You are on page 1of 207

İÇ DÜNYAMIZ

MÂNEVÎ CEVHERLERİMİZ
(NUR-RUH-KALP-NEFS-AKIL-İLİM)

Doç. Dr. DİLAVER SELVİ


2

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
RUH DÜNYAMIZI AYDINLATAN NURLAR
Nur Perdesi
Hayat Nuru
İnsanlık Nuru
Hidayet Nuru
Hidayet Nurunun Misali
Velayet Nuru
Nura Duyulan İhtiyaç
Allah Resûlünden Alınacak Nur
Nura Vâris Olanlar
Nura Ulaşma Yolumuz
Nuru Taşıyan Kalpler
Nuru Taşıyanların Görevi
RUH CEVHERİMİZ HAKKINDA
Ruh Hakkındaki Bilgimiz
Ruhun Allah'a Nispeti ve Emir Âlemi
Ruh, Yaratılmıştır
İnsanın, Rahman'ın Suretinde Yaratılması
Ruh, Allah'ın Varlığına En Açık Delildir
Ruha Has Özellikler
Ruhlara Arız Olan Hastalıklar
Ruh Safiyetini Bulunca
Ruhun Bir Çok Yerde Gözükmesi (Temessül)
Kudsî Ruhların Sıfat ve Yetkileri
Kudsî Ruhlarla Gelen İlahî Yardıma Örnekler
Kudsî Ruhtaki Kuvvetin Kaynağı
Ricalü'l-Gayb: Himmet Ordusu Ruhlar
Ruhların Tanışması
Ruha Kuvvet Olan Cemal Tecellileri
İbret: Güzelliği Seyirle Gelen Kuvvet
Üveysîlik: Ruhlar Arası Özel İletişim Yolu
İbret: Dostun Kokusunu Alan Ruhlar
KALBİMİZ
Kalp Çeşitleri
Kalpler Allah'ın Elindedir
Kalbi Hak’tan Perdeleyen Sebepler
3

Şeytanın Kalbe Tasallutu


Günahlar Kalbi Karartır
Kalbi Kur'anı Anlamaktan Perdeleyen Sebepler
Kalbin Nurla Açılması
Kalbin Nuru Görme Yolu
Kalbin Yardımcı Askerleri
İnsandaki Manevî Latifeler
Manevî Terbiyede Tasavvufun Üstlendiği Rol
Kalb-i Selimin Bedeli
Kalp Terbiyesi, Edep Ehlinden Alınır
Manevî Mimarlar ve Terbiye Usulleri
NEFSİMİZ
Nefsin Sıfat ve Mertebeleri
AKIL NİMETİ
İNSANA VERİLEN GÖZ ÇEŞİTLERİ
Kalp Gözünün Kafa gözünden Farkı
İÇİMİZDEKİ KÂBE: KALB-İ SELİM
Dostun Düşmanın Gözü Onda
İnsana Yapılacak En Büyük İyilik
KALPLERİN KANSERİ: NİFAK
Nifağın Çeşitleri
Nifak Alametleri
ŞEYTANIN KALPTEKİ YAYGARASI: VESVESE
Vesveseden Korunma Yolu
Şeytanın Yaklaşamadıkları
GÜNAHLAR KADER Mİ KUSUR MU?
HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR
Allah’ın Takdiri “Kötü” Olmaz
Her Şey Bir Hedef İçin
Başa Gelenlere Gönül Gözüyle Bakabilmek
Takdire Göre Muamele
Bulanlar ve Kaybedenler
Perdenin Arkasındaki Hikmet
O’nun Hükmüne Teslim Olmak
YARATILIŞ GAYEMİZ
O'nu Tanımak Sürurdur
İlimsiz Kulluk ve Dostluk Olmaz
İlimsiz Gidenlerin Sonu
4

İlaç Hazır, Sıra İçmede


İLİM ÖĞRENME VASITALARIMIZ
HAYAT İMTİHANIMIZ
İlk İnsandan, En Son İnsana İmtihan
Peygamberler de Sınandılar
İnsanlığa Örnek Olsun Diye
Her Hâlimiz Bir İmtihan
Cennet Ucuz Değil!
İÇİMİZDEKİ DERT: MAKAM VE İTİBAR SEVGİSİ
5

ÖNSÖZ
Yüce Rabbimiz’e sonsuz hamd olsun. O’nun sevgili
Resûlü’ne, en güzel salat ve selam olsun. Efendimiz’in
şerefli âline, ashabına ve sünnetini yaşayanlara yüce Allah
en âli makamları ihsan buyursun.
Kıymetli okuyucularımız, size yeni ve farklı bir
çalışma sunuyoruz. Bu çalışmada kendimizi, aslımızı, iç
âlemimizi konu ettik. Bizi biz yapan manevî cevherleri ve
değerleri ele aldık. Bize hayat sebebi yapılan, içimizi
aydınlatan nuru, bu ilahi nurla beden ülkesini yöneten
ruhu, ruhun sarayı olan kalbi, kalbe yardımcı yapılan aklı
ve ilmi tanıtmaya çalıştık. Manevî latifelere değindik.
Kalbimizi istila etmek isteyen nefis, şeytan ve diğer
düşmanlarıyla, onlardan korunma yollarını konu ettik.
İçimizi saran bazı dertleri ve kurtuluş yollarını hatırlattık
Bu ana başlıklar altında, hepimizi yakından
ilgilendiren önemi konuları, en lazım olan kısımlarıyla
işlemeye, sorunları çözmeye, sorulara cevaplar vermeye
çalıştık. İnsanın gerçek mutluluğunun mide ve madde ile
değil, kalp ve manevî güzelliklerle olduğunu, insanın
ancak bu manevî cevherlerini tanıması ve yaratılış
hedefine uygun kullanmasıyla şeref bulacağını; ilahî aşkla
tatlı, edeple mutlu olacağını, ahirette ebedî saadeti elde
edeceğini tespit ettik.
Yüce Allah, âlemi, insan için, insanı da Kendisi için
yaratmıştır. Bize bahşedilen insanî ruh, yüce Mevlâ’yı
tanımak ve ilahi aşkı tatmak için verilmiştir. Kalbimiz, iman,
marifet, sevgi, ilim, hikmet, tefekkür, ibret ve güzel ahlak
merkezi olsun diye bize emanet edilmiştir. İlim ve akıl bize,
Sahibimiz’in çağrısını anlamak, hayatı doğru okumak,
doğruyu bulmak, adaleti korumak ve bütün insanlık
ailesine Hak için hizmet sunmak için lütfedilmiştir. Nimete
şükür, onu yerinde ve hedefinde kullanmaktır. Aksi,
vefasızlıktır.
Şimdi buyurun, insanı eşref-i mahlukat yapan
içimizdeki saklı manevî cevherleri bir nebze tanımaya…
Sevgi ve dualarınızla…
Doç. Dr. Dilaver Selvi
6

RUH DÜNYAMIZI AYDINLATAN NURLAR


İnsan, maddî ve manevî iki yöne sahiptir. Maddî
yönü beden; manevî yönü ruhtur. Buna insanın zâhiri ve
bâtını da denir. İnsanın zâhirî kısmı, toprak, hava, su ve
ateş unsurlarının terkibiyle oluşmuştur. Bedenin et, kemik,
ilik, sinir, kan ve diğer dokuları bu kısma dâhildir. Maddî
âleme, dünya âlemi, halk âlemi, müşahede âlemi, hikmet
âlemi, sebepler âlemi, teklif âlemi, var oluş ve yok oluş
(kevnü fesat) âlemi, süflî âlem, cismânî âlem ve zulmanî
âlem de denir.
İnsanın manevî ve bâtınî yönü ise, melekût âlemine
ait latif cevherlerden oluşur; ruh, kalp, akıl, sır ve diğer
latifeler bu kısma dâhildir. Bu âleme, emir âlemi, melekût
âlemi, gayp âlemi, hakikat âlemi, sırlar âlemi, mana âlemi,
ulvî âlem, ruhânî âlem ve nurânî de denir.
Her iki âlemin kendisine has yaratılış özellikleri,
nurları, ışıkları, rızıkları ve işleri vardır. Hepsi, ilahî
iradenin ve O'nun sonsuz kudretinin hikmetli tecellileridir.
Ayette belirtildiği gibi, bütün irade, tercih, hüküm, yaratma,
iş, emir, sevk ve idare yüce Allah'a aittir. (bk. A'râf 8/54).
Önce, insanın manevî yönünü aydınlatan ve kalbin
hayatı, ışığı, tadı ve kuvveti olan "nur" üzerinde duracak,
meseleyi Kur'an ve sünnet ışığında ele alacak ve İslam
âlimlerinin yorumlarıyla izaha çalışacağız. Böylece, maddî
ve manevî hayatımızın ışığı olan nurun ne olduğunu, onun
insanlardaki değişik yansımalarını, bunun sebeplerini,
neticelerini ve nura ulaşma yollarını tespit imkânımız
olacaktır.
İki çeşit nur vardır. Biri maddîdir, gözle görülür, mülk
ve müşahede âleminde bulunur, varlıkların zâhirini
aydınlatır. En meşhurları güneş, ay ve yıldızların nurudur
yani ışığıdır. Elektrik ve ateş ışığı da bu kısma dâhildir.
Diğeri ise manevîdir, gayp ve melekût âlemine aittir.
Manevî nurlar, ilimle bilinir, safi gönülle müşahede
edilir; nübüvvet nuru, velayet nuru, meleklerin nuru, Arş'ın
nuru, vahyin nuru, Kur'an'ın nuru, İslam'ın nuru, ihsan
nuru, yakin nuru, tevhid nuru, aklın nuru, kalbin nuru,
7

marifet nuru, müşahede nuru, ilmin nuru, zikrin nuru,


namazın nuru, ibadetlerin nuru gibi..
Bazı âlimler, nuru, dünyevî ve uhrevî olarak iki
kısma ayırmışlardır. Dünyevî nurlar da ikiye ayrılır. Bir
kısmı basiretle bilinir. Bunlar, ilahî şeylerden yayılan
nurlardır; akıl ve Kur’an nuru gibi. Dünyevî nurların bir
kısmı, gözle görülür; güneş, ay ve yıldız türü parlak
cisimlerden yayılan ışıklar gibi.
Uhrevî nurlar ise, ahirette mü’minlerin önlerinden ve
sağlarından koşuşan nurlar gibi iman ve salih amellere ait
nurlardır.1
Müfessirlerden biri, maddî ve manevî nurları şöyle
tanıtmıştır:
“Üç nur vardır ki, gökte parlar. Diğer üç nur ise
sırrımda (kalbimde) ışık verir. Gökteki nurlar, ay, yıldız ve
güneştir. İçimdeki nurlara gelince; öğrendiğim ilimler
kalbimin yıldızıdır; akıl onun ayıdır; Rahman’ı tanımak
(marifet) ise parlak bir güneştir. Allah’ın kitabı Kur’an
Rehberim; Allah’ın evi (Kâbe), kıblemdir; dinim, dinlerin en
üsütünü İslam’dır. Şefaatçim, Resûlullah’tır (s.a.v);
Rabbim Allah ise çok affedicidir; O’ndan başka ilah yoktur.
Allah büyüktür.”2
Ahmed İbn Acibe el-Hasenî (k.s), nuru, kulu yüce
Allah'a götüren manevî bir vasıta olarak tanıtır ve der ki:
"Bir nur vardır ki kulu Allah'a yöneltir. Bu, hidayete
sevk edilen kulun kalbine atılan ve onu aydınlatıp inkar
karanlığından kurtaran nurdur. Ona "teveccüh nuru" denir.
Diğer bir nur, Allah'a ulaşan ariflere ihsan edilmiştir ki,
onunla yüce Mevlâ müşahede edilir. Ona da, "müşahede
nuru" denir."
İbn Acibe (rah), kula hidayet yolunu açıp Allah'a
vasıl eden nurları, üçe ayırarak, onları "İslam nuru", "iman
nuru" ve "ihsan nuru" olarak tanıtmıştır. Bunlara, şeriat,
1
Nurun taksimi için bk. İsfehânî, Müfredâtü Elfazi’l-Kur’ân (Tahk.
Safvan Adnan Dâvûdî), Dımeşk 2002, 3. Baskı, s. 827-828; Fîruzâbâdî,
Basâiru Zevi’t-Temyiz fî Letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, (Tahk. Muhammed Ali en-
Neccâr), Beyrut trs, 5/133.
2
Fîruzâbâdî, a.g.e, 5/133.
8

tarikat ve hakikat nurları da denebileceğini söyleyen İbn


Acibe, bu nurların her kalpte ne tür temizlikler yaptığını ve
ona ne güzellikler kazandırdığını genişçe açıklamıştır.3
İbn Acibe, Nur suresinin 35. ayetinin tefsirinde nurları
şöyle tanıtır: Eğer nurla, kulluk hükümlerinden zâhirî
ameller aydınlanıp ortaya çıkıyorsa, ona, "İslam nuru"
denir. Eğer nurla, delil yoluyla Allah'ın yüce zâtına ve
kemaline ait vasıflar ortaya çıkıyorsa, ona, "iman nuru"
denir. Eğer nurla, müşahede yoluyla, Cenâb-ı Hakk'ın
zâtının hakikati ve sırları ortaya çıkıyorsa, ona, "ihsan
nuru" denir.
Birincisi (İslam nuru), yıldızın ışığına benzer. İkincisi
(iman nuru), kamerin ışığına benzer. Üçüncüsü (ihsan
nuru) ise, güneşin ışığına benzer; bunun için sufiler,
durumlara göre, "İslam yıldızı", "iman kameri" ve "irfan
güneşi" tabirlerini kullanırlar."4
Nur ile ziya (ışık, aydınlık) arasında fark vardır. Nur
asıldır, aydınlık (ziya) ona tâbidir. Nur kaynaktır, ziya
ondan yayılan ışıktır. Bunun için yüce Allah'a "en-Nur"
denir fakat "ziya" denilmez.5 Allah Teâlâ, nurun nurudur;
yani bütün nurların kaynağı, yaratanı ve dağıtanıdır.
Her iki nur çeşidini yaratan yüce Allah'tır. Allah bütün
nurların, ışıkların, aydınlıkların, hayat sebeplerinin ve
hareketlerin yaratıcısıdır. Asıl hayat kaynağı O'dur. Bunun
için yüce Allah'ın güzel isimlerinden biri de “en-Nûr”dur.6
“Allah nurdur” derken, gözle görülen ve akılla bilinen
bir nur değil, bu iki nur çeşidinin dışında bir mana
kastediliyor. Nur, yüce Allah’ın zâtına has bir sıfattır. Allah
3
Nurlarla ilgili geniş açıklama için bk. İbn Acibe, İkâzü'l-Himem fi
Şerhi'l-Hikem, Beyrut 2005, 1. Baskı, s. 129-132. İbn Ataullah
İskenderî'nin nurlarla ilgili pek çok hikmetli sözü vardır. İbn Acibe onları
İkâzü'l-Himem'de genişçe açıklamıştır. Örnek olarak 14, 53, 54, 55,
101, 110, 133, 147-152, 195-197 numaralı hikmetlere bakınız.
4
İbn Acibe, el-Bahrü’l-Medîd fî Tefsiri’l-Kur’ani’l-Mecîd, (Tahk. Ömer
Ahmer er-Râvî), Beyrut 2002, 1. Baskı, 5/78.
5
bk Âlûsî, Rûhu’l-Meânî fî Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’u’l-Mesânî
(Tahk. Seyyid İmrân), Kâhire 2005, 1-2/243.
6
Tirmizi, Deavât, 82, Hakim, Müstedrek, 1/16; İbn Hıbban, Sahih, nr.
808.
9

nur sıfatına sahiptir fakat bu nur gözle görülen, eşyada


yansıyan ışıktan, mü’minin kalbine atılan nurdan ayrı bir
şeydir. İsim aynıdır, fakat sıfat farklıdır.
Yüce Allah'ın bütün isim ve sıfatları yüce Zâtı'na
hastır. Allah, zâtı, sıfatları ve fiilleriyle tektir; hiçbir varlık
O'na benzemez, hiçbir varlığın sıfatları da O'nun
sıfatlarına benzemez. “Allah görür, işitir, konuşur” deriz,
fakat O'nun görmesi, işitmesi ve konuşması yüce Zât'ı gibi,
bizim hayâlimiz dışındadır; varlıkların görmesine,
işitmesine ve konuşmasına benzemez. Zât'ı gibi,
sıfatlarının ve bu sıfatların tecellilerinin de eşi, benzeri,
dengi yoktur. Yüce Allah'ın nur sıfatı da böyledir.
İmam Gazâli, yüce Allah'a "en-Nur" denmesini şöyle
açıklar: "Asıl nur, kendisi bizatihi mevcut olan ve
başkasına vücut veren şeydir. Bu manada yüce Allah
nurdur. O, bizatihi mevcuttur ve kendisinden başka bütün
varlıkların varlığı O'dandır."7
Allah Teâlâ, bütün nurların kaynağı olduğu çin
Kendisi’ne “Nur” ismini vermiştir. Gözler O’nun nuruyla
görür, kalpleri O’nun nuruyla doğru yolu bulur. Yahut Allah
Teâlâ, her şeyde zahir olduğu ve vücut bulan her varlığı O
ortaya çıkardığı için, O’na, “Nur” denmiştir.8
Hz. Peygamber de (s.a.v) yüce Allah’ın “nur”
olduğunu belirtmiş, diğer hadisinde Allah Teâlâ’nın, Zatı’nı
gözlerden nurla perdelediğini haber vermiştir. Hadisler
aşağıda gelecek.
Nur, hayat sebebidir. Nur, yokluk karanlığındaki bir
şeyi ortaya çıkaran şeydir. Nur, yerleri gökleri aydınlatan,
bütün varlıklara canlılık ve hareket veren, onların varlık
âleminde varlığını devam ettiren, hepsine ayrı bir şekil,
suret, renk ve tat veren şeydir. Nur bir sırdır, hayatın
iksiridir, yüce Allah'ın varlıklara tecellisidir.9

7
Gazâlî, Mişkâtü'l-Envar, bk. Gazâlî, Mişkâtü'l-Envâr, (Tahk. Semih
Dağım), Beyrut 1994, 1. Baskı, s. 61-62 Beydâvî, Envârü't-Tenzîl,
Beyrut 1988, 1. Baskı, 2/124.
8
Fîruzâbâdî, a.g.e, 5/134.
9
Nurun geniş bir tarifi için bk. Gazâlî, a.g.e, s. 61-62
10

Nuru, ilmin nuru ve amelin nuru olarak iki kısma


ayıran Muhyiddin b. Arabî (638/1240),10 bilinen, hissedilen
ve hayal edilen her şeyin nurla bilindiğini; göz, kulak, dil,
akıl gibi bütün his ve idrak organlarının görevlerini nurla
yaptığını, bunun da şahıslara göre değiştiğini belirtmiştir.11
Yüce Allah, Hz. Peygamber'i (s.a.v) bir nur (Maide
12
5/15) ve ışık saçan lamba olarak tanıtmıştır. (bk. Ahzap
33/46).
Aynı şekilde Kur'an'ı Hakim'in de bir nur olduğu
belirtilmiştir. (Şura 42/52).
"Size apaçık bir nur indirdik" (Nisa 4/174) ayetiyle
“Allah’a, Resûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin”
(Teğâbün 64/8) ayeti de Kur'an'dan bahsetmektedir.
Kur’an’a “nur” denmesi, kalbe manevî hayat olması, aklı
ve ruhu aydınlatması, icazı, hakkı kesin delillerde ortaya
koyması, ilahî hükümleri beyan etmesi, batılı ve dalaleti
açıklaması sebebiyledir.
Allah'ın indirdiği şekliyle diğer ilahî kitaplarda da bir
nurun bulunduğu belirtilmiştir. (bk. Mâide 5/44, 46).
Muttaki kullara ve mü’minlere verilen nur da (bk.
Hadid 57/28) bu kısma girmektedir. Ayrıca, namaz ve zikir
başta olmak üzere her salih amelin ayrı bir nuru vardır. Bu
nurlar kalbin hayat sebebidir. Onu aydınlatır, feyizlendirir,
kuvvetlendirir, tatlandırır ve ona manevî bir huzur verir.
Kur'an'da güneşin bir ışık, ayın ise nur yapıldığı
belirtilmiştir. (Yunus 10/5). Yıldızlar da maddî nura dâhildir.
Kalbi aydınlatan nurdur. Melekût âleminin ışığı
nurdur. Melekler nurdan yaratılmıştır; gıdaları zikir ve
nurdur. Berzah âlemi de nurla aydınlanmaktadır.
Peygamberlerin, şehitlerin, salihlerin, velilerin ruhları nur
içinde safa sürmekte ve mahşeri beklemektedir. Mahşer
yerini aydınlatacak da ilahî nurdur. Cennetin aydınlığı da
nurla olacaktır.
10
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (Tahk. Ahmed Şemseddin) Beyrut
2006, 2. Baskı, 8/41.
11
İbn Arabî, a.g.e, 5/408.
12
Râzî, Mefâtihü’l-Gayb, 11/150; Fîruzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyiz,
5/135.
11

Nur, Cenâb-ı Hakk'ın en büyük şahididir; O’nu


tanıtır, O’na giden yolu aydınlatır. Buna, "hidayet" denir.
Bu nuru taşıyan peygamber, âlimler ve veliler de hidayet
yolunu aydınlatıp gösteren birer delil ve rehberdirler.
Nur Perdesi
Yüce Allah'ı dünyada baş gözüyle görmek mümkün
değildir; gönül gözüyle müşahede etmek ise ehline has bir
iş olup mümkün, caiz ve vâkidir. Yüce Allah zâtını nurlarla
perdelemiştir. Bunu şu hadis-i şeriften anlıyoruz:
"Yüce Allah'ın perdesi nurdur, -bir rivayette nardır
yani ateştir- şayet perdesini açacak olsa, Zâtı'nın azameti
bütün varlıkları yakardı."13
Diğer bir hadis-i şerifte yüce Allah'ın zâtı ile diğer
varlıklar arasında nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdenin
bulunduğu belirtilmiş ve bu perdelerden birisinin
açılmasıyla nefsin eriyip yok olacağı haber verilmiştir.14
Buradaki perde, yüce Allah'ı çevreleyen şey değil,
zâtının doğrudan görülmesine engel olan şeydir. Yüce
Allah'ın zâtının bir haddi, sınırı, sonu yoktur ki, onu bir şey
çevrelemiş olsun. Yüce Allah, kulları ile kendi arasına nur
ve ateşten perde koymuştur. Bu perde onlar için bir
rahmet olmuştur. Allah Resûlü'nün (s.a.v), "Rabbimi bir
nur olarak gördüm"15 buyurması da bu nur perdesine
işaret etmektedir. İmam Sindî, birinci hadisin şerhinde der
ki:
"Perde, bakan ile görülecek şey arasına çekilen
şeydir. Hadis bu fani dünyadaki perdeden bahsetmektedir.
Bu perde kulların baş gözüyle yüce Allah'ı görmesine
engel olmaktadır. Ahirette böyle bir engel yoktur. Sonra bu
perde O'nun bilinip tanınmasına engel değildir. Bu nur
perdesi bizim bildiğimiz perdeye benzemez. Yüce Allah

13
Müslim, İman, 292, 293; İbn Mâce Mukaddime, 14, (nr. 195-196);
Ahmed, Müsned, 4/401; İbnu Hıbban, Sahih, nr. 266; Ebû Ya'la,
Müsned, nr. 7263.
14
Ebû Ya'la, Müsned, nr. 7525; Taberanî, el-Kebir, nr. 5802; İbn Ebi
Asım, es-Sünnet, nr. 807; Heysemi, ez-Zevâid, 1/79; İbn Hacer, el-
Metâlibü'l-Âliye, nr. 2994.
15
Müslim, İman, 291, 292.
12

zâtını izzetinin nurları, celali, azameti ve ululuğu ile


perdelemiştir. O öyle bir perdedir ki, onun önünde akıllar
şaşırıp dehşete düşer, gözler kör olur, gönül gözü hayrette
kalır. Bu nur perdesi kalkacak olsa, ona bakan bütün
varlıklar yanardı."16
İbn Ataullah İskenderî, bu konuda şu orijinal tespiti
yapar: "Cenâb-ı Hakk'ın zâtını perdelediğini ve hiç
görülmeyeceğini düşünme. Asıl perdelenen Allah’ın değil,
senin zâtındır. Kapalı olan senin kalbindir. O'nun
perdelendiği nasıl düşünülür ki, O, her şeyde zuhur
etmiştir. Her şey O'nunla ortaya çıkmış, vücut bulmuş,
varlık âlemine gelmiş ve şu anda varlığını O'nunla devam
ettirmektedir. O her şeyden önce vardı, zuhur etmişti.
Aslında O her şeyden daha açık ve daha zâhirdir. O'nu
hiçbir şey perdeleyemez; çünkü O her şeyden önce
mevcuttu. O, her şeye o varlıktan daha yakındır."17
Yüce Allah kendisini şöyle tanıtmıştır: "O evveldir;
âhirdir, zâhirdir, bâtındır. O her şeyi bilmektedir." (Hadid
57/3)
Yüce Allah evveldir; O'ndan önce hiçbir varlık
mevcut değildir.
O, âhirdir; her şey fanidir, sonludur; bâkî kalan ve
ebedî olan O'dur.
O, zâhirdir; varlığı apaçık ortadadır, bütün varlıklar
O'nu tanıtır, deliller O'nun birliğini ve kudretini ispat eder.
Her şey O'nun şahidi, bütün âlem O'nun alametidir. O,
zuhurunun şiddetinden dolayı gözlerden perdelenmiştir.
O, bâtındır; Zâtı'nın hakikati kullara gizlidir, O'nu
hakikatiyle ancak kendisi tanır. O, her yerde hazır ve
nâzırdır. Her şeye özünden, insana nefsinden daha
yakındır. Bu yakınlığından dolayı gözlerden
perdelenmiştir.
Demek ki gözü ve gönlü perdeli olan kuldur. Ayrıca,
ilahî nuru görecek olan, baş gözü değil, gönül gözüdür.
Gönlü, inkar ve isyan kirleriyle kapalı olanlar, yüce Allah’ın
16
Sindî, Şerhu İbn Mace (Tahk. Halil b. Me’mûn Şiyhâ), Beyrut 1997, 2.
Baskı, 1/129. (Mukaddime, 14).
17
bk. İbn Acibe, İkâzü'l-Himem, s. 61-63.
13

cemalinin tecellisi olan nurları hiç göremezler. Asıl perde


budur. Kulun kalbinden kaldırmakla görevli olduğu perde
de budur. Kalp temizlenir ve edebince Hakk'a yönelirse,
hayatın aslı olan nuru görür, sahibini tanır, marifete eder,
huzur bulur.
Hayat Nuru
Kâinatta yaratılmış bütün varlıklar, yokluk karanlığını
yaşamıştır. Eğer onların üzerine nur atılmasaydı yani
canlı- cansız her bir varlıkta ilahî zuhur ve tecelli
olmasaydı hiçbiri vücut bulamaz, varlık âlemine gelemez,
yokluk karanlığı içinde kalırdı.
Yüce Allah, bütün varlıklara sıfatını göre değişik
şekillerde tecelli etmiştir, etmektedir. Her bir varlıkta hayat
nuru vardır. Hayat, ilk yaratılış demektir. Yerde gökte ne
kadar varlık varsa hepsi yüce Allah'ın sonsuz ilim, irade,
kudret ve nurunun tecellisi ile var olmuş ve hayat
bulmuştur.
Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî’nin belirttiği gibi,
yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıklar, zatları itibariyle
karanlıktır; hepsi nurunu Allah'tan almaktadır. Varlık
âlemine gelen bütün varlıkların elde ettikleri ilim ve
marifetler de yüce Allah tarafından verilmiştir.18
Allame Âlûsî, varlıkların nurla irtibatı hakkında der ki:
"Bütün varlıklar yüce Allah’ın nurunun tecellisinden
bir pay taşır. Hatta kesif (cansız) varlıkar bile, vücut
bulmaları yönüyle bu tecellinin eseri olup O’nun nurundan
boş değildir.19
"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur 24/35) ayeti,
sadece gökleri ve yeri değil, bunların içinde bulunan bütün
varlıkları içine almaktadır. Müfessirler bu ayete şu
manaları vermişlerdir:
Allah, gökleri, yeri ve içindekileri yoktan var edendir;
onları aydınlatan nurun ve ışığın sahibidir.
Allah, göklerdeki ve yerdeki bütün işlerini tedbir
eden, onları bir nizam ve intizam içinde sevk ve idare
edendir.
18
Râzî, Mefâtihü’l-Gayb, 23/200. Beyrut 1990, 1. Baskı,
19
Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, 17-18/479.
14

Allah, gökleri ve yeri aydınlatıp süsleyendir. Yüce


Allah gökleri meleklerle, dünyayı güneş, ay ve yıldızlarla
aydınlatmaktadır. Yüce Allah göğü güneş, ay ve yıldızlarla
süslediği gibi, yeryüzünü de peygamberler, âlimler, veliler
ve mü’minlerle süslemiştir. Ayetin peşinden, "Allah
dilediğini nuruna ulaştırır" kısmı manevî nura işaret ediyor.
Bu, kalbi aydınlatan hidayet, ilim ve salih amel nurudur.20
Kâinatta varlığı kendinden olan tek varlık yüce
Allah'tır; O'nun dışında varlığı kendinden olan hiçbir varlık,
nur, aydınlık ve ışık yoktur. Hepsi yüce Allah'ın mülküdür.
Her şeyin zuhuru, ortaya çıkışı yüce Allah'tan olduğu için
O'na "Nur" denilmesi mümkündür; uygundur, fakat bu, dil
yönünden mecazî bir kullanımdır. Kullandığımız manaya
göre nur, kalbi ve kâinatı aydınlatan şeydir. Bu manada
nur, yaratılmıştır. Yüce Allah'ın, "O Allah ki karanlıkları ve
nuru yarattı" (En'am 6/1) ayetinde bu çeşit nur
kastedilmektedir.
Büyük arif Ahmed İbn Acibe el-Hasenî der ki:
"Varlıkların zâhiri, karanlıktır, içi (hakikati ve manası ise)
ise nurdur. Eşyanın dışına bakan ve sadece maddî
kısmında kalan kimse, onu karanlık görür; içine nüfüz
eden ise, hepsini melekût âlemine ait birer nur olarak
görür. "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur 24/35) ayeti,
buna işaret etmektedir."21
Kainattaki her şey, ilahî sıfatların nurlarıyla ayakta
durmaktadır.22
Demek ki kâinatta hayatın kaynağı nurdur. Yerdeki
ve gökteki her varlık bu nurdan bir pay sahibidir. Bunda
mü’min-kâfir ayırımı yoktur. Bizim cansız, ruhsuz
zannettiğimiz güneş, ay, ağaç, taş, toprak gibi varlıklar da
buna dâhildir.
"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur 24/35) ayetinin
manası, yüce Allah, göklerde ve yerde mevcut olan bütün
varlıklara hayat veren, hayatını devam ettiren, hayat için
20
bk. Râzî, Mefâtihü’l-Gayb, 23/195 (Beyrut 1990, 1. Baskı) Beydavî,
Envârü't-Tenzîl, 2/124; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, 17-18/480.
21
İbn Acibe, İkazü'l-Himem, s. 62-63.
22
İbn Acibe, el-Bahrü’l-Medid 1/131.
15

gerekli bütün ihtiyaçlarını temin eden, bütün varlıkları


gören, gözeten, denetleyen, sevk ve idare eden
manasındadır. Şu ayet de bu yaratılış nurundan
bahsetmektedir:
"Musa dedi ki: Rabbimiz, her şeye hilkatini (yaratılış
özellik, kabiliyet, şekil ve görevini) veren sonra da (onu
hedefine uygun) doğru yola sevk edendir." (Tâhâ 20/50)
İbn Ataullah İskenderî, Hikem adlı eserinde der ki:
"Bütün kâinat karanlıktır; onu yüce Allah'ın zuhuru
ve tecellisi aydınlatmıştır. Kim bu kâinata bakar da onun
içinde, yanında, öncesinde veya sonrasında Cenâb-ı
Hakk'ı müşahede edemezse, o kimse, nurları kaybetmiş,
maddeye takılıp marifet güneşlerinden perdelenmiştir."23
Yine İbn Acibe der ki: "Gönül gözü açık müşahede
sahipleri için bütün kâinat nurdur. Nurun sahibine iman
edenlerin her tarafı nurla sarılıdır. Kalpleri perdeli gafiller
içinse bütün kâinat karanlıktır. Dıştaki aydınlık onlar için bir
şey ifade etmez. Onların niyetleri inkar, işleri isyan olduğu
için, her tarafları manen zulmetle, karanlıklarla çevrilidir."24
Ayette belirtildiği gibi, kamil mü’minler nurlar içinde
yaşarken, (bk. Nûr 24/35) kâfirler önlerini yani önlerindeki
hak yolu ve binlerce hakikati göremeyecek şekilde koyu
karanlıklar içinde hayat sürmektedir. (bk. Nûr 24/40.)
İnsanlık Nuru
İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi insanda, hayvanî ruh
yanında bir de insanlık nuru yani ruh-i insanî vardır. Bu
nur, insana ruh ile verilmiştir. İnsan, bu ruhu ve manevî
yönüyle diğer bütün varlıklardan ayrılmaktadır. Diğer
canlılara hayat veren hayvanî ruh, insana verilen özel
ruhun özellliklerini taşımaz. İnsanî ruh, hayat, ilim, şuur ve
nur sahibidir. Gözle görülmeyen latif ve sırlı bir cevherdir.
İnsandaki görme, işitme, düşünme, hareket ve
tasarruf kabiliyetleri insanî ruhtan kaynaklanmaktadır. Bir
şeyi idrak ve tefekkür bu ruhla olmaktadır. Bu ruhun
bedenin her parçası ile irtibatı vardır. Ruhun vücuttaki
sarayı, hüküm ve tasarruf yeri kalptir fakta ruh, bütünüyle
23
İbn Acibe, İkazü'l-Himem, s. 62-63.
24
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medid, 5/79.
16

bedenin içinde olmadığı gibi, ondan tamamen ayrı da


değildir.25
Ruh, cevher olarak melekler âlemindendir. Yüce
Allah'ın özel bir tecellisidir. Bedenlerden önce yaratılmıştır.
Elest bezminde yüce Allah ile sözleşme yapıp O'nun
Rabliğini ikrar ve ilan eden ruhtur. Bu ruh, iman, marifet ve
muhabbetle görevlidir. Teklif (ilahî hitap ve emirler) bu
ruha yapılmaktadır. O, insana yüce Allah'ı tanıması ve
melekût âlemiyle irtibat kurması için verilmiştir. Yüce Allah
bu ruh sayesinde insana öyle bir yücelik, güzellik ve
ayrıcalık kazandırmıştır ki, onun sebebiyle meleklere
secde emri vermiştir. Ayette bu durum şöyle anlatılır:
"Bir zaman Rabbin meleklere şöyle dedi: Ben
çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tesviye edince
(kendisine şekil verip düzenleyince) ve ruhumdan
üfleyince, kendisine secde edin." (Sâd 38/71-74).
Azidüddin Nesefi, İnsan-ı Kâmil kitabında, insanın
bu ruhla kazandığı istidat, yetki ve şerefi şöyle
özetlemiştir:
"Bu ayette geçen “tesviye”, ona verilen istidattır.
İstidat, nuru kabuldür. Ona ruhun üfürülmesi, nurun
kabulünden ibarettir. Bu nuru kabul eden insana,
meleklerin secde etmesi emredilmiştir. İnsan, bütün âlemin
hülasasıdır. Âlemde olan her şey bir şekliyle insana da
verilmiştir. Bütün mevcudat insanda kemal halini
bulmuştur. Olgunluk meyvede olur. Mevcudat ağacının
meyvesi insandır. İnsan, âlemin Kabesi olmuştur. Hepsi
ona yöneltilmiş ve hizmetçi yapılmıştır. İnsan, meleklerin
kendisine secde ettiği varlıktır. Hepsi insan için çalışırlar.
Ayette belirtildiği gibi (bk. Casiye 45/13); göklerde ve
yerlerde olan her şey insanın hizmetine bağlanmıştır. Bu
durum, insanın kendisinde değil, yüce Allah'ın ona bir
ihsanı olarak gerçekleşmiştir.
Secde etmek, alnı yere koymak değildir. Birine
secde etmek onun için çalışmaktır. O halde tüm varlıklar
insanlara secde ederler. Mevcudat aralarında insan-ı kâmil
25
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları, (Trc. Dilaver Selvi), Semerkand Yay.
8. Baskı, İstanbul 2011, s. 94.
17

bulunduğu için insanlara secde eder yani hizmetinde


çalışır. Şu halde bütün insanlar insan-ı kâmilin gölgesinde
geçinmekte ve onun sayesinde bu nimetlere
kavuşmaktadır.
İnsan deyince, insan-ı kâmili kastediyoruz. İlahî nura
ayna olan odur. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellilerine en
kâmil manada mazhar olan da yine odur. Bu âlemde
insan-ı kâmilden daha ulu, daha bilgili bir varlık yoktur. Ulu
melekler, ruhaniler, gökler, yıldızlar hepsi kâmil insanın
hizmetçisidirler. Hepsi sürekli kâmil insanın etrafında
koşarlar, kâmil insanın işlerini yoluna koyarlar."26
İnsanın et kemik kısmı, üreme yoluyla doğan diğer
canlılarla ortaktır. İnsanın onlardan ayrıldığı kısmı,
kendisine insanî ruhun üfürülmesi ve insanlık nurunun
verilmesidir. İşte insana bahşedilen bütün insanî akıl,
marifet, muhabbet ve kabiliyetler ona bu ruh ile verilmiştir.
"Allah, Âdemi kendi suretinde yarattı"27 hadisi de
insana verilen çok özel bir duruma işaret etmektedir.
Hadis, "Allah Âdem'i Rahman'ın suretinde yarattı" şeklinde
de rivayet edilmiştir.
İmam Kastallani, Buhârî Şerhinde bu hadisi
açıklarken demiştir ki:
"Hadiste insana bir şeref ve yücelik kazandırmak için
böyle buyrulmuştur. Yoksa hadis, Allah Âdem'i zâtıyla
kendine benzer bir şekilde yarattı manasında değildir.
Hadisin diğer bir manası, yüce Allah Âdem'i kemal ve
cemalde diğer hiçbir varlığın kendisine ortak olmayacağı
bir sıfatta yarattı, demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın özel
tecellilerine mazhar olduğu için varlık âleminin özü,
hülasası ve meyvesi olmuştur. Yüce Allah, insanı
tanıtırken, "Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık; onu
yarattıklarımızın birçoğundan üstün yaptık" (İsra 17/70)
buyurmuştur. Diğer bir ayette ise yerde ve gökte ne kadar
varlık varsa, hepsini insanoğlunun hizmetine verildiği
belirtilmekte (Câsiye 45/13) ve zâhirî ve bâtınî bütün
26
Azidüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kamil, Dergah
Yay. İstanbul, 1990, s. 113.
27
Buhari, İsti'zan 1; Müslim, Cennet, 28, Birr, 115.
18

nimetlerin insanın üzerine akıtıldığı ve önüne serildiği ifade


edilmektedir. (Lokman 31/20)
Göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların hizmetine
verilmiş olması, insana şeref olarak yeter. Allah insanı,
varlıklar içinde en şerefli olan meleklerle, en düşük
seviyede olan hayvanlar arasında bir vasıta yapmıştır.
İnsanda her ikisine ait özellikler mevcuttur. Ayrıca yüce
Allah, insanlarla melekler arasında, özel olarak seçilmiş bir
sınıf koymuştur ki, bunlar peygamberlerdir. Peygamberler,
insana ait özellikler yanında meleklere ait özelliğe de
sahiptirler. Bir yönleriyle insanlar gibi yiyip içerken, diğer
yönleriyle melekler gibi göklerin ve yerin melekûtuna,
görünmeyen sırlarına, gayb âlemine bakabilmektedirler.
Peygamberlerin dışındaki insanlar da, nefse ait kötü
sıfatlardan ve bedeni saran zulmetlerden temizlenip yüce
Allah'ın huzurunda bulunmaya ehil bir hale gelince,
meleklerden daha üstün olurlar."28
Büyük veli Muhyiddin bin Arabî'nin belirttiği gibi yüce
Allah, ilahî sıfatlarından insanı bir derece pay sahibi
yapmıştır. İnsan bu âlemde o nur üzere yaşar; Hakk'ın
aynası olur.29
İnsan, yüce Allah'a zâtı ile değil, sıfatları ile bir
derece benzer. Bu benzerlik de yine isimdedir, asılda
değildir. Mesela, yüce Allah her şeyi bilir, insana da bir
derece bilme özelliği vermiştir; insan da bilir. Ancak
insanın bilmesi hiçbir şekilde yüce Allah'ın bilmesine
benzemez. Yüce Allah her şeyi görür, insana da bir derece
görme özelliği vermiştir. Yüce Allah her şeyi işitir, insana
da bir derece işitme özelliği vermiştir. Yüce Allah her şeye
güç yetirir, insana da bir derece güç vermiş, bazı şeylerde
tasarruf etme imkanı bahşetmiştir. Diğer sıfatlar da
böyledir.
Kendisine ruh vasıtasıyla bu nur ve yetkiler verilen
bir insan, onları ilahî marifet ve muhabbet yolunda
kullanmazsa, karanlıklar içinde kalır, meleklerin sıfatından
çıkar, şeytanla birlikte olur, ona benzer, hayvanlardan
28
Kastallânî, İrşâdü's-Sârî, Beyrut 1996, 7/234-235.
29
Münavî, Feyzü'l-Kadîr, 3928 nolu hadisin şerhi.
19

daha aşağı bir duruma düşer, bütün manevî kıymetini


yitirir, hürmetini kaybeder. Ahsen-i takvimde yani en güzel
sûrette yaratılmışken, Allah korusun, esfel-i safilin denen
en kötü duruma düşer. Bunun sebebi nurdan kaçmak,
nura gözünü kapamak ve hakkın davetine kulağını
tıkamaktır. Bu durum ayette şöyle belirtilir:
"Onların kalpleri vardır, onunla (hakikati)
kavramazlar. Gözleri vardır (Hakk'ın ayet ve alametlerini)
görmezler. Kulakları vardır (Hakk'ın davetini) işitmezler.
Onlar, hayvanlar gibidirler; hatta onlardan daha şaşkın bir
haldedirler. Onlar, gafil kimselerdir." (A'raf 7/179)
Allame Beydâvî, "Kâfirlere gelince, onların dostları
tağutlardır (haktan saptıran insan ve cin şeytanlardır). Bu
tağutlar onları, nurdan zulmetlere çıkarırlar" (Bakara
2/257) ayetinin tefsirinde, ayette bahsedilen nurun,
yaratılış fıtratıyla kendilerine ihsan edilen nur olduğunu,
tağutların onları bu nurdan çıkarıp inkar karanlığına, bu
nurla verilen iman istidadını bozmaya ve şehvetlerine
dalmaya sevk ettiklerini belirtmiştir.30
Üstad Bediuzzaman, imanla kazanılan şerefi ve
inkarla düşülen felaketi açıklarken, mana olarak şöyle der:
"İnsan, iman nuru ile âlây-ı illiyyine (en yüksek
dereceye ve ilahî yakınlığa) çıkar, cennete layık bir kıymet
kazanır. İnsan, küfrün zulmeti ile esfel-i sâfiline
(hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye) düşer;
cehenneme ehil olacak bir vaziyet alır. İman, insanı yüce
yaratıcısına bağlar; O'na ait yapar. İman bir intisaptır, Hak
ile olmaktır. Hak ile olan kimse, bütün şerefi O'ndan alır;
varlıklar içinde en şerefli olur. İnkar ise bu nisbeti ve bağı
keser. Kalp Hak'tan kopar. Bu haliyle O'na ait hiçbir sanatı
göremez, okuyamaz, anlayamaz olur. İnsan eti kemiği ile
kalır. Kıymeti yalnız maddî yönüyle olur. Madde ise fanidir,
geçicidir, kısa sürelidir. Hayvanlara ait bir hayat şeklidir.
Kıymeti hiç hükmündedir."31

Hidayet Nuru
30
Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 1/135.
31
Said Nursî, Sözler, s. 311, (23. Söz).
20

Bir diğer nur çeşidi, hidayet nurudur. Hidayet nuru,


iman nurudur, Allah tarafından kalbe konan ilahî bir
rahmettir. Bu nur, yüce Allah’ın şahididir; O’nu tanıtır. İman
nuru, İslam nuru ile birleşirse, sahibi ibadet ve taatın
nurlarını elde eder. Devamı ihsan nurudur. İhsan, kalbin
Cenâb-ı Hakk'ı müşahede edecek bir safiyete ve marifete
ulaşmasıdır.
Hidayet, Allah'ın yoluna ve zâtına ulaşmaktır.
Hidayet nuru kula, Rabbini müşahede için verilmiştir. Dinin
temeli iman ve İslam’dır, hedefi ise ihsandır; yani Allah'a
vuslat.
Hidayet nuruyla insan gayb ve hakikat âlemine
gözünü açar, insanlık makamına birinci adımı atar. Çünkü
bu nur ölü kalbi diriltir, kuvvetlendirir, tatlandırır,
feyizlendirir, onu inkar karanlığından kurtarır, aydınlatır,
içindeki manevî kirleri temizler, yüce Allah'ı tanıtır, sevdirir
ve O'na yöneltir.
Şu ayetler, mü’minlere Allah tarafından verilen
hidayet nurundan bahsetmektedir:
"Allah mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan
nura çıkarır." (Bakara 2/257)
"Allah dilediğini nuruna ulaştırır." (Nur 24/35)
Yine, "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanların
içinde yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar
içinde kalan kimse gibi midir?" (En'am 6/122) ayeti de,
kalbe konan hidayet nurdan bahsetmektedir.
Nurun sahibi yüce Allah'tır; O bir insanın içini ve
dışını aydınlatacak bütün ışık çeşitlerini yaratmış ve
taksim etmiştir. Allah Resûlü’nün (s.a.v) belirttiği gibi; yüce
Allah'ın bu özel nurundan nasibini alan hidayeti bulmuş,
alamayan karanlık ve dalalet içinde kalmıştır.32
"Allah bir kimseye nur vermezse, onun için hiçbir nur
yoktur" (Nur 24/40) ayeti, hidayet nurunun yüce Allah'ın
elinde olduğunu bildirmektedir.
Büyük veli Ebü’l-Haseni Şâzelî, mü’minlerde
bulunan hidayet nurunun ne kadar şerefli ve büyük

32
Tirmizi, İman, 18; Ahmed, Müsned, 2/176.
21

olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Eğer isyana dalan bir


mü’minin nuru açılsaydı, gök ile yer arasını doldururdu;
Allah’a itaat içinde olan mü’minin nurunun nasıl olacağını
düşünün!”33
Kendisinde hidayet nuru bulunmayan kimse, henüz
insanlık makamına çıkmamıştır. "Şüphesiz Allah katında,
yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi (zararlısı), inkar
edenlerdir; onlar artık iman etmez" (Enfal 8/55) ayeti, inkar
karanlığında kalıp hidayet nurundan mahrum olan
kimsenin, varlıklar içinde en düşük seviyede kaldığını
belirtiyor. Hidayet nurundan mahrum kalan insanın iç
âlemi karanlık, ruhu zulmet içinde, kalbi ölü, gönül gözü
kör, kulakları sağır, dili lâldır. Bu haliyle o, şekil olarak
insandır, fakat hakikat olarak hayvanlardan daha aşağı bir
derecededir. Çünkü imansız ve irfansız kimsenin yaptığı
tek şey, hayvanlar gibi yiyip içmek, uyuyup dinlenmek ve
şehvetini tatmin etmektir. Bunlar, insanlık alameti değildir.
İnsanı insan yapan değerler, ilahî aşk, iman, irfan,
tefekkür, edep ve yüce Yaratacı'nın razı olduğu salih
amellerdir. İnkar, karanlıktır; kâfir, nursuzdur. Edep ve
salih amel sahibi olmayan kimse de gerçek insanlığın
hakikatinden mahrumdur. İman ve salih amelin meyvesi
marifet ve muhabbettir. Muhabbetin meyvesi edeptir.
Edep, insanı hayvandan ayıran manevî güzelliktir.
Her mü’minin kalbine hidayet nurundan bir pay
konulmuştur ancak bu nur her kalpte aynı derecede
değildir. İlahî nasip yanında, kulun salih amellerine göre
bu nur kalpte azalır veya çoğalır. Kalbin nuru, işlenen
günahlarla azalır; taat, takva, zikir ve tefekkürle çoğalır.
Bütün nurların açığa çıkacağı kıyamet gününde, herkesin
dünyada kazandığı iman ve amel nurları gözle görülür.
“Kıyamet günü mü’minlerin nuru, önlerinde ve
sağlarında koşar. Onlar, ‘Rabbimiz nurumuzu tamamla,
bizi affet; şüphesiz sen her şeye kadirsin’ derler.” (Tahrim
66/8) ayeti bu durumu belirtmektedir. Müfessirlere göre
ayet, bazı mü’minlerin nurlarının az olduğuna ve bunun

33
İbn Acibe, İkazü’l-Himem, s. 212.
22

için nurlarını tamamlaması için Allah’a yalvardıklarına


işaret etmektedir.34
Her mü’min, amelinin nurunu kabrinde görmeye
başlar. Hadis-i şeriflerde belirtildiği gibi, ahirette, mahşer
yerinde bazı mü’minlerin nuru dağlar gibi etrafını sararken
bazılarının nuru dolunay gibi parlar. Bazılarının nuru, boyu
kadardır; ancak önünü aydınlatır. Bazılarının nuru parmak
ucundadır; bir parlar bir söner, basacağı yeri zor görür,
düşe kalka yürür.35
Bütün bunlar, dünyada kalbin sahip olduğu marifet
ve salih amele göre ortaya çıkacak sonuçlardır.
Kâfir ve münafıkların ise nuru yoktur. Onlar kabirde
ve ahirette koyu karanlıklar içinde kalırlar. Kıyamet günü
mü’minlerden nur isterler fakat almak mümkün olmaz. (bk.
Hadid 57/13). Ruh ile fıtratlarına konan insanlık nuru da
kendilerinden çekilip alınır ve öylece kapkaranlık bir halde
cehenneme atılırlar. Böyle bir durumdan yüce Allah'a
sığınırız.

Hidayet Nurunun Misali


Hidayet, insanların kalplerine konan ve ruhlarına
yayılan manevî bir nurdur. Bu nur, ayet-i kerimede bir
misalle şöyle anlatılmıştır:
"Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun (mü’minlerin
kalplerindeki) nuru, içinde lamba bulunan bir kandilliğe
benzer. O lamba cam bir fânus içindedir. Cam ise sanki
inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. O, ne doğuya, ne batıya
mensup olan mübarek bir zeytin ağacının yağından
yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi
aydınlatacak bir durumdadır. O, nur üstüne nurdur. Allah
dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir.
O her şeyi bilendir." (Nur 24/35)
Ayette misalle anlatılan nur, her mü’mine değil, kamil
insanlara verilen ilâhî nurdur. Kalbinde bu nurun parladığı,
34
Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, 3/422 (Beyrut 2000, 1. Baskı); İbn Acibe,
el-Bahrü’l-Medîd, 8/86.
35
Hakim, Müstedrek, 2/376, 4/589; Beyhaki, Kitabü'l-Ba'si ve'n-Nüşûr,
nr. 479; Heysemi, ez-Zevaid, 10/340-343; Münzirî, et-Terğîb, nr. 5265.
23

taşındığı, korunduğu ve yayıldığı kamil insanların başında


Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bulunmaktadır. Sonra
derecesine göre diğer veliler, kamil iman ve takva sahipleri
gelmektedir. Müfessirler, ayette anlatılan nurun hem
Efendimiz'e (s.a.v) hem de kamil mü’minlere ait
olabileceğini belirterek ona göre mana vermişlerdir.36
İmam Gazâlî (rah), Tevhid Risalesinde, ayetteki
benzetmeyi şöyle yorumlamıştır:
"Bu ayette insanın bedeni ve beşeriyet yönü, içine
ışık konan bir kandilliğe benzetilmiştir.
O kandilliğe konan lamba tevhid nurudur.
Bu lambanın içinde bulunduğu cam fanus kalptir.
Tevhid nuru insanın kalbine konmaktadır.
Kandilliğin beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve
kapalılık sebebiyledir ki, kapalı yer karanlık olur.
Karanlıktaki lamba daha fazla ışık verir, aydınlığı daha çok
kendini gösterir.
Tevhîd nurunun, lambanın ışığına benzetilmesi
içeriyi ve dışarıyı aydınlatması nedeniyledir.
Kalbin cama benzetilmesi, camın şeffaf ve latîf
olmasındandır. İçinde ışık bulunan cam fânus nasıl her
yeri aydınlatıyorsa, aynı şekilde kalp de içindeki tevhîd
nuruyla diğer uzuvlara ışık verir, aydınlatır. Resûlullah
Efendimiz (s.a.v), kalpte bulunun bir şeyin diğer âzalara
sirayet ettiğini şöyle ifade buyurmuştur:
"Kalbinde huşu olan kimsenin diğer uzuvları de huşû
(huzur) içinde olur."37
Yine camın inci gibi bir yıldıza benzetilmesi onun ışık
yaymasına ve parıldamasına; bu yıldızın inci gibi oluşu
cevherinin saflığına ve parlaklığının fazlalığına işarettir.
Doğuya ve batıya nisbet edilemeyen zeytin
ağacından bahsedilmesi, onun üstün nitelikli saf yağa
sahip oluşu ve iyi yanmasından ötürüdür. Tevhîd ağacı da
36
bk. Razi, Mefêtihü’l-Gayb, 23/203; Kurtubi, el-Câmi li Ahkami'l-Kur'an,
6/237-241; Bursevi, Ruhu'l-Beyan, 6/200-206 (Beyrut 2001); İbn Acibe,
el-Bahrü'l-Medid, 5/78-79 (Beyrut 2002).
37
bk. Hakim Tirmizi, Nevadiru’l-Usûl, 2/344; İbn Ebi Şeybe, Musannef,
2/190, nr. 7; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 7447.
24

böyle olup doğuya ve batıya nispet edilemez. Yani tevhid


ağacı, putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Dehriyye,
Müşebbihe, Kaderiyye, Mu'tezile, Cebriyye gibi birtakım
fırkalara ait bir şey olmayıp, yüce İslâm dinine özgü olup
bütün kainatı saran bir şeydir.
Işığın yağının üretildiği zeytin ağacının doğuya ve
batıya ait olmaması, tevhîd ağacının bir yere ve yöne ait
olmadığını ifade içindir. O, ne göğe, ne yere, ne arşa ne
de ferşe aittir. Tevhid nuruyla aydınlanan kalp de böyledir.
O, bütünüyle Cenâb-ı Hakk'a bağlıdır; her şeyi ile O'na
aittir. Sadece O'na yönelir, O'ndan nur alır, feyizlenir,
desteklenir, şeref bekler.
Yine bu ağacın (yani tevhîd ağacının) doğuya veya
batıya nispet edilmemesi, tevhide ulaşan kimsenin,
dünyayı, dünyevî şeyleri, ahiret ve onun nimetlerini
istemeyip sadece Allah’ın cemalini arzuladığı anlamına
gelir.
Bunu şu şekilde anlaman da mümkündür: Tevhid
ehli mü’min, cenneti arzulamaz, cehennemden korkmaz.
Korku ona galip gelmediği için Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmez. Ümit ona üstün gelmediği için Allah'ın
mekrinden (imtihanından) emin olmaz. Yani o, korku ile
ümit arasındadır. Bu bakımdan mü’min bir kimsenin korku
veya ümidi tartıldığı takdirde, her ikisinin de birbirine eşit
olduğu görülür.
"Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi
aydınlatacak" ayeti, bu yağın saflığını ve parlaklığını; "nur
üstüne nurdur" ifadesi de yağın nurunun kandilin nuruna,
kandilin nurunun da camın nuruna eklendiğini belirtir.
Hakk’a âşık muttaki mü’minin kalbi de böyledir. Hak
aşığının kalbi öyle bir cevherleşmiştir ki, kendiliğinden ışık
verir haldedir. Diğer sebep ve salih amelleri ile bu nur
daha da artar ve parlar. Şüphesiz Allahu Teâlâ dilediğini
nuruna kavuşturur."38
38
bk. Gazâlî, Tevhid Risalesi (Trc. Serkan Özburun-Yusuf Özkan
Özburun), Semerkand Yay. İstanbul 2010, 6. Baskı, s. 65-69. İmam
Gazâlî, Mişkâtü'l-Envâr isimli eserini Nur ayetine tahsis etmiş, bu
konuda orijinal ve detaylı açıklamalar yapmıştır. bk. Gazâlî, Mişkâtü'l-
25

Velayet Nuru
Özel bir nur çeşidi de velayet nurudur. Yüce Allah,
her mü’mine bahşettiği nurdan hariç olarak takva sahibi
dostlarına ayrı bir nur vermiştir. Bu, velayet nurudur. Bütün
ilham, feraset, feyiz, manevî tasarrufat, himmet veliye o
nurla ikram edilir. Bu nur, takva ve manevî hilafet nurudur.
Bu nur Allah Resûlü’nün (s.a.v) gerçek vârisi kâmil
insanlarda bulunur. O, tam manası ile takvaya erenlere
ikram edilen bir nurdur. Şu ayet bu nuru haber
vermektedir:
"Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve
peygamberine iman edin ki O size rahmetinden iki kat
versin, size içinde yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin ve sizi
bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir."
(Hadid 57/28)
Şu hadis-i şerifler, velilere verilen özel nurdan
bahsetmektedir:
“(Kâmil) mü’minin ferâsetinden sakının; çünkü o
Allah’ın nuru ile bakar.”39
Resûlullah (s.a.v) bu nuru taşıyan kalpleri şöyle
tanıtmıştır:
“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde (feyiz
ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları; salih kullarının
kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları da en
yumuşak ve en ince olanlarıdır.”40
Veliler, bu nuru veraset yoluyla Resûlullah'tan (s.a.v)
almışlardır. Bütün manevî yardımların, tasarrufların,
fetihlerin, keşiflerin, feyizlerin ve ilhamların geliş kaynağı
Resûlullah Efendimiz'dir (s.a.v). O'nun aracılığı olmadan

Envâr, s. 43-99.
39
Tirmizî, Tefsîr, 16, Tebarânî, el-Kebîr, nr. 7496; Heysemî, ez-Zevâid,
10/267.
40
Ebu Nuaym, Hilyetü’L-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Esfiya, (Tahk.: Mustafa
Abdülkâdir Atâ), Beyrut 2007, 3. Baskı, 6/102; Abdullah b. Ahmed,
Zevaidü’z-Zühd, 153; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 2375; Elbânî, Sahiha, nr.
1691.
26

kimse bir nura, ve manevî hale kavuşamaz, mana âlemine


adım atamaz, gayb ve sır âleminden bir şey alamaz.
Ebû Abdurrahman-ı Sülemî, nurlu nazarla insanın
neler kazandığını şöyle belirtir:
“Hz. Peygamber (s.a.v), nurlu nazarlarıyla ashabını
yüksek hallere ulaştırdı. Bu nazarlardan ve bereketten en
büyük payı Hz. Ebu Bekir Sıddık aldı. Çünkü Resûlullah
(s.a.v), nurlu nazarlarıyla ona, diğerlerinden daha fazla
yöneldi ve kendisiyle daha çok ilgilendi. Onun için bu
ümmetin en faziletlisi o oldu. Ümmetin gerçek vârisleri de
bu nazar ve nuru Hz. Peygamber’den (s.a.v) miras aldılar.
O nur ile müridlerine yönelerek onları terbiye edip manevî
ilerlemelerini gerçekleştirdiler.41
Sülemî, Hz. Peygamber’in (s.a.v) nurunun ve diğer
manevî hallerinin, ashâb yoluyla intikal ederek diğer
mü’minlere geçtiğini, bu nur intikalinin kıyamete kadar hâl
olarak devam edeceğini belirtir; bunun seyir ve sonucunu
şöyle açıklar: "Çünkü hâllerin silsile ile sonraki nesillere
geçmesi, ilahî hükümlerin aktarılması gibidir. Hatta bu,
daha sırlı ve daha latiftir. Bu nur ve hâllere sahip bir
kâmilin nazarlarının isabet ettiği bir salikin kalbi açılır,
genişler, istikamet bulur."42
Resûlullah (s.a.v), nurla aydınlanmış salihlerin
nübüvvetten bir parça taşıdıklarını ve ona ayna olduklarını
şöyle belirtmiştir:
“Salih amel üzere yaşanan hayat, güzel yüz ve hoş
görüntü, her işte dengeli ve düşünerek hareket etmek,
peygamberliğin yirmidört parçasından birini teşkil eder.”43
Hz. Peygamberi (s.a.v) görme hasretini dile
getirenlere, büyük veli Sehl b. Abdullah-ı Tüsterî, bunun
yolunu şöyle tarif eder:
“Peygamberlerin meclisinde bulunmayı isteyen
kimse, her şeyi ile Allah’a yönelmiş, dünyadan gönlünü
çekip ahireti tercih etmiş gerçek âlimlerin meclisine katılsın
41
Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 6-7.
42
Sülemî, Menâhicü'l-Ârifin, aynı yer.
43
Buhârî, Edebü’l-Müfred, 236 (nr. 791); Tirmizî, Birr, 66 Taberânî, es-
Sağîr, nr. 1067.
27

ve onlara nazar etsin.”44 Çünkü onlar, ümmetleri içinde


peygamberlerin halifeleri ve ilimlerinin vârisleridir. Onlarla
oturan kimse, nübüvvet ahlakını temsil eden bir kimseyle
oturmuş olmaktadır."45
Ariflerden Ebü’l-Abbas-ı Mürsî, velilerdeki ilahî nurun
güzellik ve büyüklüğünü şöyle dile getirir: “Eğer Cenâb-ı
Hak, velilerinin kalbinde parlayan nurunu açığa çıkasaydı,
güneşin ve ayın ışığı, velilerin kalplerinde parlayan nurun
içinde kaybolup girderdi. Güneş ve ayın ışığı tutulur,
Allah’ın velilerinin kalplerindeki nurların ise tutulması,
perdelenmesi ve kararması yoktur.”46
Nura Duyulan İhtiyaç
Nur, Cenâb-ı Hakk'ın kuluna cemal tecellisi ve özel
desteğidir. Bu desteği istemelidir. Nur, kalbin ışığı, gıdası
ve hayatıdır. Nur olmadan marifet olmaz. Marifet olmadan
muhabbet olmaz. Bunlar olmadan kalp hayat bulmaz.
Âlemlere nur ve rahmet yapılan Hz. Muhammed
Efendimiz (s.a.v) bile yüce Allah'tan sürekli nur ve destek
istemiştir. Onun şu duası çok önemlidir:
"Allahım, bana kalbimde bir nur ver, gözümde bir
nur ver, kulağımda bir nur ver, dilimde bir nur ver,
sağımdan bir nur ver, solumdan bir nur ver, üstümden bir
nur ver, altımdan bir nur ver, önümden bir nur ver,
arkamdan bir nur ver. Allahım, damarımda, etimde,
kanımda, saçımda, tenimde bir nur ver, nefsime bir nur
ver, nurumu büyüt, nurumu çoğalt, beni bütünüyle bir nur
yap."47
Allame Şerefüddin Tîbî, bu hadisi açıklarken der ki:
"Allah Resûlü'nün (s.a.v) böyle her bir azası için ayrı
ayrı nur istemesi boşuna değildir. Resûlullah (s.a.v) her bir
azasının marifet ve taat nurlarıyla aydınlanmasını ve ona
arız olacak her türlü zulmetten temizlenmesini istemiştir.

