Professional Documents
Culture Documents
TİYATRO BÖLÜMÜ
TİYATRO ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
Hakemli Dergi
Sayı: 19
Ankara
Bahar 2005
Editör Yardımcıları
Dr. Beliz Güçbilmez
Dr. Süreyya Karacabey
Danışma Kurulu
Prof.Dr. Gürsel Aytaç
Prof.Dr. Cevat Çapan
Prof.Dr. Yusuf Eradam
Prof.Dr. Cengiz Ertem
Prof.Dr. Tuna Ertem
Prof.Dr. Sevinç Sokullu
Prof.Dr. Sevda Şener
Prof.Dr. Murat Tuncay
Doç.Dr. Nur Gökalp Akkerman
Doç.Dr. Mukadder Yaycıoğlu
Kapak Tasarımı:
Canis Döşemeci
Tiyatro Araştırmaları Dergisi yılda iki kez yayınlanan hakemli bir dergidir. Yayımlanan
yazılar izinsiz kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yeniden yayımlanamaz. Yayımlanan
yazıların sorumluluğu yazarlara aittir.
İletişim:
A.Ü., D.T.C.Fakültesi, Tiyatro Bölümü, Sıhhiye/ANKARA
Tel : (312) 3103280-1624
Fax : (312) 3105713
e-posta : dtiyatro@humanity. ankara.edu.tr
ISSN: 1300-1523
Okumak istediğiniz yazıya kolayca ulaşmak için başlığa tıklayıp enter’a basınız.
Boylam ve İnkâr’ın yazarı Arnold Wesker savaş sonrası İngiliz yazarlar kuşağındandır. Tiyatro üzerine
düşünceleriyle tiyatronun felsefesini de yapan Wesker bağımsız ve özgün yönelişiyle İngiliz Tiyatrosu’nu
günümüzde de besleyen üretken yazarlardan biridir.Güçlüklerle ama mutlu geçirdiği çocukluk ve gençlik
yıllarını, politik ve hayata dair deneyimlerini de oyunlarına yansıtan Wesker’in Wesker Üçlemesi-The Wesker
Trilogy (Şehriyeli Tavuk Çorbası-Chicken Soup With Barley, Kökler_Roots, Kudüs’ten Söz Ediyorum-I’m
Talking About Jerusalem ), Her Yemekte Kızarmış Patates_Chips With Everything, Mutfak-The Kitchen,
Nottingamlı Kaptan-The Nottingham Captain, Dört Mevsim-The Four Seasons, Kendi Altın Şehirleri-Their Very
Own And Golden City, Yaşlılar-The Old Ones, Arkadaşlar-The Friends, Gazeteciler-The Journalists, Tacir-
Shylock, Mavi Kağıda Yazılmış Aşk Mektuplar-Love Letters On Blue Paper, Caritas, Tek Kişilik Kadın Oyunlar-
One Women Plays, Betty Lemon’a Her Ne Olduysa-What Happened To Betty Lemon ve Annie Wobler gibi
oyunları vardır.Boylam-Longitude ve İnkâr-Denial son oyunlarındandır. Sobel’ın romanından 2002 yılında
oyunlaştırdığı Boylam’da Wesker, pratik bir zekaya sahip marangoz, çan akortçusu, saat uzmanı John
Harrison’ın statükocu ve konservatif Boylam Kurulu’na karşı verdiği uzun, kararlı ve yürekli mücadelesini
anlatır. İnkâr’da, Sahte Anılar Sendromu’na inanan, bir sosyal hizmet uzmanıyken terapistlik yapmaya kalkışan
Valeria’nın kışkırtıcı yöntemiyle, babasının kendine tecavüz ettiği yalanına inandırılan Jenny’i ve ailesinin
acısını anlatır. Her iki oyun da gerek içerdiği derin ve tezli düşüncelerle, gerek tiyatral yaratıcılığa zengin
olanaklar sunan, güncel ve evrensel olanla örtüşen oyunlardır.
ABSTRACT
Arnold Wesker, the writer of Longitude and Denial, belongs to the postwar English writers generation.
Wesker, doing the philosophy of drama with his ideas about theatre, and with his independent and original
tendency, is one of the prolific writers of English Drama feeding it with their works today. Wesker reflects his
childhood and youth years, passed happily but with troubles, politic and concerning life experiences on his plays
such as; The Wesker Trilogy (Chicken Soup With Barley, Roots, I’m Talking About Jerusalem), Chips With
Everything, The Kitchen, The Nottingham Captain, The Four Seasons, Their Very Own And Golden City, The
Old Ones, The Friends, The Journalists, Shylock, Love Letters On Blue Paper, Caritas, One Woman Plays, What
happened To Betty Lemon, and Annie Wobler. Longitude and Denial are his last plays In his play Longitude,
dramatized from Sobel’s book in 2002,Wesker tells the long, determined and brave struggle of John Harrison, a
practical minded carpenter, tuner of bells, expert of clocks, against the status-quoits and conservative Board of
Longitude. In his play Denial, he tells the tragedy of Jenny’s family and Jenny, who is forced to believe the lie
that she was raped by her father, with the inciting methods of Valerie, who is a social worker turned therapist
and believes False Memory Syndrome. Both of these two plays are compatible with actual and universal, giving
rich possibility to theatrical creativity, and with their deep thoughts that full of hypothesis’.
*
Doçent Doktor, Süleyman Demirel Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları Bölümü, 32100-Isparta,
nurhan@sdu.edu.tr
Arnold Wesker savaş sonrası İngiliz yazarlar kuşağından, bağımsız ve özgün yönelişiyle dikkati
çeken üretken bir oyun yazarı. Bugün yetmiş iki yaşında olmasına karşın yine tüm aktüalitesiyle
İngiltere ve dünya sahnelerinde. İşçi sınıfından gelen ailesinden ve yaşam birikiminden edindiği
deneyimlerle özgün ve bağımsızca kulvarında sabırla, ama heyecanını hiç yitirmeden ilerleyen bir
oyun yazarı. Aynı zamanda tiyatroyu besleyen artalan üzerine de düşünen, sorgulayan, tiyatronun
insan derinliği bağlamında felsefesini de yapan bir düşünür. Bağımsızlığına, bir sanatçının doğasının
gerektirdiği biçimde aşırı tutkun. Yaşam ve insan gerçeğine de.
der gençlerle yaptığı bir yazarlık söyleşisinde. Onun bağımsız, duyarlı, gerçeği gözeten, cesur tavrını
da yansıtır bu sözler.
Bir başka söyleşide de;
der. Bir anlamda kendini de imleyen Wesker’in bütün oyunlarının ekseninde, sözünü ettiği aşırı
duyarlı kişilerin varolma coşkusuyla birlikte yaraları, umarsızlıkları ve şaşkınlıkları vardır. Ve
kuşkusuz bu insanları öğütmeye çalışan sistem ile onları, Wesker’in deyişiyle “Lilliputlaştırma”ya
çalışan karşıtları da…Wesker II. Dünya Savaşı sonrasında yetişen yazarlardan. İşçi sınıfının
sesini,toplumun alt katmanlarından gelen emekçi-çalışan sınıfın görüntüsünü, dilini, tavır ve
davranışlarını, duyarlılığını, koşullarını ve yaşama karşı duruşunu uzun yıllardır İngiliz sahnelerine
taşıyan bir yazar.4
1
Arnold WESKER, “Catching Up With Wesker”, Çev.: Nurhan TEKEREK, Wesker’in Kendinden Sağlanan
Kitapçık, İngiltere 2003, s: 1.
2
Arnold WESKER, “Writing For Theatre”, Çev.: Nurhan TEKEREK, www.kelly.com/Wesker 1 htm
3
Sevgi SANLI, “Arnold Wesker ve Kökler”, Gösteri, Ocak 1987, Eleştirmen Gözüyle Cumhuriyet Dönemi Türk
Tiyatrosu Eleştiri Seçkisi, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Ankara, s: 204.
4
Ayşegül YÜKSEL, “Sahneden İzdüşümler”, MitosBoyut Yayınları, Mayıs 2000, İstanbul, s: 123.
Sanayi devrimini 18.yüzyılda gerçekleştiren İngiltere sosyal açıdan, -paranın dağılımı ve buna
göre biçimlenen sınıfsal statü- modern bir ülke görünümüne ulaşırken geleneksel açıdan büyük bir
değişiklik yaşamaz. Yirminci yüzyıla gelindiğinde yine bir tarafta kökleri geçmişe dayanan
servetleriyle büyük gelir sahibi aileler , öte tarafta kişi başına gelirin giderek azaldığı çalışan kesimler
vardır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, savaş gerçeğini yaşayan yıpranmış ve bütün gücünü tüketmiş
bir İngiltere manzarası ortaya çıkar. Bu yaraları sarmak adına sosyal ve ekonomik alanda bir program
değişikliğine gidilir. Devlet yatırımcılığı devreye sokulurken, sosyal alanda da işçi partisi
önderliğinde, kitlelerin refah seviyesini arttırmaya yönelik “Beveridge Planı” olarak tanınan
uygulamalar hayata geçirilmeye çalışılır. 1 Ancak Kore Bunalımı sonrasında ekonomik konjonktürden
yararlanmak isteyen İngiltere sosyal fonları kısmak, bunları sanayiye aktarmak ve silahlanmaya büyük
fonlar ayırmak suretiyle refah devleti uygulamalarından vazgeçmeyi tercih eder. Böylece enflasyonist
bir ortamın sonucunda sterlin devalüe edilir ve refah devleti uygulaması, gelir dağılımındaki
uçurumun büyümesiyle rafa kaldırılmış olur2.
Savaş ve savaş ertesinde yaşanan bu yıkıntı, çöküntü ve umutsuzluk sanat alanında varoluşçuluktan
başlayarak saçmayla doruğa ulaşan akımları yaratmakla birlikte,özellikle İngiliz Tiyatrosu’nda
geleneksel yapıya karşı çıkan arayış tiyatrosunun ortaya çıkışına vesile olur. Bir kısmı radikal sol
grupların öncülüğünde gerçekleşen bu arayış çabaları daha çok, gelenekçi büyük kentlerin uzağında,
sanayinin yoğunlaştığı alanlarda yeşermeye başlar. Böylece bu yörelerde yaşayan insanların yaşamını
konu alan ve eleştiren “Low- life” ( Alt sınıfın Tiyatrosu) türü ortaya çıkar. Sayıları neredeyse otuz
bini bulan bu bölge tiyatroları ve amatör tiyatrolar “halk tiyatrosu” teziyle etkinliklerini
gerçekleştirirler. Avam Kamarası’nca çıkartılan bir yasa çevresinde giderek yerel yönetimlerin de
desteğini alan bu öncüler sayesinde, geleneğin dışındaki İngiliz Tiyatrosu hayatın gerçek yönlerinin,
yeni sahne teknikleriyle harmanlanarak sunulduğu ve çoğunlukla çalışan kitlelerin sıkıntılarının
irdelendiği yeni bir yola girer3 .
Böylece,
Devrim niteliğindeki bu yeni yolda “Yeni İnsan” gerçeği, aile ana ekseni, ya da yaşlı- genç çelişkisi
üzerine oturan toplum tarafından itilmiş yeni bir kuşağa doğru yönelecektir. Beckett’le başlayıp
Whiting’le süren çember John Osborne Delaney, Harold Pinter, N.F.Simpson, John Arden ve Arnold
Wesker tarafından genişletilir.
Trussller’ın Wesker’le yaptığı bir söyleşide oyunlarını besleyen kaynaklara ve yönelişlerinin
politik olup olmadığına dair bir soruya Wesker’in verdiği yanıt şöyledir:
.
Yaşamı ve Oyunları
1
Cevat ÇAPAN, “Değişen Tiyatro”, Adam Yayıncılık, Şubat 1982,ü İstanbul, s: 102.
2
Yard.Doç.Dr. Şefika Nuvid ALEMDAROĞLU, “Arnold Wesker’in Oyunlarındaki Kadınlarda Toplumsal
Bilinç ve Duyarlılık”, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2003, Eskişehir, s: 20.
3
Yard.Doç.Dr. Şefika Nuvid ALEMDAROĞLU, A.g.e., s: 24.
4
Bernard KOPS, “The Young Writer and Theater”, Çev.: Ş. Nuvid ALEMDAROĞLU, The Jewish Quarterly
London 1961, s: 9.
diyen Wesker yoksul bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak 24 Mayıs 1932’de Londra’nın doğu
yakasında Stepney’de dünyaya gelir. Bir Rus Yahudisi Joseph Wesker ve Macar Yahudisi Leah
Wesker’in hayatta kalan tek oğludur. Aynı zamanda Komünist Parti üyesi olan annesi Leah ve babası
Joe ve akrabalarının uğrak yeri olan ailesiyle birlikte yoksul ama mutlu bir çocukluk geçirmiştir.
Çocukluk ve gençlik yılları boyunca musluk tamirciliği, kitap satıcılığı ve aşçılık gibi farklı alanlarda
çalışır. İnatçı kişiliği, okul yıllarında öğretmenleriyle sorunlar yaşamasına neden olur ve on beş
yaşında geçici bir süre okuldan uzaklaştırılır2. Temel eğitimi sonrası muhasebe, daktilo ve steno
eğitimi gören Wesker Komünist Parti’nin ve Siyonist Gençlik grubunun düşüncelerinden etkilenir.
Aile kavramı ve aile bağlarının önemi bütün oyunlarına yansıyan temel bir izlektir. Savaş
yıllarında RAF’ta (Royal Air Force) askerlik yaparken dahi ailesine olan özlemini “Bombalar atılsa
da, atılmasa da Londra’ya ailemin yanına dönmek için can atıyordum. Çünkü çocukluğum yoksulluk
içinde geçmekle birlikte mutlu bir dönemdir” 3 diye dile getirir Wesker. Bu da sevgiyle birbirine bağlı
olan bir ailenin bireyi olduğunun somut bir göstergesidir. Nitekim onun ailesine olan bu düşkünlüğü
oyunlarının çoğuna yansımıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarını “Wesker Üçlemesi-The Wesker
Trilogy” diye bilinen oyunlarında yansıtır Wesker. Şehriyeli Tavuk Çorbası-Chicken Soup With
Barley, Kökler-Roots, Kudüs’ten Söz Ediyorum-I’m talking About Jerusalem” adlı oyunlardan oluşan
üçlemede (1952-58) 4çelik gibi güçlü bir anne Sarah Kahn , kendini bilinçlendirdiğini sanan hiç
gelmeyecek nişanlısını bekleyen Beatie, yine dirayetli Sarah Kahn, kızı Ada ve kocası Dave ekseninde
alt sınıflardan, çalışan kesimden insanların yaşamından kesitler sunarken, onların direnişlerini,
mücadelelerini, umutlarını, umutsuzluklarını ele alır.
Ellili yıllarda Wesker, maddi sıkıntılar içinde geçen yaşamını sürdürmeye çalışırken Paris’te bir
restoranda aşçı olarak iş bulur. Aynı restoranda garson olarak çalışan ve saçları altın tozuna benzediği
için Dusty adını verdiği Doreen Bicker ile tanışır. 1956 yılının Mayısı’nda Paris’e yerleşirler. Para
sıkıntısı çekmelerine karşın Paris’in büyülü havası her ikisini de mutlu eder. Bu yoksul ama mutlu
yıllarının oyunlarına yansıması Mutfak-The Kitchen’la (1956) olur. Yoksul çevredeki işçi sınıfının
yaşantısını büyük bir restoranın mutfağından aktaran5 Wesker ardından, diğer oyunlarından gerek
öz, gerek biçim açısından çok farklı olan ve seyircilerle birlikte eleştirmenleri de şaşırtan Dört
Mevsim-The Four Seasons’ı (1964) yazar. “Sevgisizlik her eylemi bozar, zavallılaştırır. İşte Dört
1
Arnold WESKER, “Seçilmiş Oyunlar I”, Çev.: Gönül ÇAPAN, Berin CUMALI, Ali TAYGUN, Adam
Yayınları, Mart 1983, İstanbul, s: 299.
2
http://www.Artsworld.com/boks-film/biographies/v-z/ arnold-Wesker, Erişim Tarihi: 10 Ekim 2003.
http://www.Artwesker.com/Erişim Tarihi: 10 Ekim 2003.
3
Yard.Doç.Dr. Şefika Nuvid ALEMDAROĞLU, A.g.e., s: 28.
4
Arnold WESKER, “Seçilmiş Oyunlar II-Wesker Üçlemesi: Şehriyeli Tavuk Çorbası, Kökler, Kudüs’ten Söz
Ediyorum”, Çev.: Cevat ÇAPAN, Zehra Handan SALTA, Adam Yayınları, Nisan 1988, İstanbul.
5
Özdemir NUTKU, “Dünya Tiyatrosu Tarihi”, C: II, Remzi Kitabevi Yayınları, 1985, İstanbul , s: 230.
diyerek sunar.
1
Ayşegül YÜKSEL, Cumhuriyet Gazetesi, (14 Mart 1987).
2
Ayşegül YÜKSEL, A.g.e
3
Arnold WESKER, “Distinctions_A Journal Of The Journalists” (London: Jonathan Cape 1985), Çev.: Şefika
Nuvid ALEMDAROĞLU, s: 3-10-31.
Nitekim küçüğün onaylanması anlamına gelen Wesker’in sözünü ettiği Lilliputlaştırma eğilimi;
Royal Shakespeare Company oyuncularında da görülür ve oyuncuların çoğu oyunda rol almayı kabul
etmez. Wesker yargıya baş vurur ve dava yedi yıl sürer. Olgunluk dönemi ürünü olan Caritas (1981)
adlı müzikli dramında, dogmatikliğin içine düşmüş Christine Carpenter adlı kadın karakterin
serüvenini işlerken, sevgiden bîhaber olanların sonuçta fanatizm ve dogmatizm özdeşliğinde
buluşacaklarını ifade eder. “Caritas oyunuyla Wesker, köklerini skolastisizmden alan türevleri dahil
her tür dogmatizmin kurbanı olan bireyin, kişisel ve toplumsal kararlar alırken, enine boyuna
düşünmeden adım atmasının kendisini dönüşü olmayan trajik sonuçlara sürükleyebileceğini”2 ifade
ederken, aynı zamanda izleyicinin, dogmatiklikten kaçınması gerektiğinin altını çizerek bir katharsis
yaşamasını sağlar.
Sendikal hareketin, salt ekonomizmden kaynaklanan makinalaşmasına karşıt olarak
insancıllaştırılmasını, bu yüzden sanatla iç içe olması gerektiğini, insanın ekonomik varlığıyla sosyal
varlığını bireştiren en önemli öğenin sanat olduğunu savunan Wesker, Mavi Kağıda Yazılmış Aşk
3
Mektupları-Love Letters On Blue Paper”da (1974) bunu anlayamayan yeni yetme oportünist
sendikacıları, kan kanserine yakalanmış Victor’un ölüme yaklaşırken, ona gizlice mavi kağıda
yazılmış aşk mektupları gönderen karısı Sonia’nın ağzından “Sendikakratlar” diye tanımlar.
Tek Kişilik Kadın Oyunları-One Woman Plays, Betty Lemon’a Her Ne Olduysa-What Happened
To Betty Lemon (1986), ve Annie Wobler 4adlı kadın oyununda ise, hayatları mücadeleyle geçmiş
çeşitli konumlarda ve yaşlarda kadınların yaşamlarından kesitleri, lirik bir anlatımla sunar.
1
Yard.Doç.Dr. Şefika Nuvid ALEMDAROĞLU, “Arnold Wesker’in Oyunlarındaki Kadınlarda Toplumsal
Bilinç ve Duyarlılık”, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2003, Eskişehir, s: 236.
2
A.g.e., s: 236.
3
Arnold WESKER, “Mavi Kağıda Yazılmış Aşk Mektupları”, Çev.: Yıldız ARDA, 2004, İstanbul, Yıldız
Arda’dan Sağlanmış Oyun Metni.
4
Arnold WESKER, “Annie Wobler”, Çev.: Gönül ÇAPAN, Devlet Tiyatroları Dramaturgi Bürosundan
Sağlanmış Oyun Metni.
1
Arnold WESKER, “Boylam”, Çev.: Nurhan TEKEREK, Fatma PINARBAŞI, Mayıs 2004, Isparta, s: 20.
2
Arnold WESKER, “Seçilmiş Oyunlar II-Wesker Üçlemesi: Şehriyeli Tavuk Çorbası, Kökler, Kudüs’ten Söz
Ediyorum”, Çev.: Cevat ÇAPAN, Zehra Handan SALTA, Adam Yayınları, Nisan 1988, İstanbul, s: 299.
3
htttp:// www.carlisleco.com/Lectures_dava.htm, http:// www.collegenews.org/x299.xml, http://
www.bbc.co.uk/arts/books/author/sobel/pg2.sthml, http:// www.palmdigitalmedia.com/author/detail/1680,
http:// www.galileosdaughter.com/author.html, ErişimTarihleri: 27 Ağustos 2003.
Tarih bilinci ve bu bilince bağlı olarak insanların aldatılamayacağı düşüncesi Wesker’ı, böylesi
tarihsel bir çatışmayı, bugün kronometre denilen buluşun ataları sayılan bir dizi model saati bulan ve
yapan John Harrison’la, dönemin papaz ve profesörlerinden oluşan Kraliyet Boylam Kurulu’yla
yaklaşık 50 yıllık çekişmesini içeren bir realiteyi aktarmaya yöneltiyor.
Boylam Kurulu’nun oluşturan papaz ve profesörlerin küstahlıkla, dik başlılıkla ve haddini
bilmezlikle suçladığı, başka bir deyişle egemen ve statükocu bilim kurulunun lilliputlaştırdığı John
Harrison Wesker’e göre bir savaş baltasıdır aslında. Göksel metoda inanan Boylam Kurulu
çevresinden matematikçi Robert Smith’in de dediği gibi:
Kilise çanları akortçusu ve koro uzmanı, dini bütün bir hristiyan olan Harrison’ın gökyüzünü
gözlemleyerek, yıldızların konumuna göre saat farkını bulmayı savunan yüce gönüllü, uhrevî Kraliyet
Bilim Kurulu’na yönelttiği eleştiri ise son derece gerçekçidir:
Bir başka yerde Harrison, üçüncü saatinden sonra tasarımladığı ve realize ettirdiği cep saatinin
deneme yolculuğuna çıkmasından önce, hak ettiği yirmi bin poundluk ödülü vermemek için türlü
engeller çıkartan Boylam Kurulu’nu oluşturan papazlar ve profesörleri öfkeyle şöyle eleştirir:
1
Arnold WESKER, “State-Right Freedom, Birth Right Freedom”, Distinctions, Çev.: Şefika Nuvid
ALEMDAROĞLU, s:223-227 (1980’de BBC World Service’te Yayımlanan Konuşması
2
Arnold WESKER, “Boylam”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma Pınarbaşı, Isparta 2004, s: 43
3
Arnold WESKER, A.g.e., s: 54.
Harrison’ın cep saati Jamaika yolculuğunda şaşırtıcı biçimde 147 günde yalnızca 1 dakika 54
saniyelik bir sapma gösterir. Bu sonuç yirmi bin poundluk ödülü almak için yeterli bir sapma oranı
olmasına rağmen yeni engeller koyar Boylam Kurulu. Bu engellerden biri uzun ve zorlu yeni bir
deneme yolculuğudur. Ayrıca Kurul Harrison’dan saatini parçalayarak, parçaları ve işlevleriyle
birlikte saatin çalışma prensiplerini açıklamasını ister. Harrison’ı öfkelendiren bu talep, aynı zamanda
onun buluşunun çalınma riskini de beraberinde getirmektedir. Dahası cep saatinin ucuz bir maliyetle
çoğaltılıp kullanıma sunulması konusunda yanıt ister Harrison’dan Kurul. Bu arada Ay Mesafesi
Metodu’na inanan kurul üyelerinden Maskelyne’in göksel sonuçları da Harrison’ın en büyük rakibi
haline getirilmektedir. Saatın kopyalarının yapılabilmesi koşulunu da duyan Harrison neredeyse
çıldırmak üzeredir. Çünkü Kraliçe Anne Kanunu’na göre, yalnızca Boylam sorununun çözümüne
buluşuyla yardımcı olana yirmi bin poundluk ödül verilecektir. Oysa Harrison’dan ucuz maliyetle
saatin kopyalarının yapılmasını da talep ederler. Aslında amaç ödülü Harrison’a vermemektir. Çünkü
Harrison dik başlı ve garip bir adamdır. En önemlisi de o cahil, sıradan bir marangozdur Bilim
Kurulu’na göre. Nasıl olur da kendileri dururken, yalın ve basit bir marangoz çözebilir bu devasa
sorunu. Kurulun hazmedemediği durum budur. Harrison buluşunun çalınacağı ve söküldüğünde
çalışamaz hale geleceği korkusuyla karşı çıkar bu koşullara ve öfkeyle onları eleştirir pek çok yerde
yaptığı gibi:
Kraliçe Anne Kanunu’na ek olarak çıkartılan III. George Kanunu’yla Harrison’ın hakları teslim
edilir ancak, saat farkını koruyarak, boylamın bulunmasına yardımcı olan kronometresi için yirmi bin
poundluk ödül bir türlü verilmez John Harrison ve oğlu William Harrison’a. Boylam Kurulu’nun bu
olumsuz tavrında ve Harrison’ın önüne koyduğu engellerde, 1765 yılında, Kraliyet Astronomu olarak
atanan ve Greenwich zamanının bulunmasında, Ay Mesafesi Metodu’ndan daha güvenilir bir yöntem
bulunamayacağına inanan Neville Maskelyne’in rolü büyüktür.
Harrison 83 yaşına dek buluşunun karşılığı olan yirmi bin poundluk ödülü alabilmek için mücadele
eder Boylam Kurulu ve Maskelyne’le. Her biri bir öncesinden daha gelişmiş saatler yapar Harrison.
Son yıllarında kral III. George’a baş vurarak, kendine yardımcı olunmasını ister. III. George’un
aracılığıyla parlamentoyla ilişki kurulur. “Saat V” in performansı bizzat kralın kendisi tarafından
denenir ve onaylanır. Bu sonucu da kabul etmeyen Boylam Kurulu’nu devreden çıkaran John ve oğlu
William sonunda, 1773 yılının Haziran ayında, Parlamento Kanunu gereği kalan 8750 poundluk ödülü
alır. Haberi Harrison’ın karısı Elizabeth verir:
1
Arnold WESKER, “Boylam”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma Pınarbaşı, Isparta 2004, s: 78.
2
Arnold WESKER, A.g.e., s: 84-85.
3
Arnold WESKER, “Boylam”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma Pınarbaşı, Isparta 2004, s: 126
1
Arnold WESKER, A.g.e., s: 110.
2
Arnold WESKER, A.g.e., s: 20
3
Ana Britanica, Ana Yayıncılık A.Ş., Encyclopedia Britannica, INC., C: 11, İstanbul 1989, s: 147
4
Cahid KINAY, “Sanat Tarihi”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s: 130.
denir.
Tarihsel bir olayı, romantik, romantik olduğu kadar varoluşçu, varoluşçu olduğu kadar gerçekçi bir
yaklaşımla, yürekli bir mücadele adamı olan John Harrison ekseninde bir tartışma platformu
oluşturarak anlatan Boylam için, Wesker’in, tutkulu-ayrıksı-bağımsız Hogarth’dan esinlenerek,
Hogarthian tarzı bir sahne düzeni önermesinden daha doğal bir tutum olamaz. Böylece Hogarth’dan
Harrison’a, Harrison’dan Wesker’e uzanan kişilik silsilesi de ortaya çıkar.
Tasarım için Red Lion Meydanı’na açılan çeşitli sokaklar, farklı yaşam alanları ve simultane bir
sahne düzeni öneriliyor. Wesker Hogarthian tarzını da açıklamış metinde. “Hogarthian tarzı deyince;
çok katmanlı sokaklar, dar yollar, panoların asılı olduğu Georgian tarzı dükkan vitrinleri, taş
basamaklar, trabzanlar kastedilmektedir”3 diyor ve kendisi de , Hogarth’ın “Gin Lane” ve “Beer
Street” adlı tablolarına bakılmasını öneriyor. Yirmi rolü oynayacak, şarkı söyleyebilecek niteliklere
sahip dokuz oyuncuyla kotarılabilecek Boylam ve prodüksiyonu hakkında da şu önerilerde bulunuyor:
İnkâr-Denial ise, 16 Mayıs 2000’de, “The Bristol Old Vic” de prömiyeri yapılan, yine Wesker’ın
son oyunlarından biri. Avrupa ve Amerika’da ticari amaçlarla kullanılan “Sahte Anılar Sendromu-
False Memory Sendrom” adı verilen bir ruhsal sapmadan yola çıkarak, hastalarına terapi uygulayan
terapistlerin neden oldukları trajik sonuçları gösteren çarpıcı bir oyun. Bilimsel açıdan henüz
doğruluğu kanıtlanmamış “Sahte Anılar Sendromu” nu dayanak yapan, sosyal hizmet uzmanı olarak
uzun yıllar çalışmış, cinsel tacize uğrayan alt kültürden ailelerin çocuklarıyla yıllarca çalıştıktan sonra,
kendini, çocukluğunda cinsel istismara uğramış yetişkinleri tedavi etmeye sözde adayan Valeria adlı
sonradan olma bir terapistin, işini, eşini, ruh sağlığını yitirmiş bunalımlı bir kadın olan Jenny’i tedavi
etmeye kalkışmasını anlatıyor. Deneyimlerinden yola çıkarak Valeria Jenny’i, çocukluğunda babasının
kendine tecavüz ettiğine inandırır. Felaket de burada başlar. Böylece zaten güç durumda olan Jenny
ailesini de reddederek iyice içinden çıkılmaz bir bunalıma girer. Mutlu ve sevecen bir çocukluk
geçirmesine karşın, babası Matthew’un dokunmalarını, sarılmalarını, öpmelerini, şakalarını yanlış
yorumlayarak, babasını, kendine defalarca tecavüz etmekle, annesi Karen’ı tepkisizlikle, dedesini de
olanları uzaktan izlemekle suçlar Jenny. Neye uğradığına şaşıran ve kızlarının bu durumuna anlam
veremeyen aile bu suçlamadan derinden etkilenir.
Wesker’ın oyunlarında sürekli imlediği güçlü aile bağları İnkâr’ da da, bu ağır ve utanç verici
suçlamanın üstesinden sevgiyle gelinmesiyle kendini gösterir. Anne ve Baba kendilerini terk eden,
böyle ağır bir suçlama yüzünden öfke nöbetleri geçiren kızları Jenny’i sonuna dek yalnız bırakmaz.
Oyunun ön sayfasında, Kaliforniya Üniversitesi-Pulitzer ödüllü sosyoloji profesörü Dr. Richard
Ofshe’nin terapistler hakkında söylediği sözlerden bir alıntı yapmış Wesker. Dr. Ofshe şöyle diyor:
“Hastalarının gerçekte var olmayan anılarına inanmalarını sağlayarak terapi uygulayan terapistlerin
sayısı maalesef kaygı verici boyutta artmaktadır. Bu sorunun gelecekte, yirminci yüzyılın en büyük
aldatmacalarından biri olarak karşımıza çıkacağı kanısındayım”2.
