You are on page 1of 323

1

2
içindekiler

6 önsöz / şevki vanlı

bölüm 1 /eğitim
9 mimarlık eğitimi - geleceğin kökleri
13 70'lerden günümüze mimari tasarım ve eğitimi:
kara kutudan, kara deliğe...
25 mimarlık ve eğitim kurultayı'nın ardından
30 mimarlık eğitimi ortamla ilgilidir
34 mimarlık bilgisi ve aktarımının serüveni
40 mimarlık eğitimi, mimarlık eğitimi değildir
45 sokrat ve mimarlık eğitimi
48 mimari proje dersinin amacı, kapsamı ve bir örnek
70 mimarlık eğitimi: çözüm 5 yıl mı?
76 öğrenci ortaktır
83 görünmez kentler

bölüm 2 / genel mimarlık


97 mimarlık ve teorisi üzerine
100 rasyonalitenin yapılanmasında irrasyonalin, metaforların ve taklidin
rolü
111 muskalı mimarlık, yaftalı eleştiri
117 mat-urban (dantel) mimarlık ve manifaturacılar çarşısı
125 sınır tanımayan mimarlar (ya da burna halka takmak)
129 taklit: başka bir evrensellik boyutu
135 mimarlıkta "yeni" nedir?
144 taş yerinde hafiftir
147 ilköğretim: bina da bir öğretmendir

3
152 rasyonalite ve rasyonalizm üzerine
155 türkiye'nin konumu ve mimarlığımız
160 peter eisenman'ın düşündürdükleri
166 mimarlıkta "giriş"
175 mimarlık, mimarlık bilgisi, eleştiri ve dört yeni bina

bölüm 3 / koruma-kültür
185 koruma-tasarım etiği ve kültürü
191 cumhuriyet'in mimarı: seyfi arkan
202 diğer taraftan bakmak
209 hayalgücü, hafıza ve gerçekler...
215 çakırhan evleri ve "devrim nedir?"
218 neden, neler kültürel varlığımız oluyor ya da olamıyor?
224 yedikule gazhanesini de kaybettik
227 binalarda fonksiyon değiştirme ve taşkışla

bölüm 4 / mimarlık ve kent


231 kenti bilmek koşulu
234 "şehir" yeşil değildir; "şehir" şehirdir
241 olimpiyat yerleşkesi tartışılmalıdır
246 kentler ve küreselleşme
254 müzeler, şehirler ve istanbul
262 abd'de planlama ve konut tipleri - huston örneği
270 üniversite, bozkır ve orman
273 istanbul ve olimpiyat
277 istanbul: ya 0.00 kotunda olanlar

bölüm 5/ deprem
283 meslek sorumluluğu
289 17 ağustos ve 12 kasım depremleri sonrası geçici ve kalıcı
konutlar, yoğunluk problemi 301 "deprem ülkesi" için konut önerileri
305 depreme akılcı yanıt

310 makale kaynakçası

4
önsöz
Kitaplığımızda bir yeni...
İnsanoğlunun en değerli ürünü düşünce olmalı...
Türk mimarlığı kitaplığına kendi dili ve kafasından, intelijensia'sından
bir yenisi daha katılıyor...
Düşünsel ortamına bir taş daha konuyor...
Yürekli'lerin daha önce yayımlanmış kısa yazılarının, dergilerdeki
binlerce başkalarından ayrılarak, bir araya getirilmesi, belki ilk
yayınlarından daha önemli. Mimarların, çeşitli konuları sorgulamaları,
ürettikleri düşünceler ve gösterdikleri tepkilerin oluşturduğu yaklaşım bir
söylem sayılmalıdır. Dergilerimizdeki yazılar, bir düşünsel ortaklığa ait
olmadıkları için, çok kez bir yazı anlam kazanacağı bir ortam bulamıyor,
pek anlaşılamıyor ve hak ettiği ilgiyi göremiyor, etkiyi de yapamıyor. ..
Bu birlikte yayında her yazı bir diğerini aydınlatıyor, bu mozaikten bir
yaklaşım bütünü doğuyor...
Yürekli'7er, yerel ve uluslararası yaşanmakta olan, bazen de evrensel
konuları seçiyorlar... ilgi açısından da kapsamlı bir mozaik ortaya çıkıyor.
Yaşadıklarımız, düşünsel ortama taşınıyor, soyut görünen düşüncelere
örnek oluyor. Bunu mimarlığımıza önemli katkı sayarım.
Mimarlığı konu eden yayınlarımızın sayısal olarak hiç de az olmadığı
kanısındayım. Yalnız, dergi, gerekse kitap denemelerinin ortak niteliği,
çoğunlukla tespit çalışması olmalarıdır. Sanıyorum 1950'lere doğru,
akademik yeterlik çalışmalarıyla baş/ayan, Anadolu'dan seçilmiş bir
yörenin evlerinin birkaç fotoğrafı, rölövesi ve eklenmiş kısa açıklamalarla
yapılan ve genelde bu tür kolaylaştırılmış çalışmaların alışkanlıkları
olmalı... Bilimsel olma istekli yayınların da aşırı başvuru alıntılarıyla dolu
olmaları, müelliflerin düşünce üretmelerini engelleyecek ölçüde
olabiliyor. Ayrıca, ülkemizdeki eksikliği nedeniyle bolca yayımlanan,
anılardan şık kitaplara kadar olan çeşitlilik içinde, öz mimarlık
konularının ihmal edildiğini düşünürüm... "Mimarlık: Bir Entelektüel
Enerji Alanı" adı altında müellifler, eğitim ve genelde, mimarlığın öz
konuları üzerine düşüncelerini açıklıyorlar: Ortamımızda sık rastlan-
mayan, bu çağdaş davranışın güçlenmesine katkıda bulunuyor/ar...
Şehirlere de sahip çıkmaları, çevreye bütünüyle yaklaşmaları,
düşüncelere büyük ve kapsamlı boyut kazandırmaktadır...

Yürekli'ler alışılmış şikayetlerimizi yinelemek değil, eleştirel


yaklaşımla nedenleri saptamayı ve yanıt üretmeyi deniyorlar... Bu
girişimlerde eğer okuyucudan farklı değerlendirmelere ulaşıyorlar
5
ise, bu, düşüncenin var olma nedenidir kuşkusuz. Ben, onların
özgün düşüncelerinden çok yararlandım. Bu yayının tanıştırdığı yak-
laşım ve yorumlardan her okuyucunun bir şeyler kazanacağına
inanıyorum. Yürekli'lerin yaklaşımı, kendilerini bir seyirci gibi gören,
duyguyu dışlayan ve olaylara kendilerinin koyduğu kurallarla
uzaktan bakan tarihçilerden çok farklı... Eylemlerden sorumlu,
ortamı coşku ve üzüntüsüyle yaşayan insanlar olarak... Her bilge
kişi ve sanatçının en büyük isteğinin / dürtüsünün, yaşamındaki,
doğruluğuna, güzelliğine inandığı bilgi, düşünce ve yorum, her
şeyini paylaşmadan mutlu olamayacağını biliyorum. Bir balerin
neden dans eder, bir aktör neden her gece sahnededir, bir şair son
şiirinin coşkusuyla neden yerinden fırlar?... Paylaşmak...
Duygusunu, coşkusunu, ürettiği bir düşünceyi, keşfettiği bir formu,
bir söylemi paylaşmak için!... Oluşan ortamda yeniliklerle buluşmak
için!... Paylaşmak, bir kurumun koruyuculuğuna sığınmadan,
topluma ve ortama kapıları açık, çağdaş, özgür insanların artması,
gelişmenin en gerçek habercisi olmalı... Mimar, her sanatçı gibi
bilgisini, hele düşüncesini, özellikle düşlerini, duygularını yazıyla,
tasarımlarıyla anlatmak, açıklamak ister... Bu, paylaşacak şeyi olan
için doyumsuz bir süreçtir... Bu sürecin gizemini keşfetmek,
düşlemek, her köşesinde yeni ve nice coşkular yaşamak...
Anadolu'da bazı kişilere, "kapıları herkese açık insanlar" denirdi.
Yürekli'ler kapılarını bana da açtılar...
Önsöz için akademik çevreleri ve istanbul dışında beni
hatırlamalarından onur duydum...
Ülkemizde, yaşamın özündeki ezberciliğin, sanatta görsel yaklaşıma
neden olduğunu düşünürüm. Neo-klasik, milli mimari ve geleneksel
yapılaşma yinelenen ezberlenmiş görsel öğelerle sürdürülmüştür.
Toplumumuzun, kurallara veya güvenilen çevrelere olan bağlılığı,
düşünme yeteneğini esir almış gibidir. Gelenekçiler geçmiş
başarılardan, çağdaşlar yenilikçilerden görsel yararlanmalarla işini
yürütmeye çalışmaktadır. Tüm yayınlarımız düşünce değil, proje
üretmeye dönüktür... Bu uydu yaşam herhangi bir kimlik arayışına
yol vermeyeceği gibi, onurlu bir mimarlık ortamı da
oluşturmayacaktır.
Hülya ve Ferhan Yürekli'nin satırları arasında hiç eksik olmayan
kendine güven ve özgür düşünce, yazılarının kimliği ve
saygınlığıdır...
Kutlarım...

Şevki VANLI
Mayıs 2004, istanbul

6
BÖLÜM 1 / eğitim
Önsöz

Mimarlık eğitimi: geleceğin kökleri

Mimarlıkla ilgili konuların içinde bir tanesinin önemi giderek artıyor.


Önem artışının nedeni, konunun giderek otonom hale gelmesidir.
Kısaca "mimarlık eğitimi" "mimarlık"ın kapsama alanından çıkıyor,
bağımsızlığını kazanıyor. İlişkisi kopuyor demek istemiyoruz, ancak
artık mimarlık eğitimini mimarlık pratiğinin beslemesi ve güdmesi söz
konusu değildir. Stillerin hakim olduğu dünyada geçerli olan durağan
sistemler, yerlerini dinamik süreçlere bırakmak zorundalar. Bu, ilk
defa, 1800'lerin başında akademya mimarlığının yani, "hazır modelli
high style -aristokrat- mimarlığın", endüstrinin ortaya çıkardığı yeni
durumla başedemeyeceğinin anlaşılması ve bunun "bilinmeyen
problemleri çözmeye" hazırlanmış mühendislik zihniyetini mimarlıkta
da öne çıkarması ile görülmüştür. Ancak yine de, eğitimin kapsamının
pratiğin çerçevesini aşması gereği günümüzde daha iyi kavranmaya
başlanmıştır. Giderek pekişen durum, yeni mimarların güncel
uygulama olanaklarını öğrenmekten önce bir entelektüel olarak
dünyayı ve sonra da mesleklerini sürekli değerlendirmek üzere teçhiz
edilmelerini kaçınılmaz kılıyor. Bir yandan tasarım girdileri ve bunlar
üzerinde yapılan işlemler günlük etkileri kadar gelecekteki etkileri ile
de önemli olmaya başladığından, bir yandan da dizaynın kalite ve
verimliliğin dünya üzerinde yayılmasına paralel olarak, en önemli
rekabet aracı haline gelmiş olması ile eğitim amaçlı tasarım gerçekten
bir "kara delik" niteliği almıştır. Bu bilgi ve girdi yoğunlaşması ile
başederek geleceğe dönük öneriler geliştirecek enerjik zihinlerin
oluşturulması kanımızca eğitimin temel amacı olmak durumundadır.
Bu ortamda mimarlık eğitiminin temel hedefi meslek adamı
yetiştirmekten gerçek entelektüeller yetiştirmeye kaymak zorundadır.
Ancak ve yalnızca entelektüel zihinler işlevsellik-güzellik-sağlamlık
üçlüsü ile yeni koşullardaki, yeni hesaplaşmaları deneyebileceklerdir.
'Hız ve hareket'in tanımladığı günümüz değişim ortamında, bu
hesaplaşmaların hangi zeminlerde hangi içeriklerle gelişeceğini
belirleyebilmek, eğitim sorununun, -entelektüelliği meslek adamlığının
önüne çıkaran- kritik noktasıdır. Başka bir deyişle akademik mimarlık -
7
durağan durumlara göre kuralları ve tipleri onanmış, modelleri
hazırlanmış mimarlık- yerini deneysel mimarlığa bırakmak
durumundadır. Bu, Ecolé Polytecnique - Ecole Beaux Arts arasındaki
ikiyüz yıllık çekişmenin günümüze yansımasıdır. Aydınlanma ve
modernite yani akıl, irrasyonel dirençlerle her alanda olduğu gibi
mimarlıkta da karşılaşmıştır ve karşılaşacaktır. Stil yerine "Akıl" ile
mimarlık yapacak olanlar, merak edenler, rahatsız olanlardır; bu
nedenle klişelerden rahatsız olan ve merak eden mimarlar
yetiştirmekle geleceğin kökleri tutunabilecektir. Bunun gereği olarak da
katı müfredat programları öğreticiye ve öğrenciye alan sağlamak
üzere gevşetilmeli ve hiç eksik olmayacak sergi, söyleşi, konferans,
forum, workshop v.b. doğrudan deney ve deneyim ortamı ve/veya
deneyim aktarımı sağlayan enformel etkinliklerle desteklenmelidir diye
düşünmekteyiz.

Mimarlık eğitiminin meslek eğitiminden bağımsızlaşması savına karşı


mimarlığın, önce şehircilik, şimdi de iç mimarlık ve peyzaj mimarlığı
olarak bölünmesinin fiiliyata geçirilmesi de göstermektedir ki
ülkemizde hala çoklukla mesleki teknik eğitim düşüncesi
benimsenmektedir. Bu düşüncenin dayanağı başka ülkelerde de böyle
olduğu görüşüdür. Bu durumda söylenebilecek olan, öncü tutumların
daima dışardan beklenmemesi, her sorumlunun kendi deneyiminden
sonuç çıkarmaya çalışmasının gerektiğidir.

Hem ülkemizde hem dünyada çoğunlukla hala, eğitim süresinin


uzatılması istenmekte, hala katı formel eğitim programları geçerli
kılınmakta, hala yalnızca pratik yapan mimarların en iyi öğreticiler
olacağı düşünülmekte, hala öğrenciler 'bilen' jüriler karşısında
yargılanmakta, bilmemek ve yanlış yapmakla suçlanmakta, hatta
aşağılanmaktadırlar. Tüm zamanını okula vermeyerek ortam
oluşmasında katkısı bulunmayanların üstelik tek yönlü emredici eğitim
içinde olmaları, öğrenciler üzerindeki doğrudan zararları yanında
öğrencileri eğitimcilerden uzakta tutarak, soru sordurmayarak,
eğitimcilerin daha çok mesai vermesini ve daha çok çalışmasını,
kendilerini geliştirmesini gereksiz kılmakta, asıl zararı bu şekilde
vermektedir. Faturanın klişe halinde, 'süre'ye, 'müfredat'a ve
'öğrencinin yetersizliği'ne çıkarılması, devekuşunun saklanmasını
andırmaktadır.

Bir diğer önemli husus teknolojik gelişmelerdir. Euclid geometrisinin


kullanımını genişleten laser üç boyutlu mapping teknolojisinin,
topolojik temelli animasyon teknolojisinin, hız ve hareketi oluşturan,

8
saptayan, modifiye eden dijital teknolojilerin mimari biçim oluşturmada
getirdiği olanakların, mimarlığın temsil, teori ve pratiğini
etkilemeyeceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Günümüzün kriterleri -
değişkenleri- olan hız, ışık, ve hareket'in uzak olmayan bir gelecekte
fiziksel çevrenin de özellikleri olma yolunda olduğu dahi
düşünülmelidir.

Mimarlık önerisinin birşeyi temsil etmesi ya da etmemesi, temsil ettiği


şeyin ne olması gerektiği mimarlar için önemli bir konudur. Benzer
şekilde mimarlık önerisinin temsili de önemli bir konu olmuştur. Belki
mimarlık önerisi önce insan zihninde oluştuğu, ilk testleri orada
geçirdiği, ancak belli bir düzeye gelince yaratıcısının dahi ilk defa
görüp-dokunabildiği hale geldiği için mimarlığın sanallığının elektronik
ortamların getirdiği bir yenilik olmadığı, mimarlığın hep sanal olduğu
düşünülebilir. Bu sanal şeyin asıl olduğu, inşa edilmiş binanın bunun
ancak nihai temsili veya simulasyonu olduğu ileri sürülebilir.En somut
representationu da doğal olarak en doğru şekilde onun yaratıcısı olan
mimar okur. Bina ise mimarlığın representationunun en somut
durumudur. Dolayısıyla profesyoneller dışındaki kişiler tarafından da
okunabilme olasılığı vardır. Ancak bu okumalar sırasında hep bir
yanılgı payı vardır.

Mimarlık önerisinin inşa edilmiş binadan önceki simulasyonları ise,


eskiz çizim ve maketlerinden, yazılı ve sözlü anlatımlara, avan proje,
uygulama projesi çizim ve maketlerine doğru gelişen bir sürectir. Bu
simulasyonlar değişik amaçlara uygun olarak değişik niteliklerde
biçimlenirler. Planlar, kesitler, görünüşler, perspektifler, açık ya da
kapalı maketler farklı amaçlar için farklı ölçek ve ayrıntı düzeylerinde
mimari öneriyi simule ederler. Ancak simulasyonun zihindeki mimarlığı
birebir temsil etmesi olanağı var mıdır? Çünkü representationlar yazı-
söz’den inşaya gidene kadar mimarlığın sürekli aşındığı –eksildiği-
çarpıldığı ortamlardır. Onun için bazı mimarlar inşa edilmiş binalarını
reddetmekte, onun için bazı mimarlar, mimarlıklarının inşa
edilmemesini tercih etmektedirler. Bizim merakımız ise hala “inşaa
edilmeyen mimarlık değildir” diyenleri bu yargıda israr ettiren
birikimlerinin ne olduğu ile mimarın zihninde kalana niye bir ad
verilmemiş olmasıdır. Artık kabul etmek gerekir ki, temsil araçları ile
anlatılan mimarlıklar da inşa edilmiş -bina haline gelmiş- mimarlıklar
kadar "deneyim"dirler - "öğretici"dirler.

Temsil araçlarının niteliğinin mimarlık önerisini etkilediği, yönlendirdiği


de bilinen bir durumdur. Günümüzde elektronik ortamda biçimlerin

9
matematik olarak en prezis şekilde ifade edilmesi olanağının gelişmiş
olması geometri ötesi denebilecek biçimlerin oluşturulması ve
tanımlanmasını da bir zamanlar yalnızca prizmatik biçimlerle
sınırlanan "rasyonal" kavramı içine almış, başka bir deyişle mimarlıkta
hem düşünce hem imalat düzeyinde rasyonalizmin sınırları
değişmiştir. Bu karmaşıklaşmış ama yine de rasyonel denebilen
biçimlerin yeni tekniklerle gerçeğine daha da yakın halde simule
edilme olanakları doğmuştur.

Burada tartışılması gereken bazı noktalar olduğunu düşünüyoruz.


Rasyonalite ve modernite’nin kapitalin ürünü olduğu ileri sürülmüş ve
benimsenmişti. Şimdi ise yadsınamaz şekilde görülüyor ki
modernizmin karşıtı –alternatifi- olarak görülen post-modern yaşantı
da kapitalizmin ürünüdür. Ancak 20. yüzyıl başı mimarisindeki
modernite’nin, bireyi koruyarak toplumu inşa etme amacıyla,
kapitalizme karşı koruyucu bir rol üstlenmiş olmasındaki çelişki (!)
unutulmamalıdır. Bugün ise kapitalizmin post-modern düzen ile bireyi
yüceltmek istediğini görüyoruz. Umarız bunun toplumu yıkmak
amacıyla olduğunu da fark ediyoruzdur. Burada mimarlığın post-
modernist ortama hızlı ayak uyduruşu ile yüzyıl başı mimarlığın tam
tersi bir rol oynadığı, bir yerde topluma ihanet ettiği düşünülebilir.

Bizim deneyimimizin yönlendirdiği çabamız eğitimin katı çerçevelerini


esnetmek çabasıdır. "Usta" eğitimcilerin "geleceğin çıraklara
bırakılabileceği" görüşü "benden sonra tufan" zihniyetini
benimsemekten başka birşey olabilir mi?

Bu bölümde derlenen yazılarımız yukarda tanımlamaya çalıştığımız


mimarlık eğitimi gereksinimi konusundaki düşünce ve birikimlerimizi
tartışmaya açmak üzere yayınlanmışlardı.

10
70’lerden günümüze mimari tasarım ve eğitimi: kara
kutudan kara deliğe...
Yapı dergisinin 250. sayısı nedeniyle söz konusu olan 1970’lerden
günümüze mimarlık eğitimi aslında çok geniş bir konu, ve çeşitli
yönleriyle incelenmesi gerekir. Bu konunun biz niceliksel boyutunu ele
almamaya, daha çok kendi deneyimlerimizin, okuduklarımızın bir
yorumunu sunmaya karar verdik. Belki bu bir anlamdaki kurumsal-
kişisel özeleştiri, İTÜ’deki diğer öğretim üyelerinin katkılarıyla
zenginleşebilir, diğer eğitim kurumlarındaki öğretim üyeleri de kendi
kurumlarını ve eğitimlerini bir şekilde açıklayabilirlerse o zaman
70’lerden günümüze mimarlık eğitimi konusunda daha kapsamlı bir
yoruma veya yorumlara ulaşmış oluruz. Sonuçta bu yazı, İTÜ’nün
Türkiye’de eğitim kurumu olarak taşıdığı önemden ötürü, aşağıda
kısaca açıkladığımız şekilde mimarlık eğitiminin önemli bir kısmını
kapsamaktadır.

İTÜ’deki mimarlık eğitimi, Türkiye’de Güzel Sanatlar Akademisi’nden


sonra ikinci mimarlık eğitimi programıdır. Güzel Sanatlar
Akademisi’nde kuruluş yapısı itibariyle Güzel Sanatlar’ın bir parçası
olarak görülen mimarlık eğitimi, Beaux Arts deneyiminin bir devamı
niteliğindeydi. Tabii ki yeni gelişmeler Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki
yaklaşımları da etkilemiş, Ernst Egli, Bruno Taut, Seyfi Arkan gibi
mimarlar modern mimarlık düşüncesinin ve eğitiminin mimarlık
eğitimine ve tasarım stüdyolarına girmesini sağlamaya çalışmışlardır.
Benzer farklı yaklaşımlar Avrupa’da da vardı. Bauhaus eğitimine karşı
veya rağmen klasik mimarlık eğitiminin de sürdürülmesi bunun
örneğidir.

İTÜ’deki mimarlık eğitiminin durumu fakültenin kuruluşundan beri


Güzel Sanatlar Akademisi’nden farklıydı, yapılanırken teknik eğitimin
bir parçası olarak, hem de üniversite içinde çok önemli yer tutan
parçası olarak oluşturuldu. İlk zamanlarda genel bir mühendislik
eğitiminden sonra mimarlığa ayrılınmaktaydı. 1950’den önce
Taşkışla’ya taşınılırken, mimarlık ayrı bir fakülte olmuştur. Ayrılmadan
11
önce olduğu gibi ayrıldıktan sonra da mimarlar, Fizik-Kimya-
Matematikten oluşan İTÜ’ye özel giriş sınavını kazanmak
durumundaydılar. Mimarlık da üniversite içinde en revaçta olan
fakültelerden birisi durumundaydı. Örneğin 1962-1967’de Mimarlık
Fakültesi, İnşaat Fakültesi’nden sonra en yüksek giriş puanı gerektiren
fakülte idi. Fakülte kurulduğundan beri süregelen bu durum, 1970
başlarına kadar devam etmiştir. Görülüyor ki Mimarlık Fakültesi
üniversite içinde bu konumunu uzun yıllar korumuştur. Bu dönemler,
en iyi öğrencilerin, elektrik, makine, maden, kimya gibi mühendislik
bölümlerine değil, inşaat ve mimarlık fakültelerine gittiği dönemlerdir.
Yine bu yapılanma sırasında Almanya’dan gelen öğretim üyelerinin
etkisiyle güçlü bir ‘Alman Ekolü’ oluşmuştur. Sağlam bir teknik eğitim
altyapısı oluşturan Alman Ekolü, sonuçta Güzel Sanatlar
Akademisi’nden farklı olarak, Güzel Sanatlarla değil, esas olarak
teknik alanlarla ilişkilendirilmiş sağlam bir altyapı oluşturmuştur. Bu
tarihlerde Mimarlık Fakültesi’nin kendisine ait Matematik Kürsüsü
vardı. Ancak Bauhaus etkisindeki eğitimde güçlü bir Renk-Şekil
Kompozisyonu dersi ile Modelaj dersi de vardı. İnşaat Fakültesi
öğretim üyelerinin okuttuğu, Tasarı Geometri, Teknik Resim, kent
ölçeğinden başlayan Sıhhi Tesisat, beton kırma ve çelik çekme
deneylerine varan uygulamalar ve doğal taş rezervlerimizin Maden
Fakültesi’nde taş laboratuarında bizzat tanınmasıyla öğrenilen Yapı
Malzemesi ve tesviye eğrili harita çıkartmayı dahi uygulamalı olarak
öğreten arazi çalışmalı Topoğrafya dersi, Makine Fakültesi öğretim
üyeleri tarafından projeli okutulan Isıtma-Havalandırma dersi yanında
Elektrik Fakültesi öğretim üyelerinin projeli olarak okuttuğu Aydınlatma
da önemli derslerdi. 5 Yıllık eğitimin ilk yılında Mimari Proje olmaması
da hatırlanmalıdır. Mukavemet- Statik, Betonarme, Ahşap-Çelik,
Büyük Mühendislik yapıları da ağırlıklı okunan diğer teknik derslerdi.

Bu yapının ilk değişme belirtileri 60’ların ortasından sonra


görülmüştür. Değişimin ana nedeni, mühendislik fakültelerinden alınan
mühendislik derslerinin mimarlık eğitiminin felsefesine uymayan fazla
teorik veya bina tasarımına uygulanamayan düzeyde olmuş olmasıydı.
Bu düşüncenin belki de nüvesi yukarda bahsettiğimiz tarihlerden çok
önce, Mimarlık Fakültesinin kuruluşunda İnşaat Fakültesinden
bağımsız olarak kurulan Statik ve Betonarme Kürsüsüdür. Bu kürsüye
asistan olarak atanan Y. Müh. Mimar M. Yorulmaz ise bu düşüncenin
somut bir uygulamasıdır. Bu düşünceden hareketle, aydınlatma,
akustik, sıhhi tesisat gibi dersler için mimar kökenli öğretim üyelerinin
yetiştirilmesi ve onların bu dersleri vermesi sağlanmıştır.

12
Dünyada mimarlığın nasıl bir gelişim sürecinden geçtiğini anlamak
ciddi eleştirel tarih okumalarıyla yapılabilir. Burada böyle bir şeye
girişemeyeceğimize göre, ama bir miktar da durumu açıklamak
gereğinden A. Isozaki’nin bir yazısından faydalandık. Isozaki tarihte
mimarlığın üç büyük kriz dönemi geçirdiğinden söz etmektedir. 1 Son
kriz dönemi olarak belirlediği, “Yapım Olarak Mimarlık” döneminin
sona ermesi olarak tanımladığı durumu da şu şekilde açıklamaktadır:
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra modernizm dünyayı sarmış ve
ütopik olarak ortaya çıkan mimari ve kentsel imgeler gerçek dünyayı
sarmaya başlamışlardır. 1960’da bu doyum noktasına ulaşmış ve
ütopya ironik olarak gerçekleşmiştir. Bu ütopyanın yok olması ve ona
ulaşmaya çalışan avant-garde hareketin sona ermesidir. Bu büyük
söylemin bitmesidir. Isozaki bundan sonra bizim üçüncü krize
girdiğimizi ve bunun için çıkış yolunun arandığını belirtmektedir. Bu
arayışta mimarlık yeniden bu sefer çok farklı şekillerde
tanımlanmaktaydı. Anglo-Sakson dünyada ve özellikle mimarlık
eğitimine de yansıdığı şekliyle, mimarlık bilim olarak
tanımlanmaktaydı. (yukarda belirtildiği şekilde Mimarlık Fakültesinin
bir teknik üniversite bünyesinde kurulmuş olması, ve dünyada 60’lı
yıllardaki mimarlığı bilimsel temellere oturtma arayışları Mimarlık
Fakültesinin mimarlık dünyasının gelişmelerinde varlık göstermesine
sebep olmuştur.) Bu kapsamda mimarlık bilimsel kimliğini diğer
bilimlerin kimliğiyle benzeştirmek, diğer bilimlerin araştırma metotlarını
almak, analojiler kullanarak diğer bilimlerin sonuçlarından
yararlanmak, bilimlerin tanımlarında ara bölgeler belirleyerek bu
bölgelerde araştırmalar yaparak yeni araştırma alanları oluşturmaya
çalışmak gibi yönelişler bulunmaktadır. Mimarlığı nesnel kılma çabası
olarak değerlendirilebilecek olan bu durumda, mimarlığın ana öğesi
olan “tasarım süreci”nin dışsallaştırılması da yine bu bilimsel
yapılanmanın bir parçası olmuştur. Tasarımın adımlarının
belirlenmesi, bu adımların nesnelleştirilmesi, tasarımda başka
disiplinlerden faydalanmak, her konuda standartlaşmaya gidebilmek
için insan, çevre, teknoloji, malzeme konusunda gereken araştırmaları
yapmak, rasyonel düzenler kurmak amacıyla örüntü dili çalışmaları,
kent yapısının belirlenmesi gibi, her ölçekte çalışmalar yapmak
tasarım konusundaki araştırmaları içermekteydi.

Dünyadaki bu değişikliğin de etkisiyle, yine Güzel Sanatlar


Akademisinden farklı bir yapısı olan üniversiter kurgusuyla İTÜ’de
eğitimle uygulamanın değil, eğitimle araştırmanın birlikte yürümesi
gerektiği ilkesi yerleşmiştir. Bu doğrultuda, üniversiter bir yapıda
araştırma yapılabilmesi için yükseltilme için gerekli şart olarak

13
araştırma yapmak gelmekteydi. Doktora yerine önce yeterlik
çalışmaları olarak tanımlanan akademik çalışmalar daha çok tesbit
çalışmalarıydı, ve genellikle kurgu ve içerik olarak birbirlerine
benzemekteydiler, (Leman Tomsu; Bursa Evleri, Celile Berk; Konya
Evleri, ve diğerleri.) 1960’larda doktora yapma zorunluluğuna dönüşen
yeterlik çalışmaları dünyada “bilimsel” olmaya yönelişle üst üste
düşmüş, kapsamlı bir Boğaziçi etüdü olan Nilüfer Ağat’ın doktorası
bunun ilk örneğini oluşturmuştur. Ancak bu tarihlerden sonra da tespit
çalışmaları niteliğinde doktora çalışmaları yapıldığı görülmüştür.

Bizce İTÜ Mimarlık Fakültesindeki en belirgin özellik mimarlık


eğitiminin en önemli dersinin mimari proje olduğu fikrinin ilk başlarda
var olmasına rağmen gelişmemiş olmasıdır.Bunun bir göstergesi de
dekanların hangi disiplinlerden geldiği incelendiğinde ortaya
çıkmaktadır. Kuruluşu gerçekleştiren Prof. Emin Onat’tan sonra fakülte
kurulduğundan beri dekanlık yapan öğretim üyelerinden bir tanesi
Prof. Kemali Söylemezoğlu Mimari Proje Kürsüsündendi. Bu ancak
son yıllarda değişmiştir. Son üç dekanımız Bina Bilgisi
Anabilimdalı’ndandır.

Fakültenin kuruluşunda çok görkemli bir yapılanma oluşmuştu.


Holzmeister, Bonatz ve Emin Onat kürsü başkanları olarak doçentler
ve asistanlarla birlikte büyük bir grup halinde dersi yürütmekteydiler,
(Muzaffer Sudalı’nın anıları) Bu şekilde verilen mimari proje dersi,
Bonatz ve Holzmeister’in ayrılmaları, Emin Onat’ın fakülteden
uzaklaşması ile öğretim üyesi ve asistanı ikilisinin yönettiği daha
mütevazı proje gruplarıyla 1960’ların sonuna kadar kavram ve metot
olarak homojen bir yapı sergilemiştir. Bu homojenlik ilginç bir şekilde
yeterlik çalışmalarındaki homojen yapı ile çakışmaktaydı. Bu homojen
yapının ürünleri, daha önceki güçlü kişiliklerin yönettikleri
stüdyolardaki ürünlerden farklıdır. Diploma projeleri incelendiğinde,
1951-52 yaz yarıyılında bir değişim noktası saptanabilir. 2 (Resim 1,4)
Bu farklılık anıtsallıktan, fonksyonalist ve daha sade bir mimarlığa
doğrudur. Bu kırılma noktası bitirme ödevlerine 1952’de yansıdığına
göre ve bu değişim ara yıllardaki değişimin bir sonucu ise 1947-48
yılları bu değişikliğin ilk belirdiği tarihler olabilir.

Öğrencilerin mimari projelerindeki, yani ürünlerdeki bu değişikliğin


yanı sıra süreçte, yani mimari projenin öğrenciye veriliş biçiminde
devam edegelen metot, tek doğrunun varlığına dayanan, klasik olan
ve 50’lerin biçimiyle örtüşen, günümüzde de örneklerini az çok
görebileceğimiz tutum, Plato’nun Meno’sunda, Sokrat’ın bir esire,

14
(yani eğitimi olmayan bir kişiye) verilen bir kareyi kullanarak, bu
karenin iki katı alana sahip bir karenin nasıl çizileceğini, sorular
sorarak buldurması ve sonra da bu duruma “gerçeğin hatırlanması”
demesine benzerdir. Kabul edilen durum, bir arsanın belli bir konu için
doğru olan yalnız bir çözümü vardır şeklindedir. Öğretim üyesi bu
çözümü baştan zihninde kurgular ve öğrenciye yarıyıl boyunca
çizdirerek bu sonuca ulaştırır. Buna karşı bir örnek, Orhan Bozkurt’tu.
Kalemsiz stüdyoya girerek çizmeden ve çok farklı konulardan söz
ederek öğrencinin kendi projesini geliştirmesini öngörmekteydi. Yine
Kemali Söylemezoğlu’nun “fekat” ve “acaba”larla dışa vurulan
kararsızlık ve belirsizliği içeren, öğrenciye kendi doğrusunu
buldurmaya teşvik edici ve böylece bu klasik yapılanmadan
ayrılmasını sağlayan tutumu yukarda sözü edilen örüntüden farklıydı..

60’lardan sonra Mimari Proje dersinin verilmesinde, farklı tutumlar


ortaya çıkmıştır. Ancak bu tutumların hepsi genel olarak mimarlığın
kapalı bir sistem olduğu varsayımına dayanmaktadır.

Bunlardan birincisi Altan Öke’nin geliştirdiği ve hala uyguladığı belirli


adımlardan oluşan bir tasarım stüdyosu yöntemidir. Burada verilerin
toplanması, belirlenmiş check-list’lerle yapılır. Veriler toplandıktan ve
analiz edildikten sonra bu verilere bağlı olabilecek olan bütün
alternatifler üretilir, bu alternatifler değerlendirilerek elenir ve
alternatiflerden birisi diğer alternatiflerin değerlendirilmesi de göz
önüne alınarak geliştirilir. Alternatifler üretilebilecek bütün çözümleri
içerecek şekilde üretilir, (Exhaustive search), bu da sistemin kapalı
olduğu varsayımının kabul edildiğini gösteriyor.

Gazanfer Beken ise disiplinler arası bir stüdyo programı geliştirmiş, ve


projenin bulunduğu safhalara da bağlı olarak, farklı disiplinlerden
öğretim üyelerinin stüdyoya dahil edilmesini öngörmüştür. Son iki
yöntem mimarlığın çok alternatifleri olan bir durum olduğunu
varsaymaktadır, Altan Öke’nin sürecinde yer alan Beyin Fırtınaları ise
mimarlığın açık uçlu olduğunun ilk belirtilerini vermektedir. Ancak iki
yöntemde de tasarımın bilgi toplama-analiz-sentez-değerlendirme-geri
besleme gibi hiçbir yere dallanmayan adımlarından oluştuğu
varsayıldığından kapalı bir sistem olarak öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
Çok yakın tarihlerde, yine bir kapalı sistem uygulaması olarak, S.
Velioğlu’nun da Alexander’in Pattern Language’ine benzer şekilde
geliştirdiği farklı durumlara bağlı çözümler silsilesinden seçim yoluyla
proje geliştirme yöntemi, farklı, fakat günün mimarlık ortamıyla pek de
bağdaşmayan bir stüdyo çalışması olarak görülebilir.

15
Kullanıcı karakteristiklerinden, fiziksel ve sosyal çevre verilerine ve
mevcut olan teknoloji ve malzemeye kadar çok geniş ve kapsamlı bir
bilgi toplama yöntemi ve bunların ayrıntılı analizlerinin yapılması
şeklinde gelişen bilgi toplama ve analiz çalışmalarının senteze
aktarılması konusunda belirsizlikler bulunmaktaydı. Dolayısıyla
tasarım konusunda eğitimin yanı sıra yapılan bilimsel çalışmaların
kritik olarak yoğunlaştığı noktalar sentez ve değerlendirme idi.
Sentez’in bir cam kutu mu yoksa kara kutu mu olduğu tartışması ve
kara kutunun saydamlaştırılması üzerinde yapılan çalışmaların
sonucunda bir kara kutu olarak kalan sentez, daha sonraki tarihlerde,
tasarım sürecinin açık uçlu olduğu kabulünden yola çıkılarak
yaratıcılık konusu üzerine gidilmesine sebep olmuştur.

Eğitimde mimari tasarımın değerlendirmesinde ise süreç ve/veya


ürünün değerlendirilmesi konusu çok tartışılmıştır. Bu tartışmalar
sürerken, tasarımın yapılmasına gerek olmadığı ve proje yerine rapor
verilebileceği düşüncesi 60’ların ikinci yarısında 70’lerde özellikle
tabandan yani öğrencilerden gelen bir düşünce ve dürtüydü. Aynı
tarihlerde benzer durumun, Hollanda’da Rotterdam mimarlık okulunda
da varlığını saptamamız ilginçti, her yılı temsil eden dikdörtgenlere
bölünmüş bir tabloda her yılda bir tasarım yer alırken 70’in ilk
yıllarından birisinde Karl Marx’ın portresi yer almaktaydı, o yıl
öğrenciler proje yerine rapor teslim etmişlerdi.

Değerlendirme konusu sadece öğrenci çalışmaları ile sınırlı kalmamış,


insan ve çevre ilişkilerini kapsayan her konunun değerlendirilmesi
üzerinde çalışılmıştır.

Nelerin değerlendirileceği konusunun yanı sıra değerlendirmenin


kendisinin nasıl yapılacağı üzerinde de durulmuş ve matematiksel
olarak değerlendirmenin nasıl olabileceği araştırılmıştır. Öznel bir
olgunun nesnel olarak değerlendirilmesi problemine dönüşen bu konu
örneğin İstanbul’da gerçekleştirilen ”Architectural Design” 3
konferansının önemli bir konusunu oluşturmuş, hem eğitimde hem de
uygulanan mimaride sayısal değerlendirme üzerinde durulmuştur.
Fakültede böyle bir değerlendirme çeşitli abaklar oluşturularak
stüdyolarda ve bitirme projelerinde uygulanmaya çalışılmıştır. Bu
konuda tezler de yapılmıştır. Ancak sayısal değerlendirmenin
gerektirdiği bu sayıların bulunmasında yani öznel olandan nesnele
geçiş konusunda nesnel bir metot yerine ancak öznel davranışa yer
verilebilmiştir.

16
Değerlendirme çalışmalarının böyle analitik olarak ele alınmasına
karşılık parçaların bütünü oluşturmadığı varsayımından hareketle
daha bütünsel bakış açılarını belirleyen ve matematiksel olarak
tanımlanamayanların da katılabileceği değerlendirme çalışmaları
yapılmıştır. Ayrıca bu değerlendirmelerin daha bütünsel bir yapı içinde
ve açık uçlu olabilmesini tartışan çalışmalar da vardır (Zaman
kavramının değerlendirmeye girmesi bu açık uçluluğu sağlamaktaydı).

1970’lerden günümüze kadar mimari proje stüdyolarında öğrencilere


nasıl bir formasyon verileceğini belirlemek üzere çalışmalar
yapılmıştır. Yarıyıl bazında önce tipoloji ana eksenli olan yapılanma
daha sonra verilecek formasyonu daha ayrıntılı tanımlayan tipolojiden
bağımsız bir hale getirilmiştir. Ve giderek daha açık uçlu hale gelmiştir.
Ütopik veya fütürist, hayali çevrelerin tasarlanmasına kadar esneyen
bir konu seçimi yelpazesi oluşmuştur. Ara yarıyıllarda konu seçiminin,
yer seçiminin, program geliştirmesinin öğretim üyesi ve öğrenci
arasında gidip gelmesine karşılık bitirme ödevinde konunun verilmesi
yer ve programın net çizgilerle öğrencilere yazılı olarak verilmesi
şeklindeydi ve açık konkur niteliğindeki bu durum hala devam
etmektedir.

Eğitimin yanısıra araştırma konusunda Bina Bilgisi kürsülerinde


gelişen konulara kısaca göz atarsak;

Le Corbusier’nin Le Modulor’u ile şekillenen hem insanda hem de


mimari çevrede standartlaşma öneren çalışmalar insanın ölçülerinin
saptanması ve buna bağlı olarak yapı elemanlarının ölçülendirilmesi
konusundaydı. Bu konu gelişerek insanın gereksinimlerinin
belirlenmesi, standart hale gelmesi, sayısal olarak ortaya konması,
mekansal ihtiyaçlar ve konfor şartları ve binanın da performansının
(fiziksel çevre şartları) ölçülerek belirlenmesi şekline dönüşmüştür.
Hatta daha da gelişerek sosyal ve kültürel boyut konusu da ele
alınmıştır. Gerek konfor şartları konusunda gerekse yapının
performansı konusunda fakültede pek çok araştırma yapılmıştır.
insanın kültürel ve sosyal yapılanması ve bunun bina ile ilişkisi konusu
da yine araştırma konularını oluşturuyordu. Standartlaşmanın bir
sonucu olan veya standartlaşma gerektiren prefabrike üretim, bina
bilgisi ve yapı bilgisi arasında paylaşılamayan bir konu olarak çok
revaçtaydı. Kapalı sistem prefabrikasyondan sonra dünyadaki
gelişmeler açık sistemli prefabrikasyona yönelmiştir. (Türk Evi açık
prefabrikasyonun ilk örneği olarak görülebilir. Dünya literatüründe

17
tatami’leri ile Japon Evi’nin çok bahsi geçtiği halde Türk Evi bu konuda
gereken ilgiyi görmemiştir)

1960’ların sonunda Orhan Bozkurt Amerika’ya yaptığı inceleme


gezisinden sonra esneklik üzerine dersler vermişti. Katı fonksyonel
kurguların varlığı ve kurgulara uygun tasarım yapılması üzerine
kurulan mimari tasarım, farklı zamanlarda yapılması öngörülen ve yine
kendilerine özgü örüntüleri olan farklı fonksyonlar için geliştirilen
esneklik kavramı, zaman içinde binanın değil fonksyonların esnemesi
üzerine, esneklik yerine uyabilirlik kavramına ve sonuç olarak B.
Tschumi’nin Event Cities’ine ulaşmıştır. Burada tasarlanan çevreden
farklı olayların gerçekleşebilmesine uygun olması yanında etkileyici ve
kışkırtıcı olması da beklenmektedir. Fakat bu değişimler olurken
fonkyonu hala el ve binayı da eldiven kabul eden, dışa vurumsal katı
fonksyonalist görüşler devam etmiştir.

C. Alexander’in Pattern Language’inin etkisiyle Tuncay Çavdar ve


ekibinin İzmit’te gerçekleştirdiği kullanıcının tasarıma katılması
çalışmaları fakültede bu konuda da çalışmaların yapılmasına sebep
olmuştur. Çok olumlu gibi göründüğü halde, belki bir miktar komplo
teorisi gibi olsa da bizce, katılım konusu, mimarlığın meslek olma
durumunu negatif yönde etkileyen en önemli yaklaşımlardan birisi
olmuştur. Mimarın bir adım önde olması durumunu sonlandıran,
özellikle bizim gibi daha az rasyonel kurumları ve daha çok irrasyonel
yapılanmalara açık bir toplumda, pek çok durumda ve yerde “anything
goes” düşüncesinin hakim olmasına sebep olmuştur. Rasyonel
düşünceyi normal sayan toplumlarda bu normalin sorgulanması ve
bazı kuralların yeniden gözden geçirilmesine ve yeniden ilerlemeye
sebep olsa da B. Tschumi’nin Limits 1 4, adlı makalelerinde değindiği,
daima mimarlığın tanımlanmasının gerektiği ve/ama yeniliklerin
marjinal noktalarda bulunduğu fikri, (burada bir bilinçlilik durumu söz
konusudur) bizde nerdeyse bütün kuralların silinmesine ve kargaşaya
kadar gitmiştir. Biz Batı dünyasının merkezinde ve sınırlarında yer
alan ülkelerde post modern ve modernin eleştirisini de bu düşünce
üzerine oturtmaktayız.

60’lı yıllarda çevre psikolojisi ve çevre algısı, mimarlığın psikoloji ile


ilişki kurduğu alanlardan biri konumundaydı. İnsanın çevre verilerini
algılama kapasitesi ve biçimi üzerine yapılan çalışmalara paralel
olarak insanın algılama özelliklerine bağlı olarak algılanan çevrenin
verilerinin değerlendirilmesi ve buna göre tasarımların yapılması da
önemli bir konuydu. Algılama konusu algılamanın zaman içinde

18
farklılaşmasından dolayı mimarlığın cephe mimarlığından kütle
mimarlığına oradan da hız faktörünün etkisiyle kütleler ve ilişkileri,
kütlelerin kritik noktaları, iç ve dışın kaynaşması, zaman ve hızla
değişen cepheler değil “yüzeyler” gibi konulara kaymıştır. Bunların
reprezentasyonu da bilgisayar ortamına aktarılarak benzer bir gelişme
göstermiştir. Bu konu bugün, anın yaşanması ve anlık değişimle
tanımlanan, değişen algısal özelliklerin ön planda olduğu mimarlığın
en çarpıcı gerçeklik boyutunu oluşturmaktadır.

Dış dünyaya paralel olarak fakültemizde gerçekleştirilen dil ve anlam


konusunda yapılan çalışmalarda mimarlığın dili ve mimarlığın
kendisinin bir dil olduğu konuları üzerinde durulmuştur. Bu konuyla
ilişkilendirilen arketip, tipoloji çalışmaları ile mimarlığın nasıl
geliştiğinin ve tasarım sürecinin dille ilişkilendirilerek anlaşılmaya
çalışılması, dilin yapısının çözümlenmesi ile diğer yandan da insan
beyninin düşünme işlevini nasıl yaptığını anlamak konusunda
yardımcı olmuştur. Bunun bilgisayarın gelişmesinde kullanılabileceği
düşünülmüş, yapay zeka (artificial intelligence) konularıyla
ilişkilendirilmiştir. Bilgisayar konusundaki bütün ileriye dönük hayaller
ve bilim kurgu edebiyatı ve sineması bilgisayarın insanın yerini alması
üzerine kurgulanmıştır. Oysaki bilgisayar günümüzde insan beyninin
fonksyonlarını tamamlayan bir yapı sergilemektedir. Bu aslında Doğu
felsefesindeki Ying- Yang’ın bütünleşen yapılanmasına
benzemektedir. Beyin ve bilgisayar karşılaştırmaları dışında, dil ve
anlam konusu, günümüzde yapısal olarak değil, görüngüsel olarak
araştırılmaya çalışılmakta ve özellikle metafor kavramının açık
uçluluğu üzerine gidilmektedir. Bu düşünceler hem araştırmalarda
hem de mimari tasarım stüdyosunda tartışılmaktadır.

Bu arada bilgisayar önemli bir teknolojiydi ve onun getirdiği yeni


kavramlar vardı. Bilgisayarın ilk zamanlardaki hızı elle bir iş
yapmaktan pek de farklı değildi, eğer programın hazırlanması,
kartların girilmesi v.b. bütün süreç düşünüldüğünde belki de daha
yavaştı. Ama bir yenilikti ve herhalde gelişmeler vaat ediyordu.
Tasarım probleminin bilgisayara aktarılması yine tasarım sürecinin
şeffaflaştırılmasını gerektiriyordu. Biçim grameri çalışmaları ve bunun
tasarıma uygulanması, yani farklı büyüklükteki yanyana gelebilecek
şekillerin, mekanların iki boyutlu olarak kabul edilmeleri ile plan
oluşturmaları, davranış örüntülerinin oluşturduğu ilişkiler ağı ve
buradan da mekan ilişkilerinin belirlenmesi gibi açıklanabilir bölgelere
çekilen tasarım olgusu bu alanlarda şeffaflaştırılmaya çalışılmıştır.
Bilgisayar yardımıyla tasarım konusundaki bu tür araştırmalar

19
sürerken tasarımın tam olarak tanımlanamayan problemler (ill defined
problems) oldukları kabul edilerek bu tür problemlerin çözülmesi için
geliştirilen “heuristik” metotlar kullanılarak kavramsal çalışmalar
sürdürülmüştür. Programlama dili öğrenmeyi gerektiren bu tekil ve bir
anlamda amatör araştırmalar dünyada zaman içinde programlama
uzmanlarının büyük adımlarla geliştirdikleri ve bilgisayar destekli
anlatım olarak başlayan ve ofislerde kullanıldığı için parasal desteğe
sahip olan ve gittikçe başka alanların ve bu arada başka alanlarda
gelişen sanal dünyanın da ilgisini çeken iki boyutlu, üç boyutlu ve
animasyon programları ile, kapalı bir sistem tasarlamanın dışına çıkan
ve interaktif sistemlere dönüşen bilgisayar destekli tasarım ve
bilgisayar destekli anlatım iç içe geçmeye başlamıştır. Burada
mimarlığın açık uçlu olduğu kabul edilerek insan beyninin yaratıcılık
özelliği öne çıkarılmakta, bilgisayar, yine insan beyninin yaratımı olan
Riemann Geometrisi, Fraktal Geometri gibi kavramsal yapıların
yardımıyla oluşturulan ve geçirgen (buradaki geçirgenlik amacı
dışında farklı şekillerde kullanım olanağı sağlayabilen anlamında
kullanılmıştır.) olan soft-ware’ler aracılığı ile yaratıcı tasarımlarla,
nerdeyse sınır tanımayan ve her an değişebilen ve istendiğinde
dondurulan (Eisenmann’ın sanal evi) tasarımlara dönüşmesini
sağlamaktadır. Burada her ne kadar idealler beynin fonksyonlarına
benzer bir bilgisayar üretmek olarak oluşuyorsa da gelişimin beynin
yaptıkları ile örtüşmeyen ama beynin yapamadıklarını yaparak onu
tamamlayan, unutmayan, hata yapmayan, kocaman bir hafızası olan,
programlandığı ölçüde hassas çalışan, çizilen her şekli iki veya üç
boyutlu-anında matematiksel olarak tanımlayabilen iki boyutlu ekranda
üç boyutlu durağan veya hareketli cisimler oluşturabilen, bu cisimlerin
çevresinde ve içinde dolaşılabilen görüntülerin oluştuğu bir olgu olarak
gelişmektedir. Mimari proje stüdyolarında bu gelişmelerden
yararlanılmaktadır. Daha önceki yıllarda bir çizim aracı olarak
stüdyodan uzak tutulmaya çalışılan bilgisayar, interaktif olan yani
insan beyni ve yine insan beyninin ürünü olan software etkileşiminin
sonucu tasarımları yapan bir tasarım aracı olmaya başlayınca bazı
stüdyoların vazgeçilmez aracı olmuştur.

Mimarlıkta etik ve estetik konusu belki de fakültede en az su yüzüne


çıkan konu olmuştur. Makine estetiği, veya işlevden doğan estetik
anlayışı, uyulması gereken belli kurallar olarak kabul edilmiştir.
“İşlevsel çözümü doğru olan bir binanın görüntüsü de onu yansıttığı
sürece iyidir” formülasyonu uzun yıllar kabul görmüş ve
sorgulanmamıştır. Bu anlayışla oluşan açık formlar, bağımsız veya
içiçe geçmiş prizmalardan oluşmaktaydı. Bu prizmaların tek tek

20
okunmasına yönelik olarak girinti ve çıkıntılar yapılmak gerekiyordu.
Bu volumetrik düzenlemelerin iki boyutlu beyaz kağıt üzerinde
anlatılması ayrı bir el hüneri gerektiriyor, “gölge” cephelerin ve hatta
vaziyet planlarının vazgeçilmez unsuru olarak görülüyordu.
Prizmaların yüzeylerinden oluşan cephelerde pencere düzeni doluluk-
boşluk dengesi teması altında ayrı bir önemle üzerinde durulan bir
özellikti. Bu konuda hafızamızda yer eden bir anıyı Orhan Bozkurt’un
sözleri oluşturur. Kendisi sağır bir cephedeki tuvalet penceresinin
yerini, alımlı bir hanımın yüzündeki benin yerinin önemine
benzetmiştir.

Etik açıdan ise şunlar hatırlanabilir. Projenin dürüstlüğü daima


gündemde olan bir konu idi. Herhangi bir illüzyon, olduğundan farklı
görünme veya göründüğünden farklı olma kabul edilir şeyler değildi.
Örneğin maketini içten aydınlatan bir öğrencinin alay konusu
olduğunu, maket yapımında sarımtrak-beyaz tek renkli odunsu
kartondan başka bir malzemenin kullanılmasının herhangi bir şekilde
söz konusu olmadığını, toplumun genel ekonomik-teknolojik düzeyine
uyuma özen göstermenin önemli görüldüğünü hatırlıyoruz. Bir de
öğrenci-öğretim üyesi ilişkisinde kopukluk yaşanıyordu. Kürsü kapıları
daima kapalı idi. Sadece çok takdir edilen öğrencilere bazı ayrıcalıklar
sağlanabiliyordu.

Özetlersek, 60’lı ve 70’li yıllarda, sistemin kapalı olduğu


varsayıldığından, tasarım yapmak, mevcut kalıpların öğretilmesi ve bu
kalıplardan faydalanarak tasarım yapılması şeklindeydi. Oysaki
80’lerde –bilim felsefesindeki gelişmelerin de yansıması ile- çoğulcu
bir mimarlıktan söz edilmeye başlandığında durum farklılaşmıştır; artık
genel geçer kalıplar ve doğrular yoktur, öğrenci tasarım problemini
çözerken mümkün olduğu kadar geniş ve kapsamlı düşünmek ve
düşündüklerini de kendi düşünce süzgecinden doğru bir şekilde
geçirmek zorundadır.

Dolayısıyla bizim bugün geldiğimiz nokta tasarımın bir “kara kutu”


değil, bir “kara delik” olduğudur. Yani sadece toplanan bilgilerin
analizinin girdi olduğu tanımlı bir kara kutu değil, her an her çeşit
bilginin girdiği ve girdiği şekliyle kalmayıp, tasarımı yapacak kişinin
önceki deneyimleri, düşünme şekli, olaylara bakışı ile değişen,
tartışmalar ve etkileşimlerle zenginleşen bir yapılanmadır. Dolayısıyla
tasarım girdisinin kontrol edilemeyeceği ve çıktının yani tasarımın
nasıl oluştuğunun belli olmadığı büyük bir enerjinin oluşabildiği bir
kara deliktir. Bu anlamda düşündüğümüzde, mimari tasarım

21
stüdyosunun bir kurmaca olduğu ve mümkün olduğu kadar evrene
açık bir yapılanma sergilemesi gerektirdiğidir. Bu durumda öğretim
üyesi de stüdyoda önde giden ve belli bir yolu gösteren konumda değil
daha ziyade arkadan takip ederek yeri geldiğinde uyarılarla öğrenciyi
yönlendiren bir pozisyonda olmak durumundadır.

Değinilmesi gereken bir diğer nokta da, belki de konularının özelliği


nedeniyle, restorasyon, tarih ve yapı gibi alanların bu hızlı değişime
yanıt vermede paralellik gösterdiklerini söylemenin çok kolay
olmaması; bunun sonucu olarak da, mimari tasarım eğitimini yukarda
anlatıldığı şekliyle uygulayanlarla her an ters düşmelerinin aslında bir
rastlantı değil doğal bir sonuç olmasıdır. Bu tutum örneğin, okulun
tarihinde ilk defa ve sorumlu bilim dalının direnişine karşın mimari
proje derslerinde kopukluk yaratmıştır.

(1) A. Isozaki, “Introduction”, Karatani, K. Architecture as Metaphore, MIT, 1995,


(2) H. Yürekli, “1945-50 Yılları arasında mimarlık ortamı”, Yapı 200, Temmuz 1998,
(3) Altan Öke’yi bu makalenin yayınlanmasından bir yıl sonra, 2003’te kaybettik.
(4) N. Bayazıt, M. İnceoğlu, (eds), Architectural Design, İTÜ, 1978,
(5)B.Tschumi, “Architecture and Limits I”, Nesbitt, K., Theorizing Architectural
Theory, 1965-95, Princeton Architectural Press, 1996.

22
23
mimarlık ve eğitim kurultayı’nın ardından
Çevreden memnun olmayanların, mimarların eğitimini yetersiz
bulmaları ile, bunun çözümünü; a- eğitim süresinin 4 yıldan 5 yıla
çıkarılması ve b- öğretim üyelerinin uygulama eksikliğinin giderilmesi
olarak gördüklerini sık sık duyuyoruz. Bu grup içinde serbest çalışan
mimarlar, Mimarlar Odası ve şaşırtıcı da olsa okullar ve pekçok
öğretim üyesi de bulunuyor. Biz ise bu görüşlerin gerçeği
yansıtmadığını, hedef saptırdığını, asıl sorunun mimarlık yapma fırsatı
vermeyen ortamda olduğunu defalarca yazdık, söyledik. Diğer taraftan
bakınca ise, genç mimarlar arasında, çalıştıkları bürolarda mimarlık
açısından tatmin olmayanların çokluğu da üzerinde düşünülmesi
gereken bir başka önemli saptamadır 1

Bir defa eğitici veya uygulayıcı hangi konumda olurlarsa olsunlar


insanların içinde oldukları bir sistemi -mimarlık sistemi- eleştirmeleri
için öncelikle sistem içinde kendilerine düşen görevi layıkıyla
yaptıklarından emin olmaları gerekir. Ancak ondan sonra örneğin
ülkenin ve çocuklarının bir yılını daha isteme veya istememe hakları
doğabilir.

Konuya tekrar dönmemizin nedeni Mimarlar Odası'nın son Mimarlık ve


Eğitim Kurultayı'nda aynı görüşlerin yinelenmesidir 2. Kurultayda en
yetkili ağızlardan da öğrendik ki şikayet edilen çevrenin oluşmasında
mimarların payı yüzde 5, hatta bir başka değerlendirmeye göre yüzde
1'dir. Bu bile eğitimin yetersizliği konusunun hiç değilse birinci sıraya
alınmaması için yeterlidir. Asıl sorun mimarlığın-binaların mimarlar
tarafından ve meslek standartlarına uygun ve özenle yapılması için
gerekli ortamın olmaması olduğuna göre, Mimarlar Odasının öncelikle
bu konu ile ilgilenmesi daha doğru olacaktır. Ancak konu gündeme
geldiği için aşağıdaki görüşlerimizi yazmanın ülke çıkarlarına
olduğunu düşündük.

Okulların kusursuz olduğunu kimse söyleyemez; bunca yıllık


deneyime rağmen eğitimin değerlendirilmesi için bir ulusal
24
akreditasyon sistemine yakın zamana kadar ne okullarda ne de
YÖK'te gereksinim duyulmuştur. Ancak birkaç yıl önce, YÖK'ün bu
konuda İngilizlerden yardım aradığı bazı kurum ve
meslekdaşlarımızın da buna katıldığı hatırlardadır. Daha sonra kalite
denetim aracı olarak dış akreditasyonun peşine düşülmüş olması da
üzücü olmuştur. İlgili ABD kurumu doğal olarak kendi sınırları dışıyla
ilgilenmediğini belirtmiş, RIBA'nın ise bu işi astronomik paralar
karşılığı yaptığı kurultayda dile getirilmiştir. Bu eksikliğimizi ulusal
çabalarla giderme yolunda çalışmaların nihayet gündeme gelmiş
olması sevindiricidir. Ancak, 4 yıl süren eğitimi değerlendirmenin, ürün
(öğrenci) düzeyinde ve tek bir sınavla yapılabileceğini düşünmenin
yanıltıcı olacağı kanısındayız.

Eğitimin bunun dışında da eksikleri vardır. Örneğin İTÜ'de 180


akademisyene yıllık 200 öğrenci çok görülerek kontenjan 200'lerden
130'a inmiş ve bunun dahi çok olduğunu sık sık dile getirilirken, vakıf
üniversitelerinin öğrenci/öğretim üyesi oranlarına karşı tavır
konmamasındaki çelişki önemli bir sorunun varlığının göstergesidir.
Aynı diplomayı veren bu kadar farklı niteliklerdeki kurumların, hatta
birlikte toplantılar yapıp eğitimin geleceğini tartışıyor olmalarını ciddiye
almak gerçekten çok zordur. Bazı okullarda kadronun devamsızlığı
ençok konuşulan konulardan ise eğitimde sorun var demektir; mimari
proje dersi, restorasyon dersi kadar itibar görmüyor, eğitimin odağı
olamıyorsa, diploma projesinin herhangibir seçme ders kadar yani
sadece üç kredi olması kimseyi rahatsız etmiyorsa, öğrencinin bütün
vaktini geçireceği, yalnızca projeye tahsis edilmiş derslik
sağlanmıyorsa, koca bir yarıyıl boyunca organize bir konferans
verilmiyor, sergiler düzenlenmiyorsa, eğitimde sorun var demektir. Biz
sorumluluğumuzun bilincinde olarak bunları da tartışabiliriz. Bunlar
başka şeydir, hiç değilse bir adım önde olması gereken eğitimi,
pratiğin konumuna çekmeyi önermek başka şeydir.

Bu nedenle, öğretim üyelerinin daha çok uygulama yapmaları, daha


iyisi, "yalnızca" uygulama yapan mimarların eğiticiliği de üstlenmeleri
önerilerine karşı çıkmak da aynı sorumluluk duygusunun gereğidir.
Wiel Arets'in, kurultayda hatırlatıldığı şekilde, "biz okula uygulama
yapmamış hoca sokmuyoruz demesi" kimseyi yanıltmamalıdır. Belki
bir gün Wiel Arets de uygulama ile eğitimin aynı şeyler olmadığını
açıklıyabilir, belki de onun uygulamacı dedikleri başka birşeydir.

Eğer bilen bilmeyene öğretecekse, eğitimi yalnızca uygulama yapan


mimarların üstlenmesi savı doğrudur. Resim 1-4’de L. Kahn'dan bir

25
eğitim örneğini tekrarlıyoruz. Öğrencinin ustasından öğrendiğini taklit
etmesi, bize lonca sistemini hatırlatıyor. Yani sırların saklanmasını.
Bugünün dünyasında meslek sırrı kavramının varlığının dahi uygun
olduğu savını ileri sürmek çok kolay olmasa gerektir. Böyle dikte edici
bir tutum modern ttumun gelenekselleşmesine neden olmaktadır, bu
da modernitenin modernizme dönüşümüdür. Bu durumda devamlı
değişim ve sorgulamanın modernite olarak kabul edildiği bir dünyada,
görüş açısı ve mesafesi öğretim üyesinin kara kaleminin ucuna kadar
uzanabilenbir öğrenciden mezun olduğunda ne beklenebilir.
Uygulama yapan mimarlar eğitim de yapacaksa okulların varlığını
savunmak da anlamsız olacaktır. Gençlerin bürolarda yetiştirilmesi
daha pratik ve ekonomik olur.

Buna karşılık iki nokta önemle ileri sürülebilmektedir. İlk olarak,


üniversite eğitiminin meslek-teknik eğitimi olmak yerine "entelektüel"
geliştirmeye yönelik bir eğitim olması, geleceğin belirsizliği karşısında
daha geçerli bir tutum olabilir. Bu durumda mimarlık ile mimarlık
eğitiminin örtüşmeyeceği sonucuna varılır. Burada da örneği Georgio
Grassi'den verelim. Grassi, "Biz (eğitimciler) şüphelerimizi öğrencilerle
paylaşmalı -şüpheyi onlara aktarmalıyız. Emin olduğumuz tek şeyin
şüphe olduğu ve bunun başlamak için en iyi nokta olduğu herşeyden
önemlidir" diyor 3. Akademik deneyimimiz ve uygulama dünyasını
gözlemimiz sonunda biz Kahn'ın mimarisini çok değerli bulmakla
birlikte, eğitimde Grassi'nin davranış şeklinin yararlı olduğunu
düşünüyoruz. Mimarlığı "beğeni" ölçütü ile değil, uyandırdığı
entelektüel merak ve heyecan ile ölçmekten yanayız. Bu görüşümüze
katılanların sayısının yeterli olmadığını da biliyoruz. Ancak, uygulama
ile hiç tanışmamış eğiticilerin, uygulamacı imiş gibi, dikte edici eğitim
vermelerinin ise hiçbir kabul edilir yanı olmadığını özellikle belirtmek
istiyoruz.
.
Sayısının artık oldukça fazla olduğunu düşündüğümüz, yaptığını
tartışan uygulamacıların okullarda konferanslarına daha çok yer
verilmesi, jurilere katılmalarına daha çok olanak sağlanması
önerilebilir. Bu gruba giren uygulamacıların, öğrenciye "mimarlık
kullanıcı isteklerine uygun mekan yaratmaktır" gibi temizlenmesi hayli
vakit alan sözler söylemeyecekleri tabiidir. Bu pratisyenler binalarını
açıklarken, "şu kadar asansörü buraya koydum, girişi buradan
yaptım", gibi zaten görünen şeyler dışında anlatacakları olanlardır.
Tıpkı Wiel Arets gibi (Wiel Arets'in konferansını başka bir yazıda
inceleyeceğiz)...Ancak, pratikten alabileceğimiz şeyler olduğunu
bilmekle birlikte, pratik dünyasının güncel uygulamaya odaklanmış

26
durumunun, okulun geleceğe dönük olma zorunluluğu ile çeliştiğini
hiçbir zaman gözardı edemeyiz. Bu cümleden olarak, "Depremden
sonra eğitim programlarınızı depreme göre değiştirdiniz mi?" diye
soranlar ise eğitim işine hiç karışmamalıdırlar.

Doğruların aranmasına yardımcı olabilecek iki husus daha var. Ilki


"uygulama" kavramının tanımlanması. Bu kavram eskiden beri inşa
etmek ile eş anlamlı olarak kullanılıyordu. Artık öyle olmaması gerek.
Çünkü mimarlık tarihi de eskiden sadece yapılmış binaların tarihi ile
sınırlıydı. Şimdi ise yapılmışların yanında "sadece yazılmış" ve
"sadece çizilmiş"lerin de tarihe -ister istemez- dahil edildiğini
görüyoruz. Örneğin Fransız Devrim Mimarisi'nin yapılmamış ve
döneminin teknolojisi ile yapılma olanağı da olmayan binaları -daha
doğrusu önerileri- bugün belki de sırf bu özellikleri nedeniyle
stüdyolarımızda tartışılıyor. Uygulama, yazılı veya çizili, proje yapmak
olmalı, yani olmayan birşeyi -yarına dönük birşeyi- düşünmüş olmak
anlamına alınmalı diyoruz. İnşa etmek ise bizce zihindeki mimarinin
son aşamadaki simulasyonu olarak görülmeli ve inşa etmekten
kazancın zihindeki mimarinin simulasyonundaki sorunları anlama
yararı üzerinde durulmalıdır.

Diğer konu ise aktris ve aktörlerin eksiksiz belirlenmesidir. Mimarlıktan


ve eğitiminden sorumlu olanlar yalnızca uygulayan mimarlar ile
eğitimciler olmamalı. Eleştirmen ve tarihciler de durumdan sorumlu
değil mi? Tarihi değerlendirirken acaba öğrenciye ne aktarılıyor, hangi
yorumların dayanağı, ne oluyor. Ya da uygulamalar eleştirilerek
mimarlık pratiğine yön verilmeye çalışılırken, hangi tabanda veya
ortamda geliştirilmiş ölçütlerler kullanılıyor, ya da eleştirinin işlevinin
ne olduğu, hangi platformda tartışılarak, görüş oluşturuluyor. Bu
konuları tartıştığımızı, daha doğrusu tartışmaya dahil ettiğimizi
düşünmüyoruz. Biz -matematik olarak uymasa da- sadece şöyle bir
hesap yapıyoruz: 1 eğitimci mimar + 1 pratisyen mimar + 1 eleştirmen
mimar +1 tarihçi mimar = 1 entelektüel mimar....

Durumdan rahatsız olabilmek de bir haslet. Durumdan rahatsızlık


duyan grupların nedenlerinin ve/veya önerilerinin çakışmaması
tarafların iyi niyetinden kuşku duymamıza neden olmuyor. Belki de
tüm sorunun temeli bu formulün yorumundaki farklılıklardır. Ancak
asıl tehlike rahatsızlık duymayanların çokluğundadır .

27
(1) Esin Kasapoğlu, "Mimari Bürolarda İşten Ayrılma Eğilimi", Yapı,
241, Aralık 2001, s. 67-71
(2) Kurultay broşüründe okullarda eğitimin modernite ağırlıklı
verilmesinin de bir başka neden
olarak gösterildiği ifadenin yer almış olması, zaten sürmekte olan
başka bir tartışmanın
içinde ayrı bir yazıda ele alınacak kadar önemlidir.
(3) Arena, March 1967
(4) ACSA Conference Book -Design Studies, s.15, 1992.
M. Shermer, "Skeptic", Scientific American, dec. 2001, s.23'de
diyorki; "...In all cases, we
remain open-minded and flexible, willing to reconsider our
assessments as new evidence
arises. This is, undeniably, what makes science so fleeting and
frustrating to many people; it is
at this time, what makes science the most glorious product of
human mind."
Batılılar çocuklarını "twinkle twinkle little star, how ı wonder what you
are?" tekerlemesi ile
büyütürlerken "biz uyusun da büyüsün" demiyelim artık...

28
29
mimarlık eğitimi ortamla ilgilidir
Bildiriye geçmeden önce şöyle bir soru var: "Acaba yanlışlardan mı
yola çıkıyoruz?" Hiçbir zaman "eğitimin kusursuz olduğunu" iddia
etmedik, ancak yüzde 99'u başkaları tarafından yapılmış bir çevrenin
sorumluluğunu eğitime yüklersek, hedef saptırmış olmuyor muyuz? Bir
nokta daha var, gene bildiriden önce; piyasa ekonomisinin ister
istemez içinde olduğumuza göre, acaba piyasa ekonomisinin özelliği
olan "Kötüyü iyiden ayırmak, iyiyi kullanmak burada niye işlemiyor?
Niçin kötü mimara iş veriliyor?" Acaba mimarlığın ‘iyi’si ile piyasanın
‘iyi’si örtüşmüyor mu? Umarız bu iki konu bu iki gün içinde tartışılır.

Mimarlık dünyası, mimarlık eğitiminin bir ‘meta’ ortamıdır. Fiziksel,


kültürel ve sosyal çevre de mimarlık dünyasının bir meta ortamıdır.
Yani bu kısaca şu demektir; fiziksel, kültürel ve sosyal çevremiz ki bu
önce daha yakın ve etkili olduğu için ulusal sonra da uluslararasıdır,
mimarlık ortamının oluşumunu ve oluşum şeklini belirler, mimarlık
ortamı da bu çevrenin, günümüzde üniversal doğruların yerini alan
tutarlı sürekliliğinin (consistency) oluşmasında ve bu tutarlı süreklilik
bağlamında değişimde etken bir rol oynar veya oynamalıdır, bu arada
kendi tutarlı sürekliliğini ve değişimini de sağlamalıdır. Aynı şekilde
mimarlık eğitimi de genel olarak çevreden, özelde de mimarlık
ortamından etkilenir. Bu ilişkilerde farklı dünya görüşleri, ideolojiler,
gelenekler, inançlar rol oynar. Ve bu ortamlarda bireyler yani mimarlar
ve mimarlık öğrencileri bir tutarlı süreklilik içinde değişen kendi ve
çevrelerindeki durumlara göre pozisyon alırlar, ve bir anlamda da
pozisyon (ün) kazanırlar. Alınan pozisyonda ortamın özelliklerine de
bağlı olarak her bireyin farklı etkileme ve etkilenme şekli vardır.
Bugün ülkemizde mimarlık ortamı tutarlı bir sürekliliği koruma
konusunda çok hassas ve kırılgan bir noktaya gelmiştir. Bunun
sebepleri çeşitlidir. Bir bölümünü çevrede (ulusal ve uluslararası)
aramak gereklidir. Diğerlerini kendi içinde bulabiliriz. Bunların
araştırılması ve tartışılması sorunun aşılması için gereklidir, ancak çok
kapsamlı bir araştırma ve çözümlemeyi gerektirir.

30
Bu bildiride eğitim ortamından dışarıya doğru bakarak ve bugüne
kadarki deneyimlerimize ve onları rasyonel olarak 1 değerlendirmeye
çalışarak, bununla ilgili öznel bir durum değerlendirilmesi yapılacaktır.

Kıta Avrupası ve Anglo Sakson mimarlık eğitimleri birbirinden farklıdır.


Anglo Sakson ve özellikle Amerika'da yüksek öğretim ve bunun bir
parçası ama çok özel bir parçası olan mimarlık eğitimine baktığımızda
eğitimin sıkı üniversiter bir disiplin içinde olduğunu görürüz. Farklı
ülkelerden ve farklı eğitimlerden gelmiş olan öğrencilerin renklerini
kaybetmeden mimarlık eğitimini almalarını sağlıyan ve dış mimarlık
ortamı ile de belli bir entelektüel düzeye ulaştıktan sonra ilişki
kurmalarına olanak veren bir sistemdir. Yani esas olan üniversitedeki
eğitim ve yol göstermedir. Bu ülke çapında da denetime tabidir
(akreditasyon). Çin'den gelen bir öğrenci ile Amerikalı bir öğrencinin
entelektüel düzeyi arasındaki fark, kendi kişisel çabasının oluşturduğu
farktır. Eğitimin zamanı ve zemini tutarlı bir süreklilik gösterir. 2

Kıta Avrupası'ndaki eğitim ise daha değişiktir. Üniversite ve mimarlık


ortamı birlikte mimarlık eğitiminin ortamını sağlar. Üniversite giriş
şartlarını yerine getirmiş herkese açıktır (ulusal düzeyde), yani liseyi
bitirmiş bütün öğrenciler istedikleri üniversiteye gidebilirler. Üniversite
eğitimi burada zamanda ve zeminde tek başına süreklilik göstermez
bu süreklilik üniversite + büyük ölçüde mimarlık ortamı ve genel olarak
ortamdır. Burada öğrencinin kişisel durumu da çok önem kazanır.
Yabancı olması genellikle bir handikaptır, çünki yabancı bir öğrencinin
bilmediği çok boyutlu ortamdan faydalanması çok kolay değildir.
Eğitimde zaman ise nerdeyse sınırsızdır, zira işsiz kervanına katılacak
yeni bir entelektüele çok da ihtiyaç yoktur. Öğrenci belli bir düzeye
ulaşmadığı sürece mezun olsun diye özel bir gayret sarfedilmez.

Burada görüldüğü gibi iki farklı durum söz konusudur, birincisi


eğitimde üniversite eğitiminin ağırlık kazandığı bir durum, ikincisi ise
mimarlık ortamının önemli bir rolü olduğu durum.

Batıdaki bu iki durumda da mimarlık ortamı bizimkinden çok farklıdır.


Mimarlık ve uygulamaları kendi içlerindeki tutarlılık ve süreklilik içinde
değişimlerle gelişmekte ve Batı dışındaki mimarlığı ve mimarlık
ortamlarını etkilemektedirler. Globalizasyon negatif yönde etkili
olmakla beraber, normlar, yasalar, kurumlar ve cemiyet düzeni 3 onları
oluşturan bireylerin gücü globalizasyona tepki verebilmektedir.

31
Bizdeki mimarlık ortamı ise bazı durumlarda Batı’dan etkilenmekte
ama çoklukla kendi dogmalarından dahi kurtulamıyarak kendini
tekrarlamaktadır. Kurumsallaşmış olan mimarlık ortamı statikleşmiş ve
dondurulmuştur. Bunu aşağıdaki örneklerle açıklıyabiliriz;

Pek çok mimarlık bürosu önceden yarattığı tipleri yeni arsalara adapte
ederek mimarlık yapmaktadır, Bayındırlık Bakanlığı "tip proje" kavramı
ile bunu normatif hale getirmiştir. Bayındırlık Bakanlığı'nın iş dağıtım
şekli gazetelerde günün konusu haline gelmiştir. Burada hiçkimse
kaliteden sözetmemektedir.

Ileriye değil geriye bakmak adet haline gelmiştir. Mimarlar odası bütün
umudunu geleneksel mimariye bağlamış durumdadır.

Mimarlık ortamı işverenin güven ve saygısını kazanamamıştır. Işveren


mimarı işçiden farklı görmemektedir. Işveren gözünde mimar biraz
daha fazla şey bilen, kafası biraz daha fazla çalışan bir üst düzey işçi,
bir 'ücretli'dir. Böylece büro sahibi mimarın işverenle ilişkisi belediyede
işverenin iş takipçisi olması şeklindedir.

Ayrıca işadamının amacı parasının ve gücünün yettiği yere kadar her


koşulu zorlamak olduğundan, etiği ile mimarlık ona genellikle ayak
bağı olmaktadır.
Kent planlamasını yapan ve mimari projeleri onaylayan belediyeler
tıpkı bakanlık gibi düzenlerini amaç olarak iyi iş yapmak için
kurgulamamaktadırlar; amaç para kazanmaktır, araç ise iştir. Mimar
bu kapsamda para getiren sistemin bir parçasıdır, yapılan işin
kalitesini kimse sorgulamamaktadır.

Globalizasyon ve politize olmanın sonuçlarından çekinildiğinden ve


yapılanların ve sonuçlarının çok iyi olmadığı örneklerin çoğunluğu
teşkil etmesinden dolayı entelektüeller de her şeye karşı olmakta ve
birşey yapılmasına mümkün olduğunca engel olmak üzere kendilerini
programlamaktadırlar. Bu cümleden olarak hemen hiçbirşey
önermeyen projelerin ödüllendirildiği Gelibolu ve Kadıköy -Haydarpaşa
yarışma sonuçlarını gösterebiliriz. Istanbul ve diğer büyük şehirlerin
çevresinin gecekondularla dolmasının, tek olmamakla birlikte bir
sebebi yine bu davranıştır. Her tarafta yapı yasağı getirmek yerine
planlı yapılaşmayı teşvik etmek belki de sorunun bu kadar ciddi
boyutlara gelmesine engel olabilirdi.

32
Bu durumda mimarlık eğitiminin böyle bir ortamdan faydalanmasına
olanak yoktur. Yapılan stajlar da bunu göstermektedir, stajlar
kullanılan teknolojinin öğrenilmesi ile sınırlıdır. Büro stajlarında
öğrencinin etik, yaratıcılık gibi mimarlığın değerli ama pek çoklarınca
önemsiz hasletleriyle karşılaşması mümkün olamamaktadır.

Böyle bir ortamda mimarlığa ve mimarlık ortamına kritik olarak


bakabilecek tek kurum yine de üniversitedir. Yapılması gereken de
özellikle yeni açılan ve yeterli kadrosu ve alt yapısı bulunmayan vakıf
üniversitelerinin ve devlet üniversitelerinin "ulusal" akreditasyon gibi
formel ve mecburi yollarla ve enformel, serbest etkinliklerle
düzeylerinin yükseltilmelerinin sağlanmasıdır. Bu etkinliklerin özellikle
"uluslarası" olanları desteklenmelidir, dünyanın nereye doğru gittiğini
öğrenmek herkesin hakkıdır.

Mimarlık ortamının daha sağlıklı bir yapıya kavuşması ise, öncelikle


belediyeler, mimarlar odası gibi kritik karar verme noktalarındaki
mimarların tutarlı ve sürekli olarak eğitilmesinden geçmektedir.

Bildiri burada bitiyor, ama benim sôylemek istedigim bir iki cümle
daha var, izninizle. Bu kurultayın aslında bizce bir yarası var; herkesin
iyi niyetinden kuşkumuz yok, ancak "bazı düşüncelerin mimarlığa ve
eğitimine yarar sağlamadığını" düşünüyoruz. Bakın, elimizdeki bu
katalogun arka sayfasında -beiki gözünüzden kaçmıştır- bir ifade var,
hepsini okumayayım, herkesin elinde var, okumak istiyorum:

"Yakın bir süreçte 'deprem sorunsalı' da yaşanarak, aci biçimde


görüldüğü gibi, çağdaş yapı tasrımında mimarlığın 'tarihten ve
geleneklerinden gelen birikimlerini yeterince değerlendiremeyen bir
modernitenin' egitimde giderek egemen olmasi" sorun olarak
gösteriliyor. Bu bence kurultay için önemli bir yaradir. Şimdi izninizie
birkaç tane resim göstermek istiyorum. Bu ifade -burada isim yok
ama- sanıyorum, Sayın Ekinci'nin. Çünki, Sayın Ekinci "Deprem ve
Geleneksel Konut" arasında gazetesinde de iki tane resmi yan yana
yayinlayarak, bir ilişki kurmuştu. Ben şimdi birkaç tane resim
göstermek istiyorum

Bu Değirmendere'de yerle bir olmuş bir geleneksel konut. ikincisinde


de bir geleneksel konut görüyorsunuz, gene Değirmendere'de, gene
geleneksel bir konut. Bakın burada bir sıra kolonu kırıldığı halde
yıkılmayan bir betonarme yapı görülüyor. Görüyorsunuz, zeminkat
kolonları bir sırada bütünüyle kırık. Bu Değirmendere Belediye binasi,

33
bu da ondan. 40 metre ileride bir kalfa yapısı, depremden sonra
çatlaksız ayakta duruyor. Deprem aslında geleneksel ya da
betonarme yapıyla ilgisi olan bir konu değil. Kafescioglu hocamiz da
değindi, aslında ona göre de "teknolojinin yeteri kadar üretilmemesi
eğitimde bu tür şeylerin sorunu" diye.

Bunlann göstermemizin nedeni "böyle kesin yargilar yararlı olmuyor."


Bir nokta daha var; yine Sayın Ekinci'nin istediği "bütüncül mimarlık"
kuşkusu olmasın, eğitimimizin zaten temel noktasıdır. Sorun; o egitimi
alanlann uygulama yapacak ortami bulamamasıdır. Teşekkür ederiz.

(1) Bugünkü rasyonel düşünce tanımlamasında üniversal doğruların bulunması ve


onlara bağlı olarak düşünce üretilmesi değil tutarlı bir sürekliliğin sağlandığı durumlar
üzerine doğrulamalarla (yanlışlama ile değil) fakat eleştirel olarak düşünmek olarak
özetlenebilir. (Pancritical Rationalism)
(2) Örneğin öğrenciler Amerika Birleşik Devletleri'ndeki üniversitelerde girdiği değil
mezun olacağı yılla anılmaktadır, yani sistem öğrenciyi belirlenen sürede mezun
etmektir üzerine kurulmuştur.
(3) Burada Toplum (cemiyet) düzeni olarak, Ferdinand Tönnies'in tanımladığı rasyonel
düşüncelerle oluşan ve işleyen kurumlardan bahsedilmektedir, bunun tersi olarak
Topluluk (cemaat) düzeninde ise manevi bağlar önemlidir, irrasyonel bir yapılanma
vardır.

34
mimarlık bilgisi ve aktarımının serüveni
Alman sosyolog Ferdinand Tönnies 19. Yüzyıl"ın sonuna doğru
toplumsal yapıların iki uç örneği olarak, doğal iradeye dayanan
“Gemeinshaft" (topluluk-cemaat) ve yapma “ussal” iradenin ürünü olan
"Gesellschaft" (toplum-cemiyet) tanımlarını yapmış ve daima bu iki uc
arasında bir yerde bulunulduğunu düşünmüştü 1. Tönnies"in bu
tanımlamaları farklı hatta zıt yorum ve kullanımlara dayanak olacak
niteliktedir. Burada bizi ilgilendiren, bu özetlenmiş alıntının aşağıdaki,
fin-de-siécle mimarlık eğitimini tartışma çabamıza da ışık tutabileceği
düşüncemizdir. Biz biliyoruz ki mimarlık ortamı da “alaylı”dan “akıllı”ya
giden bir sürecin bir noktasında olmuştur her zaman.

Mimarlık pratiği ile mimarlık eğitimi kendi içlerinde değişmek ve


farklılaşmakla birlikte ikisi arasındaki paralellik sürekliliğini koruyor.
Ancak bu ikilinin yanında bir üçüncünün “teori”nin (eleştiri ve tarih’in)
de varlığını-yokluğunu da -tabii eleştiri ve tarihe bakışın sürekli
değiştiğini unutmadan- görüyoruz.

Günümüzde mimarlığın, teorisi, pratiği ve eğitimi yoğun olarak


tartışılmak durumunda (Resim 1 ve 2) 2. Konu ile ilgili kaçınılmaz bir
diğer saptama ise, insanı temsil eden organının beyni olması ve insan
beyninin ise daima sınırların dışını merak eden yapısına karşılık,
insanların genellikle onaylanmış çerçeveler içinde davranmakta
oluşudur. Bu bağlamda, mimarlar da, belirli ve onaylanmış sınırlarla
kısıtlanmış bir çalışmayı yeterli görebilmektedirler.

Kanımızca mimarlık eğer birşeylerden zarar görmüş, gelişmesi


kısıtlanmışsa bunlardan önemli biri mimarlığın bir sanat mı yoksa
teknik bir uğraş mı olduğu indirgemeci tartışmaları içinde kaplamının "
"tip"in geçerli "stil" ile arsaya uyarlanması" durumuna getirilmiş
olmasıdır. Mimarlığın oldukça karmaşık, entelektüel bir insan etkinliği
olduğu, yani fizikten sosyolojiye her etkinliğin olması gerektiği gibi,
akıl ve sezginin ürünü olduğu, yani dinamik olduğu çok öncelerde
35
benimsenebilir, "tip ve stil" bilgisinin mimarlık için ancak yanlışlanmayı
bekleyen "bir önbilgi" olabileceği görülebilirdi.

Mimarlıkta teori, pratik, eğitim üçlüsünün serüvenine biraz geriye


giderek, yalınlaştırarak, zaman zaman işverenin kimliğini da
irdeleyerek bakmak, günümüzü ve özellikle geleceği anlamamıza
yardımcı olabilir. Sunduğumuz yalınlaştırılmış diyagram bu amaca
yöneliktir. (Tablo 1)

Aydınlanma dönemine kadar olan birinci aşamada "meslek"in lonca


içinde uygulanıp, kurumlaşıp öğretildiğini, zamanın çok yavaş aktığını,
eleştirinin yeri olmadığını biliyoruz. Mimarın işvereni din ve/veya
hükümdar; mimar "stil ve tip"lerle çalışıyor ve yaptığı iş de "yapıt"
olarak tanımlanıyor. Bu kalıcılık yüklü yapıt tanımlaması, mimarı kişi
olarak çok özel -ulaşılmaz- bir yere koyuyor:"Üstad-master". Kurumsal
denetim çok güçlü, aykırı davranışlara -gerçek entelektüel
davranışlara- yer yok.