44
İbn Kayyım, Miftâhu Dâri’s-Saâde, 1/122.
45
Zebidî, İthafü’s-Sâdeti’l-Müttakîn, 1/178; İbn Kayyım, a.g.e, 1/122.
46
İbn Acibe, İkazü’l-Himem, s. 212.
47
Duanın tamamı için bk. Tirmizi, Deavât, 30; Taberânî, el-Kebir, nr.
10668; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 1477. Biraz farklı lafızlarla bk. Buhârî,
Deavât, 10; Müslim, Salatü'l-Müsâfirin, 181.
28

Yine Resûlullah (s.a.v), şeytanın insanı altı yönden


yani her taraftan sardığını, vesvese ve şüphe zulmetleriyle
ona zarar verdiğini görmüştür. Ondan kurtulmanın ancak
geliş yönlerini kapatacak nurlarla mümkün olduğunu bildiği
için, yüce Allah'tan kendisine yardım etmesini ve bu
karanlıklardan kurtarmasını istemiştir. Aslında bunu
ümmetine bir irşad ve eğitim için yapmıştır.48
Âlimlerin belirttiği gibi, Allah Resûlü'nün (s.a.v) zat-ı
şerifi nurların geliş kaynağı yapılmıştır. Ayrıca kendisi
şeytandan korunmuştur. Hal böyle iken sürekli yüce
Allah'tan nur ve yardım istemiştir. Bunun birçok hikmeti
vardır. Bunlardan bazısı şunlardır:
1. Allah Resûlü (s.a.v) bu duasıyla, kendisine
bahşedilen güzel halinin devamını ve nurlarının artmasını
istemiştir. Nurun sahibi yüce Allah olunca, ona doyum
olmadığı gibi, bu nurların bir bitiş noktası da bulunmaz.
Allah dostları sürekli nurlar içinde yüzerler ve hep
nurlarının artmasını isterler. Çünkü nur, ilahî marifet ve
yakınlık sebebidir. Ayette "Rabbim, ilmimi artır, de" (Tâhâ
20/114) buyrulması da bunun içindir. Bu ayette istenen
ilim, marifet ilmidir. Marifet nurdur, kalbi aydınlatır, yakini
artırır, kulu sürekli süsler ve Rabbine yaklaştırır.
2. Resûlullah (s.a.v) bu duayı ümmetini irşad etmek,
uyarmak ve eğitmek için yapmıştır. Çünkü nura muhtaç
olan ve her an şeytanın hedefinde bulunan onlardır. Nur
kalp için hava ve su yerindedir. Hava ve susuz hayat
olmayacağı gibi, nursuz kalp de ölür. Diri kalmak için
sürekli Allah’tan nur istemelidir.
3. Resûlullah (s.a.v), yüce Allah'tan istediği nurlarla
kendisini takip eden ümmetini aydınlatmak ve onlara daha
çok fayda vermek istemiştir. O (s.a.v) sahip olduğu
nurlarla ümmetini dünyada aydınlatıp desteklediği gibi,
ahirette de aydınlatıp destekleyecektir. Kendisine iman
eden ve tabi olan her ümmet, Allah Resûlü'nün (s.a.v)
parçası olmaktadır. Ona gelen her şeyden parçalarına da
48
Tîbî, Şerefüddin Hasan b. Muhammed, Şehü't-Tîbî alâ Mişkâti'l-
Mesâbîh, (Tahk.: Ebû Abdillah Muhammed Ali Semek), Beyrut 2001, 1.
Baskı, 3/98-99.
29

sirayet eder, onlara da bir pay verilir. İmama verilen


şeyden cemaati mahrum edilmez.
Resûlullah'ın (s.a.v) vârisi ve halifesi olan kamil
insanlara tâbi olanlar için de aynı durum söz konusudur.
Kamil veli, Allah Resûlünden (s.a.v) aldığı nuru, etrafına
yayar. Nasibi olan o nura kalbini açar ve edeple nasibi
kadar alır. Nur, ehli ile paylaştıkça artar.
4. Resûlullah (s.a.v), şeytanın insana ulaşmak için
her yönü ve yolu deneyeceğine dikkat çekmiş, ondan
korunma yolunu göstermiş, bunun ancak ilahî nur ve
yardımla olacağını bildirmiştir. Ayette belirtildiği gibi iblis
insanlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve
sollarından gelerek onları sapıtmaya çalışacağına yemin
etmiştir. (bk. A'raf 7/17).
5. Resûlullah'ın (s.a.v), her şeyi ile nur yapılması,
kendisinden o nurun alınması ve onunla doğru yolun
bulunması içindir. Nurdan gaye, aydınlanıp hidayeti ve
ebedi saadeti bulmaktır. Bu nur âlemi sarmıştır, gözünü ve
gönlünü açıp ona yönelen istifade eder, aydınlanır, nurun
sahibine yol bulur. Nura yönelmeyen kimse karanlık,
yalnızlık ve azap içinde kalır.
6. Nur istenirken, önce kalbin zikredilmesi, kalbin
şerefine ve önemine dikkat çekmek içindir. Kalp, yüce
Allah'ın nimetlerini tefekkür mahallidir. Ayrıca kalp,
vücudun merkezidir. Onda olan şeyler, bütün azalara
sirayet eder. Kalp güzel olunca, bütün beden güzel olur; o
bozulursa bütün beden bozulur. Diğer azalar için istenen
nur, onlarla yapılacak işleri güzelce yapmak içindir. Göz,
dış ve iç âlemde önümüze konmuş ilahî ayet, sır ve
ibretleri görmek içindir. Kulak, vahyi dinleyip anlamak ve
Allah'ın velilerine ihsan ettiği hikmetleri almak içindir. Bu
azaların nuru arttıkça, bahsedilen işleri o derece güzel
yaparlar.49
7. Vücuttaki her aza bize temiz olarak emanet
edilmiştir; onları temiz tutmak, kirlenmişse temizlemek
görevimizdir. Bu organları manen kirleten ve kabiliyetlerini
49
bk. Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1477 ve 1513 nolu hadislerin şerhi; Tıbî,
Şerhü't-Tıbî, 3/88-89; İbn Hacer, Fethü'l-Bârî, 12/400-401.
30

öldüren haramlardır. Haram işler karanlıktır. Her haram


önce kalbi, sonra ona bağlı azaları karartır. Tövbe ve zikir
başta olmak üzere, bütün ibadet ve taatlar kalbi ve azaları
manevî kirlerden temizler ve nurlandırır. Bunun için
haramdan kaçmak kadar ibadet ve taatları yapmak da
gereklidir. Bu iş ilahî destek olmadan mümkün değildir.
Bunun için Allah Resûlü (s.a.v) her azası için ayrı bir nur
istemiştir. Kendisini takip eden bütün ümmeti bunu bilmeli
ve onun gibi her azasına nur istemelidir.
8. Allah Teâlâ'nın kemali ve cemali nurla görülür.
Allah Resûlü (s.a.v) "Ya Rabbi, beni bir nur yap" diye dua
ederken, sen benim gözümün nuru ol da seni görebileyim,
yoksa seni göremem demek istemiştir.50
9. Azalara nur istenirken dikkat edilecek önemli bir
nokta da helal yemektir. Gerçekten helal yiyecekle kalp
sıhhat bulur, insanın ahlakı güzelleşir, içi nurlanır, açılır,
genişler, düşüncesi saflaşır, anlayışı parlar. Haram lokma
ise bunların tam tersini yapar; kalbi hasta eder, ahlakı
kötüleştirir, içi daraltır ve karartır, düşünceyi kirletir,
anlayışı bozar.51

Allah Resûlü'nden Alınacak Nur


Ayın ve dünyanın güneşten ışık alıp aydınlandığı
gibi, kalpler de maneviyat semasının güneşi olan
Resûlullah Efendimiz‘den (s.a.v) nur alır, aydınlanır, hayat
bulur. O’nun bütün âlemlere rahmet olması süreklidir; Asr-ı
saadetle sınırlı değildir.
İmam Kastallânî (rah), Hz. Resûlullah'ın (s.a.v),
"Allahım, arkamdan bir nur ver" duasını açıklarken Şeyh
Ekmeleddin’in şu sözünü nakleder:
"Hz. Resûlullah'ın istediği bu nur, kendisini takip
eden ve peşinden gidenler için istediği nurdur. Bu nur,
Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) peşinden giden ümmetinin

50
Mahmud el-Ğurâb, Rahmetün mine'r-Rahmân fi Tefsiri ve İşârâti'l-
Kur'ân, Dımeşk 1989, 3/215.
51
bk. Beydâvî, İkmâlü'l-Mü'lim, Dârü'l-Vefa, 1998, 3/126,
31

önünde onları aydınlatan bir nurdur. Şu ayette bu nura


işaret edilmektedir:52
"Resûlüm de ki: "İşte bu, benim yolumdur. Ben bir
basiret (nur ve aydınlık) üzere Allah'a çağırıyorum, bana
tabi olanlar da (bu şekilde Allah'a çağırır.)" (Yusuf 12/108)
Büyük müfessir İsmail Hakkı Bursevî, bu ayette
geçen basireti şöyle açıklar:
"Basiret, kudsî (ilahî) nurla nurlanmış kalp için
manevî bir kuvvettir. Kalp bu nurla eşyanın hakikatini ve iç
yüzünü görür. Hikmet ehli buna “kudsî kuvvet” ismini verir.
Aslında bütün insanların kalbi, fıtratları gereği bu nura
meyillidir; fakat nefsin haram lezzetlere dalması,
şehvetleriyle meşgul olması, taat ve ibadetlerden yüz
çevirmesi sebebiyle bu basiret nuru sönüp kalp karanlık
içinde kalmıştır. Şu iyi bilinmelidir ki, bütün hâl ve
hareketleriyle Resûlullah'a (s.a.v) tabi olan ehlullah,
herkes için bir kurtuluş kapısı ve en büyük saadet
sebebidir."53
Allâme ed-Debûsî (430/1038) der ki:
“Allah Teâlâ, Resûlü Hz. Muhammed’e (s.a.v)
apaçık bir nur verdi. Bu nur, Kur’ân-ı Kerim’dir. Ümmetinin
âlimleri bu nura vâris olup aldılar ve onunla aydınlandılar.
Kıyamete kadar bu vârisler o nur ile aydınlanmaya devam
edeceklerdir. Kendisinden önce geçen bütün
peygamberler de Resûlullah’ın (s.a.v) manevî nuru ile
aydınlanıyorlardı. Hatta, Hz. Adem’den (a.s) önce
yaratılan gökler ve yerlerin nuru da onun (s.a.v) nurundan
idi. Ancak gökteki nur, (güneş, ay ve yıldızların ışığı), kalbi
açan ve insanı hakka kavuşturan bir nur değildir. O
aydınlık için yaratılmış olup mü’min kâfir herkesin
istifadesine sunulmuştur. Güneşin aydınlığı ve ışığı
insanın içi âlemini aydınlatmaz, onun kötü arzularını
söndürmez, nefsini terbiye etmez, kalbini temizlemez.
Bütün bunlar ancak Resûlullah'tan (s.a.v) gelen ilahî nurla
mümkün olur. Kalpleri bu nura açan yüce Allah’a hamd

52
Kastallâni, İrşadü's-Sârî, Beyrut 1996, 13/321-322.
53
Bursevî, Rûhu'l-Beyân, Beyrut 2001, 4/424.
32

olsun. Bu nurun sahibi Hz. Muhammed Efendimiz’e de


salat ve selam olsun.”54
İmam Bûsırî (694/1297), Kaside-i Bürde’sinde der ki:
“Şerefli peygamberlerin getirdiği (gösterdiği) bütün
mucizeler, onlara Resûlullah’ın (s.a.v) nurundan
ulaşmıştır.”
İbn Hacer-i Heytemî (973/1565), bu beyti açıklarken
demiştir ki: “Bunun sebebi şudur: Resûlullah’ın (s.a.v)
nuru, Hz. Âdem’den (a.s) hatta bütün mahlukattan önce
yaratılmıştır. Peygamberlerin mucizeleri bu nurdan
istimdat yoluyla kendilerine ulaşmıştır. Sahih haberler
bunu göstermektedir.”55
İmam Bûsırî, diğer bir beytinde, Resûlullah’ın (s.a.v)
nurunu güneşe, diğer peygambelerin nurunu ise bu
güneşten aldıkları ışığı karanlıklarda yansıtan yıldızlara
benzetmiştir.56

Nura Vâris Olanlar


Bütün nurların sahibi yüce Allah'tır. Varlık âleminde
ilâhî nurun varlıklara intikal noktası ve dağıtım merkezi
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) yapılmıştır. Ayrıca ondaki bu
nuru insanlığa taşıyacak halife ve vârisler yaratılmıştır.
Böylece nur kıyamete kadar taşınacaktır. Resûlullah
(s.a.v) bu konuda şu müjdeyi vermiştir:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler,
altın ve gümüş miras bırakmazlar. Onlar sadece (zâhir ve
bâtınıyla dinî) ilim bıraktılar. Kim o ilmi alırsa (dünya ve
ahirette) büyük bir nasip ve derece elde etmiş olur.”57
Bu hadis, insanlık için büyük bir müjde taşımaktadır.
Arifler, bu hadisin içine Resûlullah’ın (s.a.v) sahip olduğu
54
Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer b. İsâ, el-Emedü’l-Aksâ, (Tahk.:
Muhammed Abdülkadir Atâ), Beyrut 1985, 1. Baskı, s. 226-227.
55
Heytemî, Ahmed b. Muhammed b. İbn Hacer, el-Umde fî Şerhi’l-
Bürde (Tahk. Bessâm Muhammed Bârûd), Dubâ, 2003, 1. Baskı, s.
289.
56
Beytin açıklaması için bk. Heytemî, a.g.e, s. 291-293; İbn Acibe,
Şerhü’l-Bürde, Tanca, 2009, 1. Baskı, s. 133-134.
57
Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17;
Dârimî, Mukaddime, 32.
33

ve insanları davet ettiği bütün zâhirî ve bâtınî ilimlerin


girdiğini belirtmişlerdir.
Bu nura vâris olanların görevi, insanları terbiye
etmektir. Bütün feyiz, manevî nisbet, keşif, keramet,
himmet, kalplere tasarruf gibi manevî işler bu nurla
olmaktadır. Bu nuru taşımak, her devirde yerine getirilmesi
gereken hayatî bir görevdir. Aksi durumda, Kur'an ve
sünnet anlaşılmaz, din bozulur, istikamet kaybolur, kalpler
ölür, dinî hayat söner.
Bu manevî mirası üstlenenler, dünyanın en ağır
yükünü taşımaktadır. Onlara hürmet etmek ve destek
vermek her mü’minin vazifesidir. İman bunu gerektirir. Bu
konuda Resûlullah (s.a.v) şu uyarıda bulunmuştur:
“Âlimlere ikram ve hürmet ediniz. Onlar
peygamberlerin vârisleridir. Kim onlara ikram ve hürmette
bulunursa Allah ve Resûlüne hürmette bulunmuş olur.”58
Bir defasında Hz. Resûlullah (s.a.v), “Allah
halifelerime rahmet etsin!” diye dua etti. Ashab,
“Halifeleriniz kimlerdir, Yâ Resûlellah?' diye sordular.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şu cevabı verdi:
“Onlar sünnetimi ihya eden ve onu Allah’ın kullarına
öğretenlerdir.”59

Nura Ulaşma Yolumuz


Nura yüce Allah’ın rahmetiyle ulaşılır. Allah Teâlâ
nur vermeze, kimse nura ulaşamaz. Sonsuz kerem ve
rahmet sahibi Mevlamız (c.c), bizi nuruna ulaştıracak
sebepleri önümüze koymuştur. Bizden istenen şey, nura
talip olmamız, yoluna girmemiz, sebeplerine yapışmamız,
istekte samimi ve sabırlı olmamızdır..
Yüce Allah'ın insanlığa en büyük ikramları olan
Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v) ve İslam dini
baştan sona nurdur, nurur sahibine ulaşma yoludur. Yüce
Rabbimiz, Habibi Hz. Muhammed’i (s.a.v) manevîyat

58
Hatib, Târih, 4/438; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 1428.
59
Ebu Nuaym, Ahbaru Isfahan, 1/81; Taberanî, el-Evsat, nr. 5842;
Heysemî, ez-Zevâid, 1/126.
34

semasında bir güneş yapmıştır. Ondaki bu nur, manevî hal


ve güzel ahlak raşid halifeler başta olmak üzere sahabe ve
salih kulların temiz gönül hazinelerinde taşınarak ümmete
ulaştırılmıştır, ulaştırılmaktadır.
İlim gibi, nur da nübüvvet kaynağından alınarak
silsile halinde nesilden nesile intikal etmiştir. İlim, akıl,
idrak dil ve diğer vasıtalarla gelecek nesillere aktarılırken;
nur, Hakk'a âşık ruhlar ve safi kalpler vasıtasıyla nasibi
olanlara ulaştırılmakta ve ulaştırılmaya devam etmektedir.
Bu, ilahî bir tercihtir. Yüce Allah bazı kullarına şeref
bahşetmek için, meleklerde olduğu gibi, onları özel
hizmetlerde görevlendirmektedir.
Arifibillah Azizüddin Nesefi (k.s) kalbin nura ulaşma
yolunu şöyle özetler:
"Ey derviş! Bu sınırsız sonsuz nura ulaşmak, bu
uçsuz bucaksız denizi görmek son derece güç bir iştir.
Gayet yüksek bir makamdır. Çok riyazet ve mücahede
(nefsin terbiyesi için gayret ve amel) gerekir. Bu makama
ulaşmak için yıllar yılı mücahedede sebat etmek lazımdır.
Zamane ehlinin âdeti olduğu gibi, birkaç gün riyazette
(amelde) bulunup birkaç gün bulunmayarak, dünya işlerine
gidip gelmekle bu iş olmaz. Böyle bir riyazetin faydası
olmadığı gibi, kalbe manevî olarak bir şey de açılmaz.
Ey derviş! Eğer bu manevî yolda bir iş yapacaksan,
önce Hakk'a ulaşmanda sana engel olan bütün dünya
işlerini terk edip putları kırman gerekir. Bir yön ve kıblen
olmalı. Tek hedefe kilitlenmelisin. Aradığın şeye tam
yönelmelisin. Gönlünü başka şeylerden çekip boşaltman
lazımdır. Sonra bir arifin (kâmil mürşidin) sohbetine katılıp
yıllarca nefis mücahedesi yapman gerekir ki, gönül aynan
tertemiz olsun, saflaşıp akis verecek hale gelsin.
İşte yapacağın bu işler nura ulaşmanın
başlangıcıdır. Gönlün temizlenince billur gibi parlak ve
aydınlık olur; işte o zaman gönlünde Allah'ın nuru belirir. O
nurla kâinata baktığında Allah'ın her şeyle birlikte
olduğunu görürsün. Ancak bir arifin şu sözünü de
unutmamalı:
35

Allah’ım, seni tanımak için senin nurun gerekli."60


İbn Ataullah İskenderî, Hikem adlı eserinde der ki:
“Kalpte nurların parlaması, sırların safiyeti ölçüsünde
olur.”61
“Nurlar, kalpleri ve sırları ilahî huzura ulaştırma
sebepleridir.”
“Nur kalbin ordusudur; zulmet de nefsin ordusudur.
Allah bir kuluna yardım etmek istediği zaman onu, nurların
ordusuyla destekler, ondan zulmetlerin ve ağyarın
desteğini (etkisini) keser.”62
“Nurda perdeyi açma ve işin iç yüzünü gösterme
özelliği vardır. Basiret, iyiye ve kötüye karar verir. Kalp ise
güzele yönelip çirkinden kaçar.”63

Nuru Taşıyan Kalpler


Allah Resûlü (s.a.v), ilahî nuru taşıyan kalpleri şöyle
tanıtmıştır:
“Allah Teâlâ’nın insanlar içinde (ilim ve nur taşıyan)
kapları vardır. Rabbinizin bu kapları salih kulların
kalpleridir. Onların Allah’a en sevimlisi de en yumuşak ve
en ince olanlarıdır.”64
Hz. Ali (r.a) bu kalpleri şöyle açıklar: “Bunlar, dinde
en kuvvetli, yakinde en temiz ve din kardeşlerine karşı en
ince ve hassas olan kalplerdir.” Allame Münavî, bu hadisin
şerhinde, kalplerin nura nasıl hazırlandığını ve onu nasıl
yaydığını şöyle açıklar:
“Kalp zikir, tefekkür ve taatla incelip yumuşadığı
zaman parlak bir ayna gibi olur. Melekût âleminin nurları
oraya yansıdığında göğüs aydınlanır ve o nurların
şualarıyla dolar. O zaman kalp gözüyle Allah Teâlâ’nın
halk ve eşyadaki tecellilerinin iç yüzünü görür. Bu onu

60
bk. Azüziddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsan-ı Kamil,
İstanbul 1990, s. 127. Kısmen ekleme yapıldı.
61
İbn Acibe, İkazü’l-Himem, s. 230.
62
İbn Acibe, a.g.e, s. 129.
63
İbn Acibe, a.g.e, s. 131.
64
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 6/102; Ahmed, Kitâbü’z-Zühd, nr. 827;
Süyûti, es-Sağîr, nr. 2375; Zebidî, İthafü’s-Sâde, 8/429-430.
36

Allah Teâlâ’nın nurlarını müşahedeye sevk eder. Kul bu


nurları müşahede edince, elde ettiği safa ve safilikle tam
olarak süslenir ve yücelir. İşte o zaman bu kalp Allah
Teâlâ’nın özel olarak nazar ettiği bir yer olur. Cenâb-ı Hak
o kalbe her nazar edişinde kalbin sevinci, sevgisi ve şerefi
artar. Mevlâ onu rahmetiyle kuşatır, içinden sıkıntıyı giderir
ve manevî ilimlerin nurlarıyla doldurur.
Hz. Lokman (a.s) oğluna demiştir ki: “Oğlum! Allah’a
yönelmiş âlimlerle beraber otur, onların meclisinden
ayrılma. Şüphesiz Allah, gökten indirdiği yağmurla kuru
toprağı canlandırdığı gibi, nur sahibi âlimlerden çıkan
hikmetle de ölü kalpleri diriltir.”65
“O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir
kandil gibidir. Lamba kristal bir fanus içindedir” (Nur 24/35)
ayetinin tefsirinde, Ubey b. Ka’b (r.a), der ki:
“Mü’min kalbi, içine lamba konan bir kandile benzer.
Onun konuşması nur, ameli nur, içi ve dışı nurdur; nur
içinde yaşar.”66
Allah Teâlâ, takva sahibi dostlarına özel bir nur
verdiğini şöyle haber vermektedir.
"Ey iman edenler! Allah'tan hakkı ile korkun (gerçek
takva halini elde edin) ve Peygamberine iman edin ki, size
rahmetinden iki kat versin ve ışığında yürüyeceğiniz bir
nur lutfetsin, ayrıca sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan
ve çok esirgeyendir." (Hadid 57/28)
Diğer bir ayette bu nurdan şöyle bahsedilir: "Ölü
iken dirilttiğimiz ve kendisine insan arasında yürüyeceği
bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalan ve ondan
hiç çıkmayan kimse gibi midir?" (En'am 6/122)

Nuru Taşıyanların Görevi


Hz. Peygamber'in (s.a.v) nuruna, haline ve güzel
ahlakına vâris olan Rabbanî âlimlerin aslî görevi, bu nurla
kalpleri tezkiye, nefisleri terbiye ve dini hayatı ihya

65
İbn Abdi’l-Berr, Beyâni’l-İlm, 1/106.
66
Râzî, et-Tefsirü’l-Kebir, 23/ 207 (Beyrut 1990, 1. Baskı).
37

etmektir. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.v) aslî görevi


budur. Cenâb-ı Hak bunu şöyle haber vermektedir:
“Allah içinizden size ayetlerini okuyan, sizi (manevî
kirlerden) temizleyen, kitap ve hikmeti okuyan ve
bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdi.” (Bakara
2/151. Ayrıca bk. Âl-i İmran 3/164; Cu'ma, 62/2).
Bu ayette anlatılan temizleme, kalbin, ruhun ve iç
âlemin temizliğidir. Bu temizlik nur ile olmaktadır. Kalbi
inkâr, şirk, şüphe, gaflet ve günah türü manevî kirlerden
arındırmaya Kur'an'da "tezkiye" denir. Ayette şöyle
buyrulur:
"Nefsini (günah kirlerinden) temizleyen kurtuldu, onu
günah içinde bırakan ise helak oldu." (Şems 91/9-10)
Manen temizlenmesi ve hastalıklarını tedavi edilmesi
gereken yer, insanın kalbidir. İlaç yüce Allah’tandır. Bu
ilacı hastalara ulaştırmak için yüce Allah kulları içinden
bazı dostlarını seçmiştir. Müfessir Kâd-ı Beydâvî
(538/1210) bu görevin niçin bazı seçkin kullara verildiğini
şöyle açıklar:
“Allah Teâlâ bazı kullarını diğer kullarını terbiye için
halife seçmiştir. Aslında yüce Allah’ın kendi işlerini
gördürmek için bir halifeye ihtiyacı yoktur. Bunu sırf
kullarına merhametinden yapmıştır. Çünkü her insan
vasıtasız olarak ilahî feyzi alamaz, emirleri anlayamaz,
kalbini manevî kirlerden arındıramaz. Kusur ve
noksanlıkları buna mani olur. Bunun için bir vasıta gerekir.
Bu vasıta kâmil insanlardır. Bunun misâli bedenimizde de
mevcuttur. Şöyle ki:
Aralarındaki farklı yapıdan dolayı kemik etten gıda
alamadığı için Allah Teâlâ hikmetiyle ikisi arasında, her
ikisinin hâline uygun bir kıvamda olan “kıkırdak” dokusunu
yaratmıştır. Kıkırdak gıdayı etten alıp kemiğe verir. Allah’ın
halifelerinin yaptığı da budur. Allah Teâlâ’dan aldıkları
nuru ve feyzi kendi cinslerine aktarırlar.”67
Müfessir Âlûsî, Allah ile kul arasındaki bu vasıtaların
hikmetini şöyle özetler:
67
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, 1/49-50. Ayrıca bk. Şirbînî, Sirâcü’l-Münîr,
1/25.
38

“İnsan cismi ile pek çok kusur, noksanlık ve karanlık


içinde yüzmektedir. Allah Teâlâ ise kusur ve noksanlıktan
son derece uzaktır. Bu kusur ve noksanlığı ile insan ilahî
feyzi alamaz. Bunun için Allah ile kul arasında bir vasıta
gerekir..”68
Allah dostlarının işi, ilim ve nurla kalpleri ihya
etmektir. Bu iş, insanların hidayetine sebep olmak, kalpleri
uyandırmak, kötü sıfatları terbiye ederek dinin hakikatiyle
yaşanmasına hizmet etmektir. Şu hadis-i şerif, bu hayatî
işin her asırda icra edileceğini haber veriyor:
“Allah Teâlâ, her yüz senenin başında bu ümmete
dinini yenileyen ve canlandıran bir kimse (müceddit)
gönderecektir.”69

68
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Kahire 2005, 1-2/315.
69
Ebu Davud, Melahim, 1; Hakim, Müstedrek, 4/ 523.
39

RUH CEVHERİMİZ HAKKINDA


Ruh, bedende bulunduğu sürece ona hayat veren,
bütün canlıllık fonksiyonlarını icra eden, bedeni ayakta
tutan ve ondan ayrıldığından ölümü gerçekleşen Rabbanî,
nurânî, manevî, latif bir cevherdir. Ruh, canımızdır, hayat
vesilemizdir, içimizde ışık veren, insanlık
fonksiyonlarımızın sebebi olan bir nurdur, fakat onu
göremiyoruz. Acaba onu tanımak mümkün müdür?
Mümkünse bu ne derecede gerçekleşir? Ruhun bedenle
irtibatı ve bedendeki görevi nedir? Şimdi, bu sırlı
cevherimiz hakkında ayet ve hadisler ışığında İslam
âlimlerinin tespit ve yorumlarını özetle sunmaya
çalışacığız. Ancak bu konudaki ihtilaf ve tartışmalara
girmeyip, Ehl-i sünnetin tercih ettiği görüşleri, yorum ve
izahları vermekle yetineceğiz.

Ruh Hakkındaki Bilgimiz


"Sana ruhtan soruyorlar; de ki: "Ruh, Rabbimin
emrindendir. Size (bu konuda) pek az bilgi verilmiştir"
(İsra 17-85), ayeti, insanlara ruh hakkında az bir bilgi
verildiğini belirtiyor, fakat bu, onun hiç bilinmez ve
hakkında söz edilmez bir şey olduğu anlamına gelmiyor.
Onun bilinen yönü, bilinmeyen yönüne göre çok azdır.
Rivayet edildiğine göre, yahudiler, Kureyş'e dediler
ki: "Muhammed'e Ashab-ı Kehf'i, Zülkarneyn'i ve ruhu
sorun. Eğer onların hepsine cevap verir veya hiç birine
cevap vermezse o, peygamber değildir. Eğer bir kısmına
cevap verir, bir kısmına cevap vermezse o,
peygamberdir." Kureyş, Hz. Peygamber'e (s.a.v) bunları
sorunca, iki kıssaya cevap verdi; ruhun durumunu kapalı
bıraktı. Ruh, Tevrat'ta da kapalı bir şekilde zikredilmişti.
Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurdu:
"De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir." Yani ruh, ilmini
ancak Allah'ın bildiği, beşer aklının hakkında bir şey
diyemeyeceği gizli sırlardandır. Bu konuda size pek az
bilgi verilmiştir. Size verilen azıcık ilim, bu tür sırları
açıklamaya yetmez.
40

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) onlara


bunu söyleyince,
"Bu hitap özellikle bize midir?" diye sordular; Allah
Resûlü (s.a.v),
"Hayır, hem size hem de bizedir" buyurdu. Bunun
üzerine onlar,
"Senin durumun ne garip! Sen, başka bir zaman,
'Kime hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiştir'
(Bakara 2/269) diyorsun; şimdi de, 'Size pek az bilgi verildi'
diyorsun! dediler. Bunun üzerine şu ayetler indi:
"De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler
mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek, Rabbimin
sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi." (Kehf
18/109).
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kâlem, denizler de
mürekkep olsa, ayrıca ona yedi deniz daha katılsa, yine
de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez." (Lokman 31/27).
Yahudiler, Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek, "Bize
ruhtan haber ver; ruh nedir? Bedendeki ruh nasıl azap
görür? Halbuki ruh Allah'tan değil mi?" diye sordular.
Resûlullah (s.a.v) onlara bir cevap vermedi, daha sonra
Cibril, "De ki ruh Rabbimin emrindendir; size pek az ilim
verildi" ayetini getirdi.70
Büyük arif İbn Acibe'nin (k.s) belirttiği gibi, insanın,
idrakini aşan ve kendisine lazım olmayan şeyleri bilme
derdine düşmesi, aklının zayıflığındandır. İnsanın, gücü
nispetinde ilim ve amel peşine düşmesi en hayırlısıdır.
Hatta insana gereken iş, bütün hayırları değil, kendisinin
dünya ve ahiretiyle ilgili olanları bilmesidir. Ayette
belirtildiği gibi, insanlara verilen bu bilgi, Cenâb-ı Hakk'ın
sonsuz ilmine göre azdır; haddi zâtında o az ilimle insan
pek çok hayra ulaşır."71
Ruh hakkında, insanlar pek çok şey söylemişlerdir.

70
Taberî, Câmiü'l-Beyân, 15/70 (Riyad 2003); İbn Hacer, Fethü'l-Bârî,
9/321.
71
Açıklama için bk. İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medîd fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-
Mecîd, 4/120 (Beyrut 2002).
41

Bazı âlimler, ruh hakkında konuşmamanın daha iyi


olduğunu çünkü Allah Resûlünün (s.a.v) bu konudaki
soruya cevap vermediğini; Cenâb-ı Hakk’ın da, ruhun
Allah'ın emrinden bir emir (özel bir tecelli) ve sırlarından
bir sır olduğunu belirttiğini söylemişlerdir.
Âlimlerden bazıları, ruh hakkında konuşmayı açıkça
yasaklayan bir emir bulunmadığını söyleyerek, bu konuda
ayet, hadis ve müşahedelere dayanarak bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır.
İmam Gazalî, der ki: "Ruh; insanda bulunan latif, gizli
ve sırlı, bilen ve idrak eden bir varlıktır. Allah Teâlâ’nın,
"Ruh Rabbimin emrindendir" ayetiyle kast ettiği, işte bu
insanî ruhtur."72
"Bil ki ruh, suyun kovaya girmesi gibi bedene giren
bir cisim değildir. Yine ruh, siyah rengin siyahlığın içine,
ilmin âlime girmesi gibi; kalbe veya dimağa girmiş bir araz
da değildir."73
"Allah Teâlâ’nın emri olan ruh, cisim ve araz değildir;
bilakis o, bozulmayan, dağılıp kaybolmayan, fani olmayan
ve ölmeyen, sürekli, sabit bir cevherdir. Bu ruh, ölüm
anında bedenden ayrılır ve kıyamet günü Allah’a dönmeyi
bekler. Bu konuda ayet ve hadisler mevcuttur.
Bedenin salahı ve fesadı, sıhhati ve bozulması bu
ruhtan kaynaklanır. Hayvanî ruh ve bütün kuvvetler bu
ruhun askerleridir. Hayvanî (bedene canlılık veren) ruh,
bedenden ayrılınca, canlılık sebebi olan kuvvetler iptal olur
ve bedendeki hareket mekanizması durur. Buna, "ölüm"
denir.
Her ne kadar insanî ruh, Allah’ın emriyle, bir garip
gibi bedende bulunsa da, şunu bil ki; ruh belirli bir
mahalde sıkışıp kalmaz, bir mekanda durmaz. Beden
ruhun ve kalbin mekanı değildir; aksine beden ruhun bir
âletidir (ruh onun vasıtası ile bazı işleri icra eder)."74

72
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları (Trc. Dilaver Selvi), s. 85-86
(Semerkand: İstanbul 2006).
73
Gazâlî, a.g.e. s. 97.
74
Gazâlî, a.g.e. s. 94.
42

Ruh, emir âlemi denen melekût ve gayb âleminin


özelliklerini taşır.
Ayette geçen ruhun, meleklerin en büyüklerinden
ruhanî büyük bir varlık olduğu söylenmiştir.
Yine bu ruhun, Cibrîl (a.s) olduğu da söylenmiştir.
Yukarıdaki ayette konu edilen ruhun, Kur'ân
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Buna göre, ayette
geçen, "Ruh, Rabbimin emrindendir" kısmına, "O Kur'ân,
Rabbimin vahyinden ve kelamındandır; insan sözünden
değildir" manası verilmiştir.75
Kur’an-ı Kerim’de ruh, rahmet, destek ve nusret
manasına da kullanılmıştır. “Allah onları tarafından bir
ruhla destekledi” (Mücadele 58/22) ayetindeki ruh, özel
rahmet ve destek manasındadır.
Özetle, ruha şu manalar verilmiştir:
Bedendeki hayat,
Hayatın devamını sağlayan manevî cevher,
İlâhi emir,
Vahiy,
Kur’an.
Hz. İsa (s.a.v) için de “Ruh” tabiri kullanılmıştır.76
İnsânî ruh, yüce Allah’ı müşahede mahallidir. Ruhun
yüce Allah ile özel bir irtibatı vardır. Cenâb-ı Hak ruhu,
zâtına nisbet etmiştir. Öyle ki insanın yaratılışında ruh
verilme safhasını anlatırken, "Ona ruhumdan üfürdüğüm
zaman kendisine secde edin…" (bk. Hıcr 15/29; Secde
32/9; Sâd 38/72) buyurmuştur. “Ruhumdan” ifadesi bize,
ruhun yüce Allah ile çok özel bir itibatı olduğunu
gösteriyor. Bu nisbetle yüce Allah ruha ayrı bir şeref, farklı
bir özellik, kudsî bir kuvvet, yüksek kabiliyetler ve özel
görevler vermiştir.
Ruhun Allah'a Nispeti ve Emir Âlemi
İmam Gazalî, Allah Teâlâ’nın, “Ona ruhumdan
üfürdüğüm zaman” (Hicr 15/29) ayetinde, ruhun Allah’a
nispet edilmesinin hikmetini şöyle açıklar:
75
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medîd, 4/121.
76
Firuzâbâdî, Besâiru Zevi’t-Temyiz, 3/103-105; Ebü’l-Beka, el-
Külliyyât, s. 469-471.
43

"Ruh, bir yöne ait olmaktan ve bir mekânda


bulunmaktan uzaktır; onda bütün malumatları bilme ve
onları anlama kuvveti mevcuttur. Bu özellik ve benzerlik
ruhun dışındaki cisimlerin hiç birinde yoktur; bunun için
ruh, özel olarak yüce Allah’a nisbet edilmiştir."77
Yine İmam Gazalî, “De ki ruh, Rabbimin
emrindendir” ayetinden hareketle, "emir âlemi" ve "halk
âlemi" nedir şeklinde sorulan bir soruya şu cevabı verir:
"Üzerinde ölçme ve belirleme yapılabilen bütün
varlıklar cisimdir ve cisimlere ait sıfatlara sahiptir. İşte bu
tür varlıkların bulunduğu âleme “halk âlemi” denir.
Buradaki halk, yaratma, icat ve ortaya koyma manasında
değil; takdir etme yani belirleme ve ölçüsünü tayin etme
manasındadır. Allah bir şeyi yarattı demek; onun vaktini,
şeklini ve ölçülerini belirledi demektir.
Alıştığımız cinsten sayı ve ölçülerle ifade edilemeyen
bütün şeylere “Rabbanî bir iş” yani "Allah’a ait bir iş" denir.
İşte bu cinse giren varlıkların bulunduğu âleme “emir
âlemi” denir. İnsanların ve meleklerin ruhları emir
âlemindendir.
Emir âlemi, his, hayal, yön, mekan, yerleşme, ölçü
ve tayinden uzak varlıklardan oluşmaktadır. O âlemde,
yaşadığımız âlemdeki gibi sayı ve ölçü olayı olmadığı için,
ölçü, tartı ve tayin söz konusu değildir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Bu anlattığın
şeyler, ruhun ezeli olup sonradan yaratılmadığı
düşüncesini akla getiriyor; öyle midir?” Buna karşı
verilecek cevap şudur:
Bazı cahil ve hak yoldan sapmış kimseler, böyle
zannetmişlerdir. Fakat bu doğru değildir.
Kim, “Ruh, mahluk değildir” derken, onun ölçüye
gelmeyeceğini, parçalara ayrılmayacağını ve bir yere
girmeyeceğini kastediyorsa, bu görüş doğrudur. Ancak
ruh, mahluktur; yani sonradan yaratılmıştır, ezeli değildir.
İnsan ruhunun ortaya çıkması, içine üflenecek insan

77
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları, s. 99-101.
44

nutfesinin onu kabul etmeye hazırlanmasına bağlıdır. Bu,


bir varlığın suretinin aynada belirmesine benzer.
Varlığın sûretinin aynada gözükmesi, aynanın cilalı
olmasına bağlıdır. Her ne kadar, sûret sahibi varlık,
aynanın cilalanmasından önce mevcut olsa da, cila
olmayınca sûretin gözükmesi mümkün değildir. Aynı
şekilde insanın ruhu da nutfeden önce yaratılmıştır; fakat
üfleneceği nutfe olmadan ortaya çıkması mümkün
değildir."78

Ruh, Yaratılmıştır
Ehl-i sünnet âlimlerine göre ruh, yaratılmış latif bir
varlıktır; melekler gibi. Yüce Allah’ın onu kendisine nisbet
etmesi, şeref içindir; bu, ruhun ezelî olduğunu
göstermez.79
İmam Kuşeyrî, der ki: "Ruh, sonradan yaratılmış bir
varlıktır. Cenâb-ı Hak, dünyada koyduğu kanuna göre, ruh
bedende bulunduğu sürece kulda hayat yaratmaktadır.
Ruh, (baş gözüyle görülmeyecek şekilde) latif bir varlıktır.
Bütün ilim ehli, onun temizlik ve letafet üzere yaratıldığı
görüşündedir. Ruh, bedenlerden binlerce sene önce
yaratılmıştır. Ruh, teklifi idrak etmiştir (ilahî hükümle
muhatap olmuştur). Ruh, Allah'ı tesbih etmenin sefasını
sürer, kendisini Hakka bağlayan amellerin ve hallerin
nuruyla parlar, Cenâb-ı Hakk'ı tanıma nimetiyle
şereflenir."80
Ebû Saîd-i Harrâz'a, "Ruh, sonradan yaratılmış bir
varlık mıdır?" diye sorulunca, Hazret, şöyle demiştir:
"Evet, sonradan yaratılmıştır. Eğer böyle olmasaydı;
Allah'ın Rablığını ikrar etmezdi. Cenâb-ı Hak, ruhlara,
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitap
buyurunca, ruhlar,

78
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları, s. 100-101.
79
İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 9/320; Abdülkerim Tennân, Avnü’l-Mürid
Şerhu Cevhereti’t-Tevhid, 2/1005-1005 (Dımeşk 1994).
80
Kuşeyrî, Letâifü'l-İşârât, 4/37 (Kahire 1999).
45

"Elbette, sen bizim Rabbimizsin!" dediler." (A'râf


7/172)81

İnsanın, Rahman'ın Suretinde Yaratılması


Arifibillah Rûzbihân Baklî, yukarıda geçen "De ki:
Ruh Rabbimin emrindendir" ayetinin tefsirinde de ki:
"Ruh, hakikatin şuasıdır; cesetlerde farklı şekillerde
eserini gösterir. Ruha has özelliklerinden biri de,
cevherinin güzelliğinden ve aslının hoşluğundan dolayı,
güzel olan, güzel görülen her şeye, bütün güzel ve hoş
seslere, güzel hoş kokulara meylemesidir. Onun zahiri,
Allah'ın gaybı; bâtını ise Allah'ın sırrıdır. Ruh, Hz. Âdem'in
suretinde şekillendirilmiştir. Allah Teâlâ bir insanı
yaratmayı murat edince, ruhunu hazır eder; onun suretini
ruhunun suretinde yapar. Bunun için Hz. Peygamber
(s.a.v) bu duruma işaret ve onu kapalı bir şekilde ifade
ederek,
"Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı"82
83
buyurmuştur."
İbn Acibe der ki: "Bunun manası şudur: Ruh, ilk
tecellide ceberut denizinden ortaya çıkarken Âdem'in
suretinde idi. Allah sonra Âdem'i büyük ruhun suretinde
yarattı. Bu da mana denizinden ilk tecellidir. Böylece ilk
tecelli, Rahman'ın Zâtından oldu. Resûlullah (s.a.v) bir
diğer hadisinde de,:
"Şüphesiz Allah Âdem'i Rahman'ın suretinde
yarattı"84 buyurmuştur".85
İmam Gazâlî, insanın, Rahman'ın suretinde
yaratılmasının manası şöyle açıklar:
"Sûret kelimesi, farklı ve ortak manaları olan bir
isimdir. Bazen sûret, eşyaların tertip ve düzenine, farklı

81
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medîd, 4/122.
82
Buhârî, İsti'zân, 1; Müslim, Cennet, 28; Ahmed, Müsned, 2/244, 251.
83
Rûzbihân Baklî, Arâisü’l-Beyân, 2/383-384 (Beyrut 2008).
84
İbn Hacer, Fethü'l-Bârî, 12/264; Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 6/3076 (3928
nolu hadisin şerhinde).
85
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medîd, 4/122.
46

yapıdaki şeylerin üst üste getirilerek bir şekil arzetmesine


denir. Bu, his duyları ile bilinen bir surettir.
Bazen, his duyularıyla bilinmeyen şeylerin tertip ve
düzenine de sûret denir. Aynı şekilde, mana ve fikirlerin bir
düzen ve uyum içinde terkip ve tertip edilmesine de sûret
denir. Mesela; bu meselenin sûreti, bu olayın sûreti, bu
cismani ve aklî ilimlerin sûreti tabirleri kullanılır. Hadiste
zikredilen sûret meselesi de, zikrettiğimiz şeylere benzer
akılla bilinecek, manevî bir şeydir.
Ruhun yaratıldığı bu sûret, zata, sıfatlara ve fiillere
aittir.
Ruhun zatının gerçek hâli şudur: Ruh, kendi başına
ayakta durur; o, araz, cisim ve parçalanan bir cevher
değildir. Bir mekana ve yöne girmez. Bedene ve âleme
bitişik değildir, ondan ayrı da değildir. Bedenin ve âlemin
içinde değildir, dışında da değildir. Bütün bu sıfatlar, aynı
zamanda kendisine has şekliyle Allah Teâlâ’nın zâtına
aittir.
Sıfatlara gelince; ruh, hayat sahibi, bilen, çok şeye
gücü yeten, işiten, gören ve konuşan bir varlık olarak
yaratılmıştır; Allah Teâlâ da zâtına has olarak bu sıfatlara
sahiptir.
Fiillere gelince; insanın yaptığı işlerin başlangıcı bir
iradedir. Bu irade önce kalpte bir etki yapar; ondan
latif/gizli bir buhar olan hayvanî ruh vasıtasıyla içte bir etki
yayılır ve bu etki dimağa yükselir. Dimağdan vücut
azalarına mesela, parmak uçlarına kadar bir etki akışı olur
ve bu etki parmakları harekete geçirir, parmaklar kâlemi,
kâlem mürekkebi harekete geçirir. Böylece, hayal
hazinesinde oluşan kağıda yazma isteği yazı şeklinde
ortaya çıkar. Yazılacak şeyin şekli hayalde tasarlanmadan,
kağıt üzerine yazı yazmak mümkün değildir.
Kim, Allah Teâlâ’nın işlerini, O’nun melekler
vasıtasıyla gökleri ve yıldızları harekete geçirerek yer
yüzünde bitkileri ve hayvanları ortaya çıkarma şeklindeki
seyri iyice düşünürse, şunu bilir ki; insanın kendi
âlemindeki tasarrufu, yüce Yaratıcının büyük âlemdeki
tasarrufuna benzemektedir. İşte bu durum bilinince, Hz.
47

Peygamber’in (s.a.v), “Şüphesiz Allah, Adem’i kendi


suretinde yarattı.” hadisinin manası anlaşılır."86

Ruh, Allah'ın Varlığına En Açık Delildir


İbn Ğânim el-Makdisî,87 Hallü'r-Rumûz fî Fethi'l-
Künûz adlı eserinde, "Nefsini bilen Rabbini bilir" hadisi88
hakkında demiştir ki:
"Bu hadisten benim için, halka açıklanması gerekli
ve tanıtılması güzel olan bir sır ortaya çıktı ki o da şudur:
Allah Teâlâ, ruhu, latif ve lâhutî (mana âleminin
özelliklerine sahip) olarak, bu kesif ve maddî âlemin
özelliklerini taşıyan bedene, yüce Zâtının birliğine ve
Rablığına bir delil olarak koydu. Ruh, Cenâb-ı Hakk'ın
birliğine, on yönden delil olmaktadır; şöyle ki:
1. Bu insanın bedeni, kendisini hareket ettiren ve
onu idare eden bir şeye muhtaçtır. Bu şey, onu hareket
ettirip işlerini tedbir eden ruhtur. Bundan biliriz ki, bu âlemi
de hareket ettirip yöneten biri gereklidir.
2. İnsanın bedenini yöneten tek ruhtur. Bundan biliriz
ki, bu âlemi sevk ve idare eden de tektir; âlemi takdir ve
tedbirinde onun bir ortağı yoktur. Bu konuda yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
86
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları, s. 101-103.
87
İbn Ğânim, İzzeddin Abdüsselam b. Ahmed el-Makdisî (v. 678/1280),
mutasavvıf, vaiz ve edip bir zat olarak tanınmaktadır. Hallü'r-Rumûz fî
Fethi'l-Künûz, er-Ravdü'l-Enîk ve'l-Va'zü'r-Resîk adlı, tasavvuf ve
ahlakla ilgili eserlerinden başka pek çok eseri vardır. Hallü'r-Rumûz adlı
eseri, isim benzerliğinden dolayı, yanlışlıkla, Şafii fakihi İzzeddin
Abdüsselam es-Sülemî'ye (v. 660/1262) nispet edilmiştir. Geniş bilgi
için bk. İlhan Kutluer, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi),
19/502. Kitabının, verdiğimiz şekliyle ismi için bk. Hacı Halife, Keşfü'z-
Zunûn, nr. 5092 (Beyrut 2008); Bağdadî, İzâhü'l-Meknûn, nr. 4495
(Beyrut 2008).
88
İmam Nevevî, bu sözün bu lafızlara hadis olarak sabit olmadığını
belirtmiştir. Sem'ânî ise onun, velilerden Yahya b. Muaz'ın sözü
olduğunu söylemiştir. bk. Nevevî, Fetâvâ'l-İmam Nevevî (el-Mesâili'l-
Mensûra) s. 504-505 (Beyrut 2007). Süyûtî, bu hadis ve üzerinde
yapılan değerlendirmeler hakkında, el-Kavlü'l-Eşbeh isimli bir risale
yazmıştır. Bu risalede, şeyh İzzeddin b. Ğanim'in bu hadisten çıkardığı
on delili de zikretmiştir. bk. Süyûtî, el-Hâvî li'l-Fetâvâ, 2/226-229 (Beyrut
2000).
48

"Eğer gökte ve yerde, Allah'tan başka bir ilah


olsaydı, onların düzeni bozulurdu." (Enbiya 21/22)
3. İnsan bedeni, ruhun hareket ettirmesi ve iradesiyle
hareket etmektedir. Bundan biliriz ki, ruh, bedeni hayır
veya şer, nasıl hareket ettiriyorsa, bunu ancak Allah'ın
hareket ettirmesi, takdiri ve iradesiyle yapmaktadır.
4. İnsan bedeninde hareket eden her şey, ancak
ruhun bilmesi ve şuuru ile hareket eder; ruha, bedenin
hareketlerinden hiçbir şey gizli kalmaz. Bundan biliriz ki,
Cenâb-ı Hakk'a yerde ve gökte, hiçbir şey gizli kalmaz (O,
her şeyi bilir ve görür).
5. Bu bedene, ruhtan daha yakın bir şey yoktur.
Bundan biliriz ki, Allah Teâlâ, her şeye en yakındır;
âlemde, Allah'a, yaratmış olduğu varlıklardan daha yakın
hiçbir şey olmadığı gibi; O'na eşyadan daha uzak bir şey
de yoktur. Bu yakınlık ve uzaklık, bildiğimiz mesafe
yönünden değildir; çünkü yüce Allah için mesafeyle
yakınlık veya uzaklık söz konusu değildir; O bundan yüce
ve uzaktır.
6. Ruh, beden yaratılmadan önce mevcuttu; beden
ölüp yok olduktan sonra da ruh mevcuttur. Bundan biliriz
ki, Allah Teâlâ, varlıklar yaratılmadan önce mevcuttu;
onların yok olmasından sonra da mevcut olacaktır. O,
ezelî ve ebedîdir; (zaman itibariyle evveli ve sonu yoktur).
Cenâb-ı Hak, zamanla yok olmaktan yüce ve uzaktır.
7. Bedendeki ruhun nasıl olduğu (şekli, durumu)
bilinmez; bundan biliriz ki Allah Teâlâ da, bir şekilden,
şekle girmekten ve şekil olarak düşünülmekten uzaktır.
8. Ruhun bedende nasıl bulunduğu ve bedenin
neresinde olduğu bilinmez; ruh bedenin her yerindedir.
Cesette ruhun bulunmadığı hiçbir kısım yoktur. Aynı
şekilde, Cenâb-ı Hak da, bütün mekanlarda mevcuttur.
Bununla birlikte, zaman ve mekana bağlı olmaktan yüce
ve uzaktır.
9. Ruh bedende, maddî olarak hissedilmez,
kendisine dokunulmaz, elle tutulmaz. Bundan biliriz ki,
Allah Teâlâ da, her yerde mevcuttur fakat varlığı madde
gibi hissedilmez, kendisine dokunulmaz, elle tutulmaz.
49

10. Ruh bedende gözle görülmez, kendisi için bir


suret ve şekil düşünülmez; bir şeye benzetilmez. Bundan
anlarız ki, Allah Teâlâ'yı da baş gözleri göremez; O, bir
şekil ve surete benzetilmez, Zâtı, güneş ve aya benzemez.
Ayette buyrulduğu gibi; O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O,
her şeyi işiten ve görendir. (Şûrâ 44/11)."

Ruha Has Özellikler


Seyyid Abdülaziz Debbağ (k.s), el-İbriz adlı eserde
ruha ait sıfatlar ve özellikler hakkında çok orijinal bilgiler
verir. Bunların özeti şöyledir:
1. Ruhun bir özelliği, varlık âleminin her zerresinde
yansıyan ilahî nurlardan zevk almasıdır. Bu zevk, ruhta
sabit bir nurla alınır. Ruh bu nur ile Cenâb-ı Hakk'ın
kâinatta tezahür eden fiillerindeki nurlarından zevk alır. Bu
nurlar, yücelik âleminde mevcut olup ezeldeki ilahî takdire
göre her varlıkta derece derece yansır. Ruhun nurlardan
zevk alması, çok özel bir şekilde olur. Bu durum, bedenin
diğer azalarının zevk almasına benzemez. Ruh, aldığı
zevki, bir kısmı ile değil, bütünüyle ile alır.
Mesela, ruh, balı hiç görmeden ve tatmadan sadece
bal ismini işitmekle zevk alır. Hatta balın varlığını bilmesi
bile ona zevk verir. Maddî şeyleri tatma duyusu olan dil ise
böyle değildir. Dil, balı görmekle veya ismini işitmekle zevk
almaz, balı ancak tadarak tanır ve tadından zevk alır.
Yine ruh, cenneti görmeden cennet ismini işitince
zevk alır. Rıdvan ve rahmet kelimelerini işitince onlara ait
bir zevki tatmaya başlar. Ruh, Kur’ân-ı Kerim'den bir âyet
işittiği zaman, ilk alacağı zevk, onun yüce Hakk'ın sözü
olmasıdır. Bundan sonra, ayetlerdeki diğer zevkleri alır.
Yani bir mü’min, işittiği âyetlerin manasını bilmese
bile, ruhu yüce Rabbinin kelamını dinlemekten zevk alır.
Ruh bu şekilde, yüce Allah için yapılan bütün dua, zikir,
fikir, iş, ibadet ve hizmetlerden mânevî bir zevk alır. Ruhun
bu sıfatı en üst derecede Hz. Resûlullah Efendimiz'de
(s.a.v) bulunmaktadır.
2. Ruh, aslı itibariyle temiz, nurânî ve safidir. Bu
safiyeti ile Rabbini tanır. Aslında sadece ruh değil, kâinatta
50

mevcut, canlı cansız bütün varlıklar, kendi hal ve


derecelerine göre yüce Allah'ı tanır. Hepsi kendilerini
yokluk karanlığından varlık aydınlığına kimin getirdiğini
bilir. Onu kendi diliyle tesbih eder, över, yüceltir, hükmüne
tabi olur, emirlerini yerine getirir.
Yani, varlıkların hakikati ruhla tanınır; hepsinde saklı
ilahî nur, ruhla görülür. Her varlığın kendi diliyle yaptığı
zikir, hamd ve tesbihler ruhla anlaşılır, işitilir ve dinlenir.
Her ruh, aynı safiyet, temizlik ve marifete sahip
değildir. Hepsinin nurdan nasibi farklıdır. Bu konuda da
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) en önde bulunmaktadır. Onun
saadetli ruhu en geniş ilme ve temyiz gücüne sahiptir.
Onun için gayp âlemi, şahadet âlemi gibi açık, net ve
yakındır. O, insanları gördüğü gibi, melekleri de görür.
Dünyayı seyrettiği gibi, ahireti, berzah âlemini, cenneti,
cehennemi ve ruhlar âlemini de seyreder. Seyreder ve
ilahî izinle, bizlere de onlardan bahseder, bilgi verir ve
insanlığı o âleme davet eder.
3. Ruhun bir diğer özelliği basirettir. Basiret, ruhun
perdelerden kurtularak varlık âlemine nurla bakması; sır
perdesini aralayıp hakikati müşahede etmesidir.
Kısaca basiret, varlığın aslını, özünü, önünü, içini ve
sonunu görmektir. Yani, ahirette görülecek hakikatleri
dünyada görüp yakin derecesinde bir ilme ulaşmaktır,
Allah ve Resûlü'nün her haberini gözle görmüş gibi tasdik
edip şek ve şüpheden kurtulmaktır. Bu da çok özel bir
terbiyenin ve mânevî temizliğin sonucu elde edilecek bir
saadettir. Basireti açılmayan kimse velî olamaz.
4. Ruhun bir diğer özelliği, cehalet ve gafletten
kurtularak tam bir uyanıklık haline sahip olmasıdır. Bu
halde ruh, sürekli Rabbini müşahede eder, O'nu zikir ve
sena ile meşgul olur. Buna “ihsan hali” denir. Bu sıfatta da
Resûlullah (s.a.v) varlıklar içinde en önde bulunmaktadır.
Velîler, veraset yoluyla ruhun bu özelliğine sahip olurlar.
5. Ruhun en önemli özelliği, varlıklara nüfuz, etki ve
tasarruf etme özelliğidir. Bu iş, ruha veriler ilahî bir
kudretle olmaktadır. Kendisine ilahî izin ve yetki verilen hür
ruh, bu kuvvetle dağları ve duvarları deler geçer, engelleri
51

aşar, zor işleri başarır, harika işlere güç yetirir, dilediği


yere gidip gelir. Ruh, bu kuvvetini kendine tâbi olan ve
aralarında aşk derecesinde sevgi oluşan bedene de
yansıtır. O zaman insan Allah'ın izni ile ruh ve bedeniyle
olağan üstü şeyleri yapar duruma gelir.
Mesela, Resûlullah'ın (s.a.v) ruh ve bedeniyle yaptığı
miracı, ruh-i saadetlerindeki kuvvet ve kabiliyetin beden-i
şeriflerine geçmesi ile mümkün olmuştur.
Diğer bütün mucizeler ve keramet halleri de -ilahî
izinle- ruha verilen bu kuvvet ve kabiliyetle olmuştur,
olmaktadır.89
Azidüddin-i Nesefî der ki: “İnsanlar bu süflî âlemde
(dünyada) yolcudurlar. Çünkü semâvî meleklerin ruhundan
olan insan ruhu, yüce bir âleme aittir. Kemal halini bulmak
için bu âleme gönderilmiştir. Ruh kemal halini bulunca,
cevherleşir, o zaman döneceği yer semâvî meleklerin
arası olur, yücelik âlemine kavuşur. Ruh bu kemal halini
vasıtasız bulamaz. Bunun için ruh insan bedenine kondu.
İnsan, ruh ve bedenden oluştu. İnsanın ruhu yücelik
âleminden, bedeni süfli âlemdendir. Ruhu emir âleminden,
bedeni halk âlemindendir.
Bazı insanlar bu âlemde yolcu olduklarını ve buraya
kemal (insanî olgunluk) kazanmak için geldiklerini
bilmezler. Bilmedikleri için onun peşine düşmezler; yemek
içmek ve şehvetlerle meşgul olurlar. Bütün bunlar halk için
birer puttur. Bunlar görünüşte insandır, fakat manen insan
değildir.
Bazıları dünyaya niçin geldiklerini bilirler fakat kemal
halini elde etmeye hiç çalışmazlar; onlar da dünyanın
geçici zevkleri ve dış güzellikleriyle oyalanırlar. İnsanı
yüce Rabbinden alıkoyan, onun kemal halini bulmasına
engel olan ve onu kulluktan uzaklaştıran her türlü sevgi bir
çeşit puttur. Hepsinin kalpten temizlenmesi gereklidir.
Bazı insanlar da bu süflî âlemde yolcu olduklarını ve
buraya kemal aramaya geldiklerini bilirler. Bunun gereğini
yaparlar, kâmil olurlar. Bunlar içinde bazı yüksek hal

89
Ahmed b. Mübarek, el-İbriz, s. 76-80 (Beyrut 2004).
52

sahipleri hem kâmil hem de mükemmil olur; kendi nefisleri


gibi diğer insanların da kemal halini bulmasına yardımcı
olurlar. Bunlar kâmil mürşidlerdir. İlim, mücahede ve zikir
olmadan kimse kâmil olamaz.”90

Ruhlara Arız Olan Hastalıklar


İmam Gazalî (rah), ruhlara arız olan manevî
hastalıklar konusunda der ki:
"Ruhlar, farklı hastalıklara sahiptir. Bazı ruhlar, zayıf
derecede mevki-makam hastalığına yakalanmış ve
hafızalarına ince bir gaflet bulutu çökmüştür. Bu halde ilim
öğrenmekle meşgul olup ruhlarını asli sıhhatine ve güzel
haline ulaştırma peşindedirler. Bu kimseler az bir tedavi ile
iyileşir ve çok az bir tezekkürle kalbi saran unutma ve
gaflet bulutlarını dağıtırlar.
Bazıları da ömürleri boyunca ilim öğrenirler;
günlerini ilim tahsili ve birtakım nazariyeleri tetkik etmekle
geçirirler fakat mizaçları bozuk olduğundan hakikatleri
anlayamazlar. Çünkü mizaç bozulunca ilaç fayda vermez.
Bazıları hakkı hatırlar, kalbi uyanır fakat bunda
devam edemez peşinden gaflete düşer, nefsini biraz
terbiye ile uğraşır, arada bir hatalara bulaşır. Bu şekilde az
da olsa kalbine nur çeker, onu aydınlatmaya çalışır. Bu
durumlar nefislerin dünyaya meyletmesinden, fânî
meşguliyetler içinde boğulup gitmesinden meydana gelir.
Kalpteki hastalıkların zayıflık veya şiddetine göre ruhun
hali değişir.
Kalbi saran bu hastalıklar giderilirse, nefisler ledün
ilminden nasiplenir, onun nasıl bir şey olduğunu anlar, ruh
ilk yaratılıştaki temiz haline kavuşur. Ruh elde ettiği nur ve
feyizle kalbe yönelir, onu kendi tarafına çeker, kalbi ilahî
sevgi ve feyiz ile besler, hakka aşık eder.
Ruhlar, madde âleminin özelliklerini taşıyan bedenle
birlikte olmakla ve hakikatlere perde olan bu zülmanî
âlemde ikamet etmekle hastalanmış, gerçeği göremez
olmuştur.

