Professional Documents
Culture Documents
delifisek
b bilgi yâyııjevi
BİLG İ Y A Y IN L A R I: 213
BED Rİ R A H M İ E Y U B O Ğ L U /B Ü T Ü N ESERLERİ
İkinci Basım
M a y ıs 1987
B İL G İ Y A Y IN E V İ
M e şru tiy e t Cad. 4 6 / A
Tel: 1 31 81 2 2 - 1 31 16 6 6
Y e n işe h ir - A n k a ra
B İL G İ D A Ğ IT IM
Babıâli C ad. 19/2
Tel: 5 22 5 2 01
C o ö a lo ğ lu - İstanbul
BEDRİ RAHMİ EYÜBO&LU
Bütün Eserleri
5
Delifişek
(Sanat Yazıları)
BİLGİ YAYINEVİ
Bedri Rahm i E y u b o ğ lu 'n u n bütün
eserlerinin y a y ın hakkı, yasal
m irasçılarıyla ya p ılan özel anlaşm a
g e re ğ in c e Bilgi Y a y ın e v i'n e aittir. Bu
d izid e çıkan ve çıkacak olan
eserlerin hiçbiri k ayn ak la rı gö ste ril
m eden alınam az.
aslım lar
o f s e t - t lp o matbaacılık
tel: 1 31 87 5 2 - 2 2 9 4 0 75
İÇİNDEKİLER
D il v e Edebiyat Özerine
Ş iir Balı 9
Ş iire Ç a lışm a k 13
K e n d iliğ in d e n 17
C a n e riğ i .................................................................. 22
Tanık veya Bilirkişi 26
D ilim iz in K ö şe si B u ca ğı 32
Çeşitlemeler
iş
den çıkm ışlar, kendi başların a büyüm üş, çiçek
açm ışlar. Kendi kendilerine gelin güvey olmuş
lar.»
Yahut,
«Tesadüfler öylesine yardım etti ki iş kendi
liğinden olup bitti.»
Başka bir cüm lede benzerleri ile yetinebile
ceğimiz «kendiliğinden» kelim esini C ahit Sıtkı
şiirinde öyle ustaca kullanm ış ki; yerine, ben
zerlerinden hangisini koysanız olmuyor. Kelime,
yerine öyle perçinlenm iş ki, en iri delikli h afıza
süzgecinde bile tu tu n u p kalabilir. O k a d a r u sta
ca, o k a d a r kendiliğinden, o k a d a r tabii. Sanki
oldum olasıya orada idi, başka tü rlü olamazdı,
olsa hepim iz yadırgayacaktık.
Ustalıkla, kendiliğinden oluş arasındaki k a r
deşliği düşündünüz m ü?
En ufak bir taklide dayanm adıkları halde,
hiç de alışageldiğim iz biçim lerden faydalanm a
dıkları halde, sa n at eserlerinde bizi sa ra n özel
liklerden birisi de budur:
«Hiç zorlanm adan yağdan kıl çekercesine ya
pılmış, yapmacıksız, hilesiz hurdasız, apaçık, sa
de aydınlık dünya ku ru lalı varm ış gibi, dünya
durd u k ça duracakm ış gibi, kırk yıllık dost gibi,
bir kelime ile kendiliğinden olup bitm iş gibi.»
Sözün b u rasın d a d a bizim M em uş elinde ko
cam an bir İngiliz a n a h ta rı ile çıkageldi. İlk ba
kışta öyle sandım . Şimdiye k a d a r hiç görm edi
ğim biçim de bir alet.
«Ne güzel değil mi?»
«Güzel a m a ne işe y a ra r bu? Niçin aldın?»
«Ne işe yaradığını d a h a öğrenm edim , am a
şu çizgilerin güzelliğine, şu açılış kapanışm tere-
yağlığına bak.»
İkim iz de a n a h ta rın neyi sökmek, neyi sıkış
tırm ak için kullanıldığım bilm iyorduk, a m a bu
p arlak çelik parçasın a ikim izin de kanım ız kay
nam ıştı. Öyle rah a t, öyle sade bir biçimi vardı
kİ, insana derhal elini uzatm ak, okşam ak arzusu
aşılıyordu. M ernuş,
«Bir de k a rg a b u ru n vardı. Am a çok p a ra İs
tediler; vallahi görsen a lır heykel diye ra fa kor
sun. K argab urun değil, m übarek M ısır heyke
li!.»
İngiliz a n a h ta rı, k a rg a b u ru n derken konu
d an uzaklaştık sanm ayın. Peki; hadi bazı san at
eserleri, bize ta b ia tta n yer yer köşecikler h a tır
latıyor diyelim; ya bu alet edevat? T abiatta neye
benziyor. K argaburunlu kerpeten kargaya ne ka
d a r benziyorsa bu İngiliz a n a h ta rı da bir kuşu
ancak o k a d a r andırıyor. H içbir şeye benzem e
dikleri halde kırk yıllık dost gibi aşina çıktığı
mız sa n a t eserlerine m erhaba!.. Biz, İngiliz a n a h
tarını, k uşa benzediği için değil, sa n at eserlerine
yakışan sadeliğe, ra h a tlığ a bir tab ia t parçası gi
bi «kendiliğinden» olm uşluğa kavuştuğu için be
nimsiyoruz. Yalnız bu alışverişte bazılarım ızı şu
nokta şaşırtıyor:
«Sanat adam ı oluş, yaratm a; b ir H ak vergi
sidir. Verm eyince m abut, neylesin M ahmut!»
Ne m i eylesin M ahm ut, o turup çalışsın, eğer
M ahm ut m esleğini sahiden seviyorsa m abut
onunla beraberdir.
A m a M ahm ut hakikaten yaptığı işi sevmi
yor da, sadece şenlik olsun diye yapıyorsa, «Yük
sek zekâm ın elinden evvelallah bu m eslek de
kurtulm az» diye yapıyorsa neylesin m abut.
S an at eserinin kendiliğinden olup bitm iş duy
gusun u aşılam ası, gayet kolaylıkla hiç eziyet çek
m eden yapılm ış gibi görünm esi birçoklarını şa
şırtıyor, bunlar,
«Şimdilik sa n atla uğ raşm aya vaktim yok
am a, A llah kısm et ederse bir g ü n kolları sıva
dım mı, ben de b ir şeyler d ö k türürüm elbette!»
diyorlar.
S a n a t dünyasının kapısı herkese açıktır. H er
kes dilediği y aşta bu kapıdan girer. A m a şu
«kendiliğinden» kapısı v a r ya. H erhalde en güç
açılan kapı o olsa gerek.
CANERİĞÎ
n
ca insandan in sa n a geçen, h e r insandan bir tu
tam sıcaklık, b ir çim dik can edinen kelimeye
onun d a kanı kaynar. O d a bu kelimeye kendi
öm ründen bir parçacık katar.»
C an kelim esi dilim izin eh çok işlenmiş, en
iyi bilenmiş, en lezzetli kelim elerinden biridir.
Adam cağız caneriğine bakmış, eriğin diri
liğine, tazeliğine öylesine kan ı kaynam ış ki,
«Şu can denen nesne, hepim izden çok can
eriğine yaraşm ıyor!» diyecek olmuş. Hem ne de
se idi? «Sayın bayanlar, bay lar can kelimesi şu
zam an doğmuş, şu yerlerde büyüm üş. Şu ta rih
lerde bu ta ra fla ra doğru gelm iş ve nihayet» diye
kelim enin k afa kâğıdını m ı çıkartsaydı?
Işık dedi ki:
«Renklerden, kokulardan, seslerden önce ko
şup geldim, insanoğluna n u r topu gibi bir m üj
de getirdim .
Adı candır.»
Dilimizin can kelim esini nasıl işlediğini a n
latabilm ek için, aklım a gelenleri rasgele sıra
layacağım :
Can sıkılır, can çekişir, can çıkar. Can acır,
can alınır, can verilir, can katılır, can atılır, can
ister, can gider, can gelir.
Canlanm ak, canlı, canlı canlı, cansız, canla
başla, canciğer, canını dişine takm ak, canının
içine sokası gelm ek; iki canlı, yedi canlı, k ırk
canlı olm ak, canını sokakta bulm ak, can evin
den vurulm ak; can yoldaşı, can pazan, canım,
canım ın içi, canım ın canı, ey can, canı cehenne
me, canına yandığım , can yongası, canlı cena
ze, can kurtaran, caneriği, canına değsin, vay ca
nına/..
B unlar benim b ir çırpıda aklım a gelenler.
Kim bilir kıyıda b u cakta d a h a neler vardır. İn
san bu kelim enin içine sinen zenginliği, başka
b ir dile a k tarm ay a kalktığı zam an şaşın p ka
lıyor.
Dilimize çevrilen b ir A m erikan rom anında,
«Mal canm yongasıdır» sözüne rastladığım za
m an, İngilizce bilenlere sorm uştum . O nların di
lin d e bu k a d a r derli toplu bir söz yoktu, İngiliz
cede iki sa tırla an latılan b ir gerçek; candan ko
p a n yonga, üç kelimeye ra h a t ra h a t sığdırabili-
yordu. Özü can kelimesine d ay an an bir şiiri ya
bancı dillerden birisine çevirmeye çalışanlara
A llah kuvvet versin. Bir tecrübe edin de bakın
insanı nasıl terletiyor...
* M ic h e la n g e lo
Çevremizde öyle şeyler v a rd ır ki, onları ol
duğu gibi yazm ak nam us borcudur.
B ütün mesele «öyle şeyler v ard ır ki» ayrı
m ında. Tolstoy, edebiyatçılara,
«İçimizde veya çevremizde olup bitenleri ay
nen yazm akla sorum luyuz» demiyor, «Öyle şey
ler v a rd ır ki, onları değiştirm eye hakkım ız yok»
diyor.
«Peki n ed ir o şeyler?»
İşte elim izden geldiği k a d a r o şeyler ü stü n
de duralım .
Son yıllar içinde büyük ilgi uy an d ıran Sol-
jenitsin’in bir tu tu k lu n u n 24 saatin e koca b ir ro
m an sığdırdığını biliyorsunuz.
