Professional Documents
Culture Documents
Estetik: Felsefenin doğrudan doğruya, sanat, sanat eseri, sanat objesi, sanat eseri
sanatçı bağlantısı vb. gibi problemlerle uğraşan bunlara yeni bir yorum getiren disiplin dalıdır.
Sanat Faaliyeti: Bir sanatçının hangi sanat dalında olursa olsun daha önce var olan
malzemeden ve almış olduğu kültür biçiminden hareket ederek daha önce varolmayan bir
forma bir biçime, bir yoruma ulaşmasıdır. Sanatçının ortaya koyduğu eser artık bir estetik
objedir. Sanatçının eldeki malzemeye getirdiği yorum ve yorumundaki farklılık sanat eserinin
de türlerini oluşturur. Sanatçının bütün malzemesi tabiat ve insandır.
Suje-Obje: Suje akıl sahibi olan yani insandır. Obje ise kendisi hakkında bilgi
edinilmesi gereken her şeydir. Eğer insanla ilgili bilgi edinilecekse o insanda bize göre
objedir. Bilgi edinilme durumunda olduğu zaman sujedir. Bilgi dediğimiz şeyin ortaya çıkması
da suje’nin (bilgi almaya çalışanın) objeyi kavraması anlaması onu yorumlaması demektir.
Öyleyse her bilgi her hüküm böyle bir obje yorumlaması böyle bir varlık yorumlamasıdır.
Estetik alanında da tıpkı bilginin ortaya çıkmasında olduğu gibi bir suje obje bağlantısı vardır.
Bizim estetik obje dediğimiz şey yahut sanat eseri dediğimiz şey hep böyle bir bağlantı içinde
bir suje’nin yorumudur. Sanatçı tabiata ve diğer objelere bakar ve buna diğer objeleri katarak
estetik objeyi yaratır. Buna sanatçının objektivasyonu denir. O daha sonra topluma bağlı
olarak sanat eseri olur.
Sanatçının Objektivasyonu
estetik “güzel üzerine düşünme bilimi”dir. Baumgarten’dan sonra Kant’ın çalışmaları estetiğin
bağımsız bir disiplin olarak kurulmasında önemli rol oynamıştır. Kant, güzel ile iyi’nin
örtüştüğü ve farklılaştığı konuları belirleyerek “güzel” i yararlıdan ayırarak “estetik hazzın
duygusal hoşlanma” dan farklı olduğunu gösterip estetiğin kendine özgü sınırlarını çizmiştir.
“Güzel” in ne olduğunu varlık ve bilgi görüşü ile ilgi içinde ele alarak sistemli bir biçimde
araştıran ilk filozof Platon’dur (M.Ö. 427–347).
Sanat: Sanat için tek bir tanım vermek imkânsızdır. Felsefeciler, tarihçiler, sanatçı
veya estetik bilimi ile uğraşanlar değişik tanımlar yapmışlardır. Ünlü sanat tarihçisi Herbert
Read sanat “Güzellik duygusunun maddeye yansımasıdır” der. Benette Groce “Sanat bir
anlatım aracıdır. Ve temeli sezgiye dayanır” der. Tolstoy ise “sanat sanatçının duygularını dile
getirmesidir” diye tarif eder. Genel tarif ise şöyledir. “insan duygu ve düşüncelerinin ahenkli
veya uyumlu bir şekilde işe aktarılmasıdır. Bu işe aktarmak mutlaka güzelin olması zorunlu
değildir. Ayrıca sanat eseri yapıldığı dönemin maddi ve manevi durumuna göre
değerlendirilir.
Sanat duygu ve düşüncelerin belirli teknik ve estetik kurallara göre madde ile maddede
ifade edilmesi olayıdır (Kınay, 1974, s. 5). Eflatun (Platon) sanatı bir kopyayı tekrar bir kopya
etmek, imgeyi tekrar imgelemek olarak tanımlamış ve sanatın bir yansıtma (mimesis)olduğunu
söylemiştir (Read,1981,s.127). Eflatun’a göre doğada genel bir sanat kavramı yoktur, fakat
bazı sanatlar vardır, bu sanatlar, öznel deneylerin bir anlatım tarzı değil,aksine günlük
etkinliklerin narin biçimleridir. (Read,1981,s.126)
Platon’un öğrencisi olan Aristo’ya göre sanatçı Platonun sandığı gibi insanları gerçeklikten
uzaklaştıran, sahte bilgileri sunan değil, insanlara hayatı açıklayan bir kişidir
(Moran,1983,s.21)
Batıda sanatın yansıtma olduğu düşüncesi Rönesans’tan sonra tekrar canlanmış ve neo-
klasikler sanatı birkaç şekilde yorumlamışlardır. Bunlardan önemli olan ikisi şunlardır: 1-
Sanat genel doğanın yansıtılmasıdır. 2-Sanat idealleştirilmiş doğanın yansıtılmasıdır. Bu
durumda her iki kurama göre de sanat yansıtmadır; fakat yansıtılan gerçeklik aynı değildir.
(Moran, 1983 s.22).
Mağara resimlerini yapan ilk insanlardan, bugün afişleri gerçekleştiren tasarımcılara
uzanan, yüzyıllara ve çeşitliliğe dayanan geniş bir yelpazede etkinlikler vardır. Tüm bu
3
etkinliklere sanat denilmektedir (Gombrich, 1976 s.4). Sanat sözcüğü sınırları önemli bir
tartışma yaratmayacak şekilde belirlenmiş bir sanat alanında ve o alana özgü olarak yapılan
kimi işlemleri ve elde edilen kimi estetik ürünleri tanımlamak içinde kullanılır (Erinç, 1995
s.19).
Sanatın nasıl doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber resim, heykel, barınak ve
dokuma gibi etkinlikleri sanat olarak kabul ettiğimiz zaman, tarihte sanat ve sanatçının
bulunmadığı toplum yoktur (Ersoy,1983, s.30). İnsanın duygusunun resim diliyle büyüsel bir
ifadesi olarak sanat, ilkel toplumlarda mağara duvarlarında yer almıştır.
Tarih öncesindeki doğaya dönük resim anlayışı yakın zamanlara kadar bazı ilkel
kabilelerin sanatlarında devam etmiştir. İnsanın düzen ihtiyacını resim diliyle
gerçekleştirmesinde ya doğaya bağlı kalan, ya da üsluplaştırma niteliği taşıyan eğilimler
geçerli olur. Gerçi insanda, ona yazının keşfini de sağlayan soyutlayıcı yetenek daha geç
gelmiştir, ama bazı insan toplulukları uygarlık düzeyinin ileri aşamalarında da doğaya sıkı
sıkıya bağlı bir biçim anlayışını amaç ve ideal edinmişlerdir (Tansuğ, 1988, s.63–65).
Sanat olayına katılan, onun oluşmasına yardım eden insan; toplumsal bir varlık
olduğuna göre, onun meydana getirdiği sanat eseri de toplumsal bir ürün olacaktır. Sanat,
insan emeğinin bir ürünüdür. Estetik yansıtmanın konusu her zaman insandır. Estetiksel
yaratmada iki önemli öğe vardır. Bunlardan biri sanatçının özlemleri, arzuları, diğeri ise
toplumun istekleridir. Sanatçı meydana getirdiği eserini topluma kabul ettirebilirse tam bir
doyum elde edebilir. Ancak sanat eserinin toplumca kabul edilmesinde toplumun düzeyi de
önemlidir. Sanatsal gelişim, toplumsal gelişmeye ve toplumsal hayatın yapısıyla doğrudan
ilgilidir. Sanatçının dünya görüşü içinde bulunduğu toplumdaki konumuna göre bilinçli veya
bilinçsiz olarak şartlanabilir (Ersoy,1983, s.51,56).
Estetik modernliğin yalnızca genelde kültürel modernliğin bir parçası olduğunu
Habermas tarihsel olarak şu şekilde açıklar; Onsekizinci yüzyılda Aydınlanma filozofları
tarafından formüle edilen modernlik projesi, nesnel bilimi, evrensel ahlak ve yasayı ve kendi
iç mantığı çerçevesinde sanatın özerkliğini geliştirme çabalarından oluşuyordu. Bu proje, aynı
zamanda, bütün bu alanların kendi bilişsel potansiyellerini esoterik biçimlerinden de kurtarma
niyetindeydi. Aydınlanma felsefeleri, bu uzmanlaşmış kültür birikiminden, gündelik yaşamın
zenginleştirilmesinden de – gündelik sosyal yaşamın akılcı bir örgütlenişi için de denebilir –
yararlanmayı istiyorlardı. Condorced’le aynı kafada olan Aydınlanma düşünürleri, sanat ve
4
bilimlerin, sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmayıp, dünyanın ve benliğin
anlaşılmasını, ahlaki ilerlemeyi, kurumların haklılığını ve insanların mutluluğunu da
sağlayabileceği yolundaki abartılı beklentilerini de hala sürdürüyorlardı. Yirminci yüzyıl bu
iyimserliği darmadağın etti. Bilim, ahlak ve sanatın farklılaşması, uzmanlarca ele alınan
bölümlerin özerkliği ve bunların gündelik iletişimin hermeneutik’inden (yorumsama)
ayrışması anlamına gelir oldu. Bu çatlama, uzmanlık kültürünü “olumsuzlama” çabalarını
doğuran problemdir. Ama bu yolla problem ortadan kalkmış olmadı: Ne kadar zayıf olursa
olsun Aydınlanma’nın niyetlerine mi sarılmalıyız, yoksa bütün modernlik projesinin yitirilmiş
bir dava olduğuna mı? (Jameson, Iyotard, Habermas, 1994, s.37-38).
Her sanat eserinde bir mana ve şekil vardır. Eserin söylemek istediği şeyi sanatkarın
hayatından ve sosyal çevresinden daha iyi ne anlatabilir (Yetkin, 1945, s.6). Sanat sözcüğü
sınırları önemli bir tartışma yaratmayacak şekilde belirlenmiş bir sanat alanında ve o alana
özgü olarak yapılan kimi işlemleri ve elde edilen kimi estetik ürünleri tanımlamak içinde
kullanılır (Erinç, 1995, s.19). Öyleyse sanat eserini anlamak için, sanatçının hayatını ve
yaşadığı dönemi de bilmek gerekmektedir.
Her çağla ilgili yapıtın kendine özgü bir mantığı olduğu görüşünü, prensip olarak kabul
etmek gerekmektedir. Yani “sanatın varlık nedeni, hiçbir zaman aynı kalmaz” diyenleri burada
onaylamak gereği vardır. Çağımızın büyük mimarı Wright da: “Mimaride her proje, kendine
özgü bir gelişim yasasına sahiptir” diyor. Böyle olunca, sanatta değişmez değerlerin
bulunmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Zaten sanat tarihindeki yapıt çeşitliliğinin nedeni de
budur. Sanat yapıtında belli bir mantığın olmamasıdır ki, onun sonsuzluğunu, çeşitliliğini,
renkliliğini, zenginliğini ve bir de her seferinde sanatçıda uyanan yaratıcı endişeyi
sağlamaktadır. Esasen bu yüzden, yaratıcı olan, daima beklenilmeyendir, denmiştir (Turani,
2003, s. 10). Batı’nın geleneksel optik biçim endişesinin, yerini psikolojik biçime terk ettiği
sırada ilkel kavimlerin yapıtları ile ilgilenişi ve bunun ruhbilim çalışmalarının başladığı bir
zamanda oluşu bir rastlantı değildir. Özellikle Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin, Japon ve
Amerika’nın eski yerli halkları ile Afrika, Avustralya ve Okyanusya adalarında yaşayan ilkel
topluluklar gibi, batı dünyasına yabancı kalmış halkların sanat ve etnografik eşyaları, XIX.
Yüzyılın içinde keşfedilmeye araştırılmaya Batı sanat merkezlerine taşınmaya ve bunların
bilimsel sınıflandırılmaları yapılarak müzelerinin kurulmasına başlanmıştır. XX. Yüzyılın ilk
yarısında Batılı ressam ve heykelcilerden bazıları, Okyanusya Adaları, Afrika, Avustralya,
5
Malinezya vb. gibi hala yaşamakta olan primitif halkların yaptıkları işlerde ilkel fakat sağlam
bir arkaizmin sağlıklı anıtsal biçimlerini fark etmişlerdir (Turanî, 2003, s.65).
Sanatsal bilgi insanın pratik etkinliğinin amaçlı olarak biçimlendirilmesini getirir.
