You are on page 1of 236

Haldun Taner Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu

Ayışığında "Çalışkur"

8. basım
T.C. Milli Eğitim
Bakanlığının
100 tem el eser
listesi kapsamında

BÜTÜN HİKÂYELERİ- 2
ISBN 9 7 5 - 4 9 4 - 3 4 8 - 6
2 0 0 5 .0 6 .Y .0105.2506

Birinci Basım 1970


İkinci Basım 1983
Üçüncü Basım 1987
Dördüncü Basım 1992
Beşinci Basım 1996
Altıncı Basım 1999
Yedinci Basım 2001

Sekizinci Basım
Haziran 2005

BİLGİ YAYINEVİ
Meşrutiyet Caddesi, No: 46/A, Yenişehir 06420 / Ankara
Tlf : (0-312) 434 49 9 8 -4 3 4 49 9 9 -4 3 1 81 22
F a k s: (0-312)431 77 58

İstanbul Temsilciliği
İstiklâl Cad., Beyoğlu İş Mrk. No: 365, A Blok,
Kat: 1/133 Beyoğlu 80070 / İstanbul
Tlf : (0-212) 244 16 51 -2 4 4 16 53
F a k s: (0-212) 244 16 49

BİLGİ KİTABEVİ
Sakarya Caddesi, No:8/A, Kızılay 06420 / Ankara
Tlf : (0-312) 434 41 06 - 434 41 07
F a k s: (0-312) 433 19 36

BİLGİ DAĞITIM
Narlıbahçe Sokak, No: 17/1, C ağaloğlu 34360 / İstanbul
Tlf : (0-212) 522 52 01 - 520 02 59
F aks: (0-212) 527 41 19

www.bilgiyayinevi.com.tr e info@bilgiyayinevi.com.tr
HALDUN TANER
Bütün H ikâyeleri - 2

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Ayışığında “Çalışkur”

BİLGİ YAYINEVİ
kapak fotoğrafı: ara güler

Bu kitabın yayın hakkı,


yazarın yasal m irasçısıyla
yapılan sözleşm e gereği
Bilgi Yayınevi’ne aittir. Kaynak
gösterilm eden kitaptan alıntı
yapılam az; fotokopi ya da
herhangi bir yöntemle çoğaltılam az.

baskı: cantekln m atbaacılık


yayıncılık ticaret Hd. şti.
(0-312) 384 34 35 - 384 34 36
İÇİNDEKİLER

H a ld u n T an er B ib liy o g r a fy a s ı .............................................................. 7

Ş işh a n e’y e Y ağm ur Y ağıyordu


Şişhane’ye Y ağm ur Y ağıyord u .......................................................... 19
K an tar Kâtibi Ali R ıza E fen d i........................................................... 39
K on çin alar.................................................................................................. 48
A b la m .......................................................................................................... 53
A tatü rk G alatasaray’d a ........................ 64
Fraulein H aubold’un K edisi............................................................... 73
Eczan en in A kşam M ü şte rile ri......................................................... 83
F a sa ry a......................................................................................................... 92
M em eli H ayvan lar................................................................................... 1 1 0

A y ışığ m d a “Ç a lış k u r ”
Ayışığında “Ç alışkur”............................................................................. 127
H ikâyenin Tepkileri................................................................................. 1 4 2
S o n u ç ............................................................................................................. 1 5 9
E p ilo g .............................................................................................................2 2 5
S onucun T ep k ileri...................................................................................2 3 0

5
HALDUN TANER
BİBLİYOGRAFYASI

"Bizim geleneklerim izden, bizim insa­


nımız ve konularım ızdan yola çıkıp,
bütün bunları, öz Türkçemiz ve bize
özgü bir görüş biçim i ile çağdaş dün­
yanın verileriyle aktarm ak ..."
Haldun Taner

YAŞAM ÖYKÜSÜ

Türk tiyatrosunu evrensel boyutlara ulaştırmış bir usta olan Hal­


dun Taner, 16 Mart 1915’te İstanbul Çemberlitaş’ta doğdu. 1935 yılın­
da G alatasaray Lisesinden mezun oldu ve yükseköğrenim görmek için
Almanya’ya gitti. 1935-1938 arasında H eidelberg Üniversitesi Siyasal Bi­
lim ler Fakültesinde eğitim gördü. Heidelberg’de ağır bir tüberküloza ya­
kalanan yazar, yurda dönmek zorunda kaldı ve 1938-1942 arasında ne­
kahet dönemi yaşadı. 1950’den sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa­
kültesinde, G azetecilik Enstitüsü’nde, LCC Tiyatro Okulu’nda (bu okulu
1968 yılında kendisi kurmuştur) binlerce öğrenci yetiştirdi.

Bibliyografya 7
Haldun Taner, Türkiye'de kabare tiyatrosunun temelini attı ve *H al­
dun T aner T iyatrosu’ ekolünü oluşturdu. 1967 yılında Zeki Alasya, Me­
tin Akpınar ve Ahmet Gülhan’la birlikte Türkiye’nin ilk kabare tiyatrosu
olan Devekuşu K abare Tîyatrosu’m ı kurdu. Günümüzün büyük tiyatro
ustalarına esin kaynağı oldu. Bütün oyunları yüzlerce kez sahnelendi.
1969’da Münir Özkul ile birlikte Bizim lîy atro’yu. kurdu. Sersem K oca­
nın K urn az K arısı oyunuyla perdelerini açan bu tiyatroda ve Ahmet
Gülhan ile TEF K abare ’yi kurduğu yıl olan 1979’da ÎGSA Tiyatro Kürsü­
sü nde dramaturji dersleri verdi. Başta K eşan lı A li D estam olmak üzere,
kimi oyunları yurtdışında da büyük ilgi gördü. Taner’in Türk tiyatrosu­
na verdiği emek, birçok değerli tiyatro sanatçısının yetişmesiyle değerini
buldu. Deneme ve öyküleriyle de Türk edebiyatında seçkin bir yere sahip
oldu, öyk ü ve oyun yazarlığı yanında, 1955’te Tercüman gazetesinde fık­
ra, makale ve gezi notları yazmaya başlayan Taner, sonraki yıllarda M il­
liyet gazetesinde yazmayı sürdürdü ve ölümüne kadar bu yazıları okur­
lara sunuldu, bazıları kitaplaştırıldı. Büyük ustamn, edebiyatla, tiyatroy­
la, kültürel faaliyetlerle dolu yaşamı 7 Mayıs 1986 günü İstanbul’da son
buldu.

SANATINA BAKIŞ VE ESERLERİ

Okumayı çok küçük yaşlarda teyzesinden öğrenen Taner, ilk okudu­


ğu kitaplardan birinin Guy de M aupassant’ın Değirmenimden M ektup­
lar olduğunu söylemiştir. Yazmaya, hastalanıp yurda döndükten sonra
iyileşmeye çalıştığı yıllarda başladı. İlk ürünleri, 1940'larda Ankara Rad-
yosu 'na yazdığı skeçlerdir.
Haldun Taner, yaşamı boyunca edebi türlerin sadece birinde eser
vermekle yetinmemiştir. Bir yandan hikâye yazarken, diğer yandan ya ti­
yatro eserleri ya da düz yazılar yazmıştır. Böylece yazar, vermek istediği
mesajı ve okuyucuyu eğitme çabasını çok yönlü olarak gerçekleştirmiş­
tir.

8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


A ld ığ ı ö d ü lle r

Hikâye yazarlığı, tiyatro, üniversitedeki görevi, araştırmaları, radyo


ve televizyon programları, gazetecilik, fahri görevlerle geçen verimli ya­
şamından geriye bu eserler dışında pek çok da ödül kalmıştır.

İlk hikâye ödülünü, henüz hiçbir hikâye kitabı yayımlanmadan al­


mıştır. Cumhuriyet gazetesinin 1948 yılında Yunus Nadi adına düzenle­
diği hikâye yarışmasında N ecm iye’nin H atırı adlı hikâyesiyle dördüncü
olur.
1953 yılında New York H erald Tribüne adına düzenlenen uluslarara­
sı hikâye yarışmasında, yarışmaya katılan yirmi ülkenin yazarları arasın­
dan Haldun Taner’in Ş işhane’y e Yağmur Yağıyûrdu adlı hikâyesi bi­
rinciliği alır.
Büyük hikâye yazarı Sait Faik’in 1954’te ölümünden sonra annesi
tarafından oluşturulan S ait F aik Arm ağanim n ilk ödülünü 1955’te Oni-
kiy e B ir Var adlı hikâyesi ile alır (bu ödülü Sabahattin K udret Aksal’m
Gazoz Ağacı adlı hikâyesi ile paylaşmıştır).
1956 yılında Varlık dergisinin düzenlediği soruşturmada “Yılın en
beğenilen hikâyecisi" seçilir. Haldun Taner o dönemde (1950-1955) Sait
Faik ve O rhan Kemal'le birlikte Türk hikây eciliğ in in ü ç a s ı olarak ka­
bul edilmektedir.
S ancho’nun S ab ah Yürüyüşü adlı hikâyesi, yazarın humorist mizah
anlayışı ve hümanist dünya görüşünün, mizah unsurlarım hikâyelerin­
de başarıyla uygulayışınm da bir kanıtı olarak 1969 yılında U luslararası
Bordighera M izah Festivali ödü lü ’nü alır.
Yazarın hikâye dalında aldığı son ödül Y alıda S abah adlı kitabı­
na 1983’te verilenSedaf Simavi Ödülü olmuştur. Seçici Kurul, “kendi­
ne özgü anlatım ı ile ince m izahın özelliğini başarıyla sürdüren” Haldun
Taner’i ödüle layık görmüştür.

Haldun Taner, hikâyeleriyle olduğu kadar oyunlarıyla da pek çok


ödül almıştır. 1955 yılında K a ça k adlı senaryosu, Türk Film Derneğinin
Senaryo Ödülü'nü. kazanır. Böylece sinemada da başarısını kanıtlamış
olur.

Bibliyografya 9
1957’de D ağlar D elisi F erh at adlı senaryosu ile Taner, Basın Ya­
yın Senaryo Armağanı’m kazanır. Aynı çalışmayla Lütfü Akad ve O rhan
Kemal de ödüllendirilir.
1968-69 sezonunda Bu Ş ehr-i S tan bu l k i adlı oyun yazara Musa-
hipzâde C elâl ödülü'nü kazandırır.
1972 yılında Sersem K ocattın K urn az K arısı adlı oyun iki ödül bir­
den kazanır. Taner, Türk D il Kurumu Tiyatro Ödülü ve Sarıatsevenler
Derneği'nin En İyi Yerli Oyun Ödülünü alır. 1984-85 yılında Sanat Kuru­
mu yazara Tiyatro Onur Ödülü’nn verir.
Haldun Taner’in gazete yazıları da ödüllendirilmiştir.
1982 yılında güncel yazı dalında Türk G azetecilik B aşarı ödü lü ’nn
alır.
1984’te ise Ç ok G üzelsin G itm e D ur adlı kitapta toplanan yazıları
ile fikra.dalında G azeteciler Cemiyeti Ö dülüne hak kazanır.
Haldun Taner özellikle 19701i yıllardan itibaren çevre sorunları ile
yakından ilgilenmiştir. Bu alandaki çalışma ve çabaları 15 Ekim 1981'de
Peyzaj M im arisi Derneği tarafından Üstün Hizmet Belgesi ile ödüllendi­
rilir.

Tüm bu ödüllerin yanı sıra Haldun Taner, hem yurtiçinde hem yurt-
dışında, edebiyat, tiyatro ve kültürel faaliyetlerindeki başarıları nedeniy­
le plaketlerle ödüllendirilmiş, antolojilere alınarak ölümsüzleştirilmiştir.
1976 yılının Mayıs ayında U luslararası Şahsiyetler R ehberinde Hal­
dun Taner’in adı yer alır.
1976-77’de yayımlanan International Authors & Writers Who is Who
adlı eserde Haldun Taner’e yer verilir ve sanatçı kişiliği anlatılır.
Tiyatro alanında dünya milletleri tarafından önemli bir kaynak olarak
kabul edilen The R eader’s Encyclopedia ofW orld D ram a adlı eserde Hal­
dun Taner’in Sersem K ocanın K urn az K arısı adlı oyununun çevirisi
yer alır.
Prag’da yayımlanan Dünya Tiyatro Yazarları Ansiklopedisi, Türk ti­
yatro yazarları içinde bir tek H aldun Taner’e yer verir. Viyana’da Schaus-
pielführer adlı eser için Haldun Taner’in beş piyesi çevrilir.

1 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


H ik â y e le ri:

Haldun Taner’in yayımlanan ilk hikâye kitabı Yaşasın D em okra­


sidir. A hm et H alit K itabevi tarafından 1949’da basılmıştır. İkinci basımı
M as M atbaacılık tarafından 1970’te yapılan kitap, 7 0 sonrasmda Bilgi
Yayınevi tarafından Tuş adlı hikâye kitabı ile birleştirilerek K ızıl S açlı
A m azon adıyla yayımlanmış ve 5 baskı yapmıştır.
Yazarın ikinci hikâye kitabı olan Tuş 1951’de Varlık Yayınlarından
çıkmıştır. 1956 yılında aynı adla sinemaya uyarlanan ve 1954’te 2.,
1963’te 3., 1970’te 4. baskısı yapılan Tuş -yukarıda belirtildiği gibi—
1970'ten sonra Yaşasın D em okrasiyle birleştirilerek Bilgi Yayınevi tara­
fından K ızıl S açlı A m azon adıyla yayımlanmıştır.
Ş işhan e’y e Yağmur Yağıyordu, Haldun Taner’in üçüncü hikâye ki­
tabıdır. İlk baskısı 1953’te, ikinci baskısı 1955’te Varlık Yayınları’nd&n
çıkmıştır. New YorkH erald Tribüne H ikâye Yarışması’nda. birincilik ödü­
lü alan kitap, 1970’te Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanır. 1983’te Ayı-
şığ ın d a Ç alışku r adlı hikâye kitabı ile birleştirilerek basılır ve 8 baskı
daha yapar.
A yışığında Ç alışku r, Taner’in, 1954 yılında Yenilik Yayınevi tara­
fından basılmış, tek bir uzun hikâyeden oluşan kitabıdır. 1971’de ikinci
basımı yapıldıktan sonra üçüncü basımı 1983’te Bilgi Yayınevi tarafın­
dan Ş işhan e’y e Yağm ur Yağıyordu hikâye kitabı ile birlikte yapılmış­
tır. Şu anda 8. baskısı okurlara sunulmaktadır.
Haldun Taner 1954’te beşinci hikâye kitabım da yayımlamıştır. 1955
Sait Faik Öykü Ödülü’nün sahibi olan O n ikiyeB ir Var adlı kitabın ikinci
basımı 1971 yılında Bilgi Yayınevi tarafından Ş an cho’nun S abah Yürü­
yüşü ve G ülerek ö lm e k adlı hikâyelerle birlikte yapılmıştır ve 6. baskı­
dadır.
Yazarın altıncı hikâye kitabı olan Sancho’nun S abah Yürüyüşünün
ilk baskısı 1969 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılmıştır. Bordighera
M izah Ödülü’nü alan kitabın sonraki baskıları, yukarıda da sözünü etti­
ğimiz gibi O n ikiyeB ir Var adlı kitapla birlikte yapılmıştır.
Haldun Taner’in son hikâye kitabı olan Y alıda S abah, 1983 yılında
Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Aynı yıl Sedat Simavi Ödülü’nü
kazanan kitap 5. baskısmdadır.

Bibliyografya 11
1967 yılında yayımlanan K on çin alar, yeni ve özgün bir kitap değil-
dir. Varlık Yayınevi tarafından Taner’in hikâyelerinden seçmeler yapıla­
rak hazırlanmıştır.

Yazarın tüm kitaplarında yer alan hikâyelerin kronolojik yazım sırası


şöyledir:
1945 - Yağlı Kapı, Heykel, K ooperatif
1946 - Töhmet, B eatris Mavyan, Geçmiş Zam an Olur ki, işgüzar
B ir Polis, Kaptanın Namusu
1947 - D airede Islahat, Necmiye’nin H atırı, B ir K avak ve insanlar,
Fakaat, Bir Çuval incir
1948 - Yaşasın D em okrasi, Sebati Bey’in İstanbul Seferi, H arikliya,
Sonsuza Kalm ak, B ir M otorda D ört Kişi
1949 - Sahib-i Seyfü Kalem , 45 M arka Seksapil, Neden Sonra, Tuş
1950 - Şişhane’y e Yağmur Yağıyordu, Ablam , Kızıl Saçlı Amazon,
M ade in USA, Eller
1951 - K antar K âtibi A li R ıza Efendi, Fraulein H aubold’un Kedisi,
İki Komşu, 8 ’d en 9’a K adar
1952 - A tatürk G alatasaray’d a, Eczanenin Akşam M üşterileri, Fa­
sarya
1953 - Onikiye Bir Var, İznikli Leylek, Bayanlar 00, Konçinalar, Me­
m eli H ayvanlar
1954 - Ayışığında Çalışkur, Ayak, Artırm a
1956 - Salt insana Yöneliş, Dürbün
1964 - Sancho’nun Sabah Yürüyüşü
1965 - R ahatlıkla
1968 - Piliç M akinesi
1971 - Yaprak Ne Canlı Yeşil, Gülerek ö lm ek
1979 - Yalıda Sabah
1980 - Şeytan Tüyü
1983 - Küçük H arfli M utluluklar, K arşılıklı
Tarihsiz - Ases, istediği Şarkıyı D inleyebilm ek, Allegro M a Non
Troppo

Haldun Taner’in hikâyeleri Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça,


Yunanca, Slavence, İsveççe, İbranice ve Yunancaya çevrilmiş; Avustur­

1 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ya, İsveç, İsrail, Macaristan, Pakistan, Norveç ve Yugoslavya’da yazarın
çeşitli hikâyeleri yayımlanmış; bireysel çeviriler halinde basıldığı gibi
önemli dergilerde ve uluslararası antolojilerde de yer almış ve beğeniyle
okunmuştur.

Radyo Skeçleri ve Tiyatro Oyunları:

Haldun Taner’in ilk radyo skeci B ir M ünzevi’âit. Bunun dışında altı


eseri daha vardır: D inleyici İstekleri, B eethoven , H asanoğlu H üseyin
B erlin ’d e, Y ılbaşı P rogram ı, B ir M iras T aksim i ve Tim sah. Bu skeçler,
İstanbul, Ankara ve Berlin radyolarında yayımlanmıştır.
Taner’in oyun yazarlığında üç evre görülmektedir. Bu üç evre bir
bakıma da iç içedir:

Birinci evre, 1949-1962 yılları arasındaki dönemi kapsamakta olup


“yanılsamacı anlatımla, iyi kurgulu oyunlar yazdığı” evredir.
Bu dönem oyunları: Günün A dam ı, D ışarıd akiler, Ve D eğirm en
D önerdi, F azilet E czanesi, Lütfen D okunm ayın, H uzur Ç ıkm azı.

İkinci evre, 1964’te yazdığı K eşan lı A li D estan ı ile başlar. Bu dö­


nemdeki oyunlarında geleneksel tiyatromuzdan yararlanmıştır. Ona
göre geleneksel tiyatromuzun göstermeci anlatıcı anti-illüzyonist öğele­
ri boldur ve epik üslup için uygundur. Bu dönemdeki “epik-göstermeci”
tiyatrosu, temel çıkış noktası açısından Brecht'in “epik” tiyatro anlayışı
doğrultusundadır. Ancak Taner, kendi toplumu üzerindeki sorunların
ayrıntılarına daha somut bir yaklaşımla inen, öncelikle ulusal, toplum­
sal bir yazardır. B rech t ise sorunları toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla
irdeler.
Bu dönem oyunları: K eşan lı A li D estan ı, G özlerim i K ap arım Va­
zifem i Yaparun, Eşeğin G ölgesi, Z illi Z arife, Sersem K ocanın K urnaz
K arısı, A yışığında Ş am ata.

Ü çü ncü evre, 1962’de yazdığı B u Ş ehr-i S tan bu l k i ile başlar ve bu


evrede daha çok kabare türünde oyunları yer alır. Ancak bu evrenin ger­
çek anlamda, Devekuşu K abare lîyatrosu’nun kurulduğu 1967 yılında
başladığı kabul edilmektedir. O yıl, o tiyatroda ilkin Vatan K urtaran

Bibliyografya 1 3
Ş aban sahneye konulmuş, B u Ş eh r-i S tan bu l k i ise ancak 1968’de sah-
nelenebilmiştir.
Bu dönem oyunları: Bu Ş ehr-i S tan bu l ki, Vatan K urtaran Şaban ,
A stronot N iyazi, H a Bu D iyar, D ün... Bugün, M evzum uz A şk ü Sev­
d a, D ekorum uz D eniz D erya, D ev A ynası, Yar B an a B ir Eğlence, H a­
n eler, Ç ıktık A çık A lınla, Yalan D ünya, H ayırdır İn şallah , K ap ılar.

Haldun Taner’in tiyatro oyunları 9 kitap halinde Bilgi Yayınevi tara­


fından yayımlanmıştır:

K eşan lı A li D estanı (1. basım 1964)


Sersem K ocanın K urnaz K arısı (1. basım 1971)
G özlerim i K ap arım V azifem i Y aparım (1. basım 1979)
F azilet E czan esi (1. basım 1982)
Vatan K u rtaran Ş aban (1. basım 1989)
Günün A dam ı / D ışard akiler (1. basım 1990)
Ve D eğirm en D ön erd i/L ü tfen D okunm ayın (1. basım 1991)
Eşeğin G ölgesi (1. basım 1995)
A yışığm da Ş am ata (1. basım 1996)

Kabare Oyunları: Bu Ş ehr-i S tan bu l k i (1962); Dün... Bugün


(1972) ; M evzum uz A şk ü S evda (1973); D ekorum uz D eniz D erya
(1973) ; Yar B an a B ir Eğlence (1973); H ayırdır İn şallah (1979).
Kolektif Kabare Oyunları: A stronot N iyazi (Zeki Alasya ile birlik­
te, 1970); H a Bu D iyar (dört yazarla, 1971); D ev Aynası (dört yazarla,
1973); H an eler (Ferhan Şensoy ve Umur Bugay’la, 1974); Yalan Dün­
y a (üç yazarla, 1977); Ç ıktık A çık A lın la (beş yazarla, 1977); K ap ılar
(Umur Bugay ve Kandemir Konduk’la, 1980).

Düz Yazıları:

Öykü ve oyun yazarlığı yanında, 1955’te Tercüman gazetesinde fık­


ra, makale ve gezi notlan yazmaya başlayan Haldun Taner, sonraki yıl­
larda M illiyet gazetesinde yazmayı sürdürdü ve ölümüne kadar bu yazı­
ları okurlara sunuldu.

1 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Yazarın düz yazılan yine Bilgi Yayınevi tarafından 7 kitap halinde
yayımlanmıştır:

Ö nce İn san - D eveku şun a M ektu plar-1 (1. basım 1960; 1957-
1960 yılları arasında Tercüman gazetesinde yayımlanan yazılardan
oluşan kitap, ilkin D evekuşuna M ektuplar-1 adıyla 1960 yılında ya­
yımlandı.)
Yaz B oz T ahtası - D eveku şun a M ektu p lar-2 (1. basım 1977;
19 7 4 -1 9 77 yılları arasında M illiyet gazetesinde yayımlanan yazılardan
oluşan kitap, ilkin D evekuşuna M ektuplar-2 adıyla 1977 yılında ya­
yımlandı.)
ö lü r s e Ten ö lü r C an lar ö le s i D eğil (1. basım 1978)
H ak D ostum D iye B aşlay alım Söze (1978; 1974-1975 yılları arasın­
da M illiyet gazetesinde yayımlanmış yazılardan oluşmakta.)
D üşsem Y ollara Y ollara (1. basım 1979)
Ç ok G üzelsin G itm e D ur {1. basım 1983; 1976-1982 yılları arasında
M illiyet gazetesinde yayımlanmış yazılardan oluşmakta.)
B erlin M ektu pları (1. basım 1984; 1980-1983 yıllan arasında, Al­
manya izlenimlerini anlattığı yazılar.)
K oym a A kıl Oyma A kıl (1. basım 1985; 1971-1985 yılları arasında
yazılıp yayımlanan yazılardan oluşmakta.)

Ayrıca yazarın tamamlayamadığı, yarım kalmış üç eseri vardır. Bun­


lar, A n ıları, M ünir Ö zkul için b ir oyun ve O yunbozan Süiti adlı ro­
mandır.

HALDUN TANER HİKÂYE ÖDÜLÜ

H aldun Taner’in ölümünden sonra kendi adına bir hikâye yarışması


düzenlendi.
îlki 1987 yılında gerçekleştirilen H aldun Taner H ikâye Ö dülünü
üç yazar paylaştı. Tomris Uyar “Yaza Yolculuk” kitabından Son Sanrı
adlı hikâyesiyle, Nedim Gürsel “Sevgilim İstanbul” kitabından Saklam ­
baç adlı hikâyesiyle ve M urathan Mungan tek olarak gönderdiği H edda
G abier Adında Bir Kadın adlı hikâyesiyle ödüllendirildi.

Bibliyografya 1 5
Devam eden yıllarda ödülü kazanan yazarlar sırasıyla şöyledir:
1988 : Nazlı Eray - K aranfil Gece Kursu
1989 : K ürşat B aşar - D ışarda Kötülük Vardı
1990 : M ario Levi - Bir Şehre Gidem em ek
1991 : Adnan Ö zyalçıner - C am bazlar Savaşı Yitirdi
1992 : N urten Ay - Gizli K alm ış B ir İstanbul Masalı-, Didem Uslu
- Tutkulu B ir İstanbul Üçlemesi; Yavuzer Çetinkaya - Sa­
vaş ve Doğum
1993 : Erhan B ener - A labalık
1994 : Zeyyat Selimoğlu - Derin Dondurucu İçin öykü
1995 : Ayşe Kulin - Foto Sabah Resim leri
19% : N ecati Tosuner - Armağan
1997 : Erendiz A tasü - Taş Üstüne Gül Oyması
1998 : M ehm et Zam an Saçlıoğlu - Topaç
1999 : Seçici Kurul ödül vermedi
2000 : Ayşe K ilimci - Yıldızları Dinle
2001 : ö z e n Y u la
2002 : Yiğit O kur - O Zam an Kim Söyleyecek Şarkıları

Bu tarihten sonra ara verilen yarışma, 2005 yılında M illiyet gazetesi


tarafından, yeni bir düzenlemeyle ve H aldun Taner ö y k ü ö d ü lü adıyla
yeniden gerçekleştirilmeye başlandı.

16 M art 2005, edebiyatımızın ve tiyatromuzun büyük ustası Haldun


Taner’in 90. doğum günüydü. Yazar çeşitli etkinliklerle ve özlemle anıldı.
2006 ise Taner’in ölümünün 20. yılı.

16 M art 2005, edebiyatımızın ve tiyatromuzun büyük ustası Haldun


Taner’in 90. doğum günüydü. Yazar çeşitli etkinliklerle anıldı. Ölümü­
nün 20. yılı olan 2006’da yine edebiyat severler tarafından özlemle anıla­
cak. Bu vesileyle usta yazarın mirasını titizlikle koruyan ve yaşatan Sev­
gili Eşi D em et Taner’e değerli çalışmaları için, Türk Edebiyatı ve Bilgi
Yayınevi adına teşekkür ederiz.

1 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ŞİŞHANE’YE YAĞMUR YAĞIYORDU
ŞİŞHANE’YE YAĞMUR YAĞIYORDU

B i r A m erikalı fotoğrafçı, m akinesinin objektifini çıkarıp ye-


rine bir at gözü takm ak suretiyle, çeşitli resim ler çekm iş. Bu re ­
sim lerden anlıyoruz ki, eşya ve insanlar, at retinasına, gerçek­
te olduklarından yarım misli daha iri aksediyorlarm ış. G erçek te
olduklarından dedik, bize göründüklerinden dem ek daha d oğru
olur. Çünkü bizim de eşyayı gerçek büyüklükleri ile görüp g ö rm e­
diğim iz ayrı bir m eseledir.
A m erikalı fotoğrafçının bu buluşuna dayanan bir A lm an bilgi­
ni de çıkm ış, “İşte” diyor, “h er şeyi böyle olduğundan daha büyük
görü ş, hayvanda dolayısıyla bir aşağılık duygusu yaratm ış ve onu
daha ilk çağlard an itibaren insanın h izm etk ârı derekesine indir­
miştir.”
Fotoğrafçının d enem eyi nasd b ir a t gözü ile yaptığım bilm i­
y o ru z. A m a b ana öyle gelir ki, A lm anın hip otezi olsa olsa sü tçü ,
sucu, çö p çü beygirleri gibi p ro leter atlar için geçerli olsa gerektir.
A ğa H an ’ın o , lord sülaleleri gibi şecereleri tutulan, h as ahırlarda
bin b ir itina ile yetiştirilen aristok rat atları, im kân v ar m ı insanları
olduğundan büyük görsünler. Büyüklüğü g eçtik , ta m eb atta bile
görem ezler. O nlar yüksek sosyete ile iyice h aşır neşir oldukların­
dan, insanları dürbünün tersin d en sey red er gibi, küçük, kü çü cü k
g örm eye ço k tan alışmışlardır.

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 1 9


H er neyse, hikâyemizin kahram anı olan at, alelade bir çö p çü
beygiri olduğundan, h er şeyi yarım misli d aha iri gören cinsten­
di. Yirm iyi bitirm iş yirm i birine yeni basm ıştı -a tla r ın yirm i yaşı,
insanların, aşağı yukarı altm ış, altm ış beşi d e m e k tir- belediye te­
mizlik işleri kadrosuna M uhittin B ey’in valiliği zam anında girdi­
ğinden h atta emekliye ayrılm ası bile yaklaşm ıştı. Üstelik adı da
Kalender’di. Bu vasıfları ile h er şeyi yarım değil, iki misli büyük
görse kim senin bir şey dem eye hakkı olam azdı.
Vaka, saat ü ç sularında, K alender’in h er günkü vazife bölgesi
olan Şişhane’de geçiyor.
H am alın biri, sırtına k oca bir ayna vurm u ş götürüyordu. İşte
K alender kendi hayalini bu aynada gördü. Tabii, bu hayali gerçekte
olduğundan - y a h u t bizim g ö rd ü ğ ü m ü zd en - d ah a büyük olarak
gördü.

VeKİŞNEDİ.
B urada iki ihtim al akla gelebilir:
A ) Kalender, aynada gördüğü atın kendi hayali olduğunu anla­
mıştı. Ki bu takdirde kişneyişi, h er şeyi büyük, kendini de dolayı­
sıyla küçük görm eye alışmış bir m ahlukun, nihayet kendini gerçek
büyüklüğü ve öz değeri ile keşfetm iş olm asından ileri geliyordu.
A m a böyle b ir h ükm e varabilm ek için, K a le n d e rin kendi­
ni evvelce başka h içb ir y erd e g örm em iş olm ası şarttır. H albu­
ki Kalender, y irm i bir yıl gibi uzu n bir hayat sü resi b oy u n ca ve
hele İstanbul gibi büyük bir şeh rin içinde, kendini evvelce hiçbir
yerde g ö rm em iş olam azdı. A ynada olm asa bile, b ir çeşm e y ala­
ğında, bir su ken arın d a veya bir ça m u r birikintisinde m uhakkak
g örm ü ştü r. H a tta çö p çü çö p leri arabaya b oşaltırk en , o, ça m u r
sath ına v u ran aksinin hafif b ir rü zg ârla nasıl kırışıp ürperdiğini,
suya eğilm iş başının, gökyüzündeki m avi fonla ve u çu şan beyaz
bulutlarla n e tatlı bir ahenk teşkil ettiğini sü zgü n gözleri ile uzun
uzun seyred ip oyalanm ıştır. Fakat kendini b ir su birikintisinde
seyretm ek le aynada görm ek arasın d a hayli fark vardır. Su b iri­
kintileri, ister istem ez d ü zlem esine d u rd u klarından, insan, oraya

2 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


vuran aksini, tıpkı yüksekçe bir kürsüde nutuk çeken hatiplerin
gazetedeki resimleri gibi, daima aşağıdan yukarı bir perspektif
yönünden görür ki, bu çeşit aşağıdan çekilmiş resimlerin insanı
-v e dolayısıyla atları- daha bir heybetli gösterdiği de inkâr olu­
namaz. Halbuki ayna hep dikine durduğundan böyle dalkavukça
optik oyunlarına başvurmaz. O, insanı nadan nadan, olduğu gibi
gösterir.
Şu halde, kendini daima kendi lehine, romantik ve artistik bir
perspektiften görmeye alışmış bir atın, günün birinde aynanın buz
gibi realitesi ile karşılaşması elbette ki, kuvvetli bir şok yaratacak­
tı. Ve kişnemesi dahi bu hayal kırıklığının çok tabii bir tepkisi sa­
yılmak gerekirdi.
At olalım, insan olalım, ihtiyarlığı kolay kolay üstümüze kon­
duranlayız. “Ben hep oyum” dersin. “Temizlik işleri kadrosuna ilk
girdiğim zamanki kıvrak küheylanım” dersin. Günler geçer, yıllar
geçer Şişhane’nin çöpleri bitmez, o dumanlı gençlik çağı duman
misali erir biter. Günün birinde talih bir ayna tutar yüzüne, aklın
başından gider. “Ben bu muyum?” diye şaşarsın. “Bu külüstür, bu
kurada, bu soluğan beygir Kalender ha?..”
Evet Kalender aynadaki hayalini tanıdı ise böyle düşünmüş,
bundan kişnemiş olabilirdi.
B) Yahut da, evet yahut da -polis, yolcular, dükkâncılar filan
daha ziyade bu ikinci tezi müdafaa ediyorlar- hayvan, aynadaki
hayalini başka bir at, kendi gibi bir çöp arabası çeken ve onu eze­
cekmiş gibi üzerine yürüyen reel, yabancı ve düşman bir at sanmış
olabilir ki, bu takdirde kişneyişi gayet meşru bir kendini koruma
içgüdüsünün ifadesi olarak kabul edilmek gerekir.
Üstelik düşman atı, yukarda anlattığımız agrandisman mese­
lesi yüzünden, yarım misli daha büyük gördüğü de unutulmasın.
Ama hayır, doğuştan beri bütün atları hep bu iri ebatta görmeye
alışık olduğu düşünülürse, bunun pek de büyük bir rol oynama­
dığı anlaşılır.
Mamafih ister birinci ister ikinci ihtimal varit olsun, bunun o
kadar önemi yoktur. Hatta yukarda uzun uzadıya sözünü ettiği­

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 21


miz optik bozukluğun da önemi yoktur. Asd önemli olan bundan
sonrası.

Kalender K İ Ş N E D İ.
Korkudan, şaşkınlıktan, hayal kırıldığından, şuur altında saklı
kalmış herhangi karışık bir refule duygudan, şundan veya bundan,
her nedense neden, kişnedi. Acı acı, sinirli sinirli kişnedi. Ve her
ürken at gibi, gemi azıya alıp gerisin geri gitmeye başladı. Sokak
zaten yokuştu, yerler de yağmurdan kaygan... Araba o hızla gitti
gitti, kaldırıma çıkıp oradaki elektrikçi dükkânının vitrinini şangır
şungur yere indirdi.
Başka bir Amerikalı aklıevvel çıkıp da, atın kulak zarından
mikrofon yapmak suretiyle plak almayı akletmediği için, seslerin
beygir kulağına kaç misli kuvvetli aksettiğini henüz bilmiyoruz.
Fakat yine herhalde çok kuvvetli aksediyor olmalı ki, Kalender bu
şangırtıdan ve hele vitrinden yere düşüp patlayan yüz mumluk bir
ampulün gürültüsünden büsbütün ürktü. Ve arabayı dörtnala ileri
sürdü.
İşte asıl kaza da o anda oldu.

Sao Paulo’daki firmanın yıldırım telgrafını alınca Artin Mar-


gusyan’ın aklı başından uçmuştu. Firma verdiği teklif fiyatını
son dakikada bir yüzde yirmi daha kırıyordu. Artin Margusyan
şapkasız, paltosuz sokağa fırlamış, şoförünü filan aramaya lü­
zum görmeden direksiyonun başına geçmişti. Şimdi hem ara­
bayı sürüyor hem düşünüyordu. Daha doğrusu buna düşünmek
de denemezdi. Aklından son süratle birbirini tutmaz birtakım
düşünceler geçiyordu. “Asvas barkevede Aııtranige acebarelov
mezvnasi çımıtsine”1 diye söylendi. Antranik hem ortağı, hem
bacanağı oluyordu. Kendisi Katolik, ortağı Gregoryen olmakla
beraber çok iyi anlaşırlardı. Nitekim o gün eksiltmeye kendi ye­
rine onu yollamıştı.

1) Allah vere de Antranik acele edip bir halt kanştırmasa.

2 2 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


Tekrar altın crome saatine baktı. Daha henüz bir şey kaybol­
muş sayılmazdı. Eksiltmenin başlamasına on beş dakika vardı. Ha
gözünü seveyim Antranik, sık dişini efladım. (İşaret memuru da
tam durduracak zamanı bulmuştu. Saniyeler Artin Margusyan'a
yıl kadar uzun geliyordu. Memur geç işareti verince gaza bastı ve
virajı umduğundan güzel aldı.) Peki ama henttir nedir bu Loren-
zo? Son takkede vingt pour çent fiyat kırılır? Kimbilir ne orosto-
poğluluk var bu oyunda... (Ön cama ha bire yağmur serpiştiriyor­
du.) Artin Margusyan “İşte bir bu eksikti” diye homurdanarak, bir
düğmeye bastı. Fakat ön camda bir değişiklik olmadı. Çünkü bas­
tığı düğme arka fenerleri yakıyordu.
Ehliyetini almasına daha birkaç hafta kalmış bir amatörün
arabanın girdisini çıktısını meslekten bir şoför kadar bilmesi el­
bette beklenemezdi. Artin Margusyan ikinci bir düğmeye bastı.
Bu da aksi gibi yana sapış okunu kaldırıyordu. Fakat Artin Mar­
gusyan sebatkâr adamdı. Aslında piyasadaki mevkiini de geniş
ölçüde bu meziyetine borçlu bulunuyordu. Bundan ötürü, bir
üçüncü düğmeye bastı. Hele şükür, sonunda muradına ermiş­
ti. Deminden beri bana mısın demeyen o iki cam silici demir
şimdi bir metronom temposuyla sağa sola gitmeye, hamarat ha­
marat camı sıvazlamaya başladılar. Margusyan Tepebaşı virajını,
işte bu küçük başarısının sevinci ve güpegündüz yaktığı arka ça­
murluk fenerleri ile döndü.
“Peki ama pourcentage üzerinden bu işte sen içerdesin oğ­
lum... İlk prix üzerinden ne komisyon alacağdık? Trois fois quatre,
douze milles eder, sept fois douze, huit çent quarente. Si le prix
d'achat est abaissö de vingt pour çent, le bön^fice en diminuera
d'autant” -A rtin Margusyan heyecanlı olduğu zamanlar Türkçe,
Ermenice, Fransızca olarak üç lisan üzerinden düşünürdü. Gerçi
az buçuk İngilizce biliyordu ama, ne hikmetse, İngilizce telâkatı
yalnız puro içtiği zamanlar açılırdı.-
Gülümsedi. "Kendin kendine güvey giroorsun oğlum? San-
kim ilk prix üzerinden eksiltme senin üzerinde kalacağıdı? Hal­
buki şimdi karanti bizdedir. Kimbilir Antranik beni görünce ne

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 2 3


şaşacak. Sade o m u? Ali Tom ar, Kâm il’in adam ları... A nesti... Ke-
vork Kavafyan... Naili. ‘Baylar’ diye, b ir plaisanterie d e yapabili­
rim . Telgrafı bayrak gibi havada sallayarak, ‘Baylar’ derim , ‘vakti­
nizi boşuna zayetm eyin. Bu fiyata kayfe şimdiye k adar hiçbir yer­
de teklif edilm edi’...”
İşte ta m böyle düşünüyordu ki, iki dem irin h am arat h am arat
tem izlediği direksiyon cam ın ın o en tem iz ve buğusuz yerinde, ye­
şil üzerine beyazla yazılm ış k o cam an b ir 5 1 5 rakam ı, Foks Jur­
n a lin sonundaki objektifin büyüm esi gibi büyüdü, büyüdü, büyü­
dü... Sonra korkunç bir şangırtı ile h er şey bir an d a karanlığa gö-
m ülüverdi.

V atm an, “O k gibi yola fırladı hayvan” diyordu. “H em en el fre­


nine asılıp kazayı önledim . A rk ad an geleni b en n erd en göreyim .
Bre Allah’ın öküzü, ne girersin arab an ın dibine.”
Yolcular da aym fikirde idiler. Ç ö p çü beygiri, deli gibi rayın
üzerine fırlam ıştı. G erçi b ü tü n yolcu lar iskambil destesi misali
birbirlerinin ü zerine yığılmışlardı am a, yine de hep vatm an ı hak­
lı buluyorlardı. Toslayan arkadaki otom obilin şoförü idi. U sta şo­
för olsa zaten, tram vayın o k ad ar b u rn u n a sokulm az, sokulsa bile
tram vay fren yapın ca bunu sezer, gelip öküz gibi bindirm ezdi.
Polis tram vaya yol verm eli, kozunu acem i şoförle paylaşmak
idi.

Bütün arkadaki tram vaylar dizi olm uş, bekliyorlardı. A rkada


dizi olm uş bekleyen tram vayların o n yedincisi ta m Beyoğlu Kay­
m ak am lığının önüne rasdıyordu. Y ağm u r şim di hızını d aha da ar­
tırm ıştı. K asım paşa tarafından kopup gelen bir karga sürüsü, avaz
avaz, M aliye şubesinin üzerind en uçup kayboldu.
Süheyl Erbil, kargalardan, yağm u rd an , yağm urlu havada tra m ­
vaylara arız olan hıçkırıktan, buğulu cam lard an yuvarlanan d am ­
lalardan, hele tram vayın içine sinen ıslak palto kokusundan fena

2 4 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


halde sinirlenirdi. Bundan ötürü sahanlığa çıkmış, orada duruyor­
du. Piposunu yaktı, kibriti sokağa attı.
Kaymakamlık binasının önünde, bayrağını indirmiş altı taksi
bekliyordu. Tam o sırada merdivenin yukarısında bir nikâh ala­
yı belirdi. Damat orta yaşlı bir zat olup, kadife yakalı lacivert bir
palto giymişti. Gelinse çıtı pıtı bir taze idi, yüzünü ince bir tülle
örtmüştü. -Neden nikâha giden kızların çoğu ille tüllü şapka gi­
yerler?- Kızın elinde güzel bir buket vardı. İkide bir başını kaldı­
rıp gökyüzüne bakıyor, ihtimal yağmurun evliliğe uğur sayıldığını
aklından geçirdiği halde, cesaret edip de bunu kadife yakalı eşi­
ne bir türlü söyleyemiyordu. Şu, mendilini burnuna tutmuş se­
vinç yaşları döken hanım, herhalde gelinin anası olacaktı. Gelin­
le güvey en öndeki arabaya bindiler. Sepet sepet çiçekler de bu
arabaya konuldu. Hısım, akraba, öbür otomobillere dağıldılar. En
gerideki otomobil tam Süheyl Erbil’in durduğu sahanlığın önüne
rastlıyordu. Üç kadınla beyaz saçlı bir adam gelip buna bindiler.
Beyaz saçlı adam, az evvel çok hoş bir nükte yapmış olacak ki,
kadınlardan biri, “İlahi enişte bey, çok yaşa sen e mi?” diye hâlâ
gülüyordu. -Neden her nikâhta ille böyle hoşsohbet bir enişte
bey bulunur?-
Otomobiller uzaklaştıktan sonra Süheyl Erbil içini çekti. Be­
kârlığı, yalnızlığı böyle yağmurlu havalarda daha bir içinden his­
sederdi.
“Şimdi” diye düşündü, “bir küçük ev olmalı, sıcak... Bir de şu
deminki gibi çabuk kızaran soyundan, hanım hanımcık, şirin kanlı
bir yavrucak. Gerisi vallahi fasa fiso... Bütün perdeleri indirirdim
yağmuru görmemek için... Fazla değil üç oda şöyle, bir de mut­
fak... Tam bize göre bir kuş kafesi. Mutfakta kahve pişiren karımın
şarkı mırıldanan sesi. Ve içimde ve havada ve eşyada, alabildiğine
bir yaşama hevesi...”
Süheyl Erbil bir daha iç geçirdi. Sonra saatine baktı. Tramva­
yın hâlâ kalkacağı yoktu. Beş dakika daha beklerse vapuru kaçırdı­
ğının resmi idi. Tramvaydan indi. Yakasını kaldırdı. Ellerini cebine
sokup hızlı hızlı yürümeye başladı.

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 2 5


Süheyl Erbil 8 3 kilo çekm esine rağm en son d erece duygulu bir
gençti. Fakat fazla içliliği erkekliğe yakıştıram adığından kendini
her zam an yapm a bir sertliğin arkasına gizlerdi. O tu z iki yaşında
idi ve hâlâ evlenm em işti. G erçi birçok flörtleri olm uş am a karar
verip de içlerinden biriyle yuva kurm ak cesaretini g österem em iş­
ti. Şimdi saçlarının tepeden döküldüğüne bakarak üzülüyor, arada
bir “Tohum a kaçıyoruz artık ” diye hayıflandığı da oluyordu. A n ­
kara B arosu ’nda avukattı. Ayda o rtalam a olarak üç y ü z -d ö rt yüz
lira kazanıyordu.
İşte Süheyl Erbil böyle bir g en çti ve şimdi, devetüyü paltosu­
nun yakasını kaldırmıştı; Şişhane yokuşunu iniyordu.

■ A rtin M argusyan burn u nd a keskin bir eter kokusu duyunca


“M ad em bu kokuyu duyuyorum , dem ek ki sağım ” diye düşündü.
-T ab ii bunu E rm en ice olarak d ü şü n d ü .- Belki yaralanm ıştı am a
işte sağdı. Esas da bu idi zaten. G erisi h er zam an düzelebilirdi. Ya­
rası ağır bile olsa... Yarası ağ ır m ı idi acaba? K ıpırdam aya cesaret
edem iyordu. U su lca gözlerini a çtı. Etraf, dem in buğulu direksiyon
cam ın d an gördüğünden de dum anlı idi. Kulaklarında acayip bir
uğultu... Biri eğilmiş kolunu sarıyordu.
B ir kadın “Ayıldı ayıldı” diye bağırdı.
Bu ü ç hecelik kelime A rtin M argusyan’a h iç yabancı gelm i­
yordu. A -yıl-dı. A rtin M argu syan bunun m an asım m uhakkak bi­
lecekti. Bilmeliydi. A -yıl-dı. E lb et cam m , ayıldı, ayılm ak, bilmez
o lu r m u, biliyordu am a kafasını toplayıp bir türlü m an asım çı-
karam ıyordu. “A cab a hâlâ baygın m ıyım ?” diye düşündü. Bu se­
fer sisler içinden yüzüne başka b ir baş uzanıp bir şeyler söyledi.
M argusyan, söylenenlerin hiçbirini anlayam am ıştı. Kolunu saran
ad am söylenenleri tan e tan e M argusyan’a tekrarladı. Yine b ir şey
anlayam adı. Bu lakırdıların içinde de, ikide bir, ü ç heceli başka bir
kelime g eçiyodu. E h -li-yet, ha... eh -li-yet... M argusyan’a bu kelime
h iç yabancı gelm iyordu am a hay aksi şeytan...

2 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Kolunu saran adam yanındakilere;
“Bir de adrenalin yapacağım” dedi.
Artin Margusyan sıvalı kolunda iğnenin acısını duyunca “Ha­
yır baygın değilim” diye düşündü. “Baygın değilim ama büsbütün
ayık da değilim.”

Halk, otomobilin etrafına toplanmıştı. Her kafadan bir ses çı­


kıyordu. “Çamurluğa bak çamurluğa... Amma da toslamış be!”
“Verilmiş sadakası varmış herifin...”
“Arka fenerleri de yakmış aval.”
Vaka yerine koşup gelen bir komiserle iki polis, vatmanın, Ka-
lender’in çöpçüsünün ve şahitlerin bir bir ifadelerini alıyorlardı.
Vitrini kırılan elektrikçi, dükkânından fırlamış, sıcağı sıcağına
zarar ziyan faturasını komisere dayamıştı.
Vitrin kırıldığı sırada içerde abajur bakan beyaz trençkotlu kız
da şimdi dükkânın kapısında durmuş, elektrikçinin dükkâna dön­
mesini bekliyordu. İşte Süheyl Erbil’i bu sırada gördü. Süheyl Er-
bil, yağmurdan, yağmurlu havalarda kapalı yerlere sinen rutubetli
palto kokusundan ne kadar hoşlanmazsa adi zabıta vakalarından,
rasgele seyrüsefer kazalarmdan da o kadar hoşlanmazdı. Ne kala­
balık, ne polisler, ne yamru yumru olmuş otomobil, ne de yaralı
ve yarı baygm şoför onu yolundan alıkoyabildi. Kaldırımı tıkayan
insanların arasından sıyrılıp Bankalar’a doğru yürüdü. Gerçi beyaz
trençkotlu kız, önce Süheyl Erbil’in kendisini görmüş olmasını ter­
cih ederdi ama oğlan onu görmeden geçince elinde olmayarak;
“Süheyl Bey” diye seslenmek zorunda kaldı.
Sonra da, yaptığından utanmış gibi, alt dudağını hafifçe ısırıp
önüne baktı.
“Serap sen!”
Genç kız, hep öyle dudağını ısırıyor, yüzünü pembeleştiren
tatlı bir utançla gülümsüyordu.
“Serap sen!”

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 2 7


“Evet ben” diye genç kız başını kaldırıp onun gözlerinin içine
baktı.
Süheyl Erbil boğazında ılık bir gıcık hissetti. Aman Yarabbim,
daha da güzelleşmiş. Neden kalbi böylesine kopacakmış gibi vu­
ruyordu.
“Siz Ankara’da değil mi idiniz?”
“Bir dava işi için geldim de. Pazartesiye dönüyorum.”
“Şey” dedi Serap, “...iyi!”
Beyaz trençkotunun yakasından körpe bir dal gibi fışkıran
boynu ve soğuktan pırıl pırıl kızarmış yanakları ile beş yıl önceki
Serap'tı. Hiç değişmemiş, hatta daha da güzelleşmiş.
“Nasıl memnun musunuz Ankara’dan? Ankara’daki hayatınız­
dan?”
Bunu söylerken kukuletasını düzeltmek bahanesiyle ne yapıp
yapıp ellerini göstermişti. Parmaklarında yüzük yok. Demek ni­
şanlı filan değil.
Süheyl dudağını sola çarpıtan bir Amerikan gülümsemesiyle;
“Ankara, İstanbul, İzmir” diye mırıldandı. “Hatta New York,
Paris, Barselona... İnsan yalnız olunca... ve hele yağmur da yağın­
ca...”
Kız;
“Evvelce hiç böyle konuşmazdınız” diye gülümsedi. Böyle gü­
lümsediği zaman ağzının iki yanında iki şirin gamze belirirdi. Se­
rap bunu bildiğinden erkeklerle, yahut evlenecek çağda oğlu olan
kadınlarla konuşurken bir biçimine getirir sık sık gülümserdi. Bu
yüzden, hiç de öyle olmadığı halde, herkes onu alaycı sanıyordu.
Süheyl Erbil, “Sahi evvelce böyle konuşmazdım” diye düşündü.
“Serde toyluk vardı a canım. Sahi ne hışırdım o zaman... İlk genç­
lik, sersemlik, budalalık çağı. Herkesten başka olmak, kendimize
bir şahsiyet yaratmak için sağcı, solcu, ırkçı, turancı, anarşist, ide­
alist geçindiğimiz günler. İçimizin yağı eridiği halde yanımızdaki
kızı umursamadığımızı göstermek için kör olası bir gururla ken­
dimizi cendereye soktuğumuz çağlar. Sersemlik işte. Ne de yük­
seklerde idi gözümüz. Vekil olmayı talebe birliği idare kuruluna se­

2 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


çilmek kadar kolay görürdüm o zaman... Gel gör ki, ola ola bugün
Ankara Barosu’nda kırtipil bir avukat olup çıktım.”
“Şöyle saçağın altına gelin” diyordu kız. “Orada ıslanıyorsunuz.”
Sesinin tonunda erkeğini koruyan bir dişi şefkati vardı. Sade
sesinin tonunda değil, havasında, şahsiyetinde de... Hani şu film­
lerde sık sık gördüğümüz feragatli zevce veya hastabakıcı tipi...
Serap, en çok bu iyi kalbi ile, bu her hücresine sinmiş dişilik
şefkati ile övünürdü. Hem sonra iki gün evvel de Melek’te böyle
bir film görmüştü. Mevzuu; haşin tabiatli bir gangsteri sonunda
sevgisi ve şefkati ile yumuşatıp hem kendine, hem topluma kazan­
dıran bir kadın. Hayatta böyle bir kadın olmayı ne kadar isterdi.
Gerçi Süheyl, gangster değildi ama, haşin bir gençti. Durmadan
anlaşılmadığını söylerdi. Üniversitede kızlara hiç yüz vermez, er­
kek arkadaşları ile toplum üzerinde, sosyal nizam üzerinde sonu
gelmeyen tartışmalara girişirdi.
“Böyleyim işte” demişti bir keresinde. "Evet bu bencil, bu ken­
di çıkarlarından başkasını düşünmeyen insanları sevemiyorum.
Zorla mı, sevmiyorum işte.” Fakültenin Mercan’a açılan kapısı
önünde idiler. İkisi yalnız. Serap bir kaşını kaldırıp en manalı se­
siyle, “Hepsini mi?” diye sormuştu. “Hiç ayırma yapmadan mı?”
Süheyl bu suale cevap vermemişti, verememişti. Ama Serap onun
gözünde bir an yanıp sönen bir ışıltıdan ve yüzünü kaplayıveren
pembelikten her şeyi anlamıştı. Süheyl o gün, orada, saçma kibi-
rine kapılmayıp, tek bir kelime, Serap’m beklediği iki heceli tek
bir kelime söylemiş olsa idi, her şey değişebilirdi, her şey. Serap
bu perçemi alnına düşmüş haşin oğlanla Anadolu’nun, değil sade
Anadolu’nun, dünyanın en ücra köşesine bile gidebilirdi. Ama o
tek kelimeyi söylememişti Süheyl.
Delikanlı;
“Ne daldınız öyle?” dedi.
“Hiç” diye cevap verdi kız.
“Merak ettim, ne düşündünüz?”
“Ne mi düşündüm, ne düşündümse düşündüm. Benim düşün­
düklerim sizi alâkadar eder mi?”

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 2 9


“Hem de nasıl! Söyleyin rica ederim.”
“Hayır, söylemeyeceğim.”
“Hatırlar mısınız o zaman da hep kavga ile biterdi konuşma­
larımız?”
“Ne zaman?”
“İşte o zaman canım.”

Artin Margusyan artık iyice ayılmıştı. Ayıldıktan başka, adre­


nalinin tesiri ile, şimdi adeta cezbeye de gelmişti.
“Bırakın beni” diye yırtmıyordu. “Bırakın ortağıma bir telefon
edeyim. Ondan sonra nereye isterseniz giderim.”
Polis;
“Sen hele bir merkeze gel de, telefonu oradan edersin” dedi.
Artin, camı kırılmış kayışı kanlanmış altın crome saatini gös­
terip;
“Tabanını öpeyim bırak polis efendi” diye inliyordu. "Beş tak­
keden eksiltme başlar, haber edemezsem maf oldum.”
Polis bir düşündü. Kendine kalsa belki razı olacaktı, fakat ko­
miserle öbür polis, biraz ileride, ciddi ciddi ifade alıyorlardı. Etraf­
ta toplanmış bir sürü insan vardı. Kendi kendine, “Yufka yürekli­
liğin âlemi yok” diye söylendi. “Çorbacının menfaatini düşünmek
sana mı kaldı?”
Yolculardan biri Artin’den yana çıkıyordu:
“Bırak etsin be kardeşim. Belkim para kaybedecek, belkim if­
las edecek, adam öldürmedi ya bu.”
O sırada komiser o yana doğru geldiğinden polis kaşlarını çat­
tı, en azdan üniforması kadar resmi bir sesle;
“Vazifeme müdahale etmeyin!” diye bağırdı. Sonra Margus-
yan’a dönüp, "Haydi ahbap merkeze” dedi.
Fakat Artin Margusyan bu sefer de komiserin ellerine sarıldı.

3 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Süheyl’le Serap sanki Şişhane’de değillerdi. Sanki yağmur yağ­
mıyordu. Sanki üç adım ötelerinde kümelenmiş insanlar yoktu.
Margusyan’m polislerle becelleşmesini, durmadan çalınan kam­
pana seslerini ve konuşmalarını zaman zaman anlaşılmaz hale so­
kan sokak gürültülerini, sanki hiç duymuyorlardı.
Serap;
“Belki haklısınız” dedi. “Belki haklısınız ama kakınızdakilerin
hissiyatını da düşünmeniz lazımdı. Bilmem yanlış mı düşünüyo­
rum.”
Margusyan avaz avaz bağırıyordu:
“He, evet, ağnadık, çarptım, tazmin edeceğim, ehliyetim de
yok. Cezasına razıyım. Hapis koyun, ne yaparsanız yapın. Ama
kurbanın olayım, bırak şurdan bir telefon edeyim.”
“Hakikatsizliği kabul ediyorum” diye Süheyl Erbil cevap verdi.
“Ama siz söyleyin, nasıl mektup yazabilirdim? Hele o Askeri Tıb­
biye meselesini de duyduktan sonra!..”
Kız bir kahkaha attı:
"Nedim mi? Ay güleyim bari. Size kim söylemişse yalan söyle­
miş. Bir kere amcamın oğlu, kardeş sayılırız. Sonra...”
“Az aşağı al arabanı kardeşim, alalalal, az daha beri al. Tamam.
Bir zahmet arkadaşlar, birlikte abanıp şu otomobili yan sokağa ite­
lim.”
“Alâkanın bu türlüsünü anlamam, ayıp değil ya.”
“Demek inanmıyorsunuz.”
“Hayır inanmıyorum. Hem öyle olsa bile bu bir sebep teşkil
etmezdi ki.”
"Ben kanunu tatbikle mükellefim. Gerisi beni alâkadar et­
mez.”
“Ne klakson öttürüp durursun birader! Yol yoksa tepemden
mi geçeceksin?”
“İnsanı idama bilem götürseler son arzusu deyi yaparlar. İnsa­
niyeti karaborsaya sürmüşler!”
"Karaborsacı babandır. Bir de vazife halindeki memura haka­
ret ha?”

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 31


“1 8 2 , oğlu m 182. U yuyor m usun, g eç işareti veriyorlar.”
“Aklım ın köşesine bile gelm edi. B en sad ece şey...”
“Siz sad ece ney? A rkasını getirsenize lütfen. Yalan söylem eyi
hiç becerem iyorsu n uz Süheyl Bey.”
“C em al A ğabey! C em al Ağabey!..”
“H angi Aykut? İngiliz Filolojisi’ndeki m i?”
“Yol v e r dayı. Destur. Yol açın bakalım.”
“M uhallebici m i? N e diyorsun kuzum , duym uyorum .”
“Burası...”
“C em al Ağabey! C em al A ğab ey!”
“Bu rası ço k gürültülü...”
“H op, ne v ar Kâzım ? H a, yolla yolla.”
“...Burası... diyorum çok gürültülü... Bir muhallebiciye...”
“Ü ç takke var kom iser bey, evim barkım yıkıloor.”
“Bir muhallebiciye girip m ü nakaşam ıza o rad a devam edelim,
yahut sinem aya gitsek...”
"Sinem aya m ı?”
Serap'm zihninde bir şim şek çaktı. Evet, Süheyl’i o yola gelen
gangster film ine götürm eli idi. O zam an anlaşm a çok kolay olur­
du.
“B ilm em ki, nasıl olur?”
“Bal gibi olur işte.”
“A n n em m erak eder.”
“Ş u radan telefon eder, söylersiniz. Sinem a dönüşü sizi anneni­
ze b en kendim teslim edeceğim .”
Bu son cü m le Serap’ı son d erece üm itlendirm işti.
İkisi, u ça r gibi, kapısında k o ca bir telefon çan ı asılı dükkândan
içeri daldılar.