Aydınlanmadan sonra eleştirinin bilimde devreye girmesi herhalde


mimarlığa hemen yansıyamıyor. Boullée ve izleyicisi Ledoux"un yalın
geometrik denemeleri eksantrik bulunup dışlanıyor, mimarlık, eleştiri
barındırmayan “stil” boyunduruğundan çıkamıyor, eğitim ise akademik
(formel) ortama kayarak -modern eğilimlere karşı olmakla ünlü Ecole
des Beaux-Art aracılığıyla, başka bir kurumsal denetimi devreye
sokuyor. Burada formelleşme ile kazanılanın, uygulanan sıkı müfredat
nedeniyle, sadece zaman olduğunu görüyoruz. Yeni malzeme
"Çelik"in kullanımının getirdiği yeniliklerin mimarlık kapsamı dışında
olduğu düşünülen yapılarla, ancak belirli -ve kuşkusuz zorunlu-
hallerde istasyon ve sergi binası gibi yerlerde kısıtlandığını
unutmamak gerek. Mimarlık hala “high style” ve kalıcı sanatsal yapıtlar
üretme peşinde.

Mimarlıkta aydınlanma, kanımızca etkin olarak ondokuzuncu yüzyıl


sonuna denk düşüyor. Belki resim –ve heykel- sanatını da birlikte
incelemek gerek. Empresyonizm ve resim satamayan van Gogh,
maceraperest Gaugin sanatta bile çerçevelerin kırılabildiğini
göstererek belki de yeni mimarlığa cesaret veriyorlar. Amerika"da
Sullivan ve Avrupa"da Berlage ve Machintosh kaygıları farklı da olsa
egemen stillerin dışına çıkabiliyorlar.

Nihayet 1920"lerde bir güç olarak ortaya çıkan ve Modern Mimarlık


denen hareket mimarlık dünyasının tümüne hakim olamasa da önemli

36
bir yandaş grubu buluyor. Bu gruba mimarlığın ilk "organize
entelektüelleri" denebilir. İlk defa burada "stil ve tip" değil "toplumsal
amaçlar" mimarlığın hedefi oluyor. Mimarlar "eser" üreten “master”lar
değil, “ürün” üreten araştırmacılar oluyorlar. Her ürün pozitivist bir
anlayışla bir nedene dönük bir test oluyor. Bazı mimarlar ürünlerini
yazıları ile de açıklama ve destekleme gereksinimi duyuyorlar.
Eleştirinin bir entelektüel uğraş olarak görevi, yeni mimarlığın
toplumsal yanını desteklemek ve tanıtmak oluyor. Mimarlık eğitimi ise
çok uzun sürmeyen bir dönem için olsa da, öğrenciye stil bilgisi
aktarmak yerine onun yaratıcılığını geliştirmeye odaklanarak, radikal
dönüşe uygun yapıya giriyor. Kurumsal denetim yerini “ilkesel”
denetime bırakıyor. İlkeler ise rasyonallik ve toplumsallık olarak
özetlenebiliyor. Mimarlığın işvereni artık sıradan halk, ana konusu ise
onun konutu olmuştur.

İkinci savaştan sonra 1950-80 arasında mimarlıkta modernite bizce bir


yanda altın devrini yaşamıştır. Çünkü bu dönemin, tüm mimarlık
tarihinde en çok araştırma ve önerinin yapıldığı dönem olduğunu
söylemek herhalde abartma değildir. Ancak diğer yandan gerek
“üstad” mimarların türemesi, gerek tüm yeryüzüne yayılan biçimsel
benzerlikler, belki de tarihçilerin de eski alışkanlıklarıyla birleşince, bu
dönemin sadece "Enternasyonal Stil" olarak adlandırılması, haksızlık
olmuş, mimarları ve özellikle eğitim görevi yapan mimarları yanıltarak
mimarlığın yeniden "Modern Mimarlık" ya da “Modernizm” diye bir “stil
ve tip” olarak öğretilmesine yol açmıştır. Böylece okullarda "yeni
mimarlığın da (adlarının üniversite veya okul olmalarına bakmadan
akademilerde demek gerek) tıpkı Rönesans , Neo Klasik v.b. gibi
estetik, işlevsel ve teknik kuralları oluşturulmuş, mimarlık yeniden
çerçevelendirilmiştir (Resim 3) 3.

80"lerden sonra güçlenen küreselleşmenin öznesi "kapital", işvereni


olduğu mimarlığın entelektüel değerini tüm dünya üzerinde sıfırlarken
artık "yapıt" peşinde de olmadığını göstermektedir. Yüzdesi gittikçe
azalan entelektüel mimarlık bu defa, baş işvereninin artık "doğa"
olduğu bilincine varmış durumdadır. Artık her gerçek mimarlık çabası,
insanlığın, ilk gündenberi yeryüzünde yapmakta olduğu şey olan
"denemeler"den oluşan, "bitmeyecek bir süreklilik" içinde yeni bir
"deneme", daha doğrusu bir "öneri" olarak tanımlanmak
durumundadır. Bu nedenle biz burada, sırf kapitalin barınma-yerleşme
ya da kapital artırma sorununu gideren bina yapımını ve onun
eğitimini, yüzdesi ne kadar yüksek olursa olsun, diagrama almadık 4

37
Günlük yaşamı izleyerek bu sonuca varamayanların Popper'in
"bilimde belirsizlik" kuramını, Gödel'in, matematiğin, dolayısıyla bilimin
bitmediğini, bitmeyeceğini gösteren sonuçlarını 5 izlemeleri,
Calvino'nun üçüncü binyıl için 6 ilkede topladığı ön görülerini 6
bilmeleri gerekecektir. Ancak bu şekilde pek çok koca antik kentin ve
“kalıcı yapıt”ın bile aslında yerinde bugün sadece toprak kalmış
olmasını -başka bir deyişle- doğayı kirletmeden yok olabilme yönünü
günümüz mimarları da değerlendirebilecek; günümüzün bir küçük
binasının bir koca antik kentten çok daha fazla ve kalıcı olarak doğayı
kirlettiğini -moloz bıraktığını- 7 farkedecekler ve belki de teknolojiye
yeniden dönerek yüzdeyüz geri dönüşümlü malzemeler kullanmayı -
yeni işverenlerine hizmet için- zorunlu göreceklerdir. Mekanın belki de
yüzyılın başındanberi mimarlığın ana konusu değil belki de ayakbağı
olduğu üzerinde düşünme şansı bulunabilecektir. Eğitim de artık usta-
çırak tek yönlü yaklaşımından yeniden birlikteliğe, bu defa birlikte
aramaya yönelecektir. Yeni eğitici kalıcı yapıtlar ile çözümler üretmiş
uygulamacı değil, sorunları anlamaya çalışan düşünen kişidir. Yeni
öğrenci de bilmediğini kabul eden ve ustasından öğrenmeye ayarlı
pasif kişi değil, eğitime katkı yapabilen aktif kişidir 8. Eleştirinin bu
ortamda rolü ise durumu tanımlamak -koşulların topoğrafyasını
çıkarmak- yoluyla mimarlara yardımcı olmak biçiminde gelişecektir 9
Bu şekilde, "düşünce"lerin, "söylem"e 10, dönüşerek kalıplaşması ve
dondurulması önlenerek, kapitali mimarlık açısından terbiye edecek,
öncelikle neye, niye ve nasıl direneceğini bilecek yeni kuşak mimarlar
yetiştirilebilecektir.

Bir miktar “akli irade” muhtemelen her zaman vardı. Herzaman


çerçevelerin dışında akla dayalı mimarlık yapıldığını ancak takdir
edilmediğini düşünüyoruz. Mimarlıkta bu "takdir edilmeme"
durumlarının varlığı ve önemi araştırma ve tartışma konusu olmalıdır.
Bazı toplulukların yapısından oluşan doğayla uyumlu döngüler
halindeki yaşantıları, bir yerde insan dışı canlıların doğayla barışık
yaşantısına benzer bir değer olurken, bunun pasif bir yaklaşım olduğu
düşünülmelidir. İnsan aklına dayanan toplumların, bunun gereği olan
gelişmeyi sağlarken doğa ile yeniden barışacak teknolojilere kısa
sürede yine akılla ulaşacağını da beklemek yanıltıcı olmayacaktır.
Doğa ile bu aktif birliktelik insana yakışan olsa gerektir. "Modernite" ile
kastedilen "Modernizm" değildir 11.

38
39
(1) Tönnies'e göre, "Aile, akrabalık sistemleri, klanlar ve yeni oluşan dinsel topluluklar
Gemeinshaft örnekleridir. Bunlarda üyelerin statü rolleri duygusal ağırlıklıdır ve bilimsel,
ticari ya da siyasal amaçlara hizmet etmez. Bu roller oluşturulmuş değil, kendiliğinden
ortaya çıkmıştır. Cemaat tipi örgütlenmenin, örneğin ilkel toplulukların belirgin özelliği,
birlik ve dayanışmadır. Gesellschaft örnekleri ise kendisi için değil belirli bir amaç için
vardır. Gesellschaft"ın özelliği, araçlar ve amaçların birbirlerinden ayrılığıdır, yapısı
amaçlarına uygun düşmezse eleştiriye ve değişime uğrar. Modern yönetimlerin
bürokrasisi, ordular, sanayi örgütleri Gesellschaft tipi örgütlenmelere örnek oluşturur,
bunlar duygusal ve ahlaki açıdan yansızdır ve önceden belirli statüler üzerine değil,
verimliliği sağlamak için akılcı biçimde tanımlanmış roller üzerine kurulmuştur”.
AnaBritannica, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1994
(2) Bu gereksinim belki de her zaman vardı, ancak günümüzde herzamankinden fazla;
ülkemizde ise Resim 1 ve 2"yi de gördükten sonra bu gereksinimin özellikle ivedi
olduğunu düşünüyoruz. Benzer şekilde ülkenin geleceğini şekillendirmeye dönük
üniversitelerin özellerinin en iddialı ikisinin kentin kısıtlı orman alanlarında yerleşmeleri
ve bu yerleşmelerdeki mimarlık anlayışı da durumun ivedi olduğunun başka bir
göstergesidir.
Burada bir ayraç açarak Türkiye Cumhuriyeti"nin yeni Washington Büyükelçilik Binası
için bir saptama yapmak bu savımızın bir kanıtı olarak yararlı olabilir.Bu binanın, Yapı
dergisinin 211. sayısında yer alan bu fotoğrafında görülen özelliklerin, özgün bir
modernleştirici devrim yapmış bir cumhuriyeti mi, yoksa onun yıktığı düzeni mi temsile
uygun olduğu ortadadır. Hem bu binanın mimarisinin bir yabancı oryentaliste emanet
edilmesini onaylayan sorumluların bunu nasıl savunduklarını, hem de buna tepkileri,
görmek, okumak, duymak isterdik. Modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kimliğinin, çelişkiyi
fark etmeyi engelleyen bilinçsizlikle, Osmanlı geleneğini yinelemekte aranmasıyla bir
kez daha karşı karşıyayız ve son olacağını da düşünemiyoruz. Ayrıca "Dumlupınar" gibi
Cumhuriyet için çok özel bir sözcüğü ad almış bir üniversitenin kapısının mimarisi de bu
savımızı desteklemiyor mu?
(3) Yüzyılın en ünlü mimarlarından biri olan Louis Khan"ın, tasarım stüdyosu yöneticisi
olarak değerlendirilmesini, "ancak çok bina inşa eden ünlü mimarlar iyi proje hocası
olabilir" savının sahiplerine bırakıyoruz. Resim 3, Arena, Mart 1967 sayısından
alınmıştır.
(4) İyi bina yapımının da saygın ve ülkemizin son uğradığı duruma bakıldığında önemli
bir çaba olduğu kesindir. Ancak "kapital"e hizmet verme zorunluluğunun mimarlığı
törpülediği ve buna direnme şansı bulmanın kolay olmadığı da yaşananlardan
izlenmektedir. .
(5) T. Karaçay, "Gödel ne yaptı?", Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 661, 20 Kasım 1999,
sayfa 15.
(6) I. Calvino, Six Memos for the Next Millennium, Vintage, 1996.
(7) H.Yürekli, F. Yürekli, "Gelibolu Yarımadası Yarışması Üzerine" Mimarlık, sayı 287,
Haziran 1999, sayfa 36-37.
(8) H.Yürekli, F. Yürekli,"Öğrenci Ortaktır", Yapı, sayı 168, Kasım 1995, sayfa 65-68
(9) I. S. Morales, Differences: Topographies of Contemporary Architecture, The MIT
Press, 1997
(10) Moda olarak pek savunulan "söylem sahibi olmak" kavramı da görülüyor ki
tartışılmaya değerdir.
(11) F. Yürekli, "Mimarlık Eğitimi, Mimarlık Eğitimi Değildir", Mimarlık, sayı 280, sayfa
66-68.

40
41
mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi değildir
Ülkemizde mimarlık eğitiminin bugünü ve geleceği ile ilgili
düşüncelerin ivedilikle açıklanmasının gerektiğine inanıyoruz. Bu
düşüncelerin, öncelikle, ülkenin bitmek üzere olan bu yüzyıldaki
mimarlık geçmişi ile ilgili bilgi ve gözlemleri kısaca hatırlamak ve
yorumlamak üzerine kurulması uygun görünüyor.

Yüzyılın başına ulusalcılık akımlarının etkisinde giren Osmanlı


ülkesinde mimarlık, bu dönemde, özgün ürünler verememiş, dini
yapılardan alınan mimari elemanlarla postaneler, işhanları hatta evler
üretmiştir. Bunu, aslındaki ideale dönme isteği açısından, Batı'da 19.
Yüzyıl'ı kaplayan Neo-Klasisizm'in geç kalmış bir benzeri olarak da
algılayabiliriz. Gecikmesinin nedeni ise Osmanlı ülkesinde de hayat
bulan Batı Neo-Klasisizmi'nin kendisidir. Aynı dönemdeki Jön Türk
hareketinin dünya literatürüne "yenilikçilik" kavramı olarak girmiş
olmasına karşılık, mimarlıkta idealin geçmişte aranması bizce çok
ilginçtir 1. Bu belki de mimarlığın işvereninin daha çok vakıflar idaresi
olmasından kaynaklanmıştır. Ancak daha şaşırtıcı olan bu dönemin
daha sonra Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi olarak adlandırılmasıdır.
Bizce bu ad Osmanlı Neo-Klasik Dönemi olmalıydı.

Aynı mimarlık, modernleştirici yeni Cumhuriyet'in ilk yıllarında da


uygulama olanağı bulmuş ancak 30'larla birlikte, Cumhuriyet'in
kimliğine uygun modern bir mimarlık ortaya çıkabilmiştir. Biz bunu da
"işveren"e bağlıyoruz. Yeni cumhuriyetin en önemli özelliği geçmişle
bağları olmayan yeni bir kimlik tanımıdır ve bu dönemin önemli
mimarlık ürünlerinin işvereni olan Cumhuriyet hukumetlerinin yoğun
etkinlikleri nedeniyle mimarlığa el atması için 30'ları beklemek
gerekmiştir.

Ancak 40'larda Paul Bonatz'ın oryentalist görüşlerinin etkisi ve teşviki


ve Atatürk'ün ölmüş olması nedeniyle ve belki de bir karşı devrimin
parçası olarak, kimliğin yeniden Osmanlı'da -bu defa sivil örneklerde-
aranması dönemi başlamıştır. Burada da işverenin rolü vardır. 40'ların

42
ikinci yarısında Cumhuriyet hukumetlerinin ilkelerinden taviz vermeye
başladığı unutulmamalıdır. Bu çerçevede gelişen devrime ilk karşı
çıkışlar mimarlıktan yararlanmayı denemiş olabilir. İkinci Ulusal
Mimarlık Dönemi olarak adlandırılan bu harekete de ulusal demek
doğru değildir çünkü; yeni ulusun özelliği -ki modernite; yani geleceği
yaratmaktır- ile ilişkisi yoktur. Bu harekete olsa olsa Osmanlı Revival
Dönemi denebilirdi 2.

Bu dönemleri yaratan nedenlerden işveren dışında önemli bir tanesi


de ilk Türk mimarların Batı eğitimli ve mimarlık öğretenlerin ve
uygulayanların büyük çoğunluğunun Batı'lı olmaları olabilir.
Yabancılarda "oryentalist" bakışın onların "oryent" dedikleri bölgedeki
tasarımlarında etkisi çok güçlü olmuştur 3. Ancak Egli gibi istisnaların
Cumhuriyet'in kimliğine uygun eğitimi ve uygulamayı sağlayabildiğini
de belirtmek gerekmektedir.

50'lerin sonu ve 60'larda "Modern"in yeniden yaşam bulduğunu


görüyoruz. Bizce yine işveren ana etken. Ancak bu dönemde bir
önemli yapıyı hatırlamadan geçemeyeceğiz. İnşa edilmeyen Kocatepe
camisi yarışmasını kazanan öneri (1957), modernin simgesi olarak
tanıtılmasına rağmen, aslında Osmanlı'nın geleneğini modernize etme
çelişkisinin, modern kavramının anlamı ile bağdaşmayan bir
sürekliliğin yansımasıdır ve yakın geleceğin habercisidir. Bu yakın
gelecek, çelişkiler yumağıdır.

Ana işveren olan, ekonomik açıdan güçsüz ve, Cumhuriyet


ilkelerinden taviz vermeyi genel politikası yapan devrin hukumetleri,
ucuz bina için ise modernin rasyonelliğine sığınıyor. Bunu ise ana
işverenin yine ekonomik güçsüzlüğünden kaynaklanan "gizli deresiz
kiremit çatı" kararının biçimlendirdiği, bir melez mimari izliyor 4. Bu
durum gelenekselin yeniden gündeme gelmesine ortam sağlıyor.

60 cm cumbalı, 60cm saçaklı, dar dikey tek pencereli ve 6 katlı ve


adına hala modern denen bir mimari, hem geleneğin hem de
modernin doğasına aykırı, anlamsız bir mimari, "geleneği taklit
etmeden sürdürme" gibi temelsiz sığınaklar içinde ve sivil işveren
kesimine de yayılarak gündeme ağırlığını iyice koyuyor. Ve gündem
artık değişmiyor 5.

50, 60 ve hatta 70'li yıllarda özellikle İTÜ ve ODTÜ'de ise inatla hala
modern, rasyonel v.b adlarla anılan mimarlık "öğretiliyor".

43
80'li yıllar ve özellikle 90'lar ise bambaşka bir "ortak" getiriyor mimarlık
dünyamıza. Buna "Post-Modern" mimarlık deniyor. Biz bu mimarlığı
tanımlamak için "arabesk" deyimini daha uygun buluyoruz. Artık
okullardaki eğitim de ağırlıkla bunların "öğretilmesi"ne kayıyor.

Sorun doğal olarak yalnızca ürünün mimari nitelikleri ile sınırlı da


kalmıyor. Ülke sorunları karşısında da aynı tutumlar sürüyor. Örneğin
İstanbul'da Olimpiyat için yapılan proje görünür yanlışlarına rağmen
en ufak eleştiri almamakta, tartışılmamaktadır. Sur dibindeki
Abdiipekçi salonuna en önemli karşılaşmalarda dahi ancak ücretsiz
servislerle izleyici götürülebilirken, kent merkezinden 30, kentin bir
kanadından 40-50 kilometre uzakta 80 000 kişilik bir stadyum ve 5- 15
000 kişilik beş altı salonun olimpiyat sonrası nasıl kullanılacağını
mimarlarımız tartışmıyor, tartışmak isteyenler bir yankı bulamıyor.

Benzer şekilde ülkenin başlıca sorunu olan sosyal konut ve depreme


dayanıklı kırsal konut konularında niye mimarlar birşey üretemiyorlar.
Niye hala toplu konut ile sosyal konutu aynı şey sanıyoruz. Tubitak ve
DPT'nin konut sorununu çözmek için gözde semt Ataköyde araştırma
yaptırmak üzere ne miktar para tükettiğini niye merak etmiyoruz. Niye
bu tür araştırmalar, 3 odalı evde oturana 5 odalı ev ister misin?,
apartmanda oturana bahçeli ev ister misin?, balkonunu niye kapattın?
gibi sorular içeren anketlerle kısıtlı kalıyor. Niye Avrupa'da ıskartaya
çıkan tunel kalıp teknolojilerini üniversitelerimizin de teşviki ile sosyal
konut sorununu çözmenin tek yolu olarak lanse ederken, bunların
önce ancak Çankaya ve Fenerbahçe gibi özel semtlerde sonra da
hesapsız-kitapsız olduğu açıkça ortaya çıkan Emlak Bankası
konutlarında uygulama olanağı bulabildiğini fark edemiyoruz.
.
Bizce mimarlığımız, "uslubu olan bir teknik" olarak görülmüş olmanın,
"uygulamalı bir bilim" olarak görülmüş olmanın, "mekan yaratma
sanatı" olarak görülmüş olmanın, "bilinir ve öğretilir" olarak görülmüş
olmanın sonuçlarını yaşıyor 6. Mimarlığımız, "insan aklı ve sezgisinin
ürünü" olarak görülmemiş olmanın, "modern olamamanın" sonuçlarını
yaşıyor. "Bilginin ne olduğunu bilmemenin", "bilgiye ulaşmanın yeni
bilgi üretmek değil bilinen bilgiyi bulabilmek" olarak algılanmasının
sonuçlarını yaşıyor. Bilim bildiğini abandone etme çabası içindeyken
mimarlık eski bilgilere (geleneksele) sarılarak, insan aklına yakışır
olmaktan çıkıyor. Bilimin karakteri bilgiyi abandone etmek iken,
mimarlığın karakteri nasıl olur da bilgiyi dondurmak, geçmişi tekrar
etmek olur. Ayrıca, bırakınız bir müzeyi, bir ulusal arşiv bile
oluşturamayanların gelenekselin peşinden gitmelerinde bir bilinç

44
aranabilir mi? Mimarlığımız, Cumhuriyet'imizin eşsiz özelliklerine
paralellik kuramamanın acısını çekiyor...

Bütün bu yüzyıllık dönemin ve özellikle Cumhuriyet döneminin


mimarlığının genel karakterinin belki pekçok başka sıfatın yanında,
esas olarak "bilinçsizlik" olduğu söylenebilir. Bilinçsizlik, "Çağdaşlık"
ve "Modernliği" aynı şey sanmamız sonucunu yaratmaktadır.
Çağdaşlık, yalnızca çağda olup bitene karşı gelmemektir, pasif
katılımdır. Yeniliği yani çağı oluşturan ve geleceği yaratan ise
modernitedir.

Pekçok gerçek yeteneğin mimarlık ürünü vermesini dolaylı yada


dolaysız etkiliyen, pekçok değerli ismin tarih içinde hakettiği yeri
almasını önleyen 7 bu bilinçsizliğin sorumlusu ise kanımızca eğitimdir.
Ancak bu değerlendirmemiz, genel olarak kabul edilen, okulların
piyasa beklentilerini karşılayamadığı, dört yılın yeterli olmadığı gibi
görüşlerden değil, tam tersine okulların piyasa gibi usta çırak ilişkisi
içinde eğitim vermesinden kaynaklanıyor. Okullarımızda mimarlık
bilinir ve öğretilir bir şey olarak ele alınmaktadır. İTÜ ve ODTÜ de
70'lerin sonuna kadar temel yaklaşım olan "modern"in gerçek hayatta
direnmeden yenik düşmesinin önemli bir nedeni kendi doğasına aykırı
olarak bir "uslup olarak öğretilmesi" değil midir 8 Bu tür eğitimde,
öğrencinin düşünmesi, hatta proje üretmesi söz konusu değildir. O
ancak "usta"sının gösterdiğini iyi çizebilmelidir. Onun okuyacağı tek
şey "ders notları"dır.

Okullarımızda bu anlayış hala egemen. Okula yeni başlayan


öğrencilere ilk dersleri, otoritesi tartışılmaz saygın emekli hocalar
veriyor, mimarinin ne olduğunu en iyi bilen en yaşlılar gençlere
"öğretiyor". Ne kadar üzücü ki dört yıllık mimarlık eğitiminin yetersiz
olduğu, eğitim süresinin artırılması gerektiği piyasaların baskısı ve
öğretim kurumlarının önerisi ile daha geçen yıl tartışmasız genel kabul
görüyor. Bu, mimarlık okulundaki stüdyonun, hala, uygulama
dünyasındaki mimarın bürosunun replikası olması gerektiği görüşünün
egemenliğini gösteriyor. Baştanberi sözünü ettiğimiz bilinçsizliğin
kaynağının bu tür eğitim olduğu herhalde başka bir tür bilinçsizlik
nedeniyle, bir türlü görülemiyor.

Kendi ifadesi ile "tüm mimarlık bilgisini" bilgisayara sokarak uzaktan


mimarlık öğreteceğini iddia edenlere, DPT kaynakları araştırma (!)
fonu sağlıyabiliyor, mimarlık bilgisinin ne olduğunu, hele tüm mimarlık
bilgisinin nasıl birşey olduğunu "olur" veren yetkililer bile sorgulamıyor.

45
Bu nedenlerle düşünüyoruz ki, mimarlık okullarının görevi önce
entelektüel yetiştirmek olmalıdır. Entelektüel merak ve entelektüel
heyecan gelişmenin başıdır. İnsan aklına yakışandır. İnsan beyninin
en önemli özelliği kendi kendini izlemektir. Modernleştirici ve anti-
emperyalist Türk Devrimi'nin karakterine uyan da budur. Cumhuriyet
değerlerimizin uygulanmak için olduğunu hala farkedemediğimizin en
somut göstergesi, 30'ların sayıca pek az özgün modern mimari
örneklerinin hala korunmaya değer kültür varlığı tanımlaması
kazanamamasıdır. İkincisi ise sürüp giden gelenekselciliktir; bilmiyoruz
ki "kalıcı olan şey gelenek değil modernite"dir.

Aklın ve sezginin özgür üretimini "uslup" ve "söylem" ile dizginlemek


olanağı yoktur. Eğitim öğrenciye uslup bilgisi ve teknik bilgi vermek
yerine, aklını ve sezgisini kullanacak özgüveni vermelidir, entelektüel
merak ve heyecanını geliştirmelidir. Bunlar 'Akdeniz ve Akdeniz
Dünyası'ndan , 'Katı Olan Herşey Buharlaşır'a, 'Görünmez
Kentler'den, 'Bilimsel Devrimlerin Yapısı'na, 'Kaostan Düzene'ye 9
kadar mimarlık öğrencilerine de okutulması gereken hemen her kritik
kitabın Türkçesini üretebilen bir toplumda sanıldığından kolay
olmalıdır. Ancak sorun belki de, 60'tan fazla üniversitesi, 60 milyondan
fazla nüfusu olan bir ülkede bu tür yayınların ancak üç-beş bin
satılıyor olmasıdır.

46
1. Mimarlığın kimliği din'de araması, bu gün dahi kimliklerin dine bağlanması (Avrupa
Birliği'nin Türkiye ile ilgili kararını ve Samuel Huntington'un The Clash of Civilizations'ını
hatırlayınız) yanında bize yine de şaşırtıcı gelmektedir.
2. Anıtkabir'in projelerinin bu dönemde (1941) elde edilmesi bizce bir şanssızlıktır. O,
modernleştirici ve anti-emperyalist devrimciye Batı Neo-Klasiği-Modern karması bir
melez mimarlık uygun görülmüştür.
3. Hilton gibi kübik bir yapının bile giriş saçağının uçan halı olması oryantalist bakışın
zavallılığının en tipik örneğidir.
4. Kimin koyduğu bilinmeyen "çatı %33 eğimli kiremit olur kuralı hala tartışılmıyor,
tartışmak isteyen mimara, oda başkanı 90'larda, "canım o yükseklikteki çatıyı kim
görecek" diyebiliyor.
5. O kadar ki, Boğaziçi için 1986'da verilen %6 imar izni, seçkin ve saygın mimarlardan
oluşan danışma kurulunun koyduğu kırma çatı-geniş saçak-cumba zorunluluğu ile
karşılaşıyor. Kırma çatı-geniş saçak-cumba bugün bile her türlü imar kısıtlamasını
aşmanın aracı oluyor.
6. Burada ülkemizdeki işvereni esas olarak devlet olan mimarlık yarışmalarının
durumunu kısaca hatırlamak gerekiyor. Yarışmalarımız, "uygulanabilirlik" (ki tek başına
bir ayrı yazı konusudur) kriteri altında amacından saptırılıp şema kompozisyonu
durumuna indirgenmiştir. "Ayağı yere basmayan" (bu kavram da uygulanabilirlik için
yazılacak ayrı yazıda önemli yer tutabilecektir) mimarların bu şekilde dışlanması ile
oluşan kısır döngü sonucunda yarışma ile üretilmiş bir mimarlık ürünü göstermedeki
zorluk hatırlanmalıdır. Azınlık görüşlerinin oluşturacağı eleştirel gerilimin mimarlığımıza
katkısı onyıllardır engellenmektedir. Sidney Opera Binası yarışmasının ayakta
durmayan bir öneri, Pompidou Kültür Merkezi Binası yarışmasının ihtiyaç programına
uymayan bir öneri ile kazanıldığı sanırım gözlerimizden kaçmış olacak.
7.Örneğin Florya Köşkü gibi dünya çapında özgün bir yapıtın sahibi Seyfi Arkan'ın genç
kuşaklara tanıtılmaması nasıl açıklanabilir?
8. Örneğin bize, İTÜ'de 62-67 arasındaki eğitimimizde teknik ders konuları dışında tek
bir kitap önerilmemiştir.
9.
-Fernand Braudel, La Méditerranée et Le Monde Méditerranéen a L'Epoque de Philippe
II, "II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası" adıyla çeviren M.Ali Kılıçbay,
İmge Kitabevi Ankara, 1990 ve 1994
-Marshall Berman, All That Is Solid Melts Into Air -The Experience of Modernity, "Katı
Olan Herşey Buharlaşıyor" adıyla çevirenler Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları,
İstanbul 1994
-Italo Calvino, Le Citta Invisibili, "Görünmez Kentler" adıyla çeviren Işıl Saatçıoğlu,
Remzi Kitabevi, İstanbul 1990
-Ilya Prigogine, Isabella Stengers, Order out of Chaos -Man's New Dialogue with
Nature, "Kaostan Düzene" adıyla çeviren Senai Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.

47
SOKRAT VE MİMARLIK EĞİTİMİ

Sofi'nin Dünyası 1. felsefenin tarihi hakkında özet bilgi veren ilginç bir
kitap. Biz burada, bu kitapta Sokrat ile ilgili olarak hatırlatılanlarla,
bugünkü mimarlık ve özellikle mimarlık eğitimi alanında karşılaşılan
durumları, aradaki 2500 yıla rağmen yan yana getirerek, şaşırtıcı
koşutlukları ortaya koymak ve irdelemek istedik.

Kitap, Dünya'yı ve bizi tavşana benzeterek konuya giriyor. Dünyanın


da bizim de nereden geldiğimiz -tıpkı tavşanın illuzyonistin
şapkasından nasıl çıktığı gibi- bizce bilinmiyor. Yine tıpkı tavşanın
şapkadan çıkışına şaşırdığımız gibi, dünyanın nasıl oluştuğuna da
şaşırmamız gerektiğinden, ve felsefenin böyle başladığından söz
ediyor. Biz de bugün mimarların, mimarlık öğretenlerin ve mimarlık
öğrenenlerin şaşırmaları gereken çok şey olduğuna inanıyoruz. Belki
de bugün mimarlığın kimsenin memnun olmadığı durumunu,
"şaşırma" azlığına bağlıyabiliriz diye düşünüyoruz.

2500 yıl önceki filozoflar insanın hayret etme yeteneğinden yola


çıkıyorlar çünkü; hayret etmenin insanın önemli özelliği olduğunu
düşünüyorlar. İnsan onsuz olmuyor. Bu sayede insan "alışkanlıklar"ın
dışına çıkabiliyor, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul etmek yerine -
oldu-bittileri umursamazca benimsemek yerine- gerçeği bulmaya ve
anlamaya çalışıyor. Alışkanlıkların akıntısına kapılmanın insana
yakışmadığı o zaman da söyleniyor. Bugün söylenen de benzer;
herşeyin başı entelektüel merak ve onun getirdiği eleştirel bakış. Onun
için bugünün mimarlık dünyasında da, sloganlara, izmlere, akımlara,
geleneklere kapılmadan gerçeği aramak ön koşul oluyor. Çünkü 2500
yıl önce olduğu gibi bugün de , insanların ne düşündükleri -ve ne
yaptıkları- değil, nasıl düşündükleri önemli. Bugün hayret ve merak
edilecek şeylerin sayısının daha da arttığını görebilmek ve aklına
daha da çok güvenmek gerekiyor.

Sokrat "Atina uyuşuk bir at; ben onu uyandırmaya çalışan at


sineğiyim" diyor. Sloganların, akımların, izm'lerin, müşteri
beklentilerinin, geleneklerin ve genel-geçer anlamlandırmaların
uyuşturduğu mimarlık dünyasında da, hiç değilse eğitimin "at sineği"

48
görevini görmesi gerekiyor. Bu nedenle de biz mimarlığın pratiği ile
eğitimi arasında fazla da bir ilişki olmadığına inanıyoruz.

Filozof'un kelime anlamı durmadan bilgiyi arayan kişi olarak verilince,


günümüzde mimarların da "filozof" olmaları gereği ortaya çıkıyor.
Çünkü günümüzün, belirsizlikler olarak tanımlanan postmodern
dünyasında, mimarlar da durmadan "yeni" bilgiyi aramak zorunda
kalıyorlar. Bu nedenle de yeni bilgiyi yansıtan binaların bile fazla
önemi olmadığı, koruma konusunun üzerinde de yeniden düşünmek
gerektiği ileri sürülebiliyor.

Atina'da o yıllarda çok sayıda Sofist yani bilen ve öğreten olması,


Atina'nın bir uyuşuk at olmasını önlemiyor. Çünkü "sofist"ler bildikleri
azıcık şeyle yetiniyor ve bilmedikleri şeyleri biliyormuş gibi yapıp
övünebiliyorlar. Filozof olarak anlamadığı çok şey olduğunu bilen ve
bundan rahatsız olan Sokrat ise "bildiği hiçbirşey olmadığını" biliyor.
Sokrat'ın Atina'nın en bilge kişisi olmasını bu sağlıyor. Bilge olmakla
bilmek arasında ilişki olmadığını görüyoruz. Bunu hala usta çırak
ilişkisi içinde eğitim yapanlara ve savunanlara yani zamane sofistlerine
ithaf ediyoruz.

Sokrat'a göre bir soru bin yanıttan daha güçlü olabilir. Günümüz
mimarlık dünyasında görünen problemlere çözüm peşinde koşmaktan
önce gizli problemleri bulmak gerektiğine inanıyoruz. Bu durumda
mimarlık eğitiminde de soru sorma yeteneğini geliştirmenin asıl amaç
alınması önem kazanıyor.

Sokrat, "bir filozof öğrencileri ile birlikte "anlamaya" çalışır" diyor.


Mimari proje dersinde de artık, ustanın çözüm önerilerinin öğrenciye
aktarılması hatta empoze edilmesi yerine, ikisinin birlikte koşulları
anlamaya dolayısıyla sorunları bulmaya ve çözümlerini sağlayacak
bilginin üretilmesine çalışması benimseniyor.

Sokrat ders vermiyor, konuşuyor. Kendisine düşen şeyin insanların


doğruyu "doğurmasına" yardımcı olmak olduğuna inanıyor. Çünkü
gerçek kavrayış insanın içinden gelir. Başkaları tarafından
öğretilemez. İnsanın içinde kavradığı şeydir gerçek "bilgi". Mimarlık
okulundaki tasarım stüdyosunda da artık ders verilmiyor, tasarımın
teorisinin, stüdyo yöneticisi ile öğrencisi arasındaki konuşma olduğuna
inanılıyor. Gerçek bilgi insanın içinde olduğu için onun temeli olarak
mantık yani akıl asıl oluyor. Sokrat, "bir kölenin de bir soylu kadar
mantığı olabilir" diyor. Stüdyo yöneticisi de bugün, öğrencisinin de

49
mantığı (aklı) olduğunu kabul ediyor. Böylece mimarlık eğitimi
stüdyosunda çalışma monolog değil dialog oluyor.

Sokrat'ın ölüme mahkum edilmesi, toplumda geçerli olan değerlerle,


doğru ya da ideal olan değerler arasında çelişki olabileceğini
gösteriyor. Genel-geçer değerlere göre mimarlık yapmanın
anlamsızlığı ortaya çıkıyor. Mimarlık pratiği ile mimarlık eğitimi
arasında ilişki olmadığı bir kez daha vurgulanabiliyor.

"Giysisine sığınan insan kalitesizdir". Bize göre mimar olarak da, eğer
sığınıyorsanız, giysinizin (titrinizin) profesör, erkek (üzülerek belirtmek
gerekiyor ki erkeklik de tüm yeryüzünde bir giysi olarak kullanılıyor),
yüksek mühendis mimar, onmilyon metrekare inşaat yapmış mimar,
500 yarışma kazanmış mimar, olması farketmez, sizi olumsuz etkiler.
Ancak "öğrenci" giysisinin arkasına saklanmak da aynı derecede
olumsuzdur. O zaman bazı zamane sofistlerinin ortaya çıkmasını
kolaylaştırır, üniversitelerin "uyuşuk atlara" dönmesine yardımcı
olursunuz. Bundan da önce siz zarar görürsünüz. Her zaman en
korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Bu unutulmamalıdır.

"Öğrenci" kritik bir kavram. Biz alışılmış anlamda "öğrenci" kavramını


benimsemiyor, mimarlık okullarında artık kendisine bilgi aktarılmasını
bekleyen öğrenci olmaması gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle
okullardaki "jüri" kavramını da yadsıyoruz. Hepimiz mimarlığın
öğrencisiyiz ve bu, "giysi"lerimizden bağımsız olarak, ömür boyu
sürecek. Herkes öğrenci olunca da bir grubu "öğrenci" olarak
ayırmanın anlamı kalmıyor. Bu ayrımın kalkması ile, yalnız "öğrenci"
olarak nitelenenlerin kusur ve yanılgılara düşme olasılığı ve hakkı
olduğu ve kusur ve yanılgıdan arınmış bazılarının da onların bu
davranışlarını "tashih" ile görevli bulunduğu düşüncesi de
anlamsızlaşıyor.

(1) Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası Çeviren: Gülay Kutal, Pan Yayıncılık, İstanbul,
1994.

50
mimari proje dersinin amacı, kapsamı ve bir örnek
Mimari proje dersi, öğrencilerin profesyonel hayatta mimar olarak
gerçekleştirecekleri etkinliklerin bir hazırlığı durumundadır. Bu hazırlık
"gerçek" olanın bir simülasyonu niteliğindedir. Bu simülasyonu
oluşturma sürec ise bir "oyun" olarak nitelendirilebilir. 5. yarıyılda
mimari proje dersinde yaptığımız uygulamaları da ele alarak "gerçek"
ve "oyun" kavramları üzerinde duracağız. Watson'a göre her yazılı
eserin görüş açısı onun öznel ifadesini oluşturmakta, üzerinde görüş
açısı oluşturulan ise o eserin gerçeğini oluşturmaktadır. Gerçek,
eserden bağımsız düşünüldüğünde kavrama sınırlarımız dışındadır ve
neyse odur. Ancak eseri yaratan için bu gerçek bütünüyle
kavranamaz. Dolayısıyla semantik bağlamda her eserde takdim edilen
bir gerçek vardır ve farklı eserlerde gerçekler de farklıdır. Watson'a
göre bu gerçekler farklı görüş açılarına bağlı olarak kişiye göre,
objektif olarak, bilinenin dışında veya bir disiplin için olabilirler. Bunlar
sırasıyla varolan (existential), materyalist (substrative). hissedilebilen
(noumenal), gerekli ve esas (essential) gerçeklerdir. Mimarlıkta gerçek
kavramının yerini ve önemini irdelemek amacıyla bu gerçekleri biraz
açarak konuyla ilişkilendirmeye çalışacağız.

• İlk olarak bize en yakın ve bizim için en açık olan, bizim için
gerçektir. Bu bütün çeşitliliği ve özellikleri ile somut olarak
algıladığımız evrendir. Bu gerçek algılandığında görünen, doğal
gerçektir ve özellikle varolunan gerçektir. Bu da şimdiki zamana aittir.
• Bizim tarafımızdan algılanan gerçek, gerçek olmayabilir çünkü bizim
tarafımızdan algılandığından kendimizden de bu gerçeğe birşeyler
katılmıştır. Gerçek olan gerçek nesnenin bize etkisi değil nesnenin
kendisidir. Nesnede bulunan esas özellikler ikincil özelliklerden
ayrılmalıdır. Bu ikincil özellikler nesnelerin içinde yer almamakta fakat
esas özelliklerin bizi etkileyen taraflarım oluşturmaktadırlar.
• Algılanan gerçek kusursuz olmadığı ve geçici olduğu için gerçek
değildir. materyalist gerçek kısıtlı olduğu ve basitleştirildiği için gerçek
değildir, ve hakikaten gerçek olan kusursuz ve ulaşılmazdır. Bu ideal
gerçektir.
• Bizim için gerçek olanın göreceli olduğundan aslında gerçek
olmadığı, materyalin kendisinden çıkanları yani etkilerini ifade

51
edemediği için gerçeği tam ifade edemediği, ideal formların da
gerçekleştiklerinde gerçekliklerini kaybedeceklerinden gerçek
olmadıkları düşünülürse ancak her şeyin var olduğu haliyle gerçek
olduğu söylenebilir.

Birbirini çürüten ama yine de birbirleriyle varolan bu gerçekler mimari


tasarımda ve mimarî tasarım eğitiminde önemli bir olgudur. Mimari
tasarımın gerçekleri ise farklı durumlarda farklı gerçeklerdir.
Profesyonel bir uğraş olduğunda mimarî tasarımın gerçeği gerekli ve
esas olan gerçektir. Burada mal sahibi, para, teknoloji, malzeme, yer,
imar kuralları, toplum, kültür gibi gerçekler profesyonelce ele alınması
gerekli ve esas gerçeklerdir. Ancak eğitimdeki gerçek profesyonel
hayattaki gerçekle aynı mıdır? Aynı olmalı mıdır? Eğitimdeki gerçek
anlamda gerekli ve esas gerçek olabilir mi? Önce bunu irdeleyelim.
Olamaz çünkü bu gerçekler gerçek hayattan stüdyoya taşındıklarında
artık bir simülasyondurlar ve tasarlananlar
gerçekleştirilmeyeceklerinden bu gerçekler gerçek hayattaki
etkilerinden büyük farklılık gösterirler. Zaten inşa edilmeyecek bir
tasarımda para gerçekteki para kadar etkili olabilir mi? Bu durumda
stüdyoda acaba nasıl bir gerçek tanımlanmalıdır? Bu stüdyoda seçilen
konuya ve amaçlara bağlı olarak değişkendir ve değişken olmalıdır.

Bir örnek olarak beşinci yarıyılda öğrencilere verdiğimiz konuyu ele


alırsak burada öğrencilerden bir çevre hayal etmelerini, bunu yazı ve
grafikle anlatmalarını ve sonra bu çevrede bir bina veya bina grubu
tasarlamalarını istemekteyiz. Bu durumda öğrencilerin hayal ettiği
çevre onların hissettiği, düşündüğü, bildikleri varolan gerçeklerden
yararlanarak oluşturdukları, varolmayan bir çevre olmaktadır. Ancak
öğrenciler bunu yaparken çevrenin ne kadar karmaşık bir şey
olduğunu ve tek bir insanın bir çevreyi bütünüyle düşlerinde bile
yaratamayacağını çok iyi görebilmektedirler. Bu noktada yapılan işin,
yani mimari proje dersinin aslında bir "oyun" olduğu fikri önemli bir
çıkış noktası olmaktadır. Burada oyun, yapılan işin ciddi olmadığını
değil, gerçek hayata bir hazırlık alıştırması olduğunu belirtmektedir.

"Oyun"la ilgili literatür incelendiğinde de "oyun"un tanımının çok geniş


bir etkinlikler yelpazesini içerdiği, ve tarihsel bağlamda J. Huizinga'ya
göre yarışma ve temsil, hoşça vakit geçirme biçimi olarak, kültürden
kaynaklanmamakta ondan önce gelmektedir. Proje dersinin oyunla
özdeşleştirilmesi, "oyun"un kültürden önce geldiği düşüncesini temel
almayı ve proje tasarımının kültürel kalıplar dışına taşırılarak

52
toplumdan daha farklı bir noktaya ulaşma yolunu açabileceği koşulunu
getirmektedir.

Stüdyodaki yönteme gelince: bu uygulamaya başladığımız ilk yıllarda


çevre oluşturma aşamasında analitik bir yaklaşım öğrenciye yapmak
istediğimiz çalışmayı daha açık bir biçimde anlattığı ve süreci
hızlandırdığı için benimsenmişti. Bu bağlamda öğrencilere çevre ve
toplum elemanları, elemanlarının ilişkileri ve özellikleri sistematik
olarak anlatılıyordu. Ancak zamanla bu analitik yöntemin yerini
çevrenin çok katmanlardan ve çok boyutlu bir ilişkiler sisteminden
oluşan kaotik durumunu ve açık bir sistem olduğunu hissettirecek bir
yaklaşım almaya başladı. Pozitivist bir yaklaşıma uyan analitik
yöntem, bazı öğrencilere bir çıkış yolu göstermekle birlikte özellikle
bazı öğrencilerin yaratıcılıklarım kısıtlamaktadır.

Spielberg'in pozitivist ve fenomenolojik yaklaşım farklılığını vurguladığı


"eğer berber dilini kullanırsak, Occam'ın jiletini, Husserel'in
fenomenolojik fırçasıyla karşılaştırabiliriz, ikisinin de görevi yabancı
olanları esas sistemden ayırarak esas sistemi ortaya çıkartmaktır"
sözleri ve Norberg Schulz'un da mimarlık, mekan ve yer kavramlarını
dayandırdığı fenomenolojik olarak tanımlanabilecek, "her şey"in
kendisinin önünde yer alan teorik örüntülerden arındırılmış olarak
incelenmesi gerektiğini, bütünün yalnızca parçaları birbiriyle
ilişkilendirilmiş bir toplamı ifade etmediğini ve "ayrıntıların" ve
"bütünün kendisinin" çok önemli olabileceğini kabul eden düşünceyle
konuya yaklaşan ve analitik bir yöntemi benimsemeyen öğrencilerin
projeleri için tasarladıkları çevre daha fütürist ve/veya ütopik olmaya
yöneldi.

Bu şekilde verilen bir mimarî stüdyo konusunun en önemli problemi


öğrencilerin projelerim arkadaşlarıyla tartışarak paylaşmakta zorluk
çekmeleridir. Bu durumun sebeplerinden biri, böyle çevre yaratma
sürecinin insanın kendi anılarını yazmak gibi çok kişisel bir karaktere
bürünmesi, ikincisi de başkalarına aktarılmasının çok vakit alması ve
bu tek sesliliğin dinleyen öğrencilerin takip etmesini zorlaştırması
olarak gözlenmiştir. Yine önemli bir sonuç da genellikle analitik yolla
konuya yaklaşan öğrencilerin var olan çevre örüntülerini belli bir
senaryoya göre biraraya getirdiklerinde çevreyi daha çabuk bir
biçimde somutlaştırdıkları, buna karşılık daha fenomenolojik bir
yaklaşımı olan öğrencilerin daha ütopik ve/veya fütürist bir çevre hayal
ettikleri, fakat senaryonun çok ilginç, özgün ve ayrıntılı olmasına

53
rağmen daha soyut düzeyde kaldığı ve biçimlendirmede öğrencilerin
çok zorlandığı görülmüştür.
Örnek olarak seçilen. İ.T.Ü. Mimarlık Fakültesi Mimarlık bölümü 1994-
1995 kış yarıyıl Mimari Proje 5 öğrencilerinin tasarladıkları "hayali
çevreler"i: öncelikle, öğrencilerin belirlediği, kurguladığı (hayal ettiği)
insan ilişkileri, yaşama düzenleri ve toplumsal yapılar şekillendirdi. Tek
kişinin "karmaşık" yapıdaki bir çevreyi (şehri) tasarlamasındaki
güçlüğü ve olanaksızlığı; çoğu öğrenci, öncelikle içinde yaşadığı
günümüz toplumuna ve düzenine karşı yönelttiği eleştirilerini, projesi
için başlama noktası alarak aşmaya çalıştı.

Hayal edilen çevreyi hem grafik, hem de yazı ile ifade eden günlük,
gezi notları, araştırma raporları gibi anlatımlar, projenin önemli
parçasını, bazen tümünü oluşturdu. Bu anlatımlar, kişisel gözlem ve
yorumlara dayalı sayısız ayrıntıyı içeriyordu; dolayısıyla bu proje, oyun
(ve sanat) gibi, kişinin kendini ifade etmesini sağlayan bir araç haline
geldi. Aşağıda bazı örneklerini sunduğumuz öğrenci projelerinin
sözkonusu özellikleriyle, mimari proje dersi kapsamındaki oyun
çerçevesinde. gerçeklere yeni bir bakış açısı, yorum, yeni bir söz
getirdiğine inanıyoruz.

herrummerrum adlı şehir...


sait ali köknar (resim 1a/n)

"Herrummerrum" adlı şehir: "Kraak"ın gezi notlarında (Kraak'ın Gezi


Notları:1-13). düzeni, toplum yapısı, yaşayış, kültür ve inançları ile
ayrıntılı olarak anlatılıyor. Kraak. zihinlere konuk olarak dolaşan ve
konuk olduğu zihinlere soru ekerek öğrenen bir varlık.

kraak 'in gezi notları :5 /kiler ayı/ Lordumun 1259. yılı /1.gün.

Lordumun yeni yılı kutlu olsun./ Bin yıl daha hüküm sürsün.
Herrurnrnerrum 'un yerlileri Kucak denilen evlerde yaşarlar, işyerleri
(neyle iştigal ediyorlarsa) ikinci seviyede (birinci kat) Hayat adı verilen
odadır. Basit olan şeması ihtiyaç büyüdükçe ayrışıp ek kütlelerle
genişler. Kucak aynı zamanda uyudukları odanın adıdır. Yuvalarını
uyuma eylemi ile özdeşleştirirler. Uyku onlar için öte yaşama geçen bir
kapıdır. Kutsal bir eylemdir. Bu yavaşlatılmış yaşam süreçlerinde
gördükleri illüzyon ve halüsinasyon benzeri görüntüleri (rüya)
gerçekten ayrı tutmazlar. Yaşam rüya, rüya gerçek olabilir onlar için.
Hatta bazıları gerçek anıları ile rüyada gördüklerini birbirine karıştırmış
yaşar. Ben de bu 'rüya’lardan birini

54
görme fırsatını elde ettim. Bizlerin halüsinojenik kimya destekli
sanatımıza benziyor.
Her evin altında pissuyu arıtan ve temiz suyu emen reaktörler var.
Şehrin altındaki enerji nakil hattı aynı zamanda toprak altında belirli
konsantrasyonda su bulunmasını sağlıyor. Bu suya kuyular
aracılığıyla rahatça ulaşılabiliyor. Herrummerrum 'da üstün bir tekno-
ekoloji olduğunu söyleyebilirim... Kapı üzerine asılan uğur, evi
nazardan saklamak içindir. Aslında bu ileri güneş teknolojisinin ürünü
olan bir dezenfektan. Eve mikrop giremiyor...

Kraak'ın Gezi Notları: 7/çiçek ayı Lordumun 1259. y illi 25. gün.

Mahalle merkezlerinde, şehir halkının ortak malları, paylaşımları yer


alıyor. Bunlar. Pazar yeri, Dünyalar kapısı, Fidanevi, Aşevi gibi ortak
mekanlar. Pazar yeri yer yer sabit, yer yer günübirlik kuruluyor.
Buralarda her çeşit baharat, uğur, sebze-meyve bulmak mümkün.
Hayvanların kesilip saklandığı özel binalar da mevcut.
Meydanlarda Fidanev denilen küçük yaş çocukların okuma, yazma ve
dua öğrendikleri geniş hacimli binalar var. Bu binaların çekirdeği beton
kerpiçten, dış kenarları bez çadırlardan yapılmış. Böylece istenilen
açıklık ve hacim ayarlaması yapılabiliyor (Bu bina aynı zamanda
mahalleye ait yönetimsel kararların da alındığı bir karar evi). İlkokul
gibi değil çünkü çocuklar belirli saatte gelmiyorlar. Ruh kutularını
yapabilmeleri için gerekli, iç dünyalarını keşfetmek için çıktıkları
seyahat burada başlıyor. Bu bir çeşit eğitim. Kişinin ruh haline,
yapısına uygun bir uğraş, bir varoluş nedeni aranıyor. Böylece kişi
meslek sahibi oluyor... Dünyalar kapısı şehir halkının şehrin
kuruluşunu, evrenin yaradılışını tasvir ettikleri bir gösteri merkezi gibi.
Bazen buralarda ünlü rüyalar da sergilenir. Tasvirler mask yardımıyla
yapılır.

kraak'ın gezi notları :8/mey ve ayı/ lordumun 1259. yılı/30. gün.

Şehrin merkezinde şehrin kalbi 'ruhevi' var. Bu, kozmik enerjiyi


odaklayıp şehre yayan, bir enerji havuzu oluşturan garip bir bina-
makina. Bir ibadet evi aynı zamanda. Ruhbeyleri ve en başta
ruhbeylerbeyince kontrol edilip bakımı yapılan bir ilim evi. Ruh
kutularının çalıştırılarak saklandığı labirentlerin ve çekirdeği
çevreleyen kitaplığın envanteri çok büyük, insanlar gördükleri rüyaları
yazmışlar. Bu rüyaların illüzyon olmadığını öğrendim. Çünkü bizim
ırkımıza ayrılmış bir bölümde şehrimiz "Kruk' ve Lordumuz "Erruk"
hakkında en ufak ayrıntıya kadar bilgi edinmek mümkün. Bu insanlar

55
rüya denilen mekanizmayla varoluş katmanlarını değiştirip başka
zaman ve yerlerden haber alabiliyorlar. Bizim zihinden zihine yolculuk
etmemiz gibi...

kraak'ın gezi notları: 10 hasat ayı/ lordumun 1259. yılı /9. gün.

Ruh Kutuları Labirenti: Bu labirent bütün bir halkın bilincinin kayıt ve


kontrol edildiği psiko-somatik bir makina. Eğitim sistemi kişinin
kendisini geliştirmesi ve engellenmemiş bir kişilik yaratmak için
düşünülmüş. Sonra ruh kutusunu ruhbeyi alınca... Bundan sonrası
bulanık. Yedi katlı raflar tüm ruhevini çevreler. Yüzbinlerce kutu sakin
gürültüler çıkararak çalışırlar. Bu sesin insanın ömrünü uzattığını
söylüyorlar. Kişinin kendini bulup ruhunu tasvir eden kutuyu yapması
15-27yaş arasına rastlar. Bu yaş başkasının sorumluluklarını kişinin
üzerine aldığı yaştır Ruhbeyi kutuyu teslim alır ve labirentte en uygun
yere yerleştirir. Kutunun konulduğu yerin yanındaki kutuların sahibi,
hayatta bu kişinin en yakın arkadaşları, eşi ya da örnek aldığı
kişilerdir... Ama bu kutular tek anlamlı değil, hiç anlamlıdır. Böylece
sonsuz anlam içerebilir.

kraak'ın gezi notları: 11/hasatayı/ lordumun 1259. yılı/85. gün.

Ruh kutuları yan yana gelerek bütün bir makina oluşturur. Her kutu
değerlidir. Hayatta ölen kişilerin kutuları işlemeye devam eder. Ruh
ölümsüzdür. Tüm makinaya güç veren bir "ilk kutu" vardır. Bu kutunun
güç aldığı hiçbir kaynak yoktur. Varsa da bunu tek bilen "Ruh efendisi"
denen kişi... 15000 yıllık hayatımda zihnine giremediğim tek varlık bu
ruh efendisi oldu. Beni hissedebiliyor ve izin vermiyor.
Şehrin tarihine bakınca ters giden şeyler hakkında bazı ipuçları
buldum. Önce sadece ruhbeyleri vardı. Bunlar şehri yöneten, geliştiren
bilge kişilerdi. Sonraları eğitim sisteminin ve şehrin gereklerinin
kapasitesinin artması sonucu, araştırma geliştirme yanlarının daha
ağırlık kazanması gerekti. Bu amaçla zaten ruhevinin yakın-uzağında
kurulu olan bir deneme sahasında bir "Alimevi" kuruldu ve bu işle
ilgilenen ruhbeyleri Alimağa sistemini oluşturdular. Yine ilerleyen
yıllarda "Alimevi" gelişti. Şehrin bozulan sistemi ve sosyo-politik
eksikliklerden dolayı şehrin bir "vali"ye ihtiyacı olduğuna karar verdi.
Böylece ruhbeyleri yöneticilik sıfatına da veda etti. Yeni kurulan vekillik
sistemi için şehir mahallelerinden vekiller seçildi ve vekilevi inşa
edilerek temsili bir sistem kuruldu. Bu zamana kadar herkes kendini
biliyordu. Ruhkutusu sistemi bunun içindi zaten. Neden güçleri
ayrıştırdılar?

56
kraak'ın gezi notları: 12 kiler ayı/ lordumun 1260.yılı/10.gün.

Alimevi zamanla Alimağalaşan ruhbeylehnin geliştirdiği bir merkezdir.


Zamanla tek kutup şehrin bipolar olmasına sebep olmuş. Ancak
aksaklıkların sebebi bu değil. Zamanla geleneksel deneme-yanılma
yöntemlerinin gayri-ekonomik (emek açısından) olduğunu gören
Alimağalar doğa kanunlarının işleyişlerini en ince ayrıntısına kadar
anlamaya yönelmişler. Bu pozitivist tavır, geleneksel sistemlerle
çakışınca halk hastalanmış. 12 kişilik Alimağalar meclisi yüzyıllar boyu
şehre hizmet vermiş ancak zihnine girdiğim çok kötü niyetli Alimağası
Turan Bey gizlice şehir altına açtırdığı tünellerle vekilevini ve bazı
ruhbeylerini kendi yanma çekerek, şehre hakim olmak istiyor.
Pozitivizm?!...
Bina üç ana bölümden oluşur. Ruhevi ışığını difüze eden jeneratör.
Alimağaların ve Alimağa adaylarının çalışma mekanları ve kendine
has bir kitaplıktan oluşan çekirdek bölme ve araştırmaların yapıldığı
geniş hacimli deneylikler.

kraak'ın gezi notları: 13 /kiler ayı/ lordumun 1260. yılı /45. gün

Bu binayı bir Alimağası rüyasında görmüş. Daha doğrusu benzer işler


bir binanın pek çok değişik görünlüsünü. Bu görüntüleri kendisi
sonradan birleştirmiş. Yani ithal bir yapı. İşleyişi de ithal. Halkın istek
ve ihtiyaçlarını vekiller dile getiriyor, iş takip ediyorlar. Halbuki eskiden
herkes kendinden sorumluydu (Adalet sistemine dahi ihtiyaç olmadığı
zamanlar olmuş). Alimağası Turan Bey şehirde bir isyan bile
başlatmış. Ruhkulusunu vermeyenler Ruhevine karşı ayaklanmış
durumda. Halbuki bu insanlar aynı soy. Alimağa da vali de bir ruhbeyi.
Ancak bunu unutmuşa benziyorlar. Bu şehre barışın yeniden gelmesi
için çok çalışmak gerekecektir.
Ben Kraak artık bu bedenden yoruldum. Tüm bu bilgileri kağıda döken
dünyalı da. Yeni bir gezegenler arası "transition" (seyahat) için
dinlenmeliyim. Lorduma selam olsun.

Herrummerrum/lstanbul ‘95"

simurg'da yeni bir düzen

kerem ersönmez (resim 2a/f)

57
Gelecekte, mevcut düzenden sıkılıp dünyayı terk edenler, yerleşmek
için yeni bir gezegen ararlar ve Simurg adını verdikleri yeni yerkürede
yeni bir "düzen" kurarlar. "...Dünyada kalıp hayatlarını devam ettirenler
ayrı bir hikayenin kahramanlarıdır. Bu hikaye yeni bir gezegen bulmak
amacıyla Dünya. Sion ve benzerlerinden kaçanların hikayesidir..."

eski ve yeni dünya

Gelecekte bir gün...


Dünya hiper-kapitalist düzene sanıldığından çok daha kısa bir sürede
kavuştu. Şirket-devletler yerkürenin bütün ihtiyacını karşılayabilecek
güneş, elektrik ve biyokimyasal enerji potansiyeline rağmen daha çok
insana daha çok araba, daha çok elektirikli diş fırçası ve daha çok gaz
maskesi satmak için yeni malzeme kaynakları bulmalıydı. Bu yüzden
aralarında anlaşıp savaşmayı ve savaştırmayı kestiler ve bütün
güçleriyle yeni gezegenler bulacak dev kenf-gemiler inşa etmeye
koyuldular. Çok küçük ihtimallere rağmen uygun gezegenler bulundu.
Dünya artık daha çok kaynak ve besleyebileceği daha çok insana
sahip olabilirdi. Eski dünya düzeni aslında çok geride kalmıştı... Kent
içi tamamen katmanlaşmış durumdaydı. Eski dünyada sadece gerekli
görülen yerlerde yapılan üst üste yollar, viyadükler artık her yerdeydi.
Sokaklar insanlar için değil, yaşlılar ve çocuklar için hiç değildi. Şehir
dışındaki yollar artık sadece doğayı, tarlaları ince bir çizgi halinde
kesen ulaşım hatları değil, şehir yerleşimlerinin uzantılarıydı. Aslında
şehir dışı diye birşey yoktu. Yol boyunca binalar vardı.

İlk gezegen bulunduğunda büyük kutlamalarla adının Sion olmasına


karar verildi. Aslında bir Babil olan Sion'un bulunmasından sonra
kolonist gönüllü sayısında patlama oldu ve araştırmalara daha çok
sermaye ayrılması uygun bulundu. Aynı günlerde geleceği gören
Isaac Asimov, Philip K. Dick ve Arthur C. Clarke'in heykelleri dikildi ve
alkışlandı.

doğum
Efsanesi okullarda ve kitaplarda anlatılırken Ateş Kuşu'nun kendisi
toplu konutlarda canlanmaya başladı. İki dost birbirlerine içlerini
döküyorlardı. Tüketiklerinin çok daha azını tüketebileceklerinden,
ürettiklerinin çok daha fazlasını üretebileceklerinden söz ettiler. İçtikleri
kötü su, soludukları kötü hava için vergi veriyor olmaktan, insan yüzü
göremiyor olmaktan, çalıştıkları yerdeki anlamsız verimsizlikten,
hastalıklarından yakındılar. O akşam orada bir temel atılıyordu.

58
Zaman içinde inşaya katılanlar çoğaldı... Yıllarca birbirlerini keşfetmek
için gizli örgüt gibi kendilerini sakladılar, sayıları binlere vardı.
İçlerinden bazıları "nexus" olmaya karar verdi.

terk
Gidebilecek olanlar kolonist olarak kayıt oldular...

gemide
Dünyadan ayrıldıktan belli bir süre sonra merkezle iletişim titiz
hazırlanmış bir kandırmaca ile kesildi.

Geminin ister istemez sıkıcı bir yer olması insanların kendi iç


dünyalarına yönelmelerine sebep oldu. Bu yönelim her sesin,
görüntünün, kelimenin ve davranışın anlam veya anlamlarını
öğrenmeye yönelik bir seyahatti. Kolonistler sadece yeni bir dünya
bulmak üzere değil, aynı zamanda kendi dünyalarını bulmak üzere
yolculuğa çıkmışlardı.

simurg
Yeni yerküreye Simurg adı verildi. Kent için seçilen yer ılıman kuşakta,
körfez-ova-tepe yapılarına sahip bir bölgeydi. Gezegenle ilgili
araştırmalar ve yaşamsal deneylerin tamamlanması için önce ızgara
planlı ilk bahçe-laboratuvarlar ve iklim kontrol tesisleri kuruldu.

İlk yapıların bir bölümü kayalık tepenin güney yamacına, daha büyük
bir bölümü ise yamacın güneyine inşa edildi. Hepsi de çok
rasyoneldi... Sokak ve caddeler yerine kapalı bina grupları oluştu, ilk
enerji kaynakları gemiden sökülen güneş panellenne ek olarak yel
değirmenleriydi.

II. evre
Toy bir öznelliğin filiz vermesi ve koşulların iyileşmesi ile tekil binalar
inşa edilmeye başlandı. Atölye-ev kavramı ortaya çıktı. İlk anıtlar
yapılmaya başlandı.

Denize yakın tarafta yoğun yerleşim olurken, daha iç tarafta bahçeli


evler oluşmaya başladı. Deniz tarafı altyapı açısından belirgin akslarla
düzenlendi. Şehirciler insanlara istedikleri şeyler için öneriler getirdiler.
Genel talep geniş mekanlar yönündeydi.

Şehircilik kavramı kente farklı ölçeklerde odaklanan bir yaşam,


süreklilik ve uygunluk düşüncesinden ibaretti. Kent bütün insanların

59
deneysel ve kuramsal bilgileriyle inşa ediliyor ve canlılığını
sürdürüyordu... Sanat hayatın içinde ürünlerde, işlerde ve
davranışlardaydı.

III.evre
İlk yerleşime ait binaların rehabilitasyonu yapılmaya başlıyor... Eğitim
ve yönetim binaları oldukça küçüktü, çünkü iki eylem de çok sabit
olmayan kadrolarla, ağırlıklı olarak toplumun kendisi tarafından
gerçekleştiriliyordu.

Biyomekanik biliminin gelişmesiyle özellikle kır evlerinde kullanılan


müstakil sistemler ortaya çıktı. Bu sistemlerle pis ve kirli atıklardan
metan gazı elde edilerek yakıt sağlanması, ısı ve ışık kontrolü, suyun
bitki kökenli kabuk-iskelete sahip binalarda duvar kesitinin içinde
dolaşması ve yüksekçe binalarda suyun kılcal etkisiyle üst katlara
çıkması sağlandı.

Bu insanlar evrim sürecinde Dünya kadar ilerlememiş bir gezegene


gelerek zorluklar ve imkansızlıklarla dolu bir geleceği
kabullenmişlerdir... Yüzyıllarca ağaç aşılayacak, toprağı ıslah edecek
ve gezegeni yaşanır hale getirmeye çalışacaklardır.

Simurg 'lular Dünya'ya ait anıların gelecek nesillerden gizli tutulup


tutulmamasına ve kaynakların yok edilip edilmemesine karar
veremediler... ve bu tartışma da nesiller boyu sürüp gitti.'

gergilerle oluşturulmuş birimler...

arzu özsavaşçı (resim 3a/c)

Çölde bir meteor çukurunun içindeki mağaralarda yaşayan bir kabile,


bölgede araştırma yapmaya gelen ve aynı çukurda, mağara girişlerine
bağladıkları gergilerin oluştuğu "ağ"da merkezlerini kuran araştırma
grubunun kobayları haline gelir.

("... yerliler mağarada araştırmacılar ağlarda, mağara durağan/ağlar


değişken, birimler, serbest zemin, klima farkı, iki farklı grubun bir
arada yaşaması...”)
Araştırma Raporu : no 3118, 20 Ekim 2016
Yerleşimin adı : NS
Yeri : Kalahari Çölü. Afrika

60
Koordinatları : Gr. 'e göre doğu 24.boylam, güney yarıküre
24. enlem
Halk : Sotho Kabilesi
Yerleşim birimi : Mağara, gergilerle oluşturulmuş birimler

Afrika'da hala hayatta olan ve eski düzenlerini devam ettirerek


yaşayan kabileleri konu alan araştırmam, 20 Eylül 2016 günü zorlu bir
yolculuktan sonra Kalahari Çölü'nün kuzeyindeki NS yerleşimine
rastlamamla değişik bir boyut kazandı O ana dek incelediğim bütün
yerleşimler en ilkel şartlarda yaşıyorlar, geçimlerini en basit araçlarla
temin ediyorlardı. Ama NS yerleşimi üstün bir teknolojiden sonra terk
edilmiş ve ilkelliğine bir anlamda geri dönmüş bir şehir gibi geldi
bana...

Şehir bir meteor çukuruna, çeperlerinde ilkel yerleşimin örnekleri


mağaralardan, asılmış yollardan ve bu yollara takılmış birimlerden
oluşmaktaydı. Ve ilk gözlemlerime göre yerliler hala bütün yaşamlarını
mağaralarda sürdürüyor, ağlara sadece düğüm noktalarına inşa edilen
araştırma merkezlerine veya depolara ulaşmak için giriyorlardı...
Araştırma merkezleri içlerinde bütün teknolojik alet ve sistemler
olmasına rağmen terk edilmiş bir haldeydi...

İlk başta bu yerleşim tamamiyle bir mağara yerleşimiymiş. Su


kaynağından dolayı burayı seçen ve yerleşen bu kabile üyeleri dış
dünyanın; çölün çetin şartlarından korunmak için kayalarını oyup ilk
yerleşimi kurmuşlar ve yıllar boyu kaya bitkileriyle, yosun ve
akasyayla; ayrıca bazı çöl hayvanlarıyla beslenmişler (Yılan, çıyan,
akrep, vs..). Suyun çevresi ise kutsal alanları olarak kalmış. Bizim
takvimimize göre 2006 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti'nde toplanan
bir araştırma grubu, çöl ikliminin insan metabolizması üstündeki
etkilerini, bu etkilerin zaman içinde doğurduğu sonuçları araştırmak
üzere; Kalahari çölünde bir araştırma gezisi sırasında burayı
buluyorlar. Burada sürekli araştırma yapmak için buraya, kutsal alanı
zedelemeden bir sistem kuruyorlar. Ve bu çukur içindeki, radyoaktif
özellikteki havayı ve bunun yaşayanlar üzerindeki etkilerini incelemeye
başlıyorlar. Büyük araştırma laboratuvarları, insan boyutundaki
kapsüller, tüpler, gaz tünelleri ve çeşitli kimyasal reaksiyonlar için
mekanizmalar inşa ediyorlar...

Sistem kurulduktan ve her şey depolandıktan sonra dış dünya ile ilişki
kesiliyor. Bu araştırma grubunun bu aşamadan sonra yaptıklarını ve
yerli halkı kullanarak insan metabolizmasını -radyoaktiviteden dolayı

61
mutasyona uğramış- incelediklerini araştırma merkezindeki
raporlardan öğreniyorum. Bu şekilde sıklaşan esrarengiz ölüm ve
kayıtlardan şüphelenen yerli halk gerçeği öğreniyor ve içlerindeki ilkel
vahşet ortaya çıkıyor, bir gece bütün araştırma grubunu yok
ediyorlar..."

yeni bir yaşam tarzını denemek

burçin güngen (resim 4a/b)

Şehir yaşamına yabancılaşan insanların kurduğu yeni bir çevre.

'...Topluluk kendi isteğiyle biraraya gelmiş, onlarla birlikte o çevrede


yaşamak isteyenlere açık, fakat; yoz, kimliksiz ve düşünmeyen bir
toplumla birikte yaşamak istemiyor. Çağın getirdiği ve büyüttüğü
sorunlarla birlikte yaşamış olan bu insanlar bozulan ekolojik dengeyi
sağlamaya çalışıyor. Bu dengede rol oynayan tüketim politikasını, kar
ve para amaçlı çalışan toplumu, doğaya ve kendisine zarar veren
insanı yadsıyor. Amaç, ... yeni bir yaşam tarzını denemek. Bu hayat
tarzını denerken de eski dünyayla ilintili olmayı, hatta eski dünya için
çözümler üretmeyi amaçlıyor. 'Arco Santi"gibi daha çok teknik olarak
tanımlı, ya da mekanik bir iradenin üstün olduğu bir yaşantıdan çok,
insanların, -ki çevreyi oluşturan tamamen insanın bilincidir artık-
sisteme hakim olduğu, kendi irade ve inançlarıyla yaşadıkları bir
süreç. Kuralları belirleyen, cezalar veren bir üst disiplin yok. Sadece
insanların kendileri için (dolayısıyla doğa-bitki, hayvan, diğer toplumlar
için) doğru davranacaklarına güveniliyor... Seçilen bir çevrede birkaç
kişi başlıyor. Eski kentle ilişki kopukluğu amaç olmadığından, eski
işlerinde çalışmaya devam ediyorlar. Fakat yeni çevrelerinde
yaşamaya başlıyorlar Yeni çevreyi, etrafı seçici geçirgen zarla kaplı
bir. tek hücreli canlıya benzetebiliriz. Dış etkilere açık ve kendisine
uymayan partikülleri ayırıyor. İçeriden de dışarıya madde çıkışı var.

...

Bu yeni topluluk iletişim araçlarından. makinadan yararlanır


(Bilgisayar, gazete. TV, radyo). Değişik meslek gruplanndan insanları
içermesi her konuda birikim ve bilgi sahibi olmalarını sağlar. Sanat,
ziraat, hayvancılık, fen bilimleri (Tıp, mimarlık, mühendislik, psikoloji,
sosyoloji, vs..). Her insan belirli bazı konularda uzman ve topluluğa
ağırlıklı olarak bu konuda katkıda bulunuyor. Bitki ve hayvan
ürünlerinden yararlanarak yiyecek ve giyeceklerini kendileri üretiyorlar.

62
Kendi aralarında para kullanmıyorlar, ihtiyaçlarını birbirlerinden
istiyorlar. Yeni çocuklarını bu çevrede doğurup onları kendi istedikleri
gibi yetiştiriyorlar. Sistem işlemez ve köy kent eskisine benzerse terk
ediliyor. Başka bir yerde ve zamanda belki tekrar denenmek üzere... “

makina - şehir
cem yücel (resim 5a/b)

Sürekli bir yıkım ve yeniden yapım halindeki makina-şehir. Şehir bir


"gezgin"in günlüğünde, "yabancı" gözüyle tanımlanıyor.

“...
Sabahın ilk ışıkları. Tam olarak tanımlayamadığım bir ‘bölge’nin
içinden geçiyoruz. Daha önce hiç benzerine rastlamadığım bir yer.
Hava soğuk ve sisli. Hakim bir grilik var. Her yer gri-siyah. Hava hala
birşey görebilmek için çok karanlık... Kendimi yabancı hissediyorum.
Tekrar vagonun buğulu camından dışarı baktığımda hava biraz daha
aydınlanmış. Taş bir köprü gözüme çarpıyor...
aynı gün/öğle suları

...Birkaç istasyon daha geçtik. Bu arada ... denizinde yüzdüm sanırım.


Geçtiğimiz yerler birbirine hiç benzemiyor ama ayırt etmek de kolay
değil. Şu ana kadar bu kentin gördüğüm hiçbir yeri başka bir yerinden
daha büyük değil gibi. Belirgin olarak fark edilen ise sürekli bir yıkım
ve yeniden yapım faaliyeti. Her yer çok pis. İnsanlar -ki çok fazla
göremedim- hep bir acele içindeymiş gibi.

Biraz önce büyük bir meydanın yanından geçtik. Bir sonraki


istasyonda inmeye karar verdim.
aynı gün/gece

Saatler süren bir yürüyüşten sonra sıcak birşeyler yiyebileceğim bir


yere oturdum. Bana sanki birkez geçtiğim yerden bir daha hiç
geçmemişim gibi geldi. Felsefi anlamda değil gerçekten. Sanki ben
geçiyorum ve geçtiğim yerler aniden değişiyor. Bu herhalde yabancı
olduğum için ama...

15 Şubat Pazar/sabah

Dün bütün gün yürüyerek dolaştım. Bu kent sanki özenle makina


değilmiş süsü verilmeye çalışılmış dev bir makina. İnsanlar ise robot
gibiler. Sanırım tatil günü olduğu için bugün etraf sakin. Sanırım daha

63
saat erken. Yıkım ve yapım şantiyelerinin sesi ise hiç duyulmuyor.
Kentin garip bir özelliği de hiçbir şeyin bir yerinin ya da bölgesinin
olmayışı. Her şey her yerde. Fabrikalar, gecekondular, konutlar; her
şey içice. Hava berbat. Soğuk ve kirli. Hiç kalkmayan bir sis tabakası
var. Arada sırada yağmur da yağıyor. Yine başladı. Boş olduğunu
düşündüğüm bir ... sığınıyorum...
aynı gün/akşamüstü

... Yukarıdaki çiziktirilmiş şey sığındığım yerden çıkıp büyük bir


meydana geldiğimde karşıma çıkan şey. Yani kentin sayısını kimsenin
bilmediği kulelerinden biri. Ne işe yaradığını bilmiyorum (Bilmeyi de
çok istemiyorum). Burada ölümü hissediyorum. Mutluluk veren garip
bir korku...

16 Şubat Pazartesi/erken bir saat

Dün gece terk edilmiş bir binanın ikinci katında (asma kat sanırım
burası eskiden bir ımalathaneymiş) uyku tulumunda yattım. Hala
binanın içindeyim ve camdan dışarı bakıyorum. Saat çok erken olmalı,
insanlar işlerine ya da nerede olmaları gerekiyorsa oraya gidiyorlar.
Pencere işlek bir caddeye bakıyor. Birinci katın tavanı oldukça yüksek
olduğundan caddeye oldukça tepeden bakma ayrıcalığına sahibim.
Bunca aceleyle bir yerlere yetişmek zorunda olan bu insanlara
acıyorum.
Duvarın dibinde kırık bir ayna parçası var. Kendime ne kadar
yabancılaşmışım...

aynı gün/öğle vakti

Sırt çantamı toparlayıp geceyi geçirdiğim yapıdan çıktım. Uzaktan


bakınca tahmin ettiğimden de korkutucu olduğunu gördüm. Hızla
uzaklaştım. Daha önce hiç gitmediğim bir yöne doğru ilerlemeye karar
verdim. Kendimi Tarkovski'nin "Stalker"indeki iz sürücü gibi
hissediyorum. Bir farkla ki ben 'bölge'yi bilmiyordum. Arka sokaklara,
insanlardan, kalabalıktan uzak bir yöne doğru saptım... Bir
labirentteymişim izlenimine kapıldım. Kente geleli üç gün oluyor ama
sanki ben on ya da on beş farklı kent görmüşüm gibi. Hepsi birbirine
benzeyen ama farklı olan on-on beş kent.
...
Neyse biraz daha yürüdüm. Alçak binaların olduğu birçok sokaktan
geçtikten sonra karşıma birden bire çıkan perspektif korkunçtu...

64
aynı gün/saatler sonra İlk defa bu kentte gerçekten korktum. Karşımda
dehşet verici bir yapı duruyordu. Korktum... Sanırım bir saat kadar
koştum. Nereye gittiğimi hiç bilmeden. Burası su kenarında sakin bir
yer. Etrafta kimse yok ama korku da yok. Aklıma ozanın şu sözleri
geliyor: "seni öldürmeyen şey seni daha güçlü yapar"...

20 Şubat Cuma /sabah


...
Buraya geleli tam bir hafta oldu ve artık biraz da olsun dağlarda
geçirdiğim bir ayın dinlenmişliği kaybolur. Yoruldum. Bu sebeple
bugün çok fazla yorulmamaya karar verdim. Yakındaki bilim ve
endüstri tarihi müzesini gezdim. Doğrusu oldukça sıkıntı verdi bu
bana. Devasa binanın tamamını gezmeden çıktım. Birşeyler içmek
üzere meydandaki masaları sokaklara taşmış yerlerden birisine
oturdum. İçecek birşeyler söyledikten ve bir sigara yaktıktan sonra
masanın üzerindeki bir kağıt parçasını fark ettim. Yırtılmış bir
broşürdü, bu. Kaybetmemek için buraya yapıştırıyorum. "Yapay
ışıklandırma sistemi bitkiler için gereken ultraviyole ışınları neredeyse
doğadaki orijinal haline yaklaşan ölçüde sağlayabiliyor. Cam kubbe
içinde gece ve gündüzün bütün aşamaları yapay olarak düzenlenmiş.
Hatta mevsim dönüşümleri bile... “ Sanırım bir arboratoryumun ya da
botanik bahçesinin tanıtım broşürü, insanların bitkileri görmek için
seyahat etmek yerine bu gibi yapay mekanlara gitmeleri çok acı
geliyor bana. Yaşamak yerine bir "yaşam simulasyonu' oynamak gibi
birşey. Anlamsız. Yazık...

22 Şubat Cumartesi/öğle
Dün o eğitim yapılan kurumlardan birini gezdim. Bir üniversite. Tatil
günü olduğundan boş sayılırdı. Yine de özellikle bahçede hatırı sayılır
bir kalabalık vardı. Programlara falan şöyle bir baktım da... İnsanların
zamanlarını bu gibi zırvalarla harcamaları, üstüne üstlük kendi
istekleriyle...
24 Şubat Pazartesi/sabah
Yine bu kentin insanları için en berbat gün. Yeni bir hafta başlıyor.
Berbat. Ben bile kendimi onlar adına kötü hissediyorum. Ama mecbur
değiller aslında. Bunu sağlayan, yani bu durumu yaratan bir kurallar
bütünü var. Yasalar. Daha da kötüsü ise toplumsal ahlak dedikleri
kokuşmuşluk. Bireylerin kendileri yaşamlarıyla ilgili kararlar
vermedikleri sürece nasıl bir birliktelik olabilir ki bu. Buradan sıkılma...'

Işığını kaybetmiş bir dünya


ayşe belgin (resim 6a/b)

65
Işığım kaybetmiş bir dünya. İnsanlar ışıkla birlikte geride kalmış her
şeylerini "hayal merkezi"nde görebiliyorlar. Bir kısmı buna muhtaç,
diğer kısmı ise kendisi hayal kurmayı tercih ediyor ve ötekiler
tarafından dışlanıyor.

"ışığını kaybetmiş insanların tarihlerine bakışı”

güneşiniz vardı/insanlar mutluydu/ dünyanın her yerinde yaşanırdı/ o


zamanlar doğa vardı/hayvanlar ve bitkiler/ kendi dengesiyle
ayaktaydı/dünya ve kaybettiniz/ışığınızı,/doğanızı/kaybettiniz
kurtulanlar:/kaybettiğini bil/elindeki/hayal merkezin/son
bağlantın/geçmişle görevini unutma/geçmişini ara,bul/ve/yaşa!
lanetlileri gör/onlar geçmişlerini/kaybettiler insan olduğunu
unutma!/başka bir yaratık/olmaya çalışma gör! onlar/gözlerini
kaybettiler/onlar, ışıkların/nefeslerini/kaybediyorlar bekle!/ ümidini
kaybetme/güneşin/yeniden doğacağı/günü bekle ve güneş/yeniden
doğduğunda/sen hazır/ olacaksın karanlığa gömülme!/onlar o gün yok
olacak/çünkü onlar doğaya isyan/ettiler zora düştüğünde
hatırla!/gördüklerini,/yaşadıklarını/hatırla hayallerin vardı/gerçekti/sen
olanı bekliyorsun/onlar olmayanın peşinde ışığınla yasa!"

"Anoa"nın günlüğünde gündelik olaylar anlatılıyor.


117.1200/Salı
Sevgili Günlük, bugün sana harika haberlerim var. İlk defa yanımda
kimse olmadan Hayal Merkezi'nde gezdim. Bizi oraya örtmenimiz
götürdü. Ben gül diye bişey seçtim. Bir çiçekmiş. Ama anneminkiler
gibi dikenli değil. Benim geçmişe dönüşümde kocaman bir gül bahçesi
vardı. Onun bir de kokusu varmış ama ben en çok şeftali kokusunu
seviyorum. Örtmenimizin dediğine göre hepsi geçmişte varmış ve biz
kaybedenlerin onlara ulaşabileceği tek yer Hayal Merkezi'ymiş. Ben
hala neyi kaybettiğimi anlayamadım. Benim hiç gül bahçem olmadı ki.
Ama örtmenime de soramam. Bugün gezerken gizlice maskeyi
birazcık çıkarttım. Işığımla yemin ederim çok azıcık. Ama girişte
geçmişe dönüşü seçerken yardım eden amcalar görmüşler. Bana çok
kızdılar. Sen hiç birşeyin değerini bilmiyormusun dediler. Ayıp
etmişim. Saygısızmışım. Herhalde maskesiz orası çok çirkin diye
görmemem lazım. Ama en çok örtmenimin kızmasına üzüldüm. Ben
onun dediği gibi büyüyünce karanlık bölgeye gitmek istemiyorum.
Zila'nın anne ve babasını oraya göndermişler. Zila anne ve babasını
bir daha hiç göremeyecekmiş. Zila hep ağlıyor. Ben bundan sonra hiç

66
maskemi çıkarmıcam söz. Hayal Merkezi'ne daha çok gidicem ve
geçmişimi çok iyi öğrenicem. Güle Güle.

anoa
128.1200/ Pazar
Sevgili Günlük, sana uzun süredir yazamadım. Özür dilerim. Ben çok
hasta oldum. Hem de çok. Babam karanlık bölgeden doktor çağırttı.
Onlar en iyi doktorlarmış ama babam onları hiç sevmiyor. Annem de
sevmiyor. Ben de sevmiyorum. Çok korktum. Çok garip bir adamdı.
Hep gözlerini kapatıyordu. Bana bir sürü yuvarlak hap verdi. Babam
onları besin hapı sandı. Çok kızdı. Ben oğluma aşağı insanlar gibi hap
içirtmem dedi. Ama onları içmeden iyileşemezmişim. Şimdi iyiyim.
Annem dedi ki doktor insana hiç benzemiyormuş ama ben iyileşince
bunun önemi kalmamış. Biliyor musun karanlık bölgedekilerin
bazılarının hiç gözleri yokmuş ama bazen biz burda konuşurken bizi
duyabilirlermiş. Zila söyledi ama inanmadım. Onlar bizden çok uzakta
yaşıyor. Sana resmini yapayım mı?... Ben çok çok iyi resim
yapıyorum. Büyüyünce Hayal Merkezi'nde çalışıcam ve çok önemli
olucam. Ama şimdi çok yorgunum. Seni çok seviyorum (Güneş'ten,
annem, babam ve örtmenimden sonra).
Anoa"

yıldızlara bakan şehir


yüksel pöğün (resim 7)

Yıldızlara bakan şehir.

somonya’nın yeniden kurulması


gözde kan (resim 8a/b)

Yakılıp yıkılan Somonya’nın yeniden kurulması

yerleşik olmayan mobil yaşam


erbuğ bengüler (resim 9a/b)
"İnsan-makina'ya dönüşen insan, yerleşik olmayan mobil yaşam.

67
• Huizinga. J., Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. Ayrıntı Yayınevi, İstanbul.
• Norberg Schulz. C., Existence, Space and Architecture. Studio Vista, Londra, 1972.
• Norberg Schulz. C., Genius Loci -Towards a Phenomenology of Architecture,
Academy Press, Londra, 1980.
• Spielberg. H., The Phenomenological Movement, Dordrecht: Kluwer Academic
Publishers, 1994.
• Suits. B., Çekirge, Oyun, Yaşam ve Ütopya, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul, 1995.
• Watson. W., The Archilectonics of Meaning Foundations of the New Pluralism, The
University ol Chicago Press. Chicago. 1993.

