You are on page 1of 216

Varlık Yayınları, Sayı: 1003

Sertifika No: 10644


1. Basım: 2008

© Sodobnost lntemational, 2007


(İngilizce baskıdan, Texnıre Press, 2007 N.Y, N.Y)

ISBN 978-975-434-353-3

Ofset Hazırlık: Varlık Yayınları A.Ş.


Baskı: Kurtiş Matbaacılık, İstanbul

VARLIK YAYINLAR! A.Ş.


Piycrloti Cad. Ayberk Apt. 7-9 Çeınberlitaş 34400 İstanbul
Tel: 212-516 20 04- Faks: 212-51620 05
E-posta: varlik(gJisbank.net.tr
http//: www.varlik.com.tr
Ça!Jdaş sfoven öykü(eri

Hazırlayan ve Çeviren:
Osman Deniztekin

VARLIK
İÇİNDEKİLER

Matej Bogataj / Çağtlaş Sloven Edebiyatı:


Kuşaklann ve Tarzlar/il İlkesel Olarak Birlikte Yaşaması 7

Andrej Blatnik/ Elektrogitar 19


lgor Bratoz /Ivır Zıvır Tutanaif.ı 29
Ales Car/ Katlar 45
Evald Flisar /Cellatlar 59
Drago Jancar / Üstiin Yaratık 71
M il a n Klec / S!(ilan 85
Feri Lainseek /Kalbe Dair Masallar 91
Vi nko Möderndorfer /Paylaşılan Bir Am 1 09
Maja Novak/ Erkek Kedi 1 1 '>
Andrej E. Skubic /Her Şey Yoluna Girecek 1 Vi

Mi lan Vincetic / Bo/111mil Hraba/'ın Mazereti 1 ·l9

Jani Virk/ Sınırda 175

Vlado Zabot / Sukkııbus 1 9')


ÇAGDAŞ SLOVEN EDEBİYATI:
Ku§akların ve Tarzların İlkesel Olarak
Birlikte Ya§aması

MATEJ BO&ATAJ

1. Bir Ulus'un Doğuşu

Yeni bir binyıla girdiğimiz 2000 yılında, Slovenya'nın kültürel


gündemi, Sloven romantik §iirinin kurucusu ve temsilcisi sayılan,
Sloven §airlerinin en büyüğü France Prdercrı'in 200. doğum yıl­
dönümü kutla malarına odaklanmı§tı; Sloven diline bazı §iirsel bi­
çimleri sokan bu ünlü §air, Petrark sonesini mükemmcllqtirmi§ti.
Prderen'in §iiri nderi birçok okumayı da içeren yıl boyu §enlikler,
§airin ölüm gününe rastlayan bu ulusal kültü r bayramının her yılki
ku tlamasını geni§letmek ya da edebiyat geleneğine kar§ı ilgiyi yeni­
den canlandırmak veya sürdürmek amacını güden yen i bir tesadü­
fi proje değildi. Tersine, genel olarak Prderen ve edebiyat, Sloven
ulusal kim l iğin i n temelini olu§turuyor. Ölümünden 150 yılı geçkin
bir süre son ra Preseren'e yönelik bu ilgi, edebi bir biçim olarak §ii­
re verilen önemi ifade etmekten ziyade, Prderen ve ondan sonraki
tüm §iirin anlamının edebi öneminin çok ötesine geçtiğinin farkın­
dalığı ndan doğuyor.
20. yüzyılın en büyü k Sloven dü§ünürlerinden felsefeci ve ede­
biyat tarihçisi Dufan Pirjevec §iiri algılayı§ımız hakkında 1970'le­
rin ortalarında yayımlanan mükemmel çalı§masında, edebiyatın
Sloven ulusal çıkarlarının ifadesi ba kımından ayrıcalıklı ve temsili
bir alan olduğunu yazm ı§tı ; bunun bir nedeni tarih boyunca, özel-

7
J i kle Sloven u lusal ordusunda, ba§arısıyla ün yapını§ herhangi bir
Sloven generalinin bulunmaması, siyasetçilerin ise pragmatizm ve
ödüncülüğe mahkum olmasıydı. Slovence yazılmı§ ilk metin olan
9. yüzyıla ait Briiinski spoıneniki (Freising fragmanları) hariç, ede­
biyat yalnızca u l usal kimliğin temeli olan dili korumanın bir aracı
olmaktan öte, çaresiz ko§ullarda bir protesto a racı ve daha parlak
bir gelecek umudu idi. Efsanedeki Orfe gibi, §air kendisine geleceği
öngörme ve insan ları bir cemaat içinde birlqtirme gücü bah§edil­
mi§ olan, edebiyatın en üst unsurud ur. Slovenyalı lar gibi §aİrane
vizyonlar sayesinde yükselip korunduğu n u i ronisiz olarak iddia
edebilecek çok az ulus vardır.
Prderen'in tekn ik an lamda nqeli, hafifbir meyhane §a rkısı -ve
l 990 'larda bağımsızlığın ilanından sonra Sloven u l usal mar§ı- olan
1 50 yıldan eski "Zdravlj ica" (Şerefe) ba§lıklı §iiri, Slovenlerin bu­
gü n Avrupa B i rl iği diye bilinen topluluk içi nde kayna§ffil§, diğer
Avrupa u luslarına qit bir u l us olarak birlqmelerine göndermeler
içerir. Slovenya kısa bir süre önce Avrupa Birliği' ne katılmı§tır.
Ulusal mar§ın dizeleri 1 9. yüzyıl ı n ilk yarısında her §eyden önce
ü topyacı olmakla beraber, Avusturya-Macaristan İ mparatorlu­
ğu'nda yasaklanacak kadar da siyaseten kı§kırtıcıydı: "Kade/ılerimi­
zi kaldıralım/ Her ulusun görmesine o parlakgiiniin doğuşunu/ Doğup
batan güneşin altında/ Kavganın silinmesine yeıyiiziinden/ Herkesin
özgürce kardeş/ Komşuların barış içinde olmasına.
Bu vizyonun yine de gerçeklqmݧ olması, o zamandan bugüne
gelen ktı§akların en uzak görüşlü dü§li nü rlerinin inancı sayesinde­
dir her §eyden önce.