Yolcular artık yavaş yavaş dağılıyorlardı.


Yol açılm ış, biriken vasıtalar sel halinde akm aya başlam ıştı.
Kalender, arabası ile birlikte sürüldüğü yan sokakta, duvarın
dibine işiyordu.

3 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


B ir ara nasılsa, y u m u şar gibi olan kom iser, hâlâ kollarına yapı­
şıp du ran Artin'e;
“A m m a da şam ata ettin be ço rb acı” dedi. “Haydi et bakalım
nereye edecek sen de, bitsin. A m a kısa sürmeli.”
“Yarım takke bilem sürm ez.”
A rtin önd e, kom iserle iki polis arkada, kapısında k oca bir b e­
yaz ça n asılı aynı dükkâna girdiler. Fakat Serap kulaklığı kulağına
dayam ış, ağızlığa daha iyi yetişebilm ek için ayaklarının u cu n a b as­
m ış, annesiyle konuşuyordu.
A rtin , “M eg ays b ogas e r”2 diye diye söylendi. Kendine kalsa
o hızla, telefonu kızın elinden kapıp eksiltm e yerinin num arasını
çevirebilirdi. A m a Süheyl duvar gibi önüne dikilmiş duruyor, se­
lam sız sabahsız aralarına giren bu davetsiz m isafirlere kızgm boğa
gözleriyle bakıyordu.
A rtin dışarı fırladı. N iyeti ilk önü n e gelen telefonlu dükkâna
dalm aktı. Fakat dem in nasılsa yum uşam ış olan kom iser, A rtin ’le
dükkân dükkân dolaşm ayı onu ru n a yedirem em iş olacak ki;
"E , hadi yürü yahu. Şenlen m i u ğraşacağız” diye aksilendi.
Kapının önünde bir hayli becelleştiler. K om iser yeniden yu­
m uşayıp “peki” dediğinde, Serap hâlâ annesiyle konuşuyordu. A r­
tin’le polisler ister istem ez, iki y üz m e tre ilerdeki bir dükkâna gir­
diler. Fakat A rtin M argusyan, kulaklığın ö b ü r ucu n d a acı a cı çın ­
layıp d u ran telefon zilinden başka bir cevap alam adı. Saatine bak­
tı; Saat şim di, ü çü tam on ü ç geçiyordu.
“B itti” dem ek için ağzını açtı. A ğzından laf yerine istim boşal­
tır gibi bir ıslık çıktı.
Y arım saatin içinde ikinci defa olarak bayılmıştı.

Bu vakanın geçtiği Şişhane’de m evsim kasım dı am a, Sao P a-


ulo’da, aynı ayın aynı günü -m e rid y e n farkından ö tü r ü - ilkbahar
hüküm sürm ekte idi. Ü stelik Şişhane’de M erkez Bankası’nın ön ü n ­
deki büyük saat, 18.3 0 'u gösterdiği halde L o ren zo e t Filho fîrm ası-

2) 'H a y aksi şeytan.'

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 3 3


m n elektrikli duvar saati -y in e aynı sebepten ö t ü r ü - 1 3 .3 0 ’u gös­
teriyordu.
Fakat tu h af b ir tesadüf, o gün o rad a da hava İstanbul’daki gibi
lodostu. L od o s hava ise ihtiyar L oren zo ’ya fena halde dokunurdu.
N itekim o sabah, yataktan m üthiş bir om uz ağrısı ile kalkmıştı.
A ğrı, sağ kürek kem iği bölgesinden başlayıp yukarı d oğru çıkıyor,
oradan ikiye ayrılarak bir kol boynuna, bir kol da pazusunun arka­
sından sol dirseğine kadar uzuyordu.
Bardağa m ad en suyu koydu. Cebinden bir hap kutusu çıkarıp
iki kaşeyi b irarad a yuttu. A ğrıları için, d ok tor bu salisilatlı kaşeler­
le, Bekom plex salık verm işti. Bunlar gerçi ağrıyı biraz yatıştırıyor­
du am a insanı b on cu k b on cu k terletm esin e n e dem eli?
Yandaki o d ad an m itralyöz ateşini andıran daktilo tıkırtıları
geliyordu.
Sevira M aro n o L oren zo mendilini çıkarıp, alnındaki nohut
gibi terleri silerken yandaki cam lı bölm eye seslendi:
“H e, Ped ro, H a novadades de İstanbul?”3
O ğlu Ped ro, başım iki elinin içine alm ış, sabaha doğru d ön ­
düğü bardaki Arjantinli dansöz K onşita M o n tan egro ’nun esm er
baldırlarını düşünüyordu. Sanki bu daktilo gürültüleri içinden,
sesi pürtüklü bir trom b o n , tek başına hâlâ o rum bayı çalm aktaydı:
“K um pan k um pan kum pan k u m -p an çero... çe ro ...”
“Sana söylüyorum Pedro, uyuyor m usun?”
“Q ue m ande?..”4
“M argusyan’dan telg raf gelm edi m i hâlâ?”
“H ayır baba.”
“H erhalde eksiltmeyi alam am ış olacak.”
“Son dakikada yüzde yirm i fiyat d a kırdık halbuki. U yuyor
galiba bu herifler. Elimdeki m alı ne ceh en n em e göndereyim ben
şim di?”
Böyle söylem ekte haksız da değildi. Fazenda’dan gelen kam ­
yonlar h a bire aşağı depoya kahve getirip boşaltıyorlardı.

3) "İstanbul'dan ne haber?"
4) "Ne dediniz?"

3 4 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


İçerdeki daktilo d u rm uştu. B ir an sessizlik oldu. Bardağın
içindeki m ad en suyu kabarcıklarının pıtır pıtır söndüğü bile du­
yuluyordu. L orenzo kalan suyu bir yudum da içti. Şim di Kem dü­
şünüyor, h em de dalgın olduğu zam an lar yaptığı gibi boş bardağı
dibinden tutm u ş, parm akları arasında çeviriyor da çeviriyordu.
Ped ro, kalkıp babasının yanına geldi:
“H am b urg’tan ” dedi, “A lois M o rgen ro t n am m d a birinden bir
teklif alm ıştık, hatırlıyor m usunuz? Kredi ü zerine iş yapm ak iste­
diğinden razı olm am ıştınız. G arantileri sağlam dı halbuki. İsterse­
niz M ister M argusyan’ın partisini olduğu gibi o n a gönderelim.”
İhtiyar L orenzo, oğluna baktı:
“Bravo” dedi. “Bak, bu h iç fena fikir değil.”

K üçük Helga;
“N o ch eins Papa, bitte n o ch eins!”5 diye yalvarıyordu.
Alois M o rgen ro t, kızına üç ay evvelki Fran kfurter Zeitung ga­
zetesinden, d ö rt yelkenli kayık yapm ıştı. Kızın yalvarm ası üzerine,
yine eski bir gazetenin tic a re t sayfasını kopardı. Ü zerinde hükm ü
geçm iş liberasyon listesi bulunan bu soluk sayfadan çıksa çıksa iki
yelkenli d aha çıkabilirdi.
H elga, papatya sarısı saçlarım yüzüne dökm üş; deniz farzettiği
yırtık bir kilimin üstünde kayıklarını yüzdürüyordu.
Alois M orgen ro t, “İyi ki H elga öbü r kız ço cu k ları gibi taşb e-
beklere heves etm iy or” diye düşündü.
İçerd e teneke sesli b ir Volksem pfaenger, Sm etana'nın “Satıl­
m ış N işanlı” uvertürünü çalıyordu.
Alois M o rg en ro t yaptığı son kayığı kilimin üstüne bırakıp
penceren in önüne gitti.
D ün gece yağan kar, H am b urg’un sefaletini b ir hayli ö rtm ü ş
gibiydi. M o rgen ro t, yıkıntıların ortasın d a blok halinde yükselen
yeni ap artım an lara uzun uzun baktı. G özü ne vakit bu yeni yapı­
lara ilişse içini üm ide benzer, cesarete b en zer sıcak bir his ısıtır-

5) ‘ Bir tane daha yap babacığım, n'olursun bir tane daha."

Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu 3 5


di. O nu n hayatı da işte şu harab elere benziyordu. Fakat e r g eç bu
harabelerin üstünde de yeni yapılar yükselecek, yeni filizler yeşe­
recekti. Vakti saati gelince elbet bu çile de bitecekti, bitmeliydi.
Tevrat ne diyor: “H er şeyin zam an ı ve sem anın altında olan her
işin vakti var. D oğm an ın vakti ve ölm enin vakti, dikm enin vakti ve
dikilmiş olanı sökm enin vakti var. Ö ldürm enin vakti ve şifa ver­
m enin vakti, yıkm anın vakti ve bina etm en in vakti var. Ağlam anın
vakti... v e gülm enin vakti, raks etm en in vakti ve...”
H elga içerde;
“M u tti d ah a gelm eyecek m i?” diye sızlanıyordu.
M o rg en ro t, “N erd e ise gelir şim di” dedi.
Frau M o rg en ro t biraz evvel çarşıya, alışverişe çıkm ıştı. Al-
ois M o rg en ro t’un karısı özbeöz H am burgluydu am a Alois ken­
di, H am b urg’a yarım asır evvel g ö ç etm iş Ç ekoslovak Yahudisi bir
babanın sulbünden geliyordu. Alois bu günahının kefaretini hâlâ
ödeyem em işti. İlkin H itler zebellası, son ra İkinci C ih an H arbi m a ­
cerası. D iyar diyar, o rd an o raya kaçış. Parasızlıktan altın dişlerini
bile söküp satm ak zoru nd a kalış. H astalık, açlık, sefalet. H arp bi­
tip de H am b urg’a dön ü n ce karşılaştığı vaziyet... E vet, gerçi birçok
arkadaşları gibi top lam a kam plarında çürüyüp gitm em işti, sağdı,
sağlam dı am a gel g ö r ki, şu körolası işsizlik belini fena halde bü­
küyordu. Ç ok değil, şöyle, yirm i bin m ark , evet, y irm i bin marklık
bir serm ayesi olsa, kaderinin akışını pekâlâ değiştirebilirdi. A m a
işte serm ayesi yoktu. Bu olm ayınca da işi çaresiz kom isyonculu­
ğa dökm üştü. Şim di h er gün, bildiği bütün dillerdeki gazetelerin
tica re t ilanlarını b aştan son a tarıyor, so n ra iş çık aracağım um du­
ğu ecnebi firm alara, kira ile aldığı bir makineyle d ö rt başı m am ur
teklif m ektupları yazıyordu.
O sırad a kapı çalındı.
K üçük H elga, “A n n em geldi, an n em geldi” diye el çırpıyordu.
Halbuki Frau M o rg en ro t’u n an ah tarı vardı, kapıyı çalm azdı.
Kapıyı aça n Alois M o rg en ro t, p ostacı ile karşılaştı.
“G rüss G o tt H err M orgen rot.”
“G rüss G ott.”

3 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Size bir telgraf, Brezilya’dan.”
“N e diyorsunuz?”
M o rg en ro t’un yüzü ö n ce k ireç gibi b em beyaz olm uştu. S on ra
birden kızardı. Telgrafı okudu, bir daha, bir daha, bir daha okudu.
Sonra;
“Endlich!”7 diye bağırdı.
Bu sevinçle p ostacın ın avucuna bir yarım m ark bırakm ıştı. A l-
ois M o rgen ro t'tan ö m rü b oyu n ca tek fenik bahşiş alm am ış p o s­
tacı, adam ın aklını oyn atm ış olm asından korktu. Fakat o, şim di kı­
zım kucaklam ış, gözlerinden yaşlar boşanarak;
“Sana artık taşbebekler de alabilirim Helga" diye söyleniyordu.
“H em de en pahalılarından. Söyle yavrum , ister misin onlardan?
H ani yatırın ca gözlerini kapayan, karnına b asın ca uva diye ağla­
yan bebekler...”

Şişhane'nin üstüne, in ce ince, sessiz sessiz bir kasım yağm u ru


yağıyordu. H avada ru tubetle karışık soba isi kokusu vardı. Yerler
yine iki gün evvelki gibi kaygandı. A n cak n e v ar ki, bugün lodos
değil de gündoğusu esiyordu.
K alender bugün daha sabahtan bir yorgundu. A ğzına kadar
dolu çöp arabasını ağır ağır, tem kinli tem kinli Şişhane’d en indi­
riyordu. İşte o sırada kendini bir aynada gördü. A m a bugün ken­
dini h am al sırtında giden bir endam aynasında değil de, belediye­
nin Şişhane’ye yeni koydurduğu o rta malı bir seyrüsefer aynasın­
da gördü. A n cak n e v a r ki, bu aynadaki hayalini de yine gerçekte
olduğundan -y a h u t bizim g ö rd ü ğ ü m ü zd en - yarım misli daha iri
olarak gördü.
Fakat b u n a rağ m en K İ Ş N E M E D İ .
Evet. K İŞN EM ED İ.
B u rad a yine iki ihtim al akla gelebilir:
A ) Kalender, “Ö m rü m d e b ir defa aynaya bakacak oldum , dün­
ya birbirine girdi. G eçtim olsun, bakm ayıveririm . Z aten pek bakl-

Tİ “Hele şükür.”

Şişhane'yeYağm urYağıyordu 3 7
lacak bir su ratım da kalm am ış ya” diye düşünm üş olabilir. Ki böyle
düşünebildiği takdirde, atların d a insanlar ve bazı gelişmiş m ay­
m unlar gibi, tecrü b ed en ders alm a kabiliyetine ve geçm işle gele­
cek arasın d a b ir m antık köprüsü kurabilm e m elekesine sahip ol­
duklarına inanm ak gerekiyor.
B) Y ah u t da, evet, yahut d a - b u ikinci ihtim al akla çok daha ya­
k ın d ır- o gün sad ece yorgundu, bir canı sıkkındı, n e bileyim ben,
gece belediye ahırında öbü r beygirlerle çıkan bir yer çekişm esin­
den ö tü rü uykusuzdu, keyfi yok tu d a on d an kişnem eye, ürkm eye,
iki gün evvelki gibi etrafı gürültüye verm eye, üşendi. Kısacası, kiş-
nem eyişinin psikolojik olduğu k adar birtakım akla yakın, fizyolo­
jik sebepleri d e vardı.
H er neyse, ister birinci, ister ikinci ihtim al v arit olsun, önem li
olan o rası değil, asıl on d an sonrası:
K alender K İŞN EM ED İ.
Aynadaki hayaline ters ters bakıp başını ö b ü r yana çevirdi.
Son ra, olgun yaşına yaraşan bir ağırbaşlılıkla, tem kinli temkinli,
efendi efendi yoluna d evam etti.

3 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


KANTAR KÂTİBİ ALİ RIZA EFENDİ

V a k i t ikindi... Em ekli kan tar kâtibi Ali Rıza Efendi, tellal K a­


sım , bizzat kahveci, işten dağılm ış postacılar, tahsil m em urları,
daha birkaç kişi istasyonun gölgeli büvetinde oturm uşlar, m asa­
dan m asaya yârenlik ediyorlar. M evzu: B ir gün ö n ce ağ açtan dü­
şüp kolunu kıran istasyon m em uru.
“Ş eytan m ı d ü rttü b e adam , ne ararsın çam ın tepesinde?"
“Ç ocukluk işte. O lacağı varm ış. A kacak kan dam ard a d ur­
maz.”
“K om şu kızını seyretm eye çıkmış.”
“A l o n paralık da bundan! N ecati öyle ço cu k olsa bari... Ç a m -
fıstığı silkeliyormuş.”
K an tar kâtibi sordu:
“H astan ede ne dem işler, hastan ed e?”
“Sol kolun çatal kem iği kırılm ış. D ün g ece asistanlar iyi kötü
bir alçı yapm ışlar güya. A m a kendi, rö n tg en yapılırkene yerleşti-
rem ed iler b ir türlü, diyor. Kemik çıt diye atıyorm uş. Bugün de h o ­
caları görecekm iş.”
Başefendi;
“Sakat kalm asa bari oğlan” dedi. “Ç olak kolla m anipülde ne
halt e d er?”
K an tar kâtibi;
“Kırıksa aldırm a” dedi. “B en de m ü h im sandıydım.”
Sesinde hayal kırıklığına ben zer bir şeyler vardı.

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi 3 9


K ahveci lahavle çekip başını iki yana salladı. Tellal K asım bir
yandan tespih çekiyor, bir yandan da, “N e ad am bu” gibilerden
ters ters k an tarcıya bakıyordu.
Başefendi b an a dönüp;
“N azar haktır, beyim” dedi. “Biz bunu böyle bellemişiz. Tür­
küydü, gâvuruydu, yüzlerce kız çıkıyor istasyona... Eh, yakışıklı da
delikanlı. Bir tanesi kem gözle baktıysa, tam am . Gül sen istediğin
kadar. D enenm iş bütün bunlar... B enden sana nasihat: Elbisen yeni
mi, o gün ayakkabın eski olsun. Ailen fanteziye bir roba mı giymiş,
sen o gün kalender m eşrep gezeceksin. Bir m aşallah nice kazayı
önler. A d am ın biri rüyasını anlatm ış da, ‘hayırdır inşallah’ diyen ol­
m am ış. T am d ö rt sene yol gitm iş fakir. Bilir misin sen o hikâyeyi?”
Tahsildar Cem il;
“Sen vaiz olm alıym ışsın” dedi.
P osta m üvezzilerinden gözlüklü olam , ta uzaktaki m asadan
lafa karıştı:
“N azar değm işse, kan tarcının n azarı değmiştir.” -O n u n tın­
m adığını görü n ce, elini b oru yapıp b a ğ ırd ı-: “E sn af bile denem iş
senin nazarını. Sabah siftah seni gören, kepenkleri kapıyormuş.”
K an tarcı buna rağm en yine duym am ıştı.
“İyi olm uş da düşm üş” dedi. N ecati’nin sade bir kırıkla kurtul­
m u ş olm asını ad eta affedem iyordu.
“Sen m e m u r adam sın. D evletin üniform asını taşıyorsun. Yakı­
şır mı sana ç a m tepelerinde gezm ek?”
Etrafına baktı. K im seden tasvip görm eyince sustu.
Birden, şeytan geçm iş gibi bir sükût oldu. Tellal Kasım’ın bi­
teviye çektiği tespihin dizi dizi noktaladığı bir sükût. Sonra ö n ü ­
m üzden iki kadın geçti.
Yaşlıca olanı, “K oncagül’e sadakor rengi tiso r gelm iş” diye bir
şeyler anlatıyordu. Kadınlar yeraltı m erdivenini inip karşı taraftan
çıktılar.
K an tar kâtibi;
“Bendeniz M uğla’da vazifedeyken” dedi. “Yörük kabileleri var­
dı ord a. B u n lar m ünhasıran çam fıstığı ile tegaddi ediyorlar. Ç am -
fıstığı, b ir d e üzüm . O rad a ça m d a n b ol ne v ar? İbadullah, layuad

4 0 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


ve layuhsa... H em buradakiler gibi b od u r d a olm az. 2 5 -3 0 m e t­
re irtifaında, bazen daha da m ürtefı... Kabilenin en gençleri o ra n ­
gutan m aym unu gibi tırm anırlar bunlara. O n lar silker, öbürkiler
toplar. O ağ aç bitti, değil m i?.. İnip öbü rü n e tırm anm ak yok. Ya?..
Elindeki kancalı ipi savu ru r şöyle yandaki ağ aca, ipe asılıp bırakır
kendini boşluğa...”
“T arzan gibi, desenize.”
“A m a, h er yıl bu yüzden yirm i, otu z kişi de zayiat verirler. Dal
çü rü k çıktı m ı, o tu z m etred en düşen iflah olm u yor gayri.”
K an tarcı tıraşa g eçin ce tahsildarlar sp ord an konuşm aya başla­
m ışlardı. Bir gün so n ra A lm anlara çıkacak milli takım kadrosunu
m ünakaşa ediyorlar.
K ır saçlı p ostacı, boyacıyı çağırtm ış, k eten ayakkabılarım b o ­
yatıyor.
K an tar kâtibi gözlüğünü takıp;
“O f, of...” diye söylendi. “Şükürler olsun bu günüm üze de.” Ve
ihtiyar b ir kaplum bağanınkini hatırlatan bum buruşuk boynunu
uzatıp, gazeteye daldı.
Polis görevlisi ile askerden yeni terhis edilm iş m arangoz, p e­
ro n d a bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı, ö n ü m ü z d e n g e çe r­
ken polis görevlisi;
“Süvariden şaşm a sen" dedi.
“ö y l e am a ad am m a düşersen... Ç ok aksiydi bizim yüzbaşı. Tı­
m a r ta m b ir saat sürüyor. Yarım saat hayvanın bir tarafı, yarım
saat ö b ü r yanı.”
U zaklaştılar. Ayakkabısını boyatan p ostacı;
“N e o, beybaba, Çinliler yola geliyor m u?” diye sordu.
K an tarcı d ördü n cü sayfayı açm ış, ölüm haberlerini okuyordu:
“H üseyin H üsnü B ey de gitm iş yahu” dedi.
D udak uçlarında an cak sezilebilen bir m em nunluk yanıp sö n ­
m üştü.
“T an ır m ıydınız?”
“Aynı m ahalledendik. A m a, sonradan A llah yürü ya kulum,
dedi. B aşına devlet kuşu kondu. Talât’ın baş şakşakçısı idi.”
Yakın tarih e ait tefrikaların ezeli okuyucusu Başefendi;

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi 41


“A ffetm işsin sen onu” dedi. “Talât Paşa gibi bir sad razam gör­
dü m ü bu m illet?”
Tellal da bu m evzuda yaya kalm ak istem iyordu:
“Asıl C avit B ey yam anm ış onların içinde” dedi. Sonra, ço k şey­
ler bilir de söylem ezm iş gibi sustu.
Tahsildar C em il bir an için milli takım ı bırakm ıştı:
“B oşu n a tan tu n a gitm iş ad am " diye söze karıştı.
Ö b ü r tahsildar;
“O n u n gibi m aliyeci A vrupa’d a bulunm azm ış” dedi. “P eder a n ­
latır bizim . C avit Bey bir ara P aris’te bulunuyorm uş; Fransız M a­
liye N azırın a, ‘Yahu’ diyor, ‘gazetelerd e filan okuyup duruyoruz.
N ed ir bu Fransız mâliyesinin hali? N eden b ir türlü denk b ü tçe
çıkaram azsınız?’ Vaziyeti anlatıyorlar. ‘H âli keyfiyet böyle böyle.
En kıym etli m aliyecilerim iz, işin içinden çık am ıyor’ filan... ‘Verin
bana bir kâğıt’ diyor. Kâğıdı o rtad an bölüp, sağa gelir, sola gider,
yazıyor. O n b eş dakika, fazla değil, ta m bir çeyrek , kâğıda birtakım
rak am lar yazıyor. ‘Buyurun’ diyor. ‘B u gösterd iğim ta rz d a bir b üt­
çe tan zim ed ersen iz, Fransa’yı kurtarırsınız.’ N azırlar, m üsteşarlar
kâğıda bakıyorlar. Biri bırakıyor elini, öbürü sarılıyor. Tebrik, te ­
şekkür, kıyam et... Hâsılı böyle adam m ış...”
Tellal K asım ;
“A m a, neylersin ki, m ekadirini bilm em işiz” diye fikir beyan
etti.
K an tarcı, konuşan tahsild ara yakın o tu rd u ğu n d an söy­
lenenlerin y üzd e ellisini işitebilm işti:
“L a f b u nların hepsi” dedi. “Tevatür, Fransa’yı ıslah edeceğine
Türkiye’yi edeydi ya...” Tahsildara döndü, “Sen bilirsin bir iki, b en
bilirim o n iki... Efendi, ben M uğla kazalarında, m ükellefin altın di­
şini ça tır ça tır söktüklerini gözü m le gördüm . Bu m u maliyecilik?
Bu m u idare-i hüküm et?”
Polis görevlisi ile yeni terh is olm uş m aran goz tek rar ö nü m ü z­
den geçtiler, hâlâ süvarilikten bahsediyorlardı:
“Şim di de A m erika’dan bin tan e cin s a t geliyor. H eyet gitti m u ­
bayaaya.”

4 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Eskileri ne yapacaklar?"
“T op çu ya verirler artık.”
Yine uzaklaştılar.
K an tar kâtibi;
“İn an olsun, kendileri uydurdu bu efsaneleri” dedi. “Yok Enver
için de, ikinci N apolyon dem işlerdi. E nver kim , N apolyon kim ?”
“B ak ıyoru m pek dolusunuz...” dedim .
“D olu yu m d u r zahir. B aksana, efendi oğlum . Yaş doksanı a ş­
m ış. G özü m d e fer, ağ zım d a diş kalm am ış. K unduram ın taban ı d e­
lik. Y ağm u r olsa sokağa çık am am . G eçen d e bir hastalandım . D ok­
torsu z ilaçsız, uyuz köpek gibi geberecek tim . E , ben böyle olacak
ad am m ıyım ? D evlet kapısında b u n ca yıl h izm et et, çalış, âhır ö m ­
rün d e bir tekaüdiyeden m ah ru m kal... Sebebi kim? Bu - k ö t ü bir
sıfat aradı, b u la m a d ı- İttih atçı güruhu işte... A m a, yok m uydu?
Bizim idarenin de tekaüt sandığı vardı. Gel g ör ki, bütün altınları
İttih atçılar kaçark en götürdüler. C an p azarı bu... G eride k an tarcı
Rıza p erişan o lacakm ış, kim in um uru.”
G özlüklü p ostacı;
“N iye Ali K em alci olduğunu anlatm ıyorsun, beye?” diye gül­
dü. “Efendim , İtilafçıları tu tm u ş da bu, o n d an m aaşını kesmişler.”
K an tarcı y a duym am ış, ya duym am azlıktan gelmişti. D evam
etti:
“A m a ne oldu so n ra? D ünya onlara da kalm adı. Kim e kalmış
bu dünya? H epsi gidecek hepsi. Kralı da, m ilyoneri de. Dünyayı
ben y a ra ttım sananlar... B u rn u Kafdağı'nda su içenler...”
- B o ş gazoz şişelerini sandığa istifleyen kahveci;
“B ir sen kalacaksın” diye m ırıldandı. “Sen hepsini ekip son
tu ra kaldın işte. Sevin de kim seye söyleme.”
G özlüklü p ostacı üşenm edi, bu sefer ta yerinden kalkıp geldi.
İhtiyarın kulağına bağırdı:
“İttih atçılar öldü am a, şerefiyle öldüler. Bak, aileleri hidem atı
vatan iyed en m aaş alıyorlar.”
K an tarcı fena kızm ıştı:
“G it, hadi git” dedi. “G ü n ah a sokm a beni m übarek ram azan
günü. N e şerefi? H angi şeref?”

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi 4 3


B ah çeye yeni giren istasyon m ü d ü rü , an cak so n sahneye y eti-
şebilmişti:
“B ana bak, kantarcı, k arışm am sonra” dedi. “Jurnal ed erim seni,
Türk büyüklerini tahkir suçundan... Ticani m isin sen de yoksa?”
K an tarcı o n a d a yetişti:
“M elam iyim ben. P ed er de N akşibendi idi. G it polise benden
selam söyle. Şim di d em ukrasi var. İstediğim i söylerim . B en reyim i
boşuna D em u kratlara verm edim .”
“A tm a k an tarcı, sen reyini M illet Partisi’ne verdin. İşte N am ık
d a şahit.”
“B en ha? Ben ? Tövbe, tövbe. O n p arm ağınızda o n k ara be. Siz-
len başa çıkılmaz.”
“Asıl şen len b aşa çıkılm az. D oksanında böyle, y a gençliğinde
neydin kim bilir? K orkulur bu adam dan.”
“Asıl senin gibi dürzü lerd en korkulur. R am azan günü alenen
m eyveli gazoz içm eye arlanm ıyorsun... G eçen sen e ‘farm ason u m
ben’ diyen kim di? Farm aso n su n işte, niye inkâr ediyorsun?”
İstasyon m ü d ü rü gülm ekten kırılıyordu.
G özlüklü p ostacı;
“H ay bunak hay” dedi. “Bunu da nered en çıkarırsın? Aklı erse
yüreğim yanm ayacak. F arm aso n diye neye derler, bilir m isin?”
“Senin gibi herzevekillere derler.”
O sırada M altep e tren i etrafı dum ana boğarak geldi. Sahanlık­
lara k adar salkım saçak insan doluydu. İnenler indi, binenler bin­
di. M an ifatu racı Y ervan t, apul apul karısı, Y von de C arlo ’ya ben ze­
yen kızları, ellerinde m ayolar önü m ü zd en geçtiler.
Kız sahiden Yvon de C arlo’ya benziyordu. K uzguni siyah saç­
ları hâlâ ıslaktı. D enizden çıktıktan so n ra en tarisin in altına bir şey
giym ediği belli oluyordu.
K an tarcı m ühim m ühim saatini çıkardı. Yün ö rtü yü aralayıp
kapak yaym a bastı. Kapak ç ıt diye açıldı. T ekrar kapadı, ö rtü y ü
ö rtü p cebine koydu. Saati tren le ta m ayar bulm uş olacaktı.
“Ya... ya...” diye m ırıldandı. “Felek dem işler bu n a... Kimisini
azdırır, kim isini üzdürür, kim isini ezdirir, kim isinin d e şair N esi­
m i gibi derisini yüzdürür.”

4 4 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


“N eler de bilirm işsin sen...”
D em in tren in g ürültüsü n den ürküp havalanan güvercinler
şim di b irer ikişer p ero n a konuyorlardı.
“H e r şey fani, beyim , h e r şey.”
“B ir senden başka...” (Yine duym adı.)
“Güzellik de u ça r gider, zenginlik de erir biter. Bâki kalan şu
kubbede, b ir h oş şad a imiş.”
Ayakkabısını b oyatan p ostacı;
“G azeteyi okudunsa, v e r de bulm acayı çözelim ” dedi.
“N e diyor?”
“G azeteyi okudunsa bulm acasını çözecekm iş.”
“G azete b en im değil, terzin in . Şimdi g ötü rü p vereceğim .”
Başefendi, “Al, bende G ece Postası v a r” diye p ostacıya uzattı.
İki tahsil m em u ru , ö ted e ellerinde kâğıt kalem , sağ iç mevkii
için uygun oyu n cu arıyorlardı:
“R ecep’i geç bir kalem , R ecep lagardır. A çıkta Erol’u işletemez.”
“Bal gibi işletir. Ş u tö r m u h acim lazım for hattın da... Eşapelik
pas aldı m ı, R ecep, top u ağlarda bil.”
“Peki, L efter’i soliçe alırsan, M uzaffer ne o lacak?”
“O nu d a solhafa alırım.”
İstasyon m ü d ü rü , gözlüklü postacıya;
“K ap tan dan bir h ab er v a r m ı, nasılm ış?” dedi.
“Siroz dem iş, galiba doktor.”
“N e dem iş, ne dem iş?”
D ok toru n teşhisi, k an tarcıya yüksek sesle tek rar edildi.
“Fen a desene... K u rtu lam az öyleyse.”
“B ir y erd e o k u m u ştu m . Yeni bir m e to t bulunm uş galiba” d e­
dim . “H astalığı b ir m ü d d et durduruyorlar.”
Yüzü m e fena fena baktı. Sirozun ille şifasız bir hastalık olm a­
sını istiyordu:
“Ç o cu k olm a, efendi oğlum ” dedi, " ö y le olsa, A tatü rk ’ü kur­
tarırlardı.”
K ahveci artık dayanam adı:
“Yahu, n e şo m ağızlı baykuşsun sen be! İlle herkesin başına bir
şey m i gelsin istersin? B en bunun gibi kötü kalpli insan görm ed im .

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi 4 5


Elinde olsa, herkesin ecelini getirecek. Bırak şu cen ab et huyu be.
Vakti gelen gider elbet.”
İhtiyar kantarcı;
“N e kızıyorsun can ım ” dedi. “Fena bir şey m i söyledik? Allah
versin iyi olsun. M irası b an a kalacak değil ya. İnsan sorm asın m ı
yani?”
Birden keyfi kaçm ıştı. B ü tü n ihtiyarlar gibi, m ahzun d u ru n ca
daha bir zavallı oluyordu.
Bulm acayı yapan p ostacı;
“Ü ç harfli bir kelime söylesenize bana” dedi. “M ürekkep ku­
ru tm aya yarar.”
“Kül.”
“O lm uyor. Sonu ‘h’ ile bitecek.”
“R ıh ”
“H ay aklınla yaşa m ü d ü r bey.”
A ltı yirm i tren i ıhlaya pıhlaya geliyordu.
Tahsildarlar kalktılar.
“İki çay, b ir gazoz, dünden de bir kahve vardı.”
“Tavla b o rcu yine ay başına m ı kalıyor?”
“ö y le olacak artık. Haydi eyvallah beyler.”
H allerine bakılırsa, yaptıkları takım dan ço k üm itli g örü n ü yor­
lardı.
T ren gittikten son ra, k an tar kâtibi;
“B en de kaçayım , efendi oğlum ” dedi. “İftar yaklaşıyor. D aha
çiçekleri de sulayacağım.”
Ö bürküleri ad am yerine bile koym uyordu.
“Güle güle, beyefendi.”
Yavaş yavaş kalktı. Başını biteviye sağa sola titreterek , küçü­
cü k adım larla, piti piti uzaklaştı.
O gidince istasyon m üdürü, kahveciye;
“N e istedin ad am d an ?” dedi. “Keyfini kaçırdın oru çlu oruçlu.”
“Bırak allasen m ü d ü r bey. B azen kanım a dokanıyor vallaha.
Sen on u n o ru çlu olduğuna inanıyor m usun? O ne hinoğluhindir
o, o ne kahpe dinli kızılbaştır o! M üslüm an olsa acım ak bilir. G ör­

4 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


m ed in m i, gazetede ölü m haberlerini okurken, nasıl parlıyor gözü.
C am i avlularında gezişi neden? C en aze görm ek için. Sanki ölenle­
rin ö m rü bununkine eklenecek. K ötü yürekli vesselam . Ö lse acı­
m am , em in ol.”
Tellal Kasım ;
“D oğru ” dedi, “gâvu r gibi adam.”
Gözlüklü p ostacı;
“E sn af bile denem iş” dedi. “Bir dükkâna girse, akşam a kadar
işler k esat gidiyorm uş.”
Kır saçlı p ostacı b ulm acayı çözm ü ştü . G azeteyi başefendiye
uzattı. Başefendi d ön m ü ş, yola bakıyordu. Kızlı erkekli bir grup,
bisikletlerle gelip karşı d on d u rm acın ın önü n d e m ola verdiler. K ız­
ların ikisi japone kollu, ü çü n cü sü resm en kom binezonlu idi. O ğ­
lanlar, alacalı bulacalı, kareli göm lekler giymişlerdi.
Kahveci;
"G eçen d e bir, ara yok oldu” diye devam etti. “Ö ldü sanıp adeta
sevindik. H erif yedi can lı yahu. D oksanında zatü rreed en kurtul­
du. H em de ne penisilin, ne bir şey. Eski top rak derler ya, bunun-
kisi top rak değil de çim en to m übarek. Büyükbabam la bir berab er
m ahalle m ektebine gitm işler. M erh u m u göm m ü ş, pederi g öm ­
m üş, göreceksiniz, beni de o götürecektir. H atta çocuklarım ı, to ­
ru n larım ı da... H epim iz öleceğiz, o yine yaşar. B ir d eccald en b ah ­
sed erler ya, kim bilir belki de budur. H ayat bitip, cüm le m ahlukat
yeryüzünden silinince kıyam et b orusunu bu üfürecektir.”
D on d u rm aların ı bitiren gençler güle oynaya kafile halinde
uzaklaştılar. P ostacın ın keten ayakkabılarını boyayan boyacı, ta ­
kım larını toplayıp gitti.
Y ukardan 7 ,9 3 ; aşağıdan 7 ,1 3 tren leri geldi. Yavaş yavaş kalkıl­
dı, dağılındı.
Eve dönerken eczacıy a bir uğrayayım dedim . K an tar kâtibi ka­
pıda d u rm u ş, sirozlu kaptanın kızını sorguya çekiyordu.

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi 4 7


KONÇİNALAR

isk a m b il destesinin en sevdiğim kâğıtlarından biri, üzerinde


T h e Jolly Jo ck er yazılı, o delişm en, o u çarı, o biraz cam b az, biraz
sihirbaz, b ir m ik tar d a d üzenbaz; a m a n eşe dolu, h ayat ve hareket
dolu, kanı sıcak delikanlıdır. N e yazık ki, Jock erlere K anasta’dan,
Kum kan’dan, R em i’den başka oyunlarda pek y e r verilm iyor. Ve­
rilse, h er girdikleri oyuna renk ve h arek et, canlılık ve şaklabanlık
katarlardı.
Jolly Jock erler bir yana, destenin en itibarlı kâğıtları, bilindiği
gibi Beyler yani A slar oluyor. Ayıp değil ya, b en A slard an oldum
bittim h oşlan m am . Belki kendim hiçbir zam an as olam adığım ,
as o lam ayacağım için. Kabul etm eli ki, onların d ördünde de bir
kral havası, b ir padişah cakası vardır. H ele bazı takım larda bunları
daha da b ir şatafatlı resm ederler.
K a ram aça beyinde m eşu m b ir şeyler sezilir. O n u n sarayında
herhalde birtakım karanlık dalavereler dönüyor, g e ce m ahzenle­
rinde, bir sü rü kelleler u çu yor olmalıdır.
İspati beyini b en bir Bizans p ren sin e ben zetirim .
B unlara kıyasla, K upa beyi d ah a b ir bizden gibidir. Kupa beyi
herhalde O sm an h hanedanına m en su p olmalı.
K aro beyine gelince, bakınız, o bir Selçuk sultanıdır. Çelebi,
zarif, nazik... Aksi gibi, Tekel dam gasını da hep onun üstüne v u ­
rurlar. B u n a rağ m en öylesine asil ve kibar b ir havası v ard ır ki, bu
dam ga bile o n u çirkinleştirm ez, inadına d ah a bir açar, d aha bir se­

4 8 Şişhane'yeYağm urYağıyordu
vim li yapar, ö y l e ki, dam gası olm ayan b ir K aro beyi görsek, bayağı
yadırgar, b ir eksiklik duyarız.
Resim li kâğıtlar içinde k am m en ço k K upa kızına kaynar. Kupa
kızı, etin e dolgun, d uru beyaz, hanım h an ım cık bir tazedir. Ü ni­
versiteyi filan bir kalem geçin, g ü ç hâl ile bitirdiği o rta d a n so n ra,
liseyi bile okuyam am ıştır. O lsa olsa, san at enstitüsü m ezunudur.
H erkesin okum aya m erakı olm az, buncağızın da başka m arifetleri
var: Dikişle nakışın h e r türlüsü, ö rgü işlerinin daniskası... Eteği b e­
linde, bü tü n evi o çeviriyor. Yeni yetişirken m ahalledeki oğlanlarla
m ektup alıp verdiği olm uş gerçi. Cahillik işte. H oş görm eli. A m a
evlenince eşi bulunm az bir hayat arkadaşı olacaktır. Buna em inim .
Bir kere k ocasın a ukala ukala karşılık v erm ez. S onra bu cins ka­
dınlar ço cu k ların a d a düşkün olurlar. D aha ne?
O nunla evlendiğiniz takdirde, kaynınız K upa oğlu olacaktır ki,
A llah için, uslu akıllı, yum uşak başlı, kendi halinde bir çocuktur.
Babaları Kupa papazına gelince, sizden iyi olm asın, pek baba­
can , pek ca n a yakın bir adam dır. H oş fıkralar anlatıp göbeğini hop­
lata h oplata güler. D aha co şarsa, küt küt karşısındakinin sırtına vu­
rur. Evde teklif tekellüf hak getire... Sen de sen , b en de ben. C an dan
insanlardır vesselam , ö y l e b ir aileye d am at girm ek isterim .
İspati kızına gelince, bakın ondan h er türlü sinsilik umulur.
Siz on u n öyle sakin ve m asu m göründüğüne bakm ayın, o n e h i­
noğluhindir o , o ne içinden pazarlıklı aşiftedir o. İskambilin ü s­
tü n d e görd ü ğü n ü z onun bayram lık resm i. O , bu m asu m bakire
pozunu, fotoğrafçıd a resim çektirirken bir, b ir d e pazarları kiliseye
giderken takınır. Şöyle kulağınızı verin de b ir dinleyin m ahalleyi.
M açan ın oğlu ile sinem a locaların d a, plaj kabinlerinde yapm adı­
ğı kalm am ış. Hal böyle iken, yine de bilm eyenlere karşı kendini
dirhem d irh em satar. İspatinin oğlu ablasının kirli çam aşırlarını
herk esten iyi bilir, bilir am a gel g ö r ki ablası d a o n u n k u m ar b o rç­
larını öder, evden şunu bunu götü rü p satışını gizler. Babaları da
zaten itin biri. Bu yaşa gelm iş hâlâ sefih, kum arb az, bir gün olsun
ayık gezdiği görü lm em iş. T en cere dibin k ara hikâyesi, kim in kim e
ne d em eye hakkı var.

Konçinalar 4 9
K aro lara gelince, o n lar kişizade, görm ü ş g eçirm iş b ir ailedir.
Bakm ayın şim di biraz düştüklerine. B ab alan h âriciyeden emekli.
Z an n ed ersem şehbenderm iş. Eski usul, m ukaffa ve m usan n a bir
İstanbul Türkçesi konuşur. K ızları, nörsler, m atm azellerle, el b e ­
bek gül bebek büyütüldü. B eş sen ed ir İngiliz Filolojisi’n e gidiyor,
bitirem edi. Bitirem ez de elbet. Allah’ın günü kantinde h a ha h a, hi
hi hi, ak şam ü stü de oğlanlarla altı buçuk m atinesi. Erkek kardeşini
sorarsan ız, al onu v u r o n a. K aron u n oğlu da, hop p ala p aşam , h op ­
pala beyim dadılar tayalarla şım artılm ış, kuş sütüyle beslenm iş,
beyaz, tüysüz, oğlandan ço k kıza yakın, tasv ir gibi b ir civan. En
iyi m ekteplere verdiler, okum adı. G ünahı boynuna, birtakım uy­
gunsuz, m eym en etsiz heriflerle geziyorm uş. A llah bilir, eroin de
çekiyordun G özlerinin h er d aim m ah m u r bakışını b en pek hayra
yoram ıy oru m . Öyle efendi baban ın ço cu ğ u böyle soysuz çıksm ,
yazık, ço k yazık...
M açalar bir E rm en i ailesidir. G edikpaşa’da oturuyorlar. P e­
der koyu bir Katolik papazı. B asb ariton, tum tu rak lı bir sesi vardır.
O ğlu M ahm utpaşa'da bir tuhafiye m ağazası işletiyor. İspati kızı ile
m aceraların a yukarda az b u çu k dokunduk. A blası M a ça kızı, e s­
m er, kara kaşlı, kara gözlü, bazı yerleri m uhakkak ki aşırı tüylü,
gerçi sıcak, gerçi güzel am a n em e lazım , duasında niyazında, dini
bütün bir tazedir. Belli ki, babasına çekm iş, istavrozunu bir gün
göğsünden eksik etm ez. K ardeşinin İspati kızıyla yaptıklarım duy­
sa, u tan cın d an yerin dibine geçer. Ö ylesine kaba sofi ki, m alum
günlerde erotik rü yalar görd ü ğü zam an bile, şuuraltısının kendine
oynadığı bu oyuna içerler, sabahleyin alelacele banyo yapıp tövbe
istiğfar eder. İyi bir d rah om ası var.
Şim di g en ç değil, şöyle kırkını, kırk beşini aşm ış, efendiden
ağırbaşlı b ir k ısm et bekliyor. Hayırlısı.8
Resim li kâğıtlardan so n ra, ilk ağızda, O nlularla D okuzlular
gelir. O nlularla Dokuzlular, resim siz kâğıtlar içinde önem li oyu n -

8) Bakmayın, Maça kızının adı edebiyata kötü geçmiş. Onun, kendisine yorulan uğursuz kadın,
çok bilmiş dül, yuva yıkan vam p dişi vasıfları ile ilişiği yoktur, iftira, tevatür, hele bizim
klasik Tekel takımlarındaki Maça kızının, İspati kızınınki gibi numaradan değil, gerçekten
m asum yüzüne bakınca, bana büsbütün hak vereceksiniz.

5 0 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


lara katılm a im tiyazına sahip, başlıca kâğıtlardır. Bundan ö tü rü de
hallerinde görgü sü zce bir çalım , bu d alaca bir kurum sezilir. Haydi
“O nlular, A sların halktan yetişm e v ezirlerid ir” diyelim; ya D ok u z­
lulara ne buyurulur? Bunlar, kendilerini sayıdan bile saym adıkları
halde yine de oyunlarına alan, oyunlarına alıp onlara ö b ü r resim ­
siz k âğıtlardan ü stü n b ir d eğer sağlayan a ristok rat kâğıtlara y aran ­
m ak tan, siftinm ekten hoşlanırlar. Bu halleriyle Dokuzluları, efen­
dilerinin önü n d e yerlere k adar eğilen am a saray parm aklıkları dı­
şındaki halka tep ed en bakan, m abeyinciler veya stile uşaklar m a -
kulesinden saym ak yanlış o lm az sanırım .
D okuzlular m ab eyin ci veya stile uşak olu rsa, Sekizlilerle Ye­
dililere de, el ulaklığı, bah çıvan yam aklığı gibi daha aşağılık işler
düşüyor.
B ü tü n bunlardan so n ra sıra nihayet k on çin alara gelir. K o n çi-
na diye, bilindiği gibi, A ltılıdan aşağı kâğıtlara deniyor. K on çin a-
lar, ism i üstünde işte, K onçinadırlar. G eçin Bezik gibi, Poker gibi
kibar oyunları, A şçı İskambili gibi en pespaye oyunlarda bile h iç­
bir işe y aram az, üzgün ve küskün, oyunu dışardan seyrederler.
D iyeceksiniz ki, Pinakl’d a K anasta’d a oyu n a alınıyorlar ya... Ben
o n a oyu n a alınm ak m ı d erim ! Zavallılar, çıtır kozlarm a t oynattığı
m eyd anlard a ha bire gelir gider, ayak altında dolaşıp trafiği tıkar,
itilip kakılır, m u ştalan ır dururlar. Hasılı ab u r cuburdurlar. Böyle
oyn am ak tan sa b en yeşil çu h an ın ü stü n e kapanıp yüzüstü uyukla­
m ayı te rcih ed erim . K on çin afar bu b akım dan iskam billerin p ary a-
sıdırlar. V ar oluşlarının sebebi sırf ö b ü r kâğıtlara basam ak olm ak,
onların ü stün mevkiini sağlam aktır. A lt b asam ak o lm asa ü st b asa­
m ak neye, kim e öğünecek?
K onçinaların bu içler acısı d u ru m u b ana oldum olasıya d o ­
kunm uştur. Kaldı ki, d este içinde hüküm sü ren bu derebeylik re ­
jim ini bugüne bugün İnsan H akları B eyan n am esi ile uzlaştırm aya
d a im kân yoktur. N itekim , u sta oyu n cu geçind iğim sıralarda o n ­
ları paryalıktan k u rtarıp eşitliğe k avuşturacak, böylece desteyi de
iyi k ötü çağım ızın d em okrasi gidişine u yduracak yeni oyu n lar a ra ­
dığım oldu. H atta, öyle b ir oyun bulayım ki diyordum , o rad a B ir­

Konçinalar 51
liler asıl değerlerine indirilsin, Beşliler Kızları, D örtlü ler O ğlanları
alabilsin, alay bu ya, icabında b ir kılkuyruk Ü çlü, d ö rt Papazı bir­
den sustaya durdurabilsin. Fakat olm uyor beyler. A slard a o küçük
dağları ben y arattım diyen h eyb et, Papazlarda o bü tü n güvenini
sakaldan, asadan, baltadan alan azam et varken, o güdük, o sü m ­
sük, o boynu bükük K on çin alar on lara bir türlü el kaldıram ıyorlar.
Sinmiş b ir kere içlerine, alışkanlık deyin, çekingenlik deyin, aşağı­
lık, d aha doğru su Konçinalık kom pleksi deyin, yapam ıyorlar işte,
ellerinden gelmiyor.
Bunu anladığım gün d en b eri yeni oyunlar aram ak tan , eskileri­
ni de o yn am ak tan vazgeçtim . H e r kâğıda eşit d eğer tanıyan biricik
oyun olduğu için şim di yalnız Pasyans açıyoru m .

5 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ABLAM

JtLski bir stilo m u d aha iyi yazar, yenisi m i? N eden kem anın
çok çalınm ışı daha m akbul oluyor? O tom ob ilden anlayanlara so ­
ru n , size m o to ru n ancak iki yüz-iki yüz elli k ilom etreden so n ra
açıldığını söyleyeceklerdir. İşte tıpkı bunun gibi kadınların da...
Yok, hayır; genç bir kadının p ortresin e bu şekilde başlam ak
pek yakışık alm ayacak. H em b en o tarih te böyle düşünm üş de o la­
m am . K adınlar üzerindeki stajı iki-üç k om şu kızını aşm ayan to y
bir delikanlıya otu z beş yaşının objektif görüşlerini m al etm eye
kalkm ak, olsa olsa İstanbul'un fethinde p araşü tçü kıtaların rolünü
araştırm ak kabilinden b ir an ak ron izm ö rn eği olur.
H ikâyeye n erd en g ireceğim i hâlâ k estirem iyoru m . G aliba
yine en iyisi h er şeyi b aşın d an alıp kronolojik sırayı takip etm ek
o lacak .
Efendim , biz o sab ah ü ç ark ad aş A u guste C o m te 'ta n b ah se­
diyorduk. Bu kadın yalınayak önü m ü zd en g eçti. Dikkat buyurul­
sun: V aka, üniversitenin avlusunda geçiyor. K ad m -erk ek , g e n ç-
ih tiyar y az kursları için gelm iş y ü zlerce taleb en in o rtasın d a b ir
g e n ç kadın iskarpinlerini, ço rap larm ı fırlatm ış, yalınayak, bale
kızları gibi, p arm ak ların ın u cu n a b asa b asa, g ü n eşten kızm ış t a ş ­
ların ü zerin d e su şıpırtısını an d ıran tatlı b ir ses çık ara çık ara,
d an s e d e r gibi ö n ü m ü zd en geçiyor. Tabii d erh al teşhisi koyduk:
"Y a deli, y a A m erikalı!”

Ablam 5 3
Fakat o, etrafına m etelik bile verm edi. O yuk tabanlarını ve kır­
m ızı topuklarını göstere göstere gitti, yem yeşil İngiliz çim i döşeli
tarhların ü zerine oturuverdi.
Bizim h enüz o tarih te ne H en ry ’den hab erim iz vardı, ne de
onunla tutuştukları acayip bahisten... Pansiyon k om şu m L oth ar;
“Kendine baktırm ak için güzel usul d oğru su ” dedi. G özünü
kadının kar beyazı bacaklarından alam ayan M o issen et ise;
“Vöila une fem m e, une vraie femelle”9 diye kötü kötü soludu.
B en kadının suratın a bakakalm ıştım . Tuhaf şey, çok tuhaf...
Ben bu delişm en gözleri, bu havaya kalkık çilli burnu, bu alaycı
ifade ile kapanan b u ram b u ram ihtiraslı dudakları n erde görm ü ş
olabilirim?
G e n ç kadın bacaklarını teklifsizce serin çim lerin üzerine u za­
tıp arkadaşlarına seslendi:
“H ello boys, co m e on.”
Ve A m erikalı oldukları h er hallerinden belli, iki kızla ü ç deli­
kanlı, avluyu geçip ortadaki çim lere çöm eliverdiler.
A rtık on d an so n ra A uguste C o m te’u kim takar! Sade bizim
değil, avluyu d old u ran bütün talebelerin de, em in im ki o gün için
bütün k on u şm a konusunu bu kadın teşkil etti.
O gün d en so n ra artık h e r hareketini takibe başladık. Neydi,
nenin nesiydi, hangi m illettendi, içinden çıkam ıyorduk. Bir gün
A m erikalılarla düşüp kalktığına bakarak onu A m erikalı sanıyor,
bir başka g ü n P aris aksam ile F ran sızca konuştuğunu görerek te ş­
hisim izde yanıldığım ızı anlıyorduk. Ç ok m u güzeldi? Pek evet di­
y em eyeceğim . A m a belki de ço k güzeldi. M uhakkak olan bir şey
varsa, herk ese benzem ediği idi.
B en o zam an a k adar insan vücu d un d an çık an radyoaktif şu­
alar teorisin i m artaval diye dinlem iştim . Fakat b ir kere onun baş
d ön d ü ren rüzgârıyla sarsıldıktan so n ra, bu teoriye inanm am ak
olam azdı. İn san onun yanından geçerken sıcak b ir rad yatörü n ya­
nından g eçm işe dönüyordu. N o rm al h araretin in 3 7 ’nin çok üs­
tünde olduğuna kalıbımı basarım .

9) 'İşte bir kadın, tam bir dişi.'

5 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Z am paralığı ile m eşh u r dostum uz M o issen et, “Bu kadınla ta ­
nışm ak için ö m rü m ü n b eş yılını v erm eye h azırım " diyor da başka
bir şey dem iyordu.
O n u n bu kadar arzuladığı bu tanışm a m eğ er bir gün bana, h em
de ö m rü m ü n tek saniyesini feda etm eksizin, nasip olacakm ış.
B ir cu m artesi günü M en za’da10 o tu rm u ş yem ek yiyordum . İçe ­
ri bu girdi. N asılsa yalnızdı. M arkasını verip büfeden peynirli bir
sandviç, bir de lim on ata aldı, geldi ta yanı başım daki m asaya o tu r­
du. N ed en kendim ize bakıldığını h issedince başka şeylerle m eşgul
görü n m ek isteriz? Sanki sırasıym ış gibi b en de ciddi ciddi o tu r­
m uş, ü st p en ceren in renkli cam ların d an giren güneş ışığının m a ­
saya vu ran mavi, yeşil, m or, kırm ızı akislerini seyrediyorum . Fakat
nafile... E r g eç göz göze geldik. Sanki bu ânı bekliyorm uş gibi gü­
lüm sedi:
“You’r a Türk, arn ’t y ou ?”11
L ok m am b oğazım d a kalm ıştı. Yutkundum . Yarım yam alak İn ­
gilizcem le;
“E vet" dedim , “n erd en bildiniz?”
“Ç ok ekm ek yiyişinizden.”
Laf. Yem eğe yeni başlam ış bir ad am ın ço k ekm ek yediği n a ­
sıl anlaşılır? Şim di d ü şü n ü yoru m da, bunu yakam daki G alatasaray
rozetin d en anlam ış olm asın ı d ah a akla yakın buluyorum .
“Peki am a” dem işim , “siz Türklerin ço k ekm ek yediğini n erd en
biliyorsunuz?”
İşte o zam an katıksız b ir İstanbul şivesi ile, “Ben de T ürküm de
ond an ” d em esin m i?
A ğ zım açık kalm ış, ça ta l elim den d ü şm ü ş, yeşil salatalar p an ­
tolon u m a dökülm üş... -B u n la rı son rad an , o günkü taklidim i yap­
tığı zam an ö ğ re n d im .-
“İn am n d oğ ru söylüyorum " diye güldü. S on ra kalktı, yanı­
m a geldi, önüm deki gazeteyi çekerek, “İşte bakın inan m azsan ız”
diye rasgele bir m an şeti okum aya başladı: “N u m an M en em en ci-

10) "Talebe lokantası."


11) "Sik Türksünûz, değil m i?"

Ablam 5 5
oğlu’nıın riyasetindeki Türk h eyeti dün akşam M o n trö ’ye hareket
etti.”12
"Bırakın şim di M en em en cioğlu ’nu” diye kestim . “Siz nasıl olu­
y o r da...”
“N e nasıl oluyor?”
“Şey... Ö yle ya... Affedin, ne söyleyeceğim i şaşırdım.”
H ayretim d en hoşlanm ış görünüyordu:
“T ürküm dedim am a” dedi. “M azi sigası kullanm ak daha d oğ­
ru olacak.”
“Şim di değil m isiniz?”
“Şimdilik Amerikalıyım .”
“Ya so n ra?”
“Kimbilir, so n ra da belki Çinli olurum .”
“Şakadan hoşlanıyorsunuz” dedim .
“Vallahi şaka değil” dedi. “Biz İstanbul’dan çıkalı ta m on iki yıl
oluyor.”
“Peki sebep?”
“A n lasan ıza a can ım , sürüldük işte.” - B u kelimeyi öyle sevimli
söylüyordu k i.-
“Yoksa” diye kekeledim, “yoksa siz Sultanlardan m ısınız?”
Sinirli ve zoraki bir gülüşle güldü. S on ra h er yeni A lm an ca ö ğ ­
ren en gibi, h enüz bellediği b ir tab ir kullanm anın heves ve acele­
siyle;
“G o tt sei dank, n ich t”13 dedi.
“O halde?”
“B ab am m ab eynd e idi. K endi isteğim izle çıktık.”
“N eyse, olan olm uş... Bu Türklükten istifa etm en ize sebep te ş­
kil e tm e z ... Siz isteseniz...”
“H ayır” diye kesti. “İstem iyoru m . Bu işe basit b ir tabiiyet ilm ü­
hab eri zaviyesinden bakm ak d o ğ ru olm az. Bunun ço k d ah a derin
sebepleri var. Bu daha ziyade b ir bünye, bir yaradılış m eselesi. Bil­
m e m anlatabiliyor m uyum ? B e n m uayyen b ir m illetin ferdi olm ak

12) Yıl 1936.


13) 'Şükürler olsun, değilim.'