Wesker’ın yakın dostu ve Mavi Kağıda Aşk Mektupları’nın çevirmeni Yıldız Arda da, İngiltere’de
sözü edilen terapistlerden biri tarafından, çocukluğunda babasının kendine tecavüz ettiğine inandırılan
bir yetişkin kızın ailesiyle tanıştığını ve ailenin ne kadar perişan olduğuna ve acı çektiğine bizzat tanık
olduğunu anlattı3. Bir kişinin bunalımını, kimliğini ve kişiler arası ilişkilerini, objektif olarak
sahte(yalan) olmakla birlikte güçlü biçimde inanma ya da inandırılmaya dayandırmak suretiyle
travmatik bir anıyla açıklamaya çalışan “Sahte Anılar Sendromu-False Memory Syndrome” nun
özellikle “yıkıcı” yanından sıkça söz edilmekte. Bu sendromun görüldüğü iddia edilen kişinin, çok
1
Arnold WESKER, A.g.e., s: 20.
2
Arnold WESKER, “İnkâr”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma PINARBAŞI, Isparta 2004, s: 137.
3
Nurhan TEKEREK’in Yıldız Arda ile Yaptığı Görüşme, Mayıs 2004.
Valeria bu sevgi karşısında adeta çılgına döner ve onları kapı dışarı eder. Matthew ve Karen
çıkarken oyun biter.
İnkâr’ı, güven duygusu parçalanan bir ailenin sorununu çözme çabası olarak özetleyen Michael
Billington, oyundaki ağır suçlamanın Valeria’nın tahrikleriyle ortaya çıktığını belirterek şu soruyu
sorar: Ancak Valeria bastırılmış anıların kilidini açarken gerçekten samimi midir yoksa Jenny’nin
sorunlarına kolay yoldan açıklamalar mı getirmektedir? 2 Ve devam eder Billington:
1
Arnold WESKER, “İnkâr”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma PINARBAŞI, Isparta 2004, s: 212.
2
Michael BILLINGTON, “The Guardian”, Çev.: Nurhan TEKEREK, (20 Mayıs 2000).
John Osborne’un Jimmy portresi nasıl 1950’lerin genç öfkeli adamıysa, Jenny’i de 2000’lerin genç
öfkeli kadını olarak değerlendiren Kate Basset; Wesker’in bu oyununu muhafazakar bir oyun olarak
niteliyor. Oyunun sentimental yanından da söz eden eleştirmen, Jenny’nin ılımlı ailesi ve onların orta-
sınıf hayatı ve mutluğuna sivri dişli teorileriyle saldıran Valeria aracılığıyla Wesker’in, seyircinin
yüreğine dokunduğunu belirtiyor2.
Oyunun The Bristol Old Vic’deki sahnelenmesi üzerine çıkan eleştirilerden birinde; yoğun,
dramatik ama, oldukça yalın olarak nitelenen İnkâr’ın insanı bir cehennem yumruğu gibi sarstığı
söyleniyor.
21 sahneden oluşan İnkâr; yine Boylam gibi parçalı yapıya ve simultane sahne düzenine sahip.
Zamanda ardıllık yoktur, olaylar sıçramalı ilerler. Çocukluk günlerini gösteren bir filmle yapılan
açılışın dışında, iki yıllık bir zaman dilimi içinde, sahnelerin mozaik biçiminde olduğunu ama ardıllık
olmadığını belirtir Wesker 4
Sonuç
Savaş sonrası İngiliz yazarlar kuşağından Arnold Wesker bağımsız ve özgün tavrıyla, tiyatroyu
besleyen ardalan üzerine de düşünen, derinlikli yaklaşımıyla günümüzde de tüm üretkenliğiyle
aktüalitesini koruyan bir yazar. İngiltere’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, işçi sınıfının politik
eylemlerinden yola çıkarak, hayatı, salt sınıfsal bir perspektiften değerlendiren kolaycı ve ekonomist
bakış açısına karşı çıkarak, işçi sınıfından insanların hayata karşı duruşlarını, insan duyarlığı
bağlamında sorgulayan yazarlardan biri Wesker. Yoksul ama mutlu geçirdiği çocukluk yıllarının
1
Michael BILLINGTON, A.g.e.
2
Kate BASSET, “Daily Telegraph”, Çev.: Nurhan TEKEREK, (23 Mayıs 2000)
3
Tom PHILLIPS, “Venue”, Çev.: Nurhan TEKEREK, (25 Mayıs 2000).
4
Arnold WESKER, “İnkar”, Çev.: Nurhan TEKEREK-Fatma PINARBAŞI, Isparta 2004, s: 138.
Kaynakça
Mukadder Yaycıoğlu*
Özet
“El Supremo” adıyla anılan Fabià Puigserver 200’den fazla tiyatro, opera, bale gösterisinin sahne ve
kostüm tasarımlarını gerçekleştirmiş, kendine özgü yalın ve şiirsel bir sahne dili yaratmıştır. Tasarımcılığın
yanısıra oyunculuk ve reji alanlarında da çalışmış, akademisyen olarak birçok sanatçının yetişmesini sağlamış
onlara iyi bir sahne ve kostüm tasarımcısının herşeyden önce bir Tiyatro Adamı olması gerektiğini öğretmiştir.
İspanyol tiyatrosuna en büyük katkısı, tiyatro binası ve tiyatro salonunun,sahne ve kostüm tasarımının sözel
metin, oyunculuk, reji ve dramaturgi kadar önemli olduğu ve tiyatro sanatının bir bütün olarak görülmesi
gerektiği anlayışını yerleştirmek olmuştur.
Resumen
Fabià Puigserver, llamado “El Supremo”, creó escenografía y vestuario para más de 200 espectáculos
de teatro, ópera y ballet. En todos ellos utilizó un lenguaje sencillo y poético. Trabajó como actor y director
escénico en numerosas obras y como acdémico contribuyó a la formación de muchos artistas. Su aportación
mayor al teatro español fue enseñar que ser un buen escenógrafo y diseñador de vestuario es posible si se es
hombre de teatro. Introdujó en España un nuevo concepto de teatro de que el edificio teatral, el espacio
escénico, la escenografía y el vestuario son tan importantes como el arte de actuación, dirección escénica y la
dramaturgia.
Yıl 1938; İspanya İç Savaşı tüm şiddetiyle devam etmekte, Barcelona üzerine bombalar
yağmaktadır. Sivil halk Barcelona dışında bir yerlere sığınma çabası içindedir. İşte Fabiá Puigserver
bu koşullar altında Olot yolu üzerinde dünyaya gelir. PSUC (Partit Socialista Unificat de Catalunya)
üyesi olan babası Argeles toplama kampına gönderilir, ailenin diğer üyeleri İspanya’dan kaçmak,
Fransa sınırını yürüyerek geçmek zorunda kalır. Ancak yolda büyük bir talihsizlik yaşanır. Figueras-
Junqueras yolunda Fabia sarılı olduğu battaniyenin arasından kayarak yere düşer ancak aile onun
yokluğunu uzunca bir süre sonra fark eder ve geriye dönerek şans eseri Fabia’yı bulur.
Puigserver ailesi Toulouse yakınlarında Montpezat’a yerleşinceye kadar köy köy, kasaba
kasaba dolaşır. Bu arada II. Dünya Savaşı başlamış, Puigserver ailesi bir savaştan kaçarken kendini
ikinci bir savaşın içinde bulmuştur. Fransa’nın Almanlar tarafından işgal edilmesi üzerine Puigserver
ailesi sığınma hakkına sahip göçmen kimliğini de kaybeder ve savaş süresince Fransa’da saklanarak
yaşamak zorunda kalır. Bu arada serbest bırakılan baba Puigserver Fransız gerillalarıyla Almanlara
karşı savaşır. Savaşın Alman ve İtalyanların yenilgisiyle sonuçlanması üzerine baba Puigserver Franco
1
*Öğretim Üyesi. Doç.Dr. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İspanyol Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı
“Gerçekten Büyüye” başlığı altında Art Decor dergisinin Ekim 2002 sayısında (yayıncılar tarafından
değişiklikler yapılarak) yayımlanan çalışmamızdan alınarak genişletilmiştir.
1
Joan Abellán: “Fabià Puigserver, escenógrafo”, Agy., s.223
2
Montrserrat Roig: Agm, Agy., 266-267
3
Montserrat Roig : Agm., Agy., s.267
4
İbidem., s. 265
5
Fabiá Puigserver, Manolo Núñez i Yanowsky :Agm., Agy., s.93
6
İnidem., s.101
7
Isidre Bravo: Agm., Agy., 257
1
Joan Abellán: Agm., Agy., s.217, 221-222
2
Isidre Bravo: Agm, Agy., s.256
3
Joan Abellán: Agm., Agy., s.219
4
Isidre Bravo: Agm.,Agy.,, s.225
KAYNAKÇA
Bu çalışmamızda yararlandığımız makale ve söyleşiler Fabiá Puigserver üzerine hazırlanmış tek etraflı çalışma
olan ve aşağıda dökümü verilen kitapta toplanmıştır.
1
Bu gösteriyle ilgili ayrıntlı bilgi için Bkz: Moisés Pérez Coterillo : El Público: Amor, teatro y caballos”, El
Público, núm.40, enero, 1987, s. 4-11 . M.P. Coterrillo’nun dossier’i rejisör, Lluis Pascual, Fabià Puigsever ve
oyuncu Alfredo Alcón’la yapılan söyleşilerden oluşmaktadır. Kaynaklar bölümünde ayrıntılı dökümleri
verilmiştir.
Pérez Coterillo, Moisés : “El Público: Amor, teatro y caballos”, El Público, núm.40, enero,
1987, s.6-8
_______________. “Luis Pasqual: “La verdad del amor y del teatro”, El Público,
núm.40, s.6-9
Levent Suner*
Özet
Yapısalcı yaklaşımla çözümlendiğinde Vahşi Batı oyununun yüzeysel yapısıyla derin yapısından üreyen
anlamların nasıl ortaya çıktığı gösterilmektedir. Yüzeyde iki oğulun babalarına dönüşme öyküsü olan oyun, derin
anlamda ise, kapitalist sistemin nesneye dönüştürdüğü insanın diğerlerini nesneleştirmek için baskı uygulamasını
anlatmaktadır.
Abstract
How the surface meaning and the deep meaning are reflected are shown when the play True West is read
with a structuralist approach. On the surface the story of the transformation of two sons into their father is told,
in the deep however, man himself transformed into an object by capitalism to suppress the others to reduce them
into objects is reflected.
Giriş
Yirminci yüzyılın ortalarında etkinlik kazanan yapısalcılık, gerçeği birbirine bağımlı bir parça -
bütün ilişkisi içinde anlama ilkesinden yola çıkan bir öğrenme ve değerlendirme yaklaşımıdır. Bir
kavram olarak kurumlaşması Prag Dilbilim Okulu’na rastlar. Yirminci yüzyılın yarısında ise batı
ülkelerinin hemen hepsinde tartışma gündemi yaratan bir akıma dönüşür. Söz konusu yöntem, metni
şifrelenmiş bir dizge olarak kabul eder. Oyun metni çözümlemesinde metinde somut olarak var olan
göstergeler değil, işaret ettiği anlam kolayca belirlenemeyen örtük göstergeler önem taşır. Yüzeydeki
görüntünün altında, derinde yatan kuralların ve yasaların oluşturduğu yapıyı arayan yapısalcı bakış,
yapıyı oluşturan birimlerin tek başlarına anlam taşımadıklarını, birbirleriyle olan bağıntılardan anlam
kazandıklarını savunur.1 Jean Piaget yapısalcılığın temelde bir yöntem olduğunun ve bu terimin de ima
ettiği gibi teknik, dürüst, zihinsel zorunluluklarla ilgili olması gerektiğinin altını çizer. 2 Yapının iç
düzenine yönelmek, dışta kalan etkenleri gerektiğinde yapının gösterdiği yönde değerlendirmek,
bağımsız bir bütünle yetinmek yapısalcı araştırmacının temel izleği olarak kabul edilir. Aynı zamanda,
nesnenin bir yapı olarak ele alınması gereğini savunan yapısalcı uygulamacılar amaçlarının her şeyi
açıklamak olmadığının altını çizerler. Tahsin Yücel bu konuyu şu şekilde açımlar:
*
Yrd.Doç.Dr. Ankara Üniversitesi D.T.C. Fakültesi, Tiyatro Bölümü, Oyunculuk Anasanat Dalı
1
Ayşegül Yüksel. Yapısalcılık ve Bir Uygulama. (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1995), s. 30.
2
Jean Piaget. Yapısalcılık. (Ankara: Doruk Yayınları, 1999), s.124.
Esen Çamurdan, yazılı metne veya sahnedeki bir oyuna yapısal yaklaşımda bulunmanın, ele alınan
yapıta bir tür “kazı yapma” yollarını araştırmak olduğunu söyler. Çamurdan’a göre metnin / sahnenin
çeşitli okuma katmanlarını ve anlam örgütlenmesini çözümlemek, göstergelerin işleyişini, plastik
malzemenin bir anlatım aracı olarak kullanılmasını saptamak, gözlemlemektir. Bu bağlamda, kişi ve
uzam ilişkileri boyutunda, uzamın kullanımı, oyuncu ve nesnelerin seçilmiş olan uzamda dağılımı,
seyircinin konumu da gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalar olarak altını çizer. 2 Buradan
hareketle bu çalışma Sam Shepard’ın Vahşi Batı oyununu yapısalcı bir okumayla ele alacaktır.
Oyunun Çözümlemesi
Vahşi Batı iki kardeşin, iki insanın, iki yaşam tarzının karşılaştırıldığı bir oyundur. İki perde ve
dokuz sahneden oluşur, dokuz sahnesi de aynı “uzam”da geçer: Güney California civarında, Los
Angeles’e 40 mil uzaklıktaki eskice bir evin mutfağı ve ona bağlı oturma bölmesi. Mutfak ve oturma
bölmesi iç içedir. Mutfak, bir lavabo, duvarda bir telefon, dolaplar, hemen üstünde düzgün, sarı perdeli
küçük bir pencere, bir ocak ve bir buzdolabından oluşur. Oturma bölmesinde ise birbirine uyumlu bir
masa ve iki sandalye, çalılığa ve turunç ağaçlarına bakan pencereler, çeşit çeşit saksılarda birçok
türden ev bitkisi vardır. Bu bölmenin döşemesi yeşil, yapay çimdir.
Oyunun “zaman” boyutu ise “yinelenerek” değişir ve gelişir. Oyun boyunca “uzam”, “zaman”,
“kişiler” ve “eylem” boyutlarında çeşitli eşyapılılık durumları görülür.
BİRİNCİ PERDE
Birinci Sahne
Zaman: Gece. Oyun cırcır böceklerinin sesiyle başlar. Austin oturma bölmesinde ve bir mumun
aydınlattığı masada oturmuş yazı yazmaktadır. Masanın üzerinde bir daktilo, yanan bir sigara, bir
tomar kağıt ve bir kahve fincanı vardır. Ay ışığının aydınlattığı Lee ise ayaktadır, mutfak tezgahına
dayanmış bira içmektedir. (Austin’i aydınlatan ışık (mum ışığı) yapay, Lee’yi aydınlatan ışık (ay ışığı)
ise doğaldır.) İki kardeşin küçüğü olan Austin senaryo yazarıdır. Üniversite eğitimi görmüştür. Karısı
ve çocuklarıyla kentte yaşar. Televizyon, ev, araba gibi “Amerikan Yaşam Tarzı”nın nesnelerine
sahiptir. Lee ise çölde yaşayan, eğitimsiz, hırsızlık, yaparak geçimini sağlayan bir serseridir .
“Muslukta çay artığı görmeye dayanamayan” annelerinin evidir burası. Düzen tutkunu olan anne
Alaska’ya tatile gitmiş, evine bakması için Austin’i çağırmıştır. Lee ise davetsiz misafirdir. İki kardeş
beş yıldır görüşmemişlerdir. Lee bu evde keyfinin yerinde olduğunu düşündüğü Austin’e mutfakta
erzak olup olmadığını sorar. Lee’nin temel göstereni olacak olan “sahicilik” ile ilgili ilk ipucu da
burada verilir:
1
Tahsin Yücel. Yapısalcılık. (İstanbul: Ada Yayınları), s. 123.
2
Esen Çamurdan. Çağdaş Tiyatro ve Dramaturgi. (İstanbul: MitosBoyut Yayınları, 1996), s. 45 – 46.
Austin: Evet.
Yalnız kalarak senaryosunu tamamlamak isteyen Austin’in rahatı Lee’nin gelmesiyle kaçmıştır.
Lee inatla konuşmak isterken, Austin de inatla çalışmaktadır. Kardeşinin yaptığı işin “konsantre”
gerektirdiğini söylese de onun konsantresini bozmaya devam eder. Lee, bir zamanlar, kardeşinin
yaptığı işe “kıyısından bulaştığını” söyler.
Oyunun bir başka kişisi de Lee gibi çölde yaşayan, oyunda hiç görünmeyen ama oyunun her anında
varlığı hissedilen Baba’dır. Lee’nin babasını görmeye gittiği öğrenilir. Austin de gitmiştir ancak Lee
bunun madalya takılacak bir iş olmadığını söyler:
Austin: Ne dedi?
Lee: Boktan bir cümle bu. Böyle boktan cümleler yazman için mi para
veriyorlar sana?3
Austin: Bak eğer paraya ihtiyacın varsa, sana biraz verebilirim. (Lee
aniden Austin’in üstüne atılır, yakasına sarılır ve müthiş bir
güçle onu sarsar)
1
Sam Shepard. Toplu Oyunları 1. Çev.: Yıldırım Türker. (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2000), s. 117.
2
Aynı, s. 119.
3
Aynı, s. 120 – 121.
Oyunda şiddetin ilk kullanıldığı bu sahnede Lee fiziksel, Austin ise zihinsel olarak güçlüdür. Bu
durum uygarlık / ilkellik karşıtlığı ile de ele alınabilir. Yukarıdaki alıntıda verilen, yazarın kan – para
ve Hollywood’a karşı tavrını belirleyen “Kanlı Hollywood parası” tanımlaması örtük bir göstergeyken
oyunun sonunda açık göstergeye dönüşecektir.
Cırcır böceklerinin seslerinin yeniden duyulmasıyla bir ikili karşıtlık ortaya çıkar; sesler birini
öfkelendirirken diğerinin hoşuna gitmektedir:
Anlambirimcik 1
Lee, doğada yaşadığı için -cırcır böceklerinin seslerinin sıklığına göre hava sıcaklığının
hesaplanması gibi- pratik çözümlere hakimdir. Kent insanı olan Austin ise, doğadan habersizdir ama
doğayı tanımak ister, merak eder. Lee çölde yaşarken köpek dövüştürerek para kazandığını söyler.
Sahne sonunda Austin, Lee’yi kuzeyde yaşayan ailesinin yanına davet eder. Lee’nin yanıtı “ Oralar
çok soğuk” olur. Bu yanıt son sahnenin sıcaklığı ile ikili karşıtlık oluşturacaktır.
Birinci sahnede çöl ve kent yaşamı, farklı yaşantısı olan iki kardeş karşılaştır. Bu sahnede aile ve
kişiler bir oranda tanınır. Derin yapıya ulaşmada çözümleyici en önemli ipuçlarını veren gösterenler,
oyunu baştan sona saran karşıtlıklardır.
Anlambirimcik 2
1
Aynı, s. 121.
2
Aynı, s. 121.
İkinci Sahne
Zaman: Sabah. Austin elinde püskürtücüyle annesinin çiçeklerini sularken, Lee oturma bölmesinde
masada bira içmektedir. Güvenlik düşkünü Anne “Amerikan Yaşam Tarzı” nesnelerini yitirmemek
için her yeri ve her şeyini kilitlemiştir. Lee sabah evdeki bütün dolapları kontrol etmiş ve hepsinin
kilitli olduğunu görüp şaşırmıştır. Çünkü annesinin değerli bir şeyleri olduğuna inanmamaktadır.
Dolaba kilitlenen eşyalar Idaho Eyaletindeki eski evden getirilen çoğu sahte ve eski, Idaho manzaralı
çini tabaklardır. Austin’in antika olarak nitelediği, annenin bu çok önemli eşyaları Lee için
değersizdir. O, Idaho’yu hatırlamak bile istemez:
Lee: Özel değermiş. Evet. Bir yığın süprüntü. Zaten çoğu sahte. Idaho
hatırası çini tabaklar. Allahını seversen kim yemek yerken
tabağında Idaho eyaletinin enayi manzaralarını görmek ister.
Düşün, her kaşık atışta manzaranın biraz daha fazlasını
göreceksin... Şahsen yemek yerken Idaho tarafından esir alınmak
istemem.1
Yukarıdaki alıntı iki kardeşin köklerine olan yabancılaşmışlıklarının göstergesiyken, aynı zamanda
Lee’nin özgür olma isteğine de vurgu yapar.
Şehir yaşamını benimsemiş olan Austin’in tersine, Lee çöl yaşamından yanadır. Her ikisinin de
çocukluklarının geçtiği yerlerin imar görmüş olmasından Austin memnunken Lee, imarla birlikte her
şeyin mahvolduğunu düşünür. Çocuklukları aynı yerde geçmiş olan iki kardeşten biri doğayı, diğeri
kent yaşamını seçmiştir. Çölde yalnızlığa alışmış Lee’nin karşısında kalabalık kent yaşamını isteyen
Austin vardır. Bu ikili karşıtlık Lee’nin Mujave çölünde tek başına yaşadığı üç ayın karşısında
Austin’in “Bir otelde tek başıma üç gün geçirmek zorunda kalsam deliriyorum” repliği ile pekişir.
Lee, gece dışarı çıkmış, bir evin penceresinden içerisini seyretmiştir. Evi betimlemesi bir tür
özlemdir aynı zamanda. Lee’nin kent yaşamına özlem duymasına Austin’in şaşırması birbirlerini ne
kadar az tanıdıklarının da bir göstergesidir:
Lee: Birkaç tane. Birkaç gerçekten esaslı ev vardı. Birinde köpek bile
yoktu. Yaklaştım, dayadım cama alnımı, dikizledim. Çıt
çıkmıyordu. Yalnızca sessizlik. Sayfiyenin o tatlı sükuneti.
Austin, yazdığı senaryoyu konuşmak üzere bir yayıncının geleceğini, o gidinceye kadar Lee’nin
evden uzaklaşmasını ister. Lee, Austin’e arabasının anahtarını verirse evden gidebileceğini söyler.
Anahtarı Lee’ye vermek zorunda kalan Austin sahip olduğu uygarlık nesnelerini yitirmeye başlar. Lee
evden çıkarken kendisinin de gelecek olan prodüktörün ilgisini çekebilecek projeleri olduğunu söyler:
Lee: ... Baksana, eğer şu... senin hikaye herifi açmazsa... Söyle ona
bende onun ilgisini çekecek birkaç proje var. Müthiş ticari.
Gerilimli, yaşanmış hayat hikayeleri...2
Yukarıda verilen alıntı, kurgusal olanla (Austin), yaşanmış olan (Lee) arasındaki farkın
altını çizer. Lee, eleştirdiği kent kültürüne, Austin de doğal hayata özlem duyar. Bu karşıtlık
iki kardeşin dönüşümlerinde anlam kazanacaktır.
Üçüncü Sahne
Zaman: Öğleden sonra. Austin’in sözünü ettiği yapımcı Saul gelmiştir. Oturma bölmesindeki
masada Austin ile proje hakkında konuşmaktadırlar. Saul projeyi beğenmiştir ve filmin pazarlama
stratejisini tartışırlar. Saul projeye çok inanmıştır. Amerika’da endüstri haline gelen sinema, sanat
eseri olmaktan çıkmış “meta” haline gelmiştir. Yazar ve yapımcının malzemeye yaklaşımları farklıdır.
Her şeyden önce filmin nasıl pazarlanacağı konuşulmaktadır:
Austin ve Saul pazarlama stratejilerini geliştirirken Lee elinde çalıntı bir televizyonla içeri girer.
Lee ve Saul tanışırlar. Oyunun bu sahnesinde aslında kimsenin şehir yaşamından memnun olmadığı,
1
Aynı, s. 125- 126.
2
Aynı, s. 128.
3
Aynı, s. 125.
(Gösteren)
Gösterilen: Uygar batı harekete geçmeden.
Sonuç olarak Lee, Saul’u Austin’in uzamından ayırıp kendi uzamına alır. Bunun sonucunda da,
(Saul) Lee Austin (Saul)
çatışması başlar.
Austin birdenbire ikinci plana düşer. Lee Saul’e kendisinin çok iyi bir projesi olduğunu söyler.
Lee’nin kendi projesinin yaşanmış bir hikayeyi temel aldığını vurgulaması, iki kardeşin yaşadığı
gerçeklik düzlemleri arasındaki farkı belirler. Austin, masa başında, düş gücüne yönelerek kurgusal bir
gerçeklik yaratır. Lee ise kendi yaşadıklarından yola çıkar, projesini “çağdaş bir Western” olarak
tanımlarken hem ataları kovboyların geleneklerinden hem de bugünün gerçeklerinden söz eder.
Saul Lee’nin öyküsü ile ilgilenir, Austin’den bu öykünün kısa bir özetini yazmasını ister ve çıkar.
Austin korkmaya başlar, çünkü Lee’nin senaryosu beğenilebilir. Lee kardeşinin mesleğine adım
atmıştır. Austin kendisini güçsüz hissettiği bu anda Amerikan rüyasının simgelerinden biri olan
arabası aklına gelir ve bir önceki sahnede Lee’ye verdiği anahtarları ister. Anahtar ile adeta kaybettiği
gücü kazanacaktır.
Sonuç olarak Lee, Austin’i dışlayarak Austin’in uzamına geçer.
Anlambirimcik 3
1
Aynı, s. 131.
2
Aynı, s. 132.
Zaman: Gece. Uzaktan çakal sesleri duyulur ve gittikçe kaybolur. Oyunun bu sahnesi birinci
sahnesiyle örtüşür. Yine bir mum ışığının aydınlattığı masada Austin bu kez daktiloyla Lee’nin
öyküsünün sinopsisini yazmaktadır. Lee ise ayakları masanın üzerinde, Austin’in karşısında
oturmakta, bira ve viski içmektedir. Lee üstün konuma geçerken Austin giderek gerilemektedir.
Lee’nin öyküsünde Texas’da iki kamyon birbirini takip etmektedir. Kamyonların arkasında at
taşıyan römorklar vardır. Öndeki kamyondaki adam, “arkadaki adamın düzdüğü kadının kocası
olduğunu”, “kasırgalar bölgesinin tam ortasında olduğunu” ve “benzininin bitmek üzere olduğunu”
anlar.
Austin, Lee’nin öyküsüne “gerçek yaşama” benzemediği gerekçesiyle itiraz eder. Lee’ye göre ise
gerçek yaşam anlattıklarının ta kendisidir. Ona göre “insanlar zor koşullarda kalabilir”, “başkalarının
karılarıyla da yatabilir”, “benzini de bitebilir”. Lee için tüm bunlar olabilecek şeylerken Austin’e göre
bu olaylar “gerçek”ten son derece uzaktır. Lee hikayesindeki bu sahnenin tam anlamıyla bir takip
sahnesi olduğunu düşünür. Oyunun dördüncü sahnesinde, Lee’nin tek isteği senaryonun bir an önce
bitmesidir. Ancak tartışmalar yüzünden bir türlü senaryoyu yazamazlar. Austin arabanın anahtarını
geri ister. Ancak Lee, Austin senaryoyu yazmaya devam etmezse anahtarı geri vermeyeceğini söyler.
Çaresiz kalan Austin daktilonun başına oturur ve yazmaya devam eder, anahtarı geri almak için
yazdığını söyler. Lee anahtarları cebinden çıkarıp masanın üzerine fırlatır. Austin anahtarı alıp cebine
koyar. Şimdi güçlü olan Austin’dir. “Amerikan Yaşam Tarzı”nın temel öğelerinden biri olan arabasını
ele geçirmiştir.
1
Aynı, s. 139.
K Geçmiş ¥
Gelecek
İ
Ş
İ Baba Lee
¥
L
E
R Anne Austin
¥
¥ = özdeşlik
Lee senaryoyu bitirmeye karar verir. Yine üstün konumda olan Lee, gittikçe egemenliğini yitiren
Austin’den arabanın anahtarını ister. Anahtar bir kez daha el değiştirmiş, yine Lee’nin olmuştur.
Lee’nin arabanın anahtarını yeniden ele geçirmesi Austin’in yoksunlaşma sürecinin göstergesidir.
Birinci perde Lee hikayesini anlatırken biter. Bu hikayedeki kamyon sürücüleri ile iki kardeş arasında
eşyapılılık ilişkisi görülür. Lee’nin öyküsünde iki sürücü (kovboy) korku içinde birbirini
kovalamaktadır. Bu kovalamaca uygar dünyaya ait kamyonla başlayarak arkaya bağlı römorklardaki
atlarla sürecektir. At ve kamyonun aynı öyküde olması Lee’nin “çağdaş bir Western” tanımlamasına
uymaktadır. Kovalamaca da kentten çöle doğru olmaktadır. Tıpkı oyunun sonunda iki kardeşin “aynı
çölü boylaması” gibi.
Lee: ... sonra birbirlerinin ardında kapkara sonsuz bir ovaya dalıyorlar.
Güneş battı batacak, geceyi enselerinde hissediyorlar. İkisinin de
bilmediği şey, ötekinin ne kadar korktuğu. Her biri korkanın
Austin, Lee’nin kendini nereye sürüklediğini bilmezken, Lee de nereye gittiğinden habersizdir.
Oyun da, tıpkı bu takip sahnesi gibi, “Vahşi Batı”nın ortasında kalan iki kardeşin çözümsüz
ilişkileriyle sona erer.
ANLAMBİRİM 1
(dizisel – eşzamanlı)
İKİNCİ PERDE
Beşinci Sahne
Zaman: Sabah. Austin, lavaboda bulaşık yıkar. Austin’in bulaşık yıkaması dönüşme sürecinin
göstergesidir. Lee ise içinde bir golf takımının bulunduğu şık bir deri çantayla masada oturur. Saul,
Lee’nin öyküsünü çok beğenmiş, Austin’in senaryosundan vazgeçmiştir. (Anlambirimcik 3’teki
gösterge netleşmiştir) Amerikan yaşamı çıkar ilişkilerine dayanır, bir insan kolayca yok sayılabilir.
Artık prodüksiyonlar vardır, sanat meta olmuştur. Aşağıdaki alıntı bu göstergenin göstereni olarak
belirir:
Lee: Bir kere film değil! Bir prodüksiyon. İkisinin arasında büyük fark
var. Bunu bana Saul söyledi.