2. Egemen Devlet'i Beklerken

Atalarımızın Thomas Jeflerson'un Bağımsızlık Beya nnamesi'ni ya­


zarken izlediği yönteme benzer §cki lde kendi prenslerini seçerek
tahta çıkardığı 6. yüzyıldaki Cara ntania dönemi ha riç, Sloven ler si­
yaseten egemenlik hakkın a sahip değildiler. Bu durum, i\vrupa' n ı n
Türk akı n l arına ve İ slam'ın yayı l masına maruz kalan ve dolayısıyla
bu bölgede yoğunlapn Cermen ve Romans etki lerine kar§ı özellik­
le duyarlı ve kırılgan olan, stratejik bakımdan zayıf bir parçasında
kon u mlandıklarını gösteriyord u. S lovenler birkaç ülkenin toprakla­
rına dağı lmı§ h alde ya§ıyor ve sık sık çatı§malara dahil oluyorlardı;
1 . Dünya Sava§ı sırasında Soca (lsonzo) Nehri'nin vadisi boyunca
uzanan en önemli ve kan l ı cephelerden birinin her iki tarafında
da Sloven askerler çarpı§ıyordu. Sava§ bittikten sonra S loven lerin
Sırplar, Hırvatlar, Makedonlar ve diğer güney Slavlarıyla birlqerek
katıldıkları Yugoslav Kral l ığı 2. Dünya Sava§ı'ndan son ra sosyalist
bir cumhuriyete dönü§tü ve n i hayet 2. Dünya Sava§ı'ndan beri lide­
ri olan Josip B roz Tito'n u n ölümü nden on yıl son ra, 1 900'larda da­
ğıldı. Bir perestroika (yeniden yapılan ma} dönemi olan 90'1ı yıllarda
eski Sovyetler B irliği cumhuriyetlerin i n bağı msızl ıklarını kazan­
ması tartı§masız bir §ekilde Yugoslavya'daki merkeziyetçi güçlerin ,
ya n i Sırp §OVen liğine eğilimli katı kom ünist çekirdeğin kon umunu
zayıflattı ve dara l ttı. Bütün S ırpların tek bir devlet altında birlq­
mesi n i talep eden Sırp Akademisyenler Muhtı rası 'nın ve Slobodan
Mi loseviC'in iktidara gel mesinin ardından, Yugoslav an ayasasında
ya pılan bir değݧiklik Kosova'daki Arnavu tların özerkliğini elle­
rinden aldı. Arnavutlar Kosova Özerk Eyaleti nüfu s u n u n yüzde
90' ını olu§turmalarına kar§ın, siyasal haklarından yoksun bırakı­
lıyor ve protesto ettikleri nde de temel İnsan hakları çiğneniyordu.
Öteki cumhuriyetlerin kendi ç ıkarları n ı koru mak İstemeleri, uzu n,
;ıcılı ve çoğu kez sonuçsuz ka lan bir süreci n son u nda, Slovenya ve
Hı rvatista n ' ı n birçok ba§arısız görü§me ve insan haklarını koruma
gi rݧİminden sonra bağı msızlıkları n ilanıyla son buldu. Federal or­
d u n u n müdahalesi Slovenya'da on günlük kısa süreli bir savap yol
açtıysa da, ardı ndan Slovenya' n ı n egemenl iği ta nındı. Daha sonra
Hırvatistan'da, Bosna'da ve Kosova'da meydana gelen korkunç et­
n i k çatı§malar, bölgedeki etnik topluluklar arasında, komünist en­
ternasyonalizm yüzeyin i n hemen altında bütün bu z;ı man boyunca
kaynayan ve şimdi insanlık dışı boyutlara varan nefret ve şoveniz­
min derinl iğini ve gücünü ortaya çıkardı.