Sanatsal bilgini özü sorusu felsefenin temel sorusuna yakından bağıntılı olup, maddecilik ile
idealizm arasındaki çatışmanın nesnesini oluşturur. Maddeci estetik için geçerli olan şey, her
türlü bilgiyi nesnel gerçekliğin insan bilincinde yansıması olarak kavrayan yansıma kuramıyla,
gerçekliğin estetiksel olarak çözümlenişidir (Çalışlar, 1993, s.360). Sanat, insana toplumsal
yaşam koşulları konusunda bir görüş vermekte ve insanı bilgilendirmektedir. Kısacası sanat,
bir bilgi üretme süreci olmak durumundadır. Sanat, bir bilgi üretme süreci olması nedeniyle,
bilimle son derece ilintili görünmektedir. İnsanlar, yüzyıllardır sanatla bilimi yarıştırmaya
çalışmışlardır. Gerçi birçok düşünür bu iki konunun da gerçeğe ulaşma çabalarının aynı
olduğunu fakat yöntemlerinin farklı olduğunu belirtmiştir.
Sanatçı: Düşünen insan
Sanat Eseri: Düşünce ürünü, üretilen düşünce estetik heyecan yaratıyorsa sanat eseri olur.
SANATLAR
Karma Sanatlar
Sinema
Opera
Fotoğraf
Dans
6
Güzel Sanatlar
1. Felsefi öz içerik ve mesaj içerir
2. Kalıcılık özelliği vardır
3. Eşsizlik tek olması
4. İnsan tarafından ortaya konması
5. Mutlak suretle biçime sahip olmalıdır.
Endüstriyel Sanatlar
1. Fonksiyonellik özelliği taşır(Fabrikasyon
2. Çoğaltılabilir olması
3. Kolektif çalışma ürünüdür.
SANAT OLAYI
Fiziksel ve Toplumsal Çevre Dış Dünya (Genel Anlam) Yansıtmacı Etki Kurum
SANAT KURAMI
1. Yansıtmacı Sanat Kuramı: Bu kurama göre sanat eseri insani hayatı ya da toplumu
yada doğayı yansıtan bir olaydır.
2. Anlatımcı Sanat Kuramı: Sanat duyguların anlatımıdır. Sanatın sırrı sanatçıdadır.
7
3. Duygusal Etki Kuramı: Sanatın özü tüketicide uyanan estetik, beğeni yada coşkuda
aramadır.
4. İş Teorisi: Yarar sağlama, bedenin rahatlaması
5. Oyun Teorisi: Bedensel olarak rahatlığı düşünülür.
ESTETİK
Estetik açık ve seçik olmayan bir bilginin yani duygusal bilginin bilimi olarak
tanımlandığına göre açıklık ve seçiklik zihni bilginin ölçüsü değildir. Açıklık ve seçiklik zihni
bilginin ölçüsüdür. Estetik bilginin özelliği açık ve seçik olmak değil, tersine bulanık olma
halidir. Zihni bilginin ödevi, aklın doğrularını araştırmaktır. Baumgarten’a göre duygusal,
bilgiyi araştıracak bir bilim dalıda gereklidir. İşte bu bilim dalına ESTETİK adı verilmiştir.
Mantığın yukarı alanını araştırmasına karşılık estetik aşağı bilgi alanını araştırır. Her iki bilim
dalı da gerçeği bulmak ister. Biri zihni bilginin yetkinliğine diğeri ise duyulur bilginin
yetkinliğine ulaşmak ister. Her ikisi’nin de ölçüsü doğruluktur. Ancak doğruluk estetik güzel
8
üzerine düşünme sanatı olarak açıklanır. Şayet estetik bütün duyuları değil sadece güzellik
duyusunu inceliyorsa bu bilime kavramsal olarak estetik denilmesi hatalıdır. Nitekim 18. yy
filozoflarından Herder Grekçe kallas kökünden kollıgone Hegel ise Kollıologıe sözcüklerini
önermişlerdir. Kallas Grekçe güzel anlamına gelir. Diğer yandan estetiği sadece güzel
değerine bağlayıp açıklamaya çalışmak astetiğin sorun alanını gereksiz yere sınırlandırmak
olur. Bir değer felsefesi olarak estetiğin içine yüce, zarif, komik, ilginç, hatta çirkin değerleri
de girer. Bütün bu değerlerinde birer estetik anlamı vardır.
TEODOR FEHNER
Günümüz düşünce sisteminde estetik salt bir güzellik bilimi olarak nitelendirilemez.
Ancak güzellik ile insan arasında belli bir ilgi vardır. İnsan güzelden hoşlanır ondan haz duyar.
O halde araştırılacak olan şey güzellik olmayıp bu haz fenomenidir. Olaya bu psikolojik
açıdan yaklaşan T. Fechenner hazdan acıya kadar olan duyuları incelemesi gereken bu bilime
Grekçe Hedan (haz) kökünden Hedonik adını vermiştir. Fakat bu önerilerin hiçbiri kabul
görmemiş Kant ve Shiller’inde baskısıyla estetik sözcüğü kabul edilmiştir. Bu yüz yılın
başında T. Lıpps’ın başı çektiği bir başka grupta estetiği doğrudan doğruya psikolojiye
bağlayarak yeni bir düşünce sistemine yol açmışlardır. Buna göre estetik güzelin bilimidir.
9
Ancak bu çirkinin bilimini de inceler. Bir obje bende özel bir duygu, güzellik duygusu
dediğimiz bir duygu uyandırdığı ya da uyandırmaya yetili olduğu için güzeldir. O halde
güzellik bir objenin bende belli bir etki uyandırma yetisine verilen addır. Bu etki bende
meydana gelen bir etki olarak psikolojik bir olgudur. Estetik bu etkinin özünü saptamak,
çözümlemek, nitelendirmek ve sınırlamak ister. Bu psikolojik bir ödevdir buna göre estetik de
psikolojik bir disiplindir.
İLKÇAĞ FELSEFESİ
İlk çağ felsefesi ile Yunan felsefesi ve bu felsefeden gelişen Helenizm ve Roma
felsefesi anlaşılır. Belli bir tarih dönemini adlandıran ilk çağ kavramı çok geniş bir kavramdır.
Bu dönem ilk yazılı belgelerle başlar ve yaklaşık olarak 4000’ den 5.yy sonlarına kadar devam
eder. İlk çağ kavramı bu dönem içerisinde yaşamış bütün kültürleri içine alır. Ancak ilk çağ
felsefesi deyince diğer kültürlerin felsefesi değil sadece Yunan felsefesi ele alınır. Çünkü
bugünkü anlamda felsefeyi ilk olarak ortaya koyan ve yaratan eski Yunanlılar olmuştur.
Klasik ilk çağ yada antik çağ adı verilen bu dönem felsefesi M.Ö. 8.yy da başlayıp M.S. 5 yy’a
kadar devam eder. İlk çağda filozof tipide sadece Yunanistan’ da görülür. Yaşamın en yüksek
geleceğini bilgide bulan, bulmak için yaşayan ve edindiği bilgileri yaşamına temel yapmak
isteyen filozof denilen bu insan tipi sadece Yunanistan’da vardır. Eski doğu kültürlerindeki
rahipler ise tanrı’yla kul arasında aracılık eden ve gizli esrarengiz güçleri olduğuna inanılan
kişilerdir. Bunlar Yunanistan da hiçbir zaman görülmez. Felsefe okulları kurulmuştur. Bu
okullar bilim derneği gibi çalışırlar. Yunan felsefesi sadece soylu kesime hitap eder. Düşünce
yapısı Paganizm’den kaynaklanır. Paganizm ise sadece Aristokrat kesime seslenen bir dindir.
Yunan felsefesinin ele aldığı konular bakımından dört dönemde incelenebilir.
2. Antropolojik Dönem: Bu dönemde birey olarak insana karşı bir ilgi uyanmış,
metafizik problemleri bir kenara atılmış Tanrı, insan ve doğa bir düşünce bağlantısı
içinde kavranmaya çalışılmıştır. Bu dönemin filozoflarına SOFİST denir.
10
PLATON (ARİSTOKLES)
İSLAM DÜNYASINDA EFLATUN
Hayatı: Platon antik çağ Yunan düşünürüdür. Asıl adı Aristokslestir. (M.Ö. 427-
347/8) yılları arasında yaşamıştır. İslam felsefesinde Eflatun veya Felatun diye alınır. 22
yaşında Sokrat’la tanışmış ve onun etkisiyle felsefeyle uğraşmıştır. Özellikle şiir konusundaki
yetenekleriyle tanınan platon felsefeyle uğraşmaya başladıktan sonra şiirlerini felsefeye
dönüştürmüştür. Platon’un diyalog tarzında pek çok eseri vardır. Bunlar arasında Şölen,
Devlet, Politika, yasalar, Parmenides ve Büyük Hipiyas sayılabilir. Mevcut eserleri yasalar
dışında diyalog tarzında yazılmıştır. Sanatı, bir yansıtma, taklit veya benzetme olarak görme
eğilimi eski Yunan’dan dünyaya tutulmuş bir aynadır. Gerçekliği yansıtma deyince belli başlı
üç görüşle karşılaşıyoruz.
2. Bilgi kuramı
3. Evren-Doğa kuramı
4. Ölümsüzlük kuramı
5. Devlet kuramı
Ona göre felsefenin amacı insanın yetkin yaşamasını sağlamasıdır. Bu yetkin
yaşanacak erdemli olarak gerçekleşebilir. Bu erdemin temeli bilgi özü idea gerekçesi,
evren güvencesi, ölümsüzlük hayati yapısı ve devlettir. Yani erdemin temeli bilgidir.
Bunun özü hiç değişmeyen kavramlardır. Yani idealardır. Bütün bu doğru değişmez
kavramlar evrenin gelişimini sağlamak içindir. Bütün bu yüce ve değişmez bilgiler
ölümsüzdür. Ve devlet erdemli bireylerden kurulduğu zaman ideal bir devlettir. Erdemli
bireyler ise idealar dünyasına akıl yoluyla ulaşan filozoflardır. Onun idea devlet düşünde
üç sınıf yer alır.
1. Yöneticiler (Altın)
2. Savaşçılar (Gümüş)
3. Köylüler (Bronz)
Çünkü yöneticiler akıllarıyla, savaşçılar iradeleriyle, köylüler ise içgüdüleriyle
yaşarlar.
Bu nedenle yönetici kesim mutlaka filozoflardan oluşmalıdır. Yine ideal devlet
içinde toplumu yozlaştıran, saf kültür değerlerini bozan ticaret yol almalıdır. Platon’a
göre bilgi; eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktır. Platon ruhun ölümsüzlüğüne ve bu
ölümsüz ruhun, ölümlü bedene girmeden önce idealar yani gerçekler dünyasını görmüş
olduğuna inanıyor. İnsanlar bilgilerle birlikte doğarlar, eğitimle hatırlarlar.
Platon’a göre sanat; gerçek olmayan duyular dünyasında ki nesne ve insanların
yansımasıdır. Sanat eseri ideaların taklidi olan şeylerin taklididir. Sanat bizi gerçek
olandan uzaklaştırır. Ona göre hiçbir şair ve yazar savaş, devlet yönetme gibi konularda
yol gösterici olmaz. Yasalar getiremez, düzen değişikliklerinde hiçbir zaman şairlerden
yararlanamaz. Platon sanata iki yönden karşı çıkar:
1. Bilgisellik Açısından
a. Şair ve yazar kişiyi asıl gerçekliği olan idealardan uzaklaştırır.
b. Şair ve yazar yazdıklarını vecd içerisinde kaleme alır. Anlamlarını bilmez,
bilgisel açıdan yetili olabileceği konu yoktur.
13
2. Ahlak Yönünden
a. Eserlerde geçenlere yönelik kötü örnek olacak kısımlar vardır.
b. Destanlarda kötü kişilerin taklit edilmesi alışkanlık ve kötü etkilere yol
açar.
Sanat dizginlemesi gereken duygu ve tutkuları coşturur.
yaşamındaki davranışlarda arar. Bundan sonraki aşama bilimdir. Eros’un böylesine yücelttiği
kişi artık tek tek güzelliklerle yetinmez o güzelliğin kendisine yönelir ve onu arar. Platon bu
noktada güzeli duyular dünyasından kopartarak idealar dünyasına yerleştirmek ve onu idea
haline getirmeye çalışmaktır. Artık güzellikler değil varlığın özü ile ilgili bir güzellik yani
kendiliğinden güzel olan mutlak güzeldir. Bu güzelliğe erişen kişi ölümsüzlüğe ve mutluluğa
da erişmiş olur.
