdülhamit’i 27-59, Reşat’ı
59-69, Vahdeddin’i 69-73 yaşları arasında yaşadı.
Leyla Saz, anılarında, yaşadığı bu altı padişah dönemi
nin saray çevresini, insanlarını, gelenek ve göreneklerini,
saz âlemlerini, saray teşkilâtını, ünlü düğünleri renkli bir bi
çimde canlandırmayı başarmıştır.
Leyla Saz, 86 yaşında olduğu halde 6 Aralık 1936 pazar
günü KızıItoprak’taki köşkünde hayata gözlerini kapamış
tır. Yaşamı süresince soyluluğundan ve erdeminden hiç bir
şey kaybetmemiştir.
BESTECİLİĞİ: Leyla Saz, şair, müzisyen, besteci ve ya
zar gibi çok yönlü bir sanatçıdır. Güzel sanatların birçok
dalını kişiliğinde' toplamış olan Leyla Saz’ın en belirgin
yönlerinden biri de besteciliğidir. İki yüzden fazla şarkı bes
teleyecek kadar da doğurgandır. Bunlar arasında hâlâ dil
lerde yaşayan ve radyolarda sık sık tekrarlananları da var
dır. Sözgelişi, Atatürk’ün sevdiği şarkıların başında gelen
ve her saz topluluğunda birkaç defa tekrarlattığı:
18
Leyla Saz’ın:
19
Leyla Hanım, harem ve selamlıkların Batıya pencere
açtığı ve çok sesli musiki aletlerinin loş odalarda çalınma
ya başladığı bu günlerde ilk piyano dersi alanlardan biridir.
Fakat o, saraya gelen Türk musikisi üstatlarından da
yararlanmış ve asıl ününü bu musiki alanında kazanmıştır.
Ama, hemen eklemek gerekir ki, musiki terbiyesinde ve
bestekârlık anlayışında, saraya yeni yeni girmeye başla
yan Batılı musiki hocalarının Leyla Hanım üzerinde etkisi
çok olmuştur ve eserlerinde bunu sezmek mümkündür.
Bestekâr Medenî Aziz Efendi, Leyla Hanım’ın en çok ya
rarlandığı Türk musiki üstatlarındandır. Aynı zamanda gü
zel, manalı ve zarif bir kadın olan Leyla Hanım’ın evi İstan
bul’un en tanınmış ve sevilmiş müzisyenlerinin toplandığı
bir sanat mahfili halini almıştır. Onun evine devam edenle
rin birçoğu kendisine âşıktı. Bunların arasında birçok bes
tekârlar ilhamlarını bizzat bu şair bestekârdan alırlar, kalp
lerindeki gizli aşkı musiki vasıtasıyle ifade etmeye çalışır
lardı. Çok zeki ve hassas bir kadın olan Leyla Hanım, ken
disi için yanıp tutuşan bu edepli ve terbiyeli insanlara iltifat
eder, onların duygularına hürmette kusur etmezdi.
Leyla Hanım, bestekârlık alanında çeşitli makamlarda
iki yüz kadar şarkı bestelemiştir. Genel olarak iyi bir melo
di ve ritm duygusunun ürünü ve çok duyarlı bir kadın gön
lünün temiz, içten lirizminin ses halindeki belirtileri olan bu
eserler, son devrin biricik kadın bestekârlarına toplum için
de lâyık olduğu ilgi ve önemi kazandırmıştır.
Leyla Hanımın ikinci cephesinin şairlik olduğunu söyle
miştik. 16 yaşında şiirler söylemeye başlayan sanatçının,
bestelediği şarkıların hemen hepsinin güftesi kendine aittir.
Bunlar arasında hece vezni ile yazıp türkü şeklinde beste-
delikleri de vardır ki, bu tutum ve anlayış, yüksek tabakaya
20
mensup bir ailenin çocuğu olmasına rağmen ondaki halk
sevgisinin kuvvetli bir kanıtıdır.
Leyla Hanım’ın eserleri piyasada ve konser salonların
da o kadar çok popüler olmamıştır. Buna da sebep üslu
bundaki yüksek ve her zevke açık olmayan, biraz müp
hem, biraz kapalı, fakat alabildiğine ince ve derin zevktir.
Gerek Ankara ve gerek İstanbul radyolarında okunan şar
kıları, öyle her sanatkâr tarafından kolayca okunacak ba
sitlik ve rahatlıkta değildir. Uzun uzun meşk ve çalışmala
ra ihtiyaç gösterir.
Şarkılarının pek çoğu hüzzam makamında bestelenmiş-
tir. Bunların arasında en sevileni ve çok okunanı, sözleri de
kendisinin olan hüzzam makamındaki şarkıdır:
21
Firâkınla perişân oldu halim
Terahhum etmedin asla a zalim.
(Rast)
22
Harâb-ı intizâr oldum aman gel
Yeter üzme efendim her zaman gel.
(Hüzzam)
23
Haberin yok mu senin ey dil-i zar
Yine pür şevk-i emel geldi bahar
(Hicaz)
24
Yürü ey bî vefâ hercayi güzel
Gönlüm o sevdadan vaz geldi geçti.
(Karcığar)
25
Vicdanı muazzam olan OsmanlIlarız biz
Peymânına kanım koyan OsmanlIlarız biz.
(Hicazkâr - Sofyan)
26
Munis nazarından dökülen va’de inandım
Sevdim o güzel gözlerinin nârına yandım.
(Suzinak)
27
Mâni oluyor hâlimi takrire hicabım
Üzme güzelim üzme ki firkatinle harâbım.
(Suzidil - Curcuna)
28
Tombul kız, kıvrak kız
Pek dilber fıkırdak kız
Pek şakrak, pek oynak kız
Edalı sevdalı kız
29
Uslu durdukça seni hepsi sever
Sevilen uslu çocuk helvayı yer
Sana düşmez yaramazlık artık
Görmeyeyim üstünü yırtık pırtık
Gel cicim gel yanıma şöyle otur
Bir masal, bir havacık söyle otur.
Ne o? Lâzım mı bağırmak öyle?
İşte ben dinliyorum sen söyle.
30
Halkı seven, debdebeden nefret eden, hatta utanan bu
saraylı “Halk Kadını” önünde saygı ile eğiliyoruz.
“SOLMUŞ ÇİÇEKLER": Leyla Hanım’ın çocukluğundan
beri yazdığı şiirler ve bestelediği şarkıların notaları Bostan-
cı’daki köşkünde yanmıştır. “Solmuş Çiçekler" adı altında
toplanan şiirleri Leyla Hanım’ın hatırında kalabilenlerdir.
Şiirler, oğlu Yusuf Razi Beyin bir tanıtma yazısıyle 1928 yı
lında İstanbul’da basılmıştır.
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN’In ÖNSÖZÜ: Abdülhak
Hamit Tarhan Bey, bu eser için takriz (beğence) yazmıştır.
Tarhan’ın, şiirlerin niteliğini belirten bu yazısını sadeleştire
rek aşağıya alıyoruz:
“Ünlü şair Leyla Hanımefendi hazretlerinin bundan bir
çok zaman önce bazı manzum eserlerini görmüştüm. On
lar, hatırımda kaldığına göre, eski tarzda yazılmış gazel
kabilinden şeylerdi. Fakat son defa kaleme aldıkları şiirler
üslup bakımından yeni olduğu gibi, kavram itibariyle de ya
ratıcı niteliktedir. Bunların bir kısmında eski eserler gibi ta
rihî bir değerle beraber daimî kalacak bir “şebab-ı edeb-i
mahsûs” oluyor.
“Bir Muhibbemin Hayaline” unvanlı manzume, muhata
bı bir hayal olduğu halde ince hisler taşımaktadır. Yine,
Leyla Hanımefendinin dostlarından ve evvelce vefat etmiş
olduğu anlaşılan bir madamın vefatından sonra evinin de
yanıp berhava olduğuna ve bu felâket sahnesi karşısında
ki duygularına dair olan sanihalar da çok müessir ve bütün
manası ve malzemesiyle güzel bir şiirdir.
“Fenerbahçe” mensuresini takip eden manzumede de
“Bu yer bir başka Leyla, başka insan olduğum yerdir” yo
lunda berceste mısralar ve:
31
Bu yerde seyreden böyle tûlu-i mâh-ı garrâyı
Bulutlarla semâyı âfitâb-ı âlem ârâyı
Görür sahrâyi şehri sahili kühsarı deryâyı
Ne hoş halkeylemiş Mevlâ bu cây-i müzhetefzâyı
Bu yer her hâline mebhût ve hayrân olduğum yerdir.
32
Soyadı olarak “Saz”’ı alışının sebebini soranlara:
"Kendimi bildim bileli bir günüm onsuz geçmedi,” derdi.
Fakat sazı şair konuştuğu için severdi.
Şimdi bitişik odada, ölüm döşeğinde yatan bu tertemiz,
içli, büyük kadının şu köşede kapalı duran piyanosuna ve
üstünde kılıfına bürünmüş sazlarına bakıyorum.
Daha birkaç gün evvel bana onları göstererek yine şu
racıkta titreyen sesini duyurmuştu:
“Bizim zamanımızda “şiir” deyince arkasından beste ve
saz gelirdi. Mısralarını bir ince sazın dilinde canlandırama-
yan şair, dünyanın en bahtsızı sayardı kendisini.”
Kahvelerimizi yudumlarken ona sormuştum:
“Siz şiire nasıl başlamıştınız?”
Gülümsemişti:
“Sultan Mecit devrinde dünyaya gelmiştim. Gözlerimi ha
yata onun sarayında açtım. Kulaklarıma ilk gelen ses anne
min ninnisinden evvel saz ve şarkı idi. İşte bu muhit (çevre)
beni şiire götürdü. Ve 14 yaşımda ilk şiirimi yazdım. ’’
“Neydi o, şimdi hatırınızda mı?”
Derin derin dalmış, buruşuk parmaklarını bastonundan
alarak ak saçlarında dolaştırdıktan sonra içini çekmişti:
“Ah yangın... Bütün eski şiirlerim, notalarım Bostan
cı’daki köşkümde yandı. Sahi, ilk şiirim nasıl şeydi acaba?
Neden onu ezberlemedim bilmem ki. ”
“Ya sonraları?”
“Yazardım ama daha çok okurdum. Bütün eslâf (eski
lerin) divanlarını tekrar tekrar seve seve okumuştum. Sul
tan Mahmut’un hekimbaşı olan ve uzun müddet Avrupa’da
bulunduğu için “Ekselâns” diye anılan babam İsmail Paşa
33
Girit’e vali olarak gidince bizi götürmüştü. İşte asıl orada
çok okudum. Girit’te beş sene kaldık. Ve bu beş sene ben
şiirle sazdan başka hiç bir şey düşünmedim.”
“En çok hangi şiirinizi seversiniz?”
“Hiç. Yazmış olmak için yazmadım. Kalemi elimle değil
kalbimle tutardım. Yabancı bir göze soğuk görünebilecek bir
mısramın bile benim için kıymeti büyüktür. Bu sebeple ara
larından birini seçemem. Bakın, meselâ Abdülhak Hâmit, 38
sene evvel Fenerbahçe için yazdığım parçayı beğenirdi."
“Bestelerinizi kimler yapardı?”
“Herkes... Her sanatkâr. Fakat benim kendimin de
200’den fazla bestem var.”
“Genç kızlık devrinizde eğlenceleriniz nelerdi?”
“Yine saz.”
“Ya dans?”
“Biz sarayda dans da ederdik. Hiç unutmam Sultan Mu
rat Şehzadeliğinde piyanosunun başına geçer, çalar çalar,
biz de kız kardeşi ile polka oynardık. Fakat asıl zevkimizi
tabiatın sadeliğinde, temizliğinde arar ve bulurduk. Eğlen
mek için şehrin gürültüsünden kaçar, mehtap altında ışıl
dayan suların koynuna atılırdık. Kalenderin, Küçüksu'nun
dili olsa da söylese... Bebek’le Emirgân arasında yüzlerce
sandal ve bunlarda ipeklere bürünmüş, incecik yaşmakla
rının ardından birer hayal gibi beliren genç kızlar... Yarab
bi! o günleri hatırlıyorum da nasıl tıkanmıyorum.
Hele meşhur hanende Nedim’in sesi duyulunca bile
mezsiniz etrafa nasıl bir İlâhi sükûn çöker, sanki sular bile
susardı.
34
Bu billûr gibi ses Boğaz kıyılarını yalayarak titreye fitre
ye sularda ölürken biz, duygularımızı aydan bile kıskanır
gibi gözlerimizi yumar, kendimizden geçerdik. Ve şafak
böyle söker, sabah böyle olurdu.
Mehtap sefalarının elebaşılarından biri de meşhur Deli
Fuat Paşa idi. O, Sait Halim Paşaları, Hamdı Paşaları göl
gede bırakmak için mavnalara piyanolar, mükemmel saz
takımları yerleştirir, Boğazı çın çın öttürürdü.
Şimdi size o günleri nasıl anlatabilirim ki... Ben de, o
mazi gibi göçtüm artık.
Yalnız şu kadarını iyice hatırlıyorum ki, Sultan Hamit
tahta çıktıktan biraz sonra mehtap sefaları da Boğaz sula
rında son nefesini verdi.
Bir gece bütün sandallar Hidiv İsmail Paşa’nın yalısının
önünde toplanmıştı. O kadar ki, bir an oldu, Boğaz sandal
larla kapanacak sanmıştım. Yalının karanlık pencerelerinin
ardından ut, rübap ve def seslerine Arap hanendelerinin
nağmeleri karışıyordu.
Ertesi gece gayr-ı ihtiyari bütün sandallar yine aynı ya
lının önünde birikmişlerdi. Ve aynı saz, aynı ses yine baş
lamıştı. Fakat çok sürmedi. Sıcak diyarların bizi ağlatan bu
baygın sesi birdenbire susmuştu.
İşte susuş o susuştur.
Meğer jurnalcılar "denizde toplanıyorlar” diye Sultan
Hamit’e yazmışlar, o da kuşkulanmış, yasak etmiş.”
Nasıl oldu bilmem dilimin ucuna gelivermişti:
“Plaj?”
“Bugünkü plajı o zaman rüyamızda görsek inanmazdık.
Türk kadını, bir esirdi. Ve hürriyet bir seraptı ki, peşinde
bütün bir ömür sürüklenerek heba olup gitti. Zaman zaman
35
düşünürüm de bir türlü bu muammayı halledemem: O esir
Türk kadını bu hür vatanı nasıl doğurdu.”
Sonra koltuğa biraz daha gömülerek neşeyle gülümsedi:
“Ama Türk kadını bu. Öyle değil mi? Harikalar yaratma-
saydı başka kadınlardan ne farkı vardı ki.”
“Eserleriniz?”
“Ben mensur ve manzum eserlerimi tab ettirmeyi (bastır
mayı) hiç istemedim. 50-60 sene kadar evvel bu gazelimi be
nim haberim olmadan, “Hazine-i Evrak”a koymuşlar. İşte ilk
matbu eserim bunlardır. Fakat Bostancıdaki köşküm ve onun
la beraber bütün yazılarım ve notalarım yanıp kül olunca bun
ları vaktiyle bastırmadığıma çok pişman olmuştum. Bu piş
manlığım şevkiyle evlerimizde, köşede bucakta kalmış defter
lerimi karıştırdım. Hatırımda kalanları yeniden yazdım. Ve
böylece 1928de basılan “Solmuş Çiçekler" meydana geldi.
1920de de hatıratımı (anılarımı) yazmış, gazetelerde
neşrettirmiştim. Bir de Fransızca hatıratım vardı ki bu, Çe-
koslovakca’ya tercüme edilmiştir.”
İhtiyar şair bir lâhza kendini dinler gibi susmuştu ve bu
derin sükût içinde yine onun sesi duyulmuştu.
"Neyleyim seyr-i mesîri ben esîr-i gamken. "
Yavaş yavaş izah etti:
“İzmirde bulunduğumuz zaman söylemiştim bunu...
Manisa'nın Mesir denen mesiresi vardı da, bilmem şimdi
nasıl oldu da aklıma geldi bu. ”
Ve yorgun başını torunlarının oynaştığı bahçeye çevire
rek sustu.
Leyla Saz, şimdi bitişik odada artık hiç dirilmeyecek,
solgun bir saz gibi upuzun yatıyordu.
36
Damadı Mehmet Ali Ayni, bu ölüm havası içinde bana
yavaş yavaş anlatıyor:
“Bir ay evvel bir sabah onu yarı ölü halde bulduk; nüzul
(inme) isabet etmişti. Bir aydır ölüme biraz daha yaklaşa
yaklaşa yaşadı. Fakat son demlerinde bile şairdi. Daha üç
gün evvel meşhur hanendelerden İhsan İbrahim gelmişler,
yatağın başucunda keman ve utla ona sevdiği parçaları
çalmışlardı. Gözlerini yummuş kendinden geçmiş gibiydi.
Duymuyor artık, duyamıyor sanıyorduk; fakat bir yerde
yanlış okunan küçük bir parçayı o haliyle derhal sezmiş ve
mecalsiz kolunu kaldırarak titrek parmaklarıyle işaret et
miş, o parçayı tekrar çaldırmıştı.”
Leyla Saz bu temiz duygulu münevver kadın şimdi bil
mediğimiz bir başka âlemin sesine kulak vermiş gibi bitişik
odada fakat bizden uzak.”
37
İLK ÇAĞLARDA kadın, diri diri tutsak edilerek ırgat gibi
kullanılmıştır.
MISIRLILARDA ise beşten fazla kadın KÖLE’si bulun
mak, zenginlik, gösteriş ve övünme vesilesiydi.
HİNTİLLER, köle olarak kullandıkları kadına hiçten ne
denlerle çok ağır işkenceler yaptılar. Sözgelişi Brehmen’le
alay ederse ateşte kızdırılan hançer boğazına sokulur
Hintlinin işine karışırsa ağzına ve kulaklarına kızgın zeytin
yağı akıtılır; bir Brehmen’i döverse diri diri şişe geçirildikten
sonra ateşte kızartılırdı.
ASURLULARDA kadın köleler evlerin süs eşyası olarak
kullanılmıştır. Madalyonun bir de ters tarafı vardı: Hamura-
bi’nin koyduğu kurallara göre bir koca, borcunu ödemediği
alacaklısına karısını 4 yıl için köle olarak vermek zorunda
bırakılıyordu.
ERMENİLER, dişi köleleri Enatis tapınağına İlâhî (!) fuh
şa alet yapmışlardır. Altı ayda bir yapılan törenlerde ise on
binlerce bakire, erkeklerin hayvani arzularına uymak zo
runda bırakılmışlardır.
ESKİ TÜRKLERLE ÇİNLİLER, köle kadınlara diğer
uluslara oranla daha insanca davranmışlardır.
ROMA’DA ise köle kadınlar meydanlarda çıplak olarak
artırmaya çıkarılmış, en çok artırana satılmışlardır. Ro-
ma'da kadın tutsaklara uygulanan cezalardan biri de ayak
larına ağır taşlar bağlayarak ellerinden tavana asmaktır.
İSLÂM TARİHİNDE kölelere çok iyi davranıldığına dair
pek çok örnek var. Hazret-i Ömer’in deveye kölesiyle nö
betleşe binmesi de bu örneklerden biridir.
38
OSMANLILARDA KADIN VE ESİR PAZARI
OsmanlIların güçlü döneminde “Harem’in malzemesi
daha çok savaş tutsağı kadınlardır.
İlk dönemlerde savaş tutsağı “köle”ler Bursa ve Edirne
çarşılarının esir pazarlarında satılığa çıkarılmışlardır. Ana-
Babalarından, sevgililerinden ve yurtlarından koparılan sa
vaş tutsağı bu kadın köleler, pazara ne kadar çok sürülür
se değerlerinden de o oranda kaybediyorlardı. Dış ülkeler
den tutsak edilmiş ahu gözlü, sülün gibi dilberlerin bir çiz
me karşılığında satıldığı dönemlerde olmuştur. Çizmesi ol
mayanlar 4 kuruş karşılığında da bu kara bahtlı güzellere
sahip olabiliyordu. Fazla “mal” gelmediği zamanlar bunla
rın normal fiyatları 150-200 kuruş arasındadır.
İSTANBUL’DA ESİR PAZARI: İstanbul’da esir pazarının
kuruluşu XVII. Yüzyıla rastlar. Bu, “Emanet-i Esirhane” adı
altında bir devlet kuruluşudur. İhtisap Ağalığı’na bağlıdır.
İhtisap ağası, İstanbul belediye işlerinin başı, yani beledi
ye başkamdir. Kethüda, şeyh, çavuş ve lalalardan oluşan
400 memur ile yönetilir. Esirhanenin görevlileri rüus-i hü
mayunla, yani devlet tarafından atanırdı. Esirhane, Bayezit
Tavukpazarı’nda 300 odalı kale gibi bir bina idi. Esir paza
rı kethüdalarından biri de ünlü besteci Buhurizade Musta
fa Itrî Efendidir. Büyük musiki ustası Itrî, sanatındaki yük
sek yeteneği nedeniyle ödüllendirilmek için Avcı Mehmet
tarafından bu mevkie getirilmiştir.
İsmail Hakkı Konyalı, Başbakanlık Arşivi’nde yaptığı in
celemelere dayanarak bu konuda şu bilgileri vermektedir:
“Harplerde alınan esirlerin beşte biri hükümdarın hisse
sine düştüğü için OsmanlI sarayı dünyanın en güzel cari-
yeleriyle dolardı. Türkler, İtalya’nın Polye sahillerini ele
39
geçirip içerilere doğru sızdıkları zaman birçok İtalyan asil
zadelerinin kızları ve prensler Fatih’in sarayına gönderil
mişti. Bunları, Topkapı Sarayı’nda bulduğumuz Sultan
Cem’in İkinci Bayezit’e yazdığı henüz yayınlanmamış mek
tuplardan öğreniyoruz.
Prenses, prens, komutan, devlet reisi, hükümdar gibi
esirler “ağır baha” köleler sayılır, iyi muhafaza edilirlerdi.
Kırım, öteden beri dünyaya esir ihraç eden bir iskele halin
deydi. Kızoğlankız köleler çok para getirirdi. Başbakanlık
Arşivi’nde bulduğumuz belgelerden öğrendiğimize göre Kı
rım’dan İstanbul’a gemilerle bâkir cariyeler getirilirdi. Esir
ler İstanbul’da Bedesten’de satılırdı. Esir o kadar çoktu ki,
Bedesten’den kaldırılmasını istemişlerdi. (Bu istek üzerine
Tavukpazarı’ndaki bina yaptırılmıştır.)
...Esirhanenin çok büyük demir kapısı geceleri kilitlenir-
di. Kapının yanındaki odada oturan emin, alınıp satılan kö
lelerden öşür (onda bir oranında vergi) alırdı. Dördüncü
Murat zamanında İstanbul’da iki bin esir tüccarı vardı.
Gülnuş adında bir cariye Esir Pazarı’nda satılırken şöy
le bir adakta bulunmuştu:
“Tanrım! Beni hürriyetime kavuşturursan Esir Pazarı’na
bir cami yaptıracağım.”
Gülnuş, zamanla Topkapı Sarayı’na alınmış, özgürlüğü
ne kavuşarak şehzadeye dadı, sonraları kethüda kadın ol
muştu. O vakit adağını yerine getirdi ve Esirpazarı Mesci-
di’ni yaptırdı. Bu kadın Üçüncü Ahmet zamanında ölmüştür.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, kadro dışı kalan bu mescidi 15 yıl
önce (1935’te) satmıştı. Yerine bir fabrika yapılmıştır.
Kadın tutsaklar belirli günlerde padişah huzurunda yapı
lan esnaf alaylarına da katılmışlardır. Bu alaylarından birine
40
tanık olan Evliya Çelebi, izlenim ve gözlemlerini şöyle be
lirtmektedir:
“Nice bin pâk ve pâkize esir kızları, sülün gözlü, münev
ver yüzlü, mahbûb-i devrân esir gıİmânlarını, şatırlar (ve
zirlerin yanında giden asker) önüne alıp saf saf geçtiler."
Sokaklarda sergilenen, esnaf alaylarına katılan bu mut
suz “mallar” çoğu kez umulmadık olaylarla da karşılaşmış
lardır. Sözgelişi İkinci Süleyman zamanındaki (1798) yeni
çeri ayaklanmasında Sadrazam Siyavuş Paşa’nın sarayına
giren isyancılar, ne var ne yok her şeyi yağma ettikten son
ra, haremdeki cariyelerin üzerlerine de saldırıp “gaza malı
dır” diye hepsini hamalların sırtına yükleyip kaçırmışlardır.
Bu cariyeler içinde sivrilip Osmanlı İmparatorluğunun ka
derine tek başına egemen olmuşları da vardır.
Mahmut II dönemi hareminde bulunanların adları ve
aylıkları: İkinci Mahmut dönemi ile ilgili çok değerli yazma
bir belge; şehzade, sultan ve diğer harem görevlilerinin ad
larını ve aldıkları aylıkları belirtmektedir. Osmanlı kaynak
larının hiç birinde bulunmayan bilgileri kapsayan bu belge
yi Belediye Kütüphanesi M. Cevdet yazmaları arasında
saptamış bulunuyoruz. Yapıtlarını bu kitaplığa armağan
eden Muallim Cevdet, “Mevacip Defteri” adı altındaki bu
belgenin kenarına şunları yazmış:
"Bir antikacıdan aldığım bu eser beni lûtf-i İlâhîye min
nettar bırakmıştır. Böyle eserler aransa da bulunamaz. Ba
na düşmesi ne büyük nimettir.”
Belge, Mahmut II hareminin kadrosu ve aylıkları hakkında
ilk kez bilgi vermesi bakımından “aransa da bulunmaz”
nitelikte ve değerdedir.
Leyla Saz’ın anılarında yeri düştükçe adları geçecek
olan cariye adlarını da kapsayan listeyi aşağıya alıyoruz:
41
Devletlü, necabetlü Sultan Abdülhamit Efendi Hazretleri
75 kuruş; devletlü, necabetlü Abdülmecit Efendi Hazretleri
75 kuruş; devletlü, ismetlü Fatıma Sultan aliyetüşşan haz
retleri 75 kuruş; devletlü, ismetlü Münire Sultan aliyetüşşan
hazretleri 75 kuruş; devletlü, ismetlü Mihrimah Sultan aliye
tüşşan hazretleri 75 kuruş; devletlü, ismetlü Saliha Sultan
aliyetüşşan hazretleri 75 kuruş; devletlü, ismetlü Atiyeullah
Sultan aliyetüşşan 75 kuruş; saadetlü başkadın hazretleri
30 kuruş; saadetlü ikinci kadın hazretleri 30 kuruş (yedinci
kadına kadar devam ediyor); izzetlü kethüda kadın hazret
leri 375 kuruş; mahlûl kethüda kadın hazretleri 650 kuruş;
Saray-i hümayun ustası 90 kuruş; haznedar ustası 90; haz
nedar ustası ocak akçesi 40; kadın vekili 175; câmeşuy (ça
maşırcı) usta 90; kahveci usta 90; kilârcı usta 90; berber us
ta 90; ibriktar usta 90; başkâtibe 60; ikinci haznedar 60; ikin
ci kâtibe 45; taşrada olan sultan hazeratının kethüdaları iş
bu neferin beherine 30’ar kuruştan 60 kuruş; ikinci çeşnigir
26; ikinci kahveci 22,5; ikinci sabuncu 22,5; ulufe götüren
ağalara 16,5; ulufe götüren zülüfyane 25...
42
Dilhıram, Mürgüfer, Ceşmidafa, Haletfeza, Dilhicran, Süp-
hugül, Zülfünerkis, Cilvegâh, Suyhuşems, Kamerfelek,
Hüsnümelek, Nevnur, Nihavent, Suzinâk, Zernüma, Per-
tevnihal, Nısfınihal, Keremşah, Cezbidil, Keşfimelâl, Dil-
berseza, Sünbülveş, Kamerbent, Yadıdil, Mahıseher, Ciha-
nıfer, Dilfecir, Hoşfidan, Müferrih, Mürgidil, Dilbermeks, Ke-
buter, Ceylânfer, Hüsnitap, Zevkibahar, Keşfiesrar, Fulye,
Nadiretvar, Aşkıderun, Mürgikevser, Nevhalet. Mezmieda,
Kemal, Feryadıdil, Meylidilber.
Bu cariyelerin hepsinin aylıkları 75’er kuruştur.
Bu belgeden anladığımıza göre İkinci Mahmut devrin
de sarayda dört yüz yirmi cariye vardır. Osmanlı sosyal
yaşamında önemli bir yeri olan "cariye müessesesi”nin in
celenmesinde bu belgenin de çok önemli yeri olacaktır.
ATATÜRK VE LEYLA SAZ’IN ANILARI: Yüzyıllar boyu
kadınlara karşı yapılan haksızlığa son veren, kadını top
lumda şerefli yerine oturtan Büyük Atatürk olmuştur.
Leyla Saz’ın anıları, Atatürk’ün bu büyük devrimini çok
daha etkin bir biçimde kanıtlayacaktır.
Leyla Saz’ın anılarında yer alan şehzadeler, kalfalar,
cariyeler ve haremağaları gibi saray örgütünü oluşturan ki
şileri -yakından tanıyabilmek için- çeşitli yönleriyle tanıtan
yazıları başa alarak anılara giriyoruz.
Sadi BORAK
43
SARAY ve HAREMİN İÇYÜZÜ
BİRİNCİ BÖLÜM
HAREMDE ŞEHZADELER
47
zaman Hacıtahsin bağı yahut Küçükçiftlik köşküne gider,
biraderleri de oraya gelirlerdi.
EĞLENCELERİ: Öğle yemeklerinden sonra tek midilli1
koşulu küçük faytonlarını kendileri kullanarak köşkün bah
çesinde gezerler, ok ve küçük tüfekle nişan talimi yapar, ak
şam üstü dönerlerdi. Sarayda hemşire ve biraderleriyle top
lanır, eğlenirler; her cuma günü de pederlerine giderlerdi.
Şehzadeler, küçükken bayramlarda saraydaki sazda
bulunur ve diğer günler dadı ve cariyesiyle büyük sofalar
da, dairelerde gezerlerdi. Kemale erince bayramlaşma tö
renini mabeynde yaparlar, anneliklerini ve kardeşlerini teb
rik için dairelerine giderler, saz âlemlerinde bulunmazlardı.
Mümkün mertebe sofalarda da gezmezlerdi. Dışarıya
çıkmadığı günler kendi kendilerine okur, annesi veya eşiy
le vakit geçirirlerdi. Akşamları birader ve hemşireler birbiri
ne gider, musiki ile eğlenirlerdi. Bazen istedikleri sazende
kalfaların bir ikisini çağırdır, fakat ansızın gitmezlerdi. Şeh
zade eşlerine isimleriyle beraber “hanım” denilirdi. Bunlar
diğer şehzadelerin huzurlarına çıkmazlar, yalnız sultan
efendiler olursa ve çağrılırlarsa giderlerdi.
Büyük kalfalara hanımlar da “kalfam” derdi. Hizmetleri
ni ayrı ayrı cariyeler yapardı. Sokağa seyrek çıkarlar, sofa
larda ve bahçede çok gezinmezler, odalarında okumakla,
musiki ve bazı küçük elişleriyle vakit geçirirlerdi. Bu hanım
lar, sarayda terbiye görerek büyümüş kızlardan seçilirdi.
KALFALAR: Padişah sarayında olsun, sultan sarayla
rında olsun kalfaların mevkileri kıdemlerine göredir. Bu sa
raylarda yedi usta, yedi ikinci muavin’den dâye bulunur.
1 Bir tür küçük at.
48
Yedi ustadan dadı yoksa, baş halayık hazinedar usta
olur. Hazinedar ustalık vazifesi, cariyelerin hepsine emir
vermek, hâzineyi muhafaza etmektir. Çamaşır usta, çama
şır ve yatak takımlarına, çaşnigir usta sofra takımlarına, ib
riktar usta leğen-ibrik takımına, kahveci usta kahve takımı
na, kutucu usta sultan efendinin hamam ve baş nizamı hiz
metine bakar. (Pek eskiden kayık hotozlar, tabla fesler, bir
çok örgüler kolay ve az iş değilmiş. O süsü öğrenmiş, eli
yakışır birinin yardımına ihtiyaç muhakkaktı). Kilârcı usta
da kilâr işlerine ve meyve takımına bakar. Bu kalfalar vazi
fe saatlarında hizmetlerinin başında bulunur, iş bitince ta
kımları toplar, saklarlar. İkinciler muavinleridir; bunların
üçüncüleri de olur.
PADİŞAHIN HEDİYELERİ: Bunların terfileri müjdelenir-
ken padişah tarafından her birine beşer mücevher iğne ih
san buyurulmak âdettir. İğneler kabak çiçeğine benzer beş
yapraktan ibarettir. Hazinedar ustanınkiler daha büyük ve
pırlantalıdır. Diğer ustalarınki gümüş Mecidiye büyüklüğün
de Felemenk, ikincilerinki ise daha küçük roza taşlarıyle ya
pılmıştır. Bu iğnelerden sultanefendilerin ustalarına da ihsan
olunur. Çırak olup saraydan giderse götürmeye izinlidir.
Padişah huzuruna çıkarken veya resmî günlerde giyil
mek üzere bu yedi usta ile kâhya kadına, baş ve ikinci kâ
tibeye birer salta (bir cins kısa cepken) verilir. Bu saltalar
kadife veya diğer ipekli kumaş üzerine kenarı sırma ile iş
lenmiştir.
Padişahın ustaları, harem daireleri kalfalığı ile de vazi
felidirler. Kadın efendilerin, ikballerin dairelerinde otururlar,
nedimeleri gibidirler. Gün görmüş, terbiyeli kalfalardır. Hiz
met olarak haftada yalnız yirmi dört saat hünkâr nöbetçilik
leri vardır. Bu nöbetlerini, kalabalık maiyetleriyle beraber-
49
hünkâr sofasının altındaki sofada tutarlar. Bazen huzura
çağırılıp iltifata ve ihsana mazhar olurlar. Her cihetçe pek
rahattırlar.
NASIL GİYİNİRLERDİ: Huzurdaki hizmetleri, padişahın
kendi seçtiği hazinedarlar yaparlar. Daima bu hizmette bu
lunanlar çoğu zaman ikinci, üçüncü hazinedarlardır. Onlar
huzura her vakit çıkarlar. Diğerleri, çağırıldıkça ve nöbetçi
oldukça çıkarlar. Hazinedarlar arasında yüzce güzel olma
yanlar da vardır. Lâkin hepsi pek terbiyeli ve zariftirler. Sa
de ve güzel giyinirler. Huzura çıkarken entarinin üzerine
“Avrupa” giyerler (Bu, kısa etekli, darca hırkacık, AvrupalI
ların Bask dedikleri biçimde olduğu için adına “Avrupa” de
mişlerdir). Bu Avrupaların rengi ve süsü sahiplerinin zevki
ne göredir. Başlarına yemeni, gaz, her ne bağlarlarsa sağ
veya sol tarafına uzunca ibrişim püsküllü düz küçücük bir
fesi iğnelerler. Kenarına kadar bütün kısmı kaplayan yayık
ipek püskülün üstünden enlice kurdele gibi oyalı yemeni
sarılan bu kenarlı tabla fesler zamanla kadifeye çevrilip kü
çültüldükten ve hafifleştirildikten sonra terk olunmuş ve
sonradan kundak baş modası gelmiştir. Fakat yine de fesi
birdenbire atamamışlar, yemeninin üstüne kenarsız ufakça
.bir fes kondurulmuş, daha ufaltılıp, yukarıda bildirdiğim gi
bi, yana iliştirilmiş ve Sultan Abdülaziz Han devrinde terk
olunmuştur. Padişahın huzuruna çıkarken arkada da iki üç
örgü saç bulunmak âdetti. Kadınların o bol saçlı zamanın
da her gencin arkasında örgü varken, saçı az olanlar iğre
ti saçla karıştırarak örerlerdi. Bu âdet de o suretle kalmış,
fakat saç taranışı değişince örgüler de kaldırılmıştır.
Hazinedarlar yumuşak deriden veya kumaştan ökçesiz
ince terlik giyerler. Bu pabuç, padişah dairesine mahsustur.
Aşağıya inerken veya başka daireye giderken üzerine baş
50
ka pabuç giyerler. Hazinedarlar Hünkâr Dairesi’nin altında,
hazinedar acemileri zemin odalarında otururlar. Bunlar ter
biye görmek, iş öğrenmek için büyük ve orta kalfaların ida
resi altına verilenlerdir. Kalfalarına “büyük kalfam”, “küçük
kalfam” der, hürmet eder, hizmetlerini görürler. Sıraları ge
lince onlar da kalfa olurlar. Bu gençler itaat ve intizamla ter
biye edilirler. Sultan saraylarında da öyledir.
CARİYELER
NASIL KAÇIRILIRLAR: Cariyeler, Kafkasya’nın güzel
kırlarına, dere kenarlarına meyve toplamak için çıkanlar
dan insan avcısı heriflerin çaldıkları veya evlenme vaadiy
le kaçırdıkları kızlar, yahut da bir istikbal ümidiyle İstan
bul’a gelip satılmayı kendileri arzu edenlerdir. Bir kısmı da
zenginlerin tarlalarında ve evlerinde kullandıkları köle ve
cariyelerinin birbirleriyle evlendirilmesinden doğan çocuk
lardandır. Bunlar da efendilerinin esiri olduğundan satıl
mışlardır. Bu kızları esirci Çerkezler İstanbul’a getirmiş ve
çoğu İstanbullu olan esirci kadınlar vasıtasıyla konaklara
satmışlardır.
Bazen bunlar arasında asil ve zengin kızlar da bulunur
ki, bunların satılmalarının başlıca sebebi, asil bir kızın ken
dinden aşağısı ile evlenmesi pek çirkin görüldüğünden,
gönlünün arzusuna karşı gelerek o mahrumiyetle memle
ketini terk etmiş olmasıdır. Bu kızlar da diğerleriyle beraber
müşteriye görünür, beğendiği yere kendini sattırırlar. Baş
larındaki kenarı küçük salkımlarla süslü ve tas gibi gümüş
serpuşları, göğsü ve kolları düğmeli, kenarı sırma şeritli
entarileri ve kemerleri zenginliklerini, tavırları da asaletleri
ni gösterir.
BİR ÇERKEZ KIZI İLE İLGİLİ ANI: Bu Çerkez kızlarından
51
biri bizim ev halkının dikkatini çekmişti. Cariyeler etrafını
aldılar. Kendi dilleriyle konuşuyorlardı. Bunların arasına
karışan kız kardeşim:
“Ne kadar güzel kız," dedi.
Kız, Türkçe “güzel”in manasını öğrenmiş:
“Güzellik," dedi “İnsanı bahtiyar etmez. Ben o kadar gü
zel değilim ama çirkin olmadığıma da şükrediyorum. Hiz
metini yapacağım hanımım, huzuruna çıktıkça benden sı
kılmazsa memnun olurum.”
Tercümanlığı cariyeler yapıyordu. Hemşirem:
“Ortalık hizmeti için ona yazık,” dedi.
Cariye:
“Yo...k,” diye karşıladı. “Odalıklığı kabul etmem. Ben,
saraya satılıp padişahın haremine hizmet etmek için gel
dim. Kabil değil başka yerde durmam. Bundan evvelki ko
nağa da, buraya da İstanbul hanımlarını ve evlerini görmek
için geldim."
Neden sonra sarayda beni görünce sevinmiş ve yanıma
koşmuştu.
CARİYE FİYATLARI NASIL SAPTANIR: Satılığa gelen
cariyeler arasında asil, zengin, fakir, güzel, çirkin her türlü
sü bulunurdu. Güzelliğine, vücudunun intizamına ve yaşı
na göre fiyatları olurdu. Kızın bir dişi noksan olursa bede
linden bir kuruş düşülürdü. Şayet başı ayaz, gözü şaşı,
boydan kesik (kısa boylu) ise yine fiyatından düşerlerdi.
Eğer tabanı düzse uğursuz addedilir ve alınmaz, yahut güç
satılırdı.
Çocuklular, dâyelik (sütnine, taya) için çocuğu ile bera
ber alınır ve çocuğu hariçte ücretle diğer bir sütnineneye
verilip büyüyünce de sütkardeş nazariyle bakılırdı. Bu süt
52
kardeşin ayrıcalığı ve mevkii olurdu. O da esirse de satmayı
düşünen hemen yok gibiydi. Tayalar hayli kıymetli idiler.
Fakat dul cariye, bakirenin yarısından daha az bedelle sa
tılırdı.
Cariyeyi, satın alınmadan evvel bir gece müşterinin ha
nesinde bırakmak âdetti. Eğer cariyenin uykusu ağırsa ve
ya horlarsa fiyatından düşülürdü. Cariyelerin ücretleri dok
tor ve ebe muayenesinden geçtikten sonra ödenirdi. Esirci
kadın hem tüccardan, hem de müşteriden tellaliye alırdı.
PAZARLIK: Esirci kadın, hanıma bin bir dil döker:
"Uğurlu kademli olsun, Allah can pekliği versin. Güçlü,
kuvvetli kız, yesin içsin, bakın daha ne olur, tepe tepe kul
lanırsınız... Yâ hanımefendiciğim! Ben size hiç fena esir
getirir miyim, kadınım... Biz, müşterisine göre bülbülü ser
çe, serçeyi bülbül ederiz. Allem ettim, kallem ettim, gül gi
bi kızı çürüttüm, kıl ayıpsız, levend gibi esiri size ucuzca
cık alıverdim. Pazara çıkarsam bundan fazla para eder, ya
efendizâde! Hizmeti de ateş gibidir. Eğer beğenmezseniz
ben ne güne duruyorum, onu size çabucak satı veririm.
Hem de ateş bahasına sürerim. Böyle esiri kapan kapana
dır. Bunların sürüsüne kıran girmedi ya... Sürüsüne bere
ket. Elimi sallasam ellisi, başımı sallasam başı tellisi. İşim
ne efendizâdem! Beğendirinciye kadar taşırım. Biz de sa
yenizde geçineceğiz hanımım. ”
Böyle sokak yazıcılarının basılı mektupları gibi hatıra
sında kalmış bir sürü lüzumsuz ve manasız lafları tekrarlar
durur, sonra da:
“Allah bin bin bereket versin kadınım.” der ve çıkar. Es
ki kalfalara:
“Şu acemi kızın ötesini beri edin, hanımefendinin gözü
ne sokun.”
53
Tavsiyesini, kıza da -Türkçe bilmiyorsa- işaretle:
“Bak seni ne iyi kapıya sattım. Çalış, adam ol. Eğer hoş
nut olmazsan kapı Allah kapısıdır. Başka konak yok değil
ya.” demekten de geri kalmaz.
Esirciler pek fettan, pek aldatıcı, pek iğrenç insanlardır.
CARİYE ÇEŞİTLERİ: Cariyeler üç sınıfa ayrılmışlardır:
1) Hizmet halayığı: Büyücek ve orta güzellikte olanlar
dır. Bunların çirkin ve endamsızlarına “Mollada” derler,
ucuzdurlar.
2) Ticaret için alınanlar: Yaşça küçük, düzgün, büyüdük
çe güzelleşeceği anlaşılanlardır.
3) Odalıklar: On beş ile yirmi yaş arasında ve güzeldirler.
Satın alacak erkek, kızın göğsünü ve kollarıyle dizlerine
kadar bacaklarını muayene edebilir. Bu kızlardan bilerek
ortak üstüne gidenler vardır. Bunlardan ahlâk ve insaf sahi
bi olanlar, esirciye veya müşterisine “Evli olup olmadığı
nı” sorar. Evli ise çekinir, “Aldatılırsa kaçacağını” söyler.
Cariyeler, AvrupalIların zannettikleri gibi pek bedbaht
değildirler. Yiyecekleri, giyecekleri hanımlarınınkine yakın
dır. Her suretle iyi muamele görürler. Sert efendilere tesa
düf eder de memnun olmazlarsa diğer birine satılmasını
teklif ederler. Arzuları yerine getirilmezse kaçarlar ve ken
dilerini sattırırlar. Kaçarken evden hiç bir şey çalmazlar,
yalnız bohçacıklarına bir takım çamaşır koyarlar. Kaçtıkla
rına alâmet olarak da ya çıktığı kapıya veya aştığı duvarın
yanına terliklerini bırakırlar. Kimin yanına sığındılarsa gelip
sahiplerine haber verirler.
Cariyeler arasında hırpalananlar, dayak yiyenler yok de
ğildi. Ama, sebep hep anneleriydi. Zira Çerkez kadınlarının
bazıları kızlarını tâ beşikten: “Padişah haremi olup ihtişam
54
ve elmaslar içinde hayat süreceğine” dair ninnilerle büyü
türlerdi.
O arzu ve ümitle İstanbul’a gelip de ev sahibi beyin, her
caî kelebek gibi çevresinde dolaştığını görünce bazen yüz
vermekten ve hanımlarının felâketine sebep olmaktan çe
kinmezlerdi. İşte o vakit kıskançlıkla hanım tarafından hır
palanmak da olağandı. Yoksa sahibi, ne kadar sert olursa
olsun, hiç olmazsa verdiği parayı düşünerek cariyesinin
sıhhatine bakar, esir pazarlarında sattırır ve evinde alıko
yup ona eziyet etmezdi.
Bu kızlar arasında o kadar iyileri ve sadıkları bulunurdu
ki, hanımın saadetini bozmamak için başka sebepler yara
tır, kendini behemehal evden çıkartır, eski ise çerağ olmak,
yeni ise satılmak suretiyle hanımını kurtarırdı.
KAFKASYA KIZLARI: Kafkasya kızları, memleketlerin
den, kabilelerinden ve ailelerinden ayrıldıktan sonra ne ha
ber alabilir, ne de kendileri bir haber gönderebilirlerdi. Ev
velâ esirciler mani olur, sonra da efendi kapısında akraba
araştırıp, görmenin âdet olmadığını bilir, teşebbüs etmez
lerdi. Şayet talih tesadüfen akrabasından bir kimseye ka
vuşturursa çekinirler fakat sahipleri insaflı ise ara sıra gö
rüştürürlerdi.
Kızlar sanki “târik-i dünya” (dünyayı terketmiş) gibi ya
şamak zorunda olduklarını bilir, o hayata alışırlardı. Hele,
gönülden memnun olmamakla beraber şikâyet de etmeye
rek gençler şen ve şâtır hizmet ederlerdi. Orta yaşlı mevki
ini tutmuş kalfalar da:
Ah felek
yandı yürek
55
çare nedir
çekmek gerek.
diye yakınırlarsa da bu da efendilerine veya arkadaşlarından
birine küstükleri ve odalarına kapandıkları vakit olurdu. Yok
sa daima sadık, itaatli idiler. Hainleri pek nadir görünürdü.
Ticaret için alınanlar 6-7 yaşından 10-12 yaşına kadar
yüzü ve endamı, büyüdükçe güzelleşeceği kestirilenlerden
seçilip musiki aletlerinden kolay çalınır kanun veya ud öğre
tilir, elleri bozulmasın diye kaba hizmete konmaz, aynı za
manda kırıtmalara, gamzelere, işvebazlıklara alıştırılırlardı.
UCUZ VE PAHALI CARİYELER: Kafkasya’dan göç et
tiklerinde fakirlik ve yoksulluk bu kızların pek ucuz, hatta
birkaç altına alınmasına sebep olurdu. Ucuz zamanlarda
memleketimizin aşağı tabaka halkı bile bu kızlardan almış
tır. Birtakımı da sonra satıp ticaret etmek maksadiyle al
mışlardı. Çocuklara güya bir hoşluk getirmek niyetiyle ga
rip garip tavırlar, sevimsiz sözler öğretmişlerdi. Bilhassa:
56
Kimi cariyeyi alıp nikâh ettikten sonra götüreceğini, kimi
de vekilini gönderdiğini söyler. Hanım:
“Başka diyardan gelen müşteri sakın evli olmasın?
Adam ya huysuzsa? Öyle uzaklara veremem.” derse şöy
le karşılık görürdü:
“A kadınım, şehir kızlarının canı yok mu? Çeyiziyle, çi
meniyle, teli, duvağı ile gidiyor da kocası üstüne ortak ge
tiriyor. Kızın kısmetini kesmeyiniz. Ciğeri beş para etmez
bir kız, elmaslar, altınlar içinde yüzecek. Varsın kocası
çirkin olsun, ihtiyarolsun. Daha âlâ ya... Herif genç kızı
görünce eski karısının yüzüne bakar mı ya! Bu da herifin
yüzüne gülsün, ötekini bir köşeye tıksın; saltanatın ve
malın üstüne otursun. Size dua eder, bana da ‘Allah razı
olsun’ der.”
Bazen de şöyle idare ederlerdi:
"Avelinimetzadem, Gülnihal gibi kızın olsun, elini öpene
verirsin. Daha yaşı başı ne?”
Kız, ya Mabeyn Odası’na veya isteyenin evine kâhya
kadınla gönderilir. Bu suretle birkaç müşteriye çıkarılır, ni
hayet, 500 liraya birine satılırdı. Eğer rahat ettiren adama
düşerse hanımını unutmayanlar çoktu. Gelir görüşür, uzak
ta ise yazar, ufak tefek hediye gönderir hanımı da annesi
gibi ilgilenirdi. Bu kızların kıymetleri güzelliklerine ve müş
terinin arzusuna bağlı idi.
PERİ KADAR GÜZEL, FAKAT AKLI KIT BİR CARİYE:
Altımermer'de dadımın komşularından iki hemşirenin or
taklaşa ticaret için satın aldıkları bir kızı defalarca görmüş
tüm. Gayet beyaz, pembe yanaklı, mavi gözlü, açık lepis
ka altın gibi parıltılı saçlı, düzgün vücutlu, peri kadar güzel,
16 yaşında bir kızdı. Fakat Allah, bol bol verdiği bu güzel
liğe karşılık zekâ bakımından hasis davranmıştı.
57
Bu kızın güzelliğinin şöhreti saraya kadar yayıldı. Sultan
Aziz’in validesi Pertevniyal Valide Sultan, bu kızı çağırttı.
Padişahın huzuruna ilk çıkışında zekâ eseri gösteremedi.
Bu hal onun sıkılganlığına verildi ve ismetpenah hazretle
rinin hoşuna gitti. Kızın sahipleri yüksek fiyat istedilerse de
kızın güzelliği ve saraydan çıkmak istemeyişi üzerine iki
yüzer keseye satın alındı.
Valide Sultan Hazretleri bu cariyeyi oğluna gönderdi.
Zarif olmak mutluluğundan yoksun olan bu kızcağız Hakan
hazretlerinin takdir ve iltifatlarına pek erişemedi ve bir
müddetçik hazinedarlar mâiyetinde bulunduktan sonra çı
rağ edilip mükemmel bir çeyizle ulemâdan asîl bir zatla ev
lendirildi. Düğününde bulunmuştum, zevci ve evlâdı ile çok
rahat etti.
DÜĞÜN HEDİYESİ OLARAK VERİLEN CARİYELER:
Diğer birini daha tanırdım. Âli Paşa hareminin terbiyesi al
tında büyümüş, buğday renkli, güzelce düzgün bir kızdı.
Tophane Müşiri Fethi Ahmet Paşa’nın haremi satın aldı.
Oğlu Mahmut Celâlettin Paşa, Sultan Mecit Han hazretle
rinin kerimelerinden Cemile Sultan Efendi ile evlendiklerin
de, o vaktin âdeti üzere, gelin Sultanefendiye bu cariyeyi
düğün hediyesi olarak verdi.
Cemile Sultan, biraderi Abdülhamit Efendinin bu kıza
rağbet ve meylini görünce hemen takdim etti. Odaları, ca-
riyeleri hazırladı. Ve böylece, Nâzikeda, efendi hazretleri
nin haremi oldu. Kazaen yanan Ulviye Sultan’ın validesidir.
ULVİYE SULTAN NASIL YANDI: Ulviye Sultan yedi ya
şında iken odasında piyano çalmakta olan validesinin arka
tarafında kibrit çakıp çocukça eğlenmek ister. Kalfalar da
yemektedir. Bu esnada ve validesinin dönüp mâni olması
na vakit kalmadan Sultan’ın müsün entarisi tutuşur. Belin
58
deki altın kemer de kızdığı için çözülmez, biçare valide
kendi göğsü ve kolları yanıncaya kadar uğraşır. Feryadı
İkinci Veliaht dairesinin geniş sofasından alt kata gidince
ye kadar iş işten geçer ve evlâdını kurtarmak nasip olmaz.
Sultan, yandıktan iki gün sonra vefat eder. Peder ve valide
teessürlerinden uzun müddet görüşemezler.
Nazikedâ Hanım, Sultan Abdülhamit tahta çıktığı zaman
Başkadın Efendi olmuştu. Bu mevkie lâyıktı.
Bu kadınefendi, kendisine kuvvetli bir terbiye veren hanı
mına karşı kadirşinaslığını göstermek için, padişahın da
müsaadesini alarak, anneliğini saraya dâvet eder, adet ol
duğu üzere yer öpmeye davranan ihtiyar hanımı kucaklayıp:
"Estağfurullah. Beni bu mevkie yükselten sizsiniz. Sizin
mübârek elinizi öpmeye şevketli efendimizin müsaadeleri
var. O şerefi de kazanmak isterim.” diye elini uzattıysa da
hanımı bırakmadı. Tekrar kucaklaştılar. Fevkalâde iyi kabul
gösterip, yanına oturttu, izaz ve ikram etti.
CARİYELERİNİ SATANLAR VE ESİRLİK SÜRESİ: Kü
çük cariye alarak terbiye edip satmak çirkin görülmezdi,
ayıp değildi. Vükelâ hanımlarının bazıları bile bu ticareti
ederlerdi. (Biz yapmadık).
Odalıklar arasında kocası tarafından zulme duçar edi
len yok değildir. Bu bedbaht kadınların, defalarla satılıp el
den ele geçmek felâketine düşenleri de vardı.
Vicdan ve hamiyet sahibi olanlar, cariyelerini iyi tahkik
etmeden satmazlar; o kızlar bahtiyar hanımefendiler olur
lardı. Paraya tamah edip müşterinin nasıl adam olduğunu
tahkike lüzum görmeyip satanlar, zavallı kızın türlü felâke
te uğramasına sebep olurlardı. Ne vahşet!
Esirlik süresine gelince: Beyaz cariyelere dokuz, orta
halli ailelerin mutfak hizmetindeki arap cariyelere yedi se
59
nedir. Müddetini bitirince “Azad” kâğıdı verilir. İsterse daha
oturur, istemezse elmas yüzüğü ve küpesi, altın saati, gümüş
zarfları, bir çift kaşığı ve hanesinin her levazımı verilerek
çırağ edilir. Bir ev bahşeden efendiler de vardır.
Cariyeler bedbaht değildirler. Hattâ evlenmelerinden
sonra bile kendilerine yardım edilir. Kocaları memuriyete
yerleştirilir, mesut surette yaşar, “Hanım” olurlar. Hanımla
rını ve büyüttükleri efendizadelerini cidden sevip ayrılığa
tahammül edemeyerek bütün hayatını o evde geçirenler
de çoktur. Bu sınıfa verilen imtiyazla “Dadı”, “Bacı”, Hacca
gitmişse “Hacı Bacı” diyerek sever, hürmet ederler. İhtiyar
layınca o hanede hüküm sahibi bile olurlar. Lâkin hiç bir va
kit hadlerini tecavüz etmez, gördükleri itibara halel getire
cek hal ve harekette bulunmazlar, daima terbiyeli, damia
itaatlidirler.
Hemşiremin dadısı “Azad kâğıdı”nı yırtıp hemşiremden
ayrılmamıştı. Çocuklarını büyüttü. Altmış yaşına kadar
sevdiği hanımının yanında yaşadı.
Hanımlar içinde, zamanını geçirmiş cariyesinin azad kâ
ğıdını alıp yırtanlar bulunduğunu cariyeler bildiklerinden
azad kâğıtlarını pek dikkatle saklarlarmış. Validem, dadımın
azad kâğıdını toparlak gümüş bir kutuya koyup önce bir zin
cirle muska gibi boynuna takmıştı. Aman o muskayı ne ka
dar sever, ara sıra nasıl okşardı. Kâh kapar, ben de boynu
ma takar gezerdim. On beş yaşıma kadar beni bırakmadı.
Evimizin kalfalığını, peder ve validemin hizmetini de üzerine
almıştı. Hepsine yetişirdi. Bir cerrah kolağası ile evlendikten
sonra da terbiyesi, bize sevgisi, saygısı bozulmadı. Evlât
sahibi olmadığı için bana karşı muhabbeti artmıştı.
Çocuklarımı kucağına alır, bazen de etrafına kuluçka gi
bi toplar, keyiflenirdi. Seksen yaşına yakındı zannederim.
60
Birkaç yıl önce (1919) vefat etti. Torunlarım bile “Hacı ba
cı” diye hâlâ üzülerek anarlar.
Bizde “Çerkezim” diyen bir cariye daha vardı. Sivas
köylerinden olduğu, çırağ edildikten sonra oradan gelen
yakınıyla anlaşıldı. Bundan da, o zaman Türklerin de çalı
nıp satıldığı anlaşılıyor.
61
beslerler. Onların üzüntüleri, çöllerinden ve hurmalıkların
dan başka dünya tanımayan, denizden bile habersiz olan
Arapların üzüntülerine benzemez. Bu cahil insanlar her şe
ye ilgisiz ne onlar için her şey hayret ve dehşet vericidir.
Zavallı Arapçıklar, satıldıkları evlerde dil meselesi gibi
üzücü ve dayanılmaz bir belâya da düşerler. Bunlar derhal
mutbaha sokulur, çamaşıra, tahtaya konur, azat vaktine
kadar günlerini ocak başında, ateş karşısında geçirirler.
Mutfaktan çıkınca kuyudan su çekmek, taşımak da onları
bekler. Boş bırakılmayan değirmen gibi işlerler. Cefaya çok
alışkındırlar. Yorgunluktan da şikâyet etmezler.
Bu biçarelerin tabiatlarındaki sertlik, iklimin, çevrenin ve
hayat tarzının değişmesiyle büsbütün şiddetlenir, inatçı olur
lar. Ama az zamanda yine makine gibi işlerler. İstanbul’da
eskiyip kapı kapı dolaşmış Araplarla konuşmazlarsa tutsak
lık sürelerini itaat ve sükûnetle geçirirler. Azad edilince ister
se daha oturur, isterse çeyizlenip kendi gibi biriyle evlendiri
lir. Beyaz erkeklerle evlendirilenler, rahat yaşayanlar da var
dır. Temiz, iyi ev kadınıdırlar. Kocalarını memnun ederler.
PERİLİ GODYALAR: Eğer, komşulardaki baştan çık
mış, fendleşmiş aşçılarla görüşürler, konuşurlarsa derhal
iğfal edilirler. “Ablalara, “godya”ya bağlanırlar. O zaman
ne masumiyet kalır, ne sadakat. “Godya”, perilere karış
mış, periler üzerinde nüfuz sahibesi, kötü saydıkları ihtiyar
Araptır. O, cahillerin nazarında pek yüksektir. Arkasında
kürkü, alnında kaşbastısı,4 dizleri fanila ile örtülü, köşesin
de ve mangalın başında azametle kurulup oturur.
Araplar, bu godyalara hediyelerle gelip tâzim ile onların
elini ayağını öperler. Godyalar onlara karşı mürşit (yol gös
4 Altından sıkı sıkı bağlanan yemeni.
62
terici) ve deli tavrı takınırmış. Baş alması için istirhamlara
ve minnetlere sözde nazlanarak razı olur mangala attığı
tütsü, odayı keskin ve kesif bir dumanla doldururken o da
avuçlarını yere sürerek bed bed seslerle homurdanır ve
böylece güya perileri davet eder, kendini yerden yere vu
rurmuş. Bu arada kâh kadın, kâh erkek sesleriyle orada
bulunanlara emirler verirlermiş. Bu emirlerle kara gözlü
kurban, bensiz karatavuk, şerbetlik şeker ve daha birçok
şeyler talep edermiş. Ben godya görmedim, fakat bir misa
firin cariyesinin “babası tuttuğunu” gördüm.
GODYA NASIL DELİRİR: Gördüğümü yazayım: Girit’te
bir akşam babamla otururken aşağıdan konuşma, çığlık,
gülüşme sesleri geldi. Çıkıp sordum.
“Hoşkadem’in babası tuttu,” dediler.
Gidip bakmak için babamdan izin istedim.
“Yalandır, hezeyandır, görülecek şey değildir. İstiyorsan
git bak,” dedi.
İndim, Cariyeler sofrada tesadüfen sahan kapaklarını
takırdatmışlar. Arap:
“Şamata etmeyiniz, babalarım tutar,” diye gözlerini açınca:
“Vay senin baban mı var? Başlı mısın?” diyerek kadının
başını tartaklarlar. (Bunların başlarına dokunulmaz.)
Arap daha çok şamata eder. Mangala günlük, adaçayı,
ellerine ne geçerse atarlar. Arap kudurur.
Ben indiğim zaman iki diz üstüne oturduğu yerde hopla
ya hoplaya ellerini vuruyor, çırpınıyordu. O didinme geçin
ce acayip bir kadın sesi, kuş şivesiyle bir şeyler söyledi. Bu
gelen Rüküş hanımmış. Başımdaki al renginde kurdeleye
atıldı. Fena halde korktum.
“A, koykma, ben şeni pek şevdim”le beraber benden is-
63
tediği şeyler arasında ipekli entarilik de vardı. Kızlardan bi
ri kendi al entarisini getirip verdi.
“Bu şenin eşki. Bunu başına çal,” diye fırlattı. Genç er
kek sesiyle bıyık burarak işaretler, zevzeklikler etti. Bu da
Rüküş hanımın erkek kardeşi Yaver Bey imiş. Bir de dayı
mı amca mı sakallı biri geldi.
Arap, kâh yumuşayarak, kâh tehdit ederek bizi kandır
maya çalıştı.
İnananların itikadınca periler beğendiklerini zapteder,
kimse ile konuşturmazlarmış. Hatta daha gerilerde, ceha
let zamanında Yaver Beyden çocukları da olurmuş.
Kadının üzerine bir sinir nöbeti geldi. Fakat gerisi hep
yalandı. Bu Arabın, efendisinin evinde sık sık nöbeti tutar
mış. Evdekiler de başa çıkamaz, arabacıyı çağırırlarmış.
Bir akşam bey gelip olup bitenleri haber alınca baston
la Arab’a hücum eder... Arap yalvarır... Bey sorar:
“Mel’une, ben seni satın alırken niçin söylemedin?"
“Siz bana baban var mı diye sormadınız.”
“Cariyenin babası olur mu? Elbette yok.”
“Buna boru derler. Bunu sormadınız."
Bazı kadınlar bunlara garipten sual sorar, imdat umar
lar. Bilmem o akılda kadınlar hâlâ var mı?”
NASIL EĞLENİRLER: Arap cariyeler, kilerden, mutfak
tan ablaya hisse ayırmaya çalıştıktan sonra ellerine ne ge
çerse ablalara verirler; godyanın sofrasına, dolabına da
gönderirler. Ablalar “koruyucu" sıfatını takınarak hizmetçi
tellallığı eder, efendilerinin evinde rahat oturan cariyeleri
ayartır, kendi istifadelerini temin için kaçırır. Boynundaki al
tınlarını, küpelerini abla, geri kalan hepsini de godya soyar.
Aşçılık maaşlarını da onlar yerler. Dümbeleklerle, Arap
64
oyunlariyle de eğlenirler. Paraları bitince borç da eder, hiz
metlerine yorgun argın dönerler.
Mayıs başı Arapların büyük bir günüdür. Sabah erkenden
İstanbul’dakiler Veliefendi çayırına, Üsküdar’dakiler Bülbül-
deresine giderler. Kendilerine ayırdıkları yerin etrafına nok
talar koyar, ortasında kazanda hindi, et ve aside denilen bi
berli, etli ve pirinçli bamya yemeği pişirirler. Akşama kadar
bağırır, çağırır, baş alır, güya hoş vakit geçirir, eğlenirlermiş!
Hududun haricindeki seyirci kadınlara yemek ve meyve ik
ram ederlermiş. Ben görmedim, görenlerin tariflerine göre
çimen üzerine öbek öbek yayılmış bir çok al feraceli Araplar
orayı gelincik çiçekleriyle donanmış tarlaya benzetirlermiş.
O ziyafetin masrafı aralarında taksim olunurmuş. Her halde
ablalardan büyük bir şey çıkmaz, Godyaya da karnını do
yurmak ve onları kandırmak hissesi düşer.
Sarayda Arap cariye kullanmak âdet değildi. Yalnız Sul
tan Abdülmecid’e Mısır Valisi Abbas Paşa’nın takdim ettiği
Arap saz takımı hanendesi Zeynep ile iki de padişaha mah
sus yemekler pişiren siyah Arap vardı. Zeynep, hoşsohbet,
terbiyeli ve iyi bir hanende idi. İsmetpenah hazretlerinin hu
zuruna daima çıkardı. Aşçılar, işleri bitince odalarına çeki
lirlerdi. Büyük konaklarda orta hizmetinde bir iki kişi bulu
nur. Araplar ucuz satıldıkları için orta halli aileler alırdı.
65
nu da teyzelerim, rahatına, mutluluğuna olan kıskançlıkla
rından dolayı anneme söyleyip hayli üzmüşlerdi.
Babam, annemin ölümünden sonra da "odalık” adıyla
kimseyi meydana çıkarmadı. Dadılarımızdan, erkek karde
şimin dayesinden başka yaşlı cariyemiz yoktu. Hepsi genç,
hepsi güzel, hepsi hizmet ederler ve karşılarında çirkin
Arap cariye görmek istemezlerdi. Oysa, bir Arab'a sahip ol
mak için içim titrerdi.
CARİYE PAZARLIĞI: Bir gün esirci Hatice Hanım geldi:
“Kadınım” dedi. "Size bir Arap cariye buldum ki, görme
lere lâyık. Fidan boylu, kuzgunî siyah, cin gibi küçük göz
leri velfecri okuyor, parıl parıl şimşek gibi çakıyor. O burun,
o dudaklar, olur şey değil. Şeytan mı şeytan, kapkara, ha
mamböceği gibi.”
Galiba surat etmişim ki, Hatice Hanım derhal:
“Arap nasıl methedilir,” diye ilâve etti: “Velinimetzadem!
Arap bu. Siyah inci değil ya. Hem de acemi; kapı görmemiş.
İstediğiniz gibi terbiye edersiniz. Hele bir kere görseniz.”
"Yarın getiriniz,” dedim.
“A kadınım, ben onu getirdim bile. Halayık odasındadır.”
Getirdi. Kadın bir bana, bir Arab’a koşup, beğendirmeye
çalıştıkça zavallı kız şaşkın şaşkın bakınıyordu.