3. Mitoloji ve Edebiyat

Siyasal egemenliğin olmaması Slovenlerin bir u l us olarak aya kta


ka lmaları için hayli büyük ölçüde bir pragmatizmi ve kararların as­
kıya alınmasını gerektiriyordu; Sloven efsanelerindeki bastırı lmışlık
hissinden de görü lebilir bu. Bugün bile çeşitli uyarlama ve yorum­
lara maruz kal maya devam etmeleri, mitlerin kendimizi anlama­
mız ve doğrulamamız açısından hala çözmemiz gereken bir kon u
olduğunu gösteriyor. Hepsi d e ana karakterlerin çekmek zorunda
kaldıkları dayanılmaz sıkıntıları yansıtarak temelde bir atalet, ya da
hareket yeteneksizliğin i işaret ediyor.
Daha önceden H ı ristiyan olmuş sevgilisine duyduğu aşktan do­
layı Hıristiyan inancını kabul edip halkını da bu dine döndürmek
için seferber olan, yenik savaş ağası, putperest C rtomir'in efsanesi
genel olarak çağdaş Sloven edebiyatında, h atta bugü n kü yazar ku­
şağ ı n ın yapıtlarında en çok kullanılan efsanedir. Süregelen güncel­
l iğinin bir açıklaması, yoruma açık ve ana temasının inanç değiş­
tirme olmasıdır.
Klasik de dahil olmak üzere mitolojiye, savaş sonrası dramlarda,
öze ll ikle poetik dramda sıkl ıkla rastlanır. Modernizm dönemi ndeki
yaratıcısı, çeşitli yüzyıl sonu trendlerini, sembolizmi, yeni-roman­
tizmi, yeni-naturalizmi birleştiren lvan Cankar'dı. Da ne Zajc, Gre­
gor Strnisa, Veno Tautcr ve lvo Svetina gibi savaş sonrası nın önde
gelen Sloven oyun yazarı ve şairleri aynı zamanda poetik dramlar
da yazdıl ar; bunlar temelde bir mit ya da mitolojik öykünün çevre­
sinde örülen şiirsel söylemlerdi. Siyasal d ra m denilen türün temsil­
cileri olan Rudi S eligo, Dusan Jova novic ve Drago Jancar gibi ya­
zarların yapıtlarında dil ve konu seçimi birbirinden belli bir ölçüde
farklıdır. Tiyatro diğer edebiyat biçimlerinden hep bir derece daha
politik olmuştur: dolayısıyla 1 970 ' lerin ortalarında her şeye rağmen
yüksek düzeyde bir dilsel ifade gücü olan toplumsal içerikli bir ti-
yatronun var olu§U p§ırtıcı değildir. Dom i n i k Smole'nin, ba§kah­
ramanın sahneye bi le çıkmadığı Antigone (Sofokles) uyarlaması, bu
tarzın tartı§masız en göze çarpan ve örnek tqkil eden ürünüdür.
Ö ykü, bir iç sava§ta yenilen taraf için sava§ı rken öldü rülen ve do­
layısıyla -ölülerin toprağa veril mesini öngören ebedi yasaya aykırı
olarak- defin hakkından mahrum bırakılan bir asker hakkı ndadır.
B u rada Antigone Slovenya'nın yakı n tarihindeki olaylara imada
bulunur; inanılmaz derecede zalimce bir öç alan muzaffer taraf,
2. Dü nya Sava§ı'ndan sonra on binden fazla i nsanı idam etmi§ti.
İ §galci Nazilere kar§ı ulusal kurtu lu§ sava§ımı sırasında tedricen
bir toplumsal devrim yapan ve sava§tan son ra tek partili bir siyasal
sistem kuran Kom ünist Parti, bu ve b u n u n gibi tüm yanlı§ların ve
zorbalık örnekleri nin tartı�ılmasına olanak vermeyerek, her türlü
m uhalif siyasal etkinliği cngdlemi§ti. Bescda, Peı:spektive ve Revija
57 gibi önemli edebiyat dergi lerinin etralinda toplanan yazarlar ve
edebiyat yor u mcu ları, yasak kon uları açarak toplumsal vicdanı dile
getiren yega ne insanlardı. B u yüzden çok kez baskı altında kalmı§­
lar, bazıları h apse atılmı§ ve kitapları yasaklanmı§tı. Bütün bunlara
ka r§ın, Doğu Avrupa'da bilindiği anlamda çok az gerçek m uhalif
vardı; çünkü Yugoslav rejimi Doğu Avrupa ülkelerindekilerden çok
daha ho§görü lü, bir bakıma Doğu ile Batı "arasında" bir yerdeydi.
Bu durumun ba§lıca nedeni, l 948'de Tito ve diğer Yugoslav komü­
nist liderlerin Stalinizm'e kar§ı durmaya karar vermesiydi. Bütün
bu nlar bir yana, l 970 'lerin ortalarına kadar herhangi bir ölçüde
demokrasiden bahsedemeyiz; tüm siyasal etkinlikler engelleniyor,
kültürel etkinliklerse sıkı denetim a ltında tutu luyor ve kar§ı çıkan­
lar siyasi tehditlere maruz ka lıyordu.
Açıkça toplu msal gerçekliğe gönderme yapmadan varolu§sal
korku ve kaygıdan, mahrem duygulardan bahseden ler dahil, sava§
son rası bazı poetik olguların önemi, a ncak siyasal çoğulculuğun
yokluğu bağlamında an la§ılabilir ve değerlendirilebilir; yazmak,
oynadığı rol ve ta§ıdığı anlam bakı m ı ndan kendi ba§ına m uhalif
bir eylemdi, birincil amacı edebi olsa da, hakikatin dile getirildiği
cek orcamı cemsil ediyord u . Şairler ve yazarlar coplumun demok­
ratikleşmesi talebini ilk d ile getirenler olduğu gibi , bu m üm kü n
olunca siyasi parti kurup başına geçciler. Bazıları siyasecce kalarak
anayasanın yazılması ve benzeri eckinliklere kacıldı, bazıları yazar­
lığa döndü, d iğerleriyse arada bir yerde kalıp perde arkasında siyasi
eckinliklerini sürdürdü. Demokrasinin bugün ulaşcığı düzeyde bile,
yazar örgüde ri n i n ve dergilerin siyasal yaşamda daha etkin bir rol
oynamaları gerekciği fikri güncell iğini koruyor. Ne var ki, değişik
parti policikaları kutuplaşcıkça, sivil coplumun eckinlikleri cavsadı.
Bugün kendine "sivil inisiyatif" diyen hare keder de çoğu kez parci
görüşlerini beceriksizce kamufle edilmiş bir paravanın ardından
yayma çabasından başka bir şey değil. Arada bir yazarlar da münfe­
ric kurumsal değişimlere descek vermek veya karşı çıkmak amacıyla
kendilerini siyasece kapcırıyorlar, ama genel anlamda dayanışma­
nın zayıflamasının gerçek kurbanı, yazarların birincil alanı, yani
edebiyac oluyor. Edebiyac gicgide neo-liberal baskıların hedefi ha­
line geliyor; gazecelerle dağıtılan el ilanlarıyla ve demagoji olarak
başlayan şey artık bürokradarın ve onların siyasal vafciz babaları­
nın somuc edim lerine dönüşcü. Fena halde eksikliği duyulan bir
şey varsa, o da yazar örgüderinin yayıncılığın gelişmesine destek
vermek, yazar teliflerinin giderek aşınmasını önlemek, edebi eser­
lerin dağıumını ceşvik etmek, kicapların yüksek oranlarda vergilen­
dirilmesine karşı çıkmak ve benzeri konularda birleşmiş, üzerinde
oybirliğiyle m ucabakaca varılmış bir cavır almasıdır. Aksi cakdirde,
yazarlar kendi mesleklerini i lgilendiren kararlarda daha da az söz
sahibi olur ve necicede örgücleri dağılabilir. Manevra alanı daral­
dıkça, maalesef sadece bazılarının ayakca kalacağı fikri öne çıkıyor
gibi; bu yüzden yazar copluluğunun bir kısmı, cabii kenara icilen­
lerin pahasına, paçasını kurtarmaya çalışıyor. Bu arada Slovenya,
komünizmden demokrasiye geçenler arası nda, hala cek bir yazar
derneği olan -Sloven Yazarlar Derneği- çok az sayıda ülkeden biri,
belki de yeganedir. Diğer benzer ülkelerde bölünmeler ve anlaş-
mazlık.Jar o kadar derindir ki, öncelikle siyasi görü§lere dayalı olan
paralel örgütler kurulmu§tur.

