Professional Documents
Culture Documents
2
içindekiler
bölüm 1 /eğitim
9 mimarlık eğitimi - geleceğin kökleri
13 70'lerden günümüze mimari tasarım ve eğitimi:
kara kutudan, kara deliğe...
25 mimarlık ve eğitim kurultayı'nın ardından
30 mimarlık eğitimi ortamla ilgilidir
34 mimarlık bilgisi ve aktarımının serüveni
40 mimarlık eğitimi, mimarlık eğitimi değildir
45 sokrat ve mimarlık eğitimi
48 mimari proje dersinin amacı, kapsamı ve bir örnek
70 mimarlık eğitimi: çözüm 5 yıl mı?
76 öğrenci ortaktır
83 görünmez kentler
3
152 rasyonalite ve rasyonalizm üzerine
155 türkiye'nin konumu ve mimarlığımız
160 peter eisenman'ın düşündürdükleri
166 mimarlıkta "giriş"
175 mimarlık, mimarlık bilgisi, eleştiri ve dört yeni bina
bölüm 3 / koruma-kültür
185 koruma-tasarım etiği ve kültürü
191 cumhuriyet'in mimarı: seyfi arkan
202 diğer taraftan bakmak
209 hayalgücü, hafıza ve gerçekler...
215 çakırhan evleri ve "devrim nedir?"
218 neden, neler kültürel varlığımız oluyor ya da olamıyor?
224 yedikule gazhanesini de kaybettik
227 binalarda fonksiyon değiştirme ve taşkışla
bölüm 5/ deprem
283 meslek sorumluluğu
289 17 ağustos ve 12 kasım depremleri sonrası geçici ve kalıcı
konutlar, yoğunluk problemi 301 "deprem ülkesi" için konut önerileri
305 depreme akılcı yanıt
4
önsöz
Kitaplığımızda bir yeni...
İnsanoğlunun en değerli ürünü düşünce olmalı...
Türk mimarlığı kitaplığına kendi dili ve kafasından, intelijensia'sından
bir yenisi daha katılıyor...
Düşünsel ortamına bir taş daha konuyor...
Yürekli'lerin daha önce yayımlanmış kısa yazılarının, dergilerdeki
binlerce başkalarından ayrılarak, bir araya getirilmesi, belki ilk
yayınlarından daha önemli. Mimarların, çeşitli konuları sorgulamaları,
ürettikleri düşünceler ve gösterdikleri tepkilerin oluşturduğu yaklaşım bir
söylem sayılmalıdır. Dergilerimizdeki yazılar, bir düşünsel ortaklığa ait
olmadıkları için, çok kez bir yazı anlam kazanacağı bir ortam bulamıyor,
pek anlaşılamıyor ve hak ettiği ilgiyi göremiyor, etkiyi de yapamıyor. ..
Bu birlikte yayında her yazı bir diğerini aydınlatıyor, bu mozaikten bir
yaklaşım bütünü doğuyor...
Yürekli'7er, yerel ve uluslararası yaşanmakta olan, bazen de evrensel
konuları seçiyorlar... ilgi açısından da kapsamlı bir mozaik ortaya çıkıyor.
Yaşadıklarımız, düşünsel ortama taşınıyor, soyut görünen düşüncelere
örnek oluyor. Bunu mimarlığımıza önemli katkı sayarım.
Mimarlığı konu eden yayınlarımızın sayısal olarak hiç de az olmadığı
kanısındayım. Yalnız, dergi, gerekse kitap denemelerinin ortak niteliği,
çoğunlukla tespit çalışması olmalarıdır. Sanıyorum 1950'lere doğru,
akademik yeterlik çalışmalarıyla baş/ayan, Anadolu'dan seçilmiş bir
yörenin evlerinin birkaç fotoğrafı, rölövesi ve eklenmiş kısa açıklamalarla
yapılan ve genelde bu tür kolaylaştırılmış çalışmaların alışkanlıkları
olmalı... Bilimsel olma istekli yayınların da aşırı başvuru alıntılarıyla dolu
olmaları, müelliflerin düşünce üretmelerini engelleyecek ölçüde
olabiliyor. Ayrıca, ülkemizdeki eksikliği nedeniyle bolca yayımlanan,
anılardan şık kitaplara kadar olan çeşitlilik içinde, öz mimarlık
konularının ihmal edildiğini düşünürüm... "Mimarlık: Bir Entelektüel
Enerji Alanı" adı altında müellifler, eğitim ve genelde, mimarlığın öz
konuları üzerine düşüncelerini açıklıyorlar: Ortamımızda sık rastlan-
mayan, bu çağdaş davranışın güçlenmesine katkıda bulunuyor/ar...
Şehirlere de sahip çıkmaları, çevreye bütünüyle yaklaşmaları,
düşüncelere büyük ve kapsamlı boyut kazandırmaktadır...
Şevki VANLI
Mayıs 2004, istanbul
6
BÖLÜM 1 / eğitim
Önsöz
8
saptayan, modifiye eden dijital teknolojilerin mimari biçim oluşturmada
getirdiği olanakların, mimarlığın temsil, teori ve pratiğini
etkilemeyeceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Günümüzün kriterleri -
değişkenleri- olan hız, ışık, ve hareket'in uzak olmayan bir gelecekte
fiziksel çevrenin de özellikleri olma yolunda olduğu dahi
düşünülmelidir.
9
matematik olarak en prezis şekilde ifade edilmesi olanağının gelişmiş
olması geometri ötesi denebilecek biçimlerin oluşturulması ve
tanımlanmasını da bir zamanlar yalnızca prizmatik biçimlerle
sınırlanan "rasyonal" kavramı içine almış, başka bir deyişle mimarlıkta
hem düşünce hem imalat düzeyinde rasyonalizmin sınırları
değişmiştir. Bu karmaşıklaşmış ama yine de rasyonel denebilen
biçimlerin yeni tekniklerle gerçeğine daha da yakın halde simule
edilme olanakları doğmuştur.
10
70’lerden günümüze mimari tasarım ve eğitimi: kara
kutudan kara deliğe...
Yapı dergisinin 250. sayısı nedeniyle söz konusu olan 1970’lerden
günümüze mimarlık eğitimi aslında çok geniş bir konu, ve çeşitli
yönleriyle incelenmesi gerekir. Bu konunun biz niceliksel boyutunu ele
almamaya, daha çok kendi deneyimlerimizin, okuduklarımızın bir
yorumunu sunmaya karar verdik. Belki bu bir anlamdaki kurumsal-
kişisel özeleştiri, İTÜ’deki diğer öğretim üyelerinin katkılarıyla
zenginleşebilir, diğer eğitim kurumlarındaki öğretim üyeleri de kendi
kurumlarını ve eğitimlerini bir şekilde açıklayabilirlerse o zaman
70’lerden günümüze mimarlık eğitimi konusunda daha kapsamlı bir
yoruma veya yorumlara ulaşmış oluruz. Sonuçta bu yazı, İTÜ’nün
Türkiye’de eğitim kurumu olarak taşıdığı önemden ötürü, aşağıda
kısaca açıkladığımız şekilde mimarlık eğitiminin önemli bir kısmını
kapsamaktadır.
12
Dünyada mimarlığın nasıl bir gelişim sürecinden geçtiğini anlamak
ciddi eleştirel tarih okumalarıyla yapılabilir. Burada böyle bir şeye
girişemeyeceğimize göre, ama bir miktar da durumu açıklamak
gereğinden A. Isozaki’nin bir yazısından faydalandık. Isozaki tarihte
mimarlığın üç büyük kriz dönemi geçirdiğinden söz etmektedir. 1 Son
kriz dönemi olarak belirlediği, “Yapım Olarak Mimarlık” döneminin
sona ermesi olarak tanımladığı durumu da şu şekilde açıklamaktadır:
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra modernizm dünyayı sarmış ve
ütopik olarak ortaya çıkan mimari ve kentsel imgeler gerçek dünyayı
sarmaya başlamışlardır. 1960’da bu doyum noktasına ulaşmış ve
ütopya ironik olarak gerçekleşmiştir. Bu ütopyanın yok olması ve ona
ulaşmaya çalışan avant-garde hareketin sona ermesidir. Bu büyük
söylemin bitmesidir. Isozaki bundan sonra bizim üçüncü krize
girdiğimizi ve bunun için çıkış yolunun arandığını belirtmektedir. Bu
arayışta mimarlık yeniden bu sefer çok farklı şekillerde
tanımlanmaktaydı. Anglo-Sakson dünyada ve özellikle mimarlık
eğitimine de yansıdığı şekliyle, mimarlık bilim olarak
tanımlanmaktaydı. (yukarda belirtildiği şekilde Mimarlık Fakültesinin
bir teknik üniversite bünyesinde kurulmuş olması, ve dünyada 60’lı
yıllardaki mimarlığı bilimsel temellere oturtma arayışları Mimarlık
Fakültesinin mimarlık dünyasının gelişmelerinde varlık göstermesine
sebep olmuştur.) Bu kapsamda mimarlık bilimsel kimliğini diğer
bilimlerin kimliğiyle benzeştirmek, diğer bilimlerin araştırma metotlarını
almak, analojiler kullanarak diğer bilimlerin sonuçlarından
yararlanmak, bilimlerin tanımlarında ara bölgeler belirleyerek bu
bölgelerde araştırmalar yaparak yeni araştırma alanları oluşturmaya
çalışmak gibi yönelişler bulunmaktadır. Mimarlığı nesnel kılma çabası
olarak değerlendirilebilecek olan bu durumda, mimarlığın ana öğesi
olan “tasarım süreci”nin dışsallaştırılması da yine bu bilimsel
yapılanmanın bir parçası olmuştur. Tasarımın adımlarının
belirlenmesi, bu adımların nesnelleştirilmesi, tasarımda başka
disiplinlerden faydalanmak, her konuda standartlaşmaya gidebilmek
için insan, çevre, teknoloji, malzeme konusunda gereken araştırmaları
yapmak, rasyonel düzenler kurmak amacıyla örüntü dili çalışmaları,
kent yapısının belirlenmesi gibi, her ölçekte çalışmalar yapmak
tasarım konusundaki araştırmaları içermekteydi.
13
araştırma yapmak gelmekteydi. Doktora yerine önce yeterlik
çalışmaları olarak tanımlanan akademik çalışmalar daha çok tesbit
çalışmalarıydı, ve genellikle kurgu ve içerik olarak birbirlerine
benzemekteydiler, (Leman Tomsu; Bursa Evleri, Celile Berk; Konya
Evleri, ve diğerleri.) 1960’larda doktora yapma zorunluluğuna dönüşen
yeterlik çalışmaları dünyada “bilimsel” olmaya yönelişle üst üste
düşmüş, kapsamlı bir Boğaziçi etüdü olan Nilüfer Ağat’ın doktorası
bunun ilk örneğini oluşturmuştur. Ancak bu tarihlerden sonra da tespit
çalışmaları niteliğinde doktora çalışmaları yapıldığı görülmüştür.
14
(yani eğitimi olmayan bir kişiye) verilen bir kareyi kullanarak, bu
karenin iki katı alana sahip bir karenin nasıl çizileceğini, sorular
sorarak buldurması ve sonra da bu duruma “gerçeğin hatırlanması”
demesine benzerdir. Kabul edilen durum, bir arsanın belli bir konu için
doğru olan yalnız bir çözümü vardır şeklindedir. Öğretim üyesi bu
çözümü baştan zihninde kurgular ve öğrenciye yarıyıl boyunca
çizdirerek bu sonuca ulaştırır. Buna karşı bir örnek, Orhan Bozkurt’tu.
Kalemsiz stüdyoya girerek çizmeden ve çok farklı konulardan söz
ederek öğrencinin kendi projesini geliştirmesini öngörmekteydi. Yine
Kemali Söylemezoğlu’nun “fekat” ve “acaba”larla dışa vurulan
kararsızlık ve belirsizliği içeren, öğrenciye kendi doğrusunu
buldurmaya teşvik edici ve böylece bu klasik yapılanmadan
ayrılmasını sağlayan tutumu yukarda sözü edilen örüntüden farklıydı..
15
Kullanıcı karakteristiklerinden, fiziksel ve sosyal çevre verilerine ve
mevcut olan teknoloji ve malzemeye kadar çok geniş ve kapsamlı bir
bilgi toplama yöntemi ve bunların ayrıntılı analizlerinin yapılması
şeklinde gelişen bilgi toplama ve analiz çalışmalarının senteze
aktarılması konusunda belirsizlikler bulunmaktaydı. Dolayısıyla
tasarım konusunda eğitimin yanı sıra yapılan bilimsel çalışmaların
kritik olarak yoğunlaştığı noktalar sentez ve değerlendirme idi.
Sentez’in bir cam kutu mu yoksa kara kutu mu olduğu tartışması ve
kara kutunun saydamlaştırılması üzerinde yapılan çalışmaların
sonucunda bir kara kutu olarak kalan sentez, daha sonraki tarihlerde,
tasarım sürecinin açık uçlu olduğu kabulünden yola çıkılarak
yaratıcılık konusu üzerine gidilmesine sebep olmuştur.
16
Değerlendirme çalışmalarının böyle analitik olarak ele alınmasına
karşılık parçaların bütünü oluşturmadığı varsayımından hareketle
daha bütünsel bakış açılarını belirleyen ve matematiksel olarak
tanımlanamayanların da katılabileceği değerlendirme çalışmaları
yapılmıştır. Ayrıca bu değerlendirmelerin daha bütünsel bir yapı içinde
ve açık uçlu olabilmesini tartışan çalışmalar da vardır (Zaman
kavramının değerlendirmeye girmesi bu açık uçluluğu sağlamaktaydı).
17
tatami’leri ile Japon Evi’nin çok bahsi geçtiği halde Türk Evi bu konuda
gereken ilgiyi görmemiştir)
18
farklılaşmasından dolayı mimarlığın cephe mimarlığından kütle
mimarlığına oradan da hız faktörünün etkisiyle kütleler ve ilişkileri,
kütlelerin kritik noktaları, iç ve dışın kaynaşması, zaman ve hızla
değişen cepheler değil “yüzeyler” gibi konulara kaymıştır. Bunların
reprezentasyonu da bilgisayar ortamına aktarılarak benzer bir gelişme
göstermiştir. Bu konu bugün, anın yaşanması ve anlık değişimle
tanımlanan, değişen algısal özelliklerin ön planda olduğu mimarlığın
en çarpıcı gerçeklik boyutunu oluşturmaktadır.
19
sürerken tasarımın tam olarak tanımlanamayan problemler (ill defined
problems) oldukları kabul edilerek bu tür problemlerin çözülmesi için
geliştirilen “heuristik” metotlar kullanılarak kavramsal çalışmalar
sürdürülmüştür. Programlama dili öğrenmeyi gerektiren bu tekil ve bir
anlamda amatör araştırmalar dünyada zaman içinde programlama
uzmanlarının büyük adımlarla geliştirdikleri ve bilgisayar destekli
anlatım olarak başlayan ve ofislerde kullanıldığı için parasal desteğe
sahip olan ve gittikçe başka alanların ve bu arada başka alanlarda
gelişen sanal dünyanın da ilgisini çeken iki boyutlu, üç boyutlu ve
animasyon programları ile, kapalı bir sistem tasarlamanın dışına çıkan
ve interaktif sistemlere dönüşen bilgisayar destekli tasarım ve
bilgisayar destekli anlatım iç içe geçmeye başlamıştır. Burada
mimarlığın açık uçlu olduğu kabul edilerek insan beyninin yaratıcılık
özelliği öne çıkarılmakta, bilgisayar, yine insan beyninin yaratımı olan
Riemann Geometrisi, Fraktal Geometri gibi kavramsal yapıların
yardımıyla oluşturulan ve geçirgen (buradaki geçirgenlik amacı
dışında farklı şekillerde kullanım olanağı sağlayabilen anlamında
kullanılmıştır.) olan soft-ware’ler aracılığı ile yaratıcı tasarımlarla,
nerdeyse sınır tanımayan ve her an değişebilen ve istendiğinde
dondurulan (Eisenmann’ın sanal evi) tasarımlara dönüşmesini
sağlamaktadır. Burada her ne kadar idealler beynin fonksyonlarına
benzer bir bilgisayar üretmek olarak oluşuyorsa da gelişimin beynin
yaptıkları ile örtüşmeyen ama beynin yapamadıklarını yaparak onu
tamamlayan, unutmayan, hata yapmayan, kocaman bir hafızası olan,
programlandığı ölçüde hassas çalışan, çizilen her şekli iki veya üç
boyutlu-anında matematiksel olarak tanımlayabilen iki boyutlu ekranda
üç boyutlu durağan veya hareketli cisimler oluşturabilen, bu cisimlerin
çevresinde ve içinde dolaşılabilen görüntülerin oluştuğu bir olgu olarak
gelişmektedir. Mimari proje stüdyolarında bu gelişmelerden
yararlanılmaktadır. Daha önceki yıllarda bir çizim aracı olarak
stüdyodan uzak tutulmaya çalışılan bilgisayar, interaktif olan yani
insan beyni ve yine insan beyninin ürünü olan software etkileşiminin
sonucu tasarımları yapan bir tasarım aracı olmaya başlayınca bazı
stüdyoların vazgeçilmez aracı olmuştur.
20
okunmasına yönelik olarak girinti ve çıkıntılar yapılmak gerekiyordu.
Bu volumetrik düzenlemelerin iki boyutlu beyaz kağıt üzerinde
anlatılması ayrı bir el hüneri gerektiriyor, “gölge” cephelerin ve hatta
vaziyet planlarının vazgeçilmez unsuru olarak görülüyordu.
Prizmaların yüzeylerinden oluşan cephelerde pencere düzeni doluluk-
boşluk dengesi teması altında ayrı bir önemle üzerinde durulan bir
özellikti. Bu konuda hafızamızda yer eden bir anıyı Orhan Bozkurt’un
sözleri oluşturur. Kendisi sağır bir cephedeki tuvalet penceresinin
yerini, alımlı bir hanımın yüzündeki benin yerinin önemine
benzetmiştir.
21
stüdyosunun bir kurmaca olduğu ve mümkün olduğu kadar evrene
açık bir yapılanma sergilemesi gerektirdiğidir. Bu durumda öğretim
üyesi de stüdyoda önde giden ve belli bir yolu gösteren konumda değil
daha ziyade arkadan takip ederek yeri geldiğinde uyarılarla öğrenciyi
yönlendiren bir pozisyonda olmak durumundadır.
22
23
mimarlık ve eğitim kurultayı’nın ardından
Çevreden memnun olmayanların, mimarların eğitimini yetersiz
bulmaları ile, bunun çözümünü; a- eğitim süresinin 4 yıldan 5 yıla
çıkarılması ve b- öğretim üyelerinin uygulama eksikliğinin giderilmesi
olarak gördüklerini sık sık duyuyoruz. Bu grup içinde serbest çalışan
mimarlar, Mimarlar Odası ve şaşırtıcı da olsa okullar ve pekçok
öğretim üyesi de bulunuyor. Biz ise bu görüşlerin gerçeği
yansıtmadığını, hedef saptırdığını, asıl sorunun mimarlık yapma fırsatı
vermeyen ortamda olduğunu defalarca yazdık, söyledik. Diğer taraftan
bakınca ise, genç mimarlar arasında, çalıştıkları bürolarda mimarlık
açısından tatmin olmayanların çokluğu da üzerinde düşünülmesi
gereken bir başka önemli saptamadır 1
25
eğitim örneğini tekrarlıyoruz. Öğrencinin ustasından öğrendiğini taklit
etmesi, bize lonca sistemini hatırlatıyor. Yani sırların saklanmasını.
Bugünün dünyasında meslek sırrı kavramının varlığının dahi uygun
olduğu savını ileri sürmek çok kolay olmasa gerektir. Böyle dikte edici
bir tutum modern ttumun gelenekselleşmesine neden olmaktadır, bu
da modernitenin modernizme dönüşümüdür. Bu durumda devamlı
değişim ve sorgulamanın modernite olarak kabul edildiği bir dünyada,
görüş açısı ve mesafesi öğretim üyesinin kara kaleminin ucuna kadar
uzanabilenbir öğrenciden mezun olduğunda ne beklenebilir.
Uygulama yapan mimarlar eğitim de yapacaksa okulların varlığını
savunmak da anlamsız olacaktır. Gençlerin bürolarda yetiştirilmesi
daha pratik ve ekonomik olur.
26
durumunun, okulun geleceğe dönük olma zorunluluğu ile çeliştiğini
hiçbir zaman gözardı edemeyiz. Bu cümleden olarak, "Depremden
sonra eğitim programlarınızı depreme göre değiştirdiniz mi?" diye
soranlar ise eğitim işine hiç karışmamalıdırlar.
27
(1) Esin Kasapoğlu, "Mimari Bürolarda İşten Ayrılma Eğilimi", Yapı,
241, Aralık 2001, s. 67-71
(2) Kurultay broşüründe okullarda eğitimin modernite ağırlıklı
verilmesinin de bir başka neden
olarak gösterildiği ifadenin yer almış olması, zaten sürmekte olan
başka bir tartışmanın
içinde ayrı bir yazıda ele alınacak kadar önemlidir.
(3) Arena, March 1967
(4) ACSA Conference Book -Design Studies, s.15, 1992.
M. Shermer, "Skeptic", Scientific American, dec. 2001, s.23'de
diyorki; "...In all cases, we
remain open-minded and flexible, willing to reconsider our
assessments as new evidence
arises. This is, undeniably, what makes science so fleeting and
frustrating to many people; it is
at this time, what makes science the most glorious product of
human mind."
Batılılar çocuklarını "twinkle twinkle little star, how ı wonder what you
are?" tekerlemesi ile
büyütürlerken "biz uyusun da büyüsün" demiyelim artık...
28
29
mimarlık eğitimi ortamla ilgilidir
Bildiriye geçmeden önce şöyle bir soru var: "Acaba yanlışlardan mı
yola çıkıyoruz?" Hiçbir zaman "eğitimin kusursuz olduğunu" iddia
etmedik, ancak yüzde 99'u başkaları tarafından yapılmış bir çevrenin
sorumluluğunu eğitime yüklersek, hedef saptırmış olmuyor muyuz? Bir
nokta daha var, gene bildiriden önce; piyasa ekonomisinin ister
istemez içinde olduğumuza göre, acaba piyasa ekonomisinin özelliği
olan "Kötüyü iyiden ayırmak, iyiyi kullanmak burada niye işlemiyor?
Niçin kötü mimara iş veriliyor?" Acaba mimarlığın ‘iyi’si ile piyasanın
‘iyi’si örtüşmüyor mu? Umarız bu iki konu bu iki gün içinde tartışılır.
30
Bu bildiride eğitim ortamından dışarıya doğru bakarak ve bugüne
kadarki deneyimlerimize ve onları rasyonel olarak 1 değerlendirmeye
çalışarak, bununla ilgili öznel bir durum değerlendirilmesi yapılacaktır.
31
Bizdeki mimarlık ortamı ise bazı durumlarda Batı’dan etkilenmekte
ama çoklukla kendi dogmalarından dahi kurtulamıyarak kendini
tekrarlamaktadır. Kurumsallaşmış olan mimarlık ortamı statikleşmiş ve
dondurulmuştur. Bunu aşağıdaki örneklerle açıklıyabiliriz;
Pek çok mimarlık bürosu önceden yarattığı tipleri yeni arsalara adapte
ederek mimarlık yapmaktadır, Bayındırlık Bakanlığı "tip proje" kavramı
ile bunu normatif hale getirmiştir. Bayındırlık Bakanlığı'nın iş dağıtım
şekli gazetelerde günün konusu haline gelmiştir. Burada hiçkimse
kaliteden sözetmemektedir.
Ileriye değil geriye bakmak adet haline gelmiştir. Mimarlar odası bütün
umudunu geleneksel mimariye bağlamış durumdadır.
32
Bu durumda mimarlık eğitiminin böyle bir ortamdan faydalanmasına
olanak yoktur. Yapılan stajlar da bunu göstermektedir, stajlar
kullanılan teknolojinin öğrenilmesi ile sınırlıdır. Büro stajlarında
öğrencinin etik, yaratıcılık gibi mimarlığın değerli ama pek çoklarınca
önemsiz hasletleriyle karşılaşması mümkün olamamaktadır.