Teyzezadem babamla Yemen’de, kocasiyle Hicaz’da
çok oturmuş; iyi Arapça bilirdi. Kızcağız kendi dilini duyun
ca sevindi:
“Beni kim alacak?” diye sordu.
Biz, cariye alırken “bizi isteyip istemediğini" sorardık.
Teyzezadem beni gösterince:
“Sen niçin almıyorsun?” diye sordu.
66
Teyzem de:
"Benim Arab’ım var" dedi.
"İki Arap olsak ne zararı var? (Leyla Hanımı göstererek)
Bu senin nen?”
“Kardeşim.”
Birkaç dakika o küçücük gözler keskin bakışlarla beni
inceledi. Sonra:
“Alsın, isterim,” dedi.
Benim gözüm de Arap’ta kaldı. Ama, babam “alma” der
se tabiî alamayacağım. Akşam babam eve gelince odası
na gittim, bir Arapcağız almak hususundaki arzumu ve
Arapları, parlak gözleriyle, beyaz dişleriyle yıldızlı gecele
re benzerek hoşuma gittiğini; belki ismime benzedikleri için
sevdiğimi söyledim. Gülerek:
“Aman şu aydınlık geceyi biz de görelim,” dedi.
Arapla beraber esirci de kendini odaya attı:
“Paşam, hanımıma böyle nadide bir Arap bulmak için İs
tanbul içinde kapısının ipini çekmedik Arap esirci bırakma
dım. Hele şu boya bosa, yosma edaya bakın,” diye geve
zelendiği sırada babacığım çocuğun çenesinden tutup yü
züne bakarken:
“Hay maskara hay,” dedi. O da beni tetkik ediyor. Bu kız
akıllı çocuğa benziyor. Sana alayım. Buna “Mehicebin”,
“Kemer”, “Seher”, “Letafet” gibi bayağı Arap halayık adı
koyma, ben sana Arap değil, yasemin veriyorum.”
Kızın adı “Yasemin” kaldı. Esirci muhakkak alınacağı
nı anlayınca 60 liradan tutturdu ve 30 lirayı aldı gitti.
Ertesi akşam babam Yasemin’e al sarı birer elbiselik,
kalın kemer, boncuklu gerdanlık, küpe, bilezikler, hotozu
67
için de koca bir pembe gül getirdi. Entariler acele dikildi,
giydirildi, süslendirildi.
Benimle o da her akşam babamın elini öperdi. O gün
hangi Türkçe kelimeyi öğrenirse söylerdi.
O günden sonra Tuna Vilâyeti mektupçuluğu ile Rus
çuk’ta bulunan eşimin yanına gittim. Yasemin vapuru bili
yordu. Fakat hiç tren görmemiş. Yürüyen biz miyiz, yoksa
yer mi? Birden anlayamadı. Birinci mevkide etrafı tetkik
için başını pencereden çıkarıp trenin hareketine kadar
bekledi. Sonra, müşkülünü hallettiğini bana işaretle anlattı.
MECNUN KİME DERLER: Yanımda oğlum Yusuf’a
bakmak için iyi Fransızca bilir AvusturyalI bir kadın, bir
Çerkez cariye, bir de Yasemin vardı. Eşim de bir Rum hiz
metçi almış. Evde üç dil kullanılıyordu. Bir gün Yasemin di
lini çıkarıp hareket ettirerek bizim muhtelif dillerle konuş
mamızın sebebini sordu. Türkçenin, Fransızca ve Rumca-
nın ayrı ayrı diller olduğunu -Her üç dilin tek kelimesini bil
mediği halde- anladığına hayret ettim.
Bir de, evimizin arkasında kışla meydanında müzika nö
bet çaldıkça kızın, merdiven penceresine tırmanıp hem
işitmek, hem de görmek istemesi, sonra da piyanoda aynı
havayı bana çaldırıp dinlemesi dikkatimi çekti. O yıl çıkan,
muhayyerden:
“Gözden cemalin çok ırağ oldu.” şarkısını bir misafir
hanım okuyordu.
“Mecnuna döndüm, yerim dağ oldu.” mısrasına, ge
lince Yasemin sordu:
“Mecnun kim, mecnun kim?"
Yasemin sadece Arapça “mecnun” kelimesini anlamıştı.
“Sen,” dedim.
68
“La," dedi.
“Ben,” dedim.
“Lâ,” dedi.
“O hanım,” dedim.
İki omuzunu kaldırarak:
“Acep bilmem,” demek istedi.
HAZİN SONUÇ: Yasemin’in yeri gözümde günden güne
yükseliyordu. Bunu da Yekta’yı okuttuğum gibi okuttum.
Fransızcayı tuhaf bir şive ile konuşacak kadar öğrenmişti.
Dikiş ve iğne işlerini de güzel öğrendi. Gayet temiz, inti
zamlı bir kız oldu.
Sabahleyin saçlarına kurdele bağlamadan, kendi eliyle
maşaladığı kolalı yakalığını, önlüğünü takmadan ortaya çık
mazdı. Bilmediği şeyleri sorup öğrenmeye pek meraklıydı.
BUZ KURBANI: Kırılmış buz parçalarını dönme dolap
tan gelirken bağçede güneşe tutup seyretmeyi çok sevi
yordu. İlk karı görünce o kadar beğendi ki, avuç avuç ba
şına serpmeye kanamadı. Fırsat buldukça karın içinde yu
varlandığını haber verdiler.
Yerde kar varken vilâyetin ileri gelenlerinin hanımları,
Vali Paşanın konağında toplanırdı. Mehtap geceleri bile kı
zaklarla şehrin dışına çıkardık. Yasemin’i evde bırakamaz
dım. Nefesten yaşmağının ağız parçasının kaskatı buz tut
masından şikâyet ederdi. Ama yine de bu gezintilerden
hoşlanırdı.
İkinci kışın ortasında İstanbul’a döndük. İstanbul’da, Rus
çuk’ta olduğu gibi gözümün önünde bulunduramadım. Her
kesin hoşuna giden Yasemin’im kalabalığa karıştı. Kartopu
keyiflerinin, kar helvalarının kurbanı oldu, vereme yakalandı.
O Yasemin gibi nazik kızcağız, Kara topraklara düştü.
69
ARAP CARİYELERİNİN YETENEK VE NİTELİKLERİ:
Araplar hakkında birkaç satır daha karalayacağım. Derler
ki: “Kırk Arap’ın aklı bir incir çekirdeği doldurmaz”. Bu
iddia gerçeğe uygun değildir. Renklerimizden başka farkı
mız olmayan bu insanların böylesine hakir görülmesi asla
haklı olamaz. Yurdunda cehalet içinde, görgüden, terbiye
den yoksun, hiç bir fikir edinemeyerek büyümüş; İstan
bul’da da, işlerinin dışında başka bir şey duymamış, görgü
sü mutfak işlerinden ibaret olan bu kimselerden parlak bir
zekâ ummak abes olmaz mı?
O zavallıların gelişemeyen zihinleri kalın bir zar, kapalı
bir mahfaza içinde uyuşmuş kalmıştır. İnsaf edelim, biz de
hayatımızın ilk anlarını onlar gibi, onların bulunduğu şartla
rın içinde geçirmiş olsaydık, küçümsediğimiz bu kimseler
den ne farkımız olurdu? Yaşlandıktan sonra İstanbul’a geti
rilmiş Arapların “gabi” görünmesi bu yüzdendir. Oysa genç
getirilenlerde zekâ belirtileri derhal görülür. Her şeyi çabuk
kavrarlar. Ben, Arapları çok severim. Fırsat düştükçe her
şeyleriyle de meşgul olurum. Araplar da beni severlerdi.
Yasemin’den sonra aynı konu ile ilgili olarak iki anımı
daha anlatayım.
CARİYE YEKTANIN KARAYAZISI: Hemşiremin, bera
ber büyüdüğümüz Yekta adında bir cariyesi vardı. Bize gel
diğinin ilk haftasında diğer küçükler ona takılmaya başladı:
Derisinin siyahlığı, yüzünün şekli ve saçlariyle alay ederek
canından bezdirdiler. Bir gün onu şöyle kandırmışlardı:
“Yüzünü ve ellerini beyazlatmak için her gün limonla ov;
üzerine sabun köpüğü ve kola sür. Bunu yapmazsan so
kakta dolaşan hırsızlar seni çalar!"
Kızcağız, kapı yoldaşlarının da yardımı ile birkaç gün
uğraşmış. Nihayet sabunun ve limonun deriyi ağartamaya-
70
cağını anlamış, kendisiyle alap edenlere de küsmüştü.
Ama, yine onların yanından ayrılmaz, her yaptıklarına dik
kat ederek onları taklit ederdi.
GÜNAHI “SİYAH” OLMAK: Mihrabat ile Kavacık arasın
da büyük bağımız vardı. Sık sık çıkardık. Küçükleri de gö
türürdük. Bir gün, yine akşama kadar koşup eğlenip elleri
mizde meyve sepetleriyle dönerken yalının arka kapısında
bir maymuncuya rastladık. Herif, birkaç para almak ümidiy
le maymunu oynatıyordu. Yekta da, zincirle bağlı ve kamçı
darbeleri altında kıvranan maymuna hayretle bakıyordu.
Sonra birden gözlerini açıp içeriye kaçtı. Arkasından yetiş
tik. Ağlayarak aynada kendisini seyrediyordu. Bir yandan
da yalvarıyordu:
“Benim anam babam da siyahtı. Ben de onlara benziyo
rum. Bizim memlekette herkes siyahtır. Ben de sizin gibi in
sanım. Beni bir daha sokağa çıkarmayın. Evde oturayım.
Hepinizin hizmetini yaparım.”
Meğer arkadaşlarından biri, maymuncuyu gösterip; “Bu
adam seni çalacak,” diye işaret ederek onu korkutmuş.
Büyükler de teselli etmişler:
“İyi hizmet edersen kalfa olursun. O zaman sana kimse
fenalık edemez,” diye.
Yekta kısa zamanda elişleri öğrendi. Artık çocukların
sözlerine inanmıyordu. Yekta’yı halimce okutmaya çalış
tım. Harflerin şekillerini ve sadalarını öğrenmeye başladı.
İki harfli kelimeleri kolaylıkla okuyordu.
Bir süre sonra biz Girit’e gittik. Aradan epey zaman geç
mişti. Hemşiremin mektubunun içinden kargacık burgacık
bir mektup çıktı. Bu Yekta’nın mektubu idi. Harfleri bağla-
yamamış; sıra ile koyup her kelimeyi ayırmış. Dikkat ettim;
noksan harfleri tamamladım ve mektubu okuyabildim. Şöy
le yazıyordu:
71
“Senden ayrı olduğum için hep ağlıyorum. Hep seni arı
yorum. Sana mektup yazabilmek için geceleri yazıya çalı
şıyorum. Mahsus selâm ederim: Çabuk gel. ”
Yekta’dan, buna benzer ara sıra gelen mektupları imlâ
ve dil bakımından düzeltip iade ediyordum. Böylece her
mektubunda yazıyı ilerlettiğini görüyordum.
Birkaç yıl içinde Türkçesi yoluna girdi. Bana düzgün ve
akıllıca mektuplar yazıyordu. Hemşirem, mektuplarında,
Yekta’nın terbiyesinden, nezaketinden, hizmetinden mem
nunlukla bahsediyordu. Fakat, denize olan düşkünlüğün
den şikâyetçiydi.
Yekta yüzmeyi iyi biliyordu. Akşam geç vakit yalının ka
zıkları arasında çıkıp açıkta yüzer, yüzer, gelirmiş.
Hemşirem, bir mektubunda YEKTA adını siyah çerçeve
içine almıştı. Altında da şu satırlar vardı:
“Yekta denizde soğuk almış. Zatürreeden kurtaramadık.”
Çok, pek çok acıdım.
72
ye su almaya gittiğini” söyledi. O günden sonra yolda
Emine’ye her gün rastlıyorduk. Hep, arabamızın yanında
yürürdü; konuşurduk. Bir gün para verdim; kabul etmedi.
Ondan sonra hoşuna giden ufak tefek hediyeler verirdim.
Derdi ki:
“Elinizle verdiğiniz bu hediyeler değerlidir. Ama benim
halime ve mevkiime uygun değildir. Her gün kullanamam.
Bayrama saklarım.”
Bütün yaz onu, başında destisi, yolda gördük. Fakat kı
şın ne gördüm, ne de haber aldım. Ertesi yaz yolda yine
hep rastladık. İkinci ve üçüncü yaz da öyle.
ÇÖLDEN LÜKS YATA: Dördüncü yazın bir mayıs gü
nüydü. Hizmetçim, bir Habeş kadınının beni görmek istedi
ğini söyledi.
“Gelsin,” dedim.
Odaya utanarak biri girdi. Girit’te Araplar ferace giymez.
Yalnız, iki değirmilik başörtüsüne büründükleri için yüzünü
göremiyordum. Saygı ile ellerime sarıldı. Tanıyamadığımı
anlayınca örtüsünü açtı. Evet, yüzü Emine’ye benziyordu.
Ama, kılık kıyafetçe Emine'ye benzer yanı yoktu. Güvez ka
dife üstüne sırma bükme ile işlenmiş entari, yanları işleme
li mavi canfes, şalvar, ipekli beyaz gömlek, belinde gümüş
kemer, kollarında altın bilezikler. Göğsünde, başında şangır
şangır altın sikkeler... Girit’te bu kılıkta hiç bir Arap yoktu.
“Bu kim? Nerden çıktı!” diye hayretle bakarken:
“Emine, hanımcığım Emine,” diyerek ellerimi tekrar öp
tü. Elleri buz gibi, rengi karadan sarıya çalmış, titriyordu.
“Kız bu ne hal!” deyivermişim.
“Evet hanımcığım, bu ne hal? Bu akşam kocaya varıyo
rum. Yarın belki buradan ebediyen gidiyorum. Ayrılmadan
73
elinizi öpmeye geldim,” dedi.
“Kim nereye?” sualime meydan bırakmadı. Devam etti.
“Kendi vapuruyle seyahat ederken Girit’e uğrayan Kontes
Tine beni kendi oda hizmetçiliğine aldı. Razı etmek için de
bana çok para verdi. Aldım; paraları da fakirlere dağıttım.”
“Emine! Tebrik ederim seni,” dedim. “Kontes nazik ve ki
bar bir madmazel. Yanında mutlu olursun.”
“Zannetmem,” dedi. “Bana öyle geliyor ki, başımdaki al
tınlar belâ, elbiseler de birer işkence torbası. Ben, partal el
biselerimle, başımdaki testimle kum üzerinde yalınayak
yürüyerek daha mutluyum. Bana bunların hiç biri nasip ol
mayacak. Emine, yine eski Emine olacak.”
Ve ağladı.
“Kızım,” dedim. “Kocanı mı beğenmedin; ne var?”
“Kocam genç ve güzel. Yalnız, huyunu bilmiyorum. Çev
resi de bana göre değil... Ben, kendi dilimi bile doğru dü
rüst bilemem. Cahil bir kızım. İngilizlerin, İngiliz terbiyesi
almış Arapların içinde ben ne yaparım? Allah kısmet etmiş
se çekeceğim. Kaderimi göreceğim. Eğer rahat edersem
size mektupla bildiririm. Benim adresimi evvelce bilmiyor
dunuz. İşte şimdi Kontes Taine gemisi... Dünyanın hangi
tarafında? Hangi dalgaların arasında?... Onu Allah bilir...
Bir daha elinizi öpeyim de gideyim. Gecikmeyeyim. Beni
unutmayınız. Başında testisi ile suya giderken rastladığınız
bu fakir halhot (halhot ne demektir bilmiyorum) kızını yolda
gözlerinizin önüne getiriniz hanımcığım.”
Ve Emine gitti. Bir saat sonra, Hanya’nın en yüksek yerin
de, set üzerine, limana ve engine bakan Hükümet konağının
harem dairesinde, odamın penceresinden; geminin güverte
74
sinde durmuş, bir elinde dürbün tutan, öbür eliyle mendil sal
layan Emine’yi gördüm. Ona ben de mendil salladım.
Bir süre sonra Girit’ten muallimem Kirya Kontakaki’den
mektup aldım. Emine’den bahsediyordu. Kocası sarhoş
muş. Emine’yi hep hırpalıyor ve dövüyormuş. Zavallıcık
hepsine katlanmış. Sarhoş koca, sonunda Emine’nin altın
larını da çalmış. Üstelik inkâr da etmiş. Emine de Kontese
şikâyet etmiş. Kontes, Emine’yi kocasından boşamış, uşa
ğı da gemiden kovmuş.
ALTINLARIN GETİRDİĞİ MUTSUZLUK: Emine Girit’e
geldiği zaman Madmazel Kirya Kontanaki’yi görmüş. Kon
tesin gönderdiği mektubu ve elyazısı ile kendisine verdiği
bonservisi, ayrıca Kontes’in verdiği 50 İngiliz altınını mad-
mazele teslim etmiş. Demiş ki:
“Bu para benim hakkım değil. Efendimin merhameti
eseridir. Ben, elbisemi bile bıraktım. Yola, arkamda gördü
ğünüz elbise ile çıktım. Yine evvelki halimde yaşayacağım.
Bu parayı ailemin ihtiyaçlarına harcamanızı rica ederim.
Müsaade ederseniz, öğrendiğim İngilize ile ara sıra sizinle
konuşmaya geleyim. Geleyim ki, unutmayayım. Başımdan
geçen felâketi hanımıma da yazınız, rica ederim.”
Ve Emine çok düzgün bir İngilizce ile söylemiş bütün
bunları.
İşte, görgüsüz ve aptal sanılan Araplardan bir örnek da
ha verdim.
Emine, Kumkapı (Girit) dışında kıyıda Halhut mahalle
sindeki evindeki eski hali ile yaşamını sürdürmüş.
Emine’yi evlendiren kontes hakkında da bilgi vereyim:
Bu, gayet zengin kontesin seyahate merakı varmış. Girit’e
75
uğrayınca bir akşam bana da gelmişti. Otuz yaşında kibar
bir kızdı. Vapurunda kaptan, kumandan ve kâtip İngilizmiş.
Geri kalanlar hep Arapmış. İçlerinde evli de, bekâr da var
mış. Girit’ten ne tarafa gitti bilmem. Trablusgarp içerlerini
dolaşmak isteyince vali, uzaklara gitmemesi için nasihat
etmişse de yanına muhafız bile almadan birkaç deveci ile
içerilere dalmış. Yolda öldürmüşler. Gazeteler de yazmıştı.
Araplardan bahseden yazılarımı okuyucularım kara bu
lut gibi kasvetli bulurlarsa gözlerini yormamak için o sayfa
ları çevirebilirler.
Birkaç Arap daha gördüm: Bilhassa merhum Abidin Pa
şa Dino’nun cariyelerinden hayatta olan Saniye ve Naile
hakikaten terbiyeli ve zeki Araplardır. Alışveriş işlerinde er
kekler kadar beceriklidirler. Naile Rumca da okur yazardı.
İşte uzun müddet tecrübelerim bana, Arapların da zeki ol
dukları hakkında kanaat verdi.
HAREMAĞALARI
Bu zavallılar da Afrika'nın içlerinden kaçırılmış ve sekizle
on iki yaş arasında hadım edilip henüz doğru dürüst kendi
dilini konuşmasını, yürümesini bilmeyen bir çağda az bir be
delle esircilere satılmış kimselerdir ki, elden ele geçtikçe fi
yatları yükselerek nihayet İstanbul’a kadar ulaşmışlardır.
Saraya girenler eskilerin idareleri altında terbiye görür
ler. Ağa imamı (haremağalarına mahsus imam) onları oku
tur, ibadet öğretir, yazı ve hesap gösterir. Temizliğe ve işe
de alıştırılır. İstidadı olan, çalışan herşeyi öğrenip diğer
acemilerden ziyade rağbet bulur, efendisinin hizmetine alı
nır, gezmede maiyetinde bulunur. Tabiî diğerlerinden daha
76
iyi giyinir, birçok lütuflara, ihsanlara nail olur. Fakat kıdem
mevkiini atlayamaz.
Haremağalarının kıdem itibariyle rütbeleri ve görev
leri: En aşağı, acemi, ağa, kapıoğlanı, ortanca ya da hasıl-
lı’dır. Eskilik, deftere kayıt sırasıyle itibar edildiğinden uzun
bir zamanda ortanca ve hasıllı rütbesini bulan ağalar hayli
yaşlıdırlar.
Bir ağa “ortanca” olunca, DarüssaadeAğası’na, Başmu-
sahip ağaya, hasıllılara, ortancalara ziyafet vermek âdettir.
Darüssaade ağasını, Başmusahibi, ikinci, üçüncü ve di
ğer musahipleri padişah seçer ve tayin eder. Musahipler
padişah dairesine yakın odalarında oturur, padişahın emir
lerini bekler, lüzumunda huzura çıkarlar.
Ağaların en büyüğü olan darüssaade ağasının vazifesi,56
Harem’e ait işlere bakmak ve haremağalarına, harem-i hü
mayun hademelerine başkanlık etmektir. Ağalar ve hademe
ler büyük işlerde kızlarağasına müracaat ederler. Darüssa
ade Ağası Harem-i Hümayun bendegânı avlusundaki hare-
mağalarına mahsus binadaki odalarında vekar ile oturur. Ye
mekleri ayrıdır, uşakları vardır. Ona herkes hürmet eder.
Darüssaade Ağası ve musahip ağalardan başka saray-
ı hümayun ve haremağalarının hepsi takım takım kapı nö
beti, halvet nöbeti tutarlar.
Kapı nöbeti tutulan kapıya “aşkapısı” denir. Harem ve
bendegân evlerinin arasına bir araba kapısı bırakılarak çe
kilmiş duvara bitişik büyük bir koğuştur. İki avluya birer ka
pısı vardır. Nöbetçiler koğuşun üç tarafındaki kerevetlere
oturur, beklerler. Koğuşun içinde gece nöbetçilerinden uyu
5 Darüssaade ağalarına “kızlarağası” da denir.
6 Büyük kilerin içinde yüksek ve geniş raf ya da yükün üst tarafındaki dolap.
77
yacaklara mahsus birkaç basamak merdivenle çıkılır önü
parmaklıklı musandıra6 vardır. İstirahat için bu musandıra
ya çıkanlar koğuşun her yerini görebilirler.
Kapı nöbetçilerinin vazifeleri erkenden mezbelecileri,7
külhancıları8 ve tayıncıları9 getirip götürmek, öğle ve ak
şamları Harem-i Hümayun yemek tablalarını getiren tabla-
kârlarla gidip gelmek, aş kapısının içinden girilen koridora
umumî tablaların bırakılışına ve içeri gelen giden şeylere
bakmaktadır.
Halvet nöbeti ise; çamaşırhanelere, hayvanlarla odun na
kil ve istifine bakmak, hekim getirip götürmek, yorgancı, çilin
gir ya da marangoz lâzımsa getirip yanında bulunmaktır.
Şifahane nöbetini şifahaneağaları tutarlar. Umum ağala
ra, mevkiine göre Hazine-i Hassa’dan10 maaş, yılda iki ta
kım elbise ve bir kaput verilir. Mensup oldukları dairelerin
efendileri de başkaca maaş ve ihsan11 verir, iyi bakarlar.
Padişahın haremleri, haremağalarına görünmez, sulta-
nefendiler huzurlarına kabul ederler. Kıdemli ağalar, kalfa
ların odalarında biraz oturabilirler. Diğerleri, alacakları si
pariş ve emri ayakta beklerler.
Ağalar, kapı açılınca hangi saatta olsa iş için hareme gi
rebilir, akşam çekilirler. Saat üçte (Güneş batışından 3 sa
at sonra) kapı kilitleneceğini bilir, vaktiyle çıkarlar. Hiç biri
içeride kalamaz.
7 Çöpçüler.
8 Hamama bakanlar.
9 Tayın sandıklarını mermerliklere kadar getirenler.
10 Osmanlı hükümdarlarının şahsına ait emlâk, arazi vesairenin gelir ve masraf
dairesi.
11 Bağışlama, bir şey verme, hediye, bahşiş.
78
BİRKAÇ ÜNLÜ HAREMAĞASI: Haremağaları arasında
okumaya yazmaya ehemmiyet verilmediği zamandan kal
ma cehalet eserleri görülürse de terbiyeleri noksan değil
dir. Bu ağaların görenekle fikirleri gelişmiş, halince okur ya
zarları bulunurdu. Sonraları tahsil ve kültürle sivrilmiş kâ
tipler de yetişti.
ANBER AĞA: Gördüklerimden Esma Sultan (Sultan
Aziz’in kızı) sarayında talim ve terbiye görmüş, Âdile Sul
tan (Sultan Mahmut’un kızı) gibi bilgili bir sultan efendinin
hizmetinde bulunmuş, devrinin en zeki, en malûmatlı sulta
nı olan Fatma Sultan (Sultan Mecit’in kızı) efendinin başa-
ğalık hizmetini epey zaman iyi idare eden Anber Ağa (Uzun
Anber derlerdi), şair, şirinbeyan, nüktedan, iyi gazelhandı.
RASİM AĞA: Sultan Mecit hazretlerinin başmusahibi
Rasim Ağa da zeki ve kelâm ustası idi. Musahip Ferhat
Ağa, musikişinas, mükemmel hanende idi. Onlardan son
ra gördüğüm biri, hatta birincisi Fatma Sultan (Sultan Me
cit’in kızı) efendinin ağalarından Muhterem Ağa idi. Keçe-
cizade Fuat Paşa konağında mükemmel tahsil ve terbiye
görmüş, efendisinin hususî hizmetinde zarafet sahibi ol
muş, Arabî, Farisî ve Fransızcayı iyi konuşur, biraz da
Rumca bilir, iyi eğitilmiş, zeki, nazik, gerçekten muhterem
bir ağa idi. Halen (1921’de) kâtiplik, muallimlik ve musiki
şinaslıkla sivrilmiş ağalar vardır. Haremağalarından at,
inek, koyun, keçi besleyen bazılarının surlar dışında ahır
ları, hizmetkârları vardı. Efendilerinin sayesinde ev ve
akar sahibi olmuşlardı.
Bunlardan evlenenler de vardı. Baş musahip Rasim
Ağanın odalıkları, Darüssaade Ağası Hayrettin Ağanın ni
kâhlı haremi, Darüssaade Ağası Cevher Ağanın nikâhlı eşi
79
ve odalığı vardı. Bu ağaların cariyeleri, haremağaları, atla
rı, arabaları, her şeyleri vardı. Konakları muntazam ve
debdebeli idi.
Yabancılar, haremağalarının erkeklere karşı kin ve ga
raz beslediklerini sanırlar. Böyle sananlar belki bizde de
vardır. Lâkin bu yanlıştır. Bunlar, ta memleketlerinden ha
remle selâmlık, kadınla erkek arasında dikenli bir siper ol
mak üzere getirilip kudreti olanların konaklarına da satın
alınırlardı. Her yerde vazifeleri budur. Erkek ve kadınlarla
dostça geçinen bu yumuşak huylu adamcağızlar, vazifele
rini bozacak bir hal ve hareket görmedikçe kimseyi incit
mezlerdi.
KADINLARI NASIL KORURLAR: Eski devirlerde seyir
yerlerinde edibane gezinen zarifler arasına karışıp dola
şan, mideleri buharlı, başları dumanlı mütecaviz, kaba, laf
atanlar, şayet ihtarla, tembihle mahcup olmaz da işi küs
tahlığı kadar götürürlerse o zaman onlara hadlerini bildirir,
kamçı ile döverlerdi. Bu muamele arabadaki hanımlar için
şerefli bir muamele değilse de o çirkin görüntü bazen or
taya çıkardı. O gibi yaratıkların maskaralıklarına göz ucuy
la bakıldı mı artık baş çevirmek, perdeyi suratına indirmek
dahi terbiyesizliklerine engel olamaz, cüretleri artardı. Ka
bahatin azı kadınlarda, çoğu da sarhoş erkeklerde idi. Ha-
remağası arabanın yanında öyle müşkül bir mevkide kalır
sa hiddet ve şiddeti galeyana gelir, kamçı yükselirdi. Bu
dayak gayet ender olurdu. O, lâubali tecavüzler çoktan
geçti.
AKAĞALAR: Sultan Abdülmecit Hazretleri devrinde
sarayda dört de beyaz hadım görmüştüm. Biri “Akağa Hü
seyin Efendi”dir. Bu adamın boyu, endamı, tabiî büyük
80
lükte idi. Bıyıksız, beyaz, yakışıklı, fakat genç olduğu hal
de yüzü ihtiyar gibi buruşuktu. Sesi, kadın sesi gibi ince
idi. Harem-i hümayuna girdiğini görmedim. Üç de cüce
vardı. Bunlar harem-i hümayuna girerlerdi. Şehzade Mu
rat ve Reşat Efendi Hazretlerinin cüceleri son yıllara ka
dar hayatta idiler. Sokakta tesadüf eder, konuşurduk. Bu
adamcağızlar pek zeki olmamakla beraber ahmak da de
ğildiler. Hallerince okur, yazarlardı. Tarihî konuşmalardan,
hikâyelerden hoşlanırlardı. Bunlar da haremağaları gibi
maaş ve elbise alırlar, o dairede otururlardı. İyi bilmiyo
rum ama cücelerin dillerindeki şiveden Türk olduklarını
sanıyorum.
81
ÇEŞİTLİ y ö n l e r iy l e
ÇIRAĞAN SARAYI
İKİNCİ BÖLÜM
85
Yukarıda arz ettiğim geniş sofaya; tavanından, daha kü
çük boyda ve daha yüksek ikinci tavanın dört tarafındaki
birçok pencerelerden de ışık verilmişti, pek aydınlıktı.
Bu sofanın iki ucundan, inilen tarafları direkli merdiven
lerle orta kata, orta kattan da iki tarafı dört direkli gayet ge
niş mermer merdivenlerle zemindeki mermerliğe inilirdi.
Orta katta sofa yoktu. Deniz ve avlu kapısı yerleri açık bı
rakılarak merdivenlerin iki tarafından direkler ve parmaklık
la açık bırakılmış yollara dönülerek odalara girilirdi. O oda
lar, büyük ve ikinci kalfaların odalarıydı.
Efendilerinin odalarının altındaki bu odaların tavanları
ile üst katın döşemesinin arasına, orta kalfalara ve diğer
kızlara mahsus alçak tavanlı odalar yapılmıştı. Yüklükten
yahut odalardan ayrılmış yerlerden üst kata küçük merdi
venler vardı. Bu odaların sonradan ilâve edilmiş oldukları
ilk bakışta görülüyordu. Bunların pencerelerinde saksı ya
da sandık ile daima mevsim çiçekleri bulunur; saraylılar
karanfil ve Latin çiçeklerini severlerdi.
Mermerlikte daima açık duran kapıdan avluya çıkılırdı.
Mevki meyilli olduğu için üzerine yapılmış harem bahçesi
nin merdivenleri bu kapının karşısındadır. Bahçenin eski
çınarlarla gölgeli, sunî adalı büyük havuzunun etrafı mey
ve ve çiçeklerle süslü idi. Hareketli dört köprüsü yan yana
döndürülüp havuzda sandalla gezilirdi. Ağaçlara tırmanan
küçüklerin şerlerinden muhafaza için bahçe kilitli bulundu
rulur ve haftada iki kere açılırdı. Çocuklar o günlerde kalfa
ların gözetimi altında gezdirilirdi. Avlu yolu gölgelikli ve
kumluktu. Mermerliğin deniz kapısı, kayık gezmesi için lâ
zım oldukça açılırdı.
HAREM NASIL DÖŞENMİŞTİ: Umuma ait büyük so
fada oturulmadığından üç büyük avize ile mükellef kapı
86
perdelerinden başka mefruşata ait hiç bir şey yoktu. Yerde
ince Mısır hasırı seriliydi.
Odalarda da yollu ve çiçekli Kürt halıları vardı. Kanepe
takımı ve perdeler yerli ipek kumaştandı. Her odada yatak
kadar büyük kerevetli minder bulunurdu. Bu minderlerin bir
ya da iki başında, yastık hizasında yarım arşın eninde, üs
tü düz dolap vardı. Minderlerdeki yumuşak canfes şiltenin
üzerine ince bir şilte ilâve edilerek geceleri yatak yapılırdı.
Seyrek olarak kullanılan yataklıklar maun, abanoz yahut
ceviz ağacındandı.
Yorganlar ağabanî (abanî) ve yumuşak ipekli kumaşla
ra, düz renk elvan ipekle ince kasnak işlenmişti. Kaplama
dan şal yorgan da kullanılırdı. Kalınca tülbent üstüne, dört
tarafı yorganın aynı işlenmiş üç ince yastık, bir de beyaz
yemeni yastık konup yastık örtüsü sarılırdı. Yastıkların
başları dikili, kapalı idi. Yatak ve yorgan çarşafları ince pa
muk ve ipekle dokunmuş yerli bezlerden, yatak bağları da
satrançlı yerli canfeslerdendi. Bu canfesler düzgün ipekle
pürüzsüz ve parlak renklerden dokunmuş ve gayet daya
nıklıydı. Bu yatak bağları Trablusgarp, Harput, Bursa doku
malarıydı. Kışın yorganların üzerine şal örtülür, kürk yor
gan da kullanılırdı. Yataklığa da oba dokunurdu.
Yatak odası, odanın köşesine beyaz yaygı serilip üstü
ne konan camlı büyük gümüş fenerin içindeki kısa gece
mumu yakılarak, fenerin dışına sarılmış ipekli futadan ya
yılan hafif ışık ile aydınlanırdı.
ODALARDA BULUNAN EŞYA: Kadife ve ipekli kumaş
tan yuvarlak ve değirmi bir kişilik yer şilteleri. Masa üzerin
de çekme haneli ve direkli küçük ayna. Direkli yürüyen bü
yük ayna. Arusekli dolap. Oyulmuş ağaca tel ve sedef kak
malı dolap piyano. Eski iş, gayet güzel kavukluk üstünde
87
Kur’an-ı Kerim. Kerevet dolabının üstünde yazı takımı.
Konsol üstünde oturtma saat. Billûr su takımı. Küçük masa
üstünde altı yedi mumlu gümüş şamdan. Yanındaki küçük
tepsinin üstünde mum makası. Minder üstünde toparlak
gümüş çilhane (para mahfazası), bir kenarda varil şeklin
de, kadife kaplı, gümüş kakmalı küçük sandık (bu sandık
ta her gün kullanılan küçük yüzük, küpe gibi kadın süsleri
ve para saklanır.) İçinde tespihi ve başörtüsü ile ince küçük
şilteli seccade (Cariyelerde başörtüsü yoktur. Çünkü na
mazda kullanmazlar). Sarı büyük mangal (o zaman soba
bilinmiyordu.)
Duvarlara zar gerilirdi. Zar, odanın iki arşın kadar içeri
sinden pencerelere kadar duvarları örten büyük perdedir.
Çoğu zaman çuhadandı. Alt ve üst kenarları renkli çuha
parçalarıyle nakışlı halkalarla tavanın kenarına asılırdı. Ka
pı yerlerine ve pencereler cihetine açılmak için de birer
yırtmaç bırakılırdı.
Ahşap Çırağan’ın büyük odaları çift camlı olduğu halde
ısınmadığından mı, yoksa eski âdete devam edildiğinden
mi her ne sebeptense astarlı zarlar kullanılıyordu. Dolma-
bahçe Sarayında kullanılmaz oldu.
Büyük kalfaların odalarında yerleri (yukarıda tarif etti
ğim, gece üstünde yatılan kerevetli minderlere “yer” derler
di) altında dolapları, konsol üstünde aynahane, su takımı,
şamdan ve saatları, rafta Kur’an-ı Kerimleri, minder üstün
de seccadeleri, ortada tablalı sarı mangalları ve birkaç kü
çük yer şilteleri bulunurdu. İpekli perdelerle halıları yerli
malıydı. Orta kalfaların ikisi, üçü bir oda işgal ederlerdi.
Onların da yerleri ve diğer levazımı büyük kalfalarınki gi
biydi. Kalfaların odalarında güzide acemilerinden bir iki ki
şi yatar, diğerleri umumî odalarda otururlardı. Herkesin ye
88
ri belliydi. Sabahleyin döşek şiltelerini bir kenara üstüste
serip bağlı yorgan takımlarını üzerine koyar, büyük bir örtü
örterlerdi. Yer şiltelerinde otururlar, esvapları bohçalarla
dolaplara koyarlardı.
ÇIRAĞAN SARAYININ MABEYN BAHÇESİNDE BİR
GEZİNTİ: Mecidiye Camii bitişiğinden başlayarak Çırağan
Sarayının arkasındaki büyük setten Yıldız’a kadar bütün
dağ Mabeyn bahçesidir. Bu geniş bahçede büyük ve gölge
li yemiş ağaçları, orman, tarhlar, çiçeklik, turfandalık, mey
velik bostan, sunî derecik, kuşhaneler ve kameriyeler var
dır. Dağın tepesindeki ahşap köşkü Bezmiâlem Valde Sul
tan (Sultan Mecit’in annesi) yaptırmış. İstanbul’u her yön
den gördüğü için “Yıldız Köşü” diye adlandırılmış. Sultan
Abdülhamit’in yaptırdığı sonraki ilâveler de o mevkidedir.
Mabeyn bahçesine çıkılmaya “irade” edilince bahçıvan
lar, bekçiler, çıkarlar. Duvarların dışına askerî noktalar ko
nur; harem ağaları “halvet” diye bağırınca mabeynin küçük
sofasıyle bahçenin sokak aşırı şeddine bağlı kafesli köprü
nün kapıları açılır.
Harem bazen zâtışahane ile beraber, bazen şehzadeler
ve sultanefendilerle yavaş yavaş geçerler. Maiyetlerinde
büyük kalfaları ile özel hizmetlerini yapan diğer kalfalar bu
lunur. Biraz sonra nöbetçilerden başka saray halkı sel gibi
o bahçeye yayılır, dağılır. Kelebekler gibi daldan dala, çi
çekten çiçeğe uçuşurlar ve günün nasıl geçtiğini bile duy
mazlar. Akşam üstü yine haremağalarının “halvet” sadala-
rı işitilir. Fakat bu ses artık sabahki gibi tatlı değildir. Çünkü
bütün gün şen ve şuh, hoplayıp sıçramalardan, koca dağın
ormanlarındaki tarhlarındaki taze hava ile çocukça konuş
malardan ve eğlencelerden bu acı ses onları ayırır. Yüz
asık, düşkün adımlarla küme küme köprüye gelir, geçer
89
ler. Haremağaları, bir kimsenin uyuyup kalması ihtimalini
göz önünde tutarak her tarafı dolaştıktan sonra köprünün
kapılarını kilitlerler. Kızlar da, bahçenin yaprakları, meyve
leri, çiçekleri ellerinde, bütün günkü keyiflerin hikâyeleri dil
lerinde, yerlerine giderler. Bu müsaade baharda ve yazda
birkaç defa tekrarlanır.
BAHÇEDE KAYBOLAN CARİYENİN ÖYKÜSÜ: Bu, sa
ray bahçesi gezintilerine ait kalfalardan işittiğim bir olayı
anlatayım: Kafkasya’dan henüz getirtilip saraya satılmış
olan ve Türkçe de bilinmeyen cariyelerden “Mabeyn-i Hü
mâyun gezintisi”ne katılan bir kız; yurdundan çıkalıdan
beri çemenden, ağaçlıktan, dağlardan, derelerden bol
meyveli ağaçlardan yoksun kaldığı için bu gezinti kendisini
büyülemiştir.
Bu kızcağız akşama kadar gezinip yorulduktan sonra
geniş bahçenin ıssız bir köşesine çekilip kopardığı kırmızı
elmalara iştahla bakarak ve kim bilir neler düşünerek dalar,
uzandığı yerde uyur, kalır.
Kendisine doğru yaklaşan sert adımların çıkardığı tok
sesle birden uyanan genç kız; gecenin bastırdığını, tenha
bir yerde yapayalnız olduğunu; hele, karşısında silâhlı iri
bir adamı görünce fena halde korkar ve yerinden fırlar.
HAYALET GÖREN KORUCU: Cariyenin geldiği Kafkas
ya’da kızlar için örtünmek yoksa da kızcağız, İstanbul’da
gördüğü âdete uyarak uçları beline sokulmuş uzun etekle
rinden birini kaldırıp başını kapatır. Çocukluğundan beri
kafasına peri, cin masalları yerleşmiş cahil korucu, birden
karşısına çıkan bu acayip “hayal’’den korkarak “hay” diye
kendini yere atar.
Akıllı kız, korucunun kendisini “cin” sandığını anlar ve
hâlâ başında tuttuğu etekliği ile korucuya doğru yürüyerek
Çerkezce derdini anlatmaya çalışır. Anlamadığı bir dille bir
90
şeyler mırıldanan bu “hayal"den büsbütün ürken korucu
paniğe kapılarak kaçar.
GÜLYABANÎ KORKUSU: Korkudan titreyerek kaçan ko
rucu, olayı arkadaşlarına anlatır, hepsi birleşir “gulyaba-
nî”yi aramaya koyulurlar. Biraz sonra hiddetli kaba sesler
le ve sert adımlarla birkaç kişinin kendisine doğru gelmek
te olduğunu gören kız, bu işin sonunun fenaya varacağını
anlayarak hemen koyu gölgeli çınar ağacının tepesine tır
manır, dallar ve yapraklar arasına gizlenir.
Gelen korucular, oralarda adı geçen “hayaP’i göremez
ler. Bu her halde bir “peri”, “vampir”, “gulyabani” dir diye
düşünerek çekilip giderler.
Bu gibi cahil insanların bâtıl inanışlarına göre o zararlı
yaratıklar geceleri ıssız yerlerde insanlara fenalık eder, ho
roz ötünce de kuvvetleri kalmadığı için çekilirlermiş! Rume
li’de, bilhassa Arnavutluk’ta “vampir”, “hortlak” ve “cadı”
korkusu çoktur.
“Uykuda-gezerlik,” onlarca bilinmediği için o hastalığa
yakalanmış olanları tutarlarsa zavallıları fena halde hırpa-
larlarmış.
TATLI SONUÇ: Gelelim hikâyenin sonuna: Horozlar öt
meye başlayınca adamların içi rahat eder, gulyabani git
miştir diye korku nöbetinden kurtulurlar. Bu sırada da hare-
mağası gelip:
“Bu gece haremde acemi bir kız noksandı. Gördünüz
mü, haberiniz var mı" diye sorar.
“Haberleri olmadığını” söylerler ve haremağasını da
yanlarına alarak kızı aramaya koyulurlar. Zavallı kız, tanı
dığı haremağasının sesini işitince ağlayarak ağaçtan iner.
Haremağası da kızı alır, götürür. Kız da, korucular da baş
larına gelen felâketi anlatırlar. O günden sonra kızın adı
91
“Peri” kalır. O hâdiseden sonra da halvet akşamlan bah
çe daha dikkatle taranır.
UMUMÎ GEZİNTİLER: Kâğıthane mevsiminde bütün
saray halkının nöbetleşe gezmeye çıkmalarına birkaç defa
müsaade olunur. Bu umumî gezintilere “Beylik gezinti” de
nirdi. Herkes bu keyifli müjdeyi bekleyiş halinde olurdu.
Müsaade çıktığı zaman baş veya ikinci kâtibe -teşrifatçıla
rın büyükleridir, dairelerin sahibelerine arzederdi. Teşrifat
çılardan biri de odaların kapılarından:
“Kalfalar! Cuma günü beylik gezme var.” diye bağırarak
haberi müjdeler seyrek seyrek gidebilen kızlar, neşe ve se
vinç içinde koşar, birbirlerine haber verirlerdi.
Bu yeni heves gençler, bir arabalık, üçer dörder kişi, ay
nı renk feraceler, süsler hazırlarlardı. Cuma günü yemek
ten sonra evvelâ hanedanın ikişer atlı hususî arabaları;12
mahfazada sulukları13 ve çantaları14 arabalara koyarlardı.
Araba, sahibesini alıp çıkarken diğerinin arabası girerdi.
Bu suretle çıkılırken tebdil arabaları büyük kalfaları, müte
addit ard arabaları da orta ve küçük kalfaları yan kapıdan
alırdı. Haremağaları, at üzerinde önden ve yandan giderdi.
Büyük kapının dışında harem hademeleri saygı duruşunu
ifa ederdi. Evvelce bu hademelere “Baltacı” derlermiş.
Yaka ve yakanın iki tarafından göğüse kurdele gibi sark
mış güvez iplikten alâmeti ile siyah elbisesini -şimdi İstan-
bulun dedikleri- giymiş baş hademe, sultanefendinin pen
12 Sultanefendiler, evlenmeden evvel dört atlı araba kullanamazlar. Kadınefen-
dilere ise hiç âdet olmamıştır.
13 Suluklar: altı tabaklı, ağzı burgulu ve üzerine kadehi kapanmış zarif şekilde
kulpsuz sürahidir.
14 Çantalara kadife veya meşin üzerine OsmanlI arması, yahut başka bir şekil
de kabartma gümüşle yahut sırma ile süslüdür. İçinde mendil, bahşiş ve fıka-
ra için para keseleri, yaşmağı düzeltmeye mahsus saplı el aynası vardır.
92
ceresinin yanındaki şerit askıya elini geçirip yürür, mavi ya
kalı hademeler ise diğer arabaların yanlarında giderlerdi.
Arabalar pek ağır sevk edildiğinden yürüyerek takip eden
ler yorulmazlardı.
Harem arabalarının perdeleri yarıya kadar indirilmiş
olurdu. Sultanefendinin elinde tuttuğu altın saplı yelpazesi
nin tüyleri, yüzünü hayli kapardı ve meydanda oturmayı
sevmezdi. Haremden arzu edenler de Kâğıthane veya Ba
hariye köşküne iner, orada ikindi namazını kılıp istirahat
ederlerdi. Haremağaları köşk bekçilerinin meyvelerini,
meşhur yoğurtuçunun çini kâselerde hazırladığı yoğurtları
sunarlardı. Çağlayan kameriyelerinde oturulurdu. Kalfala
rın çoğu gezmeyi, dere kenarında araba ile durmaya tercih
ederlerdi. O zamanın seyyar sazendelerini çaldırarak
uzaktan dinler ve toplanan halkı seyrederek eğlenirlerdi.
Akşam üstü dönüşte gördüklerini anlatırlar ve o neşe gün
lerce devam ederdi.
Toplu gezmelerde her dairenin maiyeti, efendisini takip
ile takım takım giderlerdi. “Harem-i Hümayun” padişah ta
rafından davet olunurdu. İrade ile çıkarlarsa harem araba
ları sıra ile giderlerdi. Kalfaların da büyükleri kıdem itibariy
le sıralanır, diğerleri alaydan ayrı giderlerdi.
MEŞKHANE:
Çırağan ve Dolmabahçe saraylarında Mabeyn’e yakın
dairenin zemin katı meşkhane idi. Meşkhane nöbetçileri,
haremağaları ve muallimleri o yoldan girer, talebeler de
meşkhanede bulunurdu. Sazende kalfalar her günkü enta
rileriyle bulunur, başlarına iki değirmi yaşmak örtüp ense
cihetinden toplar ve bunu serpuşlarına iğneleyerek örtünün
iki ucunu omuzlarına, yahut hepsini arkalarına atarlardı.
93
Oyuncular örtüsüz çıkarlardı. (Esir kadınlar için erkeğin
karşısına örtüsüz çıkmaya izin verilirmiş).
Haftada iki gün bando ve orkestra takımı, bir gün de in
ce ve kaba saz takımı sıra geçer, yani prova yapar, cuma
ları tatildir.
Rakkaseler, sazlarının günlerinde diğer bir odada meşk
alır, sıra günleri sofada beraber oynarlardı. Garp musikisi
notalı, mûsikimiz de notasız öğrenilirdi.
TANIDIĞIM ÜNLÜ BESTECİLER: Bir de Arap sazı var
mış. Mısırlı büyük Abbas Paşa, Sultan Mecid Han’ın vali
desi Bezmiâlem Valide Sultana takdim etmiş. Takım bir ru-
hab, bir ut, bir kanun, iki de Arap defi ile hanendeden iba
ret imiş. Bunlar meşk almazlarmış. Ben yalnız hanendenin
birine, Zeyneb’e yetiştim. Gayet güzel sesli, Habeşî bir kız
dı. Hacı Faik ve Hacı Arif Beylerden talin edip takımlara
alınmıştı. Zeynep’le, Münire Sultanın sarayında bulunuyor
duk. Hoşsohbet, zarif bir kızdı. Sultan Aziz’e de hanende
lik etti. Kendi ihtiyar oldu, sesi hâlâ genç ve kuvvetli idi. Bu
hali, vefatına kadar devam etti.
Bando ve orkestra muallimlerinden yalnız Necip Paşa
ile Kadri Beyi tanıyorum. Necip Paşanın alaturka ve alaf
ranga çok güzel eserleri vardı. Pederim görüşürlerdi, iyi ta
nırım. Necip Paşa sıra günleri meşkhanede bulunurdu. Do-
nizetti Paşa da ara sıra gelirmiş, tesadüf etmedim. Şark
musikimiz muallimlerinden Hâşim ve Rifat beylerle Hacı
Faik Beyi, muhterem üstad Medenî Aziz Efendiyi, Hacı Arif
Beyi, Santurî İsmet Ağayı ve Kanunî Edhem Efendiyi gör
düm ve dinledim. Diğerlerini bilmiyorum.
Haremin saz takımlarının hepsi mükemmeldi. Kalfalar,
mabeyn sâzendeleri, beyler kadar iyi çalarlardı. Şehzade
Vahdeddin Efendinin doğumlarında mabeyn bando takımı
94
bahçede, harem takımı bahçe kapısında ve paravana ar
kasında sıra ile çalmışlardı.
Muzikacı beylerin ne dediklerini anlamak için bizi, birkaç
çocuğu, bando takımının yanına göndermişlerdi. Beyler
hayretle:
“Kadınlar nasıl bu kadar mükemmel çalabilirler! Hemen
hemen bizden iyi çalıyorlar denmeye lâyık,” diye takdirleri
ni gizlemediler.
Hemen koşup sâzende kalfalara müjdeledik, memnun
oldular. Sultanî marşından sonra o vakit pek moda olan
“Traviyata”yı ve galiba “Giyom Tel”i de çaldılar. Hakikaten
pek mükemmeldi.
Kendi musikimizin sâzendeleri de fevkalâde iyi çalar, iyi
okurlardı. İnsan kendinden geçerdi.
HOCALARLA TALEBELER ARASINDA AŞK: “Muallim
lerle talebeler arasında acaba âşıkane bakışlar olmaz mı?”
sorusu akla gelebilir. Erbâbına malûmdur ki, musiki insan
da hüzün ve neşe ile karışık, güzel hisler uyandırır. Bilhas
sa ses, ney ve kemanın etkisine duyarsız kalabilen bilmem
var mıdır?
İşitildiğine ve romanlarda okunduğuna göre dinlerken
nârâ atanlar, kadeh kıranlar da varmış. Ben, bir kızın Bo
ğaziçi mehtabında uzaktan işittiği bir sese âşık olduğunu,
bir başkasının da yine aynı surette dinlediği kemanın tesi
riyle, sahibinin kim ve nasıl olduğunu bilmediği halde, se
nelerce âşık olduğunu bilirim.
Daima karşı karşıya, âşıkane güftelerle, güfteye göre
çıkarılan sesler ve alınan tavırlarla okuyuş ve çalış, bilhas
sa öyle tecrübesiz genç kızlar üzerinde hiç tesirsiz kalır
mı? Fakat bildiremez, temkinini daima muhafaza eder.
95
VE HACI ARİF BEY İÇİN VEREM OLAN CARİYE: Sesi de
kendi kadar güzel olan Hacı Arif Bey için çektiği gizli aşkın
neticesinde bir kızcağız verem olarak öldü. Yine böyle bir
diğer âşıkını da Hacı Arif Beyle evlendirdiler.
Medenî Aziz Efendi hocam, güzel değildi. Fakat yavaş
sesle hazin hazin okuyuşuna, temkin ve zarafetine de, Se-
niye ve Feride hanım sultanefendilerin saraylarındaki kah
veci kızlardan biri âşık olmuştu. Bunların hiç birisinin ara
sında utanacak bir hal yoktu. Saf bir muhabbetle severler
di. Musikiye dair görüşmeden başka aralarında söz geç
mezdi.
Meşkhaneye herkes giremezdi. Ancak itibarda olanlar
kapının dışından dinleyebilirlerdi. Bazen sultanefendilerle
giderdik, ben yanlarından kaçar, odalara girerdim. Sessiz
ce bir kenarda oturur ve dinlerdim, mâni olmazlardı. Bazen
arkadaşlarım da bulunurdu, onlar da gürültü etmezlerdi.
Dikkatle dinler, ne kapabilirsek, daireye koşar, piyanoda
çalardık. Saraylarda musiki ile o kadar ülfet edilmiştir ki, ta
biat hükmüne girmiştir. Umumiyetle hemen herkes musiki
yi sever, halince iyisini, fenasını anlardı.
Odalarda saz çalmak âdet değilse de her tarafta birçok
piyano vardı. Sultan Hanımın dairesine uzak olan odalarda
piyano çalınabilir, yavaş sesle şarkılar söylenebilirdi. Ansı
zın sultanefendiler de gelir:
“Devam ediniz, ben de dinleyeyim.”
İltifatiyle, teşvik de ederlerdi. Sultan saraylarında bando
takımı yoktu. Orkestralar, Avrupa raksları, kabasazla, tav
şan ve köçek raksları ve incesaz takımı vardı ve meşkha-
neler aynıdır. Her sarayda sazende kalfalarının hepsi ayrı
ca hizmet sahibi idi.
ÇIRAĞAN SARAYINDA PADİŞAH HUZURUNDA BİR
96
SAZ GECESİ: Eskiden beri âdet olduğu gibi hünkâr nöbet
çileri daima hünkâr sofasının altındaki sofada beklerlerdi.
Sultan Mahmut Hazretlerinin hemşiresi Esma Sultanın ve
fatından sonra Saraya alınan sazende, kalfalara ikram edi
lir, gece de meyve, kahve, şerbet verilirdi. Az şekerli kah
ve, çörek ve nefis simit tayınları vardı. Dörder beşer büyük
ve birkaç da maiyetleri ile yirmi dört saatta bir değişirlerdi.
Padişahın emirleri bu nöbetçilere bir haznedar vasıtası ile
tebliğ olunur.
SULTAN MECİT’İN SAZ GECELERİ: Haftada bir iki ge
ce saz olur, fakat pek yorucu olan tavşan raksından çoğu
zaman vazgeçilirmiş. Bir akşam köçek takımı ile Esma Sul
tan sazendelerinin de beraber bulunmaları emrini, nöbetçi-
başı başsazadendeye müjdeler. Yemekten sonra nöbetçi
sofasına toplanırlar. Kadın-efendiler ve ikballer saz sofa
sında toplanıp Padişahın teşrifini beklerler. İkinci haznedar
görününce hepsi ayağa kalkıp sıralanırlar. Sultan Mecit gi
rerken hepsi bir defa yere kadar eğilip temanna ederler.
Padişah da; “Mennun oldum. Beraber saz dinleriz; inşallah
eğlenirsiniz,” diye iltifat eder:
Saz sofasının deniz cihetinde sırma saçaklarla süslü
kadife perdeli pencereleri önündeki sedirde padişah haz
retleri, sağdaki güvez ipek ve sırma ile işlenmiş erkân min
derinde kadınefendiler, soldakinde de ikballer yer alırlar.
Karşı taraftaki, başları pulla işlenmiş, sırma saçaklı al ihra
ma da sazendeler otururlar.
PADİŞAHA NASIL SERVİS YAPILIR: Saz, lütfen sazen
delerin arzularına bırakılan makamdan başlar. Peşrev ve
besteden sonra kemençe taksime başlarken önde kahveci
usta, arkasında güzel giyinmiş gençler girerler. Usta, ba
şındaki tabla fesinin kenarına sardığı yemenisinin üstüne
97
ustalık alâmeti olarak ihsan olunan kabak çiçeği şekline
benzer elmaslarını takınmıştır. Arkasında iki örgü saçı, en
tarisinin üstünde saltası vardır.
Salta, ipekli kumaş üzerine etrafı sırma ile işlenmiş ge
niş hırkadır. Galiba göğsü ve endamı tamamen gösteren
zamanın modasına karşı icat olunmuş. Salta, bütün enda
mı ve kalçaları kapar. Padişahın yedi ustası, kethüda kadın
ve iki kâtibe kalfalara, memuriyetlerine tâyin olundukları va
kit hassa hâzinesinden bu hırkalardan birer tane gelir. Hu
zura saltasız çıkmadıkları gibi resmî günlerde de giymeye
mecburdular. Haznedar kalfaların üniformaları, beden ve
kollarına göre, göğüsleri düzce inişle pek az açık, belden
bir karış aşağı kadar etekli, kenarları vaktin modasına göre
süslü bir giyimdi. Buna “ Avrupa” denirdi. Bu biçime Avru
pa’dan geldiğinden dolayı galat olarak “Avrupa” denmiş.
Kahveci ustanın arkasından giren gençlerin tabla fesle
ri yoktur. Başlarına bağladıkları yemeninin üstüne, sağ ta
rafına, ortasından püskül sarkmış, düz ve küçük bir fes iliş
tirilmiştir.15
Kahveci usta; sırmalı, İncili, ortası elmaslı, tırtır saçaklı
yuvarlak kahve örtüsünü bir tarafından büküp iki kızın
avuçları arasına sıkıştırır, sonra kenarından sarkıtıp tut
tukları altın tepsideki altın işlemeli kaplardan birini alıp fin
canı yerleştirir.
Kahvecilerden birinin elinde bir stil vardır. Bu stil, üç altın
zincirle asılmış ayaklı leğen şeklindedir. Bu stilde sıcak kül
de sıcaklığını koruyan bir güğüm vardır. İçi pamuklu, yuvar
15 Tabla fesler yalnız İhtiyarlarda kaldı. Gençlere ancak bir avuç büyüklüğünde
düz ve ortasından ibrişim püskül sarkıtılmış küçük bir fes âdet olmuş. Bu fesi
yemenisine iliştirmedikçe, değil efendisinin huzuruna, odadan bile çıkamazdı.
Çünkü saygısızlık sayılırdı. Bu fes Sultan Abdülaziz zamanında bırakıldı.
98
lak, ipekli küçük el beşi ile bu güğümü kulpundan tutarak
kahveyi fincana koyup padişah hazretlerine takdim eder.
"Kadınlara da veriniz!”
Emr-i şahanesi üzerine büyük haremlerine de verirler.
Fincan zarfları da mücevherlidir. Zarfın ayağının kenarından
iki parmakla zarifane tutup içerler. Fincanlar iade olunurken
kemençe, taksimini tamamlayarak karcığara yaklaşır.
ÇEŞİTLİ OYUNLAR: Bu sırada önde 17-18 yaşında
oyuncubaşı ve arkasında kendisinden boyca ve yaşça da
ha küçük sekiz on oyuncu, temenna ile girip saz takımının
önüne dizilirler. Son karcığar nağmesiyle köçeğin ilk parça
sı (aralama) başlar. Adımlar atılır, ortada halı üzerinde dö
ner, dolaşır, raksederler.
Köçek oyunları bittikten sonra çeşitli horalar başlar.
Muhtelif vaziyetlerde perendebazlıklar edilir.
Sultan Mecit, sazı günlük esvapla teşrif ederler. Kadıne-
fendiler ve ikballer giyimlerine pek dikkat ederler. Saz takı
mının üniforması yoktur.
Rakkaseler aynı renkte iki katlı etek, bedene beyaz
ipekli gömlek ve üzerine de belden kısaca göğsü düğme-
siz mintan giyerler. Sekiz arşın kadar genişlikteki etekliğin
ucu püsküllü ipek kaytanla büzülüp belden bağlanır. Bu,
önden biraz sarkar. Eteklik ince atlas, yahut canfesten
olurdu; hafifti. Etekliğin iki katının kenarında sırma saçak
vardır. Mintan da ince sırma şeritlerle, püsküllerle süslüdür,
avizelerin, duvarlardaki şamdanların ve büyük yer şam
danlarının yaydığı ışığa, o kıymetli mücevherlerin, sırmalı
pullu entarilerin parıltıları da karışınca insan kendini nur
âleminde zanneder.
Siyah, kumral, lepiska uzun saçları çözülüp omuzlarına
serpilmiş, genç, güzel rakkaseler, parmaklarındaki parıltılı
99
zillerle döner durur. O hoş manzara, o sevimli rüya devam
ederken kilerci kalfalar iki kulpundan tuttukları bir tepsi ile ne
fis limonatalar getirirler. Limonatalar, Padişaha, kapaklarına
altın yapraklı mücevherden bir gül konmuş billur bardaklar
la kilerci usta tarafından sunulur. Diğer kilerciler de sıra ile
haremlere dağıtırlar. Tabakların altında, sarkıtılmış ve ke
narları ipek ile hesap işlenmiş tülbent şerbet yağlıkları var
dır. Biraz sonra zatışahaneye altın, kadınefendilere ve ik
ballere de yuvarlak gümüş tepsilerle turfanda meyveler ge
lir. Bu meyveler yaprak şeklinde tabaklarda verilir. Tepsile
rin kenarında nemli tülbent bulunur. Meyve tepsileri, yere
serilmiş, değirmi, sırmalı yaygıların üzerinde bulunan altı
ayaklı gümüş iskemlelerin üstüne konur.
Meyve bitince haremleriyle görüşüp uygun kelimelerle
onları taltif eden padişah, sonra sazendelere ve oyuncuba-
şıya takdir ve memnunluklarını beyan eder. İhsanını da
haznedarlarından biriyle gönderir. Cemiyet dağılır, herkes
yerine gider.
100
HAREMDE ŞAŞKINLIK: Bir akşam yemekten sonra ha
remlerinden birini ziyarete gitmek isteyen Abdülmecit, nö
betçi haznedara:
“Haber verme; ansızın gideyim. Daha çok memnun
olur,” diyerek sofayı geçip odaya yaklaşınca saz seslerini
işitir ve:
“Galiba saz var; ne âlâ!” der.
Biraz durduktan sonra kapı, kapı arkasındaki nöbetçiye
açtırılır. Fakat Sultan Mecit’in geldiği haber verilmez. Padi
şah bir ara, kapının iç perdesinin arkasından:
Şansın yönlendirmesiyle böyle habersiz gelen bahtiyarı
safa âleminize kabul eder misiniz?” diye kendini gösterince
topluluğa sevinç ve utangaçlıkla karışık bir dağınıklık gelir.
“Ben neşenizi bozmam; bir köşede oturur dinlerim. Bu
ulvî zevke katılmaktan beni mahrum bırakmayınız, siz eğ
lencenize devam ediniz,” emriyle geçer, yerine oturur.
Şarkı söyleyen meğer Sultan Mecit’in genç haremi imiş.
Kapı yine kapanıp o gece fevkalâde eğlence ile geçer. Pa
dişah, öylesine zevklenir ki, hazinedarı vasıtasıyle getirtit-
ği çok değerli mücevherleri:
“Bu gecenin yadigârı,” diyerek haremlerine kendi eliyle
takar. Ayrıca hizmetindeki kalfalara da armağanlar verir.
O ikballeri tanıyorum ama adlarını açıklamayacağım.
PADİŞAHIN DİKKATİNİ ÇEKMEK İSTEYEN CARİYE:
Böyle saz âlemlerinde geçen hoş bir olayı da anlatayım.
Saz gecelerinde, saz sofasının umumî büyük sofaya açı
lan kapısına kalfaların yaklaşıp seyretmelerine müsaade
vardır. Böyle bir gecede genç bir cariye aynaya akseden
Sultan Mecit’i ve haremlerini parmağı ile yanındaki arkada
şına göstererek; “ Padişahı pek sevdim, keşke ben de o
101
haremlerin arasında olsaydım,” der.
Sultan Mecit, diğer aynadan kızın, kendisini göstererek
yaptığı bu hareketi görür ve gülümser. Bu gülümsemesinin
sebebini anlamaya çalıştığı sırada padişah, başı ile “peki”,
eliyle de "gel” işareti yapar. Genç kız, kırdığı potun farkına
vararak mahcup olur, kaçmaya davranır, kalabalık arasın
dan sıyrılıp savuşur.
Sultan Mecit, hazinedarı vasıtasıyle kızın adını ve bu
lunduğu daireyi tespit ettirir. Ve böylece kız, padişahın em
riyle haznedarlık maiyetine alınır.
O zamanlar, padişahın birini beğendiği sezilirse onu pa
dişaha takdim etmek şerefli bir görev sayılırdı.
Kız, yaptığı bu atakla padişaha yaklaşır ama yine de ha
yalindeki mevkie ulaşamaz. Çünkü göze batacak kadar
hoppadır. Bu yüzden de saraya yakın olanlardan biriyle ev
lendirilerek saraydan uzaklaştırılır, yani çırağ edilir.
102
HAREMDE VE BUYUK KONAKLARDA
NASIL VAKİT GEÇİRİLİR?
UÇUNCU BOLUM
HAREMDE:
105
Küçük sultanefendiler de Kur’an, tarih, şiir ve gazete
okurlar. Kendilerine muallimlik için özel olarak yetiştirilmiş
İhdasıfelek kalfadan “yazım teknikleri” öğrenirler, iyi tahsil
görmüş kalfalardan, hazinedar Dürringâr kalfadan da piya
no meşkederlerdi. Dürrünigâr kalfanın, o zamanın modası
olan polka, mazurka ve vals havalarından kaide dairesinde
bestelediği parçalar vardı. Çırağ olduktan sonra vefatına
kadar saraylara geldi. Dürrünigâr kalfa iyi piyanist ve or
kestra takımının birinci kemancısı idi. Musukideki mahare
ti kadar yüz güzelliğinden de nâsibedardı.
Şöhret, Levnifer ve Peyamnıgâr kalfalardan keman, -
eğer hatırımdan çıkmamışsa- birinci lavtaçı kadından da
lavta meşkederlerdi. Lavtada evvelâ tavşan ve köçek mız
rapları, sonra takımlarıyle şarkıları meşkederlerdi. Sultan
hanımların da meşkettiklerini işitmiştim. Yalnız lavta mual-
limesi kalfa ile bir defa şu:
106
Dürri yektâsın sana yoktur bedel
Çal, çıkar ahengini kesretme tel
107
hayli yaşlı idiler. Kendi saçlarını toplayıp üzerine lepiska
kafa (peruk) giyerler, ince oyalı yemeni bağlar, her günlük
elmas iğnelerini takınırlardı.
Sultanefendilerin o küçük cariyeleri de sırma gibi ipek
saçlı, pembe, beyaz, mavi, yeşil yahut sarıelâ gözlülerden
seçilirdi. Yaşı ile beraber güzellikleri de artan kız, velinime
tinin özel hizmetine, nedimeliğine lâyık surette yetişirdi.