68
69
70
71
72
73
74
mimarlık eğitimi: çözüm 4 yıl mı?
Kurumsal mimarlık eğitiminin 4 yıldan 5 yıla çıkarılması görüşü
sonunda başarılı olmuş ve YÖK durumu fakültelere bildirmiştir. Bir
üniversitemizin öncülüğünde alınan bu karar yine aynı üniversitenin
henüz hazır olmadığını belirtmesiyle askıya alınmıştır. Gerekçeleri.
gibi, beş yıllık yeni program da elimize geçmediği için dört yıllık
programın -tamamlanan- eksiklerini de öğrenebilmiş değiliz. Ancak,
mimarlık kalitesinin yalnızca eğitime, eğitim kalitesinin de yalnızca
eğitim süresine bağlanmasını yararlı değil zararlı olacağına
inandığımız için, görüşlerimizi aktarmak istiyoruz.
Mimarlık eğitimi dört yıla indiğindenberi, bunun yetersiz olacağı görüşü
genellikle meslek dünyasında ısrarla ileri sürülmüş ve akademik
çevrelerde de geniş ölçüde destek bulmuştur. Yeni mezunların
“mala”yı tanımadıkları, bir uygulama projesini ölçülendiremedikleri,
detay bilmedikleri, hatta düzgün çizgi çizemedikleri, özellikle
yanlarında çalışmaya başladıkları mimarlar tarafından, sık sık dile
getirilmiştir. Şehirlerin görüntüsünün giderek bozulması da eğitimin
yetersizliğine bağlanmıştır. Biz de bugünkü ortamda mimarların
tamamının iyi yetişmediğine inanıyoruz. Mimarlık eğitiminin yetersiz
olduğu görüşleri, görüş sahiplerinin mimarlıktan ne anladıklarını ortaya
koydukları için çok değerlidirler. Bazılarına göre mimarlık müşterinin
isteklerini karşılayan sağlam ve güzel binalar yapmaktır. Yani bir
binanın düzeni işlevini görmesine uygun olmalı, bina iyi ısınmalı, çatısı
akmamalı çevresindeki binalara benzer -bu kelimeyi bilinçle
kullanıyoruz- olmalı v.b. Bunlar gerçekten geçerli midir, yoksa meslek
uygulaması ile haşır-neşir olmuş, müşteri memnuniyeti peşinde koşan
kişilerin görüşü müdür. Acaba müşteri mimarlığın ne olduğunu ne
zaman öğrenmiştir de mimarlık onun yargı ve beğenisine bırakılmıştır?
Benzer şekilde, en üst düzey kurumlarında bile çevre korumayı boş
arsalara da öncekilere benzer bina yapmak olarak gören bir toplumda
mimarlığı konuşuyoruz. Örneğin Boğaziçi’nde yeni yapılacak
binalarda, kırma çatı ve saçak mecburiyeti en yetkili olduğu düşünülen
danışma kurullarınca konmuştu. Şimdi ise 19. yüzyıl neoklasiklerini
boş arsalara yapmanız teşvik ediliyor. Yenileme şemsiyesi altında
ancak bunlara izin veriliyor. Kritik, sit alanı veya kültür varlığı kabul

75
edilen durumlardaki mimarlık kararları, mimarlık yapmayan ve
mimarlık düşünmeyen uzmanların onayına bırakılırsa, yeni binaların
da eskiler gibi yapılması doğal olacaktır. Ancak mimarlık bu mudur?
Bilineni tekrarlamak en kolay yoldur, ancak entelektüel bir tutum
değildir. Bunlar kendinden emin bir mimarlık anlayışının kendinden
emin bir mimarlık tanımının yansımalarıdır. Gerek uygulama gerek
denetleme gerekse öğretim kurumlarında bu anlayışın egemen olması
bizce ülke mimarlığı için bir talihsizliktir (*). Bu anlayışın eğitimde de
verilecek şeylerin belli ve değişmez olduğu ve 4 yılda verilemeyip,
ancak 5 yılda verilebileceğine inanması doğaldır. Ancak durum acaba
böyle midir? Yani bugün tek bir mimarlık tanımı geçerli midir? Mimarlık
artık kuru bir teknik uygulama alanı değil entelektüel bir uğraş haline
geldiği için tanımı belirsizleşmiş olamaz mı?

Formel, kurumsal veya resmi diyebileceğimiz eğitimin amacı meslek


edindirmekten önce., meslek edindirmede zaman kazandırmaktır. Her
şeyin hızlandığı dünyada zaman en önemli değerdir. Ayrıca özel
olarak mimarlık alanında bilginin nitelik değiştirdiği gözlenmektedir.
Özellikle teknik bilgi -kapı, pencere detayı, beton niteliği, ısı yalıtımı,
su yalıtımı v.b- çok çeşitlenmiş, genişlemiş ve hepsinden önemlisi,
gelinen teknolojik düzeyde, bir kişinin üretebileceği durumdan çıkmış,
firma bazında know-how sorunu olmuştur. Bunların hala elde ve bir
defa için üretilmesini beklemek teknolojik gelişmeyi inkar ve ondan
yararlanmayı red anlamına gelmek bir yana zaten olanaksızdır çünkü
hızlı ve ekonomik değildir. Bu durumda, işi kaba teknik ile sınırlı ve
bununla uğraşmayı yeterli sananların geri kalacağı, açıkça
görülmektedir. Hem bilginin hızla değiştiğini kabul ediyor hem de
okulların görevinin statik ve birikmiş bilgiyi aktarmak olduğunu nasıl
ileri sürebiliyoruz. Gerçek mimarlık bilgisinin salt inşa etme bilgisinden
çok farklı birşey olduğunu niye düşünmüyoruz.

Işlev açısından ise binaların belli bir fonksyona tam olarak uygun
şekilde tasarlanması müşterinin ilk anda memnuniyetinin en üst
düzeyde olmasını sağlasa da bunun uzun vadede yarar değil zarar
konusu olabileceği bu yüzyılın deneyimleri ile açıkça görülmüştür.
Birçok bina bir işlev için tasarlanmışken, kaba yapı sırasında başka bir
işleve, bittiğinde başka bir işleve tahsisi sözkonusu olabilmektedir.
Mimari doğal olarak işlevle ilgilidir ancak bu ilgi onu izlemek için değil,
işlevler değiştiği veya öldüğü zaman da binayı yaşatabilmek içindir.
Artık binanın, içinde oluşacak yaşantıyla herzaman bütünleşebilmesi
stratejisi önem kazanmıştır.

76
Biçim açısından ise sorun, belli uslupları, akımları bilmek ve
uygulamak, tarihi eser yanına yeni tarihi eser yapmak veya müşterinin
bildiği ve istediği bir başka biçimi sağlamak, yani biçimsel uyum veya
biçimsel beğeni peşinde olmak değildir.

Mimarlık her yeni çalışmada yeni bir koşullar takımı ile karşı karşıya
kalınılan, dolayısıyla, her seferinde işlev-biçim-teknik üçlüsü ile yeni,
entelektüel bir hesaplaşmanın gündeme geldiği bir değişik alandır,
yoksa bilinen, denenmiş çözümlerin o yer için optimizasyonu değildir.
Mimarlık yeri ve yaşantıyı geliştirme amacını taşır. Satranç gibi, belli
kurallarla değişmeyen bir tahtada oynanan bir oyun değildir ki, belli
bilgilerle yapılabilsin. Mimarlık ideallerin yönlendirdiği görüşlere
gereksinim duyar. Bu nedenle mimarlık eğitiminin amacı öğrencinin
yaratıcı potansiyelinin farkına varmasını ve kullanmasını sağlamak
olmalıdır. Ancak bu şekilde, karşılaşılan herhangibir koşullar takımının
sakladığı sorunları görmek ve bunlarla başa çıkacak yeni bilgiyi
üretmek için, işlev-biçim-teknik üçlüsü ile yeni bir entelektüel
hesaplaşmaya girmek yolu açılabilir. Doğaldır ki yaşanan her deneyim
bu yöndeki yetkinliği artıracaktır, ancak bunun mevcut bilgileri
yüklemek ve kullandırmaktan çok farklı birşey olduğu “deneyim
yaşamanın” ömür boyu süreceği kabul edilmelidir.

Kurumsal eğitimde doğal olarak bir süre vardır. Bu sürede belli krediyi
sağlayamayan öğrenciye ek süre verilerek bu kredileri tamamlaması
sağlanmakta olduğuna göre mevcut sürenin uzatılmasının bir sebebi,
eğitimde sağlanması gereken kredi miktarını artırmak ise, bir diğeri de
yetki almadan önce, akademik ortamda kalınan süreyi uzatmak
gereksinimi olabilir. Akademik ortamda kalınan süreyi artırma görüşü,
perde arkasında, pratik ortamın geliştirici değil yıpratıcı, kemirici
olduğu savını da beraberinde taşımaktadır ki bu da doğrudur.
Ülkemizde koşullar mimarlara mimarlık yapma şansı tanımamaktadır.
Bunun yerini bürokrasiyi aşma çabası almış bulunmaktadır.
Toplumuzda mimarın başarısı ruhsat alma hızı ile ölçülür olmuştur.
Ancak akademik ortamın da idealden çok uzak olduğu bir başka
gerçektir. Yine de bizce mimarlık eğitimi ilerde muhakkak daha da
kısalacaktır. Bu “kurumsal” eğitimdir, sürelidir. Enformal eğitim ise
mesleki yaşam boyunca kaçınılmaz olarak sürecektir.

Öğrenciye eğitimin okulla birlikte bittiği hissini verecek bir anlayış devri
kapanmıştır. Eğitim öğrenciye meslek bilgisi vermek yerine ona
mimarlığın ne olduğunu -veya olmadığını- kavratmaya yönelik
olmalıdır. Bunu kavramış olmak onu eğitimin mesleki yaşantıda da

77
süreceğine inandırmış olacaktır. Siz öğrenciye bir kitap bile önermek
ihtiyacı duymazsanız, siz öğrenciye bir konuda bir yazı
yazdırmazsanız, 6 yıl da okutsanız ne yararı var. Belki de zararlı
oluyorsunuzdur. Kentlerimiz eğer kötü ise sebebi, değil eğitimleri
sırasında, ömür boyu kitap okumamış mimarlar olamaz mı, ya da bir
sergiye, bir sanat gösterisine gitmemiş, bir bale izlememiş, bir konu
tartışmamış, kent veya kır yaşantısını tanımamış mimarlar olmasınlar.
Belki de bugün en büyük binaları yapmakta olan mimarların binalarını,
asansörü şöyle, cephe giydirmesi böyle, sirkülasyon alanı şu oranda,
şu bankası olduğu için “ş” harfi şeklinde yaptık diye anlatıyor
olmalarıdır. Bu mimarlar ki çoğunlukla 5 yıllık bir kurumsal eğitimden
ve 20, 30, 40 yıllık mesleki deneyimden geçmişlerdir.

Görülüyor ki daha iyi mimarlık için mimarlık eğitiminin süresini 5 yıla


çıkarmaktan önce yapılması gereken başka şeyler vardır. Çünkü
eğitim çok pahalı bir alandır. Yapılacak olanlar şöyle özetlenebilir.
Öncelikle, akademik alanda “kadro”nun öğrenciye hala öğretmek
iddiası yerine, öğrenci ile birlikte öğrenmek, yani bilgi üretmek
çabasında olması, akademik ortamın sergi, konferans, katılınan veya
izlenen sanat faaliyetleri, gezi tartışma v.b.’lerle sürekli canlı tutulması,
öğrencinin okumak ve proje yapmak kadar, yazmaya da alıştırılması
düşünülmelidir (**). Okulların fiziksel olanaklarının geliştirilerek
öğrencilere en azından bir masa, dolap, tabure ve pano ve stüdyoda
sürekli bir yer sağlanması, kitaplıkların daha uzun süre açık
tutulabilmesi, stüdyoların geceleri ve tatil günleri de açılması
gerekmektedir. Eğitimi beş yıla çıkarmak sınıf ve öğrenci sayılarını
artıracağından bu tür fiziksel olanakları olumsuz etkileyerek eğitim
kalitesini düşürecektir. Öğrencinin toplum hayatı ile bütünleşmesi,
insanları ve yaşantıları tanıması, kültür olaylarını izlemesinin
sağlanması yönünde de çaba gösterilmelidir. Ayrıca akademik
kadrolar eğitim eksikliklerini öğrencide, öğrencinin seçiminde,
müfradatlarda, veya süre azlığında aramaktan önce kendilerini
gözden geçirmelidirler. Asistanlıktan itibaren sürekli kadro sahibi olma
güvencesinin öğretim üyesine sağladığı avantajlar, eğitim için
dezavantaj olacak şekilde kötüye kullanılmamalıdır. Kendi kendini
denetlemekten kaçınan “kadro”, kendi kendini denetlemenin mimarlık
yapmak için kaçınılmaz olduğunu öğrenciye nasıl verebilir.

Uygulama alanında ise öncelikle mimarlara mimarlık yapma şansı


verilmelidir. Çünkü uygulama hayatı da eğitimdir. Her projeden bir
sonraki için ders almak gerekir, ancak bunun için her projenin
“mimarca” yapılabilmiş olması ön koşuldur. Bürokrasi ve kötü

78
kullanıma batmış bir ortamda mimarların başarılı olması beklenebilir
mi?

Genç mimarlar için başlıca teşvik unsuru olan yarışmaların ise, hala
ancak belli anlayışların değerlendirildiği, tutucu zihniyetlerden
arındırılması için jüri seçimlerinde kriterler gözden geçirilmelidir.
Özellikle Bayındırlık Bakanlığı son 30-40 yıldır düzenlediği
yarışmaların Türk mimarlığına katkısını ivedilikle değerlendirmelidir.
Tüm yetkili kurullar ve danışma kurulları üyelerinin belirlenmesinde
ölçütler gözden geçirilmeli, “Boğaziçi’ndeki binalar ancak saçaklı ve
kırma çatılı olabilir” , veya “eski esere yapılan ek ancak cepheden bir
metre geride ve tümüyle füme renk camlı olur” şeklinde görüş veya
yönetmelik hazırlıyan sözde deneyimli ancak kısır görüşlü uzman
mimarların mimarlığa zarar vermeleri önlenmelidir. Bunları
görmeyenlerin, yeni mezun mimarları yetersiz bulmaları anlamsızdır.
Belki de bugün yetkili makamları işgal edenlerin onyıllar önce aldıkları
ve bilinen çözümleri öğreten eğitimleri nedeniyle bugünkü mimarlık
ortamını çözemedikleri düşünülmelidir.

Kentlerin bugün sergiledikleri görüntünün önemli kısmını “spekülasyon


olur” diye imara açılmayan alanlarda, kaçak olarak yapılan, bu
nedenle de bir türlü bitmeyen binaların oluşturduğunu, bunda da
özürün mimarlarda değil oy peşinde koşan ve arazi rantını hala ulusal
ekonominin en önemli kalemi olmaktan çıkaramayan politikacılarda
olabileceğini de düşünmek gerekmektedir. Benzer şekilde kent dışı
alanların imara açılmamasının tarihi kent dokularımızın yok olmasına
sebep olduğu unutulmamalıdır.

Sadece Istanbul’da son on yılda kamuda olumsuzluğu nedeniyle


tartışılan, bazıları yıkılan bazıları durdurulan binaları yeni mezun
mimarların mı, deneyimli, mimarlığı sorgulanmayan “büyük”lerinin mi
yaptığı ya da onayladığı araştırılmalıdır. Okullarda bugünkü eğitim
süresini yetersiz bulmaktan önce, Park Otel’in yıkılması için kampanya
açan saygın mimar veya mimarlık kurumlarının, Taksim alanına kaç
katlı gökdelenler önerdiği veya gökdelen önerenlere hangi ödülleri
verdiğini araştırmak da ilginç sonuçlar verecektir.

Bunlar yapılmadan mimarlık eğitiminin kalitesini eğitim süresine


bağlamak sadece hedef saptırmak olacak ve ülke kaynakları boşa
harcanacaktır. O zaman, ister akademik alanda ister uygulama
alanında olsunlar, bunda ısrar edenleri yeniden kurumsal eğitime
davet etmek de yadırganmamalıdır.

79
YÖK eğitim süresini uzatmak gibi pahalı ve bugünkü akademik
koşullarda hatta riskli bir yolu denemeden önce üniversitelerden,
meslek odalarına, yerel yönetimlerden bakanlıklara, kültür
kurumlarından danışma kurullarına kadar, ilgili her kurum ve kişinin
katılabileceği ve takkeleri düşürecek tartışmaların yapılabileceği bir
MIMARLIK ŞURASI’nın toplanmasını sağlamak için çaba
göstermelidir..

(*) Kendi kendine pay biçen meslek odası veya bilim akademisi gibi kurumların zararlı
da olabileceğini gösteren örnekler unutulmamalı, Ingiltere’de, Matematisel Tripos adlı bir
tür onur sıralaması sınavının bu ülkede “yüz yıl boyunca ciddi matematiğin gelişmesini
fiilen kösteklediği” (bak. G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması, s.12), Pasteur’ün
asıl mücadeleyi mikroplara karşı değil, Fransız Tıp Akademisi’ne karşı verdiği akılda
tutulmalıdır.
(**) Akademik alanın sorununun öncelikle üniversite kanunları olmadığını 1750’yi
yaşamış olanların söyleyebilmesi gerekir. Sorun etik (özdenetim) sorunudur. Insan (bu
arada akademisyen) beyninin önemli özelliğinin kendi kendini izlemek ve denetlemek
olduğu unutulmaktadır.

80
öğrenci ortaktır
Mimarlığın ülkemizdeki durumundan hemen kimse memnun değil.
Buna biz de katılıyoruz. Bunun sorumlusu olarak bugünkü mimarlık
eğitimi gösteriliyor. Tek sorumlu olmamak rezervini koyarak, eğitimin
büyük ölçüde yetersiz olduğu görüşüne de katılıyoruz. Ancak başka
nedenlerle. Burada bu farklılaşmanın gerekçelerine de değinerek,
günümüzde mimarlığın durumunu ortaya koymaya ve eğitimi için
görüşlerimizi açıklamaya çalışacağız.

Mimarlık ve mimarlık eğitiminin bugünkü durumundan memnun


olmayanlar, başta uygulama yapan mimarlar, öğrenciler ve öğretim
üyeleri. Mimarlık hizmeti bekleyen toplumun ise bir beklenti ve talebi
yok çünkü onlar ‘mimar’ı hala “kat irtifakı kurmak için gerekli projeyi”,
“çizen” ve “imzalayan” olarak görüyorlar. Kültür açısından en iddialı iki
toplumsal iletim aracından çok yeni iki örnek verelim. 3 Eylül 1995
tarihli Milliyet gazetesinin manşetinde, kent dışındaki her biri birer
sanat eseri olarak nitelenen malikanelerin, ünlü müteahhitler, peyzaj
mimarları ve dekoratörlerin eserleri olduğu belirtiliyor. Malikanelerin
sanat eseri olup olmadığı bir yana, ‘Mimarlık’ diye bir meslekten, hem
haberi yazanın, hem de onu manşete koyanların haberi dahi yok. 2
Eylül gecesi TRT 2’de yayınlanan Nazi Almanyası ile ilgili filmde, konu
gereği sık sık geçen ‘arkitekt’ sözü, alt yazıda, sürekli olarak
‘mühendis’ olarak çevrildi (Wagner’in Bayreuth’unun Beyrut olması da
bizle doğrudan ilgili olmasa da cabasıydı). Bu iki örnek toplumumuzun
şu sıralar mimarlık üretmeye hazır olmadığını, dolayısıyla mimarlığın
bir süre daha, fırsat bulunduğunda yapılabileceğini, populistler ve
katılım ütopyacılarına rağmen, kabul etmek gerektiğini gösteriyor.
Dolayısıyla mimarlığımız ile ilgili tartışmalar daha bir süre meslek
içinde kalmaya mahkum. Ancak meslek içinin bu tartışmalara çok
fazla ihtiyacı olduğu da bir gerçek ve kolun yen içinde kırılması
mesleğin itibarı açısından şimdilik belki de daha doğru. Çünkü,
yukarda günümüz mimarlık eğitiminden memnun olmadıklarını
belirttiğimiz meslek içi üç grup da hem kendi içlerinde hem de diğer
gruplarla karşılaştırıldığında, birbirinden çok farklı ve hatta taban
tabana zıt nedenlerle mimarlık eğitiminden şikayetçiler ve mimarlıktan

81
dolayısıyla da eğitimden beklentileri bizce yanlış değilse kısıtlı olanlar
halen büyük çoğunluktalar.

Mimarlık eğitiminin geleceği aslında bu üç kurumun, yani mimarlar


odasının, öğrencinin ve öğretim üyesinin, aynı idealler yani yeni yetki
almış mimardan beklenenler doğrultusunda asgari müştereklerde
buluşmasındadır. Artık temel sorunlara ısmarlama çözümler dönemi
kapanmıştır. Sorun mimarlığın geçerliliğinin -görev tanımında
bütünleşmenin, tartışma konusu olduğunu fark etmekte yatmaktadır.
Fransız Aydınlanması ve Alman İdealizmi’nden kaynaklanan
modernist düşüncenin sağlam ve kuşku duyulmaz temellerinin, yerini,
postmodern dönemde, yerel stratejilerin, dil oyunlarının, kısıtlı
yorumların çeşitliliği almıştır (van Dijk, 1995). Mimarlıkta da
modernizmin baskın kodlarının dekonstrüksyonu artmaktadır. Bu da
mimarinin geçerliğini (meşruluğunu) tartışma konusu yapmıştır. Ancak
bu dekonstrüksyon nihilizme yol açmak yerine, mimarlığın kendisini bir
‘açık sistem’ olarak tanımlamasını gerektirir (Borradori, 1995). Bu
durum, teori ile pratiğin sınırlarının tartışılmasını gerektirmektedir.
Teorik temelli bir pratik’e ilgi giderek artmaktadır. Zaten, son elli yıldır,
aynı zamanda bir eleştirmen gibi olmadan, yaptıklarının işlevi üzerinde
düşünmeden, mimarlık yapmak olanaksız hale gelmiştir (Tschumi,
1993). Mimarlıkta eleştirinin özel önemi vardır çünkü mimarlık aynı
anda hem bir tarih hem bir uygulamadır ve uygulamayı iletmek için bir
teoriye ihtiyacı vardır (Maxwell, 1995). Eğitimde de öğrenciye,
entelektüel ve sezgisel (hissi, heyecan veren -emotional) alanlarda
aynı anda geliştiren alıştırmalar ile dünyanın ve kendisinin bilincine
varma fırsatı yaratılmasını eskiden beri benimseyenler bulunmaktadır.
Mimarın entelektüel çalışması asıldır. Yani bağımsız ve akılcı. Laszio
Moholy Nagy, daha 1928’de, yapı değiştiren Bauhaus’dan, okulun,
insanın gelişimine önem vermek yerine, nihai başarıları değerlendiren
bir meslek okuluna dönüşmesi suçlamasıyla istifa etmiştir (Ockman
1993). Sanat, temel ve sosyal bilimler üçlüsü -ki Nagy ‘entelektüel
birlik’ olarak adlandırıyor-, onun, sonradan kurduğu Chicago Institute
of Design’ın programıdır.

Yeni yetki almış mimarın durumuna dönersek, burada yeni yetki almış
deyimi kritik olmaktadır. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı
gibi, formal eğitimden sonraki mesleki yaşantı da bir eğitim olmalıdır
ama, bu denetimsiz daha doğrusu dış denetimsiz bir eğitimdir ve bu
dış denetimsizlik kavramı, öğrencinin formel eğitim sırasında bu dış
denetimsiz eğitim dönemi için de hazırlanmasının gerektiğini ifade
etmektedir. Aslında ideal durumda dış denetim, öz denetimi

82
destekleyecektir. Birey ve kurumları ile ‘serbest rekabet ortamlı’
toplum bunu yapabilmelidir. Doğaldır ki, sergiler, eleştiriler, yayınlar
gibi araçların geliştirdiği bir toplumsal ilgi ve bilinçten ve bunun motive
ettiği mimarın kendisinden daha iyi bir denetçi olamaz. Ancak bizim bu
ilgi ve bilinçten yoksun uygulama dünyamızda , eksiklik vardır.
Toplumun büyük çoğunluğunun mimardan ne beklediğini bildiğimize
göre durum burada çok daha kritiktir. Ancak nihai hedef olarak
müşteri-toplum da uygulamanın “karşı tarafı” değil ortağı olmalıdır.
Yani olabilmelidir. Bayan Schroeder olmasaydı Rietweld’in o evi
herhalde öyle yapamayacağı hiç unutulmamalıdır.

Okulların artık, uygulama alanında geliştirilmiş mimarlık bilgisinin,


uygulamadan gelen mimarlar tarafından, mimar olacaklara öğretildiği
yerler olamayacağını kabul etmek gerekmektedir. Bunu hemen tüm
akademisyenler söylüyor. Ancak “biz bilgi değil bilgiye nasıl
ulaşılacağını öğretmeliyiz” görüşünün hemen her akademisyenin
ağzından duyulması yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü sürdürülen öğretim
de göstermektedir ki, sloganlaşan bu ifade her slogan gibi ilgili olduğu
konu üzerinde düşünmeyi unutturan sığınak haline gelmiştir. Bilgiye
ulaşılmak, sanıldığının aksine, depolanmış bilgilere nasıl ulaşılacağını
göstermek değildir. Öğrenciyi “yeni” bilgiye ulaşacak yani “yeni bilgi
üretebilecek” yaratıcılığa ulaştırmaktır. Önemli olan budur. Bunun ise
öğretime aynı yaygınlıkla yansımadığı her yarıyıl yeniden kanıtlanan,
bilinen bir gerçektir..

Amacı bu olan eğitim artık iki ayrı ‘taraf’lı bir organizasyon değildir.
Mimarlık anlayışının geldiği noktada, eğitimin ana girdisi, uygulamada
oluşmuş ‘Neufert’ ve ‘Time Saver Standart’lara doluşmuş, teknik bilgi
yerine, veya Neufert’ten en etkili nasıl yararlanabileceğinin yöntemleri
(!) yerine, öğrenci ve öğretim üyesinin, kişilikleri olmuştur. Mimarlık
bilgisi artık okullarda bu ikilinin ortaklığı ile üretilmektedir. Mimarlık
eğitiminde ağırlığın her zamankinden çok “stüdyo”da olması gereği bu
durumdan kaynaklanmaktadır. Mimarlık stüdyosu, o her şeyi bilen
üstad mimarların, bildiklerini, çizerek öğrettikleri yer olmaktan çoktan
çıkmıştır. Bunu bazı öğretim üyelerinin fark edememiş olması,
bazılarının fark etmiş olsalar da bir türlü gerektirdiği şekilde
davranamamaları, bir şey değiştiremez. Çünkü, öğrenci artık eski
öğrenci değildir. Stüdyoda pasif alıcı taraf olmadığını, yapılan işin
ortağı olduğunu fark eden öğrenciler giderek artmaktadır. Öğrenme
‘yeni bilgi üretme’ olduğu için, mimarlık stüdyosunda, stüdyoyu
yöneten de öğrenci ile birlikte öğrenmektedir.

83
Eğitimin yönlendirilmesi ise sanıldığı gibi müfredat programı sorunu
değildir. Bu amaç için müfredat üzerine komisyonlar kurularak, yıllarca
çalışılmış ancak sonuç alınamamış olması da bunu kanıtlamaktadır.
Bunda, istenen müfredat programı yerine, daima oluşmuş kadroya ‘iş’
verecek düzenlemelere gidilmiş olmasının rolü muhakkak ki varsa da
asıl sorun buradan kaynaklanmamaktadır. Asıl sorun ‘kadro’nun
nitelikleridir. Örneğin kendileri eleştiriye tahammülsüz kişilerin
‘mimarlık öğrencisi eleştirel bir kafaya sahip olarak yetiştirilmelidir’
görüşüne katılmaları veya katılmamaları arasında bir fark yoktur.
Onlar saklı müfredatlarının ortaya çıkıp etkili olmaya başladığını fark
bile edemezler. Bunun gibi, tarih bilgisini kronolojik obje tanıtımı olarak
görürseniz, tarih dersini, Bauhaus’daki gibi yasaklamak daha yararlı
olabilir. Onun için ‘Kadro’nun nitelikleri daima ‘Program’ın
niteliklerinden daha önemli, daha öncelikli ve daha etkilidir. Biz daha
öğrenciye verdiğimiz donmuş programı, saat hesabı kredi ile ifade
edince, kredili eğitim sistemine geçtiğimizi sanan bir üniversite
ortamındayız. Böyle bir ortamda ‘Kadro’nun nitelikleri ile
oynayamıyorsanız -ki bu bizim sistemimizde tümüyle olanaksızdır-
müfredatla oynamak kendini aldatmaktan ileri gidemez. Yine de
mimarlık eğitiminde müfredatın kritik noktasını stüdyo saatlerinin
yüzdesinin oluşturduğunu ve bunun ülkemizde, olması gerekenin hayli
altında kaldığını bir kere daha hatırlatmakta yarar vardır.

Eğitim birlikte ‘yeni bilgi üretme’ yoluyla, ‘yeni bilgi üretebilme’


formasyonu vermek olarak düşünüldüğünde öğretim üyesinin öğrenci
ile ilişkisi çok önem kazanmaktadır. Yeni bir usta-çırak ilişkisi olarak
da yorumlanabilecek bu anlayışın klasik usta-çırak ilişkisinden farkı,
bilinenin aktarılması yerine, bilinmeyenin birlikte aranmasıdır.
Bugünkü ustaların bilgiç kişilikleri öğrencinin kişiliğinin artması uğruna
azaltılmış olmalıdır. İlişki bir çok bilen-bir hiç bilmeyen ilişkisi değil,
bilginin ne olduğunu merak eden deneyimli ve deneyimsiz iki kişiliğin
ortaklığıdır.

Burada deneyim içine bizzat yaşanan tasarım deneyimi, yani bizzat


bina tasarlamış ve/veya inşa etmiş olmak yanında, aktarılmış deneyim
de girmektedir. Aktarılmış deneyim bir başka deyişle tarih bilgisidir.
Tarih bilgisi yeni mimarlık bilgisi (teorisi) geliştirmenin, yani yaratıcı
olabilmenin, temeli olabilmelidir. Tüm büyük mimarlık teorileri geçmişin
ve günümüz koşullarının derin bir entelektüel sezgi ve bilinçle
kavranmasını yansıtır ve ancak bunlar gerçekten yaratıcı olanaklar
sunarlar (Lesniowski ve Spheeris, 1987). Hiçbir şeyden birey
yaratılamaz. Yaratıcılıkta, insanın dünya ile önceki ilişkilerinin

84
sağladığı birikim kullanılır (Schoon, 1992). Ancak bu temelle yaratıcı
olanaklar sunan teoriler geliştirilebilir. Çünkü, mimarlıkta yaratıcılık,
yaratılan obje değil, onun yaratılma biçimi, onun oluşumunu mümkün
kılan durumlardır. Gropious’un Bauhaus’da tarih öğretmek için bir
neden görmemesine karşılık, Corbusier’nin (1991), “Yalnız bir
öğretmenim var; geçmiş; yalnız bir eğitimim var, geçmiş’in
incelenmesi” dediğini, onun modern mimarideki yeri ile birlikte
hatırlamakta yarar vardır. Tarih, mimarlığa meşru temeller aramak için
değil, yeni ufuklar açmak için vardır.

Her yeni teori, denenen bir yeni mimarlık bilgisi olmaktadır. Uygulama
dünyasındaki mimarlar ile, öğretim dünyasındaki mimarlar arasındaki
tartışmanın nedeni, teorilerin, -bilinen- olgularla yargılanması yanlışlığı
olabilir. Feyerabend (1988), kanıtların, teorilerin testinde doğrudan ve
olayı aşabilen bir heyecan duyulmadan kullanılmasını akılcı bulmuyor.
Leonardo da Vinci ise 500 yıl önce, insan, sanatını, mükemmele
ancak, eleştirisi, başardığı şeylerin ötesine geçerse ulaştırabilir
demiştir (Knevitt, 1986). Zaten, insan beyninin önemli özelliği, kendini
izlemesidir. Bu özellik beyne ileri derecede oto kontrol ve açık-uçluluk
sağlar. Kendini izleme -günümüz postmodern ortamında- bilinçlilik için
yaşamsal önemdedir. Kendini izleme özelliği yaratıcılık açısından çok
önemlidir çünkü insanın bilinçsiz alışkanlıklara kapılmasını önler
(Hofstadter, 1995). İnsan ile ilkel hayvanın farkı, insanın repetitiv
eylemlerinin farkına vararak sıkılması, ilkel hayvanların ise bunu
yapamamasıdır. İnsanlar kısır döngülere kapılmaz, bunların
anlamsızlığını çabucak kavrar ve kendini böyle sistemlerin dışına atar.
İnsanın bu yeteneği -çizilen çerçevenin içinde kalmak veya dışına
atlayabilmek yeteneği -yaptığı işin obje- düzeyinden daha ileri bir
farkındalılık gerektirir ki bu da kendi eyleminin farkında olmaktır.
Bilinçli kafa yapısı, kendi üzerine yansıyabilen ve kendi performansını
eleştirebilen kafa yapısıdır (Hofstadter, 1995). Stanislaw Ulam’ın
savunduğu ‘meta-düzey’, kendi düşünceleri üzerinde düşünmek, yine,
kendi düşünceleri hakkındaki kendi düşünceleri üzerinde düşünmek,
ve yine kendi düşünceleri hakkındaki kendi düşünceleri hakkındaki
kendi düşünceleri üzerinde düşünmek...dir. Bizce ‘akılcılık’ budur. Bir
insan, aklını kullandığı ölçüde daha meta-düzey’lerde kendini rahat
hisseder (Hofstadter, 1995), yani aklını kullanan insan basit düşünce
düzeylerinde kalamaz. Ancak yaratıcı mimarların karmaşık durumları
tercih ettiği (Mac Kinnon, 1962) benzer şekilde ancak yaratıcı
öğrencilerin gizemli ve karmaşık uyarıcıları seçtiği (Gillchrist, 1982)
saptanmıştır.

85
Yaratıcılığı amaç alan mimarlık eğitiminin amacı çizilen çerçeve içinde
obje yaratan mimar yetiştirmek değil, objenin oluşum sürecinde
yaratıcılık gösterecek mimar yetiştirmektir. Yaratıcı obje kendiliğinden
gelecektir. Yaratıcılığın bu şekilde alınması mimarlık öğretici kişi ve
kurumlara yeni ve değişik görevler yüklemektedir. Bunun temeli,
bağımsız düşüncedir; sloganlara, izm’lere, akımlara kapılmayan
zihinler oluşturmak gerekir. Çünkü, sloganlar, izm’ler, akımlar ile
ancak çerçevesi çizilmiş alanlarda obje yaratılır. Sınırlanmış , belli
kalıplarla yargılanan şey yaratıcılık olabilir mi? Yaratıcılık
yargılanamaz ancak, uyandırdığı entelektüel heyecan nedeniyle
tartışılır. Yaratıcı bir etkinlik olarak mimarlık da yargılanmaz, tartışılır.
Çünkü, belli kalıplara, kabul görmüş değerlere göre yapılan şeyler akla
yakışan davranışlar olamaz. Dolayısıyla, bağımsızlık, ancak aklın
kullanılması ile olur. Benimsenmiş kabullere razı olmak, akıl
kullanımını en aza indirger.

Akıl kullanan -entelektüel- mimar için tarih bilgisi, düşüncelerini ve


ürününü, geçmiştekilerle karşılaştırma, tanımlama ve değerlendirme
şansı verir. Ancak, mimarlık tarihi denince yalnızca binaların tarihinin
düşünülmesi bunun için yeterli olamayacağından, mimarlık tarihi,
binalar kadar, mimarlık yazılarının da tarihi olarak düşünülmelidir
(Tschumi, 1993). Yaratıcılığın süreç olduğunu düşünmez, obje
olduğunu benimserseniz, tarih bilgisi de sizin için, taklit edilecek veya
esinlenecek eserler deposu olmaktan ibaret olur. Tarih o nedenle,
mimarlık yazılarının da tarihi olarak düşünülmelidir.

Günümüz postmodern ortamında mimarlık da dahil olmak üzere


mantığa dayalı her türlü deneyim birbiriyle yarışan yerel söylemler ve
dil oyunları içinde gelişir. Böyle bir oluşumun açıklığı okunurluğu bu tür
söylemlerin ve oyunların yeniden yorumu, çözülmesi ve yeniden bir
araya getirilmesini içermektedir ve bu da kapalı bir sistem veya teori
oluşturmak değil yaratıcılıkla açık bir sistem şeklindeki uygulamaları
yapmaktır. Açık sistem, rolünün fikir üretmek olması, farklılıklar ve
süreksizliklere odaklanması, sosyal, algılanabilir ve estetik bir olgu
olması açısından ‘sabit sisteme’ karşı bir modeldir. Mimarlık, bu bakış
açısından ele alındığında, onun devamlı olarak teknolojik, dilbilimsel,
ontolojik, etnik, ve politik unsurlardan etkilenmesini sağlayan post
modern konumumuzdan dolayı kendisinin yeniden tanımlanmasına
açık olmalıdır. İtalyan düşünürü Gianni Vattimo mimarlık
uygulamalarına ve teorisine bu yaklaşımı ‘zayıf’ olarak
nitelendirmektedir (Borradori, 1995). Buradaki zayıflık kavramı
bütünleşmeyi, nihai sonuçlar üretmeyi ve katı anlam sistemlerine

86
dayanmayı reddetmekle oluşur. Bu kavramdan hareketle mimarlık ve
eğitimi ele alındığında, standard, değişmez bir ders programı ve eğitim
programının olamayacağı ve hatta program için bir çerçevenin bile
çizilmesinin anlamsızlığı açıktır. Bu durumda bu gibi standartlar
gerektiren katı bir yapının sonucu olan, eğitimde global akreditasyon
isteği, kanımızca 21. Yüzyıl’ın felsefesine uymamaktadır.

Açık sistemin sürdürülmesi için başvurulacak araç ise yine akılcılık


olacaktır. Ancak bu akılcılık, pozitivizmin katı kuralcı akılcılığı yerine,
aklın (insan beyninin) kendini izleme özelliğine dayanarak mimarlığın
tanımlanması, yani meşruluğunun benimsenmesindeki, çoğulculuk
doğrultusunda yeni yorumlar üretebilecek bir akılcılık olacaktır.

Bernard Tschumi, 1993. “Foreword”, Architecture Culture 1943-1968: A Documentary


Anthology, Columbia Books of Architecture, New York:
Rizzoli. s.11
Charles Knevitt, 1986. Perspectives. An Antology of 1001 Architectural Quatations.
London: Lund Humphries. Cited, Johnson, 1994. s. 38
D.W. Mac Kinnon, 1962. “The Nature and Nurture of Creative Talent”, American
Psychologist, 17, 484-495. Cit., Schoon 1992. s. 42
Douglas Hofstadter and the Fuild Analogies Research Group, 1995. Fluid Concepts and
Creative Analogies: Computer Models of the Fundamental
Mechanisms of Thought , New York: Basic Books.
Giovanna Borradori, 1995. “The Legitimacies of Transarchitecture”, Hans van
Dijk/Liesbeth Janson, eds. Architecture and Legitimacy,
Rotterdam: NAI Publishers. S. 33-43.
Hans van Dijk, 1995. “Architecture and Legitimacy: Styles and Strategies”, Hans van
Dijk/Liesbeth Janson, eds. Architecture and Legitimacy,
Rotterdam: NAI Publishers. S. 7-15.
Ingrid Schoon, 1992.Creative Achievement in Architecture: A Psychological Study ,
Leiden: DSWO Press.
Joan Ockman, 1993. Architecture Culture 1943-1968: A Documentary Anthology,
Columbia Books of Architecture, New York: Rizzoli. s.93
Le Corbusier, 1930. Precisions on the Present State of Architecture and City Planning,
translated by Edith Schreiber Aujame. Cambridge, Mass.:
MIT Press, 1991. Cit., Johnson, 1994.
M.B. Gilchrist, 1982. “Creative Talent and Academic Competence”, Genetic Psychology
Monographs, 106, 261-318. Cit., Schoon 1992. s. 42
Paul Feyerabend, 1988. Against Method, Revised edition, London: Verso. Cit, Johnson,
1994. s. 47
Paul-Alan Johnson, 1994. The Theory of Architecture: Concepts, Themes,& Practices.
New York: Van Nostrand Reinhold.
Robert Maxwell, 1995. “The Logic of History and the Perils of Conflation” Hans van
Dijk/Liesbeth Janson, eds. Architecture and Legitimacy,
Rotterdam: NAI Publishers. S. 103-118.

87
görünmez kentler
Bu yazıda İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü 3. sınıf öğrencileri-
nin katıldığı, Mimari Proje 5-6 dersinde yapılan bir çalışma
anlatılacaktır. Çalışmanın konusu; italyan yazar Italo Calvino'nun
1
"Görünmez Kentler" kitabında yer alan kentlerin maket olarak
yorumlanmasıdır.
"... Ne arzularım ne de korkularım var benim " dedi Han, "benim düşlerimi
ya düşünce ya da rastlantılar oluşturur. Kentler de, düşüncenin ya da
rastlantının eseri olduklarını sanırlar hep, ama ne biri ne öteki ayakta
tutmaya yeter onların surlarını. Bir kentte hayran kaldığın şey, onun yedi
ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği
yanıttır. Ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği
sorudur, tıpkı Thebai'nin Sfenks'in ağzından sorduğu soru gibi" (s. 52).
Calvino'nun kitabı, Kubilay Han ile Marco Polo'nun diyalogundan
oluşur. "Marco Polo'nun 'düşünceyle gidip gördüğü' kentleri anlatan her
kısa metin, evrenin bir simgesi ya da bir modelidir" (Saatçioğlu).
"Görünmez Kentler" kitabında anlatılan her kent bir imge, bir
çağrışımdır.
Anlatılanlara, zamandan soyutlanmış insan hayatı; esas olarak insan-
dünya, insan-nesne, insan-insan ilişkileri temel oluşturur.
"... Geometrik ussallık ile, kördüğüm bir yün yumağına benzeyen insan
varoluşunun giriftliği arasındaki gerilimi anlatmada bana en büyük olası-
lıkları tanıyan simge, kent oldu... Bütün düşündüklerimi, yaşanmışlıkla-
rımı, sanılarımı bir tek simge üzerinde yoğunlaştırabildim... (Calvino). "
(Saatçioğlu).
Kitapta soyut ve somut anlatımlar iç içedir. Bir yandan kentlerin ruhu,
öte yandan biçimi anlatılır.
Kuvvetli temellere dayalı bu imgelerin/kent anlatımlarının somutlaştırıl-
masında (mekânlaştırılmasında) öznel yorumlara bağlı olarak zengin
sonuçlar alınabileceği düşünüldü. "Anlatıya yön veren ses değil, kulaktır"
(s. 143). Amaç; söz-biçim ilişkisi yoluyla imgelerin yorumlanmasıydı.

88
Proje grubundaki her öğrenci, kitabı okuduktan sonra, maketini
yapmak üzere bir kent seçti. Bazıları nasıl yapacaklarını, hangi
malzemeyi nasıl kullanacaklarını önceden tasarladılar; bazıları ise
tümüyle spontane çalışmayı tercih ettiler. 3-4 saatlik bir çalışmadan
sonra, yapılan maketlerin hangi kente ait olduğu tahmin edilmeye
çalışıldı. Doğal olarak, somut anlatımların ağırlık kazandığı örnekler
daha kolay tahmin edildi. Herkes okuduğu metinde kendisini en çok
etkileyen yerleri ve makette çıkış noktasını/noktalarını belirleyen
yorumlarını anlattı.
Maketlerin en çarpıcı yönü; seçilen metinlerdeki somut tanımların ve
soyut kavramların öğrenciler tarafından biçimsel (simgesel) olarak
nasıl yorumlandığıdır. Bakış açılarındaki ve yorumlardaki farklılıklar,
aynı kentlerin farklı maketlerinde net olarak okunur. Her öğrencinin
seçtiği kent için vurgulamak istediği nokta ve vurğulayış biçimi
farklıdır.
Ana fikirlere (ve öğrencinin eğilimine) bağlı olarak, maketlerde
karmaşık veya yalın bir biçimleniş tercih edildi. Maket
biçimlenişlerinde seçilen malzeme de anlatımda etkili oldu. Farklı
malzemeyle benzer biçimlere; aynı malzemeyle farklı biçimlere
ulaşıldı, kabul edilen ölçek, bir başka ilginç noktaydı. Çoğu makette
kentler bütün olarak ele alınırken, bazılarında tekil olarak elemanlar
vurgulandı.
Sonuç olarak; zengin yorumlara ve onların üçboyutlu yansımalarına
ulaşıldı. Mimarlığın öznelliğinin vurgulandığı bu çalışmanın bir başka
önemli yanı; öğrencilerin soyut imgelerden, kavramlardan yola
çıkılarak yapılan böyle bir çalışmaya gösterdikleri ilgi ve istek oldu.

ince kentler 2 / zenobia


ipek türeli, murat mustafaoğlu, gökçen temelci (maket 1/4)
"... Şimdi Zenobia'dan ve onun olağanüstü bir özelliğinden söz edeceğim:
Kuru toprak üstünde kuru/muş olmasına karşın Zenobia upuzun kazıklar
üzerinde yükseliyor; evler bambu ve çinkodan, hepsinin birçok balkonu ve
terası var, farklı yüksekliklerde, birbiri üstüne binen sırıklar üzerine
kurulmuş, seyyar merdivenler ve asma kaldırımlarla birbirine bağlanmış.
Her birinin üzerinde konik çatılı birer cam köşk, su varilleri, rüzgâr-gülleri
var, makaralar, oltakamışları ve palangalar sarkıyor damlarından.
Hangi gereksinim, hangi buyruk ya da hangi arzu, Zenobia 'nın kurucula-
rını, kentlerine bu biçimi vermeye yönlendirmiş, bunu hatırlayan kimse
yok; bu yüzden, bir olasılık, bugün anlaşılması olanaksız, o ilk plandan
89
başlayarak birbirini örte örte büyüyen katmanlar üzerinde gelişip büyüyen
kentin, bugünkü durumuyla o gereksinimin, o buyruğun ya da o arzunun
hoşa gidip gitmediği bilinmiyor. Ama kesin olan şu ki, Zenobia 'da oturan
birine mutlu bir yaşamın onca ne olduğu sorulsa, kazıkları ve
boşluktaki merdivenleriyle hep Zenobia gibi bir kent hayal eder; bayrakları
ve şeritleriyle rüzgârda uçuşan bambaşka bir Zenobia 'dır belki de bu;
ama hep o ilk modelin parçalarından oluşan, o modelden türemiş bir
Zenobia.
Bütün bunlardan sonra, Zenobia mutlu ya da mutsuz kentlerden biri mi,
bunu düşünmenin bir anlamı yok. Kentleri bu iki grupta toplamak yanlış,
başka türlü ayırmalıyız onları: Kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları
biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır, ya arzularca silinir, ya da arzuları
siler, yok ederler..."
Somut tanımlamalar farklı şekillerde yorumlanmış. Gökçen ve ipek'in
maketlerinde kent bütün olarak ele alınırken, Murat tekil elemanları
(kazıklar, cam kubbe) yorumlamayı tercih etmiş. Gökçen'in maketinde
simge elemanlar tek tek okunabilirken ipek'inkinde karmaşık ve
okunması zor bir düzen var. Bunun nedeni: Çıkış noktası olarak,
kentin "birbirini örte örte büyüyen katmanlar üzerinde gelişip
büyümesi" özelliğini ve buna bağlı olarak spontane bir biçimlenişi
seçmiş olması. Gökçen ise bir başka noktaya değinerek; kent
sakinlerinin en güzel kenti kendilerininki sanmalarının, yalnızca dışa
kapalı olmalarından kaynaklanabileceğini vurguluyor. Onun yorumuna
göre "dışarıda" içeridekilerin bilmedikleri güzellikler var.

ince kentler 3 / armilla


serdar songür, özgür erişgin, burhan ahunbay (maket 5/7)
"... Armilla yarım kaldığından ya da yıkıldığından mı böyle, yoksa bu işin
altında bir büyü ya da sadece bir kapris mi var bilemiyorum. Gerçek şu
ki kentin ne duvarları, ne tavanları, ne de döşemeleri var; evlerin bulun-
ması gereken yerlerde diklemesine yükselen, katların bulunması gereken
yerlerde kollara ayrılan su borularının dışında onu kente benzetecek
başka şey de yok; musluk, duş trop/en ve sifon/ara bağ/anan bir boru/ar
ormanı. Gökyüzüne karşı birkaç lavabo ya da banyo küveti ya da diğer
fayanslar, dallara takılıp kalmış geçkin meyveler gibi beyaz beyaz parlıyor.
Sanki su tesisatçıları işlerini bitirip, duvarcı ustaları gelmeden çekip
gitmişler, ya da kurdukları dayanıklı tesisat bir felakete ya da bir depreme
ya da akkarıncaların korozyonuna rağmen yaşayabilmiş.

90
içinde oturulduktan önce ya da sonra terk edilmiş olsun, Armilla'nın ıssız
bir yer olduğu söylenemez. Herhangi bir saatte borular arasından gözünü
yukarı doğru kaldırdığında küvetlerde keyif çatan, boşluktaki duş-
larda eğilmiş yıkanan, temizlenen veya kurulanan, kokular sürünen ya
da aynada uzun saçlarını tarayan orta boylu, ince bir veya birçok genç
kadını fark etmen nadir bir şey değil. Duşlardan iplik iplik fışkıran, mus-
luklardan oluk gibi akan, oraya buraya sıçrayan sular, süngerlerin köpükleri
pırıl pırıl parlar güneşte.
Şuna karar verdim sonunda: Armilla'nın borularında akan sular orman ve
su perilerinin yönetiminde kalmış. Yeraltı damarları boyunca yaşamaya
alışkın olduklarından, yeni su diyarına gitmek, binlerce kaynaktan fış-
kırmak, yeni aynalar, yeni oyunlar bulmak, suyun keyfini çıkarmanın yeni
yollarını keşfetmek kolay gelmiş onlara. Kimbilir belki de onların istilası
kaçırmıştır insanları; bir başka olasılık da şu ki Armilla insanlar tarafından
bir adak gibi kurulup, sularına el konmasına gücenen su perilerine,
gönüllerini almak için armağan edilmiş. Her ne olduysa olmuş, şimdi
önemli olan şu ki küçük kadınlar memnun görünüyor hayatlarından;
şarkıları duyuluyor sabahları... "
Somut anlatımlardan yola çıkılan bu örnekte de farklı yorumlar var.
Öz-gür'ün maketinde suyun sürekli akışı, kullanımın devam ettiğine
işaret olarak görülerek özellikle vurgulanırken; Burhan'ınkinde
tamamen ters bir tavırla, insan kullanımından soyutlama, buna bağlı
bir "ıssızlık" ana-fikir olarak kabul edilmiş. Serdar'ın maketinde ise,
terk edilmişlik yanında bir bitmemişlik, hâlâ çalışıyor olma hali,
paslanmış mekanik bir düzenle gösteriliyor. Bu makette de seçilen
ölçek diğerlerinden farklıdır.

ince kentler 5 / ottavia


müge demir, emine yılmazgil, eser turan (maket 8/10)
"... inanmaya hazırsanız, ne iyi. Örümcek ağı kent Ottavia'nın nasıl ol-
duğunu anlatacağım, iki sarp dağ arasında bir uçurum var: Kent boşlukta
duruyor, bir doruktan ötekine halatlar, zincirler ve tahta köprülerle
bağlanmış. Küçük tahta traversler üzerinde boşluklara basmamaya dikkat
ederek yürüyor insan, ya da kenevir ilmiklere tutunuyor. Aşağıda,
yüzlerce, binlerce metre hiçbir şey yok: Birkaç bulut geçiyor; uçurumun
dibi zar zor seçiliyor.
Kentin temeli bu: Geçit ve destek gibi kullanılan bir ağ. Geri kalan her
şey yukarıya yükseleceği yerde aşağıya sarkıyor: ip merdivenler, ha-
maklar, çuval evler, vestiyerler, küçük teknelere benzeyen teraslar, su
mataraları, gaz lambaları, kebap şişleri, sicimlere bağlı sepetler, yük
91
asansörleri, duşlar, trapezler, oyun çemberleri, teleferikler, avizeler, sarkan
yaprak/arıyla çiçek saksıları.
Ottavia sak/n/erinin boşluğa asılı yaşamları diğer kentlerdekine oranla
çok daha güvenli. Herkes biliyor ki ağ daha fazlasını taşımayacak... "

Emine ve Müge'nin maketlerinde ölçek, biçim ve malzeme açısından


benzerlikler yanında, anafikir farklılıkları görülüyor. Her ikLmakette de
"ayna", sonsuzluk, sonsuz denge kavramını anlatmak için kullanılıyor.
Müge, bu dengenin sağladığı "güven"! vurgularken; Emine, bu denge-
nin bozulma tehlikesi nedeniyle "korku" üzerinde duruyor. Seçilen
kahverengi/beyaz renkleri ve kapalılık/açıklık tercihi bu farkı anlatıyor.
Eser'in maketinde ise, insan hayatı esas alınarak ayrıntılar üzerinde
duruluyor; soyut olan somutlaştırılıyor.

kentler ve takas 4 / ersilia


gülin uysal (maket 11)
"... Ersilia'da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağlan belirlemek içi
n ev/erin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil iliş-
kilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler
gererler, ipler artık aralarından geçilemeyecek kadar çoğaldığında çekip
giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayaklan kalır yalnızca.
Ersilia 'yi başka yerde yeniden kurarlar. Eskisinden daha karmaşık olmakla
birlikte kurallara daha uygun olmasını istedikleri aynı şekli dokurlar iplerle.
Sonra onu da terk eder, kendilerini ve evleri daha da uzaklara taşırlar.
işte bu yüzden Ersilia topraklarından geçerken dayanıksız duvarları yıkıl-
mış, rüzgârın savurduğu ölü kemiklerinden yoksun, terk edilmiş kent
kalıntıları görürsün; bir biçim arayan karmakarışık ilişkilerin örümcek ağ-
ları... "
Maketin anafikri, "terk edilmişlik" kavramıdır.

kentler ve takas 5 / smeraldina


fakir cavlun, berrak ergül (maket 12/13)
"... Su kenti Smeraldina'da biri alttan biri üstten geçerek yer yer birbirini
kesen bir kanal ve sokak ağı var. Bir yerden bir yere gitmek istediğinde
karayolu ile kayık arasında daima bir seçim yapabilir insan:
Smeraldina'da iki nokta arasındaki en kısa hat düz değil de, kıvrım kıvrım
yan sokaklara bölünen bir zigzag olduğundan her geçenin önünde açılan
sokaklar bir değil birçok, ve yolculuğunu kayık-toprak arası, sudan karaya

92
çıkarak ve sonra tekrar bir kayığa atlayarak yapanlar için daha da çoğalıyor
bu sokaklar.
İşte bu yüzden Smeraldina sakinleri her gün aynı yolları tepmenin verdiği
sıkıntıyı bilmez, işin güzel tarafı geçitler ağının tek bir yüksekliği
izlemeyip merdivenler, taş kemer/er ve asma yollar boyunca alçala
yüksele ilerlemesi. Yerden ya da yukarıdan geçen çeşitli sokak bölüm-
lerinin bazı kısımlarını birleştiren her kent sakini, kendisini aynı yerlere
götürecek yeni bir güzergâh bulma oyununu oynar her gün. Smeraldina
'daki en tekdüze, en durgun yaşamlar kendilerini yinelemeden geçer.
Her yerde olduğu gibi burada da en çok kısıtlananlar gizli ve maceralı ya-
şamlardır. Smeraldina 'n/n kedi/eri, hırsızları, gizli aşıkları en yüksek, en
kesintili sokakları kullanırlar; bir çatıdan diğerine zıplar, taraçalardan ve-
randalara iner, akrobat adımlarıyla çörtenleri dolaşırlar...
Bir Smeraldina haritası, kuru ve ıslak, açık ve gizli bütün yolları, çeşitli
renkte mürekkeple işaretlenmiş olarak göstermeli. Oysa çatıların üze-
rinde havayı yararak kesen, gergin kanatlarıyla görünmez paraboller çi-
zerek alçalan, bir sivrisineği yutmak için ok gibi dalan ve döne döne, çan
kulesinin ucunu sıyırarak yine yükselen, havada çizdiği patikaların her
noktasından kentin her noktasına hâkim olan kırlangıçların yollarını kâğıt
üzerinde göstermek çok daha zordur... "
Her iki makette de kenti bütün olarak ele alış var. Üç boyutta sirkülas-
yon karmaşası vurgulanıyor.

kentler ve arzu 3 / despina


zeynep eres, ilkay içmez (maket 14/15)
"... Despina'y a iki türlü gidilir: gemiyle ya da deveyle. Karadan gelene
başka, denizden gelene başka görünür kent.
Gökdelen tepelerinin, radar antenlerinin, rüzgârda beyaz, kırmızı, dalga
dalga rüzgârgüllerinin, kurum kusan bacaların, yaylanın göğe değdiği
çizgiden fırlayışını gören deveci bir gemiyi düşünür; bir kenttir bu, bilir,
ama kendisini çölden alıp götürecek yelkenli bir gemi gibi görür onu; he-
nüz çözülmemiş yelkenlerini şişiren, rüzgârla denize açılmaya hazır bir
yelkenliyi, ya da demir gövdesinde sarsılan sıcak su kazantyla buharlı bir
gemiyi düşünür ve tüm limanları, vinçlerin doklara boşalttığı denizötesi
ürünleri, değişik bandıralı mürettebatın, birbirinin kafasında şişe kırdığı
meyhaneleri, her birinde bir kadının saçlarını taradığı ışık yanan zemin
kat pencerelerini düşünür.
Denizci ise, kıyının pusunda, bir deve hörgücünün biçimini, sağa sola sal-
lanarak ilerleyen iki benekli hörgüç arasında parlak püsküllü bir eyerin bi-

93
çimini seçer; bir kenttir bu, bilir ama hamudundan şarap tulumları, meyve
şekerlemeleri, hurma şarapları, tütün yapraklan dolu torbalar sarkan bir deve
gibi görür onu, ve kendisini bu deniz çölünden alıp, palmiyelerin dantel
gölgesindeki tatlısu vahalarına, kalın kireç duvarlı, taş avlularında kızların,
kollarını, tül peçelerin biraz içinde biraz dışında oynatarak, çıplak ayak dans
ettikleri saraylara götüren uzun bir kervanın başında görür.
Her kent, biçimini, karşısında durduğu çölden alır; iki çölün sınır kenti,
Despina'yı böyle görür deveci ile denizci... "
İlkay, maketinde özellikle bakış açılarındaki farklılık ve görecelik
kavramını anlatırken; Zeynep, kentin bir yenilik, bir umut noktası ve
"sınır kent" olma özelliği üzerinde duruyor.

kentler ve ölüler 1 / melania


banu burak (maket 161)
"... Melania'da kent meydanına girdiğinde, bir diyalogun ortasında bulur
insan kendini: Palavracı asker ve asalak, bir kapıdan çıkarken müsrif
oğlan ve yosmayla karşılaşır; ya da çöpçatana bir not götürmeye giden
aptal köle, kapı önünde tatlı kızına son uyarılarını yapan hasis babanın
sözünü keser. Melania 'ya yıllar sonra döndüğünde aynı diyalogun sür-
düğünü görürsün: Bu arada asalak, çöpçatan, hasis baba ölmüştür; on-
ların yerini palavracı asker, tatlı kız, aptal köle almış, ancak onlar da sırası
geldiğinde yerlerini hipokrit, sırdaş ve astrologa bırakmıştır.
Melania halkı yenilenir; konuşmacılar birer birer ölür ve bu arada, kendi
sıraları geldiğinde, şu ya da bu rolde, diyalogda yerlerini alacak olanlar
doğar. Birisi rol değiştirdiğinde veya meydanı ebediyen terk ettiğinde ya
da meydana ilk kez girdiğinde, bütün roller yeniden dağılıncaya kadar
sürecek zincirleme değişiklikler başlar; ancak bu arada hiçbiri bir önceki
sahnede kullandıkları ses ve gözleri aynen korumasa da şakacı hizmetçi,
öfkeli ihtiyara laf yetiştirmeyi sürdürür; tefeci, mirastan mahrum kalan
genci durmadan izler; dadı, üvey kızı hiç durmadan avutur.
... Zamanla roller de artık eski rollerin tıpatıp aynısı değildir; aslında rol-
lerin entrika ve ani sürpriz teknikleriyle geliştirdikleri aksiyon, düğüm iyice
içinden çıkılmaz, engeller çoğalmış göründüğünde bile giderek yak-
laşmayı sürdürdüğü bir çözüme mutlaka ulaşır sonunda. Bunu izleyen
dakikalarda meydana bakan biri diyalogun her perdede değiştiğini anlar,
ancak Melanialıların yaşamı bunu fark edemeyecek kadar kısadır... "
İnsan ilişkilerinden yola çıkılarak yapılan makette, zaman tüneli, insan
hayatındaki engel ve düğüm noktaları, ölüm gösteriliyor.

94
kentler ve gözler 1 / vaidrada
cem yardımcı (maket 17)
"... Eskiler Vaidrada'yi bir gölün kıyılan üstüne, birbiri üzerine binmiş ve-
randa evler, demir korkulukları suları gören yüksek yollar yaparak kur-
muştur. Öyle ki yolcu gelirken iki kent görür; biri göl üzerindeki doğru
kent, diğeri başaşağı bir yansıma. Bir Vaidrada'da bulunan ya da yaşa-
nan hiçbir şey yoktur ki öteki Vaidrada yinelemesin, zira kent her nokta-
sının kendi aynasında yansıyacağı biçimde kurulmuş...
Vaidrada sakinleri, yaptıkları her hareketin, hareketin kendisi ve onun,
imgelerin özel soyluluğuna bürünen yansımalı imgesiyle birlikte bir bütün
oluşturduğunu bilir, ve bu bilinç kendilerini bir an bile raslantı ve
unutuluşa bırakmamalarını sağlar. Aşıkların ten tene çıplak gövdeleriyle
kıvranırken birbirlerinden daha çok zevk almak için nasıl durmaları ge-
rektiğini aramalarında, katillerin boyundaki siyah damarlara bıçağı sok-
tuklarında kıvamlı kan ne denli taşarsa tendonlar arasında kayan çeliği o
denli derinlere gömmelerinde önemli olan, onların çiftleşmeleri ya da
birbirini öldürmelerinden çok kendi berrak ve soğuk imgelerinin aynada
çiftleşmeleri ya da birbirlerini aynada öldürmeleridir.
Bazen şeylerin değerini büyütür, bazen yadsır ayna. Aynanın yüzeyinde
değerli görünen her şey yansımaya dayanamaz. Bu ikiz kentler aynı de-
ğildir, çünkü Vaidrada'da bulunan ve yapılan hiçbir şey simetrik değil:
Her yüze ve her harekete aynadan tüm ayrıntısıyla baş aşağı bir yüz ve
baş aşağı bir hareket cevap verir, iki Vaidrada, birbirleri için yaşarlar, hep
göz gözedirler, ama sevmezler birbirlerini... "
Makette "yansıma" olgusu ve böylece yaratılan iki şehir, anafikir
olarak kabul ediliyor.

kentler ve gözler 3 / bauci


nazan karabay (maket 18)
"... Koruluklar içinde yedi gün yürüyüp Bauci'ye giden kişi onu göre-
mez, oysa gelmiştir. Birbirinden oldukça uzakta, yerden yükselen ve bu-
lutların üzerinde gözden kaybolan ince direkler taşır kenti. Yukarıya mer-
divenlerle çıkılır. Yerde nadiren görülür Bauci sakinleri; gerekli her şey
vardır yukarıda, bu yüzden aşağıya inmemeyi yeğlerler. Dayandığı o
uzun flamingo bacakları ve aydınlık günlerde yaprakların üzerine düşen
köşeli dantel bir gölgenin dışında kente ait hiçbir şey değmez yere.
Bauci sakinleri ile ilgili üç varsayım var: Dünya'dan nefret ettik/eri; onu
her türlü temastan kaçınacak kadar saydıkları; Dünya'yı kendilerinden

95
önceki haliyle sevdikleri ve de dürbün ve teleskoplarını aşağıya çevirip
kendi yokluklarını hayranlıkla seyrederek, tek tek her yaprağı, her taşı,
her karıncasıyla, bıkıp usanmadan onu inceledikleri... "
Makette kent sakinlerinin doğayı bozmamak amacıyla yeryüzünden
yukarılarda yaşadıkları vurgulanarak, bu yüzden sahip oldukları
mutluluk ve doğanın güzellikleri anlatılıyor.

kubilay han'ın düşünde gördüğü kent


hülya yurdagel (maket 19)
"...Düşünde bir kent gördü Yüce Han: Marco Polo'ya anlatıyor:
- Gölgede, kuzeye açık bir liman. Doklar duvarlarına çarpan siyah suların
üzerinde yükseliyor; yosun kaplı, kaygan taş merdivenler iniyor suya.
Katran sıvanmış henüz bağlı kayıklar rıhtımda aileleriyle ağır ağır ve-
dalaşan yolcuları bekliyor. Veda sahneleri sessizlik içinde geçiyor, göz-
yaşı var sadece. Hava soğuk; herkesin başında şallar var. Kürekçinin
çağrısı son veriyor oyalanmalara; yolcu soğuktan büzüşmüş pruvada,
geride kalanlar kalabalığına bakarak uzaklaşıyor; daha şimdiden seçil-
mez oldu hatları kıyıdan; sandal, demirlemiş bir gemiye yanaşıyor, kü-
çülmüş bir figür tırmanıyor merdivene; sonra kayboluyor; loka deliğini
sıyıran paslı zincirin gıcırtısı duyuluyor. Geride kalanlar, burunu dönün-
ceye dek gemiyi izleyebilmek için rıhtımdaki kayalığın üstündeler, büyük
duvarlara dayanmışlar; beyaz bir bez parçası sallıyorlar son kez.
"Hemen yola çık" der Marco'ya Han, "bütün kıyıları ara ve bul bu kenti.
Sonra dön ve rüyam gerçeğe uyuyor mu söyle bana ".
"Bağışla beni efendimiz; er veya geç o rıhtıma çıkacağım kuşkusuz",
der Marco, "ama dönüp sana anlatamayacağım onu. Böyle bir kent var,
ve de basit bir sırrı var: Yalnız gidişleri bilir, dönüşleri bilmez... "
Makette, özellikle "hüzün" duygusu anlatılıyor.

kentler ve gökyüzü 2, 3, 4 / bersabea, tecla, perinzia


sinan omacan (maket 20)
"... Kuşaktan kuşağa aktarılan bir inanış var Bersabea 'da: Gökyüzünde
asılı bir Bersabea daha olduğu, kentin en yüce erdem ve duygularının
orada boşlukta durduğunu ve göktekini kendisine örnek alırsa yerdeki
Bersabea 'nın onunla bütünleşebileceği. Geleneğin bu kentle ilgili kurduğu
imge som altından yapılmış, kilitleri gümüş, kapıları pırlanta, tümüyle
kabartma ve marketöri işli bir mücevher-kent. Kusursuz bir işçiliğin

96
en değerli malzemeye uygulandığında yaratacağı en mükemmel ürün.
Bersabea sakinleri bu inanca bağlı olduklarından, gökyüzü kentini hatır-
latan her şeye büyük değer veriyorlar; soylu metalleri ve nadir taşlan
topluyor, geçici modalara yüz vermeyerek kompozit düzende biçimler
geliştiriyorlar.
Sakinler ayrıca yeraltında bir Bersabea daha olduğuna, bu kentin, yakışıksız
ve değersiz saydıkları her şeyi içinde barındırdığına inanıyor ve de yukarıda
yükselen Bersabea 'yi yeraltı ikizine yaklaştıracak her türlü benzerlik ve bağı
kentten silmeye büyük özen gösteriyorlar. Yeraltı kentinde çatıların yerine
içinden peynir kabukları, pis kâğıtlar, balık kılçıkları, bulaşık suları,
makarna artıkları, eski sargı bezleri dökülen başaşağı çöp bidonlarının
kullanıldığını, hatta kentin özünün, bir kara delikten diğerine, yeraltı-nın
derinliklerine sıvaşıncaya kadar insan bağırsakları boyunca uzanarak
lağımlara kadar inen zift gibi yumuşak ve kıvamlı bir madde olduğunu ve
aşağıda kat kat duran, tembel, halka halka kabarcıklardan helezon çatıla-
rıyla bir dışkı kentinin döne döne yükseldiğini düşünüyorlar...
Kusursuzluk karalını artırmaya niyetli bir kent olarak Bersabea, bugün
artık bir tutku olan boş küpünü doldurma işini bir erdem gibi görüyor;
bilmiyor ki insanın alabildiğine gevşediği anlar; kendi kendinden ayrıldığı,
düşmeye bıraktığı, gevşediği anlardır. Gene de kentin zenit noktasında,
Bersabea 'n/n kullanılmayıp atılmış eşyalar hazinesinde saklı tüm o
zenginlikle parıldayan bir gök cismi var: Patates kabuk/ar/y/a, kırık şem-
siye/er, eski çorap/ar, şeker/eme kâğıtları, kaybolmuş düğmeler, cam kı-
rıkları ile pırıl pırıl kaldırımları, tramvay biletleri, kesik tırnaklar, nasırlar,
yumurta kabuk/arıyla kaplı, rüzgârda uçuşan bir gezegen... "
"... Tecla'ya gelenler tahta parmaklıkların, çuval perdelerin, inşaat iske-
lelerinin, metal armatürlerin, iplerle asılmış ya da ayaklar üzerine kurul-
muş tahta köprülerin, seyyar merdivenlerin, elektrik pitonlarının arkasında
pek göremezler kenti. 'Tecla'nın yapımı neden bu kadar uzun sürüyor?'
sorusuna kent sakinleri, su çekmeye, çekül sallandırmaya, uzun
fırçalarını bir aşağı bir yukarı kaydırmaya devam ederek 'Yıkım başlamasın
diye' cevabını verirler, iskeleler sökülür sökülmez kentin parça parça
sökülmeye başlayarak yıkılmasından korkup korkmadıkları sorulduğunda
telaşlı bir fısıltıyla eklerler: 'Sadece kent değil.'
Aldığı cevaplarla yetinmeyen biri, bir tahta perdenin çatlağına gözünü
uydurup baktığında başka vinçleri yukarı çeken vinçler, başka iskeleleri
örten iskeleler, başka kirişleri taşıyan kirişler görür. 'Anlamı ne bu inşa-
atın?' diye sorar. 'Kurulmakta olan bir kentin, kent olmaktan başka ne
amacı olabilir? Uyguladığınız plan, proje nerede?'
'Gün biter bitmez gösteririz sana onu, şimdi ara veremeyiz' diye cevap
verirler.

97
Günbatımıyla birlikte durur iş. Gece çöker şantiyenin üzerine. Yıldızlı bir
gece. 'işte proje bu' derler... "
"... Perinzia'nm kuruluşunda uygulanacak normları belirlemek üzere davet
edilen gökbilginleri, mekânı ve zamanı yıldızların durumuna göre
saptadılar: Biri güneşin izlediği yola, diğeri göklerin etrafında döndüğü
eksene göre, birbirini haç gibi kesen doküman ve kardo hatlarını çizdiler.
Kent haritasını Zodiak'ın on iki evine göre, her tapınak ve her mahallenin iyi
yıldızların etkisini en doğru alacağı şekilde böldü/er, gelecek bin yıl
içinde her birinin tam ortasına bir ay tutulması almasını hesaplayarak
surlar üzerinde kapıların açılacağı noktaları saptadılar. Perinzia yıldız dolu
bir gökyüzünün uyumunu yansıtacaktı, b'unun için güvence verdiler
doğanın mantığı ve tanrıların lütfü biçim/eyecekti sakin/erin yazgısını.
Perinzia bilginlerin hesaplarına aynen uyularak kuruldu; binbir türlü insan
geldi kente; Perinzia'da doğan ilk kuşak, kentin sur/an içinde büyümeye
başladı; ve önce evlenme sonra da doğurma çağına geldi.
Perinzia'nın sokak ve meydanlarında sakatlara, cüce ve kamburlara, şiş-
manlara, sakallı kadınlara rastlarsın bugün. Daha korkunç şeyler de var
görmediğin: Ailelerin üç başlı ya da altı bacaklı çocuklarını sakladığı bod-
rum ve samanlıklardan boğuk çığlıklar yükseliyor.
Perinzia// gökbilginleri zor bir seçimle yüz yüze: Ya tüm hesaplarının
yanlış olduğunu ve bulduk/an sayıların gökyüzünü betimleyemediğini
kabul edecekler, ya da tanrıların düzeninin canavarlar kentinde yansıyan
düzen olduğunu herkese açıklayacaklar..."
Makette soyut kavramlar yorumlanıyor. Her gün yeniden kurulma, öz-
güven ve özellikle de çığlıklarla dolu "canavarlar" kenti olmanın
karamsarlığı, korkusu vurgulanıyor.

1> Calvino, L, Görünmez Kent/er, Remzi Kitabevi, istanbul 1990.

98
99
100
BÖLÜM 2 / genel mimarlık
önsöz

mimarlık ve teorisi üzereine

Mimarlığın düşünsel yönünü, dünyadaki çeşitli bilimsel ve teknolojik


gelişmeler, felsefe, dünya görüşleri, ideolojiler ve politikalardan ayrı
düşünmek mümkün değildir.

Ayrıca mimarlığın düşünsel tarafının en önemli özelliği yukarda ilişkili


olduğunu düşündüğümüz başka düşünsel sistemler gibi statik olmayıp
devamlı değişmesi, gelişmesidir.

Bu değişim ve gelişim tanımların da değişmesine sebep olur. İzm'lerin


donmuş tanımları, zaman içinde, geniş zamanlı daha esnek ve farklı
kavramlara dönüşmüşlerdir. Modernizm-modernite, rasyonalizm-
rasyonalite gibi. Örneğin, mimarlıkta rasyonalizmin Zevi tarafından
Euclid geometrisi ile tanımlanabilen küp, prizma, silindir gibi formların
kullanıldığı bir mimarlığı belirttiği düşünülürken, rasyonalite artık insan
beyninin gelişmesine bağlı olarak tanımlanmak durumundadır. Her
çizgi ve şekil tanımlandığı anda rasyoneldir. İnsanın ürettiği yeni
geometriler ve onları pratiğe dönüştüren bilgisayar programları, ortak
evrensel beynimizin bir ürünü haline gelmektedir. Böylelikle,
mimarlıkta rasyonalizm kavramı değişmektedir ve rasyonel düşünce
sadece mimarlıkla sınırlı kalamamaktadır.

Mimarlığın bu durumu, sadece mimarlığa özgü bir durum değildir.


Matematiği ele alırsak, gündelik hayatta da kullandığımız, ve
ilkokuldan başlayarak öğrendiğimiz ve düşünce olarak hakim
olduğumuz Euclid geometrisinin yanı sıra matematikçilerin uzun süre
kendi dünyalarında oluşturdukları farklı tanımlar ve farklı geometriler
vardı 1. Bu çalışmalar uzun süre matematikçilerin dışındaki beyinlere
pek yansımıyordu. Ancak bilgisayarın çeşitli alanlarda kullanılmasıyla,
matematikçilerin sanal dünyası somut bir biçimde bilgisayar
programlarına yansımaya başladı. Bu programları kullananlar,
matematikçilerin belki de hayal bile edemedikleri, programları
yazanların da düşünemeyecekleri zenginlikte sanal mekanlara
dönüştüler ve dönüşmekteler. Yani ortaya çıkan ürünlerin oluşumunda

101
tek bir beynin faaliyeti değil pek çok düşünce ürününün bir araya
gelmesi söz konusudur ve bu beyinlerden hiçbiri durumun tümüne
hakim değildir. Bu sanalda geçirgenlik kavramını oluşturmaktadır.

Mimarlığın kendisi de artık bina tasarımı ve üretimiyle sınırlı


kalmamakta, gelişen bilim, teknoloji ve diğer düşünsel sistemlerle
birlikte her seferinde yeniden tanımlanabilmektedir. Uluslararası
Bitirme projeleri yarışması İstanbul'da yapılan Archiprix International
sergisinde yer alan iki proje bunu açıkça göstermektedir. Bunlardan
ilki Amerika Birleşik Devletlerinde Princeton Üniversitesinde yapılmış
bir bitirme ödevidir. Bu bitirme ödevinde birbirine bağlı parçalardan
oluşan bir yapay ada tasarlanmıştır. Yapay adanın iki durumu vardır.
Birinci durumda yapay ada dalgaların hareketine bağlı olarak hareket
etmekte ve bu hareketten doğan enerji elektrik enerjisine
dönüşmektedir. Öğrencinin bunun olabileceğini gösteren ikna edici
açıklamaları vardır. İkinci durumda yapay ada yükselerek dalgaların
hareketinden bağımsızlaşmakta ve bir rekreasyon adası halini
almaktadır. Burada mimarlık tanımı bu proje için yeniden yapılmıştır.
İkinci örnek ise Japonya'dan, burada öğrenci, toksik maddelerin
atıldığı bir adayı bu kirlilikten kurtarmanın yollarını araştırmış ve bunun
adada yarıklar açılarak ve böylelikle havalandırılarak yapılabileceği
sonucuna ulaşmıştır. Yaptığı yarıkların içinden yürünecek arterler
olabileceği düşüncesinden hareketle, farklı perspektifleri olan geçitler
yaratmıştır. Zamanla yeni geçitler açılarak adanın kirliliğinin yok
edilebileceği varsayılmıştır. Çok şiirsel bir anlatımı olan proje yine
kendi içinde bir mimarlık tanımı oluşturmuştur 2.

Burada çok tekrarladığımız tanımlamak kavramı önemlidir.


Tanımlamak, bilinç ve farkındalığı belirtmektedir. Tschumi'nin Sınırlar
2 makalesi bu açıdan bizce çok önemlidir 3. Tanımı ve sınırları belli
olmayan işler yok olmaya mahkumdur. Burada bir şeyi tanımlamak
demek onun hiç değişmeyeceği anlamına gelmez, sadece belli bir
durumu tarif etmek, onu anlamak ve anlatabilmek için tanımlamak
gereklidir. Bir şeyi tanımlayıp sınırlarını kavrayabilirsek onun ötesine
geçmek kolaylaşır, bu öteye geçiş de bilinçsiz bir geçiş olmaz, geçişin
farkındayızdır. Modernist dünya görüşünün hakim olduğu 20 yüzyılın
başlarında bilgi ve beceri profesyonellerce yönetiliyordu, bugünkü
dünyamızda ise bu bilgi ve beceriler herkesin kullanımına açıktır,
onları işe yarar hale getirmek her düşünen beynin kapasitesine
bağlıdır. Ortak beynin oluşumuna en fazla katkıda bulunanlar ise
durumun en fazla farkında olanlarıdır.

102
Bu durum yeni ve farklı bir sömürgeciliğin oluşmasına sebep
olabilmektedir. Bilinçli ve farkında olanlar, bilinçsiz ve farkında
olmayanları çok kolay idare edebilmektedirler.

Dünyadaki düşünsel ortama kimlerin ne kadar katkıda bulunuyor


oldukları sorusu için de cinsiyet önemli bir problem olarak ortaya
çıkıyor. Ross King, insanlığın yarısının sesinin duyulamadığından söz
ediyor. Modernizmin en büyük zayıflığının kadını ya bir anne ya da
kafelerde ve sokakta erkeğin yanında bir biblo olması olarak görüyor.
Kadınların birinci ve ikinci dilin (mimarlık) kullanımında sessiz
kaldıklarından söz ediyor 4. Burada önemli bir noktayı belirtmek
gerekir, Atatürk'ün düşüncelerinin yansıdığı bazı davranışları,
kendisinin çağdaş olarak yaşadığı modernist dünyanın ne kadar
ilersinde olduğunu göstermektedir. Evlatlık olarak aldığı çocukların
hepsi kızdır; onlara kendi yetenekleri doğrultusunda ama kadınların da
her meslekte söz sahibi olabileceklerini kanıtlamak üzere yetiştirmeye
çalışmıştır. Onun bu düşüncesinin ışığında, gözlemlediğimiz, Türk
aydınını oluşturan insanlar arasında kadınların sayısının az
olmadığıdır. Avrupa ve Kuzey Amerika'da, oran olarak belki kadın
nüfusun bizdeki kadın nüfusundan daha fazlası dışarıda çalışmakla
birlikte, ülkelerin yönlendirilmesinde söz sahibi olunan mesleklerde
çalışamamaktadırlar. Çalışsalar da cinsiyet ayırımcılığının getirdiği
bazı zorluklarla karşılaşabilmektedirler. Ülkemizde ise bu konuda bu
güne kadar ayırımcılık uygulanmamıştır 5.

Böylesine ileri ve özgün bir modelin, bir projenin gerçekleştiği


coğrafyanın ürünü olarak bize yakışan görev de açıkça ortaya
çıkmaktadır; Batılı oryantalistlere kapılarak, çağın oluşumunun
muhalifi olmasak da seyircisi olarak kalmak yerine, özgür aklımıza
güvenerek çağın oluşmasına katkı yapmak çabasında olmalıyız.

Bu bölümdeki yazılarımız bu çerçevede mimarlığa ve mimarlığımıza


bakışımızı yansıtmaktadır.

(1) Uluçay, C., Fonksyonlar Teorisi ve Reiman Yüzeyleri,KTÜ Temel Bilmler Fakültesi
yayını, 1978
(2) öğrenciler
(3) Tschumi B., "Limits II", (Ed. Nisbett), Theorizing Architectural Theory, 1965-95,
Princeton Architectural Press, 1996
(4) R. King, Emancipating Space, The Guilford Press, New York, 1996
(5) Devlet bünyesinde, bazı mühendislik alanlarına kadınların başvuramayacağı
konusunda karar alındığı Kasım 2003'de gazetelere yansımış bulunmaktadır. Dünyanın
ilk kadın savaş pilotunun Türk olmasından sonra yeni iktidarla geldiğimiz nokta ilginçtir.

103
rasyonalitenin yapılanmasında irrasyonalin,
metaforların ve taklidin rolü

Bu bildiride rasyonalite kavramı tartışılarak, mimari etik açısından


taklit üzerinde durulacaktır. Bütün bir yapılanma için irrasyonalite ve
metaforun bu tartışmadaki yeri de irdelenilmeye çalışılacaktır. Metin
her zaman öyle ifade edilmemiş olsa da kendi kendine soru sormalar
kümesidir. Kendi kendine soru sormak bir bilene soru sormaktan çok
farklıdır. Bildirinin metni iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, ilk
çerçevenin belirlenmesi, rasyonalist dünya görüşü ve buna bağlı
evrensel değerlerin tartışılmasıdır. Diğer bölüm ise tek ve katı
çerçevenin yıkılması ve değişen çerçevelerin oluşturulması gereği
üzerinde duran
bölümdür. Bu değişim çerçevesinde bir durum muhasebesi bildirinin
sonucunu oluşturacaktır (resim 1/3).

ilk Çerçevenin belirlenmesi: rasyonalist dünya görüşü ve


evrensel değerler:

Occam'ın usturası mantığa dayalı düşüncenin prensibini ortaya koyar.


Bu prensibe göre, gerekliliği belirlenmiş olandan fazlası, bir öngörüde
yer almamalıdır. Bu, bütün bilimsel modelleme ve teorilerin
oluşturulmasında geçerli bir kuraldır. Bu durum belli bir fenomen ile
ilgili modellerden, en basit ve sade olanını seçmemizi öngörür. Ele
alınan herhangi bir modelde Occam'ın usturası, fenomeni açıklamada
gerçekten gerek duyulmayan kavramları, değişkenleri ve kurguları
tıraşlamamıza yardım eder. Bunu yapmakla, model geliştirme çok
daha kolaylaşır, aykırılıklar, belirsizlikler giderilir ve modelde
kullanılmayan fazlalıkların yer alması önlenir. Occam'ın usturası
evrensel modeller oluştururken özellikle önem kazanır.

Diğer taraftan Kant, kapsamlı prensipler yoluyla, aklını kullananlarca


ortaya konulan kavramları kullanarak, bütünlüğü oluşturma gücünü,

104
muhakeme etme gücü olarak tanımlamakta, a priori prensiplere
ulaşan bu muhakemelere "arı muhakeme" demektedir.

Occam prensibinden gelerek evrensel olmak için, en yalın, sadece


ihtiyacın gerektirdiği kadar olmak gerektiğini söyleyebiliriz. Kant'ın
düşüncesinden hareketle de evrensel düşüncenin, insanlığın zamanla
ve birikimlerle oluşturduğu rasyonel düşünce ürünleri olduğunu
varsayabiliriz.

Eğer mimarlık tarihi incelenecek olursa, mimarlıkta evrenselleşme,


mühendisliğin evrensel değerlerinin mimarlığa yansıması ile
başlamıştır. Boullée ve Ledox'nun öğrencisi olan Durand 19. yüzyıl
başında Ecole Polytechnique için yazdığı ders kitabında "bilimsel
mimarlık" iddiasındaydı (Perez-Gomez). Ona göre, geometrik formlar,
kozmolojik yansımalarını yitirip, geleneksel sembolik ufuklarından
kopartılarak, teknolojik değerlerin işareti haline geldiler. Saf
geometriler giderek teknolojik bir dünya görüşünü benimseyen,
Bauhaus, Enternasyonal Stil ve Modern Mimari Hareket'in geometrisi
oldular. Bu düşüncelerle modern ya da fonksyonalist mimari denen
yalın mimarlığın "enternasyonel" olarak da adlandırılmasının doğal bir
sonuç olduğu söylenebilir. Bu mimarinin, anlamlandırmalara değil akla
dayalı olması dolayısıyla da hiçbir kültürle bu arada "Batı" diye
özelleşen bir kültürün kimliği ile de ilgili olmadığı, evrensel olduğu ve
dolayısıyla Batı dışında gelişen benzer mimarilerin Batı taklidi olarak
adlandırılmasının doğru olmadığı düşünülebilir.