5 6 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


ü zere yaratılm am ışım .” - B u cü m leye so n raları G ide’in bir eserin ­
de de rastlad ım ya, o da başka b a h is .- “Hayır, jeu n e h om m e, hayır
hayır, anlayam azsınız. D aha çok ço cu k su n u z çünkü...”
Ve biyografisini bir solukta anlatıverdiydi. Yok, pardon, hila­
fım var. Bunu, o gün değil, galiba ertesi g ece, h em de bir rıh tım
gazin osu n d a, sigarasının d u m an ım havaya savurarak, arad a bir
gözlerini nehire vurm u ş titrek ışıklara daldırarak, ağır ağır, o bi­
raz pürüzlü, biraz da kısık am a kendine ço k y araşan , sam im i, y ap ­
m acıksız ve ad am sen d eci sesiyle anlatm ıştı. Fındıklı'da b ir konak­
ta başlayıp o rad an N ice’e, C ezayir’e, P aris’e, o rad an da N ew York
tarikiyle M assech u sett’e k adar u zan an m a c e ra dolu bir hayat. Biri
Cezayirli, biri Fransız, biri A m erikalı ü ç k o ca... A d eta b ir Nilgün
rom an ı... Verdiği tarih lere bakılırsa, yaşı o tu z ü ç oluyordu. Yalan
söylediğini zan n etm em . Çünkü yaşından g e n ç gösteriyordu. H en -
ry dediği o kazık y utm u ş oğlan kaynıym ış m eğer. Ç ok m eşgul bir
businessm an olan kocası, sevgili karısını olim piyatlara kendi g e­
tirem ediğin d en bu işe kardeşini m em u r etm iş. O nlar da A lm an ­
ya'ya gelen h er Am erikalı gibi b ir kere H eidelberg’e u ğram ad an
edem em işler. Lisan kursunu filan pek alıp sattığı yokm uş. O eşsiz
açıksözlülüğü ile;
“M ak sat görm ek ” diyordu. “G örm ü ş olm ak ve bahsi g eçin ce
bu husu sta anlatacak birkaç sözü bulunabilmek.”
E rtesi gün şehri gezm ek için buluştuğum uzda H en ry de b e ra ­
berdi. H en ry bütün A m erikalılar gibi ço cu k su ve sentim ental bir
oğlan... Boyn u n d a b ir L eica, elinde bir H eidelberg rehberi, şehrin
bütün tarih i anıtlarını m etod ik b ir sıra dahilinde görm ek istiyor­
du. O sabah K önigstuhl, H eiliggeistkirche, Jesuitenkirche, falan fi­
lan ziyaret edildi. Ve bu çe şit turistik ziyaretlerd e âd et olduğu gibi,
yem ek d e Z u m R itter’de yenildi. B ir a ra nasıl oldu bilm em , m ab e­
yincinin kızı d am d an d ü şer gibi;
“Bilm ezsiniz ne k adar sevdi sizi içim ” dedi. “B an a birini, ço k
sevdiğim birini, erkek kardeşim i hatırlatıyorsunuz. Sizin yanınız­
da iken kendim i onunla b erab erm işim san ıyoru m . A d eta b ana
abla dem eyişinize şaşacağ ım geliyor. N ’o lu r b an a ‘abla’ desenize.”

Ablam 5 7
H oppala, m en çi gûyem , tan b u rem çi gûyet...
“T am yedi senedir g örm ed im onu ” diye içini çekti. “O bizden
daha vatan sever çıktıydı. A n k ara Lisesi’nde okuyor... A dı da sizin-
kine ben zer zaten. Zavallı H alûkçuğum .”
“Bırakın şim di Halûk B ey ’i” dedim . “İnanır m ısınız, ben de sizi
ilk görd ü ğü m günden b eri birisine b en zetiyoru m am a kim e ben ­
zettiğim i bir türlü çıkaram ıyorum .”
“Sahi m i?” diye doğruldu. “A llah aşkınıza söyleyin. Kim e b en ­
ziyoru m ?”
“D aha ilk gününden beri sizi çok tan d ır tan ıyorm u şu m hissine
kapıldım. Avluda yalınayak dolaştığınız günden beri.”
“Anladım ” dedi. “Türk olduğum içindir. İnsan kendi m illetin­
den birini böyle yüzlerce yaban cı içinde, bazen bakışından, yü rü ­
yüşünden, ne bileyim ben, ad eta havasından anlayıverir işte... Bir
nevi iniu ition ...”
"H ayır” dedim . “Sade bu değil. Sizi m uayyen bir kim seye b en ­
zetm ek istiyorum . Sanki evvelce ço k görm ü şü m , g örü şm ü şü z gibi
bir his...”
“Tu h af” dedi. “C idden tuhaf. Yoksa ilk dünyaya geldiğim izde
tanışm ış olm ayalım ? Sahi siz ikinci gelişe inan ır m ısınız?”
H enry, k onuşm am ızdan bir şey anlam adığı için yavan yavan
esniyor ve alenen burnunu karıştırıyordu.
N ihayet dayanam adı:
* “Hello boys, çıksak artık ” dedi. “M an h eim e, N atio n a l T h eat-
re’a gitm eyecek m i idik?”
A blam ı ertesi günü üniversitede yine o m ah u t A m erikalı g ru ­
bu ile buldum . Sırtında, kendi tabiriyle şık ve s a n b ir ja k et... Ya-
rabbim kim e benziyor bu kadın? Bir ara onların arasın d an koptu
geldi:
“B on jou r H alûk” dedi. “Bakın size Halûk d iyoru m artık. Siz de
bana...”
“Abla diyeceğim ... Peki olu r ablacığım ” dedim . "B iz iki h asret-
zedeyiz zaten. V atan ve kardeş hasretini birbirim izde gideriyoruz.
H angi d erse gireceksiniz?”

5 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“D erse filan g ireceğim yok” dedi. “H en ry tu ttu rm u ş N eck ar-
gem gü n d t’de b ir Y unan m eyhanesi m i v arm ış ne?”
O sırad a d ers zili çalm ıştı.
"V ar” dedim . “F akat g ü n kıtlığına kıran m ı girdi? Gelin benlen
beraber, sizi çok en teresan b ir d erse sokacağım .”
Ve ablam ı ad eta zo rla san at tarih i anfisine soktum . Karanlık
salond a y er alır alm az;
“Şu H en ry denen herifi başınızdan savam az m ısınız?” diye yal­
vard ım . Birden irkildi. K aranlıkta olm am ıza rağm en , gözlerini iri
iri açıp yüzü m e baktığım hissediyordum .
“Ç o cu k , ço cu k ” dedi. “Ç o cu k diyorum d a inanm ıyorsun.”
Ve bu n a rağ m en d ers b oy u n ca elini ço cu ğ u n elinden k açır­
m adı.
Elektrikler y an ın ca y ü zü n e baktım . B ir elektrik de sanki ben im
zihnim de yanm ıştı. Elim de olm adan;
“Buldum ” diye m ırıldanm ışım . Evet, tam am . Ta kendisi. Evde
tem iz m endillerim i k oyduğum eski bir şekerlem e kutusu vardı.
İşte bu kadın, tıpı tıpına o n u n kapağındaki resm e benziyordu.
“N eyi buldunuz, kuzum ? M erak ettim .”
“N eyi m i?” diye yutk u n du m . “Sizi... beni... yaşam akta olduğu­
m uzu ... hayatın güzel olduğunu... kuşların güzel öttüklerini... çi­
çeklerin...”
“Yalan” dedi. “Yalan olduğunu derhal anlad ım işte. N ed en m i?
G özlerinizden. Siz başka şey düşünüp başka şey söylem eyi h enüz
b ecerem iyorsu n u z. N eyi buldunuz? Ö lü m ü öpü n söylem ezseniz.”
Ç aresiz söyledim . G üldü. K ahkahalarla güldü. Başım geri atıp
gerdanını o lan ca beyazlığı ile göstererek sarsıla sarsıla güldü.
“Ay ço k h oş vallahi” diyordu. “Ç ok ço k h oş. N erd e bu şekerle­
m e kutusu kuzum ?”
“Pansiyonda. İçin d e tem iz m endillerim var.”
“D erhal g ö receğ im o n u ” dedi. “H em en şimdi.”
Sınıftan çıktık. H en ry ’ye görü n m em ek için arka kapıdan sı­
vışıp tram vaya atladık. Pansiyona geldik. Eve asla kadın ziyaretçi
sok m ayan Frau Keller bizi m erdivende çatık kaşla karşıladı. G ü ç

Ablam $ 9
hal ile d e rt anlattık. Kapı açık kalm ak şartıyla y a rım saatlik b ir m i­
safirliğe lütfen rıza gösterdi. Yukarı çıktık. K utuyu çıkardım . Bal-
rengi gözlerini açarak dikkatle baktı baktı. S o n ra aynanın karşısı­
na gidip kendine baktı. “H ayret” diyordu. “C id d en h ayret. Bu ka­
d ar olur yani.”
İkide bir, yüz kiloluk bir ikaz sem bolü gibi d ışarda dolaşıp du­
ran, gelip gelip kapıdan içerisini gözetleyen p an siyon cu karıya boş
vererek biraz daha oturduk. A ile resim lerini, İstanbul gazetelerini
karıştırdık, ayrılırken;
“D em ek böyle jeune h o m m e” diyordu. “D em ek bilm eyerek ta -
nışıyorm uşuz.”

A blam ertesi gün, ilk plan g ereğin ce Berlin’e h arek et etse de,
iş burada tadın d a bitse ya... Hayır... O lacağı v arm ış işte... Register
M ark14 m eselesi yüzünden bankanın havaleyi o n gün geciktirm esi
kaderde yazılı im iş...
Bu aksilik çık m asa idi o nu n la olan sam im iyetim iz -ilk p eşrev­
ler bir y a n a - abla-kardeş sınırlarım asla aşm ayan n orm al bir se­
yir takip etm iş olacaktı. Fakat dediğim gibi, işe şey tan ın karışm a­
sı m ukadderm iş. Şu da v ar ki, bunda tesadüflerin olduğu kadar,
H en ry ’nin de kusuru oldu. Bakınız neden: B en o gün e kadar bir­
takım d ü rü st düşüncelerle ablam ı b ir kere olsun otelinde ziyaret
etm iş değildim . O gece sin em a dönüşü şöyle b ir hatırını sorm ak
isteyişim tam am en rasgele oldu. Ben H enry'nin o ra d a olm adığı­
nı katiyen bilm iyordum . H atta onların birbirine geçilen odalarda
yattıklarından da h ab erim yoktu. N ihayet aym ailedendirler, orası
bizi ilgilendirm ez.
A blam beni tiril tiril bir k im on o ile karşıladı. B ü tü n elektrikle­
ri sön d ü rm ü ş, yalnız başucundaki abajuru açık b ırakm ıştı. Eşikte
duraladığım ı g örü n ce;
“G irin içeri” dedi. “H en ry nereye gitti biliyor m usunuz? Kırk
yıl düşünseniz aklınıza gelez: V öm itorium ’a ,15 ev et V om itorium ’a.
14) Almanya'da bloke edilen ecnebi sermayeye mukabil turistlere verilen ucuz mark.
15) Tarihi kusma mahalli.

6 0 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


O rad a kusm alıym ış bir kere. B en böyle zıpır ad am görm ed im ö m ­
rüm de.”
A blam da bir futbol m a çı için hevesle soyunm uş, hazırlanm ış,
fakat karşı ta ra f sahaya çıkm ayınca kurulu kalm ış bir sp o rcu hu­
zursuzluğu vardı.
“G elin yanım a” dedi.
Koltuğuna oturdu. B acak b acak üstüne atarken dizlerinin bir­
birine. sürtünüşünden çıkan tatlı hışırtı beni bir kat daha sersem ­
letti.
“Bilir m isiniz bazen kendim i ne k adar yalnız hissediyorum ”
dedi. “Böyle anlarda İstanbul geliyor gözü m ü n önüne. Fındıklıda­
ki konak, Ç am lıca’daki köşkün bahçesi. Ü vez ağaçları, taflanlar...
D alına salıncak k urduğum ihtiyar çınar. B ütün çocukluğum un
geçtiği yerler. H ele akşam ları bir poyraz çık ar K aradeniz’den, ke­
kik kokulu, serin...”
T am o sırada yukarı yukarı kıvrık kirpiklerinin ucunda inci gibi
bir yaş parlam az m ı? B en old u m bittim ağlam aya dayanam am .
“Ç ok talihsiz insanım ben” diye inliyordu. "Ç ok am a ço o k ,
çook.”
ö p s e m m i dersin? Ö p m ek lazım galiba... Kardeşlik, v atan d aş­
lık, insanlık, an, d u ru m , dekor, h er şey bunu icap ettiriyor. T am
b en böyle düşünürken ü zgü n gözlerini kaldırıp ıslak ıslak b ana
baktı. Ve işte o an d a, tövb eler olsun, abla-kardeş, kızılbaşlar gibi
sa rm a ş dolaş oluverdik.
B iraz so n ra b irbirim izden kopabildiğim iz zam an ikimiz d e tu ­
h a f tu h a f soluyorduk. Y u rt sevgisi, kardeş şefkati ile filan pek ilişi­
ği olm ayan bir soluyuş...
İşte, o an d a havsalam ın alm adığı bir şey oldu. A blam birden
arkasını dönüp;
“Gidin!” diye bağırdı. “Gidin, gidin. İstem iyoru m , derhal gidin
b u rad an . A nlıyor m u su n u z?”
İlkin, bunu, m ise e n scen e icabı bir n u m ara, b ir kapris sanacak
oldum . Fakat ablam şim di yüzükoyun y atağ a kapanm ış, hıçkıra
hıçkıra, yastıkları sinirli parm ak ları ile didikleye didikleye sahi­

Ablam 61
den ağlıyordu. Bütün rim ellerini silip g ötü ren b ir gözyaşı sağana­
ğı içinde;
“N eden yaptınız bunu çılgın ço cu k ?” diye inledi. “Gidin b u ra­
dan, h em en , derhal. G idin diyorum size.”
Ben sersem , ben budala, ben m ankafa işte an cak o zam an an ­
layabildim ki, onun indinde, hiç, am a hiçbir vakit, ben, ben ola­
m am ışım . B en onun gözünde sad ece ve sadece kardeşiyim . H a­
lûk’um , H alûk’u h atırlatan bir sem bolden, boş bir kalıptan fazla
bir şey değilim . İçim d e tu h af bir eziklik duyuyordum . Bir çöküntü,
bir boşluk... K oşup koşup da tren i kaçırm ış olanların u tan çla ka­
rışıp o acayip öfkesi.
Ö erhal kapıyı vurup çıkm akla, kalıp onu yatıştırm ak şıkları
arasında b ocalark en H enry çıkageldi. Kendini bilm eyecek kadar
içm işti. V om itorium ’d a boşaltam adıklarının gerisini küvette ta ­
m am ladı. S on ra elbise ile gitti, ablam ın yatağında sızdı. Bana da
kös kös pansiyonun yolunu tu tm ak düştü.
Biz T ü rk ler bu h u su slard a h iç de realist o lam ıy o ru z v esse­
lam . L ü zu m su z b ir o n u r d u ygu m u z var, elim izi k olu m u zu b ağ­
lıyor. H albuki ısrar edeb ilird im , ısra r e d e r m uvaffak d a olabilir­
dim . Fak at d ed im y a, serd e toylu k vard ı. F ırsatları k açırm ak ve
k açan fırsatların ark asın d an h ayıflan m ak o y aşların icap ların -
dandır.
A blam ı so n hafta içinde b ir kere olsun aram ad ım . Bu zam an
içinde yeni yeni ahbaplar edindiğini, h atta M o issen et ile dahi tan ı­
şıp sam im iyeti pek ileri götü rd üğü n ü b izzat bu hergelenin ağzın­
d an ö ğren d im . Sözün kısası, giderayak işi o d erece cıvıttı, kepaze­
liği o m e rteb e açığa döktü ki, yaptıklarından sanki sahici ablam ­
m ış gibi b en u tan m ay a başladım . İlk zam an lar bizi b erab er görüp
de m analı m an alı göz kırpm ış olanların şim di y üzü n e bakam az
olm u ştu m . H ele, Türk olm adıkları, kardeşini de hatırlatm adıkları
için, en fazla m üsaadeye m azh ar devlet m uam elesi g ö ren o itoğlu
itleri elim e g eçirsem b ir kaşık suda b oğacak tım . H ani m ahalleniz­
den bir kıza, başka m ahallenin oğlanları dad an ır d a nasıl bir h o-
rozlaşır, m ara z a ararsınız, öyle b ir hal.

6 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ö y l e ki, M o issen et kolum a girip de zo rla sürüklem ese, inan
olsun, p ero n a uğurlam aya bile gitm eyecek tim .
G eçiricileri arasın d a bizden başka, üniversitenin parlayan si­
yah saçlı İspanyolca lektörü, h iç tanım adığım ız yakışıldı b ir A l­
m an , b ir de atlet yapılı M a ca r delikanlısı vardı.
A blam la H enry, tren in kalkm asına iki dakika kala, koşa koşa
geldiler. H en ry h em en çıkıp valizleri k om p artım an a yerleştirdi.
A blam b ir m ü d d et p ero n d a hayranları ile şakalaştı. Bu arad a b e­
nim hâlâ d argın v e so m u rtu k durduğum u g ö rü n ce çen em i gıdık­
layıp;
“K eep sm ile b a b y ”16 diye takıldı da...
S on ra kam p an a çaldı. D üdük öttü . T ren yavaş yavaş h arek et
etti.
M ab eyin cin in kızı b eyaz eldivenli elini, eşi an cak film lerde gö­
rülen z a rif b ir hareketle sallayarak p en cered en ;
“A d ieu u n d vergisst m ich n ich t ”1718diye sesleniyordu.
“O f cou rse n o t”ls diye M o issen et h ep im iz n am ın a te m in a t
verdi.
Elin gâvurlarına o lan ca cöm ertliği gösterdiği halde, h asretze-
de bir vatandaşını böyle boynu bükük bırakan ve görünüşe g öre
de bundan sadik b ir zevk alan bu M essalina ru h lu kadını u n u tm a­
m a h iç im kân m ı vardı? Kaldı ki m endil kutusunun kapağındaki
resim onu h er gün bana hatırlatıyordu.
Fakat asıl M o issen et’y e öyle silinm ez b ir h atıra bıraktı ki, oğ­
lan onu aylar boyu b ir g ü n olsun dilinden düşürm edi.
M alûm u-âlin iz, o tarih te penisilin de h en ü z keşfolunm am ıştı.

16) "Gülsene bebek.'


17) Tanınmış bir Alman şarkısının güftesi: 'H o şç a kalın ve beni unutmayın.’
18) 'Elbette unutmayacağız.'

Ablam 6 3
ATATÜRK GALATASARAY’DA

I a sekizde ya dokuzda idik. D em ek ki bin dokuz yüz o tu z,


otu z bire rastlıyor. M ektepte bir telaş, b ir k ıyam et. Taş tablolar
boyanıyor, yıkık yerler sıvanıyor. M eğ er G azi P aşa gelecekm iş.
İdare h er sınıfa  fet H anım ’ın, baskısı h en ü z b itm em iş Y u rt Bilgisi
kitabından ü çe r nüsha dağıttı. Talebeler kınalanıyor: “A h bir bizim
sınıfa girse.” H ocalar başka gûn a: “A llah v ere bizim kine girm ese.”
Tanrı eksik etm esin, g erçi G alatasaray’ın h e r sınıfında daim a
ü ç-d ö rt ekâbirzade bulunur am a, ne de o lsa en şanslı sayılan sı­
nıflar yine K âzım Paşa’nın, rah m etli C ev at A b b as’ın v e N uri C o n -
ker’in çocu k larının bulunduğu sınıflardı. İd are d e zaten dikkatini
daha çok bu sınıflar ü zerinde top lam ış bulunuyordu.
B ununla b erab er biz de pek üm itsiz değildik. A n cak ne v a r
ki, biz ekâbir ço cu k larına değil de, Fran sız h o ca m ız M . M artin'in
övü n m elerin e bel bağlıyorduk. M . M artin -s ö z ü n e inanm ak g ere­
k ir s e - G azi Paşa’ya ü ç ay k ad ar hususi d ers v erm işti. Buna daya­
narak da m ektebe geldiği takdirde, Paşa’n ın o n u ezip g eçem ey e­
ceğine bizi inandırm ıştı. Bu inan çla tu ttu , ü ç g ü n ü n içinde, d ers
verdiği ü ç şubeye de “L a Pipe Turque” adlı p arçay ı noktasına, vir­
gülüne, h atta noktalı virgülüne kadar ezb erletti. A tatü rk girin ce
bizi bu p arça üzerinde cinaiyse g ra m a tic a le y aparken bulm alı idi.
A rtık k orid ord a ufak bir gürültü olsa, h e m e n h o can ın uyarısı ile,
evvelden işaretlediğim iz L a Pipe Turque sayfasını açıp h azır bek­
liyorduk.

6 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Böyle, geldi geliyor çarpın tısı ile g eçen b ir haftanın sonunda,
A tatü rk gerçek ten m ektebe geliverdi. Fakat aksiliğe bakın ki o gün
M . M a rtin ’in bize dersi yoktu. Biz o sırad a “M alum atı V ataniye”
d ersin d en yazdı yoklam a oluyorduk. A tatü rk ’ün gelişini g ö re m e ­
dik a m a koridorlardaki telaştan m eseleyi anladık. A rtık al gözünü
sınıfın k orid ora bakan cam ek ân lan n d an alabilirsen. A tatü rk ’ün
geldiği anlaşılınca ihtiyatlı h o cam ız, h eyecan lam p d a şaşırm aya­
lım diye, ayaküstü, bize sorduğu suallerin cevaplarını da anlatı­
verdi. S orduğu sualler şunlardı: 1 - B ü tçe nasd yapdır? 2 - Vasıtalı
vergiler. Biz b ü tçen in nasıl yapılacağını d a, vasıtalı vergilerin ne
şekilde top lanacağın ı d a zaten az b u çu k biliyorduk. H o c a b ir kere
d ah a tazeley in ce harıl h ard yazm aya koyulduk.
H iç u n u tm am , yanım daki sırada, şim d i büyük m evki sahibi
olduğu için ism ini v erm eyi d oğ ru bulm adığım bir arkadaşım ız
o tu ru y ord u . M ek tep sıralarında kopya çek m eyen insan v a r m ı­
dır; a m a h er şeyin b ir d erecesi, bir h ududu olur. Bu ço cu k cağız
ise, k op y a çekm eyi b ir nevi hastalık haline getirm işti. N asıl an la­
tayım b ilm em ki, bundan ad eta am a tö rce b ir zevk alırdı. E n bil­
diği d e rste bile kopya çeker, çek em ezse h asta olur, deliye döner,
bir h a fta çaresi bulunm azdı, ö y le ki “Al evladım şu evrakı, adını,
an an ın babanın adını, doğduğun yeri, tarih i d olduruver” deseler,
bunu bile gizlice nüfus kâğıdını çıkarıp kopya etm ed en d oldura-
m azd ı. Şim di h o ca , hazır, cevapları an latm ış... Üstelik de A tatü rk
ha geld i ha gelecek... O d u ru m d a bile kitabı kucağına açm ış, bildi­
ğini oku yord u . Kimbilir belki de m ahsus yapıyordu. İleride “B en
A tatü rk 'ü n h u zurunda bile kopya çekm iş ad am ım ” diye b öbürle­
n eb ilm ek için.
İş te kafile o sırada k oridorda göründü. Yirm i, yirm i b eş kişi
kadardılar. A tatü rk önde, o rtad a, yanında m üdür... Refakatindeki
m u ta t zevatla ö b ü r idarecilerse iki adım gerid en geliyorlardı. A ta ­
tü rk sig ara içiyordu. H ani ço k sigara içilen sin em a salonlarında
m ak in en in perdeye yönelm iş ışığı nasıl m avim tırak bir h ü zm e h a­
lini alır, A tatürk'ün b u rn u nd an koyuverdiği iki uzun d u m an yolu
da k o rid o ru n güneşli kısm ında tıpkı öyle parlıyor.

Atatürk Galatasaray'da 6 5
Kafile b ir an duraladt. S o n ra sınıfın kapısı ardına k adar a çı­
larak önde A tatürk, arkasında m u tat zevat içeri girdiler. O anda
k om uta alm ış bir bölük asker gibi rap diye ayağa kalkıp dim dik
h azır ol vaziyetinde durduk. - O yaştaki ço cu k lar böyle askerce
hareketlere ne kadar te şn e d irle r.- Biz rap diye kalkınca, son rad an
büyük m evki sahibi olan arkadaşım ızın kucağındaki kitap d a p at
diye y ere düşüverdi. Ç o cu ğ u n yüzü ibik gibi kızardı. Bereket, o te ­
laşta kim se işin farkına varm ad ı.
A tatü rk bize “O tu ru n ” dedi. Yok, hayır bize değil de h o cam ıza
"O tu rsu n lar efendim” dedi. H o c a da bize dönüp, “O tu ru n ” dedi.
Biz de oturduk. H o cam ız şim di, öyle pek aşırı değil, ta m k ara­
rında eğilm iş, efendi efendi kendini tanıtıyordu:
“Bendeniz M alum atı Vataniye muallimi H...”
H albuki rahm etli aynı zam an d a İstanbul’un M aarif M üdürü
de olurdu. Niye M aarif M ü d ü rü olduğunu söylem edi de kendini
sad ece M alum atı Vataniye M uallim i olarak eksik tanıttı diye d o ğ ­
ru su h ayret ettik. M aarif M ü d ü rü olduğunu söylese herhalde A ta ­
türk kendisini daha bir m ühim serdi. H er neyse...
A tatü rk , hocaya;
“D ersi kitaptan m ı takip ediyorlar, yoksa tak rird en m i?” diye
sordu.
M ü d ü rle h o c a ikisi birden;
“K itaptan” diye atıldılar. Ve A tatü rk ’e “H angi kitaptan” diye
so rm ay a vakit bırakm adan, tetik te bekleyen sınıfın birincisi 1 4 0
M ah m u t Efen d id en , bir h afta evvel sınıflara dağıtılan ve sayfaları
bile d o ğ ru d ü rü st açılm am ış Â fet H anım ’ın m ah u t kitabını istedi­
ler. A tatü rk , uzatılan kitabm kabına şöyle b ir göz atıp, “Ç ok güzel”
buyurdular.
T an rı korusun, birim ize, kitaptan rasgele b ir şey soracak olsa,
yandığım ız gündü. B ereket sorm ad ı. Z aten d u ru m u n vaham etin i
sezen m ü d ü rle h o ca , işi gürültüye boğm ak için A tatü rk ’e m ü fre­
d at p ro g ram m a ilişkin b ir şeyler anlatm aya başladılar.
A tatü rk ’e bakıyorum , resim lerinde sık sık görd ü ğü m ü z p o z­
ların d an birinde: Sol elinin iki parm ağın ı ü st yelek cebine takm ış,

6 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


başı h afif ö ne eğik, çatık kaşları ve o m eşh u r bakışıyla gözünün
ü stü n den m ü düre bakarak anlattıklarını dinliyor.
Biz Şarklılar n eden ille h er şeyi büyütüp efsaneleştiririz? Aklı
b aşında insanlardan duym uştum :
“B akılam ıyor efendim ” diyorlardı. “İm kânı yok gözlerine bakı-
lam ıyor. Ç enesine k adar hadi neyse ne am a, başınızı daha yukarı
kaldırdınız m ı, gözleriniz iki kuvvetli projektörle karşılaşm ış gibi
kam aşıyor, çarpılıp sersem liyor, bir şeyler oluyorsunuz.” B en bunu
duydum ya, şim di korkudan başım ı kaldırıp da yüzüne bakam ıyo­
ru m . B ü tü n görebildiğim : Saatinin kösteği, yeleği, sol elinin yelek
ceb in e dalm ış iki p arm ağı, kolalı devrik yakası, hadi bilem ediniz
biraz d a çenesinin u cu ... H epsi bu kadar. A m a çocukluk işte, şey­
tan d ü rttü . Ya h errü ya m e rrü deyip b irden d ah a yukarı bakıver­
dim . A , ne k am aşm a ne çarp ılm a, işte pekâlâ bakılabiliyordu. H at­
ta m ü d ü r de, h o ca da bakabiliyordu.
G e rçi projektör, şim şek filan edebiyat am a şunu söylem eli ki,
bu bakış pek öyle herkesin bakışına d a benzem iyordu. Bu gözler
bir yere bakıyor am a baktığı şeyden ço k d aha gerileri, çok d aha
d erinleri görü yor gibi idiler.
O gün, orad a, onun karşısında ço cu k kafam ın koyduğu ilk te ş ­
his şu oldu: Bu gözlerden h içb ir şey k açm az arkadaşlar. Bu ad am
kandırılam az, aldatılam az. Bu ad am m ugalataya, laf cam bazlığına
pab u ç bırakm az. Bu adam , bilm ek için öğren m iş olm aya ihtiyacı
olm ayan, bildiğini bilen, bilm ediğini de şıp diye sezen bam başka
bir insandır.
O n a bir şey anlatm ak , izahat v erm eye kalkmak fuzulidir, m a ­
nasızdır, saygısızlık, haddini bilmezliktir. M üdürle h ocan ın şim ­
di onu n karşısında bu k ad ar gülünç görü n m eleri işte bundandır.
O n u n kim seyi dinlem eye ihtiyacı yoktur. O , söylenecekleri, sade
söylenecekleri değil, belki üç gün, beş h afta, sekiz sene evvel söy­
lenm iş olanları da tah m in etm ek te ve h er şey onun tahm ini gibi
çıkm aktadır. N itekim işte bugün b u rada M alum atı Vataniye der­
sinden yazılı yoklam a yapılacağını, h o can ın şu şu sualleri so rm u ş
olacağını, o içeri girerken çocu k ların rap diye ayağa kalkacakları­

Atatürk Galatasaray'da 6 7
m , içlerinden birinin kucağındaki kitabı dü şü rü p kulaklarına ka­
d ar kızaracağını, kendisine, sayfaları bile açılm am ış b ir kitabın,
işte bu okutuluyor, diye yutturulm ak isteneceğini, d aha sabah­
leyin, buraya gelm eden, sarayın m erdivenlerini inerken bilmek­
te idi. Böyle b ir insanın hayatında hiçbir sü rp riz olam azdı beyler.
Yaşam ak, onu n için sad ece, tahm inlerinin d oğ ru çıkışını idrak e t­
m ek dem ekti.
Evet, h e r şeyi, kim in h angi d u ru m d a n e söyleyeceğini evvel­
den biliyor, yine de işte, ayıp olm asın diye, âd et yerini bulsun diye,
karşısındakini dinler görü n ü yord u . A m a ne yapsa, ne etse, bu an ­
lattığım ifadeyi yüzünden silem iyordu. Şim di m ü d ü rü dinlerken
de bu gözler, bu biraz b ezgin ce çatılm ış g ü r kaşlar ve hele bu, alay­
cı bir kıvrım ı güç zap t ed er hissini veren, in ce dudaklar;
"Anlat bakalım küçük ad am ” d er gibiydiler. “Sen bana m ü fre­
d at p ro gram ın a dair bir şeyler anlatıyorsun am a b en senin sesin ­
den, sözlerinden nasıl b ir ad am olduğunu, h angi sem tte otu rd u ­
ğunu, K âtip Çelebi'yi, tu ru n cu rengi, fasulye pilakisini, nargileyi
sevip sevm ediğini, kahveyi o rta şekerli m i yok sa sade m i içtiğini
anlayabilirim.”
E vet, ço cu k kafam ın o n u n hakkındaki ilk teşhisi işte bu oldu.
B u rad a şöyle b ir sual akla gelebilir: Peki, m ad em ki A tatü rk
h e r baktığı insanın ciğerin i dahi okuyordu, nasıl olup da etrafını
saran m id eci dalkavukların ikiyüzlülüğünü anlayam ıyordu?
B u soru n u n cevabı zihnim i sonraları da b ir hayli kurcalayıp
du rm u ştu r. B an a kalırsa, A tatü rk , hiçbir zam an onların oyununa
kanm ış d eğ ild i B en ce, o n lara bile bile yüz verm esin in tek sebebi,
ev et tek sebebi... sad ece biraz gülüp eğlenm ek ihtiyacından ileri
geliyordu. Z ira dünyada h içb ir şey, karşısındakini kandırdığını sa­
n an b ir budalanın sevinci k ad ar kom ik değildir.
Bu, acizan e, b endenizin bulduğu, uydurduğu b ir izah şekli.
B eğen m eyen kabul etm ez.
A tatü rk , böyle m ü d ü rle, hocayla konuşurken m aiyetindeki
m u ta t zev at d a em ir kulları gibi hareketsiz d u rm am ış olm ak, b a ş­
larına buyruk kişiler olduklarını gösterm ek ister gibi harekete g e ç­

6 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


tiler. Kim i yam ndakine, ço cu k lar arasın d a seçtiği baldızının oğ­
lunu gösteriyor, kim i ö n sıralardaki.talebelerle konuşup laf kıtlı­
ğında beylik soru lar soruyordu. R ahm etli R ecep Peker de, benim
sıram ın yanm a rastlam ıştı.
“N e dersi bakayım bu?..” dedi.
“M alum atı Vataniye efendim.”
“V atani m alu m at, yahu t daha iyisi, v atan m alum atı d esen ol­
m az m ı?”
“O lu r efendim.”
O tarih lerd e öz dil cereyan ı m alum atı vataniyeyi vatan m alu ­
m atı yapm aktan ileri geçem iyordu. Y u rt Bilgisi, çok daha ileri bir
m erhalenin eseridir. M alum atı vataniye, bugün kulağa ne kadar
yayık ve ukalaca geliyor değil mi?
Peker;
“E ee?” dedi. “Sen niye yazm ıyorsun?”
Y azm am a im kân yoktu, çünkü rahm etlinin göbeği sıranın
g ö m m e m ürekkep hokkasını yarı yarıya kapıyordu.
“D üşünüyorum efendim ” dedim . “Yazacaklarım ı to p a r­
lıyorum.”
Yüzü m e inan m am ış gözlerle baktı:
“Şuna çalışm adım , b ilm iyoru m d esen e” dedi.
“Ç alıştım efendim ” dedim . “A m a ikinci so ru insanı biraz dü­
şü n d ü rü yor da...”
“İyi ya, hadi düşün bakalım.”
O sırada yine nasıl oldu, kim işaret etti an lam adan sınıfın ka­
pısı ardına kadar açıldı. Tekrar ayağa kalkm a, reveran s. A tatü rk ve
yanındakiler sınıftan ayrıldılar. O nlar gidince alnındaki te ri silen
h o ca m ız , “Size de b an a da ço k çok geçm iş olsun ço cu k la r” diye
iskem lesine yığıldı.
S on rad an başkalarından duyuyoruz; A tatü rk bizden ayrılınca
ö b ü r sınıflara da girm iş. Fakat onlar bizim gibi ön ced en m ise en
scen e yapıp h azırlan m ad ık ların d an gafil avlanmışlar. O n u n cu sı­
nıfta M . D ellou’nun M atem atik dersi v arm ış. -A ta tü rk ’ün M ek te­
bi H arbiye’de sınıfının riyaziye birincisi olduğu tarih k itaplarm -

Atatürk Galatasaray'da 6 9
da bile y azılıd ır.- Tabii içeri girm iş. H ocaya ö ğren cilerd en birini
kaldırm asını söylem iş. H o ca d a tabii sınıfın birincisini kaldırmış.
O na rağm en ço cu k bir şaşırsın, bir bocalasın. İki m eçhullü basit
bir d iscu ssioriun içine dalm ış, çıkam az da çık am azm ış: “M ad em
x , y ’den büyüktür” dem iş. “O halde y, x ’ten küçüktür.”
M . Dellou;
“Voyons, M onsieu r Bülent” dem iş. “Voyons, voyons. II ne s’a-
git pas de ça . Tenez: Si x tend vers zero, y ten d ra vers l’infini. N 'est-
ce p as?”
A m a ço cu k h iç oralı o lm azm ış. Bir kere bozuk plak gibi takıldı
ya, d ön er d ön er bildiğini okurm uş:
S ix > y
alors y < x
D edim ya, rahm etli anlayışlı adam dı. B akm ış, bunlardan bir iş
çıkacağı yok, ısrar etse, “D u ru n yahu, bu ne b içim discussion? Al
şu tebeşiri eline oğlum , yaz bakalım ” diye işe k arışacak olsa, h o ca
ile talebe o rad a ortak laşa, Einstein’mkilere taş çık artan çok d ah a
acayip form üller yum urtlayacaklar. U sulca o rad an ayrılmış. D oğ­
ru büyük resim salonuna. R esim salonunda, resim h ocası ortay a
bir arab a m odeli koym uş, ço cu k lara resim y aptırırm ış. Tarih ki­
tapları A tatü rk ’ün resm e m erakı olup olm adığını pek yazm ıyorlar
am a, h erhalde yine m eraklı olm alı ki, bir b ir talebelerin yaptığı
resim lere bakm ış. S on ra o rad an d a ayrılm ış. Ç o cu k lar anlatıyor;
o çıktıktan so n ra resim h ocasın a bir hal olm u ş; o rd a n o raya gi­
der, "M aru zatım vardı, bak görd ü n m ü, söyleyem edim işte” diye,
kendi kendine dövünür d u ru rm u ş. M eğer m aarif h izm etine gireli
otu z altı yılı doldurduğu halde bir tarih yanlışı dolayısıyla h izm et
süresi vekâletteki künyesinde otu z ü ç sene olarak görünüyor, bun­
dan ö tü rü de em sali bir ü st d erece m aaş aldığı halde zavallı re ­
sim h o cam ız m ağd ur d u ru m a düşm üş bulunuyorm uş. A tatü rk ’ün
m ektebe geleceğini duydu ya, kendi kendine tasarla r du ru rm u ş:
“Paşa H azretleri sınıfımı teşrif buyururlarsa, bir punduna getirip
d u ru m u m u açayım ” diye. İhtim al k aç gece yatağında uzun uzun
düşünm üş, “ilkin şöyle girişirim , arkasını şöyle getiririm ” diye uy­

7 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


gun cü m leler bile hazırlayıp ezberlem iştir. Fakat, işte onu karşı­
sında görü n ce nutku tutu lm u ş. N utku d a tutu lm u ş değil de, h ep ­
si, h er şey, vekâletteki künyesi, em salinden bir d erece eksik aldığı
m aaşı sırf aklından u çu v erm iş. Şimdi o gittikten son ra parm ak la­
rını kırar, “O ldu m u olanlar, m aru zatım vardı, söyleyem edim ” diye
çırpınıp d u ru rm u ş.
Bunu duyunca bizim Vatani M alu m at h ocası bir kat d ah a g ö ­
zü m ü ze girdi. Beğendik d oğru su . N em e lazım , adam cağız h iç fal­
so v erm ed i, fırsat bu fırsat deyip şahsi işlerini açm aya yeltenm edi.
A m a pekâlâ M aarif M ü d ü rü olduğunu söyleyebilirdi. Söylem eliy­
di de.
R esim sınıfından so n ra bir-iki sınıfa d ah a girip çıkan A tatü rk ,
m aiyetindeki m u tat zevatla birlikte b ir m ü d d et m ü d ü r odasında
istirah at b u yu rm u ş.19 A tatü rk ’e giderayak o rad a bir de resim im ­
zalatm ışlar.20 Bu işler de b itin ce o rad an ayrılm ış.
A tatü rk ’ün m ü d ü r odasın d an çık m ası ile iki ateşli m uallim
m uavininin odaya dalıp o n u n tablada söndürdüğü izm arite sal­
d ırm aları b ir olm uş. “P aşa'm n izm aritin i sen içeceksin, b en içe c e ­
ğim.” Siz sevginin d erecesin e bakın. N ih ayet ucunu ateşlem işler.
Bir nefes biri çek erm iş, b ir nefes öbürü. O nu n içtiği sigaradan n e ­
fes çeken insanın h iç değilse onun dehasından az buçuk bir şeyler
alm ası, o iki genç m uallim m uavininin bugün en azdan vekil filan
olm aları beklenirdi değil m i? N e gezer? Vekilliği geçtik, m illetve­
kili bile olam adılar. Biri, belediyede şube m üdürüdür, öbürü g ü m ­
rük kom isyoncusu...
Biz yine A tam ıza dönelim . A tatü rk m ek tepten ayrılm ak ü ze­
re iken paydos tram p eti çaldığından hepim iz bahçeye boşandık.
R ahm etli, m aiyetindeki m u tat zevata bir şeyler söyledikten so n ra
taleb e kalabalığının o rta sın a dalıverdi. O , tek başına, o rtam ızd a,
m aiyetindeki zevat ise geride, çok geride, m ektebin iki kanadı da

19) Atatürk'ün kahve içtiği fincanı müdür, hemen o gün yıkatıp Galatasaray müzesine kaldırttı
idi. Bir sonraki müdür, daha akıllı davranmış. Atatürk ikinci defa mektebe geldiğinde, fin­
canını yıkatmadan müzeye koydurmuş. Biri telveli, öbürü yıkanmış bu iki fincan öyle sanı­
yorum ki hâlâ müzededirler.
20) Sonra çoğaltılıp bütün sınıflara dağıtılan "Galatasaray’a" ithafiyeli bir portre, bugün de
mektebin bütün odalarını süsler.

Atatürk Galatasaray'da 71
açılm ış cü m le kapısına d oğ ru y ü rüm eye başladık. A tatürk, yüzü ­
nü d ah a iyi görebilm ek için y en g eç gibi y am p iri yam piri h atta g e ­
risin geri yürüyen bir sürü ço cu ğ u n arasında, iki eli ceketinin iki
yan cebinde, gururlu ve gülü m ser ilerliyordu.
Büyük kapının önüne bin lerce m eraklı birikm işti. El ele ver­
m iş polisler kaldırım lardan taşan halk kitlesini z o r zaptediyorlar-
dı. K arşı ap artım an ların h e r b ir penceresin d e, b en diyeyim on, siz
deyin y irm i baş.
A tatü rk g örü n ü n ce bir alkıştır koptu. Aklım ıza gelm iş gibi biz
de on lara uyduk. A tatü rk bu alkışlar arasm d a otom obiline bindi.
O tom ob il, m otosikletli polislerin ortasın d a harekete geçti. Kendi­
lerine güçlükle yol açan m u tat zevat da onun peşi sıra otom obille­
riyle uzaklaştılar. Bizlere de tırıs tırıs geri dön m ek düştü.
A k şam , etü tte yoklam a yapılınca, o kargaşalıkta iki açıkgöz
arkadaşım ızın neharilere karışıp m ek tepten kaçtıkları anlaşıldı.
G eçm iş zam an , kendilerine idarece bir ceza verildi m i idi, pek h a­
tırlam ıyoru m . Galiba, bu tarih i günün yüzüsuyu hü rm etin e, B e-
yoğlu'nda sü rtü p durdukları yanlarına kâr kaldı idi.
E, artık o kadar d a olm asın m ı?

7 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


FRAULEIN HAUBOLD’UN KEDİSİ

F r a u Keller’in pansiyona dişi ziyaretçi kabul etm eyişini bir


nevi otarşi siyaseti sayarsak, aynı çeşit b ir benzetişin kolaylığına
sığınarak Ströhlelere de pekâlâ A d am S m ith çi diyebiliriz. B u ra­
da öylesine bir liberalizm havası eserdi ki, kim kim e d u m d u m a.
En geniş m anasıyla, “L a isser fa ir e , la isser p a s s e r f A m a m ezh ep le­
ri genişti de ond an mı? H âşa. İkinci ev sahiplerim çok nam uslu,
ço k rabıtalı insanlardı. Ben şuna dikkat etm işim d ir ki, en kuşkulu
insanlar çoğu zam an en k ötü niyetliler arasın d an çıkıyor. Yüreği
tem iz olan, başkalarının gıllı gışlı olabileceğini kolay kolay aklına
getirem ez.
İlk pansiyoncum , kendi zaten m alın gözü olduğu için, o n p ar­
m ağında on kara, herkese de en olm adık lekeleri bulaştırm ak için
fırsat kollardı. M ektup g etiren h izm etçi kız k azara o d am d a biraz
kalacak olsa o ssat içerd e seksen beş m ilyon A lm an nüfusuna bir
kişi d aha eklem ek için ortak laşa faaliyette bulunduğum uza hük­
m eder. Aklı fikri hep böyle şeylerde. "O lu r o lu r” d er kendi aklınca.
H ele H itler h er yeni d oğacak ço cu k b aşın a özel p rim de ad am ış­
ken...
Ströhlelerde h iç değilse bu tö h m etlerd en kurtulduk. A slında
ev halkı (bir tekini ayıracak olursak) K eller’in pansiyonundakilere
kıyasla daha efendi, daha aklı başında kim selerdi. En alt k atta bir
iktisat p rofesörü otu ru yord u . O rta k atta ev sahipleri, bir Bulgar
taleb e ve ben. D am katında ise belediye kütüphanesinde çalışan

Fraulein Haubold'un Kedisi 7 3


kakavan b ir kadınla, yukarı p aran tezd e im a edilen Fraulein H au-
bold... ve kedisi.
Adını böyle bir yazıya başlık olarak v eren bir kedinin, hiç de­
ğilse, E d gar P oe’nun hikâyelerindeki gibi, n o rm al üstü, uğursuz,
esraren giz b ir yaratık olm ası gerekir, değil m i? H ayır; Fraulein H a-
ubold’ün kedisi bir kedi ne k ad ar n orm al olabilirse o kadar n or­
m al, h içb ir özelliği olm ayan, kendi halinde, gösterişsiz, kılkuyruk
bir kedi idi. H atta m ecb u r olm ad ık ça m iyavlam azdı bile. A dı da
D ropsi idi. D ropsi, yanlış h atırlam ıyorsam , S ırpçad a pam uğum ,
yum ağım filan m anasına geliyorm uş. “D ropsi’nin hiçbir özelliği
yoktu” dedik am a, bir gözü sarı, öbü rü m avi idi. Bundan ö tü rü
de b ana İstanbul’daki kom şu m u zu n kedisini hatırlatırdı. K om şu ­
m uzun kızı kedisinin ü zerine titrerd i. Ben de kom şum uzun kızına
tutkun olduğum dan kedisini seviyor görü n m ek zoru n d a kalırdım.
Zavallıyı bir gün tren çiğnediydi de kızcağız h aftalarca yasını tu t­
tu idi. H atta h iç un u tm am , kedinin çiğnenişinin ü çü n cü günü si­
nem aya gittiğim için bana içerlem iş, “Sen zaten hissiz, taş yürekli
ço cu ğ u n birisin” diye küsüp aylarca konuşm am ıştı. N eyse, bu la­
zım değil. D iyeceğim , D ropsi, işte böyle m em leketi özleyeceğim ,
tatlı çocukluk hatıralarına d alacağım tuttu ğu zam an lard a sarı ve
mavi gözleri ile bende ancak böyle bir tedai uyandırm aya yaraya­
bilirdi. Bu zoraki tedai dışında kendisiyle ilgilenm ezdim . Sade ben
değil, hepim iz, bütün kiracılar... D ropsi varm ış, yokm uş, kim senin
um u ru değildi.
A m a Fraulein H aubold için aynı şeyi söyleyem eyeceğim . O nun
varlığını duym am aya im kân yoktu. B ir kere d u rm ad an şarkı söy­
lerdi. H ani şu, Sofya R adyosu’ndan, Belgrat R adyosu’ndan sık sık
duyduğum uz ateşli, ihtiraslı Slav şarkıları. Evi sade sesiyle değil
vücu d u ile de doldururdu.
D ropsi’nin hanım ısı, Yugoslavya m enşeli, al yanak, kor dudak,
irikıyım b ir taze idi. Açıklı koyulu, uzun sarı saçlarını bazen topuz
yapar, bazen de A lm an köylü kızları gibi şöyle b ir güzel örüp b a ­
şının üstüne top lar ve bu ikinci saç tuvaleti hani o na hiç de fena
gitm ezdi. Seksen yedi kilo çekiyordu. K adınlarda seksen yedi kilo

7 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ne d em ektir? D irek gibi bir boynu, h ü rm etli bir göğsü vardı. Fakat
ne hikm etse, h iç karın yok. K alçalar hayli geniş, gelgelelim ayak
bilekleri cin s atlarınki gibi ince ve zarif. Ö yle ki, onun sade ayak bi­
leklerine k adar çekilm iş b ir resm ini g ören , bu ince bileklerin o dev
gibi v ü cu d u nasıl çektiğine şaşabilirdi. A m a b ir de ayaklara g eçin ­
ce, bu m u vazene problem inin sırrını kolayca çözüverir. Ayaklar
hilafsız 4 5 n u m ara büyüklüğünde olup üstelik yayvan ve genişti,
ö r d e k ayağı gibi... B ir d e yazları sandalla gezişini göz önü n e g e­
tirin. A m a tem iz kızdı n em e lazım . O k ad ar şişm anlığa rağm en
yaz günleri vücu d un d an kötü bir koku yayılsın, vâki değil. Yıkanır
bab am yıkanır. H atta Yugoslavya’da kış kıyam et, buzlan kırıp da
dereye girerlerm iş. S on ra cüssesine göre h am p a da değildi. Canlı
ve çevik. M erdivenleri hep koşarak iner çıkar, soluk soluğa geldiği
görü lm em iş. G ünde ü ç b oy şehrin ö b ü r u cu n a gider gelir, bir kere
tram vaya, otob üse bindiğini bilen yok. Hâsılı at gibi bir şeydi.
Tabii yem esi içm esi de o n a göre... O tarih te Almanya'da h e ­
nüz yiyecek sıkıntısı olm am akla beraber, Fraulein H aubold’e h er
ay başı m em leketinden kuruyem işler, reçeller, yufkalar ve b ah arat
geliyordu. Bilhassa b ah arat... H ani bizde b ir atasözü vardır, “G ırt­
lağına dayanam ayan b ilm em nesine de dayanam az...” derler; F ra ­
ulein H aubold sanki dünyaya bu sözü n doğruluğunu gösterm ek
için gelm işti. G ırtlağına katiyen dayanam ıyordu. A nlıyorsunuz
y a... N em ize lazım , h e r koyun kendi b acağın d an asılır. Kanlı canlı
sıhhatli taze, elbet tab iat kanunu hükm ünü yapacak. Anladık a n ­
ladık am a h er şeyin b ir ö lçü sü olur, değil m i efendim ? Söylem eye
sıkılıyorum , bir değil, iki değil, ü ç değil, erkek arkadaşları m an ga
ile gelirlerdi yukarı... A rtık tepenizde b ir cü m b ü ştü r gider. Ö n ce
Yugoslavya’d an gelen yem ekler yenilir içilir. S on ra şarkılar, o yu n ­
lar, el şakaları, içeri dışarı gidiş gelişler, bir-iki dağınık gülüş, so n ­
ra b irden tıssss... Büyük b ir sessizlik olur. D uyup duyabileceğiniz
sinsi b ir som ya gıcırtısın dan ibaret. S om ya böyle b eş-altı övü n gı­
cırdadıktan so n ra işlerini bitiren itler, yine tek sıra halinde, ayakla­
rının u cu n a basa basa defolur giderler. Tabii bu du ru m d a kızcağı­
zın iştahı büsbütün açılır. Böyle ateşli bir aşk gecesinin sabahında

Fraulein Haubold'un Kedisi 7 5


beş n o rm al insanın kum anyası, dişinin kovuğunu bile doldurm az.
A cık ın ca yer, yiyince b ir başka tü rlü acıkır. Hasılı bir p erp etu u m
m ob ile’d ir giderdi.
B en im , Fraulein H aubold’le ahbaplığım , m erdivende rastla­
dıkça selam lam aktan, Sultan R eşat pullarına karşılık Francois Jo-
seph pulları alm aktan, bir de geceleri tepem deki gürültü dayanıl­
m az hale gelince, dolabın ü stü n e çıkıp süpürge sopasıyla tavan a
v u rm ak tan öteye geçm iyord u . Bundan dolayı d a g ece ziyaretle­
rin e gelen dostlarını tanım ıyord u m . O n lar hakkında bütün bildi­
ğim , SA kıtalarına m ensup H itlerci g ençler oldukları idi.
A m a b unlar dışında Fraulein Haubold'e a ra sıra gelen bir g en ç
vardı ki bakın onu u zak tan olsun, az buçuk tanırd ım . Tevekkeli
aşırılar buluşur dem em işler. Bu ço cu k süzgün gözlü, soluk yüzlü,
esm erim si, ince boyunlu bir delikanlı idi. Sokakta kim seye g ö rü n ­
m em ek ister gibi hep duvar diplerinden yürüyor, gözlerini kışın
yerden, b ah ard a da tom u rcu klan m ış dallardan ayırm ıyordu. Bu
haliyle ya bir şair ya bir ressam olm alı idi. H alinde, havasında, R a-
iner M aria Rilke’nin gençlik resim lerini h atırlatan bir şeyler vardı.
Ben ilk Fraulein H aubold’ü n bu kıratta bir oğlanla herhangi bir
alışverişi olabileceğini akla yakın bulm am ıştım . O n a duyduğu ilgi
olsa olsa platonik bir ilgi olacaktı. Yanılm ışım m eğer. H em de n a­
sıl. A slında kızın soluk yüzlü delikanlıya düşkünlüğü de hep o bili­
n en seb ep ten ileri geliyorm uş. Bunu o gittikten so n ra gözü dönüp
afi kafi yem esin den anladım . Z a te n öbürküler m an ga ile gelirken
b unun tek başına gelebilişi bile kendine güvenini y eter d ereced e
g österiyord u .
Ç o cu ğ u n belirli zam an ı yoktu. Aklına esin ce geliyordu. Frau ­
lein H aubold bunu bUdiğinden çatışm aları önleyebilm ek için bir
p arola tertip lem iş ve bunda isab et de etm işti. Z ira son rad an öğ­
rendik ki, oğlan Yahudi im iş. Tanrı korusun, H itlerci gen çler bunu
bir sezecek olsalar... Bundan ö tü rü Yahudi oğlan geldiği zam an ka­
pının önü n d e ıslıkla L eh ar’m Şen Dul op eretin d en bir m elodi ç a ­
lardı. M an ası: Gelebilir m iyim ? A şağı k adar inik perdede hiçbir
h arek et o lm az. T ercüm esi: Sakın ha, şim di öbürleri var. Ve Yahudi

7 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


oğlan kuyruğunu indirip uzaklaşırdı. Yah u t da p erde yukarı kadar
kalkar: G el sevgilim, h er şey hazır, seni bekliyorum .
İşte, işler böyle giderken ilkbahar geldi. A lm anya’da bah arın
gelişi İstanbul'dan d ah a b ir kuvvetli duyulur. B ir kere beyaz çiçek
a ça n yem iş ağaçları d ah a çoktur. H er y e r bem b eyaz donanıverir.
S o n ra radyolar, gazeteler, dergiler b ah ar ü zerine şiirler, nesirler
yayınlarlar. M ekteplerde ço cu k lar çift ses ü zerine b ah ar şarkıları
söylerler. H erkes, h er şey b ir b ah ar sevinci içinde çalkalanır du­
rur. H eidelberg’e b ah ar geldiğini, bütün b u n lar olm asa da yalnız
üst kattaki faaliyetten anlam ak g ü ç değildi. Fraulein H aubold’ün,
iştahı o k adar açıldı ki m ektup yazıp Yugoslavya’dan m u n zam ku­
m an ya g etirtti. A rtık d ö rt yapraklı gül olm uştu. Şarkı, türkü gırla
gidiyordu.
B a h a r nasıl h er yerde b ah arsa, h er ülkenin kedileri de birbiri­
n e benziyor. Bu m a rt ilk yaşını dolduran D ropsi de, yeni duym aya
başladığı g en ç kızlığının o lan ca ihtirasıyla hanım ının o aygın bay­
gın Slav şarkılarına ta ş çık artan kon serlere başladı. Tabii bunun
ü zerin e sem tin bütü n erkek kedileri evin etrafını sarıp D ropsi’nin
ö zlem dolu haykırışlarına aynı şekilde ateşli ve firaklı karşılıkta
bulundular. İşe bakın ki herkesteiı çok halden anlam ası gereken
Fraulein H aubold buna fena halde sinirlendi. Pen cered en üstle­
rin e kaynar sular dökm ek suretiyle yaban cı kedileri k açırtm aya
savaştığı gibi D ropsi’yi de sımsıkı kilit altında tutm aya kalkıştı.
Bu haliyle kendi genelev işleten, fakat kızını m an astırd a el doku­
n u lm am ış bakire olarak yetiştirm ek isteyen rom an tik m elod ram
kah ram an ların ı hatırlatıyordu. A m a neylem eli ki D ropsi’d e m a ­
n a stıra filan girecek göz yoktu. İhtim al hanım ının yatak odasın d a
gördüklerinden yüzü gözü iyice açıldığından, yahu t da Yugoslav­
ya’dan gelen baharatlı yem eklerin artıkları ile yetiştiği için hisleri­
ne g em vuram adığından o lacak, gayrı çaresi bulunam az olm uştu.
H ele kilit altında bulundurulm ak fena halde onu ru n a dokunuyor­
du. Bu yüzden, o ço k sevdiği hanım ını m ı pençelem edi, kızcağıza
W eih n ach ten ’d an hediye gelen o can ım kırm ızı abajuru m u tuzla
. b u z etm ed i. H atta bir keresinde prizdeki ütüyü devirip handiyse

Fraulein Haubold'un Kedisi 7 7


evi bile yakıyordu. Fraulein H aubold baktı o lm ayacak , bu azgınlık
devri g eçip yatışm caya k ad ar D ropsi’yi aşağıdaki b o d ru m a kapa­
m aya k arar verdi. Asıl kötüsü, Fraulein H aubold kapıyı çekip işine
gittiğinden, şim di hayvanın iç p arçalayan yakarışlarını dinlem ek
evde d ers çalışan zavallı bizlere düşüyordu. İki yıldır aynı d ersten
sınıfta kalışının sebebini hep şu n a b una yüklem eye çalışan Bulgar
talebe, bu sefer de D ropsi’yi p arm ağına doladı. “Bu kedi benim
istikbalimi m ahvedecek” diye yırtınm aya başladı. A rad a şunu da
söyleyeyim ki bu oğlanın bütü n gayesi Dışişleri Bakanlığı’na girip
günün birinde Bulgaristan’ı M illetler C em iyeti’nde tem sil etm ekti.
Şimdi d erse çalışam ayınca haklı olarak kızıyor ve bazen “G eçtim
ben bir-iki haftayı, bir g ececik ” diyordu, “tek bir g ececik şu azm an
karıyı b o d ru m a kilitlesek ne yapar acaba? K udurup duvarları in-
dirm ezse b ana da A n ton M ich ael G eorgiyef demesinler.”
Bir hafta, iki hafta, ü ç hafta düolu, korolu, andanteli, k reç-
çendolu m iyavlam a senfonisini sabredip dinledik. S on ra o bilinen
k açm a hadisesi oldu da selam ete kavuştuk.
B o d ru m u n penceresini D ropsi’yi ku rtarm ak isteyen erkek ke­
diler m i elbirliğiyle kırm ışlardı, yoksa gündelikçi kadının b ah çed e
oynayan küçük kızı U rsula m ı ca m a taşı atıp indirm işti ve nihayet
ille M illetler C em iyeti’nde B ulgar delegesi olm ak için A n ton M i­
chael G eorgiyef mi, y u rtsev er b ir coşkunluk ânın d a böyle bir te rti­
b e başvu rm u ştu , anlaşılam adı. A nlaşılan bir şey v a rsa , D ropsi’nin
sırra kadem bastığı idi.
Fraulein H aubold eve gelip de vakayı ö ğ ren in ce saçını başını
yolm aya başladı. M eğ er n e k ad ar da severm iş kedisini.
“A ç kalacak şim di yavru cak ” diyordu. “Susuz kalacak. Bu ay­
lak, başıboş yaşayışa alışkın değildir o. Yoksul, perişan olacak.
Ö b ü r kediler o n a saldırıp öldürürler.”
Bizlerse;
“N e k adar alışık olm asa d a yine kedidir” diye avutm aya çalışı­
yorduk. “A ç açık kalm az. E lb et yiyecek bir şeyler bulur. Ö bü r ke­
dilerin saldırm asına gelince, belki bundan da sandığınız k adar şi­
kâyetçi olmayacaktır.”