Bunlar, diğer küçükten yetiştirilen cariyelerden farklı mevki
işgal ederlerdi.
KALFALAR NE YAPARLAR, NASIL VAKİT GEÇİRİR
LER: Hünkâr halayıkları ki, bunların çoğu harem daireleri
ne verilmiş büyük ve küçük kalfalardır, takım takım taksim
olunup haftada isabet eden yirmi dört saatlik nöbetlerini
hünkâr nöbetçibaşları ile beraber gidip hünkâr sofasının
altındaki sofada tutar, beklerlerdi. Diğer günlerde hünkâr
halayıklarının mevkice, yaşça, küçükleri bulundukları da
irenin orta kalfalarıyle beraber padişahın bir hafta kahve
nöbetini, bir hafta çaşnigir, bir hafta aş, iki gün de oda nö
betini tutar, hizmetini ederlerdi. Perşembe günü bütün da
ireyi temizlerler, cuma günü diğer nöbetçilere görevi teslim
ederlerdi. Buna “Perşembe hizmeti” denirdi. Bir de bey
lik “Umumî hizmet” vardı: Her aybaşı orta kalfalar,
gençler, bütün sofaları, koridorları, merdivenleri, hamam
ları, bodrum katını hep beraber temizlerlerdi. Her yeri ve
zemine döşeli ince Mısır hasırlarını sabun köpüğü serpe
rek silerlerdi. Temizliğe pek dikkat edilirdi. Yüzlerce insa
nın, bilhassa birçok küçük cariyelerin dolaştığı o geniş yer
ler daima temizdi.
Zatışahane tarafından tayin olunmuş iki büyük kalfa,
daire müdireleri ve musahip sıfatıyle bulunduklarından hiz
met etmezler, orta kalfalar efendilerinin hizmetini yaparlar,
108
büyük kalfaların da hafif işlerinde bulunurlardı. Daha yeni
ler, gençler, büyük kalfalarla orta kalfaların her hizmetini
görürlerdi. Her dairedekiler kıdem itibariyle evvelâ ikiye ay
rılıp büyük kalfaların idare ve terbiyesine, sonra şubelere
ayrılarak orta kalfalara, küçükler de gençlere verilirdi. Bun
lar “Büyük Kalfam, Kalfam, Küçük Kalfam” der, onların
emirleri üzerine tıpatıp hareket ederlerdi.
Haremdeki hayat, mükemmel bir mektepteki gibi nezih
ve muntazamdır. Benim bulunduğum zaman büyük ve kü
çük bin kız vardı. Cenabı Hakkın Kafkasya kadınlarına ih
san ettiği zekâ ve inceliklere, saray terbiyesinin de katılma-
sıyle fevkalâde zarif ve nazik olmuşlardı. Küçükler büyük
lere hürmet ve itaat, büyükler küçükleri himaye ve muhab
betle idare ederlerdi. Herkes mevkiini, vazifesini bilirdi.
Şayet öyle yüzlerce kişi arasında terbiye kabul edeme
yeceği anlaşılan kimse görülürse derhal bendegândan bi
rinin hanesine çıkarılır, çeyiz ve para verilerek uygun biriy
le evlendirilirdi. Saraya satın alınmış kız, bir gün bile dursa
iade olunmaz, başkasına satılmazdı.
Orta ve genç kalfalar sâzende iseler meşk ve sıra gün
leri meşkhaneye gider, muallimlerinden dersini alır, hafta
da bir de meşkhanede kendi kendilerine sıra geçerlerdi.
Dairelerde ne talim edilebilir, ne de çalınabilirdi, meğer ki
efendileri arzu ve emir etsinler. O da pek seyrek olurdu.
Ufak tefek dikişlerini diker, birbirlerine gider, konuşur,
bahçede, ormanda gezer, eğlenirlerdi. Sarayda geçen ha
yat o kadar âsûde, o kadar gönül açıcıdır ki, dünya cenne
ti dense yeridir.
Sultanefendilerin saraylarında hizmet de, hayat da aynı
dır. Hünkâr o sarayı teşrifi sevinçle karşılanırdı ki o da baş
ka bir âlemdi.
109
BUYUK KONAKLARDA VAKİT NASIL GEÇİRİLİR?
Zenginlerin, paşaların ve beylerin konaklarında hanıme
fendinin vazifesi eşini giydirmek, yanında ufak tefek hiz
mette bulunan tayaya teslim ettiği çocuklarının nasıl yetiş
tirildiklerine ve harem işlerine bakmaktır.
Kâhya kadına, başkalfaya emirler verir. Boş vaktinde
okur. İpekle ince oya ve kese yapar ve daha ne el işi bilir
se işler. Piyano bilirse çalar. Tavla, domino oynar, cariyele-
rinin esvabını biçer, gösterir, diktirir. İsterse selâmlıktaki ki-
lerciliğinden başka reçel ve şurup kaynatır, turşu yapar.
Sandık odasını, ince kilerini tanzim ettirir. Mutfak erkek aş
çılarla idare ediliyorsa erzak kileri vekilharcın elinde, se
lâmlıktadır. Selâmlıkta ince kiler de vardır. Selâmlık sofra
sına ait şeyler de kilercilerdedir.
O devirde gecelik, hatta haftalık misafirleri eksik olmaz.
Selâmlık ve harem misafirleri için misafire göre pek çok ta
kım takım yatak yorganları bulundurmak mecburiyeti vardı.
Hane sahibesi sık sık yatak odasına gidip yığılı şilteleri,
yorgan yastık ambarlarını, yastık yüzü, yastık örtüsü, çar
şaf dolabını, gecelik, abdest takımları ve bohçalarını mu
ayene eder.
Her sabah hanesinin hertarafına göz gezdirir, misafirle
rinin istirahatini temine çalışır. Bu hanımların vakitlerinin
çoğu misafir ve komşu kabulü ile geçer. Misafirlerden ve
konakta bulunan hoşsohbet, nekre hanımların, kadınların
sohbeti ile eğlenirler. Lâkin hiç kimse aleyhine söz söylet
mezler, gammazlık, fesat, alay gibi kötü huylara kalkışan
olursa derhal susturulur ve menedilir. Ahbaplar arasında
daima hürmet ve samimiyet vardır. Büyükler küçüklere gü
ler yüzle muamele eder, onlar da kendilerinden büyükleri
ne hürmette kusur etmezler. O dereceye kadar ki, büyük
110
konaklara giderken kendi mevkilerine göre giyinirler. Büyük
hanımefendileri taklit ayıptır.
ÇEŞİTLİ OYUNLAR, EĞLENCELER: Büyük hanımlar,
teklifsiz ahbaplarıyle konağın bahçesine iner, çiçek, meyve
toplarlar. Yalının arkasındaki geniş dağa çıkar, getirdikleri
yemeklere kebap, helva ilâve ettirirler. “Esir almaca”,
“Çaylak yavrumu kapamazsın” ve “mektep seyri” gibi
koşuşmaca oyunları çıkarırlar.
“İSTANBUL EFENDİSİ” OYUNU: Bir de, “İstanbul efen
disi (İstanbul Kadısı)” namıyle bir eğlence vardı. Hanımla
rımızdan onu gören kalmamıştır. Bildireyim:
Birine pöstekiden sakal bıyık takıp kaşları kalın kalın
boyanır. Başına, içi oyulmuş karpuzdan ya da kabaktan
koca bir kavuk geçirilir. Kürk tersine giydirilip palansız mer
kebe tersine bindirilir. Bir eline merkebin kuyruğu, diğerine
soğandan dizilmiş tespih verilir. İstanbul efendisi sayılan o
kıyafetle, koca pabuçlarıyle merkebin üstünde koşturulur.
Etrafında büyükler, çocuklar “Ala ala hey, yuha!" çağrışa
rak takip ederler. Bu oyun galiba sürülerek hakaretle uzak
laştırılan kadılar hakkında reva görülen eski çirkin muame
lelerin taklidi idi.
HAVUZ OYUNU: İki oyun daha görmüştüm: Biri deli
taklidi, diğeri kaza gibi, fakat bilerek havuza düşmekti. Dü
şeni, çıkmak istedikçe kenardan iterek engel olmak, çıkın
ca da o ıslak haliyle öteye beriye koşturmaktı.
Bu oyunları elbise ve bahşiş umuduyla dalkavuk kadın
lar çıkarırlardı. Bu oyunlar pek hoş olmamakla beraber ha
nımları eğlendirir, kahkahadan kıyametler kopardı.
Bolulu aşçı ile Vanlı Ayvaz’ın kavgası da taklit edilirdi.
Konakta gelin-güvey, teklifsiz davetlilerle çengili ve çega-
neli oyunlar da yapılırdı.
m
ORTA HALLİ AİLELERDE EV VE EL İŞLERİ: Paşalar,
beyler akşamlan, bilhassa kış geceleri selâmlıkta misafir
leriyle oturduklarından eşleri; cennet cehennem konuları,
hikâyeler, dev ve peri masalları, küçük kâğıtlara hoş ve gü
zel şeyler yazılıp bir keseye konup niyet çekmek, bilmece
söylemek gibi eğlencelerle vakit geçirirlerdi.
Bu hanımlar merhametli, fukarasever hanımlardır.
Adamlarıyle muhtaç olanları buldurur, yardım ederler, has
talara hekim gönderir, ilâçlarını aldırırlardı. Kimsesiz kızla
ra da çeyiz verir, düğün yaparlardı.
Orta halli hanımlar, çocuklarını kendileri emzirir, kocası
nın ve evinin bazı işlerini kendi görür, mutfakta Arap aşçı
sı, bir de halayığı olurdu. Misafirliğe gider, gece yatısına bi
le misafir gelirdi. Saz da çalar, dikişini diker, oya yapar,
okuma bilirse okur, vakit geçirirlerdi.
Küçük ev kadınları yemeğini de ev hizmetini de kendile
ri yapardı. Muşamba ya da hasır bulunmayan evlerde tah
talar sık sık ovulur, silinir, merdivenin üst ve alt başına,
mangalın altına, raflara, dolaplara temiz beyaz yaygılar se
rerlerdi. Bu ev kadınları, pek temiz, pek çalışkandır.
Çocuklarına, evlerinin her hizmetine yetişir, dikişlerini
diker, çorap örerler. Tezgâhta bez dokur, gömlek ve donluk,
çarşaflık havlu, peşkir, yaygı, hep kendi marifetli ellerinden
çıkar. Kendilerinin boyadıkları ipeklerle kenar koyup “gül
bezi”, “hilâlî”, “pembezar” ve “pamuk bezi” adlarıyle in
ce çarşaflık bezler, çizgili yatak çarşafları yaparlardı. Be
yaz ipeği haşlar, kükürt tütsüsü ile parlatır, bundan doku
dukları bezi kullanırlar. Bunları yağlıkçılara da satarlar. Bu
çalışkan kadınlar yağlıkçı dikişi alır, geceleri o suretle evle
rine kazanç sağlarlar. Gergefle geçinenler de çoktur. Buna
benzer birçok elişleri yaparlardı.
112
Tülbente sap ile (tülbentin ipliklerini sayarak nakışla
mak) örnek bezine model yapıp çiçeklerin biçimlerini, renk
lerini benzeterek gayet güzel başörtüleri, çevreler (mendil),
sulubaşları, peşkirler ve uçkurlar işler, sırmayol tel klaptan
işleriyle de meşgul olurlardı.
Tel ile muşabak (görünmez sık kafes), altın levha gibi ne
kadar güzel ve sağlam olurdu bunlar. Bunları ya ücretle işler
ya da bohçacılar aracılığı ile satarlardı. Kasnak işleyenler
varsa da kasnağı Ermeni kadınları daha çabuk işledikleri için
hanımlar ona pek rağbet etmezlerdi. İnce ipekle oya yapar,
çorap örer, dantelâ yapar, hem kullanır, hem satarlardı.
Yazmalar, baş yemenisi, bohça, yastık ve yorgan takım
larını gayet güzel boyarlardı. Boyaların renkleri için hangi
nebatı ya da madeni kullanmak lâzım geldiğini bilir, kendi
leri kaynatırlardı.
Yazmacı kadınlar resim bilmediği halde kalıpta basılmış
çiçeklere ve resimlere çeşit uydururlardı. Bu bezler ince
tahta çerçeveye gerilip renklerin birbirine bulaşmaması için
zamklanırdı. Sonra, kendi uydurmaları bir fırça ile boyanır,
gölgelenir, tahrirlenir, daha sonra da zemin sürülür, sarin
bir denizde çırpılarak yıkanır, renkler parlak, zemin dalga
sız çıkardı.
YÜZ YIL ÖNCEKİ TUHAFİYE FİYATLARI: O zaman iyi
cinsten bir baş yemenisi 10, 20, 30 kuruşa, bir yorgan ta
kımı (1 yorgan, 3 yastık) 300, 400 kuruşa idi. Bohça ve
seccade de ona göre satılırdı. Kandilli yazması dedikleri
ince iş bir yorgan takımı görmüştüm; takımını 800 kuruşa
vermiyorlardı. Bu yazmalar sabunla defalarca yıkanır, ne
zemini solar, ne çiçekleri bozulur. Yazıktır ki, çoktan rağ
betten düştüğünden artık kabaları yapılıp takımı 100 kuru
şa kadar satılıyor (1921 yılı).
113
ESKİ EVLER: Bizim küçük ev hanımlarımız, elinin eme
ği ile giyinir, kocasının ev masrafına yardım eder, para bi
riktirir, evinin idaresini düşünür, yoluna koyardı. Kışlık kuy
ruk yağını, kavurmasını, kıymasını, tarhanasını, bulgurunu
ve yufkasını vaktiyle hazırlardı. Kilerlerinde kurulmuş zey
tin ve reçel kavanozları, altları temiz yayılı, üstleri örtülü
dururdu. Mutfağı temiz, bakırları gümüş gibi parlardı. Su
küpünün kapağı ovulmuş, beyaz tülbent örtülmüş, bardak
ve çanak takımı da temiz ve örtülü idi. Yükleri, dolapları,
sandıkları, bağlarla, bohçalarla güzel yerleşmişti. Hâsılı
her şeyleri muntazamdı.
Bu ev kadınları boş yere para harcamazlardı. Eskilerini
çevirir, tamir eder, kullanırlardı. Evde giyecekleri de, sokak-
lıkları da kendi hallerine göre iyi idi. Cidden övgü ve saygı
ile anılacak bir hayat sürerlerdi. Böyle ev kadınlarımız şim
di de yok değildir. Ama bilmem bu derece idareli olanları
kaldı mı?
Bu kadıncağızların eğlenceleri, ara sıra yiyeceklerini
alıp çoluk çocuğu, komşularıyle kıra çıkmaktı. Akşam üstü
eşi kahvehaneye giderse komşularıyle toplanıp beraber di
kiş dikerek konuşmaktı. Bu sınıf kadınlar seyir yerlerine
seyrek gidrelerdi.
114
SULTANLAR
NASIL ALIŞVERİŞ EDER?
DÖRDÜNCÜ BOLUM
ALIŞVERİŞ
117
getirten daire, beğendiğini aldıktan sonra kalırsa bohçayı
iki kız tutup diğer daireleri dolaştırır, böylece hepsi satılır,
bedeli hesabiyle beraber yine haremağası ile hademeye
gönderilirdi.
Kumaşların bir kısmı hemen terziye yollanırdı. Terzi, ev
velden verilmiş ölçüler üzerine, biçer, dikerdi.
Esvap hep bir kıtada güzel devşirilip herkes kendi astar
lı kemha bohçasına koyar ve kapar; ayrıca da beyaz patis
ka ikinci bohçaya sarılıp yaygılı dolaba konurdu. Kemha,
ya bir renk yahut başka renk zemin üzerine büyük yaprak
lar, dallar dokunmuş, nakışları atlas gibi kalın ipekli yerli
malı döşemelik bir kumaştı.
İç çamaşırları, yatak takımları da dolapların raflarında
öylece saklanırdı. Ferace ve yaşmakların devşirim yerleri
nin görünmesi gerekirdi.
Annemin ferace ve yaşmak, mendil bohçalarının üzerine
koyduklarını ben ortalarına koydurup küçük masalar yaptır
mıştım. Biçimleri değişip kalıplanamaz hale gelince futalarda
(ipek peştemal) saklandı; entariler de futalara kondu.
Konağı çarşıya yakın olanlar, kâhya kadınını, harem
kâhyasını gönderir, örnekler ve toplar getirtir, beğendikleri
ni alırlardı. Bizim evin ön duvarlarına cumartesi pazarı ku
rulduğu için ev halkının kışlıkları bu pazarlardan getirtilen
toplardan seçilirdi. Yazlıklar da, bütün Boğaziçi aileleri gibi,
Kuzguncuk’tan hareketle kayıkla Anadolu ve Rumeli sahil
lerini takip eden seyyar satıcılardan alınırdı.
Bu Musevî satıcılardan Dudu ve Ağlamış’ta, yazlık gü
zel Avrupa kumaşları bulunurdu. “Ağlamış”a kadınlar tak
mıştı bu adı. Çünkü bu adam ağlar gibi sattığı için adı “Ağ
lamış” kalmıştı. Mallarını; “Çürük basmalarım var,” diye sa
tan şakacı bir ihtiyardı.
118
ÇERÇİLER: (İbrişim, düğme, iğne vesaire satan esnaf,
tuhafiyeci) ile tabak takımı ve sepet satanlar hep Musevî
idiler. Birçok yalıların önünde defalarca bağırırlardı. Beyler
çağırınca da hemen rıhtıma çıkarlardı. Küçük evlerin ha
nımları, mahallelerine kurulan pazarlardan alırlardı.
Pazarlarda giyeceğe ve yiyeceğe ait her şey bulunurdu.
Küçük evlerin hanımları bu yüzden de çarşıya pek seyrek
giderlerdi.16
Kendi dokudukları bezleri ve Bursa havluları, yazma ta
kımları, yemeni, çevre, uçkurları satan Müslüman, yemeni
ve ince oya satan Rum, Avrupa’dan gelip hanlarda kalmış
kumaşları satan Lehli Yahudi ve bohçacı kadınlar, sarayla
ra giremezler, konaklarda dolaşırlardı.
Büyük konakların hanımları araba ile çarşıdan alışveriş
ederler de, Harem-i Hümâyûnu taklit ve hürmetsizlik sayıl
masın diye, cami mahfiline girmezlerdi.
NELER YERLERDİ: Harem-i Hümâyûn ve sultanefendi-
lerin maaşları aybaşında çanta içinde atlas keselerle; kalfa-
larınkiler beyaz torba ile gelir. Büyük kalfalar kendi çekme
celerine koyarlar, küçükler kesedarlarına teslim ederler.
(Kesedarlar “Yeni Bina” dedikleri teşrifatçılar ve kapı
sızların ikametgâhında oturan eski kalfalardandır. Oda
larında gümüş kakmalı varil şeklindeki sandıkta sakla
nan paralar sahiplerinin adları yazılı torbalarda durur;
Hazine tahvilâtı alırlardı.) Şeker, kahve, mum, sabun, tuz
ve biberleri de her aybaşında gelir. Her dairede hanedan
azasından kaç zat varsa tayinleri ayrı ayrıdır. Her zatın is
mi küçük kıtada sırma ile işlenmiş yahut gümüş levhalar
16 Büyük aile hanımları pazara gidemezlerdi. Görmek için kılık değiştirerek git
seler de pek çekinirlerdi. Pazarda araba ile de durulamazdı. Yolu daraltan ke
revetler ve üzerlerindeki tenteler buna engel olurdu.
119
dikilmiş kilitli küçük meşin sandıklar içinde her sabah gelen
kahvaltıda bulunan yiyecekler şunlardı: Somun, külâh pey
niri (saraya mahsus, enfes bir nevi tuzsuz beyaz peynir),
büyük gümüş tabakta yapılmış kaymak. Gelen bu yiyecek-
içecekler dışarda satılmadığından toplanıp çırak saraylılara
sepetlerle hediye gönderilir ve pek hoşa giderdi. Onlar da
uskumru ve midye dolması gibi şeylerle karşılık verirlerdi.
Öğle yemeği ile beraber üstü meşin kaplanmış kapakla
kapanıp çuha çanta içine konup bağlanmış, kenarı gümüş
lü büyük tepside reçel, kaşar peyniri, zeytin, sucuk, pastır
ma, havyar ve yeşil salata; akşam yemeği ile de, aynı tep
side tabaklarla mevsim meyveleri gelirdi.
Sultanların yemek tablaları da harareti muhafaza için içi
pamuklu ile örtülü kahverengi ya da lâcivert çuha çantaya
konur ve etrafındaki kaytanla büzülüp bağlanırdı. Bunlar baş
ve ikinci tablakârların başında dairelerine yakın olan bahçe
kapılarının mermerliklerine getirilir, oradan aş nöbetçileri
alırlar. Büyük kalfaların tablaları lâcivert bez, umumî tablalar
beyaz bez çantalarda bağlıdır. Bunlarda aş kapısının harem
tarafında tablalara mahsus uzun masanın üzerine bırakılır.
Aş kapısı, harem ve hademe avlularının arasında kapı nö
betçisi harem ağalarının beklemelerine mahsus üstü kapalı,
üç yanı kerevetli büyük bir oda gibidir. Gece nöbetçileri ya
tacak yere küçük bir merdivenle çıkarlar. Önü açıktır, aşağı
sı görülür. Ay kapısının bir kapısı dış, diğeri iç avluya açılır
bir geçit gibidir. Kızlar harem cihetindeki koridora girerler.
Nöbet yerine erkek ve kadın, hiç kimse giremez.
Üstü meşin kaplanmış yuvarlak meşin sandık içinde
fodlalar (Fodla, bir nevi pidedir) da beraber getirilir. Ora
dan, uçları sırma işlenmiş büyücek havluları peştemal gibi
bellerine sarmış, ayakları sedef nalınlı üç aş nöbetçisi, nö
120
betçi başıları ile beraber tablaların üç ya da dört yerinden
birer elleriyle tutup naklederlerken göz alıcı bir katar teşkil
ederler.
... Büyük kalfalardan başkası kahve içmez. Sigara hiç
kullanılmazdı. Mamafih son senelerde ihtiyar kalfaların ba
zıları sigaraya başlamışlardı, fakat açıkça kullanmazlardı.
VE ÇATAL: 1276 (1860)’dan sonra çatal kullanılmaya
ve sofralarda masa üzerine konulmaya başlandı.
Sabahleyin bal, kaymak, peynir, reçel, soğuk kavurma,
yumurta ile kahvaltı edilir, öğle ve akşam da yemek yenilir
di. İkinci vakti bir şey yenmez, gece meyve çıkarılırdı. Çün
kü yemek erken yenilirdi.
Tablaların hepsinde daima bir türlü et, bazen tavuk, bö
rek, tatlı, birkaç sebze ve pilav vardır. Makarna nadiren ge
lir. Umumî tablaların ekşi takımı yoktur. Her akşam kapak
lı küçük bakır güğümle her tablanın hoşafı gelir. Hanedan
tablaları içeri getirilince yemeğe çaşnigirler, kilere ait olan
lara kilerciler bakarlar.
SOFRA DÜZENİ: 1276’ya (1860-Sultan Mecit’in son se
nesi) kadar sultanların sofraları, oturdukları odaların birin
de bir kenara kurulurdu. Şöyle ki, yere yayılan sırmalı, pul
lu yuvarlak yaygı üzerine altı ayaklı gümüş iskemleye yine
öyle bir örtü örtülüp üstüne yuvarlak gümüş bir tepsi otur
tulur, kenarına ekşi takımı, tuz ve biberlik, limon suyu, ince
tülbend destimal (havlu), üzerine mercan saplı veya fildişi
çorba ve pilâv kaşığı, bağa tatlı kaşığı ve ekmek konur, ya
nında diğer bir destimal bulunurdu. Su içilmediğinden su
takımı konmazdı.
Yemekten sonra eller yıkanıp sofranın etrafına konmuş
küçük şiltelere oturulur, küçük şehzade ve sultanı varsa
onlar da beraber otururlar. Büyük kalfasını da bazen alır
121
lardı.
Yemek, tepsinin ortasındaki gümüş nihali üzerine konu
lan kapaklı gümüş veya Saksonya tabaklardan üç parmağın
uçlariyle alınıp yenir ve öyle dikkatli, nazikâne alınır ki, par
makların uçları pek az yağlanırdı. Eller, ibriktarın hazır bu-
lundurduu gümüş leğen ibrikte yıkanırdı. Yemek ve el havlu
larının başları sırma işlemeli olurdu. Nihali, tersine kapan
mış ayaklı ve kenarı kafesli tabak gibidir. Saraylarda gümüş
tendi. Konaklarda kırmızı veya siyah meşin üstüne, kenar ve
ortası sırma işlenmiş, yuvarlak, kalınca ve düz olurdu.
Kahve içmek âdeti de vardı; tabiî, küçükler ve yaşlılar
için değil. Kahve nöbetçilerinin biri kahveyi, biri sitili, biri de
tepsiyi getirir, diğeri de verirdi.
Kalfalar da odalarında hep bir sofrada yerler.
Örtüler ipekle kasnak işlemelidir. İskemleleri ceviz, tep
siler boyalıdır. Yemek tabakları kapakları beyaz ya da çi
çekli yerli yapımıdır. Gümüş kaşıklarını ve havlularını ace
mileri getirir, götürür.
Her kalfanın havlusu, sabunu, su dolu bir gümüş tası
vardır. Eller silinir, su değiştirilip bir daha silinir, muslukta
da sudan getirilir.
Umumî sofralar dairenin alt sofasına kurulur. Büyük ba
kır sini, bakır sahanlar kullanılır. Sularını, kaşıklarını kendi
leri getirirler; sonra kendileri yıkar, torbalarına koyarlar.
122
HAREME
DOKTOR NASIL GİRER?
BEŞİNCİ b o l u m
125
kenarı zımbalı (makine ile oyma) bağ ile sarıp bir araya top
lanan dört ucunu kurdele ile bağlar, haremağasına verir,
böylece beraber nöbetçi ağaların kapısına giderler. Hazır
bulunan araba onu çırak saraylılardan istediğinin, yahut
bendegândan birinin evine götürür. Orada tedavi edilir. Ha
ne sahibi fakirse ihsan nâmiyle sık sık para gönderilir, değil
se sonra bir hediye verilir. Hekim ve ilâç padişahın eczaha-
nesinden gider. Kalfası, haremağası ve hademe ile her le
vazımını gönderir, sordurur. Gezmeye çıkan kapı yoldaşları
uğrar, görüşürler. Kendi de ev sahibi hanımla veya onun
tensip ettiği bir hanımla gezmeye izinlidir.
İLÂÇ YERİNE DUA: Cariyeler yalnız göz önünde hiz
mette iken değil, uzakta bulundukları zaman dahi pek iyi
bakılırlar. Hastalığı tehlikeli değilse refah içinde iyileşerek
ve sevinerek dönerler.
Bu hava tebdiline çıkışa “Tımara çıkmak” denir. Böyle
şehre (sarayın haricine “şehir” derler) tımara çıkan kızlar
dan biri bulunduğu haneye gelen ziyaretçilerden birinin se
sini, sözlerini hoş bulup aşağıya yanına iner. Birkaç defa
daha görüşür, konuşurlar. Söz hastalığa intikal eder:
“A kızım, senin kırk bir buçuk maşallahın var. Sen ken
dini hasta sanıyorsun! Senin bir şeyciğin yok. Sana biraz
rüzgâr dokunmuş, merak lâzım değil, okumak ister,” der.
Kızın:
“Hanım nine ben meraklıyım. Rüzgârda oturmam, per
şembe ve pazartesi ikindi namazlarından sonra okurum.
İlâçları vakti saati ile alırım,” demesi üzerine:
“Hekim ilâçları ile mideni, bağırsaklarını çürütme, iyi sa
atte olsunlar ben izinliyim. Filân efendi de nefesini verdi.
Nefesim birebirdir. Sana o ilâçları yaparım. Pirüpâk olur
sun. Ev ilâcına dua sinmiştir,” diyerek hemen kızın başına,
126
ensesine masaj yapar, okunmuş suya tülbent batırıp alnı
na koyar, baş ağrısı hafifler.
Saray halkı dindar ve mutekiddirler ve yalana, hileye alı
şık değillerdir. Kız, bu kadının lâflarına inanarak şifa umarsa
da hekimin verdiği ilâçlara da devam eder. Kadının getirdiği
sıtma ipliği ve perilerden muhafaza eden muskayı boynunda
taşır, rahatlar. Afiyet bulup saraya girince dışarı çıktıkça ka
dını da unutmaz. Onun şifalı ev ilâçlarından bahseder:
“Ne mübarek kadın. Ne kadar çok hadis biliyor, ne ka
dar güzel Kur’an okuyor,” diye metheder.
Bir fırsat düşürüp kadınefendiye de söyler. İhtiyar kalfa
ların da aracılığiyle kadınefendiden müsaade alınarak Ra
mazanda saraya o daireye aldırılır, hatim sürer, kalfalara
dualar öğretir, göze şerbet sürmesini bilen kadın o suretle
kendini sevdirir ve bir mevki tutar.
KOCAKARI İLÂÇLARI: Bu kadınlar, küçük kızların baş
larında ufak kabuk peyda olunca sahte bir telâşla oranın
saçını yolup katran ruhlu merhem sürer. Sancılananlara
keten tohumu lâpası, soğuk alanın ayaklarını hardallı sıcak
suya koyup baştan aşağı yorgan örtüp terletmek gibi teda
viden başka deniz böceklerinin kaplarından erkek dişi yı
lancık taşı kuluncunu, riyal (Yemen’de geçen gümüş sikke)
yapıştırmakla tedavi eder. Nazara kurşun döker, birtakım
şarlatanlıklarla “Hekim Hanım” olur kalır. Senelerce o
yüzden ihya olur. Yaptığı şeylerden kimseye zarar gelme
diğinden emniyet kazanır, fakat işi de azdırır, cüretini arttı
rır, kendini mütehassıs doktor sanır, yahut öyle gösterir.
Zamanımızda bile aldatabildiği hasta ya kendi ilâcını
yutturan, bilhassa ebe kadınlar arasında tabibin tavsiyesi
dışında hareket eden cüretkâr, mütecaviz kadınlar yok de
ğildir.
127
FATMA SULTAN VE HACAMATÇI KADIN: Mâhut “He
kim Hamm”ın cehaleti neticesi olan elhim bir felâketi -kal
falardan işitip pederimden tahkik ettiğim gibi- bildireyim:
“Vücuttaki fazla ve zehirli kanı çıkarmak sıhhate fayda
lıdır, elzemdir,” bâtıl kanaatiyle hacamat, nişter ve sülük
vasıtasiyle damarları boşaltmak mevsimi olan mayıs ayı
gelir. Herkes birer suretle karnını çıkartmaya çalıştığı sıra
da “Hekim Hanım” Sultan Mecid Han Hazretlerinin dör
düncü haremi Fatma Sultan, Refia Sultan ve Reşat Efendi
hazretlerinin valideleri Gülcemal Kadınefendiye on sülük
tavsiye eder. Sülükler sıcak hamamda yapıştırılır. Hayvan-
cığızların birkaçı vaktinde düşerse de doymak bilmeyen di
ğerleri haris dişlerini açmaz, avlarını bırakmazlar. Hayli kan
akar. Kalan yapışkanları sallar, eker, düşürürler. Kan bula
şıklarını temizlemek için ılık su ve tülbentle uğraşırlar. Ka-
dınefnedi iyice tartaklanır, kan akması çoğalır, nihayet ba
yılır. Yün yakıp koklatmak, limon koklatmak fayda etmez.
“Hekim Hanım”ın ilâçlarının da, dualarının da tesiri ol
maz. Kalfalar korku ve telâşa düşerler. Kadınefendinin
hastalığı arzolunur. Sultan Mecid derhal pederimi çağırıp:
“Paşa! Dördüncü kadın hasta imiş. Git bak, nesi varsa
bana haber ver,” emriyle gönderir. Pederimi hareme götü
ren musahip ağa:
“Kadınefendi bayılmış. Hekimbaşı ayıltmaya çalışıyormuş.”
Haberini getirince (Haremağalarının hiç biri kadınefen-
dilerin huzurlarına çıkamazlar) padişah hazretleri bizzat gi
der, haremini sararmış, yarı hayatta, tabibi de meşgul bu
lur, pek mütessir olarak:
Aman ben ne yapayım? der. Pederim:
“Efenim, korkmadan bekleyiniz. Kadınefendi kendi ayı
lırlar,” der. Gerçekten de biraz sonra hastada hayat belirtisi
128
görülürse de son derece zayıf, tehlikeli bir halde bulundu
ğunu, sebebinin de pek çok kan kaybı olduğunu pederim
padişaha bildirince:
“Geçen gün kan naklinden bahsetmiştik. Kadının hem
şiresi “Bimisal” den kan getir, kurtar. Maazallah, ölürse se
ni mesul tutmayacağıma söz veriyorum. Haydi vakit kay
betme,” emrine pederim şöyle cevap verir:
"İnşallah ona ihtiyaç kalmaz. Müsaade buyurunuz veli
nimetim.”
BİR ŞAKA: Bütün iktidariyle çalışır, kadınefendi ümit ve
rir şekilde açılır. Bu felâkete “Hekim Hanım"ın sebep oldu
ğunu pederime söylemezler. Hasta, günden güne şifa bu
lur. Hafifçe şeyler yemeye başlar. Bir gün pederimle kadı-
nefendinin büyük kalfası Canfes kalfa aralarında şöyle bir
görüşme geçer:
“Kadınefendimiz bugün ne yediler?”
“Piliç, yeşillik,”
“Yeşilliğin hangisi?”
“Canım, işte yeşillik.”
“Ispanak mı, ebegümeci mi, pazı mı, labada mı, hindiba
mı semizotu mu, mühliye mi?”
“Hangisi olacak, mühliye...” der, gülüşürler.
Bunu Sultan Abdülmecid’e naklederler. O nazik padişah
haremini istifsara gelince:
“Canfes!... Kalfa kadın hangi yeşilliği yemişti” diye lâtife
eden kalfa:
“Hekimbaşı bana bir daha sorarsa bakınız cevap verir
miyim?” der.
Kadınefendi iyileştikten sonra hanımın ettiği cahilce ha
tayı pederime söyler, affını da zatışâhâneden dilerler. Bir
129
daha tababete yeltenmemesi tembih ve yemin ettirilerek
affa mazhar olur. Gelmemek üzere gider.
ON KURUŞA DOKTOR: Konakların özel tabibleri olur
du. Bir kimse hastalanınca çağırılırdı. Orta halliler de has
talarına hekim çağırırlardı. O zaman belediye hekimi oldu
ğunu hatırlamıyorum. Muayenehaneler de yoktu. Fukara
sınıfı, hastalarına ev ilâçları yaparlardı. Bazı pek ucuz vizi
te ile yani on veya yirmi kuruşla giden hekimler de vardı.
Hasta ağırca olursa çağırılırdı. Fukara sınıfının kapıları
(koruyucuları) vardı. Haber alınca hekim, ilâç her şeyini
gönderirlerdi. Merhanmetli fukaraperver hanımlar ihtiyacı
olanları daima düşünür, aratır, buldurur, imdadına yetişir
lerdi. O zaman da bedava tedavi eden hastahaneler vardı;
amma hastahanenin ismi bile dehşete düşürür, kimse git
mek istemezdi.
130
SARAYLARDA
RAMAZAN VE BAYRAM
ALTINCI BOLUM
133
İftariye büyük tepsi ile çıkarılırdı. Sonraları herkese ayrı ay
rı, üzeri sırma ve pulla işlenmiş örtülü küçük masalar üstü
ne konmuş gümüş tepsilerde bir fincan zemzem, istiridye
yahut yaprak şeklinde küçük gümüş tabaklarda birkaç hur
ma, zeytin, pastırma, sucuk, peynir, reçel, birtane yumurta,
bir küçük kâse çorba, bir yuvarlak pide, bir nemli el bezi ge
tirmek âdettendi. Kalfalar kendi odalarına toplanıp büyük
tepside iftar ederlerdi.
Hanedan üyeleri ezanla oruçlarını açar diğer odaya se
rilmiş namazlıklarda (Saraylarda seccadeye “Namazlık”
derler) akşam namazını kılar, sonra yemek yerlerdi.
Büyük konaklarda da iftar âdeti böyleydi. Konaklara Ka
dir gecesine kadar iftara dâvetsiz de gidilirdi, âdetti. Küçük
evlerde de davetli, davetsiz iftarlar vardı. Hâne sahibesi ra
mazanlık iftariyesini, güllacını memnunlukla çıkarır, misa
firlerini ağırlarlardı.
Büyük konaklarda teravih selâmlıkta kılınırdı. Kadınlar
Dolmabahçe sarayının Zülveçheyn (iki taraflı) dairesinde
cemaate uyarlardı. Mabeyn kapısı açık bırakılır, iyi işitilirdi.
Küçük ev hanımları mahalle arasındaki mescitlere gi
derlerdi.
HIRKA-İ SAADET ZİYARETİ: Ramazanın on beşinci
günü Sultan Mahmut haremlerinden o zaman hayatta olan
baş ikbal “Hüsnümelek” hanım, ikinci ikbal “Tiryal” ile ve
küçük sultanefendiler ve hanım sultanlar (sultanzade olan
lara hanım sultan denir) Hırkai saadet ziyaretine, Topkapı
sarayına davet olunurlardı.
İkişer atlı saltanat arabalarıyle, üniformalı maiyetleriyle
giderlerdi. Hademei şâhâne, enderun beyleri ve kıdemli
haremağaları dış kapıda karşılanır, haremağaları iç kapıya
kadar götürür, araba kapısını açar, aliyetüşşânı (sultanları)
134
koltuklardı. İç kapıdan da teşrifatçı kalfalarla Topkapı sara
yında oturan kalfalar koltuklarlar, tâyin olunan odaya götü
rürlerdi. Sonra:
“Şevketlû efendimiz teşrif ettiler, buyurunuz efendim.”
Haberiyle Hırka-i Saadet hücre-i mübareki kapısına gi
dilirdi. Başlar namaz örtüsüyle örtülerek merasimle birer bi
rer sağdan ilerlenirdi. İki taraftaki gülâpdan ve buhurdancı-
lar arasından geçilip Hırkai saadet’in saklandığı gümüş do
labın önünden ve buhurdancılar arasından geçilip daimî
Hırka-i Saadetin bir köşesi açılmış ilk sargısını ziyaret
edince mübarek Hırak-i Şerif kürsüsünün yanında tâzim ve
dindarca saygıyle duran padişah, âyet-i kerîme yazılı tül
bentlerden birer tane uzatırdı. Alıp yüzüne sürenler soldan
çıkarlardı. Bu merasimin sonunda padişah hazretleri, ka
dınlarla görüşür, onları taltif ederdi.
Kalfalar, kapaklı tabaklı küçük billûr kâseler içinde bu
hurlar takdim ederlerdi. (Sultan Mecid ve Sultan Aziz Han
lar saltanatında hariçten kimse giremezdi). Topkapı Sara
yında oturanlar (muhafız beyler, ağalar, kalfalar) senede
bir defa bu ziyaretçilerin cemiyet ve ihtişamiyle fevkalâde
sevinirlerdi. Bu merasim sonunda hizmette bulunanlara ih
sanlar dağıtılırdı. Sonra merasime katılanlar dağılır, İstan
bul’da küçük bir gezintiden sonra saraylarına dönerlerdi.
RAMAZAN GECELERİ: O senelerde Bayezit meydanı,
Vezneciler, Şehzadebaşı, Ramazan ve kandil gezintisi ce-
velângâhıydı. Son derece araba kalabalığı bulunurdu. Sa
rayda sultanlar aralarında iftar davetleri yapar, büyük kal
faları da çağırırlardı. Hariçten ne kimse davet olunur, ne
kimse kendiliğinden gelebilirdi. Sultanefendiler kendi sa
raylarında istedikleri hanımları iftara davet eder, bunlara
yakın olanlar ve haremleri de gidebilirlerdi.
135
O devirde OsmanlI hanedanı sofralarına oturmak âdet
değildi. Mükemmel sofralarda ayrı yemek verilirdi. Teravih
de kafesin ayrı yerinde kılınırdı. Teravihte de, sazda da
Sultanın oturduğu taraf, küçük bir paravanayla ayrılır, mi
safirini yanına çağırtırdı. Misafir küçük şiltede biraz oturur,
yerine döner, gayri resmî misafirini ise yanında alıkor, ko
nuşur, eğlenirdi. İftarlar Kadir gecesine kadardı. İftara ge
lenlere “Diş kirası” namıyle ihsan verilmek eskiden âdet
miş. Sonra ihtiyacı olanlara verilirdi.
KADİR GECESİ: Kadir alayı Tophane meydanında olur
du. Sultanlar ve sultanefendiler ikişer atlı arabalarıyle ak
şama yakın gidip türlü şekil ve renklerde kandiller, fenerler
le donatılmış olan geniş meydanın Kadir Alayı yolunda yer
tutarlardı. Enderun ağaları her arabaya gümüş tepsilerle if
tariye, yemek, meyve, yazsa dondurma, kahve dağıtırlardı.
Bunları perdeleri inik arabaların içine haremağaları verirler,
bahşişler ihsan buyurulurdu.
Alay, fişenkleri seyrettikten sonra isterlerse dışarıda,
caddedeki şehrâyini (şehrin donanmasıyle yapılan umumî
eğlence) seyretmek üzere biraz dolaşır, saraylarına döner
lerdi. Kadir gecesi Tophane meydanına vükelâ haremleri
nin bazılarının arabaları girebilirse de diğer halk sokaklar
da, arabalarından, evlerinin pencerelerinden, alay karadan
yapılacaksa geçide kurulmuş kerevetlerde ücretle yer tu
tar, oturur seyrederlerdi. Denizden olacaksa sahilde yine
kerevetlerden görürlerdi.
SARAYDA BAYRAM TÖRENİ: Bayram hazırlıkları arife
den evvel bitirilir, arife günü gençler, çocuklar, hep giyinir,
sarayın büyük beylik sofalarında, avluda, bahçede ve or
manda gezinirlerdi. Bunlara “ Arife çiçeği” derlerdi. Bayram
eğlenceleri için avluya kurulan dönme dolap, atlı karaca,
136
salıncak, arife günü ikindi vakti hazır bulunur. Yapan usta
lar nöbetçi haremağalarının gözü önünde tecrübe eder, gi
derlerdi.
BAYRAM EĞLENCELERİ:
Dönmedolap, eski bostan kuyularının çarkına benzer.
Her gözü ikişer çocuk alır. Dört gözlü yüksek büyük dolap
tır. Bir adam yandan itip döndürür. Gözlerin asıldığı demir
kollar iyi tutulmazsa yüksekten fırlamak tehlikesi daima
mevcut olmakla beraber çocuklar neşeli kahkahalarıyle ka
zasız, belâsız dönerler.
ATLIKARACALAR: Atlıkaraca (çocuklarımızın ağzında
“atlıkarınca” haline gelmiş), kalın bir direğin tepesine haç-
varhi mıhlanmış bir odunun dört ucundan ikişer halatla
bağlanıp asılmış, eyerli, üzengili, dizginli küçük atlardır. Bu
da bir adamın yandan itmesiyle dönen çocuk eğlencesidir.
Salıncak, birbirine bağlanarak yere mıhlanmış direkler ka
lın bir odunla birbirine bağlanıp jimnastik trapezine benzer
bir biçime konmuş, üstündeki bağlantıdan birer halkaya bi
lek kalınlığında iki demir maşa ile asılmıştır.
İçi 8-10 kişi alan bu odacıkta bir kanepe, koltuklu isi
sandalye vardır. Etrafı bir arşın (metrenin üçte-ikisine eşit
bir ölçü birimi)’dan yüksekçe parmaklık,ımuşamba döşeli,
üç zira murabbaı (yaklaşık olarak 250 santimetrekare) bü
yüklüğündeki salıncağın dört köşesindeki askı demiri ile
salıncağın arasında bir ayağın hemen yarısını zaptedecek
kadar bir basamak vardır.
Bir ayakla o yere, diğer ayakla açıktaki yine o kadarcık
küçük bir yere basılıp bir el ile salıncağın parmaklığı, diğer
el ile askı demiri tutulup kolan vurulur. Kolancılar, karşıla
şacakları tehlikeyi göze almayarak salıncağın yükseldiği
137
yöndekiler çömelir, dış taraftaki ayağını sarkıtıp kuvvetle
dayanarak kalkmakla salıncağın hareketini sağlar.
Gündüzleri, saz oyun halvetine büyükler engel olduğu için
salıncaktan hallerince çocuklar faydalanır, biraz sallanırlar.
Geceleri bazen genç sultanefendiler rağbet buyururlardı.
BAYRAM GEZİNTİLERİ: Bayram sabahı Harem-i Hü
mayun ve küçük sultanefendiler ikişer atlı arabalarla bay
ram alayını görmeye çıkarlardı. Büyükse cami avlusunda,
değilse yolda yer tutar, seyreder ve hemen dönerlerdi. Ev
li sultanefendiler dörder atlı, hanımsultanlar iki atlı saltanat
arabalarıyle teşrif eder, Harem-i Hümayunun kapısından
girerlerdi. Kapıcılar kapıda kalır, birkaç haremağası, kendi
lerinin başağaları, başkapı olanları, arabanın yanlarından
gelirdi. Avluda Harem-i Hümayun merasim dairesi kapısın
da sarayın ve kendilerinin kıdem, rütbe ve mevkilerine uy
gun yaka ve kolları sırma işlemeli üniforma ve sırma kayış
lı, kılıçlı haremağaları hep birden temanna eder, en büyük
leri araba kapısını açıp hazretlerini koltuklayıp indirir ve ka
pıdan içeri götürürdü.
Kapının içinde bekleyen kethüda kadın (en kıdemli ihti
yar kalfadır), baş ve ikinci kâtibe karşılar, önde yürürlerdi.
Teşrifatçı kalfaların büyükleri iki koltuğuna girerler, diğer
ikisi de arkadan eteklerini tutarlardı. Ötekiler de takip ede
rek sultana ayrılan daireye götürürlerdi. Kalfası, yani hiz
metini yapacak kalfalar orada karşılar, feracesini, yaşmağı
nı, dairede, salonunda çıkarırdı.
BAYRAMLAŞMA TÖRENİ: Tatklı, kahve takdiminden
sonra biraz istirahat edinceye kadar Mabeyn-i Hümayun
muayede (bayramlaşma) saati gelir, padişaha mahsus
olan harem ve mabeyn dairelerinden, sofralarından geçile
rek muayede salonunun üst tabakasının deniz tarafındaki
koridorun tezyinatının kafesli yerlerinden muayede törenini
138
görüp padişah hazretlerinin Haremi teşriflerine yakın daire
lerine dönerek beklerlerdi.
O anda Harem-i Hümayun muzikası bando takımı, gü-
vez kadife üzerine yanları iki santimetre genişliğinde yap
rak şeklinde sarı sırma ile işlenmiş pantolon, yakası, kolla
rı, etekleri yine öyle işlenmiş, göğsü sırma kordonlarla,
düğmelerle süslü, mütenasip endamlarını gösterir kısa set
ri, kısa kesilmiş saçlar üzerine yine o kadifeden kenarları
iki sıra işlenmiş kalıplı fesin tepesindeki gümüş üzerine al
tın yaldızlı ferahînin17 altında yarısına kadar yayılarak fesin
kenarına kadar inmiş tırtıl püsküllü serpuş, parlak rugan
potinler giyen seksen muzikacı kız o vakit (Tambur Ma-
jor=Tambour-major) (Bu deyimi yanlış olarak “Tabur Ma
car” olarak söyleyenler de vardır) denilen muzika zabitini
tâkiben meydana çıkar, sofanın yan tarafına geçerdi. Önde
klarnet, flüt, birinci borular, ikinci borular, ikinci, üçüncü sı
rada büyük borular, trampetler, ziller, davul, nota defterleri,
notalıkların üstünde, sazları ellerinde, takımın iki ucunda
da muzika çaldıkça döndürülüp şemsiyelerin kenarlarında
ki küçük çıngıraklardan hafif su damlaları gibi nazik bir ses
çıkaran “japon şemsiyesi” diye adlandırılan aletin ucuna
omuzdan geçirilmiş sırma şeritteki yuvaya koyup iki elleriy
le tutarak işaret beklerlerdi.
Sofanın, padişahın teşrif buyuracağı kapısında büyük
teşrifatçı kalfa görününce muzika kumandanı elindeki to
puzlu sarı maden kaplama asâyı üç parmağı arasında başı
nın üstünde çevirmeye başlar, bu kapıdan ikinci hazinedar
çıkınca asâyı havaya fırlatır (tabiî düşürmez, attığı gibi ye
17 Ferahî: Büyük rütbeden en küçüğüne kadar bütün askerlerin feslerinin tepe
sine, püskül üzerine altındaki dört halkadan dikilmiş, madenT ve gümüş me
cidiyeden büyük, düz, yuvarlak bir süstü. Harp esnasında pek uzaktan bile
göründüğü için sonradan Sultan Aziz devrinde kaldırılmıştır.
139
rinde tutar), muzika selâm havasını çalarken hazreti padi
şah sol tarafında üniformalı hazinedar usta, arkada daima
padişahın hizmetinde bulunan ikinci ve daha iki üç ünifor
malarını giymiş hazinedar kalfalarla sofaya çıkar, kapının
önünde dururdu. Varsa valdesi, yoksa hazinedar usta ya
nında bulunur. Muzika, marş-ı sultanîyi çalar. Yaş itibariyle
büyük ve küçük sultanefendiler, hanım sultanlar eteklerini
sürterek ağır adımlarla yaklaşıp yerden saygılı bir temen
na ile sağ tarafa sıra ile dizilerek el bağlar dururlardı.
PARALARA ÜŞÜŞENLER: Kadıefendiler, ikballer de
aynı merasimle sol tarafta dururlardı. Bu muhterem misa
firlerin maiyetlerinde getirdikleri ustaları ve itibarlı kalfaları
yer öpüp çekilir, uzakta bir kenarda dururlardı. Marş-ı sul
tanî devam ederdi.
Tebrik töreni bitince, şevketmeabın hazinedar ustası,
beraberinde içi çil ikilik ve kuruş dolu sırmalı büyük bir futa
tutan iki kalfa ile meydana çıkıp parayı avuç avuç o büyük
sofaya serperdi. Uzaktan seyreden orta kalfalar, gençler,
çocuklar kumrular gibi uçuşur, üşüşür, kapışırlardı. Bazen
nazik padişah, ayaklarına kadar yaklaşanlara gülümserdi.
Serpilen paradan üstüne düşeni almayıp yere düşürmek
padişah sikkesine bir nevi hürmetsizlik sayılır, hoş görül
mez, hemen alınırdı. Haşmetpenah, hemşiresini, kerimele
rini, hanım sultanları haremlerini nazik sözleriyle taltif eder,
hepsi dairelerine çekilir, istirahat eder ve yemek yerdi.
Öğleden sonra bir hazinedar gelip padişahın daireye
geleceğini müjdeler, padişah hepsini ayrı ayrı tebrike gider
di. Sonradan Osmanlı hanedanı birbirlerinin dairelerine
tebrike gider, konuşur, piyano çalar, eğlenirlerdi. Süslü gi
yimli kızlar sofalarda gezinir, çiçek demetleri gibi toplu top
lu durur, konuşur, gülüşür, neşveli demler geçirirlerdi.
140
TİYATRO, PANDOMİM VE ÇEŞİTLİ EĞLENCELER:
Sarayın dahilinde gün böyle geçerken avluda başka âlem
görülürdü. Bir yerde zurnasıyle, nârasıyle Zuhurî Kolu (Or-
taouyunu da derler), bir yerde kendi çalgısıyle erkek kö
çekler, bir tarafta hokkabaz ve kukla, karşısında toplanan
çocukları hayran eder, kahkahalar, kıyametler kopardı. Bu
oyunları pencereden, kafes arkasından seyredenler de
olurdu. Daireler sahibeleri hariçten saz takımları getirtip
avluda dairelerinin önünde çaldırırlar, o daha ziyade rağbet
bulur, dinlenirdi. Bu çalgılar ve oyunlar bayram günleri de
vam eder, son ikindide biterdi.
Bayram akşamı, misafirler ve sultanlar hümayun ma
beynine (Harem dairesiyle dış daireler arasındaki kısım)
davet olunurlardı. Gece giyimleri, süsleri fevkalâdeydi. O
devirde de dekolte elbise vardı. Ama bu kadar değildi. Bü
yük, ziyade oyulmuş yakadan göğsün, ensenin, omuzların
bir kısmı, geniş kollardan da dirseklere kadarı görülürdü.
Yahut büyücek dekolte olup içten veya üstten ince bir şey
giyilirdi. Güneş, sis arkasından görülüyor gibi lâtif bir man
zara teşkil ederdi. Evvelleri ağır, pullu entariler giyilirdi, çok
mücevherat takılırdı. O moda geçti. Düz ipekli kumaş üze
rine kadife ipeği iplikle işlenirdi, o da geçti. Hafif ipekli ku
maşlar üzerine yekpare dantel yahut tül veya diğer ince bir
şey geçirilirdi. Çiçek kurdele ziyneti de çıktı; bu sade kıya
fetler rağbet bulmuştu. Süs olarak İncili bir başlık, gerdan
lık, bele de murassa yelpazenin altın kordonu, yahut etek
liğin bir tarafı çekilip mücevher bir iğne ile iliştirilmek pek
göz çekici oluyordu. Başa, ince bir tül de takılırdı. Entarinin
arkası daima uzundu.
İsmetpenah kendi dairelerinde yemek yer, saz vaktin
den bir çeyrek kadar evvel bir teşrifatçı ve kendi kalfala-
rıyle gider, hepsi orada buluşurlardı. Kafesli paravanın iç
141
tarafında hazırlanan makamlarına otururlardı. Zâtı şâhane,
ya sazdan evvel teşrifle taltif buyururlar, veya oyun arası
gelir, misafirlerini resmiyet havası içinde bulundurmamak
için gider, ayrı bir yerden seyrederdi. O gece saatler tiyat
ro, pandomim ve komik oyunlarını seyirle geçerdi. Orkest
ra takımı ve sahnede hünerler gösteren aktör ve aktrisler
Müzika-i Hümayunun genç beyleriydi. Arzu buyurulursa
Hayal (Karagöz) de oynatılırdı.
SOBASIZ VE ELEKTRİKSİZ SARAYLAR: Bayramın
ikinci günü şehzade ve sultanefendiler dairelerde toplanır
konuşur, piyano çalar, pek hoş vakit geçirirler. O akşam
Harem-i Hümayun’da saz olacağını haber verirler. Hane
dan üyeleri kendilerine yakışan kıyafetleriyle hazır bulunur
lar. Büyük avizelerden, duvarlardaki şamdanlardan yayılan
havagazının alevleriyle biraz ısınmış olan misafir salonu,
kış mevsimlerinde münasip yerlere konan birçok gümüş
mangalların hararetiyle iyice ısıtılır. (O devirde henüz so
ba yoktu). Mevsim yaz ise, pencereler açılır, serinleştirilir;
hanımlar teşrif ederler. Bu sazda küçük sultanlar ve küçük
şehzadeler bulunabilirdi. Fakat şehzadelerin büyükleri res
mî günlerde bu gibi cemiyet içlerine giremezlerdi. Bu eski
âdet devam ediyordu.
KIZLARDAN KURULU 60 KİŞİLİK BATI MÜZİĞİ OR
KESTRASI: Saza davetli olanlar toplanınca padişah hare
minin orkestra takımı, yarı resmî al fitilli, koyu lâcivert pan
tolon, setre (düz yakalı ve önü ilikli çuha elbise), ferahili
fesli (vaktiyle askerlerin fesleri üzerine dikilen daire biçi
minde sarı tepelik. Saz’ın bu anılarından erkeklere ait bu
fesleri, saz takımını oluşturan kızların da giydiği anlaşılıyor)
60 kadar kız, sazendebaşıları önde olduğu halde gelirler.
Sofanın yan tarafında notaları notalıklarına kor, dururlar.
142
Muzikantn zabiti olan kız, elindeki kısa değneği ile işaret
edince başlarlar.
Orkestra takımında keman, viyolonsel ve kontrbas ça
lan kızlar da bando takımında yeralırlar. Bu zeki ve yete
nekli kızların her biri birkaç çeşit musiki âleti çalacak kadar
hünerlidir.
Oyun vaktine kadar opera ve diğer güç parçalar çalınır.
Oyunlar Avrupa eski kıyafetleriyle o zamanın dansları, çal-
parelerle İspanyol raksları, tefle çeşitli rakslar, İskoçya
ayak oyunları, pandomim, komedi, dansözlerin hafif,
uçar gibi danslarıdır.
KAVALYESİ DE, DAM’I DA KADIN OLAN DANSLI EĞ
LENCELER: Bu danslarda boyu uzun olanlar kavalyelik,
kısa olanlarda damlık ederler. Her oyunda zamanının ve o
oyunun kendi kıyafeti giyilir. Bunları kabasazla tavşan ve
köçek oyunları takip eder.
Bu saz takımı daima giyindikleri entarileriyle gelirler;
rakkaseler oyun takımı giyinirler. Harem, saz gecesi pek
parlak olur. En küçük kalfalar bile güzel giyinirler. Sultane-
fendilere kahve, şerbet, meyve getiren terbiyeli kalfaların
ışık gölgeleri arasında hayal gibi gezintileri pek hoş, pek
göz alıcıdır. Bu kalfalar yaşlarına uygun biçimde süslen
miş, hotuzlu elmaslı, eteklerinin uçları şal kemerlerine so
kulmuş olarak hoş bir görüntü teşkil eder.
Bu âlem de gerçekten görülecek lâtif bir manzara idi.
Şimdi onu gören gözler hemen kalmadığı gibi şimdiden
(1920) sonra da görülemeyecektir. Balolardaki manzara
başka, bu başkadır. Bu eğlenceler gece yarısından sonra
bile devam eder. Padişah, saza pek seyrek gelir. Bayramın
son günü ikindi vakti misafir sultan efendilerin saltanat ara
baları iç kapıya getirilir, nezaketle uğurlanır. Kalfaların ara
baları ise orta kapıda durur, avluya giremez.
143
HAREME HANGİ KADINLAR GİREBİLİR? O zaman
saraya bayramda devletin büyük rütbeli haremleri de gire
mezdi. Babam, padişahın nedim-i hassı (hükümdara gü
zel sözleriyle muhatap olan zat) olduğu halde annem
sûr-i hümayunlardan başka (yani haneden üyelerine ait dü
ğünlerden başka) günlerde saraya girememiştir. Hemşi
remle ben, sultanefendilerin kendi cariyeleri gibi nedimele
ri idik. Bilhassa ben, daha küçük olduğum için hoşlarına gi
derdim. Halimce piyano çalar, Tuhfe-i Vehbi’den pederimin
ezberlettiği kıtaları vezinlerle okur, babamdan ve ağaba
bamdan (validemin pederi büyükbabam) işittiğim hikâyele
ri anlatırdım; hoşlarına gider, beni severlerdi.
(Ağababam, Sultan Mahmut’un hususî Tatarı küçük Ab-
durrahman Ağa’dır. Sultan Mustafa’yı bile görmüş, huzuru
na çıkmış).
KİMLER PADİŞAHIN HUZURUNA ÇIKABİLİR? Bay
ramlarda itibarlı çerağ saraylıların (Saz’ın anısındaki “çe-
rağ” deyiminin yerine göre değişik anlamları var. “Çe
rağ edilmek”, çeşitli nedenlerle saraydan dışarı çıkarıl
maktır. Bu, yüksek bir memuriyetle terfi amacıyle oldu
ğu gibi, bazen cezalandırmak amacıyle de olur. Cariye
ve kalfaların çerağ edilişi ise çoğu kez evlendirilmek
suretiyle olur) saraya girmelerine müsaade olunurdu.
Bunların çoğu da Esma Sultan cariyeliğinden kapı yoldaş
ları idi. Fakat gözdelikle padişah hizmetinde bulunmuş
haznedarlardan olanlar, padişahın huzuruna çıkamazlar.
Dairelerin çerağlı kalfalarının da bazıları çağırılırdı.
Evli sultanefendileri tebrik için saraydan dönüşlerinde
ertesi günü kayınvalidesi ve eşinin akrabası, hafta içinde
daima iyi kabul görürlerdi. Bu arada vezir eşleri de gelirdi.
Sultan hazretleri arzu buyurduklarına kalmalarını emreder,
144
akşama, ya kendi sazendeleri, ya hariçten erkek sazı ge
tirtir, kendi rakkaseleri oynar, eğlenirlerdi.
Saraylarda büyük ve küçük kalfaların hepsine mevkile
rine uygun bayramlıklar yaptırmak âdettir. Kadir günü terzi
bohçaları gelir. Başağalarla başhademelere de esvap yap
tırılır. Diğer bendelere, üzerlerinde adları yazılı çıkınlarla
bayram bahşişleri ihsan edilir.
Bana, sultanefendi, kendi giyimleri ağır entariler verir, ari
fe günü beni bir haremağası ile ana-babama gönderirlerdi.
ARİSTOKRAT BİR HALK KADINI: Eşimle, o devrin vali
kızı, vali eşi debdebesiyle çok gezdim. Fakat kendimi çev
remden yüksek görmek bana hüzün ve utangançlık veri
yordu. Alışamadım.
Kızlarımız, kadınlarımız arasında benim kadar güzel
günler görmüş kimse yoktur. Onun için “Harem ve Saray
Âdat-ı Kadimemiz’l yazarken saray günlerinden bahset
meden geçivermek elimden gelmiyor. Özet olarak yazıyo
rum. Ama katiyen abartma yoktur.
145
üzerine bayramda Saraya gittim. Hayli büyümüş, genç kız
sırasına girmiştim. Âdetleri ve merasimini bildiğimden hiç
güçlük çekmedim. Ancak Sultan Abdülaziz Han hazretleri
nin huzuruna ilk ve resmî olarak çıkışım biraz heyecanlan
mama neden olmuştu.
Bayram tebrikini ifa edip iki tarafta ayakta duran sultan
lar arasında ilerleyip saçak öpmeye (Harem-i Hümayunda
saçak, Sultan Abdülaziz zamanında âdet oldu) yaklaşırken
Padişah hazretleriyle valide sultan hazretlerinin bir kane
pede oturduklarını göz ucu ile gördüm. İkinci haznedarın
valide sultana bir şeyler söylediğini, onun da hünkâra:
“Aslanım, İsmail Paşa’nın kızı, sal-i cedid tarihini (Yeni
yıl için tarih düşüren bir şiir) yazan budur,” dediğini işittim.
Pederimin teşvikiyle yazdığım küçük bir tarihî kaside,
kadın tahsilinin o durgun devrinde hoşlarına gitmiş, takdir
ve taltif edilmiştim. Padişahın bakışları beni o kadar şaşırt
tı ki saçak öpüp çekilirken eteğime basmışım (iki etekli en
tari modası idi, eteklerimin uçlarını kuşağıma iliştirmiştim),
sendeledim. Mahçup olarak yerime geldim, kalabalık içine
karışıp arkaya çekildim. Heyecanım dindi.
O bayram Harem-i Hümayun merasimi hünkâr sofasın
da icra edildi. Harem-i Hümayun Muzikası çaldı, evvelki gi
bi para serpildi. Pederim, kendi hizmetindeki bir cariyeyi
beraber götürmemi arzu etmişti. Götürdüm; para serpilir-
ken yalnız yanına düşenleri almasını tenbih etmiştim. Ama
o terbiyeli kız temkinini muhafaza edememiş, kendini kay
betmişti. Para kapışan insan deryasına daldı, başındaki çi
çekler, kurdele, uzun siyah saçları dağılmış, entarisinin
etekleri düşmüş, enginde fırtınaya tutulan gemi gibi dalga
dan dalgaya sekip sofanın bir tarafından öbür tarafına ko
şuyordu. Görenler gülüyorlardı, sıkıldım. Ama benim ada
mım olduğu anlaşılmadı.
146
PERTEVNİYAL VALİDE SULTAN’IN HUZURUNDA: Va
lide sultan dairesine misafirdim. İsmetpenah hazretleri hu
zuruna çağırıldım.
Ben, Sultan Mecit Han Hazretlerinin validesi Bezmiâlem
Valide Sultanın huzuruna belki çıkmışımdır, ama hiç hatır
lamıyorum. Padişah haremi, padişah validesi gibi yaşlı bir
zatın huzuruna çıkarken insana çekinmek geliyor. Pertev-
niyal Valide Sultan Hazretlerini evvelce görmemiştim. Oda
kapısından girerken içeri göz gezdirdim, Dolmabahçe Sa-
rayı’nın orta kattaki odalarından denize bakan bir odaydı.
Kalın perdelerin biraz loşlandırdığı odanın bir yan minderi
ile, bir kanepe, iki koltuk, birkaç sandalyesi, perdeleri, viş
ne rengi atlas üzerine çiçekli Hereke fabrikası kumaşından
döşenmiş, yere de Hereke halısı serilmişti. Kapının yanın
da konsol mu, dolap mı bir şey vardı. Ne idi, üstünde ne
vardı, göremedim...
Pertevniyal Valide Sultan kadife bir şilte üstünde pence
relere yakın oturuyordu. Hemen yerden bir temenna ile yü
rüdüm. İkinci temenna ile yer öpmek üzere eğildim. Elini
omzuma atıp:
“Etme, etme; safa geldiniz. Memnun oldum. Pederinizin
hizmetine aslanım da memnun, ben de. Eski vezirdir. Allah
daim etsin, Allah aslanıma daima şirin göstersin,” dua ve
taltifi ile karşısındaki şilteyi gösterdi:
“Oturunuz,” dedi.
Ben oturmayınca:
“Kalfa! Hanımı, Kadınlara götürünüz,” emriyle çıktık.
Baş, İkinci ve Üçüncü kadınefendilere gittik. Pertev
Başkadınefendi, oğlu Yusuf İzzettin Efendi hazretleriyle
beraber dairelerinden çıkıyorlardı. Kalfam beni takdim etti.
147
“Sizi az görmüştüm, çok sene geçti. Fakat hatırlıyorum.
Memnun oldum. Bizi bekliyorlar. Başka vakit geliniz, uzun
ca görüşürüz,” diye iltifatta bulundu.
SULTANLARI VE ŞEHZADELERİ ZİYARET: Nazmiye
Sultan ve Abdülmecit Efendinin valideleri Hayranıdil ikinci
kadınefendi ile Adile Sultanefendinin sarayında görüşmüş
tük. Unutmamış:
“Hemşirenizle arkadaştık, sizi de tanıyorum. İltifat-ı şâ-
hâneye mazhar olduğunuza, bana da geldiğinize memnun
oldum,” dedi.