Bilimsel mimarlığın belki de önemli iki yönü vardı bunlardan bir tanesi
Ecole Polytéchnique mezunu olan Louis Lebrun'un da belirttiği gibi,
binanın strüktürünün binayı oluşturan ana eleman olmasıydı, buna
göre zevk binanın strüktürel sağlamlığından alınabilirdi. Ve yine
Lebrun, bina tasarımında değişmez matematik kurallar bulmak, yeni
rasyonel mimarlığın ana fikri olacaktır diyordu. Burada belirtilen
kurallar rönesanstaki kurallar gibi birtakım anlamlandırmaları
içermemekteydi. Diğeri ise mimarlığın gösterimini ilgilendiriyordu.
Durand'ın düşüncesine göre doğal olmayanı ve işlevi olmayanı
dışında tutan yalın bir mimarlığın, gösterişten uzak ve kolay bir de
gösterimi olmalıydı. Anlatım için bile plan-kesit ve cephe yani iki
boyutlu çizimler yeterli olmalıydı. Boullée ve Ledox'nun
suluboyalarına karşı Durand, tasarımlarını grid üzerine çizmekteydi
(Perez-Gomez)

105
Bu dönemde ortaya çıkan silo, su kulesi, fabrika, güç santralleri gibi
yeni işlevler için akademinin hazır modelleri olmadığından projeler
mühendisler tarafından mühendislik tasarımı olarak yani
anlamlandırmalardan yoksun olarak yapılıyordu. Ecole Polytechnique,
Ecole Beaux Art'ı (veya akademi mimalığını) gölgeliyordu. Mimarlık
üzerine materyalistik ve sistematik görüşler akademide değil,
mühendislerin disiplinli metotları ile gelişiyordu. Sadece eğitilmiş
zevklerin anladığı soyut mimari kuralların olmadığı, bunun yerine, en
iyi formların kökeninde, fonksyonel ve strüktürel gereklerin var olduğu
ve bu bakış açısına rasyonalist mimarlık denildiği bilinmektedir.
Rasyonalizm hipotezine göre; güzel ve uygun formlar, eğer problemler
öncekilerin süzgeci yerine kendi özelliklerine göre analiz edilirse
otomatik olarak ortaya çıkacaklardır. Durand bu objektif analizin
yapılabilmesi için tarihi de mimarlık gibi objektif bir bilime
dönüştürmeyi de istedi. Objektif bakış açısıyla formel stillerin analizi
yapıldığında dekorasyon problemine kesin ve rasyonel bir çözüm
bulunabilecekti (Perez-Gomez)

Durand'ın kıta genelinde yaygın etkisine karşın neoklassizmin


gelişmesinin nedeni ise, üst düzey mimarlığın konusunun/işvereninin
değişmemesi olabilir. Sıradan insanın evinin Durand'ın projelerine
benzemesi -yalın geometri ile üretilmesi- de bunu gösteriyor.
İrrasyonel istekler sıradan insanda -kendi kendine yaşam savaşı veren
insanda- normal olarak varolmuyor, varolduğunda ise yönetici sınıflara
özenmekten ibaret olduğundan genellikle kötü kopyalar oluyor. Bunun
gerçekten insan ihtiyacı olduğu ise tartışmalıdır (resim 4/5) Zamanının
düzeni içinde irrasyonel isteklerin dini veya siyasi yönetici sınıfların
ayrıcalık ve statü taleplerinden kaynaklandığı düşünülebilir.

Metafizik spekülasyonları dışlayan teorinin bir parçası olarak yalın ve


anonim geometriye dayanan mimarlık, insanın dünyasından değil
teknolojik süreçlerden bahseder. Durand'ın ilkelerini benimseyen ve
Ledoux'nun eski bir öğrencisi olan L.A. Dubut, Architecture Civile
(1803) adlı kitabında projeleri yer alan bütün evlerin, hiç mimarlık
bilmeden inşa edilebileceğini ileri sürüyordu (Perez-Gomez). Bu
düşünce ile değerlendirildiğinde, salt ihtiyaca (başka bir değişe göre
kültür, doğa ile yaşam mücadelesi olduğundan, kültüre) göre oluşan
yalın vernakular veya mimarsız mimarilerin Modern Mimari ile
benzerliklerinin doğal bir sonuç olduğu da anlaşılır.

Eğer bir bina rasyonel olma şartlarını yerine getiriyorsa, kendisinden


önce yapılmış olan ve rasyonel olan binalara benzeyebilir.

106
Corbusier'nin yapıları ve vernaküler mimarlık örneklerinde olduğu gibi.
(resim 6/14). Bu bir kopya değildir. Ama mimesis kavramına yakındır.
Çünki mimesis'in (Türkçe'de taklit) tariflerine bakıldığında doğal bir
olgu olduğunu bunu imitasyon, kopya ve pastiche’den ayırmak
gerektiği vurgulanıyor. Taklit keşfedici ve yaratıcı bir süreçtir. Orijinal
bir modelden yeni bir şey yaratmaya dayanır. Taklit orijinalin yeniden
oluşturulmasıdır. Kopya ise varolanın reprodüksyonudur. Taklit öze ve
forma yöneliktir, kopya ise sadece görünüşle ilgilenir. Pastiche ise
kısmi ve tam olmayan bir kopyadır. Taklitte doğanın soyut özü model
olarak alınmaktadır. Doğanın düzeni, arkitipi ve ideali oluşturmaktadır.
Yaratma, orijinal yaratının tekrarıdır. Taklidin özünde ve başlangıcında
doğa bulunmaktadır. İnsanın doğayı anlaması, daha farklı boyutlarda
taklit etmesine sebep olmaktadır.

Mimarlığın doğayı taklit etmesi gerektiği görüşü çok eskiden beri


vardır. Buna örnek olarak topografyayı merdiven olarak kullanmak,
topografyayı düzelterek basamaklandırmak sonra da bu merdiveni
almak ve onu topografyadan soyutlamak (Norberg Schulz) veya
topografyayı kullanarak bir toplanma yeri oluşturmak, topografyayı
basamaklandırarak Yunan tiyatrosunu oluşturmak, Yunan tiyatrosunu
topografyanın uygun olmadığı durumlarda insan yapısı strüktürlerle
Roma tiyatrosuna çevirmek ve onu yine topografyadan soyutlamak,
kapalı tiyatro binası haline getirmek ve bir çarşının en üst katına
konuşlandırmak yukarda sözü edilen mimetik ve arkitip kavramının
örneklerini oluşturur.

Bu şekilde rasyonel yani, yalın, sadece olması gerektiği gibi olmanın,


doğal olarak ortaya çıkanın, herkesin aklına yatanın, özelliğinin
evrensel olmak olduğu söylenebilir. Önce mühendislik binalarını daha
sonra, gemiler, arabalar, uçaklar gibi mühendislik tasarımlarını örnek
alan mimarinin de fiziki ve beşeri coğrafyalardan bağımsız olarak
ortaya çıkabilmesi enternasyonal bir "stil" olmasından değil, rasyonel
olmasından kaynaklanmaktadır.

tek ve katı çerçevenin yıkılması ve değişen çerçevelerin


oluşturulması gereği

Popper'e göre rasyonel tartışma her alanda geçerli bir (ve tek)
metottur. Popper bu metodu, "Aklımdaki metot, birisinin problemini
net bir şekilde ortaya koymak ve önerilen çözümleri savunarak değil
eleştirel olarak incelemektir" diyerek açıklamaktadır. "Burada rasyonel

107
davranışı ve eleştirel davranışı eşitlemekteyim. Bu metodu özellikle
açıklamak isterim, bu metot başkalarının eldeki problem için ne
düşünüp söylediğinin araştırılmasıdır. Eğer başkalarının geçmişte
veya günümüzde ne düşündüklerini göz ardı edersek rasyonel
tartışma son bulur ve herkes kendi kendine konuşmaya devam eder"
diyor Popper. (Popper)

Günümüzdeki rasyonel düşünceyi açıklayan Popper, bu düşünce


tarzında geçmişteki rasyonel düşünceden farklı olarak tartışmanın ve
eleştirel olmanın gereğini ortaya koymaktadır.

Özneyi ön plana çıkaran Nietzche'ye göre rasyonalite, irrasyonel bir


seçimden başka bir şey değildir. Doğada da benzer bir durum vardır.
Gelincik kırmızı, papatya beyazdır. Doğa'nın bu renk seçimi
irrasyoneldir. Ama bu irrasyonel seçimlerden sonra kırmızı gelinciğin
yaşamını sürdürebilmesi için doğaya göre durum alması rasyoneldir.
Doğada güçlünün yaşaması türlerin devamı için gereklidir ve de
rasyoneldir.

Diğer taraftan din irrasyoneldir. Örneğin İncil'de yer alan zayıfın her
şeye hakim olabileceği fikri "The meak shall inherit the world"
irrasyoneldir. Çünkü doğa kuralları, insanın, bilim ve teknoloji, ve
topluluk bilinci yardımıyla oluşturduğu rasyonel düzenlemeler
olmadıkça kendi rasyonalliği içinde geçerlidir ve bu da zayıfın her şeye
hakim olabileceği fikrine karşıdır. Benzer bir irrasyonellik hümanizmde
de vardır. "Eşitlik kavramı" burada doğa kurallarına göre irrasyonel
olmakla birlikte, rasyonel kurallar ve uygulamalarla rasyonel hale
gelmiştir. Modern mimarlık düşüncesi de standardizasyon fikri ile bu
irrasyonel düşünceyi rasyonel hale getiren elemanlardan birisidir.
Ancak güçlü ve akıllının seleksiyonu konusu pek çok toplumlarda bazı
durum ve zamanlarda ön plana çıkmıştır; Hitler ve A.B.D. deki bazı
Eyalet yasaları buna örnek gösterilebilir.

Burada şu denilebilir, irrasyonel bir sonsuzluk içinde rasyonalite, bazı


çerçeveler oluşturmak ve bunun içinde rasyonel olabilmektir. Bu
çerçevenin değişmez -katı- olduğunu düşünmek durumu dondurup
statik hale getirir, değişme ve gelişme olanağı kalmaz, sistem kendini
yinelemeye başlar. Modern mimarinin geldiği durum budur. Sistemleri
irrasyonel sonsuzluktan ayıran bu çerçevelerin yumuşak ya da kırılgan
olabileceğini ve farklı şekillerde yenilenebileceğini de düşünmek
gerekir. Bu çerçevelerin tamamen yok olmasından farklı bir durumdur.

108
Çerçevelerin tamamen yok olması ise her şeyin sonu demektir
(Tschumi).

Bu durumu anlayabilmek için bilimin gelişiminden de söz etmek


gerekir. Pozitif düşüncenin yok olması mümkün değildir ve Newton
yasaları hala geçerliliğini korumaktadır. Ayrıca pozitivist düşünce
olmasaydı, rölativist bir düşünce de olamazdı. Rölativist düşünce
irrasyonel demek değildir. Farklı bir rasyonaliteyi barındırır, sistemin
açık uçluluğuna işaret eder. Bu açık uçluluk genellikle
bilmediklerimizin bildiklerimizle olan ilişkisinin varlığını gösterir. (Kaku,
M.) Bu ilişki de rasyonelin çerçevesinin değişmez olmadığına işaret
eder. Diğer taraftan rasyonaliteyi yok sayamayız, bu evrenin düzenini
ve insan aklını yok saymaktır. Bu düşünceyle yayınlanan "End of
Science", "End of History", "End of Architecture" gibi yayınlar ve
onların barındırdığı düşünceler ya insan aklının varlığını inkar eden
çarpıtılmış fikirler veya bazı yanlış durumları eleştiren manifestolardır.

Eğer rasyonalite konusunu yine mimarlık platformuna çekersek,


rasyonalitenin mimarlık düşüncesine paralel olarak geliştiğini
görebiliriz. Rasyonaliteyi barındıran formların güzel ve uygun olma
kavramı kendilerinde bir takım potansiyelleri barındırıyor olmalarından
kaynaklanmaktadır. Örneğin modern mimarlığın ortogonal sistemi
içinde tanımlanabilirliği, taşınabilir bir sistemi, işlevi, vb. nin
gerçekleştirme olabilirliğini içinde taşımaktadır. Diğer taraftan
bilgisayar yazılımlarının matematiğin gelişmesine bağlı olarak, yani
öklid geometrisinden başka geometrilerle form tanımlamasının
yapılabilmesiyle gelişmesi sonucunda, tanımlanabilirlik açısından çok
farklı formların oluşturulması ve bunların tanımlanabilir bir durumu
yani biçim rasyonalitesi olması mümkün olmuştur( Bilbao Müzesi gibi).
Ancak bu formlar tanım açısından rasyonel olmalarına rağmen çeşitli
ölçeklerdeki yaşantı, yapılabilirlik, bakımından henüz rasyonel hale
gelmemişlerdir ve bu konularda deneysel araştırmalar gereklidir. Bu
araştırmaların gereği ise sezgisel alanların varlığını belirlemektedir.
Sonuç olarak rasyonalitenin mimarlık bağlamında biçim söz konusu
olduğunda biçime bağlı olmayıp, insanın aklının biçimi düşünme ve
tanımlama kapasitesine ve gelişmesine bağlı olduğuna da işaret
etmek gerekir.

Metaforlar tarih boyunca bazı düşünürlerce insanın düşüncelerinin


gelişmesi için faydalı ve iyi (sistemi açık ve gelişmeye uygun hale
getirdiği için), bazı düşünürlerce de belirsizliklere yanlış anlaşılmalara
yol açtığı için zararlı olarak görülmüşlerdir. "Son moda saçmalar" adlı

109
kitapta iki fizikçi Sokol ve Bricmont, Lacan, Deleuze ve Guattari gibi
yazarların kavramları genelde çok yanlış kullandıklarını ve hatta
yazdıkları pek çok metnin hiçbir anlamının olmadığını
savunmaktadırlar. Burada bizim yorumumuz şu şekildedir: Gerçek bir
dünya örneği de Chandigarh'tır. Corbusier'nin Chandigarh'da
gerçekleştirdiği şehir planlaması düşünce olarak çok ilginç ve son
derecede rasyonel olmasına rağmen, uygulandığında tahayyül edilen
şekilde yaşamamıştır. Sebebi orada yaşayan toplumun yaşantısına,
teknolojik düzeyine göre çıtanın çok fazla yüksek tutulmasıdır. 7 çeşit
yolun tasarlanması ve inşa edilmesi ve bu yolların bugün dahi Le
Corbusier'nin düşündüğü farklı kullanımlara, teknolojik gelişmenin
hayal edilen düzeye ulaşamaması sonucunda hizmet edememesi iyi
bir örnektir. Benzer bir mantıkla düşündüğümüzde ve "Son Moda
Saçmalar"daki yazarların belirttiği gibi yeni felsefecilerin
metinlerindeki sözcükler çok fazla öznellik içerdiğinden, yani yazarın
kendi kabul ettiği bir anlamda kullanıldığından anlaşılmaz
olmaktadırlar. Yani bir anlamda metnin bütünü metaforlardan ibaret
olduğundan okuyucu ya okuduğundan bir şey anlamamakta veya
metaforları kendine göre değerlendirdiğinde bu değerlendirmeler diğer
okuyucununkiyle uyuşmadığından her okuyan metni çok farklı
şekillerde yorumlamaktadır. Burada metaforların yoğunluğu problemi
vardır. Üst üste binen metaforlar anlam kaymalarına değil anlamın
bütünüyle yok olmasına sebep olmaktadır. Burada birtakım anlam
kaymaları insanı bazı şeyleri yeniden düşünmeye ittiği ve sistemi açık
ve gelişebilir kıldığı halde, bir metin içinde bu metaforların sayısı
arttığında metin anlamsızlaşmaktadır. Bu aynı zamanda rasyonalitenin
katı çerçevelerinin varolduğu durumu, çerçevelerin her seferinde
yeniden çizilmesi ve açık uçluluğa imkan vermesi durumu ve son
olarak da çerçevelerin tamamen yok olma durumuyla benzerlik
göstermektedir.

Metaforların en önemli özellikleri sistemin açık sistem olma durumuna


hizmet eden ve yeninin oluşmasını sağlayan unsurlar olmalarıdır.
Mimarlıkta metaforların kullanılması irrasyonel öğelere yer verilmesi
demektir. Bu tür çabalar yukarda sözü edilen sebeplerden dolayı
çerçevelerin yeniden tanımlanmasını gerektirir. Diğer taraftan
irrasyonel öğelerin değişmeden tekrarı ise ya pastische dediğimiz
taklit durumunu veya toplum tarafından kabul görürse bunların tekrarı
stilleri oluşturur, bu durumda mimarlıkta rasyonel olmayan ve tekrar
etmesi gerekli olmayan öğeler bulunmaktadır.

Sonuç

110
Aydınlanmanın ilkelerinin mimarlıkta tam anlamıyla yansıması modern
mimarlıktadır. Ancak ondan önceki arayışlar modernin hazırlayıcısıdır.
İşverenin değişmesi, mimarlığın sıradan insana ve onları ilgilendiren
yeni bina türlerine ihtiyaç duyulması rasyonalite düşüncesinin insan
düşüncesine tamamen hakim olması, yani her şeyi rasyonel çerçeve
içinde kavramanın doğal hale gelmesi sonucunda dekoratif olmayan,
hiçbir fazla öğesi bulunmayan işlevsel bir mimarinin ilkelerinin ve
özelliklerinin oluşturulması ve bunun yaygınlaşması yani pek çok
mimarca ve toplumca kabul görmesi, irrasyonel bir düşünce olan
eşitlik kavramının rasyonel bir temele oturabilmesine sebep olmuştur.
Özellikle ikinci dünya harbinden sonra -harpten önce özellikle Oud ve
Corbusier tarafından denemeleri de yapılan- ve aydınlanmanın
prensiplerinden birisi olan eşitlik, pratikte standartlaşma olarak
uygulanmıştır. Ancak burada önemli olan nokta standartlaşmada,
standart olanın belirlenmesinde çıtanın yüksek tutulmasıdır. Mimarlık
yaygın olarak Avrupa'da konut stoku ve eğitim, sağlık gibi
gerekliliklerin ihtiyacı olan yapıların gerekli standartlarda inşa edilmesi
için çaba göstermiştir. Altmışların sonunda ve yetmişlerde bu ihtiyaç
giderildiğinde mimarlık bir anlamda boşlukta kalmış ve başka
alanlarda arayışlar başlamıştır. Bu arayışlarda toplumsal değil daha
kişisel değerlere yönelinmiş, tekdüzelik katı rasyonalitenin problemi
olarak görülmüştür. Bu arada bilimde de katı rasyonalitenin yerini
"pancritical rationalism" gibi çerçevesi daha geniş tutulan düşünme
biçimlerinin arayışları sürmüştür ve sürmektedir. Aydınlanma sonrası
mimarlığına benzer bir durum olarak, modernizmin etkinliğinin
zayıflaması sırasında rasyonel olmayan eski biçimlerin taşıdıkları
anlamlardan arındırılarak kullanımları gündeme gelmiş, bu ise
mimarlık düşüncesini pek fazla bir yere getirmediğinden, biçim ve
anlam ilişkilerinin okunması başka boyutlara taşınmıştır. Bugün
mimarlıkta rasyonalitenin çerçevesinin genişletilmesi ve esnetilmesi
ile, farklı ve yeni kavramların -örneğin hafiflik, geçirgenlik,
katmanlaşma dematerializasyon gibi -kullanılarak mimarlığın
tanımlanması ve yeniden oluşturulması düşünülebilmektedir. Ayrıca
içinde gerçekliğe taşınabilecek mimarlığa ait mimari kodların henüz
yer almadığı yeni geometrik formların denenmesi de bilgisayar
ortamında tasarımlarda yeni boyutlar getirmektedir. Bunların sanal
olmayan gerçek dünyaya uygulamalarının örneklerini görebilmekteyiz.
Bunların yanı sıra sanal olarak yaşanabilecek oluşumların da mimarlık
olarak tanımlandığını görmekteyiz

111
Türkiye'deki durum ise şöyle özetlenebilir: Entellektüel düzeyde
rasyonel düşünceye bağlı modern düşünceye yer verilmekle birlikte bu
durum toplum tarafından özümsenememiş ve mimarlarca da yaygın
olarak benimsenememiştir. Özümsenenememenin göstergeleri
mimarlarca tasarlanan yapılara karşı alınan tavırlardır. Örnek olarak
Seyfi Arkan'ın Zonguldak'taki binalarına , çatıların eklenmesi, dışardan
merdivenlerin eklenmesi gösterilebilir (resim 15/27). Şevki
Balmumcu'nun Sergi Evi'nin "dekore" edilerek operaya dönüştürülmesi
de buna çok çarpıcı bir örnektir. Ayrıca mimarlık kitaplarında bu
mimariye sadece biçimsel içeriğini özellikle vurgulayan kübist mimarlık
adının takılması da bunu göstermektedir. Rasyonaliteden ve onun
mimarlığa etkilerinden yeterince faydalanamayan entellektüellerimiz
ve toplum, yani çıtası yükseltilmiş bir standardı yaygın olarak
benimseyemeyen ve uygulayamayan entellektüellerimizin büyük bir
bölümü, toplumumuz ve mimarimiz, "İkinci Ulusal Mimarlık" ile
Avrupa'dan çok önce irrasyonel arayışlara girmiş ve bunu da maalesef
rasyonel bir çerçeve içine de oturtamamıştır. Tamamen irrasyonal ve
biçimsel kalan bu çabalar mimarlığımızı tanımlayan bir çerçeve veya
çerçeveler oluşturamadığından ülkemizde mimarlık mesleğini daha
mimarlıkla ilgili temel problemleri çözemeden zayıflatma ve hatta yok
etme noktasına getirmiştir.

Ne yapılabilir? Ne yapılmalıdır? "Existence Minimum" için gerekli olan


rasyonel mimarlık düşüncesi, doğaya karşı değil doğa ile birlikte
yeniden oluşturularak, çıtanın yükseltildiği standartların sağlanmasına
çalışmak Türkiye'de mimarların hedefi olmalıdır. Bunun yanı sıra, katı
rasyonalitenin artık gereğinin bulunmadığı zengin toplumların üzerinde
durduğu, sanal ortamda mimarlık ile yeni kavramların mimarlığa
girmesi gibi konuların dünyadaki entellektüel mimarlık platformunun
oluşturulmasındaki olası katkıları düşünülerek bu konularla yakından
ilgilenmek gerekmektedir. Yine bu konuların yeni bir "Existenz
Minimum"un oluşturulmasına katkıları da araştırılmak durumundadır.

Kaku, M., Hyperspace, Anchor Books Doubleday, 1994


Norberg Schulz, C., Genius Loci, Towards a Phenomenology of Architectural Theory,
Rizzoli, 1979
Perez-Gomez, A., Architecture and the Crisis of Modern Science, MIT Press, 1983
Popper, Karl R., Conjectures and Refutations, The Growth of Scientific Knowledge,
Routledge, London, 1963
Sokol, A., Bricmont, J., Fashionable Nonsense Postmodern Intellectuals' Abuse of
Science, Son Moda Saçmalar, Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, 1998
Tschumi, B. "Limits II", (Ed. Nisbett), Theorizing Architectural Theory, 1965-95,
Princeton Architectural Press, 1996

112
113
114
115
muskalı mimarlık, yaftalı eleştiri

Fetişizm, "objelere sihirli güc atfederek medet ummak" ise mimarlıkta


bir işe yarar mı fetişler? Bir entelektüel uğraş olan mimarlıkta fetişlere
yer olmayacağını ileri sürmek mantıklı görünse de mimarların ve
eleştirmenlerin işine yaradığı sıkça gözlenebilmektedir.

Belki de 'fetiş' ve 'akıl'ın iki karşı kutup olduğu ve mimarlıkta birlikte


varlıklarının çok eski tarihine karşın aralarındaki otorite çekişmesinin
yaklaşık ikiyüz yıllık olduğu söylenebilir. Gerçekten 18. yüzyılın sonu
ve 19. yüzyılın başı, mimarlık açısından ilginç gelişmelerin yaşandığı
dönemlerden biridir. Bu dönemde, bir yandan aristokrasi veya iktidarın
-yani üretmek yerine üretime el koyanların, akademyasında, statüko
sağlamak yani öteki yaratmak amaçlı 'oranlar güzelliği' peşinde,
yeniden klasik stillerin gündeme geldiğini ve bunun paralelinde 'eser
bırakma' kavramının sürdüğünü görüyoruz.

Diğer yandan da akıl, deney, evrensellik kavramları ve bunları ortaya


çıkaran burjuvazi'nin doğumu, yani kültürel ve endüstriyel üretimi ön
plana çıkaran bir entelektüel sınıfın ortaya çıkışı; kısaca, 'aydınlanma'
var. Yeni durumun -endüstriyel üretimin- gerektirdiği binalar için
akademyanın ise hazır modelleri yok; zaten ilgi alanı da değil. İster
istemez bu binaları mühendisler yapıyor. Mühendislik içindeki mimarlık
okulu mimarlık akademisinin yanında yer buluyor 1. Mühendislik
okulunun iki farkı belirgin; biri 'dekore' edilmiş statüko sağlayıcı
'oran'lar yerine 'metre'nin 'verim' amaçlı 'yalın' biçimleri ile yetinmesi;
diğeri, hazır modeller öğretmek yerine, bilinmeyen sorunlara çözüm
üretecek zihniyet -entelektüalite- aşılaması. Eserlerin yerini deneysel
çalışmaların alması gerektiğinin ipuçları beliriyor, modernite yaşama
girmeye başlıyor (resim 1 / 2)

Entelektüel uğraş elbette risklidir; sonunda yanılabilirsiniz. Entelektüel


uğraş elbette zordur; daha çok bilgi, daha çok derinlik, daha çok
hayalgücü, sezgi, daha çok özgüven ister. Entelektüel uğraşa girmek
kişinin dünya görüşüne bağlı olarak, bir doğal seçimdir. Dünya
görüşünün nasıl oluştuğu ise karmaşık, çok etkenli bir konudur.

116
Yaşamı sürdürmenin daha kolay yolları da vardır. Mimar olarak,
onaylanmış durağan sistemler içinde ömür -mesleki ömür- pekala
yaşanabilir. Tabii bu şekilde yaşayanlar yeterli çoğunlukta ise, başarı,
ödül, statü de kazanılabilir, ki "çan eğrisi" her durumda yeterli
çoğunlukta olduklarını söylüyor. Zaten 19. yüzyılın mimarisinde olması
gerekenin aksine, bu nedenlerle yine stil yapıları yer alıyor; 19. yüzyıl,
bir 'stiller panayırı' olarak tanımlanıyor, akıl-deney mimarisi gözardı
ediliyor, mimarlık 'inteligentia' sında. Bedii zevklere hitap etmek
entelektüel heyecan yaratmaya tercih ediliyor.
Bütün "akım"lar ("...izm" ler), durağan sistemler olarak görülmelidir.
Acaba akımlar, giderek "sihirli güc atfedilerek medet umulan" fetişler
halini almıyorlar mı? Sistemin -akımın- dışına çıkma çabalarını kimler
veya neler engelliyor? Akımları fetiş haline kimler veya neler getiriyor?
Eleştirmenler, tarihçiler, medya, müşteri, piyasa koşulları, meslek
kuruluşları, eğitim kurumları, mimarlar, ödül verenler, ödül alanlar ve -
bizim açımızdan bir ekstra olarak- oryentalizm, , sorumluluğu nasıl
paylaşıyorlar? Basiretler nasıl bağlanıyor; bilinçler nasıl köreliyor da
ortaya eklektik elemanlardan medet uman mimarlıklar, yani "muskalı"
mimarlıklar çıkıyor.

Örneğin "taç kapı" nasıl muska haline geliyor? Tasarımı nasıl


kurtarıyor? Muskanın tasarımı kurtardığına nasıl onay alınıyor; kimler
susuyor, kimler destek oluyor? Yoksa muskaya sığınıldığının farkına
mı varılmıyor? Acaba aristokrasiye ait olmayan, doğa ile yaşam
mücadelesinin içinden çıktığı için özgün ve değerli halk mimarisi -
vernacular mimarlık- nasıl oluyor da cumba ve saçak'a indirgeniyor;
fetişleştiriliyor. Kalmamış yaşamların mimarisinin iki seçilmiş elemanı,
hiç ilgisi olmayan ve bu defa 'zorlama aristokrasi'ye elbirliğiyle nasıl da
pazarlanabiliyor; vazgeçilemezler haline getiriliyor. Sözde inteligentia,
sözde kültür adamı, yerli oryentalist, kimliklerini lumpenle birlikte
'muska'da arıyor; yakışmıyor; farkına varamıyor.

Örneğin eğitimimizde, 30'ların sonundaki evrensel-geleneksel


kavgasını kazanan tarafın karizmasının çok güçlü olduğu biliniyor.
Ancak 'ikinci muskalı mimarlık' döneminin yaşanmasında bu tek
başına yeterli olamayacağına göre genel siyasal sapmanın da rolü
aranabilir mi? Bunda cemaat-gemeinschaft düzeninden cemiyet-
gesellschaft düzenine geçemeyenlerin çokluğu da rol oynamış olabilir
mi? Neyse ki bu irrasyonel tutum karakteri gereği pratikte çok yaygın
ve uzun ömürlü olamıyor, kendi öğrencileri tarafından bile izlenmiyor.

117
80'lerden sonra ve giderek artan şekilde gelişen cumba-saçak fetişinin
nedeni ise, dünyaya, yeni sömürgeciliği -küreselleşmeyi- kamufle
etmek amacıyla pompalanan irrasyonel "yerel kültür-yerel kimlik"
kavramları veya onların mimarlık yöntemi olarak simbiosis -bir nevi
melezlik- olabilir. Belki de hakim güç her alanda olduğu gibi mimarlıkta
da yarattığı 'öteki'ni kendi bataklığında tutmak için pohpohlayarak
yönlendiriyordur (resim 3a/b).

Benzer bir durum olarak, piramitler, koniler, silindirler, ve tonozlar ile


yuvarlaklar üçgenler, kareler yanında bir kaç da, aks denen çizgiden
oluşan kompozisyonları fetiş olarak kullanan mimarlık çalışmaları ise
tüm dünyada hem de ünlü mimarların öncülüğü ile yaygın olarak
görülüyor. Bu kolay yol en çok da iyi eğitilmemiş öğrencileri etkiliyor;
kolayca onaylanan bir öneri geliştirmenin yarar mı zarar mı getirdiği
genç dimağlarca tam olarak değerlendirilemiyor. Böyle bir eleman
olarak 'arz' edilen ve saptırılmış duyguların bilinçsizce 'talep' ettiği
kemer, deterministlikle suçlanan modern mimarlıkta, çekmeye
çalışmayan taş ile zorunlu olarak ortaya çıkan bir biçim olarak,
çekmeye çalışan malzeme örneğin betonarme ile yinelenmez, ayıp
sayılırdı.

Eğitim bir başka açıdan da 'fetiş' üretim tesisi gibi görünmektedir.


Gerçekten eğitimin yetersizliği ve iyileştirilmesi sözkonusu olduğunda
yıllardır ilk akla gelenler, kadronun nitelik ve motivasyonu artırmak
yerine, müfredat programı ve yasaları tartışmak olmaktadır. Yasalar
ve programlar sık sık değişmesine karşın eğitimde önemli bir farklılık
söz konusu olmazken bunda ısrar etmek, acaba bir fetişizm türü değil
midir? Gerçi buradaki fetişlerin sihir gücü yetersiz kalmaktadır ama hiç
değilse sorumluluğumuzu yüklenmekte, bizi temize çıkarmaktadırlar.
Örneğin eğitim süresinin 5 yıl olmasının gerekçesi açıklanmamakta,
ama üzerinde geniş ölçekli bir konsensus her gündeme gelişte derhal
oluşabilmektedir. Yoksa 5. yıl söylemi mimarlık eğitiminin bir türlü
takılamayan muskası mıdır?

Bir başka 'fetiş alanı' araştırmalardır. Örneğin kentsel araştırmalar,


dönüp dolaşıp yarısı su olan İstanbul'da bile yeşil alan eksikliğine
dikkat çekmektedir. Herkesin yaya olarak yeşil alana ulaşmasının
gerektiği savı, yaya kentlerden kalan bir durum, bugünün kentleri için
ise bir fetiş olmaktadır. Konut araştırmaları için de aynı şeyi söylemek
durumundayız. Yıllardır büyük masraf ve güçlüklerle yapılan
araştırmalarda, balkonların niye kapatıldığı, iki odalı evlerde
yaşayanlara beş odalı ev isteyip istemedikleri defalarca sorulmuş,

118
belki hala da sorulmaktadır. Konut sorunlarımız konusunda ne
biriktirdiğimiz, bunlardan ne yarar sağladığımız, ya da bunlara yetkili
kurumların ne derece ilgi gösterdiği malumumuzdur. Ancak benzer
araştırmalar sürmektedir ve araştırmayı yapanların yayın ve
dolayısıyla akademik yükselmelerinde muska görevi gördüğü tabii ki
yadsınamaz. Bu arada 70'li yıllarda 'sistematik tasarım'ın da bir fetiş
olarak bilimsel mimarlık dünyasından geçtiğini hatırlıyoruz.

Olumlama aracı olarak kullanılan fetişlerin paralelinde, olumsuzlama


için kullanılan 'yafta'laşmış fetişler de görüyoruz. Örneğin yine konut
ile ilgili olarak 'modern mimari'nin suçlanmasında diğer bazılarının
yanında en çok kullanılan 'yafta'lar olarak ütopya ve yalancılık bu
anlamda dikkat çekiyor. Birkaç toplu konut alanlanının yapıldıktan 40
yıl sonra boş kalmasının gerekçesi sadece bu yaftalara
dayandırılabiliyorsa başka ne söylenebilir ki? Bu bağnazlık, benzer
birçok planlamanın, modern mimarinin açık formlarının geliştirilebilirliği
sayesinde bugün de yaşayabildiğini görmezden gelmeye bile yol
açabiliyor.

Cumhuriyetimizin Atatürk dönemini tepeden inmeci, totaliter bir dönem


ve buna bağlı olarak da dönemin mimarisini 'Batı taklidi' olarak
yaftalamak da, insanın kendi yaşantısının özelliklerini bile farketmesini
engelleyebilen çok güçlü bir fetişin varlığının kanıtı değil mi? (Resim 4 5)

Tabular irrasyonel yaşantıların sığınağıdır. Evrensel tabu, dolayısıyla


evrensel fetişten söz edilemez. İnsanlığın hedefi -bir entelektüel sonuç
olan- evrenselliktir, ticari bir sonuç olan küreselleşme değil. Kültür
zenginliği, çeşitli kültürlerin fetişlerinin bir arada yaşaması ile değil,
çeşitli kültürlerin akıl süzgecinden geçmesi ile evrensel kültüre
ulaşılması ile sağlanır. Muskasız mimarlık ve yaftasız eleştiri de bu
şekilde bir avuç aydının halktan kopuk mimarlığı olarak görülmekten
kurtulup tüm insanlığa ait deney alanı olduğunu gösterebilecektir.

(1) A. Perez-Gomez, Architecture and the Crisis of Modern Science, The MIT Press,
1994

119
120
121
122

mat-urban (dantel) m’marlik ve man’faturacılar çarşısı

Bilime ve dolayısıyla evrensel değerlere, evrensel insana ve yerel


kodlardan arınmış evrensel kültüre inanan entelektüellerin mimarlıkta
radikal bir çıkışından başka birşey olmadığını düşündüğümüz Modern
Mimarlık hareketi bir uluslar ötesi platform oluşturmak üzere 1928'de
CIAM kongrelerini başlattı. 1933'de Atina-Marsilya arasında gemi
yolculuğu olarak yapılan kongrede modern kentin net bir tanımı
yapıldı. Modern kent, yaşama, çalışma, rekreasyon ve sirkülasyon
olarak dörde ayrılmalı ve ortogonal bir yapıda olmalıydı. Bu kentin ilk
örnekleri Le Corbusier'nin 1922 tarihli Çağdaş Kent ve 1925 tarihli
Paris-Voisin planlarında görülmüştü. Bu planların ortak özelliği mevcut
kenti dikkate almamak, boş zemin üzerinde nokta bloklar önermekti
(Resim-1).

İkinci savaştan önce bu tür işlevsel ve rasyonel kent düşüncelerinin


ünlü mimarlarca bile uygulanma şansı bulamadığı bilinmektedir. İkinci
savaştan sonra ise bir yandan oluşan konut açığı fakat bizce asıl
olarak evrensel karakteri nedeniyle bu işlevsel ve rasyonel kent
pekçok yerde ve ölçekte pekçok isimli isimsiz mimar tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu süreç halen de devam etmektedir.

Kentlerin karmaşık sorunlarına bu denli yalın -boşluk içinde nokta


bloklar- yanıtın geçerliliği 1950'den sonra özellikle genç mimarlar -ki
çoğu Corbusier'nin yanında çalışmışlardı- tarafından eleştirilmeye
başlandı. Buna yeni arayışlar da denebilir. 1 (Resim-2)

Atina deklerasyonuna ilk karşı çıkış 1954'de Hollandalı Doorn


Grup'tan gelmesine karşın, Corbusier ve Giedion yönetimindeki CIAM,
1956 Dubrovnik kongresinin organizasyonunu bu gruba verdi, grup
kendisini Team 10 olarak adlandırmaya başladı; monolitik bir modern
hareket, yerini sosyal ve görsel araştırma grubuna bırakmış oldu.
Sonunda 1959 Otterlo kongresinde CIAM öldü ve kalıntı üzerinde
Team 10 yükseldi. Ancak bazı İtalyanlar CIAM'ın hala hizmet
verebileceğini düşünüyorlardı. Team 10 da uluslararası toplantılara

122
123
karşı olmadığı için, bu iki grup 1959'da Otterlo'da yeni bir CIAM
kongresi topladılar. Bu CIAM kongrelerinin sonu oldu. Atina
deklerasyonu karşıtları da birbirine düşmüştü. Team 10 üyesi Alison
ve Peter Smithson ile Aldo van Eyck, İtalyan 'Contextualist'lerinin ve
melez mimarilerinin bir alternatif olamayacağını düşünüyorlardı. 2
(Resim-3).

Team 10'un karakterize edilmesi , gevşek organizasyonu ve farklı


manifestoları nedeniyle, kolay değildir 3. 50'lerin sonunda Team 10
tarafından keşfedilen iki kent modeli kavramından biri "gemeinschaft"
(Community-cemaat-irrasyonel toplumsal ilişkiler) kavramı ve algı
psikolojisine dayanan sosyal teorilerden üretilmişti 4. Bu fikirler,
Shadrach Woods, Smithsonlar ve van Eyck tarafından
benimseniyordu. Smithsonlar toplumsal hiyerarşinin, Atina
Deklerasyonunun fonksyonel hiyerarşisinin yerine geçmesini
öneriyorlardı. Team 10'a göre sokak evin uzantısı olup çocuk aile
dışındaki dünyayı ilk defa sokakta öğrenir, sokakta oyunlar mevsime
göre değişir ve saatler sokak aktivitelerine döngüsüne yansır 5.
Önemli olan sokağın gerçekliği değil sokak fikridir; yaşamsal işlevi
olan kapalılık ve tanımlılığı yerine getirmek üzere etkili grup mekanları
yaratarak sokakların canlı yaşantısını oluşturmak mümkün olacaktır 6.
Onlara göre spontane insan örgütlenmeleri ile onun formal yansıması
arasında boşluk vardı. Bu problem yol ve komünikasyon sistemlerini
kentin altyapısı olarak geliştiren ve farklı işlevler için farklı değişim
döngüleri olan yeni bir çeşit çevre yaratmak için işlevi biteni atma
teknolojisini kullanan bir planlama startejisi ile yenilebilirdi 7. Ancak
Frampton, Smithsonların Robin Hood Gardens ve Economist
projelerinin empoze ettiği steril koşulların, bunları kentsel
bağlamlarından, fonksyonel kentin kule binaları kadar izole olduğunu
düşünmektedir 8.

Yine Frampton grubun bir üyesi olan Aldo van Eyck'in, diğerlerinin naif
optimizmine karşı eleştirel ve pesimist bir yaklaşım içinde olduğunu
belirtiyor. Aldo van Eyck diğerlerinden farklıydı çünkü onun antropoloji
deneyimi vardı; ilkel kültürler ve onların zaman ötesi yapay çevre
biçimleri ile ilgiliydi. (Resim-4) O mimarlık mesleğinin, kitlesel toplumun
kent gerçekleri ile ilgili bir strateji veya estetik geliştirme yeteneğinde
olmadığının kanıtlandığını, bu kötü duruma, vernakuların kaybından
ortaya çıkan kültürel boşluğun neden olduğunu düşünüyordu. Aldo
van Eyck'e göre insan daima ve heryerde esas olarak aynıydı 9.

123
124
1957'de Aldo van Eyck, Amsterdam Çocukevi projesi ile, "ev ve kent",
"iç ve dış" gibi evrensel kavramların arasındaki eşiğin sembolik bir
aracılık için esnetilmesi düşüncesi ile birlikte, "labirentimsi fakat net"
(labyrinthine clarity) kavramını da ortaya koymuş oldu 10. Bu proje,
birbiriyle ilgisiz nokta bloklar yerine zemini halı gibi kaplayan, bütünsel
yapısı içinde sokakları olan, sokaklar üzerinde bağımsız birimler -
evler- içeren, kendi kendine yeterli küçük bir kent 11 özellikleri ile mat-
urban fikrinin de öncüsü olarak değerlendirilebilir (Resim-5). Biz
burada mat sözcüğü yerine, doluluklar boşluklar, kapalılıklar ve
bağlantılar düşünüldüğünde dantel sözcüğünün daha uygun
olduğunu, katmanlaşmış doluluk ve boşluklar, kapalılıklar ve
bağlantıları olan bu mimarlığı kat kat düzenlenmiş dantellerin daha iyi
anlatabileceğini düşünmekteyiz (Resim-6). 12

Shadrach Woods ve Manfred Schiedhelm, Frankfurt-Romerberg


yarışmasında (1963) Eyck'in düşüncelerini , 'city in miniature' kavramı
ile yanıtlamış oldular. İki katlı servis taban bloku üzerinde dükkanlar,
kamusal alanlar, bürolar ve konutların labirentimsi biçimlenişi yanında
projenin asıl özelliği tarihsel kentin biçimine aykırı olarak dikaçılı bir
karşı biçim önermesiydi 13. Kent kültürü geleneğini sürdürmek,
fonksyonel kentin nokta bloklarının kaçak güreşine karşı mevcut
bağlamla ilişkilendirilmek -yassı kent ve otomobilin sistemin içine dahil
edilmesi, projenin diğer özellikleri idi 14. Ancak bu proje uygulanmadı.
(Resim -7)

Bu şema daha sonra Woods tarafından herhangibir kentsel bağlamı


olmayan Berlin Özgür Üniversitesinde de uygulandı. (Resim-8)

İlginç bir durum ise Corbusier'nin 1963'de tasarladığı Venedik


hastanesinin de tam bir "mat urbanism" örneği oluşturmasıdır.
Venediğin geleneksel dokusunun bitişiğinde ve kısmen deniz
üzerindeki bu yassı-geçirgen proje bizce, Corbusier'nin de bir modern
insan olarak çerçeve içinde değil arayış içinde olduğunun
göstergesidir. (Resim-9)

Kentsel korumada -kent hayatını korumada, mat-urbanism mimarlık


kavramının öncü bir örneğinin ülkemizde gerçekleştiğini görüyoruz.
Hem de Aldo van Eyck'ın Amsterdam projesinden hemen sonra ve
Woods'un gerçekleşmeyen Frankfurt projesinden hayli önce, 1959'da
Manifaturacılar çarşısında. D. Tekeli, S. Sisa, M. Hepgüler bu proje ile
kentsel rehabilitasyonda Atina Deklarasyonuna veya bağlamsalcılığa
karşı mat-urbanism alternatifini çok başarılı şekilde gerçekleştirmiş

124
125
oluyorlar. (Resim-10). Temizlenen tarihi çevreye fonksyonel kentin
nokta bloklarını veya bağlamsalcı yaklaşımın melez binalarını
önermiyorlar; tarihi çevrelerin yaşaması için olağanüstü önemde bir
yeni örnek geliştiriyorlar. Bu proje aynı zamanda 'city in city', 'city in
pieces', 'city in miniature', metabolistlerin 'megastruktürler' ve nihayet
daha güncel olarak Morales'in 'akapunktur' gibi kent rehabilitasyonu
modelleri için de bir ilk örnek oluşturuyor. Ne yazık ki modern
dünyaya bu katkımız da tıpkı Florya Köşkü, tıpkı Ankara Sergievi gibi,
uluslararası mimarlık literatüründe hak ettiği yeri bulamıyor.

1 A. Smithson, (ed.) Team 10 Primer, The MIT Press, 1968


2 A. Smithson, (ed.) Team 10 Primer, The MIT Press, 1968
3 C. Rowe, F. Koetter, Collage City , The MIT Press, s. 41
4 A. Colquhoun, Modern Architeture , Oxford University Press, 2002, s. 217-220
5 A. Smithson, (ed.) Team 10 Primer, The MIT Press, 1968, s.78
6 A. Smithson, (ed.) Team 10 Primer, The MIT Press, 1968, s.80
7 A. Colquhoun, Modern Architeture , Oxford University Press, 2002, s. 217-220
8 K. Frampton, Modern architecture, a Critical History, Thames and Hudson, 1992 s.
276-279
9 K. Frampton, Modern architecture, a Critical History, Thames and Hudson, 1992 s.
276-279
10 K. Frampton, Modern architecture, a Critical History, Thames and Hudson, 1992 s.
276-279
11 A. van Eyck, H.Hertzberger, A.van Roijen-Wortmann, F. Strauven, Aldo van Eyck,
Stichting Wonen, Amsterdam, 1987, s. 11-12
12 Dantel sözcüğünün kullanılmamasını da o zamanki Batı dünya görüşünde
maskülen'in tavrının ve sesinin baskın olmasına bağlayabiliriz.
13 K. Frampton, Modern architecture, a Critical History, Thames and Hudson, 1992 s.
276-279
14 K. Frampton, Labour, Work and Architecture, Phaidon, 2002, s. 146

İlgili diğer yayınlar:

1- Hashim Sarkis et. al.(ed), Case:Le Corbusier Venice Hospital and the Mat
Building Revival (case:series), Prestel , paperback, March 2002.
2- Alison & Peter Smithson, Without Rhetoric- An Architectural Aesthetic 1955-
1972, Latimer New Dimensions, 1973.
3- J. Jödicke, Candilis, Josic, Woods, Karl Kramer Verlag, 1968

125
126

126
127

127
128

128
129

129
130

sınır tanımayan mimarlar (ya da burna halka takmak)


20. Yüzyıl Türk mimarlığı üzerine değerlendirmeler yavaş da olsa kalıp
olmaktan çıkıp akla yakışan şekli almaya başlamış bulunuyor. Ancak
bu gelişme, üzüntü ile söylemek gerekirse tarihçilerimiz ile eleştirmen
ve akademisyen olduğunu düşünenlerimizin katkısından henüz
mahrum bulunuyor. Sayın Şevki Vanlı’nın isabetle saptadığı gibi hala
bu (aslında geçen) yüzyılın Türk Mimarisi denince öncelikle ve hatta
sadece 1. ve 2. Ulusal diye adlandırılan akımların ürünlerini ön plana
çıkarıyor “düşünenlerimiz” 1. Cumhuriyetin erken döneminde ortaya
çıkan mimarlık ise ne yazık ki kafalarda, yazılarda ve hatta tezlerde
bile “Batı taklidi mimarlık” olarak anılıyor. Yanılınıyor. Yanılmak birey
için normal olsa da bir camianın, tarihçisi ile, eleştirmeni ile, meslek
odası ile, akademisyeni ile, ödül veren ve alanları ile yanılıyor olması
çok normal değil.

Bizim değerlendirmemize göre yanılgının başlıca kaynağı “mimarlığın


yerel kimliği yansıttığı, yansıtması gerektiği” tabusu. Bu belki,
mimarlığın konusu sadece anıt binalar yani mabet ve saraylar olduğu
dönemlerden kalma bir durum. Ancak hepimiz biliyoruz ki 20. yüzyılın
mimarlık açısından önemli farklılığı artık sıradan insanın ihtiyaçlarının
da mimarlığın konusu olduğudur. Bu da artık mimarlığın bir entelektüel
uğraş haline gelmesidir. Burada “entelektüel” sözcüğü önem
kazanmaktadır. Sözcüğün kökenindeki “akıl” aslında her insan
etkinliğinin de kökenindedir. Dolayısıyla “rasyonel” sözcüğü güncel
kullanımda “entelektüel” sözcüğünün yapışık kardeşidir. Entelektüel
bir insan olarak mimarın akılcı olması doğaldır. Akılcı bir insan olarak
entelektüelin en önemli özelliği, insanlığın gelişmesine katkıda
bulunmaktır. Bu da entelektüelin sınır tanımadığıdır. Entelektüel
etkinlikler sınır aşmayı ve enternasyonel ortamda tartışılmayı doğal
süreçler olarak yaşarlar. Bu durumda bir “sınır tanımayan mimarlar”
ile “sınır tanımayan mimarlık” kavramının 20. yüzyılın 20’li yıllarında
tüm etkinliği ile yaşanmış, ancak görülüyor ki ne Doğu’da ne Batı’da
kendini otorite sananlar tarafından değerlendirilememiş olduğu
söylenebilir. En büyük yanılgı, dünyanın her yerine dağılmış, dergiler,
kongreler, seyahatler ile güçlü iletişim halindeki bu bir avuç
130
131
entelektüelin rasyonel-akılcı mimarlık çabasının hem Batı mimarlığının
bir parçası hem de bir uslup gibi görülmüş ve gösterilmiş olmasıdır. Bu
aslında, bu bir avuç entelektüelin, ırkçılık ile küresel ve sınıfsal
sömürünün tepe noktasını yaşamakta olan ve verem tehdidi altındaki
toplumlara karşı ve belki de durumdan vazife çıkaran, yeni bir insan ve
yeni bir uygarlık modeli peşindeki tutumu değil midir?. Aslında bu
mimarlık anlayışı belki de en çok, yeni dünya devleti Türkiye
Cumhuriyeti’nin, dil-din-ırk gibi her türlü irrasyonel kimlikten
arındırılmış yeni bir toplum niyeti ve onu paylaşan entelektüelleri ile
örtüşüyordu 2.

Gözden kaçan bir önemli nokta entelektüel olmanın, bilime sınır


tanımamak –geleneğe tutsak olmamak yanında- bir diğer doğal
özelliği de üçüncü şahısların –olaya karışamayan ama olaydan bir
zamanda ve bir şekilde etkilenecek olanların- haklarını da gözetme
bilincine sahip olmaktır. Yani entelektüel, etnik, dinsel, kast, aşiret,
tarikat veya ayrıcalıklı dernek üyeliği gibi her türlü irrasyonel ve yapay
kimlikten –sınırdan- da kendini arındırabilmektedir. Gerçekten de
örneğin Heidegger bile etnik kimliğini öne çıkarınca bilim dünyasından
aforoz edilmiş; önemli bilim adamı sanatçı, ressam veya yazarlar, bu
tür kimlikler ile anılmak istememişler ve bu tür davranışlara hizmet
etmemişlerdir 3. Bu angaje olma durumlarının üçüncü şahısların –
insanların ve bitkileri, hayvanları ve tüm kaynakları ile doğanın-
haklarını kollamaya engel oluşturduğu mimarlık dahil her gün her konu
ve ölçekte sık sık kanıtlanmaktadır.

Yerel kimlikler ancak irrasyonel durumlarda söz konusu olabilir 4.


Mimarlıkta “yerel kimlik” konusuna bir de “irrasyonel bir kavram olarak
entelektüel çabalar içinde yeri olmadığı” görüşü ile bakılmasını
öneriyoruz. Böyle çalışmaların desteklemesinin Türk Mimarlığını doğru
değerlendirmenin yolunu açacağını düşünüyoruz. Mimarlık, burna
halka takmak veya takmamak ile eşdeğer bir iş değildir. (Resim 1)

131
132

Şevki Vanlı, “ICOMOS’un Düşündürdükleri –Dönemin Mimarisi 20. Yüzyıl


Sorumluluğu” Yapı 248, Temmuz 2002, sayfa 58-61
(1) Böyle olduğu da Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası’nda yasaklanırken
Atatürk Türkiyesi’nde destek bulması ile anlaşılıyor. 1939 New York Dünya
Sergisine önerilen Türk Pavyonu projesi bizce 20. yüzyıl Türk mimarlığının en
talihsiz yapısıdır. (Resim 2) . Atatürk’ten sonra irrasyonel özlemlerin hemen
hayat bulması herhalde rastlantı değildir.
(2) Bu açıdan bakınca Ermenileri kollayan film yapan bir yönetmenin, bir gerçek
entelektüel olmadığını ortaya koymaktan başka bir şey yapmamış olduğu
anlaşılıyor. Benzer şekilde etnik kimliklere ayrıcalık istemenin rasyonelliği
açıklanamıyor.
(3) Vernaküler mimarlıkların –zamanın koşullarında- yerel ve rasyonel olduğunu
biliyoruz. Birkaç tane “güncel vernaküler” örneği ne demek istediğimizi
açıklayabilecektir (Resim 3 4)
132
133

133
134

134
135

taklit: başka bir evrensellik boyutu


Taklit veya Mimesis, tarih boyunca sanatın ve mimarlığın
değerlendirmesinde önemli bir kavram olmuştur. İnsan hiçbir şeyi
yoktan var etmediğine, ve kendisinden önce yapılanlardan kendisini
tümüyle soyutlayamadığına göre “taklit”in varlığı kabul edilmek
durumundadır, ancak “taklit”in her devirde, zamanda veya koşulda
değerlendirmesi yapılmıştır. Aşağıda sunulan bazı tarifler ve “taklit”in
doğadaki örnekleri konuya bir giriş niteliğindedir.

Taklit’in doğal bir olgu olduğunu bunu imitasyon, kopya ve


pastiche’den ayırmak gerektiğini vurguluyor Linazosoro 1. Ona göre
taklit keşfedici ve yaratıcı bir süreçtir. Orijinal bir modelden yeni bir şey
yaratmaya dayanır. Taklit orijinalin yeniden oluşturulmasıdır. Kopya
ise varolanın reprodüksyonudur. Taklit öze ve forma yöneliktir, kopya
ise sadece görünüşle ilgilenir. Pastiche ise kısmi ve tam olmayan bir
kopyadır.

Quatremere de Quincy’e göre taklitte doğanın soyut özü model olarak


alınmaktadır. Doğanın düzeni, arkitipi ve ideali oluşturmaktadır 2.
Mircea Eliade ise yaratma, orijinal yaratının tekrarıdır der 3. Ona göre
taklitin özünde ve başlangıcında doğa bulunmaktadır. İnsanın doğayı
anlaması, daha farklı boyutlarda taklit etmesine sebep olmaktadır.

Bu taklit tanımlarında bireysel bilinç ve bilinçaltı, topluluk bilinci önemli


kavramlardır. Bazı şeyleri bilinç altımızla taklit ederiz. Bilinç altındaki
taklitler doğadaki başka canlılara da mahsustur. Düşmanlarından
korunmak için bireysel olarak çevreye uymak (kertenkeleler), kendini
olduğundan büyük göstermek (kurbağa) bunlardan birkaçıdır. Ayrıca
diğer canlılarda topluluk veya türün bilincinden de söz edilebilir.
Kelebeklerin birbirlerini taklit etmesi buna örnek verilebilir.
Kelebeklerde “batesian” ve “müllerian” olmak üzere iki farklı taklidin
olduğu saptanmıştır. Birinci tür taklitte, bir tür kelebek, kuşlar
tarafından lezzeti dolayısıyla avlanmayan başka bir tür kelebeği taklit
etmektedir. Diğerinde ise kuşların damak tadına uymayan iki farklı
türden kelebek türünden biri diğerini taklit etmekte, böylece kuşların iki
135
136
farklı görünüşteki lezzetsiz kelebek türünü öğrenmesi yerine birbirine
benzer iki türü birden öğrenmesini sağlayarak tanınmalarını
kolaylaştırmaktadırlar 4.

Aklımızı kullanarak ve zorlayarak gerçekleştirdiğimiz taklitlerde


bireysel bir çaba söz konusudur. Bu bireysel çaba bilincimizin bir
ürünü olsa da kişisel bilinçaltımızın ve topluluk bilincinin de izlerini
taşır. Bu durumda toplumun hafızasına ve bilinçaltında insanların
zihnine de yerleşen şeyler, insanın tasarımlarını etkiliyor, yaratıcılığını
yönlendiriyor. Bu da insanın, bilinci, bilinçaltı ve toplumun bilincinin
sonucunda tasarladıklarını veya yarattıklarını bir bilinç süzgecinden
geçirmesini gerektiriyor. Bilinçlilik aslında bir entelektüel durumdur ve
bu bilinç süzgecinin önemli bir elemanı da dolayısıyla etik olmaktadır.

Bu taklit etme sürecinde, taklit edilenler arasında insan yapısı olanlar


da “doğal” olarak yer almaktadır, (Doğal kent kavramı). Başka bir
deyişle, bina tasarlarken, şiir yazarken “doğal”a, “insan yapısı” da
eklemlenmektedir ve bu insan yapısı olgular hızla artmaktadır.

Yukarıdaki tanımlar ışığında düşünüldüğünde taklit, mimarlıkta zaman


içinde farklı şekillerde yorumlanmıştır. Kısaca özetlersek, mimarlığın
amacının sembolik olduğu zamanlarda görüntünün önemli olması
doğaldı. Görüntü göze hitap ediyor, yani güzel olmak zorunda
oluyordu. Güzellik ise “okulları” olduğuna göre öğrenilen ve öğretilen
bir şeydi, yani kuralları vardı. Bu kurallar giderek “üslup”ları oluşturdu.
Üslup içinde kalmak homojen kültür toplumlarında önemli bir güvence
kaynağı idi. Bir bina yapılacağı zaman aşağı yukarı nasıl bir şey
olacağı üslup tarafından denetleniyor, bu da mimara eserinin
beğenileceği, en azından yadırganmayacağı garantisini veriyordu.
Herkesin hatta anlı şanlı bilim akademileri üyelerinin bile birer
Kopernik veya Galile olması –çerçeve dışına çıkması-
beklenemeyeceğine göre durumda bir anormallik de hiçbir zaman
sezilmiyordu. Bu ortamda sanatta “mimesis” istenen, beklenen,
aranan, kısaca “olması gereken” bir durumdu.

Ancak dünya değişiyor. Günün değil yarının önemli olduğunu daha


çok kişi idrak ediyor. Durum mimarlığın konularını da değiştiriyor.
“İktidar” ve “din” artık mimarlığın başlıca “işvereni-müşterisi” değiller,
sıradan insan ve onun geleceği de mimarlığın konusu oluyor.
Mimarlığın içinde oluştuğu koşullar takımı değişiyor. Bu değişiklikler
mimarlıkta da aklı ön plana çıkarıyor. Aklın ön plana çıkması bir çeşit
slogan olan “üslup” kavramını saf dışı bırakıyor. İnsan beyninin önemli
136
137
özelliklerinin kendini izlemek ve tekrardan –tekrarların çizdiği
çerçevelerden- sıkılmak olduğu, insanların daha çoğu tarafından
kavranmaya başlanıyor. Bunun sonucunda sonuç ürüne yönelik
“mimesis” kavramı itibarını hızla kaybediyor, insan aklına yakışmayan
bir davranış olarak görülmeye başlanıyor.

Bu durumda yukarda da sözedildiği gibi etik bu kavramlar arasında


gittikçe önemli bir rol oynamaya başlıyor. Çünkü taklit bilinçli
olduğunda bu taklitin, taklidi yapan ve toplum tarafından
değerlendirilmesi de “etik” aracılığı ile mümkün oluyor.

Bir de bizim özel durumumuz var bu konuda. İçinde bulunduğumuz


toplumun mimarlığı hakkında konuşmak için o toplumun tanımı
konusunda bilinçli olmamız gerekir. Toplumumuz ”Batı’nın izinde bir
ulus” olarak yanlış tanımlanmakta bu yanlış tanımlama nedeniyle de
her yaptığı aslında evrensel şey Batı taklidi olarak
değerlendirilmektedir. Evet o toplum 1670’de İngiltere’de deklare
edilen ancak dincilik ve ırkçılığın kırılamayan gücü nedeniyle Fransız
Devrimi’ne, Alman Aydınlanması’na rağmen günlük yaşantıya egemen
olamayan evrensel insan tanımını 1920’lerde yeniden gündeme
getirmiş, bu uğurda dilini ve tarihini değiştirmiştir. Gerçek yol
göstericinin bilim olduğu, yani önemli olanın gelecek olduğu, geleceğin
ise, ancak gençliğe -angaje olmamış yaş grubu olduğu için- emanet
edilebileceği düşünülmüştür. Bu toplumun üyeleri olarak bizlerin
misyonu entelektüel-evrensel bireyler olarak davranmamızdır.

İşte bu evrensellik ve yarına dönüklük –isterseniz modernite


diyebilirsiniz- özelliğimizin anlaşılmaz şekilde gözardı edilmesiyle,
modern adı verilenlerin Batı taklidi diye aşağılanarak
değerlendirilmesi tezlerde bile sık, sık rastlanan bir durum haline
gelmiştir. Yani, kopmuş geçmişi yinelemek modernlik, yaşantımızın
gereği davranışlarımız taklitçilik olmuştur.

Tanyeli’nin haklı olarak, taklidin yeterli bir eleştiri aracı olarak


görülmesinden rahatsız olduğu anlaşılıyor 5. Gerçekten ve yukarda
bizim de açıklamaya çalıştığımız şekilde tutarlı bir yaklaşımı Batı
taklidi olarak niteleyip tümüyle değersiz görmek çok büyük bir yanılgı
olmak yanında eleştirinin işlevini de engelleyen bir konum yarattığı için
de zararlı oluyor.

Biz burada taklit-mimesis-kopyalama-etkilenme-ilham v.b


tanımlamalardan biriyle örtüştüğünü varsaydığımız -tümü de çok ünlü
137
138
mimarlar elinden çıkmış- bazı örnekleri, açıklayıcı bazı notlar dışında
yorumsuz vererek, konuya daha tutarlı bakılmasına yardımcı olmayı
düşündük.

(1) Linazosoro, J. I., The Theory and Practice of Imitation and the Crisis in
Classicism, AD Vol 58 No 9/10, 1988
(2) Quatremere de Quincy, On Imitation, AD Vol 58 No 9/10, 1988
(3) Mircea Eliade, The Sacred and the Profane, Steil, L., On Imitation’dan. AD
Vol 58 No 9/10, 1988
(4) Encyclopedia Britannica, 1960, “mimicry” sözcüğü
(5) Tanyeli, U., Biz Hep Taklit mi Ederiz, Arredamento Mimarlık, 6/2001

138
139

(6) 139
140

140
141

(7) 141
142

mimarlıkta “yeni” nedir?


Varlıkların teorisi ‚’yokluk’ yadsınarak yapılabilir mi? ‚Sonsuz’ bir
potansiyel ise, sonsuzun içinde ilerleme aracı, ‚yeni’ değil midir? ‚Yeni’
kavramının düşüncede yerinin olmamasının sonucu ‚karanlık’
olmuştur. ‚Yeni’yi tanımlamak için sonsuzun yanında ‚hiçlik’ de
gerekmektedir.
‚Yeni’ olmayınca ‚tarih’ de olmaz. Doğrusal gelişme düşüncesi,
‚yeni’nin tanımlanmasını kolaylaştırmıştır. Ancak günümüzdeki daha
karmaşık katmanlaşma düşüncesi bağlamında ‚yeni’yi tanımlamak
nasıl olabilir?
Mimarlıkta ‚yeni bilgi’ nedir? Mimarlıkta ‚yeni’yi tanımlamak için
‚sınır’lar koyma gereği var mıdır? ‚Yeni’nin belirlenebilmesi için
diyalektik bir bakış açısı yeterli midir, yoksa ‚yeni’nin bulunduğu
sistemin dışına çıkarak oradan bir bakışla değerlendirme yapmak
zorunluluğu mu vardır? Bu dışardan bakış bir dönüştürmeyi
gerektirmez mi?
Bu durumda farklı mimarlıkların farklı dilleri birbirine nasıl
dönüştürülebilir. Eğer anlambilim açısından bakılırsa ‚yeni’ her
okunuşta yenilenebilir mi? Mimarlıkta dile benzer şekilde ikili veya
kesin olmayan anlamlandırmalar, değişimi oluşturduğundan ‚yeni’nin
açıklanmasında yararlı olabilir mi?
Belli bir düşünce silsilesini izleyen bu soruların cevapları ve
örneklemeler mimarlıkta ‚yeni’ kavramının sorgulanmasında yararlı
olabilecektir.

Yeni nedir?

“Yeni” evrenin bilinmezlerini bilinir kılmanın adımlarıdır veya evrende


varolmak için oluşturduğumuz “şey”lerdir. Evren sürekli değişen bir
sonsuzluksa biz onu anlamak için sürekli yeni modeller kuruyoruz ve
test ediyoruz, ve zaman’la evrenin gittikçe daha fazla “şey”ini biliyoruz
veya bildiğimizi kabul ediyoruz 1. Tam kavrayamadığımız ve belki de
hiçbir zaman kavrayamayacağımız ama gittikçe daha karmaşık ve
gerçeğe daha uygun olduğunu varsaydığımız modellerini ürettiğimiz
bu evrende bulunduğumuz durumda (evrenin zaman-mekan
sonsuzluğu karşısında insanlığın yaşı ve boyutları) durumu
142
143
kavrayabilmek için elimizde bulunan en olumlu şey aklımız ve onun
ürettiği düşüncelerimiz ve ürünleridir.

Varlıkları anlamak için düşüncelerimizi yoğunlaştırdığımız alan varlık


bilimdir. Varolanların teorisi ile uğraşan varlık bilim, maddi nesneler,
düşünce, kişiler, genel olanlar, sayılar, durumlar aracılığıyla varlığı
tanımlamaya çalışır. Varlık bilimin şöyle soruları da vardır: Neden
hiçlik yerine varlık vardır?( Lacey, 1996)

Metafizikte sorulanlar daha geneldir. Varolanların bir envanterini


yapmak kadar varolan için ne söylenebileceğini sorar. Bütün var
olanları sınıflıyabilir miyiz? Var olanı birden fazla kategoriye sokabilir
miyiz? Varolanlar arasında bir hiyerarşi kurulabilir mi? Bazıları
varolmak için diğerlerine mi ihtiyaç gösterir?( Lacey, 1996.)

Varlık bilimde ve metafizikte en dikkat çekici olan nokta varlıkların


kapalı bir sistem oluşturduğu savından hareket edilmesi ve yokluk
kavramının yadsınmasıdır.

Oysaki "yeni" ile ilgili olarak şu soruların sorulması gerekir: varlıklar


sistemi kapalı bir sistem midir yoksa "yeni" varlıklar oluşur mu veya
yaratılabilir mi? Yani "varlık" kendi sonlu iç döngüsü (doğmak
yaşamak ve ölmek) dışında sonlu mudur, sonsuz mudur? Pisagor ve
Aristo’nun sonsuzu tamamlanmamış olarak tanımlamaları (Lacey,
1996), "yeni" kavramının varlığı ile ilişkilendirilebilir. Aristo sonsuzu
potansiyel olarak görüyorsa "yeni" onun için önemli bir kavramdır.
Bugün ise evrenin devamlı oluşup geliştiği ve genişlediği
varsayılmaktadır. Ve buradan, evrenin de kendi "yeni"lerini var ettiği
görülmektedir. Bu durum sonsuzun açıklanmasını daha anlaşılır
yapmakta ve "yeni"nin önemini ve zaman boyutunun gücünü ortaya
koymaktadır.
"Yeni" sonsuzun içinde ilerlememizi sağlar. Varoluşu Adem'in tozdan
Havva'nın da onun kaburgasından oluştuğu varsayımına bağlıyan
hıristiyanlıkta ise geriye baktığımızda bir sonluluk dolayısıyla bir
başlangıç noktası belirlemesi, gelecek için de kıyamet günü olarak
yine bir bitiş belirlemesi, düşünceyi belli kapalı bir sistem içinde
tanrının varlığı ile varlığı tanımlaması, insanın canlı, dünya ve evreni
anlayabilmesini durduran bir inanıştır. Yani geriye ve ileriye doğru
bakmamımızı sonlandıran bir düşünce sistemi oluşturmaktadır.
Ortaçağ'ın bu yüzyılın ortalarına kadar karanlık çağ olarak
adlandırılmasının en önemli sebeplerinden birisi “yeni” kavramının
yani gelişme kavramının bu devirde düşüncede yeri olmamasıdır.
143
144
Batı’da tanrı merkezli bir düşünce sisteminden insan merkezli bir
düşünce sistemine geçildiğinde gelişmeden ve dolayısıyla “yeni”den
söz edilebilir. Nisbet de ilerleme fikrinin tarihi üzerine yazdığı kitabında
şöyle demektedir:
"Yaklaşık üç bin yıl boyunca Batı medeniyetinde hiçbir fikir, ilerleme
fikrinden daha önemli, en azından onun kadar önemli
olmamıştır".(Nisbet, 1980)
Tarihin esas olarak Batı tarafından yazılması da ilerleme fikriyle yani
zamanın bir yönü olduğu düşüncesiyle yakından ilişkilidir. “yeni” bir
şey olmayınca, “yeni” tanımlanamayınca tarih yazılamaz. Dolayısıyla
zaman “yeni”lerle ölçeklendirilir. Ortaçağ tarihi de ancak skolastik
düşüncenin evrimi ile sınırlı olduğundan yaklaşık bin yıl geçmesine
rağmen tarih olarak çok az şey yazılmıştır. Ortaçağ tarihi hiçbir zaman
sonraki 600-700 yılın tarihi kadar zengin olamaz.

Ancak “yeni”nin varlığı “sonsuz”un yanında “0” ın veya "hiç"liğin


tanımlanmasıyla oluşabilir. Hiçliğin ilk tanımlanmasının Batı’da değil
Doğu’da olması, (Hindistan'da abakus'ta bir boncuğun yer
değiştirmemesine verilen addır). (Karatani, 1995) Batı'da varlık
biliminde "hiç"liğin önemsenmemesi varlığın esas alınması nedeniyle
olabilir. Oysaki hiçlik olmadan yeni bir varlığın tanımlanması mümkün
değildir. Sayılar buna örnektir :17, 107, 170. Doğu Felsefesinde
"hiç"liğin "yeni" ile ilişkilendirilmemesinin sebebi Doğu Felsefesindeki
döngüsel zaman anlayışında ve bunun sonucunda da hiçlik
kavramının ilerlemek için kullanılmamış olmasında aranabilir. Oysa ki
yukarda da belirtildiği gibi zamanın doğrusal ve yönlü olarak
düşünülmesi yani ilerleme fikri Batı düşüncesinde oluşmuştur.
Sonuçta da hiçliği yeni'nin varlığıyla buluşturan Batı düşüncesi
olmuştur. Ve hiçliğin yeni bir varlığa dönüşmesinin en çarpıcı örneğini
"digital" gelişmeler oluşturmaktadır. Bilgisayar teknolojisin
ilerlemesinde 0 ve 1'den nelerin oluşturulabildiğini artık günlük
yaşamımızda bile izliyebiliyoruz. "Analog" olan herşeyimiz büyük bir
hızla "digital"e dönüşmektedir. 2

yeninin bilgisi, yeninin değerlendirilmesi;

Aydınlanmadan sonraki toplumsal düşüncede ve bilimdeki yenilikler


zamanda ve mekanda net olarak belirlenebilecek durumdaydı. Newton
fiziğinin belirlediği doğrultuda mekanik bir dünya anlayışı ve lineer bir
gelişme fikriyle “yeni”nin tanımlanması kolaylaşmıştır. Newton
kanunlarıyla o zamana kadar bilinenler bir şemsiye altında toplanmış
ve bilimdeki bu bütünlük bir dünya görüşü şekline gelmiştir. Newton'un
144
145
kanunlarıyla oluşturulan mekanik dünya modelinin bir sonucu olan
modern düşüncede büyük söylemlerin varlığından kaynaklanan
"yeni"nin zaman ve mekandaki netliği tarih yazılımını imkanlı kılmıştır.
Postmodern durumun tarihinin yazılmasındaki güçlük ise globalleşme
ve kişiselleşme kaosunda ortaya çıkan "yeni"nin tanımındaki
güçlüktür. Burada artık durumun çok net olan lineer bir tanımlanması
yoktur. Bilinen yeni şeyler Newton'un modeline dahil edilememiş veya
bu yenileri de içeren yeni bir bütünlük yaratılamamıştır. Bu durumda
durumu modelleyen pek çok farklı düşünce ortaya atılmaktadır.
Örneğin mevcut durum girift bir şekilde girişime uğrayan katmanlar
olarak modellenmek istenmektedir. Deleuze ve Guattari bunu
"rhizome" adını verdikleri bir oluşuma benzetirler, (Deleuze, Guattari,
1987) benzer şekilde mimarlığı anlamak için "arkeoloji" kavramından
esinlenilmiştir. Burada üstüste katmanlardan oluşan gerçekliğin tek tek
açılmasıyla anlaşılabileceği düşünülmektedir.
Post modernistlerin dünya görüşlerinin aksine Habermas'ta modern
dünya için bir model geliştirmiştir. Onun modeli çok insan "man"
merkezli olduğu için eleştiriye uğramaktadır. Değişen düşüncelerle
tanrı merkezli, insan merkezli ve nihayet "evrende diğer varlıklarla
birlikte insan"a (burada insan sadece "man" değil, "man and woman"
olarak insandır) 3. bağlı modeller önem kazanmaktadır. Bu gelişmeye
açık, açık sistemli modellerin yanısıra, sonluluk düşüncesinin çok etkin
olduğu modeller de bazı ortamlarda günümüzde kabul
görebilmektedir. End of History (Fukuyama 1989), End of Science
(Horgan 1996) gibi sloganlarla desteklenen bu modellerin farklı
amaçları olduğunu düşünmekteyiz 4. Kanımızca, yeni'nin tanımındaki
güçlüklere rağmen yeni'nin varlığı farklı bir tarih tanımını beraberinde
oluşturarak sürdürülebilecektir.
Günümüz bazı özellikleri açısından orta çağa benzetilmekle beraber
orta çağ değildir. Çünkü en başından Ortaçağın din ve inanış olarak
çok belirgin ve kapalı bir yapısı ve tanımı vardır. Bu durumda sistem
olarak kapalıdır ve "yeni" yoktur. Oysa günümüzde Gödel'in
matematikte savunduğuna benzer bir durum sözkonusudur.
Gelişmeye açık, açık bir sistem olarak tanımlanabilecek her sürecin
kendi içinde bir "zaman" ve "yeni" tanımı vardır. Gödel'in belirttiği gibi
her sistemi birbiriyle paradoks yaratmayacak şekilde bir bütün olarak
tanımlıyamayız (incompletedness). Ama Hilbert'e göre farklı kabullerle
ortaya çıkmış bütünlükler, kendi içlerinde tutarlı iseler ve süreklilikleri
varsa, geçerlidirler, ve bu süreklilikleri içinde “yenilik”leri içerebilirler.
Euclid ve Riemann geometrileri buna örnek olarak verilmektedir
.(Consistency) (Karatani 1995.) Bu durumda kendi içinde süreklilikleri

145
146
olan durumların birbirlerine göre ilişkilerini anlayabilmek için bir
dönüştürme işlemine gerek vardır. (Watson,1993) .

Yukarda da belirtildiği modernin belirlenmiş olan kuralları içinde yeniyi


tanımlamak çok daha kolaydı. Modern düşünce önceleri o kadar güçlü
ve lineerdi ki zaten dışına çıkmak çok zordu. Günümüzde, evrenin
farklı modellerle tanımlanması sonucunda yeniyi anlayabilmek için
"yeni"nin içinde bulunduğu bu modellere dışardan bakmak
zorunluluğu vardır. Yani yeniyi değerlendirebilmek için mevcut kurallar
ve kabuller dışına çıkılarak bir irdeleme yapılmak durumundadır. Veya
başka bir deyişle dışardan bakışın gerekliliği farklı modellerin varlığı
dolayısıyla, her modelin "yeni"sinin o modelin sadece kendi kuralları
ile belirlenmesinin yetmemesi durumunda, başka modellerdeki
yenilerle karşılaştırılması gereğidir. Wittgenstein'a göre bu modern
düşüncedeki dialektik yaklaşımdan farklıdır ve asimetrik bir
durumdur.(Karatani 1995) Dialektikte sistemin dışına çıkmak gereği
yoktur. Halbuki bu durumda sistemin dışına çıkarak dışından bakmak
durumu vardır.

Bu düşünceleri mimarlığa aktardığımızda tıpkı bilimde olduğu gibi


modern mimarlık da lineer bir yapıya sahiptir. Ve bu lineer gelişmenin
yeniliklerini belirlemek daha basittir. Günümüzde ise mimarlığı tam bir
kaotik durum olarak belirlersek, hiçbir kavram üzerinde birleşmeye
imkan yoktur. Tschumi bu bakımdan pluralizmi ve tam bir kaos
durumunu reddederek, mimarlığın her yeni tanımında limitlerinin
belirlenmesini gerekli görmektedir, bu durumda Tschumi'nin de
belirttiği gibi limitlerdeki mimarlığın "yeni" olduğu kabul edilebilir.
Tschumi'nin buradaki endişesi, bu tanım yapılmayıp limitler yani
sınırlar belirlenemezse mimarlığın akıp gideceği ve yok olacağıdır.
Ancak Tschumi burada sanki her seferinde tek bir mimarlık
tanımından ve bunun gerçekleştirilebileceğinden ve limitlerinden
sözetmektedir. Oysaki burada önemli olan günümüzde pek çok
mimarlık olduğu ve bunların ayrı ayrı tanımlanması gereğidir. Ve
burada yine bilimdekine benzer bir dönüştürmeden sözetmek gerekir.
Bu durumda şu örnekler modern ve modern sonrasını tarifliyebilir.

Le Corbusier'nin Villa Savoy veya Marsilya konutlarını düşünürsek,


binaların pilotiler üzerinde yükseltilmiş olmaları "yeni" bir fikirdir. Çünki,
Le Corbusier, bu uygulamayı doğanın zemindeki sürekliliğini sağlamak
ve ortak bir yeşil oluşturmak düşüncesiyle uygulamıştır, bu düşünce o
zaman için yeni bir düşüncedir. Pilotiler üzerine yükseltilmiş yapı tipi
aslında daha önce de vardı ancak oluşturulma sebebi çok farklıydı
146
147
(korunma ve benzeri). Modern sonrası bir örnek olarak Eisenmann'ın
passe-partout'ları kaldırma düşüncesi ile tasarladığı yapısında ise fikir
tek yapıya indirgenerek süreklilik fikri farklı bir boyutta ve ölçekte ele
alınmıştır. Tasarımdaki biçimleniş de bu fikir doğrultusunda
Corbusier'nin pilotilerinden farklı bir yorumdur. Üzerinde
düşünüldüğünde Corbusier'ninki daha güçlü çünki en azından bütün
kentler için önerilen bir prensip durumundadır, Eisenmann'ın yorumu
daha zayıftır,bir durumun değerlendirilmesidir. Bu zayıflık durumunu
Sola Morales weak architecture olarak, Vattimo'nun weak thought,
weak ontology kavramlarından yola çıkarak açıklamaktadır. Ama nasıl
ki Corbusier’nin fikri pilotili bina tarihte daha önce kullanılmış olmasına
karşın yeniyse Eisenmann’ın pass-partout’ları kaldırma fikri ile
oluşturduğu mimari düşünce ve nesne de belli bir yere ve zamana
özgü olarak yenidir.

Kentlere yapılan müdahalelerde de benzer bir durum söz konusudur.


Modern düşüncede kentin her noktasını etkilemek düşüncesi vardı.
Yeni kentlerin tasarlanması bu düşünceyle gerçekleşmiştir. Brasilia,
Chandigarh gibi yeni kentler, Harlow, Milton Keynes gibi uydu kentler
bütünüyle tasarlanan kapalı sistemlerdir. Bugün kentin tümüne
müdahale eden planlamalar yapılmamakta veya kendi içinde bir
sistem oluşturmaya çalışılan uydu kentler tasarlanmamaktadır. Buna
karşılık günümüzde şehirleri şekillendirmek için içlerine "büyük proje"
olarak tanımlanan tek elemanlar enjekte edilmektedir.
(Paris'te,Beaubourg'la başlıyan projeler buna örnektir, en yeni örnek,
Bilbao'daki Gugenheim müzesidir.) Bu elemanlar kentte farklı olayların
oluşması için ortamlar sağlıyarak kentte yeni katmanların oluşmasına
sebep olmaktadır. Bu Popper'in ütopya'ya karşılık savunduğu kentin
incelenerek çalışmayan yerlerinin belirlenmesi ve bu noktalara
müdahale edilmesi tezinin yansımalarıdır ve ayrıca çok da yeni bir fikir
değildir. Seyfi Arkan'ın Akademide şehircilik derslerinde üzzerinde
önemle durduğu (generatris) fikrinin uygulamalarıdır.

"Yeni"nin "yeni"den anlamlandırılması:

Bir fasit daire olarak görülebilecek olan dil mi önce, düşünce mi önce
gelir sorusunun cevabı olarak günümüzde felsefede dilin öneminin
vurgulanması sebebiyle, pek çok şey dilbilim ile açıklanmaya
çalışılmakta ve düşünce için dilin var olması gerektiği
savunulmaktadır. Burada bizim düşüncemiz düşüncenin esas
olduğudur. Çünki bir kavramın anlatımının farklı dillerde farklı
kelimelerle olması, hatta aynı dilde bir kavramı anlatabilmek için farklı
147
148
kelimelerin kullanılması düşüncenin ve kavramın ise benzerlik
göstermesi düşüncenin daha temel bir eleman olduğunu belirtir. Dil
düşüncenin gelişmesini, değişmesini ve iletişimini sağlar. Öneminin
yadsınmaması gereken dil önce kapalı bir sistem olarak
tanımlanmıştır. Strüktüralistlerden sonra fenomenolistler -Husserel
örneğin -dilin sadece iskeletinin değil ifade ve anlamın dolayısıyla bir
anlamda "kullanımı"nın önemli olduğunu savunurlar (Spielberg, 1994.)
Dilin insanın düşüncesine gereksinim duyduğu düşüncesi, bilgisayarın
doğru tercüme yapamamasıyla da açıklanabilir. Buradaki yanlış
anlamlandırmaların bir nedeni metaforlardır?. Metaforlar bu açık
sistemin önemli bir elemanıdırlar. Metaforların dildeki yeri konusunda
Plato ve Aristo'dan beri süregelen tartışmalar olmuştur (Johansson
1993.) Ancak günümüzde dilin açık bir sistem olduğunu vurgulayan
felsefeciler için metaforlar çok önemli kavramlardır. İkinci
anlamlandırmaların sebebi olan metaforların kullanımı, okumaların
farklı anlaşılmalarına neden olur. 5

Eisenmann mimarlığın anlaşılabilmesi için mimarlığın okunmasının


gerekliliğinden bahsetmektedir. Mimarlığın ikinci bir dili olduğu ve
mimari eserin anlaşılmasının bir metin gibi okunması ile olabileceğini
savunmaktadır. Mimarlık dilinin de metaforlarının varolduğu bu
durumda da her okuma birbirinden farklıdır. O zaman sadece
tasarlanan “yeni” değildir, tasarlanan her okunuşta “yenilenmek”tedir.
Strüktüralistlerce nesnel hale geldiği düşünülen yapıt buradaki
tanımlama şekliyle öznel hale gelmektedir ve tek bir metinin bile pek
çok katmandan oluşması mümkün olabilmektedir. Buradaki modelde
sorun bu öznel yenilerin nesnelleşip başkalarınca paylaşılıp
paylaşılamıyacağıdır. 6

Ayrıca burada bir başka soru daha ortaya çıkmaktadır, acaba mimarlık
için bir dil mi vardır, yoksa diller mi vardır. Yukarda sözedildiği gibi
farklı mimarlıklar olduğu fikrinden hareket edersek farklı dillerin olduğu
sonucu çıkabilir ve onların birbirine dönüştürülmesi gereklidir. Burada
bir de "çevirme"nin de özelliğine bakmak gerekir. Çünki çevirmek de
yeni bir metin oluşturmak olarak kabul edilmektedir. Burada daha önce
bahsettiğimiz dönüştürme işlemine benzer bir durum söz konusudur.

Bu sonsuza varan katmanlaşmadan üstüste yığılan yenilerden


hangisinin değerli olduğu veya bu öznel değerlendirilmelerin,
değerlendirilmesinin nasıl olabileceği yukarda da değinildiği gibi
önemli bir sorudur. Dışardan bakmanın yanısıra, mimarlığın bir dili
olduğu ve dilin açık anlamlarında "yeni"nin var olamayacağı kabul
148
149
edilirse dilin metaforik katmanlarında "yeni"nin gizlendiği varsayılabilir.
Bu durumda metaforların farklı anlamları üzerinde çalışmak, "yeni"yi
belirlemek için diğer bir yol olabilir.

Sonuç olarak eğer "insan"ı ele alırsak insanın genlerinde olan veya
toplum yaşantısından oluşan ikili olarak ele alınabilecek özellikleri
olduğunu görebiliriz. Bunlar, yere bağlanmak (merkez)-göçetmek (yol),
var olanları biriktirmek-yeni şeyleri merak etmek, bellek-yaratıcılık,
elindekiyle yetinmek, konservatif olmak-hırslı olmak, Berlin'in kirpisi(bir
bütün şeyi bilen)-tilkisi(pek çok farklı şey bilen) gibi kavramlarla
açıklanabilir ve çoğaltılabilir. Bunlar aynı zamanda iki farklı zamanı da
belirtir, döngüsel ve çizgisel zamanı, ama bu ikili kavramların
bütünleşmesi spiral zamanı oluşturur.

Bugünkü mimarlığın değerlendirilmesinde önemli problemlerden birisi


çok sayıda bilgi veya enformasyonun varlığı ve bunlara ulaşmadaki ve
bunları değerlendirmedeki eksiklikler ve bunun sonucundaki kaostur.
Ancak teknoloji ve sağladığı olanaklar yani bilgisayar ve sanal ortam
bu çoklukların ve kaosun değerlendirilebileceği bir ortamı
sağlayabilecek potansiyele sahiptir. Kullanım metodolijisinde ise
büyük eksiklikler vardır.

(1) Antik çağda insanlar, sıtmanın sivrisinek ve dolaylı olarak da onların ortamı olan
bataklıktan dolayı oluştuğunu bilmiyorlarmış, hastalığın kaynağını taze meyvaya
bağlıyorlarmış, bugün sıtmanın sebebini ve korunma yollarını biliyoruz. Ama örneğin
romatizmanın sebebini ve tedavisini bilmediğimiz için tedavi yöntemlerinde yeterli
sonuçlar alınamıyor. Bu konuda gelişmeler var, hastalık tam anlamıyla tanımlanıp
tedavisi mümkün olduğunda bugün alınan önlemler insanlara çok anlamsız gelebilir.
(2) Ama yine de ilerisi için "analog" bilgisayarların insan beyninin yapısına daha yakın
olarak tasarlanacağı ve bizim düşünmemize benzer düşünce üretebileceği
düşünülmektedir.
(3) Dilin özellikleri de onu kullananların dünya görüşünü biçimler. Batı dillerinde bizdeki
"o"nun he, she, it gibi veya il, elle veya er, sie, est gibi bölücü bir yapısı olmasının,
insan'ın man, human, gibi çok belirgin olarak erkekliği belirlemesi, woman'ın man'den
türemiş olmasının açıklığı erkeğin esas alındığının göstergeleridir.
(4) End of History, End of Science gibi sonluluğa işaret eden eserler, Batı dışındaki
toplumların düşünce sistemlerini etkiliyerek aslında önemini kaybetmesi mümkün
olmayan bilim, tarih gibi kavramların erozyona uğratılmak istenmesi olarak
yorumlanabilir. Bugün batı'da bilimsel araştırmalar bütün hızı ile devam etmektedir.
Nobel bilim ödüllerinin sürekliliği ve ödüllerin verildiği konular bunun en çarpıcı kanıtıdır.
(5) Binlerce yıldır doğal dillerdeki metaforların ve diğer konuşma figürlerinin (trope) rolü
şairler, yazarlar, konuşmacılar ve filozoflar tarafından tartışılmıştır. Kısaca şairler ve
onların sempatizanları figüratif dili insanın yaratıcı düşünceleriyle ilişkilendirmişlerdir.
Yazar ve konuşmacılar trope'lara, tartışmaların yapılandırılmasında potansiyel olarak
tehlikeli fakat faydalı araçlar olarak daha dikkatle yaklaşmışlardır. Felsefecilerin
çoğunluğu figüratif dile olumsuz bakmışlardır.