Austin: Yok canım, öyle mi dedi?
Lee: Evet, öyle dedi “bu işte biz prodüksiyon yaparız... Amerikan
prodüksiyonları. Bırak filmleri Fransızlar yapsın2
Austin’in kent uzamına girmiş olan Lee ilk kez annesinin sahip olduğu nesnelere Austin gibi dikkat
etmeye başlar. Evdeki roller tamamen değişmiştir.
1
Aynı, s. 143.
2
Aynı, s. 150.
Lee’nin öyküsünü beğenen Saul, öykünün senaryo haline getirme işini Austin’in yapabileceğini
söylemiştir. Saul Austin’in projesinden vazgeçmiştir ancak Austin halen projenin gerçekleştirileceğini
zanneder. Bir türlü Lee’nin “boktan öyküsü”nü nasıl beğendiğini anlayamaz. Oyunun birinci
sahnesinde Lee’nin Austin’a “Böyle boktan cümleler yazman için mi para veriyorlar sana” repliği göz
İki kardeş arasında ilk perdede başlayan egemenlik çatışması bu kez Austin’in saldırmasıyla sürer.
Austin’in öyküsü yalın bir aşk hikayesi, Lee’ninki ise “Vahşi Batı”nın hikayesidir. Aralarında
rekabet başlar. Güç yine Lee’dedir. Austin sahip olduğu “Amerikan rüyası” nesnelerini yitirmemek
için anahtarını ister. Ancak Lee anahtarı vermez. Araba el değiştirmiştir ve Lee artık Austin’in
uzamına girmiştir. Austin’in yaşamını sürdürmesi için senaryo yazması gereklidir, ama bu olanak
elinden alınınca ilkelleşme belirtileri başlar, kapana kısılmış bir hayvan gibi evin içinde dolaşır.
Austin’in çöle gideceğini söylemesi dönüşümün önemli bir göstergesi olarak belirir:
Anlambirimcik 5
UZAM
1
Aynı, s. 148.
2
Aynı, s. 148 – 149.
3
Aynı, s. 151.
(Çöl)
Lee Austin
Altıncı Sahne
Zaman: Öğleden sonra. Saul ve Lee mutfakta, Austin oturma bölmesindedir. Austin’in oturma
bölmesinde masada oturuyor olması eski yaşamını sürdürebilmek, senaryosunu yazmak için direniyor
olduğunu gösterir. Saul, Austin’in projesinden vazgeçmediklerini, ikisini de yapacak güçleri olduğunu
söyler. Fakat Austin başka bir projede çalışmak istemiyordur. Senaryoyu yazma teklifini geri çevirir.
Lee’nin uzamına geçen Austin Lee gibi konuşmaya başlamıştır.
Austin: ... Namussuzun biri o. Sizden de uyanık. Bunu acizseniz o
zaman...
Lee: Hop yavaş ol oğlum. Aslında senin önüne bu kemiği
atmayacaktım ama, işte ‘Bu iş uygun adam odur’ diye Saul’e ne
kadar dil döktüm. Ben sana iyilik olsun diye neler yapıyorum,
sen tutup kafama çalıyorsun.
Austin: İyilik ha; şu allahın belası özeti ben yazdım. Sen kendi adını
bile yazamazsın.1
Oyunun bundan önceki bölümünde kardeşine yardım etmek isteyen Austin iken bu bölümde
durum tersine dönmüş; yardım eden konumuna Lee geçmiştir. Austin’in “Bu benim son şansım: Eğer
bu da suya düşerse” repliği, Lee’nin Austin’e öyküsünü yazdırırken kullandığı sözcüklerle benzeşir.
Austin’in Lee’ye dönüşümü hızlanmıştır, Austin artık Lee’nin uzamındadır.
Anlambirimcik 6
UZAM
Vahşi Batı Kent
(Çöl)
Austin Lee
Saul Lee’nin öyküsünde “sahici” bir şeyler olduğunu söylese de Austin bu düşünceye katılmaz.
Austin’e göre yaşamı tanıyan kendisidir, Lee değil:
1
Aynı, s. 154.
Ancak Saul’e göre Austin’in tanıdığı yaşam doğadan kopuk kent yaşamıdır. Üstelik artık kimse aşk
hikayeleriyle ilgilenmemektedir. “Batı diye bir şey kalmadı! O konu kapandı! Tükendi bitti, Saul. Sen
de tükendin.” Dese de Saul riski göze alır, doğal olana yönelir.
Kent yaşam insanların düşüncelerini de klişeler içine sokmaktadır. Bu yaşamın dışında bulunan
Lee’nin hayal gücü daha fazladır. Onun hikayesinde toprağa ait bir şeyler vardır. Ancak sadece hayal
gücü işe yaramaz. Lee’nin senaryosunu yazabilmesi için Austin’e ihtiyacı vardır, ama Austin bu
teklifi kabul etmez.
Anlambirimcik 7
UZAM
Vahşi Batı Kent
(Çöl)
Yaratıcılık » Beceri
Lee » Austin
» = Bağımlılık
Yedinci Sahne
Zaman: Gece. Lee, Austin’in yaşamını ve daktilosunu işgal eder. Austin sarhoştur, mutfakta yere
yığılıp kalır. Birinci sahnede Lee içki içtiği halde yıkılmadan ayakta durabiliyordu. Austin ise Lee’nin
sürdürdüğü hayatta ayakta kalamaz. Lee de daktiloya hakim değildir, şeridi takamaz, daktilonun
oyuncağı olur. İkisi de birbirlerinin hayatında başarısızdır.
Bu sahnede birinci sahnedeki konuşmalar ve eylemler benzer bir biçimde tekrarlanır ama sahipleri
yer değiştirmiştir. Kişiler birbirlerine tam olarak dönüşmüşlerdir. Austin yüksek sesle şarkı söyler.
Şimdi çalışan Lee, onun konsantresini bozan Austin’dir. Bir yandan çakallar, cırcır böcekleri, bir
yandan da Austin yüzünden kafası işlemez olmuştur. Lee hem “Vahşi Batı” hem de “Kent” yaşamı
arasında sıkışıp kalmıştır. Austin “Saul ikimizi aynı kişi sanıyor” dediği durum gerçekleşmiş, Lee ve
Austin birbirlerine dönüşümlerini tamamlamış, aynı kişi olmuşlardır.
Austin artık “şampanyalı günleri geride bırakmış”, “sahici” olduğunu düşündüğü viski içmektedir.
Bu durum Austin’in artık Hollywood prodüksiyonlarına bağımlılığı reddedip özgürleştiğini gösterir.
Şimdi özgürlüğünü yitiren, Saul’ün söylediklerini yapmaya çalışan Lee’dir. Austin yaşaması için
1
Aynı, s. 156.
Austin’in yukarıdaki sözleri, Lee’nin birinci sahnede “Beni merak etme sen. Ben başımın çaresine
bakarım.” Cümlesiyle örtüşür. Sözcükler bile aynıdır artık. Austin yerlerde sürünmektedir. Lee’nin
“Karını çağırmamı ister misin?” önerisini “Beş yüz mil uzakta o” diyerek reddeder. Amerikan
toplumsal düzeninden kopmuştur, ailesi de onun için artık yoktur. Dışarı çıkacağını hırsızlık
yapacağını, ekmek kızartma makinesi çalacağını söyler. Austin düzenden kopmuştur ama bir taraftan
da özlem duyar:
Austin:Herkes hayatını yaşıyor. Yuvalarında, güven içinde. Buraları
bir cennet. Farkında mısın, biz bir cennette yaşıyoruz. Ama bunu
unutup gitmişiz.
Lee: Şimdi tam bizim ihtiyar gibi konuşuyorsun.3
Austin şimdi babası gibi olmuştur, artık o da “Vahşi Batı”nın içindedir. Bu sahne Meksika
çöllerinde yaşayan babanın gerçek yaşam hikayesinin anlatılmasıyla sona erer.
Austin:... Evet, dişlerini teker teker kaybetti. Her sabah uyanınca
şiltesinin üstünde bir dişini buluyordu. Sonunda hepsini
çektirmeye karar vermiş ama parası yokmuş. Arizona’nın
göbeğinde, yitik,meteliği yok, sigortası yok.4
Baba hükümetten para ister ama aldığı para dişlerini yaptırmak için yeterli değildir. Sonra
Juarez’de dişlerini ucuza çekebilecek Meksikalı bir dişçi olduğunu duyar. Ağzı kan içinde olduğundan
kimse onu arabasına almak istemez ama o yağmur, güneş demeden dişçiye ulaşır. Dişçi bütün parasını
ve dişlerini söküp alır. Ağzı yara içinde ve beş parasız öylece kalır Meksika’da. Babasını ziyarete
giden Austin onu bir Çin lokantasına yemeğe götürür. Baba, takma dişlere tahammülü olmadığı için
onları masanın üstüne koyar. Yemeği yanlarında götürmek için garsondan istedikleri torbaya Baba
dişlerini de atar. Yemekten sonra gittikleri bir barda torbayı unuturlar.
1
Aynı, s. 160.
2
Aynı, s. 160.
3
Aynı, s. 161.
4
Aynı, s. 163.
Austin’e göre sadece bu hikaye gerçektir. Kendisinin ve Lee’nin hikayeleri hayal ürünüdür.
Sekizinci Sahne
Zaman: Sabahın çok erken vakti, gece ile gündüz arası. Lee bir golf sopasıyla daktiloyu parçalar,
sonra da senaryonun sayfalarını içinden ateş yükselen bir kaba atar. Austin ise çaldığı bir sürü ekmek
kızartıcısını Lee’nin çaldığı televizyonun yanına, lavabo tezgahına sıralamıştır. İkisi de sarhoştur. Boş
bira kutuları ve viski şişeleri mutfak döşemesini kaplamıştır. Yarım bir şişeyi paylaşırlar. Annenin
bütün ev bitkileri kuruyup ölmüştür. Austin hırsızlığı, Lee de senaryo yazmayı becerememiştir. İkisi
de birbirinin işinde başarısızdır. “Vahşi Batı” Austin’in dünyasını yıkmış, ilkel dürtülerini ortaya
çıkarmıştır. Lee de Austin de şimdi aynı konumdadır.
Anlambirimcik 8
UZAM
Vahşi Batı
(Çöl)
Lee – Austin
Kent uzamına ait olmayan Lee aslına döner ve ilkel bir dürtüyle “karı” aramaya başlar. Ona
ulaşmak için de cüzdanından üzerinde telefon numaraları olan kağıtlar çıkarır.
Lee: Saat kaç oldu acaba?
Austin: Çok erken, çakalların ev köpeklerini boğazladığı saatler.
Onları işitmedin mi? Masum ev hayvanlarını yuvalarından dışarı
çıkarıyorlar.2
Burada masum ev hayvanı köpek Austin’dır. Lee ise çakal. Bu sahnenin sonunda Austin Lee ile
çöle gitmek isteyecektir. Lee, Austin’a senaryoyu yazıp altına da Lee’nin imzasını atarsa
götürebileceğini söyler. Çakal, masum ev hayvanını cezbedip yuvasından çıkaracak, çöle götürüp
boğazlayacaktır.
Lee’nin aradığı kadına ulaşması için Bakersfield’ın kod numarasına gereksinimi vardır. Santral
memuru ile konuşurken telefon numarası yazmak için kalem gerekir. Lee kalemi ararken mutfaktaki
bütün çekmeceleri çıkarıp içindekileri yere atar:
Lee:... Böyle bir yere geldim yine boka bulaştım. Umutsuz bir
durumdayım... Herhangi bir kalem yok mu bu evde? Kim
yaşıyor bu evde?
Austin: Annemiz.
1
Aynı, s. 164.
2
Aynı, s. 168.
duvardan söker ve yere fırlatır. “Vahşi Batı” nın kurallarının geçerli olduğu bu uzamda bir uygarlık
nesnesi daha yok edilir.Sahne; boş şişeler, parçalanmış daktilo, koparılmış telefon, kurumuş çiçeklerle
Lee çöle dönmeye karar verir, Austin, Lee’nin kendisini de götürmesini ister. Artık kentte yapacak
hiçbir şeyi yoktur.
Austin:... Beni buraya bağlayan bir şey kalmadı. Hiçbir zaman da
olmamıştı zaten. ... Burada hiçbir şey sahici değil Lee. Hele ben
hiç değilim.2
Lee Austin’in teklifini bir şartla kabul eder:Austin Lee’nin senaryosunu tamamlayacak, Lee de onu
çöle götürecektir.
Austin: Anlaştık.3
Dokuzuncu Sahne
Zaman: Gün ortası. Bu sahne oyunun birinci sahnesiyle katlanır. Austin yine ilk sahnedeki
gibi yazı yazar. Ama kendisinin değil, Lee’nin senaryosudur bu. Üstelik ilk sahnedeki sakin Austin’in
yerini, deli gibi bir şeyler yazmaya çalışan Austin almıştır. Lee yine ilk sahnedeki gibi bira içer.
Uzam tamamen değişmiştir. “Vahşi Batı” her yanı kaplamıştır. Uygar yaşam yerini, çığrından
çıkmış bir dünyaya bırakmıştır. Shepard uzam betimlerken “yakıcı bir sıcak”, “yoğun sarı ışık altında
çarpıcı bir çıplaklık”, “çölde bir hurda yığını” tanımlamalarını kullanarak, sahneyi bir çölle
özdeşleştirir. Senaryo yazımında yine sorunlar yaşanır. Austin yine klişelerle konuşurken, Lee buna
karşı çıkmaktadır. Sıcaklık iyice artmıştır, birazdan yaşanacak vahşetin önsemesi yapılmaktadır. Bu
sahne dördüncü sahnede sözü edilen “sıradan Amerikalılar... En çok da birbirlerini sıcaklar basınca
öldürüyorlar” repliği ile örtüşür. Sözü edilen sıcaklık sahnede yaşanmaktadır.
İçeriye Alaska’dan vakitsiz dönen Anne girer. Kurulu düzeninin yıkılmış olduğunu görür. Lee
ve Austin çöle gideceklerini söylerler.
Austin: Lee’yle ben çölde yaşamaya gidiyoruz.
Anne: Babanızla mı yaşayacaksınız?
Austin: Hayır, biz başka çöle gidiyoruz anne.
Anne: Anlıyorum. Herhalde sonunda aynı çölü boylayacaksınız.4
1
Aynı, s. 169-170.
2
Aynı, s. 169-170.
3
Aynı, s. 173.
4
Aynı, s. 179.
1
Aynı, s. 180.
ANLAMBİRİM III
Senaryonun yazılması aşamasında ilk önce Austin ve Anne’nin yaşadığı “Uygar Kent
Yaşamı” gerçekleri, Austin’in senaryosundan vazgeçilip Lee’nin senaryosu yazılırken de
Lee’nin hayal ürünü olan “Vahşi Batı”sının “gerçekleri” sunulur. Ama ne Anne’nin, ne
Austin’in yapay düzeni (gerçeği), ne de Lee’nin hayal ürünü olan hikayeleri gerçektir.
“Vahşi Batı”nın kurallarıyla yaşayan Baba, her şeyini, hatta takma dişlerini bile kaybeder. Çölde
beş parasız, ağzı kan içinde kalır.
Sonuç olarak; oyun, yüzeysel yapısıyla, iki kardeş arasında geçen ve başarısızlıkla sonuçlanan bir
dönüşüm öyküsünü anlatır. Ancak dönüşecekleri kişi kendileri değil, babalarıdır aslında. Shepard
“kalıtımsal” bir zorunlulukla iki kardeşin yazgısını babalarının yazgısıyla örtüştürmüştür. Çöle de
gitseler, kentte de kalsalar, çölü zaten içlerinde yaşıyorlardır. Çöle gitmek demek, sistemden
kurtulmak, korunmak demek değildir. Orada da kurtuluş yok. Sistem babalarını çölün ortasında
bulmuş, bir zamanlar Amerikan rüyasına inan bu ihtiyarı dişlerini sökene kadar sömürmüştür. Ama
asıl vahşet, çarkların daha acımasız döndüğü, dişlilerin daha parlak olduğu kente yaşanmaktadır.
Gerçek Batı, asıl çöl, kenttir. Vahşi Batı oyununu ezgisel (melodik) ve uyumsal (armonik) gelişimi
bağlamında okuyarak aşağıdaki derin anlama ulaşılmıştır:
Kapitalist sistem insanı öğütmek üzere tasarımlanmıştır. İnançların, değerlerin yerle bir olduğu Batı
toplumunda, çarkın bir dişlisi olmak zorunda kalmış “uygar” insanın saldırganlaşması, şiddete
başvurması kaçınılmazdır.
Kaynakça
Barthes, Roland. Göstergebilimsel Serüven. Çev.: Mehmet -Sema Rifat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,1993.
Çamurdan, Esen. Çağdaş Tiyatro ve Dramaturgi. İstanbul: MitosBoyut Yayınları, 1996.
Guiraud, Pierre. Göstergebilim. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1994.
Piaget, Jean. Yapısalcılık. Çev.:Ayşe Şirin Okyayuz Yener.Ankara: Doruk yayınları, 1999.
Rifat, Mehmet. Göstergebilimcinin Kitabı. İstanbul: Düzlem Yayıncılık, 1996.
Rifat, Mehmet. Homo Semioticus. İstanbul: Om Yayınevi, 2001.
Rifat, Mehmet. XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları “Temel Kuramlar”. İstanbul:Om Yayınevi,
2000.
Shepard, Sam. Toplu Oyunları 1. Çev.: Yıldırım Türker. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2000.
Yavuz, Hilmi; Edebiyat ve Yapısalcılık. İstanbul: Felsefe ve Ulusal Kültür Çağdaş Yayınları, 1975.
Yücel, Tahsin. Yapısalcılık. İstanbul. YapıKredi Yayınları, 1999.
Yüksel, Ayşegül. Yapısalcılık ve Bir Uygulama.Ankara: Gündoğan Yayınları, 1995.
ÖZET
Bu yazı, Amerikalı kadın oyun yazarı Susan Glaspell’ın 1916 yılında yazdığı oyunu Trifles (Önemsiz Şeyler)
hakkında, feminist edebiyat eleştirisine (Fransız postyapısalcı feminist eleştirinin teorisyenlerine ve
kavramlarına) dayanan bir incelemedir. Önemsiz Şeyler’de, kocası tarafından evin içinde yalıtılan bir kadın olan
Minnie ve onun tek arkadaşı kanaryası vardır. Kocası kuşu boğar. Minnie de tek arkadaşına bunu yapan
kocasının boynuna ipi dolayarak öldürür. Bu kadın, hayatını reçelleriyle ve kırk yamadan yaptığı ahşap kulube
desenli yorganlarıyla geçirir. Bu boş şeyler, erkekler için son derece önemsizdir. Ama kadınlar, arkalarına kadın
hareketinin desteğini alarak gösterirler ki, bu önemsiz şeyler aslında çok önemlidir.
SUMMARY
This essay is an analysis which is based on the feminist literary criticism (French poststructalist feminist
theorists and their concepts) for Trifles, written by Susan Glaspell in 1916. In Trifles, there are an isoleted
woman, Minnie, by her husband at home and her last and the best friend, a canary. Her husband killed the bird.
And Minnie knott the rope around the her husband’s neck, as the same way to her friend. This woman has spend
her life in her jams in the jar and her quilt with log cabin by patchwork. Those trivials have lack of meaning for
men. But with the support of women’s movement, women show that the importance of those unimportant
discarded materials.
_______________________________________________________________________________
Giriş
Dramatik yazarlık tarihi, erkek karakterlerin yanı sıra, çok güçlü kadın karakterlerin de sahne
üstünde canlandırılmasına olanak tanımıştır. Tiyatro tarihine cinsiyetçilik çözümlemesiyle yaklaşan
her eleştiriye de, başı Medea’ların, Kleopatra’ların, Lady Macbeth’lerin çektiği bu güçlü kadın
karakterlerle avunmak teklifi getirilmiştir. Oysa ki, iki yüz yıllık kadın hareketi tarihinin kurduğu
feminist eleştirinin içinden beslenen feminist edebiyat eleştirisinin görünür kıldığı iki temel sorun
vardır. Bunlardan ilki, şimdiye dek sahneye taşınmış tüm kadınlık kurgularının son derece cinsiyetçi
olduğunun ortaya konması ve bundan sonra bu yaklaşımın önünün kesilmesidir. Diğeri de, tarihin
sayfalarına kaydolmadığı için yok sayılan bir dişil (kadınsı) deneyimin ürünlerinin mümkün
olduğunca çok gün ışığına kavuşturulmasıdır. Çünkü, “belge yoksa tarih de yoktur” ve ardında belge
bırakmayan kadınlar edebiyatın kamusal alanından dışlanmıştır. Oysa, kadınlar gerçekten de,
dramatik sanatların ya da edebiyatın diğer alanlarının dışında kalmamışlardır. Onların sadece adları
tarihe geçmemiştir. Sappho’dan, Virginia Woolf’a kadar çok az kadın, edebiyatın kamusalında boy
gösterir. Bir şekilde yazıp çizdiğini gün ışığına kavuşturan kadınlar ise, çağdaşları olan erkekler
kadar ünlü olmayı başaramamışlardır. Erkeklerden daha önce yazdıkları öncü dramatik metinler bile,
tarihe silik harflerle ve bir satır olarak yazılmıştır. Ünlü Roma komedyasında Plautus
*
Araş.Gör.Dr.,Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı
1. Ayrı bir kadın dili var mıdır? Kadın yazarlar erkeklerden farklı mı yazarlar?
Yüzbinlerce yıllık kültür tarihi, son on – on beş bin yılında, erkek-egemen bir toplumsal,
kültürel ve politik yaşama tarzının tutsağı olmuştur. Beyaz, güçlü, zengin, dönemin gerektirdiği dinsel
inanca mensup, heteroseksüel bir iktidara sahip erkeğin, piramidin en tepesinde oturduğu; onu da diğer
erkeklerin ve daha sonra “öteki”lerin yani kadınların, çocukların, sakatların, eşcinsellerin izlediği bir
erkek-egemen yapı kemikleşmiştir. Bu yapıda kadın, diğer eksikli olanlar gibi, bir “öteki”dir ve
kadınlarla erkekler arasında kesinlikle eşitlik yoktur. Birinci Dalga kadın hareketi, Fransız
Devrimi’nden güç alarak, kadınlar için erkeklerle eşit insanlık haklarını talep ederek, eşitlik yolunda
ilk mücadele yolunu açmıştır. Ama salt bu tür bir mücadele yetersiz kalmıştır. İkinci dalga kadın
hareketi ve onun için çok önemli bir dayanağı olan Simone de Beauvoir, kadının “öteki”liği üstünden
gitmiş,1 daha sonra “fark” kavramı ve farkın olumluluğu 20. Yüzyılın en büyük muhalif toplumsal
hareketlerinden biri olan feminizme katılmıştır. Fark, kadınlığı “ötekileştiren” olumsuz ve
ikincilleştirici bir unsur yerine, daha olumlu bir potansiyel gibi görülmüştür. Bu bakış, kadın bedeninin
1
De Beauvoir, kadının erkekle olan ilişkisiyle tanımlandığının altını çizdiğinde, feminist eleştiri içinde son
derece radikal dönüşümlerin başlamasına neden olur. Cinsiyet ayrımına dayalı mitler, eril ve dişil olan
arasındaki karşıtlığı bir manifesto halinde sürekli canlı tutarlar ve bunun dayattığı öğretiyi yeniden beslerler.
Cinsiyet (sex), çoğu kez akla doğrudan kadın bedenini getirir... Buna karşın, dünyanın işleyişi erkeklere ait bir iş
düzeninde yürür, onların bakış açısından tanımlanır dünya. Oysa, asıl çelişki buradan doğmaktadır. Çünkü,
dünyanın işleyişi üzerinde kadınların işlevini tartışmaya açmak bile anlamsızdır. Ama de Beauvoir’ın
kavramsallaştırdığı üzere kadın, erkeğin normuna göre belirlendiği için öteki olmaya mahkum edilir. (Simone de
Beauvoir, Kadın, Bağımsızlığa Doğru III, Çev.Bertan Onaran, İstanbul, Payel Yayınevi, 1986,s.8.)
1
Tarihçi Theodore Zeldin, “insanlığın mahrem tarihi”ne dokunduğu kitabında, konuşmanın bir biçiminin nasıl
yalnızca kadınlara mal edildiğini ve bunun gerekçesini açıklarken, kadınlarla dır dır etme arasındaki yıkılmaz
kalıpyargının nasıl doğduğunu ve kök saldığını ortaya koymaktadır. Hindu kültüründen eski Finlandiya
köylülerinin alışkanlıklarına, oradan da yerlilere dek yapılan antropolojik çalışmalar, susmanın bir erdem,
konuşmanınsa aptallığa kapı açan bir risk olduğuna dair tartışmasız bir inancı belgelemektedir. “Bir kelime bin
bela açmaya yeter” atasözü salt ait olduğu Finlandiya topraklarında değil, dünyanın bir çok yerinde geçerli kabul
edilmiş, bunun dışında davrananların oldukça düzeysiz karşılanmaları sıklıkla yaşanmıştır. Zeldin, Madagaskar
yerlileri arasında yapılan bir araştırmada, bilgiyi titizlikle istiflemenin ve itibar kaybetmekten kaçınmanın
önemini vurgular. Ama bu yerliler içinde, kendilerini aptal durumuna düşürme riskine rağmen konuşmak
durumunda olan üyeler vardır, bu üyeler kadınlardır ve kadınlar her riskine rağmen konuşmakla yükümlü
kılınmışlardır. “Erkeklerin utanç verici bir duruma düşmemeye ya da birbirlerini utandırmamaya yönelik
endişesinin, konuşma işini kadınlara bırakmaları sonucunu doğurmuş” olan bu yükümlülük, kadınlara mal
edilen boş konuşma, gevezelik ve dedi-kodu ile ömür geçirme gibi en büyük kalıpyargılara beşik oluşturmuştur.
(Teodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, Çev.Elif Özsayar, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003,s.41.)
Kuşkusuz, bu kalıpyargıları destekleyecek birçok tarihsel örnek bulunmaktadır. Burada önemli olan, konuşma
dünyasının düzeyli yanı, kamusal ciddiyeti olan kısmının erkeklere bir itibar kazandırma aracı olarak ayrılması
ve gündelik olan, prestij kaybettirici sıradan konuşma alanlarının da kadınlara dayatılmasının altını çizmektir.
Oysa ki, bu tür konuşmaların da yapılması hayatın bir gerekliliği idi ve çok konuşmakla suçlanışına rağmen
prestijsiz görülen alanlara tıkılmış kadın emeği, bu gerekliliği yerine getirdi. Tarih sahnesinin, kendini küçük
düşürme ve düşürmeme diye ikiye ayırdığı kategoride üstte duran tabaka, altta duranın feragati ile anlam
kazandı.
1
Yazının cinsiyeti, hem edebiyatı hem de yazı eyleminin kendisini kapsamaktadır.
2
Bilindiği gibi, Freud-lacan çizgisi, kadınları çocuğun gelişimindeki, imgesel/oedipal ve simgesel/ayna diye
ayrılan iki evreden ilkine hapseder. Kız çocuğun anne bedeninden çözülemeyip imgesel evrede takılı kalması,
onun simgesel aşamada elde edilen dil sürecinin de dışında kalması demektir. Bu nedenle, Freud’un oedipal
karmaşa olarak hayatın ibr çok evresine yaydığı sorunsal, Lacan sayesinde bizi çok daha ilgilendirir boyuta
dökülür. Kadın, simgesel düzene geçemediği için, dille kendini ve cinsini ifade edemeyecektir. İfadesi olmayan
nesnenin kendisi de yoktur. Lacan’ın “kadın yoktur” saptaması, onun klinik çalışmalarına çok uzun süre katılan
Kristeva sayesinde başka bir mecraya evrilir.
3
Bkz.Julia Kristeva, Powers of Horror. An Essay on Objection, Trans.Leon S.Roudiez, New York, Columbia
University Press, 1982; Mark Pizzato, Edges of Loss: From Modern Drama to Postmodern Theory, Ann
Arbor, University of Michigan Press, 1998.
4
Bkz. Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev.A.B.Güçlü, Ankara, Ark Yayınları,1995.
5
Roland Barthes’dan aktaran, Kelly Ives, Julia Kristeva: Art, Love, Melancholy, Philosophy, Semiotics and
Psychoanalysis, 1997,s.1.)
1
Freud’un bir cinsel organ adı olarak kullandığı penis, Freud sonrası psikanalizin ünlü ismi Lacan’da fallusa
yani bir simgeye dönüşür. Ve daima ilk sırada bağlayıcı önemi olan bu simge, eril olanı yücelten bir çok
imgenin, burada bizi ilgilendirdiği üzere dilin genel sembolü olur. (Jack Lacan, Ecrits: A Selection, Trans.Alan
Sheridan, New York, Norton, Signification of the Phallus, Fallusun Önemi bölümü, 1977.) Ama Irigaray,
fallusun karşısına dişil imgeler koyar. kadın cinsel organının yapısından yola çıkarak, yeni biçimler oluşturur.
Binlerce yıldır fallusun egemenliğindeki eksik ve kompleksli sayılan kadın cinsel organının bilinememezlikleri
olumsuz bir şey değil, tam tersine olumlu bir yön olarak alınmalıdır. Bu bilinmezlik olarak ilan edilen, aslında
kadının daha çok zengin bir haz alma kapasitesinin, joissance’ın (dişil haz) olduğu bilgisinin üstünü örtmek
amacını güder. (Ayrıntılar için bkz.Maggie Humm, Feminist Edebiyat Eleştirisi, Haz.Gönül Bakay, İstanbul,
Say yayınları,2002,s.145.
2
Luce Irigaray, This Sex Which is not One, Trans.C.Porter&C.Burke, Ithaca, New York, Cornell University
Press, 1977,s.125.
3
Oresteia efsanesinde, kadının katliyle erkeğin katli aynı cinayet kategorisinde alınmaz. Clytemnestra’nın kocası
Agamemnon’u öldürmesi, Orestes’in annesi Cyltemnestra’yı öldürmesinden daha şiddetli bir cinayettir. Zaten
güçlü tanrı Apollo, “çocuğun annesi dediğiniz kadın anne değil, yalnızca spermin dadısıdır... yaşamın kaynağı
erkektir” diyerek insanların hayat hakkının sıralamasını belirler. Cixious, bu efsanede öç duygusunun
baskınlığına ve bu duygunun ana katlini bu kadar meşru bir zemine çekmesine dikkat eder. Üstelik, efsanede kız
evlat Electra da annesinin katledilmesini arzulayan sesler çıkarır. Electra, bu anlamda fallusu merkeze alan
yaklaşımın önderi gibi görülür (phallocrats). (Madan Sarup,...1995, s.135.)
4
K.M.Newton (ed.), Twentieth-Century Literary Theory, New York, St.Martin’s Press, 2000,s.210-211.