90
Nesefî, İnsan-ı Kamil, s. 34-35. Özetle verildi.
53

Bütün iş, ruhu yaratılışında mevcut olan aslî hale


döndürmektir.
Ruhun bedenle meşgul olup zayıf düşmesi ve hasta
olması şuna benzer:
Nasıl ki çocuğunu seven şefkatli bir baba,
çocuğunun bakımı, terbiyesi gibi işlerle uğraşarak diğer
işleri unutursa, ruh da fazla sevgi ve şefkatinden dolayı
bedene yönelmekte, onun bakımı, korunması ve
ihtiyaçlarının teminiyle uğraşmakla zayıf ve bitkin düşmesi
sebebiyle dünya denizinde boğulmaktadır.
İşte bu yüzden ruhlar, kaybettiğini bulmak,
unuttuğunu hatırlamak için bir eğitime ihtiyaç duymaktadır.
Aslında bu iş, ruhun, kendi aslî cevherine ve asıl haline
yönelmesi, saadete ulaşmak ve kemale ermek için
kendisinde kuvve halinde mevcut olan şeyleri fiile
çıkarmasıdır.
İnsan bunu tek başına yapamayacak kadar zayıfsa,
kendisine yardım edecek birisini bulmalıdır. Bunun için
yolu bilen şefkatli bir âlime tutunmalı, kendisine sımsıkı
sarılmalı ve ondan yardım istemeli ki hedefine ulaşabilsin.
Bu aynen kendi hastalığını tedavi edemeyen bir hastanın,
ehil bir doktora gidip halini arz ederek tedaviye girmesine
benzer."

Ruh Safiyetini Bulunca


Muhyiddin b. Arabî, manevî safiyeti ve safasını elde
eden ruhun elde ettiği yetki ve güzellikleri şöyle özetler:
"İnsânî ruh, tabiatın perdelerinden yani bütün gaflet
ve günah çeşitlerinden temizlenip Rabbi ile arasındaki
bütün perde ve engellerden kurtulunca, ilahî izinle
melekleri, felekleri seyreder, kalplere inen ilim, hal,
düşünce ve benzeri şeyleri görür ve bilir."91
Bu konuda şu hadise güzel bir örnektir:
Resûlullah Efendimiz (s.a.v), bir gün Hâris b. Malik
(r.a) ile karşılaştı. Ona,

91
İbn Arabî, et-Tecelliyâtü'l-İlâhiye, s. 121-122 (Beyrut 2002).
54

"Hâris, nasılsın, ne halde sabahladın?" diye sordu.


Haris,
"Gerçek bir mü’min olarak sabahladım" dedi.
Resûlullah (s.a.v),
"Ne söylediğine iyi bak! Her sözün bir hakikati
vardır; senin gerçek bir imana sahip olduğunun alameti
nedir?" diye sorunca, Hâris (r.a), şunları söyledi:
"Dünyadan gönlümü çektim (içimde dünya adına bir
rağbet ve muhabbet kalmadı). Gecelerimi ibadetle,
gündüzlerimi oruçla geçirmekteyim. Bu hal içinde
Rabbimin Arşını açıkça görecek duruma geldim. Yine
cennetliklerin cennette birbirini ziyaret edişlerini,
cehennemliklerin ise ateş içindeki feryat ve inleyişlerini
görür gibiyim."
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v),
"Bu halinle sen gerçekten Allah'ın kalbini
nurlandırdığı bir mü’minsin; gerçeği tanıdın, doğru
haldesin, ona devam et"92 buyurdu.
Avârifü'l-Meârif sahibi İmam Sühreverdî’nin belirttiği
gibi ruh, inkâr ve şirk karanlığı ile perdelenmez, boş
zevklerle meşgul edilmez ve günahlarla kabiliyetleri
öldürülmezse, cevherindeki özellikler ve güzellikler ortaya
çıkar, inkişaf eder ve kemal halini bulur. Ruh sahip olduğu
bu güzellikleri, kendisine tâbi olan kalbe, nefse ve bedene
yansıtır. Onları kendisine verilen nurla destekler, feyizle
besler, güzelliklerle süsler, yetkilerle kuvvetlendirir, kalbi
ve nefsi peşine takıp melekût âlemine çeker, onları nur
âlemine âşık eder, gayb âleminin harikalarıyla tanıştırır.
Bu durumda insan sanki melekler âleminin bir ferdi olur.
Orada gönlü ile bulunur, adı anılır, tanınır, sevilir,
desteklenir. İşte böylece insanda kudsî kuvvet oluşur.93
Bütün bunlar şunu gösteriyor: İnsanın diğer
varlıklardan farkı, manevî temizlik ve terbiye ile iç
âlemindeki cevherlerini inkişaf ettirmesi, sıfatlarını
92
İbn Mübarek, Kitabü’z-Zühd, nr. 314; Abdürrezzak, Musannef, 11/
129 (nr. 20113); İbn Hacer, el-İsâbe, 1/689-690 (Beyrut 1995);
Heysemi, ez-Zevâid, 1/57.
93
Sühreverdî, Avarifü'l-Meârif- Gerçek Tasavvuf, s. 22, 27, 112.
55

değiştirmesi bir halden diğerine geçmesi; kötü iken iyi,


cahil iken âlim, gafil iken zikir ehli, zâlim iken adil, sert
iken hâlim, cimri iken cömert, korkak iken mert
olabilmesidir. Din, insana bu kemali ve cemali
kazandırmak, böylece onu Allah’a dost, âleme rahmet
yapmak için gönderilmiştir. İslam’ın özü ve hedefi budur.
Hz. Yunus ne güzel demiş:
Ben gelmedim kavga için.
Ben gelmişem Mevlâ için.

Ruhun Bir Çok Yerde Gözükmesi (Temessül)


Önce “tenasüh” ile “temessül”ü karıştırmamak
gerekir. Tenasüh, bir ruhun kendi bedeninden ayrıldıktan
sonra, bir başka varlığın, mesela insan veya hayvanın
bedenine geçmesi ve böylece varlığını yeni vücutta devam
ettirmesidir. Bu anlayış yanlıştır, dinimizde bunun yeri ve
Ruhun birçok surete girmesine “temessül” denir.
Ruh, safileşip aslî haline dönünce meleklerin sıfatına sahip
olur, onların arasına girer, melekût âleminin özellikleriyle
süslenir, özel kabiliyet, kuvvet ve manevî yetkilerle
donatılır. Allah’ın izniyle, melekler gibi kullar ve kâinat
üzerinde tasarruf etmeye ehil kılınır; özel görevler verilir.
Temessüle en güzel örnek, ölüm meleği Hz. Azrail’in
(a.s) halidir. O bir tane olduğu halde, aynı anda vefat eden
binlerce kimsenin yanında olur, ruhunu alır, hepsine farklı
suretlerde gözükür, onlarla konuşur.
Bu özellik cinlere de verilmiştir. Şeytan (iblis) bir
anda farklı yerlerde bulunur, pek çok insanın kalbine
vesvese verebilir.
Aynı anda birçok surete girme imkânı Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v) saadetli ruhuna da verilmiştir. Şu
hadisler bu görüşe delil olmaktadır: Resûlullah (s.a.v)
buyurur ki:
“Siz nerede bulunursanız oradan bana salavat
okuyun, selam gönderin. Sizin selamınız bana ulaşır.”94

94
Taberânî, el-Kebir, nr. 2729; Heysemî, ez-Zevâid, 10/162; Münzirî,
et-Terğîb, nr. 2475; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 3768.
56

“Kim bana bir salavat okursa, o bana ulaşır; ben de


o kimse için hayır dua ederim. Bundan başka o kimseye
her salavatı için on iyilik sevabı yazılır.”95
“Herhangi bir müslüman bana (uzaktan veya
kabrimin yanında) selam verince, Allah ruhumu
(bedenime) iade eder, ben de o kimsenin selamına
karşılık veririm.”96
Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v) dünyanın her
yanından aynı anda milyonlarca selam gönderilmekte,
salavatlar okunmaktadır. Peygamberimizin (s.a.v) ruh-ı
saadetleri de bütün bu selamlara ve salavat okuyanlara
aynı anda karşılık vermekte, hepsini tanımakta, hepsiyle
ayrı ilgilenmekte, onlar için ayrı istiğfar etmekte ve
yaptıklarına şahit olmaktadır.
Ruh, emir âlemindendir. Emir âlemi, yüce Allah’ın
“ol” emriyle her şeyin olduğu, sebeplere bağlı olmayan
manevî âlemdir. İlahî kudret, bu âlemde sebepler perdesi
olmadan doğrudan tecelli eder. Yüce Mevla, habibi Hz.
Muhammed’e (s.a.v) hiç kimseye vermediği yetki ve gücü
vermiştir. Allame Münâvî (rah), der ki:
“Kudsî ruhlar, bedenin engel ve alakalarından
sıyrılınca, mele-i a’lâya (meleklerin hayat sürdüğü melekût
âlemine) yükselirler. Bu âleme yükselen ruh için herhangi
bir perde olmaz. Artık pek çok şeyi ya kendisi görür veya
bir meleğin bildirmesiyle bilir.”97
Yine Münâvî (rah), Allah Resûlü’nün, “Hayatım gibi
vefatım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir.
Yaptıklarınız içinde hayırlı bir amel görünce Allah’a hamd
ederim, kötü bir amel görünce affınız için Allah’a
yalvarırım”98 hadisinin şerhinde der ki:

95
Taberânî, el-Evsat, nr. 1663; Heysemî, ez-Zevâid, 10/162; Münzirî,
et-Terğîb, nr. 2476.
96
Ebû Davud, nr. 2041; Ahmed, Müsned, 2/527; Nevevî, el-Ezkâr, nr.
296.
97
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6/ 2978 (Riyad 1998).
98
İbn Sa’d, Tabakât, 2/149; Bezzâr, Müsned, nr. 845; Heysemî, ez-
Zevâid, 9/24; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 3771.
57

“Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) vefatının bir hayırlı


yönü de şudur: Melekler kendisine ümmetinin amellerini
arz ederler, o da aynı anda ümmetinden sayılamayacak
kadar kimseye yönelir, onların işleriyle ilgilenir.”99
Bu yetkilerin bir kısmı onun vârisi olan rabbanî
âlimlere, kamil insanlara da bahşedilmiştir. Ahmed bin
Muhammed el-Hamevî, Nefahatü’l-Kurb vel-İttisal isimli
eserinde der ki:
“Evliyaullah, rûhâniyetlerinin cismaniyetlerine galip
olması sebebiyle bir çok suretlerde görünebilirler. Onların
tasarruf ve kerametleri, hayatlarında olduğu gibi
vefatlarından sonra da devam eder.100
Âlimler bir şahsın birden fazla surette
gözükebileceğine şu hadis-i şerefi de delil göstermişlerdir:
Hz. Peygamber (s.a.v), cennetin bütün kapılarından
o kapılara ait amelleri işlemiş olan kişilerin ayrı ayrı
çağrılacağını beyan ettiği esnada Hz. Ebu Bekir (r.a),
“Her bir kapıya ait amellere sahip olan bir kişi bu
kapıların hepsinden çağırılır mı?” diye sorunca, Resûlullah
(s.a.v) şöyle buyurdu:
“Evet, ey Ebu Bekir, senin de onlardan olmanı ümit
ediyorum.”101
Arifler, ruh külli olduğu vakit, yetmişbin surette
gözükebilir demişlerdir. Bu dünyada böyledir, berzah
âleminde ise bu suretlere girmesi daha da kolaydır. Zira
berzah âleminde ruh cesetten ayrıldığı için, daha kuvvetli
ve müstakil olur.102
Meşhur el-Muhtasar kitabının sahibi şeyh Halil el-
Mâlikî (rah), şeyhi Abdullah el-Menûfî’nin menakıbını
anlattığı kitabında der ki:
“Veli, velayetinde kemale erince ruhaniyetiyle
değişik şekillere girme imkânına sahip olur; kendisine pek

99
Münâvî, a.g.e, 6/2979.
100
Erbilî, Tenvirü’l-Kulûb, s. 549.
101
Buharî, Fedailu Ashâbi’n-Nebî, 5; Müslim, Zekat, 27; Tirmizî,
Menâkıb, 16.
102
Hanî, el-Behcetü’s-Seniyye, s. 48; Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ
Halid, 4. Mektub.
58

çok surete girme gücü verilir. Bu durum imkânsız değildir;


çünkü değişik suretlere giren ruhâniyettir. Bu durum
arifibillah zatlarda çokça meydana gelmiştir.
Allah Teâlâ bu hali dilediği dostlarına verir. Buna bir
mani yoktur. Kendisine bu imkân bahşedilen veli, asıl
bedeni bulunduğu yerde kalır, kendisine bahşedilen diğer
ruhânî bedenle temessül yoluyla değişik suretlerde
gözükebilir, tasarruf edebilir. Veliler bunun misal âleminde
cereyan ettiğini belirtmişlerdir. Misal âlemi, ruhlar âlemi ile
cesetlerin yaşadığı dünya âlemi arasında bir âlemdir. Bu
âlem, cesetlerin bulunduğu âlemden daha latif, ruhların
âleminden daha yoğun bir âlemdir.”103
Allame Taceddin-i Sübkî, keramet çeşitlerini
sayarken der ki:
“Velilere verilen kerametlerin yirmi ikinci çeşidi
velinin çeşitli hal ve suretlere girmesidir. Ehl-i tasavvuf,
bunu “misal âlemi” diye isimlendirmiş ve ruhların çeşitli
suretlerde görülmelerinin misal âleminde olduğunu
söylemişlerdir. Hz. Cibril’in (a.s.) Meryem validemize (a.s)
güzel bir insan suretinde temessül edip görünmesi, buna
bir delil ve örnektir.104

Kudsî Ruhların Sıfat ve Yetkileri


Arifler der ki: Günah kirlerinden temizlenmiş, ilâhi
aşkla âli makamlara yükselmiş temiz ruhlar, yüce Allah’ın
özel ve güzel işlerde görevlendirdiği meleklerin arasına
katılırlar. Onlara “cündullah” (Allah’ın askerleri) denir. İlâhi
huzurda kabul görmüş bu ruhlar, gayb ve melekler
âleminin özelliklerine uygun sıfatlara sahip olurlar.
Kendilerine özel yetkiler ve görevler verilir. Asıl görevleri,
marifet ve muhabbetle kulluk, her an yüce Allah’ı zikir,
sena ve övmedir. Bundan sonra diğer insanları irşat
etmek, onları Allah'a, Allah'ı da onlara sevdirmek, özellikle

103
bk. Münâvî, el-Kevâkibü’d-Dürriye, 2/277 (Beyrut 1999); Süyûtî, el-
Hâvî li’l-Fetavâ, 1/340 (Beyrut 1995).
104
bk. Sübkî, Tabakât, 2/338-344; Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetavâ, 1/342;
Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, 4. Mektub.
59

zayıf mü’minlere yardım etmek, onları dua, sevgi ve


feyizleriyle desteklemek gelir.
Her türlü günah ve gafletten tertemiz olup ilâhi
huzurda kabul gören ve yüce Allah’ın sevgilisi olan ruhlara
"kudsî ruh" denir. Kudsî, el-Kuddûs olan Allah’a vuslat ile
şereflenmiş, böylece kudsiyet kazanmış, temiz ve pak
olmuş, yücelmiş varlık demektir. Bu kudsî ruh sahiplerinin
başında Resûlullah (s.a.v) Efendimiz gelir. Onu diğer
peygamberler ve salihler takip eder. Melekler de bu
kudsîler ordusunun içindedir.
Yüce Allah dilediklerine bu ruhlar vasıtasıyla birçok
ilim, hikmet, sevgi, feyiz ve yardım ulaştırır. Bu faydayı
ulaştıran ruhun berzah âleminde, fayda görenin de
dünyada olması buna mani olmaz. Bu yardım vefat eden
kimsenin topraktaki cismi ile değil, yüksek makamlarda nur
ve safa içinde yüzen ruhu ile olmaktadır.
Melekler ve ruh, değişik şekillere girebilir, farklı
suretlerde görünebilirler. Buna temessül etmek denir.
Onun gerçekleştiği âleme arifler “Misal Âlemi” derler.105
Nitekim Cebrail (s.a.v), Hz. Meryem’e güzel bir insan
suretinde görünmüştür. (Meryem 19/17). Melekler bu yolla
peygamberler yanında, sahabiler ve salihlerle
görüşmüşlerdir. Peygamberlerin ve velilerin ruhaniyet
yoluyla uzaktaki mü’minleri görmeleri ve onlara yardım
etmeleri de ruh ile olmaktadır. Bunun örnekleri çoktur.

Kudsî Ruhlarla Gelen İlahî Yardıma Örnekler


Bazı müfessirler, Hz. Yakub’un (s.a.v), oğlu Hz.
Yusuf'a (s.a.v) ruhaniyet yoluyla temessül ederek yardım
ettiğini ve kendisini kötü fiile bulaşmaktan kurtardığını
nakletmişlerdir.106
Resûlullah (s.a.v) ümmetinin nerede olursa olsun
kendisine okuduğu salât ve selamı işittiğini, okuyanı
tanıdığını, ona karşılık verdiğini, ümmetinin amellerinin
105
Subki, Tabakatu’ş-Şâfiiyyetü’l-Kübra, 2/341-342.
106
Taberi, Camiü’l-Beyan, Cüz: 12, sh. 244-248; Razi, Tefsir-i Kebir, 18/
96; İbn Kesir, Tefsir, 4/381; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensur, 4/ 522; Âlusî,
Ruhu’l-Meânî, 6/ 406.
60

kendisine arz edildiğini, onların içinde iyilik görünce


sevindiğini, kötülük görünce üzülüp affı için istiğfar ettiğini
haber vermiştir.107
Bütün bunlar, O’nun, ümmetine ruhaniyet yoluyla
yardım etmesi ve onlara şahitlik yapmasıdır. Resûlullah
(s.a.v), ruhaniyet ve temessül yoluyla ümmetinden bazı
şahıslara rüyada, bazılarına keşif ve mana âleminde,
bazılarına uyanıkken görünmüş ve Allah’ın izniyle nice
dertlerine derman olmuş ve olmaya devam etmektedir.
İmam Celalüddin Süyûtî, Resûlullah'ın (s.a.v)
kendisini rüyada gören mü’minlere ölüm anında bizzat
görünerek, “Beni rüyasında gören kimse, mutlaka
uyanıkken de görecektir” hadisindeki vaadin ve müjdenin
gerçekleştiğini belirtir ve ümmet içindeki seçkin kâmillerin,
Efendimiz’le hayatları boyunca az veya çok görüşme
şerefine erdiklerini kaydetmiştir.108
Allame Alûsî (rah), "Ancak bu tür bir görüşmenin
gerçekleşmesi ve devamı için insanın sünnet-i seniyyeden
zerre kadar ayrılmaması, gece gündüz edebini koruması
gereklidir" der ve şunu ekler:
“Ümmetin, Allah Resûlü ile kalp bağı ne kadar
kuvvetli olursa, kendisiyle görüşmeleri de o derece kuvvetli
ve devamlı olur. Bu görüşme bazı salihler için ölüm anında
olur. Çünkü o anda kalben tam bir yöneliş ve beraberlik
meydana gelir.”109
Hz. Ömer'in (r.a) şu hadisesi de ruhaniyet yoluyla
yardımlaşmaya güzel bir örnektir. Hz Ömer, Medine’de
halka hutbe verirken, Nihavent’te savaşan İslâm
ordusunun düşman karşısında sıkıştığını manevîyat
yoluyla gördü. Hutbesini kesip ordu komutanı Sâriye’ye,
“Ya Sâriye! Orduyu dağa çek.” diye seslendi. Hz.
Sâriye aynı anda bu sesi işitti ve öyle hareket ederek
düşmana galip geldi.110

107
Ahmed, Müsned; 2/527; Ebu Davud, nr. 2041; Taberanî, el-Evsat,
nr. 1663; Bezzar, Müsned, nr. 845; Heysemi, ez-Zevaid, 9/24.
108
Süyûtî, el-Hâvi lil Fetava, 2/474.
109
Âlûsî, Ruhu’l-Meani, 11/216.
61

Abdullah-ı Dehlevî'nin (k.s) müridlerinden Ahmed


Yar adında biri ticaretle uğraşırdı. Ahmed Yar yaşadığı şu
olayı anlatmıştır:
“Bir gün ticarî işlerimi bitirmiş, kervanla
memleketime dönüyordum. Yolda gelirken bir ara
mürşidim Şeyh Abdullah-ı Dehlevî (k.s) karşımda temessül
edip gözüktü, bana,
‘Acele etmelisin, yolda haramîler var, ticaret
kervanını soyacaklar’ deyip gözden kayboldu. Arkadaşlara
söyledim, ama kimse bana inanmadı. Ben acele edip
kervandan ayrıldım. Sonradan öğrendim ki haramîler
kervana saldırmış, kafiledeki malları yağmalamıştı.”111

Kudsî Ruhtaki Kuvvetin Kaynağı


Kamil insan, yüce Allah'ın dostu ve şahididir. Onun
sahip olduğu her şey, yüce Allah'ın kendisine bir ikramıdır.
Âlemlerin rabbini bulan kimse, neyi kaybetmiştir ki? O'nu
kaybeden neyi bulmuştur ki?
Velilere verilen nimetler ve kudsî kuvvetler meşhur
kudsî hadiste şöyle özetlenmiştir:
"Ben farz ve nafile ibadetleriyle sürekli bana
yaklaşan kulumu severim. Ben bir kulu sevince, onun
kulağı, gözü, eli ve ayağı olurum. Artık o, (kendisine ihsan
edeceğim özel nurumla) benimle işitir, benimle görür,
benimle tutar, benimle yürür. Benden herhangi bir şey
isterse ona verir, bana sığınırsa muhakkak kendisini
himaye ederim.” 112
Bu kudsî hadisi açıklamak için bir cilt kitap yazan
İmam Şevkânî, hadisin manasını şöyle özetler:
"Bu hadiste yüce Allah şunu diyor: Ben bir kulumu
sevince, kendisine vereceğim nurum ile onun kulağı
olurum. O bu sayede öyle bir işitme kabiliyetine ulaşır ki,
110
Olay için bk. Ebu Nuaym, Delailü’n-Nübüvve, 2/579; İbn Hacer, el-
İsabe, 3/9-10; Kahdehlevi, Hayatu’s-Sahabe, 4/243.
111
Nebhânî, Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ, 2/244; Necmeddin Muhammed,
Altın Silsile: Hülâsatü'l-Mevâhib, s. 303-304 (Semerkand 2005).
112
Buhârî, Rikak, 38; İbn Mâce, Fiten, 16; Ahmed, Müsned, 6/256;
Taberânî, el-Kebîr, nr. 7880; Beyhaki, K. Zühd, nr. 696-700.
62

hiçbir insanın işitmediği şeyleri işitir. Diğer bütün


azalarında da durum böyledir."113
Büyük müfessir İmam Fahreddin Râzî (rah), bu
hadis-i kudsiyi velilere verilen kerametin en güzel bir delili
olarak görür ve şu açıklamayı yapar:
“Bir insan samimiyetle yüce Allah’a kulluğa devam
ederse, Allah’ın, “onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli
olurum” buyurduğu bir makama yükselir. Yüce Allah’ın
sevdiği kuluna ikram ettiği nuru, onda bir kulak olunca, o
kul, yakını işittiği gibi, uzağı da işitir. Bu nur, bir kul için göz
olunca, o, yakını gördüğü gibi, uzağı da görür. Yine
Allah’ın nuru bir kulda el olunca, o kul, zora, kolaya,
yanındakine, uzaktakine, çok şeye gücü yeter.”114
Sadeddin-i Kaşgarî (k.s) şöyle der: “Gönül, Cenâb-ı
Hakk’a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o
pencereden, ilahî feyiz nuru girer. Bu nur, doğudan batıya
kadar her zerreye hayat verir. Yalnız penceresiz olan evler
nasibini alamaz.”115

Ricalü'l-Gayb: Himmet Ordusu Ruhlar


Fahreddin-i Razî, Naziat Suresi’nde geçen, “İşleri
düzenleyip yönetenlere yemin olsun ki...” ayetinin
tefsirinde der ki:
"Allah tarafından kendilerine yemin edilenler
melekler olabileceği gibi, vefatlarından sonra veya manevî
terbiye denen seyr u süluk neticesinde yüksek makamlara
çıkıp meleklere karışan kudsî ruhlar da olabilir. Bu ruh,
Allah’ın izniyle, rüya, himmet, keşif, tasarruf gibi yollarla
diğer insanların yardımına koşar, onların irşadına yardımcı
olur ve onları terbiye eder."116
Resûlullah (s.a.v), ümmeti içinden kıyamete kadar
eksik olmayacak bir grup veliyi “ebdal” ismiyle tanıtmıştır.

113
Şevkânî, Katru'l-Veli, s. 268 (Beyrut 2001).
114
Râzi, Mefâtihü’l-Gayb, 21/90-91.
115
Mevlana Sâfî, Reşahât, s. 99.
116
İlgili açıklamalar için bk. Razi, Tefsir-i Kebir, 30/30-31; Bursevi,
Ruhu’l-Beyan, 10/316; Âlusî, Rûhu’l-Mânî, 30/24; Hamdi Yazır, Hak
Dini, 8/511.
63

Onların bereketiyle insanların yağmura kavuştuklarını,


nice belalardan kurtulduklarını ve onların dualarıyla
mü’minlerin Allah’ın yardımına ulaştıklarını haber
vermiştir.117
Halk arasında bu velilere "Ricalü’l-Gayb", "Yediler",
"Kırklar" gibi isimler verilmiştir. Kırk rakamı; “Ümmetimden
kırk kişi Hz. İbrahim’in kalbi (hâli ve meşrebi) üzere
bulunur. Onların bereketiyle yeryüzündekilere rahmet
edilir”118 hadisinde geçmektedir.

Ruhların Tanışması
Temiz ruhlar, yüce Allah’a âşıktır. Onlar, yerde gökte
yüce Allah’a ait şeyler arar, sevgiyi yoklar, ihlâsı koklar,
Arş’a kimden ne çıktığına bakarlar. Oraya kim yönelmişse
onu sever, tanır ve kendisine dua ederler. Böylece ruhlar o
iklimde tanışmış olurlar. Bu durumu Efendimiz (s.a.v)
şöyle ifade buyurmuştur:
“İki mü’minin ruhu bir günlük mesafede karşılaşıp
tanışır. Halbuki onlar birbirlerini zahiren hiç
görmemişlerdir.”119
Konuyla ilgili güzel bir örnek:
Herim b. Hayyan (rah) anlatır: “Veysel Karanî
Hazretleri’ni görmek için Kûfe’ye gittim. Tek arzum
kendisiyle görüşmek ve hayır duasını almaktı. Onu öğle
vakti Fırat kenarında abdest alırken buldum. Kendisini ilk
defa görüyordum. Anlatılan vasıflarından onu tanıdım.
Yanına vardım, selam verdim. O da selamımı aldı ve,
"Allah sana rahmet etsin. Nasılsın ey Herim b.
Hayyan?" dedi. Ben, benim ve babamım ismini nereden
bildi diye hayret ettim. Kendisine,
"Allah sana rahmet etsin, benim ve babamın ismini
nereden bildin? Bundan önce seni hiç görmemiştim"
dedim. Biraz sükût etti ve:
117
Ahmed, Müsned, 1/112; Taberanî, el-Kebir, nr. 10390; Süyûti, el-
Haberu’d-Dâl (el-Hâvi İçinde) 2/456; Heysemi, ez-Zevaid, 10/ 62.
118
Ebû Nuaym, Hilye, 4/173; Taberânî, el-Kebir, nr. 10390; Heysemi,
ez-Zevaid, 10/ 63.
119
Buhari, Edebü’l-Müfred, nr. 261.
64

"Bana senin ve babanın ismini her şeyi bilen ve her


şeyden haberdar olan Allah bildirdi. Nefsim seninle
konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı. Hiç şüphesiz
bedenler birbiri ile tanışıp kaynaştığı gibi, ruhlar da Allah
sevgisiyle birbirlerini tanırlar ve severler. Zahiren hiç
karşılaşmamış, tanışmamış olsalar ve oturdukları yerler
çok uzak da olsa bu böyledir" dedi.120
Gavs-ı Sani Hazretleri bu mühim konuya şöyle işaret
etmiştir:
“Nice insanlar vardır ki, devamlı evliyanın yanında
bulunur; fakat niyeti Allah rızası değildir. O kimse
evliyadan çok uzaktır. Bazı insanlar ise bedeniyle
evliyadan çok uzakta bulunur, fakat kalbi Allah rızasına
aşıktır, ihlâs üzere yaşar; veliler o kimseyi tanır ve
severler. Halbuki o kimse evliyayı hiç görmemiştir.”

Ruha Kuvvet Olan Cemal Tecellileri


Bir gün Ashaptan Hanzala b. Rebî (r.a), Hz.
Resûlullah'a (s.a.v) geldi. Ciddi bir derdi vardı. Bu derdini
şu şekilde dile getirdi:
“Yâ Resûlellah! Bizler sizin huzurunuzda
bulunduğumuzda bizlere cennet ve cehennemi
hatırlatıyorsunuz. Öyle bir hâle geliyoruz ki, onları
gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Sonra huzurunuzdan
çıkıp çoluk çocuğa karışınca ve işlere dalınca orada
aldığımız çok şeyleri unutuyoruz. Bunun münafıklık
olmasından korkuyorum.”
Hz. Resûlullah (s.a.v), ona şöyle buyurdu:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer siz
benim yanımda iken elde ettiğiniz duruma ve zikir hâline
devam edebilseydiniz; melekler ziyaretinize gelir, sizinle
yataklarınızda ve yollarınızda musafaha ederlerdi. Fakat
ya Hanzala! Bazen böyle bazen öyle olur” buyurdu ve
bunu üç defa tekrar etti.121
Allame Münâvî (rah) bu hadisin şerhinde der ki:
120
İbn Asakir, Tarihu Medineti Dımeşk, 9/427; Ebû Nuaym, Hilye, 2/84-
85; Zehebi, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 4/28-29.
121
Müslim, Tövbe, 12; Tirmizî, Kıyâme, 59.
65

"Hak dostlarıyla sohbet ve sürekli zikir insana Allah


korkusunu kazandırır. Bu korku kalbe yakin nurunun
girmesini sağlar. Bu nur, kalpten şehveti ve kötü arzuları
atıp temizler. Kalp temizlenince perde ortadan kalkar. O
zaman kalp, temiz ruhları ve melekleri açıkça görür. Bazı
kâmil insanların dediği gibi bunun sırrı şudur:
"Hz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v), nurların
merkezidir. Onun meclisinde olan herkes kendi kuvvetince
bu nurlardan alır, aydınlanır. O anda kendisiyle bütünleşen
ruhlar, onun sayesinde ve desteğinde gayp âlemini görür
duruma gelir. Ondan ayrılıp kendi başlarına kalınca ve
ailesine dönünce, manevî tarafı noksan kalır. O huzurda
gördüğünü göremez olur. Bu tabii bir haldir. Aynı
atmosfere girince bu haller, daha fazlasıyla gerçekleşir."122

İbret: Güzelliği Seyirle Gelen Kuvvet


Ebû Amr Muhammed bin Eş’as (rah) der ki:
"Mısır halkı kıtlık senesi dört ay yiyecek bulamadılar;
bu süre içinde tek gıdaları Yusuf aleyhisselam’ın
güzelliğine bakmaktı. Acıktıkları zaman, onun yüzüne
bakmakla açlıklarını unuturlardı. Kur’ân-ı Kerim bunun
daha önemlisini haber verir. Mısır’ın ileri gelen kadınları
Yusuf’un güzel cemaline hayran kalarak ellerini kestiler
fakat acısını duymadılar.123
Ârifler der ki: Bir mürid, mürşidini gerçek manada
sevdiği zaman sadece onu seyretmekle açlığını unutur,
ondaki ilâhî nuru görmek kendisine kuvvet olur. Kalbin
gıdası, nur, sevgi ve zikirdir. Bu manevî rızıklar âşıkların
gönül hanesinde bulunur ve sunulur. Bunu için Hz.
Mevlana (k.s) der ki:
"Ben canın gıdası olan pırıl pırıl bir nurum."124

Ruhlar Arası Özel İletişim Yolu: Üveysîlik

122
Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 10/5078 (7418 nolu hadisin şerhi).
123
Gazalî, İhyâ, 4/69.
124
Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerif (Manzum Nahifî tercümesi), 3/164.
66

Ruhlar arasındaki buluşmanın, tanışmanın,


kaynaşmanın ve istifadenin bir şekli de “Üveysîlik” denen
yoldur.
Üveysîlik, Veysel Karânî hazretlerinin yolu ve
meşrebi demektir. Bu meşreb, ruh yoluyla terbiye olmak,
yüz yüze görüşmeden önceki zatlardan feyiz ve ders
almaktır.
Veysel Karânî (r.a), Hz. Peygamberi (s.a.v)
görmeden, ruhâniyetiyle manevî olarak terbiye edilmiştir.
Tasavvufta buna "Üveysîlik" denir.
Büyük zatlar, ruh vasıtasıyla uzaktan tasarrufta
bulunabilirler. Ruh, melekler âleminin özelliklerini taşır ve
nur hızı ile hareket eder. Kudsî makamlara yükselmiş
meleklerin sıfatını kazanıp onların safına katılmış temiz
ruhlar -Allah’ın izniyle- bir anda dünyanın her yanını
görebilir, dolaşabilir. Ruha verilen yetkileri özel bölümünde
incelemiştik.
Ruha verilen bu yetki, bir keramet çeşididir. Veliler,
yüce Allah’ın rahmet, himmet ve hizmet ordusudur.
Onlarla dilediği kullarını destekler, terbiye eder. Kâmil
mürşidlerde bu hal çok olmuştur; halen de olmaktadır.
Meselâ, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî (k.s.), Ebû Yezid-i
Bistamî'yi (k.s.) görmemiş, ancak kabr-i şerifinde
bulunarak, onun rûhâniyetinden aldığı feyizlerle
yetişmiştir.125
Abdülhâlik Gücdüvânî'nin (k.s) manevî terbiye
yolunda ilk hocası Hz. Hızır'dır. Hızır (a.s) kendisine, "Sen
benim manevî evladımsın" diyerek, ona gizli zikri öğretmiş
ve 22 yaşına kadar terbiyesiyle meşgul olmuştur.126
Şah-ı Nakşibend'in (k.s) bir lakabı Üveysî'dir. Hazret
ilk günlerinde Abdülhâlik Gücdüvânî'nin (ks)
127
ruhâniyetinden terbiye ve feyiz almıştır. İkisi arasında
yaklaşık 200 sene vardır.

125
Muhammed Emin, Hülâsatü'l-Mevâhib, s. 35; Tozlu, Altın Silsile, s.
117.
126
Tozlu, Altın Silsile, s. 136-137.
127
Safi, Reşahât: Hayat Pınarından Can Damlaları, s. 120.
67

Şah-ı Nakşibend (k.s) ayrıca Veysel Karanî (rah) ve


Hakim Tirmizî'nin (k.s) ruhâniyetinden de feyiz ve ders
almıştır.128
İmam Rabbânî (k.s), kendisine Hz Ali'nin (r.a)
rûhâniyetiyle gelerek,
"Sana göklerin ilmini öğretmeye geldim" dediğini
nakleder.
Ayrıca İmam Azam ve hocalarının, İmam Şafii ve
hocalarının rûhâniyetleri ile buluştuğunu ve onlardan pek
çok yardımlar aldığını belirtir.129
Yine İmam Rabbânî (k.s), Nakşibendiye, Kâdiriyye,
Çeştiyye, ve Sühreverdiyye tarikatlarının büyüklerinin
rûhaniyetleri altında yetiştiğini, kendilerinden feyiz ve
terbiye aldığını belirtir.130
Seyyid Şerif Cürcanî (k.s) Şerhu’l-Mevakıf adlı
eserinde, mürid ve saliklere, velilerin ruhaniyet yoluyla
gözüktüğünü, bu şekilde büyük zatların hayatta iken ve
vefattan sonra feyiz verdiğini bildirir.131

İbret: Dostun Kokusunu Alan Ruhlar


Resûlullah (s.a.v) buyurur ki:
“Dikkat edin, iman (ehli sadık kimseler) Yemen
bölgesindedir. Hikmet (sahipleri) Yemenlidir. Rabbinizin
nefesini (rahmet ve feyzini) Yemen tarafından buluyorum.
(Sürekli ilahî rahmeti çeken âşıkların kokusunu
alıyorum).”132
Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) kokusunu aldığı
Yemenlilerden biri de Veysel Karânî hazretleridir. Hz.
Peygamber (s.a.v), Veysel Karânî'yi zâhiren hiç görmediği
halde, kalbindeki aşk ve ihlâsın manevî kokusunu almış,
onun güzel halini gönül gözüyle seyredip tanımış,
128
Ahmed Sıddîkî, Şâh-ı Nakşebend, s. 38.
129
el-Hânî, el-Hadâiku'l-Verdiyye, s. 544 (Dımaşk 1997); Trc.
Abdülkadir Akçiçek, s. 739.
130
Kişmî, Berekât, s. 121-122 (İstanbul 1976); el-Hânî, el-Hadâiku'l-
Verdiyye, s. 544; (trc. s. 739).
131
Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlana Halid, 4. Mektub; İbrahim Fasih,
Mecd-i Talid, s. 110; Erbilî, Tenvirü’l-Kulûb, s. 549.
132
Ahmed, Müsned, 2/541; Heysemî, ez-Zevâid, 10/55.
68

ashabına tanıtmış, ayrıca ona Hz. Ömer ve Hz. Ali ile özel
selamla birlikte saadetli hırkasını hediye göndermiştir.

Berzah Âlemindeki Ruhlardan Yardım Meselesi


Müfessirlerin imamı Fahreddin Razî, “el-Metâlibü'l-
Âliyye” adlı eserinde, kabirleri ziyaret ederek kudsî
ruhlardan faydalanmanın mümkün, caiz ve vaki olduğunu
savunur ve bunun nasıl olduğunu özetle şöyle açıklar:
“Bedenden ayrılan ruhlar, bedene bağlı dünyadaki
ruhlardan bazı yönlerden daha kuvvetlidir. Bunun sebebi
şudur: Ruh bedenden ayrılınca üzerindeki perde ve örtü
kalkar, kendisine gayb âlemi açılır, ahiret makamlarının
sırları gözükür. Dünyada iken delile dayalı ilmi, kesin ve
zaruri ilme dönüşür. Bu şekilde ruh, ayrı bir kemâlat elde
eder.
Bir kimse böyle bir kemâlata ve tasarruf gücüne
sahip bir kulun kabrini ziyaret ettiği zaman, ziyaret edenle
edilenin ruhu arasında bir irtibat kurulur. Birinden diğerine
ilim, hal ve feyiz geçer. Böylece kabir ziyaretinden büyük
bir fayda ve güzellik elde edilir. Kabir ziyaretinin başka
sırları ve faydaları da vardır. En iyisini yüce Allah bilir.”133
Şeyh Remlî (rah) demiştir ki:
"Vefatlarından sonra, peygamberlerin ve velilerin
diğer insanların imdadına yetişip tasarruf yapma imkanı
vardır. Zira peygamberlerin mucizesi ve velilerin
kerametleri, vefatlarından sonra kesilmez. Peygamberlere
gelince, onlar kabirlerinde rûhânî bir hayata sahiptirler.
Namaz kılarlar ve haccederler. Bu hususla ilgili haberler
nakledilmiştir. Peygamberlerin imdada erişmesi, kendileri
için mucize olmaktadır. Şehitler de (Berzah âleminde
kendilerine has özel bir) hayata sahiptirler. Şehitlerin
zaman zaman İslam ordusunun yardımına yetişip kâfirlerle
dövüştükleri müşahede edilmektedir.134

133
bk. Râzî, el-Metâlib, 7/275-277 (Beyrut 1978).
134
Bu konuda geniş bilgi için bk. Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ, 2/263.
69

KALBİMİZ
İnsanın, maddî ve manevî olarak iki yönü vardır.
Maddî yönümüz, hava, su toprak ve ateşten terkip
edilmiştir. Manevî yönümüz ise ruh, kalp, akıl, vicdan gibi
manevî cevherlerden oluşmaktadır; bunlar, melekût
âlemine ait nuranî latifeler, rabbanî sırlar ve ilahî
.hediyelerdir
Kalb, her tarafa yöneldiği, süratle bir halden diğerine
geçtiği ve insanın kontrolünde olmadğı için ona “kalp”
135
.denilmiştir
Konumuz olan kalp, yürekten ayrı bir şeydir.
Türkçemizde yüreğe de kalp denir. Yürek, kanı temizleyen
ve vücuda dağıtan bir organdır. O, hayvanlarda da
mevcuttur. Manevî kalp ise, yürekten ayrıdır, içine iman,
ilim, idrak, sevgi gibi, inkar, gaflet, nefret, korku ve benzeri
manevî şeylerin yerleştiği latif, baş gözüyle görülmeyen
manevî bir cevherdir. Kalbin, yürekle gizli bir irtibatı vardır.
.Vücuttaki yeri olarak da yüreğin bulunduğu mahaldedir
Kalp, göğsün içindedir. Göğse Arapça'da "sadr"
denir. Sadr, kalbi çevrelemektedir. Şu ayetten bunu
:anlıyoruz
Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör "
.olur." (Hac 22/46)
Göğse de "kalp" denebilir. Şu ayet bunu gösteriyor.
"Rabbin, onların göğüslerinin (kalplerinin) gizlediği ve
.açığa vurduğu her şeyi bilir." (Kasas 28/69)
Hakim Tirmizî, vesvesenin göğüslerde
gerçekleştiğini, bu vesvese kalbe girip yerleşmezse, kulun
ondan sorumlu olmadığını, yüce Allah'ın afettiğini, kalbin
kesin karar ve azimlerinin ise, kulu sorumlu yaptığını
136
.belirtmiştir
İnsanların göğsünde vesvese veren cin ve insan "
şeytanlarının şerrinden Allah'a sığnırım" de" (Nâs 114/4-5)
ayeti de vesvesenin atıldığı yerin göğüs olduğunu ifade
.etmektedir
135
bk. Hakim Tirmizî, Beyânü’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Füâd
ve’l-Lüb, (Tahk. Ahmed Abdurrahim es-Sâyih), Kâhire trs., s. 50.
136
Hakim Tirmizî, a.g.e, s. 34.
70

Lügatte mecazen nefse de "kalp" dendiği olur. Bunu


:şu ayette gorüyoruz
Şunu iyi bilin: Allah, nefislerinizdeki (kalbinizdeki) "
.şeyleri bilir; öyleyse O'ndan sakının." (Bakara 2/235)
Hz. İsa'nın (a.s), "Sen, benim nefsimdeki
(kalbimdeki) şeyleri bilirsin" (Mâide 6/116) sözünde de,
."nefs", "kalp" manasında kullanılmıştır
Ayetlerde kalp yerine kullanılan bir diğer kelime
"Fuâd"dır. Bunu, "Şüphesiz kulak, göz ve fuâd (kalp),
evet, bütün bunlar (yaptıklarından) sorumludur" (İsrâ
.17/36) ayetinde görüyoruz. Benzer ayetler çoktur
Hakim Tirmizî, fuâdın, hakikati görme ve müşahede
etme; kalbin ise marifet ve bilme yeri olduğunu
137
.belirtmiştir
Türkçemizde kalp yerine bazen "gönül",
kullanılmaktadır. Gönül, kalbin özü, iç kısmı ve merkezi
kabul edilirse, onun "fuad"a karşılık kullanılması daha
.uygundur
Ayetlerde, kalp ve akıl yerine kullanılan bir diğer
kelime "lüb" kelimesinin çoğulu olan "elbâb"dır. Ayette,
"Ey ülü'l-elbâb (temiz akıl sahipleri) Allah'tan korkun"
(Mâide 5/100) buyrulmuştur. Ülü'l-elbâb, dirayetli, basiretli,
nurlu, temiz akıl sahipleri demektir. Bu dirayet ve basiret,
kalbin işidir. Yüce Allah'ın ayetlerini ve sünnet-i seniyeyi
en iyi, en doğru anlayanlar, hikmete ulaşanlar, gerçek
fakih, Rabbânî âlim ve arif olanlar, ayetlerde "Ülü'l-elbâb"
sıfatıyla övülenlerdir. (Örnek olarak bk. Bakara 2/269; Âl-i
.İmran 3/190; İbrahim 14/52; Sâd 38/29)
Aşağıda, "Akıl Nimeti" başlığı altında, "akıl" ile "lüb"
.konusunda geniş açıklama gelecektir
İmam Gazâli (rah) el-Munkızu mine'd-Dalâl isimli
:eserinde der ki
İnsan, beden ve kalp diye iki temel unsurdan "
yaratılmıştır. Kalp derken, ölülerde ve hayvanlarda da
bulunan et ve kandan oluşan organdan değil,

137
Hakim Tirmizî, a.g.e, s. 47.
71

mârifetullahın (Allah'ı tanımanın) yeri olan ve ruhun özünü


.oluşturan kalpten bahsediyorum
Bedenin bir sağlıklı, bir de hastalıklı hâli vardır.
Mutluluk ve afiyeti sağlıklı hâline, sıkıntı ve helak olması
ise hastalıklı hâline bağlıdır. İşte kalp de beden gibidir.
Kalbin de sağlık ve afiyet içinde bulunduğu durum vardır.
Kalbin huzur ve afiyeti, manevî kirlerden temizlenmesidir.
Ebedi kurtuluşu da buna bağlıdır. Ayet-i kerime bu hususa
:şöyle dikkat çekmiştir
O gün ne mal ne de evlat fayda verir, ancak selim “
(sağlıklı) bir kalple gelenler fayda görür, kurtulur.” (Şuarâ
.26/89)
Bunun yanında kalbin bir de hastalıklı hali vardır.
Kalp o halde kalır ve ölürse helak olur. Şu ayet-i kerime bu
:durumu haber veriyor
Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da “
onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları
138
”.yalanlar sebebiyle de onlar için acı bir azap vardır
Bu kalp insanın aslıdır. Kur’an ve sünnette zikredilen
kalple kastedilen manevî kalptir.139 İnsanı kalbi temsil eder;
herkes kalbindeki niyeti, hedefi, sevgisi, ilmi, imanı ve
irfanıyla ölçülür. Çünkü kalp hepsinin merkezidir. Kalp,
ayrıca ruhun sarayı, hüküm ve tasarruf yeridir. Bir hadiste
belirtildiği gibi,140 kalp, temiz ve sağlam olursa, bütün
beden güzel, sağlam ve huzurlu olur; kalp bozuk olursa,
bütün beden bozulur; bozuk işler içinde dengesiz, edepsiz
.ve huzursuz olur
İnkâr en büyük ve en tehlikeli bir hastalıktır. İsyan da
böyledir. Nefsin arzularının peşinde koşarak Allah
Teâlâ'ya isyan etmek, kalp için ölümcül bir hastalıktır.
İsyan, sonuçta inkâra götürür. İkisi de kalbi öldürür. Kalbe

138
Bakara 2/10. Bu meâldeki âyet-i kerimeler için ayrıca bk. Mâide 5/52;
Enfâl 8/49; Tevbe 9/125; Hac 22/53; Ahzâb 33/12, 60; Muhammed
47/29, 30; Müddessir 74/31.
139
Kalple ilgili diğer tanım ve özellikler için bk. Tahânevî, Keşşâfü
Istılâtü’l-Fünûn, 3/496-499 (Beyrut 1998, 1. Baskı).
140
Buhârî, İman, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn Mâce, Fiten, 14;
Darimî, Büyû, 1.
72

hayat verecek şeylerin başında, mârifetullah gelir, yani


yüce Allah'ı tanımak ve O’na sevgiyle teslim olmak.
Kalpler ancak bu iman, irfan ve aşkla huzur bulur.
İmam Gazâlî (rah), İhya kitabının "Kalbin acayip
hallerinin açıklanması" bölümünde kalp üzerinde geniş ve
güzel açıklamalarda bulunmuştur. Orada der ki:
"Hakikatte yüce Allah'a itaat eden kalptir. Allah'ı
bilen, Allah için amel eden, amel ve ibadetle ilâhî huzura
giden, Allah'a yakın olan, Allah katındaki ve huzurundaki
şeylerin kendisine keşfedilip açıldığı organımız kalptir.
Diğer azalar kalbe tâbidir. Allah'tan başka şeylerden
temizlendiğinde, Allah katında makbul olan kalptir.
Allah'tan gayri şeylerin düşünce ve derdi içinde
kaybolduğunda, Allah'tan perdelenen kalptir. Allah
tarafından muhatap alınan ve kendisinden kulluk talep
edilen de kalptir. İtaat etmediği zaman azarlanacak ve
azap görecek olan da kalptir.
Evet, kalp öyle bir azadır ki, kul onu manevî kirlerden
temizlediği zaman Allah'a yaklaşıp kurtuluşa erer; inkâr ve
isyanla kirletip safiyetini bozduğu zaman zarar eder, şaki
olur, azaba uğrar.
İmam Gazâlî (rah), daha sonra der ki:
"Kalp öyle bir cevherdir ki, kul onu tanıdığında nefsini
tanır; nefsini tanıdığında, Rabbini tanımış olur. Kul kalbinin
cahili olursa, nefsinin de cahili olur. Nefsinin cahili olan
kimse, Rabbinin de cahili olur. Kalbinin cahili olan kimse,
başkasını tanıma noktasında daha cahil olur.
İnsanların ekseriyeti, kalplerinin ve nefislerinin
cahilidir; nefisleriyle kendilerinin arasına farkında
olmadıkları birçok perde çekilmiştir."141

Kalp Çeşitleri
Resûlullah (s.a.v) kalplerin dört sınıf olduğunu
belirtmiş ve onları şöyle tanıtmıştır:
“Kalpler dört çeşittir:

141
Geniş açıklama için bk. Gazâlî, İhyâu Ulumi'd-Dîn, 3/3 (Beyrut 2000).
73

1. Temiz kalp. Orada parlayan bir nur vardır. Bu,


mü’minin kalbidir.
2. Kararmış ve ters döndürülmüş kalp. Bu, kâfirin
kalbidir.
3. Kılıflara konmuş ve ağzı bağlanmış kalp. Bu,
münafığın kalbidir.
4. Kendi haline bırakılmış kalp. Onda iman da
bulunur, nifak da. Bu kalpte iman, temiz suyun besleyip
geliştirdiği yeşil bir bakla gibidir. Nifak ise, irin ve cerahatin
azdırıp artırdığı yara gibidir. Bunlardan hangisi diğerinden
fazla ise, kalbe o hakim olur ve hüküm ona göre verilir.”142
Diğer bir hadiste kamil mü’minin kalbi şöyle tanıtılır:
“Mü’min kalbi (kir ve günahlardan) tertemizdir. İçinde
parlayan bir ışık vardır.”143
Büyük veli Muhyiddin bin Arabî (k.s) der ki:
"Kalp, dört hal içinde döner durur. Cehalet, şek, zan,
ilim. Cehalet içindeki kalp, sürekli karanlık içindedir.
Ondan, hak adına hayırlı bir iş çıkmaz. Şek içindeki kalp,
amel eder, fakat yakin ve samimiyetle değil. Zan içindeki
kalp, iki tercih arasında kalır. Bir iyi bir kötü tarafa döner
durur. Ağır basan taraf, kalbe hakim olur. Kesin ilme ve
yakine sahip olan kalp ise, sadakatle amel eder, hakka
tâbi olur, doğru yolda gider, hata etmez."144
Şu ayet, gaflet ehlini uyarmakta ve kınamaktadır:
"Sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi hatta daha
katı oldu. Öyle taşlar vardır ki, içinden ırmaklar kaynar.
Öyle taşlar vardır ki, yarılıp içinden su çıkar. Yine öyle
taşlar vardır ki Allah korkusundan üsten aşağı yuvarlanır.
Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara 2/74).
Bazı mü’minlerin kalbi, ayette belirtildiği üzere, taş
gibi katı olursa kâfirin kalbi nice olur. Tevhid ehli gaflete
düşünce bu duruma gelirse, kâfirlerin, müşriklerin ve
münafıkların hâlini sen düşün.

142
Ahmed, Müsned, 3/17; Taberânî, es-Sağîr, s. 443 (nr.1077); Ebû
Nuaym, Hilye, 1/278.
143
Ahmed, Müsned, 3/17; Ebû Nuaym, Hilye, 1/278
144
İbn Arabî, et-Tecelliyâtü'l-İlâhiyye, s. 129 (Beyrut 2002).
74

İlahî ayetleri okuyup anlama ve içindeki nuru alma


konusunda insanlar üç gruptur. Âlimlerimiz bunları şöyle
açıklar:
1. Kalbi ölü grup. Bunlar için bütün Kur’ân ve kâinat
ayetleri hiçbir şey ifade etmez. Onlar, insanî kalplerini hiç
kullanmazlar, bu durumda sanki kalpleri yok gibidir. Onlar
için varlığın tek sebebi mide, şehvet ve maddî menfaattir.
Buna hayvanî hayat denir. Kur’ân'da belirtildiği gibi, bu
kalbin sahibi koyu bir karanlık içindedir. (En'am 6/122; Nur
24/40). Kâfir ve münafıklar böyledir.
2. Kalbi diri fakat gafil grup. Bu grubun kalbi diridir,
yani içine iman nuru konmuştur, sahibi mü’mindir, fakat
gafildir. Onun kalbinin düşünme, anlama ve ilahî nuru
alma istidadı vardır; fakat sahibi bu istidadı tanımaz,
kullanmaz ve geliştirmez, hep başka şeylerle meşgul olur.
Dili Mevlâ derken, kalbi dünya derdiyle yanar. Ebedi dosta
ulaşma yolu aramaz, hep dünya işlerinin peşinde koşar.
Manevîyata bakmaz, akılla bildiği ve bulduğu ile yetinir.
Feyiz derdi yoktur. Mübah zevklerle eğlenir. İlme uyup
imanın hakikatine ulaşmaz, ömrünü taklit içinde geçirir.
Kalbini zikirle mamur etmez, gaflet içindedir. Kendisine
okunan Kur’ân ayetleri ve her gün gördüğü kainat ayetleri
üzerinde hiç düşünmez. Kalbini nuru almaya hazırlamaz.
Bu kimse de ilahî ayetlerden gerçek manada istifade
edemez, kainattan ibret alamaz, asıl faydayı göremez.
İmanı ve taklitle yaptığı ibadetleriyle kalır.
3. Kalbi uyanık ve nura âşık grup. Ayette belirtildiği
gibi (En'am 6/122) bu gruptaki kimsenin kalbi ilahî nurla
dirilmiş, uyanmış ve nura yönelmiştir. Onun gönül gözü
açıktır. Bu kimse, bir Kur’ân ayeti duysa, hemen kulak
verir, kalbini açar, manayı almaya hazır hale getirir, dikkat
kesilir. Kainatta ibretlik her ne görse, aynı şekilde hareket
eder. Her şey onun için bir mana ifade eder, mesaj verir,
marifet sebebi olur, muhabbete kapı açar, kalbinin nurunu
ve imanı artırır, yakinini çoğaltır. İşte bu grup halkın en
hayırlısı ve en akıllısıdır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bu
75

kalp sahiplerini övmüştür.145 Ayet-i kerimede yüce Allah


onları gerçek akıl sahipleri diye tanıtmıştır. (Âl-i İmrân
3/190)

Kalpler Allah'ın Elindedir


Cenâb-ı Hak, “Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına
girer” (Enfal 8/24) buyuruyor. Yani onu imandan inkara,
inkardan imana nakleder. Yine Allah, kalbi yakinden
şüpheye, şüpheden yakine, safa halinden karışıklık haline,
karışıklık halinden safa ve huzur haline intikal ettirir.
İmam Gazâlî (rah) der ki: “Hiç şüphesiz Allah, kişi ile
kalbi arasına girer. Yüce Allah'ın araya girmesi, kalbi,
müşahedesinden, murakabesinden, vasıflarını tanımaktan
ve kalbin Rahman'ın parmakları arasında, alay-ı illiyine
yükselinceye kadar nasıl evrilip çevrildiğini, mukarrabûn
meleklerin âlemine nasıl yükseltildiğini idrak etmekten men
etmesidir. Kim, Rabbini murakabe etmek ve O'nunla
hukuku korumak için, ayrıca melekût hazinelerinden kalbin
üzerine ve içine parlayan hakikatleri gözetlemek için
kalbini tanımazsa, o kimse, Allah Teâlâ'nın, haklarında,
"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da kendilerine nefislerini
unutturdu" (Haşr 59/19) buyurduğu kimselerden olur."146
Beydâvî, demiştir ki: "Allah, kişi ile kalbi arasına
girer” ayeti yüce Allah'ın kuluna son derece yakınlığını
temsil yoluyla anlatmaktadır. Şu ayette olduğu gibi: "Biz
insana, şah damarından daha yakınız." (Kâf 50/16). Ayet
ayrıca, Allah Teâlâ'nın kalbin bütün gizli hallerini bildiğine,
hatta kalp sahibinin bile gafil olduğu düşüncelerini bildiğine
dikkat çekmektedir.
Yahut bu ayet, Allah'ın ölüm yahut başka bir sebeple
kalbi ile kendisi arasına girmeden, kalbi ihlaslı yapmaya ve
onu bütün kötü düşüncelerden temizlemeye bir teşviktir.
Yahut ayet, Allah'ın kulun kalbine bütünüyle sahip
olduğunu, onun kararlarını bozacabileceğini, maksatlarını
145
bk. Fîrûzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyiz fî Letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, 2/321-
322. Beyrut, trs. Kalplerin ilahî nur almada nasıl farklı olduklarının
açıklaması için bk. Gazâlî, İhyâ, 3/57-58 (Beyrut, 2000).
146
Gazâlî, İhyâu Ulumi'd-Dîn, 3/3 (Beyrut 2000).
76

değiştirebileceğini, eğer kulun saadetini dilerse onunla


inkar arasına engel olabileceğini, şayet şekavetine
(cehennemlik olmasına) hüküm vermişse, onunla iman
arasına perde koyabileceğini tasvir etmektedir.147
Şeyh Ahmed İbn Acibe el-Hasenî (rah) demiştir ki:
"Cenâb-ı Hakk'ın kişi ile kalbi arasına girmesi, onun
kalbini örtmesi, kalbi, Zâtı’na ait sırları ve vasıflarının
nurlarını müşahede etmekten perdelemesidir. Bu onu,
maddî şeyler arasında bağlı tutarak ve cem’ hali olmadan
(kalbi ve fikri Allah'ta toplamadan) sadece farkı (varlıkları)
müşahede ettirerek olur. Arifler bu duruma, "kalbi
kaybetmek" derler.
Onlardan biri, "Kalbimi kaybettim!" dediği zaman,
bunun manası; "Kalbim, maddeyi müşahede etmeye,
kendinde bir varlık (kuvvet ve yetki) görmeye döndü,
Rabbini unuttu" demektir. Kalbi bulmak ise, Cenâb-ı
Hakk'ın zâtına ait sırların manasını ve ilâhî vasıfların
nurlarını müşahede ederek nefsinden, hissinden ve diğer
maddî varlıklardan geçip kalbin ilahî huzurda bulunması
demektir.
Kalbin kaybedilmesi kötü edep sebebiyle olur. Bu
durum bazen de hiçbir sebep yokken meydana gelir.
Sebepsiz olması, Allah Teâlâ'dan bir imtihandır. Bu
imtihanın sebebi; kul kalbini kaybettiğinde, onu elde etmek
için Rabbine mi sığınıyor yoksa olduğu hali üzere mi
kalıyor, bunun ortaya çıkmasıdır."148
Resûlullah (s.a.v) şöyle dua ederdi:
“Ey kalpleri (dilediği tarafa) çeviren Allahım! Kalbimi
dinin üzerinde sabit kıl.”149
Ashab-ı Kiram, “Siz de kalbinizin çevrilmesinden
korkuyor musunuz?” diye sorduklarında; Efendimiz (s.a.v),

147
Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 1/380.
148
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medid fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Mecîd, 3/18.
149
Tirmizî, Deavat, 89, 124 İbn Mace, Mukaddime, 13.
77

“Beni bundan ne emin edebilir ki. Kalpler, Allah


Teâlânın iki kudret parmağı arasındadır; dilediği şekilde
çevirir”150 buyurmuştur.
Başka bir rivayette ise şu lafızlar mevcuttur:
“Sabit kılmak istediğini dininde sabit kılar, kaydırmak
istediğini de kaydırır.”151
Yine, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kalp, çölde bulunup rüzgarın alt üst ederek çevirdiği
kuş tüyü gibidir.”152
Kalp, devamlı değişmeye müsait bir yerdir. Allah
Teâlâ, kalple sahibi arasına girer ve ona dilediği gibi
müdahale eder. Buna iman etmek vaciptir. Ayet-i
kerimede, şöyle buyrulmuştur:
“Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer (onu istediği
tarafa çevirir). Hiç şüphesiz O’nun huzurunda
toplanacaksınız.” (Enfal 8/24).
Bu durumda her kul, kalbinin derdine düşmeli, onu
hak üzere tutması için yüce Rabbine yalvarmalı, O'ndan
özel destek ve nur istemelidir.
Büyük arif Ebû Talib Mekkî der ki:
"Mülk ve melekût âleminde zuhur eden bütün hikmet,
ilâhî sanat ve düzen, ilâhî kudretin gizli tecellisi ve âlemin
sultanının (Allah’ın) hâkimiyeti ile olmaktadır.
Her kulun bu kudretin tecellilerini müşahededeki
nasibi, tevhid ilminden ve nurundan nasibi kadardır.
Tevhitteki nasibi, yakini miktarıncadır.
Yakini de Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı nispetindedir.
Ona yakınlığı ise, Allah Teâlâ’nın kalbine yakınlığı
miktarıncadır.