3. Platon’un üçüncü döneminde (Yaşlılık Dönemi): Güzelin Kavranışı Platon
yaşlılık döneminde güzeli matematik olarak kavramaya çalışmıştır. Bu dönemde filozof
başlıca iki felsefe okulunun etkisinde kalır. Elea ve Pythogorascılık Platon bu dönemde evreni
ve evren içindeki varlıkları bir orantı içinde görme eğilimindedir. Formların güzelliği denince
sadece sayıların getirdiği oranlar pergel ve cetvel kullanılarak yapılan çizimler kast
edilir.Platon’un bu dönemde artık idea fikrinden vazgeçtiği anlaşılıyor. Platon güzel olan
sadece geometrik formlardır demiştir. Form güzelliği bir nesnenin güzelliği ile aynı şey
değildir. Form güzelliği bir nesneyi güzel kılan prensiptir. Eğer bir objede sayı tamsa bu
objeler özleri gereği güzeldir.
ARİSTOTELES
Genelin yada özün yansıması sistematik dönem filozofları içerisinde çağımız
felsefesini derinden etkileyen ikinci filozof Aristoteles’tir. Aristo felsefesini dört nedene
bağlanmıştır. Ona göre sanatta ve doğada her şeyin dört nedeni vardır.
1. Maddi Neden
2. Biçimsel Neden
3. Hareket Ettirici Neden
4. Amaçsal Neden
Örneğin: Seramik Sanatında
1. Maddi Neden: Seramiğin oluşturduğu madde yani kil.
2. Biçimsel Neden: Sanatçının oluşturduğu projedir.
3. Hareket Ettirici Neden: Eller, ayaklar ve gereçler
4. Amaçsal Neden: Bunları harekete geçiren niyet kavramıdır.
15
Aristo’ya göre doğadaki canlı ve cansız bütün varlıkların oluşumu bu dört nedene
bağlıdır. Aristo’ya göre doğa sürekli bir gelişme gösterir. Oluşum sürecinde mutlak maddeden
mutlak forma doğru bir gidiş söz konusudur. Evrendeki her şey belirli bir amaca yöneliktir. İlk
hareketi veren tanrıdır. Tanrı mutlak form’dur. Mutlak ruh ve prensiptir. Kendisi hareket
etmez ancak evreni harekete geçirip oluşumu başlatır. Aristo’ya göre doğa canlıdır.
Cansızlarla canlılar arasında sadece katman farkı vardır. En altta madde sonra bitkiler ve
hayvanlar en üstte ise insan vardır. İnsanlarda da maddi, bitkisel ve hayvansal yönler bulunur.
Ancak onu insan yapan özellik akıl ve düşüncedir. Düşünce ve akıl ruhun içinde yer alır. Ruh
bedene biçim veren ona düşünce ve akıl veren bir etkinliktir. Bütün insanlarda ortaktır. Aristo
mantık bilimin kurucusudur. Mantığını tamamen tümden gelim yöntemi üzerine oluşturur.
Ona göre gerçek bilgiye ortak tümel örneklerle varılabilir.
Örnek : Bütün insanlar ölümsüzdür(Tümel)
Sokrat insandır(Tikel)
Öyleyse Sokrat ölümsüzdür(Sonuç Önermesi)
Aristo sanat hakkındaki görüşlerini poetika adlı eserinde toplamıştır. Aristo’da Platon
gibi insanın iki dünyası olduğuna inanır. Bunlardan birincisi akıl yoluyla kavranan dünya
diğeri ise duygularımızla kavradığımız dünyadır. Platon akıl dünyasını ön plana çıkartmış,
duyular dünyasını ise tamamen reddetmiştir. Duyularla algılanan bilgileri yüzeysel gerçekçilik
olarak değerlendirmiş,sanat ve sanatçıyı ise yüzeysel gerçekliği yansıtan kişiler olarak hor
görmüştü. Aristo ise duygularla algılanan gerçekleri platon gibi aşağılamaz. Hatta Platon’un
duyular dünyası dışında olduğuna inanır. Ona göre nesneyi oluşturan madde ve form duyu7lar
16
dünyasında birleşirler. Aristo sanatın temelinde mimesis olduğunu savunurken Platon ile aynı
düşüncededir. Ancak her iki filozofun mimesis anlayışlarında çok önemli farklar bulunur.
Aristoya göre her çeşit özü taklittir. Ona göre bütün insanlar taklit içtepisiyle birlikte doğarlar.
Platon takliti olumsuz bir tavır olarak değerlendirirken Aristo taklit ya da mimesis içtepisinin
insanın tabiatı içinde görerek bütün bilgilerimizi sağlayan temel bir motif olarak ortaya
koymuştur. Ona göre mimesis öylesine insani bir değerdir ki insanı hayvandan ancak bu yeti
ayırabilir. Aristo mimetik objeyi ise şu şekilde açıklıyor: Buna göre mimetik obje
insandır.Sanatçılar ya ortalama insanı yada ortalamadan daha iyi olan insanların hareketlerini
taklit ederler. Eğer taklit edilen obje yani insan iyi bir insansa sonuçta ortaya çıkan sanat ta iyi
bir sanattır. Taklit edilen insan kötüyse meydana gelen taklit eseri kötü olacaktır. Aristo bu
şekilde sanata etnik (ethos) bir karakter kazandırmayı umut etmiştir. Taklit objesine göre
yapılan ortalama iyi, kötü sınıflamasına ise sadece sanat eserini değil sanatçıların karakterini
de ortaya koyar. Ona göre iyi ve soylu bir sanatçı ancak iyi ve soylu kişileri taklit edebilir.
Basit bir karaktere sahip sanatçı ise bayağı insanları taklit eder. Aristo’nun burada estetik
ahlak kavramlarını birbirine karıştırdığını görüyoruz. Taklit eden ve edilen kişiye göre sanatın
estetik kurallarını belirleme kaygısı son derece hatalıdır. Bu noktada filozofun (Aristo’nun)
ideal olana yöneldiği de anlaşılıyor. Çünkü o bir nesneye yada reel bir şeye değil bir ideale
yönelmiştir. Bu da Arito’yu idealist bir sanat anlayışına götürür. Ona göre tabiattaki objelerin
hepsi yada bütün insanlar yetkin bir güzelliğe sahip değildirler. Doğada rastladığımız her
objenin hoşumuza gitmesi bu yüzdendir. Her objede madde form uygunluğu bulunmaz. Böyle
bir obje mimesis objesi (mimetik obje) olduğunda sanatçı tarafından idealize edilmesi güzel
hale getirilmelidir.
ilgilenen disiplin dalı estetiktir. Bunun dışında Sanat Tarihi, Sanat Psikolojisi, Sanat
Sosyolojisi ve Sanat Eğitimi de sanatla ve güzelle ilgilenir. Sanat faaliyeti insanlık tarihi kadar
eskidir. Ancak bunun üzerindeki gelişmeler daha sonradır.
Hiçbir toplumun av malzemesi, dini, kap kacağı, kılık kıyafeti birbirine benzemez.
Birey ön planda değildir, kolektiftir. Bireyin ortaya çıkışı daha sonradır.
Aristoteles Metafizik isimli eserinde insana ait üç temel etkinlikten bahseder.
Theotretike : İnsanın bilme faaliyetini inceler.
Praktike : İnsanın çeşitli davranışlarını inceler. Daha sonra yerini ahlak
felsefesialır.
Poetike : İnsanın yaratma faaliyetini inceler.
Daha sonra Theptretke’nin yerini bilgi, Praktike’nin yerini ahlak, Poetike’nin yerini de
sanat felsefesi almıştır.
Aristoteles’in bu alanlarla ilgili bir takım eserleri vardır. Bunlar içinde sanat konusunu
içine alan en önemli eseri Potika’dır. Bu eser sanatla ilgili en derli toplu kitaptır. Aristoteles
daha çok sözlü sanatlar üzerinde durmuştur. Poetik alanında durmuş olsaydı estetiği
Aristoteles kurmuş olurdu. Gerçi Poetika eseri tam metin olarak elimize ulaşmamıştır. Fakat
Aristoteles’in sanat ile ilgili yaklaşımını belirten yazılar kitabin çeşitli yerlerinde geçer. O
dönemde söz sanatı daha fazla olduğu için kitaplarda da sözlü sanat ağırlık basmaktadır.
Aristoteles Poetika’sında özellikle mimesis kavramı üzerinde de durmuştur. Aristo kitabın ilk
sayfalarında mimesis’i ele alır ve mimesis’in sanatla ilgisini anlatır. İnsanlarda bir taklit
içgüdüsü olduğunu ayrıca taklidin psikolojik bir yanı da olduğunu anlatır. İnsanların diğer
canlılardan da akıl yönü kadar taklit yönünden üstün olduklarını anlatır.
Her ne kadar mimesis kavramına Aristoteles’in Poetika isimli kitabında rastlıyorsak ta
bu kavram Aristoteles’in hocası olan Platon’un eserinde de geçer. Platon gerek Devlet gerekse
Şölen isimli eserlerinde sanat konuları üzerinde gerektikçe durur. Ve o da sanat üzerinde bir
taklit olduğunu söyler. Ancak Platon’un anlattığı ile Aristo’nun anlattığı ayrıdır.
Platon’un felsefi anlayışına göre bizim içinde yaşadığımız, beş duyu organımız ile
kavradığımız dünya nesneler dünyasıdır. Platon “evren nesneler dışında onların aslı olan, özü
olan bir ide’ler alemi vardır” demiştir. “Aslında bu gördüğümüz nesneler alemi ide’ler
aleminin kopyasından, taklidinden başka bir şey değildir” der.
18
Aristoteles, iyi bir taklit’in iyi bir sanat eseri olduğunu söyler. Platon’un mimesisi
olumlu görmesine karşılık Aristoteles onun insana ait bir içgüdü bir yatkınlık olarak görür.
Aristoteles mimesisi tanımlamakla kalmaz nasıl meydana gelebildiğini ve geldiğini açıklar. Ve
der ki “acaba taklidi insanlar nasıl gerçekleştiriyorlar” ve “bir takım araçlarla gereçlerle
gerçekleştiriyorlar” der. Bir sanatçı sesi ele alır. Tabiattaki bazı sesleri bazı araçlarla taklit
etmeye çalışır. Bir kısmı rengi, şekli ele alır. Bundan yola çıkarak sanat eserlerini ortaya
çıkarmaya çalışırlar.
O halde Aristoteles’e göre sanatlar belli araçlar kullanarak objeleri taklit etmek yoluyla
ortaya çıkar. Ve kullandıkları şeylere göre ayrılır. Renk ve figüratif eserlerle yapılana Figüratif
sanat Eserleri, sesi ve sözü kullanmakla yapılana Müzik ve nihayet insanın ritm tempo ile
yaptığı sanata da Dans denir. Ve böylece kullandıkları şeylere göre sanatların birbirinden
ayrıldığını söyler. Aristoteles’e göre sanatlar yalnızca taklit tarzı bakımından değil taklidin
yöneldiği obje bakımından ve nesne bakımından da ayrıdırlar.
Aristo sözlü sanatlarda objeyi etik yani ahlaki bir özellikte belirlemektedir. Ve der ki
“sanatçılar özellikle sözlü sanatlarda ya ortalama insanı veya bu ortalamadan daha iyi olanı
veya daha kötü olanı taklit ederler.” Aristo ahlak değeri ile estetik değerleri birbirinin eş
değeri gibi görmüştür. Ancak çağının anlayışı ve kavrayışı sanat çevresindeki gelişme
düşünülürse buna şaşılır. Çünkü aşağı yukarı ilkel toplumlardan başlayarak birbirinin eşdeğeri
kadar gelen uzun bir çizgide genellikle sözlü sanatlarda ahlaki değerler ve davranışlarla
sanattaki davranışlar iç içedir. Daha sonra Aristo güzel kavramı üzerinde durur. Ve sanatta
güzel olan ile tabiatta güzel olanın birbirinden farklı olduğunu söyler. Örneğin bir çöp tabiatta
kötü, sanatta güzel olabilir. Sanatın kendi içinde birtakım kuralları vardır. Objenin güzel
olması değil resmin güzel olması önemlidir. Bugünkü anlamda estetiğin kurulması 18.yy da
olmuştur. Ve bu disipline estetik adını Baumgarten isimli düşünür vermiştir.