Bildiri burada bitiyor, ama benim sôylemek istedigim bir iki cümle
daha var, izninizle. Bu kurultayın aslında bizce bir yarası var; herkesin
iyi niyetinden kuşkumuz yok, ancak "bazı düşüncelerin mimarlığa ve
eğitimine yarar sağlamadığını" düşünüyoruz. Bakın, elimizdeki bu
katalogun arka sayfasında -beiki gözünüzden kaçmıştır- bir ifade var,
hepsini okumayayım, herkesin elinde var, okumak istiyorum:
33
bu da ondan. 40 metre ileride bir kalfa yapısı, depremden sonra
çatlaksız ayakta duruyor. Deprem aslında geleneksel ya da
betonarme yapıyla ilgisi olan bir konu değil. Kafescioglu hocamiz da
değindi, aslında ona göre de "teknolojinin yeteri kadar üretilmemesi
eğitimde bu tür şeylerin sorunu" diye.
34
mimarlık bilgisi ve aktarımının serüveni
Alman sosyolog Ferdinand Tönnies 19. Yüzyıl"ın sonuna doğru
toplumsal yapıların iki uç örneği olarak, doğal iradeye dayanan
“Gemeinshaft" (topluluk-cemaat) ve yapma “ussal” iradenin ürünü olan
"Gesellschaft" (toplum-cemiyet) tanımlarını yapmış ve daima bu iki uc
arasında bir yerde bulunulduğunu düşünmüştü 1. Tönnies"in bu
tanımlamaları farklı hatta zıt yorum ve kullanımlara dayanak olacak
niteliktedir. Burada bizi ilgilendiren, bu özetlenmiş alıntının aşağıdaki,
fin-de-siécle mimarlık eğitimini tartışma çabamıza da ışık tutabileceği
düşüncemizdir. Biz biliyoruz ki mimarlık ortamı da “alaylı”dan “akıllı”ya
giden bir sürecin bir noktasında olmuştur her zaman.
36
bir yandaş grubu buluyor. Bu gruba mimarlığın ilk "organize
entelektüelleri" denebilir. İlk defa burada "stil ve tip" değil "toplumsal
amaçlar" mimarlığın hedefi oluyor. Mimarlar "eser" üreten “master”lar
değil, “ürün” üreten araştırmacılar oluyorlar. Her ürün pozitivist bir
anlayışla bir nedene dönük bir test oluyor. Bazı mimarlar ürünlerini
yazıları ile de açıklama ve destekleme gereksinimi duyuyorlar.
Eleştirinin bir entelektüel uğraş olarak görevi, yeni mimarlığın
toplumsal yanını desteklemek ve tanıtmak oluyor. Mimarlık eğitimi ise
çok uzun sürmeyen bir dönem için olsa da, öğrenciye stil bilgisi
aktarmak yerine onun yaratıcılığını geliştirmeye odaklanarak, radikal
dönüşe uygun yapıya giriyor. Kurumsal denetim yerini “ilkesel”
denetime bırakıyor. İlkeler ise rasyonallik ve toplumsallık olarak
özetlenebiliyor. Mimarlığın işvereni artık sıradan halk, ana konusu ise
onun konutu olmuştur.
37
Günlük yaşamı izleyerek bu sonuca varamayanların Popper'in
"bilimde belirsizlik" kuramını, Gödel'in, matematiğin, dolayısıyla bilimin
bitmediğini, bitmeyeceğini gösteren sonuçlarını 5 izlemeleri,
Calvino'nun üçüncü binyıl için 6 ilkede topladığı ön görülerini 6
bilmeleri gerekecektir. Ancak bu şekilde pek çok koca antik kentin ve
“kalıcı yapıt”ın bile aslında yerinde bugün sadece toprak kalmış
olmasını -başka bir deyişle- doğayı kirletmeden yok olabilme yönünü
günümüz mimarları da değerlendirebilecek; günümüzün bir küçük
binasının bir koca antik kentten çok daha fazla ve kalıcı olarak doğayı
kirlettiğini -moloz bıraktığını- 7 farkedecekler ve belki de teknolojiye
yeniden dönerek yüzdeyüz geri dönüşümlü malzemeler kullanmayı -
yeni işverenlerine hizmet için- zorunlu göreceklerdir. Mekanın belki de
yüzyılın başındanberi mimarlığın ana konusu değil belki de ayakbağı
olduğu üzerinde düşünme şansı bulunabilecektir. Eğitim de artık usta-
çırak tek yönlü yaklaşımından yeniden birlikteliğe, bu defa birlikte
aramaya yönelecektir. Yeni eğitici kalıcı yapıtlar ile çözümler üretmiş
uygulamacı değil, sorunları anlamaya çalışan düşünen kişidir. Yeni
öğrenci de bilmediğini kabul eden ve ustasından öğrenmeye ayarlı
pasif kişi değil, eğitime katkı yapabilen aktif kişidir 8. Eleştirinin bu
ortamda rolü ise durumu tanımlamak -koşulların topoğrafyasını
çıkarmak- yoluyla mimarlara yardımcı olmak biçiminde gelişecektir 9
Bu şekilde, "düşünce"lerin, "söylem"e 10, dönüşerek kalıplaşması ve
dondurulması önlenerek, kapitali mimarlık açısından terbiye edecek,
öncelikle neye, niye ve nasıl direneceğini bilecek yeni kuşak mimarlar
yetiştirilebilecektir.
38
39
(1) Tönnies'e göre, "Aile, akrabalık sistemleri, klanlar ve yeni oluşan dinsel topluluklar
Gemeinshaft örnekleridir. Bunlarda üyelerin statü rolleri duygusal ağırlıklıdır ve bilimsel,
ticari ya da siyasal amaçlara hizmet etmez. Bu roller oluşturulmuş değil, kendiliğinden
ortaya çıkmıştır. Cemaat tipi örgütlenmenin, örneğin ilkel toplulukların belirgin özelliği,
birlik ve dayanışmadır. Gesellschaft örnekleri ise kendisi için değil belirli bir amaç için
vardır. Gesellschaft"ın özelliği, araçlar ve amaçların birbirlerinden ayrılığıdır, yapısı
amaçlarına uygun düşmezse eleştiriye ve değişime uğrar. Modern yönetimlerin
bürokrasisi, ordular, sanayi örgütleri Gesellschaft tipi örgütlenmelere örnek oluşturur,
bunlar duygusal ve ahlaki açıdan yansızdır ve önceden belirli statüler üzerine değil,
verimliliği sağlamak için akılcı biçimde tanımlanmış roller üzerine kurulmuştur”.
AnaBritannica, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1994
(2) Bu gereksinim belki de her zaman vardı, ancak günümüzde herzamankinden fazla;
ülkemizde ise Resim 1 ve 2"yi de gördükten sonra bu gereksinimin özellikle ivedi
olduğunu düşünüyoruz. Benzer şekilde ülkenin geleceğini şekillendirmeye dönük
üniversitelerin özellerinin en iddialı ikisinin kentin kısıtlı orman alanlarında yerleşmeleri
ve bu yerleşmelerdeki mimarlık anlayışı da durumun ivedi olduğunun başka bir
göstergesidir.
Burada bir ayraç açarak Türkiye Cumhuriyeti"nin yeni Washington Büyükelçilik Binası
için bir saptama yapmak bu savımızın bir kanıtı olarak yararlı olabilir.Bu binanın, Yapı
dergisinin 211. sayısında yer alan bu fotoğrafında görülen özelliklerin, özgün bir
modernleştirici devrim yapmış bir cumhuriyeti mi, yoksa onun yıktığı düzeni mi temsile
uygun olduğu ortadadır. Hem bu binanın mimarisinin bir yabancı oryentaliste emanet
edilmesini onaylayan sorumluların bunu nasıl savunduklarını, hem de buna tepkileri,
görmek, okumak, duymak isterdik. Modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kimliğinin, çelişkiyi
fark etmeyi engelleyen bilinçsizlikle, Osmanlı geleneğini yinelemekte aranmasıyla bir
kez daha karşı karşıyayız ve son olacağını da düşünemiyoruz. Ayrıca "Dumlupınar" gibi
Cumhuriyet için çok özel bir sözcüğü ad almış bir üniversitenin kapısının mimarisi de bu
savımızı desteklemiyor mu?
(3) Yüzyılın en ünlü mimarlarından biri olan Louis Khan"ın, tasarım stüdyosu yöneticisi
olarak değerlendirilmesini, "ancak çok bina inşa eden ünlü mimarlar iyi proje hocası
olabilir" savının sahiplerine bırakıyoruz. Resim 3, Arena, Mart 1967 sayısından
alınmıştır.
(4) İyi bina yapımının da saygın ve ülkemizin son uğradığı duruma bakıldığında önemli
bir çaba olduğu kesindir. Ancak "kapital"e hizmet verme zorunluluğunun mimarlığı
törpülediği ve buna direnme şansı bulmanın kolay olmadığı da yaşananlardan
izlenmektedir. .
(5) T. Karaçay, "Gödel ne yaptı?", Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 661, 20 Kasım 1999,
sayfa 15.
(6) I. Calvino, Six Memos for the Next Millennium, Vintage, 1996.
(7) H.Yürekli, F. Yürekli, "Gelibolu Yarımadası Yarışması Üzerine" Mimarlık, sayı 287,
Haziran 1999, sayfa 36-37.
(8) H.Yürekli, F. Yürekli,"Öğrenci Ortaktır", Yapı, sayı 168, Kasım 1995, sayfa 65-68
(9) I. S. Morales, Differences: Topographies of Contemporary Architecture, The MIT
Press, 1997
(10) Moda olarak pek savunulan "söylem sahibi olmak" kavramı da görülüyor ki
tartışılmaya değerdir.
(11) F. Yürekli, "Mimarlık Eğitimi, Mimarlık Eğitimi Değildir", Mimarlık, sayı 280, sayfa
66-68.
40
41
mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi değildir
Ülkemizde mimarlık eğitiminin bugünü ve geleceği ile ilgili
düşüncelerin ivedilikle açıklanmasının gerektiğine inanıyoruz. Bu
düşüncelerin, öncelikle, ülkenin bitmek üzere olan bu yüzyıldaki
mimarlık geçmişi ile ilgili bilgi ve gözlemleri kısaca hatırlamak ve
yorumlamak üzerine kurulması uygun görünüyor.
42
ikinci yarısında Cumhuriyet hukumetlerinin ilkelerinden taviz vermeye
başladığı unutulmamalıdır. Bu çerçevede gelişen devrime ilk karşı
çıkışlar mimarlıktan yararlanmayı denemiş olabilir. İkinci Ulusal
Mimarlık Dönemi olarak adlandırılan bu harekete de ulusal demek
doğru değildir çünkü; yeni ulusun özelliği -ki modernite; yani geleceği
yaratmaktır- ile ilişkisi yoktur. Bu harekete olsa olsa Osmanlı Revival
Dönemi denebilirdi 2.
50, 60 ve hatta 70'li yıllarda özellikle İTÜ ve ODTÜ'de ise inatla hala
modern, rasyonel v.b adlarla anılan mimarlık "öğretiliyor".
43
80'li yıllar ve özellikle 90'lar ise bambaşka bir "ortak" getiriyor mimarlık
dünyamıza. Buna "Post-Modern" mimarlık deniyor. Biz bu mimarlığı
tanımlamak için "arabesk" deyimini daha uygun buluyoruz. Artık
okullardaki eğitim de ağırlıkla bunların "öğretilmesi"ne kayıyor.
44
aranabilir mi? Mimarlığımız, Cumhuriyet'imizin eşsiz özelliklerine
paralellik kuramamanın acısını çekiyor...
45
Bu nedenlerle düşünüyoruz ki, mimarlık okullarının görevi önce
entelektüel yetiştirmek olmalıdır. Entelektüel merak ve entelektüel
heyecan gelişmenin başıdır. İnsan aklına yakışandır. İnsan beyninin
en önemli özelliği kendi kendini izlemektir. Modernleştirici ve anti-
emperyalist Türk Devrimi'nin karakterine uyan da budur. Cumhuriyet
değerlerimizin uygulanmak için olduğunu hala farkedemediğimizin en
somut göstergesi, 30'ların sayıca pek az özgün modern mimari
örneklerinin hala korunmaya değer kültür varlığı tanımlaması
kazanamamasıdır. İkincisi ise sürüp giden gelenekselciliktir; bilmiyoruz
ki "kalıcı olan şey gelenek değil modernite"dir.
46
1. Mimarlığın kimliği din'de araması, bu gün dahi kimliklerin dine bağlanması (Avrupa
Birliği'nin Türkiye ile ilgili kararını ve Samuel Huntington'un The Clash of Civilizations'ını
hatırlayınız) yanında bize yine de şaşırtıcı gelmektedir.
2. Anıtkabir'in projelerinin bu dönemde (1941) elde edilmesi bizce bir şanssızlıktır. O,
modernleştirici ve anti-emperyalist devrimciye Batı Neo-Klasiği-Modern karması bir
melez mimarlık uygun görülmüştür.
3. Hilton gibi kübik bir yapının bile giriş saçağının uçan halı olması oryantalist bakışın
zavallılığının en tipik örneğidir.
4. Kimin koyduğu bilinmeyen "çatı %33 eğimli kiremit olur kuralı hala tartışılmıyor,
tartışmak isteyen mimara, oda başkanı 90'larda, "canım o yükseklikteki çatıyı kim
görecek" diyebiliyor.
5. O kadar ki, Boğaziçi için 1986'da verilen %6 imar izni, seçkin ve saygın mimarlardan
oluşan danışma kurulunun koyduğu kırma çatı-geniş saçak-cumba zorunluluğu ile
karşılaşıyor. Kırma çatı-geniş saçak-cumba bugün bile her türlü imar kısıtlamasını
aşmanın aracı oluyor.
6. Burada ülkemizdeki işvereni esas olarak devlet olan mimarlık yarışmalarının
durumunu kısaca hatırlamak gerekiyor. Yarışmalarımız, "uygulanabilirlik" (ki tek başına
bir ayrı yazı konusudur) kriteri altında amacından saptırılıp şema kompozisyonu
durumuna indirgenmiştir. "Ayağı yere basmayan" (bu kavram da uygulanabilirlik için
yazılacak ayrı yazıda önemli yer tutabilecektir) mimarların bu şekilde dışlanması ile
oluşan kısır döngü sonucunda yarışma ile üretilmiş bir mimarlık ürünü göstermedeki
zorluk hatırlanmalıdır. Azınlık görüşlerinin oluşturacağı eleştirel gerilimin mimarlığımıza
katkısı onyıllardır engellenmektedir. Sidney Opera Binası yarışmasının ayakta
durmayan bir öneri, Pompidou Kültür Merkezi Binası yarışmasının ihtiyaç programına
uymayan bir öneri ile kazanıldığı sanırım gözlerimizden kaçmış olacak.
7.Örneğin Florya Köşkü gibi dünya çapında özgün bir yapıtın sahibi Seyfi Arkan'ın genç
kuşaklara tanıtılmaması nasıl açıklanabilir?
8. Örneğin bize, İTÜ'de 62-67 arasındaki eğitimimizde teknik ders konuları dışında tek
bir kitap önerilmemiştir.
9.
-Fernand Braudel, La Méditerranée et Le Monde Méditerranéen a L'Epoque de Philippe
II, "II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası" adıyla çeviren M.Ali Kılıçbay,
İmge Kitabevi Ankara, 1990 ve 1994
-Marshall Berman, All That Is Solid Melts Into Air -The Experience of Modernity, "Katı
Olan Herşey Buharlaşıyor" adıyla çevirenler Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları,
İstanbul 1994
-Italo Calvino, Le Citta Invisibili, "Görünmez Kentler" adıyla çeviren Işıl Saatçıoğlu,
Remzi Kitabevi, İstanbul 1990
-Ilya Prigogine, Isabella Stengers, Order out of Chaos -Man's New Dialogue with
Nature, "Kaostan Düzene" adıyla çeviren Senai Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.
47
SOKRAT VE MİMARLIK EĞİTİMİ
Sofi'nin Dünyası 1. felsefenin tarihi hakkında özet bilgi veren ilginç bir
kitap. Biz burada, bu kitapta Sokrat ile ilgili olarak hatırlatılanlarla,
bugünkü mimarlık ve özellikle mimarlık eğitimi alanında karşılaşılan
durumları, aradaki 2500 yıla rağmen yan yana getirerek, şaşırtıcı
koşutlukları ortaya koymak ve irdelemek istedik.
48
görevini görmesi gerekiyor. Bu nedenle de biz mimarlığın pratiği ile
eğitimi arasında fazla da bir ilişki olmadığına inanıyoruz.
Sokrat'a göre bir soru bin yanıttan daha güçlü olabilir. Günümüz
mimarlık dünyasında görünen problemlere çözüm peşinde koşmaktan
önce gizli problemleri bulmak gerektiğine inanıyoruz. Bu durumda
mimarlık eğitiminde de soru sorma yeteneğini geliştirmenin asıl amaç
alınması önem kazanıyor.
49
mantığı (aklı) olduğunu kabul ediyor. Böylece mimarlık eğitimi
stüdyosunda çalışma monolog değil dialog oluyor.
"Giysisine sığınan insan kalitesizdir". Bize göre mimar olarak da, eğer
sığınıyorsanız, giysinizin (titrinizin) profesör, erkek (üzülerek belirtmek
gerekiyor ki erkeklik de tüm yeryüzünde bir giysi olarak kullanılıyor),
yüksek mühendis mimar, onmilyon metrekare inşaat yapmış mimar,
500 yarışma kazanmış mimar, olması farketmez, sizi olumsuz etkiler.
Ancak "öğrenci" giysisinin arkasına saklanmak da aynı derecede
olumsuzdur. O zaman bazı zamane sofistlerinin ortaya çıkmasını
kolaylaştırır, üniversitelerin "uyuşuk atlara" dönmesine yardımcı
olursunuz. Bundan da önce siz zarar görürsünüz. Her zaman en
korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Bu unutulmamalıdır.
(1) Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası Çeviren: Gülay Kutal, Pan Yayıncılık, İstanbul,
1994.
50
mimari proje dersinin amacı, kapsamı ve bir örnek
Mimari proje dersi, öğrencilerin profesyonel hayatta mimar olarak
gerçekleştirecekleri etkinliklerin bir hazırlığı durumundadır. Bu hazırlık
"gerçek" olanın bir simülasyonu niteliğindedir. Bu simülasyonu
oluşturma sürec ise bir "oyun" olarak nitelendirilebilir. 5. yarıyılda
mimari proje dersinde yaptığımız uygulamaları da ele alarak "gerçek"
ve "oyun" kavramları üzerinde duracağız. Watson'a göre her yazılı
eserin görüş açısı onun öznel ifadesini oluşturmakta, üzerinde görüş
açısı oluşturulan ise o eserin gerçeğini oluşturmaktadır. Gerçek,
eserden bağımsız düşünüldüğünde kavrama sınırlarımız dışındadır ve
neyse odur. Ancak eseri yaratan için bu gerçek bütünüyle
kavranamaz. Dolayısıyla semantik bağlamda her eserde takdim edilen
bir gerçek vardır ve farklı eserlerde gerçekler de farklıdır. Watson'a
göre bu gerçekler farklı görüş açılarına bağlı olarak kişiye göre,
objektif olarak, bilinenin dışında veya bir disiplin için olabilirler. Bunlar
sırasıyla varolan (existential), materyalist (substrative). hissedilebilen
(noumenal), gerekli ve esas (essential) gerçeklerdir. Mimarlıkta gerçek
kavramının yerini ve önemini irdelemek amacıyla bu gerçekleri biraz
açarak konuyla ilişkilendirmeye çalışacağız.
• İlk olarak bize en yakın ve bizim için en açık olan, bizim için
gerçektir. Bu bütün çeşitliliği ve özellikleri ile somut olarak
algıladığımız evrendir. Bu gerçek algılandığında görünen, doğal
gerçektir ve özellikle varolunan gerçektir. Bu da şimdiki zamana aittir.
• Bizim tarafımızdan algılanan gerçek, gerçek olmayabilir çünkü bizim
tarafımızdan algılandığından kendimizden de bu gerçeğe birşeyler
katılmıştır. Gerçek olan gerçek nesnenin bize etkisi değil nesnenin
kendisidir. Nesnede bulunan esas özellikler ikincil özelliklerden
ayrılmalıdır. Bu ikincil özellikler nesnelerin içinde yer almamakta fakat
esas özelliklerin bizi etkileyen taraflarım oluşturmaktadırlar.
• Algılanan gerçek kusursuz olmadığı ve geçici olduğu için gerçek
değildir. materyalist gerçek kısıtlı olduğu ve basitleştirildiği için gerçek
değildir, ve hakikaten gerçek olan kusursuz ve ulaşılmazdır. Bu ideal
gerçektir.
• Bizim için gerçek olanın göreceli olduğundan aslında gerçek
olmadığı, materyalin kendisinden çıkanları yani etkilerini ifade
51
edemediği için gerçeği tam ifade edemediği, ideal formların da
gerçekleştiklerinde gerçekliklerini kaybedeceklerinden gerçek
olmadıkları düşünülürse ancak her şeyin var olduğu haliyle gerçek
olduğu söylenebilir.
52
toplumdan daha farklı bir noktaya ulaşma yolunu açabileceği koşulunu
getirmektedir.
53
rağmen daha soyut düzeyde kaldığı ve biçimlendirmede öğrencilerin
çok zorlandığı görülmüştür.
Örnek olarak seçilen. İ.T.Ü. Mimarlık Fakültesi Mimarlık bölümü 1994-
1995 kış yarıyıl Mimari Proje 5 öğrencilerinin tasarladıkları "hayali
çevreler"i: öncelikle, öğrencilerin belirlediği, kurguladığı (hayal ettiği)
insan ilişkileri, yaşama düzenleri ve toplumsal yapılar şekillendirdi. Tek
kişinin "karmaşık" yapıdaki bir çevreyi (şehri) tasarlamasındaki
güçlüğü ve olanaksızlığı; çoğu öğrenci, öncelikle içinde yaşadığı
günümüz toplumuna ve düzenine karşı yönelttiği eleştirilerini, projesi
için başlama noktası alarak aşmaya çalıştı.
Hayal edilen çevreyi hem grafik, hem de yazı ile ifade eden günlük,
gezi notları, araştırma raporları gibi anlatımlar, projenin önemli
parçasını, bazen tümünü oluşturdu. Bu anlatımlar, kişisel gözlem ve
yorumlara dayalı sayısız ayrıntıyı içeriyordu; dolayısıyla bu proje, oyun
(ve sanat) gibi, kişinin kendini ifade etmesini sağlayan bir araç haline
geldi. Aşağıda bazı örneklerini sunduğumuz öğrenci projelerinin
sözkonusu özellikleriyle, mimari proje dersi kapsamındaki oyun
çerçevesinde. gerçeklere yeni bir bakış açısı, yorum, yeni bir söz
getirdiğine inanıyoruz.
kraak 'in gezi notları :5 /kiler ayı/ Lordumun 1259. yılı /1.gün.
Lordumun yeni yılı kutlu olsun./ Bin yıl daha hüküm sürsün.
Herrurnrnerrum 'un yerlileri Kucak denilen evlerde yaşarlar, işyerleri
(neyle iştigal ediyorlarsa) ikinci seviyede (birinci kat) Hayat adı verilen
odadır. Basit olan şeması ihtiyaç büyüdükçe ayrışıp ek kütlelerle
genişler. Kucak aynı zamanda uyudukları odanın adıdır. Yuvalarını
uyuma eylemi ile özdeşleştirirler. Uyku onlar için öte yaşama geçen bir
kapıdır. Kutsal bir eylemdir. Bu yavaşlatılmış yaşam süreçlerinde
gördükleri illüzyon ve halüsinasyon benzeri görüntüleri (rüya)
gerçekten ayrı tutmazlar. Yaşam rüya, rüya gerçek olabilir onlar için.
Hatta bazıları gerçek anıları ile rüyada gördüklerini birbirine karıştırmış
yaşar. Ben de bu 'rüya’lardan birini
54
görme fırsatını elde ettim. Bizlerin halüsinojenik kimya destekli
sanatımıza benziyor.
Her evin altında pissuyu arıtan ve temiz suyu emen reaktörler var.
Şehrin altındaki enerji nakil hattı aynı zamanda toprak altında belirli
konsantrasyonda su bulunmasını sağlıyor. Bu suya kuyular
aracılığıyla rahatça ulaşılabiliyor. Herrummerrum 'da üstün bir tekno-
ekoloji olduğunu söyleyebilirim... Kapı üzerine asılan uğur, evi
nazardan saklamak içindir. Aslında bu ileri güneş teknolojisinin ürünü
olan bir dezenfektan. Eve mikrop giremiyor...
Kraak'ın Gezi Notları: 7/çiçek ayı Lordumun 1259. y illi 25. gün.
55
rüya denilen mekanizmayla varoluş katmanlarını değiştirip başka
zaman ve yerlerden haber alabiliyorlar. Bizim zihinden zihine yolculuk
etmemiz gibi...
kraak'ın gezi notları: 10 hasat ayı/ lordumun 1259. yılı /9. gün.