150
Müslim, Kader, 17; İbn Mace, Mukaddime, l3; Dua, 2; Ahmed
Müsned, 4/l82; 6/251, 302; Hakim, Müstedrek, 4/321; Beyhakî,
Şuabü’l-iman, 1/475.
151
Farklı rivayetler için bk. Müslim, Kader, 17; Tirmizî, Deavat, 89,
124 İbn Mace, Mukaddime, l3; Dua, 2; Ahmed, Müsned, 4/82; 5/251,
302; Hakim, Müstedrek, 4/321; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 1/475.
152
İbn Mace, Mukaddime, 10; Münzirî, et-Terğîb, 4/57; Süyûtî, es-Sağîr,
nr. 8135.
78

Allah Teâlâ’nın kalbe yakınlığı, ondaki marifet ilmi ve


ilâhî bilgideki genişliği kadardır. Bu ise, kulun iman ve
irfanının fazlalığı ve Allah Teâlâ’nın ihsanı miktarınca olur.
Allah’ın kuluna ihsanı, ona yaptığı inayeti ve tercihi
kadardır.
Bundan öte, Allah’ın ilmi vardır. Bütün bunlar, bizlere
perdeli ilahî kudretin sırrı ve bilemediğimiz tecellileridir."153
Kalbi Hak’tan Perdeleyen Sebepler
Arifler der ki: İnsanlar genelde şu üç perdeyle
Hak’tan perdelenmiştir. Bunlar,
1. Maddî sebepler,
2. İnsanı cezbeden şehvetler,
3. Alışılmış kötü âdetlerdir.
Geçim sebepleri insanı Hak’tan alıkor. Şehvetler
kendine çeker. Boş âdetler de oyalayıp durur. Bu
perdelerden hangisi kalpte tesirini gösterirse –ki biri
diğerine nispetle kalpte daha şiddetli tesir göstermektedir-
o, şeytan için daha geniş hareket alanı olmaktadır.
Şeytan, hareket alanının genişliği nispetinde kalpte
hâkimiyet kurar. O zaman nefis, şeytanın, kendisine
kötülükleri güzel göstermesi sebebiyle kuvvetlenir ve onun
vaadlerine aldanır. Sonuçta nefis, bütünüyle kula sahip
olur. Nefis durmadan boş ve kötü şeyleri emreder. Bu
durumda şeytan da kulu azıtıp saptırmak ister; mal ve
evlat gibi şeylerin derdine düşürerek onu iyice kıskacı
arasına alır. Böylece onu Allah Teâlâ’dan alıkoyar ve
O’nun zikrini unutturur. Kula sürekli boş vaadlerde bulunur.
Allah’ın rahmeti geniştir diyerek onu rahmete güvendirip
isyanlara daldırır. Bu hal, felakettir. Allah Teâlâ’nın,
şeytanın bu hilelerine karşı bizleri şöyle uyarmıştır:
“Şeytan, kime yakın bir arkadaş olursa, o ne kötü bir
arkadaştır!” (Nisa 4/38)
“Şeytan, onlara (ileride tövbeyi) vaat eder, (Onları
Allah’ın mağfiretiyle) ümitlendirir. Halbuki onun bu yaptığı
bir aldatmacadan başka bir şey değildir.” (Nisa 4/120)

153
Mekkî, Kûtü'l-Kulûb-Kalplerin Azığı, 1/498-499 (Semerkand yay).
79

Şeytanın Kalbe Tasallutu


Resûlullah (s.a.v), şeytanın insanoğlunun içinde,
kanın damarlarda dolaşması gibi dolaşabildiğini haber
vermiştir.154
Şeytan herkes için bir imtihan sebebidir. Ondan
ancak yüce Allah’ın yardımı ile korunmak mümkündür.
Allah Resûlü (s.a.v), herkesi adım adım takip eden bir
şeytanın bulunduğunu haber vermiştir. Kendisi için de bu
durumun olup olmadığı sorulunca,
"Evet, benim de yanımda şeytan var; ancak, Allah
ona karşı bana yardım etti ve o teslim olup emrime girdi” 155
buyurmuştur.
Şeytan, kendisine uyan kimseleri, cehennem ateşine
götürür. Bu kesin bir durumdur. Yüce Allah bu hakikati
şöyle haber vermiştir:
“Şeytanla ilgili şu hüküm yazılmıştır: “Kim ona
uyarsa şeytan, peşinden gideni saptırır ve onu alevli ateş
azabına götürür.” (Hac 22/4).
Şeytanın asıl hedefi kalptir. Kalp insanın merkezidir.
Orayı ele geçiren, bütün vücuda hâkim olur. Melek de
kalbe bakar. Kalp, her ikisinin yani iyilik ve kötülüğü temsil
edenlerin hedef noktasıdır. Hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Kalpte iki türlü duygu vardır. Biri melekten gelir
(rahmânidir), hayra yönlendirir ve hakkı tasdik eder. Diğeri
de düşman olan şeytandan gelir. İnsanı kötülüğe
sevkeder, hakkı yalanlar ve hayırdan alıkoyar.”156

Günahlar Kalbi Karartır


Günahlar karanlıktır. Her günah kalbi kirletir, karartır
ve perdeler. Devam edilirse kalbi tamamen kapatır. Kalp
temizlenmeden nura ve felaha ulaşmak mümkün değildir.
Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Nefse ve onu düzeltip şekil verene, sonra da ona
günahını ve takvasını ilham edene yemin olsun ki, nefsini
(takvaya sarılarak günahtan) temizleyen kurtuluşa
154
Buharî, Ahkam, 21; Ebu Davud, Savm, 78; İbn Mace, Sıyam, 65.
155
Tirmizî, Tefsîru Sure, 3; Ahmed, Müsned, 1/375.
156
Tirmizî, Tefsîru Sure (2), 35.
80

ermiştir. Onu günah içinde bırakan ise helak olmuştur.”


(Şems 91/7-9)
Resûlullah Efendimiz (s.a.v), kalbin nasıl kirlendiğini
ve sonuçta kapanıp perdelendiğini şöyle haber vermiştir:
“Kul, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir
nokta oluşur. Eğer kendini günahtan uzak tutar, istiğfar ve
tövbe ederse, kalp parlar. Ama günaha devam ederse, o
siyahlık artar ve sonunda kalbi tamamen kaplar. İşte bu,
Allah Teâlâ’nın, 'Öyle değil, fakat onların yapmış olduğu
günahlar kalplerini iyice kaplamıştır' (Mutaffifîn 83/14)
ayetinde anlatılan, kalbin kapanması ve günahla
örtülmesidir.”157
Velilerden Meymun b. Mihran (rah) der ki:
"Kamil mü’minin kalbi, ayna gibi parlaktır; şeytan,
hangi yönden ve yoldan gelirse gelsin, kamil mü’min onu
görür, tanır. Günahlara devam eden kimse ise, her günah
işleyişinde kalbinde siyah bir nokta oluşur. Bu siyah nokta
devam ede ede sonunda kalbi kararır. Bu durumda
şeytanın hangi yönden geldiğini göremez, bilemez, olur.”
Allah Teâlâ, muttaki kullarına özel bir nur vermiştir.
Onlar bu nurla şeytanın kalbe gelişini görür, verdiği
vesveseyi tanır ve hemen tedbirini alır. bu durum ayette
şöyle anlatılır:
“Şüphesiz, muttakî olanlara, şeytandan bir vesvese
geldiğinde, hemen durup (Allah’ı hatırlar ve kalpleri geleni)
iyice düşünürler ve onun (rahmâni mi, şeytâni mi
olduğunu) hemen anlayıverirler.” (A’raf 7/201).
Kalbin şeytana karşı iki önemli silahı vardır; bunların
biri tefekkür diğeri zikirdir. Bunlar kalbi aydınlatır. Kalp bu
nurla hayrı-şerri görüp ayırt eder. Hiç şüphesiz zikrin
nuruna ulaşmak takva ile mümkün olur. Kul takva
sayesinde zikirde muvaffak olur. Takva, içi ve dışıyla
Allah’tan korkup sünnet edebi üzere yaşamaktır. Ebedi
kurtuluşun garantisi olan takva budur.
Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Allahu Teâlâ, bir
kula hayır ulaştırmak istediği zaman, içinde günahlardan
157
Müslim, İman, 231; Tirmizî, Tefsir, 83; İbn Mace, Zühd, 29; Muvatta,
Kelam, 18; Ahmed, Müsned, 2/297
81

bir sakınma duygusu ve kalbinde (ona hakkı tarif ve


tavsiye eden) bir vaiz yaratır.”158
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Kimin
kalbinde, kendisi için (hakkı tavsiye ve hayrı gösteren) bir
vaiz varsa, Allah tarafından ona (görevlendirilmiş) bir
muhafız bulunur.”159

Kalbi Kur'anı Anlamaktan Perdeleyen Sebepler


Cenâb-ı Hak, bazı kalplerin tamamen kararıp
kapandığını ve artık içine hayır adına hiçbir şeyin
girmeyeceğini bildirmiştir. Bu konuda şöyle buyurur:
"Onlardan bir kısmı (Kur'ân okurken) seni dinlerler;
fakat biz onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin
üstüne örtüler çektik ve kulaklarına bir ağırlık koyduk.
Onlar bütün delilleri görseler yine de ona iman etmezler."
(En'am 6/25)
Şeyh Ahmed İbn Acibe el-Hasenî (rah), bu ayetin
işaretlerinde şu açıklamayı yapmıştır:
"Kalbi Allah’ın kelamını düşünmekten ve onun tadını
almaktan dört perde engeller. Bunlar şunlardır:
1. Küfür ve şirk perdesi. Bunu iman ve İslam ortadan
kaldırır.
2. Günah ve isyan perdesi. Bu, tövbe ederek ve
onları kalpten söküp atarak ortadan kalkar.
3. Nefsanî hazlara, şehvetlere ve hevaya dalma
perdesi. Bu perdeden, zühd (kalbi dünyadan çekme), vera
(şüpheli şeylerden sakınma), iffet ve çeşitli riyazatlar ile
kurtulmak mümkündür.
4. Gaflet, malayani şeylere dalma ve boş işlerle
meşgul olma perdesi. Bu perde de, kalp uyanıklığı, Hakk’a
yönelme ve bütün varlığı ile Allah’a bağlanma ile ortadan
kalkar. Bu perdeler kalpten kalkınca, kalp Allah’a yakınlık
halini ve murakabeyi elde ettiği için, Kuran’ın ve Hakk’a
münâcâtın tadını alır. Geride iki perde daha kaldı. Kul,
158
Aynı konudaki hadis için bk. Ebû Nuaym, Hilye, 10/103; Süyûtî, es-
Sağir, nr. 378; Hindi, Kenzu’l-Ummâl, nr. 30762.
159
Benzer bir haber için bk. Ahmed, Kitâbü’z-Zühd, nr. 532; Zebidî,
İthâfu’s-Sâde, 8/417.
82

onlardan da kurtulunca, Kur’an okurken kendisiyle


konuştuğu yüce Mevla’sını vasıtasız olarak müşahede
etme nimetine erer. Bunların birincisi, taatların ve zahirî
amellerin tadına aldanma, makamlara ve kerametlere
takılıp kalma perdesidir. Ariflere göre bunlar, hak yolcusu
için birer öldürücü zehirdir. Bu perdelerin ikincisi, vehimle
oyalanmak ve işin bâtınına ulaşmadan zâhiri hisle
yetinmek, manayı yani işin hakikatini müşahede etmeden
zâhirdeki şekillerle kalmaktır. Ebü’l-Hasen-i Şüşterî bir
beytinde der ki: “Cenâb-ı Hak, kula şöyle seslenir:
Şekillere bakma, mana denizine dal; böyle yaparsan belki
Beni görürsün.”160
İmam Gazâlî (rah), kalbi, Kur’an’ı anlamaktan
perdeleyen manilerin dört tane olduğu söyler ve onları
genişçe açıklar. Bu açıklamaların özeti şudur:
1. Bütün dikkat ve anlayışı, harfleri düzgün okumaya
verip, sadece harflerin mahreci ve çıkarılmasıyla meşgul
olmak. Şeytan, bu şekilde pek çok Kur’ân okuyucusunu
meşgul etmiş ve böylece onları Allah’ın kelamını
anlamaktan uzaklaştırmıştır.
2. Bağlı olduğu mezhebi taklitle yetinmek, delilini, iç
yüzünü araştırmadan ona tabi olmak ve onun katı bir
savunucusu olmak.
3. Günahta ısrar etmek, kibirli olmak, dünya
sevgisine dalmak, bu konuda nefsine uymak. Gerçekten
bu gibi şeyler kalbin kararmasına sebeptir; tıpkı aynanın
toz toprak ile kirlenip bir şey göstermez hale gelmesi gibi.
Kalp kirlendiği zaman, onda Hakk’ın tecelillerine mani olur.
Bu, kalbin en büyük perdesidir ve insanların çoğu bu
perde ile perdelenmiştir.
4. İnsan bazen zahiri bir tefsir okur ve İbn Abas’tan,
Mücahid ve diğerlerinden gelen açıklamanın dışında
Kur’ân âyetlerinin başka bir manasının olmadığını sanır;
bunların ötesinde, görüşlere dayalı tefsirin yasaklandığını
düşünür. Bu da büyük bir perdedir. Hiç şüphesiz Kur’an,
sahili olmayan bir deryadır. O, kıyamete kadar suyundan

160
İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medid, 2/247-248 (Beyrut 2002).
83

avuçlayıp alabilecek herkese açıktır. Herkes ondan ilmî


vüsati ve kalbinin safiyeti ölçüsünde alıp anlar, istifade
eder ve değişik manalar çıkarır.”161

Kalbin Nurla Açılması


Kalbe marifet ve tevhid güneşinin doğması, içine
atılan nurla gerçekleşmektedir. Kul, marifeti kadar
muhabbet sahibi olur, muhabbeti derecesinde ilahî edebi
korur ve nefsinin kötü arzularına karşı durur. Günahtan
kaçan ibadete koşar. Allah'a ibadet etmek, kalbe nur
çeker, bu nur kalp hastalıklarına şifa olur. Kalp nurla
aydınlanır, ibadetle feyizlenir, zikirle kuvvetlenir. Cenâb-ı
:Hak, buna işaret ederek şöyle buyurmuştur
"Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı ve böylece
Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi katı kimse
gibi midir? Allah'ın zikrine karşı kalpleri katılaşmış
olanların vay haline! İşte onlar apaçık bir sapıklık
içindedir." (Zümer 39/22).
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı ve böylece
Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, elbette kalbi katı
kimse gibi olmaz. Allah Teâlâ'nın kalbini genişletip İslam
için hazırladığı, böylece onu kabul eden, onunla sevinen
ve nuruyla aydınlanan kimse, Rabbi tarafından ihsan
edilen büyük bir nura ve O'nun dini hakkında basirete
sahip olur.
Ahmed İbn Acibe (rah), bu ayetin tefsirinde demiştir
ki:
"Bu nur, kalbin kainat ve Kur'ân ayetlerini
müşahedesi anında ve ona ulaşmaya muvaffak edildiğinde
üzerine akan ilahî bir lütuftur. Yahut sırf Cenâb-ı Hakk'ın
lütuf ve ikramından kalbe atılan bir ilhamdır. Böylece
sebepsiz olarak veya nur sahibi ariflerin sohbetiyle kulun
kalbine yakin nuru atılır. Böyle bir kimse, kalbi katılaşmış,
göğsü daralmış, üzerini azgınlık ve sapkınlık zulmeti
çükmüş ve böylece bütün bu ayetlerden yüz çevirmiş
kimse gibi olur mu?

161
Gazalî, İhya, 1/385-386.
84

Bu ayet indiği zaman, Hz. Peygamber'e (s.a.v),


kalbin açılmasının nasıl olduğu sorulunca,
"O, Allah'ın kalbe attığı bir nurdur; nur kalbe girince
kalp açılıp genişler" buyurdu. Kendisine,
"Bunun bir alameti var mıdır?" diye sorulunca, şöyle
buyurdu:
"Evet, vardır; bunun alameti, aldatıcı dünyadan
uzaklaşmak, ebedi âleme yönelmek ve ölüm kendisine
gelmeden önce onun için hazırlanmaktır."162
Ayet şöyle devam ediyor: "Allah'ın zikrine karşı
kalpleri katılaşmış, kuruyup sertleşmiş olanların vay
haline!" Halbuki zikrin hakkı, göğsün onun için açılması,
nefsin ona yumuşaması ve kalbin, onunla huzura
ermesidir. Bu kimseler ise, yanlarında Allah Teâlâ
zikredildiğinde yüzleri ekşimekte ve kalplerinin katılığı
artmaktadır.
Fahreddin-i Râzî, ayetin tefsirinde kalbin nurlanması
ve kuvvetlenmesi için zikrin ne kadar önemli olduğuna
şöyle dikkat çekmiştir:
"Şunu bil ki, Allah'ın zikri, nurun ve hidayetin elde
edilmesi ve rûhânî temiz nefislerde huzurun artması için
en büyük sebeptir. Zikir bazen, şeytânî habis nefislerde
kalp katılığına ve Hak'tan uzaklığa yol açar. İnsanın rûhânî
yönünü sıhhate kavuşturan ve onu kuvvetlendiren ilaçların
başında Allah'ın zikri gelir. Allah'ın zikri, bazı nefislerin
hastalığının artmasına sebep olur. Bu durum, ilacı
bulunmayan bir hastalıktır. Bu hâle sahip nefisler,
kötülüğün ve rezilliğin en son noktasındadır. Allah Teâlâ,
böyle nefisler hakkında, "Allah'ın zikrine karşı kalpleri
katılaşmış olanların vay haline! İşte bunlar apaçık bir
sapıklık içindedir" buyurmuştur."163
İbn Acibe, der ki: "Bu durum bazı böceklerde de
görülmektedir. Şöyle ki, bazı böcekler gül kokusundan
zarar görür, pislik içinde hayat bulur. Buna göre, kim

162
Hakim, el-Müstedrek, 4/311; Beğavî, Meâlimü't-Tenzîl, 7/114-115;
Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 7/219 (Beyrut 2002).
163
Râzî, et-Tefsirü'l-Kebir, 26/232 (Beyrut 1990).
85

Allah'ın zikrinden kaçarsa ve zikir ona ağır gelirse, onun


kalbi pislik böceği gibidir."
İbn Acibe, ayetin işaretlerinde de, kalbin, imandan
ihsana ulaşma seyrini şöyle özetler:
"Allah Teâlâ, kimi saadete kavuşturmak isterse, onun
göğsünü İslam'a açar, kul onu kabul eder ve gerekli
amelini yapar. Allah Teâlâ kimi, inayetine kavuşturmak ve
velilik nimetine ulaştırmak isterse, onun göğsünü ihsan
makamına yükselen ariflerin yoluna açar; böylece kul
onların yoluna girer, nefsini onların sohbetine ve hizmetine
adar. Arifler onu, nefsin terbiyesi ve mertebeleri içinde
yükselterek ilahî huzura ulaştırırlar ve o noktada, "İşte sen
ve Rabbin!" diyerek onu yüce Allah'a teslim edip aradan
çıkarlar. O zaman kula, ilahî nurlar gözükür, üzerine
marifet ve sırların güneşi parlar, nihayet kul nefsinden fani
olup Allah ile baki kalır."164
İmam Kuşeyrî, ayetin tefsirinde demiştir ki:
"Hak Teâlâ tarafından kula verilen nur, önce ilmin
elde edilmesiyle hasıl olan levâih nurudur. Sonra güzel
anlayışın sabit olmasıyla levâmi' nuru verilir. Sonra yakinin
artmasıyla muhadara nuru verilir. Sonra ilahî sıfatların
tecelli etmesiyle mükaşefe nuru verilir. Sonra Zât-ı Bâri'nin
zuhuruyla müşahede nuru verilir. Sonra tevhidin hakikatine
ulaşılmasıyla samediyet nurları verilir.165
Resûlullah (s.a.v) şu hadisiyle kalbi aydınlatan ve
:ona hayat olan nura işaret etmektedir
Allah Teâlâ bütün mahlûkatı karanlık içinde yarattı, “
166
”.sonra onların üzerine kendi nurundan serpti
Hakikati keşif işte bu nurdan beklenmelidir. Bu nur,
ilâhî cömertliğin eseri olarak bazı zamanlar gürül gürül
kaynayarak taşar. Rahmetin coşkun olarak aktığı o anları

164
Ayetin tefsiri için bk. İbn Acibe, el-Bahrü'l-Medid, 6/254-255.
165
Hak yolunda manevi seyir halinde olan salik için ikram edilen ilahî
nurlar, başlangıçtan nihayete kadar değişik şekillerde olduğu için farklı
isimlerde anılmıştır. Bu tabirlerin açıklaması için bk. Kuşeyrî, Kuşeyrî
Risâlesi, (Trc. Dilaver Selvi), s. 213-223 (Semerkand: İstanbul 2003).
166
Tirmizî, İmân, 18; Ahmed, Müsned, 2/186, 197; Hâkim, el-
Müstedrek, 1/30.
86

gözetlemek ve almaya hazır olmak gerekir. Hz.


:Peygamber (s.a.v) bu hususa şöyle dikkat çeker
“Yaşamakta olduğunuz hayatın bazı demlerinde
Rabbinizin özel rahmet tecellileri olur. Dikkatli olun ve bu
rahmetten yararlanmaya bakın.” 167
Kalpteki hastalıkları tedavi etmek ve onu sağlıklı
hale getirmek için, mutlaka kalp için özel hazırlanmış
manevi ilâçları kullanmak gerekir. Tıpkı beden
hastalandığı vakit, onun için hazırlanmış ilâçları kullanmak
.gerektiği gibi
İlacın bütün içeriğini ve yapılış şeklini hastanın
bilmesi gerekli değildir. Yeter ki onu veren doktor, işin ehli
olsun. Hastaya hazır ilacı içmek düşer. Bu ona yeter.

Kalbin Nuru Görme Yolu


Hz. Mevlânâ (k.s), nuru ve kainatta gizli hakikatleri
görmek isteyenlere bunun yolunu şöyle tarif etmiştir:
"Nur istiyorsan, nuru elde etmeye istidat kazan.
İstediğin şey temizse sen de temiz ol!"168
"Gönül gözünü hastalıklardan ve perdelerden
temizle, sonra O'nun köşkünü (Cenâb-ı Hakk'ın nurunu ve
tecellilerini) gözet. Kimin ruhu nefsin heveslerinden
arınmış ve temizlenmişse Cenâb-ı Hakk'ın dergahını
görür. Hz. Muhammed (s.a.v) bütün beşeri karınlıklardan
arındığı için Rabbinin cemalini gördü.
Seni kötülüğe sevk eden vesveslere yoldaş oldukça
(kalbinden bütün kötü arzuları temizlemedikçe) her yerde
gözükmekte olan Allah'ın zâtını nasıl göreceksin.
Kimin kalbinde bir kapı açılırsa, gönül semasında
yüzlerce güneş görür.
Yıldızların içinde ay nasıl parlak bir halde görünürse,
(gönül gözü açık veliler için) diğer varlıklar arasında yüce
Allah da öyle açıkça gözükür.
Fakat sen iki parmağını gözlerinin üzerine kapatsan
bir şey görebilir misin? Elbette göremezsin. İnsaf et. Sen
167
Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 1123: İbn Ebü’d-Dünyâ, el-Ferec, nr. 27;
Süyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, nr. 1108. Ebû Nuaym, Hilye, 3/90.
168
Mevlana, Mesnevî (Trc. Veled İzbudak), 1/288 (İstanbul 2001).
87

gözlerini kapattığın için bir şey göremiyorsan, dünya yok


değildir. Kusur senin gözlerini kapatan o uğursuz
parmaklarındadır.
Kendine gel, gözünden parmağını kaldır da (kalbini
perdeleyen şeyleri at da) ne istiyorsan gör."169
İmam Gazâlî, kalbin kapanıp nuru ve ilahî hakikatleri
görememe sebepleri hakkında geniş açıklamalar
yapmıştır. Bunların özeti şudur:
“İlmin yeri kalptir. Kalp deyince, bütün azaları idare
eden manevî latifeyi kast ediyorum. Bu kalp bir ayna
gibidir. İlimler orada yansır. Fakat her ayna suret
göstermez. Bunun temelde beş sebebi vardır. Bunlar
şunlardır:
1. Ayna henüz hazır ve tamam değildir, ayna
yapılacak madde külçe halindedir, işlenmemiştir. Parlatılıp
ayna şekli verilmemiştir. Bunun için ayna görevi yapamaz.
2. Ayna tamamdır, göstermeye hazırdır fakat
kirletilmiş ve yüzü iyice karartılmıştır. Bu durumda yine bir
şey göstermez..
3. Aynanın maddesi tamam, göstermeye hazırdır
fakat gösterilecek yere ve şeye çevrilmezse, yine maksat
hasıl olmaz. Mesela, gösterilecek şey, aynanın ön
yüzünde olması gerekirken arka tarafına konursa, bir şey
gözükmez.
4. Ana tamam ve gözükecek suret aynaya dönük
olsa fakat aralarında bir perde olsa, ayna yine bir şey
göstermez.
5. Aynada yansıyacak şeyi bilmemek ve aynayı o
şeye çevirmemek de neticeyi olumsuz yapar, istenen şey
aynada gözükmez.:170
İmam Gazâli, bir başka yerde, şu durumu hatırlatır:
"Rahman ve kerim olan Allah'ın nurları bütün âleme
yayılmıştır; kimseden kıskanılmamıştır. Bu nurları
kalplerden perdeleyen yüce Allah değil, kulların
kendileridir. Kullar kalplerini bir sürü boş meşguliyet ve
günah kirleriyle doldurmuştur. Hadiste belirtildiği gibi
169
Mevlana, Mesnevî (Trc. Veled İzbudak), 1/112.
170
bk. Gazalî, İhyâ, 3/15-17 (Beyrut 2000).
88

kalpler birer kap gibidir. Bir kap su ile tamamen dolu


olunca oraya hava girmez; aynı şekilde kalpler de
Allah'tan gayri şeylerle dolu olunca, oraya yüce Allah'ın
marifet ve muhabbeti girmez.”171
Velilerden Sadeddin-i Kaşgarî, şöyle der: “Bir
adamın iki kalbi yok ki birini dünyaya diğerini Mevlâ'ya
ayırsın. İnsanın bir gönlü vardır, eğer onu da dünyaya
ayırırsa, Mevlâ'sından mahrum kalır. Gönül, Cenâb-ı
Hakk’a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o
pencereden, ilahî feyiz nuru girer. Güneş bir doğmaya
görsün. Bu nur, doğudan batıya kadar her zerreye hayat
verir. Bu nurdan sadece penceresiz evler (kalbini nura
kapatanlar) nasibini alamaz.”172
Nakşî büyüklerinden Hace Ubeydullah Ahrar, işin
başka bir boyutuna dikkat çekerek der ki: “Bir gün Kasım-ı
Tebrizî bana şöyle dedi: "Bilir misin bu zamanda niçin
marifet ve hakikat halleri ortaya çıkmıyor? Çünkü bunlar
kalp temizliğine, kalp temizliği de helal lokmaya bağlıdır.
Bu zamanda helal lokma çok azdır. Onun için kendinde
ilahî sırlar ortaya çıkan temiz gönül de kalmamıştır."173
Yine Nakşî pirlerinden Muhammed Pârisâ der ki:
“Kul ile Hak Teâlâ arasındaki perde, mâsivadır.
Mâsiva, Allah rızasının dışındaki her şeydir. Allah için
olmayan her sevgi ve sevgili kalbi yaralar ve perdeler.
Gönle yerleşen bu sevgiler kuvvetlendikçe yara büyür,
perde kalınlaşır. Bütün kötü niyetler, haram işler, faydasız
konuşmalar bu yarayı çoğaltır.
Ne kadar zahmet ve meşakkatli olsa da onları
kalpten uzaklaştırmak gerekir. Harama bakmak, sakıncalı
türkü ve şarkılar dinlemek, gönle yerleşmiş bu sevgileri
canlandırır, nefsanî duyguları harekete geçirir.
Bunların hepsi Hak Teâlâ’dan uzaklaşmayı ve gafleti
doğuran sebeplerdir. Hakk’a ulaşmak isteyen kimsenin
bunları kalbinden silip atması gereklidir. Kalbi karıştıran bu
171
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2/496.
172
Safî, Reşahât-Hayat Pınarından Can Damlaları, s. 244.
173
Safî, a.g.e, s. 439; Hanî, el-Hadâiku'l-Verdiyye-Nakşibendilerin Gül
Bahçesi, s. 579 (İstanbul 2003).
89

tür şeylerden sakınıp saf bir gönülle Hak Teâlâ'ya


yönelmek gerekir. Kısaca zahmet ve meşakkat çekmeden,
lezzet ve şehvetleri terk etmeden kalp safiyetini elde
etmek mümkün olmaz. Gönlü temizlemenin usulü böyledir.
Âdetullah böyle cereyan eder. Mü’minin istediği rahatlık
âhirettedir. Bu fâni dünyada iki-üç günlük eziyet
çekeceksin o kadar... Bundan ötesi ebedî rahatlıktır."174

Kalbin Yardımcı Askerleri


İnsandaki manevî kalp, gayp âleminin özellik ve
güzelliklerini taşıyan bir cevherdir. Asıl görevi, Allah ile
huzur halini bulmak ve bütün bedeni O'na dostluk yolunda
kullanmaktır. Kalp, ruhun tasarruf, hüküm ve icraat yeri
olması hasebiyle vücudun en önemli yeridir. Ancak, bunu
yapması için bazı aletler, yardım ve sebepler gerekir.
Büyük arif İmam Gazalî, kalbin bu görevi nasıl yerine
getirdiğini şöyle özetlemiştir:
"Bil ki; Allah Teâlâ’nın kalpte, ruhlarda ve diğer
âlemlerde görevlendirdiği sınıf sınıf orduları vardır. Onların
hakikatini ve sayılarını ancak yüce Allah bilir. Biz burada,
konumuzla ilgili olan kalbin askerlerinden bazılarına işaret
edeceğiz.
Bil ki; kalbin iki cins askeri, yardımcı kuvvetleri vardır.
Birisi gözle gözükür; diğeri ise ancak basiretle, manevî
gözle görülür. Kalp bir sultan hükmündedir; askerleri ise
hizmetçileri ve yardımcıları durumundadır.
Kalbin gözle görülen askerleri; el, ayak, kulak, göz ve
dildir.
Kalbin bütün askerleri üç sınıfta toplanır.
Birinci sınıf; faydalı ve uygun olan şeyleri elde etmek
için harekete geçen duygudur. Mesela, şehvet yani aşırı
arzu ve sevgi gibi… Ya da zararlı ve uygun olmayan
şeyleri defetmek için hareket geçen duygudur; gazap gibi.
Kalpte harekete geçen bu duyguya “irade” denir.
İkinci sınıf, yukarıda bahsettiğimiz hedef ve
maksatları ele geçirmek için hareke geçen kuvvettir; buna

174
Sâfî, a.g.e, s. 241.
90

“kudret” denir. Bu askerler, diğer azaların içinde yayılmış


durumda mevcutturlar.
Üçüncü sınıf; casus ve gözcü gibi, faydalı ve zararlı
şeyleri tanıyan “idrak” kuvvetidir. Bu idrak, işitme, görme,
koklama ve dokunma kuvvetlerini kullanarak olur. Bu
kuvvet, bu askerler için bir alet durumundadır; o, etten,
kemikten, sinirden, yağdan ve kandan meydana gelen
zahiri azalarda yayılmış halde bulunur. Bu sınıftaki
askerlerin yaptığı işe “ilim” ve “idrak” denir. Onlar, diğer
bütün askerlerin yaptığı işleri bir araya getirip ne olduğunu
idrak etmektedir.
Diğer askerler ise, bâtında, insanın içinde yerleşmiş
askerlerdir. Bu askerler, dimağın iç boşluğunda
bulunmaktadırlar. Onlar da beş tane olup bunlar, hiss-i
müşterek, hayal, tefekkür, tezekkür ve hıfzdır. Bunları
kısaca açıklayalım:
Hiss-i Müşterek
Hiss-i müşterekin yani ortak his merkezinin vazifesi
şudur: Zahirî organlar idrak ettikleri şeyleri, bu hisse
ulaştırırlar, orada bu gelen şeylerin bir resmi, şekli, temsili
oluşur ve onun üzerinden bir değerlendirme yapılır. Bu,
aynanın karşısında duran şeylerin aynada şekil almasına
benzer. Bu kuvvetin hareket ve tasarruf yeri, dimağın iç
boşluğunun ilk bölümü/ön kısmıdır.
Hayal
Hayal, hiss-i müşterekin hazinesidir; orada şekil alıp
resmedilen şeyler, ihtiyaç olunca kullanmak üzere burada
saklanır. Hiss-i müşterek için kabul ve hıfz kuvveti yoktur.
Hayal için, hıfz/muhafaza kuvveti vardır, fakat
kabul/hüküm ve karar kuvveti yoktur. Hayal kuvvetinin
tasarruf yeri; dimağın iç boşluğunun geri/son kısmıdır.
Vehim
Vehim/düşünce/tahmin kuvvetinin tasarruf yeri,
dimağın gerisinin ön kısmıdır; çünku vehmin tasarrufu,
hayalde saklanan suret ve şekillerin değişik parçalarında
olmaktadır. Vehim, hayalden aldıklarını değiştirerek
kullandığı için, derece olarak ondan sonra gelmektedir.
Hafıza/Ezberleme Kuvveti
91

Hafızanın tasarruf yeri, dimağın geri kısmının iç


kısma bakan geri bölgesidir. Hıfz/ezber, vehim kuvvetinin
tasarrufundan sonra oluşur; çünkü vehim/düşünce onun
hazinesidir.
Mutasarrıfe/Sevk ve İdare kuvveti
Bu kuvvetin tasarruf alanı, dimağın ortasıdır; çünkü
o, en şerefli kuvvettir. Bu kuvvet, bilgi ve resimleri değişik
şekillerde hayalden alır ve onu farklı derecelerde uyku ve
uyanıklık hâli içinde hafızaya verir; bunlardan unuttuğu
şeyleri lazım olunca ondan geri ister. Bu kuvvetin,
yukarıdaki ki kuvvetin tam ortasında bulunması hâline en
uygun olanıdır; çünkü bu durumda o, her iki kuvvetle de
rahat çalışır; onlardan bir şey alması ve onlara bir şey
vermesi kolay olur."175

Kalbin Yardımcı Askerlere İhtiyacı


İmam Gazâlî (rah), kalbin asıl yaratılış hedefi olan
Allah'a ulaşmada yardımcı bineğe ve azığa ihtiyacı
olduğunu belirterek der ki:
"Kalbin bineği beden; azığı ise ilim ve ameldir. Kulun
kalbi, bedende yerleşip en uzak menzili/ebedi ahireti için
lazım olan azığı hazırlamak için dünyadan geçmeden yüce
Allah’a ulaşması mümkün değildir. Bunun için kalp, beden
için gerekli gıdaları ve diğer şeyleri ele geçirmek ve ona
zarar verip helakine sebep olacak şeyleri gidermek için
onun yükünü ve sorumluluğunu üstlenmiştir.
Kalp, bedenin gıda ihtiyacını gidermek için iki askere
ihtiyacı vardır; bunların birisi batınî/içte bulunan asker olup
şehvettir. Diğeri ise; zahirde olup gıdayı elde edecek
azalardır. Bunun için kalpte, kendisine ihtiyaç duyduğu
şehvetler/arzu ve isteklerle, onları elde etmede âlet
vazifesi görecek organlar yaratıldı.
Kalbin, bedene gelecek tehlikeleri savmak için de iki
sınıf askere ihtiyacı vardır. Bunların birisi bâtında/içte
bulunan gazaptır. Kalp, onunla tehlikeleri savar ve
düşmanlarından intikam alır. Diğer askerler zâhirde olup
175
Gazâlî, Ravdatü't-Tâlibîn ve Umdetü's-Sâlikîn-Hak Yolunun Esasları
(Trc. Dilaver Selvi) s. 88-91.
92

bunlar; el, ayak ve gazabın gereğini yerine getirecek


silahlardır.
Sonra, gıdaya muhtaç olan bir kimse, gıdayı
tanımayınca, gıdayı tanıma arzusu ve onu ele geçirecek
aletlere sahip olması kendisine bir fayda vermez. Bunun
için kalbin gıdaları tanıması için iki sınıf askere ihtiyacı
vardır. Bunların birisi batında/içte olup işitme, görme,
koklama, tatma ve dokunma idrakidir/kabiliyet ve
kuvvetidir. Diğeri ise zahirde olup göz, kulak, burun ve
diğer organlardır.
İnsanın bu şeylere ihtiyacını genişçe açıklamak,
onlardaki saklı hikmetleri ortaya koymak çok uzun bir iştir;
onları ciltler dolusu kitaplar dahi sayıp bitiremez.
Kullarına çok ikramda bulunan, onlara karşı şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah ne kadar yücedir."176

176
bk. Gazâlî, a.g.e, s. 91-92.
93

İNSANDAKİ MÂNEVÎ LATİFELER


Latife (çoğulu letâif'tir), insan vücuduna yerleştirilmiş
manevî, nuranî cevherlere verilen bir isimdir. Bunlar gizli,
sırlı ve iç bünyede saklı oldukları için kendilerine "latife"
denilmiştir. Baş gözüyle görülmezler, ancak sıfat ve
icraatlarının yansımasından varlıkları anlaşılır, işleri bilinir.
İnsanın aslını bu latifeler oluşturur.
Bu cevherler mü’min-kâfir her insanda mevcuttur.
Onları tanıyayanlar olduğu gibi, hiç tanımadan kullananlar
da vardır. Bu latifelerin bir kısımı Kur'an ve sünnette
zikredilmiştir. Ruh, kalp, akıl ve nefis gibi… Kur'an ve
sünnette, kalbin mahalline işaret olarak fuad ve sadr da
zikredilmiştir. Ruh, kalp, akıl ve nefsi, bu çalışmamızda
konu ettik.
Bazı sufiler, latifelerin arasında sır, hafi ve ahfa'yı da
saymışlardır. Latifelerin içine aklı ve vicdanı katanlar da
olmuştur.
Şah Veliyyullah Dihlevî, insandaki latifeleri, akıl, kalp
ve nefis olarak saymış; bunların her birinin varlığı
hakkında nakil, akıl, tecrübe ve alimlerin ittifak ettiği deliller
bulunduğunu belirterek açıklamalarda bulunmuştur.177
Dihlevî, bu latifelerin sıfat ve işlerini şöyle özetler:
Kalbin sıfat ve işleri şunlardır: Gazap, atılganlık,
sevgi, korkaklık, nefret, ilk sevdiğine vefa, sevme ve
kızmada değişik haller içinde olma, makam ve itibar
sevgisi, cömertlik, cimrilik, rahatlık ve korku gibi şeyler.
Aklın, sıfat ve işleri ise temelde şunladır: Yakin, şek,
kuruntu, her hadisede sebeplerin peşine düşme, bir
faydayı elde etmek veya bir zararı gidermek için çareler
düşünme vb.
Nefsin asıl sıfatı ise, lezzetli yiyecek ve içiceklere,
kadın sevgine ve benzeri şeylere aşırı düşkünlüktür.178
Dihlevî, ayrıca sufilerin akıl, kalp ve nefs latifesine,
ruh ve sırrı da eklediklerini, bu latifelerin her birini

177
Dihlevî, Ahmed Şah Veliyyullah, Hüccetullahi’l-Bâliğa, 2/155-157
(Beyrut 1998, 1. Baskı).
178
Dihlevî, a.g.e, 2/157.
94

temizleyip süslemeye büyük önem verdiklerini


kaydetmiştir.179
Bazı sufiler, sırrı ayrı bir latife olarak görmeyip onu
ruhun temizlenmiş nuranî ve latif hali olarak
tanıtmışlardır.180
Sufiler sırrı, müşahe mahalli; ruhu, muhabbet
mahalli; kalbi de marifet ve irfan mahalli olarak
tanıtmışlardır.181
İmam Rabbânî (k.s), Mektuplarında kalp, ruh, sır,
hafi ve ahfa latifelerini konu ederek onları genişçe
açıklamıştır.182
İmam Rabbanî, kendilerinin tercih ettiği terbiye
yolunda manevî yolculuğun, kalp latifesinden başlayıp ruh,
sır, hafi ve ahfa latifelerinde devam ettiğini, bu manevî
seyrin "küçük âlem" denen insanın içinde gerçekleştiğini,
bundan sonraki manevî seyrin "büyük âlem" denen
kainatta ilerlediğini ve kamil insanın bütün bu seyirleri
tamamlayarak sülük makamlarının sonu olan rıza
makamına ulaştığını belirtmiştir. Bu makam, İslam’ı
hakikatiyle, zâhiri ve bâtınıyla yaşama makamıdır.183
İmam Rabbanî'yi takip edep Nakşî terbiye kollarında
vücuttaki latifeler hakkında, onun açıklamalarına paralel ve

179
Dihlevî, a.g.e, 2/159.
180
Ruh ve sır hakkındaki açıklamalar için bk. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi,
(Trc. Dilaver Selvi), s. 237; Sühreverdî, Avarifü'l-Meârif-Gerçek
Tasavvuf (Trc. Dilaver Selvi), s. 588; İbn Acibe, İkâzü'l-Himem fî Şerhi'l-
Hikem, s. 37 (Beyrut 2005); el-Fütûhâtü'l-İlahiyye fi Şerhi'l-Mebâhisi'l-
Asliyye, (Tah.: Asım İbrahim el-Keyyâlî) s. 37-38, 322 (Beyrut 2010, 1.
Baskı).
181
Kuşeyrî, ag.e, s. 236.
182
İmam Rabbânî, Mektûbât, 2-27-28 (257. Mektup); 38-69 (260.
Mektup), Semerkand: İstanbul, 2009. Ahfa latifesiyle ilgili bir soruya
verilen cevap için bk. Mektubat, 1/681-882 (212. Mektup).
183
İmam Rabbânî, Mektûbât, 2/27-28.
95

onu tamamlayıcı açıklamalar yapılmıştır.184 Bu izahların


özü ve özeti şudur:
Cenâb-ı Hak insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi
mahlukat âlemi denilen halk âlemindendir. Bunlar, toprak,
su, hava ateş ve nefistir. Bunların başkanı ve hâkimi
nefistir.
Ölçü ve hesap ile bilenebilen, gözle görülen ve
incelenebilen cisimlerden oluşan âleme ‘halk âlemi’ denir.
Diğer beş unsur ise, asılları âlem-i emirden olan
insanî kalp, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve
hâkimi ruhtur.
His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe
ve maddesi olmayan, Allah Teâlâ’nın ‘ol’ emri ve iradesinin
tecelli etmesiyle yaratılan şeylere "emir âlemi" denir.
Allah Teâlâ yüce kudreti ve ince hikmetiyle her iki
âlemin latifelerinin arasını aşk yoluyla birleştirmiş ve
kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak
istemezler. Bu aşktan dolayı halk âleminin latifeleri, ilk
buluşmada emir âleminin latifelerini hükmü altına almıştır.
Yani melekut âlemine ait kalp ve ruh, mülk âleminin
unsurlarından terkip edilen bedene konulduğunda onun
emrine verilmiştir.
Ruhun tek vazifesi, bedeni taşımak, onun nefsanî ve
hayvani ihtiyaçlarını görmek değildir. Bedene ihsanî ruhla
hayat bahşedilmesi, muazzam bir tecelli, çok büyük bir
nimet ve gizli bir imtihandır. Yeryüzünde halife olması yani
ilahî ahlakı yaşaması için yaratılan insanın, yapacağı
işlerin büyük bir kısmı bedenle icra edileceği için, ona bu
184
Vücuttaki manevî latifeler hakkında bilgi için bk. Esad Sahip,
Mektubâtı Mevlânâ Halid (Haz. Dilaver Selvi-Kemal Yıldız), s. 188
(Sey-Tac yayınları İstanbul 2008); Şemseddin Nûri, Miftahü'l-Kulûb-
Kaplerin Anahtarı (Haz. Muhammed Sâfi-Mahmut Sipâhî), s. 34-38; (Bedir
Yayınları: İstanbul 2001); Erbilî, Tervirü'l-Kulûb, s. 409-410 (Beyrut 2005);
Muhammed Emin, el-Mevâhibü's-Sermediyye fî Menâkıbı's-Sâdati'n-
Nakşibendiyye, s. 293 (el-Cezire 2005); Gümüşhanevi, Câmiü'l-Usûl-fi’l-Evliyâ,
s. 98-99 (Beyrut 2002, 1. Baskı); Veliler ve Tarikatlarda Usul (Trc. Rahmi
Serin), s. 276-267. (Pamuk Yayınları: İstanbul trs.).
96

cevherler emanet edilmiştir. Kainat, insana hizmet, insan


ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Ruhun ve bedenin aslî
görevi budur.

Manevî Letaiflerin Vücuttaki Yerleri


Arifler, manevî latifelerin vucuttaki yerlerini tecrübe
ve müşahedeleriyle tespit etmişler ve herbirinin aslî
görevini şöyle özetlemişlerdir:
Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahî huzur
ve tecelliyat mahallidir.
Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahî aşk
ve muhabbet mahallidir.
Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahî marifet
mahallidir.
Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. İlahî tecelli
ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna "istiğrak" denir.
Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak
çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir.
Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen
duruma "izmihlal" denir.185
Nefs latifesinin yeri, iki kaşın ortasıdır.
Bütün latifelerin merkezi kalptir. Kalb ruhun sarayı
hükmündedir. Terbiye olmamış nefis, devamlı kötülüğü
emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı
zaman, kalpten Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu
durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık
kalp ve ruh aslî vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine
gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve
günahlarla kararmasıdır.

Manevî Latifelerin Aslî Görevlerine Dönmesi


İnsanın, aslî görevi, marifettir. Yani, yüce Rabbini
tanımak ve O'nunla huzur bulmaktır. Bütün latifeler insana
bunun için verilmiştir. Fakat gaflet uykusundaki insan, bu
şerefli görevinden habersizdir. İnsanın, ölmeden önce bu
gaflet karanlığından, hevasından ve dünya bağlarından
185
Latifelerle ilgili açıklama için bk. Mevlana Halid, Halideye Risâlesi
(Trc. A. Suat Demirtaş), s. 94 (Semerkand: İstanbul 2010, 1. Baskı).
97

kurtulması için çok ciddi bir terbiye ve tedaviye ihtiyacı


vardır. Bu tedavinin en güzel, en kolay ve en emniyetli
yolu, bu işte ehliyetli manevî bir doktora (kamil mürşide)
tâbi ve talebe olmaktır. Buna "intisap" denir.
İntisabın hedefi, kamil insandan kemalat ve terbiye
almaktır. Bu işe, tövbeyle başlanır; nefsin kibrini kıracak,
onu benlikden kurtaracak ve manevî kirlerinden
temizleyecek ibadet, amel ve hizmetlerle devam edilir.
Bütün bu işlemlere "mücahede", "tezkiye" "manevî terbiye"
veya "seyr-ü sülük" denir. İntisabın gayesi, insan-ı
kamilden gerçek kulluk ve dostluk edeplerini öğrenmek,
onun nuranî nazarları altında olgunlaşmak, boyasıyla
boyanmak, bu nuraniyetle nefsini ve Rabbini tanımak,
istikametini bulup güzel ahlak sahibi kamil bir mü’min
olmaktır.
Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden kimseye önce
bütün günahlarından tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder.
Zikre devam edildiğinde zikrin nuru ve tadı bütün bedeni
sarar. Zikir diğer latifelerde devam eder. Böylece kalp
gaflet karanlığından kurtulur, manen uyanır ve aydınlanır;
içinde Allah Teâlâ’nın sevmediği ve razı olmadığı
düşünceler silinip gider. Zikirle başlayıp ibadet, amel,
hizmet ve günahlardan sakınmayla devam eden bu zorlu
mücahede sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda
Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.
Mesela münafıklık, nefsin kötü sıfatlarından biridir.
Vücuttaki su unsurunun özelliği ile irtibatlıdır. Suda,
bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve
bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat,
insana yansır ve onda iki yüzlülük meydana gelir. Ancak
bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile
alçak gönüllü olmaya dönüşür. Kalpten nifak ve yalancılık
gider, yerini samimiyet ve mertliğe bırakır.
Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı,
İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayrete, ince
davranmaya ve rahmanî taraftarlığa dönüşür.
Havadan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfatı,
izzet, vakar ve heybete dönüşür.
98

Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik,


uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve efendilik sıfatına
dönüşür.
Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek için onların
zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi
gerekir.186
Bütün peygamlerler, insanı asıl sıfatına ve vatanına
döndürmek için gönderilmişlerdir. İnsanın asıl sıfatı, iman
ve nurdur. İnsanın asıl vatanı ise cennettir; çünkü
insanlığın babası Hz. Âdem'in (a.s) ilk vatanı cennettir.
Her kul iman ve İslam fıtrarı üzere yaratılmıştır.
Ruhlarımız “Elest Bezmi”nde Allah'ın birliğini kabul edip
O'nun kulu olduğunu itiraf etmiştir. İnsan bu sözüne vefa
gösterip kullukla şereflensin diye dünyaya gönderilmiştir.
Yüce dinimiz, insanın kalbine, ruhuna, nefsine ve
bedenine gerekli olan bütün nur, ilim, rızık ve ilaçları
sunmuştur; iş, insanın onları almasına kalmıştır. Daha
önce şirk, inkar, isyan ve zulüm karanlığında çırpınırken
ilahî nur ve rahmetle hepsinden kurtulup yüce Allah'a dost
olan Sahabe-i Kiram (r.a), bütün insanlara, kötü sıfatların
nasıl değişeceğini en açık şekilde göstermişlerdir. Şu
andaki insanlık da onlara güzelce uyarak Allah'ın rızasına,
cennete ve cemale davet edilmektedir. Varlıktan gaye,
yüce Allah'tır. O'na ulaşmak için kat edilecek maddî bir
mesafe yoktur; sadece insanın kendini aşması ve kalbini
perdeleyen engellerden kurtulması gereklidir. Bunun için
nura tabi olmalıdır. Bu nur, İslam'dır. Yüce Allah’ın ipine
(Kur’an’a, İslam’a, ihlasa, taata ve takva cemaatine)
sarılarak kemale ve cemale doğru yol alanlara ne mutlu!
En Büyük Değerimiz: Kalb-i Selim
Hadiste buyrulduğu gibi yüce Allah kimsenin fizikî
güzellik ve maddî zenginliğine değer vermez, O herkesin
kalbine ve kalbin meyvesi olan amellerine bakar.187 Bunun
için Hak katında makbul, dünyada mutlu, ahirette memnun

186
Açıklama için bk. Hâşimî, Arifler Yolunun Edepleri, s. 101-103
(Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, 25. Baskı).
187
Hadis için bk. Müslim, Birr, 34; İbn Mâce, Zühd, 9.
99

olmak isteyen herkesin kalb-i selimi elde etmesi


kaçınılmazdır. İlahî uyarı şöyledir:
"O gün ne mal fayda verir ne de evlatlar; ancak kalb-
i selimle gelen kimse (bu kalbinden ve onunla yaptığı salih
amelinden) fayda görür" (Şuara 26/88-89)188
Acaba, kalb-i selim nedir ve nasıl elde edilir?
İslâm âlimleri kalb-i selimi, “Yaratılışındaki temiz
halini kaybetmemiş veya kaybettiği değerlerini yeniden
elde etmiş, tövbe ile temizlenmiş, Allah’ın zikrinin nuruyla
aydınlanmış, güzel ahlâkla süslenmiş, Allah ile huzur
bulmuş kalp” olarak tarif ederler.
Diğer bir tarife göre selim kalp, inkâr ve isyan
kirlerinden tertemiz, Allah ve Resûlü’nün (s.a.v) bildirdiği
hakikatlere şeksiz inanan, şüpheden uzak, içi ilahî sevgi
ve huzur ile dolu, Allah rızasından başka bir derdi olmayan
kalptir. Selim bir kalp yüce Allah'ın nuru ve aşkıyla
dirilmiştir; temizdir, sıhhatlidir, kuvvetlidir, huzurludur.
Kalbi selim hâle getirmek insan için en büyük
hedeftir. Bu herkese gerekli bir vazifedir. Kalbi inkâr ve
isyan kirlerinden temizlemek farzdır. Allah’ın dostluğu için
kalbin gafletten uyanması ve zikir ile yıkanıp huzur
bulması istenmektedir. Allah Teâlâ insanın ebedi
kurtuluşunu kalbin temizliğine bağlamıştır. (A'lâ 87/14-15;
Şems 91/9) Allah Resûlü (s.a.v) kalbi gafil insanı ölüye
benzetir.189
Kalbin temizlenmesi, nefsin terbiyesi ile mümkün
olmaktadır. Bütün mesele, nefsin kötü sıfatlarını iyi
sıfatlara çevirmektir. Bu, zannedildiği gibi aşılmaz dağlara
tırmanmak değildir; pekalâ mümkündür. Eğer insanların
değişmesi mümkün olmasaydı Allah Teâlâ terbiye için
peygamberler göndermez, dini önümüze koymaz, tövbeyi

188
Bir arif, ayetin manasını şöyle dizelere dökmüştür:
Sanma ki en Hâce senden zer u sîm isterler;
“Yevme lâ yenfeu”da kalb-i selim isterler. Manası şudur: Ey efendi,
sanma ki hiçbir şeyin fayda vermediği günde senden altın ve gümüş
isterler; o gün senden sadece selim (temiz, Allah ile huzur bulmuş) bir
kalp isterler.
189
Buhari, Deavat, 66.
100

emretmezdi. Tövbe, Allah Teâlâ'nın razı olmadığı kötü


işlerden vazgeçip rızasına uygun işlere yönelmektir. Yani
asi iken itaatkar, zalim iken adil, gafil iken zakir, nankör
iken şakir, cimri iken cömert, hain iken mert olmaktır.
Tövbenin diğer bir adı terbiyedir.
Nefs terbiyesinde ilk safha temizlik, ikinci safha
güzelliktir. Kalpten kötü şeyler atılmadan güzel ahlâkın
yerleşmesi mümkün değildir. Fıkıhtaki şu kaide bu işte de
geçerlidir: “Kötü ve zararlı şeyleri gidermek, faydalı şeyleri
elde etmekten önceliklidir.”
Bu kaide maddî tedavide de geçerlidir. Tedavide ilk
aşama hastalık sebebi olan maddeyi vücuttan atmaktır.
İnsanın bir yandan vücuduna zararlı maddeyi almaya
devam ederken, öbür yandan onun etkisini gidermek için
ilaç içmesi ne kadar faydalıdır?
Kalbin sıhhat bulması ve selim hale gelmesi de
böyledir. Önce kalbi hasta eden, zayıflatan ve nurunu
söndüren günahların kalpten uzaklaştırılması gerekir.190
Buna tövbe, tekziye ve terbiye denir.
Tezkiyenin hedefi takvadır. Takva, insanın zahir ve
batında, bütün niyet, iş, hal ve hareketlerinde istikamet
üzere olması ve bu halde ölmesidir. Bunun ilk merhalesi
farzları yapmak ve haramlardan kaçmaktır. Her ikisi de
önemlidir. İnsanı Allah rızasına ulaştıracak en güzel yol,
yasaklanan haram işleri terkle birlikte emredilen farzları
yapmaktır. Peşinden kalbi canlandıracak, temizleyecek,

190
Ebû Abdurrahman es-Sülemî, kalpten temizlenmesi gereken kötü
vasıfları şöyle özetler: “Kibir, ucup (amelini beğenme), övünme,
böbürlenme, hainlik, aldatma, kızma, hırs, uzun emel, kin, haset,
huzursuzluk, boş endişe, kaygı, tamah, mal biriktirme hırsı, cimrilik,
korkaklık, cahillik, tembellik, çirkin konuşma, cefa, hevaya uyma,
insanları küçük görme, alay etme, boş temennilerle oyalanma, kendini
yüksek görme, hiddet, sefihlik (akla ters işler yapma), kararsızlık,
tartışma, başkasına tahakküm etme, zulüm, düşmanlık, çekişme, inat,
muhalefet, karşısındakine üstün gelmeye çalışma, rekabet, gıybet,
iftira, yalan, laf taşıma, hayalperestlik, kötü zan, küs durma, kınama,
yüzsüzlük, ihanet, hiyanet, kötülük, insanların başına gelen musibetlere
sevinme ve bunların dışında sayılması güç olan daha pek çok vasıf.”
Bk. İbn Acibe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye fi s. 255.
101

kuvvetlendirecek güzel amellerin yapılması gelir. Bunlar


fazilet olan işlerdir. Farzın dışındaki bütün sünnetler,
edepler, nafile ibadetler, güzel ahlak ve faziletli işler kalbin
tadı, takviyesi ve terakkisi için gereklidir. Bir kudsî hadiste,
kulun yüce Allah’a sevilmesinin en kısa yolunun farzları
eda, haramlara veda ve faziletli işlere devam olduğu
belirtilmiştir.191
Üzülerek belirtelim ki, bugün diğer milletler bir yana,
Müslüman toplumlarda dahi ruhî terbiye, kalp safiyeti,
gönül adamı olmak ve insanî değerlerle donanmak asıl
gündem olmaktan çıkmış, ekseriyet mideye, zahirî süse,
mala, mevkie ve eğlenceye yönelmiştir. İnsanlık için
tedenni olan şeyler, terakki gibi görülüp demokrasi,
medeniyet ve hürriyet adıyla teşvik edilmiş, kalbi karartan
fikirler ve fiiller aydınlık olarak tanıtılmıştır. Kalbi ve takvayı
gündeme aldığını söyleyenlerin çoğu da işin zahirinde
kalmış, günahların açığından kaçınmış fakat gizlisinden
kurtulamamıştır. Halbuki gizli günahlar kanser gibi iç alemi
tahrip etmekte, fakat insanlar tarafından görülmedikleri için
ihmal edilip zahiri amellerle yetinilmektedir.
Adam öldürmek, içki içmek, yalan söylemek, rüşvet
yemek, karaborsacılık insanlık ailesi için yıkım getiren
büyük ve açık günahlardandır. Bir mümin bunlardan
sakındığı gibi, kalple işlenen kin, haset, kibir, riya, aşırı
dünya sevgisi, kader ve kazaya itiraz, ilahi takdire kızma,
gaflet, insanları hor görme, kendini beğenme gibi gizli
günahlardan da sakınmalıdır. İbn Hacer el-Heytemî’nin
dikkat çektiği gibi,192 kalple işlenen günahlar, dış azalarla
işlenen günahlardan daha tehlikelidir. Çünkü gizli günahlar
sonuçta imanı zedeler, ibadetin kabulünü engeller, salih
191
Kudsî hadisin meali şöyledir: “Bir kulum kendisine farz kıldığım
şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana
nafile ibadetleriyle de durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Ben bir
kulu sevince onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli,
yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle
konuşur, benimle tutar, benimle yürür. Benden bir şey isterse veririm.
Bana sığındığında onu himaye ederim.” Bk. Buhârî, Rikak, 38; İbn
Mâce, Fiten 16; Beğavi, Şerhü’s-Sünne, 1/142.
192
Heytemî, ez-Zevacir an İktirafi’l-Kebâir, 1/49.
102

amellerin sevabını yok eder. Onların çoğu insanı şirke


sürükler, nifaka bulaştırır, dinden bile çıkarır. Ayrıca kalpte
yer eden gizli günahlar, devamlıdır, her zaman insanı
tehlikeye sokar. Zahiri günahlar ise böyle değildir. Bir
insan devamlı adam öldüremez, hiç ara vermeden içki
içemez. Fakat hasetçi bir insan devamlı haset ateşiyle
kavrulur. Kibirli bir insan her işinde kibrini ortaya kor.
Gösteriş hastası olan bir insanın bütün işlerinde riya kokar.
Kendini beğenme, şehvet, şöhret, mal ve makam hırsı
tedavi edilmezse, can çıkana kadar kalbe yara ve perde
olur. Ayrıca kalbi saran gizli hastalıkları fark etmek kadar
tedavi etmek de zordur. Bunun için gerçekten ıslah olmuş
ve Allah ile huzur bulmuş insan azdır.

