You are on page 1of 288

213

Bütün Eserleri > 5


B.R.EYUBGGLU

delifisek
b bilgi yâyııjevi
BİLG İ Y A Y IN L A R I: 213
BED Rİ R A H M İ E Y U B O Ğ L U /B Ü T Ü N ESERLERİ

Birinci Basım 1975

İkinci Basım
M a y ıs 1987

B İL G İ Y A Y IN E V İ
M e şru tiy e t Cad. 4 6 / A
Tel: 1 31 81 2 2 - 1 31 16 6 6
Y e n işe h ir - A n k a ra

B İL G İ D A Ğ IT IM
Babıâli C ad. 19/2
Tel: 5 22 5 2 01
C o ö a lo ğ lu - İstanbul
BEDRİ RAHMİ EYÜBO&LU
Bütün Eserleri
5
Delifişek
(Sanat Yazıları)

BİLGİ YAYINEVİ
Bedri Rahm i E y u b o ğ lu 'n u n bütün
eserlerinin y a y ın hakkı, yasal
m irasçılarıyla ya p ılan özel anlaşm a
g e re ğ in c e Bilgi Y a y ın e v i'n e aittir. Bu
d izid e çıkan ve çıkacak olan
eserlerin hiçbiri k ayn ak la rı gö ste ril­
m eden alınam az.

aslım lar
o f s e t - t lp o matbaacılık
tel: 1 31 87 5 2 - 2 2 9 4 0 75
İÇİNDEKİLER

D il v e Edebiyat Özerine

Ş iir Balı 9
Ş iire Ç a lışm a k 13
K e n d iliğ in d e n 17
C a n e riğ i .................................................................. 22
Tanık veya Bilirkişi 26
D ilim iz in K ö şe si B u ca ğı 32

Resim - N a k ış ve Sanatçılar Özerine

Y e şilin H a k kın ı Y e şile V e relim 39


L e o n a rd 'ın Köpeği 44
U fa k Tefek Şe y le r 50
Sanat v e Politika 55
A h B u Ç in g e n e le r 59
S ip a riş Ü stü n e 64
1. B ir G a rip Kişi 68
2. Fikret M u a llâ 74
Gene P ica sso 31
G ü le G ü le M a tisse Usta 66
Taklit v e İcat 90
N e Tuhaf 95

Görüntü (Sinem a ve Fotoğraf) üzerine

Biri Y alan, Biri G erçek 115


Al G özüm Se y re y le 120

Çeşitlemeler

Sait İçin 127


G e le n e k v e K işilik 133
A b id e Y e rin e H eykel 13 8
B ü y ü k - K ü çü k 143
H iza ya Gel! 148
B ir Y e rin e Bin 153
Sanat Böceği 156
Belalı G erçek 160
İncik B o n cu k 165
A k a d e m i Hatıraları 170
Se rg i Hatıraları 175
G ü z e l B in d in B in d iri 181
G ü v e n e c e k sin 185
K ö y K oku su 189
İm za P e şin d e 196
H em Perçin, H em N a k ış 20 3
E sirk u ş'a M e k tu p 207
A rk a d a ş D ö k ü m ü 212
A ğ la G üzel Ç o cu k 21 8
K o n u şa n K a z a n ıy o r 22 3
K ö y Enstitülerine Selam 22 8
A ld ı da Bir Y a ğ m u r 234
Ç illi A m p u lle r 23 8
D e ğe rle n d irm e 24 3
Ç in im in i H an ım 248
M u tlu lu k Ü stü n e 25 3
İn M is in , C in M i s i n ? 25 7
H asır İske m le 261
D a v u l Z u rn a 26 6
A ltın Tas 270
M a v i K a p lu m b a ğ a 27 5
Ç o b a n Evliya 280
M a n a M u ra t O lu n d u k ta 28 4
DİL ve EDEBİYAT ÜZERİNE
A caba başka m illetler de bizim k a d a r şiir se­
verler mi diye düşünürken tanıdığım , okuduğum ,
duyduğum şairlerim izi şöyle boy sırasıyla gözü­
m ün önüne getiriyorum . Köylüsünden padişahına,
cum hurreisinden ilkokul öğrencisine k a d a r h er
basam ağında boy boy şair dizili bir millet. A na­
dolu’n u n o rtasında bir köye gidersiniz ne bir tu ­
tam kırm ızı kirem idi vardır, ne bir yudum d u ru l­
muş suyu. Ne okulu, ne camii. Ne yolu ne izi.
Kuş uçm az kervan geçmez, toprak damlı, çam u r
sıvalı, çam ur badanalı bir eve girersiniz. Cam
çerçeve, kapı pencere h ak getire. Basbayağı bir
in. T avanda bir delikten bulaşık suyu gibi bir ışık
sızar.. O rtaçağdan kalm a bir ocak. Ocağın ü stü n ­
de gene o çağdan bir küçük kazan. İki üç ta h ta
kaşık, köşede yastıksız yorgansız bir kilim döşek.
B ütün konforu yukarıda dizili ve alınyazısı Ma-
k al’ın kitabında yazılı olan bu evin sahibi ile
hoşbeş edersiniz, size kanı kaynadı mı gitgide açı­
lır. Bir p arça eşelerseniz bu ortaçağ kulübesinin
toprağından n u r topu gibi bir avuç şiirdir fışkı­
rır. Bu kuş uçm az kervan geçmez g arip yuvaya
bu şiir nerden gelir konar?
«Toprağın m ayasında var» diyeceksiniz, am a
pek öyle değil. A nadolu’nun ortasında rastladığı­
nız şiir gözesinin tam benzerini E dirne’nin bir
köyünde de bulm ak m üm kündür. Demek kuşla­
rın, k ervanların ulaşam adığı bu köye ad ın a şiir
denen delifişek çoktan ulaşıp yerleşm iştir.
Nesir denen, doğru dürüst, düpedüz yaz­
m a biçimi henüz en büyük vilayetlerim ize k a ­
d a r ulaşm am ış iken, nasıl olmuş d a nesrin ağa-
babası olması gereken şiir, en yoksul köyleri­
mize k a d a r işlemiş?
Ne tu h af değil mi? Bizde şiir sanki nesrin
güdük kalm ası pahasına gelişmiş.
Başka m illetlerde şiirle nesir atbaşı gider­
ken, bizde şiir alıp başını çekip gitmiş. Nesir
de «Evvela m ahsus selam eder h atırı şerifleri­
nizi sual eylerim» klişesinde saplanıp kalmış.
A rasıra inci gibi m ısralar döktüren saz şairle­
rinden birisine köyde olup bitenleri düpedüz ko­
n uşm a diliyle yazm asını söylerseniz ş a şın r k a ­
lır. Sanki ona tutup,
«Bırak şu sazı d a aynı tü rküyü bir de vi­
yolonsel ile çal!» demişsiniz gibi tu h af tu h af
yüzünüze bakar.
Başka m illetler n esir pekmeziyle yetişip ara-
sıra şiir balına uzanırlarken biz pekmeze boş ve­
rip hep şiir balına uzanmışız.
Bizim çocukluğum uzda duyduğum uz m asal­
la ra yer yer şiirler ve tü rk ü ler karışırdı. T ürkü­
le r nesrin sıfın tükettiği, nefesi kesildiği yerde
değil olm ayacak bir yerde karşım ıza çıkardı.
A radan otuz kırk yıl geçtikten sonra m asalın ku­
ru lu şu n u topyekûn unuttuğum uz halde, bu tü r­
küleri dün duym uş gibi hatırlam am ıza ne buy­
ru lu r? Yoksa bizi, m illetçe şiire kulak k ab artan
şiirin kendisi değil de onu k a n a tları üstünde ta ­
şıyan tü rk ü ler m idir? Öyle ya? Edirne’nin köyle­
rinde doğan şiiri, Sivas yaylalarına k a d a r götü­
ren kuvvet, m üzik değil de nedir? Bundan yüz
sene evvel hangi radyo, hangi m atbaa, hangi ki­
ta p bu işi görm üş olabilirdi?
Şimdi köylerimize k a d a r u laşan şiiri saz şa­
irlerinden değil de kitap lard an öğreniyoruz. Sel
gider kum k alır misali, tü rk ü ler gidiyor, şiirler
kalıyor. Sazın, m üziğin büyüsünden yakayı k u r­
ta ra n şiir sahici ise kendi başına yaşayabiliyor.
Ulu ulu kervan geçmiş yollar gibi inilerim
Yahut:
Bir berat gecesi tutuldu dilim
Silaha bıçağa varm adı elim
Bir başka:
Tam zara çayır çiçek
O rak getirin biçek
E fendim i vurdular
Y a v ru la n küçücek
Bir tane daha:
Y aylanın çim eninde peri bağırır peri
Kar yağdı da kapattı seviştiğim iz yeri
Ya bu:
Sen bir bahçıvan ol ben bir gül olam
U zat a k ellerin der beni beni.
Benim d a h a yüzlercesini, erbabının binler-
cesini birbiri ark asın d an sıralayabileceğim iz bu
beyitler, türk ü d en çıktı mı hiç de denizden çık­
mış balığa dönm üyorlar. H atta bazıları sazın cil­
vesinden ku rtu ld u mu, d a h a geniş bir şiir nefesi
alıyor.
Biz köy türkülerindeki şiir balını otuz ya­
şın a geldikten sonra tadabildik. Bize ortam ek-
tep lise sıraların d a şiir balından, keçi boynuzu
k a d a r nasip alm am ış m anzum eler öğrettiler.
Karlar k i sem adan düşer düşer ağlar
Yahut:
Bana bak hişş. Sakın kaçup gitm e
O kedernak o sakitane duruş
D okundu rikkatim e
Yahut:
— Sumru!.. N a cehennem i nezaret
— M azur ola ettiği cesaret
Ve benzeri m anzum elerde şiir balı tadaca­
ğız diye yıllarca yalandık durduk. Ne k a d a r geç
olursa olsun sonunda köy türkülerindeki şiir balı
im dadım ıza yetişmese vitam insiz kalm ış çocuk­
la r gibi çarpılacaktık!..

Şiire m illetçe düşkün oluşum uzun sebeple­


rini araştırırk en kafiye m erakım ıza takıldım . Şiir
sevenlerim izin yarısından çoğu kafiye u ğ ru n a
bağlanıyorlar şiire. Bazen dolgun, bazen kıçı kı­
rık birkaç kafiye h a tırı için bir a ra b a saçm a sa­
pan lafı şiir diye bellediğimiz oluyor.
Bir baba hindi
Olaydı şim di
sözünde bir stadyum dolusu kalabalığı coşturan
kafiye değil de nedir? Ya,
V er leftere yaz deftere
sözünde defterin leftere ettiği iyilik yabana a tı­
lır mı?
Akif,
Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor
buyurm uş. Ya bir kafiye u ğ ru n a b a ta n şiirler,
doğan şiirler.
Hele şu herkesin dilinde dolaşan atasözle­
rin i bir yoklayın bakalım . Eğer yüzde doksan
dokuzu bir kafiyeye sığm m am ışsa, ne isterseniz
deyin!..
Niçin kafiyeye bu k a d a r düşkünüz? H erhal­
de bize bu oyunu önce m üzik sevgisi oynuyor.
Kafiyelerin, dan dini dan dan çekilin yoldanı ho­
şum uza gidiyor. Bu bir. H afızalarım ız çok zayıf,
iki. Kafiyelere d ayanan sözde hecelerin ü st üste
durm ası kafam ızda d a h a iyi yer ediyor. Kafiyeli
sözü d ah a çabuk belliyor, d a h a geç unutuyoruz.
Şiir balında m uhakkak kafiyenin de tadı var.
Ama balın içindeki m um kadar.
Sözümüze ü sta t Y ahya Kem al’in çok hoş bir
cevabıyla nihayet verelim: Rivayet olunur ki,
Akif h ay ran ların d an birisi koşar ü stad a gelir
d er ki,
«Üstadım, dün akşam A kif’in b ü tü n şiirleri­
ni okudum. O nun aruza, kafiyeye bu derece h â ­
kim oluşuna h ay ran kaldım . O k a d a r ki Akif
patlıcancıya bile aruz ve kafiye ile patlıcan sa t­
tırıyor. Bu ne ustalıktır?..»
Ü stat gülüyor ve
«Vallahi benim bildiğim aru z ve kafiye şi­
ir yazm ak için icat edilm iştir, patlıcan satm ak
için değil!..» diyor.
P aris’te çıkan sa n a t dergilerinden biri bir
ara, genç şairlere sütu n ların ı açmıştı. H er haf­
ta dergiye gelen şiirlerden en çok beğenilen
beş tanesi yayım lanıyor, derginin tanınm ış ya­
zarların d an biri bu şiirleri eleştiriyordu. Tec­
rübeli yazar genç şairlerden birisini başarılı şiiri
için k u tladıktan sonra yazısını şöyle bitiriyordu:
«Henüz on yedi yaşında olan genç şairim i­
zin, şiirleri üstünde d a h a çok çalışm asını dile­
riz.»
Şiirinin önemli bir dergide yayım lanm asına
sevinen genç şair, tecrübeli y azara teşekkürler
ediyor ve tatlı tatlı soruyordu:
«Ren çalışm aktan hoşlanan bir kimseyim.
Hele çok sevdiğim şiir üstüne çalışm ak benim
için sonsuz bir keyif olacaktır. Fakat A llah rıza­
sı için söyleyin bana; insan bir şiire nasıl çalı­
şır?»
Tecrübeli yazarın bu soruya verdiği cevap,
genç şairi doyuracak yollu değildi, am a candan­
dı. Hemen hem en şu n a benzer bir şeyler söylü­
yordu:
«Şiirinize nasıl çalışacağınızı, ancak siz kes­
tirebilirsiniz. Şiirinizin olgunlaşm ası için hangi
yollara başvuracağınızı sizden başka hiç kimse
seçemez? Bunu d a ancak çok büyük bir çalışm a
ile elde edebileceksiniz. Bu çalışm anın nerede
başlayıp nerelere k a d a r uzayacağını, hangi eser­
lere, han g i olaylara açılıp hangilerine kapanaca­
ğınızı yalnız ve yalnız kendiniz bulacaksınız.»
îlk bakışta gayet sudan görünen bu öğüt,
a ra d a n en az on beş yıl geçtiği halde takıldı
kaldı kafam da.
«Sanat mı yapm ak istiyorsun? Büyük sa n at­
k â r mı olm ak istiyorsun? Çalışacaksın, çalışacak­
sın, çalışacak oğlu çalışacaksın. Nasıl mı çalışa­
caksın? Eh orasını bilseydim!..»
Öyle ya! O rasını bir bilen olsaydı topye-
kûn sa n atk â r olur çıkardık. Çekerdik cefayı, sü­
rerd ik safayı! Büyük ölçüde sa n at adam ı olm ak
için akla, hayale gelmez sıkıntılara katlanm ak
çoğum uz için keyif olurdu.
Bir gün birisi çıksa da bize,
«On yıl sab ah tan akşam a kadar, Kayışda-
ğı’ndan şehre sırtında taş taşıyacaksın, am a so­
n u n d a san at turnasını da gözünden vuracak­
sın!» dese ve bunu sağlam a bağlasa, alim allah
K ayışdağı’nı olduğu gibi şehre taşırdık. S an at
adam ının gözünü yıldıran ne alın teridir, ne de
yıpratıcı emek. S an at adam ını tüketen bitiren,
helak eden h e r zam an şu olmuştur:
«Acaba tuttuğum yol doğru m u? Çalışm a­
sına ırg a tla r gibi çalışıyorum, seve seve çalışı­
yorum am a bu çalışm alarım boşa giderse!..»
S an at çalışm alarında tuttuğum uz yol öyle
b ir yol olacak ki, oradan yalnız kendim iz ge­
çebileceğiz! Beni m ükemmele, en üstüne, hiç­
bir zam an eskimeyecek olana götüren yol, se­
ni A llah’ın belası bir çıkm aza sürükleyebilir. Her
yiğidin bir yoğurt yiyişi olacak, h e r gönülde bir
aslan yatacak, h er horoz kendi çöplüğünde öte­
cek ve en korkuncu: Her koyun kendi bacağın­
dan asılacak.
Çağım ıza yeni resm in kapılarından birisini
açan m eşhur Fransız ressam ı Gogen,
«Ne yaparsanız yapın, yeter ki akıllıca ol­
sun!» demiş çıkmış işin içinden.
Peki ya okullar, akadem iler, fakülteler, atöl­
yeler, b ü tü n b u n lar sa n at ad am ların a yol gös­
term ezler de ne yaparlar? Ya o dillere destan us­
ta, çırak geleneği? U sta çırağ a yol göstermezse
ustalığı nerede kalır? V allahi benim bildiğim, us­
tanın iyisi yol gösteren değil, sevmeyi öğreten­
dir. U stanın iyisi yüreğinin kapılarını sonuna ka­
d ar açıp sevgisini yağm a edendir.
U stanın iyisi çırağa sa n a t değil, zenaat gös­
terendir. Z enaat bellenir, belletilir, am a san at
sadece sevdirilir. G ünüm üzün ressam larının ço­
ğunu nakış yoluna çeken özelliği b u rad a aray ı­
nız. Nakış yolunda zenaat, tezgâh yüzde yüz
ağ ır basar. Y ürüyenin ayağının altın a sağlam bir
yol serilir. Gözle tad ılan sa n atların en az yarısı
zenaate bağlıdır. Peki ya şiir sanatının kaçta ka­
çı zenaattır? Şirin de kendine göre bir tezgâhı
yok m udur? Y ahya Kemal’i yakından tan ıy an ­
la r onu birkaç ay görm ediler mi şöyle sorarlardı:
«Üstadım tezgâhta yeni bir şeyler v ar mı?»
Ü stat çoğu zam an şöyle cevap verirdi:
«Nerede!.. Hep o bildikleriniz. Bir türlü bağ-
layam adım size en son okuduğum u. Bakın son
beyti nasıl değiştirdim.»
Bir de bakardınız, sizin özene bezene ezber­
lediğiniz m ısralard an birisi tepetaklak olmuş. Üs­
tat, o m ısraı ezberlediğinizden em in sorardı:
«Nasıldı size iki ay önce okuduğum?»
Siz m ısraı bülbül gibi söyleyince ü sta t ye­
niden tasalanırdi:
«Vay canına! G aliba eski hali d a h a güzel­
di! D ur bakalım . Biraz d a h a d ursun tezgâhta...»
Y ahya Kemal, şiirini en sevdiklerine bile yaz-
dırm azdı. En çok coştuğu meclislerde, en keyifli
saatlerinde, dostları —güya hiç belli etm eden!—
m asanın altında bazı şiirlerini yazm aya yeltenin­
ce hem en fark ın a varır,
«Bırak elinden o kalemi, dinle!» derdi.
Şiirlerini lise öğrencilerinden tutun, kendin­
den yaşlı başlı kim selere k a d a r okur, onlardaki
tepkileri inceler, şiirin dilden dile, k u laktan ku­
lağa gidip gelirken nereleri kalıyor, nereleri aşı­
nıyor mimlerdi.
D aha hiçbir dergide yayım lanm adan birçok
şiirleri b ü tü n y urdu döner dolaşır; günlerden bir
gün birisinin dudağında P ark Otele gelirdi. Bu
uzun yolculuktan bir tek kelimesi aksam adan dö­
n en şiirleri okşarcasına dinler, ötesi berisi kırılıp
dökülenler olursa kızmaz, onları te k ra r tezgâha
sokardı. Bu çalışm ada, «Nereden inceyse oradan
kopsun!» ölçüsü a ğ ır basıyordu.
K ulaktan kulağa, dilden dile ku ru lan bu tez­
g âh eşine az rastlanır, bir sabır ve sevgi ile örüş-
m üşse de şiiri dergi sayfalarından önce şiir se­
ven ku lak lara fısıldam ak, onun yaşam a gücünü
ölçmek, tezgâh olm asına tezgâh, zenaat olm a­
sına zenaattı. Am a bu tezgâhı, bu zenaati büyük
sa n at kılan onun bir tek kişilik olması, tepesin­
den tırn ağ ın a k a d a r kişilikle dam galanm ış ol­
m ası idi.
KENDİLİĞİNDEN

Gök m avisinden yaprak yeşilinden


Bir şarkı söylenm ede kendiliğinden
C ahit Sıtkı’n ın şiiri böyle m i başlıyordu?
H angi kitabında idi bu şiir? Adı neydi? Bunu
ilk defa kendinden mi duym uştum ? O rh a n ’d an
mı? M elih’ten mi, O ktay’d an mı? Bu şiiri seven
sadece ben değildim . A rkadaşlarla birlikte bu
güzel şiirin üstünde durduğum uzu, m avisini, ye­
şilini, yaprağm ı birer birer okşadığım ızı gayet
iyi hatırlıyorum . Bu şiiri duyalı e n az on sene
oldu. O n sene önce adını andığım ark ad aşların
hepsi de A n k a ra ’d a idiler. Ne güzel, n e tatlı, ne
kıvılcım lı günlerdi. C ahit birinci kadehten sonra
coşanlardan birisine,
«M inüt Papiyonl» derdi.
«Bir saniye güzelim», «Dur bakalım şeke­
rim», «Bir dakika kelebeğim» an lam ına gelen
bu sözü öylesine diline dolam ıştı ki. Bu sözü
o k a d a r seve seve, o k a d a r c an d an söylerdi ki,
P aris’i, o rad a geçirdiği günleri, sevgili V erlain’i,
b u iki kelime içinde boylu boyunca duyduğunu
sanırdınız.
Bir şarkı söylenm ede kendiliğinden
B urası böyle idi m uhakkak. A m a öteki:
G ök m aviliğinden, dal yeşilinden
Ya böyle ise? Dal yeşili olm ayabilir, d a la ye­
şilliği veren yapraktır.
Değil kardeşim değil
Gök m avi değil
Y a p ra k yeşil değil.
Dal mı? Y aprak mı?
G ördün m ü sen hafızayı? T üh A llah k a h re t­
sin böylesini. Peki kitapları karıştırsana, nerde
san a ağabeylerin, kardeşlerin el yazılarıyla «sev­
gili» sözlerle yazıp verdikleri kitaplar?
Nerdeler? N erde olacaklar, kim ini Ali alır
bir d a h a getirmez; kim ini Veli götürür, gitti gi­
der.
Sözün b urasında bilirkişi d u ru r mu?
«Sen orasım burasını b ırak da, şu adını et­
tiğin şiirlerin C ahit Sıtkı'nın olduğuna em in mi­
sin bakalım ? Bunu ispat edebilir misin? Kendi
ağzınla açıkladığına bakılırsa, hiçbirinden yüzde
yüz em in değilsin. Em in olm adığını bildiğin h al­
de zahm et edip kitap karıştırm ıyorsun. Yarım ya­
m alak sözlerle m illetin önüne çıkm ak ayıptır.
Şairin bazen yıllarca çalışarak yan y an a getir­
diği kelim eleri birbirinden ayırarak, onlara ken­
di keyfine göre bir düzen vererek yazm aya ne
hakkın var? O nun y ap rak dediğine dal, dal dedi­
ğine y ap rak dersen, şiirin iler tu ta r tarafı kalır
mı? Ü stüne üstelik şa ir geçiniyorsun. A m a b a ­
şın sıkıştı mı, ‘H ayır efendim, ne m ünasebet, ben
şair değilim, ressam ım ’ deyip işin içinden çık­
m ak istiyorsun. Hafızası zayıf olm ak ayıp değil,
ayıp olan bunu bildiğim iz halde ona göre dav-
ranam am ak, kitapları elaltm da bulundurm am ak,
pam uk ipliğinden m azeretler bulmak.»
Doğru söze ne denir? Bilirkişinin elini öpüp
başım ıza koyduk:
«Yüzde doksan dokuz hakkın var!» dedik.
Ama en büyük ayıp hangisi biliyor m usun? Sus­
mak! B urasını iyi hatırlayam adım , burasını k a­
rıştırıyorum belki diye hiç konuşm am ak. Hem
ben b ütün sevdiğim şeyleri h er zam an elim in al­
tında bulundurm ak istesem b a n a b ir yataklı, bir
yataksız iki tane vagon lazım:
Bir şarkı söylenm ede kendiliğinden.
«Bir şarkı mı? Bir tü rk ü mü?»
•Şarkı. T ürkü sözü C ahit’ten b ir parça
sonra başladı. Yeni yeni süren şair neslinin şa r­
kıdan o k a d a r dili yandı ki, şarkı kelim esini ne­
rede görse silip üstüne tü rk ü diyecek.»
Bilirkişinin sa n a bir çift sözü d a h a var:
«Sen ‘M üjde’ adlı şiirde,
Portakal kabuğundan, k a vu n dilim inden,
H avalandı nakışlar avşar kilim inden.
dediğin zam an,
G ök m aviliğinden, yaprak yeşilinden
Bir şarkı söylenm ede kendiliğinden.
şiirini duym am ış m ı idin?»
Ne desem nafile bilirkişi!.. Duymuş olmam
ihtim ali d a h a kuvvetli. Bu soruya kesin bir şe­
kilde evet veya h a y ır dem ek elimde değil. Çünkü
M üjde’yi ne zam an yazdığımı sorsan, en aşağı
beş a ltı senelik b ir h a ta y a düşebilirim . Zaten işin
bu tarafın ı aydınlatm ak bize değil sizîere, siz
bilirkişilere düşer. însan kendi evladının doğum
yılını u nutursa, en sevdiklerinin doğum günleri­
n i de kolay kolay hatırlayam ıyor. Hafıza lam ba­
ların d an birisi sönmeye dursun, b ir d a h a ne
m üm kün?. A radaki benzerliği fark edeli birkaç
gün oldu. C ahit’in şiirini öylesine sevmiş, öylesi­
ne benimsemiş, aynı kuruluşu tek rarlark en ken­
di m alım imiş gibi harcam ış olabilirim ki... Bu
benzerlik «kendiliğinden» olabilir. Ne tuhaf, bu
şiiri duyduğum zam an öteki kelim eleri üstünde
uzun uzadıya durduğum u hatırlıyorum da, «ken­
diliğinden» kelimesini atladığım a şaşıyorum . Şim­
di bakıyorum d a şiirin bütün balı bu kelimeye
çökmüş. Gökyüzü ve ağaçlar kendi başların a bir
şarkı tu tturm uşlar, onlara bu şarkıyı kimse öğ­
retm em iş, kimse söyleyin diye hazırlam am ış on­
ları, zorlamam ış. Kelimenin dilimizdeki yerini da­
h a iyi kavram ak için tam tersini araştırıyorum :
Zorla, zoraki, hazırlıklı, sonra kelim enin benzer­
lerini yokluyorum: Candan, içten, kim senin h a ­
beri olm adan, yalnız başına kendi kendine.
«Bu çiçekleri, siz mi yetiştirdiniz?»
«Hayır, o nlar kendiliğinden, kendiliklerm ­


den çıkm ışlar, kendi başların a büyüm üş, çiçek
açm ışlar. Kendi kendilerine gelin güvey olmuş­
lar.»
Yahut,
«Tesadüfler öylesine yardım etti ki iş kendi­
liğinden olup bitti.»
Başka bir cüm lede benzerleri ile yetinebile­
ceğimiz «kendiliğinden» kelim esini C ahit Sıtkı
şiirinde öyle ustaca kullanm ış ki; yerine, ben­
zerlerinden hangisini koysanız olmuyor. Kelime,
yerine öyle perçinlenm iş ki, en iri delikli h afıza
süzgecinde bile tu tu n u p kalabilir. O k a d a r u sta ­
ca, o k a d a r kendiliğinden, o k a d a r tabii. Sanki
oldum olasıya orada idi, başka tü rlü olamazdı,
olsa hepim iz yadırgayacaktık.
Ustalıkla, kendiliğinden oluş arasındaki k a r­
deşliği düşündünüz m ü?
En ufak bir taklide dayanm adıkları halde,
hiç de alışageldiğim iz biçim lerden faydalanm a­
dıkları halde, sa n at eserlerinde bizi sa ra n özel­
liklerden birisi de budur:
«Hiç zorlanm adan yağdan kıl çekercesine ya­
pılmış, yapmacıksız, hilesiz hurdasız, apaçık, sa­
de aydınlık dünya ku ru lalı varm ış gibi, dünya
durd u k ça duracakm ış gibi, kırk yıllık dost gibi,
bir kelime ile kendiliğinden olup bitm iş gibi.»
Sözün b u rasın d a d a bizim M em uş elinde ko­
cam an bir İngiliz a n a h ta rı ile çıkageldi. İlk ba­
kışta öyle sandım . Şimdiye k a d a r hiç görm edi­
ğim biçim de bir alet.
«Ne güzel değil mi?»
«Güzel a m a ne işe y a ra r bu? Niçin aldın?»
«Ne işe yaradığını d a h a öğrenm edim , am a
şu çizgilerin güzelliğine, şu açılış kapanışm tere-
yağlığına bak.»
İkim iz de a n a h ta rın neyi sökmek, neyi sıkış­
tırm ak için kullanıldığım bilm iyorduk, a m a bu
p arlak çelik parçasın a ikim izin de kanım ız kay­
nam ıştı. Öyle rah a t, öyle sade bir biçimi vardı
kİ, insana derhal elini uzatm ak, okşam ak arzusu
aşılıyordu. M ernuş,
«Bir de k a rg a b u ru n vardı. Am a çok p a ra İs­
tediler; vallahi görsen a lır heykel diye ra fa kor­
sun. K argab urun değil, m übarek M ısır heyke­
li!.»
İngiliz a n a h ta rı, k a rg a b u ru n derken konu­
d an uzaklaştık sanm ayın. Peki; hadi bazı san at
eserleri, bize ta b ia tta n yer yer köşecikler h a tır­
latıyor diyelim; ya bu alet edevat? T abiatta neye
benziyor. K argaburunlu kerpeten kargaya ne ka­
d a r benziyorsa bu İngiliz a n a h ta rı da bir kuşu
ancak o k a d a r andırıyor. H içbir şeye benzem e­
dikleri halde kırk yıllık dost gibi aşina çıktığı­
mız sa n a t eserlerine m erhaba!.. Biz, İngiliz a n a h ­
tarını, k uşa benzediği için değil, sa n at eserlerine
yakışan sadeliğe, ra h a tlığ a bir tab ia t parçası gi­
bi «kendiliğinden» olm uşluğa kavuştuğu için be­
nimsiyoruz. Yalnız bu alışverişte bazılarım ızı şu
nokta şaşırtıyor:
«Sanat adam ı oluş, yaratm a; b ir H ak vergi­
sidir. Verm eyince m abut, neylesin M ahmut!»
Ne m i eylesin M ahm ut, o turup çalışsın, eğer
M ahm ut m esleğini sahiden seviyorsa m abut
onunla beraberdir.
A m a M ahm ut hakikaten yaptığı işi sevmi­
yor da, sadece şenlik olsun diye yapıyorsa, «Yük­
sek zekâm ın elinden evvelallah bu m eslek de
kurtulm az» diye yapıyorsa neylesin m abut.
S an at eserinin kendiliğinden olup bitm iş duy­
gusun u aşılam ası, gayet kolaylıkla hiç eziyet çek­
m eden yapılm ış gibi görünm esi birçoklarını şa­
şırtıyor, bunlar,
«Şimdilik sa n atla uğ raşm aya vaktim yok
am a, A llah kısm et ederse bir g ü n kolları sıva­
dım mı, ben de b ir şeyler d ö k türürüm elbette!»
diyorlar.
S a n a t dünyasının kapısı herkese açıktır. H er­
kes dilediği y aşta bu kapıdan girer. A m a şu
«kendiliğinden» kapısı v a r ya. H erhalde en güç
açılan kapı o olsa gerek.
CANERİĞÎ

Bir kelime buldum çın çın öter, adı candır,


diyecek oldum; demez olaydım, hem en çullandı­
lar:
«Peki, kim düşürdü bu kelimeyi de sen bul­
dun?»
«Bırak orasını canım , kelim enin de adı, so­
yadı olur mu?.. Lafa bak!.. D ağda dolaşırken bir
kelimeye rastlam ış, bakm ış hoş, can a yakın bir
şey, çenesini okşamış, 'Adın ne senin bakim ?’ di­
ye sorup öğrenince, ‘Bir kelime buldum! Yetişin!’
feryadıyla yollara düşmüş.»
Sözün b urasında M em uş bilirkişilere fena
halde içerledi.
«Aldırma bilirkişilere, o nlar caneriğinin ca­
nın a okum aya k a ra r verm işler...» Sonra cebin­
den, büzüşmem iş, yeşili sönmemiş, küçük b ir erik
çıkardı, «Bakın,» dedi. «Bu erik bir h a fta önce
yemyeşildi, içi can dolu idi. Onu taze taze yemek
lazımdı. Şu haline bakın, b ir h a fta içinde neye
döndü. Siz, bilir gibi görünen kişiler bu tazeliği
hiçbir zam an zam anında ve yerinde yakalaya­
m ayacaksınız. Onu incelemeye kalkacak yerde
taze taze yemiş olsaydınız, tadını çıkarabilirdiniz.
H erkesin b aşına gelebilir, birdenbire bir kelime
ortasından ikiye bölünür, onun içinde o zam ana
k a d a r aklım ızdan bile geçmeyen m an a lar saklı
olduğunu a n la r şaşırırız. Bizim ayda yılda bir
rastladığım ız, çoğu zam an üzerinde durm adığı­
mız bu olay, şiirin kay n ak ların d an birisidir. Şa­
ir bu olayı tesadüflere bırakm az, kelim eleri bi­
rer birer yoklar, dinler. Kimine takılır, kim ini
kendi eliyle o rtad an ikiye böler. Y üzyıllar boyun-

n
ca insandan in sa n a geçen, h e r insandan bir tu ­
tam sıcaklık, b ir çim dik can edinen kelimeye
onun d a kanı kaynar. O d a bu kelimeye kendi
öm ründen bir parçacık katar.»
C an kelim esi dilim izin eh çok işlenmiş, en
iyi bilenmiş, en lezzetli kelim elerinden biridir.
Adam cağız caneriğine bakmış, eriğin diri­
liğine, tazeliğine öylesine kan ı kaynam ış ki,
«Şu can denen nesne, hepim izden çok can­
eriğine yaraşm ıyor!» diyecek olmuş. Hem ne de­
se idi? «Sayın bayanlar, bay lar can kelimesi şu
zam an doğmuş, şu yerlerde büyüm üş. Şu ta rih ­
lerde bu ta ra fla ra doğru gelm iş ve nihayet» diye
kelim enin k afa kâğıdını m ı çıkartsaydı?
Işık dedi ki:
«Renklerden, kokulardan, seslerden önce ko­
şup geldim, insanoğluna n u r topu gibi bir m üj­
de getirdim .
Adı candır.»
Dilimizin can kelim esini nasıl işlediğini a n ­
latabilm ek için, aklım a gelenleri rasgele sıra­
layacağım :
Can sıkılır, can çekişir, can çıkar. Can acır,
can alınır, can verilir, can katılır, can atılır, can
ister, can gider, can gelir.
Canlanm ak, canlı, canlı canlı, cansız, canla
başla, canciğer, canını dişine takm ak, canının
içine sokası gelm ek; iki canlı, yedi canlı, k ırk
canlı olm ak, canını sokakta bulm ak, can evin­
den vurulm ak; can yoldaşı, can pazan, canım,
canım ın içi, canım ın canı, ey can, canı cehenne­
me, canına yandığım , can yongası, canlı cena­
ze, can kurtaran, caneriği, canına değsin, vay ca­
nına/..
B unlar benim b ir çırpıda aklım a gelenler.
Kim bilir kıyıda b u cakta d a h a neler vardır. İn­
san bu kelim enin içine sinen zenginliği, başka
b ir dile a k tarm ay a kalktığı zam an şaşın p ka­
lıyor.
Dilimize çevrilen b ir A m erikan rom anında,
«Mal canm yongasıdır» sözüne rastladığım za­
m an, İngilizce bilenlere sorm uştum . O nların di­
lin d e bu k a d a r derli toplu bir söz yoktu, İngiliz­
cede iki sa tırla an latılan b ir gerçek; candan ko­
p a n yonga, üç kelimeye ra h a t ra h a t sığdırabili-
yordu. Özü can kelimesine d ay an an bir şiiri ya­
bancı dillerden birisine çevirmeye çalışanlara
A llah kuvvet versin. Bir tecrübe edin de bakın
insanı nasıl terletiyor...

Can kelim esine d u ru p d u ru rk e n takılm adım .


Kazlıçeşme’de büyük b ir fab rik a gördük. Nazil­
li’den sonra gelen en büyük basm a fabrikam ız
sayılıyorm uş. Kendi kendine alan, saran, büken,
eğiren, dokuyan m akinelerin arasın d a dolaşır­
ken, bizi gezdiren m ühendis durdu:
«Bakın» dedi, «Şu tezgâhta dokunan beze.»
Binlerce ipliğin, b ir nabız tem posu ile atışı, m a­
suraların, m ekiklerin, kendi aralarında, kendi dil­
lerince konuşm aları, kım ıldam aları, yer değiştir­
m eleri görülecek b ir şeydi. M ühendis, bezi doku­
yan binlerce iplikten rasgele b ir tanesini aldı.
Çekti, kopardı. Kendi başına işleyen m akine, en
çok iki defa d a h a nefes aldıktan sonra: Çat! de­
di, durdu.
M akinenin durd u ğ u n u duyan bir genç kız
geldi. Bir düğm eye bastı. Binlerce ipliğin a ra ­
sında b ir telaştır başladı. G örünm eyen b ir el ip­
liklerin a ra sın d a kopanı aradı, taradı, yakaladı,
düğüm ledi. S onra m akine eski tem posuyla işle­
meye koyuldu.
Kendi başm a b ir sü rü iş gören m akinelerin
gelişm esini yak ın d an bilenler için, bizim gördü­
ğüm üz m akine kuzukulağı, ebegüm eci gibi ola­
ğ an şeylerden. A m a n e olursa olsun binlerce ipli­
ğin a ra sın d a kopanı yakalayan çelik p arm ak be­
ni h â lâ düşündürüyor. Ne zam an böyle büyük
fabrikalar, büyük m akineler görsem , kolay kolay
tarif edilem eyen b ir heyecana kapıldığım ı duyu­
yorum. Benzerini, yalnız çok büyük sa n a t eser­
leri karşısında, büyük cam ilerde, büyük tab ia t
olayları karşısında duyduğum uz bu sarsılm a ne­
reden geliyor? Acep bizi büyüleyen yüzlerce m a­
kinenin aynı ağızdan söylediği tü rk ü mü?
O nların aynı heceleri, aynı sesle, dayanıl­
m az bir p a tırtı ile binlerce defa tek rarlam aları
herhalde insanı uyuşturuyor.
Birkaç dakika sonra k u lak lara paydos! Göz­
ler, kulağın işini de üstüne a la rak bir k at d ah a
açılıyor. Kafa, m akinelerin insafsız tem posuna
ayak uydurm aya, zonklam aya başlıyor.
Yalnız başına b ir sü rü işler beceren m aki­
nelerin cam ile, A llah'ın bize bağışladığı canı
karşılaştırıyorum :
«Bu gökyüzü, bu toprak, bu denizler ve biz
canlılar senin elinden çıktık.»
Bir can verdi bize bin alır.
G ideriz gözüm üz a rk a d a k alır sevinsin.
Evet bir tü rlü tad ın a doyam adığım ız bu gü­
zel dünya senin a m a şu m akineler, v a r ya. Şu
bin b ir tü rlü iş beceren m akineler onlar d a bi­
zim elimizden çıktı. O nlar d a bizim. T abiat ana,
b ir g ü n hepim izi bir k e n a ra çekip soracak:
«Bak, ben uğraştım , didindim . S ana şöyle
b ir dünya yarattım . Seni bu dünyanın içerisine
şu k a d a r sene koyuverdim . Peki sen dünyaya ne
kattın?»
Bana öyle geliyor ki, tab ia t a n a karşısına,
a ncak aklı başında m akinelerle çıkarsak yüzü­
m üze gülecek. En ufacığından tu tu n d a en k ab a­
dayısına k a d a r m akine, insan elinden çıkmış bir
can değil m idir?
C andır zorum
Candır derdim
Cana uzatm ışım elim
M al tükenir, can tü ken m ez
Dostlar, canı bölüşelim
V e ölüm kapıya gelende
Y ağm a olm uş bulsun canı.
Bizim canım ız son zerresine k a d a r h a rc a n ­
sın, am a bizim elim izden çıkan canların, aklı bar
şına, m akinelerin c a n la n sağ olsun.
TANIK VEYA BİLİRKİŞİ

Tolstoy, Çehov’u çok severmiş. Gorki’nin de


bulunduğu toplantıda Çehov’a sevgisini belirttik­
ten sonra,
«Bak» demiş, «öyle şeyler v a r ki o n la n n kı­
lına dokunm adan yazılm ası şart.»
Bu n asihati okuyalı 30 yıl geçti aradan. Bu
sözde ne vardı ki, bu k a d a r etkiledi beni (Öyle
şeyler v a r ki, o n lan değiştirm eden yazacaksın).
Bir y andan resim yapan, bir y andan edebiyatla
u ğ ra şa n la r için bu sözde kulağa küpe olacak bir
cevher vardı. 30 yıldır bu cevherin değerini ta r ­
tarım . H er yıl bir k a t d a h a kıym et kazanır. Ya­
nılm ıyorsam h er sanatçının h ay atın d a derinle­
m esine yer eden sözler, nasihatler, şakalar, göz­
yaşları p a rm ak la sayılacak k a d a r azdır. Büyük
Ressam B onnard’ın,
«Bir resim ya bir defada yapılır, ya bin de­
fada» sözü, beni m eslek h ayatım da hizaya geti­
re n u y arm alard an biri olm uştur. Gogen’in,
«Bir litre m avi bir gram m aviden d a h a m a­
vidir» sözü gibi.
M ikelanj’ın,*
«Heykeli bir bayırdan aşağı yuvarla, ötesi
berisi kırıldıktan sonra geriye kalan bize h â lâ
b ir heyecan veriyorsa işte o heykelde iş var» de­
m esi gibi.
Bu öğütler sayılıdır ve h e r sanatçının h a ­
y atın d a eli, ayağı, gözü, dudağı k a d a r belirlidir.
Bu alim ane başlangıçtan sonra te k ra r Tolstoy’un
öğüdüne gelelim.

* M ic h e la n g e lo
Çevremizde öyle şeyler v a rd ır ki, onları ol­
duğu gibi yazm ak nam us borcudur.
B ütün mesele «öyle şeyler v ard ır ki» ayrı­
m ında. Tolstoy, edebiyatçılara,
«İçimizde veya çevremizde olup bitenleri ay­
nen yazm akla sorum luyuz» demiyor, «Öyle şey­
ler v a rd ır ki, onları değiştirm eye hakkım ız yok»
diyor.
«Peki n ed ir o şeyler?»
İşte elim izden geldiği k a d a r o şeyler ü stü n ­
de duralım .
Son yıllar içinde büyük ilgi uy an d ıran Sol-
jenitsin’in bir tu tu k lu n u n 24 saatin e koca b ir ro­
m an sığdırdığını biliyorsunuz.
24 saate 300 sayfalık bir rom an çok m u? Ba­
zen bir sa a t süren olaya 500 -1000 sayfanın bile
yetm eyeceğini erbabı bilir. Eğer o sa a t İstanbul’
un fethi, y a h u t H itler’in son saati olursa...
Tolstoy’u n öğüdündeki «öyle şeyler» diye kıs­
kıvrak bağladığı ille de dünyayı allak bullak
eden olaylar değil, bizi ku rşu n gibi delip geçen,
d a h a sittin sene yaşasak gözüm üzün önüne geti­
rem eyeceğim iz sayılı olaylar olsa gerek. B unlar
sizin için bir bayram sabahı olabilir, bir başkası
için dilediği en güzel işe atandığını belirten bir
m ektup, kim i için bir m inicik öpücük, kimi için
b ir kem söz.
Tolstoy’u n öğüdünde g ü n geçtikçe değerle­
n e n gerçek şu olsa gerek:
«Sana içinde ve çevrende olup bitenleri, tı­
pa tıp olduğu gibi yaz dem iyorum , am a bunla­
rın içinde öyleleri v a r ki, o n la n değiştirm eden
süsleyip püslem eden y a h u t tam tersi, çirkinleş­
tirm eden olduğu gibi verm ek yazarın nam us bor­
cudur.»
Edebiyat alan ın d a kendi içinde veya çev­
resinde olup bitenleri olduğu gibi a k ta ra n Dir
kabadayı yoktur. Aklı başm da edebiyatçı böy-
lesi b ir savaşı düşünm ez ki, göze alm az ki. Böy-
lesi b ir savaş insanın tıpa tıp benzerini y arat­
m ak isteği k a d a r gülünç olmaz mı?
«Öyle şeyler v a r ki onları değiştiremezsin.»
Bu yargıyı edebiyat alan ın d an resm e a k ta ­
rıyorum : B ütün dünyaya kendini kabul ettirm iş
ressam ların işlerinde n e kad arı aynen alınmış?
Tolstoy’u n dediği gibi kılm a dokunulm am ış, ne
k a d a rı sanatçının dilediği gibi tepetaklak olmuş­
tur? Canım gibi sevdiğim ressam ların işlerini, bir
gözüm ün önüne getiriyorum :
«Yüzde on hiç değiştirm eden alınmış, yüz­
de doksan sanatçının dilediği gibi tepetaklak
edilmiş.»
Bir Greco’nun, b ir R em brandt’m, bir Goya'
nın, bir V an Gogh’u n portrelerine bakın, beş
aşağı beş y u k arı bu ölçüyü bulacaksınız, Aynı
ölçüleri 1974 yılında kendini b ü tü n dünyaya ka­
bul ettiren işlerde arayın:
O lduğu gibi alm an la ona eklenenin oranını
bulun, eğer bu ölçülere uym uyorsa, bu yazıya
boş verin.
D ün Aziz N esin’in İnsanlar Yükseliyor adlı
kitabında b ir hikâye okudum . Adı, N okta N okta
Nokta. Konuya dilim izdeki k ü fü r zenginliği ile
girişiyor. K üfürden y a n a nasibim iz sonsuz, am a
konuşm a dilinde bozuk p a ra gibi harcadığım ız
k üfürleri yazı dilinde kullanm ak kolay mı?
Biz T ürkler su içercesine, ekm ek yercesine
küfretm eye alışmışız.
H erif hayvan değil h a y v a n at bahçesi, peze­
venk değil pezevengistan, m aydanoz am a m ezar­
lık m aydanozu.
Bunun gibi h e r A llah’ın g ü n ü hepim iz yep­
yeni bir k ü fü r savurabiliriz ve bu konuda o k a ­
d a r alçakgönüllü oluruz ki, adım ızı sanım ızı bu­
laştırm ad an dilimizi, k ü fü r dilimizi ihya ederiz.
Aziz Nesin, yazısına dilim izdeki k ü fü r key­
fiyle başlıyor:
«Konuşurken iyi hoş am a yazarken suntur-
lu k ü fü rle r boyuna: N okta no k ta no k ta diye ge­
çiştiriliyor.» B uraya k a d a r Aziz Reis o eşsiz ça­
lım larıyla k ü fü r kalesine güzel b ir goi atıyor, fa ­
k at yazının ondan ötesi beni çok yakından ilgi­
lendiren b ir olaya dokunuyor. Bundan ötesini
okurken ben sıra d a n bir okur olm aktan çıkıyor
bir tanık, bir bilirkişi kesiliyorum. Öyleki bu ya­
zıda Aziz’in an lattığ ı olayı aynı gün, aynı saatte
değilse bir iki sa a t önce ben de yaşadım . Olay
sa a t 18’de geçiyor, ben 16’da aynı olayın tanığı
oldum. Öyle ahım şahım olay d a değil.
Dört beş ay K ültür Bakanlığı yapan T. Hal-
m an, E rtuğrul M uhsin’e büyük bir saygı ve sev­
gi belirtisi olarak bir m adalya hazırlam ış. M uh­
sin gibi büyük ve başarılı bir im tihan verm iş
kimseye böylesi m ü k âfata kim sevinmez. Ben de
koştum , am a B akanın m adalyayı vereceği yeri
bu lan a k a d a r ak la karayı seçtim. Aziz’in hik â­
yesinde aynen anlattığı gibi tören altıd a başla­
yacaktı; davetiyelere böyle yazılmıştı, am a son­
r a telefon etm işler, törenin iki saat öne alındığı­
nı bildirm işler. S onra bize telefon etm işler. O
g ünler sa a t d ört aydınlık, am a altı a lacak aran ­
lıktı. Ben arab ay la en önce Topkapı S arayına git­
tim. Kapıcı törenin aşağıdaki m üzede olduğunu
söyledi. Aşağı inene k a d a r h av a k arardı. A ntik
M üzesinin önünde in yok cin yok, şaşı bir ışık­
ta n törenin b ir sa a t önce başladığını, herkesin
nerdeyse dağılm ak üzere olduğunu öğrendim. Şa­
şı ışıkla tören yeri arasın d a abartm asız 350 m et­
re yol vardı ve bu yol karanlıktı. Sağa mı, sola
mı, öne mi, ark a y a mı, nereye gideceğimi şaşır­
mış, bunalm ış, terlem iştim . Tören yerini buluşum
tam am ıyla bir tesadüf oldu. D avetlilerin çoğu git­
miş on, on beş kişi kalm ıştı. B unlar a rasın d a baş­
ta M uhsin Reis olm ak üzere Kenterleri, Cum hu­
riyet g azetesin d en " Elif N aci’yi, Agop’u, Y aşar
N abi’yi, M elih Cevdet’i, Şakir Eczacıbaşı’nı gör­
düm . Burası m üzenin kütüphanesiydi. Şaşı bir
ışığı vardı. M elih Cevdet,
«Bir sanatçıyı böylesine değerlendirm ek ne
güzel değil mi?» diyerek b a n a K ültür B akanını
tanıştırdı. Bol bol viski içiliyordu. Ham di Beyle
kardeşi Ethem Beyin ku rd u k ları o güzel müze-
. de gecenin bu saatinde viski içmek, olur şey de­
ğildi. Büyük Reis M uhsin ve eşi, K enter kardeş­
lerle bir köşecikte büzülüp kalm ışlardı. Hey Al­
la h ’ım bu ne şaşı bir akşam , ne karan lık b ir ge­
ceydi. Ö m rüm oldukça unutam am . T iyatrolar
M uhsin’in çizgisinden çıktılar diye tören m üze­
ye kalmış. Bakana,
«Bunu akadem ide yapabilirdiniz» dedim.
«M ümkün olmadı» dedi.
Kısacası o geceden aklım da buruk, h a tırla n ­
m ası hoşa gitm eyen bir ta t kaldı.
N okta N okta N okta adlı hikâyesinde Aziz,
bu geceyi anlatıyor. O da benim gibi M uhsin
Reise büyük bir sevgiyle bağlı olduğu için işi­
ni gücünü bırakıp koşuyor. O d a aynen benim
gibi önce Topkapı S arayına gidiyor, sonra aşa­
ğıya iniyor. A şağıda m üzedeki bekçilerle konuş­
ması: Öm ür. Konyalı bir bekçi törenden falan
habersiz Aziz’e n u tu k çekiyor:
«Sen aklını mı kaçırdın gecenin bu saatin ­
de m uza olur mu, bakan olur mu, get işine hem-
şerim» diyor, sonunda m üdüre çıkıyorlar.-
«Evet tören altıda olacaktı, fa k a t bakanın
işi çıktığı için dörde alındı ve çoktan bitti» di­
yor.
Şimdi hikâyenin en m üthiş olayı bundan son­
r a başlıyor. Aziz oraya k a d a r iyi yürekli bir şo­
förle gelmiş, am a şoförü savmış, zifiri karan lık ­
ta G ülhane P arkının çıkış kapısına doğru gider­
ken,
«Tap» diye kafasına sıcak yum uşak b ir şey­
ler inmiş, am a bu iniş o k a d a r büyük ölçüde, o
k a d a r bol cöm ert bir porsiyonm uş ki, şapkası ku­
lak ların a k a d a r geçmiş.
«Ulan ağ açların doruğunda m an d alar mı,
sığırlar mı yuva yapm ış diyor. M anda çıkmış
kavağa...»
Ve hikâyeyi, d a h a doğrusu röportajı, bu h a ­
zin olayı yine b ir gazetede yer alan havadisle
bitiriyor. H avadis aynen şöyle:
«Dün sa a t 16’d a falan ca tiyatroda oynana­
cak çocuk piyesine davetli olan bak an ın daha
önemli b ir işi çıktığı için oyun 14’te başlam ış
ve 16’d a gelen davetliler şaşırıp kalm ışlardır.»
Ve Aziz, nokta nokta nokta üçlüsü içindeki
k ü fü r gücünü ra h a tlık la belirtiyor.
Şim di yazım ızın başına gelelim, Tolstoy’un
Çehov’a verdiği öğüde,
«Öyle şeyler v a rd ır ki, onların b ir kılını de­
ğiştirm eden yazacaksın.»
DİLİMİZİN KÖŞESİ BUCAĞI

Bir şa ir ark ad aş anlattı:


«Bugüne k a d a r yazdığım şiirler için ötede
beride çeşitli yazılar çıktı. M ethedenler oldu.
A lay edenler oldu. Bü,tün b u n lar a rasın d a beni
en çok saran, b a n a en çok güven veren bu ya­
zılar değil de bir çift söz olm uştur. Bir ahbap
m eclisinde şiirler okuduk. B unlardan bir tanesi
edebiyattan çok sporla u ğ raşa n bir zatı coştur­
m uş olacak. Adam cağız m uhabbetini hiç beklen­
m edik bir sözle şöyle belirtti:
‘Güzel şiir,’ dedi, ‘k ü fü r gibi şiir!’...»

K üfürle şiir a rasın d a bir m ünasebet olabile­


ceğini bir tü rlü anlayam am ıştım . A radan epey
zam an geçtikten sonra gençliğinde enikonu gü­
zel şiirler yazan bir m ühendis ark ad aşın şiiri bı­
rakıp küfre başladığına şah it oldum.
Bir y andan barem , öte yandan harem . G it­
sin in h isar şarabı, gelsin Fahreddinkerim der­
ken m ühendis ark ad aşın şiir peteğinde b ir dam ­
la bal kalm adı. Bal yerine bu peteğe ne doldur-
sa beğenirsiniz? Küfür! A rkadaş h a bire küfre­
diyordu. U çan kuşa, eşe dosta, tü te n dum ana,
dönen tekerleğe basıyordu küfrü.
M ünkirle m ü n a fıh m hu yu
Y ık tı harap etti köyü
M ezarına bir tas suyu
Dökenin de
diye başlıyor sonra,
Sorarlarsa k im söyledi
Soranın da
diye bitiriyordu. B ununla d a hıncım alam adığı
zam an ş'lerin şeddesiyle a v u rtların ı döldura dol-
dura,
Kayseri’nin pastırm ası, kem ir eşşoğlu eşşoğlu
Y a ta k u zu n yorgan kısa, büzül eşşoğlu
eşşoğlu
diyordu.
Ü züm ün şarap, şarab ın sirke kesilmesi gibi
m ühendis ark ad aşın şiiri de k ü fü r kesilmişti.
«Yahu sen ne güzel şiirler yazardın. Kitap
bile çıkardın. S onra niçin bıraktın?» diyordun.
M üthiş b ir k ü fü r sav u rd u k tan sonra,
«Çok k itap neşreylem ek dahi batıldır!» di­
yordu.

E trafındakileri küfüre o k a d a r alıştırm ıştı ki,


b u k üfürlerin tiryakileri bile çıktı. B unlar a ra ­
sında aklı başında m azbut devlet adam ları da
vardı. Kediye bile pis demeye cesaret edemeye­
cek k a d a r k ib ar kişilerden birisi günlerden bir
g ü n derinden b ir a h çekti:
«Ah!» dedi. «Şimdi bizim m ühendis arkadaş
olsaydı d a bir k ü fü r savursaydı!»
Ç ankırı’n ın Çerkeş kazasm da yerlilerden bi­
risinin beş altı yaşındaki çocuğunu çağırıp av-
cu n a birkaç kuruş koyduktan sonra, biraz öte­
de oturan, k azanın en çok sevilen ve sayılan yer­
lilerinden birisini göstererek,
«Eğer ağaya a n a a v ra t küfredersen san a bir
bu k a d a r d a h a p a ra veririm!» dediğini kulakla­
rım la duym uş, gözlerim le görm üştüm !..

P a n a it îstra ti k ü fü r üstüne; T ürklerden bas­


kını yoktur der. Bir a ra İstanbul'da bulunduğu
için h erhalde b ir hayli k ü fü r alışverişi etm iş ola­
cak. Bu y a z ara göre Türkler, küfrederek ra h a t­
larlar. K üfür bir nevi hacam at, bir çeşit em niyet
supabı işini görür. Başka dillerde k ü frü n tu ttu ­
ğu yeri tam m anasıyla incelem eden k ü fü r y an -
şm da birinci geleceğimizi savunm ak tu h af kaça­
cak. Hiç olm azsa şunun şurasında birinci ola­
lım diye zorlam ak neye yarar? M uhakkak h er
dilde herkese yetecek k a d a r k ü fü r vardır. Her
m illetin kendi küfürleriyle övünmesi, k ü fü r de­
nilen nesnenin kolay kolay tercüm eye gelmeyi-
şinden olacak.
îstra ti’nin k ü fü r birinciliğini bize verm esi
h erh ald e Rum cada, Ermenicede, Yahudicede bol
bol kullanılan Türkçe küfürlerden ileri geliyor.
Bizde M üslüm an olm ayan T ürklerin bazı kelime­
lerim izin başına ve sonuna ufak tefek ekler ya­
p a ra k ağız dolusu küfretm elerine h e r gün ra s t­
lanır.
K üfür bahsini kapam adan İstrati’nin hoş bir
fıkrasını hatırladım : RomanyalI bir arabacı,
m em leketin en büyük papazını k ralın taç giyme
törenine yetiştirm ekle ödevlidir. Yol uzu n d u r ve
aksiliğe bakın ki başpapazın h u z u ru n d a k ü fret­
mek katiyyen yasaktır. Öteden beri k ü fü r zoruy­
la şahlanm aya alışan a tla r isteksizdirler. Bu gi­
dişle töreni kaçıracağını anlayan papaz telaşla­
nır. A tların niçin isteksiz yürüdüklerini öğrenin­
ce,
«Aman istediği gibi küfretsin. Yeter ki beni
zam anında törene ulaştırsın» der.
A rabacı b a sar küfrü. Ş aklatır kırbacı. Araba,
«Ha şöyle!..» der gibi yollanır, havalanır. Me­
ğer RomanyalI a ra b a c ıla r küfrederken hep aziz­
ler üstüne çalışırlarm ış. Y okuşların dikliğine gö­
re aşağıdan yukarı b ü tü n azizleri sıralarlarm ış.
Menzili m aksuduna kuş gibi u laşan başpa­
paz gayet m em nun. A rabacıya bol b ir bahşiş ver­
dikten sonra kulağına eğilmiş:
«Azizlerden iki tanesini u n u ttu n evlat! Ba­
ri o n la n d a belle!» diyerek m übarek zevatın ad ­
larını kendi eliyle koleksiyona eklemiş!..

M odem Fransız yazarlarını dilimize çevir-


mok isteyenlerin A llah yardım cısı olsun. K üfür
b ab ın d a zam anım ızın Fransız rom ancıları da bir
hayli işi azıtm ış durum dadırlar. Fakat onların
en azılı küfürleri bizim kilerin yanında çocuk
oyuncağı kalıyor. S artre bilhassa askerlik h a tı­
rala rın ı yazarken say falar dolusu küfrediyor. Kü­
fürleri no k ta no k talarla değil, kelim elerle dizdi­
riyor. Bizde olduğu gibi Fransızcada en azılı kü­
fü rle r oldukça kaim bir argo kabuğu içinde sak­
lı...
G eçenlerde içkiye düşkün bir arkadaş Kı-
n a lı’d a bir a rs a sa tın almış. M uzip ark a d a şla r­
d an birisi hem en yetiştirdi:
«Sen o rad a m uhakkak bir m eyhane açarsın.
Adını d a geçmişi kınalı korsun!..» diyordu.
Sen gel de geçmişi kınalı, y a h u t im anı kan­
dilli sözlerini başka bir dile aynı renkler, aynı
ışıklarla a k ta r bakalım!..
A dana ve dolaylarının lehçesini zam an za­
m an büyük bir ustalıkla yazılarında çerçevele­
yen O rh an K em al’in kitap ların d a birkaç defa
rastladığım şu tehdide bakın:
«Alimallah habibini şaşırtırım!.»

İn san lar yalnız fitil gibi âşık oldukları za­


m an değil, bir de deli gibi kızdıkları zam an şair
kesiliyorlar. Dil, bazen karasevda taşında bileni­
yor, bazen de aynı hızla hiddetten bunaldığı­
mız zam an şahlanıyor. H erhalde sinirlerim iz en
son haddine k ad ar gerildiği zam an uzun uzadı­
ya n u tu k çekecek yerde birkaç kelime ile işin
içinden çıkıyoruz. Bir m akaleyi birkaç kelimeye
sığdırabilm ek de şairin sayılı hünerlerinden biri­
si değil m idir?
Sevda ile öfke arasın d a göze görünm eyen
bir bağ olduğuna, «Öfke baldan tatlıdır» sözü
şahittir. Öfkenin zam an zam an k ü fü r halinde
meyve verdiği m eydanda. Dilimizin kıyısında
bucağında boy a ta n bu meyveleri, kuytu yerler­
den hoşlanan m a n ta rla r gibi ikiye ayırm ak müm-
-kün. Zehirli olanlarla, zararsız olanlar. Zehirli
o lan lar m eclisten uzak, ne k a d a r ustaca söylen­
m iş olu rlarsa olsunlar elâlem arasm d a dolaşm a­
y a cesaret edemedikçe ne işe y a ra rla r? Zararsız
k ü fü rlerin çok güzellerini devşirm ek için çarşı­
d a p a z ard a birkaç gün dolaşm ak yetişir. Üç dört
ay oluyor. G azetelerde şöyle bir havadis çıkm ış­
tı: G aliba Y unanistan’da, doktorun birisi yabani
h ıy arla kanseri tedavi etm ek yolunu bulmuş.
Bu havadis çıkalı d a h a bir h a fta olm am ış­
tı. D olm uşta Tophane’den geçiyoruz. Önüm üze
gözü kulağı a ğ ır bir yolcu düştü. Şoför klakson­
d an m aada çeşitli g ü rü ltü le r çıkardı, am a n a ­
file!.. A dam hiç oralı bile değil. N ihayet yolcu­
n u n y an ından geçerken direksiyondan yolcuya
doğru sarktı:
«Kanser ilacı!. Ö nüne baksana!..» dedi. Yol­
cu b u n u n n e olduğunu anlam adan,
«Kanser ilacı sensin» dedi.
Bir gazete havadisinin k üfürler hanesinde
yer alabilm esi için iki üç gün kâfi gelmişti.
Peki ya siz bazı k ü lh an ların M ahm utpaşa’
d a sutyen satarken ne diye bağırdıklarını duy­
dunuz m u? H ani şu bay an ların göğüslerini onar­
m ak için kullandıkları torbalı kem er camm. Ede­
biyat adam ları kırk yıl düşünseler zor b ulur­
lardı:
«İkizlere takke, ikizlere takke!»

İlahi O rh an Veli!. Şu ikizlerin takkesi h a k ­


kında birkaç söz söylem eden geçip gidecek ne
vardı?
Bu kadarcığı birkaç sene d a h a yaşam aya
değm ez miydi?
RESİM - NAKIŞ
VE
SANATÇILAR ÜZERİNE
K o lu m o r k a n a d ı y e şil
H a lin d e n şik â y e tç i değil
Y e şil ye şil y e ş il
A lla h s iz d e n r a z ı olsun
B izd e n değil.
Ormanın ortasında bir yerde idik. Boğazı­
m ıza kadar yeşile göm ülm üştük. Orman; ba­
harı son dam lasına kadar içmiş, tepesinden tır­
n ağın a kadar bir tek yeşillik balına bulanm ış­
tı. Bir tek yeşil, am a yeşillerin en belalısı. Bir
piyano tasarlayın ki, en kalın sesten en incesi­
ne kadar hepsi yeşil. Bulutun ıslak beyazı ile
at başı giden yeşil, hiç belli etm eden gök m avi­
sinin koyuluğunda erisin. Sonra sessizce orm a­
n ın kuytu köşelerine dalsın. Yeşillerin en zifiri
karanlığına kadar dayansın.
Yeşil hazretlerinin ocağına düştük. G üya b u ­
rada resim yapacaktık. Sabahın sekizinden ö ğle­
ye kadar boya kutularım ızın önünde yeşil yeşil
düşündük durduk. Ormana baktıkça yeşil bir
kat daha derinleşiyor; renk; yaprak, dal, gövde,
gürgen, dişbudak, karaağaç olm aktan çıkıyor da
ciğerlerim ize kadar işleyen havaya karışıyor. Git­
gide hızını artıran bir ırmak gibi, belalı bir hay­
van gibi saldırıyordu.
Bu yeşil, gün görm üş bir sonbahar yeşili de­
ğil, körkütük, azılı; yaz başı yeşili idi. İlk b ak ış­
ta bildiğimiz m avi sarı karm ası dedik. En azılı
yeşiller bu iki renk karm asından çıkar, am a ku­
tuda bir dam la san , bir dam la m avi kalana ka­
dar kardığım ız halde orman yeşilinin sayım sız
basam aklanndan ancak birkaç tanesini bulduk!..
Sonra yeşillere başvurduk. Corot A m cayı imda-
d a çağırdık, siyah s a n karm ası yeşillerden de
im dat aldık, am a nafile!.. Paletteki bütün yeşil­
ler; orm anı kasıp k a v u ran yeşil yangının ü stü n ­
de birkaç dam la su gibi uçtu gitti.
Bu belalı yeşil karşısında, «Pes!..» deyip tası
tara ğ ı topladık.
O rm an yeşilinin hak k ın d an gelebilm ek için
d a h a birkaç fırın yeşil pişirm em iz lazımdı.
«Yonca yeşili, k aranfil yaprağı yeşili, caneri-
ği yeşili d u ru rk en koskoca orm an yeşili ile boy
ölçmeye kalkm ak ne cesaret!» dedik; kısacası bu
yeşil çenginden bozguna u ğ ray a ra k atölyelerim i­
ze döndük ve başladık düşünmeye:
— T ab iatta renkler sayım sızdır. İnsan öm rü
ne k a d a r uzun olursa olsun, sabrı ne k a d a r tü ­
kenm ez olursa olsun, bü renklerin hepsini ele
geçiremez. Yalnız bir tek rengin çeşitli basam ak­
ların ı belirtm ek istesek, bir öm ür yetmez. Peki
ne yapm alı? D ünya ren k ler içinde fıkır fıkır kay­
n ark en biz hep beş on ren k içinde mi dönüp do­
laşacağız? Renk fab rik aları bize h e r rengin dört
beş çeşidini verecek. Biz de b u n lara bir o k a d a r
ekleyeceğiz; edecek on, on beş renk. Bütün bir
öm ür boyu bu kadarcık renkle yetinm ek ayıp
değil mi?
— Haydi gidelim, en u s ta ressam ların bü­
tü n tablolarındaki renkleri b ire r b irer sayalım.
R essam lar ustalaştıkça ne yapıyorlar biliyor m u­
sun? İlk işleri kullandıkları renkleri azaltm ak
oluyor. Bakıyorsun gençliğinde b ü tü n renklere
hoş geldin diyen ressam , yaşlandıkça bazı ren k ­
leri bir k e n a ra çekip hep o nlarla düşüp kalkıyor.
B ütün renklerin hak k ın d an gelemeyeceğini a n ­
la r anlam az, «Hiç olm azsa şu n lard an birkaç ta ­
nesi ile ahbaplığı biraz d a h a ileri götüreyim» di­
yor. Ressam ın kullandığı renkleri kendi eli ile
azaltm asının b ir hikm eti d a h a olsa gerek:
— Biçim konusundaki titizliği.
Boyuna yeni biçim ler a rk asın d a koşan res­
sam ister istemez en güvendiği renklerle yola çı­
kıyor. En güvendiği, yani, «Şu rengin yanında
bu ren k uslu d u ru r. Bu renkle öteki şu k a d a r
yüzyıldan beri birbirleriyle iyi geçinm iş olm ala­
rıyla tanınm ışlardır. Şu renge öteki renkten şu
k a d a r k a ta rsan falan ca koyulukta bir ren k çı­
kacağına eminim.» Bu tecrübeye bir de renklerin
kararm a, sararm a, çatlayıp dökülm e du ru m ları­
nı d a eklersek «güvenilen renkler» hakkında b ir
fikir edinm iş oluruz.

Bir deniz kıyısı tasarlayın ki, göz alabildiği­


ne renkli çakıl taşlarıyla dolu olsun. Biraz öte­
sinde bir bahçe. Bahçe de b aştan başa kıyıdan
toplanan taşla rla döşenmiş olsun. Dünyam ızın
renklerini çakıl taşlarına, bahçedeki bu taşlarla
örülen nakışları d a bugüne k a d a r yapılm ış tab ­
lolara benzetirsek, ressam ların dönüp dolaşıp
hep sayılı, belli taşları kullandıklarını göreceğiz.
Aynı renkli taşla rla hepsi başka başka n a k ışla r
düzenlem işler. N akışların biçim leri başka başka,
am a ren k ler çoğu zam an hep aynı renkler.

İşte bizleri; orm an yeşili m eydan m uharebe­


sinde; bozguna u ğ ra ta n en bellibaşlı sebep bu
idi. İşte 1900’den bu y an a birçok ressam ları p a ­
letin dışına uğ ratan , ren k çeşitlerini yağlıboya,
suluboya tüplerinde değil, olm ayacak yerlerde
aratan , tablonun üstüne; kendi eliyle bir konser­
ve kutu su kapağı, bir kelebek kanadı, bir gaze­
teden kesilmiş bir ilan parçası y ap ıştırtan d a bu
idi.
Resim san atın ın yarısı biçim ise, öteki y a n ­
sı d a renktir. Zam anım ızın ressam ları gitgide a r ­
ta n bir iştahla rengin a rk asın a düştüler. A m a
biçim boyunduruğu rengin boğazına öyle yapış­
mış ki, rengi onun elinden k u rta rm a k ne m üm ­
kün!.. İn san lar biçime öylesine sarılm ışlar ki onu
öylesine okşam ışlar, öylesine şım artm ışlar ki; za­
vallı renk, en aşağı bir yüzyıl geride kalm ış. Za-
m anim izin ressam ının en güzel tarafı renge de
biçim k a d a r önem ve değer verm esindedir.
Eğer bugünün resm i birçoklarına yavan de­
necek k ad ar sade geliyorsa, bu sadelik rengin se­
lam eti uğrunadır. Rengin, biçim in yanı başında
doludizgin koşabilmesi içindir. B ugünün ressa­
mı b ir odadan ötekine geçercesine bir renkten
ötekine atlayabiliyor. Siz bir Greco’yu veya bir
R em brandt’ı bugün yalnız m aviler, sonra tu ru n ­
cular, d a h a sonra b u n ların bir zerresini kullan­
m ad an sadece yeşiller ve g riler içinde tasa rla ­
yabilir misiniz?

B ugünün ressam ı renge, en aşağı biçim k a ­


d a r önem verdiği halde; rengi tam m anasıyla
avcunun içine alam am ıştır. B ütün dünya okul­
ların d a biçim konusu h â lâ önde, ren k ark ad a
gelir. Güzel sa n a tla r eğitimiyle u ğ raşan bütün
atölyelerde biçim üzerine söylenenler birkaç cilt
tu tarsa, ren k konusu birkaç sayfayı ancak dol­
d u ru r.
Bir Fransız atasözü, «Renkler ve zevkler üze­
rinde tartışm a nafiledir» buyurm uş. Fransız res­
m i bugün, dünya resm ine önderlik ededursun,
bu sözde h â lâ renkleri A llah’a ısm arlam akta­
dır.
Biçim üzerinde bu k a d a r büyük bir titizlikle
d u ra n la r renkleri nasıl olur da böyle başıboş bı­
rakabilirler?
B ugünün uyanık ressam ları için biçim lerin
bağlı oldukları k u ra lla r gibi renklerin de kendi­
lerine göre bir düzeni vardır.
Gözle tadılan b ü tü n sanatlarda, p arça boy
ları arasındaki kesin fark lard a n doğan bir dü­
zen olduğu gibi renkler a ra sın d a da değişmez
düzenler vardır. Zam anım ızın iyi ressam ları bul­
d ukları renk düzenlerinin k u ralların ı yalnız ta b ­
lolarıyla açıklıyorlar. U sta çırak geleneğine boş
verdikleri için,
■Biitün bunları yalnız başım a kendim a ra ­
dım, buldum . Siz de kendi başınızın çaresine ba­
kın!» dedikleri için; buldukları düzenin iç yüzün­
de işçilik ve tezgâh tarafını açıklam ıyorlar.
Resim eleştirm ecilerinin, m eraklılara yapa­
cakları en büyük iyilik zam anım ızın ressam la­
rın d a ren k düzenini incelemek, bunun iç yüzü­
nü, kulis tarafın ı yakalam ak olacak.

Rengin, en u fak bir biçim ustalığından yar­


dım görm eden yalnız başına bir şifa veya bir
sıkıntı kaynağı olabileceğine; bir hareket, bere­
k et kaynağı olabileceğine zam an zam an hepi­
miz şa h it olm uşuzdur.
Matisse,
«Duvarları b aştan başa güzel resim lerle do­
nanm ış bir hastanede, h a sta ların d a h a çabuk iyi­
leşeceğine inanıyordum ...» derken bazı renklere
yüzde yüz güvendiğini belli etm iyor m u?