Baumgarten 1750–1758 arasında yayınladığı Aesthetika kitabıyla bir disiplini
belirlemek istemiş ve adını vermiştir. Baumgarten’e göre Estetik bir çeşit mantıktır. Akıl
yürütmek güzeli kavrayabilmek için sanat eserini akıl yolundan geçirmektir. Ve zihni alanın
değil duygularla ilgili alanın bilgisini gerçekleştirmeye çalışır. Yani bir çeşit duygusal bilginin
mantığıdır. Ve bu anlamda estetik sanatta güzel üzerine düşünme sanatıdır. Baumgarten
estetiği tanımlarken mantıktan destek almaya çalışmıştır. Yani felsefenin bir dalı olan mantığa
19
kısmen estetiği bağlar. Estetiğin gerçek anlamda diğer dallardan bağımsız bir dal olarak ortaya
çıkması sanatta güzel kavramının belirtilmesiyle mümkündür.
Ayrılmasını gerçek anlamda sağlayan Alman KANT olmuştur. Kant’a göre bizim
birtakım zihni yeteneklerimiz vardır. Bunların hepsine bilme yeteneği denir. Duygusal
yeteneğimiz bizi herhangi bir nesneden hoşlanmayı veya hoşlanmamayı sağlar. Bilen bir
varlık olma eğilimimiz doğrudan doğruya zihnimizden, aklımızdan ve yargı gücümüzden
kaynaklanır. Bütün bunlar bizi bir takım faaliyetlerde bulunmaya, bilgi istemeye ayrı olarak
belirler. Bunların hepsine birden Kant amaçlılık demektedir. İşte bu noktada sanat faaliyetinin
sanattaki güzele ulaşıp ondan bir tat almakta estetik haz alınır. Gündelik hazlar belli bir
noktadan sonra duyulur. Sanattaki tat alma sınırsızdır. Estetik heyecan sınırsızdır. Knt’ın
insandaki çeşitli özelliklerini inceleyen temel eserleri üç başlık altında toplayabiliriz.
Kant Salt Aklın Eleştirisi (Teorik Aklın Terkiti) isimli kitabında tabiatın ne olup
olmadığını incelemeye çalışır. Ve insanın bu tabiat karşısında neleri ne ölçüde bilme imkânına
sahip olduğunu ele alıp araştırır. Ve der ki “Tabiat zorunluluğun hâkim olduğu bir dünyadır.”
Bu dünyada nedensellik hâkimdir. Her olayın bir sebebi vardır. Bir sonucu vardır. Kant bu
kitabında tabiatın özelliklerini araştırır. Bütün bu alanlardan ana prensip nedenselliktir. Var
olanlar nesne olanlar bütünü açıklamaya yetmez. Bunların dışında da bir kültür dünyası vardır.
Bunları da Pratik Aklın Eleştirisi’nde belirtir. Yani kültür dünyasından bahseder. Ve der ki
tabi alanında özgürlüğün olmadığını ve zorunluluk olduğunu belirtir. Buna karşılık değerler
alanında özgürlük hâkim. Kant bir baka alanın daha olduğunu söyler ve bu iki alanı
karşılaştırır. “Böyle bir birleşimi biz ancak duygu alanında alabiliriz” der. Bu alanı Yargı
Gücünün Eleştirisi isimli eserinde inceler. Kant tabiatı ve teorik aklı ele aldığı Salt Aklın
Eleştirisi kitabında insana özgü bilme kabiliyetini kavramlardan insanın peşinden koştuğu
hakikat kavramını kanunlardan sebeplilik kanunu gibi çeşitlerinden de tabiat bilgisini
inceler.Yine Kant Pratik Aklın Eleştirisi kitabında insana özgü yetenekten iradeyi
kavramlardan iyi kavramını kanunlardan ereklilik kanunu bilgi çeşitlerinden ahlak bilgisini
inceler. Yargı Gücü kitabında insanlarda duyguyu, kavramlardan güzel kavramını,
kanunlardan erekliliği ele alır. Ereklilik (teleoji) Kant “Tabiat zorunluluk, ahlak bilgisi,
özgürlük gibi kavramlarla anlaşılabilir” der. Duygusal alanda da bir kavram aradığımızda bu
ancak ereklilikle olur. Ona göre ereklilik zorunlulukla özgürlük arasında yer alır. Çünkü bu
duygu alanında insan ortaya bir başarı koyarken tabiattan zorunluluk dünyasından öte yandan
20
da özgürlük dünyasından yararlanılır. Ve Kant duygusal alanda ulaşılmak istenen alan güzellik
kavramıdır. Kaçınılmak istenende beğenilik dışı olandır.
Ereklilik: Sürekli değişerek gelişme anlamına gelir. O halde insan duygu alanında
daima bir öncelikten güzel olanı arar. Ve Kant bunu sürekli yenileşme halinde olduğunu
söyler. Ereklilik bir bakıma zorunluluklar dünyasından öte yandan da özgürlük dünyasına
dayanır. Bu iki dünyadan da temel alır.
Kant “Acaba tabiatta da ereklilik kavramı yok mudur” der. Ve ama biz bunu
sezebiliriz. Çünkü diyor. Tabiat karşısında öyle formlar görüyoruz ki orada da bizi
heyecanlandıran bir takım güzel formlar var. Eğer tabiatta da bir ereklilik varsa biz buna bilgi
ile ulaşamayız duyabiliriz, sezebiliriz. Mesela tabiatta kristaller, bitkiler, böcekler, canlı cansız
birçok güzellikler vardır. Bunların bizi heyecanlandırdığını söylüyor ve bizim bu güzellikleri
aklımızla kavramamızın imkânsız olduğunu söyler. Kant’a göre bizi estetik hazla
heyecanlandıran şeyin bir armonik duygu olduğunu söylüyor.
İn Estetik: Estetik olmayan bizi rahatsız eden duygusal olmayan ve itici olan, demek
ki böyle bir yargı gücünün ötesinde bilgide vardır; mantıkta vardır, duyguda vardır,sezgide
vardır. Ve bu bakımdan estetik bütün bunların birleştirdiği bağımsız alanı oluşturur. Kant
estetiğe bu alanı vermekle estetiği felsefe içerisinde disiplin çerçevesine almıştır. Bütün bu
alanların estetiğinde alanı olduğunu söylüyor. Ve biz estetik alanında bilgi ve ahlakında
olduğunu anlıyoruz.
Estetik Beğeni: Günlük hayatta kullandığımız pek çok değiş vardır. Bunlardan biride
“Zevkler ve beğeniler tartışılmaz” bu söz orta çağda “De gustibus nonest disputondum” ister
günlük hayatta isterse başka bir durumda olsun herkesin kendine göre bir zevki vardır. Ve bu
zevk kendisine göre haklıdır. Yalnız bu geniş alanda böyledir. Herkes yargısında haklı ise
estetikten söz etmemiz yanlış olur. O halde Kant diyiyorki “ Bu kadar farklı yargılara rağmen
nasıl oluyor da bir sanat eserini ve ortaya bir sanat eseri çıkıyor. Ve biz sanattan, estetikten
nasıl söz edeceğiz” diyor. Kant bu noktada beğeniler üzerinde tartışılmaz sözünü daha değişik
olarak ele alıyor. Kant “kimsenin beğenisine karşı çıkılamaz ama zevkler ve beğeniler
üzerinde pekâlâ tartışılabilinir” der.
21
Ancak yinede insanlar farklı kültür içinde de olsalar bu kültürlerin içinde yine de bir takım
izlenimler olabilir. Tam anlamıyla tat alabilmek içinde o kültürle bir temas gereklidir. Böyle
bir temasın hiç olmadığı bir yerde çok farklı iki kültürün insanı birbirine ait sanat eserlerinden
özel bir tat olmayabilir. O halde estetik yargılar kültürden kültüre rol alır yani izafi olabilir.
Eğitim estetik beğeniyi belirleyen önemli bir faktördür. Sanat yalnızca belli bir kültüre
bağlı olarak kalmaz belli bir eğitimde ister. Bir sanat alanında eğitim özellikle estetik eğitimi
sanatı anlama özellikle değerlendirmek açısından önemlidir. Böyle bir eğitimin olmadığı halde
çeşitli sanat eseri karşısında hoşlanma yada hoşlanmama söz konusu olur. O halde herhangi bir
sanat eserinde çeşitli değerlerde algılama söz konusudur. Belli bir eğitime dayalı kaynaklar
vardır. Yada belli bir eğitimden kaynak almamış olan beğeni ve algılama tavırları vardır.
Herhangi bir sanat eseri karşısında bir bilgi ve kültür eğitimimiz varsa vereceğimiz yargılar
karşısında tartışabiliriz. Ama nasıl bir gerçektir? İnsanın ortaya çıkardığı, kültür dünyasının
ortaya çıkardığı bir gerçektir. Bunlar tabi değillerdir. Kültür dünyasına aittir. Kültür tabakası
varlığını kuşaktan kuşağa sürdürmektedir. Bunlar yazıyla, filmle yeni nesillere aktarılır.
KATHARSİS
Katharsis’in sözlük anlamı temizleme, arınma demektir. Ona göre sanat yoluyla ruh
temizlenebilir, kötülüklerden arındırılabilir. Her insanın doğasında korku, acıma, nefret gibi
olumlu yada olumsuz olarak değerlendirilebilecek yanlar vardır. Şayet sanat eseri kötü bir
olayı taklit ediyor ise insanlar bu kötü olayla birlikte içlerindeki kötü duyguları boşaltırlar.
Böylece rahatlarlar. Böylece Aristo sanata belli bir görevde üstlenmiş oluyor. Sanat adeta bir
ilaç gibi insanı kötü duygulardan temizliyor, arındırıyor. Bu bakımdan da Katharsis yoluyla
sanatın Platon’un tam tersine faydalı bir etkinlik olduğunu savunuyor.
YENİ PLÂTONCULUK
Antik çağ sonlarında felsefenin yardımıyla dini bir dünya görüşü oluşturmada ilk
deneme Yeni Plâtonculuktur. Yeni Plâtonculuk antik çağın sonlarında ortaya çıkan ve giderek
yaygınlaşan Hıristiyanlığa karşı Paganizm’in yani çok tanrıcılığın başlıca savunucusu
olmuştur. Batı ve doğu mistisizmlerinin en önemeli kaynaklarından biri görünerek yeni
Plâtonculuğun kurucusu 203–270 yılları arasında yaşayan Platinos’dur. Platinos, Platon’un
23
ideal kuramını gizemci, tanrıcı bir düşünceye dönüştürür. Plâtonizm’de daima dini bir tutum
ağı basar. Buna göre bilmek; tanrıyı bilmek, doğruyu özlemek, tanrıyı özlemektir. Tanrı fikri
de yok olmak, kendini ortadan silmektir. Ona göre tanrı bizim düşündüğümüz hiçbir şeydir.
Çünkü o her şeydir.
Platinus’a göre evren ve insan tanrıdan gelmiş ve tanrıya dönecektir. İnsanı tanrıya
götürecek üç çeşit vardır: SANAT, SEVGİ VE FELSEFE. Sanatçılar sanat yoluyla, sıradan
insanlar sevgi yoluyla, filozoflar ise felsefe ile Tanrıya ulaşabilirler. Öyle anlaşılıyor ki, Antik
çağ Yunanlılarının bilgi sevgisi Platinuste tanrı bilgisine dönüşmüştür. Bu bakımdan
Platinusculuk, Hıristiyanlığın antik çağda temellerini atan, kilise babalarının da başlıca
kaynağı olmuştur. Platinus’e göre tanrıdan önce akıl yayılır. Akıl dünyasından ruh dünyası
ondanda cisimle dünyası yayılır. Evren üç aşamadan oluşur. Ona göre insan basit bir varlık
değildir. İnsan bir ruh birde bedene sahiptir. Ancak beden ruhun aletidir. Ruhu kapatmak için
bir elbisedir. Tanrıya ulaşan basamakların ilki algıdır, ikincisi akıldır, üçüncüsü ise gizemli
sezgidir. Buna göre insan önce duygularıyla algılayacak, daha sonra anlaşılır şeyleri aklına
yerleştirecek ve bu kazandıklarıyla Tanrıyı sezgileyecektir. Platinus kendiliğinden güzellik
kavramı üstünde durmuştur. Bizi kendiliğinden güzel olan şeyler karşısında coşturan ruhun
aslına doğru koşusu ve ona duyulan özlemdir. Platinus’a göre cisimleri güzelleştiren ölücülük
değildir. Çünkü eğer güzellik, uygunluk ya da ölçülülük olsaydı bir yüz, insan yüzü kimi
zaman güzel kimi zaman çirkin gözükmezdi. Ona göre güzel uygunluk değil ama güzellikte
parıldayan şeydir. Güzel ruhun bedende zekânın ruhta ve birim zekâda görünmesidir. Platinus
sanat ve sanatçının rolü ve taklit konusunda Platondan ayrılıyor. Platinus taklidin insan yaşamı
üzerindeki olumlu etkilerini düşünüyor ve sanatçının taklit yaparak idealar dünyasına
uzandığını kabul ediyor.