Manevî Terbiyede Tasavvufun Üstlendiği Rol


Hz. Peygamber’in (s.a.v) gerçek varisi olan ariflerin
ve Rabbânî alimlerin aslî görevi insanlara manevî
terbiyede rehberliktir. İslam ümmeti içinde bu görevi
üstlenen kamil insanlar daha çok tasavvuf mektebinde
yetişmişlerdir.
Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh,
insanın iç alemini oluşturan kalp, ruh, nefis ve diğer
latifelerin tezkiye, terbiye, terakki ve inkişaflarını
hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir.
Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı
ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, batınî
fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve
ahlakları temel konusu yapmıştır. Bundaki hedef kalbin
ihsan mertebesine ulaşmasıdır.
İhsan, kalbin gafletten uyanması ve manevî kirlerden
arınması sonucu yakine ulaşmasıdır. Yakin, kalbin Cenab-
ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip
olmasıdır. Bu hal, her mümin için bir hedeftir. Resulullah’ın
(s.a.v) işaret ettiği gibi din, iman, İslam ve ihsandan
oluşmaktadır.193 Din imanla başlamakta, ibadetlerle
olgunlaşmakta, ihsanla kemale ermektedir.
193
Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davud, Sünnet, 16;
Tirmizi, İman, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9.
103

Tasavvufta, kalbin selim hale gelmesi üç safhada


gerçekleşir. Birinci safha manevî kirlerden temizlik, ikinci
safha güzel ahlakla süslenme, üçüncü safha yüce Allah ile
huzur halidir. Arifler, bu hale “kurbiyyet”, “itmiman”, “vuslat”
ve “müşahede” derler; “sûfi” kelimesini bu vasfı elde etmiş
kamil insan için kullanırlar.194 Kur’an’da bu yakınlığa
ulaşanlar “mukarrebun” sıfatıyla tanıtılır. İlahi taksime göre
onlar, insanlar içinde “Sâbikûn” sınıfını oluşturur.195
Tasavvufta nefsi terbiye etmek büyük cihat olarak
görülmüştür Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) gerçek hicretin,
Allah’ın nehyettiği şeylerden uzaklaşmak olduğunu196
bildirmiş; hakiki mücahidin ise Allah’a itaat hususunda
nefsi ile cihat eden kimse197 olduğunu haber vermiştir.
Konuyla ilgili meşhur bir hadiste, Resûlullah (s.a.v),
bir harp dönüşünde,
“Küçük cihattan büyük cihada dönmüş
bulunmaktayız” buyurdu. Ashab,
“Ey Allah’ın Resûlü büyük cihad nedir?" diye
sorunca:
“Dikkat edin; büyük cihat, Allah’a güzel kulluk için
nefsinizle vereceğiniz mücadeledir”198 buyurdu.
İnsanın iç aleminde gerçekleşen bu manevî hicrete
tasavvufta “seyr u süluk” denir. İsmail Ankaravî’nin
(1042/1623), belirttiği gibi salik, bu seyrin sonunda Cenab-ı
Hakk’a ulaşır, huzur bulur. İnsanın kemali bu terbiyeye
bağlıdır.199
Aslında kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi bütün
müminlerin ortak hedefidir. Bu hedefte hiçbir ihtilaf yoktur.
İhtilaf onun nasıl elde edileceği konusundadır. Hz.
Peygamber’in (s.a.v) hayatında bu işin merkezinde bizzat
194
Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif: Gerçek Tasavvuf, s. 18.
195
Vakıa, 11-12.
196
Buharî, İman, 4, 5; Ebu Davud, Cihad, 2, Nesaî, İman, 8, 9, 11;
Darimî, Rikak, 4, 8; Ahmed, Müsned, 2/160, 163.
197
Tirmizî, Fezailu’l-Cihad, 2; Beyhakî, Şuabü'l-İman, 7/ 499.
198
Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, nr. 355; Hatib, Târih-i Bağdât, 13/ 523-
24; Süyutî, es-Sağîr, nr. 6107.
199
Ankaravî, Minhacü’l-Fukarâ, 52 vd. Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravî, s.
163.
104

kendisi bulunuyordu. Manevî tezkiye ve terbiye onun


nezaretinde gerçekleşiyordu. Ondan sonra bu görev farklı
usullerle yerine getirilmeye çalışıldı.
Saadet asrından sonra kalp hastalıkları çoğaldı ve
yaygınlaştı. Öyle ki dinî hayata tahkikten çok taklit hakim
oldu. Yaşanan manevî gerilemeye devlet yönetimi bir çare
bulamadı. Bütün iyi niyetlerine rağmen fakihler bu duruma
müdahale edemediler, onu üzülerek seyrettiler.
Muhaddisler içine düşülen manevî boşluğun
tehlikelerini anlatmaktan öte bir şey yapamadılar.
Müfessirlerin ikazları halkı yöneldiği dünya hırsından
alıkoymadı. Bu arada hicri II. Asırla birlikte yeni bir ihya
hareketi başladı. Bu, sönmeye yüz tutan dinî hayatı
canlandırma hareketiydi. Bu hareketin başında büyük
veliler bulunuyordu. Bu hareket aynı zamanda daha sonra
bir disiplin halini alacak tasavvufî terbiyenin temellerini
oluşturuyordu. Hasan-ı Basri, Maruf-i Kerhi, Malik b. Dinar,
Zünnun-i Mısrî, Süfyan-ı Sevrî, Haris el-Muhasibi, Cüneyd-
i Bağdadi gibi zatlar, bu hareketin ilk öncülüğünü yapan
kimselerdir.
Önceleri, vaaz, sohbet ve örnek tavırlarla halkı
kucaklayan bu irşat faaliyetleri, hicri VI, miladi XI. yüzyılda
tarikat disiplini içinde kurulan terbiye müesseseleri ile yeni
bir şekil aldı ve İslam alemine yayıldı. Kurucularına nispet
edilerek anılan Kadiriyye, Rufaiyye, Kübreviyye, Şazeliyye,
Nakşibendiyye, Mevleviyye, Bayramiyye gibi tarikatlar,
İslam aleminde büyük hizmetler vermişledir. Biz, bütün bu
terbiye ekollerinin oluşturduğu sisteme “tasavvuf”
diyebiliriz. Bu sistemi kuranların ortak görüşü şudur:
“Hz. Peygamberin (s.a.v) sünnetini takip etmekten
başka Allah’a giden hiçbir yol yoktur. Biz bütün hallerini ve
işlerini Kur’an ve sünnetle ölçüp onların emir ve işaretine
göre hareket etmeyeni Allah adamı saymayız.”200
Tasavvuf deyince akla gelecek anlayış budur. Bu
ölçü ve edepleri kim korursa, gerçek mümin, hakiki sufi,
200
Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 10/257; Sülemî, Tabakatü’s-Sufiyye,
159; Kuşeyri, Risale, 1/ 107; Sühreverdi, a.g.e, s. 55.
105

kâmil insan odur. Muhammedî edebe uymayan kimse


Allah’a değil ateşe gider.
Tasavvufun hedefe aldığı bu terbiye her mümin için
zaten gereklidir. Öyle ki, Huccetü’l-İslam İmam Gazali
böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi herkes için farz-ı
ayın görmüştür. Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse
manevî hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek
başına kurtulamaz.201
Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî, maneviyat ilmi ve terbiyesi
almayan kimsenin, hiç farkında olmadan birçok büyük
günah işlerken ölüp gideceği202 uyarısında bulunurken; İbn
Allan es-Sıddîkî, farkında olunmayan bu günahların kibir,
kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları
beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir.203
Tasavvufun verdiği manevî terbiyenin merkezinde
mürşit vardır. Kamil mürşid, terbiye işinde ehliyet sahibidir;
şahsa göre terbiyenin şeklini o belirler, seyrini o takip eder.
İlim, marifet, edep ve terbiye, peygamberlerin mirasıdır
Bunun için terbiyenin Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği
edep üzere olması istenir. Terbiyeden maksat, fıtratı
değiştirmek değil, onu güzel ahlaka yönlendirmek ve
faziletlerle süslemektir. İnsandaki kötü huyların iyi huylarla
değiştirilmesi mümkün olduğu için İslam gönderilmiştir. Hz.
Peygamber’den (s.a.v) sonra yeni bir din gelmeyeceği
fakat kıyamete kadar ümmeti devam edeceği için, kalpleri
tezkiye ve nefisleri terbiye işi onun gerçek varisi kâmil
insanlara kalmıştır. Şu hadislerden bu güzide insanların
kıyamete kadar bulunacağını anlıyoruz:
201
İbn Acibe, İkazü’l-Himem fi Şerhi’l-Hikem, s. 21.
202
İbn Acibe, a.g.e, s, 21.
203
Abdülkadir İsa, Hakâik ani’t-Tasavvuf, s. 35.
106

“Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar Allah’ın


emrini ayakta tutmaya devam ederler. Onları terk edenler
ve muhalif davrananlar, kendilerine bir zarar veremez. Bu,
kıyamet emri gelinceye kadar devam eder. Onlar
insanlara daima üstün gelirler.”204
“Ümmetimden her devirde sâbikûn (hayırlarda
önderlik eden kimseler) bulunur.”205
“Şüphesiz Allah Teala bu ümmet için her yüz
senenin başında, onlara dinlerini yenileyecek (kalpleri
nifâk ve gafletten, hâlleri bid’at ve ma’siyetten temizleyip
kulları Allah’a sevk edecek) kimseler gönderir.”206
Ebû Nasr es-Serrac’ın (378/988) hatırlattığı gibi, 207
Allah ve Resulü, müminlere ait hangi vasıflardan
bahsetmiş ve onun elde edilmesini istemişlerse o vasıflara
sahip insanlar her devirde bulunur. Yoksa bulunmayan ve
bulunmayacak bir şeyden bahsedilmesi abes olurdu.
Kalbi hedefe alan tasavvuf, insan ve insanlık için en
gerekli, en değerli ve en şerefli bir hizmeti görmektedir.
Çünkü kalbini tanımayan ve ondaki ilahî cevherleri
kullanmayan insan, maddî olarak hangi keşifleri
gerçekleştirirse gerçekleştirsin, kendini yükseltemez, asıl
şerefe ulaşamaz, huzuru yakalayamaz, bunalımdan
çıkamaz, ayrıca ebedi âlemde Allah katında kendini
savunamaz, vebalden, hesaptan ve azaptan kurtulamaz.
Bir baş veya karın ağrımız kadar, kalbimizin de
derdine düşmezsek, insanlığımızı koruyamayız. Gafletle
Hak bulunmaz. İsyanla terakki olmaz, heva ile hakikat
bulunmaz. Zulümle abad olunmaz. Helal haram demeden
ele geçeni yiyip içmekle insanlığın tadına varılmaz. İnsan
âlemde Allah’ın halifesi olarak yaratılmıştır. Bunun için ona
204
Buhârî, İ’tisâm, 10; Müslim, İmâret, 53; Tirmizî Fiten, 27; İbn
Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, Müsned, 5/34, 269, 278.
205
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/7; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 7327;
Elbani, Sahiha, nr. 2001.
206
Ebû Dâvûd, Melâhim, 1, Hâkim, Müstedrek, 4/523.
207
Serrâc, el-lüma’, 34-35.
107

ruh, kalp, nefs, akıl, sır, vicdan ve ilim gibi cevherler


verilmiştir. Bütün bunlar bize ilahî aşka ulaşmak, büyük
emaneti taşımak ve insan gibi yaşamak için ihsan
edilmiştir. Himmeti midesi olan kimsenin değeri, ondan
hâsıl olan kadardır.
Sufilere göre manevî terbiyede dikkat edilecek
önemli bir nokta da helal lokmadır. Kazancı haram olan
kimsenin kalbi kararır. Kalp temizliğinin helal lokma ile
ciddi bir bağlantısı olduğu tespit edilmiştir. Arifler,
boğazına girene dikkat etmeyen kimsenin kalbinden
marifet adına bir şey çıkmayacağını söyler.208
Kalb-i Selimin Bedeli
Kalb-i selim, yüce Allah’ın nazar yeridir, müşahede
makamdır, Arşı ve ferşi içine alacak kadar geniş rahmet
mahallidir, ilahî muhabbet merkezidir, marifet hazinesidir.
O, “Beni, yerim ve göğüm içine sığdıramadı, mümin
kulumun kalbi içine aldı”209 kudsî hadisinde övülen latif,
nuranî bir cevherdir; ilahî nurlarla süslü Kabe-i Celilîdir.
Hak âşıkları bu kalbi elde etmek ve marifet cennetinde
sonsuz sefalar sürmek için canlarını ortaya koymuşlardır.
Onun için tacını tahtını terk edenler, bütün malını,
makamını gözden çıkaranlar, itibarını ayaklar altına
alanlar, günlerce aç kalanlar, halvet, çilehane ve riyazatle
nefsini bütün hazlarından uzaklaştıranlar olmuştur. Arifler,
“mücahede olmadan müşahede ele geçmez, müşahedeye
ulaşmadan da ilahi muhabbet tanınmaz ve tadılmaz”
derler.
İlahî aşk uğruna malını ve canını feda eden Sahabe-i
Kiram gibi, İbrahim b. Edhem de, kalb-i selimle marifete
ulaşmak için tacını tahtını terk ederek âşıklara karışıp
yamalı elbise giymeyi tercih etmiş, Aziz Mahmud Hüdâyi
Bursa baş kadılığını terk edip Hz. Üfta’deye bende olmuş,
İmam Gazâlî, Bağdat medreseleri baş müderrisliğini terk
edip sufilere katılarak on sene inziva hayatı yaşamış, Şah-
ı Nakşibend, Seyyid Emir Külal’in eşiğinde sabaha kadar
208
Safî, a.g.e, s. 439; Hanî, el-Hadâiku'l-Verdiyye-Nakşibendilerin Gül
Bahçesi, s. 579 (İstanbul 2003).
209
Sehâvî, Mekâsidü'l-Hasene, nr. 988.
108

yağan kar altında yatmış, zamanın allamesi Akşemseddin,


ilk gördüğünde küçümsediği Hac-ı Bayram-ı Veli’nin
hizmetinde bulunmayı cana minnet bilmiş, Mevlana Halid-i
Bağdâdî Bağdat Süleymaniye’deki ilmî saltanatını terk
edip bir sene yol kataderek Hindistan’a Nakşî piri Abdullah
Dehlevî’ye gidip dergahın temizliğini yapmaya razı
olmuştur. Benzer örnekler çoktur. Demek ki bu nimet
sadece temenni ile gerçekleşmiyor; bedel istiyor. Burada
şu ibretlik hadiseyi paylaşalım:
Mevlana Hüsameddin Buharî’nin babası Mevlana
Hamidüddin Şaşî vefat döşeğinde idi. Bu zat büyük
âlimlerdendi. Şah-ı Nakşibend’le aynı dönemde yaşamıştı.
Şah-ı Nakşibend’e büyük hürmet, sevgi ve saygıları vardı.
Fakat o kalp doktoruna teslim olup seyru sülük terbiyesi
almamışlardı. Oğlu Hüsameddin Buharî ise Emir
Hamza’nın (k.s) halifesi idi. Emir Hamza da Seyyid Emir
Külal’in (k.s) oğludur. Hamidüddin Şaşî vefat anında
sıkıntıya düştü. Oğlu ve dostları başucunda idiler. Bir ara
oğlu, “Baba, ne haldesin?” diye sordu. Babası,
“Oğlum, benden şu anda kalb-i selim istiyorlar. O da
bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!” dedi.
Hüsameddin Buharî babasına,
“Babacığım, bütün kuvvetinizle bana yönelin,
kalbinizi bana bırakın. Selim kalbin ne olduğunu
anlayacaksınız!” dedi ve derin bir murakabeye daldı. Bir
saat kadar öyle kaldı. O anda Cenab-ı Hakk’a yönelip
babasını bu sıkıntı ve endişeden kurtaracak ilahi rahmet
ve sekinet istedi. Gözlerini açtığında, babasının yüzüne bir
nur, üzerine bir huzur ve sükûnet inmişti. Kalbi ayrılık,
yalnızlık ve ölüm endişesinden kurtulup Allah ile huzur
bulmuştu. Artık mutmain olmuştu. Bu arada gözlerini açtı,
bulduğu huzurun sevincini ve kaçırdığı fırsatın hasretini
şöyle dile getirdi:
“Oğlum! Allah sana bol mükâfat versin. Meğer bize
lazım olan iş bütün ömrümüzü bu kalbi elde etme yolunda
harcamakmış. Fakat ne yazık ki ömrümü başka türlü zayi
ettim!” dedi. Ne mutlu bu babaya ki salih evladının dua ve
109

gözyaşı bereketi ile yüce Allah’ın rahmetine kavuştu,


huzur içinde dünyadan göçtü.”210
Kalp Terbiyesi Edep Ehlinden Alınır
Ariflerden Ebû Ali Dekkak, insanın kamil mürşidi
olmadan kendi başına terbiye olamayacağını anlatırken,
“Bir ağaç, kendini diken ve bakımını yapan biri olmadan
kendi başına büyürse, yaprak açar fakat (güzel) meyve
vermez” der. İnsan da böyledir. Kendi başına kemale
ermek, kitaptan okuyarak marifet ve edep sahibi olmak
çok zordur.
İmam Sühreverdi’nin belirttiği gibi, takvaya ulaşmış
bir kamilin terbiye halkasına girmeyen kimse, nefsin
afetlerinden ve dünya sevgisinden kurtulamaz.211
Şeyh Abdülbari en-Nedvî, “Hayatın hiç bir alanında
ve hiç bir bilim dalında staj görmeden ve ehil bir ustanın
nezaretinde uygulama yapmadan başarıya ulaşılmamıştır”
der, sonra, “Sırf inceleme ve araştırmayla bir kimsenin
mesleğinde olgunluk kazandığını, sahasında başarıya
ulaştığını hiç gördünüz mü?” diye sorar ve ekler:
“Şu nokta inkar edilemeyecek bir gerçektir ki insan,
usta bir marangozun yanında staj görmeden bu mesleği
öğrenemez, marangozlukla ilgili aletleri eline alıp onlar gibi
ustalıkla kullanamaz. Bunun için mutlaka usta bir
marangozun yanında çalışmak ve mesleğinin inceliklerini
öğrenmek gerekir. Terzilik ve diğer zenaatlar da tıpkı
bunun gibidir. Onların da araç ve gereçlerini kullanmak için
ustasına ihtiyaç vardır.”
Nedvî, kamil bir şeyhin yanında bulunmadan, onun
sohbetlerinden (ve nurlu nazarlarından) bolca
yararlanmadan, meclisinde teneffüs edilen manevî havaya
alışmadan ve orada yaşanan durumların manevî zevkini
tatmadan olgun bir insan olmanın mümkün olmadığını
söyler; bunun için mutlaka olgunluğa erişmiş ve manevî
alanda yol almış muhterem bir zatın sohbetinde

210
Sâfi, Reşahâtü Ayni’l-Hayat, s. 45 (Dâru Sâdır, Beyrut trs.).
211
bk. Sühverdî, Avârifü'l-Meârif/Gerçek Tasavvuf (trc. Dilaver Selvi), s.
119 (Semerkand 2011).
110

bulunmayı, o sohbetin vereceği manevî zevki tatmayı ve


onun irşadından istifade etmeyi şart görür.
Sohbetle (mürşidin nuranî nazarı ile) elde edilecek
faydayı hiçbir şey temin etmediğini söyleyen Nedvî, bunun
en açık örneğini Sahabe-i Kiram’da gördüğümüzü,
sahabelerden derecesi en aşağı olan bir sahabinin bile en
yüksek hadis bilgininden, en değerli fakihten ve en büyük
veliden daha üstün ve daha faziletli olduğunu belirtir ve
sebebini şöyle açıklar:
“Bu üstünlüğün nedeni hiçbir zaman kitap okumak
ve eser incelemek değildir. Çünkü Sahabenin çoğu
okuryazar bile değildi. Bu üstünlüğün nedeni bilgi çokluğu
ve kültür zenginliği de olamaz. Çünkü kendilerinden sonra
gelen bilginlerin en küçükleri bile dinin bütün konularını
onlardan daha geniş ve daha ayrıntılı olarak biliyorlardı.
Öyleyse geriye bir tek ihtimal kalıyor, o da onların Allah’ın
Rasûlü (s.a.v) ile sohbet mutluluğuna erişmiş
bulunmalarıdır. Bu öyle bir sohbettir ki, onlardan sonra
gelen en büyük alimler, onun azıcık kısmına bile ulaşmış
değillerdir. Onların Resûlullah’ın (s.a.v) saadetli
nazarlarında ve huzurlarında aldıkları manevî feyiz,
yıllarca kitap okunsa ele geçmez. Bu kesindir. Efendimizin
manevîyatına varis olan ariflerin sohbet ve nazarı da
insana çok yüksek haller kazandırır. Bir arif şair bunu
şöyle dile getirir:
“Evliyanın sohbetinde bir saat kalıvermen,
Hayırlıdır bir asırlık gafilane ibadetten.”212
Manevî Mimarlar ve Terbiye Usulleri
İnsan terbiyesiyle meşgul olacak kimse, kendisi
mamur olmalı ki, insanları mamur etsin. Türkçemizde,
“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” diye bir
tabir vardır. “Kendisi muhtaç bir dede, gayriye nasıl
himmet ede” sözü de yaptığı işin ehli olmayan kimseler
hakkında söylenmiştir.
“Kim, (aslen ehli olmadığı halde) kendisini doktor

212
Abdülbari en-Nedvi, Tasavvuf ve Tarikatın Yenilenmesi, 165-168,
(Kısmen tasarrufla alındı).
111

gösterir, hasta da elinde ölürse, diyetini tazmin eder”213


hadisi, zâhirî hastalıklarda tedavi ile uğraşanı ilgilendirdiği
gibi, sûfilerin anlayışına göre aynı hüküm, bâtınî hastalık
ve terbiye için de geçerlidir. Bunun için bu işe adım atan
kimsenin, gerekli bütün ilim, eğitim, tecrübe, salâhiyet ve
kıvamı elde etmesi istenir. 214
Ebû Tâlib el-Mekkî, insanlara hak yolunda rehberlik
edecek bir âlimin haşyet, huşû, tevâzu, güzel ahlâk ve
zühd sahibi olması gerektiğini söyler.215
Resûlullah (s.a.v), kalbini dünyadan çekip Mevlâ’ya
bağlayan kimselerle hemdem olmayı tavsiye ederek şöyle
buyurmuştur:
“Kendisine sükut ve zühd ihsan edilen bir kimseyi
gördüğünüz vakit, kendisine yaklaşın; çünkü ona hikmet
verilmiştir.”216
Allame Aliyyü’l-Karî (1014/1605), bu hadisin
şerhinde, hadiste, bu vasıftaki kimselere yakın olmanın ve
onların yakınlığı ile Cenab-ı Mevla’ya yaklaşmanın tavsiye
edildiğini söyleyerek der ki:
“Kendisine hikmet verilen kimse, “Allah dilediğine
hikmet verir. Kime hikmet verilmişse ona, pek çok hayır
verilmiştir. Ancak gerçek akıl sahipleri düşünüp ibret
alırlar” (Bakara 2/269) ayetinde belirtildiği gibi, hikmete
ulaşıp hak ve hakikat üzere amel eden biridir. Bu kimse:
“Kim kırk gün, Allah için ihlasla amel ederse, kalbinden
diline doğru hikmet pınarları fışkırır”217 hadisinin belirttiği
hâle sahip olur. O âlim, amil, muhlis ve kamil bir kimse
olup mürşit ve mükemmildir. Herkese, onun meclisine
girmek ve sohbetine katılmak gerekir. Çünkü Allah Teala,
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla
beraber olun” (Tövbe 9/119) buyurmuştur. Sadıklarla
213
Ebû Dâvud, Diyet, 23; Nesâî, Kasâme, 41; İbn Mâce, Tıbb, 16.
214
Mekkî, Kûtu’l-Kulûb., 1/147.
215
Mekkî, a.g.e, 1/146.
216
İbn Mace, Zühd, 1; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 10/405; Ebu Ya’la,
Müsned, nr. 6803.
217
Ebu Nuaym, Hilye, 5/ 189; İbnü’l-Esir, Câmiu’l-Usul, 11/ 557;
Münziri, et-Terğîb, 1/56.
112

beraber olmak iki türlü olur. Birincisi onların meclisine


katılmaktır; diğeri de onlarla aynı hâl ve sıfatlarda
olmaktır.”
Ebû Bekir Tilmisânî’nin, “Allah ile sohbet ediniz; eğer
buna güç yetiremezseniz, Allah ile sohbet eden ariflerle
beraber bulununuz ki, onların bereketi sizi Allah ile
beraber olmaya ulaştırsın” sözüne yer veren Aliyyü’l-Kârî,
hadiste anlatılan kimsenin kalbi bütünüyle Allah’a yöneldiği
ve dünyadan yüz çevirdiği için, onun sohbetinin ve
beraberliğinin her şeye tercih edileceğini, onun, kendisine
tabi olanları, dünyanın fani zevk ve değerlerinden
uzaklaştırıp baki olan ahirete yönelttiğini, gönüllerini
Allah’tan gayri boş arzulardan çekip yüce Mevla’ya
bağladığını, bu sıfattaki bir arifin, peygamberlerin halifesi,
evliya ve esfiyanın temsilcisi olduğunu söyler ve sözünü
şu dua ile bitirir:
“Allah bize, böyle bir kimseyi görmek, hizmet ve
sohbetiyle şereflenmek nasip eylesin.”218
Sühreverdî (632/1234), insan terbiyesine ehliyet
kesbedilen mürşidlik makamının, makamların en yükseği
ve Allah Teâlâ’ya davette peygamber vekilliği olduğunu
belirtir,219 peygamber mirasını elde etmek için kemâle
ermeyi, kemâle ermek için de mülk ve melekût âleminin
sırlarını elde etmeye sebep olacak manevî doğumun
gerçekleşmesini, (kalp gözünün mana âlemine açılmasını)
bunun için de kâmil bir mürşid elinde iyi bir terbiye ile bu
edepleri öğrenmek gerektiğini hatırlatır. 220
Resûlullah’ın (s.a.v) dâvet ve irşâd makamına
vekâlet eden kâmil mürşidlerin, bütün günah kirlerinden
temizlenerek kalplerinin ilâhî nurları yansıtan bir ayna
durumuna geldiğini söyleyen Sühreverdî, onların
basiretlerinin açıldığını,221 gerçek hidayet ve kâmil takva
üzerinde oldukları için muttakilerin imamı yapıldıklarını, 222
218
Aliyyü’l-Karî, Mirkatü’l-Mefatih, 9/81-82.
219
Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif: Gerçek Tasavvuf., s. 102..
220
Sühreverdî, a.g.e., 105-106..
221
Sühreverdî, a.g.e, s. 103.
222
Sühreverdî, a.g.e.,s 103.
113

Resûlullah (a.s) ile mânevî beraberlikleri sebebiyle elde


ettikleri nûrânî hâl ve rabbânî ilimleri aynı yolla kendilerine
tabi olanlara (müridlerine) intikal ettirdiklerini belirtir.223.
Manevî terbiye ile meşgul olan kimse, ilmi ve irfan
ehli olmalıdır. Cüneyd-i Bağdâdî, Kur’an ve sünnet ilmini
bilmeyen kimseye, manevî terbiye işinde uyulmayacağını
söyler.
Fudayl b. Iyaz der ki: “Âlim, dinin doktorudur; dünya
ise dinin hastalığıdır. Doktor hastalığı kendisine çekerse,
başkasını nasıl ve ne zaman tedavi edecek?”224
Kendisi takvaya sahip değilken, başkalarına takvalı
olmayı emreden kimse, kendisi hasta iken insanları tedavi
eden doktora benzer. Bir arif böyle kimseleri şöyle uyarır:
“Ey başkasına ilim ve iyilik öğreten kimse, onu önce
kendine öğretmen gerekmez mi?
Hasta ve dertlilere ilaç tarif ediyorsun; halbuki sen
hastalık ve dert içinde yüzüyorsun!
Görüyorum ki sen bize samimi olarak doğru yolu
gösteriyorsun; fakat kendin ondan mahrumsun!
Nasihat etmeye kendinden başla ve nefsini
azgınlığından sakındır. Eğer nefsin azgınlığına son verirse
sen, hikmet ve dirayet sahibi birisin. İşte o zaman vaaz
ettiğinde nasihatin kabul edilir, sözüne uyulur ve
öğrettiklerin fayda verir.
Kendinin yapıp durduğun kötü bir huyu, başkasına
yasaklama; bunu yapman gerçekten senin için büyük bir
utanç vesilesidir.”225
Şeyh İbn Acibe’nin belirttiği gibi kamil mürşid,
hastalıkları tedavi eden bir doktor yerindedir. Bu durumda
onun kalplerin hâlini bilmesi ve nefisleri tanıması gerekir.
Terbiye şeyhi ayrıca kalpteki hastalıkları tahlil, teşhis
ve tedavi etmeyi bilmelidir. Müridin kalbinde yerleşip
kökleşmiş bir hastalığı tespit ettikten sonra onu nasıl eritip
temizleyeceğini ve kalpten gidereceğini bilmelidir. Mesela,
kalbinde baş olma hırsı ve makam sevgisi yerleşmiş birinin
223
Sühreverdî, a.g.e., s. 107.
224
İbn Acibe, el-Fütûhâtü’l-İlahiyye, s. 108.
225
İbn Acibe, a.g.e, s. 108.
114

bundan kurtulması ancak nefsin forsunun yıkılması ve


zillet hâli yaşamasıyla ve onu insanların gözünden
düşüren şeylerle mümkün olur. Aynı şekilde içinde dünya
sevgisi ve mal toplama hırsı yerleşmiş bir kimse bundan
ancak tam bir zühd hâliyle (dünyadan gönlünü ve elini
çekerek) kurtulur. Yine içinde cimrilik ve eli sıkılık
yerleşmiş biri, bundan ancak malını başkalarına vererek
kurtulur. Diğer huylar da böyledir.
Terbiye şeyhi ayrıca, kalpteki katılık ve kuruluğu
nasıl yumuşatıp gidereceğin de bilmelidir. Bunlar, kalp
katılığı, gaflet, göz kuruluğu (gözden yaş gelmeyişi) ve
nefsin kabz (sıkıntı) hâli gibi durumlardır.
Terbiye şeyhi, müride, her bir hastalığı ona uygun bir
ilaçla gidermeyi emreder. Mesela kalp katılığı, Allah’ı
zikrederek, Kur’an okuyarak, derin tefekkür ederek, nafile
oruç tutarak ve gecenin sonunda seher vakti Allah’a
yalvarıp yakararak gider. Diğerlerini de buna kıyas et.
Gaflet, sürekli zikir yaparak ve içinde bulunduğu vakti
murakabe (kontrol) ederek kalpten gider.
Göz kuruluğuna, öğüt ve uyarılar fayda verir.
Nefsin kabz (sıkıntı ve darlık) hâlinin gitmesi için,
ümidi kuvvetlendiren ve sevinç sebebi olan şeylerden
bahsetmek faydalıdır. Diğer hastalıklar için de uygulama
aynıdır.226
İbn Acibe el-Hasenî, el-Mebahisü’l-Asliyye üzerine
yaptığı şerhte der ki:
“Şeyhlerin terbiye usullerinden biri de nefislere
hallerine uygun ve kendilerinden beklenen şeye göre
yardım etmeleridir. Sonra tabiatlar farklı ve saliklerin halleri
değişiktir.
Bazıları marifet ve ilimlerle kuvvet bulup ayakta
durur. Şeyh ona, hâlini kuvvetlendirecek şeylerden
bahseder. Bunu, onun hâlini karıştıracak tarzda değil,
şevke getirecek şekilde yapar.

226
İbn Acibe, el-Fütûhâtü’l-İlahiyye, s. 112-113.
115

Bazılarının hâli öğüt ve uyarı ile güzel olur; şeyhin


onun için yaptığı öğüt ve uyarılar sülûkune yardımcı olur
ve himmetini (azim ve iradesini) yükseltir.
Bazılarının hâli ilim müzakeresi ve ince anlayışları
ortaya çıkararak canlılık kazanır; bu onun için hâlini
güzelleştirmede gayrete gelme sebebi olur. Kısaca
herkese, onu canlandıracak ve ayakta tutacak şey verilir.
Şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir:
“Resûlüm! Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle
çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl
16/125).
Hak yolda sâdık ve samimi olan kimseleri Allah’a
hikmetle davet etmek yeterlidir. Bu hikmet, kuvvetli
himmettir. Zaten onlar da himmetleri (azim, niyet ve
hedefleri) yüksek kimselerdir.
Hakka boyun eğip teslim olmuş kimseleri güzel
öğütle davet etmek yeterlidir.
İnatçı ve inkarcılarla ise en güzel şekilde mücadele
yapılır; eğer onlar için ezelde hidayet takdir edilmişse, öğüt
onlara fayda verir, yoksa davetçinin yapacağı şey sadece
uyarmaktır.
İnsanların bazısına hikâye ve kerâmetlerden
bahsetmek fayda verir.
Bazı insanlara şiir ve kaside tesir eder.
Bazı insanlar sazın telinden ve eğlence âletlerinden
etkilenir.
Bazı insanlar nefesli çalgı aletlerinden etkilenir.
Bazıları ise tambur, bendir ve diğer eğlence
âletlerinden etkilenip hoşlanır.”227
İmam Sühreverdî’inn belirttiği gibi, insanları terbiye
ile meşgul olan kâmil şeyh, iç âlemlere nazar ve vukufiyet
sahibi olmalı, herkese neyin güzel ve uygun olduğunu
bilmelidir. Ziraatle uğraşan bir kimse toprak çeşitlerini, bu
toprakta yetişecek ağaç ve mahsul türlerini bilir. Her sanat
erbabı, sanatının inceliklerinin faydalı ve zararlı yönlerini
bilir. Bunun gibi kamil mürşidin de manevî terbiyeye aldığı

227
İbn Acibe, İlahi Fetihler, s. 204-205.
116

kimsenin hâlini, tabiatını ve fıtratını tanıyıp ona göre


muamele etmesi gerekir.228
Zünnun-ı Mısrî’nin belirttiği gibi, yüce Allah, kalplere
doktor yaptığı kamil insana der ki:
"Eğer size, beni kaybeden bir dertli gelirse, onu
tedavi edin.
Benden ayrılığından hasta olmuş biri gelirse, ona
ilacını verin.
Benden korkan biri gelirse, ona yardım edin.
Benden emniyet içinde olan biri gelirse, onu uyarıp
azabımla korkutun.
Bana ulaşmaya rağbeti olan biri gelirse, ona iyilik ve
ihsanda bulunun.
Bana doğru yola çıkan biri gelirse, ona yol azığı
tedarik edin, kendisini destekleyin.
Benimle manevî ticaret yapmaktan korkan biri
gelirse, ona cesaret verin.
Benim lütuf ve fazlımdan ümidini kesmiş biri gelirse,
ona ümit verin.
Benim ihsanımı ümit eden biri gelirse, onu
müjdeleyin.
Bana karşı güzel zan sahibi biri gelirse, ona hoş
davranın.
Beni seven biri gelirse, onu bana ulaştırın.
Benim kudretimi yücelten biri gelirse, siz de onu
yüceltin.
Kendisine ihsanımdan sonra kötülük işleyen biri
gelirse, onu kınayıp uyarın.
İrşat olmak isteyen biri gelirse, onu irşat edin."229

228
Sühreverdî, Avarifü’l-Meârif: Gerçek Tasavvuf, s. 537-538.
229
bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ (tahk. Mustafa Abdülkadir Ata), 1/43-
44 (Beyrut 2007, 3. Baskı).
117

NEFSİMİZ
İslam âlimleri ve sufiler, nefis konusunda farklı
görüşler söylemişlerdir. Bazıları nefsi zat ve ruh manasına
alırken, bazıları nefsi, ruhtan ayrı, kötü sıfatların kaynağı
latif bir varlık olarak tanıtmışlardır.
Râgıb-ı İsfehânî, "nefisle" duruma göre ruh, zat ve
nefs-i emmarenin kast edildiğini belirtirken230 Fîrûzâbâdî,
nefsin, ruh, göz, şahsın indi (ind), bir şeyin aynı ve zâtı
manalarına geldiğini kaydeder ve bu arada İbnü'l-Arabî'nin
nefse azamet, kibir, izzet, himmet ve gurur manalarını
verdiğini nakleder.231
Abdülkerim-i Kuşeyrî (465/1072), sufilerin nefse, zât
ve beden manasının dışında bir mana verdiklerini, onların
nefisle kulun sahip olduğu bozuk sıfatları ve kötülenen
ahlakları kast ettiklerini, bu manada nefsin kötü ahlakların
mahalli olarak insan vücuduna konulmuş ve ruhtan ayrı bir
varlık olduğunu belirtir.232
İmam Gazâlî, nefsin iki manası olduğunu, birincisiyle,
insanda bulunan gazap ve şehvet kuvvetinin kaynağının
kast edildiğini, Hz. Peygamber’in (s.a.v), “Senin en büyük
düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında (içinde) bulunan
nefsindir”233 hadisiyle buna işaret ettiğini, nefsin ikincisi
manasının ise onun latif/gizli, sırlı bir varlık olup insanın
hakikati, kendisi ve zâtı manasına kullanıldığını, fakat
farklı hallerine göre emmare, levvame ve mutmainne gibi
değişik sıfatlarla tanındığını belirtmiştir.234
Ebû Tâlib-i Mekkî de, ruh ile nefsin ayrı birer varlık
olduğu belirten açıklamalar yapmıştır. Konuyla ilgili bir
açıklamasında der ki:

230
el-İsfehânî Müfredatu Elfâzi’l-Kur’ân, Dımeşk 2002. 3. Baskı, s. 818.
231
Fîrûzâbâdî, Basâiru Zevi't-Temyiz fî Letâifi'l-Kitâbi'l-Azîz, 5/98-99.
232
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Trc. Dilaver Selvi), (Semerkand Yay.
İstanbul 2011, 7. Baskı, s. 323-233.
233
Beyhaki, K. Zühd, nr. 343; Zehebî, Mizanü’l-İtidal, 3/625; Aclûnî,
Keşfü’l-Hafâ, nr. 412. Aclûnî, Beyhakî’nin hadisi zayıf bir senetle
naklettiğini, ancak Hz. Enes’ten gelen bir hadiste onu destekleyen bir
şahidin olduğunu kaydeder.
234
Gazâlî, Hak Yolunun Esasları, s. 86.
118

"Nefis yerden yaratılmıştır, toprakla ilgili özelliklere


sahiptir. Bunun için toprağa meyleder. Ruh ise ruhanîdir;
melekût âleminden yaratılmıştır, bunun için yükseğe
(yüceliklere) meyleder ve orayla huzur bulur. Kalb ise,
melekût hazinelerinden bir hazinedir. Bir aynaya benzer.
Bu düşünceler, gayb hazinelerinden gelerek kalbin
ortasına iner, kalpte yanar ve parlayarak tesirini gösterir.
Onlardan bir kısmı, kalbin kulağına tesir edip bir anlayış
olarak zuhur eder. Bir kısım düşünceler, kalbin dilinde tesir
eder, bir kelam olarak ortaya çıkar. Bu, zevktir. Bazısı,
kalbin koklama hassasında etki eder, ilim olur. Bu, fikirdir.
Ona, fıtrî aklın etkisiyle ortaya çıktığı için “müktesep akıl”
da denir. Bu, kalpte en az kalan, değeri ve etkisi en düşük
olan bir düşüncedir. Kalbin gözünde ve kulağında etki
eden düşünce, kalbin içine intikal ederek özüne ulaşır. Bu,
direkt etkidir. O, kalpte oluşan bir vecddir. Bu ise,
mücahede makamının bir hâlidir. Rasulullah’ın (s.a.v) şu
sözü de bu hâli tarif etmektedir:
“Allah’ım! Senden, kalbime iyice yerleşecek bir iman
istiyorum.”235
Kalbe gelen düşünceler, onu hidayete sevk edecek
türden olunca -ki bunlar melek ve ruhtan gelir- kalpte
takva, hidayet ve hayır oluşur. Bunlar hayır
hazinesindendir ve ilahî rahmete ulaşmaya vesiledirler. Bu
tür düşünceler, kulun kalbinde bir nur ve güzel bir duygu
olarak etkisini gösterir. Sağda görevli hafaza melekleri,
onu fark eder ve iyilik olarak kaydederler.
Eğer bu düşünceler, isyanla ilgili ise -ki bunlar nefis
ve şeytandan gelir- kalpte isyan ve kötülük duyguları
oluşturur. Bunlar, şer kaynağı ve dünyevî bağımlılıklardır.
Kalpte bir zulmet ve kötü koku meydana getirirler.236
İmam Sühreverdî, nefsin oluşması konusunda orijinal
bir yorumda bulunur. Sühreverdî önce ruhu ikiye ayırır; biri
235
İbn Ebi’d-Dünya, K. Yakin, nr. 26; Bezzar, Müsned, nr. 2129;
Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 5/l78.
236
Geniş bilgi için bk. el-Mekkî, Kalplerin Azığı (Kûtü’l-Kulûb tercümesi.
Trc. Yakup Çiçek-Dilaver Selvi), 1/487-493 (Semerkand: İstanbul
2003).
119

emir âlemine ait insânî ruh, diğeri ise halk âlemine ait
hayvanî ruhtur. Beşeri olan hayvânî ruh, ulvî olan insanî
ruhun yeri ve mekanıdır. Hayvânî ruh, kalpten
kaynaklanan, his ve hareket gücünü taşıyan latif bir
cisimdir. İnsanî ulvî rûhun bu rûh üzerine gelişiyle hayvanî
ruh ayrı bir özellik kazanmış ve hayvanların ruhlarından
ayrılmış, başka bir sıfat kazanarak konuşma ve ilhamın
mahalli olan bir nefis olmuştur. Allah Teâlâ, "Nefse ve onu
(insan sıfatıyla) düzenleyene, sonra da ona iyilik ve
kötülük kâbiliyeti verene yemin olsun" (Şems 91/7-8)
ayetiyle bu duruma işaret etmektedir.
Nefsin düzene gelmesi; insanî ruhun ona gelmesi ve
onun hayvanların ruhlarının cinsinden ayrılması ile
olmuştur. Böylece nefis, Allah Teâlâ'nın yaratmasıyla ulvî
ruhtan oluşmuştur. İnsandaki hayvanî ruh olan nefsin, ulvî
rûhtan meydana getirilmesi, emir âleminde olmuştur.
Böylece Âdem (a.s) ile Havvâ vâlidemiz arasında olduğu
gibi; ruh ile nefis arasında da karşılıklı bir aşk ve ülfet
oluşmuştur. Onlardan her biri diğerinden ayrılması ile
ölümü tatmaktadır.”237
Müfessir Beydâvî, nefsi, bir şeyin zâtı ve hakikati
olarak tanıtır ve değişik yaklaşımlarla ruha, kalbe, kana,
suya ve insanın görüşüne de "nefs" dendiğini belirterek
bunları şöyle açıklar:
Ruha nefs denmesi, canlı varlıkların kendisiyle hayat
bulduğu içindir.
Kalbe nefs denmesi, ruhun mahalli ve bağlandığı yer
olduğu içindir.
Kana nefs denmesi, nefsin kıvamı (ayakta durması)
kendisiyle olduğu içindir.
Suya nefs denmesi, nefsin (Zâtın) ona ileri derecede
ihtiyacı olduğundandır.
Kişinin görüşüne nefs denmesi, insanın müşkül bir
durumda sanki karşısında bir zat varmış gibi doğruyu ona
danışmasındandır.238
237
bk. Sühreverdî, a.g.e, s. 582-586.
238
Beydâvî, a.g.e, 1/25-26. Ayrıca bk. Dilaver Selvi, "Beyzâvî Tefsirinde
Nefs Tezkiyesi ve Takva", Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
120

Şah Veliuyyallah-ı Dihlevî, nefsi, insanda yiyecek,


içecek ve cinsel ilişki gibi lezzetli şeyleri isteyen varlık
olarak tanıtmıştır.239 Nefsin bu sıfatı bir hadis-i şerifte şöyle
belirtilmiştir:
“Gözün zinası, (harama kasıtlı olarak) bakmasıdır.
Dilin zinası, çirkin işi konuşmasıdır. Nefis, temenni eder ve
arzular. Ferç ise, bu isteği ya tasdik eder (çirkin işi yapar)
veya yalanlar (onu reddeder).”240
Şu ayet-i kerime de nefsin kötü şeyleri arzuladığını,
onu dizginleyenlerin cenneti hak ettiiğni belirtmektedir:
“Kim Rabbinin makamından (huzurunda hesap
vermekten) korkar ve nefsini hevasından (kötü
arzularından) alıkoyorsa, onun varacağı yer cennettir.”
(Nâziât 79/40-41).

Nefsin Sıfat ve Mertebeleri


Kur'ân-ı Kerim'de, nefsin üç sıfatından bahsedilir;
bunlar, emmare (Yusuf 12/53), levvame (Kıyame 75/2) ve
mutmainnedir (Fecr 89/27). Bunlar nefsin taşıdığı sıfata
göre üç ayrı mertebesi olarak kabul edilmiştir.241
Bazıları, "Nefse ve onu düzgün bir biçimde
şekillendirip kendisine kötülüğü ve takvayı ilham edene
yemin olsun ki…"(Şems 91/7-8) ayetinden hareketle
nefsin, mülhime (ilhama mazhar) sıfatına da sahip
olduğunu söyleyerek, nefsin mertebelerini dört olarak
saymıştır. Yine, mutmainne nefsi anlatan ayette (Fecr
89/27) nefse ait ayrıca zikredilen "râdıye" (Allah'tan razı
olan) ve "merdiyye" (Allah'ın kendisinden razı olduğu)
sıfatlarına bakarak nefsin mertebelerini altıya çıkaran da
olmuştur. Aynı ayetin, "Gir salih kullarımın arasına, gir
cennetime" kısmının işaretiyle nefsin yedinci mertebesine
"nefs-i kamile" diyenler de mevcuttur.

Dergisi, Yıl: 11 (Temmuz-Aralık 2010) Sayı: 26, s. 125-161.


239
Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğa, 2/156 (Beyrut 1997, 1. Baskı).
240
Buhârî, Kader, 9; Müslim, Kader, 20; Dârimî, Nikah, 43, Ahmed,
Müsned, 2/276.
241
bk. Sühreverdî, a.g.e, s. 587.
121

Eşrefoğlu Rûmî, mutmainneye erişen nefse, "Onların


bir kısmı da Allah'ın izniyle hayırlarda önde olandır" (Fâtır
35/32) ayetinden mülhem olarak, "Nefs-i sâbıka", bu nefis
masivadan kurtulup yüce Mevlâ'ya âşık olduğu için ona
"Nefs-i âşıka" da dendiğini belirtmiştir.242
Bu yaklaşıma göre nefis “emmare” ile “kâmile”
arasında yedi sıfat ve mertebeye sahiptir. Erbilî, nefsin
yedi sıfat ve mertebesini sırasıyla şöyle belirtmiştir:
Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdıye,
Merdıyye, Kamile. 243 Bunları kısaca tanıyalım:
1. Nefs-i Emmâre: Devamlı kötü işleri emreden nefis
demektir. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Kötü
işleri güzel görür, kalbi devamlı o tarafa çeker. Ahiret
derdi, ölüm düşüncesi, hesap korkusu, azap kaygısı
yoktur. Sadece keyfini, şehvetini, rahatını düşünür. Buna
ulaşmak için helal haram diye bir sınır tanımaz; her yolu
kullanmak ister. Kur’an-ı Hakim’de:
“Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder.
Rabbimin acıyıp korudukları müstesna” (Yusuf 12/53)
ayeti, bu sıfattaki nefsi tanıtmaktadır.
Kâfirlerin, münafıkların ve devamlı günaha dalan
kimselerin nefsi bu sıfattadır. Bu nefis de farklı
derecelerdedir. Kâfirin nefs-i emmaresiyle, sürekli
kötülüklere dalan mü’minin nefs-i emmaresi aynı değildir.
Nefs-i emmarenin tedavisi, iman, tövbe ve terbiyedir.
2. Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen,
azarlayan nefis demektir. Tövbe ve terbiye ile bir derece
uyanan nefis, bu merhalede kendi işlediği kötülükleri önce
zevk alıp yapsa da peşinden pişman olur, kendisini kınar,
yapmamak için karar verir. Ancak günah önüne gelince,
duramaz, yine içine düşer. Sonra pişman olur. İyilik ile
kötülükler arasında bucalar durur. Eğer nefs, ilahî rahmet
ve manevî bir feyiz ile desteklenirse, bu halden kurtulur.
Kur’an-ı Hakim’de:
242
bk. Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki'n-Nüfûs, s. 52-53. (Semerkand:
İstanbul 2010. 1. Baskı). İsminden de anlaşılacağı üzere eserde nefsin
sıfatları, mertebeleri ve tezkiyesi hakkında geniş bilgi verilmektedir.
243
. bk. Erbilî, Tenvirü'l-Kulûb, s. 375-376 (Beyrut 2005).
122

“Kıyamet gününe ve devamlı kendini kınayan nefse


yemin ederim ki…” (Kıyame 75/1-2) ayeti, bu sıfattaki
nefse işaret etmektedir.
3. Nefs-i Mülhime: İlham, feyiz ve keşfe ulaşan ve
hayırda kalbe yoldaş olan nefis demektir. Nefis tövbe ile
günahların ağırlığından ve şehvet bağından kurtulup itaate
yönelirse, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Artık,
haramdan kaçar, hayırlara koşar. İbadet ve zikirden lezzet
alır. Kalbinde ilahî aşk ateşi parlayama başlar. Bu nur ile
iyi ve kötüyü seçer. Ancak şeytan onun kalbine girmeye
yol arar, peşini bırakmaz. Günah ile kandıramazsa,
ibadetleri içinde kandırmaya çalışır. Kendini beğendirir,
insanları küçük ve değersiz gösterir. İçine azaptan emniyet
hissi verir, onu haktan koparmaya uğraşır. Bu mertebedeki
hak yolcusuna kamil bir mürşid nezaret ve yardım ederse,
tehlikelerden kurtulur. Yoksa gizli yollarla tehlikeli hâllere
düşme ihtimali mevcuttur.
4. Nefs-i Mutmainne: Huzur bulmuş, sakin olmuş,
rahatlamış, ıstırabı dinmiş, şek ve şüphesi gitmiş nefis
demektir. Bu mertebe, yüce Allah’a dostluk yani velâyet
mertebesidir. Bu merhalede nefs, kalple birlikte bütün ilahî
emirlere sevgi ile uyar. Şek ve şüphesi kalmaz.
Istıraplardan kurtulur. Manevî tecellilere ulaşır; feyizlenir,
tatlanır, artık her işte yüce Allah’ın rızasını hedefe alır.
O’na teslim olur. İtaati süreklidir. Kur’an-ı Hakim’de:
“Ey mutmain olmuş (Allah ile huzur ve sükûna
ulaşmış) nefs! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak
Rabbine dön. Gir salih kullarımın arasına; gir cennetime”
(Fecr 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, Allah Teâlâ’nın aşkı
ve zikri ile mutmain olmuş nefistir.
5. Nefs-i Râdiye: Allah’tan razı olan, O’ndan gayri
her şeyi gözünden silip atan ve sadece Rabbine nazar
eden nefis demektir. Bu sıfata ulaşan nefis, kendi iradesini
yüce Allah’ın iradesine teslim eder. O’nun için sever,
O’nun için kızar; O’nun için yaşar. Acı tatlı her şeyde ilahî
rızayı arar, edebi korur. Herkese rahmet olur, kimseye
sıkıntı vermez. Bütün insanlara şefkat gözüyle bakar.
123

6. Nefs-i Merdıyye: Yüce Allah’ın kendisinden razı


olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle terbiye olmuştur ki, ne
yapsa Allah rızasına uygun olur. Günahları unutur; ilahî
aşk denizinde yüzer; her şeyi ile âleme rahmet olur. Ona
keşif ve keramet olarak ne verilse, o Allah rızasından
başka bir şeye iltifat etmez. Bu makam büyük velilerin,
ariflerin, kâmil insanların makamıdır.
7. Nefs-i Kâmile: Kâmil, olgun, tertemiz, safi nefis
demektir. Bu makamdaki nefis sahipleri, Allah Teâlâ’nın en
seçkin, en has kullarıdır. Onlar, ilahî aşkı ve edebi en üst
düzeyde yaşayan ve yayan kutup insanlardır. Onlar,
Allah’ın yeryüzündeki delili ve gerçek peygamber
vârisidirler. Halkı irşad ile görevlidirler. Bütün güzel
ahlakları bünyelerinde toplamışlardır. Gavs, kutup diye
anılan zatlar bu makamdadır.
Onlar, Cenâb-ı Hakk'ı sever; halk da onlara
muhabbet eder.
Onlar, Allah’ın hukukunu çiğnemekten korkar; halk
da onları incitmekten korkar.
Onlar, bütün varlıklarıyla yüce Allah’ın dinine ve
insanlara hizmet eder; bütün âlem de onlara hizmet eder.
Onlar, herkese merhamet edip rahmet olur, bütün
mü’minler de onlara hürmet edip karşısında saygıyla
durur.
Onlar, yüce Allah’tan razıdır, -kâfir ve gafiller hariç-
cümle âlem de onlardan razıdır.244

244
Açıklamalar için bk. Hâşimî, Arifler Yolunun Edepleri, s. 126-129.
124

AKIL NİMETİ
Akl, lügatte, ayağını bağlamak, hapsetmek, tutmak,
tutuklamak, diyetini ödemek, akıl bâliğ olmak, aklı ermek,
doğruyu yanlışı ayırt edecek yaşa gelmek, kendinde
olmak, şuurlu olmak, bir şeyin hakikatini anlamak, bir şeyi
kavramak, idrak etmek gibi manalara gelmektedir.
Nefsi kötü arzularına uymaktan alıkoyduğu için akla,
"akıl" denmiştir. "Nühâ", "Hıcr" de akıl manasındadır.
Ayette geçen "Ülü'n-Nühâ" (Tâ Hâ 20/54, 128), "Gerçek
akıllı" demektir.245
Akla, "Hilm" de denir. Hadiste geçen "Ülü'l-ahlâm" 246
büluğa ermiş akıllı kimseler demektir.247
Hâris el-Muhâsibî, "Akıl; kendisiyle ilimlerin idrak
edildiği fıtrî bir kâbiliyettir" derken248 İmam Sühreverdî aklı,
ruhun lisânı ve basiretin tercümanı olarak tanıtmıştır.249
Ragıb-ı İsfehânî, aklın, ilmi kabul için hazırlanmış bir
kuvvet olduğunu; bu kuvvetle elde edilen ilme de “akıl”
dendiğini belirmiştir. Birinciye "akl-ı metbu'", ikinciye "akl-ı
mesmu'" denir.
İsfehânî, Hz. Ali’nin (r.a), aklı iki kısma ayırarak,
onları şöyle tanıttığını nakleder:
“Aklı iki kısım gördüm; biri, insan bünyesine
konulmuş akıl (akl-ı metbu’); diğeri de dinleyerek, çalışıp
öğrenilerek elde edilen akıldır (akl-ı mesmu’). İnsan
bünyesine konulan fıtrî akıl yoksa dinleyerek elde ettiği

245
bk. Hakîm Tirmizî, Beyânü'l-Fark Beyne's-Sadr ve'l-Kalb ve'l-Füâd
ve'l-Lüb, s. 59.
246
Müslim, nr. 432. Hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Namazda, farz
namaz için saf kurarken, hemen arkamda buluğa ermiş akıllı kimseler
(ülü’l-ahlâm) dursun, onları diğerleri takip etsin."
247
Hakîm Tirmizî, a.g.e, s. 59.
248
Sühreverdî, Avarifü'l-Meârif, (Trc. Dilaver Selvi), s. 591.
249
Sühreverdî, a.g.e, s. 589.
125

aklın bir faydası olmaz, gözü kör olana güneş ışığının


fayda vermediği gibi.”250
Türkçemizde kullanılan, “akıl almak”, “akıl vermek”
tabirleri, ikinci kısma örnektir. Dinlediği veya gördüğü
gerçekleri değerlendirip güzel sonuçlar çıkarmak, fıtrî
akılla mümkündür; aklı kıt veya ahmak adama ne söylense
istenen faydayı vermez, ondan beklenen netice çıkmaz.
Kendisine akıl verildiği halde, onu kullanmayanlar veya
yanlış yolda kullananlar da ahmak sınıfına dahil edilmiştir.
Hakim Tirmizî, aklın Allah Teâlâ'nın yarattığı bir nur
olduğunu, Cenab-ı Hakk'ın onu, kulları arasında farklı
derecelerde dağıttığını, bunun ilahî irade ve ilme göre
gerçekleştiğini belirtmiştir.251
Akla, lügatte "lübb" de dendiğini belirten Hakim
Tirmizî, "lübb" ile "akıl" arasında farkın bulunduğunu,
ayetlerde geçen, "ülü'l-elbâb" (Bakara 2/269; İbrahim
14/52; Sâd 38/29) ile her aklın değil, nurlu, derin anlayışlı,
ilim sahibi, ferasetli ve idraki güzel akılların kastedildiğini,
lüb ile normal akıl arasında güneşle lamba arasındaki gibi,
farkın bulunduğunu belirtmiştir. Üstün aklın, nura ulaşan,
Allah'ı tanıyan, hak daveti anlayan ve hidayet yoluna uyan
akıl olduğunu hatırlatan Hakim Tirmizî, her akıllının yüce
Allah'ı tanımadığını, fakat Allah'ı tanıyan herkesin akıllı
olduğunu belirtmiştir.252
Hakim Tirmizî, aklı bir kaç derece ve sınıfta
değerlendirmiştir. Ona göre aklın ilk derecesi, fıtrî akıldır.
Yani insana Allah tarafından doğuştan verilen seçme
yeteneğidir. Bu akılla, çocuk ve adam, deli sıfatından
çıkar; kendisine söylenilen şeyi anlar. Onunla iyiyi
kötüden, kıymetliyi değersizden, kazancı zarardan,
yakınlarını uzaktan, dostu düşmandan ayırtedip tanır.
Aklın bir diğer sınıfı, hüccet olan ve kulun ergenliğini
gösteren akıldır. Bu akılla kul, Allah'ın hitabına muhatap

250
İsfehânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân (Tahk. Safvân Adnan Dâvûdî),
Dımeşk 2002, 3. Baskı, s. 577-578.
251
Hakim Tirmizî, Nevâdirü'l-Usûl, 2/60.
252
Hakim Tirmizî, Beyânü'l-Fark, s. 57-59.
126

olur, ilahî emir ve yasaklarla sorumlu tutulur. Bu ergenliğe,


“buluğ yaşı” denir.
Bir diğeri, tecrübeyle elde edilen akıldır. Buna
“müktesep akıl” yani sonradan kazanılan akıl denir. Bu
akıl, ilk iki akıldan daha üstündür. Bununla kişi, hikmet ve
tecrübe sahibi olur; olan bir şeye bakıp olmayanı anlar.
Buraya kadar bahsedilen üç akılda insanlar ortaktır; bu
akıl çeşitleri Allah'a ve ahirete inanmayanlarda da
bulunabilir. Asıl faydalı olan akıl, Allah'ın nuruyla
aydınlanmış, doğru yolu bulmuş, hakka uymuş, dünya ve
ahiret dengesini kurmuş akıldır.253
İmam Gazâlî, "Aklın iki manası vardır" diyerek şu
açaklamayı yapar:
"Birincisi; akıl deyince, işlerin hakikatini, iç yüzünü
bilmek kastedilir. Bu durumda akıl, mahalli kalbin içi olan
ilim sıfatından ibarettir.
İkincisi; bazen akıl denince, ilimleri anlayan idrak
kuvveti kastedilir; bunu yapan kalp olur. Bununla, insanın
hakikati olan manevî latifeyi kastediyorum. Kur’an ve
sünnette kalp zikredilmiş; bununla insanın hakikatinin
anlaşıldığı ve kendisiyle eşyanın hakikatinin bilindiği
cevher kastedilmiştir.
Bazen akıl deyince, kinaye yoluyla insanın göğsünde
bulunan kalbe işaret edilir. Çünkü bu akıl ile insanın
hakikati olan ve idrak özelliğine sahip bulunan kalp
arasında özel bir irtibat vardır. Çünkü aklın vücudun diğer
yerleriyle alaka ve irtibatı, kalp vasıtasıyla olmaktadır. Şu
halde kalp, aklın bulunduğu mahal, taşındığı yer ve yaptığı
işlerde ilk hareket noktasıdır."254
Şah Veliyullah-ı Dihlevî, aklın, insanın, duyu
organları ile idrak edemediği şeyleri idrak ettiği latife
(manevî cevher) olduğunu; kalbin ise insanın, kendisiyle
sevdiği, kızdığı, bir şeyi yapmayı tercih ettiği ve ona karar
verdiği latife olduğunu belirtmiştir.255