Bizim nesil, ren k diye bellibaşlı bir dünyanın


varolduğunu anlayalı çok olmadı. Hem en hem en
hepim iz resm e basm akalıp renklerle başladık. İş­
te yirm i sene hep aynı ren k ler içinde dönüp do­
laştık. N eden sonra aklım ız başım ıza geldi, am a
zam anla bazı renklere tü tü n gibi alıştık. Tütün
k a d a r belalı h u y lar edindik. Ben kendi hesabı­
ma, doğruluğuna, çıkar yol olduğuna yüzde yüz
inandığım halde; senelerin biriktirdiği huylardan
ku rtu lu p tam m anasıyla renklere sarılam ıyorum .
A h elimde olsa ne yapardım biliyor m usunuz?
«Bu sene yalnız yeşilin peşine düşeceğim»
derdim . «Bütün bir sene gezer, dolaşır, k ap an ır
yeşil arardım . Sonra kırm ızıların. S onra m avile­
rin ... G ücüm ün yettiği k a d a r bunları sıraya kor,
birer birer hepsini inceler sonra sîzlere, ‘Yeşile
buyrun!’ derdim . ‘Maviye gelin. M orlara b u y ru n ’
derdim . Bir sergi dolusu yeşil, yalnız yeşil. Yeşi­
lin hakkını yeşile verm ek sırası geldi de geçti
oğul!»
LEONARD’IN KÖPEĞİ

Ressam, heykeltıraş, m im ar, m ühendis, m ü­


tefekkir, şair, etti: altı hüner, on parm ağında on
sihirli fener, biri yanar, biri söner. S a n a tk â r de­
ğil, m übarek fener alayı. Bir öm re bu k a d a r m a­
rife t nasıl sığar? Düşünm esi bile zor. İnsanın
başı döner. Leonard* deyince herkesin aklı­
n a m eşhur Jokond** gelir. Jokond deyince de
ilahi bir tebessüm. Luvr M üzesini gezen seyyah­
ların d u d aklarında bu ilahi tebessüm vardır. El­
lerinde de Jokond’u n derhal postaya atılacak bir
kartpostalı. Postacı olsaydım dam gayı tam bu
tebessüm ün üstüne vururdum . Biraz da geri k a ­
lanı görsünler diye! Burası niçin böyledir. On
parm ağ ın d a on h ü n e r taşıyan bir gürbüz deha­
d a n bize k ala k ala belirsiz bir tebessüm m ü k al­
m ıştır? YookL Am a böyle olmuş işte!.. Sen iste­
diğin k a d a r m ü n ak aşalara giriş: Leonard demek
bu değildir diye kıyam etleri kopar. Atı a la n çok­
ta n Ü sküdar’ı geçm iştir. Jokond’un tebessüm ü
b ir çekirge sürüsü gibi k artp o stallar dolusu, ki­
taplar, m ecm ualar, levhalar dolusu havalanm ış
ortalığı h a ra c a kesm iştir. Yiğit adı ile anılır, re ­
sim dediğin de renkleri ve biçim leri ile anılm alı-
dır. Bu, kendisini y a ra ta n sa n atk â rın adını u n u t­
tu ra c ak k a d a r m eşhur olan m ülayim hatun; h a n ­
gi renklere, han g i biçim lere bürünm üştür. Tirya­
kilerine b ir sorun bakalım size etinin rengi, bu­
d u n u n biçimi ü stüne doğru d ü rü st bir şey söy­
leyebilecekler mi? Sadece,
«Etinden b u d u n d an bize ne? Bize onun ilahi

* Leonard o da V in c i
* * La Jo co n d e
tebessüm ü yetişir» der, so n ra da, etine, buduna
dokundunuz diye sizi kasaplıkla suçlandırm aya
kalkarlar.
Evet, yiğit adı ile anılır, am a koca Leonard
Dede Jokond’u ile anılır. B ana kalsa onu hepsi
n o tla n a ra sın d a rastladığım şu sözlerle h a tırla ­
nın:
— Köpek efendisine niçin bağlıdır? O nu ni­
çin sayar? Efendisi köpeğe kem ik verir, yiyecek
verir de ondan. Eğer köpek, sahibinin kendisin­
d en d a h a akıllı olduğunu bilseydi, onu m uhak­
k ak d ah a çok sever, d a h a çok sayardı.
Ey tab ia t anaya, sadece k a n n la n n ı doyur­
duğu için bağlananlar, tab iatın ne k a d a r uçsuz
bucaksız ve ne k a d a r m üthiş bir düzenle yuğu-
rulm uş olduğunu bilseydiniz, onu d a h a çok se­
vecektiniz.
Kelimeleri belki yerli yerinde kullanm adım .
Bunu okuyalı en aşağı on beş sene oldu. Fakat
gayet iyi hatırlıyorum ; fikrin çatısı bu idi. Aynı
n o tlar arasında: resim san atın ın heykelden d ah a
güç olduğunu, resim konularının sayısız dene­
cek k a d a r çok, b u n a karşılık heykel konularının
p arm ak la sayılacak k a d a r az olduğunu ileri sü­
rüyordu. Resim hocası olarak bu fikri de benim ­
semiştim, am a bir parça kullandıktan sonra bu
İkincisi aşındı. A vrupa heykel san atı dışında öy­
le acayip, öyle zengin konulu heykeller gördüm
ki L eonard'm tarifi kısa gelmeye başladı, am a
Leonard’ın köpeği h â lâ okuduğum gün nasıl dip­
d iri ise h â lâ öyle. Ben bu köpeği önüm e k a ta ra k
çeşitli a y la ra çıktım!. Ressamın tab iat anayla m ü­
nasebetleri ne şekilde olm alıdır? Mesleğimizin
belkem iğini k u ra n bu konuyu, ancak Leonard'ın
köpek m isaliyle çözebildim. Dilimin döndüğü ka­
d a r açıklayacağım : Bir köylünün toprağa bağ­
lanm ası, toprağı b ü tü n derinliği, bütün zenginli­
ğiyle kavram ış olm asından ileri gelmez. Toprak
onun velinim etidir o kadar. Yoksa köylü Yunus
Enire gibi,
Hor bakm a sen toprağa
Toprakta neler yatur
K anı bunca evliya
Bin bir peygam ber ya tu r
diyerek fazla derinlere dalm az. Köylü toprağın
içinde adıyla sanıyla şu k a d a r çuval buğday, bu
k a d a r çuval a rp a görür. A m a köylü bir okuyup
yazm a öğrense. Hele bir kafasını d a eli ayağı ka­
d a r işletebilse toprağın içinde onun da çok çe­
şitli şeyler göreceği tu tar. M esela linyit köm ü­
rü n ü de görebilir, bilm em ne m adenini seçebilir.
Hele bir gün eline bir m ikroskop d a geçirebilse,
toprağm altın d a Yunus Em re’nin bile aklından
geçmeyen evliyalar b u lu r çıkarır!..
İnsanoğlunu tab ia t karşısında köpek hizası­
n a düşüren nedir, m idesi değil mi?
Sözün b urasında cüm le köpeklerin affını di­
lerim. Leonard D edenin köpek kelim esini bir kü­
fü r olarak ele alm adığm ı sanıyorum . Gen kendi
hesabım a birçok in sanların gerek eşeklere, ge­
rek köpeklere niçin m usallat olduğunu bir türlü
anlayam am ışım dır. Tanıdığım bazı in san lar a ra ­
sında öyle acayipleri vardı ki, birisine küfretm ek
istediğim zam an onu ne köpeğe benzetm ek gelir
içimden, ne de eşeğe; hep o m ünasebetsiz in san ­
ları hatırlarım . Ç ünkü ne bir köpekten, ne de b ir
eşekten, onlardan gördüğüm fenalığı görmemi-
şimdir.
Leonard’ın köpek m isalini b ir k ü fü r olarak
değil, sadece insan zekâsının altın d a bir ölçü
o larak kabul edelim. Koskoca Leonard Dedenin,
sevimli olm aktan başka b ir k ab ah ati olm ayan
köpeğe; köpek oğlu köpek, it oğlu it diye küfre­
deceğini tasarlam ak güç...
Leonard’ın köpeğini kaldıralım . Yerine sade­
ce m aişet derdiyle çırpınan bir insanoğlu koya­
lım. Bir insanoğlu ki sa b ah ta n akşam a kad ar
bir dilim ekm ek için efendisinin a y a k la n u cu n ­
da kuyruk sallasın dursun. Olmadı! Gene işin
içine bir k u y ru k tu r karıştı. S ab ah tan akşam a
k a d a r dilensin, çabalasın, te r döksün, yüzsuyıı
döksün.
Yalnız «boğaz» derdiyle dolu ols^n insanoğ­
lunun başını kaldırıp da e tra fın a bir dünya gö­
züyle bakm ası kolay m ıdır? Yalnız ekmek p a ra ­
sı tasası ile e tra fın a b ağlanan bir insandan kim ­
seye h ayır gelir mi? Köpeğin, pardon, insanın,
efendisine yani tab ia t dediğimiz anaya, neler
borçlu olduğunu, bu dünyanın ne akılları d u rd u ­
rac a k b ir tem poyla işlediğini tam m anasıyla kav­
rayabilm esi için alim olması şa rt değil. Sadece
belli saatlerde k a m ın ın doyacağından em in ol­
m ası şart. İnsanı hayvandan ay ıran farklardan;
üzerinde en az d u ru lan bu olsa gerek. Aç ayı oy­
nam az, sözünün b u ru k tadını tam m anasıyla
duydunuz m u? Bu sözün kom ik tarafın ı duym ak
için ayı olm ak ş a rt değil. İşin içine bir de ayı
karıştı. Yazı bu gidişle h ay v an at bahçesine dön­
m eden önce konum uza gelelim.
Leonard D edenin birçok m arifetleri vardı.
Krokileri arasında, zam anım ızın en ileri h a rp
silahlarının çekirdeğini kurm uş denecek buluş­
ları var. Alev m akineleri, tan k işini görebilecek
arab alar, vb... Evet am a bu zat h e r şeyden evvel
bal gibi ressam dı. Köpekle kem ik hikâyesini re ­
sim dünyasına aktaralım ;
Bir ressam tasarlay ın ki öm rü boyunca k a r­
puz, kavun resim leri yapmış. Ç ekirdeğinin üs­
tündeki güneş p a rıltıla rın a varıncaya k a d a r in­
celemiş. H a bire karpuz resim leri yapıp sa ta rak
gül gibi geçiniyor. K arpuz diyor, kavun diyor da
m esela neuzübillah keçi boynuzu veya patlıcan
demiyor. V arsa da karpuz, yoksa da. Bu çekir­
dekten yetiştiğini tasarladığım ız ressam a,
«Anladık bu konuda üstünüze yoktur, am a
A llah rızası için, şu sizi öm rünüzün sonuna k a­
d a r geçindirecek dünyalığı alın da bize biraz
da b aşk a şeylerin resm ini yapın. M esela bir ker­
tenkele çizin» diyecek olsak bu ressam ,
«Asla!. Ben öm rüm ün sonuna k a d a r kavun,
karpuz resm i yapacağım . O ndan ötesine taş çat­
lasa elimi sürm em !» der m i sanıyorsunuz? Hayır.
B ana k alırsa bu z a t şu iki yoldan birine sapar,
y a «Eyvallah! Hele siz k am ım ı doyurun. Ben ne
resm i isterseniz yaparım . Yeter ki nasıl yapaca­
ğım a karışm ayın» der, y ah u t da, bundan böyle
k arn ın ın doyacağını sağlam a bağlam ış olduğun­
d a n emin, gider karşı gazinoda düm belek çal­
m aya başlar; gider polis hafiyesi olur, y ah u t vat-
m anlığa heves etm iştir. O lur ya? Biraz d a baş­
k a bir zenaatm tadm ı çıkarayım der. Kısacası,
Leonard’ın köpeği gibi sırf ekm ek p arası yüzün­
den resm ini yaptığı ko n u lara bağlanm ış binler­
ce ressam vardır. B unlar için asıl konu resim
değil, ekm ek parası olm uştur. Aksi gibi tabiatı
en çok incelediklerini sa n an la r d a bu ressam ­
lardır. Resim san atın ın kendine has cilvelerin­
den habersiz olan m üşteri, onlardan resim de­
ğil sadece kavun karpuz veya balık satın alır.
Aldığı m alın da taze, çiçeği burnunda, sahici
olm asını an cak kendi im kânlarıyla ölçer.
Leonard’ın sitemi köpeğe değil, tab ia t a n a ­
ya sadece m ideleriyle bağlı olan kişileredir.
«Evet am a, bir ressam sadece kavun k a r­
puz resm i y ap arak tab ia t an an ın en gizli k a ­
palı ta ra fla rın a aşina çıkm az mı? Bir karpuz
çekirdeğinde b ü tü n bir dünyanın düzeni yok
m udur? Sen hiç, kavun kabuğundaki n a k ışla n
alıcı gözüyle seyrettin mi? Bir tek kavun dilimi
dünyam ızın o rtasından kesilmiş bir dünya dili­
m i dem ektir. Sen hangi h a k la kavunu karpuzu
küçük görüyorsun?»
İşte böyle alınırsanız işler sa rp a sardı de­
mektir!..
Eğer ressam ım ız bir kavundan bize dünya­
m ızın b u d undan koparılm ış b ir dilim çıkarabilir­
se bu kav u n başka kavundur. Bu kav u n a rtık ta ­
dından yenilm eyecek k a d a r başka b ir şeydir. Ta­
d ın d an yenilm eyecek k a d a r başka bir şey oldu
mu, o a rtık kav u n lu k tan çıkar, resim olm aya yö­
nelir.
Bir tek kavun dilim inde ta b ia t an an ın bü­
tü n dünyam ızı sa ra n nefesini duyan ressam a
ne m utlu. Bir tek k u ru çekirdekten kocam an
bir güneş parçası n a sıl çıkar? Güneş hangi yol­
lard a n bu kapalı k u tu n u n en m ahrem köşele­
rin e sızar? Bu güneş tadım , bu güneş balını
kavun, gökyüzünden m i emer, to p rak tan m ı çe­
ker?.. Aklı başında, tad ı dilinde olan bir res­
sam elbette b ir dilim kav u n karşısında tab iat
an a n ın gizli kapalı tara fla rın ı kurcalar. Bir de­
fa d a kurcalam aya başladı mı, kavunu yalnız
gözleriyle değil b ü tü n varlığıyla duyar. Bir de
bakıyorsunuz ressam hazretleri kavun dilim i ye­
rin e size en beğendiği kadının en beğendiği ta ­
rafın ı çizmiş. Y ahut d a çocuğunun kum ral ba­
şını resm etm iş. O d a olmadı. K avunu bırakm ış
d a kabuğundaki m enevişlere dalmış.
B ırakın adam cağızı ne isterse yapsın, yeter
ki yaptığı iş, akıllıca, zekice, dünyaca, bir keli­
m eyle insanca olsun.
A m erika yerlilerinin geleneklerini inceleyen,
renkli resim lerle dolu bir kitap gördüm. Yerli­
ler renkli kum lar, çakıl taşlarıyla falların a bak­
tırıyorlar. Bizim kahve falının başka türlüsü,
d ah a ressam cası. Kabilenin sihirbazı renkli kum ­
ları toprağın üstüne serperek Ayasofya m ozaik­
lerini an d ıran resim ler yapıyor. Kuşlar, hayvan­
lar, insanlar, cinler, periler, melekler, ağaçlar,
çiçekler ne çıkarsa bahtına. Enikonu ustaca ter­
tiplenm iş olan bu resim ler arasın d a boyuna tek­
ra rla n a n bir nakış vardı: yarısı insan, yarısı kuş,
yarısı çiçek, bazen yerde, bazen gökte, bazen ol­
m ayacak bir yerde bu peri ile karşılaşıyorduk.
Resimlerdeki b ü tü n nakışların ad ları ve ne işe
yaradıkları incelenmiş: Kimi iyilik meleği, kimi
kötülük, kimi hastalık, kimi ölüm üstüne çalışı­
yor. B ütün resim lerde yer alan periye gelince,
onun gördüğü iş hepsini bastırdı: Önemsiz, sa­
hipsiz, u fak tefek şeylerin perisiym iş m eğer...
Fal bittikten sonra renkli kum lar te k ra r tor­
b a la rın a konuyor, falcı m ünasip gördüğü ren k ­
lerden birer avuç da fal b a k tıran a veriyor. Fal
b a k tıran la r erdiler mi m u ra tla rın a bilmem, am a
ben b ir tü rlü ufak tefek şeylerin perisini u n u ta ­
m ıyorum. Bu peri h â lâ beni düşündürüyor; sa­
n a tk â r dediğimiz kişinin ta kendisi olsa gerek.
Bizim değer vermediğimiz, üstünde durm adığı­
mız, çiğneyip geçtiğimiz, u n u tu p gittiğimiz, ba­
yağı dediğimiz, aşağılık dediğimiz ufak tefek şey­
ler, olaylar, kişiler, işler, renkler, kokular, ses­
ler Bütün b unların tasası yalnız sa n atk â r dedi­
ğimiz kimseye düşer. K aşla göz arasın d a şimşek
gibi çakıp geçen düşünceler, benzetm eler, se-
bepsiz sevinçler, huylanm alar, durulm alar, bu­
lanm alar, bir o k a d a r çabuk dalm alar, dalga geç­
meler, tem ize çekilmemiş rüyalar, kısacası incir
çekirdeği doldurm ayan şeylerin hesabı kim den
sorulur? Tarih, coğrafya, aritm etik k itap ların ­
d an sorulacak değil ya, sa n a t adam ından soru­
lur. İster kafam ızda, ister defterlerim izde altını
kırm ızı kalem le çizdiğimiz olaylar p arm ak la sa­
yılacak k a d a r azdır: Evlenmek, harp, büyük bir
hastalık, d a h a beteri âşık olmak, iş bulduğum uz
gün, iflas, şöhret, biri çıkar kafam ızı k ıra r tersi
de olabilir, bindiğim iz gemi şapa oturur, trenim iz
yoldan çıkar, d u ru p d u rurken kafam ıza dam dan
b ir kirem it düşecek olur. İşte size önemli olaylar.
Am a biz bütün b unları ezbere biliriz, bunları
h e r gün beraberim izde, nüfus kâğıtlarım ızda,
canım ızda, ciğerimizde, yaram ızda berem izde ta ­
şırız. Bu olaylar hayatım ızın gideceği yönü be­
lirtirler, o kad ar... Geriye bu önemli olayların
dışında b ü tü n bir h a y a t parçasıdır kalır. Sa­
n a t adam ının iyisi hepim iz için önemli olan ko­
n u ları bilir, am a öm rüm üzün yalnız b unlarla
örülm ediğini de bilir. H ayatım ızda silik, bayağı,
basit, ufak tefek şeylerin tu ttu ğ u önemli yerin
boyunu bosunu, tadını tuzunu eserinde verem e­
yen kişinin sa n at adam ı olabileceğine hiçbir
zam an aklım yatm adı. O layların çok önemlisini
az çok hepim iz anlatabiliriz. O layın dehşetin­
den dilimiz bile tu tulsa cnu ne yap ar y ap ar
elimizle, kolumuzla, kaşımızla, gözümüzle, a n la ­
tırız, am a dem inden beri adını ettiğim incir çe­
kirdeği doldurm ayan şeyleri bize yalnız san at
adam ları anlatabilirler. İşin tuhafı yaşarken
metelik verm ediğim iz bu şeylere sa n at eserinde
rastladığım ız zam an çocuklar gibi sevinir güle­
riz. Ağladığımız da olur. S an at adam ı bizim ya­
şam adan geçtiğim iz çeşitli h a y a t parçacıkları­
nı ele almış, bizim en önemli günlerim ize ver­
diğimiz değerle onları incelemesini bilm iştir.
Hayal meyal, yarım yam alak, üstünkörü yaşa­
dığımız, tatsız tuzsuz nice günler (neylersin
öm rüm üzün çoğunu bu günler kaplayıp gider!),
nice saatler, dakikalar birden gözüm üzün önün­
de canlanır, yeniden yaşam a gücüne kavuşur­
lar. K arınca kaderince y aşar giderler. Romanda,
hikâyede, tiyatroda, sinem ada, şiirde, resimde
sa n a t adam ından hep bunu bekler dururuz. Ço­
ğum uz bunu aradığım ızın fark ın d a bile olmayız,
am a bunu bulunca ürpeririz: Evet evet, işte biz
böyleyiz, insanoğulları böyleyizdir işte, dedik mi,
bize bunu verm esini bilen sa n a t adam ına tu ­
tuluruz. S an at adam ına karşı beslediğimiz say­
gının, sevginin belkem iğini k u ran herhalde bu-
dur.
Yatılı bir okulda fena halde bunalan bir a r­
kadaşım vardı. Bir gün cebinden takvim li defte­
rin i çıkarm ış pis pis düşünüyordu. Bir a ra ba­
şını kaldırdı, altını kırm ızı kalem le çizdiği ay­
la n saydı ve:
«Vay canına yandığım ın işi!» dedi. «Baksana
şu k a d a r ay geçmiş. Bu m usibet yerde aylar, yıl­
la r geçiyor geçmesine de, bir tü rlü saatler ve d a­
k ik alar geçemiyor...»
Ö zam an beni güldüren bu söz, sonraları acı
acı düşündürdü: Bu b ir tü rlü geçmediğine yan­
dığımız saatler ileride; hayali cihan değecek
o lanlar a rasın a girebildi. H ayat taksisi yalnız
bizim coşkun anlarım ızda değil, h e r an, h e r sa­
niye d u ru p dinlenm eden yazıp duruyordu. Tak­
si dedim de aklım a geldi, ileride bir rom an ya­
zacağım tu ta rsa (bir bu eksikti zaten..) adını
m uhakkak «Taksi Yazıyor» kordum . Taksi ya­
zıyor, sen istediğin k a d a r ıvır zıvır işlerle uğ­
raş, dalga geç, uyu, şahane şekilde bunal, can
sıkıntısından geber: Taksi yazıyor. H ayat taksi­
si kapıda, am a sen içinde yokm uşsun, kim in um u­
runda; taksim etre bu, bir defa kurulm uş d u rm a­
d an yazıyor.
Resim alanında çok çeşitli tecrübelere giriş­
tim, şeytanın akim a gelm eyecek boyalarla bir o
k ad ar acayip zem inler ü stüne resim ler yaptım ,
bu işin sevimsiz, güç, bunaltıcı, yıpratıcı tarafla-
n ıu denedim. Yazı alanında bu çeşit bir tok tec­
rübeye girişeyim dedim, öylesine şaşırdım , öyle­
sine bunaldım ki, pes demeye m ecbur oldum. An­
latacağım kolayınıza gelirse ne âlâ, sizi şim di­
den tebrik eder, derhal edebiyat alanında şansı­
nızı denem enizi tavsiye ederim. Tecrübem şu ol­
du: En ufak önemli bir olayla parçalanm am ış,
bayağı bir g ünüm ü olduğu gibi yazayım, dedim.
Vay efendim vay! Sen m isin böyle kalender bir
tecrübeye girişen. Az kalsın aklım ı oynatacak­
tım. Gece s a a t dokuzda yazm aya başladım: Sa­
b ah faslı, çocuğun azıcık ateşi var, gidip bir dok­
to r çağırm ak lazım (Çocuk olan evde h er günkü
olaylardan sayılır). Evet, am a kahvaltıyı olduğu
gibi an latm ak lazım. Henüz evden çıkm adım , et­
ti mi san a tam on sayfa. Çıkış, m erdiven faslı,
kapıcı, tram vay, doktorun bekleme salonu, du­
vard ak i resim ler, eski birkaç dergideki resim ler,
yarım yam alak okuduğum yazılar, pencereden
görünen karşı kıyı, kokular, kedi, sokaktan ge­
len sesler... Tam on dakika beklem iştim dokto­
ru n odasında, yalnız orasını olduğu gibi a n la t­
m ak bir sa a t sürm ez mi? H a gay ret dedim, dok­
toru aldım eve getirdim , onunla yolda konuştuk­
larımız, eve geliş, yani günüm ün henüz bir saati­
ni yazabilm iştim , saate baktım , tam üç sa a t tu t­
m uş bir tek saatin hikâyesi. Dişimi sıktım, p a r­
m aklarım , kafam uyuşana k a d a r yazdım, sabah
oluyordu. D ışarıda ilk sütçü beygirleri, ilk tra m ­
vay, sonra b ü tü n haşm etiyle doğan güneş. Hiç
d urm adan tam dokuz sa a t yazmıştım, yüz say­
fa k a d a r b ir şey tu ttu . Dokuz saatte günüm ün
yalnız dört saatini yazabildim . Bunu da tam m a­
nasıyla yazabildiğim i sanm ıyorum , bazı noktala­
rı aynen yazam adım . Neden mi? B azılarını yaz­
m aya üşendim . Bazılarını beceremedim, bazıla­
rını bile bile ıska geçtim. Öyle ya, yolda güzel bir
m ahluk görm üşüm , onu görünce neler düşünm ü­
şüm, sen ona istediğin k a d a r ressam gözüyle,
edebiyatçı gözüyle baktığım k a rm a a n la ta n a k a­
d a r...
Bilerek, bilm eyerek hepsini yazam adığım
halde dört saatin hikâyesini yazm ak dokuz sa­
a t sürdüğüne göre bütün günü olduğu gibi yaz­
m ak ne k a d a r sürecekti? Hesabım çok kıt olm a­
sına rağm en, bunu bir kalem e vurunca cesare­
tim kırıldı. Çok istediğim halde bu tecrübeye
yeniden girişem ediğim in sebeplerinden birisi de
şu oldu: Yazımın sonlarına doğru, yani günün
öğle vaktini an latırk en dışarıda bütün haşm e­
tiyle sabah oluyor, güneş doğuyordu. Çoktan
yazıyı unutm uş, doğan güneşin denizde, gökyü-
zündeki çeşitli renk cüm büşlerini seyre dalm ış­
tım. Beni yazı yazm aktan çelen, bu an d a güneş­
ti ve bu olay beni yazdığım şeylerden d a h a çok
ilgilendirdi. İleride onun yerini başka d ah a önem ­
li olaylar d a alabilecek, beni yazıdan edecek,
kendine çekecekti. İşte, Taksi Yazıyor rom anı o
an d a aklım a geldi. Sen içeride yazadur, çizedur,
dışarıda taksi yazıyor, dışarıda h a y a t g ürül gü­
rü l akıp gidiyor. S an at adam ının en önemli m e­
selesi bu olsa gerek: Kendini tepeden tırn ağ a k a ­
d a r san atın a verdiğin zam an yaşam adan geçip
giden h a y a t parçası. Peki bunun hesabı kimden
sorulacak?
SANAT VE POLİTİKA

S anatı ta rif etm eye m ecbur olsam: O yun­


dur, derim , am a bir kişiyle oynanan en güç,
en belalı, en tatlı, en güzel oyun. Bir oyun ki,
kaç kişi tara fın d a n takip edildiğini en titiz is­
tatistikçiler ra k a m a vuram azlar. Bir oyun ki,
dü n y a alan ın d a oynanır. Bir oyun ki, sahnesin­
de h e r zam an b ir tek kişi, seyircileri arasın d a
gelmiş, geçmiş ve gelecek nesiller bulunm akta­
dır. Bir oyun ki, su ile ekm eğin yanı başında
yer alır.
Oyun der demez ak la çocuk gelir ve bir vu­
ru ş ta tarifem izi çeler, öyleyse: S an at yaşlı baş­
lı, aklını başına, zekâsını eserine devşirmiş ol­
g u n kişilerin oyunudur diyelim. Gene m i olm a­
dı? Yani yüksek a tlam a da sa n a t m ıdır diye­
ceksin. Öyle ya!... Bir kişiyle atlanır, aklı ba­
şında ad am lar d a a tla r değil mi? Evet, am a
eğer bu sporcu gelmiş, gelecek b ü tü n insanla­
rı kendine bağlayabilirse onda m uhakkak bir
sa n at yeniği, bir sa n a t tüyü vardır. O, ya spo­
r u sa n a t a la n ın a getirm iş, y a h u t d a sanatı spo­
r a çevirmiş bir bale kurdu; ne bileyim ben dans
perisi gibi bir şeydir.
O yunun dik âlâsını, saçlı sakallı kişilerin oy­
nadığ ına hepim iz şa h it olduğum uz halde oyun
deyince gene çocuğu düşünürüz. S an at oyundur
derken, işin içine çocuk da girecek, çocukluk
da. D aha k u n d ak ta iken, çeşitli telkinler, peşin
fikirlerle beslenememiş ise, çocukta h er zam an
hepim izi şaşırtan, eşine ancak san at eserlerinde
rastladığım ız bir tazelik, bir sadelik, bir olgunluk
vardır. Çocukluğum uz (acıdan, sızıdan baştan
başa yanıp k av ru k kalm am ışsa!, hepim iz için ta ­
dına doyulm am ış b ir m eyvedir
Yarap.. G ökyüzünde bir yerde saklı çocuk-
f tuğum uz.
D okunm a nasılsa unutm uşuz.
D okunm a... Sım sıkı kapalı dursun.
Senin sırrın, bizim çocukluğum uz
Ve cinnet öteden beri kapı kom şum uz.
Ç ocukta san atk ârı andıran, sa n a t adam ında
d a çocuğu h a tırla ta n bir şeyler olduğu m uhak­
kak. B u n lan incelerken karşım a politika çıktı.
Y anılm ıyorsam h e r ikisinde de b ir olan nokta şu:
Politika karşısında takındıkları tav ır... Y aşam ak­
ta olan, gündelik politika karşısında sa n a t ad a­
mı d a çocuk k a d a r yaya kalm ıştır. Çocuğun d ü n ­
yasını oyun nasıl insafsızca sarm ışsa, sa n at ese­
ri de aynı titizlikle sa n at adam m ı kendisine bağ­
lar, ona Kolay kolay göz açtırm az.
Ben kendi hesabım a delikanlılık çağının çe­
şitli nim etlerini tatm ad an çocukluktan gözüm ü
a ç a r açm az kendim i sa n a t kapısm da buldum . İçi­
ne girip girm ediğim i A llah bilir, am a bu kapının
önünden hiçbir zam an kendi dileğimle ayrılm a­
dım. N asrettin H ocanın kapısı gibi nereye gitsem
onu da beraberim de götürm eye ahdettim .
Kendi başım a yalnız m eyveleri ve kadınla­
rı keşfettim , ondan ötesini b ire r birer sa n at eser­
lerinden öğrendim . Yirmi yaşındaydım , veremli
bir çocuğu a n la tan bir rom an okuyordum , çocuk
boyuna, «A ğaçlan göreceğim geldi, beni ağaçla­
r a götürün, ağaç görm eden ölmek istemiyorum *
deyip duruyordu. S abaha k a d a r çocuğun ağaç
sevgisi iliklerim e k a d a r işlemişti. G ün doğarken
en yakın bahçeye koştum . İlk rastladığım ağacı
öptüm. U yanan büyük bir bahçenin b ü tü n yap­
rak la rıy la ürperdim : «Sahi ağ açlar ne güzelmiş»
dedim. O g ü n bugün ağ açlarla a ra m iyidir, a ra ­
m ızdan su sızmaz. Ağaç dallan , b udaklan, mey­
veleri; h e r haliyle yaptığım işlerin hepsinde b a ­
n a sorm adan yerini alır. A ğ açlan olduğu gibi ya­
vaş yavaş b ü tü n dünyayı sa n at eserlerinin a ra ­
sından öğrendim . Bu a ra d a y a la n yanlış şeyler
de edindim. B ana dünyanın çeşitli köşelerini ta ­
n ıta n sa n a t eserleri, insandan bahsetm eyi en so­
n a bıraktılar, y a h u t ben ancak k ırkm a doğru bu
konuda doğru d ü rü st bir fikir edinebildim. Bir
de baktım ki, h e r şeyin aslı a sta rı insanm ış...
İnsanm ış h e r n e v a r âlem de, insan âlem de
h ay al ettiği m üddetçe değil, in san ları sevdiği k a­
d a r yaşarm ış. İnsanları seven mis, sevmeyen bir
hoş kokarm ış. İnsandan ötesi yalan, allı yalan
pullu yalan, yalan oğlu yalanm ış. Benzetm ek gi­
bi olmasın, am a h a n i devanası m ağ aray a girm iş
de, «Burnum a insan kokusu geliyor» demiş ya,
bu fak ir de a n cak k ırk m a g irerken adıyla sanıy­
la insanın fa rk ın a vardı. İnsan kokusu diye tu t­
turdu. B ana öyle geliyor ki, bir A vrupalI bu ger­
çeği yirmi, yirm i beş yaşm da k av rar. Hadi biz
bir ren k cüm büşüne kapıldık d a in san d an öte­
sinin boş olduğunu çok geç fa rk ettik, ya sîz­
ler? S an atla bağlı olm ayanlar?. Eğer sizler de
bu gerçeği k av ra m ak ta bizim k a d a r gecikirse­
niz işimiz çiriştir. Şim di kendim i yokluyorum
da, eğer yirm i yaşındayken ağ açlara âşık olaca­
ğıma, aynı sevgiyle in san lara bağlansaydım , ne
yapardım biliyor m usunuz? Hiç şaşm adan poli­
tika h a y a tm a atılırdım . D erhal bir m asaya, bir
iskem leye tırm anır. «Ey insanlar! Etmeyin, ey­
lemeyin, şöyle yapm , böyle yapm ayın» diye giri­
şirdim. Tabii kim i söver, kim i över, kim i okşar,
kim i b asardı tekmeyi. A m a yirm i yaşında bir
delikanlı için b ü tü n b u n ların sözü m ü olurdu?
Yirmi yaşm da olsaydım (Aksi gibi şu, olsaydım-
lı, bulsaydım lı sözler de b a n a hem en, halam ın
tekerlekleri olsaydı bisiklet olurdu... tekerlem e­
sini h a tırla tır) politika kapısını zorlardım , po­
litikayı m eslek edinirdim . Politikanın d a b ütün
m eslekler gibi, çıraklığı, kalfalığı, ustalığı olsa
gerek, üç k uruşluk kösele ziyan etm em ek için
kunduracılık bir meslek olur d a icabında üç yüz
bin kişinin h a y a tın a m al olabilecek politikacılık
dörtbaşı m am ur b ir meslek olmaz mı? Öyle bir
meslek ki, çivisi insan, dikişi insan, harcı insan,
tezgâhı insan, tavanı, döşemesi h e r yanı insan.
Bazen nalçalı kunduralar, bazen kadife terlikler,
bazen yalınayak, am a hep insan yüreklerine ba­
sa ra k dolaşacaksın. C anını dişine, kelleyi koltu­
ğa, gemi azıya alacaksın. H er devirde hacıyat­
m az gibi çok oturan, gidene ağam , gelene paşam ,
bir porsiyon aile politikasından değil, er m ey­
d a n ı politikasından bahsediyoruz. Yaşlandıkça
politikanın yam an bir m eslek olduğunu d a h a iyi
anlıyorum . H angi taşı kaldırsak altın d an politi­
k a çıkıyor. Bu yaşa k ad ar politikanın «P»sine bi­
le dokunm adım . G ünlük politikayla sanatın bir
a ra d a yürüyeceğine hiçbir zam an aklım yatm a­
dı. Am a sen istediğin k a d a r sayım suyum yok de,
ben sa n attan başka bir şeyden anlam am de; po­
litikanın, u m u ru n d a bile değil aklına esmeye gör­
sün, tavşanın üstüne tilki etiketinin yapıştığının
resm idir. Sen tavşan olduğunu ispat edene ka­
dar!..
Başlarken, sa n at bir kişiyle oynanan en zor
ve en güzel oyundur, dedik. G aliba politika da
hepim izle birlikte oynanan en büyük, en belalı
ve en çekici oyunlardan biri olsa gerek.
AH BU ÇİNGENELER

Neredeyse bir sene olacak, İstanbul deyin­


ce diye tu tturdum , ilk çırpıda aklım a gelenlerin
bir kısm ını çizdim, çizem ediklerim i yazdım, d a ­
h a doğrusu yazm ak istedim: İstanbul deyince a k ­
lım a neler gelir neler, sayıp dökebilmek için hep­
sini b ire r birer, K aradeniz k a d a r m ürekkep, Ak­
deniz k a d a r kâğıt ister. Bu kadarı yeter mi? Bir
değil m angal k a d a r kocam an bir çift yürek, to­
sun gibi de bir çift bilek ister. İstanbul deyince
aklım a neler gelir neler, tepeden tırn ağ a ateş ke­
silmiş bir erguvan dalı, tab an ca sık ar gibi çiçek
açan delifişek kestaneler, sonra Kocam ustafapa-
şa, Gureba, Haseki, hastaneler... A hhhh... Gün
olur hepim izin yolumuz düşer.. Ah, aklım dan
ölüm üm geçer... M erhaba C ahit Sıtkı, m erha­
ba!.. Ah ile başladı mı m ısra adam ın yolunu Ca­
h it Sıtkı böyle keser. Ne tu h af değil mi? Eğer şa­
ir m ısraı şiirine, kelimeyi m ısraa tam m anasıyla
oturtm uşsa, hafıza ne k a d a r zayıf olursa olsun,
şiir bir gün um m adığınız b ir yerde karşınıza çı­
kıyor, olgun m ısra, olgun eser, yaşam a gücünü
in san yüreğinden alan b ir varlık kesiliyor. O a r ­
tık güzel kurulm uş b ir yapı değil, yaşayanlar
a ra sın a katılm ış bir m ahluktur. S an at adam ları­
n a insanüstü değerler verişim iz herhalde, hızını
b u rad a n alıyor. T abiat ananın öz evlatları a ra ­
sına, o n lar k a d a r güçlü kuvvetli eserler katabil­
m ek... Ah, aklım dan zeytin ağaçları k ad ar uzun
öm ürlü, m eyveleri k a d a r bereketli eserler geçer,
bu köprü böyle kurulm uş üstünden neler geçer.
İstanbul deyince aklım dan köprüler geçer, köp­
rü n ü n üstünden b ir Çingene kızı geçer. Bizim
atölyede m odellik yapm ıştı, gayet iyi hatırlıyo-
m m , adı Sabiha idi am a o, Sabiye derdi. Bir de
kız kardeşi vardı, çıplak pozlara katiyyen ya­
naşm adılar, allı pullu elbiseleriyle birkaç ay ça­
lıştılar, sonra bir gün gözleri dolu dolu geldiler:
«İyi p a ra verirsiniz güzelim, am a biz gide­
riz, çalışm ayız burada, derler bize boyuna: Ah!
Çingeneler...»
Ve b ü tü n ısra rla ra boş verip çekip gittiler.
İstanbul deyince aklım a, neler gelir neler, ama,
sayın b ay an lar baylar, bugünkü konum uz Çin­
geneler. Size Sabiye’m i takdim ederim, takdim e
değer:

İstanbul deyince aklım a Sabiye'm gelir


Sabiye’m boyundan b ü y ü k bir demetle
Sarıyer’den gelir, Pendik’ten gelir
Bahar nereden gelirse velhasıl Sabiye’m ora-
Idan gelir
Bazen ağlar yana yana bazen güler döne
[döne
Ne delidir ne divane
A slını ararsan Çingenedir
Tepeden tırnağa güneştir, topraktır, anadır
A nalar içinde bir tanedir
Biri karnında, biri burnunda, biri m em esin-
I dedir
Canını m endil gibi dişine takar
Her haline candan bir şeyler katar
Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar
A lçakgönüllüdür Sabiye’m
Hem m aşa satar, hem göbek atar
Ver bir çeyrek güzelim der
Ne ise halin o çıksın fa-lin
Canı çıkar Sabiye’m in falı çıkm az
Sonra anlatır d ü n gece başına gelenleri:
Görürüm üryam da bir s a n yılan
Cenabet uğraşır durur benim len
U yanır bakarım benim bebeler
Yatağın öteki ucuna kaym ış
A yağım ın parm aklarını em er...
Sabiye’m in hikâyesi b u rad a bitecekti, am a
geçen akşam Sabiye’m Şehir T iyatrosunda k a r­
şım a çıkm az mı? Az kalsın tanıyam ayacaktım .
Zayıftı, şişm anlam ış; toydu, pişmiş, feleğin çem ­
berinden geçmiş. Sabiye'm, sizin anlayacağınız
Halide Pişkin olmuş sahneye çıkmış ve Cevat
Fehm i’nin «Kadıköy İs k e le s in i a b a t etmiş. Hani
m aru lu n göbeği, k arp u zu n göbeği, soğanın cücü­
ğü v ard ır ya, h e r eserin de bir yüreği olur, bu
belki bazen kişiye, kişinin o günkü du ru m u n a
göre değişir: Aynı eserin yüreği bence şurası
olur, sence burası, yani şu canım ızı ağzım ızdan
getiren bir ta ra fı olur ya, bence «Kadıköy İskele­
s i n i n yüreği Çingenesi oldu. V atm angiller, gece­
kondularını y ap tık tan sonra hep bir ağızdan
D ağbaşını m arşını söylemeye başlayınca, gece­
kondu birdenbire bir izci çadırına, sahici dram
d a şakacığa dönecek oldu. V atm anla •karısını,
birden, kısa pantolonlu izci çocuklar gibi ta sa r­
lam ak piyesi sendeletebilecek bir çelme oldu der­
ken, Halide Pişkin bütün Çingeneliğiyle peyda
oldu, m arşın b urukluğunu giderdi. O yunda bü­
tü n s a n a tk â rla r iyi idiler, fa k a t piyes Halide Piş-
k in ’in dilinde birdenbire ateş alev parlayıverdi.
D aha dem in gözleri dolanlar şim di çocuk gibi
gülüp alkışlıyorlardı. Elemek Çingenelere karşı
sahici bir sevgi besleyenler çoktu, dem ek Çin­
gene yalnız cimriliği, kötülüğün birçok çeşidini
sırtlam ış dam galı bir varlık değil, aksine, sevim­
li, can a yakın, aza katlanabilen, dağlarla, k ırla r­
la senlibenli olabilen, acısından çok keyfini, se­
vincini gösterm ekten hoşlanan b ir insandı. Ben
Cevat Fehm i’nin yerinde olsam Halide Pişkin’in
yakasım kolay kolay bırakm az, sırf onun h a tırı
için o tu ru r bir piyes yazardım . Bizim piyes y a ­
zarlarım ız sırf N aşit için b ir piyes yazmış olsa­
lardı ziyan mı ederlerdi? N aşit’in ne yam an bir
a k tö r olduğunu zam anla d a h a iyi anlıyorum . O,
bizim Şarlom uzm uş da fark ın d a değilmişiz. Za­
ten şu bizim sa n a t piyasam ızdaki değer kan tarı
nasıl işler, nasıl ta r ta r anlayam adık gitti... Ok­
k a üstüne mi çalışır, kilo üstüne mi, bilinmez.
Değer biçenlerim izin değeri sorulm az, hele bir
soracak olun p a tırtıla rın d a n durulm az. Bir esere
değer dam gası vurm aya heveslenenler h e r şey­
den önce bu a lan d a değerli bir kitap yayım lam ış
olm alıdırlar. Resim tenkitleri, eleştirm eleri yapa­
n ın ressam olması şa rt değil, am a resim ü stüne
ciddi bir eser kalem e alm ış olması şarttır.
S an at eserlerini büyük bir sevgi ve saygı ile
inceleyen bir kitap, sa n a t eserlerinin kendisi ka­
d a r önemli olabilir. Memleketimiz, k a t kat, k a t­
m er katm er sa n a t eserleriyle yüklüdür. B unlar
a rasın d a Süleymaniye, Ayasofya gibi b ü tü n bir
öm rü zevkle doldurabilecek eserler vardır. Gü­
nüm üzün sanatıyla uğraşm aya vakit bulam ayan­
lar, onu küçük görenler acep niçin bu eserleri in­
celemezler? G üzelsanatlarım ızın, edebiyatımızın»
h alk sanatım ızın h e r kolunda, eleştirm ecilerim i­
zin k atacak ları can la yepyeni bir öm re kavuşa­
bilecek bir sü rü sa n a t eseri bekleşip duruyor. De­
ğer hükm ü verenlerim izin bir sergiye birkaç ke­
re, bir piyese hiç olm azsa iki defa gittiklerine çok
az rastladım . Ben tiyatrodan nasibim i alam adığı­
m a yanarım . Bizde ve F ran sa’da ü st üste o k a­
d a r kötü piyeslere düştüm ki, tiyatrodan sıtkım
sıyrıldı. Şu son seneler içinde A nkara Devlet Ti­
yatrosunda, Küçük Sahnede gördüğüm birkaç pi­
yes beni yeniden sahneye çekti. Bu sene gelen
F ran sızlan ve bizim kileri gördüm . Kadıköy İske­
le sin i seyrederken bu piyes için çıkan bazı yazı­
ları bir kelimeyle insafsızca buldum . Ben bu pi­
yesi sevdim, niçin mi? Bu piyes ne zam andan
beri çoğum uzun kıyısında, k en arında dolaştığı­
mız en önemli m eselelerim izden bir tanesine ulu­
o rta girişiverm iş. Ev sahibi kiracı meselesi, a r ­
kasından gecekondu çıbanı, h a tır gönül dinlen­
m eden ortay a konulm uş. Am a dahiyane bir şe­
kilde konulm am ış. Biz hep dahiler peşindeyizdir
zaten. D ehadan aşağısı bir tü rlü idare etmiyor.
Dünya çapındaki eserler hizasına yüzde yüz bi­
zim olan konularla çıkabiliriz. Yüzde yüz yerli
olup olmadığım ızı ölçebilmek için de dünya sa­
natın ı çok yakından bilmemiz şart. Cevat Feh­
m i’yi tam am ıyla bizim olan bir konuya giriştiği
için, böyle bir konuya canından bir parça k a ta ­
bildiği için tebrik ederim. D aha önce u stalar ta ­
rafın d an ele alınm am ış, çeşitli im biklerden sü­
zülmemiş bir konuyu ele alıp d a bir çırpıda şa­
heserler a ra sın a yükseltebileceğini sa n an la ra da,
«Yağma yok reis...» derim . Gecekondu kelimesi
bizim elimizde doğdu; olsa olsa on beş yaşında­
d ır ancak. Bu kelim e bir sa n a t eserinde billurla­
şabilm ek için d a h a kaç fırın ekm ek yiyecek... Ka­
dıköy İskelesi'nde bu kelimeye candan, insandan
bir koku sinmiş. «İçerisine insan kokusu sinm iş
m ısralara vurgunum . Bıçak gibi kemiğe day an ­
sın yeter. Eğri büğrü, kör, topal kabulüm » der­
ken köy türkülerim izin burukluğunu düşünm üş­
tüm . K adıköy İskelesi'nde mis gibi insan kokusu
var. Hele o Çingeneli sahneyi kolay kolay u n u ta ­
m ayacağım . Ah, bu Çingeneler... Gelin elimiz
değm işken bir kelime icat edelim: Çingenoma-
ni... Kabullenenler: Çingenom an, Çingeneloji. Bu
konuya ilk kancayı tak a n O sm an Cem al değil
m idir? Son olarak aynı konuya Sam im Kocagöz’
ü n «Yeditepe»de çıkan nefis bir hikâyesinde ra s t­
ladığım ı Çingeneloji kongresinde bildirmeliyim.
A m an yarabbi, bu hikâyede de bir Çingene var,
o k a d a r sahici, o k a d a r candan, o k a d a r bizden
ki, ne diyeyim bu Çingenelerde çok iş v ar vesse­
lam.
SİPARİŞ ÜSTÜNE

Kendini sa n ata veren kişi başlangıçta ufak


b ir sa n at çerçevesi içinde dönüp dolaşır. Bu çev­
reyi eş dost, u sta çırak gibi en yakın tezgâh ge­
diklileri çizer. Bir yandan gençliğin dum anı, öte­
den h e r sa n a t eserinde yeniden keşfedilen hâzi­
nelerin sevinci derken h a y a t şa rtla rı ağır bas­
m aya, m eslek keyifleri taş kesilmeye başlar. Mes­
lektaşlardan örülü çevre çil yavrusu gibi dağılır,
herkes kendi çöplüğüne kapanır, kimisi için k ah ­
redici, kimisi için de yaratıcı, a b a t edici yalnızlık­
tır kendini gösterir, ö y le bir yalnızlık ki, elin­
den hiçbir sa n a t adam ının kurtulduğu görülm e­
m iştir. Tohum a toprak ne k a d a r lazım sa sa n at
adam ının d a eseriyle baş başa kalm aya o k a d a r
ihtiyacı vardır. Am a bu eseriyle baş başa kalm a
b ir nevi diri diri göm ülm e demek değildir. Top­
rağ ın ıslak karanlığından güne, güneşe fışkıran
b aşak gibi sa n a t adam ını da kendi eseri içine
hapseden yalnızlıktan gene kendi eseri çekip çı­
karır. Şekerin b ir b ard ak çay içinde nasıl eridi­
ğini seyredercesine eserinin h a y a ta karışm asına
şah it olan sa n a t ad am ların a ne m utlu... Piyesini
sahnede görmeden, kom pozisyonunu dilediği or­
k estrad a dinleyemeden, rom anım bastırm adan,
resm ini b ir d u v a ra astırm ad an göçüp giden sa­
n a t ad am ların a acım akla elimize ne geçer? O n­
la r bizden m erham et değil, sadece sevgi istedi­
ler. Eserinin h a y a ta karıştığını görem eyen sanat
adam ını; çocuğunu yalnız k u n d ak ta görebilmiş
b ir a n ay a benzetm ek m üm kündür. Gerçi adam
olacak çocuk kundağından bellidir, d erler am a
kulak asm a... Adam olacak çocuk karşılaştığı
hastalık lara gösterdiği dayanm a gücünden, adam
olacak sa n a t eseri de h a y a ta karışm a gücünden
belli olur. Peki a m a b ir de *A benim hacı y a rim *
tü rk ü sü v a r... Bak bir kolayını bulm uş h a y a ta
karışm ış, plakta, radyoda ikide bir karşım ıza çı­
kıyor, bir de elli seneden beri Ada sahillerinde
aslı a s ta n m evcut olm ayan sevgiliyi bekleyen,
hacıyağına bulanm ış bir şarkı var. Evlere şen­
lik h e r ikisi de ayakta, yaşam akta, haberim iz bi­
le olm adan gü n lü k hayatım ıza karışm akta, ço­
cukluk hatıralarım ızın a ra şm a sinerek sevimli
olm anın yolunu bulm akta!ar. Peki, am a b u n lar
da mı sa n a t eseri? B unlar d a m ı güzel? Ya o on
binler, yüz binlerden dem v u ran safi p a la v ra ro­
m anlar? İşte o n lar d a h a y a ta karışm ışlar. H aya­
ta k a rışa n h e r şey güzel olsaydı, sokaklarım ız
sergi, caddelerim iz m üze olurdu. S an at adam ı
kavun değil ki, koklayıp olmuş mu, ham mı a n ­
layalım ... Hem ilk eseriyle bir sa n a t adam ının
nereye varacağını anlayabilm ek için... Evet işin
içine büyük ç a p ta ticaret tasası karıştıkça bu so­
ru la rın a ltın d an çıkm ak çok zor. Aksi gibi tica­
retle sa n at öyle birbirlerine sarılm ışlar ki, h a n ­
gisinin bittiği yerde öteki başlıyor an lay an a aşk­
olsun... İşte size nefis bir cilt içinde toplanm ış,
yüzlerce renkli resim le donanm ış bir k itap ... En
aşağı on bin sayı satılıyor. Öyle b ir kitap ki, tu­
ris t gözüyle hiçbir zam an tadını çıkartam ayaca-
ğınız yüzlerce eseri ayağınıza k a d a r getiriver-
miş. A lan d a kazanıyor sa ta n d a... T icaret tasa­
sı böyle b ir k ita p ta sa n a t tasası kesiliyor. Tica­
re tin sihirli eli s a n a t eserine değer değmez, eser
b ir çırpıda b ü tü n dünyanın m alı kesiliyor. S an at
adam ım n yoktan v a r etme, y a ra tm a gücüne ti­
caretin yaym a, b ü tü n dünyaya m al etm e fendi
karıştı m ı sihir tam am lanıyor, o k a d a r ki sa­
n a tın h a y a ta karışm ası demek, san atın ticarete
karışm ası dem ek oluyor. S an at kuşu ticaret ka­
n a tla rıy la havalanıyor. Yalnız kuşu m u? Bu si­
hirli k a n a t yalnız kuşu değil, yum urtayı, yuvayı,
bazen ağacı bile kökünden söküp uçuruyor. H ani
o dem in adm ı ettiğimiz, o y a n ın yum ru «A be­
nim hacı yarim » türküsüyle A da sahillerini h a ­
ra c a kesen şarkı v a r ya, bu acayip y aratık lar
m uhakkak b ir p u n d u n a getirip bu k an atlard an
b ire r tane edinm işlerdir.
Ticaretle sanatm bu k a d a r senlibenli olduk­
la rın a em in olduğum uz halde, ondan niçin um a­
cıdan k orkar gibi kaçarız? Bugün bir sa n a t ad a­
m ına, «tüccar» dediniz mi bırakıp kaçın... Onu
ortasından ikiye böldüğünüzün resm idir. S anat
adam larının bu telaşı nereden gelir? Niçin eseri­
ni bilm em hangi ünlü tabiin basacağını öğrendi­
ği zam an sevincinden oturup a ğ la r da, sonra: y a ­
hu, sen bu işin ticaretini yapıyorsun dendiği za­
m an küplere biner? İşin b urası h e r zam an pırıl
p ın l aydınlık değildir? Benim oldukça iyi piyano
çalan b ir arkadaşım vardı. H ayatını kazanm aya
m ecbur oldu, bir gazinoda piyano çalm asını tek­
lif ettiler, m aazallah teklif edeni de, piyanoyu da
p a rç a p a rç a edecek oldu. Küstü; piyanoyu b ırak ­
tı, kendini neye verse beğenirsiniz? G übre ticare­
tine atıldı ve boğazına kadar, p aray a gömüldü.
P apaza kızıp perhizi bozm ak bu n a derler h e rh a l­
de... N am uslu bir dem irciyle nam uslu bir san at
adam ının arasında ne fark var? Birisi dövdüğü
dem iri satar, öteki sazını p aray la dinletir, ikisi
de ticaret yolundan aynı kapıya çıkar. Ticarette
sa n a t adam ını yıldıran başka bir şey olsa g e re k ...
M üşterinin kulu, siparişin esiri olm a korkusu.
M üşteri ne k a d a r sa n attan a n la rsa anlasın sa­
n a t adam ına akıl öğretmeye, öğüt verm eye kalk­
tı mı, hele bu öğütler sa n atk â rın bir öm ür paha«
sın a elde ettiği m eslek tellerine dokundu mu, işin
içine şeytan karıştı dem ektir. Bir sa n at adam ına
yüklenecek en ağ ır yük, ona sonuna k a d a r itim at
etm ektir.
«Usta, b a n a yapabileceğin en iyi işi yap...» de­
diniz mi kaleyi içinden fethettiğinize em in olabi­
lirsiniz. Yalnız bizim m em leketim izde değil, dün­
yanın h e r tara fın d a zam an zam an, yer yer m an­
ta r gibi bitiveren zevksizliklerin çoğunu kötü si­
parişlere borçlu olduğum uz gibi şaheserlerin ço­
ğunu da bu halden a n la r erbap kişilerin siparişle­
rine borçluyuzdur.
Söze başlarken, sa n at adam ı mesleğe girince
küçük bir çevre edinir, demiştik. Sonra bu çev­
re çözülür, sa n a tk â r yapayalnız k alır dedik de,
sonunu getirem edikti. Evet san at adam ı m uay­
yen bir yaşa k a d a r kendi kendine siparişler verir.
G ünün yettiği k a d a r bu siparişleri zam anında
teslim eder. Fakat b ir gün gelir a rtık kendi ken­
dine siparişler verem ez olur. Bu, bazen bir nevi
bıkma, bir nevi doyma, bir türlü, kendine gü­
venme, belki de sadece yıpranm a dem ektir. İşte
tam o aralık sa n at adam ım n im dadına koşulmaz-
sa, tam bu sırad a ona boyundan büyük siparişler
verilmezse, işi tam am dır. O zam ana k a d a r ziyan
olm ayan m üşterisiz m eta o an d an itibaren çü rü ­
meye başlam ış dem ektir. Bütün m illetlerin sa­
n a t tarihlerinde yer yer kocam an güller gibi açı­
lan sa n a t eserlerinin hem en hem en hepsi sipa­
riş üstüne yapılm ıştır. Çıraklık, kalfalık, ustalık
devrelerini doğrudan doğruya sipariş edilen iş­
ler ü stüne de id rak eden isanatkârlar vardır. Çı­
rak lard an , k alfalard an vazgeçtik, ustalıklarını is­
p a t etm iş sanatk ârlarım ıza akıllıca siparişler ve­
relim yetişir. B unları söylerken gözüm ün önüne
adıyla sam yla birkaç ressam ark ad aş geliyor. Bu
a rk a d a şla r en u fak b ir yardım beklemeden, yir­
mi, yirm i beş sene durm adan çalıştılar. Boyuna
kendi kendilerine siparişler verdiler, sonra yorul­
dular. Şimdi h er geçen gün onları m esleklerin­
den b ir p a rç a d a h a uzaklaştırm akta... Bir a ra
onlara kızacak oldum, «Bal gibi tem bellik bu»
dedim, am a a rtık dilim varm ıyor, onlara değil
kendim ize kızıyorum. Bir sa n a t adam ından in­
sanüstü bir güç, akılları d u rd u ra n bir mucize
beklemeye ne hakkım ız var? Hem elimizi uzatıp
bahçem izdeki olgun meyveyi devşirm esini bece-
remeyelim, hem de o boynunu b ü k ü p yere düş­
tüğü zam an içerleyelim? O lur şey değil...
BİR GARİP KİŞİ

Suadiye’deki Plaj Gazinosu yeni açılmış,


m evsiminin, plajın, gazinonun en civcivli g ü n ­
lerinden biri. Şort modası, çeşitli deniz kıya­
fetleri kıyılara yeni yeni dökülm eye başlam ış.
Gazinoda, öğle yemeğinde, h e r m asa b ir telden
çalıyor. O zam an lar pek alışık olmadığımız, de­
niz kıyafetlerinin en tu h afların ı ecnebiler teşhir
etm ekte... Derken bu n ların hiçbirisine benzem e­
yen b ir m üşteri peyda oluyor. Başm da, ensesine
yığılmış kocam an kenarlı bir V agner beresi ü s­
tünde acayip bir pardösül P arlak lacivert bir ku­
m aştan. Yakası yok. Y aka yerine tam g ırtlak h i­
zasından, topuklara k a d a r asker adım larıyla inen
b ir sıra p a rla k düğme. A yaklarında d a görülm e­
dik sandallar. H a ağzında da kocam an bir puro
sigarası. M üşteri evvela A lm anca b ir şeyler söy­
lüyor, garsonun A lm anca bilm ediğini görünce,
Fransızca m üthiş bir yem ek listesi döktürüyor.
H avyarından tu tu n d a balıkla, etle içilecek şa ra ­
bın çeşidine kadar. Yem ekten evvel biraz çerezle
birkaç kad eh viski m ünasip görülüyor. Sonra
m üthiş b ir yem ek faslıdır başlıyor.
Ö teki m üşteriler çoktan yemeği bitirm iş, öte­
de beride kestirm eye başlam ışlar. A m a bizimki
h â lâ peynirler ü stünde bazı fikirler atıyor o rta­
ya. İkindi güneşiyle birlikte kahve ve hesap lis­
tesi gelmiş dikilm iş. M üthiş b ir yekûn. K rallara,
prenslere y araşan b ir rakam . G arson korka kor­
ka listeyi m asanın g ö rü n ü r b ir tara fın a koym a­
ya çalışırken m üşteri elinin tersiyle listeyi itmiş,
garsonu d a sinek kovar gibi kovmuş. G arsonu
bir telaştır almış, te k ra r listeyi yerine yerleşti­
rince m üşteri kızmış, listeyi aldığı gibi p a rç a p a r­
ça edip garsonun yüzüne fırlatm ış. Neye u ğ ra ­
dığını şaşıran garson hesap listesinin p arçaları­
nı toplam aya çalışırken, m üşteri bir gülm edir tu t­
turm uş. S onra etrafını s a ra n garsonlara;
«Beş p a ra m yok!» demiş çıkm ış işin içinden.
D urum u gazinonun m üdürü incelemiş, be­
ğenmemiş, kalkm ış m üşteriyi sigaya çekmeye
başlamış:
«Ne dem ek istiyorsunuz?»
«Hiç! P aram yok diyorum.»
«Peki p a ra n yoksa ne diye gazinoya geliyor­
sun?»
«İki g ü n d ü r açtım d a ondan.»
«Peki p a ra sı olm ayan adam viski ile h a v y ar
m ı ısm arlar? Peynir ekm ek nene yetmezdi?»
«öteden beri bayılırım , h a v y a ra d a viskiye
de, hem ölmüş eşek k u rtta n korkm az ki!. Hah..
Hah!.»
«Ya, öyle mi? Soyun şu m ünasebetsizi. Ne­
si v a r nesi yok sırtın d an alın d a aklı b aşına gel­
sin.»
G arsonlar yağlı m üşterinin üzerine atılıyor­
lar. O hiç telaş etm eden, b ir iskem lenin üstüne
çıkıyor, bir Cirano edasıyla etrafını sa ra n m erak­
lıları selam lıyor. İçtiği viski, siyahlı beyazlı şa­
ra p la r boşa gitm em iş olacak. M ükemm el bir ak­
tö r gibi rol kesiyor.
«Para istediniz, yok, dedim. Elbise, çam a­
şır isteseydiniz, d a h a çabuk anlaşırdık. Patron
nesi var, nesi yok alın diyor.»
S onra b ir kahkaha, arkasından,
Kışlanın önünde redif sesi var,
B akın çantasında acep nesi var.
Bir ç ift kundurayla bir de fesi var
diyerek, evvela beresini g arsonlara atıyor, son­
r a acayip sandallarım teslim ederken,
«Varımız bir bu pardösüden ibaret» diyor,
«yoğumuza gelince...»
M eraklılar hep b ir ağızdan,
«Aaaaaaa!..» diye b a ğ ır ta r a k kaçışm aya
başlıyorlar. M üşteri, yoğum uza gelince diyerek
iliklenm iş düğm eleri gözerken, pardösünün a l­
tın d a en m asum çam aşırlardan hiçbirisinin bu­
lunm adığını gören patron,
«Tuh! A llah kahretsin,» diyor.
D erken m eraklılar arasın d an yürek p a rç a ­
layıcı bir çocuk sesi yükseliyor:
«Anne, anneciğim , koş im dada, bizim hoca­
mızı soyuyorlar. Ne ayıp şey. Anneciğim ne olur­
su n k u rta r onu. O bizim m ektepte hocam ızdı»
P atro n u n karısı d u ru m a el koyuyor. Cılız bir
vücudun yarısını ortaya çıkaran p arlak düğm e­
lerin çözülmesine son veriliyor. Komedi havası
d ram a dönüyor. A ğlayan çocuk annesini zorla
sahneye getiriyor. Hesabını ödemediği için işken­
ceye tu tu lan m üşterinin Ressam Fikret M uallâ
olduğunu, birkaç sene evvel G alatasaray ’d a re ­
sim hocalığı yaptığını ispat ediyor. P atronun ka­
rısı da resim yaparm ış. Bir a ra akadem iye ya­
zılmış. O d a Fikret’i hatırlıyor. Beresini, sandal­
larını garso n lar elleriyle giydiriyorlar. Ve bir ri­
vayete göre Fikret M uallâ, kırk gün kırk gece
Plaj G azinosunda ağırlanıyor. Kendi rivayetine
göre bir sandalda, b a n a bu sahneyi a n la tan g a­
zino sahiplerine göre de em rine verilen bir kulü­
bede m ükem m el bir yaz geçiriyor.

Çoğum uza öm rüm üz boyunca bir defa bile


gülm eyen şans perisi ta çocukluğundan beri Fik­
re t M uallâ’nın ikide b ir karşısına dikiliyor; onu
şeytanın bile akim a gelm eyen m ünasebetsiz du­
rum lardan, yağdan kıl çeker gibi çekip çıkarıyor.
O nun en büyük talihsizliği bu oldu denebilir.
Eninde sonunda şansına güvenm eye başladı:
«Bir postum v a r atarım , nerde olsa yatarım »
sözünü kabullendi. Ben onu 935’te tanıdığım za­
m an bu tekerlem eyi h a y a ta uydurm akla m eşgul­
dü. O zam an lar çıkm aya başlayan «Tan» gaze­
tesinde Elif Naci ile bir sa n a t sayfası çıkarıyor­
duk. A kşam ları buluşup yarenlik ederken Fikret
de ikide bir gazeteye uğ ram ay a başladı:
«Kadıköy’e geçecektim, v ap u r p arasını u n u t­
m uşum» diyor, so n ra v a p u r p arasını civar m ey­
hanelerden birisinde şa ra b a yatırıyordu.

Kadıköylüydü. Hali vakti yerinde bir aile­


n in çocuğu idi. O rtam ektebi bitirdikten sonra
anası onu A lm anya’ya tahsile gönderm işti. Al­
m an y a’da çok iyi bir hocanın eline düşm üş, va­
k it kaybetm eden sağlam bir desen bilgisi edin­
mişti. D aha biz siyah beyazın ne olduğunu bil­
mezken, o m ükem m el g rav ü rler yapıyor, en göz­
de A lm an dergilerine desenlerini kabul ettiriyor­
du.
O sıra la rd a babasının bütçesi bozuluyor, fa ­
k a t m asallard a ra stla n a n bir M ısırlı prenses Fik­
r e t’in im dadına yetişiyor, onun uzun zam an Al­
m anya’d a kalm asını destekliyor. 16 yaşından yir­
m i beşine k a d a r A lm anya’d a kalıyor. M emleke­
te dönm eden uğradığı Paris ona A lm anya’yı
unu ttu ru y o r. H ay atların a ve eserlerine özendiği
u sta la rın hepsi Parisli: Toulouse - L autrec’e, De-
g as’ya, R enoir’a, hele hele V an Gogh’a bayılıyor.
M emlekete dönünce G alatasaray lisesine resim
hocası oluyor, am a aklı A vrupa'da. Bir g ü n hiç
kim seye h a b e r verm eden soluğu P aris’te alıyor.
Şans perisi pek yüz verm eyince dönüyor. A nne­
sini kaybediyor. Babası te k ra r evleniyor. Bir üvey
a n a dram ıd ır başlıyor. Babasını d a kaybedince
v arını yoğunu sa ta ra k kapağı gene P aris’e atm ak
sevdasına tutuluyor. O nu tanıdığım g ü n ler bu te­
laş içinde idi. B abadan k a la n birkaç evi satıp
savm ak ve çekip gitm ek. G iderayak m üthiş içi­
yor, ta çocukluğundan beri alıştığı alkol yavaş
yavaş Fikret’in lam balarını söndürm eye başlıyor,
içti m i tam m anasıyla sapıtıyor. Bir gece Beyoğ-
lu ’n d a bir m eyhaneden ötekine geçerek tanıdık­
larına, tanım adıklarına, garsona, patrona, bun­
la rla d a hırsını alam ay arak duvardaki resim le­
re çatm aya başlıyor. U fak tefek bir şeyler de kı­
rıp döküyor olmalı ki karakola düşüyor. O nu
uz a k ta n tanıyan, istidatlı b ir ressam olduğunu
duyan b ir m em ur ertesi g ü n bizi arıyor:
«Hapishaneye düşecek k a d a r işi azıtmıştı.
Şim dilik Bakırköy’e gönderdik, m üşahede altın ­
dadır. Eğer siz u ğ ra r n a sih a t ederseniz belki
h ak k ın d a hayırlı olur. İkide bir sizlerden bah­
sediyor.»
Hey Allahım! O nun hastanede görm eliydi­
niz. Neyzen Tevfik’le ikisine bir oda verm işler.
Biri ney çalıyor, öteki resim yapıyor. Neyzen,
«İşte böyle evlat!» diyor. «Bizleri böyle arası-
r a kızağa çekip tam ir ediyorlar. Herkese A llah
Kerim, Fikret'le b a n a d a F ahrettin Kerim! Değil
m i M uallâ?»
Fikret gevrek bir k a h k a h a ile tasdik ediyor,
b ir y an d an d a m üthiş bir elçabukluğu ile resim
yapıyor. Çini m ürekkebi ile bir deseni tarıyor.
H astanede çizdiği desenler arasın d a çok güzelle­
r i vardı. D oktorlara, asistanlara, h astabakıcılara
d a desenler çizdiğini söylüyordu. Neyzen Tevfik’
ten çizdikleri arasın d a d a ustaca ta ra m a la r v ar­
dı.
«Şimdilik rah a tım yerinde. Sen hele beş on
g ü n sonra bir u ğ ra bakalım ...» diyor.
A m a o k a d a ra kalm adı, bir m ektup, birkaç
desen ve b ir feryat,
«Allah rızası için beni b u rad a n k u rtar. Be­
n i b u ray a Beyoğlu’n d a çıngar çıkardığım için
değil m irasım a konm ak için kapatm ışlar. D ün
birkaç kişi geldi. B ana b ir vasi tayin etm işler.
Yani ben deli olduğum için babam dan kalan
m irasa konam ayacakm ışım . A llah aşkına beni
buradan, vasiden k u rta r. Bir a v u k at bul.»
O zam an lar sağ olan Salâh Cim cozlara koş­
tum . Bir a r a onlarda barındığını duym uştum .
M eğer o n lara d a ne oyunlar oynam ış bizimki,
U zatm ayalım , bir sa n at dostu avukatın yardı­
mıyla Fikret’i h astan ed en k u rtard ık . M iras işini
a v ukat Kıbrıslı Celâl Bey yoluna koydu. Fikret
dört beş bin lira tu ta n parayı alır alm az topo-
den tırn a ğ a b ir kont gibi giyindi, kuşandı. Ak­
lım da kaldığına göre 936 senesinde Paris yolunu
tuttu. Gidiş o gidiş.
O nu 1950’de P aris’te gördüm . Kelim enin tam
m anasıyla perişandı. Yaşı çoktan elliyi aşmıştı.
Y erlerden topladığı izm aritleri içiyordu. Gazino­
ları dolaşıyor, kolunun a ltın d a n ayırm adığı ba­
zı desenleri tuttu rab ild iğ in e satm aya çalışıyordu.
Atölyesine gittim . İşgal altondaki P aris’te geçir­
diği gü n lerin hikâyesini dinledim . A rasında a n ­
latılm aya değerleri vardı. O nları d a size gelecek
yazım da anlatm ay a çalışacağım .
FİKRET MUALLÂ

1936’d an beri Paris’te yaşayan Ressam Fik­


r e t M uallâ’yı yakından tanım ış olsaydınız, Pa­
ris ’i kısaca şöyle ta rif edebilirdiniz:
«Fikret M uallâ’yı b an n d ırab ilen biricik şe­
hir!»
D üşünüyorum da, gördüğüm , okuduğum ,
duyduğum şehirlerden hiçbirinin bu yaradılışta,
bu huyda bir insanı bağ rın a basabileceğine ak­
lım yatm ıyor.
Bir ressam tasarlayın ki ak lın a estiği zam an
resim yapm aktan başka hiçbir şeyden sorum lu
değil. H aftada üç gün aç susuz dolaşm ayı gözo
almış. K ırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan
izm arit toplayıp içiyor. Eşin, dostun yardım ıyla
birkaç resim satabilirse ilk işi en sert içkilerle ka­
fayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını do­
yurm ak ve en su n tu rlu küfürlerle etrafındakileri
kasıp kavurm ak oluyor.

Keçiyi y ard an u ç u ra n bir tu ta m ottur, deı-


ler. Fikret’i de h a y a ta bağlayan incecik bir kıl­
dır. Fikret hem en hem en yirm i beş senedir bu
sıra t köprüsünün üstünde yürüyor.
1936’da Paris’e gidip yerleştiği zam an en a şa­
ğı otuz yaşında vardı. Hiç olm azsa yirm isinde de
alkolün tadını alm ıştı. Ben kendisini tanıdığım
zam an alkolün bir in san a kaç çeşit oyun oynaya­
bileceğinden haberim yoktu. O tuz beş yaşım a
k a d a r alkolün ne m üthiş bir bela olduğunu bil­
mezdim. O eyyam Fikret’in birçok acayiplikleri-
ni, hırçınlıklarını, insanı d onduran bencilliğini,
h ep sa n a tk â r oluşuna ve sefalete bağlardım :
«Bu çocuk tam m anasıyla ra h a ta kavuşsa,
sıcak b ir aile çevresine katılsa kendine gelir,»
derdim .
Şimdi 935-936 senelerini hatırlıyorum da,
•M eğer alkol onun sigortalarını ta o zam an yak­
m ış olmalı,» diyorum .
H aşm etli alkol h azretlerinin çeşitli tepkile­
rin i evvela kendim de, sonra etrafım da görmeye
başlayalı çok olmadı. Bir sa n a t adam ı için alkol­
den d ah a korkunç bir düşm an olamaz. Kendi he­
sabım a alkol zoruyla doğru d ü rü st bir tek çizgi
çizdiğimi, b ir tek s a tır yazdığım ı hatırlam ıyorum .
A m a alkol yırtıcı k u şlar gibi h a bire başım ızın
üstünde dolanıp duruyor. A rasıra yıldırım hı­
zıyla tepem ize çullanıp aram ızdan birkaçının ba­
şını yiyor. Kimimiz bu yırtıcı kuşun şerrinden
kurtulabilm ek için b ir p u n d u n a getirip onunla
dost olmayı deniyor, bir biçim ine getirip onu k a ­
fese koymak, bu belalı kuşu ehlileştirm ek için
uğraşıyor. Kimimiz,
«Nereden ince ise o rad an kopsun!» diyor.
Fakat ne olursa olsun sa n a t adam ı ile alkol
a ra sın a b ir sözden anlayan girerek, a ra bulm ayı
denemiyor.
Fikret M uallâ’nm çok az ressam a nasip olan
istidadını, ta genç yaşından beri alkolün kem irip
d u rd u ğ u n u sanıyorum . Birisi çık ar da:
«Sefalet m i bu ressam ı alkolün kucağına a t­
tı, yoksa alkol m ü sefaleti hazırladı?» diye so rar­
sa, işe alkolden başlam ak lazım dır, derim . O nu
çok genç y aşta alkole teslim eden sebepler neler­
di? Çok sevdiği annesini genç yaşta kaybet­
m ek mi? Bir karasevda mı? İkide bir yolu­
n u şaşırtan, onu şım artan talih oyunları mı?
Meslek ta s a la n mı? Kendisiyle beraber doğan,
yaşayan b ir m ikrop mu? Fikret’in çocukluğu ve
A lm anya’d a geçirdiği delikanlılığı h ak kında doğ­
r u d ü rü st bir fikir edinm ek m üm kün olmadı ki?
Bu sa tırla rı okuyanlar arasın d a hayatının bu ta ­
rafın ı bilenler çıkarsa yardım etsinler de eşine
az ra stla n a n bir istidadın acıklı hikâyesini d ah a
iyi takip edebilelim.
Fikret’in 930 ile 936 a ra sı resim leriyle Pa­
ris’te zam an zam an yaptığı resim ler o rta dere­
cede bir ressam başarısını aşan işlerdir. Bir p a r­
ça resim k ü ltü rü olan kişi bu resim lerden birisi­
n i g ö rü r görm ez dikkat kesilir. O nun öteki re ­
sim lerini görm ek arzusunu duyar. Size şu k ad a­
rım büyük bir em niyetle söyleyebilirim ki, Fik­
re t M uallâ k a d a r resim yapan ecnebi ressam la­
rın ın hepsi yaptıkları iş sayesinde paşa gibi de­
ğilse de bey gibi yaşam aktadırlar. Fikret M uallâ
onların 1954’te ulaştıkları ustalığa ta 1936’d a ulaş­
m ıştı. Böyle olduğu halde niçin bir tü rlü ra h a ta
kavuşam adı. Niçin birçok istid atlara layık oldu­
ğu değeri veren Paris ondaki cevheri bulup çıka­
ram adı. K abahat kim de? Bence k a b a h at alkolün
tel tel çözüp bıraktığı sinirlerde. F ikret’i günde­
lik h a y a ta bağlayan akıl tellerinin kıldan ince
kılıçtan keskin bir d u ru m a gelene k a d a r aşınm a­
sında. Bu aşınm anın göze b a ta n tarafı şu:
«Ben iyi bir ressam ım . Cemiyet benim kıyme­
tim i bilmeli, beni b ağ rın a basm alı. Beni şım art-
m alı. Benim irili ufaklı taşkınlıklarım a göz yum-
malı Ekm ek elden su gölden yaşam alıyım . Hiç
kimseye hesap verm eye borçlu değilim. Cemiyete
canım ne isterse onu veririm . Buna karşılık da
canım ne isterse onu alırım.»

Fikret M uallâ’n ın zam an zam an sinirlerin­


den insanı şüphelendiren hırçınlığı onu sadece
hastaneye değil karakola, hapishaneye de g ötür­
dü. Çok iyi A lm anca bildiği için son işgal senele­
rinde N aziler b ir a ra onu şım artm ışlar. A lm an­
larla senlibenli oldun diye F ransızlardan b ir a ra ­
b a sopa yediği de olmuş. İşgal altındaki P aris’te
geçen günleri arasın d a çok karanlık, çok sevim ­
siz günleri olduğunu söylediler.
1950’de Paris’te buluştuğum uz zam an h a y a ­
tının bu senelerini öğrenm ek istedim. B ana bir
a ra b a saçm a sa p a n şeyler anlattı. Ne başı vardı
an la ttık la rın ın n e sonu. M uhakkak olan tarafı
çok belalı ve u n u tu lm az günler geçirdiği idi.
Alezya dolaylarındaki odasm a gittim . Odası tam
m anasıyla bir sefalet yuvası idi. Kir pas, eski
püskü, delik deşik. Y ürekler acısı. Kirli bir ku­
tu n u n içerisinde boy boy çeşit sig ara ve puro iz­
m aritleri vardı:
«Bu zenaati İkinci D ünya H arbinde edin­
dik...» dedi.
Kendisine verilen T ürk sigarasının bir tu ta ­
m ını ziyan etm eden ciğerlerine çekerken,
«Mis gibi İstanbul kokuyor m übarek!» diyor­
du. «Memleket gözüm de tü tüyor tütm esine, am a
gidem em ki. G ider gitm ez beni sorguya suale çe­
kecekler, bir deliğe tıkacaklar, ya deliğe yah u t
Bakırköy’e. Bir vasi bulacaklar. C anım a okuya­
caklar. A llah göstermesin.»
Sonra a rk a sın d an ağza alınm ayacak b ir sü­
rü küfür. Bir sü rü kelime oyunu. Topum uza bir­
den sık sık sav urduğu k ü fü r de şu:
«Leblebiciler!..»
H er nedense leblebiciler onun için şarkın bü­
tü n sefaletini, geriliğini, battallığını, bir çırpıda
c an lan d ıran bir sembol olmuş. Bu sözü ta 1936’
d a n beri tutturm uş. H em şerilerinden birisine kız­
dı mı ilk sözü bu oluyor:
«Leblebici sen de!..»