PATRİSTİK FELSEFE
Hıristiyan felsefesinin ilk dönemine Patristik felsefe adı verilir. Bu felsefe kilise
babalarının felsefesidir. Kilise babaları 2–6. yüzyıllar arasında yaşayıp Hıristiyan öğretisinin
temellerini kurmak için çalışmış din bilginleridir. Bu öğretinin ilk büyük öğretileridir. Patristik
felsefe Hıristiyan dininin öğretisini oluşturmak, bu öğretiye bir biçim vermek çaba ve
denemelerini kapsıyordu. Bu deneme bizi doğrudan doğruya orta çağ felsefesine geçirecektir.
24
Çünkü ortaçağ felsefesi Antik çağ sonlarında atılıp geliştirilen temeller üzerinde
yükselen bir düşünce yapısıdır. Bu temeller dini bir kaygı ile atıldığı için bunların üzerine
kurulmuş olan ve yaklaşık Rönesans’a kadar devam edecek Orta Çağ felsefesi de din ağırlıklı
bir düşünce yapısına sahiptir.
SKOLÂSTİK FELSEFE
Patristik felsefe Hıristiyan inancına bir öğreti niteliğini kazandırmak yolunda çaba ve
denemelerden oluşmuştur. Skolâstik felsefe ise Patristik felsefede artık biçimi belirlenmiş
olan, bu öğretiyi temellendirmek ve sistematik olarak derleyip toparlamak gibi uğraşmalardan
meydana gelmiştir. Skolâstik felsefe dar anlamıyla Orta Çağ felsefesidir. Çünkü bu felsefe bu
çağ felsefesinin ağırlık merkezidir. Ona damgasını vurmuştur. Hem de zaman bakımından orta
çağın içinde olmuştur. Oysa Patristik felsefe daha çok antik çağ sonlarında geçmiştir. Patristik
felsefe bütünüyle Platonizmin damgasını taşır. Adeta yeni Platonculuğun sürüp gitmesi onun
bir kolu gibidir.
Skolâstik felsefe ise Aristo felsefesine yönelmiştir. Plâtonizm de daima dini bir tutum
ağır basar. Buna karşılık Aristotelizm daima bir bilgeliğe yönelmedir. Olguların dünyasına ilgi
duymaktadır. Olgular yığınını sistematik olarak düzenlemektedir. Aristotelizm batı Hıristiyan
skolastiği için kadar İslam skolastiği için de çıkış noktası olmuştur. Aristotelesçilik Suriye’den
sürgün edilen Nastari Rahipleriyle İran’a gelmiş ve buradan da İslam dünyasına girerek İslam
skolâstiğine yol açmıştır. Skolâstik sözcüğü Latince SCHOLA okul sözcüğünden gelir.
Çünkü bu felsefe orta çağda din adamlarını geliştiren manastır ve katedral okullarında
işlenip gelişmiştir. Skolâstik felsefe bir okul öğretisidir. Öğretmek ve öğrenmek için işlenmiş,
sistemleştirilmiş bir teorelemdir. Skolâstiğin metot bakımından yapmak istediği felsefeyi
Vahi’nin doğrularına uyarlanarak inanç konularını alabildiği kadar kavramı yapmak ve
vahiy’e karşı akıl yönünden ileri sürdürebilecek olan itirazları karşılayabilmektedir. Buna göre
skolastik felsefenin istediği yeni bir şey bulmak değildir. Hıristiyan dinini temellendirmek
karşı görüşleri çürütmektir. İslam dini için de aynı şey geçerlidir.
Bu yüzden skolastik felsefe Aristo mantığına sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü Aristo
mantığında yani kanıtlama ve kanıtlara dayandırma esastır. Orta çağ filozofu kendisi bir dünya
görüşünün yaratıcısı saymaz. Çünkü o üzerinde çalıştığı bir sistemin işçisidir. Kişiliği işinin
25
arkasında silinmiştir. Skolâstik ahlak tanrıya itaat etmek ve onun buyruklarını yerine getirerek
açıklanacak bir amacı bu en üstün iyiye ulaşmaktır. Skolâstik anlayışta devlet özü gereği
evrensel bir devlet, Hıristiyan bir toplumun bir adaletidir. Ancak bireylerin toplumdaki yeri,
saygınlığı, otoritesi, mal – mülkü, yetenekleri, tanrının kendilerine verdiği şeylerdir. Ve
hesabını isteyecektir.
Ortaçağ felsefesini tümüyle yansıtan en önemli filozof bir İtalyan olan Aguinolu
Thomas’tır. Dini bir eğitim gören Aguinolu Thomas bir hocadır ve çok sayıda eseri vardır.
Thomas estetik konusundaki düşüncelerini Summa Theologoca eserinde toplamıştır.
Thomas’a göre güzellik doğadaki şeylerde bulunur. Güzellik bilinçte bir izlenim uyandıran
veya uyandırabilen bir ışınlamadır. Güzelliğin nedeni düzendir. Düzenin belirtici öğesi ise
birliktir. Düzen onunla değişir. Birlik ilkesi değişirse gereklerin ilkesi de değişir. Thomas’a
göre birlik düzenin rasyonel unsurudur. Düzen bir öğeler çokluğunu gerektirir. Basit bir şeyi
düzenlemeye gerek yoktur. Var olan bir şeyin güzelliği yetkinliğinin tam ifadesidir. Yani
güzellik bir varlığa yetkinliğini veren şeyin açılmasıdır. Doğada ve sanatta birlik ışıldamazsa
ve kısmen organik olarak birbirine bağlı ve uygun değilse güzellik yoktur.
Thomas’a göre estetik orantı herhangi bir orantı değildir. Bir varlığa uygun gelendir.
Yani bir şey olması gerektiği gibi olursa güzeldir.
İnsan vücudunun güzelliği konusunda Thomas kol, bacak, baş ve ayakların çok orantılı
olmaları dışında bunlara asıl güzellik kazandıran unsurun fonksiyonları olduğu görüşündedir.
Thomas güzelliğin uyandırdığı izlenim üzerinde durmuş. Ona göre güzel; bakılması hoşa
giden şeydir.
İnsan aklı yetkin olan şeyden hoşlanır. Çünkü aklın kendisi yetkin ve güzeldir. Ruh
kendisini arada bulur ve tanır. Kendisine bezeyene yönelir. Güzeli seven bir yarar
gözetmeksizin onu sever ve sahip çıkmak istemez.
Thomas’ın estetik görüşü objektivist olmakla beraber psikolojik gerçeğe de önemli bir yer
ayırmıştır. Böylece güzellik nesnelerin basit bir niteliği olmaktan çıkartılıyor. Thomas’ın
estetik doktrini eski Yunan estetiğinin varolan son noktası ve tamamlayıcısıdır. Tamamen dini
26
bir bakış içerisinde ve vahiyin doğrularına ters düşmeyecek şekilde Platon, Aristo ve
Platinus’un görüşleri kaynaştırılmıştır.
SANATA GİRİŞ
Sanatın toplum içindeki görevi tarih içinde, tarih öncesinde ve gelişmesi nerede olursa
olsun dönemden döneme farklılıklar göstermiştir. Sanatın doğuşu ve gelişmesi neredeyse
insanın yeryüzündeki gelişmesi ile aynı zaman dilimi içinde eskidir. Özellikle ilkel
toplumlarda insanın aklı dış çevrede olup biten olayları hatta kendi bünyesine ait bir takım
değişiklikleri açıklayabilmekten uzak olduğu için bu açıklamaları yapabilme bakımından sihre
ve büyüye sarılmıştır. İşte sanatın doğuşu da tabiatı açıklayıp kontrol etmeye çalışan büyü ve
sihir gösterileri ile birliktedir. Sanat faaliyeti ve sanat üretiminin doğuşu bize, yapılan
kazılarda bulunan araç gereçler, bunların üzerindeki süslemeler ve benzeri formlar aracılığıyla
ulaşmaktadır. Aletler her hangi bir işi gerçekleştirmek için insanın yapmış olduğu teknik
nesneler insanı diğer canlılardan ayıran ilk uygarlık belirtisidir. Örneğin bir takım silahlar,
çanaklar, çömlekler söz konusu olsun. Aslı aranırsa bunlar birer ihtiyacın ürünüdür. Çünkü
insanın varlığını kavrayabilmek için bazı donatımları eksiktir. İnsanın pençesi, kürkü, dişleri
kolay kolay avını parçalayacak halde değildir. Fakat insan aklı ile önce ağaç dallarından,
taşlardan yararlanmış daha sonra doğayı değiştirmeye başlamıştır. Taşı yontarak alet yapması,
kayaları yonarak hayvan resimleri yapması, tabiattaki maddelerle süs malzemeleri yapması
işte bunlar bize ihtiyaçtan kaynaklanmış olsa bile bir sanatın doğuşunu gösteriyor. Demek ki
sanat başlangıçta insanın kimi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
İlk bulgu Fransa’nın yukarı Dordayne yöresi mağaralarında yaşayan insan topluluklarının
kalıntılarıdır. Bu mağaralar bu kalıntılar bakımından oldukça zengindir. Bu dönem
insanlarının hayvanları avlamak için malzeme kullandıkları ve ateşten yaralandıkları belli
olmaktadır. Uygarlığı ilk belirleyen bu insanlardır fakat modern bir uygarlığı yapan bir insan
topluluğu değillerdir. Bu anlamda tarih öncesi dönemin sanatçısı kendi hayat şartlarından
almıştır. Ve bu alanda sanat sosyal hayata bağlı olarak ve sosyal hayatın bir öğesi olarak
ortaya çıkmış ve bu hayatın şartlarıyla oluşmuştur. Mağara duvarlarına hayvan resmi çizmiş
olan kişi acaba mağarasının duvarına bir resim çizmesinin sebebi hayvanı haps etmesini mi
yoksa bu kişi bir büyücümüdür. Bu dönem insanları ikisini birden yürütmüş avcılık ve sanat iç
içe girmiştir. Bu manada tarih öncesi dönemde buzul çağının mağara dönemi hayatı sürdürme
27
görevi ile karşı karşıya kalıp bu korkuları aşabilme ile olmuştur. Ve beklide sanatların en
eskisi olan resim bu yolda insana çok yardım etmiştir.
İnsanların yalnızca avcılıkla ve toplayıcılıkla yaşadıkları İ.Ö. 30.000-10.000 yılları
arasında oluşan sanat kalıntıları sosyoloji içinde önemlidir. Çünkü o dönemdeki insanların bir
mesajıdır. Avcılıkla ve toplayıcılıkla yapılan gelişmeye sosyolojide mikro çevre istismarcılığı
denmektedir. Buzul çağı insanlarının küçük kümeler halinde yaşadığı ve avcılıkla geçindikleri
bilinmektedir.
Henüz çevreyi değiştirmeye yönelmemiş olan bu insanlar çevre şartlarına uymak için
mağaralara başvurmuş ve avcılıklarını sürdürmüşlerdir. Yaptıkları ilkel silahlar la avlanmak
ve kendilerini korumak için kullanmış fakat ayrı kalmayıp birlikte yaşadıklarını ve buraların
kutsal yer olduğunu belirtir. Mağara duvarlarına çizilen bu hayvan resimleri korkularını
yenmelerini onları haps etmeleri olarak düşünülebilir. Yerleşik düzene gelindiğinde
hayvanların evcilleştirilmesi toprağın kullanılması bunlar insanın giderek tabiata olumlu
olarak bakmasına neden olur. Ve denetime aldığı şeyler kendisine dost olmuştur. Yerleşik
düzene geçildikten sonra şehirleşme ortaya çıktı. Bu güne kadar gelen uygarlığın temeli atıldı.
Yüksek uygarlıkların henüz doğmaya başladığı dönemde resmin yavaş yavaş ortadan çekildiği
dini yapılar ile mimarı ile müziğin aldığı görülmektedir. Mısır mimarileri büyük kiliseler,
muhteşem camiler gibi anıt yapılar ağırlıktadır. Resim süsleme sanatları heykel gibi sanatlar
muhteşem anıtların içinde kullanılmış ve gelişmiştir. Başyapıt tabi ki muhteşem anıtlar
olmuştur.