Hayli alıkoydu. Çok iltifat etti.
Bu daire Sultan Mecit Hazretlerinin haremi Üçüncü ka-
dınefendinin dairesi, oda ise velinimetim Münire Sultane-
fendi merhumenin odasıydı. Pek müteessir oldum. Bu gü
zel, nazik kadınefendi ile görüşür, konuşurken o sultanımın
da güzel yüzünü, nazik sesini arıyor, titriyordum.
Oradan, Mahmut Celâlettin Efendinin validesi Üçüncü
kadınefendiye gittim. Onunla da Adile Sultanefendinin sara
yından tanışıyorduk. Piyano çaldırdı. İyi çalmıyordum, ama
taltif maksadıyle takdirlerini ve memnuniyetini beyan etti.
Pertevniyal Valide Sultan dairesinde kalfamla beraber
misafir edildiğim odada eski âdet üzere pullu sırma örtülü is
kemle üstünde gümüş kenarlı tepside çatalla yemek yedik.
Veliaht dairesine gitmek istediğimi söyledim. Ve:
“Siz zahmet buyurmayınız, ben giderim,” dedim. Hemen
koştum.
Murat Efendi’nin huzurlarına çıktım:
“Leyla Hanım, sizi kaç senedir kaybettik. Gezdiğiniz
yerlerde neler gördünüz, neler öğrendiniz?” derken hemşi
releri girdiler.
148
Ben, durmadım, çıktım. Haremine gittim. Oradan da
İkinci Veliaht Hamit Efendi'ye gittim, dairesinde yoktu. Ha
remi Nazikade Hanımı Âli Paşa konağından tanıyordum.
Hayli oturduk, konuştuk. Büyük saraya döndüm. Evvelden
tanıdığım kalfalardan, arkadaşlarımdan bulduklarımla ge
zindik, gün geçti.
Akşam Mabeyinde tiyatro vardı. Yaldızlı kafes paravan
dan baktım. Orada yeni ikballerin üçü ile de şerefyab ol
dum. Ertesi gün Seniha ve Behice sultan efendilere gittim.
Gece de eski büyük kalfam Darçın Kalfanın elini öpmek
için kapısız eski kalfalara ve teşrifatçılara mahsus sarayın
ayrı ve ta evveldenberi ismi Yeni Bina kalmış olan daireye
gittim. Kalfam oraya geçmişti. Odasını buldum. Artık ihtiyar
olmuş, beni görünce:
“A, Leyla’cığım, gel, gel!” diye kollarını açıp kucakladı.
Başımı koltuğuna sıkıştırıp müteessirane dakikalar geçirdi:
“Söyle kız, söyle. O kadar zaman nerelerde gezdin, bizi
hatırladın mı? Akız sen çocukluktan çıkmışsın, söyle. Ma
sallarımı unuttun mu?” diye eski hatıraları canlandırarak
gözyaşı döktük. İkimiz de sultanımız için ağlıyorduk. O ih
tiyar, şefkatli kalfanın gözyaşları benim saçlarıma, benim
kiler entarisinin üstüne dökülüyordu.
Çenemden tutup başımı kaldırdı. Yüzümü aydınlığa çe
virip okşayarak:
“A, kul kurban olduğum Leyla, a maymun karı. (Bü
yük iltifattır; çocukluğumdan beri böyle okşardı). (Senin
yüzünde, gözlerinde neler görüyorum?” dedi.
İkimizin de hüznümüz arttı; hayli ağlaştık. (Şimdi bile o
teessürle gözlerim doldu).
“Sus ağlama!” emrini verdi. Alıştığım itaatle kendimi
topladım. Meyve getirtti. Evvelki âdeti gibi fazla yedirdi. Bi
raz daha alıkoyup:
149
“Haydi artık yerine git, seni ararlar,” dedi. Kapıdan
çıkarken “Gel, gel,” diye seslendi. Döndüm. Hizmetindeki
kızlardan çilhanesini istedi.”
“Çil para senin hoşuna gider,” diyerek iki elime birer
kese para sıkıştırdı.
Ben o sırada aradan yıllar geçtiğini unutmuştum. Evvelki
gibi çocukça sevinirken utandım. Zeki kadın derhal anladı:
“Ben seni yine o küçücük Leyla görüyorum,” dedi.
Başımı okşadı. Odaya girdiğim gibi değil, daha mahzun,
daha içim burkularak çıktım.
O hayaller, o okşanış, benimle beraber gidiyordu. Bü
yük bir mahalle kadar geniş olan sarayın hertarafını, yolla
rını bilirdim. Birkaç dakika içinde misafir edildiğim daireye
vardım. Kalfam meyve hazırlatmış, bekliyormuş.
“Sizi her yerde arattım, bulduramadım,” dedi. “Yeni
Binaya, Darçın kalfama gittim,” dedim.
“Galiba ağlamışsınız, aferin.” dedi.
Ama doğrusu bence hükmü olmadı. Ben, o senelerce
güzel nasihatler aldığım ağızdan çıkan sesi, o sözleri işit
meyi, o ellerle okşanmayı istiyordum.
Sarayda küçükten büyüme kalfalar zeki ve çabuk kavra
yışlıdır. Arzumu anlayıp beni halime bıraktı. Bayramın
üçüncü gününe kadar sarayı, bağçeyi, ormanı gezdim, do
laştım. Bodrum katında kalfaların odalarının pencerelerine
gidip değişik seslerle lâtifeler edilirdi. O eski âdemiziden de
geri kalmadım. Eski arkadaşlarımızla eski eğlencelerimizin
bir kısmı ile hoşça vakit geçirdim. Bununla beraber sevgili
velinimetimin, sultanımın hayali gözümden gitmedi. O mu
azzez vücudu kendi sarayında oturuyor zannetmek istiyor
dum. Efsus! Hezerân efsus. (Yazık, binlerce yazık).
150
SULTAN AZIZ’IN
AVRUPA DÖNÜŞÜ GÖRDÜKLERİM
YEDİNCİ BÖLÜM
SARAYA GİDİYORUM
153
gençlik devirlerimi mutlu geçirdiğim Dolmabahçe Sara-
yı’nda gezinmek beni bahtiyar ederdi. O müjdenin verdiği
sevinçle koca kız yerimde duramıyordum. Babam:
“Giyeceğin entari ile beraber bir de manzume hazırla!”
dedi.
Giyilen, kullanılan gerekli her şeyi, hatta iğne ipliğe va
rıncaya kadar babam kendi getirir, hiç bir şeyi kendim al
maya lüzum bırakmazdı. Yalnız, terziye dikiş vermeye mü
saade etmezdi. Hayır, asla hasis değildi; lüzumundan faz
la bile cömertti. Fakat benim ve ev halkının giyeceğimizi
terziye diktirmezdi. Mutlaka kendim dikmeliydim.
O zaman, herkesin evinde bulunduğu gibi, bizde de ca-
riyeler vardı. Onların giyimlerini ve dikişlerini bile ben gös
termeye mecburdum. Hoşuma gitmeye gitmeye alışmıştım.
O sayede iyi biçki, dikiş öğrenmiştim. Sandığıma koştum.
Babamın çeyizim için aldığı kumaşlar arasında Lion’da hu
susî surette feracelik olarak dokunmuş, iki kenarı çiçekli bir
metre 20 santim eninde mor atiklerden üç parça vardı. O
feracelerin modası geçmişti. Babam bana entari için almış
tı. Ojesi açık filizî, kenarı bir karış genişlikte beyaz üzerine
renkli gayet güzel olanı çıkardım. Hemen biçtik, diktim. Ba
şım için de hafif bir serpuş yaptım. Kenarını ensiz iyi dan
telle süsledim. Bir tarafına küçük bir dal leylâk koydum.
Uzun beyaz eldivenimi ve pabucumu dahi hazırladım.
Manzumeye gelince hiç iyi olmadı. Yazdığım şeyi dü
zeltmek ve sonradan revnaklandırmak hiç birzaman elim
den gelmiyor. Başkasını yazmaya da vakit yoktu ve yapa
mayacağımı biliyordum. O manzumenin birkaç beytini çı
karmakla pürüzünü ayıkladımsa da bu aczimle kendimin
bile beğenmediğeim şeyi bir padişaha lâyık görmedim, ver
medim.
154
SULTAN AZİZ NASIL KARŞILANDI: Padişahın gelişi do-
layısıyle yapılan denizdeki merasime, Gümüşsuyu’nda Ra-
sim Paşa’nın konağından baktım. Önde kılavuz, iki tarafta,
karşılamaya giden donanmış büyük küçük vapurlar, ortada
padişaha mahsus güneşli sancak çekilmiş olarak Padişahın
bindiği büyük zırhlı, arkada maiyeti vapurları göründü.
Padişahlarını karşılamak için ahalinin kiraladıkları şirket
vapurları, römorkörler, çatanalar, boğazdan çıkıp selâma di
zildiler. Pek çoğu geçmeyip limanda kaldılar. Denizin o tara
fı hemen hemen örtülmüştü desem yeridir. Bayraklarla do
natılmış deniz vasıtalarının hareketleri, renk renk dalgalarıy-
le başka bir güzellik kazanmış olan deniz, çiçek bahçesine
benzemişti. Bütün halk ayakta bekliyordu. Padişah geçer
ken sahilden ve denizden yükselen “Padişahım çok yaşa”
avazeleri, muzikaların selâm havaları gözlerimizi sevinç
yaşlarıyle doldurdu. İçimizden bazı hanımlar “Aman ne fi
raklı” diye ağlaştılar. Ben, limana yaklaşılınca arabamı he
men saraya koşturttum. Ama haremdeki karşılama törenine
yetişemedim. Pertevniyal Valide Sultan Hazretlerinin ve Sul
tan Aziz’in huzurlarına sonra kabul buyruldum. O gecikme
hakkımda hayırlı oldu. Ayrıca iltifata mazhar oldum.
NELER GİYMİŞLERDİ: O gün Aliyetüşşan hazeratının
ve bütün saray halkının kıyafetleri pek hoştu. Yeşil rengin
maksada ulaşma ve sevinç alâmeti olduğunu biliyordum.
Ama o gün yeşiller giyinileceği hatırıma gelmemişti. Tesa
düfen entarimin yeşilli olması beni rahatlattı ve mennun et
ti. Aliyetüşşan hazeratı pek açık yeşil renkler üzerinde kıy
mettar beyaz dantel geçirilmiş uzun etekli giyimlerle başla
rına taç gibi mücevher başlıklar, gerdanlarına kıtaca küçük,
kıymetçe büyük gerdanlıklar takmışlardı.
İhtiyar kalfalar düz, yollu, benekli yeşiller; orta yaşlıları
beyazla karışık, açıkça yeşil giymişlerdi. Gençlerin çoğu
155
beyaz müslinden entarilerin münasip yerlerini yapay küçük
yeşil yapraklarla, çimenlerle süslemiş, bellerine ensiz yeşil
yahut enli beyaz kurdeleler bağlamışlardı.
Artık üç etekli entarilere ve şalvarlara gençler rağbet et
miyorlardı. Bir etekli entariler moda idi. Bir ucu bele iliştiri
len etek, uzun iç etekliğinin üstüne serpilip sürüklenirdi. Kı
yafetlerine uygun serpuşlarını, taramalarını da kendilerine
yakıştırmışlar, moda olan salkımlar pırlanta küpeleri, tarak
ları, madalyonlarıyle süslerini tamamlamışlardı. O genç,
güzel, kibarca süslenmiş kızların büyük sofalardaki, kori
dorlardaki gezintileri, hafif rüzgârla titreşen bir papatya
mevsimi olan bahardan hiç farkı yoktu.
Çoğu Sultan Mecit Han devrinden kalma bu kızların,
hepsini tanıyordum. Saraylarda bulunmayan şey çirkinlik
tir. Onun için bu kızların zaten hepsinde çekici bir güzellik
varsa da o günkü sevincin yüzlerine vuran saadeti; dağı
nıkça taranıp alnın üstüne, o pembe yanaklara doğru tel tel
dökülmüş altın saçlı başları, sevimli bir hayal gibi ince
müslinin altından görünen omuzları ve kolları; yaz günleri
nin durgun havasında ince-hafif bulutlar içinden yayılan,
fakat gözleri incitmeyen güneş ışığı kadar güzel bir manza
ra idi.
O gönül açıcı manzarayı seyrederken ondan önceki de
virlerde böyle sevinçli günlerde giyilen ve parıltıları aynala
ra, avizelere vuran sırmalı, pullu entarilerle büyük büyük
mücevherler gözlerimin önüne geldi. O ne kadar azametli,
muhteşem, ne kadar gözalıcı kıyafet idiyse bu defa gör
düklerim de o kadar zarif ve neşe verici kıyafetlerdi.
Üstlerinde küçük, fakat değerli mücevherden başka pa
rıldayan yoktu. Her şey zamanın adetine bağlı. Önceki
devirlerde bu kıyafetle meydana çıkılamazdı. Şimdi de o
156
evvelki kıyafetle çıkılsa gözlere hoş görülmeyecektir. Ben
ce her ikisi de güzel.
FATMA SULTAN’IN BALTALİMANI SARAYI’NDA: O gü
nüm bu yeşil kanatlı melekler, beyaz güvercinler arasında
geçti. Akşam üstü Kanlıca’ya yalımıza döndüm. Rıhtımda
Fatma Sultanefendinin üç çiftesini gördüm. Beni bekliyor-
muş. Hemen esvabımı değiştip kayığa atladım. Birkaç da
kika içinde karşıya, Baltalimanı Sarayı’na geçtik.
Baltalimanı Sarayı sultan saraylarının en güzelidir. Bu
sağlam kârgir binanın orta sofasına damın kalın, nakışlı te
pe camlarından ve direklerle bölünmüş iç sofasına da de
niz pencerelerinden ışık verilmiştir. Renkli mermerlerden
ocakları, küçük parçalarla resimlenmiş parkeleri, tavanları
nın nakışları gayet sanatlıdır. Sahil boyunca sahil bahçe
sindeki havuzda sandalla gezilir. Deniz hamamları, deniz
üzerine küçük birkaç odalı köşkü, bahçenin ucunda ayrı
Hünkâr Dairesi, arkada da Baltalimanı çayırının üstüne ka
dar büyük bağı, meyveliği vardır. Reşit Paşa yaptırmış.
Sultan Mecit Hazretleri, kızı Fatma Sultan için yüksek bir
bedelle satın almıştı. Ayrıca ahşap bir Reşit Paşa yalısı
vardı ki, meşkhane olarak kullanılıyordu. Saraya uzun bir
yolla bağlıydı. Rumelihisarı tarafında bulunan bu büyük
ahşap yalı sonraları yandı. (Kârgir olan kısım şimdi Ke
mik Veremi Hastanesidir).
Sarayın rıhtımı fevkalâde özenilerek nadide bir surette
donatılmıştı. Fanuslar, fenerler henüz yakılmadığı halde
ipek oya gibi incelikleri göz alıyordu.
Sultanefendi akşam üstü sahili dolaşmaya çıkmış. Dönü
şüne kadar, geçenleri Sultanefendinin ikinci eşi Nuri Paşa’nın
hemşiresi Seyyide Hanım ile pencereden seyrettik. Nöbet
çi haremağaları, saraya bitişik bahçe kapısından rıhtıma
157
çıktılar. Biz de karşılamak için sofanın bahçe kapısına git
tik. Fatma Sultan’ın altın gibi saçlarına, aydınlık yüzüne
pek yakışan havai mavi ipekliden düz bir ferace giyinmiş,
beyaz üzerine beyaz yekpare dantel geçirilmiş şemsiyenin
fildişi sapından tutmuş, beyaz pâpuşlarıyle (pabuç değil)
(evet aslı pâpuş’dur. Farsça’dır ve ayak örtüsü demek
tir. Leyla Hanım, yanlış telaffuza kızmış ve pabuç değil,
diye bir not düşmüştür). Kum üzerinde hafif hafif yürüye
rek geldi. Bizi görünce:
“A, niçin gezmeye çıkmadınız? Her yer güzel donatıl
mış,” dedi.
“Boğaziçi’ne çıkarken çoğunu gördük. Efendimizinki
hepsinden güzel. Bunu gördükten sonra başkalarını gör
meye arzumuz kalmadı,” dedik.
O, nazik tebessümü ile:
“Hepsi başka başka güzel. Gece çıkarız, geliniz,” deyip
yürüdü.
Biz, merdivenden ağırca çıktık. Odaya girdiğimiz vakit
soyunmuş, yani feracesini, yaşmağını çıkarmıştı.
Hazinedar usta Cezbidil Kalfa ve benim kalfam İbriktar
usta Mihrimelek Kalfa, görümce Hanımefendi, ben, dördü
müz yemek yedik.
BATI MUSİKİSİ BİLEN BİR KALFA: Sultanefendilerin
sofralarına hanedan üyelerinden başka kimsenin oturması
âdet değildi. Bu vesile ile Mihrimelek Kalfa hakkında da kı
saca bilgi vereyim: Mihrimelek Kalfa sarayda sultanefendi-
nin hususî hizmetinde sağlam terbiye görmüş, temkinli,
ağır başlr, nazik, garp musikisini bilen mükemmel birkadın-
dı. Sultan Murat’ın tahttan indirilişinden sonra sultanefen-
dinin yakalandığı hastalık sırasında da yanındaydı.
158
Yemekten sonra sultanefendinin hususî hizmetlerindeki
küçük kalfalardan Nikterin, ellerinin üzerinde bir bohça ile
gelip görümce hanıma:
“Vapurla geldiğiniz için efendimiz, feracenizin koyu renk
olduğunu düşünerek gece için size açık renk ferace gön
derdiler,” diye ince yaşmak ve bir çift beyaz eldivenle süt
beyaz (şimdi “krem” diyorlar) ipekli feraceyi kanepe üzeri
ne koydu. İkimize de:
“Efendimizle beraber gideceksiniz,” dedi.
Biz, süsümüze biraz daha çeki-düzen verdik, yaşmak
landık. Benim feracem gümüşî, eldivenim beyazdı. Donan
ma kılığı ile gemiştim.
FATMA SULTANLA DENİZ GEZİNTİSİ: Bahçe kapısına
gittik. Her vakitki âdet gibi kayığa kadar al kadife yolluk se
rilmişti. Fatma Sultanefendi teşrif etti. Gündüzkü giyimi ile
idi. Yine, saatli hafif bir bilezikten başka mücevher takma-
mıştı. Yalnız, saman rengi eldiveni değiştirip beyaz giymişti.
Rıhtıma yürüdük. Kayık, daima kullandığı beyaza yakın
gayet açık renk cilâlanmış, kenarının ve içinin oyma tahtala
rının bazı yerleri ince yaldızlanmış, kayığın renginde çuka
döşemeli, aynı kumaştan tırtıl saçaklı, ihramlı, üççifte idi.
Âdet gereğince önce biz girdik, ayakta durduk, sonra sulta
nefendi girip oturdu: biz de karşısına oturduk. Küpeşteye de
daima maiyetinde bulunan Habeş Hayrettin Ağa oturdu.
Rıhtımın gerisindeki saz takımlarından orkestra çalıyor
du. O ahenkli şada ile küreklerin çıkardığı hışırtı birbirine
karışıyordu.
Elimde olmayarak: “Ah ne güzel”, demiştim. O kadar
la da kalmayıp: “Kayık yürümese de hep bu güzelliği
görsek,” diye devam ettim. İsmetpenah gülerek:
159
“Kayığı durdurmak mümkün. Fakat evimizden çıkınca
hemen önünde durmak nasıl olur? Biraz gezinelim de (ay
nı yere) geliriz,” buyurdular.
Yeniköy’e kadar çıktık. Sahile yakın akıntı ile Ortaköy’e
inip dönüşte Bebek’ten Anadolu’ya geçtik.
SULTAN AZİZ DÖNEMİ BOĞAZİÇİ GECELERİ: Saray
lar, büyük yalılar avizelerle, fanuslarla, binlerce fenerle pek
parlak biçimde donatılmıştı. Dağlardaki ağaaçlara ve yer
lere o kadar çok fener ve kandil konmuştu ki, altın yaldıza
boyanmış bir tablo sanılırdı. Aralardaki aylar, yıldızlar, ışık
larla yazılmış şiirler pek hoştu. Bilhassa Mısırlı Zeynep Ha-
nımefendi’nin Bebek’teki dağı gözlerimizi okşuyordu. Yük
sekte, o akşamın şerefine yapılmış sunî bir ay, karşısında
bir yıldız, daha uzaklarda takım takım yıldızlar, küçük fe
nerlerden oluşmuş Samanuğrusu (Kehkeşan=Voie lactee)
dedikleri küme yıldızlar, hasılı karşımızda gayet ustaca
taklit edilmiş bir gökyüzü görüyorduk. Sultanefendinin:
“Nasıl, bütün Boğaziçi donanmasından üstün değil mi?”
Sorusuna görümce Hanımefendi:
“Dağın tepesi loş bırakıldığı için yıldızlar daha belirli, da
ha iyi görünüyor. Pek güzel olmuş. Fakat bizimkinden üstün
diyemem,” cevabını verdi. Fatma Sultan Hazretleri’nin bana:
“Leyla Hanım siz bu güzel görüntüyle ilgilisiniz. Ne dü
şünüyorsunuz?” sorusuna:
“Ay efendim, bu nurlu ayın karşısında bulunmakla
bahtiyarım,” cevabım pek hoşuna gitti.
“Memnuniyetinize iştirak ediyorum,” karşılığı ile taltif
buyurdu.
TÜRKİYE'DE İLK PROJEKTÖR: Sultanefendi, zeki, bil
gili, çabuk kavrayışlı, espritüel bir büyük zat idi. Bu bilgili
160
Hanımefendi beni konuşturur ve fikrimi açardı. Zihnimin ge
lişme zamanında onun zekâ ve bilgisinden faydalanmıştım.
Bebek’ten Anadolu sahiline geçerek Kanlıca’ya kadar
çıkıp açıldık. Üzerimize birdenbire kuvvetli bir ışık vurdu.
Dönüp bakınca bizim saraydan geldiğini gördük. Doğrusu
şaşaladım. Meğer gezinti sırasında görüp de mehtap fişe
ği sandığım aydınlık, bizim donanmaya ilâve edilen projek
tör imiş. Biz, başımızı biraz çevirip baktıksa da kayıkçılar
vaziyeti daha iyi görmemize engel oldu.
...Nihayet o ışıklar saçan levhaya yaklaştık ve teferru-
atıyle gördük: Yere üç sıra büyük fanus dizilmiş. Tahminen
4 metre kadar yükseklikte. Aşağı kısmı gayet küçük sisli fa
nuslarla (ampullerle demek istiyor) kaplanıp gerisine za
rif bir şekil verilerek aralardaki boşluklara zümrüt, yakut, ya
da inci renklerinde büyük fanuslar yerleştirilmiş. Elmastraş
kesme billurdan pırlanta gibi parçalar konmuş.
Rıhtım boyunca uzanan o nurdan duvarın ortasına ya
pılan takın içinde, geride loş bırakılmış yer; yeşil fenerleri,
turuncu kürecikleriyle uzaktan bir portakal bahçesi gibi gö
rünüyordu. Oradaki incesaz takımının derinden gelen sesi
gönüllerimizi okşuyordu. Ve projektör, sarayın üst kat pen
cereleri hizasından portakal ağaçlarının üstünde doğmuş
yıldızın ortasına ışık saçıyordu.
ŞİİRE NASIL BAŞLADIM: Bu manzaraya, her zamanki
gibi gözlerimi kırparak bakıyordum. Seyyide Hanım bu ha
limi görünce:
“Her halde methiye yazmaya hazırlanıyorsunuz?”
deyince müşkül durumda kaldım:
“Efendimizin hüsn-i tabiatlerini tasvir için ya Rafael,
ya da Nef’i olmalıyım,” dedim.
161
Fatma Sultan, konuşma konusunu değiştirmek için:
“Aruz okuduğunuzu Söylemiştiniz. Vezne nasıl alıştı
nız?” diye sordu.
"Pek küçükken pederimin ezberletttiği “Tuhfe-i Vehbi”
kıtalarındaki vezinlerle, sonra da büyük şairlerimizin divan
larını okuyarak vezne, haberim olmayarak alışmışım. Pe
derim, kendisine verdiğim ilk iki beytimi Girit Eyaleti’nin
Meclis-i İdare Başkâtibi Kutbizade şair Sadık Efendi’ye
göstermiş. O da Esat Paşa merhumun:
Geh güle gâh şem’e benzettim ruh-i cânâneyi
diye başlayan gazelini yazıp ilk beytinde takti’ (bir şiiri vez
nini iyice belirterek okumak) usulunü göstermiş. Divan
efendisi Hasbi Efendi de şair olmadığı halde:
162
Seyyide Hanım da: “Efendimizin huzurunda buluna
nın noksanı olur mu? Elbet bahtiyarız-” dedi, konuşma
kapandı. Biraz sonra saraya döndük.
BENZERİ OLMAYAN BİR IŞIKLANDIRMA VE DEVLE
TİN MİLYONLARI: Benzeri olmayan bu donanmayı kalem
le anlatabilmek kolay değil. Güzelliği hayallere bile sığma
yan ruh okşayıcı güzelliği ancak bu kadar anlatabildim.
Pek çok şehrâyin (donanma) gördüm, fakat bunun gibisini
değil, buna yakınını bile görmedim. Şu geçen yarım yüz
yıl, böylesine bir donanmaya şahit olmadı.
Aydınlatma araçları, hatta mumlar bile hususî olarak Av
rupa’dan getirtildi. Bu donanmayı tertip eden ustanın da
Avrupa’dan getirtildiğini Fatma Sultanefendi’nin nedime
sinden işitmiştim. Bu adamın yedi bin liraya18 geldiğini de
yine onlar söyledi.
163
Büyük konaklarda hoca hanımlar çağrılıp sofada, büyük
odada mevlit okutturulur. Mevlit okunurken hepsi başları
örtülü olarak oturur, dinlerler.
Mevlithanlara yemek verilir. Küçük aileler kız mektebin
de, yahut camilerde kadınlara mahsus yerden dinlerler.
Mahalle içindeki küçük mescitlerde ise ortada oturabilirler.
Hizmeti erkekler yapar.
HACDAN DÖNENLER NASIL KARŞILANIR: Hac için
Hicaz’a giden zata Beytullah’ta, Arafat’ta, ziyaretlerde du
alar ısmarlanır, ona da kısmet olması için isminin çağrılma
sı temenni ve kefenlik verilip zemzemle yıkanması rica edi
lir. Kabirde göğsüne konması için Kâbe örtüsü ve âyet ya
zılı tülbent de istenir. Kendisine yolluk köfte, dolma, helva
ve peksimet verilir. Beyaz entariler, ince pabuçlar hediye
edilir ve vapura kadar gidilerek uğurlanır.
Dönüşü yaklaşınca iç çamaşırı ile bir takım yeşil elbise,
yeşil yemeni, yeşil başörtüsü hazırlanır. Evinin kapısı yeşil
renge boyanır, hürmetle ve memnunlukla karşılanır.
Hac dönüşüne tehniye başlar. Evin sofasının bir tarafın
da, örtüsü süslü masadaki üzeri çiçeklerle donatılmış bir
tepside şunlar vardır: Bir ya da iki billur bardak içinde taba
ğa göre kesilip işlenmiş gül, yahut ıtıryağı ile ıslatılmış çu
ha parçası; diğer bir tepside kulplu birçok billur zemzem
fincanlarıyle zemzem sürahisi. Daha büyükçe bir tepside
de küçük billur kâselerle gülsuyu serpilmiş şeker şerbeti,
hoşaf kaşıkları, büyük tabakta hacı lokumu bulunur.
Tehnineye davetliler çağrılır. Hacının dönüşünü duyup
yahut yeşil kapıyı görüp gelenlere gülsuyu serpilerek bu
hurdandaki ödağacı ile karşılanır. Her gelen, parmaklarını
gülyağlı çuhaya sürer, zemzem içer, şerbet kâsesinin birine
lokum atar, bir Hac hikâyesi dinler ve gider. Hacı; zemzem,
164
sürme, ödağacı, akik ve gümüş yüzük hediyelirini istedikle
rine verir.
Bu cemiyet bir hafta devam eder. Tehniyede hizmet
eden yağcı, zemzemci, lokumcu, gülâptan, buhurdancı ha
nımlar düğüne gider gibi süslenirler. İsterlerse süslerine bi
raz yeşil de ilâve ederler. Hacı tehniyesinde bazen mevlid-
i şerif de okunur ve hatim duası indirilir.
165
MASALLARINKINI ANDIRAN
ÜNLÜ SULTAN DÜĞÜNLERİ
s e k iz in c i b o l u m
169
Beraber daha neler vardı, diğer Damat Mahmut Celâlettin
Paşaya da neler gönderildi, bilmiyorum?
Sultanefendiler pek gençtiler. Bilhassa Münire Sultan,
çocukluktan henüz çıkmamıştı bile. Müddetini tayin ede
mezsem de namzetlikleriyle izdivaçları arasında uzunca
müddet geçti. Mısır’da kayınvaldeden mi, Paşadan mı,
kimden bilmem; sandıklarla muz, limon, portakal, mandali
na (mandalinaya o vakit Yusufçuk derlerdi) gelirdi. Muz ve
mandalina o zaman İstanbul’da nadir bulunurdu. Fakat sa
rayda daima fazlasıyle mevcuttu. Birçok Mısır reçelleri de
gelirdi. Karşılığında da İstanbul şekerleri, reçelleri ve daha
birçok şeyler gönderilirdi.
SULTAN ÇEYİZLERİ NASIL SATIN ALINIRDI: Sultane-
fendilerin Hassa Hazinesi’nden hazırlanan çeyizleri arasın
daki entariler için sultanefendilerin ölçüleri gönderildi. Vali
deleri kadınefendileri de ayrıca cihaz (çeyiz) hazırlıyorlardı.
Mücevherler, gümüş takımları ve sırmalı şeyler Köçoğlula-
rın (Köçekoğlu) vasıtasıyle yapılıyordu. Bilhassa o işlerde
Agop Ağa daha çok becerikliydi. Haremin tebdil arabasıyle
çarşıdan (o vakit “kalpakçılarbaşı” dedikleri İstanbul’daki ör
tülü (kapalıçarşının caddesi) alışverişte bulunabilirlerdi.
Ama birçok esnafla konuşulmaz, arabadan inilip kuyumcu
lara gidilmezdi. Her ne emrederlerse saraya getirilirdi. Sul
tanefendilerin çeyiz levazımı örneklerini Agop Efendi sağ
lar, haremaalarının eşliği ile dairenin küçük sofasına getiri
lirdi. Oda kapısının perdesi arkasından büyük kalfalar alır,
kadınefendiye, sultanefendiye götürür, gösterirdi. Beğenilir
se sipariş alınır, Agop Ağa emir gereğince yaptırırdı.
Ben, sultanefendinin yanında bulunduğumdan görürdüm.
Yapılan güzel şeylerdi, ama, fiyatların yüksekliğine o zaman
aklım ermemekle beraber yüzlerce kese işitir, keselerin
yığınını gözlerimin önüne getirirdim. Bununla beraber efen
170
dilerimin hâzinelerinde pek çok gördüğüm ve sayelerinde
kullandığım mücevherin ve paranın gözümde değeri yoktu.
İşbirliği, nabza göre şerbet verişi, müşteriyi yola getirmesini
bilmesi Agop Ağaya büyük bir servet kazandırmıştı.
SARAYA GİREN İLK TERZİ VE GÜZELLİĞİ DİLLERE
DESTAN SOFİ: Saraya giren ilk terzi, Maryam kadını Kö-
çoğlu getirmişti. Maryam kadın, ölçü alır, prova yapardı.
Kurdele, dantela gibi şeylerden başlayıp küçük yüzük kü
pe, kordon ticaretiyle de kârını temin ediyordu.
Çeyiz tamamlanınca Köçoğulların hemşiresi Sofi Hanı
mın da kadınefendilerin, Sultanefendilerin ayaklarına yüz
sürmesine müsaade edildi. O senelerde Ermeni kibar aile
leri bizim gibi her renk ferace giyer, fakat ipek yaşmak kul
lanırlardı. Fukara sınıfı siyah ferace giyer, başının üstün
den koyup yüzüyle beraber yaşmakla örtünürlerdi.
Bu Sofi Hanım saraya yaşmak ferace ile geldi. Terbiyeli,
âdaba aşina, nazik bir kızdı. Güzelliği de Allahın ender ola
rak ihsan ettiği derecede idi. Koyu tahrirli yeşil gözlü, koyu
kumral saçlı, gayet düzgün sevimli bir yüz, son derece gü
zel ağız, renkli, güzel endamlı bir kızdı. Daha sonra da gör
müştüm. Çengelköy iskelesine vapur yanaşırken onu pen
cerede veya bahçede görmek için yolcular hep o cihete ge
lirdi. Sarayda “yok” olan şey yalnız “çirkinlik”di. Çünkü satın
alınan cariyeler hep seçilmişlerdi. O kadar çok ve çeşitli gü
zeller içinde hayret nazarlarını üstüne toplayan Sofi Hanı
mın güzelliği tasavvur buyurulsun. Biraderinin, yani Köçoğ-
lu’nun, hizmetini takdirle kendisine ağır bir broşla (çelenk)
Kadınefendinin esvabından güzel bir takım elbise ihsan
olundu. (Böyle bir ihsan, biçilmiş kumaştan fazla taltiftir).
Sultanefendilerin nikâhları ferman buyuruldu. Darüssa-
adeağası ve Başmusahip Ağa (ücüncüsünü unuttum) vekâlet
171
ve şahadetiyle akidlerini Mabeynde Şeyhülislâm Efendi icra
etmiş. (Damat Paşalara vekil Sadrazam olduğunu işitmiş-
tim). Nikâhları müjdelendi ve kutlandı. Düğünlerin kararlaş
tırılan haftası padişah tarafından kadınefendilere, damatlar
tarafına haber verildi.
ÇEYİZ LİSTESİ: Cemiyetler bir hafta ara ile icra edile
ceğinden Cemile Sultanefendinin çeyizi, valdeliği Perestu
Dördüncü Kadınefendinin dairesine bitişik büyük sofada
sergilendi.
Sofanın dört köşesinde ikişer daireli koridorlara giren
kapılar, koridor kapılarının aralarında, sofanın yanlarına
gelen yerlerde ışık almak için üçer büyük pencere vardı.
Güney tarafında büyük merdiven, kuzey tarafında bahçeye
bakan üç büyük pencereli büyük bir sofadır.
İç sofaya üç yanlı olarak masa gibi kerevet konup üzeri
al çuhalarla örtülmüş, gümüş toparlak tepsiler içine al ka
dife yayılıp üzerine mahfazalarıyle mücevherat konmuştu.
MÜCEVHARAT: Kabı altın üzerine elmaslı Mushafı Şe
rif, yazı takımı, başlık, gerdanlık, göğüslük, kemer başı, bi
lezik, küpe, yüzük takımları, müteferrik çelenkler, salkımlı
broşlar, saatlar, ortası ve sapı elmaslı yelpazeler, sapı el
maslı sineklik, bir kahve takımı, elmaslı altın zarf, ortası el
maslı kahve örtüsü (O zaman on adet bir takımdı, düzine
değildi). Bir çift elmaslı yemek kaşığı, kapağının tepesi el
maslı bir çift kulplu altın bardak ve daha bazı şeylerdi.
Sofanın daire bitişiğindeki büyük pencerelerin önlerine
yere konmuş iki sıra, büyük tahta tablalarla içleri çeşit çe
şit renkli atlas kaplanmış, üzerlerine gümüş sofra kaşıkla
rı, gümüş sahanlar, tepsiler, kahve takımları, stili ile klap-
tan, buhurdan takımları, abdesti aynalar, suluk (ağzında ka
deh kapalı, altta tabağı su takımı), işleme kahve örtüleri,
172
daha birçok şeyler konup ince çemberlerle yapılmış kapak
larla kapanıp üstleri renkli gazlarla (ince tül, tülbent) örtü
lüp tepelerinden kurdelede bağlanmıştı.
Bu sergiyi evvelâ padişah sonra Harem-i Hümayun gör
dü. Ertesi günü de bütün saray halkı seyretti. Pazartesi gü
nü olarak alay tepsiler, tablalar ve üstleri al çuha örtülü yük
arabalarıyle de sandıklar ve yatak takımları Maslak-Levent
çiftliği yolundan, Sultanefendinin Salıpazarındaki Sahilsa-
rayının inşaatı tamamlanıncaya kadar kısa süre için kirala
nan, Emirgân’daki Giritli Mustafa Nailî Paşa yalısına getiril
di. Perşembe günü de Sultan Efendi dört atlı saltanat ara-
basıyle ve muhteşem bir alay ile yine o yoldan gitti. Emir-
gân’a sahilden alay geçecek yol hâlâ yoktur. (1920)
Kızkardeşim, çoğu zaman Cemile Sultanın yanında bu
lunur, kendisini Sultan Hazretleri severdi. Hatta gelir gider
ken de kendi arabasına almıştı. Bizim Sultanefendi (Müni-
re Sultan) bir hafta sonra gelin olacağından sokağa çıkma
sını annesi uygun görmedi. Kendi maiyeti ile iki arabalık
gitmişti, kız kardeşim, beni de götürdü:
“Leyla, buradan uzaklaşma; çabuk gideceğim, kalaba
lıkta seni buldurmak güçtür.”
Emri üzerine, oracıkta eski âdet üzere yere oturdum. Ve
sonra aldığım müsaade ile küçük kalfamla şöyle bir dolaştık.
Gelin odası, Refia Sultanefendinin odasının güvezî ren
gi ile döşenmiş. Mefruşat da aynı idi. Entarisi, duvağı da
aynı idi.
Misafirler o büyük yalının sofasına dağılmışsa da yine
omuz omza denecek kadar kalabalıktı. Mücevherat, süs,
saz kıyametti. Valdemi göremedim, kardeşime rastladım,
biz hemen döndük.
173
Ertesi günü bizim çeyiz sergisi hazırlanacaktı. Aynı so
fada aynı masayı hazır bulduk. Münire Sultanefendi, elim
den gelebilecek işlerde beni yanına alır, kullanırdı.
Çeyizin hepsini gördüm. İyi tarif edebilirim. Mücevherat,
kutularından çıkarılıp gümüş tepsinin içine yayılmış al ka
difenin üstüne konmuştu. Kadifenin altından pamukla mü
cevherlerin şekline göre hazırlanmış tümseklere yuvalar
yerleştirilip uygun yerlerinden iliştirilmişti. Pek hoş görünü
yorlardı.
Mücevheratın hepsi güzeldi, ama şekilce müstesnaları
vardı. Bilhassa yarım arşından bir uzuncası vardı ki, üst
kenarı gayet küçük parçalardan yapılmış bir su idi. Onun
altında uçları küçük, ortaları büyücek, tek tek, sık sık taş
larla yapılmış yarım asma halka, halkaların ortalarındaki
boşlukta birkaç taşlı küçük bir örnek halkaların aralarına
asılmış ve aşağıları yine halka gibi fakat resimli salkımlı bir
şey ki, bu parçaların her birindeki salkımlarla güzel bir dan
tel gibi görünürdü. Gerdanlık kullanılırsa boyunu kurdele
gibi dolaşıp dantel gibi omuzlara yatar, iki parçası omuz
dan kollara dökülür. Yarım parça başa takılırsa kenarı te
pede küçük bir taç şekli alır, salkımları saçların aralarına
yayılırdı. Pek küçük parçalar birbirine belirsiz halkacıklarla,
kancalarla raptolunmuş kıvrılıp toplanır şekilde gayet sa-
natkârane yapılmıştı.
Bir de sultanefendinin saçını toplayıp tutturulacak bir ta
rağı vardı. Kıl gibi ince sapta birkaç zembilcik asılmış gibi
kuru bir kır çiçeği vardı. Bu çiçeğin ismi hatırımdan çıkmış,
galiba haseki küpesi derlerdi. İnce altın üç sapa bunlar
dan birkaç tane asılmış, sapların kök tarafında sık mıhlan
mış pırlanta yapraklarla küçük bir demet yapılıp bağa tara
ğa mıhlanmıştı. Gayet zarif ve kıymettar taraktı.
174
Başkaca, platin üstüne bir sıra pırlantadan yapılmış,
gösterişli bir hilâl, platin üstüne yapılmış yıldız, yine platin
üstüne yapılmış kuyruklu büyük yıldız iğne vardı ki kuyruk
kısmı da ayrı ayrı titrerdi.
Bu geceye mahsus mücevherat da pek güzeldi. İri inci
ler, pırlantalar ve küçük yakutlarla yapılmış gerdanlık ve
yarım başlık broş, küpe, platin üzerine ortası zümrüt, kena
rı pırlanta çevrilmiş yuvarlak parçaların göğse gelenlerin
den yedisinin altından aynı işde armudî biçimde parçalar
asılmış gerdanlık, bir çift küpe, bir yüzük, gagalarından ka
vuşur bir çift tavus...
Münire Sultanefendinin çeyizinde mücevherler arasında
pırlantadan yapılmış, bağlanmış kurdele şeklinde (“Frenk-
bağı” denirdi) üç parça vardı. Sultanefendi yaşmaklı çıkar
dı. Beni süsler, yanına ve karşısına oturturdu. Çoğu kez bu
üç parçayı göğsüme takardı. Bir de üst tarafında küçük
kurdele bağlı pırlanta bir madalyon vardı; o da güzeldi.
Mücevher tepsilerinde ise pek çok takım ve çeşitli hılye
(süs, zinet) vardı. Hepsi değerli, hepsi güzeldi. Yukarıda ta
rif ettiklerimi sık gördüğüm için galiba bende onlara karşı
bir nevi sevda peyda olmuş ki, onları pek beğendim.
İlk tepside Mushaf-ı Şerif ve yazı takımı, kâğıt makası,
kalemtraş, makta, kalem, bir de dersin yerlerini, kelimeleri
ni göstermekte kullanılan hilâl vardı. Mushaf-ı Şerifin eski
sanatkâr mücellitlerin hünerli ellerinden çıkmış olan değer
li bir kabı vardı. Yazı takımı, altın tepsi üzerinde kapakları
nın tepeleri murassa (mücevherli) altından hokkalardı. Ma
kas ve kalemtraşın sapları altın üzerine elmas kesecek
yerleri çelik üstüne altın işlenmiş Arnavut ustalarının savat
(gümüş üstüne kurşunla yapılan karakalem nakışları) işi idi.
Makta’da öyleydi. Yekpare altından, tutulacak yeri murassâ
175
bir hilâl (diş ve kulak karıştıracak şey) vardı. Köşelerine
birer küçük yıldız işlenmiş, kenarı sırma ile dikilmiş al ka
dife bir altlık vardı. (Bizim zamanımızın kâtipleri kâğıdı bi
raz bükerek elde yazarlardı. Kâğıdı buruşturmamak için
altlık kullanan da varmış. Babamın yazı takımı tepsisinde
de vardı.)
Süs, ziynet eşyasından başka sapı mücevherli bir si
neklik, mine üzerine elmaslı çift gözlü dürbün; devekuşu
tüyünden beyaz, büyücek, toparlak, ortası ve sapı yakut,
zümrüt ve pırlanta karışık olarak süslenmiş yelpaze; bir de
katlanır yarım daire bir yelpaze vardı.
Bu yelpazenin yüzünde ya kâğıt, ya ince bir şey üzerine
sulu boya ile yanında mermer parmaklıklı merdivenli bir
bahçe resmi, köşesinde de Lâtin harfleriyle yazı vardı. O
zaman onu okumak bilmediğim gibi hatırıma da gelmedi.
Fakat her halde bir büyük ressamın eseri, pek değerli bir
şeydi. O yelpazede elmas yoktu. İki yanı kafesli altın, bir
örnek üzerine renkli parlak mine ile işlenmiş, altının ayak
ları da sedef üzerine beyaz pembe ve yeşile bakan altın
varaklarla küçük çiçekler işlenmişti. Ayakları bağlayan hal
kada al ibrişimden bir püskülü vardı.
Bu yelpazeyi sultanefendi birkaç yıl sonra bana ihsan
etmişti. Ben de büyük kızımın çeyizine koymuştum. Mü
cevherli dürbün ve küçük dikiş takımı kapaklarının tepeleri
elmas bir çift tabaklı, kulplu bardak sapları, elmaslı iki ça
tal takımı, kenarı altın çivilerle mıhlanmış al kadife kaplı
tepsi üzerine mücevherli on zarf, mücevherli tarak ve fırça
takımı, saplı el aynası, bir küçük el çantası... Hatırımda ka
lanlar bunlar.
Al kadife üzerine sırmalı, İncili, ortası elmaslı, kenarı tırtıl
saçaklı kahve örtüsü, kahverengi atlas üzerine sarı sırma ile
kahve ağacı resmi işlenmiş kenarı saçaklı kahve örtüsü. Bir
176
kahve örtüsü daha vardı ki, ona hayran olmuştum. Bugün
bile görsem gözlerimi ondan ayıramam. Bu örtünün mavi
si üzerine güneş, fakat alâim-i sema (gökkuşağı) gibi yol
yol renkli pullarla işlenmiş, kenarında kendi rengindeki ça
kıl ibrişim saçağın uçlarına renkli pullarla gayet küçük,
düğme gibi konmuştu. O kadar güzeldi ki, o örtüyü tutmak
için insanın kahveci olacağı gelirdi.
Bunlardan başka da birçok kıymetli mücevherat vardı.
Sergiye giyeceğe dair hiç bir şey konmamıştı. Yatak takımı
da yoktu. Zâtışahanenin ve hanedanın görüp beğenmele
rinden sonra pazartesi günü mücevherat, altın ve gümüş
kap kacakları Mabeyn-i Hümayun’un beş çifte kayıklarıyle,
sandıklarla yatak takımları ise al çuha serilmiş ve al çuha
örtülmüş temiz mavnalar içinde, iki tarafta üniformalı me
mur ve zabitlerle harp gemileri sandallarının teşkil ettiği
alay arasında Vaniköyü’ne, sultanefendinin Salıpazarı’nda-
ki sahil sarayının inşaatı tamamlanıncaya kadar oturmak
üzere kiralanıp döşetilen sır kâtibi Mustafa Paşa yalısına
naklolundu. Hünkâr kalfalarıyle valdesinin ve sultanefendi
nin birçok kalfaları da eşyayı yerleştirmek için gittiler.
PADİŞAHIN ARMAĞANLARI: Pederi padişah hazretle
ri, kızlarına, kerimelerine Hazine-i Hassa marifetiyle yaptır
dıkları taç gerdanlık, göğüslük, küpe, yüzük, bilezik, ke-
merbaşı, takım mücevheratı, gelin günü takılmak için kadı-
nefendinin yanında alıkonulup Hazine-i Hassa’dan gelen
on entariyi kutular içinde çeyizlerle beraber göndermişti.
Bu entariler, muhtelif renklerde atlas zemin üzerine sarı
sırma ile üç etekte birer kök yukarı doğru ağaç dalları, ga
yet sık çiçekler işlenmiş, belden bağlı, göğsü az açık, kol
ları iki kat, her katta kurdele gibi sırmadan yapılmış bağlar
la birer çift püskül bulunan biçimdeydi. Eteklerin de bedenin
177
de kenarları sırmadan tül dantellerle süslüydü. Hepsinin bi
çimleri, resimleri aynı idi.
Bu entarilerden menekşe moru üzerine olanı Cemile Sul-
tanefendiye, sarısını Münire Sultanefendi hemşireye gelinlik
ve paçalık için ihsan buyurmuşlardı.
Çarşamba akşamı Harem-i Hümayun’un büyük sofasın
da kabasaz takımı ile kına gecesi yapıldı. Tavşan ve köçek
raksları oynandı. Meyve, şekerleme çıkarıldı. Fakat kına
konmadı.
Perşembe sabahı bütün saray halkında sevinçle bera
ber bir telâş vardı. Kahvaltıdan sonra sultanefendiler giyin
mek, hususî hizmetindeki kalfalar giydirmekle, düğüne gi
decek kalfalar da odalarında süslenmek, hazırlanmakla
meşguldü. Bizim dairede de gelin giderek başka bir âlemi
aydınlatacak olan o parlak yıldız, o Sultan-ı tâbdârın (yük
sek soylu, asil) etrafında, beraber gidecekler parlak bir be-
şaşet, (güler yüzlülük), uzak kalacak olanlar da gizli bir hü
zün ile dönüp durmaktaydılar.
Çalışkan kalfaların arasında üç çocuk dolaşıp duruyor
du. Bunlardan biri bendim. Diğer ikisi de küçükten alınıp
terbiye edilmiş zeki çocuklardı. Daima sultanefendinin ya
nında bulunur, nedimeleriydiler.
Kalfalar bizden sıkılıp odadan çıkarmak istedilerse de
Sultanefendi:
“Onlar da hizmet edecekler,” diye engel oldu. Biz, o lü-
tuftan şımardık, telâşımız, hizmete karışmamız arttı. Kalfa
ların yan bakışları tesir etmiyordu. Nazarlarımız hep Sulta
nefendinin yüzündeydi. Sultanımız o kadar güzeldi ki hiç
bir renk boyaya ihtiyacı yoktu. Yalnız sırma gibi saçları ta
ranıyordu.
Nihayet kendisi de bizden sıkılmış olmalı ki:
178
“Süsleriniz bozulmuş, küçük kalfalarınız düzeltsin.”
Emri ile bizi savdı. Üçümüz birden çıktık. Biz daha sa
bahleyin erkenden giyinmiş, hazırlanmıştık. Noksanımız
yoktu. Sultanefendinin de pederinin gelinlik olarak hazırlat
tığı güvez kadife üzerine dalları, yaprakları sarı sırma, yap
rak damarları inci ile işlenmiş, münasip yerlerine pırlanta
dan küpe çiçekleri konmuş entarisi ve potinleri giydirilmiş,
mücevheratı takılmış, telli duvağı konmuştu. Başından
aşağı yan tarafa sarkan beyaz teli vardı. Dairelerin kalfala
rı yaşmaklanmış, feracelerini giymiş, bekliyorlardı. Bizim
daireden kapıya kadar yaygı serildi. Biz daireye koştuk.
ZİFAFA DOĞRU: Teşrifatçı kalfaların çoğu misafirleri
karşılamak için erkenden sultan sarayına gitmişlerdi. Gelin
sultanefendiyi uğurlamak için kalanlarla bizim birkaç kalfa
küçük sofada bekliyorlardı. Odaya giremedik. Kapının kar
şısına geçtik. Gözlerim latif, görkemli bir manzaraya tesa
düf etti: Sultanefendi, valdesinin beline sarılıp başını o
muhteşem saf göğse dayamış, annesi de kolunu kızının ar
kasından dolayıp elini omzuna koymuş, diğer eliyle de o gül
renkli nazik ve nermin yüzünü okşuyor, alnından öpüyordu.
Kadınefendinin:
“Geliniz kalfalar!”
Emriyle kalfaların birkaçı odaya girip Sultan Mahmut
devrinden kalma ihtiyar kâhya kadın dualarla, tebriklerle
Sultanefendinin sağ kolunu, Keremyar kalfa sol kolunu al
dı. İki genç kalfa da entarisinin uzun, ağır eteklerini arka
dan tuttular. Kâhya kadın ve Sultanefendinin Haznedar us
tası olan Keremyar kalfa, resmî üniformalarını giyip mü
cevherlerini takmışlardı. Ta kayığa kadar serilmiş yaygı
üzerinden yürüdüler. Geçecekleri büyük sofada Harem-i
Hümayun incesaz takımı çalıyordu. Üst ve alt büyük sofalar,
179
giden yaşmaklı yaşmaksız saray halkı ile dolu idi. Arkadan
pek çok kişi yürüyordu. Deniz kapısının iç tarafındaki bah
çede, güvez kadife üzerine sarı sırma erkek kıyafetli, yani
büyük üniformalı, Harem-i Hümayun bando takımı, dışarda
da bir takım asker muzika çalıyordu.
Sarayın bahçe kapısından denize kadar rütbeliler sırma
üniforma, sırma kayışlı kılıçları ile, rütbesizler de siyah setre
pantolonlu, hepsi beyaz eldivenli olarak, bunlardan başka iki
sıra haremağası dizilmişlerdi. Rıhtımda büyük üniformalı ve
nişanlı paşalar, beylerle Harem-i Hümayundan başka yaver
ler ve büyük rütbeli zabitler, saygı duruşundaydılar.
MUHTEŞEM SALTANAT KAYIKLARI: Gelin Sultanefen-
diyi, geçit için gerilmiş al çuha perdelerin arasından geçirip
on dört çifte saltanat kayığının köşküne götürdüler ve pa
dişah makamına oturttular. Kâhya kadınla Keremyâr kalfa
bendegâna mahsus olan yan sedirlerine oturdular. Ben da
ima velinimetim Sultanefendinin maiyetinde gezmeye alı
şık olduğumdan yine o saadeti umdum, koştum, almadılar.
Köşkün sırma saçaklı güvez atlas perdeleri kapandı, kayık
rıhtımdan açıldı.
Köşklü saltanat kayığı gayet uzun, beyaza boyanmış,
dış kenarları güvez üzerine altın yaldızla nakışlı idi. Sekiz
kişilik kadar köşkünün içi sırma saçaklarla süslü güvez at
lasla döşeli, tavanına da güvez atlaslar ışık saçakları şek
linde büzülüp yüksekçe olan ortasından yaldızlı bir güneş
le mıhlanmıştı. Direkleri ve damının kenarındaki oyma par
maklık ve tepesindeki güneş parıl parıl yaldızlı idi. Kayığın
ta burnuna yakın yerinde de yaldızlı bir kuş gördüm, zan
nediyorum. Kayığın içi yaldızlanmış, oymalı tahta ile nakış
lıydı. Dışındaki güvez üzerine yaldızlı kenar, buruna doğru
incelerek burunda birleşip alta doğru kıvrılmıştı.
180
Güvez çuha üzerine sarı sırma bükme ile gayet sık iş
lenmiş cepkenli, mintanlı, bol dizlikli on dört çift kayıkçı, iki
elleri bir kürekte, çift çift hep birden gayet muntazam ola
rak ayakta kürek çekiyor, o kıyafetin yeşil üzerine işlenmi
şini giyinmiş iki reis de mevkilerinde, elleri dümenin sapın
da olduğu halde ayakta duruyorlardı.
GELİN ALAYI: Başyaver ile diğer bir yaver ve Darüssa-
ade Ağası ile Sultanefendinin başağası arka küpeştede
ayakta divan duruyorlardı. Alay teşkil eden kayıklarla san
dallardaki yüksek rütbeli rical ve teşrifat memurları yine
ayakta divan duruyorlardı. Kılavuz gemilerindekiler ise
yüzleri saltanat kayığına dönük divan durmuş gidiyorlardı.
Alay, donanmış vapurlar, sandallar ve hususî seyirci
vapur ve kayıkların arasından aheste aheste geçiyordu.
O sırada bu kadarını görebildim. Her vapurdan selâmlanı
yordu.
Sultanefendinin kayığının kendi daireleri kapısının rıhtı
mına yanaştığını gördük. Kayıkçılar, olanca kuvvetleriyle
küreklere asıldılar.
Saltanat kayığı açılınca Kadınefendi de beş çiftesiyle
hemen açılıp süratle gitti. Karşısında büyük kalfası vardı.
Başı bir büyük şemsiye ile kapanmıştı.
Bir taraftan uğurlamaya gelenler yavaş yavaş çekiliyor,
diğer taraftan da rıhtım rengârenk süslü feracilerle donanı
yordu. Yaşmakların nazarlardan gizleyemediği güzellikler
ve mücevherat parıltıları gözleri kamaştırıyordu. Güvez,
mavi, lâcivet, beyaz kadife ya da çuha üzerine, kenarları
gümüş kabaralı ya da pul sırma işlenmiş saçaklı, püsküllü
ve başlarının iki köşesi iki taraftan denize doğru sarkıtılmış
ihram (örtü)lı beş, dört, üç çifteler, rıhtım kenarına dizilmiş
bekliyorlardı.
181
Başağalar, Hanedan üyesi efendilerini koltuklayıp kayı
ğa indiriyor, karşılarına ikişer kalfa oturuyor, Başağa da kü
peşteye oturuyordu. Reis dümenin önünde mevkiine otur
muş, başkürekçi uzun kanca ile dayanıyor, kayığı rıhtım
dan açıyordu.
Sırasıyle hepsi kayıklara binip açıldılar. Harem kayıkla
rının reisleri ve çift hamlacıları da koyu renk çuha dizlik,
geniş kollu, oyalı ipek beyaz gömlek, üzerine de kılabdan
bükmelerle ince kordon işlenmiş olarak döşemenin rengin
de yelekler giymişlerdi.
Arkadaki kayıkçıların kıyafeti kar gibi beyaz patiskadan
dı. Onların kıyafetleri her zaman böyledir. On kişinin, sekiz
kişinin, üç kişinin kürekleri köpükler saçarak güneş ışığı ile
yaldızlanmış denizin üzerinde kayıp giderken, arkada ka
lan Rumeli’nin o yeşil sahilleri arasında doya doya ufka
bakmak kimsenin hatırına gelmiyordu.
Saçaklı, dantelli şemsiyelerin altından nazarlar hep Bo
ğaziçi tarafına dönüktü. Nadiren görülen on dört çifte,
köşklü saltanat kayığının gösterişli fakat aheste gidişi, iki
tarafta alay teşkil eden Bahriye askerlerinin beyaz elbiseli,
al uzun boyun bağlı tayfası, kolları sırma şeritli zabitleriyle
ve dümen üstü sancağımızla donanmış sandallara ve ala
yın haricinde seyirci sıfatıyle giden kayıklara, sandallara
bakıyorlardı.
Birdenbire hafif bir rüzgârla deniz yüzeyinin o altın va
rak gibi durgun yüzü değişiverdi. Hava, bir çocuk elinde
buruşmuş mavi kâğıda döndü. Gök, güneşin önünden ha
fif beyaz bulutlar geçirerek güya yaşmaklı kadınlara benzi
yordu. Ve o renk renk çiçeklere şebnem gibi ince yağmu-
ruyle takdirlerini gönderiyordu. Halbuki bu lütuftan kimse
memnun olmadı.
182
MAHMUT II’NİN BİR CARİYE İÇİN BESTELEDİĞİ
ŞARKI; Benim gibi şemsiyesi olmayanlar da fena bozul
muşlardı. DarçrrT Kalfanın şemsiyesi de ikimizi birden koru-
yamıyordu. Telli, kurdeleli hotozumun üzerine mendilimi
örttüm. Süslü güzel entarimin üstüne düşen küçük damla
ları kurşun yağıyor sanıyordum. Şükür ıslanmadı; bulut
geçti, serpintisi imiş; hava yine açıldı.
Darçın Kalfa hakkında da bilgi vereyim: Bu Darçın Kal
fa, Esma Sultanın gözde cariyelerinden meşhur tanburîsi
imiş. Kadınefendinin hususî işlerini emniyetle kendilerine
verdiği iki kalfasından biriydi. Sultan Mahmut’un bu kalfa
için gayet güzel “Darçın gülü” nakaratlı bir şarkısı vardır.
KOLTUK: Kayıklar deniz kuşları gibi uçuşuyorlardı. Ha
nedanı Âl-i Osman’ın beşer çifteleri sıra ile birer birer sahil-
sarayın diğer kapısına yanaşıp çıktılar. Rıhtımın açığında
sıra bekleyen kayıklardan ayrılıp küpeştenin ve hatta rıhtı
mın yan tarafına yanaştırdılar, çıktık.
Rıhtımda, vükelâ, devlet ricali ve zabitler, hademeler,
ağalar saygı duruşunda duruyorlardı. Muzika-i Hümayun
bandosu rıhtımda çalıyordu. Yalı kapısının iç tarafında Âdi
le Sultan hazretlerinin ince saz takımı vardı.
Sultan Hazretleri düğünden evvel Kuruçeşme’deki sa
raylarına validemi davet etmişti. Hemşirem de ben de be
raberdik. Üç gece alıkoymuşlardı. Bu incesaz takımını ve
aynı kalfaların Ulah takımını o vakit işitmiştim. Ulah takı
mında musikar, çitez ve uda benzer kopsa (kopsah) adın
da bir saz vardı.
Âdet üzere gelin sultanefendi derhal çıkmayıp, biraz ge
ciktiklerinden herkes yetişti. Damat Paşa, kayığın ve köş
kün içinde, duvağı örtülü gelin sultanefendinin karşısında
183
iltifatına intizaren duruyordu. Damat Paşa sağ koltuğuna
girip çıkardı. Darüssaade Ağası da sol taraftan koltukladı.
Rıhtımın son merdivenine kadar serilmiş yaygıların üs
tünden yürüyerek kayıkla kapı arasına gerilmiş al çuha
perdeler arasından geçip girdiler. Kayıktan çıkarlarken mu-
zika selâm havası, sonra marş-ı sultanî çaldı. Kapının iç
tarafında bahçede Âdile Sultanefendinin ince saz takımı:
184
doğrulanlar rüzgâra tutulmuş başaklar gibi bir taraftan di
ğer tarafa yıkılıyorlardı. Bu defa merdivenin üstünden bak
tım, inemedim. Kapı açılınca, Sultanefendi taht gibi yapıl
mış koltuklardan, sağ taraftakine oturtulmuş. Oda, Refia
Sultanefendininkinin aynı, fakat güvez üzerine idi.
KUTLAMA TÖRENİ: Gelin hazretleri biraz istirahatten
sonra hususî olarak kayınvaldesini odaya davet etti. Ku
caklaştılar, çıktı. Resmî olarak halası Âdile Sultanefendi,
kızı Hayriye Hanımsultan, kardeşi Fatma Sultan ve Refia
Sultanefendi, -Cemile Sultanefendi pederine gitmeden ge
lemezdi-, Halazadeleri hanımsultanlar girdiler, biraz otur
dular, tebrik edip çıktılar. Sonra sıra ile vükelâ haremleri
girdiler, yer öpüp durdular. Hepsine vekâleten Sadrıâzamın
hareminin tebriklerine Sultanefendi de memnuniyet beyan
ve taltif etti, çıktılar.
Sultanefendilere ayrı odalar hazırlanmıştı. Vükelâ ve
vüzerâ haremlerinin ikisine bir oda tahsis olunmuştu.
Yalının harem ve selâmlığının bölümleri aynı idi. Alt ve üst
ikişer büyük sofa, yirmişer kadar odadan ibaretti. İki daire de
harem dolmuştu. Fakat o kadar kalabalığa yeterli değildi. Or
ta ve küçük kalfaların oturmasına mahsus bahçeye yeniden
yapılmış binaya da çırağ ve bendegân haremleri dağıldığı
halde alt sofalarda yine mahşeri bir kalabalık vardı.
MUHTEŞEM BİR ŞÖLEN: Sultan efendilerin sofraları
dört köşe masa üzerine keten sofra örtüsü örtülüp billur sü
rahi, kadeh, tuzluk, bir takım çatal -sarı idi, fakat altın mı,
yoksa gümüş üzerine yaldız mıydı, bilmiyorum-, küçük ta
baklarla yeşil salata, havyar, peynir, zeytin konmuştu. Ye
mek, kapaklı ince saksonya tabaklarla getirildi. Leğen-ibrik
gümüş, el havlusu sırmalıydı. Kahve, sitil ve mükellef ta
kımla, murassa zarflı fincanlarla verildi.
185
Vükelâ haremlerine bir, oda takımına bir sofra kondu. Es
ki âdet üzere yere sırmalı, pullu yuvarlak yaygı, üzerine gü
müş ya da gümüşlü altı ayaklı sofra iskemlesi, iskemlenin
üzerine daha ufarak ve yuvarlak duble bir örtü örtülüp üstü
ne gümüş yahut gümüş kenarlı büyük tepsi, kaç kişi otura
caksa sıcak çorba ve pilav için gümüş, soğukluk için mercan
saplı sedef kaşık, altta bir destmal, yanında ekmek, birkaç
gümüş tabakta salata, havyar, zeytin, peynir, tuzluk, ortaya
gümüş nihalî kondu. Su, sürahi ve kadehleriyle bir gümüş
tepside masa üzerindeydi. İstenildikçe veriyorlardı.
Sofranın etrafına konan küçük kadife yer şiltelerine otu-
ruldu. Yemekler, kapalı gümüş sahanlarla getirildi. Leğen,
ibrik gümüş; sofra ve el havluları sırma işlemeliydi. Kahve,
gümüş stil ve mükellef takımlarla getirildi, murassa ve altın
üzerine mine zarflarla verildi.
Davetliler, yemekten sonra büyük sultanefendilere say
gılarını arz için odalarına gidip girerken temenna ve yakı
nında yer öperek müsaade ve emriyle küçük yer şiltelerin
de birkaç dakika oturup çıkınca kadınefendi hazretlerine
tâzimler arz edildikten sonra kayınvalide efendiye gittiler.
Ortada dolaşan halk o saatta beylik ve umumî sofralar
da yemekteydiler. Bir takımı bahçedeki sazı pencereden
dinlemek, bir kısmı da gördüklerini görmeyenlere nakil ve
hikâye etmekle meşguldü. Sofalarda gezilebilecek ancak
dar bir yer bırakılmıştı. Akşama ihsanlar dağıtılıp haylisi
savuldu. O gün çabuk geçti.
DÜĞÜN EĞLENCELERİ: Akşam Damat Paşa bildiğimiz
âdet-üzere getirildi. Damat Paşa’nın güveyi namazı kıldığı
nı ve el ele verildiğini kapıdan seyredenler oldu. Kayınvali
de hanımefendi kapıdan içeri girdi; Kadınefendi girmedi.
Sultanefendinin gecelik kıyafetini görmedim. O taraftan
186
herkes çekilip saz olan sofaya gittiler. Sultan ve kadınefen-
diler, odalarının kapılarının içinde sandalyelerde oturdular,
dışarıya çıkmadılar. Misafir hanımlar da sofada oturdular.
Harem-i hümayun orkestrası ile muhtelif Avrupa dansla
rı edildi. Sazendeler sırmalı üniformalarını giymişlerdi.
Rakkaseler de oyunlara göre kıyafet değiştirip çıkıyorlardı.
Gelin sultanefendinin kaba saz takımı, köçek ve tavşan
rakkaseleri, Beylerbeyinde Sultan Mahmut Han haremle
rinden baş ikbal “Hüsnümelek” hanımın yalısında meşk
edip törene yakın saray-ı hümayuna aldırtmışlardı.
O akşam onlar da çaldılar ve raks ettiler. Sultanefendi-
lerin gösterdikleri arzu üzerine Âdile Sultanefendinin kah
veci ustası olup kendi saz takımındaki baş hanende -ismi
galiba Mestinigâhdı- kalfa da iştirak etti. Sadasına da oku
yuşuna da dinleyenler hep hayran oldular. Kulaklarımın
işitmek hizmeti için halk olunduğunu idrak ettiğim andan
beri pek çok iyi sazendeler, hanendeler dinleyerek geçirdi
ğim seneler bendeki musiki sevgi ve düşkünlüğü hissini
kuvvetlendirmişti. O ses, o tavır beni de o yaşımda ken
dimden geçirmişti. Gece pek güzel geçti.