O nun sinirlerinin ne halde olduğunu bilen­


ler, iyi b ir ressam olduğuna inananlar, h e r ba-
bayiğitin sineye çekemeyeceği birçok sözlerini
h allerini duym azlıktan, görm ezlikten gelirler. Bir
p a rç a resim sevgisi olup da P aris’e k a d a r u zanan
b ü tü n hem şeriler ondan birkaç desen suluboya
alm ışlardır.
Fikret M uallâ’nm odasm da, b ir çekirge sü­
rü sü gibi h e r yanı kaplayan sefalet b u lu tu n d an
b ir tek şey kurtulm uş. Boya kutu su ve fırç ala n .
Paleti çiçek gibi tertem iz. Yenilikten gelen b ir
tem izlik değil. İşleyen dem irin pas tutm am asın­
dan gelen b ir temizlik. Tüpler sevgi ve saygı ile
sıkılmış. Fırçaları yokladım. Bir kısm ının uçları
ıslak. Bu korkunç odasının içinde boya kutusu
ve fırç ala r bitmiş, tükenm iş bir yüzün ortasın ­
d a b ir sıra inci diş gibi duruyor. Sefaletini ve
kendisini u n u tu p bu temizliğe dalıyorum:
«Demek onu h a y a ta bağlayan incecik tel bu­
ra d a olmalı?» diye düşünüyordum .
Boyalarına, fırç ala rın a daldığım ı görünce,
«On beş gün oluyor. Postadan bir p ak et al­
dım. İçinden bu fular, bu ceket ve boyalarla fır­
ça la r çıkm az mı. L ondra’dan b ir ahbap ressam
göndermiş.» Ceketi ve fu ları gösteriyor: «En iyi­
sinden. En yum uşağından İngiliz malı. Sevincim­
den oturdum , ağladım ...» diyor.

İngiliz’in iyi kalpliliğinden çok beni bu ter­


tem iz palet ve fırç ala r sarıyor. O nlara baktıkça
neden bilm em gözlerim in dolduğunu hissediyor,
ağlam am ak için kendim i zor tutuyorum .

Eşine ro m an lard a rastla n a n bir tesadüfle


Fikret M uallâ’ya bir k a ra h ab er ulaştırm ak öde­
vi b a n a düşüyor. Sene 1941. A n k a ra ’dan İstan ­
b ul’a gelirken, Eskişehir’den bir yolcu bizim kom­
p a rtım a n a düşüyor, eşyalarm ı yerleştirirken be­
nim ressam olduğum u anlıyor:
«Siz belki Fikret M uallâ’yı tanırsınız...» di­
yor. «Bizim Kadıköy’de kom şum uzdu. Bir de k a r­
deşi vardı. Pilot olm uştu. Dün Eskişehir’de duy­
dum. Bir kazaya k u rb an gitm iş. Şehit olmuş.»

O seneler bu k a ra - haberi F ikret’e u laştır­


m ak m üm kün olam am ıştı. İşgal altındaki P aris’
te izini kaybetm iştik. N eden sonra k a ra haberi
ona ulaştırdığım ız zam an evvela inanm am ış, son­
ra da şehit ailelerine verilen topluca bir p a ra n ın
biricik varisi olduğu halde böyle bir p a ra y a el
sürm ektense dilenm eyi d a h a ü stü n tu ttu ğ u n u ile­
ri sürm üştü. D aha sonraları sefalet öylesine g ırt­
lağına sarılm ış olm alı ki, onu h a y a ta bağlayan
biricik mesele bu kesildi. Senelerden beri ü st üs­
te yığılan ev kirasını bu p a ra ile ödemese çok­
ta n kapı dışarı edilecekti.

O nu yakından tan ıy a n la r eline toplu bir pa­


r a geçerse nasıl delicesine harcadığım bildik­
leri için m üm kün olduğu k a d a r frenli bir y a r­
dım ı tercih ediyorlardı. Bunu hisseder etm ez fe­
n a halde içerliyordu. Kendisine candan gönül­
den iyilik yap an ları güvendirm ek u m u ru n d a bi­
le değildi. Uzun zam andan beri P aris’te yerleş­
miş b ir Erm eni vatandaşım ıza oynadığı oyunu
hem kendisinden, hem Erm eni v a ta n d a şta n din­
ledim. Erm eni v atan d aşın akrabası olan bir dok­
tor F ikret’i çok uzu n kalm ası gereken bir h a sta ­
neden kurtarıyor. A hbap oluyorlar. Resim piya­
sası h ak k ın d a doğru d ü rü st bir fikri olan Erme­
ni, Fikret’in bir tablosunu çok dolgun bir p a ra ­
ya bir ecnebiye satıyor. Uzun zam ana k a d a r hiç­
bir resm inden böyle toplu bir p a ra kazanm ayan
Fikret, bu ecnebi zenginin peşine düşüyor. Erm e­
m den çok dolgun bir p aray a aldığı resm in bir
eşini d ört beş lira y a F ikret’ten a la n ecnebi bu se­
fer Erm eninin yakasına yapışıyor: Ermeni, Fik­
r e t’in d u ru m u n u a n la ta n a k a d a r an asın d an em ­
diği b u rn u n d an geliyor.
Fikret bir gün Picasso’yu ziyaret ediyor. Pi-
casso ona güzel bir resim hediye ediyor. Çok bü­
yük b ir p a ra y a satabileceği bu resm i birkaç yüz
fra n g a satıp çıkıyor işin içinden.

Hey P aris’in k u rt gibi tablo tüccarları ner-


desiniz? Hepinizi zengin eden istid atlard an bi­
risi yanı başınızda tükenip gidiyor.
Fikret M uallâ’nm resim leri bir rom andan
h oyratça koparılm ış y a p ra k lar gibi rastgele öte­
ye beriye dağılm ıştır. Bu y ap rak ların yalnız bir
iki tanesini görerek onun istidadı hakkında doğ­
r u d ü rü st b ir fikir edinm ek kolay bir iş değildir.
A m a b u n lard an hiç olm azsa önemli bir kısm ını
bir a ra y a toplam ak m üm kün olursa bu çileli b a ­
şın sahici değeri m eydana çıkar. Ey Eyfel Kule­
sini resim dünyasına bir sehpa gibi diken Paris
şehri!.. Bunu sen yapm azsan kim yapar? Fikret
M uallâ senin uğruna, senin aşkına kan atların ı
yaktı, kül etti. İki üç aydan beri k a n a tları yo­
lunm uş kocam an bir a rı gibi bir sinir hastan e­
sinde zonklayıp duruyor: «Biraz kem iklerim din­
lendi,» diyorm uş. O nun im dadına senden başka
kim koşabilir?
GENE PİCASSO

Geçenlerde gazeteler Picasso’yu öldürdüler,


6onra gene dirildi. Bir a ra karısından ayrıldığını
yazm ışlardı. D aha önce bir film çevirdiğinden
bahsolunm uştu. İlk resim lerinden tu tu n d a en
son yaptığı işlere k a d a r hepsini renkli bir filmde
görecekmişiz.
H angi dilde olursa olsun hiçbir dergi, hiçbir
günlük gazete hatırlam ıyorum ki, b ir biçimine
getirip ondan bahsetm esin.
Yalnız ressam lar arasın d a değil, çeşitli sa­
n a t kollarında alevlenen tartışm a la rd a n bir ta ­
nesini h atırlam am ki, adı anılm asın.
Avam K am arasından m ahalle kahvesine ka­
dar, en ağırbaşlı siyasi başm akalelerden tu tu n
d a en cıvık m izah dergilerine kadar, hepsi on­
dan birkaç kelime ile olsun bahseder.
Son y a n m yüzyıl içinde resim san atı ü stü ­
n e yüz sayfa yazı yazılm ış ise hunim en aşağı
elli sayfası ona veya azm anlarına ayrılm ıştır.
Zam anım ızın en iyi rom ancılarının birkaçın­
d a ad ın a ve eseri üstüne söylenmiş sözlere ra s t­
larsınız. A dına kafiye bulan şairler de vardır.
A rasıra sinem a perdesinde de görünür. Öteden
b eri siyasi bir partiye bağlı olduğu için sa n a t ve
politika konularında adı geçer. Otom obilinin ren ­
gi, m arkası, karısının mayosu, yaşı, çocuklarının
gözü kaşı, İspanyol olduğu için doğduğu şehrin
şarabı, boğası, toreadoru dillere destan olur.
Resim yapm adığı zam an heykele çalışması,
heykelden bıktığı zam an çanak çömlek boyam a­
sı, bu n d an usandığı zam an sinem a objektifinden
faydalanm ası, opera, tiyatro, bale dekorlarına
girişmesi. K ütüphaneler dolusu kitap resimleme-
si, b akır üstüne, taş üstüne yaptığı oym alar, sıra­
sıyla dünya basınında kendini gösterir.
Kısacası sa n at tarihinde kendinden bu k a d a r
bahsedilen başka bir sa n a t adam ı görülm em iş­
tir. Bugün yalnız bizim akadem ide değil, bütün
dünya akadem ilerinde kabul edilecek öğrencile­
ri tartm a k için yapılan yoklam alarda,
«Hangi ressam ların eserlerini gördünüz?» so­
ru su n a verilen cevapların yüzde doksan doku­
zunda Leonar, Rafael,* Mikelanj adlarının yanı
başında m uhakkak onun adına d a rastlarsınız.
Son yarım yüzyıl içerisinde kendisinden bu
k a d a r uzun boylu b ahsettiren bir sa n at adam ı
d a h a v arsa o d a Şarlo’dur. Am a Şarlo ne de olsa
sadece kendi çöplüğünde öter. Bize bir gün,
«Şarlo resim yapm aya başlamış!» deseler he­
pim iz şaşırır kalırız. Ama,
«Picasso film çeviriyormuş» havadisi kimse­
yi şaşırtm az.
Picasso’n u n şöhreti d ah a 1930’da P aris’te yol»
l a n kesmişti! Resme a it yeni basılm ış kitapları
teşhir eden vitrinleri hatırlıyorum . Dört kitabın­
d an bir tanesi ona dairdi. O aralık onun ism inin
yanı başında M atisse’in ism ine sık sık rastla ­
m ak m üm kündü. K onuşm aların çoğunda bu iki
ismi bir a ra d a duym ak m üm kündü. Bazı Fran-
sızlar Picasso’nun İspanyol oluşundan huylanı­
yor, başa M atisse’in geçm esinden hoşlanıyorlar­
dı. Fakat tanıdığım Fransızların çoğu da,
«Picasso’n u n y an ın d a M atisse’in sözü m ü
olur?» deyip geçiyorlardı. O zam anlar atölyesin­
de çalıştığım ız A. Lhote ikisi arasm d a m ekik do­
kuyor, tablolarında bazen birine, bazen ötekine
selam lar sarkıtıyordu. Hocanın bu ikisinden bi­
risini seçmemiş olması talebe üzerinde de belli
oluyor, atölyede çıkan işlere de bazen Matisse,
bazen de Picasso kokusu siniyordu.
Çağımızın en kudretli ressam larından ikisi
arasın d a d ah a o zam an lar başlayan yarış bugü­

* Rafaello
ne k a d a r sü rü p geldi. Bu yarışa yer yer Braque,
Bonnard, F. Léger de katıldılar. Ama M atisse’le
Picasso arasın d a benzer no k talar bulm ak d ah a
kolaydı. Bir defa h e r ikisi de gayet kolaylıkla re­
sim den heykele geçebiliyorlardı. H er ikisinin de
elinden çıkan bazı heykeller karşısında bazı se­
yirciler haklı olarak,
«Acaba b u n la r resm i b ırak salar da heykele
çalışsalar d a h a iyi olmaz mı?» diye düşünüyor­
lardı.
Çeşitli h alk san atların ı ciddiye alm aları, or­
taçağ ve Rönesans u sta la rın a gösterdikleri saygı­
yı, adı sanı belirsiz nak ışlard an esirgememiş ol­
m aları, iptidai kabilelerin nakış ve heykellerini
çok iyi bilm eleri, giriştikleri yarışı kızıştırıyordu.
M atisse’in d ah a yaşlı ve son zam anlarda yat­
tığı yerde çalışm aya m ecbur oluşu, b u n a karşılık
İspanyol ressam ının yeni bir gençliğe kavuşm uş
gibi, d ald an dala atlam ası birçoklarına yarışı ka­
zandığı fikrini verdi. Fakat bu yarış henüz bit­
miş değildir. M atisse’in, h e r şeyden evvel sükûn
ve h u z u r duygusunu birinci p lan a alan Fransız
tarafıyla, Picasso’n u n h e r ne p ah asın a olursa ol­
sun boyuna yepyeni peşinde koşm a arzusu, dina­
mizmi ve m acera sevdasıyla yüklü İspanyol ta ­
ra fı d a h a uzun zam an çatışıp duracak.
Resme on üç yaşında başlayan, kaşı gözü,
ağzı b u rn u yerinde portreler yapan Picasso’n u n
bugüne k a d a r kaç renge boyandığını, kaç tü rlü
resim yaptığını bir sergide değil ancak bir film ­
de görüp anlam ak m üm kün olacak.
Delikanlı denecek yaşta P aris’e gelen Picasso,
o zam anlar kendinden çok bahsettiren ressam la­
rın tesiri altın d a kalıyor, o güne k a d a r iyi kötü
eski İspanyol ustaları yolunda portreler yaparken
birdenbire Degas gibi, Lautrec gibi desenler çiz­
meye başlıyor. A rkasından sırayla Cezanne, Ga­
uguin, V an Gogh gibi resim ler yapıyor. Bu te­
sirlerden en a ğ ır basanı Cezanne oluyor. Bu bü­
yük Fransız’ın, «Tabiatı geom etrik biçim lere çe­
virerek incelem ek m üm kündür. Bir baş biçimi
hor şeyden önce bir küredir. Bir kol biçimini bir
üstüvaneye, silindire benzeterek incelem ek la­
zımdır» iddiası, sadece k u ru bir teori olarak kal­
mamış, eserlerinde belli olmuştu.
Picasso bu kapıyı zorladı, eşyayı geom etrik
düzene bağlam aktan kübizm doğdu. Bu konu­
n u n elebaşıları a rasın d a Matisse, Braque, Leger
de bulunduğu halde en cesur denem eleri yap­
m ak tan çekinm ediği için kübizm der demez ev­
vela Picasso’n u n adı anıldı.
Cezanne tesirinden sonra Picasso’yu saran
en önemli tesir vahşi kabilelerin elişleri olm uş­
tur. Heykelleri, çeşitli nakışları, pişm iş to prak iş­
leri karşısında duyduğu heyecan en son işlerin­
de bile kendini gösterir. Vahşi işlerine gösterdi­
ği ilgiyi çocuk resim lerine de gösterdiği m uhak­
kak.
Bu belirli tesirlerden başka zam an zam an
gezdiği b ir m üzenin, bir serginin tesirlerini de
eserlerinde gördük. Genç yaşta ölen Pascin, ge­
ne çok genç ölen M odigliani’n in bazı eserlerine
alıcı gözüyle baktığı belli olur. Henüz büyük h a ­
reketlerden sakınan ilk Y unan heykelleri Picas­
so’n u n biçim dünyasında bir d u rak olm uştur.
Eğer Picasso’yu bir tek cümleyle anlatm aya
m ecbur olsak,
«Tesir altın d a kalm aktan korkm ayan res­
sam ...» derdik.
Bize resim yapm a arzusunu veren herhangi
bir şey karşısında,
«Ama, ben bunu yaparsam acaba nasıl k a r­
şılarlar?» tasasını yabana atm am ak lazım.
Bu tasa yüzünden kaç tane kıym etli ressam
olduğu yerde dem ir atm ıştır. Sen gel öm rünün
yarısını şu şekilde resim yapm aya ayır. Sonra
b ü tü n b u n lara bir sünger çek, b ü tü n acem iliğine
k a tla n ara k yeniden bir yol seç, sonra onu da bı­
ra k başka türlü resim yapm aya başla. Bir ömre
bir tek değil bir sürü resim yapm a tarzını sığ­
dırm anın m üm kün olabileceğini ispat eden res­
sam ların başında Picasso geliyor. Her konunun
em rine bam başka b ir zenaat, bam başka bir tez­
g âh la çıkm ak m üm künm üş demek. Bunu ispat
edenlerden birisi de P. Klee olm uştur. Şu son dört
beş sene içerisinde ondan da boyuna bahsedili­
yor. Ne yazık ki o d a çok genç öldü.
Bir Picasso’nun, bir Klee’nin tek resm ini gö­
rerek onların d a h a önce ve d a h a sonraki eserle­
ri h ak kında b ir fik ir edinm ek im kânsızdır. Üs­
lup aynıyla in sandır sözü, öteden beri 10 nu m ara
alan sözlerdendi. Picasso’n u n bir san atk â rın bir
sü rü üslubun hak k ın d an geleceğini ispat etmesi,
yalnız resim a lan ın d a değil kardeş sa n at kolla­
rın d a d a yeni bir çığır açmış oldu.
GÜLE GÜLE MATİSSE USTA

Bir varm ış bir yokmuş, bundan otuz kırk se­


ne önce Paris'te, neresine dokunsan d e rt fışkı­
r a n b ir adam cağız yaşarm ış. Açlık, yalnızlık,
h astalık bu g arip kişiyi canından bezdirmiş. G ün­
lerden bir gün dertli başını alıp Sen Irm ağının
yolunu tutm uş. İlk rastladığı köprüden kendini
suya atacak, genç yaşta kendi isteğiyle canına
kıyacakm ış. P aris’in en civcivli sa n at m ahallele­
rin d en birisi de, Notrdam * Kilisesi dolaylarında
yan y an a dizilen sokaklarıyla Sen Irm ağına ka­
d a r iner. Bu sokakların çoğunda adım başında
tablo veya heykel satan; a d la rın a galeri denilen
d ü k k â n la ra rastlanır. Bizim büyük dertli kesin
k a ra r veren in san ların rah atlığ ıy la hem ırm ağa
doğru yürür, hem de vitrinlerdeki tablolara, hey­
kellere bakarm ış. Irm ağa yüz adım kala b ir ta b ­
lo görmüş. Bir su başında iki üç tane çıplak ka­
dın. T ablonun suyunda öyle bir cıvıltı, gökyü­
zünde öyle b ir tazelik, kad ın ların d a öyle gürbüz
bir iştah varm ış ki, bizim delikanlı tablonun k a r­
şısında kendinden geçmiş. İçini tarifsiz bir yaşa­
m a sevincidir kaplam ış. Neden sonra, bir p a r­
ça önce verdiği ölüm k a ra rın ı hatırlayınca, ken­
di kendine,
«Amma da yaptın ha!» demiş. «Şu tablodaki
k a d a r güzel b ir dünya, bu su, bu gökyüzü, bu
k a d ın la r d u ru rk en ölm ek ne ayıp şey!..»
Delikanlı kendisini yüzde yüz ölüm den k u r­
ta ra n bu tabloyu yap an ressam ın ism ini güzelce
bellemiş:
«R,cnoir!..»

* N o tre - D am e
G ün geçtikçe b ir p a rç a d a h a m asallanan bu
hikâyeyi R enoir’d a n söz a ç an la r ikide bir a n la ­
tırlar.
S an at eserinin h e r şeyden önce bir «yaşama
sevinci» ile dolu olması, bize birdenbire bu se­
vinci aşılam ası, bir sürü ufak tefek tasa lar için­
de boğulup giderken bizi kendim ize getirm esi,
y aşam ak ta olduğum uzu hatırlatm ası, en büyük
hediyenin, en büyük m ucizenin yaşam anın ta
kendisi olduğunu tekrarlam ası yenidir.
1900’den bu y an a bütün sa n a t kollarında- «ya­
şam a sevinci» bellibaşlı bir konu olmuştjur. 1900’
den beri yepyeni kay n ak lard a yık an an iresim sa­
n a tı bu konuya elebaşılık etm iş sayılır. Y aşam a
sevinci günüm üzün resim sa n atın a güneşle gir­
m iştir. Hani, «Güneş ğ iren eve doktor girmez»
derler. Güneş, resim sa n atm a b ü tü n heybetiyle
zam anım ızın ressam larının fırçasıyla girm iştir.
Resim sanatını, kalın kadife perdeli, loş atöl­
yelerden çıkartıp güne güneşe kav u ştu ran res­
sam lard an bazıları ışık gözlerinde kav ru lan ke­
lebekler gibi hep güneş konusunun etrafın d a dö­
nerler. Ç oğunun gözlerini kam aştırdı güneş, ki­
m inin de kolunu kanadm ı yaktı. İlk önce em p­
resyonist adıyla anıldılar. G üneşin eşya ü stü n ­
deki etkilerini incelem ek yüzünden eşyanın an a
yapısını hiçe saydılar. O n la n n ark asın d an gelen
nesil güneş etkileriyle, eşyanın a n a yapısı a ra ­
sında bir düzen kurdu. G üneşin hakkını güneşe
vererek, resm in a n a yapısı üzerinde yepyeni de­
nem eler başladı. Fakat ne olursa olsun ressam
atölyesinin kapısm ı güne güneşe açmıştı. Y aşa­
m a sevinci resim dünyasına bu güneşli pencere­
den girdi.
Ölüm hab eri birkaç gün evvel b ü tü n dünya
gazete ve radyolarında yayım lanan büyük Res­
sam H enri M atisse de, resim dünyasına bu gü­
neşli yoldan girm işti. O nun gençlik çağı, güneşi
yağm a eden ressam ların sevinçli günlerine ra s t­
lar. Monet, Pissano, Sisley’deki bir bakım a «kö­
r ü körüne güneş» tasası ilk zam an lar M atisse’in
de gözlerini kam aş tırm ıştır. Fakat bu n ların a r­
kasından gelenler; Seurat, V an Gogh, Gauguin,
Cezanne eserlerinde güneş tad ın d an başka d u ru l­
muş, süzülm üş biçim leri de aynı sevgiyle ele al­
dılar. Matisse, bu iki neslin de tecrübesinden fay­
dalandı. Em presyonistlerden b ü tü n sevinçlerin
kaynağı olan güneş tadın ı onun ark asın d an ge­
lelilerden de biçim ve düzen tasasını benimsedi.
M atisse’in eserinde derinlem esine izler bı­
ra k a n ressam lar, V an Gogh, G auguin ve Cezan­
ne olm uştur. Eserlerini bugün b ü tü n dünyanın
kabullendiği bu u staları Matisse, ta gençliğin­
de benim sem iş ortaçağ u sta la rın a ve klasiklere
gösterdiği saygı ile o n lara bağlanm ıştı. B unlar
ara sın d a G auguin’in bam başka k ay n ak lard an
faydalanm ası, onu çok düşündürm üş olmalı.
Üzerinde en ufak bir fırça oyunu gösterm eden
düm düz renklerle çalışm ası, h e r ne pah asın a
olursa Olsun bir heykel düzeni kuracağım diye
renklere eziyet etmemesi, önüne geçilmez bir
heykel yapm a arzusu duyduğu zam an bunu ille
de resm in yapısı içine sokm ayıp doğrudan doğ­
ru y a çam urla, taşla, ta h ta yontarak yapması, Ga-
u g u in ’den aldığı derslerin başında gelir.
M atisse, zam anım ızın en iyi ressam larından
birisi olduğu k a d a r iyi heykelcilerinden de birisi
olmuş, resim sergilerinin çoğunda heykelleri de
yer alm ıştır.
M atisse yu k arıd a ad larm ı andığım ız u sta la r­
d an alacağım ald ık tan sonra tam am ıyla kendine
y araşan tecrübelere girişm iş, üzerinde en ufak
bir p ü rü z bulunm ayan düm düz renklerle çalış­
m a konusunda b ir çığır açm ıştır. Bu yolda ken­
disiyle a t başı giden ressam ların başında Picasso
gelir. T ablonun b ir sevinç, bir dinlenm e, ta de­
rin d en bir oh çekme kaynağı olduğuna in an a n
Matisse, söze b aşlarken üzerinde durduğum uz
yaşam a sevincini, gülen, oynayan, dans eden in­
san larla değil, giilen, oynayan, renkler, biçim ler
ve çizgilerle verm iştir.
Resim mesleği d ö rt a n a tem el direk üzerine
kuruludur: Kendi zevk süzgecim izden geçirdiği­
miz, durulm uş, süzülm üş biçimler, taklide de­
ğil, icat gücüne d ay an an biçimler; bir. S onra sı­
rasıyla değerlendirilm iş renkler, çizgiler ve leke­
ler, yani ren k tad ın d an başka bir de açık veya
koyu düzeni.
Resim sanatını çeşitli kardeş sa n atların iki­
de b ir h a ra c a kesmem esi için; b ü tü n bir öm ür
uğraşm ış olan ressam ların arasın d a M atisse’in
h e r zam an adı geçecek. Bazen edebiyatın, bazen
heykelin, çoğu zam an tiyatronun a t oynattığı re ­
sim alan ın d a doğrudan doğruya rengi, çizgiyi,
lekeyi oynatan Matisse, yalnız bizim m em leketi­
mizde değil, b ü tü n dünyadaki genç ressam lara
eseriyle hocalık etm iştir.
Ş ark elişlerini, klasik u sta la ra gösterdiği say­
gı ile incelemesi b ir T ürk kilimine, bir T ürk yaz­
m asına gösterdiği sevgi, O rta A nadolu'nun, çe­
şitli nakışlarını en önemli eserlerinin sık sık baş
köşesine oturtm uş olması, onu; bize birçokların­
d a n d ah a yakm kılm ıştır.
B ana öyle geliyor ki giderayak M atisse Am­
caya eski b ir K ütahya çinisi ile bir de çok sevdi­
ği klasik u sta la rd a n b ir tablo uzatm ış olsalardı,
b u n lard an yalnız b ir tanesi senin olacak deseler­
di, hiç şaşm adan eli bizim çiniye girerdi. Halk
sa n atın a k a rşı öteden beri beslediği sevgi en ol­
gun senelerinde k a t k a t artm ıştı.
En güzel tablolarında h e r zam an b ir çini ta ­
zeliği, eski b ir Kandilli yazm asının sadeliği, h a ­
lis b ir T ürk kilim inin güler yüzü vardı. O nun
ölüm ünü elbette dünyanın h e r yan ın d a gerçek
b ir geleneğe d ay an an b ü tü n n a k ışla r duym uşlar­
dır. Kimi gergefte, kim i kasnakta, kimi tezgâhta
doğrulm uş, kendi dillerince,
«Güle güle M atisse Amca!..» diyorlar.
TAKLİT VE İCAT

İnsanı insan yapan değerlerden birisi de tak ­


littir. Taklit edebilm enin güç bir hüner, bir m a­
rifet olduğunu sırası geldikçe hepim iz kabul et­
mişizdir. Çocuğun kendisinden büyüklerini tak ­
lit ederek insanlık basam aklarını tırm anm ası gi­
bi ilk in sa n la r da tab iatı tak lit ederek yaşam a­
ya koyuldular.
İnsan dilinden çıkan ilk kelimede, insan elin­
den çıkan ilk çizgide, insan vücudunu saran
oyun tem posunda, insan gücü ile kurulm uş ilk
yuvada tak lit b aşta gelir.
İlk in sanların çeşitli m arifetlerini erbabı in-
celeyedursun, biz onların elinden çıktığı iddia
edilen resim lere alıcı gözüyle bakalım . M ağara­
ların kayalarına, k ayadan d a h a sert taşla rla çi­
zilen bu resim lerde çizenin ilk am acı «taklit» idi.
Fırçası taştan, boyası to p rak tan olan ilk res­
sam; konusunu, d ü n ü n ve bugünün birçok bü­
yük ressam larına parm ak ısırtacak k a d a r büyük
b ir ustalıkla incelemişti. İnanm azsanız ilk in san ­
ların m ağ a rala rın a çizdikleri hayvan resim leriy­
le bu dünyanın en büyük ressam ları elinden çı­
k an h ayvan resim lerini karşılaştıralım . İşte size
şöhreti dünyaya yayılmış İspanyol ressam ı Go-
y a ’n ın elinden çıkm ış azgın bir boğa deseni. Bu­
n u n yanı başına d a ilk in san ların çizdikleri bir
bizon öküzü koyalım. B unları ressam ca yarıştı­
ralım .
Çizgilerinin kesinliği, sadeliği, belirtilm esi,
konunun unutam ayacağım ız b ir şekilde aklım ız­
d a yer etm esi bakım ından, ilk ressam ın elinden
çıkan iş ağ ır basacak.
Goya’nın yüzlerce çizgi ile canlandırdığı ko­
nuyu, öteki d ört beş çizgi ile derleyip toplamış.
Peki nasıl olmuş d a birinin sam u r fırçalar,
ipekli kâğıtlar, keten m uşam balar ve dünya ka­
d a r resim bilgisi ile beceremediğini; bu yam yam
tayfası taş ü stü n e taşla çizebilmiş? Nasıl olmuş
d a insan zekâsı gitgide d a h a çok gelişecek yer­
de, resim san atı zam anla k u rallarım d a h a sağ­
lam tem eller üzerine ku racak yerde tam tersi
olmuş?
Zam anım ızın en ünlü heykeltıraşlarından bi­
risi ile, adım sanını ilk defa duyduğum uz vahşi
kabilelerin ellerinden çıkmış heykelleri karşılaş­
tırırsa k aynı so ru lar karşım ıza dikilecek. V ah­
şilerin elinden çıkan heykeller heykel san atı k u ­
ra lla rın a n e k a d a r uygunsa büyük çap ta şöhret
salm ış birçok heykeltıraşların eserleri de san at
k u ralların ın o k a d a r dışm a çıkm ışlardır.
M esleğimizin tem el k u ralların ı kavrayabil­
m ek için ikide bir bu karşılaştırm ayı yapm aya
m ecburuz. A m a bu yarışm ayı,
«Bakın insan zekâsı gitgide gelişecek yerde
tam tersine güdükleşm iştir. Şu halde...» diye aca­
yip b ir sonuca varm ak için tertiplem iyoruz.
Böyle bir iddia bizi beygirle otomobili yarış­
tırm ak ve beygiri birinci çıkarm ak gibi komik
b ir d u ru m a sokar.
İlk insanların, y ah u t bugün h â lâ yaşayan
vahşi kabilelerin işlerini bir sa n a tk â r işi gibi
ele alm ak, onları şöhret yapm ış bir sa n at adam ı­
n ın işiyle k arşılaştırm ak b ir bakım a bizi çok gü­
lünç sonuçlara ulaştırabilir. Toplam kuralında,
elm ayı elm a ile toplam aya m ecbur olduğum uz
gibi bu çeşit yarışm alarda sa n atk â rın karşısına
s a n a tk â r koym aya m ecburuz.
Goya’nın boğasını ilk in sanların elinden çı­
kan bizon öküzü resim leriyle karşılaştırırken
bam başka yapıda iki varlığı ölçtüğüm üzü daim a
göz önünde bulundurm am ız lazım.
Evet ikisi de insan elinden çıkmış, am a bun-
lordan birisi sadece insan elinden çıkmış, öteki
meslek k a h n çekmiş ressam elinden.
Vahşi insan, öm rü boyunca sadece bizon
öküzü çizmiş; halbuki öteki, binlerce konuya
uzanm ış, bin bir çeşit m eslek tasası içinde bunal­
mış. Bir çiçekle b a h a r olm ayacağı gibi insan bir
bizon öküzü çizmekle de ressam olamaz. Resmin
b ir insan öm rünü başından sonuna k a d a r kapla­
yacak bir meslek olabileceğini hiçbir zam an a k ­
im dan geçirmem iş bir insanın işi ile resm i m es­
lek edinen bir san atk â rın eseri yarıştırılam az.
Y arışm a konusunda yarış atların ı ele alalım .
Y an şan a tla rın bile aynı kandan, aynı soydan
seçildiğini göz önünde tutm ak lazım.
Y an ştırm a tara fın a kapılm adan vahşi kabi­
lelerin işlerini incelemeye koyulursak onlardaki
tak lit cevherinin yanı başında icat gücünün de
aynı önemde yer aldığını görürüz. Vahşi g ünler­
ce, ay larca kovaladığı, geçim ini sağlaLyan av h ay ­
vanlarını, taşa, deriye, ağaca işlerken taklit et­
tiği ölçüde de icada girişm iştir.
Vahşiyi taklitten icada götüren zor nedir?
B ana kalırsa konuyu ezberinde günlük h a ­
y atının h e r saniyesinde, beraberinde taşım a, hiç
d u rm ad an onu düşünebilm e gücü b aşta gelir. Bir
konuyu hiç du rm ad an seyretmekle, onu düşün­
mek, tasarlam ak, özlemek a rasın d a büyük fa rk ­
la r vardır. Ressam ve öğretm en olarak beni en
çok şaşırtan olaylardan birisi şu olm uştur:
Kırk öğrenci karşısına birlikte çizm eleri için
b ir konu koyduk. Herkes g ü cünün yettiği k a d a r
konuyu inceleyerek ortay a bir resim çıkardı.
S onra bu resim leri ve bu konuyu kaldırdık:
«Şimdi herkes bu konuda ak lın d a kalanı çiz­
sin» dedik. Kırk kişiden yarısı hiçbir şey çizeme­
di. G eri kalan ların y a n sı d a ya dem in çizdikleri­
ni ufak tefek fa rk la rla aynen tekrarladılar, ya­
h u t da konuya b a k a b a k a çizdiklerinden bam ­
başka ölçüler ve değerlerde resim ler yaptılar. Ön­
lerindeki konu k ald m ld ık tan sonra ortaya d ah a
esaslı işler çık aran lar arasın d a da şu tecrübeye
giriştik:
«Şimdi aynı konuyu bize yalnız çizgilerle çi­
zin. Çizgilerden başka kâğıdın ü stüne ne olduğu
belirsiz b ir tek k a ra ltı koymayın» dedik. Bu tec­
rübeye d a y a n an la r çok azdı. Çoğu işin bu rasın ­
d a d am a diyordu. Böyle bir tecrübeye ancak ko­
n u sunu kafasında taşıyabilenler katlanabiliyor­
lardı. Konusu önünden alındığı zam an denizden
çıkmış balığa dönenler arasında, ressam olabile­
cek öğrencilere hem en hem en rastlam adım . V ah­
şi işlerinde resim m esleğinin k u ralların a uygun
değer bulunduğunu ileri sürm em iz, b u rad an ile­
ri geliyor. Vahşi gözü önündekini değil, kafasın-
dakini, ezberindekini çiziyor. G ördüğünü değil
düşündüğünü, tasarladığını çizm ek onu ister is­
temez icat etm eye zorluyor.
Vahşiyi tak litten icada götüren sebeplerin
en önem lilerinden birisi de kullandığı araçlardır.
İptidai kabilelerin resim yapm ak için kullan­
dıkları a ra ç la r sayılıdır. K ayaya sert bir taşla
hayvan resim leri çizen ilk in sanların resim tez­
gâhlarıyla, m eslekten yetişmiş b ir ressam ın atöl­
yesini karşılaştırın..
D üşündüğünü ressam ca anlatabilm ek için
sert bir taştan başka bir şey bulam ayan vahşi,
icat etm esin de ne yapsm ?
Konuyu m üm kün olduğu k a d a r sadeleştirm e­
ye, onu birkaç çizgi ile belirtm eye, en can alıcı
tara fla rın ı yakalam aya m ecbur olan vahşi, bu
m ecburiyeti estetik ta sa la ra değil en k ab a a n la ­
m ıyla tezgâh tasa ların a borçludur.
İşin tu h af tarafı; k ü ltü rlü sa n atk â rla rın bin
bir çeşit estetik dolam baçlarından geçtikten son­
r a vardıkları bazı sonuçlara vahşi kavim lerin
m alzem e ve tezgâh zoruyla varm ış olm alarıdır.
Eğer iptidai kavim lerin dokum alarında yu­
varlak çizgiye rastlam ıyorsak bundan.
«Bak görüyor m usun, bu in san lar bir kalem ­
de yuvarlağı kapı dışarı etm işler. Düz çizginin
sağladığı sadeliği, kesinliği hesaba katm ışlar» so­
nucunu çıkartırsak yanılırız. Ç ünkü aynı insan­
lar, aynı konuları yuvarlak çizgi çizmeye elveriş­
li b ir m alzem e ile ele aldıkları zam an yuvarlağı
hiç de küçüm sem eden kullanabilm işler.
D ikkat ederseniz bizim halılarım ızda, kilim­
lerimizde, heybelerim izde ve benzeri dokum a iş­
lerimizde tatlı yuvarlak çizgiler yoktur. Y uvarlak
çizgilerin bulunm am ası bizim bu alandaki çeşit­
li nakışlarım ıza bir özellik verm ektedir. Kilimle­
rim izde boyuna rastla n a n üçgenler, kareler, beş­
genler, estetik tasa lard a n değil tezgâh zoruyla
doğm uşlardır. Ç ünkü bizim tezgâhlarım ızla yu­
varlak çizgi dokunam az.
Köylerimize yapılan dokum a tezg âh lan ta or­
taçağdan, h a tta d a h a eski çağ lard an kalm a en
iptidai tezgâhlardır.
D okum acılıkta d a h a yeni tezgâhlara kavuş­
tukça, yavaş yavaş yuvarlak çizgi dokum asını
öğrendikçe dokum a k u ralların ın dışına çıkmış
çok acayip n akışlar çizmeye başlam ışız. İspar­
ta h a lıla n n d a lah a n a boyundaki güller, yuvarlak
çizgilerin düz çizgilere açtıkları savaşın acıklı
k a h ra m a n la n kesildiler.
Y üzyıllardan beri yuvarlak çizgiye h asret
kalm ış düz çizgilerimiz, b u n ların gelişini kutla-
yam adılar. Ç ünkü çizgi yerine yanı b a şla n n d a
lah a n a boyunda güllerin yer aldıklarını gördü­
ler.
Resimde tak lit ve icat konusunu incelerken
yolum uz ister istemez nakış dünyasından geçe­
cek. Resm in taklide, nakışın icada dayanm ası
ikide b ir karşım ıza çıkacak.
NE TUHAF

Bir Çırpıda, Bin Çırpıda

İnsan b ir resm e ne k a d a r çalışırsa ondan


o boyda bir sonuç bekliyor. Bu ölçü nasıl şa­
şırtıyor bizi, nasıl perişan ediyor! Bu ölçü nasıl
kırıyor kolum uzu kanadım ızı.
U zun zam an resim lerim izi görm eyen birisi
geliyor, üzerinde en çok çalıştığım ız resm e b ak a­
cağı yerde, şöyle bir çırpıda çıkardığım ız b ir res­
m in önünde durunca, haklı olarak üzülüyoruz.
Üzerinde en çok çalıştığım ız resm e boş verdikle­
ri zam an şaşırıyoruz. Halbuki bir çırpıda çıkan
resm im izin beğenilm esini değil, bize d ah a çok
pahalıya m al olan, öm rüm üzün m ühim bir p a r­
çasını yutan resm in, beğenilmesini bekliyoruz.
Bir çırpıda, ü st üste altı saatte yaptığım ız ve bir
d a h a hiçbir tara fın a dokunm adan im zaladığım ız
resimle, üç ay gece gündüz çalıştığım ız resm in
aynı n um arayı alm ası, hele çoğu zam an çabuk
yapılanın baskın çıkması, allak bullak ediyor
b ütün ölçülerimizi. İşin acıklı tarafı yalnız zev­
kine güvendiğim iz kim selerin yargısı değil, ken­
di işlerim iz karşısında takındığım ız tavır. Ü zerin­
de günde 6 sa atten 90 gün çalıştığım ız (540 s a a t
eder), 540 n u m ara beklerken sıfır almamız, bu­
n a karşılık bir çırpıda çıkardığım ız en çok 6 sa­
a tte yaptığım ız bir resm in tam n u m a ra alması,
kendi gayretlerim ize biçtiğim iz değer yargısını
kökünden baltalıyor.
Yaptığımız resim lere çabucak bir göz a ttı­
ğımız zam an b unların hangisini b ir çırpıda, h a n ­
gisini 11 çırpıda, hangisini 101 çırpıda yaptığım ızı
hem en anlayam ıyor, sadece sevip sevmediğimizi
söylüyoruz, tıpkı b ir yabancının resim lerine bak­
tığım ız gibi değerlendiriyoruz onları. Ve çoğu za­
m an, üzerinde en çok çalıştığım ız resim leri değil,
b ir çırpıda yaptığım ız resim leri tutuyoruz.
Am a b ir çırpıda yapılan resim ille de 100 de­
fad a yapılan resim den ü stü n m üdür? Yooo... Ne
güzel söylemiş Bonnard: «Bir resim ya bir defa­
d a yapılır, ya bin defada». Bundan 35 yıl önce
okuduğum ve doğruluğunu h e r A llah’ın günü
duyduğum bu gerçeğe şunu eklem ek istiyorum.
Bir çırpıda yaptığım ız resim leri, bin çırpıda yap­
tığımız resim lere borçluyuz.
Şunu da açık seçik belirtm ek lazım: Bir res­
sam yaptığı k a d a r değil, yaptığını bozduğu ka­
d a r ressam dır.

Maydanoz

İnsanoğlunun sa n at alanındaki çabasını bir


cüm le ile özetlemeye m ecbur olsam: H er günkü
em eklerini akıllıca birbirine ekleyen adam dır,
derdim .
Kendini sa n ata adam ışları deli divane eden
n e d ir bilir misiniz? N ur topu gibi bir em ek h al­
k asın a bir h a lk a d a h a ekleyeyim derken, ilk h al­
kayı darm adağın etmek. O lgun bir meyve ağacı
beklerken y ap rak tan daldan, gövdeden vazgeç­
tik, fidandan, tohum dan olmak.
Bir şoför anasm ın karlım d an şoför doğdu­
ğ u n a inanıyorsa, bir pilot, bir kunduracı, bir
kapıcı, b ir aktör, bir kaptan, bir çiftçi, bir to r­
nacı, bir ilkokul öğretm eni, bir savcı y ü rü rlü k ­
teki m esleklerine ne k a d a r bağlı iseler, ben de
ressam olarak doğduğum a o k a d a r inanıyor ve
b u n lar k a d a r da mesleğime bağlı olduğum u sa­
nıyorum . D aha doğrusu hiç kim senin anasının
k a rn ın d a n şu veya bu olarak doğduğuna in an ­
mıyorum. B undan 100 yıl önce b ir jet pilotu ve­
y ah u t bir tan k şoförü doğuran an an ın yerinde
olm ak ister miydiniz?
B ana öyle geliyor ki, b ü tü n insanların, za­
m an zam an kendilerine sordukları en belalı soru
şu olsa gerek:
Ben bu mesleği tu ta c ak yerde, bir başkasını
seçsem d a h a iyi olmaz mıydı?
H er yıl lise bitiren gençlerin yükseköğreni­
m e başlayabilm ek için geçirdikleri sınavlarda şu­
n a benzer k o nuşm alara rastlıyoruz: «Peki bu
okula girem ezsen n e yapacaksın?» G ençten alı­
n acak cevap yüzde 90 şudur: «Bu okuldan başka
H ukuk Fakültesine, Tıp Fakültesine, Teknik Üni­
versiteye, O rm ancılık Fakültesine yazıldım, h a n ­
gisini kazanırsam , ona gireceğim.»
Ü zerinde günde 6 sa atten üç ay çalıştığım
b ir resm i tam am ıyla sildiğim zam an, kendi ken­
dime sorm uşum dur: «Ressam olacak yerde n al­
b a n t olsam d ah a y ararlı olmaz mıydım?» Kosko­
ca bir in san m inicik bir m aydanoz yaprağını kıs­
k a n ır mı? Kıskanıyor işte. Mesleğin sillesini ye­
diğim zam an sağ elimle yaptığım ı, sol elimle boz­
duğum zam an b ü tü n canımı, b ü tü n aklımı, bü­
tü n sevincimi, b ü tü n tecrübelerim i ortay a serdi­
ğim halde hiçbir sonuç elde edem ediğim zam an
m aydanoz olm adığım a sahiden üzülm üşüm dür.
Bir sivrisinek gözü boyunda m aydanoz tohum u,
toprağın zifiri karan lığ ın a atılıyor, bir yanında
çelik k a d a r sert b ir taş parçası, bir yanında n a­
n e tohum u b ir yanında d a semiz otu, ötede adını
sanım bilmediğimiz bir sü rü tohum daha. Beri
y an d a solucanlar, k ırk ayaklı böcekler beş adım
ötedeki çınarın korkunç kökleri yetm iyorm uş gi­
bi karıncalar, ku rtlar, kuşlar, kaplum bağalar,
h o y rat a y a k la n insanların. B ütün b u n lar arasın ­
d a sivrisinek gözü k a d a r m aydanoz tohum u ki­
m ini öpe öpe, kim ini ısıra ısıra kıldan ince, kı­
lıç ta n keskin köklerini salacak. Bir y an d an nane
tohum una d e rt anlatacak: «Hiç telaş etm e senin
rızkında gözüm yok» diyecek, allem edecek, kal-
lem edecek, m aydanoz yap rağ ın a gereken yeşili,
kokuyu, tad ı tuzu bulup gönderecek.
Şim di sen sen ol da, ey y a ratık ların en şan­
lısı, en yavuzu, şimdi sen sen ol d a kıskanm a
maydanozu!..
Y aradan bize neler verm iş neler, nelerle do­
natm ış bizi! Bir şu bücür m aydanoz tohum una
bak, bir de şu kelleye kulağa, şu akla fikre, şu
ele ayağa. A llahım nasıl oluyor da sivrisinek gö­
zü boyundaki tohum hiç şaşm adan ödevini ya­
pıyor da, bu k a d a r takım tak lav atla koskoca in­
san ne yapacağını şaşırıyor?

Sevdiklerimizle, Bilmediklerimiz

Çalışırken, ikide bir D erain’in b ir sözünü h a ­


tırlıyorum : Leopold Levy’den duym uştum . Çok iyi
arkadaşm ışlar D erain’le. Bir gün gazetecilerden
biri D erain’e sormuş:
«Üstadım, bu şaheserleri nasıl yaratıyorsu­
nuz?»
Hiç şaşırm adan hem en cevabı yapıştırm ış
Derain:
«Gayet kolay» demiş. «Hiç du rm ad an en sev­
diğim u staları düşünüyor ve onlara bilm edikleri­
mi ekliyorum.»
Çok d ü şü n d ü rü r bu söz beni. Sevdiğimiz us­
ta la rı düşünm ek, em eklerim izin birbirine eklen­
mesi. Hepsi kabul, am a b u n lara bilm ediklerim izi
eklemeye n e buyurulur? H erhalde şunu söyle­
m ek istemiş olacak: «Eserini b ü tü n dünyaya, bü­
yük u y g arlık lara kabul ettirm iş, insafsız eleştir­
m ecilerin eleğinden geçmiş u sta la ra bağlanm ak
boynum uzun borcu. Am a benim şu an d a kendi
çevrem den, kendi yüreğim den k o p a n p işim e k a t­
tığım değerler henüz bu süzgeçten süzülm ediler.
Şu a n d a elim den çıkan işin yüzyıllar boyunca in­
sanları sevindirm esi şöyle dursun, yüz gün son­
ra kendi elimle bozulm ayacağını kim savunabi­
lir? A m a neylersin ki, bu bilm ediğim şey «ben»
im. Ve ister istem ez de sevdiğim değerlere bu
«ben»i ekleyeceğim.
Çalışırken bizi en çok şaşırtan ölçülerden bi­
r i de ne oluyor biliyor m usunuz? Çok dinç, se­
vinçli günlerde verdiğim iz k ararlarla, yorgun ve
bitik anlarım ızda verdiğim iz k a ra rla r arasın d a­
ki uçurum . Bazen d u ru p dinlenm eden on sekiz
sa a t b ir resm e çalıştığım ız olur. Üç dört m etre­
k are kaplayan bir resim se bu, kafa yorgunluğu­
n a eşit bir vücut yorgunluğu eklenir. Böyle bir
on sekiz sa a t içinde hep aynı resim üç, dört kı­
lığa girebilir. Kötü günlerim izden birisine çat­
m ışsa böylesine bir çalışm a bizi son zerrem ize
k a d a r tüketir. Ne gözüm üzde n u r kalm ıştır a r ­
tık, ne dizimizde takat. Bu du ru m d a yaptığım ız
iş ü stüne yüzde yüz sağlam b ir k a ra r verm emiz
m üm kün m üdür? Böylesi bir m eydan savaşın­
d an sonra en az yirm i d ört sa a t tam m anasıyla
dinlenm eden verilecek değer yargısı yerinde ol­
muyor.
İzm ir’de H alikarnas Balıkçısı anlatm ıştı:
«Çok sevdiğim insan larla şişelerce içki iç­
tikten sonra geç vakit eve döndüğüm olur. En
ufak bir yorgunluk duym adığım için kafam da
cıvıl cıvıl kaynaşan konuları, yazm aya başlarım .
Gün doğana k a d a r sü re r bu. En iyi yazım ı yaz­
dığım a em inim dir. Sonra yorgun, serilir uyurum .
U yanır uyanm az ilk işim gece yazdıklarım ı oku­
m ak olur. H ayretler içinde kalırım . Bir sü rü deli
saçması. Çoğu zam an hepsini yırtarım .»
Renoir, bir ressam bitirdiği işi yargılam adan
önce iki ay beklem eli dermiş.

Bir Resim Ne Zaman Biter?..

Bir resim ne zam an biter?..


A m erika’da bulunduğum sürece üniversite
çevrelerinde birkaç konferans verdim . O rad a ko-
- nuşm a sonunda dinleyicilerin soru sorm aları âdet
olmuş. S orular arasın d a en ilgi çekeni şuydu:
«Eski anlam daki bir resm in başı sonu belli. Gü­
nüm üzün resm inde b ir tablonun bitip bitm ediği
nasıl anlaşılıyor?» G erçekten okkalı bir soruydu
bu. Bunu dilediğim gibi cevaplandırm ak için en
az iki saat konuşm am gerekecekti. Ama beş on
dakika ile yetinm ek zorundaydım .
«Vallahi,» dedim, «ben renk peşindeyim. Be­
nim anladığım resim hiçbir zam an bitm iyor. Bi­
ten bir şeyler oluyor. Am a resim değil de ço­
ğ u zam an boya bitiyor, terebantin bitiyor, fır­
ça bitiyor, tu a l dayanam ıyor bitiyor ve sab ır bi­
tiyor, çalışm a sevinci bitiyor, en kötüsü öm ür
bitiyor!» Ve o n lara B onnard’ın Paris m üzelerin­
den birindeki acıklı durum unu anlattım . Bon-
n a rd ’ın elinden çıktıktan on, on beş yıl sonra
küçük resim lerinden biri müzeye konur, uzun
süre resm ini görm eyen B onnard b ir başkasının
tablosunu seyredercesine inceler kendi eserini.
Gözü resm in bir köşesine takılır. Bu köşeye ufak
birkaç fırça vuruşuyla konulacak iki üç rengin
tabloya büyük ölçüde değer vereceğine inanır.
A m a bu resm in bulunduğu salonda öyle insaf­
sız b ir bekçi v ard ır ki, neuzübillah! Bonnard tam
b ir h a fta bekçinin adım larını hesaplar ve önce­
den hazırladığı küçük paletini cebinden çıkar­
m asıyla dilediği renkleri koym ası bir olur.
Raoul Dufy için de şunu duym uştum . D ufy’
n in eserlerini uzun zam andan (beri büyük b ir
sevgiyle inceleyip en önem lilerini satın a la n lar­
d a n birisi Dufy’e yazdığı m ektupta, falan ca res­
m inin b ir köşesinde çok büyük b ir lekeden şüp­
h e ettiğini, bunun b ir sü rtü n m e veya kaza so­
nu cu olup olm adığını incelem esini diler. Dufy
üşenm eden gider, resm i görür, bu lekenin k a ­
za ile olm adığını, kendi elinden çıktığını fa k a t
sahiden yerine oturm adığını belirtir, özür diler
ve paleti aldığı gibi o lekeyi düzeltir.
İmzalı, tarih li üzerine m akaleler yazılmış, fo­
toğrafları çekilip k ita p la ra geçmiş bazı tabloları
gözünün yaşına b akm adan bozan, kendi resm i­
nin ü stüne veya çevirip ark asın a bam başka re ­
sim ler yapan değerli ressam lar tanıdım . Doğru
m u bu yaptıkları? Sanm ıyorum , am a kendi bile­
cekleri bir iş. Z am an zam an şiir sanatı ile resim
sanatını, m üzikle resm i k a rıştıran la rın kulakları
çınlasın. Bir şiir, bir m üzik bir defa yayım lan­
m aya görsün. Hem en herkesin m alı olabiliyor.
Y ayım landıktan so n ra şa ir dilediği değiştirm ele­
ri yapm aya devam ededursun. A ta binen Üskü­
d a r’ı aşm ış oluyor. A m a resim bir defa silindi mi,
ark asın d an a rtık k u rşu n yetişmiyor!

K artalla Kaplumbağa

Ne tuhaf! Biz bazen iki üç gün sonra ölecek­


mişiz gibi yaşıyoruz. Bazen de iki, üç yüzyıl daha
yaşayacakm ışız gibi. Bazen o k a d a r tez ki canı­
mız, kabım ıza sığmıyor, fık ır fık ır kaynıyor, kö­
pürüyor, ne gü n ü n doğm asını bekleyebiliyoruz,
n e de güneşin batm asını. Öylesine şahlanıyor ki,
arzularım ız, ok gibi fırlayıp uçuyoruz. Sonra bu
tez canlı, bu k ab ın a sığm ayan delifişek aynı gün
aynı hız içinde:
«Ha! Şu mesele mi? Ohooo, d a h a d u r b ak a­
lım. O nu düşü n ü rü z elbet» diyebiliyor.
Ç ünkü biz aynı an d a hem m aydanoz olmak
istiyoruz, hem kavak ağacı! Ç ünkü biz aynı a n ­
da hem toprak altında, hem deniz dibinde yaşa­
m a gücü olan b ir böcek, bir balık olmak istiyo­
ruz, hem de aym an d a yedi k a t gökyüzünde sü­
zülen bir kartal. Canım ıza okuyan bu değil mi
bizim? A m a insan olm ak da bu değil mi? İnsa­
nın en büyük gerçeği bu değil mi? Siz hiç k a rta ­
lın kaplum bağayı nasıl yediğini duydunuz mu?
K artalın bir pike y ap arak kaplum bağayı pençe­
sine takıp havalanm ası bir an d a olur. Kocam an
bir som un boyundaki kaplum bağa, neye u ğ rad ı­
ğını şaşırm ış korkunç bir geziye çıkm ıştır. En az
üç yüz m etre yüksekten yeryüzüne bakar. Gözle­
ri kam aşır. K artal az gider uz gider. En az bir
oda genişliğinde düz bir kayalık bulur ve k a rta l­
ca bir hesap yaptıktan sonra yirm i otuz m etre
k ala kaplum bağayı kayaların üzerine bırakır. Ol­
g u n bir ceviz gibi kırılır kaplum bağanın kabu­
ğu. K artal hem en ayıklanm ış avının üstüne yu­
m ulur.
İnsan deyince aklım a hep bu k a rta lla kap­
lum bağa geliyor. A m a onların gökyüzündeki h a l­
leri, birisinin çelik pençelerinin kıskacı içinde
birkaç dakika sonraki sonuçtan habersiz, am a
dehşetli korkm uş hali. Buna karşılık k a rta lla rın
yüzde yüz kendinden em in ve m ağ ru r süzülüşü.
İnsanoğlu ne kartal, ne kaplum bağa, insan­
oğlu dediğin aynı an d a hem gökyüzündeki k a r­
tal, hem pençedeki kaplum bağa.

Kendinden Söz Açma Konusu

Çalışırken başım a gelenleri yazm aya u ğ ra ­


şırken kırk yıllık arkadaşım , m eslektaşım N u­
ru lla h Berk’in son sergim le ilgili bir yazısını oku­
dum. Konuyu bu yazı dizisine eklem ek isterken
elimi tu ta n bir şey vardı.
Kendim den söz açm a korkusu. Öylesine yıl­
d ırm ışlar ki bizi, kendim izden söz açarken ödü­
m üz patlıyor. Ne yapıp edip başım ızdan geçen­
leri, b ü tü n vücudum uzla duyduklarım ızı başka­
ların a m al ederek an latm a yolunu seçmişiz. Ede­
biyat dünyasını içinden çıkılm az bir kuyuya dön­
düren bu olsa gerek: Y azar işlediği konuyu ya­
şam ış mı, duym uş mu, tasarlam ış mı? G ündelik
hayatım ızda hiçbir fırsat kaçırm adan sadece
kendinden söz a ç an la r sevimsiz kim selerdir. Ne
tuhaf, biz tanıdıklarım ızdan kendi başından ge­
çenleri değil de, başkalarının başından geçenleri
anlatm asını bekliyoruz. N eden acaba? Yanılm ı­
yorsam , karşım ızdakinin hiçbir zam an kendi ba­
şından geçeni olduğu gibi anlatm ayacağına, bize
gerçeğin suyunun suyunu vereceğine evvelinden
inanm ışız d a ondan.
Yüzde yüz kendini ilgilendiren konuyu nasıl
olsa bize anlatm ayacak. A m a kom şunun başı­
n a gelenleri insafsızcasına, gerçekten hiç sakın­
m adan anlatacak. Yarım bir şey dinlemektense,
gerçek b ir hikâye dinlem ek d a h a iyi değil mi?
Kendi başından geçenleri d ört beş kişiye yükle­
m ek zorunda k alan rom ancı, hikayeci, şa ir bu
yüzden yüzyıllar boyunca şaşırtm ış, deli divane
etm iş bizi. Berk’in yazısından söz açabilm ek için
nerelere gittik. A m a bu kendinden söz açm a kor­
ku sunu tah ta k u ru su gibi ezm ek lazım. Ben sev­
diğim bir u stan ın gerçek tasaların ı kendi ağzın­
dan, kendi kalem inden duyduğum zam an mı, da­
h a çok ilgilenirim , yoksa şundan bundan duydu­
ğ u m zam an mı?
M eslektaşım N urullah Berk yayım ladığı y a ­
zısında yer alan düşüncelerini, bundan b ir yıl ön­
ce b a n a aynen anlatm ıştı. D üşündüğünü, söyle­
diğini olduğu gibi yazm ak ne güzel şey. Söyle­
diği gibi yazm ış hepsini. A rkadaşım bir cüm ­
leyle, «Sen bun d an on yıl önce kişiliğini bulm uş­
tun, ne diye b u n u bırakıp başka şeyler arıyor­
sun?» diyor.

Kişilik

Kişilik konusu belalı bir konu. Berk’in bu ko­


n u üzerinde uzun uzadıya durduğunu, sadece
b u konuyu işlediğini hatırlam ıyorum . F akat son
konuşm alarım ızda b a n a kişilik üzerinde çok gü­
zel b ir örnek verdi:
«Mesela, üzüm gözlü keçiler, badem gözlü
sıp a la rın resm ini yapan T urgut Zaim» dedi. «Bak
işte, o kişiliğini buldu ve bugüne k a d a r ondan
şaşmadı.»
T urgut Zaim çok sevdiğim bir ressam dır. Bu
sevgiyi birkaç yazıda da belirttiğim i hatırlıyo­
rum . Onun, benim gibi m aydanozu kıskanaçağı-
m sanm ıyorum . Yaradılışımız, h a y a t şartlarım ız
h e r ikim izi başka başka dilim lere bölmüş. Mese­
la şiir rü zg â rı beni bazen öylesine alıp götürm üş
ki, ressam lığım ı yadırgadığım günler olmuş. Bu
konuda Berk'le konuşm alarım ızda son sözüm şu
olm uştu.
«Peki ben otuz yıl şöyle resim yaparken niçin
birdenbire böyle resim yapm aya k a ra r verm işim?
Bu yaştan sonra gelip geçici bir m odaya bir esin­
tiye kapılm am im kânsız değil mi?»
Şimdi bu kişilik sözü üzerinde biraz duralım .
S an at alan ın d a kişilik sözü kaç yaşındadır. Bun­
dan üç yüzyıl önce böyle bir söz v a r mıydı, sa­
n a t alanında? U sta çırak geleneği m i birinci
plandaydı eskiden, yoksa kişilik tasası mı? Bu­
g ü n canım ızı ağzım ıza getiren vahşi kabile işle­
rinde, pirim itiflerde, Çin, İran, H int m inyatürle­
rinde kişilik m i arıyoruz, yoksa su katılm am ış bir
gelenek mi? A rkadaşım ıza sorsak, Ayasofya, Ka­
riye m ozaiklerini yapan ressam ın ism ini söyleye­
bilir mi? Kişiliğini belirtebilir mi? Sanm ıyorum .
Eski yazı sanatım ız dışında T ürk nakış sanatını
d ünyanın en büyük m üzelerinde baş köşeye o tur­
ta n eli öpülesi bir gelenek m idir, yoksa kişilik
mi?
Yanılm ıyorsam, günüm üz resm inde kişiliğe
yepyeni anlam veren Picasso olm uştur. Picasso’
d an on tane resim seçsek ve b u n ları kişilik üs­
tü n d e akim ı, kalem ini bilemiş, am a o güne dek
Picasso’d an bir tek iş görm em iş eleştiricilerden
birine göstersek, Picasso’n u n kişiliğini bulabilir
m i dersiniz? Picasso’n u n resim dünyasına ve bu
kan ald an b ü tü n dünya sa n atın a getirdiği en bü­
yük hediye şu olsa gerek:
«Sanatçı, çevrenin zorla isteğini değil, kendi
içinden geleni yapabilen ve bu yü zd en sevilip
sayılan insandır.» Resmin eskisi yenisi v a rd ır ger­
çeğini an cak şöyle anlatabiliriz. Corot’ya k ad ar
b ir Rem brandt, bir Goya, bir Titian, tabloların­
d an bir tanesine kişiliklerini olduğu gibi koya­
biliyorlardı. O nlardan b ir tek tablo görm ek de­
ğerleri hakkında tam b ir fikir edinm emize ye­
tiyordu. A m a ben bugün size bir tek Klee b ir
tek Picasso b ir tek M atisse göstereyim de siz bir
tek eserle bu büyük san atçıların değerini biçin
bakalım . Bu büyük gerçeği nasıl olm uşsa olmuş
çok az zam an içinde sa n a t dünyasına Picasso k a­
bul ettirm iş. Picasso’d an önce resim dünyasında
h e r dalından başka b ir meyve sa rk a n ressam a
büyük dem ek şöyle d u rsu n soysuz, sa k at denir
ve böylesi bir ağaç baltalanırdı. Öğleye k a d a r
oturup uslu uslu karısının Ingres vari portresini
çizen Picasso, öğleden sonra beş gözlü, sekiz m e­
meli, dokuz kalçalı b ir h a tu n resm i yapıyor. Er­
tesi g ü n öğleye k a d a r çini fırını başında, öğle­
den so n ra g ra v ü r yapıyor. D aha sonra d a bun­
ların hepsine sırtını çevirip üç d ört ay sadece
heykel yontuyor. Bu a ra d a çalışm a tarzını filme
alm ak isteyenlere de en u fak b ir zorluk çıkarm ı­
yor. Picasso’dan önce, değil yalnız resim alan ın ­
da hiçbir sa n at çevresinde böylesine bir bölünü­
şü savunacak ve kabul ettirecek bir eleştirm eci
tasarlayabilir misiniz?
Picasso’n u n açtığı yoldan cesaret a la rak ni­
ce şairler tanıdık ki, resim yapm aya başladılar.
Eskiden de yaparlardı, fa k a t gösterm eye ödleri
patlardı. B audelaire’in, Hugo’n u n bir sergi dol­
du racak k a d a r bol resim lerini neden sonra gör­
dük.
Evet! ö y le zam anlar oluyor ki, insan b ir
m aydanozu kıskanıyor. A m a insanoğlunu ille de
b ir tek çeşit meyve verm eye hiç kim senin zorla-
yam ayacağım Picasso ispat etti.
Ben ille de, sanatçı dediğimiz ağacın bir da­
lından elma, ötekinden pabuç, berikinden kon­
serve kutusu, bir başkasından kandil, buna ben­
zer ak la gelmeyecek şeyler sarksın demiyorum.
Yunus E m re'nin «Çıktım erik ağacına, on­
d a yedim üzümü» dediği; belki sadece aşılanm ış
b ir ağaçtı. Bir ağacın dallarından çeşitli meyve­
ler sarkm asından ürkm eyelim . Yeter ki, bu mey­
veler bizi doyuran, besleyen kocam an özlü mey­
veler olsunlar.
Esrarını m esneviden aldım
Çaldımsa da m iri m alı çaldım
Fehm etm eye sen de him m et eyle
Ol gevheri bul da sirkat eyle.
Şeyh G alib’in bu şiirini okuyalı en az otuz
beş yıl geçti aradan. H er geçen yıl, bu öğüdü
b ir k at d a h a değerlendirdi. Bizim kuşak için
açık seçik olan bu şiiri bugünküler için biraz da­
h a açalım . İşin s ırn n ı M esnevi’den aldım, çal­
dım am a herkesin olanı çaldım. Sen de bunu
an lam ay a çalış. H erkesin m alı olan o m ücevhe­
ri buldun m u hiç durm a, al, sıvış.
Picasso’d a Klee’de herkesin m alı olanla yüz­
de yüz kendilerine has olanı ayıklam ak b ir polis
rom anı okum aktan d ah a m eraklı olsa gerek. Bu
büyük u sta la rın h e r ikisi de eşlerine az rastla ­
n ır bir müze, koleksiyon kurdu. Bu gün dünya­
nın b ü tü n köşelerinden A vrupa’nın ayağına ka­
d a r gelmiş gözle tadılan ne k a d a r sa n at eseri
v arsa hepsini bildikleri m uhakkak. M eşhur bir
A lm an doktorunun dünyaca tanınm ış deli resim ­
leri ve çocuk resim leri koleksiyonundan en çok
bu büyük u staların faydalandığı söylenir. Deli
resim leri bir yana, bugünün resim dünyasında
çocuk resm i diye bir d u rak var. Buna resim b a h ­
çesine yeni eklenmiş bir fide, bir fidan diyebili­
riz. D ünya k u ruldu kurulalı, çocuklar resim ya­
pıyorlardı. Am a b u n lard a bir lezzet, bir değer
olduğunu yeni resim, anlayışına borçluyuz. M a­
ğ a ra devrinden bu y an a vahşi kabile sanatında,
kıyıda bucakta kalm ış sahipsiz halk sa n atların ­
d a biz hep bu çocuksu lezzeti bulduk. Bu tadı
ressam ca incelediğimiz zam an ü n ü dünyaya ya­
yılmış ressam lard a bulam adığım ız değerler bul­
duk. Başına buyruk çizgiye, hiçbir renk tadı ver­
m eden yaşayan lekeye, tek b aşına kendini savu­
n a n renge b u n lard a rastlad ık ve a ltla rın d a im­
za, başların d a kişilik olm adığı için dilediğimiz
gibi faydalandık bunlardan. A m a b ü tü n mesele
bu faydalanm a yolunda. Eğer bu faydalanm a sa­
dece bir taklide dayanıyorsa adını bile etmeye
değmez. A m a bu faydalanm a Şeyh G alib’in de­
diği gibi herkesin olanı arayıp bulm a gücüne da­
yanıyorsa başınızın üstünde yeri var.

Sinek Sarayı

Bir ay oluyor bizim M em uş B ursa’ya gitm iş­


ti. M em uş bu ya; B ursa’n ın en kalender, en m i­
nik, am a en şirin otelini bulm uş.
Bir a rk ad aşla M em uş’u n oteline gittik, biz
d e bir gece kalıp ertesi gün hiç görmediğim iz Îz-
n ik ’e u ğ ray a ra k İstanbul’a dönecektik.
M em uş’u n otelinin m inicik bekleme odasının
tav an ın d a öm rüm de görm ediğim salkım saçak,
a m a şirin mi şirin, sazdan örülm üş incik boncuk
b ir peri m asalı sarkıyordu.
M ernuş’u n banyodan çıkm asını bekliyorduk.
O n beş dakikada C alder’in m obillerine taş çı­
k artan , en ufak b ir h av a değişimi ile ü rperen bu
saz çöplerinden örülm üş avizeye dalıp gitmişim.
O tel m üdürü, «Çok hoşunuza gitti galiba?» dedi.
«Bayıldım» dedim. «Bunlardan bir tane bulup
İsta n b u l’a götürm eyi çok isterdim . B unun bir
ad ı v a r mı, çok pahalı bir şey mi?»
Otel m üdürü tatlı tatlı güldü.
«Biz doğm a büyüm e Bursalıyız, fa k a t biz de
b u n u ilk defa sizin M em uş Reis’in elinde gör­
dük; o k a d a r hoşum uza gitti ki, gidene k a d a r
b u ra y a asm asını rica ettik. B ursa ilçelerinin bi­
rinde örülüyorm uş. Buna sinek sarayı derlerm iş.
Sinek sarayı bir m etre boyunda, 60, 70 santim
yüksekliğinde tav a n a bir iple asılıyor. Sazdan
örülm üş bir siniden, yem ek tabağı boyunda otuz
kırk p a rç a sarkıyor, b u n lara d a çay tabağı bo­
y u n d a y av ru lar ekleniyor.
Sazdan örülm üş tab ak ların çevresinden köy­
lü yazm alarında, başörtülerinde rastla n a n oyalar
sarkıyordu, am a bu oyalar yazm adakiler gibi
uzun emeklerle, iğne ile örülm üş değil, sadece
renkli bez parçacıklarından pul pul kesilmişler­
di.
Sazdan örülm üş h e r tab a k d ört ucundan ip­
lerle öteki tab a k lara bağlanıyor, u çu rtm a yapan­
ların çok iyi bildiği b ir denge ile tavandan sarkı­
yordu.
Otelin beklem e odasının k a p ıla n açılıp ka­
pandıkça sinek sarayını ören allı pullu saz taba-
k a la n sevinçle tir tir titriyor, h er titreyişte ren k ­
li bez parçacıkları, ak la gelmez, tasarlanm ası im­
kânsız ren k dizileri yaratıyordu. 1950’den bu ya­
n a dünya ölçüsünde bir ilgi uyandıran A m erika­
lı heykeltıraş Calder bunu veya benzerini m u­
h ak k ak görm üş, herkesin olan bu güzel geleneği
benim semişti.
Şeyh G alib'in «miri malı» dediği buydu. İlk
aklım a gelen şey bundan bir tane alıp C alder’e
gönderm ek oldu, paket ve posta p arası ile birlik­
te 20 liraya giderdi bu hediye. M em uş’u n bunu
on liraya aldığını duyunca ilk önce sevindim, son­
r a ağlam aklı oldum. Bu işçilik bir insanın dört
gü n ü n ü yutardı, b u n u alıp satan ın da k ârını çı­
karırsan, yapanın eline geçeni hesaplayın.
Hey! Benim emeklerim, göz nurunu, yüre­
ğini bedava sav u ran köylüm! Ellerin d ert gör­
m esin senin! Am a cöm ertliğin bu k a d a rın a Av­
ru p a ’d a A m erika’da biliyor m usun ne diyorlar!
Sen ıslık ça la r gibi kilim dokursun, türk ü söy-
lercesine örersin, to prak kazarsın, savaşırsın,
ölürsün.
A vrupalının, A m erikalının göz nuruna, alın
terine, el emeğine biçtiği değerle şeninkini karşı­
laştırdığım ız zam an oralı bile olmuyorsun. As­
lında a ra d a böylesi bir fa rk olabileceğine in an ­
m ıyorsun bile. İnsan çaldığı ıslıktan da p a ra pul
bekler miymiş? A m a şunu bilesin ki A vrupa’da
olsun A m erika’da olsun yirm i sene ü st üste h er
A llah’ın günü d ört beş sa a t d urup dinlenm eden
ıslık çalabilenlere «sanatçı» diyorlar. Sen dört
g ün çalışarak ördüğün sinek sarayından 4 lira
kazanıyorsan, o d ört defa ıslık çaldı mı, en az 4
bin lira kazanıyor, senin el emeğin, göz n u ru n
böylesine ç a r çu r olunca ben utancım dan yerin
dibine geçiyorum.
C alder’e b ir sinek saray ı gönderm ekten vaz­
geçtim, o bunun belki de çok d a h a değişik olan­
larım biliyordur. Bu gelenek de bazı elişlerim iz
gibi bize ta eski Çin uygarlığından kopup gel­
miş olmalı. K urum uş kam ış parçalarıy la incecik
cam ve m etal y a p rak larıy la tav an d an iplik ip­
lik sarkan, en ufak bir rü zg â rla titreşip birbiri­
ne değerek kulağı okşayan sesler çık aran eski
Çin geleneğini hatırlıyorum . Bu kadarını elbet
C alder de bilir, am a ne olursa olsun sa n a t a la­
nın d a en çok seven kazanıyor. x
C alder öm rü billah p u t gibi d u ran ı değil, kı-
m ıldayam d a h a çok. duym uş, d a h a çok sevmiş,
heykel san atı a la n ın a mobil, yani «kımıldar» di­
ye yepyeni bir çeşni getirm iş. Bizim köyün h er
nefeste kım ıl kım ıl kım ıldayan sazdan örülm üş
on liralık sinek sarayından C alder’in tenekeden
kesilmiş m ilyonluk k ım ıld a rla n n a (mobillerine)
m erhaba!..

Yüzdd Yüz Yepyeni Çelimsizdir

A m erika’d a büyük bir çiftliği geziyorduk.