Ruh kutuları yan yana gelerek bütün bir makina oluşturur. Her kutu
değerlidir. Hayatta ölen kişilerin kutuları işlemeye devam eder. Ruh
ölümsüzdür. Tüm makinaya güç veren bir "ilk kutu" vardır. Bu kutunun
güç aldığı hiçbir kaynak yoktur. Varsa da bunu tek bilen "Ruh efendisi"
denen kişi... 15000 yıllık hayatımda zihnine giremediğim tek varlık bu
ruh efendisi oldu. Beni hissedebiliyor ve izin vermiyor.
Şehrin tarihine bakınca ters giden şeyler hakkında bazı ipuçları
buldum. Önce sadece ruhbeyleri vardı. Bunlar şehri yöneten, geliştiren
bilge kişilerdi. Sonraları eğitim sisteminin ve şehrin gereklerinin
kapasitesinin artması sonucu, araştırma geliştirme yanlarının daha
ağırlık kazanması gerekti. Bu amaçla zaten ruhevinin yakın-uzağında
kurulu olan bir deneme sahasında bir "Alimevi" kuruldu ve bu işle
ilgilenen ruhbeyleri Alimağa sistemini oluşturdular. Yine ilerleyen
yıllarda "Alimevi" gelişti. Şehrin bozulan sistemi ve sosyo-politik
eksikliklerden dolayı şehrin bir "vali"ye ihtiyacı olduğuna karar verdi.
Böylece ruhbeyleri yöneticilik sıfatına da veda etti. Yeni kurulan vekillik
sistemi için şehir mahallelerinden vekiller seçildi ve vekilevi inşa
edilerek temsili bir sistem kuruldu. Bu zamana kadar herkes kendini
biliyordu. Ruhkutusu sistemi bunun içindi zaten. Neden güçleri
ayrıştırdılar?
56
kraak'ın gezi notları: 12 kiler ayı/ lordumun 1260.yılı/10.gün.
kraak'ın gezi notları: 13 /kiler ayı/ lordumun 1260. yılı /45. gün
Herrummerrum/lstanbul ‘95"
57
Gelecekte, mevcut düzenden sıkılıp dünyayı terk edenler, yerleşmek
için yeni bir gezegen ararlar ve Simurg adını verdikleri yeni yerkürede
yeni bir "düzen" kurarlar. "...Dünyada kalıp hayatlarını devam ettirenler
ayrı bir hikayenin kahramanlarıdır. Bu hikaye yeni bir gezegen bulmak
amacıyla Dünya. Sion ve benzerlerinden kaçanların hikayesidir..."
doğum
Efsanesi okullarda ve kitaplarda anlatılırken Ateş Kuşu'nun kendisi
toplu konutlarda canlanmaya başladı. İki dost birbirlerine içlerini
döküyorlardı. Tüketiklerinin çok daha azını tüketebileceklerinden,
ürettiklerinin çok daha fazlasını üretebileceklerinden söz ettiler. İçtikleri
kötü su, soludukları kötü hava için vergi veriyor olmaktan, insan yüzü
göremiyor olmaktan, çalıştıkları yerdeki anlamsız verimsizlikten,
hastalıklarından yakındılar. O akşam orada bir temel atılıyordu.
58
Zaman içinde inşaya katılanlar çoğaldı... Yıllarca birbirlerini keşfetmek
için gizli örgüt gibi kendilerini sakladılar, sayıları binlere vardı.
İçlerinden bazıları "nexus" olmaya karar verdi.
terk
Gidebilecek olanlar kolonist olarak kayıt oldular...
gemide
Dünyadan ayrıldıktan belli bir süre sonra merkezle iletişim titiz
hazırlanmış bir kandırmaca ile kesildi.
simurg
Yeni yerküreye Simurg adı verildi. Kent için seçilen yer ılıman kuşakta,
körfez-ova-tepe yapılarına sahip bir bölgeydi. Gezegenle ilgili
araştırmalar ve yaşamsal deneylerin tamamlanması için önce ızgara
planlı ilk bahçe-laboratuvarlar ve iklim kontrol tesisleri kuruldu.
İlk yapıların bir bölümü kayalık tepenin güney yamacına, daha büyük
bir bölümü ise yamacın güneyine inşa edildi. Hepsi de çok
rasyoneldi... Sokak ve caddeler yerine kapalı bina grupları oluştu, ilk
enerji kaynakları gemiden sökülen güneş panellenne ek olarak yel
değirmenleriydi.
II. evre
Toy bir öznelliğin filiz vermesi ve koşulların iyileşmesi ile tekil binalar
inşa edilmeye başlandı. Atölye-ev kavramı ortaya çıktı. İlk anıtlar
yapılmaya başlandı.
59
deneysel ve kuramsal bilgileriyle inşa ediliyor ve canlılığını
sürdürüyordu... Sanat hayatın içinde ürünlerde, işlerde ve
davranışlardaydı.
III.evre
İlk yerleşime ait binaların rehabilitasyonu yapılmaya başlıyor... Eğitim
ve yönetim binaları oldukça küçüktü, çünkü iki eylem de çok sabit
olmayan kadrolarla, ağırlıklı olarak toplumun kendisi tarafından
gerçekleştiriliyordu.
60
Koordinatları : Gr. 'e göre doğu 24.boylam, güney yarıküre
24. enlem
Halk : Sotho Kabilesi
Yerleşim birimi : Mağara, gergilerle oluşturulmuş birimler
Sistem kurulduktan ve her şey depolandıktan sonra dış dünya ile ilişki
kesiliyor. Bu araştırma grubunun bu aşamadan sonra yaptıklarını ve
yerli halkı kullanarak insan metabolizmasını -radyoaktiviteden dolayı
61
mutasyona uğramış- incelediklerini araştırma merkezindeki
raporlardan öğreniyorum. Bu şekilde sıklaşan esrarengiz ölüm ve
kayıtlardan şüphelenen yerli halk gerçeği öğreniyor ve içlerindeki ilkel
vahşet ortaya çıkıyor, bir gece bütün araştırma grubunu yok
ediyorlar..."
...
62
Kendi aralarında para kullanmıyorlar, ihtiyaçlarını birbirlerinden
istiyorlar. Yeni çocuklarını bu çevrede doğurup onları kendi istedikleri
gibi yetiştiriyorlar. Sistem işlemez ve köy kent eskisine benzerse terk
ediliyor. Başka bir yerde ve zamanda belki tekrar denenmek üzere... “
makina - şehir
cem yücel (resim 5a/b)
“...
Sabahın ilk ışıkları. Tam olarak tanımlayamadığım bir ‘bölge’nin
içinden geçiyoruz. Daha önce hiç benzerine rastlamadığım bir yer.
Hava soğuk ve sisli. Hakim bir grilik var. Her yer gri-siyah. Hava hala
birşey görebilmek için çok karanlık... Kendimi yabancı hissediyorum.
Tekrar vagonun buğulu camından dışarı baktığımda hava biraz daha
aydınlanmış. Taş bir köprü gözüme çarpıyor...
aynı gün/öğle suları
15 Şubat Pazar/sabah
63
saat erken. Yıkım ve yapım şantiyelerinin sesi ise hiç duyulmuyor.
Kentin garip bir özelliği de hiçbir şeyin bir yerinin ya da bölgesinin
olmayışı. Her şey her yerde. Fabrikalar, gecekondular, konutlar; her
şey içice. Hava berbat. Soğuk ve kirli. Hiç kalkmayan bir sis tabakası
var. Arada sırada yağmur da yağıyor. Yine başladı. Boş olduğunu
düşündüğüm bir ... sığınıyorum...
aynı gün/akşamüstü
Dün gece terk edilmiş bir binanın ikinci katında (asma kat sanırım
burası eskiden bir ımalathaneymiş) uyku tulumunda yattım. Hala
binanın içindeyim ve camdan dışarı bakıyorum. Saat çok erken olmalı,
insanlar işlerine ya da nerede olmaları gerekiyorsa oraya gidiyorlar.
Pencere işlek bir caddeye bakıyor. Birinci katın tavanı oldukça yüksek
olduğundan caddeye oldukça tepeden bakma ayrıcalığına sahibim.
Bunca aceleyle bir yerlere yetişmek zorunda olan bu insanlara
acıyorum.
Duvarın dibinde kırık bir ayna parçası var. Kendime ne kadar
yabancılaşmışım...
64
aynı gün/saatler sonra İlk defa bu kentte gerçekten korktum. Karşımda
dehşet verici bir yapı duruyordu. Korktum... Sanırım bir saat kadar
koştum. Nereye gittiğimi hiç bilmeden. Burası su kenarında sakin bir
yer. Etrafta kimse yok ama korku da yok. Aklıma ozanın şu sözleri
geliyor: "seni öldürmeyen şey seni daha güçlü yapar"...
22 Şubat Cumartesi/öğle
Dün o eğitim yapılan kurumlardan birini gezdim. Bir üniversite. Tatil
günü olduğundan boş sayılırdı. Yine de özellikle bahçede hatırı sayılır
bir kalabalık vardı. Programlara falan şöyle bir baktım da... İnsanların
zamanlarını bu gibi zırvalarla harcamaları, üstüne üstlük kendi
istekleriyle...
24 Şubat Pazartesi/sabah
Yine bu kentin insanları için en berbat gün. Yeni bir hafta başlıyor.
Berbat. Ben bile kendimi onlar adına kötü hissediyorum. Ama mecbur
değiller aslında. Bunu sağlayan, yani bu durumu yaratan bir kurallar
bütünü var. Yasalar. Daha da kötüsü ise toplumsal ahlak dedikleri
kokuşmuşluk. Bireylerin kendileri yaşamlarıyla ilgili kararlar
vermedikleri sürece nasıl bir birliktelik olabilir ki bu. Buradan sıkılma...'
65
Işığım kaybetmiş bir dünya. İnsanlar ışıkla birlikte geride kalmış her
şeylerini "hayal merkezi"nde görebiliyorlar. Bir kısmı buna muhtaç,
diğer kısmı ise kendisi hayal kurmayı tercih ediyor ve ötekiler
tarafından dışlanıyor.
66
maskemi çıkarmıcam söz. Hayal Merkezi'ne daha çok gidicem ve
geçmişimi çok iyi öğrenicem. Güle Güle.
anoa
128.1200/ Pazar
Sevgili Günlük, sana uzun süredir yazamadım. Özür dilerim. Ben çok
hasta oldum. Hem de çok. Babam karanlık bölgeden doktor çağırttı.
Onlar en iyi doktorlarmış ama babam onları hiç sevmiyor. Annem de
sevmiyor. Ben de sevmiyorum. Çok korktum. Çok garip bir adamdı.
Hep gözlerini kapatıyordu. Bana bir sürü yuvarlak hap verdi. Babam
onları besin hapı sandı. Çok kızdı. Ben oğluma aşağı insanlar gibi hap
içirtmem dedi. Ama onları içmeden iyileşemezmişim. Şimdi iyiyim.
Annem dedi ki doktor insana hiç benzemiyormuş ama ben iyileşince
bunun önemi kalmamış. Biliyor musun karanlık bölgedekilerin
bazılarının hiç gözleri yokmuş ama bazen biz burda konuşurken bizi
duyabilirlermiş. Zila söyledi ama inanmadım. Onlar bizden çok uzakta
yaşıyor. Sana resmini yapayım mı?... Ben çok çok iyi resim
yapıyorum. Büyüyünce Hayal Merkezi'nde çalışıcam ve çok önemli
olucam. Ama şimdi çok yorgunum. Seni çok seviyorum (Güneş'ten,
annem, babam ve örtmenimden sonra).
Anoa"
67
• Huizinga. J., Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. Ayrıntı Yayınevi, İstanbul.
• Norberg Schulz. C., Existence, Space and Architecture. Studio Vista, Londra, 1972.
• Norberg Schulz. C., Genius Loci -Towards a Phenomenology of Architecture,
Academy Press, Londra, 1980.
• Spielberg. H., The Phenomenological Movement, Dordrecht: Kluwer Academic
Publishers, 1994.
• Suits. B., Çekirge, Oyun, Yaşam ve Ütopya, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul, 1995.
• Watson. W., The Archilectonics of Meaning Foundations of the New Pluralism, The
University ol Chicago Press. Chicago. 1993.
68
69
70
71
72
73
74
mimarlık eğitimi: çözüm 4 yıl mı?
Kurumsal mimarlık eğitiminin 4 yıldan 5 yıla çıkarılması görüşü
sonunda başarılı olmuş ve YÖK durumu fakültelere bildirmiştir. Bir
üniversitemizin öncülüğünde alınan bu karar yine aynı üniversitenin
henüz hazır olmadığını belirtmesiyle askıya alınmıştır. Gerekçeleri.
gibi, beş yıllık yeni program da elimize geçmediği için dört yıllık
programın -tamamlanan- eksiklerini de öğrenebilmiş değiliz. Ancak,
mimarlık kalitesinin yalnızca eğitime, eğitim kalitesinin de yalnızca
eğitim süresine bağlanmasını yararlı değil zararlı olacağına
inandığımız için, görüşlerimizi aktarmak istiyoruz.
Mimarlık eğitimi dört yıla indiğindenberi, bunun yetersiz olacağı görüşü
genellikle meslek dünyasında ısrarla ileri sürülmüş ve akademik
çevrelerde de geniş ölçüde destek bulmuştur. Yeni mezunların
“mala”yı tanımadıkları, bir uygulama projesini ölçülendiremedikleri,
detay bilmedikleri, hatta düzgün çizgi çizemedikleri, özellikle
yanlarında çalışmaya başladıkları mimarlar tarafından, sık sık dile
getirilmiştir. Şehirlerin görüntüsünün giderek bozulması da eğitimin
yetersizliğine bağlanmıştır. Biz de bugünkü ortamda mimarların
tamamının iyi yetişmediğine inanıyoruz. Mimarlık eğitiminin yetersiz
olduğu görüşleri, görüş sahiplerinin mimarlıktan ne anladıklarını ortaya
koydukları için çok değerlidirler. Bazılarına göre mimarlık müşterinin
isteklerini karşılayan sağlam ve güzel binalar yapmaktır. Yani bir
binanın düzeni işlevini görmesine uygun olmalı, bina iyi ısınmalı, çatısı
akmamalı çevresindeki binalara benzer -bu kelimeyi bilinçle
kullanıyoruz- olmalı v.b. Bunlar gerçekten geçerli midir, yoksa meslek
uygulaması ile haşır-neşir olmuş, müşteri memnuniyeti peşinde koşan
kişilerin görüşü müdür. Acaba müşteri mimarlığın ne olduğunu ne
zaman öğrenmiştir de mimarlık onun yargı ve beğenisine bırakılmıştır?
Benzer şekilde, en üst düzey kurumlarında bile çevre korumayı boş
arsalara da öncekilere benzer bina yapmak olarak gören bir toplumda
mimarlığı konuşuyoruz. Örneğin Boğaziçi’nde yeni yapılacak
binalarda, kırma çatı ve saçak mecburiyeti en yetkili olduğu düşünülen
danışma kurullarınca konmuştu. Şimdi ise 19. yüzyıl neoklasiklerini
boş arsalara yapmanız teşvik ediliyor. Yenileme şemsiyesi altında
ancak bunlara izin veriliyor. Kritik, sit alanı veya kültür varlığı kabul
75
edilen durumlardaki mimarlık kararları, mimarlık yapmayan ve
mimarlık düşünmeyen uzmanların onayına bırakılırsa, yeni binaların
da eskiler gibi yapılması doğal olacaktır. Ancak mimarlık bu mudur?
Bilineni tekrarlamak en kolay yoldur, ancak entelektüel bir tutum
değildir. Bunlar kendinden emin bir mimarlık anlayışının kendinden
emin bir mimarlık tanımının yansımalarıdır. Gerek uygulama gerek
denetleme gerekse öğretim kurumlarında bu anlayışın egemen olması
bizce ülke mimarlığı için bir talihsizliktir (*). Bu anlayışın eğitimde de
verilecek şeylerin belli ve değişmez olduğu ve 4 yılda verilemeyip,
ancak 5 yılda verilebileceğine inanması doğaldır. Ancak durum acaba
böyle midir? Yani bugün tek bir mimarlık tanımı geçerli midir? Mimarlık
artık kuru bir teknik uygulama alanı değil entelektüel bir uğraş haline
geldiği için tanımı belirsizleşmiş olamaz mı?
Işlev açısından ise binaların belli bir fonksyona tam olarak uygun
şekilde tasarlanması müşterinin ilk anda memnuniyetinin en üst
düzeyde olmasını sağlasa da bunun uzun vadede yarar değil zarar
konusu olabileceği bu yüzyılın deneyimleri ile açıkça görülmüştür.
Birçok bina bir işlev için tasarlanmışken, kaba yapı sırasında başka bir
işleve, bittiğinde başka bir işleve tahsisi sözkonusu olabilmektedir.
Mimari doğal olarak işlevle ilgilidir ancak bu ilgi onu izlemek için değil,
işlevler değiştiği veya öldüğü zaman da binayı yaşatabilmek içindir.
Artık binanın, içinde oluşacak yaşantıyla herzaman bütünleşebilmesi
stratejisi önem kazanmıştır.
76
Biçim açısından ise sorun, belli uslupları, akımları bilmek ve
uygulamak, tarihi eser yanına yeni tarihi eser yapmak veya müşterinin
bildiği ve istediği bir başka biçimi sağlamak, yani biçimsel uyum veya
biçimsel beğeni peşinde olmak değildir.
Mimarlık her yeni çalışmada yeni bir koşullar takımı ile karşı karşıya
kalınılan, dolayısıyla, her seferinde işlev-biçim-teknik üçlüsü ile yeni,
entelektüel bir hesaplaşmanın gündeme geldiği bir değişik alandır,
yoksa bilinen, denenmiş çözümlerin o yer için optimizasyonu değildir.
Mimarlık yeri ve yaşantıyı geliştirme amacını taşır. Satranç gibi, belli
kurallarla değişmeyen bir tahtada oynanan bir oyun değildir ki, belli
bilgilerle yapılabilsin. Mimarlık ideallerin yönlendirdiği görüşlere
gereksinim duyar. Bu nedenle mimarlık eğitiminin amacı öğrencinin
yaratıcı potansiyelinin farkına varmasını ve kullanmasını sağlamak
olmalıdır. Ancak bu şekilde, karşılaşılan herhangibir koşullar takımının
sakladığı sorunları görmek ve bunlarla başa çıkacak yeni bilgiyi
üretmek için, işlev-biçim-teknik üçlüsü ile yeni bir entelektüel
hesaplaşmaya girmek yolu açılabilir. Doğaldır ki yaşanan her deneyim
bu yöndeki yetkinliği artıracaktır, ancak bunun mevcut bilgileri
yüklemek ve kullandırmaktan çok farklı birşey olduğu “deneyim
yaşamanın” ömür boyu süreceği kabul edilmelidir.
Kurumsal eğitimde doğal olarak bir süre vardır. Bu sürede belli krediyi
sağlayamayan öğrenciye ek süre verilerek bu kredileri tamamlaması
sağlanmakta olduğuna göre mevcut sürenin uzatılmasının bir sebebi,
eğitimde sağlanması gereken kredi miktarını artırmak ise, bir diğeri de
yetki almadan önce, akademik ortamda kalınan süreyi uzatmak
gereksinimi olabilir. Akademik ortamda kalınan süreyi artırma görüşü,
perde arkasında, pratik ortamın geliştirici değil yıpratıcı, kemirici
olduğu savını da beraberinde taşımaktadır ki bu da doğrudur.
Ülkemizde koşullar mimarlara mimarlık yapma şansı tanımamaktadır.
Bunun yerini bürokrasiyi aşma çabası almış bulunmaktadır.
Toplumuzda mimarın başarısı ruhsat alma hızı ile ölçülür olmuştur.
Ancak akademik ortamın da idealden çok uzak olduğu bir başka
gerçektir. Yine de bizce mimarlık eğitimi ilerde muhakkak daha da
kısalacaktır. Bu “kurumsal” eğitimdir, sürelidir. Enformal eğitim ise
mesleki yaşam boyunca kaçınılmaz olarak sürecektir.
Öğrenciye eğitimin okulla birlikte bittiği hissini verecek bir anlayış devri
kapanmıştır. Eğitim öğrenciye meslek bilgisi vermek yerine ona
mimarlığın ne olduğunu -veya olmadığını- kavratmaya yönelik
olmalıdır. Bunu kavramış olmak onu eğitimin mesleki yaşantıda da
77
süreceğine inandırmış olacaktır. Siz öğrenciye bir kitap bile önermek
ihtiyacı duymazsanız, siz öğrenciye bir konuda bir yazı
yazdırmazsanız, 6 yıl da okutsanız ne yararı var. Belki de zararlı
oluyorsunuzdur. Kentlerimiz eğer kötü ise sebebi, değil eğitimleri
sırasında, ömür boyu kitap okumamış mimarlar olamaz mı, ya da bir
sergiye, bir sanat gösterisine gitmemiş, bir bale izlememiş, bir konu
tartışmamış, kent veya kır yaşantısını tanımamış mimarlar olmasınlar.
Belki de bugün en büyük binaları yapmakta olan mimarların binalarını,
asansörü şöyle, cephe giydirmesi böyle, sirkülasyon alanı şu oranda,
şu bankası olduğu için “ş” harfi şeklinde yaptık diye anlatıyor
olmalarıdır. Bu mimarlar ki çoğunlukla 5 yıllık bir kurumsal eğitimden
ve 20, 30, 40 yıllık mesleki deneyimden geçmişlerdir.
78
kullanıma batmış bir ortamda mimarların başarılı olması beklenebilir
mi?
Genç mimarlar için başlıca teşvik unsuru olan yarışmaların ise, hala
ancak belli anlayışların değerlendirildiği, tutucu zihniyetlerden
arındırılması için jüri seçimlerinde kriterler gözden geçirilmelidir.
Özellikle Bayındırlık Bakanlığı son 30-40 yıldır düzenlediği
yarışmaların Türk mimarlığına katkısını ivedilikle değerlendirmelidir.
Tüm yetkili kurullar ve danışma kurulları üyelerinin belirlenmesinde
ölçütler gözden geçirilmeli, “Boğaziçi’ndeki binalar ancak saçaklı ve
kırma çatılı olabilir” , veya “eski esere yapılan ek ancak cepheden bir
metre geride ve tümüyle füme renk camlı olur” şeklinde görüş veya
yönetmelik hazırlıyan sözde deneyimli ancak kısır görüşlü uzman
mimarların mimarlığa zarar vermeleri önlenmelidir. Bunları
görmeyenlerin, yeni mezun mimarları yetersiz bulmaları anlamsızdır.
Belki de bugün yetkili makamları işgal edenlerin onyıllar önce aldıkları
ve bilinen çözümleri öğreten eğitimleri nedeniyle bugünkü mimarlık
ortamını çözemedikleri düşünülmelidir.
79
YÖK eğitim süresini uzatmak gibi pahalı ve bugünkü akademik
koşullarda hatta riskli bir yolu denemeden önce üniversitelerden,
meslek odalarına, yerel yönetimlerden bakanlıklara, kültür
kurumlarından danışma kurullarına kadar, ilgili her kurum ve kişinin
katılabileceği ve takkeleri düşürecek tartışmaların yapılabileceği bir
MIMARLIK ŞURASI’nın toplanmasını sağlamak için çaba
göstermelidir..
(*) Kendi kendine pay biçen meslek odası veya bilim akademisi gibi kurumların zararlı
da olabileceğini gösteren örnekler unutulmamalı, Ingiltere’de, Matematisel Tripos adlı bir
tür onur sıralaması sınavının bu ülkede “yüz yıl boyunca ciddi matematiğin gelişmesini
fiilen kösteklediği” (bak. G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması, s.12), Pasteur’ün
asıl mücadeleyi mikroplara karşı değil, Fransız Tıp Akademisi’ne karşı verdiği akılda
tutulmalıdır.
(**) Akademik alanın sorununun öncelikle üniversite kanunları olmadığını 1750’yi
yaşamış olanların söyleyebilmesi gerekir. Sorun etik (özdenetim) sorunudur. Insan (bu
arada akademisyen) beyninin önemli özelliğinin kendi kendini izlemek ve denetlemek
olduğu unutulmaktadır.
80
öğrenci ortaktır
Mimarlığın ülkemizdeki durumundan hemen kimse memnun değil.
Buna biz de katılıyoruz. Bunun sorumlusu olarak bugünkü mimarlık
eğitimi gösteriliyor. Tek sorumlu olmamak rezervini koyarak, eğitimin
büyük ölçüde yetersiz olduğu görüşüne de katılıyoruz. Ancak başka
nedenlerle. Burada bu farklılaşmanın gerekçelerine de değinerek,
günümüzde mimarlığın durumunu ortaya koymaya ve eğitimi için
görüşlerimizi açıklamaya çalışacağız.