5
Metnin K.M.Newton aracılığıyla Fransızca’dan İngilizce’ye çevirisinde şarkı denmiş ama ben burada ritm
anlıyorum.
6
Bkz. Elaine Aston, An Introduction to Feminism and Theatre, London&New York, Rotledge, 1995.
1
Helene Cixous, “The Laugh of the Medusa”, içinde M.Evans, Feminism Critical Concept in Literary and
Cultural Studies, London&New York, Routledge,1981,s.112, (2001).
2
Maggie Humm,....2002, s.143-144.
3
Alaine Showalter, A Literature of her Own:British Women Novelist from Bronte to Lessing, Princeton
University Press, 1979, s.25.
Susan Glaspell’ın (1876-1948) adı, kendi tiyatro yazarlığı, oyunculuğu ve yönetmenliği ile
değil, 20.yüzyılın önde gelen isimlerinden Eugene O’Neill’ı meşhur eden Provincetown
Oyuncuları’nın kurucusu olması nedeniyle anılmıştır. Ancak 80’lerden sonraki kadın araştırmacılar,
onun özellikle en önemli oyunu olan Önemsiz Şeyler üzerinden sesini daha geniş çevrelere
duyurmaya başlamışlardır.
Glaspell, Batıya göç eden ailesi sayesinde edindiği deneyimi oyunlarına yansıtır. Bağımsızlık
ve idealizm gibi tutkular, Amerikan aile anlayışıyla harmanlanır. Ortaya çoğu kez, kadınların
kendilerini ifade edemedikleri, taşralılığın gündelik çeperleri tarafından sarıldıkları karakterler çıkar
ve bu karakterler ne yazık ki çıkışı kolay bulamazlar. Yine de, Glaspell, literatürde en çok tanınan
oyunu, Önemsiz Şeyler’de, yazının başında değindiğimiz feminist eleştirel yaklaşım açısından, kısa bir
metne çok yoğun bir malzemeyi sığdırmayı başarmış önemli bir atılımcıdır. Bunda, içine dahil olduğu
muhalif grupların söylemi, kocasıyla olan ilişki biçimi ve evlilik tarzının sağladığı özgürlük etkin
olmuştur.
1
Bkz. Ellen Moers, Literary Women, Oxford, Oxford University Press, 1976.
2
Veronica Makowsky, Susan Glaspell's Century of American Women: A Critical Interpretation of Her Work.
New York, Oxford UP, 1993, s.24.
3
Linda Ben-Zvi, "'Murder, She Wrote': The Genesis of Susan Glaspell's Trifles." Theatre Journal, 44, March
1992, s. 160-161.
John Wright, Minnie’nin dünyasında tek ses olan kanaryasının boynunu burarak öldürmüştür
ve böylece kadının bütün benliğine saldırıda bulunarak onu kışkırtmıştır. Minnie de, aynı şeyi
kocasına yaparak, bir tür bilinçyitimine uğramıştır. Bu nedenle de, çiftlik evinin mutfağında reçel
yapıp dikiş dikmekten başka işi olmayan çocuksuz bir ev kadınının sıradan günlük işleri yığılmıştır.
Mutfakta biriken işler, bize Minnie’nin bilincinin uğradığı zararı haber verir. 2 Burası, yani mutfak
kasvetli bir yerdir. İnsana hüzün verir. Ama genel olarak bu çiftlik evinin konumu da öyledir. Ev,
1
Oyundan alınan replikler, A.Didem Uslu’nun çevirisindendir. (A.Didem Uslu, Amerikan Tiyatrosu, kadın
Oyun Yazarları, İzmir, İlya Yayınevi, 2002,s.10.) Bundan sonra alıntılarda sadece sayfa numarası verilecektir.
Ancak Uslu, çevirisinde Gloomy kitchen için “hüzünlü mutfak” demiştir. Ama bu yazıda sıkıcı ve kasvetli
mutfak gibi bir karşılık tercih edilmiştir.
Hale: ...”Çünkü o öldü” dedi. “Öldü mü?” dedim ben. Sadece başını
salladı, en ufak bir heyecan belirtisi göstermeden ama ileri geri
sallanarak. (s.12)
Hale: ... “Neden öldü?” dedim. “Boynuna sarılı bir ip yüzünden” dedi.
Ve önlüğüne pili yapmaya devam etti. (s.12)
Bay Wright, yukarı katta, boylu boyunca yatıyor bulunur. Boynuna ip dolanmıştır. Hale,
Bayan Wright’a bir şey duyup duymadığını sorar. Kadın, “ben derin uyurum” diye yanıt verir. (s.13)
Sorgu yargıcına ya da Şerif’e haber verileceğini öğrenen Bayan Wright, oturduğu sandalyeden bir
diğerine geçer, ellerini kenetler ve yere bakarak öylece oturur. (s.13) Hale, bir şeyler söyler. Kadın
güler, sonra susar ve korku içinde Hale’e bakar. Ya da Hale öyle düşünür. (s.13) Cixous, daha önce de
belirtildiği gibi, ta Cylitemnestra’nın koca katili olduğu efsaneden beri, bir kadının kocasını
öldürmesinin ne kadar ağır bir suç olarak algılanışını haber verir. Aynı şey, bir erkek annesini ya da
karısını öldürdüğünde söz konusu değildir.1 Çünkü, bütün dil ve düşünce sistemleri, fallusmerkezli,
yani eril olandan hareket eden bir düzene sahiptir.
Minnie Wright, bu şekilde çizildikten sonra, sahnedeki iki kadının konuşmalarından onların
kendi yaşamları ve Minnie hakkında bilmediklerimizi öğreniriz. İki kadın oyunun başından sonuna,
birbirleriyle, erkeklerden farklı bir düzlemde konuşurlar ve hareket ederler. Erkekler, aşağıda da
belirtileceği gibi, mekanı serbestçe kullanır ve sobanın başında toplanırken, kadınlar daha çekinik
davranırlar. Erkekler, birbirlerini tanıdıklarını ve beraber çalışıyor olmalarını önemserler. Onların bu
yakınlığına karşın, kadınlar asla birbirlerine “sen” diye hitap etmezler. Ama, erkekler Minnie’yi iyi ev
2
Noe, Marsha. "Reconfiguring the Subject/Recuperating Realism: Susan Glaspell's Unseen Woman." American
Drama 4, Spring, 1995, s.39.
1
Rona Munro’nun dilimize çevrilerek Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen oyunu Iron (Demir)’de, Birinci
Gardiyan’ın replikleri ilginçtir: “Eğer bir erkek, kız arkadaşını öldürürse burada on yıl gerinip durur. Eğer bir
kadın çocuğunu öldürürse, onun cezası, zavallı küçüğün yaşadığı yılı geçmez, iki üç yıl… eğer bir kadın erkeğini
öldürürse, işte bu müebbettir, sonu yoktur.” (Rona Munro, Demir, Çev.Eray Eserol, Ankara Devlet Tiyatrosu
Dramaturgi Bürosu, 2003,s.70.)
Daha rahat ve anaç görünen Bayan Hale, buralıdır ve kendi çiftlik işlerine daldığı için
Minnie’yi ihmal ettiğine pişmandır. Ona daha çok uğrasa, yalnızlığına bir faydası dokunacağını
düşünür. İki kadın da, çocuğu olmayan ve zor bir adamla geçen bir evliliğin nasıl bir yalnızlaştırıcı,
sessizleştirici hayat olacağında hemfikirdirler. Bayan Peters, daha önce Dakota’daki çiftliğinde iki
yaşındaki çocuğun kaybettiğini ve onun ardından gelen sessizliği aktarır bize. (s.25) Oyunun finaline
dek, iki kadın arasında, sessizlik üstüne, sessiz bir dayanışma ve Minnie’nin başına gelenleri
kavramanın getirdiği bir olgunlaşma süreci gelişir. Ve finalde de, aslında kanun adamlarının beklediği
bir delili bulmuş olmalarına rağmen onu saklarlar. Bay Henderson, “bu davada aranılanın bir
güdüleyici olduğunu, öfke belirtisi veya ani bir duygu” gibi bir şey aradıklarını belirtmiştir dava
sırasında. (s.18)
Oyunun en önemli erkek karakteri oyun başladığında ölmüştür. Ama onun karakterinin
çizilişi, hem cinayetinin nedenini açıklamakta hem de Minnie’nin neden bu hale geldiğinin ipuçlarını
sergilemektedir. Bayan Hale ve Bayan Peters’ın konuşmalarından, John’un iyi ama zor bir adam
olduğunu öğreniriz. Onunla yaşamanın çok da keyifli bir şey olmadığını imler iki kadının konuşması.
1
Beverly A. Smith, “Women’s Work-Trifles? The Skill and Insights of Playwright Susan Glaspell.”
International Journal of Women’s Studies 5, March, 1982, s.177.
Beverly Smith, John için ortak telefonun gereksiz bir masraf olduğunu, zaten onun karısını baskı
altında tuttuğunu söyler; Minnie, onun yalnızlığıdır. 1 Evin içinde nasıl bir yaşam sürdürüldüğünün
belirleyicisi John olmuştur.
John Wright gibi, diğer erkekler de gerek yaş ve gerekse statü gereği daha baskın ve olayı
yönlendiren taraftırlar. Kamusal işleri onlar takip eder. Cinayeti onlar aydınlatacak, Minnie’nin
tutukluluk halini onlar sürdürecektir. Erkekler, mekanda diledikleri gibi dolaşırlar.
Üst kata çıkarlar. Ahıra giderler. Yeniden içeri girerler. Bu esnada oyun boyunca kadınlar hep
sahnede, daha doğrusu mutfaktadırlar. Onların ayak sesleri bile kadınları ürkütür. Ve yukarıda da
belirtildiği gibi, kadınlar ayak seslerini işitince birbirlerine yaklaşırlar.
II. 3. Gizli Dişil Dilin Sahnede Yarattığı Sessiz Devinim ve “Önemsiz Şeyler”in Önemi:
İkisi de, kocalarının kamusal görevi için buraya getirilmiş olan Bayan Hale ve Bayan Peters,
tutuklu olan Minnie Wright için gerekli giysileri almak isterler. Şerif’in karısı olması vesilesiyle
Bayan Peters, eşyaları Minnie’ye götürebilecektir. Bu esnada, reçel kavanozları, kırk yamadan
yapılan yorgan ve ölü kuşla, bir dizi dişil imgeye yoğunlaşır oyun. Minnie’nin kalesi gibi olan
mutfağında, her kadının çok iyi bildiği reçel kavanozları, oyundaki erkeklerle kadınları iki kutba böler:
Bayan Peters, bütün iyi niyetiyle, oraya birlikte geldiği kadınla reçeller ya da kavanozlar
hakkındaki endişesini paylaşır. Yine aynı iyi niyetiyle Yöre Savcısı’na bir açıklama yapar. Ama önce
kendi kocasından sonra da diğer erkeklerden kadınlara karşı her zaman yöneltilen kalıpyargılarla
saldırılar gelir (Burada, yukarıda geniş yer ayırdığımız Teodore Zeldin’in, kadınların boş
konuşmalarına yapıştırılan kalıpyargılara dair yaptığı açıklamayı yeniden hatırlamak, çok gerekli
olacaktır) :
1
Beverly Smith,...1982, s.180.
Sahnedeki kadınlara yöneltilen ve aslında tüm kadınları hedef alan ve iç erkek oyun kişisinin
de mutlaka fikir beyan ettiği bu genellemenin ardından, iki kadın da yine kendilerine hiçbir şey
ithamda bulunulmamış gibi, sessizliklerini ve sadece birbirleriyle iletişim kurmayı sürdürürler. Kendi
aralarında, cinayeti Minnie’nin işleyip işlemediğini temkinli biçimde sorarlar. Bayan Hale, “Şey, pek
sanmıyorum onun yaptığını. Önlüğünü ve küçük şalını soruyor. Reçelleri için endişeleniyor.” (s.18)
der. Oysa, erkekler, buldukları delillere ikna olmuşlardır. Yöre Savcısı, “dışarıdan gelen hiç kimseyi
gösterir bir işaret yok. Onların kendi halatları.”(s.24) diyerek, durumu aydınlatır. Ama kadınlar için,
gündelik giysileri ve reçelleri, onları hayata bağlayan araçlardır. Bir kadın bunlardan vazgeçmediği
sürece, cinayet gibi bir eyleme yönelebilir mi?
1916’da yazılan ve sahnelenen bir oyunda, son derece özel alana ait olan dikiş dikmek, kırk
yamadan yorgan yapmak gibi bir diyalogun üretilmesinin hakkını teslim etmemiz gerekir. 1 Batının
gelişmiş tiyatro merkezlerinde yaşayan kadın yazarların, neredeyse 20. Yüzyılın sonunda bile bu denli
büyük bir kadınsılıkla imgelendirilmiş diyaloglar sayılıdır:
Bayan Hale: Ahşap kulübe deseni bu. Güzel, değil mi? Acaba sarma
işi mi yapacaktı, yoksa sadece düğüm mü atacaktı? (s.19)
Erkekler, kadınların bu konuşmalarına gülerler. Ama Bayan Hale, erkekler, şüpheli ölüm için
delil toplarken, kendilerinde böyle “değersiz şeylerle” uğraşma hakkını görür. Erkekler delillerle
ilgilenip ahırda bunları değerlendirmek üzere toplanırlar. Bu sırada kadınlar, kırk yamalı yorganın
kötü dikilmiş bir bölümünü konuşurlar.
Acaba şimdi nezarethanedeyken, kumaş işine devam etmek ister mi diye ona hazırlık
yapmaya kalkışırlar. Dolabı açtıklarında, şüpheyi dehşet verecek boyuta taşıyacak olan çengeli zorla
kırılmış kuş kafesini bulurlar. Oysa delil bulmak erkeklerin işidir, kadınların değil. Ama asıl kadınlar
bulurlar delili. (s.21) Dikiş kutusuna baktıklarında da ölü kuşu bulurlar. Kadının çocuğu yoktur. Bu
yüzden işi azdır, öte yandan da evi sessizdir. Hem zor bir adamla evlidir. “Tıpkı kemiğe işleyen soğuk
ve kuru rüzgar gibi”(s.22) dir bu adamla hayat geçirmek. Buna karşılık Bayan Wright, “bir kuş gibidir,
gerçekten sevimli ve güzel ama biraz ürkek ve pırpırlı.” (s.23) Ama kocası onun işittiği tek ses olan
kuşunu öldürmüştür. Bu soğuk ve otoriter kocanın sesine karşılık kanaryanın sesi Minnie için
1
Patchwork (kırk yama): Ev kadınlarının, diktikleri dikişlerden arta kalan kumaşlarla, küçük parçalara varıncaya
dek, küçük kareleri bir araya getirerek ürettikleri elişi. Bu, kadınların atık malzemeden ürettikleri yeni kumaş,
Alkalay-Gut tarafından, küçük parçalardan, bir bütünü elde etmek bağlamında önemsenir. (Karen Alka1ay-Gut,
“Jury of her Peers: The Importance of Trifles.”, Studies in Short Fiction, 21, Kış, 1984, s.2.
Bu konuşmadan, John Wright’ın, Minnie’nin hayatında tek ses olan kanaryasını öldürmüş
olabileceğine dair çok güçlü bir görüş elde ederiz. Kadının sessizliğine çare olan kuşun ölümünü
tahmin etmeye çalışırlar. Bayan Peters, bebeğini kaybettiğinde, sessizliğin ne demek olduğunu
anladığını hatırlar. (s25) Bayan Hale, Bayan Wright’ı sık sık ziyarete gelmediği ve onu yalnız bıraktığı
için kendisini suçlu hisseder:
Bayan Hale’in bu son sözünden, Bayan Wright’ın bir daha hapisten çıkıp evine dönemeyeceği
şüphesini işitiriz böylece. Bayan Peters, bunun farkında değildir. O, şimdi erkekler burada olsaydı bize
gülerlerdi, neyle uğraştığımıza dair diye düşünürken, Bayan Hale, “..konu kadınlara geldiğinde jürileri
bilirsiniz” diye yanıtlar onu.(s.26) O sırada Yöre Savcısı gelir. Her şeyin üzerinden bir kere daha
gideceğini belirtir. O kadar olayın dışında hareket etmektedir, ama o kadar kendine güveni vardır ki.
Kadınların yanına alacakları şeyleri, kontrol etmeye bile değer bulmaz. Öyle ya, bir kanun adamının,
Şerif’in karısı, nasıl kanuna aykırı bir şey elini sürer? Oysa aynı dakikalarda, “kanunla evli”(s.27)
olan Bayan Peters, ölü kuşun kutusunu çantasına tıkmaya çalışmaktadır. Beceremeyince, parçalara
ayrılan ölü kuşu da tek başına tutamaz. Bayan Hale, kutuyu alır ve mantosunun büyük cebine koyar.
Yöre Savcısı, artık Minnie Wright’ın yama yapamayacağına dair alaycı sözlerini sarf ederken, yama
işinin sözcüklerini bile aklında tutmaya zahmet etmemiştir. Bunu Bayan Hale’e sorar. O da yanıtlar:
“Düğüm atmak!” (s.28) Glaspell, iki kadına, tıpkı ölü kuşu aslında kedinin kapmadığını bilme
ayrıcalığını tanırken, onları bir başka sırla daha güçlendirir. İmge dolu bir sırdır bu. İmge, düğüm
sözcüğünde gizlidir. Adamın, basit bir dikiş terimi olarak hafızasına almadığı sözcük, iki kadın
arasında, yorganın dikişinden kalkıp kocanın boynuna atılan düğüme doğru giden bir imgedir. Ve
kadınlar, bu düğümü kimseye söylemeyeceklerdir. İkisinin arasında da çözülmez bir bağın düğümü
atılır çünkü. Bayan Peters, “kanunla evli” olarak o kadar kendi kimliğinden uzak tutulur ki erkekler
tarafından; onun kendi iç dünyası tamamen göz ardı edilir. Ama ölü kuşun ortaya çıkardığı bilinçaltı,
Minnie, gençliğinde şarkı söyler. Evliliğinde belli ki hoş karşılanmamıştır. O da bir kuş
edinmiştir, kuşu şakımaktadır. Ama John Wright, şarkı söyleyenleri sevmez. Aslında John, kuşu
öldürerek zaten Minnie’nin kendisini de öldürmüştür.(s.25) Bu, tuhaf ölümlerin ardından, geride, bir
kadın dostluğu ve onların sakladığı düğümün sırrı kalır. Oyun finaline tam da, Helen Cixous’nün,
“daha çok kadın daha çok kadını yazmalıdır. Kadınların kendilerinden başka yazacak neleri vardır ki”
bakışının mütevazı ama zengin birikimini taşır.
Sonuç İddiası: Erkelerin Kadınları Yazışı ile Kadın Hareketine Katılmış Kadınların
Kadınları Yazışı Karşıttır
Bu yazının başında, feminist edebiyat eleştirisinin kodlarına dair uzun bir bölüm konulmuştur.
Çünkü, kadınların farklı yazdıklarının sonuçlarını bir dramatik metinde görmek için, bu savın
nedenlerine dair bir hareket noktasına gerek duyulmuştur. Daha sonra da, seçilen metin üzerinde,
teorik savların olup olmadığının izi sürülmüştür.
Oyun, her şeyi bildiğini iddia eden adamların çözemediği, sadece, pasaklı ve aklını yitirmeye
yüz tutmuş bir kadına ait diye yaftalayıp bıraktıkları mutfakta, alay ettikleri kavanozlarda, çözmek için
pek böbürlendikleri ama bir şey elde edemedikleri cinayetin gerekçesini saklamaktadır. Erkekler, delil
ararken bu kadının yama kutusu ya da dikiş sepetine bakmayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü
orada önemli bir şey olamaz ki! Ama vardı! kadının neden delirdiği ve artık kocasını boğma noktasına
geldiğinin sırrı o kutuda gizliydi.
Yalnızlık, yalıtılmışlık ve şiddet, kadınların, dünyanın her yerinde her zaman karşılaştıkları bir
sorundur. Buna karşılık delirip cinayet işlediklerinde sanki bu kadar ağır şiddete maruz kalmamışlar
gibi bir katil olarak en ağır cezaya çarptırılırlar. Çünkü onlar evin reisini öldürmüşlerdir.
Bu oyun, kadınların, kıskançlık, değersiz görülme ya da sadece kocaları öyle istiyor diye eve
kapatılmalarının, onlarda yarattığı tahribatın açtığı yalıtılmışlık sorunsalının çok nitelikli bir örneğidir.
1
Alkalay-Gut’un yazısının başlığı, “jurry of her peers:The importance of Trifles” (akranlarından kurulu juri:
küçük şeylerin önemi) dır. Karen Alkalay-Gut, “Jury of Her Peers: The Importance of Trifles.” Studies in Short
Fiction, 21, Kış, 1984, s.1-9.
Dünyaca ünlü erkek yazarların, düşünürlerin roman ve yazmak eylemi aracılığıyla kurdukları
eril ifadeler, eril bakışı yansıtan çok önemli kanıtlar içermektedir. Norman Mailer, romanın bizzatihi
bir Great Bitch (Koca Fahişe) olduğunu iddia eder. 1 Mailer’ın bu şekilde sıfatlandırdığı romanı
yazmak, onu iğfal etmek; daha iyi bir romanı yazmak ise dişi olanı haykırtmak, inletmek, çığlık çığlığa
bırakmak gibi eylemlerle karşılanır. David Lodge ise, “kurmacanın asla bakire olmadığını, sözcüklerin
daha önce başka adamlar tarafından saldırıya uğramış biçimde yazara geldiğini” iddia eder. 2
Derrida’ya gelince o, kalemi bakire bir sayfa üstündeki penis imgesiyle karşılar. Derrida’da ifadesini
bulan bu metaforik bakışa yakın duran ve dolayısıyla post-yapısalcılığın içinden konuşan Sandra
Gilbert “Literary Paternity” makalesinde, edebiyat tarihinde çok sayıda erkek yazarın yaratıcı
kapasiteyi beden konfigürasyonlarına benzeterek açıkladıklarını belirtir. Kalem, metaforik bir penistir.
Yazmayı bir penis sahibi olmakla ve yazmayı bedensel bir işlev gibi görmekle birleştiren bu
yazarların, yazmayı yani yaratıcılığı da erkek bedenine bağladıkları bir gerçektir. Bunlara karşın,
Gilbert, biyolojik ve psikolojik determinizm ideasının Batı kültürünü nasıl işlettiğini ortaya
koymaktadır. Gilbert, kadın yazar diye bir şeyin varlığını ve yazmanın şimdilik eril bedene ait bir
işlev olduğunu hatırlayarak sorar; öyleyse kadınlar hangi araçla yazmaktadırlar? Gilbert, bu argümana
şöyle malzeme bulmaktadır: Kadınların ‘mürekkebi’ süt ya da kandır ve yapraklar ve ağaç kabuğu
gibi doğal yüzeyler de onların ‘kağıdıdır’. 3 Kadınların yazarlığının kamusal alandaki en önemli
temsilcilerinden olan Virginia Woolf’un, bir kadın yazısının her zaman kadınsı olduğunu not edişi bu
görüşü desteklemektedir.4 Kadınlarla erkekler arasında, yazmak eylemini cinsiyetlendirmek anlamında
tam zıt yönlerde ifadeler olduğu tartışmasızdır. Ve bu zıtlık, Cixous’nün “kadınlar kadınları
1
Norman Mailer, Cannibals and Christians, U.S.A., Dell Publication, 1967.
2
David Lodge, The Language of Fiction: Essays in Criticism, London, Routledge, 1966.
3
Gilbert, Sandra M. Ve Susan Gubar (ed) The Female Imagination and the Modernist Aesthetic, New York,
Gordon and W65 Breach Science Publishers, 1988, s.69, 137.
4
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev.S.Öncü, İstanbul, Afa Yayınları, 1987.
Sonuç iddiasında, Glaspell’in, feminist teoriyi destekleyen ve 1916 gibi çok erken bir tarihte
yazılmış olan metnine karşın, keskin örneklerinin verildiği eril edebiyat geleneğine karşı durabilecek
bir dişil kanon yaratmak için daha çok yol almak gerekmektedir. Sonuç olarak, aldığı tüm eleştirilere
rağmen, Cixous’nun dişil dilin politik gücüne yaptığı vurgunun ve kadınların yazıyla olan ilişkilerine
duyduğu güvenin, dişil dil ve yazma pratiği sayesinde kurulacak özgün bir dişil kimlik için önemli bir
umut ışığı yaktığı ortadadır. Glaspell ilk adım olarak önemli bir yerde durur. Bunu, 20.yüzyılın diğer
öncüleri izler. Bu kanonun daha çok emeğe gereksinimi olduğu açıktır.
Alkalay-Gut,Karen, “Jury of Her Peers: The Importance of Trifles.” Studies in Short Fiction, 21, Kış,
ss., 1984,1-9.
Assiter, Alison, Englightened Women Modernist Feminism in a Postmodern Age, London&New
York, Routledge, 1996.
Aston,Elaine, An Introduction to Feminism and Theatre, London&New York, Routledge, 1995.
Barthes, Roland “L’Etrangére”, La Quinzaine litérarire, içinde Kelly Ives, Julia Kristeva: Art, Love,
Melancholy, Philosophy, Semiotics and Psychoanalysis, Cressent Moon, 1970, (1997).
Ben-Zvi, Linda. "'Murder, She Wrote': The Genesis of Susan Glaspell's Trifles." Theatre Journal 44,
March, 1992, s.141-62.
Birkett, Jennifer, “French Feminists and Anglo-Irish Modernists: Cixous, Kristeva, Beckett and
Joyce”, Miscelánea, A Journal of English and american Studies, Vol.18, 1997,
http://155.210.60.15/MISCELANEA/ARTICULOS_18/ABSTRACTS_18HTML
Berg,Maggie, “Luce Irigaray’s ‘Contradictions’: Poststructualism and feminism”, Signs, 17, no:1
(Autumn), 1991, s.50-70.
Burke, Carolyn, "Rethinking the Maternal", içinde Hester Eisenstein & Alice Jardine, (eds.) The
Future of Difference, New York: Barnard College Women’s Center, 1980.
Caplan,Cora, “Language and Gender”, içinde Deborah Cameron The Feminist Critique of language: A
Reader, London&New York: Rotludge, 1998, s.54-64.
Cixous, Helene, “The Laugh of the Medusa”, içinde M.Evans, Feminism Critical Concept in Literary
and Cultural Studies, London&New York: Routledge, 1981, s.112-129, (2001).
De Beauvoir, Simon, Kadın, Bağımsızlığa Doğru III, Çev.Bertan Onaran, İstanbul: Payel Yayınevi,
1986.
Felluga, Dino “Modules on Kristeva. On Psychosexual Development”, Introductory Guide to Critical
Theory,
ww.sla.purdue.edu/academic/engl/theory/psychoanalysis/kristevadevelopmain.html
Frith,Gill (1993). “Women, writing and Language: Making the Siliences Speak”, içinde
D.Richardson&V.Robinson (eds.) Thinking Feminist Key Concepts in Women’s Studies, New York:
The Guil Ford Press, 1993, s.151-176.
Game, A, Undoing the Social, Buckinghan: Open University Press, 1991.
Giddens,Anthony, Sosyoloji, Haz.H.Özel, C.Güzel, Ankara: Ayraç Yayınevi, 2000.
Gilbert, Sandra M. Ve Susan Gubar (ed) The Female Imagination and the Modernist Aesthetic, New
York : Gordon and .W65 Breach Science Publishers, 1988.
Gross, Elizabeth,. “The Body Signification”, Fletcher, 1990.
Humm,Maggie, Feminist Edebiyat Eleştirisi, Haz.Gönül Bakay, İstanbul, SayYaynıları, 2002.
Levent Suner*
Özet
Sam Shepard Gömülü Çocuk adlı oyununda geçmişin izlerinden asla kurtulunamadığı izleğini işler.Geçmiş
gelecekte bir lanet gibi yaşayacak ve aile üyelerini tutsak edecektir. İzlek, uzam ve zaman kullanımı ile
pekiştirilmekte, görsel göstergelerle desteklenmektedir.
Abstract
Sam Shepard in Buried Child deals with the theme of the impossibility of getting rid of the traces of the past.
The past will live in the future as a curse and imprison the family members. The theme is strengthened by the use
of space and time, and supported by visual signs.
İlk kez 27 Haziran 1978’de, San Francisco’da, Magic Theatre’da Robert Wooddruff’un rejisi
ile sahnelenen, 1979’da Pulitzer Ödülü’nü kazanarak tanınan Gömülü Çocuk (Buried Child) Sam
Shepard’ın aile oyunu üçlemesinin ikinci oyunudur. Oyun üç perdedir ve üç perde de aynı uzamda
geçer. Shepard mekanı aşağıda alıntılandığı gibi betimler.
*
Yrd.Doç.Dr., Ankara Üniversitesi, D.T.C.Fakültesi, Tiyatro Bölümü, Oyunculuk Anasanat Dalı
Diğerleri: Aç Sınıfın Laneti (Curse of the Starving Class); Vahşi Batı (True West)
1
Sam Shepard, Toplu Oyunları 1: Gömülü Çocuk, Çev.: Şükran Yücel; Vahşi Batı, Çev.: Yıldırım Türker; Aç
Sınıfın Laneti, Çev.: Pınar Kür (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2000), s.39.
Bundan sonra bu metinden yapılacak alıntıların sayfa numarası metin içinde parantez içinde verilecektir.
Halie ve Dodge’un konuşma sürerken Tilden, kolları taze mısır koçanlarıyla dolu bir halde
solda bulunan mutfak kapısından içeri girer. Arka bahçeden topladığını söyler bu mısırları. Oysa ki,
Halie ve Dodge’a göre 1935 yılından beri arka bahçede hiçbir şey yetişmemiştir. Tilden mısır
koçanlarını Dodge’un kucağına bırakır ve mutfağa gider. Dodge fırlatıp atar koçanları. Tilden elinde
bir süt sağma taburesi ve kovayla geri gelir. Kanepenin yanına koyduğu tabureye oturur. Mısırları tek
tek alıp kabuklarını birer birer sıyırarak temizler. Koçanları kovaya koyar, kabukları da ortaya atar. Bu
sırada Halie merdivenden aşağı inmektedir, 65 yaşlarındadır. Yas tutuyormuşçasına baştan ayağa siyah
giyinmiştir. Elinde siyah bir el çantası başında tüllü bir şapka vardır.
Soyulan mısır kabuklarıyla mekan bir çöplüğe dönmüştür. Halie’yi çok sinirlendirir bu
durum. Konuşmalar sürerken Dodge arka bahçede gömülü birinden söz eder. Halie öfkeyle susturur
Dodge‘u. Konu kapatılır. Halie, Peder Dewis ile görüşmek üzere çıkar. Tilden ve Dodge yalnız
kalmıştır. Bir süre sonra Dodge derin bir uykuya dalar. Tilden yerdeki mısır kabuklarını toplar ve
uyumakta olan Dodge’ un üzerini bu kabuklarla örter. Daha çok kabuk toplar ve her yer
temizleninceye kadar bu işlemi tekrarlar. Dodge’ un üstü tamamıyla kabuklarla kaplanmıştır. Tilden
uyuyan Dodge’a bakar ve sonra çıkar. Bu sırada takma ayağının metal menteşelerinden çıkan
gıcırdama sesiyle Bradley gelir dışarıdan. Dodge’u görür. Cebinden çıkardığı elektrikli makası ile
uyuyan Dodge’un saçlarını keser. Birinci perde makasın ve yağmurun sesiyle biter.