Sanatın hangi şartlarda ortaya çıktığını gördük. Sanat bu başlangıçlardan itibaren hem
türü bakımından ve hem de daha ileri vadede gittikçe zenginleşerek ve her zaman her
toplumda son derece önemli bir kültür özelliğini koruyarak günümüze kadar gelen bir
faaliyettir. Toplumların zaman içindeki gelişim ve değişimi toplumların birbirinden farklı
biçimleri genel olarak faaliyetlerine ve sanatçıları devirlerin dönem sanatçılarını, sanat
tarzlarını etkilemiştir. İşte sanatın toplumla olan bu faaliyetine ve toplumdan nasıl
etkilendiğine ayrıca sanatın toplumu etkilediği ve ele alıp incelediği dal sanat sosyolojisidir.
Sanatın fonksiyonel bir açıklığını yapabilmek için onu içinde bulunduğu sosyal çerçeve
ile bağlantılı olarak ele almak gerekir. Tarih süreci içinde ve günümüzde çevremize
baktığımızda görüyoruz ki birbirinden farklı toplum birikimi kültürü bulunmaktadır. Ancak
bunlar da birbirlerinden kopuk değillerdir. Anlamlı bir ilişkileri vardır. Ancak yinede her
28
toplum dili gibi örf ve âdeti gibi o toplumun damgasını taşıyan bir de sanat beğenisi
bulunmaktadır. Örneğin bir Japon kültüründeki bireyin beğenisiyle bir başka ülkenin bireyi
arasında bir farklılık olacaktır. Fakat buna rağmen sanatın evrenselliği kaçınılamaz. Bu da
sanat eğitimi ile alınan ortak bir evrensellik eylemidir. O halde sanatçı dediğimiz kişi bir
yanıyla doğrudan doğruya kendisini var eden sosyal çevreye bağlı iken öte yandan evrensel
sanat anlayışına yol açar. Sanatla toplum arasında organik bir bağ vardır. Her toplum
bakımından o toplum bireyleri arasından bir sanat beğeni olmakla birlikte sosyolojiyle de ele
alabiliriz. Ama toplumları göz önüne aldığımızda geleneksel ve teknolojik olarak ayırabiliriz.
iletişimi temel öğelerinden biri olmaktadır. Ve sanat eserlerinin sanatı daha güzel kılma gibi
bir eğilimi vardır. Topluma bir canlılık kazandırma hayatı daha anlamlı kılar.
Eski Mısır Eski Hint Ortadoğu İmparatorlukları Amerika da ki Meksika ya da İnka
toplumlarındaki sembolik ifadenin değeri daha bir önem anlam kazanmıştır. Bu tip
toplumlarda kendisine bir takım tanıklıklar bahşedilen yöneticinin insanları yönetecek gücü
elinde toplaması ve pek çok zenginlikleri bir araya getirebilmesi sanat eserleri de bu
yöneticinin ölümsüzlüğünü ve kutsallığına yönelik olarak neden olmuştur. Bunlara Japonya’yı
da katabiliriz. Ortaya çıkan sanat eseri dene ve mistik olarak iç içe geçmiştir ve eserler
mümkün olduğu kadar dev boyutludur. Örneğin Mısır Piramitleri ve yine bu ters toplumlarda
merkezi devlet elinde bulunduran tanrı-kral imajına uygun olan dev boyutlarda yarı tanrı yarı
insan olarak sembolleştirilmiş bir takım eserler ortaya koyulmuştur. Bu sanat eserlerinin
ortaya koyulmasında gerekse projenin yapılması sırasında bütün kümelerin ortaklaşa sembolik
değerler etrafında bütünleştikleri görülmektedir. Eski Yunan Siteleri aslında yönetim tekniği
ve tarzı olarak teokratik Asya İmparatorluklarının bir uzantısı değillerdir. Bunlar şehir
devletleridir. Bunların eserlerinin dev boyutlu olması beklenilmez. Farklı özellikte olmalarına
rağmen çok geniş alanda ve teokratik devlet özellikli doğru toplumlarda etkileri altında
kalmışlardır. Ayrıca bu toplumlarda yavaş yavaş çeşitli karşılıklı ilişkilerin nasıl yansıdığını
örneklerle görmekteyiz. Örneğin Pers savaşlarından sonra Yunan tiyatrosunun ortaya çıkması
ve ilk eserin Persler olarak ortaya çıkması ilginç bir örnektir. Eski Yunanlı gerek Mısırla olan
ilişkiler ve gerekse diğer devletlerle ticaret nedeniyle doğan ilişkiler çeşitli sanat eserleri
içerisinde dile gelmiş ve ifade bulmuştur. Şehir devletleri ortaya çıkışıyla birlikte sanat
faaliyetlerinin daha fazla olduğu görülür. Ve şehir öncesi bütün toplumlarda görülen
mitolojiler Eski Yunan dünyası için geçerlidir. Yalnız Eski Yunanda Mitoloji dünya geçerlidir.
Ancak bu mitoloji Eski Yunan da siyasi biçimler ortaya çıktıktan sonra devam eder. Orta
çağda özellikle batı toplumlarında yoğun bir sanat faaliyeti sürmektedir. Bu dönemde ister batı
Hıristiyan toplumu olsun ve isterse İslam toplumlarında olsun mimari büyük bir ağırlık
kazanmıştır. Ve bunlar sanat dallarını alabildiğine genişletmiştir. Demek ki geleneksel
toplumlar dediğimiz zaman yani sanayileşmemiş toplumlarda sanat faaliyetlerinde kutsal alan
ve sosyal alan tamamen iç içe, birey geride, kolektif heyecan ön safhadadır.
30
fonksiyonu salt taklide olanı olduğu gibi taklit etmeye çalışmakta mümkündür. Madem sanatta
bu anlayışın terk edildiğini görüyoruz taklide karşı olan JJ Russo sanatta taklidi
reddetmektedir. JJ Russo’ya göre sanat “Dünyanın deneysel bir tasviri olmayıp insandaki
duygu ve tutkuların bir taşkınlığıdır.” Russo’nun sanatta taklit teorisine karşılık tutkuları ve
duyguları anlatan sanat anlayışına karakteristik sanat anlayışı denir.
Russo’nun bu görüşlerinin izleyicisi olan ünlü Alman şair ve düşünür Göthe sanatı
tıpkı JJ Russo gibi sadece bize ait duyguların dışarıya aktarılması olarak görür. Bunlar
nesnelere aktarılma şeklindedir. Yani objektivasyonun dışlaşmasıdır. Böylece Russo Göthe ile
tamamıyla taklide yatkın sanat teorilerinin yönlerini duygusal sanat türlerine bırakmıştır. Sanat
taklit faaliyeti de olsa, duygularla da olsa her sanat faaliyeti ancak biçimlenerek, dışlaştırılarak
ve dile getirilerek mümkün olur.
Mesela Groce’ye göre sanatın yalnızca anlatım yanı vardır. Ve buna göre Groce derki
sanatta yalnızca önemli olan sanatçının sezgisidir. Yani sanatçının üslubudur. Sanat sosyolojisi
açısından bakarsak ne iyi taklit etmek, ne sezgi, ne duygu nede anlatım tek başlarına ifade
edilebilir. Bunları olduğu gibi anlatmak ta yetmez. Sanat eseri insanlar arasında bir iletişim ile
yüklenmiştir. İşte bu açıdan sanatın bütün özelliklerinin yanı sıra bir bilgi üretme süreci olarak
görmek onun aynı zamanda bilimle bağlantısını da kabullenmektedir. Yalnız burada sanata ait
bilgi ile bilimsel bilgiyi birbirine karıştırmamak gerekir. Sanatla bilim arasında ki en önemli
farklardan biri bunların nesneleri, olguları ele alış biçimindeki farklılıktır. Bilim soyutlama
yaparak nesnel gerçekleri anlatmaya, tasvir etmeye ve açıklamaya çalışır. Ve bunu yaparken
de akıl yürütmeyi araç olarak kullanır. Ve bir soyutlama yöntemi olan bilim somut gerçekleri
soyut gerçekler haline getirir. Bunu neticesinde tabiat kanunlarını ortaya koyar ve formüller
halinde bize ulaştırır. Ancak bu tabiat bilgisi için geçerlidir. Sosyal bilimler için bir takım
prensipler koyabiliriz. Bu durumda tabiat bilimleri doğal ve sosyal olayların dayandığı
prensipleri bulup çalışırken sanat daha çok belli biçimleri bulmaya çalışır.
Bilimde gerçekler kavramlar aracılığı ile yorumlanırken sanatta ise yorumlama
duyuşlara, sezişlere ve sanatçının birikimine dayanır. Bir psikolog insanın psişik hayatının
ilişkisine art genel kuralları verir. Ve hangi durumlarda olursa olsun davranışlar söyler, sanat
birtakım şeylere bakmayı değil de onları görmemize yardımcı olur. Dramatik sanatlar bize
hayatın boyutunu ve bilmediğimiz derinlikleri açıklar. Ve insanları tanımamızı sağlayabilir.
Bilim de aranan sadece ve sadece doğruluktur. Akılcı ve mantıklı olmaktır. (Ratia ve
33
Logostur) Hâlbuki sanat eserlerinde gerçeklik kadar güzellikte söz konusudur. Sanattaki güzel
sanatın kendi güzellik anlayışıdır.
zorunlu ihtiyaçların baskısından uzaktır. Buna karşılık bilimin getirmiş oldukları insanın temel
ihtiyacının çoğunu gidermekle birlikte insanın duygu dünyasındaki arayışlarını çözmeye
yetmez. Bu boşluğu sanat doldurur. Çağdaş sosyolojik gelişmeler sanatın insan için gereğinin
anlamının ne olduğunu doğru bir biçimde ortaya koyabilmek için çeşitli arayışlara yönelmiştir.
Çünkü günümüzdeki sanat anlayışı sanatın bütün bu özellikleri ile sonuçta bir görev yaptıkları
şeklinde ifade bulur.
Genel anlamda sanat bir şeyi kurallarına uygun olarak yapma anlamına gelmiştir. Ama
biz biliyoruz ki bir şeyi kurallarına göre yapma sanat için değil her alan için geçerlidir.
Zanaatla sanat birbirinden farklı şeylerdir.19.yy dan bu yana kullanıldığı gibi sanat
denildiğinde güzel sanatlar aklımıza gelmektedir. Estetik bir yaratmanın ifadesi anlamında
kullanılmıştır. Bu durumda sanat duygunun, bir tasarının ya da güzelliğin ifadesinde kullanılan
yöntem ve bu yöntem sonucunda ulaşılan üstün bir yaratıcılık olmaktadır. Sanat için sanat
anlayışı genellikle sanatı sanatçının bilinçaltına ait olan düşünce ve duygularının bir ürünü
olarak görmüştür. Bu görüşün en önemli temsilcilerinden biri olan Kant’a göre sanatın amacı
estetik bir hazdır. Buna karşılık toplum için sanat anlayışını savunanlarda sosyal alanın artistik
imajlarla yansıtılması şeklinde görürler. İşte sanatın sadece sanatçı olan bireyin bilinç altına
kadar indirgeyen birinci görüşle sanatı sosyal gerçekleri yansıtan bir araç olarak görenler ister
istemez tek yanlılığa düşerler. Çünkü hem bireye ait hem de toplumu bir ele almayan birey ve
toplum anlamlı bir bütündür. O halde sanat insana özgü bir faaliyettir. Hem bireyi hem de
toplumu ifade eder. Sanat hem bireyin gelişmesine hem de toplumun değer yargısına bağlı
olarak çeşitli üsluplarla karşımıza çıkar ve bu, toplumdan topluma zamanla değişir.
Ancak sanat faaliyetlerine en genel problem ve felsefeyi de etkileyen problemlerin
sanatın amacı olan güzeli geliştirmenin nasıl mümkün olduğu ve güzelin ne olduğu sorusudur.
Bu soru estetiği ortaya çıkarmıştır. Platon’dan Kant’a kadar olan filozoflar “Güzel
nedir?” ,“Güzellik kavramı neye göre bellidir?”,”Toplum güzel kabul ettiği için mi güzeldir
yoksa kendiliğinden mi güzeldir?” gibi soruları cevaplamaya çalışmışlardır. Bu sorular
felsefenin uzun bir zamanını almıştır. Bir sanat eserinin güzelliği ile güzel bir şeyin
anlatılmaya çalışılması birbirinde farklı şeylerdir. Hem bireye ait iç zenginliğin hem de sosyal
hayatın bir parçası olan sanat hayatla iç içedir. Ve her eser aynı zamanda hayatın bir boyutunu
da anlatır. Bu anlamda sanat esri geçmişi ve geleceği şimdiki zaman aracılığı ile birbirine
bağlayan bir köprü gibidir. Bu anlamda sanat sosyolojisinin de en az estetik kadar ilgili olduğu
35
bir disiplindir. Sosyolojik açıdan baktığımız zaman sanatın önemli fonksiyonlarından biri de
insanı eğitme fonksiyonudur. Sanat eseri rasgele ortaya çıkmaz. O halde sosyoloji sanat
eserinin ortaya çıkışını da inceler. Bu yanıyla sanatın tıpkı bilim gibi insanı yetiştirmek,
yönlendirmek, hayata bakış açısını genişletmek gibi bir yönü vardır. Sanat nasıl bir bilgi alanı
ise hem de eğitim fonksiyonudur. Sanat aynı zamanda insanla çevresi arasında bir denge
sağlama yerinede getirir. Bu nedenle sanata önem veren ve sanat birikimlerinin zengin olduğu
toplumlarda gerek bireye ve gerek topluma olan bunalımlarda daha kolay ulaşır.