4. Dünyaya Açılış

Bugünkü Slovenya 20.000 kilometre karelik, yakla§ık iki milyon


n üfuslu ve AB ortalamasının altındakiler arasında en yüksek eko­
nomik geli§mݧlik düzeyine sahip olan bir ü l kedir. Geçi§ sürecini,
yani kamunun elindeki mü lklerin özelle§tİri lmesini tamamla mı§ ve
bu konuda yeni üyeler arasında görünürde en ba§arılısı, ulusal para
birimi olarak Avro'yu benimseyen i lk ü l ke olm u§tur. Avrupa'nın
entegrasyon sürecine katılma kararı kam uoyun u n mutabakatıyla
olmu§ gibidir. NATO'ya üyelik konusundaki İsteksizlik, lrak'ta­
ki gibi uyduruk müdahale gerekçeleriyle ba§layan sava§lara asker
gönderilmeye ba§lanı nca §İddetlenmݧtİr.
Slovenya'nın egemen devlet statüsü, edebiyatın rolünü bir öl­
çüde değݧtİrdi . Bir edebi okuma toplantısına katılmanın sıklıkla
siyasal bir anlam ta§ıdığı ve toplumun demokratik dönü§ümüne bir
destek ifadesi olduğu 1980'1erde, edebiyata kar§ı doruğa ula§an de­
rin ilginin ardından, ekonomi, spor ve bilimler gibi diğer alanlarda
kaydedilen ba§arı da, Avrupa Parlamentosu'ndaki ve yeni m illetler
birliğinin diğer siyasal ve kültürel kuru mlarındaki Sloven temsilci­
lerin etkinlikleriyle birlikte Sloven kimliği açısından önem kazan­
dı. Bu, edebiyatın kendi içine, kendi usul ve kurallarına dönmesine
olanak tanıdığından, neticede gördüğü ilgi azaldı. Edebiyat halen
ba§ka, özellikle görsel medyalara ayrıcalıklı konumunu kaptırıyor.
Slovenya, ulusal ve bölgesel özelliklerin, içeri nüfuz eden küresel
eğlence endüstrisinin potası nda eriyip gittiği gerçeğin i görmeye
ba§ladı. Sadece u l usal kimliğe odaklanan savun macı bir tavır ise,
kendine yeterli, dı§arıya sımsıkı kapalı bir kültüre yol açacağından
tehlikeli olabilir. Geçmݧte böyle bir eğilim ya§anmamı§tı, çünkü
Avrupa'nın bu parçasında kültürel alı§verݧ hep çok güçlü olagel­
mݧti; Aydınlanma' dan bu yana Avrupa'nın tüm edebi trendleri bi­
rinci sınıf eserler veren Slovenyalı sanatçıların ürünlerine yansıdı.