253
Geniş bilgi için bk. Hakim Tirmizî, a.g.e, s. 57-58.
254
Gazâlî, a.g.e, s. 87-88.
255
Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğa, 2/156.
127

Demek ki akıl, insanı Allah ile muhatap yapar ve ilahî


hükümlerle mükellef eder. Akıl, insanı hayvanlık
mertebesinden yükseltip Allah'ın dostluğuna ulaştırır. Dinî
hayat akılla başlar, akılla devam eder, akılla kemale eder.
Herkesin akıl nuru, idraki ve anlayışı eşit değildir. Yüce
Allah aklı, kulları arasında farklı derecelerde dağıtmıştır.
Resûlullah (s.a.v), "Acizlik ve zekiliğe varana kadar, her
şey kaderledir"256 buyurmuştur. Demek ki, akıl insanlara
belirli bir ölçüyle verilmiştir. Akıl bizde ilahi bir emanettir;
onu yerince edebince kullananlara "gerçek akıllı" denir.
Allah Resûlü (s.a.v) akıllı kimsenin ne yaptığını şöyle
haber vermiştir:
"Akıllı ve zeki kimse, nefsini kontrol edip hesaba
çeken ve ölümden sonrası için amel edendir. Aciz (zavallı)
kimse ise, nefsinin kötü arzularına uyup sonra da (bir
tövbe ve salih amel yapmadan) Allah'tan güzel şeyler
bekleyendir."257
Akıllı, kimse ebedi olanla fanî olanı seçer. Ahiret
pazarında geçerli olan sermaye ile geçersiz malı ayırt
eder. Akıllı kimse, gördüğü ve duydugu ibretlik şeyler
üzerinde düşünüp ibret alır; dünyanın dolup
boşalmasından, buraya gelenlerin istemese de çekip
gitmesinden, doğanların ölmesinden, olayların acısından
tatlısından, iyisinden kötüsünden ders çıkarır. Bu derse
"ibret” denir. İbret, varlıkladaki rahmeti, kudreti ve hikmeti
okumaktır. Bu, en güzel idrak ve ilimdir sebebidir, insanın
en büyük derdine ilaçtır. İnsanın en büyük derdi gaflettir;
ilacı ise ilahî rahmettir. İlahi rahmet olmadan hayat olmaz,

256
Müslim, Kader, 18; Malik, Kader, 4; Ahmed, Müsned, 2/110.
257
Tirmizî, nr. 2459; İbn Mace, nr. 4260; Ahmed, Müsned, 4/124.
128

gerçek tat bulunmaz, gönül gözü açılmaz. Kalbe ilahî aşk,


nur ve sevgi lazımdır.
Akıl, ilahî bir nurdur, insana bahşedilen en büyük
emanetlerden biridir. Akıl, bize Kur'an va kainat kitabını
okumak, yüce Dost’un davetini anlamak, âlemden ibret
almak, dostu düşmanı tanımak, iyiyi kötüden seçmek,
hayırlıyı hayırsızdan ayırmak, iyi şeylerden de en güzelini
tercih etmek için verilmiş ilahî bir hediyedir.
Akıl, mükellef olmamızın sebebidir ve Allah’ın, kendi
yolunda kullarınına verdiği en büyük delilidir; kul onunla
Cenab-ı Hakk’ın yolunu tanır, doğruyu tercih eder, amel
yapar, yaptığından mesul olur, sevap veya günah kazanır,
ilahî huzurda hesap verir. Kısaca akıl, insan olmanın,
mükellef yapılmanın, cennete veya cehenneme gitmenin
sebebidir.
Aklın önemli bir görevi de, düşünmektir. Kur’an’da
emredilen tefekkür, tezekkür, tedebbür ve teemmül akılla
yapılacak şeylerdir. Bunlarla hedeflenen, iki şey ve olaylar
arasında kıyas yapmaktır. Görülenden hareketle,
görülmeyene ulaşmaktır. Zahire bakıp işin iç yüzünü
okumaktır. Sözden, asıl muradı ve verilmek istenen mesajı
anlamaktır. Arıyı görünce balın, balı görünce arının
varlığını idrak etmektir. Eserden müessire, sanattan
sanatkara, yaratılandan yüce Yaratan’a yol bulmaktır. Bir
şeyin alâmetine bakıp perde gerisini görmektir. Varlıklara
bakıp, ona vücut vereni tanımaktır.
Bu varlık âleminde “Neden?”, “Niçin?” ve “Nasıl?”
sorularını soracak ve onlara cevap bulacak olan akıldır.
Akıl bu soruların cevabını, gerçek ilme ve güvenilir
rehbere tabi olarak yapacağı tefekkürle elde eder. Gerçek
129

ilim, yüce Yaratıcı’nın öğrettikleridir. Bu, vahiydir. Şu anda


bize yol gösteren vahiy, Kur’an-ı Hakim’dir. Ona tâbi olan
ilim ve bilimler, ondaki ölçülere isabeti ölçüsünde geçerli
ve faydalıdır. Gayb alemine ve hakikat ilimlerine ulaşmada
en güvenilir rehberimiz, alemlere rahmet Hz.
Muhammed’dir (s.a.v). Hz. Mevlânâ der ki:
Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et
Allah bana yeter, de ki Allah’ım yeter.
Akıl, kıyas ve tefekkür yoluyla yeni ilimlere ulaşır,
gizli şeyleri keşfeder, temel kaideleri tespit eder, hükümler
çıkarır, böylece yeni icatlar ve harika sanatlar ortaya
koyar. İlim ve fennin temelinde güzel tefekkür vardır.
Aklın, tefekkür yoluyla ilme ulaşması iki türlü olur.
Biri, yavaş yavaş ve derince düşünerek olur ki, buna “fikir”
denir. Diğeri, bir anda, kısa bir zamanda, bir hamlede elde
edilir ki, buna da “Hads” denir. Hads, zan ve tahmindir. 258
Bütün bunlarda, insanların aklı farklı derecelerde sonuç
alır.
Ayette belirtildiği gibi, Rabbinin emrine ve rehberine
uyan akıl, yanılmaz, şaşkınlığa düşmez, sonu felaket olan
işlere dalmaz. (Tâ Hâ 20/123). Vahye uyan akıl, arşa
kadar yol bulur; nefse uyan akıl ise, en aşağı derecelere
yuvarlanır. Heva (kötü arzularına râm olmak), aklı sarhoş,
gönül gözünü kör, kalp kulağını sağır eder; bundan sonra
insan, hakikati idrak edemez, gerçeği göremez, hak daveti
işitemez bir duruma gelir.
Akıl tek başına kainat ve varlık sırlarını çözemez,
hayatın ve ölümün hakikatini anlayamaz, kendisini ve

258
Geniş bilgi için bk. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili (Sadeleştirme:
Heyet), Azim Dağıtım, İstanbul 1992, 1/467-468
130

sahibini tanıyamaz. Vahyin nurundan ışık almayan ve


hakikate ulaşmada en büyük delil yapılan Hz.
Peygamber’e (s.a.v) uymayan akıl, bu vadide kör, topal,
sağır ve şaşkın olarak kalır, kıyamete kadar kendine
gelemez.
Sufiler aklı, “akl-ı maaş” ve “akl-ı mead” olarak iki
kısma ayırmıştır. Sadece dünyayı düşünen akla, “akl-ı
maaş”, ileriyi, ahireti düşünen akla ise “akl-ı mead”
denir.259
Akl-ı maaş, tek derdi dünya ve geçim olan akıldır. Bu
aklı taşıyanların biricik hedefi yemek, içmek, şehvetini
tatmin etmek, uyumak, eğlenmek ve insanlara sevilmektir.
Bu kimseler, dünya işlerini iyi bilir, maddî hesaplarını güzel
yapar, menfaatlerini düşünür ve bunun için tedbirlerini
alırlar; fakat ebedi ahiret işlerine, ibadet ve taata gelince,
cahildirler, doğru dürüst bir şey bilmezler, bilmediklerine
de üzülmezler; günahtan çekinmez, vebalden korkmazlar.
Ölümden sonrası için bir hazırlık ve hesapları yoktur.
Ayette belirtildiği gibi onlar, dünyaya razı olmuşlar ve
onunla huzur bulmuşlardır. Kâinat ve Kur’an ayetlerinden
habersizdirler. Bu gaflet içinde yaptıkları her şey,
kendilerine ateş sebebi olmuştur. (Yunus 10/7-8).
Kulu, ilme, hikmete, hayra, cennete, cemale ve
rızaya ulaştırsın diye verilen aklı, cehenneme delil yapmak
akıllı işi değildir. Bu, emanete ihanettir, nimete,
nankörlüktür.
Akl-ı maad, ebedi âlemde saadet sebebi olacak işleri
iyi bilen, cennetin hesabını yapan, cemalin derdine düşen

259
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 44 (Ağaç
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, 5. Basım).
131

akıldır. Bu, kâmil mü’minlerin aklıdır; bu aklın en yüksek


seviyesi yüce Allah'a âşık olan ariflerdedir.
Demek ki aklın görevi, iyiyi kötüyü tanıdığı gibi, en
iyiyi ve en kötüyü de seçebilmektir. Sonra, iyiyi ve en iyiye
yönelmektir. Aklın bir görevi de, iyiliğin ve güzelliğin
kaynağını bilmektir. Bütün hayırlar, güzellikler, şeref ve
itibarlar, nimetler yüce Allah'tandır. Buna göre en üstün
akıl, yüce Allah katında olana yönelmek, O’nun sevgisini,
rızası ve cemalini seçmektir.
Bir arif der ki: "Ya Rabbi, seni bulan neyi
kaybetmiştir? Seni kaybeden neyi elde etmiştir?"260
Akıllı kimse, şerefi, Mevla'sına kullukta arar. Bu
kulluğu seçen gönlün tadı, aşk ile hizmet yapmaktır. Zevki,
cemale bakmaktır. Neşesi, her şeyin önünde, içinde ve
sonunda yüce Allah’ın tecellilerini görüp zikre dalmaktır.
İrfanı, maddeden manaya, sebepten müsebbibe, kesretten
vahdete yol bulmaktır. Yani kime, neye ve nereye baksa
onda yüce Allah'ın kudret, hayat ve rahmet tecellisini
görmektir. Aklımızı kullanalım da eşyaya kul olmayalım.
Bu nur elimizden alınmadan Allah diyelim Allah!
Her insan aklıyla ölçülür. İnsanın ne kadar akıllı
olduğu, edebinden ve amelinden anlaşılır. Hadiste
belirtildiği gibi, aynı miktar namaz kılan, zekat veren, hac
yapan kimselere, kıyamet günü aynı sevap verilmez; her
birine akıl derecesine göre yani ibadetteki marifeti, şuuru,
edebi ve ihlasına göre sevap verilir.261

260
Söz, İbn Ataullah-ı İskenderî’ye aittir. Açıklaması için bk. İbn Acibe,
İkâzü’l-Himem fî Şerhi’l-Hikem, s. 533 (Beyrut 2005, 1. Baskı).
261
İlgili hadisler içir bk. Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 4637-4638.
132

Akıl, sonsuz kerem sahibi Allah’ın, insana bahşettiği


en güzel nimetlerin başında gelir. Öyle ki iman ve İslam
nimeti, akıllı olana verilir. İnsan için aklın yeri ve değeri
konusunda Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey akıldır. Allah Teâlâ
aklı yaratınca, ona,
"Bana yönel!" dedi. O da yöneldi. Sonra,
"O yana git!” dedi, o da gitti.
"Otur!" dedi; oturdu.
"Konuş!" dedi; konuştu.
Sus!" dedi, o da sustu. Bunun üzerine buyurdu ki:
"İzzetime, celâlime, azametime, ululuğuma,
saltanatıma ve sonsuzluğuna yemin ederim ki; bana
senden daha sevimli gelen ve yanımda senden daha
şerefli olan hiç bir varlık yaratmadım. Ben, seninle
tanınırım. Bana seninle hamd ve itaat edilir. Ben seninle
alır, seninle veririm. Seni ayıplarım. Mükafaat ve ceza
sanadır. Sana da sabırdan daha faziletli bir şeyle ikram
etmedim."262
İnsanı, aklı ve edebiyle ölçmelidir. İnsanın seciyesini,
seviyesini ve değerini ebebi yani güzel muamelesi
gösterir. Edep de bir aynadır; insanın ne kadar akıllı
olduğunu yansıtır. Resûlullah (s.a.v) bu önemli hususua
şöyle dikkat çekmiştir:
"Bir kişinin, aklı ne kadar çalışıp neyi aklettiğini
bilinceye kadar, onun dışta görünen İslâmî amellerinin
güzelliği sakın sizi aldatmasın!"263
262
Beyhâki, Şuabü'l-İman, 4/154 (nr. 4632-3433); Taberanî, el-Evsat,
nr. 1866; Ali el-Muttaki, Kenzü'l-Ummal, 3/383; Heysemi, ez-Zevâid,
8/28.
263
Beyhâkî, Şuabü'l-İman, 4/156; Ali el-Muttaki, Kenz, 3/ 383.
133

Hz. Âişe (r.ah), Resûlullah’a (s.a.v), "Ya Rasûlellah!


İnsanlar ne ile üstünlük elde ederler?" diye sordu.
Efendimiz (s.a.v),
"Dünya ve ahirette akılla üstünlük sağlarlar"
buyurdu. Âişe (r.ah) vâlidemiz,
"İnsanlar amelleri sebebiyle karşılık görmezler mi?"
diye sorunca; Resûlullah (s.a.v),
"Ya Âişe! Allah Teâlâ'ya itaat yolunda ancak gerçek
akıllı kimseler kimseler amel eder. Herkes, akılları
nisbetinde amel eder ve o ölçüde karışıklık bulur"264
buyurmuştur.
İbadetler de akılla değer kazanır. Şu hadis-i şerif bu
konuya dikat çekmektedir:
"Bir adam mescide gelerek namaz kılar, halbuki
kıldığı namaz, Allah Teâlâ katında bir sineğin kanadı
kadar değere denk değildir. Yine, başka bir adam mescide
gelir ve namaz kılar, kıldığı namazın sevabı Uhud dağına
denk olur. O kimse bu dereceye aklının daha güzel
olduğundan ulaşmıştır." Allah Resûlüne (s.a.v),
“İnsanın daha güzel akıllı olduğu nasıl anlaşılır?"
diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:
"O iki kimsenin, Allah'ın haram kıldığı şeylerden
daha çok sakınanı ve hayır yollarına daha çok düşkün
olanı, her ne kadar amel ve nâfile ibâdetlerinde ötekinden
aşağı da olsa, akıl yönünden en güzel olanıdır."265
Allah katında işler, kulun akıl ve idrak derecesine
göre kıymet kazanır. İnsanın, işinden önce, irfan ve
idrakine bakılır. İki kişi, aynı namazı kılsa, aynı sayıda zikir
çekse, aynı miktar Kur'an okusa, ikisi aynı zevki, aynı
264
Zebidî, İthafü's-Sâde, 1/757.
265
Ali el-Muttaki, Kenz, 3/381.
134

sonucu, aynı sevabı ve aynı rahmeti almış olmazlar. Her


biri kalbinin haline göre netice alır. Birinin işi yerde
kalırken, öbürünün ameli arşa yükselir. Allah Resûlü
(s.a.v) buyurur ki:
"Allah Teâlâ aklı kulları arasında çeşitli kısımlara
ayırmıştır. İki adamın ilmi, hayrı, orucu ve namazı eşit
olur. Fakat onlar, akıl noktasında, Uhud dağının zerreden
farkı gibi, birbirlerinden farklıdırlar."266
Bize fayda verecek olan şey, aklımızı nefsimize ve
hissimize değil, ilahî nura, Kur'an'a, sünnete ve hikmete
tabi etmektir. Akıl, bize Hakk'a delil olsun diye verilmiştir.
Onu batıla destek için kullanmak, nimete nankörlüktür.
Büyük arif, Şihabüddin-i Sühreverdi der ki: "Kimin
aklı nefsi tarafına çevrilmiş yani ters yöne döndürülmüş ise
o kimse, aklını eşya ile meşgul edip dağıtır ve dengesini
kaybedip hidayet yolunu şaşırır.
Kimin aklı istikamet üzere ise; basiretle desteklenir;
kâinatın yaratıcısına yol bulur. Sonra, kâinat ve kâinatı
yaratanla ilgili bilinecek kısımları tam olarak elde ederek,
hem yaratanı hem de yaratılan kâinat ve eşyayı tanır. İşte
bu akıl, doğru yolu bulacak akıldır. Bu durumda akıl,
sahibini, Allah Teâlâ’nın sevdiği şeylere yönelmeye sevk
eder ve Allah Teâlâ’nın kötü gördüğü işlerden de
meneder. Böylece kul, devamlı Allah Teâlâ’nın sevdiği
şeylere tâbi olur ve onun gazabına sebep olacak
şeylerden sakınır. Akıl, dosdoğru olup basiretle
desteklenince; sahibini hidayet yoluna sevk eder ve batıl
yoluna set çeker."267
İbret: Bir gün, İmam Azam'ın hocası Hammad, ona,
"Evladım, akıl nedir, akıllı kimdir?" diye sordu. İmam
Azam, o zaman henüz gençti. Biraz düşündü ve sonra,
"Efendim, iyiyi kötüden seçmeye akıl; bu aklı
taşıyana da akıllı denir?" dedi. Hocası Hammad,

266
Ali el-Muttaki, Kenz, 3/ 382.
267
Sühreverdî, Avarifü'l-Meârif-Gerçek Tasavvuf, s. 591.
135

"Bu yeterli bir cevap değildir; çünkü hayvanlar da bir


dereceye kadar iyi ile kötünün arasını seçebelir. Mesela,
bir hayvan, kendisine yeyicekle gelenle sopayla geleni fark
eder! Yiyeceği görünce koşarak gelir, sopayı görünce
kaçar" dedi. Bunun üzerine, İmam Azam, hocasına,
"Efendim, sorunuzun cevabını siz lütfedin" deyince,
üstadı şu cevabı verdi:
"Gerçek akıl, iki iyi ve faydalı şey bir araya gelince,
hangisinin daha iyi ve daha faydalı olduğunu bilip
seçmektir, asıl akıllı da bu seçimi yapan kimsedir."
Aklın, dengede olanı en iyisidir; ahmak gibi, haddi
aşan, ölçüsüz işler yapan, kendini beğenen, insanları
küçümseyen, hakka boyun eğmeyen, her işinde israfa
giden dahiler de dinimizce yerilmiştir.
Akıllı kimse, Allah’ın emrini ve nehyini en iyi anlayan
kimse olarak tarif edilmiştir.268
Maverdî der ki: “Şâfi mezhebine göre, varisi olmayan
bir kimse, malını, insanların en akıllısına verilmesi için
vasiyet etse, bu mal, (gönlünü dünyadan çekip Mevla’ya
bağlayan) zahidlere verilir. Çünkü onlar, safi aklın
gerektirdiği gibi hakka teslim olmuşlar ve boş emellerle
aldanmamışlardır.”269
Yüce Mevla'mız, bütün insanlar, tercihlerine bakıp
akıl seviyelerini ölçsünler diye, hikmet dolu kitabında
soruyor:
Bütün âlemi yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah
mı hayırlıdır yoksa hiçbir şeye sahip olmayan putlar mı?
Fani, geçici, menfati az, derdi çok dünya mı hayırlıdır
yoksa ebedi saadet yurdu cennetin hazırlandığı ahiret mi?
Nurla zulmet, imanla inkar bir olur mu?
Diri ile ölü, mü’minle kâfir aynı mıdır?
İyilikle kötülük, salihlerle âsiler eşit midir?

268
Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn (Tahk. Yâsîn Muhammed es-
Sevvâs), Dımeşk 2008, 5. Baskı, s. 27. Malik b. Enes’in benzer bir sözü
için bk. Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 4683.
269
Mâverdî, a.g.e, s. 27.
136

Herkes, ne kadar akıllı olduğunu veya olan aklını ne


kadar kullandığını yaptığı işlerle ve sevdiği şeylerle
ölçebilir. Bir hadiste şu ölçü verilir:
"Kim Allah katındaki değerini bilmek isterse, kendi
gönlünde Allah'a ne kadar değer verdiğine baksın."270

270
Süyûtî, el-Câmiü’s-Sağîr, nr. 8386.
137

İNSANA VERİLEN GÖZ ÇEŞİTLERİ


İnsana iki çeşit göz verilmiştir. Biri kafada, diğeri
kalptedir. Kalpteki göze, "kalp gözü", "akıl gözü", "manevî
göz", "gönül gözü" veya "basiret gözü" de denir. Biri,
dünya işlerini, diğeri ise din ve ahiret işlerini görmek için
verilmiştir. Aslında her iki göz de varlık âleminde Cenâb-ı
Hakk’a ait tecellileri müşahede için yaratılmıştır. Göz ibret,
kalp marifet, gönül muhabbet içindir.
Akıl gözü deyince, nurla aydınlanmış, hak ile batılı,
fâni ile ebedî olanı seçecek kabiliyete ulaşmış aklı
kastediyoruz. Bu akıl, nefse değil, vahye tâbi olan ve
nurunu ilahî kaynaktan alan akıldır.
Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
"Her kulun kalbinde iki göz vardır ki onlarla dine ait
işleri ve Allah'ın gayba ait haber verdiği şeyleri görür. Allah
bir kuluna hayır murat ederse onun kalp gözlerini açar; kul
onlarla Rabbinin gayba ait vaad ettiği şeyleri görür."271
Büyük arif Ahmed İbn Acibe der ki: "Cenâb-ı Hak
insana kafasında iki göz vermiştir; insan onlarla maddî
şeyleri görür. Allah Teâlâ kalbe de, manevî şeyleri
göreceği iki manevî göz vermiştir. Baş gözüne, "basar",
kalp gözüne, "basiret" denir.
Kalp gözünün biri, şeriat nurlarını, diğeri ise hakikat
sırlarını görür. Bazen kalbi, inkar zulmeti kaplar, kalbin iki
gözünü birden örter. Bu hâl, basiretin kör olmasıdır. Bazen
kalbi, günahların, nefsanî hazların peşinde koşmanın ve
hevaya uymanın karanlığı kaplar; bu durumda hakikat
gözü kör olur, şeriat gözü zayıflar. Onların ilacı, hakikat
gözünü marifet nuruyla açmak, şeriat gözünü ise
günahlardan korumaktır, O zaman kalp görmeye başlar.
Bunun için de kula bu marifeti ve edebi kazandıracak arif
bir şeyhin sohbeti (manevî terbiyesi) gereklidir."272

271
Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 6449; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl,
nr. 39405; Süyûtî, el-Câmiu’l-Kebir, nr. 19471; ed-Dürrü'l-Mensûr,
7/503.
272
İbn Acibe, el-Bahrü’l-Medid, 3/306.
138

İnsanın kalbini dirilten ve basiret gözünü açan şey,


ilahî nurdur. Kalbe bu nur gelmeden kul yüce Mevla’sını
tanımaz, akıl eşyanın ve varlık âleminin hakikatini idrak
edemez. Ayette belirtildiği gibi, vahyin nurundan mahrum
olan akıl, ancak dünyanın zahirinden bazı şeyleri bilir,
ahiret ve hakikat âleminden hiç haberi olmaz. (Rum 30/7)
İnsanların çoğu, beş duyu organı ile elde ettiği
ilimlerle yetinmektedir. Halbuki bunlar, kısmen diğer
hayvanlarda da mevcuttur. İnsanı hayvanlardan farklı
yapan ve onu manevî halifelik tahtına oturtan sadece bu
duyu organları değildir. Maddî kuvvetleri yanında hayal,
akıl ve tefekkür gibi manevî kuvvetlerini yerince ve
yeterince kullanan insan da fazla yoktur. Bunun için yüce
Allah ayet-i kerimesinde, insanların çoğunun kendilerine
verilen göz, kulak, akıl ve kalp gibi kuvvetlerini yerinde
kullanmadığı için, hakiki insanlık makamına
çıkamadıklarını, hayvanlar gibi yaşadıklarını, hatta
onlardan daha düşük bir seviyede kaldıklarını
belirtmektedir. (A'raf 7/179) Bu halden Allah'a sığınırız.
Kudsî ve manevî kuvvete sahip kâmil insanlar ise
oldukça azdır. Bu kâmil insanların çoğu da halk içinde
gizlidir; genelde güzel halleri ve kıymetleri bilinmez. Bu
durumda, insan bilmediği ve kendisinde görmediği şeyleri
kolayca ihmal veya inkâr yoluna gitmektedir. Bu, yanlıştır
ve çok zararlı bir davranıştır. İnkâr, insana idrak yolunu
kapatır. Velilerin hallerini anlamak, kendilerindeki nurlara
ve sırlara ulaşmak için insanın gönül gözünün açık,
kalbinin nura âşık olması gerekir. Nur olmadan nur taşıyan
kalpler görülmez.
Görme sadece baş gözüyle, bilme de sadece akılla
geçekleşmez. Öyle olursa, pek çok hakikat bilinemez.
Gayba iman ortadan kalkar. Çünkü her mü’min gayba,
kalbi ile iman etmektedir. Zaten gayba ait şeyler ancak
kalp ile bilinir, anlaşılır ve kabul edilir. Gayb âlemi ile irtibat
kalp ile sağlanmaktadır.
Peygamberler, melekût âlemini kalpleriyle
müşahede ederler. Yine kalpleriyle vahiy alır, gaybı bilir,
139

geçmiş ve gelecekten haber verir, nefsin hastalıklarını


görür, insanları manen temizler, kalplerine tasarruf ederler.
Velilerin yüce Allah’ı tanıması, ilhama mazhar
olması, Hz. Peygamber’den (s.a.v) nur, feyiz ve ilim
çekmesi, mana âlemine adım atması, kalpte geçen
düşünceleri keşfetmesi, gayba ait bazı şeyleri bilmesi,
gönüllere etki etmesi, bir insana feyiz vermesi, uzaktan
yardıma yetişmesi gibi manevî haller, ilahî izinle hep ruh
ve kalple olmaktadır. Bu kalp safiyeti ve nuru herkese
verilmemiştir.

Kalp Gözünün Kafa Gözünden Farkı


İslam âlimleri, kafa gözüyle kalp gözünün birbirinden
farklı olduğunu söylemişlerdir. Bu konudaki açıklamaları
şöyle özetlemek mümkündür:
1. Kafa gözü, kendini görmez, bilmez ve idrak
etmez. Kalp gözü ise, kendi varlığını bilir ve görür.
2. Kafa gözü, her şeyi göremez. Görme alanı
sınırlıdır. Görmesi için ayrıca bir aydınlık ve ışık lazımdır.
Kalp gözü ise, kendine has özel bir nura sahiptir, görüş
alanı çok geniştir. Onun için gece ile gündüzün bir farkı
yoktur. İlahi izinle, var olan bütün şeyleri görebilir. Mesela,
Arş’ı, melekleri, gökleri, yerleri, madenleri, denizlerin içini,
insanın iç âlemini seyredebilir.
3. Kafa gözü, perde gerisini göremez, önündeki
engeli aşamaz. Kalp gözü ise, engele takılmaz, maddî
şeyler onu perdelemez. İlahî nurla aydınlanmış, açılmış ve
desteklenmiş ve kendisine izin verilmiş bir kalp, göklerin
ötesini, bulutların üstünü, yerin altını, dağların arkasını,
denizlerin içini, kapalı kapıların gerisini görebilir.
4. Kafa gözü aynı anda birçok şeyi birden göremez,
gördüğü bir şey onu diğer şeylerden alıkor. Meselâ,
insanın yüzüne baksa, aynı anda elini veya ayağını
göremez. Kalp gözü ise, aynı anda birçok şeyi görebilir,
aynı anda çok şeye ulaşabilir, onları bir birine
karıştırmadan ayırır, fark eder, tanır, ilgilenir. Kalp,
varlıkları ilahî bir nur ile görmekte, bilmekte ve idrak
etmektedir. Nurun hızı ışık hızından çok hızlı ve çok
140

farklıdır. Işık saniyede üçyüz bin km. yol alır. Yani ışık, yer
küresinin etrafını saniyede 7,5 (yedi buçuk) defa
dolaşmaktadır. Nurun hızı ise, maddî şeylerle
ölçülemeyecek derecededir. Nur ile insan kalbi bir anda
bütün âlemi dolaşabilir, yerde iken arşa ulaşabilir. Nur ile
manevî gözü açılan kalp, çok özel bir hıza, kuvvete ve
yetkiye sahip olur.
5. Kafa gözü, sadece önünde olan şeyleri görür. Yön
ile sınırlıdır. Hangi yöne bakarsa o yöndeki şeyleri görür, o
da belirli bir mesafede olur. Çok uzakta olanı görmediği
gibi, çok yakınında olanı da görmez. Meselâ, göz, kendini
oluşturan göz tabakalarını ve maddeleri göremez; çünkü
çok yakındır. İstanbul'dan İzmit'i göremez, çünkü onu göre
çok uzaktır. Kalp gözü ise, önünü gördüğü gibi, arkasında
olanı da görür. Onun için uzak, yakın ayırımı olmadığı gibi,
ön-arka, alt-üst, sağ-sol gibi yön ayırımı da olmaz. Uzakla
yakını ayrı derecede, aynı netlikte ve aynı zaman diliminde
görür. Bunun için kalp gözü açık Resûlullah (s.a.v),
“Saflarınızı düzgün tuttun; ben önümden gördüğüm gibi,
arka tarafımdan da görürüm”273 buyurmuştur. Bu görüş
ruhla olmaktadır; ruh için yön olmaz, o aynı anda her
tarafa bakabilir ve görebilir. Ancak bu ruh, kendisine ilahî
izin verilmiş, bedenin zulmet ve hapsinden kurtulmuş, asıl
nuranî haline dönmüş hür ruhtur.
6. Kafa gözü, eşyanın dış suretini görür, alet
olmadan içini göremez. Mesela, insanın yüzünü görür, iç
organlarını göremez. Eşyanın dışına bakar içine giremez.
Kalp gözü ise, gördüğü şeyin aynı anda hem dışını, hem
içini görür. İnsanın yüzü gibi, kalbini de seyreder. Bir
bahçedeki ağacın dışındaki yaprağı gibi, içindeki suyu,
suyun seyrini, meyvenin şeklini, rengini, içindeki çekirdeği,
besini ve enerjiyi de görür.
7. Kafa gözü, hastalık, ihtiyarlık gibi bir sebeple
zayıfladığı zaman görüşü azalır, bazen hepten kapanır.
Kalp gözü ise, durmadan nurlanır, açılır, görüşü parlar,
kuvvetlenir. Maddî arızalar ona bir zarar vermez. Ölümden

273
Buhârî, Ezan, 71, 72, 76; Nesâî, İmamet, 28; Ahmed, Müsned, 2/98.
141

sonra ise daha net görmeye başlar. Asıl görmesi o zaman


gerçekleşir.
8. Kafa gözü, maddî şeyleri görür, manevî ve sırlı
şeyleri görmez. Manevî kalp gözü ise, hem maddî hem
manevî şeyleri görür. Mesela kalp gözü, bir insanın yüzü
gibi, aklını, ilmini, kalbindeki düşünceyi, sevgiyi, iyi veya
kötü niyetini, içindeki kinini ve hasedini görebilir.
Mana âlemi kalp gözüyle seyredilir. Yüce Allah, kalp
gözüyle müşahede edilir. Melekler kalp gözüyle görülür.
Vahiy ve ilham nurlanmış kalple alınır.
9. Kafa gözü, yanılır, varlıkları farklı algılar; sakin
olanı hareketli, hareketli bir şeyi sakin görür. Meselâ,
pencereden seyrettiği güneşi, pencereden küçük olarak
görür, dünyanın güneşten çok büyük olduğunu zanneder.
Gemide otururken, gemiyi sakin, sahili hareket halinde
algılar. Akıl ve kalp gözü ise, işin hakikatini görür, güneşin
uzaklığından dolayı dünyadan küçük gibi gözüktüğünü fark
eder, baş gözünün noksan kaldığı ve yanıldığı şeylerde
ona yardımcı olur.
10. Kafa gözü, sadece önündeki olaya bakar,
meydanda olandan başkasını görmez. Akıl ve kalp gözü
ise, görünende kalmaz, bir olayın iç yüzüne, asıl sebebine,
perde gerisine, başına ve sonucuna bakar. Zamanı aşar,
işin saklı tarafına bakar, onu değerlendirip pek çok yeni ve
gizli bilgiye ulaşır. Buna feraset denir.
11. Kafa gözü, olduğu halde kalır, zaman içinde
görüş kabiliyeti zayıflayıp geriler. Gözlük veya teleskop
gibi maddî bir alete ihtiyaç duyar. Kalp gözü ise hep
canlılığını korur, ilahî nurlarla sürekli aydınlığı artar,
kabiliyeti gelişir. Ayrıca kalp gözü mevcut ilimleri
kullanarak kuvvetini artırır, yeni ilimler, marifetler ve nurlar
kazanır. Hep ilerleme halindedir.274

274
Bu konuda geniş bilgi için bk. Râzi, Mefâtihü’l-Gayb, 23/196-199
(Beyrut 1990); Gazâlî, Mişkâtü'l-Envâr, s. 45-50.
142

İÇİMİZDEKİ KÂBE: KALB-İ SELİM


"O gün ne mal işe yarar, ne de evlatlar. O gün işe
yarayacak tek şey, Allah’a teslim edilecek kalb-i selimdir."
(Şuara/88-89)
Bir arif, bu manayı şöyle dizelere dökmüştür:
Sanma ki en Hâce senden zer u sîm isterler;
“Yevme lâ yenfeu”da kalb-i selim isterler.275
İnsanoğlunun ve kainatın en kıymetli cevheri kalptir.
Çünkü o, Allah Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ilâhi nazar
yeridir. İnsanın aslı ve hakikati de kalpte gizlidir. İnsanı
kalbi temsil eder ve onun bütün değeri kalbe bağlıdır.
Bizden istenen bu cevheri kirletmemek, kirlenmiş ise
temizlemek, kısaca kalbi “selim” hale getirmektir.
Acaba selim kalp nedir ve nasıl elde edilir?
İslâm âlimleri kalb-i selimi şöyle tarif ederler:
Yaratılışındaki temiz halini kaybetmemiş veya
kaybettiği değerlerini yeniden elde etmiş, tövbe ile
temizlenmiş, Allah’ın zikrinin nuruyla aydınlanmış, güzel
ahlâkla süslenmiş, Allah ile huzur bulmuş kalbe kalb-i
selim denir.
Selim kalp, inkâr ve isyan kirlerinden tertemiz, Allah
ve Resûlü’nün (s.a.v) bildirdiği hakikatlere şeksiz inanan,
şüpheden uzak, içi ilâhi sevgi ve huzur ile dolu, Allah
rızasından başka bir derdi olmayan kalptir. Selim bir kalp
yüce Allah'ın nuru ve aşkıyla dirilmiştir; temizdir,
sıhhatlidir, kuvvetlidir, huzurludur.

Dostun Düşmanın Gözü Onda


İnsanın aslı, merkezi kalp olduğu için, dostun da
düşmanın da gözü ondadır. İnsanın gerçek dostu Allah
Teâlâ, melekler ve mü’minlerdir. Düşmanı ise şeytan ve
ona tabi olan nefislerdir. Onu ele geçiren taraf, insanın
bütün vücudunu kendisine bağlar. Kalbini kime teslim
edeceğini de insanın kendisi belirler.
275
Manası şudur: Ey efendi, sanma ki hiçbir şeyin fayda vermediği
günde senden altın ve gümüş isterler; o gün senden sadece selim
(temiz, Allah ile huzur bulmuş) bir kalp isterler.
143

Kalp melekler âleminin özelliklerini taşır; o, Arş'a


aittir ve yüce Allah'a tahsis edilmiştir. Dolayısıyla, onu
inkâr ve isyan ile kirletmek, bir insanın başına gelebilecek
en büyük felakettir. Çünkü Âlemlerin Rabbi bu kalp ile
tanınıp sevilecek. İman, irfan, ilim, idrak, fikir, zikir hep
kalple mümkün. İlâhi emirler ve yaratılış sırrı ancak onunla
anlaşılmaktadır. Sevgi, saygı ve merhametin merkezi
odur. Güzel ahlâk da onunla elde edilir. Yani bütün insanî
özellikler onda gizlidir.
Kalbi selim hâle getirmek insan için en büyük
hedeftir. Bu herkese gerekli bir vazifedir. Kalbi inkâr ve
isyan kirlerinden temizlemek farzdır. Allah’ın dostluğu için
kalbin gafletten uyanması ve zikir ile yıkanıp huzur
bulması gereklidir. Allah Teâlâ insanın ebedi kurtuluşunu
kalbin temizliğine bağlamıştır. (A'lâ 87/14-15; Şems 91/9)
Allah Resûlü (s.a.v) da kalbi gafil insanı ölüye
benzetmiştir.276
Resûlullah (s.a.v) bu mühim konuya şöyle dikkat
çekmiştir:
“Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki o iyi ve
sağlam olursa bütün beden sağlam olur. O bozuk olursa
bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o, kalptir.”277
Bu kalbi gafletten uyandırmak, kötü sıfatlardan
arındırmak, nefsin esaretinden kurtarmak ve yüce Allah’ın
zikri ile huzur bulduğu bir hale getirmek dünyanın en
mühim, en zor ve en gerekli işidir. Bu işe “Büyük cihat”
denir.
Bütün peygamberlerin hedefi insanın kalbidir. Onlar,
kalp cevherini karartan, onun sevgi kıblesini değiştiren ve
değerini düşüren insanlığı bu zulümden kurtarmak için
gelmişlerdir. Çünkü kalbin sevgi kıblesi Allah Teâlâ’dır. Bir
kalbin bu kıbleden yüz çevirmesi dünyada işlenen en
büyük zulümdür. Her şeyi maddeye bağlayan ve dünyayı
ahirete tercih eden bir kalbi nefsanî his ve hevesler
kuşatmıştır. Bu hal, insanın meleklik özelliğini kaybedip
276
Buhari, Deavat, 66.
277
Buharî, İman, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn Mace, Fiten, 14;
Darimî, Buyu, 1.
144

hayvanlardan aşağı bir duruma düşmesidir. Her ne kadar


adına hürriyet dense de, bu durum tam bir köleliktir.

İnsana Yapılacak En Büyük İyilik


Bir insana yapılacak en büyük iyilik onun kalbini
şeytanların istilasından kurtarıp gerçek hürriyete
kavuşturmaktır. İşte buna Kur'an'da “tezkiye” denir.
Tezkiye, ilâhi nurla kalbin manevî kirlerden temizlenmesi
takva nuruyla aydınlanması, ilahî edeple süslenmesi,
böylece yüce Rabbini yakinen tanıması ve O’nu
müşehade edecek bir sâfiyete ulaşmasıdır. Bu marifetin
sonucu, ilahî muhabbet ve has tevihttir. Sufiler ona,
“fenafillah” ve “bekabillah” hâli derler. Manası, Allah
sevgisinde fani olmak ve bu sevgiyle ebedî bir hayat
bulmaktır.
Peygamberlere verilen en önemli görev tebliğ ve
tezkiyedir. Tebliğ herkese yapılır. Tezkiye ise iman edip
peygambere samimiyetle uyanlar için mümkündür.
Tasavvufta bu işe “seyr u sülûk” denir. Kısaca manası,
kalp ayağı ile ilahî huzura yolculuk yapmak ve sonuçta
yüce Allah’a ulaşmaktır. Bu hâle, “vuslat”, “kurbiyet”,
“ihsan hâli”, “müşahede” ve “has tevhid” de denir. Gerçek
saadet ve ebedi kurtuluş budur.
Kalbin temizlenmesi, nefsin terbiyesi ile mümkün
olmaktadır. Bütün mesele, nefsin kötü sıfatlarını iyi
sıfatlara çevirmektir. Bu, zannedildiği gibi aşılmaz dağlara
tırmanmak değildir; pekalâ mümkündür. Eğer insanların
değişmesi mümkün olmasaydı Allah Teâlâ tövbeyi
emretmezdi. Tövbe, Allah Teâlâ'nın razı olmadığı kötü
işlerden vazgeçip, rızasına uygun işlere yönelmektir. Yani
kötü huylu iken iyi huylu olmaktır, gafil iken zikre
başlamaktır, cimri iken cömertliğe alışmaktır.
Nefis terbiyesinde ilk safha temizlik, ikinci safha
güzelliktir. Kalpten kötü şeyler atılmadan güzel ahlâkın
yerleşmesi mümkün değildir. Fıkıhtaki şu kaide bu işte de
geçerlidir: “Kötü ve zararlı şeyleri gidermek, faydalı şeyleri
elde etmekten önceliklidir.”
145

Tedavide de ilk aşama hastalık sebebi maddeyi


vücuttan atmaktır. İnsanın bir yandan vücuduna zararlı
maddeyi almaya devam ederken, bir yandan da etkisini
gidermek için ilaç içmesi ne kadar faydalıdır?
Kalbin sıhhat bulması ve selim hale gelmesi de
böyledir. Önce kalbi hasta eden, zayıflatan ve nurunu
söndüren günahların kalpten uzaklaştırılması gerekir.
Buna “tövbe” denir. Tövbenin hedefi takvadır. Takva kalp
ve kalıpla Allah'a dönmektir. Bunun ilk merhalesi de farz
ibadetleri yapmak ve haramlardan kaçmaktır. Her iki vazife
de farzdır. Kulu Allah rızasına ulaştıracak en güzel yol
farzları yapmaktır. Sonra kalbi canlandıracak,
temizleyecek, kuvvetlendirecek güzel amellerin yapılması
gerekir. Bunlar fazilet olan amellerdir. Farzın dışındaki
bütün sünnetler, edepler ve nafile ibadetler kalbin takviyesi
için gereklidir. Bu durum bir kudsî hadiste şöyle
belirtilmiştir:
“Bir kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha
sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile
ibadetleriyle de durmadan yaklaşır, nihayet onu severim.
Ben bir kulu sevince onun gören gözü, işiten kulağı,
konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o
benimle görür, benimle işitir, benimle konuşur, benimle
tutar, benimle yürür. Benden bir şey isterse veririm. Bana
sığındığında onu himaye ederim.”278
Bu hadiste Allah dostluğuna giden yolun hem
başlangıcı hem de sonucu gösterilmiştir. İnsan bu hadiste
anlatılan sıfatlara ve ilâhi desteğe ulaşınca, dünyanın ve
ahiretin saadetini ele geçirmiş olur.
Dolayısıyla selim hale gelen kalp, her türlü
sıkıntıdan, darlıktan ve bunalımdan da kurtulmuş demektir.
İslâm âlimleri, kalbi selim hale getirecek, genişletip
ferahlatacak reçeteyi apaçık ortaya koymuşlardır. Artık
bize düşen, kalbimizin durumunu kontrol etmek ve lazım
olanı yerine getirmektir.

278
Buhârî, Rikak, 38; İbn Mâce, Fiten 16; Beğavi, Şerhü’s-Sünne,
1/142.
146

KALPLERİN KANSERİ: NİFAK


Nifak, kısaca iki yüzlülüktür; özü başka, sözü başka
olmaktır. Dıştan mümin gözüküp, içten inkar etmektir.
Hasan-ı Basrî (rah), nifakı şöyle tanımlar: “İnsanın
içiyle dışının aynı olmaması, sözüyle işinin birbirini
tutmaması, bir kimsenin yanındayken gösterilen davranış
ile, arkasından konulan tavrın farklı olmasıdır.”
Nifak, iman, ibadet, hizmet ve bütün günlük işlerde
gözükebilecek çirkin bir huydur ve nifak, haramdır, Dinde
münafıklık yapan kimse, kâfirden daha zararlıdır. Bunun
için ayet-i kerimde, azabın en şiddetlisine münafıkların
atılacağı belirtilmiştir. (Nisâ 4/145)
Nifakı kansere benzetmemiz, her ikisinde bulunan
ortak bir özellikten kaynaklanıyor. Kanser, ilk aşamada
insana ağrı acı vermez, gizlice yayılır. İlk anda farkedilip
müdahele edilmezse insanı ölümcül pençesine alır,
kurtuluş olmaz. Nifak da böyledir. Münafığı dıştan gören
kimse, ‘bu ne güzel müslüman, ne kadar hayır ehli bir
adam!’ diyebilir. Bilmez ki karşısındaki evliya kılığında bir
şeytan, dost görüntüsünde bir düşmandır. Bunun için
nifakı ve münafığı tanımak ve zamanında önlem almak
gerekir.
Kişi, münafıktan çok münafıklıktan korkmalıdır. Nifak,
imana, sadıklığa ve mertliğe terstir. Dünyada iki dilli
olanlara, yani ona farklı buna farklı konuşanlara ve fitneye
koşunlara ahirette ateşten iki dil verilir; ikiyüzlü onların,
ahirette iç yüzleri ortaya çıkınca, yaptıklarını savunacak
delilleri kalmaz ve kendilerini koruyacak dostları bulunmaz.
Dünyada Allah için yapılmayan ameller ahirette geçersiz
olur, gösteriş için kılınan namazlar, verilen sadakalar,
sunulan hizmetler vebale döner, kınama ve azap sebebi
olur. Böyle bir hâle düşmekten yüce Allah’a sığınırız.
Nifak, öyle sinsi, tehlikeli ve kötü bir huydur ki,
şeytanın kendisinden kaçtığı Hz. Ömer (r.a) bile, ondan
korkup Allah’a sığınmış, bu konuda müminlerden yardım
istemiştir. Ashab-ı Kiram, inkara düşme tehlikesinden
daha çok nifağa düşmekten korkmuşlardır. “Nifaktan
147

ancak mü’min olan korkar; münafık ise kendini tertemiz


sanar” diyen âlimlerimiz, bizleri bu ciddi tehlikeye karşı
uyarıyorlar. Çünkü mesele, iman meselesidir.

Nifağın Çeşitleri
Nifak iki çeşittir. Birincisi, inançla ilgili olanıdır.
Mü’min olduğunu söylediği halde aslında inanmayan, hatta
dine düşman olan kimseler bu kısma girer. En tehlikelisi
budur. Bu gruptaki münafıklar, bunu bir menfaat veya gizli
bir fesat için yaparlar. Bir plan gereği müslüman
gözükmeleri gerekiyordur. Bunun için namaz kılarlar,
camide ön safı kimseye vermezler, hayır ve ıslahtan
bahsederler, sık sık müslüman olduklarını söylerler,
hizmetlerde başı çekerler ama içinlerindeki niyet
bambaşkadır. Hep fitne, şüphe ve ayrılık sebebi olacak
şeyleri ararlar ve ilk fırsatta oyunlarını oynarlar.
Allah Teâlâ, Bakara Suresi’nin başında dört ayetle
müslümanları, iki ayetle kâfirleri tanıtırken, münafıkların
hallerini onüç ayette gözler önüne sermiştir. Bu,
münafıkların cemiyet için ne kadar tehlike olduğunu
göstermektedir.
Nifakın ikinci çeşidi, iş ve ibadetlerde olanıdır. Bu,
imana nifaktan bazı şeylerin karışması, bir müslümanın
münafıkların huylarından taşımasıdır.
Böyle bir nifak insanı ebedi cehennemde bırakmaz,
fakat terk edilmezse, sahibini azaba iter, insanın manevî
derecesini düşürür, sıddıklardan olmasını engeller.
Genelde müslümanların içine düştüğü nifak işte budur.
Şimdi bu alametlerin en önemlilerini tanıyalım.
Nifak Alametleri
Resûlullah (s.a.v) en tehlikeli nifak alâmetlerine şöyle
dikkat çekmiştir:
“Dört huy var ki, onlar kimde bulunursa o tam bir
münafık olur. Bu huylardan birisi kendisinde bulunan
kimse ise, o huyu terk edene kadar münafıklıktan bir huy
taşımış olur. Bu huylar şunlardır: Konuştuğu zaman yalan
söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Kendisine bir
148

şey emanet edilince ona hiyanet eder. Birisi ile çekişmeye


girince hak yer, haddini aşar.”279
Bu huyları sırasıyla tanıyalım:
1. Yalan. Bir şeyi olduğunun dışında söylemeye
veya göstermeye “yalan” denir. En büyük yalan Allah ve
Resûlü adına söylenen yalandır. Bunu daha çok okumuş
insanlar yaparlar. Allah Teâlâ’nın haram dediği bir şeyi
helâl göstermek, ayet ve hadisleri asıl manasının dışında
yorumlamak ve Efendimiz (s.a.v) adına hadis uydurmak
bu kısma girer. Konuşurken, bir durumu farklı anlatmak,
insanları kandırmak, bu yolla bir başkasına zarar vermek
veya haksız kazanç elde etmek haramdır.
Burada anlatılan yalan, kasıtlı olanıdır. Bilmeden
yanlış söylemek, bir şeyi farklı tahmin etmek, açıkça
gözüken bir kötülüğü önlemek veya iki kişinin arasını
bulmak için yalan söylemek bu kısma girmez. Bazı
yalanlara dinen müsaade edilmiştir. Küskünleri
barıştırmak, muhtemel bir fitneyi önlemek, savaşta, İslam
müslümanların menfaatini korumak için düşmana yalan
söylemek de bu kısma girer.
Yalanlanın en büyüğü, temiz kimselere iftira atmak,
mahkemede yalan şahitlik yapmak, yalan haberlerle iki
samimi dostun, karı ile kocanın, talebe ile üstadının, amirle
memurun, halk ile idarecilerin arasını bozmaktır.
Yalanla iman bir kalpte bulunmaz. Gerçek mümin,
elinden, dilinden, kalbinden, hâlinden ve amelinden
kimsenin zarar görmediğini, güvenilir insandır.

2. Sözünde durmamak: Bu, iki şekilde olur. Birincisi


karşısındakine bir şeyi yapmaya söz verir, onu kendisine
güvendirir fakat niyeti yapmak değildir. Bunda hem yalan,
hem hiyanet vardır ve o, tam bir münafıklık alâmetidir.
İkincisi, elinde olmayan sebeplerle sözünde durmamaktır.
Söz verirken yerine getirmek niyeti taşıyan kimsenin,
unutma, güç yetirememe gibi sebeplerle sözünü yerine
getirememesi münafıklık alameti değildir, belki acizliktir.
279
Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 59; Ebû Davud, Sünnet, 15; Tirmizî,
İman, 14.
149

Günümüzde özellikle ticaret erbabının ve idarecilerin


bu konuda çok dikkatli olmaları gerekir. İnsanları kendisine
güvendiren, fakat sözüne durmayan kimselerin dünya ve
ahirette yüzü gülmez. Çünkü onlar, mazlumların ahını
almış, dost görünüp zulmetmiş, mert olduklarını söyleyip
nâmert çıkmışlardır.
Bir mü’min, küçük-büyük, Müslim gayr-i Müslim kime
ne söz vermişse, sözünün gereğini yerine getirmeye
çalışmalıdır. Tutamayacağı sözü vermelidir. Bir baba veya
anne, kendi çocuklarını dahi kandırmamalıdır;
yapmayacağı bir şeyi “yapacağım”, almayacağı bir şeyi
“alacağım” dememelidir. Bu davranış, kişinin kendisinden
çok çocuklarına zarar verir; kötü örnek olur, onları yalan
söylemeye ve sözünde durmamaya alıştırır; vebali ikiye
çıkarır.
3. Hâinlik: Kendisine emanet edilen şeye hâinlik
yapmak da münafıkların işi olup mü’mine hiç yakışmayan
bir huydur. Mü’min, güvenilir insandır; kendisine emanet
edilen herşeyi gücü yettiğince korumaya çalışır. Koruma
imkanı yoksa emanetine almaz.
Korunması istenen emanet, eşya, mal ve para gibi
maddi şeylerden olabileceği gibi; söz, sır, anlaşma, ibadet,
ilim, itimat gibi manevî şeylerden de olabilir.
Emanetlerin en başında, Allah Teâlâ’nın korunmasını
istediği ibadet ve edepler gelir. İman, namaz, adalet, iffet,
mertlik en büyük ilahi emanetlerdir. Bunları koruyamayan
insan, güvenilir değildir.
En büyük hâinliklerden biri de, dini kullanarak dünya
kazanmaya çalışmaktır. Güzel amelleri kötü emellerine
alet etmek, salih insan görüntüsüyle sakat işler çevirmek
hainliğin ve münafıklığın ta kendisidir. Bir makam ve yetki
sahibinin, yetkisini kendi çıkarları için kullanmasının da bir
çeşit hâinlik olduğunu hatırlatalım.
4. Haddi aşmak, hak yemek: Birisiyle münakaşaya
veya çekişmeye giren bir kimse, karşısındakinin hakkını
yer ve o haklıyken haksız göstermeye çalışırsa, bu da bir
münafıklık alametidir. Haklıyı haksız duruma düşürmek
müslümanın sıfatı değildir. Din adına da dünya adına da
150

yalan söylenmez. Haksızlık edilerek hak korunmaz. Hak,


lâfla değil, edeple korunur.
Edeb, haddini bilmek, hak karşısında boyun eğmek
ve haklı olana hakkını vermektir.
Edeb, dostu gibi, düşmanının da hakkını korumaktır.
Edeb, acı-tatlı her halde mert olmaktır.
Edeb, insanın içinin ve dışının güzel olmasıdır.
Sonuç olarak, bir mü’min Allah Resûlü’nün (s.a.v)
bildirdiği bu nifak alametlerinden tamamen kurtulmadıkça,
imanın tadını alamaz, ihlâslı kullardan olamaz.
Bütün şirk ve nifak çeşitlerinden yüce Allah'a
sığınırız.
151

ŞEYTANIN KALBTEKİ YAYGARASI: VESVESE


Şeytan tarafından kalbe atılan, boş düşünce, yersiz
şüphe ve asılsız kuruntulara “vesvese” denir. Vesvese,
hiçbir değeri olmayan, üzerinde durulması gerekmeyen,
boş düşüncelerdir.
Öyle anlar olur ki, insanın içinden, imanına ters olan,
kutsal değerlerini hafife alan kötü, yanlış, rahatsız edici
düşünceler geçer.
Vesvese bazen taharet, abdest ve namazla igili olur.
Kalpte bunların tam yapılmadığına ve kabul edilmediğine
dair kuruntular oluşur.
Vesvese bazen ölüm ve ahiret halleri hakkında
geldiği gibi, peygamberler, melekler ve manevî haller
hakkında gelebilir. Bazen geçim ve rızık konusunda kalbe
türlü korku ve endişeler atılır. Şeytan, bununla mü’minlerin
Allah Teâlâ’ya itimadını sarsmak ister. Bazen şeytan
günahları güzel gösterir, ibadetleri ihmal ettirir, Allah’ın
rahmetine güvendirir, tövbeyi geciktirir. Bütün bunlar birer
vesvesedir ve hiç birisine kıymet vermemelidir.
Vesvese vermekten başka bir gücü olmayan şeytan,
daima mü’minlerle uğraşır. Eğer inanmayanlar ve
münafıklar, ‘bizde vesvese yoktur’ diyorlarsa, bu doğrudur.
Çünkü onlarda ahiret ve hayır hesabı; tövbe, zikir, hizmet
ve salih amel derdi yok ki, şeytan onları kendi tarafına
çekmek için bir çaba harcasın.
Mü’min, kalbine gelen vesveseden korkmaz, onu
önemsemez, gereğini yapmaz ve ondan Allah’a sığınırsa,
vesvesenin ona hiçbir zararı olmaz. Hatta vesveseye
uymadığı, onu kötü görüp Allah’a sığındığı için sevap bile
kazanır.
Resûlullah (s.a.v), nefis ve şeytandan kaynaklanan
kötü düşüncelerin, konuşulmadığı ve onlarla amel
edilmediği müddetçe insana bir zarar vermediğini ve
affedildiğini müjdelemiştir.280
Ashaptan bazıları, Allah Resûlüne (s.a.v) gelerek,

280
Buhârî, Talak, 11; Müslim, İman, 201.
152

“Yâ Resulallah! (Allah, ahiret, iman ve İslâm’a dair)


kalbimize öyle düşünceler geliyor ki, gökten düşüp
parçalanmak onları söylemekten daha iyidir. Bunun sebebi
nedir?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v),
“Bu sırf imandır; sizde bulunan imanın alâmetidir”281
buyurdu. Yani, siz Allah’a ve ahirete yöneldiğiniz için,
şeytan vesvese ile kalbinizi karıştırmaya, içindeki iman
cevherini çalmaya çalışıyor; endişe etmeyin, bu sizin
mü’min olduğunuzun alametidir, demeyi murat buyurdular.

Vesveseden Korunma Yolu


Mü’min, insan ve cin şeytalarından her duyduğuna
kapılmamalı, her sese kulak vermemeli, her davete
yönelmemelidir. Hele duyduklarını tespit etmeden asla
harekete geçmemelidir. Kalbe gelen vesvese şeytan veya
nefis tarfından gönle atılan bir çeşit söz, ses ve davet
olduğundan onlar da dinin hükümleriyle ölçülmelidir.
Kalbe gelen dücünceler, Rahman'dan ve melekten
ise hayırlıdır; hak söyler, hakkı destekler, hakka davet
eder. Şeytan ve nefisten ise kötüdür; haramları süsler,
batılı över, şerre davet eder.
Şeytanın vesvese vermek için birçok yolu ve şekli
vardır. Bizzat kendisi mü’minin kalbini çelemezse,
insanların içinden seçtiği yardımcılarıyla bunu başarmak
ister. Şeytan, çeşitli yol, yön ve yöntemlerle insanı
azdırmak için yemin etmiş ve ona, bir imtihan olarak
kıyamete kadar bunu yapması için Allah tarafından
müsade verilmiştir. Fakat yüce Allah, şeytana uyanların
cehenneme gideceğini haber vermiştir. (bk. A'raf 7/14-18;
İsra 17/64-65).
Vesvese anında Allah Teâlâ’yı zikretmek, şeytana
karşı en büyük siperdir. Çünkü Allah Teâlâ, “Şüphesiz,
muttaki olanlara şeytandan bir vesvese geldiğinde, (Allah’ı
hatırlayıp, geleni) iyice düşünürler ve onun (rahmanî mi,
şeytanî mi olduğunu) hemen anlayıverirler.” (A’raf 7/201)
buyuruyor.
281
Müslim, İman, 209-211; Nesâi, Ameli’l-Yevmi, 201; Ebû Ya’lâ,
Müsned, nr. 4128; Heysemî, ez-Zevâid, 1/33.
153

Resûlullah (s.a.v), şeytanın bu konudaki hilesini ve


ondan kurtuluş yolunu şöyle haber vermiştir:
“Şeytan sizden birisine gelir ve ‘Yeri kim yarattı,
göğü kim yarattı, şunu kim yarattı, bunu kim yarattı?’ diye
sorar. Kul da hepsine, ‘Allah yarattı’ diye cevap verir.
Sonunda, ‘Peki, Allah’ı kim yarattı?’ diye kalbe bir soru
atar. İçinde böyle bir soru bulan kimse, onun şeytandan
olduğunu bilsin, hemen soruya son versin, Euzu besmele
çekip Allah’a sığınsın ve, ‘Ben Allah’a ve O’nun
peygamberlerine iman ettim’ desin.”282
Eğer benzeri soruları insanlar sorarsa yine aynı
şekilde davranmalı ve onlara karşı, “Allah birdir. O hiç
kimseye muhtaç değildir. Doğurmamış, doğrulmamıştır.
Hiçbir şey Ona denk değildir” manasındaki İhlas Suresi’ni
okumalıdır.
Şeytan bütün yardımcılarıyla birlikte bize saldırdıkça,
biz de yüce Rabbimiz’e kaçmalı, zikredip O’na
yalvarmalıyız. Felâk ve Nas Sureleri bize bunu öğretiyor.
Allah Teâlâ, Nâs Suresi’nde şeytanı “hannas” olarak
tanıtıyor. Hannas, kalbi boş bulunca ona saldıran, kalb
zikre geçince de hemen sinip kaçan demektir.
Resûlullah (s.a.v), “Sizden her birinizin bir şeytanı
vardır” buyurunca Ashab-ı Kiram, “Sizin de şeytanınız var
mı ya Resûlellah?” diye sordular; Allah Resûlü (s.a.v),
“Evet, benim de şeytanım var. Ancak, Allah ona
karşı bana yardım etti ve teslim olup emrime girdi”283
karşılığını verdi.
Demek ki şeytan tek başımıza yenebileceğimiz bir
düşman değil. Ölene kadar yakamızı bırakmayacak bu
sinsi düşmanı aklımızla değil, ancak Allah'ın yardımı,
rahmeti, dua, zikir ve tefekkürle defedebiliriz.