Çiftliğin ah ırların d a n birisinin yanı başında on
beş yirm i tan e otomobil vardı. Çiftlik sahipleri
b u n d an elli yıl önce kullandıkları otomobilden
b aşlay arak bugüne k a d a r kullandıklarını bir m ü­
ze saygısıyla y an y a n a dizmişlerdi. Bizim kuşak
ilk otomobilleri h a tırla r. Böyle olduğu halde oğ­
lum ile birlikte gülm eye başladık. Ü stü açık oto­
m obilin hantallığı, acem ice p a rç a la n , içi ot dolu
tekerlekleri on yaşında bir çocuğu güldürecek
k a d a r tuhaftı. H er yeni modelde otomobilin nasıl
' değiştiğini, n asıl derlenip toparlandığım görm ek
ve son modelle, ilk çıkan arab ay ı karşılaştırm ak
yam an bir ders oldu benim için. Şüphesiz ki, oto­
mobil bir kağnı azm am değildi. K ağnıdan teker­
lekli a t arabasına, paytona, atlı tram vaya k a d a r
gelmiştik. Otomobil m otorları için kullanılan d ö rt
beygir, beş beygir sözü h â lâ şaşırtır beni. İlk oto­
mobil örneği, bütün hantallığını b ü tü n acem iliği­
ni, sakarlığını, yüzde yüz yepyeni olm asına borç­
ludur. Büyük İskender’in zafer arabası ilk oto­
mobilin yanm da çok d a h a kıvrak, çok d a h a alım ­
lıdır. İlk otomobil hantaldır, çirkindir, cılızdır,
tıknefestir. Bugün bizi güldürdüğü gibi ilk çıkı­
şında d a birçoklarını güldürm üştür. Böyle olm a­
sına böyledir, çünkü ilk otomobil yüzde yüz yep­
yenidir. Bir buluşun hem yüzde yüz yeni, hem
de dörtbaşı m am ur m ükem m el olması m üm kün
m üdür?
Bugün bakkallarım ızdan taze yu m u rta gibi
satın alıp elimizle taktığım ız elektrik am pulle­
ri, elli yıl önce acep ne biçimdi? Lindbergh'in
A tlantik O kyanusunu geçtiği uçakla, günüm ü­
zün hangi babayiğit pilotu b u rad an A n k ara’ya
uçabilir? İlk b u harlı gemi, ilk lokomotif, baş­
langıçta böylesine hantal, böylesine çelimsiz de­
ğil m iydiler? Son elli yıl içinde gelişen yeni res­
m in büyük u sta la rı çıktığı halde, h â lâ yadırgan­
m ası bu yüzden olacak. Yepyeni bir buluş ku­
şak tan kuşağa, bazen gözle fa rk edilemeyecek
k a d a r ufacık fark larla gelişiyor. D ünyam ıza yeni
resm in kapılarını açan Cezanne bugün klasik
u sta la rın yanı başında yer aldı. Bundan elli yıl
önce resim m eraklılarım küplere bindiren Cezan-
n e ’ın resim leri yanm a, günüm üzün yaşayan bü­
yük u sta la rın d an birisinin işini koyarsak, yeni
resm in iki üç kuşak içinde n e büyük yollar aştı­
ğını görürüz. G ünüm üze k a d a r layık olduğu
önemli yere kavuşam ayan ren k karşısında dire­
nenlere hep çiftlikteki otomobil dizisini h a tırla tı­
yorum. Hiçbir biçim oyunundan m edet um m a­
dan, rengi başına b u yru k bir değer halinde su n ­
m a k tasası; yüzde y ü z yepyenidir. Böyle olduğu
için de tam m anasıyla m ükem m el sonuçlara va­
ram am ıştır. Hele b ü tü n öm rünü bu tasaya ada­
mış dört beş nam uslu rassam kuşağı birbirine
eklensin. Bu tasada yalnız m alzem e oyunları gö­
renler, hedefe değil, hedefe götüren yollara ta­
kılıp kalanlar, bir gün şaşırıp kalacaklar. Y ü zd e
y ü z renk tasasından doğan resim, bugün h enüz
em eklem e yolundadır. Cılızdır, am a bu acemice
em eklem enin ardından n u r topu gibi gürbüz kir
renk düzeni fışkıracak. Bugüne kadar adını sa­
nını duym adığım ız m ilyonlarca isimsiz, sahipsiz
renk, yepyeni bir yaşam a gücü katacak dü n ya ­
m ıza*

* Bedri Rahm i, «N e Tuhaf» başlıklı b u u zun ya zıd a .


Resme Başlarken adlı kitab ınd aki ayrı başlıklarla ya zd jğ,
kim i yazıları b ir araya getirm iştir. (Resm e Başlarken, B il­
g i Y a y ın e v i, M a y ıs 1986, A n k a ra .)
GÖRÜNTÜ
(SİNEMA ve FOTOĞRAF)
ÜZERİNE
BİRİ YALAN, BİRİ GERÇEK

N utuk veya kraliçeleri p arm ağına dolam asa;


sinem alardaki havadis film lerine doyum olmaz­
dı. Hele o önemli spor gösterilerini, kasırgaların,
fırtınaların, savaşların m arifetlerini, en ufak bir
sıkıntıya k atlan m ad an seyretm ek yok mu!.. H a­
vadis film lerini bu k a d a r sevimli kılan onların
sahici oldukları k a d a r cabadan oluşları. Dam­
dan düşercesine, bol keseden, d u ru p d ururken
sunulm uş olm aları.
Eksik olm asınlar, sinem acılar b ir sü rü saç­
m a sapan uy d u rm aları bize p a ra ile satarken;
sahibi h a y a t köşeciklerini, birkaç çimdik, bir iki
tutam , tadım lık niyetine olsun bedava sunuyor­
la r ya. Havadis film lerinin, h an i şu ak tüalite de­
n en film lerin b ü tü n dünya sinem alarında asıl
oyun başlam adan gösterilm esi köklü bir gelenek
olmuş, şim dilik çerez kabilinden h a rc a n a n bu
sahici fotoğrafların gitgide d a h a ağ ır basm asm ı
um uyorum . B ana kalırsa asıl sinem a, bu sahici
fotoğ raflardan hız alan sinem adır. Hayatı, h a y a ­
tın ta kendisi ile anlatabilm ek tasası, yalnız si­
nem aya vergidir. Y apm acık fotoğraflar, sahicile­
rin birbirlerine d a h a iyi bağlanm ası, d a h a ra h a t
akıp gidebilm eleri için kullanıldıkça, sinem a ken­
di çöplüğündedir. Sinem a yapm acığı, u ydurm a­
yı, düzenlem eyi birinci p lan a aldıkça kardeş sa­
n a tla rla kolay kolay aşık atam az. Tasarlam a, icat
etme, yoktan v ar etm e alanm da, insan kafası,
sa n a tta n nasip alm ış insan kafası sinem anın ola­
ğ anüstü gözlerine taş çıkartır. Ama, gerçeği ko­
valam a, h ay atın akışını olduğu gibi verm e konu­
sunda hangi yaratıcı insan sinem anın gözleriyle
-yarışm ayı göze alabilir? Sinem anın gözlerinden
başka hangi söz, son hızıyla («uçan» demeye di­
lim varm ıyor. «Uçan» deyince insanın aklına,
leylek, kelebek, kırlangıç gibi ağzı sü t kokan hız­
la r geliyor), fırlam ış bir tepkili uçağın cam ından
e tra fta olup bitenleri kalem e alabilir?
Fotoğraf m akinesi, sinem acıların eline geçer
geçmez dünyanın en m üthiş silahlarından birisi
oldu. Birinci C ihan H arbinde kasatura, İkincisin­
de m akineli tüfek k a d a r iş gördü. Hey Allahım,
acaba savaş a lan ların d a sahici savaşları film
m akinelerinin gözleri k a d a r hangi göz görebildi.
Bu hengâm ede hangi el, hangi kalem, hangi dil
film m akinesi k a d a r dolanm adan dönebilirdi?
Bizler film m akinelerinden şim dilik sadece
m asal dinliyor, gönül oyalıyoruz. En ucuz, en r a ­
h a t biricik eğlencemiz, en büyük lüksüm üz sine­
m a değil de nedir? A m a bu m akine yok m u? Bu
alicengiz film m akinesi. O sadece m asal anlatan,
gönül eğleyen bir m akine değil ki, dünyanın kaç
bucak olduğunu bize doğru d ü rü st anlatabilecek
biricik öğretm en bu m akinenin içinde. D ünya­
mızı sım sıkı saracak, sevecek okşayacak, en uzun,
en sağlam kollar bu m akinenin içinde.
Ey gözünün bebeğine k u rb an olduğum film
makinesi! Senin en güzel, en faydalı, en kısa, en
bereketli bir okul kesilebilmen için ille de, üçün­
cü, dördüncü, beşinci dünya savaşlarına katılm a­
n ı mı bekleyeceğiz? Sen en verimli, en işe yarar,
en sahici fotoğraflarını ille de dum anlı, b aru tlu
savaş a lan ların d a mı çekeceksin?.. Sen, yüzyılım ı­
zın en övünülecek icadı, bize sadece savaş yılla­
rın d a n sahici fotoğraflar verecek, sonra oturup ih­
tiy a r nineler gibi hep m asallar mı anlatacaksın?
M asallara h e r zam an ihtiyacım ız olacak. Ama
senin m asaldan d ah a iyi anlatacak nelerin yok
ki. Elinin a ltın d a b u ram b u ram tü te n h ir dünya
var. Bize bu dünyayı tam m anasıyla yalnız sen
anlatabilirsin. Ben, en u fak b ir rü zg â rla yaşaran,
en ufak b ir çöple b u lan a n bu gözlerle uçan m er­
m ilerin, k açan tepkililerin, tepkisizlerin, atom ­
ların ark asın d an nasıl koşar, nasıl yetişirim . Ak­
lım fikrim sa n a em anet film m akinesi. Seni gö­
züm üz gibi sevelim, gözüm üz gibi sakınalım . Sen
bizim uçan gözlerimizsin, bugün b u rad a yarın
dünyanın öteki uçundasın. Sinem a stüdyolarının
yedikleri içtikleri o n la n n olsun, sen bize dünya­
mızı olduğu gibi an latm aya bak. Olduğu gibi.
Allayıp pullam adan, süslemeden. On bin m um ­
luk lam balarını, gözüm üzü kam aştırm ak için de­
ğil, gözüm üzü açm ak için yak, dünyam ızın k a ­
ra n lık köşelerine tu t ışığı. Y arım yam alak belle­
diğimiz şeyleri olduğu gibi ser gözüm üzün önü­
ne. Renklisi çok pahalıya m al oluyorsa renksizi­
ne, seslisi yıkım sa sessizine de razıyız. Yeter ki
sen bize dünyam ızdan doğru d ü rü st hab erler
ulaştır.
Sinem a film leri bizi yapm acığa o k a d a r alış­
tırm ış ki, oyun başlam adan önce gösterilen h a ­
vadis film leri istedikleri k a d a r sahici olsunlar,
çoğu zam an hiçbir iz bırakm adan u nutulup gi­
diyorlar. O k a d a r ki; sanki u ydurm a olan h a y a ­
tın kendisi de sahici' olan öteki. Hepimizin d ah a
bilet alm ad an önce yalancı olduğunu kabullen­
diğimiz oyun, sanki gerçekleşm iş de ötekiler, sa­
hici olaylar, fırtınalar, kıyam etler hepsi havacı­
va!..
Film lerden birisinin başındaki a t yarışları­
nı gördünüz m ü? O tuz kırk atın yarıştığı engel­
li bir koşu. D ört beş dakika içine kocam an bir
film konusu sıkıştırılm ıştı. T abanca patlıyor. At­
ların karm akarışık çıkışları. Sonra birbiri a rk a ­
sından engeller başlıyor. Dört beş süvarinin te­
p etakla gittiğini görüyorsunuz. Nasıl oluyor da
yerde h â lâ kendine gelememiş kıvranan süvari­
lerden birisi olsun a tla rın ayakları arasın d a bir
kere d a h a hırpalanm ıyor? Engel çitinin öte ya­
nında olup bitenleri görm edikleri halde çiti aşan­
lard an hiçbirisi, yerde serili adam a dokunm uyor.
K eram et a tta mı? Süvaride mi? D aha sonra sü­
varisi düşen a tla rd a n birisi yarışa başıboş devam
ediyor. Bir a ra en önde giden a ta yetişiyor da,
yalnız başına çitlerden aşan a t derhal film in k ah ­
ram anı kesiliyor. Sonuna k a d a r benim aklım on­
d a kaldı.
Acaba yarışı yalnız başına bitirse say arlar
m ı diye bir m erak. Ve onun başta gelmesi için
kuvvetli bir istek. Am a son tu rla rd a bizimkini
gözden kaybettik. İşin tu hafı ben o akşam gör­
düğüm kocam an filmi un u ttu m d a yalnız başm a
koşan atı bir türlü unutam ıyordum . Niçin ü stü n ­
den kocam an bir yükü attığı halde d a h a çabuk
koşam ıyordu? Demek dizgin ve kırbaç lazımdı.
B unlar olm ayınca hayvan kendi m ünasip gör­
düğü k a d a r koştu, sonunda,
«E! Bugünlük bu k a d a r yetişir...» dedi, çıktı
işin içinden.
Öyle ya, ille de birinci olmak hayvanca ol­
m asa gerek; bu insanca bir alışveriş değil mi?
O gece gördüğüm kocam an film b an a hiç­
b ir şey düşündürm edi. Başıboş a t h â lâ koşup
duruyor.
Hepimiz onun kazanm asını istiyoruz. Ona,
sahibine, acıyoruz. O nun basm akalıp ölçüleri
çiğnem esini, süvariler, biniciler, jokeyler ü stü ­
ne edilen sözleri boşa çıkarm asını bekliyoruz.
B ütün y arışm alarda yüreğim iz hep zayıflardan
yana. O nun yarışı kazanam ayacağını bildiğimiz
halde, olağanüstü bir şeyler um uyoruz. Niçin?
H erhalde peşin ölçülerden k u rtulm ak hoşum uza
gidiyor d a ondan. A dam ın birisi kem ana çalışı­
yor diyelim, on beş sene d u ru p dinlenm eden ça­
lışıyor. Sonunda herkesi sevindirecek, aferjn de­
dirtecek k a d a r kem an çalabiliyor. Am a bir de
bakıyorsunuz başka birisi onun on beş senede
yaptığını iki senede başarıyor. O ndan ü stü n de­
ğil onun k a d a r bir başarı, am a iki senede!.. Öte­
kine verilen aferinler derhal geri almıyor:
«Senin on beş senede yaptığını herifçioğlu
iki senede başardı!» diyorlar.
Hele birisi çıkıp bu zam anı iki aya, iki h af­
tay a indirdi mi değm eyin m illetin keyfine. Ne­
den? Ç ünkü b u rad a hepim iz için bir üm it kapı-
sidir açılıyor. Ç ünkü hepim izde hâlâ, mucizeye
benzeyen olaylara in an m a gücü yaşıyor.
«İnsanoğlu bu!..» diyoruz. «Belli olmaz ki!..
Kim bilir, kırk ın d an sonra kem ana, altm ışından
sonra resm e, yetm işinden sonra edebiyata me­
ra k salıp b ir nefeste dünya çapında olm ak üm i­
di v a r ya... Niçin olm asın? Ö rnekler mi yok?»
Böyle b ir kapının açık değilse bile aralık
durm ası hepim ize belirsiz bir kuvvet veriyor.
Gönüllerde y a ta n aslan ne güne duruyor de­
ğil mi?
H avadis film indeki başıboş a t h â lâ koşuyor.
Kovboy film lerindeki a tla r gibi alım lı çalımlı de­
ğil. Y apayalnız ve zavallı bir hali var. Eyeri h a ­
fifçe b ir y an a kaymış, yapm acık film lerdeki a t­
la r k a d a r çabuk koşamıyor. N allarından şimşek­
ler çıkm ıyor, am a yazın bir tarafa: Sahici film ­
deki a t hepsini geçecek. Elbette!. Biri yalan biri
gerçek.
AL GÖZÜM SEYREYLE

A m erikalıların «Coğrafya Dergisi» adlı, ya­


şını başım almış, yükünü tutm uş b ir dergileri
var. Öyle bir dergi ki, yedisinden yetm işine ka­
d a r herkesi oyalayabilir. Bu derginin tiryakisi
olm ak için dil bilm ek ş a rt değil. Öyle bir dil tu t­
turm uş ki, dünyanın h e r tarafında, h e r y aşta
in sa n a anadili k a d a r yakın. Öyle bir dil ki kular
ğ a değil göze sesleniyor. Gören gözün kılavuz
istem eyeceğine inanm ış. D ünyanın en acayip
kuşlarını, ressam fırçasından geçtiğine yemin
edeceğiniz bin bir renkli balıklarını, henüz dem ir
kafeslere, akvaryum lara kapatılm am ış; m asalla­
ra, rü y a la ra yaraşan yaratıkları, bitkileri bu der­
ginin sayfalarında gördüm .
Öteden beri adını duyduğum uz fak a t h içbir
zam an kendi elimizle kendi gözüm üzün önüne
getirem ediğim iz Ü rgüp şehrinin borca girm ek,
ceketi satm ak pahasına gidilesi, görülesi bir yer
olduğunu bu dergiden öğrendim . Y anılm ıyorsam
1941 yılı sayılarından birisini Ü rgüp’e ayırm ış­
lardı. G örem e’nin bu sü tu n la rd a adını ettiğim iz
«dünya gözü ile, güpegündüz görülen rüya» diye
anlatm ay a çalıştığımız; akılları d u rd u ra n periba-
c a la n n ı b ü tü n heybetleriyle ilk defa bu d ergi
d ünyanın gözü önüne serdi.
Bana yalnız kendi m em leketim in değil, dünya­
nın en görülm edik köşelerinden birisi olan Ürgüp"
ü tanıtm ası yetti de a rttı bile; o g ü n bugün bu der­
ginin tiryakisi oldum. Am a pek nazik bir şeydi,
öyle h e r yerde satılm ıyordu. Ü stünde m ülayim
h a tu n resim leri olmadığı için gazete, dergi sa­
tan la r ona pek kulak asm ıyorlardı. Halbuki der­
ginin içindeki renkli fotoğraflardan herhangi bi-
risi k apağına basılsa yurdum uzun h e r yanında
aranılacak b ir dergi olurdu. A m a başlarken söy­
lediğimiz gibi dergi çoktan yükünü tutm uş.
Eğer çi köhne m etaız revacım ız yoktur
Revaca da ol kadar ihtiyacım ız yoktur
diyen bir hali vardı.
Renkli fotoğrafın nerelere k a d a r ulaştığını
bilenler herhalde m erak edip bu dergiyi görm üş­
lerdir. Renkli fotoğraf çekme ile renkli fotoğraf
basm a işi bu dergide bir tek iş çatısı altın d a bir-
leşiyor. Sanki derginin h er sayfası bir fotoğraf
kâğıdı olmuş, resim ler doğrudan doğruya bu kâ­
ğ ıt üstüne çekilmiş. H er biri bellibaşlı bir mes­
lek olan fotoğrafçılık ile baskı işleri öylesine
kaynaşm ış ki, birisinin nerede başladığını, öte­
kinin nerede bittiğini ayıram azsınız.
Bizde bazı m eraklıların ancak film üstüne
k a d a r ulaştırabildikleri renkli fotoğraf öte yan­
d a çoktan m atbaacılığın en gözde kollarından
birisi kesilmiş.
Renkli fotoğraf çekme işi hepim izin kolay­
lıkla başarabileceğim iz b ir iş. Fotoğraf çekmek
kolay d a ondan ötesi azıdişi çekm ekten zor. Çek­
tiğim iz film Türkiye’de yıkanam ıyor. Suyu da dı-
şarda, sabunu da. Kullandığım ız m akinenin, film ­
lerin tohum u kendi toprağım ızda yeşerse canı­
mız yanm az. Fotoğrafçılık ile ilgili ne v arsa dı­
şa rd a n geldiği halde, renkli banyo tezgâhını bir
türlü kuram ıyoruz. Çekilen film, yurtdışına çı­
kacak; posta idaresine bir istida vereceksiniz:
«Sakın bu k u tu n u n içindeki filme açıp bak­
m ayın. S onra bozulur. İçinde zararlı böcekler
yoktur» diye yalvarıp yakaracaksınız.
Film gidecek. İki üç ay sonra yıkanıp gele­
cek. Kâğıt üstüne ak tarm ak isterseniz iş bir o k a­
d a r d a h a çatallaşıyor. Bizler şim dilik çektiğim iz
renkli fotoğrafların film üstünde kalm asına çok­
ta n razıyız. Y eter ki b a n la rın tasını tarağ ın ı bu­
labilelim de kendi m em leketim izde yıkayabile­
lim.
Renkli sinem am n, gram ofon plağı k a d a r or­
ta m alı olduğu günlerde yaşıyoruz da renkli fo­
toğraf çekme işinde niçin bu k a d a r gerilerde­
yiz? İnsan boyunda renksiz fotoğraf çektirm e
lüks işi değil de serçeparm ağı boyundaki renk­
li fotoğraflar mı lüks sayılıyor? Biz kendi m em ­
leketim izin en güzel köşelerini görebilm ek için
hep yabancı fotoğrafçılar mı bekleyeceğiz?
Y abancı bir dergi fotoğrafçısına böyle bir si­
pariş verm ezse biz kendi yağım ızla kavrulam a-
yacak, kendi gözüm üzün n u ru ile aydınlanam a-
yacak mıyız? Eğer turizm diye bir gerçeğe inanı­
yorsak, eğer ad ın a tu rist denen kuşun, komşu
devletlere m ilyonlar, m ilyarlar kazandırdığına
inanıyorsak, renkli fotoğraf işini, buğday işi, çav­
d a r işi, kamyon, otomobil lastiği, tra k tö r işi gibi
ele alm am ız lazım.
Turizm in güzel yol, güzel otel ile bittiği ne
k a d a r doğru ise fotoğrafla başladığı da m eydan­
da.
Geziye çıkan yakınlarım ızın h e r kondukla­
rı yerden güvercinler gibi uçurd u k ları kartpos­
ta lla r olm asa kaç tanem iz aynı yolların peşine
düşerdik? Hiçbir yerli, güzel basılmış bir k a rt­
postal k a d a r m em leketini dile getirem ez. H a­
lep orada ise, arşın fotoğrafın elinde. Söz, ren k ­
lerin ve biçim lerin dilinde.
H er köşesi bir başka m edeniyete beşiklik et­
miş m em leketim izin, ilerde b ü tü n dünya tu rist­
lerine m ecburi bir d u rak olacağına inandığım ız
için kurşunkalem de kurşun, dolm akalem de m ü­
rekkep k u ru y an a k a d a r bu konuyu tazeleyece­
ğiz. Bir yand an yollarım ıza çekidüzen verilirken,
bir yandan büyük çap ta otellerim iz kurulurken,
bir yandan d a turistleri çekecek fotoğrafları h a ­
zırlam am ız lazım. H içbir yabancı gözü m em leke­
tim izin kıyısında bucağında gizlenmiş güzellik­
leri bizim gibi kavrayam az. Eğer K ızılırm ak’ın
kaç karış, Y eşilırm ak’ın kaç kulaç olduğunu ille
de yabancı dergilerde çıkacak olan fotoğraflar­
dan öğreneceğiz diye diretm ezsek, bu işi tezel-
den tezgâhlam am ız lazım. İyi fotoğraf çekmek,
renkli fotoğrafı o rta m alı yapabilm ek, en küçük
ortaokulum uzda renkli fotoğraf işini okul bahçe­
si işi k a d a r benim sem ek bir m em leket işi, bir
m em leket meselesi olursa gözüm üz aydın! Ç oruh
Irm ağının en hışım lı kıvrım ını, Zigana’nın, Ko­
zan Dağının, T oroslar’ın en babayiğit çatalını biz
kendi elimizle, kendi gözümüzle dünyanın önü­
ne serebiliriz.
Peki ne yapalım ? B ana k alırsa hiç vakit ge­
çirm eden fotoğrafı okula sokalım. Çektiği fotoğ­
ra fı kendi eliyle yıkayıp kâğıda basam ayan, iste­
nilen boyda büyütem eyen, renkli resim çekem e­
yen, renkli film yıkam asını becerem eyen çocuğu
ortaokulda sınıfta bırakalım . «Resim-iş» diye bir
dersim iz v ar ya, onun belkem iğini fotoğrafçılık
kursun. Eğer kim ya öğretm eni renkli film b an ­
yosunu bilm iyorsa m erak edip öğrensin, fizik öğ­
retm eni öm ründe b ir tek fotoğraf çekmemiş ise,
«Zararın neresinden dönsek k â rd ır!» desin, fotoğ­
ra f m akinesini küm es hay v an ları k a d a r benim ­
sesin.
Resim öğretm eni, «Sanat başka, fotoğraf baş­
ka!» diye tereciye tere satm aya kalkm asın, yap­
tığı tablonun bir fotoğrafım kendi eliyle çeksin
de bize de bir tane göndersin.
S an at okullarım ızdan başlayarak, teknik üni­
versitemiz, akadem im iz fotoğrafın elinden tu t­
sun.
Bizim akadem inin böyle b ir savaşta öncü ol­
m asını ne k a d a r isterdim . Fakat ne k a d a r yazık
ki, ta 1936’d a k u ru lan akadem i fotoğraf atölye­
si yangından sapasağlam çıktığı halde en ufak
b ir varlık gösterem em iştir.
Akadem i profesörleri öteden beri haklı ola­
ra k fotoğraf görüşünden korkarlar. Ö ğrenci ile
etrafı a rasın a fotoğraf gözünün girm esi korkula­
cak şeylerdendir. A m a e trafın a kendi gözleriyle
bakm asını öğrendikten sonra b ir resim öğrenci­
si için fotoğraftan d a h a iyi dost olamaz. Eğer
akadem i kütüphanesini donatan renkli veya
renksiz fotoğraflar olmasa, halim iz nice olurdu?
Bugün fotoğraftan faydalanm ayan bir ressam ta ­
sarlam ak güçtür.
Akadem i fotoğraf atölyesi kendine geledur-
sun, biz fotoğrafı, fotoğrafçılığı b ü tü n yurdum u­
za yaym aya bakalım. Bu konuda elimizden kim
tu ta rsa elleri d ert görmesin. Eğer Güzel S an atlar
Umum M üdürlüğü, «Fotoğrafın san atla ilgisi yok­
tur,» diyerek bir kalem de bu işi başından a ta rsa
Basın - Yayın ve Turizm Um um M üdürlüğü ne
güne duruyor? Bir ta ra fta n bassın, bir ta ra fta n
yaysın, sonra oturup ra h a t ra h a t turistlerini bek­
lesin.
ÇEŞİTLEMELER
SAİT İÇİN

U zun b ir yolculuktan sonra, uçakla döndü­


ğüm üz gece, Yeşilköy’e gelen dost yüzler arasın ­
da S ait de vardı. G ünlerden perşem be olduğu
için onu Yeşilköy'de görm ek beni şaşırtm adı. İki
üç senedir bizim atölyenin perşem be akşam ları­
n a katılıyordu. O akşam d a atölyede buluşm uş­
lar, acentanm otobüsüyle m eydana gelm işlerdi.
Yüzü gülüyordu. Onu, en yakınlarım ın arasında
ve neşeli görm ek içime h a tırı sayılır bir sevinç
katm ıştı. Bu sevincin hızı ile bir dahaki perşem ­
beye sakladığım sürprizi çan tad an çıkardım .
Dostlar için tadım lık, ufak bir şişe viski. H ani şu
cebe sığacak boyda, yassı, çakıltaşı gibi şişeler­
den, otobüste biz bize olduğum uz için herkes bir
yudum alıyor. S ıra S ait’e gelir gelmez kırdığım
potun büyüklüğünü anlıyorum .
Altı yedi seneden beri, S ait’e içkinin yasak
olduğunu bildiğim iz halde birim iz olmazsa, bir
başkası onun oruçlu olduğunu boyuna unutuyor;
onun yan ın d a oruç bozuyorduk. İlk zam anlar da­
yanam ıyor, bırakıp gidiyordu. S onraları ağzına
bir dam la içki koym adan eş dost sofrasına k atıl­
m aya başladı. O akşam , uçak ala n ın a gelenlerin
neşesini kaçırm am ak için olacak yassı şişeden bir
yudum tattı, y a h u t içer gibi yaptı. Şişenin ü stü n ­
deki adı yüksek sesle okudu:
«Vay anasını be! ‘Beyaz A t’. B arut gibi bir
şey...» diyordu.
Otobüs Taksim ’e gelene k a d a r hep beyaz a t
lafı edildi. Taksim ’de te k ra r kucaklaşıp ayrıldık.
N isan ayının yirm i dokuzu, günlerden bir
perşem be idi. Bir h a fta sonra S ait’i bekledik.
Geç vakte k a d a r gelmedi. H astaneye kaldınldığı-
m duyduğum uz zam an, iş işten geçmişti. Y anm a
kimseyi bırakm ıyorlardı.
S ait’i, o tarih ten tam yirm i sene önce Bey-
o ğ lu ’n d a Saray Sineması karşısındaki bir k a h ­
vede tanım ıştım . O günler C ahit Sıtkı ile S ait’i
sık sık bu kahvede ^görürdüm. Bir a ra bizim m a­
saya iskem lelerini yaklaştırdılar. Beş on dakika
içinde h e r ikisiyle de kırk yıllık dostlar gibi sen-
libenli olduk. O günden sonra S ait’e resim sergi­
lerinin hepsinde rastladım diyebilirim. Sergilerin
hiçbirini kaçırm ıyor, fak a t ne resim ler, ne de
ressam lar üstüne söylenenlere, yazılanlara k a rı­
şıyordu. Yedi, sekiz sene evvel, h aftalık dergiler­
den birisi hesabına röportaj yapm ak üzere ser­
gim ize uğradığı zam an pek keyifli değildi. Bana
b ir şeyler soruyor, sonra kendi sorusu ile kendisi
a la y ediyordu.
Söz resm in teknik ta ra fın a girince ben coş-
m uştum , bir a ra enikonu kızdı:
«Amma d a u zattın be kardeşim , şunu d a h a
kısa kesem ez miyiz sanki?»
«Bak reis» dedim. «Sözün kısası, sen bu ser­
giden çıktığın zam an bizden birkaç renk, birkaç
biçim götürebiliyor m usun? Öyle renkler, öyle bi­
çim ler ki, yolda y ü rü rk en aklına gelsin. Bugüne
k a d a r hiç görm ediğin, bilm ediğin şeyler olsun.
K afanda yer etsin. M avi olm asına mavi, am a bir
acayip mavi, şimdiye k a d a r gördüğüm m avilerin
hepsinden donuk, y ah u t hepsinden parlak, bir
tü rlü adlandıram ayacağım , ta rif edemeyeceğim,
a m a bir d a h a gördüğüm zam an sevineceğim bir
m avi. Bir kırmızı, b ir yeşil...»
Sözün b urasında S ait'in yüzü güldü:
«Şöyle söylesene be birader, bak şim di bir
şeyler anladım.»
«Peki öyleyse, söyle bakalım . Sergim izden
6ende b ir şeyler kaldı mı?»
«Kaldı. Bir yeşil!»
«Nasıl b ir yeşil!..»
«Bir zehir yeşili.»
G ünlerden bir gün zehir yeşili Beyoğlu’nun
göbeğinde salına salm a y ü rü rk en rastladık. Tak-
sim ’de buluşm uş, S ait’le atölyeye gidiyorduk. Tam
bizim sokağm başında bir Çingene kızına ra stla ­
dık. S ırtında iki kucak zehir yeşili vardı. H ani
ş u dikenli yap rak ların ın ucunda, boncuk boncuk
kırm ızı tohum lar sa rk a n kokinalar. Kucağında,
karm ak arışık bezler a ra sın d a iki, üç aylık bir
bebek...
İkimiz de kocam an bir gem i seyreder gibi
Ç ingene kızını seyre daldık. Tam yanım ızdan ge­
çerken,
«Bak» dedim. «Benim dükkânım şuracıkta.
Gel otur, senin bir resm ini yapacağım.»
Pazarlık ettik. Bu küçük orm an parçasını Sa­
it’le atölyeye getirdik. Ben hem en krokiler çizme­
ye başladım . A m a bizim S ait r a h a t durm az,
«Bu kucağındaki çocuk kimin?»
«Kimin olacak benim dir. Babası askerdedir.»
«Peki y a kam ındaki?»
«Kimin olacak o d a kocam dandır. Çok şü­
kür.»
«Atıyorsun... hem kocam askerdir, diyorsun
hem de...»
«Tübe, tübe iftira edersin, iftira edersen eli­
n e ne geçer çak ır gözlü küçük beyciğim.»
S ait’le bizim model bu m inval üzere m üna­
k a şala ra giriştiler. Bir ta ra fta n d a kundaktaki
bebek kıyam eti koparm aya başladı. Bu hengâm e
a ra sın d a yangından m al k açırır gibi birkaç de­
sen çizebildim. B ütün yalvarm alarım a rağm en,
S ait kadıncağızı b ir saniye ra h a t bırakm adı.
O eyyam S ait’le bazen iki üç gün ü st üste
buluşur; sonra, iki üç ay birbirim izi arayıp sor­
m azdık. M üşterek b ir sü rü dostlarım ız vardı.
D ikkat ederdim hem en hem en hepsiyle kurduğu
dostluklar aynı tempo ile işliyordu. Birkaç ay
m eydandan kaybolduğu zam an eşe dosta so ra r­
dım. Kimi uzun zam andır görm ediğini söyler, ki­
m i geçenlerde birkaç gün ü st üste buluştuk der­
di.
İçkiyi henüz kesmediği günlerden b ir gün­
dü. Beyoğlu’n d a buluştuk. Bana,
«Sen hiç Ziba M ahallesi diye b ir yer duy­
dun mu?» diye sordu.
Böyle b ir yerden haberim yoktu. Beyoğlu’
n u n yan sokaklarından birisine saptık, Kasım­
p aşa'n ın K urtuluş ta ra fla rın a uzayan yolların­
d an geçtik. V akit gece y an sın ı geçmişti. Hiç bil­
m ediğim karan lık sokaklardan sonra gayet p a tır­
tılı birkaç kahve, birkaç m eyhane arasın d a k a­
r a r kıldık. K ahvelerden birisinde S ait’in ahbap-
la n seslendiler. A ğır kam yon şoförlerine benzi­
yorlardı. B ütün hallerinde uzun yolların, h an tal
arabaların, belalı yolculukların izleri vardı. S ait’i
uzun zam andan beri tanım am ış olsalar, onunla
bu k a d a r r a h a t konuşam azlardı. M asalarına yak­
laştık. Bize gayet cöm ert ikram da bulundular.
Sonra yandaki kahvelerden birisine geçtik Sait,
«Bak» dedi, «ha bu u şak lar senun memleket-
lu d u rla r...»
Kırk beş elli y aşlarında b ir adam kem ençe
çalıyordu. O nun yanı başında yedi sekiz yaşla­
rın d a b ir çocuk aynı gayretle kendi kemençesi-
ni işletiyordu.
Bir K aradeniz havası ki sorm a gitsin. Bü­
tü n m ahalle ortasından kocam an bir testere ile
ikiye bölünüyor sanırdınız. Yaşlı kemençeci k ah ­
venin sahibiymiş, o kalktı. O nun kem ençeyi kes­
tiğinin fark ın a bile varm ayan küçük h a bire ke-
m ençenin yaym a çekiştiriyor, akla, hayale gelm e­
yecek sesler çıkarıyordu. M eğer küçüğün vazifesi
sadece babasının sazına azam i g ü rü ltü çık ara­
ra k katılm akm ış! Sait b ir tablo seyreder gibi ço­
cuğu seyrediyor, ikide bir,
«Vay anasını be!.. U lan bu sadece g ü rü ltü
çıkarıyor, hiçbir şey çaldığı yok!» diyordu.
Ziba M ahallesinden Beyoğlu’n a döndüğüm üz
zam an sa a t gecenin üçü n ü geçmişti. Beyoğlu’nda
h e r yer kapalı idi. Yalnız bazı dü k k ân ların ke­
penkleri altın d an ışık sızıyordu. S ait b u n lard an
birisine kabaca b ir tekm e attı. Kepenk a ra la n ­
dı. Girdik. Gene dem in Ziba’da rastladığım ız in-
san lara benzeyen kalender in sa n la r içki içiyor­
lardı. S ait b u n ları b a n a adlarıyla ve çoğunun ad­
larının başına, sonuna k ü fü rler k a ta ra k tanış­
tırdı.
Taksim ’de ayrılırken şafak söküyordu.
İçki yasağına kadar, yani altı, yedi sene ev­
veline k a d a r S ait’in h ay atı u fak tefek d u rak la r­
la bu tem poda işledi sanıyorum .
İstanbul’u, k a n ş karış biliyordu. İstan b u l’u
tu rist gibi değil, yerlisi gibi değil; polisi, jan d a r­
ması, bekçisi gibi değil, babasının evi gibi, cebi­
n in içi gibi biliyordu.
İstanbul yedi tepeye kurulm uş derler, bu te­
pelerden sekizincisi de S ait’in k urduğu tepe ol­
malı. İstanbul’u S ait’in dilinden, S ait’in eserin­
den tatm am ış olanlar, istedikleri k a d a r yerlisiyiz
desinler, S ait’i okum adıkça S ait’in dilimize getir­
diği ışıkla İstanbul’u k a n a k a n a seyretmedikçe,
doğup büyüdükleri m em lekette b irer tu rist ola­
r a k yaşıyorlar dem ektir.
Dört, beş seneden beri onunla d a h a m u n ta ­
zam a ra la rla buluşuyorduk. Bizim yazm a tezgâ­
h ın a m erak salm ıştı. Kaç defa yazm a basarken
bir k e n a ra ilişir, uzun uzadıya seyrederdi.
H alk san atk ârların a, h alk a ra sın d a kök sal­
mış elişlerine büyük bir sevgi ile bağlanıyordu.
Bu sevgi «Gün Ola H arm an O la» yazısında elle
tu tulacak bir hale geliyordu. S ait’in M ercan Us­
tasını okurken ağladığım ı kendisine söyleseydim,
b a n a m uhakkak küfrederdi. Fakat eğer o yazının
içinde, ılık, -yaz denizleri k a d a r ılık gözyaşları
yoksa, eğer S ait o yazıyı yazarken ağlam adıysa
bileklerim i keserim.
Tunç Y alm an’ın S ait için yazdıklarını okur­
ken sevgiden, başıboş, hayırsız, hedava, sevgiden
kardeş yüreklerin iki deli ırm ak gibi birbirine k a­
rışıp köpüren sevgisinden de boğulacağım san ­
dım. H içbir aşk şiiri, sevgi edebiyatı Tunç’un,
S ait’e M ercan U staya karşı duyduğu, belirttiği
-sevgi k a d a r beni sarm adı diyebilirim. Tunç, Sa­
it’e karşı beslediği bu yürekler dolusu sevgiyi da­
h a ödce S ait yaşarken belirtti mi bilmiyorum.
F akat o yazıyı okurken şunu büyük b ir kuvvetle
duydum :
«Sevgilerimizi, sıcağı sıcağına, taze taze be­
lirtm ek ne güzel şey. Niçin k an a k a n a sevdiğimi­
zi sevgimizi, bütün hızı ile hem en belirtm iyoruz?
Böyle bir sevginin ne k a d a r yaratıcı, ne k a d a r
verim li ne k ad ar yapıcı olduğunu niçin fa rk et­
miyoruz?»
S ait’i sevenler d a h a ne k a d a r güzel şeyler ya­
zacaklar. S ait’in eseri bu yazılarla d a h a çabuk
yayılacak, m em leketim izin en ten h a köşelerine
k a d a r uzanacak. Fakat şurası d a m uhakkak ki,
eğer bu yazılacak olanların onda biri S ait ya­
şarken yazılmış olsaydı belki onu d ah a uzun
m üddet aram ızda bulurduk. Sahici san atk ârların
hepsi gibi, Sait de hiç durm adan eserinden şüp­
he ediyor, hiç durm adan için için kendini ke­
m iriyordu. Zam an zam an tam am ıyla tesadüflere
borçlu olduğum uz an k et sualleri de sorulm asa
attığı taşın nereye k a d a r ulaştığını, kim lere de­
ğip kim lere değm ediğini kolay kolay öğrenem e­
yecekti.
Sait dilimize getirdiği lezzetin, değerin fa r­
kında idi. F akat-hiçbir zam an bu kadarıyla ye­
tinm iyor, çok d a h a iyisini, d ah a m ükem m elini
istiyordu: Bizler eli kalem tu ta n la r onu yeter de­
recede destekledik mi? Zannetm iyorum .
S ait’in eseri de O rhan Veli’nin şiirleri gibi
gün geçtikçe d a h a çok ışıldayacak. Bizler de bu
büyük sa n atk â rla rı yakından tanım ış olmak, on­
larla aynı şehirde, hem en hem en aynı şa rtla r içe­
risinde yaşam ış olm ak tesellisi kalacak.
Y edi tepeye kurulm uş pul pul
G üm üş güm üş balıkları pul pul
Orhandan, Saidden örülm üş canım İstanbul.
GELENEK VE KİŞİLİK

İkide bir h alk s a n a tı ü stünde duruşum uz, ba­


zı a rk ad aşları sinirlendiriyor. G ünüm üzün san a­
tın d a h alk sa n atın ın aldığı önemli yeri görem e­
yenler,
«Daha d a n e le r!» diyorlar. «Yüzyıllardan be­
ri ayak a ltın a serilen kilim sa n a t eseri olur mu?
İçerisine soğan sarım sak doldurulan köylü hey­
besinde sa n a t değeri a ra n ır mı? Bir köy tü rk ü ­
sün ü n sayılı şiirler a ra sın d a yer alm ası şiir sa­
n a tın a k ü fü r değil de nedir?»
O kullarda yer alm am ış, hiçbir zam an adı
klasik denen u sta la r a ra şm a karışm am ış; adı sa­
n ı belirsiz kim selerin elinden çıkm ış işler ü stü n ­
de durm aya değer mi?
H alk sanatını küçüm seyenlerin ileri sü rd ü k ­
leri en parlak fikir şudur:
«Bu kadarını ben de yaparım . Ninem de ya­
par, beş yaşındaki çocuğum da yapar.»
Bu fikrin özü şudur:
«Herkes sa n a t yapam az. Bu bir A llah vergi­
sidir.»
İnsan dediğin an asın d an şair doğar, ressam
doğar, m üzisyen doğar, asker doğar, doktor do­
ğar. Bu k a d a rın a hiçbir zam an aklım yatm a­
m ıştır. Hele şu son yüzyıl içerisinde doğup geli­
şen bellibaşlı m eslekler var ya; m esela fotoğraf­
çılık, sinem acılık, uçak m ühendisliği, hele hele
pilotluk. Öyle ya, günüm üzün en önemli m es­
leklerinden birisi de bu değil mi? Bu mesleği ele
alalım ve bu p arlak fikri ileri sürenlere soralım:
«Analar n e zam andan beri pilot doğurm aya
başladılar? U çak icat edilm eden önce a n a la r pi­
lot yerine n e doğururlardı?»
Doğuşun, yaradılışın bizi bazı m esleklere da­
h a yakın kıldığını kabul edelim. Am a doğuştan
ressam , yaradılıştan heykeltıraş, a n a d an doğm a
şairlerden m üsaadeleriyle şüphe edelim.

Şu k a d a r sene öğrencilik, bu k a d a r sene de


öğretm enlik bize şu n u öğretti:
Aklı başında herkes sa n a t yapar. Kendini sa­
n a ta veren herkes verdiği k a d a r nasibini alır.
Sevdiği k a d a r sevilir, sevdirtir.
S an at o rta m alıdır, hepim izindir, hepim izin
boyum uza göredir. H alk san atın d a bizi saran en
güzel ta ra f budur. Başı sonu belli b ir gelenek;
halk san atın m kapılarını hepim ize açar, h alk sa­
n a tın d a belirsiz, karışık, ulaşılam ayacak ölçü­
ler yoktur. Geleneği benim seyen herkes h a lk sa­
n a tla rın d a n birisinde kendini gösterir. Ama bir
adam tasarlayın ki sesi dayanılam ayacak kad ar
bet olsun. Bu adam cağız d a m adem ki herkes tü r­
k ü söyler, ben de söylerim diye ortay a çıksın ve
kulaklarım ızı p ara m p arç a eylesin. İyi am a biz
aklı başında adam lardan söz açtık. Bu gibileri
konum uzun dışında kalır.
Aklı başında herkes sa n atla uğraşabilir. Bu
a lan d a bir varlık gösterebilir. B unlardan kimi
güzeli bulur, kimi de yayar, güzeli yaym ak da
bulm ak k a d a r önemlidir. Seve seve uğraşm ak
şartıy la hepim iz sa n a t adam ı olabiliriz. A m a is­
tediğim iz k a d a r sevelim, istediğim iz k a d a r u ğ ra ­
şalım. Çok ulu sa n a t adam ı olabilir miyiz? Ha­
ni şu ad ın a dâhi denilen sa n a t adam ları v ar ya,
o nların ulaştıkları tepelere ulaşm ak elimizde m i­
dir? D aha çocuk denecek yaşta birisi çıkar,
«Ben ressam olacağım,» diye tu ttu ru r. Olur.
«Ben m ühendis olacağım,» der. Olur.
A m a bir çocuk d a çıkar da,
«Ben ille de dâhi olacağım,» diye tu ttu ru rsa,
işler o y aşta sa rp a sarm ış dem ektir. Ç ünkü bu
d eha denen m esleğin mektebi, m edresesi yoktur.
H içbir gelenek m eslek m eraklılarına böyle bir
diplom a sağlam ayı göze alm am ıştır. Siz hiç or­
ta basam ağın ü stüne çıkmış bir İngiliz veya bir
Rus ressam ı duydunuz m u?
Resim geleneği bu m illetlerde şiir, müzik, ro­
m an, tiyatro k a d a r yaşlı olduğu halde, bence bu­
güne k a d a r bir Leonar, bir Bröygel*, bir Goya,
b ir C ezanne çıkaram am ışlar. Şiirde, m üzikte, ti­
yatroda, ro m an d a büyük ç a p ta in san lar verm iş­
ler de niçin bu a la n d a yaya kalm ışlar? Burasını
eleştirm eciler eleştiredursunlar, biz şu kadarını
söyleyelim:
«Dâhi y a ra tm a k ellerinde değilmiş de on­
dan.»
H içbir iklim, hiçbir okul, hiçbir gelenek, hiç­
bir m edeniyet ad m a dâhi denen büyük çap ta sa­
n a t adam ının gelişm e şa rtla rın ı kendi eliyle sağ­
layam am ıştır.
Hepimiz askerlik yaparız. Hele biz Türkle-
re en çok yakıştırılan m esleklerden birisi de bu-
dur. B ütün dünya bizi; a n a d an doğm a asker bi­
lir. Yirmi yaşm a gelene k a d a r m akine n am ın a
dikiş m akinesi bile görm eyen köylümüz, m aki­
neli tüfeği eline a lır alm az onunla kırk yülık dost
imiş gibi senlibenli olur. M akineli tüfeği kazm a­
sı küreği gibi benim ser. Evet askerlikten yana
hiç kimse bize toz konduram az. Hepimiz asker
oğlu askeriz, am a canım ız istediği zam an, Fa­
tih gibi, A tatü rk gibi k u m an d an lar çıkartabilir
miyiz?
Resim alan ın d a yüzyıllar boyunca b ü tü n d ü n ­
yaya önderlik eden İtalya, tam yüzyıldan beri
F ran sa’d a kök salan resim anlayışının peşinde
gidiyor. İtalya canı istediği zam an.
«Al sa n a bir Leonar. Al san a b ir de Mike-
lanj!» diye ortay a birbirinden belalı iki aslan a ta ­
bilir mi?

S an at alan ların ı h a ra c a kesmiş olan dâhiler


ü stü n e tam yirm i beş senedir düşü n ü rü m de şu
noktaya b ir tü rlü aklım yatm az:

* B ruegel
Bugün sa n a t eğitim iyle u ğ raşan b ü tü n okul­
la rd a işe başlayan öğrencilere bism illah kabilin­
den derhal b ir dâhi takdim edilir:
«İşte,» derler, «bizim sanatım ızın piri budur.»
Eğer bu dâhi öğrenciyi pek sarm azsa a rk a ­
sından bir, b ir d a h a p a tlatırlar. Kısacası h e r sa­
n a t m eraklısının karşısına dev cüsseli bir dâhi
dikerler. M eraklı b ir kendi m erakına, kendi gü­
cüne, kendi boyuna, bosuna bir de karşısına di­
kilen dâhinin göz k am aştıran kalıbına kıyafetine
göz atar,
«Aa, aa.» der, «bu iş benim harcım değil. Ben
bu yükün altın d an kalkam am . En iyisi mi şansı­
mı başka a la n d a ararım .»
İşte tam bir çeyrek yüzyıldan beri bendenizi
arpacı kum rusu gibi düşündüren no k ta budun
«Hiçbir okul dâhi denilen in s a n o ğ lu n u n ye­
tişebileceği ş a rtla n sağlam adığı halde b ü tü n
okulların tem el taşını, v a n n ı yoğunu k u ra n ge­
ne dâhilerdir. B ütün dünya güzel sa n at okulla-
n n d a desen bahsi D ürer ile b aşlar siyah beyaz­
d a Goya’nm , Greco’n u n adı edilir. Renk konu­
su nda gelsin V an Gogh ve b ü tü n k itap lar bu sa­
n a tk â rla rın dâhi olduğuna şahittirler.
Ben söze başlarken n e diyecektim biliyor m u­
sunuz? Bazı a rk a d a şla r ikide bir halk san atın d an
söz açm am ıza kızıyorlar. Yanılm ıyorsam bu a r­
k ad aşlar bir yerde otobüsü kaçırm ış olacaklar.
Şöyle ki: Biz halk sanatını daim a sağlam bir kay­
n a k olarak ele alalım dedik, o turup h alk san atı­
n ı kopya edelim demedik. H alk sa n atı bizim için
ulaşılacak bir yer değil, hız alm acak bir yer ol­
m alıdır dedik.
Peki am a bu dâhiler nereden girdi araya?
H alk san atın d a dâhiler v a r mı?
Yok çok şükür. İşte bunu söyleyecektik ama,
beceremedik.
H alk san atın d a dâh iler yok? Sağlam , aydın­
lık gelenekler var. Yol başlarını tutan, m eraklı­
ları m eslekten yıldıran dâhiler yerine, herkesi
mesleğe çağ ıran güler yüzlü gelenekler var.
Peki h a lk san atın ın eksiği ne? Niçin h alk sa­
n atı b ir gaye olm uyor d a sadece bir kaynak olu­
yor? Aydın san atk â rın halk sa n atın a katacağı
ne olm alıdır? D eha mı?
«Dehası v arsa durm asın katsın bu güzel ge­
leneğe. Am a d eh a konusunda bizim sayım ız su ­
yum uz yok!.. Aydın sa n atk â r bu güzel geleneğe
kişiliğini katsın, yeter. Halk sanatının biricik ek­
siği budur.»
ABİDE YERİNE HEYKEL

Trabzon’un M açka ilçesinden yaşlı bir a k ra ­


bam ız geldi. M asanın üstündeki dergileri k arış­
tırırken, resim lerden bir tanesi onu çok sarm ış
olmalı, evirdi, çevirdi:
«Ha bu nedur? Bir kıym eti v a r midur?» diye
m erakla sordu. Baktık. Bu bizans san atın ın en
güzel örneklerinden sayılan ta h ta d a n oyulmuş
b ir k a b artm an ın renkli basılmış bir fotoğrafı idi.
İrikıyım y a p ra k lar a ra sın d a el ele verm iş figür­
ler büyük b ir zevkle boyanmıştı. Kalın kütüğün
yontulduktan sonra bir k a t sülyen boyası ü stü ­
n e hafif bir alçı ile kapatılm ış olduğu yer yer
çatlam ış, dökülm üş boyalardan belli oluyordu. Bu
güzel parçanın, A vrupa’n ın en büyük m üzelerin­
den birisinde bulunduğunu göz önünde tu tarak ,
akrabaya,
«Eh» dedik. «Bizim p a ra y la beş on bin lira
eder.»
Bizim hısım ın rengi değişti. Elleri titrem eye
başladı:
«Ne o?» dedik. «Yoksa sende b u n lara benzer
b ir şeyler m i var?»
Hısım titreyen ellerini başına götürdü:
«Oyyy!..» dedi, «oyy! H a bu deli kafa. H a bu
deli eller. C ahil eller. Ben h a b u n lard a n en aşa­
ğı iki düzinesini m avzerle delik deşik ettim . K ur­
şu n u y er yemez kim i tuz buz oldu, kimi p a rç a ­
landı. En aşağı iki düzine k a d a r vardı. Na!.. bu
cahil kafa!..»
S onra M açka köylerinde, yaylalarında avla­
nırken, kırıp geçirdiği resim leri, heykelleri bir
bir sayıp döktü. İkide b ir önündeki renkli resm i
gösteriyor:
«En azından iki düzine vardı» diyordu.
Bizim hısım saçını başm ı yolm akta haklı idi.
Trabzon ve dolaylarında sahici b ir sü rü sa n a t
eseri b arın d ıran yüzlerce kilise vardı. Bu eserle­
r in y a n sın d a n çoğu p u t dam gasm ı yediği için
p a ram p arça edildiler. P u tlara a n tik a diyeli da­
h a otuz sene olmadı. P u t deyip gözlerini oydu­
ğumuz, kolunu kan ad ın ı parçaladığım ız heykel­
ler a ra sın d a kim bilir ne büyük ç a p ta eserler
vardı. Geçenlerde elime geçen b ir k itap ta en gü­
zel Bizans fresklerinin «taze sıva üstüne işle­
nen d u v a r resim lerinin» Trabzon’d a bulunduğu­
n u görünce utandım . Sen T rabzonlu ol, fresk sa­
n a tın a h ay ran ım de, sonra d a en güzel fresk­
lerin kendi m em leketinde olduğunun fark ın d a ol-
mal..

Çeşitli kazılarda ra stla n a n heykellere; put


yerine, a n tik a diyenlerim izin çoğaldığını sanıyo­
rum . M em leketim izin h er ta ra fın a abide adı al­
tın d a serpilen heykellerin bu konuda büyük y ar­
dım ı olm uştur.
Heykel kelim esi ü stüne abanan, asırlard an
beri onun belini çökerten p u t anlam ının tam a ­
m ıyla tarih e karışm ası için y urdun h e r bucağı­
n a bol bol heykeller serpm em iz lazım. Bu hey­
kellerin abide olm ası ş a rt değil. Abide heykeltı­
raşlığı heykel san atın ın en zor, en m asraflı, en
nan k ö r bir kolu sayılır. Bizim, heykele; abide ko­
lu n d an başlam am ız, kaçınılm az bir z a ru re t ol­
m uştur. D ünyanın h e r tara fın d a olduğu gibi
biz de abideler yapm aya m ecburduk. U fak tefek
heykellerle bu s a n a t kolunu kolay kolay kabul
ettirem ezdik. Biz heykel san atın a en zor, en m as­
raflı kapıdan girdik. B undan böyle bu işin d ah a
kolay, d a h a zevkli tara fla rın ı ele a la ra k heyke­
lin tam m anasıyla yayılm asını sağlayabiliriz. Bu­
n u n için de heykel san atın ın em rinde çok önemli
bir koz var: Kalıpla çoğaltm a imkâm. D ünyanın
en güzel heykellerinin kalıplarım yapıp öyle dö­
küm ler elde ediyorlar ki heykeli yapan değme
u sta bile eserini kolay kolay kopyasından ay ıra­
maz. En ucuz döküm ler alçı ile yapılıyor. Dünya
heykel sanatının şaheserlerini alçı döküm lerle
kendi ayağım ıza k a d a r getirm ek; bir tek orijinal
heykele vereceğim iz p a ra y a m al olur. İyi bir ka­
lıptan yüzlerce döküm yapıldığına ve güzele bak­
mak, güzeli yaym ak sevap olduğuna göre niçin
k o lla n sıvam ıyoruz? Niçin döküm yolu ile ço­
ğaltm a işine kendi m üzem izdeki güzel heykeller­
den başlam ıyoruz? Bizim an tik müzemiz, on on
beş sene evvel bu hayırlı işi denemiş, bazı güzel
p a rç a la n n kalıplarını hazırlatm ıştı. B unlardan
on beş yirm i santim boyundaki bir Y unan hey­
kelini iki liray a satın alabiliyordunuz. Döküm
gayet dikkatli yapılmış, paten (alçı üzerine sü­
rülen boya) zevkle işlenmişti. Eşe dosta bu hey­
kelciliği tavsiye ettik. M eğer topu topu kırk elli
tan e dökülm üş. Bir çırpıda hepsi satıldı, yerine
yenisi dökülm edi gitti.
M üzelerimizdeki güzel p a rç a la n döküm yolu
ile çoğaltarak bunları ilkokullarım ızdan başlayıp
b ü tü n öğretim yuvalarına yaym am ız bir servet
işi değildir.
Z a ra n n neresinden dönersek kârdır. B unların
hepsini birden döküp, yaym ak im kânsızdır. Her
yıl birkaç tanesini dökelim. Dam la dam la bir m ü­
zeden bin müze çıkarabiliriz. M üzelerimizdeki en
güzel heykellerin çoğu; kalıbı alındığı zam an ze­
delenm eyecek işlerdir. Bu işe giriştiğim iz zam an
dünya m üzeleriyle değiş tokuş kendiliğinden baş­
layacaktır.
F ransızlar kalıpla heykel dökm ek işine m u­
laj diyorlar. B undan üç, d ört sene evvel Louvre
M üzesinin a lt katın d ak i M ısır ve Y unan heykel­
lerinden yapılm ış u fak çaptaki m ulajların pey­
n ir ekm ek gibi satıldığını görm üş, b u n lard an
dört, beş tan e getirm iştik. B unlar a rasm d a fele­
ğin çem berinden geçmiş, ağzı burnu, kolu k a n a ­
dı kırılm ış olduğu halde, h â lâ güzelliklerini ko­
ru y an heykeller vardı.
Bunları M aya S a n a t G alerisinde teşhir ettik.
Ağzı b urnu kırık olan lara kim se m etelik verm e­
di. B unları yolda getirirken am balaj yoksullu­
ğ u n d an kırıldığını sanıyorlardı. H er ne k ad ar
asılları da böyle dedikse anlatam adık. En çok
beğenilen iki küçük M ısır heykeli oldu. Birisi
Tüvi kadın. On beş yirm i santim boyunda k u r­
şunkalem k a d a r sade b ir figürdü. Öteki de m eş­
h u r N efertiti başı. Y um urta k a d a r b ir şeydi. Bun­
la r hem en tükendi. En çok beğenileceğini sandı­
ğımız hanım hanım cık Y unan heykellerine de
boş verdiler. B unlar arasın d a hiç kınğı, döküğü
olm ayan çömelmiş b ir Y unan heykelciği vardı.
Adı Dansözdü. G aleri sahibine,
«Yahu; nasıl oldu da bu heykele hiç m üşteri
çıkmadı?» diye sorduk. Galeri sahibi içini çekti:
«Sorma» dedi. «Geçen gün hali vakti yerin­
de bir m üşteri alacak oldu. S onra birdenbire
caydı, Isra r edecek olduk: ‘A m an A llah göster­
mesin, kocam b u n u n güzelliğini fa rk ederse bir
d ah a b a n a b a k a r mı? Şu göğüslere bak bir kere!’
demez mi?»
M üşterinin hakkı varm ış hani!.. Eski Y unan­
lı heykeltıraş d a vücudun bu dolaylarını öylesine
incelem işti ki...
K urşunkalem gibi yontulm uş M ısır heykeli­
n in de m em eleri vardı. Fakat b u n lar kadın değil,
heykel memesi idi.
A sırlardan beri M ısır heykelini gölgede b ıra­
k a n klasik Y unan heykeli işte bu noktada bozuk
b ir ses çıkarıyordu.
M ısır heykelinde de insan vücudu çırılçıplak
ele alınm ıştı; Y unanda da. Fakat M ısır heykelin­
de taşın, m erm erin tadı vardı. Y unan’da çıplak
insanın. Mısır, taşı yontarken heykel k u ralların ı
Y unan’dan d a h a sağlam tem eller üstüne k u r­
m uştu. H er ikisinde de konuya sadık kalm ak
şarttı. Fakat M ısır heykeli konuya sadık kaldığı
k a d a r heykel sanatının im k ân ların a da sadık
kalm asını bilmişti.
M ısır san atın d a düz ve yuvarlak çizgilerin
çarpışm asından, sağlam bir yapı düzeni doğu­
yordu. H albuki Y unan heykelinde yuvarlaklar
gitgide düzleri yenmiş, heykel sanatını y aşatan
da m a rla rd an birisi kurum uştu. Niçin? İnsan vü­
cudunu d a h a iyi an latm ak için. Yunanlı heykel­
tıraş insan vücudunun zenginliklerini; M ısır hey­
keltıraşından d a h a iyi belirtm iş, am a heykel sa­
n atın ı fakirleştirm işti.
BÜYÜK - KÜÇÜK

Bu ağaç bu bayrak bu b ulut


Bu deniz bu arzu bu ü m it
Bu acı bu sızı bu tasa
Bu avuçlar dolusu sızlayan boşluk
K im i A llah kim i insan yapısı
Ne güzel ikiye bölünm üş hepsi

İster T anrı elinden çıkm ış olsun, ister insan


elinden, tad ın a gözüm üzle vardığım ız h e.1 şeyi
m ethederken, haberim iz bile olm adan şu sıfatla­
r ı gelişigüzel sıralarız:
«Sonsuz denecek k a d a r geniş, büyük, sınır­
sız, abide gibi, dev gibi, uçsuz bucaksız, bitip tü ­
kenm e bilmez.»
Resim, heykel, nakış, yapı, dans eleştirm ele­
rin i alıcı gözüyle incelerseniz, s a n a t adam ının,
sa n a t eserinin yakasına tak ılan en p a rla k m adal­
y a budur:
«Büyüklük, genişlik, sonsuzluk...»
Ele avca sığabilecek bir heykelciği m i m ethe­
decekler:
«Abide gibi!» derler.
Ya m ethedilen bir abide ise,
«Dağ gibi!» derler. «Dev gibi.»
S a n a t eserlerine en büyük başarıyı sağlayan
«büyüklük» boy bos, endam büyüklüğü değildir.
Yapı san atın d an nasip a la ra k b ir elden çıkmış,
nice yap ılar v a rd ır ki, dünya k a d a r yer kapladık­
ları halde hantallıkları, h attatlıkları ile insana
genişlik büyüklük duygusu yerine sıkıntı verir-
.ler. Kocam an kocam an salonlar içinde içimizin
daraldığı olur, bunalırız. M isal verelim: Bizim
Büyük Postane yapısı. B una karşılık, u sta elin­
den çıkmış, tram vay boyunda küçücük bir ev
insanın içini açar. Kaşı gözü, ağzı b u rn u yerli
yerinde bir insan yüzü gibi, kapısı penceresine
uygun, tavanı döşemesine denk bir yapı d a gö­
züm üzü sevindirir. B una d a m isal verelim: Kü­
çük bazı türbelerim iz, bazı köy evlerimiz.
Büyüklük, genişlik duygusunu aşılayan se­
bepleri resim san atın d a uzun uzadıya inceledik.
A vrupa’nın çeşitli m üzelerinde yan y an a asıl­
mış aynı boyda tablolar gördük. B unlardan bi­
risi çerçevesinin boyu k a d a r yer kaplıyordu. H at­
ta bazıları bulundukları tabloyu bile dolduram ı­
yor, k a b u k la n içinde büzülüyor ufalıyorlardı.
Buna karşılık yanı b aşlarında tablo aynı boyda
olduğu halde çerçevesinden taşıyor, alabildiğine
genişliyor, adım ettiğim iz büyüklüğün, genişliğin
rah a tlığ ın a kavuşuyordu. Bu, kabına sığam am ak,
taşm ak, alabildiğine genişlemek, gücü nereden
geliyordu? Bu gücü, bir cüm lenin dört duvarı
a ra sın a sıkıştırabileceklere ne mutlu!..
Bu kabına sığam ayış, Leonard’m tabloların­
d a vardı, m ağ ara devrinde yaşayan insanların
kayalara, g ranitle oydukları hayvan resim lerinde
vardı. Eski bir K ütahya çinisinin nakışları
a ra sın d a vardı. A rap harflerine hiçbir zam an
ulaşam ayacakları b ir heybet aşılayan eski Türk
u staların ın yazılarında vardı. Bütün am açları bu­
lundu kları sayfayı süslem ek olan sahici m inya­
türlerde vardı. Yirmi beş senedir ressam ların
kafasını allak bullak eden beş yaşındaki çocuk­
ların resim lerinde de vardı.
Klasik dam gasını yemiş eserlere henüz eti­
keti konm adığı halde, klasikler k a d a r sa ra n eser­
lerde bizi sürükleyip götüren büyüklük gücüne
ilk defa kancayı tak a n fotoğraf olm uştur. Bir
dergide, veya b ir k ita p ta yan y an a basılmış iki
fotoğraf var. Diyelim ikisi de b ir kartpostal bo­
yunda. İki d an a heykelinden çekilmiş fotoğraf.
Bu heykellerin sahici boyunu bosunu m erak edi­
yor, fotoğraflara b a k a ra k iki rak a m tu ttu ru y o r­
sunuz.
Sağdaki heykel en aşağı iki m etre yüksekli­
ğinde, iki buçuk m etre uzunluğunda. Soldaki
heykel çok d a h a küçük olmalı; on, on beş santim
içinde b ir şey. Dergide heykellerin boylan yazılı
değil. Müzeye gidiyor asılla n n ı buluyor ve h ay ­
retler içinde kalıyorsunuz, şöyle ki: Sizin üç m et­
re boy biçtiğiniz heykelin aslı üç santim değil
mi!. Ya sizin on, on beş santim dediğiniz heykel
v a r ya, onun aslı d a üç m etre uzunluğunda, bil­
m em ne k a d a r yüksekliğinde.
S an at kitap ları b asan lar son zam an lard a sık
sık bu azizliği yapıyorlar. T utuyorlar bir yüzü­
ğün üstüne işlenmiş bir figürü iki sayfa dolusu
büyülterek basıyorlar. Eğer fig ü r sahici bir us­
ta elinden çıkmış ise bu büyüklüğü yadırgam ak
şöyle dursun,
«Daha v a r mı?» diyor.
Siz eğer dalgınlıkla bu fig ü rü n b ir yüzük do­
lusu olduğunu okum azsanız m üzeye gidip kos­
koca heykeller arasın d a onu boşuna a ra n ıp d u ra ­
bilirsiniz.
Aynı oyunu, avuç iki k a d a r bir m inyatürden
seçilmiş bir köşecikle oynuyorlar. İki santim et-
rek are büyütüyorlar. Bunu b ü tü n bir duvarı k a p ­
lay an tablodan alınm ış bir p a rç a sanıyor, öteki
sayfada, m inyatürün aslını görünce şaşırıyorsu­
nuz.
M edeniyetin üçüncü gözü, h aşm etlu fotoğraf
hazretleri, h e r g ü n bize yeni yeni dersler veriyor.
Fotoğraf sayesinde, kab ın a sığm ayan sa n a t eser­
lerinin nerelere sığabileceğini, d a h a ne k a d a r bü­
yümeye, genişlemeye elverişli olduklarını açıkça
görüyoruz.
Sahici sa n a t eserlerinin büyüm ekle, değerle­
rin d en b ir şeyler kaybetm eleri şöyle dursun, d a ­
h a çok kazandıkları m eydanda. Buna karşılık
büyük boyda sa n at eserleri de ölçüleri bozulm a­
d an küçülünce h â lâ yaşıyorlar. A vrupa resim sa­
n a tın ın d u v arlar boyunca uzayan en ü n lü eser­
leri; gün geçtikçe a rta n bir hızla, kartpostal, ki­
tap, dergi, renkli renksiz baskılar halinde yayım ­
lanıp duruyor. Bu kocam an devleri, kendilerin­
den binlerce defa küçük yavrularıyla tanıyor, se­
viyor ve sayıyoruz.

Gözle tadılan sa n at eserlerinde büyüklük gü­


cünün sebeplerini düşünürken, «kabına sığam a-
malt» sözünden sonra «gözümüzde büyütmek»
deyim ine takıldım . Çok sevdiğimizi, çok saydı­
ğımızı kendi ölçüleri üstünde görüyoruz. Öyle ta ­
sarlam ak tan hoşlanıyoruz. Yalnız eşya için değil
h e r şey ve herkes için. Çeşitli olaylar için bir
deyimi günde hepim iz birkaç defa kullanabiliriz.
İngiliz a n a h ta rı gibi b ü tü n k ap ılara uym am ış ol­
saydı, «gözümüzde büyütmek» sözü gözle tadılan
sa n at eserleri için biçilmiş kaftandı. Adıyla sanıy­
la başım a geldiği için gözümüzde büyütm ek sö­
zünün ne dem ek olduğunu çok iyi bilirim. 935
yılında k u lak tan dolm a Fransızcam la bir yaban­
cı şirket bürosunun tercüm e servisine girm iştim .
Ö m rüm de ilk defa duyduğum m ühendislik de­
yim leriyle dolu m ektupları tercüm e ederken n a ­
sıl terlediğim i size b ir defa anlatm ıştım . Büro­
m uzun şefi, çalışkanlığı, dürüstlüğü, bilgisi ile
h e r A llah’ın günü gözümde bir p arm ak d a h a
büyüyerek bir devanası kesildi.
G ünlerden bir gün yan y an a bir fotoğraf çek­
tirdik. Baktım benim boyum en az beş p arm ak
büyük!.. Sonra yaşını öğrendim . Benden iki yaş
küçük. Böyle olduğunu bildiğim halde büro şefi­
miz heybetinden hiçbir şey kaybetm edi...
S an at eserlerini de gözüm üzde büyütüyoruz.
Bir tabloya, bir heykele, bir yapıya, bir n akışa
kanım ız kaynadı mı, onu kendi boyu bosu için­
de değil sevgim izin boyuyla ölçüyoruz.
Resim hocalığında insanı en çok şaşırtan bu
oluyor işte. Biz, dü n y a kurulalı beri insanları
sevindiren işlerde baş köşeye o tu ra n değerleri
toplayıp, sağlam bilgilere dayanm ak istiyoruz.
Gözü doyuran, insanın içini açan eserlerde bazı
ölçülerin şaşm adan te k ra r edilm esinden sağlam
k u ra lla r çıkarıyoruz. Göz n u ru ile yaşayan eser­
leri k u ra n p a rç a la rın kesin fa rk la rla birbirlerin­
den ayrılm ası şarttır, diyoruz. Am a adam ın biri
çıkıyor yalnız bu ölçülere d a y a n ara k ortaya bir
iş çıkarıyor ki, içinizi açm ak şöyle dursun, sizi
sa n a tta n soğutuyor.
Ö lçülerin bizi hiçbir zam an aldatm ayan ta ­
rafı şu: Bir tablo, b ir heykel, bir yapı, b ir nakış
ölçülerinden b ir zerre ziyan edilm eden büyütü­
lü r veya küçültülürse değerini kaybetm iyor.
HİZAYA GELI

Bu şairim si kişinin en büyük korkusu: Her­


kes gibi olmaktı. Herkes gibi olm am ak için neler
yapm am ıştı! Kimselere benzem em ek şartıyla ad ı­
n ın deliye divaneye çıkm asını göze almıştı. Fa­
k a t h e r nedense adı deliye çıkacak yerde tam
tersine oldu: Üst üste kırdığı potlar, devirdiği
çam lar, yüksekten atm alar, tepeden tırn ağ a uy­
durm alar, kendinden zayıfm ı bulduğu zam an ka­
sıp kavurm alar, kendinden kuvvetlisi karşısında
eşit haller tak m m alar bir a ra y a gelince, ona kı­
saca,
«Yaman adam vallahi!» diyorlardı.
Şairlikten çok aktörlüğe ve bunların hepsin­
den çok başka işlere d ah a yatkın olduğunu an la­
y a n a k a d a r zam an zam an hepim izi tongaya bas­
tırdı. Şiirinin ipliği henüz p a z ara çıkm adan yolu
K aradeniz kıyısında bir yere düşm üştü. Memle­
ketin edebiyat, şiir düşkünü gençleri derhal et­
rafın ı sardılar. D aha ilk konuşm alarda onlara o
k a d a r yüksekten a ttı tu ttu ki, yam anlığı üstüne
kim senin şüphesi kalm adı. H er fırsa tta üstadı ça­
ğırıyorlar, ağırlıyorlardı. Şerefine bir de k ır zi­
yafeti çektiler. Ü stat yemek boyunca kimseye bir
tek kelime kaptırm adı. Bir dirhem şiir balı için
b ir a ra b a keçiboynuzunu sineye çeken yerliler­
den birinin canına ta k demiş olm alı bir a ra şaire
dönerek, y an m a yaklaşan bir kuzuyu göstermiş:
«Üstadım şu m ahluğun güzelliğine ne buyu­
rulur?» diyecek olmuş.
Ü stat, on beş yirm i g ünlük kuzuyu nefretle
süzdükten sonra,
«Bırak canım şu budala hayvanı. D ünyada
sevilecek, güzel denecek başka şey kalm adı mı?
Dünbale ise hem işe cüm ban ha!., ha!.. Kuyruğu
ise du rm ad an sallanır, demişler. Ne hebenneka
bir hayvan yarabbi! D ünyada koyundan, kuzu­
dan d a h a bayağı b ir şey olamaz. Aşağının, baya­
ğının ta kendisi. Bir defa sersem hayvam n biri.
Kendi ayağıyla kasabın eline gider teslim olur.
Sersem liğin bu derecesi nasıl güzel olabilir. Bir
de yılanı düşün! Yılanın zekâsını düşün. Yılan­
da kendi etini in san a teslim edecek göz v a r mı?
Y ılanın gu ru ru n u , halkalarının, boğum larının
dehşetini düşün. Adı bile bize bir dehşet verir.
İçinizde hiç yılan eti yiyen v ar mı? Sizin gibi
zavallı m ah lu k lara kendini yedirecek göz v ar mı
yılanda. Halbuki bir de şu m endebur, şu budala
kuzuya bak. A ptallık yüzünden akıyor. Hayvan
değil, h a z ır lokma. Y utulm ak için sıra bekleyen
budala bir lokma.»
Ş air coştukça b ir yılan edebiyatıdır uzanı­
yor. Biçare yerli, kuzuya güzel dediğine de, diye­
ceğine de çoktan pişm an olm uştur. Şair işi o
k a d a r azıtıyor ki, yerli a rtık dayanam ıyor, bu
a ra d a kuzu da yerlinin im dadına yetişircesine
ç a y ın n üstüne birkaç im za atıştınveriyor.
Yerli can havliyle, kuzunun attığı im zaları,
ve bir p a rç a ötedeki kocam an bir tezeği göste­
rerek.
«Üstat!» diyor, «ha bu da yenmez am a güzel
midur?» deyince p atlay an k a h k a h a la r arasında
ü s ta t tam m anasıyla bozuluyor. D aha doğrusu
hizaya geliyor.

Herkesin beğendiği ile alay eden, kendisini


herkesten başka tü rlü gören, tab iatın sadece ken­
disine m ahsus bazı özellikler verdiğine in an an
bu şairim si zatın günlerden bir gün b u rn u n u n
tam ortasında bir sivilcedir çıktı. Sivilce yerini
çok beğenm iş olacak büyüdükçe büyüdü. Kendi
başına bir ikinci b u ru n olm ak yolunu tuttu. Şa­
ir günlerce h a fta la rca evinden dışarı çıkam az ol­
du. K orktuğu başına, hem de başının tam o rta­
sına gelip oturm uştu.
Sivilce çıbana dönmüş, çıban bir u r halinde
b u rn u n d a b u ru n a benzeyen ta ra f bırakm am ıştı.
Bu alam eti suratının ortasında nasıl taşıyacağını
şaşıran şair, dışarı çıkm aya m ecbur olunca yü­
zünü, gözünü sarıp sarm alıyor, yolda kime ra s t­
laşa ilk işi b u ru n la rın a bakm ak oluyordu. O gü­
ne k a d a r m etelik vermediği, adam yerine koy­
madığı, insanların ne güzel, ne sade bu ru n ları
vardı. B urnundaki çıban onu o k a d a r üzdü, o
k a d a r yerin dibine soktu ki, beş vakit nam azını
kılan bir kimse olsaydı günde beş vakit:
«Hey Allahım! Ben ettim sen etme. Herkes­
ten başka tü rlü olm ak ne korkunç bir şeymiş!
B urnum daki bu çıbanı kaldır. Bana herkesin b u r­
n u gibi bir b u ru n ihsan eyle.»
Sonra şairin b urnu nasıl mı olmuş? Ben a n ­
cak bu kadarını biliyorum . Bundan ötesini de
sizler tam am layın. Zaten bu n d an ötesi konum u­
zun dışında.