İkinci perde aynı uzamda geçer. Zaman; gecedir. Yağmur yağmaktadır. Dodge hala
uyumaktadır kanepede. Saçı kesilmiştir ve kafatası derisindeki kesikler kanamaktadır. Mısır kabukları,
kova ve süt sağma taburesi kalkmış, sahne temizlenmiştir.
Başlangıçta, Shelly büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Çünkü bu evde yaşayanlar hayalini
kurduğu aile imajına uymamaktadır. İletişimsiz, birbirine yabancı, hastalıklı, acımasız, vahşidir
herkes. Ama Shelly gittikçe ortama uyum sağlar. Hatta Tilden ile birlikte arka bahçeden gelen
havuçları keser. Vince kendini iyice yalnız hisseder bu durumda. Gittikçe güçsüzleşir. İlişki kurmak
imkansızdır. Vince, Dodge’un içki siparişini almak için evden çıkar.
Shelly, Dodge ve Tilden ile yalnız kalır. Tilden Shelly’e bir bebekle ilgili bir öykü anlatır.
Dodge’un engellemelerine rağmen Shelly’ye, bir bebeklerinin olduğunu, sonra kaybolduğunu ve
kimsenin onu bulamadığını, nerede gömülü olduğunu bilen tek kişinin de Dodge olduğunu söyler. Bu
sırada Bradley gelir. İkinci perde Bradley’nin Shelly’ye simgesel taciziyle biter.
Üçüncü perde de aynı uzamda geçer. Zaman; sabah. Yağmur dinmiş, güneş açmıştır. Her yer
temizlenmiştir. Havuçlar yoktur. İkinci perde de Tilden’ın getirdiği kova ve tabure kalkmıştır.
Vince’in saksofon kutusu ve paltosu hala merdiven dibinde duruyordur. Bradley Dodge’un battaniyesi
altında kanepe de uyumakta, Dodge da yerde oturmaktadır. Geceyi dışarıda Peder Dewis ile geçiren
Halie de dönmüştür. Dodge birinci ve ikinci perdede saklanan, açıklanmayan sırrı Shelly’ye anlatır :
Halie ve Tilden’ın ilişkisinde (ensest bir ilişkiden) bir bebek doğmuştur. Dodge da bu yasak ilişkiden
doğan çocuğu öldürmüş ve arka bahçeye gömmüştür. Halie’nin engellemelerine rağmen giz artık
ortaya çıkmıştır.
Tüm aile bu suçun utancı altında birleşmiş gibidir. Dış dünyaya, gerçeğe tamamen
kapatmışlardır kendilerini. Kendi yarattıkları dünyanın yanılsamasına öylesine inanmışlardır ki, bu
yanılsamayı kıracak, yok edecek dışarıdan gelen hiç kimseye tahammülleri yoktur. Böyle
katlanabilmektedirler. Bunu için Vince’i tanımazlar. Oysa “dışarıdan” gelen kendilerinden biridir.
Bunu algıladıklarında kabul ederler onu. Vince’ in ailenin kirli geçmişine sahip çıkmaktan başka
yapabileceği bir şey yoktur: Lanetten kurtulmak mümkün değildir çünkü.
Dodge’un anlattığı öykünün sonunda Vince gelir. Sarhoştur. Başka biridir sanki. Elinde
bıçakla Shelly’yi ölümle tehdit edecek kadar değişmiştir. Artık o da eve aittir ve onlardan biri
olmuştur. Şimdi de Vince kimseyi tanımıyordur.
Vince’in içki almak için dışarı çıkması bir süre sonra bir kaçışa dönüşmüştür. Bu, kendinden,
ailesinden kaçıştır. Vince otomobilde giderken ön camda kendi yüzünü görür. Kendine yabancıdır bu
yüz, tanıyamaz. Bu yüz birden annesinin yüzüne dönüşür. Annesinin yüzünü hem ölü, hem canlı
olarak görür. Annesinin yüzü onun babasının yüzüne, babasının yüzü de büyükbabasının yüzüne
dönüşür. Görür ki, hepsinde aynı kemik yapısı, aynı özellikler vardır. Kaçamayacağını anlar ve döner.
Nereye giderse gitsin ailesinin laneti peşini bırakmayacaktır.
Oyunda uzam, “içerisi” (iç uzam) ve “dışarısı” (dış uzam) olmak üzere ayrılmıştır. “Dışarısı”
oyun boyunca hiç görmediğimiz ama sürekli bahsedilen, arka bahçedir. Arka bahçe de toprağın altı ve
toprağın üstü olmak üzere iki ayrı uzama ayrılmıştır. Toprağın altında Dodge tarafından öldürülen
çocuğun cesedi yatmaktadır. Bu evde yaşayanlar kendi uzamlarını (yaşam alanlarını) belirlemişlerdir.
Tilden’ın uzamı da bu bahçedir (toprağın üstü). Tilden bütün gününü bu bahçede geçirmekte ve
burada yetişen sebzeleri (havuç, mısır) eve taşımaktadır. Oysa ki, Halie ve Dodge’ a göre bu bahçede
yıllardır hiçbir ürün yetişmemiştir.
DODGE: (...) Nereden topladın bunları ?
TİLDEN: Arka taraftan.
DODGE: Arkada nereden?
TİLDEN: Tam arkamızdan
DODGE: Orada hiçbir şey yok ki.
TİLDEN: Mısır var.
DODGE: Bizim bahçede 1935’ten beri hiç mısır olmadı. En son o
zaman ekmiştim.
TİLDEN: Şimdi orada mısır var.
DODGE: (Merdivene Bağırarak) Halie!.Tilden bir kucak dolusu mısır
getirdi. Arka bahçede hiç mısır yok değil mi?
TİLDEN: (Kendi kendine) Tonlarca mısır var.
HALİE’NİN SESİ : Bildiğim kadarıyla yok.
DODGE: Bende öyle diyordum.
HALİE’NİN SESİ: 1935’ten beri yok.
DODGE : (Tilden’a) Bu doğru. 1935. Bu sonuncusuydu. (s.46)
1935, açıkça söylenmese de çocuğun öldürüldüğü yıldır. Bu tarihten sonra aile “gerçekle” olan
tüm bağını koparmış, kendi yarattıkları dünyanın yanılsamasına inanmış, bunun dışındaki her şeyi
reddetmiştir. Ev, Bachelard’ın söylediği gibi geçmişin gölgelerine duvar örmüş içine de tir tir
titreyenleri koymuştur.1
Halie ve Dodge için, arka bahçede yetişen ürünleri kabul etmek demek, bu toprağın altında
yatan cesedi de kabul etmek demektir. Bu sebzeler topraktan beslenmektedir, aynı zamanda toprağın
altında yatan cesetten. Suç o kadar büyüktür ki, toprak da “tonlarca” ürün vermektedir. (Suçun
büyüklüğü ile ürünün çokluğu arasında koşutluk vardır.). Bu ürünler (mısır, havuç) onlara arka
bahçede yatan “gömülü çocuk”u hatırlatmaktadır. Onlar bu büyük gizle yüzleşme cesaretini
gösterecek kadar güçlü değillerdir. Ancak, anılar, yine Bachelard’ın belirttiği gibi “yerleştiği” yere
“sağlamca” tutunur.2 Gün gelecek, gerçek ortaya çıkacaktır. Evin duvarları tehdidin/tehlikenin
(geçmişin/anıların/günahın) içeriye girmesini engelleyemeyecektir.
1
Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, Çev.: Aykut Derman (İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996), s.32.
2
Aynı, s.37.
Eve (dış uzamdan iç uzama), bahçeden sürekli olarak mısır, havuç gelmesi, günahın o evde
hep var olacağını, bundan uzaklaşamayacaklarını, kaçamayacaklarını anlatır. Yağmur yağdıkça
cesedin gömülü olduğu toprak ürün verecek, ürün de eve taşınacaktır. Günahtan, gizden kaçış
imkansızdır.
Dışarısı hep yağmurludur. Durmamacasına yağan yağmur arka bahçeyi balçık, çamur haline
getirmektedir. Tilden bu çamurlara basarak toplamaktadır sebzeleri. Her dışarıdan içeri dönüşünde bu
çamurları eve taşımaktadır. Dolayısıyla dış uzam, ürünler ve çamur yoluyla hep içeri taşınmaktadır.
Çamur ayrıca, bir durumdan diğerine geçişin; her türlü maddenin ortaya çıkışının; biyolojik işlem ve
süreçlerin de sembolüdür.1
Dışarının sürekli yağmurlu, kapalı ve puslu olması içerde yaşanan gizle örtüşmektedir.
Yağmur yalnızca bu kasabada yağmaktadır. Şöyle der Dodge:
Yağmur/su ölümün olduğu kadar yaşamın da simgesidir; tabii arınmanın da. Shepard, yağmur
göstergesi ile hem dışarının içeriye sızmasını, hem toprağın incelip, içinde sakladığını ortaya
çıkarmasını, hem de su ile günahkarların arınma şansına da sahip olduklarını imlemektedir. Yeter ki
günahlarını inkar etmesinler.2
Tilden’ın havuç ve mısırları temizlerken kullandığı kova ve süt sağma taburesi de dış uzamın
(dışarının) iç uzama (içeriye) sızdığını gösteren nesneler olarak kullanılmaktadır. Her perde
değişiminde ortadan kaldırılsa da dışarıya ait bu iki nesne, sonra yeniden Tilden tarafından
getirilmektedir.
1
J.E.Cirlot, “Mud”, A Dıctıonary of Symbols.(London: Routledge & Kegan Paul, 1983), s.222.
2
“Rain”, Aynı, s.271,272.
Dışarıyı içeriden ayıran canlı bölmenin ardında “Araf” olarak niteleyebileceğimiz bir veranda
vardır. Vince ve Shelly’i ilk kez biz bu verandada görürüz. Sanki günahın işlendiği “içerisi” ve
çocuğun gömüldüğü “dışarısı”nın tam ortasında duruyorlardır :Dışarıda kalmak ya da içeride olmak...
Vince’e göre buradan bakıldığında her şey doğal, tipik bir ailenin, “tipik Amerikan evi” gibi
görünüyordur.
SHELLY : Bu ev mi ?
VİNCE : Evet, bu ev.
SHELLY : İnanmıyorum.
VİNCE : Neden ?
SHELLY : Tıpkı filmlerdeki gibi.
VİNCE : Nesi var ? Tipik Amerikan evi.
SHELLY : Sütçü ve küçük köpeği nerede ? Küçük köpeğin adı
neydi? Spot. Spot ve Jane. Dick, Jane ve Spot .
VİNCE : Kes artık !
SHELLY : Dick ve Jane ve Spot. Anne, baba ve Sissy! (s.62)
Vince burada, içeride kendini bekleyen lanetten habersiz durmaktadır. İçeri girecektir Vince;
atalarının hayaletinden, soyundan kurtulması mümkün değildir çünkü. Kapı açılacak, içeri girecek ve
mirasını devralacaktır. Soyunun laneti çekmiştir onu buraya. Bottoms’a göre felaket yazgıdır, insanın
genlerinde yazılıdır.4
İçerisi (iç uzam) alt kat ve üst kat olmak üzere ayrılmıştır. Herkesin uzamı belirlidir. Alt kat
Dodge’un, üst kat (yatak odası) Halie’nin uzamıdır. Bachelard’ın ev tanımı gibi, Halie ve Dodge’un
evi de dikey çifte kutupludur.5 Aradaki merdiven onları birbirine bağlar. Ancak, bellidir ki, Dodge hiç
1
“Door”,”Window”; Aynı, s.85,373.
2
Bachelard, Mekanın Poetikası, s.257.
3
Stephen J. Bottoms, “Strychnine in the Gut; Curse of the Starving Class (1977) and Buried Child; The Theatre
of Sam Shepard; States of Crisis (New York: Cambridge University Press, 1998), s.159.
4
Aynı, s.181.
5
Ön.ver. s.47.
Sınırlarını ve kabuklarını sertleştiren bireyler, sanki aldıkları mirası bir sonraki nesle
devretmek için vardır sadece. Görünmez bu tek amaç için “yaşadıkları”nı sanırken, sezgisel olarak bir
kök ve yön bulma telaşıyla çırpınırlar; bu uğurda bilinçli hiçbir eylem yapmadan. Kapatmışlardır
kendilerini bu dar uzamlara. Günahın Halie, Tilden ve Dodge üçgeni arasında işlendiğini düşünürsek,
uzamın dışına çıkan tek kişi Halie’dir. Halie küçük oğlu Ansel’in heykelinin yapım işini konuşmak
için dışarı, Peder Dewis’le görüşmeye gider ve geceyi dışarıda geçirir. Geldiğinde sabah olmuştur.
Oysa Tilden ve Dodge kendi uzamlarından ayrılmazlar. Tilden hep arka bahçededir; içeri girdiği
zaman da bahçeye ait olan süt sağma taburesi üzerindedir; Dodge ise kanepede. Shepard oyunlarında
kadınlar erkeklere göre daha özgürdür ve bulundukları yerden gidebilirler. Halie de evin dışına
çıkabilmektedir. İhanetlerine devam eden Halie’nin Peder Dewis ile ilişkisi vardır ve geceyi dışarıda
geçirmiştir. Shelly de yaşadığı yerden ayrılmış, Vince ile birlikte gelmiştir.
Dodge’u oyun boyunca, eski ve koyu yeşil renkli bu kanepe üzerinde görürüz. Kendi
yalnızlığı ve yabancılaşmışlığını, omuzlarına aldığı ağır günahıyla, tek başına bu kanepede yaşar.
Dodge’un içine gömüldüğü bu kanepe, işlediği günahın bedelini ödercesine onun mezarı haline
gelmiştir. Kahverengi bir battaniye ile sıkı sıkıya örtmüştür kendini. Kahverengi rengiyle bu battaniye
toprağı imlemektedir. Birinci perdede Tilden’ın kanepede uyuyan Dodge’u mısır kabuklarıyla örtmesi
battaniyeyi toprak, kanepeyi de mezar olarak algılamamızı güçlendirir. Dodge, çocuğu arka bahçede,
toprağa gömmesi gibi, kendini de battaniye ile bu kanepeye gömmüştür. Renklerin seçimi de
açıklayıcıdır, konumları ise doğadaki gibi değildir: Kahverengi yeşili örtmektedir. Yeşil her ne kadar
toprağa aitse de onun üstündedir doğada. Yeşil toprakta büyüyendir, bitkidir. Ama, aynı zamanda,
Cirlot’un dediğine göre ölümdür. Kandinsky’ye göre “geçiş”tir. Yine Cirlot’un yazdığına göre
tarlalardaki berekettir, doğanın rengidir.3
Battaniye gizemli bir sır saklayıcı, bir korunak gibidir. Halie’nin görmemesi gereken viski
şişesini sakladığı gibi çocuğu nereye gömdüğünü söylemeyen Dodge’u da saklar. Battaniye altına
gizlenmek; dışarıdan gizlenmek, diğerlerinden gizlenmek, hatta kendinden gizlenmek demektir.
Bradley takma bacağını çıkarıp uyuduğunda battaniye altına girmek ister. Çünkü çıkardığında
korunmasızdır; ne Shelly’nin ne de Dodge’un almasına izin verir. Oysa ki Dodge’un da gizlenmeye
ihtiyacı vardır: Saçlarını tıraş ederek onu taciz eden Bradley’den de, yıllardır sakladığı gizden de.
Kahverengi battaniye Dodge için adeta bir kabuk gibidir. Bachelard’a göre kabuk hem koruyucudur,
1
Aynı, s.57.
2
Aynı, s.72.
3
Cirlot, “Colour”; A Dıctıonary of Symbols, s.53.
Gömülü Çocuk’ta oyun kişileri, dış güçlere, tehlikelere karşı savunmasızdır ve korunmak
isterler. Bu nedenle de kendilerini güvende hissedecekleri bir şeylerin altına girerler. Dodge ve
Bradley’nin battaniyenin altına girmesi gibi, yağmurdan korunmak için Bradley gazetenin, Vince ve
Shelly de Vince’nin paltosunun altına girmişlerdir. Tilden, Shelly’nin kürkünü giydikten sonra
çocuğun kaybolma öyküsünü anlatabilmiştir. Battaniyesini Bradley’e kaptıran Dodge bu kez
Shelly’nin kürkünün altına gizlenmiştir. Örtmek, gizlemekle eşanlamlıdır. Halie, Peder Dawis’in
görmemesi için Shelly’nin kürküyle, Bradley’nin takma bacağını gizler.
Kanepe, uzamı oluşturan tek oturma alanıdır. Ailenin tüm fertlerinin ortak paylaşım alanıdır.
Ailenin tüm fertlerinin ortak paylaşım alanı olan bir salonda tek bir kanepenin olması, oturabilecek
başka bir şeyin olmaması kanepeyi uzamın odak nesnesi haline getirir ve oyunun başlangıcında,
olayların bu kanepe çevresinde geçeceğini imler.
Krallık tahtının, varise devir-teslim törenidir oyunun sonunda yaşananlar. Vince ölen
Dodge’un üzerine battaniyeyi örter ve gülleri göğsüne bırakır. Bu ölüm töreni yeni bir başlangıcın,
yeni bir doğumun işaretidir. Bu doğum Vince’in doğumudur. Bottoms’a göre, toprağın bereketi ile
1
Ön.ver. s.136.
2
Aynı, s.47,53.
3
George Thomson, Aiskhylos ve Atina, Çev.: Mehmet H.Doğan (İstanbul: Payel Yayınevi, 1990), s.123.
Oyunda uzamı belirleyen bir diğer nesne de televizyondur. Televizyon oyunun başlangıcında
ışık kaynağı olarak da kullanılır ve mavi ışığıyla karanlıkta kanepede oturan Dodge’u aydınlatır.
Soğuk, mavi ışık Dodge’un yüzüne düşürülerek onun çürümüşlüğü, uzamın soğukluğu vurgulanırken,
aynı zamanda gizemin kaynağı olan ve cinayeti işleyen Dodge üzerine de yoğunlaşmış olur. Dodge
oyun başlangıcında ilk görülendir ve televizyon ışığı da bunu vurgular.
Televizyonun bir diğer anlamı da Amerikan Rüyasının bir parçası, bireylere sunulan ve onları
birbirlerine karşı yabancılaştırıp, yalnızlaştıran bir meta oluşudur. Oyunda teknolojinin “nimeti”nin,
parçalanmanın, bireylerin kendi dünyalarına kaçışının simgesidir. Dodge bilinçaltını sürekli
kurcalayan, onu rahatsız eden geçmişinden, günahlarından, ailesinden ve sonunda kendinden kaçıp
televizyona sığınır. Çocuğu arka bahçeye gömdüğü gibi kendini de o televizyonla birlikte kanepeye
gömmüştür. Kendine ayrı bir yaşam alanı yaratmıştır. Dodge televizyonda Amerikan futbolu izler ve
onu sahiplenir. Yapacağı başka bir şeyi yoktur ve ondan uzaklaşması imkansızdır. Sistem, istediği
psikolojik ve biçimsel parçalanmayı her eve televizyon girmesini dayatmakla ve bireylere asla
ulaşamayacakları “sanal dünyayı” sunmakla başarmıştır. Televizyon galiptir, Dodge ise kurban...
Televizyondan ses de gelmez. Çünkü ne söylendiği çok da önemli değildir. Bu durum, bir
iletişim aracı olan televizyonun, iletişimi imkansızlaştırdığını, seyredenleri kendi dünyalarına
hapsettiğini ve tekilleştirdiğini göstermektedir. Bu iletişim aracının, aralarında hiçbir iletişim olmayan,
yalnız insanların uzamında bulunması bir karşıtlık durumu da yaratmaktadır. Sistemin kurucu öğesi ve
devamlılığını sürdüren meta olarak baktığımızda, kapitalizmin temsilcisi olarak algılanabilir.
Yaşananların suç ortağıdır televizyon. Onun ışığıyla (mavi ışık) aydınlanan ev sürekli geceyi yaşar.
Üstelik Baudrillard’ın işaret ettiği gibi televizyondan artık göstergeler değil görünümler alınmaktadır;
anlık bir savaş görüntüsü ile bir deterjan reklamının birbirinden farkları yoktur ve gerçekte de hiçbir
anlama karşılık gelmemektedirler. “Sistemin yerli yerinde olduğunu kanıtlama arzusundan başka bir
işe yarayamamaktadırlar.”3
Dodge’un kanepe ve televizyon ile sınırlanmış dar uzamını tamamlayan diğer nesneler de sarı
gölgeli ışık veren bir lamba ve üzerinde küçük ilaç şişeleri olan bir sehpadır. Dodge adeta bir keşiş
kulübesindedir; yalnızlığı içinde “barınma ediminin mutlak biçimi”ni yaşamaktadır. 4
Dodge’un bu krizi yalnız kalamama korkusuyla açıklanabileceği gibi, bahçede yatan ve evin
içini de saran gizle de ilgilidir. Tilden’ın her arka bahçeye çıkışı Dodge’a bu gizi hatırlatır. Tilden’ın
gitmesine engel olur, kriz de geçer. Bu bağlamda ilaç kutuları, yalnızlığı, korkuları, evin her yanını
saran gizi ve uzama hakim olan hastalıklı durumun altını çizmektedir.
Lamba, kanepenin hemen yanında bulunmasıyla ve aydınlattığı alanla Dodge’un uzamının
sınırlarını belirler. Ev karanlıktır. Lamba da “sarı, gölgeli” ışığıyla evdeki gizemin tamamlayıcısıdır.
Ve Dodge’u aydınlattığı dar uzama hapseder. Aynı zamanda, Bachelard’ın sözleriyle bağdaştırırsak
lamba “evin gözüdür.” Vince’ı “bekleyen”dir. 1
Merdiven, salon ve yatak odasını birbirine bağlar. Verandanın iç ve dış uzamı birbirinden
ayırması ya da bağlaması gibi, merdiven de alt kat ve üst katı birbirine bağlar. Dar uzamlarına
kendilerini hapsetmiş bireylerin kopukluğunu, aralarındaki mesafeyi, yalnızlığını, iletişimsizliklerini
gösterir. Merdivenden yukarı çıkmak “güç”ü gösteren bir eylemdir. Başlangıçta, uzama, aileye uyum
sağlayamayan Shelly, yukarı çıkıp indiğinde daha kararlı ve cesurdur. Bu durum Bradley’in takma
bacağını alması ve vermemek için direnmesinde de görülür.
1
Aynı, s.63.
Bu evde yaşayanlar her ne kadar uzamlarının sınırlarını kesin çizgilerle belirlemiş olsalar da,
kendi yanılsamaları içinde “gerçek”i görmeseler de, arka bahçenin gerçeğini yok saysalar da dış uzam
aslında tamamen evin içindedir: Tilden arka bahçenin ürünlerini sürekli eve taşımaktadır. Bunları iç
uzamda, dış uzama ait olan kova ve süt sağma taburesinde temizlemektedir. Tilden bahçenin
ürünlerini eve getirirken arka bahçenin çamurunu da içeri taşımaktadır. Dışarıda, birinci ve ikinci
perde boyunca yağmur yağar. Yağmur suları da içeri taşınır. Birinci perdede Tilden ve Bradley ile,
ikinci perdede Vince ve Shelly ile. Hepsi de iç uzama girdiklerinde sırılsıklamdır. Dışarının yağmuru
içeriyi de ıslatır.
Oyunun sonunda Tilden, “gömülü çocuk”u, arka bahçeden, topraktan çıkarmış, dizlerine kadar
çamura bulanmış, kolları ve elleri çamur içinde, çamurlu kumaş parçasına sarılmış çocuk cesedini
merdivenden üst kata çıkarken, dış uzam artık tamamen içeri girmiş, iç uzama hakim olmuştur. Dodge
ölmüş, çocuk topraktan çıkmış, Vince laneti devralmıştır. Artık dışarısı içeri, içerisi de dışarısıdır.
Ceset topraktan çıkar, Dodge ölür. Tilden cesedi üst kata çıkarır, Halie bahçedeki ürünleri
görür.
Dış uzam (arka bahçe) toprağın altı ve toprağın üstü olarak, iç uzam da; alt kat ve üst kat
olarak ayrılmıştır. Toprağın altında çocuk cesedi, üstünde Tilden, evin alt katında Dodge, üst katında
Halie vardır. Bu bağlamda dış uzam ve iç uzam arsında koşutluk vardır. Günahı, suçu işleyenler üstte,
ölenler alttadır.
Evin içindeki nesnelerin renklerinin seçiminde de arka bahçeye ve toprağa ait renkler
kullanılmış, dış uzam içeri taşınmıştır: “ koyu yeşil bir kanepe”, “tahta bir merdiven”, “kahverengi bir
televizyon”, “kahverengi battaniye”, “tahta döşemeli bir veranda”.
Koyu yeşil kanepesinde, kahverengi battaniye altında bir ceset gibi yatan Dodge’un kostümü
de bu düşünceyi destekler görünmektedir: “haki renkli iş pantolonu”, “kahverengi terlikler”.
Shepard, uzamı betimlerken canlı bir renk kullanmamış, “yıpranmış”, “soluk”, “eskimiş”,
“gölgeli”, “karanlık” gibi sözcüklerle tanımlamıştır. Bu seçim evdeki lanetin yıllardır sürdüğünü
Vince’in saksofon kutusu, bu uzama uymayan, yakışmayan bir nesne olarak durur oyun
boyunca. Vince eve geldiğinde neşeli, canlı, hayat dolu biridir. Bu haliyle aileye girmesi mümkün
değildir. O, dönüştükten, şiddete yöneldikten, onlar gibi davranmaya başladıktan sonra kabul edilir
aralarına. Biliyoruz ki artık Vince o saksofonu çalmayacaktır. Dodge evi Vince’e bırakmıştır. Bu,
laneti de bırakmak demektir. Lanet, yeni kuşak Vince ile devam edecektir. Uzam her seferinde
temizlense de, o evden kırık içki şişeleri, mısır kabukları, çamur eksik olmayacak, zaman içinde her
şey daha da yıpranacak, ev çöplük olmaktan kurtulamayacaktır.
Veranda
Alt Kat Toprağın altı
(Salon)
Halie Tilden
DIŞ UZAM (ARKA BAHÇE)
Vince (Veranda)
Alt Kat Toprağın altı
(Salon)
OYUN
Dodge Çocuk Cesedi
BOYUNCA
Birinci perdede zaman; gündüzdür.. dışarısı yağmurlu ve karanlıktır. Gündüz olmasına karşın
içerisi de karanlıktır. Kanepenin yanında duran “sarı gölgeli ışık veren lamba” içerinin karanlığını
gidermez. Gündüz de olsa onlar içeride hep geceyi yaşamaktadırlar.
İkinci perdede zaman; gecedir. Dışarıda yağmur yağıyordur. Yağmurun hala yağıyor olması
gizin süreğenliğini anlatmaktadır. İçerideki karanlığı, gecenin karanlığı daha da arttırmıştır. Gece, tüm
sırları ve evde işlenen günahı örter. Suç da muhtemelen bir gece işlenmiştir. Bunun için de kendi
uzamlarında hep geceyi yaşamaktadırlar. Laneti devralacak Vince de gecenin bir yarısı çıkagelir. Giz,
ilk kez konuşulmaya, sorgulanmaya başlanır. Gece, Vince’in kaybolduğu, sırrın daha keskinleştiği,
ortaya çıktığı zaman dilimidir. Sır, gece açıklanır. Gece, Cirlot’un yazdığına göre karanlık ve ölümün
simgesi olmasının yanı sıra, yaradılıştan bir önceki zamandır. Gece, gündüzün, bereketin habercisidir,
günışığının müjdecisidir.
Üçüncü perdede zaman, sabahtır. Yağmur dinmiş, güneş açmıştır. Sırrın açığa çıkmasıyla
beraber aile bu günahla yüzleşmiştir. Adeta, Žižek’in dediği gibi “yalan alanı içinde ‘bastırılmış’
hakikat” ortaya çıkma “zorunluluk”u ile karşı karşıya kalmıştır. 1 Sabah, yağmurun dinmesi ve “parlak
güneş” yeni bir başlangıcı imliyor. Bu durum, -lanet Vince ile sürecek de olsa- yine de umuda bir
pencere açmaktadır.
Yazarın “uzam” ve “zaman” kullanımı, karakterlerin dönüşümü ve değişimi, oyunun iletisi ile
koşut olarak ilerlemektedir. Oyun kişileri yaratılan uzamın bir parçasıdır ve uzam o kişilerle birlikte
1
Bülent Somay ve Tuncay Birkan (Hazırlayan), “Sibermekan ya da Varolmanın Dayanılmaz Kapanımı”;
Kırılgan Temas; Slavoj Žižek’ten Seçme Yazılar . Çev.: Tuncay Birkan (İstanbul: Metis Yayınları, 2002), s.163.
KAYNAKÇA
Adanır, Oğuz. Baudrillard’ın Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler. İzmir: Dokuz Eylül
Yayınları, 2000.
Bachelard, Gaston. Mekanın Poetikası. Çev: Aykut Derman. İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996.
Bottoms, Stephen J.. “Strychnine in the Gut; Curse of the Starving Class (1977) and Buried Child (1978);
The Theatre of Sam Shepard; States of Crisis. New York: Cambridge University Press, 1998.
Cirlot, J.E. A Dıctıonary of Symbols. London: Routledge & Kegan Paul, 1983
Gilman, Richard. “Introduction”; Sam Shepard: Seven Plays. New York: Bantam Books Inc., 1981.
Marranca, Bonnie. Amerikan Dreams; The Imagination of Sam Shepard. New York: PAJ Publications, 1981.
Maranca, Bonnie and Gautam Dasgupta. “Sam Shepard”; American Playwrights; A Critical Survey. New
York: Drama Books Specialists (Publishers), S: 81-113.
Morley, David ve Kevin Robins. Kimlik Mekanları. Çev:Emrehan Zeybekoğlu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
1997.
Sam Shepard. Toplu Oyunları 1: Gömülü Çocuk. Çev: Şükran Yücel; Vahşi Batı. Çev: Yıldırım Türker;Aç
Sınıfın Laneti. Çev.: Pınar Kür. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2000.
Shewey, Don. Sam Shepard. New York: De Capo Press, 1997.
Somay, Bülent ve Tuncay Birkan (Hazırlayan). “Sibermekan ya da Varolmanın Dayanılmaz Kapanımı”;
Kırılgan Temas; Slavoj Žižek’ten Seçme Yazılar. Çev.: Tuncay Birkan.İstanbul: Metis Yayınları, 2002.