24 saate 300 sayfalık bir rom an çok m u? Ba
zen bir sa a t süren olaya 500 -1000 sayfanın bile
yetm eyeceğini erbabı bilir. Eğer o sa a t İstanbul’
un fethi, y a h u t H itler’in son saati olursa...
Tolstoy’u n öğüdündeki «öyle şeyler» diye kıs
kıvrak bağladığı ille de dünyayı allak bullak
eden olaylar değil, bizi ku rşu n gibi delip geçen,
d a h a sittin sene yaşasak gözüm üzün önüne geti
rem eyeceğim iz sayılı olaylar olsa gerek. B unlar
sizin için bir bayram sabahı olabilir, bir başkası
için dilediği en güzel işe atandığını belirten bir
m ektup, kim i için bir m inicik öpücük, kimi için
b ir kem söz.
Tolstoy’u n öğüdünde g ü n geçtikçe değerle
n e n gerçek şu olsa gerek:
«Sana içinde ve çevrende olup bitenleri, tı
pa tıp olduğu gibi yaz dem iyorum , am a bunla
rın içinde öyleleri v a r ki, o n la n değiştirm eden
süsleyip püslem eden y a h u t tam tersi, çirkinleş
tirm eden olduğu gibi verm ek yazarın nam us bor
cudur.»
Edebiyat alan ın d a kendi içinde veya çev
resinde olup bitenleri olduğu gibi a k ta ra n Dir
kabadayı yoktur. Aklı başm da edebiyatçı böy-
lesi b ir savaşı düşünm ez ki, göze alm az ki. Böy-
lesi b ir savaş insanın tıpa tıp benzerini y arat
m ak isteği k a d a r gülünç olmaz mı?
«Öyle şeyler v a r ki onları değiştiremezsin.»
Bu yargıyı edebiyat alan ın d an resm e a k ta
rıyorum : B ütün dünyaya kendini kabul ettirm iş
ressam ların işlerinde n e kad arı aynen alınmış?
Tolstoy’u n dediği gibi kılm a dokunulm am ış, ne
k a d a rı sanatçının dilediği gibi tepetaklak olmuş
tur? Canım gibi sevdiğim ressam ların işlerini, bir
gözüm ün önüne getiriyorum :
«Yüzde on hiç değiştirm eden alınmış, yüz
de doksan sanatçının dilediği gibi tepetaklak
edilmiş.»
Bir Greco’nun, b ir R em brandt’m, bir Goya'
nın, bir V an Gogh’u n portrelerine bakın, beş
aşağı beş y u k arı bu ölçüyü bulacaksınız, Aynı
ölçüleri 1974 yılında kendini b ü tü n dünyaya ka
bul ettiren işlerde arayın:
O lduğu gibi alm an la ona eklenenin oranını
bulun, eğer bu ölçülere uym uyorsa, bu yazıya
boş verin.
D ün Aziz N esin’in İnsanlar Yükseliyor adlı
kitabında b ir hikâye okudum . Adı, N okta N okta
Nokta. Konuya dilim izdeki k ü fü r zenginliği ile
girişiyor. K üfürden y a n a nasibim iz sonsuz, am a
konuşm a dilinde bozuk p a ra gibi harcadığım ız
k üfürleri yazı dilinde kullanm ak kolay mı?
Biz T ürkler su içercesine, ekm ek yercesine
küfretm eye alışmışız.
H erif hayvan değil h a y v a n at bahçesi, peze
venk değil pezevengistan, m aydanoz am a m ezar
lık m aydanozu.
Bunun gibi h e r A llah’ın g ü n ü hepim iz yep
yeni bir k ü fü r savurabiliriz ve bu konuda o k a
d a r alçakgönüllü oluruz ki, adım ızı sanım ızı bu
laştırm ad an dilimizi, k ü fü r dilimizi ihya ederiz.
Aziz Nesin, yazısına dilim izdeki k ü fü r key
fiyle başlıyor:
«Konuşurken iyi hoş am a yazarken suntur-
lu k ü fü rle r boyuna: N okta no k ta no k ta diye ge
çiştiriliyor.» B uraya k a d a r Aziz Reis o eşsiz ça
lım larıyla k ü fü r kalesine güzel b ir goi atıyor, fa
k at yazının ondan ötesi beni çok yakından ilgi
lendiren b ir olaya dokunuyor. Bundan ötesini
okurken ben sıra d a n bir okur olm aktan çıkıyor
bir tanık, bir bilirkişi kesiliyorum. Öyleki bu ya
zıda Aziz’in an lattığ ı olayı aynı gün, aynı saatte
değilse bir iki sa a t önce ben de yaşadım . Olay
sa a t 18’de geçiyor, ben 16’da aynı olayın tanığı
oldum. Öyle ahım şahım olay d a değil.
Dört beş ay K ültür Bakanlığı yapan T. Hal-
m an, E rtuğrul M uhsin’e büyük bir saygı ve sev
gi belirtisi olarak bir m adalya hazırlam ış. M uh
sin gibi büyük ve başarılı bir im tihan verm iş
kimseye böylesi m ü k âfata kim sevinmez. Ben de
koştum , am a B akanın m adalyayı vereceği yeri
bu lan a k a d a r ak la karayı seçtim. Aziz’in hik â
yesinde aynen anlattığı gibi tören altıd a başla
yacaktı; davetiyelere böyle yazılmıştı, am a son
r a telefon etm işler, törenin iki saat öne alındığı
nı bildirm işler. S onra bize telefon etm işler. O
g ünler sa a t d ört aydınlık, am a altı a lacak aran
lıktı. Ben arab ay la en önce Topkapı S arayına git
tim. Kapıcı törenin aşağıdaki m üzede olduğunu
söyledi. Aşağı inene k a d a r h av a k arardı. A ntik
M üzesinin önünde in yok cin yok, şaşı bir ışık
ta n törenin b ir sa a t önce başladığını, herkesin
nerdeyse dağılm ak üzere olduğunu öğrendim. Şa
şı ışıkla tören yeri arasın d a abartm asız 350 m et
re yol vardı ve bu yol karanlıktı. Sağa mı, sola
mı, öne mi, ark a y a mı, nereye gideceğimi şaşır
mış, bunalm ış, terlem iştim . Tören yerini buluşum
tam am ıyla bir tesadüf oldu. D avetlilerin çoğu git
miş on, on beş kişi kalm ıştı. B unlar a rasın d a baş
ta M uhsin Reis olm ak üzere Kenterleri, Cum hu
riyet g azetesin d en " Elif N aci’yi, Agop’u, Y aşar
N abi’yi, M elih Cevdet’i, Şakir Eczacıbaşı’nı gör
düm . Burası m üzenin kütüphanesiydi. Şaşı bir
ışığı vardı. M elih Cevdet,
«Bir sanatçıyı böylesine değerlendirm ek ne
güzel değil mi?» diyerek b a n a K ültür B akanını
tanıştırdı. Bol bol viski içiliyordu. Ham di Beyle
kardeşi Ethem Beyin ku rd u k ları o güzel müze-
. de gecenin bu saatinde viski içmek, olur şey de
ğildi. Büyük Reis M uhsin ve eşi, K enter kardeş
lerle bir köşecikte büzülüp kalm ışlardı. Hey Al
la h ’ım bu ne şaşı bir akşam , ne karan lık b ir ge
ceydi. Ö m rüm oldukça unutam am . T iyatrolar
M uhsin’in çizgisinden çıktılar diye tören m üze
ye kalmış. Bakana,
«Bunu akadem ide yapabilirdiniz» dedim.
«M ümkün olmadı» dedi.
Kısacası o geceden aklım da buruk, h a tırla n
m ası hoşa gitm eyen bir ta t kaldı.
N okta N okta N okta adlı hikâyesinde Aziz,
bu geceyi anlatıyor. O da benim gibi M uhsin
Reise büyük bir sevgiyle bağlı olduğu için işi
ni gücünü bırakıp koşuyor. O d a aynen benim
gibi önce Topkapı S arayına gidiyor, sonra aşa
ğıya iniyor. A şağıda m üzedeki bekçilerle konuş
ması: Öm ür. Konyalı bir bekçi törenden falan
habersiz Aziz’e n u tu k çekiyor:
«Sen aklını mı kaçırdın gecenin bu saatin
de m uza olur mu, bakan olur mu, get işine hem-
şerim» diyor, sonunda m üdüre çıkıyorlar.-
«Evet tören altıda olacaktı, fa k a t bakanın
işi çıktığı için dörde alındı ve çoktan bitti» di
yor.
Şimdi hikâyenin en m üthiş olayı bundan son
r a başlıyor. Aziz oraya k a d a r iyi yürekli bir şo
förle gelmiş, am a şoförü savmış, zifiri karan lık
ta G ülhane P arkının çıkış kapısına doğru gider
ken,
«Tap» diye kafasına sıcak yum uşak b ir şey
ler inmiş, am a bu iniş o k a d a r büyük ölçüde, o
k a d a r bol cöm ert bir porsiyonm uş ki, şapkası ku
lak ların a k a d a r geçmiş.
«Ulan ağ açların doruğunda m an d alar mı,
sığırlar mı yuva yapm ış diyor. M anda çıkmış
kavağa...»
Ve hikâyeyi, d a h a doğrusu röportajı, bu h a
zin olayı yine b ir gazetede yer alan havadisle
bitiriyor. H avadis aynen şöyle:
«Dün sa a t 16’d a falan ca tiyatroda oynana
cak çocuk piyesine davetli olan bak an ın daha
önemli b ir işi çıktığı için oyun 14’te başlam ış
ve 16’d a gelen davetliler şaşırıp kalm ışlardır.»
Ve Aziz, nokta nokta nokta üçlüsü içindeki
k ü fü r gücünü ra h a tlık la belirtiyor.
Şim di yazım ızın başına gelelim, Tolstoy’un
Çehov’a verdiği öğüde,
«Öyle şeyler v a rd ır ki, onların b ir kılını de
ğiştirm eden yazacaksın.»
DİLİMİZİN KÖŞESİ BUCAĞI
* Leonard o da V in c i
* * La Jo co n d e
tebessüm ü yetişir» der, so n ra da, etine, buduna
dokundunuz diye sizi kasaplıkla suçlandırm aya
kalkarlar.