7 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


A lm an cam h er fikrim i, k ısaca değil de d ah a bir etraflıca açık­
lam aya yetse kızı k arşım a alıp, “M eğ er siz n e kötü pedagogm uşsu­
n u z” diye b ir de diskur geçebilirdim . “B ütün su ç sizin. Fazla sıktı­
nız hayvanı. Tabiatı h iç hesaba katm adınız. Sizinki can da herk e-
sinki patlıcan m ı? Bugüne bugün en geri kafalı aileler bile kızları­
nın flörtlerine göz yum uyorlar. Siz de biraz hoşgörülü davransay­
dınız, yahu t iyisi, onu cin sel hayatın gereklerine küçükten yavaş
yavaş alıştırsaydm ız, ne tepkisi bu kadar kuvvetli olur, ne de hay­
van sizden böyle tem elli kaçardı.”
B unları tabii yalnız aklım dan söylüyordum . A ğzım la söylesem
de Fraulein H aubold’ün kulağına girecek gibi değildi.
K ızcağız gün lerce ağladı, sızlandı, içlendi. B ir ara D ropsi’yi
u n u tm ak , kendini avutm ak için b ir başka kediyi evlat edinm eyi
kurdu.
Bakirelerden can ı yandığından, bu seferki erkek olsun istiyor­
du. Fakat ne m üm kün. Y erine gelen dünyanın en cins kedisi olsa
yine D ropsi’nin yerini tutam ayacak tı. Z aten bir uygununu d a b u ­
lam adı. V azgeçti.
Hisli kızcağız; b en im aklım dan g eçirip d e söyleyem ediğim
şeyleri şim di o kendiliğinden düşünüyor olm alı ki haline belli bir
pişm anlık çökm üştü. H atta bir zam an so n ra öğrendik ki, D ropsi
iki-üç geced e bir, onun rü yaların a bile girm ekte ve hem en h e r d e­
fasında “D ur hele sen, b an a ettiklerini ben senin yanına koym aya­
cağ ım ” diye gözdağı verm ektedir.
Bu rüyalarından birini m erdiven başında gündelikçi h izm etçi
Frau S tolz’a yorum latırken, b en de kulak m isafiri oldum : D ropsi
h asta, bitkin, sıskası çıkm ış bir halde, bir yalağa d oğru yürüyor,
ö b ü r kediler onu bırakm ıyorlarm ış. Fraulein H aubold araya girip
ö b ü r kedileri tekm e so p a k açırm ış, so n ra D ropsi’nin yanına yak­
laşıp o n a avcundan su içirm ek istem iş. Fakat hayvan o na dargın
d argın bakarak başım ö b ü r yan a çevirm iş, o h asta halinde bile, sırf
o v eriy o r diye, suyu içm em iş.
Fraulein H aubold bunu anlatırken gerçek ten olm uş gibi içleni­
yor, gözleri dolu dolu oluyordu.

Fraulein Haubold'un Kedisi 7 9


Frau Stolz ise bunu D ropsi’nin sağ olduğu, günün birinde m ut­
laka eve d ön eceği şeklinde yorum ladı. Elinden su içse, o na yakın ­
lık gösterse im iş asıl o zam an dönm esinden um u d u kesm ek gere­
kiyorm uş.
N erd en de söyledi. Bu y o ru m üzerine daha d oğru su bu yoru ­
m un ilham ıyla, Fraulein H aubold aşağı yukarı aynı çeşit d ö rt rüya
daha gördü. Ve D ropsi’nin, h atta hem en şu yakınlarda, evine yu ­
vasına d ön eceğin e inanç getirdi.
A rtık kulağına gaipten sesler de geliyor, g ece kendiliğinden ç ı­
tırdayan m erdiven tah taları onu yalınayak od asın d an uğratm aya
yetiyordu.
“D ropsi’nin ayak sesleri... İşte geliyor yavru m , geliyor to n to ­
num . Yem inlen size duydum ” diye belediye kütüphanesinde ç a ­
lışan kakavan kapı kom şusunu k aç kere tatlı uykusundan etti. Bu
hal zavallı kıza gitgide daha da bastırıyordu. Yolda görü p D rop-
si’ye benzettiği bir kedinin arkasından koşarken b ir keresinde az
daha çiğnen ecek ti bile...
B u raya k ad ar iyi güzel, fakat bundan ö tey e D rop si’nin hüvi­
yeti b irden b ire P oev ari, akıl dışı, n o rm al ü stü b ir ö n e m kazanı­
veriyor.
D ışarının ıslaklığını yapış yapış yatak çarşafın ızd a, iç ça m a ­
şırlarınızda duyabileceğiniz sisli, puslu, yağm u rlu b ir m a rt g e ce ­
si idi. O ak şam yine p ostu yukarı seren SA m an gası yem iş içm iş,
sesi kısm ış, o surdinli aşk faslına geçm ek ü zere idi ki, birden yer
deprem ini an d ıran bir sarsıntı ile uyku sersem i yatak tan fırladım.
Yukarda iskem leler devriliyor, bardaklar kırılıyor, itişip kakışm a­
lar arasın d a sunturlu küfürler, iniltiler, b oş yerin e yum ru k yiyince
çıkarılan “hınk” gibi sesler duyuluyordu.
G eorgiyef, ev sahibinin oğlu H erm an n , b en , ü çü m ü z yukarı
koştuğum uzda, Yahudi oğlanı, H itlerci gençlerin ortasın d a, yüzü
gözü kan için de çırpınırken gördük. En iriyarıları ço cu ğ u kıskaca
alm ış, b oğazına abanıyor, öbürleri de A llah y arattı d em ed en sille
tok at girişiyorlar. Elinden b ir şey gelm eyen Fraulein H aubold ise
yüzükoyun şezlonga kapanm ış, hüngür h ü n gü r ağlıyor.

8 0 Şi$harte'ye Yağmur Yağıyordu


D urulacak zam an değildi. G eorgiyef, bu gibi durum larda ya­
nından eksik etm ediği ve aslında nereyi açtığını da kim senin bil­
m ediği o k oca kilise an ah tarın ı Yahudiyi boyunduruğa alan gencin
kafasına indirm ese ço cu k belki boğulabilirdi de... O sırada aşağı­
daki p rofesör düdük çalıp polis çağırdığından saldırganlar bir anda
sırra kadem basıverdiler. G özleri yerinden fırlam ış ve yürüyem ez
hale gelm iş Yahudi gencini, koluna girip kapıya k adar indirdik.
G eorgiyef centilm enlik edip taksi getirdi, pijam asınm üstüne
geçirdiği paltosu ve m areşal asası gibi elinden bırakm adığı k o ca
an ah tarı ile ço cu ğ u b izzat evine k adar götürdü.
S on rad an öğrendik ki hadise şöyle olm uş: Kız o gece perdeyi
sımsıkı indirdiği, d ışarda Şen Dul o peretin in m elodisini duyunca
cevap filan da verm ediği halde, Yahudi oğlan yukarı çıkıyor. O nu n
ayak sesini duyan Fraulein H aubold gizlice dışarı seğirtip, “N e
oldu, niye geldin?” diye sord u ğu n d a, ço cu k “Perdeyi açıp çağırdın
ya!” diye kafa tutuyor. G erçek ten b ir de k orid or p enceresine bakı­
yorlar ki Fraulein H aubold’ün sımsıkı kapadığını sandığı -sa n d ığ ı
da ne kelim e kapadığını ço k iyi b ild iğ i- perde, yukarı kadar açık.
S onra öbürküler dışarı çıkıp Yahudiyi g örü y orlar ve bilinen çın gar
kopuyor.
Fraulein H aubold bu işte, ille de ille, D ropsi’nin p arm ağı oldu­
ğu iddiasında. Z aten o ak şam hayvanın ayak seslerini sözü g eçen
koridor p en ceresi dolaylarında duyar gibi olm uşm uş. “G ece rü ya­
larım da gözdağı verip d u rm u yo r m u idi” diyordu. "İşte geldi, b en ­
den ö cü n ü böyle aldı.”
2 0 . yüzyılın p ozitif bilim görüşüyle pek de bağdaşam ayan bir
açıklam a tarzı. Bana kalırsa, yayı bozulan p erd e herhalde kendi
kendine yukarı kaçm ış o lacak . İşi sezinleyen H itlerci gençlerden
birinin perdeyi usulca kaldırıp Yahudiye böyle b ir kapan kurm uş
olm ası da, ayrıca yabana atılır b ir ihtim al değildir.
U zatm ayalım ; tabii b u skandal üzerine Fraulein H aubold e rte ­
si gün palas pandıras pansiyondan ayrılm ak zo ru n d a kaldı.
Yahudi ile düşüp kalktığı ortalığa yayıldığından “kanı bozul­
m u ştu r” diye A lm an ahbaplarından yüzüne bakan da kalm adı. Bu

Fraulein Haubold'un Kedisi 81


boykot neticesi, zavallı kızcağız, b od ru m a tıkılm ış D ropsi’den çok
daha kötü günler de yaşayabilirdi.
B ereket yine ırk teorisin i alıp satm ayan yaban cı talebelere...
D ropsi'ye gelince, onu bir daha gören o lm ad ı.. Belki hanım ı
gibi alabildiğine hür bir hayat sürüp gidiyordu. Belki de bir köşede
hastalanıp ölm üştü.
Fakat öldüyse bile h erhalde kediliğini, dişiliğini, olan ca kesa­
fetiyle yaşayıp, şu g eçici dünyadan elinden gelebildiği kadar kâm
aldıktan so n ra öldü.

8 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ECZANENİN AKŞAM M ÜŞTERİLERİ

JD izim o rd a ü ç kahve var. Birinde k u m ar oynanır, kavga çıka­


rılır. Ö b ü rü n d e nargile içilir, uyuklanır. B ir d e rıh tım bahçesi v ar
diyeceksiniz am a orayı d a akşam ları ço cu k d addarı ile yaşlı h a­
nım lar dolduruyor. Kaldı m ı geriye b ir eczan e...
E czan en in akşam m ü şterileri hep kerlifelli, efendiden, g örm ü ş
g eçirm iş insanlar. Size b unlar arasında şöyle rasgele bir eski b aş­
vekil, b ir eski m eclis reisi, eski b ir sefir-i kebir, bir emekli erkânı
harp m iralayı, tanın m ış b ir s a i sanatkârı, b ir de ünlü fenni sü n ­
n etçi sayabilirim . H angi sem tin hangi eczan esi bu k adar değerli
insanı sinesinde toplayabilm iştir?
K aç p ara ed er başvekilin eskisi, elçinin, m iralayın emeklisi de­
m eyin. Ben em ekli bir m iralayı vazife başındaki bir orgenerale de­
ğişm em . Vazife başındaki general şüphesiz d aha dinçtir, enerjik­
tir, uyanıktır, oraya buraya koşar, çalışır didinir filan am a, nered e
emekli m iralaydaki o olgunluk, o durm uş oturm uşluk, o dünya­
ya serin serin u zaktan bakabiliş, olayları sakin sakin m uhakem e
edebiliş kabiliyeti... İktidardaki başvekil de öyledir. A stığını asar,
kestiğini keser. R adyolar en ab u r cu b u r sözlerini halka m ühim m ü ­
him ü ç -d ö rt övün tek rarlar dururlar. A d am ın dediği dedik, çaldı­
ğı düdüktür. Böyle olduğu için de h er istediğini yapabilen to y ve
şım arık b ir ço cu ğ u hatırlatır. Halbuki eski başvekil öyle m i? Eski
başvekilde daim a "Sen gelirken biz gidiyorduk evlat” diyen b aba­
can , tecrü b eli bir hal vardır. A slında yenisinden d ah a olgun b ir in-.

Eczanenin Akşam Müşterileri 8 3


san olmayabilir. A m a dış görünüşü insanda öyle bir tesir uyandı­
rır. “Bu da m alın gözü idi” dersiniz. “Filan m eselede az zorbalık m ı
etm işti? Ya falan m esele hakkında verdiği o m eşhur, diktatörce d e­
m e ç?” A m a ne de olsa onlar arkada kalmıştır. H er geçm iş şey gibi
tatlı bir h atıra sisine bürünm üştür. Halbuki beriki hâlâ başvekildir,
başınızda, tepenizdedir. Size bir fenalık edebilir, sizi işinizden at­
tırır, vekâlet em rine alır, vakitsiz em ekliye çıkartabilir. Ö bürü gibi
eczan ed e uslu uslu sıra bekleyen bir vatandaş değildir. İnsan değil
miyiz, kudretliyi çekem ez, düşm üş olanı bize benzediği için seve­
riz.
İşte bizim eczan eye gelen eski başvekil de ancak sad ra­
zam lıktan indikten so n ra sevim li olm aya yüz tu tm u ş bu çeşit bir
adam cağızdır. Fazla konuşm az. Enjektör kaynayıncaya kadar bi­
raz otu ru r, büyük küçük herkese hal h atır sorar. Sade eski m e c­
lis reisine, emekli m iralaya, sefir-i kebire, eczacıy a değil, hakire
bile, kalfa R ecep ’e, aspirin alm aya gelen arab acı İbrahim Ç avuş'a
bile... İçim izd en “Aşkolsun yahu” d eriz. “N e alçakgönüllü adam ,
ne d em o k rat adam , ne insan ad am . Bak, b ir bir hepim izin gönlü­
nü aldı.” H albuki H acı B ey d e geldiğinde herkesle konuşur şaka­
laşır da hiçbirim izin aklına H acı B ey ’i bu alçakgönüllülüğünden
ö tü rü övm ek gelm ez. Böyledir işte dünya...
Başvekilin zoru n eresinden bilm em am a R ecep ’in söylediğine
bakılırsa H acı B ey de, sefir-i kebir gibi T estoviron yaptırıyorm uş.
G ülm eyin lütfen; Testoviron’u sade m etreslerin in takazasından
kurtulm ak isteyen m iadı g eçm iş zam p aralar değil, p ro stata tu ­
tulm am ak için uslu akıllı efendiler de yaptırır. G erek H acı B ey’in,
gerek sefir-i kebirin bu ikinci kategoriden olduklarını belirtm eyi
hakkaniyet b o rcu bilirim.
M iralayım ıza gelince, h am d olsu n on u n böyle bir sıkıntısı
yoktun O eczan ey e ak şam ları ik i-ü ç laf atm aya gelir. M iralayım ı­
zın adı N azım B ey (G ü m ü lcü n e). G üm ülcün e o n u n soyadı değil,
sad ece askerlikteki alâm eti-farikası. Sınıf ark ad aşı v e adaşı ö b ü r
N azım B ey ’d en, N azım İstinye’den ay ırt edilm ek için kendisine
böyle deniyor.

8 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


O içeri g irer g irm ez ayağa kalkılır:
“B uyurun M iralay Bey.”
“N asılsınız M iralay B ey?”
M iralay Beyim iz, em ekli olduktan so n ra kom isyonculuğa kal­
kan veya cin s tavuk yetiştirm eye m erak salan soydan değildir. O
sapına k ad ar askerdir. A sk er d oğm u ş, asker ölecektir. Yürüyüşü
askercedir, konuşuşu, düşünüşü, h atta hapşırıp süm kürüşü, sü m -
kürdüğü m endilini katlayıp cebine koyuşu bile askercedir. M ek te­
bi H arbiye'de öğrendiği ve d aha so n ra G aliçya cephesinde A lm an
subayları ile ilerlettiği A lm an cası ile askeri literatürü günü günü­
n e takip eder. Sorun, size ato m bom bası hakkında saatlerce izahat
versin. “D ünyada askerlikten anlayan iki m illet vardır. Biri A lm an ­
lar, öbü rü biz Türkler” diyor ki, doğrudur.
A skeri konulardan pek an lam am am a öyle sanıyorum ki o tu ­
rup m akaleler yazacak olsa Erkilet Paşa’d an da, Abidin D aver’den
de kat kat iyisini yazar. G eçenlerde;
“K im dem iş ki H itler m ecn u n d u ” diye söyleniyordu. “H itler
asla m e cn u n değildir. M ağlup ve p erişan b ir m illetin d ö rt sen e­
de dünyayı fethedebilecek b ir kudret-i askeriye haline girebildiğini
h içb ir tarih kaydetm iyor. H itler bunu yaptı beyler. O nun yegâne
hatası...”
“Stalingrad’d a generallerinin sözünü dinlemeyişi...”
“Hayır, on u n bü tü n h atası Rusya ile anlaşıp Fransa’ya saldıra­
cak y erd e, evvela B atı ile anlaşıp Rusya’ya saldırmayışıdır. Kış b as­
m ad an Rusya'yı dize getirebilse idi bilahara Batıyı istediği şekilde
b ir sulha zorlam ak ço k d ah a kolay olurdu.”
Sefir-i kebirim iz N azım B ey ’in (G ü m ü lcü n e) bu kanaatine ta ­
m a m e n değilse bile k ısm en iştirak ediyor. Sizden iyi olm asın se-
fir-i kebirim iz d e şeker gibi adam dır. Sefirlerin az konuşm ası, ke­
tu m olm ası şarttır d erler y a, laf. Bizim sefir-i kebir m iralaydan da
konuşkandır. Belki de zam an ın d a fazla su sm u ştu r da şim di on u n
acısını çıkarıyordun B en ö m rü m d e on u n k ad ar fıkra bilen insa­
n a rastlam ad ım . M esela, n e bileyim b en, en gin ard an bahsediliyor
değil m i, size en gin ar ü zerine arka arkaya b eş-altı fıkra sıralayı-

Eczanenin Akşam Müşterileri 8 5


verir. Yine R ecep ’ten rivayet; M iralay B ey’le değil tabii, fakat eski
başvekille veya m eclis reisi ile yalnız kaldığı zam an lar son d erece
dekolte Paris hikâyeleri de anlatıyorm u ş. H ele P aris lafı açıldı m ı
d ö rt yapraklı gül olur. B o ru m u bu? G elm iş g e çm iş b ü tü n m aliye
n azırların ın şah ı o lan M . C aillau x’yu, ih tiy ar k ap lan C le m e n -
ce a u ’yu, P oin care'y i, o za m a n h en ü z g e n ç ve v a a t dolu b ir p oli­
tik acı o lan T ardieu ’yü ü çü n cü kâtip olarak P aris’e gittiği zam an
b izzat g ö rü p , tan ım ış... Eski diplom asi ekolüne bağlı olduğu için,
sefîr-i kebirim izin ütüsüz p an tolon , kolasız yaka ile gezdiği vaki
değildir. İstanbul’a inerken eldiven ve b asto n kullanm ayı da ihm al
etm ez. A m a ö te y and a A m erikalılar diplom asi geleneklerini çok­
tan d em ok ratlaştırm ış, sefirler şim di herkesin gözü önünde sp or
g österilerin e bile kalkışıyor, m aaile Boğazı g eçip m ayo ile resim
çek tiriyorlarm ış; bizim sefir-i kebir oralı değildir. O ralı olsa bile,
kırk yıllık alışkanlıklarından ayrılm ak elinde değildir.
İşte böyle dış politikadan, Paris’in B ou levard kahvelerinden,
pilotsuz uçakların m an ev ra kabiliyetinden konuşulurken içeri
Efdalettin B ey ’le Advi Bey girerler. Efdalettin B ey emekli beledi­
ye m üfettişi olup, kehribar ağızlığı olm ad an sigara içem eyen ve
m em leketin ana davaları ü zerinde orijinal fikirleri bulunan kır­
m ızı yüzlü, alabros saçlı, altm ış beşlik bir zattır. M em leketin ana
davası nedir, köy kalkınm ası m ı? Efdalettin B ey ’in köy kalkınması
hakkında d erin etütlere ve bilhassa m ahalli m üşahedelere daya­
n an m ü h im projeleri vardır. B ir kere köy enstitülerinin ran d ım a­
nından h iç m em n u n değil.
“Arifıye En stitü sü m ezu n ları henüz basit bir araba yapm asını
bile becerem iyorlar. N e anladım ben bu enstitüden” diyor. Ü stü ­
ne vazife olm adığı halde ikide bir köylere gidip incelem e gezileri
yaptığına bakılırsa Allah bilir, milletvekilliğinde de gözü vardır. O
günlerde, G ön en ’de o tu ran bacan ağın d an yeni d ön m ü ş olduğun­
dan intihalarını an latacak yer arar. K arakteristik vakalar seçip alâ­
ka top lam ak hususunda da üstadın üstüne yoktur.
“G ö n en köylerinde” diye başlar, “bazı köylüler m eşeye arm u t
aşılamışlar.”

8 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Felek Burhan’ın Ü sküdar idadisinden sınıf arkadaşı olan Advi
Bey, h em en , “M eşeye arm u t tu ta r m ı?” diye itiraz eder.
“Bal gibi tutu yor işte, gözüm le görd ü m . Dinle bak gerisini.
M eşeye a rm u t aşılamışlar. İyi güzel, fakir fukaranın biraz yüzü gü­
lecek değil m i? Hayır. İm am efendi fetvayı basıyor. G ünahtır diye.
‘E tm e eylem e kardeşim , b unun neresi gün ah ?’ ‘A llah’ın ağacı ne
ise odur.’ M eşe, m eşe; a rm u t da, arm u t kalm alı imiş. M eşeyi zorla
a rm u t yapm ak Allah’ın em rin e karşı gelm ekm iş.”
Sefir B ey isyan ed er:
“A llah Allah, im am n e k arışır bu işe.”
“K arışır işte beyefendiciğim , keyfi misiniz..."
M iralay B ey realist asker görü şü ile teşhisi yapıştırır:
“K endi arm u tların a rakip çık acak diye korkmuştur.”
Efdalettin B ey de aynı fikirdedir. “İşte b unun içindir ki” diye
sözlerini bağlar. “İlk şa rt köye okum uş im am , uyanık im am , inkı­
labı h a zm etm iş im am gönd erecek sin . N e denirse densin, köy h er
işte im am m peşinden gider. Köye aydın im am gönder... Bak o z a ­
m a n n e oluyorm uş.”
Bu n u n için de konu d ö n er dolaşır im am -h atip okullarının ıs­
lahına dayanır.
H acı Bey m ecliste h azır olsa bu söz ü zerine derhal se rt b ir ta r­
tışm a başlayabilir. Z aten H acı B ey o rad a olsa Efdalettin Bey bu k o­
nulara pek yanaşm az. H acı B ey Sokrates’in adını h iç duym am ıştır
am a, ta rtışm ad a onun m etod u n u kullanır. Ö n ce bıyık altından gü ­
lerek karşısındakini dikkatle dinler. H atta o n u co ştu rm ak için bazı
sualler de sorar, sanki bilm ezm iş de ö ğren m ek istiyorm uş gibi...
Karşısındaki açılıp saçılın ca söylediği bir-iki söze m im koyar. Fi­
kirlerindeki çelişm eyi belirtip adam ı kıskıvrak bir kapana sıkıştı­
rır. S on ra kendi fikrini tem yiz kabul etm ez kesin bir hüküm o la­
rak söyleyip, tartışm ayı kendi lehine kapatıverir. Ben H acı B ey ’in,
bir bu taktiğine, bir de k arpuz pazarlığındaki d ehasm a h ayranım ­
dır. H acı B ey’in adı nedir, kim se bilm ez. Ben, kendi kendim e bu
ad am ın adı olsa olsa M u stafa’d ır diye dü şü n ü r du ru ru m . R ecep,
“H ayır” diyor. “O n u n adı ya H asan’dır ya Hüseyin.” E czacın ın oğlu

Eczanenin Akşam Müşterileri 8 7


Engin’in teklif ettiği, Ali, Veli, Z eyn el Abidin gibi adların hiçbirini
H acı B ey ’e yakıştıram ıyor. İşin tuhafı, hepim iz m erak tan çatlarız
da, hiçb irim iz “Yahu H acı Bey, senin adın n e?” diye sorm aya c e ­
saret edem eyiz.
Efdalettin B ey’in astım ası olduğundan yoru lu p intihalarına
ara verm ek zoru n d a kalınca, y a su davasının iktisadi veçhesi, ya
yol politikasının askeri ö n em i gibi bir tedain in kanadına takılan
M iralay Bey, alır bizi, h iç um m adığım ız b ir an d a İlk C ih an H ar-
bi’ndeki Filistin cephesine götürüverir. Ç ölde A lm an ların susuz­
luğa karşı n e gibi tedbirler aldığını m erakla dinlerken bir de baka­
rız Falkenhayn Paşa ile C em al Paşa’nın peşine takılıp biz de Kanal
H arekâtına katılıverm işiz.
Biz M iralay Bey'i böyle tatlı tatlı dinlerken, birden eczan en in
içi aydınlanıverir. G üneşin artık iyice çekildiğini g ö ren R ecep çık­
m ış, tenteyi kaldırıyordun
Engin ise, bir köşeye büzülüp araladığı v itrin penceresinden,
karşıda vapu r bekleyen, o b acak ları biraz kalınca am a yüzü şeker
gibi tatlı kolejli kızı gözetlem eye başlar. E czacı Bey'in oğlu G ala­
tasaray ’a gider. İyi çocuktur, h oş çocu k tu r, yakışıklıdır da üstelik.
Sem tin kızları onun u ğrun a eczan ey e taşın ır dururlar. Sabah ak­
şam tartılam n ı, iki günde diş patını bitirip yenisini alm aya gelen­
lerini çok görm üşüm dür.
Bu arad a R ecep’i dışarda yakalayan sem tin delikanlıları;
“H ani ulan teinture de C h an th arid e” diye, ço cu ğ a illet olurlar.
R ecep, “N am u ssuzlar” der. “Yine nereye piknik?”
“K alpazankaya’ya.”
“Kim kim gidiyorsunuz?”
“Falan, filan...”
“B elm a d a geliyor m u, Selm a d a geliyor m u ?”
“Selm a’n m gönlünü ettik am a Belm a şüpheli.”
“H ergeleler. H ani pikniği p azara yapacağız dedinizdi?”
“Bırak şim di num arayı. V erecek m isin C h an th arid e’i?”
R ecep , “B ağırm ayın ulan” der. “Şim di içerisi kalabalık. G ece
gelin, veririm .”

8 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


D elikanlılar uzaklaşır, R ecep içeri gelir.
“N ed ir o tein tu re de C h an th arid e?” diye usulca sorarım .
R ecep b en im toyluğum a güler.
“Ö yle bir tein tu re’d ü r işte” der. “B iranın içine b eş-o n d am la
dam lattınız mı, kızlar kudurur. Ç areleri bulunm az olur.”
“U lan n e nam ussuz heriflersiniz be...”
R ecep güler.
Biz istediğim iz k adar bilgiç geçinelim , bu konularda yeni n es­
lin yanın d a h er zam an cahil kalm aya m ahkûm uz.
M iralay B ey hâlâ Filistin cephesindedir. G üneşin altında, kız­
gın kum ların o rtasın d a O b erst v on E ppenheim ’le istikşafa çık m ış­
tır. Y ah u t da çad ırın da ta a rru z planını hazırlıyordun
İlerde, cam in in avlusundan, van tu tri oynayan çocu k ların sesi
gelm ektedir.
Efdalettin Bey, onları dinler dinler de;
“Şu hale bakın yahu” diye söyleyiverir. “B ir zam an lar bu oyunu
biz de oynardık. Bunun adı o zam an ö n d ö tru a idi. O nu bile A m e -
rikanlılaştırdık desene...”
Efdalettin Bey, çikleti ica t ettiklerinden b eri A m erikalılara
d ü şm an kesilmiştir. Bu düşm anlık sebebiyle M arşal yardım ını
nüktelerine sık sık serm aye yaptığı d a olur. Halbuki bilm ez ki, ala­
ya aldığı M arşal yardım ı olm asa, m aaşını belki zam anında alam a­
yacaktır.
Bu sırad a aşağıdan 6 .1 5 vapu ru gelir. V apurdan çıkanların bir
kısm ı eczan ey e uğrarlar. R ıza B ey ’in ayak p arm akları m ayasıl ol­
m uştur. “B an a bir ilaç salık verin ” der. Yeni deri m erh em i v erir­
ler. K o m iser B ey g eçen ak şam baldızının düğününde dayan am a­
yıp rakıyı fazlaca kaçırdığından fıstülleri yine azm ıştır. O n a d a fitil
verilir. Ferdane H anım küçük kızına lastik d on , D ürdane H anım
em zikteki oğluna b ib eron alırlar. M üteahhidin oğlu Jean -M arie-
C o n ti kolonyası sorar.
Bu vapu rd an çıkan ünlü saz sanatkârı d a şöyle bir ilişip e c ­
zan ed e biraz dinlenir. H al h atır sord u k tan so n ra h em en Ç ak ır’la
ilgilenir. Çakır, E czacı B ey ’in ihtiyar kedisidir. Ve şim di sol te z ­

Eczanenin Akşam Müşterileri 8 9


gâhın önünde, E czacı Bey'in eczacı m ektebinden n efret ettiği yıl
çektirdiği agran dism an resm in in durduğu d u varm ta m dibinde,
horul horul uyum aktadır. Saz sanatkârı bütün kedileri sever. Aym
zam an d a eli de kalem tuttu ğu n d an sevdiği kedilerin bir bir hikâ­
yelerini yazar. Belki günün birinde bu Ç ak ır’m da bir hikâyesini
yazacaktır. Ç akır için hikâye değil, A rşen Lupenvari, seri halin­
de tefrika yazılsa yeridir. Ç akır gençliğinden, canlılığından çok şey
kaybetm iş am a, bütün ihtiyar kurtlar gibi fizik bakım ından der­
mansızlığını teknik kabiliyetleri ile kapatıyor. Bize m ektepte “Ben-i
 dem i diğer yaratıklardan ayıran belli başlı özelliklerden birinin
de, insanın alet kullanan bir hayvan oluşudur” diye öğretm işlerdi.
Yanlış. Ç ak ır da, işte insan gibi alet kullanan b ir hayvandır. Siz,
kapı topuzlarını tutu p insan gibi açan , daha olm azsa, açam adığı
kapıların aralığından tel sokup kapı m andalını kaldıran bir kedi
işittiniz m i? B ütün kuvvetini geceye saklayan ihtiyar hovardalar
gibi, o da, bütü n gününü uyuklam akla geçirir. A m a bir kere de
gece oldu m u, ortalığı talan a çevirir. Sen g eçen g ece m ü d ü r beyle­
rin b od ru m u n a dal, köm ürlük kapısına abanıp h am am a g eç, içe­
ri gir, p ıtır pıtır m erdivenleri çık, bölük kapısının aralığından tel
sokup m andalı kaldır, kiracı Yahudi m ad an ım m utfağına atlayıp,
kadıncağızın ertesi gün m isafirleri için hazırladığı k oca bir tabak
kaym ağı m ideye indir. K adıncağız kapı kurcalan ırken hırsız sanıp
bayılmış. Zavallıyı saatlerce kendine getirem ediler.
K edinin böyle insan gibi taam m ü d en hırsızlık tertiplediği n e­
rede görülm üş?
Evvelsi hafta d a, deniz yarbayının evinden ızgaradaki balığı
kapm ış. Yarbay, “Şerefsizim öld ü receğim bu kediyi” diyorm uş.
Yarbay d ed im de h atırım a n e g e ld i G eçen g ü n yarbayın yeni
neferi, elinde b ir kâğıt, biz o tu ru rk en eczan ey e girdi. Kâğıdı evvela
Engin’e u zattı. Engin için den çıkam adı. Babasına verdi. O d a anla­
yam adı. K âğıt bir bir h epim izi dolaştı. Ç ok okunaksız bir yazı. Ben
söker gibi oldum . Finil gibi b ir şey...
“A sit finik olm asın?”
“Vallahi b ilm em ki beyim.”

9 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


E cz a cı Bey, “O ğlum ” dedi. “Nasıl şeym iş bu? N e için kullanı­
lacakm ış?”
Nefer, “H anım efendinin apış arasın a konacakm ış. H izm etçi
öyle söyledi” dem esin mi!
“H ay Allah m üstahakkm ı versin. Fem il desene şuna.”
Evvela Sefir Bey m ak araları koyuverdi. O nd an sonra hepim izi
bir gülm e alsın, bir gülm e alsın... Eh kırıldık yani. O ciddi, ağırbaş­
lı em ekli başvekil bile kendini tutam adı. Başını yana çevirdi. Aic-
lınca kim seye g österm ed en kendi kendine gülecekti. B ecerem ed i.
Tükürüğü boğazına k açtı. R ecep koşup su getirm ese, ad am cağız
az daha boğulacaktı.

Eczanenin Akşam Müşterileri 91


FASARYA

O n a bu adı kim takm ıştır, ne zam an takılm ıştır, bilinemiyor.


Fakat bu ad o na öyle uym uş o tu rm u ştu r ki, ço ğ u kim seye onun asıl
ism ini bile unu ttu rm u ştu r. B ir a ra Feyzullah’m kahvesinde çırak­
lık ederdi. Belki o devirden yadigâr kalm ış olacak . Yok m u d u r öyle
zevzek adam lar, ille h er önlerin e gelene b ir ad takm aktan hoşla-
nanlar? İşte bunlardan biri, sırf laf olsun diye, sırf onu kızdırm ak,
onunla zevklenm ek için “fasarya” deyip geçiverm iştir oğlana. Ya­
hut belki de, ha bire yenilm ekte olduğu için zaten öfkesi burnunda
bir altm ış altı tiryakisi, istediği kahveyi zam an ın d a getirm ed i diye
kızıp, “U lan ne fasarya oğlan şu K âzım be, m ered in çaylak çaylak
bakınm aktan başka bir işe yaradığı yok” diye bağırm ış o lacak. O n ­
dan so n ra d a artık Fasarya aşağı, Fasarya yukarı.
D edim ya, gerçek ten b ir fasaryalık akardı üstünden, ö y le sin e
fasarya ki, sem t takım ında bile y er alam az, h er zam an yedek du­
rurdu. S em t takım ı d ed im d e aklım a geldi, bu ism i o na hep yedek
durduğundan, b ir türlü takım a alınam adığından ö tü rü takım ar­
kadaşlarından birinin v erm iş olm ası, akla hepsinden yakın gele­
nidir.
Bir takım la m açım ız m ı var, Fasarya da ille bize ek dolaş olur,
b erab er gelir, son ra biri sakatlansa da yerin e b en girsem hevesiyle,
oyunu kale arkasından sey red er dururdu. Biri sakatlandı diyelim,

9 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


artık Fasarya’ya gün doğm uştur. H em en o yu n a girer, ne k ad ar oy-
n asam kârdır gibilerden, ta c a çıkan, au ta k açan top lara bile koşar,
son u n da korktuğuna uğrar, sakatlanıp tedavi g ö ren o yu n cu top al-
laya topallaya yeniden sahaya girince, bizim kine tırıs tırıs yine ka­
lenin arkasm ı boylam ak düşerdi. B ü tü n k azancı, oynadığı o n d a ­
kikalık oyundu. Bu m ü d d et içinde göze g irm ek , göze girip de ta ­
kım da y er alm ak için, can m ı dişine takarak didinir d u ru r ve ço k
zam an o aşırı coşkunlukla karşı ta ra f torların a lüzum suz şarjlar
yapıp, bize bir-iki penaltıya ve dolayısıyla m ağlubiyete m al o lu r­
du. Bununla b erab er pek fena da oynam azdı. Kendini beğendir­
m ek gayretiyle, lüzum suz fauller yapm asa da, m evkiinden ve d e­
ğerinden em in ö b ü r oyu n cu lar gibi uslu akıllı oynayabilse, pekâlâ
takım a yararlı bir elem an olabilirdi. B ir kere hepim izden nefesli
idi. S on ra iş kırıcılığa bindi m i, Fasarya’dan dayanıklısı yoktu. N ite­
kim, tu h af bir tesadüfle, Yıldırım spor’un -k u lü b ü m ü zü n adı b öy­
le i d i - evet Yıldırım spor’u n soliç, solaçık, solbek yerlerini tu ta n
ü ç solak kardeşler, bizim m ahalleden başka b ir sem te g ö ç edince,
b oş kalan ü ç yeri d old u rm ak için takım a alın an lar içinde Fasarya
da vardı.
B en o z am an a k ad ar tak ım d a sağ h af oyn u yord u m . F asa ry a
sol vu ram ad ığ ı için b en i iste r istem ez sola aldılar. F asary a’yı da
sağh afa geçirdiler. B ilirsiniz elbet, tak ım ın en n an k ör yerleri yan
hatlard ır. O yu n d a en ço k çalışan , didinen, helak o lan onlardır.
G e rçi sa n trh a f d a o n la r k ad ar y o ru lu r am a o, n e de olsa sa n t-
rhaftır, takım ın ın belkem iğidir. H albuki y an h atları kim se alıp
sa tm a z . Z avallılar kan te r için de, b ir y an d an karşı ta r a f içleri­
ni tu ta ca ğ ız , b ir y an d an fo rveti besleyip ak m a y ard ım ed eceğ iz
diye, ileri geri helak o lu r duru rlar. Tak ım kazan d ı m ı esam ileri
o k u n m az. K ayb etti m i d e, m illet o n lara çullanır. "U la n aval, so -
liçi iyi tu tm ad ın ” d erler. “D ep lasm an y ap an sağaçığı iyi m ark e
e tse n , ikinci golü pisi p isine yem ezd ik ” d erler. D er oğlu derler.
H asılı n an k ö r iştir y an hatlık.
B izim tak ım d a b ü tü n yerler evvelden tu tu lu idi. K alecim iz
A n d o n diye b ir oğlandı. N e m ç lazım , lastik gibi kaleci idi. Y am an

Fasarya 9 3
plonjonları vardı. En tutu lm az penaltıları çek er a m a bazen de b a ­
karsın b acak arasın d an en olm ayacak golleri yerdi. Bekler: N e ca ­
ti, Küçük N uri. H aflar: Fasarya, Büyük N uri, ben. Forlar: H ikm et,
Iska Fethi, E rcü m en t, A sım , Niko.
B en im gözüm açıklarda idi. Sağ veya sol, hangisi olursa. A m a
neylersiniz ki sağaçık H ik m et takım ın en iyi oyu n cu su idi. Solaçık
Niko’ya gelince, o, onun klasında değildi am a ço k inatçı bir oğlan­
dı. “Ben solaçık otu razayim ” diye tutturur, taş çatlasa başka yerde
oynam azdı. Takım kaptanı E rcü m en t de o n u tuttu ğu n d an bana
yine kılkuyruk haflık kalırdı.
Takım kaptanım ız E rcü m en t m ebus oğlu idi. Toplarla fo rm a­
ların parasını o veriyordu. O nu n için kim se on u n sözünden çıka­
m azdı. İlle san trfor durur, d u rdurm ayacak olu rlarsa topunu for­
m alarını alıp giderdi. Kaptanlığı da kim seye bırakm ıyordu. A slın­
da gerek ustalık gerek eskilik bakım ından kaptanlık bal gibi sant-
rh a f Büyük N uri’nin hakkı idi. A m a dedim ya; top la form alar m e ­
selesi.
E rcü m en t koleje gidiyordu. Ç ok fiyakacı b ir oğlandı. Yazı tu ra
atılacağı zam an karşı ta ra f kaptanı ile b ir el sıkışm ası vardı, eh gö­
rülm eye değerdi. Sanırsınız Zeki Rıza y ah u t A slan N ihat. Z aten
lig m açların d a sımsıkı o n lara dikkat eder, sahaya çıkışlarından
fotin bağlayışlarına, pas verişlerinden şu t atışların a kadar bütü n
jestlerini bir bir beller, so n ra gelir m ahalle alanında aym sm ı bize
satardı.
E rcü m e n t’in bütün futbol d onatım ı tam am d ı. Takım o yu n cu ­
larını bu bakım dan ü çe ayırm ak m üm kündü. Kim inin hiçbir şeyi
yoktu. M esela A n d on , K üçük N uri, F asarya... Bunlar h er günkü
ayakkabıları ve iç donlarının yahu t m ayolarının üzerine geçirdik­
leri form alarıyla oynarlardı. H atta Fasarya oyun kızıştı m ı kundu­
ralarını atar, yalınayak oynardı. Yalınayak oyn ayın ca daha iyi oy­
nuyordu. O nd an so n ra yarı donatm alılar gelirdi. Yani futbol ayak­
kabılarını takım ın çıkarı için arkadaşları ile paylaşanlar. Bu şekilde
bütün sağ kanat oyu n cu ları sağ ayaklarında futbol ayakkabıları,
sol ayaklarında adi pabuçlar; sol kanattakiler ise sol ayakları futbol

9 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


ayakkabılı, sağ ayaklarında bayağı iskarpin, sahaya öyle çıkarlardı.
E rcü m e n t iki ayağına d a futbol ayakkabısı giyen biricik o yu n cu -
m uzdu. Üstelik çorap ların ın altına Milli S p or m ağazasından alın­
m ış A vrupa tekm elikleri yerleştirir, bileklerine sakız gibi b eyaz bi­
leklikler, dizlerine de h iç lüzum u yokken lastik dizlikler takar, sa ç­
lar pırıl pırıl taralı, sahaya öyle çıkardı. M a çta da kendini pek y or­
m az, hızlı verilen p aslara koşm az, saçım bozulacak d iye k orn er­
den gelen to p a kafa v u rm az am a yine d e biçim li yerlerde d urup
uygun p aslar alır, yarı ofsayt duru m ların d an beleş goller çıkarırdı.
Kısacası, biz kendim izi yerd en yere atar, akınlar durdurur, goller
kurtarır, kasıklarım ıza tek m eler yer, so n ra akın hazırlayıp o n a lüp-
lük paslar sunardık, son u n da golü o atar, parsayı o toplardı. İnsan
oynadı m ı böyle oynam alı.

Fasarya’yı an latacakken bakın nelere saplandık.


Fasarya K âzım Yıldırım spor’da yalınayak h af oynadığı tarih te,
kahveci çıraklığından ço k tan istifa etm iş, sü tçü İstepan’ın yanına
girm işti. Kışları onun m andırasında çalışıyor, y azlan gazete sata­
rak, kundura boyayarak geçiniyordu. D aha so n ra, sırasıyla, D al-
yan’d a balıkçılık, K alam ış’ta sandalcılık, Suadiye o tob oz la rın d a b i-
latçılık, Valdebağı P rev an to ry u m u n d a bahçıvanlık etti. Fakat sı­
kıntılı natu rası icabı, girip çıktığı m esleklerin hiçbirinde, ü ç-d ö rt,
hadi bilem ediniz altı aydan fazla barınam adı.
Fasarya ü zerine b ir ro m a n yazılacak olsa, bütün bu denediği
meslekler, o eserin ayrı b irer bölüm ünü teşkil edebilirler. Yahut
ro m a n değil de, tıpkı K aragöz serisi gibi, “Fasarya’m n Yalova Sefa­
sı” “F asary a H ü cu m b otu n d a” “Fasarya G ece Bekçisi” “Fasarya Tu­
nus’ta ”, “F asary a Evleniyor” vs. gibi bir de zincirlem e Fasarya serisi
kalem e alm ak m üm kün.
N iyetim iz n e ro m an , ne hikâye yazm ak ... Bizim b u rad a yap­
m ak istediğim iz, o n u n hayatım n şu rasından burasından, alınıp
eklenm iş iki-üç olay şeridini, sözü m on a, b ir film fragm anı misali,
sayfanın beyaz ekranına aksettirebilm ekten ibaret.

Fasarya 9 5
Fasarya h er boyaya boyanıp çıktı dem iştik ya, bir ara C ad de­
b ostan G azinosu’nda garsonluk bile etti. A n cak , onurunu oldum
bittim pek yüksek tutm aya alışık olduğundan garsonlukla h iç m i
hiç bağdaşam adı. Yanındaki kıza afi yapm ak için onun önüne, di­
lenciye sadaka v erir gibi bahşiş fırlatan bir züppeyi, bıraksalar öl­
dürecekti. Tabii, ertesi gün işinden oldu. İşinden olu n ca, o da gitti,
askere yazıldı.
K üçüklüğünden beri bütün hevesi bahriyede idi. Sandalcılıktan
tanıdığı bir L az oğlan buna akıl öğretm iş: “Z an aatın ı sordukların­
da ‘c e t be c e t kayıkçıyız’ dersin” dem iş. G erçek ten de, “Kayıkçı­
yım ” deyince, Fasarya’yı deniz hizm etine ayırdılar.
ilk haftası b ayram ço cu ğ u gibi, ü n iform aların ı giym iş geldi.
A rtık aynalarda, p en cere cam ların d a, belli etm ed en hep kendini
seyrediyor. İkide bir siyah fiyongunu düzeltm eler, eğilip kalkıp
bol p açaların ın tozunu süpürm eler, elbisesinin leke tu tan yerleri­
ni tükürükleyip kolunun yeni ile bir tem izlem eler. Kendisini ta ­
ram a b otların d an birine verm işler. Sevin cin d en u çacak fakir. N e
k adar da teşn e im iş askerliğe. İki ay so n ra Ege m an ev raları b a ş­
layınca, sanki sahici savaşa gidiyorm uş gibi, m ahalle yaşlılarının
ellerini öpüp dualarını alarak , kendi yaşıtları ile de sarılıp helal-
laşarak gitti.
M an evralar bittikten so n ra, bir pazar, b ir de bakıyoruz, F asar­
ya çıkageldi. O pek sevdiği bahriye elbiselerini çıkarm ış, yerine
kendine biraz bol gelen, bol geldiği için de o n u büsbütün şapşal
g österen açık renk bir k ostü m giymiş. Sırtında tiril tiril sadakor
göm lek, boynunda dallı çiçekli bobstil k ravat, sağ yakasında bir
m enekşe, solunda bir Fen er rozeti. Tut gülm eni tutabilirsen.
E n sabırsızım ız b aytar Vakkas B ey ’m iş:
“U lan, bu ne hal bu, cu m artesi kibarı gibi?”
A n lattı: G em id e bir te ğ m e n v arm ış. Bunu çağırıyor. “Bak K â­
zım E fen d i” diyor. “Şu b o tta bu k ad ar er var, içlerin d e g özü m b ir
seni tu ttu . Seni em ir eri olarak teyzem in y an m a g ö n d ereceğ im .
Yaz kış B o sta n cı’da otu ru rlar. Y an larınd a şöyle güvenilecek b ir
erkek lazım . H izm etçid en aşçıd an san a iş d ü şm ey ecek bile. Ü s-

9 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


telik harçlık sız d a b ırak m azlar sen i. H a, n e d ersin ?” F asary a n e
d iyecek , o n a kalsa g em id en b ir y ere ay rılm az a m a te ğ m e n ak­
lına k oym u ş b ir defa. Ç aresiz, “E m red ersin iz teğm en im ”i b a s­
tırm ış. T eğ m en in , te y z e m dediği, altm ışlık, altm ış beşlik, su ratı
h âlâ dü zgü n lü, kirpikleri h âlâ sü rm eli, deli saraylı gibi b ir k ad ın ­
ca ğ ız m ış. A d ı d a G üzide H an ım . G üzid e H anım 'ın y irm i b ir-y ir-
m i iki y aşların d a, sarı saçlı, k ırm ızı yanaklı, B oşn ak güzeli b ir de
kızı var. K ızın adı N üvide m i, N em id e m i öyle b ir şey am a evde
N o n o ş diye çağ ırıy o rlarm ış. F asary a’nın an lattığ ın a g ö re, G ü zi­
de H a n ım teğ m en in g erçek teyzesi o lm u y o rm u ş. A slın a bakılır­
sa te ğ m e n de g erçek te ğ m e n değilm iş. Sivilde y ü zm e şam piyon u
o ld u ğu n d an şim di y edek subaylığını b ah riy ed e yapıyorm u ş. Kı­
zın resm in i gem ideki d olab ın a asışın d an an laşılıyor ki, m aksadı,
d ah a sivilkenden tu tk u n olduğu N o n o ş’u, şim di bahriye ü n ifor­
m aların ın d a yardım ıyla kafese koyup, tavlam ak . Ç içeği b u rn u n ­
da su b ay çık ar çık m az, “B en size b ir e m ir eri b ulurum ” dem iş
olm alı, m ü teah h it değil y a bu, subayın hovard alığı d a böyle o lu r
işte.
B ununla b erab er F asary a halinden pek şikâyetçi değildi.
“D aha o raya g ittiğ im gün ” diyor, “b en i b ir koltukladılar, b ir
koltukladılar. Y ere d am a kom uyorlar. Ş aştım kaldım . H ani u ta n ­
dım d a so n ra . Bak bu elbiseler rah m etli b eyefendininm iş. G ö m ­
lekle k ravatı teğ m en , ro zeti d e şo fö r hediye etti. İş g ü ç hak g etire.
B an a a ra d a b ir bakkaldan tu z lim on alm ak düşüyor, o kadar.”
B ir h afta so n ra geldiğinde bayağı tasalı idi:
“İşler biraz sarpa sarıy or” dedi. “B u p azar teğm en köşkte ye­
m ek te idi. Beni ö n ce b ir güzel piyazladı. S o n ra bir kenara çekip
baklayı ağzından çıkarıverdi. Beni o raya n ed en getirm iş biliyor
m u su n ? Bu G üzide H anım ’m belalı b ir yeğeni varm ış. K ıza ilkin o
illet olm u ş, verm em işler. O rtad a b ir de m iras dalaveresi dönüyor.
Bizim kiler okkalı bir m irasa konm uşlar d a, o hergelenin hakkını
m ı yem işler n e? Karışık iş senin anlayacağın. A dam , ‘Bunu sizin
y anın ıza k om am , ikinizi d e tem izleyeceğim ’ diye tehd it savuru-
y o rm u ş. A nlıyorsun ya şim di b en i n ed en koltukladıklarını... B en

Fasarya 9 7
bunları o hergeleye karşı koruyacakm ışım . -C e b in d e n g ıcır g ıcır
bir W a lter ç ık a rd ı- Bunu d a teğ m en verdi” dedi. “D okuz m ilim et­
re am a inzibatların kullandığı Kırıkkale tipi zan n etm e ha, A lm an
m alı, hakiki Walter.”
H iç u n u tm am , karpuz m evsim i idi. Kelek bir karpuz alıp o n
adım ö tey e koyduk, nişan talim i yaptık. B en ü ç kurşundan birini
v u rdu m . Fasarya hiçbirini vuram ad ı.
“T am m uhafız yapacak adam ı bulm uşlar” dedim . “Sana güve­
nenin aklına şaşayım.”
D edim am a ağzım dan çıktıktan son ra anladım ki, bunu söyle­
diğim e iyi etm ed im . O ğlan g ö sterm ese bile, belli ki fena korkuyor.
Erkeklik belası, işi b ir k ere ü stü n e alm ış. D ön em ez de artık . B ir de
m aneviyatını kırm anın âlem i v a r m ı?
Ö b ü r hafta m ahalleye geldiğinde yüzü gülüyordu:
“B en sana bir şey söyleyeyim m i ağabey?” dedi. “M artaval bü­
tü n bu m esele. Bak göreceksin. B ir kerem öld ü recek adam , öldü­
receğ im diye c a r t c a r t ö tm ez, sıkı ise gelir öldürür. B enim anladı­
ğım , h erif bunlardan p ara sızdırm ak için yapıyor.”
“O rası pek belli o lm az” dedim . “Sen yine tetik te bulun.”
G üzid e H anım da öyle sü rtü k , öyle keyfîne, eğlencesine m e c ­
b u r b ir kadın ki, tehdide rağ m en gideceği yerlerin hiçbirinden kal­
dığı yok. Bugün Ç am lıca, y arın G öksu, ö b ü r gün Hünkâr, d aha
ö b ü r gün bilm em neresi. Şoförü n yanm da, silahı dolu Fasarya var
ya, gönlü rahat.
Vukuatsız g eçen h er haftadan so n ra Fasarya biraz daha kaba­
dayılaşıyordu. D örd ü n cü h afta son u n da, afra tafra, bir geliş geldi
ki, tanıyam adık. Başı o m u zları içine göm ülü, H um ph rey B o g art-
vari b ir acayip yürüyüşler, iki d e bir kılıfından çıkardığı tab an cası­
nı tek elinde afili afili döndürüşler... D eğm e dedektif olup çıkm ış
oğlan.
O ara, bir iş için H atay ’a gönderildiğim den, olayların akışını
takip ed em ed im .
D ön d ü ğü m d e gün lerd en cu m a idi. -F a s a ry a ’nın izin g ü n ü .-
Fasarya görü n m ed i. Kahveye çıkıp sord u m . Yüzü m e baktılar.

9 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"G azetelerd e okum adınız m ı?”
“N eyi okum adım m ı?”
“F asary a yaralandı.”
“Yalan!”
“Yem inlen size, K asım paşa D eniz H astan esi’nde yatıyor.”
Fasary a, gerçekten, yatak -yorgan , kolu boynu sargılar içinde
pestil gibi yatıyordu. Yüzü büsbütün küçülm üş, lim on küfü bir
renk alm ış.
“N asıl oldu?” dedim .
Kesik kesik, h er cü m len in son u n da soluk soluğa gelerek an ­
lattı:
G e çe n p azar Büyükdere'den d ön ü yorlarm ış. İnsan, başına ge­
leceği n ered en bilsin. H e r zam an M aslak 'tan dönerlerken o gün
aşağıdan d ön ecekleri tu tm u ş.
“T am ” diyor, "K u ru çeşm e ön ü n e gelm iştik ki, ben zin bitti.
B en zin b ittiyn en tabii, b ir b en zin cin in ö n ü n d e durduk. O sırad a
g ri b ir D o ç gelip ta m ö n ü m ü zd e fren led i. İçin d en uzun b acak ­
lı, sıska, kertenk ele gibi b ir h e rif çık tı, güzel güzel geldi. B izim
arab an ın ark a kapısını a çtı. B e n de aval gibi n e y ap acak diye b a ­
k ıyoru m . Sen kapıyı açm ayla, tab an casın ı ateşle... İtoğlu it, h a ­
ra m z a d e , veledizina, an asın ı avradını b ilm em ne yaptığım ın p e­
zevengi.”
İlk kurşun G üzide H am m 'ûı çan tasın ı havaya uçuruyor, İkin­
cisi N o n o ş’un kulak m em esin i sıyırıp ca m ı p aram p arça ediyor,
ü çü n cü sü evet ü çü n cü sü ... Ü çü n cü kurşun kendini ortay a atıp,
on lara siper eden bizim aval Fasarya’nın o m zu n a saplanıyor. H erif
d ördü n cüyü sıkm aya vakit kalm adan da şoför eline sarılıverm iş.
F asarya;
“D iyuz öyle ani geldi ki, n e olduğunu anlayam adım ” diyor.
“B ak tım vira ateş ediyor. B ari kendim i siper edip hanım ı k u rtara­
yım dedim.”
“İyi halt etm işsin” dedim . “Senin ne ü stü n e vazife a ukala d ü m ­
beleği! O nların kendi aralarınd a tem izlen ecek hesapları varm ış.
M ad em gafil avlandın erken d avranam adın, bırak vursun, te m iz ­

Fasarya 9 9
leşin, n e hali varsa görsün. Ya pisi pisine geberip gitseydin? Senin
de an an var, o na acım adın m ı?”
“Ayıp ettin ağabey” diyor. “Ayağını öp eyim konuşm a böyle.
B an a b u n un için m i ekm ek yedirm işler? B en vazifem i yaptım . Ben
helal sü t em m iş ad am ım ağabey.”
Fasarya, helal süt em m iş olm anın cezasını K asım paşa D eniz
H astan esi’nde ta m üç buçuk ay çekti. G üzide H anım ’la N on o ş ilk
zam an lar sadık fedailerini sık sık gelip yokladılar. Yokladılar d e­
diysek, ördek m uhabbeti gibi, sad ece, vah vah vah. A rad a galiba
yalnız b ir defa on u n çok sevdiği cıg ara böreğin den getirm eyi akıl
ettiler. S on ra son ra ziyaretler seyrekleşti. G itgide büsbütün tav ­
sadı. Bir-iki kere şoförü yolladılar. Sonra kim se Fasarya’yı arayıp
so rm a z oldu. G üzide H anım 'ın yeğeni artık kodesi boyladığından
m uhafıza d a lüzum kalm am ıştı. T optan bir ü ç y üz lira vererek h e ­
sabı kapadılar. Fasarya’nın, G üzide H anım ’ın m u h afızlığından ka­
zanıp kazanacağı, o rd a kaldığı ü ç ay içinde yediği güzel yemekler,
İstanbul’un m esire yerlerin e otom obille yaptığı bedava g ezm eler
ve bir de, h er istediği yana çevirem ediği, an cak birtakım sayılı h a­
rek etler yaptırabildiği çolak b ir sol kol oldu.
B ari fedakârlığı da b ir işe y arasa, teğm en e bile yaram ad ı. Z aten
teğ m en d e G üzide H anım ’a y aran am am ıştı. A nlaşılan o n a, sırf b e­
lalı yeğenin şerrin d en sığınm ış bulunuyorlardı. Bu tehlike o rtad an
kalkınca, teğm en e yüz v erm ez oldular. A slında N o n o ş n e z a m a n ­
dır Ayvalıklı b ir zeytinyağ tü cca rm ın oğlu ile sevişir d u ru rm u ş.
Zeytinyağ tü ccarın ın oğlu d a teğ m en k adar h atta ondan daha ya­
kışıklı idi. A z buçuk Glen F o rd ’u da andırıyordu. Üstelik, kırm ızı
bir Rolls R oyce’u, bir de M o d a D eniz Kulübü’ndekilerin eşi, son
m od el C rist C raft’ı vardı. Ve nihayet iş üniform aya binerse, o da
yedek subaylığını Heybeli D eniz Koleji’nde yapm ıştı. N etice, N o ­
n oş Ayvalıklı tü ccarın oğlu na k açtı. Teğm ene de hava alm ak d ü ş­
tü. O lağan işler...
F asary a kolundan ö tü rü terh isin e altı ay kala çü rü ğ e çıkarılınca,
n e yap acağım şaşırdı. Ç olak kolla yük taşıyam az, kundura boyaya-
m a z , biletçilik, sandalcılık edem ezdi.

1 0 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Ç aresiz kalınca, ister istem ez, topladığım ız b eş-o n kuruşu ser­
m aye yapıp D olm abahçe Stadı’n d a d rop s, çiklet, sandviç satm aya
başladı.
İstanbul küçük şehirdir, d erim de kim se inanm az, İstanbul bal
gibi küçük şehirdir. N itekim Fasarya günlerden bir gün, zan n e­
d ersem bir Fener-B eşiktaş m açın d a, N o n o ş’un ektiği teğm en e tri­
to n d a rastlayıverdi. T eğm en artık terh is olduğundan sırtında sp or
bir elbise, boynunda bir fo to ğ raf m akinesi, yanında o tu ran ve N o -
n oş’ta n h iç de aşağı kalm ayan çıtı pıtı sarışınla b urun bu ru n a ko­
nuşup gülüşm ede...
Siz F asaryad aki ru h asilliğine bakın:
“T erhis olm uşsun, m üb arek olsun teğm en im ” diyor. “Bu d e rt­
ler b aşım a senin yüzünden geldi. Bak çolak kaldım, iş bulam ıyo­
rum ...” Yok böyle şeyler. S adece, “Terhis olm uşsun, m übarek olsun
teğm enim .” O kadar.
N o n o ş’un ektiği teğ m en yine anlayışlı ço cu k m u ş. Kalkıp c a n ­
d an b ir jestle Fasarya’nın b oynuna sarılıyor. “B en varken senin sır­
tın y ere gelm ez K âzım Efendi” diyor. Bu insanlık karşısında Fasar-
ya’nın gözleri dolu dolu olm u ş, u tan m asa h ü n gü r h ü ngür ağlaya­
cak m ış o rd a. Teğm enin de gözleri yaşarm ış. A llah bilir onunkiler,
F asary a tedaisi ile N o n o ş’u hatırladığından yaşarm ıştır. Bunlar sa-
rılışm adan çözü lü n ce teğ m en yeni nişanlısına dönüp;
“Bak canikom ” diyor. “Bu K âzım Efendi ben im askerlikte em ir
erim d i. Ö l desem ölür, kal desem kalır, böylesine m e rt bir delikan­
lıdır.”
C an ik o ile teğm en b unun ü zerine Fasarya’ya bakarak fiskos
b ir şeyler konuşuyorlar. S o n ra teğ m en ceb in d en b ir kartvizit çık a­
rıp altın a bir ad res yazıyor.
F asary a kartvizitle b an a geldi. “D ünyada iyilik ölm edi ağabey”
d iyor d a b ir d ah a dem iyordu. Teğm enin tavsiye yazdığı y er Kazlı-
çe ş m e ’de bir bisküvi fabrikası idi. Fasarya ertesi gün verilen ad rese
gitti. M eğ er C eyh an m ark a e x tra extra bisküvi im al eden fa b r ik a ­
nın sa h a b ısı Caniko’nun babası, teğm en in de m üstakbel kaynatası
değil m i imiş?