Hayli zam an oluyor. Yedek subay okulunda-


yız. A rad a F ran sa’d a tahsile gittiğim iz için ken­
dim den çok d ah a genç ark a d a şla rla beraberiz.
Tek tü k benden yaşlılar d a var, am a dört, beş
yaş d a h a gençler çoğunluğu kurm uşlar. A nado­
lu ’d a öğretm enlik yapan bir genç tanıştırdılar.
Bir edebiyat kurdu. Benden en aşağı beş, altı yaş
genç. B ana öyle b ir sevgi, öyle b ir saygı göster­
di ki, ne yapacağım ı şaşırdım . İlle de elimi öp­
m ek için davranınca utancım dan yerin dibine
geçm em ek için ben onun y an ak ların d an öptüm.
Sevgi ve sevinç dolu b ir sesle,
«Üstadım, vallahi ben sizi yaşlı başlı, saçı
başı ağarm ış, b ir zat sanıyordum ...» dedi. Sonra
o güne k a d a r nerede ne yazm ışsam , ne çizmiş
isem b ir nefeste hepsini sıraladı.
S a n a t a la n ın a atılalı altı, yedi sene olm uş­
tu. Bu çeşit b ir sevgiye b ir saygıya rastlam am ış­
tım. D elik rn l'n m benim sevdiğim u s ta sa n atk â r­
ları sevmiş olm ası beni ayrıca m üthiş sevindir-
inişti. Birkaç gün içinde canciğer kuzu sarm ası
olm uştuk. Böylesine bir sevginin açam ayacağı
kapı yoktur. Yaşımın, tecrübem in bağışladığı ne
varsa b ir zerresini saklam adan ortaya döküyor­
dum.
Edebiyat m eraklısı delikanlı A nadolu’da ye­
tiştiği için resim tara fı yoktu. Resim sanatının
b ir edebiyatçıya neler bağışlayacağı üzerinde ko­
nuşuyorduk. Bu konu onu ilgilendiriyor, söyle­
diklerim in boşa gitm ediğine seviniyordum .
Bizim edebiyat k urdu izinli olduğu günler
İstanbul’d a ne k a d a r şair, hikayeci varsa h ep ­
sinin a rk a sın a düşüyor, hepsiyle tanışıyor, bazı­
larıyla m ü n ak aşalara bile girişiyordu. A radan
b ir iki ay geçmişti, bir gün geldi:
«Dün, falan ca şairle, falan ca hikâyeci ile ta ­
nıştım . Uzun uzadıya konuştuk. A raların d a bir
ay evvel tanıdığım sa n a tk â rla r d a vardı. Öyle in­
cir çekirdeği doldurm ayan şeyler söylediler ki,
h ay retler içinde kaldım . M eğer bizim uzaktan
u zağa göklere çıkardığım ız değerlerin çoğunda iş
yokmuş. Ben de o n la n bir şey sanırdım . Am an
Allahım ne ta m ta k ırla n v a r b unların içinde.»
«Mesela?»
Edebiyat kurdunun, tam ta k ır dedikleri için­
de bir ay evvel elbirliği ile sahici bir u sta dedi­
ğimiz kim seler vardı. Aynı fikirde olmadığım ı
söyledim. A ldırm adı... Kendi kendime,
«Bir a ra kendisini onlardan o k a d a r küçük
görm üş ki şim di yavaş yavaş hizaya geliyor za­
hir!» dedim.
A rad an birkaç h a fta d a h a geçti. Bahçede h a ­
vuz başında oturuyorduk. Bizimki geldi, bom ba
gibi patladı:
«Üstat» dedi, «bugün bir şiir döktürdüm . V al­
lahi bunu okuduktan sonra b ir d ah a can keli­
m esini zor alırsın ağzına. C an kelimesi nasıl kul­
lanılırm ış b ir gör hele!»
«Hadi oku şu şiiri bakalım?» dedik.
«Dur hele!» dedi. «Daha çalışıyc«'um. Kusu­
r a bakm a, am a ben öyle sizin gibi şipşak yaz­
m ak ta r a fta n değilim. Boyacı küpü değil, bu
şiir.»
K ulaklarım a k a d a r kızardığım ı hatırlıyorum .
Bir tek kelime söylemeden k ab ın a sığam ayan
edebiyat k urdunu seyrederken,
«Nihayet hizaya geldi işte» diye düşünüyo­
rum . Öyle ya, bu delikanlı bir a ra kendini o ka­
d a r küçük görm üş ki, kendini o k a d a r aşağ ıd a
b ir yerde bulm uş ki, şim di ancak tepemize çıkar­
sa kendisini hizaya gelmiş sayacak.
Kendim izden emin, halim izden m em nun ol­
duğum uz zam anlar bu çeşit hizaye gelişlere boş
veriyoruz. A m a insan hali bu, herkesin de ken­
disini perişan bulduğu zam anlar olur, böyle b ir
zam anım ıza ç a ttıla r m ı bizim de dilimiz a rm u t
devşirm iyor ya!..
Hizaya gelm ek arzusu en tabii arzularım ız­
dan birisi olsa gerek. Zam an zam an hepim iz bu
a rz u n u n gerçekleşm esi için yapılan acayip m a­
n e v ra lara şah it oluyoruz. Kimi koşum uza gidi­
yor, kim i bizi donduruyor. Am a ister istemez he­
pim iz hizaya gelm ek için savaşıp dürm üyor m u­
yuz? En büyük can sıkıntısını bizimle aynı hiza­
d a olm ayan in sanların arasın d a duym uşuzdur.
En büyük sevinçlerim iz de etrafım ızdakilerle
kendim izi aynı hizada bulduğum uz zam an do­
ğuyor. Yüz binlerce insanı stadyum lara çeken
a rz u n u n içerisinde hizaya gelmiş olm anın payı
yok m udur? Niçin İstiklâl M arşım ızı söylerken,
dinlerken tarifsiz bir heyecana kapılır ve ü rp e­
ririz. Bu an, b ü tü n m illetim izle aynı hizada ol­
duğum uzu sıcağı sıcağına duym uş olm aktan doğ­
m uyor m u? Ya bir uykuyu can an la beraber uyu­
yanlar, ya sevgilimizle yüzde yüz anlaştığım ız
aylar, g ünler değil, saniyeler:
Sevabı nakış gibi işlediler
G ünahı ayva gibi dişlediler
Ve hazzı sıcak bir som un gibi
İkiye yardılar, ortasından bölüştüler.
BİR YERİNE BİN

D ünyanın en güzel m üzelerinden biri de, bi­


zim A n k ara’daki Eti Müzesidir. Yeri de güzeldir,
yapısı da, kapısı da. Kapısı bir başka güzeldir bu
m üzenin. Ç ünkü b u rad a kalıpla dökülm üş kü­
çük heykelcikler satılır. Aslını, b ü tü n servetinizi
verseniz ele geçirem eyeceğiniz sevgili bir heyke­
lin tıpkısını birkaç liraya satın alm ak istemez
misiniz? S an at sevenler için bundan iyisi can
sağlığı. Küçük Eti aslanlarının, tad ın a doyum
olm ayan Eti geyiklerinin kalıplarını çıkarm ışlar,
bu k alıplarla dilenildiği k a d a r heykel dökülür..
Döküm işi ustaca yapılırsa değme m eraklılar dö­
küm ü aslından zor ayırabilirler. S an at sevgisini
antikacılığa boğarak ille de eserin kendini, sahi­
cisini ele geçirm ek isteyenler, o çarşı senin bu
p a z ar benim dönedursunlar. Bize sevdiğimiz eser­
lerin nam uslu ve u s ta ellerden çıkm ış döküm leri­
ni, kopyalarını, akıllıca basılm ış renkli renksiz
örneklerini versinler. Öpüp de başım ıza koyalım.
Sahici sa n at eserlerinin çoğaltılm ası işi o ka­
d a r alıp y ürüdü ki, kalıpla çoğaltm am n yanı ba­
şında bin bir çeşit çoğaltm a usulleri yer aldı. Bu­
gün bazı tabloların öyle baskılarını yapıyorlar
ki aslı iTe karıştırılm ası işten bile olm adığı için
baskının altına,
«Dikkat. Bu resim baskıdır!» diye bir dam ­
ga vuruyorlar.
Bu d a yetm ediği için baskıları aslı boyunda
piyasaya çıkarm ayı yasak ediyorlar. Ya aslından
birkaç parm ak küçük olacak, ya büyük. Başka
tü rlü birkaç liralık b ir baskıyı birkaç m ilyonluk
b ir eser diye sürm ek pek zor olmuyor.
Baskı dendi mi, biz şöyle parm ağım ızla bir
yoklar, m atbaa m ürekkebini; onun kâğıdın ciğer­
lerine k a d a r işleyen baskısını şıp diye kavrayı-
verirdik. H atta bazı yalancı resim m eraklıları bir
resm i beğendikleri zaman;
«Ne güzel! Baskı gibi» derler. «Sanki el ile
yapılmamış.»
B ununla boyanın çok ustaca serpildiğini,
an latm ak isterler.
Bugünkü baskılar m akineden çıkmış gibi de­
ğil de bal gibi ressam ın elinden çıkmış gibi, ço­
ğ altm a işi öyle ilerlemiş, öyle tutunm uş. Bunu
y a p a n la ra öyle büyük servetler getirm iş ki, h er
geçen gün o n lara yepyeni im kânlar sağlıyor.
Plastik kem erlerin yanı başında plastik kitap
k ap ak ları türedi. G ünüm üzde, kim yacıların, fi­
zikçilerin bütün buluşlarından en çok faydala­
n a n çoğaltıcılardır. O nların bu yoldan büyük pa­
r a kazanm aları, yalnız sa n at alan ın d a yüzde yüz
hayırlı ve verim li oluyor.
G ündeliklerin birinde El G reco’ya a it bir ya­
zı vardı. Bu büyük u sta n ın üç tablosunun fotoğ­
rafı yazıyı süslemişti. Fotoğraflar hiç de fena ba-
sılm am ıştı. Bundan 25 yıl önce biz böyle üç tane
gazete baskısını yüz elli k u ru şa seve seve satın
alırdık. Güzelin hallaç pam uğu gibi atıldığı, h er
gün yeni usullerle b ir k a t d a h a çoğaltıldığı, bi­
rin d u rm ad an binlere, binlerin h a bire yüz bin­
lere bölündüğü, d urup dinlenm eden arttığ ı 1955
senesinde bizim güzeller oldukları yerdeler.
Selimiye’nin, Süleym aniye’nin, Ayasofya’nın,
ölçülü biçili y av rularını çoğaltıp satışa çıkaralım
demiyoruz. Şimdilik en kolayını, en ucuzunu, en
sağlam ını deneyelim. Renksiz, renkli güzel bas­
k ıla ra yetecek kadar, bilgimiz, sabrım ız, aracı­
mız yoksa şim dilik kalıpla çoğaltm aya el atalım .
Z ararın neresinden dönersek kârdır. İlk ağızda
kolaylıkla taşınan, küçük heykelciklere el a ta ­
lım. A n k ara’daki Eti M üzesinde satışa çıkarılan
küçük heykeller boyunda nem iz varsa, hepsinin
kalıplarını yaptırm ak n e devleti yıkar, ne m il­
leti. Bir avuç alçı ile b ir kalıp yapılır. Y arım avuç
alçı ile bir şaheser dökülür. Bizim İstanbul antik
m üzem izde yükte hafif pah ad a ağır yüzlerce hey­
kelcik vardır. En fak ir resim öğretm eni bile bun­
lard a n yapılacak döküm lerden birkaç tanesini
kendi harçlığı ile satın alıp öğrencilerine götü­
rü r. D ostlar bu p a ra işi değil, bir anlayış, bir
davranış, bir inanış işidir. Dilimizin köküne k a­
d a r işlemiş sözlerinden birisi de,
«Güzele bakm ak sevaptır,» sözüdür. Bu sö­
zü bugün,
«Güzeli yaym ak sevaptır» dem ek de h e rh a l­
de b ir sevap olur.
T ekrar ediyorum , bu hayırlı işi ele alm ak
için m üzelerim izin bilmem ne faslına şu k ad ar
yüz bin lira koym ak şa rt değildir. Çok ufak bir
p aray la heykelleri çoğaltm a işine derhal başla­
yabiliriz.
Eğer bu kalıp ve döküm işine h a rc a n a n p a ­
r a binlerce lira fazlası ile devlet kesesine dön­
mezse b an a diledikleri cezayı versinler, razıyım .
SANAT BÖCEĞİ

Hali vakti yerinde b ir insan tasarlayın. İs­


tan b u l’u n en ten h a köşelerinden birisine çekil­
miş, kendini sa n ata verm iş olsun. Bütün bir
öm ür sa n a t yemiş, sa n a t içmiş, m esleğinden baş­
k a hiçbir dertle tasalanm am ış, ekm ek elden, su
gölden, sa n a t desen adam cağızın içinde fıkır fı­
kır, öm rü tükenene k a d a r çalışmış durm uş. Ne­
den sonra bu köşeciğe yolumuz uğram ış. Bir de
bakm ışız ki, adam cağız elini nereye değdirm işse
o rad an bir n u rd u r fışkırıyor. M eğer adam cağız
sa n a t balının küpüne düşm üş de biz fark ın a bi­
le varm am ışız. A rtık seyreyleyin siz bu denli bir
sa n a t adam ı üstüne yapacağım ız edebiyatı, çe­
keceğimiz n utukları, okuyacağım ız mersiyeleri.
Kimimiz tu tup ona acım aya kalkacak, kimimiz
onun çalışm a gücüne bakıp kendi haline ağla­
yacak. H er kafad an bir ses, h e r kalem den bir
fery at yükselecek. Sonunda böyle bir cevheri vak­
tinde keşfedemediğim iz için saçını başını yolan­
ların p atırdısı ağ ır basacak:
«Nasıl olmuş da, h er gün şu evin önünden
geçtiğim iz halde onun sa n at gücünü duym am ı­
şız?» diyenler, belki yüzyıllar boyunca zonklayıp
duracaklar.
İmdi!.. S an at tarih in e şöyle bir göz atalım .
Kıyıda b ucakta kalm ış, böyle cevahir v a r mı
ola, b ir araştıralım . Benim gördüklerim , bildik­
lerim, okuduklarım a ra sın d a böylesi yok. Ama
şim di bilirkişi kaşlarını çatacak,
«Peki sen bilm iyorsun diye, böyle bir şeyin
olm am ası ş a rt değil ya?» buyuracak.
Evet. Böylesi in sa n la r bulunabilir. Bir kö­
şeye çekilip bir sü rü m arifet gösterdikten son-
ra sessiz sedasız göçüp gidebilirler. Böyle bir şe­
yin olabileceğine aklım yatıyor, am a neyleyim ki
sa n at dünyasını o n lar gibi bir köşeye çekilenler
değil de, inadına ortay a çık an lar kuruyorlar. Sa­
n a t dediğimiz gerçek başını alıp bir köşeye sak­
lanm akla değil de varını yoğunu sırtlayıp e r mey­
dan ın a çıkm akla başlıyor. Aynı m eydanda geli­
şiyor, yaşıyor ve yavaş yavaş sönüyor.
Bilirkişi gene som urtuyor, sözün burasında,
«Sanat dediğin kandil değil ki sönsün. O,
ölüm süzdür...» diyor.
Hey Allahım, hem bunu ne k a d a r kendine
güvenen bir sesle söylüyor, aklı sıra beni korku­
tacak:
«Ölmezmiş! Laf ola beri gele. Öyle bir ölür
ki top gibi! A m a iyi sa n a t eserinin ölüsü bile kö­
tü sa n at eserinin dirisinin hakkından gelebilir.»
S an at eserinin ölmezliği bundan kinaye, ya­
şay an ın eskidiğine, yıprandığına, tükeneceğine
inanm am ak en ünlü tab ia t k an u n u n u hiçe say­
m ak olur. Bir sa n a t eseri yaşam ış ise ölmeye
m ahkûm dur. A m a kıyıda bucakta kalm ış Ijana
k a n a yaşam am ış ise mesele yok...
Evet konum uz buydu zaten. Kıyıda bucakta
olup biten sa n a t eserlerinden konuşuyorduk. On­
la r bize seslenmedikçe, v arlıklarından haberim iz
bile olm ayacak. S an at adam ı yalnız ortaya çık­
m akla kalm ayacak. Yüksek sesle konuşacak, se­
sini duyurm aya savaşacak. Sevgilisinin kulağına
b ir şeyler fısıldarcasm a değil, gücünün yettiği
k a d a r b ağ ırarak konuşacak ki, en ağ ır duyanla­
rım ız bile kulak kabartsınlar.
Bilirkişi,
«O senin dediğin sa n at adam ı değil de, işpor­
tacı gibi bir şey. Bizim bildiğimiz sanatçı alçak­
gönüllü b ir kişidir. Öyle, ille de ortaya çıkaca­
ğım, avazım çıktığı k a d a r m arifetlerim i sayıp
dökeceğim diyen bir insam n sa n a t adam ı olaca­
ğına şah it ister...» dedi ve kesti.
Evet birçok bilirkişilere göre, sa n a t adam ı
ağzı v ar dili yok kabilinden, güçsüz kuvvetsiz
bir kişidir. Hele o m eşhur alçakgönüllülüğü yok
m u? Kendisini hor görmesi, yaptığı işi beğenm e­
mesi, kendini faydasız, lüzum suz, küçük görmesi
yok mu? O nun bu tara fı üstüne ne çürük yapı­
la r k u rarlar. O k a d a r ki dokunsan çöker, bu ya­
pı altın d an sa n at adam ının ortay a çıkm a arzusu
pırıl pırıl belirir.
İşte benim bu arzuya, bu kuvvetli isteğe,
m ikrop diyesim geliyor. M ikrop kelim esinden
ödüm patladığı için sa n a t adam ına kondurm ak
istem iyorum , am a başka bir kelime de bulam a­
dım gitti. İsterseniz m ikrop yerine böcek diyelim.
S an at mikrobu, sa n a t böceği. Bu d a olmazsa sa­
n a t m ayası diyelim. Herkes hoşuna giden kelime­
yi yakıştırsın, yeter ki sa n at adam ını ortaya çı­
k aran, onu yaşatan, çalışm asını sağlayan, ona
sa n at adam ı dedirten gücün, kuvvetin adı kon­
sun. Öyle ya, nasılsa, çeşitli kudretleri, dertleri
inceledikçe hepsinin altından canlı bir varlık çı­
kıyor, b unların bir kısmı canım ıza can katıyor,
bazıları d a canım ıza kıym ak için boyuna fırsat
kolluyorlar. S an at böceği de b ir defa kanım ıza
karışm aya görsün, ilk işi bizi ortay a e r m eyda­
n ın a sürm ek oluyor. Eser üstündeki bütün ta r­
tışm alar bu böceğin zoruyla başlıyor. Değer k an ­
tarı o zam an işliyor. S a n a t pazarı o zam an ku­
ruluyor. Yeter ki sa n at böceği insanın k an ın a
karışa!..
Bu böcek bizimle beraber mi doğar? Son­
ra d a n mı kanım ıza karışır? Niçin birçok sa n a t­
k â rların çocukları sa n attan başka h e r şeyden
h oşlan ırlar da sa n at alan ın d a boy gösterm ezler?
Burası henüz hepim iz için sır. Benim aklım ın y at­
tığı k a d a rı şu:
Aklı başında herkes sa n a t yapabilir. H er
norm al insan, sa n a t kollarının hepsinde bir ba­
şarı sağlayabilir, yeter ki çevresi bu n a uygun
ola. Am a san atla u ğ raşa n herkes sa n a tk â r ola­
maz. S a n a tk â r olabilmesi için dem in adını koy­
m aya çalıştığım ız böceğin d am arların d a gezin­
diğini duym ası lazım.
Ben nice in sa n la r tanıdım ki ortalık ta adı sa­
n a tk â ra çıkmış birçoklarına dum an a ttıra c ak ka­
d a r sa n a t içre idiler. Bilgileri vardı. Sonuna ka­
d a r açılmış gül gibi zevkleri vardı. Bal gibi sa­
n a tk â r olabilirdiler. S an at dünyam ıza yeni bir
çeşni, yeni bir değer ölçüsü katabilirdiler. On­
ların m ektuplarını okurken, sohbetlerine can ku­
lağıyla katılırken, kaç defa dayanam am ış,
«Bre niçin s a n a t dünyasına boş veriyorsun?
Seni y a ra ta n sa n at için yaratm ış, niçin başka iş­
lerde kendini harcıyorsun d a şu söylediklerini ol­
duğu gibi yazmıyor, şu yazdıklarına bir çekidü­
zen vermiyorsun?» demişim dir.
Y azdıklarına k atacak çekileri de vardı, dü­
zenleri de. A m a b ir şeyleri, bir ta ra fla rı eksikti:
S an at böcekleri.
O nları ne k a d a r zorladım sa olmadı. Eğer
bu m ikrobu penisilin taifesi gibi b ir ele geçir­
mek m üm kün olsaydı, haberleri bile olm adan,
o nlara aşılardım . Kim bilir b an a ne k a d a r kı­
zarlardı! Ç ünkü onları en çok yıldıran, korku­
ta n şey ortay a çıkm aktı. Bunu gözlerinde o k a­
d a r büyütüyorlardı ki; o rtaya çıkm aktansa öl­
meyi ü stü n tutabilirlerdi. Bir kısmı bu olayı gö­
zünde büyütürken, bir kısmı da in ad ın a küçüm -
süyordu. D urup d u ru rk en eserini kolunun altın a
alıp o rtay a çıkm ak onlar için pek bayağı bir işti.
H er ne hal ise ortaya çıkm adılar, dağarcık­
larındaki sa n a t balından bize birkaç çim dik uzat­
tılar. En büyük parçayı olduğu gibi beraberle­
rin d e m ezara götürüp ziyan ettiler. S an at adam ­
larını ortaya iten böcekten A llah razı olsun. Ger­
çi bazen bize sa n a t eseri diye bir sürü keçiboy-
nuzunu da kem irttiği oluyor am a, ya böcek zor-
lam asa halim iz nice olurdu onsuz:
Y a n m a k dam ar dam ar nefes nefes
Y aşam ak tükene tükene
diyebilir miydik?
Hele,
Ölüm kapıya gelende, canım ızı yağm a olmuş,
tala n edilmiş bulabilir miydi?
BELALI GERÇEK

O scar W ilde anlatıyor:


«Vaktiyle bir balıkçı vardı. G ünlerce denizde
kalır, döndüğü zam an m ahalle halkını etrafına
toplar, on lara avlanırken başından geçen acayip
şeyleri anlatırdı. D inleyenlerin heyecandan ne­
fesleri kesilir, peri padişahı ile başlayan deniz
kızları ile devam eden hikâyenin bir tek kelim e­
sini kaçırm am ak için balıkçıya d a h a d a h a çok
sokulurlardı. Balıkçı o k a d a r güzel anlatırdı ki
herkes onun peri kızları, deniz kızları ile senli-
benli olduğuna inanır, h e r sefer dönüşü, heye­
canla sorarlardı:
— Bugün hangi peri kızı ile beraberdin? Bu­
g ü n gene neler gördün?
G ünlerden bir gün balıkçı denize açıldı, de­
nizin o rta yerinde bir ada, adanın kıyısında da
adıyla sanıyla peri kızlarıyla deniz kızlarının
oynaştıklarını görmez mi? M ahalleye döndüğü
zam an balıkçının su ratı bir karıştı.! Ağzını bıçak­
la r açm az olm uştu, gene etrafını sardılar:
— Hadi, anlatsana!. Bugün neler gördün?
Balıkçı yorgun, perişan, m ahzundu. Nerdey-
se ağlayacaktı:
— Hiç, dedi, hiç!.. Bugün hiçbir şey görm e­
dim!..»
W ilde’in bu hikâyeciği İngiliz a n a h ta rı gibi
çeşitli k a p ıla n açabilir. Bu kapılardan birisi bizi
şöyle bir çıkm aza sürükler:
«Edebiyatçı gördüklerini değil, görm edikle­
rin i a n la tan adam dır. Gözle görüleni, el ile tu tu ­
lanı ebem de anlatır. M arifet adabı, erkânı ile
uydurm ak, yakıştırm aktır.»
Aynı hikâyecik h a y ra d a yorulabilir. S an at­
k â r denilen kişide h e r babayiğitte rastlan m ay an
bir tasarlayabilm e gücü bulunm alıdır. W ilde'ın
balıkçısını şaşırtan, onu arp acı kum rusu gibi d ü ­
şündüren, bu gü cü n elden gittiğini görm esi ol­
m uştur. Öyle ya! Bitip tükenm ek bilmeyen uzun
yolculuklar boyunca tasarladığı, yalnız kendisi­
nin, yoktan v a r ettiğine inandığı şeyleri, hiçbir
gayret sa rf etm eden herkesin görebileceğini an ­
layınca sih ir bozuluyor.
Balıkçı, olağan şeyleri tasarlam ış olduğuna
içerliyor. Zekâsının, düşüncesinin alelade şeyle­
r i aşam am ış olm ası gücüne gidiyor.
W ilde'm balıkçısı h â lâ susuyor mu, bilmem!
Son sistem tepkili uçakları, denizaltı teknelerini
görm üşse, belki bir defa d a h a dilini yutm uştur.
Dem in bu hikâye, birçok kapıları açabilir
dedim. B ununla bugünün edebiyat kapısm ı zor-/
ladım, am a olmuyor, a n a h ta r boşuna dönüp du­
ruyor. G ünüm üzün edebiyatı, başıboş bir ta sa r­
lam a oyunu olm aktan çıkmış. Sahici edebiyat
bugün b ü tü n hızı ile gerçek peşinde. Tasarlam a
gücü, esintiler önünde rasgele savrulan bir du­
m an değil, h e r adım başı gerçeği destekleyen
bir kuvvet olmuş. Gerçi d ah a iyi belirtm ek için
icada gideceksin. T asarlam a gücü gerçeği bulan­
dırm ak için değil, tam aksine d upduru kılm ak
için işleyecek. Gerçeğin peşinde, beş duyum uzu
da, beş azılı silah halinde seferber edeceğiz. G er­
çek bu duyuların elinden k u rtu lu rsa o zam an ta ­
sarlam a gücüm üze davranacağız.
C ehennem elinden haber sorarsan
Y anar yanar da ağlaşırlar
Din ulusu M uham m et’i
U m ar um ar da ağlatırlar

Y ana yana kara köm ür olmuşlar


Nice yü zyıl cehennem de kalm ışlar
Dizlerine dem ir zincir vurm uşlar
Çeker çeker de ağlaşırlar.
İşte size koca Y ünus’u n cehennem inden bir­
kaç parça. Bu cehennem in yanı başında ırm ak­
ları A llah diye diye akan, çiçekleri buram buram
A llah kokan bir de cennet serilm iştir.
Rengine boyanmışam, solm azam artık
diyerek renklerin en hasını bulduğunu ressam ­
ca bir g u ru rla iddia eden sevgili Y unus’un cen­
neti mi d a h a sahici, cehennem i mi? Bana kalır­
sa Y unus’u n cehennem i yanında cenneti bir hay­
li sönük kalıyor. Niçin mi? Ç ünkü Y unus’un cen­
neti a h re t kokuyor, am a cehennem ine bal gibi
dünya kokusu sinmiş. Zaten Yunus deyince in­
sanın akim a bir keyf ehli değil de m em leketin
h e r yanını yalınayak dolaşan bağrı yanık, çi­
leli bir insan yüzü geliyor. Yunus Em re’nin şiiri­
ne sinen gerçek kokusu ah retten değil, dünyadan
geliyor. Ölüm karşısında Yunus gibi ürperen kaç
şa ir d a h a gelm iştir? Ölüm ü böylesine duyabil­
m ek için ten kafesinde bir değil, bin bir tane can
kuşunun cıvıl cıvıl kaynaşm ası lazım. Ah sevgili
Yunus, şu cennetle cehennem i vaktiyle öteki dün­
yaya aktarmamalardı, ne güzel olurdu. Bütün din­
ler elbirliğiyle h er ikisini de a h rete yerleştirm iş­
ler. S anatın b ü tü n kollarını birer birer kullan­
m asını en iyi bilen din yapısı ilk evvel şiiri se­
ferb er eylemiş:
Şiiri seferber eylediler
Ve elbirliği ile, g ö kyü zü n ü n en m ünasip ka-
l tında
M ükem m el bir cennettir kuruldu
Ve üzerinize güller
M ezkûr cennette har vurup harm an savur-
Idu ölüler
T asarlam a gücünün kapılarım sonuna k a­
d a r açan şiir, bize bir cennet, cehennem tablo­
su d u r çizdi. Öyle bir tablo ki, bugüne kad ar
yüz binlerce sanatkârı, m ilyonlarca inşam ken­
dine çekti.
Geçenlerde bizim ilkm ektep çocuklarının
yaptıkları resim ler arasın d a cennet, cehennem
konusuna rastladım . Birisinde nakış nakış alev.
ötekinde tom urcuklanm ış bir b ah ar. Çocuk kafa­
sında yaz, kış tem i k a d a r açık seçim bir cennet
cehennem meselesi var. Kimisi cenneti bir gelin
odası gibi döşemiş, kimisi cehennem i zebaniler­
le doldurm uş. Yalnız bu cennetlerin birinde m a­
vi bir bisiklet vardı. C ehennem lerin bir tanesin­
de de k e rra t cetveli! Çocuk h azretleri bu. Şakası
yok ki! Ne a ta rsa n aşm a o gelir kaşığına m i­
sali! Zamane!.. Cennete uçakla, cehennem e kağ­
n ı veya İstanbul tram vaylarıyla d a gider mi, gi­
der. O gidedursun biz konum uza gelelim: Bugü­
n ü n edebiyatında en büyük rolü oynayan ger­
çek üzerinde duracaktık. T asarlam a gücüne d o ­
kunalım dedik. K arşım ıza Y unus’un cehennem i
çıktı. C ennet cehennem derken çocuk resim leri­
ne k a d a r gittik. H albuki benim asıl zorum şu
idi: D ünün edebiyatında en büyük m arifet a la ­
bildiğine tasa rla m a idi. Eskiden ne k a d a r çok
tasarlayabilirsen o k a d a r iyi şair, iyi rom ancı, iyi
tiyatrocu sayılırdın. Gerçek, tasarlam a gücünün
elinde bir oyuncaktı. Eskiden hiç görmediği, hiç
bilm ediği bir m em leket hakkında oturduğu yerde
sayfalar dolduran edebiyatçıya,
«Ne k a d a r kuvvetli bir m uhayyelesi var!..»
denirdi.
Bugün sadece,
«Amma da atıyor...» deyip geçiyoruz.
Eski resim le yeni resm i birbirinden ayırm ak
için,
«Eski resim taklide dayanırdı. Bugünkü re ­
sim h e r şeyden evvel icada dayanıyor...» diyo­
ruz.
Edebiyat için b u n u n tam aksini ileri süre­
biliriz. Yalnız tak lit kelim esini kötü m anaya al­
m adan. Taklit kelim esini «konusunu m üm kün
olduğu k a d a r iyi incelemek» m anasına alırsak,
bugü n ü n edebiyatı ile resm i arasm d a hiç olmaz­
sa m üzik sanatı ile heykel san atı arasındaki k a ­
d a r açık bir fa rk gözetmiş oluruz.
B ugünün en iyi edebiyatçısı, konusunu bize,
-dünün en u sta ressam ları gibi veriyor. Konusu­
n u bir tek y andan değil, b ir tek ışık içinde de­
ğil, çeşitli yönlerden, çeşitli ışıklar içinde incele­
yerek verm eye çalışıyor. T asarlam a gücü eski­
den olduğu gibi birinci planda gelmiyor. Yazarın
incelem e im kânlarının bittiği yerde başlıyor.
Kısacası bugüne k a d a r bizi öyle zengin m a­
sallarla oyalam ışlar ki, m asal âlem i ciğerimize
k a d a r öyle bir işlemiş ki, yanı başım ızdaki ger­
çeğe susamışız. M asalın hakkını m asala, ger­
çeğin hakkını d a gerçeğe verm ek zam anı gelip
çatm ış. Fakat sorarım size bugün yeryüzünde
m asal dünyasından tam am ıyla kurtulabilm iş kaç
tan e y azar var? K alem lerini en yalın gerçek ta ­
şında biledikleri için dünya çapında bir şöhret
k azanan nice A vrupalI ve Am erikalı y azarlar
tanıdık ki, bize te k ra r m asal okum aya başladı­
lar... Gerçeğin tadını ve hızını aldıktan sonra za­
m an zam an tek ra r m asal dünyasına dönm eleri
neden? Sadece sa n a t tasası mı? Yalın gerçekten
insanların çabuk bıkacağı korkusu mu? Yoo!..
Sadece gerçeğin belalı oluşu. En ufak bir m en­
fa a t gütm eden, okuyucunun hakkında vereceği
hüküm lere katlanm ayı göze ala rak dünyasını ol­
d u ğ u gibi yazabilm ek kolay iş mi? Çayın içinde
eriyen şeker parçası gibi, etrafın a karıştığını d u ­
ya duya bize dünyasını verebilecek kabadayı ya­
z a r henüz doğm adı. Am a doğum sancıları çok­
ta n başladı. B ugünün edebiyat adam ı, ancak ese­
rindeki gerçek boyunda edebiyatçı bir o k ad ar
nam usludur. Yüzde yüz gerçeğe d ay an an ede­
biyat h ak k ın d a d a h a hiçbirim izin tam fikrim iz
yok. Bu belki de tad ın d an yenmeyecek k a d a r ze­
h ir zıkkım bir şey olacak. Birkaç dam lası bütün
b ir rom anı a b a t etm eye yeten gerçek; yüzde yü­
ze ulaştığı zam an atom bom bası k a d a r belalı bir
silah olacak.
Dragos Tepenin kıyılarında iri iri çakıl taş­
la n var. Y arısından çoğu d u ru beyaz, ötekiler ya
boz, y a h u t çok açık yeşile çalan toprak rengi.
A raların d a y u m u rta biçiminde, yu m u rta boyun­
d a çakıl taşları bulabilm ek için birkaç dakika
a ra n m ak yetişir.
Ne zam an yolum uz düşse, bu çakıl taşlarıy­
la oyalanırız. Kimi eteklerini doldurur seçtiği taş­
larla, kimi şapkasını, kimi pabuçlarını.
Islak ça k ılla n n üstünde a ram ak la bulunm a-
cak k a d a r gizli renkler vardır. Biz atölyem izde
böyle birdenbire adını bağışlam ayan renklere «sa­
ğır» renkler deriz. Boz desem değil, m avi değil,
yeşil değil, sarı değil. B unlar ancak çok canlı
bir rengin o rta yerine düşerse adlandırılır. Yoksa
kolay kolay hiç kim se bu renklere, bu m eneviş­
lere bol keseden bir ad veremez.
Çakıl toplayanlara bakıyorum d a herkes yu­
m u rtay a benzeyen çakılları seçiyor. Niçin elimiz,
haberim iz bile olm adan yum u rta biçimine kayı­
yor? Y um urta biçim inde yalnız gözüm üzü değil,
ellerimizi, avuçlarım ızı doyuran nedir? Hem ni­
çin deniz önüne kattığı çakılları istediği gibi yon­
tup d u ru rk en y um urta biçimini seçmiş? H azır
eli değm işken niçin bu taşları tam toparlak bi­
çim lerde yontm am ış da ille de y um urta biçimini
üstün tutm uş?
Gel de şim di Picasso’n u n sözünü hatırlam a.
Zaten hangi taşı kaldırsan altından Picasso çı­
kıyor, am a Picasso, d a h a çok vahşi kabilelerin
yonttukları taşları altından zemberekli oyuncak­
la r gibi fırlıyor! H a... bakın ne diyor yum urta
-üstüne bu üstat:
«Şu ressam lar ne tu h af insanlardır; bir yu­
m u rta resm i yaparken ille de ona bir kişilik ver­
meye çalışırlar; kişinin başını çizerken de yu­
m u rtay a çevirm eden ra h a t edemezler!..»
Klasik dam gasını yemiş bütün ustaların elin­
den çıkan başlara dikkatle bakarsanız, saç buk­
leleri, kum aş kıvrım ları arasın d a kaybolan baş­
la rın çevre çizgilerini güzelce incelerseniz; b ü ­
tü n yüzlerin tam bir y um urta biçim inde k a ra r
kıldığına sizin de aklınız yatar.
Elbet y um urta biçim inin de çeşitleri var.
D aha toparlağı, d a h a sivrisi; am a belli olan ger­
çek şu biçimde hepim izi sa ra n bir hikm et var.
Dragos kıyılarındaki çakıllarla oyalanırken,
b ir de kocam an kem ik bulduk. Ya kocam an bir
k a d a n a beygirinden kalm a, ya b ir m anda veya
benzeri yaratıklardan. Deniz; bu kocam an bacak
kem iğini de önüne katm ış, onu d a çakıl taşlarıy­
la birlikte bir güzel yum uş yıkamış, ak pak a ğ a rt­
mış. U fak tefek re tu şla r yapm ayı d a unutm am ış
olm alı ki, kem iğin kasaplık hali kalm am ış d a da­
vul tokm ağı gibi işlenmiş.
Kemiği topladığım çakıllar ara sın a katınca
sandal halkı d urum a el koym aya kalktılar:
«Sandalda kokar» dediler. «İnsana kasap
dükkânını hatırlatıyor» dediler. «İşin ucunda
ölüm var» dediler. «At şu çirkin kemiği» dediler.
Kemiği ne k a d a r okşadım sa olmadı, onu kim ­
seye sevimli kılam adım . Tokm ak başlı kemiği a n ­
cak bir havluya sa ra ra k sandal güm rüğünden
k açırm ak m üm kün oldu.
Tokm ak başlı kemiği evde kimse bulunm a­
dığı günler m asam ın üstüne koyup inceliyordum.
Gözü doyuran, avuçlarım ı gıcıklayan bir biçimi
vardı. U zun zam an denizde, bir o k a d a r güneşte
d urduğu için kokudan eser kalm am ıştı.
Kemiği seyrederken sahici b ir heykel tadı
alıyordum . İnsan vücudunu hallaç pam uğu gi­
bi a ta n ressam ları, heykeltıraşları düşünüyor,
onların hiçbirinde tokm ak başlı kem iğin büyü­
ğünü, sadeliğini bulam ıyordum :
A kadem ilerde aylarca, yıllarca, yüzyıllarca
insan vücudu çizilir durur. İskelet üstünde de
d ersler verilir. Öğrenci yüzlerce kem iğin a n ası­
n ı avradını, sülalesini öğrenir de, b u n lard an bir
tanesini benimsemez. Ö m rü billah elmalı, a rm u t­
lu, yelkenli, servili, bağlı bahçeli resim ler yap ar
d a b ir gün olsun bir aşık kem iğine alıcı gözle
bakm az.

Peki sen bu davul tokm ağını, h av an topuzu­


n u a n d ıra n kemiği aylarca inceledin de ne oldu
sanki? Bakın ne oldu. Birkaç defa o turup şu g ü ­
zel kem iğin bir resm ini yapayım dedim. O nu si­
yah beyazla, çizgi ile ren k ler a ra sın d a düşün­
düm. A aaa... Beni b u rad a sa ra n resim yapm a
arzusu değildi. Topladığım çakıl taşların ın r e s ­
m ini yapm ak d a hiçbir zam an aklım dan geçme­
di. Am a zam an zam an onlardan bir tanesinin
üstüne birkaç ren k beneği, birkaç çizgi atm ak
hoşum a gidiyordu. Tokm ak başlı kemiği de çakıl
ta ş la n gibi boyam ak geldi içimden. Birkaç defa
hazırlandım , am a içimde bir ses:
«Hayır! Bu kem iğin üstüne boya sürm ek gü­
nah. Başka b ir şey sür, başka bir şey kondur,
a m a boya sürme.»
Ah! bu ses. Bu çok derinden gelen, çoğu za­
m an kulak asm adığım ız bu ses yok mu?.. Hani
bazen resim yaparken bu ses der ki:
«Şu üstüne resim yaptığın ketenin kendi re n ­
gi v a r ya, soluk buğday rengi. O nu b ir yerde kul­
lan. O nun üstüne boya sürm e. Onu olduğu gibi
alıkoy. Nerede olduğunu bilmem, am a bir yerde
şu rengi kapam a...»
Bu ses derinden derine seslenir durur, am a
yüzde doksan dokuz başka tasaların ağ ır basm a­
sı yüzünden su sar gider.
Bu sese kulak asm am ak yüzünden, tam kıva­
m ını bulm uş yüzlerce resm im i bozduğum u gayet
iyi hatırlıyorum . Bazen bu sese kulak k abartır,
«Evet anlıyorum . O renge senin h a tın n için
dokunm ayacağım . Dokunanın!..» diye, sözler ver­
diğim halde... H er ne h al ise, bu sefer içim den
gelen sesi dinledim. Tokmak başlı kemiği boya­
madım.
«Bu kem ikten kasap, ölüm, kötü koku, eziyet
çeken hayvan izlerini söküp atm ak için bir şey­
ler düşün. Kemiğin a n a yapısını bozm adan ona
öyle bir şeyler k a t ki, gören; onu senin sevimli
bulduğun k ad ar sevimli bulsun.»
Bu ses, herhalde şeytanın sesi değildi. İçimiz­
den h e r zam an m elekler seslenmez ki, bazen de
şeytanlar seslenir. Yolda d urup du ru rk en önü­
nüze acayip enseli bir vatandaş düşer, avuçları­
nız karıncalanm aya başlar, işte tam o sıra la rd a
şeytan der ki:
«Parlak, şu adam ın ensesine bir tan e p at­
lat!..»
Sen gel de içinden gelen h er sesi dinle baka­
lım. Güzel güzel yolda y ü rü rk en karşınızdan
tam dilediğiniz gibi bir a fet peyda olur. O a ra
içimizden gelen sesleri dinleyecek olsak halim iz
nice olur? H er ne hal ise, tokm ak başlı kemikle
dertleşir du ru rk en elime bir kutu kullanılm ış
gram ofon iğnesi geçti. Bazılarının uçları paslan-
m ıştı bile. İçimdeki ses,
«Tamam!» dedi. «Al bu gram ofon iğnelerini
tokm ak başlı kem iğin sırtın a çak bakalım.»
Hiç düşünm eden iğneleri b ire r birer çaktım.
U çlan zehir gibi sivri iğneler, gevrek kem iğin
ü stüne öyle güzel çakılıyor ki. A rkasından he­
m en sokağa fırladım . Bizim evin altın d a bir nal­
b a n t dükkânı vardır. O rada dizi dizi k a tır bon­
c u k la n satıyorlardı. O nlardan birkaç dizi aldım,
can havliyle bu iğnelerin hepsine birer m avi bon­
cuk oturttum . İçimdeki ses,
«Şimdi oldu!» dedi. «Artık tokm ak başlı ke­
miği dolap diplerinde saklam aya m ecbur değil­
sin. Onu istediğin yere koy. Bak hiç kimse on­
d an kaçmayacak.»
Vallahi, öyle oldu. Eserimi radyonun ü stüne
oturttum . Kemiğin ilk halinden ödü patlayan ka­
rım , onu tatlı tatlı süzdü:
«Keçiye benziyor...» dedi.
D aha sonra tokm ağın altın a alüm inyum bir
film kutu su ekledim am a, bunun tam yerini bul­
duğuna em in değilim.

K atır boncuklu, gram ofon iğneli kemik hikâ­


yesi, meslek hayatım da bir d u rak yeri, b ir bo­
ğum yeri kesildi. A rtık etrafım ı çeviren eşyaya,
bir başka tü rlü bakıyordum .
Geçen gün dibi görünen denizlerin birinde
kocam an bir çapa bulduk. G ün görm üş bir san ­
dal dem iri. Onu d a boyam ak için eve getirdik,
am a b ir tü rlü boyam aya elim varm adı. Bu hali
çok d a h a güzel. Hem Pavli A dasında bulduğu­
m uz narteksin hakkından, ancak bu çapa geldi.
N arteks dediğim, kam ış doğum lu, iki adam bo­
yunda şam dan kollu bir fidan. Eski Y unan tapı­
n ak ların d a çıra olarak kullanılırm ış. Bodrum do­
laylarım gezerken H alikam as Balıkçısı’nd an bel­
lem iştik bunu. Çok güzel bir şey, am a gel gör ki
ne saksıya sığar m übarek, ne testiye. D uvar çak­
m ak da günah. Bulduğum uz çapanın kocam an
bir halkası v a r ya; fidanı oradan geçirdik. Şimdi
bizim n arteks çapadan saksısında süzüm süzüm
süzülüyor. Çapa öyle m ütehakkim duruyor ki,
rü zg â r istediği yandan zorlasın; fidan b an a mı­
sın dem iyor...
Peki am a bu eşyayı kâğıt üstüne ak tarm ak
d u rurken kendi a ra la rın d a gelin güvey etm ek
arzusu nereden geliyor?.
Bu karışım ı zam anım ızın bütün sa n atk â rla rı
deniyorlar. A m a çoğu bu ipucunun nereden gel­
diğini saklıyor. Eğil kulağına söyleyeyim:
«Vahşi sanatından, iptidai kabile san atın d an
geliyor bu rüzgâr.»
AKADEMİ HATIRALARI

N ihayet yıllardan beri delicesine özlediğim


m ektebe kavuştum . Bir h a fta d an beri İstanbul
Güzel S a n a tla r Akadem isi resim kısm ında tale­
beyim. Öğleye kad ar atölyede heykellerden de­
sen çiziyoruz. Öğleden sonra n azari dersler var.
Atölye hocam ız Nazmi Ziya Bey. Kırk beş,
elli yaşlarında görünüyor. Derse beyaz gömle­
ği, kocam an piposuyla geliyor. Hiç bağırıp ça­
ğırm ıyor. O na T rabzon’da, kartpostalları k are­
lere bölerek yaptığım yağlıboya resim leri göster­
dim:
«Hepimiz böyle başladık. Müzelerimiz, san at
neşriyatım ız olm adıkça d a h a sittin sene hep bu,
böyle gidecek. Bugünden itibaren bu kopyeleri
bırak. K arşıda d u ran Y unan heykellerine bak.
Şu Milo V enüsünün kalçalarındaki ahenge bak.
Şu boya bosa, şu kum aş kıvrım larının su gibi
akışına bak.»
Milo V enüsüne bakm asına bakıyordum ,
am a... Bembeyaz b ir d u v a r önünde bembeyaz
b ir alçı heykel, kılım bile kıpırdam ıyor heykelin
karşısında. Fakat bunu hocaya söylemek aklım ­
d an bile geçmiyor. Atölyemi, hocamı, akadem iyi
o k a d a r seviyorum ki... Atölyenin h er yanına ser­
pilen bu buz gibi heykellere ısınabilm ek için gö­
zümü, gönlüm ü açıyorum .
Atölyede yirm i kişi kadarız. Yarısı kız. H a­
yatım da ilk defa kızlarla aynı atölyede çalışıyor,
aynı dershanede yan y a n a ders dinliyorum . On
sekiz yaşm a k a d a r A nadolu’da dolaşan gördüğü
en büyük şehir, K ütahya, A rtvin ve Trabzon’dan
ib aret olan bir delikanlı için kızlarla dolaşm ak
ne k a d a r güzel şey. İnsanın içi bir hoş oluyor!
N azari dersler içinde en sevdiğim dersler este­
tikle mitoloji, b ir tü rlü ısm am adığım d a an a to ­
mi ve m enazır.
Estetikle mitolojiye A hm et Haşim geliyor...
Son dersinde bize O güst K ont’tan* bahsedecekti.
Bilmem nereden açıldı, uzun uzadıya yolda gör­
düğü bir sıpayı anlattı. D ünyada sıpadan güzel
b ir m ahluk olamazmış!.. Sıpanın kulakları k a ­
d a r yum uşak kulak, gözleri k a d a r güzel göz bu­
lunmazmış!..
S onra A m erikalı bazı kad ın ların giyim leri­
ne geçti.
«M übarekler ne k a d a r güzel ren k ler seçiyor­
lar, kadın değil p ap ağ an dersin. En göz alıcı
renklerden korkm uyorlar. Çingenepem besi ü stü ­
ne acıbadem yeşili. C esaretlerine bayılıyorum ...»
dedi.
H aşim ’in derslerine m im ar talebeler de geli­
yor. M im arlara yalnız bu derslerde rastlam ak
m üm kün. A raların d a yaşını başına alm ış deli­
kan lılar var. Ekseriya a rk a sıra la rd a o turup dal­
g a geçiyorlar. B unlardan bir tanesini Haşim, ge­
çen gün fena halde azarladı. Bir ren k adı arıyor,
b ir tü rlü bulam ıyordu:
«Bir pembe, h an i şu hepim izin bildiğim iz bir
pem be canım ...» diyor, arkasm ı getirem iyordu.
En a rk a sıralard an dalga geçmesiyle m aru f bir
m im ar,
«Tozpembesi!» dedi.
Haşim rahatladı, m im ara teşekkür etti. Ama
sen m isin teşekkür eden, m im ar işi azıttı, yanın-
dakine yüksek sesle bir şeyler an latm aya baş­
layınca Haşim köpürdü:
«Sus be adam!» dedi. «Şu tozpem besini bize
bu k a d a r pahalıya satma!..»
Sonra rü zg â r ilahı H erm es’i anlatm ay a baş­
ladı. Derken dershanenin bozuk yaylı kapısı ken­
diliğinden hafifçe gıcırdayarak açıldı. Derse geç
gelenlere fena halde içerleyen Haşim, hırsla başı­
nı kapıya çevirdi. Saygısızı fena halde haşlam a­

* A u g u s t o C onti
ya hazırdı, am a kapı tam am ıyla kendiliğinden
açılmıştı! Gelen giden yoktu. Haşim hırsla, «Kim
o!» deyince, kapının yanında o tu ra n bir başka
m im ar hem en kondurdu:
«Kimse yok. R üzgâr ilahı Hermes olacak
efendim!»
H aşim ’in kızgınlığı uçuverdi. Gülmeye baş­
ladı, sonra m im ara dönerek,
«Güzel!..» dedi.
Bir başka derste, Laukon’u anlatacaktı, tu ttu
bize T ürk çiçek zevkinin yerinde yeller estiğini
y an a yakıla öyle bir a n la ttı ki, nerdeyse ağlaya­
caktık:
«Düşünün çocuklar!» diyordu. «Şark!.. Gö­
rülm em iş çiçeklerin, koklanm am ış kokuların di­
yarı, bir devre lalenin adını, bir devre çiğdemin,
gülün kokusunu sindiren şark!.. G üllerin bin bir
çeşidini yetiştiren şark!.. Bugün çiçeğini A vrupa’
dan dileniyor. Dün gördüm . Bize tayyare ile İtal­
y a ’dan k aranfil geliyormuş. D üşünün bir kere,
karanfilini tayyare ile A vrupa’dan getiren bir
İstanbul’u n acıklı halini düşünün. Karanfil!... Ha­
n i şu bizim çiniler, m inyatürler, kadifeler, yaz­
m alar dolusu işlediğimiz, bahçeler dolusu kok­
ladığım ız karanfil, nasıl olur da bugün İtalya’
d an gelir? Deli olm ak işten değil.»
Ön sıra la rd a bir yerde oturuyordum . D aya­
nam adım :
«Karanfil istediği k a d a r dışarıdan gelsin. Çok
şü k ü r şairi bizdedir!» diyecek oldum.
H aşim ’in k aran fil şiirini hepim iz ezbere bi­
liyorduk. Sevgili hocam ız ku lak ların a k ad ar kı­
zardı:
«Teşekkür ederim!..» dedi.
Bir başka derste d ü nyada en çirkin m ahlu-
ğun yemek yiyen insan olduğunu anlattı. Yemek
yiyen bir insanı seyretm eye m ecbur olm aktan
d ah a korkunç b ir şey olamazmış.
«Hayvanları ve insan ları yerken tetkik edin.
Y erken insan yüzü k a d a r çirkinleşen bir m ah­
luka rastlam ak im kânsızdır. Çene kem ikleri iş­
ler. G ırtlak gerilir, gözler döner!..»
Bu işe pek aklım yatm adı. N eden sonra sev­
gili hocam ızın h astalık denecek k a d a r m idesine
düşkün olduğunu öğrendim.
Sene 1928, m evsim ilkbahar.
Geçen ders A hm et H aşim ’e verdiğim şiir def­
terim i h â lâ cebinde koyduğu yerde gördüm . Aca­
ba çok mu hoşuna gitti? Yoksa h â lâ vakit bulup
elini sürm edi mi? Bu şiirler son zam an lard a bü­
tü n şiir m eraklılarım sa ra n bir tarzd a serbest
nazım la yazılmış şeylerdi. H aşim ’in bir sözü, beni
b ü tü n gücüm le sarılm aya çalıştığım resim m es­
leğinden soğutup şiire, edebiyata sürükleyebilir­
di. Şiir defterim birkaç h a fta hocam ızın cebinde
gitti geldi. N ihayet b ir gün defterim i b an a uzat­
tı. D udaklarında alaycı bir tebessüm vardı:
«Vallahi serbest nazım u staları k ad ar m ü­
kemmel!..» dedi.
Ne dem ek istediğini tam am ıyla anlam am ış­
tım. H aşim ’in serbest nazım ustalarıyla kanlı
bıçaklı olduğunu, neden sonra öğrenecektim.
Fakat anladığım kad arı bana yetti. Bir d ah a bu
şiir defterine bu şiir bahsine elimi sürm eyece­
ğim. Bir ortam ektep talebesinin ilk saçm a sa­
p an k a ra lam a la rın a Haşim yanılıp şiir deseydi,
halim nice olurdu? Resimden soğuyup edebiyata
dönm em işten bile değildi. Ç ünkü ben resim
yoluna edebiyattan sapm ıştım . Edebiyat sevgisi,
resim yanında çok d a h a eski, çok d a h a köklü
idi. O güne k a d a r resim diye dünyanın en a şa­
ğılık kartp o stalların d an başka bir şey görmemiş,
am a tesadüfen olsun birkaç iyi kitap okum uş­
tum.
D aha ilkm ektep sıralarında iken babam bi­
ze Hugo’dan tercüm eler yapardı. Uzun kış gece­
lerinde b ü tü n aile, etrafım s a ra r Sefiller'i din­
lerdi. H albuki resim!.. Resim tam am ıyla riyazi­
ye derslerinden aldığım ız sıfırların zoruyla, yok­
ta n v ar edilmiş bir lim andı. Akadem iye geldiğim
zam an bu lim ana sığınanların büyük b ir yekûn
tu ttu ğ u n u hayretle gördüm . Meğer: «Dillerde de-
sitan imiş e sra r sandığım!..» Atölyemizde yirm i
kişi v arsa en aşağı on yedi tanesi riyaziye ders­
leri yüzünden liseden soğum uşlar. Aynı ders, fi­
ziğe, kim yaya d a bulaşınca soluğu akadem ide al­
mışlar!.. O nlar d a benim gibi, lise sıralarında
riyaziye derslerinden aldıkları sıfırlarla delik de­
şik olan izzetinefislerini, akadem ide bir meslek
öğrenerek tam ir etm eye çalışıyorlar.
Lisede iki kere ikinin dört ettiğini öğrenen­
ler, m im ariye giriyorlar. İki kere ikiden sıfır
a la n la r d a bize... Çocukluğundan beri sahici re­
sim ler görerek resm e heves eden hem en hem en
yok gibi.
Sene 1929
Bugünden itib aren Çallı Atölyesinde çalışı­
yorum.
İlk defa canlı m odelden resim yaptım . Hey­
kel karşısm da bir sene d ah a çalışm aya m ecbur
olsam akadem iden soğurdum . M odelin çıplak
oluşunu zerre k a d a r yadırgam adım . Modelimiz
çok güzel bir kadındı. Fakat insan bir defa çalış­
m aya başladı mı, ne kadın olduğunu düşünüyor,
n e de çıplaklığını. D ün Çallı ezbere çalışan bir
a rk a d a şa çatm ak için, m odelin istira h a t edeceği
zam anı bekledi. Tam model yerinden inerken, ez­
berci a rk a d a şa döndü:
«Hazır model inm işken, hadi çalışm aya baş­
la!» dedi.
Çallı bir resim tash ih ederken kapı açıldı.
İçeri p ald ır k ü ld ü r eski m ezunlardan birisi gir­
di» Eski ah b ap larla yarenliğe başladı. B una fe­
n a halde içerleyen hoca, eski talebesine döndü:
«Bire sen ne u tanm az adamsın!» dedi. «Gör­
m üyor m usun şu ra d a çalışıyoruz. İnsan böyle
a h ıra d a la r gibi bir atölyeye d a la r mı?»
Fena halde bozulan eski m ezun kekelemeye
başladı:
«Efendim, ben a rtık talebe değilim. Üç sene­
d en beri resim hocalığı yapıyorum . İnsaf buyu­
ru n da!..»
«Sus bre! M endebur!» dedi Çallı. «Sen hoca
olmuşun, am a adam olm am ışsın billahi!..»
SERGİ HATIRALARI

Serginin açılm asına bir sa a t kalmış, davet­


liler neredeyse gelm eye başlayacaklar. İki üç a r ­
kadaş h a rıl h a rıl son tem izlik işleriyle uğraşıyo­
ruz. Birden ipi ko p aran cam lı resim lerden birisi
m üthiş bir şangırtı ile yere seriliyor, a rk a d a şla r­
dan biri,
«Uğur getirir» diye teselliye kalkıyor.
Sergi açılm adan evvel bir resim düştü mü,
u ğ u r getirir. Bu resim satılacak dem ektir.
«Laf!.. Eğer yere düşen b ü tü n resim ler sa-
tılsaydı bizden evvel bu salonda sergi a çan Çin­
gene H akkı’n ın b ü tü n resim leri satılırdı. A dam ­
cağız resim lerini halı gibi yerlere serm işti. G ü­
zel buluştu doğrusu.»

Serginin açılm asına d a h a vardı. K ırılan cam ­


ları ayıklıyoruz. K apıda gayet güzel giyinm iş bir
hanım gözüktü. Elinde kocam an bir çiçek demeti
vardı. B ir' A m erikalı bayan. Bir yerden gözüm
ısırıyor ama?.. Eski sergilerden birisinde görm üş
olacağım. A rkadaş,
«Uğur dediğin böyle olur işte. A m erikalı ba­
yan ister misin, ille de cam ı kırılan resm i a la ­
cağım diye tuttursun!.. Bak çiçek de getirm iş.
Biz de gü y a öteye beriye birkaç dem et serpişti-
recektik. A m erikalı hızır gibi im dada yetişti.
Yağlı m üşteri vallahi!..»
A rkadaş nerdeyse kadının elindeki kocam an
dem eti zorla alacaktı. K adıncağızın İngilizce,
«Hayır, hayır» dediğini duydum . Sonra ürkek
adım larla yaklaştı, erkeği, dişisi bulunm ayan
• Fransızcasıyla,
«Rahatsız ettiğim için affm ızı dilerim ...» de­
di. «Serginin açılm asına d a h a vakit var, am a
o k a d a r m üşkül bir vaziyette kaldım ki, tasavvur
edemezsiniz. B ana beş lira borç verebilir misi­
niz?»
H anım ın yüzü, sesi, Fransızcası yabancı de­
ğildi, am a bir türlü kim olduğunu çıkaram ıyor-
dum. Beş liraya gelince onu da çıkarm ak o ka­
d a r kolay olmadı. Varım ızı yoğum uzu, sergiye,
cam a, çerçeveye yatırm ıştık.
H er ne hal ise, a rk ad aşlarla parayı tam am ­
ladık. Bayan u tancından narçiçeği gibi kızarm ış­
tı:
«Arnavutköy’e, bir n işan a davetliyim ...» dedi.
«Çiçek aldım. Sonra b ankadan p a ra alacaktım .
M eğer günlerden cum artesi. Birkaç dakika ev­
vel kapanm am ış mı? Y arım sa a t sonra m uhak­
k ak A m avutköy’de bulunm aya m ecburum . Ne
yapacağım diye düşünürken sizin sergi afişi hı-
zır gibi im dadım a yetişti. Geçen sene falancanm
kokteylinde tanışm ıştık? H atırladınız değil mi?»
Hayal m eyal hatırlıyordum am a... h e r ne
h al ise, kadm cağız bin bir teşekkürle gitti. Erte­
si gün d a h a büyük bir çiçek dem etiyle geldi. Bor­
cunu ödedi ve cam ı kırılan resm i de satın aldı!..

Sene 1939. Bugünkü Taksim Gezisi o za­


m an lar küçücük bir m eydandı. Abidenin yanı
başında bir galerim iz vardı. On beş arkadaş el
ele vermiş,
«Belediyenin bize galeri filan yapacağı yok.
Kendi yağım ızla kavrulm aya bakalım!» demiş,
b ir g aleridir donatm ıştık. Fena d a olmamıştı.
Eğer şehir planı galerim izi kökünden tıraş etm e­
seydi, galerim iz bugün on beş yaşına basm ış ola­
caktı.
G aleriyi nöbetleşe bekliyorduk, am a bir türlü
m aaşlı b ir m em ur tu tm ay a gücüm üz yetm iyor­
du. İşi çıkan a rk a d a şla r da bazen evlerinde çalı­
şa n adam larını gönderip nöbet bekletiyorlardı.
Bir eyyam d a bizim altm ışlık em ektar Öm er
Efendi nöbet tu ttu . Bir akşam üstü galerim ize uğ­
radım . M eydana bak an v itrinin perdesi kapatıl­
mış, a m a içeride ışık var:
«A rkadaşlar herhalde vitrinde değişiklik ya­
pıyorlardır» dedim.
Kapıyı a ç a r açm az b ir sig ara dum anı, bir
k a h k a h a ve h a tırı sayılır bir içki kokusu. G a­
lerim iz tım arhaneye dörtmüş! Tanım adığım üç
d ö rt kişi kasıklarını tu tarak , gözleri y a şara n a k a ­
d a r, katılasıya gülüyorlar. A raların d a bizim
em ektar Ö m er Efendi. A raların d a değil b aşların ­
da. M üşteri olması icap eden seyircilere d u v ar­
daki tablolardan birisini gösteriyor:
«Bu ne imiş biliyor m usunuz? B unun adı
efendim e söyleyeyim, düşünen kadın imiş. Bu ka­
dın v a r ya! Bu?.. Bu düşünüyorm uş!.»
M üşteriler birbirlerinin om uzlan üstünden
b a k a ra k sokuluyorlar:
«Bu m u? Bu kadın mı imiş. Ben p atates çu­
valı sandım dı? Bu m u düşünüyorm uş?»
A rkasından m üthiş bir k a h k a h a tufanı. A ra­
la rın d a en çok eğlenen bizim em ektar:
«Bunlara resim diyorlar. Efendim e söyleye­
yim, tablo diyorlar. M anzara diyorlar. Buna da
ne diyorlar biliyor m usunuz? N atır m ü ra v a r ya
Natır! İşte onun m örtü imiş bu.»
Seyirciler resm in altını okuyorlar: N a tü r­
m ort. Ve gülüşm eler birbiri ark asın d an zincir­
lem e gidiyor. Hele fiyatlar! H er resm in altında
fiyatı d a yazılı ya. Fiyatları okurken neredeyse
yerlere yuvarlanacaklardı gülmekten!..
«Şu ç ü rü k dom ates resim leri v a r ya? Buna
150 lira istiyorlar!» diye bizim Ö m er Efendi g iri­
şiyor. «Kaç defa söyledim onlara. Buna kim 150
lira verir!.. Siz aklınızı peynir ekm ekle mi yedi­
niz diyorum am a... Bunu satacak lar d a dükkân
kirası ödeyecekler... sen gel de gülm e bakalım
bu işe.»
H ırsla vitrinin perdesini, sokak kapısını açı­
verdim . Evvela Ö m er Efendi, sonra m üşteriler
susuyorlar. Am a ben de onlarla birlikte gülm e­
m ek için kendim i zor tutuyorum . Ö m er Efendi
ezilip büzülüyor,
«Beyler, bizim m em leketli oluyorlar dal..» di­
yor. «Biraz hoşbeş edelim dedikti!..»

Sene 1943. A n k ara’d a K utlu G azinosunda bir


sergi açtık. Bu serginin U lus’ta K arpiç’in yola ba­
k an vitrinli odasm da açılm ası lazımdı. M üsaade
alm ak için zam anın valisine gitm ek icap etm işti.
Vali bey,
«Bu salonda b ir ş a rtla sergi açabilirsiniz...»
dedi. «Her akşam resim ler inecek. Ertesi sabah
te k ra r yerli yerine konulacak.»
«Yüz ta n e cam lı resim h e r gün nasıl tek­
r a r asılır?»
«Öyleyse bu salon olmaz.»
«A kşam lan resim ler kimseye z a ra r verm ez
ki; duv ard a dursunlar. Eğer salonda yem ek yi­
yenleri rah atsız etmezlerse, bizce m ahzur yok.
M asalar çekilirken k ırılan dökülen olursa biz r a ­
zıyız.»
«Olmaz dedik ya, delikanlı? Bu salon, akşam ­
l a n bize lazım. A nladın mı?»
«Bana sadece d u v a rla r yetişir efendim?. Ne
m ah zu r v a r anlayam adım ?»
Beni kendisine götüren zata sitemle bakan
vali bey,
«Amma d a m ütecessis adam a çattık!.. Efen­
dim h e r akşam o salonda benim kırk tan e m e­
m urum nöbet bekler. Şimdi anladın mı?» dedi.
«Vallahi b ir şey anlam adım efendim!» de­
yince vali gülm eye başladı. Telefonu açtı ve K ut­
lu G azinosuna telefon ederek sergimizi o rad a aç­
m am ızı tavsiye etti.
Gazino gece y a n sın a k a d a r açık kaldığı için,
ancak o saatten sonra sergiyi hazırlayabilirdik.
Gece yarısı panolar taşıdık. Gün doğarken sergi­
yi hazırlam ıştık. Eş dost yardım etm ese im kân­
sız b ir işti. Şimdi yerinde b an k a yelleri esen bu
gazino, o zam an birçok sa n a t adam larının bu­
luştuğu sevimli b ir yerdi. Serginin ilk haftası çok
d u rg u n geçti. H er gün için on beş lira verm emiz
lazımdı. H afta sonunda satış yüz lirayı bile bul­
m am ıştı. Ü stüne üstlü k can sıkıntısını kahveyle
giderelim derken gazinodaki hesabım ız k a b a r­
dıkça kabarıyordu. Bu işin sonu nereye v aracak
diye düşünürken, d ört beş kişi bir tablonun önün­
de toplandılar. İçlerinden gayet k ib ar giyinm iş
b ir zat b ü tü n gazinodakilerin duyabileceği bir
sesle,
«Resim değil bu. Rezalet!» diye b aşlayarak
m üthiş bir n u tu k çekti. «İşte» diyordu, «buna Al­
m anya’d a kokmuş, bozulmuş, çürüm üş sa n at di­
yorlar.»
Bu m inval üzere n u tu k çeken zat, oturdu­
ğum m asaya yaklaştı. Bir başka resm in canına
okum akla meşguldü:
«Allah rızası için söyleyin beyler!» diyordu.
«Hiç bu m avinin yan ın d a böyle b ir kırm ızının
m anası v ar mı? Hiç bu ren k bu renge yakıştı
mı?»
A rtık dayanam adım . Y avaşça adam a yaklaş­
tım. Ceketinin yakası a ra sın d a p arlay an ipek
k rav atın a şöyle bir dokundum , k rav a t d a h a iyi
m eydana çıktı:
«Peki ama!» dedim. «Hiç bu ren k gömleğe
bu ren k k rav a t yakıştı mı? İnsaf. Be birader d a­
h a doğru d ü rü st giyinmeyi bilmezsin, bir de ulu­
o rta resim tenkidine kalkarsın. Bu k a d a r da
zevksizlik o lur m u? Ha? Ne buyurulur?»
Adam cağız şöyle bir yutkundu. Y anındaki­
ler d a h a ben söze b aşlar başlam az savuşm uşlar-
dı. Bir d a h a yutkundu. K ravatını titreyen p a r­
m aklarla düzeltti. S apsarı kesilmişti. Kocaman
adım larla gazinodan uzaklaştı. İşin tu h af tarafı
adam ın krav atı da h a rik a idi, gömleği de, elbi­
sesi de!..
Sergide izah at verm ekten bıkmış usanm ış-
tım. A yaküstü birkaç kelimeyle sa n at kapılarını
- zorlayanlar, açılacak san an lar vardı. O nları kır­
m ak istem iyordum . Am a yorucu bir işti. H er gün
en aşağı on beş yirm i kişiye eski resim şudur,
yenisi b udur dem ek ve bunu kendi resim leriyle
açıklam aya kalkm ak öldürücü bir işti. O rta yaş­
lı bir bay yaklaştı,
«Eserler sizin mi?» diye sorunca,
«Hayır efendim. Bir arkadaşım ın...» dedim.
A dam başını salladı:
«Belli, siz bu k a d a r kötüsünü yapmazsınız...»
dedi, y ü rü d ü gitti...
GÜZEL BÎNDİRİ BİNDİRl

Önüm üzdeki a ra b a birdenbire durdu. Şoför­


den başka erkek yoktu içinde. O n sekiz, yirm i
yaş a ra sı beş ad et taşbasm ası! Biri ötekinden
güzel; beş genç kız. İkisi şoförün yanında, öteki­
ler arkada. Ü stü açık 50 m odel bir A m erikan
arabası. 59 m odel A m erikan a ra b a la rın ın a rk a ­
ları önlerinden d a h a alım lı çalımlı. Bir tu tam
narçiçeği k a d a r taze tom urcuklu, tom urcuksuz
a lt a lta üç tan e lam ba. En öndeki kocaman! Öy­
le tatlı bir kırm ızı ki, insanın gidip eliyle okşa-
yası geliyor. K eram et ren k te değil, rengi kucak­
layan biçimde. Biçimin güzeli! Kendisini sakla­
yıp rengi sunan biçim! Y aşasın renk! Yaşasın
rengi değerlendiren biçim!
Biri ötekinden güzel beş genç kız cıvıl cıvıl
ötüşüp duruyorlar. Nece konuşuyorlar? A nlam ak
imkânsız. Bir şim al dili olmalı. O nlardan d a h a
yaşlı olm ayan şoför bir hayli yorgun. Neredeyse
uyuyacak. Genç kızların el şa k ala rın a bile m e­
telik verdiği yok. Erkeğin bu k a d a r soğukkanlısı
olsa olsa kardeş, ağabey olabilir.
İyi am a, bu çam urlukların üstü niçin böyle
bıçak gibi sivri sivri? Ç am urluk dediğin teker­
lerden fırlay an çam uru koruyacak değil mi? Bu
k a d a r caf cafa ne lüzum v a r sanki? Yeni a ra b a ­
ların önü ark ası derken M uzur’u n bir sözünü
hatırladım . Çok sevdiği bir A vrupa arabasını
m ethederken,
«Kızılcık gibi!» demiş, sonra Caymıştı: «Kızıl­
cık çekirdeği gibi!»
Ballandırdığı arabayı derhal gözüm ün önü­
ne getirdim . Sahiden böyle bir şeydi. Kızılcığın,
elm anın, kirazın önü arkası olur mu! A rab a de­
diğin v a n n ı yoğunu bir çırpıda göze teslim et­
meli. Feneri, yağm urluğu, çam urluğu, hepsi hep­
si bir tek çizgi içinde çıkıverm eli ortaya. A vru­
palIlar, A m erikan arab alarıy la alay ediyorlar,
am a bir de bakıyorsunuz, onlardan birkaç yıl
so n ra bazı tara fla rın ı kendilerine göre ay arlı­
yorlar! En cesur, en akla gelmez tecrübeleri ön­
ce A m erikalılar deniyorlar, sonra b unların iyi
tara fla rın ı A vrupalIlar hem en sineye çekiyorlar.
Bu yalnız a ra b a konusunda değil, çeşitli ev eş­
yasında d a böyle oluyor. Elektrik süpürgesinden
tut, yemek m asasına kad ar... Geçenlerde bir
Fransız ark ad aş y an a yakıla bu konuyu ele a l­
mıştı.
«Nerede birim o eski 1900 model m eyhaneler!
Şimdi bir A m erikan b arıd ır aldı yürüdü! B ütün
A vrupa, A m erikanvari barlarla, kahvelerle dolu.
B unun nedeni, niçini üzerinde tartışırken konu,
şu iki noktaya dayanıyor: A m erikalı günlük h a ­
yatım ıza k arışan eşyaya bir sa n at eseri çeşnisi
katabiliyor. Sadeliği ve rengi birinci plana alı­
yor. Büyük fabrikalar, en güzel biçimler, en sa­
de ile, en sadenin en diri renklerle kavuşabile­
ceğini kavram ış, sa n a t adam ları çalıştırıyorlar.
Am erikalı san atı yalnız m üzede ve kütüphanede
değil, çarşıda pazarda, evde sokakta görm ekten
hoşlanıyor. Birçok A vrupalı sa n atk â r en cesur
buluşlarını A vrupa’da değil, A m erika’da ortaya
atabiliyorlar. En cesur, en zevkli A m erikan a ra ­
baların ı çizenlerin çoğu A vrupalı sa n at adam la­
rı.
Ö nüm üzdeki m avi a ra b a kım ıldadı. Onu bir
a ra yandan gördük. Çok açık, adsız bir m avi idi
bu. H ani eylül sonlarında M a rm ara’yı bir süt-
m avisi kaplar. Öylesine d u ru ve derin bir mavi.
Bizim ressam y an ların a uğ ram ay an bir mavi.
Bildiğimiz, çini, m ozaik m avilerinden çok d ah a
diri, çok d a h a p a rla k b ir mavi. Sentetik, selülo-
zik, plastik, kauçuklu, b ir kelime ile belalı bir
m-\vî. Sen gel de b u n u bizim baba yadigârı tüp
boyalarıyla a ra d a bul bakalım ! Ben m avinin bu

ıez
çeşidini d a h a h içbir tabloda görmedim. Görme­
me im kân yok. Ç ünkü bu m avi belki de d ah a iki,
ü ç yaşında. Yepyeni bir b u luştan çıkan bir mavi.
G ünüm üzün ressam ların a m enazır (Perspektif),
anatom i yerine boya kim yası belletmeli. Bugün
kim yanın ressam lara bağışladığı sayısız boya
kaynakları var. Bu k ay naklardan faydalanm a­
yan ressam ların, otobüsü kaçırdıklarının resm i­
dir. Ö nüm üzdeki a rab ay ı dolduran genç kızlar
şoföre sataşm aya başladılar.
Birisi, şoförün şapkasını ku lak ların a kad ar
geçirdi kafasm a! Öteki elindeki çiçeklerden
birkaç tanesini adam cağızın ensesinden aşağı
kaydırdı. Şoför oralı bile olmadı. Yorgun, istek­
siz gözlerle genç kızlara baktı. H om urdanarak
çiçekleri çekti attı. Şapkasını düzeltm eden so­
m u rttu durdu. Bizim M uzur şoföre baktı baktı
da:
Ford yoruldu ben yoruldum
Güzel bindiri bindiri
M avi a ra b a sahiden bu m ark a mı idi a n la ­
yam adık, am a M uzur’u n sözü çakıldı kaldı ka­
fam da. Köroğlu’n u n ihtiyarlığını, güngörm üş, ba­
bayiğit bir salınışla veren türküde a t kelim esi­
n in yerine o d u ra n Ford’u hiçbirim iz yadırga­
m adık. Eskiden güzelleri a tla kaçırırlarm ış, şim ­
d i otomobille k açanların a rk asın d an ku rşu n ye­
tişmiyor.
Köroğlu’n u n atın ın yerine M uzur’u n koydu­
ğ u otomobil ne k a d a r tu ta r, A llah bilir am a, h er
A llah’ın günü dilim ize bulaşan şiirlerde ister is­
tem ez u fak tefek değişm eler oluyor: Büyük k a ­
labalığın diline düşen şiirler, ne k a d a r sağlam
kurulm uş olursa olsunlar, ne k a d a r çelikten,
ta şta n olursa olsunlar tatlı tatlı aşm ıyorlar. D ün­
yaca sevilmiş tunç veya m erm er heykellerin
öpüle öpüle aşm an elleri, a y a k la n gibi. Bana öy­
le geliyor ki, güzel kurulm uş şiirler aşındıkça
h a lk a rasın d a kullanıla kullanıla eskidikçe, h a lk ­
ta n b ir şeyler siniyor onlara.
Toplum güzel kurulm uş şiirlerde bazı keli­
m eleri dilediği gibi değiştiriyor. Am a bunu o
k a d a r özene bezene, o k a d a r akıllıca, o k a d a r ti­
tizce yapıyor ki, şiir yerli yerinde duruyor. Halk
arasın d a dolaşan atasözlerine bakın. B unlar dil­
den dile geçerken du rm ad an törpüleniyor, aşm ı­
yor, eskiyor; fa k a t güzel güzel yaşayıp gidiyorlar.
Y unus Em re’nin birçok şiirlerini biz yüzyıllar
boyunca k itap tan k itab a değil, dilden dile a k ta r­
mışız. Y unus’un şiirleri eğer bugün söylenmiş
gibi taptaze duru y o rlarsa ayakta, bunda Y unus’
u n ne k a d a r him m eti varsa, onu dilden dile ak­
ta ra n la rın d a b ir o k a d a r emeği var.
GÜVENECEKSİN

Baba ile oğul a ra sın d a şöyle bir tartışm a


başlar.-
«Kırk yıllık kom şularım ız arasın d a en çok
hangisine güvenebiliriz?»
Oğul b aşlar saym aya. Bir çırpıda beş on isim
sıralar. Baba gülüm ser,
«O saydıklarının hepsi iyi insanlardır, am a
başın sıkışırsa sen gene bizim m anavdan öte­
sine boş ver» der.
Oğul bu k a d a r dostun içinde yalnız bir tan e­
sine güvenebilineceğini b ir tü rlü kabul etmez.
Dayatır. Baba N uh der peygam ber demez. So­
n u n d a baba oğluna şöyle bir öğüt verir:
«Ne dem ek istediğim i anlam ak için bugün­
den tezi yok. Gidip bir d an a satın alacaksın. Da­
nayı kesip bir çuvala koyacağız. Çuvalın ötesini
berisini d an an ın kanıyla ıslatacağız. H ava k a ra ­
r ır k ararm az çuvalı sırtlayacak, adlarını ettiğin
kom şulara götüreceksin ve ‘B abam ın çok selam ı
var. Şu em aneti sizin behçeye göm meme m ü­
saade edin. K orkacak bir şey yok. Babam sonra
size meseleyi anlatacak. Yalnız şim dilik işimiz
çok acele’ diyeceksin. K om şulardan hangisi em a­
neti bahçeye göm mene m üsaade ederse an la ki,
o, bizim sahici dostum uzdur. Kabul mü?»
«Kabul.»
Oğul, danayı keser. Babasının dediği gibi çu­
valını b ir güzel donatır. A lacakaranlıkta en gü­
vendiği kom şunun kapısını çalar. İlk kom şu çu­
valın biçimini, hele üstündeki kan lekelerini gö­
r ü r görmez, kapıyı oğlun suratım a kapatır. İki
n u m aralı kom şu kem küm eder. Üç num aralı
dü şer bayılır. Dört n u m ara çocuğunu düşürür.
Beş n u m ara aptestim kaçırır. Altı n u m ara aklı­
nı oynatır. Yedi n u m ara bekçiye, karakola har
ber verecek olur. Sekiz n u m ara a h re t sualine tu ­
tar. Uzatm ayalım , nihayet oğul yorgun argın
m anavın evine varır, güçbela,
«Babam selam söyledi. Şu em aneti sizin b a h ­
çeye gömeceğiz. Tafsilat kendisinde...» diyebilir.
M anav hiç sorgu suale girişmeden,
«Gel evlatl» der.
Oğul çukuru kazarken o da bir fenerle b ah ­
çedeki m aydanozları kökleri, topraklarıyla söküp
hazırlar. Ç ukur kap atılır kapatılm az, m aydanoz
fidelerim güzelce taze çukurun üstüne diker ve
kom şu oğlunu selam etler. Oğul h ay retler içinde
eve döner. Babasının eline ayağına kapanıp a ğ ­
lam aya başlar. Baba bir yandan oğlunun sırtım
okşar, bir y andan da,
«M anavın ne biçim bir insan ve dostluğun
ne m üthiş bir şey olduğunu d a h a iyi anlam ak is­
tiyorsan, yarın tam iş saatinde dükkânına gide­
ceksin. Alışverişin en civcivli bir zam am nda fi­
y at yüzünden h ır çıkaracak, kıyam eti kopara­
caksın. Bildiğin b ü tü n küfürleri savurduktan
sonra, y a ra d a n a sığınıp tam su ratın ın ortasına
b ir de tokat aşkeyleyeceksin.»
Oğul hay retler içinde, babayı dinler ve söz­
lerini aynen yerine getirm ekte ku su r etmez. M a­
hallenin kırk yıllık m üşterileri arasın d a m an a ­
vın iler tu ta r tara fın ı bırakm ayan oğul, tokatı a t­
m ak ta d a büyük bir ustalık gösterir. En sevdiği
m üşteriler önünde tokadı yiyen m anav, b ir eliy­
le ateş alev kesilen yanağım tu tar, öteki eliyle
a ltü st olan m alları düzeltir. Oğla uzun uzun, acı
acı b a k a r ve der ki:
«Fena halde canım ı yaktın. Belki de kula­
ğım ın zarını p atlattın , am a neyleyim, bir tokat
yüzünden m aydanoz tarlasın ın yerini değiştire­
cek değiliz ya!..»
İmdi!.. Saym b ay a n la r baylar, sizin böyle
kaç tan e dostunuz, kaç tan e m anavınız var?
M anavların h a tırı kırılm asın, am a buradaki
m anav b ab a dostu m anasına.
H adi söyleyin kaç tan e çıkar? Böylesi dost,
böylesi güven, böylesi sabır? Belki şu a n d a yanı
başınızda yoktur, a m a hepim izin, h e r yaşta he­
pim izin böylesi bir dostum uz olm uştur. Hepimiz,
hepim iz bu tadı tatm ışızdır. A m a bütün bir h a ­
y at boyu sürm em iştir belki bu dostluk. Bir gün
en ince yerinden kopup gitm iştir. Elbette kopup
gidecek. Eskiyip düşecek. Yaşayan, v ar olan h er
şey eskiyip dökülecek; bu bir dünya kanunudur.
Bundan k urtuluş yok. A m a benim diyeceğim bu
değil. Bu çeşit kaç tane dost edinebiliriz? Yüzde
yüz güvenebileceğim iz kaç tane dostum uz olabi­
lir? M adem ki tab ia t olayları bir sene içinde to­
parlanabiliyor, ölçü, m ihenktaşı olarak bir seneyi
ele alalım . Y ukarıdaki örnekte, bir sene sürüp
giden kaç tane dostluk bağladık bu dünyada?
Sayın bayanlar, baylar!.. G aliba en zor, en
belalı, en gerçek zenginlik; bu çeşit dostların sa­
yısı ile ölçülen dostluktur. A llah’a çok şü k ü r be­
nim böyle dostlarım oldu. Ben bu çeşit dostluğun
ne olduğunu gözümle gördüm . Am a şunu açık­
lam ak zorundayım : Böylesi hiçbir zam an birden
ikiye çıkm adı. Yani aynı sene içinde, aynı soy­
dan iki dost edinem edim . Çoğu zam an b u n lar­
d an birisi ötekinin oluşunu köstekledi.
Y ukarıda adını ettiğim iz örnekte birden faz­
la dostu olanlara ne m utlu! Ben bugüne k a d a r
birler hanesini a şa n a rastlam adım . En k ab ad a­
yımızın yüzde yüz güvendiğim iz dost sayısı ne
hikm et ise bir tü rlü birden ikiye çıkmıyor. G ü­
ven, güven dedim de aklım a geldi. Eğer zahm et
olm azsa bu kelimeye siz de benim gibi b ir m im
koyun. Ötede beride rastladığınız tabelalar a ra ­
sında «güven» kelim esine kancayı takın. H ayret
edeceksiniz. M em leketin hangi ta ra fın a giderse­
niz gidin. G üven kelimesine, güven anlam ına öy­
lesine susamışız, onu öylesine özlemişiz ki, nasıl
olmuş d a b ü tü n evlatlarım ızın adını güven koy­
mamışız, hayret! İster İstanbul’da, ister A n k a ra ’
da, ister İzm ir’de, ister A nadolu’nun herhangi bir
köşesinde olsun; eğer güven adlı birkaç tabela
görmezseniz, ben bahsi b u ra d a kaybettiğim i ka­
bul ediyorum . Güven k a rın calan , güven örüm ­
cek a ğ la n , güven naneleri, güven m aydanozları.
Güvenm ek m eğer ne zor, ne belalı, ne önem ­
li şeymiş yarabbi!..
A m a sen gel de güvenebilirsen güven b ak a­
lım. H ani şu alatu rk alık diye bir söz, bir anlam
v a r ya? B unun belkem iğini k u ra n gerçek güven­
m ektir. Hiç kimseye güvenmeyeceksin!..
Yaşadıkça gözüm ün önünden gitm eyecek bir
sahne v ard ın Birisi kırk yıllık dostum du. Öteki
kırk yıllık akraba. Ö teden beriden konuşulurken
söz dönüp dolaşıp güvenm e bahsine dayandı. Bi­
risi Karagöz oldu sahnede, öteki Hacivat, elleriy­
le ayaklarıyla öyle bir sahne y aşattılar ki gülm ek
m i lazım, ağlam ak mı şaşırdım kaldım. Birisi di­
yordu ki:
«Her zam an tetikte olacaksın. En yakın dos­
tu n a bile işin düştüğü zam an, bir elin daim a a r ­
k an d a olacak.»
Öteki, «Elbette» diyordu. «Elbette elin a rk a n ­
d a olacak, çünkü ne olur ne olmaz. Yoksa tek­
meyi yediğin zam an tepesi ü stü gidersin.»
K atıla katıla gülüyor ve en yakın dostu ya­
n ın d a bile nasıl ku rn azca dav ran m ak lazım gel­
diğini K aragöz’le H acivat gibi oynuyorlardı.