Evet, yiğit adı ile anılır, am a koca Leonard
Dede Jokond’u ile anılır. B ana kalsa onu hepsi
n o tla n a ra sın d a rastladığım şu sözlerle h a tırla
nın:
— Köpek efendisine niçin bağlıdır? O nu ni
çin sayar? Efendisi köpeğe kem ik verir, yiyecek
verir de ondan. Eğer köpek, sahibinin kendisin
d en d a h a akıllı olduğunu bilseydi, onu m uhak
k ak d ah a çok sever, d a h a çok sayardı.
Ey tab ia t anaya, sadece k a n n la n n ı doyur
duğu için bağlananlar, tab iatın ne k a d a r uçsuz
bucaksız ve ne k a d a r m üthiş bir düzenle yuğu-
rulm uş olduğunu bilseydiniz, onu d a h a çok se
vecektiniz.
Kelimeleri belki yerli yerinde kullanm adım .
Bunu okuyalı en aşağı on beş sene oldu. Fakat
gayet iyi hatırlıyorum ; fikrin çatısı bu idi. Aynı
n o tlar arasında: resim san atın ın heykelden d ah a
güç olduğunu, resim konularının sayısız dene
cek k a d a r çok, b u n a karşılık heykel konularının
p arm ak la sayılacak k a d a r az olduğunu ileri sü
rüyordu. Resim hocası olarak bu fikri de benim
semiştim, am a bir parça kullandıktan sonra bu
İkincisi aşındı. A vrupa heykel san atı dışında öy
le acayip, öyle zengin konulu heykeller gördüm
ki L eonard'm tarifi kısa gelmeye başladı, am a
Leonard’ın köpeği h â lâ okuduğum gün nasıl dip
d iri ise h â lâ öyle. Ben bu köpeği önüm e k a ta ra k
çeşitli a y la ra çıktım!. Ressamın tab iat anayla m ü
nasebetleri ne şekilde olm alıdır? Mesleğimizin
belkem iğini k u ra n bu konuyu, ancak Leonard'ın
köpek m isaliyle çözebildim. Dilimin döndüğü ka
d a r açıklayacağım : Bir köylünün toprağa bağ
lanm ası, toprağı b ü tü n derinliği, bütün zenginli
ğiyle kavram ış olm asından ileri gelmez. Toprak
onun velinim etidir o kadar. Yoksa köylü Yunus
Enire gibi,
Hor bakm a sen toprağa
Toprakta neler yatur
K anı bunca evliya
Bin bir peygam ber ya tu r
diyerek fazla derinlere dalm az. Köylü toprağın
içinde adıyla sanıyla şu k a d a r çuval buğday, bu
k a d a r çuval a rp a görür. A m a köylü bir okuyup
yazm a öğrense. Hele bir kafasını d a eli ayağı ka
d a r işletebilse toprağın içinde onun da çok çe
şitli şeyler göreceği tu tar. M esela linyit köm ü
rü n ü de görebilir, bilm em ne m adenini seçebilir.
Hele bir gün eline bir m ikroskop d a geçirebilse,
toprağm altın d a Yunus Em re’nin bile aklından
geçmeyen evliyalar b u lu r çıkarır!..
İnsanoğlunu tab ia t karşısında köpek hizası
n a düşüren nedir, m idesi değil mi?
Sözün b urasında cüm le köpeklerin affını di
lerim. Leonard D edenin köpek kelim esini bir kü
fü r olarak ele alm adığm ı sanıyorum . Gen kendi
hesabım a birçok in sanların gerek eşeklere, ge
rek köpeklere niçin m usallat olduğunu bir türlü
anlayam am ışım dır. Tanıdığım bazı in san lar a ra
sında öyle acayipleri vardı ki, birisine küfretm ek
istediğim zam an onu ne köpeğe benzetm ek gelir
içimden, ne de eşeğe; hep o m ünasebetsiz in san
ları hatırlarım . Ç ünkü ne bir köpekten, ne de b ir
eşekten, onlardan gördüğüm fenalığı görmemi-
şimdir.
Leonard’ın köpek m isalini b ir k ü fü r olarak
değil, sadece insan zekâsının altın d a bir ölçü
o larak kabul edelim. Koskoca Leonard Dedenin,
sevimli olm aktan başka b ir k ab ah ati olm ayan
köpeğe; köpek oğlu köpek, it oğlu it diye küfre
deceğini tasarlam ak güç...
Leonard’ın köpeğini kaldıralım . Yerine sade
ce m aişet derdiyle çırpınan bir insanoğlu koya
lım. Bir insanoğlu ki sa b ah ta n akşam a kad ar
bir dilim ekm ek için efendisinin a y a k la n u cu n
da kuyruk sallasın dursun. Olmadı! Gene işin
içine bir k u y ru k tu r karıştı. S ab ah tan akşam a
k a d a r dilensin, çabalasın, te r döksün, yüzsuyıı
döksün.
Yalnız «boğaz» derdiyle dolu ols^n insanoğ
lunun başını kaldırıp da e tra fın a bir dünya gö
züyle bakm ası kolay m ıdır? Yalnız ekmek p a ra
sı tasası ile e tra fın a b ağlanan bir insandan kim
seye h ayır gelir mi? Köpeğin, pardon, insanın,
efendisine yani tab ia t dediğimiz anaya, neler
borçlu olduğunu, bu dünyanın ne akılları d u rd u
rac a k b ir tem poyla işlediğini tam m anasıyla kav
rayabilm esi için alim olması şa rt değil. Sadece
belli saatlerde k a m ın ın doyacağından em in ol
m ası şart. İnsanı hayvandan ay ıran farklardan;
üzerinde en az d u ru lan bu olsa gerek. Aç ayı oy
nam az, sözünün b u ru k tadını tam m anasıyla
duydunuz m u? Bu sözün kom ik tarafın ı duym ak
için ayı olm ak ş a rt değil. İşin içine bir de ayı
karıştı. Yazı bu gidişle h ay v an at bahçesine dön
m eden önce konum uza gelelim.
Leonard D edenin birçok m arifetleri vardı.
Krokileri arasında, zam anım ızın en ileri h a rp
silahlarının çekirdeğini kurm uş denecek buluş
ları var. Alev m akineleri, tan k işini görebilecek
arab alar, vb... Evet am a bu zat h e r şeyden evvel
bal gibi ressam dı. Köpekle kem ik hikâyesini re
sim dünyasına aktaralım ;
Bir ressam tasarlay ın ki öm rü boyunca k a r
puz, kavun resim leri yapmış. Ç ekirdeğinin üs
tündeki güneş p a rıltıla rın a varıncaya k a d a r in
celemiş. H a bire karpuz resim leri yapıp sa ta rak
gül gibi geçiniyor. K arpuz diyor, kavun diyor da
m esela neuzübillah keçi boynuzu veya patlıcan
demiyor. V arsa da karpuz, yoksa da. Bu çekir
dekten yetiştiğini tasarladığım ız ressam a,
«Anladık bu konuda üstünüze yoktur, am a
A llah rızası için, şu sizi öm rünüzün sonuna k a
d a r geçindirecek dünyalığı alın da bize biraz
da b aşk a şeylerin resm ini yapın. M esela bir ker
tenkele çizin» diyecek olsak bu ressam ,
«Asla!. Ben öm rüm ün sonuna k a d a r kavun,
karpuz resm i yapacağım . O ndan ötesine taş çat
lasa elimi sürm em !» der m i sanıyorsunuz? Hayır.
B ana k alırsa bu z a t şu iki yoldan birine sapar,
y a «Eyvallah! Hele siz k am ım ı doyurun. Ben ne
resm i isterseniz yaparım . Yeter ki nasıl yapaca
ğım a karışm ayın» der, y ah u t da, bundan böyle
k arn ın ın doyacağını sağlam a bağlam ış olduğun
d a n emin, gider karşı gazinoda düm belek çal
m aya başlar; gider polis hafiyesi olur, y ah u t vat-
m anlığa heves etm iştir. O lur ya? Biraz d a baş
k a bir zenaatm tadm ı çıkarayım der. Kısacası,
Leonard’ın köpeği gibi sırf ekm ek p arası yüzün
den resm ini yaptığı ko n u lara bağlanm ış binler
ce ressam vardır. B unlar için asıl konu resim
değil, ekm ek parası olm uştur. Aksi gibi tabiatı
en çok incelediklerini sa n an la r d a bu ressam
lardır. Resim san atın ın kendine has cilvelerin
den habersiz olan m üşteri, onlardan resim de
ğil sadece kavun karpuz veya balık satın alır.
Aldığı m alın da taze, çiçeği burnunda, sahici
olm asını an cak kendi im kânlarıyla ölçer.
Leonard’ın sitemi köpeğe değil, tab ia t a n a
ya sadece m ideleriyle bağlı olan kişileredir.
«Evet am a, bir ressam sadece kavun k a r
puz resm i y ap arak tab ia t an an ın en gizli k a
palı ta ra fla rın a aşina çıkm az mı? Bir karpuz
çekirdeğinde b ü tü n bir dünyanın düzeni yok
m udur? Sen hiç, kavun kabuğundaki n a k ışla n
alıcı gözüyle seyrettin mi? Bir tek kavun dilimi
dünyam ızın o rtasından kesilmiş bir dünya dili
m i dem ektir. Sen hangi h a k la kavunu karpuzu
küçük görüyorsun?»
İşte böyle alınırsanız işler sa rp a sardı de
mektir!..
Eğer ressam ım ız bir kavundan bize dünya
m ızın b u d undan koparılm ış b ir dilim çıkarabilir
se bu kav u n başka kavundur. Bu kav u n a rtık ta
dından yenilm eyecek k a d a r başka b ir şeydir. Ta
d ın d an yenilm eyecek k a d a r başka bir şey oldu
mu, o a rtık kav u n lu k tan çıkar, resim olm aya yö
nelir.