13
Başlıca Avrupa ve Anglo-Amerikan edebiyatlarının en önemli eser­
lerinin hemen hepsi Slovenceye çevrildi. Daha küçük ulusal edebi­
yatlar hakkında da hayli ayrıntılı bir içgörüye sahibiz. Eski Yugos­
lavya ülkeleriyle bağlantılar yeni leniyor ve edebi dergiler dünyanın
her yerinde olup biteni yakı ndan izliyor.
Ayrıca, kurumsal düzeyde birçok uluslararası etkilqim de olu­
yor. Savaş sonrası ulusla rarası edebiyat dünyasından birçok ünlü
konuğun katılı mıyla Bled'de yapılan PEN kongreleri, hem Do­
ğu'dan hem de Batı'dan yazarların ağırlandığı ilk toplantılardandı.
Bu da iki blok arasındaki konumu dolayısıyla, ancak Slovenya'da
mümkün olabilirdi. PEN, Balkanlar'daki katliamlar üzerinde dur­
masıyla, tartışmalarda en sorunlu konuların masaya yatırılması ve
geniş bir alanda yankı yapmasıyla daha sonraları da çok önemli bir
rol oynadı. Slovenya PEN'inin yararlarından biri, Yugoslav top­
raklarındaki savaşın tüm kurbanlarının insani i h tiyaçlarına dikkat
çekmesi ve etn i k temizlik adına bilerek işlenen suçları açıkça ipret
etmesiydi.
Sloven ve yabancı edebiyat dergileri arasında karşılıklı olarak
tüm edebiyat kuşaklarını kapsayan yaygın bir alışveriş cereyan
ediyor. Sloven Yazarlar Derneği Sloven edebiyatını en iyi temsil
eden yazarların başlıca yabancı dillere çevirilerini sunarak, onla­
rın çalışmaları ha kkında en azından kabaca bir fiki r veren ve ilgi
uyanmasını sağlayan Litterae S/ovenicae başlığı altında süreli bir
yayın çıkarıyor. Sloven Yazarlar Birliği, Vi lenica'da her yıl toplanan
ve önde gelen bir Avrupalı yazarın ödüllendirildiği, katılımcıların
Orta Avru pa'nın en acil soruları üzerinde tartıştıkları, ul uslararası
konvansiyonun kurucusu ve düzenleyicisidir. Vilenica festivali nin
d iğer bir ku ruluş nedeni de Slovenya'nın Orta Avrupa kültürüyle
geleneksel beraberliğini vurgulamak ve bölgenin özellikleriyle fark­
lı lıklarını saptamaktı. Sloven Edebiyat Merkezi'nin ana etkinliği
uluslara rası işbirliğini sağlamaktır; bugüne kadar Sloven yazarlar
için -özellikle henüz etkileşim kanallarının açılmamış olduğu ül­
keleri kapsayan- önemli yurtdışı gezileri düzenlemiştir.

14
2000 yılında benimsenen Ulusal Kültür P ro g r ;ı m ı ' ııı ı ı lınlcli,
sanatsal üretimin uluslararası dola§ımında rol oynayan dağıııık
tim
. lar ve kurumları tek bir çatı altında birlqtirmektir: Trubar Vak­
fı . Kurum adını, tarihteki ilk Slovence yayınlara imza atan, kar§ı­
n:formasyon sırasında anavatanını terk edip Almanya'da çalı§mak
zorunda kalan bir Protestan yazardan alır. Vakıf, hem doğrudan,
hem de uluslararası ili§kiler ve ikili anla§malar yoluyla Sloven ya­
zarların yurtdı§ında mümkün olan en yaygın §ekilde ve en yüksek
kalitede temsilini sağla maya ve ayrıntılı, en tegre bir veritabanı olu§­
turmaya çalı§maktadır. İ ki milyon nüfuslu bir ulus varlığı nı sürdür­
mek için kültürel geli§melerde etkin bir rol oyn a rken aynı zamanda
farklı lı klarını koruma hakkı n ı da kullanmak durumundadır. Küre­
selle§meye ko§Ut olarak, özgü nlüğü ve farklılığı besleyen, yerel ve
bölgesel özelliklere odaklanan tersine bir sürecin de i§liyor olma­
sından cesaret alabi liriz. Ulusal Kü ltür Programı, marjinal olgu­
ların yapmasını sağlarken, sanatta mü mkün olan en iyi ürünlerin
verilmesi için gerekli ko§ulları yaratmayı amaç edinmi§ti r. Sorun §U
ki , kültür üzerine stratejik bir program belgesi, beli rli nicelikler içe­
ren somut bir politikayla desteklenmediği sü rece üstünde bir sürü
bo§ vaat olan bir kağıt parçasından ibarettir. İ ktidarda hangi siya­
sal ka nat olursa olsu n, durmadan dile getirdikleri iyimserliğe kar­
§ın Sloven yayıncılığı gerilemekte, yazarların tel i fleri azaltılmakta,
kü ltür alan ında kendi hesabına çalıprak hayatını kazanmak için
gerekli ko§ullar giderek daha zor sağlanmaktadır; görece küçük ya­
yı ncıların üstündeki yük ağı rla§ma kta ve ticari programlardan öz­
gün edebiyat ürünlerine fon transferi günden gü ne zorla§maktadır.
Bu arada u luslararası kültürel alı§veri§te belirleyici bir rol oynayan
bir ku rumun "kendi" yazarlarına, yani günün iktida rı na yakın ki§i­
lere iltimas yapması kolaylıkla mümkündür. Küçük bir ülke olması
nedeniyle Slovenya, ayrıcalıklar verilirken el altından i§ görmeye
daha açıktır.