81
dolayısıyla da eğitimden beklentileri bizce yanlış değilse kısıtlı olanlar
halen büyük çoğunluktalar.
Yeni yetki almış mimarın durumuna dönersek, burada yeni yetki almış
deyimi kritik olmaktadır. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı
gibi, formal eğitimden sonraki mesleki yaşantı da bir eğitim olmalıdır
ama, bu denetimsiz daha doğrusu dış denetimsiz bir eğitimdir ve bu
dış denetimsizlik kavramı, öğrencinin formel eğitim sırasında bu dış
denetimsiz eğitim dönemi için de hazırlanmasının gerektiğini ifade
etmektedir. Aslında ideal durumda dış denetim, öz denetimi
82
destekleyecektir. Birey ve kurumları ile ‘serbest rekabet ortamlı’
toplum bunu yapabilmelidir. Doğaldır ki, sergiler, eleştiriler, yayınlar
gibi araçların geliştirdiği bir toplumsal ilgi ve bilinçten ve bunun motive
ettiği mimarın kendisinden daha iyi bir denetçi olamaz. Ancak bizim bu
ilgi ve bilinçten yoksun uygulama dünyamızda , eksiklik vardır.
Toplumun büyük çoğunluğunun mimardan ne beklediğini bildiğimize
göre durum burada çok daha kritiktir. Ancak nihai hedef olarak
müşteri-toplum da uygulamanın “karşı tarafı” değil ortağı olmalıdır.
Yani olabilmelidir. Bayan Schroeder olmasaydı Rietweld’in o evi
herhalde öyle yapamayacağı hiç unutulmamalıdır.
Amacı bu olan eğitim artık iki ayrı ‘taraf’lı bir organizasyon değildir.
Mimarlık anlayışının geldiği noktada, eğitimin ana girdisi, uygulamada
oluşmuş ‘Neufert’ ve ‘Time Saver Standart’lara doluşmuş, teknik bilgi
yerine, veya Neufert’ten en etkili nasıl yararlanabileceğinin yöntemleri
(!) yerine, öğrenci ve öğretim üyesinin, kişilikleri olmuştur. Mimarlık
bilgisi artık okullarda bu ikilinin ortaklığı ile üretilmektedir. Mimarlık
eğitiminde ağırlığın her zamankinden çok “stüdyo”da olması gereği bu
durumdan kaynaklanmaktadır. Mimarlık stüdyosu, o her şeyi bilen
üstad mimarların, bildiklerini, çizerek öğrettikleri yer olmaktan çoktan
çıkmıştır. Bunu bazı öğretim üyelerinin fark edememiş olması,
bazılarının fark etmiş olsalar da bir türlü gerektirdiği şekilde
davranamamaları, bir şey değiştiremez. Çünkü, öğrenci artık eski
öğrenci değildir. Stüdyoda pasif alıcı taraf olmadığını, yapılan işin
ortağı olduğunu fark eden öğrenciler giderek artmaktadır. Öğrenme
‘yeni bilgi üretme’ olduğu için, mimarlık stüdyosunda, stüdyoyu
yöneten de öğrenci ile birlikte öğrenmektedir.
83
Eğitimin yönlendirilmesi ise sanıldığı gibi müfredat programı sorunu
değildir. Bu amaç için müfredat üzerine komisyonlar kurularak, yıllarca
çalışılmış ancak sonuç alınamamış olması da bunu kanıtlamaktadır.
Bunda, istenen müfredat programı yerine, daima oluşmuş kadroya ‘iş’
verecek düzenlemelere gidilmiş olmasının rolü muhakkak ki varsa da
asıl sorun buradan kaynaklanmamaktadır. Asıl sorun ‘kadro’nun
nitelikleridir. Örneğin kendileri eleştiriye tahammülsüz kişilerin
‘mimarlık öğrencisi eleştirel bir kafaya sahip olarak yetiştirilmelidir’
görüşüne katılmaları veya katılmamaları arasında bir fark yoktur.
Onlar saklı müfredatlarının ortaya çıkıp etkili olmaya başladığını fark
bile edemezler. Bunun gibi, tarih bilgisini kronolojik obje tanıtımı olarak
görürseniz, tarih dersini, Bauhaus’daki gibi yasaklamak daha yararlı
olabilir. Onun için ‘Kadro’nun nitelikleri daima ‘Program’ın
niteliklerinden daha önemli, daha öncelikli ve daha etkilidir. Biz daha
öğrenciye verdiğimiz donmuş programı, saat hesabı kredi ile ifade
edince, kredili eğitim sistemine geçtiğimizi sanan bir üniversite
ortamındayız. Böyle bir ortamda ‘Kadro’nun nitelikleri ile
oynayamıyorsanız -ki bu bizim sistemimizde tümüyle olanaksızdır-
müfredatla oynamak kendini aldatmaktan ileri gidemez. Yine de
mimarlık eğitiminde müfredatın kritik noktasını stüdyo saatlerinin
yüzdesinin oluşturduğunu ve bunun ülkemizde, olması gerekenin hayli
altında kaldığını bir kere daha hatırlatmakta yarar vardır.
84
sağladığı birikim kullanılır (Schoon, 1992). Ancak bu temelle yaratıcı
olanaklar sunan teoriler geliştirilebilir. Çünkü, mimarlıkta yaratıcılık,
yaratılan obje değil, onun yaratılma biçimi, onun oluşumunu mümkün
kılan durumlardır. Gropious’un Bauhaus’da tarih öğretmek için bir
neden görmemesine karşılık, Corbusier’nin (1991), “Yalnız bir
öğretmenim var; geçmiş; yalnız bir eğitimim var, geçmiş’in
incelenmesi” dediğini, onun modern mimarideki yeri ile birlikte
hatırlamakta yarar vardır. Tarih, mimarlığa meşru temeller aramak için
değil, yeni ufuklar açmak için vardır.
Her yeni teori, denenen bir yeni mimarlık bilgisi olmaktadır. Uygulama
dünyasındaki mimarlar ile, öğretim dünyasındaki mimarlar arasındaki
tartışmanın nedeni, teorilerin, -bilinen- olgularla yargılanması yanlışlığı
olabilir. Feyerabend (1988), kanıtların, teorilerin testinde doğrudan ve
olayı aşabilen bir heyecan duyulmadan kullanılmasını akılcı bulmuyor.
Leonardo da Vinci ise 500 yıl önce, insan, sanatını, mükemmele
ancak, eleştirisi, başardığı şeylerin ötesine geçerse ulaştırabilir
demiştir (Knevitt, 1986). Zaten, insan beyninin önemli özelliği, kendini
izlemesidir. Bu özellik beyne ileri derecede oto kontrol ve açık-uçluluk
sağlar. Kendini izleme -günümüz postmodern ortamında- bilinçlilik için
yaşamsal önemdedir. Kendini izleme özelliği yaratıcılık açısından çok
önemlidir çünkü insanın bilinçsiz alışkanlıklara kapılmasını önler
(Hofstadter, 1995). İnsan ile ilkel hayvanın farkı, insanın repetitiv
eylemlerinin farkına vararak sıkılması, ilkel hayvanların ise bunu
yapamamasıdır. İnsanlar kısır döngülere kapılmaz, bunların
anlamsızlığını çabucak kavrar ve kendini böyle sistemlerin dışına atar.
İnsanın bu yeteneği -çizilen çerçevenin içinde kalmak veya dışına
atlayabilmek yeteneği -yaptığı işin obje- düzeyinden daha ileri bir
farkındalılık gerektirir ki bu da kendi eyleminin farkında olmaktır.
Bilinçli kafa yapısı, kendi üzerine yansıyabilen ve kendi performansını
eleştirebilen kafa yapısıdır (Hofstadter, 1995). Stanislaw Ulam’ın
savunduğu ‘meta-düzey’, kendi düşünceleri üzerinde düşünmek, yine,
kendi düşünceleri hakkındaki kendi düşünceleri üzerinde düşünmek,
ve yine kendi düşünceleri hakkındaki kendi düşünceleri hakkındaki
kendi düşünceleri üzerinde düşünmek...dir. Bizce ‘akılcılık’ budur. Bir
insan, aklını kullandığı ölçüde daha meta-düzey’lerde kendini rahat
hisseder (Hofstadter, 1995), yani aklını kullanan insan basit düşünce
düzeylerinde kalamaz. Ancak yaratıcı mimarların karmaşık durumları
tercih ettiği (Mac Kinnon, 1962) benzer şekilde ancak yaratıcı
öğrencilerin gizemli ve karmaşık uyarıcıları seçtiği (Gillchrist, 1982)
saptanmıştır.
85
Yaratıcılığı amaç alan mimarlık eğitiminin amacı çizilen çerçeve içinde
obje yaratan mimar yetiştirmek değil, objenin oluşum sürecinde
yaratıcılık gösterecek mimar yetiştirmektir. Yaratıcı obje kendiliğinden
gelecektir. Yaratıcılığın bu şekilde alınması mimarlık öğretici kişi ve
kurumlara yeni ve değişik görevler yüklemektedir. Bunun temeli,
bağımsız düşüncedir; sloganlara, izm’lere, akımlara kapılmayan
zihinler oluşturmak gerekir. Çünkü, sloganlar, izm’ler, akımlar ile
ancak çerçevesi çizilmiş alanlarda obje yaratılır. Sınırlanmış , belli
kalıplarla yargılanan şey yaratıcılık olabilir mi? Yaratıcılık
yargılanamaz ancak, uyandırdığı entelektüel heyecan nedeniyle
tartışılır. Yaratıcı bir etkinlik olarak mimarlık da yargılanmaz, tartışılır.
Çünkü, belli kalıplara, kabul görmüş değerlere göre yapılan şeyler akla
yakışan davranışlar olamaz. Dolayısıyla, bağımsızlık, ancak aklın
kullanılması ile olur. Benimsenmiş kabullere razı olmak, akıl
kullanımını en aza indirger.
86
dayanmayı reddetmekle oluşur. Bu kavramdan hareketle mimarlık ve
eğitimi ele alındığında, standard, değişmez bir ders programı ve eğitim
programının olamayacağı ve hatta program için bir çerçevenin bile
çizilmesinin anlamsızlığı açıktır. Bu durumda bu gibi standartlar
gerektiren katı bir yapının sonucu olan, eğitimde global akreditasyon
isteği, kanımızca 21. Yüzyıl’ın felsefesine uymamaktadır.
87
görünmez kentler
Bu yazıda İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü 3. sınıf öğrencileri-
nin katıldığı, Mimari Proje 5-6 dersinde yapılan bir çalışma
anlatılacaktır. Çalışmanın konusu; italyan yazar Italo Calvino'nun
1
"Görünmez Kentler" kitabında yer alan kentlerin maket olarak
yorumlanmasıdır.
"... Ne arzularım ne de korkularım var benim " dedi Han, "benim düşlerimi
ya düşünce ya da rastlantılar oluşturur. Kentler de, düşüncenin ya da
rastlantının eseri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri ne öteki ayakta
tutmaya yeter onların surlarını. Bir kentte hayran kaldığın şey, onun yedi
ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği
yanıttır. Ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği
sorudur, tıpkı Thebai'nin Sfenks'in ağzından sorduğu soru gibi" (s. 52).
Calvino'nun kitabı, Kubilay Han ile Marco Polo'nun diyalogundan
oluşur. "Marco Polo'nun 'düşünceyle gidip gördüğü' kentleri anlatan her
kısa metin, evrenin bir simgesi ya da bir modelidir" (Saatçioğlu).
"Görünmez Kentler" kitabında anlatılan her kent bir imge, bir
çağrışımdır.
Anlatılanlara, zamandan soyutlanmış insan hayatı; esas olarak insan-
dünya, insan-nesne, insan-insan ilişkileri temel oluşturur.
"... Geometrik ussallık ile, kördüğüm bir yün yumağına benzeyen insan
varoluşunun giriftliği arasındaki gerilimi anlatmada bana en büyük olası-
lıkları tanıyan simge, kent oldu... Bütün düşündüklerimi, yaşanmışlıkla-
rımı, sanılarımı bir tek simge üzerinde yoğunlaştırabildim... (Calvino). "
(Saatçioğlu).
Kitapta soyut ve somut anlatımlar iç içedir. Bir yandan kentlerin ruhu,
öte yandan biçimi anlatılır.
Kuvvetli temellere dayalı bu imgelerin/kent anlatımlarının somutlaştırıl-
masında (mekânlaştırılmasında) öznel yorumlara bağlı olarak zengin
sonuçlar alınabileceği düşünüldü. "Anlatıya yön veren ses değil, kulaktır"
(s. 143). Amaç; söz-biçim ilişkisi yoluyla imgelerin yorumlanmasıydı.
88
Proje grubundaki her öğrenci, kitabı okuduktan sonra, maketini
yapmak üzere bir kent seçti. Bazıları nasıl yapacaklarını, hangi
malzemeyi nasıl kullanacaklarını önceden tasarladılar; bazıları ise
tümüyle spontane çalışmayı tercih ettiler. 3-4 saatlik bir çalışmadan
sonra, yapılan maketlerin hangi kente ait olduğu tahmin edilmeye
çalışıldı. Doğal olarak, somut anlatımların ağırlık kazandığı örnekler
daha kolay tahmin edildi. Herkes okuduğu metinde kendisini en çok
etkileyen yerleri ve makette çıkış noktasını/noktalarını belirleyen
yorumlarını anlattı.
Maketlerin en çarpıcı yönü; seçilen metinlerdeki somut tanımların ve
soyut kavramların öğrenciler tarafından biçimsel (simgesel) olarak
nasıl yorumlandığıdır. Bakış açılarındaki ve yorumlardaki farklılıklar,
aynı kentlerin farklı maketlerinde net olarak okunur. Her öğrencinin
seçtiği kent için vurgulamak istediği nokta ve vurğulayış biçimi
farklıdır.
Ana fikirlere (ve öğrencinin eğilimine) bağlı olarak, maketlerde
karmaşık veya yalın bir biçimleniş tercih edildi. Maket
biçimlenişlerinde seçilen malzeme de anlatımda etkili oldu. Farklı
malzemeyle benzer biçimlere; aynı malzemeyle farklı biçimlere
ulaşıldı, kabul edilen ölçek, bir başka ilginç noktaydı. Çoğu makette
kentler bütün olarak ele alınırken, bazılarında tekil olarak elemanlar
vurgulandı.
Sonuç olarak; zengin yorumlara ve onların üçboyutlu yansımalarına
ulaşıldı. Mimarlığın öznelliğinin vurgulandığı bu çalışmanın bir başka
önemli yanı; öğrencilerin soyut imgelerden, kavramlardan yola
çıkılarak yapılan böyle bir çalışmaya gösterdikleri ilgi ve istek oldu.
90
içinde oturulduktan önce ya da sonra terk edilmiş olsun, Armilla'nın ıssız
bir yer olduğu söylenemez. Herhangi bir saatte borular arasından gözünü
yukarı doğru kaldırdığında küvetlerde keyif çatan, boşluktaki duş-
larda eğilmiş yıkanan, temizlenen veya kurulanan, kokular sürünen ya
da aynada uzun saçlarını tarayan orta boylu, ince bir veya birçok genç
kadını fark etmen nadir bir şey değil. Duşlardan iplik iplik fışkıran, mus-
luklardan oluk gibi akan, oraya buraya sıçrayan sular, süngerlerin köpükleri
pırıl pırıl parlar güneşte.
Şuna karar verdim sonunda: Armilla'nın borularında akan sular orman ve
su perilerinin yönetiminde kalmış. Yeraltı damarları boyunca yaşamaya
alışkın olduklarından, yeni su diyarına gitmek, binlerce kaynaktan fış-
kırmak, yeni aynalar, yeni oyunlar bulmak, suyun keyfini çıkarmanın yeni
yollarını keşfetmek kolay gelmiş onlara. Kimbilir belki de onların istilası
kaçırmıştır insanları; bir başka olasılık da şu ki Armilla insanlar tarafından
bir adak gibi kurulup, sularına el konmasına gücenen su perilerine,
gönüllerini almak için armağan edilmiş. Her ne olduysa olmuş, şimdi
önemli olan şu ki küçük kadınlar memnun görünüyor hayatlarından;
şarkıları duyuluyor sabahları... "
Somut anlatımlardan yola çıkılan bu örnekte de farklı yorumlar var.
Öz-gür'ün maketinde suyun sürekli akışı, kullanımın devam ettiğine
işaret olarak görülerek özellikle vurgulanırken; Burhan'ınkinde
tamamen ters bir tavırla, insan kullanımından soyutlama, buna bağlı
bir "ıssızlık" ana-fikir olarak kabul edilmiş. Serdar'ın maketinde ise,
terk edilmişlik yanında bir bitmemişlik, hâlâ çalışıyor olma hali,
paslanmış mekanik bir düzenle gösteriliyor. Bu makette de seçilen
ölçek diğerlerinden farklıdır.
92
çıkarak ve sonra tekrar bir kayığa atlayarak yapanlar için daha da çoğalıyor
bu sokaklar.
İşte bu yüzden Smeraldina sakinleri her gün aynı yolları tepmenin verdiği
sıkıntıyı bilmez, işin güzel tarafı geçitler ağının tek bir yüksekliği
izlemeyip merdivenler, taş kemer/er ve asma yollar boyunca alçala
yüksele ilerlemesi. Yerden ya da yukarıdan geçen çeşitli sokak bölüm-
lerinin bazı kısımlarını birleştiren her kent sakini, kendisini aynı yerlere
götürecek yeni bir güzergâh bulma oyununu oynar her gün. Smeraldina
'daki en tekdüze, en durgun yaşamlar kendilerini yinelemeden geçer.
Her yerde olduğu gibi burada da en çok kısıtlananlar gizli ve maceralı ya-
şamlardır. Smeraldina 'n/n kedi/eri, hırsızları, gizli aşıkları en yüksek, en
kesintili sokakları kullanırlar; bir çatıdan diğerine zıplar, taraçalardan ve-
randalara iner, akrobat adımlarıyla çörtenleri dolaşırlar...
Bir Smeraldina haritası, kuru ve ıslak, açık ve gizli bütün yolları, çeşitli
renkte mürekkeple işaretlenmiş olarak göstermeli. Oysa çatıların üze-
rinde havayı yararak kesen, gergin kanatlarıyla görünmez paraboller çi-
zerek alçalan, bir sivrisineği yutmak için ok gibi dalan ve döne döne, çan
kulesinin ucunu sıyırarak yine yükselen, havada çizdiği patikaların her
noktasından kentin her noktasına hâkim olan kırlangıçların yollarını kâğıt
üzerinde göstermek çok daha zordur... "
Her iki makette de kenti bütün olarak ele alış var. Üç boyutta sirkülas-
yon karmaşası vurgulanıyor.
93
çimini seçer; bir kenttir bu, bilir ama hamudundan şarap tulumları, meyve
şekerlemeleri, hurma şarapları, tütün yapraklan dolu torbalar sarkan bir deve
gibi görür onu, ve kendisini bu deniz çölünden alıp, palmiyelerin dantel
gölgesindeki tatlısu vahalarına, kalın kireç duvarlı, taş avlularında kızların,
kollarını, tül peçelerin biraz içinde biraz dışında oynatarak, çıplak ayak dans
ettikleri saraylara götüren uzun bir kervanın başında görür.
Her kent, biçimini, karşısında durduğu çölden alır; iki çölün sınır kenti,
Despina'yı böyle görür deveci ile denizci... "
İlkay, maketinde özellikle bakış açılarındaki farklılık ve görecelik
kavramını anlatırken; Zeynep, kentin bir yenilik, bir umut noktası ve
"sınır kent" olma özelliği üzerinde duruyor.
94
kentler ve gözler 1 / vaidrada
cem yardımcı (maket 17)
"... Eskiler Vaidrada'yi bir gölün kıyılan üstüne, birbiri üzerine binmiş ve-
randa evler, demir korkulukları suları gören yüksek yollar yaparak kur-
muştur. Öyle ki yolcu gelirken iki kent görür; biri göl üzerindeki doğru
kent, diğeri başaşağı bir yansıma. Bir Vaidrada'da bulunan ya da yaşa-
nan hiçbir şey yoktur ki öteki Vaidrada yinelemesin, zira kent her nokta-
sının kendi aynasında yansıyacağı biçimde kurulmuş...
Vaidrada sakinleri, yaptıkları her hareketin, hareketin kendisi ve onun,
imgelerin özel soyluluğuna bürünen yansımalı imgesiyle birlikte bir bütün
oluşturduğunu bilir, ve bu bilinç kendilerini bir an bile raslantı ve
unutuluşa bırakmamalarını sağlar. Aşıkların ten tene çıplak gövdeleriyle
kıvranırken birbirlerinden daha çok zevk almak için nasıl durmaları ge-
rektiğini aramalarında, katillerin boyundaki siyah damarlara bıçağı sok-
tuklarında kıvamlı kan ne denli taşarsa tendonlar arasında kayan çeliği o
denli derinlere gömmelerinde önemli olan, onların çiftleşmeleri ya da
birbirini öldürmelerinden çok kendi berrak ve soğuk imgelerinin aynada
çiftleşmeleri ya da birbirlerini aynada öldürmeleridir.
Bazen şeylerin değerini büyütür, bazen yadsır ayna. Aynanın yüzeyinde
değerli görünen her şey yansımaya dayanamaz. Bu ikiz kentler aynı de-
ğildir, çünkü Vaidrada'da bulunan ve yapılan hiçbir şey simetrik değil:
Her yüze ve her harekete aynadan tüm ayrıntısıyla baş aşağı bir yüz ve
baş aşağı bir hareket cevap verir, iki Vaidrada, birbirleri için yaşarlar, hep
göz gözedirler, ama sevmezler birbirlerini... "
Makette "yansıma" olgusu ve böylece yaratılan iki şehir, anafikir
olarak kabul ediliyor.
95
önceki haliyle sevdikleri ve de dürbün ve teleskoplarını aşağıya çevirip
kendi yokluklarını hayranlıkla seyrederek, tek tek her yaprağı, her taşı,
her karıncasıyla, bıkıp usanmadan onu inceledikleri... "
Makette kent sakinlerinin doğayı bozmamak amacıyla yeryüzünden
yukarılarda yaşadıkları vurgulanarak, bu yüzden sahip oldukları
mutluluk ve doğanın güzellikleri anlatılıyor.
96
en değerli malzemeye uygulandığında yaratacağı en mükemmel ürün.
Bersabea sakinleri bu inanca bağlı olduklarından, gökyüzü kentini hatır-
latan her şeye büyük değer veriyorlar; soylu metalleri ve nadir taşlan
topluyor, geçici modalara yüz vermeyerek kompozit düzende biçimler
geliştiriyorlar.
Sakinler ayrıca yeraltında bir Bersabea daha olduğuna, bu kentin, yakışıksız
ve değersiz saydıkları her şeyi içinde barındırdığına inanıyor ve de yukarıda
yükselen Bersabea 'yi yeraltı ikizine yaklaştıracak her türlü benzerlik ve bağı
kentten silmeye büyük özen gösteriyorlar. Yeraltı kentinde çatıların yerine
içinden peynir kabukları, pis kâğıtlar, balık kılçıkları, bulaşık suları,
makarna artıkları, eski sargı bezleri dökülen başaşağı çöp bidonlarının
kullanıldığını, hatta kentin özünün, bir kara delikten diğerine, yeraltı-nın
derinliklerine sıvaşıncaya kadar insan bağırsakları boyunca uzanarak
lağımlara kadar inen zift gibi yumuşak ve kıvamlı bir madde olduğunu ve
aşağıda kat kat duran, tembel, halka halka kabarcıklardan helezon çatıla-
rıyla bir dışkı kentinin döne döne yükseldiğini düşünüyorlar...
Kusursuzluk karalını artırmaya niyetli bir kent olarak Bersabea, bugün
artık bir tutku olan boş küpünü doldurma işini bir erdem gibi görüyor;
bilmiyor ki insanın alabildiğine gevşediği anlar; kendi kendinden ayrıldığı,
düşmeye bıraktığı, gevşediği anlardır. Gene de kentin zenit noktasında,
Bersabea 'n/n kullanılmayıp atılmış eşyalar hazinesinde saklı tüm o
zenginlikle parıldayan bir gök cismi var: Patates kabuk/ar/y/a, kırık şem-
siye/er, eski çorap/ar, şeker/eme kâğıtları, kaybolmuş düğmeler, cam kı-
rıkları ile pırıl pırıl kaldırımları, tramvay biletleri, kesik tırnaklar, nasırlar,
yumurta kabuk/arıyla kaplı, rüzgârda uçuşan bir gezegen... "
"... Tecla'ya gelenler tahta parmaklıkların, çuval perdelerin, inşaat iske-
lelerinin, metal armatürlerin, iplerle asılmış ya da ayaklar üzerine kurul-
muş tahta köprülerin, seyyar merdivenlerin, elektrik pitonlarının arkasında
pek göremezler kenti. 'Tecla'nın yapımı neden bu kadar uzun sürüyor?'
sorusuna kent sakinleri, su çekmeye, çekül sallandırmaya, uzun
fırçalarını bir aşağı bir yukarı kaydırmaya devam ederek 'Yıkım başlamasın
diye' cevabını verirler, iskeleler sökülür sökülmez kentin parça parça
sökülmeye başlayarak yıkılmasından korkup korkmadıkları sorulduğunda
telaşlı bir fısıltıyla eklerler: 'Sadece kent değil.'