Bir tek kavun dilim inde ta b ia t an an ın bü
tü n dünyam ızı sa ra n nefesini duyan ressam a
ne m utlu. Bir tek k u ru çekirdekten kocam an
bir güneş parçası n a sıl çıkar? Güneş hangi yol
lard a n bu kapalı k u tu n u n en m ahrem köşele
rin e sızar? Bu güneş tadım , bu güneş balını
kavun, gökyüzünden m i emer, to p rak tan m ı çe
ker?.. Aklı başında, tad ı dilinde olan bir res
sam elbette b ir dilim kav u n karşısında tab iat
an a n ın gizli kapalı tara fla rın ı kurcalar. Bir de
fa d a kurcalam aya başladı mı, kavunu yalnız
gözleriyle değil b ü tü n varlığıyla duyar. Bir de
bakıyorsunuz ressam hazretleri kavun dilim i ye
rin e size en beğendiği kadının en beğendiği ta
rafın ı çizmiş. Y ahut d a çocuğunun kum ral ba
şını resm etm iş. O d a olmadı. K avunu bırakm ış
d a kabuğundaki m enevişlere dalmış.
B ırakın adam cağızı ne isterse yapsın, yeter
ki yaptığı iş, akıllıca, zekice, dünyaca, bir keli
m eyle insanca olsun.
A m erika yerlilerinin geleneklerini inceleyen,
renkli resim lerle dolu bir kitap gördüm. Yerli
ler renkli kum lar, çakıl taşlarıyla falların a bak
tırıyorlar. Bizim kahve falının başka türlüsü,
d ah a ressam cası. Kabilenin sihirbazı renkli kum
ları toprağın üstüne serperek Ayasofya m ozaik
lerini an d ıran resim ler yapıyor. Kuşlar, hayvan
lar, insanlar, cinler, periler, melekler, ağaçlar,
çiçekler ne çıkarsa bahtına. Enikonu ustaca ter
tiplenm iş olan bu resim ler arasın d a boyuna tek
ra rla n a n bir nakış vardı: yarısı insan, yarısı kuş,
yarısı çiçek, bazen yerde, bazen gökte, bazen ol
m ayacak bir yerde bu peri ile karşılaşıyorduk.
Resimlerdeki b ü tü n nakışların ad ları ve ne işe
yaradıkları incelenmiş: Kimi iyilik meleği, kimi
kötülük, kimi hastalık, kimi ölüm üstüne çalışı
yor. B ütün resim lerde yer alan periye gelince,
onun gördüğü iş hepsini bastırdı: Önemsiz, sa
hipsiz, u fak tefek şeylerin perisiym iş m eğer...
Fal bittikten sonra renkli kum lar te k ra r tor
b a la rın a konuyor, falcı m ünasip gördüğü ren k
lerden birer avuç da fal b a k tıran a veriyor. Fal
b a k tıran la r erdiler mi m u ra tla rın a bilmem, am a
ben b ir tü rlü ufak tefek şeylerin perisini u n u ta
m ıyorum. Bu peri h â lâ beni düşündürüyor; sa
n a tk â r dediğimiz kişinin ta kendisi olsa gerek.
Bizim değer vermediğimiz, üstünde durm adığı
mız, çiğneyip geçtiğimiz, u n u tu p gittiğimiz, ba
yağı dediğimiz, aşağılık dediğimiz ufak tefek şey
ler, olaylar, kişiler, işler, renkler, kokular, ses
ler Bütün b unların tasası yalnız sa n atk â r dedi
ğimiz kimseye düşer. K aşla göz arasın d a şimşek
gibi çakıp geçen düşünceler, benzetm eler, se-
bepsiz sevinçler, huylanm alar, durulm alar, bu
lanm alar, bir o k a d a r çabuk dalm alar, dalga geç
meler, tem ize çekilmemiş rüyalar, kısacası incir
çekirdeği doldurm ayan şeylerin hesabı kim den
sorulur? Tarih, coğrafya, aritm etik k itap ların
d an sorulacak değil ya, sa n a t adam ından soru
lur. İster kafam ızda, ister defterlerim izde altını
kırm ızı kalem le çizdiğimiz olaylar p arm ak la sa
yılacak k a d a r azdır: Evlenmek, harp, büyük bir
hastalık, d a h a beteri âşık olmak, iş bulduğum uz
gün, iflas, şöhret, biri çıkar kafam ızı k ıra r tersi
de olabilir, bindiğim iz gemi şapa oturur, trenim iz
yoldan çıkar, d u ru p d u rurken kafam ıza dam dan
b ir kirem it düşecek olur. İşte size önemli olaylar.
Am a biz bütün b unları ezbere biliriz, bunları
h e r gün beraberim izde, nüfus kâğıtlarım ızda,
canım ızda, ciğerimizde, yaram ızda berem izde ta
şırız. Bu olaylar hayatım ızın gideceği yönü be
lirtirler, o kad ar... Geriye bu önemli olayların
dışında b ü tü n bir h a y a t parçasıdır kalır. Sa
n a t adam ının iyisi hepim iz için önemli olan ko
n u ları bilir, am a öm rüm üzün yalnız b unlarla
örülm ediğini de bilir. H ayatım ızda silik, bayağı,
basit, ufak tefek şeylerin tu ttu ğ u önemli yerin
boyunu bosunu, tadını tuzunu eserinde verem e
yen kişinin sa n at adam ı olabileceğine hiçbir
zam an aklım yatm adı. O layların çok önemlisini
az çok hepim iz anlatabiliriz. O layın dehşetin
den dilimiz bile tu tulsa cnu ne yap ar y ap ar
elimizle, kolumuzla, kaşımızla, gözümüzle, a n la
tırız, am a dem inden beri adını ettiğim incir çe
kirdeği doldurm ayan şeyleri bize yalnız san at
adam ları anlatabilirler. İşin tuhafı yaşarken
metelik verm ediğim iz bu şeylere sa n at eserinde
rastladığım ız zam an çocuklar gibi sevinir güle
riz. Ağladığımız da olur. S an at adam ı bizim ya
şam adan geçtiğim iz çeşitli h a y a t parçacıkları
nı ele almış, bizim en önemli günlerim ize ver
diğimiz değerle onları incelemesini bilm iştir.
Hayal meyal, yarım yam alak, üstünkörü yaşa
dığımız, tatsız tuzsuz nice günler (neylersin
öm rüm üzün çoğunu bu günler kaplayıp gider!),
nice saatler, dakikalar birden gözüm üzün önün
de canlanır, yeniden yaşam a gücüne kavuşur
lar. K arınca kaderince y aşar giderler. Romanda,
hikâyede, tiyatroda, sinem ada, şiirde, resimde
sa n a t adam ından hep bunu bekler dururuz. Ço
ğum uz bunu aradığım ızın fark ın d a bile olmayız,
am a bunu bulunca ürpeririz: Evet evet, işte biz
böyleyiz, insanoğulları böyleyizdir işte, dedik mi,
bize bunu verm esini bilen sa n a t adam ına tu
tuluruz. S an at adam ına karşı beslediğimiz say
gının, sevginin belkem iğini k u ran herhalde bu-
dur.
Yatılı bir okulda fena halde bunalan bir a r
kadaşım vardı. Bir gün cebinden takvim li defte
rin i çıkarm ış pis pis düşünüyordu. Bir a ra ba
şını kaldırdı, altını kırm ızı kalem le çizdiği ay
la n saydı ve:
«Vay canına yandığım ın işi!» dedi. «Baksana
şu k a d a r ay geçmiş. Bu m usibet yerde aylar, yıl
la r geçiyor geçmesine de, bir tü rlü saatler ve d a
k ik alar geçemiyor...»
Ö zam an beni güldüren bu söz, sonraları acı
acı düşündürdü: Bu b ir tü rlü geçmediğine yan
dığımız saatler ileride; hayali cihan değecek
o lanlar a rasın a girebildi. H ayat taksisi yalnız
bizim coşkun anlarım ızda değil, h e r an, h e r sa
niye d u ru p dinlenm eden yazıp duruyordu. Tak
si dedim de aklım a geldi, ileride bir rom an ya
zacağım tu ta rsa (bir bu eksikti zaten..) adını
m uhakkak «Taksi Yazıyor» kordum . Taksi ya
zıyor, sen istediğin k a d a r ıvır zıvır işlerle uğ
raş, dalga geç, uyu, şahane şekilde bunal, can
sıkıntısından geber: Taksi yazıyor. H ayat taksi
si kapıda, am a sen içinde yokm uşsun, kim in um u
runda; taksim etre bu, bir defa kurulm uş d u rm a
d an yazıyor.
Resim alanında çok çeşitli tecrübelere giriş
tim, şeytanın akim a gelm eyecek boyalarla bir o
k ad ar acayip zem inler ü stüne resim ler yaptım ,
bu işin sevimsiz, güç, bunaltıcı, yıpratıcı tarafla-
n ıu denedim. Yazı alanında bu çeşit bir tok tec
rübeye girişeyim dedim, öylesine şaşırdım , öyle
sine bunaldım ki, pes demeye m ecbur oldum. An
latacağım kolayınıza gelirse ne âlâ, sizi şim di
den tebrik eder, derhal edebiyat alanında şansı
nızı denem enizi tavsiye ederim. Tecrübem şu ol
du: En ufak önemli bir olayla parçalanm am ış,
bayağı bir g ünüm ü olduğu gibi yazayım, dedim.