149
150
(6)Elbise yeni mi yoksa kral çıplak mı,
Mimarlık bilgisinin bir bölümünü öznel değerler oluşturur. Bunların hepsinin
nesnelleşmesine olanak yoktur.
Oysaki modern düşüncenin, öznelliğe karşı nesnelleştirme düşüncesinin gücü mimari
değerlendirmelerin de nesnelleşerek sayısal hale getirilebileceği düşüncesinin bilimsel
ortamlarda ele alınabilmesine sebep olmuştur. Büyük söylemler bağlamında doğru ve
yanlışların daha kesin olarak tanımlanabilmesinden hareketle, 1960'ların sonunda öznel
şeyleri nesnel ölçütlerle değerlendirme girişimi olmuş ve bu sayısal değerlendirme
eğitimimize de girmiştir. Farklı nesnelerin birbiriyle toplanamayacağı fikriyle karşı
çıkılmasına rağmen, öğrenci projelerinde arazi kullanımı, fonksyon, estetik ve benzeri
faktörlerin herbirine değerler verilerek öğrencilerin notu bu değerlerin matematiksel
toplamı olarak belirlenebilmiştir. Zamanında “yeni” olarak değerlendirilen bu ve bunun
gibi uygulamalar modern düşüncenin uygulamalarının düşünceyi tüketmesine sebep
olmuş ve içeriksiz formalist bir yapıya dönüştürmüştür.

Referanslar:

Deleuze,G., F. Guattari, A Thousand Plateaus, Capitalism and Schizophrenia, 1987,


Minneapolis: The University of Minnesota Press,
Fukuyama, F., "The End of History", The National Interest, No: 16 summer 1989, s.3
Horgan, J. The End of Science,1996, New York: Broadway Books,
Johanssen R.S., "The Brain's Software, The Natural Languages and Poetic Information
Processing", The Machine As Metaphore and Tool, H. Haken, A.
Karlqvist, U. Svedin (edit.), 1993, Berlin: Springer Verlag,
Karatani, K., Architecture as Metaphore, 1995, Cambridge, Massachusetts: MIT Press,
King, R., Emancipating Space, Geography, Architecture and Urban Design, 1996, New
York: The Guilford Press,
Lacey, A.R., A Dictionary of Philosophy, 1976, New York: Routledge,
Nisbet, R., History of the Idea of Progress, 1980, New York: Basic Books,
Spiegelberg, H., The Phenomenological Movement, a Historical Introduction, 1994,
Kluwer Academic Publishers,
Watson, W., The Architectonics of Meaning, Foundations of a New Pluralism, 1993,
The University of Chicago Press.

150
151

taş yerinde hafiftir


Mimarlıkta malzeme ve teknolojisi ile ilişkilendirilebilecek pek çok
kavram vardır; 'hafiflik', 'ağırlık', 'kalıcılık', 'geçicilik'; malzemesizlikle
ilgili olarak da 'demateryalizasyon'. 'immateryalite', 'katmanlaşma' gibi
kavramlar sayılabilir. Bu kavramlar malzemenin varlığı, malzeme
bilgisi ve özellikle malzemenin anlamlandırılması ile ilişkilidir. "Taşa
dönüşmeden Meduza'nın kafasını kesebilmek için Perseus kendisini
en hafif şeylere, rüzgarlar ve bulutlara dayandırır, ve bakışlarını
doğrudan göremeyeceği, bir aynada varolan imgelere yönlendirir...
Meduza'nın kanı kanatlı bir ata, Pegasus'a hayat verir, taşın ağırlığı
kendi zıttına dönüşür..."

İtalo Calvino'nun "hafifliğinden" alıntılar yukarıda sözü edilen


kavramların aslında kültürel birer metafor olduklarını belirtiyor 1.
Hafiflik ve geçicilik kavramı, 'Türk Evi'nin önemli bir özelliğini belirleyen
iki kavramdır. Selçuklulardan 19. yüzyılın sonuna kadar ev
geleneğimizde ahşap iskelet ve eşyasızlıktan kaynaklanan hafif bir
yapılanma vardır. Bu malzeme, teknoloji ve anlayış ile yapılan evlerde
geçicilik önemli bir özelliktir. Medrese, han, hamamlar günümüze
kalmakla birlikte, ev geleneğimizin aynı tarihlerdeki izlerine rastlamak
mümkün olmamaktadır. 19. yüzyılda batılılaşma sürecimizde
yaşadığımız önemli değişimlerden birisi de kalıcı, ağır bir çok katlı
konut mimarisine olan dönüştür. Ahşap konaklar terk edilerek
apartman hayatına geçilmiştir. Bu geçişle yapı teknolojisi de bu yönde
gelişmiştir. Banyo ve mutfak, harçlı ve ağır seramik malzemelerle
yapılmaya başlamıştır, ve bugün de durum böyledir. Bu malzeme ve
teknoloji ile hafif bir ahşap yapının yenilenebileceği nasıl düşünülebilir.
Ahşap konut üretiminin çok fazla olduğu Birleşik Amerika'da buna
bağlı olarak hafif banyo ve mutfak malzemeleri geliştirilmiştir. Bu
örnekler hafiflik ve ağırlığın malzeme, teknoloji ve kültür ile ilişkisini
açıklıkla ortaya koymaktadır.

Malzeme ile ilgili olarak tarihten günümüze gelen belli kabuller vardır
ve bunlar genellikle malzemenin varlık özellikleridir ve malzeme
bilgimizin temelinde yatarlar. Taş ağırdır, cam saydamdır, seramik
kırılgandır, ahşap sıcaktır, demir sağlamdır gibi... Bu özelliklerin bir
151
152
kısmı veya başka özellikler malzeme bilgimizin gelişmesiyle, yeni
teknolojilerle, kimyasal ve fiziksel uygulamalarla fiziksel ve kimyasal
olarak değişime uğramış veya uğramaktadır. Seramik kırılganlık
özelliğini kaybedecek şekilde üretilecektir veya üretilmektedir bile.
Cam çeşitli ışınlardan istenenler için geçirgen, istenmeyenler için opak
hale gelebilmektedir, hatta bu ışığın şiddetine göre değişiklik de
gösterebilmektedir. Yine camın kırılganlık özelliği azaltabilmektedir.
Plastikler, yanıcı, kalıcı özellikleri kaybedilerek farklı performanslar
gösteren malzemeler halini almaktadır. Ahşabın kötü özellikleri
örneğin çalışması yeni teknolojilerle azaltılabilmektedir.

Bu değişimler, bu tür değişime uğramış malzemelerin yeniden


değerlendirilerek kullanılabilmesine sebep olmaktadır. Pencere
çerçevesinin alüminyumdan yapılması alüminyumun ısı geçirgenliği
dolayısıyla yeni profillerin geliştirilmesine yol açmış, ısı köprüsünü
kesen detaylar geliştirilmiştir; içi ahşap dışı metal çerçeveler de yine
böyle bir kaygının sonucunda oluşturulmuştu. Camı taşıyan çerçeveler
üzerinde o kadar durulduktan ve bunları geliştirdikten sonra, camın
kırılganlığının azalması ve camın kolayca ve risksiz delik açılabilecek
hale gelmesiyle menteşe de ispanyolet de cama takılabildiğinden
çerçeve artık gereksiz hale gelebilmektedir (Resim 1). Tıpkı gözlüklerde
camı çevreleyen çerçevenin kalkması gibi... Cam bazı durumlarda yer
döşemesi olarak veya hem bölücü hem de taşıyıcı olarak
kullanılabilmektedir (Resim 2). Bir müzik setinin detayları bir otomobilde,
giderek bir binada izlenebilir hale gelmektedir (Resim 3). Malzemelerin
değişen özellikleri göz önünde tutularak yeniden başka şekillerde ve
alanlarda kullanılmaları olanağı mimarlıkta yenilik arayışlarının başlıca
kaynaklarından biridir.

Hafiflik, ağırlık, geçicilik, kalıcılık, malzeme azalması gibi kavramlar


yukarda bahsedilen, malzemenin doğrudan doğruya varlık özellikleri
ile veya gerçek özellikleri ile ilgili olabileceği gibi malzemenin
görüngüsel anlamıyla da ilişkili olabilmektedir. Colin Rowe ve Robert
Slutzky'nin geçirgenlik üzerine yazdıkları, aslında yukarda belirtilen
diğer kavramlar için de geçerlidir 2. Örnek olarak, taşı alırsak taş ağır
bir malzemedir, fakat Gotik mimaride bu ağır malzemeyi hafif
göstermek için özel bir çaba sarf edilmiştir. Kolonlar parçalanmış,
kemerler ve tonozlarda, kolonlarda da devam eden taştan kaburgalar
kullanılmıştır. Taş duvarda büyük pencereler açılmış, taşıyıcılar
binanın dışına alınmıştır. Kulelerdeki süslemeler, kulenin üstü
inceldikçe küçülerek kulenin daha hafif ve yüksek görünmesini

152
153
sağlamıştır. Beton da benzer şekilde Le Corbusier'nin binalarında
pilotiler üzerinde yükselerek hafif bir malzeme görünümü yaratmıştır.
Günümüz mimarlığına durağanlık yakışmamaktadır. Bunun, henüz
gündeme tam anlamıyla gelememiş pek çok nedeninden biri olan
malzeme teknolojisinin açtığı yeni ufuklar, en gözle görüleni olmak
yolundadır.

(1) İtalo Calvino, (transfated from the italian by Patrick Creagh) Six Memos for the Next
Millenium. Vintage 1996
(2) Colin Rowe, Robert Slutzky, "Transparency: Literal and Phenomenal"
153
154

154
155

ilköğretim: bina da bir öğretmendir


Sekiz yıllık ilköğretim yapıları ile ilgili olan bu yazının iki amacı var,
birincisi çevremizde yeralan okul yapılarında önemli gördüğümüz
temel yanlışlıklara değinmek, diğeri de, deneyimlerimiz sonucunda ve
yaptığımız araştırmalar ve var olan bilgilerimiz ışığında tasarladığımız
iki okul yapısını tanıtmak.
Aslında mevcut okulların daha yakından incelenmesi ile, bunların
işlevsel hataları, yapım sistemleri v.b. daha ayrıntılı olarak ele
alınabilirdi, ama değindiğimiz noktaların detaya inmeden bile bu
okulların ne kadar yanlış olduğunu göstermeye yeteceği
görüşündeyiz:

İmgeler

Çocuklar, iyi ve kötüden, güzel ve çirkinden çok çabuk etkilenirler,


çünki onlar çevrelerini büyüklerden daha hızlı bir biçimde algılarlar ve
hafızalarına daha çok şey yerleştirirler. Bu bağlamda okul, ev ve
aileden sonra en çok etkilendikleri yerdir.

Etrafımıza baktığımızda büyük çoğunlukla okul olarak Bayındırlık


Bakanlığının tekdüze ve Bayındırlık Bakanlığı şartnamelerine göre
hazırlanmış projelerinin ürünü olan, dökme mozayık yerler, alaturka
tuvaletler, kara tahta, sıra, kürsü ve bir dolaptan ibaret çıplak sınıflar
görüyoruz. Diğer örnekleri ise, belki de Atatürkçü düşünceden farklı
düşünceleri simgeleme amacı taşıyan formlara yer veren ve farklı
mimari dillerin eklemelerle birlikteliğini sürdürdüğü, veya hiçbir
düşünce ürünü olmayan, gecekondu inşaatı düzeyinde ekleri içeren,
okulun iç mekanlarının gerektirdiği ışık ve güneşlenme şartlarını
sağlamaktan uzak görünen, genellikle kat adedi ve boyutları ile bir
çocuğun ölçek ve ölçü kavramını zorlayan, dışarda oyun ve
rekreasyon olanağı sağlayamayan, hangi renk skalasından nasıl
seçildiği belli olmayan bir renk kargaşası içindeki binalar oluşturuyor.
Yukarda belirtilenler ışığında 4 şubeli yani 32 sınıflı biri yatılı iki okul
tasarlamamız istendiğinde bu yapı veya yapı grubunun genelde
yüksekliğinin iki katı geçmemesi gerektiğini düşündük. Ancak
155
156
yaptığımız etüdlerde yatılı okulun arsa sorunu nedeniyle çok fazla
yayılmasını önlemek için çok az bir bölümünü üç katlı olarak
tasarladık. Yapıların daha sade çizgilerden oluşabilmesi ve modern bir
yapı olduğunun vurgulanması için çatı ve saçaklar içe dönük
tasarlandılar. Çatı çözümünü kolaylaştırma ve ışık alma yanında iç
bahçeler, bina içinde de dış mekanı, doğa ve yeşili yaşama olanağı
vermesi nedeniyle önerilmişlertir.

Kültür ve teknoloji

Eskilere doğru baktığımızda külliyeler ve külliyeler dışında tek tek


örnekler olan sibyan mektepleri, camiler, medreseler, kütüphaneler
değişim ve hafiflik kavramının değil, kalıcılık ve süreklilik kavramlarının
yansıdığı bir mimarinin ürünüydüler. Buna karşılık konutlar, saraylar
da dahil olmak üzere geçicilik ve hafiflik düşüncesiyle inşa
edilmişlerdir. Batılılaşma sürecinde, evlerimiz saraylarımızın
öncülüğünde sağlam-güvenli (!), çok katlı yapılara dönüştü.
Apartmanda yaşamak modernliğin ve bir statü edinmenin göstergesi
oldu. Bunun sonucunda inşaat teknolojisi, ağır ve kalıcı olan
betonarme yapı teknolojisinin etrafında gelişti; özellikle mutfak, banyo
gibi sulu mekanlar malzeme ve teknolojileriyle bu ağırlık ve kalıcılık
temasına bağımlı kaldılar. Bugün ahşap binaların korunamamasının
önemli nedenlerinden bir tanesi bu hafif yapıların ağır yapı teknojisini
kaldıramaz olmasıdır. Hımış bir duvara ve ahşap bir döşemeye harçla
yapıştırılan seramiğin durumunu ve sonuçlarını herkes takdir eder.
Bizim tasarladığımız okullarımızda düşündüğümüz teknoloji ve yapı
malzemesi de bu durum çerçevesinde gelişti. Okul yapılarının
gelişmelere açık, hafif, esnek, değişebilir olması gerektiği, fakat ıslak
hacimlerin yer aldığı yerlerin ise ülkemizdeki teknoloji ve yapı
malzemesinin özellikleri de gözönünde bulundurularak ağır bir
yapılanma olan betonarme ile inşası düşünüldü. Böylece sulu
mekanlar bloklanarak binaların çekirdeğini veya omurgasını oluşturan
betonarme yapılaşma içinde yeraldı. Bu nüveyi saran hafif ve esnek
kullanımlı bir yapılanma da ana mekanları yani derslik, laboratuar,
yönetim, yatakhane gibi mekanları barındırdı.

Diğer tasarım kriterleri: Az katlı ve çelik taşıyıcı bölümleri olan yapılar


herhangi bir felaket anında -deprem, yangın v.b. afetlerde- kolaylıkla
terkedilebilecek şekilde düzenlendiler. Tip projeler olmaları nedeniyle
birbirleriyle eklemlenebilen ünitelerden, dik açılı ve net kitlelerden
oluşturuldular. Seçilen malzemelerde özellikle insan sağlığına aykırı
olan ve doğanın dengesini bozan maddelerin olmamasına özen
156
157
gösterildi. İç mekanlarda kullanılan malzemelerle sıcak bir atmosferin
oluşmasına çalışıldı. Sınıflar kitaplık ve dolapları ve diğer donanımları
ile çağdaş anlayışın gereği olan aktif eğitime olanak sağlıyabilecek
şekilde düzenlendi. Çok amaçlı salonlar, çok amaçlılığa uygun bir
şekilde, farklı kotlar ve katların ve dış mekanın mekana katılabilme
olanaklarına imkan vermek üzere tasarlandı.

Okul binalarının (yurtlar ve lojmanlar hariç) genelliklle gündüz


kullanılmaları nedeniyle yerleştirilme yönlerine ve yer alacakları
bölgelere bağlı olarak temiz enerji için güneş enerjisinden
faydalanabilmesi için de gerekli eklemelerin yapılması ön görülmüştür.

Konut, okul, büro gibi yapıların da çelik strüktürlü olabileceği görüşü


ancak ulusal ölçekte yıkıcı bir depremden sonra gündeme
gelebildiğinden, Milli Eğitim Bakanlığı için 1998 yılında yaptığımız bu
projelerin uygulanma şansı olmamıştır.

157
158

158
159

159
160

rasyonalite ve rasyonalizm üzerine


Şengör ve Tanyeli’nin 1998/09 Arredamento Mimarlık’ta yayınlanan
karşılıklı tartışma şeklindeki yazıları, tartıştıkları konu üzerinde
düşünmeye ittiği için ilginçti; bu yazımız taraf tutmak üzere değil o
konudaki bir düşünceyi dile getirmek için yazılmıştır.

Mısır’daki piramitlerin oluşmasında acaba rasyonel düşüncenin rolü


yok muydu? En azından ayakta durmaları rasyonel bir düşünceye
dayanmıyor muydu? Meidum piramidinin neden yıkıldığı ve bundan
alınan derslerle yapılan diğer piramitlerin yıkılmamasının rastlantı
olmadığı strüktürlerde ve detaylarda yapılan değişikliklerden
anlaşılmaktadır. Levy, Salvadori (1992). Acaba aslında sanat eskiden
bugünkünden daha rasyonel sebeplerle yapılmıyor muydu? Kiliselerde
Incil’den bazı hikayeleri anlatmak, mağaralarda, avlanabilecek
hayvanların özelliklerini öğrenmek gibi..

Rasyonel düşünce ve sezgi nedir? Rasyonel düşünce beynimizin bir


ürünü iken duygularımız ve sezgimiz kalbimizden mi kaynaklanıyor?
Tanyeli’nin makalesinde rasyonel düşünce ve sezgi arasında böyle
belirgin bir farklılık seziliyor. Tanyeli’ye sorduğumuzda herhalde
sezginin de beynimizin bir ürünü olduğunu söyleyecektir, o zaman
rasyonel düşünce ve sezginin sınırları nerdedir, sezgi ve rasyonel
düşünce arasında nasıl bir fark vardır? Rasyonal olanla irrasyonal
arasındaki fark nedir? Acaba bu ikisi arasında kesin bir sınır çizebilir
miyiz? Bilinir olmak rasyonelliği beraberinde getirir mi? Bu durumda da
bilinmezliği de sezgi ile eşleştirebilir miyiz? Böyle bir eşleştirme
yapılırsa, bilinir olanla bilinmez olan arasındaki sınır ne kadar kesinse
rasyonel düşünce ve sezgi arasındaki sınır da ancak o kadar
belirgindir.

Mısır ve Antik dönemde, dünyanın ve uzayın bilinir bölgeleri (buradaki


bölge kelimesini sadece coğrafi olarak değil bilgi birikimi olarak almak
gerekir) bu güne göre çok azdı. Bu gün ise bilinir olan bölgeler artmış
olmakla birlikte sonsuz olarak belirliyebileceğimiz bilinmezlikte aslında
çok az bir eksilme olmuştur. Bilinir bölgelerde varolmamızı sağlayan
160
161
rasyonel düşüncenin yerini “bilinmeyen sonsuzluk”ta sezgilerimiz
almaktadır. Bilinmezlikle başetmeye çalışan sezgi bu açıdan
bakıldığında rasyonel düşüncenin üzerinde ve çok daha karmaşık bir
beyin faaliyetidir.

“Rasyonalizm”, sezgisel olarak bilinenlerin yoğun olarak rasyonel bir


bilgi birikimine dönüşmesini, Newton’la başladığı kabul edilen ve
bilimde pozitivizm olarak da adlandırılan rasyonel düşüncenin çok
yoğunlaştığı bir zamanı simgeler-ancak bu zamanda çözümlenenler
lineer, zamandan bağımsız ve kapalı sistemlerdi- Böyle bir adlandırma
bundan önce ve sonra rasyonel düşüncenin var olmadığı anlamına
gelmez “rasyonalite” her zaman vardır. Bu gün de kaotik olanları
anlayabilmek, yani lineer olmayan açık sistemleri çözümlemek için
sezgimizin yanısıra yine rasyonel olarak düşünmek durumundayız.

Ancak geriye baktığımızda, pozitivist düşüncenin daha öncesinde


sezgisel bir arayış döneminin varlığından bahsedebiliriz, ama bu o
zaman rasyonelliğin var olmadığı anlamına gelmemelidir. Bu arayıştan
sonra pozitivist düşünce ile çözülebilen problemler kapalı bir sistem
olmakla sınırlı olduğundan, uzayın diğer bilinmezlerini anlayabilmek
için yeni bir sezgi yoğunluklu dönem yaşanmıştır, burada
belirsizliklerden, karmaşıklıktan, kaos’tan daha çok sözedilmesi
doğaldır. Ancak şimdi durumu irdeleyen ve yeni yazılan eserlerde yine
aklın gereğinden bahsedilmektedir. Bu puslu olan sezgisel
düşüncelerin tekrar rasyonel bir temele oturtularak netlik kazanmaya
başladığının bir göstergesidir. Ergin Yıldızoğlu (1998)

Yukardaki düşünceyi başka türlü de açıklıyabiliriz, irrasyonel bir


düşünce ortaya atıldıktan sonra eğer yanlış değilse artık rasyonel
olmaya mahkum değil midir? Yani bilimde ortaya atılan bir hipotezin
ortaya atılması büyük ölçüde sezgiseldir, doğrulanması veya
yanlışlanması ise içinde yine sezginin yer alabildiği fakat genelde
rasyonel bir süreç değil midir? Irrasyonel gibi görünen pek çok olgu da
sonuçta tanımlanabilen daha büyük bir rasyonel sistemin parçası
olarak ortaya çıkmıyor mu? Bu da “consilience”ın olabileceğinin bir
göstergesi değil mi?

Öte yandan bir sanat eserinin oluşması insanın sezgisi ve dolayısıyla


sezginin bir özelliği olan yaratıcılıkla gerçekleşiyorsa, ki bu da (yani
sanat da) bir anlamda bilinmezin bilinir kılınması için bir yoldur, sanat
eseri de artık ortaya çıktıktan sonra üzerinde rasyonal düşünceler
üretmeye başka bir deyişle eleştirilebilir bir bilgi birikimine dönüşür.
161
162
Ama Tanyeli’nin dediği gibi bugün daha çok şey bilindiği için sanat
daha rasyonel olmak zorunda değildir. Sanat yine yaratıcılığın ve
sezginin bir ürünü olmaya devam etmektedir.

Çeşitli zaman ve mekanlarda çeşitli şekillerde tanımlanabilen, fakat


içinde sanatsal unsurlar barındırdığı kuşku götürmeyen “mimarlık”ta
analiz ve sentez kavramları çokça irdelenmiştir. Ve sonuçta mevcut bir
mimari eserin veya çevrenin analizinin yapılması işlemini tersine
döndürdüğümüzde bir sentezin oluşmadığını görürüz. Çünki sentezde
sezgi ve yaratıcılık vardır, bu sezgi ve sezgisellik, çevremizde
bilinenler arttıkça azalmamaktadır, zira yukarda da söz edildiği gibi
bilinenler bilinmezlerin yanında her zaman bir hiçtir.

Matthys Levy, Mario Salvadori, Why Buildings Fall Down, Norton Paperback New York,
1994
Ergin Yıldızoğlu, Globalpolitikültür, Akla Övgü, Cumhuriyet, 25 Eylül 1998

162
163

Türkiye’nin konumu ve mimarlığımız


Bu yazı, mimarlığın modern hareketten günümüze Batı'daki gelişimi,
bizim Dünya'daki konumumuz ve mimarlığımızın bugün nasıl bir
durumda olduğunun kısa bir özetidir.

Aydınlanma sonrasında Batı'da aydınlanmanın felsefesi 20. Yüzyılın


başında mimarlığa yoğun olarak aktarılmaya başlandı. Modern
Hareket olarak tanımlayabileceğimiz bu dönemde, daha önce katı
kurallarla oluşturulan ve biçimsel birlikteliği olan stillerin mimarlık
düşüncesin! kısıtladığı kabul edilerek daha serbest bir yaklaşımın
gerekliliği tartışıldı, tarihten soyutlanmış yepyeni ve yalın bir
mimarlığın yaratılmasına çalışıldı. Asillerden sonra burjuvaya hitap
eden sanat ve mimarlık, modern dönemde, materyalist ve mekanik bir
dünya görüşü ile endüstri devriminin oluşturduğu işçi sınıfının
faydalanabileceği bir yapıya ulaştı. Aydınlanmanın düzen, eşitlik,
hürriyet fikirleri, serbest mekan, total mekan gibi kavramlarla mekan
düzenlemelerine yansıdı. Mimarlar avant-garde bir yaklaşımla kendi
düşündükleri ve hitap ettikleri kitlenin daha üst düzeyindeki bir yaşam
standardı hedefleyen bir mimarlık tanımladılar. Yani burada bilimin
evreni tanımladığı gibi, insanı mekanik özellikleriyle, pozitivist bir
dünya görüşü ile rasyonel ve objektif olarak tanımladılar, insan
yaşantısı için ütopyalar oluşturdular. İki savaş arası ve II. Dünya
savaşından sonra bu fikirler, yıkılan Avrupa'nın yeniden inşasında bir
anlamda tüketildi. Modern yaşantının ana temasını çok sayıda tekrar
eden standart üniteler oluşturdu. Birbirine benzeyen, çevresiyle
ilişkilendirilmeyen, gerekli olan tekrarlarla ölçeğin kontrolden çıktığı bir
çevre yaratıldı, ama bununla birlikte insanlar büyük kitleler halinde
daha sağlıklı, daha yüksek standartta bir yaşantıya kavuştular. Sosyal
ve toplu konutlar, okullar, diğer kültür yapıları, çarşılar, hizmet yapıları
düzenli bir şekilde birtakım ana fikilere göre biraraya getirildiler.
Modern hareketin temel prensiplerinden birisi, gerekli olan işlevlere
göre binayı ve çevreyi kendine özgü, bir defaya mahsus olarak
yaratmak olmasına rağmen, tekrarlarla tipolojiler oluşturuldu ve bu da
modern mimarlığın önemli çelişkilerinden birisini yarattı. Tekrarlar ve
zaman boyutu moderni de bir anlamda bir stil haline getirdi. Bu arada
163
164
bu yüksek standardı oluşturan ve insanlara yaşama şekilleri dikte
eden mimarlığın bir meslek olduğu fikri ve mimarlık mesleği için
kurumsal yapılaşmalar güçlendi. Mimarlık eğitimi, mimarlık örgütleri
yeniden yapılandı. Mimarlıktaki örgütlenmenin gücünü Hitler
Almanya'sı ve diğer faşist devletler anladılar. Modern düşünceyi ve
bazı mimarları kendi idealleri için kullandılar ve anıtsal bir mimarlık
yarattılar. Standart insan kavramını ideal insan olarak yüceleştirdiler
ve ideal kavramına uymayanların yaşama haklarını ellerinden almaya
kadar gittiler. Bu da modernin aydınlanmadan gelen ana fikilerine ters
düştüğü için düşünsel olarak da yıkılmasına sebep oldu.

Bu oluşumlara tepki olarak ve 60'lı ve 70'li yıllarda çeşitli yönlerde


mimarlıkla ilgili araştırmalar yapılmaya başlandı, insan bir kere daha
ve farklı yönleri ile, karmaşık bir açık sistem olarak ve kendi
ihtiyaçlarını belirleyebilecek nitelikte bir varlık olarak tanımlandı.
Mimarlık, bu insan tanımına bağlı olarak, diğer bilimlerle ilişkilendirildi
(örneğin psikoloji ile sosyoloji ve mimarlık ara kesitinde araştırmalar
yapıldı), yapılan araştırmalar mimarlığın tanımındaki bilimselliği ön
plana getirdi. Aynı zamanda modern mimarlığın sonucu olan tekdüze
çevrelere karşı, bölgesel ve tarihsel çeşitlilikler yeniden gündeme
geldi. Mimarlığın bağlamla ilişkisi tartışılmaya başlandı. Marjinal
fikirlerin ve değerlerin yadsınmadığı, hatta ön plana çıkarıldığı
postmodern dünya görüşü, mimarlığı da etkiledi. Mimarlığın bir kolaj
olduğu fikri ve bununla oluşturulan örüntüler (Colin Rowe), tipolojinin
tekrar gündeme gelmesi, dilin, sembollerin mimarlıkla ilişkilendirilmesi
yolunda çalışmalar yapıldı. Tasarım sürecinin açıklanılmasına çalışıldı
ve bilgisayarların tasarım yapabilmesi için matematiksel modeller
geliştirildi. Mimari ürünün çözümlenmesi, tasarım sürecinin
anlaşılması için yapılan çalışmaların bir devamı olarak, Alexander'in
mimarsız da mimarlık yapılabileceği fikri, mimarlığın ve mimarlık
mesleğinin yeniden sorgulanmasını gündeme getirdi.

Avrupa ve Amerika bugün sorgulama dönemini yoğun olarak yaşıyor.


Mevcut kalıplar, kurallar ve kurumlar çözülüyor ve farklı yeni
yapılaşmalara gidiliyor. Eski ve yeni aktivitelere yeni kabuk oluşturma,
yeni bir yaşantı için denemeler dönemi yaşanıyor. Yapılan
çalışmalarda metaforlar öne çıkıyor, 'metafor'un değişim, gelişim ve
yenilik için önemi tartışılıyor. Sanal dünyanın şehir ve mimarlıkla
ilişkisi sorgulanıyor. Alvin Toffler'in üçüncü dalga ekonomisi olarak
tanımladığı zamanımızın ana kaynağı olarak gösterdiği data,
enformasyon, imajlar, kültür, ideoloji ve değerler, klasik üretimin ve
kapitalin yerini alıyor. Teknolojinin farklı şekilde yorumlanarak
164
165
kullanımı, yüksek teknolojiye bağımlı olarak hafiflik ve katmanlaşma
gibi kavramlar, tüketim amaçlı üretim, algı yüklü binalar, egzistansiyel
düşünceye bağlı olarak oluşturulan kısa ömürlü, deneysel binalar
günümüz mimarlık düşüncesinin ana temalarını oluşturuyor
.
Rasyonel düşüncenin hakim olduğu kuzey ülkelerinden güneydeki
irrasyonel ve metaforik düşünceye geçilmesi, bir anlamda
günümüzdeki iyi mimarlığın kuzeyden güneye indiğini belirtiyor.
Barcelona örneği bunun en açık kanıtı. Siza (Portekiz), Miralles, Gali
(İspanya) gibi mimarların Kuzey Avrupa'da mimarlık yapmaları yine
bunu doğrulayan örnekler olarak gösterilebilir.

Bu arada Avrupa ve Amerika'nın farklı durumuna da değinmek


gereklidir. Özellikle Batı ve Kuzey Avrupa'da nüfus azaldığı ve genç
nüfus olmadığı için yeni binaya ihtiyacın minimum olması, buna
karşılık Amerika'da gelecek için bir nüfus artışı öngörüldüğünden yeni
yapılara ihtiyaç duyulması gelecek için önemli bir fark. Buna karşılık
Amerika'da mimarlığın daha çok tartışıldığı, Avrupa'da ise mimarlık
yapıldığı ise bugüne kadar izlenen durum. Amerika'da yerleşmeler
Rossi'nin tanımladığı yerleşmelerdeki değişim fikrini çok iyi
destekliyor. Konutların pek çoğu (şehir merkezleri dışında) ahşaptan
ve çok pratik detaylar ve süreçlerle oluşturuluyor. Nerdeyse
standardlaşmış olan bu konutlar için mimara da ihtiyaç duyulmuyor.
Mimarlık daha çok Rossi'nin birincil olarak tanımladığı ve sürekliliği
sağlayan kamusal yapılar için gerekli oluyor. Amerika bugün her
düzeyde enformasyon ihraç ederken mimarlık bilgisini de dış
pazarlarda sınıyor ve değerlendiriyor.

Batı'daki durumun bu kısa yorumundan sonra eğer Türkiye'deki


duruma bakarsak, bugün Türkiye mimarlık açısından çok kritik bir
durumdadır. Bu durum Türkiye'nin tam Batı'lı olmaması, sömürge
dönemi yaşamadığı için 3. Dünya ülkesi olmaması, Sovyetler Birliği ile
ilişkili olmadığı için demirperde ülkesi olmaması yani "hiçbiryerde"
olmamasından kaynaklanmaktadır. Bunu ilk defa bir Batı'lının
ağzından, değerinin büyük bir bölümünün medyadan kaynaklandığını
söyleyebilecek kadar dürüst olan Eisenman'dan duymak ilginçti.
Türkiye'nin bu durumunun pek çok yansıması var, bunlardan birisi de
mimarlık. Bugünkü mimarlık ortamını ve onun etkileşim alanını ana
hatları ile ortaya koyarsak, dünyada oluşan modern hareketi, onu
sarsan post-modern yaklaşımları, ülkemiz Batı ülkeleri gibi
yaşayamamıştır. Yeni Türkiye'nin oluşturulması sırasında Birinci
Ulusal Mimarlık düşüncesinin devamı olan bir gelişme yerine, modern
165
166
mimarlık düşüncesi ön plana getirilmeye çalışılmış, fakat pek az
sayıda mimar bu fikri benimsemiş veya pek az sayıda işveren bu
mimariyi desteklemiş ve yine pek az bina ve imar planı bu düşüncenin
ürünü olmuştur. Tekrar ulusal fakat bu defa anonim mimarlığın
değerlerine dönülerek bu yönde mimari eserler inşa edilmiştir.
Günümüzde de bu tür bir yaklaşımın farklı yorumları, en fazla destek
gören yaklaşım olmaktadır. Bu farklı yorumların yelpazesi 'arabesk'e
kadar uzanmaktadır. Ve sonuç olarak Türkiye bütünüyle ele
alındığında, Batı'dan çok fazla etkilenmediği gibi, Türkiye'de yapılan
pek az şey Batı'da farkedilmiştir.

Batı ile karşılaştırıldığında kurumsallaşma ve onun sorgulanması


evrelerini toplumumuz ve onun yansıması olan mimarlığımız tam
olarak geçirmemiştir. Batı'nın ve mimarlığın kurumsal olarak
varolmasını sağlayan mimara verilen yetki ve sorumluluk düzeni bizde
hiçbir zaman o düzeyde oluşmamıştır. Bu da, mimarın kendi
tasarımını gerçekleştirebilmesini imkansız kılmaktadır. Proje tasdik
edildikten sonra yasal düzenlemeler içinde kalan değişikliklere kimse
itiraz etmemektedir veya edememektedir. Böylece, aslında çok önemli
olan, ama somut olarak ölçülemeyen mimari değerler yok
olabilmektedir.

Buna karşılık bazı durumlarda mimarlık eğitimi ve imar


yönetmeliklerinde gereğinden fazla katı kurallar oluşmuştur. Yani
kurumsallaşma, mimarı ve mimarlığı koruması gerektiği yerlerde
oluşturulmamış olmasına karşılık, bazı kurumlar ve kuralları gereksiz
veya abartılı şekillerde katı ve değişmez bir biçimde, değişimi ve yeni
mimarlık arayışlarını engellemektedir. Örnek olarak yasal
düzenlemeleri alırsak, bazı durumlarda çevrenin korunması adına,
bazı durumlarda da kullanıcıların zarar görmemesi için inşa edilecek
yapının mimari tasarımının pek çok belirleyici özellikleri yasalarla
kesinleştirilmiştir. Bu, çevremizde oluşan tek düzeliğin önemli
sebeplerinden birisidir. Yarışmalar da bu katı yasal düzenlemelerden
fazlasıyla nasiplerini almaktadır. Acaba bugüne kadar yapılmış
yarışma binalarından kaç tanesi "mimarlık" olarak tanımlanabilir?

Ulkemizin sosyal ve kültürel yapısına ve onun fiziksel yansımasına


baktığımızda, bugün genç bir nüfusumuz vardır, onun eğitilmesi en
önemli sorunlardan biridir, fakat yeterli nitelik ve nicelikte eğitim yapısı
yoktur, büyük şehirlerimizin ortalama yansı yasal olmayan gecekondu
dediğimiz yerleşmelerle kaplıdır, bunun dışında kültürel yaşantımızın
zenginleşmesi sağlık sorunlarının halledilmesi için çeşitli kurumlara ve
166
167
binalara ihtiyaç vardır, yani yapılması gerekli olan iş potansiyeli,
Avrupa'da iki dünya savaşı arası ve II. Dünya savaşı sonrası
durumundan pek de farklı değildir. Tabii artık, Avrupa'nın ve
Amerika'nın geçirmiş olduğu modern dönemi biz bugün yaşayarak,
benzer bir şekilde problemlerimizi çözemeyeceğimiz de açıktır.

Yaratıcı ve ileriye dönük olarak mimarlık adına yapılabilecekler,


kuralsızlığın pozitif yönünden yararlanarak gerçekleştirilebilir. Amerika
ve Avrupa'nın dünkü ve bugünkü durumları yorumlanarak, Türkiye'nin
hiçbiryerde olmadığı ve bunun karşıtı olarak heryerde olduğu metaforu
ile yaratıcılık ve üretimin gerekliliğini bütünleştirmek bir çıkış noktası
olabilir. Bu durumda, bugünkü mimarlık ortamındaki irrasyonel ve
yaratıcı tutumun değerlendirilerek, farklı ve yeni bir avant-garde
yaklaşımla, yeni teknolojileri kullanarak ekolojik yaklaşımlar
denenebilir. Prigogine'in "Order out of Chaos" da önerdiği her kaotik
ortamdan bir düzenin oluşacağı fikriyle kendi durumumuzu
ilişkilendirirsek, en kaotik durumda olan bizlerin buradan yaratıcı olanı
ve yeniyi oluşturmamız olasıdır, diye düşünüyoruz. Başka bir deyişle,
toplumumuzda ve mimarlığımızda günümüz şartları bir kırılma noktası
olarak belirebilir ve mimarlık yeniden ve farklı şekillerde
yorumlanabilir.

167
168

peter eisenman’ın düşündürdükleri


Peter Eisenman, 14 Mayıs 1996 tarihinde Istanbul’da, ITÜ Maçka G
Anfisi’nde ‘Secularism-Fundamentalism: Its Consequences for
Architecture’ konulu bir konferans vermiştir. Eisenman’ın
konferansından sonra aldığımız notlar ve yaptığımız tartışmaları
biraraya getirerek bu makaleyi yazdık. Eisenman’ın konuşmasındaki
farklı bölümler ve bölümlerdeki zayıf ilişkiler bizim de bu yazımıza
belki de katlanarak yansıdı. Eisenman’ın söyledikleri elimizde yazılı bir
metin olarak bulunmadığı için onun söyledikleri kelimesi kelimesine bu
yazıya geçmedi ve bizim düşüncelerimiz ve Eisenman’ın söyledikleri
bazı durumlarda bütünleşti.

Eisenman kendisi için ‘gerçek’i tarif ederken, varolan (existential),


görünen (apparent), olgusal (phenomenal) bir gerçekten sözediyor.
Watson’un varolan gerçek için 1 “Bizim için gerçek olan bize en yakın
ve en açık olandır. Gerçek, esas olarak algıladığımız dünyanın somut
çeşitliliği ve özellikleriyle ve karşılaştığımız şekliyle gerçektir...Benlik,
bilmek ve anlam varoluşla açıklanabilir. Benliğin akışı, tıpkı akan suya
iki kere girilemeyeceği gibi varolmak ve geçip gitmenin akışıdır.
Bilmenin akışı, bilginin akışıdır veya şuurlu olanın sürekliliğidir.
Anlamın akışı, anlam metin ve okuyanın arasındaki özel bir ilişkiye
bağlı olduğu için bir metnin iki kere aynı anlama gelemediği semantik
bir akıştır. Watson’a göre 2 Plato’nun Theaetetus’unda Theaetetus
tarafından bilginin ilk tanımı olarak önerilen, bilginin algılama
olduğudur. Sokrat bunu Protagoras’ın alternatif bir tanımı olan, ‘insan
her şeyin ölçüsüdür’e alternatif bir düşünce olarak kabul ediyor, fakat
her ikisinde de temel görüşün, her şeyin hareket halinde olduğuna
temellendirildiğini ifade ediyor. Algılıyan hareket halindedir, algılanan
da hareket halindedir, ve ikisinin ilişkisi olan algılamanın oluştuğu
durum anlıktır. Protogoras için bizimle ilişkili olan tarafıyla olgu, bize
görünendir. Ernst Mach, Berkeley ve Hume için de doğa duyumlarla
oluşmaktadır. Açık olarak ifade edilirse, dünya elemanları olan
‘şey’lerden oluşmamakta, renkler, tonlar, basınçlar, mekanlar,
zamanlar ve kısaca ve basitçe kişisel duyumlardan oluşmaktadır.
Einstein da benzer bir şekilde, hissettiklerimizi esas gerçekler ve
kavramlarımızı da hislerimizi düzenleyen beynimizin bağımsız
168
169
yarattıcılığı olarak kabul etmektedir. Göreceliğin özel ve genel
teorilerinin gelişmesini, bilimi ‘burada’ ve ‘şimdi’ yi içeren belirli
varolunan bir yeri olacak şekilde hisleri düzenlemek olarak kabul
etmeye bağlamaktadır. Yine Max Weber de benzer bir şekilde gerçeği
kişisel, kavramsal düşünce yapılarımızı da gerçekleri kişiselliğiyle
anlamamıza yardımcı bir olgu olarak kabul etmektedir.

Eisenman mimarlık hakkındaki bir takım fikirlerini böyle bir gerçeklik ile
temellendiriyor. Eisenman benliğin akışına örnek olarak binaların
yenilenmesi yani restorasyon konusunu gündeme getiriyor. Bir binanın
eskisine benzer şekilde restorasyonu konusunda -tıpkı aynı suya iki
kere girilemeyeceği gibi- bütün koşullar değiştiği için eskinin aynısını
yapmanın zaten mümkün olmadığını, dolayısıyla böyle bir tutumun
doğru olmadığını savunuyor. Yeni yapılanlar hernekadar eskiye
benzeseler de yine yapıldıkları günkü koşulların ürünüdür. Eskiyi
anımsatsalar da eskinin aynısı olamazlar. Bu düşünceden yola çıkarak
Türkiye’de yapılan bir takım restorasyonları düşündüğümüzde kavram
olarak daha farklı olarak ele alınabilineceklerini söyleyebiliriz. Repetitif
bir karakteri olan ‘yer’de ve ‘zaman’da sürekliliği bulunan Istanbul
surlarının farklı restorasyon prensipleri ve değişik düşüncelerle bu
sürekliliğin bozularak ayağa kaldırılmaları yerine oldukları gibi
bırakılarak çevrelerinin temizlenmesi ve sade bir peyzajın arkasında
yer almaları çok daha ‘gerçek’çi bir davranış olabilirdi. Surlarda eskiyi
anlayabilmek için kazı yapılmasının gerekliliği ayrı bir konudur. Bu
sebeple gerekli yerlerde kazılar yapılarak tekrar kapatılabilir. Ayrıca
eğer istenirse surların eskiden nasıl olduğunu ifade etmek surların
kesitini anlamamızı ve dolayısıyla bilginin sürekliliğini sağlamak üzere
çok küçük bir bölümü 10 veya 20 metresi, ön surları ve hendeği ile
yeniden inşa edilebilirdi.

Efes’teki restorasyonlarda da benzer bir durum vardır. Efes bize


Hellenistik bir şehri anlamamız için restore edildiğinde aynı zamanda
arkeolojinin de kısa (100 yıl) bir tarihini vermektedir. Restorasyon
cümbüşü halindeki Efes’te dolaştığınızda, farklı düşüncelere göre
yapılan restorasyonları yanyana görebilirsiniz. Bu restorasyonlarda
ilginç ve aykırı bazı düşünceler vardır. Mermer yol üzerindeki Trajan
Çeşmesi çeşmenin belki de en önemli özelliği olan yüksekliğini
yokederek algılıyanı soru işaretleri içinde bırakmaktadır, diğer
yapılarla birlikteliğinde ise ikincil bir konuma indirmektedir. Mimmius
anıtında da orijinal durumuna göre eksiklikler vardır, bu eksik yerler
betonla tamamlanmıştır, bütün anıt eskinin ve yeninin başarılı bir
kompozisyonudur. Teras evler ise Efes’te önemli bir kazıdır.
169
170
Anadolu’da o devirden kalan konut yapılarından tek ortaya çıkarılmış
yerdir. Bugün sadece özel durumlarda gezilmesine izin verilen bu
yapılarda o zaman insanların nasıl yaşadığını hayal edebileceğimiz
veya uzmanların tesbit edebileceği bir potansiyel vardır. En ilginç olanı
ise bu yerin zaman içinde sürekliliği bozulmadan değiştirilerek
kullanılmış olmasıdır, yerde daha önce yapılmış olan bir mozayığın
bütünlüğünü bozarak örülmüş ve fresklerle süslü bir duvar bu
değişimin ve aynı zamanda sürekliliğin bir kanıtı olarak orda
durmaktadır. Ancak teras evlerin korunması için yapılan çatılar, Alp
mimarisinin ‘sembol’ü olan dik eğimleriyle çok yabancı durmaktadır.
Teras evler bir kenara bırakılırsa, iki dağın arasına sıkışmış olan Efes
bu iki dağın oluşturduğu vadi ve bu vadiden geçen ana caddenin
güçlü varlığından faydalanılarak, iki yanındaki binalar bu yola bakan
cephelerine önem verilerek restore edilmiş ve yoldan geçenler için
çizgisel bir sahne oluşturulmuştur. Sahneyi oluşturan yapılar farklı
zamanların yapılarıdır, ve belki de tarihin hiçbir noktasında hep birlikte
bulunmamışlardır. Yoldan geçerken bıraktıkları ilk etki çarpıcı fakat
aynı zamanda yanıltıcıdır.

Assos’ta yapılan restorasyon çalışmaları da hem kavramsal olarak


hem de işçilik açısından keşke eski halinde kalsaydı dedirtmektedir.
Buna karşılık örneğin Kaunas’ta yapılan kazılar restorasyon faaliyetini
çok az içermektedir. Yapılan kazılar genellikle tekrar kapatılmaktadır
ve bulgular araştırmalar için kullanılmaktadır. Mimar Sinan Üniversitesi
araştırma görevlisi Oğuz Özer yapılan kazılar sonunda elindeki
bulgulara eş zamanlı başka şehirlerin günümüzde bilinen yapısına,
topografyaya ve denizin konumu gibi doğal girdilere göre şehrin
yapısının nasıl olabileceğini tahmin eden sözle desteklenen çizgisel
senaryolar oluşturmaktadır. Bugün için belki de en doğrusu Kaunas’ta
yapılan kazı faaliyetleridir.

Eisenman bilginin akışı ve şuurlu olanın sürekliliği konusunu


mimarlıkla bağdaştırdığında, mimarlığın eskisi gibi zamanla sınırsız
olması yerine zaman içinde değişmesi hatta yok olması gerektiğini
ama onunla ilgili mimarlık bilgilerinin birikerek devam edeceğini, bazı
binaların mimarlık açısından bir katkı olduklarını ama bu katkının bina
inşa edilirken oluştuğu ve dolayısıyla binanın yerinde durmasının bu
bilgiye artık bir katkı olmayacağını savunuyor. Dolayısıyla bilginin
sürekliliğinin binanın sürekliliğine bağlı olmadığını düşünüyor. Işlevini
kaybeden binanın yokolmasının normal bir süreç olduğunu kabul
ediyor. Kendi yaptığı bir binaya biçtiği ömür ise 30 yıl civarında...

170
171
Eisenman, Mimarlığa yüklenilen anlamda da değişiklikler olduğunu
belirtiyor. Eskiden binaların herkesin anlayabildiği daha çok anlamla
yüklü olduklarını bugün ise medya ortamında anlamların çok daha
kolay ve çabuk taşınmasından dolayı bu görevi binaların
yüklenmesinin şart olmadığını ifade ediyor. Kilisede mozayıkların,
desenli camların Incili anlatmak için bir araç olarak kullanıldığını bu
görevi şimdi medya yüklendiği için bu anlamdaki sembolik anlatımlara
gerek kalmadığını düşünüyor. Buna karşılık mimarinin algılanmasının
kişiye bağlı olduğunu ve kişinin de farklı zamanlarda değişik etkiler
alması gerektiğini savunuyor. Ve tıpkı metin ve okuyucu ilişkisine
benzer bir ilişki içinde binayla her biraraya gelişte insanın başka şeyler
algılıyarak farklı şekilde anlamlandıracağını düşünüyor. Bu etkinin
değişmesi sadece insanın değişmesiyle değil, binanın da zaman
içinde etkisinin farklılaşmasıyla olacaktır. Çeşitli vesilelerle değişen
ışık, binanın kullanımı dolayısıyla değişen iç ve dış düzenlemeler,
binanın bu değişimlere gösterdiği tepki, bu etkilerin değişmesine
sebep olabilir. Bu birikim, binanın insanın gözünde karakterinin
oluşmasını da sağlıyacaktır 3 Anlamı çok kolay okunan ki bunlar
genellikle sembollerdir, binaların insana çok farklı duygular
veremeyeceğini düşünebiliriz.

Ideolojilerin mimariyi şekillendirdiğini, aslında karşılıklı bir ilişki


olduğunu söyleyen Eisenman, kapitalist toplumlarda genellikle
binaların kapitalizmin gerekleri doğrultusunda şekillendiğini, bu şekilde
yapılan binalarda mimarlık kavramının çok basitleştiğini söylüyor.
Örnek olarak Koolhaas’ın iyi bir kapitalist bina dediği ve mimarlık
tarifini üzerine oturttuğu New York’taki PanAm binasını vererek
(PanAm binası New york’ta sokak gridinin üstüne inşa edilen tek
binadır) altyapıyı bina ile çok iyi bütünliyen bir binanın mimarlık
olduğunu savunduğunu söylüyor.

Kendisi ise mimarlığı ideolojilerden bağımsız düşünüyor.Mimarlıkla


ilgili düşüncelerini Nolli’nin şekil-zemin haritasını açıklayarak
beyazların ortak açık mekanlar ve yine ortak olan kapalı mekanlar
olduğunu, siyahların ise özel mekanları ifade ettiğini belirterek, bu
şekil-zemin haritasına karşılık, Piranesi’nin yaptığı hayali haritada ise,
şekilleri yanyana getirerek zemini yokeden bir harita oluşturduğunu -ki
aslında bu şekilde zemin matematiksel olarak değil etkisel olarak yok
olmaktadır-, kendisinin de -Heidegger ve Schulz’un mimarlık tanımı
için temel olarak aldıkları- yer kavramını kendi mimarlık tanımının
dışında bıraktığını ifade etmektedir, (resim 1 2) Zemini resmin bir passe
par tout’su olarak görmekte ve bunun etkisini kaldırmaya veya en
171
172
azından minimuma indirmeye çalışmaktadır. Bu mimarlık tanımına
uygun olarak tasarladığı binalarda bir de vektör kavramını
kullanmaktadır. Akstan dinamiği ile farklılaşan vektörleri de, binayı
parçalayarak ve çevresiyle bütünliyerek, çevresini ihmal edilebilir
duruma getirmek için kullanmak istemektedir. Ama bu çabanın
sonucunda önemli hale gelenin şekil mi yoksa zemin mi olduğu
tartışmalıdır. Belki de Corbusier’in yerden koparttığı binaları ve yolları
yani şekli zeminden ayırarak, mimarlığın yerden bağımsız olarak tarif
edilebilmesi için daha uygun bir yaklaşımdır (resim 3 4) Aslında yersiz
veya zeminsiz olmak yerin ve zeminin önce tarifini gerektirdiğinden
varlığı kendiliğinden oluşmaktadır. Var olan birşey ise yok sayılamaz
ancak ihmal edilebilir.

Eisenman’ın zeminden çıkan ve güçlü bir dinamiği olan kilise tasarımı


da bizce şekilden çok zeminin varlığını güçlendiren bir tasarım. Anıt
tasarımı için de benzer şeyler söylenebilir.

Bütün değer sistemlerinin yeniden tekrar tekrar tartışıldığı günümüzde


Eisenman’ın herşeyin bir akış ve dinamizm içerisinde olduğu ve
kişilerin kendilerine ait algılarına -yani ideal olan gerçeklere, bizim
dışımızda bizden bağımsız olan gerçeklere veya genel gerçeklere
değil- kişisel gerçeklere bağladığı mimarlık tanımı ve bunun tartışması
da belli bir ‘yer’ işgal etmektedir.

Kanımızca Eisenman’ın konferansının en büyük katkısı özel bir ortam


oluşturarak insanı mimarlık konularında düşünmeye zorlaması
olmuştur, tıpkı Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’i veya Orhan
Pamuk’un Kara Kitap’ı gibi. Herkes tarafından kolaylıkla kabul
görebilecek fikirler yerine açık uçlu ve çelişkili düşüncelerin biraraya
gelmesiyle oluşan, belirsizliklerle dolu medyatik bir ortam insanın
yaratıcılığını kamçılamakta, fikir üretilmesini sağlamaktadır.

(1), (2), W. Watson, The Architectonics of Meaning, Foundations of the New


Pluralism, The University of Chicago Press, Chicago and London, 1985,
(3) Paul Shepheard, What is Architecture? An Essay on Landscapes, Buildings,
and Machines, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts, London, England, 1994.

172
173

173
174

mimarlıkta "giriş"

Bu çalışmanın konusu mimarinin en önemli elemanlarından birisi olan


'giriş'tir. Girişin özelliklerini incelemeden ne olduğunu tanımlamak ge-
rekmektedir. Mimarlığın tanımında olduğu gibi giriş mekânının da tanı-
mı zaman ve mekâna göre değişkendir. Değişik zamanlarda, değişik
ülkelerde hatta değişik kişilerce mimarlık çeşitli şekillerde tanımlana-
bilmektedir. Aynı durum girişler için de geçerlidir. Bir tanım, kimselerin
geçtiği ve dışarıdaki mekâna ait olan şeydir (T. T. Evenson, 1987).
Rob Krier'in tanımı ise şöyledir: Herkese ait yani 'genel' olan sokaktan
bir yapıya çeşitli kademelerden geçilir. Girişin yeri ve ona verilen mi-
mari önem binanın rolünü ve fonksiyonunu belirler. Kapı genel olan
dıştan özel olan içe geçişi belirler ve içeride yaşayanların kişiliklerini de
yansıtır.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşıldığı gibi girişin varlığı bir iç ve dışın


veya özel ve genel olan mekânların varlığına bağlıdır. Bir konutun
girişi bazen çok kolay tanımlanabilir (resim 2). Ama acaba Topkapı
Sarayı'nda girişi belirlemek kolay mıdır? Acaba hangi giriş Saray'ın
ana girişidir? W. A. Mozart'ın "Saraydan Kız Kaçırma" operasında
olayın kahramanlarının buluşmaları için belirledikleri giriş'in
karıştırılması, saraydaki giriş karmaşasının bir sonucudur (resim 2). Bir
başka örnek olarak Osmanlı külliyelerini gösterebiliriz. Külliyelerde
girişlerde hiyerarşik bir düzen ve bu duruma bağlı göreceli bir dış ve iç
mekân tanımı vardır. Bir girişin dışında kalan mekân başka bir girişten
ulaşılabilen iç mekân olmaktadır. Süleyma-niye'de bu durum açıkça
görülmektedir (resim 3).

Uzak geçmişimizde giriş esas olarak bir güvenlik elemanı olarak


kullanılmıştır. Konutlarda giriş avludan olabilmekte, avlulara ise
çatıdan kaldırı-labilen merdivenlerle ulaşılmaktadır (resim 4).

Dünyada ve ülkemizde günümüzde örnekleri bulunabilen anonim mi-


mari incelendiğinde giriş'in önemli bir mimari eleman olduğu görülmek-
tedir (resim 5/6).

174
175
Yüzyıllarca girişe büyük bir önem verildikten sonra Barok mimarinin
oluşturduğu ve modern mimarinin geliştirdiği yeni mekân anlayışıyla
giriş de yeniden tanımlanmıştır. Bu yeni mekân anlayışının en önemli
prensiplerinden birisi iç ve dış mekânı bütünleştirmektir. Bu anlayış
çeşitli kavramlarla ortaya konmuştur: Serbest plan, birbirinin içine
geçen, akan mekân anlayışı gibi. Bu kavrama bağlı olarak tasarlanan
yapılarda, girişler binaların cam yüzeylerinde eritilmiştir. Mies van der
Rohe'nin binalarında bu tutum açıkça görülmektedir. Farnsvvorth Evi
tipik bir örnektir (resim 7).

Meiss (1990) Frank Lloyd VVright'ın giriş anlayışı için şu açıklamayı


yapmaktadır: "Frank Lloyd VVright ana fikrini herhalde Rousseau ve
Thore-au 'dan aldığı yeni bir 'etik' önermektedir. Burada eşik yok olmakta
ve iki dünyanın doğa ve yaşama mekânının ideal olarak birleştirilmesi
düşünülmektedir. " Şair Georges Perec insan, bina ve doğa arasında
gizlenen bu eşiği F. L. VVright'ın evlerinin bir tanesi için şu şekilde
açıklamaktadır: "Doğal olarak kapısı olmayan bir ev hayal etmek zordur.
Ben Lan-sing ABD'de böyle bir eve rastladım. F. L. VVright tarafından
inşa edilmişti: Önce solda hafifçe kıvrılan ve devamlı olarak yükselen bir
patikadan hiç zorlanmadan önce daha dik olan yumuşak bir eğimle
yavaşça yataya ulaşılmaktadır. Yavaş yavaş, sanki tesadüfen,
anlaşılamadan, bir geçişin, bir kesintin/n, bir değişimin varlığını açıkça
görmeden devamlılığı yaratan patika taşlı o/maya başlamış, başka bir
deyişle önce sadece çim varken çimlerin arasına taş/ar katılmış sonra
taşlar artmış ve derzleri çim bir taş döşeme halini almıştı. Aynı şekilde
soldaki tepe bir duvarı anımsatır olmuş ve sonra kuşkusuz bir duvara
dönüşmüştü. Aniden üstüne tırmanan bitkilerle haşir neşir çatı
penceresiyle birlikte çatıya benzer bir şey göründü. Fakat artık insanın
içeride mi, yoksa dışarıda mı olduğuna karar vermesi için çok geçti.
Yolun sonunda yer döşemesi genellikle giriş olarak tanımlanan mekâna
bağlanmıştı ve bu da dev bir odaya açılıyordu. Evin diğer tarafları da
daha az ilginç değildi... Kedinin bir yastığın içine kıvrılıp yatması gibi ev
tepenin içine gömülmüştü."

Bütün mimari elemanların yeniden tanımlandığı Postmodern'de giriş


elemanı yine önem kazanmıştır. Özellikle yapı simetrik olarak
düşünüldüğünde simetri aksı girişin ortasından geçmekte ve bu da
önemini belirtmektedir (resim 8).

Selçuk mimarisi veya Asya'daki diğer Türk mimarilerinin etkisiyle


girişin ana eleman olduğu projeler de tasarlanmıştır (resim 9).

175
176
Zaman boyutu ile birlikte mekânların birbirine akışını ön plana alan de-
konstrüktivist mimaride giriş yine önemini kaybetmiştir.

mekân kavramı, mimari form, mimari elemanlar ile igili teorik


yaklaşımlar incelendiğinde giriş elemanının önemi açıkça görülür.
Lynch (1974) imaj'la igili elemanları tanımlarken, çevre imajının üç
bileşeniyle analiz edilebileceğini belirtmektedir: Kişilik, strüktür ve
anlam. Yararlı bir imajın oluşabilmesi için nesneyi diğer nesnelerden
ayırabilecek özellikleriyle öncelikle tanımlamak gerekmektedir. Bu, o
nesnenin bir başka şeyle eşitliğini değil, tek olma özelliğini ve kişiliğini
temsil eder. ikinci olarak imaj nesnenin mekânsal olarak ve örüntü
içindeki yerini gözlemciye ve diğer nesnelere göre belirlemek
durumundadır. Son olarak bu imajın gözlemciye pratik veya hissi bir
anlamı olmalıdır. Yazar bu açıklamadan sonra imaj analizi için,
imajların doğal bir bütün oldukları göz ardı edilmeden bu bileşenleri
soyutlamanın gereğinden söz etmektedir. Ve bir örnek vermektedir, bu
örnek daha genel anlamda ele alınmış bir giriş veya kapıdır. Bir çıkışın
olması için belirgin bir varlık olan kapının bilinmesi, gözlemciyle
mekânsal ilişkisinin varlığı ve anlam olarak dışarıya çıkmak için bir
deliğin olması gerekmektedir. Ve bunlar gerçekte ayrılamazlar,
kapının görsel olarak bilinebilmesi anlamıyla eşleşmektedir. Lynch'in
imaj tanımının girişle açıklanmış olması tesadüf değildir.

Norberg Schulz (1971) merkezi ve yolu tarif ettikten sonra, her kapalı
formun içine girilmesi gerektiği ve bununla birlikte bir yönün tanımlan-
dığını söylemektedir. Bir evin hapishaneye dönüşmemesi için,
önündeki dünyaya açılması iç ve dışı birleştirmesi gerekmektedir. Yön
iç ve dışı birleştirmede az veya çok etkendir ve bu yönü belirliyen
doğru bir çizgi topolojik bir eğriden daha etkilidir. Böyle bir yer yönden
etkilenir, dışarı doğru uzar, aynı zamanda dış sınırdan içeriye süzülür,
bu bir geçiş alanı yaratır. Bu alan, varoluşsal mekân içindeki
sürekliliğin derecesini ifade etmek üzere farklılaşabilen formlardaki bir
açılışla ilişkilidir.

Kapı bu yüzden eski zamanlardan beri mimarlığın önemli sembolik


elemanlarından birisi olmuştur. Kapı kapanabilir ve açılabilir, birleştirir
ve ayırır. Psikolojik olarak kapı hem açık hem kapalı olabilir, fakat her
kapının açılabilir olma durumu daha önemlidir. Açılmak yer'in canlı
olmasını sağlar, çünkü her yaşantının temeli çevreyle ilişkidir. Bir
kapalılığın dışa açılması ana yönleri göz önüne almayabilir, çünkü
doğal bağlamın bir parçası olarak yer zaten yönlenmiştir. Ve dörde
bölünen eski şehir çevresinde yer alan dünyanın bir parçası olmak için
176
177
dört yöne açılmayı sembolize eden bir forma sahiptir (resim 10). Genel
olarak açılış yer'in çevresiyle ilişkili olmak istediğini ifade eder
(Norberg Schulz, 1971). Görülüyor ki Schulz'un varoluşsal mekân
elemanlarının tanımında giriş'in önemli bir yeri vardır.

Meiss (1990) girişi tanımlayabilmek için önce sınır ve eşiğin


tanımlarını yapmaktadır. Sınırın içi ve dışı oluşturduğunu ifade
etmektedir. Her devamlı yer limitlerle belirlenmiştir, yatak odası,
meclis binası, çarşı meydanı ve bazı durumlarda bütün bir kent. Bu
dünyada içeride ve evimizde olduğumuzu bilebilmemiz için sınırlara
başvururuz, iki yer arasındaki veya iç ve dış arasındaki ilişki birbiriyle
bağımlı iki görüşten kaynaklanmaktadır. Hem ayrımı hem bileşimi,
veya başka bir deyişle değişim ve geçişi, kesintiyi ve devamlılığı, sınırı
ve geçmeyi içermektedir. Eşikler ve geçiş mekânları dünyanın
kendisini değiştirdiği yerler olmaktadır. Sınırın karakterini belirleyen
eşiktir. Kapı ve pencere, duvarın varlığını ve kalınlığını gösterir.
Eşikler, temsil ettikleri yerin karakterini ortaya koyan göstergelerdir.
Eşiklerin farklı derecelerde oynadıkları üç rol vardır: Faydacı rol, kapı
için bir açıklık, bu rol her zaman vardır. Kapı fonksiyoneldir, ama
dünyanın değiştiği bir yer olarak tanımlanabilmesi için fonksiyon yeterli
değildir. Kapı nedir? Kilidi ve menteşeleri olan sert bir mania oluşturan
düz bir yüzey mi? Böyle bir kapıdan geçtiğinizde bölünmüyor
musunuz? ikiye ayrılmıyor musunuz? Herhalde artık fark
etmiyorsunuz-dur. Basit düşünmeye çalışın; bir dikdörtgen. Ne kadar
zavallı bir ifade şekli. Kapıdaki gerçek bu mu? Koruyucu bir rol:
Kapının kontrollü geçit vermesi, dışarıda görülecek olanın ve içeride
görülebilmenin seçimi veya istendiğinde dışarıdan görülmemenin
sağlanması. Bu düzenlemenin uygunluğu öncelikle iç ve dış dünyanın
farklılığına bağlıdır. Bu farklılığın iki yönü vardır, fiziksel ve sosyal.
Mahremiyetimizi sağlayabilmek için tehlikeli, agresif, gürültülü, çirkin
veya daha basit olarak tanımlarsak çok anonim olan dış dünyanın
içeriye girişini önleyebiliriz. Sosyal uygulamalar diğer taraftan, binanın
fonksiyonu ve kullananların kültürel özelliklerine göre dıştan
korunmanın derecesini belirler. Semantik rol: Kapı anlamlı bir geçittir,
arkasında yer alması gereken değerler ve karakter mimari elemanlarla
belirlenir. Yaşam standartları neredeyse minimum olan toplumlarda
bile eşiğin sadece faydalı ve koruyucu olmadığı giriş mekânına ve
kapıya özel ilgi ve ek çaba verildiği görülür. Herhalde geçiş mekânının
tarihi bir gelenekle ilişkisi olmalıdır.

Girişin diğer mekânlarla ilişkisi bu mekânları ve girişi etkilemektedir.


Örneğin iç ve dış mekânlar, başka bir deyişle özel ve genel mekânlar
177
178
arasında ara alanlar oluşturulabilmektedir. Buna bir örnek
portikolardır. istanbul'daki bazı geleneksel konutlarda sokağa portiko
anlamında bir ara mekân sunulmuştur. Bu ara mekân girişin dışında
sadece üstü örtülü bir mekândır (resim 11).

Palladio'nun binaları ve diğer Rönesans ve Mannerist binalar ve 18.


yüzyıldaki klasik eklektik binaların girişleri önünde portikoları
bulunabilmektedir. Villa Rotunda'nın Loggia ve girişleri binaya dört ön
cephe kazandırmıştır (resim 12).

Bazı örneklerde ise girişin iç mekânlarla kuvvetli bir ilişkisi


olabilmektedir. Binanın serbest bir planı ve birbiri içinden geçilen bir
mekânlar dizisi olduğunda, bu mekânlar ışığın yardımıyla dış mekânla
görsel olarak bütünleşebilmektedir (resim 13). Buna yatay süreklilik
diyebiliriz. Giriş mekânı benzer bir devamlılkla üst katlarla da
ilişkilendirilebilir, bu etki yine ışıkla güçlendirebilir. Barok yapılarda
bunun örnekleri görülebilir. Bu ise düşey devamlılık olarak
tanımlanabilir (resim 14). Girişin kapıdan başka mimari elemanları da
olabilir. Faydacı nedenleri olabildiği gibi, çoğunlukla girişin etkisini
kuvvetlendirmek için kullanılabilirler. Bu elemanlara örnek olarak
merdivenleri, rampaları, kolon dizilerini, korkulukları gösterebiliriz
(resim 15).

Yukarıda da belirtildiği gibi girişlerin çok önemli pratik ve sembolik an-


lamları vardır. Fiziksel koşulların sosyal karakterin ve sosyal
organizasyonun değiştiği noktadır ve biçimlenişiyle bunu ifade etmek
durumundadır. Bu kapsam içinde ölçeğin de değişebileceği bir geçiş
elemanıdır. Örnek olarak Dolmabahçe Sarayı'nın bahçe kapısı,
arkasında önemli bir yer olduğunu işaret etmektedir (resim 16). Böyle
bir girişten geçtikten sonra Dolmabahçe Sarayı beklenmeyen bir etki
bırakmaz. Giriş parçası olduğu binanın anlamı hakkında ipuçları veren
ilk mimari elemandır.

Giriş ve eşiğin sembolik anlamı aynı zamanda dil'e de yansımıştır,


ingilzce'de "niyet edilen bir ziyaret ev sahibine kapısını karartacağı"
şeklinde açıklanmaktaydı, bugün ise aynı deyim kızgınlıkla söylenen
şu sözlerde geçmektedir: "Bir daha kapımı karartma!" (Breckon,
Parker-1991)

> Breckon, B., Parker, J., Tracing the Htstory of Houses, Countryside Books, Berkshire
1991.

178
179

179
180

180
181

181
182

182
183

mimarlık, mimarlık bilgisi, eleştiri ve dört yeni bina


Aslında bu yazıyı okumadan önce G.H. Hardy’nin Nermin Arık’ın çok
başarılı çevirisi ile TÜBITAK yayınları arasında çıkan “Bir
Matematikçinin Savunması” adlı kitabını okumalıydınız.
Okumadıysanız bu yazıdan hemen sonra okumanız yazımızın
değerlendirilmesi açısından yararlı olacaktır.

Bu yazı aslında bir bina için eleştiri yazısı olacaktı, ancak olamadı. Biz
öncelikle mimarlık, mimarlık bilgisi, mimarlıkta eleştiri gibi birbirinden
ayrılamaz üç konudaki görüşlerimizi açıklamayı kaçınılmaz gördük.
Tasarım Dergisi’nin 49. Sayısında tanıtılan, Doğan Medya Merkezi,
Milli Reasürans Kompleksi, Sabancı Merkezi ve Shell Genel Müdürlük
binalarında da bu görüşlerimizi kısmen de olsa örneklemeye çaba
göstereceğiz. Bu arada mimarlığın, toplumumuzdaki yeri ve genel
durumu ile ilgili saptamalarımızı da ortaya koymamız gerekecektir.
Ancak bundan sonra bazı binalar için gelişen düşüncelerimizin anlamı
olabilirdi. Çünkü, “eleştiri”den anladığımızın, saptama, ”açıklama-
eleştiri-övgü ya da yergi” olmadığı, konuya, mimarlık bilgisinin
gelişmesine katkı açısından baktığımız görülmeliydi. Çünkü, bize göre
her yeni bina yeni bir mimarlık teoreminin testidir -yani, öyle olmalıdır.
Mimarlık bizce, verilen ve mevcut bilgiler ile görülebilen problemlerin
hiyerarşisinin kurulması ve yine mevcut bilgiler ile çözülmesinin
ötesinde -ve muhtemelen gölgesinde- kalan ve herkesce görülemeyen
yeni ya da olası problemleri bularak entellektüel heyecan
yaratabilmektir.

Bu durumda, mimarlığın subjektif bir etkinlik olduğu söylenebilir.


Istenildiği kadar toplumsal, ve teknik yanları ağırlıklı gösterilmeye
çalışılsın sonunda kararları bir kişi -mimar, bağımsız olarak
vermektedir. Mimar, veriler karmasını -objektif veya subjektif verileri-
başka bir deyişle koşulları, objektif ve subjektif yollarla değerlendiriyor.
Doğaldır ki objektif ve subjektif karmasından -aksine savlar okumuş
olsanız da- objektif değil ancak subjektif sonuçlar çıkar. Bütünüyle
objektif kararlar ve dolayısıyla bütünüyle objektif yargılar, mimarlığın
tümünü asla temsil edemeyecek kısıtlı kesimleri için geçerli olabilir.
183
184
Örneğin bir binanın çatısının akmaması, bütün odalarında istenen
sıcaklık düzeyinin sağlanması, bütün bu ölçülebilir konuların eksiksiz
olarak başarıyla istenen değerlere getirilmiş olması, o binanın, iyi
mimarlık örneği olduğunu kanıtlamaya yetmez. Çünkü mimarinin
verilerini oluşturan koşullar takımının önemli kısmı subjektif değerler,
“kişisel bakış açısı” ile ilgilidir. Subjektiflik mimarlığın doğasındadır ve
bu kötü olmadığı gibi kaçınılmazdır.. Mimarın istediği de budur zaten.
Subjektif kararların ve sonuçlarının doğruluğunu ölçmek için ise
standard bir “kantar” olamaz. Bunun ölçütü “uygulanabilirlik” hiç
olamaz. Çünkü üst düzeyde de olsa, doğrudan fonksyonel yararlılık,
teknik olabilirlik ve biçimsel beğenileri tatmin arayışı, yavan bir
iştir.Tam anlamıyla entellektüel bir çaba sayılamaz. Mimarinin amacı
olan entellektüel heyecanı yaratmak için mimarın entellektüel merak
ve entellektüel bir çalışma estetiği sahibi olması gerekir. Mimariyi
ölçen mimarın entellektüel yapısı, birikimini mimarlık bilgisini geliştirme
yönünde kullanabilme yeteneğidir. Çünkü bunlar mimara bir bakış
açısı sağlar ve mimarlık bu bakış açısı ile yapılabilir. Kişiye çok bağlı
bu koşullarda, doğal olarak, bir profesyonel ve toplumsal (humaniter)
etik süzgecinin gerekliliği de kaçınılmazdır.

Mimarlığın ya da mimarlıkla ilgili değerlendirmelerin subjektif -kişinin


değerlerine bağlı- yapısını ve bu nedenle kişisel denetimin önem ve
kaçınılmazlığını daha iyi görmek ve ülkemizde son on yıldaki
gelişmelere yansıyan sonuçlarını açıklıyabilmek için bazı
hatırlatmaların yararlı olacağını düşünmekteyiz. Örneğin kişisel bir
karar olan Park Otel’in yüksekliğinin uygunsuzluğu üzerine konsensus
oluşurken, 100 metre ilerisinde, davetlilere açılan uluslararası Taksim
Alanı Düzenleme yarışmasını, The Marmara Oteli’nin en az iki katı
yüksekliği olan bir önerinin -“böylece, Marmara’dan, Boğaziçi’nden ve
havadan gelen herkese Istanbul’un bu noktadan başladığını
gösterebilecektir” diye tanıtılan, buram buram subjektif bir önerinin-
kazanmış olduğunu, ve ayrıca mimarına da, daha sonra, başarıları
nedeniyle meslek odası özel ödülünün verilmiş olduğunu, hiç
hatırlayamadık. Yine bu yarışmada ikinci olan Taksim’de 30 katlı iki
blok önerili projenin mimarının Park Otel’in yıkımı için kampanya
başlatmasındaki çelişkinin üzerinde durmadık. Çünkü bunlar otoritesi
onaylanmış kişilere ait kararlardı.

Mimarlığın ne kadar subjektif dolayısıyla riskli bir iş olduğunu henüz


farkedilmemiş bir örnekle daha da vurgulayabiliriz., Boğaziçi’nde,
Arnavutköy akıntı burnunun, bir otel yapımı için taş ocağı gibi
oyulduğu henüz malumumuz değil. Bu projenin mimarının, meslek
184
185
odası adına, okulların yeterince yetiştiremediği savıyla, yeni mezun
mimarların diplomasını geçersiz sayıp yetki belgesi sınavı yapmaya
hazırlanan kişi olduğunu da bilmiyoruz. Ayrıca bu girişimin mimarlığı
yeniden bina yapmanın yavan ortamına götüreceğinin de farkında
değiliz. Çünkü mimarlık camiamız ve toplumumuz bilinç altında kişiye
bağlı olduğunu kabul etse de mimarlıktan esas olarak yararlılık
beklemekte, mimariyi daima ortaya konmuş veya konacak binanın
yararlılığı ve benimsenmiş stillere uygunluğu kantarları ile
tartmaktadır.

Kritik nokta, apaçık çelişkilerin ancak entellektüel yapı, birikim


değerlendirme ve etik (yani otokontrol) eksikliğnin risklerini
sergilemekte olduğudur. Bu tür eksikliklerden kurtulmanın çok kolay
olmadığı görülmektedir. Yıllarca engin denizlerde yüzüp, kupkuru
çıkabilirsiniz.Ya da entellektüel merakınız arttıkça, ne kadar cahil
olduğunuzun ortaya çıkacağını anlamak zorunuza gidebilir. O zaman
belki de mimarlık -kişisel görüşlere dayalı bir iş- yerine, yalnızca bina
-objektif uygulamalara dayalı bir iş- yapmayı tercih etmişsiniz
demektir. Böylece insanlara yararlı olduğunuzu ve ömrünüzün,
hiçkimseye doğrudan bir yararı olmayan Reiman, Poincaré gibi
matematikçiler, bir resmini bile kimseye beğendiremeyen yani kimseye
bir yararı olmayan Van Gogh, veya içinde uyunamayan evler yapan
Rietveld, gibi ‘boş’a (!) geçmediğini düşünebilirsiniz. Çok yararlı
bulunan onbinlerce metrekare binanızın, gerçek mimarlığa -mimarlık
bilgisi üretimine- katkısının olmaması sizi ilgilendirmez veya bunu fark
bile edemezsiniz.

“Mimarlık Bilgisi”nin ne olduğu üzerinde düşünmek gerekmektedir.


Mimarlık bilgisi artık yüzyıllarda uygulaya uygulaya geliştirilen ve
onyıllarda yine uygulaya uygulaya öğrenilen statik bir “teknik ve
estetik” bilgisi olmaktan çıkmıştır. Ne Taut ne de Neufert’in yeni bir
mimarlık bilgisi kitabı yazmak isteyeceğini sanmıyoruz. Çünkü, mevcut
mimarlık bilgisinin “aynen” uygulanması ile fonksyonel ve strüktürel
açılardan kusursuz, biçimsel açıdan da kabul edilebilir bir sonuca
ulaşmak mimarlık açısından değil ancak bina yapımı açısından başarı
sayılmalıdır. Bu çabada hiyerarşilerin doğru seçilmesi ve mevcut
bilgiyi daha iyi kullanabilme yeteneği, gerçek mimarlık için yeterli
değildir. G.H. Hardy’nin “...hatta bir bakıma ‘yararlı’ matematiğin
aslında derinliği olmadığını ve iyi matematikte olması gereken
güzellikten yoksun olduğu” görüşünü mimarlık için yineleyebiliriz.
Çünkü mevcut bilgiyi ancak bir entellektüel merak duyarak,
entellektüel bir estetik içinde kullanarak yeni mimarlık bilgisi üretebilir
185
186
ve ulaşılan sonuçla da bir entellektüel heyecan uyandırabilirsiniz. Bu
nedenle içinde uyunamayan Schröder Evi bir mimarlık başyapıtı iken,
içinde çok iyi uyunduğundan emin olduğumuz Swiss Otel sadece bir
iyi binadır.

“Mimarlık” olmanın ön şartı, görünen problemlere beklenen çözümleri


üretmek değil, entellektüel bir çaba ile mevcut mimarlık bilgisini
geliştirecek saklı problemleri ortaya çıkarmaktır. Gerçek mimarlık
bilgisi bir karanlık, bulanık, dinamik, sonsuz yığındır. Bizim
dışımızdadır. Aydınlatılmayı, netleştirilmeyi beklemektedir.. Mimarinin
hedefi mimarlık bilgisi yığınının keşfidir. Yığının keşfedilen bölümü
bilinen -mevcut- mimarlık bilgisi olur. Bilinen mimarlık bilgisi aynen
uygulanmak için değil, yeni “bilinen mimarlık bilgisi”ne ulaşmak için
kullanılmalıdır. Burada Boulé’nin Newton Anıtı projesinin yalnızca
“gününün teknolojisi ile üretilemeyen bir örnek” olduğu için, ikiyüz yıl
sonra bugün dahi okullardaki stüdyolara ders aracı olarak geldiğini
hatırlatmak isteriz. Bu arada bazıları ise günün mimarlık bilgisini
aynen kullanarak “bina”lar yapabilir, yapmalıdır da.

Ancak ne kadar entellektüel çaba içinde olursa olsun mimarlığın


herkesce çok iyi bilinen unsurları olan “fonksyon, teknik ve biçim”
üçlüsünde kalarak gerçek mimarlık yapma olanağı yine de yoktur.
Çünkü mimarlığın asıl bileşeni “tam bulunduğu yer”dir. Mimarlık ürünü
bulunduğu yerin karakterini -yani onu başka yerlerden ayıran
özelliklerini- ‘Genius Loci’yi ortaya çıkarmak, görünür, kavranır hale
getirmek ve geliştirmek, daha iyiye götürmek -imar etmek-
durumundadır. Bunları, bilinen mimarlık bilgisinin kullanımı ile de bir
ölçüde sağlayabilirsiniz. Ancak bu yine de yavan bir iştir. Çünkü
yeterince entellektüel doyum sağlamaz, çünkü satranca benzer.
Hardy’ye göre Satranç gerçek matematikçilerin biraz küçümsedikleri,
“olasılıkları sıralama yoluyla ispat”tan başka birşey değildir. Ancak
önemli iki fark mimarlığı entellektüel bir konuma oturtarak, satranç
düzeyine indirilmesini engellemektedir. Satranç bilgileri daima aynıdır.
Bilgilerin kullanıldığı tahta da daima aynıdır. Mimarlıkda ise her
oyun’da toplumun dinamiği nedeniyle yeni bilgi geliştirilmesi yanında
her oyunun başka bir tahtada oynandığı -bir arsanın diğerine
benzemediği- ve belki de bu nedenle her “oyun”da yeni bilgi üretilmesi
gerektiği unutulmamalıdır. Bu unutulmadığı zaman mimarlık
başlayabilir. Yani arsanın her zaman farklılığı çoğu zaman mimarlığın
dürtüsü olmaktadır. Tahtası değişse de mevcut bilgiler çerçevesinde
kalınarak bina yapmak ancak satranç kadar yavan, yani entellektüel
yaratıcılıktan uzak olabilir. Nasıl, yazı ve gerçek edebiyatı, matematik
186
187
ve gerçek matematiği, resim ve gerçek resimi ayırabiliyorsak, bina
yapmak ile gerçek mimarlığı da ayırabilmeliyiz.
Klasik olarak, mimarlık bulunduğu yer ve zamanı yansıtmalıdır
şeklinde özetlenen “otantiklik” anlayışına da değinmek gerekiyor.
Bulunduğu yer ve zaman kavramları yeni yorumlara muhtaçtır.
Bulunduğu yer demek ülkenin gelenekleri demek değil, o yerin her
ölçekte “ayırıcı görsel karakteri” (genius loci) demektir. Bu nedenle
“Tam bulunduğu yer” mimarın çalışmasının mimari olması için ilk ve
en önemli ateşleyicidir.

Bulunduğu zaman ise yaşanmakta olan günün olanak ve kısıtlamaları


demek değil, bulunduğu çağın ilerisi için öngörmeye başladıkları
demektir. Klasik otantiklik yorumları ülkemizde (ve bildiğimiz kadarıyla
Japonya’da) uzun süre etkin olan “geleneksel modern mimari” gibi
kendi içinde çelişkili bir kavram geliştirmiştir. Dünyanın bazı
bölgelerinde teşvik edilen bu yaklaşım kanımızca bu bölgelerin çağın
oluşumuna katkısını önlemiş onları çağın oluşumunun seyircisi
konumuna düşürmüştür. Batı denen kültür dünyasında geleneksel
modern mimari diye kendi içinde tutarsız bir tutum alkışlanmamış
dolayısıyla yer etmemiştir daima yeniliklerin peşinde olunmuştur.
Gelenekselin batağına saplananlar “Batı’nın hiç mi geleneği yoktu?”
sorusunu bile soramadıkları gibi, nihayet Batı’nın da post-modern adı
altında bu batağa gömülüşünü izleyememişlerdir.

Bir mimarlık ürünün eleştirisi kendisi ile ilgili değildir. Çünkü yapılmış,
bitmiş bina üçüncü şahısların görüşleri doğrultusunda düzeltilme
şansını pratikte yitirmiş olduğu gibi böyle bir istek mesleki adaba da
sığmaz (Van Gogh belki de hiçbir resmini görenlerin istekleri
doğrultusunda değiştirmediği için satamamıştır). Yapılan bina o anda
tarihe mal olmuş olmaktadır. Mimarın bir binada başarılı veya
başarısız görünmesi hiç önemli değildir çünkü bunu ölçmek de
mimarlık yapmak gibi subjektif bir iştir. Eleştirel inceleme, binadan
ders alınmasını sağlamalıdır. Ancak bu şekilde mevcut mimarlık
bilgisinin geliştirilmesi olanağı bulunabilir. Bilinen mimarlık bilgisinin
aynen uygulanmasındaki başarının mimari başarıyı belirlemediği,
gerçek mimari başarının ne olduğunun ise, bilinen mimari bilgisi ile
koşullandırılmış ortamlarda kolayca farkedilemediği düşünüldüğünde
önemli olan, daha sonrası için, herkesin kendi dersini alabilmesidir.
Şimdi bu düşüncelerimizi bu dört bina ile yanyana getirerek, bir
kısmını örneklemeye çalışacak, bu binalarla ilgili bir yargı gerekiyorsa
bunu okurlara bırakacağız.

187
188
Her mimari çalışmada birinci koşulun işveren özellikleri olduğu, sonuç
ürünün ne olacağının işverene bağlı olduğu yukardaki açıklamalarda
yer almasa da anlaşılmış olmalıdır. Işveren mimarinin en önemli
etkileyicisidir (Bayındırlık Bakanlığımızın, çıkardığı yarışmalardaki
tutumuyla onyıllarca mimarimizi nasıl kısır çerçevelere kilitlediği
hatırlanabilir). Işverenin mali gücü ve işe ayırdığı bütçesinin mimarlık
yapılması açısından hiç önemli olmadığı da açıktır. Işverenin,
oluşacak mimariyi etkileyen en önemli özelliği, onun entellektüel
yapısıdır. Bu onun hem mimardan hem de binadan beklentilerini
yönlendirecektir. Ikinci olarak sunduğu konu gelmektedir. Örneğin
Doğan Medya Merkezi’inde işverenin getirdiği konu gerçekten çok
önemli bir potansiyel içermektedir. Ancak işverenin beklentisinin
öncelikle yararlılık ve sağlamlık ile ortalama insan üzerindeki prestij
etkisinin garantiye alınması olduğu anlaşılmaktadır. Bunu mimar
seçimi göstermektedir. Ancak bizce yararlılık ve sağlamlık konularında
kusurlar kullanım sırasında ortaya çıkar ve adaptasyon yetenekleri
veya ufak müdahalelerle daima giderilebilir kusurlardır. Mimar seçimi
ile bu garantiye alınmıştır. Bu nedenle yararlılık ve uygulanabilirlik
açısından baktığımızda açık bir kusur görülmemektedir. Ancak, konu
ile ilgili teknik mimarlık bilgisi (bir anlamda Neufert bilgisi de denebilir)
sınırları içinde çalışmanın, kaçınılmaz benzerliklerle sonuçlanması
doğaldır. Sadece plan layout ve biçimine bakıldığında Ingiltere’deki bir
gazete binası ile görülen benzerlik bizce şaşırtıcı olmadığı gibi, plan
biçiminden sonrası için benzerlik olmaması da şaşırtıcı değildir. Bu
durum da, “birlikte çalışacak farklı işlevli iki bölümün biraraya
getirilebilmesi”nin, “asıl” mimarlık problemi değil ancak “görünen”
problem olduğunu kanıtlamaktadır. Görünen problemler ise
kanımızca, entellektüel heyecan yaratma kapasiteleri kısıtlı “yavan”
problemlerdir.