Cuma günü teşrif-i şahanede huzura çıkılacağından
herkes kendi mevkiine uygun süslerini tamamladı.
KOMİK BİR OLAY: Valdemle odanın diğer misafirleri ara
sında komik (dilimize yabancı kelimelerini karıştırmasını
sevmediğim halde ‘komik’ kelimesini kullandım) bir olay
geçti: Misafirler odanın iki tarafına konmuş sedefli paravan
ların arkasında giyinip kahvaltının gelmesiyle ikisi birden çı
karken ilk adımlarında durdular. Entarilerinin kumaşı, rengi,
çiçekleri, kenarının süsü, hatta başlarına bağladıkları gazla
rın ince oyaları bile aynı idi. Hanımların nazarları derhal de
ğişti. O vaktin kibar hanımları âdi kumaşları giymezler, nadir
187
şeyler ararlardı. Bu merak o derece fazlaydı ki, biçilen esva
bın parçaları süprüntü ile atılmaz, kırpıntı bohçasında topla
nır, sonra cariyeler muska, şişmane, baklava şeklinde ke
ser, yakışan ve uygunlarını birbirine ekleyerek bohça yapar
lardı. Buna parça bohçası adı verilmişti.
Annem, düğünlük esvaplığım çarşının yan sokağında
canfesçilerden geçerken birer elbiselik olarak gösterilmiş,
“Bundan bir takım olarak-gönderildi” denmişti. Validem
kendisine mavisini, hemşireme pembesini aldı. Kumaşlar
henüz gelmiş, biçimi de gösterilen elbiseliklerdendi. Arşın-
lık top değildi. Hanımların, kimsede görülmemiş seçimdeki
meraklarını bilen manifaturacı iki hanımı da “birer tadımdır”
diye aldatıp satmış.
Kimse ile eş giyinmeyi arzu etmeyen validem, oda arka
daşının bu derece eşlik tesadüfüne sıkılmışken o hanımın
azametle fırlattığı hiddetli hiddetli nazarlar validemi ateşledi:
“O Ağa Hüseyin Paşa kızı, Vasıf Paşa haremi zenginse
benim babam da cennetmekân Sultan Mahmut’un defaat-
la huzuruna çıkmış hususî tatarı (Emirberi) idi. Zevcim de
iki padişaha hizmet etmiş bir vezirdir. Devlet ve padişahı
mın sayesinde kimseye muhtaç değiliz."
Tavır ve azametini takındı. Valdemin bu halini hiç gör
memiştim. Mosmor bir surette kahvaltı tepsisine yaklaştı
lar. Bir kelime bile konuşmadılar.
SULTAN MECİT GELİYOR: Başka hanımlar geldi; on
larla konuşup hiddetlerini, meraklarını geçiştirdiler. Padişa
hın teşrifi ve misafirlerin huzura kabul saati yaklaşıyordu.
Teşrifatçı kalfalar misafirleri yukarı çıkardı. Sultanefendiler
sofanın deniz tarafında, hanımlar bahçe tarafında ayakta
bekliyorlardı. Padişah hazretlerinin gelin kızıyla nasıl ka
vuştuklarını, nasıl taltif ettiğini göremedim, işitemedim.
188
Ayak öpmek âdettir, bilirim ama göremedim. Sofada gör
düklerimi yazacağım.
Gelin sultanefendi sırmalı, İncili bir entari giymişti. Ren
gini pek hatırlayamıyorum. Açık mavi yahut maviye yakın
tirşe idi. Başında yüzgörümlük makamında Paşanın takdim
ettiği taç ve nişan yüzüğü, küpesi varmış. Düğünden sonra
gördüm. Gelin Sultanefendi, pederlerini oda kapısına kadar
uğurlamış, onu da göremedim. Zatı şahane çıkarken Ha-
rem-i Hümayun bandosu selâm havası, tebrik töreni esna
sında da marş-ı sultanî çalıyordu. Şevketmeap hazretleri
nin arkasında güzel giyinmiş hazinedarları, solunda hazine
dar ustası duruyordu. Kadınefendi iki gün de sade, güzel,
hafif, beyaz entariler giyinmişti. Adile Sultanefendi beyaz
üzerine gayet az ve ince iş sırmalı üç etek üstüne o vaktin
modası olan Baks’dan (Basque) giyinmişti. Başında tac,
göğsünde göğüslük vardı. Fatma Sultanefendi beyaz ince
atlas üzerine sapları sırma, yeşil yaprakları pembe, çiçekle
ri kadife ipeğiyle işlenmiş, belden yere kadar iki kat öne
inikçe korsaj giymişlerdi. Kollar bilekten yukarı, yaka da bü
yücekti. Tac, salkımlı gerdanlık, küpe, bilezik takmıştı. Re-
fia Sultanefendi, belden yere kadar yekpare bir dantelli el
bise giymiş, beden de öyle dantelle süslenmiş, başında taç,
gerdanında iki sıra inci vardı. Küpe ve bilezik de takmıştı.
Kayınvalide hanımefendi, beyaz ince bir şey üzerine
beyaz ibrişimle işlenmiş entari giymiş, başında ince oyalı
gaz ve Sultanefendinin hediyesi çelenk vardı. Misafir ha
nımlar renk renk ipekli ve bürümcekler giymişlerdi. Hepsi
nin entarileri uzun, üç etekli, şalvarlıydı. Gençlerin beden
leri Korsaj-Bask (Basque) biçimindeydi.
Alafranga kıyafet taklitçiliği başlamıştı. Konaklara ka
dar sokulan terziler, modellerle de moda düşkünlüğüne
189
teşvik ediyor, getirdikleri örneklerle Beyoğlu mağazalarında
alışverişe alıştırılıyor, Avrupa modasının revacına çalışı
yorlardı. Muvaffak oldular ve kendi mallarımız rağbetten
düşmeye başladı.
Sultan Mecit, güleryüzle Sultanefendilere doğru yürüdü.
Adile Sultanefendi hemen ilerleyip tazim ve hürmetle bir te
menna edip sağ tarafta durdu. Diğer Sultanefendiler hala
larını takip ettiler. Evvelâ kayınvalide hanımefendi, sonra
sadrıâzamın haremi ve vükelâ haremleri birer temenna ile
yer öpmeye yaklaşırken Hazinedar usta Sultan Mecit’e tak
dim etti.
Nazik, mültefit padişah, hepsine memnuniyetini beyan
ve ayrı ayrı taltiflerine mazhar ederek dairesine gitti. Evvel
den selâmlık olan cihetin üst katı Sultan Mecit için hazır
lanmıştı.
Padişah arasıra teşrifleriyle kerimelerini sevindirdikle
rinden her Sultanefendinin sarayında Hünkâr dairesi vardı,
kapalı dururdu.
Mızıka devam ediyordu. Hazinedar Usta âdet mucibin
ce iki kalfanın tutarak getirdikleri fıtadan altınla karışık çil
kuruşluk ve ikiliklerden avuç avuç alıp merdivenlerden aşa
ğıya serpti. Kalabalıktan geçip sofaya inmek mümkün de
ğildi. Yalı çatırdıyordu. Para kapışanların uğultusunu mızı
ka örtemiyordu. Nihayet ortalığa sükûnet geldi. Bir müddet
istirahattan sonra misafirler Münire Sultana ve validesine
tebriklerini ve saygılarını arz ederek çekildiler.
O vakit düğüne hediye getirilmemesi ferman buyurulmuş-
tu. Kimse bir şey takdim etmedi. Yalnız kayınvalide hanım
birkaç cariye takdim etmişti. O devirde şarkı tanzim ve bes
telemek pek hoşa giderdi. Münire Sultana takdim olunan:
190
Sultanım elbet sûr olur
Hep bendeler mesrur olur
Veçhile âlem nûr olur
Âlem sana mecbûr olur
191
ve Salıpazarı’ndaki sarayı yapılırken Münire Sultanefendi
oturmuşlardı. Defterdarburnu Sarayı önü geniş rıhtımlı bü
yük ahşap bir sahilsaraydı. Gayet büyük sofanın sahil ve
bahçe tarafındaki setli sofalarının bölmelerinin köşe teşkil
eden yerlerinde birer oymalı yaldızlı direkle bölünüp yaldız
lı kafese konmuş iki kişilik kadar hücrecikleri vardı.
MASAL SARAYLARI GİBİ: Deniz setli sofalarının köşele
rine de pencere geçirilmiş, rıhtım üzerine direklerle çıkartıl
mış büyük bir yerdi. Karşısına rastlayan bahçe tarafı setli,
sofası da aynı idi, fakat ortasında bir kapısı vardı. Demir
köprü ile bahçeye geçilirdi. Bahçede, köprünün hizasında,
ortası yaldızlı, demir parmaklığı direkli, kameriyeli güzel bir
havuz vardı. Havuzun üç kenarına genişçe mermer döşen
mişti. Ağızlarından su fışkıran birçok mermer kızlar da vardı.
Havuzun sokak tarafında duvara bitişik kazıklar üzerine
yapılmış bir de yalı vardı. İçine girmedim. Görünüşe göre
iki odalı, bir sofalı idi. Bir de dağa bağlanmış köprü gibi bir
odası mevcuttu. Yer bayır olduğu için bahçe set üzerinde
düzenlenmişti. Eski çınarlarla gölgeli, kış mevsiminde yeşil
yapraklarını muhafaza eden çam ve zakkumlar gözlere
pek hoş görünüyordu. (Zakkum, kiraz gibi, fakat kara, kısa
saplı bir cins meyveydi. ‘Zehirlidir’ derlerdi ama biz yerdik.
Trabzon’da pek çoktur. Tablalarla satılır. Orada adına ‘ka-
rayemiş’ diyorlar.)
Büyük sofanın bahçesinde ve setli sofanın dışında iki
taraflı geniş çifte merdiven vardı. Bu merdivenden aşağı
inilirken merdivenlerin yarısına gelince büyük kapılardan
avluya çıkılır. Bu kapıların iç tarafında büyücek, etrafı par
maklıklı bir yer vardır. Birkaç basamakla çıkılan bu yerden
birkaç basamakla da aşağıya sofaya inilir. Merdivenlerin
altına gelen o yerler niçin yapılmıştır, anlayamadım. Ben
192
bulunduğum zaman orta kalfalar orada yemek yerdi. Fakat
her halde yemek odası için yapılmamış.
BENZERİ BULUNMAYAN GÜZELLİKTE BİR ÇEŞME:
Üst kat sofasının iki ucunda, gayet ince iş, oymalı bir çeş
me vardı. Ayna mermerleri, kurnaları, basamak taşları dik
kati çeken oymalarla süslüydü. Ayna mermerlerinden, uç
ları bir araya getirilip kurdele ile bağlanmış üç devekuşu tü
yü vardı. Benzeri bulunmayan güzellikte bu çeşmenin, sa
nat bakımından gösterdiği o inceliğe hayran olmamak ka
bil değildi. Musluklar da sanatkârane işlenmişti.
Deniz tarafındaki setli sofanın iki tarafında gayet büyük
çok pencereli birer oda daha vardı. Yanlarında da birer kü
çük oda. Bu odalara “koltuk odası” derlermiş. Bu deyim
“teneffüs odası” yerine kullanılmış olmalı.
CENNETE YARAŞIR BİR HAMAM: Hamama gelince:
Bahçe tarafında kısa bir koridorda, süslü oyma mermerler
le iki kurnalı bir hamamdı. Kurnalar istiridye biçiminde, fa
kat derince, ayna taşları da istiridye gibiydi. Musluklar ör
dek kafasıydı. İç cemekândaki giyinmeye mahsus yerde
bir basamak mermer set genişliğinde sedir, yerli kumaştan
güvez ipekli ile döşenmişti. Burada aynı kumaştan, üstün
de sırma saçaklı süslü bir tente de vardı.
Sedirin karşısına gelen duvarda da kurnacıklar vardı.
Üstteki küçük, alttaki daha büyük ve ince oymalarla dalga
lanmış kurnacıklar, ortada büyücek ve başka türlü oyulmuş
iki uzunca kurna daha vardı. En altta da hepsini kaplayan
uzun bir kurna yapılmış. Tepeden akıtılan berrak su, şeffaf
billurlar gibi hafif şırıltı ile akıyordu... Hele, gece, mumların
saçtığı ışık altında pırlantalar gibi parlayan bu sular o ka
dar hoş görünüyordu ki.
Selsebil ile sedir arasındaki hamam kapısının üzerinde
mermer levhaya şu beyit yaldızlı harflerle yazılmıştı:
193
Selsebile karşu açılur bu bâb
Dört yanına saçılur sanki gülâb19
194
Gelin sultanefendi debdebeli ve muhteşem alay ortasın
da dört atlı saltanat arabasıyle geldi. Arkasında birçok ara
balar vardı. Biz, gelin sultanefendinin arabası görünen
pencerelerde yer bulamadığımız için arkadaki arabalardan
kimler çıktığını görmedim.
Kapının karşısında muzika-i humayun çalıyordu. Hazi
ne Kethüdası, Darüssaade Ağası, Başmüsahip Ağa ve di
ğer kıdemli ağalar üniformalarıyle sokak kapısından karşı
layarak ve yerden temenna ederek arabanın iki tarafında
yürüyorlardı. Saygı duruşunda olan hademe-i hümayun ve
büyük zâbitan arasından geçip sarayın iç kapısında durdu.
Araba ile kapı arasına toplarla şallar gerildi. Arabadan ge
lin odasına kadar iki yol ustufa (has telle ve ipekle dokun
muş, kıymettar kumaştır. Yakın zamanda yenisini gördü
ğüm yok) serildi. Gelin arabası durunca Darüssaade Ağa
sı büyük bir temenna ile araba kapısını açıp damat paşa
ya bir temenna ederek, “Buyrunuz efendim” deyince da
mat paşa yaklaşıp yerden bir temenna ile sultan hazretle
rinin arabadan inmelerini rica etti.
O devirde gelinlerin hemen çıkmayıp, nazlanarak bek
letmesi âdetti. Yüzlerce gözün kendilerine çevrili olduğunu
bilen sultanefendi de, damat paşa da pek sıkıldılar. Gelin gi
yimi ağır duvak, paşanın da üniforması, onları sıcak hava
da daha ziyade yoruyordu. Nihayet damat, sultan hazretle
rini arabadan indirdi. Sağdan zevci paşa, soldan Darüssa
ade Ağası koltuklayarak içeriye getirdiler. Orada hazır bu
lunan Harem-i hümayun incesaz takımı ahenge başladı.
Karşılayan teşrifatçı kalfa, baş ve ikinci kâtibe kalfalar
ellerinde kendilerine mahsus asâlarla işaret ederek kala
balığı iki tarafa dağıtıp yol açmaya çalışıyorlardı. O kadar
kalabalıkta geniş yol açmak mümkün değildi. Ancak üç ki
şilik bir geçit açılabildi ve ustufa yaygı üzerinden yürüyerek
195
gelin odasına gittiler. Damat paşa, gelini köşesine oturtup
çıktı ve bir haremağası eliyle para serptirip gitti.
YAĞMUR GİBİ ALTIN: Sazlar sıra ile devam ediyordu.
Misafirler takım takım girip tebrik ettiler ve mutluluk diledi
ler. Haznedar usta, padişah adına, başkalfası da sultane-
fendinin valideliği adına alt katta pek çok altın para serpti
ler. Validemle Fuat paşanın haremi, gelinleri, tanımadığım
bir hanım daha, merdiven altındaki yerlerden birinde otu
rup seyrediyorlardı. Serpilen altınlardan çok kapmışlardı.
Parmaklık arasına düşen bir yarım lirayı ben kapmak üze
re iken Fuat Paşanın eşi:
“A Leyla, sen her vakit toplarsın. Bu benim kısmetimdir,”
diye aldı.
Çocukluk hali, o parıltılı lirada gözüm kaldı, keyfim kaç
tı. Her iki aile de bir odada misafir edilmişti. Yemek odala
ra getirildi. Gece, sazlarla, oyunlarla çok eğlenildi.
Bu hanımların çoğu, hatta hepsi diyebilirim, öyle şeyleri
ilk olarak gördüklerinden âdeta şaşırmışlardı. Haklı idiler;
çünkü o ihtişam, o güzellik görülmedikçe hayal edilir şeyler
değildi.
GELİN ODASI: Gelin odası, sarayın hünkâr dairesi tara
fında, köşede gayet büyük, yüksek tavanlı bir oda idi. (Fat
ma sultan da bu odada gelin olmuştu). Kapıdan girince üç
metre kadar bir yerden sonra bir basamaklı set vardı. Son
ra, iki tarafı bir arşın kadar yükseklikte iki arşınlık bir bölme
görülüyordu. Bölmelerin uçları birer direkle tavana bağlan
mıştı. Direklerin de, başlıklarından başka iki tarafında güzel
ince oyulmuş tahtadan nakışlı süsler vardı. Tavanın tezyina
tı da böyle idi. Gülkurusu yağlıboya üzerine nakış oymalar
altın yaldızlı idi. Bu odanın ziynetinin, sarayın inşasından
kalma olduğu muhakkaktır. Fevkalâde sanatlı ve süslü idi.
196
MEFRUŞATI: İki köşede küçük kerevet üzerine kon
muş, birer arkası yüksek, üstü tavanlı büyük koltuklar, cep
hede ve yanlarda birer kanepe, ikişer de koltuk ve birçok
sandalyeler... Perde mavi ile lâcivert arasında ipek üstüne
sarı sırma yapraklar, çiçekler dokunmuş, yerli kumaşı idi.
Bu perdeler, ağır, uygun saçaklarla, püsküllerle süslenmiş
ti. Kanepe takımı, ayna, konsol, büyük orta masası ve sa
rı yaldızlı aynanın önündeki saat ve iki çiçeklik, orta masa
sının üstündeki fanuslu ve avizeli bir çift şamdan, ortasın
daki billûr çiçeklik, tavandaki büyük avize, duvarlarda avi
zeli şamdanlar olağanüstü şeylerdi.
GELİNİN ELBİSESİ: Gelin sultanefendinin entarisi koyu
mavi üzerine sırma inci ve pırlanta çiçeklerle işlenmiş, ke
narı sırmalı İncili, dantelli, belden iliklenir üç etekli idi. Ge
niş yakadan ve kollardan görünen ipek tül gömleğinin ya
kası, yenleri ince dantelli idi.
MÜCEVHERLERİ: Mücevheratı Sultan Mecit’in gelinlik
olarak yaptırdığı yüksek taç, gerdanlık, göğüslük, küpe ve
bilezikti. Ellerinde beyaz eldiven vardı, yüzük görünmüyor
du. Pabuçları da entarisinin aynı, uzunca bottu. Duvağı vo-
ile entarisinin renginde ince bürümcek üzerine, entarisi gi
bi işlenmişti. Gelin telleri altın yaldızlı idi. Yapıştırma (yüze
yapıştırılan mücevher) yoktu. Sorguç yerine gayet ince be
yaz tüy takmıştı.
Perşembe günü misafirlerin elbiselerini kalabalıktan gö
remedim. Bizimkilerden annemin elbisesi, toz renginde
klaptanla dokunmuş yine klaptan harçlı bir kumaştandı.
Kardeşimle benimki leylâkî, tüysüz kadife dedikleri fitilli bir
ipeklidendi. Kenarı sarı pulla halka halka “endişe” dedik
leri örnekti. Süs şeritleri de aynı harçtandı.
Kardeşiminkini Fatma Sultan hanımefendi, benimkini
Refia Sultan hanımefendi ihsan etmişlerdi. Üstüme göre
197
düzeltildi. Cuma günü de çoğunu göremedim. Uzaklara ka
çıyordum, büyüklerin arkalarına saklanıyordum. Çünkü el
bisem lekeliydi.
Annemin leylâkî mor antik üzerine kenarı sırmalı, tırtıl
mıcır (pek küçük) pul ile oymalı bir resim işlenmişti. Benim
ki de öyle pembe üzerine kenarı pulla ıtır yaprakları işlen
mişti. Ama acele ile pullar seyrek konmuş, ibrişimler görü
nüyordu. Daha fenası, kenarlarını dikmeye vakit kalmamış
da terzi, pervazı içinden hafif çirişle yapıştırmış, sarı sarı
lekelenmiş. Lekeler ilk bakışta görünüyordu. Dadım acele
giydirmişti. Beğenmeyerek giymiştim ama lekeleri görme
miştim. Görünce çok sıkıldım, ağladım. Kimseye görünme
mek için saklanıyordum.
Serpuşum kardeşiminki gibi tek tek inci sırma ile örülüp
başıma yapışık, kenarı tül gibi örülmüş sırmalı, İncili yap
raklar, güller idi. Samatya’dan bir Ermeni kadını eve getiri
lip gündelikle ördürülmüştü. Halinden hiç umulmaz, zavallı
kadın üstüste iki gözlükle örerdi. Hayatımda çok işler gör
düm, fakat bu kadar ince el-işi görmedim. Kıymeti birkaç
miskal inciden ibaretti ama sanat bakımından fevkalâde
idi. Ne fayda ki, ben hep entarimdeki lekeleri görüyordum.
Düğünde hiç bir şey gözümde değildi.
PADİŞAHIN HUZURUNDA: Annemin başında kenarı
tek tek inci ile oyalı, entarisinin renginde krep vardı. Kulak
larına o vaktin modası olan uzun küpe, gerdanına da inci
takmıştı.
Misafirler cuma günü büyük sofada Sultan Mecit’e tak
dim olundular. Evvelâ sultanefendiler saygı ile durdular,
sonra vükelâ haremleri yürüyüp birer temanna ile yer öptü
ler. Sonra uzakça durdular.
Sultan Mahmut’un kızlarından Adile Sultanın kıyafeti, ke
rimesi Hayriye Hanım Sultanla eş, fıstıkî ile samanî arasında
198
açık bir renk. O renge kibritî derlerdi. Galiba kükürt rengi
ne benzediğinden... İnce atlas üzerine tek tek sık küçük pul
işlenmiş, üç etekli beden, içi kendinden yelekli, üstünün
göğsü açık bırakılmış, vücuda yapışık uzunca ceketti. O
entarileri pek beğenmiştim.
Sultanefendinin başında taç, göğsünde de göğüslük
vardı. Hanım Sultanın da küçük, ensiz iri taşlarla yapılmış
birkaç ince gerdanlığı vardı; pek yakışmıştı.
Sultanefendilerin tuvaletlerini hatırlayamıyorum. Reşid
Paşanın haremi klaptanla dokunmuş beyaza yakın bir ku
maş giymişti. Başındaki ince oyalı krep üzerine kıymettar
mücevherat takmıştı. Fuad (Büyük) Paşanın haremi de
ona benzer bir şey giymişti. Gelinleri Nimet (Keçecizâde
Hikmet ve Reşad beylerin anneleri) ve İkbal hanım (İzzet
Paşanın annesi) beyaz telle satrançlı dokunmuş yeşil ince
bürümcük üç etekli giymişlerdi.
ABDÜLMECİT DÖNEMİ MODASI: Üstü o vaktin moda
sı amazon, yaka büyük dekolte değilse de biraz oyuktu. El
lerine beyaz deri eldiven takmışlardı. Başların üç yönü dal
galanıp güzel taranmış, saç enseye toplanıp üstüne beyaz
kurdele ile bağlanmış ve üstüne küçük bir demet çiçek
kondurulup kurdelenin iki ucu arkaya salıverilmişti. Boyun
larında birer gerdanlık vardı.
Daha ne vardı, dikkat etmedim. Süsler son moda şıktı.
İhtiyarlar:
“A... Başları açık!”
Dedilerse de gençler pek beğendiler. Kıyafetleri pek gü
zeldi, yakışmıştı.
Lekeli entarimi göstermeyerek görmek istiyordum. Sak
landığım büyüklerin arasından çok şey göremedim. Hasip
199
Paşanın büyük kızı, beyaz üzerine sarı pullu entari giymiş,
çok elmas takmıştı.
O günkü merasime Harem’in bando takımı kadife üni-
formalariyle katıldılar ve çeşitli parçalar çaldılar. Misafirle
rin hepsi öğleden sonra dağıldılar.
Entarimin, bana o muhteşem güzel cemiyeti haram eden
lekelerinin hikâyesi gelin sultanefendiye ve büyük sarayda
ki sultanefendilere anlatılmış. Bu entariyi getirtmişler ve
hayli gülmüşler.
O entariyi bir daha gözüm görmesin diye pullarını söküp
yalıdan kayıkla geçen tabakçı Yahudiyi çağırıp tuvaleti
pencereden attım. Karşılığında da sürahiler, kadehler, şi
şeler aldım. Herif, eline geçirdiği altın yaldızlı gümüş pulla
rın sevinci ile kürekleri acele acele çekip kaçtı. Bu işi bü
yüklerin müsaadesi olmadan yaptığım için de bir hayli azar
işittim ve ağladım.
200
ATİYE SULTAN’IN ÖLÜMÜ: “2 Şevval 1266 (1849). Bu
gün Sultan Abdülmecit’in sevgili kerimesi Atıyye Sultan çok
genç denilebilecek yaşta hayata gözlerini yummuştur. Bü
tün yakınları gibi kardeşi padişah da üzüntülüdür.
... Ahmet Fethi Paşa da sevgili eşinin ölümünden sonra
çok yaşamamış ve 1857’de genç denecek bir yaşta haya
ta gözlerini yummuştur.
Damat Fethi Paşa, çok kültürlü, lisan bilir bir zattı. Bu
sebeple Viyana ve Paris sefirliklerinde bulunmuş ve muh
telif vazifelerle Rusya ve İngiltere’ye gönderilmişti. Birkaç
kere Tophane Müşiri olmuş ve bu sıralarda Askerî Mü-
ze’nin temelini atmıştı. Kayınpederi II. Sultan Mahmut’un
türbesinin bahçesinde gömülüdür. Mermer sandukasının
çevresinde hayatı yazılıdır.”
Yine bu hatıralardan öğreniyoruz ki 5 Muharrem 1275 (15
Ağustos 1858)’de Sultan Abdülmecit Tophane’yi ziyaret edip
Tophane Müşiri Mehmet Rüştü Paşa ile görüşmüştür. Bu sı
rada söz, rahmetli Reşit Paşa (1799-1857)’ya gelmiştir.
MUSTAFA REŞİT PAŞANIN DEVLETE AÇTIĞI YARA:
Mehmet Paşa (Padişaha): - Mustafa Reşit Paşa devlete o
kadar büyük yara açmıştır ki, şimdi bütün devlet büyükleri
başbaşa verseler 20 senede çare bulamazlar. Bugün görü
len bozuklukların sonu fenadır, demiş.
Mehmet Paşa huzurdan çıktıktan sonra sultan Abdülme
cit, Serkurena, yani Başmabeyinci Osman Beye demiş ki:
- Mehmet Paşayı susturacak bir cevap verilemedi. Bu
sözler Mustafa Reşit Paşa hayatta iken söylenmeliydi. Ni
çin o zaman söylenmemiş? Mehmet Paşaya bu yolda bir
cevap verilseydi iyi olurdu.
Bunun üzerine Tophane Müşiri Mehmet Rüştü Paşa, tek
rar huzura çağrılarak ve bir münasebet düşürülerek Osman
201
Bey kendisine bu yolda cevap verir. Bunun üzerine Meh
met Rüştü Paşa:
- Bizlere o zaman adam yerine konup bir şey sorulsay
dı yine doğruyu söylemekten çekinmezdik, demiş.
Sultan Abdülmecit buna çok üzülmüş ve bütün gece bu
ruh haletinden kurtulamamıştır.
ÂLİ PAŞA’NIN CESUR CEVABI: Ertesi pazar günü bazı
hususlarda şifahî bilgi vermek üzere padişahın kendisini
kabul edip edemeyeceği yolunda Âli Paşa tarafından gön
derilen bir sadaret tezkeresi üzerine Sultan Abdülmecit
derhal kendisini çağırtarak durum Sadrazama anlatılır ve
ne yapılması gerektiği sorulur. Bunun üzerine Âli Paşa:
- Mehmet Rüştü Paşa kulunuz görevinden alınır, sürü
lür, hatta öldürülebilir. Fakat imparatorluğun bugünkü duru
mu cidden fenadır. Bunun bir müddet daha devamı, Allah
saklasın, altı yüz senelik devletin yıkılmasına sebep ola
caktır. Bu hususta gerekli tedbirin alınması lüzumludur.
DÜĞÜNLERDEKİ MASRAFLAR KONUSU: (Âli Paşa
sözlerine şöyle devam eder):
- Devletin para sıkıntısı son haddine varmıştır. Buna
rağmen başkentten Avrupa’ya kıymetli ve elmaslı şeyler ve
güzel eserler ısmarlanmaktadır. Bu sefahat bütün Avrupa
lılarca ve bilhassa Fransa Kralı ve İngiltere Kraliçesi tara
fından iyi karşılanmamaktadır. Bu gibi uygunsuz haller
acele durdurulmazsa artık Avrupa ile bir iş yapamayız.
Esasen Paris Sefiri Fuat Paşadan gelen yazılara göre Av
rupa bize çoktan batmış nazariyle bakmaktadır.
Bu görüşmeden sonra Padişah Topkapı Sarayı’na gide
rek Serasker Rıza, Maliye Nazırı Saffet ve Flazine-i Hassa
Nazırı Muhtar paşaları çağırtarak:
202
- Harem halkının hesaplarını incelemelerini ve alacak
vereceklerini dikkatle çıkarmalarını, emretmiştir.
Bu konuşmadan sonra padişahın kendisini sadaretten
affedeceğini uman Âli Paşa, ertesi gün BabIâli’ye gelme
miş ve yalısında emir beklemiş ise de yeniden saraya çağ
rılarak bu hususta bir kere daha görüşülmüştür.
PADİŞAH DÜĞÜN MASRAFLARINI KISITLIYOR: Padi
şah Abdülmecit, düğün masraflarıyle ilgili olarak ertesi gü
nü bir ferman çıkarmıştır.
Sayın Prof. Dr. Bediî N. Şehsuvaroğlu aracılığı ile oku
mak fırsatına kavuştuğumuz bu fermandan Cemile ve Mü-
nire sultanların düğün tarihlerini de öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu belgeye göre her iki düğün 13 Ramazan 1274/18 Nisan
1858’de başlamış ve 8 gün sürmüştür.
Abdülmecit’in Sadrazam Âli Paşa’ya gönderdiği uzun
fermanını bugünkü dile çevirerek şöyle özetleyebiliriz:
"Düğünlerimizden dolayı meydana gelen ve bundan
başka arzum dışında yakınlarımız tarafından israfta bulu
nularak ve kayıtsızlık gösterilerek bazı alış-verişler yapıldı
ğını duydum. Bundan sonra, saraya mensup olanlar kendi
lerine tahsis olunan miktarla idare olunacaktır. Bunların dı
şında hiç bir masraf katiyen kabul edilmeyecektir. Bundan
böyle gerek çevremizden, gerek hariçten hiç kimsenin “ala
cağımı nasıl olsa alırım” düşüncesiyle istenilen şeyleri ge
tiremeyecekleri ayrıca bir fermanla bildirilecektir.”
1275 (1858) tarihli bu ferman böylece devam etmekte
dir. Ferit Paşanın bu anılarından da anlaşılıyor ki Abdülme
cit bile, haremin ve kızlarının masraflarına engel olama
mış, bu yüzden de devletin malî gücü sarsılmış ve Avru
pa’da itibarı zedelenmiştir.
Tekrar Leyla Saz’ın anılarına dönüyoruz:
203
OLU DOĞAN SULTANZADE İÇİN
LOHUSA TÖRENİ
ANÎ BİR DAVET: Sultan Abdülmecit’in büyük kızı Fatma
Sultanın düğünü olduğu zaman babam İsmail Paşa valilik
le İzmir’de bulunuyordu. Biz de beraberdik. İstanbul’a hay
li zaman sonra döndük. Anadoluhisarı’nda bir yalıda oturu
yorduk. Fatma Sultanefendi kayıkla ağa gönderip (hare-
mağası) hemşiremle beni, muvakkaten oturdukları Orta-
köy’de Defterdarburnu Sarayı’na aldılar. Fatma Sultane
fendi ile bir yaşta olan hemşirem onunla beraber büyük sa
rayda büyümüştü.
Bu defa Fatma Sultanefendi Büyük Reşit Paşanın oğlu
Galip Paşa ile evlenmişti. Bizi kendi sarayına davet ediyor
du. Fatma Sultanın huzuruna Haznedar ustanın aracılığı ile
resmîye yakın surette çağrıldığımız ve Sultanın da bizi “Bü
yük Sultanefendi” tavriyle kabul ve taltif etmesi hemşiremi
çok sevindirdi. Bunu gören Haznedar usta (ki sultanefendinin
dâyesi ve bizim kalfamızdı) Hemşiremin de olgunluk yaşına
eriştiğini “Adviye Hanım” hitabıyle ima etmekle beraber:
“Sultanefendi sarılar giyinip Çırağan sofasında koşar
ken sen de “Kanarya kuşu koşuyor, tutalım tutalım” di
ye arkasından koştuğunu unuttun mu?" diye çocuklukların
dan bahsederek Sultanefendiyi de, kardeşimi de açtı; ara
daki resmiyet hafifledi ve neşeli neşeli hayli konuştuk.
Haznedar usta cahil, fakat saray terbiyesi almış, mu
amele öğrenmiş, nazik, şen bir kadındı. Kalfamız bizi gez
dirdi; sarayı gösterdi. O günden gözümde kalan gelin oda
sına, saraya her gidişimde girer, seyrederdim.
DEFTERDARBURNU SARAYI’NDA: Sarayın kuzey ta
rafında Hünkâr Dairesi’ne bitişik büyük odanın bir kapısı
Hünkâr Sofası’na, diğer kapısı Harem’in büyük sofasına
açılırdı. Kapılardan gizlice üç metre kadar yer bırakılıp daha
204
içeriden bölünüp bölmelerin uçları birer direkle tavana bağ
lanmış. Bu bölmeler eski tarz üç yan makatların (oturula
cak yer) başlarını tutmak için yapılmıştır. (Bu tarz odaları
Üsküp’te merhum Akip Paşanın “Pardofça” çiftliğinde ve
gezdiğim vilâyetlerin eski konaklarında görmüştüm).
Bu direklerin başlıkları, kaideleri, pencerelerin araları,
altları, döşemeye yakın pervazları (o pervazlara süpürge
tahtası da denirdi) ince oyma tahtalarla süslü idi.
Odanın yüksek tavanı aynı oyma tahtalarla bölünmüş,
tavan pervazı da yine öyle tezyin edilmiş, gülkurusu (pem
be gibi) renk üzerine altın yaldızlı idi. Bu odanın sarayın ilk
sahibesi sultanın da gelin odası olduğunda şüphe yoktu.
Mefruşatı tavan pervazlarından gümüş halkalarla asılıp
yere kadar inen içi pamuklu zar, koyu pembe üzerine sarı
ve beyaz sırma, tırtıl ve pulla üst ve alt kenarına çeşitli çi
çekler, yapraklar çizilmiş birer su (öyle uzun resimde olan
elmas ya da işleme, her neyse, su; hatta mücevherine
“akar su” derlerdi.) O iki suyun ortasında kalan boşluğa o
çiçeklerle armudî halkalar sıralanmış (o şekil halkalara
“papağan salıncağı” derlerdi.) Halkaların ortalarındaki
boşluklara yine o çiçeklerden birer demet sarkıtılmış, adı
geçen demetlerle halkalar yerden yukarıdan kurdele ile
bağlanmış gibi işlenmişti. Etek, yani alt kenarına tırtıl sa
çak dikilmişti.
Zar (İnce perde ya da örtü), set bölme direklerinin iç ta
rafından konmuş, iki tarafa çekilip açılarak sırma püsküllü
kaytanlarla direklere bağlanmıştı. İç taraftaki pencereler
içinde açılacak yerler vardı.
Odanın iki köşesinde iki basamaklı kerevet üzerine taht
gibi konmuş, arkası yüksek, üstü saçaklı püskülle tenteli
birer koltuk, bu koltukların arasında iki küçük koltukla
uzun bir kanepe, birkaç sandalye ve ayak iskemleleri vardı.
205
Karşısında, yani diğer yanda büyük bir ayna, ayna masa
nın üstünde saatla gayet kıymettar bir çift çiçeklik, orta ma
sasında da bir çift sarı şamdan vardı. Saraylarda gümüş
şamdanlar pek boldur. Gelin odasındaki şamdanlar altın
dandı zannederim.
Yere, mefruşatın aynı renginde çiçeklerle köşe kenar iş
lenmiş, ta kenarına sandalye kenarı (yerli işi kafesli şerit
tir) dikilmiş kalınca bir şey serilmişti. Kumaş ipekli idi.
O sıramıl pullu odaya son girişimde zarın içinde yan ta
rafta bir boş yataklık gördüm; dikkatimi çekti. Şekli, bilinen
pirinç yataklıklara benzeyen, baş ve ayak parçaları çiçek
kafesli, direkleri düz, nakışsız cibinlik kubbesinin tepesine
taç konulmuş büyük gümüş yataklıktı. Orada o boş yatak
lığın bulunması hayretimi çekti ise de her şeyi anlamak, is
temek, sormak o zamanın terbiyesine uygun düşmezdi.
Benden küçük olan kardeşime bundan bahsetmeye cesa
ret edemeyerek çıktım.
Evimize döndükten birkaç hafta sonra pederimle vali
dem gizli konuşurlarken Fatma Sultanefendiden bahsolun-
duğunu, validemin:
“Vah vah paşacığım, çaresi yok mu?”
Dediğini işittik. Fakat bir şey anlayamadık. Aradan bir
hafta geçti. Akşam üstü ağa gelip hazinedar usta kalfamız
dan valideme selâm getirip bizi lohusa cemiyetine davet
etti ve:
“Giyinmek lâzım değil, cemiyet entarileri hazırdır, he
men oldukları gibi gelsinler,” emrini söyledi. Bizi aldı götür
dü. Saray halkı hep giyinmiş, süslenmişlerdi.
Biz de efendimizin hazırlandığı sırada koyu lâcivert, bü-
rücek üzerine renkli goncalar, boşluklara da, çeyrek liradan
206
küçük yaldızlı benekler serpilmiş süslü entarilerimizi giydik.
Kenarları saçak çıkarılmış yarım arşın ende şallarımızı
kurdeleler gibi büküp bellerimize bağladık. Telli kurdeleler
gibi büküp bellerimize bağladık. Telli kurdeleli, çiçekli baş
lıklarımızı başlarımıza giydik. İncecik altın kordonlarını ger
danımızdan dolaştırıp saatlarımızı o zamanın modasına
göre göğsümüzün yan tarafına iliştirdik. Saatlar gayet de
ğerli mücevherlerle yapılmış mineli idi. Biz de ortaya çıkıp
süslülere karıştık. Küçükler sevinç içinde, fakat büyüklerde
hazin bir hal vardı. Sultanefendinin anneliği “Servetsezâ”
baş kadınefendi, hemşiresi Refika Sultanefendi, biraderi
Reşat Efendi odalarındaydılar. Hanedan âzası öyle kala
balıkta çıkmaz, aralarına karışmazlar, odalarının kapılarını
açtırır, sandalyelerinde geride oturur, seyrederler.
DANSLI EĞLENCE: Reşit Paşa’nın haremi olan kayın
valide Hanımefendi evvelce gelmiş oradaydı. Akşam üstü
Reşit Paşa’nın gelinleri, diğer misafirler ve muteber çırak
saraylılar geldiler. Âdet gereğince misafirler odalarında,
özel odalarındaki sofralarda muayyen vaktinde yemek ye
diler, kahvelerini içtiler.
Sofada avizeler, duvar ve yer şamdanları yakılmış, bah
çe tarafındaki girinti setli sofanın önünde orkestra musiki
defterleri notalıkların önünde hazırlanmıştı.
Misafirler takım takım deniz tarafındaki setli sofaya ge
tirilip yerlerine oturduldular. Birçok halk da orta sofanın ke
narına yerleşti.
O gece için yapılmış elbiselerini giyinmiş, göğüslerinde
ki parlak yuvarlak düğmeler sırma kaytanlarla iliklenmiş
güvez kadife kısa etekli setre ve pantolonlu, kısa kesik
saçlı, güzel taranmış başları fesli genç sazende kızlar, el
lerinde sazlarıyle yerlerine gelip oturdular.
207
Muzika kumandanının işareti ile saz başladı. Dördü ka
valye, dördü dam kıyafetiyle dört çift rakkase meydana çık
tı. O zamanın modası “Kadril”, “Kotilon”, Çalparalı (Kas
tanyet) İspanyol oyunları, İskoçya ayak oyunu ve daha
başka danslarda hep kendi kıyafetlerini giyindiler.
Bu danslar hep erkek muallimlerden öğrenilirdi.
Böyle bir gecede sevinmek yerine bazılarının somurt-
gan yüzü, mendillerini gözlerine götürmeleri, sebebini bil
meyenlere garip görünüyordu.
Meyve çıkarıldı. Büyüklerin önlerine ağır sırmalı pullu
yaygılar serilip gümüş iskemleler üzerine büyük gümüş
tepsilerle gümüş tabaklar içinde meyveler, küçük tabaklar
da nemli destimal (elbezi), diğerlerine daha hafifçe işlen
miş yaygılar, gümüşlü iskemleler, gümüş kenarlı tepsilerde
meyve, nemli destimal getirildi. Her tepside birer tek şam
dan vardı.
Meyve yenilip takımlar toplanınca muzika durdu. Ortalı
ğı bir sessizlik kapladı. Bir fısıltı başladı. Sazendeler, sazı
ellerinde sultanefendinin dairesi tarafına gittiler. Umumiyet
le o tarafa dönen gözlere muhteşem, debdebeli bir manza
ra aksetti. Derhal herkes hürmetle ayağa kalktı.
Fatma Sultanefendinin büyük kalfası Canfezâ20 kalfa,
ikinci kalfası Lütfuyâr kalfa, dayesi haznedar usta, salta
larını giymiş olarak resmî kıyafetleriyle önde, onların ar
20 Saraylarda bir efendisi, bendesi olanlar “Kapıyoldaşım” makamında birbirine
“paşalım" derler. Esma Sultan cariyelerinden ihtiyar kalfalarla “Canfezâ” kal
fa da birbirine “paşalım" diye hitabettiklerinden onu Esma Sultan cariyesi
zannetmiş ve makalelerimin birinde öyle zikretmiştim. Veliahd-ı saltanat Ab-
dülmecit Efendi bunda bir yanlışlık olduğunu oğlum vasıtasıyle emir ve teb
liğ mumaileyha hakkında lütfen izahat ita buyurmuşlar. Canfeza Kalfa Hün
kâr cariyelerinden olup sonra Esma Sultanın yanına verilmiş. IV. Sultan
Mustafa zamanında hünkâr sarayında bulunmuş, Sultan Abdülmecit ve Ab-
dülaziz saraylarında da bulunmuş, Sultan Abdülhamit zamanında ölmüştür.
208
kasında iki tarafta mükellef giyinmiş ellerinde şamdanlarla
yürüyen genç kızların ortasında dört kalfanın omuzlarında
beşik, daha arkada Hanım sultanın dayesi, dadısı, baş ha
layığı, en arkada orkestra takımı, sağ kenardan sofaya
ilerlediler.
ÖLÜ İÇİN ŞENLİK: Takım yeni olmakla beraber diğer
havaları güzel çaldıkları halde beşik alayında kemanların
ahengi bozulmuş, boruların içleri paslanmış, klarnetler,
flavtalar nezleye tutulmuş gibi falso seslerle çaldıkları par
ça -hazin diyemeyeceğim- soğuk nağmelerle bed bir inilti
den başka bir şeye benzemiyordu. Onu isteyerek o hale
koymuş olmaları muhtemeldir.
Lohusa cemiyetlerinde beşik omuzlarda dolaştırılırmış.
Bu daha yüksek tutulmuştu. Önümüzden geçerken boyum
yetişip göremedim. Hemşiremin söylediğine göre beşik bil
diğimiz şekilde cevizden, üzeri gümüş gömme ya da gü
müş kakma nakışlı yorgan, al üstüne sırmalı, İncili, kolan
lar murassa imiş.
Bu beşik kolanları on santimetre kadar genişliğinde iki
şerittir. Uçlarına o ende değnek dikilip birer uçları beşiğe
bağlanır, sonra yatırılmış çocuğun üzerinden geçirilip beşik
altından dolaştırılar ve sıkı çekilir, üstündeki kola bağlanır
dı. Çocuk sallanmamak için kullanılırdı.
Bu şerit bağların “ bardak” mı, “ bağırdak mı” öyle bir
adı vardı. Beşiğin baş tarafında da pırlantalarla “Maşallah”
yazılı nazar takımı asılı imiş.
Canfezâ kalfanın İli. Selim Han zamanındaki vakaları hikâye ettiğini ve ez
cümle İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul önüne geldi
ği zaman Sarayburnu'nu tahkim etmiş olan Napolyon Bonapart’ın sefiri Ge
neral Sebastiyani’den bahsederek: "Dışarıdan bir bilimli kefere geldi. Burada
çukurlar kazdılar. III. Selim Efendimiz kendi eliyle toprak attı." dedi. Veliahd-
ı saltanat hazretleri bizzat tamamlamış.
209
GERÇEK ANLAŞILINCA: Alay geçince arkasından para
serpiliyordu. Halk, tarlalara konan çekirgeler gibi yere, pa
raların üstüne üşüşmüşlerdi. Beşiğin Fatma Sultanın oda
sına götürülmesinden sonra o tarafta bir telâş oldu. Acıklı ve
canhıraş bir çığlık işitildi. Hanım valde, para kapmak için
yerlere uzanmış olanların üzerinden atlayarak düşe kalka
ilerlemeye çalışıyor, felâketten haberi olmayanlar, yangın
var zanniyle o tarafa koşuşuyordu. O koca sofada güya in
sanlar kaynıyorlardı. Panorama değişmiş bir an evvelki se
vinç alâmetleri kaybolmuş, meydana feci bir levha çıkmış
tı: Evvelce gizli gizli ağlayanlar haykırışmaya başladılar, bir
kıyamettir koptu. Büyük kızlardan, haremağalarından nö
betçiler konuldu. O tarafa halkın geçmesine engel olundu.
Meğer bebek dünyaya geldiği zaman vücudunda doğal
olmayan bir noksan görülmüş, Canfezâ kalfa hemen pede
rim İsmail Paşayı çağırtıp, sultanzadeyi göstererek:
“Paşa sen eski Hekimbaşısın, bunun çaresine bak”, demiş.
Muayene neticesinde pederim, yolu açmaya imkân ol
madığını, çocuğun ölüme mahkûm olduğunu bildirmiş. Bir
kaç saat sonra da sultanzade vefat etmiş. Fakat ayrı oda
da valdesi Fatma Sultanefendi hiç bir şeyden haberi olma
yarak haftayı lohusa döşeğinde geçirmiş. Cemiyet gecesi
kızını görmeyi arzu etmiş, oyalamışlar. Nihayet aynı gün,
Fatma Sultanefendi kızının hemen karşı taraftaki odasına
koşmuş, beşiği boş, odadakileri ağlar görünce “Kızım!” di
ye haykırıp bayılmış...
Evlerimize mahzun mahzun döndük.
210
BİR PORTRE:
ÂDİLE SULTANEFENDİ
DOKUZUNCU BOLUM
ÂDİLE SULTANEFENDİ
213
O zamanın giyiniş tarzında iki ön etekleri şalvarın bükük
parçalarıyle örtülmüş ayakların arasından geçirip ayaku-
cuyle itilip arkaya doğru yere serilerek enli arka eteği indi
rilirken el yordamıyle öne arkaya giden yerdeki bu etekle
rin üzerine atılıp örtülür, yalnız üstteki enli arka eteği görü
nerek sürüklenirdi.
Validemle hemşirem derhal eteklerinin uçlarını ensiz şal
kuşaklarının arasından çekip yürüdüler. Yandaki kanepeye
annem, sandalyeye biz oturduk. Haznedar usta karşıdaki
sandalyeye oturdu. İki kilerci kalfa tatlı tepsisinin kulpların
dan tutup getirdiler, bir kilerci usta kaşıkla alıp verdi. Kah
vecilerin biri sitili ikisi kahve tepsisini tutarak getirdiler. Kah
ve örtüsü sırmalı İncili idi.
Kahveyi ince fincan ve murassa zarflarla kahveci usta
verdi. Biraz istirahattan sonra:
“Buyurunuz, efendimizin huzuruna çıkacaksınız”
dedi ve bizi götürdü.
Âdile Sultan, deniz tarafında açık renkli ipekli kumaşla
döşenmiş büyük bir odada kanepede, kızları Hayriye hanım
sultanın yanında oturuyorlardı. Sultan girince annem saygı
lı bir temenna ile ilerleyip o vaktin âdeti üzere yer öptü. Ar-
kasıdan ben ve hemşirem de aynı hürmet vazifesini yaptık,
çekildik, durduk. Sultanefendinin müsaade ve emriyle yu
varlak birer kişilik kadife yer şiltelerine oturduk.
Hatır sordu ve iltifat etti. O şerefden hemşirem de hisse
dar oldu. Sultanefendinin, kerimesine:
“Küçük hanımla bahçede geziniz, eğleniniz,” emriyle
çıktık.
SOFRA DÜZENİ: Ne konuştular bilmiyorum. O akşam
kalmamız emir olundu. Sofra odanın bir kenarına yere ko
nuldu. Önce ağır bir sırma yaygı yayıldı. Üstüne altı ayaklı
214
gümüş iskemle kondu. Üzerine yaygının aynı bir örtü örtül
dü. Bunun üstüne yuvarlak gümüş bir tepsi kondu. Salata,
havyar, balık yumurtası, zeytin, peynir ile donatıldı. Kapalı,
murassa tuz, biber ve tarçınlık, billûr limonlukla limon su
yu, ortaya gümüş nihalî (sahan altlığı) yerleştirildi. Tepsi
nin etrafına üçer tane kenarı saçak çıkarılmış ince tülbent
elbezi, bunların.üstlerine birer altın çorba ve pilav kaşığı,
birer de sapı mercanlı ve küçük pırlantalı sedef soğukluk
kaşıkları kondu.
Hanedanın, sofralarına misafir almaları âdet değildi, mi
safirler o sarayın büyük kalfasıyle otururdu.
Haznedar ustanın kendi takımı; peçete üstüne gümüş
ve fildişi kaşığı kondu. İbrikdarların getirdikleri leğenlerde
ellerimizi yıkadık, ibrikdar ustanın tuttuğu sırmalı havlu ile
kuruttuk, sofra etrafına konmuş yer şiltelerine oturduk. Diz
lere alınan sofra havluları da sırma işlenmişti.
ALAFRANGA MÜZİK: Yemekten, kahveden sonra Sul-
tanefendinin huzuruna götürüldük. Yine gündüzkü odaday
dı. Saz takımı, kalfalar, öteki köşedeki kapıdan girip hemen
oraya alçak iskemlelere oturdular, notalarını karşılarına
koydu, başladılar. Dört keman, bir viyolonsel, bir miskal
(Musikar), bir Çiner(?), bir Kopse yahut Kopsas, (Uda ben
zer bir sazdı), bir de klarnet ile zurna arasında bir şey var
dı, ne idi bilmem?
O zamanın modası İtalyan muzikası parçaları çaldılar.
Bir şey çalınırken sazların sadaları birdenbire kesildi; tanı
madığım, su damlaları gibi tek tek fakat hazin bir sesle
düz iki nağme işittim. Galiba birden gözlerim açılmış, ye
rimden kalkmışım. Nağmelerin tekrarlanışında, kemanile
rin, okları avuçlarına sıkıştırıp yalnız ikinci parmaklarıyle ki
rişleri çekmek suretiyle o hoş sadayı çıkardıklarını anladım.
215
Odadakilerin bana bakıştıklarını gördüm. Sultanefendi gü
lümsüyordu. Annem, ablam, sıkılmış, bozulmuşlardı. Ben
daima sarayın meşkhanelerinden ayrılmadığım halde o se
se tesadüf etmemiştim. Pek hoşuma gitti.
Efendimizin emriyle ertesi akşam da kaldık. İkinci ak
şam incesaz takımı çaldılar. Bu takımda keman, tambur,
santur, def vardı. Hanendeler pek mükemmeldi. Hele, Baş-
hanende Kahveci ustanın sesi eşi az bulunur güzel sesler
dendi. Bu takımı Münire Sultanefendinin düğününde dinle
miştim. Başhanendenin adı “Mestinigâr” idi. Kızın nazik,
hazin bir sesi vardı. Orta yaşlı bir kızdı. Kendisini her görü
şümde sesi kulağıma gelirdi. O sarayda raks görmedim.
Âdile Sultanefendinin Kuruçeşme sahilsarayına, vali
demle ve hemşiremle birkaç defa daha gittimse de gezip
taksimatını iyi göremedim. Babam İsmail Paşanın Girit
Eyaleti Valiliğinden birkaç yıl sonra dönüşümüzde Sultane
fendinin Kandilli Sarayı yapılıyordu. Kendileri Kandilli’de
sahildeki küçük yalıda göç olarak oturuyordu. Oraya gittim.
Sultanefendi de, hanımefendi de gezmeye çıkmıştı.
Girit mamullerinden düzika ve altın üzerine kıl gibi bağa
konmuş, bağa üzerine altınla işlenmiş, yüzüklü, bilezikli ka
şıkları, sultanefendiye takdim için yaptırdıklarımı Haznedar
ustaya teslim ile takdimini rica edip Kanlıca’ya, yalımıza
döndüm, Bendegân (kullar) tarafından böyle hoşa gider
şeyler takdim olunabilirdi. Babamla İzmir’e, eşimle Priz-
ren’e, Rusçuk’a, Trabzon’a, Kastamonu’ya, yine Trabzon’a
gittim. İstanbul’a geldikçe de hâkpaylarıyle (abartmalı say
gı deyimi olarak kullanılan “Ayağın toprağı, tozu” anlamına
bir söz) övünç duyardım.
Babamın valiliği dolayısıyle gittiğimiz Trabzon’dan ikinci
dönüşümde Âdile Sultan, Salıpazarı’nda Münire Sultanefendi
merhumenin sarayına nakletmişlerdi. Oraya gidemiyordum.
216
(Leyla Saz’ın vaktiyle bu sultanın yanında bulunduğu daha
önce geçmişti.)
Hayriye Sultan da piyano meşkini muallimem Madma-
zel Romano’dan alırdı.
ÂDİLE SULTAN’IN HUZURUNDA: Bir gün: “Hanım Sul
tan daima seni soruyor. ‘Leyla Hanımı validem de, ben de
severiz. Niçin gelmiyor?’ diyor. Niçin gitmiyorsun? Bir se
bep mi var?” dedi.
Madmazel Romano, Münire Sultanın da ustasıydı. Der
dimi anlattım. Âdile Sultanefendinin huzurlarında bulun
mak, iltifatına nail olmak saadetine hasret çekiyordum. FA-
kat, merhume sultanımın gezindiği yerleri görünce üzüntü
lerime mağlup olur, ağlarım endişesiyle bu saraya gitmeye
cesaret edemiyordum. Sonra düşündüm, düşündüm, niha
yet gittim. Hanım Sultan da validesi gibi gayet nazik, hatır
alıcı hoş sözlü idi. Piyano ile vakit geçirildi.
Kahve için Âdile Sultan Hazretlerinin huzurlarına kabul
olununcaya kadar halecanımı bastırmaya çalıştım. Sulta
nefendinin odasında cariyelerinden Ebrinigâr Kalfa,21 Bez-
miâlem Valide Sultan cariyelerinden Şevkidil Kalfa,22 Âdile
Sultanın Kâhyası Behiç Beyin haremi Mürşide Hanım23
vardı. Yer şiltelerinde oturuyorlardı. Sultanefendinin şilte
si biraz daha kalın, rengi ve kumaşı başka idi. Yer öpmeye
21 Ebrinigâr Kalfa, sarayca muteber, nüfuzlu, nazik, orta yaşlı bir kalfa idi. Âdi
le Sultanın yanında bulunuyordu.
22 Şevkidil Kalfa, babamın Bezmiâlem Sultana takdim ettiği cariyelerden biriy
di. Söz ve muamele bilir itibarlı bir kalfaydı. Şevkidil Kalfa da çoğu zaman
Adile Sultanın yanında bulunurdu.
23 Mürşide Hanım, Rüsumat Nazırı Hacı Hüsam Efendi kızı, Behiç Beyin eşi idi.
Gayet sağlam terbiye görmüş, konuşmayı ve dil kurallarını bilir bir zarif ha
nımdı. Hava değişimi için biraderi Fahri Beyle Rodos’a, Midilli’ye, İzmir’e,
sonra Girit’e gelmişti. Girit’te tanışmıştık.
217
eğilince omuzumdan tutup: “A... Etme, etme,” dedi. Emre
itaatle kalktım, geri geri çekildim, gösterilen şilteye otur
dum. (Hanedan âzaları karşısında bulunanlara selâm
verilmez). Kastamonu’dan, Trabzon’dan bahsedilirken Eb-
rinigâr kalfa:
“Kim bilir Leyla Hanım oralarda ne kadar sıkılmıştır
efendim.” dedi.
Sultan efendi de ona:
“Evet, fakat zannettiğiniz kadar değildir,” diye karşı
lık verdi, sonra bana dönerek:
“Yine öyle güzel şiirler yazıyor musunuz?” diye sordu.
Yeni heves dolayısıyle Girit’te Mürşide Hanıma verdiğim
çocukça gazelleri Âdile Sultanefendi gibi bir şair nasıl be-
ğenebilirdi? Beni teşvik için iltifat etmişti.
“İltifat buyuruyorsunuz”dan başka söz bulamadım.
“Sonrakiler...” dedim, sonunu getiremedim.
“İlk yapılan her şey arzu edildiği gibi mükemmel olamaz.
Noksanlar sonrakilerde tamamlanır. Bu bakımdan sonraki
şiirleriniz elbette daha güzel olmuştur,” diye beni o zor du
rumdan kurtardı ve birkaç manzumemin takdimini emretti
ler. Bir tahmisimi (bir şairin bir gazelini alıp her beytin
den önce daha üç mısra katarak beşer mısralı kıtalar ha
line getirmek) gördüklerinden bahsederlerken kendilerinin
eserlerinden el yazısıyle bir şiirlerini bana lütfetmesini istir
ham etmeliydim. Her halde kırmazlardı. Merhume sultanımı
hatırlayarak içine düştüğüm hal bana o nimeti kaybettirdi.
Hatta Mürşide Hanımın mânidar bakışı bile beni uyandır
madı. Konu değişti, sıra geçti. Ben de kalktım. Âdile Sultan:
"Hanım Sultanla da görüşünüz,” emriyle yanıma bir kal
fa verdiler.
218
ÂDİLE SULTAN’IN KARAKTERİ: Ustamız, işittiklerimi
zin piyanoda uygulanmasına karşı geldiği gibi nota ile öğ
rendiklerimizi de piyanoda ezbere çalmamıza asla razı de
ğildi. Biz o gün notalı, notasız hayli şeyler çaldık. Bilhassa
Hanımsultanın çaldığı bir polka çok hoşuma gitti. Tekrarını
rica ettim. Birkaç defa beraber çaldık, öğrendim.
“Efendimizden öğrendiğim bu parçayı her vakit çalaca
ğım,” dememe:
“Ustanın yanında değil a!” diyerek gülüştük. Şimdi hep
sini unuttuğum halde o hatırımdadır. Kazara piyanoya yak-
laşsam mutlaka onu çalarım. Torunuma da öğrettim; bazen
çaldırır, dinlerim. Öyle güzel çalamıyorsa da gözlerimin
önüne o günün hayalini getiriyor. Evet, “Geçmiş zaman
olur ki, hayali cihan değer.”
Âdile sultanefendi, dindar, yardımsever, fakirlere yardım
eden, nazik, güler yüzlü idi. Sonraları sevgili zevcinin ve
sevgili kerimesinin kaybı ile üzüntüye düşmüş dünyanın
hiç bir şeyini görmez olmuştu.
Misafirlerine, bendegânına karşı iltifatına devam etmek
le beraber ibadet, hayır ve hasenattan başka bir şeyle
meşgul olmak istemiyordu. Tamire muhtaç olan fukara
mekteplerini, evlerini tamir ettirir, çocuklarını mektebe baş
lattırır, gelinlik kızlarına çeyiz yaptırır, hastalarına baktırır,
kurumuş çeşmelere sularını getirtir, fukara evlerine, susuz
yollara kuyu kazdırır, hasılı ihtiyaç sahiplerinin imdadına
yetişirdi.
Sayesinde yaşayan pek çok fukarası vardı. Merhameti
ne, ihsanına son yoktu.
Artık hiç gezmeye çıkmıyordu. Evliya ziyaretgâhlarından
pederinin, biraderinin, zevcinin, kerimelerinin türbelerinden
başka bir yere gitmez, bir de baharda Silâhtarağa’daki
219
köşküne, yazın Haydarpaşa üstünde Koşuyolu’ndaki köş
küne (bu köşkü galiba Altunizade yaptırıp Abdülâziz Han
hazretlerine satmıştı. Valide Sultan hazretleri de oturmuş
tu. Hâlen Validebağı derler) naklederdi. Nakil esnasında
araba vapurunun kaptan ve tayfasına, iskele memurlarına,
yol üzerindeki karakollar zabitan ve efradına evvelce üzer
leri yazılıp hazırlanan çıkınlarla ihsanlar dağıttığı gibi yol
daki fukaranın hepsine de sadaka verdirirdi.
Bunlar bizim bildiğimiz köprübaşı, çarşı dilencileri değil,
hastalar, sağırlar, ihtiyarlar, her sınıfın arzuhalli, ilâhili, du-
alı, feryatlı, çocuklu dilencileriydi. Yolun iki tarafında görü
necek ve gerektiğinde fırlayıp koşabilecek mevkiler seçip
oturur beklerlerdi. Süvariler görününce hemen davranırlar
dı. Polisler engel olmazlar, Âdile Sultanefendinin arabası
na kadar atılmaya çalışırlardı. Bunların hepsine teker teker
verilmeye yetişilmez, arkaya serperlerdi ve kıyametler ko
pardı. Çamlıca’dan dönüşünde bir kere tesadüf etmiş, gör
müştüm. O kadar halk nasıl ve nereden haber alıp hücum
ederlerdi? O mahşer, görülecek bir kıyametti. Köşkün kapı
sına kadar gidenler de çoktu. Sultan hazretlerinin türbeleri
ziyaretlerinde de böyle olurmuş.
Bunlardan başka pek çok fukarası vardı. Bütün hayatın
da iyilikten başka bir şey düşünmeyen Âdile Sultanın ölü
müne yalnız lütfunu görenler değil, pek çok insan üzüntü
ve matem yaşları döktüler. Cenab-ı Hak rahmeti ile ahireti-
ni de mâmur etsin.
220
GEÇEN YÜZYILDA
KADIN MODASI
ONUNCU BOLUM
223
bağlanırdı. Paçakat ekser uçkur geçirilip dizden bağlanır ve
bu uçkurların işlemeleri görünecek kadar sıktırılırdı. Bele bir
değirmi şalı muska gibi büküp biraz katlayarak arkadan iki
köşe gösterir, önden veya biraz yandan bağlarlardı.
SAÇLAR: Bu giyimin saçları; alında kırkma, iki tarafa
kadar kesik, yahut Acem kızları resimlerinde görüldüğü gi
bi, şakaktan gerdana kadar kademe kademe kesilir veya
hut bir taraf kesilip diğer taraf bürülüp kulak altından ser
puş arasına sokulurmuş. Tepe ve arka saçları müteaddit
örgüler halinde sırt üstüne salıverilirmiş.
SERPUŞ: Serpuş olarak iki parmak kadar kenarlı tabla
fes giyilir, bunun lâcivert veya siyah ipek püskül yayılı ke
narına, devrilmiş oyalı yemeni sarılıp önden yahut yandan
bağlanır; iki yanlarına, kulak hizasının içine küçük birer
yastık sokulup biraz kabartılarak istenilen yerlerine o vak
tin modası ay, yıldız, divanhane çivisi (yuvarlak), lokum
(dört köşe) yahut kabakçiçeği iğneler takılırmış. Bunların
taşları pırlanta olsun, felemenk olsun hep foyalı imiş.
SÜS ARAÇLARI: Gerdena, ortası zümrüt askılı mütead
dit sıra inci, kulaklara ekseriya zümrütlü küpe takılır, kollar
da geniş bilezikler, parmaklarda gül, zümrüt ve yakut yü
zükler bulunurmuş.
Ayaklara Sakız örmesi kafesli ipek çoraplar ve üzerine
sırma İncili pabuç giyilip, oturulurken sedirlerin önünde çı
karılırmış.
Orta halliler bindallı ismi verilen ipekle karışık dokun
muş şalâki düz kumaş üzerine klaptanla iri veya ufak serp
me dallar işlenmiş entari giyerlermiş. Şalvarları ekseriya
düz kumaştanmış. Bunlar tepebaşı denilen bir nevi kumaş
tan da istifade ederler ve bellerine de ehven fiyatlı şal ya
hut Trablus kuşak bağlarlarmış. Serpuş aynıdır. Bindallı ve
224
tepebaşıdan köylerde hâlâ gelin entarileri yapıyorlar. Fakat
serpuş değişmiş, telli bürümcük kullanıyorlar.
Biraz sonra bu entarilerin etekleri azıcık uzanıp bele so
kulmuş, yırtmaçlar hayli aşağı, şalvarın paçaları da ayakla
rın üzerine doğru dökülmüş, beldeki şal da inceltilmiştir.
Serpuşa yastıklar konmamış, fes de küçültülmüştür. Bu en
tarilerin üzerlerine; göğüs kapanmaz şekilde, bedene göre
bele kadar kısa yahut daha uzun, yine o biçimde yanları
yırtmaçlı kürk giyerlermiş. Kürkün kenarları kalıbı üzerine
biraz dönük olurmuş. Ben, bu esvabın giyildiğine yetişme
dim. Hâzinede saklı olanları gördüm.
ÜÇ ETEKLİLER: Üç etekli entarilere yetiştim, gördüm;
fakat hayli değişmişti. İhtiyarlarınkiler bedenlerine göre gö
ğüs açık, dizlerine kadar ilik düğmeli, yırtmaçlar da dizler
den aşağı idi ve şalvar aynı kumaştandı. Kollar yine dar ve
kırmalarla toplanıp yahut balık ağzı kesilip bilekten düğme-
lenirdi. Bele bağlanan şal çeyrek değirmi olmuş, ensizce
katlanıyordu. Entarinin ön etekleri düğme cihetindeki köşe
sinden öne, daha ince olan arkadaki bir yan kuşağın arası
na sokulurdu. Saç, yanakları, kulakları örtecek kadar kesi
lir, arka saçlar ise üç dört örgü vurulup uçlarına saçak bı
rakılır, arkaya salıverilirdi. Saçı az olanlara gelince, bunlar,
serpuşun kenarına sararlardı.