Vay efendim vay! Sen m isin böyle kalender bir
tecrübeye girişen. Az kalsın aklım ı oynatacak
tım. Gece s a a t dokuzda yazm aya başladım: Sa
b ah faslı, çocuğun azıcık ateşi var, gidip bir dok
to r çağırm ak lazım (Çocuk olan evde h er günkü
olaylardan sayılır). Evet, am a kahvaltıyı olduğu
gibi an latm ak lazım. Henüz evden çıkm adım , et
ti mi san a tam on sayfa. Çıkış, m erdiven faslı,
kapıcı, tram vay, doktorun bekleme salonu, du
vard ak i resim ler, eski birkaç dergideki resim ler,
yarım yam alak okuduğum yazılar, pencereden
görünen karşı kıyı, kokular, kedi, sokaktan ge
len sesler... Tam on dakika beklem iştim dokto
ru n odasında, yalnız orasını olduğu gibi a n la t
m ak bir sa a t sürm ez mi? H a gay ret dedim, dok
toru aldım eve getirdim , onunla yolda konuştuk
larımız, eve geliş, yani günüm ün henüz bir saati
ni yazabilm iştim , saate baktım , tam üç sa a t tu t
m uş bir tek saatin hikâyesi. Dişimi sıktım, p a r
m aklarım , kafam uyuşana k a d a r yazdım, sabah
oluyordu. D ışarıda ilk sütçü beygirleri, ilk tra m
vay, sonra b ü tü n haşm etiyle doğan güneş. Hiç
d urm adan tam dokuz sa a t yazmıştım, yüz say
fa k a d a r b ir şey tu ttu . Dokuz saatte günüm ün
yalnız dört saatini yazabildim . Bunu da tam m a
nasıyla yazabildiğim i sanm ıyorum , bazı noktala
rı aynen yazam adım . Neden mi? B azılarını yaz
m aya üşendim . Bazılarını beceremedim, bazıla
rını bile bile ıska geçtim. Öyle ya, yolda güzel bir
m ahluk görm üşüm , onu görünce neler düşünm ü
şüm, sen ona istediğin k a d a r ressam gözüyle,
edebiyatçı gözüyle baktığım k a rm a a n la ta n a k a
d a r...
Bilerek, bilm eyerek hepsini yazam adığım
halde dört saatin hikâyesini yazm ak dokuz sa
a t sürdüğüne göre bütün günü olduğu gibi yaz
m ak ne k a d a r sürecekti? Hesabım çok kıt olm a
sına rağm en, bunu bir kalem e vurunca cesare
tim kırıldı. Çok istediğim halde bu tecrübeye
yeniden girişem ediğim in sebeplerinden birisi de
şu oldu: Yazımın sonlarına doğru, yani günün
öğle vaktini an latırk en dışarıda bütün haşm e
tiyle sabah oluyor, güneş doğuyordu. Çoktan
yazıyı unutm uş, doğan güneşin denizde, gökyü-
zündeki çeşitli renk cüm büşlerini seyre dalm ış
tım. Beni yazı yazm aktan çelen, bu an d a güneş
ti ve bu olay beni yazdığım şeylerden d a h a çok
ilgilendirdi. İleride onun yerini başka d ah a önem
li olaylar d a alabilecek, beni yazıdan edecek,
kendine çekecekti. İşte, Taksi Yazıyor rom anı o
an d a aklım a geldi. Sen içeride yazadur, çizedur,
dışarıda taksi yazıyor, dışarıda h a y a t g ürül gü
rü l akıp gidiyor. S an at adam ının en önemli m e
selesi bu olsa gerek: Kendini tepeden tırn ağ a k a
d a r san atın a verdiğin zam an yaşam adan geçip
giden h a y a t parçası. Peki bunun hesabı kimden
sorulacak?
SANAT VE POLİTİKA
* Rafaello
ne k a d a r sü rü p geldi. Bu yarışa yer yer Braque,
Bonnard, F. Léger de katıldılar. Ama M atisse’le
Picasso arasın d a benzer no k talar bulm ak d ah a
kolaydı. Bir defa h e r ikisi de gayet kolaylıkla re
sim den heykele geçebiliyorlardı. H er ikisinin de
elinden çıkan bazı heykeller karşısında bazı se
yirciler haklı olarak,
«Acaba b u n la r resm i b ırak salar da heykele
çalışsalar d a h a iyi olmaz mı?» diye düşünüyor
lardı.
Çeşitli h alk san atların ı ciddiye alm aları, or
taçağ ve Rönesans u sta la rın a gösterdikleri saygı
yı, adı sanı belirsiz nak ışlard an esirgememiş ol
m aları, iptidai kabilelerin nakış ve heykellerini
çok iyi bilm eleri, giriştikleri yarışı kızıştırıyordu.
M atisse’in d ah a yaşlı ve son zam anlarda yat
tığı yerde çalışm aya m ecbur oluşu, b u n a karşılık
İspanyol ressam ının yeni bir gençliğe kavuşm uş
gibi, d ald an dala atlam ası birçoklarına yarışı ka
zandığı fikrini verdi. Fakat bu yarış henüz bit
miş değildir. M atisse’in, h e r şeyden evvel sükûn
ve h u z u r duygusunu birinci p lan a alan Fransız
tarafıyla, Picasso’n u n h e r ne p ah asın a olursa ol
sun boyuna yepyeni peşinde koşm a arzusu, dina
mizmi ve m acera sevdasıyla yüklü İspanyol ta
ra fı d a h a uzun zam an çatışıp duracak.
Resme on üç yaşında başlayan, kaşı gözü,
ağzı b u rn u yerinde portreler yapan Picasso’n u n
bugüne k a d a r kaç renge boyandığını, kaç tü rlü
resim yaptığını bir sergide değil ancak bir film
de görüp anlam ak m üm kün olacak.
Delikanlı denecek yaşta P aris’e gelen Picasso,
o zam anlar kendinden çok bahsettiren ressam la
rın tesiri altın d a kalıyor, o güne k a d a r iyi kötü
eski İspanyol ustaları yolunda portreler yaparken
birdenbire Degas gibi, Lautrec gibi desenler çiz
meye başlıyor. A rkasından sırayla Cezanne, Ga
uguin, V an Gogh gibi resim ler yapıyor. Bu te
sirlerden en a ğ ır basanı Cezanne oluyor. Bu bü
yük Fransız’ın, «Tabiatı geom etrik biçim lere çe
virerek incelem ek m üm kündür. Bir baş biçimi
hor şeyden önce bir küredir. Bir kol biçimini bir
üstüvaneye, silindire benzeterek incelem ek la
zımdır» iddiası, sadece k u ru bir teori olarak kal
mamış, eserlerinde belli olmuştu.
Picasso bu kapıyı zorladı, eşyayı geom etrik
düzene bağlam aktan kübizm doğdu. Bu konu
n u n elebaşıları a rasın d a Matisse, Braque, Leger
de bulunduğu halde en cesur denem eleri yap
m ak tan çekinm ediği için kübizm der demez ev
vela Picasso’n u n adı anıldı.
Cezanne tesirinden sonra Picasso’yu saran
en önemli tesir vahşi kabilelerin elişleri olm uş
tur. Heykelleri, çeşitli nakışları, pişm iş to prak iş
leri karşısında duyduğu heyecan en son işlerin
de bile kendini gösterir. Vahşi işlerine gösterdi
ği ilgiyi çocuk resim lerine de gösterdiği m uhak
kak.
Bu belirli tesirlerden başka zam an zam an
gezdiği b ir m üzenin, bir serginin tesirlerini de
eserlerinde gördük. Genç yaşta ölen Pascin, ge
ne çok genç ölen M odigliani’n in bazı eserlerine
alıcı gözüyle baktığı belli olur. Henüz büyük h a
reketlerden sakınan ilk Y unan heykelleri Picas
so’n u n biçim dünyasında bir d u rak olm uştur.
Eğer Picasso’yu bir tek cümleyle anlatm aya
m ecbur olsak,
«Tesir altın d a kalm aktan korkm ayan res
sam ...» derdik.
Bize resim yapm a arzusunu veren herhangi
bir şey karşısında,
«Ama, ben bunu yaparsam acaba nasıl k a r
şılarlar?» tasasını yabana atm am ak lazım.
Bu tasa yüzünden kaç tane kıym etli ressam
olduğu yerde dem ir atm ıştır. Sen gel öm rünün
yarısını şu şekilde resim yapm aya ayır. Sonra
b ü tü n b u n lara bir sünger çek, b ü tü n acem iliğine
k a tla n ara k yeniden bir yol seç, sonra onu da bı
ra k başka türlü resim yapm aya başla. Bir ömre
bir tek değil bir sürü resim yapm a tarzını sığ
dırm anın m üm kün olabileceğini ispat eden res
sam ların başında Picasso geliyor. Her konunun
em rine bam başka b ir zenaat, bam başka bir tez
g âh la çıkm ak m üm künm üş demek. Bunu ispat
edenlerden birisi de P. Klee olm uştur. Şu son dört
beş sene içerisinde ondan da boyuna bahsedili
yor. Ne yazık ki o d a çok genç öldü.
Bir Picasso’nun, bir Klee’nin tek resm ini gö
rerek onların d a h a önce ve d a h a sonraki eserle
ri h ak kında b ir fik ir edinm ek im kânsızdır. Üs
lup aynıyla in sandır sözü, öteden beri 10 nu m ara
alan sözlerdendi. Picasso’n u n bir san atk â rın bir
sü rü üslubun hak k ın d an geleceğini ispat etmesi,
yalnız resim a lan ın d a değil kardeş sa n at kolla
rın d a d a yeni bir çığır açmış oldu.
GÜLE GÜLE MATİSSE USTA
* N o tre - D am e
G ün geçtikçe b ir p a rç a d a h a m asallanan bu
hikâyeyi R enoir’d a n söz a ç an la r ikide bir a n la
tırlar.
S an at eserinin h e r şeyden önce bir «yaşama
sevinci» ile dolu olması, bize birdenbire bu se
vinci aşılam ası, bir sürü ufak tefek tasa lar için
de boğulup giderken bizi kendim ize getirm esi,
y aşam ak ta olduğum uzu hatırlatm ası, en büyük
hediyenin, en büyük m ucizenin yaşam anın ta
kendisi olduğunu tekrarlam ası yenidir.
1900’den bu y an a bütün sa n a t kollarında- «ya
şam a sevinci» bellibaşlı bir konu olmuştjur. 1900’
den beri yepyeni kay n ak lard a yık an an iresim sa
n a tı bu konuya elebaşılık etm iş sayılır. Y aşam a
sevinci günüm üzün resim sa n atın a güneşle gir
m iştir. Hani, «Güneş ğ iren eve doktor girmez»
derler. Güneş, resim sa n atm a b ü tü n heybetiyle
zam anım ızın ressam larının fırçasıyla girm iştir.