Aldığı cevaplarla yetinmeyen biri, bir tahta perdenin çatlağına gözünü
uydurup baktığında başka vinçleri yukarı çeken vinçler, başka iskeleleri
örten iskeleler, başka kirişleri taşıyan kirişler görür. 'Anlamı ne bu inşa-
atın?' diye sorar. 'Kurulmakta olan bir kentin, kent olmaktan başka ne
amacı olabilir? Uyguladığınız plan, proje nerede?'
'Gün biter bitmez gösteririz sana onu, şimdi ara veremeyiz' diye cevap
verirler.
97
Günbatımıyla birlikte durur iş. Gece çöker şantiyenin üzerine. Yıldızlı bir
gece. 'işte proje bu' derler... "
"... Perinzia'nm kuruluşunda uygulanacak normları belirlemek üzere davet
edilen gökbilginleri, mekânı ve zamanı yıldızların durumuna göre
saptadılar: Biri güneşin izlediği yola, diğeri göklerin etrafında döndüğü
eksene göre, birbirini haç gibi kesen doküman ve kardo hatlarını çizdiler.
Kent haritasını Zodiak'ın on iki evine göre, her tapınak ve her mahallenin iyi
yıldızların etkisini en doğru alacağı şekilde böldü/er, gelecek bin yıl
içinde her birinin tam ortasına bir ay tutulması almasını hesaplayarak
surlar üzerinde kapıların açılacağı noktaları saptadılar. Perinzia yıldız dolu
bir gökyüzünün uyumunu yansıtacaktı, b'unun için güvence verdiler
doğanın mantığı ve tanrıların lütfü biçim/eyecekti sakin/erin yazgısını.
Perinzia bilginlerin hesaplarına aynen uyularak kuruldu; binbir türlü insan
geldi kente; Perinzia'da doğan ilk kuşak, kentin sur/an içinde büyümeye
başladı; ve önce evlenme sonra da doğurma çağına geldi.
Perinzia'nın sokak ve meydanlarında sakatlara, cüce ve kamburlara, şiş-
manlara, sakallı kadınlara rastlarsın bugün. Daha korkunç şeyler de var
görmediğin: Ailelerin üç başlı ya da altı bacaklı çocuklarını sakladığı bod-
rum ve samanlıklardan boğuk çığlıklar yükseliyor.
Perinzia// gökbilginleri zor bir seçimle yüz yüze: Ya tüm hesaplarının
yanlış olduğunu ve bulduk/an sayıların gökyüzünü betimleyemediğini
kabul edecekler, ya da tanrıların düzeninin canavarlar kentinde yansıyan
düzen olduğunu herkese açıklayacaklar..."
Makette soyut kavramlar yorumlanıyor. Her gün yeniden kurulma, öz-
güven ve özellikle de çığlıklarla dolu "canavarlar" kenti olmanın
karamsarlığı, korkusu vurgulanıyor.
98
99
100
BÖLÜM 2 / genel mimarlık
önsöz
101
tek bir beynin faaliyeti değil pek çok düşünce ürününün bir araya
gelmesi söz konusudur ve bu beyinlerden hiçbiri durumun tümüne
hakim değildir. Bu sanalda geçirgenlik kavramını oluşturmaktadır.
102
Bu durum yeni ve farklı bir sömürgeciliğin oluşmasına sebep
olabilmektedir. Bilinçli ve farkında olanlar, bilinçsiz ve farkında
olmayanları çok kolay idare edebilmektedirler.
(1) Uluçay, C., Fonksyonlar Teorisi ve Reiman Yüzeyleri,KTÜ Temel Bilmler Fakültesi
yayını, 1978
(2) öğrenciler
(3) Tschumi B., "Limits II", (Ed. Nisbett), Theorizing Architectural Theory, 1965-95,
Princeton Architectural Press, 1996
(4) R. King, Emancipating Space, The Guilford Press, New York, 1996
(5) Devlet bünyesinde, bazı mühendislik alanlarına kadınların başvuramayacağı
konusunda karar alındığı Kasım 2003'de gazetelere yansımış bulunmaktadır. Dünyanın
ilk kadın savaş pilotunun Türk olmasından sonra yeni iktidarla geldiğimiz nokta ilginçtir.
103
rasyonalitenin yapılanmasında irrasyonalin,
metaforların ve taklidin rolü
104
muhakeme etme gücü olarak tanımlamakta, a priori prensiplere
ulaşan bu muhakemelere "arı muhakeme" demektedir.
Bilimsel mimarlığın belki de önemli iki yönü vardı bunlardan bir tanesi
Ecole Polytéchnique mezunu olan Louis Lebrun'un da belirttiği gibi,
binanın strüktürünün binayı oluşturan ana eleman olmasıydı, buna
göre zevk binanın strüktürel sağlamlığından alınabilirdi. Ve yine
Lebrun, bina tasarımında değişmez matematik kurallar bulmak, yeni
rasyonel mimarlığın ana fikri olacaktır diyordu. Burada belirtilen
kurallar rönesanstaki kurallar gibi birtakım anlamlandırmaları
içermemekteydi. Diğeri ise mimarlığın gösterimini ilgilendiriyordu.
Durand'ın düşüncesine göre doğal olmayanı ve işlevi olmayanı
dışında tutan yalın bir mimarlığın, gösterişten uzak ve kolay bir de
gösterimi olmalıydı. Anlatım için bile plan-kesit ve cephe yani iki
boyutlu çizimler yeterli olmalıydı. Boullée ve Ledox'nun
suluboyalarına karşı Durand, tasarımlarını grid üzerine çizmekteydi
(Perez-Gomez)
105
Bu dönemde ortaya çıkan silo, su kulesi, fabrika, güç santralleri gibi
yeni işlevler için akademinin hazır modelleri olmadığından projeler
mühendisler tarafından mühendislik tasarımı olarak yani
anlamlandırmalardan yoksun olarak yapılıyordu. Ecole Polytechnique,
Ecole Beaux Art'ı (veya akademi mimalığını) gölgeliyordu. Mimarlık
üzerine materyalistik ve sistematik görüşler akademide değil,
mühendislerin disiplinli metotları ile gelişiyordu. Sadece eğitilmiş
zevklerin anladığı soyut mimari kuralların olmadığı, bunun yerine, en
iyi formların kökeninde, fonksyonel ve strüktürel gereklerin var olduğu
ve bu bakış açısına rasyonalist mimarlık denildiği bilinmektedir.
Rasyonalizm hipotezine göre; güzel ve uygun formlar, eğer problemler
öncekilerin süzgeci yerine kendi özelliklerine göre analiz edilirse
otomatik olarak ortaya çıkacaklardır. Durand bu objektif analizin
yapılabilmesi için tarihi de mimarlık gibi objektif bir bilime
dönüştürmeyi de istedi. Objektif bakış açısıyla formel stillerin analizi
yapıldığında dekorasyon problemine kesin ve rasyonel bir çözüm
bulunabilecekti (Perez-Gomez)
106
Corbusier'nin yapıları ve vernaküler mimarlık örneklerinde olduğu gibi.
(resim 6/14). Bu bir kopya değildir. Ama mimesis kavramına yakındır.
Çünki mimesis'in (Türkçe'de taklit) tariflerine bakıldığında doğal bir
olgu olduğunu bunu imitasyon, kopya ve pastiche’den ayırmak
gerektiği vurgulanıyor. Taklit keşfedici ve yaratıcı bir süreçtir. Orijinal
bir modelden yeni bir şey yaratmaya dayanır. Taklit orijinalin yeniden
oluşturulmasıdır. Kopya ise varolanın reprodüksyonudur. Taklit öze ve
forma yöneliktir, kopya ise sadece görünüşle ilgilenir. Pastiche ise
kısmi ve tam olmayan bir kopyadır. Taklitte doğanın soyut özü model
olarak alınmaktadır. Doğanın düzeni, arkitipi ve ideali oluşturmaktadır.
Yaratma, orijinal yaratının tekrarıdır. Taklidin özünde ve başlangıcında
doğa bulunmaktadır. İnsanın doğayı anlaması, daha farklı boyutlarda
taklit etmesine sebep olmaktadır.
Popper'e göre rasyonel tartışma her alanda geçerli bir (ve tek)
metottur. Popper bu metodu, "Aklımdaki metot, birisinin problemini
net bir şekilde ortaya koymak ve önerilen çözümleri savunarak değil
eleştirel olarak incelemektir" diyerek açıklamaktadır. "Burada rasyonel
107
davranışı ve eleştirel davranışı eşitlemekteyim. Bu metodu özellikle
açıklamak isterim, bu metot başkalarının eldeki problem için ne
düşünüp söylediğinin araştırılmasıdır. Eğer başkalarının geçmişte
veya günümüzde ne düşündüklerini göz ardı edersek rasyonel
tartışma son bulur ve herkes kendi kendine konuşmaya devam eder"
diyor Popper. (Popper)
Diğer taraftan din irrasyoneldir. Örneğin İncil'de yer alan zayıfın her
şeye hakim olabileceği fikri "The meak shall inherit the world"
irrasyoneldir. Çünkü doğa kuralları, insanın, bilim ve teknoloji, ve
topluluk bilinci yardımıyla oluşturduğu rasyonel düzenlemeler
olmadıkça kendi rasyonalliği içinde geçerlidir ve bu da zayıfın her şeye
hakim olabileceği fikrine karşıdır. Benzer bir irrasyonellik hümanizmde
de vardır. "Eşitlik kavramı" burada doğa kurallarına göre irrasyonel
olmakla birlikte, rasyonel kurallar ve uygulamalarla rasyonel hale
gelmiştir. Modern mimarlık düşüncesi de standardizasyon fikri ile bu
irrasyonel düşünceyi rasyonel hale getiren elemanlardan birisidir.
Ancak güçlü ve akıllının seleksiyonu konusu pek çok toplumlarda bazı
durum ve zamanlarda ön plana çıkmıştır; Hitler ve A.B.D. deki bazı
Eyalet yasaları buna örnek gösterilebilir.
108
Çerçevelerin tamamen yok olması ise her şeyin sonu demektir
(Tschumi).
109
kitapta iki fizikçi Sokol ve Bricmont, Lacan, Deleuze ve Guattari gibi
yazarların kavramları genelde çok yanlış kullandıklarını ve hatta
yazdıkları pek çok metnin hiçbir anlamının olmadığını
savunmaktadırlar. Burada bizim yorumumuz şu şekildedir: Gerçek bir
dünya örneği de Chandigarh'tır. Corbusier'nin Chandigarh'da
gerçekleştirdiği şehir planlaması düşünce olarak çok ilginç ve son
derecede rasyonel olmasına rağmen, uygulandığında tahayyül edilen
şekilde yaşamamıştır. Sebebi orada yaşayan toplumun yaşantısına,
teknolojik düzeyine göre çıtanın çok fazla yüksek tutulmasıdır. 7 çeşit
yolun tasarlanması ve inşa edilmesi ve bu yolların bugün dahi Le
Corbusier'nin düşündüğü farklı kullanımlara, teknolojik gelişmenin
hayal edilen düzeye ulaşamaması sonucunda hizmet edememesi iyi
bir örnektir. Benzer bir mantıkla düşündüğümüzde ve "Son Moda
Saçmalar"daki yazarların belirttiği gibi yeni felsefecilerin
metinlerindeki sözcükler çok fazla öznellik içerdiğinden, yani yazarın
kendi kabul ettiği bir anlamda kullanıldığından anlaşılmaz
olmaktadırlar. Yani bir anlamda metnin bütünü metaforlardan ibaret
olduğundan okuyucu ya okuduğundan bir şey anlamamakta veya
metaforları kendine göre değerlendirdiğinde bu değerlendirmeler diğer
okuyucununkiyle uyuşmadığından her okuyan metni çok farklı
şekillerde yorumlamaktadır. Burada metaforların yoğunluğu problemi
vardır. Üst üste binen metaforlar anlam kaymalarına değil anlamın
bütünüyle yok olmasına sebep olmaktadır. Burada birtakım anlam
kaymaları insanı bazı şeyleri yeniden düşünmeye ittiği ve sistemi açık
ve gelişebilir kıldığı halde, bir metin içinde bu metaforların sayısı
arttığında metin anlamsızlaşmaktadır. Bu aynı zamanda rasyonalitenin
katı çerçevelerinin varolduğu durumu, çerçevelerin her seferinde
yeniden çizilmesi ve açık uçluluğa imkan vermesi durumu ve son
olarak da çerçevelerin tamamen yok olma durumuyla benzerlik
göstermektedir.
Sonuç
110
Aydınlanmanın ilkelerinin mimarlıkta tam anlamıyla yansıması modern
mimarlıktadır. Ancak ondan önceki arayışlar modernin hazırlayıcısıdır.
İşverenin değişmesi, mimarlığın sıradan insana ve onları ilgilendiren
yeni bina türlerine ihtiyaç duyulması rasyonalite düşüncesinin insan
düşüncesine tamamen hakim olması, yani her şeyi rasyonel çerçeve
içinde kavramanın doğal hale gelmesi sonucunda dekoratif olmayan,
hiçbir fazla öğesi bulunmayan işlevsel bir mimarinin ilkelerinin ve
özelliklerinin oluşturulması ve bunun yaygınlaşması yani pek çok
mimarca ve toplumca kabul görmesi, irrasyonel bir düşünce olan
eşitlik kavramının rasyonel bir temele oturabilmesine sebep olmuştur.
Özellikle ikinci dünya harbinden sonra -harpten önce özellikle Oud ve
Corbusier tarafından denemeleri de yapılan- ve aydınlanmanın
prensiplerinden birisi olan eşitlik, pratikte standartlaşma olarak
uygulanmıştır. Ancak burada önemli olan nokta standartlaşmada,
standart olanın belirlenmesinde çıtanın yüksek tutulmasıdır. Mimarlık
yaygın olarak Avrupa'da konut stoku ve eğitim, sağlık gibi
gerekliliklerin ihtiyacı olan yapıların gerekli standartlarda inşa edilmesi
için çaba göstermiştir. Altmışların sonunda ve yetmişlerde bu ihtiyaç
giderildiğinde mimarlık bir anlamda boşlukta kalmış ve başka
alanlarda arayışlar başlamıştır. Bu arayışlarda toplumsal değil daha
kişisel değerlere yönelinmiş, tekdüzelik katı rasyonalitenin problemi
olarak görülmüştür. Bu arada bilimde de katı rasyonalitenin yerini
"pancritical rationalism" gibi çerçevesi daha geniş tutulan düşünme
biçimlerinin arayışları sürmüştür ve sürmektedir. Aydınlanma sonrası
mimarlığına benzer bir durum olarak, modernizmin etkinliğinin
zayıflaması sırasında rasyonel olmayan eski biçimlerin taşıdıkları
anlamlardan arındırılarak kullanımları gündeme gelmiş, bu ise
mimarlık düşüncesini pek fazla bir yere getirmediğinden, biçim ve
anlam ilişkilerinin okunması başka boyutlara taşınmıştır. Bugün
mimarlıkta rasyonalitenin çerçevesinin genişletilmesi ve esnetilmesi
ile, farklı ve yeni kavramların -örneğin hafiflik, geçirgenlik,
katmanlaşma dematerializasyon gibi -kullanılarak mimarlığın
tanımlanması ve yeniden oluşturulması düşünülebilmektedir. Ayrıca
içinde gerçekliğe taşınabilecek mimarlığa ait mimari kodların henüz
yer almadığı yeni geometrik formların denenmesi de bilgisayar
ortamında tasarımlarda yeni boyutlar getirmektedir. Bunların sanal
olmayan gerçek dünyaya uygulamalarının örneklerini görebilmekteyiz.
Bunların yanı sıra sanal olarak yaşanabilecek oluşumların da mimarlık
olarak tanımlandığını görmekteyiz
111
Türkiye'deki durum ise şöyle özetlenebilir: Entellektüel düzeyde
rasyonel düşünceye bağlı modern düşünceye yer verilmekle birlikte bu
durum toplum tarafından özümsenememiş ve mimarlarca da yaygın
olarak benimsenememiştir. Özümsenenememenin göstergeleri
mimarlarca tasarlanan yapılara karşı alınan tavırlardır. Örnek olarak
Seyfi Arkan'ın Zonguldak'taki binalarına , çatıların eklenmesi, dışardan
merdivenlerin eklenmesi gösterilebilir (resim 15/27). Şevki
Balmumcu'nun Sergi Evi'nin "dekore" edilerek operaya dönüştürülmesi
de buna çok çarpıcı bir örnektir. Ayrıca mimarlık kitaplarında bu
mimariye sadece biçimsel içeriğini özellikle vurgulayan kübist mimarlık
adının takılması da bunu göstermektedir. Rasyonaliteden ve onun
mimarlığa etkilerinden yeterince faydalanamayan entellektüellerimiz
ve toplum, yani çıtası yükseltilmiş bir standardı yaygın olarak
benimseyemeyen ve uygulayamayan entellektüellerimizin büyük bir
bölümü, toplumumuz ve mimarimiz, "İkinci Ulusal Mimarlık" ile
Avrupa'dan çok önce irrasyonel arayışlara girmiş ve bunu da maalesef
rasyonel bir çerçeve içine de oturtamamıştır. Tamamen irrasyonal ve
biçimsel kalan bu çabalar mimarlığımızı tanımlayan bir çerçeve veya
çerçeveler oluşturamadığından ülkemizde mimarlık mesleğini daha
mimarlıkla ilgili temel problemleri çözemeden zayıflatma ve hatta yok
etme noktasına getirmiştir.
112
113
114
115
muskalı mimarlık, yaftalı eleştiri
116
Yaşamı sürdürmenin daha kolay yolları da vardır. Mimar olarak,
onaylanmış durağan sistemler içinde ömür -mesleki ömür- pekala
yaşanabilir. Tabii bu şekilde yaşayanlar yeterli çoğunlukta ise, başarı,
ödül, statü de kazanılabilir, ki "çan eğrisi" her durumda yeterli
çoğunlukta olduklarını söylüyor. Zaten 19. yüzyılın mimarisinde olması
gerekenin aksine, bu nedenlerle yine stil yapıları yer alıyor; 19. yüzyıl,
bir 'stiller panayırı' olarak tanımlanıyor, akıl-deney mimarisi gözardı
ediliyor, mimarlık 'inteligentia' sında. Bedii zevklere hitap etmek
entelektüel heyecan yaratmaya tercih ediliyor.
Bütün "akım"lar ("...izm" ler), durağan sistemler olarak görülmelidir.
Acaba akımlar, giderek "sihirli güc atfedilerek medet umulan" fetişler
halini almıyorlar mı? Sistemin -akımın- dışına çıkma çabalarını kimler
veya neler engelliyor? Akımları fetiş haline kimler veya neler getiriyor?
Eleştirmenler, tarihçiler, medya, müşteri, piyasa koşulları, meslek
kuruluşları, eğitim kurumları, mimarlar, ödül verenler, ödül alanlar ve -
bizim açımızdan bir ekstra olarak- oryentalizm, , sorumluluğu nasıl
paylaşıyorlar? Basiretler nasıl bağlanıyor; bilinçler nasıl köreliyor da
ortaya eklektik elemanlardan medet uman mimarlıklar, yani "muskalı"
mimarlıklar çıkıyor.
117
80'lerden sonra ve giderek artan şekilde gelişen cumba-saçak fetişinin
nedeni ise, dünyaya, yeni sömürgeciliği -küreselleşmeyi- kamufle
etmek amacıyla pompalanan irrasyonel "yerel kültür-yerel kimlik"
kavramları veya onların mimarlık yöntemi olarak simbiosis -bir nevi
melezlik- olabilir. Belki de hakim güç her alanda olduğu gibi mimarlıkta
da yarattığı 'öteki'ni kendi bataklığında tutmak için pohpohlayarak
yönlendiriyordur (resim 3a/b).
118
belki hala da sorulmaktadır. Konut sorunlarımız konusunda ne
biriktirdiğimiz, bunlardan ne yarar sağladığımız, ya da bunlara yetkili
kurumların ne derece ilgi gösterdiği malumumuzdur. Ancak benzer
araştırmalar sürmektedir ve araştırmayı yapanların yayın ve
dolayısıyla akademik yükselmelerinde muska görevi gördüğü tabii ki
yadsınamaz. Bu arada 70'li yıllarda 'sistematik tasarım'ın da bir fetiş
olarak bilimsel mimarlık dünyasından geçtiğini hatırlıyoruz.
(1) A. Perez-Gomez, Architecture and the Crisis of Modern Science, The MIT Press,
1994
119
120
121
122
122
123
karşı olmadığı için, bu iki grup 1959'da Otterlo'da yeni bir CIAM
kongresi topladılar. Bu CIAM kongrelerinin sonu oldu. Atina
deklerasyonu karşıtları da birbirine düşmüştü. Team 10 üyesi Alison
ve Peter Smithson ile Aldo van Eyck, İtalyan 'Contextualist'lerinin ve
melez mimarilerinin bir alternatif olamayacağını düşünüyorlardı. 2
(Resim-3).
Yine Frampton grubun bir üyesi olan Aldo van Eyck'in, diğerlerinin naif
optimizmine karşı eleştirel ve pesimist bir yaklaşım içinde olduğunu
belirtiyor. Aldo van Eyck diğerlerinden farklıydı çünkü onun antropoloji
deneyimi vardı; ilkel kültürler ve onların zaman ötesi yapay çevre
biçimleri ile ilgiliydi. (Resim-4) O mimarlık mesleğinin, kitlesel toplumun
kent gerçekleri ile ilgili bir strateji veya estetik geliştirme yeteneğinde
olmadığının kanıtlandığını, bu kötü duruma, vernakuların kaybından
ortaya çıkan kültürel boşluğun neden olduğunu düşünüyordu. Aldo
van Eyck'e göre insan daima ve heryerde esas olarak aynıydı 9.
123
124
1957'de Aldo van Eyck, Amsterdam Çocukevi projesi ile, "ev ve kent",
"iç ve dış" gibi evrensel kavramların arasındaki eşiğin sembolik bir
aracılık için esnetilmesi düşüncesi ile birlikte, "labirentimsi fakat net"
(labyrinthine clarity) kavramını da ortaya koymuş oldu 10. Bu proje,
birbiriyle ilgisiz nokta bloklar yerine zemini halı gibi kaplayan, bütünsel
yapısı içinde sokakları olan, sokaklar üzerinde bağımsız birimler -
evler- içeren, kendi kendine yeterli küçük bir kent 11 özellikleri ile mat-
urban fikrinin de öncüsü olarak değerlendirilebilir (Resim-5). Biz
burada mat sözcüğü yerine, doluluklar boşluklar, kapalılıklar ve
bağlantılar düşünüldüğünde dantel sözcüğünün daha uygun
olduğunu, katmanlaşmış doluluk ve boşluklar, kapalılıklar ve
bağlantıları olan bu mimarlığı kat kat düzenlenmiş dantellerin daha iyi
anlatabileceğini düşünmekteyiz (Resim-6). 12
124
125
oluyorlar. (Resim-10). Temizlenen tarihi çevreye fonksyonel kentin
nokta bloklarını veya bağlamsalcı yaklaşımın melez binalarını
önermiyorlar; tarihi çevrelerin yaşaması için olağanüstü önemde bir
yeni örnek geliştiriyorlar. Bu proje aynı zamanda 'city in city', 'city in
pieces', 'city in miniature', metabolistlerin 'megastruktürler' ve nihayet
daha güncel olarak Morales'in 'akapunktur' gibi kent rehabilitasyonu
modelleri için de bir ilk örnek oluşturuyor. Ne yazık ki modern
dünyaya bu katkımız da tıpkı Florya Köşkü, tıpkı Ankara Sergievi gibi,
uluslararası mimarlık literatüründe hak ettiği yeri bulamıyor.
1- Hashim Sarkis et. al.(ed), Case:Le Corbusier Venice Hospital and the Mat
Building Revival (case:series), Prestel , paperback, March 2002.