Fesler küçülmüş, püskül azalmış, kenarına sarılıp bağ
lanan oyalı yemeni de ensiz bükülmüştü. Entariyi tekrar di
kip bedene uydurmak demek olan kasıntı terkolunmuştu,
entarilerin bedenleri bol bırakılıp altından büzülürdü. Geniş
kolların ağzı da bırakılır yahut büzülürdü. Gömleğin oyası
bileklerden, yakadan gösterilirdi.
Resmî günlerde etekler behemehal sürüklenir. Diğer
günlerde istenirse şalın yahut sırma şerit kemerin arasına
225
sokulurdu. Ucunun bir köşesini bir arada elde tutup yürü
yenler de vardı. Cariyeler etek sürtemezler, uçları daima
bellerinde sokulu, toplu gezerlerdi.
SERPUŞ TÜRLERİ: Bu elbisenin serpuşları mevkiine
ve yaşına göre idi. Yaşlılar ince oyalı yemeni ile kundak24
bağlanır, münasip yerlerine arı, kelebek, menekşe ve daha
başka şekilde elmaslar takarlardı. Gençler, düz renk kadi
fe veya atlastan muska gibi kesilip etrafı sırma, inci ile iş
lenmiş, kenarları sırma ile ensizce oyalanmış başlık kulla
nırlardı. Bu başlığın orta köşesi ortaya, örgülerin üstüne
yaprak şeklinde iliştirilerek büyücek bir elmas iğne ile tuttu
rulur, öne de salkımlı mücevherat takılırdı. Yahut düzü öne
getirilerek bir yanı kulağın hizasına kadar indirilip diğer ya
nı yüksekten konur, uçları, ense üzerine istenildiği şekilde
iğnelenirdi. Altlığın bir ucu başlığa alın ortasından, diğer
enseye yakın yerden gevşekçe iliştirilip saç üzerine hilâm
gibi yarım devir şekli verilirdi. Onun ortasındaki boşluğa tit
rek saplı kuş ya da kelebek kondurulur, başlığın inikçe ta
rafının üstüne salkımlı bir elmas takılırdı. Altlık, ince iş, ga
yet küçük parçalardan yapılmış, bir kenarına habbeler, ya
hut ortasına salkımlı bir parça asılmış, bir parmak kadar
ende, yarım arşın kadar uzun mücevher bir kurdele idi.
Gerdanlık ve bilezik yerine de kullanılırdı. Küpe, bilezik ve
gerdanlık da takılırdı. Genç kızlar da başlık kullanırdı; fakat
ekseriya, bilhassa çocuklar üsküfe (takke) giyerlerdi.
ÜSKÜFE: Üsküfe, eski Yunan kadınlarının resimlerin
deki gibi, serpuşa benzer kenar ve tepeden ibaretti. Yahut
enlice kenar meyilli kesilip büzülerek yuvarlak tepe parça
sına dikilip bir tarafa eğdirilirdi. Üskûfeler düz kadife veya
24 Kundak, değirmiyi muska gibi devşirip düz tarafı alta konarak ve iki ucu ar
kaya getirip dolaştırılarak alttan bağlanır, diğer çift uç da arka tarafa veya ya
na iliştirilmelidir.
226
atlas kumaş üstüne kenarı ve tepe parçası sırma ve inci ile
işlenmiş olur. Çift ya da tek püsküllü, sırma yahut tırtıldan
burulmuş sap ile asılırdı.
Püsküller, uçlarına tek inci konmuş bükme tırtıldan, ya
hut hep incidendi. Püskülün sapa bağlanan yeri, inci kap
lanmış üst üste üç düğme, yahut gümüş mecidiye yarımlı
ğı kadar yuvarlak olur, püskül bunun kenarına dizildiğinden
bu daha şık dururdu. Bir taraftan güller, diğerinde püskül
ler çocuklara pek yakışırdı. Üsküfe üzerine mücevherat ta
kılmaz, meğer ki yakışan bir şey konsun.
Herkes kudretine göre bu üskûfelerin pullu şeritli, ipek
işlemelilerini çocuklarına giydirirdi. Validem, bana güvez
kadife üzerine sarı sırma ile işlenmiş bir üsküfe yaptırmış
tı. Refia Sultanefendi, siyah kadife üzerine sırma ve inci ile
arpa başakları işlenmiş bir üsküfe ihsan etmişlerdi. İkisi de
çift İncili, püsküllü idi. Giydikçe, çocukların hatta büyüklerin
beğenerek bakışları beni fevkalâde sevindirirdi.
Bu serpuşlara bir süs ilâve edildi: Düz bir altlık ya da bir
dizi ayrıca inci, çenenin altından dolaştırılıp üskûfenin iki
tarafına iliştirilirdi. Fakat bu moda devam etmedi.
ESKİ VE YENİ (1920) GİYİMLER: Sonraları elbiseler bi
raz değişti. İhtiyarların entarileri genişledi. Tabla fes yerine
kundak yemeni geçti.
Kısa, yani eteksiz boy entarisi hiç giyilmezdi. Fakat
gençler onları belden bağlı üç etek üzerine frenklerin
“Bask” dedikleri biçimde peşli, kavuşturma boy entarisi di
ye giyerlerdi. Önü peşsiz kapalıları daha rahat giyilirdi.
Daha sonra kısa etekli, etrafı ve kolları kırmalarla, harç
larla süslü, göğsü az açık beden modası çıktı, bu sırada Av
rupa kumaşları giyilmeye başlanmıştı. Bu moda hayli devam
etti, sonra omuzlardan kesilip ve arka ortasından aşağıya
227
doğru bir dikişle endamı gösterir, kolları polka denilen ağzı
geniş biçimli, yakası palto gibi devrik üç etekli entariler çık
tı. Bunları biçmek, dikmek için terzilere ölçü gönderilirdi.
Provası yoktu. Bunun serpuşu, düz gaz kenarına kurdele
bağlanır, uçları arkadan yahut yandan sarkıtılırdı. Bele ke
mer, yahut uçları sarkıtılmış kurdele bağlanırdı; o da geçti,
önü kapalı iki etekli entariler giyildi. Bu entarilerin göğsü
açılmaz, baş, büyücek yakasından çıkarılırdı. Etek kaldırıl
mak arzu olunursa ön eteği arkadan öne, arka eteği bir uç
tan yana sokulur, hoş dalgalar teşkil ettirilirdi.
Bele kemer ve kurdele modası ve şalvar giymek devam etti.
Entarinin etek cihetini kabartmak için kolalı iç etekliği gi
yilirdi. Bu kıyafetin serpuşları ihtiyarlar gazın (gaz, düz renk
ve sertçeydi. Gençler, kenarına kurdele bağlarlardı. Köşele
ri kadife ipeği ile işlenirdi) köşesinden büküp kundağa yakın
tavırda bağlar, üzerine ufakça iğneler takarlardı. Arka örgü
ler kalmamıştı. Serpuş tutturmak için birer ikişer şakak tepe
örgüsü bırakıp saçlar yanak hizasından kesilirdi.
SAÇ MODASI: Gençler ön saçlarını dışına büker, altın
dan kurdele dolaştırır, tepeden zarifçe bağlarlar, arka saç
larını iki örgü yapıp sağı sola, solu sağa getirip iliştirir, en
se üzerine sarkıtarak, hepsini arka taraftan bir kurdele ile
bağlarlardı. Yahut saçların hepsini fileye kor, alttan kurde
le ya da başka bir süs geçirip öndeki kabartılmış saçların
yukarısından bağlarlardı.
Hanımlar ev içinde saçını nasıl isterse tarar, başı açık
gezerdi. Fakat sokağa çıkınca başına hemen hotoz giyer
di; zira ayıp addolunurdu. Aliyetüşşan (Sultan) hazeratının
huzurlarına da başı açık çıkılmazdı.
HOTOZLAR: Önü yüksek, arkası açık çember gibi, tepesi
açık yahut kapalı olurdu. Önüne, yakışır bir elmas ya da tüy,
228
her ne istenirse takılırdı. Bir diğeri kadifeden ya da ipekli ince
bir şeyden yapılıp kenarına boncuklu saçak, dantel, münasip
yerine sunî çiçek, tüy konur, kurdele ile de süslenirdi.
Kulakların arkasından çift ya da tek lüle saç salıverilirdi.
Esvabın yakasında, kol ağızlarında daima dantel bulunur
du. Bunlardan sonra entarilerin ön etekleri kesildi. Yalnız
arkada enli bir etek kaldı. Bu etek, resmî günlerde sürütü-
lürdü. Sair vakitlerde bir köşesi yandan kuşağa sokulur,
aşağı kısmı yerde sürüklenirdi. Yere yayılıp biçimli sürük
lenmek için enli ve uzun yapılırdı.
İç etekliği de dantellerle süslenmiş ve arkası uzundu,
eteğin altında sürüklenirdi. Bu giyim halen (1918) sarayda
giyilmektedir. Büyük aile hanımları da Padişah sarayına gi
derken ve bazen düğünlerde giyiyorlar. Bu giyim ile baş
modası, evvelâ saçlar yukarıya doğru taranır, enseden te
peye yakın yayıkça topuz yapılır, hotozun önü öne indirilip
arkası topuz üzerine konurdu. Kulakların arkasından topu
zun altını dolaşan incecik lastik hotozu tutardı. Sonra mo
da değişti, topuz basıklaştı ve enseye doğru indi, alına saç
kesildi, kıvrıldı ve hotoz, saçın yukarısından giyildi. Bu ki
barca bir taranış ve serpuş oldu.
Hotoz üzerine elmas takılmazdı. Diyâdem (yarım taç
şeklinde) tarak takılırdı. İnce tüy takmak da moda idi. Yaş
lılar kenarı oyalı ipek gazden hotoz gibi serpuş yaparlar, el
maslarını üstüne takarlardı. Bu kibarca kıyafet gençlere de
ihtiyarlara da yakışırdı. Bu giyim saray modası idi. Bunun
la beraber Avrupa’nın, arkası uzun ve kısa esvabı da vardı.
TERZİ VE MODA HASTALIĞI: Artık Avrupa malları da
çoktan beri rağbet bulmuştu. İyi, fena birçok terziler ortaya
çıkmış, Marika, Madmazel Mari, Katinaki, Madmazel Kate-
rin olmuş, öteye beriye koşuşuyorlardı.
229
İyi terziler, anlayan müşterilerine ve kazanç yerlerine
güzel dikip yakıştırıyorlardı. Sanatları ellerindeki modelleri
göstermekten ibaret olan terzi taslakları ise, elbise sahibe
sinin endamına yakışsın yakışmasın kendi hesaplarına el
veren süsleri de koyup el hakkından başka hem kumaşın
miktarından, hem süsünden, hem artıklarından istifade
ederlerdi. Moda ve terziye diktirmek illeti, kendi elleriyle di
kip güzel güzel giyinen küçük evler halkına da sirayet etti.
LEHLİ BOHÇACI KADINLAR: Kırk yılı geçen bir za
mandan beri evlere musallat olan Lehli bohçacı kadınla
rın25 mağaza ambarlarından yüklenip getirdikleri modası
geçmiş malları ucuz zannıyle peşin ya da veresiye alıp ter
ziye veren kadıncağızlar, prova azaplarını çektikten, birçok
defalar da terzinin evine gidip boş döndükten sonra özen
diği elbisesine kavuşur, fakat elbiseler kavuşmazdı.
1293 (1876) göçmenlerinin Rumeli’den getirterek sattık
ları yün şayakları, pamuklu bezleri kendi fabrikalarında tak
lit ettirerek ve onlardan daha ucuz satarak göçmen kadın
cıkların iflâsına yine bu Lehli kadınlar sebep oldu. Biçare
göçmenler aza kanaatle sattıkları iyi malın küçük kârı ile bi
ri, bir evceğiz aldı, diğeri kızına çeyiz yaptı, kocasına ser
maye verdi. Sonra piyasadan çekildiler.
Lehli bohçacıların yenileri türediyse de hanımlar şimdi
(1918) kendileri çarşıya gidip aldıkları için evvelki rağbeti
ve kârı bulamıyorlar.
25 Lehli bohçacı kadınlardan evvel iki Marsilyalı kadın; büyük konaklara sattık
ları eldiven, mendil, çorap gibi ufak tefekle sermaye edinince keten iç takımı,
Lion malı ipekliler satarak zengin oldular. Bunlar artık çekilmek üzereyken
Lehli kadınlar türedi. Bunlar, ellerinde küçük çıkınlarla işe başladılar; arkala
rına yüklendiler, hamala verdiler, merkepler getirdiler. Malın cinsinden, fiya
tından ve en kısa endaze (60 cm.) ile de ölçüden büyük yararlar ve kârlar
sağladılar. Bu yüzden de apartman sahibi olarak ticaretten çekildiler.
230
Hanımın endamını nazara almayan zaten acemi terzi,
kabahati korsesizlikte bulursa da hatun bir lira daha mas
raf edemez, göğse başka bir kumaştan yelek koyulması
kararlaştırılır, hatta daha güzel görüneceği umuduyle tesel
li edilirdi. Nihayet kumaş, pembe ise koyu mavi, mor ise
sarı süslü, beyaz dantelli, kurdeleli, yakasına sunî güller
takılmış bir acayip elbise olurdu.
Ben, insanın gördüğü iyi şeyleri taklide çalışmasını, gi
yim hususunda da hevesli olmasını haklı görenlerdenim.
Zamanın gidişine uymak lâzımdır. Fakat akıllıcası mevki
ine, malî vaziyetine uygun giyinmesidir.
Süse ziyade düşmek, hep moda arkasından koşmak,
pek beyhude yorgunluktur. Modaya uygun, fakat sade gi
yinmek güzeli daha güzel gösterir. Yüz güzelliğinden mah
rum olanlara da bir kibarlık, bir zarafet verir. Esvabın güze
li, giyenine yakışanıdır.
Fistanlarla (artık ‘fistan’ diyeceğim; entarilikten çıktı) be
raber etekli, eteksiz, arkası uzun ve boy entari, yakın za
mana kadar devam etti. Düzleri de, gayet süslüleri de var
dı. Şal, parmak dikiş, karanfil dikiş hırkalar yerine kadife
ve entarinin kumaşından hırkalar giyildi.
SOKAK KIYAFETLERİ
FERACE: En eski feraceler bedenden daha geniş, bol
ca, kolları ve elleri örtecek kadar uzun, dört köşeli, yakası
belden hayli aşağı, boydan kısa, omuzları ve göğsü örte
cek kadar genişmiş. Feracenin yakası az açılıp göğsün iki
tarafındaki şemsiyelerin püsküllü kaytanlarıyle bağlanır, ön
birbirine kavuşturulup el ile tutturulurmuş.
Şemsiye, feracenin renginde yahut beyaz ipekten yapıl
mış gülün ortasından püsküllü kaytan sarkıtılmış bağdır.
231
Benim gördüğüm düz biçim, kolları ve bedeni bol, yaka
sı geniş ve uzun, içi sandal denilen küçük dallı ve benekli
yumuşak düz beyaz astarlı ferace idi. Şemsiyeleri de var
dı. Şemsiyeler kâh bağlanır, kâh öylece bırakılır, beden
sağ elle toplanıp avuç içinde tutularak yerden kaldırılır, sol
el ile de -açılmamak için- iki ön birden sola çekilerek tutu
lurdu. Bu biçim hayli gaileli idi.
Yaşmağa gelince, bir karış kadar ende yaşmak parçası
nın bir başına köşesini de dönmek şartıyle ince oya yapılır,
uzunluğuna dört kat devşirilip bastırılarak devşirim gösterilir,
oyalı ucu açılıp alın, şakaklar ve serpuş örtülür, enseden
toplanıp iliştirilirdi. Diğer ucu devşirmeli olarak bele kadar
sarkıtılır buna içlik derlerdi. İki değirmi yaşmağın bir köşe
si bükülerek çene yönünden konup tepeye içlik üzerinden
bağlanır, öbür uçtaki bir köşesi de bükülüp gözkapakları üs
tünden başa konur, yanlardan iğnelenir, ortada kalan kısım
ile gerdan ve sîne örtülürdü. Gece kalmayacak olan misafir,
ferace yaşmak çıkarırken içliğini başında alıkoyardı.
Gençlerin ferace biçimi değişince içlik de koydular. Fe
race omuzdan kesilerek biçime kondu, kollar da biçime gir
di, yakanın yukarısına ensiz bir devirme kırma ilâve edildi.
Aşağısı yine iki köşeli yahut yuvarlak yakanın bir yanı şık
lık olarak koltuğa kıstırıldı, ön düğümlendi, bele kendi ku
maşından ensiz bir kemer bağlandı.
Çuhadan, kazmirden, şaliden, Ankara sofundan yapılan
ve kenarları kendi rengi ile ince kaytanla, harçla süslenen
feraceler (ölçü gönderilir, erkek Ermeni terzilere diktirilir-
miş) zamanla kadifeden, ipekli kumaşlardan yapıldı. O sıra
da Avrupa’dan iki kenarlı enli atlaslar, muareler yağdı. Hatta
hazır feraceler de geldi. On beş, yirmi keseye (bir kese beş
yüz kuruştur) satılan o feraceleri Aliyetüşşan (Sultanlar)
232
hazeratından başka kimse alamadı. Avrupa da ikinci defa
göndermedi. Modası geçti.26
Zamanla yaşlılarda içlik de kalmadı. Yaşmağın iki tara
fından hafifçe kırıp küçük tek pırlanta taşlı iğne ile iliştirmek
modası çıktı. Gençlerin yaşmakları da daha inceldi, ayrı iki
değirmiye bölündü. Tepe ile ense arasında toplanıp süslü
ce iliştirildi. Yaşmak altında gizlenen güzelliklerin parlaklığı,
mücevheratın ışıltısı gözlere çarpardı. Düz ipekli kumaşlar
dan yapılan feraceler, saçaklarla, harçlarla, dantellerle pek
fazla süslendi. O al, kâkülî pembe, sarı, turuncu gibi parlak
renkli süslü feraceli hanımlar, çarşıları, pazarları çiçek bah
çesi haline koydular. (Terbiyesi noksan haşeratın yani sar
kıntılık yapan erkeklerin takibi ve saldırısı da arttı.) Renge
bir şey denmedi. Fakat o süslü feraceler, açık saçık ince
başlıklar yasaklandı ve iyi kumaşlardan sade, güzel sokak
kıyafetleri hayli müddet devam etti. Sonra azar azar süslen
meye başlandı. Fakat kendi kumaşından ince kırmalar, ha
fif ziynetler kondu. Bir aralık kolsuz feraceler çıktı, kolları,
enli yakanın yukarıki kısmını örterdi. Yakanın iki arka par
çalarının altından şeritle bağlandığından arkadan endam
görünürdü. Yaşmağın bir değirmesi üç köşe olarak ikiye bö
lünüp biri çene kısmına, diğeri alnın kıvırcık saçlarının yu
karısından serpuş üstüne iliştirilen alt yaşmağı yukarıkinin
üzerine çekilerek bütün bütün kapatır, yüz güya hafif bir sis
26 Münire Sultan hemşireme tozpembe atlas, kenarları gümüşî beyaz kadife ve
az klaptanla dokunmuş; bana da pembe şıp (kıl gibi ince gümüş telle bera
ber dokunan kumaş) yaprakları gölgeli yeşil ibrişimle, palamutları kadife ipe
ği ile işlenmiş birer ferace vermişti. Babamın, hemşireme çeyiziyle aldığı o
vaktin modası yuvarlak, etrafı camlı arabada o güzel feracelerimi hayli giy
dik. Ben babamla Girit’e giderken Münire Sultan’ın bana "İhsan" ettiği sırma
püsküllerle tırtıl saçaklarla, yaldızlı, süslü ve debdebeli arabada çok giymiş
tim. Benim feracemi büyük kızıma; hemşiremin bana verdiği o feraceyi de kü
çük kızıma verdim. Sandıklarında hâlâ (1920) saklı olsa gerekir.
233
içinde kalırdı. Çilli ve soluk renkli olup da tamir için ince per
dahlanmış ve hafif sürme çekilmişse görünmez, tabiî zan-
nolunurdu. Bu kıyafetin tümü misafirlikte ferace ile alt yaş
mak çıkarılıp üst yaşmakla oturulunca da şıktı. Bu süs, ara
ba ve kayık süsü idi. Yürürken sade giyinilir, kâhya kadın,
kalfa, harem kâhyası yahut bir ağa refakatiyle çıkılırdı. Kü
çük ev hanımları da kayınvalidesi ya da komşu nine ile çı
karlardı. Bilhassa gençler, yalnız çıkmak değil, bunu hatır
larına bile getirmezlerdi. Çünkü âdet değildi.
Ferace bir süre kayıkta giyilmeye devam etti. Sonra ka
yık gezintileri de Boğaziçi kibar ailelerinin ve sınıflarının
dağılmalarıyle bitti. Ferace artık giyilmez oldu.
Şimdi (1919), yalnız padişahın ve sultanefendilerin sa
raylarında kullanılıyor. Resmî günlerde saraya giren ha
nımlar da ferace giyiyorlar. İstanbul ve taşra halkı hep çar
şaflanıyorlar.
ÇAR (Çarşaf): Arabistan örtüsü carı oralarda uzun müd
det oturulup o örtüye alışmış hanımlar, dönüşlerinde İstan
bul’a getirmişler ve örtünmeye devam etmişlerdi. Örtün
mek hususunda fazla taassubu olanlardan, yahut öyle gö
rünmek isteyenlerden çoğu bunları görerek carlandılar.
Fukara sınıfı da komşuya giderken yerli dokuması yatak
bağı ile örtünmeyi kolay bulurdu. Bağdat’ın ağır ve hafif
klabdanlı carları pahalı idi. Düz zemin üzerine diğer renk
ten kenarlıları geldi, bunlar da dört beş liraya idi. Ehvence-
leri Halep’ten, Şam’dan getirilinceye kadar Bursa fabrikacı
ları her keseye göre birçok çeşit hafif carlar dokutup yetiş
tirmiş, seksen kuruştan 200 kuruşa kadar satıldığından çok
kimseler almıştı.
İlk carlar büyük çarşaf gibi ve yekpare idi. Önden kavuştu
rulup ayaklardan bele kadar olan yerinden bükülerek sağdan
234
sola, soldan sağa beldeki kemerin arasına sokulur, arkadan
ortanın üst kenarı peçenin üzerine örtülür, şakaklardan iğ
nelenir, aynı kenarın baştan aşağı sarkan iki ucu üst üste
kapanıp göğüs kısmında içinden tutulurdu. İstanbullular si
yah file peçe yerine yüzlerine dallı yemeni örterlerdi.
1295 (1878)’te zevcim Trabzon Vilâyeti valiliğine tayin
olmuştu. Selefimiz Müşir Saffet Paşa’nın haremi orada fe
race kullanılmadığını ve giyilemeyeceğini söyledi. Trazon
Hıristiyan kadınlarının çoğu mora yakın renkte kenarlı be
yaz ipek çarşaf örtünürler, fakat peçe koymazlardı. Yüzleri
açıktı. İslâm hanımların zenginleri o iki renkli sık satranç
dokunmuş ipekli, orta halliler lâcivertle beyaz dokunmuş
pamuk çarşaf örtünür, file peçe koyarlardı. Çarşaflar ora
malı idi.
Siyah canfesten hususî bir çarşaf yaptım. Zaten zayıf
olan gözlerim yüzümdeki yemeni ile kapanınca yolumu gö
remedim. Vapurdan inerken merdivenden yuvarlanıp deni
ze düşmeme ramak kalmıştı. Trabzon’da bizim arabamız
olmadığı gibi şehirde bir tek cadde bulunduğundan dolayı
başka araba da hiç yoktu, yürümeye mecburdum. İçinde
kaybolduğum o çarşaf, bastığım yeri göstermeyen yemeni
beni o kadar rahatsız ediyordu ki, sokağa pek seyrek ola
rak çıkar, evde kapanıp oturmayı tercih ederdim.
Vakta ki, İstanbul’a döndük, kadınlarımızın çoğunu çar
şafla görünce şaşırdım. O kıyafette özenecek hiç bir şey
yoktu. Aksine gümrük hamallarının yuvarladıkları çuvallara
benzemek (teşbih kaba düştü ama beis yok, kendim de
giymiştim) hoşa gider şey değildi. Hele Cenabı Hakkın,
görmek için ihsan ettiği gözleri, ağzı ve burnu örtüp, kapa
tıp görmeyi güçleştirmek, nefes almayı zorlaştırmak katla
nılır azaplardan değildi. Bu kılığa girmeye hiç bir zorunluk
yoktu. Ucuzluk nazara alınırsa çarşıda feracecilerde Ankara
235
sofunun taklidinden yüz kuruşa hazır feraceler vardı. Çar
şafa rağbetin bir sebebi moda ve teklitçilik, diğeri de yüzü
nü örtüp çarşafa bürününce, arkadaşa ihtiyaç kalmadan
sokağa çıkmak kolaylığı idi. Birkaç sene ferace de, çarşaf
da kullanıldı.
Zamanla çarşafların belleri büzüldü, bağlandı. Aşağı
kısmı bol eteklik, üstü harmanî şekli aldı. Eteklik arkadan
yapıştırılıp kollar serbest bırakıldı ve bir derece kullanışlı
oldu. O da yavaş yavaş değişe değişe şimdiki biçime girdi.
Peçelerde dantel bile kullanılır oldu.
Maşallah, burnoz, yeldirme, manto şehir caddelerinde
henüz kullanılmıyorsa da arka sokaklarda, bilhassa köyler
de (İstanbul köyleri) hemen umumiyetle denecek kadar
kullanılır. Gençler, gayet ince başörtüler ve süsler; yaşlılar
tokça başörtüleri ve düzce maşlah, babayani kıyafetle (ya
şı ile uygun sade kıyafet) köylerin her tarafında geziyorlar.
ŞEMSİYELER: Şemsiye, yelpaze, bizde eskiden beri
varmış. Eldiven giyilmesine, altmış sene kadar (bu yazı
1921 ’de yazılmıştır) vardır zannederim, belki ziyadedir. Üs
tü kendi rengi ve elvan işlemeli ipek bütün ve kafesli yarım
eldivenlerden sonra deri eldivenler çıktı.
Şemsiyenin, düz, saçaklı, üstü dantel geçmiş, tüylü,
boncuklu, çiçekli her nevi ve birkaç şekli kullanıldı. Sap çu
buğuna bağlanan yerden yana devrilir pek küçük şemsiye
ler de vardı. Bunlar kayıkta kullanılırdı. Şemsiyeler yalnız
gölge için değil, süs için ve yabancı gözlerden sakınmak
için de kullanılırdı. Gölgeli sokakta bile açık şemsiye ile yü
rüyenler az değildi.
Zatışahane yedi çifte kayıklarıyle gezmeye çıkınca düz,
güvez şemsiye kullandıklarından, padişahlarına karşı say
gı olarak hiç kimse güvez şemsiye kullanmazdı.
236
YELPAZELER: Yelpaze de tavus kuyruğundan, deve
kuşu tüyündendi. Ortası elmaslı, zümrüttü, yakuttu, sapı da
öyle kıymetli taşlarla süslü, yuvarlak, büyücek yelpazeler
en eskileridir. Bunların adi tüylerden ve ortası aynalı, sah
te taşlı, sapı kemik ve sedefleri ucuz fiyatlıları da vardı. Se
deften, fildişinden, tüyden, kumaştan, kâğıttan yapılmış ya
rı açılır yelpazeler diğerleri kadar eski değildir.
Yelpazeler, asıl görevi olan rüzgâr yapmaktan başka, ara
bada yüzü gözlerden saklamak hizmetini de görürdü. Sonra
ki küçüklerle de kâh hafifçe rüzgârlatılıyor, kâh elde tutulup
nazlı nazlı biraz açıp kapayarak şıklığa faydalı sayılıyordu.
Hurma yaprağından gayet ince örülmüş fildişi saplı Arabistan
yelpazeleri hem çok rüzgâr verirdi, hem de pek zarifti. Misa
fir odalarında yastık ve masa üzerinde bunlardan bir iki tane
bulundurulurdu. Sokakta kullanıldığını görmedim.
PABUÇLAR: Benim görebildiğim en eski kıyafetle ayak
kabı olarak; şal ve kadife üzerine sırma ve inci işlenmiş yü
zü keleş, sivri burnunun ucunda püskül, çirkin biçimli sert
çe bir pabuç giyilirmiş.
FİLAR ÇEŞİTLERİ: Üç etekli entariler zamanında filar
giyilirdi. Fiların bir türlüsü; arkalı terlik gibi, fakat yüzü kü
çük ve sivri, üstü klabdanla işlenmiş, içi astarlı, ökçesiz ta
banı da aynı deriden ev pabucuydu. Her renk daireden ya
parlardı. Bir türlüsü de, yine taban ve üst olarak iki parça
dan, kenarına kendi renginin zıddı renkte ince fitil çevril
miş, astarsız, ökçesiz, gayet yumuşak, hafif pabuçtu; buna
oyun filan derlerdi. O küçücük yüzün içine parmaklar soku
lup arkadan çekilerek giyilir, ne kadar koşulsa, sıçransa
çıkmaz, düşmezdi. Bu, Çerkez pabuçlarına benzeyen filar-
lar, saraylar için yapılırdı. İşlemelileri 25’ten 50’ye, 60’a
(kuruş) kadar satılırdı. Oyun filarlarının âlâsı 10-12 kuruştu.
237
İnceliği, yumuşaklığı ile beraber gayet dayanıklı idi. Büyük
kalfalar işlemelisini, gençler düzünü giyerlerdi. Tavşan ve
köçek rakslarında da bu filarlar giyilir, aşak şamatası kati
yen olmazdı. Sultanlar atlas üzerine ibrişimle işlenmiş ter
liklerden ziyade bu ince filarlardan hoşlanırlar, giyerlerdi.
Herkesin dolaplarda asılı filar torbalarında, renk renk filar
lar bulunurdu. Benim bile filar torbam vardı. Filar çok sene
ler giyildi. Terlikler çıkınca bunlar yavaş yavaş rağbetten
düştü. Beşiktaş'la Çırağan arasında Paşa Mahallesi cad
desindeki eski sıra filarcı kavaflarda da görünmez oldu.
ÇEDİKLER: Sokak pabuçlarının eskisi çedik pabuçtu.
Kırmızı deriden olanlarını görmedim. Gördüklerim kanarya
sarısı deriden; arkasında bir dikişli, iki tarafından tutulup gi
yilir, bol ve konçlu, burunları sivrice ya da az kesik, altı ay
nı deriden, ökçesiz, astarsızdı. Sokağa çıkarken çediğin
üstüne pabuç giyerlerdi. Pabucun yüzü yanlara doğru uza
nırdı. Yüzü ve kenarın fitili sarı deriden, içi çuha, altı kalın
ve sertti. Arkasız ve ökçesizdi. Pabuç, evden çıkarken giyi
lir, girerken kapının içinde çıkarılırdı.
İstanbul’da çok çedik giyilmediği gibi terlik de terk olundu
ğundan elde kalanları tüccar, vilâyetlere, köylere götürdü. İs
tanbul’da pabuç modasına devam edenler, beyaz çorap üze
rine giyerlerdi. Siyah potin kundura modası gelince hepsi de
ğişti. Daha sonraki iskarpin, potin, bot da şimdikilerdir.
Zamanla çedikler yerini büyücek yüzlü ve yumuşak ter
liklere bıraktı. Pabuçların yüzleri de küçüldü, biraz biçime
girdi. Bu pabuçlar saraylarda ve konaklarda kadife ve atlas
üzerine sırma ve ibrişimle işlettirildi; yüzleri o kadar küçül
dü ve tabanları o kadar narinleşti ki, ayak zaptedemezdi.
Fatma Sultanefendi bana bunlardan beyaz atlas üzeri
ne yaprakları sarı sırma, gülleri açık pembe kadife ipeği ile
238
işlenmiş bir takım ihsan etmişti, pabucun içi de işlemeli idi.
Sultanefendinin sarayına gittikçe giyerdim. Yakın vakte ka
dar duruyordu, saklıyordum.
POTİN ÇEŞİTLERİ: Bunlardan sonra yanları lastikli po
tinler giyildi. Bunlar her renk ince deri üzerine renkli ibrişim
lerle işlenmiş kısa ve Luikenz ökçeli, ince, zarifti. Hele kü
çük ayaklara pek yakışırdı. İstanbul’da da Paris’ten gelen
ler kadar güzelleri yapıldı. En iyileri, çarşıda meşhur kavaf
İbrahim Efendide bulunurdu. Adamcağız sık sık “A benim
efendim” dediğinden, hanımlar bu zata “A benim efen
dim” diye ad takmışlardı. Hep ondan alırlardı.
ÇORAPLAR: Ankara’nın tiftik ve ipek kafesli, kafessiz
çorapları, üstü renkli nakışlı yün çorapları, Sakız’ın ince
pamuk ve ipek kafesli çorapları giyilirdi. Kısa idi ve bir ya
nındaki püsküllü kaytanından şalvarın dizdeki bağına bağ
lanırdı. Bu kısa çorapların uzunları da yapıldı. Bunları ko
naklarda kalfaların, küçük evlerde hanımların örme bilenle
ri güzel örerlerdi. Saraylarda kısa çorap hiç görmedim.
Sonraları yanları işlemeli uzun ipek çoraplar giyildi. Fa
kat şimdikiler gibi değildi. Sağlamdı ve hatta defalarca yı
kandığı halde yine yeni gibi görünürdü (Yazının 1921’de
yazılmış olduğunu evvelce işaret etmiştik.) Bu çorapların
çoğu Avrupa malı idi. Serpuş ve pabuçları, entarilerin, hat
ta feracelerin renginde kullanmak moda olduğundan ço
rapların her rengi getirilirdi. Eldiven ve mendili de feracesi
nin renginde kullananlar çoktu.
•*9
GEÇEN YÜZYILDA
KADIN HAYATI
ON BİRİNCİ BÖLÜM
243
Kibar aileler de Haliç’in zurnalı, nekkareli, zilli maşalı
kayık safasına katılmazlar, diğer seyir yerlerinin meşhurla
rına giderler, Göksu deresine de kayıklarıyle girerlerdi.
Göksu deresi gezintisi 20 yıl kadar önce (1900) pek mü-
bahtı. Boğaziçi’nde oturanlar üç çifte, iki çifte, piyade ve
hususî kayıklarıyle gelirlerdi. Devlet büyüklerinin eşlerinin
üç çifte kayığa binmeleri uygun, görülürdü. Küpeştenin iki
tarafından denize sarkıtılmış, köşelerine balık, çapa, ya da
püskül iliştirilmiş, sırma saçaklı renk renk ihramlı (yün yay
gı) kayıklarla ince yaşmaklı, süslü feraceli şık hanımlar,
süslü şemsiyeleriyle üstlerine kelebek konmuş çiçeklere
benzerlerdi.
Anadolu sahilinde oturanların da çoğu arabalarını kışlık
evlerinde bıraktıkları için Küçüksu’ya Göksu dönüşü gelip
hanımlar rıhtımından çayıra gelinceye kadar kayıkçılar, ça
yırın kuzey tarafına kayığın ihramını serer, şiltesini, yastık
larını koyar bekler, hanımlar gelir otururlardı. Denize karşı
namazgâh şeddini kendilerine merkez yapmışlardı. Kâh
mısır kazanlarıyle, kâh muhallebeci, kâh dondurmacılarla
uğraşan halk, bu setlerde kendi evi gibi yer içer, ağaçlara
bağladığı salıncaktaki çocuğuna “kışkışlarla, eeelerle” gü
nünü geçirir, çoğu zaman Hisar’dan ya da Kandilli’den va
purla dönerlerdi.
KAFESLİ MESİRELER: Zuhurî (ortaoyunu) ve pehlivan
güreşleri etrafına toplananlar ve İstanbul’dan gelenler, sa
at 11 (hava kararmasına bir saat kala)’de dağılırdı. Çayır
da oturan hanımlar da çayır boyunda bir iki gezinir, kayık
larına giderler, dönüşte dereye girerlerdi. Dere akşam üstü
pek güzel olur. 300 (1884) tarihine doğru hanımlar narin,
şık sandallara da rağbet ettiler. Derenin hayli içerisinde
“tahtırevan” dedikleri sette KAFES ARKASINDA saz din
lenir, hanımların bir kısmı da kayıklarında biraz istirahat
244
ederdi. Derenin sonunda Beşkardeşler’e (eskiden çok zi
yafetler, eğlenceler görmüş asırlık çınarlar) kadar gider,
dönerlerdi.
TERSİNE UYGULANAN BİR CEZA: Baharda pek hoş
olan Rumelihisarı arkasında batan güneşin bıraktığı pem
beliklerin, derenin sonundaki dağın arkasından yükselen
ayın, sahildeki söğüt dallarının aksi ile daha hazin, daha
şairane, daha göz alan bir manzara alırdı.
Yazık ki, İstanbul yönünden sandallarla gelip kenarlara
yapışanlardan bazılarının kaba kaba laf atmaları ve sarkın
tılıkları kadınları oradan çekilmek zorunda bırakırdı. Sarkın
tılık edenlerin cezalandırılmaları gerekirken kadın kayıkları
polis tarafından derenin yarısından geri döndürülürdü!
Boğaziçinde oturanların Adalara ve Anadolu köylerine
dağılmasıyle Boğaziçi’nin o güzel gezintileri sadece gören
lerin hatırında kaldı.
HIDIRELLEZ SAFALARI: İstanbul ahalisinden her sınıf
halkın katıldığı hızır (Hızır İlyas) gezintileri için özel hazır
lıklar olurdu. Nisanın birinci ve ikinci haftasında evlerin bü
tün eşyası kaldırılıp silkilerek temizlenir, büyük konakların
camlarını Yahudilere sildirirlerdi. Küçük evlerin camlarını
da ev sahipleri kendileri silerlerdi. Dolaplar, sandıklar bo
şaltılır, yerleştirilir, baharlık, yazlık her şey hazır olurdu. Bo
ğaziçi’nde yalıları, Çamlıca’da köşkleri olanlar (Çamlıca o
zamanlar büyük mükemmel köşkleri, geniş bağları,
bahçeleriyle pek mamurdu) kendi sayfiyelerine; olma
yanlar kira ile tuttukları sayfiyelere nakledip yerleşirlerdi.
NELER GİYERLERDİ: Hızır günlerinde padişah, asker
ler ve büyük, küçük sivil memurlar, beyaz pantolon giyer
lerdi. Hanımlar da kudretlerine göre beyaz keten, düz beyaz
soğukbezi patiska, üç etekli entari, şalvar, kavuşturma,
245
göğsü kapalı ve göğsü açık boy entarileri giyerlerdi. İhtiyar
ların içliği (yelek) bulunurdu. Gençler yalnız tül, ya da so-
ğukbezi kısa gömlek üstüne giyinirlerdi.
O astarsız entarilerle, astarsız şalvarlarla, kafesli kısa
çoraplarla üşümezler miydi bilmem? Üzerlerine bir şey de
örtünmezlerdi. Başlarına beyaz bağlar, bellerine de beyaz
kuşanır, güvercinler gibi gezinirlerdi. Bu beyaz entarilere
“aksedeler” adı verilmişti.
246
DİLENCİ ORDUSU: Kadınlar çıkınlarını, sepetlerini
açar, yere yaydıkları yaygı üzerine kor, etrafına halka olur,
yerler. İkinci halkayı da -Halka değil, bütün koyu saran di
lenci güruhu- teşkil eder. Açgözlüler, zenginlerin lokmaları
nı sayar. Yorulmak bilmeyen çeneleri ve iğne gibi dilleriyle:
“Açım hanım; evlâdın başı için bir lokmacık ver. Emzik
liyim... Gebeyim.” diyerek güya ağlar, sızlarlar. Çocukları
da talimat gereğince onları destekler. Verilen şeylerle, pa
ra ile yetinmezler; sıktıkça sıkar, yemeklerin hepsinden ve
rilince başka sofraya giderler. Yağlı pilavla, şekerli yemek
leri veren ellerin ne hale geldiklerini sormayın.
MESİRELERDE ÇEŞİTLİ OYUNLAR: Çayırın sarı, mor,
pembe çiçeklerin üzerindeki kadın öbekleri yemekten sonra
dağılır. Arabalardaki herkesin uzaktan görmeye çalıştıkları
eğlenceler vardır: Yamaçtaki perendebazları, al mintanlı,
poturlu Kürt hamalların kollarını birbirinin üzerine atıp davu
lun ahengine uyarak yerleri öpüp oynamaları, zıpkalı, cama-
danlı Lazların kemençe ile oyunlarını, zilli maşalarla, klarnet
le İstanbul hovarda sınıfının köçek taklidi oyunlarını, Arapla
rın kılıç kalkan vuruşmalarını; kukla, hokkabaz, kabakçı
Arap, falcı filân daha ne varsa hepsini seyretmeye giderler.
O gürültünün arasında değneklerde ham kiraz, çağla ba
dem, şerbetten tatlı, caneriği satıcıları... Turfandacılar da:
“Şeker taze! Kanlıkavak suyu... Otuz iki dişi dondurur.
Buz, buuuz. Dişine güvenen gelsin,” bağırtıları çocukları iş
tahlandırır, isterler de isterler. “ İsterim de isterinrTlerle
analarının yakalarını çekerek tepinirler. Nihayet alınır. Elle
rinde, ağızlarında yiyecekleriyle bir daha gezer tozarlar.
SAFA MI, CEFA MI: Nihayet evlerine dönüş vakti yaklaşır.
Fakat nasıl ve neyle gidecekler? İskeleye hücum başlar. İti
le kakıla sahile varırlar. Vapurlara, diğer deniz vasıtalarına
247
binebilmek için karşılaştıkları zorluklar acınacak haldir.
Haykırmak, ağlamak... kıyamet kopar. O arada dövüş, kav
ga da eksik değildir. Ama iki adım ötede bulunan, uğultu
dan başka bir şey işitemez. O arada kendini bir nakil ara
cına atabilen bahtiyardır. Çünkü güneş battığı sırada iske
lede kalanlar az değildir.
Bu, mahşerden nümune olan günü görmeyenler o hali
hayal bile edemezler. Ben defalarca gördüm. Dostumuz
Balmumcu Salih Efendinin Haydarpaşa rıhtımında namaz-
gâhın karşısında köşedeki yalının pek geniş bahçesinin ça
yıra açılan bostan kapısında oturur, oradan seyrederdik.
Akşam üstü de sahil tarafındaki pencereden görürdük.
Saray arabaları uzakta biraz durur, giderlerdi. Konaklarda
o zaman ikişer araba bulunurdu. Onlar da arabaların sıra
sında oturur, seyrederlerdi. Kira arabaları öyle çabuk git
mezlerdi. Arabasına göre bir gün için iki, üç, dört lira veren
ler masrafın acısını çıkarmak isterlerdi.
BEŞ LİRA BULMANIN GÜÇLÜĞÜ: Hızır günü için san
dık eşyasını, bakırlarını satanlar bulunduğu belki abartılı
dır. Fakat bu gezintiye uygun ferace, yaşmak, şemsiye, po
tin, ipekli eldiven gerekliydi. Bütün bunların sağlanabilmesi
için de beş lira lâzımdı. Beş liranın sağlanması da o za
manda o kadınlar (orta halliler) için kolay değildi. Ama, Hı
zır gününün onlar için bayram kadar da önemi vardı.
Artık bu günlerde (1921-1922) baharda ne çayırlar var,
ne çiçek... Fenerbahçesi bile rağbetten düştü. Ne yazık! O,
asırların büyüttüğü servileri, sakızağaçlarını kesmişler!
Yaktılarsa canları nasıl yanmadı?
ÖKÜZ ARABASIYLE KIR SAFASI: Kadınlarımızın bir
zevkleri de komşularıyle yiyecek çıkınlarını alıp erkenden
seyir yerlerine giderek açıkta yemekleriyle, kahveleriyle
248
meşgul olmalarıydı. Bu yakışıksızlığı büyük aileler de ya
pıyordu. Valideme perşembe günü özel olarak gelen mi
safirler:
“A kardeş, evimizde yemeği her zaman yiyoruz. Bizi ya
rın Göksu’ya yemeğe götür,” der, ısrar ederlerdi.
Sepetlerle sofra takımı, lengerle kuzu, sefertaslarıyle pey-
nirlipide, dolma, helva götürülür. İçeri, Göksu’yun tenha bir
yerine, hasır üstüne konan minderlere ve yastıklara oturulur.
YEMEK MASASI VE ÇATAL KULLANILMAYAN BİR
DÖNEM: O devirde konaklarda da, evlerde de sofra masa
sı kullanılmazdı. Ortaya iskemle üstüne tepsi, etrafına sof
ra şilteleri konup oturulduğu gibi çatal takımı da kullanıl
mazdı, sofra düzeni pek basitti. Bu yüzden de kır sofrala
rındaki noksanlar eğlence sayılırdı.
Dört top şalın ikişer köşesini bir araya getirip birer cari
ye sımsıkı tutar, dört köşe bir yemek odası teşkil ederlerdi.
Yemekler, o muvakkat şal duvarın üzerinden aşırılıp yere
serilmiş sofra yaygısının üstüne konur, hanımlar, bir çeşit
hapishane gibi olan kapalı yerde yemek yerlerdi. Tabiî par-
maklarıyle... Meyve de öyle... Kendileri hiç bir tarafı görme
dikleri için âlemin, onlara verilen yemekleri seyredişi hoşa
giden şey değildi. Ondan ne zevk alırlardı bilmem? Bu mü
nasebetsizliği saray halkı asla yapmazdı.
ÖKÜZ ARABASI: Pek eski zamanda koçi, yahut “ko
şu” denilen (kafesli araba) ile çıkılırmış. Koçiyi görmedim,
fakat öküz arabalarının son tantanasına yetiştim. Bizim
öküz arabamız yoktu. Yanları da pencereli kupalarımızla
Kanlıca’dan Üsküdar’a Şerif Paşanın konağına giderdik.
Şerif Paşa, Haydarpaşa Hastanesi zabitlerindendi. Eski
Hariciye Nazırlarından ve Şurâ-yı Devlet reislerinden Sait
Paşanın kayınpederiydi.
249
Şerif Paşanın eşi, annemin ahbaplarından işini ve sözü
nü bilir bir hanımdı. Bizi, kendi öküz arabasıyle Fenerbah-
çesi’ne götürürdü. Suratları püsküllü, boncuklu ayna ile
süslenmiş, boyunları muskalı, nazar takımlı öküzlerin bo
yunduruğuna sokulup üzerlerine doğru yükselmiş kırmızı
çeşitli top püsküllü, boncuklu iğri çubukların salıntılarına
uygun iki tarafa baş sallayışlarıyle mesafe alan bir çift iri
öküzün sürüklediği araba; resimlerde görüldüğü gibi uzun,
yüksek, dışı yaldızlı oyma tahtalarla nakışlı, içi yekpare şil
te ile döşeli ince çemberlerden ibaret tavanın üstü tente
makamında, başları şeritli, pullu, klaptan saçaklı al ihram
ile örtülmüş, al perdeli arabada sekiz kişi otururduk.
Evin benden büyük kızı Saadet Hanım ve başı yazma
başörtüsü ile örtülü daha büyücek cariyesi, önde oturur
duk. Taşlı, hendekli yollarda düşmek tehlikesini göze alan
annelerimiz bizi arkamızdan tutardı. Ortada gençler, arka
da cariyeler otururdu. Yemek sepetleri arkada, arabanın al
tına takılan merdivenin iki tarafındaki boşluklara asılır,
öküzler de püsküllerin harekâtını taklit ederek sallanırlardı.
YÜZ YIL ÖNCESİ TÜRKÜLERİ: Tahminimce 73 (1857)
tarihinde bir gün yine davet olunup Fener'e gidiyorduk. Üs
küdar’ın sıkışık mahallelerinden, dar sokaklarından sonra
yüz yıllık servilerin koyu gölgeleri altındaki son yatakların
da istirahate bırakılmış, ebedî uykuya dalmış, nam ve ni
şanları silinmiş, bazılarının güya baş başa verip terk edil
mişlikten, ilgisizlikten şikâyet ve hasbihal eden hali, çoğu
devrilmiş, düşmüş, kırılmış mezar taşlarından anlaşılan
muhtelif şekil ve büyüklükte kavuklu, külâhlı insanların, ec
dadımızın mezarlarından geçip Haydarpaşa ile Selimiye
arasındaki geniş talimhane meydanına çıkılınca o tenhalık
gönlümüzü açtı.
250
O zamanda o muazzam Selimiye Kışlası’ndan, Haydar
paşa Hastanesi’nden başka bina yoktu. Kadıköyü’ne giden
sahilin mevcudu da Hayriye tüccarından Balmumcu Salih
Efendi’nin geniş bahçeli yahşiyle birkaç yalıdan ibaretti.
Oraya gelinceye kadar fırtınadan kabarıp birbiriyle çarpı
şan dalgalar gibi koca püsküllerin birbirlerine vuruşlarına
ve cümbüşlerine bakıp eğleniyorduk.
Talimhane meydanında teneffüs ettiğimiz saf hava ve
manzara bizi neşelendirdi; türküye başladık. Bildiğimiz beş
türküden üç ambarlı Mahmudiye gemisi hakkında söy
lenmiş:
Mahmudiye üç direkli
Filikası on kürekli
Tayfası aslan yürekli
Mahmudiye yandı gitti.
Bizleri hep mahzun etti.
251
birbirine “bana bak” karşılığında “dis done” deyişlerini işi
ten halk, bu yabancılara “didonlar" adını vermişler. Bu di
don hitabıyle hayli tuhaflıklar olmuş.
252
Tabiî ne anlıyorduk, ne de hatırımızda kalıyordu. Biz yalnız
nakaratı olan:
253
Talimhane’nin üst tarafında Selimiye mahallesi hanele
rinin bahçe duvarları vardı. Bir kısmı hâlâ (1921) duruyor.
O yere “Duvardibi” derler. Fener’den dönüşte araba, hay
vanlarını dinlendirmek bahanesiyle durur, birbirine bakışır-
lardı. Orada Üsküdar ayaktakımı da çok bulunurdu. Satıcı
ların dönüş merkezi de orasıydı.
Seyir yerlerinin bazılarının böyle akşam üstü durak yer
leri vardı. Çamlıca meşatlığı, Bağlarbaşısı, Beylerbeyinin
Havuzbaşisı, İstanbul cihetinde oturanlar için Kâğıthane
dönüşünde Silâhtarağa, Beşiktaş, Ortaköy semtleri için
Hacıhüseyin bağı vardı. Biz ihtiyarlar, gençliğimizde o gün
kü gezinti yerlerimize pek sık gittiğimizi unutup şimdikileri
kınamaya pek de haklı olmadığımızı biraz düşünmeliyiz.
KIZLAR SOKAĞA YALNIZ ÇIKSIN MI, ÇIKMASIN MI:
Burada bir mesele de kimlerin araba, kayık ve yaya gezin
tilerine göre giyiniş meselesi, bir de genç kızların yalnız so
kağa çıkıp çıkmaması meselesi var. İnsafla düşünelim.
Şimdi hususî araba idaresi külfetli ve masraflı. Kira araba
ları, bilhassa tramvay kolaylığı ve ucuzluğu var.
Yalnız gezmek meselesine gelince: Hani o kâhya kadın
lar, kalfalar, cariyeler; kayınvalideden de ayrı oturuluyor.
Gençlerin işi olmasa da elbet ara sıra gezinmeye, görüş
meye çıkacaklar. Gerçekten mürebbiyeler, muallimeler,
madmazeller müstesna, fakat onlar ender bulunuyor; âciz
fikrimce yalnız çıkmak, “mürebbiye” adı altında ne olduğu
belirsiz, geçmişi şüpheli meçhul kimselerle sokağa çık
maktan daha iyidir.
Bazı gençlerimizin dikkatten uzak tutmamaları gereken
bir şey var: Lâubali tavırlarla yüksek sesle konuşmalardır. O
hal, kadınlığın ağır başlılığını, zarafetini zedeliyor. Yoksa,
gezmelerine bir şey denemez. İçlerinde bugün mektebine,
254
memuriyetine devam edenler çoktur, uçmazlar ya! Elbette
sokaklardan geçmeye mecburdurlar. Bir de, şimdiki haya
ta bizim vaktimizdeki gibi yalın bilgiler yetmiyor. Geleceği
ni ve geçimini sağlamak için çok çalışıyorlar. Yorgun kafa
lar (tabir kabaca düştü, af buyurulsun) evlerde kapana-
maz. Onun için biraz da gezmek hususunda mazurdurlar
zannederim. Yeni fikirlerin ve şimdiki (1921) tahsilin yeni
âdetlere ihtiyacı vardır. Bu, inkâr edilemez. Uygun ve ma
kul olanları kabul etmek lâzımdır.
ÇAYLAK YAVRUMU KAPAMAZSIN OYUNU: Mayıs gü
nü bütün âlem gibi bizim için de sevinçli, şetaretli bir gün
dür. O gün devlet merkezi ve vilâyetler, hatta köy halkı sa
bahleyin erkenden kırlara çıkarlar. Zenginler, sayfiyelerinin
dağlarında, bağlarında, kendilerine ve gayrı resmî dostları
na kır yemekleriyle (Kuzu, yalancıdolma, helva) ziyafet ve
rirler. Sofrada süt, taze peynir, hazırlop yumurta, taze so
ğan da bulundurulur. Başlarında başörtüsü olduğu halde
“esir almasa”, “çaylak yavrumu kapamazsın”, “koşuş
ma” oyunlarıyla akşama kadar eğlenir, ellerinde kır çiçek
leriyle dönerler.
Büyük bahçeleri olmayanlar yakınlarındaki kırlara çıkar,
süt içer, yanlarındaki yemekleri yer, gezinir, eğlenirler. Ma
yıs gezintilerinin en parlağı Kâğıthanedir. Bilhassa Kâğıt-
haneye dereden gidiş, zurna, klarnet, çifte nekkare, darbu
ka, zilimaşa, türkü, mani ile pek keyifli olurmuş. Bu keyif
hâlâ (1921) devam ediyor.
KARI-KOCA AYNI KAYIĞA BİNEBİLİR Mİ: O mahşerde
kayıklarda kadınlar da bulunur. Küçük esnaf erkeklerinin ai
leleriyle bir kayıkta gitmelerine engel olunmaz, beraber ge
zebilirmiş. Kayıklar, sandallar, ev halkını Hünkâr Köşkü civa
rındaki köprünün yanındaki sahile döker ve dere kenarında
255
yer bulanlar mutlu sayılırmış. Her takım, bir ağacın altında se
petini açar, çocuğu varsa dallara salıncağını kurar, akşama
kadar vaktini hoşça geçirirmiş. Akşam üstü, ellerinde Kâğıt
hane çiçeği, çayır çiçekleri demetleriyle yine geldikleri gibi
keyifli yola çıkar, Bahariye ve Silâhtarağaya da uğrayıp ev
lerine neşe içinde dönerler. Bu yerlerdeki kebapçılar, yoğut-
çular, seyyar satıcılar da memnun kalırlarmış.
ARAP KADINLARI VE MESİRELER: İstanbul halkının
bir kısmı da Veliefendi ve Çırpıcı çayırlarına giderlermiş.
Orada da hovarda çalgıcılar, maniciler, salıncaklar, satıcı
lar; çeşitçeşit seyirler olurmuş. Fakat. Kâğıthane deresi sa-
fasiyle kıyas kabul etmezmiş. Mayıs günü gezintisi olarak
oraya Arap kadınları toplanırlar, halktan ayrı bir kenara otu
rurlar. Çoğu aşçılıkla geçinen bu biçareler boncuklarını, al
tınlarını takıp temiz yaşmaklarıyle renk renk feraceler gi
yer, helvasını, dolmasını alır, oraya gelirlermiş.
Çayırı çiçekler gibi donatan bu al feraceli Araplar, beyaz
yaşmak arasından gözüken parlak siyah gözleriyle gelincik
çiçeği tesirini bırakırlarmış. Bu kadıncağızlar kuzularını pi
şirip turşularıyle yemeklerini rahat yiyip kendi âlemlerinde
gülmek, eğlenmek istediklerinden bizim, safalarına katıl
mamızdan pek hoşlanmazlarsa da sokulanlara ikramda
bulunmaktan da geri kalmazlar.
ÇEŞİTLİ SEMTLERDE OTURANLAR HANGİ MESİRE
LERE GİDER: Beşiktaş ve civarından araba gezintisine
kudreti olmayanlar oradan Ortabahçe’ye, Hacıhüseyin ba
ğına, Fulya tarlasına, Ihlamur’a, Yıldız’a çıkarlardı. O za
man Yıldız’da yalnız Valde Köşkü vardı. O da küçük bir bi
na... Bahçesi olan diğeri de Çırağan’ın arkasına inen ya
maçta idi. Yıldız dağı, üstü fıstıklık boş bir dağa idi.
Orada vadide hiç ev yoktu. Kuruçeşme, civarı ve Arnavut-
köyü halkı, Maslak ve Ayazağa taraflarına; Rumelihisarlılar
256
Şehitlik tepesine ve Baltalimanı’na; Boyacıköylü ve Emir-
gânlılar Fıstıklı’ya; Büyükdere halkı Sarıyer sularına gider
ler. Anadolu yakasında oturanlar Fenerbahçesi’ne, Hay
darpaşa’ya, Bağlarbaşı’na, Çamlıca’ya, Fıstıklfya (Beyler-
beyi’nde), İcadiye tepesi’ne, Küçüksu’ya, Göksu’ya, Otağ-
tepesi’ne ve Anadoluhisarı’nda Mihrabat’a, Kavacık’a, Çu-
buklu’ya, Sultaniye’ye ve Beykoz’a giderler.
PADİŞAHIN ADINI KOYDUĞU MİHRABAT: Mihrabat
hakkında biraz bilgi vereyim: Mihrabat, Kanlıca ile körfezin
arasındaki dağın üstünde bütün Boğaziçi’ne hâkim bir
mevkidir. Bağ ve meyvelikle çevrili, kenarı mermer döşeli,
etrafı asırlar görmüş yüksek fıstık ağaçlarıyle örtülü büyük
bir şeddin ortasında bir fıskiyeli ve dört tarafındaki aslanla
rın ağzından sular fışkırır dört köşe bir havuz... Bu şeddin
körfez tarafında ahşap bir köşkü vardı. Oraya, körfezdeki
Vecihi Paşa yalısından arka sokağa geçilip bahçeden iki
tarafı servili yokuştan çıkılırdı.
Yalının ve dağın evvelki sahibi, o vaktin padişahını da
vet edip bağda ziyafet vermiş. Padişah pek eğlenmiş,
memnun olmuş, o yere “Mihrabat” adını vermiş. Padişahı
ve ziyafetin tarihini bilmiyorum. Birçokları, maiyet-i şahane
yi gördüklerini ve dağdan denize kadar fenerlerle, meşale
lerle donatıldığını, çalgıları ve oyunları, yaşlı kadınlar, an
nelerinden işittiklerini söylediler.
Ben gördüğüm zaman sahibi Vecihi Paşa idi. Köşk ha
rap, havuz ve set yıkılmış, bağ ve meyvelik kurumuştu. Ka
dir bilmeyenlerin baltalarından kurtulan bazı servilerle fıs
tıklar kalmıştı.
ZURNALI, DAVULLU DOLMUŞ KAYIKLARI: Mayısta,
köyde oturan kadınlar topluca Sultaniye’ye, Beykoz’a gi
derler. Bu gidiş pazar kayıklarıyle olur. Mahalle bekçisi,
mahallede ve yalının arkasındaki sokakta:
257
“İskelemizin pazarkayığı filanca gün kadınları Beykoz’a
götürüp getirecek. Gitmek isteyenler sabahleyin filanca sa-
atta iskeleye buyursun.” bağırtısıyle haber verirdi.
Mahallede bir telâş uyanır, sefertasları, sepetler, çıkın
lar, yaygılar akşamdan hazırlanırdı. Bayraklarla, çiçeklerle
donanmış pazarkayığı, belirli saatta renk renk feraceli, her
yaşta beyaz, siyah kadınlar, başörtülüden kundaklıya ka
dar irili ufaklı çocuklarla ağzına kadar dolardı. Reisin:
“Daha var mı? Gel dolmuşa!” narasını uzaktan işitenler
de koşar yetişirler, fakat yer bulmak meselesinden kalaba
lık karmakarışık bir hal alırdı.
(Dolmuş, Beşiktaş’tan Üsküdar’a adam başına onar, yir
mişer para ücretle yedi, sekiz kişiyi birden götüren piyade
lerdir. Bu kayıkçılar yükünü alıncaya kadar “gel dolmuşa”
diye bağırırlar).
Kayığın ta burun ucunda yüzleri denize, arkaları kadınla
ra dönük oturtulmuş zurnası ile nekkarecinin ahenkleriyle ka
yık açılır, sahilden yavaş yavaş giderler. Yalıların pencerele
rinden, kafeslerin altlarından parmaklar, eller çıkar, mendiller
sallanır, neşeler taşardı. Beykoz’a gider, akşama kadar eğle
nirler, akşam yine pazarkayığıyle keyif ile dönerler.
Pazarkayıkları, cumadan başka her gün güneş doğar
ken yolcularını İstanbul’a götürür, ikindiden önce getirirdi.
Sepet, küfe, bohça gibi emanetler de kabul ederdi. Nakil
mevsimlerinde de eşya naklederdi. Ev sahibi olanlar eşya
larını nakletmezlerse de yine ufak tefek hayli şey ortaya çı
kar. Bizim eşyayı Kanlıca pazarkayığı naklederdi. Ambara
eşya konur, burun tarafına mutfak eşyası... Arka küpeşte
ye ihram serilir, oraya da cariyeler otururlardı.
Annemin akrabasından kâhya kadınlık vazifesini yapan
Hatice Hanım, kızlarla beraber pazarkayığında giderdi. Bu
258
seyahate daima imrendiğim halde muvaffak olamazdım.
Saraydan geldiğim bir gün bizim nakil günümüze rastla
mıştı. Annem, hemşirem gitmişler. O gün bana gün doğdu.
Pazarkayığı ile gidecektim. O gün erkek elbisesi giymedi
ğime memnun olmuştum. Dantelli, pembe ipekli entari ile
pembe güllü kurdeleli başlığımla pazarkayığında keyifli ke
yifli oturuşum gülünçtü. Bense sevinçten gülüyordum.
O koca kayığın hantal küreklerini çeken kimi fesli, kimi
başına sıkıca bir şey sarmış, güçlü kuvvetli Anadolu yiğit
leri, aralarında kendilerine göre şakalarla yorgunluk duy
mayarak denizi yara yara bizi karşıya geçirdiler.
PAZARKAYIĞI YARIŞLARI: Yukarıda arz ettiğim mayıs ge
zintileri başladı. Bir sabah arka sokakta bekçinin sesi işitildi:
“Pazarkayığı cuma günü erkekleri, pazar günü kadınla
rı Beykoz’a götürecek, ezandan sonra ay ışığında döne
cek. Gidecek hanımlar fenerlerini alsınlar, filanca saatta is
keleye gelsinler. Hamlacılara akşam yemeği ikramını unut
masınlar.”
259
(Tabla taşımak, mangal yakmak gibi kaba hizmetleri ya
pan Vanlı, Bitlis civarından ve Erzurumlu Ermeni hizmet
kârlara “Ayvaz” derlerdi. Bunlar birkaç kişi olursa başları
na “Ayvaz Kâhya” denirdi. Ayvaz Kâhya, haremle beraber
sokağa giderdi. Koyu renk yahut maviye yakın çuha şalvar
üzerine klaptanla kısa mintan giyer, başlarına siyah sarık
sararlardı. Sonraları yalnız fes giydiler. Gayet sadık, itaatli
adamlardı. Çalıştıkları kapıda ihtiyarlayınca yerine oğlu ge
tirilirdi.)
Pazarkayığına kalfalar, mahallenin hanımları, kadınları
da, sefertasları, sepetleri, çıkınları ile geldiler.
Bizim yalı halkı arasında iki bey vardı: Biri İzzet Bey, di
ğeri Hatice Hanımın oğlu sütkardeşim Emin Beydi. (O de
virde sütkardeşliğin büyük ehemmiyeti vardı.)
Kadınlı, çocuklu hıncahınç dolmuş pazarkayığının kü
peştesini süsleyen renk renk feraceli canlı çiçekler, kayık
taki hakikî çiçeklerden çok daha parlaktılar.
İskeleden “Allah selâmet versin” temennileri ve zurna
ahenkleriyle açıldık. Pencerelerden mendiller sallanıyor, biz
de mukabele ederek gidiyorduk. Arkadan, bizimki gibi kadın
dolu bir pazarkayığı gelip bizi geçti. Geçenlerin alayları,
kahkahaları bizim kayıkçıları hiddetlendirdi. Reisin: “Aaaa-
al!” emriyle on kayıkçı kuvvetle küreklere asıldı. Geçtik.
Öbür kayığın hamlacıları da davrandılar. Bizi yine geçtiler.
Bu sefer daha çok kahkahalarla güldüler. Bu, bizimkileri
büsbütün kızdırdı. Yarış başladı. Kâh onlar geçiyordu, kâh
biz... Bir yandan da birbirlerine küfür savuruyorlardı.
Kayıkçılarla beraber zurnalar ve nekkareler de ahenkleri-
ne devam ediyor, heriflerin yaygaralarını bastırmaya çalışı
yorlardı. Kadınlar, çocuklar korkup feryada başladılar. Niha
yet bora, fırtına geçti. Herkes yerine oturdu; reisler anlaştılar.
260
Evvelâ, bizim kayık ileride bulunduğundan hak bize bırakıl
dı. “Yol böyledir” dediler, bizi geçirdiler. Beykoz’a yakla
şınca her günkü âdetleri gibi kayıkçının biri basamağın üs
tüne çıkıp ayakta durarak:
“Hooooş geldiniz, safa geldiniz. Hazır olun. Baştaaa-
aan, kıçtan.”
Diye bağırıp ücreti toplayacağını haber verdi ve topladı.
Günlük seferlerde başa erkekleri, arka küpeşteye kadınla
rı oturturlardı. İstanbul’a gidiş dönüş yirmişer paradan kırk
para idi.
ÖKÜZ ARABASIYLE YUŞATEPESİ SAFASI: Pazarka-
yığı iskeleye yanaşmadan kadınlar pür telâş kalktılar. Bu
telâşın bir sebebi, o yarış kavgasından kalan ürküntüden
kurtulmak, diğeri de Yuşa’ya çıkmak için araba tedariki idi.