Güvenm ek dostlar! G üvenm ek h e r işin başı.


H er şeyden evvel insana, insanlığa güveneceksin.
İnsan ların büyük çoğunluğu iyidir dem ek n am u ­
sun olacak. Kötüler, h astalar, d eliler/sakatlar-,
iyilerden, sağlam lardan, doğrulardan azdır. Bu
fikre A llah’a in an ırcasın a inanacaksın. B aharın
geleceğine güvendiğin gibi, b a h a rın bitip yazın
başlayacağına güvendiğin gibi. A rkasından k a ra ­
kışın geleceğine güveneceğin gibi insanların iyi­
lik ve güzellik için yaratıld ık ların a güvenecek­
sin. G üvendiğin k a d a r m esut, güvenm ediğin boy­
d a perişan olacaksın.
Gözünü sevdiğim A tatürk, d u ru p dururken,
«Güven!..» diye seslenmemiş.
KÖY KOKUSU

B ulut gelir yer yaş olur


İçer bade sarhoş olur
Köy kokusu bir hoş olur
Y ağm a yağm ur, esme deli ruzigâr
Y ârim yoldadır.
Senelerden beri söyleye söyleye bir tü rlü es­
kitem ediğim iz —herhalde güzel söyleyemediği­
miz için olacak— bu tü rk ü n ü n adi: Bulut gelir
pare paredir. Dördü a k tır bulutların, dördü de
karedir. D aha sonra gelen kafiye m alum: Y ara
an lam ına yâredir. Bu tü rk ü R um eli’nden gelir.
Aslında «Köy kokusu bir hoş olur» yerine, «Yâr
kokusu, b ir hoş olur».
Bu güzel Rumeli tü rk ü sü n ü n en sevdiğim ye­
rini, sırf A taç’ı kızdırm ak için değiştirdim . Yâr
kokusu yerine, köy kokusunun bir hoş olacağı­
nı duyduğu zam an kızm ası lazım. Çünkü, Ataç,
eski çam ların bardak, eski yârların başka türlü
bir sevgili olabileceğine inanm ıyor. Eskiden ne­
ye, niçin kızdığını pek kestirem ediğim iz ünlü
eleştirm ecim izin a rtık nelerden hoşlanıp nelere
huylandığını biliyoruz. Mesela, öz Türkçe konu­
sunda pot k ıra n lara kızıyor. Öz Türkçeye boş ve­
rip b ir sürü yabancı kelime k u llan an lara savaş
açıyor. Bu savaşta niçin kılıç çektiğini, niçin dö­
vüştüğünü pekâlâ anlıyor, elimizden geldiği k a­
dar, dilim izin döndüğü k a d a r onu destekliyoruz.
Anadilimizde, büyük bir çoğunluğun bildiği, der­
h al kavradığı, öz Türkçe kelim eler dururken; on­
ların yerine yabancı dilden kelim eler devşiren-
lere, biz de içerliyoruz. M esela bir genç çıkmış:
- uzlaştırm ak d u ru rk en telif etm ek mi demiş, A taç
derhal onun üstüne çullanıyor. Y aşar Nabi, ilke
yerine prensip diyecek olmuş. Hem de bu Frenk
kelim esinin «p»sini atm ış da, yerine «b» koymuş.
Ne hakla? Eleştirmecimiz; elinde cımbız; hem en
kelimeyi yakalamış:
«Türkçede p ile biten sözlerin p ’si çekilirken
değişir de, b olur.»
G üya o k u rala uyuyorlar; am a, o k uralı dü­
şü n ü y o rlar da, Türkçede b ir sözün «pren» diye
başlayam ayacağını neden düşünm üyorlar? Doğ­
r u değil mi? A taç’m bu davada d a ğ la r k ad ar
h ak k ı var. Evet, a rtık ünlü eleştirm ecim izin ne­
ye, niçin kızdığını kesin olarak anlıyoruz. A taç’ı
k ızdıran şeyler a ra sın a bir de köy sözü karıştı.
İkide bir, köy sözü edenlere de fena halde kızı­
yor. Şiirde, hikâyede, rom anda, köy üstüne söz
edenlere fena halde içerliyor. Öz Türkçe konu­
sundaki savaşına b ütün gücüm üzle sarılm aya h a ­
zırız, am a köy sözünün onu telaşlandırdığını gö­
rünce şaşırıyoruz. Dil konusunda, hayırlı işler
gören aynı kılıcın, tersiyle de köy konusu y ara­
lanıyor.
«Devrim Gençliği» dergisinde çıkan «Köy»
başlıklı yazısıyla, A taç köy sözüne cinlerinin a t­
tığım ilan etti. Bu yazıda A taç kısaca şu n a ben­
zer bir şeyler söylüyor:
«İllallah bu köy sözünden, bıktık usandık a r­
tık, yanı başınızda olup biten şeyleri incelem ek
dururken, derm e çatm a köy röportajları yapm ak
neye y ara r? Hem köyü, köylüyü bu k ad ar sevi­
yorsanız hodri m eydan. Bırakın şehri, köye bu­
yurun! Şehirlileri köye acındırm ak için yapılan
edebiyattan kimseye h a y ır gelm ez... Şehirliye
köylüyü anlatacak yerde gidin köye, köylüye şeh­
ri anlatın. Am a nerde sizde o yürek!»
Eleştirm ecimiz aynen böyle söylemiyor, ta ­
bii çok d a h a güzel söylüyor. Çok d a h a güzel kı­
z arak söylüyor bunları. Kısacası,
«Bırakın şu köy sözünü bir tarafa!» deyip
çıkıyor yazının içinden.
İlk g ü n ler bu yazı, um duğum yankıları uyan­
dırm adı diye üzüldüm . Sonra Sam im Kocagöz,
«Yeditepe»de dile geldi. A taç'ın yazısını ele al­
dı. S ak ar tarafların ı belirtti. Sam im ’in u n u ttu ğ u
b ir noktaya d a «Kaynak» dergisinin son sayısın­
d a •Köye Karşı» başlığı a ltın d a M. H aşan Göksu
adlı tanım adığım bir y azar kancayı takm ış. Sa­
m im ’in yazısında eksik olan şu idi: Samim, köy­
den h o şlan an lar köye gitsin; sözüne karşı, giden­
ler var, dem eyi unutm uştu. Şu, şu yazarlar, şu
k a d a r seneden beri, köy okullarında öğretm en­
lik yapıyorlar.
En sahici köy ilgisini u y a n d ıra n la r da o n lar
olm uşlardır. M esela M akal, B aşaran, Talip, Bay-
kurt, senelerden beri köy öğretm enliği yapm ak­
tadırlar. Bizler, köyün kaç bucak olduğunu on­
lard a n öğrendik. Niçin onları hesaba katm ıyor­
sunuz?
A taç’ın köy başlıklı yazısının bu tara fın a da
«Kaynak» dergisinde M. H aşan Göksu dokunm uş.
Saym eleştirm ecim izin yazısını eleştirenleri eleş­
tirm iş. Bana bu konu üstünde pek söyleyecek söz
kalm am ış.

Köy sözü açılınca genç sanatkârlarım ızın,


Erenköy’den Yeşilköy’den, A m avutköy’den Ha-
dım köy’den ötelere açılm alarına bir tü rlü razı
olm ayan Ataç istediği k a d a r kızsın; a ta binen
genç sa n a t erlerim iz çoktan Ü sküdar’ı aştılar.
K arınca kaderince bize köyden h ab er u laştırı­
yorlar. Bizler köyden gelen h e r sese kulak ka­
bartıyoruz. Köyden gelen h e r m ektup, h e r satır,
h er haber, hepim izi günden güne d a h a çok il­
gilendiriyor. S a n a tla ilgili bir tek dergim iz yok
ki, köy konusuna kulaklarını tıkam ış olsun. Bu
olay hepim izi sevindiriyor. B urada sözü sa n a t
dergilerim izden birisine bırakıyorum . «Varlık»
dergisinin son sayısından, boy sırasıyla üç şiir
derliyorum . Bu şiirlerin birdenbire, dam dan dü-
.şercesine doğduklarına aklım yatm ıyor. Bu şiir­
lerin b ire r şaheser olduklarını ileri sürecek de
değilim, am a bunlardaki köy kokusunu, köy sev­
gisini görüp duym am ak için hem kör, hem sağır
olm ak lazım. Köyümüzü kalkındıracak yollardan
birisinin de, bu şiirlerden geçtiklerine inanıyo­
rum . Sizleri bu üç şiirle baş başa bırakıyorum .
Aldı Ceyhun A tuf bakalım ne söyledi:

D E M İR Y O L U

D e m iry o lu g ö rm e k bile n e gü ze l şey


(B ir k ö y ö ğre tm e n in in m e ktu b u n d a n )

D em iryolu görm ek bile ne güzel şey


T ürkiye’nin dem iryolları çocuklar, demir-
[yolları
Kalbim ize a şk taşıyan kana benzer,
Tren düdükleri karlı gecelerde köm ür ko-
Ikusu
Dağlar vardır çevrem izde duyam ayız
D em iryolu uzaklardan geçer...
A lıp sizi götürsem dem iryolu boyunca
Bir tren geçmiştir, kuru otlar tutuşm uştur.
A rpa tarlasının üzerinde şu dum an,
O güzelim kara katar geçerken düşen,
Cümle tü yü hasret kokan bir kuştur.
Kara katara baksanız şaşar kalırsınız,
Bir kelim e o kursunu z Hapdarpaşa
Orda başlar m em leketin gurbeti
Y osun kokar Haydarpaşa rıhtım ı
M avnalar yeşil m avi giyinm iş baştan başa
D em iryolunu görm ek bile güzeldir,
Parlayan raylarda gözlerdir ışıldayan,
Çeker İzm ir’e doğru yeni denizlere
Öyle aşklar bekler k i sonunda seni.
D ayan dersin, kar yüreğim dayan!
B ıraktığınız yeşil gözler büyür
Yeşil gözler tarlalarca uzanır boy atar
Denizli’ye doğru Goncalı istasyonu
Benim bahçem orada kalm ış
Benim bahçem on dördünde incir satar.
Kara çadır üzerinde yıldızlar
Tirim tirim titreşir dem iryolu işçileri
Dem iryolunca uzar köylerine
Eğin göğüne düşen yıldızlarla
Sa n ki ışır, ısınır içleri.
Ben dem iryoluyum der de pırıl pırıl
A nlatır Kayseri'ye girişini C um huriyetle
D inlem em iş ağa eşraf nazını
Basmış geçmiş bozkırlarının ortasından
Birleştirmiş köylerini ta Sivas’a şevk ile.
D em iryolundan çok u zakta çok uzakta
Çok u zakta bir k ü çü k köydeyim
Buradan bir dem iryolu
Ben duyarım hasretini çıldırasıya
Çocuklar sizlere de öğretm eliyim.
K üçük bir istasyonum uz olsa Veli,
Bir kilom etre u zakta şöyle köyüm üzden,
Y u m u şa k toprak yoldan sürsek arabayı,
A kşa m ü stü açmış akasyalara doğru
Bir dakika kalıp geçse tren.
Neler görürüz o zam an bak neler görürüz
A cılı sevinçli yüzler görürüz
Y itirm iş kim i, kim i kavuşm ak üzre
Çocuklar görürüz yolculuktan m esut
K endim izi onlarla bir düşünürüz.
Ben de binebilirim ya derim bir g ü n el-
[bette,
Ben de binebilirim gidebilirim gidebilirim,
V an Gogh'un penceresinde tarlalar kavak-
llar
Çırılçıplak yüce sefilliği yu rd u m u n
Ve toprağa düşm üş zerdalileri seyredebili-
Irim
Boşluğa bakıyorum çocuklar, donm uş top-
Irak,
K ar altında kalbim iz u yur sessiz
Şim di bahtiyar topraklarından yurdum un.
Bahtiyar köylerinden yönlerinin
Dem iryolu geçiyor bir düşünseniz.
Dem iryolu görm ek bile güzel
D ünyaya açılan bir kapı var önüm üzde
Yorulm azsanız traverslere basıp yü rü yü n
Dosdoğru erikler açarken İstanbul şehri
Hiç böyle bahar görm ediniz öm rünüzde.
Dem iryoluna bakm akta güzel bir tepeden,
A şksız da olsa um u tsu z da olsa insan dop-
Idolu olsa
Bu köyden bu karanlıktan bu sessiz dam-
llardan
A şka çıkabilirim dersin um utla dolabilirim
Bir dem iryolu olsa.

Aldı Talip Apaydın:

KÖ Y O KU LLARI

Varzıl kö yünün öğretm eni


— U m m an denizinde bir ada —
Bunalm ış yalnızlığın ortasında
•H ocam » diyor, «hocam bu gece kalın,
benim le konuşun » diyor
Ne güzel olurdu anlatabilsem
En içli ışıklarla parlayan gözlerini
Size de gösterebilsem
Bir insanın üstünde
Çalışmışlığın, gayretin izlerini,
«Hoca diyor hocam anlatın
A ylardır gazete okum am ış
Hasret dünyanın bütün güzelliklerine
Radyolara, kitaplara, kadınlara hasret
Hiç arayan soran olmamış.
«Bazen diyor koca bir kuş gibi
Buralardan ansızın uçm ak
Bir lim an lokantasında denize karşı
İki tek şişe bira içmek..
Ben Varzıl kö yü n ü n öğretm eni İbrahim
Bu köyden kaçam am bilirim
Sonra gene dönüp gelm ek...
BEŞ K A V A K NÖBET TUTUYORDU

Çatlar tohum lar gerine gerine karanlıklar-


Idan
Erkekçe bir g ü n görünüverir
Soluk bulutlar, yollar,
Direklere sırt verm iş kilom etre taşları.
Ü rkek gecelerin ardından,
Birdenbire uyanıverir.
İri güllerine yorganın bem beyaz gün ışıkları
t düşer
Bir öksürük tutar k a v a k tahtalarını
Yiğidinden, erkeğinden;
Bir ya n kı kadar şöyle u zu n uzun.
Bir ötm esine bakar Salih'in gündüzü,
Kan ibikli horozun.
Bu bir Bozkır çeşm esinin hikâyesidir
Başında beş kavak nöbet bekler
G ün günleri usuldan usuldan,
Bulanık suların düşleri biter.
Cılız m ısırların bereketi
V an Gogh’u çıldırtan sarı
Siz bilm ezsiniz geceleri nükseden ateşleri
Ve yam an susuzluğunu uza kta ki tohumla-
Irın,
K urak rüyaları başlar
Bölünm üş uyku la r arasından.
Çırılçıplak bozkırların.
A y bu hayin akşam lar
Gene böyle
T utup konuverir aynı yıldızlar
Başım ızın üzerine.
Garipsi garipsi göklere bakınır,
Dudakları kurur sıcaklığından dağınık ova-
lların.
A h yıldızı hep susuzluktan
Hep yalnızlıktan yana pırıldar bu insanla-
In n ...
İMZA PEŞİNDE

Size Ja n M ari’yi takdim ederim. Doktordur.


Tıp tahsilini Lyon'da yaptı. O nu bundan yirm i
sene önce Lyon’da talebe yurd u n d a tanım ıştım .
Bir sabah elinde bir tepsi ile odam ıza gelmişti.
Fakir bir talebe ark ad aş için p a ra toplam aya me­
m u r edilmiş. Bu işi pek ciddiye alm adığı h e r h a ­
linden belli oluyordu. Bize y an a yakıla a rk a d a ­
şın d u rum unu an latırk en tepsinin içindeki beş
on fra n k ı d a yere düşürdü. Biz p a ra ları toplar­
ken o, duvardaki resim leri incelemeye başladı,
kardeşim le aynı odada kalıyorduk. Hangim izin
ressam olduğunu resim lere b ak arak keşfetmişti:
«Kardeşiniz uyurken kendi resm ini çizeme-
yeceğine göre bu resim leri yapan herhalde siz ol­
m alısınız...» dedi.
D uvardaki resim lere b a k a ra k en çok sevdi­
ğim ressam ları birbiri a rk asın d an sıralayınca,
b ir m eslektaşa rastladım diye sevinmiştim:
«Ben tıp talebesiyim» dedi. «Fakat ailemi
kandırabilsem soluğu çoktan Paris’te resim dün­
yasında alırdım . Yalnız aileye değil, gözlerime
de pek güvenilmez. Gözlükle resim seyrediliyor,
a m a resim yapılm az değil mi?»
J a n M ari hali vakti yerinde b ir ailenin çocu­
ğ u idi. Eline geçen paray ı resm e yatırıyordu. Da­
h a o yaşta en tanınm ış ressam lardan dört beş
desen, suluboya sa tın almıştı:
«Bugüne bugün iki tan e M atisse’im, bir
Dufy’m, iki tan e Laurencin'im var! A m a bun­
ları satın alabilm ek için geçen kışı ince b ir par-
dösü ile geçirdim . îki ay k a d a r kah v altıları feda
ettim . S an at sevgisi ile palto ve kahvaltı b ir a ra ­
d a pek bağdaşam adılar.»
Lyon talebe y u rd u n d a kaldığım a y la r boyun­
ca J a n M ari ile çok iyi anlaştık. Bana Lyon’da bil­
diği ressam ları, heykeltıraşları tanıttı. M üzeleri
b erab er gezdik. G aleriden birisinde Lyon Beledi­
ye Reisi H erriot’ya rastlam ıştım . Y anında ak saç­
lı, sevimli yüzlü b ir kadın vardı. H erriot ona ga­
yet hoş şeyler anlatıyor olmalı, kadıncağız bo­
yu n a gülüyordu. J a n M ari, m ıknatısla çekilmiş
gibi on lara sokuldu. Bir resim seyreder gibi ak
saçlı kadını seyrediyor, o da onunla birlikte Her-
rio t’n u n şa k ala rın a gülüyordu.
Sonra büyük bir sevinçle geldi, kollarım ı tu t­
tu, tartak la m a y a başladı:
«Bu ak saçlı kadını tanım adınız mı? T anım a­
nız lazım, m übarek b ir h atundur. U trillo’n u n a n ­
nesi cemim. Susanne Valadon. Kendi elinden çı­
k an portrelerinden tanım anız lazımdı. Ben onu
kendi desenlerinden tanıdım.»
T an ır mı tanırdı! Ja n M ari’nin bu konuda
şakası yoktu. Çok şü k ü r talebe yurd u n d a kaldı­
ğımız günler içinde doktorluk m esleğindeki bil­
gisine m uhtaç olmadık. H astalıkları da, ressam ­
la r ve resim ler k a d a r böyle u zak tan kolaylıkla
seçm ekte de m ahir olduğunu ispat etm iş olmalı.
A radan yirm i sene geçtikten sonra bu sevimli in­
sanla P aris’te buluştuk.
Hep aynı J a n M ari, aynı resim sevgisi. Ev­
lenmiş, b ab a olmuş. Dijon’da h atırı sayılır bir
doktor olmuş. Am a aklı fikri hep resim sergile­
rinde, ressam larda, resim fiyatlarında.
«Senin koleksiyonu görmeyeli kim bilir ne
k a d a r gelişm iştir. H erhalde yakında dergilerde,
m eşhur koleksiyonlar arasında senin de adına
rastlarız.»
«Dur, d a h a o k a d a r işi büyütm edim . Elim­
de birkaç tan e M atisse var. O nları iyi b ir fiyata
satarsam , ne alacağım biliyor m usun? Kocam an
bir de la Fresnaye sergisini gördüm . Deli ola­
caktım. İki resim var. O nlardan birisini ele geçi­
rem ezsem aklım ı oynatırım . Hem biliyor m usun
la Frasnaye (‘Frene’ okunuyor; of, bu isim lerin
yazılışı!) gelecek sene iki misli artacak. Bunu
bir ta ra fa yaz. Geçenlerde yeğenlerinden birisiy­
le tanıştım . Sergideki sevdiğim resim lerden biri­
si onun koleksiyonunda. Bana bir dost fiyatı ya­
pacağını söyledi. Bütün mesele beş bin lirayı göz­
den çıkarm akta. Ah şu M atisse’lerim i bir iyi fi­
y a ta satabilsem . Yalnız yeğenindeki resm i değil,
ötekini de alacağım . Sen ne dersin?»
P aris’teki resim piyasası h ak kında en ufak
b ir fikrim yoktu. J a n M ari’nin bahsettiği ressa­
m ı ben de çok seviyordum. Yaşadığı günler için­
de kıym eti anlaşılm am ış babayiğit ressam lardan
birisi idi. Picasso, Braque, Lhote zam an zam an
ona bazı şeyler borçlu olduklarını sözleriyle de­
ğilse de işleriyle itira f ediyorlardı. J a n M ari güç
bela biriktirdiği beş bin lirayı, bir tek tabloya
y atırm ak ta uzun uzadıya düşündü taşındı. İkide
bir b a n a gelip danışıyordu. Bir ara, onu bu sev­
d ad an vazgeçirm ek istedim.
«Ben senin yerinde olsam, imzasız eserler sa­
tın alırdım ...» dedim.
Ve ona imzasız eserlerin değeri hakkında
uzun bir n u tu k çektim. Onu kolundan tu tup in­
san m üzesine sürükledim . İptidai kabilelerin elin­
den çıkan h a rik a oym aları, taş, toprak, ta h ta iş­
lerini gösterdim:
«Bak!» dedim. «Hiçbirinde im za yok. Am a
A llah rızası için söyle, im zaya ihtiyaçları v ar mı
bunların?»
J a n M ari bu işlerin tadını çıkaram ayacak
kişi değildi. D aha Lyon’da talebe iken b an a bir
kilisenin kapı kilidini göstererek bağırdığını h a ­
tırlıyorum :
«İşte b ü tü n ortaçağ heykel dehası burada.
O rtaçağ kapısını bu kilidin an a h ta rıy la açabili­
riz» diyen o idi.
İnsan m üzesindeki heykellerin çoğu da bu
kapı kilidi gibi işe y aray an heykellerdi. Ja n M ari
b unların en güzelleri önünde duruyor, çocuk gi­
bi seviniyor, fak a t ikide bir,
«Ah şu sevimli yeğeni b ir kandırabilsem .
O na benim M atisse’lerden küçüğünü versem, o
d a b a n a o sevdiğim Fresnaye’yi verse!»
Em eklerim boşa gitm işti. O nun aklı fikri hep
o im zaya takılm ıştı.
«Ona vereceğin p a ra ile bitpazarm dan bir sü­
rü vahşi heykeller alabilirsin, im zalan yok am a,
im zadan başka bir heykele lazım olan ne varsa
hepsi onlarda!»
J a n M ari, sinirli sinirli gülmeye başladı:
«Sakın ha!..» dedi. «Onların hepsi taklittir.
İmzalı, gül gibi tabloyu elim den çıkaracağım ,
gidip onun yerine bilmem hangi lim anda seri işi
yontulan zenci heykellerini alacağım , öyle mi.
Ben henüz aklım ı oynatm adım . Sıcak denizlerde
dolaşan k a p ta n lar işin kolayını bulm uşlar. Bu
heykelleri yontm asını bilen zencilerden bazılarını
ele geçirmişler, lim ana u ğradıkları zam an onla­
rın p a tro n u n u çağırıyor. ‘Bana geçen sefer yon­
tu lan kütüklerden yirm i beş tan e d a h a ’ diye si­
pariş veriyor, dönüşte yirm i beş tane kuzguni
ta h ta heykeli hazır buluyorm uş. Bunu b an a çok
iyi tanıdığım bir k ap tan arkadaşım anlattı.»
«Ama, a ra ların d a h a rik a la r var? Taklit ol­
m aların d a ne z a ra r var, anlam ıyorum !»
J a n M ari fen a halde kızdı, kendisiyle alay
ettiğim i sandı. Hiç işin alayında değildim. Alay
etm eye niyetim olm adığını insan m üzesindeki
heykellerle isp at ettim . Şöyle ki, bu güzel m üze­
n in vitrinlerini süsleyen iptidai heykeller ara sın ­
d a ikiz kardeşler k a d a r birbirine benzeyen p a r­
ça la r vardı. O nları gösterdim:
«Söyle bakalım aziz koleksiyoncu, b unların
hangisi sahibi, hangisi taklit?»
J a n M ari gözlüklerini düzeltti:
«Bunların ikisi de sahici. B aksana ikisi de
ta Kristof Kolomb zam anında bulunmuş.»
Sen m isin işin içine Kolomb’u karıştıran, J a n
M ari’yi m üthiş sıkıştırdım . «Sen antikacı mısın?
S an at m eraklısı mısın? Nesin? Ben seni sa n a t pe­
şinde sanıyordum . M eğer sen, eskiler alayim üs­
tüne çalışıyorsun. Yazık doğrusu. Sen eskiden
böyle değildin? Ne oldu sana?»
Dostum şaşırm ıştı.
«Yahu, sen çıldırdın mı? Açıkgöz bir k a p ta ­
n ın on beş ku ru şa yaptırdığı bir heykele birkaç
yüz lira verecek göz v a r mı bende?»
Bu tartışm a günlerce sürdü. Birbirimizi kan-
dıram adık. J a n M ari yüzde yüz tanınm ış im zalar
peşinde koşuyor, bunlardan çoğunu sadece im za­
ları için alıyor. İyi bir fiyat buldu mu, te k ra r
satıp parasım başka bir im zaya yatırıyordu.
«Bu im zalar seni mahvedecek!» diyordum.
«imza, resm in ken arın a atılan kargacık bu r­
gacık b ir şey değildir. İyi bir ressam m imzası tab­
lonun alnının ortasında parlar. Aslında, ben im ­
za delisi değilim. Ressamın kişiliğine bakarım .
Benim koleksiyonum daki resim leri kapıdan gi­
re r girm ez herkes bilir. ‘Aa, bak bir M atisse’i, bir
de C ezanne’ı v a r’ derler. Buna im za değil, sa n at­
k ârın kişiliği derler. O nun elinin değdiği h e r ye­
re im zası atılm ış demektir.»
«Yani sen imzasız da olsa bir u sta işine p a ra
y a tırır mısın?»
«Para y atırm a bahsi başka! Tabii param ı ya­
tırdığım resm in im zalı olm asını tercih ederim.»
«Hani u stanın elinin değdiği h e r yere dök­
tü rdüğü im za ne oldu? Hem sen kişilik konusun­
d a da sam im i değilsin; bugünün en iyi ressam ­
larının kaç kalıba girip çıktıklarını sen benden
d ah a iyi bilirsin. Bundan 40 sene evvelki Matis-
se’le bugünkü elişi kâğıtlarını keserek resim ler
yapan kişinin aynı M atisse olduğunu sen ziya­
retçilerine zor anlatırsın! O senin övdüğün kişilik
değeri, bugünün ressam ından çok, galeri sahiple ­
rin in işine yarıyor. Hangi galeri sahibi vitrinin­
deki tablonun ta u zaklardan m eşhur bir ressam
elinden çıktığını bağırm asını istemez. Ama biz
galeri sahiplerine diledikleri gibi vitrin mi yapa­
cağız? Yoksa kendi içimizden geldiği gibi resim
mi? A caba yıllardan beri hep aynı resim leri ya­
pan U trillo’n u n bu hale gelm esinde galeri sahip­
lerinin büyük b ir g ü n ah ı yok m udur dersin? Vla-
minck, h a tta onunla ölçülemeyecek k a d a r iyi res­
sam olduğu halde R ouault d a (‘Ruo’ okunuyor)
bu no k tad a otobüsü kaçırm adılar mı? £ak, h er
ikisinin de yıllardan beri yaptıkları resim ler, ga­
leri vitrinlerinde ta karşıki sokaktan derhal bel­
li olm uyor mu?»
J a n M ari,
«Bir R ouault’um olm asm ı ne k a d a r ister­
dim, imzasız bile olsa, onu im zalı bir V lam inck’e
tercih ederdim!» diyordu.
Ama, iş alışverişe döküldü mü, im za konu­
sunda, gene N uh diyor, peygam ber dem iyordu...
İm zalı bir esere b ü tü n servetini yatırm aya hazır­
dı. İmzasız bir işe m etelik vereceği yoktu. Neyle­
sin, Paris sa n at borsası im zalar üstüne k u ru l­
m uştu. Tablo alışverişine girişenlerin bunun dı­
şına çıkm aları im kânsızdı. İmza h er şeyden önce
bir g a ra n ti meselesi idi. Sahiciyi, güzeli benden
çok d a h a iyi bilen sevgili dostum uz için imzasız
bir işe p a ra yatırm ak, sadece delilik idi.
«Milyoner olduğum zam an belki böyle bir
m aceraya atılırım am a şim dilik imkânsız!» diyor­
du.

B undan sekiz, on sene evvel imzasız eser­


ler konusunda da oldukça dokunaklı bir sahne­
ye d a h a şah it oldum. Bir İngiliz ressam ı ile ta ­
nıştık. Bir ah b ap tan adresim i almış. Park Otel­
de kalıyorm uş. Beni davet etti. Kırk beş, elli
yaşlarında bir zat. İstanbul’da bir h a fta k a d a r
kalmış. K apalıçarşı’da mı nerede bilmem m üt­
hiş bir heykel keşfetmiş. Yanılıp yanılm adığını
danışm ak için de beni çağırmış. A dam ın hali gö­
rülecek bir şeydi. Kocam an bir bavul açtı. Ba­
vulun içinden yünlere, pam uklara, yaslanm ış çiz­
me biçimi bir p ak et çıktı. Çizmenin üstündeki
sa rg ü a r dikkatle çözüldü, b unların arasından
başka bir paket, derken onun içinden gene p a­
m u k la r a rasm d a yirmi, yirm i beş santim boyun­
d a yarım ayaklı bir d a n a heykeli çıktı. Pişmiş
topraktan, çok açık kirem it renginde nefis bir
dana. İngiliz ressam ı, danayı çok büyük b ir dik­
k atle tutuyordu, m üthiş bir m erakla:
«Ne dersin?» dedi.
«Harika!» dedim.
«Harika olduğunu ben de biliyorum. Ama,
sahici mi? Sahte mi? Bunu öğrenm em lazım. Eğer
sahte ise karım beni öldürür! Ne dersiniz?»
Baktım, adam cağız benden, d a n a hakkında
b ir h üsnühal şehadetnam esi bekliyor. Af diledim.
A ntika eşya üstüne çalışm adığım ı, bu konuda bir
arkeologa danışm ası lazım geldiğini söyledim.
«Bu akşam yola çıkıyorum. Arkeologu nere­
den bulayım ? Ya sahte ise. D ünya k a d a r p a ra
verdiğim e mi yanayım . Bu k a d a r m asrafla onu
L ondra’ya götüreceğim e mi? A zarlanm ak da ca­
ba.»
Baktım, adam cağız fena halde efkârlı,
«Siz bu heykeli dağ b aşm da bulsaydınız
alıp evinizde bir köşeye koym az mıydınız?»
«Tabii...»
«O halde!»
HEM PERÇİN, HEM NAKIŞ

Balayı gezisine çıkmış bir İngiliz çifti ta n ı­


dım. Ç at p at Fransızca konuşuyorlardı. Seçtikle­
ri resim lere, üstünde uzun uzadıya durdukları
eşyaya bakılırsa resim den anladıkları belli idi.
Bir biçim ine getirip ne iş yaptıklarını sordum .
Kadıncağız enikonu kızarak,
«Meslektaşız demeye dilim varm ıyor, am a
biz k arı koca desen çizerek hayatım ızı kazanı­
rız.»
«Ne deseni çizersiniz?»
«Her A llah’ın günü kullanılan eşya desenle­
ri. Geçen sene ben durm adan dolm akalem de­
senleri çizdim. Kocam da h a bire düdüklü ten­
cereler çizdi. İstanbul’a k a d a r uzanabilm ek fır­
satını b ir dolm akalem le bir tencereye borçlu­
yuz.»
D urum u pek kavram adığım ı anlayınca biraz
d a h a açıkladı:
«Oturup bu eşyadan b ire r tablo çıkarm adık.
Ben bir kalem fabrikasına yüzlerce yepyeni ka­
lem tipleri teklif ettim; b ir tanesini beğendiler.
Kocam d a düdüklü tencere çeşitlerine bir yeni­
sini kattı.»
M eğer h e r ikisi de hiç du rm ad an büyük m a­
ğ azaları dolaşır, halkın hangi eşyaya d ah a düş­
k ü n olduğunu inceler, hangi eşyanın onarılm aya
uygun tarafını bulurlarsa, onu ellerine a lır yüz­
lerce desen çizer, sonunda bazılarını kabul etti­
rirlerm iş. H er ikisi de kendilerini bu mesleğe
hazırlayan b ir okulda yetişmişler. O kulda doğru
d ü rü st resim yapm ayı d a öğretiyorlarm ış, am a
bü tü n mesele günlük eşyayı onarm akta, yeni tip ­
ler bulabilm ekte imiş. Bir çocuk iskemlesi, bir
çocuk arabası, b ir oyuncak, bir kolonya şişesi, bir
tuzluk, b ir d u v ar saati, gelecek sene bunlardan
birisini kabul ettirm eye hazırlanıyorlarm ış.
Yazm a tezgâhına m erak salalı a ra d a n epey
zam an geçmemiş olsaydı, balayına çıkan bu çiftle
kolay kolay anlaşam azdık. O nlara yazm a kalıp­
larını, kitre kasnağını, kaim çuhalı yazm a tez­
gâhın ı gösterdim . Kaşla göz arasın d a ahbap ol­
duk. Y avan yavan m an zara tabloları, uydurm a
n atü rm o rtlar, vesikalık fotoğraftan kötü portreler
yapm aktansa yepyeni b ir diş fırçası icat etm e­
n in çok d a h a keyifli bir iş olduğunu, m esleklerin­
den u ta n a u ta n a söz açtıklarına h ay ret ettiğim i
söyledim. İkisi de bir ağızdan,
«Yoo! Resim bam başka bir şey» dediler, Res­
m in çok büyük bir yaradılışa bağlı olduğunu, bir
A llah vergisi olduğunu ileri sürdüler. Fabrika
m alı ile, sa n at eserini k arıştırm anın bir cinayet
sayıldığını, san atın günlük eşya ile hiçbir za­
m an bağdaşam ayacağını, onun kendine yaraşan
bir iklim i olduğunu savundular. Sonunda bir ta ­
nesi derin derin içini çekti:
«Ressam olmayı ne k a d a r isterdim , am a Al­
lah verm em iş ki!» dedi.
T uhaf değil mi? Ben dilim in döndüğü k a d a r
o nlara yaptıkları işin bal gibi sa n at olduğunu
ispat edebileceğimi söyledikçe, onlar boyuna,
«Haşa!. Ne m ünasebet! Biz şunun şu rasın d a
eşine binlerce rastla n a n ufak tefek eşya desina­
töründen başka bir şey değiliz...» deyip d u rd u ­
lar.
O nlara dem in yolda rastladığım , 1954 mo­
del bir otomobili anlattım :
«O k a d a r güzel çizgileri, o k a d a r güzel bir
biçimi vardı ki, dayanam adım gidip bir tayın sır­
tını okşar gibi çam urluklarını okşadım. Yolda-
kilerden u tanm asam öperdim de. Hele rengi? He­
le o a rk a çam urlukların tepesine göm ülm üş k ır­
mızı lam baları. Bir narçiçeği nasıl kendiliğinden
a çarsa bu küçük lam b alar da o k a d a r güzel bağ­
lanm ış. O k a d a r güzelce yerli yerine oturm uş­
lar. 954 modeli b ir otomobilin, b ir tepkili uçağın
desenini çizen kişi sizce sa n attan nasip alm am ış
bir kimse midir?»
«Sanat başka, u çak başka, 954 model a ra b a
başka. B unları birbirine k arıştırm am ak lazım.»
«Peki size bir şey soracağım . Siz vahşi kabi­
lelerin elinden çıkm ış heykelleri bilir misiniz?»
«Bilmez olur m uyuz, k a n koca ikimiz de bun­
ların delisiyiz. Bir h a fta boyunca dom ates ek­
m ek p ah asın a b u n lard an b ir tanesini ele geçir­
dik, evimizin en güzel köşesine oturttuk.»
«Peki am a vahşi heykeli dediğimiz işlerin
hem en hem en hepsi çoğu kapkacak olm ak ş a r­
tıyla günlük h a y a ta adım başı k arışan eşya de­
ğil m idir? S an at eserinin iş görmesi ayıp mı?
V aktiniz olsa size b ir eski Osm anlı kilidi gös­
terirdim . H âlâ bir delikanlı gibi iş gören bir as-
m akilit. Eğer ona heykel im tihanında on num a­
r a verm ezseniz şaşarım . Peki bu kilit işe y an y o r
diye, o n a -sa n a t kapıları kapalı mı kalacak? Şu
küçük h a sır iskemle v ar ya; bunu kapının önün­
den geçen Çingeneden bir liraya almıştım. Dört
tan e odundan bacağı, sırtında bir tutam hasırı
var. Şu küçük kilim h â lâ bizim köylerimizde do­
kunur. Beş on liraya alabilirsiniz. Ben atölyeme
gelen ecnebilerin renk ve biçim sevgilerini bu ki­
lim den anlayam azsam bu h a sır iskem leden ya­
kalarım . B unların sadeliği, işe yararlığı, daya­
nıklı olm aları güzel olm alarına m âni değil ki.
A m a biz şimdi b unları bırakalım da gene oto­
mobile dönelim. H ani şu sizin büyük fedakârlık­
larla elde ettiğiniz vahşi heykeli var ya, onu yon­
ta n zenciyi bulsak, ona zam anım ızın en iyi hey­
k eltıraşlarından birisinin eseri yanında, bir de
1954 modeli güzel bir otomobil göstersek. Zenci
heykeltıraş acaba bun lard an hangisi ile daha
çok ilgilenir?»
«Klaksona dokunursanız veya radyosunu
açarsanız, farları aydınlatırsanız, şüphesiz ki oto­
mobil ağ ır basar.»
«Hayır, b u n lard an hiçbirisine dokunm ayalım .
Zenci bunların h e r ikisini de birer heykel gibi
seyretsin. Bana öyle geliyor ki otomobildeki bi­
çim anlayışı, bizim heykeltıraşım ızın biçim an ­
layışından d a h a çok zenciyi saracaktır. M odern
heykelde zenci kendi sanatını aşan biçim ler bu­
lam ayacak, am a otomobili görünce eminim ki,
bir hayli kanı kaynayacak, gidip onu okşam ak
arzusunu yenemeyecek. Hele hele bu bir otomo­
bil değil de son model bir lokomotif, bir uçak
olursa. O kşam am n sözü m ü olur? V allaha bizim ­
ki n a ra la r atm aya, tepinm eye b aşlar sevincin­
den.»

D üdüklü tencere ve dolm akalem m ühendis­


leri neden sonra bendenizi m eslektaşlığa kabul
eylediler. O gün şansım vardı. Beraberce dolaşır­
ken karşım ıza çıkan sa n a t eserlerinin hepsi de
işinde gücünde eşyadan ibaretti. Yolda bir şer­
betçiye rastladık. Şıngır m ıngır bir bakır güğü­
m ü vardı ki, bizim dostlar derhal fiyatını sorup
satın alm aya kalktılar. Şerbetçi bu alışverişe fe­
n a halde içerledi:
«Sabah sabah alay mı ediyorsunuz yahu?»
dedi. «İnsan dişini tırnağını sa ta r mı? Yolda yü­
rüyen adam a, ‘Pabucunu b an a sa ta r m ısın?’ diye
sorulur mu?»
Sonra eski tertip bir kahveye girdik. Bu sefer
çaydanlıklara, fin can lara alıcı oldular. Tepeden
tırn a ğ a yağlıboya güller, karanfillerle donanm ış
bir yük arabası gördük. Hele bir balıkçı sanda­
lına rastlad ık ki hepsinden baskın çıktı. Dövme
bakır, kakm a n akışlarla çepeçevre donanm ıştı.
Iskarm ozların altındaki eğrileri birbirlerine per­
çinleyen uskum ru boyunda b ak ırd an veya tunç­
ta n balıklar. Göz yerinde bir vida deliği, bir de
kuyruk sokum unda. Al san a hem balık, hem per­
çin, hem nakış, bir kalem de kaç tan e iş. Balıkçı
teknesinin b u rn u n d a bir denizkızı vardı. Kutu
boyalarıyla yapılmış. Göz yerine de bir çift k a tır
boncuğu saplanm ış. Denizkızı bu; m avi m avi g ü ­
lüp duruyordu,
ESİRKUŞ’A MEKTUP

T u rh al’dan gönderdiğin resim leri İvi’nin atöl­


yesinde gördüm , o k a d a r sevdim, öyle sevindim
ki, orada olsan seni alnından öperdim. H er şey­
den önce, akadem iyi bitirip A nadolu’ya öğret­
m en olarak gittiğin halde eski çalışm a sevincini
yitirm ediğine sevindim. Seninle, senden önce,
senden sonra akadem iyi bitiren ark ad aşları bir
bir hatırladıkça,
«Ressam olm ak güç değil de, başından sonu­
n a k ad ar dayanm ak mesele! Mesleğin tiryakisi
olm ak zor, onsuz yaşayam ayacak hale gelmek
zor» diyordum.
Senin, b an a sonu gelmez gözüken uzun du­
rak lam ad an sonra eski çalışm a gücüne kavuş­
m an öteki a rk a d a şla r için de bir u m ut kapısı aç­
tı. Şimdi, şöyle düşünüyorum :
Eeeh! O nlar d a d urup d urup bir gün tu rn a ­
yı gözünden vurabilirler. Demek köklü bir m es­
lek sevgisi öyle kolay kolay sönüp gitmiyor. De­
m ek günlerden b ir g ü n resm i bırakıp başka iş tu ­
ta n a rk a d a şla rd an birisi te k ra r y a ra d a n a sığınıp
paleti eline alabilecek. Mesela, ister m isin bizim,
çift oldukları için Büyük diye andığım ız Sedat,
1960 yılında b ir sergi dolusu resim le karşım ıza
çıksın? Bak öyle bir m ucize olagelirse resim öğ­
retm enliği tad ın a doyulmaz bir iş olurdu. Büyük
Sedat’ı hatırlayacaksın. En çalışkan, en verimli
a rk ad aşlard an birisi idi. Geçen gün bir yerde kü­
çük bir tablosunu gördüm . Canım ağzım a geldi.
Böylesine resim yap an bir kimse mesleği nasıl
bırakır? Geçim diyeceksin. O da öyle söylüyor.
Dört beş sene oluyor, ona yolda rastladım :
«Hadi resim yapm aya vakit yok. Bari sergi­
leri kaçırm a. K itapların arkasını bırakm a, insa­
n a çalışm a sevinci veren ne güzel k itaplar geli­
yor. Hiç olm azsa geceleri m esleğine birkaç sa at
ayıram az mısın?»
Bizim, delikanlı düşündü taşındı,
«Ya hep, y a hiç!» dedi. «Öyle birkaç sa a t ça­
lışm a beni doyurm uyor, ya kendim i tam am ıyla
mesleğe vermeliyim, y ahut... Y ahut... Lastik top
fabrikası açmalı. Bildiğin gibi bizimki on sene­
d ir bu işle uğraşıyor.»
Bizim, kendisini unuttuğum uzu sanıyor.
Onun, mesleği bırakm asına ne k a d a r üzüldüğü­
m ü bilse ş a şın r kalırdı.
Peki ya bizim Küçük O sm an’a ne dersin?
Bu çocuk akadem ide tanıdığım en verim li öğren­
cilerden birisi olmuştu. D aha o rta bölümde iken
ağabeylerini şaşırtan birkaç tablo yapmıştı. Ney-
zen’in içkiyi bırakacağına inanırdım da bu çocu­
ğun bir gün resim den soğuyacağına aklım y at­
mazdı. Bu delikanlı d a orta bölüm ü bitirir bitir­
mez, akadem iyi yarıya k a d a r içilmemiş bir siga­
r a gibi a ttı gitti. Gidiş o gidiş!..
Sevgili Esirkuş!.. Sen neredeyse on yıldır öğ­
retm ensin. Üzerine titrediğin bir resim sevgisinin
bü tü n sevincini resim den aldığına inandığın bir
öğrencinin birdenbire resim den soğuması, insanı
nasıl üzüyor. H erhalde fark ın a varm ış olacaksın.
Bu örnekler birbiri ark asın d an sıralansa insan
m uhakkak m eslekten soğur. Bereket versin a ra ­
ya senin gibi, Nedim gibi, V a n n c a gibi, Peker
gibi a rk a d a şla r giriyor. A dnan son iki sene için­
de biri A m erikalıların salonunda, biri Filarm oni
Derneğinde, biri ötekinden baskın iki sergi açtı.
Sen b u n ların hiçbirini görem edin. Sapm a k ad ar
ressam ca, durulm uş, sade işleri vardı. V arınca’
n ın ne güç ş a rtla r içinde öğretm enlik yaptığını
düşün, onun böyle tosun gibi resim lerle karşı­
m ıza çıkm ası bizleri nasıl sevindirm ezdi?
Kendisini öğretm enliğe verip resm i ikinci
p lan a a ta n la rd a n birisi de T u ran olacak. D iyar­
b ak ır’a g itti gideli b ir tek resm ini görm edik. Ama
benim bildiğim T uran, resm i bırakırsa, ben de
öğretm enliği bırakırım .
Peker birkaç ay önce bir sergi açtı. Ama öy­
le bir salonda açtı ki, sorma. Bir ap rtım anın dör­
düncü katın d a tram vay k a d a r bir odada, Tiyatro
Sevenler D em eğinin sevimli ve sıcak m isafirse-
verliğine sığınm ış küçük, am a özlü bir sergi idi.
Geçen gün F ah rü n n isa’ya rastladım . H atır­
larsın b ir aralık atölyem izin en kuvvetli ressam ­
ların d an biri olm uştu. İn an ır mısın akadem iyi bi­
tireli b ir tek resm ini görm ek nasip olmadı. Öğ­
retm enlik öylesine vaktini alıyorm uş ki, resim
yapm aya vakit kalm ıyorm uş. S aynur d a öyle söy­
lüyor. Ö ğretm enliği bahane edenlere Hocanın
m eşhur hikâyesini h atırlatm ak lazım: H ani Ho­
canın evine hırsız girer. Ne var, ne yok götü rü r
de H ocanın ru h u bile duym adığı için konu kom-
Çu,
«Amma da yaptın Hoca! Bu seninki de ne
uykusudur!..» diyerek Hocayı a z a rla rla r d u ru r­
lar, sonunda Hoca,
«Peki am a şu hırsızın hiç de mi kabahati
yok!» der.

Bizim Büyük O sm an da Bolu’da, Kız Ö ğret­


m en O kulunda resim öğretmeni. O da kendini öğ­
retm enliğe öyle b ir veriş verm iş ki, sorma. Bu­
günlerde A m erikalıların salonunda öğrencilerin
işleriyle bir sergi hazırlıyor. Bolulu öğrencilerin
işleri arasın d a bizim bazı tem bel akadem i öğ­
rencilerini u zu n uzun düşündürecek resim ler var.
Hele b ir cennet cehennem serisi var, görsen ba­
yılırsın. Ö ğrencilerin çoğu boyalarını kendi elle­
riyle ezmişler. Piyasada bu boya sıkıntısı sürüp
giderse önünde sonunda hepimiz kolları sıvayıp
boyalarım ızı kendim iz hazırlayacağız. Belki en
hayırlısı d a bu olacak, am a vitrinlerde yabancı
d iyarlardan gelen çeşitli eşyayı gördükçe,
«Peki, b ü tü n b u n lar gelir de, niçin bize boya,
fırça, resim k a rtları gelmez? Resim araçları lüks
eşya mı sayılıyor? B unları piyasada bulm ak için
hangi bakanlığa başvurm am ız lazım?» deyip du­
ruyoruz.
B urada sergiler birbiri arkasından açılıp du­
ruyor. M aya’da bugüne k a d a r adm ı duym adığı­
mız bir delikanlının sevimli işleri sergilendi. Bu
delikanlı da boyalarını kendi yapıyorm uş. D aha
önce K uzgun’u n heykelleri vardı. K uzgun’un kü­
tü k oym alarını çok sevdim. Yeni m im arinin bü­
tü n nim etlerinden faydalanan genç m im arlarım ız
nasıl olur d a bu işleri kapılarına serpm eyi dü­
şünm ezler? Kalemde m ürekkep kurum adıkça biz­
den yazması:
M im arlarım ız im dadım ıza yetişmezse bizim
yaşam a dam arlarım ız kurur.
Geçen g ü n Beyoğlu’n d a gördük. Genç m im ar­
larım ızdan birisi İş B ankasına yüzde yüz mo­
d e m çizgilerle güzel bir salon yapmış. İnsan içe­
ri girer girmez,
«Buraya bir m im ar eli değmiş!» diyor. Diyor,
am a a rk asın d an insanın gözü bir avuç resim bir
çim dik heykel arıyor. Ne biri var, ne öteki. Genç
m im ar,
«Vallahi biz çok istiyoruz, am a büyükleri­
m iz pek yanaşm ıyorlar,» diyor.
Çık işin içinden. M aya’d a K uzgun’dan önce
İyem 'in güzel bir sergisi açıldı. İyem h er sergide
m esleğine bir parça d a h a yerleşiyor. M esleğin
tadını biraz d a h a fazla çıkarttığı belli. Sadeliği
h e r şeyin üstünde tutm ası ne güzel. O d a boya­
larını kendi eliyle eziyor, m uşam balarını kendi
hazırlıyor, am a bir ta ra fta n d a piyasadaki boya
kıtlığından şikâyet ediyordu.
Bu mevsim içinde Belediye G alerisinde açı­
lan sergilerden yalm z K alm uk’u n sergisiyle, Öz-
den’in sergisini gördüm . E rcüm ent K alm uk İtal­
ya seyahatinden çok hayırlı denem elerle dönmüş.
Ö zden’in sergisi de güzeldi. Yalnız en kuv«
vetli resm ini, Banka Konkurd için yaptığı bü­
yük tabloyu koymamış. Bu tablosu enikonu güzel
bir işti. Üç m etreye iki m etrelik bir resim, koya­
cak yer bulam adığı için iki yüz liraya satıp k u r­
tulm uş. İşte böyle Esirkuş. Ha, bak Şükriye Dik-
raen’in sergisini unuttum . O nu d a akadem iden
hatırlarsın. F ransızların salonunda büyük bir ser­
gi açtı. D ört beş sene P aris’te çalışmış. A radığını
bulan bir ressam ın em niyeti vardı işlerinde. Az­
la yetinmesini, alçakgönüllü oluşunu, kendi ya­
radılışına uygun bir yol seçmiş olm asını çok sev­
dim.
Şimdilik bu k a d a r Esirkuş. Bize h e r zam an
böyle güzel resim ler gönderm eni bekler, gözle­
rinden öperim.
ARKADAŞ DÖKÜMÜ

Evvela dişlerim iz düküldü


Sonra saçlarımız
A rkasından birer birer arkadaşlarım ız
Ş u canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolum uz, kanadım ız
Tatlı canım ızdan usanm ışız

Bir şüphedir sarm ış yüreğim izi


Y a kendini aldatıyor dem işiz ya bizi
Bir şüphedir dem ir atm ış ciğerimize
Pam uk ipliği ile bağlamışlar bizi
D üğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir k u ru m hepim izde
N ereden inceyse oradan kopsun

Bu canım dünyanın orta yerinde


Hayvanlar kadar bağlanam am ışız birbiri-
Im ize
Yalan mı? gözünü sevdiğim karıncalar?
İşte: ham siler sürü sürü
A rılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur

Y a bizler? Eşref’i m ahlûkat!..


Boğazım ıza kadar kendi m urdar karanlığı-
Im ıza göm ülm üşüz
Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
Bizler sürü sepet
Y alnız birbirim izi öldürm üşüz
M ünasebetsizin birisi çıkmış; insan yalnız
doğar, yalnız yaşar, yalnız ölür m anasına: Her
koyun kendi bacağından asılır, buyurm uş. İşi­
ne gelm iş olacak k a rın doyurm uş. Her koyun
kendi bacağından ha? Hay söyleyenin dilini
eşek arıları soksun. Yalnız başına sen nesin oğul?
Bir hiçsin, bir sıfırsın. Yalnız başına sen bir k a­
lem: Yoksun. Sen evvela içindeki bu m u rd a r şüp­
heyi sustur. Bil ki:
Yalnızlık A llah’a m ahsustur.

Cami ne k a d a r büyük olursa olsun, imam


bildiğini okur. Bu konu d a dönüp dolaşıp kale­
me takılır. Y ukardaki sözlere haberim bile olm a­
d an bir vaaz, bir vaiz edası sinmiş. Am a ne olur­
sa olsun, aklım ı başım a devşirdim devşireli bu
konu h e r A llah’ın günü karşım a çıktı. İnsanoğlu­
n u n biricik ve en önemli meselesi budur. Bun­
d an ötesi ektir, estektir, köstektir. Bu eklerden
birisi de ark ad aş ve arkadaşlıktır. Bugünkü ko­
num uz budur: Bütün dileğim; kalem in düm enini
şaşm adan ark ad aş ve arkadaşlık yönüne doğru
çevirebilm ektir.
Derdini derdim ize
Sevincini sevincim ize katabildiğim iz
K olum uzu boynuna dolayıp
Dibi görünen denizler gibi
G özünün içine bakabildiğim iz
Bizden u zakta olduğu zam anlar, düşüncesi
k u rt gibi içimizi kem iren, yanım ıza gelmeye can
atan, geldiği zam an bir başka m em leket görm ü­
şüz gibi sevindiğimiz; canım ıza can katan, sof­
ram ızda um duğunu aram ızda kendini bulan;
heyyl Dost! Am a reisi Böylesine dost değil sev­
gili derler. D erler ya! Elbette; dost dediğin de
sevgilidir. Bütün m ektuplar, «sevgili dostum» di­
ye başlar.
B ütün dostlar sevgilidir, am a b ü tü n sevgili­
ler dost değildir. Sevgili de dost olm adı mı, fela­
ketin büyüğü gelip çattı dem ektir. Sudanın kuz-
guni karası, püsküllü belası, iflah etm eyen bu-
d u r işte. Ne karası, ne gül pembesi. Sözümüz
sevdadan dışarı. Sözümüz, en çok kullanılan an ­
lam ıyla arkadaşlık üstünedir.
A rkadaş, sevgilidir, am a bu sevgi sevdadan
gelen sevgi değildir. G aliba bu konu üstünde
hepim izi şaşırtan bu noktadır: Sevgi ile sevdayı
boyuna karıştırıp duruyoruz. Sevda oyunu iki
kişi ile oynanır. B unlardan birisi m uhakkak er­
kek, öteki dişidir. Halbuki sevginin dişisi erkeği
olmaz. Sevgi oyunu iki kişilik değildir. Taşı, top­
rağ ı ve b ütün y aratıklarıyla dünya çapında bir
oyundur. D ünya ile oynanır. Bir insan yüreğine
bü tü n bir dünya sığar. Sevgi bir baldır. Hepimi­
zin yüreğim izde güp güp kabaran, boşandıkça
dolan ve tadı dünyayı saran bir bal. Sevgi bir
baldır. Bu balı küpü ile sevgilisine yalnız, ona
sunm ak isteyen ya delidir, ya aptaldır. Bütün bir
dünyaya yetecek balı bir kişi neylesin? Bu ka­
d a r bal insanı deli eder, k u rd u rtu r, aklını başın­
d an alır. İliklerimize k a d a r işleyen sevgi gücünü
bü tü n hışm ı ile duyduğum uz zam an âşık oluruz.
Sevda, içimizde d urup dinlenm eden ak an sevgi
ırm ağının bir çağlayan oluşudur. Sevgi gücü­
nü n nerelere yettiğini o zam an kavrarız. K ara­
sevdaya gelince o, bu güzel, bu m übarek akışı;
bu gücüne k u rb an olduğum uz hışm ı karan lık bir
kuyuya sap lar geçer. A rtık ne ırm aktan hayır
kalır, ne çağlayandan eser. Bal, bal küpü, ırm ak,
çağlayan, kuyu.
N ereden kalktık, ne sulardayız. Halbuki dü­
m eni hep arkadaşlık sem tine tutacaktık. D avra­
nalım , dost bağında tala n var.
Bu gözlerim dost yüzüne baka geldi baka
[gider
Benim gönülcüğüm ey can çıka geldi çıka
[gider
Dost bahçesinde gülleri koka geldi koka gider
Yunus
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Veysel

Şu dost kelim esi de az talihli değil h ani...


Ne güzel kaynaklarda, ne güzel şiirlerde yun­
m uş yıkanm ış. A m a sonunda ü stüne bol m ik­
ta rd a gülsuyu, tarç ın serpm işler. Kelimeye in sa­
nın içini bayıltan bir tekke, bir takke kokusu­
d u r sinmiş. Dost erbabı,
«O senin bildiğin dost değil. Başka hikâye.
Senin aklın ermez!» diyorlar. Öyle ise, dost on­
ların olsun, ark ad aş bizim nemize yetmez!..

A rkadaşlık üstüne söylenecek en son sözü


hem en söyleyeyim de işi sağlam a bağlayalım :
A rkadaşı olm ayan kim se adam değildir. A dam ­
sa sakattır, hastadır, m egalom andır. Hal ve key­
fiyet bu m erkezde iken, sevmek bu dünyayı çer­
den çöpten, sevmek d u ru p dinlenm eden sev­
m ek... M üm kün m ü d ü r oğul, m üm kün m üdür?
A rkadaşlık dediğin bir şarkıdır. Başlar, yükselir,
biter. K eram et kubbede hoş bir sada bırakm ak­
tır. Hayır, arkadaşlık şarab ın iyisi gibi yıllan­
dıkça değerlenir. Ne m ünasebet, o senin dediğin
aıicak k arı koca arasın d a doğabilir. H angi a rk a ­
daşlık, hangi ş a rtla r içinde bu k a d a r yıllanabi­
lir?
A rkadaşlık a ra s ıra çakan bir şim şektir. Dü­
şen bir yıldızdır, onun aydınlığında ne k a d a r di­
leyebilirsen o k a d a r a b a t olursun. Görüp göre­
ceğin rah m et budur.
Y aşlandıkça ve b ir çocuğun, çocukluktan, de­
likanlılığa doğru yelken açarken geçirdiği sa r­
sıntıları gördükçe arkadaşlık üstüne edindiğim
fikirler b ir k a t d a h a karışıyor.
N asıl oluyor d a «arkadaşlık» dediğimiz, üze­
rin e titrediğim iz bu cevher, çocuk denilen ve yal­
nız kendi keyfini düşünen, kendisini dünyanın
m erkezi sayan m ahlukta barınabiliyor? Na­
sıl oluyor d a en güzel, en köklü ark ad aş­
lıklar çocukluk iklim inde gelişiyor? Niçin bütün
dünyam ız oyundan ve hazdan ib aret iken a rk a ­
daş canlısı oluruz da, aklım ızı başım ıza devşirir
devşirmez; arkadaşlığın en övünülecek tarafım ız
olduğunu anladığım ız halde birer birer ark ad aş­
larım ızdan oluruz?
Çocuk, nasıl ipe sapa gelm eyen egoizmi hod­
kâm lığı ile arkadaş sahibi olabiliyor da aklı ba­
şında ad am lar kolay kolay arkadaş edinem iyor­
lar? Yenilerini edinm ek şöyle dursun, güç bela
m uayyen bir yaşa k a d a r ulaştırabildikleri a rk a ­
d aşların sap ır sap ır döküldüklerine şah it olu­
yorlar?.. Yanılm ıyorsam bunun bir tek sebebi
var: Bağlayıcı öz!.. Çocuğu çocuğa bağlayan bir
öz var: Oyun. Bölüşülmediği zam an beş p a ra et­
m eyen nesne. Öyle bir şey ki, bir tek kişinin elin­
de taş kesiliyor. Bir öz, bir kudret olabilmesi için;
ortaklaşm a bölüşülm esi şart.
H albuki yaşım ızı başım ızı aldıktan sonra biz-
leri aynı hızla birbirim ize bağlayan bir özden
yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Çocuğun oyunu gibi
bedava paylaşabileceğim iz bir oyun icat edebilir­
sek ne m utlu. A rkadaşlık m ucizesi devam ediyor
dem ektir. Zam an zam an içki kadehinde, en teh­
likeli oyunlardan birisine; bile bile katılıyoruz.
O lgun in san ların elbirliğiyle çıkardıkları en be­
lalı oyun alkol oyunudur. Aklı başında, canı b u r­
nunda, ekmeği aslan ağzında m ilyonlarca insan
alkolde ne a ra r, ne bulur? G ünde üç lira kaza­
n a n bir kimse, nasıl olur d a bunun yarısını iç­
kiye yatırır? Yanılm ıyorsam içkide aranan; oyun­
dur. B ulunan d a yarım yam alak b ir arkadaşlık.
Aklımız başım ıza geldikten sonra k urduğu­
m uz ark ad aşlık lard a fayda birinci plan d a geli­
yor. Fayda; ortak laşa bölüşüldükçe bu a rk ad aş­
lık yaşıyor. Fayda o rta d a n kalktı mı, arkadaşlık
balon gibi sönüyor.
En güzel, en keyifli arkadaşlıklar, tehlikeli
ve uzun yolculuklarda, askerlikte veya b u n lara
benzeyen hallerde doğuyor. Yol bitiyor, askerlik
bitiyor, arkadaşlık d a beraber... Oyun dünyasın­
da bizim için canını seve seve tehlikeye a ta n a r­
kadaş, h a y a ta a tıld ık tan sonra seve seve canım ı­
za kıyabiliyor. Kolay değil işin içine haşm etlu
m enfaat h azretleri karışıyor. Hey Allahım, nasıl
oluyor da, bizi oluk oluk dünyaya bağlayabile­
cek en güzel gücüm üzü, arkadaşlık gücümüzü;
bizi küçülten, körleten, körbarsağa döndüren k ü ­
çük fay d alar için feda edip geçiyoruz?
O yunların en güzeli, içimizden gelen, p ir aş­
kına oynadığım ız oyundur, bedavadır, bir kişiy­
le oynanm az, bir sü rü a rk ad aşla oynanır.
«Evet am a k ırkından sonra d a çelik çom ak
oynanm az ya?»
«Oynanmaz, am a poker o ynanır değil mi?
Ya m üşterek bahisler? Borsa oyunları? Galiba
b ü tü n mesele çocukluk dünyam ızdaki oyunun
tadını kocam an a d am lar olduğum uz zam an bula­
bilmekte. D am ar dam ar, oluk oluk, g ürül gürül
etrafım ıza kanşabilm ekte.»
Oyun tem posuna sonuna k a d a r katlanm ak,
m ızıkçılık edeni k a rg a tulum ba etm ek ne keyif­
li şey... Aklımızı başım ıza devşirdikten sonra el-
birliğiyle b ir oyun çıkaram azsak; b ir çocuk se­
vinciyle, pir aşkına bu oyuna katılam azsak, yap­
ra k m isali birbiri arkasından dökülüp giden a r ­
kadaşlarım ızın arkasından ağlam aklı olm ak n e ­
ye yarar?
AĞLA GÜZEL ÇOCUK!

Siyah perçem leri kaşının üstüne düşm üş kız


alı al, m oru m or geldi:
«Çöpçüler geldi. Sizin evi arıyorlarm ış. Ben
evin num arasını bilmiyordum. Gittiler.»
İçeriden bizim arkadaşın hanım ı hışım gibi
d ışa n fırladı:
«Seni k â fir'k ız seni!.. Gene köpeklere sahip
çıktın. Zehirlem esinler diye çöpçüleri sen savdın
değil mi?..»
Siyah perçem li kız, başına gelecekleri hesap­
lamış, koşarak uzaklaşırken,
«Vallahi teyze sizin evin num arasını bilm i­
yordum da...» diyordu.
Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Hay
hiç de olmaz olaydı... Meğer, günlerden beri baş­
lam ış bir dram ın tam son perdesine düşm üşüm .
M eğer ark ad aşın oğlunu m ahalle köpeklerinden
birisi ısırmış. Çocuk kuduz iğnelerini yemiş. Be­
lediyeye h ab er salm ışlar, zehircibaşı birkaç defa
gelmiş, fa k a t kom şu kızı h e r seferinde çöpçüleri
atlatm ış. Gözcüler koymuş. Köpekleri bir ta ra fa
aşırm ış. P lan lar kurm uş, fa k a t bu sefer hem bi­
zim kiler, hem belediye işi ciddiye alm ışlar. Der­
ken çöpçüler gibi giyinmemiş, köylü kıyafetinde
b ir adam peyda oldu. Kom şunun köpeklerini
dostça çağırdı. İki beyaz köpek. İkisi de birb irin ­
den güzel. Canlı, diri. K ara üzüm gibi gözleri
var. K uyruklarının ucuna k a d a r yaşam a sevin­
ci dolu. Fıkır fık ır kaynaşıp duruyorlar. Adam
cebinden ne olduğunu görem ediğim ufak tefek
b ir şeyler çıkardı. Hiç telaş etm eden köpeklere
atm aya başladı Çok lezzetli şeyler olmalı, daha
yere düşm eden kapışıyorlardı. Bu adam ın zehir-
cibaşınm ta kendisi olduğunu neden sonra an la­
dım. Siyah perçem li kız oyunu bırakm ış, bir ke­
n a ra büzülm üş, hıçk ıra hıçkıra ağlıyordu. Gözü­
n ü n önünde sevgili köpeklerini zehirliyorlardı.
Çöpçüleri birkaç defa oyalamış; fa k a t bu başı­
bozuk adam ın köpeklere dostça yaklaşm asından
hiçbir şey anlam am ıştı. Bir p arça sonra çöpçü­
ler cenaze arabalarıyla, sokağın başına dikilin­
ce meseleyi anlam ış, fak a t köpeklerin ikisi de
çoktan ecel lokm alarını büyük bir iştah la y u t­
m uşlardı. Çöpçüler Azraile seslendiler. Öteki so­
kaklardaki köpeklerin peşine düştüler.
Beyaz köpekler bir p arça sonra k arın ların d a
patlayacak bom badan habersiz, ikindi güneşinin
kam aştırdığı otlar üstünde oynaşıp duruyorlar.
Siyah perçem li kız durm adan ağlıyor, om uzları­
nın sarsıldığını, yum uk elleriyle kapadığı yüzün­
den yaşların sızdığını görüyordum . Niçin öteki
çocuklar hiç oralı değil de yalnız o ağlıyor? O
ağladıkça zehir kendi kanım a karışacakm ış gibi
beni de bir telaştır aldı. Am a ne yapabilirdim ?
En ufak bir karışm a çeşitli m esuliyetleri yüklen­
m ek olacaktı. A rkadaşın şakası yoktu. Kuduz
korkusu bu: Bundan yirm i beş sene evvel Erzu­
ru m lu bir babanın başına gelenleri ürpererek h a ­
tırladım . Çocuklarını ısıran köpeğin kuduz oldu­
ğ unu a n la r anlam az yola düşm üş. Fakat geç
kalm ış. Aslan gibi iki yavrusunun gözünün önün­
de kudurduğunu gören baba da altlını oynatm ış­
tı. Burasını böylece bil de, sen gel k a ra per­
çemli kızın y aşlarına katlanm a bakalım . Köpek­
ler hâlâ cıvıl cıvıl. Çocuk h â lâ ağlıyor:
«Bak» diyordum, «onlara bir şey olacağı yok.
Hadi sen de a rtık evine git.»
Hiç oralı bile değil, sanki gözyaşları zehrin
kuvvetini azaltacakm ış gibi. A rkadaşın karısı
huylanıyor,
«Ağla bakalım . Sanki büyük bir m arifetmiş!.
M usibet sen de! Bu k a d a r bol gözyaşın vardı da
zelzelede, deniz altında ölenlere niçin ağlam a­
dın?»
Çocuk ağzına kadar, sitem dolu iki fincan
gibi kocam an gözlerini kaldırıyor:
«Ben onları tanım ıyordum ki!» diyor.
İkindi güneşi yavaş yavaş dönüyor, köpekle­
rin ikisi de zehir değil, sanki vitam inlerin bütün
alfabesini yutm uşlar gibi, al takke ver külah oy­
naşıp duruyorlar. Bu çocuk ağlam asa mesele
yok. Köpekler afiyette, ikindi güneşi dum an a ttı­
rıyor, b a h a r gelmiş, leylaklar, salkım lar, cane-
rikleri, şeftali ağaçları kıyam eti koparıyorlar.
Böyle bir cüm büş ortasın da zehrin de sözü mü
olur? Am a k a ra kız h â lâ ağlıyor. Bu köpekler
elinde doğmuş, kucağında büyüm üş olmalı. Bu
köpekler onun h ay atından bir p a rç a olmalı; öte­
ki çocuklar hiç oralı bile değiller. U tanm asam
ben de küçük kızın yam başına oturup ağlaya­
cağım. Am a nerede o cesaret!..
Peki ağlayıp da ne olacak sanki? Gözyaşla-
rınız bir a ra y a gelecek de köpeklerin k a rn ın d a­
ki zehri k arak u lak suyuna m ı çevirecek! Siz bir
ta ra fta tatlı tatlı ağlayacaksınız. O nlar d a öte
yan d a gerile gerile, ürpere ürpere, can çekişecek­
ler.
Bizim gözyaşlarım ız köpekleri ölüm den elbet­
te kurtaram az, am a belki henüz zehirlenm em iş
köpekleri zehirden, sapasağlam köpekleri kuduz­
d a n kurtarırız. Bir tek köpek yavrusu için mel
m el m eleşen in san lar tanıdım . Zehirleyeceğimiz
yerde bu köpekleri onlara ulaştırırız, a sırla r bo­
yunca, köpekler düşm anım ız değil dostum uz ol­
d uklarını isp at etm ediler mi?
Evet am a sen bu yo llan bulana kadar. Ku­
duz bütün m ahalleyi sararm ış...