l 'i
5. Yayıncılık

Sermaye dağılımının yeniden düzenle n m ݧ olmasına kar§ın, sana­


ta yönelik sponsorluk, b irkaç büyük şirket dı§ında, henüz yaygın
bir pratik değildir Slovenya'da; o §İ rketler de vergi sisteminin b u
tür yatırımları caydırdığını görmektedirler. Neticede bazen saçma
durumlar meydana geliyor: Ö rneğin bir tiyatro prodüksiyonunu fi­
nanse eden bir sponsor -sayısı hayli fazla olan- a§ı rt ݧgüzar vergi
memurlarından birinin, gerekçesiz gider göstermekten dolayı ceza
kesmesinden korktuğundan sponsor olarak adının geçmesini iste­
m iyor. Bu, ilkel bir neo-liberalizmin yürürlükte olduğu nu gösterir.
Böylelikle özgün Sloven edebiyatı yayı nlarının başlıca mali destek
kaynağı, ilgili bakanlık ve komiteleri aracılığıyla dağıtılan ulusal
bütçe olmaktadır.
B ugün Slovenya'da 150 kadar yayıncı yılda 4500 civarında yeni
ba§lı k üretiyor. Edebiyat ürünleri piyasasının küçüklüğü yüzün­
den, özgün Sloven edebiyatı -çok az İstisnayla- yazar teliflerini ve
baskı maliyeti n i çıkaracak miktarlarda yayınlanamıyor. Bu neden­
le, devlet yılda 250 kadar yeni kitaba mali destek veriyor; bunların
yarıdan fazlası özgün edebiyat ürünü, gerisi bilimsel incelemeler ve
denemelerdir. Desteklenen kitapların yayın maliyetlerinin çoğun u
devlet üstleniyor; yayıncılar sadece geri kalanını satı§ gelirlerinden
çıkarmak durumunda, ancak devletin koyduğu tarife üzerinden te­
lif ücreti ödemek -ki ödemiyorlar- ve kapak fiyatını belli bir limitin
altında bel irlemek zoru ndalar. Sübvansiyonlar oku run bütçesine
uygun fiyatlarla yayın lanan kitapların sayısını artırarak, kitapları
daha eri§ilebilir hale getiriyor.
1980'lerin bir özelliği olarak, küçük, saldırgan yayınevleri inisi­
yatifi ele aldılar, ama dağıtımın yetersiz kalması ya da ko§ullarının
zorluğu ve baskı ların dü§üklüğü (ortalama olarak §iir kitapları 500,
romanlar en fazla 1000 kadar satıyor) yüzünden ayakta kalamadı­
lar. Hala çok sayıda kar amacı gütmeyen yayınevi ve edebiyat der­
gisi tarafından yayı nlanan kitap dizilerinin olması, devletin ko§ul­
ların giderek ağırla§masına kar§ın bu tür girݧİmlere görece olumlu

16
yaklaştığı n ı n ipretidir. Ancak b u n u n tersine, temelde olumsuz bır
eğilim de var Sloven yayı ncılığı nda; rasgele özellqtirmenin sonucu
olarak sermayenin bir kesimi, hemen hemen tüm önem li yayı nev­
leri n i -geleceklerin e dair bir vizyona sahip olmaksızın- devraldı ve
sonra onları ana rakipleri ne sattı; böylece kamuoyundaki imajına
aldı rmayan ve özgün Sloven edebiyatına tepeden bakan bir tekel
ortaya çıktı.
Baskı mi kta rları n ı n görece küçük olması, Slovenya'da okuma
kültürü n ü n azgelişmiş old uğu anlamına gelmiyor; özelli kle özgün
Sloven edebiyatı ve çeviri yapıtlar okurlara kütüphaneler aracılığıy­
la ulaşıyor. Hemen hemen bedava h izmet veren ve halka açık olan
yoğun bir kütüphane ağı var; kütüphaneler özgün yerli edebiyat
yapıtları n ı satın almak yükü m l ü l üğü nü taşıyor. Dolayısıyla baprılı
Sloven yazarlar, okur kitlesince iyi ta n ı n ıyor.
Devlet, ayrıca 70 kadar kü ltü r ve bi lim dergisini de destekle­
mekte. Bunların a rasında en tanın m ışları, edebiyat yaşamın ı n canlı
merkezleridir; Nova revija, Literatııra, Sodobnost ve kitap dizisiyle
Apo!(alipsa farklı eği lim leri temsil ediyorlar. 1 960'1ı yıllarda edebiyat
sah nesinde yer edinen ve kuramsal yoldaşlarıyla birlikte demokrat­
la§ma sü reci nde etkin rol oynayan Nova revija, sayfalarında önce­
likle modernist kuşağı bir araya getiriyor. Kuramsal a rka planında
Heidegger'in felsefesi ve fenomenoloji bulun uyor; yazınsal eğilimi,
modernizm ve türevleri ise yavaş yava§ radikalliği ni yitiriyor. Li­
teratura, farklı edebi ya klaşımlarına karşın, sıkl ı kla postmodern ist
olara k s ı nı fla ndırılan, 1980 ve 90'lı kuşağı barındırıyor. Avrupa'nın
en eski beş edebiyat dergisinden biri ola n Sodobnost, 1 998'e kadar
geleneksel yazarlara ağı rlı k vermişse de, artık yeni ku§aklara da
sayfalarını açtı ve bu taze kan la güçlenerek, gerçekten çağdaş ve
küresel yönelimli bir dergiye dönüştü. Genci olarak, Sloven ede­
biyat dü nyası n ı n başlıca n iteliklerinden biri, farklı tarzlarda yazan
edebiyatçıları n karşılıklı hoşgörüsü ve birlikte yaşayabilmeleridir.
Rekabetçi ve dışlayıcı olmaktansa, edebi eğilimler birbiriyle iç içe
geçerek birlikte var oluyor, hatta bazen bi rleşiyor; ancak bu estetik