Resim sanatını, kalın kadife perdeli, loş atöl
yelerden çıkartıp güne güneşe kav u ştu ran res
sam lard an bazıları ışık gözlerinde kav ru lan ke
lebekler gibi hep güneş konusunun etrafın d a dö
nerler. Ç oğunun gözlerini kam aştırdı güneş, ki
m inin de kolunu kanadm ı yaktı. İlk önce em p
resyonist adıyla anıldılar. G üneşin eşya ü stü n
deki etkilerini incelem ek yüzünden eşyanın an a
yapısını hiçe saydılar. O n la n n ark asın d an gelen
nesil güneş etkileriyle, eşyanın a n a yapısı a ra
sında bir düzen kurdu. G üneşin hakkını güneşe
vererek, resm in a n a yapısı üzerinde yepyeni de
nem eler başladı. Fakat ne olursa olsun ressam
atölyesinin kapısm ı güne güneşe açmıştı. Y aşa
m a sevinci resim dünyasına bu güneşli pencere
den girdi.
Ölüm hab eri birkaç gün evvel b ü tü n dünya
gazete ve radyolarında yayım lanan büyük Res
sam H enri M atisse de, resim dünyasına bu gü
neşli yoldan girm işti. O nun gençlik çağı, güneşi
yağm a eden ressam ların sevinçli günlerine ra s t
lar. Monet, Pissano, Sisley’deki bir bakım a «kö
r ü körüne güneş» tasası ilk zam an lar M atisse’in
de gözlerini kam aş tırm ıştır. Fakat bu n ların a r
kasından gelenler; Seurat, V an Gogh, Gauguin,
Cezanne eserlerinde güneş tad ın d an başka d u ru l
muş, süzülm üş biçim leri de aynı sevgiyle ele al
dılar. Matisse, bu iki neslin de tecrübesinden fay
dalandı. Em presyonistlerden b ü tü n sevinçlerin
kaynağı olan güneş tadın ı onun ark asın d an ge
lelilerden de biçim ve düzen tasasını benimsedi.
M atisse’in eserinde derinlem esine izler bı
ra k a n ressam lar, V an Gogh, G auguin ve Cezan
ne olm uştur. Eserlerini bugün b ü tü n dünyanın
kabullendiği bu u staları Matisse, ta gençliğin
de benim sem iş ortaçağ u sta la rın a ve klasiklere
gösterdiği saygı ile o n lara bağlanm ıştı. B unlar
ara sın d a G auguin’in bam başka k ay n ak lard an
faydalanm ası, onu çok düşündürm üş olmalı.
Üzerinde en ufak bir fırça oyunu gösterm eden
düm düz renklerle çalışm ası, h e r ne pah asın a
olursa Olsun bir heykel düzeni kuracağım diye
renklere eziyet etmemesi, önüne geçilmez bir
heykel yapm a arzusu duyduğu zam an bunu ille
de resm in yapısı içine sokm ayıp doğrudan doğ
ru y a çam urla, taşla, ta h ta yontarak yapması, Ga-
u g u in ’den aldığı derslerin başında gelir.
M atisse, zam anım ızın en iyi ressam larından
birisi olduğu k a d a r iyi heykelcilerinden de birisi
olmuş, resim sergilerinin çoğunda heykelleri de
yer alm ıştır.
M atisse yu k arıd a ad larm ı andığım ız u sta la r
d an alacağım ald ık tan sonra tam am ıyla kendine
y araşan tecrübelere girişm iş, üzerinde en ufak
bir p ü rü z bulunm ayan düm düz renklerle çalış
m a konusunda b ir çığır açm ıştır. Bu yolda ken
disiyle a t başı giden ressam ların başında Picasso
gelir. T ablonun b ir sevinç, bir dinlenm e, ta de
rin d en bir oh çekme kaynağı olduğuna in an a n
Matisse, söze b aşlarken üzerinde durduğum uz
yaşam a sevincini, gülen, oynayan, dans eden in
san larla değil, giilen, oynayan, renkler, biçim ler
ve çizgilerle verm iştir.
Resim mesleği d ö rt a n a tem el direk üzerine
kuruludur: Kendi zevk süzgecim izden geçirdiği
miz, durulm uş, süzülm üş biçimler, taklide de
ğil, icat gücüne d ay an an biçimler; bir. S onra sı
rasıyla değerlendirilm iş renkler, çizgiler ve leke
ler, yani ren k tad ın d an başka bir de açık veya
koyu düzeni.
Resim sanatını çeşitli kardeş sa n atların iki
de b ir h a ra c a kesmem esi için; b ü tü n bir öm ür
uğraşm ış olan ressam ların arasın d a M atisse’in
h e r zam an adı geçecek. Bazen edebiyatın, bazen
heykelin, çoğu zam an tiyatronun a t oynattığı re
sim alan ın d a doğrudan doğruya rengi, çizgiyi,
lekeyi oynatan Matisse, yalnız bizim m em leketi
mizde değil, b ü tü n dünyadaki genç ressam lara
eseriyle hocalık etm iştir.
Ş ark elişlerini, klasik u sta la ra gösterdiği say
gı ile incelemesi b ir T ürk kilimine, bir T ürk yaz
m asına gösterdiği sevgi, O rta A nadolu'nun, çe
şitli nakışlarını en önemli eserlerinin sık sık baş
köşesine oturtm uş olması, onu; bize birçokların
d a n d ah a yakm kılm ıştır.
B ana öyle geliyor ki giderayak M atisse Am
caya eski b ir K ütahya çinisi ile bir de çok sevdi
ği klasik u sta la rd a n b ir tablo uzatm ış olsalardı,
b u n lard an yalnız b ir tanesi senin olacak deseler
di, hiç şaşm adan eli bizim çiniye girerdi. Halk
sa n atın a k a rşı öteden beri beslediği sevgi en ol
gun senelerinde k a t k a t artm ıştı.
En güzel tablolarında h e r zam an b ir çini ta
zeliği, eski b ir Kandilli yazm asının sadeliği, h a
lis b ir T ürk kilim inin güler yüzü vardı. O nun
ölüm ünü elbette dünyanın h e r yan ın d a gerçek
b ir geleneğe d ay an an b ü tü n n a k ışla r duym uşlar
dır. Kimi gergefte, kim i kasnakta, kimi tezgâhta
doğrulm uş, kendi dillerince,
«Güle güle M atisse Amca!..» diyorlar.
TAKLİT VE İCAT
Maydanoz
Sevdiklerimizle, Bilmediklerimiz
K artalla Kaplumbağa
Kişilik
Sinek Sarayı
* B ruegel
Bugün sa n a t eğitim iyle u ğ raşan b ü tü n okul
la rd a işe başlayan öğrencilere bism illah kabilin
den derhal b ir dâhi takdim edilir:
«İşte,» derler, «bizim sanatım ızın piri budur.»
Eğer bu dâhi öğrenciyi pek sarm azsa a rk a
sından bir, b ir d a h a p a tlatırlar. Kısacası h e r sa
n a t m eraklısının karşısına dev cüsseli bir dâhi
dikerler. M eraklı b ir kendi m erakına, kendi gü
cüne, kendi boyuna, bosuna bir de karşısına di
kilen dâhinin göz k am aştıran kalıbına kıyafetine
göz atar,
«Aa, aa.» der, «bu iş benim harcım değil. Ben
bu yükün altın d an kalkam am . En iyisi mi şansı
mı başka a la n d a ararım .»
İşte tam bir çeyrek yüzyıldan beri bendenizi
arpacı kum rusu gibi düşündüren no k ta budun
«Hiçbir okul dâhi denilen in s a n o ğ lu n u n ye
tişebileceği ş a rtla n sağlam adığı halde b ü tü n
okulların tem el taşını, v a n n ı yoğunu k u ra n ge
ne dâhilerdir. B ütün dünya güzel sa n at okulla-
n n d a desen bahsi D ürer ile b aşlar siyah beyaz
d a Goya’nm , Greco’n u n adı edilir. Renk konu
su nda gelsin V an Gogh ve b ü tü n k itap lar bu sa
n a tk â rla rın dâhi olduğuna şahittirler.
Ben söze başlarken n e diyecektim biliyor m u
sunuz? Bazı a rk a d a şla r ikide bir halk san atın d an
söz açm am ıza kızıyorlar. Yanılm ıyorsam bu a r
k ad aşlar bir yerde otobüsü kaçırm ış olacaklar.
Şöyle ki: Biz halk sanatını daim a sağlam bir kay
n a k olarak ele alalım dedik, o turup h alk san atı
n ı kopya edelim demedik. H alk sa n atı bizim için
ulaşılacak bir yer değil, hız alm acak bir yer ol
m alıdır dedik.
Peki am a bu dâhiler nereden girdi araya?
H alk san atın d a dâhiler v a r mı?
Yok çok şükür. İşte bunu söyleyecektik ama,
beceremedik.
H alk san atın d a dâh iler yok? Sağlam , aydın
lık gelenekler var. Yol başlarını tutan, m eraklı
ları m eslekten yıldıran dâhiler yerine, herkesi
mesleğe çağ ıran güler yüzlü gelenekler var.
Peki h a lk san atın ın eksiği ne? Niçin h alk sa
n atı b ir gaye olm uyor d a sadece bir kaynak olu
yor? Aydın san atk â rın halk sa n atın a katacağı
ne olm alıdır? D eha mı?
«Dehası v arsa durm asın katsın bu güzel ge
leneğe. Am a d eh a konusunda bizim sayım ız su
yum uz yok!.. Aydın sa n atk â r bu güzel geleneğe
kişiliğini katsın, yeter. Halk sanatının biricik ek
siği budur.»
ABİDE YERİNE HEYKEL
* A u g u s t o C onti
ya hazırdı, am a kapı tam am ıyla kendiliğinden
açılmıştı! Gelen giden yoktu. Haşim hırsla, «Kim
o!» deyince, kapının yanında o tu ra n bir başka
m im ar hem en kondurdu:
«Kimse yok. R üzgâr ilahı Hermes olacak
efendim!»
H aşim ’in kızgınlığı uçuverdi. Gülmeye baş
ladı, sonra m im ara dönerek,
«Güzel!..» dedi.