Sanat bireyin kendisini çerçeveleyen sosyal çevre ile toplumun kaynaşmasını sağlayan
bir araçtır. Paylaşma yeteneğini arttırır. Bu anlamda sosyalleşmeye yardım eder. Her dönemin
her toplumun sanatıyla o dönemin ya da o toplumun yapısı ve görüşü alanıyla anlamlı
bağlantılar vardır. İlkel toplumun sanat faaliyeti ile karmaşık toplumun sanat faaliyeti ve
sanayileşmiş toplumlarda sanat faaliyeti birbirine benzemez. Ve benzemesi mümkün değildir.
Öte yandan sanatçı olabilmek için hele günümüzde yetenek önemli değildir. Belli bir eğitim
düzeni de olması gerekir demek ki günümüzde duygu, bilgi ve yetenekle sanatçı orijinal bir
yapıtın yaratıcısı olabilir. Anlatabilmek için sanatı bilmek, kendini geliştirip, yenileyerekten
anlayabilme kabiliyeti kazanır. Bütün toplumlar geçiş süresi içinde oldukları dönemlerde o
toplumda yoğun bir sanat faaliyetinin olduğunu gözleriz. Demek ki hızla değişen değerler
sanatçının ilgisini ve dikkatini üzerine çekmektedir. Ancak bunları belli ortamlarla belli
yöntemlerle yaparlar. Örneğin bilim bilgiyi toplamak ve bu toplanan bilgiden belli sonuca
bakmak durumundan çeşitli araştırma yöntemlerine sahiptir ve bunları kullanır. Hâlbuki
sanatın böyle bir yöntemi yoktur. Bu noksanlığı zaman zaman sanatlarda duymuşlar ve
bilimsel yöntemlerden yararlanmaya çalışmışlardır. Ancak bilimde olmayan bir özellik sanatta
vardır. Oda her sanatta değişik üslupların olmasıdır. Buda günümüzde sanat ürünleri hayatın
değişen ritmine ışık tutmakta ve sosyal değişmenin kolay algılanmasında sağlanmaktadır.
Sanat eseri insanı tarihi boyunca değişik üsluplarla çıksalar bile onları eğiten, ışık tutan bir
fonksiyonları da olmuştur. Sanatın bir eğitim alanı olması, sanatın insanın sosyalleşmesine
yardım etmesi bütün zamanlarda sanatın ortak fonksiyonudur.
karşı insanın bir sihir büyü aracı ve bir savunma aracı olmuştur. Sanat sosyal hayatın bir
parçası olarak çeşitli yönden insana yardımcı olmuştur. Sanat böylece tabiat karşısında
donanmayı değil insanın kendini gerçekleştirmesine de yardımcı olur. Bireyi toplumlaştırırken
öte yandan da onu tabiattaki değişmeye karşı onu hazır kılmıştır.
2. İlkel toplumlarda farklı olarak yapısı değişen toplumlar sanatın ve sanatçının fonksiyonu
değişmiştir. Yeni bir anlam kazanmıştır. Bilimden de inanç alanından da farklı bir durumdur.
O halde ilkel olmayan bu toplumlarda sanat başlı başına bir bilgi alanı bir eğitim fonksiyon
yüklenmesi bütün bu faaliyetler sosyalleşmeyi ifade eder. Nihayet bu toplumlardaki değişmeyi
algılayacak bir iç sanat vermiştir.
3. Teknolojik toplumlarda ve çağımızda ise sanat yine bir bilgi üretme sürecidir. Bilimle belli
bir ilişkisi vardır. Fakat gölgesinde değildir. Yine eğiticidir. Yine insanın sosyalleşmesinde
yardımcı değer sistemleridir. Çağımızın en önemli özelliği olan hızlı sosyalleşmeye insanı en
çok hazırlayan daldır.
Genel bir sanat teorisi şu düşünce ile başlatılabilir. İnsan duygularının önüne sunulan
nesnelerin kompozisyonla biçimine, yüzeyine ve kütlesine göre davranır. Bu psikolojik bir
kuraldır. Nesnelerin biçim, yüzey ve kütlelerini belli düzene göre yapılması hoşumuza gider.
Böyle bir düzenlemenin eksikliği de ilgisizlik, sıkıntı hatta zaman zaman tiksinlik yaratır.
Psikolojik bakımdan güzellik duygusu hoşa giden bağlantılar duygusudur. Çirkinlikte bunun
tersidir. Bazı insanlar eşyaların, nesnelerin görünüşteki ölçülerin bunlar arsındaki uyumun
farkında olmayabilirler. Bu uyuma ilgisiz kalabilirler. Bu bazı insanların renk körü olması
gibidir. Ancak renk körlüğü ne kadar az bir durumsa bu eşyanın biçimi, yüzeyi, uygunluğu ve
uygunsuzluğu o kadar azdır. İşte temel olarak bu duyguyu alırsak sanatta güzel kavramını
anlamak daha kolay olur.her ne kadar güzellik için yapılan tanımlar çok sayıda ise belki de en
birleştirici tanım yukarıda verilen tanımdır. Aslında güzellik kavramını tarih boyunca
toplumdan topluma sürekli değişmiş olarak görüyoruz. O zaman bir sanatçının, sanat
tarihçinin kendi yaşadığı dönemi kendi içindeki güzeli bir yana bırakıp diğer devirdeki
37
güzellik dahi tabiattan sapmadır. O kadar güzellik zihindedir. Bu tabiatın eksikliği değil
gerekliliğidir. Bu bozma iyice şekilsiz hale getirilebilir. Bu da o dönemin üslubunu ortaya
koyar. Bütün bunları içindeki ahenk güzel duygusunu verir.
Estetik obje (resim-heykel-müzik) ne olursa olsun belli nitelikleri olan bir objedir.
Sanat eserleri örneğin bir heykel, bir taş kütlesi, bir resim renk ton çizgiler olarak karşımıza
çıkar. Ama bir heykel sadece taş değildir. Bir resim sadece çizgi, renk değildir. Eğer bunlar
aynı özellik taşımasalar reel dünyanın unsurları olurlar. Bir resme real dünyadaki objeler gibi
bakmazsınız. Bir ayakkabıya deri diye bakamazsınız o artık ayakkabı olmuştur.
Real dediğimiz şeyin en temel özelliği onun bir bilgi objesi oluşudur. Objectiondur.
Objection karakteristik bir bilgi fenomenidir. Objectivation, objection’dan kesin olarak ayrılır.
Objectivation daha önce var olmayan bir şeyin ortaya konmasıdır.
Objectivasyonda canlı tip yaratıcı objectionda ise alıcıdır. Objectivasyon heterojen bir
yapıya sahiptir. Heterojen iki varlık alanından oluşur.
Tinsel varlık reel varlık “Gnoseolojik” (Bilgi) obje tarafından taşınır. Sanatçı niçin
objectivasyon yapar? Elbetteki suje için toplum için yapar. Sanatçı eserini başka sujeler
tarafından görülsün, dinlensin diye yapar. Böyle olunca bir “bene” yani sujeye ihtiyaç vardır.
Objectivasyon Daima Üçlü Bilgi İçinde Meydana Gelir.
Objektivasyon – Objection
1. Objectivasyon daha önce varolmayan bir şeyin ortaya konmasıdır. Objection’da ise
var olan objenin objelenmesidir.
2. Objectivasyonda canlı tin yaratıcıdır. Objectionda ise alıcıdır.
3. Objectivasyon heterojen bir yapıya sahiptir. Objection homojen bir yapıya sahiptir.
Biz nesnelere olaylara anlam ve ifade verdiğimizde onlar salt real şeyler olduklarından
çok duru açık ve saydam olarak karşımıza çıkarlar. Sanat eserini estetik objeyi tabiattan ve
real objeden ayıran sanat eserinin sanat eserinin bir ifadesinin ve anlamının olmasıdır.
Şüphesiz estetik obje sadece bir anlam ve ifade varlığı değildir o bir yandan gerçeğe dayanır
ve bir real objedir. Öbür yanıyla bir anlam varlığıdır. Bir Objectivasyon olarak sanat eseri
varlık tarzı bakımından, hem realiteye hem de idealiteye dayanır. “Sanat realitede, görünüşe
ulaşan irrealite (idealite) dir.” Görünüşe ulaşan idealite ile estetik obje ortaya çıkar. Real
dünyadan kopar ve ideal bir dünyaya yönelir.
Bir real objeyi belirleyen kategoriler başlıca bir estetik objeyi belirleyen bu nedenle bir
ağaç tuval üzerinde yeni bir varlık huzuruna sahip olduğu kategoriler değişir. Bahçemizde ki
ağaca dokunabiliriz fakat tuvaldeki ağaca ise dokunamayız. Ama estetik varlık realiteye
katılan bir varlıktır. Sanat eseri realiteden pay aldığı gibi idealiteden de pay alır. Sanat eserinin
realitesi, daha az bir realitedir. O bir realiteye katılma ondan pay almalıdır.
Bir teknik üründe (otomobil-moda) estetik olabilir. Ancak onun estetik oluşu primer bir
problem değildir. Oysa bir estetik objenin güzelliği onun özü ile ilgili primer olan bir şeydir.
Teknik ürün bir fabrikasyon işidir. Örneğin Mikelinjın David’i Yaşar Kemal’in İnce Memed’i
birer defalık bir yaratmadır. Teknik ürün zorunlu bir yapı olduğu halde sanat eseri hür bir
yapıdır.
Estetik Obje Ön ve Arka yapıdan meydana gelir.
Ön yapı daima açık olarak kavradığımız bir yapıdır. Onun içerdiği bir problem yoktur.
O bize veri olarak verilmiştir yalın ve tek bir tabakadır. Arka yapı ise POLYPHONİK bir
40
yapıdır. O, daima bizim için var olandır. Bir heykel onu estetik olarak kavrayan bir suje ben
için heykeldir.
Estetik objenin sanat eserinin varlığı reel bir ön-yapı ile görülen bir idealite olan bir
arka yapıdan oluşur. Ve ancak görülen idealite aracıyla estetik obje ortaya çıkar real dünyadan
kurtulur ve ideal bir dünyaya yükselir. Ön yapı maddi ve duygusal olan yapı realdir. Görünen
arka-yapı tinsel içerik irrealdir. Ön-yapı bütün formuyla kendi başına vardır. Öbürü ise yalnız
alıcı (kavrayıcı) bir tinsel varlık için vardır.
Bir sanat eserinde arka-yapı tabakaları ön-yapıdan ne kadar uzaklaşırsa eser o derece
zenginleşir.
Yaratmanın ereği ön-yapıdır. Real varlıktır canlı tinsel varlığın reel yapıya konmasıdır.
Yaratma tinsel tabakadan reel tabakaya doğru inişle başlar irreel varlık tabakaları ondan
arkaya doğru gittikçe derinleşir.
Resmin ne olduğunu anlamak için onunda antolojik bir analize tabi tutulması gerekir.
Çünkü resim de heterojen bir yapıdır. Genel olarak iki tarz resim vardır.
1. Edebi İçeriği Olan Resim
2. Salt Resim
1. Edebi içeriği olan resimde bir konu bir olay işlenir. Bu tip resimlerde birbirinden
farklı üç tip tabaka bulunur.
a. Yeniden meydana getirilen görme
b. Görünüşe ulaşan tasvir edilen şey
c. Edebi tema (bir hikayenin başı ve sonu olabilir)
Perspektifsiz nesneler bir deyimle mantık dışı nesnelerdir. Perspektif nesnelere düzen sağlayan
görmedir. Perspektif olmadan hiçbir tasvir, resim olmaz.
b-c. ikinci ve üçüncü tabaka birbiriyle karıştırılırsa edebi tema tabakasına nazaran
tasvir edilen nesne tabakasının daha önemli olduğu belirir. Modern resme gelinceye kadar
figürler konvansiyonel sanatın vazgeçilmez bir elemanı olarak görülüyordu. Oysa geleneksel
resim sanatı içinde edebi içeriğin vazgeçilmez bir elemanı olarak dahil edildiğini görmüyoruz.