Thomson, George. Aiskhylos ve Atina. Çev.: Mehmet H.Doğan. İstanbul: Payel Yayınevi, 1990.
Urry, John. Mekanları Tüketmek. Çev: Rahmi G. Öğdül. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.
1-33
Eğer bir ressam, bir at boynunu ve bir insan başını birleştirmeye kalkarsa, değişik canlılardan aldığı
beden parçalarını bir araya getirip rengarenk tüylerle kaplarsa, üstte güzel bir kadın olarak başlayan,
altta çirkin bir biçimde siyah bir balık olarak biterse, bu görünüm karşısında kendinizi gülmekten
alıkoyabilir misiniz dostlarım? İnan bana sevgili Pisos 1, bu, bir akıl hastasının düşleri gibi anlamsız
imgelerle biçimlendirilmiş bir edebi metne benzer, ne başı ne sonu birbirini tutar. “Şairler de ressamlar
kadar , her zaman, her istediklerini yapmaya kalkışmakta özgürdürler” diye itiraz eden olabilir. Bunu
biliyoruz ve hem bu hoşgörüyü arıyor hem de gösteriyoruz. Ancak bu, vahşi ile soyluyu , yılanlarla
kuşları veya kuzuyla kaplanı eşleştirecek dereceye varmamalıdır.
14-23
Çoğu zaman büyük bir ciddiyetle başlayan ve önemli temaları dile getiren eserlerin, Diana korusu ve
sunağını, hızla akan suların hoş kırlıkları dolanmasını ya da Ren nehrini ya da gökkuşağını
betimlerken şansları yaver gider de pek bir ünlü olabilirler .. Ama böyle süslemelerin yeri burası
değildir. Belki bir servi ağacı çizmesini biliyorsundur. Ya batan bir gemiden kurtulan birinin
umutsuzca yüzüşünü çizmen için sana para verilirse? Bir şarap fıçısı yapmaya koyuldun. Çark
döndükçe neden giderek bir baharat şişesine dönüşür bu? Sözün özü, eserin senin istediğin şey olsun,
ama en azından tek, bütünlüklü bir şey olmasını sağla.
24-31
Biz şairlerin çoğu, ey babalar ve o babaya layık oğullar, kendimizi doğru üslubun bir yanılsamasıyla
kandırırız. Sözün özüne ulaşayım derken, anlaşılmaz hale gelirim. Akıcılık için uğraşırken enerjimi ve
ruhumu yitiririm. Bir şair, yüce olanı yakalamaya çalışırken, işi böbürlenmeye dökmüş. Bir diğeri ise,
fazla temkinlilik yüzünden ve alaya alınmaktan çok korktuğu için yerlerde sürünür. Kim tek bir
konuyu değişik ve harika bir biçimde çeşitlemeye kalksa, ormanın içine bir yunus, engin denizlere bir
yaban domuzu çiziveriyor. Eğer sanat yönün eksikse, suçlu duruma düşmekten sakınmak, hataya yol
açar.
32-37
Aemilius’un gladyatör okulunun2 yakınındaki beceriksiz bir zanaatkar, ayak tırnaklarını kalıba döküp,
yumuşak saçların görünüşünü bronzun üzerinde yansıtmayı başarabilir, ama yine de ortaya çıkardığı iş
*
Türkçe çeviride üç ayrı ingilizce çeviriden yararlanılmıştır. Kaynaklar yazının sonunda gösterilmiştir.
1
Lucious Calpurnis Pisos Trakya savaşının muzaffer askeri ve Roma’nın sevilen bir valisiydi. Öyle görünüyor ki
edebi beğeniye de sahipmiş ve Horatius’a bakarak, onun büyük oğlunun da yazar olmayı düşündüğünü
anlıyoruz. Bu mektup asıl olarak bu oğula hitap ediyor.
2
Emilian Meydanı Emilius Lepidus’un himayesindeki bir gladyatör okuluydu. Birçok sanatçı da bu meydanın
yakınında yaşardı.
38-45
Yazarlar, gücünüze denk bir konu seçin ve omuzlarınız bu yükün ne kadarını kaldırabilir ne kadarını
kaldıramaz diye düşünmek için biraz zaman ayırın. Kendi kapasitesine uygun bir konu seçeni ne
belagat ne de yöntem yalnız bırakır.. Yanılmıyorsam eğer, yetkin bir şairin yordamıdır bu : onu çeken
tek bir konu vardır, diğer bütün konuları elinin tersiyle iter; şimdi söylenmesi gerekeni şimdi söyler,
bu şimdinin içinde gerekmeyeni erteler, nicelerini yok sayar. İyi bir yapı kurmanın özel uzmanlığını ve
tadını oluşturan budur
46-59
Ayrıca olağandışı incelikte, değişik detaylarla, hünerli bağdaştırmalar düşünülerek birleştirilen sözler,
basmakalıp bir tabire yepyeni bir anlam kazandırabilir. Eğer olur da anlamı kapalı olan konuları yeni
imgeler aracılığıyla açıklamak gerekirse, etek giymiş bir İskoç’un hiç duymadığı sözcükler keşfetmek
gerekebilir, ve bu sözcükler alçakgönüllülükle savunulursa, onay da verilecektir. Yeni ve yakınlarda
icat edilmiş sözcükler, ihtiyatlı bir şekilde Yunan kaynaklarından dönüştürülerek çevrilmişse, iyi
niyetle karşılanacaktır. Öyleyse Romalılar, Virgilius 1 ve Varius’tan2 esirgediklerini Caecilius ve
Plautus’a3 neden bahşetsinler? Cato ve Ennius’un 4 dili, atalarımızdan kalan dilimizi zenginleştirmiş,
nesnelere yeni isimler bulmuşken, benim de elimde böyle bir fırsat varken, yeni birkaç sözcük
kazanmayı neden çok göreyim? Bugünün izini taşıyan bir sözcüğün gün ışığına çıkarılmasına geçmişte
hep izin verilmiştir, gelecekte de verilecektir.
60-72
Nasıl ki ağaçlar her yıl yapraklarını değiştirir, eski yaprakları dökerse, eski kuşak sözcükler de
eskiyerek ölürken, yenileri, gençliğin yükselen dalgası misali, büyür ve güçlenirler. Biz ve bize dair
olan her şey nihayetinde ölüme yazgılıdır; Neptün’ün 5 karanın ta içlerine dek uzandığı yerde inşa
edilen ve filolarımızı kuzey rüzgarlarından koruyan, Sezar limanı 6 da – krala layık bir iş –, uzun bir
süre kısır kaldıktan sonra yakındaki şehirlere bakmaya başlayan ve sabanın ağır demirini hisseden bir
bataklık da7, ekinlere zararlı mecrasını değiştirip takip edecek daha iyi bir yatak bulan bir nehir de –
ölümlü olan her şey gibi – yok olacaktır; dilin şanı ve zarafeti ise çok daha az yaşayacaktır. Şimdilerde
1
Aeneis’in yazarı Latin şairi. (M.Ö. 70 – M.Ö. 19)
2
Horatius ve Vergilius’un dostu Latin şairi. (M.Ö. 1. yy.)
3
Latin komedya yazarı. (M.Ö. 254 – M.Ö. 184)
4
Latin şairi. Büyük Cato tarafından Roma’ya getirildi. (M.Ö. 239 – M.Ö. 169)
5
Deniz tanrısı Poseidon’un Roma’daki karşılığı
6
Julian limanı
7
Pontine bataklıkları. Augustus’un emriyle bu bataklıkların suyu kısmen boşaltılmış, Tiber’in suları kontrol
altına alınmıştı.
73-88
Homeros bize, kasvetli savaşlar gibi kralların ve önderlerin yaptıklarını da hangi vezinlerle
anlatmamız gerektiğini gösterdi. Eşit olmayan çift dizeler, önceleri yası anlatıyordu, ama şimdi bizim
kabul edilmiş dualarımıza dair minnettar düşüncelerimiz için kullanılıyor. Bilginler bu kısa mersiyeleri
ilk yazanın kim olduğu konusunda hemfikir değiller, hâlâ da karara bağlanmayan bir tartışma
konusudur bu. Öfke Archilochus’u kendi iambus 1u ile silahlandırdı: bu ayak 2 hem komik çoraplara
hem büyük trajik çizmelere girdi, değişen diyaloglara uymayı ve seyircilerin gürültülü haykırışlarını
fethetmeyi başardığı kadar aksiyona da doğal bir biçimde uydu. Musa 3, gençlerin kederleri ile şarabın
özgürleştirici etkisini anlatmanın yanı sıra, tanrıları, tanrıların çocuklarını, zafer kazanmış yumruk
oyuncularını, yarışta birinci gelen atları anlatma görevini de lire verdi. Şu betimlediğim edebi eserlerin
çeşitlemelerini ve ayrıntılarını da muhafaza edebilecek yeteneğe ve bilgiye sahip değilsem, neden beni
şair olarak selamlıyorlar ki? Neden, sapkın bir alçakgönüllülük içinde, öğrenmek yerine cahil kalmayı
tercih edeyim ki?
89-98
Komedyanın konusuna giren olaylar, tragedyanın dizelerinde ifade edilmek istemez. Aynı biçimde
Thyestes’in şöleni de komik sahnelere uygun düşen günlük dizelerle anlatılırsa buna içerler. Bırakın
her tür, kendisine tahsis edilen uygun yerde kalsın. Ancak bazen komedya bile sesini yükseltir ve
öfkelenmiş Chremes4 şişkin sözlerle hiddetli bir nutuk çeker; ve Telephus ve Peleus’un trajik figürleri
de sıkça, yoksul düştüklerinde ya da sürgün edildiklerinde düzyazı diliyle konuşarak acı çekerler; eğer
sızlanmalarıyla izleyicinin kalbine dokunmak istiyorsa, tumturaklı sözleri ve bol heceli uzun
sözcükleri terk ederler.
99-113
Şiirlerin yalnızca güzel olması yeterli değildir, ayrıca zevk vermeli ve dinleyicisinin ruhunu istediği
yere doğru yönlendirebilmelidir. İnsan yüzü, gülenlerle güldüğü gibi, ağlayanlarla da ağlar. Eğer
benim ağlamamı istiyorsan, önce sen kendin hüzünlenmelisin, işte o zaman, ey Telephus veya Peleus 5,
senin felaketlerin beni de acıtır. Eğer uygun olmayan sözcüklerle konuşursan ben ya uyurum ya
gülerim. Acıklı sözler hüzünlü yüzlere uyar, tehditle dolu kelimeler kızgın yüzlere; şen sözler eğlenen
yüzlere uyar, ciddi sözler haşin yüzlere. Çünkü doğa bizi başımıza gelecek her tür olaya tepki
verebilecek şekilde biçimlendirir. Bizi neşelendirir veya öfkelenmemiz için zorlar; yerlere fırlatır ve
1
İlki uzun ikincisi kısa iki heceden oluşan vezin ayağı
2
Vezin tef’ilesi, cüz. Sözcüğün hem ayak hem cüz anlamına gelişinden yararlanarak sanat yapılıyor.
3
Müzler, yaratıcı esin verdiğine inanılan tanrısal varlıklar
4
Terentius’un bir karakteri
5
Telephus babasını ararken yoksul düşmüştü, Peleus ise kardeşinin ölümünde suç ortağı olduğu için sürgün
edilmişti. İki prensin maceraları da tragedyalara konu oldu.
114-118
Konuşanın bir tanrı mı, bir kahraman mı; yaşlı, olgun bir adam mı yoksa tutkulu ve hâlâ gençliğin
çiçekleriyle dopdolu biri mi; kudretli bir ana mı yoksa çalışkan bir dadı mı; gezgin bir tacir mi yoksa
verimli tarlaları işleyen bir ırgat mı; bir Kolkhisli mi yoksa Asurlu mu; Thebaili mi Argoslu mu
olduğu çok büyük bir fark yaratır.
119-152
Ya geleneği takip et ya da uyumlu işler yap. Ey yazar, olur da bir kez daha şanlı Akhilleus’u anlatmak
istersen, izin ver de o, çabuk öfkelenen, vahşi, inatçı biri olsun; yasaların kendi üstündeki hükmünü
tanımasın, her şeyi kol gücüyle elde etmek istesin. Medea 1 hiddetli ve zapt edilmez, İno 2 mahzun,
İxion3 hain, İo4 bedeni ve ruhuyla avare, Orestes5 acılar içinde olsun. Eğer sahne için denenmemiş bir
şeye kalkışırsan ve yepyeni bir karakter biçimlendirmeye cüret edersen, başta nasıl ortaya çıktıysa
sonuna dek o şekli koru ve karakterin kendi içinde tutarlı ve istikrarlı olsun. Bilinen konular hakkında
orijinal şeyler söylemek zordur; Troya’nın şarkısını sahnelere düzgünce örmeye çalışma işini,
bilinmeyen konuları, edebiyatta daha önce yazılmamış şeyleri gün ışığına çıkarma işinden daha kolay
ve güvenli bir şekilde yapabilirsin. . Eğer o geniş şairler çevresinin etrafında takılıp kalmazsan, sanki
tercümanmışsın gibi her sözcüğü bire bir uydurmaya çalışmazsan, bir taklitçi gibi, dışarı bir adım
atmana bile izin vermeyen sanat kuralların ya da rezil olma korkusunun dar alanına sıkışıp kalmazsan
1
İason’un Altın Post’u çalmasına yardım eden Medea daha sonra onunla evlenir ve Korinthos’a yerleşiler.
Ancak kocasının Kreon’un kızı Kreusa ile evlenmeye niyetlendiğini öğrenen Medea, intikam almak için
çocuklarını öldürür.
2
Dionysios’un annesi Semele’nin kız kardeşi olan İno, kardeşinin ölümünden sonra çocuğu sahiplenmek ister.
Bunu öğrenen Hera, kıskançlıktan İno’yu çıldırtır ve kendi çocuğunu öldürtür. Suya atlayarak intihar etmek
isteyen İno’yu tanrılar bir deniz kızına dönüştürür.
3
Önce Deioneus’a ardından da Zeus’a nankörlük eden İxion, Zeus tarafından yanan bir tekerlekte sonsuz acı
çekme cezasına çarptırılır.
4
Hera’nın kıskançlığı yüzünden bir ineğe dönüştürülen İo, kendisine musallat olan bir at sineği yüzünden kıta
kıta dolaşır.
5
Orestes babası Agamemnon’un, annesi Klyteimnestra tarafından öldürüldüğünü öğrenince annesinden intikam
alır.
153-178
Eğer yürekten alkışlayan seyircilerin son perdeyi beklemelerini ve şarkıcı “Şimdi alkışlayın bizi”
diyene kadar oturdukları yerde oturmalarını istiyorsan, şimdi benimle birlikte kamuoyunun arzu ettiği
şeye kulak ver; yaşamın her sahnesinin özelliklerine dikkat etmeli ve değişen huylara ve yaşlara uygun
olanı yerine getirmelisin. Sözcükleri tekrarlamayı ve sağlam adımlarla yere vurmayı yeni öğrenmiş bir
çocuk, diğer çocuklarla oyun oynamaktan büyük zevk duyar ve öfkeyi pervasızca kavrar ve ona
kendini kaptırır, bir yandan da ruh hali saat be saat değişir. En sonunda velisinden kurtulmuş olan
sakalsız genç, atların ve köpeklerin arasında ve güneşli Campus’un çayırlarının içinde sevinçten uçar;
balmumu gibi yumuşaktır, kötü alışkanlıklara kolayca kapılır, kendisine öğüt verenlere terbiyesizce
davranır, yararlı şeyleri yavaş hesaba katar, parada savurgandır, yüce fikirlerle ve tutkularla doludur,
ama aynı zamanda sevgi duyduğu amaçları kolayca bırakır gider. Yaş ve ruh bakımından erkek olmuş
birinin coşkusunun amaçları değişir, zenginlik ve iyi ilişkiler kazanmaya çalışır, ün peşinde koşarken
cesur ve hırslı, kuşkulu tasarılar karşısında bilgece ihtiyatlıdır. Yaşlı adamın başında bir yığın dert
vardır,çünkü ya zenginlik kazanmaya çalışıp sahip olduklarını sefilce esirger ve kullanmaya korkar ya
da bütün işlere zayıf ve ürkek bir şekilde girer; sürekli bir şeyleri erteler, umutları ve beklentileri
kayıtsızdır: kendini geçip gitmiş zamanlara ve çocukluğuna övgüler düzmeye verirken, gençlerin
başına azarlayıp duran bir ahlak zabıtası kesilir. Yaklaşan yıllar, kendileriyle birlikte birçok yarar da
getirir; ve çekip giderken de birçoğunu götürür. Rastlantıyla, yaşlı adamlara uygun rolleri gençlere,
olgun adamlara uygun rolleri çocuklara vermemek için, bir karaktere ait olan ve onun yaşına uygun
özellikler üzerine sürekli zaman harcamalısınız.
179-188
Bir olay ya sahnede gerçekleşir ya da birileri gerçekleşen olayları bildirir. Bilincimize işitme yoluyla
ulaşan olayların üzerimizdeki etkisi, güvenilir görüntüler yoluyla dikkatimize ulaşan olaylardan daha
az etkilidir, çünkü ikinci durumda izleyicinin kendisi aynı zamanda görgü tanığıdır. Ancak, sahne
dışında gerçekleşmesi gereken olayları sahne üzerinde gerçekleştirme; kimi olayları gözden uzak
tutacaksın ki olup bitenleri o sırada orada bulunan biri anlatsın; Medea çocuklarını insanların gözleri
önünde katletmesin, tiksindirici Atreus2 insan organlarını ortalıkta pişirmesin, Procne 3 gözler önünde
1
Antimachus, Diomedes üzerine yazdığı eserine, kahramanın amcası Meleager’in ölümünden başlamıştı.
2
Antik Yunan Mitolojisinde aralarındaki düşmanlık yüzünden kardeşi Thyestes’in üç çocuğunu doğrayıp
pişirerek kendisine sunan mitolojik şahsiyet.
3
Eltisinin bir çok çocuğu olmasından dolayı onu kıskanan Procne bir gece çocuklardan birini öldürmek ister ama
yanlışlıkla kendi oğlunu öldürür. Tanrılar da ona acıyarak bir bülbüle dönüştürürler.
202-219
Eskiden çifte kaval, şimdiki gibi, pirinç kaplı değildi, trompetle de boy ölçüşemezdi; tersine ince ve
basitti, birkaç deliği vardı, ama gücü koroya yardım edip onu desteklemeye, daha dolmamış sıraları
soluğuyla doldurmaya yeterdi; sayıca az olduğu için gerçekten de parmakla sayılabilen kitle, dürüst,
dindar ve alçakgönüllü bir şekilde bir araya gelirdi. Fetihçi ulus 2 topraklarını genişletmeye başladıktan
ve şehri daha geniş bir sur çevrelemeye başladıktan sonra, tatil zamanları gündüzleri rahatça içerek
koruyucu meleğimizi yatıştırmaya başladık; sonra sahneye ritimler ve ezgiler açısından daha fazla
uçarılık geldi. Böyle, çalışmayan, hem kentli hem kırlı özellikler gösteren, aşağı tabakadan hayatlarla
yukardakilerin karışımından oluşan eğitimsiz bir seyirci kitlesinin beğenisi ne olabilir ki? Böylece
kavalcı geçmiş zamanların saygıdeğer sanatına bedensel hareketler ve abartı ekleyerek cüppesini
ardından sürükleye sürükleye sahnenin etrafını dolanmaya başladı. Aynı zamanda yalın lirin perdeleri
genişledi ve pervasız bir akışkanlık, pratik bilgelik ve geleceği görme konularında, kahin Delphoi 3. ile
boy ölçüşür hale geldi.
220-250
Önemsiz bir keçi uğruna yarışan tragedya şairi aynı zamanda vahşi satirlerin kıyafetlerini çıkardı ve
kaba bir biçimde, ama saygınlığına zarar gelmeksizin, şakalar yapmaya girişti, çünkü kutsal töreni
yerine getirdikten sonra sarhoş ve kayıtsız bir hale gelmiş seyirci ancak çekici ve baştan çıkarıcı
yeniliklerle seyir yerinde tutulabilirdi. Fakat Satirlerin kahkahalarını ve alaylarını kabul edilebilir
kılmak için, daha az önce krallara layık altın sarıları ve morlar 4 içinde görülmüş kahramanları ve
tanrıları aşağı sınıfın söyleminin hakir mezbelelerine sokmadan ya da alçak yerleri küçümseyen onları
boş bulutlara çıkarmadan, ciddiyetin yerine komiği koymak uygun olur. Tragedya, arsız Satirler
1
Mitolojiye göre Thebai şehrinin kurucusudur.
2
Roma
3
Apollon’un bahşettiğine inanılan kahinlik yeteneği kimi tapınaklar kurulmasına yol açmıştır. Delphoi bu
tapınakların en ünlüsüdür.
4
Roma’da mor renkli togayı yalnızca soylular giyerdi.
251-262
Kısa bir heceye bağlanan uzun heceye İambus, yani “çabuk” ölçü, denir; bu yüzden İambus, bir dizeye
altı vuruş vermesine ve ilkinden sonuncusuna kadar kendi imgesini saçmasına rağmen, kendi adını
taşıyan dizelere üç ayaklı 5 dize denmesini emretti. Bundan çok uzun olmayan bir zaman önce, üç
ayaklı dizeler kulağa daha bir ağırbaşlı ve ihtiyatlı gelsinler diye, İambus, görkemli iki uzun heceyi 6
soysal haklarının arasına kabul etti, nazik ve hoşgörülü davranmıştı, ama dizenin ikinci ve dördüncü
ayağından feragat etme konusunda o kadar candan davranmadı. Bu Iambus’a Accius’un “soylu” üç
ayaklı dizelerinde nadiren rastlanır, Ennius’un dizelerinde ise olanca hantallığı ve uyuşukluğu ile
kendini sahneye atar, şair de gelişigüzel işçiliği ve zanaatının katışıksız cehaletiyle arkasından gider.
263-274
Romalı şairlerimize ritmik olarak kusurlu mısraları tespit edecek bir eleştirmen verilmemişken layık
olduklarından çok daha fazla değer veriliyor. Böyle olunca, ben de mi lafı dolaştırıp disiplinsizce
yazmalıyım? Yoksa herkesin benim hatalarımı göreceğini ama, ihtiyatlı davranırsam, bağışlanma
umudumun olabileceğini mi düşünmeliyim? Böyle yaparsam, en azından suçlanmaktan kurtulurum,
ama övgü de kazanamam. Sizin göreviniz Yunan eserlerini gece gündüz örnek almaktır. Fakat
(diyeceksiniz ki) ataların ölçüyü övüyor ve Plautus’un zekasını iyi tanıyordu; (ben de derim ki) onlar
iyi niyetle hem de aptallıkla, ikisine de gereğinden fazla hayranlık duydular –zevksiz bir anlatımı zarif
1
Tanrıların onuruna genellikle genç kadınlar dansa kaldırılırdı. Ama dini önderler büyük tanrıların onuruna
adanan bayramlarda evli kadınların dansa kalkmasını da zorunlu tutardı.
2
Roma komedyalarında düzenbaz köle
3
Silenus Dionysos’un süt babasıdır.
4
Forum
5
trimeter: üç ayaktan (cüzden/tefileden) oluşan dize
6
spondee: iki uzun ya da vurgulu hece
275-284
Thespis’in, o vakte dek bilinmeyen trajik şiir türünü bulduğu ve manzum oyunlarını çevreye arabalarla
gezerek taşıdığı anlatıldı bize; bu oyunlarda, oyuncular, yüzlerini şarap tortusuyla boyayarak şarkı
söyler ve oynardı. Ondan sonra, maskeyi ve zarif cüppeyi bulan Aiskhylos, sahneyi alçak kirişlerin
üstüne yerleştirmeyi ve gösterişli konuşma ve tragedya oyuncusunun yüksek çizmeleriyle sahne
üzerinde yürüme sanatını öğretti. Eski komedya, fazla övgü almaksızın, bu tragedyaların ardından
ilerledi; ama kendisine tanıdığı serbestlik ahlak bozukluğuna dönüştü ve gücü haklı olarak yasalar
tarafından engellendi; yasa, onayla karşılandı ve gözden düşen koro, zarar verme hakkı yürürlükten
kaldırıldığı için sessizliğe gömüldü.
285-294
Kendi şairlerimiz ne denenmedik tür bıraktılar, ne de Yunanlıların izinden ayrılıp da ve ev içi
durumları övmeye cüret ederek günlük ilişkileri ele alan ciddi Roma dramaları ya da Roma komedileri
yazmaya kalktıklarında başarı kazanabildiler. Eğer metni yeniden gözden geçirip düzeltmek için
zaman harcamak şairlerimizin zoruna gitmeseydi, Latin ordularının gücünün ve cesaretinin ünü, Latin
edebiyatının önüne geçemezdi. Ey sizler, Pompilius’un torunları, uğruna birçok gün harcanmamış,
birçok düzeltme yapılmamış, ardından da tırnak kontrolünü başarıyla geçmek üzere on kez daha
iyileştirilmemiş bütün şiirleri kötüle.
295-308
Demokritos doğal yeteneği, zavallı, sefil ustalıktan daha üstün tutuyor ve akılcı şairleri Musaların evi
1
Helikon’dan kovuyor diye, birçokları tırnaklarını kesmeye, sakallarını tıraş etmeye zahmet etmez
oldular; ıssız yerlerde dolaşıyorlar; banyo yapmaktan sakınıyorlar. Anticyra’nın çöpleme 2 veriminden
üç kat daha şifa bulmaz kafasını berber Licinus’a emanet etmeyenler ödül ve şairlik unvanı kazanıyor.
Ah ben ne şanssız bir aptalım! Bahar gelmeden saframı temizlettim. Halbuki kimse daha iyi bir şiir
yazamazdı. Ama hiçbir şey bu çabaya değmez. Bunun yerine, tıpkı bıçağı bileyen ama kendisi keskin
olmayan bir bileğitaşı gibi olacağım; kendim bir şey yazmıyorken, bir şiiri şiir yapanın ve
biçimlendirenin ne olduğunu, gücünün hangi kaynaktan fışkırdığını, işlevlerinin ve görevlerinin neler
olduğunu, neyin uygun düşüp neyin düşmediğini, şiirsel mükemmelliğin ne yönde ilerlediğini ve
başarısızlığın hangi taraftan el salladığını öğreteceğim.
309-322
1
Şairlerin yamaçlarında şiir yazdığı, şiir yarışmaları düzenlenen ve ilham perileri olan Musaların uğrak yeri
olduğuna inanılan dağ kütlesi.
2
Zehir ve ilaç olarak kullanılan bir bitki
323-332
Şandan başka hiçbir şeye matah etmeyen Yunanlılara, Musa doğal yetenek bahşetti, büyük bir belagat
verdi. Diğer taraftan Roma gençliği bir miktar paranın nasıl yüzlerce parçaya bölünebileceğinin
hesaplama yollarını öğrenmekle meşgul. “ Sen, oradaki, Albinus’un oğlu, şu problemi çöz: Eğer on
ikide beşten on ikide bir çıkarılırsa ne kalır? Hadi, çoktan cevap vermiş olmalıydın!” “Üçte bir kalır!”
“Aferin evlat, sen kesinlikle yatırımlarını korumayı başaracaksın.” “Şimdi farz et ki on ikide beşe on
ikide bir ekliyorum, ne eder?” “Buldum, yarım eder!” Bu yozlaşma ve maddi zenginliğe yönelik
açgözlü çabalar insan ruhunu lekelemişken, sedir yağıyla yağlayıp korumaya ve cilalı servi ağacından
sandıklar içinde saklamaya değer şiirlerin yazılabileceğini umut edebilir miyiz?
333-346
Şairler ya bize yararlı olmayı ya da bizi memnun etmeyi, yahut aynı zamanda, hem zevk veren hem de
yaşamımız için yararlı olan sözler söylemeyi arzu ederler. Her ne öğretiyor olursanız olun, bırakın
kısa ve öz olsunlar, böylece açık fikirli ruhlar söylediklerinizi çabukça kavrayacak ve sadakatle
akıllarında tutacaklardır. Gereksiz her şey, iyi bir depo olan zihinden dışarı akar. Zevk vermek için,
şiirsel kurgular gerçeğe yaklaşmalıdır; öyle ki, bir oyun, kendi adına, dilediği her şeyin inanılabilir
olduğunu iddia etmemeli ya da akşam yemeğini yemiş cadı Lamia 1’nın midesinden canlı bir çocuk
çekip çıkartmamalıdır. Yaşlılık çağı ciddi bir değer taşımayan her şeyden uzak durur; ulu ve kudretli
Ramne’ler2 hüzün verici şiirlerle aralarına mesafe koyar. Hoş ve yararlı olanı birleştiren, okura zevk
verirken, aynı zamanda da onu bilgilendiren, herkesin desteğini alır. Böyle bir kitap Sosii’ye 3 para
kazandırır, denizleri aşar ve ünlü bir yazarının ömrünü ölçülmez derecede uzatır.
347-360
1
Zeus’un Lamia’yla olan ilişkilerinden olan çocukları, Hera’nın öldürmesiyle çocuklu annelere düşman kesilen
bir canavar. Efsaneye göre başlangıçta güzel bir kızmış.
2
Ramens: Ramenler, Roma’daki üç patrisyen kabileden biri. Latinleri temsil ederlerdi. Bu isim daha sonra
Romalılar (Romans) haline geldi.
3
Roma merkezindeki ünlü bir kitapçı ailesi
361-365
Şiir resme benzer. Bazı eserler çok yaklaştığınızda büyüler sizi, bazılarıysa uzaktan baktığınızda. Biri
karanlık bir seyir yerini yeğlerken diğeri ışıkta görülmek ister, çünkü eleştirinin etkili yargısından
korkmaz. Biri yalnızca bir kez haz verir, diğeri ise on kez bile baksam haz vermeye devam eder.
366-378
Ve sen, Pisos, babanın sesiyle doğruyu yanlıştan ayırabilecek şekilde yetiştirilmene ve kendi hesabına
da bilge olmana rağmen, bu öğüde kulak ver ve aklında tut: ancak belirli etkinliklerde ortalamaya
tahammül edilir. Sıradan bir hukuk uzmanı ya da dava vekili Messala’nın 1 belagat yeteneğinden çok
uzaktadır ve Aulus Cascellius2 kadar çok şey bilmez, ama onun da bir değeri vardır. Ama ne insanlar
ne tanrılar ne de kitap satıcıları ortalama şairlerin üzerine kendi damgalarını basmaz. Hoş bir yemekte
ahenksiz bir müzik temsili ya da haşhaş tohumlarınızın üstünde yoğun bir koku ya da Sardinya balı
sizi rahatsız eder, çünkü yemek onlar olmadan da olabilir; aklımıza ve kalbimize haz vermek için var
olmuş ve yaratılmış bir şiir de, gerçek kusursuzluktan birazcık bile uzaklaşsa, derin bir başarısızlığa
yaklaşmış olur.