17
kıstaslardan çok hayli pragmatik, mal i çıka rlar temelinde yapılıyor,
özellikle i§ bir numaralı sponsor olan Kü ltür Bakan lığı' na gelince.
Doğal olarak edebiyat dergileri kendi özgül kimliklerin i de geli§tir­
mek i htiyacında olduklarından, yurt içinde ve dışında bu ki mliği
vurgu layacak olguları arıyorlar. Slovenya'nın edebiyat ikl i m i n i n
üretkenliği tqvik ettiğine inanmakla beraber, şimdiki görece iyi
zamanların daha iyisini göreceğimizden kuşku d uyuyoruz; küçük
yayınevleri üzeri ndeki yüklerin artması ve kültür alanında serbest
meslek sahibi olarak h ayatını kazanmak isteyenlerin içinde bulun­
duğu şartların ağırlaşması bunu gösteriyor. Y ine de Sloven kültürü­
nü temsil yeteneğine sah i p ürü nler ortaya çıkmakta ve dünya oku r­
larına sunulabilmektedir.
Bu seçkinin, okurları Sloven edcbiyatı nı daha fazla araştırmaya
tqvik edeceği ni um uyoruz; çün kü tüm çqitlilik ve farklılıkları nı
görmek a ncak da ha ayrıntılı bir çalışmayla mümkün olabilir.

18
An drej Blat n ik
Andrej Blatnik, (Lj ubljana, 1 963) bir punk grubunda bas gitar
çaldı, pek çok konuda eğitim aldı, en son unda İleti§im Ara§tırmaları
dalında doktora sahibi oldu. Halen editör ve yarı-zamanlı yaratıcı
yazarlık öğretmeni olarak hayatını kazanıyor. Andrej, Slovence
dilinde romanlar, dört öykü ve üç derleme kitabının yanı sıra,
Ispanyolca (Cambios del piel, Libertarias/Prodhufı, 1 977), Hırvatça,
İ ngilizce (Skinıvaps, Northwcstern University Press, 1 998) , Çekçe,
M acarca, Slovakça, Makedonca ve Almanca (Der Tag, am dem Tito
starb, Folio, 2005) gibi ba§ka dillerde kitaplar da yayımlamı§tır.
Dünyanın çqitli yerlerinde öyküler oku m u §, Fulbright dahil olmak
üzere birçok burs ve edebiyat ödülü kazanmı§tır. Cebinde az parayla
yolculuğa çıkmaktan ho§lanır. Yayınları n ı n listesi, birkaç örnekle
b irlikte, www.andrejblatnik.com adresinde bulunabilir.

20
ELEKTROGİTAR

Alacakaranlıkta gizlenen çocuk, tekrar tekrar akordiyonda o berbat


nağmeyi çıkarmayı deniyor. Yapamıyor. Tek bir nota bile öncekiler­
le ahenk oluşturmuyor; parmakları düğmeler ü zerinde bazen çok
aşağılara, sonra da çok yukarılara erişiyor ve körükten her seferinde
kulak tırmalayıcı uyumsuz bir ses çıkıyor. Çocuğun müzik kulağı
pek yok, ama şu basit parçayı düzgün bir biçimde çalma hedefinin
her geçen dakika biraz daha u laşılmaz bir hal aldığını fark edecek
kadar çok şey biliyor; babasının dönüp çal masını isteyeceği zaman
amansızca yaklaşıyor.
Gece nemli bir bez gibi üstüne iniyor. Sayfaya basılı kargacık
burgacı k notalar önce bulanıklaşmaya başlıyor, sonra karanlıkta
hepten kayboluyor. Çocuk ışığı açmıyor, çünkü karanlık rahatlatıcı;
insanın kendi parmaklarının çaresiz bir karmaşa içinde tuşlar üze­
rinde birbirine tosladığını seyretmek korkunç bir şey.
Artık onları sadece duyabiliyor. Şu anımsanması güç, biçimsiz
melodiyi değil, yalnızca itaat etmeyi reddeden parmaklarını duyu­
yor. Ve bunun kendi hatası olmadığını, kabahatin parmaklarında
olduğunu babasına yine anlatamayacağını biliyor. Bu nağmenin
gizemini çözmeye çok çal ıştığını ne kadar açıklarsa başı o kadar
derde gi recek ve aslında m üzik perdelerindeki bazı simgelerin anla­
mından emin olmadığı, her seferinde birkaç tanesini atladığı açık­
lık kazanacak. Babası her zaman yaptığı gibi onu sabırla dinlerken,
bir yandan da kemerini pantolonundan çekip çıkaracak. Sonra da,
"Hadi evlat, bir daha çal," diyecek.
Çocuk yeniden çalacak ve parmaklarının bıraktığı ter izleri tuş­
ları kayganlaştırırken, nağme daha da bozuk çıkacak. Babası din­
leyecek ve deri kemerini sıvazlayarak "Evlat, akordiyonu kenara
bırak," diyecek.