Mimarlık bilgisinin “yapım tekniği” ile ilgili olan kısmında, Doğan


Medya Merkezi’nden alınacak derslerin (feedback), tekniği üretenler
tarafından alınması lazımdır. Çünkü, örneğin çatı ışıklıklarından
binaya su girmesi veya girmemesi mimarın sorunu değil, tepe camı
teknolojisinde know-how’ı tercih edilen üreticinin sorunudur. Aynı
şekilde yükseltilmiş döşemeler de mimarın detay sorumluluğundan
çoktan çıkmış, know-how sahibi üretici firmanın sorumluluğuna
girmiştir. Bugün artık bu tür teknolojiyi bir mimarın bir bina için
geliştirmesini beklemek mümkün değildir. Bu tür teknolojilerin ancak
üretici firma bazında araştırma geliştirme sonucu elde edilebildiği
unutulmamalıdır. Yürüdüğünüz döşeme ayağınızın altında
sallanıyorsa sorumlusu mimar değildir. Mimarın sorumluluğu,
188
189
kullanılan teknolojinin gerçekten yüksek olmasını sağlamak, yüksek
teknolojiyi sıradanmışcasına kullanmamaktır.
Doğan Medya Merkezi’ne bulunduğu yere katkı açısından
baktığımızda ise eksiklik hemen görülmektedir. Binanın bulunduğu yer
herhangi güçlü ve geliştirilmeye uygun bir karakter sergilememektedir.
Binanın bulunduğu yerin ikinci handikapı ise fonksyonuna uygun
olmayışıdır. Bu durumda mimarın görevi hayli güç olmaktadır.
Buradaki asıl mimari problem kanımızca bu özelliksiz çevre ile kent
içindeki yerini kaybetmiş fonksyon arasındaki ilişkide -veya çelişkide,
yatmaktadır. Bu özelliksiz çevre ile karmaşık ve çelişkili ilişkiyi
kurmada Izlenecek yol, yeni bir mimarlık bilgisi üretimi anlamına
gelirdi. Özellikle toplumla doğrudan ilişkili bir kurum olan günlük
gazete yayıncılığının kentten kopuk bir yere konumlandırılmasında,
binanın fonksyonu ve imajı ile yeri arasındaki ilişkinin kopukluğunun
giderilmesi ise daha da zordur. Belki, gelişen iletişim teknolojisi
nedeniyle teknik aksaklıklar önlenebilmektedir. Ancak toplumun
nabzını elinde tutması gereken basının toplumun ta kalbinde ve
onunla yüzyüze iletişim içinde olması herhalde daha anlamlı olurdu.
Burada saklı problemin mimar tarafından ‘binayı toplumla yeniden
buluşturmak ihtiyacı’ olarak konması ve belki de bunun için gerekli
bazı yan fonksyonların önerilmesi düşünülebilirdi.

Özelliksiz bir “yer”e çıkınca bina kendi biçimi ile sınırlı kalıyor,
biçimlenişte çevrenin etkisi olmuyor. Bu durumda biçim oluşturmada
başvurulan asıl kaynağın “yalın geometri” olması neredeyse doğal bir
yaklaşım olarak genel kabul görüyor. Burada yapılan da bu. Çevreden
soyutlanmış geometri tüm hatları ile algılanabiliyor. Böyle olunca da
bu seçilmiş geometrinin estetik değeri ön plana çıkıyor. Bir Iyon
mabedinin yalın geometrisinin daima anlamı ile yeri arasında
olağanüstü bir ilişki kurabildiğini biliyoruz. Yani binayı çevreye
maleden, binanın çevrenin okunmasına katkısını sağlayan şey aslında
yalnız binanın biçimi değil, binanın biçimi, anlamı ve çevrenin biçimi
arasındaki paralellik. Doğan Medya Merkezi’nde bu paralelliğin
bulunmaması eksikliğin kaynağı oluyor.

Milli Reasürans Binası, bizce işverenin, jürinin ve mimarların


olağanüstü entellektüel yapılarının, “konu” ve “tam bulunduğu yer” ile
muhteşem bir buluşmasını yansıtıyor. Olağanüstü heyecan yaratıp,
mimarlık bilgisini yeniliyor, geliştiriyor. Çünkü kentsel bir sorunu
görerek yola çıkıyor. Buradaki kent parçasının belli bir kotta
sürekliliğinin sağlanması gerektiğini farkediyor. Burasının karakterini
okumamızı dolayısıyla yaşamamızı sağlıyor. Binayı kentin, binadaki
189
190
yaşantıyı kent yaşantısının bir parçası kılıyor. “Hiç arka cephesi
olmayan bitişik düzen bina gibi” yeni heyecanlar, yeni mimarlık bilgisi
üretiyor. Bundan sonra “bürolar acaba karanlık mı? diye sormak, ne
kadar anlamsızlaşıyor. Boşluğun eyvan olarak tanımlanması,
geleneksel mimariye atıflarda bulunulması, bazı boyut ve ölçek
ilişkileri, katılmasanız da zaten önemli olmuyor.

Sabancı Merkezi’nde ortaya çıkan sonuç, asansör, yangın güvenliği,


strüktür ve cam ve granit cephe giydirme teknolojilerinde deneyim
kazanılmasından öteye gidememiştir. Zaten müellif de tanıtım
yazısının hemen tamamının bu konuları açıklamaya ayırmayı yeterli
görebilmiştir (Tasarım 49). Bu açıklamalardan öğrenilecek şeylerin
ilgili teknolojilerin know-how sahibi olan firmalardan daha kapsamlı
olarak öğrenilmesi mümkündür. Müelliflerin bu bilgileri bu çalışma
nedeniyle know-how sahiplerinden edindikleri ve bundan sonraki bir
çalışmalarında aynen kullanabilme olasılığı bizce hayli düşüktür.
Çünkü bundan sonraki projelerinde aynı konular için know-how
sahiplerinin yeni teknolojileri ile veya başka know-how sahibleri ile
çalışmaları gerekebilecektir. O zaman burada edinilen deneyim ancak
know-how sahipleri için doğrudan değer ve önem taşımaktadır, mimar
için sadece bir yan birikimdir. Dışımızda gelişen teknolojileri ülkede ilk
defa kullandırmış olmak belki birşeydir ancak bizce entellektüel
mimarlık heyecanı yaratmaya yeterli değildir. Projede ağırlığın bu
yöne kaymasının sorumlusu muhakkak ki mimar değildir. Sorumlu,
mimara “iki kule ile prestij sergileme”yi dikte eden “işveren”dir. “Tam
bulunduğu yer”in “konu”yla ilişkisindeki olanaklar bu nedenle
değerlendirilememiştir (“Tam bulunduğu yer” yapının yüksekliği
dikkate alındığında Istanbul ölçeğine büyümekte, yüksek yapıların
Istanbul ile ilişkisi kaplamında ayrı bir tartışma ayrıca gerekli
olmaktadır). Bir yanında bahçeli evler ve apartmanlar, diğer yanında
otoyol bağlantıları ve ana arter ile arsa ilginç mimarlık problemleri
saklamaktaydı. Ancak bunların görülemediği kanısındayız.
Gökdelenlerin siluet ve kitle estetiği için tasarlandığı şeklindeki
kalıplaşmış mimarlık bilgisinin dışına çıkılamamıştır. Holdingin prestiji
için gösterilen çaba “mahalle”den esirgenmiş, bina yakın çevresine
yabancılaşmıştır. Gökdelenlerin bir de kaldırım kotu olduğu
unutulmuştur.

Çelik strüktürlü giriş bloku ile, basit Amerikan zevkini yansıtan ve bizce
yanlış olarak post-modern diye aktarılan, sokaktaki insanın, taklitçi
mimarisine dayalı yaklaşımın, üstelik kitleye sonradan eklenmiş

190
191
izlenimi verecek şekilde Istanbul’a taşınmasının hiç yeri olmadığını
düsünüyoruz.
Büro katlarındaki çekirdek-büro alanı oranının olumsuzluğu,
çekirdeğin kat planını ikiye bölmesi, iç dekorasyonun Amerikan
firmasına yaptırılmış olması, gibi konular bizi hiç ilgilendirmemektedir.
“Etrafta onu gölgeleyecek binalar yokken” onun etrafını gölgelemesi,
ya da otopark adedinin yetersizliği gibi konular için ise artık çok geçtir.
Shell Genel Müdürlük binası için mimarının “oldu bu iş” demek için
gerekli gördüğü kriterler olarak -bazıları net olarak anlaşılamasa da;
“fonksyonel gereklerin yerine getirilmesi, yalnızca bu yere göre
yapılması, ucuza mal edilebilmesi, zamansız olmayı becerebilmesi,
çevreyle düzeyli bir ilişki kurabilmesi, katı geometrik yapısına rağmen
mekan kullanımında esneklik sağlayabilmesi, kendine has olma hali
ile ait olma fikrini birlikte taşıyabilmesi”ni saymış olması ve trafo,
bahçe duvarı gibi genel olarak önemsenmeyen yan elemanları da
mimarlık yapmak için özenle değerlendirmesi ve çevrenin, yüksek
duvarlar arkasındaki büyük bahçeler içinde yer alan köşklerden oluşan
karakterine sadık kalma arzusu bizce mimarca bir bakış açısının var
olduğu hissini veriyor. Ancak çözümün 60’ların aksa asılı bloklar
şemasını dayanmasının, bu şemayı tam anlamıyla post-modern
biçimleniş ile işleyerek “zamansız”lık iddiasından uzaklaşmasının, belli
bir ana aksa göre gelişen biçime, zıt yönde ikinci ve doğal olarak çok
zayıf kalan bir aks zorlamasındaki tutarsızlığının, ve ölçüsü kaçmış
monumantalitesinin de ötesinde, arsada inşaat başlamadan önce
mevcut olan, karakteristik taş yapıya reva görülen muamele herşeyi
alıp götürmekte, hatta bina için daha fazla konuşmayı bile anlamsız
kılmaktadır. Hülya Yürekli’nin “mimar mevcut binayı acımasızca bu
hale getirmese, asıl binayı kafasındaki şekle göre yapamazdı”
görüşüne biz de aynen katılıyoruz.

G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması, Çeviren Nermin Arık, TÜBITAK, 1994

191
192
BÖLÜM 3 / koruma – kültür

önsöz

koruma-tasarım etiği ve kültürü

Türkiye'nin coğrafi ve tarihi konumu ve biçimlenişi dolayısıyla hem do-


ğal hem de insan yapısı değerleri çok ve çeşitlidir. Neyi neden ve
nasıl korumamız gerektiği bu durumda çok önem kazanmaktadır.
Burada yer alan makaleler daha çok neyin neden korunması gerektiği
üzerinedir ve bu yazılar eleştirel tepki yazılarıdır. Kızkulesi, Yedikule
gazhanesi gibi yerlere yapılan müdahaleler birkaç makalenin
nedenidir. Modern mimarlık tarihimizin başlıca eserlerini yaratan
mimar Seyfi Arkan'ın yapıtlarının durumu ve geçirmekte oldukları
süreçler de hangi eserlerin korunması gerektiği konusundaki
tartışmalara açıklık getirmektedir. Tarihi sit alanlarındaki açığa
çıkarma ve yeniden oluşturma çabalarının da yine üzerinde durulması
gereken konulardan olduğu örneklerle makalelerde yer almaktadır.

Çevre koruma uygar insanın konusudur. Uygarlık kendini doğrudan


ilgilendirmeyen, üçüncü şahıs (gelecek nesiller örneğin) haklarına
saygı diye tanımlanıyor, oysa, teknolojik gelişme olarak tanımlanırdı
eskiden. Bu değişimin sebebini irdelersek eğer; çevre iki unsurdan
oluşuyor, herhalde ikisi de aynı değerde: Doğa ve insan yapısı...
Doğanın ekosis-temleri içinde insanın da bir rolü olabileceği, başka bir
deyişle insanın daima doğayı "tahrip eden" olmayacağı artık kabul
ediliyor, insanın doğa ile yaşam ilişkisine kültür deniliyor; ve kültür,
çevre biçimlenişinin sorumlusu. Kültür doğaya yansıyor. Zaten insan
mimarlık faaliyetleri ile belli bir noktaya özgü doğa değerlerinin
okunmasını, kavranmasını, doğa ile insanın bütünleşmesini, "yer"in
anlam kazanmasını sağlamayı amaçlıyor. Ne yazık ki tüm mimarlık
faaliyetleri bu amaca yönelik olmuyor. Doğayı bozmak eskiden
olanaksızken, zamanla zor hale gelmiş, günümüzde ise hayli
kolaylaşmıştır. Bozulan doğanın eski haline dönmesi özellikle
topografya değişiklikleri (ki buna yollar, binalar, yüzey madenciliği de
dahildir) söz konusuysa, teknik ya da ekonomik nedenlerle neredeyse
olanaksız olabiliyor, işte bu ortamda doğa ile insan yapısının
özel buluşmaları kritik önem kazanıyor. Bu "özel" buluşmaların
bazılarının bir kültür değeri olduğunu herkese kabul ettirmek mümkün.
192
193
Örneğin "istanbul silueti" böyle bir durumu yansıtıyor. Bazılarını ise
ilgili teknik adamların bile fark etmesi, uyarılsalar bile takdir etmesi
maalesef olanaksız. Gazhaneler, elektrik santralleri ve bazı fabrikalar
örnek alındığında bu binalar çağdaşlaşma "öncüsü" olmaları yanında
bir mühendislik yapısı olarak sergiledikleri olağanüstü mimarileri ile de
-yeteri kadar yaşlı olmasalar da- korunmalıdırlar.

Bu çelişkili gibi görünen durumu "koruma" kavramının çok yönlülüğü


ile açıklayabiliriz.Koruma kavramı durağan değil, gelişme gösteriyor.
Farklı hedefleri olan farklı yaklaşımlar söz konusu olabiliyor, ilgili ve
yetkili (dolayısıyla sorumlu) teknik adam için "korumaya değer şey"in
yaşlı olması koşul olabilir. Kültürel değişmenin yüzyıllar sürdüğü
dönemler düşünüldüğünde bu görüş haklı ve geçerli olabilir.
Günümüzde bir şeyin korunması için kriter ise yaşlılık değildir.
Örneğin "öncü" olma, "tek" olma, "artık tekrarlanmayacak" olma,
"toplumsal önemi olan anılar taşıma" vb. gerekçeler de geçerli
olmuştur.

Koruma kavramı yukarıda da söz edildiği gibi aslında göreceli bir kav-
ram. Yapının korunmasından başlayarak, yaşantının korunması,
düşüncenin korunması gibi çok farklı yönlere gidebilir. Korumanın en
büyük çelişkisi değişme ve gelişmeyle olanıdır. Neyin korunacağı
neyin gelişmesinin beklendiği çok farklı durumlarda farklı şekillerde
yorumlanabil-mektedir. Tabiidir ki gelişmenin de kendi içinde çelişkileri
vardır. Örneğin teknolojik gelişmelerin hepsinin insanlığın refahı için
pozitif şeyler olduğu söylenemez. Korumaya çeşitli perspektiflerden
bakılabilir. Bizim için en kötü perspektif Batılıların oryantalist bakış
açısıdır. Bu bakış açısını inferior'a doğru bir bakış açısı olarak da
yorumlayabiliriz. Tabii burada basamakları gelişme belirlemektedir.
Üst basamaktakinin alt basamakta durana bakışıdır bu. Bu bakışta
koruma anahtar kelimelerden birisidir. Koruma bu durumda hiçbir
şekilde savunulacak bir kavram değildir, çünkü bu gelişmeyi önleyen
insanı ve toplumu durağanlaştıran bir durumdur. Kavga burada bir üst
basamağa ulaşma kavgasıdır. Gelişmiş toplumlar, daha az gelişmiş
olanları, mevcut durumlarını korumaya ikna etmeye çalışarak onları
rakip olmaktan çıkarırlar.

UlA'nın 1992'de Kanada'daki toplantısında gündeme gelen modern


mimarlık eserlerini koruma konusu, özellikle bizim gibi 20. yüzyılın
başlarında, ülke olarak durumunu ciddi bir şekilde tekrar gözden
geçirip laik bir cumhuriyete dönüşmeyi devrim yaparak seçen bir
toplum için ve onun başka toplumlar tarafından anlaşılabilmesi için
193
194
çok önemlidir. Gelişmenin üretimden ve eğitimden geçtiğinin bilincinde
olan bu toplumun bunu yansıtan eserlerinin anlaşılması ve korunması
o toplumun bugün de aynı bilinci taşıdığının bir göstergesi, yarın da
taşıyacağının bir teminatıdır. Bizim ileriye dönük ve modern olan
yüzümüzü ortaya koyan modern mimarlık eserleri aynı zamanda
oryantalist bakışların değişmesini sağlayabilecek en önemli tarihi
belge ve kanıtlarımızdır.

Yukarıda sözü edilen daha eski üretim yapıları yanında, özellikle


Cumhu-riyet'in ilk dönemlerinde tasarlanan ve inşa edilen üretim
yapıları da korunmaya değer yapılardır. O zamanki dünya görüşü
doğrultusunda, tasarlanan ve hayata geçirilen endüstri yapıları sadece
üretim merkezleri olarak değil, orada çalışanların insan olarak
yaşamasını sağlayacak mimari düzenlemelerin de birlikte
oluşturulması prensibiyle ele alınmışlar, ve bu konuda gereken yasal
düzenlemeler gerçekleştirilerek gerekli altyapı oluşturulmuştur.
Bundan dolayı sadece fabrika binaları değil, sinemalar, kültür
merkezleri, kütüphaneler, spor merkezleri ve konutların mimarilerine
özen gösterilmiş ve özgün yapıtlar ortaya çıkmıştır. Özelleştirme adı
altında bu üretim tesislerinin ve yan birimlerinin yok edilmesi, yakın
tarihimizin izlerinin kısa zamanda yok olmasına sebep olacaktır.
Aşağıdaki makalelerde yer alan, Seyfi Arkan'ın Zonguldak ve çev-
resine ait eserleri bu cümleden sayılmalıdır.

Yine Cumhuriyet tarihimizin ve modern yaşantıyı temsil eden Anka-


ra'nın yapılandırılması ve bu yapılandırmanın değerlendirilebilmesi için
korunması gerekli yapılar vardır. Bunların bir kısmını oluşturan Seyfi
Arkan'ın yapılarının korunması için gerekli özenin gösterilmediği
düşüncesindeyiz. Bu bölümde bu konunun irdelendiği de görülebilir.
Toplumun kendi iç dinamikleri için korumanın yeri önemlidir. Nerede
durduğumuzu, nasıl durduğumuzu bilmeden ilerlemek mümkün
değildir. Burada bilinç çok önemlidir; nerede olduğumuzun, nasıl
olduğumuzun bilinci. Ancak bu bilinçle doğru bir gelişmeye ulaşılabilir.
Bu bilinç de sadece binaları korumaktan, yani taşı toprağı korumaktan
geçmez. Bu bilinç korunması gerekli olanın ruhunu anlamaktan geçer.
Bildiğimiz kadarıyla ülkemizde, Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma
Yüksek Kurulu'nun koruma ilkeleri ve buna bağlı olarak şekillenen
eğitim ile yukarıda sözü geçen bilinçli bir ilerlemeyi sağlayacak bir
koruma politikası oluşturulamaz, ancak, oryantalist bakışlara hizmet
eden bir tür "Disney Land" oluşturulabilir. Bunun nedenleri ise çok
açıktır. Toplumun çeşitli kesimlerinde, çeşitli ölçeklerde ele alındığında

194
195
korunması gereken değerlerin neler oldukları pek irdelenmemiş,
irdelenmişse de bizce yanlış sonuçlara varılmıştır.

Örneğin, istanbul'daki ahşap evlerin korunmasında izlenilen yol,


ahşap binayı yıkarak en iyi şartlarda eski volumetrik özelliklerini
koruyan betonarme bir iskelet ve ayırıcı olarak tuğla duvarın
kullanıldığı, teknolojik olarak çevrede mimar eli değmeden yapılan pek
çok örnekten farklı olmayan bir yapıya ahşap cephe giydirmekten
ibarettir. Bu uygulamalarda taklit edilen binanın elemanlarından ve
dekorasyonundan detaylarına kadar hiçbir mimari ayrıntısının önemi
yoktur. Genel geçer ahşap ev kavramını oluşturan her süs ve detay
geçerlidir. Böyle bir koruma anlayışının bilinçli bir gelişmeye faydası
olabilir mi?

Hafifliğin ve geçirimliliğin en önemli özelliklerinden birisi olan ahşap


konut mimarlığımız, koruma adı altında, betonarme bir strüktür
üzerine gerekli yerlerin ahşap kaplanması şekline dönüşmekte ve
özellikle saçak uçları, çıkma altlarında betonarmenin kabalığı veya
ağırlığı değişik detaylarda ahşap kaplamalarla gizlenmeye
çalışılmaktadır. Ahşap strüktür ve arasındaki hafif dolgunun
sonucunda oluşan ince cephe duvarlarının pencerelerle delinmesinde
elde edilen duvar kesitinin kalınlığı ile, betonarme strüktür ve arasında
izolasyonu olan çift tuğla duvarın kesit kalınlığı arasındaki fark, orijinal
ahşap konut ve yenilenmiş binaların içeriden ve dışarıdan algılanan
hafiflik etkilerinin farkını göstermektedir. Strüktürünün yanısıra, mekân
organizasyonu ve donatımdaki büyük farklılıklar da orijinal ile
sonradan inşa edilenin hiç ilgisi olmama durumunu desteklemektedir.
Böyle bir korumanın nasıl bir getirişi olduğunu anlamak mümkün
değildir.

Diğer taraftan kopyalarının yapıldığı ve çok özgün bir biçimlenişe


sahip, ayakta duran en eski ahşap bina olması muhtemel Amcazade
Yalısı, çatısında koskocaman bir delikle zamana karşı halen
direnmektedir. Merak ediyoruz acaba detaylı bir rölövesi var mı diye -
yani binanın yeniden aynı malzeme ve detayda inşa edilebilmesine
olanak verecek bir rölö-ve-, yoksa hiç şaşırmayacağımızı belirtmek
isteriz.

Bugün istanbul'da "Sit Alanı" olarak tescil edilmiş olan Boğaz'ın iki ya-
kasında bina yapabilmenin tek olanağı eski eser yenilemektir. Farklı
zamanlarda farklı uygulamalar olmakla birlikte, zaman zaman arsada
yer alan eski bir temel parçası, oraya ait olduğu kanıtlanabilen (!) eski
195
196
bir resim bina yapmayı yasal kılacak veriler olmuştur. Yenilemenin
ana prensibi ise, yukarıda da söz edildiği gibi, volumetrik bir
eşdeğerlilikten geçmektedir. Tabii bunun bile suistimale uğradığı
uygulamalar olmuştur. 5 katlı apartmana dönüşen örnekler bile vardır.
Aslında hem bu ahşap konutlar, hem de onlarla pek çok benzerliği bu-
lunan "Türk Evi" bizim tarihteki yaşamımızın önemli göstergeleridir.
Dünyadaki geleneksel konut mimarisi incelendiğinde ve bugünkü mi-
marlık kavramlarıyla bir değerlendirme yapıldığında, Türk Evi'nin
özelliklerinin modülasyon, açık plan, hafiflik, geçirimlilik, geçicilik gibi
çok farklı güncel kavramlarla ancak açıklanabildiği ve özgün değerlere
sahip olduğu görülür. Le Corbusier bu değerleri incelemiş, anlamış ve
bu mimari, onun modern mimarlığına esin kaynağı olmuştur. Bu tür
değerleri olan bir başka konut mimarisi Japon konutu olabilir. Ancak
yukarıda kısaca belirtilen bir koruma anlayışı ile bu değerlerin hiçbiri
yenilenen yapıda kalmamaktadır, dolayısıyla böyle bir yenilemenin
faydadan çok zararı vardır.

Şimdiye kadar üzerinde çok yazılan ve tartışılanlar Türk Evi'nin


anlaşılabilmesi için gerekli olan tüm veriler sağlanmış değildir,
inancımız odur ki bu konu hakkında her zaman tartışılacak bir konu,
irdelenecek bir durum vardır. Bu tespitler ve tartışmalar, Türk Evi'nin
yaşaması için ve korunması için taş ve tahtanın korunmasından daha
değerlidir. Tabii ki iyi korunduğu sürece değeri tespit edilen yapıların
korunması önemlidir. Fakat zaten kullanılan malzeme ile sonsuza
kadar yaşaması düşünülmemiş bir yapının zorla korunması insanın
estetik ameliyatla orasını burasını gerdirmeye benziyor. Bir iki
uygulama iyi sonuç verebilir, ama artık malzeme özelliğini kaybettiyse
çabalar nafile oluyor. Böyle bir durumda sonsuza kadar korunacak
olan fikirlerdir, yani işin özüdür.

Uygulamadaki bu yanlış tutum, işin en acı tarafı, bölümümüz


öğrencilerinin yaptıkları restorasyon çalışmalarına da yansımaktadır.
Oysaki üniversite farklı yolların denendiği bir çeşit laboratuar görevi
görmelidir. Öğrencilere yaptırılan rölöve, restitüsyon ve restorasyon
çalışmaları bu sahte tutumun ilkelerini taşımaktadır. Görmediğin,
ölçmediğin şeyi çizme, oraları boş bırak. Böylece öğrenci, bir ahşap
evin iç-dış, iç-iç yüzü arasında ne olduğundan, tavan ve kiremit
arasındaki olası oluşumlardan habersiz, gördüğünü en ince detayına
kadar çizmektedir. Nasılsa strük-tür ve duvarların nasıl yapılacağı
bellidir: Betonarme karkas, dolayısıyla böyle bir konu üstünde
düşünüp kafa yormaya ne gerek var. Bunun ya-nısıra mevcut olan
yapılardan pratik dersler almak ve bunları geliştirmek sınıfından, örnek
196
197
olarak yapıda kullanılan malzemelerin detay ve yapım özelliklerini
öğrenip onların farklı şekillerde yeniden kullanılma konusu da pek
gündeme gelemiyor.

1974-75 yılında ingiltere'de Manchester Üniversitesi'nde "koruma" ile


ilgili yüksek lisans programı kapsamında, çok farklı ölçekler ve konular
ele alınmıştı. Chester'in kuruluşu olan Roma kentinin kent planından
çeşitli zamanlardan kalan şehrin karakteristik yapılanmalarının
irdelenmesi yanında 500 yıllık meşe "cruck frame"lerin strüktürel ve
biçimsel yapısı, ahşabın korunabilmesi için görmesi gerekli
muameleler üzerinde de durulmuştu, böyle bir strüktüre yeni bir
parçanın eklenmesi gerektiğinde ise nasıl ekleneceği üzerine de
bayağı tartışılmıştı. Korumak için tek bir reçetenin olduğu izlenimi bir
yıl boyunca aldığımız eğitimde hiçbir zaman verilmemişti.

Sivil mimari örneklerin korunması ise, 10-20 yıl önce bir sorun
değilken, özellikle camiler çeşitli tarikatların eline geçtikten, onların
buyurdukları şekilde kullanılmaya ve tamir edilmeye başlandıktan
sonra tuhaf görüntüler ortaya çıkmaya başlamıştır. Kuran kursları için
revakların alüminyum doğramalarla kapatılarak sınıf haline getirilmesi
-Mimar Sinan'ın hipodromun eteklerindeki eğimli araziye ustaca
yerleştirilen Sokullu Camisi'nin avlusu bunun en çarpıcı örneğidir-,
yine Sinan'ın eseri Süleymaniye Camisi'nin restorasyona uğramış
tuvaletleri ve kullanıcıların tuhaf eklemeleri rahatsızlık vericidir.
Çocukluğumuzdaki ve gençliğimizde alıştığımız cami avluları ve iç
mekânlarındaki sükûnetle, boşlukla güçlenen, insanın "iç dünyasına
dönme duygusunu" yaşaması artık imkânsızdır. Bu mekânlar günlük
koşuşturmanın bir parçası haline gelerek, görüntü ve ses kirliliğinin
varlığının gittikçe güçlendiği yerler olmaktadırlar.

Korunması gereken önemli değerlerimizin arasında Milat'tan çok


önceleri Anadolu'da yerleşmiş olan insanların genellikle toprak altında
kalan yaşam çevreleri ve sonra giderek günümüze doğru sayılabilecek
çeşitli medeniyetlerin bıraktığı eserlerden söz edilebilir. Bu değerler
birbirlerinin üzerinde katmanlaşarak yerleşmişlerdir. Bu
katmanlaşmalar bugünkü yaşam çevrelerimizin altında da yer
alabilmektedir. Bu katmanların oluşmasında depremler, erozyon ve
yangınlar da söz sahibi olmuşlardır. Yaşadığımız katmanlarla, ortaya
çıkarmak ve korumak istediğimiz katmanlar arasındaki gerilim,
gelişme ve koruma arasında kurulacak uyumlu birlikteliğe
dönüşebildiği zaman başarılı olunabilmektedir. Çok önemli Selçuklu
yapılarının dışında o tarihlerden günümüze kadar gelmiş olan çok
197
198
sayıda han, hamam vb. eserler harabe halindedir. Bunların nasıl ko-
runup değerlendirileceği konusu hiç gündeme gelmemektedir. Daha
eskilere gidersek, yapılan kazı çalışmalarının pek çoğunu yabancılar
yapmaktadır. Oysa bugünkü yetişmiş elemanlarımızı
düşündüğümüzde o kazıların daha çok bizim tarafımızdan yapılması
gerektiğini düşünüyoruz. Kültür Bakanlığı'nın bütçedeki payının daha
fazla olması ve kazıların bizim bilim adamlarımız tarafından yapılması
daha doğrudur.

Yaptığımız işin bilincinde olmamız burada anahtar kavramdır. Bu


bilincin oluşması konu üzerinde çok daha fazla düşünmemizi
gerektirmektedir.

198
199

cumhuriyet’in mimarı: seyfi arkan

......bu arada, topraklarımızın altında eldeğmemiş halde duran, maden


hazinelerini az zamanda işleterek, milletimizin yararlanmasına açık
bulundurabilmek de ancak bu uygulamayla (devletleştirme ile)
mümkün olabilir...Yine bu işler arasında, çalışanların hayat seviyesinin
yükseltilmesini sağlayacak olan, Zonguldak işçi kanunu
(çıkarılmıştır).......

.... burada da üreticilerin ve işçilerin genel faydası dikkatle gözönünde


bulundurulacaktır..... 1

.....Bugünkü mevcut fabrikalarımızda ve daha da artmasını dilediğimiz


fabrikalarımızda, kendi işçimiz çalışmalıdır. Refah içinde ve memnun
olarak çalışmalıdır.....2

Günümüzde çok kesin yargılara çok kolay ulaşmanın doğru olmadığı


üzerinde duruluyor. Bu anlamda, bir yazının veya yerin farklı
okumalarla farklı şekillerde değerlendirilebileceği düşünülüyor. Böyle
bir düşünceden hareketle genellikle şimdiye kadar oluşa gelmiş yanlış
ve katı yargıları yeniden okumalarla farklı şekilde
değerlendirebileceğimizi düşünüyoruz. Bazen bir konu hakkında
sayfalarla yazılmış yazılar yerine bazı gözlemler ve bir kaç fotoğraf, o
konu hakkında çok daha fazla bilgilenilmesini sağlayabilir. Bu yazıyı
yazarken okumalarımızda biz bu tür belgelere de başvurduk. Orhan
Koloğlu 3 1919 yılı başında Batılı bir yazar Osmanlı ülkesinin
durumunu şöyle anlatıyordu diye yazıyor "Allah Baba, Cebrail ile
birlikte gökyüzünden dünyamıza bakıyordu. Altlarındaki bölgenin
Osmanlı toprakları olduğunu anlamakta hiç güçlük çekmediler.
Tarlaların bakımsız hali, yıkılmış şehirler, barut kokusu, vuruşma
gürültüleri, yangın ışıkları, nerede olduklarını belirlemeye yeterliydi."
Yine Osmanlı'lar için bir saptama daha var: "Uzun süren egemenliğe
rağmen, üzerinde dolaşanın ayağına takılacak bir kök bile
yetiştirmemiştir." 4

199
200
Kuruluşundan belli bir zamana kadar kendi özellikleri doğrultusunda iyi
bir sistem oturtmuş olan Osmanlı'lar, zaman içinde yenileyemedikleri
bu sistemin işlerliğini yitirdiğini görmüş olsalar bile bir şey
yapamamışlar (Göğüs göğüse kaba kuvvet savaşlarındaki başarı,
savaş veya ekonomi olsun- akıla dayalı uzaktan vurmalara karşı
koyamamıştır) ; Avrupa'nın sömürgecilik anlayışı ile zenginliklerimize
sahip çıkmasına da göz yummuşlardır. Avrupalılar da, bu sömürü
sırasında kendileri için gerekli düzeni sağlamak dışında bu topraklarda
yaşayanlar için hiçbir yatırımda bulunmamışlardır. Yani bir anlamda
Batı hümanizminin izlerine bu topraklarda rastlanılmamıştır
(Osmanlıların da halklarıyla ilgilendiğini söylemek pek mümkün
değildir.) "Kömür Havzası" bunun en açık örneğidir. Çeşitli Avrupalı
şirketler Zonguldak bölgesini paylaşmış ve kendilerine en uygun
şekilde buradaki kömürleri çıkartmışlardır. İşçilerini bile yurt dışından
getirmeye özen göstermişlerdir (Örneğin Kozlu'ya Polonyalı işçiler
getirilmiştir). Yeraltı zenginliklerini aldıkları gibi öyle görünüyor ki yer
üstündekileri hoyratça kullanmışlardır (Resim 1).

Bu resimler özetle bize bu konuda şunları söylüyor. Cumhuriyet'ten


önce çevre tamamen kuru ve ağaçsız, yani, buradan kömür
çıkaranlar, yeraltındaki tünelleri inşa etmek için en yakındaki ağaçları
kesmişler ve yerine bir fidan dikmemişler, halbuki ikinci resimde aynı
yerin bugünkü görünümü var. Burada iyi yetişmiş bir koruluk
görünüyor. Benzer bir saptama da Osmanlı Boğaziçi’si için yapılabilir:
Gravürler incelendiğinde, tepelerin ağaçsız olduğu görülür. Herkesin
bildiği gibi Ankara da buna çok iyi bir örnektir. Başkent olduktan sonra
Atatürk Orman Çiftliği ve sonra da Orta Doğu Teknik Üniversitesi bu
yeşillendirme, ağaçlandırma kampanyasının farklı zamanlardaki
önemli örnekleridir. Ankara başkent olduktan sonra cadde ve
sokaklarının ağaçlandırılması da bu tavrın bir parçasıdır. Biz
Türkiye'de genel kanının tersine zaman içinde yeşilin arttığını
düşünüyoruz.

Bu örnekleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve bu topraklarda yaşayan


insanların niyetinin ne olduğunu açıklamak için verdik. İş Bankasının
1937 tarihli "Kömür havzasında Türkiye İş Bankası 1926-1937"
yayınında da belirtildiği gibi bu gelişme konusu, sadece doğanın
yeşertilerek yaşatılması konusunda olmayıp, ülke ve insanının
gelişmesi konusunda teknik ilerilik ve sosyal ilerilik olarak belirtilen iki
önemli alanı da kapsamaktadır (5). Yani devlet üretim alanında
gelişmeyi hedef alırken, orada çalışanların insan olarak yaşamaları

200
201
gerektiğinin bilincinde olmuştur. Bugün kaç üretici işçisine,
mühendisine bu imkanları tanımaktadır?

"Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onuncu İş Senesi İdare


Meclisi Raporu"nda (1936) üretim faaliyetindeki gelişmelerin yanı sıra
şu saptama yapılmıştır:

Şirketimizin teşekkülünden beri istihsalatımızın çok fazla artmasına


mukabil yeniden fazla bir ilave yapılmamış olan amele ve memurin ev
ve mahallesi için yüksek heyetinizin verdiği selahiyetle esaslı bir
projesini yaptırdığımız İhsaniye'de iki amele yatakhanesi, Kozlu'da bir
merkez bürosu ve memurin mahallesinin köprü yoluna başlamış ve
kısmen de ikmal etmiş bulunuyoruz 6.

"Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onbirinci İş Senesi İdare


Meclisi Raporu"nda (1937) ise aşağıdaki açıklama yer almaktadır:

1935 senesinde başlamış olduğumuz Merkez Bürosu, İhsaniye'de iki


amele yatakhanesi ve diğer başlanmış inşaatı 1936 senesinde ikmal
ederek gerek Merkez Büromuzdan ve gerekse amele
yatakhanelerinden istifadeye geçilmiştir.
Şirketimizin inkişafına binaen çok gayri kafi olan memurin ve amele
evleri ve bekar amele yatakhaneleri inşaatına bir program dahilinde
biranevvel devamın çok lüzumlu ve faideli olacağı kanaatindeyiz 7

Yeşil örneğine benzer bir tavırla Cumhuriyet'in Türkiye'de başka neler


yapmaya niyet ettiğini, yukarıdaki satırlar açıklıyor. Bu yazının diğer
amacı, bu çabaların somutlaşması için çalışan Seyfi Arkan'ın "Kömür
Havzası"ndaki çalışmalarını belirlemek ve bugünkü durumlarını
saptamaktır.

Globalleşmenin çalışanlar açısından olumsuz sonuçlarının ortaya


çıkmaya başladığını dikkate alarak, 'mimarlara, geçen yüzyıl
başındaki sosyal sorumluluk bilincinin verilmesinin yeniden önem
kazanması gerekir' düşüncesiyle, öğrencilerimize 1930'ların devlet
yatırımlarını yerinde inceletme programımız çerçevesinde Mimari
Proje konularını iki yıldır 'Kömür Havzasında -Zonguldak ve
çevresinde, vermekteyiz.

Öğrencilerimizle havzada çalışırken, mimarlık konusunda yapmış


olduğumuz saptamalarımızı daha çok Seyfi Arkan'ın binaları üzerinde
yoğunlaştırdık. Bu, orada yapılmış olan yapı faaliyetinin hepsini
201
202
kapsamıyor. Başka olumlu mimarlık örnekleri de olmakla birlikte, öncü
olması dolayısıyla Seyfi Arkan'ın burası için düşünülen ve kısmen
gerçekleştirilen eserlerinin değeri çok büyük.

Seyfi Arkan, Almanya'da Poelzig'in bürosunda çalışırken, özellikle


ilgilendiği konulardan bir tanesi işçi evleriydi 8. Türkiye'ye döndükten
sonra bu konuda çok eser vermiştir. Bunların ilk örnekleri "Kömür
Havzası'nda, Zonguldak, Üzülmez yerleşkesi ile Kozlu'da Merkez
Bürosu, İhsaniye Yatakhaneleri ve Kılıç Mahallesidir. Maalesef her
konuda ve her kuruluşta olduğu gibi T.T.K.'nın da belgelere dayalı
belleği çok zayıf olduğundan bu kuruluşça yaptırılan binaların hangi
tarihlerde ve kimler tarafından yapıldığını öğrenmek pek kolay
olmamaktadır. Arkitekt'in 1935 ve 1936 yılı sayılarında yayınlanan
proje ve vaziyet planları ışığında, İş Bankası'nın yukarda sözü geçen
yayını ve içindeki fotoğrafları da göz önüne alınarak ve T.T.K. da
görevli meslektaşlarımızın değerli katkıları ile 9 sezgimize de
dayanarak (vaziyet planları uygulamalarla birebir örtüşmediği için
çıkan çelişkili durumların yorumlanması gerekmektedir) aşağıdaki
harita ve fotoğraflarla Seyfi Arkan'ın eserlerinin bir kısmını
belirleyebildik.

seyfi arkan'ın kozlu'daki eserleri:

Kılıç Mahallesi, Arkitekt dergisinde yeralan Seyfi Arkan'ın


projelerinden birisidir 10. Kılıç Mahallesi adını altında yatan kömürün
tabakalaşma şeklinden almaktadır. Burada kömür dik açıya yakın
diklikte duran tabakalardan oluşmaktadır. Topoğrafya da yeraltı kömür
yataklarına paralel bir dikliktedir. Arkitekt'in bu sayısında projenin
vaziyet planı yer almaktadır (resim 1). T.T.K. arşivinde bu mahallenin
yapımı sırasında çekilmiş bir resim bulunmaktadır (resim 2). Mahallede
mühendisler ve işçiler için yapılmış konutlar vardır. Konutların Arkitekt
dergisindeki maket fotoğraflarında teras çatılı olmalarına karşılık, bu
resimde, uygulama sırasında kırma çatılı olarak inşa edildiği
görülmektedir. Mahallenin, yapıldığında Türkiye'nin sayılı kortlarından
olduğu söylenen tenis kortları, Ekonoma'sı (tüketim kooperatifi),
sineması ve ilkokulu vardır. İlkokulun inşaat kazısı yine aynı resimde
görülmektedir. Sonradan bazı başka konutlar inşa edilmiştir (resim 3).
Ekonoma binası Seyfi Arkan'ın vaziyet planında görünmemektedir.
Mühendislerin ve işçilerin lojmanları günümüze çok fazla değişikliğe
uğramadan ulaşmışlardır (resim 4/6). Çevre; yolu, kaldırımı,
aydınlatması ve yeşil düzenlemesi ile bitmiş bir çevredir .

202
203
İlkokulun sokakla ilişkilendirilme detayı ise eğitici ve özgündür (resim
7/8). Bu okulun da Seyfi Arkan tasarımı olduğunu düşünüyoruz.

Yine Arkitekt dergisinde yeralan Kozlu için tasarlanan ve inşa edilen


Merkez büro yakın zamanda yıkılmıştır (resim 9/10) (11).

Kozlu İhsaniye'de inşa edilen yatakhanelerin bahçeleri, açık anfisi ve


çevredeki sineması, kalanların sadece barınma ihtiyaçlarına değil,
kültür ve eğlence gereksinimlerini de sağlıyacak donanıma da özen
gösterildiğinin kanıtıdır. Bahçedeki bitkilerin cinsleri ve çeşitliliği yere
verilen önemi vurgulamaktadır. Ancak bugün bu binalar kötü
durumdadır. Tekstil atölyesi olarak kiralanmaktadırlar, ancak hiçbir
bakım onarım yapılmamıştır. Binaların yapısal sorunları da vardır.
Kömür çıkartılan bölgelerdeki tasman sorunu bu yapıda da vardır.
Aslında Kömür İşletmelerine ait binaların altından kömür
çıkarılmıyarak burada topuk bırakmak gerektiği halde bu önlem yeteri
kadar dikkatle uygulanamamıştır. Böyle bir yapının onarılarak daha iyi
şartlarda kullanılması gerekirdi. İlk blokları teras çatılı olan İhsaniye
Yatakhanesi'nin 40'lı yıllarda saçaklı-kırma çatılı olarak bitirildiği
anlaşılmaktadır (Resim 11/17)

seyfi arkan'ın üzülmez'deki eserleri

Yine Arkitekt dergisinde (12) Üzülmez'de yer alan büyük bir yerleşime
ait vaziyet planı ve maket fotoğrafları vardır (resim 18/19). Bu tasarımda
yine farklı konut tipleri, bekar ve işçi evleri ve bunlara ait duş,
çamaşırhane, aşevi ve yemekhaneler, okul, biraz uzakta bir sinema
yer almaktadır. Konut tiplerinin bir tanesinin iki farklı zemin durumuna
ait alternatif çözümleri, okulun ve yemekhane, mutfak, çamaşır ve duş
binasının planları dergide bulunmaktadır. İşçilere ait mahallenin okulla
birlikte maket fotoğrafları da örnek olarak basılmıştır.

T.T.K. arşivindeki resimde (resim 20) inşaatın o zamanki görünüşü


saptanmıştır. Şimdi yaptığımız gözlemlerde, vaziyet planının
tamamlanamadığını (Resim 21/31), tüm binalara saçaklı kırma çatı, işçi
blok evlerine açık merdiven ve dıştan koridor eklendiğini belirledik
(resim 23/30). Okul binası da eklerle büyütülmüş durumdadır. Yine İş
Bankasının yayınında sinemanın da bir fotoğrafı bulunmakta (resim 32),
sinema resim 19'da da görünmektedir . Sayın Mimar Yılmaz Soylu
arşivinde sinemanın içerden bir resmi de bulunmaktadır (resim 33)
Sinema ve özgün metal fiskos koltukları çok harap olarak da olsa
günümüze kadar gelebilmiştir (resim 34/35).
203
204

Seyfi Arkan'ın 'Kömür Havzası'nda gerçekleştirmek istediklerini


irdelersek, genç Cumhuriyet Türkiyesi'nde Cumhuriyet'in ilkelerinden
olan hümanizma düşüncesinin maddeselleştirilmesine değerli
katkısından söz edebiliriz.

Bu maddeselleştirmenin başkalarına aşılanması düşüncesi de yine


Arkan'ın düşüncelerinin önemli bir tarafıdır. Güzel Sanatlar
Akademisinde, mimari proje dersleri verdirilmeyerek Seyfi Arkan ve
düşünceleri pasifize edilirken, mimarlıkta ve eğitiminde geriye dönük
fikirler ve kapitalist dünya için tasarımlar gittikçe daha fazla önem
kazanmıştır. Bu arada onun şehircilik konusunda kendi deyimiyle
"jeneratris" oluşturma fikri, pek de ciddiye alınmamıştır. Oysa bu fikir
çeşitli boyutlarda ve zamanlarda değerini koruyan bir fikir olmuştur.
Kozlu ve Üzülmez'deki sosyal avant-garde tutumu, sonra başka
yerlerde imar planları yapanlarca benimsenmiştir. Eyüp
Kömürcüoğlu'nun İskilip imar planı buna bir örnektir 13. Yani şehircilik
hakkındaki düşünceleri bir "jeneratris" olmuştur.

60'larda Metabolistlerin de önemli fikirlerinden birisi bazı mimari


ögelerin, jeneratör rolü oynamasını sağlamak üzere tasarlanmasıdır.
Popper'in Utopya'ya karşı savunduğu kentin işleyişinde çalışmayan
yerlerin tespit edilerek, burada önlemlerin alınması fikri daha "zayıf"
(burada zayıf negatif anlamda kullanılmamıştır) olmakla birlikte benzer
bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Yine Paris'te 70'lerde Pompidou ve
Mitterand'ın başlattığı, büyük eserler fikri ve uygulamaları jeneratris
oluşturma düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Seyfi Arkan'ın Kozlu ve Üzülmez'deki eserleri, Cumhuriyet


tarihimizdeki yerleri ve özgün mimarileri ile, yapmaya çalıştığımız
saptamalardan daha detaylı çalışmalara layıktır. Böyle bir çalışma
onun eserlerinin kaybolmasını önleyecek ve çalışmayı yapanlar ve
paylaşanlara mimarlık ve mimarlığın sosyal sorumlulukları konusunda
çok değerli bilgiler aktaracaktır. Ayrıca bazı yapıların durumları kritiktir
ve onarılmadıkları takdirde çok hızlı bir şekilde yıpranacak ve yok
olacaklardır. Ancak Hereke'de onarılan fabrika konutlarını düşününce,
Atadan evinin restorasyonunu hatırlayınca 14, günümüzde yapılan bu
tür restorasyonlarla ayakta kalmanın faydadan çok zarar getireceğini
de düşünmüyor değiliz.

204
205

(1) Prof. Dr. Afetinan, "M. Kemal Atatürk'ün, B. M. Meclisi, birinci dönem üçüncü
toplanma yılını açış konuşması, 1 Mart 1922", Devletçilik ilkesi ve Türkiye
Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1972, sayfa, 31-
32 ve
(2)Prof. Dr. Afetinan, "M. Kemal Atatürk'ün, İzmir İktisat Kongresi'ni açış nutku, 17
Şubat 1923", Devletçilik ilkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk
Tarih Kurumu, Ankara, 1972, sayfa, 46.
(3) O. Koloğlu, Kim Bu Mustafa Kemal, 4. Basım, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999.
(4) Aynı yayın.
(5) Anonim, Kömür Havzasında Türkiye İş Bankası 1926-1937 Devlet Basımevi 1937.
(Sayın Yılmaz Soylu Arşivi)
(6) Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onuncu İş Senesi İdare Meclisi Raporu
1936 (TTK Arşivi)
(7) Kozlu Kömür İşleri Türk Anonim Şirketinin Onbirinci İş Senesi İdare Meclisi Raporu
1937 (TTK Arşivi)
(8) U.Tanyeli, "Seyfi Arkan, Bir Direnme Öyküsü", Arredamento Dekorasyon, 1992/3,
Profil in Memoriam: Seyfi Arkan
(9)Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun çok değerli mensupları olarak, İnşaat Emlak Daire
Başkanı Sayın Tuğrul Yıldız, İnşaat Emlak Dairesi eski Başkanı Sayın Mimar Yılmaz
Soylu, Emlak-İstimlak Şube Müdürü Sayın Mimar Muhsin Maden ve Çevre Şube
Müdürü Sayın Tuna Aratoğlu’nun olağanüstü destek ve yardımları olmasaydı bu
çalışmayı yapamazdık.
(10) Arkitekt 1936/1, sayfa 9
(11) Arkitekt 1935/5, sayfa 147
(12)Arkitekt 1935/9, sayfa 253
(13)Arkitekt 1949/5-6, sayfa 107-111
(14)H. Yürekli, F. Yürekli, “Hayal Gücü, Hafıza ve Gerçekler”, Arredamento Mimarlık
2000, sayı 07-08, sayfa , 143-145.

205
206

206
207

207
208

208
209

209
210

210
211

diğer taraftan bakmak


Türkiye’de mimarlık-kimlik ilişkisine bakarken, Osmanlı kültürel mirası
konusunu biz süreklilik bağlamında değil bir 'devrim sonrası bakış' ile
ele alıyoruz. Bu devrimin özelliği ise modernleştirici ve anti emperyalist
olmak yanında bir ulus devlet ortaya koymasıdır. Ancak bu,
sanıldığının aksine Batı'nın ırk temelli ulus devletlerinden biri değildir.
Bu Devrim her türlü göstergesiyle evrensel/humanist -entelektüel bir
toplum yaratmayı hedef almıştır, yani Batı'nın yakıştırılan "ötekisi”
değil başka bir “ötekisi”dir. Bunun böyle olduğunu Cumhuriyet'in
yetiştirdiği her Türk aydınının önce kendisinde görmüş olması gerekir.
Bu kısa saptama, yazının konusu açısından olağanüstü önemdedir.

Osmanlı'da zaman anlayışı döngüsel bir anlayıştı. İleri gitme


düşüncesi varsa da etkin değildi veya Tekeli'nin de belirttiği zamansal
değil mekansal bir ilerleme vardı 1. Halbuki Batı'da ileriye doğru giden
bir zaman anlayışı yani gelişme eğilimi olunca Osmanlı toplumunun
Batı yaşantısıyla bütünleşmesine olanak yoktu. Batı'da bu gelişme,
humanizmaya, akılcılığa, bilim ve teknolojik ilerlemeye, ulus devletlere
gidişe yol açmıştır. Atatürk'ün devriminde de, Osmanlının en güçlü
ulus kimliği olan Türk kimliği 2 altında zamanın döngüsünden kurtulup,
gelişmeye ilerlemeye yönelinmiştir. Burada mimarlık da, değişen
yaşam nedeniyle geleneğe karşı yenilikçi bir yola girmek
durumundadır.

Bu çerçevede Birinci Ulusal Mimari Dönemi olarak adlandırılan


akımın, Cumhuriyetin ilk binalarına yansıma girişiminin kısa sürmesi -
kesilmesi, normal karşılanmalıdır.
Yeni arayışlarda Şevki Balmumcu, Seyfi Arkan, Bekir İhsan Ünal ve
daha pekçokları gibi adların öne çıkması da aynı derecede doğal
karşılanmalıdır. Özellikle Arkan'ın avant-garde tutumu ve bu konudaki
çabaları ile Cumhuriyet'in kurucusunun özel mimarı hüviyetine gelmesi
çok anlamlıdır. Seyfi Arkan, doğal olarak Anadolu mimarlık
geleneğinin değerlerini gözardı etmemiş, gelişmeye açık bir uygar -
evrensel insan, bir entelektüel olarak, taklit etmeden kullanabilmeyi
başarmıştır.

211
212
Örneğin Arkan'ın Florya Köşkü binasının, kendisine bilinenin dışında
bir yer tayin etmesi -denizden karaya bakıyor olması, bugün de sıkça
tartışılan "yer" kavramının farklı ve özgün bir yorumlanışıdır. Denizdeki
sonsuz noktadan herhangibiri olan bu yer, yine Arkan tarafından
tasarlanan karadaki iki binanın arasındaki bir nokta ile yani karayla
ilişki kurduğu nokta ile tanımlanabilmektedir 3 (resim 1). Böyle bir
konumlandırma yeni bir teknolojiyi getirmektedir. Bu teknolojinin
gerektirdiği ahşap malzeme, geleneksel Türk Evi'nin "hafiflik"
özelliğinin yeniden değerlendirilmesi olarak yorumlanabilir -ki bu
özellik 1990 larda Calvino tarafından Üçüncübinyıl'ın en önemli altı
özelliğinden biri olarak tanımlandığına göre, oldukça ileri görüşlü bir
tutum olmaktadır. Ayrıca binanın çok kısa zamanda inşa edilmiş
olması da yine günümüzde sıkça tartışılan ve yine Calvino'nun bu
özelliklerden bir diğeri olarak tanımladığı "hız" kavramının etkili bir
yorumudur 4.

Seyfi Arkan, Florya Köşkü'nü kurgularken koridor yerine hayat benzeri


iki mekan geliştirmiştir (resim 2). Bu iki mekanın kesiştiği nokta ise
minicik bir holdür. Hayat benzeri mekanlardan birincisi giriş mekanını
oluşturan üstü kapalı ve bir yanı açık bir mekandır; aynı zamanda
köşkün çalışanlarının odaları da bu mekana açılmaktadır. Yani giriş
mekanı aynı zamanda köşkte çalışanların kaldığı odaların açıldığı bir
mekandır. Bu kanımızca önemli bir ayrıntıdır ve Atatürk'ü bazıları
tarafından ilişkilendirmeye çalışılan Mussolini ve Hitler'den ayıran
özelliklerden birisidir. İkinci hayat kapalı bir mekandır ve misafirlerin
kaldığı odalar bu mekana açılmaktadır. Burası resmiyetten uzak bir
toplantı ve oturma, dinlenme mekanıdır. İki sirkülasyonun akslarının
kesiştiği minik holün Köşk'te herkesin karşılaştığı nokta olması,
Atatürk'ün ve mimarının yine insan ilişkileri konusundaki demokratik
tutumunu sergilemektedir. Özetle plan düzeni ve mekan kurgusuna
bakıldığında binanın modernist bir tutumla birtakım "zon"lara
bölündüğü ve ortak alanların çok fonksyonlu olarak düzenlendikleri
görülmektedir. Kitle düzenlemelerinde genellikle yatay hatlı olan
binanın girişin yanındaki düşey elemanla denizle büsbütün birleşmesi
engellenmiştir (resim 3). Yatay bant pencere gibi yeni uygulamalar
yanında, tavandan aydınlatma ve havalandırma gibi yine yeni,
bütünleşik teknikler aranması (resim 4), mobilyanın da mimari tasarımın
ayrılmaz bir bileşeni olarak ele alınma çabası evrensel/hümanist -
entelektüel tutumun açık göstergeleridir.

Bu arada mimarsız mimarilerimiz olarak Geleneksel Türk Evi'nde de


Cumhuriyet'e paralel gelişmelerin Anadolu'nun ücra köşelerinde bile
212
213
görülmeye başlanmış olması ayrıca üzerinde durulmaya değer bir
oluşumdur. Türk insanının "Devrim"i benimsemesi acaba bazı
mimarlarımızdan fazla mı olmuştur? Bize bu değerlendirmeyi yaptıran
şey, günümüzde bile pek çok milli (!) mimarımız "yinelemelerini" iki
kareden oluşan düşey pencere ile sınırlarken, halkın 30'larda bu
pencereyi "günün gereklerine göre" geliştirmiş olmasıdır 5 (resim 5-
İskilip'ten gelişim sırasıyla örnekler).

38'den sonra ortaya çıkan ve İkinci Ulusal Mimari Dönemi diye


adlandırılan yaklaşımın bütün bu profesyonel ve vernaküler
gelişmeleri kösteklediği, bu nedenle, bilinçsizlik değilse, hatta karşı
devrimci bir yapı olarak dahi değerlendirilmesinin tartışılabileceği
düşünülmelidir. Çünkü burada geleneksel mimariden alınan şeylerin
hernekadar soyutlandığı ileri sürülse de tipoloji ve arkitip bazında
formalist unsurlar olduğu çok açıktır. Örneğin, neredeyse başyapıt
muamelesi gören Taşlık Kahvesi'nin, gerçek bir başyapıt olan
Amcazade Yalısı'nın bu anlamda bir türevi olduğunu düşünüyoruz.
Merhum Profesör Kemali Söylemezoğlu "Amcazade güneşe bakan
bir kesit yalısıdır; o nedenle güneş ışınları denizde yansır ve yüksek -
ve karanlık- tavanı doğal ışık oyunları ile aydınlatır" der ve Batı
Yakası'na geçmiş, üstelik denizden kopup tepeye kondurulmuş bir
'Amcazade Kesiti'nin değeri ve anlamı konusunda ise yorum
yapmazdı (resim 6).

Florya Köşkü ve Taşlık Kahvesi örnekleri kimin neyi nasıl


benimsediğini, kimin neyin örneği olduğunu, bu arada mimarlık
tarihimize ulusal diye iki dönem armağan eden egemen mimarlık
'intelligentsia'sının anlayışını açıkça göstermektedir.

Batı bizi yanlış da olsa "öteki"lerinden olarak tanımladığı için bize


gelenekselciliği uygun görebilir. Ancak özgün bir modernleştirici
devrimin ürünü olan bizler Batı'nın bize baktığı gibi oryentalist bir
bakışla değil "diğer" bir bakışla kendimizi yönlendirmeliyiz. Biz ne Batı
gibi sömürgeci bir eğilimdeyiz ne de Batı tarafından sömürülmüş bir
toplumuz; binlerce yıl dünyanın merkezi-çekim odağı olmuş bir toprak
üzerinde yaşayan, yaşamayı başaran bir toplumuz. Bu nedenle
Batı'nın aksine diğer insanlara "ötekiler" olarak bakmamaktayız. 4000
yıl önce bu topraklarda yaşayan Hititler'in bile göçmen olduğu
düşünülürse, çok özgün bir birikimin ürünü olarak evrensellik
hasletimizin Batı'nınkine kıyasla çok daha doğal bir sonuç olduğunu
söyleyebiliriz. Biz Batı için utopya olan evrensel-hümanist bir düzenin
1920'lerde peşine düşebilmiş bir oluşumun ürünü olduğumuzu
213
214
bilebilmeliyiz. Ancak o zaman bu toplumdan çıkan birilerinin meşru (!)
çerçeve dışına çıkışlarını hemen "Batı taklidi" olarak yadsımak
yanlışından vazgeçebiliriz.

Yerimiz ve günün gelişmeleri doğrultusunda zamanı ne döngüsel ne


de çizgisel yaşamalıyız. Ve bu iki zaman olgusunu Batı gibi bir
karşıtlık olarak görmeyip, iki durumu bütünleştirerek "Spiral" bir zaman
düşüncesinin getireceği katkıyı gözardı etmemeliyiz. Bu spiral zaman
kavramı sadece teknolojinin esiri olmayıp, doğal döngülerin, ilişkilerin,
dengelerin farkında olarak yaşamayı -entelektüel olmayı
gerektirmektedir. Anlamak için parçalara ayırdığımız şeylerin yine
aslında bütünün bir parçası olduğunu ve bütün içindeki yerinin hiçbir
zaman gözardı edilmemesi gerektiğini unutmamalıyız 6-7

(1) İ. Tekeli, "Osmanlı ve Sanayi Öncesi Dönemde İmparatorluk Olgusunun Çözmek


Zorunda Olduğu Sorunlar-Kurumsal Düzenleme", bu sempozyumda sunulan bildiri.,
Benzer saptamalar, A.H. Lybyer, "Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı
İmparatorluğu'nun Yönetimi", 1912, türkçe basım Ocak 2000, Çeviren S. Cılızoğlu,
Sarmal Yayınevi, "Topraklarla ilgili temel yapı" alt bölümünde geçmektedir.
(2) Ermeni, Rum v.b. Osmanlı grupları ayrılma peşine düşüp Osmanlı'yı
benimsemediklerini kanıtladıklarından, Türk Kimliği’nin Osmanlı'nın üzerine yerleştiği
ve diğerlerinden farklı olduğu zaten ortadadır.
(3) Karadaki iki ahşap yapı ve denizdeki Florya köşkü üçlüsünün yer tanımlama etkisi iki
ahşap bina arasına milletvekilleri için yapılan ve biçim kaygıları ön planda olan yeni bina
ile zayıflamıştır.
(4) I. Calvino, "Six Memos For The Next Millenium ", Vintage 1996.
(5) Bu resimlerde de izlenebileceği gibi İskilip gibi ucra bir Anadolu kasabasında bile
Cumhuriyet’in evlere yansımasındaki tutarlılık çarpıcıdır. Önce zemin katlarda da
pencereler görülmüş, sonra bu pencerelerin boyutları değişmiş dikdörtgenden kareye
çok başarılı bir ilişki içinde geçilmiş, daha sonra kafessiz balkonlar yine aynı başarıyla
yerlerini almıştır. Yani geleneksel mimarimiz bile nereden nereye gelmiş ancak
farkedilememiş, düşey pencere ve cumbaya sıkıştırılmak istenmiştir.
(6) H. Yürekli, "Türkiye'nin Konumu ve Mimarlığımız", Mimarlık 280, Nisan 1998, s. 59-
61.
(7) Burada aynı zamanda sempozyumun ikinci gününde tartışma konusu olan çağdaş
olanla modern olanın farkına, -modernite ile modernizmin farkına- dikkat çekmek isteriz.
Çağdaşlığın çağın değerlerini benimsemek, izlemek olduğunu düşünüyoruz. Modernite
ise yarına dönüktür ve en anlamsız şey onu 'modernizm' diye adlandırarak
dondurmaktır.
Sempozyum sırasındaki tartışmalarda "Modernistlerin eli mi tutuldu; niye modernist bina
yapılmadı" görüşüne katılmak olanağı var mı?. Seyfi Arkan'a Akademi'de Mimari Proje
Dersi verdirilmemesini, İstanbul Boğazındaki inşaat yapılamayacak boş arsaların, son
on yıllarda sadece bu şekilde imar izni alınabildiği için tümüyle Osmanlı İşi binalarla
dolmasını, %6 uygulamasının yönetmeliğinin tamamen bu tür mimariyi tanımlamış
olduğunu bilmek veya hatırlamak gerek. Ayrıca Türkiye'de her zaman modern
yaklaşımla binalar yapılmış ancak mimarlığın egemen ancak sözde "intelligentsia"sında
yer bulamamıştır. Tekeli-Sisa, Birsel-Baysal ve yazılarıyla da konumunu vurgulayan
Şevki Vanlı da mı görmezden gelinmektedir?

214
215

215
216

216
217

217
218

hayalgücü, hafıza ve gerçekler


Bütün insanların hayalgücü olduğuna göre, acaba uzak
geçmişimizden kalanların gerçeklikleri konusunda bildiklerimiz yeterli
olmadığında bunu aydınlatmayı görev edinenler nasıl bir davranış
içinde bulunmalıdırlar? Bulgularla çok açık olan gerçekleri ortaya
koyarak diğerlerini izleyiciye mi bırakmalılar, yoksa kendi bilgilerine
güvenerek, sonuna kadar yorumlayabilecekleri ve açıklayabilecekleri
her noktayı açıklamak ve yorumlamak hakkını kendilerinde mi
görmelidirler?

Gerçek, elimizde olan bulguların kim bilir kaç farklı yorumundan ancak
birisi olabileceğine göre bunu tahmin etmenin çok düşük bir olasılığı
vardır. Bu durumda bir kişinin yorumunun herkesi etkilemesi doğru
mudur? 1

Buna göre tarihçilerin ve arkeologların tutumları nasıl olmalıdır?


Örneklerimiz, mimar olarak bize daha yakın olduğu ve bizi daha çok
ilgilendirdiği için arkeoloji ve restorasyon konusunda olacaktır.

Mekansal yakınlığı dolayısıyla ilk örnek İstanbul’un surları -eski ve


yeni birbirine karışmış durumda; sanki yıkıntı gibi duran yenilemeler
yanında, herhalde eski formu olduğu iddia edilen bütünleyici
restorasyonlar da var, acaba hangisi daha doğru. (resim 1/3)

Kanımızca Efes’teki teras evler restorasyonu gerçeğin saptırılması


konusunda en çarpıcı örneklerden birisidir. Yüzde altmışa, yetmişe
varan eğimi ile Alplerdeki dağ köylerini çağrıştıran, kalıntılarla sıkı
sıkıya bütünleşmiş olan koruyucu çatılar çok yağışlı olmayan ve karın
nadiren yağdığı buna karşılık fırtınalara açık bir yörenin çatı biçimlenişi
olmaktan çok uzaktırlar. Oxidentalist bir bakış açısından normal
olarak görünen bu durum bu topraklarda yaşayanlar için anlaşılmaz
olabilmektedir. (resim 4)

Assos’a ilk defa gittiğimizde şahit olduğumuz ve sonraki gidişlerde de


yenilerini gördüğümüz pervasızca kullanılan betonarme restitüsyonlar,

218
219
insana hayal kurduramayacak kadar kaba ve acımasızdılar. İçi boş
betonarme kolon parçalarını kabak dolmasına benzeten sayın Filiz
Özer’e hak vermemek elde değil. (resim 5/6)

Böyle bir uygulamanın bir benzeri ne yazık ki Arykanda’nın


Odeon’unda da görülüyor. Bu konu bir yorum gerektiriyor herhalde, ne
olurdu Odeon olduğu gibi kalsaydı, ne gerek var moloz taş ve
çimentoyla onu tamamlamaya ve üstünü travertenle kaplayarak
günümüz işçilik kalitesini (!) sergilemeye. İşçiliğin yanısıra ve ondan
daha da önemlisi taşların en geçicisi olan ama yine de kalıcılık imgesi
bulunan 2cm kalınlığında travertenle kaplamanın gerekçesi neydi
acaba? Taş blokların yontulması ile ve çok büyük bir presizyonla
oluşturulan yığma taş kente, nasıl bir etki veya katkı düşünülmüştü?
(resim 7) Geçicilik aranmakta ise, hakikaten geçici olduğunu tarih
boyunca kanıtlamış olan bir malzeme ya da yeni bir malzeme, geçicilik
veren bir teknoloji ile kullanılamaz mıydı? Örneğin basamaklar cam
levhalar ile “orijinal” biçimlerine getirilemez miydi? Bizce iyi bir örnek
Foça’daki uygulamadır (resim 8). Acaba Roma’da yüzlerce yıl ayakta
kalan Panteon’un kırılmış kornişleri, yeşermiş çatısıyla bırakılmış
olması çok büyük bir ihmal midir, yoksa bir tutum mudur? (resim 9)

Düzenlediğimiz Uluslararası bir yaz okulu sırasında, Priene’yi ve


yerlere saçılmış kolonları ilk defa gören Danimarka’lı meslektaşımız
Peter Kjaer, burada dün gece çılgın bir parti vardı herhalde demişti.
Hippodamus planının ve pek çok ilginç detayının biraz dikkat edince
görülebileceği Priene neyse ki fazla kurcalanmıyor. Evet bırakın biraz
da biz gezenler hayal edelim!

Birtakım bulgulara göre antik kentlerdeki mermer aksam rengarenk


boyalıymış, uygulanmasını görmek istemeyiz; zaten inanmakta çok
güçlük çekiyoruz, bizim o konudaki yorumumuz şu, insanlar,
tapınakları, tiyatroları, çeşmeleri taştan oyarak yapmışlar, onları
öylece kullanmaya başlamışlar, zaman içinde kirlenmiş sonra birisi
çıkıp bunları boyamayı akıl etmiş ve bir boya modası çıkmış,
gezginler, ziyaretçiler bu boyalı şehrin renkli halini pek beğenmişler,
ve benzerini kendi şehirlerinde uygulamışlar. Bizde de öyle olmadı
mı? Çoğunlukla boyasız olan ve sadece bazı örneklerde aşı boyası ile
boyanmış olan ahşap evlerimiz, belki ilk defa Kariye çevresinde
yenilenenlerin rengarenk boyanması ile polikrom bir yapıya kavuştu.
Renkler şimdi oturmuş (!) durumda, fazla düşünmeye gerek yok,
beyaz boyalı doğrama ve pembe renkli cephe kaplamaları, tıpkı çilekli
pasta gibi, çileğe allerjisi olanlar sarı ve beyazı tercih edebilirler.
219
220

Yakın geçmişimize geldiğimizde gerçeklerin nasıl olduğunu tahmin


edebilmemiz kolaylaşıyor, hayalgücüne fazla gerek yok. Binaların
kendileri, fotografla belgelemeler, canlı tanıklar var..

Cumhuriyet döneminin en önemli mimarı olduğu bir türlü kabul


edilemeyen Seyfi Arkan’ın mimarı olduğu iki yapıdan Florya köşkü
restorasyon ve dekorasyonu daha hafif atlatmış durumda; karadaki ek
tesislerinin ortasına yerleştirilen lokantayı, köşkün kendisine eklenen
aluminyum güneşlik ve rüzgarlıkları, içindeki bazı müdahaleleri ve
bazı mobilyaları saymazsak durumu fena sayılmaz. Aynı mimarın aynı
dönemdeki diğer bir yapısı Ankara’daki yeni adıyla “Camlı Köşk” ise
restorasyon ve dekorasyondan nasibini fazlasıyla almış görünüyor.
Modernist düşüncenin sadelik ve hafifliğinin tam tersi bir yaklaşımla
yeni taş kaplamalar, sarı’dan korkuluklar, ağır koyu renkli kadife
perdeler, maun kaplamalar, çiçekli duvar kağıtları; herhalde uzman
birileri yapmış, herhalde uzman birileri de gazetede perçinliyor (2) (3).
Bu yapıların yapıldıklarında nasıl olduklarını ve restorasyon ve
dekorasyonlarının nasıl olması gerektiğini çok yakın geçmişimiz
olduğu için açık olarak biliyoruz. Yapanlar da biliyor olmalılar; acaba
Cumhuriyetimiz’in ve modern mimarlığımızın özgün örnekleri olan bu
binalara neden böyle bir restorasyon ve dekorasyonu reva görüyorlar?
(resim 10/15)

Arredamento Mimarlık’ın Nisan 2000 sayısında sayın Necmi


Sönmez’in Bauhaus Konutları restorasyonu ile ilgili bir yazısı var.
Burada yer alan ilk üç resim çok anlamlı, birinci resim, Klee ve
Kandinsky ikizevinin yapıldığı dönemdeki resmi, ikinci resim,
restorasyon öncesi, binaya pencereler açılmış, balkonları kapatılmış
durumdaki resmi, üçüncü resim ise restorasyondan sonra binanın
tekrar eski halini almış durumunu gösteriyor. Maalesef ikinci resimdeki
durumuna binanın ne zaman getirildiği yazılmamış ama düşünce
düzeyi olarak bizim bugünkü durumumuzla örtüşüyor. Sadece Seyfi
Arkan’ın binaları değil, Hereke’de Sümerbank’a ait lojmanlar da
restore edildikten sonra Bauhaus binalarının ikinci fazını çağrıştırıyor.
Binalar, bütün mimari özellikleri göz ardı edilerek yenilendiklerinde
yapılanın binayı korumak olmadığı açık (resim 16/17)

Kullanılmak uğruna bütün oranları bozulan Kızkulesi’ni de bu


örneklere dahil etmek durumundayız 4

220
221
Bunlar severken hırpalananlar. Bir de endüstri arkeolojisi olarak henüz
sevilmesi gerektiği bilinmeyenlerin örneğin gazhanelerimizin ve diğer
endüstri yapılarımızın başına gelenler var. O da ayrı bir konu (resim 18)

Uzmanlık alanlarının ‘diğerleri’nin düşüncelerine kapalı olmasının


yararlı olduğunu söyleyemeyeceğiz.

(1) , The Ephesian ruins are to be understood as a fiction because they illustrate
more about modern times then about antiquity. Anton Bammer, “Continuity and
Development in İstanbul” Yaz Okulu Konferansı
(2) Doğan Hızlan, “Camlı Köşk –Resmiyetten Uzak Bir Mekan”, Hürriyet Pazar, 24
Mayıs 1998. s.5
(3) Yapı-dış mekan bütünlüğünün yanısıra, Arkan’ın bir başka özelliği mobilya, halı,
hatta perdenin seçimine kadar yapı iç donanımını da “Gesamtkunstwerk”
anlayışıyla bir bütün olarak ele alıp tasarlamasıdır. İnci Aslanoğlu, “Seyfettin Arkan
ve Ankara’daki Yapıları”, Arredamento, Dekorasyon, 1992/3.
Tanyeli de benzer görüşleri vurguluyor. U. Tanyeli, Seyfi Arkan: “Bir Direnme
Öyküsü”, Arredamento Dekorasyon , 1992/3.
(4) H. Yürekli, F. Yürekli, “Neden, Neler Kültür Varlığımız Oluyor ya da Olamıyor?” Yapı
No.167, Ekim 1995, pp.72-75

221
222

222
223

223
224

224
225

çakırhan evleri ve devrim nedir


“Devrim” sözcüğünün Ingilizce karşılığı olan “revolution”a sözlükler
taban tabana zıt iki anlam veriyor, Türkçe’de de aynı kökten gelen
devrim ve devingen kelimeleri de benzer zıtlıkları taşıyor. Revolution
için verilen ilk açıklama aksiyal devinimden yani bir aks etrafında
dönmekten farklı olarak bir nokta çevresindeki yörüngesel hareket,
ikincisi ise bir durumda olan ani veya anlık değişim.

Çin de insanlar o kadar geleneklerine bağlanmışlardı ve öyle bir kısır


döngü içine girmişlerdi ki, bu döngüden sadece sosyal olarak değil
biyolojik ve kalıtsal olarak da zarar görmeye başlamışlardı. Geleneksel
metodlarla kendi dışkısını gübre olarak kullanarak dışardan minimum
girdi ile kendi alanı içinde varolmaya çalışırken Çinliler, biyolojik ve
kalıtsal bozukluklara uğramamışlardı. Böyle güçlü ve değişime kapalı
bir geleneği yıkmak ancak bir devrimle belki mümkün olabilirdi.

Alvin ve Heidi Toffler’e göre 1 insanlar zamanı farklı şekillerde


algılarlar, Batı toplumlarında zaman bir bulvar gibidir bir yönü vardır.
Bu yönü belirliyen, “değişim” ve “gelişim”dir. Doğu toplumlarında ise
zaman bir döngüdür, bu döngü kavramı mükemmeliyeti, durağanlığı
ve gelenekseli ifade eder. Batılılar Doğu kültürünün zaman içinde
mükemmelleşmiş kendi içine dönük kapalı kültüründen esinlenir, onu
açık ve gelişebilir hale getirir, kullanır ve tüketirler. Doğu kültürü ise
hiçbirşeyin farkında olmadan veya buna aldırmadan o içe dönük
yaşamına devam eder ve genellikle batılıların kendilerinden aldıkları
ve geliştirdikleri olgularla sömürülürler ve boyun eğmek zorunda
bırakılırlar; çünkü Batı her yönden daha üstündür. Osmanlı’lar ise
Doğu ve Batı arasında uzun yıllar Batı’ya meydan okuyarak ve onlar
gibi aciz olanları sömürmeden varlıklarını sürdürmüşler, Doğu ile Batı
arasında bir tampon oluşturmuşlardır. Batılılar bu tampon yüzünden
Atlas Okyanusunu aşmayı başarmışlardır. Amaçları yeni kıtalar
bularak keşiflerde bulunmak değil Doğuyu sömürmeye devam
edebilmekti. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin özelliği, konumundan ve
tarihinden gelen bir yapılanmayla kimsenin toprağında ve malında
gözü olmadan, ve de sömürülmeden yaşamak, yani Batı gibi gelişime
açık olmak ama bunu başka ulusları sömürmek için kullanmamaktır.
225
226
Ve böyle bir yaklaşımın gereği, zamanın aslında hem bir döngüsü
hem de bir yönü olduğunu bilmek ve bu döngünün kısır olmadığının
bir aks üzerinde kayıp gittiğinin ve değişimlere açık olduğunun
ayırdına varabilmektir.

“Geleneksel Türk Evi” Osmanlı ve daha önceki geleneklerimizden


gelen zamana bakışımızın özelliklerini çok açık bir biçimde ortaya
koyan bir karaktere sahiptir. Dört ana yönü belirten ve Selçuklu
medreselerinin planlarında mekansal olarak ortaya çıkan eyvanlar,
Türk evinde de oda ile ikili bir modülün yaratılmasına olanak
sağlamıştır. Bu modüler sistem bir yerde oda, eyvan ve hayat
üçlüsünün biraraya gelişindeki düzen ile belirleyici, oda sayısına göre
evin büyüklüğünün değişmesiyle, çeşitli gelir gruplarına, aile
büyüklüklerine uygun olarak değişkendir. Ana plan şemasındaki
belirliliğe karşılık düşeydeki yani kesitteki farklılaşma, ise fonksyonel
çeşitliliğin karşılanmasına olanak vermektedir. Bu özellikleri ile mimari
tasarımda modern anlamda esnekliğin ve uyumun özgün bir örneğini
oluşturur
Göçerliğimizin ve hayvan beslememizin bir sonucu olsa gerek, yazın
yaylaya gidişler de yine örüntüde çok gerçekçi bir biçimde
çözümlenmiştir. Bir ikili yerleşmişliğe dönüşen hayat, kış aylarında
yoğun bir yerleşmede dayanışma ve sıkı insan ilişkileri içinde
geçerken yazın daha seyrek bir düzende doğa ile barışık olarak
sürdürülmekteydi. Bu düzende yazın yaylaya göçüldüğünde kışlık
evde ancak binanın strüktürüyle bütünleşmiş olan elemanlar -sedir,
yüklük, raflar v.b.- kalmaktaydı. Kullanılan diğer eşyaların hepsi
hareketliydi; minderler, yataklar, bakırlar, örtüler v.b., evdeki “göç”
olduğu gibi yaylaya gidiyordu; geride çalınacak, alınacak, bozulacak,
küflenecek hiç bir şey kalmıyordu. Yaylanın düzeni de aynıydı; kışın
da yaylada “dört duvar”dan başkası kalmıyordu. Hall’ın 2 mekan
elemanları olarak sıraladığı sabit ve yarı sabit mekanlara ek olarak,
hareketli elemanların bu evlerdeki varlığı mimarlığın önemli bir parçası
olarak yer almaktadır. Ve bu evlerde esas olarak mobilya diye
adlandırabileceğimiz yarı sabit mekan elemanları bulunmamaktaydı.

Bu evlerin önemli bir özelliği de, özellikle kalıcı olmamaları ve kolayca


yeniden yapılabilmeleriydi. Bu pratikte inşaat teknolojisinden ve
kullanılan malzemeden kaynaklanmakla birlikte özünde Anadolu
geleneğinin konut mimarisindeki geçicilik kavramı bulunmaktadır.
Bu kolayca yapılabilme, yapının basitliğinden kaynaklanmamaktadır.
Ana nedeni, bu binaların inşa edileceği ahşabın, dikme, kiriş, tavan
kaplaması, döşeme kaplaması gibi elemanlar halinde işlenmiş olarak
226
227
satın alınabilmesidir. Hatta bu gelenek gecekondu yapımında
eskicilerin çıkma kapı ve pencereler yanında standart kapı ve pencere
üreterek satmalarına kadar geliştirilerek sürdürülmüştür. Başka bir
deyişle 70’lerde Batı’da kavramlaşan açık sistem prefabrikasyon, bu
evlerde herhalde yüzyıllardır uygulanmaktaydı.

Kısaca bahsedilen ve bu yazıyı okuyanların pek çoğu tarafından da


bilinen bu evler ve bazı özellikleri, yorumlanarak Mimar Seyfi Arkan
tarafından Atatürk’ün Florya Köşkü’nde ve Hereke’deki Halı
fabrikasının misafirhanesinde kullanılmıştır. Florya köşkü, kullanılan
malzeme ve teknoloji ile çok kısa zamanda inşa edilmesi ve
tasarımının özellikleri ile devrim mimarlığımızın en önemli
örneklerinden birisini oluşturmuştur.
Böyle bir uygulamadan 65 yıl sonra günümüzde, Türk Evi’nin
kopyalarını yapmak, Ingilizce “revolution” kelimesinin anlamlarından
birisini oluşturan bir merkez etrafındaki yörüngede zamanın döngüsel
özelliğinin ağır bastığı gelenekçi bir tutumdur. Geleneklere sıkı sıkıya
bağlı kalınarak da devrim yapılacağını kimse iddia edemez.

Ayrıca geleneklere bağlılığın tartışması ve Batının bu gelenekçi


tutuma yaklaşımları artık Arap asıllı aydınların farkındalığı ile çeşitli
platformlarda tartışma konusu edilmektedir 3 4 5. Batı’lıların Doğu
kültürlerini yorumlamak için çoğunlukla farkında olmadan, doğalmış
gibi kullandıkları oryantalist bakış açısının özünde yatan “Doğu,
gelenekçidir ve öyle kalmalıdır. Bu bir haslettir ama ancak Doğululara
özeldir, Batılıların böyle bir özelliğe ihtiyaçları yoktur gelişim ve
değişim batı’nın doğal yapısı ve hakkı ve en önemli özelliğidir ve
sadece Batı’ya aittir” fikridir. Öncelikle biz kendimize bu gözle
bakmamalıyız, zamanın döngülerinin hep aynı kısır döngü olmadığını
ve geri dönülemeyecek bir gelişim ve değişimin kaçınılmazlığını
bilerek Dünya’da varlığımızı sürdürmemiz gerektiğini unutmamalıyız.

Bu açıdan bakıldığında Nail Çakırhan evlerinin Islam Mimarisine


verilen Ağahan Mimarlık ödülünü almasını ne kadar doğal
karşılıyorsak, TMMOB Mimarlar Odası başkanı sayın Oktay Ekinci’nin
bu evler ve müellifi ile ilgili “korunmalı ve örnek alınmalı, hatta heykeli
dikilmeli bunu ancak bir devrimci yapabilirdi” 6, anlamındaki görüşlerini
de hem mesleğimiz hem de devrimci Cumhuriyetimiz açısından o
derece talihsiz buluyor ve kınıyoruz.

227
228

1-Alvin Toffler, foreword, “Science and Change”, I. Prigogine & I. Stengers Order out of
Chaos, Flamingo, 1985
2- Hall E.T., The Hidden Dimension , Doubleday and Comp. New York, 1966 ve
hareketli mekan elemanları için bakınız: H. Yürekli, Insan davranışları ve çevre
ilişkilerine bağlı olarak Çevrenin Korunması ve Geliştirilmesi için bir Metod önerisi ,
I.T.Ü. 1980
3-Edward Said, Orientalism, New York: Vintage Books1994
4-Nicholas B. Dirks (ed.), Colonialism and Culture, Ann Arbor. The University of
Michigan Press, 1995
5-Carol A. Breckenridge and Peter van der Veer, Orientalism and the Postcolonial
Predicament, Philadelphia. University of Pennsylvania Press, 1994
6-Oktay Ekinci, “Çakırhan Evleri Korunmalı...”, Cumhuriyet, Istanbul: Yıl 75, Sayı
26629, 3 Eylul 1998, sayfa 13.

228
229

neden, neler kültür varlığımız oluyor ya da olamıyor


1975 Avrupa Mimari Miras yılında, ülkemiz de ‘koruma’ kavramı ile
tanışmış ve profesyonellerimiz yirmi yıldır bu kavram ile haşır-neşir
olmuşlardır. Ancak bir arpa boyu yol gidilmiş olması, yirmi yılın
yetmediğini gösteriyor.

Aslında Koruma Kurulu’nun adı, yapılması gereken işi çok açık olarak
belirlemektedir; tabiat ve kültür varlıklarımızı korumak. Bu yazının ana
konusu kültür varlıklarımız. Doğal varlıklarımızı nasıl koruduğumuzu
merak edenlerin Pamukkale’ye gitmelerini tavsiye ederiz. Özel
teşebbüsün yanında hatta önünde, Turban oteliyle Pamukkale’nin
üstüne oturan ve onun hergün suyunu sömürerek karartan kamu
teşebüsünü üzüntü ve hayretle izleyebilirsiniz. Şimdi bunların hepsi
yıkılacakmış. Yapılırken ‘yetkili’lerin ‘akıl’ları neredeydi?

Kültür varlıklarımıza gelince, kültür tanımının zorluğundan ve çok


anlamlılığından gelen karmaşık durumun da etkisi olsa gerek, kültür
varlıklarımızın neler olduğu konusunda ortak değerlerin oluşmadığını
sanıyoruz. Bu durumda herkes -ve yetkililer- gibi biz de kendi değer
sistemimiz çerçevesinde önemli bulduğumuz ve genellikle bugünkü
ortamda tehdit altında olduğunu gördüğümüz veya hissettiğimiz bazı
varlıklarıın birer “kültür varlığı” olduğunu kendi gerekçelerimizle
açıklayarak gündeme getirmeye çalışacağız.

Örneğin, ancak halka açılacağı için, basında bir süreden beri konu
olabilen Kızkulesi, üstüne ‘ulaşıldığı’nda tüm değerini kaybedecektir.
Çünkü; Kızkulesi tarih boyunca ‘ulaşılamaz’ olması ile efsaneleşmiştir.
Ulaşılamaz olana ulaşabilme çabaları onun hikayelerini
oluşturmaktadır. Herkes üstüne kolayca çıkıp dolaştığında anlamından
çok şey kaybedecek, sonuçta karşıdan onu seyretmek de eski
anlamını yitirecektir. Üstüne doluşmaya çalışmak ve onun kimliğini
bozmak yerine onu Istanbul siluetinin önünde izleyebilecek yeni
noktalar oluşturmak daha anlamlı ve akılcı değil mi? Alacağı formdan
önce bunu tartışmak daha profesyonelce olacaktır. Formuna gelince,
hafızalarımızda, kartpostallarımızda ve Istanbul’u resmetmiş
229
230
ressamlarımızın resimlerinde yeraldığı şekliyle gelecek nesillere
aktarılması doğru olur düşüncesindeyiz (resim 1)

Benzer şekilde anlamı unutulmuş olan bir diğer Istanbul bileşeni ise
vapur iskeleleridir. Boğaz’ın, Haliç’in, Kadıköy’ün ve Adalar’ın eski
vapur iskeleleri, geçmiş Istanbul ‘kent’ yaşantısının güzel ve anlamlı
noktalarıdır. Bir zamanlar Istanbul’u birbirine bağlıyan ve gelişmesini
sağlıyan en öenmli belki de tek sistemin düğüm noktalarıdır. Bunun
değerinin unutulamaz olması gerekir. Bugün, satılıp kiralanarak
anlamsız fonksyonlara verilmesi ne hazindir.