Bir başka derste, Laukon’u anlatacaktı, tu ttu
bize T ürk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini
y an a yakıla öyle bir a n la ttı ki, nerdeyse ağlaya
caktık:
«Düşünün çocuklar!» diyordu. «Şark!.. Gö
rülm em iş çiçeklerin, koklanm am ış kokuların di
yarı, bir devre lalenin adını, bir devre çiğdemin,
gülün kokusunu sindiren şark!.. G üllerin bin bir
çeşidini yetiştiren şark!.. Bugün çiçeğini A vrupa’
dan dileniyor. Dün gördüm . Bize tayyare ile İtal
y a ’dan k aranfil geliyormuş. D üşünün bir kere,
karanfilini tayyare ile A vrupa’dan getiren bir
İstanbul’u n acıklı halini düşünün. Karanfil!... Ha
n i şu bizim çiniler, m inyatürler, kadifeler, yaz
m alar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kok
ladığım ız karanfil, nasıl olur da bugün İtalya’
d an gelir? Deli olm ak işten değil.»
Ön sıra la rd a bir yerde oturuyordum . D aya
nam adım :
«Karanfil istediği k a d a r dışarıdan gelsin. Çok
şü k ü r şairi bizdedir!» diyecek oldum.
H aşim ’in k aran fil şiirini hepim iz ezbere bi
liyorduk. Sevgili hocam ız ku lak ların a k ad ar kı
zardı:
«Teşekkür ederim!..» dedi.
Bir başka derste d ü nyada en çirkin m ahlu-
ğun yemek yiyen insan olduğunu anlattı. Yemek
yiyen bir insanı seyretm eye m ecbur olm aktan
d ah a korkunç b ir şey olamazmış.
«Hayvanları ve insan ları yerken tetkik edin.
Y erken insan yüzü k a d a r çirkinleşen bir m ah
luka rastlam ak im kânsızdır. Çene kem ikleri iş
ler. G ırtlak gerilir, gözler döner!..»
Bu işe pek aklım yatm adı. N eden sonra sev
gili hocam ızın h astalık denecek k a d a r m idesine
düşkün olduğunu öğrendim.
Sene 1928, m evsim ilkbahar.
Geçen ders A hm et H aşim ’e verdiğim şiir def
terim i h â lâ cebinde koyduğu yerde gördüm . Aca
ba çok mu hoşuna gitti? Yoksa h â lâ vakit bulup
elini sürm edi mi? Bu şiirler son zam an lard a bü
tü n şiir m eraklılarım sa ra n bir tarzd a serbest
nazım la yazılmış şeylerdi. H aşim ’in bir sözü, beni
b ü tü n gücüm le sarılm aya çalıştığım resim m es
leğinden soğutup şiire, edebiyata sürükleyebilir
di. Şiir defterim birkaç h a fta hocam ızın cebinde
gitti geldi. N ihayet b ir gün defterim i b an a uzat
tı. D udaklarında alaycı bir tebessüm vardı:
«Vallahi serbest nazım u staları k ad ar m ü
kemmel!..» dedi.
Ne dem ek istediğini tam am ıyla anlam am ış
tım. H aşim ’in serbest nazım ustalarıyla kanlı
bıçaklı olduğunu, neden sonra öğrenecektim.
Fakat anladığım kad arı bana yetti. Bir d ah a bu
şiir defterine bu şiir bahsine elimi sürm eyece
ğim. Bir ortam ektep talebesinin ilk saçm a sa
p an k a ra lam a la rın a Haşim yanılıp şiir deseydi,
halim nice olurdu? Resimden soğuyup edebiyata
dönm em işten bile değildi. Ç ünkü ben resim
yoluna edebiyattan sapm ıştım . Edebiyat sevgisi,
resim yanında çok d a h a eski, çok d a h a köklü
idi. O güne k a d a r resim diye dünyanın en a şa
ğılık kartp o stalların d an başka bir şey görmemiş,
am a tesadüfen olsun birkaç iyi kitap okum uş
tum.
D aha ilkm ektep sıralarında iken babam bi
ze Hugo’dan tercüm eler yapardı. Uzun kış gece
lerinde b ü tü n aile, etrafım s a ra r Sefiller'i din
lerdi. H albuki resim!.. Resim tam am ıyla riyazi
ye derslerinden aldığım ız sıfırların zoruyla, yok
ta n v ar edilmiş bir lim andı. Akadem iye geldiğim
zam an bu lim ana sığınanların büyük b ir yekûn
tu ttu ğ u n u hayretle gördüm . Meğer: «Dillerde de-
sitan imiş e sra r sandığım!..» Atölyemizde yirm i
kişi v arsa en aşağı on yedi tanesi riyaziye ders
leri yüzünden liseden soğum uşlar. Aynı ders, fi
ziğe, kim yaya d a bulaşınca soluğu akadem ide al
mışlar!.. O nlar d a benim gibi, lise sıralarında
riyaziye derslerinden aldıkları sıfırlarla delik de
şik olan izzetinefislerini, akadem ide bir meslek
öğrenerek tam ir etm eye çalışıyorlar.
Lisede iki kere ikinin dört ettiğini öğrenen
ler, m im ariye giriyorlar. İki kere ikiden sıfır
a la n la r d a bize... Çocukluğundan beri sahici re
sim ler görerek resm e heves eden hem en hem en
yok gibi.
Sene 1929
Bugünden itib aren Çallı Atölyesinde çalışı
yorum.
İlk defa canlı m odelden resim yaptım . Hey
kel karşısm da bir sene d ah a çalışm aya m ecbur
olsam akadem iden soğurdum . M odelin çıplak
oluşunu zerre k a d a r yadırgam adım . Modelimiz
çok güzel bir kadındı. Fakat insan bir defa çalış
m aya başladı mı, ne kadın olduğunu düşünüyor,
n e de çıplaklığını. D ün Çallı ezbere çalışan bir
a rk a d a şa çatm ak için, m odelin istira h a t edeceği
zam anı bekledi. Tam model yerinden inerken, ez
berci a rk a d a şa döndü:
«Hazır model inm işken, hadi çalışm aya baş
la!» dedi.
Çallı bir resim tash ih ederken kapı açıldı.
İçeri p ald ır k ü ld ü r eski m ezunlardan birisi gir
di» Eski ah b ap larla yarenliğe başladı. B una fe
n a halde içerleyen hoca, eski talebesine döndü:
«Bire sen ne u tanm az adamsın!» dedi. «Gör
m üyor m usun şu ra d a çalışıyoruz. İnsan böyle
a h ıra d a la r gibi bir atölyeye d a la r mı?»
Fena halde bozulan eski m ezun kekelemeye
başladı:
«Efendim, ben a rtık talebe değilim. Üç sene
d en beri resim hocalığı yapıyorum . İnsaf buyu
ru n da!..»
«Sus bre! M endebur!» dedi Çallı. «Sen hoca
olmuşun, am a adam olm am ışsın billahi!..»
SERGİ HATIRALARI
ıez
çeşidini d a h a h içbir tabloda görmedim. Görme
me im kân yok. Ç ünkü bu m avi belki de d ah a iki,
ü ç yaşında. Yepyeni bir b u luştan çıkan bir mavi.
G ünüm üzün ressam ların a m enazır (Perspektif),
anatom i yerine boya kim yası belletmeli. Bugün
kim yanın ressam lara bağışladığı sayısız boya
kaynakları var. Bu k ay naklardan faydalanm a
yan ressam ların, otobüsü kaçırdıklarının resm i
dir. Ö nüm üzdeki a rab ay ı dolduran genç kızlar
şoföre sataşm aya başladılar.
Birisi, şoförün şapkasını ku lak ların a kad ar
geçirdi kafasm a! Öteki elindeki çiçeklerden
birkaç tanesini adam cağızın ensesinden aşağı
kaydırdı. Şoför oralı bile olmadı. Yorgun, istek
siz gözlerle genç kızlara baktı. H om urdanarak
çiçekleri çekti attı. Şapkasını düzeltm eden so
m u rttu durdu. Bizim M uzur şoföre baktı baktı
da:
Ford yoruldu ben yoruldum
Güzel bindiri bindiri
M avi a ra b a sahiden bu m ark a mı idi a n la
yam adık, am a M uzur’u n sözü çakıldı kaldı ka
fam da. Köroğlu’n u n ihtiyarlığını, güngörm üş, ba
bayiğit bir salınışla veren türküde a t kelim esi
n in yerine o d u ra n Ford’u hiçbirim iz yadırga
m adık. Eskiden güzelleri a tla kaçırırlarm ış, şim
d i otomobille k açanların a rk asın d an ku rşu n ye
tişmiyor.
Köroğlu’n u n atın ın yerine M uzur’u n koydu
ğ u otomobil ne k a d a r tu ta r, A llah bilir am a, h er
A llah’ın günü dilim ize bulaşan şiirlerde ister is
tem ez u fak tefek değişm eler oluyor: Büyük k a
labalığın diline düşen şiirler, ne k a d a r sağlam
kurulm uş olursa olsunlar, ne k a d a r çelikten,
ta şta n olursa olsunlar tatlı tatlı aşm ıyorlar. D ün
yaca sevilmiş tunç veya m erm er heykellerin
öpüle öpüle aşm an elleri, a y a k la n gibi. Bana öy
le geliyor ki, güzel kurulm uş şiirler aşındıkça
h a lk a rasın d a kullanıla kullanıla eskidikçe, h a lk
ta n b ir şeyler siniyor onlara.
Toplum güzel kurulm uş şiirlerde bazı keli
m eleri dilediği gibi değiştiriyor. Am a bunu o
k a d a r özene bezene, o k a d a r akıllıca, o k a d a r ti
tizce yapıyor ki, şiir yerli yerinde duruyor. Halk
arasın d a dolaşan atasözlerine bakın. B unlar dil
den dile geçerken du rm ad an törpüleniyor, aşm ı
yor, eskiyor; fa k a t güzel güzel yaşayıp gidiyorlar.
Y unus Em re’nin birçok şiirlerini biz yüzyıllar
boyunca k itap tan k itab a değil, dilden dile a k ta r
mışız. Y unus’un şiirleri eğer bugün söylenmiş
gibi taptaze duru y o rlarsa ayakta, bunda Y unus’
u n ne k a d a r him m eti varsa, onu dilden dile ak
ta ra n la rın d a b ir o k a d a r emeği var.