Benim ağlam am imkânsız, siyah perçem li ço­


cuk. Ben de Seninle birlikte ağlam aya başlarsam
yoldan geçenler durur, «Ne oluyorsunuz yahu?»
diye sorar. Ya onlar d a bizimle birlikte ağlam aya
başlarlarsa? Öteki köpekleri zehirlem ezler, son­
ra onlardan birisi k u d u ru r seni ısm rsa? Ya sen
k u d u ru rsan güzel çocuk? Bırak ben ağlam aya­
yım da sen ağla. A llah n u r gibi gözyaşlarından
razı olsun. Ya sen de ağlam asan bu köpeklerin
hakkını nasıl, neyle öderdik; yalnız bunları değil
bugün m ahallenin, sem tin b ü tü n köpeklerini ze­
hirleyecekler, zehircibaşı köpek başına bilmem
kaç kuruş alıyorm uş. Hiçbirisini kaçırm az. Bu
k a d a r köpek için bir avuç dolusu gözyaşı çok
mu? Eğer senin y aşların d a olm asaydı bu m ahal­
leden n efret ederdim . Ağla güzel çocuk! Sen ağ­
ladıkça içimiz de hiçbir zam an n a sır tutm ayacak.
H er zam an taptaze kalacak, bir köşe, bir kaynak
bulunacak. A ğla güzel çocuk, sen ağladıkça be­
dava iyiliği düşünebileceğiz. Başıboş, bedava ta ­
raflarım ız olduğunu hatırlayacağız. Ağla güzel
çocuk! Bize bağlanan, bizim iyiliğimiz için sava­
şan, bizimle beraber yaşadığm a sevinen şu ikindi
güneşini, şu buram buram ot kokusunu, şu can-
eriklerini bizimle beraber tadanlar, aynı gök­
yüzü altında, aynı nefes a la n la r için ağlam ak
çok m u?
Senin gözyaşlarm d a olm asa köpeklerle in­
sa n la r arasındaki dostluk ne iğrenç bir dostluk
olurdu?
Sonra ağlayan çocuk kayboldu. Köpekler de
sırra kadem bastılar. İkindi güneşi de. A caba
zehir tesirini gösterdi mi? Yüz adım k a d a r öte­
de, tam stadyum un karşısındaki köşe başında
b a h a rd a n nasibini alm ış bir çayır parçası vardı.
İkisi de orada yan yatm ış, yemyeşil çayırın ü s­
tünde bembeyaz can çekişiyorlardı. Bozuk bir
m otor tem posuyla bir titrem e, bir ürperm e bü­
tü n vücudu sarsıyor, birdenbire ayak lard an bi­
risi kazık gibi gerilirken öteki zonklam aya baş­
lıyordu.
Zehrin şıp diye öldürdüğünü söyleyenler, h e r­
halde bu yürekler parçalayıcı can çekişmesini
görm em iş olacaklardı. Kolay kolay dayanılır şey
değildi. K ara perçemli kızın bu m anzarayı gör­
memesi için çok şeyler feda edebilirdim . Yoksa da­
d a önce böyle bir şey görm üş m üydü? Hiçbir za­
m an doğrulam adan on dakika k a d a r çırpınıp
durdular. Bir a ra başka bir köpek yaklaştı, on­
ları da şöyle bir kokladı, sonra can havliyle
uzaklaştı.
Bu dipdiri o tlar üstünde, bu bahar, bu şef­
tali çekirdekleri a rasın d a can çekişmesin de ne
h a lt etsin?
K arşıdaki evden yetm işlik bir nine çıktı. O
d a bir m üddet benim gibi baktı kaldı, sonra,
«Dinimizde böyle bir şey yoktur bizim. Ama
a n aların kuduzdan öyle gözleri korkm uş ki! Ne
dersin?..»

Diyecek bir şeyim yoktu. A ğlayacak yaşım


da yoktu. Benim yerim e küçük kız k a n a k an a
ağlam ıştı.
Şimdi ikide bir onun ağzına k ad ar gözyaşı
dolu gözlerini hatırlıyorum :
«Ben ötekilere ağlam adım . O nları tanım ıyor­
dum ki...»

Ah güzel çocuk. Bir gün böyle bir sözü söy­


lemiş olduğuna ne k a d a r utanacaksın. Acep bu
söz, gözyaşlarının hız aldığı yerden mi kopup
geldi? Bu sözü niçin söyledin bilmiyorum. Ço­
cukluğun sa n a kapının önünde doğan köpekleri
sevmesini öğretti. O n lara k a n a k a n a ağladın. Ço­
cukluğun sana,
«Ben onları bilm iyordum. O nun için ağlam ıyo­
rum,» dedirtti. K ara perçem li güzel çocuk bir
gün gelecek tanım adığın in san ların ölüm üne de
ağlayacaksın. İşte o zam an insan, adıyla sanıyla
bir insan olacaksın. B ütün insanlığın san a şunu
dedirtm ek olacak:
«Onları tam m azdım . Am a gene ağlıyorum iş­
te. O nlar d a senin benim gibi. A llah’ın kulları
idi.»
Atasözlerim iz arasında, yaşını başını öğren­
m ek istediklerim den birisi de; söze güm üş, sus­
m aya d a altın dam gasını v urup geçer. Üzerinde
hiç tartışm adan kabullendiğim iz bu sözü dilimi­
ze bağışlayan kişi y a kuyum cu idi; ya m aden
m ühendisi, yah u t b u n a benzer bir şey. H erhalde
ne avukattı, n e öğretm en. Ne mebus, ne de; aday,
gazeteci, yazar!.. Romancı, şair olmadığı da gün
gibi aşikâr. Sade sözün aday, kuvvetli sözün de
m ebus çıkacağı şu seçim günlerinde susm anın,
arpacı kum rusu gibi, d u t yemiş bülbül gibi sus­
m anın altın kesm esinden vazgeçtik, kalp beşlik­
ten ne fark ı var?!
A m a nasıl olmuş da, bu sözü; susm aya bu
k a d a r büyük değer veren bu sözü; öpüp başım ı­
za koym uşuz? Nasıl olmuş d a bu söz hepimizin,
kulağım ıza küpe olmuş da yüzyıllar boyunca sal­
lanm ış durm uş.
H erhalde biz d a h a eski çağ lard a çok, am a
çok konuşan bir milletmişiz. Ağzımıza geleni söy­
ler, içimizden geleni söylemesek ra h a t edemezmi­
şiz. O k a d a r konuşmuş, o k a d a r kafa patlatm ı­
şız ki, nihayet birçoklarının canına tak demiş,
biçimine getirip dudaklarım ıza altın d an bir kilit
vurm uşlar, yüzyıllar boyunca güzel güzel sus­
muşuz, ta cum huriyetin ilanına kadar. Bu k a d a r
uzun boylu, bu k a d a r deliksiz bir susm a karşılı­
ğı altın babası olmamız lazım gelirken üstelik
evdeki bulgurdan da olmuşuz.
C um huriyetin ilam ndan sonra yavaş yavaş
konuşm aya başlam ışız. Am a nasıl? Şu m eşhur
hikâyedeki orm an sakinleri gibi. Bu hikâyeyi
m erh u m Salâh Cimcoz ikinci devrede m ebus
iken Meclisin koridorlarında Gazi M ustafa Ke­
m al’e anlatm ış. Bize de hikâyeyi dinleyenler a ra ­
sında bulunan babam anlatm ıştı. Gazi, Mecliste
d u t yemiş bülbül gibi susup duran, fak a t Meclis
koridorlarında alçak sesle gayet ateşli konuşm a­
la ra dalan bazı m ebusları göstererek Salâh Cim-
coz’a sormuş:
«Bunlar niçin söyleyeceklerini Meclis k ü rsü ­
sünde söylemezler de böyle koridorlarda fısılda­
y a ra k ziyan ederler?»
Salâh Cimcoz; sözün b urasına hikâyesini sı­
kıştırmış:
«Paşam» demiş, «vaktiyle büyük b ir orm an­
d a büyük bir aslan yatarm ış. Geceleri öteki o r­
m an sakinlerinin bağrışm alarından rahatsız olur
uyuyam azm ış. G ünlerden bir gün bir ferm an çı­
karmış.- Bundan böyle aslan h azretleri uyurken
hiç kimse en ufak bir ses çıkarm ayacak. O rm an­
d a geceleri çıt çıkm az olmuş. Bir gece aslanın uy­
kusu kaçmış. Şöyle b ir dolaşayım demiş. Bak­
mış o rm anda bir tşk m ahluk yok. İzleri sürm üş
ki, b ü tü n m ahlukat orm anın en büyük m ağ ara­
ların d an birinde sözbirliği etm işler. Bunda bir
fesat sezen aslan m ağaranın bir deliğinden ba­
k acak olmuş. Ne görsün? K endinden başka bü­
tü n orm an sakinleri orada. T avşandan tu t file
kadar. O rtad a bir kürsü. Boy sırasıyla b ütün
m ah lu k lar kürsüye çıkıyor. Elleri, ayaklarıyla
bazı işaretlör yapıp, iniltiye, fısıltıya benzer ses­
ler çıkarıp duruyorlar. Dinleyiciler de buna, g a ­
yet acayip ufak tefek sesler ç ık a rta rak katılıyor­
lar. A m a b ü tü n b u n lar sessizce olup bitiyor. Bun­
d an kuşkulanan aslan içeri dalm ış. K urul başka-
nm a, b ü tü n bu tiyatronun ne dem ek olduğunu
sormuş. Başkan ancak aslanın duyacağı bir ses­
le, alışkanlık aslanım , demiş. Alışkanlık. Bizler
geceleri bağırm azsak, kahrım ızdan ölürüz. Bağır­
m ak d a yasak, ses çıkarm adan dudaklarım ızı
oynatıyoruz. Bu kadarcık olsun yasak çıkartıyo­
ruz işte...»
Şu, b ir hikâyeyi tam yerinde anlatm ak da
yok m u? H erhalde büyük b ir m arifet olsa ge­
rek. B unun ne dem ek olduğunu Ferdi T ayfur’dan
meşketmeli.
Bu hikâye Ferdi’n in eline düşseydi, onu tu ­
ta r yazının bu ta ra fın a kor m uydu? H erhalde
bunu yazının sonunda an latm ak lazımdı. Böyle
tuzlu biberli bir hikâye a n la ttık ta n sonra, sen
gel de sözün güm üş, sükûtun altın olm ası sözü­
n ü incele bakalım!.. H albuki bu konu üzerine d a ­
h a söylenecek sözler vardı. Mesela, susan kişiler
değil de; bilirkişiden kinaye su sa r kişiler. Hepi­
miz b u n lard a n birkaç düzine tanım ışızdır. Her
yerde susarlar. Am a nasıl su sarlar Allahım?! .
Taş gibi, ta h ta gibi, toprak gibi susarlar. Dik­
k a t ettim . B unların çoğu kalantor, kodam an ki­
şilerdir. B unlar hak ik aten sü k û tu kıym etli bir
m aden haline getirm esini keşfetm işlerdir. Herke­
sin cıvıl cıvıl şakıdığı, bülbül kesildiği toplantı­
la rd a o n lar p u t gibi susarlar. Boyuna sustukları
için herkes bu kapalı k u tu d a olup biteni m erak
etm eye başlar. İnsan h ali bu, hepim izde bir m e­
rak,
«Kim bilir bu kapalı k u tu d a ne cevherler v a r­
dır?.» deriz kendi kendim ize...
Allem eder, kallem eder bu kapalı kutuyu
zorlarız. O, hiç oralı olmaz. Dağ gibi sü k û t k a­
lesine yaslanıp d urur. O sustukça biz telaşlanı­
rız. Onu konuşturm ak için kırk dereden su ge­
tiririz. O na kul köle olanlarım ız da çıkar. Niçin?
Sadece onu konuşturm ak için. A rad an yıllar ge­
çer. O şım ardıkça şım arır. Sustukça susar. N iha­
yet o k a d a r yalv arır yakarır, o k a d a r tükeniriz
ki, konuşm aya k a ra r verir, etrafını sararız. Söy­
leyeceği sözlerin bir tanesini kaçırm am ak için te­
peden tırn a ğ a k u lak kesiliriz. O ağzını a ç a r ve
n e d e r bilir misiniz?
«Gak!» der. «Gak!» D aha iyi anlayabilm e­
m iz için aynı kelimeyi bir d a h a te k ra rla r ve ge­
n e susar! «Gak..» ya... Sadece «Gak!» işe bak!..
Bu çeşit su sar kişilere ne k a d a r erken gak de­
dirtirsek o k a d a r çabuk ra h a ta kavuşm uş oluruz.
Sözümüz susar kişilere değil de ra h a t ra h a t
a ta biner gibi konuşanlara dairdi. Yanılm ıyor­
sam m illet bahçem izde en az yetişen m eyveler­
den birisi de ra h a t konuşan kişilerim izdir.
R ahat konuşm aktan n u tu k çekmeyi kasdet-
m iyorum. A llah cümlemizi n u tu k çekme m erak­
lılarından korusun. Söylediği şeye canından bir
tutum katm adan, sadece kalabalığı şaşırtm ak
için avazı çıktığı k a d a r bağıran, tepinen, elleri,
ayaklarıyla kıyam etler koparan in san lar vardır.
Bir a ra b a laf söylerler. İçinde m ercim ek dolusu
değer yoktur. Birçoğum uzu politika dünyasın­
d a n söğutan bu nutukçubaşılardır. İnsan bunla­
rı dinlemeye zorlanırsa öm rübillah politikadan
soğur gider. R ahat konuşan adam sesinin de, ille
tanınm ış sazlardan, sazendelerden birisine ben­
zemesi ş a rt değildir. Bizim beklediğim iz yerli ye­
rin e oturm uş, k a n ta r topuzu gibi sözdür. İster
kekeleyerek söylesin, ister çatlak sesle, ister ku­
lağ a hoş gelmeyecek n o tala ra bürünsün. Yeter ki
sözün içi dolu olsun.
Yolda yürürken, karşınıza bir adam çıksa,
size gayet çatlak, gayet sevimsiz b ir sesle,
«Lütfen bu ay aldığınız bilet num arasını söy­
ler misiniz? Şu değil mi? Tebrik ederim. Büyük
ikram iyeyi kazanmışsınız!» m üjdesini verse, siz
bu adam ın sesinin tonu, veya ne bileyim cüm le­
sinin akışı üstünde d u ru r m usunuz? Yoo... Sa­
dece,
«Hay ağzına, diline sağlık,» dersiniz, değil
mi?
Y ahut, güçlükle konuşan b ir adam gelse, size
evinizin yandığını an latm aya kalksa, adam cağız
d a h a sözünü bitirm eden siz evin yolunu tutm az
mısınız?
R ahat konuşan adam dan beklediğim iz bize
davudi bir sesle tam ta k ır n u tu k la r çekmesi de­
ğil, bize hiç bilmediğimizi açık seçik anlatabilen,
yarım yam alak bildiklerim ize çekidüzen verebi­
len, dinleyebilme gücüm üz h ak k ın d a peşin fikir­
leri olan adam dır.
Bize okulda, iyi kötü, yazıp okum ayı öğre­
tiyorlar. A m a ra h a t konuşm ayı, hiç mi hiç bel­
letm iyorlar. K alabalık önünde çatır çatır şiirler
okum asını iyi kötü beceriyoruz ama,
«Çık şu kalabalığa bir şeyler söyle», dedik­
leri zam an ecel terleri dökm eye başlıyoruz.
İlk defa otomobil gören tay ların deli diva­
ne olması gibi büyük bir kalabalığa söz söyle­
meye m ecbur olduğum uz zam an başım ızı soka­
cak delik aram ay a başlıyoruz.
Bizim akadem iye İstanbul’u n çeşitli okulla­
rın d a n öğrenciler gelir (Ne yazık ki A nadolu’dan
gelenler yüzde beş bile tutm az). B unlar arasın ­
d a küçük b ir topluluk karşısında ra h a t konuşabi­
lenler çoğunlukla A m erikan Kolejinden gelen ço­
cuklardır. Bildiklerini ra h a t ra h a t son virgülüne
k a d a r söylerler. Hoş bir şey anlattığınız zam an
ra h a t ra h a t gülen bir çocuk çıkarsa, m uhakkak
kolejden gelm iştir. Bizimkiler, d ah a çok bilseler
bile susarlar, kızarırlar, bozarırlar. O nları ra h a t
konuşm aya alıştırm ak için uğraşm ak gerekir:
Geçenlerde, köy enstitülerinin k u ru cu ların ­
dan, emekli bir m aarifçim izle konuşuyorduk. Bu­
gün kitap ları elden ele dolaşan yazarlarım ızdan
birisini köyden okula geldiği gün görmüş. Çocu­
ğ a b ir şeyler soracak olmuş. Ses yok. G ayet sa­
de selam kelam kabilinden şeyler gene ses yok.
Sınıf öğretm enine dönmüş,
«Bu çocuklara okum a yazm adan evvel, ko­
nuşm ayı belleteceksin. En önemli davalarım ız­
d an birisi de bu. Kolay değil, üç dört yüz sene
susmuşuz!» demiş.
KÖY ENSTİTÜLERİNE SELAM

Fes yerine şapka giyinm em iz kabul edileceği


sıra la rd a on iki, on üç yaşlarında vardık. Hiç
unutm am , T rabzon'un Soğuksu sırtların d a dört
beş arkadaş çim enlere uzanm ış şapkadan konu­
şuyor, tanıdığım ız en yaşlı kim selerin, şapka ile
ne biçime gireceklerini gözüm üzün önüne geti­
r ir getirm ez gülm ekten kırılıyorduk. Tanınm ış
m em urlar, tüccarlar, m uallim ler, hacılar, hoca­
lar!.. Tasarlayabilm e gücüm üz iki, üç kom şudan
ileri gidemiyor, b ü tü n gayretlerim ize karşılık bir­
çoklarını şapkalı bir tü rlü gözüm üzün önüne ge-
tirem iyorduk. Bu oyun gözlerimizi y a şartan a k a­
d a r bizi g ü ldürürken yerli R um lardan birisinin
şapka üstüne kondurduğu söz tüy dikti:
Yerli Rum, şapkanın kabul edileceğini duyar
duym az öteden beri takıldığı kom şusuna uğ­
ram ış, kom şu da hacılardan, hocalardan birisiy­
miş:
«Ey komşu!» demiş. «Gözün aydın. Seni bil­
dim bileli hep şu bizim şapkaya küfreder d u ru r­
dun. A klına eseni bizim şapkaya doldururdun.
Şim di içinde bu k a d a r acayip şeyler bulunan bu
alam eti nasıl k a fa n a geçireceksin?.»
Yerli R um un şapkasm a edilen k ü fü r ne k a ­
d a r canına ta k demiş olmalı ki, bu k ad ar ağır
b ir şakayı gözüne kestirebilm iş. Yerli R um un sö­
zü bizi, h a fta la rca deliler gibi güldürdü.
Şimdi düşünüyorum d a gülm eye başladığı­
m ız g ünü çok iyi h atırladığım halde bu delicesi­
ne gülm enin ne zam an duru ld u ğ u n u b ir tü rlü gö­
züm ün önüne getirem iyorum . Latin h arfleri de
öyle olm adı mı? O lurdu olm azdı demeye kalm a­
dı, günlerden bir gün b u harflerle im tih an a gir­
dik. Ders aldık, ders verdik. Çıktık işin içinden.
Çocuktuk, başım ızda kavak yelleri esiyordu.
Milletimizi bir yönden bam başka bir yöne çevi­
re n bu önem li devrim leri ölçüp biçecek yaşta de­
ğildik.
Şapkanın, Latin h a rfin in ne dem ek olduğu­
n u tam m anasıyla kavrayabilm ek için yaşım ızın
otuza dayanm ası lazımmış. B ütün bu n ların hik­
m etini, çapını, değerini, faydasını an cak otuzu­
n a doğru tam m anasıyla anlayabildik ve bütün
canım ızla,
«Allah razı olsun» dedik.
D erya içre oldukları halde deryadan h a b e r­
siz y aşay an lar gibi, biz de uzun zam an başım ıza
gelenleri ince eleyip sık, dokuyam adık. Y akından
bir şeye benzemeyen, ancak u zaktan seyredile-
bilen bazı tablolar gibi çocukluğum uza k arışan
önemli olaylarm değerini, çapm ı, sıcağı sıcağına
duym ak h e r zam an hepim ize nasip olmuyor. Oto­
büsü kaçırm ak için çocuk olm ak ş a rt değil. Çoğu
zam an kendi b ir kişilik dünyam ıza öylesine gö­
m ülüyor, kendi elimizle kendi başım ıza öyle ağ­
lar, öyle arap saçları örüyoruz ki yanı başım ızdan
b ü tü n hışm ıyla gelip geçen en önemli olayları ıs­
k a geçiyoruz!
Yanılm ıyorsam köy enstitüleri konusu da bu
önemli Olaylardan birisidir. Ve yüreğim cız ede­
rek şunu söyleyeyim ki, biz, bu önemli konuda
milletçe ıska geçtik. O günlere rastlay an gaze­
telerin iç sayfalarında iki, üç satırlık bir h av a­
dis vardı:
Köy enstitüleri köy öğretm en okulu oldu. Ka­
n u n M eclisten çıkmış.
Bu k a d a r küçüm senm iş bir havadisi milletçe
a tla rsa k ayıp mı? Ne olmuş sanki? Enstitü yeri­
ne öğretm en okulu demişler. Bunda milletçe alı­
n acak ne var? Bal gibi okul kelimesi d u rurken ne
diye h e r hecesi birbiri ardısıra dilimizi törpüle­
yen Frenkçe kelimeyi, enstitüyü kabullenelim ?
Bir kelime gitm iş, öteki gelmiş bundan ne çıkar?
Ne mi çıkar? Hele bir yol inceleyelim:
Teknik üniversite demeyelim de, teknik m ed­
rese diyelim, edebiyat fakültesi demeyelim de
edebiyat m edresesi diyelim, hocalar aym hoca, ta ­
lebeler aynı talebe, dersler aynı ders olduktan
sonra ne çıkar?
Öyle ya ne çıkar? Böyle m edreselerden, h a ­
cılar, hocalar, m ollalar çıkacak değil ya, gene
aydın kafalı insanlar çıkar.
Peki am a, m edrese ile teknik b ir ara y a gelir
mi?
Bunun köy enstitüleriyle ne ilgisi v a r a n la ­
yam adım ?
Konuyu çileden çıkartıp, kelim elerin çelme­
sine d ü ş ü rd ü n de, ondan. Köy enstitüsü yerine
köy öğretm en okulu denirken a ra d a güm e giden
kelim eler değil ki. A rada güm e giden bellibaşlı
bir düzen, bir sistem, bir anlayış farkı. Köy ens­
titülerini kaldırıp onların yerine te k ra r eski ter­
tip m uallim m ekteplerini kabulleniyorlar. Bu ne­
ye benziyor biliyor m usun? Y okluğunu seneler­
ce yana y an a duyduktan sonra büyük m asraflara
girişip A vrupa’dan son sistem bir m akine getiri­
yoruz. B,andımanı m üthiş olduğu k a d a r girdisi
çıktısı da karışık bir m akine... Kan ter içinde bu
m akineyi çalıştırm aya başlıyoruz.
Bin bir çeşit ç a rk ların a a ra d a sırada kolu­
m uzu paçam ızı k aptırm ak pahasına m akineyi
güç bela çalıştırıyoruz. M akineyi çalıştırm ak ko­
lay olm asına kolay değil, a m a ileride bize sağ­
layacağı faydaları düşünerek kaptırdığım ız pa­
ça kola göz yum uyoruz. Ha gayret derken yoru­
luyor, bu canım m akineyi yüzüstü bırakıp tek ra r
b abadan kalm a salaş tezgâha dönüyoruz.
Köy enstitüleri m illetçe öğüneceğimiz, çok
güzel, çok büyük bir m akine idi. Ü stüne üstelik
dışarıd an gelme, güm rükten geçmiş değildi. Yer­
li m alı idi. Bu düzeni k u ran bizim m aarif ordu­
m uzun çeşitli kadem elerinde savaşm ış tecrübe­
li öğretm enlerdi. Hey Allahım! Ben bu m akine­
n in kuruluşuna, işleyişine şa h it oldum. Ne gü­
zel kuruluyor, ne güzel işliyordu.
Şapka giydiğimiz, Latin harflerini kabul et­
tiğim iz g ü n ler çocuktuk. Am a köy enstitüleri ku­
ru lu rk e n yapılan işin büyüklüğünü, güzelliğini
görecek, ağlayacak, sevecek yaşa gelmiştik.
Üç kardeşim in de köy enstitülerinde öğret­
m en olm asıyla övünüyor, h e r fırsatta bu arı ko­
vanı gibi işleyen yuvalara uğram ak için can atı­
yordum.
Köy enstitüleri, köylümüze m üm kün olduğu
k a d a r çabuk okum a yazm a öğretmek, köyümüzü
b ir an evvel kalkındırm ak gibi kutsal bir am açla
kurulm uşlardı. Büyük şehirlerde öğretm en okul­
ların d a okuyan gençler köye gittikleri zam an kü­
süyor, bunalıyor, babacan bir m aarifçim izin de­
yişiyle, panikliyorlardı. Köy enstitüleri bu yüz­
den köylerde kuruldu. Köylerden okula gelen ço­
cuklar, okul bitince doğrudan doğruya kendi
köylerine öğretm en oluyorlardı.
Bundan yedi, sekiz sene evvel Arifiye Köy
Enstitüsünde, okulu bitirenlerin köylerine gider­
ken nasıl donandıklarını görünce sevinçten göz­
lerim dolm uştu. En son tuğlası ve kirem idine ka­
d a r h er yanı öğrencilerin elinden çıkan yapılar­
dan birisi a ra b a yapm aya ayrılmıştı. Bu atölyede
öğrenciler, a ra b a yapm asını öğreniyor ve okulu
bitiren arkadaş köye giderken bu arabaya kuru­
lup gidiyordu. Y andaki atölyede çekiç, keser, bal­
ta ve çeşitli m arangoz aletleri yapıyorlardı.
O kulu bitirebilm ek için bu atölyelerin birin­
de ihtisas yapm aları şarttı.
Bir öğrencinin okuyacağı okul binasını kendi
elleriyle yapm ası ne dem ekti? B azılarına göre
bu bir cinayetti. Niçin şehir çocuğu kendi okulu­
n u kendi yapm az da köylü çocuğu böyle bir işte
harcanır, diyenler oldu. Fakat vakit yoktu va­
kit... T artışm alara, şöyle mi d ah a iyi olur, böyle
m i d a h a iyi olur dem elere vakit yoktu. O rtada
kaybedilm iş birkaç yüz sene vardı. Bir an evvel
bu vaktin peşine düşm ek şarttı. Öğrenci kendi
okul yapısını kendi elleriyle kurarken h er şey­
den önce bir yapının nasıl kurulduğunu öğreni­
yordu. Köyüne döndüğü zam an en sağlam , en
kullanışlı yapı nasıl yapılır, herkes bunu ondan
öğrenebilecekti. Bu yapının bir hesabı, bir k ita­
bı vardı. Bir yandan yapı k urulurken bir yan­
d an da, bu işin hesabı üstüne yanı başındaki öğ­
retm enden sıcağı sıcağına bir şeyler öğreniyordu.
Ben, öğrenm e sevincinin ne dem ek olduğu­
n u köy enstitülerinde gördüm . Hiç unutm am , şu
k a d a r yıl oluyor, bir gün A n k ara'n ın yanı ba­
şındaki H asanoğlan Köy Enstitüsüne gitm iştik.
B urada gördüklerim in yalnız birkaç sahnesini si­
ze anlatacağım . O kulun kocabaş hayvanlarını
b a rın d ıra n a h ırd a bir çocuk gördüm . Gece nö­
beti ona düşm üş, elinde bir kitap vardı, dalm ıştı.
Shakespeare okuyordu! O kuduklarını nasıl kav­
rad ık ların ı d a ertesi günü oynadıkları piyeste
gördük. Ben öm rüm de bu k a d a r güzel tiyatro
seyretm edim dersem, eş dost gücenmesin.
İstasyonla okul yapıları arasın d a üç dört d a ­
kikalık bir yol var. İstasyonda tren bekliyoruz.
T renin 45 dakika gecikeceğini bizden evvel öğ­
renciler duym uşlar. Ö ğretm enlerden 45 dakika
d a h a faydalanm ak için koşa koşa istasyona ge­
lenler vardı. İki sene içinde doğru d ü rü st tercü­
me yapacak k a d a r dil öğrenen, bir motosikleti
son civatasına k a d a r söküp te k ra r takabilen,
heykel dökm esini öğrenmiş, resim yapm asını bi­
len, saz, m andolin, akordeon çalan öğrenciler
gördüm . Dergi çıkarıyor, köylerinde olup biteni
yalın, düz bir dille yazıyor, anlatıyorlardı.
M ahm ut M akal, B aşaran b unların arasın d a
yetiştiler. Eğer bu y u v alard a kaynayan kanın sı­
caklığını m illetçe duysaydık, bu yuvaların soğu­
m am ası, dağılm am ası için üzerlerine titreseydik
köy enstitülerinden h e r alan d a bir değil, birkaç
düzine M akal bekleyebilirdik. E nstitülerin beli­
ne çeşitli tekm eler vuruldu. B unların en yıkıcı­
sı, hepim izi u tandıranı, kızları sürüden ayırm ak
olm uştur. B ütün köy enstitülerindeki kızları ay ır­
dılar. O n la n Bolu’da bir tek okula topladılar.
Niçin? İncir çekirdeği doldurm ayan bir sürü de­
dikodu b ir a ra y a gelince, papaza kızıp perhizi
bozmuş olduk.
Beşikten m ezara k a d a r el ele, kol kola k a ­
dın erkek çalışan T ürk köylüsü okulda beraber
okursa ahlakı bozuluyorm uş! A llah'ın dağında
bağda, bahçede, tarlada, bilm em kaç yüzyıldan
beri omuz omza, göz göze, diz dize çalışan köy­
lü kızlan, köylü delikanlıları okulda aynı sırada
yan y a n a o tu ru n ca ah lak ları bozuluyormuş!..
Köyümüze, köylüm üze bundan d a h a büyük bir
sitem, bun d an d a h a büyük bir taş atılm am ıştır.
Kırk kişiyiz, birbirim izi biliriz demişler. Ni­
çin üniversitede, ortaokulda, ilkokulda ahlakım ız
bozulm uyor da, köy okullarında bozuluyor? Ni­
çin böyle b ir sitem karşısında milletçe doğrul­
muyor, böyle bir şüpheyi m illetçe sinek kovar
gibi kovm uyoruz?
Niçin? Niçin? Niçin?..
O kuryazarlanm ız fark ın d a değiller de onun
için. A ydınlanınız m em leket m eselelerini kendi
öz m eseleleri gibi benim sem iyorlar da onun için.
Köyüm üzün kalkınm asının en bellibaşlı mesele­
lerinden b irin c isi olduğunu h â lâ milletçe k a v ra ­
mış değiliz de onun için.
Köy enstitülerinin kurulduğunu öğrendiğim
günden beri ben kendim e göre bir ölçü buldum .
Bizim aydınlarım ızı ölçmek için hiç şaşm ayan bir
ölçü:
Köyümüzün, köylüm üzün kalkınm ası için ne
düşünüyorsunuz?
Köy enstitülerim izde olup bitenlerden h ab e­
riniz v a r mı?
Ne k a d a r sevimli, ne k a d a r şirin, ne k ad ar
ölmez oğlu ölmez olursa olsun bir sa n at eserin­
den bıkm ak olağan işlerdendir. Bıkmak ayıp de­
ğil de bıktığım ız şeye küsm ek onu kötülem ek
ayıp. Ben falan ca ressam ı yirm i sene durm adan
sevmişim, falanca ressam ı on beş yıl bağrım a
basmışım, bir başkasını elim ayağım gibi benim ­
semişim. Sabah kahvaltısında onlar, öğle yeme­
ğinde onlar, akşam a onlar, şu k a d a r sene bütün
eserleriyle senlibenli olmuştum . Eee, m üsaade
edin de onlardan bıkayım artık. Ama, ille de,
«Yoo... Biz bir severiz am a pir severiz.. Ba­
na, benim ilk göz ağrılarım yeter de a rta r bile...»
diye dayatırsak, olduğum uz yerde dem iri attığı­
m ızın resm idir.
S ofradan ne k a d a r doymuş k alkarsak kalka­
lım yere düşm üş ekmek parçasını öpüp başım ıza
koym am ız ne güzel bir gelenektir. Bizim öpüp
bir k e n a ra koyduğum uz ekm ek parçasını açın bi­
ri iştahla alacak, başına değil ağzına götürecek­
tir.
Başka dillerde karşılığı v ar m ıdır bilmem,
am a bizim dilimizde candan bile bıkılır. C anın­
d an bile bıkm asını bilen bir m illet nasıl olur d a
h e r A llah’ın günü hiç durm adan ele alm an eser­
lerden bıkmaz. Bundan otuz beş sene önce İstan­
bul’dan A nadolu’ya gelenler bavullarında bir
kutu tahinhelvası getirirlerdi. D udaklarında da
iki melodi. Birisi hep Ada sahillerinde bekledi­
ğinden dem vururdu, öteki de Ü sküdar’a gider­
ken y ağm ura tutulduğundan. Bizler A nadolu’da,
İstanbul’u bu iki m elodiden bilirdik. Boşu boşu­
n a A da’d a bekleyen kişiye acır, yağm ura tutu-
lan kâtibe de gülerdik. K âtip türküsünden daha
çok hoşlanır, kolalı gömleği, çam u ra bulanm ış
ceketiyle onu, d ah a bir cana yakın bulurduk. Ada
kıyılarında bekleyeni b ir tü rlü gözüm üzün önü­
ne getirem ez, am a bir p a rç a zorladık mı, hayal
m eyal m üezzin kılıklı bir zat belirirdi. H er ne­
dense bu m übarek kişi m ayo yerine uzun bir
donla deniz k en arın d a dolaşır ve ikide b ir elini
kulağına a ta ra k şarkısını söylerdi.
A radan otuz beş sene geçti baylar. Bu iki
melodi de dim dik ay aktadırlar. A llah d ah a uzun
öm ürler versin, bu gidişle torunlarım ızın to ru n ­
ları d a onlarla k u n d ak ta sallanacaklar.
Bir bilirkişi A da sahilleri bestesinin bize Şam ’
d a n geldiğini söylemişti. N ereden gelirse gelsin
biz onu bağrım ıza basmışız ya.
Peki ya bizim sevimli kâtibe ne buyrulur?
Sen güzel güzel h e r gün Ü sküdar’a gidip gelir­
ken tu t bir çırpıda A m erika’ya k a d a r uzan!.. Me­
ğ er Am erikalı m ülayim bir bayan bu türküyü
çok sevmiş, Türkiye’den nargile, m angal, terlik
götüreceği yere tutm uş bizim kâtibin kolundan
ver elini Am erika. Galiba oradan da K anada’yı
boylamış. Bu tempo ile giderse bizim kâtip, d a ­
h a çok çeşitli dillerde dolaşacak, onu h e r defa­
sında yeni bir dil çeşnisine bulanm ış olarak al
yeni baştan edeceğiz.
Kâtibim şirin bir türküdür. Yolu açık olsun
ya, aynı piyango, Ada sahillerinde bekleyen m ü­
ezzine vursaydı? Y ahut da ne bileyim «Bir ih ti­
m al d a h a var» veya şu son senelerde insanı d ü n ­
yanın en güzel sem ti olan K alam ış’ta n soğuta­
cak «Bir tatlı h u z u r alm aya geldik K alam ış’a!..»
Bak, bak, bak!. H uzurun da tatlısı ekşisi
olurm uş zahir! Am an Allahım o ne bestedir!.. O
ne güftedir! Ya o, «Her yer karanlık» ya Am eri­
kalı bayan yanlışlıkla koluna kâtibim i takacak
yerde bun lard an birisini alıp götürseydi?
K âtibim tü rk ü sü bir halk türküsüdür. O nda
h alk tü rk ü lerinin sıcaklığı, sadeliği var. Halk
tü rk ü lerinin d a h a çok köy türkü lerin in delisi ol-
d uğrum halde ikide b ir kâtibim türk ü sü n ü duy­
dukça,
«E! Yetti be birader!. K abak tadı verdi,» de­
m ek hakkım ız değil mi?
Köy tü rk ü lerinin en güzellerinin arkasında
büyük olaylar vardır. B ütün köyü saran bir dü­
ğün bir dem ek. Büyük bir m üjde olur. A rkasın­
d an kızıl kandil tü rk ü le r yakılır. Bütün köyü,
b ü tü n m em leketi sa ra n bir bela belirir. Bir dep­
rem , bir sel afeti, bulaşık bir hastalık. A rkasın­
d an tü rk ü le r göz göz açılır.
D üğünler dem ekler geçer, deprem ler afet­
ler geçer; tü rk ü le r de ark a ların d an yavaş yavaş
kaybolur giderler. Yerine yenileri yakılır. Olay
m ı yok ark asın d an tü rk ü yakacak? En güzel köy
tü rkülerinde bizi sa ra n bu tazeliğin özü, güzeli
y abana atılacak bir gerçek değildir.
Ben köy tü rk ü lerin in delisiyim.
Hey heyl..
Gene de hey hey!.
Salınsın türküler bir uçtan uca.
Evvel A llah hepsinde varım.
O nlar kadar sahici,
Onlar kadar gerçek insancasm a
Bana bir bardak su dercesine
Bir tü rk ü söylem eden girersem yanarım
En sahici şiir tadını köy türkülerim izde bul­
duğum u h e r fırsa tta söyledim. Köy türkülerine
bayılırım , am a bundan on beş sene evvel mem­
leketim izin birkaç köşesinde derlenm iş bir avuç
tü rküyü on beş sene hiç du rm ad an b ü tü n radyo­
larım ızda te k ra rla r d u ru rla rsa elbette sevdiğim
ressam lardan bıktığım gibi onlardan d a bıkarım .
Niçin zahm et edip de yurdum uzun h e r tarafını
karış k a n ş dolaşıp k ır çiçekleri gibi h e r A llah’ın
g ünü b ir yenisi süren türkülerim izi derlem ezler?
Bu işe kendilerini verenler pekâlâ bilirler ki, on­
ları m eşhur eden bu güzel köy tü rk ü leri olm uş­
tur. Niçin borçlarını ödemezler? Köyümüz m ü
yok gidilmedik; türkülerim iz mi yok derlenecek?
İlk ağızda derlenm iş beş on tü rküyü söyleye
söyleye posasını çıkartm ak, onları canları gibi
severek dinleyenlere,
«Oooof!.. Bıktık artık!» dedirtm ek şa rt mı?
Köy türkülerim izi b ir Bela B artok sevinci ile
kucaklayan aydın m üzik adam larım ız bize bu
k ır çiçeklerinden cennet gibi eserler çıkaracak­
lar. Ama bu d a şıp diye olacak işlerden değil. Bu
m utlu günleri beklerken eldekini tek rarlam ak ­
tan bıkalım da kıyıda bucakta ne v arsa hepsini
onun önüne dökelim. M üzikle u ğ raşan ustam ız
beğensin beğendiğini alsın. Sonra onları bin bir
im bikten süzerek yepyeni biçim ler içinde yoğrul­
m uş o larak bizlere sunsun.
Bir A m erikalı profesörde gördüm de, hem
sevindim hem utandım . Adam cağız A m erika’dan
kalkmış, G aziantep’in b ir köyüne gitm iş ve o ra­
d an yüzlerce tü rk ü derlemiş. Yalnız bir tek köy­
de on beş, yirm i türlü bam başka Köroğlu tü rk ü ­
sü.
A m erikalı profesör,
«Siz köy işlerini çok sevdiğinizi söylüyorsu­
nuz. Tabii b unları bizden çok d ah a iyi bilirsi­
niz...» diyordu.
Bu türkülerden çoğunu öm rüm de duym am ış­
tım! İşi şakaya bozduk:
«Biz şim dilik İstanbul folkloru üstüne çalı­
şıyoruz. Bildiğiniz gibi, m esela Ü sküdar’a gider­
ken...»
A m erikalı profesör yüzünü buruşturdu:
«Of aman!» dedi. «Teşkür ederim!..»
Epey oluyor atölyeye bir MeksikalI uğram ış­
tı. Bir gazete hesabına dünyayı dolaşıyor, yazı­
larım çektiği fotoğraflarla donatıyorm uş. Atöl­
yenin ışığına güvenem ediği için bir sürü am pul
harcam ış. M asanın üstünde am balajı yeni sökül­
m üş bir k u tu n u n içinde yirm i beş, otuz tane am ­
pul vardı. M artı yum urtası boyunda, süt m avisi­
ne kaçan buğulu bem beyaz am puller, hepsi de
çilli çilli.. Flaş am pullerinin hepsi de böyle çilli
m i olur? Bilmem. Fakat bu çiller b a n a m artı y u ­
m u rtaların ı h atırlattı. M artı der demez aklım a
Sait Faik’in hikâyelerinden birisi geldi: H ani şu
B urgaz’dan H ayırsız’a gider; m artı y u m urtaları
toplarlarm ış. M artı yum urtası azıcık balık, azıcık
deniz kokarm ış, am a tazesi bal gibi içilirmiş. Za­
ten b ü tü n İstanbul pastacıları m artı yum urtası
ü stüne çalışırlarm ış. S ait’in o hikâyesini okuduk­
ta n sonra öteden beri alıcı gözüyle seyrettiğim
m artılara bir k a t d ah a yaklaştığım ı hatırlıyorum .
T avuklar, hindiler, k azlar da m artılar gibi, a d a ­
la rd a yuva kurm uş olsalardı, onlarla da m artılar
k a d a r dost olsaydık da can ların a kıym asaydık,
ne olurdu sanki? M artılarm ki, güvercinlerinki,
k u m ru la n n k i can da ötekilerinki değil mi?
Çilli am pullere bakıp küm es hayvanlarının
kaderi ü stüne gayetle m ülayim düşüncelere da­
lark en ren k ve biçim tasası ağ ır bastı:
Bu am pulleri çöp tenekesine atm ak günah,
b u n lard an faydalanm alı. M adem ki d urup du­
ru rk e n o n lara kanım kaynadı, gözleri bir d a h a
parlam ayacak, ocaklarında b ir d a h a ateş y an ­
m ayacak diye onları parçalam ak yazık değil mi?
N uh’u n gem isi k a d a r yüklü atölyede h atırı
sayılır b ir y er aldıkları halde çilli am pullere ba­
k a b ak a renklerini, biçim lerini, çillerinin serpi-
lişini ezberledim. Bu k a d a rı ile bir resim de ya­
pılırdı. F akat am pullere karşı duyduğum sevgide
böyle b ir arzu yoktu. B unları b ir resim konusu
o larak değil de resim yapm ak için şa rt olan a ra ç ­
lard an birisi olarak kullanm ak arzusunu duy­
dum. Y ani bu am pulleri h a z ır bir renk, bir bi­
çim lokm ası gibi ele alm alı, onları oldukları gibi
b ir yere saplam ak, dizmek, sıralam ak arzusu.
Böyle b ir arzu resim den çok heykel dünyası­
n a m al edilebilirdi. Kocam an bir heykelin gözle­
rin i bu am pullerle donatm ak m üm kündü. Bir
çift sahici göz yerine b ir çift çilli ampul..
A m a göz yerine sönm üş am puller saplam ak-
tan sa sahici am puller koym ak d a h a güzel değil
mi? Göz deyince insanın akim a n u r gelir, p arıl­
tı gelir, ışık gelir. Niçin sağır am pullerle gözle­
rin n u ru n a kıym alı?
Bu doğru... Göz yerine kullanm ak şa rt değil
am pulleri. Sadece b ir nakış olarak kullanm alı.
Am a nerede, nasıl?
U zun sözün kısası, ay lard an beri çilli am pul­
lerle b ir şeyler yapm ayı k urup duruyorum . Am­
puller benim için bazen bir tek kelime, bazen tam
bir cümle, bazen b ir atasözü, b ir m ısra oluyor.
Bir şiire başlam ak b ir şiiri k urm ak için kelim e­
ler nasıl h a z ır b ir tuğla, b ir kerpiç işi görüyor­
larsa çilli am puller de öyle... Bir bütün, bir dü­
zen içinde yer alm ak için alesta bekliyorlar. Ca­
nım ızın içinde duyduğum uz halde bir tü rlü bir
düzen içinde harcayam adığım ız kelimeler, cüm le­
ler gibi belki çilli am puller de ziyan olup gide­
cekler. Ama, bu sönm üş am pullere (karınca k a ­
derince) te k ra r bir yaşam a hakkı bağışlam ak da
keyifli b ir iş olacak.
Resimde, heykelde, eşyayı eşyanın kendisi
ile anlatm alı, resm ini heykelini yapacak o yer­
de, eşyanın kendisini olduğu gibi sunm ak a rz u ­
su; olağan şeylerdendir. İn san lar yer yer, zam an
zam an bunu denem işler, fa k a t sonunda Hocanın
kendi eliyle yaptığı k a r helvası gibi kendileri de
beğenm em işlerdir.
' Bazen çeşitli kalıp lard an faydalanarak, ba­
zen büyük bir sabırla, konuyu aslı gibi boyaya­
ra k elde edilen sonuçlar, insan lard a hiçbir za­
m an bir sa n at sevgisi, sa n a t heyecanı uyandır-
m am ıştır. Bundan yirm i beş sene k a d a r önce bir
heykeltıraş gayet hoş kokulu insanı zerre k a d a r
incitm eyen balm um u gibi bir m adde ile m eraklı­
ların yüzlerini sıvıyor; birkaç dakika içinde elde
ettiği kalıba alçı dökerek kellesini eline veriyor­
muş. Bu alicengiz heykeltıraşın iflas ettiğini, a k a ­
dem ide estetik hocam ız A hm et H aşim ’den duy­
m uştuk. Haşim bu sahneye şah it olmuş:
«Birkaç m eraklı kendi k afalarını aynen k a r­
şılarında görünce evvela korktular. Sonra da bı­
rak ıp kaçtılar. P araların ı peşin ödedikleri halde
kendi k afaların a ellerini süremediler.»
Eğer heykel san atın d a tak lit m atah bir mar
rife t olsaydı bu heykeltıraşın dünya çapm da bir
şöhret edinm esi lazımdı.
Taklidin bir m arifet olmadığını, dilimizde
taklit kelim esinin en çok kullanıldığı alanda da
ispat edebiliriz. H er m illet gibi biz de şive tak ­
litlerine bayılırız. Bir Erm eni vatandaşın kendi
diliyle yapacağı bir Erm eni taldidi bir Rum, bir
M usevi vatandaşın kendisinden dinleyeceğimiz
kendi şivesini taklitleri bizi güldürseydi h er Al­
la h ’ın günü İstanbul yollarında gülm ekten kırı­
lırdık!.
İyi şive taklidi yap an ların sa n a tk â r kişiler
olduğunu hepim iz biliriz. N aşit k a d a r güzel şi­
ve taklidi yap an görmedim. A m a N aşit k a d a r
u sta aktöre de çok az rastladım .
Resimde, heykelde, nakışta-, eşyayı aynen
ta k lit etm e arzusu bazen o k a d a r ileri gider ki,
bazı sa n a tk â rla r kendilerini tutam azlar; yükte
h a fif p a h a d a ağ ır buldukları eşyayı olduğu gi­
bi yaptıkları işe a k tan v erirler. Y eter ki bir d ü n ­
yadan ötekine göç eden nesne, bu işkenceye d a ­
yanabilsin, yani aram ızdan ayrılıp s a n a t eserin­
de yer aldığı zam an dağılm asın, akm asın, kok­
m asın, çürüm esin, bozulm asm, sa n a t eseri yaşa­
dıkça o d a konduğu yerde uslu uslu dursun.
1615 ile 1930 a rasm d a resim dünyasının al­
tını üstüne getiren denem elere göz atılırsa bu
alışverişe sık sık rastlanır. Çok kalın bir yağlı­
boya ile sıvanm ış tabloların ötesinde berisinde
olduğu gibi yapıştırılm ış eşyaya rastlan ır. Bir
ta ra k parçası, bir not yaprağı, b ir plak, bir ki­
lim parçası, b ir kurşunkalem , b u n lara benze­
yen b ir sü rü incik boncuk doğrudan doğruya
tabloya yapıştırılm ıştır. B unlar arasın d a hiç ya­
dırgam adığım ız resim lere rastlandığı gibi insa­
n ın tüylerini diken diken eden zevksizlikler de
gördük. «Tüy» dedim de aklım a geldi. Adım şim ­
d i hatırlayam adığım bir ressam , bu konuya tam
m anasıyla tüy dikmişti: Yağlıboya ile yaptığı çıp­
lak bir insan resm inin m ünasip tara fla rın a sahi­
ci tüyler yap ıştırarak zevksizlik rekorunu kırm ış­
tı. Y apıştırm ada çok ileri giden bu zat sergisini
gezen sa n a tk â rla ra fikirlerini sorduğu zam an
Picasso gülmeye başlamış:
«İyi ki m odeliniz bir a t değildi!» demiş. «Tüy­
lerini birer b ire r y apıştırm aktansa atı olduğu gibi
yapıştırm aya m ecbur olacaktınız. Bu d a sizi bir
hayli üzecekti...» demiş.
Eşyayı olduğu gibi san at dünyasına a k ta r­
m a konusunda zevksizliğe düşm ek şöyle dursun,
eşyaya yepyeni bir öm ür, b ir değer bağışlayan­
la r da var. Bu a lan d a vahşi kabile işleri çok ağır
basıyor. A frika yerlilerinden birisinin elinden çı­
k a n kirpi heykelini hatırlıyorum : Yerli, bir kü­
tü k parçası almış, eline ne k a d a r çivi geçirmiş
ise tutm uş b unları birer b ire r kütüğe çakmış.
Çivilerin çoğu b ir p arm ak boyu kadar. Bunları
kütüğe öyle büyük bir keyifle, öyle güzel bir tem ­
po ile çakm ış ki, k ü tü k derhal bir kirpi kesilmiş
ve tüyleri diken diken kabarm ış. Göz yerine de
iki tane k a tır boncuğu yerleştirm iş. Olmuş sana
şeytanın aklına gelm eyen sevimli bir kirpi hey­
keli!..
Vahşi heykellerinde oldüğu gibi kullanılan
eşya arasın d a insanı rah atsız edenine rastlam a­
dım. Renkli çikolata kâğıtlarını, pipo k u tu ları­
nı, çeşitli incik boncuğu heykel dünyasına ak­
tarırlark en o n lara bam başka bir «kişilik» aşıla­
m ışlar. Y apıştırılan, göm ülen veya takılan eşya­
nın, taklidi zoruyla değil, icat gücüyle yapıldığı­
nı duyuyorsunuz. A sırlardan beri dört beş renk
içinde bunalan, renge susam ış olan vahşi, m ede­
niyet dünyasının renklerini görünce deli divane
oluyor. A m a bu yağlıboya tüpünden çıkmış renk
değil de çikolata kâğıdıymış, kravatm ış burası
u m u ru n d a değil. O bizim eşyam ızda h e r şeyden
evvel susadığı renkleri ve biçimleri görüyor. Kı­
rılm ış bir b ira şişesinin dibi onun öteden beri
arayıp da bulam adığı b ir renktir. Onu ele geçir­
di mi, öyle bir yere çakıyor, ona öyle bir değer
veriyor ki, bunun bir bira şişesi olduğuna bin şa­
h it ister. Resmin ille de alıştığım ız boyalarla,
heykelin ille de bildiğim iz a ra ç la rla yapılm ası
şa rt olm adığını vahşi kabilelerden öğrenmemize
ne buyurulur?
«Çocuktan al haberi!» diyenlerin kulakları
çınlasın!..
DEĞERLENDİRME

Bugünkü Fransız şiirine yeni bir çeşni ge­


tiren beş, on şairden birisi olan Philippe Soupa-
u lt ile 1949’da İstanbul’da tanıştık. Unesco’da ça­
lışırdı. A n k ara’da, İstanbul’d a iki h a fta k ad ar
kaldı. O günlerde b ü tü n ağırlığı O rhan Veli’nin
sırtın a yüklenen «Yaprak» adlı dergide kendi
adını görünce m erak etmiş, dergiyi çıkaranları
birer birer tanım ak istemişti. «Yaprak»ta Türk-
çeye çevrilen şiirini, her iki dili kavram ış bir
başkasının diliyle Fransızcaya aktartm ış; şiirin
havasını yerli yerinde bulunca çocuk gibi sevin­
mişti.
«Yaprak»ı, Y aprakçıları yakından tanıdıkça
sevinci candan b ir sevgiye dönmüş, A n k ara’dan
İstanbul’a gelirken rastladığı aydınların hepsine,
«Yaprak’ı okuyor musunuz?» sorusunu ya­
pıştırm ış. Yüzde doksan dokuzunun,
«Hangi yaprak? Ne yaprağı?» diye şaşırıp
kaldıklarını görünce enikonu içerlemişti.
Atölyemize geldiği gün birkaç saat önce sa­
tın aldığım ız b ir kitabın resim lerine dalm ıştık.
K itaptan çok albüm e benzeyen sayfaları şöyle bir
k arıştırın ca gülm eye başladı:
«Ne güzel bir tesadüf,» diyordu. «Önsözü­
n ü özene bezene yazdığım bu albüm ü Türkiye’
de görm ek yazılı imiş.»
Bizim aklımız, fikrim iz albüm ün başındaki
dört, beş sayfalık yazıda değil de, resim lerde idi.
Albüm de güm rükçü Rouseau’n u n hiç görm edi­
ğimiz birkaç resm i vardı. Ne yalan söyleyeyim,
kitabın önsözüne bakm am ıştık bile.
Tabii üstadın olduğunu a n la r anlam az im­
za ettirm ek vacip oldu. Söz arasın d a Soupault’
n u n buna benzer birkaç kitabı d a h a olduğunu,
bugünlerde de İtalyan resm i üstüne bir şeyler
hazırladığını öğrendik. D aha sonra üstadın bu
çeşit yayınlar yüzünden geçimini ra h a t ra h a t
sağladığını duyduk.
Üstat, zam anım ızın ressam larının hem en he­
m en hepsini yakından tanım ıştı. Paul Klee üs­
tüne hiçbir zam an unutam ayacağım bir gerçe­
ği ondan duym uştum :
«Çok garip b ir ressam dı. Elli, altm ış resm e
aynı zam anda çalışırdı. Birine bir fırça dokundu­
r u r bırakır, ötekine geçer; b ir tara fım siler, be­
rikini bam başka bir kılığa sokardı. Klee’yi tan ı­
y a n a k a d a r böyle b ir şeyin olabileceğine aklım
yatm azdı. K arım ın hem şerisi idi, çok iyi görüşü­
yorduk, onun, bu k ad ar birbirinden aykırı tab ­
loyu aynı zam anda yürütm esi hakikaten görüle­
cek b ir şeydi.»
Üstat, bu görüşünü herhalde bir yerde ya­
yım lam ıştır. Mesleğin kulis tara fın d a olup biten­
leri m erak edenler için bundan d a h a öğretici bir
ip u c u az bulunur.
Soupault’u bir yıl sonra Paris’te gördük. Bi­
ze eşine az ra stla n ır bir dostluk gösterdi. P aris’
te bilm ediği galeri, tanım adığı sa n at kurdu yok­
tu. Bir yandan dünyanın dört bucağını dolaşıyor,
b ir yandan d a Paris’in h e r köşesinde kurduğu
dostlukları sıcağı sıcağına idare ediyordu.
O nun sayesinde gayet sevimli bir gravürcü
ile g rav ü r basan bir tezgâh tanıdım . P aris’i P a­
ris yapan bu çeşit işçileri ve tezg âh lan an cak eş
dost yardım ıyla yakından tanım ak nasip olur.
A raya dostlar, dostluklar girm ezse beş, on sene
P aris’te katsanız nafile.
Ü stadın rşsim , heykel, nakış kurtlarını, on­
ların tezgâhlarını, verim lerini, aile durum larını
nasıl yakından bildiğini görünce şaşırm am ak iş­
ten değildi. Meslek icabı öm rüm üz kâğıt, karton
arasın d a geçtiği halde, adını bile duym adığım
çeşitlerini ilk defa ondan işittim.
Sayılı, ölçülü baskılar için kullanılan tezgâh­
la n , o n la n n cilvelerini benden iyi biliyordu.
Bir Fransız edebiyatçısının kom şu m esleklere
gösterdiği bu sıcak ilgi karşısında insanın kendi­
ne sorduğu ilk soru:
«Ya bizim kiler? Niçin bizim şairlerim iz, hi­
kayecilerimiz, yazarlarım ız; ressam larla, heykel­
tıraşlarla, nakışçılarla böyle sıkı fıkı kaynaşm az­
lar? Hem yalnız bu kadarı m ı? Bir Fransız şai­
rin e g ü n ü n iyi tiyatro san atk â rla n m , balecileri­
ni, ses, saz ustalarını, sinem a dünyasını, h a tta
sirk âlem ini sorun bakalım . Bütün b unları ken­
di evinin insanları gibi birer birer size döküp sa­
yıyorlar.
Peki ya bizler? Bizler niçin birbirim izden h a­
bersiz, yapyalnız, hep kendi çöplüğüm üzde eşi­
n ir dururuz?»
Her A llahın g ü n ü göz göze, diz dize
Tram vayda, sinemada, m abette
Herkes kendi m urdar karanlığına göm ülm üş
H epim iz gurbette.
N için bizde b ü tü n sa n at adam ları birbirleri­
ni yakından tanım az, birbirlerinin im kânlarını,
değerlerini, herkesten d ah a iyi bilmezler?
Fransız şairinin ressam ların hay atın a karşı
beşlediği ilgiyi bizim dünyam ıza a k tarın ca bun­
dan yirm i sene önce ressam larla sıkı fıkı görü­
şen bazı edebiyatçılarım ızı, hatırladım .
Hiçbiri sergiyi kaçırm az, ressam ların b ü tü n
toplantılarına katılır, atölyelerine, tezgâhlarına
kendi evleri gibi girer, dolaşırlardı. Bu bağlılık,
yazdıkları yazılara siner, o n la n n kalem inden çı­
kan yazılar sergilerim ize d ah a m eraklı, d a h a se­
vimli bir seyirci kalabalığı toplardı.
Zam anla bu dostluklar d ah a kök salacak yer­
de gitgide yufkalaştı. O nlar gene sergilere geli­
yor, sergi yazıları yazıyorlar, am a d a h a tecrü­
beli oldukları halde yazılarında ilk sevinçleri
yok. Niçin, ih tiyarladılar mı? B ıktılar mı?
A t yoruldu, ben yoruldum
Güzel bindiri bindiri,
deyip kestiler mi?
Zihnimi öteden beri çelen bu sorunun ceva­
bını Fransız şairinin ressam lar üzerine kaleme
aldığı yazıları görünce aldım. Fransız san at d ü n ­
yasında ilk önce bedava, p ir aşkına, sa n at aşkı­
n a yazılan yazılar, atılan n a ra lar, savrulan kü­
fü rle r önünde sonunda soluğu ticaret alanında
alıyor, hepsi de tıpış tıpış şöhret ve p a ra oluğu­
n a dökülüyorlardı.
S a n a tk â rla rın hayatlarını, eserlerini yayım ­
layarak, servet yapan basın kodam anları bu çe­
şit yazarları durm adan kolluyor, konusuna dört
el ile sarılan ları m im liyor ve günlerden bir gün
ona sipariş üstüne ilk yazıyı ısm arlıyordu.
K itapçıların, hangi rom ancının hangi res­
sam larla düşüp kalktıklarını öğrenm eleri işten
bile değildi. İyi bir sa n atk â rın eserini ya bir baş­
k a san atk ârın incelemesi bir taşla iki kuş vur­
m anın ta kendisi değil mi idi?
Bizim bu a lan d a kalem aşındırsın yazarla­
rım ızı küstü ren bu çeşit yaym lara kavuşm am ış
olm aları. Eğer bir kitapçım ız m erak etse de, Ah­
m et H aşim ’e,
«Yahu, şu Çallı İbrahim ’in hayatı, eseri üs­
tüne d ört beş sayfalık bir yazı hazırla. Buna
k arşılık sana, çalıştığın yerde aldığın m aaşın
iki m islini ödemeye hazırım.» deseydi, bugün eli­
m izde H aşim ’in kalem inden çıkmış bir yazı, bir
Çallı yazısı bulunurdu.
Böylesinden vazgeçtik. Bizim yazarlarım ıza,
falan ca sa n a t adam ı üstüne bir e tü t hazırla, şu
k a d a r yazı; b u k a d a r resim koyacağız. Resimleri
renkli basacağız, h e r ta ra fa yayacağız, deseler,
o nların bu işi p ir aşkına yapacaklarına aklım ya­
tıyor.
Yazarlarım ız, beş sene, on sene resim den, res­
sam dan, söz açıyorlar. Bu a ra d a bir sü rü çatış­
m ala r da oluyor. D urup d u ru rk en kazanılan düş­
m an lık lar d a caba. Sonunda bu a la n d a a t oynat­
m ak tan vazgeçiyorlar. Sen şim di gel de onlara
h a k verm e bakalım . Ötede bu işe bizimki kadar
kendini verm iş bir yazarın d ört sayfalık yazısı
en aşağı dört dilde basılıyor, b ü tü n dünyaya cen­
n e t gibi renkli baskılarla dağılıyor. Y azar oradan
aldığı p a ra ile elini kolunu sallaya sallaya bütün
dünyayı dolaşabiliyor.
Ötede, d ah a çok F ran sa’da sa n at adam ları­
nın, kom şu sa n atk â rla rı desteklemesi, değerlen­
dirm esi gitgide d a h a sağlam h alk alarla perçin­
lenen bir zincir gibi uzayıp gidiyor. Sevdiğiniz
Fransız y az arla rd a n herhangi birinin eserlerini
alıcı gözüyle kurcalarsanız adım ettiğim iz sa n at
a lanında irili ufaklı yazılar kalem e alındığını gö­
receksiniz. Bu yazıların hepsi doğrudan doğruya
kendi arzularıyla m ı kalem e alındı? Pek sanm ı­
yorum. K itapçılar h a bire zorlam asalar bu yazı­
ların çoğu, hiçbir zam an kâğıt üstüne dökülme-
yecekti.
ÇİNİMİNİ HANIM

V atan m übarektir kabul


Toprağı som un
D ikeni döşek
U ğrunda dövüşm eyen
Eşşek oğlu eşek.
Sonra dünyam ızla birlikte başlayan sızı:
Peki ya ekm ek kadar eski vatan kadar ger-
Içek
E rkek ile dişi, dişi ile erkek?..
İşte size bir ötekinden belalı üç tane ger­
çek. Gökyüzü başım ızın üstünde durdukça, üçü
de duracak. Savaşırken, «vatan», savaş biter bit­
mez «ekmek» diyeceğiz. K am ım ız doyar doym az
da sevgilimizin arkasından seğirteceğiz. Sevgiliyi
ele geçirdik mi, ne âlâ. Olm adı mı, buyurun ce­
naze nam azına.
Siz bir A nkara köylüsünün aşkı nasıl ta rif
ettiğini duydunuz m u? Köy kahvesinde aydın
kişiler toplanm ışlar, aşk üstüne tatlı bir sohbete
dalm ışlar. Herkes kendine göre aşkı tarif eyle­
miş: kimi, aşk şudur demiş, kimi sevda budur.
Sonunda kendilerini büyük bir ilgi ile dinleyen
köylüye sorm uşlar:
«Peki sen bu işe ne dersin?»
Köylü,
«Canım bundan kolay ne v ar ki» demiş. «Bir
kıza tu tulursun, gider an asın d an babasm dan is­
tersin. V erirlerse mesele yok, verm ezlerse âşık
olursun.»

Köylü dedim de aklım a geldi. Geçen gün Sa­


lim Rıza anlattı: Bundan yirm i yıl önce Sivas Li-
sesinde edebiyat hocası iken b ü tü n saz şairlerini
Sivas’ta toplam ışlar. Sivas’ın en uzak köylerin­
de, nam verm iş ne k a d a r saz şairi v arsa gelm iş­
ler. Sazlarını sözlerini yarıştırm ışlar. B unlar a ra ­
sında en çok sevilenlerden bir tanesini arkadaşı­
mız liseye çağırm ış. Son sınıf öğrencilerine tan ıt­
mış. Edebiyat derslerinden birisinde âşıkı k ü r­
süye b uyur etmiş. Çocuklar kendisine çeşitli so­
ru la r sorm aya başlam ışlar:
«Saza ne zam an başladın, u stan kimdi?» so­
ru la rı arkasından, «Aşkın m eşk üstünde etkisi
olur m u olmaz mı?» sorusu gelmiş.
Ö ğrenciler saz şairinde Chopin’in sevdası gi­
bi b ir şeyler um m uş olacaklar...
ö m rü n d e ilk defa b ir okul kürsüsü gören
âşık, yerini hiç yadırgam adan,
«Olmaz olur mu, anlatayım ...» demiş. «Daha
on beş yaşm a basm am ıştım . Bir gün oduna gider­
ken orm anın en ten h a köşesinde kimi görsem
beğenirsiniz. Bizim kom şunun küçük Elif’i. S ırtın­
d a bir kabadayının kaldıram ayacağı k a d a r ağır
yükü ile b ir ağaç dibine çökmüş. Y anakları pen­
çe pençe. Beni g ö rü r görm ez doğrulm ak istedi
am a, yükü o k a d a r ağ ır basıyordu ki... Bir d ah a
böyle fırsat ele geçer mi?.. Evvel Allah...»
Saz şairi birkaç kelimeyle orm an sahnesini
canlandırırken, edebiyat öğretm eni neye u ğ rad ı­
ğım şaşırmış, soluğu kürsüde almış:
«Sağ ol, âşık. B ugünlük bu k a d a r yetişir!»
diye güç bela âşıkı kürsüden koparm ış.

Bizim M em uş’a sorarsan, bu üç gerçekten en


belalısı erkek dişi meselesidir. Ç ünkü insanlar
ötekiler üstünde uzun uzadıya kafa p atlattık ları
halde, o nlar k a d a r önemli olan bu meseleyi ol­
m uş bitm iş gibi ele alm aktadırlar. Oysaki ne ola­
nı v a r bu işin, ne de biteni. M ernuş’a göre erkek
dişi konusunu ötekilerden belalı kılan şudur:
«İnsanlar g ü n ü n birinde toplum la ilgili bü­
tü n m eseleleri kökünden çözecekler, am a erkek
dişi savaşı dünya sonuna k a d a r sürecek. Çünkü
bu mesele yalnız insanları değil doğrudan tab iat
an ay ı ilgilendirm ektedir. Erkek dişi işinde insan­
lığı aşan hiçbir çeşidi insanca hesaba, kitaba uy­
m ayan bir güç; kolay kolay a d la n d ırm a y a c a ğ ı­
m ız bir düzen vardır. İster erkek olsun, ister dişi,
eğer insan denen kişinin, h ay at savaşında bazı
lam baları sönmemiş ise bu düzene kulak k a b a rt­
m aya m ahkûm dur. Bu düzeni duyup da ona ayak
uydurm uyorsa ya sakattır, y a h u t da hiçbir za­
m an insanca sayılm ayan bir işe kaptırm ıştır ken­
dini.»
M em uş der ki:
Elmayı dilime, kadını gönlüm e göre yaratır­
ısın
Sonra bunları cehennem in dibine sürer
Beni m elul m ahzun aratırsın
S en b ü tü n bunları bilirsin dilin yok
Benim dilim var ey dost
Hiçbir şey bildiğim yok.
M ernuş d ü n yolda Çinimini Hanım ı görmüş.
O na fena halde içerlemiş. B undan on sene önce
han g i yaşta olursa olsun bir erkeği yolun o rta ­
sında çivileyecek k a d a r güzeldi bu kız. Sonra
evlendi. Çoluğa çocuğa karışacak yerde kendini
ilim yoluna verdi. M em uş’la politika h ayatına
atılm ak isteyen bir dostum uzdan söz açm ışlar.
Kendisine aşırı derecede k u r yaptığı için olacak
Çinim ini H anım politikacı a rk a d a şa fena halde
kızmış:
«Bırak A llah aşkına sersem in biri o!» demiş.
«Hayvan! D aha dişi erkek meselesini halletm e­
miş. Kalkmış politikadan dem vuruyor.»
M em uş diyor ki:
«Vaktiyle bir salkım kınalı yapıncak k ad ar
güzeldi Çinimini Hanım. Yüzüne acı acı baktım ,
b ir erkek gibi giyinm işti. Y üzünde eski güzelli­
ğinden yalnız gözleri kalm ıştı. Evlilik hayatının
tatsız tuzsuz geçtiği apaçık okunuyordu. O na in­
safsızca sordum: ‘Peki’, dedim, ‘Çinim ini Hanım.
Sanki sen bu m eseleleri kökünden h allettin mi?
Söyle bunu halledene rastlad ın m ı?’ Ne oldu bi­
liyor m usun? Kadıncağız, birden kıpkırm ızı ke­
sildi. Üstelesem ağlayacaktı. Bırakıp kaçtım.»

M ernuş bekârdı. Am a çoğum uzu durm adan


evlenmeye zorlardı, k ırk ın a dayandığı halde hâlâ
evlenm eyen bir ark a d a şa bugünlerde de evlen­
mezse otobüsü kaçıracağını söylüyor, arkadaşı
şu sözlerle kandırıyordu:
«Kırk yaşına geldin. Bu yaşa k a d a r keiıdini
inceleyerek bir erkeğin ne olduğunu öğrendin.
Şimdi kendini tanıdığın k a d a r bir de kadın de­
nen m ahluku tan ı ki dünyanın kaç bucak oldu­
ğunu öğrenesin.»
Bu arkadaş biraz da M em uş’un zoruyla ev­
lendi. Kılıbık erkeklerle öldüresiye alay eden a r ­
kadaşım ız öyle eşine az ra stla n ır bir koca kesildi
ki. Y üzünü görene m ükâfat!