Bu sistemin diğer elemanları olan Şirket-i Hayriye vapurlarının bir


kısmı, hiçbir tepki görmeden, lüks yemek ve ağırlama işinde
kullanılmaya başlanmışlardır. Pek azı ise kaderlerine terkedilmiş bir
şekilde bekliyorlar. Ya hurda olarak parçalanıp kullanılacaklar ya da
öncekiler gibi yandan çark ilavesiyle Mississipi teknelerini andıran
kitch görünüşleriyle Boğaz’da safa tekneleri olarak dolaşmaya
başlıyacaklar. Iskelelerle birlikte vapurlarımızın kültür varlıklarımızın
bir bölümü olarak yaşamaya hakları olduğu kanısındayız (resim 2/5).

Atatürk Devrimi’nin mimarlık mirası olarak nitelendirebileceğimiz


modern mimarimizin yaşayan örnekleri de titizlikle korumamız gereken
herhalde en değerli kültür varlıklarımızdır. Bu mimarinin öncüsü
merhum Seyfi Arkan’dan, mimarlık tarihimizde hak ettiği onurlu yer
esirgenmiş, bu yönde çaba göstermiş pekçok mimarımız ise bir isim
bırakma şansı bile bulamamışlardır. Buna karşılık, ‘Geleneksel’ ile
‘Modern’in, içeriksiz kolajı garip mimarilerin baştacı edilmesi, obje
rütuşlarının modernleşme sanılarak alkışlanması, ne acıdır. Bu
bilinçsizlik nedeniyle, örneğin, Arkan’ın, ‘yalın bir form’ atılımcı
anlayışının çok yetkin yorumlarından birisi olan Gümüşsuyu’daki
Üçler apartmanının eklerle ve yazılarla tanınmaz hale gelmiş olması
hiçbir ‘yetkili’yi rahatsız etmemektedir (resim 6/7). Bu döneme ait
pekçok binanın fütursuzca yıkılması kimsenin umurunda değildir.
Halbuki bu mimari, bu yüzyılın tek gerçek siyasal devriminin
yansımasıdır. Aynı tarihlerde yaşanan iki devrimin -Modern Mimari ile
Türkiye Cumhuriyeti’nin, paralelliğini kuran ortak ana özelliklerinin,
‘bağımsızlık’ ve ‘akılcılık’ olduğu gözden kaçmaktadır. Elbette birgün
bu da anlaşılacaktır, yeter ki daha fazla geç kalınmasın. Türk
aydınının Kemalizm’i 30 yıl aradan sonra nihayet yeniden keşfi,
mimarlığımızın geleceği konusunda umutlarımızı artırmaktadır.

230
231
Gelişmemizin birer simgesi niteliğindeki ve genellikle mekan kurgusu
ve formuyla, teknolojisi ve çok ilginç detayları ile bir makina estetiğine
sahip olan ilk endüstri yapılarımızın da yıkılmayı hakkettiklerini
sanmıyoruz. Istanbul’daki iki gazhane ile Izmir gazhanesinin
yıkılmasından sonra bu konu bizce özellikle öncelikli hale gelmiştir. Bu
gazhanelerle aynı dönemlerde inşa edilmiş Izmir ve Istanbul’daki
elektrik santralları da benzer akıbete her an uğrayabilirler. Bu binalar
hiçbirşey değilse, mimarlık öğrencileri için çok önemli ders araçlarıdır
(resim 8/9).

Bunlar gibi, tersaneler, palamut depoları, zeytinyağı fabrikaları, Cibali


sigara, Bomonti bira, Alsancak iplik fabrikaları, Beşiktaş tütün binaları
v.b. hep aynı kaderin yolcusu olmasınlar (resim 10/12).

‘Yer’ değiştiren kültür varlıkları ile ilgili bir saptama da gerekli oluyor.
Anadolu’nun köylerinden sökülüp kitch binalara monte edilen,
tavanlar, kapılar, dolap ve pencerelerin ancak ‘yer’lerinde anlamlı
olduklarını farkedemezsek, Bergama Sunağı’nı geri isterken içten
olduğumuza önce kendimiz inanabilir miyiz? (resim 13)

Mimarlık, bir entellektüel uğraştır. Entellektüel merak ve heyecan


gerektirir. Entellektüel merak ve heyecanın kaynağı da ‘bağımsız’
dolayısıyla ‘akılcı’ düşüncedir. Salt ünvan ve diploma, ya da şu kadar
bin metrekare inşa etmiş, veya falan kurul üyeliği, filan danışmanlığı
gibi önemli koltuklara oturtulmuş olmak, mimar, mimarlık tarihçi,
mimarlık eleştirmeni ya da mimarlık öğretici olarak yetki kullanmak
için çok yetersizdir. Size çizilen çerçeve içinde dönüp dururken,
insanlığa ve ülkenize zarar verebilir, üstelik farkına da varamazsınız.
Ülkemiz çok daha iyi mimarlığa layıktır, tüm çabamız bu yönde
olmalıdır.

231
232

232
233

233
234

234
235

yedikule gazhanesi’ni de kaybettik


Şimdi sıra Cumhuriyet döneminin sivil mimarisinde. Tüm geleneksel
şehir dokularımızı -çöp kamyonu ve itfaiye aracı sokmak için- yok
ettikten, tüm geleneksel evlerimizi -kent çevresindeki boş alanları
imara açarak vurguna sebep olmamak için- arsasına apartman
kondurmak üzere yıktıktan, tüm kent kıyılarını –istimlak bedeli
ödemeden yol yapabilmek için doldurup, betonlayıp doğallığını-
katlettikten, tüm kent planlarını "katılım" utopyası uğruna uzmanların
elinden alıp belediye meclislerine teslim ederek, kentleri bir kere daha
öldürdükten sonra, sıranın endüstri mimarissie geleceği belliydi. Bize
aslında "koruma"nm bir "uygarlık" ve "mesleki bilinç" gereği olduğunu
"eski" eserler için öğretmışlerdi ama başka birşey söylememişlerdi ki.
Bazı eserlerin korunması için yaşlı olmaktan başka değerler taşımanın
da yeterli olabileceğim biz kendi kendimize mi bulacaktık yani...Biz
Bizans'ın, biz Osmanlı'nın bize öğretilen yapılarını koruyorduk ya işte.
Hem endüstri yapısında mimari mi olurmuş. Onlar barındırdığı
fonksyona ve üretim sürecine göre biçimlendirilen sıradan yapılar
değil mi idi. Biz bugün tasarladığımız endüstri yapılarını bu şekilde
tasarlamıyor mu idik. Siz "her mimarlık çalışması, fonksyon, teknik ve
form ile yeni bir hesaplaşmadır" mı dediniz? Ne dediniz?

Bize öğretildiğine göre estetik bir üst düzey duygudur ve endüstri


yapısında aranmaz. Endüstri yapılan hasbelkader çirkin yapılardır
yani. Tıpkı karayolu köprüleri gibi. Siz bakmayın karayolu köprülerinin
adının literatürde "sanat yapılan" olduğuna. Biz Eminönü Meydanı'na
karayolu köprüsünün en ufak mimari kırıntıdan yoksun olarak
yapılmasına göz yumarız. Sinan'dan birşey öğrenmek mi dediniz?
Sinan'ı her yıl anıyoruz ya. Biz mühendislik yapılannda mimarı değer
olmayacağı için Şişli otobüs garajlannın yıkılmasına da ses
çıkarmadık, aksine sevindik. Neydi onlar öyle koca koca çelik
konstrüksyon tonozlar. Çelikleri satıldı iyi para etti doğrusu Hurda
fiyatına mimari miras mı dediniz, Bizans ve Osmanlı’yı koruyoruz ya.
Kent halkı için uygun fonksyonlara dönüştürülebilırlerdı diyorsunuz
ama biz yerine yepyeni binalar yapacağız, hem halk için, hem de 40
katlı...
235
236
Şişli garajlarının yıkılmasını fark bile etmeyen yetkililerimiz, birçok
kısmının orijinal (yani eski) olmadığı savıyla Yedikule Gazhane'sinin
hurda demir fiyatına satışına yeşil ışık yaktılar. Dediklenne göre
yıkılan çelik bölümler periyodik olarak yenilendiği için eskiyememiş,
dolayısıyla yıkılabilir kısımlarmış. Bunu yetkililerden öğrendikten
sonra, İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde verilen bir konferansta
perçinlendiğini de izledik. Yedikule Gazhanesi’nin hiçbir kültürel ve
mimari değerinin olmadığını, bir bilinç sonucu değil, ayıp olmasın diye
tescil edilmiş olduğunu üzülerek anladık.

Bütün bunlar gösteriyor ki mimarlık bir entellektüel uğraştır.


Entellektüel merak ve entellektüel heyecan taşımak mimar olmanın
birinci koşuludur. Ancak bu şekilde mimarlığın ve mimari değerin ne
olduğu anlaşılabilir. Bu her açıdan, mimarlığın pratiği,
değerlendırilmesi ve eğitimi açılarından gerek koşuldur Bunun sonucu
ise Mimar-Mimarlık Tarihçi-Mimarlık Eleştirmeni ve Mimarlık
Öğretici'nin aynı kişi olmasıdır. Başka bir deyişle bu alanların yalnız
birinde faaliyet göstermek için bile dördünde de yeterli olmak
kaçınılmazdır.

Durum böyle sürerse sıra üretildikleri dönem ve koşullar göz önüne


alındığında dünya çapında değerler olduğunu, herhalde bazı
eksiklikler nedeni ile bir türlü göremediğımız, cumhuriyet dönemi sivil
modern mimarimizin ömeklerine gelecektir. Hatta gelmiştir. Onlar da
yerlerini birer birer yeni ve daha büyük apartmanlara-otellere-bürolara
terk etmektedirler. Bunun farkedilmesi ve ilk önlemlerin alınması,
kıyıda-köşede saklı kalanları yüz yaşını aşınca (yeteri kadar
eskiyince) olacaktır, bu gidiş ve bu "bilinç"le "Eski Eser" kavramından
"Kültür Varlığı" kavramına geçmiş olduğumuzu bir farkedebilsek.

Ancak gelecek için biz yine de ümitliyiz. Çünkü Yedikule Gazhanesi


'nin başına gelecekleri anlayıp, yıkımdan önce, arşivleme için gerekli
dokümanı toplayan gençler olduğunu biliyoruz. Gazhanenin yeri için
ellerini oğuşturanlara da "sevimsiz" bir not. Rotterdam gazhanesinin
yerine yapılan sosyal konutlar bugün boşaltılarak, arazi, gazhanenin
sebep olduğu, kanserojen, ağır metal kirliliğinden temizlenmeye
çalışılıyor. Bu işlemin bütçesinin 500 000 000 (beşyüzmilyon)
Amerikan Doları'nı bulacağıtahmin ediliyor.

236
237

237
238

binalarda fonksyon değiştirme ve taşkışla


İstanbul Teknik Üniversitesi'nin sembolü haline gelmiş olan merkez
binası Taşkışla'nın, bundan böyle otel olarak kullanılacağı konusu
uzunca bir süredir kamuyu meşgul etmektedir. Kamunun olayla
ilgilenmesi, olayı tasvib etmeyen bir kamuoyu oluşması ve bunun
müteşebbislere sıkıntı verdiğinin hissedilmesi toplumumuz adına
sevindiricidir. Konuyu ‘mimaride binaların fonksyon değiştirmesi' gibi
teknik bir açıdan kısaca incelemenin de olayın değerlendirilmesinde
yararlı olacağı inancındayız.

Bilindiği gibi mimari dizaynın gerek -fakat yeter olmayan- şartlarından


önemli birisi, bina ile fonksyonel istekler arasında bir uyum kurmaktır.
Kurulan uyumun sürdürülebilmesinin de bir problem olduğu özellikle
son yarım yüzyılın deneyimleri ile öğrenilmiştir. Fonksyonel
isteklerdeki değişiklikler veya binanın yer aldığı çevrenin nitelik
değiştirmesi, kurulmuş olan bina-fonksiyonel istekler uyumunu
zorlamaktadır. Bu zorlamanın, a) fonksyonel isteklerin tolerans
sınırlarının genişliği, b) kullanıcıların adaptasyon yeteneği ve c)
binanın adaptasyon yeteneği ile giderilebildiği durumlarda uyum
sürdürülebilmekte, başka bir deyişle bina fonksyonunu barındırmaya,
yani yaşamaya devam edebilmektedir. Bunun sağlanamadığı
durumlarda ise bina fonksyonunu rantabl olarak barındıramadığı için
terkedilmektedir.

Yalnızca fonksyonunu barındıramadığı için bir binanın boş kalması


veya yıkılması, ekonomik ve kültürel sebeplerle herzaman mümkün
olmamaktadır. Özellikle 70'lerde gelişen kültürel miras bilinci, bazı
binaların toplumların gelenek ve gelişmesini yansıtan başlıca unsurlar
olarak korunmasını gerekli kılmaktadır. Bu tesbitler, binalarda
fonksyon değiştirmenin önemli bir mimarlık problemi olduğunu
göstermektedir. Fonksyon değiştirme problemi ile mimaride başlıca iki
şekilde karşıkarşıya kalınmaktadır.

Birinci durum fonksyon değiştirmenin önceden planlanmasıdır. Yani


bina tasarlanırken, ilerde fonksyon değiştirebileceği dikkate alınabilir.
238
239
Bu durumda iki yol bilinmekte ve uygulanmaktadır. Çeşitli istek ve
kısıtlamalara göre ve artan ilk yatırım maliyetlerinin geri dönüş riskleri
dikkate alınarak, ya değişerek çeşitli fonksyonlara uyan 'esnek'
(flexible) veya önemli bir değişikliğe uğramadan -ancak bazı
kısıtlamalarla- farklı fonksyonel istekleri karşılayabilen 'uyabilir'
(adaptable) binalar üretilebilir.

Her iki yolun da başlıca özelliği planlı olmaktır. Dolayısıyla fonksyon


değiştirme işlemi beklenen nitelik ve maliyetlerde olur. Ancak esnek
yaklaşımlarda ilk yatırım ve işletme maliyetleri fazla, bu maliyetin geri
dönme riski -fonksyon değiştirme durumuyla karşılaşmama ihtimali
nedeniyle- yüksektir. Buna karşılık, değişen fonksyonla binanın
kuracağı uyumun niteliği de beklenen düzeyde ve yüksek olacaktır.
Uyabilir yaklaşımda ise ekstra ilk yatırın maliyeti daha az, bunun geri
dönmeme riski daha düşük, ancak ulaşılacak yeni, fonksyon-bina
uyumu niteliyi de daha kısıtlı fakat yine planlanan düzeyde olacaktır.

Mimarlıkta karşılaşılan ikinci fonksyon değiştirme durumu ise yalnızca


belirli bir fonksyon için planlanmış, tasarlanmış, yapılmış ve
kullanılmakta olan bir binada, herhangi bir sebeple fonksyon
değiştirmedir ki 'Dönüştürme' (conversion) olarak adlandırılır. Burada
binayı başka bir düzene dönüştürerek, başka bir fonksyona uygun
hale getirmek durumu ile karşı karşıya kalınır. Fonksiyon değiştirme
ihtiyacı tamamen tesadüfen ortaya çıktığı ve bina da böyle bir ihtimale
göre tasarlanmamış olduğu için 'dönüştürme'nin başlıca özelliği
planlanmamış bir eylem olmasıdır. Her plansız işte olduğu gibi
sonucun yetersiz ve/veya gayri ekonomik olma riski çok yüksektir. Bu
risk hem kurulacak yeni fonksyonel istek-bina uyumu, hem de binanın
teknik, estetik, mekansal ve kültürel değerleri ve maliyet açılarından
sözkonusudur. Riski azaltmanın tek yolu ise, yeni fonksyonun uygun
seçimidir. Bu seçim bir mimarlık problemidir. Yeni fonksyonun uygun
seçiminin ilk kriteri binanın kültürel anlam ve değerine uygunluk
olmalıdır. Bu sağlandıktan sonra, istenen mekanlar ve mekan
organizasyonu ile binada mevcut veya sağlanabilir
mekanların,büyüklük ve fiziksel özellikleri ile plan ve kesitlerde
gruplanma ve ilişkilenme şekillerinin uygunluğu araştırılmalıdır.
Binanın karakter ve yapısına zarar vermeden, makul maliyetlerle
yapılabilecek değişikliklerle bu uygunluğun ne kadar artırılabileceği
incelenmelidir. Ancak bundan sonra, -fakat yine de belirli bir kalite ve
maliyet riski alarak- binanın düşünülen fonksyonu barındırıp
barındıramıyacağına karar verilebilir.

239
240
Bu bilgilerin ışığında Taşkışla'nın, önceki, kışladan üniversiteye
çevrilme uygulamasının özellikle kültürel ve teknik açıdan uygun
fonksyon seçimi sebebiyle çok başarılı bir 'dönüştürme' olduğu açıktır.
Taşkışla’nın bugünkü nitelik ve değerleri dikkate alındığında ise onu
otele dönüştürmenin kolayca verilebilecek bir karar olmadığı
söylenebilir. Bu yolda bir ön değerlendirmenin yapılmadığı da
bilinmektedir. Ayrıca Taşkışla mevcut fonksyonunu barındıramaz bir
duruma gelmiş değildir. Aksine içi ve dışı ve şehir içindeki konumu ile,
içindeki mimarlık eğitimine katkıda bulunan, ziyaret eden yabancı
öğretim üyelerinin imrendiği, eşsiz bir mimarlık okuludur.

Sonuç olarak girişimcilerin hem toplumu ilgilendiren kültürel, hem de


kendilerini ilgilendiren fonksyonel ve mali riskleri yeterince tarttıkları
şüphelidir. Bugüne kadar üç yabancı ortağın projeden çekilmiş olması
muhtemelen bu değerlendirmeyi yapmış olmalarının sonucudur.
Çağdaş yönetim anlayışının gereği de budur. Kaldırılamayacak kültür,
kalite ve maliyet risklerine girmekten bu şekilde korunulabilir. Yerli
girişimcilerin de uyarıların ve koşulların zorlaması ile de olsa bir an
önce bu yola gireceğine ve Taşkışla 'mızın Mimarlık Fakültesi olarak
kalmaya devam edeceğine inanıyoruz

240
241
BÖLÜM 4 / mimarlık ve kent

önsöz

kenti bilmek koşulu


Kentler, insanların doğa ile yaşam mücadelesinin, göçebelik ve
tarımsallığa göre, entelektüel ve sosyal düzeyinin daha yoğun ve
karmaşık olduğu yerlerdir. Kentler bu nedenle daha dinamiktir. Bu
dinamizm hem tarih içinde hem günlük yaşamda kolayca izlenir,
gözlenir. Aynı zamanda her çeşit birikimin de oluştuğu bir
yerdir.Burada bilgi birikir ve yokolmaz.

Kentlerin konumlanmasında, zamanın ulaşım sistemine uygunluk ve


topoğrafik özellikler başlıca rolü oynar. Çünkü klasik anlamda kentler
tarımsal yerleşmelerin aksine hinterland sahibidirler; yani çevreleri için
de hizmet ve üretim yeridirler. Belki de bu nedenle ilk kentler hep
deniz kıyısında ve hep doğal liman sağlayan topoğrafyalarda
kurulmuşlardır. Günümüzde kurulan veya gelişen silikon vadileri gibi
yerleşmelerin konumlanmalarında ise topoğrafik uygunluk ve
hinterland varlığı yerlerini sosyal etkenlere bırakmış bulunmaktadır.

Kentlerin kırsal yerleşmelerden bu işlev ve yoğunluk farklılığı


biçimlenişlerini etkilemiş, üçüncü boyutun belirgin varlığı kentlerin
önemli bir karakteri olmuştur.

Klasik anlamda kentlerin biçimlenişinde bir başka özellik bina


tiplerindeki çeşitliliktir. Bunun nedeni kentlerde üretilen hizmet ve
üretimin çeşitliliğidir. Ancak kentlerin bir başka özelliği de yakın
zamana kadar büyük çoğunluğunun homojen yapı sergilemiş
olmasıdır. Çünkü sıradan bir kent aslında kapalı, tek kültür kentidir.
Ancak bazı kentlerin bir aşama ileri gittiği ve metropol olarak
tanımlandığı bilinmektedir. Metropolun kentten önemli farkı heterojen
yapıdır. Kaos metropollerin genel karakteridir. Çünkü metropoller göç
alarak oluşmuşlardır. Ancak heterojen yapı çok kültürlülüğün varlığı
değil, bu varlığın sonuçlarıdır. Doğal olarak metropollerin hinterlandı
kentinkinden çok daha geniş, boyutları da kentten çok daha büyüktür.
Metropolde kültürün ön plana çıkması insanlar arası iletişimin
241
242
önemindendir. Bu ise yoğunluk demektir. Yoğunluğun metropol içinde
de mertebeleri olduğu görülmektedir. Belki de bu nedenle her
tanınmış metropolün yine çok tanınmış bir en yoğun bölgesi vardı.

Belki de bu " en yoğun bölgelerin" varlığı, metropoldeki başta ulaşım


ve suç, pek çok sorunun kaynağıdır. Ancak ilginçtir ki suçun önemli bir
diğer kaynağı da metropol içinde gerekliliği tartışılmayan ıssız yeşil
alanlardır. Metropollerin bir başka sorunu göç ile gelen nüfusun hazır
bulduğu çevrelere saygısındaki kusurdur. Bunun nedeni üretilmesine
katkıda bulunulmamış olan şeyin değerini bilememek ruh hali
olmalıdır.

Günümüzde ise metropollerde merkez sayısı artıyor. Günümüz


metropolünün modellenmesi Deleuze ve Guattari'nin rizom tanımına
daha cok uyuyor. Çeşitli katmanlar ve katmanların birbiri ile değişen
ilişkilerinden söz etmek mümkün. Şehrin "ağaç" olmadığı artık net
olarak görünüyor. Statik değil, dinamik -zaman içinde değişen, net bir
strüktürü olmayan bir yerleşme olgusu söz konusu. Kenti kavrama ve
anlatmada sinemanın giderek gündeme gelmesinin temelinde de bu
yatıyor. Utopyaların yerini sinema aracılığıyla zamanı daha çok
boyutlu kullanabilen fanteziler alıyor. Ancak bu dinamizm ve çok
boyutluluk kırılganlığı ve çabuk bozulmayı da beraberinde getiriyor.
Terör gibi asimetrik etkiler metropollerin büyük köylere dönme riskini
artırıyor. Diğer yandan "Elektronik Mekan" kavramı fiziksel mekanın
dışında çok güçlü başka bir mekanın oluşmasını sağlıyor. Bu
mekanda beden önemini kaybediyor ve sonuçta e-mekan insan
beyninin bir uzantısı halini alıyor. İnsanlar bulundukları yerden
bağımsız olarak elektronik ortamda gezintiye çıkabiliyorlar. Bu
ortamda nesiller de ayrı birer sosyal katman durumuna geliyor. Kent
giderek yaşantının kültür-eğitim-eğlence gibi etkinliklerinin alanı
oluyor. Bunun gerektirdiği yoğunluğa ulaşmak için ise Hollanda'da
Randstad'da planlandığı gibi kentleri birleştirme denemeleri ortaya
çıkıyor.

Kentin dinamiğinin zaman zaman kent strüktürüne müdahale


gerektirdiği de bilinmektedir. Baron Hausmann'dan, Plan Voisin'e ve
Menderes'e kadar akim kalmış veya gerçekleşmiş radikal düşünceler
üretilmesi gerekmiştir. Günümüzde "şehir içinde şehir", "kent
parçaları", "mega strüktürler" ve "akapunktur" gibi kavramlarla
yerleşmelerin sorunlarının giderilmesi deneniyor. Plancılardan çok
mimarların müdahaleleri etkin oluyor. Ancak yine bir başka sorun
akademyanın tutucu bakışı veya sessiz kalışıdır. Stil veya sloganların
242
243
ön planda tutulduğu görüşlerle kentlerin planlanma ve tasarlanmasına
müdahalelerinin sonuçları başarılı olmadığı gibi, profesyonel öneri ve
düzenlemeleri engellediği, ortamı ani politik kararların etkisine açtığı
Boğaz köprüsü örneklerinde de görülmüştür. Benzer bir gelişme
İstanbul'da metro konusunda da sürmekte, onmilyonluk metropolün
raylı ulaşım sistemi bölük-pörçük ortaya çıkmaktadır. Yine benzer bir
gelişme Olimpiyat'ın İstanbul'a yerleştirilmesi konusunda yaşanmış,
ana kararları, işi olimpiyat stadı inşa etmek olarak görenler vermiştir.
Stadın bugün düştüğü durum işlevini göremeden devre dışı kalacağı
izlenimini vermektedir.

Bu bölümdeki yazılarımız, kentlerin, kentlerdeki büyük strüktürlerin ve


topoğrafya ve arazi örtüsü olarak doğal kaynakların profesyonelce ele
alınması yönündeki çaba ve düşüncelerimizi yansıtmaktadır.

243
244

“şehir” yeşil değildir, “şehir” şehirdir


Kadıköy’den Haydarpaşa ve Salacak’a doğru uzanan kıyı şeridinin
düzenlenmesine ilişkin yarışma da sonuçlandı ve kapandı.
Yarışmacılar bizce, yaklaşık 4 kilometre uzunluğundaki sahil şeridini
ne kadar az kesintiye uğratarak ‘yeşil’ yapmayı başardılarsa o oranda
ödüllendirildiler. Bize göre ise kentsel planlamada/tasarımda
olabildiğince çok yeşil alan sağlanmasının bir numaralı öncelik olma
görüşü bir slogandır; kentte yeşil konusu irdelenmesi gerekli olan kritik
bir durumdur.

İlk bakışta yeşil alanlar özellikle ağaç ve çalılıkla kaplı ise, görüntü
açısından göz tırmalamayan hatta beğeni toplayan yerler olarak
görülürler. Doğa her zaman güzel ve etkilidir. Çeşitli mevsimlerde
farklı görüntülerle dikkat çeker, kir bile örter. Dolayısıyla yeşil alanlar
ilk değerlendirmede olumlu olarak görülürler.

Diğer taraftan kent çeşitli tanımlarda da görüldüğü gibi, içinde yer


alan etkinliklerle değerlendirilir. Kişisel, yerel, ulusal ve uluslararası
düzeydeki etkinliklerin nitelik ve nicelikleri kenti kent yapan ve onu
belli bir düzeye oturtan parametrelerdir. Hiçbir kent yeşil alanının
fazlalığıyla belli bir yere gelmez, bu fazlalık onu kırsal bir yerleşim
kategorisine sokar. Yeşil alan ekolojik olarak gerekliyse de yoğun kent
aktivitelerini olumsuz yönde etkiler –yoğunluğun azalması ulaşım ve
sosyal etkileşim hızını yavaşlatır. Kent, kent olmaktan çıkabilir. Yeşil
konusunun irdelenmesinde bu yüzden çeşitli mimarlar farklı
düzeylerde çeşitli metaforik öneriler geliştirmişlerdir. (Resim 1a-1b)

Ek bir nokta olarak kıyı kentlerinde yeşilin değerlendirilmesi suyla


ilişkisi olmayan kentlerden ayrıca farklı olmak durumundadır. Suyun
da yeşilin bir parçası olarak yorumlanması gerekir. Çünkü su, yeşil gibi
kente nefes aldıran ve aynı zamanda yoğunluğunu azaltan bir öğedir.
Özellikle boğaz gibi arada kalan su elemanları, kıyının topografyası ve
suyun genişliğine bağlı olarak çok farklı etkilere yol açar. (Resim 2)

244
245
İstanbul bazılarının düşündüğünün aksine aslında yeşil bir kenttir. Le
Corbusier’nin de işaret ettiği gibi tarihi yarımada bahçeli evleri ile
yumuşak ve yeşil etkisi güçlü olan bir yapıya sahipti, Pera ise yine Le
Corbusier’ye göre testere dişi gibi yapılarıyla ticaretin ve hareketin
yoğun olduğu bir yerdir. İstanbul’da en yoğun kentsel aktiviteler
Beyoğlu’ndadır. Çünkü Beyoğlu yeşili en az, en yoğun yapılanmış
bölgedir. (Resim 3) Aslında Beyoğlu, meydanlarında bile yeşil olmayan
tipik bir Avrupa kentidir. (Resim 4a-4b) Ancak tarihi yarımadanın eski
dokusu da, birçok Anadolu kentinde olduğu gibi, hareketin dar
sokaklarda yoğunlaştığı, yeşilin ise evlerin arkasında evin bir parçası
olarak yer aldığı o günün şartları için etkili bir çözümdür (Resim 5).
İstanbul’da ise sadece cadde ağaçları ile de hayli güçlü yeşil etkisi
sağlanan alanlar vardır. (Resim 6)

Fikir yarışmasında İstanbul’un Anadolu yakasında dört kilometrelik


kıyı bölgesini (Harem-Kadıköy) üstelik birleşik bir yeşil alan olarak
kabul etmek bir anlamda risksiz gibi görünen bir çözümdür. Yukarda
da belirtildiği gibi öyle veya böyle, düzenlendiğinde temiz, görüntü
olarak rahatsız etmeyen bir yere sahip olunacaktır. Ancak bu yer
hiçbir zaman kentlinin mekanı olmayacaktır. Daha çok suç eğilimlilerin
yoğunlukla kullandıkları yerlerden biri olacaktır.

Harem-Kadıköy gibi kritik bir yerin planlanmasında, getirilen


önerilerdeki yapılaşmalar ise risk faktörü taşıyan öğelerdir. Önerilen
yapılanmaların ve onların zemin hazırlayacağı etkinliklerin neler
olabileceğinin, bunların nasıl oluşturulabileceğinin hesaplarının iyi
yapılması gereklidir. Organizasyonların gerçekleşebilmesi için gerekli
olan alt yapı ve mali kaynakların nasıl sağlanabileceğinin önceden
kestirilmesi gerekir. Ama sonuçta riske girmeden gelişme ve değişimin
olması pek mümkün değildir. Yeni ve değişik önerileri
değerlendirebilmek de tabii ki özgüven ister. Tarih boyunca bu iki farklı
tutum süregelmiştir, status quo’ yu sürdüren davranışlar ve ileriye
dönük düşünce ve davranışlar... (Resim 7)

Prost planı ile belirlenen, Başbakan Adnan Menderes tarafından


uygulanmaya başlanan ve İstanbul’un Marmara kıyısı için öngörülen
gelişme, Marmara’nın hem batısında hem de doğusunda dolgu alan
üzerine konumlandırılan sahil yolu ve bunun deniz tarafında
oluşturulan rekreatif bir yeşil şerittir. Bu düzen Haliç kıyısında da
devam ettirilmiştir. Bu yeni oluşturulan yerler kentin içindeki yoğun
yaşantının uzandığı mekanlar olmaktan çok uzaktır. Çünkü ana
düşünce istimlak bedeli ödemeden trafiği halletmektir. Şehrin kültürel
245
246
ve sosyal yaşantısı için öngörüler yoktur. İstanbulda halen yaklaşık
50-60 kilometre “kıyı yeşili” vardır. Karanın denizle doğal buluşmasını
–bu arada tüm doğal plajlarımızı- yok eden rıhtım betonlamanın
sağladığı bu boş alanlar “Yapay Yeşil” olarak kalmaya
mahkumdur.(Resim 8a-8b)

Bu yapılanma sırasında oluşan bazı örnekler de bizce çok ilginçtir.


Printemps mağazası ve Galleria türünün ilk örneği olmasından dolayı
açıldığı zamanlarda çok hareketli bir yerdi. Örnekleri çoğalınca birden
bütün cazibesini kaybetti, Carousel çok yakın bir alternatif olarak
yoğun Bakırköy yaşantısına katılınca, Galeria metropolün değil,
Bakırköy ve çevresinin bile çarşısı olamadı. Sahil yolunun kıyı
tarafında bulunmaktan dolayı canlılığını yitirdi.

Kıyılardaki yaşantının gelişmemesinin sebeplerini İstanbul’un


yapılanmasında, özellikle de ulaşım sistemlerinin oluşturulmasında
aramak gerekir. Marmara sahili boyunca Boğaz’ın iki tarafında
yaklaşık 40’ar km doğuya ve batıya uzanan yerleşme, kıyıdan kuzeye
doğru katmanlarla gelişmektedir. Bu gelişmeye paralel olarak da sahil
yolu, tren ve banliyö hattı, doğu yakasında arada Bağdat Caddesi,
birinci köprümüz ve E5 çevreyolu, doğu yakasında yine arada minibüs
yolu, batı kıyısında surlardan sonra İstanbul Caddesi (İstanbul’u
Batı’ya bağlıyan ve Altınkapı’dan başlayan bu yol, kıyıdan devam
ederek, Çekmece göllerinin deniz tarafından ve Silivri’de Mimar
Sinan’ın köprülerinden geçerek uzanmaktadır), ikinci Boğaziçi köprüsü
ve TEM zaman içinde gerçekleştirilmiştir.. Kıyıdan içeriye doğru olan
bu gelişmenin en karakteristik özelliği, sosyal bir katmanlaşmayı da
beraberinde getirmesidir. Kuzeye doğru gittikçe kalitesi düşen ve
yasal olmayan yapılaşmanın yoğunlaştığı plansız bir yerleşim
görülmektedir. Burada yollar, özellikle sahil yolları, tren ve banliyö
hatları E5 ve TEM bir sınırlayıcı olarak etki etmektedir. Kuzey-güney
yönünde ayırıcılıklarını pek güzel sergiledikleri halde doğu-batı
yönündeki bağlantıyı efektif olarak gerçekleştirememektedirler. Ayrıca
bu kadar netlik sergileyen bu arterler, onları kesen Boğaz kıyısına
yaklaşınca bu netliğini kaybetmektedir (E5 ve TEM hariç).. Halbuki
arzu edilen durum kentin doğudan batıya veya batıdan doğuya
bağlanması ve bunun yanı sıra da bu bağlantıların kenti birbirinden
bağımsız dilimlere bölmemesidir. Bunun için yapılması gereken kuzey
güney doğrultusunda iç kısımları denize bağlıyan ikinci derecede
bağlantıların oluşturulması ve denize ulaştığı noktalarda deniz
ulaşımının sağlanması ve bu bağlantıların aynı zamanda sosyal,
kültürel fonksyonları barındıracak şekilde düzenlenmesidir . Şekil 1.
246
247
Prost planında bunun Tarihi Yarımada’daki bir örneği görülmektedir.
Tarihi yarımadanın Haliç ve Marmara arasında en iyi geçit veren
Atatürk Bulvarı, Yenikapı aksının ucunda deniz tarafında yer alan
yapay ada yapılsaydı iyi bir çekim noktası oluşturabilir ve sahilin
kullanılmasına katkıda bulunabilirdi. (Resim 9)

Doğu Batı yönünde Boğaz’la kesintiye uğrayan arterlerin Anadolu


kıyısındaki en kritik noktası Haydarpaşa-Harem kıyısıdır. Haydarpaşa
ve Selimiye arasında kıyıya akan ve köprü yapılmadan önce E5’in
doğal ulaşım noktası olan Harem, Anadolu ve Avrupa arasında deniz
ulaşımı için kaçınılmaz bir transfer noktası için ideal konumdadır.
Zaten bu yerin bir anlamda Avrupa yakasındaki şehrin, Asya yakasına
ilk adım attığı nokta olduğu söylenebilir. Selimiye Kışlası, bugünkü
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi binası gibi büyük strüktürlerin bu
noktada yer alması herhalde tesadüf değildir. E5 ve demiryolunun
Avrupa yakasına bu noktadan geçişi de herhalde tesadüf değildir. Bu
“özel” yer Anadolu yakasının genel durumu göz önüne alındığında,
sadece güçlendirilmiş “doğal” bir transfer noktası değil, Anadolu
yakasının farklı etkinlikleri barındıracak canlı bir merkezi olabilme
özelliğine de sahip olacaktır. Üstelik bu merkez –bağlantı kolaylığı
nedeniyle- Avrupa yakasında yaşayanların da ilgisini çekebilecektir.
(Resim 10)

Bu arada İstanbul açısından önemli bir konu Kuzey’deki yeşilin


korunmasıdır. Buradaki ormanlık alan hem İstanbul’a temiz hava
kaynağıdır, hem de kentin suyunu karşılayan barajların olduğu yerdir.
Hem içme sularımızın sağlığı hem de temiz havamızın kaynağı olan
bu bölgenin korunması kentin her bireyi için yaşamsal bir gerekliliktir.
İstanbul’un kuzeyinde yapılmakta olan seyrek yerleşmelerin Marmara
kıyı kesiminin yoğunlaştırılarak burada yer almasını sağlamak İstanbul
için en önemli ve yararlı planlama kararlarından birisidir. Bu anlamda
Sabancı ve özellikle de Koç Üniversitelerinin yerleşkeleri bulundukları
yerler bakımından kent için olumsuz, Haliç’te Cibali Tütün Fabrikasına
yerleştirilen Kadir Has Üniversitesi ise çok olumludur. Yeşil’in
korunmasının gerekliliği değinildiği gibi görsel etkisinden ziyade
çevreye ekolojik katkısı sebebiyledir. Sadece yeşilin korunması değil,
çeşitli şekillerde temiz enerji sağlamak veya enerji sakınımı, kirliliğin
önlenmesi için kentin yeni önerilere açık olması gerekir. Oysa kuzey
ormanlarının bir yandan sözde vakıf üniversiteleri, bir yandan da
mafya tarafından aşındırılmasına yeterince karşı çıkılmaması, buna
karşılık ekolojik rüzgar tirbünlerinin doğada görsel kirliliğe neden
olduğu savıyla dışlanmaya çalışılması ilginçtir. (Resim 11)

247
248
Sonuç olarak; sloganlar doğrultusunda tartışmasız
öneriler/onaylamalar kent yaşantısına ilişkin potansiyelleri etkisiz hale
getirebilir. Kentler insanların yoğun oldukları yerler, kent içindeki
yeşiller ise bu yoğunluğu azaltan dolayısıyla kent yaşantısını
aşındıran alanlardır. Bir de denizle ikiye bölünmüş onmilyonluk bir
kentin iki yakasının deniz üzerinden etkili ulaşımına engel
olamamalıdır. Yeşil ihtiyacı ve onun giderilmesi başka konulardır, ve
yukarda da sözü edildiği gibi yeşil’in kente ve yaşama, piknik
yapmaktan çok daha önemli etkisi vardır.

248
249

249
250

250
251

251
252

olimpiyat yerleşkesi tartışılmalıdır


Yine olimpiyatları Istanbul alamadı, zaten önceden tahmin edilen
sonuca ulaşıldı ve 2008 de Pekin'e gitti; Istanbul da yarım bir olimpiyat
stadyumu ile kalakaldı. Bu durumda Istanbul ne yapacaktır? Ne
yapabilir? 4 yıl sonra tekrar başvurarak 2012 için mi şansını
deneyecektir? O zaman acaba olimpiyatları alma ihtimali nedir? Bu 11
yıl süresince stadyum ne olacaktır? 2012'de bugünkü teknoloji ile
yapılmış bir stadyum acaba nasıl bir bina olarak değerlendirilecektir?
Daha şimdiden çatısı açılıp kapanan, zemini yer değiştiren stadyumlar
inşa edilmektedir. Ya bizim stadyum o zamana kadar eski eser haline
gelmiş ve olduğu gibi korunması gereken 1. sınıf bir eser olarak tescil
edilmiş olursa, veya korunamayarak her basamağına yerleşmiş
gecekondularla kaplanırsa o günün koşullarında nasıl kullanılacaktır?

Olimpiyat Komitesinin yeterince açık ve topluma karşı sorumluluğunun


bilincinde olarak çalıştığını söylemek kolay değildir (Örneğin inşaatı
gezerken gördüğümüz betonarme tribünaltı binasındaki alışılmadık
çelik payanda takviyelerin projenin orijinalinde olması zayıf bir olasılık
olduğuna göre acaba depremden sonra mı yerleştirilmişlerdir). Eğer
yetkililerin öyle bir sorumluluk bilinçleri olsaydı ihtimaller hesabında
%50 olasılığı bulunan şu basit sorunun cevabını düşünmeleri
gerekirdi; ya Türkiye'ye, Istanbul'a olimpiyatlar verilmezse ne olur?
"Hiç yerde"ki böyle bir stadyumun, böyle bir yatırımın değerlendirilme
şansının tartışılmamış olması büyük bir eksikliktir.

Bu durumda olimpiyatları garantilemeden böyle bir yatırımın yapılması


kararı kimlerindir? Bu sorumluluğu kim alarak böyle bir masrafı
yapmaya kalkışmıştır. Olimpist'in internetteki sayfasında daha
olimpiyatları kazanmadan stadyumuna başlıyan tek ülkenin biz
olduğundan gururla bahsediliyor. Diğerleri şaşkın, biz onların en
akıllısı mıyız?.

Akla gelen sorulardan ilki ve en başta düşünülmesi gereken, olimpiyat


tesislerinin kentin neresine nasıl yerleşebileceği olmalı, sorunun yanıtı

252
253
da var olan kamuya ait boş yer, yani en ucuz sanılan arsa
olmamalıydı.

Bill Hillier Ingiltere'de Bartlett School of Architecture'da öğretim üyesi;


kent bölgelerinin yoğunluk ve ilişkilerine gore arazi değerlerini
matematiksel olarak bilgisayar yardımı ile somut bir şekilde ortaya
koyabilecek bir bilgisayar programı geliştirmiş (1) Sanıyoruz ki Bill
Hillier şayet böyle bir değerlendirmeyi Istanbul için tersi bir durum yani
en az yoğunluğun ve hareketin Istanbul'un hangi noktalarında yer
aldığını hesaplamak üzere yapsaydı, olimpiyat yerleşkesinin yer aldığı
bölge ve onun gibi yerler çıkardı. İstanbul'un en gizli ama gizemsiz ve
en sıradan bir yerine bir olimpiyat parkı yapmanın o yerin kaderini o
kadar kısa zamanda değiştirecek bir güç olabileceğini düşünebilmek
büyük bir yanılgıdır

Eğer bu projenin bir çekim gücü olacaksa bu çekim Türkiye'deki doğal


gelişim sürecinde önce gecekondular için olacaktır. Olimpiyat
stadyumunun yapıldığı yerden çevreye bakılırsa zaten bugünkü
durum da bunu açıkça gösteriyor, Resim 1,2,3,4,5,6.

Mevcut yerleşim düzeninde zaten Ikitelli Organize Sanayii Bölgesinin


de bir çekim etkisi vardır, bunun sonucu da orada çalışan işçilerin
çevredeki gecekondularıdır. Çevrede daha iyi ve kaliteli bir yerleşimin
oluşabilmesi ciddi bir alt yapı planlama ve uygulamasını gerektirir. Bu
kaliteli ve iyi yerleşim için de doğal veya kültürel geçerli bir neden
olmalıdır. Organize sanayi bölgesine bu kadar yakın olmanın pozitif
etkileri çok tartışmalıdır. 15 gün sürecek olimpiyat oyunlarının da bu
etkiyi bırakması mümkün değildir. Yani olimpiyat merkezinin bölge için
bir rejenerasyon merkezi olması olasılığı çok düşüktür. Istanbul'daki
yerleşme yerinden çok daha olumlu ve cazip görünen Montreal örneği
bu olasılığın ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Montreal’deki
olimpiyat parkı bulunduğu çevrenin canlanması için bir güç
oluşturamamıştır. Bu deneyimden yola çıkan sonraki olimpiyatlara ev
sahipliği yapanlar farklı modeller denemişlerdir. Montreal örneği ve
sonraki modeller olimpiyat merkezinin bu yerde seçilmesinin çok
yanlış ve anlamsız olduğunu göstermektedir. Şimdiki stadyumun
yapıldığı yerdeki bir olimpiyat parkının Istanbul şehrine ne gibi bir
katkısı olabilir?

Yine yanıtlanması gereken bir soru da ya olimpiyatlar Istanbul'da


yapılırsa, yani hayaller gerçekleşirse "böyle bir stadyumun ve
olimpiyat parkının olimpiyatlardan sonraki kullanımı nasıl olacaktır?"
253
254
sorusudur. Ulaşımı bile bir ölçüde çözülse burayı kim kullanacaktır?
Ucra bir noktaya toplanmış 6-7 özel spor salonu ve stadyum ne için
kullanılacaktır? Stadyum ve önerilen salonların toplam izleyici
kapasitesi 150.000 civarındadır. Sadece metroyla buraya kaç kişi
gelebilir? Bugün 12.000 kişilik Abdi Ipekçi spor salonunda bir maç
olduğu zaman, salonun dolması için Anadolu yakasından ücretsiz
otobüsler kaldırılıyor. Istanbul'un en kalabalık ilçelerinden birisi olan
yanıbaşındaki Bakırköy bile bu salonu doldurmaya yetmiyor. Bunun
sebeplerinin araştırılması olimpiyat parkının kullanımı için aydınlatıcı
olabilirdi.

Farklı bir çözüm olarak Los Angeles olimpiyatlarındaki gibi kentin


üniversiteleri bu işe ortak olabilirlerdi. Anadolu yakasında Marmara
Üniversitesi Anadoluhisarı'ndaki beden Eğpitimi Spor Yüksek Okulu
ve Küçüksu Çayırı gibi potansiyeli ile, Istanbul Teknik Üniversitesi
Ayazağa Kampüsü ile deniz ve karayolu, metro bağlantıları ile çok
daha cazip mekanlar sunabilirler. Ayrıca sonraki kullanımların ne
olacağını tartışmak bile gerekmez, Marmara Üniversitesinin ve
ITÜ'nün toplam 30.000'i aşkın öğrenci potansiyeli buradaki spor
tesislerini en iyi şekilde kullanabilirlerdi. Ayrıca olimpiyat köyünün
üniversitelerden birinde yapılması köyün önce ve sonra yurt olarak
kullanılabilmesini olanaklı kılacaktı. Konut-olimpiyat köyü ilişkisinde
zamanlama kritiktir ve bu sebepten çok önem kazanmaktadır. Çünki
yerleşilen evlerden ev sahiplerinin bir yaz boyunca toptan ayrılmasını
beklemek mümkün değildir, yerleşilmediği takdirde eğer olimpiyatlar o
dönemde İstanbul’a kazandırılamazsa evlerin 4 yıl boş bekletilmesi
olanağı yoktur. Fakat yurtlar her yıl yazın boşalmaktadır. Dolayısıyla
herhangi bir yılda yenilenerek kullanılması olasıdır. Ayrıca alt yapıları
da her zaman bir konuta göre daha gelişmiş durumdadır. Örneğin
internet bağlantısı v.b. gibi.Ayrıca mekan düzenlenmesi olarak da
olimpiyat köyüne daha yatkındır.

Önemli bir soru da yapılacak böyle bir yatırımın Istanbul kentine


katkısı ne olacaktır? Şehre katkı konusunda en iyi planlanmış ve
organize olmuş olan olimpiyatlar Barcelona olimpiyatlarıdır. Yapılan
yatırımlarla şehrin gelişmesi için çaba harcanmıştır. Olimpiyatlar için
ön görülen dört bölgeden birisi kıyı bölgesi olup fabrikalarla ve
sağlıksız bir gelişmeyle kaplıyken, temizlenerek olimpiyat merkezi ve
köyü aracılığı ile şehir yaşamına katılmıştır. Şehirde inşa edilen yeni
bir ring yolu yukarda belirtilen bu dört bölgeyi birbirine bağlarken,
şehrin trafiğine de katkı sağlamıştır.

254
255
Yine yukardaki sorunun devamı olarak “Şehrin olimpiyatlara katkısı ne
olacaktır?” Sorusu akla gelmektedir. Şimdi önerilen düzende, otellerde
kalacak insanlar Istanbul'u görebilecekler, fakat sporcuların böyle bir
şansı olmayacaktır; onlar olimpiyat köyü ve seçilen merkez arasında
gidip geleceklerdir. Bu da resim 1-6 da görülen çevredir.

Önemli bir katkı da olimpiyatların kapanış etkinliği olan maratondan


sağlanabilirdi. 42 kilometrelik maraton şehir içinde koşulabilirse ve
güzergah iyi seçilirse bütün dünya Istanbul'un en özellikli yerlerini
görebilecektir. Halbuki seçilen durumda hava fotografından ve
haritadan görüldüğü gibi 42 kilometrelik maraton koşusunun en fazla
gidebileceği uzaklık stadyumun 20 km yarıçapından az bir mesafedir
(bu çap kuşuçuşu mesafedir). Bu bölgede de Istanbul'u anlatan hiçbir
özellik bulunmadığı gibi Türkiye'nin gecekondularla kaplı olduğu
izlenimini veren görüntüler sık sık yer alacaktır (2). Istanbul'un en kritik
ve kırılgan bölgelerinden birisinin bu işe seçilmesinin sebebini
anlamak bu açıdan da mümkün değildir. Maraton, stadyum yerine
şehir içinden başlasa bile stadyuma ulaşabilmek için yine hemen
şehirden çıkıp en kısa yoldan mesela TEM kıyısından stadyuma
ulaşmak gerekecektir Yine İstanbul algılanamayacaktır (Bugünkü
yetkililerce yapılan yer seçimleri ve olası yer seçimleri Resim (7) de
gösterilen haritada şematik olarak belirtilmiştir).

Yapılacak olan doğru şey, stadyum inşaatının ve diğer faaliyetlerin


durdurulması, dondurulması, bugüne kadar yapılan olimpiyatlar, ve
Istanbul'un özellikleri gözönünde tutularak "Istanbul'a özgü bir
olimpiyat nasıl düzenlenebilir"in yeniden bu işin uzmanlarınca
düşünülmesi, planlanması, tasarlanması ve tartışmaya açılmasıdır.
Bunun için İstanbul'daki üniversiteler önderliğinde (çünkü bu özellikle
teknik - mimarlık ve şehircilik konusudur) ve belediyelerin katılımıyla
(çünkü bu aynı zamanda bir yönetimsel konudur) yeni bir yetkili ve
sorumlu komite kurulması, tanıtım ve adaylık konusunda bir ölçüde
başarılı olmuş olsa da diğer konulardaki icraatını tartışılır bulduğumuz
Ulusal Olimpiyat Komitesi'nin yerine yeniden oluşturulacak Ulusal
Olimpiyat Komitesi’nin ise bu komiteye sportif danışman olarak
yardımcı olmasını sağlayacak yasal düzenlemeye gidilmesi uygun
olacaktır.Yapılmakta olan stadyumun ise başka amaçlarla nasıl
kullanılabileceği şimdiden uzmanlara etüd ettirilmelidir. Bazı vakıf
üniversitelerinin grup halinde buraya taşınması yanında stadyumun
komple bir spor akademisine dönüştürülmesi de verimli olabilecek
olasılıkta görünmektedir.

255
256

(1)Hillier, B. J. Hanson, The Social Logic of Space, Cambridge University Press, 1990
(2) Maraton için yol güzergahları dikkate alındığında ölçülen mesafeler şöyledir:
Birinci güzergah: Olimpiyat stadyumu, TEM bağlantısı üzerinden, Otogar (12,7 km),
Surlar (16,8 km), Aksaray (19,5 km), Atatürk Köprüsü (21,5 km), Taksim (24,3 km),
İkinci Güzergah: Olimpiyat stadyumu, Havaalanı bağlantısı üzerinden, Havaalanı
kavşağı (12,5 km), Ataköy E-5 üstü (15 km), Surlar (25 km), Taksim (31 km),
Bu mesafeler dikkate alındığında birinci güzergahta 19,5 km koşulduktan sonra ancak
Aksaray’a ulaşıldığı görülmektedir. Sultanahmet’e ulaşıp ordan dönmek gerekir. İkinci
güzergahta ise 12,5 km koşulduğunda havaalanı kavşağına gelinmektedir, oradan
ancak Yeşilköy’e ulaşılıp geri dönülebilir. Bu güzergahların %80’i gecekondu ve plansız
gelişmiş bölgelerde koşulmak durumundadır. Gidiş dönüş aynı yoldan olmaktadır. Buna
karşılık stadyum daha merkezi bir yerde olursa, Tarihi Yarımada, Boğaz kıyıları maraton
güzergahı olarak düzenlenebilir.

256
257

257
258

kentler ve küreselleşme
Küreselleşme ülkemizde kentlerin ve sosyal yapının kendine has
nitelikleri nedeniyle ayrı bir önem taşıyor.

Küreselleşmenin ülkemizde mimarlığa ve dolayısıyla kentlere etkisini


irdelemek için bazı tanımlar, saptamalar ve değerlendirmeler yapmak
gerekiyor. Bugün yaşanmakta olan ve ‘Küreselleşme’ olarak
adlandırılan, tüm yeryüzünü –yeryüzündeki tüm insanları- kaplamayı
hedefleyen ve dünyanın geleceği için alternatifi olmadığı ileri sürülen
ve ‘yaklaşım’ mı ‘gidiş’ mi olduğu dahi belirsiz ‘yeryüzüne yayılma’
durumun bir benzeri 100 yıl kadar öncenin de gündemini
oluşturuyordu. Ancak o zaman yeryüzüne yayılma ‘evrensellik’
kavramı ile ifade ediliyordu. Bu kavram evrensel bir hümanizmaya
ulaşma anlamındaydı. Yani entelektüel bir tutumdu. Mimarlığı olduğu
kadar zamanın tüm dünya açısından en önemli siyasal devrimleri olan
Türk ve Rus devrimlerini de etkilemiş -farklı ekonomik sistemlerine
rağmen-hatta birbirlerine de yaklaştırmıştı. Küreselleşme ise görünen
o ki tümüyle ticari bir kavram.

Entelektüel bir yaklaşım ile ticari bir oluşumun yansımalarının da farklı


olması doğaldır. Her ne kadar kapitalin verim aradığı, verime ise
rasyonel davranış ile ulaşılabileceği ileri sürülse de sonuç öyle
görünmüyor. Kapitalin rasyonellik anlayışı ile entelektüel tutumun
rasyonellik anlayışı arasında fark oluşuyor. Bu farklılık onların birey ve
topluma ve değerlere bakışına da yansıyor. Evrensellikde hedeflenen
bireylerin mutluluğu ile toplumu mutlu kılmak idi. Örneğin herkese
eşdeğerde yeşil alan, herkese eşdeğerde güneş, herkese eşdeğerde
ulaşım kolaylığı ve güvenliği, herkese eşdeğerde eğitim ve sağlık
olanağı gibi. Küreselleşmenin söyleminde de bireysel haklar vitrinde
tutuluyor. Ancak görülüyor ki bu, bireyselleşmeyi özendirerek toplumu
dağıtmak –toplumun direncini kırmak – için kullanılıyor. Kısaca
bireysel özgürlüklerin kötüye kullanımı teşvik ediliyor. Bir kısım
entelektüeller o nedenle ‘Küreselleşme’ toplantılarına karşı gösteri
düzenliyor, yeniden “Situationist International” benzeri oluşumlar

258
259
gündeme geliyor. Çünki Küresel gidiş sonuçta çevreyi ve toplumu hiçe
sayıyor 1.

Kentlerin Küreselleşme karşısındaki tutumu ilginç gelişmeler


gösteriyor. Görülüyor ki bazı kentler Küresel gelişmelere –yani çevreyi
dikkate almayan gelişmelere- yatkın. Bu tür kentler böyle
gelişmelerden zarar görmüyor, aslında bu tür gelişmeler onların genel
karakterini oluşturuyor (örneğin New York). (Resim 1-a, 1-b, 1-c).
Bu kentlerin önemli ortak özellikleri düz bir alanda kurulu olmalarıdır
denilebilir. Bunların bazıları çok eski oldukları için bazı kültürel-mimari
biçimsel değerleri nedeniyle sıkıntı çekseler de bir çözüm bulunabiliyor
(örneğin Londra’da Dockland, Paris’te La Defense). Birçok Asya kenti
(örneğin Tokyo) ve şu sıralar en populer olarak Şanghay ve Kuala
Lumpur da örnek verilebilir. Bu kentlere “materyal kentler”
denilebileceğini düşünüyoruz. Hertürlü etkiye açıktırlar. Birbirleri
arasında fark yoktur. Modern Mimari’ye atfedilen ‘yer’den kopukluk
aslında bu kentleri teslim alan Küreselleşmenin mimarisinin başlıca
özelliğidir. Kişi için bu kentlerin genel imajı bir dörtyol ağzından başka
bir şey değildir. Şirket hangisinde görevlendirirse orada çalışılır. Bu
kentlerde sosyal ilişkiler de minimal olup iş ilişkileri esas alınarak
kurulur. İlişkiler ve kent kolayca terk edilebilir. Standartlaşma bu tür
kentlerin diğer önemli niteliğidir. Bir kentten diğerine gidildiğinde yine
benzer bir köşebaşında Mac Donalds’da yemek yiyebilmek olasıdır.

Küreselleşmenin etkilerinin önemli olduğu kentler de vardır. (Resim 2, 3,


4-a, 4-b, 5, 6-a, 6-b). Bu kentlerin önemli karakteristiği öncelikle güçlü bir
topoğrafyaya sahip olmalarıdır. Bu topoğrafik özelliklerin sağladığı
görüş derinliği kentlerin kişiselleşmesine yol açmaktadır. Bu kentlerde
insan ölçeği bir dörtyol ağzı ile kısıtlanmamaktadır. Günümüze gelene
kadar bu kentlerin topoğrafyalarının insan yapısı gelişmelerden
etkilenmesine neden olacak bir ölçek uyumsuzluğu –yoğunluk ve
boyut açılarından- söz konusu değildi. Ancak günümüzde gelişen alt
ve üst yapı teknolojileri bu güçlü karakterleri de tehdit eder hale
gelmiştir. Şimdi bu kentlerde de insan algısının binalar arasına
sıkışması ya da algının içine istenmeyen elemanların dahil olması
durumu oluşmaya başlamıştır.

Aslında İstanbul'un küreselleşme ile tanışması yeni değildir.


Cenevizlilerin kurduğu Galata, Levantenlerin Pera'sı ana kentin
hemen yakınında onunla aynı altyapıyı –limanı- kullanan bağımsız
ticaret kentleridir. Ancak o zamanlar haiz olunan teknoloji, yoğunluk ve
boyutlar -gerçi Corbusier'yi rahatsız etmis ise de- kentin genel
259
260
karakterini -Genius Loci- tehdit edecek düzeye ulaşamamışlardı.
Galata'nın kulesi ve kule gibi binaları ile tepelere yerleştirilen
sarayların camilerin o zamanlar da kıyaslanıp kıyaslanmadığını
bilmiyoruz, ama bu iki farklı oluşum yerin özellikleriyle örtüşerek
oluşmuşlardır.

Ancak günümüzdeki Küreselleşme sonucu gelişen yapılaşmanın,


ölçeği, hızı dolayısıyla ülkemiz kentlerinin pek çoğunun haiz olduğu
karakteristikleri tehdit eden bir yapısı vardır. Bu en iyi İstanbul
gökdelenleri ve Amasya ile örneklenebilir. Bu tehdide karşı alınacak
tedbir ve çözüm yolu Batı dünyasının oryantalist bir bakış açısı ile
bizden beklediği geleneksel mimariye ve geleneksel kent düzeni ve
kimliğine sıkıca bağlanmak değildir. Yerin özelliklerine bağlı olarak
ileriye dönük yeni çözümlerin üretilmesi ve uygulanmasının
sağlanması gereklidir.

Ancak yapılan uygulamalara baktığımızda bu konuda çok ümitli


gelişmeler olmamakta, olamamaktadır. Şöyle ki; globalizasyonun
lokalle ilişkisi lokalin yapısına göre farklılaşmaktadır. Toplum (Cemiyet
- Gesellschaft) ve Topluluk (Cemaat – Gemeinschaft) yani rasyonal
ve irrasyonel kurumsallığın globalle karşılaşması farklı sonuçlar
doğurmaktadır. ‘Topluluk’ düzeninde aile, yer bağları, sosyal ilişkiler
kurumsallaşmayı sağlamaktadır, ‘toplum’ düzeninde ise insanların
CV’leri ve niyetleri, performansları, bilgileri, yetenekleri önem
kazanmaktadır. Küresel unsurların, kendileri ile aynı dili konuşan ve
benzer platformlarda ilişkiye giren ‘toplum’larla karşılaşmalarında,
‘topluluk’ düzenindeki kurumlarla olandan farklı ilişkiler doğmaktadır.
Geleneksel kurallara bağlı olan ‘topluluk’ düzenindeki kurumlar ve
kuruluşlar ile yine ‘toplum’ esasına göre oluşturulmuş fakat ‘topluluk’
düzeniyle yürütülen kurumlar Küreselleşmenin etkisiyle çözülmekte
veya o ülkenin çıkarları ile uyuşmayan çözümlere gidilebilmektedir.

Böylelikle bu tür kurumsallaşmanın olduğu devlet düzenleri de


erozyona uğramaktadır. Bunun bir yansıması olarak da geleneksel
olan fiziksel yapılanmalar da belli bir rasyonale ulaşamadan, gelişme
sürecine girmeden globalizasyonun kurallarına göre değişime
uğramaktadır; çünki aradaki devlet ve alt kurumlarıyla bunların
hepsinin yapılanmaları ‘toplum’ esasına dayanmakla birlikte aslında
‘topluluk’ düzeniyle yürütülmekte olmaları, globalizasyona uyabilecek
ama erozyona uğramayacak bir düzeni getirememelerine sebep
olmaktadır. Güney İtalya, Yunanistan ve Türkiye’deki sosyal yapı ve

260
261
bunun sonucu olan kaçak ve plansız yapılanmalar bunun somut
örnekleridir 2

Türkiye’de yapılan yatırımlarda da bunun somut örnekleri


görülmektedir. Örneğin enerji konusunda yapılan yatırımların hiçbir
rasyonale dayanmadan oluşturulduğu açıktır. Ülkemiz koşullarında
hangi tür enerjinin daha sağlıklı ve verimli olduğu konusunda devlet
eliyle hiçbir ciddi araştırma yapılmamaktadır veya yapılmışsa bile bu
araştırmaların sonuçlarının politik platformlarda hiçbir etkileri yoktur.
Sonuçta enerji sorunu “topluluk” düzeninin en kötü uygulaması olarak
politikacıların çıkarları doğrultusunda global etkilerle biçimlenmektedir.
Yanlış enerji üretimlerine gidilmesi, eski teknolojilerin satın alınması,
termik santrallerin oluşturduğu aşırı kirlilik ve bunun bir türlü
önlenememesi bunun göstergeleridir.
Gerek deprem sonrası geçici konutların gerek kalıcı konutların
gerçekleştirilmesi sırasında izlenen yol da tümüyle bu nitelikte
olmuştur.
Ulaşım da yine aynı çıkmazdadır, Hızlı tren projesi 1 milyar dolar
harcandıktan sonra Ulaştırma Bakanının özür dilemesiyle rafa
kaldırılmıştır. Bir özür dileme bir milyar dolar değerinde olabilir mi?
Ankara-İstanbul karayolunun Bolu Dağları geçişi de benzer bir şekilde
akamete uğramıştır. Bunun sorumluları kimdir? Çerçeveyi yanlış
oluşturanlar mı, yanlış proje yapanlar mı, kötü uygulamacılar mı belki
de hepsi, kısaca duruma doğru yerden bakmayıp, eleştirel bir
rasyonaliteye sahip olmayanlar... Türkiye’nin en kalabalık ve
ekonomisi açısından çok önemli olan Bursa-Balıkesir yolu bir iz gidiş-
bir iz geliş olarak dururken, üç iz gidiş üç iz dönüş olarak inşa edilen
ve boş duran İzmir-Çeşme otoyolu, kentin 40 kilometre dışından
dolaşan ve üstünde hiç araca rastlamadan bir turunu
tamamlıyabileceğiniz 8 izli Ankara çevre yolu, tipik örnekleri
oluşturmaktadır. Eleştirel rasyonel düşüncenin yer bulamadığı
kurumlarda, ve bu kurumların gerçekleştirdiği proje ve uygulamalarda
bu sonuçlar kaçınılmazdır.

Gerçekleştirilmeye başlanan Boğaz gemi geçişlerinin güvenliği


konusundaki proje de benzer sakıncaları içermektedir. Bu konudaki ilk
eleştirimiz yapılan işin tartışmaya açılmamış olmasıdır, tartışmaya
açılmaması bir tarafa tanımlanması dahi net olarak kamu oyunca
bilinmemektedir. Kulelerin projeleri çeşitli dergilerde basılmış olmasına
rağmen, bunların nasıl bir düzen içinde ve hangi maksada hizmet
edecek şekilde tasarlandığı anlaşılamamaktadır. Mimari proje

261
262
dersinde öğrencilerin bu konuda yapmış oldukları araştırma ve
öneriler ise çok çarpıcı gerçekleri ortaya çıkartmıştır.

Öğrencilerle yapılan inceleme, araştırma ve tartışmalarla aşağıda


belirtilen konularda değerlendirmeler yapılmıştır.

Yapılacak işin güvenlik konusundaki etkilerinin veya faydalarının


etüdü; Yapılan araştırmaların sonucunda gemilerin izlenmesini
sağlıyan bu sistemde herhangi bir acil durumda nasıl müdahale
edileceği konusunda hiçbir bilgiye rastlanmamıştır. Olası kaza
durumlarında etkin kurtarma çalışmalarının nasıl yapılacağı belli
değildir. Örneğin etkin bir yangın söndürme sisteminin nasıl
tasarlandığı konusu açıktadır. Dolayısıyla tehlikeden haberdar olmak,
bunu önlemek için yeterli görünmemektedir.

Uygun teknolojilerin etüdü; uygulanan sistemde radar ile kontrol esas


alınmıştır. Daha yeni teknolojiler olan coğrafi yer belirleme (GPS) ne
kadar faydalanıldığı, radarsız ve sadece bu sistemlerle bu işin
yürütülüp yürütülemeyeceği açıklık kazanmamıştır. Ayrıca bugün pek
çok gemide coğrafi yer belirleme sistemleri mevcuttur.

İstanbul’un topografyasının etüdü; radar sistemi kabul edildiğinde kule


dikmek yerine mevcut topografik özelliklerden ve var olan kulelerden
nasıl yararlanılabileceği konusunun ele alınmadığı görülmektedir. Bu
konuda Çamlıca’daki televizyon kulesi, köprü ayaklarının çeşitli
olanaklar sağlaması olasıdır. Öğrenciler İstanbul boğazının
simulasyonunu yaparak ve çeşitli yöntemler kullanarak mevcut
yükseltileri değerlendirmişlerdir. (Resim 7).

Sonuç olarak, devekuşu misali, geleneklerimize sıkı sıkıya sarılarak


Küreselleşmenin istemediğimiz etkilerinden kaçamayız. Günümüzde
sermaye yayılmasının kaçınılmaz olduğu da bir gerçektir. Hertürlü
teknoloji ile her konuda çok büyük ölçekli projelerin hayata geçilmesi
de olası durumdadır. Buna karşılık rasyonel gelişmesini
tamamlayamamış uluslarda bu tür gelişmeleri kontrol etme -
yönlendirme, partner olma mekanizmaları oluşamadığı için
globalizasyon problematik hale gelmektedir. Globalizasyonun
etkilerine seyirci kalmak ve akıntıya kapılıp bilinmeyene sürüklenmek
durumunda kalınmaktadır. Halbuki her ülkenin, toplumun farklı
katmanlarındaki her bireyin, global oluşumları paylaşabilmesi ve
sorumluluk alabilmesi durumunda yarattığı problemlerin azalacağı
açıktır. Benzer bir sonuca, Küreselleşmenin “yer”i etkilemesine ilişkin
262
263
olarak da varılabilir. Global ihtiyaçların fiziksel yansımaları üzerinde
düşünmek, tartışmak ve yerin özelliklerine bağlı ileriye dönük
çözümler aramak gerekir.

(1) Küreselleşme çabası insanlık tarihinde pek çok kereler farklı şekillerde
denenmiştir. İlk denemeler askeri güçlere dayanıyordu, imparatorluklar bunun
örnekleridir. Roma, Osmanlı imparatorlukları bunların en sürekli olanlarıdır.
Farklı bir model kolonizasyondur. Burada da askeri güç kullanmak esastı.
Büyük Britanya, İspanya, Portekiz İmparatorlukları buna örnektir. Burada
farklı yönetim modelleri kullanılmıştır. “Böl ve yönet”, “bütünleştir ve yönet”
gibi farklı prensiplere bağlı yönetimler oluşturulmuştur. Büyük Britanya
İmparatorluğu “böl ve yönet” ilkesini benimsemiş, buna karşılık Roma ve
Osmanlı İmparatorluğu bütünleştirerek yönetmeyi ana ilke edinmiştir.
(2) Burada iki tür yapılanmayı içerdiği için çok çarpıcı bir örnek İtalya’dır.
İtalya’nın kuzeyi toplum düzeninde, güneyi ise yukarda sözünü ettiğimiz
biçimde toplum düzenine göre kurulmuş olan kurumlarla, topluluk düzeninde
yürütülmektedir. Sonuçta pek çok ortak özellikleri olmakla birlikte (tarih, din,
dil birliği gibi), kuzey İtalya’da güneyden ayrılmak fikri oluşmaktadır.

263
264

264
265

265
266

müzeler, şehirler ve istanbul

Büyükşehirlerin bir insan yığını olmaktan kurtulabilmeleri kültürel


etkinliklerin varlığına bağlıdır. Bu kültürel etkinliklerin var olması ise bir
altyapıyı gerekli kılar. Bu altyapının bir bölümünü müzeler oluşturur.
Müzeler, geçmişimizi bize hatırlatacağı gibi, günümüz değerlerini de
içerebilir ve belki de en önemlisi ileriye dönük hayallerimizin yansıdığı
bir yer olabilir. Bir müze, sanatla, resim, heykel, enstalasyon, mimarlık
ile ilgili güncel veya tarihsel konulu olabileceği gibi, doğa tarihi, bilim,
uzay, çeşitli teknolojilerin tanıtımı, örneğin haberleşme gibi konulan
içerebilir. Bu tür ciddi bir birikim istanbul'da ne yazık ki yok denilecek
kadar azdır. Eski eserlerin birikimi olan arkeoloji müzesi ile şark
eserleri müzeleri yanında yakın geçmişimize ait tek varlığımız belki de
resim ve heykel müzesidir, ancak onun da içeriği çok zengin olmasına
rağmen, sergilenme koşulları çok kötü durumdadır.

istanbul'un şansı veya bir açıdan şanssızlığı, tarihsel bir kimliği olması
ve bunun sonucunda oluşturulmuş olan ve belli bir standarda ulaşmış
olan Arkeoloji Müzesi gibi müzelerinin yanısıra şehrin kendisinin de
aslında bir müze olmasıdır.

Bu özelliği onun yukarıda bahsettiğimiz hiç bir konuda ciddi bir birikimi
olmadığı gerçeğini ilk bakışta ğizliyebilmektedir ve şanssızlık belki de
bu gerçeğin bu şekilde yapay olarak örtülmesidir.

Özellikle sanat eserlerinin müzelerde sergilenmesi, sanat kavramının


sorgulanması ile sorgulanır hale gelmiştir. Sanat kimin için neden
yapılmaktadır? Doğu ve Batı felsefelerinin farklı sanat tanımları,
müzeye konulmaya değer eser tartışmaları müze kavramının her
seferinde yeniden tartışılmasını gerektirmektedir. Sanatın en saf ve
değerli halinin, sanatın sanat için yapılması ve bireyin kendisi için
kendisi tarafından gerçekleştirdiği durum olduğu kabul edildiğinde,
müze fikri tümüyle anlamını kaybetmektedir. Ancak tarih boyunca
sanatın sanat dışında çeşitli sebeplerle ve çeşitli kimseler için
yapıldığını bildiğimize ve buna rağ

266
267
men bunları sanat kabul ettiğimize göre, bir topluluk içinde
yaşadığımız gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda, birikimin
yerleşik düzenin bir gereği olduğu düşünüldüğünde, başka şeyler gibi
sanatın da paylaşılması gerektiği gerçeği ile müzeler yine değer
kazanmaktadır.

Özellikle sanat eserleri ve bunların obje olduğu düşüncesinden


hareketle bir birikim yeri olarak başlayan müze fikri günümüzde çok
farklı boyutları ve etkinlikleri de içerir duruma gelmiştir. Artık müze
sadece sanat eserlerinin sergilendiği bir yer olmaktan çıkarak,
insanların eğitim görebilecekleri, kendilerinin de sanat çalışmaları
yapabilecekleri, müzedeki eserlerin imgelerini yanlarında götürmelerini
sağlayacak şeylerin (yayın, dia, poster, hediyelik eşya vb.) üretildiği
veya ürettirildiği bir yer halini almaktadır. Müzeler artık eskisi gibi statik
bir koleksiyonu barındırmak yanında zamanla değişen bir sergilemeyi
de gerçekleştirmektedir. Ve bazı müzelerde devamlı bir sergi yerine
büyük ölçüde değişen sergiler yer almaktadır. Bu müzenin kendi
zenginliğinden kaynaklanabileceği, yani sahip olduğu büyük bir
koleksiyonu zaman içinde farklı şekillerde bölüm bölüm
sergileyebilmesi yanında, sahip olmadığı ama her zaman ödünç
alarak sergilediği eserlerden de oluşabilmektedir. Sonuçta müze
kavramı, zaman içinde değişim, insanların bazı etkinliklere aktif
katılımı gibi kavramlarla statik bir yapıdan dinamik bir yapılanmaya
geçmiştir.

Şehir açısından baktığımızda, müzeler şehirlerin pahallı


oyuncaklarıdır. Oyuncak kelimesi, müze kavramının değerini
kaybettirmek için değil, tam tersi, müzenin değerini anlatmak için
kullanılmıştır. Çocuk ve oyuncağını düşündüğünüzde aklınıza ne
geliyorsa, şehir ve müze içinde benzer şeyler düşünebiliriz.

Çocuk oyuncağıyla oynar ve zamanla ondan bıkar. Bu, çocuğun yeni


bir oyuncaktan da aynı şekilde bıkacağı ve dolayısıyla oyuncağın
gereksiz olduğu sonucunu getirmez. Şehir de öyle; yeni açılmış bir
müze daha çok ziyaretçi toplar, zamanla ziyaretçisi azalır. Bu, şehrin
müzeye ihtiyacı yoktur sonucunu getirmez, müzenin cazibesini
artırmak için farklı bir düşünce ile oluşması gereğini belirtir.

Oyuncak çocuğun zekâsını geliştirir, bilgisini artırır, hayalini geliştirir,


renk ve biçim dünyasının gelişmesini ve zamanını değerlendirmesini
sağlar. Müze de aynı şeyleri toplum için yapar. Müze tasarımı ve
içeriği ile toplumu her yönden etkiler. Oyuncak çocuğun ilgisini
267
268
çekecek şekilde tasarlanır, müze de şehirdekilerin ilgisini çekecek
şekilde tasarlanır. ilk etki, hareket, değişim ilgiyi uzatır. Oyuncakların
bazıları zamanla değerlenir, hatıralar, başka imgeler ona bağlanır,
tıpkı bazı müzeler gibi.

Oyuncak nasıl çocuğun var olması için ilk bakışta gerek şart gibi
görünmüyor, ama kişiliğinin gelişmesinde önemli bir rol oynuyorsa,
müze için de aynı şeyler söylenebilir; ilk bakışta şehrin varlığı için bir
gereklilik gibi görülmese de şehrin ve toplumun kimliği için gerekli yapı
taşlarını oluşturur.

Çocuğumuza nasıl başka şeylerden feragat ederek oyuncak almak


için gayret gösteriyorsak, şehir ve toplum da müze oluşturmak için
benzer bir gayret içinde olmalıdır.

Bazı oyuncaklar çocuğun değer sistemini kötü yönde etkiliyebilir, bu,


oyuncakların hepsi kötüdür anlamına gelmez; müzelerin de toplum
üzerinde yönlendirici bir etkisi vardır, bu yönlendirme bazı durumlarda
negatif bir etki yaratabilir.

Bu, genellikle pahalı, bazen gösterişli veya sade, eski veya yeni oyun-
cakların varlığı toplumun fikir düzeyiyle ilişkilidir. Herkes çocuğu için
oyuncak almaz.

Müzelerin oluşturulması, farklı toplumlarda farklı şekillerde olur.


Sosyalist toplumlarda, yani devletin toplumu kolladığı toplumlarda
genellikle müzeler kamuya aittir. Eğer kişiler devleti kolluyorsa o
zaman müzeler de kişisel gayretlerle oluşturulur. Örneğin Amerika
Birleşik Devletlerinde durum böyledir.

Bizim durumumuzda yakın geçmişe kadar devlet bu işi üstlenmişti.


Ancak -herhalde ilk örneği Satvet Hanım Müzesi'dir- kişiler de şimdi
kendi koleksiyonlarını halka açıyorlar.

Bu yazıda söz edeceğimiz Houston'da müzeler daha çok kişilerin gay-


retleriyle oluşturulmuş. Bunlardan bir tanesi "The Menil Collection",
Menil ailesinin sahip olduğu değerlerin sergilendiği bir kompleks. Bu
müze mahalle içinde, çeşitli binalarla oluşturulmuş. En önemli yapısı
olan Menil Collection ve Tvvombly Gallery Renzo Piano tarafından
tasarlanmış. Rothko Şapeli ve Bizans Freski Şapel Müzesi ise
kompleksin diğer sergi binalarından.

268
269
Rothko Şapeli, John Menil'in isteği ile sanatçı Mark Rothko'nun istek-
leri doğrultusunda Philip Johnson tarafından tasarlanmış. Rothko
sekizgen bir plan önermiş, yani binanın ana mekânı merkezi bir plana
sahip. Şimdi içinde yer alan 14 resim 1965-66 yılları arasında
yapılmış, binanın inşaatı ise 1970'te başlamış. Bugünlerde önemli bir
tartışma konusu olan sanatçı ve mimarın birlikte çalışmasına bir
örnek, P. Johnson ve M. Rothko'nun bu konudaki anıları ilginç ve
öğretici olabilir. Bu konuda "Concert of VVİllis: The Making of the
Getty Center" adlı filmde, Los Angeles'teki Getty Center'in 13 yıl süren
ve birlikte giden bir süreç olantasarımı ve inşaatında Mimar Richard
Meier'in modernist fikirleriyle taban tabana zıt müze müdürü S.
Rountree'nin gerilimli ilişkileri yanında, R. Meier'in peyzaj mimarı
Robert Irvvin ile olan anlaşmazlıkları çok ilginçti. Bu yılın sanat ve
mimarlık olaylarından birisini oluşturan, 1994'te ölen heykeltraş
Donald Judd'un çalkantılı New York sanat dünyasından kaçarak
Marfa'da çölün ortasında yarattığı dünyasında, dünyanın her yerinden
gelen 600 mimar ve sanatçının tartışma konusu da aynıydı.

Rothko Şapeli'nin amacı her dinden insanın ibadetine ve meditasyona


imkân verecek dingin bir mekânın yaratılması. Bunu sağlamak için
herhangi bir yönelmeyi belirtmeyen mekânında, ortadan ve tepeden
gelen ışığın kenarlara dağılmasını sağlayan merkezi bir yansıtıcı
tasarlanmış. Resimler de aynı nötr ve durağan yapıya sahip, ilk
bakışta 14 dev siyah panoya benzeyen, ama dikkatlice bakınca
panonun içinde hafif renklendirilmiş bir dikdörtgenin
varlığımn'sezildiği, figürlerden ve sembollerden arınmış soyut yapıtlar.
Şapel'in çalışanları da bu senaryoyu destekliyor, Bosna'dan iltica
etmiş Hıristiyan bir hanım ve Iraklı Müslüman bir erkek.

Bizans Freski Şapel Müzesi kompleksin diğer bir yapısı, bu yapıda


Kıbrıs'ta Lysi'de bulunan St. Themonianus Şapeli'nin freskleri
sergileniyor. Bu eserlerin Amerika'ya götürülmesinde çelişkili durumlar
gazetelerimizde yayımlanmıştı. Bunun ayrı bir tartışma konusu
olduğunu düşünerek mimarlık açısından bu sergilenmeyi irdelersek:
Kubbenin ve apsidin freskleri orijinal durumundan esinlenerek
oluşturulmuş bir mekânda yer alıyor. Binanın mimarı olan François de
Menil iki ana fikirle bu binayı tasarladığını belirtiyor; ilk olarak, dini
bağlamından ayrılan fresklerin, bu bağlama benzer bir mekânda
sergilenmeleri, ikinci olarak da geçmişin yeni bir bağlamda yeni bir
anlamla bütünleştirilmesi. Şapel'in tasarımı tarihsel elemanların güncel
bir ortama, bağlayıcı ve koruyucu bir dış yapı ve bir çelik strüktürle
ilişkilendirilmesini sağlamaktadır, tıpkı bir mücevher kutusu gibi. Cam
269
270
ve çelikten oluşturulan soyut Şapel'in duvarları opakken ve burada
siyah ve beyazın etkisi güçlüyken, kubbede ve ap-sid'de renkleri ve
desenleri ile freskler yer alıyor. Keşke beyaz ve mavi desenli örtüsü ile
apsidin önündeki kürsü hiç olmasaydı... Bu yapı ışıklandırılması için
New York Seksiyonu 98 yılı Lumen ödülünü kazanmış, bu etkileyici
ışık tasarımını yapanlar ise Barry Citrin ve Paul Marantz (resim 1).

Bu yıl Pritzker ödülünü kazanan Cenovalı mimar Renzo Piano'nun


ABD'de iki yapısı var, ikisi de bu kompleks içinde yer alıyor:
Menil Collection'un ana binası, Renzo Piano ve Richard Fitzgerald
tarafından John ve Dominigue de Menil'in zengin koleksiyonunu
barındırmak üzere tasarlanmış. 1987'de hizmete açılan binanın çatı
ışıklandırma sistemi, iç bahçeleri ve bunlara açılan büyük camları ile,
günün farklı saatleri, farklı hava koşulları ve mevsimlerin değişen ışık
kalitelerini sergi mekânlarına yansıtarak doğal ışığı içeriye almak
üzere düzenlenmiş. Ancak herhalde zaman içinde mekânlar az
gelince ve çatının su problemini halletmek üzere binaya kat çıkılmış,
dolayısıyla müzenin içinde homojen bir şekilde çatı ışıklarını
göremiyorsunuz. Müze rehberine göre, Me-nil koleksiyonunun dışı
uzun ve abartısız, beyaz çelik ve griye boyanmış sedir kaplamaları ile
çevredeki 1920'den kalan ahşap evlerle uyum içindedir. Beni müzeye
getiren taksi şoförü "çevredeki gri evleri görüyor musunuz, bunlarla
bayan Menil ilgileniyordu ve boyatıyordu, ne şanslılar değil mi?"
demişti. Müze ile aynı griye boyanan evlerden birisi de müzenin kitap
ve hediyelik eşya satan dükkânı haline getirilmiş (resim 2).

Menil Collection'a çok yakın, yine Renzo Piano'nun tasarladığı, Cy


Tvvombly'nin eserlerinin sergilendiği Cy Tvvombly Gallery yer alıyor.
Çok büyük boyutlu resimlerin sergilendiği bu galeride gün ışığı çeşitli
çatı katmanları ile daha fazla kontrol altında, doğal ışığın eşit bir
dağılımı için önce çatının üzerinde boşlukta durur gibi görünen bir
kafes var. Bu kafesin çatıya bağlantısı çatının kenarındaki bir ray ve
raya oturan tekerleklerle oluşturularak, kafesin, ışığın durumuna göre
sağa sola ve bir miktar da aşağı ve yukarı hareket edebilmesi
sağlanmış. Işık, kafesin altında beşik bir cam çatının morötesi ışığı
filtre eden camından geçtikten sonra bu sefer hareketli ışık
kesicilerden geçerek galerilerin tavanını oluşturan gerilmiş pamuk
kumaştan aşağıya süzülüyor. Bu karmaşık işlemden sonra mekân
minimum gölge yapan dağınık ve donuk bir ışıkla aydınlatılmış du-
rumda. Bu müze kompleksinde çok çeşitli karakterde doğal ve yapay
aydınlatmayı ardışık olarak yaşamak olası (resim 3).

270
271
Houston'daki bir önemli müzeler kompleksi de Rice Üniversitesi'nin
yakınında yer alıyor. Buradaki en büyük kompleks "The Museum of
Fine Arts" Güzel Sanatlar Müzesi, müzenin yeni bir binası şimdi
kullanılan binanın karşısında inşa ediliyor. Şimdi kullanılan müze
binası çok özel bir mimarisi olmayan, üçgen bir arsanın zorlayıcılığına
boyun eğerek tasarlanmış bir bina; çok yakınında yer alan idare binası
ise detayları ve detayların genel biçime etken olan özgünlüğü ile
dikkati çekiyor. Yağmur oluk ve borularının yapıyla bütünleşmesi, giriş
ve giriş saçağı ve giriş ho-lündeki merdiven çok iyi çözülen detaylarla
gerekli noktalarda yüksek bir presizyonla inşa edilmiş (resim 4).

Yine bu çevrede güzel sanatlar okulunun bahçesinde yer alan heykel


müzesi etkileyici, fakat çevrenin en yalın ve dikkat çeken binası yalınlı-
ğı ve biçimi ile Güncel Sanatlar Müzesi Binası olup 1971 'de Gunnar
Bir-kerts tarafından tasarlanmıştır (resim 5).

Bu örnekleri vermemizin asıl sebebi, 3-4 milyon nüfuslu Houston'da


güncel sanatla ilgili olan bu sayıda müzeye karşılık 70 milyonluk
ülkenin 10 milyonluk kültür başkentinde bu anlamda mimarisi ile de
çağdaş sanata katkı yapan bir müze bile olmamasıdır.

271
272

272
273

273
274

a.b.d.’de planlama ve konut tipolojileri –houston örneği


Amerika'da insanlar genellikle tek evlerde, "Suburbia"da oturuyorlar
(1). Suburbia'da mimara da pek gereksinim olmuyor. Yolları ve alt
yapısı oluşturulan arsalara insanlar kataloglardan beğendikleri bir evi
seçerek inşa ettiriyorlar; veya başka bir uygulama da benzer yapıların
oluşturduğu siteler inşa etmek. Bu sitelerde inşa edilen konutların da
tipolojileri oluşmuş durumda. Mimar tarafından tasarlanmış bir ev
sahibi olmak özel bir statü ve farklı bir anlayışın belirtisi oluyor. Böyle
bir yerleşmenin diğer önemli yapıları ise çarşı ve yemek mekanları,
bunlar ise tip projelerle gerçekleştiriliyor. Şimdi bizde de örnekleri
görülmeye başladığı gibi, yalnızca logolar birer damga gibi insanların
beynine kazılmıyor, belli ticari kurumların binaları da biçim ve
renkleriyle birer damga etkisi yaratıyor. “Suburbia”larda belki okul
binalarına mimar eli değiyordur. Sonuçta mimarın iş yapabileceği yer
olarak şehirler kalıyor.