Bizim Artin Kâhya hemen uçtan atlayıp iskeleden bir öküz
arabası tuttu; merdivenini çıkardı, orada bekledi. Biz, on ki
şi arabaya yerleştik, yola düzüldük. Geri kalanlar da öküz
binek arabası, yük arabası, ne buldularsa doluştular. Mer-
kepli kadınlar da vardı. Yokuşu karadan tırmananlar da ol
du. Yuşa dağı tepesine çıkınca nerelerden gelmişlerse biz
den evvel yetişmiş, ocaklarını yakmış yaygılarının üzerine
oturup yerleşmiş hayli kadın bulduk.
Yuşa velinin türbesi yok. Orada kulübeden çıkan bir
adam gayet uzun bir kabir gösterip:
“Yuşa Hazretlerinin boyunun yarısıdır,” dedi.
Diğer yarısının da nerde olduğunu söyledi. Ama hatı
rımdan çıktı. Ziyaret ettik. Ruhuna Kur’an okuduk. Etrafı
mıza bakındık. O mevkiden görünen her yerin güzelliğine
hayran olduk. Fakat az oturabildik. Çünkü o kadar kalaba
lığa göre gölge verecek ağaçlar yoktu. Olanları da önce gi
denler tutmuşlardı.
261
Beykoz çayırına inip istirahat ettik. Gelenler çayır kenarla
rında ağaçlar altında oturdular, beykoz çayırı baharda pek
güzel ama bütün günü orada geçirmek bence pek de arzuya
lâyık gibi değil. Meğer ki, kafa dengi bir dost bulunsun.
Orada rastladığımız bir madam bizi Kara Kâhya’nın bah
çesine götürdü. Gezdirdi. Bahçe sahibinin kendi de, ailesin
den kimse de yoktu. Madamın kocası olan bahçıvanbaşı ga
yet güzel çiçek demetleri ikram etti. Ama yarısını yalıya gö
türmek nasip olmadı. Kayıkta birer birer yağmalandı.
Dönüşümüz pek güzeldi. Pazar kayığımız mehtapla is
keleden açıldı. Kürek kullanamayarak akıntı ile iniyorduk.
Meğer içimizde mani, şarkı söyleyecek hanımlar varmış.
Kayıkçılardan ve zurnacılardan başka erkek yoktu. Birkaç
mani söylediler. O vaktin şu şehnaz makamındaki şarkısı:
262
EVLENME GELENEK VE
GÖRENEKLERİ
ON İKİNCİ b o l u m
NİŞAN
265
yanlar çoktur. Düğün hazırlıkları başlar. Askıcı kadın geçi
ci olarak konan direklerle oba teşkil ederek top şallarla ge
lin köşesi yapar. Gelinin bir veya birkaç ahbabı tarafından
getirilmiş, balmumundan yapılmış, varaklı, telli, pullu, çi
çekli, gayet iri süs, odanın uygun yerine konur. Yarım asır
dan fazla bir zamandan beri bu moda kalkıp askı kollar,
kurdeleler ve yapma çiçeklerle gelin köşesi ve gelin odası
nın tavanı süslenmek âdet olmuştur.
Gelin, damadın evine gidecekse askı asıldığı pazartesi
günü cihaz (çeyiz) alırlar. Gümüşlü kahve ve şerbet takım
ları gibi şeyler kurdelelerle ve renkli gazlar içinde bağlı tep
siler ve tablalarla birer adamın başında ve sandıklarla, ya
tak ve döşeme takımları yük arabalarıyle yarı örtülü olarak
naklolunur. Hepsine üçer, dörder arşınlık kumaştan askı
asılır. Ağaların konumuna uygun bohça ile birer takım ça
maşır ve bahşiş verilir.
ÇENGİLİ, ÇALGILI GELİN HAMAMI: Pazartesi veya
çarşamba günü çengi getirtilir. Gelin, çarşı hamamına gö
türülüp orada çengilerin ahenkleri, oyunlarıyle yıkanır. Çar
şı gelin hamamı ahengi (1920) hâlâ var. Gelin hamamını
haber alan halk eğlenmeye gider, isteyen yıkanır. Çengile
rin sazlarıyle teflerinin gümbürtüsünün, “Oh yaşa’larının,
"Alâ alâ hey” naralarının kubbeden gelen aksine, gülyağı
ve keskin lavanta kokularına, birçok ıslak peştemallı çıplak
vücutların manzarasına tahammül eden, akşama kadar
memnunen oturan seyirciler olurmuş.
KINA GECESİ: Çarşamba akşamı gelin evinde kına ge
cesi yapılır. Yemekten sonra pullular giyinmiş gelin koltukla
narak, önünde kıvrak çengiler, ellerinde yanan renkli bal-
mumlarıyle güzel giyinmiş kızlar yürüyerek yavaş yavaş ge
tirilir, büyüklerinin ellerini öper, oturur. Çalgı ve oyun devam
266
ederken gelinin avuçlarına çiçek ya da ay yıldız resminde
delik açılmış kâğıt üzerine ve parmaklarının uçlarına da bü
külmüş tülbent parçasıyle yüksük kına, ayaklarına yaprak,
yani topuğa ve ayağın üstünden aşırılarak kurdele sarılmış
gibi kına konur, tülbentle bağlanır, sabahleyin çözülür.
Kına gecesi misafirlerine kahve, şerbet verilir ve etrafı
na mumlar yapıştırılmış tepsilerle güzel tabaklar içinde çe
şitli meyve ve şekerlemeler çıkarılır. Çengiler bütün gece
çalar, çağırır, oynar, oyunlar çıkarır, kına gecesi halkını eğ
lendirirler.
Perşembe sabahı gelin giydirilir. Başını pek eski za
manda askıcı kadın yaparmış. Sonraları eli yakışan hanım
lara yaptırılırdı. Teli, duvağı, nikâhlı hanım, yani kocasın
dan iyi muamele görmüş, aralarında boşanma olmamış ka
dın eliyle:
“Allah yıldız barışıklığı, dirlik düzenlik versin. Benim gibi
yaşamak darısı başına!” duasıyle konur, elmaslar takılır,
sorguç konur, yapıştırmalar yapıştırılır.
Sorguç, saç gibi ince tellerden yapılmış süpürge şeklin
de gelin süsüdür. Düz beyaz, pembe, mavi, tirşe gibi pek
açık renklerden yahut üç renk birden yapılmıştır. Evvelden
sapı, ipekli kuş, kelebek ya da çiçekti. Başın iki tarafına da
muhtelif vaziyette ve muhtelif renklerde birer tane takılırdı.
Sonra, süslü gelin başlıklarının ortasına bir tane kondu. Az
örselenmekte tellerin kırılıp toz haline gelmesine göre sır
çadan yapılmış olduğunu zannediyorum, neden olduğunu
bilmem. Sorguç yerine bir müddet sonra tüy konuldu.
YÜZ YAZMAK: Yapıştırma, altına kadife parçası konmuş
dört parça elmastır. Yüzlük liraya yakın büyüklükte olan
üçünden ikisi yanaklara, birisi çeneye, daha büyük olan
dördüncüsü alna zamk ile yapıştırılır. Tel duvak, sorguç,
267
yapıştırma, başlık, güvey tarafından gelir. Bunları, ücretle
aldığı yağlıkçıya cumartesi günü iade eder. Cuma günü
yalnız alnının yan tarafına bir tek yapıştırma konur, tel du
vak konmaz. Pek eski zamanda gelinin yüzüne zamkla
muhtelif çiçek resimleri yapılıp, üzerine ince kırkılmış tel ve
renkli pullar yapıştırdığından “yüz yazmak” denilirmiş. O
âdet kalktıysa da ismi kaldı. Gelinin süsü bittikten sonra
sofrada annesinin, babasının ellerini öper.
Daha ziyade hürmet ve zarafet göstermek isteyip ayak
öpenler de vardır.
KOLTUK: Babası kızının beline şal yahut tokası elmas
lı sırma şerit, kemerler bağlar, annesi de bir elmas takar,
para serpilir. İç güveyi alınıyorsa, güvey, gülabtan, buhur
danla karşılanıp koltuklanarak yukarı çıkarılır. Misafirler de
toplanınca gelin koltuklanıp götürülür, kayınvalidesinin eli
öptürülür. Misafirlere de el öpmek ve temenna etmek vazi
fesini yapar, duvağını örter, orta kata indirirler. Sabahtan
başlayan erkek saz takımı ya da çengiler devam eder. Kol
tuk töreni haber verilince hemen yürükçe bir hava başlar.
(Koltukta senelerce Cezayir marşı çalındı. Son senelerde
değişti. Yürükçe bir şey çalıyorlar). Güveyi getiren askıcı
kadın orta kat sofasında:
“Uğurlu, kademli olsun. Dördöşlü (döllü döşlü) olunuz,
beraber kocayınız,” dualarıyle gelini takdim eder. Sağ kol
tuğuna güveyi, soluna askıcı girer. Yere serilmiş iki kişilik
yaygı üzerinden gelin odasına giderler. Damat, çıkarken
gelin odasına ve sofaya para serper, selâmlığa gider, mi
safirlerin hepsine ziyafet verilir. Akşam üstü herkes gider.
GELİN ALMA TÖRENİ: Cuma günü öğleye yakın güveyi
halkı ve diğer davetliler, Paça’ya gelirler ve yemekten sonra
dağılırlar. Kız dışarı, yani damadın evine verilirse güvey hal
268
kı gelmeden evvel kuşak kuşanma töreni olur biter, gelin bir
odaya girer, akran kızlarla oturur. “Gelin alıcılar geliyor”
haberiyle evin içi dalgalanır. Önde boş gelin arabasının ar
kasında gelin alıcı hanımların arabaları ve kız tarafına mah
sus boş arabalar, atlılar gelirler. Kayınvalide ve gelen diğer
hanımlar gülâbtan ve buhurdanla kapıdan karşılanarak:
“Hoş geldiniz, safa geldiniz, kademler getirdiniz”le
koltuklanarak soyunmaya ayrılan odada feraceleri, yaşmak
ları alınıp yukarı çıkarılır. Tatlı kahve verilir. Gelin getirilip ka
yınvalidesinin elini, büyük bir hanımefendi ise eteğini ve
yaşlıların ellerini öper, gençlere temenna eder, biraz oturur.
“Damadın gözleri yoldadır, üzmeyelim” lâtifesiyle ge
lin arabaya bindirilmek üzere indirilirken gelin alıcı ve kız
tarafları hemen iner, arabalara giderler. Arabalarda yer
kapmak için küçük düğünlerde bu iniş hayli telâşlı olur. Ge
lin kapı ile araba arasında iki tarafa gerilen perde arasın
dan geçirilip arabasına konur. Karşısına, akşam, yengelik
vazifesini yapacak kadın oturur.
Gelin, arabaya yaşmaksız girdiği için perdeler derhal in
dirilir. Gelin taraftarlarınca astırılan renk renk askılarla (Ge
lin arabasının arabacı iskemlesinin iki tarafına çuha yahut
diğer pahalıca bir kumaş, diğer arabalara, atlıların hayvan
larına üçer dörder arşın yünlü bağlanır) donanmış hoş
manzaralı arabalar, atlılar, gelin alayını teşkil eder, yavaş
yavaş giderler. Damadın evine yaklaşılınca biri atını sürer,
damada müjde verir. Arkadaki 20-30 arabadaki hanımlar,
gelin arabasından evvel yaklaşır, iner, koltuğu görmek için
girer, merdivenlerde, sofalarda yer tutarlar.
ERKEĞİN EVİNDE: Gelinin yüzüne duvağı örtülür, ge
çit için perdeler gerilir, kayınpederi arabadan indirip dama
da verir. (Sonraları sol koltuğuna bir haremağası girmek
269
âdet olmuştu). Sağ koltuğuna temenna edip damat girer,
sol koltuğuna askıcı kadın yahut yenge girer, yere serilen
yaygı üstünden yürür. (Yaygı, zenginlerde toplarla şallar ya
da ağır üsküfe (gümüş tel ve ipekle dokunmuş yerli kumaş,
tepebaşı canfes üstüne klaptan ve pulla işlenmiş, yahut ka
dife çuhadır. Yaygıyı yerden yenge yahut dadı bacı toplar).
“Allahını seven maşallah desin” vaveylası, “Maşal
lah ne kadar da yakışmışlar, beraber kocasınlar” takdir
leri, dualarıyle kalabalık arasından zorlukla geçer, gelin
odasına girerler. Kapıyı kapayıp, kapı altında bekleyen
yenge iki dakika bile geçmeden kapıyı vurur, açar ve: “El
verir oğlum” diye adamcağızı hayat arkadaşını duvağı al
tından ilk gördüğü anda bir iki söz söylemeye vakit bırak
maz. Damat, yenge için odaya para serper, çıkar. Sofaya
da para serperek giderken -koltuğu görmek için başlarına
ellerindeki küçük mendillerini koymak suretiyle güya örtü
nüp sandalyelerin tepelerinde ve yerde duran- misafir ha
nımlara iyice bakıp görmek fırsatını kaçırmayan açıkgöz
güveyler de vardır. Koltuğa yetişmek için uzak mahalleler
den ta erkenden gelen seyirciler, kızın, kocasının huzuru
na ilk çıkışından ve bilhassa yüzlerce meraklı gözlere he
def olduğu için heyecanını geçiştirmeye birkaç dakika bı
rakmayı hatırlarına bile getirmeyerek hemen gelin odasına
hücum ederler. Güveyinin, gelini beğenip beğenmediğini
yüzünün hatlarından güya anladıkları gibi, gelinin de gü
zelliği arasında bir çirkinlik ararlar ve nazarlarını daha da
ileri sürerek hislerini anlamaya bile çalışırlar.
YEMEK SEREMONİSİ VE ÇEŞİTLERİ: Düğün sahibi
nin hali müsait değilse misafirler unlu düğün çorbası, et, pi
lav, zerde; zenginse pilav, zerdeden başka mükemmel bir
ziyafet çekerler; masalı sofralar âdeti gelmeden evvel özel
surette yapılmış toparlak sofra şilteleriyle onar kişilik birçok
270
sofralar kurulur. Sofra hizmeti de düğünde hizmet eden
soygunlarla (soygunlar, düğünlerde ücretle hizmet eden
kadınlara denir. Bunlar düz biçim entariler giyinip bellerine
şal kuşanmış kesik saçlı, gerdan köşelerine manalı çiçek
işlenmiş, ince tülbent boyunbağlı hanımlardır) evin kalfala
rı yaparlardı.
DERGİ ODASI: Seyircilerin bazıları yemek tarafına da
gidip bakmaktan çekinmezler, dergi odasına da (dergi oda
sına gelinin çeyizi, süpürge ve nalına varıncaya kadar yer
leştirilir. Kapısına kafes konup bir bekçi kadın oturtulur, se
yirciler kafesten bakarlardı. Pek eski zamanlarda duvarla
ra entariler, çamaşırlar, havlu, çevre, uçkur asarlarmış. İs
tanbul’da o âdet kalkıp dergi odası yapılmış, sonra o da
geçip yatak odasını göstermek, gümüş takımlarını da ora
ya koymak âdet oldu) koşmak isterlerse de koşmak değil,
yürüyemezler bile. Kendilerini iten bir cereyana kapılıp dal-
galana dalgalana ilerlerler. Beyaz yaşmaklarla köpüklü in
san deryasına benzeyen o kalabalık akşama kadar devam
eder. Ev çatırdamaya başlar:
“Gören çıksın, gören çıksın. Ev yıkılacak hanımlar!” İhti
yarları hayli telâşa verirse de kimse ne çıkar ne de çıkartılır.
“Hanımlar, kadınlar. Artık elverir, çıkınız, biraz da başka
ları görsün. Halk, sokak kapısında kaldı,” azarlamalarına
da ehemmiyet vermez ve gitmezlerdi. Soygunların, cariye-
lerin engel olmalarına rağmen her yeri dolaşırlar. Bir kısmı
da saz çalınan odanın kapısında demirler. Bazıları sevdik
leri şarkıları da ister, çaldırırlar. İstedikleri şarkı dolayısıyle
makam değiştirmek lâzımmış, orasına aldırmazlar bile.
Davetliler için hazırlanmış sandalyelere sahip olur, yerleşir,
saatlarını kayıtsızca, keyifle geçirirler. Sanki gelmeye, sıkı
şıp rahatsız olmaya zorlanmış gibi tavırlarla “Of öldüm,
271
bayıldım,” şikâyetleriyle insan seli arasında itile kakıla yol
bulup yukarı çıkmaya çalışanların halleri (uzaktan bakmak
şartıyle) görülecek şeydir.
Mahşerden bir örnek olan bu cemiyete yüksek tabaka
dan ta susam helvacısı araplara kadar her sınıf halk gider.
Bazen ben de giderdim. Tenhaca bir anda çıkardım. Kadın
larımız için seyir yerlerinde, gezintiden başka hiç bir eğlen
ce olmadığı o zamanda -ne tarafta olursa olsun- büyük bir
düğün işitilince vapurlarla, arabalarla sevinerek gidilirdi.
İtilmek, sıkışıp rahatsız olmak ve yorgunluk unutulur, meş
hur bir düğün varsa, ertesi hafta yine gidilirdi.
İçgüveysi ise; damadın akrabası ve misafirleri, kız dışa
rı verilirse gelinin akraba ve misafirleri akşam üstü hep da
ğılırlar, gelinle çeyiz halayığı (çeyize dahil olarak verilen
cariye) ve yengelik edecek kadın kalır. Akşam damat gelin
ce duvağı örtülü gelini seccadenin gerisinde ayakta bulur.
O iki rekât namazını kılıncaya kadar gelin, birçok halkın si
pariş ettiği duaları eder. O vaktin garipliklerinden olarak, ak
ranından aldığı talimatla yavaşça; “Bir paraya köle aldım”
deyip namaz kılan kocasının başından aşırarak seccadenin
üstüne bir para atar. Yenge el ele verirken de “sözüm üst
olsun” tembihiyle güveyin ayağına basar. Böyle boş ümit
lere kapılan erkekler de bulunurmuş ve daha evvel davra
narak aldatıp şalvarın paçasına basınca kız hemen ayağı
nın üstüne basarmış. Böyle münasebetsiz şeyler bilhassa o
anda hiç hoş değilse de bu yakışıksız hareketleri edenler
varmış. (Bu dost nasihatinden yarım asır evvel ben de his
sedar oldumsa da tabiî istifadeye kalkışmadım).
Güveyi, gelini köşeye oturtup yüzgörümlüğünü (gelinin
hediyesini) kendi eliyle taktıktan sonra duvağı açabilirmiş.
Tepsi ile yemek getirildiği zamanlarda güya sırası gelince
eşine karşı şiddet gösterebileceğini ve itaat lüzumunu ima
272
için hemen tabaktaki tavuğu alır, parçalar, hareminin ağzına
bir lokma verirmiş. Bunu darbımesel gibi ihtiyar kadınlar
söylerlerdi. Elli, altmış seneden beri yemek yerine meyve
ve şekerleme âdet oldu. (Bu âdet, birbirini hiç tanımayan
kişilere tanışma ve sohbet fırsatı verirdi). Kahveyi, düğün
de kahvecilik eden kadın kapıya kadar, oradan da içeri
yenge getirir, geline takdim edermiş. Kapıda dört gözle
bahşiş bekleyen kahveci, tepsiyi kapıp gidince kapıdan
seyredenler, güveyin artık işitemeyecekleri sözlerini, ertesi
günü, gelinden tahkike karar verip çekilirler.
İLK GECE: Gelin ve güveye, hayatlarının başlangıcını
ancak o saatta idrak etmek nasip olur. Gelin, eşinin hizme
tine daha o akşamdan başlar. Kahve, su, sigara sunmak
gibi ufak tefek hizmetlerini görür.
Uyku zamanı gelince gelin soyunmaya çıkar. Yenge ile
çeyiz halayığı gelin odasına yatağı serer, güveyin gecelik
bohçasını getirir. Güveyin geceliği yerli ipekli kumaştan
olur. Kürk yahut hırka da konur. Gelinin geceliği gündüzlük
biçiminde uzun üç etekli entari şalvardır. Başına gaz bağ
layıp ufak tefek elmas takarlarmış.
Cariye aşağıya gider, yenge, yakın bir odada, alacağı
bahşişlerin hayaliyle oturur, uyuklar.
PAÇALIK: Sabahleyin damat çıkınca geline paçalığı olan
canfes üstüne klaptan ve pul işlenmiş “tepebaşı” adlı kumaş,
atlas şalâki üstüne klaptan ya da pulla irili ufaklı dallar işlen
miş bindallı entariler, üzerine de eski resimlerde görülen ar
kaya doğru uzun üç etekli kürk giydirirlermiş. Ben, al atlas,
güvez kadife üzerine sırmasız pullu entariler gördüm.
Paçalık, ekseriya mavi sırmalı, pullu olurdu. Açık renkler
evde kullanılmaya başlamıştı. Sonra beyaz atlas üzerine
sırmalı yaptılar. Gaz üzerine telli pullu yaptılar. Şimdiki
273
(1920) sade beyaz limon çiçekli gelinlikler malum. Duvak
keza... Tel duvak koymazlar. Fakat birçok elmaslar, başlık
ve sorguç takılır. Yanaklarla çeneye yapıştırma konmaz.
Yalnız, daha büyücek olan alın yapıştırması, şık olmak için
de biraz yanca yapıştırılır. Kayınpederinin, kayınvalidesinin
elleri öptürülür. El öpmelik namıyle bir şey verirler. Öğleye
yakın, gelin tarafı gelir. (Paçaya kız ve çocuk getirilmez.) Mi
safirler doyurulur. Gelin, yüz yazısı günü tepsi ile gizli yer.
Paça günü sofraya alınır, beraber yer. Cuma günü damadın
düğün evine kaymak göndermesi âdeti hâlâ devam ediyor.
DAMADIN HEDİYELERİ VE ASKI: Cuma sabahı dama
dın gönderdiği tül ve kurdelede bağlı, yapma çiçeklerle
süslenmiş tablada ince sepetlerle kurabiye, şekerleme,
meyve ve ortada büyük tabaklarla kaymak bulunur. Cuma
günü misafirlere de bütün ev halkının sofralarına da kay
mak ve terbiyeli paça verilmek âdettir. En fakir damat bile
biraz kaymak ve meyve gönderir. Yemekten sonra herkes
erkence gider. Askı, gelin odasında pazartesi gününe ka
dar bırakılır. Pazartesi günü gelinin akrabasına “askı altı”
namıyle öğle yemeği verilir. Onlar gidince akşam üstü askı
kaldırılır. Damat bu ziyafette de aile arasında bulunamaz.
KAYNANA İÇİN DAMADA GÖRÜNME YASAĞI: Eşinin
yalnız akraba ve taallûkatı değil validesi -ki damadın da va
lidesi yerindedir- genç ise örtü ile bile görünmez, orta yaş
lı ise başörtüsü ile karşılıklı birkaç resmî söz söylerlermiş.
O hal şimdi inanılmayacak derecede hayreti muciptir. Ama
halen bazı kaynanaların damadına görünmesine kocaları
nın müsaade etmediği, bazılarının da, “Ben utanırım, çı
kamam,” diye görünmedikleri muhakkaktır.
Küçük evlerde böyle uygun olmayan saklanmak olmadı
ğı gibi akrabanın yaşlılarına çıkmaya, gerektiğinde başörtü
274
sü ile komşu teyzenin amca yerindeki kocasıyle konuşmaya
müsaade edenler çoktur. Bu meşru müsaade, örtünmeye
riayetsizlik sayılmamak gerekir.
SOKAK YASAĞI: O vaktin âdetince gelin, altı ay sokağa
çıkmazmış. Ve bu âdetin, o kadar uzun müddet değilse de vi
layetler çevresinde, kasabalarda hayli devam ettiğini oralar
da işitmiştim. Güveyin, ana babasına giderken giymesi için
yaptırdığı ilk elbiseye “ yedilik” derler. Gelin, sonra eşinden
izin alarak kayınvalidesi yahut diğer olgun ve yaşlıca bir ha
nımla ara sıra sokağa çıkar, evine misafir kabul eder.
Evlenmeye ve düğüne ait her şey olup bittikten sonra o
bir çift insanın hayatı başlar. Saadet yıldızı herkese gözük
müyor. Bahtsızlığın karanlığında yolunu şaşıranlar da az
değildir. O iki mahlukun ikisi de uzağı görerek hareket
ederlerse bir nevi uyuşma olur. Babasından başka erkekle
konuşmamış, erkekler hakkında bir fikir edinememiş kız,
kocasını daima kendinden üstün görür, az olsun sever,
hürmet eder. Her halde hayatının, rahatının bağı, kocasının
elinde olduğunu bilen kadın, hukukuna tecavüzle kıskanç
lık meselesi meydana getirilmedikçe isyan etmez. Başka
ne olsa mecburî tahammül eder, durur. Koca, kadını bir ne
vi ev eşyası sanan insafsız tabakadansa yamandır.
Ayrılmak, kadının bütün hayatını yaralar. Çoğu kadınlar,
kendilerine teselli kaynağı olan yavrucuklarından mahru
miyet acısını göze alamayarak kavga, niza ile yaşarlar, fa
kat ayrılmazlar. Böyle hoşnutsuzluk ve uyuşmazlık olan bir
aile içinde çocukların arzuya uygun bir terbiyede yetişme
mesi tabiîdir. O mihnetli kadınlarımızın inancı tam olan ve
uzağı görenleri, durumlarından hakkıyle memnun bulun
madığı halde gözyaşlarını bile göstermeyerek kendini ha
yatın akışına -boyun bükerek- terk eder ve:
275
“Alnımın kara yazısı. Dünyada gülmedim, inşallah ah
rette gülerim, cennet köşklerinde rahat ederim." der ve o
ümit ile teselli olur.
KADIN VE BÜYÜ: Bedbaht kadınlarımızın bir kısmı da
hilekâr sihirbazlara aldanan cahil kadınların teşviki ile ko
casının sevgisini ve eve bağlılığını sağlamak için tütsülere,
ıtriyata, üfürülmüş karınca dualarına, yarasa kaniyle yazıl
mış şirinlik muskalarına ve netice itibariyle büyük masraf
lara duçar olurlar.
Babalı, borulu araplara baş alıp (baş almak; asabî nö
bet geçirmek) perileri davet için al esvablık, kırmızı şeker,
helva, beyinsiz kara tavuk ve şeker şerbeti dağıttırır. Bir ta
raftan da rakibesi, kocasını sihir ile zaptetmiş korkusuna
düşülerek büyü bozan leylek tersi, yedi sene yıllanmış zey
tinyağı, üzerlik teşbihi, maydanoz tohumu tütsüleriyle ken
dini bunaltır, isle, kokularla evin havasını bozar, kocasının
çamaşırını sarartır. Sıhhate zararlı olması ihtimalini hatırı
na bile getirmeyerek o menhusların getirdikleri şeyleri bü
yü bozmak, muhabbet kaynatmak maksadıyle kocasının
yemeğine, suyuna katar.
ÇOK KADIN ALMAK: Memleketlerinin âdetleri, kanunla
rı ve dinleri icabı olarak birden çok kadın alamayanlar, bil
hassa Avrupa kadınları, memleketimizdeki “Teaddüd-ü
zevcat” (çok kadın almak) hakkındaki müsaadeyi pek ziya
de merak ediyorlar. Hatta ilk konuştuğum yabancı kadınla
rı beni bu hususta soru yağmuruna tuttular.
NEDEN ÇOK KADIN: Teaddüd-ü zevcata (çok kadınla
evlilik) bizde izin veren sebeplerden en başta geleni, ilk ha
remden çocuğu olmayanların evlat sahibi olmak arzusudur.
Her ne sebep ve vesile ile olursa olsun birden ziyade zevce,
ilkine tabiî pek ağır gelir; tahammülün haricine fırlatır. O se
beple kocasını da, yuvasını da terk edenler bulunduğu gibi
276
bir müddet sabredip alışanlar, hatta uzağı gören kadınlarımız
arasında ortağı ile arkadaş ve kardeş gibi geçinenler de var
dır. Bu uygunluk, kocanın da tedbir ve idaresine bağlıdır.
Zenginlerin, şehir kızı olan ilk eşinden başka birkaç açık
ve gizli odalıkları da bulunur. Bunlardan evlât sahibi olanlar
bazen nikâh edilir. Bazen öylece durur. Şehir kızı olana “Ha
nımefendi", odalıktan hanım olanlara “Kadınefendi” denirdi.
ÇOK KADINLI ÜNLÜLER: Hatırladığımız zamanlar eski
nâzırlardan Büyük Reşit Paşa, Âli Paşa, Büyük Ethem Pa
şa, Keçecizade Fuat Paşa ve pederim (Hekim İsmail Paşa
1812-1871) olmak üzere o vaktin büyük paşalarının ve ik
tidar mevkiindekilerin kiminin birçok kadın ve odalıkları; ki
minin hanım, kadın, odalık birçok karıları vardı. Kadınların
çocuklarıyle beraber, küçük daireleri, ayrı sofraları, cariye-
leri olurdu. Gözde ya da evlât sahibi olan odalıkların birer
ikişer odaları olur, bıkılıp gözden düşmüş olanlar bu sıkın
tılı hayatlarını ikisi üçü bir odada geçirirler. Bu bedbahtların
konumları halayıkdan da düşkündür. Çünkü halayıklar çe
kinmeyerek efendinin huzurlarına çıkar, hizmet ederler.
Halbuki biçareler o insafsız adama tesadüften çekinir, kıs
kançlık azabını hatırına bile getirmeyerek kocasını elinden
almaya çalıştığı hanıma yaltaklanır, geçinirler.
KISKANÇLIK: Ortakların birbirini kıskanmaması kabil
değildir. Hele eşit olmayan ortaklık tahammülün üstünde
dir. Ama, ileriyi görenler boyun bükmeye mecbur olduğu
meşru izdivaçlara, âdet hükmüne giren ve mâni olamaya
cağı odalık dertlerine karşı görünüşte olsun sessizce, tem
kini muhafaza ile iyi geçinmeye gayret ederler.
Bilhassa hakkı olduğu hallerde bile boşanmak, kadın
hakkında pek ayıp görüldüğü o zamanlarda kadın için kat
lanmaktan başka çare yoktu.
277
Kibarlar, debdebelerini taksim edemeyip hepsini bir ko
nakta yaşatırlar. Orta halliler iki ev açabilirler. Bir akşam bir
eve, bir akşam diğer eve giderler. Ayrı ayrı evler idaresine
iktidarı yoksa bir küme kadın vızlar, kavga eder, otururlar.
Fakat koca şikâyet kabul etmez, güleryüz ister.
FAKİRLERE GELİNCE: Fukara sınıfında da ortaklık yok
değildir. Kadınların: “Kocanın kaşığı iki ise birini kır”
darbımeseli kocanın, iki kadın idaresine kudreti olmasın
manasınadır ki, halk takımı icabında haremlerinden bahse
dince “Bizim bacı”, “Bizim kaşık düşmanı” dediklerin
den iki kaşığın, yani iki karısı olmasın demek isterler. Bir
de: “Allah erkeğe kaşınacak tırnak vermesin, evvelâ
karısını tırmalar” derler.
Hasılı çok kadın, idareyi bilmeyen ve düşünmeyen er
kek için doğru değildir. Hareminden, muhabbetten, iyi mu
ameleden yoksun olan bir kadın için bu pek derin yaradır.
Zamanımızda (1920) evlerde bu azap azaldıysa da erkek
lerimiz, hariçteki tufeylilere (yabancı metresleri kasdediyor)
sıhhatlarını da, rahatlarını da kemirtiyorlar. Bu mahlukat,
odalıklar gibi değil, her cihetten yamandırlar.
Odalık, meşru ve çok görülmekle bir derece alışılmış,
ayrıca hanımda da bıkılıp atılmak ümidi ile tesellisi vardı.
Koca için de hiç bir kayıt ve endişe yok, evladı olsa bile ço
cuğu alıkoyarak annesini azat edip diğer bir adamla evlen-
direnler az değildir. Dışarıdan musallat olan kadın darbe
siyle harap olan evlerin imarı müşküldür.
Hayat arkadaşının ihmalini ve alâkasızlığını gören ka
dın, sebebini keşfedip de ricalar ve gözyaşlarıyle mani ola
mazsa dırıltı başlar. Aynı zamanda -kocasının gönlünü çe
kenden güzel bile olsa- üstünlük hırsıyle taşkın boyalara,
aşkın süslere meyleder.
278
Firenklerin, kendilerinin de beğenmedikleri hoşa gitme
yen tavırlar takınır, kocasının devam eden kayıtsızlığı ka
dıncağızı daha çok azaba sokar. Bu kere kıskandırmakla
intikam almak yoluna sapar. Fırlar, gittiği misafirlik, biraz da
gezinti biçareyi avareliğe alıştırır. Beyin aldandığı sahte
muhabetçiye, hanımın fazla süsüne, evdeki israflara para
mı yetişir? Avcuboş kaldığı anlaşılıp da çekilmeye mecbur
edilen felâket karanlığına gömülmüş evine, kederden sa
rarmış eşine sığınınca o da güleryüz gösterse bile içindeki
ıstırapla daima üzülecektir.
Kadın, her şeyini affedebilir, fakat erkeğin bir başka ka
dını sevmesini affedemez. Bu hususta kayıtsız görünenler
gerçekte onun aksini hissederler. Fakat her şeyde madem
ki bir derece mazur sayılıyorlar, hercaîliklerini, ihanetlerini
anlatmasalar, eşlerinin izzetinefsini, muhabbetini, kolunu,
kanadını kırmasalar, kendileri için de elverişli olmaz mı?
Fakat heyhat ki...
279
• Ciddî kadının sevgisi saf hava gibidir. Fettan kadının
sıtmalıdır. Alacalı kadının sevgisi bukalemun gibidir.
• Bazı kadın kamelya gibi, bazısı da gül gibidir. Bi
ri yalnız gözalıcı bir güzelliğe, diğeri de birçok ni
teliklere sahiptir.
• Kadının erkeğine olan sevgisi ilk kıskançlığında şid
detlenir, bağlılığı sıkışır; İkincisinde sevgisi sislenir,
bağlılık gevşer; daha sonraları sevgisi zedelenir,
bağlılık kırılır, bazen de o duyguların yerini nefret ve
intikam tutar.
• Kadın ne kadar yumuşak olursa olsun aldatıldığı
nı anlayınca isyan eder.
• İlk aldanış gaflet, İkincisi aptallık, daha sonrakiler cin
nettir.
• Güzel aynaya âşıktır, çirkin aynaya dargındır.
280
diğer birinde pullu yahut ipekli şiltesi, gireceği mektebin
hocası. Bunlardan başka, İlâhî okuyan çocukların usulle
okuyup muntazam yürümelerine kumanda için yüzünü ço
cuklara dönüp arka arka giden eli değnekli kalfa ve alayın
diğer tarafında öteki kalfa ve sınıfbaşılar. Her mektebin ye
diden on bir yaşına kadar başcağızları yerli ipekli işlemeli
ve telli pullu başörtüleriyle örtülü talebeleri ikişer ikişer sıra ile
alay teşkil edip nöbetleşe İlâhî okuyarak, “amin” çağırarak
çocuğu caddelerden dolaştırır, mektebe götürürler.
KADININ OKUMUŞU SİHİRBAZ OLUR: Mektepte âşir
(Kur’an-ı Kerim’in on cüzünden her biri) okunur, dua edilir,
hoca besmele çektirir, çocuk mektebe başlamış olur.
Hocalara, kalfalara uygun miktarda, çocuklara da üçer
beşer çil kuruş verilir. Alay dağıtılır. Mektebin hocasına
cübbelik yahut çamaşır da verilir.
Çocuğu mektebe kendi adamı varsa o getirir, yoksa
bevvap (kapıcı), diğer küçük çocuklarla evinden alır. Se-
fertaslarını da bir sırığa dizer, birden götürür, getirir. Bevva-
ba da aylık ve bayramda hediye vermek âdettir.
Hatim duası mektepte, yahut camide edilir. Kadınlar da
gidebilir. Cariyeleri okutmak için büyük konaklara hoca ha
nımlar tutulur. Bir şey öğrenmek, hoca hanımların bilgileri
ne, okumaya çalışanların yeteneğine bağlıdır. Uzun müd
det çalıştıktan sonra Kur’an-ı Kerim’i doğru okuyabilmek,
namaz surelerini ezberlemek büyük nimettir. Çünkü hoca
hanımların kendileri daha fazlasını bilmez ki öğretsin.
Eski zamanda az çok kitabet, yani okuma-yazma, avam
takımınca katiyen hoş görülmezmiş. “Kadının okumuşu
sihirbaz olur, yazı bileni erkeklere mektup yazar” der,
cahil bırakırlarmış.
İptidaî (ilk), rüşdî (orta) mekteplerde kızlar da okumaya
281
yazmaya başlayıp zihinleri, fikirleri uyanınca akılları erme
yen kadınlar, evlendirme kılavuzu kadınları:
“A, mektepli kız alınır mı?Onu kim zapteder? Evlâdı
mın başına belâ mı getireceksin?” der sustururlarmış.
CAHİLLİĞİN OKUMUŞLUĞA TERCİH EDİLDİĞİ DÖ
NEM: Doğuştan ve görenek mahsulü yalın bir terbiye ve
güzellikle kanaat edilir, cehalet ve nadanlık tercih edilirmiş.
Bazı uzağı gören babalar, kızlarını başörtüleriyle erkek ho
calardan okuturdu. Fakat bu çok enderdi ve istifade edile
mezdi. Çünkü o eski usul güç kaideler çocukların akıllarına
girmeden evlenme yaşı yaklaşır, o kadarcık ders yeterli gö
rülür, öğretimin yarıda bırakılmasına göz yumulurdu.
O talihsiz devrede, kızlarca değil kültür, yazıyı doğru
okuyabilmek (tâbir caizse eli kalem tutmak) bile büyük ma
rifet sayılırdı.
O karanlıklar içinde kendini gösteren kültürlü kadınları
mız, şairlerimiz, pek ender olarak meydana çıkmışlardır.
Bugün onların eserleri arasında parlaklığını zamanın ka-
rartamadığı ne güzel eserler vardır.
NASIL EVLENDİRİLİRLERDİ?
282
yahut mahalle ihtiyarları, gider, alır getirirler, mahkemeye
müracaat da ederlermiş. Diğer bir erkekle evlenmesine
mâni olunduğu da vaki olurmuş. O fena âdete şimdi (1921)
nadiren bazı köylerde rastlanıyor.
GÖRÜCÜLÜK: Umumî adet ise şuydu: Evlenecek erke
ğin annesi, annesi yoksa akraba ve diğer yakınları kızı so
ruşturur, feracelik veya kürk uman kılavuz kadınlardan ha
ber alır, nerede ise hemen gider, kapısından “Görücüyüz”
der girer. Kız saklanır, evinde genç hanım yoksa komşu
kızlar giydirir, süsler, güzelleşmesine yardım ederler. Fera
celeriyle misafir odasında bekleyen görücülerin huzuruna
kahve ile beraber girer, el, etek, hangisi münasipse öper.
Heyecandan titreyen eliyle fincan zarfının kenarından tuta
rak dökmemeye dikkat eder. Sonra odanın ta köşesine
konmuş sandalyeye oturur, kahve fincanının geri verilişine
kadar bu sandalyede kendini seyrettirmeye mecburdur. Bu
uzun zaman, ara vermeden devam eden dikkatli bakışların
tesiri altında geçer.
Kızlar zamanla bu sıkıcı âdetten kurtulmuşlarsa da ba
zıları hâlâ (1921) yakasını kurtaramıyor ve görücüye çıkı
yorlar. Fakat el öpmek, kahve vermek âdeti bırakıldığı için
sıkıntılar hafiflemiştir. Kız, hepsine bir temenna ile yanın
daki sandalyelerin birine oturuyor, görücülerde fincanın ia
desini o kadar geciktirmiyorlar. Beğenmezlerse:
“Allah anasına babasına bağışlasın, maşallah arslan gi
bi boylu poslu, (ufak tefekse) fındık altını gibi.”27 şeklinde
yapmacık takdirlerle çıkar giderler.
Yüzü ve endamı beğenilirse “Allah bağışlasın, tam aradı
ğımız gibi. İnşallah kısmet bizimdir, görücüye çıkarmayınız,”
der, oğullarını birçok methederler. Girerlerken damat olarak
27 Mahmut ll'den önceki, küçük altın sikkeler.
283
adamın ismi, memuriyeti, sanatı sorulur. Komşularından, ras
gele ötekinden berikinden üstünkörü araştırırlar. Onlar da:
“Pişmiş aşa su katılmaz,” batıl inancına uyarak:
“Allah için şanlı şöhretli delikanlıdır; pekâlâ, pek müna
sip,” cevabiyle ve “ çöpçatan çatmış” hezeyanına:
“Kısmeti çevirmeyiniz. Allah dirlik düzenlik versin,” duası
da eklenir. Sonra iki taraf arasında söz kesilir, nişan alınıp
verilir. (Nişan yüzükleri şimdiki gibi değil, taşlı yüzüktür).
Kıza, razı olup olmadığını sormanın ayıp sayıldığı o de
virde soruya bile gerek görülmeyerek huylarını, terbiyeleri
ni bilmedikleri, seslerini, sözlerini işitmedikleri, hatta birbir
lerinin yüzünü bile görmeyen iki genci yalnız ana ve baba
larının kararı ile birbirlerine bağlarlar.
Nikâh günü kız için küçük bir toplantı olur. Geline, el
öperken kayınvalide ona göre bir elmas takar.
“Allah yıldız barışıklığı versin” duası da unutulmaz.
284
GİRİT ANILARI
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GİRİT ANILARI
287
O civarda bir keçi görsek “acaba cin mi, peri mi?” endi
şesi ikimizi de sindirirdi. O evden çıkmak, kurtulmak ister
dik. Babamız memuriyetinden ayrılınca Anadoluhisarı’nda
Nebil Paşanın yalısını kiralayıp naklettik. Annemiz de gel
di, gönlümüz gözümüz açıldı.
Boğaziçi’nde oturanlar gibi biz de balık kayığı, ağlar, ol
talar, sepetler edindik. Babam, kâtibi ile bir kayıkçı alır, ba
zı akşamlar Göksu deresinin ağzında levrek avlamaya gi
derdik. Cuma ve pazardan başka günlerde de ailece içeri,
Göksu’ya gider, o tenhalıkta koşuşur, eğlenirdik.
Babamın gizli düşmanlarından birinin:
“İsmail Paşanın rıhtımı sepetlerle, ağlarla donan
mış. Avcılık ha! kadınlarla sık sık Göksu çayırında gö-
rülüyormuş. Canım bu ne kadar havaîlik!” dediğini, ka
dın gibi dedikodu sevenlerden biri babama söylemiş. Ba
bam da ona şöyle cevap vermiş:
“Evliyay-i umur efendilerimiz sayesinde balıkçılıkla
geçiniyoruz. Çoluk çocuğumla Göksu’ya gidiyorum.
Kenarlardan kuzukulağı, dikenler içinden kuşkonmaz
topluyorlar. Temiz hava alıyoruz. Bizden kimse çayıra
çıkmaz.”
Bu cevap hemen yetiştirilmiş ki, taşrada memuriyet tek
lifi gecikmedi. Fakat pederimin teklifi kabul etmeyişi hayli
zaman açıkta kalmasına sebep oldu.
Aynı teklif tekrar edildi; yine gitmedi. Nihayet: “Girit’te
karışıklık var, İsmail Paşa zekîdir, lisan bilir, idare
eder” bahanesiyle, yaldızlı sözlerle İstanbul’dan uzaklaştı
rılmak için Girit Valiliği verildi, o da kabul etti.
GİRİT YOLUNDA: Validem, ilk torununun doğumunu
bekliyordu, kız kardeşimle İstanbul’da kaldı. Pederim, ni
nemle beni ve biraderimi götürdü. O devirde valiler vapurla
288
giderlerdi. Biz firkateynle Girit’e doğru hareket ettik. Güver
te kenarında topların örtüleri ve tayfanın esvabı gayet te
miz. Kamaralar her türlü levazımıyle mükemmel; sarı atlas
döşenmiş yaldızlı salonu, büyük pencerelerden aldığı ışık
ve deniz havasıyle pek gönül açıcı idi.
Salonda, Büyük Sami Paşa’nın tavsiyesiyle gelmiş yaş
lıca bir matmazel buldum. Mükemmel tahsil ve terbiye gör
müş olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu; selâmlaştık. O, altı di
li mükemmel biliyorsa da Türkçesi beş-on kelimeden iba
retmiş. Ben kendi dilimden başka dili anlamıyorum. Babam
geldi, tercümanlık etti ve bizi yukarıya çıkardı.
VAPURDA HAREM: Güvertenin arka tarafına perde ge
rip harem dairesi yapmışlar. Hanım ninem çıkmış, azamet
le bir tarafa oturmuş. O devirde valiler maiyetlerinde lüzu
mundan fazla birçok adamlar bulundurmaya mecburdurlar.
Bizimle giden mühürdar efendinin, vekilharç ağanın, mira-
hur'un, kavasbaşı’nın haremleri, karşısına dizilmişlerdi.
Matmazeli kimi: “Hoş geldiniz madama” kimi de “Koka
na” diye selâmladılar. Biz de bir kenara oturup (güya) ko
nuşmaya başladık. Benim de yedi sekiz kelime Fransız-
cam vardı. Onun ne söylediğini anlamadığım halde sırası
olsun olmasın ara sıra “Oui” “Non” “tres bien” diyordum.
Fakat kızardığımı da hissediyordum. O, tebessüm ederek
sözüne devam ediyordu. Meğer onun Türkçesi de benim
Fransızcamdan çetrefilmiş. Bana:
“Bir lizan (lisan) bir adam, iki lizan iki adam, üç lizan üç
adam,” dedi. Nihayet işaretle anlaştık. Çantasından kâğıt
kalem çıkarıp Rumca alfabeyi yazdı. Dört günlük seyahati
mizde harflerin şekillerini, seslerini, hecelerini öğretti.
Adaya yaklaştık. Şehri çeviren tabyaların Kumkapı ve
Tophane cihetleri, limanı teşkil eden kordon ve içerdeki deniz
289
feneri göründü. Vapurumuz hayli açıkta durdu. Pederimin
emriyle hemen indik. Hanım ninem, Matmazel Kontaksaki,
mühürdar efendinin haremi ve biraderim ilk sandala girdik,
yerleştik. Zabit, kadınlarla bir arada bulunmamak için ta
kenara oturdu. Dümenci çavuş da yerine geçti, açıldık. Di
ğerleri arkadaki sandala girdiler. Çoğu zaman salıntılı olan
açık deniz o gün pek sakindi.
Sancağımız ve beyaz giyinmiş kürekçilerin enli al bo-
yunbağları sandalımızın hızına uygun olarak dalgalana
dalgalana yol alıyorduk. İstanbul yolunu ve ufukta memle
ketin hayalini görmek arzusuyle dümenci çavuşun yanın
dan arkaya baktım. Beni, sinesinde getirip bu bilmediğim
yere atan koca vapur mani oldu. Fırtına bulutu gibi içimde
bir bora, bir kıyamet kopardı. Hasret galeyanı ile kalbim or
sa boca yalpa vuruyordu. O hal ile sahile yaklaştık. Limanı
teşkil eden dalgakıranın ucundaki fenerle, karşıda Topha
ne burnundaki tabya arasında limana girdik. Yanaştığımız
yer bir karantina iskelesi imiş. Karşılamaya gelen memur
ların hanımları yanında, yaşmakları ve feraceleri başka tür
lü birkaç hanım da vardı. Bizi hükümet konağının harem
dairesine götürdüler ve kahvaltı ikramından sonra gittiler.
GİRİT’TE: Hükümet konağı, memleketin her tarafını gö
ren noktada, yüksek bir set üzerinde, deniz ciheti kuvvetli
kemerler üzerine oturtulmuş, ahşap, büyük bir bina idi. Ha
rem dairesi, kapıları büyük alt ve üst sofalarına açılır on
dört odalı idi. Dağlara, şehire ve limana fevkalâde nezare
ti vardı. Buna memnun oldum, çünkü denizi görmeyi seve
rim. Bilhassa gurup saatına hayran oldum.
Babama mabeyn odasını hazırladık. Büyükannem alt
katta, denize bakan bir oda beğendi. Beraberinde bir de
tahta sandık getirmişti, açtı, küçücük mangalını, kahve
290
takımını, şamdanını, küçük iskemlesini, kandilini ve tahta
pabuçlarını çıkardı.
“Benim her şeyim vardır; telâş etmeyiniz,” diye min
der yaygılarını, iskemlesinin örtüsünü, mangalaltı muşam
basını ve yaygısını çıkarıp yerlerine koydu. Ben de üst kat
ta deniz tarafında bir oda aldım. Erkek kardeşime de bitişik
odayı hazırladım. Mümkün olduğu kadar her yeri düzelttik.
Köhne minderleri yaygılarla örttük. O zaman kenarı kroşe
dantelli beyaz minder örtüleri kullanılırdı.
Akşam birkaç yerden yemek, ertesi günü ve vilâyet ileri
gelenlerinin eşleri geldi. Bir hafta içinde memurlar, zabitler
ve memleket eşrafı hanımları da geldiler.
GİRİT HANIMLARI VE KILIKLARI: Girit hanımları dikkati
mi çekmişti. Onları ağır başlı, kibar, terbiyeli ve nazik bul
dum. Kıyafetlerine gelince: Yaşlıları genişçe şalvar, üç etekli
entari, üzerine de belden aşağı ceket giymişlerdi. Arkaların
da iki örgü saç, başlarında düz, küçük bir fes vardı. Üstüne
oymalı yemeni örtmüş, yemeninin iki köşesini önden arkaya
doğru biraz atmışlardı. Gençleri gayet geniş şalvar üzerine,
bedenleri korsaj gibi sıkıca üç etekli entari giymişlerdi.
Şalvar yere kadar uzun, birer ucundan kemere sokul
muş, yırtmaçları da bele kadar yüksekti. Buna “mısır biçi
mi” diyorlardı. Güzeldi, yakışıyordu. Bazıları da gayet bol
dökme şalvarla frenk gömleği biçiminde beden, yahut şim
diki (1920) bluzlardan giymişlerdi. Şalvar düz, fistan gibi
duruyordu. Gençlerin kimi saçlarını cepheden süslü tara
yıp arkalarına iki örgü, salıvermiş, kimi saç iğneleriyle ya
hut tarakla ense üstüne toplamışlardı. İstanbul’da da moda
böyle idi.
Feraceler boylarına kadar, yakaları ensiz ve feraceden
uzundu. Bir taraftan koltuğa kıstırılırdı. Yaşmak, yekpare
291
üç değirminin bir ucu boydan bir karış kadar bükülüp çat
kı gibi alından arkaya konur. Uzunluktaki köşelerin biri
muska gibi bükülüp burun altından konup ense üstünden
başlara bağlanarak, diğer ucu düzü başa konulup göğse
doğru indirilerek bir tarafı ile yüz örtülür. Boydan ortada ye
ri şiv (inişli) olarak baştan dolaştırılıp göğüste kavuşturulur.
Yaşmaklanış tarifle anlatılmaz. Hem yaşmaklı, hem duvak
lı gayet hoştur. Ben orada bulunduğum sürece değişmişti.
Biz, kendi kılığımızla gezdik.
Bütün Akdeniz adalarının olduğu gibi Girit’in fethinde de
gazilerimiz yerli kızlarla evlenmişler, her çocuk gibi tabiî
annelerinin göğsünde büyüyüp anadili konuşmaya alışmış
lar, sonra köylerden getirilen sütninelerin Türkçe bilmeme
leri Rumcanın devamına sebep olmuş.
Köylüler Rumca konuşurlardı. Şehir erkekleri umumi
yetle dil bilirlerdi. Memurlar, esnaflar, tacirler bütün köylü
lerle Rumca konuşmaya mecbur olduklarından akşam da
evlerinde o dille konuşmaya alışmışlar, bu itiyat, kadınların
bir kısmının Türkçeyi kolaylıkla konuşamamasına sebep
olmuştur.
Hususî mekteplerde hoca hanımlar, Kur’an-ı Kerim, tec-
vid, ilmühal ve Muhammediye okuturlardı. Kur’an-ı Kerim’i
ezberlemeye çalıştırır ve muvaffak olurlardı. Kadıncağızlar
“Usûl-i kitabet” bilmezlerdi ki talebelere öğretsinler. Kızların
erkek hocadan ders almalarına, fazla örtünmek hususun
daki taassupları mani olurdu.
Girit hanımları pek dindardılar, ibadette kusur etmezler,
fakat asla yersiz taassupları yoktur. Anlayışlı, nazik, terbi
yeli hanımlardır. Muallime bulunmadığından İslâm aileleri
piyano getirtmemişler. Ama musikiyi sever, severek din
lerler. Bezden ve kâğıttan güzel çiçek yaparlar. Yerli ince
292
kumaşları şehir hanımları dokur. Bu kumaşları, kendi yetiş
tirdikleri böceklerin kozalarından çıkarttıkları ipeklerle do
kurlar. Döşemelik “Keman” ve “Pakanya" dedikleri yorgan-
Iıkları köylü kadınları imal ederler.
GİRİT’TEKİ DOSTLAR: Kirya Kontaksaki (Kirya, kadın
lara da kızlara da “hanım” karşılığında söylenir) sık sık ge
lir bana ders verirdi. Günden güne ilerletiyordum. İyi anla
mama ve konuşmama birkaç ay yetti. Hanım ninem bir se
neden ziyade durmadı, gitti. Ben yalnız kaldım. Bu yüzden
evin hanımlığı mevkiini tutmaya mecbur oldum. Fakat ça
buk alıştım. Sıkılmadım da... Çünkü büyük hanımlar beni
evlâtları, gençler kardeşleri gibi seviyorlardı.
Eşraftan Hâmit Beyin, Şakir Beyin, Softazadenin, Naim
Beyin, Haydar Ağa’nın, Mustafa Nailî Paşa’nın Girit’teki
emlâkine bakan müdürü Emin Ağa’nın aileleriyle sık sık
görüşüyorduk.
Hâmit Beyin Kokonariya (fıstıklı) çiftliği şehre yakın mâ
mur bir çiftlikti. Büyük kâgir köşkünün etrafında dutluğu,
meyveliği, geniş portakallığı, şükûfezârın ortasında set
üzerinde fıskiyeli havuzu, üstü örtülü büyük tahtaboşu,
saksılarda nadir çiçekleri, iri yasemini ve diğer güzel koku
lu çiçeklerle süslü kameriyeleri vardı. Beni bu çiftliğe her
yaz birkaç defa davet ederler, ev sahibesinin nezaretinde
hazırlanmış gayet lezzetli yemekler çıkarırlardı.
... Softazade Ahmed Beyin kızı Cazibe Hanımla pek se-
vişirdik. Cazibeyi hem sever, hem acırdım. Anacığının ve
fatı kızda daimî bir acı bırakmış. O hazin tavrı ve solgunca
rengiyle sarı güle benzerdi. Beni görünce neşelenir, söyler,
gülerdi. Bazen amcası Mehmet Beyin çiftliği (Kırmızı Çift-
lik)’ne giderdik, o çiftlik de mamurdu, fakat süslü değildi.
293
Girit’te iftar ve mevlid-i şerif davetleri, ramazanda, ve-
sair günlerde, gece misafirliklerimizde, mükemmel kahval
tı ve meyvelerle sofra hazırlanır, toplanır, eğlenirdik. Ara
mızda bazen ecnebi ve yerli madamlar da bulunurdu. Hoş
vakit geçerdi.
Hıdırellezde, mayısın birinci ve on beşinci günü Arap
kadınlar en yeni şalvarlarını, ceketlerini giyer neleri varsa
takınır. Başlarını örter (Girit’te siyah ve Habeş Araplar fera
ce giyinmez, ucu değirmi, kalınca tülbendle başlarını örter
ve vücudunu sararlar), yemeklerini alır, memleketin hari
cinde Gazi Mustafa’nın türbesine giderler. Eşraf harem
leri de çiftliklerine giderler. Birçok hanımlar da tabyalara çı
karlar. Biz memur haremleri, büyük tabyanın yüksek oda
sına çıkardık. Zabitler, odalarını o gün bize terk ederdi.
GİRİT’İ GEZİYORUZ: Tabyalardaki kalın toprak örtüsü
nün üzerinde geziyorduk. Engin denize, bütün şehre ve köy
lere bakıyorduk. Burası renk renk feraceli hanımlarla bahçe
halini alır, yüksekçe yerlerinde birkaç kişiden ibaret mızıka
lar çalar, o gün akşama kadar hoş vakit geçirilir, Hıdırellez
ve mayısın birinci ve on beşinci günleri bütün ada halkına
keyif ve neşe verir, ihtiyarlar bile keyiflere iştirak ederler.
Görüştüğümüz hanımlar arasında Mustafa Nailî Pa-
şa’nın müdürü Emin Ağa’nın haremi, Veli Paşa’nın Girit va
liliklerinde ve İstanbul’daki dairelerinde bulunmuş terbiyeli
ve hatırşinas bir hanımdı. Beni, hâkim efendinin ve muha
sebeci beyin haremleriyle beraber Mustafa Nailî Paşa’nın
Selsebil çiftliğine davet etti.
Çiftlik şehirden iki saat kadar uzakta, bir dağ eteğindey-
di (Dağın ismini unuttum). Büyük, yüksek köşkü, köşkün
önündeki meydanla yolların çakılları, misk gibi koku saçan
çiçekli kameriyeler, şale, çiçekli saksılar hep mevcuttu. Ha
vuzlardaki fıskiyelerden, kazların, ördeklerin ağızlarından
294
fışkıran sular, bahçe içindeki ayazmanın maslağından ge
liyordu. Yemişli, yemişsiz ağaçlar boldu. Muz, hurma ağa
cı bile vardı. Bunlar meyve veriyorlarsa da kemale eremi-
yormuş. Mamur çiftlikti. Yazık ki, yerine dikkat edilmeden
yapılmış, ne bakımı vardı, ne de hava alıyordu.
Emin Ağa’nın kızı Şerife Hanım, nazik, terbiyeli kızdı.
Evlenme yaşındaydı. Memleketinin kalem sahibi seçkin
gençlerinden muhasebe başkâtibi Esat Efendi (Esat EFen-
di, İzzet Melih Beyin pederidir. Şerife Hanım ilk haremi idi)
ile nişan ve nikâh cemiyetine davet olunduk.
GİRİT YERLİ DÜĞÜNLERİ: Girit’te nişan cemiyeti dü
ğünden daha tantanalı olur. Akşam yemeğinden sonra mü
hürdar efendinin haremi, pederimin hizmetindeki Şepter
Kalfa, kendi cariyem Elmas, dördümüz gittik, (Taşrada ma
iyet aranır, bir kişi ile gitmek, hafif görülüyor).
Memur ve eşraf eşlerinden hayli hanımlar gelmişlerdi.
Hepsi ağır ipekliler giyinmiş, çok elmaslar takınmışlardı. O
devirde orada da mücevherlere boğulmak moda idi. Girit
hanımlarının takındıkları, pırlanta takımlardı. Oda hınca
hınç doldu. Bir tarafıma Molla Hanım tesadüf etmişti.
Molla Hanım bir derebeyi kızı, bir derebeyi haremi imiş.
Malına tamah edilerek kocası idam edilmiş. Kadıncağız
pek genç dul kalmış. Zengin fakat sakat. Bu, hür bir kadın
dı. Ben gördüğüm zaman pek ihtiyardı. Evlâdı yok. Akraba
sından da yanına kimseyi almamış. Koca konağında bir
hizmetçisi ile otururdu.
Molla Hanımın giyimi yine eski güzel entarilerden al üzeri
ne sırmalı, İncili idi. O akşamki mücevheratı da fevkalâde idi.
BİR ACAYİP NİKÂH TÖRENİ: Tatlıdan, kahveden sonra
odanın ortasındaki halk dalgalandı, Molla Hanım -hayatını
pek seven bu ihtiyarcık- bana:
295
“Kaçalım, kaçalım!” dedi.
“Nereye?” dedim.
“Pencerenin içine girelim!” diye cevap verdi.
Binalar taştan olduğu için pencereler derindi. Kolumdan
kavrayıp “Yürü, yürü!” diye çekerken kapının ağzından:
“Yürü Leyla, yürü!” avazesi işitildi. Ben gelini İlâhilerle
getireceklerini bilmiyordum.
“Yürü Leyla, yürü! Mevlâyı buldun.”
İlâhisini de işitmemiştim. Birdenbire fena halde şaşala
dım. Az kaldı o kadar halk içinde kahkahalarla gülecektim.
Ellerinde şamdanlar, şamdanların kenarına yapıştırıl
mış renkli mumlarla yürüyen iki sıra genç, süslü kızların or
tasında mavi üstüne klaptanlı entarili, telli gelini koltuklayıp
İlâhilerle ta yanımıza kadar getirdiler. Hepimizin elini öptü.
Önümüzde, ortaya bir sandalye koyup oturttular. Girit’in es
ki âdeti üzerine, su dolu bir leğenin içine bir çift gümüşlü
nalın koyup kızı bastırdılar. Başının ta tepesinden sağ aya
ğının ucuna iki sap sarı sırma ile pembe ipek uzatıp iliştir
diler. Sağ koltuğuna bütün bir ekmek sıkıştırdılar. İki dizinin
üstüne bir ayna koyup hep aynaya baktırdılar. Arkasında
ayakta duran hoca hanım da yasin okudu.
O sırada selâmlıkta nikâh resmi icra olunuyormuş. Ni
kâh olup bittiği haberi üzerine, gelinin başından buğday ve
şekerlemelerle karışık para serpildi. Ben de İstanbul âde-
tince para serptim. Sonra oranın türkücüleri okudular. Ho
ra oynandı, dağıldık.
ÇEYİZ TAKIMI: Zifaftan birkaç gün evvel gelinin çeyizi
büyük bir sofra masası üzerine serilmiş havlular, peşkirler,
sofra takımları, işlemeli bohçalar, gelinin paçalığı ve diğer
iyi entariler duvara asılmış, gümüş ve tabak takımları ayrı
296
bir masaya, bakır takımı ayrı bir yere konmuştu. On beş şil
te ile yükseltilmiş yatağın her şiltesinin arasına telle ipekle
işlenmiş ve yerli ipekle dokunmuş kat kat ikişer üçer çarşaf
konup yukarıya kadar donatılmış, üstüne başları tel işle
meli yastıklar, aynı işlemeli yorgan konmuştu.
Bu sergiyi herkes seyretti, çarşamba günü toplandı.
Perşembe günü gelin; pembe ve mor üzerine sırma ile dal
lar işlenmiş entari-şalvar, belinde sırma şerit kemer, başın
da elmaslar ve gül pembe bürümcüğü çekme duvaklı idi.
Koltuk bizimki gibi oldu; paça olmadı.
GİRİT’İN MOLLA HANIMI: Girit’te başka yerli düğünü
görmedim. Fakat Molla hanımın da davetiyle 1280 (1864)
senesinde gördüğüm bir Mevlid-i şerîf cemiyetini tarif ede
yim: Evvelce de söylediğim gibi Molla Hanım, eski derebey-
lerinden birinin torunu, bir diğerinin kızı, seksen yaşını geç
miş bir ihtiyarcıktı. Zengin ve müstesna bir güzelliğe sahip
bir gençle evlenmesinin ilk aylarında eşi idam edilmiş. Biri
cik çocukları da doğarken ahret yoluna dönmüş. Zaten ke
mik hastalığından mustarip olarak gelişememiş bulunan
zavallı kadıncağız, büsbütün hastalanarak bütün hayatını
köşesinde tek ve tenha olarak geçirmeye mahkûm olmuş.
Yaşça aramızdaki büyük farka rağmen beni akranı gibi se
verdi. Adi günlerde de gelir, kâh Türkçe, kâh Rumca uzun
uzun görüşürdük, çocukluk, gençlik hayatını anlatır, içinde
ki sevinçlerini, elemlerini taşırır, döker, ferahlardı.
Hanya’nın Şadırvan meydanına bakan kârgir evine, kü
çük çakıllar döşenmiş avludan ve geniş bir mermerlikten
geçilirdi. Geniş merdivenden orta kata çıkılınca pencerele
ri yüksekten açılmış sofanın etrafında birçok odalar vardı.
Beni bu defa aldığı deniz tarafındaki büyük odanın tavanı
nı süsleyen küçük küçük oyma tahtalarla odanın kapıya
yakın setinin bölmeleri, süslü, başlıkları yaldızlı idi.
297
Yerde kıymetli yekpare bir halı vardı. Bölmelerden itiba
ren pencereleri dolaşan üç yan sedir, kenarı oymalı iki sıra
yeşil ibrişim saçaklı al ihram ile örtülü yastıklarda aynı ih
ram ile kapanmış, üç yan şiltesinin üstüne şal örneği do
kunmuş kenarlı, gayet ince üç parça halı serilmişti. Hep bir
tarafa açılan tek perdeler, renkli ipekle dokunmuş bir ku
maştandı. Nerenin malı olduğunu anlayamadım. Ama gü
zel, sağlam bir şeydi.
Taşrada vilâyet erkânı, bilhassa vali haremi, büyük gö
rülür. Molla Hanım, beni koltukla odanın köşesine kadar
götürüp bir şal şiltenin etrafına sırmalı yastıklar dolduru
lmuş yeri göstererek:
“Kendi elimle hazırladım; işte senin yerin burasıdır. Ama,
Mevlid-i Şerif okunmasından sonra oturacaksın,” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedim. “Ben herkesten ayrı yerde
oturamam.”
Molla hanım sertçe cevap verdi:
“Sen padişah karşısına çıkmışsın, sultanların huzurun
da oturmuşsun. Sen, bizimle bir değilsin. Yerine oturtmak
benim borcumdur.”
Ve beni geçici olarak o yerin yanına oturttu. Diğer davet
lilerle oda hıncahınç doldu. Tatlıyı yakınlarından bir genç
hanım getirdi. Turunç çiçeği yapraklarından yapılmış reçe
li, ora âdeti üzere kaşıkla kendi alıp verdi. O günkü tatlı ta
kımı tepsisi, hokkalar, kaşıklar, kadehler kut (kalın, daya
nıklı) yapı, eski işti, fakat görülmemiş şey değildi. Taşrada
bu stili yalnız İzmir’de görmüştüm. Başka yerlerde kullanıl
mıyordu. Girit’te kahve fincanları bir tepsiye konup birden
dağıtılırdı. Benimkini Molla Hanım kendi ayrıca getirdi.