Geçen b a h a r bugünlerde F ran k fu rt şehrin­


de idik. D ört beş senedir, küçük otomobili ile bu
şehrin tadını çık aran bir hemşerim izle, cennet
gibi orm an yollarında dolaşırken... On dört, on
beş y aşlarında y a n sı kız yarısı oğlan gru p lara
rastladık. İzci kıyafetinde idiler.
Hemşerimiz,
«Bak» dedi. «Şimdi b u n la n n tatilleri var. Ci­
v a r d ağ lara gider kam p k u rarlar. Aileler onların
nerelerde tünediklerini bilmez. O rada yer içer
eğlenirler. Sonra okul açıldı m ı yepyeni b ir hız­
la okum aya koyulurlar. Y akından tanıdığım Al­
m an lar biz Türklerde en çok neye h ay ret ediyor­
la r biliyor m usun? Bizim kad ın lara düşkün olm a­
m ıza değil de b u n la n ille de an latm ak arzusunu
duym am ıza. Bizim hayatım ızın en bellibaşlı olay­
ların d an birisi sandığım ız kadın kız meseleleri,
onlar için o k a d a r anlatılm aya değmez şeyler ki
şaşırıp kalıyorlar halimize!.»
B unun üzerine aldı M ernuş sazı eline b ak a­
lım ne söyledi:
Erkekti.
Kabadayı filan değil
En çok sevdiği şey bu dünyada
Kızlardı.
Ne zam an fidan gibi bir k ız görse
Y üreğinin tepesi sızlardı.
Erkekti.
Ve M ernuş'a göre erkeklik bu dünyada
En zor, en belalı meslekti.
«Peki bunun adı yok m u M emuş?»
«Olmaz olur mu: M ezar taşım a kazılacak se­
n in anlayacağın, kitabeyi sengi m ezar!»
MUTLULUK ÜSTÜNE

Saadet dediğin
Bir üçlü düzen
Geçmiş, gelip çatm ış
Gelecekten
M ernuş’un saadeti bir üçgendi. Üçgenin üç
yakasını bir a ra y a getiren, geçm işin içinde bu­
lunduğu anın, geleceğin tadım bir çırpıda çıka­
ra n la r m utlu kişilerdi.
«Bütün gücüm üzle arzuladığım ıza kavuştuğu­
m uz zam an onu elimizden kaçırm ak istemeyiz.
B unun bir gerçek olduğunu kabul ederseniz; üçlü
düzeni benim semiş olursunuz. B ütün gücüm üzle
özlediğimiz: üçgenin geçmişe yönelen üçü. Özle­
diğimize kavuşm a: yaşam akta olduğum uz h ay at
parçası, etti iki. Onu, bir d a h a elden kaçırm am a:
geleceğe u zanan üç üçgenin üçüncü ucu.»
G ününü gün etmeye bakan, geçmişe, gele­
ceğe boş veren M uzur, bizim M ernuş’u m aytaba
alm ak istiyordu.
«Özlediğimiz şeylerin bizi saadete u laştıra ­
cağından em in misin? Benim bir arkadaşım v ar­
dı. Tam beş yıl sayıklarcasm a bir m otosiklet sev­
dasın a tutuldu. Sonunda ele geçirdi sevdasını.
K arısını yanına, çocuğunu ark asın a aldı. Gaza
basm asıyla cennete uçm ası bir oldu. Öyle bir
uçurum dan aşağı yuvarlandı ki, hiçbiri k u rtu la ­
madı.»
M em uş yüzünü buruşturdu:
«Amma kazadan önce m esuttu arkadaşm l
Üçlü düzenin çiçeği açm ıştı gözlerinde, yüreğin­
de, sevinçten uçuyordu. Bu belki birkaç saniye
sürdü. Belki birkaç saat. Birkaç yıl da sürebilir-
di. Benim zorum, saadet çiçeğinin ne kad ar yaşa­
yacağını bilm ek değil ki, benim zorum sadece bu
çiçeği tarif etmek. Hem sen arkadaşın motosikle­
tine boş ver de, lütfen kendi hayatından bir ör­
nek al. Kendini m esut bulduğun günü, saati, da­
kikayı koy ortaya; onun üstünde konuşalım.»
M uzur, gözünü kırpm adan bastırdı:
«Sevgilimle buluştuğum zam an m esudum iş­
te. A m a kazın ayağı senin bildiğin gibi değil.
Eğer ben sevgilimle buluştuğum zam an geçmişi
ve geleceği düşünecek olsam, ya aklım ı oynatı­
rım , ya sevgilimi boğarım: Birimizin geçmişine
ötekinin geleceğini k atacak olsak, buluşm am ız
öylesine arapsaçına dönerdi ki, içinden çıkana
aşkolsun! Ben sevgilimi ayda bir tek gün, dört
beş sa a t görürüm . B uluştuğum uz zam an dört beş
sa a t sonrasını nasıl düşünürüm ? Bana şimdi geçi
mişe de, geleceğe de kötü kötü küfrettireceksin!
Ben sevgilim in geçm işini düşündüğüm zam anlar,
aklım başım dan gider! O, sevilecek çağa erdiği
zam an ben nerelerde idim? Ne h a lt karıştırıyor­
dum?»
M ernuş, M uzur’un sözlerini büyük bir so­
ğukkanlılıkla dinledi:
«Kusura bakm a am m a, M uzur Reis...» dedi.
«Bu seninki saadet değil ki! Sadece bir rahatlık,
b ir kendinden geçme, ucuz bir konfor! Benim di­
lediğim, benim çok az d a olsa tad ın a vardığım
saadet, bu k a d a r ucuz değil! Benim adını ettiğim
saadet olağanüstü bir şey! O lağanüstü bir ay­
dınlık bu. O nun ışığında o a n a k a d a r gördüğün
h e r şeyi görecek, h er şeyi duyacaksın. Hani şu,
d ü n y alar benim olurdu, sözü v ar ya, m üthiş bir
söz! Bu söz m uhakkak bu aydınlıkta söylenmiş
olmalı. Kolların öylesine uzar, gözlerin öylesine
açılır ki b ü tü n dünyayı kucaklarsın, küçücük bir
böcek, b ir y ap rak parçası, bütün bir dünya kesi­
lir ve b ü tü n b ir dünyayı bir meyve gibi avcun-
d a duyarsın. Bu aydınlık ne k a d a r mı sürer? Bu­
n u n hesabını y apana aşkolsun. Bu b ir şim şektir,
çakıp geçer. Bir gök g ü rü ltü sü d ü r yıkar geçer.
Gözünü açıp k a p ay an a k a d a r olur biter h er şey.
Kişi bu k a d a r çabuk olup biten b ir zam an için­
de ne k a d a r m esut olabilir? B unun saadet oldu­
ğ unu nasıl kavrar, bilmem am a, şu n u h e r zam an
duym uşum dur: Eğer bu ışık bir p a rç a d ah a sü r­
se gözlerimiz kör olurdu. Bu gök gürü ltü sü bir
p arça d a h a u zarsa kulaklarım ız sağır olurdu.»
Sözün b urasında M uzur, tatlı tatlı gülm eye
başladı:
«Ve sen... Bu kıldan ince kılıçtan keskin za­
m an parçasın a geçm işini geleceğini ve... bütün
dünyayı yüklem eyi becereceksin! İnsaf!»
«Karınca kaderince, duyduğum saadet bu
k a d a r sürüyor. Bu kad arı b a n a yetiyor da a r ­
tıyor bile. A m a bu şim şek ne zam an, nerede ni­
çin çakar? B urasını A llah bilir. Bazen günde a r ­
k a ark ay a üç defa, bazen on yılda bir!.. Bazen
iki rengin yan y an a gelm esinden, bazen bir çift
kelimeden, iki dam la sesten, sıcak b ir nefesten,
herkesin çok iyi bildiği, hiç kim senin hiçbir za­
m an bilemeyeceği yollardan çıkar gelir.»
Bu sefer Ikire gülm eye başladı. Bizim R. Re-
suloğlu, yerli dilleri, şiveleri incelem ekten bir
tü rlü yabancı dil öğrenm eye vakit bulam ayan
Ikire, mis gibi sarım sak kokan Ermenicesiyle,
«Zo!» dedi. «Bu ne rezalettir? Sen b an a dem iş
isen,
Ne H int’tedir ne Çin’dedir
Gözlerimin içindedir
beni güpegündüz m aytaba alm ışsındır? H ani
saadet dediğin, bir süpürgedir.
Tap hurdadır
Tap ordadır
Nerededir bu köpoğlu saadet ?»

Ah!.. Bir bilseydi M ernuş saadet çakm ağının


nerede olduğunu! Bir ele geçirseydi onu! Bir d a ­
kika sürm ez çaka çaka bitirirdi onu. Ne fitili ka­
lırdı, ne taşı, ne benzini. Biz saadet konusunu in-
çelerken M ürdüm girm iş odaya. Elinde kocam an
b ir francala. N ar gibi kızarmış. M ürdüm şöyle
b ir kulak m isafiri olmuş, sözün tavsadığı bir sı­
rad a, fran calad an kocam an bir çim dik kopardı:
Taze ekm ek kokusu bir
Y â r kokusu iki
Geriye ne kaldı ki...
N ar gibi kızarm ış fran calay a ilk önce Mer-
n u ş saldırdı. En güzel yerinden bir çim dik aldı.
A rkasından İkire çullandı francalaya,
«Geriye ne mi kaldı? Bir tek şey: Korkunç bir
nezle. Bir ol d a gör: Taze ekm ek kokusu bir, y â r
kokusu iki, nezle üç...»
İN MİSİN, CİN MİSİN?

B undan otuz yıl önce sa n a ta m erak salan­


la r şu fikri kolaylıkla benim seyebilirlerdi:
«Sen a d am a bakm a, yaptığı işe bak. O rtaya
koyduğu iş güzel mi, ondan h a b e r ver. Adam gi­
d er yaptığı iş kalır.»
Bu fikir a lla n ır pullam r, dallan ır budaklanır;
ta şu ra la ra k a d a r uzanırdı:
«Falanca sa n a t adam ı mı? Çok yakından ta ­
nırım . A llah için söylemek gerekirse insan ola­
ra k beş p a ra etmez. Y alancının, dolandırıcının
biridir. Falancaya ettiği eziyet m alum . Dillere
düşm em iş nice ta ra fla rı vard ır ki, anlatsam şa­
şırır kalırsınız. A m a san atm a gelince: Pes!.. Val­
lahi ü stüne yoktur.»
A dm a gençlik demeye dilim varm ıyor, am a
toyluk diyelim, tecrübesizlik diyelim, bilgisizlik
diyelim. Boğazımıza k a d a r b u n lara göm ülü bu­
lunduğum uz yaşlarda, bu fikri çiğnem eden yut­
m ak işten bile değildi. Bu fikri ötede beride ileri
sürenler öyle sevimli örneklerle süslüyorlardı ki,
biraz d a h a ileri gitseler şu yam an sonuca v a ra ­
caklardı:
«Sanat dünyasm a girm ek, b a ş a n sağlayabil­
m ek için herkes gibi olm ak ayıptır. Sende bir tu ­
haflık ne bileyim ben bir eksiklik, bir fazlalık,
bir acayiplik olacak. Ya saralı olacaksın ara sıra
ağzın b u rn u n köpürecek şırak diye olduğun yere
uzanıp debeleneceksin, ya a ra s ıra hiç kim senin
uğram adığı bir ta ra fa doğru estirecek, hiç kim ­
senin anlayam adığı bir şeyler söylecek kısacası
b ir p a rç a oynatacaksın, ya hiçbir kabadayının
içemediği k a d a r içkiye veya çeşitli zehirlere d a­
yanacak hiçbir çenginin beceremediği oyunlar
döktüreceksin, bir kelime ile bam başka bir insan
olacaksın ki sa n a t yapabilesin!..
Bereket versin bu k a d a r ileri gitm iyorlardı,
am a V an Gogh’un, Dostoyevski’nin saralı, Beet­
hoven’in bir zam anlar sağır, B audelaire’in, Ver-
lain e’in, R im baud’nun çeşitli zar sırlı nesnelere
düşkün, d a h a ne bileyim L autrec’in cüce, bir
başka dâhinin şöyle, b ir ötekinin böyle olm asını
birbiri arkasından öyle acayip bir tempo ile sıra­
lıyorlardı ki... Toy bir sa n at m eraklısının pes
dem em esine im kân kalm ıyordu.
A radan otuz sene geçti dostlar! Sevgili Ca­
h it Sıtkı’nın cöm ert hesabı ile bir öm rün y an sı
eder. Yitirdiğimiz san at adam larının «bir M uhid-
din Sebati’nin, bir O rhan Veli’nin, b ir Sait Faik’
in» y a şla n n ı hatırladıkça y a n sı değil de b ü tü n
b ir öm rün kendisi eder. Evet otuz senedir edin­
diğimiz tecrübe bizlere şu gerçeği h er gün bir
p a rç a açıklayarak öğretti:
Düşünm eden içtiğimiz, çiğnem eden y u ttuğu­
m uz böyle bir fikrin aslı astarı yoktur. Ne diyor­
lardı? Sen adam a bakm a işe bak. A dam beş pa­
r a etm eyebilir, am a işi bir şaheser olabilir diyor­
lardı değil mi? H ayır baylar! Böyle şey olamaz.
Biz b ü tü n dünyayı dolaşm adık, am a dolaşan­
lard a n duyduk, okuduk, çok şü k ü r değerli oldu­
ğunu öm rüm üzün sonuna k a d a r savunacağım ız
birkaç san at adam ı da tanıdık. Tanıdığımız sa­
hici sa n at erbabı arasında eseri güzel olduğu h al­
de kendisi beş p a ra etm eyen kişiye rastlam adık.
Halk arasın d a nam ussuz dam gasını yemiş bir
kim senin, nam uslu bir iş çıkardığını görmedik,
duym adık. S an at alan ın d a başarı sağlayabilm ek
için ille de norm al ölçülerin ya altında, ya ü stü n ­
de bir n a tu ra n ın şa rt koşulm asına gelince, b u ­
n u n d a iler tu ta r tara fı yok. Hepsi de senin be­
nim gibi A llah’ın kulu. Ya senin k a d a r güçlü
kuvvetli, ya benim k a d a r o rta halli, ya öteki be­
riki k a d a r u fak tefek. İçkilere, zehirlere day an ­
m a m arifetlerine gelince; bu tara fla rı d a tıpkı,
am a tıpkı senin benim gibi. O rhan Veli içkiye ba­
yılırdı. Kim den d a h a çok severdi dersin içkiyi.
İçkiyi ondan d a h a çok seven yüzlerce kişiyi he­
pimiz tanım ışızdır. B audelaire'in çeşitli içkilere
karşı duyduğu sevgiyi belirten şaşkınlar onun
yam başında bu adam ın okuduğu k itapları sıra­
lamalardı hangisi d a h a ağ ır basardı? Hiç şüp­
hesiz k itap lar ortalığı k ıra r geçirirdi. Am a ki­
tap ta n y an a yaya olanlar, B audelaire’in okudu­
ğu kitap ları değil de boşalttığı şişeleri birer bi­
r e r sayıp dökmeyi elbette d a h a sevimli bulacak­
lardır. Am a O rhan Veli çıkm ış da ra k ı şişesin­
de balık olm ak istemiş. Hay istemez olaydı! San­
ki, O rhan bundan başka bir şey söylememiş, bir
şey istemem iş gibi bunu p a rm ak ların a dolayan­
la r var. Hem işin tuhafı bu sözde m illet k a b a h a ­
ti balığa değil de rak ıy a buluyor. Yani şair g a ­
zoz şişesinde balık olm ak isteseydi o zam an,
«Ha! bak, o başka!» diyeceklerdi.
Hem Reis! O rh an içki şişesine balık olm ak is­
temiş de bizim divan şairleri hangi denizde b a­
lık olm uşlar sanki! Divan edebiyatı sofrasında
içilen rak ı değil de gülsuyu veya n an e likörü gibi
bir şey m i idi?
H a... ne diyorduk? Tanıdığımız, sevdiğimiz,
saydığımız sa n a t adam ları arasın d a norm al al­
tı, insanüstü, eseri başka kendi bam başka kim ­
selere rastlam adık. S ait Faik’in bazen insanı üzen
tara fla rı vardı. Nazı geçtiklerine durup d u ru r­
ken basardı kalayı. Ters ters söylendiği olurdu.
A m a bu kad arı hangi insanoğlunda bulunm az?
Sen de derm anı bulunm ayan bir derde tu tu l da
b ü tü n perhizlere karşılık, bu derdin seni gözü­
n ü n yaşm a bakm adan alıp götüreceğini bil de
onun k ad ar sabırlı ol bakalım.. Her tü rlü göste­
rişten n efret eden S ait üstüne C um huriyet’te çı­
k a n küçük bir yazı vardı. Annesiyle yapılan bir
röportaj. Bilmem okudunuz mu, m üthiş b ir şey­
di. Annesi anlatıyor. Sait, B ursa’ya gitm iş. Oto­
büste yan m a düşen bir köylü S ait’in haline tav­
rın a bakm ış d a başındaki kasketten olacak ona:
«Usta!» diyecek olmuş. Ü stat m anasına değil de
bildiğimiz u sta la rd a n birisine benzetilm iş olm a­
sı, S ait’i çocuk gibi sevindirm iş. S ait’i tanım ayan­
la r onun yazılarında yaptıkları işe seve seve can­
ların d an bir p arça k a ta n sessiz sadasız, am a sa­
p ın a k a d a r u sta kişilere gönderdiği selam ı pek
iyi bilirler.
Ne O rh a n ’da, ne S ait’te, ne de bam başka
ş a rtla r bam başka gelenek ve görenekler içinde
yetişmiş bam başka sa n at adam larında insanı
şa şırta n acayipliklere rastladık. B urada asıl şu
noktaya m im koym ak istiyoruz. Kendileri nasıl­
sa, eserleri de öyle idi. Tanıdığım değerli sa n at­
k â rla rd a n hiçbiri, «Ele verir talkını, kendi y u ta r
salkımı» taifesinden değildi. O nları okurken boy­
larım boslarını değilse bile, huylarını huşlarını
sezm ek için falcı olm ak lazım değildi.
O rhan da, Sait de neden hoşlanıp neden tik­
sindiklerini yazılarında pekâlâ belirttiler. O nları
okuyanlar içkiye düşkün olduklarını biliyorlar­
dı. A m a yalnız içkiye mi düşkünlerdi? Yalnız bu­
n u m u söylediler? H ayır hepsini söyleyip öyle
gittiler. Birisi şiirine, öteki hikâyesine canından
katabileceği k a d a r kattı. Eğer bu sa n atk ârların
eserleri h e r gün bir p a rç a d a h a a rta n bir sevgi
ile karşılanıyorsa keram et, ne orada, ne şurada.
Eserin, aynı ile insanın kendisi olduğu gerçeğin-
dedir. S an at bir saklam baç oyunu değil bir er
m eydanıdır. Sen istediğin k ad ar kırık dökük mıs-
raların, kerliferli yazıların içerisinde saklan, ister
sahte b ir alçakgönüllülük taslay arak kendini
âlem den bucak bucak sakla ve bunu d a bir m a­
rife t bil. Sen ortaya çıkm adıkça, eserinde ne bi­
çim b ir adam olduğunu belirtm edikçe, er mey­
d an ın d a yoksun ki boyun bosun, gücün kudre­
tin üstüne söz açalım?.
Ne y azarsan yaz, ne çizersen çiz, ne söy­
lersen söyle. Nasıl istersen öyle söyle, am a söy­
le be birad er in misin, cin misin? Erkek misin,
dişi misin? En çok neden hoşlanırsın? Bütün yü­
reğinle neden tiksinirsin? Bu k adarını söylemek
zor mu diyeceksin. Hele b ir dene bakalım . Kolay
değil kolay olm asm a, am a bu k a d a r sıkıntıyı da
göze alam azsan kapup d a gaçan m ı cenneti.
HASIR İSKEMLE

Sık dokunm uş hasırdan, sonuna k a d a r açıl­


mış sapsız bir şemsiye, ağzı tavana, sivri tarafı
döşemeye çevrili. Basık cam m asanın dört yanı­
n a konulm uş dört tane kocam an h a sır tas. Cam
m asanın üstünde yapı sanatı ile renkli dergiler.
En genci yirm i beş, en yaşlısı otuz beşi aş­
m ayan dört, beş m im arın el ele vererek k urduk­
ları bir bürodayız. H avadan sudan konuşuluyor,
am a benim aklım şemsiye boyundaki h a sır tas­
larda. Ne olduklarını, ne işe yaradıklarını a n la ­
m aya düşünm eye vakit bulam adan renklerine,
biçimlerine, h asırların ın örgülerindeki dişiliğe,
öylesine kanım kaynadı ki.
«Otursanıza!.» dedikleri zam an h a sır tasla ra
dokunm ak aklım dan bile geçmedi!. Kalın kristal­
le örtülm üş yayvan m asanın b ir k enarına ilişmek
dah a akla yakın geliyordu.
H asır tasların içerisine yerleşirken,
«Ya şimdi b unların bir tara fı yam ulacak, ya
bizim bir tarafım ız kırılacak!» düşüncesi ağır
basıyordu.
Am a hasırın örgüsü o k a d a r sıkı, kuruluşu
o k a d a r sağlam nereye bastığı görünm eyen k a­
uçuk tırnaklı tab an ları o k a d a r kendinden em in­
diler ki, şaşırdım kaldım. Kocam an bir portaka­
lın içine girm iş ayaklarım ı ra h a tç a uzatm ıştım .
M im ar arkadaş,
«Bu bir şey değil. Biz b unları b u rad a dokut­
tuk. B unlan İtalya’da nasıl dokuyorlar, nasıl ku­
ru y o rla r bayılırsınız.»

H a sın n örgülerini okşarken sa n a t otobüsü­


n ü kaçırm ış, genç heykeltıraşlardan birisinin sö­
zünü, yüzünü, gülüşünü hatırlıyordum :
«Modern heykel sanatı ha! Bunun neresi hey­
kel? Eğer bu n a heykel denirse, kalorifer borula­
r ı d a heykel, sobanın dirseği de heykel, şu kana-
pe, bu koltuk, bu m asa, şu odayı dolduran bü­
tü n m obilya da heykel oğlu heykel.» Bu heykel­
tıraşın sa n a t otobüsünü kaçırdığı şuradan belli
oluyordu:
«Sanat eseri hiçbir zam an bir ev eşyası kılı­
ğına giremez. Bir iskemlenin, bir koltuğun, bir
tencerenin, bir su testisinin, bir kadehin sa n at
denilen kutsal sofraya oturm aları yasaktır. Ka­
şık kaşıklığını, kepçe kepçeliğini, efendime söyle­
yeyim tab ak tabaklığını bilmeli. M utfaktan, bu­
laşıktan çıkıp gelip baş köşeye kurulm am alı.»

Bu gibilere otobüsü kaçırm ış demeyelim de


n e diyelim? B unlar bir yandan san atla hayatı bir
kalem de ayırır, h er ikisini bam başka şartlar,
bam başka iklim ler içinde tasarlarlarken, bir yan­
d an da gündelik h a y a ta karışan sa n a t eserleri­
n in h e r çeşidinden faydalanırlar. Sanat, dolm a­
kalem lerinin ucundan tu tu n da pabuçlarının ta ­
banındaki a sta rın örgüsüne v a ra n a k a d a r siner
hiç fark ın a bile varm azlar. O nlar için sanat, ya
bayram dan bayram a cam idedir, ya m üzeden m ü­
zeye vitrinde, saray d an sa ra y a altın kafeslerde,
salondan salona billur tepsilerde.
B unlardan birisine,
«Sanat, kilim olur, h a h olur, ayak altın a se­
rilir, üstünde çam urlu pabuçlarla d a gezilir» di­
yecek oldum. A m an Allah! K aşlarını yıktı, geçti:
«Rica ederim, san atı ayağa düşürmeyiniz!»
dedi. Bak bak bak!.. G ördün m ü sen, ileri lakır­
dıyı, değirm en taşı gibi söz:
«Sanat, ayak için değil, kafa için yapılır» de­
m ek ister. Gel çık bakalım bu sözün altından!..
Gel gör ki, bizim bu gibi sözlere kam ım ız tok.
Bu çeşit sözlerin a rk asın d a sa n a t tasası, yürek di­
ye bir şey yok.
Kilim, ayak a ltın a serilir, am a ayakla dokun­
maz, göz h u ru ile dokunur. Yemek tabağı, bu­
laşık kovasına girer, çıkar am a, sa n a tk â r elinden
çıkm ış bir tabak, dilediği zam an, baş köşeye ge­
çer, oturur. Git, dünyanın en büyük m üzelerinde
baş köşeye oturm uş v itrinleri alıcı gözü ile ince­
le. Bugün «şaheser» dam gası yemiş binlerce eser,
vaktiyle ya m u tfak ta vazifeli idi, ya yem ek oda­
sında, y a h u t yatak odasında. Bu eşya, bugün
bal gibi sa n at eseri m uam elesi g ö rü r de zam a­
nım ızın u sta ellerinden çıkan ev eşyası niçin kü­
çük görülür?

C anınızın içine sokacak k a d a r benim sediği­


niz üç geyik başı, ta h ta d a n mı? M erm erden mi?
Döküm m ü? Y aklaşıyorsunuz. Bu, bir küçük ta ­
bure; insanı b akarken dinlendiren, ra h a t bir is­
kemlenin, üç ayağı üstünde k a b a ra n üç geyik ba­
şıdır. Kristof Kolomb’tan önceki A m erikalı yerli­
lerin elinden çıkmış.
«Sana bir klasik Y unan heykeli mi verelim,
yoksa bu üç geyik başından kurulm uş iskemleyi
mi?» diye sorsalar, hiç tereddüt etm eden, iskem ­
leyi alır, giderim.

Evvelki gün Belediye G alerisindeki sergiyi


gezdik. İki genç A lm an sanatkârı, biri heykeltı­
raş, öteki ressam . Dusseldorf’tan gelm işler. Bu­
ra d a sergi açm alarını, Şehir T iyatrom uzda çalı­
şan sem patik Bay M einecke sağlam ış, ne iyi et­
miş. Buna karşılık, bizim sanatkârlarım ızın da
A lm anya'da sergi açm alarını kim sağ lar der­
siniz? E rtuğrul M uhsin üstadım ızı resim, heykel
sergilerinde pek görm üşlüğüm üz yoktur. Bu gi­
dişle, yabancı m em leketlerde T ürk resim sergile­
ri açm a işini ikide bir, A vrupa’yı boylayan spor­
cularım ızdan bekleyeceğiz.
A lm an sa n atk â rla rın ın şansına, Belediye Ser­
gi Salonu, yeni baştan ele alınmış. Geçen mev­
sim sonuna k a d a r d u v arlard an oluk oluk k ab a­
rem, ne işe yaradığı belli olm ayan kum aş bük­
lüm leri kaldırılm ış. Bu lüzum suz olukların altın­
daki duvarlar, zararsız bir renge boyanmış. Sa­
lon bir çırpıda iki boy genişlemiş. Bu ferahlıkta
Alm an sa n atk â rla rın ın d a payı olduğu m eydan­
da. H er ikisinin işleri de iç açıcı, ü m it verici. Hey­
keltıraş, ressam a göre d a h a cesur. H er bakım ­
d an d a h a genç ve kendi sevdiği deyimle daha
dinam ik. İkisini de sergilerinden evvel tanıdım .
Bizim atölyeye uğradılar. Ressam, Fransızca bil­
m iyordu. H eykeltıraşın Fransızcası ile anlaşm aya
çalıştık.
Bütün gayretlerim ize karşılık, heykeltıraşın
d u rm ad an tekrarladığı iki kelimeyi doğru dü­
rü st anlayam adık. B unlardan birisi végétatif, öte­
ki de tab an ca sıkarcasına tekrarladığı çıt-çıt!..
A ram ızda İngilizce, A lm anca bilenler de vardı
am a, vegetatiften ne m u ra t eylediğini bir türlü
kestirem edik... Çıt-çıta gelince,
«Bazen iki çizgi o biçimde birbirlerini karşı­
larlar, a ra ların d a o çeşit bir m ünasebet doğar ki,
işte o zam an çıt-çıt diye bir şeyler olur.»
«Peki bu çıt-çıt eserde m i olur, seyircide mi?»
Sözün burasım açıklam ak m üm kün olam adı.
Ne yazık ki, kendisiyle tanıştığım ız zam an henüz
eserlerini görem emiştik. Eserler üzerinde konuş­
m uş olsaydık, d a h a iyi anlaşırdık. Ressam, ren k ­
ten çok açık koyu ve akıcı bir düzen peşinde. Ba­
zı m avilerin in atla ve rastgele b ü tü n resim lere
serpilm iş olması, insanı yoruyor. Ressam ın biçim
ve akış için duyduğu tasayı, renklerden esirge­
diği belli. Resimleri toplu olarak C ezanne’ın bazı
suluboyalarındaki düzenlerini hatırlatıyor. Tabi­
a t p aldır k üldür bu resim lere girem iyor. Ressa­
m ın kafasındaki süzgeçten geçiyor. Tabiat, ressa­
m a kendi nakışlarını değil, ressam ın içinde olup
biten n ak ışlan , kâğıt üzerine ak tarm asın a y a r­
dım ediyor. Aza, öze değer vermesi, çok az bi­
çimle yetinmesi, ressam ın işlerine b ir genişlik,
bir rah a tlık veriyor. Bu işlerde insanı ü rküten
şey, bizim kabaca «caka, fiyaka» dediğimiz fır­
ça oyunlarıdır. Ressam, çoğu zam an, fırçanın,
yağdan kılı çekercesine akışına kendini k aptırı­
yor. Resimlerin bir tanesinde in san a güven ve­
ren bu akış hepsinde karşım ıza çıkınca,
«Fırçayı böyle ko ştu ran bilek mi? Yürek mi?»
sorusu başkaldırıyor.
Bu fırça akışı, bu bir fırçada birkaç kuş v u r­
m a tasası, bu kendine lüzum undan fazla güven­
me duygusunu aşılam a arzusu, insanı kuşkulan­
dırıyor. İnsan, ister istemez,
«İyi, güzel am a, insanın bazı konular k arşı­
sında eli titrer, dili dolanır. Ama konusunu o
k a d a r sever ki, eli titreye titreye, dili dolana bo-
lan a gene bize onu g etirir sunar,» diyor.
H eykeltıraşın desenlerine ve dem ir çubukla­
rı bükerek yaptığı kom pozisyonlara gelince; yep­
yeni bir heykel anlayışının eşiğinde olduğum uzu
duyuyoruz. Boşlukta koşuşan, çarpışan dem ir çiz­
gilerle m üzik san atın a paralel yepyeni bir san at
karşısındayız. Yüzde yüz has nakış geleneğine
dayanan h e r çeşit taklidi kökünden in k âr eden
resim çalışm aları gibi, bu anlayışa da, en yakın
akraba, m üzik san atı çıkıyor.
Halis nakışların, sahici m üziğin tadını çıka­
ra n la r için, genç A lm an heykeltıraşının dem ir
çizgileri kendi dillerince bir şeyler söylüyorlar.
1955 modeli bir uçağın, b ir otomobilin çiz­
gilerini yadırgam ayanlar, onları sevimli b u lan ­
lar, boşlukta kıvrılan dem irleri de seveceklerdir.
G ünüm üzün yapı sanatını, bu yapılara ya­
ra şa n çeşitli, yepyeni eşyayı, koltukları, k a n e ­
peleri, düdüklü düdüksüz tencereleri şıp diye be­
nim seyenler, e r geç bugünün heykel sanatındaki
dem ir çubuk filizlenm esini de benim seyecekler­
dir.
DAVUL ZURNA

O k atılır kalasından
H ak saklasın belasından
K öroğlunun narasından
Dağlar güm bür güm bürlenir.
Bu tü rküyü hep sazla dinledim, am a ne za­
m an hatırladım sa sazın yerine davullar oturur.
Köroğlu’n u n n a ra sın a gök g ü rültüleri k a ta n bu
türkü, hızını alsa alsa davuldan alm ıştır. Köroğ­
lu ’n u n boyunu m asal k a h ram an ları hizasına çı­
k a ra n tü rk ü le r arasın d a ne güzelleri vardır, he­
le Köroğlu ile atı arasındaki sevgiyi belirtenleri
insanı deli eder. A rtık ihtiyarlam aya başlayan
Köroğlu’n u n a tm a seslenişini duydunuz m u? Bu
tü rk ü y ü Âşık Veysel’in gün görm üş sesinden
e m ek tar sazından dinlem enizi isterdim:
Enişe aşağı keklik sekişlim
Yokuşa yukarı tavşan büküşlüm
Uğru tavusu gibi gül gül nakışlım
Kır at, kır at, kır at
Ü stüne binen alır m urat
Her yanında bir çift kanat
Kocadım ayvaz kaçadım.

Birkaç geceden beri A çıkhava Tiyatrosunun


taşla rın ı güm bürdeten davul sesleri arasın d a
A nadolu halay çekiyor, horon tepiyor. Bu oyun­
la r a ra sın d a davulsuz kemençe, tulum , akorde­
o n la o y n ananlar var. Davul yok, am a tiyatrodan
çıkarken aklınızda b u n lard an hiçbiri kalmıyor.
Bir davul güm bü rtü sü d ü r kafanızın içinde zonk­
layıp duruyor. Z u m a h e r adım başında davula
sesini karıştırdığı halde, bu g ü m bürtü arasın d a
eriyip gidiyor.
H alkın bağ rın d an kopup gelen seslenişlere
kapım ı a rd ın a k a d a r açtığım halde birbiri a rk a ­
sından güm bürdeyen davul sesine d urup dinlen­
m eden üç s a a t dayanm ak zor oluyor. Ne yapıp
etm eli oyunlar a ra sın a çeşitli sazları serpiştirm e-
li. H er davullu oyun ark asın d an bir tane davul-
suzu gelmeli. Bu heybetli sazı sebil gibi h a rc a ­
m am ak. Davul bu reis; şakası yok kil Davulcu
y a ra d a n a sığınıp gözünün o rtasın a konduruveri-
yor. Bu m übareğin tadı da böyle çıkıyor. Öyle,
yüzünüze gülleri
Bir an d a hıyar, nazik nazik soyar m isali de
davul çalınm az ki. Güzel am a bu kulak denilen
teşkilatın da kendine göre b ir dayanm a gücü var.
H a bire gözüne gözüne v u ru lan kulak, d a h a bir
sa a t geçm eden am eliyat öncesi u y u ştu ru lan bir
p arçaya dönüyor. Şim di bunları yazarken V arlık
dergisinde çıkan çok güzel bir yazıyı hatırladım .
A lm anya’da okuyan genç Tonguç’un davul h a s­
retini belirten, burcu burcu m em leket sevgisi tü ­
ten bir yazısını... Bizim delikanlı A lm anya’da
çok büyük bir ilgi u y an d ıran Yugoslav halk
oyunlarını seyretmiş. B unlar arasın d a da davul
ile oynanan b ir oyun varm ış. A m a davulcu bir
tü rlü y a ra d a n a sığınıp konduram ıyorm uş tok­
mağı. Nazik nazik çalıyorm uş. A çıkhava Tiyat­
rosunu yerinden oynatan davullar güm bürdedik­
çe,
«Genç Tonguç’u n m uhakkak kulakları çın-
lam ıştır» diyordum .
Yugoslav oyunlarım geçen kış biz de İstan­
bul’da gördük ve çok sevdik. Yanılm ıyorsam bu
sene çok büyük em eklerle tertiplenen halk oyun­
larım ızda Yugoslav balesinin de bir tutam tuzu
var.
Yugoslav yerli oyunlarını seyrederken ikide
bir,
«A.. A., bu tıpkı bizim falanca m em lekette
oynanan oyunlara benziyor!..» diye şaşıranları­
m ız birkaç kişi değildi. Yugoslav dostlarım ız bi­
zim bayram dan bayram a h a tırla r gibi olduğu­
m uz halk oyunlarındaki p a h a biçilmez cevheri
çoktan keşfetmişler, bu işe çoktan el koym uşlar­
dı. Hem öyle ufak tefek ham m elleri değil, devlet
babanın muhkem , kudretli elleri. Bu eller, halk
oyunlarını ortay a almış, oyunu m eslek edinen­
lere,
«Alın size h am cevherin âlâsı cevherini kay­
betm eden b u n u b ir güzelce yontun bakalım» de­
miş. Birbirine katılan emekler, tecrübeler, sevgi­
ler sonunda tadı tuzu yerinde bir Yugoslav ba­
lesi kurm uşlar. Ayak p arm ak ların a d ünyanın ezi­
yetini yükleyen, ipek fistanlı balenin hiçbir za­
m an tadını çıkartam adığım ı burada, size söyledi­
ğim i hatırlıyorum . Adım atm asını bilen h er in­
sanın h e r yaşta oynayabileceği oyunlar arasında,
yüreğim izi ağzım ıza getirenleri varken, ayak p a r­
m akları üzerine k u ru la n bale dünyasını hiçbir
zam an anlayam adım gitti. Ama diyeceksiniz ki
balesiz opera olur m u? Evet olmaz, am a opera-
sız bir tiyatro pekâlâ olur.
«Yani ne dem ek istiyorsun? Operasız bir şe­
h ir olur mu?.. Koca koca A vrupa şehirlerini ku­
ra n la r hepsinin ortasına bir opera yerleştirm iş­
lerdir. H ata mı etm işler? Sen onlardan d ah a mı
akıllı olduğunu savunuyorsun?»
«Hâşâ! Sümme hâşâ!.. Hiç operasız şehir olur
m u? Af dilerim bilirkişiden sözüm ü topu tüfeği
ile geri alırım.»
Neme lazım!.. Operasız oluruz diyelim de eli
kulağında olan Taksim ’deki binam ızı tu tu p bil­
m em ne deposu yapsınlar. Hâşâ! Operasız bu
dünya yürüm ez. Operasız b ir büyük şehir kulak­
sız bir adam a benzer.

Operam ız yapıladursun, biz gelelim davulu­


muza, zurnam ıza. Peki am a bu davulu operaya
nasıl sokarız? Bu davul denilen m ahluk ille de
açık h av a ister. Kapalı b ir salonda bu güm bür­
tüyü göze kulağa alabilecekler p arm ak kaldırsın­
lar.
B undan on sene evvel Çorum ’d a bir güvey
alayına çağırılm ıştık. Güvey ham am ı diye bir
âdetleri var. H am am da göbek taşının üstünde
davul ile z u m a ile b ir halay çektiler, h er davul
tokm ağında ham am ın kubbesi başım ıza yıkılacak
sanm ıştım . Peki ne yapalım davulu salona sok­
m ak için küçültelim de düm belek haline mi so­
kalım? V allahi orasına aklım ermez. Burasını Ad­
n a n Saygun düşünsün. Davulu kapalı salona sok­
mak, b a n a ille de tiyatro sahnesinden sahici lo­
kom otif geçirm ek gibi geliyor. Benim aklım ın yet­
tiği kad arı şu:
«Eğer yağm ur yağsaydı A çıkhava Tiyatro­
sunda oynanan oyunları nerede oynatacaktık?
Hangi salonun, hangi kulağın tavanı bu güm ­
bürtüye dayanabilirdi?..»
Davulu ille de kapalı salona sokacağız diye,
değiştirm eye kalkm ak, onun elinden erkekliğini
alm ak dem ektir. D avulun kılına dokunm ak h a ­
ram olacağına göre ne yapalım ? Y ağm ur yağdı,
k a r yağdı diye bu oyunlardan vaz mı geçelim?
Yerli oyunlarım ıza çekidüzen verm ek arzusu böy­
le bir tasa ile başlam ış sayılır.
Halk sanatım ızı, ister istemez çağdaş kül­
tü rü n sağladığı kolaylıklara göre onaracağız. Ba­
şıboş ırm aklarım ız, yeraltında sessiz sedasız ne­
fes alan adını bilmediğimiz çeşitli cevherlerim iz
gibi yüzde yüz bizim olan ne varsa, hepsine bi­
re r birer çekidüzen vereceğiz... Halk sanatım ız
başıboş bir eğlence konusu olm aktan çıkacak, en
büyük aydınlarım ızı öm ürleri boyunca oyalaya­
bilecek bir kaynak kesilecek. Çağdaş k ü ltürün
bü tü n kollarından faydalanan bir halk sanatı is­
ter istemez b ir çırpıda dünya çapında olacak. Sa­
n atı bir ağaca benzetm ek hoşum a gidiyor. Öyle
bir ağaç ki, d a lla n ve y a p ra k la n aydın k a fa lar­
d an örülm üş. Köklerini de derinlem esine halk
içerisine salmış, işte hiçbir zam an sırtı yere gel­
meyecek sa n a t ağacı. Ağacın böylesine can kur­
ban.
ALTIN TAS

«Siz hiç altm tasta gül k u ru ttu n u z mu?»


»

«Bayağı tas canım. Ama altından yapılmış


bir tas. Bir gülün kan atların ı b ire r birer yolup
tasa koyacaksın, sonra güneşe bırakacaksın. G ü­
zel güzel kuruyacak.»
«Peki. Aldık, koyduk, kuruttuk. Ne olacak?»
«O değil am a, ille de altın tas olması şa rt
mı? Bakır, alüm inyum bilem edin güm üş tas ol­
sa k u rtarm az mı?»
«Ben öm rüm de gül kurutm adım . Ne altın
ta s ta ne güm üş tasta. Ne de sefertasm da.»
«Ben de öm rüm de altm tas görmedim. Zaten
altının kendisini de yalnız dolm akalem lerin ucun­
d a gördüm . O da o k a d a r küçük bir şey ki.»
«Benim karım a ra sıra gül k u ru tu r, am a tas­
ta filan değil bayağı b ir bezin üstüne serer gül­
leri, k u ru tu r. O kurum uş gülleri sonra ne y ap ar
hatırlam ıyorum , am a kurum uş güllerin rengini
gayet iyi hatırlıyorum . Yer yer griye kaçan gev­
rek b ir mor. B ayanlar arasın d a bu rengin tirya­
kileri vardır. G ülkurusu, b ir bluz vardı sırtın d a
dediler mi, rengi tam gözünden vu ru rlar. Şu veya
b u ren k gül rengi değil de b ir tek ren k çeşidi h a ­
tırla rla r gülkurusu dendiği zaman.»
«Gülün k u ru su n u yaşını, anladık, am a bu al­
tın tas nereden çıktı?»
Bir Rumeli türküsünden. T ürkü bu ya! Es­
miş aklına. G ülü dalında, vazosunda, değil de a l­
tm ta sta kurutm uş. Bak benim duyduğum Rum e­
li türküsü şöyle başlıyordu:
A ltm tasta gül k u ru ttu m
A m a n A lim
Y â ri sinem de u y u ttu m
Y â r söyledi ben unuttum .

Zam an zam an radyolarım ızda söylenen bu


tü rk ü bir yerinde o k a d a r incelir, bü k ü lü r ki bir
de bakarsınız o rtasından ikiye bölünmüş. D udak­
larınızın a ra sın d a yam rı yum ru, sevimsiz, tatsız
tuzsuz bir çekirdek kesilivermiş. Çekirdeği tü k ü ­
r ü r yeni b aştan alırsınız. Rumeli türkülerine si­
nen acayip bir k ır çiçeği kokusu vardır. Eğer
onun tiryakisi değilseniz, tü rk ü gene bir yerinde
taş kesilir.
Şu Rumeli türkülerinde ne var?.. O nların
kendilerine göre b ir çeşnileri, bir nazlı, bir be­
lalı, bir serdengeçti halleri, bir kendinden em in
salınm aları, bir alabildiğine serilip uzanm aları
var. Öyle bir şey ki: O nlarda A nadolu tü rküle­
rinde sevdiğimiz şeyler var. Bundan başka, bun­
dan fazla, bundan gayrı bir şey d a h a var.
Rumeli tü rk ülerini dinlerken ikide bir zih­
nim i çelen bir düşünce var:
Biz İstanbul’da bir ocak, bir ateş tu tu ştu rm u ­
şuz. Yüzyıllar boyunca İstanbul büyük ç ap ta sa­
n a t ad am ların d an nasip almış. Bir rü zg â rd ır es­
miş. İstanbul’da y an an ocağın, dum anını da, sı­
caklığını da Rum eli’ye sürüklem iş. R üzgâr hep
İstanbul'dan o y an a esmiş. Bir gün de aklına ese­
rek,
«Yahu b ir p a rç a d a şu Kastam onu, Sam sun,
K ırşehir ta ra fla rın a uzanalım!..» dememiş.
Rum eli’nde; yalnız tü rk ü le r mi nasip alm ış
İstanbul’d an gelen rüzgârdan? D ağlar, taşlar,
h e r şey faydalanm ış. Bu bir k ü ltü r rüzgârı imiş
ve eyyam bunu hep o ta ra fa estirm iş. A nadolu’da
y an an mum, dibini değil de, hep o tara fı aydın­
latm ış. Koca Sinan’ın en olgun eserini Çemişke­
zek yerine E dirne’ye dikmesi sadece bir tesadüf
sayılır mı?
V aktiyle İstanbul yurdun başşehri, başı de­
ğil miydi? Bu baş herhalde yüzyıllar boyunca
gözlerini Rum eli’ye dikmişti. Rumeli türküleri­
ne sinen lezzette herhalde bu inatlı direnm eden
b ir şey vardır.
Ne zam an bir Rumeli türküsü duysam gözü­
m ün önüne ufak tefek değil de, kocam an heybet­
li in sa n la r gelir. Telaşsız, kendinden emin, elleri,
ayakları, yürekleri, sila h la n kocam an insanlar.

K ırım ’dan gelirim adım S inan’dır


Kılıcım ın su yu kandır dum andır

İhtiyatlar silah silah çatm ış


A h yolun üstüne

Gidelim sevdiğim bir ucdan uca


Göstereyim sana aynılık nice

Lefea’m n ardında kaya

Bulut gelir pare pare


Dördü a ktır dördü kare

B ulut gelir yer yaş olur


İçer bade serhoş olur
Y â r kokusu bir hoş olur

Ya o Estergon Kalesi!.. H ani şu Beyoğlu’nda


h e r söylenişinde erkekliği b ir kere d ah a bu ru lan
yiğit türkü. Ya Alişim? Ya: H er işin başı sevdadır
m üjdesini veren türkü?
Ben A nadolu tü rk ü lerinin delisiyim, am a
bu n ların d a tiryakisi.
Rumeli tü rküleri İstanbul’d a y an an ocaktan
faydalanm ışlardır derken, bugünkü anlam da a la ­
tu rk a dediğimizle, köy tü rkülerini k arıştırm ay a­
lım. Köy tü rk ü sü n ü n yapısm ı bozm adan yüksel-
tebilen klasik T ürk m üziği ile, bugünkü m eyhane
alatu rk ası a ra sın d a d a ğ la r k a d a r fa rk var. Kla-.
sik T ürk m üziği deyince benim aklım a «tekbir»
geliyor. Sapına k a d a r ağırbaşlı, insanın tüyleri­
n i diken diken eden yiğit besteler geliyor. Ala­
tu rk a deyince de ciğer kebaplı, plakili, beyin sa-
latalı Ada sahilleri.
Rumeli tü rkülerine sinen ağırbaşlılık, geniş­
lik, serdengeçtilik. B ugünkü m eyhane a la tu rk a ­
sının değil, sahici T ürk m üziğinin rüzgârı ol­
malı.
Klasik T ürk m üziğine en büyük camilerim iz
kapılarını açm ışlar. Çoğu zam an onu b ağırları­
n a basm ışlar. A m a bugünkü a la tu rk a yanılıp da
cam inin eşiğinden adım ını atm aya kalksa ya ol­
duğu yerde kendi çarpılır, ya cam inin kubbesi.
B ugünkü a latu rk ay ı kendi haline bıraksanız,
Ç ıkm am A llah etmesin!
deyip m eyhaneden bir adım dışarı çıkmaz. Bu­
gü n k ü a la tu rk a tam yerini bulm uştur. A m a gel
gö r ki biçareyi ra h a t bırakm azlar:
«Hayır! Senin yerin m eyhane değil. Sen bü­
tü n evlere babanın evi gibi girip çıkmalısın,» di­
yerek durm ad an zorlarlar.
İşte şimdi şunları yazarken geldi çattı bir ta ­
nesi. Körkütük, fitil, bulut bir a la tu rk a kapıya
dayandı. K apılar pencereler kapalı, am a m üba­
reğ in kokusu odayı sardı. M üzik değil m übarek
safi meze. Ağdalı, h antal, b attal sarhoş mezesi.
Hey A llahım nedir bizim bu m eyhane a la ­
tu rk asın d an çektiğimiz. Elimizi radyolarım ıza gö­
türem ez olduk, dokunur dokunm az bir kabadayı
çıkıyor. Bir n a ra atıyor arkasından:
«Bir ben!.» diyor. «Var mı yan bakan!»
H ani canına tak diyenlerden birisi çıkıp da,
«Peki! Anladık. R ahat bırak. Çek arabanı,»
diyecek olsa, bizim a la tu rk a naracı sinecek sin­
mesine,
«Bir de sen! Ağabey!»
deyip basıp gidecek am a, du r bakalım d ah a ne
k a d a r sabredeceğiz?..
Size başka bir yerde anlattığım fıkracık v ar­
dı, o gene dilim in ucu n a geldi. H ani öm ründe al­
kol n ed ir bilm eyen köylüye ağzına k a d a r dolu
susuz bir bardak ra k ı verm işler de, can ciğeri
ç ıra gibi tu tu şa n adam cağız, gözleri yaş içinde
sormuş:
«Affedersiniz beyler, am a bu zıkkımı devlet
zoru ile m i içiyorsunuz?»
A laturkacılar m eyhane m üziğini kimin, ne­
yin zoru ile sineye çekiyorlar bilmeyiz, am a biz-
ler, herhalde devlet radyolarından duyduğum uza
göre, bu müziğe ancak devlet zoru ile dayanabi­
liyoruz.
Geçenlerde insafsız b ir bilirkişi de çıkmış bi­
zim zavallı köy türkülerim izi de m eyhane a la tu r­
kasıyla aynı ara b a y a koşmuş!.. M eyhane a la tu r­
kasına «uluma» derken, aynı küfürle köy tü rk ü ­
lerim izi de dam galam ış.
M eyhane alatu rk asın d an çıksa çıksa bol bol
meze çıkar, n a ra çıkar, kavga çıkar; am a köy tü r­
küsünden n u r topu gibi şiirler, işleyeni dünya ça­
pında bir değere kavuşturacak gözeler, kaynak­
la r çıkar:
Yüzbaşılar yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Y ağ m u r yağup gün vuranda
Y a ta n şehitler ışılar
Melodisi uçup gittikten sonra bu tü rküden
elimize kalan nesne şiirin ta kendisi değilse, ne
bizim içtiğimiz su, sudur; ne de yediğimiz nesne
ekm ektir.
Sonra bazı bilirkişiler de bizim köy tü rk ü ­
lerine köy nak ışların a karşı duyduğum uz sevgi­
yi h â lâ anlam am ışlar. Köy tü rk ü sü n ü sevmek
onu tak lit etmek, kendi nak ışların a bayılmak, on­
ları şu alan d an bu a la n a a k tarm ak değildir. Biz
o nların kalıbına kıyafetine değil, özüne alıcı gö­
züyle bakahm . O nlara sinen insan kokusunu duy­
m aya çalışalım . Bizim toprağım ızın, bizim insa­
nımızın, bizim çilemizin kokusunu.
Su birikintilerini önlemek için olacak, yaz­
lık evin altında, iki soba borusu kalınlığında oluk­
la r vardı. Bir n um aralı kaplum bağayı bunlardan
birisinin ağzında gördüm . Bizi gördüğüne hiç de
m em nun olmadı. Y erinden pek em in olduğu için
pek öyle telaşlanm adı. Bir p a rç a sokulunca olu­
ğun karan lığ ın a karıştı gitti.
Dört, beş yıldan beri boş duran, küçük yaz
evinin tadını kaçıracağım ızı anlam ış olmalıydı.
Evin altın d a kaplum bağa, ilk odasında da m et­
reyle yarım m etre k a d a r alaca bulaca bir yılan
görü r görmez; bahçeyi kaplayan yabani otlara
saldırm ak vacip oldu. Oysaki bu otlar aram akla
bulunm az bir boya ulaşm ışlar, türlü çeşit çiçek­
lerle, böceklerle donanm ışlardı. Yabani otların,
k ır çiçeklerinin böylesine fışkırdığını hiçbir yer­
de görmem iştim . Ne k ad ar iyi bakılırsa bakılsın,
yerini ne k a d a r beğenirse beğensin dereotu, bil­
diğimiz dereotudur. M aydanoz da m aydanoz de­
ğil mi? Am a dereotu kalk ar d a bir vişne fidanı
k a d a r yükselir, m aydanoz, erik ağacı boyuna u la­
şırsa?.. Bu, yetm iyorm uş gibi ikide bir hiç akla
gelmeyecek çiçekler de patlatırsa!
V allahi benim bildiğim yabani otlarla, ayak
altm da ezilmeye alışm ış k ır çiçekleri bu u n u tu l­
m uş bahçede aslan kesilmişlerdi. A ralarında
adam boyunu a şan la r vardı. Küçücük azm anları,
y av ruları olmasa, onları bir tü rlü adlandıram a-
yacaktık. O nları birer birer büküyor, yay gibi ge­
rilen tara fla rın a basıyorduk küreği. Ne yalan
söyleyeyim, yılan korkusu olmasa, bu yabani ot­
ların kılına bile dokunm azdım . K om şunun bah­
çesindeki m ektep m edrese görm üş çiçekler, bun-
ların yanında kâğ ıttan yapılm ış gibi duruyor­
lardı.
İki, üç, dört, beş num aralı kaplum bağaları
bu yabani otların arasın d a gördük. En küçüğü
bir kahve fincanının tabağı kadardı. En büyü­
ğü de bildiğimiz tab ak lard an bir p a rç a d ah a iri­
ce. B unlardan bir tanesini nüfusa kaydedelim de­
dik. Uzun ve sağlam bir sicim bulduk, hiçbir ta ­
ra fta n canını acıtm adan güzelce sardık, düğüm ­
ledik. Bir ağaca bağlayarak işimize döndük. Beş
on dakika geçmeden ipi yokladık, arak i bulasın,
5 n u m ara çoktan koşum ları boşayıp hürriyeti
seçmişti. 6 n u m ara tam m avi yağlıboyayı hazır­
larken teşrif eyledi. Sandal için m avi boya la­
zımdı. Boya tam kıvam ında, fırçalar alesta der­
ken, 6 n u m ara gelip tam boya kutu su n u n yanın­
d a durm az mı? Bizim m avi de tam boncuk m a­
visi. K aplum bağanın beneklerine bundan d ah a
iyi giden ren k az bulunur, fırçanın boyaya dal­
m ası ile kaplum bağanın benekleri o rtasın a birer
defa değmesi kaşla göz arasın d a oldu bitti.
H ani şu hepim izin bildiğimiz kaplum bağa,
h an i şu yürüyen toprak parçası kım ıldayan, ne­
fes alan ih tiy ar kütük, insanın üstüne başına işe­
yen taş parçası, m avi benekleri sırtla r sırtlam az,
tepeden tırn a ğ a donanm ış bir bayram gemisine
dönm ez mi? Şimdiye k a d a r hiçbir resim de bir
tek rengin bu k a d a r büyük bir cüm büş yarattığ ı­
n ı görmem iştim . M eğer bizim boncuk m avisi ile
kaplum bağanın nakışları öteden beri birbirlerine
hasretm işler. Aynı koyuluktaki renklerin yan ya­
n a gelir gelmez doğurdukları güce b ir kere daha
inandım . Aynı koyuluktaki renklerin peşine dü­
şeli, neredeyse on beş sene olacak. Bu konuya
Van Gogh’un resim lerini incelerken takıldım .
Aynı koyuluktaki renklerin ne büyük işler başa­
rabileceğini ilk defa Van Gogh’da gördüm . Gü­
neşi sarı sarı yum aklar gibi saran, altın h asırlar
gibi dünyam ıza seren büyük usta!.. G üneşler do­
lusu n u r içinde yatan, yüreği yalnızlıktan, kim ­
sesizlikten dilim dilim kesilmiş, ancak öldükten
sonra k adri bilinmiş, a ğ ır işçisi mesleğimizin. Ne­
rede ağzm a k a d a r güneş dolu bir tarla, bir de­
niz, bir ova, bir b ard ak su görsem seni h a tırla y a ­
cağım. Yalnız ben mi? Benim gibi güneş delisi
m ilyonlarca insanın başı üstünde senin adın ko­
cam an bir k a rta l gibi dolanıp duracak.
V an Gogh’a gelene kadar, klasik resim dün­
yasındaki güneş, adıyla sanıyla güneş değildi.
O ndan önceki u sta la rın güneşi, güneşten çok ay
ışığına çalar. R em brandt'da bile güneş, bizim Bo­
ğaz v ap u rlarının projektörleri gibi çoğu zam an
konunun yalnız bir köşesini aydınlatır.
Şarklı u sta la r hariç, eski garplı ustaların he­
m en hem en hepsi güneş tadını hep açık koyu
oyunları ile verm ek istediler. O nların güneşini
ay ışığına çeviren çoğu zam an bu yelteniş ol­
m uştur. Bu anlayış, ta C orot'ya k a d a r uzayıp
geldi.
V an Gogh’ta gözlerim izi k am aştıran güneş
açık, koyu oyunlarıyla değil, doğrudan doğruya
aynı koyulukta renklerin birbirine çarpm asın­
dan doğar.
B uradaki «göz kam aştıran» sözünü şa ir sözü
filan sanıp boş vermeyin. Göz iki tü rlü kam aşır:
K aranlıkta gözünüze, kuvvetli bir ışık tu ­
tarlar, kam aşır. Bir de aynı koyuluktaki renkler
bir a ra y a gelince kam aşır.
H ani şu bazı b ay anların «şanjanlı» dedikle­
ri bir kum aş vardır. Bu kum aşta aynı koyuluk­
ta bir yeşille kırm ızı bir a ra y a geldiği için he­
pim izin gözüm üzü alır, bir hoş eder.
İşte güneşe delice vurgun olan büyük usta,
eski u sta la r gibi gözüm üze k a ra n lık ta projektör
sıkarak değil, güpegündüz, bir avuç anlaşm ış
rengi bir a ra y a getirerek; güneşin hakkından gel­
di. Bu uğ u rd a dertli başını bir tab ak dondurm a
gibi güneşe sundu. O nun başını güneş yedi.
Bakın; 6 num aralı kaplum bağanın sırtın a
m avi benekleri kondurur kondurm az bizi alıp
nerelere götürdü!.. Aynı koyuluktaki renklerin
adını eder etm ez hocalık dam arlarım ız kabardı.
Eee!.. N eylersin... Bizim akadem inin iki satırlık
b ir kitap basm aya tak ati yok ki... Biz de hiç ol­
m azsa bu kadarıyla yetinelim.
Aynı koyuluktaki ren kler üstüne daha söy­
lenecek neler var, neler am a bunları küçük bir
etüde saklıyorum . Şim dilik bir büyük otel d a h a
yapılm asını beklememiz lazım!.. Bir otel daha
donatırsak, onun parasıyla da bu etüdü basm ak
boynum uzun borcu olsun. Kolay değil, baştan
başa renkli basılm ası lazım. Renk etüdü de safi
sözle olmaz ya!..
Gelgelelim 7 n um aralı kaplum bağaya. Bu
hepsinden baskın çıktı. M uhallebi tabağı kad ar
vardı hilafsız. A rtık bunun yakasını bırakm a­
m ak lazım dedik. K abuğunun en uçlarında m ü­
nasip bir yere çakı ucuyla bir delik açarız. O ra­
ya bir ip bağlar; 7 num arayı nüfusa kaydede­
riz, olur biter.
7 num arayı sırtü stü yatırdım . K uyruk soku­
m unda bir sü rü kene!.. M übareğin zırhlı tank
gibi p açaların a yapışm ışlar, öylesine yapışm ış­
la r ki, ondan bir parça kesilmişler.
7 n u m aran ın etekliğinin ucunu çakı ile ya­
vaş yavaş delmeye başladım . Kolaylıkla ta h ta
gibi delm iyordu. 7 n u m ara d a en ufak can acısı
alam eti yoktu. İki milim k a d a r gider gitm ez ça­
kının ucu n a n a r kabuğu renginde bir pembelik
bulaştı. B unun kan olması imkânsızdı. Oyduğum
yer, kurum uş ağaç kabuğundan d a h a cansız ta h ­
tad a n d a h a ölü b ir yerdi.
«Herhalde bir renkli tohum olacak...» dedim,
am a pem be yavaş yavaş koyulaştı. Ve üç m ilim ­
lik çu k u ru doldurunca b u n u n bayağı kan oldu­
ğ u belli oldu. Demek bu ta k ır tu k u r kabuğun do­
k u n u şu n d a canlı, diri, içi k an dolu d a m a r atkıla­
r ı vardı. Pek sık olm adıkları için hem en çakı
u cu n a gelm emişlerdi. Bir p a rç a derine gidince
b u n lard an birisine çatm ışız. 7 num aranın, yarı
delinmiş, etekliğimin uçlarını sürüye sürüye gi­
dişini seyrederken, yam başım ızdaki evde otu­
r a n ecnebi ailenin ikizleri,
«Mami!.. Mami!..» diye feryada başladılar.
Öylesine b a ğ ıra ra k a n a la rın ı babalarını ça­
ğ ırd ılar ki, ne v a r diye biz de küçük çitin yanı­
n a koştuk. Y abancı aile, bizim m avi benekli kap­
lum bağanın etrafını alm ışlar, anlam adığım ız bir
dilde derin derin b ir m ünakaşaya dalmışlardı!..
ÇOBAN EVLİYA

Y ıllarca bir tek insan yüzü görm eden d ağ


dağ, yayla yayla sü rü güden, d av ar o tlatan genç
çoban günlerden bir g ü n uyanır, b ak ar ki dün­
ya bir başka dünya... V ücudunda anlatılm ası g ü ç
bir hafiflik; içinde bir neşe, bir kıyam et ve
Can çilek gibi ağzında
Her nefes bir erik dalı
İçinde cennetten kırıntılar olmalı...
M ükem m el bir gökyüzü döşeli dayalı
Sonuna kadar açılmış kapıları
Çoban yürüyecek olur, bakar, nerde ise h a v a ­
lanacak. En ufak bir gayret sarf etm eden b ir
adım da bir saatlik yol alır, sürü de peşinden...
Bir tü rk ü söyleyecek olur, dağ lar taşla r inim inim
inler, bir oh çeker dere tepe düz olur. Peşinden
saatlerce koşarak yola getirdiği azgın boğalar,
belalı tekeler en ufak bir el hareketiyle çobanın
elindeki tuzu y a la r yalam az pirü p ak olurlar. Ço­
b a n kendi kendine,
«Elbet bende herkeste bulunm ayan bir şeyler
v ar ki, bu işler böyle oluyor» der. A m a bu h a ü n
hak ikaten erenlere m ahsus olup olm adığını n e­
reden, kim den öğrensin. «İşin içinde bir evliyalık
var, am a bunu bir bilirkişiye danışm ak lazım...»
derken ih tiy ar b ir çoban peyda olur; bizimki olup
bitenleri a n la tır ve bir dokunuşta ih tiyarın has­
ta d avarlarını iyi eder. Genç çobanda olağanüs­
tü bir şeyler olup bittiğini gören ihtiyar,
«Sende h e r kula nasip olm ayan haller var,
fakat, evliya m ısın değil misin, bunu kesin ola­
ra k söylemek b an a düşmez. B unu ancak büyük
şehirdeki Rüstem U sta anlar. Ben sü rü n e baka­
rım , sen v a r git ona danış» der.
Bizimki bir kıl heybeye sü t doldurur. Eren­
lerden olduğu için sü t heybede uslu uslu du­
rur.
Rüstem Usta, şehirde eskicilikle hayatını k a­
zanan, pabuç tam ir eden bir yaşlı kişidir. Genç
çobanın kıl heybede sü t getirdiğini g ö rü r gör­
mez b uyur eder ve yanlış kapı çalm adığını gös­
term ek için bitişik fırın d an iki avuç dolusu n a r
gibi ateş getirir, çobanın önündeki kâğıda kor.
N ar gibi kızarm ış köz, kâğıdı yakm adan durur,
derken d ü k k ân a genç bir kız girer. Y ıllardan be­
ri A llah’ın dağında bir tek kadın yüzü görm e­
yen genç çoban, sonsuz bir hazla genç kızı seyre
dalar. Kızcağız tam ir ettirm ek için pabucunu çı­
k a rta ca k olur. Bir çift pem be topuk kınalı kek­
likler gibi havalanır. Bizim çoban evliyanın göz­
leri de arkasından. Bizim kinin topuklara fena
halde daldığım gören Rüstem Usta, ih ta r yollu
u fak ta n bir öksürür, iki ö ksürür am a nerede...
Çoban evliya fena halde dalm ış. Genç kızın to­
pukları h ak kında d a h a esaslı bir fikir edinebil­
m ek için bir p a rç a sokulm ak ister, am a o zam a­
n a k a d a r kıl heybede nefesi kesilen süt: d ayana­
maz:
«Şıpp...» der çobanın ensesine dam lar. Ço­
ban evliya kendine gelecek olur, am a bu sefer
d ü kkâna belalı bir h a tim bir afeti m ehpeykerdir
girer, esm er üstüne çalışan bir Fosforlu, bir Çev­
riye, bir karm en, b ir Çingene. İşte bu dilberi gö­
r ü r görm ez bizim çoban evliyada şafak atar. Fos­
forlu pabuçlarını çıkartırken öyle acayip h a re ­
ketler y ap ar ki, öylesine güler, öylesine k ay n ar
ki, şehirli evliyanm çeşitli ih ta rla rı ve kıl hey­
benin b ü tü n sütü tü k en ir gider. Çoban fettan ka­
dına sokuldukça heybedeki sütün sabrı tükenir:
şıp şıp dam laları sıklaşır; fa k a t çoban evliyaya
hiçbiri k â r etmez. Yosma k a h k a h ala r a ta ra k çı­
karken şehirli evliya, çoban evliyaya; sönmüş
b ir balon gibi m ahzun d u ran boşalmış heybeyi,
sonra da h â lâ kâğıdı sa ra rtm ad a n p arlay an köz­
leri gösterir:
«Evlat...» der. «Kuş uçm az kervan geçmez
d ağ başlarında evliya olm ak kolay, am a şehirde
zor... Eğer evliyalık hoşuna gitti ise, A llah’ın da­
ğından in insanların ara sın a kanş.»
Kıssadan hisse: Bu hikâyenin anlatılacağı
yerler... Bir yerli sa n atk â r konuşuyor:
«Efendim, bu m em lekette san at yapılm az...
A nlam ıyorlar, sa n ata değer verm iyorlar. Ne ya­
pıp etm eli A vrupa’ya kapağı atm alı, orada hazır
m uhit var, bilirkişiler var? S a n a t havası sokak­
ta teneffüs edilir, bir ham al bile M ikelanj’dan
bahsedebilir. Ah Paris... Ah Londra... A h... Ber­
lin...» der demez hem en kıl torbaya sütü doldu­
ru p çoban evliyayı şehre gönderin...
«Keramet burada, bu m em lekette bu şa rtla r
içinde, sa n a tk â r olabilmekte!» deyin.
Bir başkası,
«Şöhret mi? Al bende istediğin k adar... Eser­
lerim şu k ad ar basıldı şu k a d a r satıldı. Falan m a­
cun bir, benim adım iki; herkes beni bilir sa­
yar...» diye yükseklerden atm aya başladı mı ona
da,
«Affedersiniz am a eserleriniz çeşitli dillere
tercüm e edilerek dünya çapında bir ilgi u yandır­
dı mı?» der, arkasından ver yansın çoban evli­
ya...
«Öyle ya... Bugün Am erikalı y azar Şikago’
d a n atıyor, bizim D udullu nahiyesindeki okuru
yüreğinden vuruyor... K eram et yalnız bizde de­
ğil dünya çapında...»
Ben bu hikâyeyi bilhassa biz ressam ların du­
ru m u n a denk getirerek çeşitli vesilelerle a n la t­
tım. Bize öm rünü resm e verm iş bir san atk ârın
eserlerini b ir a ra d a teşhir edebilmesi için çektiği
kalem e gelmez sıkıntıları b ir b ir sayıp döktük­
ten sonra:
«AvrupalI büyük s a n a tk â rla r gelsin de b u ­
ra d a şöhretlerini yapsınlar görelim. H akikaten
A vrupa’d a enikonu tanınm ış ecnebiler arasında,
bizde 15-20 sene k a la n lar oldu. Ressam, heykeltı­
raş, m im ar; rejisör. B unlar arasın d a rahm etli Mi­
m ar M. T auvt m üstesna, çoğu bizim çoban evli­
yaya döndüler. Yüz kişilik b ir orkestradan ayrı
düşm üş bir m üzik aleti gibi bir bekçi düdüğü
gibi kaldılar. T orbalarında h â lâ bir p arça sütü
k a la n lara ne m utlu...»
Kısacası çoban evliya hikâyesinde çok iş var.
O nu canınızın istediği gibi süsleyerek h e r yerde
anlatabilirsiniz. Size bıy ık lan henüz terlem iş ço­
ban evliyayı takdim eder, onu sık sık dağdan
şehre indirm enizi tavsiye ederim. D ağdan şehre
dedim de aklım a geldi; az kalsın unutacaktım .
Çobanla, M ahm ut M akal a rasın d a d a bir m üna­
sebet aradım . O lm adı... G aliba bu hikâyenin a n ­
latılam ayacağı biricik yer M ahm ut M akal'm du­
rum u olacak. M akal'ın ikinci kitabını okuduk­
ta n sonra içi sü t dolu kıl heybeye baktım: Tosun
gibi duruyordu.
Bir gem i vardı büyük, beyaz, rahat
Gam sız kasavetsiz kalender
Şarkılar içinde gelir şarkılar içinde gider
Bir gem i vardı.

Harp çıkınca ona bir hal oldu


Kırıldı kolu kanadı dili tutuldu
Taş kesildi yolları birer birer
Köstence lim anı hayal
Yaf a portakalları haram oldu
Bu şiiri zam anım ızın en iyi şairlerinden bi­
risine okuduğum zam an, adını ettiğim gemi h â lâ
bizim evin karşısında m elul m ahzun duruyordu.
Tam bir sene öylece lim anda yattı, bir a ra onu Al­
la h ’ın belası bir renge de boyadılar. Bulut ve m ar­
tı kokan tertem iz, d uru aklığının yerinde yeller
esiyordu. İkinci D ünya Savaşının kendisi değilse
bile rüzgârı bu güzel gemiyi bir kalıp bulaşık sa­
b u n u n a döndürm üştü. H albuki R om anya’da bir
sü rü eş dost vardı. Bu gemi bir g ü n onları bize,
bizi on lara götürebilecekti. Şair arkadaş b ütün
b unları ve bu şiire beş altı ay uğraştığım ı gayet
iyi biliyordu. Sayılı şiir kurtlarım ızdan birisi ol­
duğu için şiiri nasıl bulduğunu m erak ediyor­
dum:
«Çok açık seçik be birader, hiç gizlisi kapalı­
sı yok. Niçin resim yaptığın zam an bir sürü gizli
kapalı renklere biçim lere önem veriyorsun da,
şiirde böyle h e r şeyi u lu o rta söylüyorsun?»
Şair ark a d a şa d ah a önce b ir tablodaki susan
renkleri anlatm ıştım . En iyi resim lerde bütün
renkler hep bir ağızdan konuşm azlar. Kimi su-
sar, kimi konuşur. Hepsi birden bağırm aya baş­
larlarsa göz yorulur. Biz atölyelerde bu renklere
sağır renkler deriz. B unlar çoğu zam an mavi,
kırmızı, yeşil diye adlandıram ayacağım ız ren k ­
lerdir. Bu sessiz sedasız, alçakgönüllü renkleri
bulm ak, ressam a ötekileri bulm aktan çok daha
p ahalıya m al olur. Ç ünkü çarşıda p azard a ren k ­
lerin dirileri satılır, sağırları susanları değil.
Ş air arkadaş bu konuyu can kulağıyla dinle­
miş olacak,
«Peki han i bu şiirde susan renkler, sağır
renkler? Hepsi de apaçık m eydanda» diyordu.
Bu şiire uzun uzadıya çalıştığım için onu sa­
vunm aya kalkm adım . Hem açık seçik olmayı ben
bir sakatlık değil, bir sağlam lık ölçüsü olarak be­
nim sem iştim . O na sadece,
«Resmin ölçüleri başka, şiirin ölçüleri bam ­
başka» dediğim i hatırlıyorum .. Ben bir şiirin,
«Bana bir bard ak su ver.» cüm lesindeki ka­
d a r apaçık olm asına bayılıyordum . Bu arkadaşa
d a zam anım ızın en iyi şairlerinden birisi derken
dilimize bu k a d a r aydınlık şiirler kattığını düşü­
nüyordum . Ş air arkadaş şiirde zoraki bir alaca­
karanlığın, bulanık düzenin, ş a rt olduğunu ileri
sürerken,
«Peki nasıl olmuş da böyle b ir ölçü ile bu
k a d a r aydınlık şiirler yazabilmiş?» diye şaşırıp
kalm ıştım . Şiir resullerin sözleri gibi olmalı imiş.
Herkes aym m ısradan çeşit çeşit m an alar çıka-
rabilm eli, bin b ir tü rlü tefsirlere girişmeli, aynı
sözü başka başka m an a lara yorm alı imiş!.
Ben de tam b u n u n aksini düşünüyordum .
Ben öteden beri şiirin insandan insana v a ra n en
kısa ve en sağlam yol olduğuna inanıyorum . Şa­
irin aydınlığı, alacakaranlığa, alacakaranlığı zi­
firi karanlığa değil, tam tersine alacakaranlığın
içindeki bir dam la ışığı emmesini, gözü kam aştı­
ran , kör eden ışığı hepimizin, günlük ışığımız h a ­
line getirm esini, zifiri karanlığın içinde el yor­
dam ıyla bir şeyler bulup çıkartm asını bekliyo­
rum .
Çam ağacım oyarlar
İçine Tinton koyarlar
AğlaSha Tintonum ağlama
Bir g ü n kulağını burarlar!.
Şu ağzı sü t kokan bilmecedeki zorla konul­
m uş k aran lığ a can kurban.
Bir avuç buğdayım var
Gece ekerim , gündüz biçerim
B unlardan birisi kem an, öteki de bir avuç
yıldız. Dilimizin en güzel, en şiirli köşelerinden
birisi de bilm ecelerimizdir. Hadi bilm ecelerdeki
şiir dozu k ad ar şiirlerde de bilmece bulunsun di­
yelim. Am a ben bir g ü n tu tu p size şu n a benzer
b ir şiir yazarsam :
Denizin köpüğündeki ku m u n
M anavın sakalına nisbeti ki
Karanlıkların vicdanında h ü r
U zatır uzatır uzatır ellerini
U zattıkça büyür
Ve siz haklı olarak b a n a ne sorardınız:
«Affedersiniz büyüyen n e idi? M anavın sa­
k ak mı? Denizin köpüğündeki kum mu?»
D aha ben size cevap yetiştirm eden, şiiri re ­
sullerin sözleri gibi öteye beriye çekiştirm ekten
hoşlanan bir bilirkişi ortaya atılır:
«Bu istida değil şiir. Büyüyen ne m idir? Eller,
eller, eller, h er uzatır deyişte. Dev gibi büyüyen;
on çam kütüğü gibi karşım ıza dikilen eller.»
Bilirkişi sözün burasında o k a d a r heyecan­
lan ır ki, on parm ağını on ah tap o t kolu gibi kıvı-
r a kıvıra üstünüze doğru öyle bir y ü rü r ki, sizin
de ödünüz patlar:
«Haaa!. Bak şimdi anladım . İşte böyle açık­
lan ırsa insan bir şeyler anlıyor!» diyerek canını­
zı kurtarırsınız

Şimdi bu yazıyı okuyanlardan birisi başını


birkaç defa sağa sola sallayacak,
«Hey Allahım!» diyecek. «Ne günlere kaldık.
Sen tu t b ir sürü kargacık burgacık resim ler ka­
rala, hiç kim senin bir şey anlam adığı k a ra ltıla r
döktür. S onra d a o tu r herkesin bir çırpıda an la­
yabileceği şiirlerden dem vur!.. H ani m eşhur söz­
d ü r...
Dinimi k ü ç ü k gören bari M üslüm an olsa*
diyecek.
Ben bu okuyucuya hiç kızm adan seve seve
aynı sözleri tekrarlayacağım :
Resmin düzeni başka, şiirin düzeni başka.
Resimde açık seçik olm ak ille de bir şeye benze­
mesi şa rt olan n a k ışla r çizmek değildir. Güzel
bir nakşın etrafım ızdaki bir şeye benzem esi şa rt
değildir. N akşın güzeli bize ne k ad ar çeşitli şey­
ler h a tırla tırsa o k a d a r güzeldir. H içbir şey h a ­
tırlatm ad an d a güzel olduğu hepim izin kabul­
lendiğim iz binlerce nakış vardır. Alıcı gözüyle de­
de yadigârı nakışlarım ıza bak, söyle b an a neye
benziyorlar? Birçok şeye, am a hiçbirisine.
A m a bu düzen nakış düzenidir. Bir nakşın
durulm uş, süzülm üş akılda kalacak sadeliğe ulaş­
mış olması demek, onun herkesin kolaylıkla işle­
yebileceği, yontabileceği, kazabileceği, dokuya­
bileceği hale gelmiş olması, bir kelime ile h a ­
y a ta karışm ış olması dem ektir.
H er sanat, kendi ölçüleri içinde açık seçik
olm aya m ecburdur. Am atörlerin, başıbozukların
düştükleri en belalı çukur, bir sa n at a n a h ta rı ile
b ü tü n sa n at kapılarını zorlam ak olm uştur.

■oOa
Bedri Rahmi, 1 91 3 ’te G ö ­
rele’de doğdu. T rabzon’da lise­
yi, İstanbul’da Güzel Sanatlar
Akademisini bitirdi. Lyon ve Pa­
ris’te de resim öğrenim i gördü;
ö lü n c e y e d e ğin (21 E ylül
1975), akademide öğretim üye­
si olarak çalıştı. Beş ressam ar­
kadaşıyla “ d g ru bu” nu oluştur­
du. Şiire lise yıllarında başlayan
Bedri Rahmi’nin ilk yazıları Yeni
Adam dergisinde çıktı. 1940’
lardan başlayarak resimleri, şi­
irleri; resim, edebiyat ve yurt ge­
zileriyle ilgili yazıları büyük ilgi
gördü.
B ilgi Yayınevi, Bedri Rah­
m i Bütün Eserleri dizisinde, şi­
ir le r in i DOL K A R A B A K IR
D O L ; ağabeyi Sabahattin Eyü-
boğlu, babası ve dostlarıyla ya­
zınsal ve özel yazışmalarını
KARDEŞ M EKTUPLARI; RES­
ME BAŞLARKEN, DELİFİŞEK
ve T EZEK adlı yapıtlarda da re­
sim, edebiyat, yurt gezileriyle il­
g ili y a z ıla rın ı to p lu c a
okurlarım ıza sunmaktadır.

D E L İF İŞ E K , B e d ri R a h m i’nin
dil, edebiyat, resim , nakış, sinem a,
fotoğrafçılık v e kim i renkli konuları
için e alan kitabıdır. K itapta da g ö ­
rüleceği gibi, Bedri R a h m i’nin d ü z ­
y a zıla rı şiirle ri kadar c o ş k u lu ,
re sim leri k a d a r renklidir. S a n a tın
kim i kollarıyla y a şa m ı b o y u n c a iç
içe o la n Bedri R a h m i’nin eleştirile­
rinin yerinde liği, g e le c e ğ e d ö n ü k
y a rg ı v e çö z ü m le rin in geçerliliği,
b u g ü n de ö n e m in i koru m aktadır.

You might also like