Fasarya 101
Fasarya’ya hem en bir g ece bekçiliği verdiler. Ayda yüz o n kâ­
ğıt. D aha ne ister.
Gelip bunları anlatınca, kahvedekiler, “V urdun yine uğursuz”
diye oğlana takıldılar. Bazı kim se saadetinin asıl farkına, başkala­
rının gıptasından son ra varıyor. Bizim Fasarya da bu soydan. H ele
m aran goz Halil’in gözünü de denem iş. N azara gelm em ek için
kendi kendine okuyup üflüyor, nerde tah ta g ö rü rse tak tak v u ru ­
yor. B ir tütsülenm ediği kaldı.
A m a n e yapsa nafile, aym a kalm adan eli b öğrü n d e çıkagelm ez
m i? “Senin o gök gözün v a r m ı yok m u ?” diye kabahati Halil'e bu­
luyor.
A tılışının sebebi g ö rü n ü şte b ir iftira. U stab aşı ço k ustalıkla
a p arttığı u n la şekeri fab rikadan çık aram am ış, sakladığı y erd e
g ö rü lü n ce de işi Fasarya’n ın ü zerin e atıverm iş. A m a asıl sebebi
bu değil. B ir kere sözü n e in an salar ustabaşıyı n ed en işinden a t­
sınlar. P atro n , Fasarya’n m su çsu z olduğunu an lam ış, anlam ış ya,
o sırad a teğ m en kızıyla b ozu şu p gittiğinden, h ın cın ı on u n ad a­
m ın dan alm aya kalkm ış. B irin in ad am ı olm an ın işte bazen b öy ­
le k ötü ta rafları d a oluyor. D ediğim gibi F asary acık elinde yirm i
ü ç kâğıt, süklüm püklüm çıkageldi. M evsim k apanm ış, artık lig
m açları d a yok ki teğ m en e trib o n d a rastlasın . R astlaşa da, ken­
di m u h ta cı h im m et b ir d ed e... O lm aya ki yeni b ir fab rik atör kızı
yakalam ış olsun.

K oru yu cusu n dan um udu kesince Fasarya, yine başının çaresi­


ne kendi bakm ak zoru nd a kaldı.
İstanbul’dan uzak kaldığım yıllarda, duydum ki, Akdeniz’e se­
fer yapan şileplere girm iş, d u rm ad an Hayfa’ya, M ısır’a, Tunus’a
gidip geliyorm uş. S onra h er zam anki gibi, yem inibillah, hiç m i
hiç karışm adığı - in a n ı r ım - bir kaçakçılık dalaveresine kurban gi­
derek işinden olm uş. D aha so n ra H aydarpaşa G arı'nda, Kadıköy
Sebze H ali’nde ve çolak koluna rağ m en o zam an k i kaym akam ın
kayırm ası ile bir m üddet de itfaiyede çalıştı.

1 0 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


B e n d ö n d ü ğü m d e y in e açık lar livası idi. M ü d ü r ten sik at y a ­
p ark en sak attır diye ilk ağ ızd a b u n cağ ızı y ü rü tm ü ş... A n ası d a
artık eskisi gibi ça m a şıra filan g id em ed iğin den halleri d u m a n ­
dı.
Sağ olsun var olsun, tam dıklardan hatırı sayılır, sözü g eçer
em ekli b ir milli eğitim m üfettişi vardır. Yalvar yakar, Fasarya’ya li­
selerin birinde doksan lira ü cretli bir am b ar hadem eliği buldu da,
oğlanı sefaletten kurtardı.
İş buldu ya, bizim kinin b ir biti kanlansın.
Baktım , bir sabah çıkagelm iş.
“B en evleniyom ağabey” diyor.
Ö zbeöz İstanbullu olm asın a rağm en, çok sevindiği, şım araca­
ğı tu ttu ğu zam anlar, böyle “geliyom , gidiyom ” diye konuşur. Şı­
m a rta n d a olsa b ari zavallıyı!
“Hayırlı olsun” dedim . “K im inle?”
U tan d ı, güldü, önü n e baktı:
“K ahvecinin N akibe H an ım Teyze bulm uş” dedi.
H ep önü n e bakıyor, sanki başka iş kalm am ış gibi, m ühim m ü ­
him , duvara yapışm ış kalm ış b ir badana telini çıkarm aya uğraşı­
yordu.
“N asıl bir kız bu?”
“G örm ed im daha... O beni görm ü ş (kızardı), biyenmiş (sırıt­
m asını g ü ç tuttuğu belli), gözü tok , kendi halinde bir kızm ış. Ç ok
kibar evde büyüm üş. H anım ları m ebus Ali Rıza B ey’in ailesi olu­
yor, siz tanıyacaksınız. A cıb ad em ’de oturuyorlar. Evlatlık dediysek
evlatlarından ayrı tu tm am ışlar hani.”
“Senin ayda kaç p ara aldığım biliyorlar m ı?”
“Söylem iş N akibe H an ım Teyze. ‘B en im parada gözüm yok.
Bir lokm a ekm eğe razıyım . İş ki k ocam olacak, erkek olsun, beni
n am erd e m u h taç bırakm asın’ diyormuş.”
“A ferin kıza. A nanın yanına m ı alacaksın?”
“Yok ap artım an dairesi alacağım , m atrak m ı geçiyorsun ağa­
bey?”
“Peki, ya kız ayrı ev isterse? Bu hususta anlaşm ak gerek.”

Fasarya 1 0 3
“O rası kolay, can ım . B en im an am on u n d a anası. A m a daha
bir karşı karşıya görüşem edik ki şöyle. Yalnız sokağa bilem bırak-
m ıyorlarm ış.”
“Şim di k aç g ö ç kaldı m ı ya?”
“Kalm asın. M ad em on lar eski usul üzerine h areket ediyorlar,
an am yarın gidip görecek. O biyenirse benim de kabulüm.”
A nladım ki, Fasarya kim olsa alm aya razı. Değil m i ki kız bir
kere bunu biyenm iş, ö m rü n d e ilk defa karşısına, Fasarya'yı candan
beğenen, o na inanan, hayatını onunla paylaşm aya razı bir kadın çı­
kıyordu. B ir kadm tarafından beğenilm ek... A m a çirkin, am a uyuz,
am a ucube, zarar yok. Beğenilm ek. Bu, ne büyük kelim edir farkında
mısınız beyler! Fasarya hep önüne bakıyor, sevincini gösterm em e­
ye çalışıyor, gösterm ediğini sanıyor am a belli ki b ir zilleri eksik.
Ayıplanm az da. H angim iz öyle değiliz? Sabahleyin bir dişi ağızdan
çıkm ış ü ç kelimelik bir pöh p öh cüm lesi, ondan so n ra tu t bizi tu ta ­
bilirsen. K o ca öküzler, bütün bir gün kendim izden, dünyadan, in­
sanlardan m em nunuzdur artık. Ü ç kelimelik b ir p ö h pöh cüm lesi,
tam am ... Troya m uharebesi bundan çıktı. C üm le harplerin sebebi
bu. Bütün cinayetler bundan işleniyor. H ayat pahalı ise bundandır.
K araborsanın sebebi bu. M üteahhidin çü rü k tuğla kullanışı, m e­
m u ru n zim m etin e p ara geçirişi, partilerin tartışm ası, gazetecilerin
çekişm esi, A h m et’le M ehm et'in takışması, Ali’nin Veli'yi yerinden,
ağabeyin kardeşi evinden edişi hep bundan.
“Hayırlı olun, Fasarya” dedim . “İnşallah m esu t olursun.”
“Sağ ol ağabey” dedi. “D an sı başına.”
O hafta anası gitm iş, kızı beğenm iş. G erçi yaşı F asary ad an bi­
raz büyükçe im iş am a, “Pekâlâ” diyorm uş. "K ıvrak, eteği belinde,
yüzüne bakılm ayacak gibi çirk in de değil.”
M ahallenin isteği ile, kız tarafı, nişanı Feyzullah’ın kahvesinde
yapm aya razı oldu. H uriser’in hanım ları zengin filan am a, alçak­
gönüllü insanlar. Kızın hatırı olsun diye nişana cü m b ü r cem aat
katıldılar. A rtık dünyalar Fasarya’nm ...
N e de sevdirm iş herkese kendini... N işanın şerefine kasap Şa­
ban bile zeybeğe kalktı. Kasap Şaban ki, kendi çocu k larının sün­

1 0 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


netinde bile oynam am ış ad am . M üdür bey, kom iser, m anifaturacı
N e cm i Bey, bütün esnaf, satıcılar, kim ler yok...
H u riser’in h an ım ları h aftad a bir nişanlıların buluşup g e z m e ­
lerin e izin verm işler. M ev sim y az ya, F asary a ilk haftası nişanlısı­
n ı alıp İstanbul Sergisi’n e götü rd ü . İkinci h afta G ülhane P a rk ın a
gitm işler. D enize karşı sıraların birine o tu ru p kabak çekirdeği,
leblebi yem işler. F asary a o rad an M a rm a ra Sinem ası'na gidelim
dem iş. O n a da peki. Fakat F asary a lo ca alacak olu n ca, kız işkil­
lenm iş. Sen Fasarya’yı o rad a bırakıp tram vay a y ürü. F asary a kızı
y atıştırın caya k adar aklan karayı seçm iş. A rtık , bilm em d oğ ru
bilmem' yalan;
“B en onu denem ek için yaptım ” diyor. “L ocaya gelse inan ol­
sun gözüm de düşecekti. K arı değil, altın m adeni, ağabey, n am u ­
su m ü cessem . G özün kapalı, bırak evde git. H ey canına yandığım
nam us.”

Hikâyenin bundan ö tesi oldukça sinem aya ben zer am a kaba­


h at bizim değil. Bazen hayattaki olaylar da yerli film senaryolarına
taş çık artacak kadar d ram atik olabiliyor.
B en yangını g örm ed im . G ören lerd en dinledim . Topal Aziz
anlattı. Sonra Fasarya d a anlattı. Acıbadem liler, “G ece yarısı” di­
yorlar, “evvela çatır ça tır cam lar çatlam aya başladı.” M illet bir de
bakıyor ki, H uriser’in hanım larının evi yanıyor. Topal A ziz, “Sa-
habısı sigortadan p ara alm ak için yaptı” diyor. K om şulara bakılır­
sa tam am en kaza. Bayla bayan, kulüpte kum arda im işler o gece.
G ünlerden cu m artesi olduğundan evde çam aşır yıkatılmış. A n la­
şılan çam aşırcı giderken o cağ ı ta m sön d ü rm em iş olacak. O cak ,
için için yanm ış. K uru çalı çırp ı da varm ış kenarda. A teş oraya
sıçrıyor. G ece yarısı kim kim e, dum dum a, köşk de eski yapı zaten,
kav gibi alev bir anda d ö rt bir yanı sarıverm iş.
N eyse, önem li olan yangın değil, yangının neticesi. A cıb a-
dem ’de yangın olur da, Yeldeğirm eni’nin, îbraam ağa’m n, M ısır-
lıoğlu’nun efeleri yerinde d u ru r m u? M illet o raya üşüşm üş. F a ­

Fasarya 1 0 5
sarya da içlerinde tabii. Bir kere nişanlısı A cıb ad em ’de oturuyor.
Sonra m alu m a, serde itfaiyecilik de var. Yangın yeri bir m ahşer.
Söndürm e ekipleri zam anında yetişm iş am a alev alm ış yürüm üş,
kam panalar, düdükler, gecen in içinde bağrışıp çağrışanlar, h ar har
karanlığı yalayıp d u ran şey tan dili gibi alevler, yandıkça çatırd a­
yan, so n ra kopup yıkılan ihtiyar kaplamalar. Evdekilerin hepsi ilk
ağızda dışarı uğram ışlar. H uriser neden so n ra akıllarına geliyor.
K ızcağızın uykusu ağır olduğundan başm d a to p atsalar uyanm az-
m ış. O ilk v artad a h içb ir şeyin farkına v arm am ış olacak ki, şimdi
evde kapalı kalm ış. L am ı cim i yok, diri diri yanacak . C iğerparesi,
bir tanesi içerd e alevler içinde ca n verirken F asary a buna seyir­
ci m i kalacak. K ord on u y arm ası ile eve d oğru seğirtm esi bir olu­
yor. “Y apm a, etm e, eylem e. Ev yıkıldı, yıkılıyor...” K im dinler! Fa-
sarya'yı, polisi itip o y engeç bacakları ile erkek erkek eve ilerlerken
g örü r gibi oluyorum . D oğru m erdivenlere saldırm ış. B oğu cu bir
dum anla p en çeleşe p ençeleşe kendini ilk katın sofasına atm ış. Yan
odalardan birinden b ir ço cu k ağlam ası:
“A nne, an n eciğim , uyansana anneciğim yam yoruz.”
Fasarya sesin geldiği kapıya bir tekm e atıp içeriye dalıyor ki,
ne görsün. H uriser hâlâ h oru l h orul uyum akta. Yanı başında da ü ç
yaşlarında bir kız ço cu k onu çekiştirip duruyor. Fasarya ana-kızı
böyle g ö rü n ce şaşkınlığından yangını filan u n u tm u ş. B ereket itfa­
iye kom utan ı dışardan;
“M erd iven yıkıldı, çab u k p en cered en atlayın” diye b ağırır
d u ru rm u ş. F asary a aklını b aşın a topluyor. Ç o ğ u arkadaşı olan it­
faiye erleri aşağıda b ez g erm iş bek lerlerm iş. Evvela küçük kızı
atıyor. A rk asın d an hâlâ açılam am ış, sersem sepeltek H uriser'i
atlatıyor. E n so n ra d a kendi atlıyor. A şağıd a alkış, sevinç, kıya­
m e t... G en çler, ço cu k lar, g ün ü n k ah ram an ın a çılgın ca tezah ü rat
yapıyorlar.
H anım ları hayatlarından üm idi kestikleri H u riser’le kızm a ka­
vuşm anın sevinci içinde... Yalanlarının o rtay a çıkışının bile far­
kında değiller. A m a F asary ad a su rat bir karış. Kalabalığı yarıp ka­
ranlığın içinde kayboluveriyor.

1 0 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


E rtesi gün dayattı, “B en o n u alm am ” diye, ö n ü n d e bir rakı
şişesi, kafayı çekip k ara k ara düşünüyor. “Tevekkeli ıhlam urdan
odun, beslem eden kadın olm az dememişler.”
B eri yandan H uriser d e h ab er yollam ış:
“K orkm asın, b en ço cu ğ u o n a b ak tırm am , onun babasından
nafakası var. O lm adı, an am a yollarım ” d iyorm uş. El kapısı k ızca­
ğızın öyle can ın a y etm iş ki, soğan ekm eğe bile razı. A m a Fasarya
N u h d em iş peygam b er dem iyor. Değil m i ki, o na bir kere yalan
söylemişler. Kıza b ak m ak tan filan ço k , aldatıldığına, aptal yeri­
ne konulduğuna, iki k ocad an a rta kalm ış H u riser’in on a kız oğlan
kız diye yutturulm ak istenişine içerlem işti. Ayıp değil ya, dünyada
h azm ed em ed iği bir şey v arsa o da yalancılık, ikiyüzlülük.
Kısacası, nişan bozuldu. N işanla beraber, Fasarya’nın m orali,
h atta sıhhati de bozuldu. İçler acısı bir d u ru m .
G eçen gün, çın arın altında karşım a g eçip oturdu:
“N e desen hepsi b o ş” dedi. “Şu dünyada neyim ki ben? İsm i
üstünde Fasarya’yım işte. Fasarya artık, ötesi v a r m ı?”
“Yo, böyle söylem e” dedim .
Burnunu çekip, “Yalan m ı ağabey” dedi. “Yalan m ı yani? N eyi
tu ttu m sa elim de kaldı bugüne kadar.”
Tıraşı bir karış u zam ış, sırtındaki yağlı cek etin yakaları pıyrım
pıyrım . Sağ eli sarılı olduğundan çolak eli ile bir sigara yakm aya
uğraşıyor, b ecerem eyip b ir kibriti, bir sigarayı düşürüyor.
A cıd ım oğlana. A cıd ım am a so n ra kendim e kızdım. Birine h er
acıyışım ızda - it ir a f ed elim veya e tm e y e lim - az buçuk budalaca
b ir üstünlük böbürlenişi saklı değil m idir?
“Kaldır kafanı Fasarya” dedim , “ö y l e karı gibi ağlam ak yakış­
m ıyor sana.”
Kafasını kaldırdı, a m a vira burnunu çekiyor.
“N e olm uş yani F asary a isen?” dedim . “D ünyada bir Fasarya
sen m i varsın? B akm a, b en senden biraz d ah a tem iz geziyorum ,
h er gün tıraş oluyor, ütülü göm lek giyiyor, tep em in açıldığı belli
olm asın diye öndeki iki tel saçım ı itina ile arkaya tarıyorum . A m a
bu dış görü n ü ş bir yan a seninle hiç de büyük b ir farkım ız yok be

Fasarya 107
Fasaryacığım . Yo istağfurullah d em e, bu böyle, sen ne kadar fa­
sarya isen b en de o kadar fasaryayım . O lsa olsa senin fasaryalığm
küçük harfle yazılır, benim ki belki büyük harfle. E m in ol, farkımız
bu kadar.”
K aşlarını kaldırm ış, şaka m ı ediyorum diye bakıyordu:
“Sen n ed en fasarya oluyorm uşsun ağabey?” dedi. “Sen neden
b ana benzeyecekm işsin? Bugüne bugün bir efendi evladısın sen.”
“D u r dinle bak” dedim . “Sen aval gibi G üzide H am m ’la N o-
noş'a atılan kurşunlara siper olup yaralandın. B en budala, üstelik
senin gibi aylıklı m uhafız da olm adığım , bu y üzd en ekm ek de ye­
m ediğim halde, d ost sandığım kim selere atılan başka türlü kur­
şunlara siper olup, başka türlü am a senden ağır yaralandım . Yalan
mı?”
“D oğru ” dedi. Ben im h esabım a üzgün, başım ön ü n e eğdi. - S a ğ
olsun ço k d a yufka yüreklidir.-
“Sonra” dedim . “Sevgilinin, ço cu k lu olduğunu anlam an, yala­
nını tu tm an için, senin A m erik an filmlerindeki gibi, yanan bir eve
tırm anıp alevlerle p en çeleşm en gerekiyorm uş. B en halbuki, sevgi­
limin yalanlarını ve iki - k a ç iki, d ö rt, beş, sekiz, o n - yüzlülüğünü
yattığım yerden, yahut bir çay m asası başından kolayca yakalayı-
verirdim.”
Fasarya, “A llah karı m illetinin cezasını versin” dedi.
“G örü yorsu n ya, hayatım ızı neresinden alsan birbirine b en ­
ziyor” dedim . “Seni teğm en e bel bağlayıp girdiğin bisküvi fabri­
kasından nasıl yürüttülerdi. Beni, kim senin de adam ı olm adığım
halde girdiğim nice bisküvi fabrikalarından yürütürlerken uydur­
m a sebeplere bile lüzum görm ezlerdi.”
İkimiz de içim izi çektik.
ö ğ le yaklaşıyordu. K om şu köşklerden kopup gelen fasulye ko­
kulu bir rü zg âr yüzüm üzü yalayıp geçti. Fasarya dalm ış, düşünü­
yor.
“H atırlar m ısın” dedim . “Yıldırım spor’da oynadığım ız zam an ­
ları?”
Birden canlandı:

1 0 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“N asıl h atırlam am ” dedi. “H ani bir d efasm da Vefa B ile 2 - 2 b e­
rab ere kalm ıştık. B ir kere de A nadoluhisanrm kendi sahalarında
4 - 0 yendiydik.”
“T am am ” dedim . “Sen o zam an takım da n e oynardın?”
“SağhafT
“B en ?”
“SolhafT
“D em ek o zam an d an aram ızd a bir benzerlik varm ış. Sen şim ­
di nesin?”
“Kılkuyruk b ir a m b ar hademesi.”
“B en ?”
M »

“B en d e kırtipil b ir ö ğ retm en müsveddesi.”


"İsta...”
“Bırak şim di istağfiırullahı. D em ek olu yor ki Fasarya Efendi
kardeşim , biz o zam an d an b eri hep h af oynayıp durm uşuz. A rad a
golleri yine başkaları attı, parsayı on lar topladı. Ö yle görülüyor ki,
bundan so n ra da biz yine h af duracağız, golleri başkaları atacak .
K aderim iz haflıkmış, ne denir.”
Fasarya çolak kolunu om zu m a koyup yüzü m e d ostça, acıya­
rak baktı:
“K aydetm e ağabey” dedi. “H er şeyin başı sağlık.”
S on ra oturduk, b erab er işkem be çorb ası içtik.
İşin tuhafı, sırf laf olsun diye, sırf onu avutm ak için söylediğim
sözler bana şimdi bir dokunsun, bir dokunsun...
Fasarya, içinin zehirini boşaltm ış, bende b ir kader yoldaşı bul­
m uş ve hele bir başkasına acıyabilm enin üstünlüğünü duym uş ol­
m anın ferahlığıyla, biraz so n ra elindeki kızılcık dalını taflanlara
vura v u ra uzaklaştı.
Ben tek başım a, iki elim şakağım da, düşünekaldım .

Fasarya 1 0 9
M EM ELİ HAYVANLAR

D ü tte n dolm uş taşm ış, çatlayacak gibi gerilm iş inek m em e­


lerini b ir göz önüne getirin beyefendiciğim . L ö m b ü r löm b ü r b oş
kovam n üstü n e sarkıyor... Şöyle bir dokunsanız sü t fışkıracak...
U sulca yaklaşıp hayvanın ark a bacakları arasın a yerleştirdiğiniz
küçük iskem leye çöm eliyorsunuz. Bu m übarek m em eleri, iptida
sabunlu su ile g ıcır gıcır b ir tem iz yıkadıktan so n ra, sağ m em eyi
sağ avucunuzla kavrayıp hafif hafif ovalıyorsunuz: Fişşşt. M em e­
den fışkıran sütün boş kovanın dibinde çıkardığı o tann an , m ade­
ni ses... Sonra sol elle sol m em eyi sağıyorsunuz: Fişşşt... İlk sıkışta
süt biraz ince gelir. Bilahare gitgide açılacak, g ü r b ir pınardan akar
gibi k alın laşacak tı. A rtı sağlı sollu, daha seri bir tem p o ile girişi­
yorsunuz. Fişşşt-fişşt; fişşşt-fişşt. Bir sağdan bir soldan, bir sağdan
bir soldan.
Sağılan sü t şimdi kovanın dibinde öyle dem inki gibi m adeni
bir ses v erm ez. Ya? Şimdi kovada birikenin ü zerine fışkırdığından
bittabi d aha dolgun, daha ağırbaşlı bir ses çıkarır. B aşlar kovadaki
süt anafor gibi dönm eye, kendi kendine dalgalanıp köpüklenm e-
ye... Bu dum anı üstünde sütün kendine has bir de kokusu oluyor
beyefendiciğim , bir de kokusu oluyor...
D edim ya a can ım , süt sağm ak, başlı başına bir m ucizei tabi­
attır. D üşününüz bey kardeşim , d ö rt ayaklı bir m ahluk, basit bir
o ttan gıda alıyor. O t nedir? A lelade bir nebat. M übarek hayvan,
bunu kesip koparıyor, çiğneyip öğütüyor, so n ra iki arka bacağının

1 1 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


arasın d an sü t tesm iye ettiğim iz o lıkır lıkır, b em beyaz mayii beşe­
riyete ihsan ediyor. N e vakit düşünsem başım döner, müfekkirem
durur, nefesim kesilir.
Ehlivukuf rap oru n d a bendenizin bu hissiyatım a Frenkçe b irta­
kım teşhisler koymuşlar. Birine h akaret m i edeceksin, bu tıbbi ıstı­
lahların arasına gizlenip istediğini söyleyebilirsin. R aporun u m u ­
m i m edlûlünden istidlal ettiğim e n azaran bendenize, hâşa sü m m e
hâşa, bir nevi dalaleti cinsiye izafe etm eye kalkmışlar. Aklım a vur­
dukça aklımı oynatacak oluyorum . B en im gibi nam ei âmali, def­
teri e f ’ali, m asebakı ahvali pâk ü dırahşan bir insana sen dalaleti
cinsiye bulaştırm aya kalk; bu kadar olur yani. Z aten hâkim e söy­
ledim : “Kendim i böyle b ir şaibeden tenzih, bendenizi adicesine
bir iftira ile lekelemeye kalkanları da h u zu ru m uhakem ede, alenen
takbih ederim ” dedim .
Siz y aban cı değilsiniz, şurada sır yoldaşı sayılırız. Kimbilir sizi
de buraya hangi iftira ile tıktılar. Ayıptır söylem esi, dalaleti cinsiye
kim, bendeniz kim bey kardeşim . İşte otuz yıllık ayalim, sorulsun.
Kendisi ile ancak beş yıl kadar k arı-k oca hayatı yaşayabildik. O n ­
dan beri kardeş gibiyiz. Ben im hiçbir zam an o taraklarda bezim
olm am ıştır, inanınız bana. Bendenizinki sad ece zararsız bir m e ­
rak. Yeni de değil ki efendiciğim . Süte ve sü t sağm aya m ü tedair
m evzu lara karşı inhim ak bendenizde d aha o y aştan başlamış.
A n latırlar; sü tten kesildiğimde evi birbirine geçirm işim . İki
yaşında iken, evde iri göğüslü zenci b ir h izm etçi kadın varm ış.
M ezburenin göğüslerini fayton kom ası m isali sıkar da “B art, b ar-
ti” derm işim . İh ih ih, çocukluk işte. H epim izin de neleri vard ır
değil m i?
Bilahare, rah m etli a m ca m ız A zm i B ey naklederdi; b eş yaşı­
m a kadar, k o ca oğlan, ağ zım d a em zikle d olaşırm ışım hep. Z a n ­
n e d e rse m şim di bu n a b ib ero n tesm iye ediyorlar. S on ra b üyü­
dük, biz de delikanlı olduk. İn an ır m ısın ız, d evri şeb ab etim de
dahi kadınların belden aşağısı b en d enizi alak ad ar etm iyordu . O
z a m a n k a ç g ö ç v ar tabii. Şim diki gibi plajlar filan hak g etire...
Belki güleceksiniz, ak ran larım budak d eliğinden harem d ek i ka-

Memeli Hayvanlar 111


d m la n gözetlerk en , ben d eniz ağıla gidip ineklerin sağılışını sey ­
red erd im . Validenin ısrarı ile teehh ü l etm ey e k arar v erin ce de,
ille iri göğüslü olsun diye şa rt k oştu m . Valde ile büyük teyzem ,
refikayı b ir gün çarşıd a görü yorlar. “İşte ta m H ulusi’nin aradığı
gibi b ir ta z e ” diye peşine düşüyorlar. Refikanın p ed eri o ta rih te
Y eşiltulum ba Karakolu serk om iseri. Evleri de N u riosm an iye’de...
Gidip görü yorlar. R abıtalı b ir aile. Talip oluyorlar. K ısm etm iş,
evlendik. Bakın ne söyleyecekken nereye geldim . Süt sağm a m e ­
rak ınd an bahsediyorduk değil m i? Size bu h u su sta bir tek h atı­
ram ı n ak letsem kâfi:
İdadide en sevdiğim d ers hayvanat, en hoşlandığım bahis de
m em eli hayvanlar bahsi idi. H iç u n u tm am , ulûm u tabiiye h o c a ­
m ız Selanikli Zihni Bey m erh u m , b ir gün sınıfın um u m u n a şöyle
bir sual tevcih etm işti:
“İnsanla m em eli hayvanlar arasında ne fark v ard ır?”
K im se cevap verem eyince gülerek kendi söyledi:
“N e fark o lu r a canım . E lbette fark yoktur. Ç ünkü insan d a m e ­
m eli hayvandır.”
Ayağa kalktım:
“M in gayri haddin, bir itirazım var m uallim b ey” dedim . “H er
ne kadar insan da buyurduğunuz gibi diğer m em eli hayvanlar gibi
bir m em eli hayvansa da, yine de bir bakım a onlard an farklıdır.”
• “Bakındı hele" dedi. “N e im iş o söylediğin fark?”
“M em eli hayvanların m em eleri um um iyetle arka bacakları
arasında bulunduğu halde, insanm ki ön bacakları, yani kolları
arasında bulunur” dedim.
H ocan ın bendenizi tekdir etm ek üzere çatılm ış kaşları gevşe­
yiverdi. Biraz düşündükten son ra;
“D oğru be” dedi. “B en bunu h iç düşünm em iştim .”
O zam an bıraksalar b aytar m ektebine girecektim . K ader bizi
ilkin rü su m at kâtibi, sö n ra da maliye tahsildarı yapti. Fakat süt
sağm aya karşı olan m erakım tenakus değil bilakis tezayü t etti. H er
daim gözü m d e bir hayali çiftlik tüterdi. İçinde keçiler, inekler...
Tekaüt olu r olm az refikaya dedim ki:

1 1 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“A llah razı olsun, bak işte tekaütlük ikram iyem izi aldık. Şu
H o rh o r’daki babadan kalm a dükkânı da satıp üstüne koyalım,
inekçilik yapalım , n e dersin?”
G e rçi b u işin asrisi de v a r a m a ayıp değil y a, bendeniz bundan
bir şey anlam ıyorum . H iç el değm eden, lastik b oru koyarak, bir
nevi e m m e b asm a p om pa tertib atı ile sağılan sütün haysiyeti, b e­
reketi m i kalır a gözüm . Biz tabü eski usul ü zere yaptık. Yaptık ya,
ineklerden biri hastalanıp öldü, ö b ü r ü , g özü m gibi koruduğum o
abraş yüzlüsü ise, vaz'ı h am i ederken nallarr dikti. Üstelik yavrusu
da b u zağı oldu... E h yeniden b ir inek al, o n a d a param ız y etm ez.
Biz alaküllihal geçinen insanlarız. Yevm in cedid, rızkın cedid. N a-
ç a r v azgeçtik .
K ulunuz bu kadar yıl yaşadım , kahveye adım ım ı atm ış ad am
değilim. Tavla, d am a, altm ış altı, bilm em bile nasıl oynanır. B en ­
deniz evde ayağım ı altım a alıp sedire uzanır, b ol tarafından kitap
okurum . H em de elim e n e g eçerse... Tarihi kadim , tarihi İslam , te -
babet... N asıl? Evet... K eram et sahibisiniz beyefendiciğim , aynen
tah m in buyurduğunuz gibi, ulum u tabiiye ve hayvanat. O nlarsız
olur m u?
 cizan e, sırf m ütalaa ile de iktifa etm em , okuduklarım üzerine
derin derin tefekkür eder, bunlardan yeni yeni neticeler çık arm a­
ya çalışırım . A m a basit, am a küçük, z a ra r yok. K arın ca k ararın ca.
D önüp dolaşıp üzerinde du rd u ğu m en m ü h im m eselelerden biri
ve başlıcası, Beni  dem le, diğer m em eli hayvanlar arasındaki m ü ­
şab eh et ve m übayenet olm uştur. B izzaru re zihnim şu istifham a
takıldı kaldı:
İnsan da keçi, gibi, inek gibi yavrusunu em ziriyor, değil m i
efendim ? Fakat inek veya keçi ayrıca sağıldığı zam an sü t verdiği
halde, insan m üstakilen sağılam ıyor. N eden? İlm en, fennen, aklen
ve m antıken, insanın da sağılınca süt v erm esi icap eder. E ğer v er­
m iyorsa dem ek ki bu tecrü b e edilm em iştir.
B ir gün yine Kandilli’den İstanbul’a iniyorum ... -S iz bazen te ­
sadüflerin n e d erece m ü crim veya müşevviki cü rü m olabilecek­
lerini h iç düşündünüz m ü ? - A lt kam arad a uyuyakalmışım. Uyku

Memeli Hayvanlar 1 1 3
arasında bu rn u m a taze sü t kokusu geldi. Taze sü t kokusu d a değil
de, hani em zikli kadınlara, sütn in elere has, o biraz ekşi, kekrem si
koku v ard ır ya, o. Nasıl? Bilm ez m isiniz? Dikkat etm em işsinizdir
d e ond an . M alum uâliniz, kadınların emzikli iken öyle bir koku­
ları oluyor. Bazı erkek bu konuda huylanır. B acanak nakleder bi­
zim , baldız cariyeniz Erdoğan'a sü t verirken, aylarca m ukareneti
cinsiyede bulunm am ış. Bendenizde ise berakis. Küşayiş v erir ba­
na bu koku. İstidlâlen şunu da arz edeyim ki, koku alm a hassam
ziyadesiyle münkeşiftir. H ele sü t kokusuna karşı... İnanm azsınız
belki, bir keresinde yanım da o tu ran kadının sütnine olduğunu sırf
bu kokudan teşhis etm iştim de, teşhisim son rad an doğru çıktı idi.
N e diyordum . Ağır, sıcak b ir lodos öğlesi... G özlerim kapanı ka-
panıveriyor. D alm ışım . Uyku arasında bu rn u m a arz ettiğim koku
geldi. Bir de gözlerim i açayım ki, hissim beni yanıltm am ış. Tam
karşım daki sıranın köşesinde, g en ç irisi bir taze sol m em esini ç ı­
karm ış, yavrusunu em ziriyor. K am arada bizden başka bir de ihti­
yar kadın var. H erhalde kızcağız bendenizi uyuyor sanm ış olmalı.
H oş uyanık da olsam , biz sindekileri artık erkekten saym azlar ya...
N em e lazım , yine belki sıkılır diye gözlerim i kapadım . M aah aza,
arada bir kirpiklerim in arasın d an on lara bakıyorum . O ğlanın key­
fini görm elisiniz bey kardeşim . O küçücük tom balak elleri ile, bir
yandan anasının kar beyazı, şeffaf tenli, küçük m avi dam arcıkları
g örü n en , k o cam an m em esin i mıncıklıyor, bir yandan da "glu glu”
diye h om urdan arak sütü tehalükle bir em işi var. M em ed en sahibi­
nin ağzın a intikal eden sütün akışı, yavrucağın inip çıkan m in na­
cık gırtlağında ad eta bir nabız gibi atıyor. D edim ya, hava ağır bir
lodos. A n an ın gözleri ufalm ış, ufalmış, o da nerdeyse uyudu uyu­
yacak . N ihayet b ir ara başı yan a düşüverdi. Belli ki, yorgun taze. O
yaşta ço cu k , insana g ece ra h a t uyku m u uyutur? M asu m , bir şeyin
farkında değil, anasının m em esin i biteviye em iyor da emiyor...
O an d a zihnim den m ecn u n an e bir fikir geçiverdi. Sabiyi şöy­
le bir an için kenara çekip d e uyuyan kadının bu iri, bu etli ve b e­
reketli m em esin i sağacak olsam , öyle geldi ki bana, tıpkı bir inek
m em esi gibi şarıl şarıl sü t verecektir.

1 1 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Ben d en iz bunu sad ece aklım dan geçirdiğim i sanıyorum . C a n -
h ıraş b ir feryatla kendim e geldiğim de sağ elim m ezburenin ü ryan
göğsünde idi. Feryad ü figan, yukarıdan koşup gelen, etrafım ıza
üşüşen b ir ce m m -i gafir, biletçiler, polisler, vapu r yolcuları, gar­
sonlar, lostro m o lar bir an a-b ab a günü, sizin anlayacağınız. Beni
yaka p a ça iskelede indirdiler. Em zikli taze ile ço cu ğ u da b erab er
tabü. D o ğ ru Ü sküdar K arakolu’na. D u rm ad an b ana bir şeyler so ­
ru y orlar am a şaşkınlığım dan b en d oğ ru d ü rü st konuşa m ı biliyo­
ru m ? A lelacele zabıtlar im zalandı. Em zikli taze, iki gözü iki çeşm e
ağlar d a ağlar. Haydi o rad an cü rm ü m eşh u t m ahkem esine... İşe
kadının k ocası da karıştı.
G erisini biliyorsunuz. Ehlivukuf rap o ru , hâkim in, savcının, sa­
m im in türlü hakaretleri... Kim i “B oyu devrilesi azgın papaz seni”
der. Kim i “A rlan m ıyor m usun, bu yaştan so n ra toru n u n yaşındaki
ehli ırz kadına saldırmaya...” der, d er oğlu der. Hâsılı ne söyledikse
k âr etm ed i. Şuna inandım ki, dünyanın en g ü ç işi, laf anlam ayana
laf anlatm aya çalışm akm ış. İşte şim di, gördüğünüz gibi, hırsızla­
rın, esrarkeşlerin, ipten kazıktan kurtulm uş gözü kanlı canilerin
arasında çilem i d olduruyorum . Bu y etm ezm iş gibi üstelik elin it­
lerine eğlence de olduk. B enim le h er gün zevklenir dururlar. N ey ­
lersin, yıkılan ağ aca balta vu ran ço k olu rm u ş. T orb a değil ki ağız­
larını büzesin.
G e çen gün de, şu solculuktan hüküm giym iş g azeteci teresi ne
uydursa beğenirsiniz? G üya b en diyesi im işim ki: “D ışarda m illeti
sağanlar ellerini kollarını sallayıp geziyor; b en tek kişiyi sağacak
oldum , içeriye tıktılar? H âşa sü m m e h âşa. Vallahilazim söylem e­
dim böyle bir şey. A klım dan bile g eçm ez zaten . Eğlence lazım bu
itlere. D işim i sıkıp hepsini sineye çekiyorum . Ö te yandan kendi
k öşem d e yine tetkik ve tefekküratım ın m eyvelerini cü m le beşerin
ittilajna arz ed eceğim gün uzak değildir bey kardeşim .
İnsanın n ed en sağılınca sü t verm ediğinin sebebini araya a ra ­
ya akıbet buldum . Bunun cazib e-i arziye ile sıkı sıkıya m ünasebeti
var. Şöyle ki: M em eli hayvanların kâffesi sathı arz üzerinde ufki
vaziyette durdukları halde, insanoğlu şakuli vaziyette duruyor. Bi­

Memeli Hayvanlar 115


naenaleyh, insanı sağm ak için, evvel em irde o n u d a diğer m em eli
hayvanlar gibi d ö rt ayak, ufki vaziyete getirm ek ve tecrü b eyi o n ­
dan so n ra yapm ak icap eder. Bilm em izah edebiliyor m uyum ?
Yaklaştırın lütfen bana kulağınızı... D aha, biraz daha... Bilirim
sizden sır çıkm az: K adınlar kısm ında em zikli b ir Ç ingene kızı var.
Kendisiyle o n liraya anlaştım . Ç ıkar çıkm az b ir deneyeceğim . N e­
ticeyi m utlaka size bildiririm .
Y a, ya, böyle işte bey kardeşim . Bir sigara d ah a yakm az m ısı­
nız?

1 1 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


AYIŞIĞINDA “ÇALIŞKUR”
AYIŞIĞINDA “ÇALIŞKUR”

, .y , iri ve toparlak, M altep e sırtlarından d oğu verd i


Yassıada üstlerinde bir yıldız, onun çıkışı ile rahatı kaçm ış
gibi olduğu yerden kaydı, gökyüzünde ışıklı b ir yol çizerek gözden
kayboldu.
Eylülün o n ikisi olm asına rağm en hava pekâlâ da ılıktı.

Bekçi Zulfikar ayın doğduğunu g ö rü n ce paketi çıkarıp b ir si­


gara yaktı. G üneşin batışında bir, ayın çıkışında iki, su kenarında
ü ç, m angal başında d ö rt, illa a ğ a r a içm ek ik tiz a d ır sanıyordu.
Yola vu ran gölgesine baktı. Boyu kısa olduğu halde gölgesi
yerde uzuyor, boyu n kısm ı karşı kaldırım da acayip b ir çıkıntı yap ­
tıktan so n ra duvarın dibine k ad ar varıyordu.
K öşeyi döndü. L a f olsun diye, düdüğü ağ zm a götürüp iki kere
öttü rd ü.
G e ce sessiz v e sakin. D enizin ü stü sandallar sandallar... A çık ta
biri denize girm iş, kulaçlarının sesi öyle belirli ki...
Zulfikar yürüdü. A ltı çivili yeni kunduralarının asfalt üstünde
çıkardığı erkekçe sesten hoşlanıyordu. B o ş arsaları, bakla tarlası­
nı, A m erik an kam pım , d ok toru n evini geçti, cad d eye saptı. “Ç alış-
k ur” apartım an ın ın ön ü n e gelince yavaşladı.

Ayı$ığında‘Çalışkur' 1 1 9
“Ç alışkur” ap artım am nın gölgesi de yere gerçektekinden çok
d aha iri ve heybetli v urm u ş. S ırf gölgesine bakan, onu pekâlâ kü­
çük ça p ta bir H ilton O teli sanabilir.
K apıcı katından bir ço cu k ağlam ası geliyor. Yine Saim e’nin
piçi olacak.
Kunduraları yeni olduğundan Saim e on u n ayak sesini tanıya­
m am ıştı. D üdüğü duyunca, başım yer katından uzattı.
“Al g ö tü r şu yum urcağı bekçi em cesi” dedi, “gene bana gahır
veriy, uyumiy.”
Bekçi, başparm ağı yeni kayışının tokasına takılı, eli göbeğinin
üstünde, karşı kaldırım da öyle heykel gibi duruyor.
“A lacan değel m i? H a alacan ?”
“A lacam ” dedi bekçi, “su sm azsa garagola götürecem .”
Ç o cu k sinm iş, korkulu gözlerle bir bekçiye bir anasına bakı­
yor. Birden yum uk ellerini kadının boynuna dolayıp göğsüne bü­
züldü.
A nası yum uşayıverm işti:
“G e t Zulfıkar em cesi g et” dedi. "G et de sen ırsızları gatilleri
götü r garagola. Ben paşa oğlu m u v irm em sağa.”
P aşa oğlu, g etti m i diye bekçiden yan a bakıyor. Yaşları süm ük­
lerine karışm ış, kıvırcık saçları terd en alnına yapışm ış.
K adın ço cu ğ u usulca y atağ a bıraktı. Ç ocu k yapm a bebek gibi,
h em en gözlerini kapadı. S o n ra açtı. Yine kapadı. A ç a kapaya, uyu­
m a taklidi yaparken yaparken, biraz so n ra gerçek ten uyuyakaldı.
Ç o cu k uyuyunca kadm kapım n önüne çıkm ış, duvarm dibine
çöm elm işti:
“B ir cig ara vir Zulfıkar” dedi.
“Buyur.”
Zulfıkar kibrit de çıkarıyordu. Kadın onun elinden sigarasını
alıp kendininkini on d an ateşledi.
Bekçi ile m em leketli oluyorlardı. K ocası İlyas bir alacak yü ­
zünden, yanında çalıştığı ciğerciyi vurup d a m ap u sa girin ce onu
bu kapıcılığa Zulfıkar kayırm ıştı.
“N eredeydin dün gece?” dedi.

1 2 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“İzinliydik ya” dedi bekçi. “D üğüne g etd k , Selam i Çeşme'ye...”
“İçtin m i gene? Eğlenm işsinizdir herhal.”
“H e! Eğlendik eğlenm esine. Salacak’ta n saz takım ı da getir­
mişler.”
Tek tük gelip g eçen ler görm esin diye, kadın daha siper b ir kö­
şeye büzüldüğünden, Zulfıkar d a ister istem ez çöm elip o n a sokul­
m uştu.
•“Ç en gi d e v ar m ı idi?”
“A -a h em m e H arm an d alı oynadı ü ç gişi. G elin tarafı oluyor­
larmış.”
B ir m ü d d et sustular.
Yandaki ap artım an a adını veren ulu çın arın yapraklan deniz­
den gelen bir m eltem le hafif hafif titriyor... Yere döne döne kuru
bir yaprak düştü.
Kadın, bekçiye d oğ ru derin bir soluk verdi. O nun ılık nefesini
Zulfıkar ta burnunda, bıyıklarında hissetm işti.
“S on b ah ar da geliyor gayrı” dedi. “Sen bakm a havaların yaz
gibi gettiğine. Bu yıl b irden patlayacak gış.”
S on ra bu sözlerini beğenm ediğinden;
“Bak bu ayakkabılardan gayışı böğü n virdiler” dedi. “G elecek
ay da yeni üniform a dağıtacağlarm ış.” “D em ukratlar eyi çalışıyor”
diye arkasını getirecekken baktı ki, Saim e yeni kayışını tu tm u ş oy­
nuyor. Zulfikşır’ın içi gıcıklandı, bir tu h af oldu.
Kayışın taze deri kokusu kadının h oşu n a gitm iş olm alı idi. Sa-
im e’nin uzun p arm akları usul usul bütü n k em eri dolaştı, so n ra
o m u z kayışına tırm anıp ensede k arar kıldı.
Zulfikar iyiden iyiye huylanm ıştı. Ayağa kalktı.
“Yapm a giz, bir gören o lu r” dedi.
"G el öyleyse aşşağı.”
K apıcı katına inen m erdivenin am pulü b ir aydan beri bozuktu.
Bereket yine ayışığma... B ir de ayak alışkınlığına...

G ökyüzünde yükselen ay, şimdi artık ortalığı iyiden iyiye ay­


dınlatm aya başlam ıştı. Ayın önünden hızla, tül gibi bir bulut geçti.

Ay ışığında "Çalışkur" 121


Çalışkur ap artım am n m taraçasın d a G ülseren Çalışkur, bir
şezlonga uzanm ış, ağzm d a fondan, bir yandan ayışığını seyredi­
yor, bir y and an köpeği D od o’yu okşuyordu. B ir h ariciyeci dostları
bu köpeği G ülseren’e hediye ederken, “Belki ara sıra sana beni h a­
tırlatır” dem işti.
D ü n d ar Çalışkur, içerd e, şirketinin idare heyeti rap oru nu in­
celeyip, birtakım notlar çıkarıyordu.
Karısı, D ün d ar’ı ağzında puro, kolları sıvalı, böyle harıl harıl
çalışırken, o Am erikalı businessm an haliyle, çok am a çok ço k şe­
ker bulur. N itekim im rendi, geldi, adam ı ensesinden öpüverdi.
“G elsene dışarı, bak n e güzel mehtap.”
“Şim di geliyorum cicim . A z bir şey kaldı.”
Yeniden rap o ra d önüyordu ki, G ülseren kaşlarını kaldırıp du­
daklarını büzerek;
“S ön d ü rü rü m am a elektriği” dedi. “Sön d ü rü yoru m işte.”
“Yapm a Gülseren.”
S ön d ü rü rü m sön d ü rem ezsin derken, telefon.
“A llo” dedi Dündar. Alıcıyı büroda alışık olduğu gibi, kulağı ile
boynu arasın a sıkıştırıp bir elinde rapor, öbüründe kalem , y azm a­
ya d evam ederek;
“Allo!” dedi. “H a, sen m isin M ufahham ?”
“B enim ” dedi M u fahham . “Yarın şantiyeye h arek et ediyorum .
K ontrol m ühendisine altın dolm akalem , karısına d a İngiliz kum a­
şı tayyörlük aldık. Başka b ir direktifiniz v ar m ı?”
“V ar ya” dedi D ün d ar Çalışkur. “D ün az d aha unutuyordum .
G idince söyle kuzum Galip B ey ’e, nahiye m üdürünün ceepi vardı
ya satılık, onu d ö rt bine alıversinler.”
M ufahham ;
“Beyefendi ben o ceep i görd ü m ” dedi. "Pek hurda bir şey, bin
lira bile etm ez.”
D ün d ar kızar gibi oldu:
“Sana ne söylüyorsam o n u yap. Galip B ey ’e söyle, d ö rt bine al­
sınlar o k ad ar” dedi, kapadı.
G ülseren başucunda gülüm süyor:

1 2 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"Sen herkesi kontrol m ühendisi m i zan n ettin?”
“N e gibi?”
"Y a kabul etm ezse?”
"O rası h iç belli olm az. V erenin b ir yüzü kara, alm ayanın iki.”
Balkonda yalnız kalan D od o sıkılmış olacak ki, boynunu yuka­
rı kaldırıp aya d oğru u zu n uzun, dolu dolu havladı.

D ışarda ay çıkm ışm ış, ayışığı denize v urm u şm u ş, ark a ta ra ça


püfür püfür esiyorm uş... B asketçi Erdal'la arkadaşlarının um urla­
rın da bile değildi. Tıkılm ışlar içeri salona, geçm işler ses m akine­
sinin b aşm a, Erdal’ın b ir hafta ö n ce “kız”ına çak tırm ad an yatak ta
çektiği ateşli bir sevişm e sahnesini dinliyorlar.
Vural;
“İtsin ulan, it!” dedi. “Buna itoğlu itlik denir. Söylem ezsem n a ­
m u ssu zu m G ünnur’a.”
G ürültülü gürültülü gülüyorlar. Erdal V ural’ın kafasını b oyu n ­
d u ru ğa aldı, kıstırıyor. V ural Erdal’ı belinden yakaladı. Şakadan
boğuşuyorlar. Vural Erdal’ın en yakın arkadaşıdır. Vural Erdal’a
“İtoğlu it” der, Erdal V ural’a “Pezevengin tohum u.” Pek anlaşm ış­
lar. Babaları da öylesine...
Söz G ünnur’dan G üler’e, G üler’den G ülderen’e, G ülderen’den
Suna’ya atladı.
C engiz;
“B ırak ulan serseriyi” dedi. “Belden aşağı şöyle bir yoklayalım
dedik. Vay efendim vay. M eğ er g rek oro m en ci geçiniyorm uş o ro s ­
p unun kızı. ‘B ana bak evladım ’ dedim , ‘b en y em em bu num araları.’
S u n gu r’la A cısu’daki hadiseyi bilm iyoruz sanıyor.”
Erd em ;
"S u n gu r’u şişirdi o çok tan ” dedi. “Şim di M o d asp or’d an Sek­
b a n la nişanlanıyorm uş.”
“H ayrını görsün. Tepe tep e kullansın.”
B u sefer de ö z g ü r ça m u r attı:
“H adi ulan, çakal” dedi. “İpek gibi kız pekâlâ. Sana yüz v e rm e ­
di diye, değil m i?”

Ayışığında"Çalışkur' 1 2 3
Yine kapıştılar. Bu defa da C engiz’le Ö zgür. İtişip kakışma, sö ­
vüşüp gülüşm e, Erdal’ın anası ile babası Tarsus’la Akdeniz gezisi­
ne çıktıklarından, ev onlara kalm ış. G ençlik işte, ekip halinde eğ­
leniyorlar.

İçerd e yalnız Erdal’ın büyükbabası var.


Büyükbaba, h er g ece olduğu gibi odasına çekilm iş, elektrikleri
söndürm üş, elinde dürbün karşı pencereleri gözetliyordu. Soyu­
nan kadınları gözetlese yine bir dereceye kadar. A m a onun aklı
fikri bacak kadar çocu k lard a.

Yeni verdikleri kayışını düzelterek dışarı çıkan bekçi bir m üd­


det etrafa bakındı. Sonra dem in geldiği yoldan geri gitti. İki yüz
adım kadar yürüdükten so n ra karşı kaldırım a geçti. İki düdük
daha öttü rd ü. Sonra, yeni geliyorm uş gibi, ağır ağır yine Çalış-
kur’un önüne d oğru geldi am a h iç d u rm ad an geçti. T am köşeyi
dönüyordu ki, birinci katın yan p enceresinde dürbünlü ihtiyarı
gördü. İhtiyar da onu g örm ü ştü . Bekçi selam aldı. Büyük beye ayrı
bir saygısı vardı. D am at da eli açık adam dı ya, a m a n e de olsa, bü­
yük beyin hali başka idi. Bayram dı, seyrandı der, h er fırsatta Zul-
fikar'ı görürdü.
İçerd en hâlâ Erdal’la arkadaşlarının iri iri gülüşleri geliyor.

A ğustosböcekleri d u rm ad an ötüyorlardı. B ir vapur, projektö­


rü ile denizi taradı. Ay şim di gökyüzünün ta m o rtasın d a, rah at ve
em in, şıkır şıkır parlıyordu.

“Sadistsin” dedi M am b o Cem il. “Yalan m ı söylüyorum , sadist­


sin işte.”
Ü zgün rolünde am a eli hâlâ baldızının belinde... İki nu m ara­
nın balkonunda idiler ayışığına karşı. İkisi yalnız.
“Y apm a ayol, deli m isin? B u rad a olur m u? Ya geliverirse ab­
lam ?”

1 2 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"G elem ez. Çünkü ilacım içti, mışıl mışıl uyuyor” dedi M am b o
Cem il.
"H an gi ilacını?”
“O ksid dö ferli bir şey verdiydi ya doktor, anem i için.”
Sevim saçlarım düzelterek;
“Zavallı ablacığım ” dedi. “Senden ço cu k yapm ak istem eyişine
ta m a m e n hak veriyorum .”
“B en de hak veriyoru m ” dedi M am b o C em il.
Sesinin, dublaj film artistlerininki gibi ahenkli olm aya yelte­
nen zorlam a bir ton u vardı.
Sevim ;
“Gidip bavulum u h azırlam am lazım ” dedi. “D aha yukarıya uğ­
rayıp Beyhan’ın yaş gününü kutlayacağım . V apur yarın dokuz bu­
çukta.”
M am b o C em il, upu zun boyu ile kızın ön ü n e dikilmişti:
“Sen gidince, b en iki ay n e yapacağım ?” dedi.
“B ir m u m alır derdine yanarsın.”
“Sen d ertlen in ce öyle m i yapıyorsun?”
“Çek elini diyorum . Yapm a canım.”
“Sadistsin diyorum d a inanm ıyorsun. But w hat is th e m atter
w ith you this night?”
“N oth in g” dedi Sevim , “I d on t know.”
Bazen konuşurken konuşurken böyle İngilizceye çeviriverirler.
“I really don’t u n d erstan d ” diye M am b o mırıldandı.
H avaya kalkık m in nacık burnu, iri ve sivri göğüsleri ile Se-
vim’in ayışığındaki silueti g erçek ten çekici idi. Bu siluetten b ir sut­
yen afişi, b ir m agazin kapağı ya d a foto ğraf konkurlarında d erece
alabilecek, nefis bir k on tr-lu m iyer çıkarılabilir.
M am b o Cem il;
“Sen Suriye’ye gidince ben...” diye yeni bir cüm leye başlarken
birden h iç beklenm edik yeni bir a ta k yaptı. Enişte-baldız dudak
dudağa geldiler. Sevim h iç o kadar nazlı değildi am a nedense bu
g ece b ir ağırdan alıyordu.

Ayışığında "Çalışkur" 1 2 5
Cem il;
"Sersem lik etm e” dedi. “H ayat kısadır” da diyecekti. Baktı pek
film ağzı olacak, “Sersem lik etm e” diye tekrarladı.
Sevim gözlerini kapam ış, kendini bırakm ıştı. Ay bu gece er­
kekler için çalışıyor.
Kızın sırtı erkek gibi sert ve adaleli idi. Sevim aslında kadınlar
arası sırtü stü yüz m etre şam piyonu. A m a bu yıl rekorunu kırdılar.
M am b o C em il ise, m am b o yaptığı kadar, yüzüstü iyi kravl yüzer.
Bu yüzden enişte-baldız iyi uyuşuyorlardı.
Birkaç dakika ayı, ayışığını görem ed en durdular.
A ltıncı kürtajdan son ra gerçekten kansız kalan M am b o’nun
karısı, yatağında hafif hafif horluyordu.

Evin kızı Beyhan’ın yaş günü kutlandığından ü ç num aranın


bütün salonları şıkır şıkırdı. Yenilm iş, içilm iş, m u m lar üflenmiş,
grup grup olunm uş, bir yand a p oker oynanıyor, bir yanda flört
ediliyor, bir yandan da Ç alışkurlar çekiştiriliyor.
“A nlam ıyorum ” dedi şişm an bir misafir. “H angi kapıyı çalsa,
açılı açılıveriyor. Şeytan tüyü m ü v a r bu D ü n d ar’d a nedir?”
B ahtiyar B abcun;
"Şeytan tüyü filan değil, sad ece G ülseren gibi şah eser bir karısı
var d ostu m ” dedi.
Erkekler gülüştüler. K adınlar gülm em ek için dudaklarını diş­
leyip bilmiş bilmiş bakıştılar. Kadın terzisi C eylan H anım ;
“Ay siz G ülseren’i gerçek ten o kadar güzel m i buluyorsunuz?”
dedi.
“Vallaha, güzellik nispi bir şeydir hanım efendi. H erkese g öre
değişir.”
R om an yazarı Suzan H anım da kadın terzisi C eylan H anım ’ı
destekledi:
“Siz güzelliği ne ile ölçersiniz kuzum ?”
"B en m i?” dedi Bahtiyar Babcun. “Güzelliği m i? N eyle m i ö lçe­
rim ? Şey... M esela bir h anım a gelen hediyelerle.”
“Şu halde, bu ölçüye göre, sizce G ülseren’in değeri?”

126 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“B ir O ldsm obile” diye d ok tor öted en laf attı.
Ev sahibinin bu esprisine Bahtiyar Babcun’unkinden çok g ü ­
lündü. Halbuki doktor, avukat Kâm il B ey’le ve iki başka dostuyla
ö ted e p ok er oynuyor, on ları h iç dinlem ez görünüyordu.
İşin öncesini bilm eyen dazlak başlı bir m üteahhit, karısına;
“Niye güldüler?” diye sordu.
Karısı;
“Ç alışkurlar’a son gelen hediye O ldsm obil’i kastediyor da” diye
açıkladı.
“K im hediye etm iş?”
“A m an can ım , ne aptalsın sen de!”

Yaşı kutlanan B eyhan’ın, ü çü kız, dördü erkek, yedi hukuklu


arkadaşı bar-A m er ikan ’f a içiyorlardı. İçlerinde gazeteci geçinen,
ufak tefek, ukala suratlı bir delikanlı da var. O nların dengi değil
am a arkadaşları olduğu, biraz da acıdıkları için aralarına alm ış­
lar. Ç ocu k , alışık olm adığından, hazır bulm uşken tıka basa yem iş,
görgüsüzlük olm asın diye bilmediği karışık içkilerden içm iş, âd et­
tir sanıp bir ara yanındaki kıza sulanacak olm u ş; am a şim di birden
ağırlaşıp aşırı d ereced e durulm uştu.
D em in sulandığı kız, biraz ilerde, elinde kokteyl bardağı, et­
rafa espriler serpiştire serpiştire gezen B ah tiyar B abcun’u g öste­
rerek;
“Pek sevdim şu B ab cu n B ey’i” dedi. “N e kültürlü, sem patik
adam . N e iş yapıyor kuzum ?”
“N e iş yapm ıyor ki?” diye g en ç hukuklulardan biri atıldı.
ö b ü r kızlardan biri;
“B en im bildiğim, iki bankada, ü ç de şirkette idare m eclisi azası
im iş" dedi. “O kadar.”
D em inki genç;
“Sade o kadar olsa...” dedi.
“N e istiyorsunuz ben im Bahtiyar B eyim den” diye yaşı kutla­
nan B eyhan ad am a sahip çıktı. “Ç ok kibar, kültürlü, görm üş g e­
çirm iş bir insan. S on d erece septik ve sarkastik bir zekâsı var. - B u

Ayışığında "Çalışkur" 127


cü m le b ab asm ın d ı.- Ç ocu kla ço cu k , büyükle büyük olm asını bi­
lir. Ben im adım ı da o koym uş, bir nevi vaftiz babam . - B u cüm le
o n u n d u .- B ab am a açam adığım sırlarım ı o na açarım .”
Yiyip içtiklerinden, üstüne ağırlık basan görgüsüz delikanlı, Bey­
han’la Bahtiyar Babcun’un sır yoldaşlığını iyiden iyiye kıskanmıştı.
“H adi can ım ” dedi, “ne ku m aştır biliriz. K art zam paranın biri.
Babam ın idadiden sınıf arkadaşı oluyor. Babası A bdülham it’in
jurnalcılarm d an m ış. O da öyle yetişm iş. S on ra İttihatçılar çıkın­
ca C em al Paşa’ya yanaşm ış. M ütarekede D am at Ferit’e sırnaşm ış.
Bakm ış milli hareket tutunuyor, soluğu A nkara'da alm ış. O zam an
vekil olan eniştesi sayesinde büyükler m eclisine kabul olunm uş.
Tilki gibi kurnaz, h er nabza şerbet verm esini bilen, allak herifin
biri. A yrıca güzel sesi vardır, taklit filan da yapar. Düşünün, rah ­
m etli A ta bile bunun esprilerine gülerm iş. A ta ölünce İnönü’ye
yaranm ış. Şimdi de baştakilere şirin görü n m en in yolunu bulm uş.
Ö m rü yeterse bundan sonrakilere de sokulm asını bilecektir. H ası­
lı hep d ö rt ayak üstüne düşüyor.”
D em inki hukuklu genç;
“G ünahı boynuna” dedi. “Galiba o na buna kadın bulm ada da
uzm anlığı varm ış.”
Ü stü n e ağırlık basan, görgüsüz delikanlı;
“M ü m k ü n dü r” dedi. “H er şey beklenir ondan.”
“D aha n eler” dedi Beyhan. “Yok devenin başı! Ayıp ayıp. G erçi
filozof, serb est düşünceli filan a m a b u kadarı d a düpedüz iftira.”
V aftiz b a b a sın ı savunm ak için söylem iyordu. A d am ın gerçek­
ten böyle b ir huyu yoktu, ö y l e olsa büyükler m eclisinde nasıl b a ­
rınabilir? D erhal kovarlardı ahlaksızı aralarından.