379-384
Kullanmayı bilmeyenler, Campus Martius’taki spor aletlerinden uzak durur; top, disk ya da halkadan
bir şey anlamayanlar binlerce seyircinin kahkahasına hedef olmamak için bu aletlere yanaşmaz: Ama
şirin nasıl yaratılacağını bilmeyen biri bunu deneme küstahlığında bulunabiliyor. Neden denemesin ki?
Özgür bir yurttaştır o, özgür doğmuştur ve özellikle de hem zengindir (mal varlığı onu atlılar sınıfına
sokar) hem de hiçbir suçtan yargılanmamıştır.
385-390
Bilgelik tanrısı Minerva’nın yasakladığı hiçbir şeyi söyleme ve yapma; iyi bir yargı gücün var, iyi
duyuların var. Ama eğer bir gün bir şey yazarsan, onu önce Maecius gibi, senin baban gibi ya da
1
Messela Corvinus, atalarından cesaretinin yanı sıra güzel söz söyleme yeteneğini de almıştı
2
Aulus Cascellius bir Roma şövalyesi ve zamanının en büyük avukatlarından biriydi. Herkesin köle olduğu bir
çağda özgürlüğünü korumaya cesaret etmesi onun adını öğretilerinin de üstüne çıkarır.
391-407
İnsanlar daha ormanlarda gezerken, tanrıların rahibi ve peygamberi Orfeus 1, insanları katledilmekten
ve iğrenç bir yaşam tarzından kurtardı. Bundan dolayı, onun vahşi kaplanları ve aslanları
evcilleştirdiği söylenir. Thebai şehrinin kurucusu Amphion 2’un da lirinin ve ayartıcı yalvarışlarının
sesiyle taşları yerinden oynatıp istediği yere götürdüğü söylenir. Bir zamanlar herkese ait olanı kişisel
olandan, kutsalı kutsal olmayandan ayırmak, rasgele cinsel ilişkilere yasaklar koymak, evliler için
yasalar çıkarmak, şehirler kurmak, tahta tabletler üzerine yasalar yazmak bilgelik olarak kabul edilirdi.
Tanrıların esin verdiği şairlere ve onların şarkılarına şan ve ün böyle gelirdi. Bundan sonra, Homeros
üne erişti ve Tyrtaeus, şiirleriyle, insanların aklını Mars’ın 3 savaşlarıyla biledi; şiirlerde kehanetlerde
bulunuldu, bir yaşam tarzı gösterildi, kralların lütufları Pieria 4 şarkılarıyla sınandı; derken eğlence
keşfedildi, uzun saatler boyunca çalışma döneminin sona erişiydi bu.. Bunu söylüyorum ki lirin
ustalıklı musası ve ilahi şarkıcı Apollon adına hiçbir utanç duymayasın.
408-418
Bir şiiri övgüye değer kılan doğa mıdır sanat mı, diye bir soru var: zengin bir doğal yetenek damarına
sahip olmayan çalışmanın da ham bir yeteneğin de başarıya ulaşacağını düşünemiyorum. Herkes
birbirinden yardım ister ve karşılıklı dostluk yeminleri eder. Çocukken, yarış parkurunda hedefe
ulaşmaya en çok can atan en çok şeye katlanır ve en çok şeyi başarır. Sıcaktan terlemiş, soğuktan
donmuştur; cinsel ilişkiden ve şaraptan uzak durmuştur. Pythia 5 şarkısını ilk çalan kavalcı bu beceriyi
korktuğu bir ustadan öğrenmiştir. Şimdi şunu demek yetiyor: “Harika şiirler yaratıyorum; uyuz uyuz
kaşınanlar arkada kalır; geride durup öğrenmediğim, bilmediğim şeyleri kabul etmek, itibarımı
zedeler.”
419-437
Mallarını satmak için kalabalığı toplayan bir açık artırma tellalı gibi, araziden yana, faize verilen
paradan yana zengin olan şair de yazma lütfunda bulunduğu zaman, para koparmaya çalışan
dalkavuklar etrafına doluşur. Ama eğer cömert şölen sofraları kurabilecek biriyse, yoksulluğun
darbesini yemiş kaypak bir müşteriye kefil olursa ve birilerini üzücü davalardan kurtarabilirse, bu
durumda nasıl olur da mübarek bir adam, dalkavuğu gerçek dosttan ayırt edebilir. Öyleyse siz, birine
hediye verdiyseniz ya da vermeyi düşünüyorsanız, sevinçli bir şükranla dolu o kişinin karşısında
1
Orfecilik denilen bir akımı da yaratan, Vergilius’un şiirlerine konu olan bir Antik Yunan şairi.
2
Zeus ile Antiope’nin oğlu ve Niobe’nin kocası. Aslında Thebai şehrini kurmamış, kardeşiyle beraber şehrin
surlarını yapmıştır.
3
Yunan’da Ares
4
Musaların oturduğu kabul edilen ülke
5
Delphoi tapınağındaki Apollon rahibeleri
438-452
Quintilius1’a bir şeyler okuduğun zaman o derdi ki, “Şu ve şu noktaları düzelt.” Eğer, iki üç kere nafile
çabaladıktan sonra, sorunları düzeltemediğini söylersen, o sana yazdıklarını karalamanı ve kötü
oluşturulmuş dizeleri yeniden örse yatırmanı önerirdi. Eğer hatanı düzeltmek yerine onu savunmayı
tercih edersen, bir sözcük daha etmez ve seni, kendi eserini ve kendini rakipsiz olarak görüp onlara
aşık olmaktan vazgeçirmek için boşu boşuna çaba harcamazdı. Dürüst ve iyi düşünebilen bir adam
sıkıcı dizeleri eleştirir, kaba dizeleri onaylamaz; bütünüyle sanattan yoksun olanların yanına,
kaleminin yatay bir vuruşuyla kara bir çizgi çizer; gösterişli süsleri keser; açıklıktan yoksun olanları
aydınlatman için seni zorlar; anlaşılması güç terimleri açığa çıkarır; değiştirilmesi gereken yerlere
dikkat çeker ve gerçek bir Aristarchus gibi davranır. “Neden saçma sapan şeyler yüzünden dostumu
gücendireyim ki?” demez. Bu “saçma sapan şeyler” o dostun başına, kem gözlerle ve alaycı
kahkahalarla selamlandığı zaman, ciddi dertler açacaktır.
453-476
Baş belası uyuzun ya da kral hastalığının2 ya da çılgın deliliğin ve Diana’nın3 gazabının acı çektirdiği
kişilerden nasıl kaçılırsa, duyarlı insanlar da çılgın şaire dokunmaktan korkar ve ondan kaçarlar.
Düşüncesiz çocuklarsa peşinden kovalayıp ona zulmederler. Başı bulutlarda dolaşan, şiirlerini
püskürterek yolunu kaybeder; eğer, dikkatini karatavuklara yöneltmiş bir kuş avcısı gibi, bir kuyuya
ya da çukura düşerse, “Hey, yurttaşlar, buraya bakın!” diye ne kadar bağırırsa bağırsın, kimse elinden
tutup onu çekme zahmetine girmez. Ama eğer birileri onun yardımına gelip aşağıya bir ip sarkıtacak
olursa, ona derim ki, “onun oraya bile bile atlamadığını ve kurtarılmak istediğini nereden biliyorsun?”
Ardından, Sicilyalı şairin nasıl yok olduğunu anlatırım. Empedokles 4 ölümsüz bir tanrı olarak kabul
edilme arzusunu duyduğu zaman, olanca soğukkanlılığıyla Etna’nın alev alev yanan ateşlerinin içine
atladı. Bırakın da şairlere ölme hakkı, ölme izni verilsin. Bir kişiyi onun iradesine karşı çıkarak
kurtaran kimsenin yaptığı şey, onu öldüren kimsenin yaptığı şeyle aynıdır. Bunu sadece bir kez
yapmadı ve eğer şimdi kurtarılırsa sadece bir ölümlü olup kendisine nam kazandıracak bir ölüme
duyduğu sevdadan vazgeçecek değil. Onun şairlik sanatını neden sürdürdüğü de belli değil. Saygısızca
1
Quintilius Varus, dönemin ünlü bir eleştirmeni.
2
Damla (gut) hastalığı
3
Antik Yunan tanrısı Artemis ile eş tutulan Roma tanrıçası.
4
Sicilya’da doğan Antik Yunan filozofu. (M.Ö. 490’a doğru)
Özet
Bu çalışma, Polonyalı oyun yazarı Słowamir Mrożek’in, konusu hümanist değerler krizi, devrim ve
iktidar savaşı olan, felsefel anlamda okunduğunda ise özgürlüğün tarihini yansıtan, totalitarizmin
metaforu “Tango” başlıklı oyununu incelemektedir.
Abstract
This article is about the Polish writer Słowamir Mrożek’s play, ‘Tango’ the metaphore of totalitarism,
which is about the crisis of humanistic values, revolution and struggle for the power and it reflects the
history of freedom as it is evaluated philosophicaly.
Oyun bir aileyi anlatır; aile dramasının maskesidir; bir başka deyişle XX. yüzyılın aile
oyunlarının parodisidir. Aileyi parodi malzemesi yaparak yeni bir anlam ortaya koyar.
Aile yaşamı, toplumsal yaşamın küçük bir örneği olduğuna göre, toplumu oluşturan kurallar
aile yaşantısını da biçimler. Bu bağlamda, ‘Tango’daki aileye bakarak bu ailenin yer aldığı toplumu
tahmin etmek de olası.
Ailesi için çalışan güçlü bir baba, çocuklarına düşkün, kocasına sadık bir anne, saygı gören
bir büyük anne ve büyük dayı, saf ve temiz bir nişanlı genç kızdan oluşan geleneksel bir aile yerine
ahlak çöküntüsüne uğramış bir aile var karşımızda. Hepsi de modernliğin köleleri haline gelmişler.
Basitlik kültü sınırsız bir alana yayılmış ve egemen olmuş. Evdeki her üye, kendisini modernliğin
yaslarına göre davranmakla yükümlü kılıyor. Büyük anne (Eugenia) ve büyük dayı (Eugeniusz)
kendilerini bu yeni düzene uydurmak arzusundalar. Anne (Elonora) ve baba (Stomil) zaten bu kuralsız
*
Doç.Dr. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Leh Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
1
Błoński Jan, (1995) “Wszystkie sztuki Mrożka”, Krakow, s.104
Aile bireylerinin davranışlarına bakımsız, pis ve olağanüstü dağınık ev eşlik ediyor. Absürde
varan karmaşa, seksüel özgürlük, basitlik kültü, ve sınırsız özgürlük... Ailenin reisi, Stomil’in evinde
egemen olan bu özellikler, ahlaksal değerlerin krizine neden oluyor.
Mrożek oyunda, isyan eden ve dünyayı değiştirmek isteyen genç ve zayıf bir entelektüel
(Artur), ortama mükemmel bir uyum sağlayan basit ve kaba saba bir adam (uşak Edek), öncü ve daima
yeni bir şeyler bulmak arzusunda olan bir sanatçı (Stomil) 1, özgür bir çağdaş kadın (Elonora), sistemin
kuklası (Eugeniusz) gibi tipler yaratmıştır. Baba ve anne bir az şakın ve canları sıkılmış olsa da aslında
geçmişlerine ve geleceklerine bağlıdırlar. Büyük anne büyük dayı ailenin uzak geçmişini temsil
ederler, Oğul ve nişanlısı sayesinde yeni bir aile kurulacaktır.
Mrożek’in eserleri parodi ve grotesk yasaları üzerine kurulmuştur. Bu bakış altında Tango,
Mrożek’in diğer dramalarından ya da öykülerinden farklı değildir. Oyunun başlangıcından itibaren
absürd ve grotesk yan yana yer alır. İlk sahnede komik bir dekor ve komik kılıklar içinde kağıt
oynayan üç kişi görürüz. Yaşlı kadın uzun kuyruklu bir elbise giymiştir. Başında jokey şapkası
bulunur. Yaşlı adamın üstünde bir frak ceketi, altında kısa pantolon, rugan pabuçlar vardır. Genç
adam ise çirkin, önü açık bir gömlek, renkli çoraplar ve cart yeşil pabuçlar giymiştir. Konuşmaları, en
sefil kahve köşelerinde kağıt oynayan, aşağı sınıftan kumarbazları anımsatır. Yaşlı adam ve kadın,
entelektüel bir sınıfın temsilcileri gibi görünmelerine karşın, kendilerine oyun arkadaşlığı yapan
bayağı genç adamın hoşuna gitmeye çabalarlar. Tüm bu sahne kuşkusuz grotesktir. Gülmece odanın
görünüşünü de içerir. Karmakarışık bir oda, odanın ortasında bir katafalk (büyükbabanın ölümünden
beri ortadan kaldırılmamış) ve yirmi yıldır kullanılmamış bir bebek arabası (Artur’un bebek arabası)
ilk anda dikkati çeker, odada yıllardır temizlenmemiş bir mekanın görüntüsü vardır.
Aile fertlerinin de gerek görüntüleri, gerekse tavırları saçmadır. Elanora, açık saçık bir kılık
giymiştir ve kocasını, zaman zaman, yaşlı çiftin kağıt oynadığı uşakları, kaba saba Edek’le aldatır.
Bir sanatçı ve mucit olan Stomil, önü açık bir pijama altı ile gezerek sürekli sanatta bulacağı
yeniliklerden söz eder. Karısının sadakatsizliği onu hiç ilgilendirmemektedir. Hatta oğlunun
kışkırtmasıyla, karısını Edek’le basmak için elinde silah odaya girse de bu trajik aksiyon ilginç bir
biçimde bitecektir. Odaya giren Stomil silahı bir yana koyar, karısı ve karısının aşığı Edek’le kağıt
oynamaya başlar.
1
“Stomil Gombrowicz’in kahramanlarına daha yakındır.Çünkü Gobrowicz, “alçaklığın, yükseklikten daha ilgi
çekici ve daha büyüleyici” olduğunu söyler. Stomil, Edek’i , şansın çocuğu, bu tersyüz olmuş dünyada
modernliğin simgesi, ilerlemenin örneği olarak görür. Edek, ilkel doğasıyla Elonora ve Stomil’in düşüncelerine
göre sanatçıların yüreğine daha yakın bir yerde durmaktadır. Stomil’e göre Edek, herkesin olmak istediği gibi
doğmuştur. Stomil, “Ona doğuştan bedava verilene biz çabayla sanatla ulaşmak istiyoruz” diyerek bunu
anlatmak ister ve işte bu yüzden Gombrowicz’in kahramanlarını anımsatır.
Artur gerçekle baş edemez. Başkaldırı gençliğin ayrıcalığıdır, ama bu ayrıcalık Artur’da
farklı bir biçim kazanır. Ailesi modernlik ve özgürlük için savaştığına göre, onun isyanı da eski
düzenin geri dönmesi için savaşmak yolunda olacaktır. Kısacası olay genç bir adamın, modernlik ve
çağdaş özgürlük peşindeki ailesine karşı çıkmasıdır. Kuşak çatışması şemasının burada tersine
döndüğünü görüyoruz. Genç adamın, her zaman yaşlıların, aile büyüklerinin arzuladığı şeyleri
istemesi ve bunlar için savaşması. komik ve absürd diyaloglara yol açar.
Ailenin dışındaki tek kişi Edek’tir. Aile bireylerinin entelektüel sınıftan olduklarını düşünecek
olursak, Edek onlardan farklı bir toplumsal sınıftadır. Ancak ne köylüdür ne de tam olarak işçidir,
kısacası sınıfı belirlenmemiş sosyolojik bir yaratıktır.
Bu ortamda tüm değerler alaşağı edilmiş her ahlak yasası yıkılmıştır. Artur, absürd bir
özgürlüğe başkaldırmaktadır. Arzusu, eski kurallara dönmek olan bu genç adamın eskiye ve
gelenekselliğe olan bağlılığı grotesk bir hava yaratır. Eski kuralları yeniden geri getirmek, geleneği
diriltmek için Artur’un önüne bir fırsat çıkar: Geleneklere göre düzenlenecek bir düğün... Gelinlik,
damatlık, ailece çekilmiş bir fotoğraf, düğün kurallarına uygun olarak giyinmiş anne baba ve
konuklar... Artur yaşamı, geleneksel örneklere göre düzenlemek ister.
Gayri resmi bir bağlantı istemiyorum. Bana gereken şey düğün. Ama hani, kahvaltıyla öğlen
yemeği arasında olan bir belediye nikahı da istemem. Tüm töreniyle gerçek bir düğün olmalı bu... 1
Ancak bir absürdden diğerine gittiğini anlayan Artur, düğünden vazgeçerek, biçimin yeterli
olmadığını mutlaka bir biçimin içini dolduran düşüncenin gerektiğinin ayırtına varır. Ne ki bu
düşüncenin eski ideallerden farkı olması da gerekmektedir. Çünkü Artur’a göre, artık “tanrı”, “spor”,
“deney” ya da “ilerleme” gibi sloganlar kitleleri çekmeye yeterli değildir. Öyleyse daha güçlü bir şey
bulmak gerekmektedir. Büyükanne Eugenia ölmeye karar vererek torununa ilginç bir esin getirir.
Eugenia, tüm protestolara karşın katafalka uzanarak ölümü seçer ve ölüyorum diyerek bu saçma
dünyadan uzaklaşır. Bu karar Artur’a bir çıkış yolu gösterir. Çünkü bu ölüm, başkalarının yaşamı ve
ölümü üzerinde söz sahibi olabilmek için tiran düzeninin gerektiğini anlatır, genç adama.
1
Yazıdaki tüm alıntıların yapıldığı kitap : Mrożek Slowamir., (1983) “Tango”, Utwory sceniczne içinde, t.2
Krakow
...deliymişim ben! Geriye dönüş yok, Ne şimdiki zaman var ne de gelecek zaman hiçbir şey
yok.
Artur, Fortynbras olmaya niyetlenen Hamlet gibidir. İşte tam da bunun için, ölmek
zorundadır. Artur’un kimliğinde Mrożek’in yitirilen değerlere duyduğu özlem yatar. Peki Artur neden
evlenmekten vazgeçer? Çünkü düzenin böyle değişmeyeceğini anlamıştır. Başkasının yaşamı ve
ölümü üzerindeki egemenliktir, asıl olan. Bu durumda, Edek de yeni yönetimin silahlı gücü
konumundadır. Formların kurtuluş olmayacağını anlayan Artur Eugeniusz’un yerine Edek’i koyarak
oyunun seyrini değiştirir. Önce dayımı vuralım! İşte bu söz oyundaki en trajik sözlerden birisidir.
Tiranlık, yönetimin güçlü eli, her şeyin serbest olduğu o abartılı özgür dünyanın yerini almıştır artık.
Despot dünya, çağdaş yaşam için en uygun şeydir. Genç bir entelektüelin dünyayı ancak bir tiranın
düzelteceğini düşünmesi absürd değil midir? Ancak absürdün burada katlandığını görüyoruz. Bu
aşamada ikinci dönüm noktası gelir. Ala, Artur’a onu Edekle aldattığını söyler. Ama tam da bu nokta
da tiran olma idealini, aşık olma ideali yener ve Artur Edek’i kıskançlığından dolayı öldürmek ister.
Buradaki öldürme, başkalarının ölümü ve yaşamı üzerinde egemen olma arzusundan ileri
gelmemekte, daha farklı ve daha sıradan bir nedenden, yalnızca kıskanmaktan kaynaklanmaktadır. Ne
ki bu trajik bir sona yol açar. Artur ölür ve Edek yönetimi ele alır. Genç tiranı öldürmekle onun
dünyayı kurtarma idealine sırt çeviren Edek’in dünyanın kurtuluşu falan umurunda değildir. Tek
düşündüğü kendi rahatını böylece daha garantiye almaktır. Finalde galip Edek, üzerinde Artur’un
ceketi olduğu halde Dayı ile birlikte cesedin üzerinde tango yapar. Ancak Polonya edebiyatı için
önemli bir değeri olan dans motifi burada değer yitirmiştir. Bu dans değişik anlamları olan grotesk bir
semboldür. Pek çok eleştirmene göre Polonyalı entelektüelin sanatsal kriz karşısındaki güçsüzlüğü
olarak algılanır. Bazıları bunu Polonya’nın 1956’dan sonra yaşadığı toplumsal ve politik olayların
ironik bir yorumu olarak görürken, kimileri, Polonya komünizminin ve genel anlamda totalitarizmin
korkunç bir metaforu olarak yorumlarlar.1
Tango, popüler bir kültürü temsil eden bir danstır, bu anlamda bir uyarıdır. Statükoyu
devirmeye yardımcı olan herkes kendisini Edek’in kollarında bulabilir. Burada Stomil’in şu repliği
önem kazanıyor:
İnsanlar arası ilişkiler biz yönetir ve bunun için insanlık bizi öldürerek bizden intikam alır
sanırdım, ama görüyorum ki bu sadece Edek’miş.
Bu repliği biraz açacak olursak karşımıza, Artur’un yaşamını “insanlara arası ilişkiler” adına
feda etmek istemesi, ama insana benzer bir şey tarafından öldürüldüğü gerçeği çıkar. Çünkü Edek,
1
Nowacka Teresa, (2001), Literatura wspołczesna, Warszawa,s.130
Peki bir aileyi anlatan bu oyunun aslında konusu nedir? Hümanist değerler krizi, devrim ve
iktidar. Bu sorunların arasındaki ilişkiyi düzenledikten sonra şöyle diyebiliriz. Mrożek, devrime insanı
ruhsal kültür krizine götüren bir olay olarak bakıyor, iktidarın zaferini bir materyal, ilkel bir güç gibi
kabulleniyor.
Felsefel anlamda okunduğunda Tango, özgürlüğün tarihi gibi oluyor. Ölümün bilimsel
olmadığını düşünen Eugeniusz’tan Stomil doğmuş, Özgürlüğü artistik alanda arayan Stomil’den ise
Artur. İnsanlığı kurtarmak isteyen Artur’dan Edek... Artur’un egemenliği ele alamamasının nedeni
Ala’ya olan aşkıdır. Yani öteki ile anlaşma arzusu. Ama Artur’un anlamadığı bir şey vardır. Tam
anlamıyla özgürlük, ancak tam anlamıyla yalnızlıktan ortaya çıkar.
Aslında Mrożek’in en büyük buluşu varlıkların birbirlerine karşı giriştikleri tecavüzün ortaya
çıkartılması: Anarşist Stomil, başlangıçta tutucu olan Eugeniusza ve Eugenia’ya, hatta bir anlamda
ideolojik olarak gelişmemiş Artur’a tecavüz ederek onları bozuyor, Bu tecavüz Artur ve Eugeniusz’un
Stomil’e saldırılarıyla katlanıyor. En sonunda da hepsi birden Edek tarafından tecavüze uğruyorlar. 1
Bir anlamda Edek’siz “Tango” olmaz. Mrożek bize şunu söylemek ister Edek’i küçük görmeyin
çünkü o yalnızca Edek’tir.
Tango gerçeğin açıklanmasından çok daha fazla anlama sahip, Artur’un, Stomil’in ve
diğerlerinin bakışını içeriyor Mrożek, kuralsız özgürlüklerin dünyasını kaosa döndürürken, aynı
zamanda havayla astarlanmış ilkelerin tehtidini de gösteriyor. Ne Artur’a, ne Stomil’e hele hele ne de
Edek’e karşı sempati besliyor, ama onların akıbetlerini sonuna kadar da izliyor. Böylece ortaya
muhteşem bir fotoğraf çıkıyor Roland Barthes’ın dediği gibi “Fotoğrafın zamanı geniş zamandır ” 2.
Belki bunun için “Tango”nun da güncelliği geçmiyor.
Kaynakça:
1
Nyczek Tadeusz, (24-25 VI.2000) Tango z Mrożkiem, Gazeta Wyborcza,
2
Barthes Roland, (2000), “Camera Lucida”, Türkçesi: Reha Akçakaya, Altıkırkbeş Yayın,İstanbul, s.109
Kadir Çevik
Özet
Stanislawski yaşamının son yıllarında derinlikli fiziksel devinim metodunu geliştirdi. Onun yürüttüğü
bu çalışma daha sonra Grotowski tarafından derinleştirilerek sürdürüldü. Bu yazı çağımız tiyatrosunda
oyuncunun olanaklarını araştırmış ve oyunculuk sanatına önemli katkılarda bulunmuş iki tiyatro insanının
“derinlikli fiziksel devinim” bağlamında ayrıldıkları ve çakıştıkları yerleri irdelemektedir.
Zusammenfassung
Ende des 19. Jahrhunderts haben K.S. Stanislawski und J. Grotowski die Wesentlichen Grundsteine zur
Erneuerung der Schauspielkunst gelegt. Die Frage über die Wichtigkeit der physischen Handlungen in der
Schauspielkunst ist zuerst von K.S. Stanislawski erörtert und später von J. Grotowski übernommen und
dargelegt worden. Gegenstand dieses Artikels ist es, die gemeinsamen und unterschiedlichen Auffassungen
beider Theatermacher im Hinblick auf die Fragestellung zu untersuchen.
___________________________________________________________________________________
Abstract
The dramatic texts have been changed quiet radically since the beginning of the twentieth century. The
main reason of this transformation is the changes in the conception of representation and theatre signs. This
article aims to display a general survey of this transformations.
___________________________________________________________________________________
Beliz Güçbilmez
Özet
Samuel Beckett’in yazarken hep elinde tuttuğu öz-farkındalık, oyunlarının aynı özelliği barındırmasını
sağlar ve Beckett, tiyatrosunda ironi aygıtını kendine işaret etme, içinde bulunulan ortamın farkında oluş ve
yazarın ve izleyicinin kastedilmesi gibi teknik seçimlerle işletir. Ionesco için ise ironi daha çok dilin bir
fonksiyonu olarak çıkar ortaya;. Genet tiyatrosu ise izleyicinin gündelik hayatının tiyatrodan daha “sahte”
olduğu anlayışının sürekli yinelenmesi yoluyla, ironin üzerine kurulacağı “rol” kavramını ironik teatralliğinin
merkezi haline getirir.
Abstract
Samuel Beckett’s own self-awarance as a writer’s stance, maintains the very same quality of his
plays and his irony as a theatrical device operates through three technical choices: self–reflexivity, awareness
Albert Camus'nün Yanlışlık Adlı Oyununda Kişiler Ve Uzamlararası Karşıtlıklar/ The Disagreements Among
The Characters and Settings in The Play Cross Purpose by Albert Camus s. 89-108
Abdullâtif Acarlıoğlu
Özet
Bu çalışmada, başlığından anlaşıldığı gibi Albert Camus’nün Yanlışlık adlı oyunundaki kişiler ve
uzamlar arasındaki karşıtlıklar araştırılmış ve bu karşıtlıklar kesitler halinde yapısal bir bağlamda ele alınmıştır.
Değer-nesneyi ele geçirmeye çalışan kimi kişiler arasındaki ilişkiler, birliktelik ilişkisinden karşıtlıklar ilişkisine
dönüşürken, kimileri arasında baştan sona süregelen karşıtlıklar izlenmiştir. Kişi karşıtlıkları yanında dönüşüme
uğramayan iki de uzam karşıtlığı saptanmıştır. Sonunda, kişi karşıtlıklarının bir cinayet, iki intihar ve bir ruhsal
yıkıma neden olmasıyla, karşıtlıkların ne denli güçlü olduğu ortaya çıkarken, uzam karşıtlıklarının oyunda
yadsınamayacak bir yeri olduğu görülmüş ve kişi karşıtlıklarının temelinde asıl uzam karşıtlıklarının bulunduğu
sonucuna varılmıştır.
Abstract
This study discussed the disagreements not only among the characters but also settings in the play Cross
Purpose by Albert Camus. These disagreements were examined in a structural framework in sequences. When
the purposes are crossed it was observed that the type of relationship of changed from agreement to
disagreement or vice versa. However, there seems to be a constant disagreement among some characters.
Besides the character disagreement two setting disagreements that do not change were noticed. In the end, the
character disagreements turned out to be so strong that it resulted with one murder, two suicides, and a nervous
break-down. With this respect, it was observed that setting disagreement placed an important role that cannot be
disregarded and it was also found out that character disagreements resulted from setting disagreement.
___________________________________________________________________________________
Tiyatro Kuramının Başlangıcından Modern Döneme Tragedyanın Algılanışı/ The Perception of Tragedy:
From Its Beginning to Modern Times s. 109-120
Ebru Gökdağ
Özet
Çağlar boyunca tragedya gerek öz, gerek biçim bakımından sürekli değişime uğramış ve bu değişimler
ve farklı yorumlar temelde hep Poetika’dan yola çıkarak ve Aristoteles’in tanımlamaları temel alınarak
yapılmıştır. Bu makalede, Batı tiyatro kuramının başlangıcı, merkezi ve referansı olan Poetika ve bundan yola
çıkarak, tragedyanın dört büyük dönemde- Antik Yunan, 16. yüzyıl İtalya ve İngiltere, 17. yüzyıl Fransa ve 19.
yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan Modern Dönemdeki- değişimi sürecinde, tragedyanın dramatik bir
türden, bir anlayış, bir kavrama dönüşümü incelenecektir.
Abstract
Through ages, tragedy’s essence and form steadily changed. These changes and different
interpretations are made, taking Poetics and Aristotle’s descriptions as its base. In this article, considering
Poetics as the essencial begining, the center and reference point of Western theatrical theory, four major
periods,--Ancient Greek, 16th century İtaly and England, 17th century France and the Modern era beginning from
the second half of the 19th century— will be studied and in the process of its transformation, tragedy’s change
from being a dramatic genre into a perception and a concept will be examined.
Tekinsiz Tiyatro: Sahibinin Sesi/Sevim Burak’ın Metninde Tekinsiz Teatrallik ve Minör Sesin
Temsili/ Theatre of the Uncanny: His Master’s Voice/The Uncanny Theatricality and the Representation
of the Minor Voice in S. Burak’s Text s. 1-16
Beliz Güçbilmez
Özet
Sevim Burak’ın Sahibinin Sesi oyunu Türk tiyatro yazınında “tekinsiz teatrallik” olarak
adlandırılabilecek bir teatral strateji üzerine kurulmuştur. Bu makalede Deleuze ve Guattari’nin üretmiş olduğu
“minör edebiyat” kavramı ile Freudyen ve Derridacı “tekinsizlik” arasında bağlantı kurularak, Burak’ın
oyununda minör sesin temsil kanalları ele alınmaktadır.
Abstract
Sevim Burak’s His Master’s Voice text is considered to be developed on a theatrical strategy which
might be called “uncanny theatricality”. In this article, the representation channels of minor voice is revealed
within the minor literature concept of Deleuze and Guattari and the Freudian and Derridean concept of the
“uncanny.”