Şeytanın Yaklaşamadıkları
282
Buhârî, Bedü’l-Halk, 11; Müslim, İman, 209-217; Ebû Davud,
Sünnet, 18.
283
Müslim, Kıyame, 69 (nr. 2814-2815); Ahmed, Müsned, 1/385; Ebû
Ya'lâ, Müsned, nr. 5143; İbn Hıbban, Sahih, nr. 6417; Beğavî, Şerhü's-
Sünne, nr. 4211.
154

Şeytan, yüce Allah'ın himayesine sığınan ve O'nun


tarfından korunan sadık kullara bir zarar veremez, onların
ilahî aşk ve zikir ile dolu kalplerine bir yol bulamaz.
Şeytanın, Allah dostları karşısındaki bu acziyetini yüce
Rabbimiz şöyle haber veriyor:
“Hiç şüphesiz iman edip sadece Rablerine güvenen
tevekkül sahiplerine şeytanın bir hakimiyeti yoktur. Onun
etkisi, ancak kendisini dost edinen ve Allah’a ortak koşan
kimseleredir.” (Nahl 16/99-100).
“Şeytan dedi ki: Yemin ederim ki eğer beni kıyamete
kadar yaşatırsan, pek azı dışında Adem’in çocuklarını
kandırıp kendime bağlayacağım. Allah buyurdu: Git,
onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt. Süvari
ve yaya askerlerinle onlara bol bol yaygara (ve vesvese)
ver. Mallarına, evlatlarına ortak ol, kendilerine boş
vaatlerde bulun. Aslında şeytan insanlara, aldatmaktan
başka bir şey vaat etmez. Ey İblis! Bana teslim olmuş
ihlaslı kullarım üzerinde senin hiçbir etkin ve ağırlığın
olmayacaktır. Onlara, koruyucu olarak Rabbin yeter.” (İsra
17/62-65).
Peygamberimiz (s.a.v) şeytanı, insan kurdu olarak
tanıtmış ve bu kurttan korunmak için Allah yolunda
birbiriyle kenetlenmiş takva cemaatine katılmak
gerekteğini haber vermiştir.284
Şu halde, şeytandan emniyette olmak için Allah’a
sığınmalı, O’nun muttaki kullarıyla birlikte olmalı, ilmi
kendimize hakem, zikri kale, duayı kalkan, müminleri
yardımcı yapmalıdır.

284
İlgili hadisler için bk. Ebû Davud, Sünnet, 27; Ahmed, Müsned,
5/180; Hakim, Müstedrek, 1/17; Beyhakî, Şüabü'l-İman, nr. 7512;
Taberânî, el-Kebir, 17/144.
155

GÜNAHLAR KADER Mİ KUSUR MU?


Bazı işler var ki, gerçekleşmeleri kendi istek ve
irademize bağlı değildir. Gözümüzün görmesi, kulağımızın
işitmesi, kanımızın dolaşması, tırnak ve saçlarımızın
büyümesi gibi… Fıkıhta bunlara “zorunlu veya irade dışı
fiiller” denir. Bu tür fiiller irade dışı meydana geldiği için,
kula bir sevap veya günah yazılmaz. Ancak, insanoğlunun
kendi irade, akıl ve tercihiyle yaptığı işler, bir yaştan sonra
kendisini sorumlu yapar ve yapan için sevap veya ceza
sebebi olur. Bir kimse geçerli bir özre sahip değilse,
yaptıklarından sorumludur.
İnsanın, yaptıklarından sorumlu olmaması için bazı
özürlerinin olması gerekir. Bunlar şunlardır:
Çocukluk: Çocuk, büluğ çağına erinceye kadar ilahî
emirlerle sorumlu tutulmaz.
Delilik ve bunaklık: İyiyi-kötüyü ayırt edemeyecek
kadar akılsız veya bunayarak şuurunu kaybetmiş olanlar
dinin hükümleriyle mükellef olmazlar.
İlahî davetten haberdar olmamak: Kendilerine bir
peygamber gönderilmeyen veya gönderilen
peygamberlerin davetini hiç duymayan kimseler, Allah
Teâlâ’nın: “Biz, peygamber göndermediğimiz kimselere
azap etmeyiz” (İsra 17/15; Kasas 28/59) hükmüne tabidir.
Allah Teâlâ, bütün insanlığa son peygamber olarak
Hz. Muhammed’i (s.a.v) göndermiştir. Kıyamete kadar
gelecek olan bütün insanlar, O’nun davet ettiği İslâm
dininden sorumludur. Ancak, bu sorumluluğun
gerçekleşmesi için İslâm’ın, insanlara tam, doğru ve açık
bir şekilde ulaşması, ulaştırılması gerekir. Kendisine doğru
yol açıkça anlatılan bir insan, bundan sonraki tercihine
göre karşılık görecektir.
İnsana, önce akıl nimeti verilmiş, sonra kendisine
yüce Rabbine karşı vazifelerini öğretecek bir peygamber
gönderilmiştir. O peygamberle birlikte ilahî emirleri bildiren
bir de kitap var. Ayrıca, bu ilahî kitabı ve peygamberin
davetini insanlara ulaştıran davetçiler de kıyamete kadar
görev başındadır. Bundan sonra insan, sıhhat ve afiyet
içinde büluğ çağına ulaşır da rüşdünü ispat ederse, artık
156

onun için sorumluluk başlamış olur. Bundan sonra hiç


kimse, Allah Teâlâ’ya isyanı için herhangi bir özür ileri
süremez.
Ancak, tarihte ve günümüzde pek çok insan, işlediği
kusur ve günahlar için bir takım özürler ileri sürerek derler
ki:
“Biz Allah’ın iradesi dışına çıkamayız. Yaptıklarımızı
Allah dilemeseydi biz yapamazdık. Her şey bir kadere
bağlıdır. Biz, kaderin çizdiği yolda gidiyoruz.”
Bu sözler, doğrudur fakat onlar kulun, işlediği
günahlarına karşılık kendini haklı, mazur veya mecbur
göstermek için ileri sürebileceği bir özür değildir. İnsan bu
şekilde yalnızca kendisini avutmuş ve kandırmış olur. Bu
tür düşünce ve sözler, şeytanın süslemesi, vesvesesi ve
oyunudur. Mükellef insan, kendisini nura, hayra, taate
ibadete, cennete ve Allah rızasına çağıran davetçiye
uymuyor fakat şeytana kulak verip şerre koşuyor. Sonra
da “kader böyle, ben ne yapabilirim ki?” diyerek, kendini
geri çekip, kaderi öne sürüyor.
Bu halde bile yüce Rabbi insanı bırakmıyor. Ona
acıyor, yoluna ve nuruna davet ediyor, tövbesini bekliyor,
affını müjdeliyor, cennetini vaadediyor. Ama isyankar
insan davet edildiği rahmet kapısını kendi üzerine
kapatıyor, ona sırtını dönüyor. Ardından, “Ben o kapıdan
kovuldum, mahrum oldum, ne yapabilirim ki, elimden ne
gelir?” diyor. Bu, insanın kendine zulmetmesi, âdeta
canına kıymasıdır.
İsyana dalıp, “Ben ne yapayım kaderim bu!” demeyi
ne iman, ne ilim, ne akıl ne de tecrübe kabul eder.
İman, Allah’a teslimiyeti, sevgiyi, saygı ve itimadı
istiyor.
İlim, tövbe yapılıp terk edilmeyen kötülüğün ateşe
götüreceğini söylüyor.
Akıl, isyan ederek Allah’a dost olunmayacağını
biliyor.
Tarih yani tecrübe, kötülüğe dalanların acı sonunu
görüp ibret almayanların aynı akıbete uğrayacağını ispat
ediyor.
157

Ayrıca, Hak yolunun peygamberi, kitabı ve


davetçileri, yüksek sesle herkese, “Haram işlerden ve kötü
hallerden sakının, isyanlarda iyilik aramayın, onlara dalan
ateşe düşüyor, insanlığını kaybediyor, cennet ve
cemalden mahrum kalıyor!” diye haykırıyor. Gafil insan ise
bütün bunlara kulak tıkıyor, kendi bildiğini okuyor. Bu ne
acı bir haldir ki insan, Rabbine karşı şeytanın tarafına
geçiyor, ona yardımcı oluyor; isteyerek, hatta bazen
kendini zorlayarak kötülükler işliyor fakat kulluk, dostluk ve
ibadete gelince, “Ne yapayım kader!” diyor, kendisine
verilen aklı, iradeyi ve gücü yok sayıyor, ipin ucunu
bırakıyor. Bu insan, isyana kendini mecbur hissediyor
fakat itaate gelince, bütün işi kadere havale ediyor.
İşlediği bir kötülükten sonra, “Ben ne yapayım
kaderde böyle yazılmış!” diye nefsini savunan bir kimse,
evinde durmadan yaramazlık yapıp cam kıran, can yakan,
kan akıtan çocuğu için de, “Ona nasıl kızayım ki, kaderi
bu!” diyebilir mi? Asla! Aksine onu uyarır, sakındırır, inat
ve ısrar ederse kulağına sarılır hesabını sorar.
Yine evine giren ve en değerli şeylerini alıp götüren
bir hırsız için, “Hırsızın ne kusuru var; Allah böyle yazmış
o da yapmış; adam mazurdur, mesul değildir, çaldıkları da
onun nasibidir, kime niyet kime kısmet, bize kazanmak
ona harcamak nasipmiş!” diye düşünen ve hırsızı görünce
“aldıkların senindir, helal olsun” diyen kimse çıkar mı?
Haksız yere adam öldüren, yol kesen, kol kesen
eşkıyaya, “Kaderde yazılmış rolünü oynuyor; mazurdur”
denir mi?
Elbette her şeyi takdir eden ve zamanı gelince
yaratan yüce Allah’tır. Bu alemde, Mecusilerin dediği gibi,
biri iyilikleri, diğeri de kötülükleri yaratan iki ilah yoktur. Bir
şeyi takdir edip yaratmak başkadır, onu tercih edip
yapmak başkadır. Allah, iyilik gibi kötülükleri de yaratır
fakat kötü işlere razı değildir; onların yapılmamasını ister;
yapanlara tövbe etmelerini emreder, inkarda ve isyanda
inat edenlerin ateşe gireceğini bildirir.
Allah’a itaatten kaçıp kaderi bahane etmek, nefsin
işlediği kusurlardan kaderi sorumlu tutmak olur ki, bu
158

büyük bir hatadır. Böyle yapılırsa, özür kabahatten daha


büyük olur. Birisi bize karşı işlediği bir suçtan sonra gelip
özür dileme yerine, karşımıza geçip, “Beni suçlama, kader
bu!” diyerek işi kadere havale etse, ona karşı kızgınlığımız
artar; vereceğimiz ceza bir ise, bine çıkar.
İnsana düşen, bir kusur işledikten sonra, kendini
kınaması, hatasını anlaması, kusurunu itiraf etmesi,
Allah’ın azameti karşısında boynunu bükmesi, O’nun
tövbe emrine koşması ve Allah’tan ümidini kesmemesidir.
Yüce Yaratıcımız, bizden neyi yapmamızı istedi ise,
ona ihtiyacı olduğundan değil; bizim o amelle
şereflenmemiz, bu vesile ile rızasına ermemiz içindir.
Herkes kulluktan kaçıp şerli birer insan olarak yaşasa,
bunun âlemlerin Rabbi olan Allah’a hiçbir zararı yoktur. Kul
ne ederse kendine eder, burada ne ekerse ahirette onu
biçer.
159

HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR


Kötülüğü yaratmakla onu yapmak ayrı şeydir. Yüce
Allah’ın fiilleri için iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-faydasız,
gerekli-gereksiz diye bir ayırım yapılmaz. O’nun yaptığı ve
yarattığı her şey iyidir, güzeldir, faydalıdır, gereklidir. Allah
şuna kötülük etti, buna zulmetti, şu işi gereksizdi
denemez. O’nun bütün işleri adalet veya rahmetten
ibarettir. Her ikisinde de bilemediğimiz nice hikmetler
vardır.
İmanın bir şartı da, hayır ve şer bütün işlerin yüce
Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti, takdiri ve yaratmasıyla
olduğuna inanmaktır. Evet, bu âlemde iyi-kötü, güzel-
çirkin, acı-tatlı, her ne olmuş, oluyor ve olacaksa hep yüce
Allah’ın hükmü ve yaratmasıyladır. Hüküm ve yaratmada
Allah tekdir. O’nun herhangi bir eşi, yardımcısı, danışmanı,
karışanı, zorlayanı, engel olanı yoktur. Dünya ve ahirette
O’nun iradesi dışında hiçbir şey olmaz.
Allah’ın Takdiri “Kötü” Olmaz
Mü’min, insanların iradesinin dışında olup biten hiçbir
iş için “kötü” ifadesini kullanmamalıdır. Mesela, “Ne kötü
hava”, “Berbat bir yağmur”, “Baş belası rüzgar”, “Nefret
edilecek sıcaklar!” gibi, ilâhi tecelli ve takdire itiraz manası
taşıyan sözlerden uzak durmalıdır. Bunun yerine, “İyi bir
soğuk”, “Güzel bir yağmur”, “Şiddetli bir rüzgar” “Ateş gibi
sıcak hava” şeklinde hem vakıayı haber veren, hem de
onları sevk ve idare eden yüce Zât’ın tercihine hürmet
ifade eden sözler kullanmalıdır. Mü’minin edebi bunu
gerektirir.
İyi-kötü ayırımı insanların işlerinde olur. Bütün işlerin
iki yönü vardır. İşler bir yönüyle yüce Mevlâ’ya aittir. Diğer
yönü kullara bakar.
Her Şey Bir Hedef İçin
Yüce Allah’ın bütün hüküm ve işlerinde tek hedef
vardır. O da yüce varlığını tanıtmak ve bütün âlemlerde
tek ilâh olduğunu göstermektir. Bu âlemde olan her şey,
onu var edene bir alamettir. O’nun her işinde bir fayda ve
hikmet saklıdır. Allah, acı-tatlı her yolla kulları kendisine
davet etmektedir. Allah, melekler gibi şeytanları da
160

kendine yönelme, rahmetine sığınma, affına koşma sebebi


yapmıştır. Cenneti de cehennemi de terbiye için
yaratmıştır. Birisi sevgi, diğeri korku yoluyla kulu Rabbine
sevk eder; ebedi saadet sebebi olur.
Başa Gelenlere Gönül Gözüyle Bakabilmek
İnsanın başına şu dört durumdan biri gelir: Nimet,
mihnet, musibet, masiyet.
Nimete ulaşınca şükretmelidir. Mihnete ve sıkıntıya
düşünce sabretmelidir. Musibete uğrayınca elden gelen
tedbiri aldıktan sonra ilâhi takdire rıza göstermelidir.
Masiyeti yani günahı istiğfar ve tövbe ile temizlemelidir.
Bunları yapan kul, her halde Allah’a yaklaşmış ve başına
gelen her şeyden hayırlı bir sonuç almış olur. Aksi
durumda, acı-tatlı her şey zarar sebebi olur.
Aslında kula sıhhat gibi, hastalık da kalbini Allah’a
bağlamak için verilmiştir. Zenginlik gibi fakirlik de cennete
götürme sebebi yapılmıştır. Galibiyet gibi mağlubiyet de
kula marifet ve edep kazandırsın diye takdir edilmiştir.
Bütün bunların bir hesabı ve hedefi vardır.
Olaylara gönlün bakışı önemlidir. Yani işleri
tatlandıran veya acılaştıran gönüldür. Allah ile hoş olmuş
güzel gönüller her şeyde bir güzellik arar; ağzına acı
konsa, onu bal niyetiyle yutar. Günah ile kararmış ve
tadını kaçırmış gönüller ise cennete girse kusur arar. Ta ki
tövbe edip Allah diyene kadar!
Takdire Göre Muamele
Velilerden İbrahim b. Ethem, yaya olarak Allah’ın evi
Kâbe’yi ziyarete gidiyordu. Yolda atlı bir adamla karşılaştı.
Adam,
“Ey ihtiyar nereye gidiyorsun?” diye sordu. İbrahim b.
Ethem,
“Allah’ın evini ziyarete gidiyorum” dedi. Adam,
“Bir bineğin yok, o kadar yolu böyle nasıl
gideceksin?” diye sordu. İbrahim b. Ethem,
“Benim birçok bineğim var, onlarla yoluma giderim”
dedi. Adam,
“Nedir onlar, hani neredeler?” diye sorunca, Hazret
şu cevabı verdi:
161

“Başıma bir sıkıntı gelince sabır bineğine binerim. Bir


nimete kavuşunca şükür bineğine binerim. Bir musibetle
karşılaşınca rıza bineğine binerim. Nefsim beni kötü bir
şeye çağırınca, ömrümün kalan süresinin geçen
süresinden daha az olduğunu düşünüp ondan
vazgeçerim.”
Bunları duyan adam,
“Vallahi asıl binekli olan sensin, yaya kalan benim.
Yürü, yolun açık olsun” dedi.285
Bulanlar ve Kaybedenler
Büyük arif İbn Ataullah-ı İskenderî, Hikem adlı
eserinin münacat bölümünde der ki:
"İlahî, Seni bulan neyi kaybetmiştir; Seni kaybeden
neyi bulmuştur!"286
Bu âlemde Allah rızasını arayan kimse, acı tatlı her
şeyde onu bulur. Sırf nefsinin keyfi için yaşayan, ne bulsa
kaybetmiş olur. Çünkü ele geçirdiği hiçbir şey uzun süre
elinde kalmaz. Ya o anda ya da bir süre sonra söner gider;
gidişiyle zevki çileye döner.
Neyin hayır neyin şer olduğunu tespit için aklı hakem
yapamayız. Bunun tesbiti yüce Yaratıcı’ya aittir. O’nun
güzel dediği şeyler güzeldir, kötü diye tarif ettiği şeyler
kötüdür. Bu işte aklın görevi vahye tabi olmaktır. Son
hükmü akıllar vermeye kalkarsa, birinin ak dediğine diğeri
kara der, insanlık birbirini yer.
Bir de musibet ile masiyeti karıştırmamak gerekir.
Musibet, bizim irademiz dışında başa gelen sıkıntı ve
felaketlerdir. Masiyet ise, sakının diye yasaklanan işlerdir.
Bunlara kısaca haram denir. İşte dünyada kötü olan şeyler
bu haramlardır.
Başımıza gelen musibetlerden sorumlu değiliz, fakat
işlediğimiz haramlardan sorumluyuz. Bir kazada bütün
ailesini kaybeden kimse mesul değildir, ama ailesini
yalana alıştıran, günaha bulaştıran kimse mesuldür.
Kötü işler, güzel niyetle iyi olmaz. Fakat iyi işler kötü
niyetle iyi olmaktan çıkar. Mesela, -zaruret hali hariç-
285
Bursevî, Rûhu’l-Beyan, 2/157.
286
Açıklama için bk. İbn Acibe, İkazü'l-Himem fi Şerhi'l-Hikem, s. 533.
162

hangi niyetle içilirse içilsin içki içmek helal olmaz, güzel


bulunmaz. Fakat kötü niyetle -mesela sırf müşteri
toplamak için- kılınan namaz, kötü bir fiile dönüşür, sevap
yerine azap getirir.
Başa gelen sıkıntılara isyan edilirse şerre dönüşür;
fakat sabredilirse sonuçta kulun yüzünü güldürecek bir
nimet olur. Her sıkıntı aslında bir rahatlığın habercisidir.
Her kaybediş yeni bir kazancın başlangıcı olabilir. Çünkü
Yüce Allah, her zorluğun ardından muhakkak bir kolaylığın
olduğunu müjdeliyor (İnşirah, 94/5-6). Nefsimizin kötü ve
sevimsiz gördüğü nice işlerin, aslında hayırlı olduğunu
bildiriyor (Bakara, 2/216). Kul kendisine düşeni yaptıktan
sonra ilâhi tecelliye şükür, sabır, rıza veya istiğfarla
mukabele etmelidir.
Perdenin Arkasındaki Hikmet
Yüce Allah, şer gibi görünen nice işlerin içinde pek
çok hayır saklamıştır. Acele ile feryat ve isyan etmeden
işin sonu beklenirse bu hayırlar görülür. Asıl şer, sonu kötü
biten ve insanı ilâhi azaba iten iştir. Sonu rahmete çıkan
bir şeye kötü denmez.
Hz. Adem'in (s.a.v) yasak ağaçtan yiyip dünyaya
gönderilmesinin içinde Hz. Muhammed s.a.v. Efendimizin
bu âlemi şereflendirmesi saklıdır.
Hz. İbrahim (s.a.v) ateşe girmeseydi, ondaki halil
(dostluk) sıfatı ortaya çıkmaz, kalbindeki ilahî aşkı, vefası
ve safası bilinmezdi.
Hz. Yusuf (s.a.v) kuyuya atılmasaydı ve köle diye
satılmasaydı, Mısır’a sultan olup tahta çıkamazdı. Zindana
hapsedilmeseydi temizliği ve mertliği anlaşılmazdı.
Mısır'da ve civarında kıtlık olmasaydı, halk Hz. Yusuf'un
dirayetini ve Allah katındaki kıymetini bilemez, putların
acizliğini göremez, tevhid inancına ulaşamaz, belki de Hz.
Yakup (a.s) Hz. Yusuf'la buluşamazdı.
Hz. Musa (s.a.v), balığı kaybettiği yerde Hızır'ı (s.a.v)
bulmuştur. Çünkü Hızır’ı bulması balığı kaybetmesine
bağlanmıştı. Yol arkadaşı bunu bilmediği için hayıflanıp
Hz. Musa’ya, “Eyvah, ben onu size söylemeyi unuttum.
Daha doğrusu şeytan unutturdu. Azığımızdaki balık,
163

önceki konaklama yerinde sen uyurken canlandı, denize


atladı ve suyun içinde kaybolup gitti” diye üzüntüsünü
belirttiğinde, Hz. Musa (s.a.v),
“Üzülme, işte aradığımız bu idi” demiştir. (bk. Kehf,
18/63-65).
İnsanların, “kaybetti, bitti, gitti” deyip tıkandığı
noktada, kalbi uyanık insanlar hiç endişe etmeden,
sıkıntının içinde saklı hayrı görüp “İşte aradığım buydu!”
diye sevinecek bir şey bulabilirler.
O’nun Hükmüne Teslim Olmak
Resûlullah (s.a.v) Hudeybiye’de müşrikler tarafından
engellenip Mekke’ye giremeden geri dönmüştü.
Müslümanları zora sokan bir antlaşma yapılmıştı. Bazı
sahabiler ve özelikle Hz. Ömer (r.a), “Dinimiz adına bu ne
büyük zillet” diye üzüntüden kahrolmuştu. Hz. Ömer, o
anda bu sıkıntının gerisinde saklı zaferleri göremediğinden
din gayretiyle feryat ediyor, antlaşmanın yırtılıp atılmasını
istiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v) ise,
“Ben Allah’ın takdirine ve hükmüne tabiyim” diye
teslimiyet gösteriyordu. Çok geçmedi yüce Allah, Fetih
Suresi’ni indirerek,
“Biz sana apaçık bir fetih verdik. Yakında emin bir
şekilde Mescid-i Haram’a gireceksiniz” müjdesini verdi.
Onlar, "Kaybettik!" dedikleri noktada kazanmışlardı. Çünkü
niyetleri Allah içindi.
Ahirette, sabırlı ve iffetli fakirlere verilen saltanatı
gören pek çok zengin, “Keşke ben de dünyada fakir
olsaydım” diye fakirlere imrenecektir. Sabırlı ve edepli
hastalara verilen cennet nimetleri karşısında, pek çok
insan, “Keşke ben de dünyada biraz dert çekmiş, eziyet
görmüş, hastalık tatmış olsaydım” diye hayıflanacaktır.
Yüce Allah’tan her dem hakkımızda hayırlısını
isteyelim.
164

YARATILIŞ GAYEMİZ

Yüce Rabbimiz, “Ben bütün cinleri ve insanları ancak


bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56)
fermanıyla bize, bu dünya misafirhanesinde asıl iş olarak,
marifetini ve dostluğunu seçmiştir. Bu dostluk, iman, ilim,
sevgi, ibadet, salih amel ve edeple tadılır. Bu işte ilim
ibadetin önündedir. İlmin özü O'nu tanımak, ibadetin aslı
O'nun için yaşamaktır. Buna kısaca güzel kulluk ve özel
dostluk diyebiliriz. Şu halde hepimiz, bize layık görülen bu
güzel işe razı olmalı, onu tanımalı, sevmeli ve şükür için
gereğini yapmalıyız.
O'nu Tanımak Sürurdur
Yüce Allah'ı tanımaya marifet dedik. Marifet
muhabbeti, muhabbet teslimiyeti, teslimiyet sevdiğine
karşı edep ve itaati gerektirir. Bu itaat, özde, sözde,
görünür görünmez bütün hallerde gerçekleşince insan
vefa ve sefa sahibi olur. Bu hal, hayatın gayesidir. Dinimiz,
Rabbimize karşı edepten ibarettir. Edep, yüce Allah'ın razı
olduğu halde olmak ve O'nun isteklerine uymaktır. Marifet
mü’minin ana sermeyesi, edep ise süsü, şiarı ve şerefidir.
Bunların dışındaki her şey boştur, vebaldir, zarardır. Bütün
âşıklar ve akıllı insanlar, onları elde etmeye can atmışlar,
bu uğurda canlarını vermişlerdir. Bu âşıklardan biri de Hz.
Ali'dir (r.a). O, demiştir ki:
“Küçük çocukken ölüp cennetin en yüksek yerlerine
ulaşmak beni fazla sevindirmez. Beni sevindiren, O'nu
tanıyarak ölmemdir. Bunun için yüce Allah'tan beni uzunca
yaşatıp kendisini tanıtmasını isterim.”
Büyük veli Malik b. Dinar da (k.s), bu konuda insanlık
adına üzüntüsünü şöyle dile getirmiştir: “İnsanların çoğu
şu dünyada bir ömür yaşadı, yedi içti, gezdi gördü, fakat
asıl işten bir tat almadan, kokusunu koklamadan ölüp gitti.”
Kendisine, “Nedir o hiç tadını almadıkları şey?” diye
sorulunca, “Marifetullah yüce Allah'ı tanımak” dedi ve
sonra şu manadaki şiiri okudu:
Yüce Rabbi tanımak bir şeref, bir sürurdur
O'nu sevenlerde gözüken, heybet ve nurdur.
165

İlâhî, seni tanıyanların gözü aydın olsun


Vallahi onlar bütün hayat boyu mesrurdur.287

İlimsiz Kulluk ve Dostluk Olmaz


“Allah Teâlâ, cahili kendisine dost yapmaz; dost
yaptığını da cahil bırakmaz” diyen arif, tek cümle ile bu
konuda söylenecek her şeyi özetlemiştir.
İlk vahyi “Seni yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (Alâk
96/1) emriyle başlayan bir din, ilimsiz nasıl anlaşılır ve
nasıl yaşanır? Dini yaşamadan yüce Allah'a dostluk nasıl
yapılır?
Huccetü'l-İslâm İmam Gazalî (rah), ilmin dindeki yeri
hakkında der ki:
“İki şey var ki, bütün âlim, muallim, yazar ve hikmet
sahipleri onları tarif için eser vermiş, bütün semavî kitaplar
onları öğretmek için indirilmiş, bütün peygamberler onları
tebliğ ve tatbik için gönderilmiş, hatta bütün kâinat o iki şey
için yaratılmıştır. İşte bu iki cevher, ilim ve ibadettir. Dünya
ve ahiretin yaratılmasından maksat bu ikisidir. Bir kula, her
şartta onlarla meşgul olması, sadece onlar için yorulması
ve ancak onlara bakması gerekir. Bil ki, onların dışındaki
şeyler boştur; hiçbir hayır yoktur.”288
Sırf ilim ve ibadetle meşgul olmak sözü yanlış
anlaşılmasın. Bununla, hiçbir dünya işine bakmadan bir
kenara çekilip devamlı ilim ve ibadetle meşgul olmak ve bu
halde ömrü bitirmek kasdedilmiyor. Bundan maksat, Allah
rızasını gaye edinip, uyku ve oyun dâhil her işini ilmin
öğrettiği edebe göre yaparak ibadete çevirmektir. Bunun
için de, her mükellefin gerekli ilmi öğrendikten sonra ölene
kadar amele devam etmesi gereklidir. Allah için okunan ve
kullanılan her türlü ilim Hak katında övülür, sevilir, sahibine
sevap getirir.

İlimsiz Gidenlerin Sonu

287
Mekkî, Kûtü'l-Kulûb-Kalplerin Azığı, 2/91 (Semerkand Yay., İstanbul
2004).
288
Gazâlî, Minhacü'l-Âbidîn, s. 67-68.
166

İmam Gazâlî, yüce Allah'a dost olmak isteyenleri


şöyle uyarır:
“Ey Hak yolcusu! Sana, emredilen şeyleri yapman ve
yasaklanan şeylerden sakınman için ilim gereklidir. Yoksa
ne olduğunu, ne için ve ne şekilde yapıldığını bilmediğin
ibadetleri nasıl yerine getireceksin? Yahut günah olduğunu
bilmediğin şeylerden nasıl sakınacaksın? Eğer gereken
ilmi elde etmezsen, çoğu kez, senelerce taharetini ve
namazlarını ifsat eden bir durumda ibadet edersin de
haberin bile olmaz. Yahut iman ve ibadet konularında bir
sorun ile karşılaşırsın, fakat onu sorup halledecek bir
kimse aramazsın, şek ve şüphe içinde yaşarsın.
Ayrıca işin temeli ve ibadetlerin hedefi olan güzel
ahlâkı bilmek gerekir. Yüce Allah'a güvenme, O'nun
hükümlerine rıza, başa gelen sıkıntılara sabır, işlenen
kusurlara tövbe, her işte Allah rızasına niyet etmek, yani
ihlâs gibi kalbe ait amel ve ahlâkı bilmek gerekir. Ayrıca bu
ahlâkın zıddı olan kötü ahlâkı da tanımalıyız. Onlar ilâhi
takdire kızma, insanlara gösteriş yapma, kendini
beğenme, kibir, uzun emel gibi kötü ahlâktır. Bunlardan
sakınmak için ne olduklarını bilmek gerekir. Çünkü Allah
Teâlâ, yüce kitabında namazı ve orucu farz kıldığı gibi;
güzel ahlâka ulaşmayı ve kötü ahlaktan kaçınmayı da farz
kılmıştır. Bu durumda senin sadece namaz ve oruca
yönelip bu farzları terk etmen doğru değildir.
Hiç şüphesiz, kulluğun esası ve Allah Teâlâ'ya
ibadetin temeli ilim üzere kuruludur. İlimsiz taat olmaz.
Bunun için ilme öncelik verilmesi gerekir.”289
İlaç Hazır, Sıra İçmede
İkinci bin yılın müceddidi İmam Rabbanî (k.s) her
mü’mine gereken asıl işi şöyle özetler:
“Dinimiz, dünya ve ahiretin bütün saadetini garanti
etmiştir. Ancak, bunun gerçekleşmesi için sahih bir
imandan sonra herkese şu üç temel vazife düşmektedir:
1. İlim,
2. Amel,

289
Gazâlî, a.g.e, s. 70-73.
167

3. İhlâs.
Bu üç şey tam olarak elde edilmeden dinin hakikati
anlaşılamaz ve kul müjdelenen ilâhi lütuflara ulaşamaz.
Sufilerin özel olarak üzerinde durduğu tasavvuf ve hakikat
ilimleri dinin hizmetçisidir ve bütün seyr u sülûk ameliyeleri
dinin üçüncü mertebesi olan ihlâsın elde edilmesi için
yapılmaktadır. İhlâs da rıza makamı için gereklidir.
Bunların dışındaki bütün manevî haller, cezbe ve benzeri
şeyler asıl maksat olmayıp, ihlâs ve rıza makamının
tahakkuku için bir başlangıç ve hazırlıktır.”290

290
İmam Rabbânî, Mektubât, 36. Mektup.
168

İLİM ÖĞRENME VASITALARIMIZ


Âlimlerimiz, insanın maddî ve manevî hayatı için
lazım olan ilimleri elde edecek beş yolu olduğunu
belirtmişlerdir. Bunlar beş kuvvet olup sırasıyla şunladır:
1. Duyu organları (Havass-ı hamse): Bunlar,
görme, işitme, dokunma, tatma ve koklama organlarıdır.
Bunlara, insan gibi hayvanlarda da mevcuttur. Hatta bazı
hayvanlarda bu duyular insandan daha kuvvetlidir. Bu
duyu organları ile maddî hayatımız için lazım olan şeyleri
tanır, tespit eder ve öğreniriz. Bu azalara verilen bir nur ve
manevî kuvvet sayesinde, azalar vazife görür, insan ve
hayvan dünya hayatına ait günlük ihtiyaçlarını görür.
2. Hayal kuvveti. Bilinmeyen bir şeyi öğrenmenin bir
diğer yolu da hayal ve hafızadır. Bir madde hakkında duyu
organları ile elde edilen bilgiler, hafızaya kaydedilir. Bu
bilgiler gerektiği zaman aklın istifadesine sunulur. Akıl bu
bilgiden istifade eder.
Mesela, dokunma duyusu ile ateşin yakıcı olduğu
tespit edilir. Bu bilgi hafızaya kaydedilir. Aynı madde ile
tekrar karşılaşılınca, nasıl bir şey olduğunu bilmek için
tekrar elle kontrole gerek yoktur. Göz ateşi görünce,
hafızada hayal gücü devreye girer, önceki tecrübeyi akla
ulaştırır, akıl da onun yakıcı bir madde olduğunu bilir, ona
göre tedbir alır.
İnsanlar gibi, bazı hayvanlarda da hayal kuvveti
vardır. Mesela, yenecek bir madde zannederek tahtayı
ısıran bir köpek, ikinci defa aynı madde ile karşılaşınca,
onun yenmeyecek bir şey olduğunu bilir. Birinci tecrübeyi
hayaline resmeder ve ikinci durumda ona göre hareket
eder. Kelebekte ise hayal ve hafıza gücü yoktur. Her
defasında canını yakan ışığa veya ateşe hücum eder
durur; bu iş kendini yakana kadar devam eder.
3. Akıl kuvveti. Akıl kuvveti insanda bulunur. His ve
hayalin ötesindeki şeyleri bilmeye yarar. Nuru
öncekilerden daha fazladır. Aklın nuru her insanda
farklıdır. Buna basiret de denir. Basireti kapalı olanlar
olduğu gibi, açık ve keskin olanlar da mevcuttur. Akıl
kuvvetinin özelliklerinden aşağıda bahsedeceğiz.
169

4. Tefekkür kuvveti. İlim öğrenmenin en güzel


yollarından biri de tefekkürdür. Tefekkür de insana has bir
özelliktir. Hayvanlarda tefekkür kuvveti yoktur. Tefekkür
kuvveti, aklın kuvvet, kabiliyet ve yönelişine göre değişik
olur.
Tefekkür, hayal edilebilen, akılla düşünülen ve tasvir
edilip bir şekil verilebilen şeylerde olur. Yüce Allah’ın Zâtı
hayale ve tasvire gelmediği için Zat-i Bâri tefekkür
edilemez; ancak beşer gücüne göre tanınır, sevilir,
zikredilir ve ilahî tecellileri seyredilir.
Tefekkür, görünenden hareketle gizli olanı görmektir.
Eldeki ilimleri değerlendirip yeni ilimler elde etmektir.
Tefekkürle eldeki ilimler bir sıraya konur, aralarındaki
irtibat bulunur, onlara münasip yeni sonuçlar çıkarılır;
böylece her alanda harika ilimler, keşifler, icatlar ve
sonuçlar elde edilir. Bu işin özel usulleri vardır.
5. Kudsî kuvvet. Bu kuvvet, diğer bütün
kuvvetlerden üstün ve farklıdır. O, Allah tarafından sevdiği
kullara verilen ilahî bir ilim, marifet, yetki ve kuvvettir. Ona
ilm-i ledün de denir. Onunla ilahî marifetler öğrenilir,
melekût âlemi keşfedilir, ahiretin hakikati bilinir, gayb âlemi
idrak edilir, sır perdesinin gerisi seyredilir, meleklerle
görüşülür, ruhânîlerle konuşulur, harika işlere güç yetirilir.
Mucize, keşif, keramet, himmet, manevî tasarruf gibi
harika işler bu kuvvetle ortaya konur. Bu, peygamber ve
velilere verilen manevî bir nurdur, kudsî bir kuvvettir.291

291
Geniş bilgi için bk. Gazâlî, Mişkatü'l-Envâr, s. 81-83 (Beyrut, 1994);
Şeyhzâde, Haşiye ala Tefsiri'l-Beydâvî, 6/228-232 (Beyrut 1999).
170

HAYAT İMTİHANIMIZ
Dünya imtihan yeridir. İmtihan deyince hastalık,
fakirlik, ölüm gibi acı şeyler akla gelir. Fakat imtihan
sadece bunlar değildir. İnsan, sıhhat, zenginlik ve rahatlık
ile de imtihan edilir. Hayır ya da şer, her şeyde bir imtihan
vardır. İnsan, ilim, amel ve ibadet, keşif keramet gibi
manevi nimetlerle de imtihan edilebilir: bu imtihanda
kazanmak, kazandığını korumak bulunduğu gibi, -Allah
korusun- kaybetmek de vardır.
İnsanın dünya hayatında yaşadığı büyük imtihan
yüce Allah’a kulluk ve dostluk imtihanıdır. Bunun için
melekler ve cinler yaratılmış, peygamberler gönderilmiş,
içimize nefis, karşımıza şeytan, önümüze helal ve
haramlar konulmuştur. Sonra bütün bunların arasında bir
tercih yapmamız istenmiştir.
Önüne gelen her işte Allah rızasını seçenler, Hak
katında en akıllı, en kazançlı ve en sevgili kullardır.
İşlerinde haramı ve şeytanın tarafını seçenler, gerçekte en
akılsız, en zararlı ve en sevimsiz kullardır. Bazen hayrı,
bazen haramı seçenlerin işi ise Allah’a kalmıştır. Onların
kalbi hastadır, gönül huzuru yoktur. Ta ki tövbe edip
haramlardan kurtulana kadar!
İlk İnsandan Son İnsana İmtihan
Hayat imtihanı ilk insanla başlamıştır, son insana
kadar devam edecektir. Peygamberler dâhil, bütün
mükellef insanlar bu imtihana tabi tutulmuş, herkes bu
meydana çıkarılmış, akıllı olup buluğa eren herkes için
imtihan başlamıştır. Bundan kaçmanın ve kurtulmanın
imkanı yoktur. En iyisi gönül hoşluğu ile bu imtihanı
kabullenip Allah'ın yardımıyla onu başarmaya çalışmalıdır.
Bu imtihanda her kulun kalbindeki iman kontrol edilir,
niyetine bakılır, neyi niçin sevdiği belirlenir, hayattan
beklentileri bilinir, yaptığı işler tespit edilir. Böylece lehine
veya aleyhine deliller oluşur ve sonuçta yüce Allah
herkese hak ettiğini verir.
Bu imtihanla, mü’min münafık birbirinden seçilir,
yüce Allah’ı sevenlerle dünyaya gönül verenler, hayırlara
koşanlarla güzel işlerden kaçanlar birbirinden ayrılır,
171

görevli melekler tarafından herkesin yaptığı yazılır.


Ahirette kazanan da kaybeden de bir delil, sebep ve
şahide göre sonuç alır. Hiç kimseye haksızlık edilmez.

Peygamberler de Sınandılar
Peygamberlerin niçin acı ve hastalık çektikleri,
insanlar tarafından hakaret gördükleri, yalnızlığa itildikleri,
yurtlarından çıkarıldıkları, taşlandıkları, aç kaldıkları doğru
anlaşılmazsa, insan vesvese ve fitneye düşer. Çünkü
peygamber Allah’ın dostu ve elçisidir. Şeytan insana gelir
ve, “Yüce Allah, peygamberlerini niçin bu hallere düşürdü?
Yerin göğün hazineleri O’nun ise, neden sevdiklerini aç
bıraktı? Her şeye gücü yeten Allah, neden düşmanlarına
fırsat verip peygamberlerini taşlattı?” şeklinde vesvese
verip kulu dininde fitneye düşürmek ister. Halbuki bütün
bunlarda pek çok hikmetler ve ders alınacak ibretler vardır.
İmtihanın manası, bilinmeyen şeyi tesbit etmektir.
Burada bilinmesi gereken şey, insanın içindekilerdir.
İnsanın içini bilecek ve görecek olan yüce Allah değil,
insanlardır. Yüce Allah zaten herkesin gizli-açık her şeyini
bilmekte ve görmektedir. Bunun için ayet-i kerimede,
“Allah yolunda cihat edenlerinizi belirlemek,
sabredenlerinizi tespit etmek ve haberlerinizi ortaya
koymak için sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 47/31)
buyrulmştur.
İnsanlığa Örnek Olsun Diye
Bütün peygamberler, iman ve ahlâkta örnektirler.
Yaradılışları tertemiz, kalpleri ilâhi aşk ve edeple doludur.
Onlar, her halleri ile ilâhi ahlâkı temsil eder. İşte onlardaki
bu güzel hallerin ve yüksek ahlâkın gözükmesi için bir
sebep gerekir. Aydınlığın tanınması için karanlığın lazım
olduğu gibi. İnsandaki sabır seviyesi de acı hallerde belli
olur. Edep, edepsiz insanlarla anlaşılır. Mertlik ve adalet,
düşmanlarla ortaya çıkar. Takdire rıza hali, afet, dert ve
hastalıklarda kendini gösterir. Allah’a teslimiyet, zor ve dar
anlarda anlaşılır. Kısaca, ateşte yanmadan, altın cevheri
ortaya çıkmaz.
172

Bunun için Allah Teâlâ, Peygamber (s.a.v)


Efendimizin şerefli kalbindeki iman ve ilâhi aşkı ortaya
çıkarmak için onu en ağır ve acı imtihanlara tabi tutmuştur.
Sıkıntı ateşleri içine salarak gönlündeki saklı sevgiyi,
merhameti, sabrı, azmi, edebi ve diğer güzel halleri ortaya
çıkarmıştır. Böylece Efendimiz (s.a.v), Allah’a dostluk
yolunda insanlara örnek olmuştur. Bu yolun ne kadar
kıymetli ve tatlı olduğunu çektiği çilelerle göstermiştir. İlâhi
aşkın insana neler yaptıracağını, en şiddetli sıkıntı ve
zorluklara gönül hoşluğu ile sabrederek ispat etmiştir.
Onun günlerce açlık çekmesi, kavmi tarafından terk edilip
yalnız bırakılması, hiç hak etmediği hakaretleri görmesi,
taşlanması, hasta olması, yakınlarının ölüm acısını
tatması, savaşlarda yaralanması, sevdiklerini şehit
vermesi; evet bütün bunlar az önce belirttiğimiz hikmetler
içindir.
Allah Resûlü (s.a.v), bunca sıkıntılar yanında,
yerlerde ve göklerde hiç kimseye nasip olmayan bir
heybet, izzet, şeref, itibar, sevgi, hürmet, iltifat, zafer ve
devlete de ulaştırılmıştır. O, bunca nimetler içindeki
imtihanı da en mükemmel şekilde vermiştir. Acılara
sabrederek, güzelliklere şükrederek, her iki halde de
büyük bir tavazu ve edebe bürünerek yüce Allah’a
dostluğunu ve kulluğunu en üst seviyede yerine getirmiştir.
Bütün peygamberlerin çektiği çileler bu manadadır. Onlar,
Allah yolunda en acı ve ağır sıkıntıları bizzat yaşayarak,
insanlara yol açmışlar, korkak ve tembel nefislerin kulluk
yolunda engel gördüğü boş bahaneleri ortadan
kaldırmışlardır.

Her Hâlimiz Bir İmtihan


İman, yüce Allah’a teslim olmaktır. Mü’min, yüce
Allah’a dost olmak isteyen kimsedir. Yüce Allah her
mü’minden bu dostluğun gereğini istemektedir. Ayette,
ben inandım diyen bütün insanlara,
“Sözde kalmayın, imanın gereğini yapın, sadık ve
samimi olduğunuzu kulluğunuzla gösterin, Allah’a
173

kavuşmak isteyenler ölüme hazır olsunlar.” (Ankebût,


29/2-5) uyarısı yapılmıştır.
Mü’minin imtihanı şu üç alanda gerçekleşir: İbadetleri
yerine getirmede, haramları terk etmede, bela ve
musibetlere sabretmede.
Bunların özü, ilâhi muhabbet ve samimiyettir. Allah
dostu deyince bunlar akla gelir. Dinde boş davalara ve
iddialara yer yoktur. “Ben Allah’ın dostuyum” diyenlerden
dostluk istenir. Arifler demiştir ki: Bir kul, bütün ibadetleri
yapsa, fakat bütün haramlardan sakınmasa, Allah’ın dostu
olamaz.
İşin aslı, kalbin yüce Allah’ı sevmesi ve O’nun
rızasını her şeye tercih etmesidir. Mü’min, kalbinin halini
acı-tatlı her işte ve ibadette kontrol etmelidir. Namazda
ihlâslı olduğu gibi, bir sıkıntıya sabrederken de ihlâslı
olmalıdır. Bir günahtan kaçarken de Allah rızasını
aramalıdır. Kuldan hastalık halinde edep, tavazu, rıza ve
teslimiyet beklendiği gibi, sıhhat, afiyet, genişlik ve
zenginlik halinde de aynı şeyler beklenmektedir.
Kısaca imtihanın merkezi kalptir; kalpte aranan
samimiyettir. Hedef, iç ve dışla Allah’a yönelmektir. Bunun
için ayette,
“Kötülükleri terkedip hakka dönmeleri için biz onları
iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.” (A’raf, 7/168)
buyrulmuştur.
Allah dostlarından Süfyan-Sevrî (k.s) kadın
velilerden Rabia Adeviyye’nin (k.s) yanına gelerek,
“Her kulluğun bir şartı ve her imanın bir hakikati
vardır. Senin kulluk şartın ve imanının hakikati nedir?” diye
sordu. Şu cevabı aldı:
“Ben Allah’ın ateşinden korkarak O’na ibadet etmem.
Yoksa efendisinin korkusundan ona itaat eden hizmetçi
gibi olurum. Ben cennet muhabbeti ile de kulluk etmem.
Böyle yaparsam, kendisine bir şeyler verildiğinde
efendisine hizmet eden hizmetçi gibi olurum. Ben ancak
174

yüce Rabbim’i sevdiğim ve O’na kavuşmak istediğim için


ibadet ederim.”292
Urve b. Zübeyr’in (rah) hastalık sebebiyle bir
dizinden aşağısı kesildi. Buna karşılık o, “Benden
ayağımın birisini alan Allah’a hamd olsun. Ya Rabbi, sen
birisini aldıysan, diğerini bıraktın. Bir bela verdi isen, afiyet
de verdin” dedi ve o geceki virdini (gece ibadetini ve
zikrini) terk etmedi.293
İhya’da şu olay nakledilir: Hz. İsa (a.s) bir adama
uğradı. Adam, gözleri kör, iki tarafı felçli, kötürüm bir halde
yatıyordu. Bütün bu dertler içinde adam şöyle diyordu:
“İnsanların çoğunu düşürdüğü hastalıktan beni
kurtaran Allah’a hamd olsun.” Hz. İsa (a.s),
“Allah seni hangi hastalıktan kurtardı ki,
şükrediyorsun?”diye sordu; adam şu cevabı verdi:
“Ben, Allah’ın kalbime koyduğu marifet (O’nu tanıma)
nuru sebebiyle, onu kalbine koymadığı kimselerden daha
iyi haldeyim.”
Hz. İsa (a.s), “Doğru söyledin” dedi; adamın elini
tuttu, dua etti, adam şifa buldu; bundan sonra Hz. İsa’nın
(a.s) yakın arkadaşı oldu.294

Cennet Ucuz Değil!


Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, cennetin sıkıntılarla,
cehennemin ise nefsin hoşuna gidecek şeylerle sarıldığını
haber vermiştir.295
Allah Teâlâ, cenneti çok kıymetli ve şerefli
yaratmıştır. Sevdiklerine cemalini orada seyrettirecektir.
Bu hedefe yönelen mü’minlerden gayret ve hasret
beklemektedir. Bunun için cennet yolunun başı acı, sonu
tatlı yapılmıştır.
Allah’ın razı olduğu işleri nefis istemese de, mü’minin
aklı ve imanı güzel bulup peşine düşmelidir. Nefse
292
el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Trc. Kalplerin Azığı); 3/240.
293
Gazali, İhya, 5/75.
294
Gazali, a.g.e, 5/75.
295
Buhârî, Rikak, 28; Müslim, Cennet, 1; Ebû Davud, Sünnet, 22;
Tirmizî, Cennet, 21; Ahmed, Müsned, 2/333.
175

günahların çekici, hayırlı işlerin sıkıcı gelmesi, imtihanın


en zor yanıdır. Aslında işin tadı ve sırrı burada gizlidir.
Allah Teâlâ, “Benim yolumda sizden öncekiler gibi çile ve
zahmet çekmeden cenneti beklemeyin” diyor. (Bakara
2/214)
Allah yolunda çekilecek çilelerden birisi de, Allah için
sevilen mü’minlerin sıkıntılarına sabredip dostluğu
bozmamaktır. Bunda hem gönlü, hem de cenneti
kazanmak vardır.
İnsanın en büyük imtihanı yakınlarıyla olur. En büyük
sıkıntı tanıdıklardan gelir. Çünkü onlarla paylaşılan bir
hayatla birlikte birçok haklar vardır. Cennetlik mü’minlerin
en belirgin vasfı, geçimi zor insanlara yumuşak
davranmak, onları Allah için idare etmek, kalbinde hiçbir
mü’mine kin, haset ve intikam hırsı taşımamaktır.
İnsanların yükünü çekmek ve onlarla güzel geçinmek,
peygamberlerden kalan en faziletli ve en gerekli sünnettir.
Şeyh Sâd-i Şirâzî, demiş: “Dünya nedir ki kavgaya
değsin!”
Evet, gönlü Mevlâ diyenler ve O’nu candan sevenler
için dünya, kavga etmeye, kalp kırmaya, hatır yıkmaya,
can yakmaya değmez.
Hak adamı, düşmanına bile zulmetmez. Onun
yapacağı ya merhamettir ya da adalet. Böyle biri, Allah için
sevdiği din kardeşiyle nasıl ve niçin kavga etsin ki!
Akıllı, sadık insanlar, sıkıntılardan bile ders çıkarır,
edep öğrenir, kalbini uyandırır, nefsini tanır, Rabbi’nin
tecellilerini seyreder, kaderin oklarına “Allah” diyerek Allah
için sabreder. Sabır da bir ibadettir. Dinin yarısı sabır,
yarısı şükürdür. Acı-tatlı her halde, kulluk edebini
koruyanlara, sabır ve şükürle imanın tadını tadanlara
müjdeler olsun.

İÇİMİZİ YAKAN BİR DERT


MAKAM VE İTİBAR SEVGİSİ
176

Sevmek insan fıtratına konmuş güzel bir nimettir ve


o, korunması, yerince kullanılması istenen ilahî bir
emanettir.
Sevgi kalbin işidir. Kalp, insanın hakikati, kulluğun
merkezi ve dinin temelidir. Daha önemlisi kalp, yüce
Allah’ın insanda nazar kıldığı ve muhatap aldığı yerdir.
İlahi davet ve hitap kalbedir. İman kalple başlar. Her
amelin evveli olan niyet, kalbin amelidir. İradeli bütün
işlere kalp karar verir. İyi veya kötü bütün seçimleri o
yapar. Bedenin bütün azaları onun emrindedir. Bütün iyilik
ve kötülüklerin merkezi odur. Meşhur hadiste belirtildiği
gibi, kalp güzel olunca bütün beden güzel olur, o
bozulursa bedenin bütün işleri bozuk olur. Bütün mubah
ameller kalbin niyetine göre değerlendirilir.
Makam ve itibar sevgisi, fıtrîdir. Herkes sevmek
kadar sevilmek de ister. Halk içinde itibar ve yetki sahibi
olmak, insanlara hükmetmek, onları yönetmek, birileri
tarafından sevilmek, hürmet görmek, hizmet edilmek,
övgüyle anılmak insan nefsine sevdirilmiş şeylerdir. İnsan
ruhu, yüce Allah’ın kendisine verdiği halifelik kabiliyeti,
imkanı ve yetkisiyle kullar ve kainat üzerinde tasarrufta
bulunmak ister. Mülk, makam, mevki, itibar ve övülme
sevgisi bunun bir tezahürüdür. Ancak bütün bunlar,
insanın kendi mülkü değildir; dünyanın süsüdür, emanettir,
imtihandır. Nimet oldukları gibi, mihnet, zahmet ve gaflet
sebebidirler. Kişiyi aziz de ederler zelil de. Şu halde onları
tanımak, onlardaki asıl maksadı, ölçüyü, edebi ve hedefi
bilmek gerekiyor.
İlk bileceğimiz şey, insanın maddi yönünün bir damla
değersiz sudan yaratıldığıdır. İnsanın bütün değeri
melekut alemine ait ruhtan gelmektedir. Ruh, yüce
Rahman’ın rahmeti, özel tecellisi ve sırlı emridir Gökler,
yerler ve içindekiler de Allah’ın mülkü ve kullarıdır. Şu
halde bütün mülk, kuvvet, kudret, şeref, izzet, güzellik ve
nimet yüce Yaratıcıya aittir. Kendisine hamd edilme,
sevilme ve övülme de O’nun hakkıdır. Ancak vakıada
durum hiç de böyle değildir. Acaba niçin?
177

İnsanlar şeref ve itibarı farklı yerlerde ve işlerde


aramaktadır. Hayaller, sevgiler, ümitler, beklentiler, dertler,
davalar ve kavgalar değişiktir.
Bazı insanlar, dünyayı biricik hedef haline
getirmekte, onu yüce Allah’ı sever gibi sevmekte ve ona
ulaşmak için her şeyini feda etmektedir.
Bazı insanlar, dünyevî bir makam ve mevki elde
etmek için dinini ve insanlığını satmaktadır.
Bazıları itibarı ilimde, bazıları bilimde, bazıları
filimde, bazıları süste ve seste aramaktadır.
Bazıları maddi gücün cazibesine kalıpmakta, bazıları
kuru alkışların delisi olmakta, bazıları da kaba kuvvet ve
kahırla korku saltanatı kurmakta, bazıları zülum, hile,
yalan, şeytanlık, hırsızlık ve haydutlukla nam salmakta,
bazıları fısku fücürda tat aramaktadır. Bunların hepsi bir
arayıştır, belki emmare nefse geçici bir hoşluk verirler,
fakat hiç biri ruha yetmez, kalbi güldürmez, insanı
yüceltmez, onun vicdanını sükuna erdirmez, şerefini
artırmaz, ölümden sonrasına fayda vermez; aksine insanı
aldatır, alçaltır ve ebediyyen ağlatır.
Bazıları ise bütün izzet, şeref, makam, mevki ve
itibarı yüce Allah’tan ister, O’ndan bekler, O’nun davetine
kalbini açar, vaadine güvenir, rahmetine sığınır, emrine
uyar, edebe sarılır, ihlasla kulluk yapar. Çünkü kainat
insan için, insan ise yüce Allah için yaratılmıştır.
İbn Ataullah-ı İskenderî Hikem’de der ki: “Neyi
seversen onun kulu olursun. Allah ise senin Kendisi’nden
başkasına kul olmanı sevmez.”
Yine Hikem’de der ki: “Allah Teâlâ, diğer varlıklara
ait bir şeyi "benim" diye idda etmeni yasaklarken,
âlemlerin rabbi olarak, senin, O'na ait bir sıfatı
sahiplenmene hiç müsaade eder mi?”
Allah Teâlâ’nın rububiyyet vasıfları; izzet, azamet,
kibriya, zenginlik, kudret, ilim, celâl, cemâl ve benzeri
kemalât sıfatlarıdır. İnsanın kulluk vasıfları ise, zillet,
acizlik, fakirlir, zayıflık, cehalet gibi noksanlıklardır.
178

Kul nefsinde acziyetini bilmeli ve gönlünü kemal


sahibi olan yüce Allah’a bağlamalıdır. Mevlâ’nın mutlak
zengin olduğunu bilip O’nun dışındakilerden gönlünü
çekmeli, O’nun kudret ve kuvvetine güvenip başkasına
sığınmamalıdır.
Allah Teâlâ, gayret ve kıskançlık sahibidir. Zâtında
olduğu gibi hiçbir sıfatında kendisine ortak kabul etmez.
Kibriya (ululuk, azamet, büyüklenme) O’nun hakkıdır. O,
yarattığı varlıklar içinde kimsenin kibirlenmesine, kendini
beğenmesine ve böbürlenmesine razı olmaz.
Allah Teâlâ, kullara, başkasının malını sahiplenmeyi
bile haram kılmışken, kendi yüce vasıflarını
sahiplenmesine nasıl izin verir? O halde kul, Allah’ı tüm
kâmil sıfatlarıyla tanımalı, kendi âcizliğini bilmeli ve haddini
aşmamalıdır.
Buhârî’de nakledildiğine göre, bir gün Hz. Musa (a.s)
çok beliğ bir hutbe okudu. İnsanlar çok etkilenip ağladılar.
İçlerinden biri, Hz. Musa’ya (a.s), “Senden daha âlim birini
tanıyor musun?” diye sordu. Hz. Musa (a.s) da,
“Hayır” dedi. Oysa “Allah var veya Allah bilir”
diyebilirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Hayır, en âlim sen
değilsin; kulum Hızır senden daha âlimdir” buyurdu ve
Kehf sûresinde anlatılan kıssa cereyan etti.296
İyi niyetle de olsa, “ben” demek, benlik yapmak böyle
uyarı alıyorsa, kendisine emanet edilen ilim, bilim, sanat
ve makamla kibirlenip şımaran, nefsini azdıran ve
insanlara tepeden bakan kimselere ne denir acaba?
Şu ayet ahiretteki saadet ve saltanatın sahiplerini
haber veriyor:
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde bir ululuk ve
fesat istemeyenlere (tevazu sahibi salihlere) veririz.” (Kasas
28/83).
İZZETİN KAYNAĞI
Yüce Mevlâ, “Kim izzet isterse, bilsin ki, bütün izzet
Allah'a aittir” (Fatır 35/10) buyuruyor. Müfessir İbn Acibe
ayetin tefsirinde der ki:

296
Buhârî, İlim, 44.
179

“Kim izzet isterse, yani dünyada ve ahirette sürekli


şeref ve güç isterse bilsin ki, bütün izzet ve şeref Allah'a
aittir. Öyle ise bu şerefi, takva, ilim, dünyaya karşı zühd ve
tamamen Allah'a yönelmek gibi sâlih amellerle Allah
katından istesin. Dünyanın ve ahiretin bütün izzeti Allah'a
mahsustur. Kâfirler, putlarla izzet ve şeref arıyorlardı. Allah
Teâlâ bu konuda şöyle buyurdu: "Kendilerine bir izzet ve
şeref olsun diye, Allah'tan başka bir takım ilahlar
edindiler." (Meryem 19/81).
Münafıklar ise, müşriklerle izzet ve şeref bulmak
istiyorlardı. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurdu: "Onlar,
müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların
yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Şunu bilsinler ki bütün
ve şeref Allah'a aittir." (Nisa 4/139).
Allah Teâlâ, "İzzet ve şeref Allah'a aittir" buyurarak,
onun sadece Kendisi’ne ait olduğunu, onu isteyen
kimsenin Kendi katından istemesi gerektiğini belirtti.
Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Rabbiniz her gün
şöyle buyurur: "Aziz olan, izzet sahibi ve izzet verecek
olan benim; kim dünya ve ahiretin izzetini isterse, aziz
olan Allah'a itaat etsin."297
Hikem’de der ki: “Eğer kendin için yok olmayacak bir
izzet istersen, fani olan izzeti isteme!”
Sonsuz olan şeref ve izzet; kula Allah Teâlâ’nın
verdiği izzettir. Bu, kulun O’na taat ve ibadet, ta’zim,
tesbih, zikir, marifet ve muhabbet ile kazandığı şereftir.
Fâni olan şeref ise, dünya ile alâkalı ve mahlûkatın
yüceltmesi ile elde edilen şereftir. Yüce Allah’a kul olan,
O’nun marifet ve muhabbetiyle şereflenen kimse ebedi bir
şeref elde etmiştir. Dünya şerefi geçicidir. Hz. Ali (r.a),
“Malsız zengin olmak ve aşiretsiz çoğalmak isteyen,
günah zilletinden kurtulup taatin izzetine ulaşsın”298 der.
Bir de şu ayete kulak verelim:
“Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü
dilediğine verir, dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini
297
Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, 14/295; Nesefî, Medârikü't-
Tenzîl, 3/487.
298
İbn Acibe, İkâzü’l-Himem fi Şerhi’l-Hikem, s. 187-188 (Beyrut 2005).
180

aziz eder, istediğini zillet içinde bırakırsın. Bütün hayır


senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmrân 3/26)
Abdullah İbn Mübarek demiştir ki: “Süfyan-ı Sevrî’ye,
“Faydalı insanlar kimlerdir?” diye sordum;
“Fakihlerdir” dedi.
“Gerçek sultanlar kimlerdir?” diye sordum;
“Zahidlerdir (gönlünü fani dünyadan çekip bakî
Mevla'ya verenlerdir)” dedi.
“İnsanların en şereflileri kimlerdir?” diye sordum;
“Muttakilerdir” dedi.
“İtibarını ayakaltına alanlar kimlerdir?” diye sordum;
“İnsanların mallarını yemek (dünya menfaati) için
hadis yazanlardır (ilim öğrenenlerdir)” dedi.
“Alçaklar kimlerdir?” diye sordum;
“Zâlimlerdir” dedi.”299
BAŞI TATLI SONU ACI
Dünya nimetlerinin yokluğu ayrı bir sıkıntı, varlığı ayrı
bir derttir. Şunu unutmayalım: Elde olmayan bir şeyin acısı
daha azdır; çünkü onu kaybetme tehlikesi yoktur. İnsana
verilen makamın, yetkinin ve nimetin ise hakkını verme,
gereğini yapma, afetlerden koruma gibi sıkıntıları yanında,
elden çıkma ve kaybetme korkusu hiç eksik olmaz. Bir de
dünya malının helalinin hesabı, haramının azabı vardır.
Fakirlik acıdır, fakat zengin iken fakir düşmek daha
acıdır.
Kölelik zillettir, fakat sultan iken köle olmak tam bir
zillettir.
Ayak işlerinde koşmak zahmetlidir; fakat bir yerin
genel müdürü iken sokakların temizliğinden sorumlu
tutulmak nefis için çok daha zahmetlidir. Yani dünya
makamlarına, zenginliğine ve güzelliğine aldanmamalı,
bütün itibarı ve tadı onlarda aramamalıdır, çünkü onlar
devamlı değildir, istifa, iflas, hastalık, azil veya ölümle
elden giderler, zevkleri tez biter, acıya dönüşüverirler.