2- Alison & Peter Smithson, Without Rhetoric- An Architectural Aesthetic 1955-
1972, Latimer New Dimensions, 1973.
3- J. Jödicke, Candilis, Josic, Woods, Karl Kramer Verlag, 1968
125
126
126
127
127
128
128
129
129
130
131
132
133
134
134
135
(1) Linazosoro, J. I., The Theory and Practice of Imitation and the Crisis in
Classicism, AD Vol 58 No 9/10, 1988
(2) Quatremere de Quincy, On Imitation, AD Vol 58 No 9/10, 1988
(3) Mircea Eliade, The Sacred and the Profane, Steil, L., On Imitation’dan. AD
Vol 58 No 9/10, 1988
(4) Encyclopedia Britannica, 1960, “mimicry” sözcüğü
(5) Tanyeli, U., Biz Hep Taklit mi Ederiz, Arredamento Mimarlık, 6/2001
138
139
(6) 139
140
140
141
(7) 141
142
Yeni nedir?
145
146
olan durumların birbirlerine göre ilişkilerini anlayabilmek için bir
dönüştürme işlemine gerek vardır. (Watson,1993) .
Bir fasit daire olarak görülebilecek olan dil mi önce, düşünce mi önce
gelir sorusunun cevabı olarak günümüzde felsefede dilin öneminin
vurgulanması sebebiyle, pek çok şey dilbilim ile açıklanmaya
çalışılmakta ve düşünce için dilin var olması gerektiği
savunulmaktadır. Burada bizim düşüncemiz düşüncenin esas
olduğudur. Çünki bir kavramın anlatımının farklı dillerde farklı
kelimelerle olması, hatta aynı dilde bir kavramı anlatabilmek için farklı
147
148
kelimelerin kullanılması düşüncenin ve kavramın ise benzerlik
göstermesi düşüncenin daha temel bir eleman olduğunu belirtir. Dil
düşüncenin gelişmesini, değişmesini ve iletişimini sağlar. Öneminin
yadsınmaması gereken dil önce kapalı bir sistem olarak
tanımlanmıştır. Strüktüralistlerden sonra fenomenolistler -Husserel
örneğin -dilin sadece iskeletinin değil ifade ve anlamın dolayısıyla bir
anlamda "kullanımı"nın önemli olduğunu savunurlar (Spielberg, 1994.)
Dilin insanın düşüncesine gereksinim duyduğu düşüncesi, bilgisayarın
doğru tercüme yapamamasıyla da açıklanabilir. Buradaki yanlış
anlamlandırmaların bir nedeni metaforlardır?. Metaforlar bu açık
sistemin önemli bir elemanıdırlar. Metaforların dildeki yeri konusunda
Plato ve Aristo'dan beri süregelen tartışmalar olmuştur (Johansson
1993.) Ancak günümüzde dilin açık bir sistem olduğunu vurgulayan
felsefeciler için metaforlar çok önemli kavramlardır. İkinci
anlamlandırmaların sebebi olan metaforların kullanımı, okumaların
farklı anlaşılmalarına neden olur. 5
Ayrıca burada bir başka soru daha ortaya çıkmaktadır, acaba mimarlık
için bir dil mi vardır, yoksa diller mi vardır. Yukarda sözedildiği gibi
farklı mimarlıklar olduğu fikrinden hareket edersek farklı dillerin olduğu
sonucu çıkabilir ve onların birbirine dönüştürülmesi gereklidir. Burada
bir de "çevirme"nin de özelliğine bakmak gerekir. Çünki çevirmek de
yeni bir metin oluşturmak olarak kabul edilmektedir. Burada daha önce
bahsettiğimiz dönüştürme işlemine benzer bir durum söz konusudur.
Sonuç olarak eğer "insan"ı ele alırsak insanın genlerinde olan veya
toplum yaşantısından oluşan ikili olarak ele alınabilecek özellikleri
olduğunu görebiliriz. Bunlar, yere bağlanmak (merkez)-göçetmek (yol),
var olanları biriktirmek-yeni şeyleri merak etmek, bellek-yaratıcılık,
elindekiyle yetinmek, konservatif olmak-hırslı olmak, Berlin'in kirpisi(bir
bütün şeyi bilen)-tilkisi(pek çok farklı şey bilen) gibi kavramlarla
açıklanabilir ve çoğaltılabilir. Bunlar aynı zamanda iki farklı zamanı da
belirtir, döngüsel ve çizgisel zamanı, ama bu ikili kavramların
bütünleşmesi spiral zamanı oluşturur.
(1) Antik çağda insanlar, sıtmanın sivrisinek ve dolaylı olarak da onların ortamı olan
bataklıktan dolayı oluştuğunu bilmiyorlarmış, hastalığın kaynağını taze meyvaya
bağlıyorlarmış, bugün sıtmanın sebebini ve korunma yollarını biliyoruz. Ama örneğin
romatizmanın sebebini ve tedavisini bilmediğimiz için tedavi yöntemlerinde yeterli
sonuçlar alınamıyor. Bu konuda gelişmeler var, hastalık tam anlamıyla tanımlanıp
tedavisi mümkün olduğunda bugün alınan önlemler insanlara çok anlamsız gelebilir.
(2) Ama yine de ilerisi için "analog" bilgisayarların insan beyninin yapısına daha yakın
olarak tasarlanacağı ve bizim düşünmemize benzer düşünce üretebileceği
düşünülmektedir.
(3) Dilin özellikleri de onu kullananların dünya görüşünü biçimler. Batı dillerinde bizdeki
"o"nun he, she, it gibi veya il, elle veya er, sie, est gibi bölücü bir yapısı olmasının,
insan'ın man, human, gibi çok belirgin olarak erkekliği belirlemesi, woman'ın man'den
türemiş olmasının açıklığı erkeğin esas alındığının göstergeleridir.
(4) End of History, End of Science gibi sonluluğa işaret eden eserler, Batı dışındaki
toplumların düşünce sistemlerini etkiliyerek aslında önemini kaybetmesi mümkün
olmayan bilim, tarih gibi kavramların erozyona uğratılmak istenmesi olarak
yorumlanabilir. Bugün batı'da bilimsel araştırmalar bütün hızı ile devam etmektedir.
Nobel bilim ödüllerinin sürekliliği ve ödüllerin verildiği konular bunun en çarpıcı kanıtıdır.
(5) Binlerce yıldır doğal dillerdeki metaforların ve diğer konuşma figürlerinin (trope) rolü
şairler, yazarlar, konuşmacılar ve filozoflar tarafından tartışılmıştır. Kısaca şairler ve
onların sempatizanları figüratif dili insanın yaratıcı düşünceleriyle ilişkilendirmişlerdir.
Yazar ve konuşmacılar trope'lara, tartışmaların yapılandırılmasında potansiyel olarak
tehlikeli fakat faydalı araçlar olarak daha dikkatle yaklaşmışlardır. Felsefecilerin
çoğunluğu figüratif dile olumsuz bakmışlardır.
149
150
(6)Elbise yeni mi yoksa kral çıplak mı,
Mimarlık bilgisinin bir bölümünü öznel değerler oluşturur. Bunların hepsinin
nesnelleşmesine olanak yoktur.
Oysaki modern düşüncenin, öznelliğe karşı nesnelleştirme düşüncesinin gücü mimari
değerlendirmelerin de nesnelleşerek sayısal hale getirilebileceği düşüncesinin bilimsel
ortamlarda ele alınabilmesine sebep olmuştur. Büyük söylemler bağlamında doğru ve
yanlışların daha kesin olarak tanımlanabilmesinden hareketle, 1960'ların sonunda öznel
şeyleri nesnel ölçütlerle değerlendirme girişimi olmuş ve bu sayısal değerlendirme
eğitimimize de girmiştir. Farklı nesnelerin birbiriyle toplanamayacağı fikriyle karşı
çıkılmasına rağmen, öğrenci projelerinde arazi kullanımı, fonksyon, estetik ve benzeri
faktörlerin herbirine değerler verilerek öğrencilerin notu bu değerlerin matematiksel
toplamı olarak belirlenebilmiştir. Zamanında “yeni” olarak değerlendirilen bu ve bunun
gibi uygulamalar modern düşüncenin uygulamalarının düşünceyi tüketmesine sebep
olmuş ve içeriksiz formalist bir yapıya dönüştürmüştür.
Referanslar:
150
151
Malzeme ile ilgili olarak tarihten günümüze gelen belli kabuller vardır
ve bunlar genellikle malzemenin varlık özellikleridir ve malzeme
bilgimizin temelinde yatarlar. Taş ağırdır, cam saydamdır, seramik
kırılgandır, ahşap sıcaktır, demir sağlamdır gibi... Bu özelliklerin bir
151
152
kısmı veya başka özellikler malzeme bilgimizin gelişmesiyle, yeni
teknolojilerle, kimyasal ve fiziksel uygulamalarla fiziksel ve kimyasal
olarak değişime uğramış veya uğramaktadır. Seramik kırılganlık
özelliğini kaybedecek şekilde üretilecektir veya üretilmektedir bile.
Cam çeşitli ışınlardan istenenler için geçirgen, istenmeyenler için opak
hale gelebilmektedir, hatta bu ışığın şiddetine göre değişiklik de
gösterebilmektedir. Yine camın kırılganlık özelliği azaltabilmektedir.
Plastikler, yanıcı, kalıcı özellikleri kaybedilerek farklı performanslar
gösteren malzemeler halini almaktadır. Ahşabın kötü özellikleri
örneğin çalışması yeni teknolojilerle azaltılabilmektedir.
152
153
sağlamıştır. Beton da benzer şekilde Le Corbusier'nin binalarında
pilotiler üzerinde yükselerek hafif bir malzeme görünümü yaratmıştır.
Günümüz mimarlığına durağanlık yakışmamaktadır. Bunun, henüz
gündeme tam anlamıyla gelememiş pek çok nedeninden biri olan
malzeme teknolojisinin açtığı yeni ufuklar, en gözle görüleni olmak
yolundadır.
(1) İtalo Calvino, (transfated from the italian by Patrick Creagh) Six Memos for the Next
Millenium. Vintage 1996
(2) Colin Rowe, Robert Slutzky, "Transparency: Literal and Phenomenal"
153
154
154
155
İmgeler
Kültür ve teknoloji
157
158
158
159
159
160
Matthys Levy, Mario Salvadori, Why Buildings Fall Down, Norton Paperback New York,
1994
Ergin Yıldızoğlu, Globalpolitikültür, Akla Övgü, Cumhuriyet, 25 Eylül 1998
162
163
167
168
Eisenman mimarlık hakkındaki bir takım fikirlerini böyle bir gerçeklik ile
temellendiriyor. Eisenman benliğin akışına örnek olarak binaların
yenilenmesi yani restorasyon konusunu gündeme getiriyor. Bir binanın
eskisine benzer şekilde restorasyonu konusunda -tıpkı aynı suya iki
kere girilemeyeceği gibi- bütün koşullar değiştiği için eskinin aynısını
yapmanın zaten mümkün olmadığını, dolayısıyla böyle bir tutumun
doğru olmadığını savunuyor. Yeni yapılanlar hernekadar eskiye
benzeseler de yine yapıldıkları günkü koşulların ürünüdür. Eskiyi
anımsatsalar da eskinin aynısı olamazlar. Bu düşünceden yola çıkarak
Türkiye’de yapılan bir takım restorasyonları düşündüğümüzde kavram
olarak daha farklı olarak ele alınabilineceklerini söyleyebiliriz. Repetitif
bir karakteri olan ‘yer’de ve ‘zaman’da sürekliliği bulunan Istanbul
surlarının farklı restorasyon prensipleri ve değişik düşüncelerle bu
sürekliliğin bozularak ayağa kaldırılmaları yerine oldukları gibi
bırakılarak çevrelerinin temizlenmesi ve sade bir peyzajın arkasında
yer almaları çok daha ‘gerçek’çi bir davranış olabilirdi. Surlarda eskiyi
anlayabilmek için kazı yapılmasının gerekliliği ayrı bir konudur. Bu
sebeple gerekli yerlerde kazılar yapılarak tekrar kapatılabilir. Ayrıca
eğer istenirse surların eskiden nasıl olduğunu ifade etmek surların
kesitini anlamamızı ve dolayısıyla bilginin sürekliliğini sağlamak üzere
çok küçük bir bölümü 10 veya 20 metresi, ön surları ve hendeği ile
yeniden inşa edilebilirdi.
170
171
Eisenman, Mimarlığa yüklenilen anlamda da değişiklikler olduğunu
belirtiyor. Eskiden binaların herkesin anlayabildiği daha çok anlamla
yüklü olduklarını bugün ise medya ortamında anlamların çok daha
kolay ve çabuk taşınmasından dolayı bu görevi binaların
yüklenmesinin şart olmadığını ifade ediyor. Kilisede mozayıkların,
desenli camların Incili anlatmak için bir araç olarak kullanıldığını bu
görevi şimdi medya yüklendiği için bu anlamdaki sembolik anlatımlara
gerek kalmadığını düşünüyor. Buna karşılık mimarinin algılanmasının
kişiye bağlı olduğunu ve kişinin de farklı zamanlarda değişik etkiler
alması gerektiğini savunuyor. Ve tıpkı metin ve okuyucu ilişkisine
benzer bir ilişki içinde binayla her biraraya gelişte insanın başka şeyler
algılıyarak farklı şekilde anlamlandıracağını düşünüyor. Bu etkinin
değişmesi sadece insanın değişmesiyle değil, binanın da zaman
içinde etkisinin farklılaşmasıyla olacaktır. Çeşitli vesilelerle değişen
ışık, binanın kullanımı dolayısıyla değişen iç ve dış düzenlemeler,
binanın bu değişimlere gösterdiği tepki, bu etkilerin değişmesine
sebep olabilir. Bu birikim, binanın insanın gözünde karakterinin
oluşmasını da sağlıyacaktır 3 Anlamı çok kolay okunan ki bunlar
genellikle sembollerdir, binaların insana çok farklı duygular
veremeyeceğini düşünebiliriz.
172
173
173
174
mimarlıkta "giriş"
174
175
Yüzyıllarca girişe büyük bir önem verildikten sonra Barok mimarinin
oluşturduğu ve modern mimarinin geliştirdiği yeni mekân anlayışıyla
giriş de yeniden tanımlanmıştır. Bu yeni mekân anlayışının en önemli
prensiplerinden birisi iç ve dış mekânı bütünleştirmektir. Bu anlayış
çeşitli kavramlarla ortaya konmuştur: Serbest plan, birbirinin içine
geçen, akan mekân anlayışı gibi. Bu kavrama bağlı olarak tasarlanan
yapılarda, girişler binaların cam yüzeylerinde eritilmiştir. Mies van der
Rohe'nin binalarında bu tutum açıkça görülmektedir. Farnsvvorth Evi
tipik bir örnektir (resim 7).
175
176
Zaman boyutu ile birlikte mekânların birbirine akışını ön plana alan de-
konstrüktivist mimaride giriş yine önemini kaybetmiştir.
Norberg Schulz (1971) merkezi ve yolu tarif ettikten sonra, her kapalı
formun içine girilmesi gerektiği ve bununla birlikte bir yönün tanımlan-
dığını söylemektedir. Bir evin hapishaneye dönüşmemesi için,
önündeki dünyaya açılması iç ve dışı birleştirmesi gerekmektedir. Yön
iç ve dışı birleştirmede az veya çok etkendir ve bu yönü belirliyen
doğru bir çizgi topolojik bir eğriden daha etkilidir. Böyle bir yer yönden
etkilenir, dışarı doğru uzar, aynı zamanda dış sınırdan içeriye süzülür,
bu bir geçiş alanı yaratır. Bu alan, varoluşsal mekân içindeki
sürekliliğin derecesini ifade etmek üzere farklılaşabilen formlardaki bir
açılışla ilişkilidir.
> Breckon, B., Parker, J., Tracing the Htstory of Houses, Countryside Books, Berkshire
1991.
178
179
179
180
180
181
181
182
182
183
Bu yazı aslında bir bina için eleştiri yazısı olacaktı, ancak olamadı. Biz
öncelikle mimarlık, mimarlık bilgisi, mimarlıkta eleştiri gibi birbirinden
ayrılamaz üç konudaki görüşlerimizi açıklamayı kaçınılmaz gördük.
Tasarım Dergisi’nin 49. Sayısında tanıtılan, Doğan Medya Merkezi,
Milli Reasürans Kompleksi, Sabancı Merkezi ve Shell Genel Müdürlük
binalarında da bu görüşlerimizi kısmen de olsa örneklemeye çaba
göstereceğiz. Bu arada mimarlığın, toplumumuzdaki yeri ve genel
durumu ile ilgili saptamalarımızı da ortaya koymamız gerekecektir.
Ancak bundan sonra bazı binalar için gelişen düşüncelerimizin anlamı
olabilirdi. Çünkü, “eleştiri”den anladığımızın, saptama, ”açıklama-
eleştiri-övgü ya da yergi” olmadığı, konuya, mimarlık bilgisinin
gelişmesine katkı açısından baktığımız görülmeliydi. Çünkü, bize göre
her yeni bina yeni bir mimarlık teoreminin testidir -yani, öyle olmalıdır.
Mimarlık bizce, verilen ve mevcut bilgiler ile görülebilen problemlerin
hiyerarşisinin kurulması ve yine mevcut bilgiler ile çözülmesinin
ötesinde -ve muhtemelen gölgesinde- kalan ve herkesce görülemeyen
yeni ya da olası problemleri bularak entellektüel heyecan
yaratabilmektir.
Bir mimarlık ürünün eleştirisi kendisi ile ilgili değildir. Çünkü yapılmış,
bitmiş bina üçüncü şahısların görüşleri doğrultusunda düzeltilme
şansını pratikte yitirmiş olduğu gibi böyle bir istek mesleki adaba da
sığmaz (Van Gogh belki de hiçbir resmini görenlerin istekleri
doğrultusunda değiştirmediği için satamamıştır). Yapılan bina o anda
tarihe mal olmuş olmaktadır. Mimarın bir binada başarılı veya
başarısız görünmesi hiç önemli değildir çünkü bunu ölçmek de
mimarlık yapmak gibi subjektif bir iştir. Eleştirel inceleme, binadan
ders alınmasını sağlamalıdır. Ancak bu şekilde mevcut mimarlık
bilgisinin geliştirilmesi olanağı bulunabilir. Bilinen mimarlık bilgisinin
aynen uygulanmasındaki başarının mimari başarıyı belirlemediği,
gerçek mimari başarının ne olduğunun ise, bilinen mimari bilgisi ile
koşullandırılmış ortamlarda kolayca farkedilemediği düşünüldüğünde
önemli olan, daha sonrası için, herkesin kendi dersini alabilmesidir.
Şimdi bu düşüncelerimizi bu dört bina ile yanyana getirerek, bir
kısmını örneklemeye çalışacak, bu binalarla ilgili bir yargı gerekiyorsa
bunu okurlara bırakacağız.
187
188
Her mimari çalışmada birinci koşulun işveren özellikleri olduğu, sonuç
ürünün ne olacağının işverene bağlı olduğu yukardaki açıklamalarda
yer almasa da anlaşılmış olmalıdır. Işveren mimarinin en önemli
etkileyicisidir (Bayındırlık Bakanlığımızın, çıkardığı yarışmalardaki
tutumuyla onyıllarca mimarimizi nasıl kısır çerçevelere kilitlediği
hatırlanabilir). Işverenin mali gücü ve işe ayırdığı bütçesinin mimarlık
yapılması açısından hiç önemli olmadığı da açıktır. Işverenin,
oluşacak mimariyi etkileyen en önemli özelliği, onun entellektüel
yapısıdır. Bu onun hem mimardan hem de binadan beklentilerini
yönlendirecektir. Ikinci olarak sunduğu konu gelmektedir. Örneğin
Doğan Medya Merkezi’inde işverenin getirdiği konu gerçekten çok
önemli bir potansiyel içermektedir. Ancak işverenin beklentisinin
öncelikle yararlılık ve sağlamlık ile ortalama insan üzerindeki prestij
etkisinin garantiye alınması olduğu anlaşılmaktadır. Bunu mimar
seçimi göstermektedir. Ancak bizce yararlılık ve sağlamlık konularında
kusurlar kullanım sırasında ortaya çıkar ve adaptasyon yetenekleri
veya ufak müdahalelerle daima giderilebilir kusurlardır. Mimar seçimi
ile bu garantiye alınmıştır. Bu nedenle yararlılık ve uygulanabilirlik
açısından baktığımızda açık bir kusur görülmemektedir. Ancak, konu
ile ilgili teknik mimarlık bilgisi (bir anlamda Neufert bilgisi de denebilir)
sınırları içinde çalışmanın, kaçınılmaz benzerliklerle sonuçlanması
doğaldır. Sadece plan layout ve biçimine bakıldığında Ingiltere’deki bir
gazete binası ile görülen benzerlik bizce şaşırtıcı olmadığı gibi, plan
biçiminden sonrası için benzerlik olmaması da şaşırtıcı değildir. Bu
durum da, “birlikte çalışacak farklı işlevli iki bölümün biraraya
getirilebilmesi”nin, “asıl” mimarlık problemi değil ancak “görünen”
problem olduğunu kanıtlamaktadır. Görünen problemler ise
kanımızca, entellektüel heyecan yaratma kapasiteleri kısıtlı “yavan”
problemlerdir.
Özelliksiz bir “yer”e çıkınca bina kendi biçimi ile sınırlı kalıyor,
biçimlenişte çevrenin etkisi olmuyor. Bu durumda biçim oluşturmada
başvurulan asıl kaynağın “yalın geometri” olması neredeyse doğal bir
yaklaşım olarak genel kabul görüyor. Burada yapılan da bu. Çevreden
soyutlanmış geometri tüm hatları ile algılanabiliyor. Böyle olunca da
bu seçilmiş geometrinin estetik değeri ön plana çıkıyor. Bir Iyon
mabedinin yalın geometrisinin daima anlamı ile yeri arasında
olağanüstü bir ilişki kurabildiğini biliyoruz. Yani binayı çevreye
maleden, binanın çevrenin okunmasına katkısını sağlayan şey aslında
yalnız binanın biçimi değil, binanın biçimi, anlamı ve çevrenin biçimi
arasındaki paralellik. Doğan Medya Merkezi’nde bu paralelliğin
bulunmaması eksikliğin kaynağı oluyor.
Çelik strüktürlü giriş bloku ile, basit Amerikan zevkini yansıtan ve bizce
yanlış olarak post-modern diye aktarılan, sokaktaki insanın, taklitçi
mimarisine dayalı yaklaşımın, üstelik kitleye sonradan eklenmiş
190
191
izlenimi verecek şekilde Istanbul’a taşınmasının hiç yeri olmadığını
düsünüyoruz.
Büro katlarındaki çekirdek-büro alanı oranının olumsuzluğu,
çekirdeğin kat planını ikiye bölmesi, iç dekorasyonun Amerikan
firmasına yaptırılmış olması, gibi konular bizi hiç ilgilendirmemektedir.
“Etrafta onu gölgeleyecek binalar yokken” onun etrafını gölgelemesi,
ya da otopark adedinin yetersizliği gibi konular için ise artık çok geçtir.
Shell Genel Müdürlük binası için mimarının “oldu bu iş” demek için
gerekli gördüğü kriterler olarak -bazıları net olarak anlaşılamasa da;
“fonksyonel gereklerin yerine getirilmesi, yalnızca bu yere göre
yapılması, ucuza mal edilebilmesi, zamansız olmayı becerebilmesi,
çevreyle düzeyli bir ilişki kurabilmesi, katı geometrik yapısına rağmen
mekan kullanımında esneklik sağlayabilmesi, kendine has olma hali
ile ait olma fikrini birlikte taşıyabilmesi”ni saymış olması ve trafo,
bahçe duvarı gibi genel olarak önemsenmeyen yan elemanları da
mimarlık yapmak için özenle değerlendirmesi ve çevrenin, yüksek
duvarlar arkasındaki büyük bahçeler içinde yer alan köşklerden oluşan
karakterine sadık kalma arzusu bizce mimarca bir bakış açısının var
olduğu hissini veriyor. Ancak çözümün 60’ların aksa asılı bloklar
şemasını dayanmasının, bu şemayı tam anlamıyla post-modern
biçimleniş ile işleyerek “zamansız”lık iddiasından uzaklaşmasının, belli
bir ana aksa göre gelişen biçime, zıt yönde ikinci ve doğal olarak çok
zayıf kalan bir aks zorlamasındaki tutarsızlığının, ve ölçüsü kaçmış
monumantalitesinin de ötesinde, arsada inşaat başlamadan önce
mevcut olan, karakteristik taş yapıya reva görülen muamele herşeyi
alıp götürmekte, hatta bina için daha fazla konuşmayı bile anlamsız
kılmaktadır. Hülya Yürekli’nin “mimar mevcut binayı acımasızca bu
hale getirmese, asıl binayı kafasındaki şekle göre yapamazdı”
görüşüne biz de aynen katılıyoruz.