BİR MEVLİT VE MOLLA HANIMIN ANTİKALARI: Molla
Hanım’ın kılığı şöyle idi: Çeyizinden kalma al canfes şalvar,
298
üzerine firuze renkli düz şal, üstüne kökleri eteklerde, dal
ları ve çiçekleri bedene yapılmış, sırma ve inci ile işlenmiş
üç etekli kısa entari. Belinde birbirine geçmiş halkalardan
oluşmuş başı elmaslı altın şerit kemer. Bir karış kadar sar
kan ve altından kolları görünen ipekli gömleğin yenleri için
de kemerin aynı enli bilezikler, parmaklarının dördünde de
muhtelif biçimde birçok yüzükler. Gerdanında ortası askılı
birkaç sıra iri inci. Salkımlı zümrüt küpeler ve başına örttü
ğü yeşil yeşeminin altında parlayan mücevherler.
Bunlar hep birbirinden güzeldi. Başkaca, sağ omzundan
aşırılmış, pırlantalı ve yakutlu küçük parçalardan oluşan
köstek ucunda lâcivert mine üstüne pırlantalı yakutlu mus
ka mahfazası o kadar güzeldi ki, müzeye konulsa önemli
bir yer tutardı.
O ihtiyar, zayıf, küçük kadınların o görülmeye değer kı
lığı ile, sol kolunun üstünde gülkurusu düz şal üzerine
renkli pullarla sık kafes işlenmiş sırma saçaklı pek küçük
kahve örtüsü, sağ elinde küçük bir altın tabak, üstünde ko
ca bir altın zarflı ince, fakat zarif fincan olduğu halde İncili
pabuçlarını sürterek yaklaşması hâlâ gözümden gitmez.
Onu görünce bana bir şey oldu; hayır, gülmek değil, ağla
yacaktım. Onun eski halini mi hatırladım, ne oldum bilmi
yorum. Derin ve anî bir duyguyla tüylerim ürperdi, titredim.
Hatuncağızın:
-O riste Kiryamu (buyurun efendim), demesiyle kendimi
topladım. O manzarayı, o halimi hiç unutamam.
Kahveden sonra Hoca Hanım ve mektebin kalfaları, se
dir üzerine küçük üstüfe şiltelerle yükseltilmiş, ortasına,
Molla Hanımın hocaya başladığı zaman babasının verdiği
gümüş rahle konup hazırlanmış olan yere, kıbleye karşı
oturup Mevlid-i Şerif okudular.
299
Şerbeti Molla Hanım yine kendi getirdi. Bir zaman Eyüp
civarında beyaz topraktan yapılan üzeri kırmızı, yeşil boya
lı, aynalı, kulplu bardaklar vardı. Şerbet bardağı o biçimde,
düz cilâsız altından, kapaksız büyük bir bardaktı. Kalın ve
ağır olduğunu tahmin edememiştim. Şerbet, çiçek suyu
damlatılmış beyaz şeker şerbeti idi. Mevlit şekerini, tül gi
bi, ince delikli küçük bir altın sepet içinde getirdi. Sepet ya
yıkça, kenarı elvan mineli, kulpu da mineli idi.
Gülâbtanın haznesi çini, serpilecek yeri altındı. Buhur
dan da kabaca yapı, fakat altındı. Takımları hakkında tak
dirlerimi beyan ettim.
“Bunların bazısı mirastır, fakat yağmacılardan kaçırıl
mış, çiftlikte gömülüp kurtarılmış şeylerdir. Bazıları çeyi-
zimdendir. Mademki eski zaman şeyleri hoşuna gidiyor,
başka bir gün sana çeyizimi göstereyim” dedi.
Gönlüm onları da görmeyi arzu etti. “Kim bilir görmedi
ğim, bilmediğim neler göreceğim?” diye memnun oldum.
EV DEĞİL, ESKİ ESERLER MÜZESİ: Yukarıki kata dol
durulmuş olan eşya şunlardı: Orta kattaki loş odaların ser
gisi kadife üstüne ibrişim bükme işlenmiş makat (oturula
cak yer) ve perdeler, çuha üzerine renk renk çuha parçala-
rıyle nakışlı oda takımı, kışlık kapı perdeleri, uzun teravih
seccadeleri, küçük seccadeler... Küçük seccadeler arasın
da o kadar güzelleri vardı ki, nakışların çuha parçalarından
olduğu yakından bakılınca anlaşılmaz.
Pek çok yatak takımları, elbiseler, gümüş takımları, billur
hoşaf kâseleri, şerbet takımları, çini ve saksonya tabaklar,
testiler, kahve takımları; had ve hesaba sığmaz çeşitli eşya
vardı. Bunlar, pek zengin bir antika sergisi denmeye lâyıktı.
O arada dikkatimi çeken bir kavukluk (raf), bir piştahta
(çekmece), bir rahle. Bu üç parça abanoz mu, meşe mi,
300
keşfedemediğim kara bir ağaçtan yapılmış, gayet ince, za
rif resimler oyulu, aralarına ince gümüş teller gömülmüş,
mercan, firuze, küçük sedef parçaları mıhlanmış, pek nefis
eski değerli eserlerdendi.
Çekmecenin gizli gözleri, sürgüleri, gayet ustaca yapıl
mıştı. Gümüşlerden abdest ve leğen ibrikleri kabartma ya
pılmış gayet eski işti.
Burumuş gibi üzerinde üzüm salkımlarıyle asma dalları
kabartma yapılmış, kapalı, büyücek iki testi ve maşrabaları
vardı. Tepsiler, hamam tası, hamam leğeni de güzeldi. Bir
çok aynaları, delme ve telkârîleri (işlemeleri) ve kabartma iş
leri de güzeldi. Toparlar, dört köşeli ve uzun biçimde idiler.
Kahve güğümleri ve kubbe kapaklı yemek sahanları da
vardı. Ama, göze o kadar hoş görünmüyordu.
BAKMAKLA DOYULMAYACAK EŞYA: Berber takımı
fevkalâde idi. Berber takımı 2,5 arşın kadar kumaşın ger
dana gelecek yeri oyulup biraz da omuzları örtecek kadar
bırakılır. Bir çift havlusuyle bohçada saplı aynası, boyun
yeri oyuk taş leğen de çeyiz takımına konurdu. Hemşire-
minki kavuniçi atlasın kenarına beyaz sırma işlenmiş ve le
ğeni gümüştü. Benim çeyizimde berber takımı yoktu.
Göğüslüğü memleket kadınlarının kendileri büküp do
kudukları düzgün, fakat kalınca beyaz keten bezi üzerine
etrafı göğse gelen biri elvan ipek teli ile işlenmiş iki havlu
su da, bohçası da aynı idi. (Girit’te teli gergefte pek güzel
işlerler. Tel işlemeler pek makbuldür.) İpekle işlenmiş kı
sımları o kadar ince renklerde o derece güzel uyumlu idi ki,
bakmakla doyulmuyordu.
Gümüş berber leğen ibriği ile sanat sahibi usta kuyumcu
elinden çıkma ve pek güzeldi. Saplı berber aynasının arka
sı ok saplanmış yürek şeklinde yapılmış, kalbin damarları
301
bile yerli yerinde gösterilmiş, ustaca bir kuyumcunun usta
ellerinden çıkmıştı. Molla Hanım:
“Aynalarda hep kendimi görürüm,” deyince:
“Siz o kadar hodbin (bencil) misiniz?” diye latifeme:
“Kalbinde bulunmak istediklerimi kaybedeceğimi ve yal
nız kaldığım bu fani dünyada kendimden başka kimseyi
göremeyeceğimi ima için bunu yaptırmışlar. Bir zaman eşi
min nur gibi yüzünün aksi vuran bu aynayı şurada sakla
makla teselli arıyorum.” cevabını verdi ve ağladı.
MERDİVENLE ÇIKILAN GELİN YATAĞI: Girit’te gelin
yatağı üst üste on, on beş şilte konup yükseltilir. Her şilte
arasının kenarından tel işlemeli, ipek işlemeli bürümcekle
ri sarkar. Bütün çeyizin çamaşır takımı ve sandık eşyası,
odanın ortasındaki büyük masa üzerine yayılır, damadın
akrabasına gelin tarafından verilecek bohçalar da konur.
Molla Hanım’ın yaptığı pek yüksekmiş. Çıkmak için gümüş
merdiven yapılmış.
Merdivenin basamaklarının al kadifesi zamanla hayli
yıpranmış. Gelinlik yorganı da al kadife üzerine sırmalı, İn
cili idi. Çarşaflar ve diğer birçok takımlar sandıklarda iyi
muhafaza olunmuş, hepsi tertemiz duruyordu. Bu takımla
rın hepsi yerli, yani Girit malı idi.
Gördüğüm havlulardan, kenarındaki camilerin kubbele
ri, minarelerin şerefe ve alemi sarı klaptanla, serviler yeşil
ve kökleri ağaç kökü rengi ipekle işlenmiş olan on arşın ka
dar uzun bir havlu ile mevlitte gördüğüm pembe küçük
kahve örtüsünü ve işlenmiş birkaç büyük yüz havlusunu,
pembe ve beyaz ipekle sık satranç dokunmuş büyük bir ci
binliği, sonraları zavallı Molla Hanımın terekesinden pede
rim satın almıştı.
302
Bu cibinliğin tavanının kenarına bir kat al, bir kat yeşil
canfes bürütüp dikilmiş, alın kenarı yeşil, yeşilin kenarı al
ipekle zurefâ yapılmıştı. Cibinlik kırk sene dayandı, ne ka
dar güzeldi. Havlularıyle peşkiri kızlarımın çeyizine koy
muştum. Birer havlu da torunlarıma kaldı.
Her görüşte Molla hanımcağız gözlerimin önüne gelir:
Nazik, ince terbiyeli kadıncağızdı. Hasta iken gitmiştim. O
kadar zenginlik ve varlığına rağmen, yerde incecik bir şilte
üzerinde, eski bir yorgan altında, döşemesiz kuru bir tahta
odada yatıyordu. Beni görünce sevinç ve utançla davran
mak istedi, kalkamadı, sıkıldı. Hizmetçiye göstermeyerek
üzerinde gizli bir yerinden anahtar çıkarıp kahve ısmarladı:
“Tatlı takımını bu çıkaramaz. Kalkacak halim yok. Affet,”
dedi.
Bir saat yanında alıkoydu. Ertesi günü bu kimsesiz ha
yatını terk etti. Pek acıdım. O talihsiz kadıncağızı hâlâ unu
tamıyorum.
303
PRIZREN ANILARI
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
PRİZREN YOLUNDA
307
koca bir yol arabası idi. Bu arabaya “ Vurgun” derlerdi.
(Fourgon’dan galat olsa gerek). Arabaya ince bir yatak şil
tesi, bizim yol çantamız, çocuğun çantası kondu. Manastı
ra gitmek üzere yollandık.
Eşyamız kestirme yoldan gidiyordu. Yalnız yol yatakla
rımızla yiyecek ve içeceğimiz bizi takip ediyordu. Şehirden
uzaklaşınca şiddetli yağmura tutulup yol alamadık. Akşam
menzile gelebildik. Önümüzdeki süvariler:
“Şurada yakında bir çiftlik vardır. Orada kalırız,” diye
hayvanları sürdüler.
TAŞLAR ÜZERİNDE YATIYORUZ: Arabalarımız da ar
kalarından gidiyordu. Büyük bir kapıdan girdik. Meydanın
bir tarafında mandra, bir tarafında birkaç yer odası vardı.
Kadın ve erkeklerin bir kısmı yerlerine girip kapılarını kapa
dılar. Meydanda kalan erkeklerle süvariler konuştular. Çift
lik adamları ile zaptiyelerin hiddetleri, bulunduğumuz zorlu
ğu gösteriyordu. Nihayet zaptiyeler gelip:
“Ambardan başka yer yokmuş. Ambarda yatacaksınız,”
deyince İstanbul’daki yatak ve eşya ambarlarının şekli göz
lerimin önüne geldi, fena halde korktum.
Eğri, kırık dökük, merdiven gibi bir şeyden çıktık. Kendi
mizi, direkler üstüne delik deşik tahtalar konmuş, bir adam
geçecek kadar bir yol üzerinde küçücük bir kapı ağzında
bulduk. İçerisi, ortasında kapakları indirilmiş büyük bir de
lik, onun etrafında bir arşından ensiz bir gezinti mahalli, an
laşılan çuval konulan bir yerdi. Kendimi alıştırıncaya kadar
dışarıda durmayı tercih ettim.
Yol eşyamız gelmedi. Ne yiyeceğimiz vardı, ne de yata
cağımız. Çiftlik adamları bize bir lokma yiyecek vermiyor
lardı. Zavallılar meğer oraya gelenlerden bizar olmuşlarmış.
Peşin birkaç mecidiye görünce bakraçla yoğurt, ekmek
308
meydana çıktı. Bir küçük ince kilim ve bir de kandil verdi
ler. Biz artık eşyadan ümidimizi kestik, başımızın çaresini
arıyorduk.
Kızların arabasındaki şilteyi sütnine ile çocuk için bir ke
nara serip şiltenin başını bükerek yastık yaptık, kilimi de üst
lerine örttük. Çantalarda elime geçen çamaşırları düz birta-
şa sarıp kocama yastık yaptım, pardesüsüne sarılıp yattı.
Ben ve kızlar yaşmaklarımızı çıkarıp taş yastıklarımıza fera
celerimizin yakalarını örtüp taş döşeklere uzandık. Ambarın
tahta kapağının üstüne yatmak değil basmaya bile cesaret
edemedik, ensiz kenarına sarıldık, duvara yapıştık.
HAYDUT KORKUSU: Seyahat arkadaşlarım o mükel
lef!) döşeklerinde uyumuşlar mı, yoksa benim gibi sinmişler
miydi bilmem, kımıldamıyorlardı. Galiba onlar da etrafımız
daki gezintiyi, takırtıyı dinliyorlardı. Kenarlarındaki direklerin
sarsıntısı, şiddetli gürültüler bize, merdivenden çıkıyorlar,
kapımızı tartaklıyorlar zannettirdi. Hepimiz birden davran
dık. Sütnine çocuğu bağrına bastı. O hususta emindim. Zev
cim için endişeye düştüm. Çok paramız yoktu. Mücevherle
rime acıyordum. Gençlikte öyle şeylerin önemi kıymetinden
çoktu. Kadınlar hepimiz kapıya dayanıp haydutların girmele
rine mani olmak azmiyle birbirimizi itiyorduk.
Kocam:
“Ne korkuyorsunuz? Zaptiyeler, arabacılar, kendileri vu
rulmadan, ölmeden buraya kimseyi bırakırlar mı, silâh se
si işittiniz mi?" diye atladı, kapıyı açtı.
Kapıdan başlarımızı çıkarıp baktık, karartılar gördük. Me
ğer çiftliğin öküzleri, inekleri geziniyor, boynuzlarını direkle
re sürüştürüyorlarmış! Ben, o vaktin İstanbul kadını, o boy
nuzlu hayvanlardan korkardım, ama anlatmaya utandım.
309
Sabahleyin şafakla yine yola düzüldük, bir köyde ak
şamladık. Evvelki geceye nisbetle rahat ettik. Selânik ova
sının ucunda Vodina yolu kayalık, fena idi. Öyle bir yere
geldik ki ilerlemek güçtü. İndik, arabaları kaldırarak geçir
diler. Biz de yandaki yüksek kayalardan köpükler saçarak,
şiddetle çağlaya çağlaya inen suya baka baka geçtik. Git
tik gittik, mecalsiz ve dermansız Manastır’a gelebildik.
MANASTIR GECELERİ: Manastır’da mutasarrıfın ko
nağına indik (o zaman Manastır galiba mutasarrıflıktı). Pa
şanın ismini unuttum. Haremi, Âdile Sultan Efendinin kızı
Hayriye Hanım Sultanın dadısı idi. Tanıştık, hatun merak
landı. Sevinerek izaz ve ikram etti. Hassa Müşiri Rauf Pa-
şa’nın pederi olan Üçüncü Ordu Müşiri Abdi Paşa’nın ha
remi, kızları geldiler. Nazik hanımlardı. Ziyaretlerini iade et
tim. Piyano çaldık, yeni İstanbul şarkıları geçtiler, çaldılar.
Beni Ekşisu’ya götürdüler.
Mutasarrıf Paşa’nın evi Drahor boyunda idi. Derenin
karşıki sahilinde, büyük çınarların loş gölgesinde alçak ha
sır iskemlelere oturup, pabuçu çıkarıp dizini bükerek, bir
ayağını diğer dizinin üzerine koymuş, ağabânî paşa sarık
lı serpuşunu bir yana eğmiş, yanlarında nargile, ellerinde
zarfsız koca kahve fincanları, birkaç ahbabın keyifli keyifli
görüşmeleri, biraz ötede yine o kıyafet ve oturuşla tavla,
dama oynayanlar ve yanlarında durup dikkatle onları sey
redenler hoş bir manzara idi.
KIRK HARAMİ MAĞARASINA MI DÜŞTÜK: Manas-
tır'da iki gece alıkoydular, dinlendik. Sonra Pirlepe’ye doğ
ru tekrar yola çıktık. Pirlepe’ye giderken kocam karşılama
ya gelenlerle ayrıldı. Bizim arabalar başka sokağa saptılar.
Kılavuzluk eden adam bir kapı açıp içerdeki kadına Arna
vutça birkaç kelime söyledi; girdik. Kadın, merdiven başında
310
bir şeyler söyledi durdu, anlayamadık. Çıktık, yukarıda dur
duk; kadın aşağıda hâlâ bir şeyler söylüyordu. Açık kapı
sından tertemiz bir oda gördük; girdik, oturduk. Aynı kadın
kahve getirdi, çene yaşmaklarımızı aldı, gitti. Bir daha yü
zünü göremedik. Aşağıdan kadın sesleri işittik, pencere
den baktık: Allı pullu ve altınlı, Yüzlerine bakke geçirmiş
kadar boyanmış birkaç kadın bahçenin bir tarafından gelip
geçtiler. Bu gelip geçiş devam ediyordu. Yarım saat içinde
takım takım birçok kadınlar geçtiler. Cıvıltıları işitilmezse
masallardaki periler zannedilirdi.
Bizi pencerede görenler yanımıza geldiler. Minderler, er
kân şilteleri, kadife, belki ipekli esvapla örtüldü. Bize bakıp
bakıp Arnavutça bir şeyler konuşuyorlardı. Biri yaklaşıp, o
zaman giyilen kolalı iç etekliklerimizi, bir diğeri saçlarımızı,
hotozlarımızı, her şeyimizi muayene etti. Kendine yer yap
mak için çantamı kaldıran bir kadının -kapıp kaçacak zan-
nıyle- sütnine üzerine atılıp tartakladı. Kadın fütursuzdu.
Çantayı, münasip gördüğü yere koyuncaya kadar elinden
bırakmadı. Biz korkmuştuk. Onların da hayret içinde olduk
ları tavırlarından anlaşılıyordu. Nihayet kalktılar, gittiler.
Rumeli evlerinin birbirine kapıcıkları, komşu kapısı oldu
ğundan harem yoktu.
Kadınlar meğer ta öteki mahalleden lohusa töreninden
dönüyorlarmış. Sütnine:
“Hanımcığım bizi buraya getiren kimdi? Hâlâ beyefendi
gelmedi, belki bizi arıyordur. Bu ev sahipsiz, kapısız, baca
sız, hakkuran kafesi gibi (ne demektir bilmem). Daha mı otu
racağız? Diyarı gurbetlerde bak başımıza gelenlere! Haydi
kadınım, çantalarımızı alalım, gidelim,” diye ayaklandı.
“Nereye?” dedim.
O da:
311
“Öyle sokağa benzer sokak görmedim. İlâhi yarabbi, dil
leri dilimize benzemiyor. Akşam olmadan başımızın çaresi
ni arayalım. Hele şu girdiğimiz kapıyı bulup başımı çıkara
yım, etrafımıza bakayım," diye kendimizi hapsettiğimiz
odadan çıktık.
Meğer ev sahibi bize mutfakta baklava açıyormuş. Ka
dını kolundan yakalamış:
“Ayol burası kırk haramilerin mağarası mı? Hani ev sa
hibi, sen kimsin?”
Sualleriyle kadını getirdi. Etekleri, kolları sıvalı, elleri ha-
murlu kadıncağız utancından kızarmış, cevap vermeye ça
lışıyor, sütnine ise hep soruyordu. Kadın “Beyefendi, be
yefendi” dediğimizi anladı. “Bekleyiniz” işaretiyle bizi
teskin etti. Bu defa o, sütnineyi kolundan tutup kapının dı
şında Türkçe bilir bir zaptiye neferi oturuyormuş, ona gö
türdü. Zaptiyenin:
“Beyi kaymakam misafir etti. Haremi olmadığından sizi
de buraya misafir ettiler. Sizin istirahatınız için evin erkeği
gitti; kadını size yemek yapıyor. Ben de burada bizi bekli
yorum. Ne isterseniz söyleyiniz."
Dediğini sütnine sevinerek anlattı. Biz, yemekten, ik
ramdan vazgeçtik; amma ev sahibinin yüzünü baklava tep
sisinden evvel bir daha görmek nasip olmadı. Yatak mese
lesi de pek güç oldu. “Kadın yorulmuştur, yardım ede
lim” diye kızlar şilteleri kaptılar, sütnine de yastıkları yor
ganı kaptı. Şilteler hemen yere serildi. Fakat telli gelinlik
yorganın bir ucu ev sahibinin elinde, diğeri sütninede, ikisi
de çekiyorlardı. Kadın hem gülüyor, hem de “Bu benim
vazifemdir” demek istiyordu. Biçare kadını rahatsız ettik.
Ertesi sabah çıktık, gittik. O da kurtuldu, biz de...
312
ÜSKÜP YOLUNDA: Pirlepe’den çıkılınca etrafı yüksek
dağlarla çevrili bir dar ovadan gidilir. Ucu kapılıdır; sol ta
raftaki dağların tepeleri dantela gibi didik didik siyah kaya
lardan oluşmuştur. Dağlara tırmanan yokuş pek gönül açı
cı idi. Sultan Murat Han’ın yaptırdığı kaldırımın taşlarına
güya iri sarı pullar serpilmişti. Bunlar sarı altın gibi parlıyor
du. Bu maden, kenarlarda da vardı. Kıymetli bir şey olsa
elbet toplarlardı.
Hatırımda kaldığına göre yolda birkaç gece kalıp bir
handa tahtakurusundan rahatsız olduk, sonra bir gece
Köprülü’ye ulaştık. Köprülü, Vardar nehri kenarında, nehir
üzerinde kurulmuş gibi bir kasabacağızdı.
Üsküp, kale içinde, yamaçta, dar sokaklı, çoğu kerpiç
evli, küçük bir şehirdi. Vardar kenarı tabiî halindeydi. Hiç ev
yoktu. Üsküp’ten sonra rastladığım Kaçanik Boğazı, pek
hoşuma gitti. Ensizce vadinin iki tarafındaki zümrüt gibi ye
şil dağ silsilesinin sağ tarafındakinin (ne doğudan, ne batı
dan, ne kuzeyden, ne güneyden haberim vardı) ortasında
iki araba güç geçer bir yol açmışlar. Yol hayli devam ettik
ten sonra dağın kavis teşkil ettiği burunda sivri ve dışarı çı
kık bir kaya ile kapanmış. Kosova Harbi’nde asker oraya
kadar gidip geçit bulamayınca başbuğları, balta ile mi, ne
ile ise kayaya önce kendi vurup:
“Haydi yiğitlerim!” demiş. Askerler üşüşüp kayayı del
mişler; adı “Delikkaya” kalmış. Bunu arabacılar söylediler.
Bu deliğin üstüne kazılmış bir yazı vardı. Okuyamadım.
“Burada durulmaz” dediler ve geçtiler.
Arabacılar geçtiğimiz yerlere ait birçok şeyler anlattılar.
Haziranda dağlar çiçeklerle donanmıştı, günde iki defa ara
badan inip dinleniyorduk. Kona göçe Selânik’ten Prizren’e
iki günde varabildik.
313
PRİZREN EVLERİ: Prizren, ortasından çay geçen bir
ovanın kenarında, dağ eteğine kurulmuş, dağa yaslanmış
bir şehirdir. Vilâyet merkezi yeni olmuş. Henüz onarılma
mış sokakları dar; evlerinin çoğu, bahçesine bakan zemin
odalarından ibaretti. Binalar taşla yapılmış, sağlam ve oda
ları büyüktü. İki odanın arasında küçük hamamlar vardı.
Hamamlar büyük dolap gibidir. Kazan, iki odanın arasına
duvara konmuş, külhan yapılmış. Külhan kapısı soba gibi,
fakat büyükçedir ve hamam kapısının bulunduğu odadadır.
Külhan yanınca iki oda birden ısınır. Yanındaki odanın
duvarında külhan hizasında hafif bir çıkıntıdan başka bir
şey görülmez. Hamamsız bazı odalarda ocak, bazılarında
kümbet vardır. Ocak malûm. Kümbet; tuğla ile örülüp dışı
na kahve fincanı tabağı kadar, fakat çukurca yeşil çanaklar
gömülmüş yerli sobadır.
Bir sabah, bir akşam yakılır. Prizren’in soğuğuna karşı
yeteri kadar ısı verir ve ısısı devam eder. Odalarda döşe
me tahtası yoktu. Döşeme yerine iyi dövülmüş toprakla ka
rışık kumu suluca hamur halinde ezerek yere sürer, üstü
nü kireçle sıvar, kuruyunca defne yaprağı gibi yaprak dö
şer, üzerine Şarköy kilimi sererler. Her ay odaların duvar
ları, yer, avlu hep badanalanır. Bunu fakir hanımlar kendi
leri yapar, zenginler, badanacı kadınlara yaptırırlar.
PENCERE CAMI YERİNE KÂĞIT: Evlerin pencerelerin
de cam yerine kalın kâğıtlar kullanılır. Ensiz çubuk tahtalar
dan satrancî yekpare çerçeveye kalın beyaz kâğıt kapatı
lıp kırkma kâğıtla yapıştırırlar. Bütün şehirde on evden faz
la camlı pencere yoktu.
Evlerinin hepsinin “hayat”ı, yani önü açık sofası, bah
çesi vardır. Bahçede yarım arşın ya da daha çok enli “po
tuk”, yani iki tarafı rıhtım gibi örülmüş dere vardır. Bunun
314
suyu dağdan inip evden eve geçer. Berrak bir sudur. Ke
narlarına çiçekler dikerler; hoştur.
Odaların üç yan kerevetleri vardır. Pencereler açık oldu
ğu için kerevetler de alçaktır. Bunların şiltelerini ve yastık
larını pamukla dokunmuş yerli kumaşlarıyle döşeyip üzer
lerine, zenginleri halı örtmüşlerdir. Halılar ince eski iş, ga
yet güzeldi. Orta halliler, Şarköy döşemelik kilimleri döşe-
mişlerdi. Perde pek az. Zaten kâğıtlı pencerelere perdenin
de lüzumu yoktu.
Kahve, eski usul, iri gümüş zarflı fincanlarla verilirdi.
PRİZREN KADINLARI VE GİYİMLERİ: Yüksek yakala
rının, geniş kollarının arasına pul ya da renkli boncuk kon
muş, beyaz ipekle oyalanmış ince yerli dokuması gömlek
ve üzerine kolları dirseklerine kadar göğüs epeyce açık,
bele kadar kısa yelek, yeleğin üstüne de cübbe, yahut do
lama giyilir.
Cebe, erkek Arnavutların giydikleri, bedeni dar, eteği
dalgalanarak genişleyen kolsuz giyimdir. Dolama yine o bi
çimdedir, fakat cepken gibi kolları omuzdan sarkar; fakirle
rinki güvez çuka üzerine siyah ipek bükme ile nakışlanmış-
tır. Orta hallilerinkinin nakışlarının arasına sarı klaptan ka
rıştırılır. Zenginlerinki iyi cinsinden güvez kadifedir. (Yalnız,
yelek koyu kadifeden olur, diğerleri güvezdir). Üzerine sa
rı, yani altın yaldızlı klaptan (sim) bükme ile işlenmiştir. Na
kışlardaki iş o kadar güzeldir ki, bakmakla doyulmaz. Yele
ğin kenar arkası, cebenin, dolamanın bütün etrafı, etek kö
şeleri, arkası, hep nakışlıdır. Ağır işlilerinin kadifesi az gö
rünür. Hepsinin kenarları simle saç örgüsü gibi dikilmiştir.
Göğüslerinin iki tarafına da klaptanla örülmüş, tepeleri
ne mercan gibi birer kırmızı boncuk konmuş, sık sık fındık
sıralanmış bu düğmeler hoş görünür.
315
Bu som altın gibi giyimin altına, yanlara yalnız ayak ge
çecek kadar delik açılıp paçaların kenarları koyu sarı ipek
kaytandan nakışlanmış, düz beyaz şalvar giyerler. Şalvar
genişçedir, ağı yere kadardır. Bele, ya Trablus’un birçok
renklerle dokunmuş ipekli kuşağını, yahut bir top Acem şa
lı sararlar.
Bir patiska çarşafı şalın içine yapıp ikisini beraber şivi-
ne (katlama yeri) bir karıştan enlice katlarlar. O koca kalın
kuşağı kalçalardan bele kadar kat kat gevşekçe sararlar. O
kalın yumuşak kolları tabiî vaziyetlerinden bırakmaz, adım
lar da değişirler. Süslendikleri gün salıntılı, çalımlı bir yürü
yüş gelir. Açık göğüsten enseye kadar birkaç sıra altın ta
karlar. Bu altınlar gelin hediyesidir.
BAŞ SÜSLERİ: Zifafından bir gün evvel gelin olacak kı
zın saçları siyaha boyanır. Şakaklardan kulaklar üzerine
kadar ayrılan kısmına, yanakları kısmen örtece kadar kâ
kül kesilir. Tepede kalanlar birkaç şakak örgüsüyle enseye
kadar indirilip arka örgülerine karıştırılır.
ŞAKAK ÖRGÜLERİ: Ta kenardan başlayıp azar azar
saç alıp başa yapışık örülür. Eski ağır serpuş (madeni te
pelik) ları tutmak için düşünülmüş. Boya az sonra saçları
yakıp tahrip ettiğinden kendi saçından örgüye sahip olan
lar az bulunur. Küçük bir fes tepesini, yahut o kalınlıkta bir
kumaşı küçük ve yuvarlak kesip etrafına siyah kıldan sıkı
örülmüş bir şerit dikip şeridin üst kenarıyle bitişme dikişini
üst üste bir sıra Sultan Mahmut beşibiryerde altınlarıyle ka
par, tepeliğin üstünü de yine öyle altınlarla örter, ortasına
da gugul korlar. Gugul, telden yapılmış ağaç gibidir. Uçla
rına, o zaman yedi ya da on kuruşa tedarik edilen ince kü
çük altınlardan meyve gibi tane tane takılır. Baş hareket et
tikçe bu altıncıklar sallanır. Gugul, baştan yedi santimetre
kadar yüksek durur.
316
Başa koyunca renk yemeni bir kat örtülüp toplanarak ar
kaya örgülerin üzerine atılır, sarkıtılır. Örgülere altın koyan
da vardır. Tepelik, alın kenarından, yemeninin üstünden
konur, ince siyah kaytanla enseden bağlanır.
GÜZELLİKLERİ YOK EDEN AKLIK: Başın bir süsü de
askıdır. Birbirinden uzunca üç ya da dört parça ince zincir
lere bir buçuk santimetre ara ile küçük altınlar takılıp zincir
lerin her iki uçları birbirine bağlanır. Uzunlukları muhtelif ol
duğu için bunlar böylece birer kavis teşkil ederler. Bu ka
vislerin (kıvrımların) iki ucu altından kancalı birer küçük al
tın çiçeğe bağlanır.
Başın süsü tamamlandıktan sonra, bağlı olduğu kanca
larla bu askının bir ucu şakağa, diğer ucu kulağın az arka
sına takılıp başın iki yanına kâkül üstüne açılır; küpe ve bir
kaç yüzükle bütün süs tamamlanmış olur. Diğer mücevher
lere rağbet etmezler.
Bir de, Rumeli’nin her yerinde kadınların güzelliklerini
yok eden fena bir âdet vardır. “Aklık” dedikleri cıvalı, sülü-
menli düzgündür. (Düzgün, beyazlık için yüze sürülen bir
sudur). O menhus düzgünü kendileri yaparlardı. Temizlen
miş bir tavuğun içine ak sülümen ile cıva koyarlar (miktarla
rını bilmiyorum), dikip suda kaynatır, zehirden Simsiyah ol
muş tavuktan sülümeni, cıvayı çıkarır, kaynar su ile yedi ke
re haşlarlar. Bir çok dövüp karıştırdıktan sonra bir şişeye ko
yar, biraz da berrak su ilâve eder, güneşe asarlar. Kırk gün
güneşte bırakırlar. Sonra lüzumu kadar su katıp kullanırlar.
Kocaları hayatta oldukça kullanmaya devam ettikleri bu
“Aklık” az müddet içinde derilerini katılaştırır, dişlerini ka
rartıp çürütür (çünkü cıva buharı yüzden dişlere kadar tesir
eder). Görüştüğümüz hanımlar benim düzgün sürmemek
liğimi hoş görmüyorlardı. Nihayet:
317
“Niçin yakınmayısın? (yani saçlarını, kaşlarını niçin bo
yamıyorsun?) niçin sürünmeyisin? (niçin, beyaz, al düzgün
sürmüyorsun) istemeyimi ağan? değil mi taze?” (Kocan ta
ze değil mi, süs istemiyor mu?) dediler.
Bu sorularla beraber saçlarımı tutup çektikten sonra
kaldırıp köklerine baktılar ve kendimin olduğuna hayret et
tiler. Meğer daha evvel aşağıda cariyelerimin de saçlarını
yoklamışlar, sonra bana gelmişler...
PRİZREN HANIMLARININ SOKAK KILIKLARI: Bedeni,
kolları vücuda göre, belden aşağısı genişleyerek etekleri
dalgalı, yakası, göğsü ve oymalı kol ağızları siyah ipek
kaytanla süslenmiş, siyah, kalınca, parlak pamuk kumaş
tandır. “Saten" başları beyaz keten havlu ile örtülür. Bir de
ğirmi tülbent ile ağız ve çene kapanarak tepeden bağlanır,
başa havlu örtülür. Bu havlu omuzları örterek önden aşağı
feracenin üstüne bırakılır. Pabuç olarak da kanarya sarısı
deriden çizme giyilir. Evlere girerken çizme içeride bırakı
lır, yaşmak gibi tülbent ve havlu sofada çıkarılır. Resmî kı
sa ziyaretlerde ise ferace ile oturulurdu.
Bu süsleri, yüz tuvaletleri, kıyafetleri aynı olan hanımla
rı birkaç defa görüştükten sonra ancak birbirinden ayırt
edebilirdim.
Bize, Türkçe bilmeyenlerle bilenler gelirdi. Görüşürdük.
İyi hanımlardı. Yalnız evli hanımlar görülürdü. Kızlar için
meydana çıkmak, misafire gövrünmek âdet değildi, ayıp
sayılırdı. Evlenecek erkeğin görücüsü, düğünlerin kızlara
özgü olan kına gecesinde bir tarafa saklanıp görürdü. Yok
sa başka türlü görmenin imkânı yoktu.
Ben de görüştüğümüz birkaç aileye:
“Kızlarınız benden kaçarlarsa bir daha gelmem,” dedim.
318
Kızcağızlar o derece insandan kaçar olmuştu ki, odaya
giremediler, uzaktan gördüm. Yüz ve endamları düzgün, gü
zel kızlardı. Bu kızlardan birinin düğününe davet olundum.
“Kına gecesine gel hanım, sana memleketimizin âdetini
gösterelim,” dediler. Memnunlukla gittim.
KORKUNÇ KINA GECELERİ: Kenarına al astarla süs
konmuş kısa fistanı, boyadan katılaşmış, çalı süpürgesi gibi
çözük saçları, beyaz üstüne al muskalı yanakları, korkunç
boynuzlu kaşları, uzun kuyruklu sürmeleri, kınalı elleri ve
ayaklarıyle iki köçek, kalın kursaklı, kırmızı boyalı, iri zilli tef
lerle saatlarca çaldılar ve oynadılar. Doğrusu sıkılmadım ve
o gürültüden pek etkilenmedim. Boşnakça, Arnavutça, Bul
garca bir şeyler okudular, oynadılar; gece geçti.
Gelinin o güzel kumral saçlarını hamamda simsiyah bo
yayıp örmüşler, kâküller kesmişler. Kıza başka bir surat
gelmiş. Odanın ortasına üst üste birkaç şilte serip ipekli
çarşafla örtüp gelini arka üstü yatırdılar. Ellerine ayaklarına
beyaz bez sarıp yaprak kına koydular. Yüzüne o mahut
düzgünden badana gibi sürdüler, yanaklarını muska gibi
çizip içine "allık” dedikleri koyu pembe boyadan sürdüler.
Kaşlara, arası çatma kalın koyu rastık; gözlere kuyruklu
sürme çekildi.
Kaynatılmış zamktan bir çöple alından başlayıp göz ka
paklarına, burnuna, çenesine varıncaya kadar bütün yüz
nakışlandı. Yanaklardaki allık ile beyazın hududuna ince
bir çizgi çizildi. Evvelce gayet ince kırkılıp hazırlanmış altın
yaldızlı tel, zamklı nakışların üzerlerine yavaş yavaş serpil
di. Yanaklardaki allığın ta ortasına da al, yeşil, mavi, mor
pullarla bir çiçek yapıldı. Göz kapakları yaldızlandığı anda
gözler kapandı. Yüz yazıcı kadın, o nazik güzel yüzü bu
derece çirkinleştirdiği için başarısından memnun kaldı.
Ben, kızın istirahati bahanesiyle evime geldim.
319
TEPELİKLER, GUGULLAR VE ASKILAR: Sabahleyin
kınalar çıkartılmış, kızın başına al tepebaşı (canfes üstü
ne bir yüzü atlas klaptanla, pulla işleme. Bundan elbise de
yapılırdı), duvağı üzerine yukarıda arzettiğim tepelik, gu-
gul, askılar, gelin telleri konmuş, göğsüne altınlar takılmış,
güvez kadife sırmalı gelinliği giydirmişler (bu gelinlik damat
tarafından gönderilir, ekseriya annesinin ya da büyük an
nesinin gelinliğidir. Kadifeden ve iyi klaptanla yapıldığından
daima yeni gibidir), Trablus ipekli kuşağı çıkarmışlardı.
Feracesini giydirip başını örttüler, başına büyük bir
şemsiye açtılar. Gelin alıcılarla birlikte kızın etrafında yola
çıktık. İki kadının koltuklayıp götürdüğü gelin hep ağlıyor
du. Bu göz yaşlarının birazı da âdete uymak içindi. Koltu
ğa iç kapıda verdiler. Eski âdet, damat gelini odasına ku
cağında götürürmüş. Öğle vakti gelini avluda bırakıp; gü
neşe karşı duvara dayayıp damada parıltılı parıltılı göster
mek de âdetmiş; bunlar yapmadılar.
Prizren’de gelin odası askısı yoktu. Üç yan minderin bir
köşesine yastıkları koyup sandalye gibi yükselterek gelini
oturttular. Al ince ipekliye klaptanla kenar işlenmiş gelinlik
mendilini dizlerine serip üstüne ellerini koydular. Elleri diz
lerinin üzerinde, gözleri kapalı, öylece mıhlanmış gibi otu
ruyordu.
Yemeğe çağrıldık. Bez şilteleriyle, iskemle üzerine bakır
sinilerle onar kişilik sofralar kurulmuştu. Peşkirler, yerli be
zi üzerine renkli ipeklerle, klaptanla işlenmiş, pek güzeldi.
Sofraya birer abanoz kaşıkla birer büyük dilim ekmek
konmuştu. Oralarda yerliler ekmeklerini evlerinde kendileri
yaparlar. Düğün çorbası, bütün kuzu, börek ve hamur tatlı
ları, pilav, hoşaf, düğünlere mahsur iri kıyılmış etle doğran
mış bakla vardı. Alâ yoğurt da vardı.
320
GELİNİN AÇ BIRAKILMASI ÂDETİ: Yemekten sonra
odada gelini, bıraktığımız vaziyette bulduk.
“Gelin acıkmıştır, ne vakit yer? dedim. Hayretle:
“Gelin yer mi!” dediler. Meğer gelinlerin yüz yazısından
evvel yemek, su ve diğer ihtiyaçları temin edilirmiş. Sonra
zifaf gecesi soyununcaya kadar ne yemek, ne su... hiç bir
şey! Validesine müracaat ettik.
“Âdetimiz böyledir, hem ben karışmam,” cevabını
verdi. Emir kayınvalideninmiş. Kayınvalideye rica ettik. Ri
camızı kabul etti. Fakat:
“Benim bildiğimi kimse anlamasın,” dedi ve savuştu. Ka
pıyı kapadık, gelini müşkülâtla razı edip birkaç lokma yedir
dik; gözlerini açtırdık. Biçarenin gözlerinin içi kızarmış, göz
lerini açınca daha çirkin oldu. O halde akşamı buldu.
KARI-KOCA; GELİN-KAYNANA İLİŞKİLERİ: Gelinleri
gece kocası soyar, yüzünü de o yıkarmış. O kadar boya ve
tel, sabunla bile kolaylıkla çıkmaz. Bilhassa, şakaklara ka
dar uzatılmış kalın kaşların üstünde duran kurumuş, yapış
mış rastık diğer boyalara bulaşınca surat ne hale girer! Ge
linlerin çoğu yüzlerini yıkatmazlarmış.
Evin gelini kayınvalidesinin huzurunda konuşmaz, hatta
oturması bile hoş görülmez ve bu uzun müddet böyle de
vam edermiş. Ev hizmetinin çoğu gelinin vazifesidir. Arna
vutluğun o taraflarında bir karılı erkek pek nadirdir. Hep iki,
üç zevcendirler. Komşularımızdan K.’nın haremleri iki ortak
hanımlara gitmiştim. Düzgünlü, altınlı bir genç kahve ge
tirdi. Kadınların ikisi de:
“Baka bizim ortağımız, ıslah değil mi?” dediler.
Şaka zannettim. İlâve ettiler:
321
“A... Biz artık ihtiyarlamıssız. İş yapamayısık. Bunu al
dık. Mollaya hizmet eder. Okşuları (mandaları) sağar, ay
ran çalkar. Hamur keser, nişasta ezer, her işi görür.”
Hakikaten kadın dizlerine kadar kar içinde, kınalı çıplak
ayaklarıyle gömlek üzerine bir yelekle koşup dolaşıyordu.
O taraf kadınlarının işleri çoktur, amma o nisbette de
kuvvetlidir. Evlâtlarını kendi kendilerine dünyaya getirir, yı
kanır, çocuğunu da yıkar, sarar ve aynı gün evin işine de
vam ederler.
Prizren kadınları Kur’an okur, ibadetlerini eder, kışlık za
hire yapar. Gayet güzel ipekli, pamuklu, kafesli bezler,
mahrama (havlu), kınavsa (futa) dokurlar. Önlerine daima
futa bağlarlar. Bu kınavsaların ve çarşafların dikişleri hep
oyadandır, güzel iş bilirler, iyi kadınlardır.
322
yabancı ve Hıristiyan evlerine gitmesi âdet olmadığından
ziyaret iadesine pederim müsaade etmiyordu. Akşam eşi
me söyledim, “git” dedi. Madam, yüksek tahsil görmemiş,
fakat terbiyeli bir kadındı. Bazen görüşürdük. Bizi, tercü
manlık etmek için götürmüşlerdi. Ama madam Fransızcayı
az bildiği için güç konuşuyorduk.
ÇADIRLI KADINLAR: Vilâyet erkânı, akşamları ve cu
ma günleri birinin evinde toplanırlardı. Haremleri de bir yer
de toplanır, bilmece söyler, tavla, domino, yüzük oynar, eğ
lenirlerdi. Yakın bir evde toplanırlarsa ben de giderdim.
Gündüzleri ekseriya birkaç hanım birden gezerlerdi. Bir
gün defterdar “SofyalI Çelebi”nin haremi ve kızlarıyle dere-
boyunda hakim efendinin haremine gidiyorduk. Hakim son
ra kazasker olarak vefat eden Ömer Efendi idi. İstanbul’da
kardeşim baş örtüsü ile ondan Kur’anı Kerim okurdu; ben
de beraber okurdum, hocamdı.
Yolda sekiz kadındık. Cuma tatilinde kendilerine eğlen
ce arayan mektep çocukları şemsiyelerimize takılmaya ve
laf atmaya başladılar: “çadırlı karı, çadırlı karı” diye hay
kırarak yolumuzu kestiler. Yanımızdaki yaşlıca cesur ha
nımlar çocukları azarlayınca harfendazlığı (söz atmayı) az
görüp bizi taşa tutmaya yeltendiler. Bana:
"Eli kara karı!” diye ayrıca dil uzatıyor, eldivenimle eğle
niyorlardı. Derken haşarı çocuklar birden bire bizi bırakıp:
“Memiş Paşa, Memiş Paşa!” yaygarasıyle ileri koştular.
O anda işitilen korkunç, çirkin bir sesle karşımıza aca
yip bir yaratık çıktı. Küçüklüğümden beri uzağı görmekten
mahrum olan gözlerime püsküllerle, aynalarla, teneke par-
çalarıyle donanmış pehlivan, dev gibi bir şey göründü. Ço
cuklardan kurtulduk ama, o iki ayaklı canavar bize doğru
geliyordu. Bende adım atmaya hal kalmadı. Çocuklar gülü
şerek bağırıyorlar ve yol arkadaşlarım memnunlukla:
323
“Bakıyor, bakıyor!” diyorlar ve bu tesadüfü uğurlu sa
yarak bana mutluluklar müjdeliyorlardı.
Tehlikeli bir şey olmadığını anlamakla beraber korkum
geçmedi. Başında çeşitli askılar, göğsünde nişan yerine ta
kılmış ne bileyim neler şangırdayan korkunç bir yaratıktı
bu. Belindeki kından koca bir tahta kılıç çıkarıp güya ma
iyetine kumandalar veriyor ve yanımıza yaklaştıkça çalımı
artıyor, hep bana işaret ediyordu.
Defterdar Sofyalı Çelebi efendinin eşinin kolunu kavra
mıştım. O korkunç şey beni gösterdikçe ben de kadının ko
lunu koparıyormuşum. Kadınlar:
“Uğurlar olsun Memiş Paşa!” demesinler mi?
Kim bilir ne hale girdim ki:
“Korkma korkma o, dünyasını değiştirmiş mübarek zat
tır, herkese bakmaz. O işaretler müjde alâmetidir,” dediler.
Meğer bu deli, bazı kimselerin inanışına göre perilere
karışmış imiş! Perilere, cinlere hakim, gaipten haber verir,
iyilik de, fenalık da ondan gelirmiş! Kendini vaktin padişa
hı, yeniçeriağası, bütün kadınları da yüzüne âşık sanır,
genç bir kadını görünce o çalımı takınırmış.
Bu, “Memiş Paşa” dedikleri esrarkeş deliyi, sonra Rus
çuk’ta ve İstanbul’da da gördüm. Öyle sahte kerametçile-
re, aptallara, bilhassa falcılara inananlar İstanbul’da bile
hâlâ var.
ARABA KULLANMA HAKKI YALNIZ VALİLERE AİT: O
devirde valilerin kendi yakınlarından olanları memuriyet
başlarında bulundurması yasaktı. Babam İsmail Paşa, bizi
maiyetine alamadı. Babam Selânik’te, biz Prizren’de otur
dukça fena halde sıkılıyordum. Ben kurabiye, yufka, şurup
yapar, babama ve erkek kardeşime gönderirdim. Annem
324
vefat etmişti. Onlar da bana, bizde bulunmayan şeyler
gönderirlerdi. Öylece kendimi avutmaya çalışırdım.
Sonradan Adliye Nazırı ve Sadrazam olan Niş Sancağı
Mutasarrıfı Abdurrahman Paşa, Prizren Vilâyeti Valiliğine
terfi ettirildi. Taşrada karşılama ve uğurlama törenlerine
önem verildiği halde hanımefendileri karşılamaya çıkama
dık. Şehir küçük, sokaklar dar olduğundan valilerden başka
kimse araba kullanamıyordu. Biz de köhne faytonumuzu
satmıştık. “Hoş geldiniz” için konağa gittim. Vali Paşanın
teyzesi saygıya lâyık, hatır alan yaşlı bir hanımefendi. Eşi
de nazik, konuksever, pek genç bir hanımefendiydi. Sokağa
seyrek çıkarlardı. Fakat biz sık görüşürdük. Teyze hanıme
fendi bana “kızım” dedikçe yüreğim ferahlıyordu. Babam,
(galiba şehreminliği ile) İstanbul’a gidince bizim İstanbul’a
bir memuriyete naklimize teşebbüs etmiş, Sadrazamdan
(Rüştü Mehmet Paşa zannederim) Vali Paşaya telgrafla:
“Mektubçu beyin ailesiyle beraber hemen İstanbul’a gön
derilmesi” emrolunmuş.
Bu sevinçli haber Kadir gecesine rastlamıştı. Eşimin:
“Yahu! Çabuk hazırlanabilir misin?” sorusuna:
“Yarın akşama kadar,” cevabını verdim. O gece, erte
si günü çılgın bir acelecilikle toplandık. Handa, hayvanları
dinlendiren araba varmış. Arife günü yola çıktık. İlk konak
yerine vardık.
AZGIN KÖPEKLERİN HÜCUMU: Köye girerken eşim
faytondan inip karşılamaya gelen nahiye müdürü ve diğer
leriyle konuşarak yürüyorlardı. Süvariler bizi Pirlepe’deki gi
bi ayrı bir yere götürdüler. Çit çevrilmiş, ağıl mı her ne ise
hayvanlar dolu bir yere girince inekler, öküzler arabaların
koşumlarındaki çıngıraktan ürktüler. İri, azgın çoban köpek
leri de müthiş havlamalarla üzerimize saldırdılar. Faytonun
325
içine atlayıp bizi parçalayacaklardı. Oğlumu arkama sakla
yıp “ aman, aman” larla imdat istedim. Süvariler köpeklere
ateş etmek üzereyken iki Arnavut haykırarak meydana çık
tılar. Köpekleri uzaklaştırdılarsa da korkunç hayvanların
hiddetli hiddetli “hav hav’ları devam ediyordu.
Arabalardan telâşla fırlayıp üç dört basamaktan ibaret
merdivenden titreye titreye “hayat”a (Hayat, tavanlı, fakat
etrafı açık sofadır) çıktık. Sığınmak için koştuğumuz odala
rın kapılarını kapalı bulduk. “Hayaftaki hububat çuvalları
arasında geçirdiğimiz saatlardan uzun gelen dakikalarda,
ev sahibi oda kapılarını açtırmakla meşguldü.
İki kapının da eşiğinde alaca şalvar ve yelekli, geniş kol
lu, beyaz pamuk bezi gömlekli, başı örtülü bir genç kadın
göründü. Üç kişi arasında Arnavutça sertçe konuşma geç
ti. Erkek gitti. Kadınlardan birinin terk ettiği odaya girdik.
Kapıyı kapadık. Eşyamızın hayata getirildiğini duyduk. Ya
taklarımızı aldık. Biraz yemek yiyip yatacaktık.
ARNAVUT KADINLARININ GARİP BİR İNTAKIMI: İki
kadın daha peyda oldu. Elleri kalçalırının üstünde iki kulp
lu pekmez testisi biçiminde ayakta durup bizi seyrediyorlar
dı. Konuşmaları arasında “poli”, “tavuk” demelerinden
yemeklerimizden bahsettiklerini anladım. Ne davetimizi ka
bul edip yemek yediler, ne de başımızdan ayrıldılar.
Kızlar da yediler. Yemek gailesi bitti. Kadınlar hâlâ öyle
ce duruyorlardı. Yorgunluğumuzu, yatmak istediğimizi anlat
tık. Omuzlarını silkip “yatınız” diye işaret ettiler. Gitmediler.
“Gidiniz, kapıyı kapayacağız,” işaretimize gülerek:
“Biz burada duracağız. Kapıyı kapamak ne lâzım?”
demeye gelen rişaretler yaptılar.
Oturuş sözde bize ikram imiş!... Tabiî, nezaketle ellerin
den tutup çıkarmaya mebcur olduk, tahta sürgüyü sürdük.
326
Meğer bu iki kadın ortak imiş. Bayram gecesi odalarını
misafire terk etmek istemiyorlarmış. Kocalarından mahrum
kalmalarına sebep olduğumuz için, her halde intikam al
mak maksadiyle, sofada gezintilerle, takırtılarla bizi saba
ha kadar uyutmadılar. Sabahleyin erkenden çıktık.
İZMİR ANILARI
Babamın İzmir’e ilk valiliğinin kesin tarihini bilmiyorum;
1271 (1854)’ten sonra imiş, fakat gözlemlerimden pek azı
nı hatırlıyorum.
Babam annemi ve kardeşlerimi bir ay sonra aldırmak
üzere İstanbul’da bırakıp beni İzmir’e beraber götürmüştü.
Geceleri babamın büyük cibinliği içinde yatardım. Gündü
zün de yemeklerde ve boş vakitlerinde yanında bulunurdum.
O devirde kız çocukların erkek esvabı giymeleri moda
olduğu gibi, erkek çocukların da sünnetleri yapılıncaya ka
dar saçlarını kesmeyip sıra örgülerle arkalarına salıverdik
lerinden ben, erkek esvabımla saç örgülerimle İzzet Bey
olarak yaşıyordum.
Sıvaslı lalam beni midilli koşturmaya Halkapınar’a,
uçurtma uçurtmaya da Bahri Baba (ziyaretgâh) bayırına ve
Kirişhaneye götürürdü. Kirişhane mevkiinde bahçe içinde
bir Hünkâr köşkü vardı. (Hangi padişah için ve ne zaman
yapılmış bilmem). Bahçe de, köşk de bakımsızlıktan harap
olmuş. Ben o ormanın yabanî otlarının aralarında gezin
meyi, odaların duvarlarındaki dağlı dereli, fıstık ağaçlı na
kışlara bakmayı severdim. İkinci yiyeceğim olan ekmekle
havyar yahut peyniri alır giderdik. Son gidişimizde o boş
ağaçlıkta kovan yapmış arıların hücumuna maruz kaldık,
bir daha gitmedik.
327
MERHAMETLİ BİR HAYDUT: Lalam beni ekseriye tom-
rukağasının (hapishane müdürü) odasına götürürdü. Pen
cereleri konağın altındaki avluya bakan bir yer odasıydı.
Oraya Tüfekçibaşı (polis müdürü) da, başka adamlar da
gelirlerdi. O arada yüzü de, sesi de, tavrı da nazik biri, ço
cukların hoşuna giden, dereden tepeden hikâyelerle kendi
ni bana sevdirmişti. Ara sıra verdiği şekeri lalamın müsa
adesiyle kabul ederdim.
Bir gün divan odasında babamın yazı takımı masasının
yanında duruyordum. Kulakları tırmalayan şangırtıya dö
nüp baktım; o sevdiğim hikâyecimi iki muhafız zaptiyenin
arasında, bileklerine, ayaklarına zincirler takılmış görünce
bir çığlıkla babamın boynuna sarılıp ‘Kurtar babacığım,
kurtar’ diye yalvardım, ağladım. Beni yan kapıdan kaçırır
larken o bedbahtın boynunu büküp bana baktığını gördüm.
Şüphesiz ağlıyordu.
Meğer bu adam, senelerden beri ele geçiremedikleri yol
kesen takımından Katırcı Yani imiş. Zenginlerden alır fıka-
raya verirmiş. Her halde kim bilir ne kadar canlar yakmış
tır! Cinayeti maiyeti yaparlarmış. Kendi elini sürmez, hatta
görmezmiş bile. Buna inanacağım geliyor. Çünkü kendisin
de katil bakışı, suçlu hali yoktu. Gayet nazikti. Mesleğinin
devamından ümidini kesmiş olmalı ki, yahut pişman olmuş
ki, kendi gelip babama teslim olmuş. Çetesindeki katillerin
yakalanması için serbest bırakıldığı birkaç gün içinde lalam
beni böyle bir temasta bulundurmuş.
Çok yıllar sonra babam, Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Pa
şa (Sultan Mahmut ll’nin kızı Âdile Sultan’ın kocası) ile Ter
sane hapishanelerini gezerken, Katırcı Yani babamın sesi
ni tanıyıp:
328
“Paşam, beni gönderdiğin günden beri dünyayı görme
dim. Şimdi hem körüm, hem hastayım. Aman beni buradan
çıkart,” diye haykırmış. Gösterilen merhametten, müsa
adeden yararlanmadan ölmüş.
YARAMAZLIKLARIM: İzmir Hükümet Konağı, ahşap bü
yük bir bina idi. Harem dairesinin çatı arasıda iki odadan iba
ret cihannüma (çatı üzerindeki taraça, cihannümaya hâlâ
“cehennemlik” diyenler var), üst kat büyük sofasında birçok
odalar, bir de üç odalı zülveçheyn (iki taraflı) dairesi vardı. Bu
dairenin altı selâmlığa bırakılmış büyük setli sofa idi. Deniz
tarafındaki sette birkaç kişi bulunurdu. Konağın avlusuna ba
kan setinde daima Habeş bir haremağası otururdu.
Ben, sarayda haremağalarına alıştığımdan bazen o na
zik ağanın yanına giderdim. Benden sıkılmazdı, okşardı.
Yine gittiğim bir gün, sofanın setinde önündeki havuzun
kenarından fıskiyenin kenarına uzatılmış tahtadan geçip
fıskiyenin kurnasına birkaç erik ve kayısı koydu. Elime bir
parça kâğıtla kurşunkalem verip: “Yemişler soğuyuncaya
kadar elifba yaz, resim yap,” dedi Mindere oturttu. Eline bir
kitap alıp okumaya daldı.
Ben hemen sıvışıp havuzun üzerindeki tahta köprünün
üstünde keyfimce sıçramaya başladım. Tahta sarsıntıdan
kaydı ve düştüm. Adamcağız koştu, beni kavradı, havuzdan
çıkardı. Ağladığımı korktuğuma yorup hemen limonata, ni
şasta içirdiler (o zaman, korkana, su ile nişastayı karıştırıp
içirir, bayılana yün yakıp koklatırlardı). Önümü çocukların
sevdikleri çil paralardan döküp avutmaya çalışıyordu.
“Ben bir şey istemem, yeleğim ıslandı, yeleğim gitti,” di
ye ağlıyordum. Ağanın:
“Paşa baban iyisini yaptırır beğim.”
329
Demesi ağlamamı artırdı:
“Bunu bana efendi verdi, efendinin yeleğidir,” diyerek
gümüşî iplikli kumaş üstüne kendi rengi ibrişimle işlenmiş
güzel yeleğimi şehzade Reşat Efendinin hediye ettiğini,
kesip küçültüp bana göre yapıldığını anlatınca, bedbaht
adamcağızın beni ıslak esvabımla dizine oturtup kucakla
yıp beraber ağladığını hâlâ unutamam.
O günden sonra beni hep yanında bulundurdu. Bu ha-
remağası, Sultan Mecit’in musahiplerindenmiş. (Adını bil
miyorum). İzinli olarak Hicaz’a gitmiş. Dönüşünde düşman
ları İzmir’e sürülmesi için “irade" çıkarmışlar. Biçare o kö-
şecikte mahzun mahzun otururdu. Bir ay sonra İstanbul’a
dönmesi emri geldi, sevinerek gitti. O sırada da annem gel
di, onun kucağına sığındım.
Anasız yaşadığım bir ayda çok tehlikeler geçirdim. Aklı
zayıf cahil lalam, beni kucağına alıp midillime oturtunca hiç
bırakmaması gerekirken sigarasını yakmak için kavli çak
mağını çakarken ben, tutunmadan oturabileceğim ümidiy
le hayvanı koşturmak istedim. Düştüm. Yaralanabilirdim.
Bahribaba bayırında gayet büyük uçurtmamı zaptede-
mediğim için sicimin ucunu belime bağlamıştı. Uçurtmayı
rüzgâr kuvvetle havalandırınca ayaklarım yerden kesildi,
birkaç adım sürükledi. Bayırdan aşağı taşlara yuvarlanabi
ld im .
Havuza düştüğüm gün de sofanın diğer ucunda tavla
oynamakla meşguldü. Havuz derin olmamakla beraber yi
ne de boğulabilirdim.
Gündüzü nasıl geçirdiğimi her akşam babam sorardı.
Fakat, lalamı azarlamaması için bunları söylemezdim.
330
Dadılara, bilhassa şimdiki yabancı dadılara güvenmek as
la doğru değildir. Çocuk, yalnız böyle tehlikelerle karşı kar
şıya kalmak değil, çocukların işitmeleri, görmeleri doğru ol
mayan birtakım hikâyelerle, görüşlerle o körpe dimağları
uyandırmakta sakınca görmezler. Hatta mürebbiyelere bile
fazla güvenmek hatadır. Ananın, evlâdını mütemadiyen
nezareti altında bulundurması gereklidir.
ELİ KIRBAÇLI BİRANA: Validemin büyük hemşiresi Be-
hiye hanımın zevci Yemen valisi ve ordu müşiri Hayri Mus
tafa Paşa, Yemen’de vefat edip bütün ailesi ve damadı Mu-
tuş (Mustafa) Paşa ile Hicaz’a gitmişler. Mutuş Paşa mira
laylıktan Mirimiranlığa geçmiş, Mekke’de, Medine’de hayli
müddet bulunmuş. Söz arasında bir “muhafızlık” işitiyor
dum ama memuriyeti olan muhafızlığı ne idi bilmiyorum.
Hepsi birden İstanbul’a avdet edince bize geldiler. Validem
gayet mükemmel hacı tehniyesi yapmıştı. Konağın babam
dan evvelki sahibi cihan seraskeri Rıza Paşanın harem
bahçesinde üç biraderi için yaptırdığı daireye yerleştiler. Bu
daire mutfağı ve hamamı ile 8 odalı ayrı bir evdi. Cami so
kağına açılır kapısı da vardı. Annem İzmir’e gelirken abla
sını beraber getirmişti. Oğulları ile ayrı evde otururdu.
Bu güzel, nazik, zengin kadın, evlâdına karşı pek sert
idi. Yemen’de iken on dört yaşındaki güzel kızını, ellisini
geçkin, gayet çirkin, kaba, fena huylu, ahlâksız Miralay
Mutuş Beyle zorla evlendirmiş, kızının o devrin âdeti üze
re yeni gelinler gibi her gün telli pullu giyimlerle, elmaslar
la süslenmesine mani olup çekmecesini, sandıklarını kilit
lemiş. Genç kadın çekinerek giyinmeye müsaade istedikçe
“suratsız papaz kocana mı göstereceksin?” diyerek
kalbini hırpalar, yaralarmış. Kızını evlenmesinden sonra
331
dahi arada sırada dövmekten geri kalmazmış. Cariyeleri-
nin üzerlerinden de kamçı darbelerini eksik etmezmiş. Bu
dayak gizli olurmuş. Yalnız bulunabileceği mahalde ağla
yabilirlermiş. Arabistan’dan İstanbul’a dönüşünde annemin
nasihatları kâr etmemiş. Nihayet cariyeler birer ikişer firar
edip kurtulmuşlar. İzmir’e iki yeni cariye ile gelmişti.
Teyzem on dört yaşındaki büyük oğlu Mehmet Bey’i Ha
cı Saip Paşa’nın on üç yaşındaki kızı Saide hanımla evlen-
dirmişti. İkisi gayet güzel idiler. Bu birbirini hiç görmemiş iki
çocuk, zifaf gecesi minderin birer ucuna kaçmış oturmuş
lar. Sonra da odalarında köşe kapmaca, misafirlik, gelin
güveyi oynamışlar. İzmir’e geldiklerinde Mehmet Bey on
sekiz yaşında ayyaş, Saide Hanım nazik, sabırlı bir genç
kadın idi. Ana-babasından aldığı terbiyeyi hiç bozmayıp ai
le halkına saygılı muamele eder, kayınvalidesi müsaade
etmedikçe oturmaz, her emrini hemen aynen yapardı. Ma
mafih teyzem bu kadıncağızı ne suretle olursa olsun aza
ba sokmaktan boş kalmazdı. Hiç olmazsa:
“A gelin hanım, kocan yine ne kadar içmiş. Bunun
yakasını neye toplayamıyorsun? Kadın olan kocasına
söz geçirir. Neye miskin miskin duruyorsun, kocanı
zaptetmiyorsun?” gibi sözlerle kırarmış.
Teyzem sabahleyin erkenden gelir, aşağıdaki sofada
oturur. Oya’dan kese yapardı. Büktüğü ipeğin iki ucunu el
lerinin salavat ve ortaparmaklarının aralarına sıkıştırıp ge
rer, başparmaklarını çarptıkça çıkan sadadan zevk alırdım.
Hele her sıra zürefâ (oyanın şerit makamındaki ilk sırasına
trabzan, sonraki düz ve çiçekleri teşkil eden işe zürefâ der
lerdi) nın arasına koyduğu bir tel sırmanın yaldız gibi ver
diği hafif parıltıyı pek beğenirdim. Ben de sap sap ipek
332
bükmeye özenir, uğraşırken teyzemin gezdiği yerlerde gör
düklerine dair hikâyelerini seve seve dinlerdim.
SOĞAN VE ELMADAN GERDANLIK: Ben dinlerken o,
Yemen köylerinde kadınların küçük elma, soğan, iri boncuk
gibi ellerine ne geçerse ipliğe dizip inci yerine boyunlarına
ve iri bakır halkaları da kulaklarına taktıklarını, bütün vücut
larını kına ile boyadıklarını, yalnız başlarını hariçte bırakıp
kuma gömüldüklerini, hararetin şiddetine karşı yağ küpüne
girip yağlandıklarını, güneşte taş üstüne konan etin anında
piştiğini, o iklim halkına güneş pek tesir etmezse de hariç
ten gelenlerin o hararetin şiddetine dayanamayıp derhal
düşüp öldüklerini, çöl yolculuğunu, Hecin develerinin yarış
larını, denizin her gün birkaç saat çekilip yine geldiğini, Ha-
beşlerin, Habeş çocuklarını tuzakla tutup satmak için yel
ken gemileriyle başka memleketlere naklettiklerini anlatırdı.
333
Leyla Saz'ın anılan yüzyıllar boyu esrarını
muhafaza etm iş olan harem hayatının
içyüzünü ilk kez açıklamaktadır.
Bu anılar, üç yabancı dile çevrilmiş ve
Avrupa’da da büyük ilgi toplam ıştır.
Bu anılar sadece harem hayatını değil,
saray dışında eski OsmanlI gelenek,
görenek, görgü kuralları, eşya ve kıyafet
biçimleri gibi bugün edinilmesi pek güç
bilgileri de kapsadığı için milli kitaplığımızın
başta gelen kaynak yapıtlarından biri
niteliğini de taşım aktadır.
9 789758 538195