Ev sahibi d ok tor Epkem C angetir, avukat K âm il Erciyaş’la p o ­


ker oynuyordu.
“Rest.”
“G ördüm .”
“B en d e ful var.”
“D u r bakayım . Tüh. D öp erd e kalmışım.”

1 2 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


K âm il E rçiyaş yenilm esine rağ m en b u g ece pek keyifli idi.
D oktor, kâğıt verirken b ir gözünü kırpıp;
“E e eee? Anlayalım . N e vurdun M ısırlıların davasından?”
dedi.
“B u faturalardan so n ra belli olacak” dedi Kâm il Erciyaş güle­
rek ve usul usul kulağının arkasını kaşıyarak...
H e r davadan so n ra seyah at parası, otel ü creti, falandı filandı
diye alacağı ü crete yakın, dü zm e m asraf gösterm ek te üstüne yok­
tu.
"Pas.”
“G ördüm .”
Eline iyi kâğıt geldiği için b ir kat d ah a neşelenen d ok tor E p -
kem C an getir;
“Belki üste para v erm iş bile görünebilirsin” dedi.
Kâm il Erciyaş;
“M üm kün” dedi.
Gülüştüler.
“Servi.”
“B en iki kâğıt alıyorum.”
Kâm il E rciyaş yenildiği için değil, cid d en yenildiği için değil,
sırf bu lüzum suz tecessü sü n d en ötü rü , d ok tora içerler gibi olm uş­
tu.
O , o n a, A nkara’da bir yabancı devet elçiliğine kiraladığı k öş­
künün yılda kaç p ara getirdiğini soru yor m u?
Kapı çalınm ıştı.
G elen Sevim ’di, rujunu tazelem iş... Yanına koşan Beyhan’a sa­
rılıp öptü:
“Yarın gidiyorum da” dedi. “H em kapıdan, allahaısmarladık
diyeyim, h em yaş gününü kutlayayım dedim . Yo presen tation a fi­
lan kalkm a kuzum . H iç kim seye g örü n m ed en â l’anglaise hem en
sıvışacağım.” S on ra “Sana layık değil am a” diye aldığı hediye küpe­
leri B eyhan’a uzattı.
“Ç ok teşekkür ed erim şekerim . Ay n e k ad ar cici şey. Ç ok
mersi.”

Ayışığında*Çalışkur" 1 2 9
“A h iç öyle kapıdan k u tlam ak olu r m u ?” dedi B eyhan’ın a n ­
nesi.
“Bab am evde bekliyor teyzeciğim . Bakın ablam dan valizi al­
dım . H azırlanacağım .”

Kâm il Erciyaş;
“İşittin m i, H üsam ’ın kızı yine sefere çıkıyor” dedi.
“İşittim.”
“G ene B ey ru t’a m ı dersin?”
“Herhalde.”
“H er yıl d ö rt övün yolluyor kızı. N e g etirir ne g ötü rü r bilen
yok. A l sana bob.”
“Bob olsun, aç kâğıtlarını bakalım. Kim dem iş onu? N e getir­
diğini bilen var.”
Sevim kendinden konuşulduğunu sezm iş gibi, onlara bakı­
yordu. D oktorla göz göze geldiler. Kız d ok toru saygıyla selamladı.
N e olur, ne olm az günün birinde lazım olabilir. Şekerlem eyi L ö-
bon’dan, çiçeği Sapuncakis’ten yaptırm ak neyse, kürtajı Epkem ’e
yaptırm ak da öyle...
“Ablanız nasıl, hanım kızım ?”
“Ç ok iyi efendim . Verdiğiniz ilaca devam ediyor.”
“Ped ere hürmetler.”
“Başüstüne efendim.”

Sevim ’in doktorla konuştuğunu gören o üstüne ağırlık basm ış


delikanlı, “Bu da, sağlam , d ok toru n m üşterisi” diye düşündü.
K aram sardı, karam sar... B ütün insanları kafasında su g eçirm ez
bölgelere ayırm ıştı. Varlıklı m ı; soysuzdu, m ikroptu, parazitti, sö ­
m ü rü cü idi. Yoksul m u; d ü rü sttü , erkekti, dosttu , kardeşti. O n ca
varlıklı ve dürüst, yoksul ve p arazit olunam azdı. H er insanı bu iki
b ölm eden birine koyuyordu. N e rah at...
Sevim , Beyhan’ın “Ö lü m ü öp ” diye ısrarla getirdiği pastasın­
dan bir dilim yedi. Ü stüne su içti. M üsaade istedi. İki kız kapı di­
binde yeniden öpüştüler. Fiskos fiskos bir şeyler daha konuştular.

1 3 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“O lu r” dedi Sevim , “unutm am .”
O sırada gözü aynaya ilişince birden keyfi kaçtı. Boynunda bir
kızartı. “A h şu eniştem ...” ö y l e de çabuk çü rü rd ü ki teni.

O yu n u bitirip bir p u ro yakan d ok tor bir bir davetlileri sü zer­


ken gözü g azeteci geçinen delikanlıya ilişti. N eden şimdiki nesil
bu k ad ar hışır oluyor? Ve hele neden B eyhan bu ne idiği belirsiz­
leri eve getiriyor? Baksana sü t çalkam ış gibi, raşitik bir tip. Üstelik
bakışlarında tu h af bir h ın ç var. A h bu refah düşmanlığı, bu çeke-
m em ezlik! C em iyeti içten içe kem iren de, bu değil m i zaten?

Kadınlar balkonda ayrı bir grup olmuşlar.


Avukatın karısı;
“Vallahi balkonda” dedi. “Elinde dürbün yine karşı ap artım an -
ları gözlüyor.”
“Sahi mi, nerde? A görd ü m , gördüm .”
B ahtiyar B ab cu n kadınlar ağası ya, h em en yanlarına yaklaştı:
“Bırakın can ım ihtiyarçığı, ne istiyorsunuz?” dedi. “O lağan şey,
yetm işinden so n ra G oeth e ile V ictor H ugo’d a da böyle m erak lar
belirmişti.”
“A y vallahi ço k şirin” dedi kadın terzisi C eylan H anım .
“G aliba bunda ayrıca teşh ir hastalığı d a varm ış.”
R om an cı kadın h epsinden bilgiç;
“D esenize, exhibitionist” dedi.
“B en sizden korktum ” dedi Bahtiyar Bab cu n. Sahiden kork­
m u ş gibi de, içeri kaçtı.
O n u n bu jesti de ço k şirin bulundu.
“Kim i çekiştiriyorlar yine bizim baaaayanlar?” diye sord u K â­
mil Erciyaş.
B ayanlar kelim esinin ilk hecesini böyle d ö rt a boyu uzatıp
tram vay biletçilerini taklit etm ek ten hoşlanıyordu.
“Kim seyi çek iştirm iyorlar” dedi Bahtiyar Babcun. “Ç alışkur-
lar’ın O ldsm obilleri için yaptırdıkları atın ex e in şaattan bahsedi­
yorlar.”

Ayışığında'Çalışkur" 131
Ay bu sırada, Ç alışkurlar’ın yaptırdığı an n ex e in şaatı aydınla­
tacak b ir açıya gelm iş bulunuyordu.
K ireç kuyusu. Keresteler... Tuğlalar... Elek... B ir kum yığını...
K um yığınının arkasından da, biri sarışın, öbü rü sim siyah iki baş.
M elâhat;
“Bak ay bizi aydınlattı” dedi. “Haydi artık kalkalım.”
“Barakanın arkasına gidelim . O rası gölge” dedi N uri.
“Yok yok, kalkalım. G e ç oldu zati. O n b ir vapu ru n u k açırm a­
yalım.”
“K açırırsak ne olur? B u rad a sabahlardık. Bak m ehtap ne kadar
güzel.”
“A h iç olu r m u ?” dedi g en ç kız.
S on ra kızardığı görülecekm iş gibi de, başım ötey e çevirdi.
“K orkuyor m usun yoksa?” dedi N uri. “İnan olsun, sabaha ka­
d ar kardeş gibi o tu ru rd u m şenlen. H iç dokunm adan. A yakucun-
da. Uslu bir köpeğin gibi...”
Kız;
“A , o nasıl söz, estağfurullah” dedi.
“D aha istem ezsen beş m e tre öted e du ru rd u m . C eketim i üstü­
ne ö rter, seni uyutur, bekçilik ederdim.”
“Biliyorum ” dedi g en ç kız, m innetle. “İtim atsızlıktan değil.
Vallayi değil. A m a ablam fena şeyler düşünsün, istem em .”
A blası işi biliyor, nasıl olsa evlenecekler diye, gezm elerine göz
yum uyordu. A m a “O n ikide evde olacaksın” diye de şa rt koşm uş­
tu.
“K orkm a” dedi N uri gülerek, “bak d ah a o n bire çeyrek var, bol
bol yetiştiririm .”
Kız on u n ellerini şefkatle sıktı. N uri’nin elleri pü tü r pütür,
kaba, iri, frezeci elleri...
M elâhat;
“Türkân'ın ablası v a r ya, Sabahat” dedi. "H an i kocasından ay­
rıldı g eçen ay. O şim di gezici köy h ocası olm u ş. Yatak odası takı­
m ım satıyor."
“K aça?”

1 3 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Ü ç yüze bırakırım M elâh at’in hatırı için demiş.”
“O hayretm ez, değil m i ki o na yaram am ış.”
“N eden hayretm esin, gönül isteği ile veriyor. Bundan ucuzunu
bulamayız.”
“Sen bilirsin” dedi N uri. “B enim bu işlere aklım erm ez.”
Kız yerde bulduğu kuru bir dalla to p rağ a yuvarlaklar çizip,
o rtasın a harfler yazıyor. N yapıyor, bozuyor. M yapıyor, bozuyor.
Birbirine halkalanm ış N ile M yapıyor, gülüyor.
“Rıza Bey kızdı m ı ayrı dükkân açacağın a?”
“İsterse kızsın. Ö m rü m b oyu n ca o na çalışacağım diye taah h ü ­
d ü m yoktu ya. K aragü m rü k ’teki dükkân için sahabısı hava parası
istiyor. Yarın o Fatih’teki için konuşacaktı N ecati.”
“Hayırlısı” dedi M elâh at iç geçirerek. "İlk aylar biraz sıkıntı çe ­
keceğiz. Ben de rejiyi bırakm am , ne dersin?”
“S açm alam a. N e d ed im sana ben? Taş taşır yine seni çalıştır­
m am . Sen evinin hanım ı olacaksın, anlaşıldı m ı?”
M elâhat m innetle;
"Böyle söyleyeceğini biliyordum zati” dedi.
Kendini bildi bileli, ta m o n yıldır, küf kokulu Tekel am barlarında
anası ağlam ıştı. N uri’nin kollarını tuttu . Bu kuvvetli kollar, bu taş
gibi pazular oldukça, sırtları yere gelm ezdi kolay kolay.
“N oh u t od a bakla sofa, bizim de bir evim iz olacak” diye m ı­
rıldandı.
“O lacak ” dedi N uri. “Küçük m üçük, fakir makir.”
“N eden fakir oluyorm uş?” dedi M elâhat. “İş parada değil,
zevkte. N e zenginler v ar ki evlerine b et b ereket girm ez. Bak ben
azlan neler yaparım göreceksin.”
“Biliyorum ” dedi N uri.
N u ri’nin om zu na dayadığı yanağı acıdığından kız bir ara doğ­
ruldu. N uri, acab a ö p sem m i diye durakladı. Ü ç aydır sevişm eleri­
ne, yakında evlenecek o lm alarına rağm en iş öpüşm eye dayanınca,
işte hâlâ utanıyorlardı.
M elâhat delikanlının om zu na öbü r yanağını dayam ıştı. Yere
bir N M daha yaptı, b ir d e A yazdı. N uri’nin soyadı Alpaslan’dı.

Ay ışığında "Çalışkur” 1 3 3
“Frezeci N u ri Alpaslan”, kırm ızı üstü n e beyazlan, tabelada nasıl
d u ru r acab a?
“Türkân'ın ablasından yatak odası takım ım alırız. İki-üç p arça
da koltuk filan. Bir de taksitle radyo... O lm az m ı?”
“M aalim em nuniyetle” dedi N uri. “D aha n e em redersen.”
“Sen sabahları dükkâna gidince ben de konu kom şuya dikiş di­
kerim u cu za, b o rcu öderiz.”
M elâh at ille boş d u rm am ak istiyordu.
“Kız seni çalıştırm am d em ed im m i?”
“Bak unuttum .”
“Sen A n k ara kedisi gibi sedirde büzülüp beni bekleyecen ak­
şamları...”
“Başü stü ne N uri Usta.”
N u ri güldü. İlk tanıştıklarında kız o n a “N u ri Efendi” dem işti.
Son ra, “N u ri Usta.” Ablasının yanında ise “N u ri Bey.” H âlâ b ir tü r­
lü “N uri” diyem iyordu. Bu tip kadın, erkeğine d oğru d an doğruya
“kocacığım ” der. O da olacak yakında.
“A k şam ları alıp seni M arm ara Sinem ası’n a götü rü rü m . Yahut
da Sadi Tek’e.”
“P azarları yem ek yapar, Beykoz’a, Bend’lere, G öksu’ya, yoğurt
yem eye K anlıca’ya gideriz. B en im Kanlıca'da tey zem de var.”
“Olur, gideriz. A rtık kim seye eyvallahım ız olm ayacak.”
“O lm ayacak.”
“K im senin ağız kokusunu dinlem eyeceğiz.”
“D inlem eyeceğiz.”
D enizden d oğru esen se rt bir rüzgâr, yerdeki kuru yaprakları
uçurdu, kerestelerin üstüne atılm ış bir küçük çuval parçasını kum
yığınına d oğ ru sürükledi.
M elâhat;
“R üzgâr çıkıyor” dedi.
“Ü şüdün m ü ?”
“Yo üşüm edim .”
“Bak ellerin buz gibi. Bakayım , b urnun d a üşümüş.”
“Senin ellerin, ne iyi, hep sıcak.”

1 3 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


N u ri iri elleriyle kızın parm aklarını ovaladı:
“ö m r ü m b oyu n ca ısıtacağım bu ellerle seni” dedi.
M elâh at b irden N uri’ye döndü:
“C an ım , can ım benim ” diye delikanlılım b oynuna sarılıverdi.
B ir yanı sim siyah, ö b ü r yanı sapsarı sade saçtan , hiç yüzü ol­
m ayan acayip, k ocam an , tek bir b aş oluverm işlerdi. N uri kızm n a­
h if o m u zlarım okşuyordu.
Bird en sırtında b ir ağırlık duydu. Ö n ce M elâhat’in eli sandı.
A m a kızın eli onü böyle h o y ratça tartaklayam azdı. Başını kaldırdı.
Tepelerinde zebella gibi bekçi duruyordu:
“G elin benlen m erkeze” dedi.
G e n ç ad am fena sinirlenm işti:
“N e o lm u ş yani?” dedi. “B ir şey m i istiyorsun? R ahatsız m ı e t­
tik seni yoksa?”•
Bekçi;
“F azla laf istem em . Y ürüyün m erkeze” dedi.
“Ç ek elini bir kere sırtım dan , so n ra konuşalım."
“Ç ek m ezsem ne oluyorm uş?”
“N e olacağını gösteririm şimdi.”
N uri ok gibi ayağa fırlam ıştı. M elâhat ellerine sarıldı:
"Ayağını öpeyim bir şey yapm a” diye yalvardı. “Dinle beni, ne
olursun.”
Bekçi bayağı korkm uştu. İki adım geri çekildi.
M elâh at sapır sapır titriyordu. N uri onu om uzlarından tuttu.
“K orkm a” dedi. “H eyecanlan acak bir şey yok.”
S on ra, eli tab an casım n kabzasında bekleyen bekçiye;
“N edir alıp verem ediğin?” dedi. “Yürü git işine. Belanı m ı arı­
yorsun gece vakti?”
“D aha ne olacak, u m u m i yerde öpüşüyordunuz.”
“Burası um um i yer m i?”
“U m u m i yer. N a bak, şura ço cu k bahçası.”
Yapı yerinin arkasında bir tel örgüyü gösteriyordu.
“Ç o cu k bahçesi m i?.. Ç ocu k bahçesi de olsa şimdi kimse yok

Ayışığında "Çalışkur" 1 3 5
“O lsun, belediye nizam atı... Yürü sen hele b ir m erkeze de orda
anlat.”
“G idelim , sen zararlı çıkarsın. B en senin ne istediğini çok iyi
biliyorum . A m a yanlış kapı çaldın.”
“Y apm a, kuzum yapm a, bir hadise çıkm asın” diye, kız d u rm a­
dan yalvarıyordu.
“Sen beni item ezsin efendi.”
“S en beni itiyorsun asıl.”
“S en vazifeni yapm ıyorsun.”
“Vazifemi sen m i bana ö rg etecen ?”
“Ö ğreteceğim .”
"ö rg etem ezsin .”
“Ö ğretirim .”
“M ad am gizlin sakim yok, neye sindiniz âlâm ın bahçasına?
O rta yirde o tu r sananız.”
N u ri öylesine sinirli ki, adam ın dem in u m u m i yer dediğini
şimdi âlâm ın b a h ça sı yapışını fark etm edi.
“O rası senden sorulm az."
“Sorulur. Ben bu m ahallenin bekçisiyim.”
Yukarı katın arka p en cerelerin den biri aydınlandı. Saim e de
aşağıdan gürültüyü duym uş, dışarı uğram ıştı.
“N e olm uş Zulfikar Efendi?” dedi.
Zulfikar cevap verm ed i. D od o balkondan havlıyordu.
Sandal sefasından evlerine d ön en büyükbaba, baba, ana, üç
ço cu k , kalabalık bir aile, geçerk en durm uş bakıyorlar.
Bekçi onlardan cesaret alm ış gibi, şimdi daha yüksekten ko­
nuşuyordu.
•"öpüşecekseniz plaj v a r” dedi. “Sınam a locası var, efendim e
söyleyim , ran d evu evi var. Elâlam ın ortasın d a o lm az böyle rezalet.
Belediye n izam atı var. A r var, edep var.”
“A ğzım top la yoksa ağzını yırtarım ” diye kükredi N uri. “Bu kız
senin anan d an nam usludur, ayı oğlu ayı!”
Sokaktaki grup M elâhat’le N uri’ye tiksinçle, Zulfıkar’a da “A fe­
rin aslan, vazifeni yapıyorsun” d er gibi bakıyor.

1 3 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


B ekçi onlara döndü:
“Şahitsiniz ya!” dedi. “D uydunuz ya. Vazıfa halındaki m am u ra
küfür etti.”
G ürültüye koşup gelen öbü r m ahallenin bekçisi de;
“D uyduk” dedi. “Şahidiz.”
Kendine de iş çıktığı için m em nundu.
Erdal ve arkadaşları n e olduğunu pek anlam adan, sululuk ol­
sun diye kavgacıları kışkırtıyorlardı:
“Vur.”
“Kır.”
“G iriş ulan durm a.”
“A l aşağı paçasmı.”
D o d o d u rm ad an havlıyor. D odo’nun havlam asından G ülseren
de kuşkulanm ıştı. A rk a m utfak p en ceresin e koşup;
“Saim e, Saim e” diye seslendi. “N ed ir kuzum ? K erestelere m i
gelm işler?”
Saim e;
“H ayır hanım cığım ” dedi. “Bekçi b ah çad a uygunsuz bir çift ya-
haladı da.”
Ü ç n u m ara da ta m kadro ile balkona uğram ış.
Kadın terzisi C eylan H anım ;
"N eym iş kuzum , ne olm uş hanım efendiciğim ?” diye yukarı,
G ülseren’e seslendi:
G ülseren;
“U ygunsuz bir çift yakalam ış bekçi” dedi.
“Bizim bekçi mi? Zulfıkar m ı?” diye d ok torun karısı sordu.
“Z annederim .”
“Evet, Zulfıkar, Zulfıkar” dedi Dr. Epkem Cangetir.
M am b o iki num arad an ;
“Belalı b ir şey galiba, yard ım a gitsek m i d ok tor bey?” diye ka­
rıştı.
Zulfıkar, Çalışkurlar'ın taraçasın a bir göz atarak;
“H e m b u ra inşeet yiri” diye kabardı. “Bakalım nesin, nenin n e ­
sisin, hırlı m ısın hırsız m ısın?”

Ayışığında"Çalışkur" 1 3 7
N uri’ye kalsa, budur deyip, adam ın çenesine bir kroşe yapış­
tıracak. Kumkapı G ençlik Kulübü’nde boksa çalışm ıştı. Bekçiyi
tek yum ru kta yere yıkacağından em indi. Sonra ne olursa olsundu.
A m a M elâhat nerede ise düşüp bayılacak.
“Yalvarırım gidelim karakola” dedi kız. “İş gittikçe büyüyor.
N ’olursun, dinle beni.”
Erdal’ın büyükbabası bile hadiseyi duym uştu. D ürbününü
şimdi karşı a p a rtm a n la rd a n bu yana çevirm iş, bakıyor. Erdal’la
Vural m erak tan aşağı k adar indiler.
Bekçi öbü r m ahallenin bekçisine;
“G el götürelim şunları b erab er” dedi.
Ö bü rü , zaten dünden hazırdı.
“Y ürüyün bakalım” dedi N uri. "B en de size g ö sterm ezsem er­
kek d em esinler bana.”
Külçe haline gelen M elâh at’i kolundan tu tarak ö ne düştü.
Sokaktakiler açılıp yol verdiler.
Bekçi, ileri geri söylendi y a, şim di içine b ir ürküntü gelmişti.
Herif, “B en size gösteririm ” dedi. Ya sahiden gösterirse... B ir ke­
resinde böyle baltayı taşa v u rm u ş, zorlulardan birinin oğluna ça t­
mıştı. A z daha, işinden oluyordu.
Yapı yerinden çıkıp da, sokak fenerinin altına geldikleri vakit,
bekçi, N uri’ye iyice baktı: G en ç adam ın yakası yağlı, kol ağızları
aşınm ış. Pantolon p açaların dan biri de lime lim e idi. Elleri kirli,
işçi elleri. Bu ad am zorlu birinin oğlu olam az.
“B ir de h en t h en t ötüyon” dedi. “N e yaparm ışsın bahalım.
Elinden geleni ardına gom a.”
ö b ü r bekçi;
“Bırak artık, uzun etm e ” dedi.
Rüzgâr çoğalm ıştı. G ökte iri bulutlar uçuşuyordu.
Erdal’la Vural bir m ü d d et onlarla birlikte yürüdüler.
Erdal;
“Bırak yahu” dedi Zulfıkar’a. “İkisi de g enç. Bu gece m ehtap,
olur böyle şeyler. Büyüklük sende kalsın.”
N uri arkasına bile bakm ıyor, yum ruklarını sıkmış yürüyordu.

138 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Zulfikar belki de bir büyüklük yapardı. N e v ar ki, h erif anasına
sövm üştü. Bunu affedem iyordu.
“H adi bırak şu köşeyi d ön ü n ce” dedi Vural da... ö b ü r bekçiye
kalsa, o da bırakm ak taraflısı idi.
Zulfikar;
“O lm az beyim ” dedi. “O lm az. B u n ca ehli ırz içinde olm az bu
kepazelik. G etsinler gendi m ahallalarında istedikleri haltı garıştır-
sınlar. B en burda yaptırm am .”
“H ...r ulan b .” dedi Erdal. “C an ın isterse.” Sonra N uri’nin ark a­
sından seslendi:
“A ldırm a kardeşim , bunun cezası on iki liradır.”
V ural’la berab er uzaklaştılar.
G ecen in içinde R um kilisesinin çan ı çaldı, çaldı ve sustu.
İki yanda iki bekçi, o rtad a M elâhat’le N uri, yürüyorlardı.

Ay şim di bütün gölgeleri, bu arada Çalışkur ap a rtm a n ın ın da


gölgesini yere küçük, kü çü cü k düşürüyordu. Bir ara iri bir bulutun
ardına girdi, hiç görü n m ez oldu.

U ygunsuz çiftle iki bekçi, şim di yalnız rüzgârd an sallanan so ­


kak fenerlerinin aydınlattığı çarpık yolda, sallanan gölgelerine
b asa b asa ilerliyorlardı.

Ayışığında "Çalışkur" 1 3 9
HİKÂYENİN TEPKİLERİ
İK İ ELEŞ T İR M E

“...B en ce hikâyeci, b ir şeyler ispata kalkışm ayan fakat h er sefer,


engin insan denizinin b ir kuytu, bir bilinm eyen köşesini araştıran
bir dalgıç olmalıdır. ‘A yışığm da Çalışkur’ yazarın ın bizi kalpten
kalbe hitap eden şiirli ve sihirli bir üslupla son su z ru h dehlizlerin­
de dolaştırm asını beklem ek ne kadar boşu n a... Hikâyedeki, ‘tik-
sinç, ürküntü vesaire’ gibi tilcikleri de ayrıca beğenm edim ...”

“(...) kalem sü rçm eleri ile tahteşşuurdaki refoulem endarı faş


e tm e processusunu, Freud, Lapsüs’lere ayırdığı bahiste uzun u za­
dıya izah eder. Bu çeşit yazarlar varlıklı sınıflara karşı içlerinde
birikm iş kini zehirliistihza ve hiciv kılığında böylece kâğıda dök­
m üş olurlar. Yalnız, bunu sadece ruhi bir katarsis saym ak da gaf­
letin büyüğü olur. Ayışığı sonatını - p a r d o n - Ayışığı yazarını ger­
çi henüz bu kategorinin propaganda sanatçıları arasında saym aya
gönlüm üz razı olm u yor am a, tuttu ğu yolun kendisi için tehlikeli
olduğunu da d ostça h atırlatm aktan kendim izi alam ıyoruz. A yrıca
pek seyrek olm akla beraber, onun da birkaç yerde devrik cü m le
yaptığı gözüm üzden kaçm adı. C üm leyi alt ü st etm e hevesi, yine
Freu d ’ün lapsüs teorisin e istinaden, sosyal n izam ı tersyü z e tm e
tem ayülünün g ram er ve sentaks planındaki tezahü rü n d en başka
neye ham ledüebilir? (...)”

Hikâyenin Tepkileri 1 4 3
B İR K A Ç M EK T U P

“(...) tarihli bir yazınızda vazifesinde ihm ali görülen Zulfikar


adında bir bekçi arkadaştan bahsolunm ası dolayısıyla, keyfiyet a r­
kadaşlar canibinden öğrenilm iştir. A m erik an kam bı yalınız bizim
o rad a bulunduğu n azari itibara alınarak vakanın bizim bölgede
geçtiği tarafınızdan bildirilmektedir. K arakolca gereken tahki­
kat yapılarak bir kere bölgem izde vazifeli bekçiler arasm d a Zul­
fikar adında arkadaş yoktur. G eçen Şeker B ayram ı Kadıköy'de Ali
D erviş isim li b ir bekçinin bu gibi suyi hali tesp it edilm iş olup ih­
b ar ü zere kapucu kadın ile buluştuğu h ab er alınarak köm ürlükte
cü rm ü m eşhu t suretile su ç üstü yakalandılar. Ve m erkum un va­
zifesine so n verilerek üniform ası geri alınm ıştır. Ve kadında te c ­
ziye görm üştür. Ve bekçi de ayrıca adliyeden tecziye gördü. E sa­
sen kendisi gedikliden m atru ttu r. M esele de böylece kapandı gitti.
G eceleri m alım ızı m ülküm üzü ırzım ızı nam usum uzu kendisine
em an et edilen bekçi vatandaşların bu gibi halleri şiddetle ayıpla­
dığımızı beyan ile aram ızda böyle soysuzlar v arsa sade adı ilâ değil
soy adı ve m em leketi ilâ bildirin ki terbiyesin verelim . H ü rm et ve
saygılarım ı arzı ihtiram at eylerim.”

Abdülkadir H ızır
Kadıköy Emniyet Amirliği

“(...) M asrafı yüksek gösterip kazan cı azaltm ak bu oyunların


en m asu m cası. Biz, buna gelinceye kadar, n e karışık hileyi şeriye-
lerle karşılaşıyoruz, b ir bilseniz H o cam . H em de h iç um m adıkları­
m ız yapıyor. Hikâyeyi y azm ad an ö n ce keşki bendenize bir sorsay-
dınız. Size bu hilelerin en orijinallerinden birini anlatırdım , onu
yazardınız. (...)”

G elir Vergisi Tahakkuk Memuru


Eski Talebeniz Atıf Erdinç

1 4 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“(...) Yoksa hikâyeci olm ak, insana şunun bunun şerefiyle oy­
nam ak hakkım d a m ı v eriyor dersiniz? B en h iç zan n etm iyoru m .
Sizin h e r şeyden ö n c e m ü n evver bir vatan d aş olduğunuzdan bile
şüphedeyim . Nasıl o lm am ki, m ü nevver b ir insan evvela bilm ediği
şeylerden b ah setm em ek dirayetini gösterecek kadar ihtiyatlı ola­
bilen insandır. K ürtajdan böyle ileri geri bahsedebilm ek hafifliğine
an cak sizin gibi, bir nebze dahi tıbbi m alu m attan hissedar o lm a­
yanlar düşebilirler.
K ü rtaj sıhhi b ir m ü d ah ale olduğuna g ö re n ed en lüzu m hasıl
o lu n ca yapılm asın ? B u lü zu m u n varlıklı insan larda d aha sık ca-
n a duyulm asını, acab a n ed en m ü n h asıran b u m uhitlerdeki a n a ­
lık hissinin fıkdanına v eya aile kutsiyetinin k ü çü m sen m esi gibi
k ötü n iyetlere h am letm ey e çalışıyorsu n u z? A rarsan ız asıl seb e­
b i siz de bulabilirsiniz: Şöyle ki: varlıklı v atan d aşlar k on fo r ve
m e d en iy etten n isb eten d ah a fazla h issed ar oldukları ve bu arad a
daim i sıhhi k on tro ld en diğerlerine n azaran d ah a ziyade m ü ste ­
fit bulundukları için , bünyelerinin sıhhi icab atı, b u n lard a d ah a
kolay fark ın a varılıp y erin e g etirilm ek te, b u n a m ukabil, d o k to r
k on tro lü n d en m ah ru m ö b ü r v atan d aşlard a bu lüzu m da b izza-
ru re kendi haline bırakılm aktadır. Bu k ad ar basit ve m an tık i bir
sebebe irca edilebilen b ir tezah ü rü , n am u slu aile kadınlarına ve
Dr. E p k em C an g etir'in şahsında da b iz, b ü tü n k adm d ok torların a
ta riz için vesile y apm ak iyi niyetle ne d e re ce kabili teliftir, tak ti­
rin i size bırakırım , kaldı ki... (...)”

(İm za önemli değil, diyelim ki, bir doktor.)

"...Hikâyenizi okuduk. Ç ok eğlenceli bulduk. C on gratu lati-


ons... Yalm z sizden b ir ricam ız var. A rkadaşlarla bahse tutuştuk:
Biz kendisine O ldsm obile hediye edilen hanım ın, Ali B ey’in eşi
A yten H anım olduğunu iddia ediyoruz. O nlar, Fitn e-Fü cu ru n Sa­
lon D ergisinde çıkm ış b ir yazısına dayanarak bunun N uri B ey ’in
karısı N u rten H anım olduğunu, hediye edilen otom obilin de B u-
ick 5 4 olduğunu söylüyorlar.

Hikâyenin Tepkileri 1 4 5
Kim bu hatun kuzum ? C idden m erak oldu. Cevabınızı sa­
bırsızlıkla bekliyoruz. Okula telefon da etseniz olur... Selam ve
saygılarımızla.”

Arnavutköy Kız Koleji’nden


Jale Birol, Lale Seçkin, Nükhet Bil

“Radyo İdaresinin şimdi g en ç am atö r tiyatro topluluklarına


da bir saat ayırdığını ihtim al ki duym uşsunuzdur. Sizin Ayışığında
Çalışkur adlı hikâyenizden kolayca bir skeç çıkacağını düşünerek
arkadaşlarla birlikte bu skeci bize ayrılan saatte oynam aya karar
verdik. Sizden m üsaade alm a işini de bana yüklediler. A m a vakit
bulup da kendim gelem edim . D aha doğrusu, rahatsız etm ek iste­
m edim . Bu arada bir kere, d en etim kurulundan geçsin diye, a r­
kadaşlar dün bir kopyasını yollamışlar. Biz rolleri dağıttık, h atta
provam sı bir şey bile yaptık. Sizi biraz geç haberd ar ettiğim iz için
özür diler, esirgem eyeceğinizden em in olduğum uz m üsaadeniz
için şim diden teşekkürlerim izi sunarız. D erin saygılarımla.”

Oğuz N. Başak

“(...) B en Erdal’ın büyükbabası gibi dikizci bir ihtiyar tanıyo­


ru m . Eskiden Ayan azası imiş. A lt katım ızda oturuyor. G ündüzleri
çocu k ları bah çeye bırakam ıyoruz. (...)”

Smıf Arkadaşın
Mucip Erkmen

B İR E L E Ş T İR M E

“(...) Ayışığında Çalışkur yazarı insanları sevm iyor. Yazı m asa­


sına otu ru rk en belki yum uşar diye kalbini çıkarıp bir kenara bıra­
kıyor. Sade kafası ve yıkıcı h ü m o ru ile yazıyor.

1 4 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Halbuki ben, kalem ini çirkefe değil, insan sevgisine batırıp ya­
zanların yazdıkları yazıları severim .
H e r sahife, ılgıt ılgıt, insan sevgisi kokmalı.
Ayışığında Çalışkur yazarı susulm ası, örtü lm esi gereken en çiğ
gerçekleri önüm üze serm ekle, Erdal’ın büyükbabasına yorduğu
teşhirciliği asıl kendisinin yaptığının farkında değil mi acaba?..”

B İR K A Ç M E K T U P D A H A

“(...) Bundan çok iyi bir sen aryo çıkabileceğini düşündüm . K a­


fam k aç haftadır bununla m eşgul. Fakat ilk kısım lar tam am en d e­
ğiştirilmelidir. Sonra yerli film bakım ından b ir eksiği de d ram a­
tik bir vak’a bulunmayışıdır. M elâhat’in dansöz ve hanende olm ası
da A nadolu seyircisi bakım ından büyük faydalar sağlar. Sonu da
acıklı bitm eli. Seyirci ne k adar ağlarsa film cinin yüzü o kadar gü­
ler. Bu esaslar dahilinde bir senaryo çıkarabilirsen bana yolla. Bir
kere hikâyeden fazla para alırsın. Sonra da... (...)”

İhsan Arman
Özlem Film

“Exhibitionnism e hakkında bilgi v eren bir seksoloji kitabı tav ­


siye edebilir misiniz?..”

İstiklâl Lisesi Öğrencilerinden


Ş. Tümay

“Ağabey,
Bizim W eissm üller A bdi diye bir arkadaş var. Basketçi Erdal
ve arkadaşları ile m atrak g eçen hikâyeni okum uş, oğlana fena koy­
du. A kşam kulüpte bize de okudu. D oğrusu biz de içerlem edik
d esem yalan. Bizi argo konuşan, öm ü rleri kız dalgası peşinde ge­

Hikâyenin Tepkileri 1 4 7
çen g en çler olarak g ö sterm en doğru m u? Z aten m a ç prim lerini
artırm ıyorlar diye üzgündük. Bu da tüy dikti dün g ece. M illet bü­
tün basketçileri de Erdal gibi sanır, çıkar. D urduğunuz yerde bunu
neden yaptınız ağabey? Ayıp ettin doğrusu. Sen de bilirsin ki b as-
ketçiler sp o r kollan içinde en kültürlü ve efendi olanlarıdır. Bizim
an tren ö r ve hakem Feridun A ğabey var. G alatasaray’dan sınıf ar­
kadaşı oluyorm uşsunuz. Fi tarihinde aynı ekipte basket oynadı­
ğınızı söyledi. Yani sen de basketçi imişsin vaktiyle... Yoksa ağa­
bey artık ciğere yetişem eyen kedi m eselesi m i? Şimdi yaşlandın,
ham ladın, senden geçti, diye m i bize bu yüklenişin? Arkadaşlarla
hakkınızda m ünakaşa ettik. W eissm üllerle Fil Selim sizi d övm e­
ye bile kalktılar. O gece K o ço ’nun gazinosunda imişsiniz. Feridun
Ağabey, ben, bir de Eralp zo r bela yatıştırdık. Bunlara inanılm az,
bakarsın yine eser. Sen istediğin kadar koluna güven. Fil Selim’in
de eli çok ağırdır hani. H er ihtim ale karşı tetik bulunun diye söy­
lüyorum , ağabey.
Bizi sorarsan bildiğin gibiyiz. Ben, biliyorsunuz, bir dersten
taktığım için şimdilik bir bankada çalışıyorum . A n n em ler bu kış
Erenköy’de kaldılar. Ben h aftanın beş günü şehirde ablam larda ka­
lıyorum . En iştem ... (...)”

Turhan Temizer

B İR EL E Ş T İR M E D A H A

“...O kudum son yazışım . Sevm iyoru m o yazarın dilini... Yete­


ri kadar özenm iyor yazısına, yer yer O sm an lıca, Frenkçe tilcikler
katıyor kişilerinin sözlerine... Ö rneğin, ‘fizik problem i’ diyor. ‘G re­
k orom en d i ‘konkur! ‘kontrlüm yer! ‘anem i’ gibi Frenkçe; ‘vallahi!
‘m ütareke! ‘idadi! ‘ittihadı terakki’ gibi O sm an lıca tilciklere yer ve­
riyor konuşm alarda. Kişilerini ille gerçekte konuştukları gibi ver­
mek zoru nd a değildir ki yazar... G rekçe konuşm uyor m u Sofok-

1 4 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


les’in kişileri? O n la rı çevirid e öz Türkçe konuşuyor g örü n ce ya­
dırgıyor m u okur? Kuşağı, çevresi, kültür d u ru m u ne olursa olsun,
bü tü n kişilerini öz Türkçe konuştursa ne eksilir yazısından; ayrıca
devrik tü m ced en de faydalanm ıyor yeteri kadar...”

B İR K A Ç M E K T U P D A H A

“Pek m u h terem Beyefendi oğlum ,


D evam lı kariiniz olan d am ad ım dolayısıyle hem en her eseriniz
evim ize girer. M ütalâa, bendenizde bir tabiatı saniye olduğundan
elim e ne g eçirirsem okuyorum . Tab’ım a ve m izacım a hiç uym adı­
ğı halde sizin hikâyeleriniz de okuduklarım meyanındadır. M alu-
m uâüniz, bizler R ecai Z ad e E krem gibi bir m uallim -i fazdın, H alit
Z iya gibi b ir üstadı edebinin, Abdülhâk H am it gibi bir şairi azam in
ve M e h m et A kif gibi bir m ücahidi İslamın eserleriyle tegaddi ed e-
geldiğimizden, zevki edebim iz bugünkülerin m izacı ile pek im tizaç
edem iyor. A n cak ne v ar ki, bu saydığım üdebayi kiram ın kâffesinde
m üşterek olan bir vasıf h er birinin, edebi, edebiyatın lazım ı gay­
rı m üfarıkı addeylem eleri idi. Lisanı ecnebiye vakıf değilim. Fakat
tercü m elerind en m ütalaa ettiğim asarı ecnebiyede dahi, N ana m ü ­
ellifi Em il Zola h ariç, cü m le m uharririnin, kariin bilhassa nezaheti
fikriye ve ahlakiyesine h ü rm eti kendilerine b ir vecibe saydıklarını
m üşahede ettim . G ücenm eyiniz am a beyefendi oğlum , sizin hi­
kâyelerinizdeki bazı teşbih ve im alar bendenizin nezahati fîkriye-
m i ziyadesiyle ren cid e ediyor. Filvaki çoğunu da anlam ıyorum ve
anlayam adığım a da m em n u n oluyorum . Bilfarz, Çalışkur adlı so n
hikâyenizin baştan ikinci faslındaki, hariciyeci ahbapla, ap artm an
sahibesine hediye ettiği D od o n am köpeğin, velev bir cü m le ile ol­
sun, hikâyeye ithalinin hikm eti bir türlü anlaşılamadı.
B ilum um hikâyelerinizde gördüğüm bir ikinci nakısa da, dai­
m a şerri olan ca çıplaklığı ile teşh ir hususundaki ısrar ve inadınız-
dır. Ş er dünyanın h er yerinde m ev cu t efendi oğlum . Siz onu ibret

Hikâyenin Tepkileri 1 4 9
olsun diye tasv ir etsen iz bile, h am ervah on d an intibah hasıl edip
ibret alacak yerde, ilham alıp, kendine örn ek edinir. Şerrin tasvi­
rini hayata bırakıp, siz bize güzel şeyler nakletm eye bakınız. C e ­
m iyetim izde hayatları ile ö rn ek teşkil edecek d ereced e, seciye ve
salâbeti ahlakiye sahibi insanlar h iç m i yok? N ed en böylelerini hiç
tasvir etm ez, m esküt g eçe r d e m ünhasıran m ü zah rafatı ve olm a­
dık kötülükleri teşhirden zevk alırsınız? H ürriyeti kalem ve kelam,
hiçbir zam an bir edibe, içinde yaşadığı cam iayı iğren ç bir şekilde
ak settirm e hakkı v erm ez ve v erm em esi de iktiza eder. Bir m em le­
ketin üdebasına düşen vazife cam ian ın m aneviyatını takviye, ah ­
lakını tarsin edici irşatlardır. Yoksa kötülüğün bim ahaba tasviri de­
ğil. Ö yle ki, m ü talaa ettiğim iz h er eseri edebi, bizi insanlığım ızdan
istikrah ettirm ek şöyle dursun, içim ize bir inşirah, bir itm inan ve
nihayet bir huzu ru vicdan versin. C esaret ve itim adım ızı tezyit et­
sin. Bizi birbirim izden so ğ u tacak yerde, tesanüdüm üzü perçin leş­
tirsin. M arazı teşrih değil, sad ece tedavi yoluna gitsin. Bilm em ki
yanlış m ı düşünüyorum . M ünasebeti düştüğü için m üsaadenizle
size bir fıkra nakledeyim . H o c a m erh u m bir gün... (...)”

Zeynel Abidin Hödavendigâroğlu


Dizdariye

R A D Y O İD ARESİ T E M S İL B Ö L Ü M Ü

“ ......................... tarihinde gönderilen Ayışığında Çalışkur’ isim ­


li hikâyeniz tetkik edilerek icabı düşünüldü.
Hikâyenin u m u m i havasından, cam iam ızı olduğundan daha
fena gösterm ek gibi bir m an a sezildiğinden, bu haliyle iskeç ola­
rak tem sili m ahzurlu görüldü.
Bilgi edinilmesi.”
Saygılarımla

1 5 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Sizden habersiz, sizi, h iç hoşlanm adığınız bir işe sokm uş o l­
duğum uz için cid d en ço k üzgünüz. Şim di ne kadar ö zü r dilesek
boşuna. Eserin red ediliş sebeplerini öğren m ek için dün N eyir’i
radyoya yolladık. M eğ er d en etim kuruluna sunulan ra p o rtö r ra ­
p oru h arice verilm ezm iş. Selim’in eniştesi o rd a çalıştığından yine
de bu rap o ru n m uhtevasını elde etm eye çalışacağız. İtiraz nok­
taların ı öğrenebilirsek belki ufak bazı değişiklikler yaparak skeci
tem sil ettirm em iz yine d e m üm kün olur. Saygılarımızla.”

Oğuz Başak

“...Siz herkesi kör, âlem i sersem m i sanıyorsunuz? Kokteyle d a ­


vetli o görgüsüz hukuklu değil asıl siz refah düşm anısınız. A sıl siz
insanları su g eçm ez b ölm elere ayırm ışsınız. Kendi karam sarlığı­
nızı, h er şeyi kötü g ö rm e hastalığınızı o zavallıya yüklem ekle siz
kendinizi kari gözünde bu nâkısanızdan sıyırıverdiniz m i sanıyor­
sunuz? H ata. Sadece kendi kendinizi aldatıyorsunuz.
Evet, babam A bdülham id’in h izm etinde çalışm ış olabilir. F a­
kat şu da unutulm am alıdır ki, rahm etli h atta bazen kendi m evkii­
ni tehlikeye koyarak, birçok v atan p erveri A bdülham id’in gazabın­
dan k u rtarm ış ham iyetli bir vatan evladı idi. K ara Tahsin Paşa’nın
hatıratını okum uş olsaydınız bu hususun on u n ağzı ile de bir te ­
yidini bulurdunuz. Ittihad ve Terakkiye girişim ise C em al Paşa’ya
sırnaşm ak sureti ile değil, o tarih te Edirne m ektupçusu olan b a­
can ağ ım Refik N uri B ey m erh u m u n m u an n it ısrarları neticesinde
olm uştur. D am at F erit’le asla ve kat’a bir m ü n aseb etim olm adı. Bu,
bilahara, beni A tatü rk ’ün gözünden düşürm ek isteyen hasım ları-
m ın o rtay a atıp da bir türlü ispat edem edikleri deni bir iftiradan
ibarettir. A ta ile İnönü’nün ve şimdiki ricali devletin naçiz şahsım a
karşı gösterdikleri lütu f ve teveccü h leri hayatı siyasiyemin olduğu
k adar hayatı şahsiyem in de en büyük ve erişilm ez bir m azhariyeti
olarak kabul ediyorum . Bunda arlanacak ne vardır? M aksadınız
gün gibi aşikârdır. Siz gelirken biz gidiyorduk efendi. B enden size

Hikâyenin Tepkileri 151


nasihat: Sizi alâkadar etm eyen işlere burnunuzu fazla sokrriaym.
Adam ın burnunu kırıverirler. İki bankada h eyeti idare azası oluşu­
m a gelince... (...)”

Sabunculuk T.A.Ş.
v e ... Bankası İdare M eclisi azasından
Falan Festekiz

B İR K A Ç E L E Ş T İR M E D A H A

“(...) ihanet etm ektedir. İm aj? Yok. Espri? Yok. İfade? Yok. Sos­
yal m uhteva? Z aten yok. Estetik m anasıyle m uhteva? M evcu t d e­
ğil. G örü ş özelliği? A ram a. Dil ve anlatış yeniliği? N e gezer. Bu
böyle o lu n ca biz daha kestirm ed en gidip hikâyenin adını değişti­
riyor ve ‘A yışığının altında hiçbir şey yok’ diyoruz...”

Nejat Düzyol

“(...) ‘Ç alışkur’ ap artım am m kat kat tasvir ettiğinize göre, ne­


den kapıcı katından başlayıp sıra ile yukarı çık acak , yahu t d a Ç a-
lışkurlarm katından başlayıp aşağı inecek yerde, b ir kapıcı katını,
bir d ö rt num arayı; bir birinci katı, bir iki num arayı anlatıp en son ­
da da ü çü n cü ye geçm ek suretiyle işi büsbütün karıştırıyorsunuz?
Yani, n ed en 0 , 1 , 2, 4 sırası yerin e 0, 4 , 1 , 2, 3 gibi acayip bir sıra
takip ediyorsunuz?
Bunun hikâye tekniği bakım ından özel bir faydası olabilir bel­
ki. A m a doğrusu, ben katları hesaplam aktan, konuyu gereği gibi
takip edem ed im . H atta, öyle ki, hikâyedeki kişiler katları nasıl şa­
şırm ıyorlar, örneğin, Sevim ‘Yukarı, Beyhanlara uğrayacağım ’ ye­
rine nasıl olup d a 'Aşağı B eyhanlara ineceğim ’ d em iyor diye so ra ­
sım geldi...”

Teknik Üniversite İnşaat Fakültesi


Ali Baraj

1 5 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“(...) Yalnız İstanbul Belediye hudutları dahilinde yüze yakın
Ç alışkur ap artm an ı var. Bizim kinin adı da ‘A lm teri’ apartm an ı.
A m a tem elinde bir d am la alın teri v arsa kellemi keserim . O lsa
olsa, korku teriyle kurulm uştur. Sahibi m eydanda: E roinden kur­
du diyorlar. O rası b en i alâkadar etm ez. A m a ev sahiplerine yük­
lenm ekle iyi etm işsiniz. Keşke d aha da batırsaydınız. B en ve ailem
şunları bütü n içyüzleriyle kepaze eden yeni b ir hikâyenizi sabır­
sızlıkla bekliyoruz. Biz bu ap artm an a iki sen e evvel hava parası ve­
rerek girdik. Yüz otu z lira kira veriyordum . G eçen sene hiç sebep
yokken, durduğu yerde artırdı. Çık, kızımı evlendiriyorum , diye
dayattı. Yüz doksana sulh olduk. Bu sene ille iki yüz elli diyor da
başka bir şey dem iyor. G özlerini Allah doyursun. Ben sabit gelirli
bir v atandaşım . B u n ca vergiler çıktıktan so n ra elim e g eçen ... (...)”

Ali Kozan
Küçük Alemdar

R ap oru n suretini elde ettik. İlişikte sunulm uştur. Saygılarım ­


la.

Oğuz Başak

R A D YO İD A R ESİ D E N E T İM K U R U LU N A

1- Yazar, hikâyesinde, “Çalışkur” adını verdiği bir ap artım anı


ve bunun d ö rt katındaki, rü şv et teklifinden gelir vergisi kaçakçılı­
ğına, aile içinde zinadan iskatı cenin ticaretin e kadar, olm adık ku­
surlarla m alul kiracılarını tasvir etm ektedir.
2- H er beşeri cam iad a olduğu gibi, bizim cem iyetim izde de
tek tük m ütereddi tiplere, h er ne kadar rastlan m ak ta ise de, şunu
da kabul etm ek lazım dır ki, bu gibi tezah ü rler bizde büyük bir is­
tisn a teşkil etm ek te ve m ilyonda ya bir, ya iki kişiye inhisar etm ek ­
tedir.

Hikâyenin Tepkileri 1 5 3
3- H al böyle iken y azarın ille o m ütereddi istisnaları ele al­
m ası ve bunları adı da bahusus “Ç alışkur” olan bir ap artım am n
d ö rt -k a p ıcı katı da say ılırsa- beş katına toplam ası m anidar g ö ­
rüldü.
4- Bu çeşit insanların, farzı m uhal, bir ap artım am n beş daire­
sine toplanabileceği bir an için kabul edilse dahi, evvelem irde o n ­
ların kötülükleri yanında iyi taraflarını da işlemek bir hakkaniyet
b orcu değil m i idi?
5- Bekçi ile Saim e’nin, Sevim ile M am b o C em il’in, söz ve fi­
illeri, büyükbabanın dalaleti cinsiyesi, 1 ve 2 N o. kiracılarının bazı
m uhavereleri ayrıca edebe aykırı görüldü.
6- Bahtiyar B ab cu n tipi de hakikate uym am aktadır. Bu olsa
olsa y azarın hasta m uhayyilesinde m ev cu t zo rlam a bir tipdir. Bu
gibi Eyyam adam larının zam an ım ızd a artık nesli tükenm iş bulu­
nuyor. Kaldı ki, böylesi devri sabıkda dahi yoktu.
7- Yazarın, ap artım an kiracılarını kötü gösterm esin e m uka­
bil N uri ile M elâhat’i aşırı d ereced e tem iz ve g ad re uğram ış iki fa­
zilet m eleği şeklinde tasvir etm esi de yine m an idar görüldü. Bu gi­
biler içinde iyilerin de bulunduğunu b ervech i peşin kabul etm ek­
le beraber, acab a h iç de m i kusurluları yok diye so rm ak tan insan
kendini alam ıyor. Bilakis okum am ış v atan d aşlar arasında m aale­
sef böyleleri de vardır. Y azarın b u rad a da ekseriyeti bırakıp istis­
nalar üzerind e du rm ası m an id ar görüldü.
8- Bu gibi skeçlerin sade m ünevverler tarafınd an değil ya-
rım ü n evverler ve ü m m iler tarafınd an da dinlendiği göz önünde
tutularak vatandaşlarda kötü tesirler yapacak konulardan kaçınıl­
m ası ve bilhassa aydınlatıcı, öğretici, uyarıcı ve yapıcı konuların
işlenm esi zaru reti son top lantım ızd a b ir kere d aha tekit edilm iş
bulunduğu veçhile, eserin, bu noktai n azard an d a incelenm esi n e­
ticesinde m aalesef yukarda serdedilen m ü sb et taraflard an m ah ­
ru m bulunduğu neticesine varıldı.
9 - Bununla b erab er hikâyede yer yer m üsait pasajlar da yok
değildir.

154 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Y a z a r hikâyesini yukarda işaret ettiğim iz n ok talan tadil su re­
tiyle ve bilhassa yapıcı b ir zihniyetle yeniden kalem e aldığı takd ir­
de, ihtim al tem sili terv iç edilecek bir sk eç çıkarabilir. Eserin bu
haliyle tem siline m aalesef im kân görülem ediğini bildirir saygıla­
rım ın kabu... (...)

Raportör
Fikret Kozdağ

İK İ M E K T U P D A H A

“(...) Hikâyenizdeki M am b o Cem il ile isim m übayenetine m a ­


hal verilm em ek ü zere duru m u n tavzihini bilhassa rica eder, say­
gılarımı...”

Gençlik Caz Kentetinden


Bongo Cemil

“(...) Hikâyenizin ilk sahifesinde eylülün on ikisi olduğundan bahset­


tiğiniz halde, 15’inci sahifede ‘Ağustosböcekleri durmadan ötüyorlardı’
diyorsunuz. Filvaki hava ılık olduğu müddetçe ağustosböcekleri eylülde
de öter ama gündüz öter, gece ötmez. Hele durmadan Ötmesine bilimsel
bakımdan... (...)”

Baytar Okulu Zooloji D oçenti


Aksen Yüce

Hikâyenin Tepkileri 1 5 5
SONUÇ
AYIŞIGINDA “ÇALIŞKUR”

A y , iri ve toparlak, M altep e sırtlarından doğuverdi.

Yassiada üstlerinde bir yıldız, onun çıkışı ile rah atı kaçm ış
gibi olduğu yerden kaydı, gökyüzünde ışıklı bir yol çizerek gözden
kayboldu.

Eylülün on ikisi olm asına rağm en hava pekâlâ da ılıktı.

Bekçi Zulfıkar ayın doğduğunu görü n ce paketi çıkarıp bir


sigara yaktı. G üneşin batışında bir, ayın çıkışında iki, su kenarında
üç, m angal başında d ört, illa cıgara içm ek iktizadır sanıyordu.

Yola v u ran gölgesine baktı. Boyu kısa olduğu halde gölgesi


yerde uzuyor, boyun kısmı karşı kaldırım da acayip bir çıkıntı
yaptıktan so n ra duvarın dibine k adar varıyordu.

Köşeyi döndü. L a f olsun diye, düdüğü ağzm a götü rü p iki kere


öttürdü.

158 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


AYIŞIĞINDA “ÇALIŞKUR”

A .y , iri ve toparlak, M altep e sırtlarından doğuverdi.

Yassıada üstlerinde b ir yıldız, onun çıkışı ile rahatı kaçm ış


gibi olduğu yerden kaydı, gökyüzünde ışıklı b ir yol çizerek gözden
kayboldu.

Eylülün o n ikisi olm asına rağm en hava pekâlâ da ılıktı.

Bekçi Zulfıkar ayın doğduğunu görü n ce paketi çıkarıp bir si­


gara yaktı. İn c e ru h lu b ir a d a m d ı. G üneşin batışında bir, aym
çıkışında iki, su kenarında ü ç, m angal başında d ö rt, sig a ra te lle n ­
d irm e k te n ay rı b ir zev k alıy o rd u .

Yola vuran gölgesine baktı. Boyu u z u n olduğu iç in gölgesi


yerde b ü sb ü tü n uzuyor, boyun kısmı karşı kaldırım da acayip bir
çıkıntı yaptıktan so n ra duvarın dibine kadar varıyordu.

Köşeyi döndü. V azife ica b ı, düdüğü ağzına götürüp iki kere


öttürdü.

Sonuç 1 5 9
Gece sessiz ve sakin. D enizin ü stü san d allar san d allar... A çık ta
biri d en ize g irm iş, k u laçların ın sesi öyle belirli k i...

Zulfikar yürüdü. A ltı çivili yeni kunduralarının asfalt üstünde


çıkardığı erkekçe sesten hoşlanıyordu. B oş arsaları, bakla tarlasını,
A m erikan kam pını, d ok torun evini geçti, cad d eye saptı. “Çalışkur”
. ap artım an m ın önü n e gelince yavaşladı.

"Ç alışkur” ap artım an m ın gölgesi de y ere gerçektekinden çok


daha iri ve heybetli v u rm u ş. Sırf gölgesine bakan, onu pekâlâ
küçük ça p ta b ir H ilton O teli sanabilir.

K apıcı katından bir ço cu k ağlam ası geliyor. Yine Saim e’nin


piçi olacak.

K unduraları yeni olduğundan Saim e on u n ayak sesini


tanıyam am ıştı. D üdüğü d uyunca, başını y er katından uzattı.

“A l g ö tü r şu yum urcağı bekçi em cesi” dedi, “gene bana gahır


veriy, uyumiy.”

Bekçi, b aşp arm ağı yeni kayışının tokasına takılı, eli göbeğinin
üstünde, karşı kaldırım da öyle heykel gibi duruyor.

“A lacan değel m i? H a alacan ?”

“A lacam ” dedi bekçi, “su sm azsa garagola götürecem .”

Ç o cu k sinm iş, korkulu gözlerle b ir bekçiye bir anasına


bakıyor. Birden yum uk ellerini kadının boynuna dolayıp göğsüne
büzüldü.

160 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


G e ce sessiz v e sakin. D enizin iistü sandallar sandallar... A çık ta
biri denize girm iş, kulaçlarının sesi öyle belirli ki...

Zulfikar yürüdü. A ltı çivili yeni kunduralarının asfalt üstünde


çıkardığı erkekçe sesten hoşlanıyordu. B oş arsaları, bakla tarlasını,
A m erikan kam pını, d ok torun evini geçti, cad d eye saptı. “Ç alışkur”
apartım anının önüne gelince h iç yavaşlam adı.