G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması, Çeviren Nermin Arık, TÜBITAK, 1994
191
192
BÖLÜM 3 / koruma – kültür
önsöz
Koruma kavramı yukarıda da söz edildiği gibi aslında göreceli bir kav-
ram. Yapının korunmasından başlayarak, yaşantının korunması,
düşüncenin korunması gibi çok farklı yönlere gidebilir. Korumanın en
büyük çelişkisi değişme ve gelişmeyle olanıdır. Neyin korunacağı
neyin gelişmesinin beklendiği çok farklı durumlarda farklı şekillerde
yorumlanabil-mektedir. Tabiidir ki gelişmenin de kendi içinde çelişkileri
vardır. Örneğin teknolojik gelişmelerin hepsinin insanlığın refahı için
pozitif şeyler olduğu söylenemez. Korumaya çeşitli perspektiflerden
bakılabilir. Bizim için en kötü perspektif Batılıların oryantalist bakış
açısıdır. Bu bakış açısını inferior'a doğru bir bakış açısı olarak da
yorumlayabiliriz. Tabii burada basamakları gelişme belirlemektedir.
Üst basamaktakinin alt basamakta durana bakışıdır bu. Bu bakışta
koruma anahtar kelimelerden birisidir. Koruma bu durumda hiçbir
şekilde savunulacak bir kavram değildir, çünkü bu gelişmeyi önleyen
insanı ve toplumu durağanlaştıran bir durumdur. Kavga burada bir üst
basamağa ulaşma kavgasıdır. Gelişmiş toplumlar, daha az gelişmiş
olanları, mevcut durumlarını korumaya ikna etmeye çalışarak onları
rakip olmaktan çıkarırlar.
194
195
korunması gereken değerlerin neler oldukları pek irdelenmemiş,
irdelenmişse de bizce yanlış sonuçlara varılmıştır.
Bugün istanbul'da "Sit Alanı" olarak tescil edilmiş olan Boğaz'ın iki ya-
kasında bina yapabilmenin tek olanağı eski eser yenilemektir. Farklı
zamanlarda farklı uygulamalar olmakla birlikte, zaman zaman arsada
yer alan eski bir temel parçası, oraya ait olduğu kanıtlanabilen (!) eski
195
196
bir resim bina yapmayı yasal kılacak veriler olmuştur. Yenilemenin
ana prensibi ise, yukarıda da söz edildiği gibi, volumetrik bir
eşdeğerlilikten geçmektedir. Tabii bunun bile suistimale uğradığı
uygulamalar olmuştur. 5 katlı apartmana dönüşen örnekler bile vardır.
Aslında hem bu ahşap konutlar, hem de onlarla pek çok benzerliği bu-
lunan "Türk Evi" bizim tarihteki yaşamımızın önemli göstergeleridir.
Dünyadaki geleneksel konut mimarisi incelendiğinde ve bugünkü mi-
marlık kavramlarıyla bir değerlendirme yapıldığında, Türk Evi'nin
özelliklerinin modülasyon, açık plan, hafiflik, geçirimlilik, geçicilik gibi
çok farklı güncel kavramlarla ancak açıklanabildiği ve özgün değerlere
sahip olduğu görülür. Le Corbusier bu değerleri incelemiş, anlamış ve
bu mimari, onun modern mimarlığına esin kaynağı olmuştur. Bu tür
değerleri olan bir başka konut mimarisi Japon konutu olabilir. Ancak
yukarıda kısaca belirtilen bir koruma anlayışı ile bu değerlerin hiçbiri
yenilenen yapıda kalmamaktadır, dolayısıyla böyle bir yenilemenin
faydadan çok zararı vardır.
Sivil mimari örneklerin korunması ise, 10-20 yıl önce bir sorun
değilken, özellikle camiler çeşitli tarikatların eline geçtikten, onların
buyurdukları şekilde kullanılmaya ve tamir edilmeye başlandıktan
sonra tuhaf görüntüler ortaya çıkmaya başlamıştır. Kuran kursları için
revakların alüminyum doğramalarla kapatılarak sınıf haline getirilmesi
-Mimar Sinan'ın hipodromun eteklerindeki eğimli araziye ustaca
yerleştirilen Sokullu Camisi'nin avlusu bunun en çarpıcı örneğidir-,
yine Sinan'ın eseri Süleymaniye Camisi'nin restorasyona uğramış
tuvaletleri ve kullanıcıların tuhaf eklemeleri rahatsızlık vericidir.
Çocukluğumuzdaki ve gençliğimizde alıştığımız cami avluları ve iç
mekânlarındaki sükûnetle, boşlukla güçlenen, insanın "iç dünyasına
dönme duygusunu" yaşaması artık imkânsızdır. Bu mekânlar günlük
koşuşturmanın bir parçası haline gelerek, görüntü ve ses kirliliğinin
varlığının gittikçe güçlendiği yerler olmaktadırlar.
198
199
199
200
Kuruluşundan belli bir zamana kadar kendi özellikleri doğrultusunda iyi
bir sistem oturtmuş olan Osmanlı'lar, zaman içinde yenileyemedikleri
bu sistemin işlerliğini yitirdiğini görmüş olsalar bile bir şey
yapamamışlar (Göğüs göğüse kaba kuvvet savaşlarındaki başarı,
savaş veya ekonomi olsun- akıla dayalı uzaktan vurmalara karşı
koyamamıştır) ; Avrupa'nın sömürgecilik anlayışı ile zenginliklerimize
sahip çıkmasına da göz yummuşlardır. Avrupalılar da, bu sömürü
sırasında kendileri için gerekli düzeni sağlamak dışında bu topraklarda
yaşayanlar için hiçbir yatırımda bulunmamışlardır. Yani bir anlamda
Batı hümanizminin izlerine bu topraklarda rastlanılmamıştır
(Osmanlıların da halklarıyla ilgilendiğini söylemek pek mümkün
değildir.) "Kömür Havzası" bunun en açık örneğidir. Çeşitli Avrupalı
şirketler Zonguldak bölgesini paylaşmış ve kendilerine en uygun
şekilde buradaki kömürleri çıkartmışlardır. İşçilerini bile yurt dışından
getirmeye özen göstermişlerdir (Örneğin Kozlu'ya Polonyalı işçiler
getirilmiştir). Yeraltı zenginliklerini aldıkları gibi öyle görünüyor ki yer
üstündekileri hoyratça kullanmışlardır (Resim 1).
200
201
gerektiğinin bilincinde olmuştur. Bugün kaç üretici işçisine,
mühendisine bu imkanları tanımaktadır?
202
203
İlkokulun sokakla ilişkilendirilme detayı ise eğitici ve özgündür (resim
7/8). Bu okulun da Seyfi Arkan tasarımı olduğunu düşünüyoruz.
Yine Arkitekt dergisinde (12) Üzülmez'de yer alan büyük bir yerleşime
ait vaziyet planı ve maket fotoğrafları vardır (resim 18/19). Bu tasarımda
yine farklı konut tipleri, bekar ve işçi evleri ve bunlara ait duş,
çamaşırhane, aşevi ve yemekhaneler, okul, biraz uzakta bir sinema
yer almaktadır. Konut tiplerinin bir tanesinin iki farklı zemin durumuna
ait alternatif çözümleri, okulun ve yemekhane, mutfak, çamaşır ve duş
binasının planları dergide bulunmaktadır. İşçilere ait mahallenin okulla
birlikte maket fotoğrafları da örnek olarak basılmıştır.
204
205
(1) Prof. Dr. Afetinan, "M. Kemal Atatürk'ün, B. M. Meclisi, birinci dönem üçüncü
toplanma yılını açış konuşması, 1 Mart 1922", Devletçilik ilkesi ve Türkiye
Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1972, sayfa, 31-
32 ve
(2)Prof. Dr. Afetinan, "M. Kemal Atatürk'ün, İzmir İktisat Kongresi'ni açış nutku, 17
Şubat 1923", Devletçilik ilkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk
Tarih Kurumu, Ankara, 1972, sayfa, 46.
(3) O. Koloğlu, Kim Bu Mustafa Kemal, 4. Basım, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999.
(4) Aynı yayın.
(5) Anonim, Kömür Havzasında Türkiye İş Bankası 1926-1937 Devlet Basımevi 1937.
(Sayın Yılmaz Soylu Arşivi)
(6) Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onuncu İş Senesi İdare Meclisi Raporu
1936 (TTK Arşivi)
(7) Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onbirinci İş Senesi İdare Meclisi Raporu
1937 (TTK Arşivi)
(8) U.Tanyeli, "Seyfi Arkan, Bir Direnme Öyküsü", Arredamento Dekorasyon, 1992/3,
Profil in Memoriam: Seyfi Arkan
(9)Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun çok değerli mensupları olarak, İnşaat Emlak Daire
Başkanı Sayın Tuğrul Yıldız, İnşaat Emlak Dairesi eski Başkanı Sayın Mimar Yılmaz
Soylu, Emlak-İstimlak Şube Müdürü Sayın Mimar Muhsin Maden ve Çevre Şube
Müdürü Sayın Tuna Aratoğlu’nun olağanüstü destek ve yardımları olmasaydı bu
çalışmayı yapamazdık.
(10) Arkitekt 1936/1, sayfa 9
(11) Arkitekt 1935/5, sayfa 147
(12)Arkitekt 1935/9, sayfa 253
(13)Arkitekt 1949/5-6, sayfa 107-111
(14)H. Yürekli, F. Yürekli, “Hayal Gücü, Hafıza ve Gerçekler”, Arredamento Mimarlık
2000, sayı 07-08, sayfa , 143-145.
205
206
206
207
207
208
208
209
209
210
210
211
211
212
Örneğin Arkan'ın Florya Köşkü binasının, kendisine bilinenin dışında
bir yer tayin etmesi -denizden karaya bakıyor olması, bugün de sıkça
tartışılan "yer" kavramının farklı ve özgün bir yorumlanışıdır. Denizdeki
sonsuz noktadan herhangibiri olan bu yer, yine Arkan tarafından
tasarlanan karadaki iki binanın arasındaki bir nokta ile yani karayla
ilişki kurduğu nokta ile tanımlanabilmektedir 3 (resim 1). Böyle bir
konumlandırma yeni bir teknolojiyi getirmektedir. Bu teknolojinin
gerektirdiği ahşap malzeme, geleneksel Türk Evi'nin "hafiflik"
özelliğinin yeniden değerlendirilmesi olarak yorumlanabilir -ki bu
özellik 1990 larda Calvino tarafından Üçüncübinyıl'ın en önemli altı
özelliğinden biri olarak tanımlandığına göre, oldukça ileri görüşlü bir
tutum olmaktadır. Ayrıca binanın çok kısa zamanda inşa edilmiş
olması da yine günümüzde sıkça tartışılan ve yine Calvino'nun bu
özelliklerden bir diğeri olarak tanımladığı "hız" kavramının etkili bir
yorumudur 4.
214
215
215
216
216
217
217
218
Gerçek, elimizde olan bulguların kim bilir kaç farklı yorumundan ancak
birisi olabileceğine göre bunu tahmin etmenin çok düşük bir olasılığı
vardır. Bu durumda bir kişinin yorumunun herkesi etkilemesi doğru
mudur? 1
218
219
insana hayal kurduramayacak kadar kaba ve acımasızdılar. İçi boş
betonarme kolon parçalarını kabak dolmasına benzeten sayın Filiz
Özer’e hak vermemek elde değil. (resim 5/6)
220
221
Bunlar severken hırpalananlar. Bir de endüstri arkeolojisi olarak henüz
sevilmesi gerektiği bilinmeyenlerin örneğin gazhanelerimizin ve diğer
endüstri yapılarımızın başına gelenler var. O da ayrı bir konu (resim 18)
(1) , The Ephesian ruins are to be understood as a fiction because they illustrate
more about modern times then about antiquity. Anton Bammer, “Continuity and
Development in İstanbul” Yaz Okulu Konferansı
(2) Doğan Hızlan, “Camlı Köşk –Resmiyetten Uzak Bir Mekan”, Hürriyet Pazar, 24
Mayıs 1998. s.5
(3) Yapı-dış mekan bütünlüğünün yanısıra, Arkan’ın bir başka özelliği mobilya, halı,
hatta perdenin seçimine kadar yapı iç donanımını da “Gesamtkunstwerk”
anlayışıyla bir bütün olarak ele alıp tasarlamasıdır. İnci Aslanoğlu, “Seyfettin Arkan
ve Ankara’daki Yapıları”, Arredamento, Dekorasyon, 1992/3.
Tanyeli de benzer görüşleri vurguluyor. U. Tanyeli, Seyfi Arkan: “Bir Direnme
Öyküsü”, Arredamento Dekorasyon , 1992/3.
(4) H. Yürekli, F. Yürekli, “Neden, Neler Kültür Varlığımız Oluyor ya da Olamıyor?” Yapı
No.167, Ekim 1995, pp.72-75
221
222
222
223
223
224
224
225
227
228
1-Alvin Toffler, foreword, “Science and Change”, I. Prigogine & I. Stengers Order out of
Chaos, Flamingo, 1985
2- Hall E.T., The Hidden Dimension , Doubleday and Comp. New York, 1966 ve
hareketli mekan elemanları için bakınız: H. Yürekli, Insan davranışları ve çevre
ilişkilerine bağlı olarak Çevrenin Korunması ve Geliştirilmesi için bir Metod önerisi ,
I.T.Ü. 1980
3-Edward Said, Orientalism, New York: Vintage Books1994
4-Nicholas B. Dirks (ed.), Colonialism and Culture, Ann Arbor. The University of
Michigan Press, 1995
5-Carol A. Breckenridge and Peter van der Veer, Orientalism and the Postcolonial
Predicament, Philadelphia. University of Pennsylvania Press, 1994
6-Oktay Ekinci, “Çakırhan Evleri Korunmalı...”, Cumhuriyet, Istanbul: Yıl 75, Sayı
26629, 3 Eylul 1998, sayfa 13.
228
229
Aslında Koruma Kurulu’nun adı, yapılması gereken işi çok açık olarak
belirlemektedir; tabiat ve kültür varlıklarımızı korumak. Bu yazının ana
konusu kültür varlıklarımız. Doğal varlıklarımızı nasıl koruduğumuzu
merak edenlerin Pamukkale’ye gitmelerini tavsiye ederiz. Özel
teşebbüsün yanında hatta önünde, Turban oteliyle Pamukkale’nin
üstüne oturan ve onun hergün suyunu sömürerek karartan kamu
teşebüsünü üzüntü ve hayretle izleyebilirsiniz. Şimdi bunların hepsi
yıkılacakmış. Yapılırken ‘yetkili’lerin ‘akıl’ları neredeydi?
Örneğin, ancak halka açılacağı için, basında bir süreden beri konu
olabilen Kızkulesi, üstüne ‘ulaşıldığı’nda tüm değerini kaybedecektir.
Çünkü; Kızkulesi tarih boyunca ‘ulaşılamaz’ olması ile efsaneleşmiştir.
Ulaşılamaz olana ulaşabilme çabaları onun hikayelerini
oluşturmaktadır. Herkes üstüne kolayca çıkıp dolaştığında anlamından
çok şey kaybedecek, sonuçta karşıdan onu seyretmek de eski
anlamını yitirecektir. Üstüne doluşmaya çalışmak ve onun kimliğini
bozmak yerine onu Istanbul siluetinin önünde izleyebilecek yeni
noktalar oluşturmak daha anlamlı ve akılcı değil mi? Alacağı formdan
önce bunu tartışmak daha profesyonelce olacaktır. Formuna gelince,
hafızalarımızda, kartpostallarımızda ve Istanbul’u resmetmiş
229
230
ressamlarımızın resimlerinde yeraldığı şekliyle gelecek nesillere
aktarılması doğru olur düşüncesindeyiz (resim 1)
Benzer şekilde anlamı unutulmuş olan bir diğer Istanbul bileşeni ise
vapur iskeleleridir. Boğaz’ın, Haliç’in, Kadıköy’ün ve Adalar’ın eski
vapur iskeleleri, geçmiş Istanbul ‘kent’ yaşantısının güzel ve anlamlı
noktalarıdır. Bir zamanlar Istanbul’u birbirine bağlıyan ve gelişmesini
sağlıyan en öenmli belki de tek sistemin düğüm noktalarıdır. Bunun
değerinin unutulamaz olması gerekir. Bugün, satılıp kiralanarak
anlamsız fonksyonlara verilmesi ne hazindir.
230
231
Gelişmemizin birer simgesi niteliğindeki ve genellikle mekan kurgusu
ve formuyla, teknolojisi ve çok ilginç detayları ile bir makina estetiğine
sahip olan ilk endüstri yapılarımızın da yıkılmayı hakkettiklerini
sanmıyoruz. Istanbul’daki iki gazhane ile Izmir gazhanesinin
yıkılmasından sonra bu konu bizce özellikle öncelikli hale gelmiştir. Bu
gazhanelerle aynı dönemlerde inşa edilmiş Izmir ve Istanbul’daki
elektrik santralları da benzer akıbete her an uğrayabilirler. Bu binalar
hiçbirşey değilse, mimarlık öğrencileri için çok önemli ders araçlarıdır
(resim 8/9).
‘Yer’ değiştiren kültür varlıkları ile ilgili bir saptama da gerekli oluyor.
Anadolu’nun köylerinden sökülüp kitch binalara monte edilen,
tavanlar, kapılar, dolap ve pencerelerin ancak ‘yer’lerinde anlamlı
olduklarını farkedemezsek, Bergama Sunağı’nı geri isterken içten
olduğumuza önce kendimiz inanabilir miyiz? (resim 13)
231
232
232
233
233
234
234
235
236
237
237
238
239
240
Bu bilgilerin ışığında Taşkışla'nın, önceki, kışladan üniversiteye
çevrilme uygulamasının özellikle kültürel ve teknik açıdan uygun
fonksyon seçimi sebebiyle çok başarılı bir 'dönüştürme' olduğu açıktır.
Taşkışla’nın bugünkü nitelik ve değerleri dikkate alındığında ise onu
otele dönüştürmenin kolayca verilebilecek bir karar olmadığı
söylenebilir. Bu yolda bir ön değerlendirmenin yapılmadığı da
bilinmektedir. Ayrıca Taşkışla mevcut fonksyonunu barındıramaz bir
duruma gelmiş değildir. Aksine içi ve dışı ve şehir içindeki konumu ile,
içindeki mimarlık eğitimine katkıda bulunan, ziyaret eden yabancı
öğretim üyelerinin imrendiği, eşsiz bir mimarlık okuludur.
240
241
BÖLÜM 4 / mimarlık ve kent
önsöz
243
244
İlk bakışta yeşil alanlar özellikle ağaç ve çalılıkla kaplı ise, görüntü
açısından göz tırmalamayan hatta beğeni toplayan yerler olarak
görülürler. Doğa her zaman güzel ve etkilidir. Çeşitli mevsimlerde
farklı görüntülerle dikkat çeker, kir bile örter. Dolayısıyla yeşil alanlar
ilk değerlendirmede olumlu olarak görülürler.
244
245
İstanbul bazılarının düşündüğünün aksine aslında yeşil bir kenttir. Le
Corbusier’nin de işaret ettiği gibi tarihi yarımada bahçeli evleri ile
yumuşak ve yeşil etkisi güçlü olan bir yapıya sahipti, Pera ise yine Le
Corbusier’ye göre testere dişi gibi yapılarıyla ticaretin ve hareketin
yoğun olduğu bir yerdir. İstanbul’da en yoğun kentsel aktiviteler
Beyoğlu’ndadır. Çünkü Beyoğlu yeşili en az, en yoğun yapılanmış
bölgedir. (Resim 3) Aslında Beyoğlu, meydanlarında bile yeşil olmayan
tipik bir Avrupa kentidir. (Resim 4a-4b) Ancak tarihi yarımadanın eski
dokusu da, birçok Anadolu kentinde olduğu gibi, hareketin dar
sokaklarda yoğunlaştığı, yeşilin ise evlerin arkasında evin bir parçası
olarak yer aldığı o günün şartları için etkili bir çözümdür (Resim 5).
İstanbul’da ise sadece cadde ağaçları ile de hayli güçlü yeşil etkisi
sağlanan alanlar vardır. (Resim 6)
247
248
Sonuç olarak; sloganlar doğrultusunda tartışmasız
öneriler/onaylamalar kent yaşantısına ilişkin potansiyelleri etkisiz hale
getirebilir. Kentler insanların yoğun oldukları yerler, kent içindeki
yeşiller ise bu yoğunluğu azaltan dolayısıyla kent yaşantısını
aşındıran alanlardır. Bir de denizle ikiye bölünmüş onmilyonluk bir
kentin iki yakasının deniz üzerinden etkili ulaşımına engel
olamamalıdır. Yeşil ihtiyacı ve onun giderilmesi başka konulardır, ve
yukarda da sözü edildiği gibi yeşil’in kente ve yaşama, piknik
yapmaktan çok daha önemli etkisi vardır.
248
249
249
250
250
251
251
252
252
253
da var olan kamuya ait boş yer, yani en ucuz sanılan arsa
olmamalıydı.
254
255
Yine yukardaki sorunun devamı olarak “Şehrin olimpiyatlara katkısı ne
olacaktır?” Sorusu akla gelmektedir. Şimdi önerilen düzende, otellerde
kalacak insanlar Istanbul'u görebilecekler, fakat sporcuların böyle bir
şansı olmayacaktır; onlar olimpiyat köyü ve seçilen merkez arasında
gidip geleceklerdir. Bu da resim 1-6 da görülen çevredir.
255
256
(1)Hillier, B. J. Hanson, The Social Logic of Space, Cambridge University Press, 1990
(2) Maraton için yol güzergahları dikkate alındığında ölçülen mesafeler şöyledir:
Birinci güzergah: Olimpiyat stadyumu, TEM bağlantısı üzerinden, Otogar (12,7 km),
Surlar (16,8 km), Aksaray (19,5 km), Atatürk Köprüsü (21,5 km), Taksim (24,3 km),
İkinci Güzergah: Olimpiyat stadyumu, Havaalanı bağlantısı üzerinden, Havaalanı
kavşağı (12,5 km), Ataköy E-5 üstü (15 km), Surlar (25 km), Taksim (31 km),
Bu mesafeler dikkate alındığında birinci güzergahta 19,5 km koşulduktan sonra ancak
Aksaray’a ulaşıldığı görülmektedir. Sultanahmet’e ulaşıp ordan dönmek gerekir. İkinci
güzergahta ise 12,5 km koşulduğunda havaalanı kavşağına gelinmektedir, oradan
ancak Yeşilköy’e ulaşılıp geri dönülebilir. Bu güzergahların %80’i gecekondu ve plansız
gelişmiş bölgelerde koşulmak durumundadır. Gidiş dönüş aynı yoldan olmaktadır. Buna
karşılık stadyum daha merkezi bir yerde olursa, Tarihi Yarımada, Boğaz kıyıları maraton
güzergahı olarak düzenlenebilir.
256
257
257
258
kentler ve küreselleşme
Küreselleşme ülkemizde kentlerin ve sosyal yapının kendine has
nitelikleri nedeniyle ayrı bir önem taşıyor.
258
259
gündeme geliyor. Çünki Küresel gidiş sonuçta çevreyi ve toplumu hiçe
sayıyor 1.
260
261
bunun sonucu olan kaçak ve plansız yapılanmalar bunun somut
örnekleridir 2
261
262
dersinde öğrencilerin bu konuda yapmış oldukları araştırma ve
öneriler ise çok çarpıcı gerçekleri ortaya çıkartmıştır.
(1) Küreselleşme çabası insanlık tarihinde pek çok kereler farklı şekillerde
denenmiştir. İlk denemeler askeri güçlere dayanıyordu, imparatorluklar bunun
örnekleridir. Roma, Osmanlı imparatorlukları bunların en sürekli olanlarıdır.
Farklı bir model kolonizasyondur. Burada da askeri güç kullanmak esastı.
Büyük Britanya, İspanya, Portekiz İmparatorlukları buna örnektir. Burada
farklı yönetim modelleri kullanılmıştır. “Böl ve yönet”, “bütünleştir ve yönet”
gibi farklı prensiplere bağlı yönetimler oluşturulmuştur. Büyük Britanya
İmparatorluğu “böl ve yönet” ilkesini benimsemiş, buna karşılık Roma ve
Osmanlı İmparatorluğu bütünleştirerek yönetmeyi ana ilke edinmiştir.
(2) Burada iki tür yapılanmayı içerdiği için çok çarpıcı bir örnek İtalya’dır.