GÜVENECEKSİN
D E M İR Y O L U
KÖ Y O KU LLARI
Saadet dediğin
Bir üçlü düzen
Geçmiş, gelip çatm ış
Gelecekten
M ernuş’un saadeti bir üçgendi. Üçgenin üç
yakasını bir a ra y a getiren, geçm işin içinde bu
lunduğu anın, geleceğin tadım bir çırpıda çıka
ra n la r m utlu kişilerdi.
«Bütün gücüm üzle arzuladığım ıza kavuştuğu
m uz zam an onu elimizden kaçırm ak istemeyiz.
B unun bir gerçek olduğunu kabul ederseniz; üçlü
düzeni benim semiş olursunuz. B ütün gücüm üzle
özlediğimiz: üçgenin geçmişe yönelen üçü. Özle
diğimize kavuşm a: yaşam akta olduğum uz h ay at
parçası, etti iki. Onu, bir d a h a elden kaçırm am a:
geleceğe u zanan üç üçgenin üçüncü ucu.»
G ününü gün etmeye bakan, geçmişe, gele
ceğe boş veren M uzur, bizim M ernuş’u m aytaba
alm ak istiyordu.
«Özlediğimiz şeylerin bizi saadete u laştıra
cağından em in misin? Benim bir arkadaşım v ar
dı. Tam beş yıl sayıklarcasm a bir m otosiklet sev
dasın a tutuldu. Sonunda ele geçirdi sevdasını.
K arısını yanına, çocuğunu ark asın a aldı. Gaza
basm asıyla cennete uçm ası bir oldu. Öyle bir
uçurum dan aşağı yuvarlandı ki, hiçbiri k u rtu la
madı.»
M em uş yüzünü buruşturdu:
«Amma kazadan önce m esuttu arkadaşm l
Üçlü düzenin çiçeği açm ıştı gözlerinde, yüreğin
de, sevinçten uçuyordu. Bu belki birkaç saniye
sürdü. Belki birkaç saat. Birkaç yıl da sürebilir-
di. Benim zorum, saadet çiçeğinin ne kad ar yaşa
yacağını bilm ek değil ki, benim zorum sadece bu
çiçeği tarif etmek. Hem sen arkadaşın motosikle
tine boş ver de, lütfen kendi hayatından bir ör
nek al. Kendini m esut bulduğun günü, saati, da
kikayı koy ortaya; onun üstünde konuşalım.»
M uzur, gözünü kırpm adan bastırdı:
«Sevgilimle buluştuğum zam an m esudum iş
te. A m a kazın ayağı senin bildiğin gibi değil.
Eğer ben sevgilimle buluştuğum zam an geçmişi
ve geleceği düşünecek olsam, ya aklım ı oynatı
rım , ya sevgilimi boğarım: Birimizin geçmişine
ötekinin geleceğini k atacak olsak, buluşm am ız
öylesine arapsaçına dönerdi ki, içinden çıkana
aşkolsun! Ben sevgilimi ayda bir tek gün, dört
beş sa a t görürüm . B uluştuğum uz zam an dört beş
sa a t sonrasını nasıl düşünürüm ? Bana şimdi geçi
mişe de, geleceğe de kötü kötü küfrettireceksin!
Ben sevgilim in geçm işini düşündüğüm zam anlar,
aklım başım dan gider! O, sevilecek çağa erdiği
zam an ben nerelerde idim? Ne h a lt karıştırıyor
dum?»
M ernuş, M uzur’un sözlerini büyük bir so
ğukkanlılıkla dinledi:
«Kusura bakm a am m a, M uzur Reis...» dedi.
«Bu seninki saadet değil ki! Sadece bir rahatlık,
b ir kendinden geçme, ucuz bir konfor! Benim di
lediğim, benim çok az d a olsa tad ın a vardığım
saadet, bu k a d a r ucuz değil! Benim adını ettiğim
saadet olağanüstü bir şey! O lağanüstü bir ay
dınlık bu. O nun ışığında o a n a k a d a r gördüğün
h e r şeyi görecek, h er şeyi duyacaksın. Hani şu,
d ü n y alar benim olurdu, sözü v ar ya, m üthiş bir
söz! Bu söz m uhakkak bu aydınlıkta söylenmiş
olmalı. Kolların öylesine uzar, gözlerin öylesine
açılır ki b ü tü n dünyayı kucaklarsın, küçücük bir
böcek, b ir y ap rak parçası, bütün bir dünya kesi
lir ve b ü tü n b ir dünyayı bir meyve gibi avcun-
d a duyarsın. Bu aydınlık ne k a d a r mı sürer? Bu
n u n hesabını y apana aşkolsun. Bu b ir şim şektir,
çakıp geçer. Bir gök g ü rü ltü sü d ü r yıkar geçer.
Gözünü açıp k a p ay an a k a d a r olur biter h er şey.
Kişi bu k a d a r çabuk olup biten b ir zam an için
de ne k a d a r m esut olabilir? B unun saadet oldu
ğ unu nasıl kavrar, bilmem am a, şu n u h e r zam an
duym uşum dur: Eğer bu ışık bir p a rç a d ah a sü r
se gözlerimiz kör olurdu. Bu gök gürü ltü sü bir
p arça d a h a u zarsa kulaklarım ız sağır olurdu.»
Sözün b urasında M uzur, tatlı tatlı gülm eye
başladı:
«Ve sen... Bu kıldan ince kılıçtan keskin za
m an parçasın a geçm işini geleceğini ve... bütün
dünyayı yüklem eyi becereceksin! İnsaf!»
«Karınca kaderince, duyduğum saadet bu
k a d a r sürüyor. Bu kad arı b a n a yetiyor da a r
tıyor bile. A m a bu şim şek ne zam an, nerede ni
çin çakar? B urasını A llah bilir. Bazen günde a r
k a ark ay a üç defa, bazen on yılda bir!.. Bazen
iki rengin yan y an a gelm esinden, bazen bir çift
kelimeden, iki dam la sesten, sıcak b ir nefesten,
herkesin çok iyi bildiği, hiç kim senin hiçbir za
m an bilemeyeceği yollardan çıkar gelir.»
Bu sefer Ikire gülm eye başladı. Bizim R. Re-
suloğlu, yerli dilleri, şiveleri incelem ekten bir
tü rlü yabancı dil öğrenm eye vakit bulam ayan
Ikire, mis gibi sarım sak kokan Ermenicesiyle,
«Zo!» dedi. «Bu ne rezalettir? Sen b an a dem iş
isen,
Ne H int’tedir ne Çin’dedir
Gözlerimin içindedir
beni güpegündüz m aytaba alm ışsındır? H ani
saadet dediğin, bir süpürgedir.
Tap hurdadır
Tap ordadır
Nerededir bu köpoğlu saadet ?»
O k atılır kalasından
H ak saklasın belasından
K öroğlunun narasından
Dağlar güm bür güm bürlenir.
Bu tü rküyü hep sazla dinledim, am a ne za
m an hatırladım sa sazın yerine davullar oturur.
Köroğlu’n u n n a ra sın a gök g ü rültüleri k a ta n bu
türkü, hızını alsa alsa davuldan alm ıştır. Köroğ
lu ’n u n boyunu m asal k a h ram an ları hizasına çı
k a ra n tü rk ü le r arasın d a ne güzelleri vardır, he
le Köroğlu ile atı arasındaki sevgiyi belirtenleri
insanı deli eder. A rtık ihtiyarlam aya başlayan
Köroğlu’n u n a tm a seslenişini duydunuz m u? Bu
tü rk ü y ü Âşık Veysel’in gün görm üş sesinden
e m ek tar sazından dinlem enizi isterdim:
Enişe aşağı keklik sekişlim
Yokuşa yukarı tavşan büküşlüm
Uğru tavusu gibi gül gül nakışlım
Kır at, kır at, kır at
Ü stüne binen alır m urat
Her yanında bir çift kanat
Kocadım ayvaz kaçadım.
■oOa
Bedri Rahmi, 1 91 3 ’te G ö
rele’de doğdu. T rabzon’da lise
yi, İstanbul’da Güzel Sanatlar
Akademisini bitirdi. Lyon ve Pa
ris’te de resim öğrenim i gördü;
ö lü n c e y e d e ğin (21 E ylül
1975), akademide öğretim üye
si olarak çalıştı. Beş ressam ar
kadaşıyla “ d g ru bu” nu oluştur
du. Şiire lise yıllarında başlayan
Bedri Rahmi’nin ilk yazıları Yeni
Adam dergisinde çıktı. 1940’
lardan başlayarak resimleri, şi
irleri; resim, edebiyat ve yurt ge
zileriyle ilgili yazıları büyük ilgi
gördü.
B ilgi Yayınevi, Bedri Rah
m i Bütün Eserleri dizisinde, şi
ir le r in i DOL K A R A B A K IR
D O L ; ağabeyi Sabahattin Eyü-
boğlu, babası ve dostlarıyla ya
zınsal ve özel yazışmalarını
KARDEŞ M EKTUPLARI; RES
ME BAŞLARKEN, DELİFİŞEK
ve T EZEK adlı yapıtlarda da re
sim, edebiyat, yurt gezileriyle il
g ili y a z ıla rın ı to p lu c a
okurlarım ıza sunmaktadır.
D E L İF İŞ E K , B e d ri R a h m i’nin
dil, edebiyat, resim , nakış, sinem a,
fotoğrafçılık v e kim i renkli konuları
için e alan kitabıdır. K itapta da g ö
rüleceği gibi, Bedri R a h m i’nin d ü z
y a zıla rı şiirle ri kadar c o ş k u lu ,
re sim leri k a d a r renklidir. S a n a tın
kim i kollarıyla y a şa m ı b o y u n c a iç
içe o la n Bedri R a h m i’nin eleştirile
rinin yerinde liği, g e le c e ğ e d ö n ü k
y a rg ı v e çö z ü m le rin in geçerliliği,
b u g ü n de ö n e m in i koru m aktadır.