Edebi içeriği olmayan bağlık tarzlarında portre ve peyzaj gibi bulunduğunu göremiyoruz. Bu
da tasvir edilen nesnelerin edebi içeriğe önemle üstün olduğunu gösterir.
Sanat eseri iki heterojen seferden meydana gelir. Ön-yapı arka-yapı, ön-yapı (maddi
tabaka) da görünüşe ulaşan birde irreel sefer vardır. Bu sefer homojen değil heterojen bir
seferdir. Heterojen sefer farklı tabakalardan oluşur. Bunlar.
Soyut resmi ve tasvire dayanan her iki resmide birbirinden ayıran şudur: Tasvire
dayanan resim tarzında resmin başlıca elemanları görünüşe ulaşır. Böylece resmin elemanları
arasında yeni fonksiyonlar sanat dışı gelişir. Soyut resimde bunlar ortadan kalkar. Sanat dışı
gerçeği yansıtma fonksiyonu ortadan kalkınca resim sadece bir renk ve biçim münasebeti
olarak kavranır ve nonfigüratif karakter ve biçim anlayışı hakim olur. Böyle bir resim tarzı
dekoratiftir. Sanat Antolojisi bakımından soyut sanat SIĞ bir sanattır. Bu sonuç onun değeri
olmadığını meşru olmadığını göstermez.
42
ANTOLOJİ : Varlık Bilimi, ilk defa bunun yorumunu Aristo yapmıştır. Ama
onların yorumladığı metafiziktir.
İNORGANİK : En küçük elektrondan galaksiye kadar
EKOLOJİ : Çevre Bilimi
MAKRO : Üst Düzey
MİKRO : Küçük Düzey
ORGANİK : Tek hücreli amipten başlayarak en gelişmiş canlılardır
RUHİ TABAKA : Bireyseldir. Ruhi tabaka insana bağlıdır.
TİNSEL TABAKA : Kolektiftir yani kültürü anlatır. Bu yüzden ruhi tabakadan
ayrılır. Örneğin bir minyatürün nereye ait olduğu sorulsa ve cevap verildiğinde bu tinseldir.
Resme bakarken real ve irreel tabaka olarak bakarız.
Tinsel Tabaka
Objectivasyon
Objektiv
Kişisel
ANTOLOJİ: Varlık bilimi var olan bir şey olarak var olanın bilimidir. İnsan üç
boyutlu bir mekân üzerinde yaşar geçmişi anımsamakla geleceği hayal etmekle yaşar.
OBJEKTİVASYON: Düşüncenin nesnelleştirilmesi yani somut halidir.
TERMİNOLOJİ: Bir bilim dalının en son şeklinde ifade edilmesidir.
ANTROPORMORFİZM: Her şeyin insana bağlı icra edilmesi.
METAFİZİK (Doğaüstü): Eskiyi koruyan dünya güneş
1. Subject (ben)
2. Object (sen)
3. İlgi (somut)
RETROSPEKTİV: Eserlerin kronolojik sıraya göre dizilmesidir. Sanat eserleri
subjektiftir. Herkese göre değişmez.
İMİTASYON: Sanatın temeli taklittir. Basite indirgenir.
EGOSANTRİK: Bencillik-ben içincilik
Çocuklar etrafındaki nesnelerin farkında değillerdir. Her şeyi kendi benliğine
indirgemeye eğilir.
Ruhi
Real Bireysellik
Organik
İnorganik
Ritm: Bir hareketin belli bir düzen içinde tekrarıdır. Sanatın mantığıdır. Ritm birliği
oluşturur.
Chromatik: Renklerin birbirine karıştırılmadan kullanılması saflığıdır. % 90 olan
renktir. Saf renklerde Polikromatik olarak bilinir.
Van Gogh’un saf renk ve çizgi kullanması onun ruhi boyutunu ve ideasını gösterir.
Tinsel Varlık: Ruhi varlık tabakasının üzerindedir. Bu tabaka kolektiftir. Yani kültürü
anlatır. Bu yüzden ruhi tabakadan ayrılır. Ferdiyetçiliktir. Çok ortaklık vardır. Sanatta bir
kültürdür. Ör: Bir minyatürün hangi ülkeye ait olduğunu bilmek tinsel, minyatürün kime ait
olduğunu bilmek ruhi tabakaya girer. Tinsel varlık kültür ve tarih bağlarıdır. İnsanın olmadığı
yerde kültürde, tarihte olmaz. Bir halkın bir çağın tinsel varlığı da ortaktır. Herkesin
benimsediği ve inandığı bir din ortaktır. Felsefede izmler real varlığın bütünlüğünü dikkate
almadan onun sahip olduğu bir izmdir. Varlık tabakasının mutlaklaştırılmasıyla olur.
1. İnorganik tabaka mutlaklaştırılırsa (temel olarak alınırsa) buradan materyalizm ve
realizm sistemleri doğar. Maddeyi savunur.
2. Organik varlık tabakası temel alınırsa vitealizm ortaya çıkar buna göre geriye kalan
varlık onları canlı varlığı varyant olarak görür. Canlılıktır. Canlı varlığın önemi söz
konusudur.
45
KATEGORİLER
Her tabakanın kendine has özellikleridir. Varlık homojen değil heterojendir. Ve varlık
kendini tabakalar halinde gösterir. Bu tabakalar birbirinden bazı temel özellikleri ile ayrılır.
Buna kategori denir.
Antolojiye göre kategori varlığa var olana özgü niteliklerdir. Kategoriler ikiye ayrılır
1. Temel Varlık (MODALİTE) Kategorileri: Bunlar varlığın bütünüyle ilgilidirler.
Belli başlıları şunlardır. Form-Madde-Eleman-Bütün-Birlik-Çokluk-Süreklilik-Süreksizlik-
Nitelik-Nicelik vb. karşıtlarda meydana gelen kategorilerdir.
2. Özel Varlık Kategorileri: Her varlık tabakasında aşağı bulunmayan özellikler
vardır.
a. İnorganik Tabakada: Zaman, uzay, sebep ve sonuç ilişkisi
46
1. Tekrarlama Kanunu
2. Değişme Kanunu (Her şey Değişkendir)
3. Noum Kanunu (Her tabakada yeni özellik)
4. Aralık Mesafe Kanunu
5. Güçlülük Kanunu
6. Bağımsızlık Kanunu (otonomi)
7. Madde Kanunu ( madde olmalı)
8. Hürlük Kanunu (yukarı basamak hürdür)
Reel varlık kategoriyal bir yapıdadır. Reel varlıkta keyfi hiçbir şey yoktur. Tesadüfünde bu
evrende yeri yoktur.
Oppasite Ronning: Heroglos tarafından bulunmuş zıt hareket. Tersinin oluşu. Karşı
hareket
Diyalogtif: İki karşıt düşünce vardır. Erkek – dişi gece – gündüz diyagonal hareket
verir.
Counte – Point : Zıt noktadır. Değişiklik içinde birlik vardır.sanat eserinde ilk aranan
şey, birlikteliktir. Form fonksiyonu takip eder. Bu ikili anlaştığı zaman sanat eseri güzeldir.
Form izleme bağlıdır.
47
Objektivation
Objektiv
Kişisel
Tinsel varlık kendi başına varlık değildir. Kendi başına olmayan bir şeye ise maddiyat
yüklemez. Bir öz yüklemez. Tinsel varlık Ontolojiye göre real varlık tabakasıdır.
Ethos Kategorisi: Bir sanat eserinde bir milletin izlerini anlatan izler. Mevlana da
Ethos bir karakter vardır. Ölmüştür ama o milletin özelliğini gösterir. Orijinal şey geleceğe
bağlı olmak zorundadır. Ethos kategorisi aşkın, üstün duyguların çoğu asıl sevgi, nefret
saymak ve saymamak tinsel varlığın sefer (küre) içinde bir bütünlük meydana getirir.
Tinsel varlık homojen olmadığı görülüp içinden heterojen bir yapıdadır. Tinsel varlık
alanında birbirinden farklı üç tin vardır.
1. Kişisel Tin: Bu tin kişisel varlıkla, kişisel varlığın bilinci ile kendi hakkımızdaki
bilinçle ilgilidir. Yalnız o sevebilir, nefret edebilir, o sorumluluğa sahip olabilir. Yalnız o
iradeye geleceğini görmeye ve kendi hakkına sahiptir.
2. Objektiv Tin: Kişisel tinden ayrılan en önemli farkı kolektif olmasıdır. Yalnız
objektif tin daha orijinal anlamda tarihin tarayıcısıdır. Kişisel ve objektif tinlerin belli ve ortak
özelliği bunların canlı olmalarıdır.
3. Objektivleşmiş Tin: Objektif tin realdir. özü bakımından objektif tinden farklıdır.
Not: TİN düşüncesini kuran HEGEL’dir tinsel varlık antik varlıksal bir bütünlük arz
eder. Üçü de belli bir düzen içinde kurulurlar. Dıştan homojen içten heterojendir.
48
İrreel real
Sanat eserinin üzerinde hiçbir düşünür yoktur ki felsefesini yapmasın Sanat eserine ilk
bakanlardan birisi Eflatundur. Esere bir fenomen olarak bakar sanat ve sanatçıyı iki türlü
suçlar.
1. Ahlakı bozuyorsunuz
50
1. Fenomonolojik Estetik
2. Psikolojik Estetik
Sanat Eserinin Ölümsüzlüğü: Sanat dünyasına bakarsak aynı gerçeği görürüz. Çünkü
sanat gerçekten ölümsüzdür. Mısır Piramitleri Yunan Heykelleri Rönesansın büyük plastik
eserleri her an yaşamaktadır. Keşanlı Ali Destanı yazarı Haldun Taner; hatta bu eserler
yaratılmış oldukları dönemlerden daha fazla canlıdırlar. Aradan geçen uzun yıllar onlara hiç
dokunmadan akıp geçmiştir. Arc – type (ilk örnek)
O halde sanat dünyası zaman kategorisinin belirlemediği reel üstü bir dünya yani
irreeldir.
Eflatun sanat eserini üçüncü elden bir taklit olarak görüyor. Asıl eserlerin ideler
aleminde olduğunu söylüyor. Ör: At ölse de bizde ölmeyen bir şey var at kavramı, ideler
alemini aklımızla duygularımızla algılıyoruz.
Eflatun’un öğrencisi Aristoteles nesneleri olduğu gibi anlatma nesneleri yorumlayarak
mümkün olduğu kadar değiştirmeden yaratmadır. Tarihçi olan olayı anlatır. Sanatçı ise olması
mümkün olanı tasvir edecektir. Yada gerçekten mümkün olan şeyi anlatacaktır. Rönesans bir
açıdan irrealisttir.
Sanat eserini ilk ele alan düşünürler felsefi bir düşünceyle hareket ederek bir sanat
felsefesi oluşturmuşlardır. Böyle bir felsefenin sonunda ve çerçevesi dahilinde rastladığımız
görünüşler çok zaman sanat nedir? Amacı nedir? Gibi bir takım soyut sorular döngüler
içerisinde dönüp durmuşlardır. Bu duruma göre sanat eseri estetik objeden çok düşünce objesi
haline gelmektedir.
Antik çağ İ.Ö.5.yy dan İsa’nın doğumuna kadar ve doğumundan bir süre Roma devrine kadar
Antik Çağ’da sanat eserinde iki karakteristik nokta görüyoruz. Poem: Şiir, Poet: Şair, Poetika:
Şiir sanatı yada sanat estetiği.
51
1. Aristo sanat eserinin kendisini araştırır. Mimetik yönü ile bakar. Platon bilgi olarak
bakar sanat fenomenini ele alır.
2. Aristo sanat eserinin kendisini ele alır. Platon sanat eserini tanımlamaya çalışmasını
bir olgu olarak ele alır.
3.Aristo realisttir; Platon idealisttir.
4. Aristo sanat eserini bir mimesis (taklit) olarak ele alır. Onun mimesisi bir suje ile bir
obje arasındaki ilgiyi ifade eder. Platon da böyle bir şey yoktur.
Kategori açısından Aristo problemi şöyle ortaya koyar.
Şair tıpkı öbür sanatlar gibi taklit eden bir sanatçıdır. Bu nedenle şu üç imkandan birini
zorunlu olarak taklit eder.