Houston, Amerika Birleşik Devletleri’nin dördüncü büyük şehri ve


büyük bir gelişme potansiyeli var. Bu gelişmenin nasıl gerçekleştiğini
Cite dergisinde 2 George Greanias'ın makalesi "Shadow Planning"
nden şöyle özetleyebiliriz: "Houston plansızlığı ile bilinen bir şehir,
fakat yine de şehirde hergün planlamalar yapılır. Sağlıklı bir toplumda
gerekli olanlar burada gerçekleştirilir. İnsanlar bir şeye gereksinim
duyar ve buna seçilmiş idareciler bir çözüm getiremezse, ihtiyaçlarını
gerçekleştirmek için başka yollara başvururlar. Bu yollardan birisi
gölge planlamadır; bunun tanımı, toplumun idarecileri aracılığı ile bir
planı yaptıramadıklarında, başka şekilde planlamayı
gerçekleştirmeleridir. Özel sektörün planlama yaptığı ve bunları
gerçekleştirdiği tek yer Houston değildir, fakat Houston'da devlet
aracılığı ile toplumun sesini duyurması başka yerlere göre çok zayıftır.

Seçilmiş olan resmi kişiler kararsız kalırsa da özel sektör durmaz,


devamlı planlamalar yapar. Gölge planlamanın Houston için iki kritik
etkisi vardı; birisi hemen gerçekleşir, diğeri uzun sürelidir. İkisi de
şehrin geleceğini etkiler. Birinci etki, gölge planlamanın dar
perspektiflerle yapılmasıdır. Sonuçları toplumun tümü için en iyisi
274
275
olmayabilir. Bunun için en iyi örnek toplu taşımacılıktır: Yirmi yıl önce
Houston'lular uzak görüşlü bir karar alarak kendilerine, etkili ve yeterli,
bölge ölçeğinde toplumsal bir taşımacılık sistemi oluşturmayı
hedefleyen bir karar aldılar ve bunu gerçekleştirmek için de aldıkları
pek çok şey için bir 'penny'lik bir vergi ödemeyi kabul ettiler. Ancak
organize olmuş ve kararlı bir muhalefet, iki referandumla bu projenin
gerçekleşmesini önledi ve sonuçta toplu taşımacılığın çözümü bir
otobüs sistemine indirgendi. Gölge planlamanın ikinci etkisi, önceden
devlet için ayrılmış olan araçlara el konularak bunları kendi
düşünceleri ve çıkarları doğrultusunda kullanmasıyla oluşan
durumdur. Bu araçlarla mahallelerin standardını yükseltmek olası,
ancak mahalle ölçeği dışındaki kimseyi doğrudan ilgilendirmiyor gibi
görünen konular bu durumda ele alınamıyor ve gerçekleştirilen
programlar genellikle bakım ve onarımı içeriyor, ileriye dönük
planlama yapılmıyor. Bu durumda, daha az etkin mahallelerin
problemleri çözülemiyor. Özet olarak gölge planlama ve devletin
planlama gücü eşit olduğu durumda, şehir için iyi gelişmelerin olması
mümkün olabiliyor, ama eğer toplumun istekleri doğrultusunda
devletin sesi çok zayıfsa o zaman yapılan işlerin toplum yararına değil
kişisel yararlara hizmet etmesi kaçınılmaz oluyor" (Greanias, 1998) 3.
Şimdi büyük bir ekonomik etkinliğin varolduğu ve heryerde inşaat
faaliyetinin gerçekleştiği Houston'da kararların nasıl alınacağı konusu
çok önemli hale gelmiş durumda.

Houston, denize çok uzak olmamakla birlikte bunu hiç


hissedemediğiniz şehirlerden; hiçbir doğal yükseltisi olmayan dümdüz
bir yere yerleşilmiş durumda: Bazı yüksek yapılardan denizi görmek
mümkün olabilir mi bilemiyorum. Çok sıcak ve nemli bir iklimi olan
şehirde, iklim bütün kapalı yerlerde sıkı bir kontrol altında.

Houston'da bir süre kaldığınızda, belli mahallelerin tek evlerden


oluştuğunu görebiliyorsunuz. Bu evler bahçe içinde, tek veya en fazla
iki katlı, çok büyük evler ise üç katlı olabiliyor. Evlerin büyük
çoğunluğu, çitsiz, parmaklıksız, önündeki çimin yola kadar uzandığı ön
bahçeleri olan evler, yani bazı sokaklarda kaldırım yok. Zaten kimse
yürümüyor ki. Pencerelerde demir parmaklık v.b. güvenlik önlemleri de
yok.

Bunun yanında eski örnekleri de olan veya eski sıra evlerin veya avlu
etrafında oluşturulan toplu konutların güvenliğinin arttırılarak kira evleri
haline getirilmeleri veya bunlara benzer şekilde yeni sitelerin
oluşturulduğu kompleksler Houston'un konutlarının diğer önemli
275
276
parçasını oluşturuyor. Burada ilginç olan, tek evlerin bu kadar
güvenlikten yoksun olmasına veya öyle görünmesine karşılık, sitelerde
inanılmaz güvenlik önlemlerinin oluşturulması. Bu sitelerde otopark
parmaklıklarla çevrili, binaya girmek için ayrıca kilitli kapılardan
geçiliyor. Konutlar ise iki veya üç katlı genellikle açık koridorlu, doğa
ile iç içe oluyor. Benim kaldığım böyle bir kompleksin binaları kapalı
avluları olan kitlelerden oluşuyordu. İklimi çok sıcak ve nemli olan
yerlerde bu kapalı avluların oluşturduğu nemli ortam, kokusu ve
ağırlığı ile hissediliyordu. Daha yeni olan tasarımlarda bu sakıncayı
önlemek için genellikle çeşitli yönlere açılan yine de kapalılıkların
oluşturulduğu kitlelere yer veriliyordu. Genellikle ortada yüzme havuzu
ve oturma yerleri oluşturuluyordu. Bu tür açık koridorlu konut
tipolojisinin bir örneğini 1974 yılında İngiltere'de Manchester'de
görmüştük, Manchester üniversitesi'nden görülebilen ve “Hulme”
adıyla anılan bu yerleşim, çok başarısız olmuş ve gittikçe daha
varlıksız insanların oturduğu bir yer haline gelerek, herhalde 60’ların
sonunda yapılan kompleks, 80'li yıllara gelmeden yıkılmıştı. Açık
koridorları, terörün kol gezdiği korkulu mekanlar haline gelmişti. Bu
arada Manchester'in büyük bir bölümünü oluşturan teknolojik olarak
çok daha geri olan, çok küçük ve eskimiş sıra evlerinin daha yaşanır
yerler olmaya devam etmesi de ilginçti. Böyle bir uygulamanın neden
bu hale geldiği hep kafamı kurcalamıştır, acaba böyle bir tipoloji için
kat adedi çok fazla ve koridorları mı çok uzundu, yani ölçeği mi çok
büyüktü, tasarımında açık koridorla ilşkilendirilen mekanlar mı yanlış
düzenlenmişti, yeterince güneş ve ışık alabilmek için binalar arasında
bırakılan mesafeler mi çok fazlaydı, yoksa böyle bir açık koridorlu
sistem Manchester'in soğuk, nemli ve rüzgarlı iklimine mi ters
düşmüştü, veya geleneklerine çok bağlı olan İngilizler’in sıraevde
yaşama alışkanlıklarıyla mı bağdaşmamıştı? Belki de hepsi birarada
bu olumsuzluğu yaratmıştı; belki de kime ait olduğu belli olmayan ve
sokak kadar da genel olmayan kontrolsuz mekanların fazlalığı en
önemli etkendi. Konutlarının bu derecede benimsenmemesine karşılık,
Hulme’deki küçük sinema salonlarının oluşturduğu sinema kompleksi,
1960’larda idealizmin bittiğinin, farklı ve marjinal düşüncelerin değerli
hale geldiğinin bir işareti olarak, canlı bir yerdi. Şehrin merkezindeki
büyük sinema salonu ise bu arada kapanmış ve eski yapıt olarak tescil
edilerek bilinmeyen bir geleceğe bakıyordu.

Cite dergisindeki “Fortress Houston” adlı makaleye göre, sitelerin ve


komşuluk ünitelerinin yaşamasını sağlıyan parmaklık sistemi NTP
“Neighborhood Traffic Project” ile “İyi parmaklıklar iyi komşular yaratır”
sloganıyla 1992’de ilk defa gündeme gelmiş ve 1994-95 yılında proje
276
277
uygulanmaya başlamış (King, 1997). Ancak bu proje bazı tepkilere yol
açmış ve ırk ayrımına sebep olduğu gerekçesiyle gösterilerin
yapılmasına bile neden olmuş; ayrıca ambülans ve itfaiye araçlarının
zamanında olay yerine yetişmesini engellediği için bundan zarar
görenler yasal hakları için davalar açmışlar. Bunun üzerine bu karara
dayanarak yapılan bazı projeler ertelenmiş, bazıları ise tamamen
durdurulmuş. Sokakta suç oranını azaltmak ve şehrin içinde seyrek bir
yerleşmeye imkan vermek üzere çıkartılan bu yasanın geleceği ise
1997’de Houston’da tartışma konusu haline gelmiş. Houston'daki
özellikle sokakların kapatılmadan yalnızca sitelerin kontrol altına
alındığı durumlardaki olumlu örnekleri ve İngiltere'deki başarısız
örneği de gözönünde bulundurarak; Antalya'nın doğusunda
havaalanına doğru oluşturulan yeni yerleşim bölgesindeki çok katlı
apartmanları düşündüğümde, Houston'daki bu konut komplekslerinin
orası için ve daha pek çok kıyı şehrimiz için çok daha insancıl
ortamların yaratılması ve yine de oldukça yoğun bir yapılanmayı da
gerçekleştirebilmek için iyi bir örnek oluşturabileceğini düşünmüştüm.

Yine az katlı olarak planlanan "kent evi" kavramı da konut tipolojisinin


bir bölümünü oluşturuyor. Üç kat yapılmasına izin verilen bu konutlar
şehrin bazı sokaklarının karakterini değiştiriyor. Cite dergisindeki
makaleye göre (Stern 1998) yüzyılın başında yapılan tek evlerin
yerine yapılan bu sıra evler, hem tek evlerin getirdiği çeşitliliği bozarak
şehrin görüntüsünü monoton bir hale getirmekte hem de yoğunluğu
arttırarak, yeşil'in azalmasına sebep olmaktadır.

Çok katlı konut örneğine ise şehirde fazla rastlanmıyor, Downtown'da


bazı çok katlı binalar, “insanların Downtown'a gelmesini sağlamak
olumlu bir adım olmakla birlikte, orada kalmalarını sağlayabilmek ana
hedeftir”, düşüncesiyle, konut olarak yeniden düzenleniyor.

Galleria bölgesi (Downtown’dan sonar Houston’da oluşturulan ikinci


bir merkez) yakınlarındaki çok katlı bir toplu konutun ise mimarlık
adına çağrıştırdıklarını belirmekte yarar var. Binalara baktığımızda,
onları oluşturan elemanlar açısından farklı durumlarla karşılaşırız.
Bazı yapıların bütünsel görüntüsü onları elemanlarına ayırarak analiz
etmemizi zorlaştırır. Taşıyıcı ve bölücü farkı yoktur, bağlayıcı
elemanların varlığını hissedemezsiniz. Modern mimarlığın felsefesinde
ise taşıyıcılar ve bölücüler net olarak birbirinden ayrılır; bunun üzerine
daha çok eğilen mimarlık yaklaşımına “Brütalizm” adı veriliyor. Sözlük
anlamı katı, zalim, kaba gibi kelimelerle anlatılabildiği gibi
uyuşulamıyacak kadar presizyonlu ve varlığın içine işleyen anlamına
277
278
da gelen “brutal” kelimesini nedense bu yaklaşımla pek
bağdaştıramam. İşlevi ve biçimi ile belli bir şeyi çağrıştıran yapı
elemanlarını bilinenden farklı, genellikle zıt bir şekilde kullanılarak
insanı şaşırtmak da postmodernistlerin mimarlık anlayışının bir
bölümünü oluşturuyor. Eisenman'ın sayılı evlerinde işlevsel olmayı
önleyen biçimlemeler, taşıyıcı olarak beynimize yer etmiş kolonun
farklı şekillerde kullanılması buna örnek gösterilebilir. Günümüzde
örneklerini gördüğümüz farklı bir yaklaşım da, bir işlev için bir eleman
kullanmak yerine, farklı katmanlardan oluşan bütünleşik elemanların
her katmanının farklı işlevleri yerine getirmesi ile daha karmaşık bir
yapılanmaya gidilmesi oluyor. Bu katmanların zaman ve mekan
bağlamında hareket etmesi, değişmesi de sözkonusu. Bu
açıklamadan sonra, modern mimarlık örneği olan çok katlı toplu
konutun özelliklerini belki de fazla açıklamaya gerek yok. Binanın
taşıyıcısının ve ayırıcı elemanlarının çok belirgin olarak ayrıldığı kısa
cephesi yanında, uzun cephesinde de döşemenin taşarak camın
üstüne oturduğunun görülmesi, ayrıca köşelerin boşaltılarak sistemin
daha açık olarak okunmasının sağlandığı bu "hafif" bina Houston’un
ilginç yapılarından birini oluşturuyor.

Belli bir ekonomik ve sosyal çizgiyi aşamamış olan siyahlar


(Houston'un belediye başkanının da siyah olduğunu belirtmekte yarar
var), şehrin belli bölgelerinde bulunan mahallelerde, genellikle yerden
yükseltilmiş minicik "bungalow"larda oturuyorlar. Sulu zeminin
etkilerinden korunmak için yerden kopan binaları yeniden yere
bağlamak için 3-4 basamaklı giriş merdivenlerinden yararlanılmış.
Merdivenler dolulukları ve ağır tuğla korkulukları ileyerleşmişliği
simgeliyorlar. Bungalow'lar bizim gecekondular gibi spontane
oluşturulmuş yapılar değil, grup grup birbirine benzer evler. Çok
yoksul görünüşlü evlerin bulunduğu mahallenin yolunun ortasındaki
refüjün çiminin ise ise sürekli biçildiğini görmek ise insanda çok
çelişkili düşüncelerin oluşmasına neden oluyor.

Houston’da çeşitli katmanlatdaki çeşitlilik, değişim ve dinamizm, iyisi


ve kötüsüyle mimara ve plancıya çok şey söylüyor.

278
279

1. Suburbia’da oturanlar için şehir kavramı çok yabancı bir kavram. . Küçük bir yerleşim
olan Troy'daki Rensselaer Politeknik'in mimarlık okulunun önemli hedeflerinden birisi
öğrencilerine kent yaşantısının ve kentin çeşitli ölçeklerdeki ve katmanlardaki
etkileşimini hissedebilmelerini sağlamak. Bunun için birinci yıldan sonra öğrencilerine,
New York ve Boston gibi şehirlerde proje konuları veriyorlar. Yurtdışında, İtalya ve
Türkiye'deki programların en önemli kazançlarından birisinin de öğrencilerin bu dinamik
ve akışkan kent yaşantasını öğrenmeleri olduğunu söylüyorlar.

2.Cite dergisi Houston’da mimarlar ve plancılar kadar Houston halkına yönelik yılda dört
kez çıkan bir dergi.

3. Houston'daki bu durumdan sonra İstanbul'a dönüp baktığımızda ise toplumun


temsilcisi olan belediyenin bu bakım ve onarımı gözönündeki yerlerde yaparak şehrin
bakımlı görünmesini sağlamaya çalıştığını, ama toplu taşımacılık ve kirlilik gibi önemli
problemler için etkin önlemler alamadığını görüyoruz. Örneğin Haliç'e konulan fıskiye ile
Haliç'in suyunun temizlenebileceğinin umulması, Nasreddin Hoca'nın ay ışığı ile
ısınmasına benziyor.

KAYNAKLAR

King, M., “Fortress Houston”, Cite, The Architecture and Design Review of Houston, 37,
İlkbahar, 1997,

Greanias, G., “Shadow Planning” Cite, The Architecture and Design Review of Houston,
42, Yaz, Sonbahar, 1998,

Stern, W., “Tools of the Development Trade, Interpreting Building Codes and Planning
Ordinances” Cite, The Architecture and Design Review of Houston, 42, Yaz, Sonbahar,
1998,

279
280

280
281

281
282

üniversite bozkır ve orman


Atatürk Havalimanına inerken, iniş pisti doluysa kaptan pilotunuz özür
dileyerek 15 dakika havada beklemeniz gerektiğini söyleyecektir. Bu
arada hava berrak ise Istanbul’un üzerinde tur atarken durum çok açık
olarak görünmektedir. Marmara sahilindeki yerleşmelerden sonra
büyük bir bozkır görüntüsü Küçükçekmece ve Büyükçekmece göllerini
içine alarak kuzey ormanlarımıza dayanmaktadır. Benzer durum
Anadolu yakası için de geçerlidir. Bu görüntü Istanbul’un iklimine ve
Istanbullulara layık bir görüntü değildir.

Kuzey ormanlarımız ise yapılaşma tehdidi altındadır. Hem Belediye


hem de Ankara burada yapılaşmayı yasaklamak yerine çeşitli
vesilelerle teţvik etmektedir.

Yaptırım gücü olmadığı için fazla bir etkinliği olamayan Tabiat ve


Kültür Varlıklarını Koruma Kurulunun üyeleri Kuzey ormanlarını
koruma altına alma kararından sonra tesadüfen (! ) işlerinden
ayrılmışlardır.

Aslında Istanbul’un üç imparatorluğun başkenti ve bir devrimci


cumhuriyetin kültür kenti olarak pekçok kültür varlığını barındıran
değerli bir hazine olmasını sağlayan esas unsur onun doğal
değerleridir. Dünyadaki konumu ve topografyası yanında iklimi, bitki
örtüsü ve doğal su kaynakları Istanbul’un tarih boyunca “yaşanabilir
bir yer” olmasında önemli bir yer tutar. Yani Istanbul’a özgün doğal
değerler kültür değerlerinden daha önemsiz diye düşünülemez. Kuzey
ormanlarımız Bizans ve Osmanlı dönemlerinde en önemli su kaynağı
olmuş ve suyun şehre getirilmesi mühendislik ve mimarlık
şaheserlerinin yaratılmasına sebep olmuştur. Mimar Sinan’ın
oluşturduğu sistemin bir parçası olan su kemerleri ve özellikle
Mağlova Kemeri estetiği ve tekniği ile bilinmesi ve titizlikle korunması
gerekli bir kültür varlığımızdır. Bugün ise kuzey ormanlarımız,
Poyraz’ın yardımıyla Istanbul’un havasını temizleyen ve bizim nefes
almamızı sağlayan çok önemli bir unsurdur. Içinde barındırdığı flora

282
283
ve faunanın özellikleri ile ve en önemlisi de şehre göre konumu
dolayısıyla bir doğa mucizesidir.

Bunu idrak edemeyen ve zaten yarının nasıl olacağını geceyi nerede


geçirebileceklerini bile kestiremeyen insanların bu bölgede ağaçları
keserek kaçak olarak konut yapmalarını etik olarak hoş görebiliriz.
Oraya kaçak inşaat yapmamalarını sağlamak kurumsal bir görevdir ve
bu da belediyeye aittir.

Ama Türkiye’nin ve Istanbul’un geleceği konusunda ister kamuda


isterse özel sektörde söz sahibi konuma gelmiş, yarınları belirli
koşullarda devletimiz ve kurumlarınca garanti altına alınmış olan ve
yaptıklarıyla sadece kendilerini değil isteseler de istemeseler de
başkalarını ve sadece bugünü değil yarını da etkiliyen kişi ve
kurumlardan bu duyarlılığı beklemek herkesin hakkıdır.

Bu konumda olan ve hatta en ön sıralarda yer alan Koç grubundan da


hepimizin beklentisi bu yöndedir. Istanbul’un kuzey ormanlarında
üniversite kurmak yerine yazımızın başında tarif ettiğimiz kuzey
ormanlarımızın güneyinde, bugün bir bozkır konumunda olan bölgede
bir üniversite kurmaları ve çevresini yeşillendirerek “bozkır içinde bir
vaha” kazandırmaları, kuzey ormanlarında bina yapmak için ağaçları
keserek yeşilin ortasında “kel bir bölge”ye sebep olmaktan çok daha
onurlu bir davranıştır. Istanbul’a vurdukları damganın doğru yerde
olması onlara ilerde “keşke” demiyecekleri, “iyi ki burayı aldık yeşerttik
ve çevreye kazandırdık” diyebilecekleri bir konuma getirmeleri kendi
isimleri ve prestijleri açısından da önemlidir.

O.D.T.Ü. 30 yıl kadar önce yeni kampüsüne taşındığında orası


bozkırdı. Oysa şimdi kampüs yemyeşil, zevkle çalışılabilecek bir
çevre, eğer Mayıs sonlarında yolunuz düşerse kampüste iğde
çiçeklerinin kokusu arasında zevkle dolaşabilirsiniz. Ankara’nın bozkırı
ve iklimi düşünülürse Atatürk’ün Ankara için yaptıkları ve bunun bir
devamı olarak O.D.T.Ü.’nün başarısını çok daha iyi değerlendirmek
mümkün olur.

Cousteau ile yapılan çok yeni bir söyleşide, Nükleer denemelere karşı
yaptığı savaştan dolayı bazı çevrelerde popülaritesini kaybettiği fakat
adının ve şöhretinin mücadeleye büyük destek ve değer kattığı,
pekçok kişinin Jacques Chirac’ı tanımadığı halde tüm dünyanın
Jacques-Yves Cousteau’yu bildiği hatırlatıldığında, Cousteau
sevginin ve insanın kendisini başkalarıyla paylaşabilmesinin mutluluğa
283
284
ulaşmanın yolu olduğunu, bilgi yoluyla, bilginin başkalarına aktarılması
ile dünyanın anlaşılmasının paylaşılabileceğini, birtakım şeylerin zorla
olamıyacağını bilinçlenmenin ekolojiiyi korumak açısından en önemli
şey olduğunu vurgulamaktadır 1. Ekolojik konularda yapılan hatalar,
genellikle kötü cevapları hemen gelmediğinden bu hataların
toplamının zararlarının da uzak gelecekte ortaya çıkmasından dolayı
‘benden sonra tufan’ dedirtmeyi kolaylaştırmaktadır.

Ülkemiz ve dünya hepimizin olduğuna göre ve ilerde de ‘en iyi’


olmasını istediğimize göre, değerlerini korumak ve gelecek nesillere
yani çocuklarımıza aktarmak vatandaşlık ve insanlık borcudur. Ne
yazık ki klişeleşmiş olan bu veya buna benzer cümleleri herkes sık sık
söylemektedir, ama önemli olan insanın yaşam felsefesini, değer
sistemlerini ve yaşam şeklini bunun gereğini yerine getirecek şekilde
oluşturmasıdır.

(1) “Jacques-Yves Cousteau, Carried on the Wind, An exclusive interview for the
Swissair Gazette” by Robert Weatherburn, Swissair Gazette, 6/96
284
285

istanbul ve olimpiyat
İstanbul'un, olimpiyat oyunları adaylığı sürüyor. 2000 Olimpiyatı'na
talip olmanın sonuç vermemiş olmasına üzülmek yerine, konuyu daha
kapsamlı ele almak için zaman kazanmış olduğumuz düşünülebilir.
Olimpiyat bir ülke ve kent için bir "fırsat'tır. Başarılı bir olimpiyat
organizasyonu için "fırsat"ın ne anlama geldiği iyi değerlendirilmelidir.
"Fırsat" ülkemiz için "tanıtımı"dır. Türkiye Cumlıuiiyeti'nin ne olduğu ya
da ne olmadığının doğru tanıtımı, ülkenin gelişen dünya ile
bütünleşmesini hızlandıracaktır. Olimpiyat ile ilgili ikinci konu ise
yapılacak yatırımın olimpiyat sonrası veriminin garanti edilebilmesidir.

Ülkemiz, dünyada bir Ortadoğu ülkesi ve dolayısıyla Arap


topluluğunun bir parçası olarak bilinmekte, bu nedenle de haksız
olarak bazı handikaplar yüklenmektedir. Bunda çok çeşitli faktörler rol
oynamaktadır. Örneğin son günlerde Turizm Bakanı Sayın Işılay
Saygın, ülkemize gelen turistlere, Arap kökenli göbek dansının ve
fesin Türk geleneği olarak sunulmasının zararlı etkileri üzerinde
durmaktadır. Uluslarası dağıtım sistemi DHL'nin hergün tüm dünyada
on binlerce kişiye ulaşan ambalaj'ları üzerindeki bölge
gruplamalarında Azerbaycan ve Kazakistan'a bile Avrupa grubunda
yer verilirken Türkiye'yi Ortadoğu grubunda -ki İsrail bu grupta değildir-
göstermesi de herhalde çok etkilibir olumsuz tanıtım olmaktadır. Yine,
Camel sigara paketleri, üzerlerindeki deve, hurma ve piramit resmi
altında Türk tütünü yazısı ile her gün tüm dünyada milyonlarca insanın
elinde ve gözünde yanlış imajları pekiştirmektedir.

Benzer şekilde ülkemizin hangi iklim kuşağında olduğu bile, bu


Ortadoğu ülkesi yanlış imajına kurban gitmektedir. Örneğin British
Council'in İngiltere bursu verdiği Türkler'e, kışlık giyim için ek ödeme
yapması, İsveçli bir meslektaşın, peyzaj konusunda çalıştığımızı
duyunca hayretle "ama sizde her taraf çöl değil mi? demesi, emekliliği
yaklaşmış bir İngiliz öğretim üyesinin, fakültemizde düzenlenen
uluslararası bir atelye çalışması sırasında "özür
dilerim gelmeden önce ben Türkiye'nin Avrupa olduğunu bilmiyordum"
demesi küçük, fakat önemli göstergelerdir.
285
286

Bizce olimpiyat, önemli olarak ülkenin bu imajlarının değiştirilmesi için


bir "fırsat" olarak görülmelidir. Sadece cumhuriyetimiz ve halkımız ile
sahip olduğumuz iklim ve bitki örtüsünü tanıtmak bile, ülkemizin
çağdaş yaşantının bir parçası olarak bütünleşen dünyada önemli bir
yer edinmeyi hak ettiğini göstererek turizmin ve yabancı yatırımların
artmasına katkıda bulunacak önemli hususlardır.

İstanbul ile çakıştırılacak bir olimpiyat bu amaçlara ulaşmada önemli


katkı sağlayacaktır. Yani İstanbul olimpiyatının kent içinde
düzenlenmesi önemli olmaktadır. Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin
istekleri de aslında bu tür bir organizasyonu teşvik eder niteliktedir.
Avrıca Kasım 1994'te İTÜ Spor Birliği ile Türkiye Milli Olimpiyat
Komitesi'nin ortaklaşa düzenlemiş olduğu Olimpiyat ve İstanbul
Sempozyumu'nda ortaya konan değerli görüşler de bu yöndedir.

Islanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul Araştırma Merkezi olarak


İstanbul'da, yukarıda belirlilen amaçlar doğrultusunda, kent ile iç içe
bir olimpiyat düzenleme araştırmasına yönelmemize olanak veren
bazı durum saptamalarını özetleyerek olimpiyat tartışmasına yeni bir
boyut getirmeyi amaçlıyoruz.

İstanbul ile çakışan bir olimpiyat, kentin fiziksel özelliklerinin sürekli


gözler önünde olması ve kent yaşantısna katılım demektir. Bu ise
Boğaziçi, Haliç ve Marmara olarak denizin, sahil yollarının ve Boğaziçi
ve Haliç köprüleri ya da sınırlı ek bağlantı olanakları ile ulaşılabilinen
yerlerin olimpiyat için kullanımı ile sağlanabilir. Bu yollardan algılanan
olağanüstü perspektiflerin herhangi bir ünlü Avrupa ya da dünya
kcntinin kaldırım kahveleri ile sınırlı perspektifleri ile
kıyaslanamayacağı hususu iyi değerlendirilmelidir. Yani İstanbul
olimpiyatları deniz kıyısı ve deniz ulaşımına dayalı bir organizasyon
olmalıdır. İstinye ve Tarabya koylarının, Küçüksu ve Beykoz,
Beylerbeyi, Çubuklu gibi Boğaz iskelelerinin Moda ve Kalamış
iskelelerinin kullanılmasının yaratacağı olumlu etkiler kolayca ihmal
edilemeyecek kadar önemlidir. Deniz ağırlıklı ulaşımın, kentin
konuklar tarafından en iyi yaşanmasını sağlamaktan başka yararları
da olacaktır. Öncelikle kent trafiği ile olimpiyat trafiğinin çakışması
önlenebilecektir.

Deniz ulaşımı kent ve olimpiyat trafiklerinin üstüste binmesini


önlemekten başka, geçici bir yoğun etkinlik (aktivite) için en az yatırım
ile çözüm sağlaması açısından da önemlidir. Çünkü yatırım, tekne
286
287
kiralanması, bazı iskelelerin ıslahı ya da yenilerinin yapılması ve sınırlı
uzunlukta ek bağlantı yolu yapımı veya mevcutların ıslahı ilc mümkün
olacaktır. Los Angeles'ta olimpiyat ulaşımının sadece 850 otobüs ile
çözüldüğü hatırlanmalıdır.

Denizin, olimpiyat için asıl ulaşım sistemi seçilmesi son olarak


İstanbul'un denizinin temizlenmesini zorunlu kılarak yapılan yatırımın,
olimpiyat sonrası yararını garanti edecektir. Kanalizasyon atıkları ve
çöpten arındırılmış deniz, İstanbul halkının kent içi plajlarla yeniden
buluşmasını sağlayacaktır.

Ayrıca temiz bir Boğaziçi'nin kıyılarından geçen bir maraton


parkurunun sağlayacağı tanıtım ve propaganda olanağı ihmal
edilemeyecek kadar önemlidir. Bu nedenle maraton parkuru, bizce
maratonun bitiş yeri olarak ana stadyumun yer seçimini etkileyecek en
önemli faktörlerden biridir. Dolayısıyla. İstanbul'da yapılacak
olimpiyatın kritik karar noktası 80.000 kişilik stadyumun yerinin bu
kriterler doğrultusunda seçimi olmaktadır. 80 000 kişilik kapasitenin
geçici olduğu da düşünülebilir. Örneğin Atlanta'da 83.000 olan seyirci
kapasitesi, olimpiyat sonrası 50.000'e indirilecektir, bu yaklaşım ana
stadyumun kent içindeki bir maratonla bütünleşmek üzere kent içine
çekilmesini de kolaylaştıracaktır. Kent içinde, yenilenmeye uygun,
deniz, sahilyolu ve bağlantı niteliğinde otoyol, metro veya raylı
sistemlerle ulaşılabilir bir kullanım dışı alan bulunabilecektir.

İstanbul olimpiyatının kent ile görüntü ve yaşantı olarak bütünleşmesi


için kente yayılması ve bu yayılmanın yukarıda açıklanan ulaşım
sistemi tarafından belirlenmesi temel hedef olmalıdır. Bu açıdan
bakıldığında, daha kapsamlı çalışmalar gerekli olmakla birlikte birçok
olanak hemen görülebilmektedir. Olimpiyat seyirci kapasitelerinin
"geçici" kapasiteler olduğu hususunun daima hatırda tutulması da bu
açıdan yararlı olacaktır. İstanbul'da 7 üniversite vardır ve bunların
gerek spor tesisleri gerek yurtları çağdaş üniversitelerde olması
gerekenden çok geridedir. Olimpiyat açısından tıpkı Los Angeles'ta
olduğu gibi üniversite kampuslarına öncelik vermek, hem tesislerin
olimpiyattan sonra da verimli kullanımına olanak sağlamak hem de
kentin üniversitelerine 15.000 yurt yatağı ve çeşitli spor tesisleri
eklemek suretiyle, üniversite eğitiminin en büyük eksiklerinden birini
önemli oranda gidermek olanağı verecektir.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin olimpiyatın kentte yenileme ve ölü


alanların canlanması için bir vesile olması düşüncesine de önem
287
288
verdiği düşünülürse, üniversite kampuslarına ek olarak İstanbul'da
hem yukarıda sözünü ettiğimiz ulaşım özellikleri hem de yenilenme
gereksinimi açısından uygun bölgeler olduğu görülmektedir. Örneğin,
Harem Otobüs Terminali alanı, Istinye koyağı (vadisi) içindeki eskimiş
sanayi tesisleri, Bevkoz'daki sanayi alanları, bu yönün de araştırmaya
değer olduğunu gösteren önemli örneklerdir.

Üniversite kampusları ve köhneleşmiş alanlara ek olarak halen


mevcut spor tesislerinin de belirlenen ulaşım sistemi çevresinde
dağılımı tespit edilmelidir. Çubuklu, Anadoluhisarı, Beylerbeyi.
Fenerbahçe Spor Kulübü Tesisleri, Kalamış Marina ve Fenerbahçe
Yarımadası, Etiler, ENKA Tesisleri, Atış Poligonu, Adalar kulüpleri gibi
mevcut spor tesisleri ile geliştirme olanaklarını da araştırmak yararlı
olacaktır. Bu arada tarihi Okmeydanı spor alanı
yeniden ele alınabilecektir.

Bunların yanında yine var olan yeşil alanların spor alanına


dönüştürülebilir olanlarının araştırılması da ayrı bir konu olacaktır.
Örneğin Beykoz ve Küçüksu çayırları bu açıdan ilginç olabilecek
yerlerdir.

Sonuç olarak istanbul'da düzenlenecek bir olimpiyatın, herhangi bir


kentte düzenlenen olimpiyattan farklı olması gerekmektedir. Bu da
özellikle deniz ulaşımına ağırlık vermekle mümkün olacaktır.Bu
nedenle Adalar dahil Dragos'tan Beykoz'a. Sarıyer'den Florya'ya
uzanan bir kıyı şeridinden ulaşılabilen ya da ulaşılabilecek olan
noktalara dağılmış bir olimpiyat tesisleri yerleşmesi ve olimpiyatın
geçici ve kalıcı yönlerinin iyi değerlendirilmesi ile beklenen ulusal
yararları sağlayacak bir olimpiyat düzenleme şansı yakalanabilecektir.

288
289

istanbul: ya 0.00 kotunda olanlar

istanbul'da son yıllarda yapılan en önemli binalardan çok yıldızlı


otellerden bazıları siluete etkileri nedeniyle haklı olarak tepki gördüler.
Gerçi bu tepki iş işten geçtikten, yaprlar ortaya çıkıp hatta epeyce
yükseldikten sonra oldu. Ancak bu kaçınılmazdı. Mimarlığın
tartışılması geleneğinin olmadığı bir toplumda, onaydan önceki proje
aşamasında hiç değilse meslek dünyasının görüşünün alınması
gereksinmesinin duyulmaması olağandı. Aslında bu söylediğimiz
"normal", yani yürürlükteki plana uygun, projelendirme süreci için bile
geçerli olamazken, hemen hepsi de eski yeşil alan veya tarihi eser
arsasında yükselen bu yapılarda bundan özellikle kaçmıldığı
düşünülebilir. Ancak büyükşehir başkanlarının önemli meslektaşlardan
oluşan danışma kurullarının gerek plan değişiklikleri, gerek öteki
mimari olumsuzluklara yol açan bu onaylardaki rolü veya rolsüzlüğü,
ayrı bir merak konusu olmaktadır.

Bu otel binalarının silueti zorlayan yönleri artık kamuya mal oldu


ancak, silueti zorlamanın nedeninin komşu binalarla yükseklik
uyumsuzluğu olduğu gösterildi. Oysa bugün kotuna inilmeye çalışılan
Alman Konsolosluk Binası da bir zamanlar çevre binalarla boyutsal
uyumsuzluk içindeydi. O halde sorun bu yaklaşımla ortaya
konamamıştır, örneğin Park Otel'in komşu Alman Konsolosluk Binası
seviyesine indirilmesinin yeterli bulunması yanlış ve yanıltıcıdır.
Sorunun istanbul'un eşsiz topografyası ile olan boyutsal ilişki olduğu
vurgulanmalıdır. Alman Konsolosluk Binası yüksekliğindeki yaklaşık
100 metrelik kesintisiz bir yatay bina bitiş çizgisinin de silueti bozmaya
devam ettiği yıkımdan sonra herhalde görülecektir. Siluetle ilgili
görüşlerdeki bu küçük -ya da büyük- eksiği hatırlattıktan sonra biz
burada yine gözden kaçan ancak yine çok önemli olan bir başka
noktaya, bu yapıların kentle 0.00 kotundaki ilişkilerinde görülen
olumsuzluklara bakmak istiyoruz.

Kente bir şeyler vermesi beklenen bu önemli yapıların, kentten bir


şeyler götürmesi, bu kotta da etkin biçimde olmakta ancak üzerinde

289
290
durul-mamaktadır. Bu erozyon hem fiziksel hem de kültürel alanlarda
olmaktadır, örnekleri binaları belirterek vermek uygun olacaktır.

Taşkışla'nın karşısında yapılan Hyatt Oteli'nin arsa sahibi dolayısıyla


asıl sahibi Büyükşehir Belediyesi'dir. Yani yeşil alanı burada imara
açan, özel girişimin önlenemez gücü değildir, ilk sorun yapının
arsadaki konumundan doğmaktadır. Taşkışla'ya paralel
konumlandırma, parkı öldürdüğü gibi, ölüsünden yararlanmayı da
engellemektedir. Akıbetini bekleyen Pasteur Hastanesi'ne paralel bir
konumlandırma ile kent, hiç değilse son yeşillerinin 'görüntüsü'nden
yararlanabilirdi. Bir kat kazanabilmek için otel girişinin yol kotundan
aşağı alınarak gömülmesi kentten kopuşun ilk nedeni. Sheraton
Oteli'ne bakan yüzün yaklaşık yarısının derin bir boşlukla kaldırımdan
kopması burada da kaldırımdaki insanla ilişkiyi olanaksızlaştırıyor
(resim 1). Bu cephenin öteki yarısında kaldırım kotunu kısmen de olsa
yakalayabilecek ve buraya yerleştirilecek uygun işlevlerle kentle daha
olumlu fiziksel ve görsel ilişki kurulabilecekken, sağır duvarlar ile trafo
pencereleri ve gürültüsü kente sunuluyor (resim 2). Bu konumlandırma
aslında ticari anlayışa bile ters düşüyor, oteli gelebilecek gelirlerden
ediyor. Ancak yapı bilgi panosunda mimar adı verilmeyen bu binadan
mimarlık adına çok şey de beklememek gerekiyor. Yine de yapının,
çağın oluşumuna katkıda bulunmanın zor çabası yerine, gelenekselin
rahatlığına gömülmeyi tercih eden "stil"i ve stiline yakışmayan, daha
doğrusu belki de hiç düşünülmemiş saçak ve çatı detayları, herhalde
kentten fiziksel ve kültürel olarak çok şey götürüyor. Con-rad Oteli de
yanılmıyorsak bir kamu kurumuna ait ve yeşil alan statüsündeki bir
arsada yükselmiştir. Asırlık ağaçların örttüğü, D'Aranco'nun yapılarını
solunuza alarak yürüdüğünüz yoldan sola doğru kıvrılarak yine asırlık
ağaçlar altından yeşillikler içinde Yıldız'a tırmanılırdı. Şimdi, bu yü-
rüyüşünüze, o sola dönüşünüzden sonra önce trafolar sonra katlı
garaj refakat ediyor (resim 3). "Demokrasi Parkı'ndakini de gördükten
sonra belki de kentimizin, yeşil ile katlı otopark ilişkisinde özgün (!)
çözümler geliştirme platformuna dönüştüğünü düşünüyorsunuz...
Kaldırım kolundaki trafo ve katlı otopark işlevlerinin hiç değilse,
kaldırımdaki insanın ilgisini çekebilecek başka işlevlerle perdelenmesi
önerilebilir ve bu yine ticari amaçlara da daha uygun olurdu. Böylece
nadir kent içi yeşillerimiz "arka sokak" havasına sokulmayabilirdi. Bu
çok yıldızlı yapının cephelerine bakınca ister istemez, ileride otel
çalışmazsa, sıradan bir büro binası olarak kullanılmasının da
planlandığı izlenimini ediniyorsunuz.

290
291
Son örnek ise, eşsiz Bayıldım Yokuşu ile kapalı kutu diskoteği ve
galiba hamamı aracılığıyla ilişki kuran -yani kurmayan- Svviss Otel
(resim 4). Japon mimarın, Bayıldım Yokuşu'ndan bir kere bile inip
çıkmadığı, hatta Bayıldım Yokuşu'nun farkında bile olmadığı açıkça
belli. Bu yapının bir başka özelliği de deniz cephesinde -muhtemelen
deniz manzaralı- üç kat yükseklikteki katlı otoparkı, insana "keşke
otoparksız kalsaydık" dedirtiyor. Hatta, yoksa otelsiz mi kalsaydık,
diye düşünürken, daha önceki başarılı örnekleri hatırlayınca, bu
davranışların hangi önemli neden sonucu oluştuğu anlaşılamıyor.
Örneğin Divan Oteli, pastanesi ve pub'ı ile, yıldızı bol bir otelin kentle
nasıl olumlu ilişki kurabileceğini çok güzel göstermektedir (resim 5).
Pastane ve pub müşterisi ile otel müşterisinin karışması veya
karışmaması bir işletme kararı ve buna bağlı bir tasarım konusudur.
Başka bir örnek The Marmara Oteli'dir. Otelin kaldırımla bütünleşen
pastanesi Taksim alanındaki yaşantıya canlılık getirmekte, otel de bu
canlılıktan herhalde yararlanmaktadır.

Bugün artık verilen programı bina tipinin kalıpları ve Neufert bilgisinin


çerçevesinde çözüvermek yerine, konuya yapıyı kullanarak veya
kullanmadan, ancak onunla ilişkili olarak yaşamak zorunda olan
insanların yapıyla ilgili davranış ve düşüncelerinin serbestçe gelişmesi
olanaklarının sağlanması açısından yaklaşmak gerekmektedir. Binalar
kentlerin parçası olup etkileşim kaçınılmazdır. Mimarlar bu bilince
sahip olmaları için eğitilmektedirler. En büyük sorun ise belediye
başkanından bina sahibine herkesin kendini mimar görmesindedir.
Oysa onlar ancak "bina" düşünebilirler. Bina mimarlık değildir.
Mimarlara bina değil 'mimarlık' yapma şansı verilmelidir.

291
292
BÖL
293
ÜM 5 / deprem
önsöz

meslek sorumluluğu

Genellikle yapılan işlerin ele alınışındaki eksikliklerimiz, özelde de


deprem felaketi öncesi ve sonrasındaki davranışlara yansımıştır.
Yaparım olur, ben bilirim, ben yetkiliyim, bir şey olmaz gibi yargılarla
yola çıkıldığında ortaya çıkan tablo depremden önce, deprem
sırasında ve depremden sonra yapılan işlerin tümünde değilse bile
pek çoğunda benzer şekilde olumsuzluklar içermektedir.
Çok karmaşık ve çokboyutlu olan depremle ilişkimizi bütünüyle irde-
leyemesek de, kendi mesleğimizle ilişkili ve bizce önemli olan bazı
konulara değinme gereğini duyuyoruz. Bu değindiğimiz konuların bir
kısmının ele alındığı yazılarımız da doğal olarak bu bölümde yer ala-
caktır.

depremin "yer"le ilişkisi

Yer kavramı jeolojiden zemin mekaniğine, ziraat mühendisliğinden,


şehircilik ve mimarlığa kadar pek çok bilim dalını ilgilendirmektedir.
Depremden sonra yapılan tespitlere göre, deprem açısından bazı yer-
leşmelerin diğerlerine göre daha iyi veya daha kötü bir yerde oldukları
görülmüştür. Her depremde çok zarar gören Adapazarı, bu depremde
yine en fazla zarar gören yerlerden birisi olmuştur. Yer'in önemi konu-
sunu, istanbul'daki durum çok açık olarak göstermektedir, istanbul'un
deprem epicenter'ine en uzak yerlerinden olan Avcılar'ın en fazla
zararı görmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Değirmendere'de dolguya oturan meydan ve binaları denizin yutması,
buna karşılık denize paralel bir arka sıradaki yapılara hiçbir şey
olmaması yine ilginç bir durumdur (resim 1/12).

Büyük ölçekte, yani kentsel ölçekte, depremden hemen sonra bazı


yerleşimlerin yerlerinin yanlış olduğu belirlendiğine göre, bu yanlış
yerleşmelerin irdelenerek ne gibi çözümlerin olabileceği tartışılabilirdi,
bu tartışma herhalde devleti yönetenler ve üniversitelerle olmalıydı.
Bugün Adapazarı eski yerinde duruyor, tıpkı Erzincan gibi...

294
Yine "yer" geçici konutların yerleştirilmesinde de yanlış planlanmış ve
tasarlanmıştır. Bu konutlar tarım arazisinde, çok az yoğunlukla ve
taban betonu dökülerek gerçekleştirilmişlerdir (resim 13).

Yeni kalıcı yerleşimler, az yoğun biçimde, yine genellikle tarım veya


orman arazilerine serpiştirilmiştir. Oysa ki tarım arazisinin veya orman
arazisinin korunması yanında, inşa edilecek altyapının ve yapıların
yoğunlukları da çok önemlidir. Geçici konutlar ve Düzce kalıcı
konutları bölüm içindeki makalede bu açılardan ele alınarak
tartışılmıştır.

depremin "teknoloji" ve "uygulama" ile ilişkisi

Adapazan'nda boruları tahrip olan su şebekesi yine benzer şekilde as-


bestli borularla değiştirilmiştir. Buradan bir de şöyle bir sonuç çıkıyor,
böyle durumlarda karar vermek ve bu kararları uygulamak üzere yerel
yönetimlerin üstünde, teknik bilgisi daha fazla olan bir güç gerekli olu-
yor. Yerel yönetimin kararları tek başına alması doğru sonuçlar
vermeyebiliyor. Ayrıca bina yapım sürecinin de yeniden planlanması
gerekiyor. Bu konudaki girişimler, örneğin yeni uygulamaya konulan
proje ve inşaat denetim mekanizmasının doğruluğu ve geçerliliği
tartışılma-maktadır.

Yapılan kalıcı konutlar incelendiğinde, aynı yerleşke içinde çok farklı


kalitede uygulamaya rastlanabilmektedir. Düzce ve Bolu kalıcı
konutlarının yapımında farklı inşaat şirketlerinin yapı kalitesi.çok farklı
olmuştur.

Tasarım konusuna gelince, o çok acı olaydan sonra, kaybımızın, yeni


yapılacak yerleşimlerin mimarlık dünyasına yenilikler sunmasıyla bir
anlamda telafi edilebileceğini düşünmüş ve bu konuda bazı uyarılar ve
tasarımlar yapmıştık, bunlar da yine bu bölümde yer almaktadır.
Deprem sonrası durumun irdelendiği Düzce Mimarlar Odası'mn Düz-
ce'de düzenlediği toplantıda, mimarların bir kısmının depreme karşı bir
takım tasarım kalıplarının uzmanlarca oluşturulması ve bunları uygula-
mak istedikleri görülmüştür. Bu tür bir düşünce yeniye ve gelişmeye
kapalıdır. Ayrıca da çok doğru olmayacağı, daha somut olan deprem
yönetmeliğinin geçirdiği neredeyse birbirine zıt evrelerden de görül-
mektedir.
Depremden zarar görenler o bölgede yaşayan insanlar olduğuna göre,
onların ihtiyaç ve istekleri önem kazanmaktadır. Depremden hemen
sonraki ihtiyaçlar temel ihtiyaçlar olduğu için bunun sorgulanması
295
gerekmez. Ancak zaman geçtikçe, depremin etkisi ve çevrenin
durumuna bağlı olarak orada yaşayan insanların ne istedikleri önem
kazanmaktadır. Depremden iki yıl sonra, Columbia Üniversitesi
öğrencileri ve stüdyo yönetmeni Mimar Shiğeru Ban ve bizim
öğrencilerimizin ortak bir gezi ve atölye çalışması ile başladıkları
yarıyılda, iki grubun yaptığı çalışmalar çok farklılaşmıştır. Bunun
sebebi, Columbia Üniversitesi öğrencilerinin daha önce yaptıkları
hazırlık çalışması nedeniyle geçici yapılar oluşturma niyetiyle
gelmeleri, buna karşılık bizim öğrencilerimizin gezi sırasında
konuştukları insanlardan edindikleri "kalıcı binalarda yaşamak
istiyoruz" güçlü izlenimi dolayısıyla kalıcı olan tasarımlara yönelmeleri
olmuştur. Burada bizim tartışmamız, hafiflik ve geçicilik ilişkisi
üzerinde yoğunlaşmıştır. Hafiflik deprem için uygun bir kavram mıdır?
Her hafif bina geçici midir veya ne kadar geçicidir? Öğrencilerin
tasarımlarında başka konularla birlikte bu sorular üzerinde durmuştuk.
Hâlâ sorunları için Ankara'ya gelip Çankaya'da parkta yaşayan
deprem-zede Düzceliler olduğuna göre, deprem sonrası henüz bütün
sorunların çözülmediği ve bu bölgelerin teknik yardıma ihtiyaçlarının
sürdüğü söylenebilir. Ancak olağanüstü durum nedeniyle oluşabilen
büyük parasal kaynağın entelektüel platformda geri dönüşümü
sağlanamadığı gibi, gelecek depremlere karşı ne derece daha
güvenlik sağladığımız konusunun da belirsiz oduğu kanısındayız.
Hem yerel yönetimlerin hem de Bayındırlık ve iskân Bakanlığı'nın
teknik uygulamalarının da Sayıştay benzeri özerk bir teknik yapı
tarafından teknik açıdan da denetlenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

296
297
298
17 ağustos ve 12 kasım depremleri sonrası geçici ve
kalıcı konutlar, yoğunluk problemi

Konunun birbirini izleyen bir olaylar dizisi olarak ele alınması uygun
görülmüş ve makale de buna bağjı olarak dört bölümden
oluşturulmuştur. ilk bölüm, geçici konutlar üzerine kısa bir yorumu
içermektedir, ikinci bölüm, Düzce'de inşa edilen kalıcı konutların
eleştirisini kapsamaktadır. Üçüncü bölüm, tasarlanan ve inşa edilen
kalıcı konutların bir bölümünün yerine alternatif bir tasarımı ve
ilkelerini açıklamaktadır. Son bölüm ise sonuç bölümüdür.

geçici konutlar üzerine kısa bir yorum

Depremden sonra yapılan geçici konutlar incelendiğinde, bu


konutların büyük bir bölümünü oluşturan Bayındırlık Bakanlığı'nın
yaptırdığı konutlar geniş bulvarları ve binaların birbirine göre
uzaklıkları düşünüldüğünde şu soruları akla getirmektedir: Acaba bu
konutlar, bizim gecekondu modelinde olduğu gibi ileride kalıcı yapılara
dönüştürülmek üzere mi bu düzende yapılmıştır? Yoksa yapılan bu
düzenleme iş bilmezliğin bir sonucu mudur? Acaba bu konutların
yapımında ne kadar mesleki danışmanlık alınmıştır? Yapılan geçici
konutların pek çoğu tarlalara inşa edilmiştir, acaba yetkililer, bu
yerlerin tarımsal üretimden kısıtlanmasından dolayı ne kadar kaybımız
olduğunu hesaplamışlar mıdır? Daha yoğun bir yerleşme ile bu kaybın
ne kadarının geri kazanılabileceğinden haberdar mıdırlar? Uyarılara
rağmen bu konutların tabanına dökülen betonlar tarlaya dönüşe engel
olmayacak mıdır? (resim 1a)

Bu geçici konutların bulunduğu yere çok yakın bir yerde inşa edilen ve
bugün emniyet mensupları tarafından kullanılan bir geçici konut grubu
daha vardır. Bu geçici konutlar daha yoğun olarak inşa edilmişlerdir.
Küçük verandaları bulunan bu konutların yaşamak ve paylaşmak için
çok daha uygun oldukları görülmektedir (resim ib).

Bu iki farklı uygulamayı ve kullanımını görenler, özellikle bu konuda


karar verici durumunda olan kişiler, acaba bundan kendi hesaplarına
299
bir ders çıkarabilmişler midir? Düzce'deki 35.000 kişilik kalıcı konutlara
baktığımızda pek bir ders alındığı söylenemez.

düzce'de deprem sonrası kalıcı konut planlama ve uygulama


çalışmaları üzerine

Deprem sonrası Düzce'nin durumunun yerinde irdelendiği bir toplantı-


ya katılmak vesilesiyle Düzce'deki kalıcı konutları inceledik, daha
önce yapımı sırasında da çok kısa bir incelememiz olmuştu. Henüz
kazı safhasında, kepçelerle kaldırılan verimli tarım toprağını görünce
bayağı canımız sıkılmıştı. Daha önceki yazılarımızda da söz ettiğimiz
gibi Barselona'da şehrin sınırlarının çok kesin olarak belirlenmesi ve
bu sınırların dışına taşılmamasının sebebi tarım toprağının
azaltılmamasıdır. Kalıcı konutları toplantı öncesi ziyaretimizde ise
uygulanan projenin çok sakıncalı tarafları olduğunu gördük, bunun
üzerine İTÜ Fen Bilimleri Kentsel Tasarım Yüksek Lisans
Programı'nda, bu konunun üzerinde çalışmaya karar verdik.

2002 Eylül ayında bir süre önce tamamlanıp kullanılmaya başlanan


kalıcı deprem konutları yerleşimi, 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999
depremlerinden yoğun şekilde etkilenen Düzce kent merkezi ve yakın
çevresinin planlı ve sağlıklı gelişimini sağlamak üzere, kentin kuzey
doğusundaki Kazıkoğlu Mevkisi'nde planlanmış ve uygulanmıştır
(resim 2).

Yerleşim bölgesi hakkında bilgi veren raporda, bu alanın. Düzce


depremine yol açan faydan, kent bütünlüğüne de dikkat edilerek,
mümkün mertebe uzakta olan ve sağlam kaya temellere sahip
olabilecek bir yerde, saha araştırmaları sonucunda seçildiği
belirtilmiştir. Buna göre tasarlanan alan toplam 338 hektardır. Bu
alanın %32'si konut alanı olarak planlanmış olup, brüt yoğunluk 82
kişi/hektardır.

Düzce merkeziden yaklaşık 20 dakikalık bir otobüs yolculuğundan


sonra varılan kalıcı konut alanında, mevcut kent merkezinden daha iyi
organize edilmiş canlı bir kentle ve yaşam tarzlarına uygun şekilde
düzenlenmiş yeni çevreye memnuniyetle ayak uydurabilmiş kişilerle
karşılaşılması beklenir. Ancak oraya varıldığında, büyük bir bölümüne
yerleşildi-ği halde karşılaşılan manzaranın, ıssız, boş ve donuk
olması, akıllarda yerleşimin genel tasarımı, düzeni, işleyişi hakkında
çeşitli soruların canlanmasına neden olur (resim 3):

300
Konut birimleri düzenlenirken bölgede, canlı bir kent yaşamının
oluşmasına olanak verecek bir yoğunluğa ulaşılması hedeflenmiş
midir? Burada yaşayan halkın sosyal yaşamı, alışkanlıkları, önceki
hayat tarzları yeterince düşünülmüş ve tasarım kriterlerine yansıtılmış
mıdır? Planlanan yerleşimdeki sosyal donatılar, kamusal alanlar,
karşılaşma ve kesişim noktaları, dinamik ve canlı bir sosyal yaşamı
sağlayacak nitelikte midir? Gerek araç gerekse yaya yolu olarak
düzenlenmiş ulaşım yolları, yapı adalarının bütünlüğünü sağlayıcı,
belli kritik noktaları birleştirici ve bağlayıcı özelliklere sahip midir?
(resim 4)
"Oturma, çalışma, sosyal ve kültürel ihtiyaçlar, dinlenme-eğlence, ula-
şım gibi kentsel fonksiyonlar arasında kullanma dengesini en rasyonel
biçimde belirleyerek, kişilerin moralini yükseltici, sağlıklı ve düzenli ya-
şama koşullarını ve fiziksel çevreyi sağlamak" amacıyla yapılan
Düzce kalıcı deprem konutlarında, temel planlama ilkeleri olarak,
merkez dışına kaçış (desentralizasyon), halkın benimseyeceği
yapılanma ve arazi kullanımının sağlanması ve ekonomik olma göz
önünde bulundurulmuştu.

Ancak belirlenen hedefler doğrultusunda uygulamaya çalışılan, toplam


338 hektarlık alana kurulmuş bu yerleşimin kullanım ve işleyişinde bir
takım aksaklıklar gözlenmekteydi:

Yapıların ve ulaşımın tasarlanması yeryüzünün bir yüzey olarak


alınması ve bu yüzey üzerine yollar ve blokların yerleştirilmesi
şeklindedir.

Öncelikle, depremin meydana getirdiği afet dolayısıyla ortaya çıkan


konut ihtiyacına göre belirlendiği vurgulanan planlama nüfusunun,
araziye göre yeterli yoğunluğu sağlayamadığı, kullanım aşamasında
zengin ve canlı bir kent yaşamı oluşturulmadığı görülmekteydi.

Ayrıca bütün yerleşimi etkileyen en önemli unsurlardan biri olan ulaşı-


mın, bağlayıcı olmaktan çok, genişliği ile planlama alanının
bütünlüğünü bozan, ayırıcı bir etkiye sahip olması dikkat çekmektedir;
sayısal olarak ifade edilirse 25 metre genişliğinde yollar ve bunların
kesişim noktalarında yer alan göbekler (round about) istanbul gibi bir
metropolde bile olmayan inanılmaz boyutlara sahiptir. Bu ölçekte bir
yol ağı da bomboş olduğundan ve hiçbir zaman da hareketli ve canlı
bir görünüme bürüne-meyeceğinden çevresini de monotonlaştırması
ve donuklaştırması doğal bir sonuçtur. Bu kadar geniş yol inşa
etmenin mantığı anlaşılamamıştır. Çünkü yerleşmeyi Düzce'ye ve ana
301
yollara bağlayan iki veya üç yol bulunmaktadır ve bunlar bir iz gidiş,
bir iz geliştirler. Ayrıca pek çok küçük yerleşmeden de geçmektedirler.

Yeşil çevre kaygısıyla oluşturulan park, spor ve dinlenme alanı gibi ka-
musal alanların genişliği ve esas kullanım sıklıkları dikkate alınmadan
tasarlanmış olmasının; bu dokunun bağlayıcı, bütünleştirici bir etken
olmaktan çok yerleşimdeki yaşamı kesintiye uğrattığı, canlılığını
yitirmesine yol açtığı gözlenmekteydi.

Bu yoğunluk düzeyindeki bir yerleşmede açık alanların ortak olmayıp


büyük bir kısmının özel bahçe olarak kullanılabileceği bir tasarıma
gidilmesi daha doğru olabilirdi. Bununla bağlı olarak, iki katlı bir
apartman ti-polojisinin mantığı pek anlaşılamamıştır.

Yapıların ve yolların topografyayla olan ilişkileri hiç dikkate alınmamış,


yola göre batık yapılar, girişi çok zorlanmış binalar ortaya çıkmıştır.
Yolların kesitlerinin çok fazla olması yatay kesitlerin (yolların) iki
tarafındaki bölgelerin çok eğimli olmasına sebep olmuştur.

Genel olarak sokak düzeninin olmadığı yerleşimde, açık alandaki


insanların azlığı, mekânların kullanılmıyor olması, sessiz, ıssız ve
kasvetli bir havanın mevcut olması dikkat çekmekte, bu da kullanıcının
sosyal yaşamını ve birbirleriyle olan ilişkilerini doğrudan
etkilemekteydi. Dışarıda 'karşılaşma' olanakları az olduğundan, halkın
sosyalleşmesi, birbirleriyle tanışması ve önceki yaşamlarında alışık
oldukları beraberliği yakalamaları olası gözükmemekte; kentliler,
eylemler yoluyla belli mekânları özel kıldıklarından, tanımsız boşluklar,
süreksiz yapılaşma ve belirli bir kent dokusunun olmaması bu
yerleşimin işlemesini kesintiye uğratmaktaydı.

Sonuç olarak raporlar da incelenince hedeflenen, buna karşılık


tasarlanan ve ortaya konulan projeler arasında temel farkların ortaya
çıktığını gözlemlememek mümkün değildi.

tasarlanan ve inşa edilen kalıcı konutların bir kısmı yerine alternatif


bir tasarım ve ilkeleri

Mevcut olan yapılanmanın bir irdelenmesini yaptıktan sonra onun yeri-


ne daha yoğun ve farklı bir tasarımın ne olabileceği üzerinde Selin
Say-lağ'ın düşünceleri ve yapılan çalışmaların bir özeti aşağıdadır
(resim 5):

302
"Bunlar üzerine ilk başta aklıma gelen soru/ara geri döndüm ve bu so-
rulara ve sorunlara nasıl cevaplar aranabileceği hakkında düşündüm.
Getirdiğim alternatif Düzce kalıcı konutlar kentsel tasarım önerisinde ön
p/anda tuttuğum temel kriter ve hedef/er şu şekilde belirlenmiştir:

Tasarımı yapılan yer bir yüzey olarak değil, Le Corbusier'nin de ifade ettiği
gibi yerin altının ve üstünün hacim o/arak ve bir bütün ha/inde ele
alınması ve bu bütünün değerlendirilmesi olarak ele alınmıştır.

Yeni ve canlı bir kent yaşamının oluşmasına olanak verecek bir yoğunluk
elde edilmeye çalışılmıştır.

Araç yollarının yapı adalarının bağlantılarını koparmaya n, yaya dolaşımını


kesintiye uğratmayan, adaları bütünleştiren, kademelenmenin net olduğu
bir ulaşım sistemi oluşturulmuştur.

Yaya yollarını, konut bloklarıyla beraber çeşitli karakterlerde kamusal,


yarı kamusal, yarı özel ve özel alanlar oluşmasına fırsat verecek şekilde
düzenlemek, böylece zengin ve monoton olmayan bir 'konut dışı' yaşamı
kurgulamak için kamusal alanlara ve çeşitli erişim noktalarına ulaşımın
kolay olmasını ve bunun, özellikle yaya yolları ile sağlanmasına çalışılmıştır.
Prizmatik bir grid sistem içine yerleştirilen kutulardan yola çıkılarak,
farklı şekillerde biçimlendirilebilen, doluluk-boşluk oranlarıyla nitelikli bir
örün t ü oluşturabilen ve çeşitli kotlardan geçişlere, kullanımlara izin veren,
deprem teknolojisine uygun, çelik taşıyıcı strüktür ve ahşap esaslı örtü
ve kaplama öğelerinden oluşan konut birimleri tasarlamak, süreklilik ve
akıcılık özelliklerini ön planda tutmak istenmiştir (resim 6/7).

Kentteki yayaların farklı geçişlerle, sürprizlerle, köşelerle karşılaşmasını


sağlamak amaçlanmıştır.

Topografyanın el verdiği olanaklarla, bazı yerlerde eğime paralel, bazı


yerlerde ise dik yerleşmelerle, mekân zenginliği artırılmıştır.

Konut alanını Düzce'ye ve çevre köylere bağlayan ana yol 15-12 m, ikin
cil yollar 10-8 m en kesitinde düzenlenmiştir. Alt kademe yollar ilke ola
rak sadece bir üst kademe yola bağlanmaktadır. "

Otoparklar, yapı adalarının altına alınmıştır. Sadece kamusal ortak birim


lerin bulunduğu adalarda açık otoparklar bulunmaktadır. Bu otoparkların
giriş çıkışları ana arterlere verilmemiştir. .'

303
Kamusal alanların canlanması için bir merkez oluşturulmuştur.

Yaklaşık 5000 kişilik bu yerleşim, bir ilkokul birimi oluşturduğundan, bir


ilköğretim okulu tasarlanmıştır.
Bu hedefler doğrultusunda konut yerleşiminin, seçilen 35,3 hektarlık örnek
bölgesinde ortaya çıkan taşarım ile mevcut tasarım arasındaki bazı
sayısal karşılaştırmalar tablolar yardımıyla şu şekilde yapılabilir: Tablolar
incelendiğinde şu sonuç çıkmaktadır. Yeni tasarım mevcut tasarımın iki
katı kadar nüfus barındırmaktadır, inşaat alanı ise mevcudun dört katı
kadardır. Yani insanların kullanabildikleri kişi başına konut alanı yapılan
uygulamanın iki mislinden fazladır. Daha yoğun bir yapılanma olmakla
birlikte konutlar sadece iki ve üç katlı olarak tasarlanmışlardır. Yollar uy-
gulanan projenin yollarının uzunluk olarak yarısı kadar, alan olarak üçte
biri kadardır."

Sonuç

ister geçici konutlar olsun, isterse kalıcı konutlar olsun kısa zamanda
yapılmış olmaları en olumlu yanlarını oluşturmaktadır.

Yeni tasarlanan yerleşimlerde yoğunluğun az tutulması, herhalde eski


deneyimlerin yanlış bir yorumlanışıdır. Endüstri devrimini takip eden
ve üretim bölgelerindeki çok yoğun ve kötü yaşam koşullarına sahip
yaşam birimlerine (ingiltere'deki "back to back"ler) karşı tepki olarak
geliştirilen az yoğun bahçeşehir projeleri çok ses getirmiş olmakla
birlikte yapılan uygulamaları, bu tür konut uygulamalarının çok başarılı
olamadığını göstermiştir. Le Corbusier'nin bu arada savunduğu büyük
kamusal yeşil alanların da düşünüldüğü kadar etkin kullanılamadığı
görülmüştür. Stockholm'ün eski kent dokusunu oluşturan çok sıkışık
bir yapılanması olan Gamla Stan'a karşı verilecek cevabın uydu kent
Parsta olmadığı yaşanarak görülmüştür. Londra'nın uydu kentlerinden
Harlovv'un tasarımının Parsta gibi daha iyi fiziksel şartlar sağlamakla
birlikte, sosyal ilişkileri çok zayıflatan bir yapılanmayı getirdiği
bilinmektedir, insanlar belli bir yaşam evresinde, küçük çocukları
varken böyle bir yaşantıya sıcak bakabilmektedirler. Ancak aile
fertlerinin her birinin araba sahibi olduğu Amerika'da, ilk olarak Frank
Lloyd VVright'in "Broadacre" projesiyle ortaya attığı "suburbia" fikri,
yaşama geçirilmiştir. VVright, Emerson'un "kırsal bir yaşantının kent
yaşamına göre insanı daha konuşkan ve eğlendirici yapmasına
rağmen doğallıktan uzaklaştırdığı" düşüncesine dayanarak
"Broadacre" projesiyle insanlara daha doğal bir yaşam imkânı
verebilecek, yatayda gelişen bir yaşam örüntüsü önermiştir. VVright'in
304
temel aldığı doğal yaşam fikri yerine, bu proje tüketime yönelik Ameri-
kan yaşantısında farklı değerler ve değerlendirmelerle yerini
bulmuştur. Amerikan gençliğinin, yoğun kültürel ve sosyal etkileşimin
sonucu olarak kentsel yaşamın kazandırdığı deneyimlerden
faydalanamadığı da bir gerçek olarak görülmektedir. Daha farklı bir
yaşam felsefesi olan ve daha yoğun bir yaşantı düzenine sahip
Avrupa için ise bu anlamda yatayda gelişen bir yaşantı genellikle
uygun olmamıştır. Yoğunluk açısından neredeyse Amerikan
standartlarında olan Düzce'deki kalıcı konut yerleşmesinin, 16 yaşında
araba kullanabilen ve araba sahibi olan aile fertlerinin olduğu
Amerikan ailesinin standardında olmayan bir aile yaşantısına uygun
olamayacağı ise açıktır.

305
306
307
308
309
310
311
"deprem ülkesi" için konut önerileri

17 Ağustos yer sarsıntısında kelimenin tam anlamı ile ülkemizin tüm


kurumlan gafil avlanmıştı. Yüzyılın felaketi gerçekten büyüktü; bizi
düşünmeye yöneltti, birey olarak da bir şeyler yapabileceğimizi-
yapmamız gerektiğini hatırlattı. Bunda, deprem sonrasında bile
kurumsal olarak özgeçmiş (ve portfolyo) yerine hâlâ "Gemeinschaft-
cemaat" tutumu ile akrabalık, hemşehrilik, dostluk "circle'ları içinde
görev dağıttığımızı ve felakete karşın bu durumu sürdürmekte
olduğumuzu görmenin de rolü büyük oldu.

Biz deprem sonrası geçici konutlar ile daha sonra yapılacak kalıcı
konutlar konusundaki önerilerimizin ilgili mercilerde hiçbir yankı ve
karşılık bulmamasına, kısıtlı yerleşim alanlarının daha akıllıca
kullanılması ve daha akıllıca yeni yerleşim modelleri geliştirilmesi
fırsatının kaçmış olmasına üzülürken, çalışmalarımızı deprem
ülkesinde bundan sonra bireysel olarak üretilecek konutlar için uygun
modeller araştırmaya yönelttik. Burada ülkemizde geçerli iki konut tipi
için Prof. Dr. Feridun Çili ve Doç. Dr. Oğuz Cem Çelik'in eleştiri ve
katkıları ile geliştirdiğimiz iki öneriyi topluma sunmak, tartışılarak-ve
belki de pilot uygulamaları desteklenerek- geliştirilmesini sağlamak
üzere yayımlıyoruz.

ilk olarak ülkemizde en çok karşılaşılan bir apartman tipi olarak


zemin+4 katlı, zemin katında dükkân, normal katlarının her birinde
paralel iki daire bulunan, betonarme karkas tipin depreme dayanıklı
bir modeli önerilmektedir.

Bu modelin önemli özelliği hafifliktir. Bunu sağlamak amacıyla öncelik-


le döşeme betonlarının en aza indirilmesi öngörülmüştür. Bu amaçla
daireler dupleks yapılarak aynı daire içinde kalan kottaki döşemenin
ahşap yapılması olanağı bulunmuştur. Yangın önlemi olarak farklı
daireler arasında kalan döşemeler ise yine kagir olacaktır. Ancak bu
döşemeler gaz-beton hazır elemanlarla üretileceği için, yine de
alışılmış modele göre daha hafif olacaklardır.

312
iç ve dış duvarlar genel olarak çelik tel strüktürlü iki yüzü sıvalı plastik
köpük esaslı veya benzeri hafif teknoloji ürünü olarak
düşünülmektedir.

Yangın önleyici duvarlar-örneğin iki daire arasındaki duvarlar- ise


ahşap çatkı üzerine çimento şerbetli ahşap yonga+sıva veya benzeri
hafif teknoloji ürünü olarak önerilmektedir. Duvarların hafif ve zayıf
olması kısa kolon, kısa kiriş ve yumuşak kat (dükkân katı) oluşumunu
önleyerek depreme dayanıklılığı artırmaktadır.

Önerilen modelin bir diğer özelliği ise, aynı kesite sahip kolon ve kiriş-
leri ile planda ve kesitte basit, sürekli ve düzgün bir taşıyıcı sistem
üzerine kurulmuş olmasıdır. Taşıyıcı sistem üçboyutlu bir dantel gibi
düşünülmüştür. Sistemin bodrum çevresindeki perdeler dışında perde
gereksinimi göstermemesi ekonomi sağlamaktadır.

Sistemin betonarme bölümünün üretiminde kolon ve kiriş gibi tüm ta-


şıyıcı sistem elemanlarının sünek davranış gösterecek şekilde
donatılması ve yapımında özen gösterilmesi gerekmektedir (resim 1/5).

ikinci olarak, ülkemizde bundan sonra daha çok isteneceğini düşündü-


ğümüz "iki katlı tek aile evi" için bir öneri geliştirilmiştir. Bu model her
yönden eşdeğer dirençli bir küp olarak tasarlanmıştır. Bu önerinin taşı-
yıcı sistem ana malzemesi, ülkemizde de üretimi gittikçe artan
galvanizli çelik kutu profildir. Duvar elemanlarında 80.80.4 mm,
döşeme elemanlarında 120.80.4 mm profillerin yeterli olacağı
anlaşılmaktadır.

Her iki katın dört dış duvarı, kat yüksekliğinde fabrika üretimi dört adet
ve tümüyle aynı çelik kafes kirişten oluşmaktadır. Böylece iki katın tüm
dış duvarlarını 8 adet hazır eleman ile oluşturmak olanağı bulunmuş
aynı zamanda yatay deprem yüklerine karşı yeterli direnç
sağlanmıştır. Zemin kat döşemesi ile üst kat tavanı ise dış
duvarlarınkine benzer hazır kafes kirişlerle oluşturularak, döşemelerin
düzlemleri içinde yatay yükler karşısında rijitlik yine yeterli ölçüde
sağlanmıştır. Bu şekilde döşemelerde rijitlik sağlayıcı olarak ağır
beton eleman kullanımı önlenmiş, tüm döşemelerin ahşap ve hafif
olması sağlanabilmiştir.

Duvar ve döşemeleri oluşturan kafes kirişlerin düğüm noktalarının ça-


kıştırılması ile sisteme tüm yönlerden gelen yüklemelere karşı artı bir
direnç kazandırılmıştır. Bütün taşıyıcı sistem yalnızca iki tip hazır
313
kafes eleman ile oluşturulabilecek, bu da önemli ölçüde ekonomi, hız,
presiz-yon ve kalite kazandıracaktır. Bu önerinin de tüm iç ve dış
duvarları taşıyıcı sistemi aksatmayacak hafif elemanlarla üretilecektir
(resim s / s ) .

Her iki sistemin de güneş ve rüzgâr enerjilerinden yararlanacak aktif


ve pasif düzenlemelerle kombine edilmesinin mümkün olacağı
düşünülmektedir. Birinci örnekte çatı farklı şekillerde biçimlendirilerek,
ikinci öneride de sera eklenerek ve çeşitli yeni teknolojiler kullanılarak
bunun gerçekleştirilmesi mümkün olacaktır.

314
315
316
depreme akılcı yanıt

Dünyada mimarlığın bugün geldiği nokta, sosyal ve kültürel koşullar


ve bu koşulların temelini oluşturan bilimin durumu ve onun yansıdığı
dünya görüşü, modern düşüncenin modernizme dönüştüğü yüzyıl
başından çok farklıdır. Yüzyılın başındaki ilkelerdeki ve
düşüncelerdeki bütünlük, idealizm, ideolojilerde güçlü tekseslilik;
1
yerini, Gödel'in matematikte başlattığı, felsefeye ve giderek
yaşantımıza giren ve dünya görüşü altında bireye kadar çeşitlenerek
inen yaşam felsefesine bırakmıştır. Böyle bir çoksesliliğin insanlara iyi
bir yaşantı sağlayabilmesi, bireyin eğitim düzeyinin yüksekliği yani
farklı dünya görüşlerinin bilincinde olması yanında, içinde bulunduğu
toplumun kurumlarının da amaçları doğrultusunda iyi işlemeleri
durumunda mümkündür. Mimarlık ve inşaat sektörü alanında
durumun böyle olmadığı pek çokları tarafından ifade edilmesine
rağmen hiçbir tepkinin oluşmadığı görülmüş ve 17 Ağustos depre-
minden sonra da bu durum tescil edilmiştir.

Modern düşüncenin en önemli kavramlarından birisi olan "avangard"


düşünce Batı'da bireyin ve kurumsallaşmanın durumu dolayısıyla
gerekçesini kaybetmiştir, oysaki bizim ülkemizde profesyonellerin hâlâ
"avangard" bir tutum içinde olmasına gerek vardır.

Toplumlardaki felaketler bazı durumlarda daha umutlu bir geleceğin


hazırlayıcısı olabilirler. Bu tür felaketler toplumu derinden
etkilediklerinden, bireylerin ve kurumların yaptıklarını ve gelecekte
yapacaklarını yeniden gözden geçirme fırsatı yaratarak, toplumsal
yaşantı açısından pozitif değerlerin oluşmasını ve gelişmesini
sağlayabilirler...

Bu tür değişimler sosyal ve psikolojik yönden olabileceği gibi, yaşam


çevresi ile de ilişkili olabilir. Dünyada şimdi, dünyanın ekolojisini
bozmadan enerji elde etmek, atıkları arıtmak, geri dönüşümlü
malzemeler kullanmak gibi doğaya karşı değil doğayla uyumlu
sistemlerin araştırılması ve kullanılması yoluna gidiliyor. Bu kapsam
içinde yapılacak yeni konutların çokkatlı betonarme strüktürlerle ve
günümüzde yaygın kullanılan malzemelerle değil, depreme dayanıklı
317
olduğu kadar, doğaya geri dönüşüm özelliği olan veya tekrar
kullanabilen malzemelerle inşa edilmesi olanaklıdır.

Güneşi bizden çok daha az alan kuzey ülkelerinde bile kullanılan


güneş enerjisinden faydalanılan sistemlerin yine bu yeni konutlarda
kullanılması mümkün olacaktır. Böylece de kısıtlı olan petrol ürünleri,
güneş, rüzgâr vb. enerjilerinin henüz kullanılamadığı alanlarda
kullanılabilir, konutlarda ise bu yolla elde edilen enerjiden tasarruf
sağlanabilir.

Az katlı yeni konutlar, daha iyi bir planlamayla gerekli olan çeşitli
servis alanlarının da çevrede yer almasıyla hem deprem riskini
azaltan, hem de doğa ile barışık tüm dünya için örnek yerleşmeler
oluşturma şansı verebilir. Bu şekilde tüm dünyanın yaptığı yardımların
yine dünyaya bilgi olarak dönmesi sağlanmış olacaktır.

Bu kapsam içinde Değirmendere'de "Çekül" için yapılan konut


tasarımı yeni bir yaşam modeli önermektedir. Tasarlanan konutlar
yukarıdaki ilkeler doğrultusunda ele alınmıştır. Kullanılan yapı
malzemeleri fiziksel ve kimyasal özellikleri göz önüne alınarak
işlevlendirilmişlerdir; örneğin ağır beton bir duvar, hafif çelik taşıyıcılar
ve geçirgenliği sağlayan cam gibi.

Değirmendere'nin kuzeye baktığı göz önüne alınarak, konutun güneş


enerjisinden faydalanabilmesi için güneye bir güneş toplayıcı sera
(sera yüzeyinin üst bölümü güneş enerjisi toplama-dönüştürme
elemanı olarak düşünülmüştür) ve bir Trombe duvarı önerilmiş, esas
mekânlar bu duvara bitiştirilmiş, merdiven ve VVC'Ier kuzeye
baktırılmış, bu arada kuzeydeki manzaraya da etkili açılmalar
sağlanmıştır. Evde Trombe duvarının belirlediği farklı bölgeler
oluşturulmuştur. Trombe duvarı ısı toplayıcılığının yanısıra yangına
dayanıklılığı, yük taşıma özelliği göz önüne alınarak bütün elektrik
ısıtma ve haberleşme sisteminin dağılım elemanı olarak
düşünülmüştür. Bir anlamda bilgisayar cipi gibidir. Bütün enerji ve
enformasyonun ana dağılma alanıdır. Yüzeyinin iki tarafı da kullanıla-
rak gerekli yerlerdeki kanallar ve deliklerden bütün mevcut sistemler
ve ileride gerekebilecek yeni sistemler geçirilebilecektir; ayrıca
değişikliklere de olanak sağlayacaktır. Yine duvarın içindeki delikler,
seranın topladığı ısının hava akımıyla duvarın diğer yüzünde oluşan
yaşam ünitelerine geçmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla bu duvar hem
bir sınır hem de bağlaçtır. Ayrıca çatıdaki yağmur suyunun toplanması
için bir havuz önerilmiştir. Bu havuzun suyu bahçe sulamada ve
318
VVC'de kullanılabilecektir. Binanın tasarımında klozetler böyle bir
düzene en uygun biçimde yerleştirilmişlerdir. Trombe duvarı ve havuz
özellikleri dolayısıyla aynı zamanda bir altyapı niteliğindedir.

Çevre düzenlemesi sırasında ekilecek bitkiler, seranın güneşini kışın


kesmeyecek yazın da kesecek şekilde ele alınacaktır.

Ev, Le Corbusier'nin de belirttiği gibi, aslında bir makina gibidir, ancak


bazı evler bilinen elemanları ve bilinen ilişkileri içerir, bazıları ise ileri
teknolojilere ve farklı bir kurguya sahip olabilirler. Bu ev, nasıl
çalıştığını ve özelliklerini kullanıcılarına açıklayan bir kullanım
kılavuzuyla birlikte verilecektir. Evin işleyişinin bir kurallar bütünüyle
açıklanabilmesi yanında önemli bir özelliği, özellikle Trombe duvarı ile,
yukarıda belirtildiği gibi, gelişmelere açık bir sistem olmasıdır.

> "Gödel's incompleteness theorem arrived to deal it a fatal blow and it pushed
mathematics from the too heavy burden of certain/ty that had unfairly placed upon its
shoulders". (Türkçe'ye çevirmenin kolay olmadığı gerekçesiyle ingilizcesi yazılmıştır.)
Kojin Karatani, Architecture as Methaphor - Languages, Number, Money, MİT

319
320
321
makale kaynakçası

bölüm 1 / eğitim
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "70'lerden Günümüze Mimari Tasarım ve Eğitimi: Kara
Kutudan, Kara Deliğe...", Yapı, S. 250, Eylül 2002, s. 116-121.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık ve Eğitim Kurultayı'nın Ardından", Yapı, S. 243,
Şubat 2002, s. 26-27.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi Ortamla ilgilidir", TMMOB Mimarlar
Odası 3-4-5 Aralık 2001, Mimarlık ve Eğitim Kurultayı, Kurultay Kitabı, s. 99-103.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Bilgisi ve Aktarımının Serüveni", Mimarlık, S.
291, Mart 2000, s. 42-44.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi, Mimarlık Eğitimi Değildir", Mimarlık, S.
280, Nisan 1998, s. 66-68.
> Ferhan Yürekli, "Sokrat ve Mimarlık Eğitimi", Yapı, S. 182, Ocak 1997, s. 20.
> Hülya Yürekli, ipek Yürekli, "Mimari Proje Dersinin Amacı, Kapsamı ve Bir Örnek", Yapı, S.
176, Temmuz 1996, s. 87-98.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık Eğitimi: Çözüm 5 Yıl mı?", Cumhuriyet
Gazetesi Bilim Teknik Eki, S. 480, 1 Haziran 1996, s. 4.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Öğrenci Ortaktır", Yapı, S. 168, Kasım 1995, s. 65-68. >
Hülya Yürekli, ipek Yürekli, "Görünmez Kentler", Yapı, S. 162, Mayıs 1995, s. 51-61.

bölüm 2 / genel mimarlık


> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Rasyonalitenin Yapılanmasında irrasyonalin, Metaforların ve
Taklidin Rolü", Etik-Estetik, Yapı Yayın, istanbul 2004, s. 156-165.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Muskalı Mimarlık, Yaftalı Eleştiri", Tol, Yıl 2, S. 3, Bahar-
Yaz 2003, s. 21-24.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mat-Urban (Dantel) Mimarlık ve Manifaturacılar Çarşısı",
Arredamento Mimarlık, Haziran 2003, s. 94-98.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Sınır Tanımayan Mimarlar (ya da Burna Halka Takmak)",
Yapı, S. 249, Ağustos 2002, s. 16.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Taklit: Başka Bir Evrensellik Boyutu", Arredamento
Mimarlık, Şubat 2002, s. 67-71.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlıkta "Yeni" Nedir?", Mimarlık ve Felsefe, Yapı
Yayın, istanbul 2002 (2. baskı 2004), s. 154-161.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Taş Yerinde Hafiftir", Domus-m, 4 Nisan 2000, s. 84-86.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "ilköğretim: Bina da Bir Öğretmendir", Yapı, S. 216, Kasım
1999, s. 67-71.
> Hülya Yürekli, "Rasyonalite ve Rasyonalizm Üzerine", Arredamento Mimarlık,
Ocak 1999, s. 67-71. > Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Türkiye'nin Konumu ve
Mimarlığımız", Mimarlık,
S. 280, Ocak 1999, s. 59-61.

322
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Peter Eisenman'ın Düşündürdükleri", Yapı, S. 180, Kasım
1996, s. 88-91.
> Hülya Yürekli, "Mimarlıkta 'Giriş' ", istanbul'da Konut Girişleri ve Kapılar, Literatür
Yayıncılık, istanbul 1996, s. 6-15.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Mimarlık, Mimarlık Bilgisi, Eleştiri ve Dört Yeni Bina",
Tasarım, s. 50, Ocak-Şubat 1995, s. 94-97.

bölüm 3 / koruma-kültür
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Cumhuriyet'in Mimarı: Seyfi Arkan", Arredamento
Mimarlık, Mayıs 2002, s. 98-105.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Diğer Taraftan Bakmak", Yapı, S. 232, Mart 2001, s. 45-
49.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Hayalgücü, Hafıza ve Gerçekler...", Arredamento
Mimarlık, Temmuz-Ağustos 2000, s. 143-145.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Çakırhan Evleri ve 'Devrim Nedir?' ", Yapı, S. 203, Ekim
1998, s. 30-31.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Neden, Neler Kültürel Varlığımız Oluyor ya da Olamıyor?",
Yapı, S. 167, Ekim 1995, s. 72-77.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Yedikule Gazhanesini de Kaybettik", Yapı, S. 165,
Ağustos 1995, s. 27.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Binalarda Fonksiyon Değiştirme ve Taşkışla", Dizayn-
Konstrüksiyon, 1988/41-42, Ağustos-Eylül, s. 27-28.

bölüm 4 / mimarlık ve kent


> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, " 'Şehir' Yeşil Değildir; 'Şehir' Şehirdir", Yapı, S. 247,
Haziran 2002, s. 52-57.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Olimpiyat Yerleşkesi Tartışılmalıdır", Mimar-ist,
2001/3,5.14-17.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Kentler ve Küreselleşme", Yapı, S. 241, Aralık 2001, s.
39-44.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Müzeler, Şehirler ve istanbul", Arredamento Mimarlık,
Ekim 2001.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "ABD'de Planlama ve Konut Tipleri - Huston Örneği", Yapı,
S. 212, Temmuz 1999, s. 80-89.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Üniversite, Bozkır ve Orman", Cumhuriyet Gazetesi, S.
25842, 8 Temmuz 1996, s. 2.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "istanbul ve Olimpiyat", Cumhuriyet Gazetesi, S. 25826,
22 Haziran 1996, s. 2.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "istanbul: Ya 0.00 Kotunda Olanlar", Yapı, S. 147, Şubat
1994, s. 47-50.

bölüm 5 / deprem
> Hülya Yürekli, Sara Selin Saylağ, "17 Ağustos ve 12 Kasım Depremleri Sonrası Geçici ve
Kalıcı Konutlar, Yoğunluk Problemi", Mimar-ist, Yıl 2, S. 9, Yaz 2003, s. 69-74.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, " 'Deprem Ülkesi' için Konut Önerileri", Yapı, S. 223,
Haziran 2000, s. 28-30.
> Hülya Yürekli, Ferhan Yürekli, "Depreme Akılcı Yanıt", Domus-m, 4 Nisan 2000, s. 38-39.

323

You might also like