299
İbn Acibe, Bahrü’l-Medid/İbn Acibe Tefsiri, 2/56.
181

Hikem sahibi der ki: “Azledilmek istemiyorsan kalıcı


olmayan bir mevki ve makamı üstlenme. Çünkü onların
başı seni cezbetse de sonu nefret ettirir; zâhiri seni
çağırsa da iç yüzü men eder.”
Dünyevî makamların başı tatlı olsa da sonu acıdır.
Bu konuda Resûlullah (s.a.v) ümmetini şöyle uyarmıştır:
“Siz, idareye (yönetime) hırs gösteriyorsunuz;
halbuki o, kıyamet günü pişmanlıktır. Süt emme dönemi
(idareci iken tadı) ne kadar güzeldir, sütten kesilme
dönemi (idarenin ve yetkinin elden alınması) ise ne kadar
kötüdür.”300
Başkanlık, komutanlık, valilik, müdürlük, muhtarlık
gibi dünyevî makam ve mertebeler daimî değildir. Kişi bir
gün onları terkeder, akabinde çokları için zillet ve fakirlik
gerçekleşir. Hak için halka hizmette kullanılan mal,
makam, yetki, sanat ve diğer nimetler ise insanın şerefini
artırır, sevenini çoğaltır, kalbe huzur verir, ahiret
sermayesi olur.
Kendisine verilen ilim, mal, makam, yetki, sanat, ses
ve diğer nimetleri, hakkı korumak, adaleti ayakta tutmak,
haksızlığa engel olmak, insanların yardımına koşmak,
gönül almak, muhtaca kucak açmak, örnek alınacak
icraatlar yapmak, faydalı eserler bırakmak, kısaca insanlık
ailesine rahmet olmak için kullanmayan kimse, hem
kendine, hem bu nimetlere yazık etmiş olur. Zulümle abad
olunmaz.
MAKAM TALEBİ
Allah Resûlü (s.a.v), kendisinden idari işlerde görev
isteyen bazı sahabilere,
“Vallahi biz, bu işi onu isteyen ve ona ulaşmaya hırs
gösteren kimseye vermeyiz”301 buyurmuştur.

300
Buhârî, Ahkam, 7; Nesâî, Beyat, 39; Ahmed, Müsned, 2/476.
301
Buhârî, Ahkam, 7; Müslim, İmare, 14.
182

Bu hadis, makam ve yetki talep etmeyi güzel


bulmuyor. Hele işin ehli değilken hile ve yalan ile bir
makam ve yetkiyi ele geçirip halka zulmeden, kendine
çıkar sağlayan kimsenin hesabı zordur, yeri ateştir. Fakat
ihtiyaç olup işin ehli kimse bulunmazsa, ehil olan kimse
tarafından iş, makam ve yetki talep edilebilir. Bir makamı
hakkı ile alıp gereğini yerine getirenler için bir zarar söz
konusu değildir. Hatta bu övülmüştür. Meşur hadiste âdil
devlet adamı, kıyamet günü Allah’ın özel gölgesinde
korunacak yedi sınıfın başında sayılmıştır. Diğer bir
hadiste, hüküm sahipleri zulum yapmadıkları sürece
Allah’ın onlarla beraber olduğu bildirilmiştir.
Hz. Yusuf’un (a.s), Mısır melikine, “Beni ülkenin
hazinelerine bakmakla görevlendir; çünkü ben malı güzel
korurum ve bu işi iyi bilirim” (Yusuf 12/55) demesi, insanların
hizmetinde kullanılacak mal ve yetkiyi zalimlere, hainlere
ve cahillere bırakmamak konusunda güzel bir örnektir.
Ümmetin menfeati olan durumlarda, ehil kimsenin bir
makamı ve yetkiyi talep etmesi bazen farz bile olur.
Makam iki türlüdür. Biri maddi, diğeri manevidir.
Maddi makamlar dünya işleriyle ilgilidir. Onlarda işin ehli
olmak nasıl gerekli ise, manevi makamlarda daha fazla
gereklidir. Çünkü yarım doktor candan, yarım hoca dinden
eder. Her makamın ve mesleğin sahte talipleri olur. Aslen
öyle olmadığı halde, peygamberim, mehdiyim, hızırım,
veliyim diyen deliler çok çıkmıştır. Fakat zaman onların
tedaviye muhtaç birer ruh hastaları olduğunu göstermiştir.
183

Kamil mürşitler, halifelik, şeyhlik, keşif ve keramet


gibi manevi yetki ve makamların derdine düşenleri
kınamışlar, uyarmışlar ve hadisteki uyarıya göre, bunları
isteyene, bekleyene ve kendini onlara herkesten daha
layık görenlere bu emanetleri vermemişlerdir. Ayrıca velilik
makamı halktan değil, Hak’tan gelir. Kimin ona layık ve
ehil olduğunu en iyi yüce Allah bilir. Allah’ın dostları,
zahiren ve batınen edep üzere yaşayan muttakilerdir.
Velilik için keramet değil, istikamet aranır. Bir kimse
havada uçsa, suda yürüse, ateşi yutsa fakat sözleri ve
işleri Kur’an ve sünnet edebine uymasa, o kimse veli
değildir, istidraç sahibidir, şeytanın oyuncağıdır.
ŞEREF DEYİNCE
Günümüzde insanların şeref anlayışı ve kıymet
arayışı o kadar değişiktir ki, her şahıs farklı bir şeyde
mutluluk, değer ve itibar aramaktadır. Bu alemde insan
kadar değişken ve farklı yapıda başka bir varlık bulmak
zordur. Bunu Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, bir hadisinde,
“İnsandan başka, kendi cinsinden bin misli daha
hayırlı olan hiçbir şey yoktur”302 şeklinde dile getirmiştir.
Yani insanlar arasında bin ile bir kadar değer farkı
vardır. Bu değer farkı etten kemikten, nesepten ve
milletinden ileri gelmiyor, o, herkesin mala, mülke ve
kainata bakışından, gönlündeki sevgisinden, itibar
arayışından, edebinden ve hedefinden kaynaklanıyor.
Hz. Mevla’na der ki: “Çok insan gördüm, üzerinde
elbise yok. Çok elbise gördüm, içinde insan yok.”
Nice insanlar vardır ki, üzerindeki elbise kendisinden
daha değerlidir.
Nice insanlar vardır ki, oturduğu makamın boşluğunu
doldurur, makamın değerine değer katar; niceleri de vardır
ki, boşluğunu oturduğu makam ve koltuk ile doldurur;
bütün değerini yakasına taktığı rozetten alır.
Öyle insanlar vardır ki girdiği mekana ve meclise
şeref verir; çokları ise bütün şerefini sarayından, katından
ve yatından alır.
302
Taberânî, el-Kebir, nr. 6095; Benzer bir hadis için bk. Ahmed,
Müsned, 2/109; Sehavi, Makasıdü’l-Hasene, nr. 917.
184

Halk içinde namı bütün aleme yayılmış öyle kimseler


vardır ki Allah katında sivri sineğin kanadı kadar değeri
yoktur. Bunun yanında, halkın selam vermeye tenüzzel
etmediği öyle fakir görünümlü, temiz kalpli, sevgi yüklü ve
edepli insanlar vardır ki, göklerde melekler arasında adı
anılır, cennet ona müştaktır, kainatın sahibi ondan razıdır.
Dünyada maddi gücü ve güzelliği ile anılan, sevilen,
alkışlanan ve etrafında toplanılan öyle forslu kimseler
vardır ki, ahirette yalnız, çaresiz ve tam bir zillet
içindedirler.
Dünyada, kuzu postuna bürünmüş nice kurtlar;
tebessüm ederek insanların kanını içen nice vampirler,
beyaz elbiseler içinde karanlık işler çeviren nice zalimler
mevcuttur. Sadece şekle, söze ve süse itibar edersek
aldanırız; insanın edebine ve işine bakmalıdır. Burada
Ziya Paşanın şu sözlerini paylaşalım:
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde

Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat,


Bin türlü teseyyüp (kusur) bulunur hanelerinde.
EN BÜYÜK ŞEREF VE ZENGİNLİK
Büyük arif İbn Ataullah-ı İskenderî, Hikem’de der ki:
“Ya Rabbi! Seni kaybeden neyi bulmuştur? Seni
bulan neyi kaybetmiştir? Senin yerine başkasına razı olan
zarar etmiştir. Senden yüz çevirip başkasına yönelen
kimse hüsrana uğramıştır.”
Şiblî demiştir ki: “Gerçek mülk (saltanat ve şeref),
kâinatın sahibiyle yetinip bütün varlıklardan elini ve
gönlünü çekmektir.”303
Mümin için en büyük şeref Allah’a (c.c) kul olmaktır.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de birçok peygamberden
“kulumuz” diye bahsetmiştir.
Resûlullah (s.a.v) sultan veya kul peygamber olma
hususundaki tercihini “kul peygamber” olma yönünde
kullanmıştır.304
303
İbn Acibe, Bahrü’l-Medid/İbn Acibe Tefsiri, 2/56.
304
Ahmed, Müsned, 2/231, Ebû Yalâ, Müsned, nr. 6105.
185

Ebu Kilâbe, Ömer b. Abdülaziz’in meclisinde


bulunmuştu. Halife Ömer, kendisinden öğüt istedi, o da
şöyle dedi:
“Hazreti Adem (a.s) zamanından bu zamana kadar
sizden başka hiçbir halife kalmamıştır. Siz de ölecek ilk
halife değilsiniz.” Halife,
“Biraz daha öğüt ver!” dedi; o şöyle devam etti:
“Şayet Allah (c.c) sizinle beraberse, daha kimden
korkuyorsunuz? Eğer O sizinle beraber değilse, kime
sığınacaksınız?” Ömer b. Abdülaziz,
“Bu kadar öğüt bana yeter” dedi.305
Gavs-ı Bilvanisî Abdülhakîm el-Hüseynî (k.s)
demiştir ki: “Vallahi, bana, ‘Dünya padişahlığını mı istersin,
yoksa Nakşibendî tarikatının bir neferi olmayı mı?’ deseler,
ben dünyaya padişah olmayı değil, Nakşibendî tarikatının
bir ferdi olmayı tercih ederim. Çünkü dünya padişahlığı bu
dünyaya mahsustur, geçicidir. Tarikatın (Allah dostundan
alıncak terbiye ve ilahi aşkın) faydası ise bu dünyada
olduğu gibi âhirette de devam eder.”306
Yavuz Selim Han, bir Allah dostuyla bulunacak şerefi
şöyle dile getirmiştir:
“Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir veliye bende olmak hepsinden âlâ imiş.”
MANEVÎ MAKAMLARLA İMTİHAN
Şeytan insanları dünya ile kandırmaya çalıştığı gibi,
din ve maneviyat ile de aldatmaya, ölçü dışına çıkarıp
zarara sokmaya çalışır. Baş olma sevdası sadece maddi
işlerde olmaz, manevî işlerde de nefis bir makam sahibi
olmak, insanların kendisine boyun eğeceği, hürmet
göstereceği manevi hallere ulaşmak, böylece kullar
üzerinde tasarrufta bulunmak ister.
Arifler, müridlerin keşif keramet, cezbe, manevi hal
türü beklentilerini bir tuzak olarak görüp onların afetinden
sakındırmışlar ve ondan Allah’a sığınmışlardır. Resûlullah
(s.a.v) Efendimiz,
305
Gazalî, Yöneticilere Altın Öğütler, s. 58-59.
306
Pakiş, Yahya, Hikemi Atâiyye, Tercüme ve Şerh, s, 206 (Semerkand
2012).
186

“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar olsun


nefsime bırakma”307 duasıyla nefsin gizli tuzaklarından
yüce Allah’a sığınırken, ayrıca bize edep öğretmiştir. Asıl
hedef ve şeref Allah rızası iken, gayrısı ile meşgul olmak
bir tuzak ve fitne görülmüştür.
Hikem sahibi el-İskenderî der ki: “Sâlikin himmeti
kendisine keşfolan makamda durmak isteyince hakikat
habercileri, “İstediğin ileridedir (devam et)!” derler.
Varlıkların zâhirî süsleri salike görününce onların hakikati,
“Bizler ancak birer fitneyiz, bize aldanıp inkara düşme
(gizli putlara tapma, Allah’tan gafil olma, masiva ile
oyalanma, ilahi rızayı ve likayı unutma)” derler.”
Bazıları, kendilerini sahip olmadıkları manevi
makamlarda ve hallerde gösterdikleri gibi, şeytanın
oyununa gelip güya sevgi adına şeyhini, üstadını, hocasını
yüceltmek isterken onu putlaştıranlar, Peygamber gibi
görenler, hatta onun önüne geçirenler, sahabenin üstüne
çıkaranlar da vardır. Hepsi fitne ve afettir. Sebebi, cehalet,
gaflet veya ihanettir. Bunu yapanlar, yüce Allah ile kulları
kandırmakta; O’nun vermediği manevi halin ve makamın
varlığını iddia ederek ve yalan söyleyerek Allah’a iftira
etmektedirler. Ayette belirtildiği gibi, onlardan daha zalim
kimse yoktur. Alemlere rahmet kılınan Resûlullah
Efendimiz (s.a.v) ümmetini bu fitneye karşı şöyle
uyarmıştır:
“Hrıstiyanların İsa b. Meryem’i batıl yere
methettikleri (ve ilah derecesine yükselttikleri) gibi beni
yükseltmeye kalkmayın. Ben ancak bir kulum; bana,
'Allah’ın kulu ve Resûlü' deyin.”308
“Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın
şeytan sizi basit şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah’ın
oğlu Muhammed ve Allah’ın Resûlüyüm. Vallahi, sizin

307
Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 5075; Heysemî, Mecmaü’z-
Zevâid, 10/181.
308
Buharî, Enbiya, 48; Ahmed, Müsned, 1/23; Darimî, Rikak, 68.
187

beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı


sevmem.”309
Ayette, Yahudi ve Hristiyanlar’ın, din adamlarını
nasıl putlaştırıldıkları şöyle haber veriliyor: “Onlar
hahamlarını ve rahiplerini (din âlimlerini) ve Meryem oğlu
İsa’yı Allah’dan başka rabler edindiler. Hâlbuki onlar tek
ilah olarak Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah,
onların ortak koştuğu şeylerden yüce ve uzaktır.”310
Bunun nasıl olduğunu Resûlullah (s.a.v) şöyle
açıklamıştır:
“Halk kendilerine ibadet etmiyorlardı. Fakat onlar
halka (Allah’ın emrine muhalif olarak) bir şeyi helal
gösterdiklerinde onu helal kabul ediyor, herhangi bir şeyi
(kendilerine) haram saydıklarında, onlar da haram
sayıyordu.”311
Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır (rah.) demiştir
ki:
“Bu rivayetlerden anlıyoruz ki, bir kimseyi rab
edinmiş olmak için illâ ona 'rab' adını vermek şart değildir.
Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hiç dikkate
almayarak bir kimsenin emrine uymak ve özellikle dine ait
konularda onu kural koymaya yetkili görmek, ne söylerse
yapmak, ona uyunca Allah’ın emrine ters düşeceğini hiç
düşünmeden kendisine tabi olmak, emirlerini taparcasına
yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.
Bizim, âlimlerimize ve hak üzere işimizi yürüten adil
idarecilerimize itaat edip saygı göstermemiz bunun
dışındadır. Çünkü bize böyle bir itaat emredilmiş ve bunun
ölçüleri belirtilmiştir.”312
“Bir kimsenin fikirlerinin ve sözlerinin doğrusunu
yanlışını, hakka uyanını uymayanını ayırt etmeden onun
309
Ahmed, Müsned, 3/ 241; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 6/ 47.
310
Tövbe 9/31.
311
Razî, Tefsîr-i Kebîr, 16/30; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mesûr, 4/174; Âlusî,
Ruhu’l-Meanî, 5/ 84.
312
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 4/ 318. (Sadeleştirilmiş baskı)
188

keyfî arzularına ve şahsî fikirlerine uymak, onda, Allah’ın


helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılma yetkisinin
bulunduğunu düşünmek, onun kasıtlı sapıklıkları bir yana,
Allah’ın emrine aykırı olduğu kesin hatalarına bile itaatin
caiz olduğunu düşünmek, şirktir, küfürdür. Bu davranış,
Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir.”313
İDARECİYE DÜŞEN
Allah bir idareciye, makam ve mevki sahibine hayır
murat ederse, ona hayırlı yardımcılar nasip eder. Onlar,
kendisini doğru işlerde destekler, yanlışta uyarırlar. İdareci
bunu Allah’ın bir nimeti görüp şükretmelidir. Bunun aksi de
olur. Allah bir idarecinin başarısız ve rezil olmasını isterse,
onun etrafını sahte dostlar, yağcı yardımcılar, hain
destekçiler ve çıkarcı memurlarla doldudur. Rehberi karga
olanın, burnu pislikten kurtulmaz.
İdareci, Hz Ömer (r.a) gibi, “Bana hatalarımı
gösteren kimseye Allah rahmet etsin” demeli, hatasını
söylene teşekkür etmeli ve hatadan derhal vazgeçmelidir.
Numan b Beşir (r.a) anlatıyor:
Hz. Ömer (r.a), Muhacir ve Ensar’ın bulunduğu bir
mecliste, oradakilere hitaben,
“Söyleyin bakalım, ben, bazı işlerde gevşek ve
ihmalkar davransam ne yapardınız?” diye sordu. Cemaat
sükût etti. O, bu sözünü iki veya üç defa tekrarladı; Bişr b.
Sa’d,
“Eğer böyle yaparsan ne pahasına olursa olsun seni
mutlaka düzeltirdik, dedi. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a.),
“Sizler, evet sizler bu halde olduğunuz sürece hak
üzeresiniz, dedi.”314
Bir de şu hadiseyi dinleyelim: Hz Muaviye (r.a)
halifeliği zamanında bir Cuma hutbesi verirken,
konuşmasının bir yerinde şunları söyledi:

313
Hamdi Yazır, a.g.e, 4/319.
314
Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 2/310 (Beyrut, 1999); Sühreverdî,
Avarifü’l-Meârif/Gerçek Tasavvuf, s. 144.
189

“Mal bizim malımız, ganimet de bizim


ganimetimizdir. Ondan istediğimize veririz, istediğimize
vermeyiz.” Cemaatten kendisine bir cevap veren olmadı.
İkinci Cuma aynı sözleri tekrarladı, yine bir cevap veren
olmadı. Üçüncü Cuma aynı sözleri bir daha tekrar etti. O
zaman cemaatin içinden bir adam ayağa kalkarak şunları
söyledi,
“Hayır, ey halife öyle değil! Mal bizim (halkın)
malıdır, ganimetler de bizim ganimetimizdir. Kim bizimle
hakkımız olan mal arasına girer ve hakkımızı vermezse,
kılıçlarımızla onu Allah’ın hükmüne getiririz.”
Hz. Muaviye (r.a) minberden indi, namazı kıldırdı.
Namazdan sonra yerine geçti ve adama haber gönderdi,
yanına çağırttı. İnsanlar,
“Adamın işi tamam!” diye söylenmeye başladılar. Hz.
Muaviye (r.a) biraz sonra cemaate de izin verdi, içeriye
girdiler. Bir de baktılar ki adamı sedirde yanına oturtmuş.
Hz. Muaviye (r.a) halka hitaben şunları söyledi:
“Ey insanlar! Bu adam beni ihya ve memnun etti,
Allah da onu ihya ve memnun etsin. Ben Hz. Peygamberin
(s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim:
“Benden sonra bir takım idareciler gelecek. Doğru
olmayan bazı sözler söyleyecekler, fakat onlara karşı
çıkılıp doğru söylenmeyecek. Onlar birbirini itip kakan
maymunlar gibi cehenneme girecekler.”
Ben birinci Cuma yanlış bir söz söyledim, kimse
karşı çıkmadı. Hadiste anlatılan idarecilerden olmaktan
korktum. İkinci Cuma aynı sözü tekrar ettim yine karşı
çıkan olmadı. Kendi kendime, “Ben herhalde ateşe girecek
idarecilerdenim!” diye düşünmeye başladım. Üçüncü
Cuma aynı sözleri tekrar söyledim. Bu adam kalktı,
sözüme karşı çıktı ve bana doğrusunu söyledi. O zaman
190

onlardan olmadığımı anladım. Bu adam beni memnun etti,


Allah da onu memnun etsin.”315
SOLMAYAN SÜS: TEVAZU
Resûlullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ bana,
birbirinize tevazu göstermenizi, bazınızın diğerlerine
taşkınlık ve zulüm yapmamanızı vahyedip emretti.”316
“Resûlüm! De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana
tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmran 3/188) ayet-i
kerimesi hakkında, Resûlullah (s.a.v), “Bana iyilik, takva,
Allah’tan korku ve nefsi zelil etme hallerinde uyunuz”317
buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v), tavazu ahlakında zirvede idi. O,
hür olsun köle olsun, herkesin davetine icabet ederdi. Bir
yudum süt veya bir tavşan bacağı da olsa, hediyeyi kabul
eder, onları yer, içer ve karşılık verirdi. Bir cariye veya
miskinin davetine icabetten çekinmezdi. Kendisi, rasüllerin
efendisi, muttakilerin imamı ve âlemlerin Rabbinin
peygamberi iken (s.a.v), çarşı pazardan bir şey alır onu
bizzat kendisi taşırdı; elinden almak isteyenlere, “Bir şeyin
sahibi onu taşımaya daha çok layıktır”318 buyururdu. Özel
muamele istemezdi. Yeri Arş-ı A’la ve cennet iken
yeryüzündeki insanların arasında zahmet çekmeyi tercih
etmişti. Onun insanlar tarafından yerli yersiz rahatsız
edildiği gören amcası Abbas (r.a) bir gün Efendimizin
huzuruna gelip,
“Ya Resûlellah! Görüyorum ki şu insanlar size çok
eziyet veriyorlar, çıkardıkları tozlar zât-ı alinizi rahatsız
ediyor. Kendinize yüksekçe özel bir yer yaptırsanız da
onlarla oradan konuşsanız” diye üzüntüsünü dile getirdi.
Resûlullah (s.a.v),
“Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzuruna
kavuşturana kadar onların arasında duracağım. Varsın
315
Ebû Ya’la, Müsned, nr. 7382; Taberanî, el-Kebir, nr. 925;
Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 5/ 236.
316
Müslim, Cenne, 64; Ebu Davud, Edeb, 40; İbn Mace, Zühd, 16.
317
Süyutî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/178.
318
Taberanî, el-Mu’cemü’l-Evsat, nr. 6590); Ebû Ya’lâ, Müsned, nr.
6162; Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 5/ 122.
191

ökçelerime bassınlar, elbiselerimi çeksinler, bir şey


olmaz”319 buyurdu.
KİBİR HASTALIĞI VE İLACI
Allah Teâlâ, kibredenleri hiç sevmediğini (Nahl 16/123),
kibredip büyüklük taslayanların varacağı yerin cehennem
olduğunu (Zümer 39/60) haber veriyor.
Bir hadis-i kudside, “Büyüklük benim ridam, ululuk
izârımdır. Kim bu ikisinden biriyle benimle çekişmeye
(yarışa) girerse, onu helak ederim; cehenneme atarım”320
uyarısı yapılmıştır.
“Kibirli kimse, cennete giremez” hadisi, ciddi bir
tehdit içermekte ve bu tehlikeden kurtulmak için bütün
makam, mevki, yetki ve etiket sahiplerini, tevazu ile halka
karışıp onlara hizmete çağırmaktadır.
Kibirli kimse, halinden tövbe edip tevazuya
bürünmeden gönüllerdeki sevgi cennetine ve ahiretteki
saadet cennetine giremez. Mevki ve makamlar, nefsi
büyütmek, şımartmak, kendini beğenmek, insanlardan
hürmet ve hizmet beklemek için kullanılmamalı; tam
aksine eldeki yetki, imkan ve kuvvet nispetinde Hak için
halka hizmet sunmalı, fayda vermeli, insanlık yüceltilmeli,
arkada hoş bir seda bırakmalıdır.
Kibrin ilacı tevazudur. Tevazunun alameti halka
hizmettir. Hizmetle kimse küçülmez. Hizmetin her türlüsü
güzeldir. “Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir”
hadisi, hizmet ehli için en büyük müjdedir. Resûlullah
(s.a.v), Allah yolunda sultanlıkla neferliğin bir olduğunu,
ihlaslı kulların her iki halde de Allah için en güzel şekilde
hizmet ettiğini şöyle haber veriyor:
“Müjde olsun o kula ki, bineğini alıp Allah yolunda
cihada ve hizmete çıkar. Başı açık, ayakları toz toprak
içinde var gücüyle bu yolda koşar. Kendisine ordunun
önünde gözcülük verilse onu hakkıyla yapmaya çalışır.
Eğer ordunun arkasında geri hizmetleri verilse onu

319
Darimî, Mukaddime, 14; Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 3/335.
320
Müslim, Birr, 136; Ebu Davud, Libas, 25; İbn Mace, Zühd, 136;
Ahmed, Müsned, 2/ 248, 376.
192

hakkıyla yapmaya çalışır. İleride veya geride hangi iş


verilse o işin gereğini yapmakla meşgul olur.”321
İşte peygamberlikten sonra en büyük makama sahip
olan Hz. Ebu Bekir’in (r.a) örnek hali: Kendisi halife
olmadan önce ticaretle uğraşıyor, çarşıya inip alış veriş
yapıyordu. Ayrıca koyun sürüsü vardı ve bazı zamanlar
onlarla meşgul oluyordu. Bazen mahallesindeki yardıma
muhtaç kimselerin koyunlarını sağıyordu. Halife olup
kendisine biat edildiği zaman, daha önce koyunlarını
sağdığı bir ailenin kızı,
“Artık bundan sonra koyunlarımız sağılmaz!” diyerek
hayıflandı. Kızın sesini işiten Hz. Ebu Bekir (r.a),
“Hayır, vallahi davarlarınızı sağmaya devam
edeceğim. Üzerime aldığım bu işin daha önceki ahlakımı
değiştirmeyeceğini ümit ediyorum” diye kızı teselli etti ve
halife iken de mahallenin koyunlarını sağmaya devam etti.
Hatta bazen koyunlarını sağdığı kimselere,
“Nasıl istersiniz, sütü köpüklü mü sağayım, köpüksüz
mü olsun? diye sorar, onlar nasıl isterse öyle sağardı.
Daha sonra bulunduğu mahalleden Medine’nin merkezine
taşındı. Ticaret işiyle halifeliğin beraber yürümediğini
görünce, ticareti bıraktı, bütün vaktini müslümanların
hizmet ve idaresine ayırdı. Devlet hazinesinden kendisine
ve ailesine yetecek miktar maaş bağladı. Vefat edeceği
sırada, elinde biriken bütün malını devlet hazinesine geri
teslim etti. “Üzerimde müslümanların mallarından hiçbir
şey kalmasın” dedi. Bu duruma şahit olan Hz. Ömer (r.a),
“Ebû Bekir peşinden gelenlerin işini zorlaştırdı, onun
gibi kim yapabilir”322 demiştir.
Sahabenin büyüklerinden Abdullah b. Sellam’ın (r.a)
şu hassasiyetine bakınız: Kendisi sırtına bir yük odun
sarmış çarşıdan geçiyordu. Onu tanıyanlar,
“Niçin sırtında odun taşıyorsun, senin buna ihtiyacın
yok, sen zengin bir adamsın!” dediklerinde, o,

321
Buhari, Cihad, 70.
322
İbn Sad, Tabakat, 3/167-168; Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe,
2/379-380 (Beyrut, 1999. I. Baskı)
193

“Kalbimde biraz kendini beğenme hissi gördüm; onu


gidermek için böyle yapıyorum. Ben, Resûlullah’ın (s.a.v),
‘Kalbinde zerre kadar kibir bulanan kimse cennete
giremez’323 buyurduğunu işittim” dedi.
Hz. Ömer (r.a), ümmetin halifesi iken yetim ve
fakirlerin evine omzunda un taşır, ocaklarını yakar, onlara
yemek pişirirdi.
O Hz. Ömer ki, bir gün mescitte hutbe verirken,
sözünü kesip, “Ey Hattab’ın oğlu, sen daha evvel deve
çobanıydın!” diye seslendikten sonra, hutbesine devam
etti. Hutbeden sonra durum kendisine sorulunca, “Nefsim,
kendisinin müminlerin halifesi olduğunu söyleyip kendini
beğenmeye yeltenince, ona aslını (ve haddini) bildirdim”
demiştir.
Osmanlı sultanlarının saraydan çıkışlarında bir gruba
görev verip “Gururlanma sultanım; senden büyük Allah
var!” şeklinde yüksek sesle uyarıda bulunmalarını
emretmeleri de bu edepten ileri geliyor.
Selim Han’ın, Mekke’nin ve Medine’nin hizmetini
üstlendiği ve halifeliği aldığı Mısır seferinden dönüşünde
halkın İstanbul’da kendisini büyük bir törenle
karşılayacağını haber alınca, nefsi kibre düşer, kendini
beğenir endişesiyle girişi geceye tehir edip kimsenin
haberi olmadan saraya arka kapıdan girmesi de ayrı bir
inceliktir.
GÖNLÜN DERDİ NE?
İnsanın değeri ve itibarı, elindekine değil
gönlündekine göredir. Elinde dünya, gönlünde Mevla
olanlara dünya ehli denmez, ehlullah denir. Gönlü dünyalık
şeylerle meşgul ve dolu olan kimse, başında eski bir sarık,
ayağında yırtık bir çarık, evinde bir günlük azık da olsa
ona zahid denmez. Günlük olarak bulduğunu yiyen, uzun
süre tek bir elbise giyen ve akşamladığı yerde geceleyen
Hz. İsa (a.s) zahit olduğu gibi; insanlara, hayvanlara,
cinlere ve rüzgara hükmeden, altından saraylar, gümüşten

323
Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, 1/99; Münziri, et-Terğıb, 4/345.
194

köşkler bina eden Hz. Süleyman da (a.s) zahittir. Çünkü


ikisinin de niyeti ve sevgilisi dünya değil yüce Mevla’dır.
Şu olaydaki mesajı almaya çalışalım:
Norşindeki Subaşı aşiretinin ağalarından ve Şeyh
Abdurrahman-ı Tahî’nin müridlerinden Abdülaziz ağa
şöyle anlatmıştır:
Ben her zaman Seyda Abdurrahman-ı Tahî’den
dinlediğim sohbetleri bana unutturmaması için Rabbime
dua ediyordum. Seyda’nın güzel âdetlerinden biri de bahar
gelince ya yeni bir bina inşa eder ya da harap olmuş bir
binayı onarırdı. İşte böyle bir zamanda Seyda sandelyede
oturmuş yapılan çalışmaları izlerken etrafında büyük bir
kalabalık toplanmış adete hizmet yarışına girmişlerdi. Tam
o sırada ben, Seyda’ya bir soru sormak istediğimi belirttim.
O da bana işaret ederek, “Buyur” dedi. Ben kendisine
şunu sordum:
“Efendim, sizin binalarınız bizimkinden daha
mükemmel, giydiğiniz elbiseler daha güzel, yemekleriniz
ve atlarınız bizimkinden daha iyi ve eşleriniz bizimkilerden
daha üstün. Ayrıca sizler halka bizden daha fazla hizmet
veriyorsunuz (mal ve para harcıyorsunuz). Buna rağmen
bize “dünya ehli”, size ise “ahiret ehli” deniliyor. Bunun
sebebi nedir?”
Seyda şöyle cevap verdi: “Biz, bir şey yaptığımız
zaman Allah Teâlâ’nın rızasından başka bir niyetimiz
olmaz. Mesela, bir bina yapmak istediğimizde, burada
Allah’ın kulları barınsınlar, Allah’a ibadet yapsınlar, Allah
için yiyip içsinler ve hayvanlarını beslesinler diye niyet
ederiz.
Biz, halka Allah (c.c) katında sevap kazansınlar diye
hizmet ederiz; çünkü bahsedilen hizmetlerin mükafatı
diğer nafile ibadetlerin mükafatlarından kat kat fazladır.
Biz, iffetimizi koruyup haramdan sakınmak ve
Ümmet-i Muhammed’in (s.a.v) çoğalması için evleniriz.
Üzerimize düşen görevleri tam olarak yapabilmemiz
için beden sağlığına önem vermemiz gerekir. Bundan
dolayı gerekli olan temizlik, giyim kuşam ve benzeri
faaliyetleri sürdürürüz. Bütün bunların sonunda bedenimizi
195

dinlendirmemiz için uyuruz. Özetle, yaptığımız her şeyi


Allah rızası için yaptığımızdan, sevabımız kat be kat artar.”
Seyda, konuşmasının sonunda, elleriyle hepimize
işaret ederek, “Ya sizler, ey kardeşlerim; bahsedilen tüm
amellerinizde niyetiniz nasıldır?” diye sordu. Ben de,
“Efendim, yemin ederim ki hepsine de sizin
niyetinizin tam tersine niyet ediyoruz” dedim. O zaman
Seyda Abdurrahman-ı Tâhî,
“İşte bundan dolayıdır ki bize “Ehlullah”, size ise
“Ehl-i dünya” diyorlar”324 buyurdu.
Arifler, makam sevgisinin tedavisi çok zor bir
hastalık olduğunu ve manevi terbiyeye girenlerde bile en
son çıkan huyun makam ve itibar sevgisi olduğunu
söylerler. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Kimin ilmi artar da hidayeti (güzel hâli ve edebi)
artmazsa, onun Allah’tan uzaklığı artar.”325
İlim gibi, insanı Allah’a sevk edecek en değerli şey,
yanlış anlaşıldığı ve kullanıldığında insanı Allah’tan
uzaklaştırırsa, aslı gaflet, benlik, şehvet ve şöhret olan
maddi makamların insanı nasıl azdıracağını ve Hak’tan
uzaklaştıracağını düşünmek gerekir.
Makam ve itibar sevgisi, bir kalbi istila etmişse,
kişinin kendi başına onu temizleyip tedavi etmesi mümkün
değildir. Bu çok ciddi bir operasyon ister ve onu da ancak
kamil mürşitler yapar. Yoksa, derdi dünya ve heva olan
kimsenin makamı yükseldikçe, nefsi şımarır, benliği azar,
kibri artar, hırsı çoğalır, gönlü kararır, kalbi katılaşır, edebi
bozulur, -Allah cümlemizi korusun- sonu hüsran olur.
Özellikle idareci ve sanatkar yetiştirme noktasında
tarihimizdeki fütüvvet teşkilatı ve ahilik ruhunu yeniden
canlandırmalı, ilgili birimlerde insanlara güzel sanat
yanında güzel sıfat da kazandırmalı, zahirle batını birlikte
süslemeli, madde işlenirken insan ihmal edilmemelidir.

324
Korkusuz, M. Şefik, Nehri’den Hazne’ye Meşayıh-ı Nakşibendi, s.
106 (İstanbul 2010).
325
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, nr. 5887; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 8397.
Hadisin farklı rivayetleri için bk. Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 1/573-574.
196

İlim ve bilim ehline gelince, onların da nurla


buluşması, nur sahibi kamil insanlarla hem dem olup,
onların sohbetlerinde feyiz ve sevgi yudumlamaları,
kendilerinden tevazu ve edep dersleri almaları tavsiye
edilir. Bütün dertlerin bir dermanı vardır; yeter ki hasta ile
doktor ve hastalıkla ilaç buluşturulsun.
Eş-Şâfi’den bütün dertlerimize şifa diliyoruz.
Sözümüzü İmam Gazalî’nin, Selçuklu sultanı Sultan
Melikşah’a ve onun şahsında bütün idarecilere yaptığı şu
uyarılar ile bitirelim:
“Ey sultan! Liderliğin tehlikesi büyük, fitneleri ise
çoktur. Unutma! Lider kişinin dünya ve ahiretteki emniyeti,
gerçek din alimleriyle hareket etmesine bağlıdır.”326
“Adalet güneşinin ortaya çıkacağı ilk yer idarecinin
kalbidir. Daha sonra bu güneşin ışığı onun ailesi ve özel
çevresi içinde yayılır, sonra bu günesin ışınları bütün halka
ulaşır. Bu ışığı güneşten başka bir yerde arayan kimse,
imkansız bir şeyin peşine düşmüş ve ulaşılmayacak bir
şeye heves etmiş olur.
Ey sultan! Şunu bil ki, adil olman aklının kemalini
gösterir. Aklın kemali; her şeyi asıl hâliyle olduğu gibi
görmen, işin içindeki gizli hakikati bilmen ve onun dış
görüntüsü ile aldanmamandır.
Sen dünya hırsı ile insanlara zulmediyorsan, önce
durup dünyadan maksadının ne olduğuna bir bakman
gerekir.
Eğer dünyadan gayen güzel yemekler yemekse, bil
ki bu, insan suretinde ortaya çıkan hayvanî bir arzudur.
Çünkü yemeye aşırı düşkünlük hayvanların tabiatıdır.
Eğer idaredeki amacın başına süslü taçlar takmak
ise, bu durumda sen, kadın tabiatlı birisin demektir. Çünkü
süslenmek ve güzel elbiseler içinde zevk almak kadınların
işidir.
Eğer amacın, düşmanlarına olan gazabını tatmin
etmek ise, bu durumda sen, insan şekline bürünmüş bir

326
Gazalî, Yöneticilere Altın Öğütler, s. 53..
197

aslan veya yırtıcı bir hayvan olursun. Çünkü kalpte öfke ve


kızgınlık bulundurmak, yırtıcı hayvanların tabiatıdır.
Eğer amacın, insanların sana hizmet etmesini
istemekse, bu durumda sen, akıllı görüntüsünde bir
cahilsin sayılırsın. Çünkü akıllı olsaydın, şunu iyi bilirdin
Sana hizmet edenler bunu ancak karınlarını doyurmak,
keyiflerini yerine getirmek ve arzularına ulaşmak için
yapıyorlar. Onların hizmet ve hürmetleri sana değil,
aslında kendilerinedir.
Bunun ispatı şudur: Eğer onlar, idarenin senden
alınıp başkasına verildiği işitseler, hepsi senden yüz
çevirip ona giderler; para nerede ve kimdeyse ona hizmet
eder, hürmet gösterirler. Gerçekte bu, bir hizmet değildir, o
ancak gülünç bir olaydır.
Akıllı kişi, her şeyin içine ve hakikatine bakar, dışı ile
aldanmaz.
Bu işlerin hakikati, söylediğimiz ve açıkladığımız
gibidir. Bunlara yakinen inanmayan kimse, akıllı değildir.
Akıllı olmayan kimse, adaletli olamaz. Adaletli olmayan
kimsenin varacağı yer cehennemdir. Bundan dolayı bütün
saadetin başı temiz akıldır.327
“Bir idareci şunu bilmeli: Başkasının dünyası için,
dinini ve ahiretini satan kimseden daha fazla aldanan
yoktur. İnsanların çoğu, şehvetlerine hizmet ederler.
Gerçekten insanlar, şehvetlerine ve nefislerinin kötü
arzularına ulaşmak için gizli yoldan bir çok hilelere
başvururlar. Devlet işlerinde görevli memurlar da böyledir.
Onlar bir takım dünyevî hazlarına ulaşmak için, vali ve
idareciyi aldatırlar, zulüm ve haksızlık olan işleri ona güzel
gösterirler, böylece hedeflerine ulaşmak için onları ateşe
atarlar. Elde edeceği birkaç kuruş için seni ve kendisini
helake atan kimseden daha kötü hangi düşman
olabilir?”328
Bu dünyada edepten ve güzel ahlaktan daha büyük
bir şeref, sermaye ve saadet yoktur. Edep elbisesini
giyenleri ateş yakmaz; onların hediyesi edep Peygamberi
327
Gazalî, Yöneticilere Altın Öğütler, s. 63-64.
328
Gazalî, Yöneticilere Altın Öğütler, s. 62.
198

(s.a.v) ile cennette birlikte olup cemallahı seyir ile


ebediyyen sevinmektir. Sonsuz rahmetle bu sevince
ulaşma dileği ile…
Edep Ya Hû!
Hamd olsun âlemlerin Rabbi yüce Allah’a.
Doç. Dr. Dilaver Selvi
199

KAYNAKLAR
Abdurrazzak, Ebu Bekir b. Hemmam es-San’ânî, el-
Musannef, c. 1-11, el-Meclisü’l-İlmî yay, trs
Aclunî, İsmail b. Muhammed,
Keşfü’l-Hafa, c.1-2, Beyrut 1985.
Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c. 1-10, Beyrut 1991.
a.mlf., Kitabü’z-Zühd, Beyrut 1988.
Aliyyü’l-Kârî, Molla Ali b. Süleyman Muhammed, Mirkâtü’l-
Mefâtih Şerhu Mişkâti'l-Mesâbîh, c. 1-11, Beyrut 1994.
Ali el-Muttaki,
Kenzü’l-Ummal, c.1-18, Beyrut 1993.
Alusi, Şihabüddin Mahmud, Rûhü’l-Meânî fî Tefsiri'l-
Kur'ani’l-Azîm ve's-Seb'u'l-Mesânî, (Tahk. Seyyid İmran),
c.1-30, Kahire 2005.
Aynî, Muhammed b. Ahmed,
Umdetü’l-Kârî, c.1-16, Beyrut 1998. 1. Baskı.
Bağdâdî, İsmail Paşa b. Muhammed Emin,
İzâhü’l-Meknûn fi’z-Zeyli alâ Keşfi’z-Zünûn, (Keşfi’z-
Zünûn’la birlikte) c.1-7, Beyrut 2008, 1. Baskı.
a.mlf., Hediyyütü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifin ve Âsârü’l-Musannifîn
min Keşfi’z-Zünûn, (Keşfi’z-Zünûn’la birlikte) c.1-7, Beyrut
2008, 1. Baskı.
Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mesud, Meâlimü’t-
Tenzîl, c. 1-6, Riyad 1993.
a.mlf., Şerhü’s-Sünne, c.1-16, Beyrut 1983
Beydavî, Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envarü’t-Tenzîl
ve Esrârü’t-Te’vîl, c.1-2, Beyrut 1988, 1. Baskı.
Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin,
Kitabü’z-Zühd, Beyrut 1987.
a.mlf., Sünen-i Kübra, c. 1-10 Beyrut 1994
a.mlf., Şuabü’l-İman, c.1-9, Beyrut 1990.
a.mlf., Delâilü’n-Nübüvve, c. 1-7, Beyrut 2002.
Buhari, Muhammed b. İsmail,
el-Edebü’l-Müfred, Beyrut 1990.
Bursevî, İsmail Hakkı,
Rûhu’l-Beyân, c.1-10, Beyrut 2001, 1. Baskı.
200

Cebecioğlu, Ethem,
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi
Yayınları, İstanbul 2009, 5. Basım.
Deylemî, Şehredar b. Şûriye,
Firdevsü’l-Ahbar, c. 1-5, Beyrut 1987.
Devserî, Hüseyin,
er-Rahmetü’l-Hâbita fî İsmi’z-Zikri ve’r-Râbita (Mektubât-ı
Rabbânî kenarında) 1/186-280. Fazilet Neşriyat, İstanbul
trs.
Dilaver Selvi,
"Beyzâvî Tefsirinde Nefs Tezkiyesi ve Takva", Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 11 (Temmuz-
Aralık 2010) Sayı: 26.
Dihlevî, Ahmed Şah Veliyyullah,
Hüccetullahi’l-Bâliğa, c. 1-2, Beyrut 1998, 1. Baskı.
Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah,
Delailü’n-Nübüvve, c.1-2, Beyrut 1991.
a.mlf., Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtü'l-Asfiya, c.1-10, Beyrut
1987.
Ebü’s-Suûd, Muhammed b. Muhammed b. Mustafa el-
İmâdî,
İrşadü’l-Akli’s-Selim ilâ Mezâye'l-Kitâbi'l-Kerîm c.1-6,
Beyrut 1999, 1. Baskı.
Ebü'Şeyh, Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hıbbân el-
İsfehânî,
Kitabü'l-Azame, c. 1-5, Riyad 1998.
Ebû Ya’la, Ahmed b. Ali,
Müsnedü Ebî Ya'lâ el-Mevsılî, c.1-16, Beyrut 1989.
Elmalılı, M. Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur’ân Dili (Sadeleştirme: Heyet), c.1-10; Azim
Dağıtım, İstanbul 1992.
Erbilî, Muhammed Emin,
Tenvirü’l-Kulûb fî Muameleti Allami'l-Guyûb, el-
Mektebetü'l-Asriyye: Beyrut 2005.
Gazalî, Muhammed b. Muhammed,
İhyau Ulûmi’d-Din, c. 1-5, Beyrut 2000.
201

a.mlf., Hak Yolunun Esasları (Trc. Dilaver Selvi),


Semerkand: İstanbul 2006.
a.mlf., Minhâcü’l-Âbidin, Beyrut 1997.
Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaeddin,
Câmiü'l-Usûl-fi’l-Evliyâ, Beyrut 2002, 1. Baskı.
a.mlf., Veliler ve Tarikatlarda Usûl, (Trc. Rahmi Serin),
Pamuk Yayınları: İstanbul trs.
el-Ğurab, Mahmud, Rahmetün mine’r-Rahman fi Tefsiri ve
İşârâti’l-Kur’ân, c.1-4, Dımeşk 1989.
Hafacî, Ahmed b. Muhammed,
Hâşiyetü’ş-Şihâb (İnyâyetü’l-Kâdî ve Kifâyetü’-Râzî), c. 1-
9, Beyrut 1997, 1. Baskı.
Hakim-i Tirmizî, Muhammed,
Nevadirü’l-Usûl, (Tahk. Mustafa Abdülkâdir Ata), c. 1-2,
Beyrut 1992. 1. Baskı.
a.mlf., Beyânü’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Füâd ve’l-
Lüb, (Tahk. Ahmed Abdurrahim es-Sâyih), Kâhire trs.
Hani, Abdülmmecid Muhammed b. Muhammed
el-Hadâikü'l-Verdiyye Fî Ecillâi's-Sâdati'n-Nakşibendiyye,
Dımeşk 1997, 1. Baskı.
Hâşimî, S. Muhammed Sâkî,
Arifler Yolunun Edepleri, İstanbul 2007.
Herevî, Ebû İsmail Abdullah Muhammed el-Ensârî
Menâzilü’s-Sâirîn, Kahire 1966.
Hatib, Ebû Bekir Ahmed b. Ali,
Tarihu Bağdad, c. 1-15, Beyrut, trs.
Heysemi, Nuruddin Ali b. Ebi Bekir,
Mecmaü’z-Zevaid ve Menbau'l-Fevâid, c. 1-10, Beyrut
1982.
Heytemî, Ahmed b. Muhammed b. İbn Hacer,
el-Umde fî Şerhi’l-Bürde (Tahk. Bessâm Muhammed
Bârûd), Dubâ 2003, 1. Baskı.
Humeydi, Abdullah b. Zübeyr,
el-Müsned, c.1-2, Beyrut 1998.
İbn Abbâd, Muhammed b. İbrahim en-Nefezî er-Rundî,
Ğaysü’l-Mevâhibü’l-Aliyye fî Şerhi’l-Hikemi’l-Ataiyye (et-
Tenbîh) (Tahk.: Abdülhâlim Mahmud-Mahmud b. Şerif),
c.1-2, Dârü'l-Meârif, trs.
202

İbn Abdülber, Ebû Ömer Yusuf,


el-İstîâb fi Marifeti'l-Ashâb, I-IV, Beyrut 1995.
a.mlf., Câmiu Beyâni’l-İlim, Beyrut trs.
İbn Abidin, Muhammed Emin,
Reddü’l-Muhtar; I-XII, Beyrut 1994.
İbn Acibe, Ahmed b. Muhammed,
el-Bahrü’l-Medid fî Tefsiri’l-Kur’âni’l-Mecîd, 8Tahk.: Ömer
Ahmed er-Râvî), I-VIII, Beyrut 2002, 1. Baskı.
a.mlf., Tefsirü'l-Fatihati'l-Kebir, (Tahk. Bessâm Muhammed
Bârûd), Dârü'l-Hâvî, 1999. 1. Baskı.
a.mlf., İkâzu’l-Himem fi Şerhi’l-Hikem (Tah.: Asım İbrahim
el-Keyyâlî), Beyrut 2005, 1. Baskı.
a.mlf., el-Fütûhâtü'l-İlahiyye fi Şerhi'l-Mebâhisi'l-Asliyye,
(Tah.: Asım İbrahim el-Keyyâlî), Beyrut 2010, 1. Baskı.
a.mlf., Şerhü’l-Bürde (Tahk. Ebü’l-Fütûh Abdullah Abdülkadir et-
Telîdî), Tanca, 2009, 1. Baskı.
İbnü’l Arabi, Ebu Bekir Abdullah,
Ahkamü’l-Kur’ân, c.1-4, Darü'l-Kutübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1.
baskı.
İbn Asâkir, Ebü'l-Kasım Ali b. Hasan eş-Şâfiî,
Târihu Medineti Dımeşk, c.1-80, Beyrut 1995-2000, 1.
Baskı.
İbn Eb’id-Dünya, Ebû Bekir Abdullah,
Kitabü’l-Evliyâ, Kahire, trs.
İbn Ebî Hâtim, Abdürrahman b. Muhammed b. İdris-i Râzî
Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, c. 1-10, Riyad 1997.
İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî,
Fethü'l-Bârî bi Şerhi Sahihi'l-Buhârî, c.1-15, Beyrut 1993.
a.mlf., el-Metâlibü'l-Âliyye, c.1-4, Mekketü'l-Mükerreme trs.
İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik,
es-Sîretü'n-Nebeviyye, c. 1-5, Kahire 1996.
a.mlf., es-Sîretü'n-Nebeviyye, c.1-4, Beyrut 2003.
İbn Kesîr, Ebü'l-Fidâ İsmâîl
el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 1-14, Beyrut, trs.
a.mlf., Tefsîru Kur'âni'l-Azîm, c. 1-8, Beyrut 1998.
İbn Mübarek, Abdullah,
Kitabü'z-Zühd, Beyrut, trs.
203

İbn Mulakkın, Ömer b. Ali,


Tabakatü'l-Evliya, Beyrut 1986.
İmam Rabbani, Ahmed Serhendî,
Mektûbât (Trc. Heyet), c. 1-3 Semarkand: İstanbul 2009, 1.
Baskı.
İskenderî, Ahmed b. Muhammed İbn Ataullah
Letâifü’l-Minen, Beyrut trs.
Kad-ı lyaz, Ebu'l-Fadl,
eş-Şifa bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, c. 1-2, Beyrut 1988.
Kandehlevî, Muhammed Yusuf,
Hayatü’s-Sahâbe, c. 1-4, Beyrut 1999.
Kastallanî, Şihabüddin Ahmed b. Muhammed,
İrşâdü's-Sârî, c.1-15, Beyrut 1996.
Kaşanî, Abdürrezzak, Istılahâtü's-Sufiyye, Kahire 1992.
a.mlf., Şerhu Menâzili's-Sâirîn, Kum, Hicrî 1413.
a.mlf., Keşfü’l-Vücûhi’l-Ğurri li Meâni Nazmi’-Dürri (Şerhü Tâiyeti
İbni’l-Fâriz), Beyrut 2005.
Katip Çelebî, Hacı Halife Mustafa b. Abdullah, Keşfü’z-
Zünûn an Esmâi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, (İzâhü’l-Meknûn ve
Hediyyütü’l-Ârifînle birlikte), c. 1-7, Beyrut 2007, 1. Baskı.
Köksal, Asım, İslam Tarihi, c.1-18, İstanbul, 1997.
Konevî, İsamüddin İsmail b. Muhammed,
Hâşiyetü’l-Konevî alâ Tefsiri’l-İmam Beyzâvî, c. 1-20, Beyrut
2001. 1. Baskı.
Kurtûbî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi'l- Kur’ân, c.1-10,
Beyrut, 1998.
Kuşeyrî‫ ظ‬Abdülkerim,
er-Risâle, Beyrut 1998.
a.mlf., Kuşeyrî Risâlesi (Trc. Dilaver Selvi), Semerkand,
İstanbul 2007, 3. Baskı.
a.mlf., Letâifü'l-İşârât, (Tahk. Said Kutayfe), c.1-6, Kahire
1999.
Kübra, Necmüddin, Tasavvufî Hayat, (Haz: Mustafa Kara),
İstanbul. 1980.
el-Mekkî, Ebû Tâlib, a.mlf.,
Kûtu'l-Kulûb, c.1-2, Beyrut 2007, 2. Baskı
204

a.mlf., Kûtu'l-Kulûb-Kalplerin Azığı, (Trc. Yakup Çiçek-Dilaver


Selvi-Ali Kaya), c. 1-4, Semerkand, İstanbul, 2003, 2. Baskı.
Mâverdî, Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habib el-Basrî,
Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn (Tahk. Yâsîn Muhammed es-
Sevvâs), Dımeşk 2008, 5. Baskı.
Mevlana, Celalüddîn,
Divan-ı Kebir, (Trc. Abdulbâkî Gölpınarlı),
a.mlf., Mesnevî ve Şerhi, (Haz.: Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul
1985.
a.mlf., Şerh-i Mesnevî, (Şarih. Tahirü'l-Mevlevî), İstanbul 1971.
Mevlana Halid, Mecd-i Talid, (Haz.: Yakup Çiçek), İstanbul 1987.
a.mlf., Halidiyye Risalesi, (Haz.: Yakup Çiçek), İstanbul 1987.
Münavî, Muhammed Abdurrauf,
el-Kevakibü'd-Dürriyye fî Terâcimi's-Sâdati's-Sufiyye, c. 1-5,
Beyrut 1999.
a.mlf., Feyzü’l-Kadir Şerhü’l-Câmi’s-Sağîr, c. 1-13, Riyad
1998. 1. Baskı
Nehcivânî, Nimetullah b. Mahmud,
el-Fevâtihu'l-İlâhiyye ve'l-Mefâtihu'l-Gaybiyye, c.1-2, el-
Matbaatu'l-Osmanî, 1325 hicri.
Nesefî, Abdullah b. Ahmed,
Medârikü't-Tenzîl ve Hakâikü't-Te'vîl, c. 1-4, Beyrut 1996.
Nesefî, Azidüddin,
Tasavvufta İnsan Meselesi, (Trc.: Mehmed Kanar), Dergah yay.:
İstanbul 1990.
Nevevî, Ebû Zekeriya Muhyiddin,
Fetâvâ'l-İmam Nevevî (el-Mesâili'l-Mensûra), Beyrut 2007.
Râğıb-ı İsfehânî, Hüseyin b. Muhammed b. Müfeddal,, el-Müfredât
fî Garibi'l-Kur'ân, Beyrut 2005.
a.mlf., Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân (Tahk. Safvân Adnan
Dâvûdî), Dımeşk 2002, 3. Baskı.
a.mlf., Muhâdarâtü'l-Üdebâ ve Mühâverâtü'ş-Şuarâ ve'l-Büleğâ,
c. 1-5, Beyrut 2004.
Razî, Fahruddîn,
Mefâtîhü'l-Gayb, c.1-28, Beyrut 1990.
Sâfî, Ali b. Hüseyin el-Vâiz el-Kâşifî el-Herevî,
205

Reşahâtu Ayni’l-Hayat, Dâru Sâdır, Beyrut trs.


Sahib, Esad,
el-Bağiyyetü'l-Vacid fî Mektûbâti Mevlânâ Halid- Mektûbât-ı
Mevlana Halid (Haz.: Dilaver Selvi-Kemal Yıldız), Sey-Tac
Yayınları: İstanbul 2008.
Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrahim,
el-Keşf ve’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’ân, c. 1-6, Beyrut 2004.
Said Nursî,
Mektubat, İst, 1979.
Sıddıkî, Ahmed b. İbrahim b. Allan,
Şah-ı Nakşibend, Ankara 2001 (Semerkand Yay)
Süyûtî, Abdurrahman Celalüddin,
ed-Dürrü'l-Mensûr fî Tefsiri’l-Me’sûr, c. 1-8, Beyrut 1993.
a.mlf., el-Câmiü’s-Sağîr fî Ehâdisi’l-Beşiri’n-Nezîr, c. 1-2, Dârü’l-
Fikr, Beyrut, trs.
a.mlf., el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, c. 1-2, Dımeşk 2006, 2.
Baskı
a.mlf., el-Hasâisü'l-Kübrâ, c. 1-2 Beyrut trs.
a.mlf., el-Hâvî li'l-Fetava, c. 1-2, Beyrut 2000.
a.mlf., el-Büdûrü’s-Sâfira fi Ümûri’l-Âhira, Beyrut 2004.
Sübkî, Abdulvehhab b. Ali el-Kafî,
Tabakatü'ş-Şafiyye, c.1-10+Fihrist, Hicr, 1992. 2. Baskı.
Sühreverdî, Ömer b. Muhammed,
Avârifü'l-Mearif, Beyrut, 1983.
a.mlf., Avârifü'l-Mearif-Gerçek Tasavvuf, (Trc. Dilâver Selvi),
İstanbul 1995.
Sülemî, Ebu Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin el-
Hakâikü't-Tefsîr, I-II, Beyrut 2001.
Şaranî, Abdulvehhab b. Ahmed,
el-Envâru'l-Kudsiyye fî Beyâni Kavâidi’s-Sûfiyye, Beyrut 1988.
a.mlf., Tabakâtü'l-Kübrâ, I-II, Beyrut, trs.
Şevkanî, Muhammed b. Ali,
Katrü'l-Veli alâ Hadisi'l-Veli (Tahk. Seyyid Yusuf Ahmed), Beyrut
2001, 1. Baskı.
Şemseddin Nûri, Mehmed Nakşibendî,
206

Miftahü'l-Kulûb-Kaplerin Anahtarı (Haz. Muhammed Sâfi-


Mahmut Sipâhî), Bedir Yayınları: İstanbul 2001.
Şeyhzâde, Muhammed b. Musluhiddin,
Haşiyetü Muhuyiddin Şeyhzâde alâ Tefsiri’l-Kâdî Beyzâvî (Tahk.
Muhammed Abdülkadir Şâhin), I-VIII, Beyrut 1999, 1. Baskı.
Taberânî, Süleyman b. Ahmed,
el-Mucemu'l- Kebîr, I-XX, Beyrut trs.
a.mlf., el-Mucemü'l-Vasît, I-XI, Riyad 1995.
a.mlf., el-Mucemü's-Sağir, Beyrut trs.
a.mlf., Müsnedü'ş-Şâmiyyîn, I-IV, Beyrut 1996.
Taberî, Muhammed b. Cerîr,
Câmiü'l-Beyan an Te'vili Âyi'l-Kur'ân, (Tahk.: Abdullah b.
Abdülmuhsin et-Türkî), I-XXVI, Riyad 2003.
a.mlf., Câmiü'l-Beyan an Te'vili Âyi'l-Kur'ân, c. 1-15, Beyrut
1995.
Tebrizî, Muhammed b. Abdullah,
Mişkâtü'l-Mesâbîh, I-III Beyrut 1991.
et-Tehânevî, Muhammed A'lâb. Ali,
Keşşafu Istılâhâti'l-Fünûn, I-IV, Beyrut 2006.
Tîbî, Şerefüddin Hasan b. Muhammed, Şehü't-Tîbî alâ
Mişkâti'l-Mesâbîh, (Tahk.: Ebû Abdillah Muhammed Ali
Semek), I-XII, Beyrut 2001, 1. Baskı.
Vahidî, Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed,
el-Vasit fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Mecid, I-IV, Beyrut 1994.
a.mlf., Esbâbü Nüzûli'l-Kur'ân, Beyrut 1990.
Zebidî, Muhammed b. Muhammed,
İthafü's-Sâdeti'l-Muttakîn, I-XIV, Beyrut, 1989.
Zehebî, Hüseyin, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, I-III, Kahire 2005.
Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. Osman,
Siyeri A'lâmi'n-Nübelâ, c. IXXV, Beyrut 1990.
a.mlf., Tarihü'l-İslâm, Beyrut 1989.
a.mlf., Tezkiratü'l-Huffaz, I-IV+Zeyl, Beyrut trs.
Zemahşerî, Mahmud b Ömer,
el-Keşşâf an-Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl, I-IV, Beyrut trs.
Zerrûk, Ahmed b. Ahmed er-Bernesî el-Mağribî, Kavâidü't-
Tasavvuf, Dımeşk 2004.
207

a.mlf., en-Nasihatü'l-Kâfiye limen Hassallahü'l-Âfiye, Riyad


1993.
Zerkânî, Muhammed Abdülazim,
Menâhilü’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, I-II, Kahire 2001.
Ziriklî, Hayreddin,
el-A'lâm Kâmusu Terâcim, I-VIII, Beyrut 1992. (Eserin
ekinde, 2 cilt Tetimme, 1 cilt Zeyil bulunmaktadır).

You might also like