___________________________________________________________________________________
Fatma Keçeli
Özet
Mitoloji ve tarihe dayanarak çağının eleştirisini yapmaya çalışan yazarlardan biri olan Güngör Dilmen,
kırk yıllık sanata yaşamının içine yirmi altı oyun, iki manzum masal, iki de senaryo sığdıran oldukça üretken bir
yazardır. Onun 1960’larda başlayan ve halen sürmekte olan tiyatro serüveni yalnızca yazarlıkla sınırlı değildir;
ışıkçılık, dramaturgluk, yönetmenlik de yapmıştır. Tiyatronun anlatım olanaklarını bu kadar iyi kullanması,
sözel, görsel ve işitsel olan arasında kurduğu sağlam denge, birbirini tamamlayan farklı alanlardaki zengin
deneyimleri ile açıklanabilir. Bu çalışmada, Dilmen’in “tarihsel, mitolojik ve fantastik olan”a nasıl yaklaştığı ve
malzemesini biçimlerken kullandığı kurgulama teknikleri ile oyun dili üzerinde durulup, yazarlık üslubu
tanımlanmaya çalışılmıştır.
Abstract
Güngör Dilmen, a writer, who forms his critique of the era based on mythology and history, has written
twentysix plays, two tales in nursery rhyme, two scenarios in foourty years of his art life. His theatre adventure
which has been considerably active since 1960s is not only limited to wrtinig, but also involved in ligthning
design, dramaturgy and directing. He both uses the theatrical way of expressing, and the aesthetic balance
between the audial-visual-varbal which can be explained as a result of his experience in different parts of theatre
completing each other. This study attemps to emphasize how and from which aspects Dilmen evaluates the
historical, mythological and fantastic material, his ficiton techniques while forming this material, and his theatre
language via Dilmen’s writing style is defined.
Batı Tiyatrosuyla Geleneksel Tiyatromuzu Bireştirme Çabalarından İki Örnek: Eşeğin Gölgesi ve
Şahları da Vururlar./ Two Patterns of Synthesizing Western Theatre with our Traditional Theater: “The
Shadow of Donkey” and “They Shoot the Shahs, don’t they?” s.55-68
Nurhan Tekerek
Özet
Günümüz Türk Tiyatrosunu besleyen iki kaynaktan biri “Batı Tiyatrosu”, diğeri de “Geleneksel Türk
Tiyatrosu”dur. Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze, Türk Tiyatrosu’nun özgünleşmesi yolunda, pek çok
uzman, salt Batı Tarzı Tiyatro’ya öykünmenin doğru çözümler getirmediğini, yerine gelenekselden çağdaşa
Abstract
Today’s Turkish theatre is fed by two sources, one of which is Western Theatre and the other is
Turkish Traditioanl Theatre. From the first years of Turkissh Republic till today, a great mant experts of theatre
have created ideas that the imitative domestic plays in Western style are not the right solutions to the originality
of Turkish Theatre, they insisted that a different way or method which is peculiar to us, extending from
traditional to contemporary, was to be found. Therefore, a new period had been started with various discussions,
attempts, searches in both theoretical and practical way. A great many plays were written in this searching
period when the features of Western Teatre and Turkish Traditional Theatre whichwere common and fitting to
the era, were harmonized.
The two examples of such plays are, “The Donkey’s Shadow- Eşeğin Gölgesi” by Haldun Taner, and
the other is “They Shoot the Shahs, don’t they?- Şahları da Vurular” by Ferhan Şensoy. In these contemporary
and new plays stemmed from the common characteristics of Turkish Traditional Theatre and Open Form-
Presentational Theatre, the degenerated sides of the system are pointed out in a political satirical way in the
context of governor-governed while giving society’s political- economical-social panorama. This criticism is
made with the help of the contemporary form characteristics stemmed from Traditional Turkish Theatre such as
(Abstraction, Theatrical Features, Personifying Type, The Richness of Telling Originated from Irony-Grotesque-
Fantasy, Comedy of Movement and Language, the usage of music and danc, the minimized decoration, loose
texture- episodic form, Leap in Time and Place, the entetainment atmosphere accompanying with all of these
characteristics.
___________________________________________________________________________________
Oktay Rifat’ın Yağmur Sıkıntısı ve August Strindberg’in Matmazel Julie adlı Oyunlarını Birlikte
Okumak / Reading Rifat’s Yağmur Sıkıntısı with Strindberg’s Miss Julie s.69-80
M.Elif Tüfekçi
Özet
Yağmur Sıkıntısı ve Matmazel Julie oyunları birlikte okunduğunda, toplumsal alanda yaşanan değer
değişiminin, birey üzerindeki etkisi gibi ortak izlekler dışında, aksiyonun ve karakterlerin gelişiminde, zaman ve
mekanın kullanılışnda belirgin paralleliklerin izini sürmek mümkündür. Makalede, Oktay Rıfat ve Auguste
Strindberg’in aynı izlek üzerine kurdukları oyunlarını işleyiş biçimlerindeki parallekler ve farklılıklar üzerinde
durulmuştur.
Abstract
Yağmur Sıkıntısı, and Miss Julie are interpreted together, in order to find certain similarities in the
development of action and characters, and the use of time and space can be observed along with the common
themes like the effect of changes in the values of the society upon the individual. This article examines the
similarities and differances in the way Oktay Rİfat and Auguste Strindberg construct their plays which are built
upon the same theme
___________________________________________________________________________________
Nil Ünlüaycıl
Özet
Groteskin, “uncanny” (tekinsizlik9 duygusu yaratma, büyüsel olana ilgi, abartma ve karikatürleştirme,
oyunsallık, çeşitli derecelerde gülme ve korkunun ayrışmazlığı, normalden sapma/çirkinlik gibi etki ve
eğilimlere sahip olduğu belli başlı kuramcıların tanımarlından anlaşılmaktadır. Ancak bedensel düzey yitimi ve
kategorik geçişim, grotesk olanı daha kapsamlı niteleyebilecek öğeler olarak değerlendirilebilir. Kategoriler
arasındaki sınırları ve mübadele ilişkisini bozan ara bedenler (soytarı, cüce, kambur vs.) iktidar ilişkilerinin
üretim ve yeniden üretim döngüsüne katılmayan grotesk figürler olarak, grotesk anlatımın kullandığı Geleneksel
ve Çağdaş Türk Tiyatrosunda yer alır. Türk oyun yazarlarının grotesk teknik/biçemle yazdıkları yapıtlar
değerlendirildiğinde groteskin oyun yazarlığımıza farklı bakış açıları kazandırma potansiyeli olduğundan
örnekler gösterilerek söz edilmiştir.
Abstract
The fact that the grotesque is a concept with tendency towards the sense of uncanny, the magical, the
exaggereation, the anomality, and the integrity of joy and fear on varying degrees can be deduced from some
authors’ descriptions. Yet, the concept may be more extensively defined through the corporeal degradation and
the categoraical transgression. In some modern Turkish grotesque plays, like in tradirional ones, take place the
freaks (i.e., jokers, idiots, dwarfs, hunchbacks) as grotesque figures that interfere relations and Exchange among
categories and do not participate in the production and reproduction cycles of the establishment. Some examples
from modern Turkish grotesque plays are given to support the belief that they have enough potential for new
perspectives in Turkish playwriting.
___________________________________________________________________________________
Nedim Yıldız
Özet
Bu çalışma, ilköğretim müzik derslerine bir yardımcı metot sunmak için yapılmıştır. Hedefi çocuklar
için vazgeçilmez bir öğrenme aracı olan oyun aracılıuğı ile müzik öğretmek olan bu çalışmada ses ve süreye
ilişkin davranışlar yer almaktadır.
Resume
Ce travail a été effectué a fin de proposer une méthode auxiliare aux cours de musique dans
l’enseignement primaire. Cete méthode a por but d’enseigner la musique par l’intérmediaire du jeu qui un moyen
d’apprentissage inévitable pour les enfants.
___________________________________________________________________________________
Dramatik Eğitim: Amaç mı? Araç mı?/Dramatic Education: Aim or Medium? s. .1-18
Tülin Sağlam
Özet
Abstract
The basic idea of dramatic education is that the child learns about himself/herself and the world
around him/her from his/her experience of “role-taking”; dramatic activity is an effective and natural
method of learning. Drama functions through improvisation and dramatic activities. From the first
decades of the twentieth century, dramatic education has become increasingly widespread especially in
Great Britain and America. At the same time, while drama has been growing steadily, different
approaches, techniques and activities have been adopted in its use. Meanwhile some other countries,
especially Canada and Australia produced their pioneers, who began to adapt the methods to their
situation. In this article it is tried to clarify these methods briefly and to do so essentially in a
chronological order reflecting the ways in which dramatic education has developed historically. In the
second part of the article, the two major approaches in Dramatic Education – drama as an art form and
drama as a teaching tool - are tried to be examined through the investigation of the two pioneers’ -Peter
Slade and Dorothy Heathcote- methods.
___________________________________________________________________________________
Tragedya Oyunun(un) Sonu: Oidipus’un Tahtında Kör Hamm(let); Tragedya ve “Geç Kalma” Ontolojik
ve Epistemolojik bir Yaklaşım/
The End Game of Tragedy: Blind Hamlet on the Throne of Oidipus; Tragedy and “Lateness” An
Onthologic and Epistemologic Approach s. 19-34
Beliz Güçbilmez
Özet
Özellikle tragedya türü ve her tür türevi ya da “modern versiyonu” için varolan pek çok süreklilik
çizgilerinden biri de öykülere egemen “geç kalma” olgusu ve bu olgudan yola çıkarak yazarlara, metinlere hatta
türün kendisine atfedilebilecek ortak bir ontolojik konumlanıştır. Bu makalede, türün alameti farikalarından biri
sayılabilecek bu ontolojik konumlanışın ne tür teknik araçların, mekanizmaların işletilerek sağlandığı, türün
antik Yunan’daki örneklerine genel bir bakışla saptanacak; teknik seçimler ve düşünsel sonuçları bir
Shakespeare, bir de Beckett “tragedya”sı ile sınanacaktır.
Abstract
One of the many common features that can be traced between clasical tragedies and their “modern
versions” is the state of being late, depicted or implied in the stories and the ontologic stance which can be
___________________________________________________________________________________
Nurhan TEKEREK
Özet
Doğu ile Batı arasında köprü görevi yapan Anadolu coğrafyasında gelişmiş köy tiyatrosu (Köy Seyirlik
Oyunları), halk tiyatrosu geleneği (Meddah, Karagöz, Ortaoyunu, Kukla), kimi zaman halk tiyatrosu geleneğini
benimseyen, kimi zaman da Batı tarzı tiyatro etkinliklerinin yapıldığı saray tiyatrosu modern Türk Tiyatrosu’nu
besleyen kaynaklardandır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak tiyatromuzun yönelişi üzerine karşıt iki
görüşten söz edilebilir. Bunlardan biri, batılılaşmayı yalnızca taklit olarak algılayıp Batı tiyatrosunun model
alınması gerektiği görüşü, diğeri de yaşadığımız coğrafyanın kültürel ve geleneksel özellikleriyle Batı
tiyatrosunu kaynaştırarak yeni bir yol bulma savıdır. Çünkü gerek köylerde gelişen köy seyirlik oyunlarımız,
gerekse kentlerde gelişen meddah, karagöz, ortaoyununda, günümüz dünya tiyatrosunun da anlatım tarzı olan
açık biçim-göstermeci tiyatroyla da buluşan kimi özellikleri vardır. Şenlik atmosferi, meydanda oynamak,
oyuncu ustalığına dayanan oyunculuk, doğaçlama oynamak, parçalı yapı, tiyatrosallık, tip boyutunda
kişileştirme, güldürü, en aza indirgenmiş dekor, müzik ve dans, seyirci-oyuncu organik bağı, kısaca soyut bir
anlatım tarzı.
Otuzlu, Kırklı yıllarda, tiyatromuzun ulusallaşması yolunda, gelenekselin önemini vurgulayan
kişiliklerden biri de İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur. Baltacıoğlu, geleneksel tiyatroyu tüm yönleriyle inceleyerek,
kalıcı ve geçici özellikleri saptamış, kalıcı özelliklerden yola çıkarak “Öz Tiyatro Kuramı” nı oluşturmuş, aynı
zamanda bu görüş doğrultusunda uygulama örnekleri de vermiştir. “Kafa Tamircisi”, adlı oyunu, geleneksel
tiyatronun, meydanda oynamak, sürrealist olmak, doğaçlamaya yatkın olmak gibi kalıcı özellikleri içinde
barındıran öz tiyatro örneklerinden biridir. Öncülerden biri Baltacıoğlu olmak üzere, pek çok tiyatro insanının
katkılarıyla oluşturulan birikim doğrultusunda, Türk Tiyatrosu’nun, dünyaya batılı gözle bakan, ama doğulu
özellikleriyle biçimlenmiş bir tiyatro üslubuna yöneldiği söylenebilir. Bu yöneliş günümüzde de sürmektedir.
Abstract
A bridge between the East and Wwest, Anatolia has enjoyed a tradition of village spectacles, folk
theatre or folk performances (Storyteller, Karagöz-Shadow Play, Ortaoyunu- Arena Theatre and Puppet Theatre)
and the court theatre which adopted both the conventions of the folk theatre and westrn theatrical styles. All
these resources have had an important role in the emergence of the modern Turkish theatre. The early years of
the Turkish republic witnessed a debate between two opposing approaches concerning the path Turkish theatre
should follow: One approach favored “westernization” by way of mere imitation. The second approach
advocated a synthesis of western theatrical styles with the traditional performance styles characteristic of Turkey.
A close examination reveals that both our village spectacles and the folk theatre that emerged in the cities have
common features with a widely employed performance style in the western world, namely, the open form-
presentational theatre- that is, an atmosphere of festivity, performability at the town square, performance based
on the skills of the performer, improvisational, episodic, theatricality, characterization through “types”, comedy,
minimal use of setting, music and dance, an organic audience-performer relationship. In short, an abstract style
of expression.
One of the theoreticians emphasizing the importance of the traditional in the task of nationalizing our
theatre is Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu. After a deep analysis of our traditional theatre, he has determined a theory
of an “Essential Theatre”. His play The Head Fixer is a good example of his Essential Theatre theory which
contains some of the above-mentioned features as performability at the town square, surrealism and
improvisation.
To conclude one can claim that, thanks to theatre scholars- one of the pioneers being Baltacıoğlu- the
Turkish theatre has blended a western perspective with Eastern theatrical conventions.
Özet
Yirminci yüzyılın ortalarında etkinlik kazanan yapısalcılık, “gerçeği birbirine bağımlı bir bütün-parça
ilişkisi içinde anlama ilkesinden yola çıkan bir öğrenme ve değerlendirme” yaklaşımıdır. Ferdinand de
Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri’nde dile getirdiği düşünceler, yalnızca çağdaş dilbilim kuramını değil,
göstergebilim ve yapısalcılık akımlarını da derinden etkiler. Başta dilbilimde filizlenip daha sonra tüm insan
bilimlerini etkisi altına alan yapısalcılığın kaynağında Saussure kuramı yer alır. Saussure’ün yapısal dilbilim
alanına katkıları yapısalcı kurama ve yapısalcı uygulamaya da ışık tutar, çağdaş dilbilim alanında getirdiği
kavramlar “yapısal” çalışmaların yöntemsel çıkış noktalarını oluşturur. Makalede, yapısalcı akıma kaynak olan
dilbilimin yukarıda sözü edilen evreleri, kavramları ve uygulama yöntemleri incelenecek, yapısalcılığı etkileyen
Saussure sonrası dilbilim okulları ve Rus Biçimselliği ele alındıktan sonra yapısalcılığın uygulama alanları
üzerinde durulacaktır.
Abstract
Structuralism that began to be active in the middle of 20th century is the approach that “stems from the
principle of understanding the real in the relationship of the part and the whole”. The ideas that are expressed in
Ferdinand de Saussure’s Course in General Linguistics do not only have deep impact in contemporary linguistics
theory but also in semiotics and structuralism. The structuralism thought that first appeared in linguistics but then
has begun to affect all human sciences takes its stems from Saussure’s theory. The contributions that are done
by Saussure in the field of structural linguistics also enlightens the theory and applications of structuralism and
the concepts that brought by him to the field of modern linguistics theory constitutes the basic methodological
points of “structural” studies. In this article, the above said phases of linguistics that forms the source of
structuralism thought will be examined and after the linguistic schools that affected structuralism and Russian
Formalism will be handled, the application fields of structuralism will be stressed.
___________________________________________________________________________________
Servet AYBAR
Özet
Tasarım kavramı birçok disiplinde yer alır. Her tasarımın kendine özgü koşulları ve belirleyicileri vardır.
Sahne tasarımının başat belirleyicisi ise dramatik aksiyon ve bunun sahne üstündeki yorumudur. Bu makalede;
göstergebilimsel bir yaklaşımla, sahne tasarımının işlevlerine dair görüşler aktarılmış ve tasarıma ilişkin
göstergelerin gösteri metninin birer parçası olduğu ve diğer parçalar gibi oyunun dramaturgi-reji yorumuna
hizmet etmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Abstract
The concept of design takes place in several disciplines. Every design has its own peculiar conditions and
determinants. The major determinant of stage design is dramatic action and its interpretation on stage. This
article will employ a smiotic approach as it discusses the functions of stage design and concludes that the signs
concerning design are parts of the performance text and must serve the dramaturgy and direction of the play
Mrozek’den Oyunlar –I Çev. Neşe Taluy Yüce
Özet
Ses, bir oyuncunun önemli anlatım araçlarından biridir ve bir oyuncunun bir başka oyuncuyla,
oyuncunun seyirciyle kurduğu iletişimin güçlü bir bağını oluşturur. Ses çalışmalarının temelinde, kısıtlayıcı
eğilimlerle kabuk bağlamış sesimizin farkına varmak, kabuğa karşı kaymak ve onu çözmek yatar. Düşünsel ve
bedensel gerginlikleri azaltacak çalışmalarla bu kabuk bir kez kırıldıktan sonra oyuncu da kendini özgür
bırakabilecek, ses de özgürce dışarı çıkabilecektir. İşte o zaman bir enerji sese, sözcüğe, cümleye ve sonunda
tüm bir metne dolacak, oyun yaşamsal bir içerik kazanacaktır. Bu bağlamda ses çalışmalarında amaç doğal
(özgür) sese ulaşmaktır. Doğal ses, bloke edilmemiş, bedenin herhangi bir yerinde tutuklanmamış sestir. Bir
oyuncu ancak özgürleştirilmiş sesiyle farklı karakterleri yaratma ifade erme olanağı bulabilir. Bir oyuncuda
alması gereken öncelikli olarak, iyi titreşen, duyulması hoş “güzel bir ses” gerçekliği, zenginliği ve çeşitliliği ile
metindeki duyguyu, anlamı ifade edebilen,içtenlik duygusu ile donatılmış bir sestir.
Abstract
Voice is one of the important means of expression of an actor/actress. It forms a strong link in the
interaction between actors and actors and audience . Realising that the efficiency of a voice has been lessened
and limited in area due to many reasons and trying to solve this problem, constitude the basis of voice training. It
is possible to free the actor/ actress and his/her voice from physical and mental blockings by means of exercices.
And then the voice, word and sentence will be filled with energy; the play will gain a vital content. The aim in
voice training in this context is to reach a natural (free) voice. Natural voice is unblocked voice. An actor/actress
could have the opportunity to express, to create different characters by means of this free voice. An actor/actress,
primaily, should not have a resonating, nice voice but a voice full of sincerity which could express the meaning
and feeling in the text with its reality, richness and colour.
___________________________________________________________________________________
Anton Çehov’un Martı Oyununda Yapısalcı Yöntem Açısından Bir Gösterge Olarak “Tekrarlar”/
“Repetitions” as Sign in Chekhov’s Seagull
M. Elif TÜFEKÇİ
Özet
Yapısalcı yöntemin temel hedeflerinden birinin şifrelenmiş bir dizge olarak kabul edilen bir metni
çözümlemek olduğu kabul edilir. Bu çözümleme sırasında metinde somut olarak var olan açık göstergeler değil,
işaret ettiği anlam kolayca belirlenemeyen örtük göstergeler önem taşır. Bir başka kabul gören konu ise başarılı
bir yapıtın örtük göstergelerle şifrelenmiş olduğu üzerinedir. Oyun yazarlığının ve modern öykünün en önemli
temsilcilerinden olan Anton Çehov’un Martı (Çayka; 1896) adlı oyunu yukarıda sözü edilen şifrelenmiş dizgeye
verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Bu bağlamda, makale yapısalcılığın metnin derin yapısına ulaşma ereği
ışığında Martı oyunundaki temel kurgulamanın ve oyun kişisi yönelimlerinin metodolojik olarak saptanmasını
hedeflemiştir. Bu hedef doğrultusunda oyun eşzamanlı bir yöntemle ele alınmış, tekrarlar bağlamında örtük
göstergelerin açık göstergelere çevrilmesi ile oyunun üzerine oturduğu tekrarların yapısı görüntülenmiştir.
Abstract
It is accepted that one of the major aims of structural method is to analyze a text that is considered as an
encoded system. During that analysis not the concrete indicators that openly exist in the text but also the covered
meanings that they address cannot be easily identified gains importance. Another point that is generally accepted
is the successful works are encoded by using that kind of covered indicators. Seagull (Çayka; 1896) of Anton
Chekhov, that is one of the most important representatives of play and modern short story writers, is one of the
best examples that can be given about the above expressed encoded system. In this context, this article aims to
identify the basic fiction editing and approaching to play characters of Seagull methodologically by taking the
main goal of structuralism that is trying to reach the deep structure of the encoded text as a base. Parallel to this
Tom Stoppard’s Arcadia: A Postmodernist/ New Historicist Reading of the Play/Tom Stoppard’ın Arcadia
Adlı Oyununun Postmodern/ Yeni Tarihselci Bağlamda Okunması
Zekiye ER
Abstract
The approach towards a text through the postmodernist and counter-postmodernist consciousnesses
brings into mind new methods and theories of criticism like new historicism. This article, however, is not merely
committed to analyse Tom Stoppard’s Arcadia with a new historicist stance; rather it aims to exploit or make
use of the new historicist hints to understand what Stoppard strives to do while writing his play Arcadia because
there are striking similarities between Stoppard’s technique of creating his plays and the New Historicist critics’
method of analysing history and literary texts. In a way Stoppard plays the role of a new historicist while
writing his brilliant comedy of ideas. The aim of this article, then, is to show these remarkable similarities by a
close reading of Stoppard’s Arcadia.
Özet
Metne postmodern veya karşı-postmodern bilinçle yaklaşımlar akla yeni tarihselcilik gibi yeni metod ve
teorileri getirmektedir. Bu makale Tom Stoppard’ın Arcadia’sının yeni tarihselci bir gözle incelenmesi üzerine
kurulu değildir; daha ziyade yeni tarihselci edebi teorinin belli başlı teknik ve yöntemlerinin Stoppard’ın oyunu
Arcadia da nasıl vücut bulduğunu betimlemek için yazılmıştır. Zira yeni tarihselci edebi yöntem ile Tom
Stoppard’ın oyun yaratma tekniği arasında çarpıcı benzerlikler olduğu fark edilmiştir.Bu makalenin amacı bu
benzerlikleri Arcadia incelemesi üzerinden vermektir.
___________________________________________________________________________________
Abstract
Tuncer Cücenoğlu is a Turkish playwright as being reckoned among authors of the generation of
seventies. Plays which he has been producing since 1970s up to our time, originated from the standpoint of the
artist and of the social and intellectual themes. In these plays Cücenoğlu employs universal themes as well. His
plays namely Muddle (Kördövüşü, 1972), Teacher (Öğretmen, 1973), Green Night (Yeşil Gece, 1974- 2004),
Blind Alley ( Çıkmaz Sokak, 1980), Poor Ladies ( Kadıncıklar, 1983), The File (Dosya, 1984), Biga 1920
(1985), The Gamblers (Kumarbazlar, 1987), Yıldırım Kemal (1990), Kızılırmak-Karakoyun (1992,script),
Helicopter (Helikopter, 1993), Hat (Şapka, 1994-1996), The Visitor (Ziyaretçi, 1994), Matruşka (1994),
Shoeblack (Boyacı,1997), Kızılırmak(2000), Avalanche (Çığ, 2001), his documentary plays such as Neyzen
(1998), Sabahattin Ali (2002) and the ones which have not been published yet such as GOG and The Actors
make their headway to the experimental and the creative with their rich and impressive contents and structurally
different features. That is the reason why many plays of Cücenoğlu who is living his heyday, have been
translated into foreign languages, added to foreign repertoires, and kept being staged.
Helicopter, Avalanche, Hat and Matruşka are among his plays which are rich in content and in which
abstraction is reflected differently. In these plays, he deals with such diverse topics as: corrupted politics in the
triangle of politics-bureaucray-media (Helicopter); danger-pressure, taciturn society and rebellion (Avalanche);
ironic dimensions of tolerance and intolerance opposition (Hat), love affair in the circuit of play-reality-play and
in the context of play-within-the play (Matruşka). The states isolated from the reality and time in Helicopter,
Avalanche, Hat and Matruşka, all of which can be defined as state plays, are enriched with symbols. In use of
various ways of expression such as circular structure, flashbacks, play-in-the-play and loose texture, the plays
gain universal and conceptual depth with ironical and sometimes satirical comedy
___________________________________________________________________________________
Maya Uygarlığından Bir Tiyatro Örneği:Rabinal Achi Veya Xajoj Tun/A Theatre Example from Maya
Civilization:Rabinal Achi or Xajoj Tun
Adnan Çevik
ÖZET
Rabinal Achi Maya uygarlığının özgünlüğü tartışılmaz tek dramatik eseridir. Maya-Quiche
Kızılderililerinin tun dansı eşliğinde sahnelenen oyunda Avrupa etkisi görülmez. Müzik ve sahne düzeni onurlu
bir ölüm için törensel bir savaşa tutuşan iki baş karakter, Rabinal Savaşçısı ve Quiche Savaşçısı’nın özgün ve
tekrarlardan oluşan diyaloglarıyla bütünleşir. Sözel gelenekle korunan oyun, 1850 yılında metne alınmış ve 1862
yılında yayınlanmıştır. Her yıl Guatemala’nın zengin folklor geleneğinin bir parçası olarak Ocak ayının sonunda
sahnelenir.
ABSTRACT
The Rabinal Achi is the only indisputably authentic dramatic work of Maya civilization. Created as the
dance of tun by Maya-Quiche Indians, it shows no European influence. Music and spectacle are integral to the
___________________________________________________________________________________
Tiyatro Araştırmaları Dergisi’ne gönderilen yazıların başka bir yerde yayımlanmamış, ya da yayımlanması
amacıyla başka bir yere iletilmemiş olması gereklidir. Yazılarda kullanılan her türlü materyalin izinli ve belgeli
olması gerekmektedir. (izin mektubu/mail’i yeterlidir) Yazarlar, yazılarını öncelikle
dtiyatro@humanity.ankara.edu.tr e-mail adresine göndermeli, yanıt aldıktan ve varsa önerilen teknik
değişiklikleri yaptıktan sonra iki kopyayı ve makaleyi içeren bir disket ya da CD’yi derginin yazışma adresine
postalamalıdır. Yazıların aşağıda belirtilen teknik özellikleri yerine getirmesi zorunluluktur. Önerilen
değişiklikler yapılmadan gönderilen yazılar dergiye kabul edilmez. Dergiye gönderilen yazılar iade edilmez.
Dergide yayımlanan makalelerden yapılacak alıntıların derginin e-mail adresine bildirilmesi indeksleme
çalışmaları açısından son derece yararlı olacaktır. Tiyatro Araştırmaları Dergisi sadece bilimsel makalelere
değil, kitap incelemelerine de yer vermektedir. Kitap incelemelerinin bilimsel bir nitelik taşıması ve tanıtımdan
çok değerlendirmenin hedeflenmesi temel koşuldur. Bu koşulu sağlayan incelemeler de hakem onayına
sunulmaktadır. Ayrıca telif sorunu olmayan ve derginin çerçevesine uygun çeviri metinler de hakem
değerlendirmesi olmaksızın salt editoryal değerlendirme ile basılabilmektedir.
1- Türkçe makale başlığının altına yabancı dildeki karşılığı yazılacak (özet’in yazıldığı yabancı dilde)
2- Makale yabancı dilde yazılmış ise, başlığın altında Tükçe karşılığı yazılacak.
3- 200 kelimeyi geçmeyecek şekilde yabancı dilde özet verilecek (Makale adı ve yazar adından sonra “Özet”
başlığı altında)
4- 200 kelimeyi geçmeyecek şekilde yabancı dilde özet verilecek (Tükçe özetten hemen sonra “Abstract”
başlığı altında)
5- Makale yabancı dilde yazılmış ise, önce makalenin yazıldığı dilde özet verilecek sonra Türkçe özet
verilecek.
6- Tek biçimlilik sağlamak açısından, sayfa altı dipnot verme biçimi Dergi’mizde kabul edilecektir.
7- Makalenin yazımında;
a. Türkçe makale adı Times New Roman 14 punto koyu.
b. Yabancı dildeki karşılığı Times New Roman 13 punto.
c. Makale başlıkları her iki dilde de küçük harflerle, kelimelerin ilk harfleri büyük harf
d. Yazar adı Times New Roman 12 punto koyu
e. Özet ve Abstract Times New Roman 10 punto (özet ve abstract sözcükleri koyu) .
f. Metin baştan sona kadar Times New Roman 11 punto normal
g. Makale içindeki ana başlıklar metnin yazıldığı puntoda (Times New Roman 11 punto) yazılacak ve
koyu olacak, küçük harf kullanılacak. Ana başlıklar boşluk bırakılmadan yazılacak. Alt başlıklar
hiyerarşik bir yapı izleyerek oluşturulacak ve tek biçimlilik sağlanacak.
h. Metinde satır aralığı 1.5 (bir buçuk)
i. Ünvanlar ilk sayfanın altında verilecek Times New Roman 9 punto italik
Prof. Dr. A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü gibi.
j. Sayfa altında verilen dipnotlar Times New Roman 10 punto
k. Pragraf başı boşlukları 1,25
l. Dipnot başlangıçları, paragraf başı boşlukları ile aynı (0.5)
m. Kaynakça Times New Roman 10 punto tek aralıklı
n. Dipnotlarda ve kaynakçalarda yayın adları (Kitaplarda kitap adı, makalelerde dergi adı) italik ve/ya
kalın olmalıdır.
o. Atıflarda, alıntı yapılan sayfa numarası mutlaka belirtilmelidir.
p. Atıflarda tekrarı önlemek amacıyla, bir önceki kaynaktan tekrar alıntı yapıldığında aynı ya da
eşanlamlısı olan a.g.e. bağlaçları, daha önceden verilmiş bir kaynağa tekrar atıfta bulunulurken “Yazar
soyadı, ön.ver., s....” bağlacına başvurulmalıdır.
q. Yazılarda Word yazı programlarında bulunan otomatik dipnot, (her sayfada yeniden başlat komutu ile)
paragraf gibi uygulamalar kullanılmalı, bunun dışında uygulamalara başvurulmamalıdır. (Tab tuşu ile
paragraf yapmayınız.)