“Ç alışkur” apartım an ın ın gölgesi de yere gerçektekinden çok


d aha iri ve heybetli v u rm u ş. Sırf gölgesine bakan, onu pekâlâ kü­
çük ça p ta bir H ilton O teli sanabilir.

K apıcı katından b ir ço cu k ağlam ası geliyor. Yine Saim e'nin


y a v ru s u olacak.

Kunduraları yeni d e o ls a , esk i d e o ls a Saim e onun ayak sesini


tanıyam azd ı. D üdüğü d uyunca, başını yer katından uzattı.

“A lın g ötü rü n şu y a ra m a z ı bekçi b e y em cesi” dedi, “y in e beni


ü z ü y o r, u yu m u yor.”

Bekçi, b aşp arm ağ ım yeni kayışının tok asın d an çe k m iş , eli gö­


beğinin üstünde, karşı kaldırım da öyle heykel gibi duruyor.

“A lacak sın ız değil m i? S ö y ley in k u z u m , alacağ ım d e y in ”

“A lm a y a ca ğ ım ” dedi şe fk a tli bekçi, “a m a susm azsa o n u ç o ­


cu k p a rk ın a b ıra k m a y a c a ğ ım .”

Ç o c u k sinm iş, korkulu gözlerle b ir bekçiye bir a n n e c iğ in e


bakıyor. Birden yum uk ellerini kadının boynuna dolayıp göğsüne
büzüldü.

Sonuç 161
A nası yum uşayıverm işti:
“G et Zulfikar em cesi g et” dedi. “G et de sen ırsızlan gatilleri
götü r garagola. Ben paşa oğlum u virm em sağa.”

Paşa oğlu, g etti m i diye bekçiden yana bakıyor. Yaşları


süm üklerine karışm ış, kıvırcık saçları terd en alnına yapışm ış.

Kadın ço cu ğ u usulca y atağ a bıraktı. Ç ocu k yapm a bebek gibi,


h em en gözlerini kapadı. S on ra açtı. Yine kapadı. A ç a kapıya, uyum a
taklidi yaparken yaparken, biraz so n ra gerçekten uyuyakaldı.

Ç ocu k uyuyunca kadın kapının önüne çıkm ış, duvarın dibine


çömelmiştL-

“Bir cigara v ir Z ulfika r” dedi.


“Buyur.”

Zulfikar kibrit de çıkarıyordu. Kadın onun elinden sigarasını


alıp kendininkini ondan ateşledi.

Bekçi ile m em leketli oluyorlardı. K ocası Ilyas bir alacak


yüzünden, yanında çalıştığı ciğerciyi vurup da m apusa girince
onu bu kapıcılığa Zulfikar kayırm ıştı.

“N eredeydin dün gece?” dedi.

“İzinliydik ya” dedi bekçi. “D üğüne gettik, Selam i Ç eşm e’ye...”

1 6 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


A n n e ciğ i yum uşayıverm işti:
"G id in iz Zulfikar B e y a m c a s ı, g id in iz ” dedi. "G id in iz de siz
k a k a b e b e k le ri, y a ra m a z b e b e k le ri a lın ız . Ben paşa oğlum u v er­
m e m siz e . B iz m a m a m ız ı y ed ik , e t su y u m u z u iç tik , şim d i c ic i
c ic i e - e y ap a ca ğ ız .”

P aşa oğlu, g itti m i diye bekçiden y an a bakıyor. İn c i yaşları


p e m b e y a n a c ık la rın d a k u ru m u ş, a ltın s a rıs ı kıvırcık saçları te r­
den m a s u m alnına yapışm ış.

Kadın ço cu ğ u usulca y atağa bıraktı. Y a v ru ca k , y ü z ü d e b e n ­


z iy o r y a z a te n , yapm a bebek gibi, h em en gözlerini kapadı. S on ra
açtı. Yine kapadı. A ça kapıya, uyu m a taklidi yaparken yaparken,
biraz so n ra gerçekten uyuyakaldı. E v lad ım .

Ç ocu k uyuyunca a n n e s i kapının önü n e çıkm ış, a ç ılır k a p a n ır


b ir ş e z lo n g a u z a n m ış tı.

“B ir cigara v e rir m is in iz Zulfikar B e y ? ” dedi.


“Buyurun.”

Zulfikar ça k m a k d a çıkarıyordu. K ad m sigarasını kendi z a r if


ç a k m a ğ ı ile ondan ö n c e y ak ıp d u m a n ın ı sa v u ru rk e n ;
“M e rs i” d ed i.

Bekçi ile m em leketli fila n olm uyorlardı. E şi İlyas bir alacak


yüzünden yanında çalıştırdığı ç ır a ğ ı ta ra fın d a n vurulup d a h a s - '
ta n e y e girince onu bu kapıcılığa Zulfikar kayırm ıştı.

“N erdeydiniz dün g ece?” dedi.

“İzinliydim ya” dedi bekçi. “E vd e is tir a h a t e ttim . G a z e te o k u ­


d u m . R a d y o d a k lasik T ü rk m u sik isi to p lu lu ğ u n u d in led im .”

Sonuç 1 6 3
"İçtin m i gene? Eğlenm işsinizdir herhal.”

“H e! Eğlendik eğlenm esine. Salacak’tan saz takım ı da


getirmişler.”

Tek tük gelip g eçen ler g örm esin diye, kadın d aha siper bir
köşeye büzüldüğünden, Zulfikar da ister istem ez çöm elip ona
sokulm uştu.

“Ç engi de v a r m ı idi?”
“A -ah , em m e H arm an d alı oynadı üç kişi. G elin tarafı
oluyorlarm ış.”

Bir m ü d d et sustular.

Yandaki ap artım an a adını v eren ulu çın arın yapraklan


denizden gelen bir m eltem le hafif, hafif titriyor... Yere döne döne
kuru bir yaprak düştü.

Kadın bekçiye d oğru derin b ir soluk verdi. O n u n ılık nefesini


Zulfikar ta b u rn u nd a, bıyıklarında h issetm işti

“S on b ah ar da geliyor gayrı” dedi. “Sen bak m a havaların yaz


gibi gettiğine. Bu yıl birden patlayacak gış.”

S on ra bu sözlerini beğenm ediğinden;

“Bak bu ayakkabılardan gayışı böğün virdiler” dedi. “G elecek


ay da yeni ü n iform a dağıtacağlarm ış.” “D em u kratlar eyi çalışıyor”
diye arkasını getirecekken baktı ki, Saim e yeni kayışını tutm u ş
oynuyor. Zulfikar’ın içi gıcıklandı, b ir tu h af oldu.

1 6 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“ H o ş la n m ış s m ız d ır herhalde.”

" E v e t, h o ş la n d ım h o ş la n m a s ın a . A y rıc a fasıl h e y e tin in d e


k o n s e rin i d in led im .”

"O y u n h a v a la rı d a v a r m ı idi?”
"H a y ır, a m a y u r d d a n s e s le r p ro g ra m ı v a rd ı. Ü ç k ız sö y le d i­
le r. S a d i Y a v e r in ta le b e s i oluyorlarm ış.”

B ir m ü d d et sustular.

Yandaki ap artım an a adım v eren ulu çın arın yaprakları deniz­


d en gelen bir m eltem le hafif hafif titriyor. Y ere döne döne k uru bir
yaprak düştü.

Kadın b ekçiden ak si y ö n e d ö n ü p derin b ir soluk a ld ı. Zulfikar,


k a d ım n s ırtı d ö n ü k o ld u ğ u iç in onun ılık nefesini b u rnunda, bı­
yıklarında hissetm edi.

“Sonbahar da geliyor a r tık ” dedi. “B ak m ayın havaların yaz


gibi gittiğine. Bu yıl b irden patlayacak kış.”

S on ra bu sözlerini beğenm ediğinden;

“B akınız, bu ayakkabılarla k e m e ri bugün verdiler” dedi.


“G elecek ay da yeni ün iform a d ağıtacaklarm ış” “D o ğ ru su
D em ok ratlar ç o k iyi çalışıyorlar” diye arkasını getirecekken bak­
tı ki, Saim e y e re d ü şe n d e m in k i k u ru y a p ra ğ ı tutm u ş, oynuyor.
Zulfikar'ın içi bir tu h af oldu.

Sonuç 1 6 5
Kayışın taze deri kokusu kadının hoşuna gitm iş olm alı idi.
Saim e’nin uzun parm akları usul usul bütün k em eri dolaştı, son ra
om u z kayışına tırm anıp ensed e k arar kıldı.

Zulfîkar adamakıllı huylanm ıştı. Ayağa kalktı.

“Y apm a kız, bir gören o lu r” dedi.


“Gel öyleyse aşşağı.”

K apıcı katm a inen m erdivenin am pulü bir aydan beri bozuktu.


Bereket yine ayışığına... Bir de ayak alışkanlığına...

G ökyüzünde yükselen ay, şim di artık ortalığı iyiden iyiye


aydınlatm aya başlam ıştı. Ayın önü n d en hızla, tül gibi bir bulut
geçti. .

Ç alışkur ap artım an m m ta raçasm d a G ülseren Çalışkur, bir


şezlonga u zan m ış, ağzında fondan, bir yandan ayışığını seyrediyor,
bir yand an köpeği D odo’yu okşuyordu. B ir h ariciyeci dostları
bu köpeği G ülseren e hediye ederken, “Belki ara sıra sana beni
h atırlatır” dem işti.

1 6 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


G ü z v e h a s ta y a p r a k la r iç in e g a rip b ir h ü z ü n v e riy o rla rd ı.
K u ru y a p ra ğ ın m a y h o ş kokusu kadının hoşu n a gitm iş olm alı idi.
Saim e’nin uzu n p arm ak ları usul usul b ü tü n y a p ra ğ ın in c e d a ­
m a r l a r ı m d o la ş tı, s o n r a o n u y a v a ş ç a y e re b ıra k tı.

Zulfikar’m b a c a ğ ı u y u ş m u ştu . A yağa kalktı. "M ü s a a d e n iz i


r i c a e d e c e ğ im ” dedi. "N e ça b u k ? G ü z e l g ü z e l k o n u şu y o rd u k .”
"V a z ife b e n i b e k liy o r” d e d i b e k çi.

T o p u k la rım v u r a r a k k a d ım say g ı ile s e la m la d ık ta n s o n r a ,


a ğ ır v e v a k u r a d ım la rla , se s siz g e c e n in iç in d e u z a k la ş tı.

K apıcı katına inen m erdivenin am p u lü a p a rtım a n k u ru la lı


b eri h iç b o z u lm a m ıştı. Ş im d i d e ayışığına ra ğ m e n ş ık ır ş ık ır y a ­
n ıy o rd u . M e rd iv e n d e n in e c e k o lm a d ığ ı iç in S a im e g itti, i s r a f
h a ra m d ır, b o ş u n a y a n m a s ın d iye e le k triğ i sö n d ü rd ü .

S o n r a Z u lfik a r’ın a rk a s ın d a n u z u n u z u n b a k a ra k ;

“N e n a m u slu a d a m ” d e d i. “N e te m iz y ü re k li in s a n . B a n a
şim d iy e k a d a r b ir d e fa , k a z a r a c a n ım , b ir te k d e fa , h a r a m g ö z ­
le b a k tığ ım g ö rm e d im . A lla h r a z ı o ls u n , A lla h n e m u ra d ı v a r ­
s a v e rs in . D ü n y a a h r e t k a rd e ş im o lsu n ...”

G ökyüzünde yükselen ay, şim di artık ortalığı iyiden iyiye ay­


dınlatm aya başlam ıştı. Ayın önünden hızla, tül gibi b ir bulut g e ç­
ti.

Ç alışkur ap artım am m n taraçasm d a G ülseren Çalışkur, bir


şezlonga uzanm ış, ağzın d a fondan, b ir y and an ayışığını seyred i­
yor, b ir yandan köpeği D odo'yu okşuyordu. D o d o k ö p e k fila n d e ­
ğ ild i. O y u n c a k b ir ay ı id i. Ç a lış k u rla ra b ir y ılb a şı b a lo s u n d a
p iy a n g o d a n ç ık m ıştı.

Sonuç 1 6 7
D ü n d a r Çalışkur, içerde, şirketinin id are heyeti rap oru n u
İn celeyip , birtakım n o tlar çıkarıyor.

Karısı, D ü n d ar’ı ağzında p u ro, k ollan sıvalı, böyle harıl harıl


çalışırken, o Am erikalı businessm an haliyle ço k , am a ço k çok
şeker bulur. N itekim im rendi, geldi, adam ı ensesinden öpüverdi.

“G elsene dışarı, bak ne güzel m ehtap.”


“Şim di geliyorum cicim . A z b ir şey kaldı.”

Yeniden rap o ra d önüyordu ki, G ülseren kaşlarını kaldırıp


dudaklarını büzerek;

“S ön d ü rü rü m am a elektriği” dedi. “S ön d ü rü yoru m işte.”

“Yapm a G ülseren.”

S ön d ü rü rü m sö n d ü rem ezsin derken, telefon.

“Allo” dedi D ündar. Alıcıyı b ü ro d a alışık olduğu gibi, kulağı


ile boynu araşm a sıkıştırıp b ir elinde rapor, ö b ü rü n d e kalem ,
yazm aya d evam ederek;

“A llo” dedi. “H a, sen m isin M u fah h am ?”

“Ben im ” dedi M ufahham . “Yarın şantiyeye h arek et ediyorum .


K ontrol m ühendisine altın dolm akalem , karısına d a İngiliz kum aşı
tayyörlük aldık. Başka bir direktifiniz v ar m ı?”

1 6 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


D ü n d ar Çalışkur, içerd e, şirketinin idare heyeti rap oru n u in ­
celeyip, birtakım n o tlar çıkarıyordu.

K arısı, D ün d ar’ı ağzında puro, kolları sıvalı, böyle harıl harıl


çalışırken, o A m erikalı businessm an haliyle çok , am a çok çok şe ­
ker bulur. N itekim im rendi, geldi, h e la l k o c a s ı d eğ il m i, adam ı
ensesinden öpüverdi.

“G elsene dışarı, bak n e güzel mehtap.”


“Şim di geliyorum cicim . A z b ir şey kaldı.”

Y eniden rap o ra d önüyordu ki, G ülseren kaşlarını kaldırıp du­


daklarını büzerek;

“S ön d ü rü rü m am a elektriği” dedi. “S ön d ü rü yoru m işte.”


B u h a l o n a ç o k y a ra ş ıy o rd u .

“Y ap m a Gülseren.”

S ön d ü rü rü m sö n d ü rem ezsin d iy e, k a r ı-k o c a ta tlı ta tlı cilv e ­


le şirk e n , telefon.

“A llo” dedi D ündar. Alıcıyı b ü rod a alışık olduğu gibi, kulağı ile
boynu arasın a sıkıştırıp b ir elinde rapor, öbü rü n d e kalem , y azm a­
ya d evam ederek;

“A llo” dedi. “H a, sen m isin M ü s ta k im ? ”

“B enim ” dedi M ü sta k im . “Yarın şantiyeye h areket ediyorum .


K o n tro l m ühendisi p a r a s ım p e ş in v e rm e k su re tiy le k e n d in e al­
tın dolm akalem , karısına d a İngiliz kum aşı tayyörlük ıs m a rla m ış -
t ı y a , o n la rı a ld ım g ö tü rü y o ru m . Başka bir direktifiniz var m ı?”

Sonuç 1 6 9
“V ar ya” dedi D ün d ar Çalışkur. “D ün az d aha unutuyordum .
G idince söyle kuzum Galip B ey ’e, nahiye m ü d ü rü n ün ceep i vardı
ya satılık, o n u d ö rt bine alıversinler.”

•M ufahham ;
“Beyefendi ben o ceep i görd ü m ” dedi. “Pek hurd a bir şey, bin
lira bile etm ez.”

D ün d ar kızar gibi oldu:


“Sana ne söylüyorsam onu yap. Galip B ey ’e söyle, d ö rt bine
alsınlar o k ad ar” dedi, kapadı.

G ülseren başu cun d a gülüm süyor:


“Sen herkesi kontrol m ühendisi m i zan n ettin ?”
“N e gibi?”
“Ya kabul etm ezse?”
“O rası h iç belli olm az. V erenin bir yüzü kara, alm ayam n iki.”

Balkonda yalnız kalan D od o sıkılmış olacak ki, boynunu yukarı


kaldırıp aya d oğ ru uzun uzun, dolu dolu havladı.

D ışarda ay çıkm ışm ış, ayışığı denize vu rm u şm u ş, arka


ta ra ça p üfür püfür esiyorm u ş... B asketçi Erdal’la arkadaşlarının
um u rların d a bile değildi. Tıkılm ışlar içeri salona, g eçm işler ses
m akinesinin başına, Erdal'ın bir hafta ö n ce "kız”m a çak tırm ad an
yatak ta çektiği ateşli bir sevişm e sahnesini dinliyorlar.

1 7 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“V ar ya” dedi D ü n d ar Çalışkur. “D ün az d aha unutuyordum .
G idince söyle kuzum G alip B ey ’e, nahiye m ü d ü rü n ün ceep i vardı
ya satılık, sa k ın o n u a lm a sın la r.”

M ü sta k im ;
“N e d e n beyefendi” dedi. “B en o ceep i g ö rd ü m p e k k e le p ir
bir şey. M o to r y e n i g ib i. B e ş y ü z k ilo m e tre y a p m ış . K a ro s e r i d e
m ü c e d d e d . İk i b in e b e d a v a d a n u c u z . S u iç in d e ü ç bin eder.”

D ü n d ar kızar gibi oldu:


“A lm a y a lım ” d e d i. “B iz f ır s a t d ü şk ü n ü d e ğ iliz , a lm a y a lım .
S ana n e söylüyorsam o n u yap. Galip B ey ’e söyle, sa k ın a lm a s ın ­
la r, o k ad ar” dedi, kapadı.

G ülseren b aşu cun d a gülüm süyor:


“S en b ir g ü n ifla s e d e r s e n b u d ü rü s tlü ğ ü n y ü z ü n d e n ifla s
e d e ce k sin .”
“N e y a p a y ım k a n c ığ ım , v ic d a n ım elverm iy or.”
“H a k k ın v a r şe k e rim . Ş a k a sö y lü y o ru m . H a d i a r tık y o ru l­
m a d ın m ı? ”
“Y o ru ld u m a m a ç a lış m a m la z ım ” d e d i e n e rjik tü c c a r . “B iz
d ü n y a y a k en d im iz iç in g e lm e d ik . H e r z a m a n b a şk a la rı iç in
, y u r t iç in , in san lık iç in , m e d e n iy e t iç in ... Ö n c e v a z ife s o n r a
aşk .”
“ B ilse n n e k a d a r ö v ü n ü y o ru m se n in le ” d ed i k a rısı. S o n ra
o n u işle ri ile b a ş b a ş a b ıra k ıp b a lk o n a , o y u n c a k ayı D o d o ’n u n
y a n ın a d ö n d ü .

D ışarda ay çıkm ışm ış, ayışığı denize vu rm u şm u ş, arka ta ra ç a


püfür püfür esiyorm uş... B ask etçi Erdal’la arkadaşlarının u m u rla­
rında bile değildi. Tıkılm ışlar içeri salona, geçm işler ses m akine­
sinin başına, Erdal’ın b ir hafta ö n ce fizik çiy e çak tırm ad an sın ıfta
çektiği ç a p ra ş ık b ir fizik p ro b le m in in a çık la n m a sın ı dinliyor­
lar.

Sonuç 171
Vural;
"îtsin ulan, it!” dedi. “B u n a itoğlu itlik denir. Söylem ezsem
nam ussuzum G ün n u r’a.”

G ürültülü gürültülü gülüyorlar. Erdal Vural'ın kafasını


boyunduruğa aldı, kıstırıyor. Vural Erdal’ı belinden yakaladı.
Şakadan boğuşuyorlar. V ural Erdal’ın en yakın arkadaşıdır. Vural
Erdal’a “İtoğlu it” der, E rd al Vural’a “Pezevengin tohum u.” Pek
anlaşm ışlar. Babaları da öylesine...

Söz G ü n n u r’dan G ü ler’e, G üler’den G ülderen’e, G ülderen’den


Suna’y a atladı.

C engiz;
“Bırak ulan serseriyi” dedi. "Belden aşağı şöyle bir yoklayalım
dedik. Vay efendim vay. M eğ er grek oro m en ci geçiniyorm uş
orosp un u n kızı. ‘B an a bak evladım ’ dedim , ‘b en yem em bu
num araları.’ Sungur’la A cısu ’daki hadiseyi bilm iyoruz sanıyor.”

E rd em ;
“S u n gu r’u şişirdi o ço k tan ” dedi. “Şim di M o d a sp o r’dan
S ek b anla nişanlanıyorm uş.”

“H ayrını görsün. T epe te p e kullansın.”

Bu sefer de ö z g ü r ç a m u r attı:
“H adi ulan, çakal” dedi. “İpek gibi kız pekâlâ. S ana yüz verm edi
diye, değil m i?”

1 7 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Vural;
“Aslansın Erdal, aslan” dedi. “Ne iyi aklettin de bu dersi
banda aldın. Yoksa hiçbirim iz problemi anlayamayacaktık.”

“Terbiyeli terbiyeli gülüm süyorlar. Erdal Vural’ın saçlarım


okşadı. Vural Erdal’ın sırtını sıvazladı. V ural Erdal’ın en yakın
arkadaşıdır. Vural Erdal’ı atom bilgini Planck’a benzetir. Erdal
V ural’a “Küçük Einstein” diyor. Peki iyi anlaşm ışlar, ikisinin de
babası profesör.

S öz, fizikçiden kimyacıya, kimyacıdan m atematikçiye, ma­


tem atikçiden felsefeciye, felsefeciden de kızı Suna'ya atladı:

C engiz;
“Neme lazım” dedi. “Doğrusu çok dürüst, çok namuslu
kız. Anasının dizi dibinden ayrılmıyor. Daha eline erkek eli
değmemiş. Sinemaya bile hep ablasınlan gidiyor.”

E rd em ;
“Öyledir” dedi. “İşittiğim e göre son günlerde hayırlı bir
kısmeti çıkmış. Teknik Üniversitemden doçent Sekban’la nişan-
lanıyormuş.”

“İnşallah m esut olurlar” dedi Cengiz.

Ö zg ü r hayıflandı:
“Ah kardeşim ah” dedi. “Keşke sen daha evvel davransa
idin. Bilirsin felsefeci seni çok sever. Kızı da seni takdir eder.
Ne iyi anlaşırdınız.”
“Kısmet” dedi centilm en Cengiz. "Sekban çok olgun, kül-
türlü genç. İnşallah m esut olurlar.”

Sonuç 1 7 3
Yine kapıştılar. Bu defa da C engiz’le ö z g ü r. İtişip kakışma,
sövüşüp gülüşm e, Erdal’ın anası ile babası T arsus’la Akdeniz
gezisine çıktıklarından, ev on lara kalm ış. G ençlik işte, ekip halinde
eğleniyorlar.

İçerd e yalnız Erdal’ın büyükbabası var.

Büyükbaba, h er gece olduğu gibi odasına çekilm iş, elektrikleri


sön d ü rm ü ş, elinde dürbün karşı pencereleri gözetliyordu. Soyunan
kadınları g özetlese yine b ir d erecey e kadar. A m a on u n aklı fikri
b acak k adar çocu k lard a.

Yeni verdikleri kayışını düzelterek dışarı çıkan bekçi bir


m ü d d et etrafa bakındı. S on ra dem in geldiği yoldan geri gitti.
İki yüz adım k adar yürüdükten so n ra karşı kaldırım a g eçti. İki
düdük d ah a öttü rd ü . S on ra, yeni geliyorm uş gibi, ağ ır ağır yine
Çalışkur’un ön ü n e d oğ ru geldi am a h iç d u rm ad an geçti. Tam
köşeyi d önüyordu ki, birinci katın y an p en ceresin d e dürbünlü
ihtiyarı gördü. İhtiyar da onu g örm ü ştü . Bekçi selam aldı. Büyük
beye ayrı b ir saygısı vardı. D am at d a eli açık ad am d ı ya, am a ne
de olsa, büyük beyin hali başka idi. Bayram dı, seyrandı der, h er
fırsatta Zulfikar'ı görürdü.

İçerd en hâlâ Erdal’la arkadaşlarının iri iri gülüşleri geliyor.

A ğu stosb öcekleri d u rm ad an ötüyorlardı. B ir vapur, projektörü


ile denizi tarad ı. Ay şim di gökyüzünün ta m o rtasın d a, ra h a t ve
em in, şıkır şıkır parlıyordu.

1 7 4 Şişhane’yeYağm urYağıyordu
Yine d e rs le rin e d ö n d ü le r. Bu defa d a C en giz’le ö z g ü r b ir­
b ir le rin i im tih a n e d iy o rla r. S o r u , ce v a p , te o r e m , p ro b le m .
Erdal’ın c o ğ ra fy a ö ğ r e tm e n i o la n a n n e si ile a rk e o lo ji p ro fe s ö ­
r ü o la n babası A n a d o lu ’y a in c e le m e gezisine çıktıklarından n e
y a p sın la r, o n la r d a işte b ö y le , g e ce y i g ü n d ü z e k a tıp , ekip halin­
de im tih a n a ça lışıy o rla r.

İçerd e yalnız Erdal’ın büyükbabası var.

Büyükbaba, h er g ece olduğu gibi o dasın a çekilm iş, elektrik­


leri sön d ü rm ü ş, elinde te le s k o p g ö k y ü z ü n ü in ce liy o r. Y a lm z
A y’ı, M e rih ’i, Z ü h re ’yi in c e le s e yine b ir d erecey e kadar. A m a
onun aklı fikri u ç a n d a ir e le rd e . K o z m o ğ ra fy a ö ğ re tm e n liğ in ­
d e n e m e k liy e a y rıla lı b e r i k e n d in i b ö y le a s tro n o m iy e v e rm iş ti.
K ü tü p h a n e si b u k o n u d a e s e r le rle d olu .

V azife ica b ı, tu r u n u b itirip Çalışkur’u n önü n e gelen bekçi


birinci katın yan p en ceresin d e tele sk o p lu ihtiyarı gördü. İhtiyar
d a o n u görm ü ştü . Bekçi selam aldı. Büyük beye ayrı b ir saygısı
vardı. D am at da p ro fe s ö rd ü y a , am a ne de olsa, büyük beyin hali
başka idi. B ayram d e m e z , seyran d e m e z , g e c e g ü n d ü z ç a lış ır
d u ru rd u . E v re n in s o n su z lu ğ u için d e e rid ik ç e , in s a n la rın k ü ­
ç ü k lü ğ ü n ü d a h a iyi a n lıy o rd u .

İçerd en hâlâ Erdal’la arkadaşlarının te rb iy e li te rb iy e li k o ­


n u ş m a la rı geliyor.

E y lü l o ld u ğ u iç in ağustosb öcek leri p e k ö tm ü y o rla rd ı. Bir


vapur, projek törü ile denizi tarad ı. Ay şim di gökyüzünün ta m o r­
tasın da, rah at ve em in, şıkır şıkır parlıyordu.

Sonuç 175
"Sadistsin” dedi M am b o C em il. “Y alan m ı söylüyorum ,
sadistsin işte.”

Ü zgü n rolünde, am a eli hâlâ baldızının belinde...

İki nu m aran ın balkonunda idiler. Ayışığına karşı, ikisi yalnız.

“Yap m a ayol, deli m isin? Burada o lu r m u ? Ya geliverirse


ablam ?”

"G elem ez. Çünkü ilacım içti, m ışıl mışıl u yu yor” dedi M am b o
Cem il.

"H an gi ilacını?”

“O ksid dö ferli bir şey verdiydi ya doktor, an em i için.”

Sevim saçlarını düzelterek;


“Zavallı ablacığım ” dedi. “S enden ço cu k yapm ak istem eyişine
ta m a m e n hak veriyorum .”

"B en d e hak veriyorum ” dedi M am b o Cem il.

Sesinin, dublaj film artistlerininki gibi ahenkli olm aya yeltenen


yapm acık b ir to n u vardı.

Sevim ;
“Gidip bavulum u h azırlam am lazım ” dedi. "D aha yukarıya
uğrayıp B eyhan’ın yaş gününü kutlayacağım . V apur yarın dokuz
buçukta.”

1 7 6 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


A ltrü is ts in ” dedi B a b a C em il. "Yalan m ı söylüyorum , a ş ı n
d e r e c e d e a ltrü is ts in işte.”

G e rç e k te n üzgündü v e eli k en d i belinde.

İki n u m aran ın balkonunda idiler. Ayışığına a rk a la rın ı d ö n ­


m ü ş ...

"A h n e o lu rd u ablam d a b a lk o n a çık a b ilse ” d e d i S e v im .


"O n s u z a y ışığ ın ı s e y re tm e k iç im d e n gelm iyor.”
"G elecek e v la d ım , g e le c e k ” d e d i e n iş te s i. "İy i o lu n c a o d a
ç ık a c a k b a lk o n a . A m a şim d i ilacını içti, m ışıl m ışıl uyuyor?

“H angi ilacını?”

“O ksid d ö ferli b ir şey verdiydi ya doktor, an em i için.”

Sevim ete k liğ in i b ü sb ü tü n aşa ğ ı çe k ip düzelterek;


“C a n ım ablacığım ” dedi. “Sizden ıs r a r la ço cu k yapm ak iste­
yişine tam am en hak v eriyorum . S izin g ib i aile b a b a sı a z b u lu ­
n u r. B a k s a n ız a , a ra d a ş la rın ız b ile size B a b a C e m il d iyorlar.”

“T e v e cc ü h ü n , e v la d ım ” dedi B a b a C em il.

Sesinin, iç e işle y e n , o lg u n , y u m u ş a k , h iç yapm acıksız bir


ton u vardı.

Sevim ;
“Gidip bavulum u h azırlam am lazım ” dedi. “D aha yukarıya
uğrayıp Beyhan’ın yaş gününü kutlayacağım . Vapur yarın dokuz
buçukta.”

Sonuç 1 7 7
M am b o C em il, upuzun boyu ile kızın önüne dikilmişti:

“Sen gidince, ben iki ay ne yap acağım ?” dedi.

“B ir m u m alır derdine yanarsın.”


“Sen d ertlen in ce öyle m i yapıyorsun?”
“Ç ek elini diyorum . Yapm a canım .”

“Sadistsin diyoru m d a inanm ıyorsun. B u t w hat is th e m atter


w ith y ou this night?”

“N oth in g ” dedi Sevim , “I d o n t know.”

B azen konuşurken konuşurken böyle İngilizceye çeviriverir-

“I really don’t un d erstan d ” diye M am b o m ırıldandı.

H avaya kalkık m innacık burn u , iri ve sivri göğüsleri ile Sevim’in


ayışığındaki silueti gerçek ten çekici idi. Bu siluetten bir sutyen
afişi, bir m ag azin kapağı, ya d a fo to ğraf konkurlarında d erece
alabilecek, nefis b ir k on tr-lu m iyer çıkarılabilir.

M am b o C em il;
“Sen Suriye’ye gidince ben...” diye yeni b ir cü m leye başlarken
birden h iç beklenm edik yeni b ir a t a k yaptı. Enişte-baldız dudak
dudağa geldiler. Sevim h iç o k ad ar nazlı değildi am a nedense bu
gece bir ağırd an alıyordu.

1 7 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


B a b a C em il, k ıs a c ık b oyu ile kızın a rk a s ın d a d u ru y o rd u .

“Sen gidince ablan iki ay sensiz ne yapacak?”

“Haklısınız ama enişteciğim ” dedi Sevim. “Binlerce yok­


sul çocuk beni bekliyor.”

“Altrüistsin diyorum da inanmıyorsun. O derece altrüistsin


ki, hatta bu altrüizm in hızına kapılıp, yakınlarım unutacak
kadar egoistleşiyorsun, diyebilirim nerdeyse...”

Sevim gülümsedi:
“Biliyorum” dedi. “Fakat ne yapayım, yaradılışım.”
İkisi de İngilizce bilmelerine rağm en, konuşurken konuşur­
ken hiç İngilizceye çevirmezler, Türkçe başlayıp Türkçe bitirir­
lerdi.

“Kendini bu kadar da harcam an doğru mu ama” diye mırıl­


dandı Baba Cemil, baba sesiyle...

Aşağı devrik kocam an burnu, düşük yassı göğüsleri ile


Sevim’in ayışığındaki silueti insana gerçekten cinsiyetini unut­
turup ilahi bir yaratık karşısında olduğu hissini veriyordu. Bu
siluet pekâlâ bir azizenin, ya da ömrünü hayır işlerine adamış
bir rahibenin olabilir.

Baba Cemil;
“Sen doğuya gidince biz” diye yeni bir cümleye başlarken
balkona atılmış bir muz kabuğuna basarak hiç beklenmedik bir
şekilde kaydı. Enişte-baldız sırt sırta çarpıştılar. Cemil özür di­
ledi. “Canın acımadı ya evladım” dedi. “Yo. Hayır.”

Sonuç 1 7 9
Cem il;
“Sersem lik etm e ” dedi. “H ayat kısadır” da diyecekti. Baktı pek
film ağzı olacak, “Sersem lik etm e ” diye tekrarladı.

Sevim gözlerini kapam ış, kendini bırakm ıştı. Ay bu gece


erkekler için çalışıyor.
Kızın sırtı erkek gibi sert ve adaleli idi. Sevim aslında kadınlar
arası sırtü stü yüz m etre şam piyonu. A m a bu yıl rekorunu kırdılar.
M am b o C em il ise, m am b o yaptığı kadar, yüzüstü iyi kravl yüzer.
Bu yüzden enişte-baldız iyi uyuşuyorlardı.

Birkaç dakika ayı, ayışığını g örm ed en durdular.

A ltın cı kürtajdan so n ra g erçek ten kansız kalan M am bo'nun


karısı, yatağın d a hafif h afif horluyordu.

Evin kızı Beyhan'ın yaş günü kutlandığından ü ç num aranın


bütün salonları şıkır şıkırdı. Yenilm iş, içilm iş, m u m lar üflenm iş,
gru p grup olunm uş, bir y and a poker oynanıyor, b ir yanda flört
ediliyor, bir yandan da Ç alışkurlar çekiştiriliyor.

“A n lam ıyoru m ” dedi şişm an bir misafir. “H angi kapıyı çalsa,


açılı açılıveriyor. Şeytan tüyü m ü v a r bu D ü n d ar’d a nedir?”

1 8 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Sevim h iç o kadar nazlı değildi am a neden se bu çarpışm ada
sırtı çok acım ıştı.

Cem il;
“H ayat kısadır” dedi. “İnsan biraz da kendini düşünmeli”
diye arkasım getirecekti. Baktı, pot olacak. Bu kızcağız nasıl
olsa evlenemez. İyilik perisi gibi bir şey... “H ayat kısadır” diye
tekrarladı.

Sevim gözlerini açm ış, dimdik duruyordu.


Ay bu g ece kimse için çalışm ıyor.
Cam fena yandığından Sevim belli etmeden sırtım okşu­
yordu. Sırtı son derece yumuşaktı. Sevim , spor filan yapmazdı.
Üstelik hiç yü zm e de bilmiyordu. Baba C em il de y ü zm e bilmez­
di. Evcek yüzme bilmiyorlardı. H atta geçen yıl ailece bindik­
leri sandal bir keresinde devrilmişti de, balıkçılar yetişmese
hepsi boğulacaklardı.

Beş-on dakika ayı, ayışığını seyrederek durdular.

Dünyaya altıncı defa nur topu gibi bir erkek evlat getiren
ve biraz kansız kalan Baba C em il’in karısı, yatağında ödevini
yapmış anaların gönül rahatı ile, hiç horlamadan tatlı tatlı
uyuyordu.

Evin kızı Beyhan’ın yaş günü kutlandığından ü ç nu m aran ın


bü tü n salonları şıkır şıkırdı. Allah ne verdi ise yenilm iş, içilm iş,
grup grup olunm uş, bir yand a satranç oynanıyor, bir yanda kitap
okunuyor, bir yand an d a Çalışkurlar övülüyor:

“A n lam ıyoru m ” dedi zayıf bir misafir. “Ne kadar, tok gözlü
adam . İstese ne işler çevirip vurgunlar vurabilir. Ama yapmı­
yor. Yeter bana bu kadarı, biraz da başkaları kazansın, diyor.
Dokunsa açılı açıhverecek kapıların topuzuna dahi uzanmıyor.”

Sonuç 181
B ah tiyar Bab cu n;
“Ş eytan tüyü filan değil, sad ece G ülseren gibi şah eser b ir karısı
var d ostu m ” dedi.

Erkekler gülüştüler. K adınlar gülm em ek için dudaklarını


dişleyip bilm iş bilmiş bakıştılar.

K adın terzisi C eylan H anım ;


“Ay siz G ülseren’i gerçek ten o k adar güzel m i buluyorsunuz?”
dedi.

“Vallaha, güzellik nispi b ir şeydir hanım efendi. H erkese göre


değişir?

R om an yazarı Suzan H an ım d a kadın terzisi C eylan H anım ’ı


destekledi:

“Siz güzelliği ne ile ölçersiniz kuzum ?”

“Ben m i?” dedi Bahtiyar B ab cu n . “Güzelliği mi? N eyle m i


ö lçerim ? Şey... M esela bir h an ım a gelen hediyelerle.”

“Şu halde, bu ölçüye göre, sizce G ülseren’in değeri?”


“Bir O ldsm obile” diye d o k to r öted en laf attı.

Ev sahibinin bu esprisine Bahtiyar B abcun’unkinden çok


gülündü. Halbuki doktor, avukat K âm il B ey ve iki başka dostuyla
poker oynuyor, onları h iç din lem ez görünüyordu.

İşin ö ncesin i bilm eyen dazlak başlı b ir m ü teah h it, karışm a;


“N iye güldüler?” diye sord u . Karısı;

1 8 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


B ah tiyar Bab cu n;
“D o ğ ru ” dedi. “A lla h iç in ö y le. S o n r a karısı d a M e ry e m A n a
g ib i k a d ın , n e m e la z ım . O k a d a r n a m u s u m ü c e s s e m k i, h e r k o ­
n u ş tu ğ u n u b ile i s te r is te m e z n a m u slu yapıyor.”

Erkekler s o m u rttu la r. K adınlar dudaklarını d işlem ed en a lık


a lık bakıştılar.

K ad m terzisi C eylan H anım ;


“A y siz G ülseren'i g erçek ten o k adar n a m u s lu m u buluyorsu­
nuz?” dedi.

“Vallaha n a m u s nispi bir şeydir hanım efendi. H erkese göre


değişir”

R om an yazarı Suzan H anım d a k adm terzisi C eylan H anım ’ı


destekledi:

“Siz n a m u su ne ile ö lçersin iz kuzum ?”

“B en m i?” dedi B ah tiyar Babcun. “N a m u s u m u ? N eyle m i öl­


çerim ? Şeyle... M esela b ir h anım ın re d d e ttiğ i hediyelerin k ıy m e ti
ile .”

“Şu halde, bu ölçüye göre, sizce G ülseren’in değeri?”


“B ir O ldsm obile” diye d ok tor ö ted en laf attı.

Ev sahibinin bu esprisi ç o k y e rin d e b u lu n d u . Halbuki doktor,


avukat Kâm il B ey ’le ö te d e s a t r a n ç oynuyor, onları h iç dinlem ez
görünüyordu.

İşin öncesini bilm eyen g ü r s a ç lı bir m ü teahh it, karısına;


“ D o k to r b e y n e d e m e k is te d i? ” diye sordu. Karısı;

Sonuç 1 8 3
“Ç alışkurlar’a son gelen hediye O ldsmobiİi kastediyor da” diye
açıkladı.

“K im hediye etm iş?”

“A m an can ım , ne aptalsın sen de.”

Yaşı kutlanan Beyhan’ın, ü çü kız, dördü erkek, yedi hukuklu


arkadaşı bar-A m erikan ’d a içiyorlardı. İçlerinde g azeteci geçinen,
ufak tefek, ukala suratlı bir delikanlı da var. O nların dengi değil
am a arkadaşları olduğu, biraz da acıdıkları için aralarına almışlar.
Ç ocu k , alışık olm adığından, h azır bulm uşken, tıka basa yem iş,
görgüsüzlük olm asın diye bilm ediği karışık içkilerden içm iş,
âd ettir sanıp bir ara yanındaki kıza sulanacak olm uş am a şimdi
birden ağırlaşıp aşırı d ereced e durulm uştu.

D em in sulandığı kız, biraz ilerde, elinde kokteyl bardağı, etrafa


espriler serpiştire serpiştire gezen Bahtiyar B abcun’u göstererek;

“Pek sevd im şu B ab cu n B ey ’i” dedi. “N e kültürlü, sem patik


adam . N e iş yapıyor kuzum ?”

“N e iş yapm ıyor ki?” diye g en ç hukuklulardan biri atıldı.

Ö b ü r kızlardan biri;
“B en im bildiğim, iki bankada, ü ç de şirkette idare m eclisi azası
im iş” dedi. “O kadar.”

1 8 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Ç alışkurlar’a so n d e fa y o lla n ıp d a g e r i g ö n d e rile n O ldsm obili
k asted iyor” diye açıkladı.

“K im hediye etm iş?”

“A m an can ım , n e ç o k b ilm işsin s e n d e . A n la m a d ın m ı s a n ­


ki...”

Yaşı kutlanan Beyhan'ın, ü çü kız, d örd ü erkek, yedi hukuk­


lu arkadaşı k ü tü p h a n e n in ö n ü n d e İn g iliz c e s a n a t d e rg ile rin e
b a k ıy o rla rd ı. İçlerinde g azetecilik e d e n , iriy a rı, ç o k se v im li bir
delikanlı da var. B u n la r o n u n dengi değil am a arkadaşları oldu­
ğu, o n la r a biraz da acıdığı için lü tfe n alça k g ö n ü llü lü k g ö s te rip
araların a katılm ış... Ç o cu k , alışık olm adığından, o n la rın b a s it
y e m e k le rin d e n p e k a z y e m iş , a m m a d a k ib a rm ış d e m e s in le r
diye a d i içkilerinden b ir-ik i y u d u m içm iş, âd et y e rin i b u lsu n ,
k a lb i k ırılm a s ın d iy e b ir a ra yanındaki kıza k o m p lim a n y a p m ış
am a şim di birden h afifley ip aşırı d ereced e n e şe le n m işti.

D em in k o m p lim a n y a p tığ ı kız, elinde a y ra n bardağı, etrafa


g ö n ü l a lıc ı s ö z le r serpiştire serpiştire gezen Bahtiyar B ab cu n ’u
göstererek;

“Pek sevdim şu B ab cu n B ey ’i” dedi. “N e kültürlü, sem patik


adam . N e iş yapıyor kuzum ?”

“ H iç b ir iş yapm ıyor ki” diye genç hukuklulardan biri sö z e k a ­


rış tı.

Ö b ü r kızlardan biri;
“B en im bildiğim, iki bankada, ü ç de şirkette idare m eclisi azası
im iş” dedi.

Sonuç 1 8 5
D em inki genç;
"Sade o k adar olsa...” dedi.

“N e istiyorsunuz ben im B ah tiyar B eyim den” diye, yaşı


kutlanan B eyhan ad am a sahip çıktı. “Ç ok kibar, kültürlü, görm üş
geçirm iş bir insan. Son d erece septik ve sarkastik bir zekâsı var.
- B u cü m le b ab asın ın d ı.- Ç ocu k la ço cu k , büyükle büyük olm asını
bilir. Ben im adım ı da o koym uş, bir nevi vaftiz babam . - B u cü m le
o n u n d u .- B abam a açam adığım sırlarım ı o na açarım .”

Yiyip içtiklerinden, üstü n e ağırlık basan görgüsüz deli­


kanlı, B eyhan’la Bahtiyar Bab cu n'u n sır yoldaşlığını iyiden iyiye
kıskanmıştı.

“H adi can ım ” dedi, “ne k u m aştır biliriz. K art zam p aran ın biri.
Babam ın idadiden sınıf arkadaşı oluyor. Babası A bdülham it’in
jurnalcılarındanm ış. O da öyle yetişm iş. S on ra İttih atçılar çıkınca
C em al Paşa’ya yanaşm ış, M ü tareked e D am at Ferit’e sırnaşm ış.
Bakm ış milli h arek et tutunuyor, soluğu A nkara’da alm ış. O zam an
vekil olan eniştesi sayesinde büyükler m eclisine kabul olunm uş.
Tilki gibi ku rn az, h er nabza şerb et verm esini bilen, allak herifin
biri. A yrıca güzel sesi vardır, taklit filan d a yapar. D üşünün,
rah m etli A ta bile bunun esprilerine gülerm iş. A ta ölü n ce İnönü’ye
yaran m ış. Şimdi de baştakilere şirin görü n m en in yolunu bulm uş.
Ö m rü yeterse bundan sonrakilere de sokulm asını bilecektir. Hasılı
hep d ö rt ayak üstüne düşüyor.”

1 8 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


D em inki genç;
“K a tiy en ” dedi. “Y a n lışın ız v a r. O b ö y le iş le r k a b u l e tm e z .”

“A fe rin , iş te b ö y le ö v ü n b en im t o n t o n B ahtiyar Beyim i”


diye, yaşı kutlanan B eyhan d a ad am a sahip çıktı. “Ç ok ze k i, kül­
türlü , g örm ü ş g eçirm iş, insan d ır. S on d erece an tiseptik bir zekâ­
sı v e ılg ıt ılg ıt in s a n sev g isi ile d o lu b ir y ü re ğ i v a r. - B u cü m le
o n u n d u .- Ç ocu kla ço cu k , büyükle büyük olm asını bilir. B en im
ad ım ı d a o koym uş, b ir nevi ik in ci babam . - B u cü m le b a b a s ın ın -
d ı . - B e n b ab am a açam ad ığ ım sırlarım ı o n a açarım .”

Ç o k a z yiyip içtiğ i iç in k e n d in i ç o k h a fif h is se d e n g örgü lü


delikanlı, Beyhan’la B ah tiyar B abcun’un sır yoldaşlığından h o ş -
la n m ış tı.

“O n u n d o s tlu ğ u ile n e k a d a r ö v ü n se n iz y e rid ir” dedi.


“C id d e n b ü y ü k ç a p ta b ir in s a n ... Bab am ın idadiden sınıf ark a­
daşı oluyor. Babası A bdülham it'in g a z a b ın a u ğ ra y ıp F iz a n ç ö l­
le rin d e c a n v e rm iş b ir h ü r r iy e t m ü c a h id i. T ab ii o ğ lu d a o n a
ç e k e c e k . Sonra İttih atçılar çık ınca C em al Paşa'yla c e n k le şm iş,
M ü tareked e D am at F erit'le p e n ç e le ş m iş ... Milli hareketin, h e ­
m e n ik in ci g ü n ü , y a n i A ta ’d a n t a m b ir g ü n s o n r a , 2 0 M a y ıs 1 9 -
1 9 ’d a S a m su n ’a g e ç m iş . B a ş ın d a n s o n u n a k a d a r g ö n ü llü o la r a k
b ü tü n s a v a ş la ra k a tılıp b e ş y e rin d e n y a ra la n m ış . C u m h u riy e t
ila n e d ilip d e b ü tü n a rk a d a ş la rı v ek il, m e b u s, s e fir o lu rk e n , o
b ir k e n a ra s a k la n m ış ... ‘B e n v a z ife m i y a p tım . V azifesin i y a p a n
m ü k â fa tla n d ırılm a z ’ d e m iş . A ta ile İn ö n ü , B a h tiy a r B e y ’i ç o k
s e v e r s a y a rla rm ış . I s r a r ü s tü n e ıs ra r... ‘S ö y le B a h tiy a r B ey , d ile
b iz d e n n e d ile rs e n ’ d iy e ü s tü n e d ü ştü k ç e to k g ö z lü B a h tiy a r
B a b c u n ‘S a ğ lığ ın ız ’ d e r, d u ru rm u ş . E tr a f ı d a lk a v u k la rla ç e v ­
rili b ü y ü k le rin e e n b ü y ü k h iz m e ti m u h a le fe tte , g ö rd ü ğ ü k u ­
s u r la r ı d o b ra d o b ra sö y le m e k te b u lm u ş . H e r d e v ird e r a h a tım ,
m e n fa a tin i te p ip , T evfik F ik re t m isa li, h a k b elle d iğ i y o ld a te k
b a ş ın a y ü rü m ü ş . Ö m rü yeterse bundan so n ra d a ay n ı şe y i y a p a -

Sonuç 1 8 7
D em inki hukuklu genç;
“G ünahı boynuna” dedi. “Galiba o na buna kadın bulm ada da
uzm anlığı varm ış...”

Ü stü n e ağırlık basan, görgü sü z delikanlı;


“M ü m k ü n dü r” dedi. "H er şey beklenir ondan.”

"D aha n eler” dedi Beyhan. “Yok devenin başı! Ayıp ayıp. G erçi
filozof, serb est düşünceli filan am a, bu kadarı da düpedüz iftira.”

Vaftiz b ab a sın ı savunm ak için söylem iyordu. A dam ın


gerçekten böyle bir huyu yoktu. Ö yle olsa büyükler m eclisinde
nasıl barınabilir? D erhal kovarlardı ahlaksızı aralarınd an .

Ev sahibi d ok tor Epkem C angetir, avukat K âm il Erciyaş'la p o ­


ker oynuyordu.

“Rest.”
“G ördüm .”
“B en d e fiil var.”
“D ur bakayım . Tüh. D öp erd e kalmışım.”

Kâmil E rciyaş yenilm esine rağm en bu g ece pek keyifli idi.


D oktor, kâğıt verirken bir gözünü kırpıp;
“Ee? Anlayalım . N e v u rd u n M ısırlıların davasından?” dedi.

1 8 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


cağı muhakkak... Hasılı, doğru sözlülüğü, dürüst karakteri ile
dosttan çok düşman kazanmış, eşi az bulunur bir idealist...”

D em inki hukuklu g enç;


"Bilm em ne dereceye kadar doğru” dedi. “Galiba, genç yaş­
ta kaybettiği karısından sonra bir daha da kadın yüzüne bak­
m am ış. Adeta bir keşiş öm rü sürüyormuş.”

Kendinde hafiflik duyan, görgülü delikanlı;


“Doğru” dedi. “Babam da söyler hep. Bu konuda bir kız
kadar utangaçm ış... Bir m ecliste kadın lafı olduğu, açık saçık
fıkralar anlatıldığı zam an kulaklarına kadar kızarır, odadan
kaçarm ış. Sonra ağzına bir damla içki de koymuyor.”

“D aha n eler” dedi Beyhan. “O kadar da değil a canım.”

İkinci babasını övmek için söylem iyordu, adam , g erçek ten de


gençlerin anlattığı kadar aşırı ciddi değildi. Bazı bazı, az bu­
çuk sululuğa da taham mül gösteriyordu. Ö yle olm asa büyükler
-p a r d o n , küçükler- m eclisinde nasıl barınabilir?

Ev sahibi d ok tor Epkem C angetir, avukat Kâm il E rciyaş’la sat­


ranç oynuyordu.

“Atım alıyorum.”
“G ördüm .”
“B en d e fil var.”
“D u r bakayım . Tüh. Benim fillerin ikisi de gitmiş yahu.”

K âm il Erciyaş yenilm esine rağm en bu gece pek keyifli idi...


D oktor, piyonlarından birini ileri sürerken bir gözünü kır-
pıp;

Sonuç 1 8 9
“Bu, fatu ralardan so n ra belli olacak ” dedi Kâm il Erciyaş
gülerek ve usul usul kulağının arkasını kaşıyarak...
H er davadan so n ra seyah at parası, otel ü creti, falandı filandı
diye alacağı ü crete yakın, d ü zm e m asraf g österm ek te üstüne
yoktu.

“Pas.”
“G ördüm .”

Eline iyi kâğıt geldiği için b ir kat d aha n eşelen en d ok tor Epkem
C an getir;

“Belki ü ste p ara verm iş bile görünebilirsin” dedi.

Kâm il E rciyaş; “M üm kün” dedi.

Gülüştüler.
“Servi.”
“B en iki kâğıt alıyorum.”

Kâm il E rciyaş yenildiği için değil, cid d en yenildiği için değil,


sırf bu lüzum suz tecessü sü n d en ötü rü , d ok tora içerler gibi olm uş­
tu.

O , ona, A n kara’da bir yabancı devlet elçiliğine kiraladığı k öş­


künün yılda kaç para getirdiğini so ru y or m u?

1 9 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"A llah v e rsin . P e k k e y iflisin b u g e c e ” dedi. “K o rk a rım y in e
b e d a v a b ir d av a a ld ın ”

“Ö y le o ld u ” dedi K âm il Erciyaş gülerek ve usul usul kulağının


ö n ü n ü kaşıyarak...
H e p y o k su l v a ta n d a ş la rın d av asın ı a lm a k la ta n ın ıy o rd u .
Ü c r e t iste m e k b ir y a n a , m ü v e k k ille rin in y o l p a ra la rım , o te l
m a s ra fla rın ı d a k en d i ce b in d e n ö d e m e k te üstüne yoktu.

“ Şah.”
“ K a çtım .”

Ş a h ı g ü z e l k ıs tırd ığ ı için bir k at d ah a neşelenen d ok tor


Epkem C angetir;

“P e k i y ıl s o n u n d a g e lir v e rg isi m e m u r la r ın a n e ce v a p v e r i­
y o rs u n ? B u g id işle ü ste para verm iş büe görünebilirsin.”

“N ite k im ö y le o lu y o r” dedi Kâm il E rciyaş. “T a h a k k u k m e ­


m u rla rın a m a h c u p d ü ş m e m e k iç in ü c r e t a lıy o r g ib i m a h s u s
g e lir k ısm ın ı u y d u rm a r a k a m la rla şişiriy o ru m .”

Gülüştüler.
“B ir d a h a şah.”
“G ö rd ü m k a çıy o ru m .”
“A m a k a len g id e r efen d i.”
“G itsin , g ü le güle.”

Kâm il Erciyaş yenildiği için değil, cid d en yenildiği için değil,


sırf bu lüzum suz tecessü sü n d en ö tü rü d ok tora içerler gibi o lm u ş­
tu.

O , o n a, A nkara’d a bir yabancı devlet elçiliğinden s a tın alıp


y o k su l ç o c u k la r iç in , h a y r a t d is p a n s e r y a p tırd ığ ı b in a d a n

Sonuç 191
Kapı çalınm ıştı.

G elen Sevim ’di, rujunu tazelem iş... Yanına koşan Beyhan’a


sarılıp öptü:

“Yarın gidiyorum da” dedi. “H em kapıdan allahaısm arladık


diyeyim, h em yaş gününü kutlayayım dedim . Yo presentationa
filan kalkm a kuzum . H iç kim seye görü n m ed en â l’anglaise hem en
sıvışacağım.” S on ra “Sana layık değil am a” diye aldığı hediye
küpeleri Beyhan’a uzattı:
“Ç ok teşekkür ed erim şekerim . Ay ne k ad ar cici şey. Ç ok
mersi.”
“A h iç öyle kapıdan kutlam ak olur m u ?” dedi Beyhan’ın
annesi.
“B ab am evde bekliyor teyzeciğim . Bakın ablam dan valizi
aldım. H azırlanacağım .”

Kâm il Erciyaş;
“İşittin m i, H üsam ’ın kızı yin e sefere çıkıyor” dedi.
“İşittim.”

“G ene B ey ru t’a m ı dersin?”


“H erhalde.”
“H e r yıl d ö rt övün yolluyor kızı. N e getirir n e g ö tü rü r bilen
yok... A l san a bob.”

“Bob olsun. A ç kâğıtlarını bakalım. K im dem iş onu? N e


getirdiğini bilen var.”

1 9 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


bahsediyor, hastalarına ücretsiz baktıktan başka bir de ilaç­
larının parasım kendi cebinden ödeyişini üsteliyor mu? İyilik
gizli yapılmak.
Kapı çalınmıştı.

Gelen Sevim’di, her zamanki gibi rujsuz. Yanma koşan


Beyhan’a sarılıp öptü.

“Yarın gidiyorum da” dedi. “Hem kapıdan allahaısmarladık


diyeyim, hem yaş gününü kutlayayım dedim. Bilirsin ben çok
utanırım . Takdime filan kalkma kuzum. Kimselere görünmeden
hemen kaçacağım.” Sonra “Sana layık değil ama" diye aldığı hediye
küpeleri'Beyhan’a uzattı.
"Çok teşekkür ederim şekerim. Ay ne kadar cici şey. Çok mer­
si.”
“A hiç öyle kapıdan kutlamak olur mu?” dedi Beyhan’ın anne­
si.
“Babam evde bekliyor teyzeciğim. Bakın ablamdan valizi al­
dım. Hazırlanacağım.”

Kâmil Erciyaş;
“İşittin mi, Hüsam'm kızı yine sefere çıkıyor” dedi.
"İşittim, biliyorum” dedi doktor. “Kızılay’a girmiş, pir aşkı­
na hastabakıcılık etmeye gidiyor, bakımsız yurt bölgelerine.”

“Gene doğu illerine mi dersin?”


“Herhalde.”
“Adeta bir Florence Nichtinghall... Kış diyorum.”

“Kaleyi çekerim önüne... Bu lambalı hemşireden de üstün


bir feragat örneği kardeşim.”

Sonuç 1 9 3
Sevim kendinden konuşulduğunu sezmiş gibi, onlara bakı­
yordu. Doktorla göz göze geldiler. Kız doktoru saygıyla selamladı.
Ne olur, ne olmaz günün birinde lazım olabilir. Şekerlemeyi Lö-
bon’dan, çiçeği Sapuncakis’ten yaptırmak neyse, kürtajı Epkem’e
yaptırmak da öyle...
“Ablanız nasıl, hanım kızım?”
“Çok iyi efendim. Verdiğiniz ilaca devam ediyor?

“Pedere hürmetler.”
“Başüstüne efendim.”
Sevim’in doktorla konuştuğunu gören o üstüne ağırlık basmış
delikanlı, “Bu da, sağlam, doktorun müşterisi” diye düşündü.

Karamsardı, karamsar... Bütün insanları kafasında su geçirmez


bölgelere ayırmıştı. Varlıklı mı; soysuzdu, mikroptu, parazitti, sö­
mürücü idi. Yoksul mu; dürüsttü, erkekti, dosttu, kardeşti. Onca
varlıklı ve dürüst, yoksul ve parazit olunamazdı. Her insanı bu iki
bölmeden birine koyuyordu. Ne rahat...

Sevim, Beyhan’ın “Ölümü öp” diye ısrarla getirdiği pastasından


bir dilim yedi. Üstüne su içti. Müsaade istedi. îki kız kapı dibinde
yeniden öpüştüler. Fiskos fiskos bir şeyler daha konuştular.

1 9 4 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


Sevim kendinden konuşulduğunu sezmiş gibi, mahcup mah­
cup onlara bakıyordu. Doktorla göz göze geldiler. Kız doktoru
saygıyla selamladı. Ne olur, ne olmaz günün birinde onun da
yanında çalışabilir. Doktorun soyadı bile ne güzel: Cangetir.
Dünyaya can getirmek, daha doğrusu can getirenlere yardım
etmek ne kutsal bir ödev...
“Ablanız nasıl, hanım kızım?”
“Çok iyi efendim. Verdiğiniz ilaca devam ediyor.”
“Bebek?”
“O da çok iyi, tosun gibi maşallah.”

“Pedere hürmetler.”
“Başüstüne efendim.”
“Sizin gibi hanım kızlarla iftihar ediyoruz, başarılar dile­
rim evladım.”
“Sağ olunuz doktor bey, ben sadece vazifemi yapıyorum.”
Kendinde hafiflik hisseden delikanlı Sevim’in doktorla ko­
nuştuğunu görünce, “İşte, geleceğin mutlu analarından biri”
diye düşündü.