İtalya’nın kuzeyi toplum düzeninde, güneyi ise yukarda sözünü ettiğimiz
biçimde toplum düzenine göre kurulmuş olan kurumlarla, topluluk düzeninde
yürütülmektedir. Sonuçta pek çok ortak özellikleri olmakla birlikte (tarih, din,
dil birliği gibi), kuzey İtalya’da güneyden ayrılmak fikri oluşmaktadır.
263
264
264
265
265
266
istanbul'un şansı veya bir açıdan şanssızlığı, tarihsel bir kimliği olması
ve bunun sonucunda oluşturulmuş olan ve belli bir standarda ulaşmış
olan Arkeoloji Müzesi gibi müzelerinin yanısıra şehrin kendisinin de
aslında bir müze olmasıdır.
Bu özelliği onun yukarıda bahsettiğimiz hiç bir konuda ciddi bir birikimi
olmadığı gerçeğini ilk bakışta ğizliyebilmektedir ve şanssızlık belki de
bu gerçeğin bu şekilde yapay olarak örtülmesidir.
266
267
men bunları sanat kabul ettiğimize göre, bir topluluk içinde
yaşadığımız gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda, birikimin
yerleşik düzenin bir gereği olduğu düşünüldüğünde, başka şeyler gibi
sanatın da paylaşılması gerektiği gerçeği ile müzeler yine değer
kazanmaktadır.
Oyuncak nasıl çocuğun var olması için ilk bakışta gerek şart gibi
görünmüyor, ama kişiliğinin gelişmesinde önemli bir rol oynuyorsa,
müze için de aynı şeyler söylenebilir; ilk bakışta şehrin varlığı için bir
gereklilik gibi görülmese de şehrin ve toplumun kimliği için gerekli yapı
taşlarını oluşturur.
Bu, genellikle pahalı, bazen gösterişli veya sade, eski veya yeni oyun-
cakların varlığı toplumun fikir düzeyiyle ilişkilidir. Herkes çocuğu için
oyuncak almaz.
268
269
Rothko Şapeli, John Menil'in isteği ile sanatçı Mark Rothko'nun istek-
leri doğrultusunda Philip Johnson tarafından tasarlanmış. Rothko
sekizgen bir plan önermiş, yani binanın ana mekânı merkezi bir plana
sahip. Şimdi içinde yer alan 14 resim 1965-66 yılları arasında
yapılmış, binanın inşaatı ise 1970'te başlamış. Bugünlerde önemli bir
tartışma konusu olan sanatçı ve mimarın birlikte çalışmasına bir
örnek, P. Johnson ve M. Rothko'nun bu konudaki anıları ilginç ve
öğretici olabilir. Bu konuda "Concert of VVİllis: The Making of the
Getty Center" adlı filmde, Los Angeles'teki Getty Center'in 13 yıl süren
ve birlikte giden bir süreç olantasarımı ve inşaatında Mimar Richard
Meier'in modernist fikirleriyle taban tabana zıt müze müdürü S.
Rountree'nin gerilimli ilişkileri yanında, R. Meier'in peyzaj mimarı
Robert Irvvin ile olan anlaşmazlıkları çok ilginçti. Bu yılın sanat ve
mimarlık olaylarından birisini oluşturan, 1994'te ölen heykeltraş
Donald Judd'un çalkantılı New York sanat dünyasından kaçarak
Marfa'da çölün ortasında yarattığı dünyasında, dünyanın her yerinden
gelen 600 mimar ve sanatçının tartışma konusu da aynıydı.
270
271
Houston'daki bir önemli müzeler kompleksi de Rice Üniversitesi'nin
yakınında yer alıyor. Buradaki en büyük kompleks "The Museum of
Fine Arts" Güzel Sanatlar Müzesi, müzenin yeni bir binası şimdi
kullanılan binanın karşısında inşa ediliyor. Şimdi kullanılan müze
binası çok özel bir mimarisi olmayan, üçgen bir arsanın zorlayıcılığına
boyun eğerek tasarlanmış bir bina; çok yakınında yer alan idare binası
ise detayları ve detayların genel biçime etken olan özgünlüğü ile
dikkati çekiyor. Yağmur oluk ve borularının yapıyla bütünleşmesi, giriş
ve giriş saçağı ve giriş ho-lündeki merdiven çok iyi çözülen detaylarla
gerekli noktalarda yüksek bir presizyonla inşa edilmiş (resim 4).
271
272
272
273
273
274
Bunun yanında eski örnekleri de olan veya eski sıra evlerin veya avlu
etrafında oluşturulan toplu konutların güvenliğinin arttırılarak kira evleri
haline getirilmeleri veya bunlara benzer şekilde yeni sitelerin
oluşturulduğu kompleksler Houston'un konutlarının diğer önemli
275
276
parçasını oluşturuyor. Burada ilginç olan, tek evlerin bu kadar
güvenlikten yoksun olmasına veya öyle görünmesine karşılık, sitelerde
inanılmaz güvenlik önlemlerinin oluşturulması. Bu sitelerde otopark
parmaklıklarla çevrili, binaya girmek için ayrıca kilitli kapılardan
geçiliyor. Konutlar ise iki veya üç katlı genellikle açık koridorlu, doğa
ile iç içe oluyor. Benim kaldığım böyle bir kompleksin binaları kapalı
avluları olan kitlelerden oluşuyordu. İklimi çok sıcak ve nemli olan
yerlerde bu kapalı avluların oluşturduğu nemli ortam, kokusu ve
ağırlığı ile hissediliyordu. Daha yeni olan tasarımlarda bu sakıncayı
önlemek için genellikle çeşitli yönlere açılan yine de kapalılıkların
oluşturulduğu kitlelere yer veriliyordu. Genellikle ortada yüzme havuzu
ve oturma yerleri oluşturuluyordu. Bu tür açık koridorlu konut
tipolojisinin bir örneğini 1974 yılında İngiltere'de Manchester'de
görmüştük, Manchester üniversitesi'nden görülebilen ve “Hulme”
adıyla anılan bu yerleşim, çok başarısız olmuş ve gittikçe daha
varlıksız insanların oturduğu bir yer haline gelerek, herhalde 60’ların
sonunda yapılan kompleks, 80'li yıllara gelmeden yıkılmıştı. Açık
koridorları, terörün kol gezdiği korkulu mekanlar haline gelmişti. Bu
arada Manchester'in büyük bir bölümünü oluşturan teknolojik olarak
çok daha geri olan, çok küçük ve eskimiş sıra evlerinin daha yaşanır
yerler olmaya devam etmesi de ilginçti. Böyle bir uygulamanın neden
bu hale geldiği hep kafamı kurcalamıştır, acaba böyle bir tipoloji için
kat adedi çok fazla ve koridorları mı çok uzundu, yani ölçeği mi çok
büyüktü, tasarımında açık koridorla ilşkilendirilen mekanlar mı yanlış
düzenlenmişti, yeterince güneş ve ışık alabilmek için binalar arasında
bırakılan mesafeler mi çok fazlaydı, yoksa böyle bir açık koridorlu
sistem Manchester'in soğuk, nemli ve rüzgarlı iklimine mi ters
düşmüştü, veya geleneklerine çok bağlı olan İngilizler’in sıraevde
yaşama alışkanlıklarıyla mı bağdaşmamıştı? Belki de hepsi birarada
bu olumsuzluğu yaratmıştı; belki de kime ait olduğu belli olmayan ve
sokak kadar da genel olmayan kontrolsuz mekanların fazlalığı en
önemli etkendi. Konutlarının bu derecede benimsenmemesine karşılık,
Hulme’deki küçük sinema salonlarının oluşturduğu sinema kompleksi,
1960’larda idealizmin bittiğinin, farklı ve marjinal düşüncelerin değerli
hale geldiğinin bir işareti olarak, canlı bir yerdi. Şehrin merkezindeki
büyük sinema salonu ise bu arada kapanmış ve eski yapıt olarak tescil
edilerek bilinmeyen bir geleceğe bakıyordu.
278
279
1. Suburbia’da oturanlar için şehir kavramı çok yabancı bir kavram. . Küçük bir yerleşim
olan Troy'daki Rensselaer Politeknik'in mimarlık okulunun önemli hedeflerinden birisi
öğrencilerine kent yaşantısının ve kentin çeşitli ölçeklerdeki ve katmanlardaki
etkileşimini hissedebilmelerini sağlamak. Bunun için birinci yıldan sonra öğrencilerine,
New York ve Boston gibi şehirlerde proje konuları veriyorlar. Yurtdışında, İtalya ve
Türkiye'deki programların en önemli kazançlarından birisinin de öğrencilerin bu dinamik
ve akışkan kent yaşantasını öğrenmeleri olduğunu söylüyorlar.
2.Cite dergisi Houston’da mimarlar ve plancılar kadar Houston halkına yönelik yılda dört
kez çıkan bir dergi.
KAYNAKLAR
King, M., “Fortress Houston”, Cite, The Architecture and Design Review of Houston, 37,
İlkbahar, 1997,
Greanias, G., “Shadow Planning” Cite, The Architecture and Design Review of Houston,
42, Yaz, Sonbahar, 1998,
Stern, W., “Tools of the Development Trade, Interpreting Building Codes and Planning
Ordinances” Cite, The Architecture and Design Review of Houston, 42, Yaz, Sonbahar,
1998,
279
280
280
281
281
282
282
283
ve faunanın özellikleri ile ve en önemlisi de şehre göre konumu
dolayısıyla bir doğa mucizesidir.
Cousteau ile yapılan çok yeni bir söyleşide, Nükleer denemelere karşı
yaptığı savaştan dolayı bazı çevrelerde popülaritesini kaybettiği fakat
adının ve şöhretinin mücadeleye büyük destek ve değer kattığı,
pekçok kişinin Jacques Chirac’ı tanımadığı halde tüm dünyanın
Jacques-Yves Cousteau’yu bildiği hatırlatıldığında, Cousteau
sevginin ve insanın kendisini başkalarıyla paylaşabilmesinin mutluluğa
283
284
ulaşmanın yolu olduğunu, bilgi yoluyla, bilginin başkalarına aktarılması
ile dünyanın anlaşılmasının paylaşılabileceğini, birtakım şeylerin zorla
olamıyacağını bilinçlenmenin ekolojiiyi korumak açısından en önemli
şey olduğunu vurgulamaktadır 1. Ekolojik konularda yapılan hatalar,
genellikle kötü cevapları hemen gelmediğinden bu hataların
toplamının zararlarının da uzak gelecekte ortaya çıkmasından dolayı
‘benden sonra tufan’ dedirtmeyi kolaylaştırmaktadır.
(1) “Jacques-Yves Cousteau, Carried on the Wind, An exclusive interview for the
Swissair Gazette” by Robert Weatherburn, Swissair Gazette, 6/96
284
285
istanbul ve olimpiyat
İstanbul'un, olimpiyat oyunları adaylığı sürüyor. 2000 Olimpiyatı'na
talip olmanın sonuç vermemiş olmasına üzülmek yerine, konuyu daha
kapsamlı ele almak için zaman kazanmış olduğumuz düşünülebilir.
Olimpiyat bir ülke ve kent için bir "fırsat'tır. Başarılı bir olimpiyat
organizasyonu için "fırsat"ın ne anlama geldiği iyi değerlendirilmelidir.
"Fırsat" ülkemiz için "tanıtımı"dır. Türkiye Cumlıuiiyeti'nin ne olduğu ya
da ne olmadığının doğru tanıtımı, ülkenin gelişen dünya ile
bütünleşmesini hızlandıracaktır. Olimpiyat ile ilgili ikinci konu ise
yapılacak yatırımın olimpiyat sonrası veriminin garanti edilebilmesidir.
288
289
289
290
durul-mamaktadır. Bu erozyon hem fiziksel hem de kültürel alanlarda
olmaktadır, örnekleri binaları belirterek vermek uygun olacaktır.
290
291
Son örnek ise, eşsiz Bayıldım Yokuşu ile kapalı kutu diskoteği ve
galiba hamamı aracılığıyla ilişki kuran -yani kurmayan- Svviss Otel
(resim 4). Japon mimarın, Bayıldım Yokuşu'ndan bir kere bile inip
çıkmadığı, hatta Bayıldım Yokuşu'nun farkında bile olmadığı açıkça
belli. Bu yapının bir başka özelliği de deniz cephesinde -muhtemelen
deniz manzaralı- üç kat yükseklikteki katlı otoparkı, insana "keşke
otoparksız kalsaydık" dedirtiyor. Hatta, yoksa otelsiz mi kalsaydık,
diye düşünürken, daha önceki başarılı örnekleri hatırlayınca, bu
davranışların hangi önemli neden sonucu oluştuğu anlaşılamıyor.
Örneğin Divan Oteli, pastanesi ve pub'ı ile, yıldızı bol bir otelin kentle
nasıl olumlu ilişki kurabileceğini çok güzel göstermektedir (resim 5).
Pastane ve pub müşterisi ile otel müşterisinin karışması veya
karışmaması bir işletme kararı ve buna bağlı bir tasarım konusudur.
Başka bir örnek The Marmara Oteli'dir. Otelin kaldırımla bütünleşen
pastanesi Taksim alanındaki yaşantıya canlılık getirmekte, otel de bu
canlılıktan herhalde yararlanmaktadır.
291
292
BÖL
293
ÜM 5 / deprem
önsöz
meslek sorumluluğu
294
Yine "yer" geçici konutların yerleştirilmesinde de yanlış planlanmış ve
tasarlanmıştır. Bu konutlar tarım arazisinde, çok az yoğunlukla ve
taban betonu dökülerek gerçekleştirilmişlerdir (resim 13).
296
297
298
17 ağustos ve 12 kasım depremleri sonrası geçici ve
kalıcı konutlar, yoğunluk problemi
Konunun birbirini izleyen bir olaylar dizisi olarak ele alınması uygun
görülmüş ve makale de buna bağjı olarak dört bölümden
oluşturulmuştur. ilk bölüm, geçici konutlar üzerine kısa bir yorumu
içermektedir, ikinci bölüm, Düzce'de inşa edilen kalıcı konutların
eleştirisini kapsamaktadır. Üçüncü bölüm, tasarlanan ve inşa edilen
kalıcı konutların bir bölümünün yerine alternatif bir tasarımı ve
ilkelerini açıklamaktadır. Son bölüm ise sonuç bölümüdür.
Bu geçici konutların bulunduğu yere çok yakın bir yerde inşa edilen ve
bugün emniyet mensupları tarafından kullanılan bir geçici konut grubu
daha vardır. Bu geçici konutlar daha yoğun olarak inşa edilmişlerdir.
Küçük verandaları bulunan bu konutların yaşamak ve paylaşmak için
çok daha uygun oldukları görülmektedir (resim ib).
300
Konut birimleri düzenlenirken bölgede, canlı bir kent yaşamının
oluşmasına olanak verecek bir yoğunluğa ulaşılması hedeflenmiş
midir? Burada yaşayan halkın sosyal yaşamı, alışkanlıkları, önceki
hayat tarzları yeterince düşünülmüş ve tasarım kriterlerine yansıtılmış
mıdır? Planlanan yerleşimdeki sosyal donatılar, kamusal alanlar,
karşılaşma ve kesişim noktaları, dinamik ve canlı bir sosyal yaşamı
sağlayacak nitelikte midir? Gerek araç gerekse yaya yolu olarak
düzenlenmiş ulaşım yolları, yapı adalarının bütünlüğünü sağlayıcı,
belli kritik noktaları birleştirici ve bağlayıcı özelliklere sahip midir?
(resim 4)
"Oturma, çalışma, sosyal ve kültürel ihtiyaçlar, dinlenme-eğlence, ula-
şım gibi kentsel fonksiyonlar arasında kullanma dengesini en rasyonel
biçimde belirleyerek, kişilerin moralini yükseltici, sağlıklı ve düzenli ya-
şama koşullarını ve fiziksel çevreyi sağlamak" amacıyla yapılan
Düzce kalıcı deprem konutlarında, temel planlama ilkeleri olarak,
merkez dışına kaçış (desentralizasyon), halkın benimseyeceği
yapılanma ve arazi kullanımının sağlanması ve ekonomik olma göz
önünde bulundurulmuştu.
Yeşil çevre kaygısıyla oluşturulan park, spor ve dinlenme alanı gibi ka-
musal alanların genişliği ve esas kullanım sıklıkları dikkate alınmadan
tasarlanmış olmasının; bu dokunun bağlayıcı, bütünleştirici bir etken
olmaktan çok yerleşimdeki yaşamı kesintiye uğrattığı, canlılığını
yitirmesine yol açtığı gözlenmekteydi.
302
"Bunlar üzerine ilk başta aklıma gelen soru/ara geri döndüm ve bu so-
rulara ve sorunlara nasıl cevaplar aranabileceği hakkında düşündüm.
Getirdiğim alternatif Düzce kalıcı konutlar kentsel tasarım önerisinde ön
p/anda tuttuğum temel kriter ve hedef/er şu şekilde belirlenmiştir:
Tasarımı yapılan yer bir yüzey olarak değil, Le Corbusier'nin de ifade ettiği
gibi yerin altının ve üstünün hacim o/arak ve bir bütün ha/inde ele
alınması ve bu bütünün değerlendirilmesi olarak ele alınmıştır.
Yeni ve canlı bir kent yaşamının oluşmasına olanak verecek bir yoğunluk
elde edilmeye çalışılmıştır.
Konut alanını Düzce'ye ve çevre köylere bağlayan ana yol 15-12 m, ikin
cil yollar 10-8 m en kesitinde düzenlenmiştir. Alt kademe yollar ilke ola
rak sadece bir üst kademe yola bağlanmaktadır. "
303
Kamusal alanların canlanması için bir merkez oluşturulmuştur.
Sonuç
ister geçici konutlar olsun, isterse kalıcı konutlar olsun kısa zamanda
yapılmış olmaları en olumlu yanlarını oluşturmaktadır.
305
306
307
308
309
310
311
"deprem ülkesi" için konut önerileri
Biz deprem sonrası geçici konutlar ile daha sonra yapılacak kalıcı
konutlar konusundaki önerilerimizin ilgili mercilerde hiçbir yankı ve
karşılık bulmamasına, kısıtlı yerleşim alanlarının daha akıllıca
kullanılması ve daha akıllıca yeni yerleşim modelleri geliştirilmesi
fırsatının kaçmış olmasına üzülürken, çalışmalarımızı deprem
ülkesinde bundan sonra bireysel olarak üretilecek konutlar için uygun
modeller araştırmaya yönelttik. Burada ülkemizde geçerli iki konut tipi
için Prof. Dr. Feridun Çili ve Doç. Dr. Oğuz Cem Çelik'in eleştiri ve
katkıları ile geliştirdiğimiz iki öneriyi topluma sunmak, tartışılarak-ve
belki de pilot uygulamaları desteklenerek- geliştirilmesini sağlamak
üzere yayımlıyoruz.
312
iç ve dış duvarlar genel olarak çelik tel strüktürlü iki yüzü sıvalı plastik
köpük esaslı veya benzeri hafif teknoloji ürünü olarak
düşünülmektedir.
Önerilen modelin bir diğer özelliği ise, aynı kesite sahip kolon ve kiriş-
leri ile planda ve kesitte basit, sürekli ve düzgün bir taşıyıcı sistem
üzerine kurulmuş olmasıdır. Taşıyıcı sistem üçboyutlu bir dantel gibi
düşünülmüştür. Sistemin bodrum çevresindeki perdeler dışında perde
gereksinimi göstermemesi ekonomi sağlamaktadır.
Her iki katın dört dış duvarı, kat yüksekliğinde fabrika üretimi dört adet
ve tümüyle aynı çelik kafes kirişten oluşmaktadır. Böylece iki katın tüm
dış duvarlarını 8 adet hazır eleman ile oluşturmak olanağı bulunmuş
aynı zamanda yatay deprem yüklerine karşı yeterli direnç
sağlanmıştır. Zemin kat döşemesi ile üst kat tavanı ise dış
duvarlarınkine benzer hazır kafes kirişlerle oluşturularak, döşemelerin
düzlemleri içinde yatay yükler karşısında rijitlik yine yeterli ölçüde
sağlanmıştır. Bu şekilde döşemelerde rijitlik sağlayıcı olarak ağır
beton eleman kullanımı önlenmiş, tüm döşemelerin ahşap ve hafif
olması sağlanabilmiştir.
314
315
316
depreme akılcı yanıt
Az katlı yeni konutlar, daha iyi bir planlamayla gerekli olan çeşitli
servis alanlarının da çevrede yer almasıyla hem deprem riskini
azaltan, hem de doğa ile barışık tüm dünya için örnek yerleşmeler
oluşturma şansı verebilir. Bu şekilde tüm dünyanın yaptığı yardımların
yine dünyaya bilgi olarak dönmesi sağlanmış olacaktır.
> "Gödel's incompleteness theorem arrived to deal it a fatal blow and it pushed
mathematics from the too heavy burden of certain/ty that had unfairly placed upon its
shoulders". (Türkçe'ye çevirmenin kolay olmadığı gerekçesiyle ingilizcesi yazılmıştır.)
Kojin Karatani, Architecture as Methaphor - Languages, Number, Money, MİT
319
320
321
makale kaynakçası
bölüm 1 / eğitim
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "70'lerden Günümüze Mimari Tasarım ve Eğitimi: Kara
Kutudan, Kara Deliğe...", Yapı, S. 250, Eylül 2002, s. 116-121.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık ve Eğitim Kurultayı'nın Ardından", Yapı, S. 243,
Şubat 2002, s. 26-27.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi Ortamla ilgilidir", TMMOB Mimarlar
Odası 3-4-5 Aralık 2001, Mimarlık ve Eğitim Kurultayı, Kurultay Kitabı, s. 99-103.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Bilgisi ve Aktarımının Serüveni", Mimarlık, S.
291, Mart 2000, s. 42-44.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi, Mimarlık Eğitimi Değildir", Mimarlık, S.
280, Nisan 1998, s. 66-68.
> Ferhan Yürekli, "Sokrat ve Mimarlık Eğitimi", Yapı, S. 182, Ocak 1997, s. 20.
> Hülya Yürekli, ipek Yürekli, "Mimari Proje Dersinin Amacı, Kapsamı ve Bir Örnek", Yapı, S.
176, Temmuz 1996, s. 87-98.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi: Çözüm 5 Yıl mı?", Cumhuriyet
Gazetesi Bilim Teknik Eki, S. 480, 1 Haziran 1996, s. 4.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Öğrenci Ortaktır", Yapı, S. 168, Kasım 1995, s. 65-68. >
Hülya Yürekli, ipek Yürekli, "Görünmez Kentler", Yapı, S. 162, Mayıs 1995, s. 51-61.
322
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Peter Eisenman'ın Düşündürdükleri", Yapı, S. 180, Kasım
1996, s. 88-91.
> Hülya Yürekli, "Mimarlıkta 'Giriş' ", istanbul'da Konut Girişleri ve Kapılar, Literatür
Yayıncılık, istanbul 1996, s. 6-15.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık, Mimarlık Bilgisi, Eleştiri ve Dört Yeni Bina",
Tasarım, s. 50, Ocak-Şubat 1995, s. 94-97.
bölüm 3 / koruma-kültür
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Cumhuriyet'in Mimarı: Seyfi Arkan", Arredamento
Mimarlık, Mayıs 2002, s. 98-105.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Diğer Taraftan Bakmak", Yapı, S. 232, Mart 2001, s. 45-
49.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Hayalgücü, Hafıza ve Gerçekler...", Arredamento
Mimarlık, Temmuz-Ağustos 2000, s. 143-145.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Çakırhan Evleri ve 'Devrim Nedir?' ", Yapı, S. 203, Ekim
1998, s. 30-31.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Neden, Neler Kültürel Varlığımız Oluyor ya da Olamıyor?",
Yapı, S. 167, Ekim 1995, s. 72-77.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Yedikule Gazhanesini de Kaybettik", Yapı, S. 165,
Ağustos 1995, s. 27.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Binalarda Fonksiyon Değiştirme ve Taşkışla", Dizayn-
Konstrüksiyon, 1988/41-42, Ağustos-Eylül, s. 27-28.
bölüm 5 / deprem
> Hülya Yürekli, Sara Selin Saylağ, "17 Ağustos ve 12 Kasım Depremleri Sonrası Geçici ve
Kalıcı Konutlar, Yoğunluk Problemi", Mimar-ist, Yıl 2, S. 9, Yaz 2003, s. 69-74.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, " 'Deprem Ülkesi' için Konut Önerileri", Yapı, S. 223,
Haziran 2000, s. 28-30.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Depreme Akılcı Yanıt", Domus-m, 4 Nisan 2000, s. 38-39.
323