İyimserdi, iyimser... Bütün insanları kafasında su geçirmez


bölgelere ayırmıştı. Yoksul mu* soysuzdu, mikroptu, parazitti, sö­
mürücü idi. Varlıklı mı; dürüsttü, erkekti, dosttu, kardeşti. Onca
yoksul ve dürüst, varlıklı ve parazit olunamazdı. Her insanı bu iki
bölmeden birine koyuyordu. Ne rahat...

Sevim, Beyhan’ın “ölümü öp” diye ısrarla getirdiği pastasından


bir dilim yedi. Üstüne su içti. Müsaade istedi. İki kız kapı dibinde
yeniden öpüştüler. Gizlileri saklıları olmadığı için, konuşacakla­
rı olunca, herkesin ortasında konuşurlardı. Nitekim Beyhan;

“S iirt’e de uğrayacak mısın kuzum?” diye sordu.


“Uğrayacağız. Niye sordun?”

Sonuç 1 9 5
“O lu r” dedi Sevim , "unutm am .*

O sırada gözü aynaya ilişince birden keyfi kaçtı. Boynunda bir


kızartı. “Ah şu eniştem...” Öyle de çabuk çürürdü ki teni.

Oyunu bitirip bir puro yakan doktor bir bir davetlileri


süzerken gözü gazeteci geçinen delikanlıya ilişti. Neden şimdiki
nesil bu kadar hışır oluyor? Ve hele neden Beyhan bu ne idiği
belirsizleri eve getiriyor? Baksana süt çalkamış gibi, raşitik bir tip.
Üstelik bakışlarında tuhaf bir hınç var. Ah bu refah düşmanlığı, bu
çekememezlik. Cemiyeti içten içe kemiren de, bu değil mi zaten?

Kadınlar balkonda ayrı bir grup olmuşlar. Avukatın karısı;


“Vallahi balkonda” dedi. “Elinde dürbün yine karşı apartman­
ları gözlüyor.”
“Sahi mi, nerede? A gördüm, gördüm.”

Bahtiyar Babcun kadınlar ağası ya, hemen yanlarına yaklaştı:


“Bırakın canım ihtiyarcığı, ne istiyorsunuz?” dedi. “Olağan şey,
yetmişinden sonra Goethe ile Victor Hugo’da da böyle meraklar
belirmişti.”

“Ay vallahi çok şirin" dedi kadın terzisi Ceylan Hanım. “Galiba
bunda ayrıca teşhir hastalığı da varmış.”

1 9 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"Oradan bir battaniye rica edecektim” dedi Beyhan.
“Siirt’in battaniyeleri çok meşhurmuş...”

“Olur” dedi Sevim, “unutmam.”

O sırada gözü aynaya ilişince birden keyfi kaçtı. Yüzü ne ka­


dar sararmış... “Ah şu mide bozukluğu...” Öyle de çabuk kilo ve­
rirdi ki midesi bozulunca... Halbuki demin de unutmuş, pasta
yiyip üstüne su içmişti.

Oyunu bitirip bir puro yakan doktor bir bir davetlileri süzer­
ken gözü gazeteci geçinen delikanlıya ilişti. Şimdiki nesil de bizim
gibi, anlayışlı yetişiyor. Aferin Beyhan’a ki böyleleriyle arkadaş
oluyor hep. Baksana, tosun gibi, atletik bir tip. Üstelik bakışla­
rında çok da yumuşak, sevgi dolu bir ifade var. Ah bu karşılıklı
anlayış, bu kıskançlıkların üstüne yükşelebiliş. Cemiyeti ayak­
ta tutan da, bu değil mi zaten?

Kadınlar balkonda ayrı bir grup olmuşlar. Avukatın eşi;


“Vallahi balkonda” dedi. “Elinde teleskop, yıldızlara bakıyor
yine.”
“Sahi mi, nerede? A gördüm, gördüm.”

“Yorulacak a canım. Gündüzleri durmadan okuyor. G ece­


leri de böyle rasathane müdürü gibi, elinde dürbün, yorulmaz
mı?”

“Yorulmaz” dedi Bahtiyar Babcun. “İnsanın ömrü azaldık­


ça ilim aşkı da o nispette artıyor. Hayatlarının sonuna doğru
Goethe ile Victor Hugo'da da böyle meraklar belirmişti.”

‘Ay vallahi çok enteresan” dedi kadın terzisi Ceylan Hanım.


‘Galiba bunda ayrıca yıldız fah merakı da varmış.”

Sonuç 1 9 7
R om an cı kadm hep sin d en b ilgiç; “D esen ize, exh ib ition ist”
dedi.

“Ben sizden korktum” dedi Bahtiyar Babcun. Sahiden korkmuş


gibi de, içeri kaçtı.
Onun bu jesti de çok şirin bulundu.

“Kimi çekiştiriyorlar yine bizim baaaayanlar?” diye sordu Kâ­


mil Erciyaş.
Bayan kelimesinin ilk hecesini böyle dört a boyu uzatıp tram­
vay biletçilerini taklit etmekten hoşlanıyordu.

“Kimseyi çekiştirmiyorlar” dedi Bahtiyar Babcun. “Çalışkur-


lar’m Oldsmobilleri için yaptırdıkları a n n exe inşaattan bahsedi­
yorlar.”

Ay bu sırada, Çalışkurlar’ın yaptırdığı a n n ex e inşaatı aydın­


latacak bir açıya gelmiş bulunuyordu.

Kireç kuyusu. Keresteler... Tuğlalar... Elek... Bir kum yığını...


Kum yığınının arkasında da, biri sarışın, öbürü simsiyah iki baş.

Melâhat;
“Bak ay bizi aydınlattı” dedi. “Haydi artık kalkalım.”
“Barakanın arkasına gidelim. Orası gölge” dedi Nuri.
“Yok yok, kalkalım. Geç oldu zati. On bir vapurunu kaçırma­
yalım.”
“Kaçırırsak ne olur? Burada sabahlardık. Bak mehtap ne kadar
güzel.”

1 9 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


R om an cı kadın h ep sin d en b ilgiç; “D esen ize, occükist" d ed i.

“Ben sizden korktum. Neler de bilirm işsiniz...” diye takıldı,


hoşsohbet Bahtiyar Babcun. Sahiden korkmuş gibi de, içeri kaç­
tı.
Zaten sevimli adam, onun bu jesti de çok şirin budundu.

“Kimi çekiştiriyorlar yine bizim baaaayanlar?” diye sordu


Kâmil Erciyaş.
Bayan kelimesinin ilk hecesini böyle dört a boyu uzatıp ken­
dilerine ayrı bir sevgi duyduğa tramvay biletçilerini taklit et­
mekten hoşlanıyordu.
“Kimseyi çekiştirmiyorlar” dedi Bahtiyar Babcun. “Çalışkur-
lar’m yaptırdıkları ek-yapıdan bahsediyorlar.”

Bu ek-yapı bir garajdı. Çalışkurlar kendilerine “Oldsmo-


bille” hediye edene inat, alın terleriyle kazanıp biriktirdikleri
para ile bir Cadillac satın almışlardı.

Ay bu sırada, Çalışkurlar’ın yaptırdığı ek-yapıyı aydınlatacak


bir açıya gelmiş bulunuyordu.

Kireç kuyusu. Keresteler... Tuğlalar... Elek... Bir kum yığını...


Kum yığınının arkasında da, biri oksijenle boyalı sarışın, öbürü
biraz da kirden simsiyah iki baş.

Melâhat;
“Bak ay bizi aydınlattı” dedi. "Haydi artık kalkalım."
“Barakanın arkasına gidelim. Orası gölge" dedi Nuri.
“Yok yok, kalkalım. Geç oldu zati. On bir vapurunu kaçırma­
yalım.”
“Kaçırırsak ne olur? Burada sabahlardık. Bak mehtap ne kadar
güzel.”

Sonuç 1 9 9
“A hiç olur mu?” dedi genç kız.
Sonra kızardığı görülecekmiş gibi de, başını öteye çevirdi.
“Korkuyor musun yoksa?” dedi Nuri. "İnan olsun, sabaha kadar
kardeş gibi otururdum şenlen. Hiç dokunmadan. Ayakucunda.
Uslu bir köpeğin gibi...”
Kız;
“A, o nasıl söz, ıstağfurullah” dedi.
“Daha istemezsen beş metre ötede dururdum. Ceketimi
üstüne örter, seni uyutur, bekçilik ederdim.”
“Biliyorum” dedi genç kız, minnetle. “İtimatsızlıktan değil.
Vallayi değil. Ama ablam fena şeyler düşünsün, istemem.”

Ablası işi biliyor, nasıl olsa evlenecekler diye, gezmelerine


göz yumuyordu. Ama “On ikide evde olacaksın” diye de şart
koşmuştu.

“Korkma" dedi Nuri gülerek, “bak daha on bire çeyrek var, bol
bol yetiştiririm.”
Kız onun ellerini şefkatle sıktı. Nuri’nin elleri pütür pütür,
kaba, iri, frezeci elleri...
Melâhat;
“Türkân’ın ablası var ya, Sabahat” dedi. “Hani kocasından
ayrıldı geçen ay. O şimdi gezici köy hocası olmuş. Yatak odası
takımını satıyor.”
“Kaça?”

2 0 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


H alb u k i m e h ta b ı sa lla d ığ ı y o k tu . M a k sa d ı b a şk a id i.

“A hiç olur mu?” dedi kadın.


Sonra güldüğü görülecekmiş gibi de, başım öteye çevirdi.
“Korkuyor musun yoksa” dedi Nuri. Başım ışığa doğru çevi­
rince yüzündeki yara izi görünüyordu.
Kadının korktuğu filan yoktu. Zaten malın gözü idi. Yaz
aylan, onlan bunlan ağaç diplerinde sabahlamaya alışıktı.
“A hiç olur mu” cümlesini de laf kıtlığında laf olsun, âdet
yerini bulsun, diye söylemişti.

Ablası işi biliyor, evlenseler de, evlenmeseler de, gezmeleri­


ne göz yumuyordu. “Keyfine bak kardeşim” demişti M elâhat’e.
“İnsan dünyaya bir kere gelir. Eğlen eğlenebildiğin kadar.”
Aslında ablası da Tarlabaşı’nda b ir randevu evinde serma­
ye olarak çalışıyordu.

“Korkma” dedi Nuri. “İstemezsen gideriz. Bak daha on bire


çeyrek var, bol bol yetiştiririm.”
Kadın onun ellerini ihtirasla sıktı. Nuri’nin elleri son derece
uzun,s becerikli, işinin ehli yankesici elleri.
Melâhat;
“Türkân'ın ablası var ya, Sabahat” dedi. “Hani kocasmdan ay­
rıldı geçen ay. O şimdi Mersin’de bir hacıağa bulmuş, gidiyor.
Yatak odası takımını satacak.”
“Kaça?”

Nuri, alacağından değil, ucuza satıyorsa başkasına okutup


kâr edebilir miyim, diye sormuştu.

Sonuç 2 01
“Üç yüze bırakırım Melâhat’in hatırı için demiş”
“O hayretmez, değil mi ki ona yaramamış.”
“Neden hayretmesin, gönül isteği ile veriyor. Bundan ucuzunu
bulamayız.”

“Sen bilirsin” dedi Nuri. “Benim bu işlere aklım ermez.”

Kız yerde bulduğu kuru bir dalla toprağa yuvarlaklar çizip,


ortasına harfler yazıyor. N yapıyor, bozuyor. M yapıyor, bozuyor.
Birbirine halkalanmış N ile M yapıyor, gülüyor.
“Rıza Bey kızdı mı ayrı dükkân açacağına?”
“İsterse kızsın. Ömrüm boyunca ona çalışacağım diye
taahhüdüm yoktu ya. Karagümrük'teki dükkân için sahabısı hava
parası istiyor. Yarın o Fatih’teki için konuşacaktı Necati.”

“Hayırlısı” dedi Melâhat iç geçirerek. “İlk aylar biraz sıkıntı


çekeceğiz. Ben de rejiyi bırakmam, ne dersin?”
“Saçmalama. Ne dedim sana ben? Taş taşır yine seni
çalıştırmam. Sen evinin hanımı olacaksın, anlaşıldı mı?”

Melâhat minnetle;
“Böyle söyleyeceğini biliyordum zati” dedi.
Kendini bildi bileli, tam on yıldır, küfkokulu Tekel ambarlarında
anası ağlamıştı. Nuri’nin kollarını tuttu. Bu kuvvetli kollar, bu taş
gibi pazular oldukça, sırtları yere gelmezdi kolay kolay...

2 0 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


“Üç yüze bırakırım Melâhat’in hatırı için demiş.”
“G eç” dedi Nuri. “Pahalı.”
“Ama bundan ucuzunu bulamayız.”

“Ben sana bir şey söyleyeyim mi, ben yatak odası, matak
odası alamam anlıyor musun” dedi Nuri.
Zaten kızı almaya niyeti yoktu. Savsaklayıp duruyordu,
ö b ü r yanda Melâhat da buna fitti. Çünkü patronunun metresi
oluyordu. Nuri ile evlenecek olsa, h erif onu işinden atardı.
M elâhat yerde bulduğu kuru bir dalla toprağa yuvarlak çizip,
ortasına bir kız başı yapıyor, bozuyor. Erkek başı yapıyor, bozu­
yor. Birbiriyle öpüşen iki baş yapıyor, arsız arsız gülüyor.
“Rıza Bey kızdı mı ayrı dükkân açacağına?”
"İsterse kızsın, öm rüm boyunca ona çalışacağım diye taahhü­
düm yoktu ya. Karagümrük’teki dükkân için sahabısı hava parası
istiyor. Yarın o Fatih’teki için konuşacaktı Necati.”
Dükkân açıp iş göreceği filan yoktu. “Beyaz”dan yeteri ka­
dar kazanıyordu. Dükkân polise karşı göstermelik...

"Hayırlısı” dedi Melâhat iç geçirerek. “İlk aylar biraz sıkıntı çe­


keceğiz. Ben de rejiyi bırakmam, ne dersin?”
“Tabii bırakma, ben seni geçindiremem kızım. Ne kazan­
sak kâr.”
Hatta birlikte yaşarlarsa, Melâhat’i başka türlü de işletm e­
yi tasarlıyordu.

Melâhat minnetle;
“Böyle söyleyeceğini biliyordum zati” dedi.
Aslına bakılırsa, o da bu şekilde işletilmeye can atıyordu.
Kendini bildi bileli, hep böyle para kazanmıştı. Nuri’nin par­
m aklarım tuttu. Bu çevik, bu becerikli parmaklar oldukça, sırt­
ları yere gelmezdi.

Sonuç 2 0 3
“Nohut oda bakla sofa, bizim de bir evimiz olacak” diye
mırıldandı.
“Olacak” dedi Nuri. “Küçük müçük, fakir makir.”
“Neden fakir oluyormuş” dedi Melâhat. “Iş parada değil,
zevkte. Ne zenginler var ki evlerine bet bereket girmez. Bak ben
azlan neler yaparım göreceksin.”
“Biliyorum” dedi Nuri.
Nuri’nin omzuna dayadığı yanağı acıdığından kız bir ara doğ­
ruldu. Nuri, acaba öpsem mi diye durakladı. Üç aydır sevişmeleri­
ne, yakında evlenecek olmalarına rağmen iş öpüşmeye dayanmca,
işte hâlâ utanıyorlardı.

Melâhat delikanlının omzuna öbür yanağını dayamıştı. Yere


bir N M daha yaptı, bir de A yazdı. Nuri’nin soyadı Alpaslan'dı.
“Frezeci Nuri Alpaslan” kırmızı üstüne beyazlan, tabelada nasıl
durur acaba?

“Türkân’ın ablasından yatak odası takımını alırız. İki-üç parça


da koltuk filan. Bir de taksitle radyo... Olmaz mı?”

“Maalimemnuniyetle” dedi Nuri. “Daha ne emredersen.”

“Sen sabahları dükkâna gidince ben de konu komşuya dikiş


dikerim ucuza, borcu öderiz.”

Melâhat ille boş durmamak istiyordu.


“Kız seni çalıştırmam demedim mi?”
“Bak unuttum.”

2 0 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"Nohut oda bakla sofa, bizim de bir evimiz olacak” diye mı­
rıldandı.
Nuri yapı yerinde araklayacak bir şey var mı, diye bakm ı­
yordu. Melâhat’in sözlerine cevap vermeye lüzum bile gör­
medi. Karı milleti değil mi, on para ver başlat, kırk para ver
susmaz.

Nuri’nin omzuna dayadığı yanağı acıdığından kız bir ara doğ­


ruldu. Nuri, acaba öpsem mi diye durakladı. Duraklamakta da
haksız değildi. M elâhat’in vücudu güzeldi ama azı dişleri çü­
rük olduğundan, nefesi kokuyordu. Bu da Nuri’yi ister istemez
biraz tiksindiriyordu.

Melâhat delikanlının omzuna öbür yanağını dayamıştı. Yere


birbirine sarılmış b ir çift resm i daha yaptı. Nuri ile m ercime­
ği çoktan firm a vermişlerdi ama azgın kan , yine de gözünün
önüne getirmekten hoşlanıyordu: Nuri soyununca nasıl olur
acaba?

“Türkân’ın ablasından yatak odası takımını alırız. İki-üç parça


da koltuk filan. Bir de taksitle daktilo... Olmaz mı?”

“Ananın örekesi” dedi Nuri. “Bir de bana çeyiz mi döşete­


ceksin aklın sıra?”
“Darılma” dedi Melâhat. “Şaka söyledim ben. Sen sabahları
enayi avına çıkınca ben de oraya buraya daktiloluğa, kâtibeli-
ğe gider para kazanırım, borcu öderiz.”

Melâhat alışmış bir kere, alışmış kudurmuştan beterdir


derler, ille boş durmamak istiyordu.
“Kız seni hususi evde, Behiye Abla’da çalıştıracağım deme­
dim mi?”
“Bak unuttum.”

Sonuç 2 0 5
“Sen Ankara kedisi gibi sedirde büzülüp beni bekleyecen
akşamlan...”
“Başüstüne Nuri Usta.”

Nuri güldü. İlk tanıştıklarında kız ona Nuri Efendi demişti.


Sonra, “Nuri Usta.” Ablasının yanında ise “Nuri Bey.” Hâlâ bir türlü
“Nuri” diyemiyordu. Bu tip kadın erkeğine doğrudan doğruya
“kocacığım” der. O da olacak yakında.

“Akşamları alıp seni Marmara Sineması’na götürürüm. Yahut


daSadiTek'e.”

“Pazarları yemek yapar, Beykoz’a, Bend’lere, Göksu'ya, yoğurt


yemeye Kanlıca’ya gideriz. Benim Kanlıca’da teyzem de var.”

“Olur, gideriz. Artık kimseye eyvallahımız olmayacak.”

“Olmayacak.”
“Kimsenin ağız kokusunu dinlemeyeceğiz.”
“Dinlemeyeceğiz.”

Denizden doğru esen sert bir rüzgâr, yerdeki kuru yaprakları


uçurdu, kerestelerin üstüne atılmış bir küçük çuval parçasını kum
yığınına doğru sürükledi.
Melâhat;
“Rüzgâr çıkıyor” dedi.
“Üşüdün mü?”
“Yo üşümedim.”
“Bak ellerin buz gibi. Bakayım, burnun da üşümüş.”

“Senin ellerin, ne iyi, hep sıcak.”

2 0 6 Şişhane'ye Yağm ur Yağıyordu


“Sen Ankara kedisi gibi sedirde büzülüp müşteri bekleyecen
akşamlan...”
“Başüstüne Nuri Usta.”

Nuri güldü. İlk tanıştıklarında kadın ona kocacığım dem işti..


Şimdi onun bunun yanında, kibarlık taslamak için, "Nuri Bey”
“Nuri Usta” diyordu. Bu tip kadın ilk konuştuğu erkeğe doğru­
dan doğruya kocacığım der. Yakında ne der belli olmaz.

“Akşamları alıp seni Çakırın meyhanesine götürürüm. Yahut


Nana’ya.”

“Pazarları yemek yapar, Beykoz’a, Bend’lere, Göksu’ya, yoğurt


yemeğe Kanlıca’ya gideriz. Benim Kanlıca’da Makbule annem
var. Hani Madam Mari’den evvel yanında çalıştığım...”

“Olur, gideriz. Behiye Abla bırakırsa tabii... Malum a, pazar


günleri aksata fazlaca olur.”

Denizden doğru esen sert bir rüzgâr, yerdeki kuru yaprakları


uçurdu, kerestelerin üstüne atılmış bir çuval parçasını kum yığı­
nına doğru sürükledi.
Melâhat;
“Rüzgâr çıkıyor” dedi. “Üşüdün mü?” “Yo üşümedim.”
"Üşüyüp müşüyüp bir de başıma hastalık filan çıkarma”
dedi Nuri. "İlaç fiyatları ateş pahası...”
"Korkma” dedi Melâhat. “Hastalanmam.” Sonra Nuri’nin
ellerine sımsıkı sarıldı:

“Senin ellerin, ne iyi, hep sıcak.”

Sonuç 2 0 7
N u ri iri elleriyle kızın p arm ak ların ı ovaladı:
“Ö m rü m b oyu n ca ısıtacağ ım bu ellerle sen i” d ed i.

Melâhat birden Nuri’ye döndü:


“Canım, canım benim” diye delikanlının boynuna sarılıverdi.
Bir yanı simsiyah, öbür yanı sapsarı sade saçtan hiç yüzü
olmayan acayip, kocaman, tek bir baş oluvermişlerdi. Nuri kızın
nahif omuzlarını okşuyordu.
Birden sırtında bir ağırlık duydu. Önce Melâhat’ın eli sandı.
Ama kızın eli onu böyle hoyratça tartaklayamazdı. Başını kaldırdı.
Tepelerinde zebella gibi bekçi duruyordu:

“Gelin benlen merkeze” dedi.


Genç adam fena sinirlenmişti:
“Ne olmuş yani” dedi. “Bir şey mi istiyorsun? Rahatsız mı ettik
seni yoksa?”

Bekçi;
“Fazla laf istemem. Yürüyün merkeze” dedi.
“Çek elini bir kere sırtımdan, sonra konuşalım.”
"Çekmezsem ne oluyormuş?”
“Ne olacağını gösteririm şimdi.”

Nuri ok gibi ayağa fırlamıştı. Melâhat ellerine sarıldı:


“Ayağım öpeyim bir şey yapma” diye yalvardı. “Dinle beni, ne
olursun.”

Bekçi bayağı korkmuştu. İki adım geri çekildi.

2 0 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


N u ri iri elleriyle k ızın p arm ak ların ı ovalad ı;
" İ ç in e p a ra iç in c e gör» b ü sb ü tü n k ız ış ır o n la r” dedi.

Melâhat birden Nuri’ye döndü:


“Canım, canım benim” diye delikanlının boynuna sarılıverdi.
Bir yanı kirden simsiyah, öbür yanı oksijen sarısı, hiç yüzü
olmayan acayip, kocaman, tek bir baş oluvermişlerdi. Nuri kızın
kombinezonunu sıyırmaya çalışıyordu.
Birden sırtında bir ağırlık duydu. Önce Melâhat’m eli sandı.
Ama kadının eli onu böyle hoyratça tartaklayamazdı. Başını kal­
dırdı. Tepelerinde aslan gibi bekçi duruyordu:

“Gelin lütfen benimle merkeze” dedi.


Yavuz hırsız ev sahibini bastırır derler, Nuri de öyle, yaptı­
ğından utanacak yerde büsbütün acarlaşmıştı:
“Ne olmuş yani” dedi. "Yıkıl hemen karşımdan, yoksa bağır­
saklarım dökerim şimdi şuraya.”
Klasik Türk musikisi topluluğu konserlerine meraklı, ince
ruhlu bekçi, vekarım ve soğukkanlılığını hiç bozmadan;
"Sizi nezakete davet ederim” dedi. "Asabileşmeyin lütfen,
ben vazifemi yapıyorum.”
“Çek bir kere şu pis elini sırtımdan, sonra konuşalım.”
"Hayhay çekeyim, işte çektim. Yalnız sinirlenmeyin. Sizi
rahatsız etmek istemezdim. Fakat vazifem...”
"Kes sesini ulan. Hâlâ konuşuyor. Şimdi başlatırsın beni
vazifenden...”

Nuri ok gibi ayağa fırlamıştı. Melâhat ellerine sarıldı:


“Ayağını öpeyim şişleme Nuri” diye yalvardı. "Dinle beni, ne
olursun.”

Cesur bekçi hiç korkmamıştı. İnadına Nuri’ye büsbütün so­


kuldu.

Sonuç 2 0 9
Melâhat sapır sapır titriyordu. Nuri onu omuzlarından tuttu.
“Korkma” dedi. “Heyecanlanacak bir şey yok.” Sonra, eli
tabancasının kabzasında bekleyen bekçiye;
“Nedir alıp veremediğin” dedi. “Yürü git işine. Belanı mı
arıyorsun gece vakti?”

“Daha ne olacak, umumi yerde öpüşüyordunuz.”

"Burası umumi yer mi?”

“Umumi yer. Na bak, şura çocuk bahçası.”

Yapı yerinin arkasında bir tel örgüyü gösteriyordu.

“Çocuk bahçesi mi... Çocuk bahçesi de olsa şimdi kimse yok


n
ya!

“Olsun, belediye nizamatı... Yürü sen hele bir merkeze de


orada anlat.”
“Gidelim, sen zararlı çıkarsın. Ben senin ne istediğini çok iyi
biliyorum. Ama yanlış kapı çaldın.”

2 1 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Melâhat'in keyfine diyecek yoktu. Böyle marazalara bayı­
lıyordu.
Nuri;
“Kanına susamışsa ben ne yapayım anam” dedi. “H erif
zorlan gel beni ye, diyor. Gelsene ulan erkeksen, gel beni gö-
türsene.”
“Görüyorum ki itidalinizi adamakıllı kaybettiniz” dedi
bekçi. “Fakat siz de takdir edersiniz ki...”
“Hâlâ ötüyor be. Yıkıl dedim duymuyor musun. Çöz pala­
marı, yallah...”

“Kusurumu af buyurun, m aalesef buna imkân yok” dedi


nazik bekçi. “Çünkü kanuna aykın b ir hareket yapmış bulu­
nuyorsunuz. Burası umumi yer.”

“Burası umumi yer mi?”

“Tabii, umumi yer. Görmüyor musunuz şurası çocuk bah-


*••
çesı.

Gösterdiği yer gerçekten çocuk bahçesi idi. Her köşesi ço­


cuklar, çocuk dadıları ile dolu... Küçükler, salıncaklarda sal­
lanıyor, kum havuzunda oynaşıyor, çocuk dadıları ayışığmda
elişi yapıyorlardı.

"Çocuk bahçesi mi... Çocuk bahçesi ise çocuk bahçesi. Ne


olmuş yani? Keyfimin kâhyası mı var? Şükret ki sade öptüm.
İstersem...”

İnce ruhlu bekçi bu son derece açık laflan duymamak için


iki eliyle kulaklarım tıkamıştı.

Sonuç 2 1 1
“Yapma, kuzum yapma, bir hadise çıkmasın” diye, kız
durmadan yalvarıyordu.
“Sen beni itemezsin efendi.”
“Sen beni itiyorsun asıl.”
“Sen vazifeni yapmıyorsun.”
“Vazifemi sen mi bana örgetecen?”
“Öğreteceğim.”
“Örgetemezsin.”
“Öğretirim.”
“Madam gizlin saklın yok, neye sindiniz âlâmın bahçasına?
Orta yirde otursananız.”
Nuri öylesine sinirli ki, adamın demin umumi yer dediğini
şimdi âlâm ın bahçası yapışını fark etmedi.
“Orası senden sorulmaz.”
“Sorulur, ben bu mahallenin bekçisiyim.”

Yukarı katın arka pencerelerinden biri aydınlandı. Saime de


aşağıdan gürültüyü duymuş, dışarı uğramıştı.
“Ne olmuş Zulfikar Efendi?” dedi.

Zulfikar cevap vermedi..Dodo balkondan havlıyordu.

Sandal sefasından evlerine dönen büyükbaba, baba, ana, üç


çocuk, kalabalık bir aile, geçerken durmuş bakıyorlar.

Bekçi onlardan cesaret almış gibi, şimdi daha yüksekten


konuşuyordu:

2 1 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Melâhat katıla katıla gülüyordu. Alışıktı böyle şeylere...
Randevu evinde, plaj kabininde kaç kere basdmıştı herifler­
le...
“Çok rica ederim münakaşa etmeyelim. Merkeze kadar, bir
zahmet buyrun. Orada komiser beyle birlikte meseleyi halle­
dersiniz. Bir kusurum oldu ise orada tarziye veririm. Fakat
kanun sizi götürmemi emrediyor.”
“Daha söyleniyor musun sen. Ya basıp gidersin yahut...”
Bekçi;
“Gitmem beyim” dedi, “gitmem, vazifem... Ben bu mahal­
lenin bekçisiyim.”

Yukarı katın arka pencerelerinden biri aydınlandı. Saime de


aşağıdan gürültüyü duymuş, dışarı uğramıştı.
“Ne olmuş Zulfıkar Bey?” dedi.

Zulfikar;
“B ir şey yok” dedi. “Hususi konuşuyoruz.”

Sandal sefasından evlerine dönen büyükbaba, baba, ana, üç


çocuk, kalabalık bir aile, geçerken durmuş bakıyorlar.
“Ne olmuş? Uygunsuz b ir şey mi yapıyorlardı?”

İnce düşünceli bekçi;


“Hayır” dedi. “Tamamen hususi bir münakaşa...
Yolunuzdan kalmayın lütfen...”

Bekçi onlara duyurmamak için sesini büsbütün kısarak;

Sonuç 2 1 3
“öpüşecekseniz plaj var” dedi. “Sınama locası var, efendime
söyleyim, randevu evi var. Elâlamın ortasında olmaz böyle rezalet.
Belediye nizamatı var. Ar var, edep var.”

“Ağzını topla yoksa ağzını yırtarım” diye kükredi Nuri. “Bu kız
senin anandan namusludur, ayı oğlu ayı!”
Sokaktaki grup Melâhat’le Nuri’ye tiksinçle, Zulfikar’a da
“Aferin aslan, vazifeni yapıyorsun” der gibi bakıyor.
Bekçi onlara döndü:
“Şahitsiniz ya!” dedi. “Duydunuz ya. Vazıfa halındaki mamura
küfür etti.”
Gürültüye koşup gelen öbür mahallenin bekçisi de; “Duyduk”
dedi. “Şahidiz.”
Kendine de iş çıktığı için memnundu.

Erdal ve arkadaşları ne olduğunu pek anlamadan, sululuk


olsun diye kavgacıları kışkırtıyorlardı:
“Vur.”
“Kır.”
“Giriş ulan durma.”
“Al aşağı paçasını.”
Dodo durmadan havlıyor. Dodo'nun havlamasından Gülseren
de kuşkulanmıştı. Arka mutfak penceresine koşup;

“Saime, Saime” diye seslendi. “Nedir kuzum? Kerestelere mi


gelmişler?”

2 1 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


"B aş başa kalmak istiyorsanız gazinolar var” dedi. “Kahveler
var, güzel lokaller var. Umumi yerlerde buna m aalesef belediye
nizamatı...”

“Hâlâ mı nizamdan bahsediyorsun bana” dedi nizam düş­


manı azgın serseri ve bekçinin üzerine doğru atıldı. Ayışığında
b ir şey parlayıp söndü.
Bekçi “Hınk” deyip iki büklüm oluvermişti.
Sokaktaki gruptan biri;
“Yaraladı, vallaha bıçak çekti bekçiye” diye bağırdı.
Bekçi onlara döndü:
“Yok bir şey beyler” dedi. “Sadece basit bir yumruk. Siz
lütfen yolunuza gidin. Rahatsız olmayın.”
Grup uzaklaştı. Gürültüye koşup gelen öbür mahallenin bek­
çisi de;
“Ne o yaralandın mı?” diye sordu.
Vazifeşinas adam, kendine de iş çıktığı için memnundu.
“Hayır” dedi Zulfikar, can acısından dudaklarım kem ire­
rek.

Erdal ve arkadaşları ne olduğunu pek anlamadan, münakaşayı


yatıştırmaya çalışıyorlardı.
“Yapmayın.”
“Etmeyin.”
“Eylemeyin.”
“Ayıptır.”
“Günahtır.”
“Yakışmaz.”
Gürültülerden, Gülseren de kuşkulanmıştı. Arka mutfak
penceresine koşup;
“Saime, Saime” diye seslendi. “Nedir kuzum? Keresteciler ke­
reste getireceklerdi, onlar mı gelmişler?”

Sonuç 2 1 5
Saime;
“Hayır hanımcığım” dedi. “Bekçi bahçada uygunsuz bir çift
yahaladı da.”
Üç numara da tam kadro ile balkona uğramış.
Kadın terzisi Ceylan Hanım;
“Neymiş kuzum, ne olmuş hanımefendiciğim?” diye yukarı,
Gülseren'e seslendi.
Gülseren;

“Uygunsuz bir çift yakalamış bekçi” dedi.

“Bizim bekçi mi? Zulfîkar mı?” diye doktorun karısı sordu:


“Zannederim.”
“Evet, Zulfîkar, Zulfîkar,” dedi Dr. Epkem Cangetir.

Mambo Cemil, iki numaradan;


“Belalı bir şey galiba, yardıma gitsek mi doktor bey?” diye
karıştı.

Zulfîkar, Çalışkurlar’ın taraçasına bir göz atarak;


“Hem bura inşeet yiri” diye kabardı. “Bakalım nesin, nenin
nesisin, hırlı mısm hırsız mısın?”

Nuri’ye kalsa, budur deyip, adamın çenesine bir kroşe


yapıştıracak. Kumkapı Gençlik Kulübü'nde boksa çalışmıştı.
Bekçiyi tek yumrukta yere yıkacağından emindi. Sonra ne olursa
olsundu. Ama Melâhat nerede ise düşüp bayılacak.
“Yalvarırım gidelim karakola” dedi kız. “İş gittikçe büyüyor.
N’olursun, dinle beni.”

Erdal’ın büyükbabası bile hadiseyi duymuştu. Dürbününü


şimdi karşı apartımanlardan bu yana çevirmiş, bakıyor. Erdal’la
Vural meraktan aşağı kadar indiler.

2 1 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Saime;
“Hayır hanımcığım” dedi. “Bekçi bahçada uygunsuz bir çift
yahaladı da.”
Üç numara da tam kadro ile balkona uğramış.
Kadm terzisi Ceylan Hanım;
“Neymiş kuzum, ne olmuş hanımefendiciğim?” diye yukarı,
Gülseren’e seslendi.
Gülseren;
"Sözüm meclisten dışarı, uygunsuz bir çift yakalamış bekçi”
dedi.

“Bizim bekçi mi? Zulfikar mı?” diye doktorun karısı sordu.


“Evet, Zulfikar, bizim aslan Zulfikar^ dedi Dr. Epkem
Cangetir.

Baba Cemil, iki numaradan;


“Belalı bir şey galiba, yardıma gitsek mi doktor bey?” diye ka­
rıştı.

Zulfikar, Çalışkurlar’ın kiracılarına bir göz atarak;


"Bakınız herkes toplandı” dedi. "İsterseniz yürüyün de
m eselenin münakaşasını ilerde daha tenha bir yerde yapa­
lım.”

Nuri’ye kalsa, budur deyip, herifi b ir daha şişleyecek. Sinop


hapishanesinde iken bir saplayışta adam öldürmenin usulünü
öğrenmişti. Ama Melâhat büsbütün su koyuvermiş, yerlere ya­
tarak gülüyor.
"Yürü gidelim be aval” dedi Nuri’ye. "Nasıl olsa karakolda
beni tanırlar. Ben bir ara bu yakada da b ir evde çalışmıştım.”

Erdal’ın büyükbabası bile hadiseyi duymuştu. Yıldızlara yö­


nelmiş bilim sel teleskobunü şimdi bu utanmaz çiftin üzerine
çevirmiş, bakıyor. Erdal’la Vural meraktan aşağı kadar indiler.

Sonuç 2 1 7
Bekçi öbür mahallenin bekçisine;
"Gel götürelim şunları beraber” dedi,
öbürü, zaten dünden hazırdı.
“Yürüyün bakalım” dedi Nuri. “Ben de size göstermezsem
erkek demesinler bana.”
Külçe haline gelen Melâhat’i kolundan tutarak öne düştü.
Sokaktakiler açılıp yol verdiler.

Bekçi, ileri geri söylendi ya, şimdi içine bir ürküntü gelmişti.
Herif ben size gösteririm, dedi. Ya sahiden gösterirse... Bir
keresinde böyle baltayı taşa vurmuş, zorlulardan birinin oğluna
çatmıştı. Az daha, işinden oluyordu.

Yapı yerinden çıkıp da, sokak fenerinin altına geldikleri vakit,


bekçi, Nuri’ye iyice baktı: Genç adamın yakası yağlı, kol ağızları
aşınmış. Pantolon paçalarından biri de lime lime idi. Elleri kirli,
işçi elleri. Bu adam zorlu birinin oğlu olamaz.

2 1 8 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Bekçi öbür mahallenin bekçisine;
“Gelin götürelim şunları beraber” dedi.
Öbürü, eli Nuri’ye yönelttiği tabancasının tetiğinde;
“Önce b ir üstlerini arayalım” dedi.
Zulfikar iki büklüm olmuş, kıpırdayacak halde değildi.
Öbür nalet bekçiyi görünce soysuz Nuri iyice sinmişti.
Öbür bekçi önce azılı şeririn eline b ir kelepçe geçirdi.
Sonra gayet kısa b ir arama tarama yaptı. Nuri’nin üstünde bir
kanlı kama, bir saldırma, bir sustalı çakı ve kaşla göz arasın­
da yapı yerinden arakladığı bir matkapla testereden başka yüz
elli gram kadar da eroin çıktı.
M elâhat ise;
“İşte vesikam, bu da muayene kâğıdım” diye çantasında
bulunan bütün mesleki evrakım övünçle ortaya attı.
Nuri hâlâ fingir fingir gülen Melâhat’i kolundan tutarak öne
düştü. Melâhat kalçalarım sallaya sallaya kırıtıyordu. Herkes
ona baktığından, böyle zamanlarda kendim bir yerli filme baş
artist olmuş sanırdı.
İyi kalpli bekçi demin onları ille merkeze götürmek için di­
rendi ya, şimdi içine bir pişmanlık çökmüştü. İçi ezilmişti. İşin
aslını bilmediğinden, tem iz kalpli de olduğundan, “İşte bun­
lar iki sevdalı” diye düşündü. “Namusları ile yaşayıp mesut bir
yuva kursalar, çoluk çocuk yetiştirseler ya... Halbuki baksana
kadın vesikalı imiş... Adam da sabıkalı beyaz zehir kaçakçısı...
Cahillik işte. Kabahat onlarda değil. İyi bir ana babanın eline
düşseler, güzel bir terbiye alsalar, onlar da pekâlâ bizim gibi,
şu Çahşkur’un örnek insanları gibi, namuslu, dürüst, alnı
açık, vicdanı rahat birer vâtandaş olurlardı. Yazık, çok yazık.
İçim hun oldu. Yüreğim parçalandı.”
Yapı yerinden çıkıp da, sokak fenerinin altına geldikleri vakit,
bekçi birden sendeledi. Yanındaki bekçi onu hemen tutmuş­
tu.

Sonuç 2 1 9
"Bir de hent hent ötüyon” dedi. “Ne yaparmışsın bahalım.
Elinden geleni ardına goma.”
öbür bekçi;
"Bırak artık, uzun etme” dedi.
Rüzgâr çoğalmıştı. Gökte iri bulutlar uçuşuyordu.
Erdal’la Vural bir müddet onlarla birlikte yürüdüler.
Erdal;
“Bırak yahu” dedi Zulfıkar’a. “İkisi de genç. Bu gece mehtap,
olur böyle şeyler. Büyüklük sende kalsın.”
Nuri arkasına bile bakmıyor, yumruklarını sıkmış yürüyordu.
Zulfıkar belki de bir büyüklük yapardı. Ne var ki, herif anasına
sövmüştü. Bunu affedemiyordu.
“Hadi bırak şu köşeyi dönünce” dedi Vural da... öbür bekçiye
kalsa, o da bırakmak taraflısı idi.
Zulfıkar;
“Olmaz beyim” dedi. “Olmaz. Bunca ehli ırz içinde olmaz
bu kepazelik. Getsinler gendi mahallalarmda istedikleri haltı
garıştırsınlar. Ben burda yaptırmam.”
“H...r ulan b...” dedi Erdal. “Canın isterse.” Sonra Nuri’nin
arkasından seslendi:
“Aldırma kardeşim, bunun cezası on iki Uradır”

Vural’la beraber uzaklaştılar.


Gecenin içinde Rum kiUsesinin çam çaldı, çaldı ve sustu.
İki yanda iki bekçi, ortada Melâhat’le Nuri, yürüyorlardı.

Ay şimdi bütün gölgeleri, bu arada Çalışkur apartmanının da


gölgesini yere küçük, küçücük düşürüyordu. Bir ara iri bir bulutun
ardına girdi, hiç görünmez oldu.

2 2 0 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Onlarla birlikte yürüyen Erdal'la Vural da Zulfikar’m yardı­
m ına koştular. Bu fırsattan faydalanarak kaçmaya yeltenen eli
kelepçeli şeriri, öbür bekçi;
"H iç şakam yok gebertirim” diye tehdit ederek olduğu
yere mıhladı.
Zavallı Zulfikar, yere yıkılıvermişti. Bu ara deminden beri
karnına bastırdığı ellerini kaldırdı ki, kan!.. Yere düşmesinin
sebebi ve Nuri’nin üstünde çıkan kamanın neden kanlı olduğu
şimdi anlaşılıyordu: Kahraman bekçi yaralandığını kimseye
sezdirmemişti. Ancak duyulabilen b ir fısıltı halinde;
"Kendim yaralandım” diyebildi. "D em in yapı yerinde aya­
ğım kaydı, oradaki keskinin üstüne düştüm. Sakın bu delikan­
lıya benim yüzümden ceza verilmesin. Hakkımı helal ediyo­
rum. Hatta şimdi kelepçesini açtırır, kendisini serbest de bı­
rakırdım ama üzerinde beyaz zehir çıkm ası fena. Vatandaşla­
rı zehirlemesine m aalesef müsaade edemeyeceğim. Ah ne
için yaptın bunu gafil çocuk? Neden girdin bu kirli işlere?
İstikbalini mahvettin.”
Erdal’la Vural sıhhi imdat arabası çağırmak için hemen te­
lefona koştular.
Fedakâr bekçi Zulfikar, öbür bekçiye;
“Ben arabayı burada yattığım yerde beklerim ” dedi. “Siz
benim için üzülmeyin. Yürüyün işinize bakın. Vazife aksama­
sın.”
Öbür bekçinin de gözleri, bu ruh büyüklüğü karşısında
dolu dolu olmuştu. Nasıl olmasın... Zavallı Zulfikar’ın yüzü
sapsan idi. Can acısmdan inliyordu.
Uzaklaştılar.
Gecenin içinde Rum kilisesinin çanı çaldı, çaldı ve sustu.
Önde Melâhat’le Nuri, arkada öbür bekçi yürüyorlardı.

Ay şimdi bütün gölgeleri, bu arada Çalışkur apartımanımn da


gölgesini yere küçük, küçücük düşürüyordu. Bir ara iri bir bulutun
ardına girdi, hiç görünmez oldu.

Sonuç 2 2 1
Uygunsuz çiftle, iki bekçi, şimdi yalnız rüzgârdan sallanan
sokak fenerlerinin aydınlattığı çarpık yolda, sallanan gölgelerine
basa basa ilerliyorlardı.

2 2 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Ama ayın bulutun arkasına saklanışına özel bir mana ver­
meye lüzum yoktu. Çünkü bu, doğrudan doğruya, yeni çık­
maya başlayan gündoğrusunun m arifeti idi. Gölgelerin yere
küçük düşmesi ise, sadece kozmik b ir sebebe dayanıyordu.
Çünkü ay, şimdi yolunun tam doruğunda idi. Bir-iki saat
sonra yeniden alçalmaya başlayacak ve o zaman bekçinin de,
Çalışkur apartımanının da gölgelerini deminki kadar, hatta
belki ondan da çok, uzatacaktı.

Uygunsuz çiftle, öbür bekçi, şimdi yalnız rüzgârdan sallanan


sokak fenerlerinin aydınlattığı çarpık yolda, sallanan gölgelerine
basa basa ilerliyorlardı.

Soruıç 2 2 3
EPİLOG

Kahraman bekçi Zulfikar o gün aldığı yaranın tesiriyle


üç gün sonra öldü. M ert adam, büyüklüğü son nefesine
kadar götürdü. Katili ele vermedi. Çalışkur apartım anının
kiracıları başta olm ak üzere bütün m ahalle, bütün sem t,
vazifeşinas bekçinin arkasından hüngür hüngür ağladı.
O gün hava yağmurlu olduğundan gökyüzü bile onun
arkasından ağlıyor gibi idi.
Zulfikar’ın arkasından oluk gibi yaş döken b iri daha vardı
ki, o da Üsküdar cezaevinde cezasını çekm eye gön d erilen
N uri id i. B e d b a h t ço cu k , on dört saat fasılasız ağladı.
E rtesi gün gözlerini açıp da dünyaya bakınca, her şeyi
başka b ir açıdan, başka renkler altında görür gibi oldu.
O pişm anlık yaşları ruhunu cümle suçlarından yıkayıp
tem izlem işti. Üsküdar cezaevinde kaldığı üç, İm ralı’da
geçirdiği iki yıl sonunda eski Nuri g itm iş, yerine yepyeni,
gözleri yaşlı, yumuşak başlı b ir Nuri gelm işti.
Hürlüğüne kavuşur kavuşmaz gitti, ilk iş olarak M elahat’i,
yanında çalıştığı Behiye Abla’nın evinden çıkardı.
Çalışkur’un kiracıları kollan sıvadılar. Sağ olsunlar,
var olsunlar. Cezaevinde Nuri’yi unutmamışlar, yiyecekti,
harçlıktı, her ihtiyacını düşünmüşlerdi.
Tövbekar M elâhat’in çeyizini Gülseren Çalışkur üzerine
aldı. Talihsiz kadın, teessürünü b aşk aların ın saadetinde

Epilog 2 2 5
avutmaya çalışıyordu. O aslan gibi, sporcu, en erjik,
id ealist D ündar Çalışkur, geçen yıl b ir fabrika kazasında
sizlere ömür... Yaa, içler acısı... Hem de arkasında b ir de
saçı bitm em iş yetim bırakarak... Gülserencik, yavrusu Filiz
Çalışkur’u bağrına basıp öm rü boyunca evlenmemeye karar
vermişti. Ne diyorduk, tövbekâr M elâhat’in çeyizini Gülseren
Çalışkur üzerine aldı. Kadın terzisi Ceylan Hanım’la,
doktorun hanımı maddi yardımda bulundular. Avukatınki
birkaç parça eşya verdi. Esasen kocası da Nuri’nin davasını,
her zam anki gibi bedava olarak üzerine alm ış, delikanlıyı
daha ağır cezalardan ku rtarm ıştı. Bu arada doğurgan eşi
sayesinde, b ir de ikiz çocu ğu n babası olan B aba C em il,
Nuri’ye b ir dükkân buldu. İyi kalpli, idealist vatandaş
Bahtiyar Babcun da cebin e serm aye koydu. Nuri de kollan
sıvayıp çalışmaya koyuldu. Zaten İm ralı’da Alpaslan soyadını
değiştirip Çalışkur soyadını alm ıştı.
İşe başladığının ikinci ayı nikâhları Beyoğlu evlendirme
dairesinde kıyıldı. Bütün Çalışkur kiracıları nikâhta
hazır bulundu. Yukarda sayılanlardan başka Amerika
fizik enstitüsünün, elektro m ekanik armağanını kazanan
Erdal da, Kızılay’a başhemşire olan, ayrıca uluslararası
K ızılhaçının, lam balı hem şire Florence Nightingal nişanı
ile m ükâfatlandırılan Sevim de, görgülü gazeteci gençle
evlenen Beyhan da, hep orada idiler.
Yeni evliler, Çalışkur kiracılarının aralarında topladıkları
para ile balayılarını, Bu rsa’da Çekirge’de geçirdikten
sonra, Dizdariye’de Zeynel Abidin Bey’in evinin üst katını
kiralayıp, bu muhterem ihtiyarın çatısı altında kumrular
m isali sevişerek im ran hayat eylemeye başladılar.
Evlendiklerinden dokuz ay on gün sonra, bu sevginin
meyvesi olarak, M elâhat dünyaya yumuk yumuk, b ir aslan
yavrusu getirdi. Nevzada Zulfikar adı konuldu. Çocuğu
babacan doktor Epkem C angetir yoksullar hayrına işleyen
kendi dispanserinde doğurttu.

2 2 6 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Küçük Zulfikar şimdi on altısını sürüyor. Allah bağışlasın,
A llah kem gözlerden saklasın, okulunda her y ıl iftih a r
liste sin e geçiyor. T atillerd e de Beyhan Ablası ona Fransızca,
Baba Cemil de İngilizce öğretiyorlar.

G ülseren, Zulfiyarı -p a r d o n - Z u lfikar’ı çok sever.


Alçakgönüllü kadın, büyüyünce kızı Filiz’i Zulfikar’a vermeyi
kuruyor. G erçi Filiz Zulfikar’dan iki yaş büyük ama zararı
yok. Böylelikle hem kızın soyadı, hem de apartm anın adı
değişm em iş olur.
Hâsılı ey kariini kiram ! Fenalık her zaman cezasını görür.
İyilik, önünde sonunda mutlaka m ükâfat bulur.

Epilog 2 2 7
SONUCUN TEPKİLERİ
B İR K A Ç M E K T U P

“...Hikâyenizin son şeklini denetim kuruluna verdik. Rapor


suretini ek olarak sunuyoruz.”

Oğuz N. Başak

“...Bu şekli, ilk yazılışla mukayese kabul etmeyecek kadar


başarılı görüldüğünden temsilinde bir mahzur kalmadığını
saygılarımla...”

Denetim Kurulu
Adına

“(...) Hani ev sahiplerini büsbütün rezilü kepaze eden bir


hikâye yazacaktınız? Yoksa size de o bankalardan birinden ev
çıktı da siz de onlardan mı oldunuz?.. Ailem ve ben (...)”

“...Vaziyet maatteessüf değişmedi ağabey. Çocuklar bu sefer


de bizlen başka türlü matrak geçmiş diyorlar. Tekrar boksa
çalışmanı tavsiye ederim. Beni sorarsan, eniştemler (...)”

Turhan Temi zer

Sonucun Tepkileri 2 31
“(...) Prodüktör de çok beğendi. Bu filmin ayrıca takdirname
almasını muhtemel görüyoruz. Ancak Melâhat’in bar ve sefahat
hayatına dair sahnelerin bilhassa çok genişletilerek işlenmesi
ve bu arada birkaç dans numarasına da yer verilmesi lazımdır.
Filmin adını koyduk bile, ‘Kanlı Mehtap' yahut ‘Kahraman Bekçi
Zulfikar.' Rejisör arkadaşlar bekçinin kanları aka aka gece sokakta
sendeleyerek gidişi sahnesinden çok kuvvetli melodramatik
effekt umuyor. Aktör ve aktrisler seçilmiş gibidir. Ücret ve diğer
hususları konuşmak üzere yarın onda seni stüdyoda bekliyoruz.
Bize bu tarz bir-iki melodram daha yazabilirsen hem bizim için,
hem senin için (...)”

“...Ne yaparsanız yapın, istediğiniz laf cambazlığına


başvurun, avukatım sizi görmeye gelecektir. Bana hakaretiniz
cezasız kalamaz. Kaleminizi zararsız bir hale getirinceye kadar
uğraşmazsam bana Nusret demesinler. Dün merhum babamın
portresi önünde kasem ettim...”

Sabunculuk T .A .Ş. v e ...


Bankası İd are M eclisi azasından
Falan Festekiz

“...Hikâyenin ilk şeklini de, son şeklini de okudum. Poker


bilmem. Fakat bildiğim bir şey varsa o da satranç oynanırken
öyle her hamleden sonra konuşulmadığıdır. Sadece şaha kış
denir. Kaleni alırım, filini kırarım gibi laflar fuzulidir, acemi
oyuncu lafıdır.”

M. Çelebi
Türkiye Satranç Kulübü, Taksim

2 3 2 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


Teşekkürler...”

Gençlik Caz Kentetinden


Bongo Cemil

“(...) büyük bir inşirahı kalbi ile okudum, intibah hasıl etsin­
ler diye akşam taamını müteakip kızıma damadıma hafidleri-me
de okudum. Hepimiz kahraman ve âlicenap bekçi Zulfikar’m
hazin macerasından son derece mütehassis olduk. Naçiz irşat
ve tavsiyelerimle memleket irfanında sizin gibi bir muharririn
yetişmesine karınca kararınca medar oldumsa bundan sadece
iftihar ve itminan duyarım. Tanrı muvaffakiyetinizi daim etsin
evladım. İlk mektubumda biraz sertcene ifadei meram ettimse
bunu sinnime bağışlayınız. Mamafih dost acı söyler derler. Ben o
zaman sizi öyle tenkit etmese idim, pek mümkin idi ki, siz bugün
doğru san dığmız o sakim yolda ısrar edecektiniz. Hatırımda
iken şunu da ilave edeyim ki, ilk hikâyenizi okuduğum zaman
vakadaki eşhasın hakiki olabileceklerini hiç düşünmemiştim.
Hikâyenizin Epilog ismi verdiğiniz, hatime faslında belirtti­
ğinize göre tövbekâr çift bizim Dizdariye’deki evde de kiracı
olarak bir müddet oturmuş. Filvaki bundan iki sene mukaddem,
üst katımıza yeni evli bir genç karı-koca taşınarak altı ay kadar
ikamet etmiş idiler. Fakat tahattür ettiğime nazaran erkeğin
adı Nuri olmayıp Şahabettin, karısınınki de Melâhat olmayıp,
Dürdane idi. Ve bizde ikamet ettikleri müddetçe de çocukları
olmadı. Halim selim kendi hallerinde terbiyeli gençlerdi. Ama
pek mümkindir ki, tövbekâr olduktan sonra ahlakları ile beraber
isimlerini de tebdil etmiş olsunlar. Siz bakınız şu tesadüfe ki (...)”

Dainiz
Zeynel Abidin Hüdavendigâroğlu
Dizdariye

Sonucun Tepkileri 2 3 3
“...Ç o cu k la r ve halk için tertip led iğ im iz terb iy evi k itaplar
serisin d e sizin kıym etli im zan ızın da b u lu n m asın ı arzu
e ttiğ im izd en (...)”

Dürüst Vatandaş Basın Yayın Limited adına:


Recai Temiz

“...A n k ara’da B asın Yayında önem li b ir y er işgal ed en d ostu m


A . Sakıp A rg ad er son hikâyeni okum uş, senin için, acab a rica
etsek rad yod a cu m a günleri ahlaki konuşm alar h azırlar m ı diyor...
Bak d ü şü n ... K ararın ı b an a tezeld en (...)”

Sınıf Arkadaşm
Kocaeli Milletvekili Abdarrahman

“...İk i yıl ö n ce Şehir Tiyatrosunda oynam ak üzere olduğum uz


m ah u t kom edinizi yukardan gelen bir em irle sah n ed en indirm ek
zoru n d a kalm anın o zam an d an b eri m ahcubiyeti içinde idik.
Takdir edersiniz ki, o piyesi ço k istediğim iz, sah n eye de koym aya
hazırlandığım ız sırada b irdenbire m enedilişine itiraz ed ecek
d u ru m d a değildik. V iran olası h anedeki evladü eyal m eselesi...
N e v a r ki b ugün bu m ağ d u riy etin izi telafi ed ecek güzel b ir fırsat
zuhur etm iş bulunuyor. Bu so n hikâyenizden b ir piyes çıkarttığınız
takdirde b unun d ram kısm m d a tem silini g a ra n ti ed eb ilirim .
H a tta d ü n vali b ey d e aynı ta rz d a id arei k elam etti.
Bu vesile ile değişm eyen saygı ve sevgilerimin kabulünü (...)”

“...A şk o lsu n , k o n u şm u y o ru z . M e k tu b u m u za ce v a p v e rm e y e
bile te n e z z ü l e tm e d in iz . A m a biz o h an ım ın kim olduğunu
ö ğren d ik bile. Siz söylem ed iğin izle kalın. B u n d an so n ra

2 3 4 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu


k itap ların ızı d a b oy k ot e d e c e ğ iz . Y alan y a la n . Sizi k ız d ırm a k
iç in y a z ıy o ru z . Selam lar.”

Arnavutköy Kız Koleji’nden


Jale Birol, Lale Seçkin,
Nükhet Bil

“...M aariftek i b ir ak rab am d an so n y azın ın b ir özetin in ilkokul


k itaplarına alın acağım duydum . A rtık klasik oldun dem ek tir.
M üjd eler, teb rik lerim i su n arım .”

Velidüttin Erşafak

“...Kitabınızın 19 7 . sayfasında adı g eçen lambalı h em şire­


nin adı yazdığınız gibi F lo ren ce N ichtinghall değil, F lo ren ce
N ightingal’dir. Bu vesile ile F lo ren ce N ightingal’in hayır işlerine
vakfettiği hayatına d air A m erik an H ab erler B ü rosu tarafın d an
h azırlan m ış bir b ro şü rü su n u yoru z. E sasen Türk -A m erik an
d ostlu ğu çerçev esin d e m ü talaa edildikte bu gibi ünlü şahsiyet­
lerin (...)”

Amerikan Haberler Bürosu

“B izim R o tary kulübün h e r salı düzenlediği to p lan tıların


b irin d e sen d en bir k on u şm a ric a ed iy o ru z. A yrıca seni aram ıza
alıp b irader yapm aya d a kararlıyız. H ab erin o lsun . H ü rm e t,
m u h ab b etler...”

Sınıf arkadaşın Ercümend


---------------------- BÜTÜN HİKÂYELERİ ----------------------

Haldun Taner, gerek oyunları, gerek hikâyeleriyle edebiyatımızda önemli


dönemeçlerin yapıtaşı olmuş bir usta. Türk ve Batı kültürünü çok iyi ince­
leyerek bir senteze varması, sanatının özünü oluşturan dil egemenliği,
alışılmamış ve ender işlenen konular üzerinde yoğunlaşması, eserlerindeki
sağlam yapı ile kurgu düzeni ve derin kültür hâzinesi, onu Türk edebiyatının
en önemli yazarlarından biri yapmıştır. Kendisinden sonra gelen pek çok
yazara öncülüketmiştir.
Edebiyat hayatına Yaşasın Demokrasi adlı kitabıyla giren Taner'in
hikâyelerinin ilk günden bu yana ortak özelliği, "Keskin ve olgun bir gözlem
gücü, zengin kültür imbiğinden geçmiş ve satırların beyazına sindirilmiş
bir ironi" ve giderek Türkçenin bütün inceliklerine egemen bir dil/üslup
ustalığıdır.

Bu kitapta, Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu kitabındaki hikâyelerle


Ayışığında "Çalışkur"adlı uzun hikâye birarada sunulmaktadır.
Haldun Taner, Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu hikâyesiyle New York Herald
Tribune'ün 1953'te düzenlediği Uluslararası Hikâye Yarışması'nda Türkiye
birinciliğini almıştır.

I SBN 9 7 5 - 4 9 4 - 3 4 8 - 6 KDV Dahil 13 YTL


2 0 0 5 . 0 6 . Y.01 0 5 . 2 5 0 6 13.000.000 TL

You might also like