21
Çocuk olaca kla rı n ı dü§i.i n iiyor ve göz pınarları nda ya§lar bi­
rikiyor. İ §in en kötü yanı, mü ziği seviyor olması. Gece yatağında
yatarken gözlerini sımsıkı yumup, kendini televizyonda gördüğü,
bir kon ser salonunda eli nde bir keman la sahnen i n ortasında du­
rup seyirciler CO§kuyla a l kı§larken reverans yapan beyaz smokinli
ve papyonlu çocuk olarak h ayal ediyor. Gerçekliğiyse farkl ı : Onun
tek izleyicisi babası ve hiç de nqeyle el çırpm ıyor.
Çocuk neyi n yan lı§ olduğun u , doğru nota ları neden bulamadı­
ğı n ı biliyor. Elektrogitarın büyüsüne kapılmı§. Her yer<le o var. Bü­
tün doğru notalar onda ve a kordiyonuna birini bile bırakmayacak.
Çocuğun kafasına girip, rakiplerin yakla§masına izin vermeyen be­
yaz bir vızıltıyla dold urmu§. İ §te bu yüzden onun titrek n ağmeleri
bir melodi halinde birli kte akam ıyor. Elektrogitar akm<ılarına izin
vermiyor. Yol u her zaman bulan elektrogitar. Bunu da televizyonda
görmܧtÜ. Her §eyin nasıl ba§ladığı n ı görmܧtÜ. Çok uza klarda,
Afrika 'da bir yerlerde, §eytan gitar çalıp öyle bir büyü yapıyordu ki,
sah ibi dı§ımla kimse onu çalam ıyordu. Diğer he rkes tıka n ı p ka lı­
yord u.Yanıp kül ol uyordu. Ycık ediliyord u. Gita rl a r bu yüzden te hli­
kelidir. İ çlerinde en güçl ü olan c lektrogita rsa, en tehl ikelisidir. Eğer
ona uygu n ki§i değilseniz tabii. Gerçek bir elektrogi ta rım olsaydı,
bunu yapabilirdim, diye dü§ün üyor çocu k. Ona uygun ki§i olur ve
notaları kaçırmadan çalabil irdi, babası da kemerini pa n tolon u n d a n
çıkarmak yerine kol larını a ç ı p kendisini havaya kaldırır ve o n u n ­
l a gu rur duyduğu n u söylerd i, izleyiciler alkı§lardı v e o papyon u n u
düzeltip kemanı beyaz smokinine bastıra rak sahneden ayrı la ra k,
beyaz ve siyah tu§lar ü zerinde doğru çizgiyi bulmayı umarsızca
denediği saa tlerde tozun amansızca üstüne sindiği i ki oyuncağın
kendisini beklediği odaya dönerdi. Sonra da kem anı bırakıp onlar­
la, a n nesinin gittiği ni ama yakı nda onu a l maya ge leceği ni ve onu
sevdiği n i bildiren notu üstüne iğnelediği oyu ncakla, küçük kız
kardqinin her §eyden çok onunla konu§tuğu halde geride bıraktığı
Ba rbie bebekle oyna rdı. Başka oyuncakla rla da, artık sahip olmadı­
ğı pek çok oyunca kla .

22
Çocuk bunun bir fa ntazi old uğu nu bil iyor. Akordi yoııLı gn.;rn
saatlerde kurduğu tüm hayalleri boş. Gerçek olan tek şey, cli ndekı
ciyaklayan kutu ve melodiyi çıka ramadan ba ktığı nota sehpas ı ı ıdaki
kağıt. Elektrogitarsa kafasının içinde. O tüm melod ileri çalabil iyor
ve her şeyi biliyor.
Çocuk düşün üyor: Babası elektrogitarın o kadar tehl ikeli oldu­
ğu nu nasıl ta h m i n etmişti acaba ? İ stediği nde al maması gerektiğin i
nasıl bil mişti) Çocuğu n eline geçerse ateş saçacağın ı nasıl a nlamış­
tı ? Babası bu akordiyon u n bir zamanlar ke ndisinin, daha önce de
babasının ve büyükbabasının çaldığı nı ve evine gitar gi rmeyeceğin i
söylemişti. Asl ında odasına demek istemişti, ç ü n kü onlar evde değil
bir odada yaşıyorlardı, ama çocuk her halüka rda anlam ıştı. Ve hay­
ret etmişti. Evet, babası müzikten anlıyor, durmadan yeni notalar
getirip, çocuğun tükeninceye dek ba ktı kları n ı n üstüne yerleşti riyor.
Ama n<ısıl oluyor da elektrogitarın herkesten gizli tutulan ve yalnız­
ca çocuğa it§a edilmiş olan s ı rrı nı da biliyordu � Çocuk elektrogita­
rın öl üleri geri getirebileceği n i ve yaşayan la rı bedenlerinde tek bir
yaşam belirtisi bırakmayaca k şekilde sarsabi leceğin i arkadaşlarına
ne za man söylese, kıkırdayarak birbi rleri ne göz kırpıyorlar, sesini
kesi p sırtını dönd üğü nde ise arkasından onun biraz çatlak oldu­
ğu nu fısı ldıyorlardı. Evet, açıkça duymuştu: Biraz çatlak. Ama o
babasının çok ağı r, fazlasıyla ağır vuruşları dışında kimseden ya
da hiçbir şeyden kafas ına darbe yememişti. Bu deyi min ne anlama
geld iği ni biliyord u : Biraz uçuk, anormal old uğu nu düşünüyorlar­
dı. Yu mrukları n ı sıkı p sessiz ka ldı. Ve kendini düşündü: Bir elekt­
rogi tarım olsaydı gösterirdim onlara . Elektrogi tarın sadece seslerin
nası l çıkarılabi leceği ni bilen lere iizgü bir şey olduğu n u san ıyorl a r.
Ve bu seslerin de sırf bundan ibaret olduğu n u : Ya ln ızca ses. Ne bili­
yor ki onlar! Elektrogitarın kendine özgü bir iradesi, kendi n e özgü
bir yaşamı olduğu n u ve o konuda dikkatli, çok di kkatli olun ması
gerektiği ni bilmiyorla r.
Çocuk elındeki akordiyona, biçimsiz hırıltılar çıkaran o soğuk,
ölü nesneye bir göz atıyor. İ çi nden onu yere tirlatmak ve üstünde te-

23
pin mek geliyor. Bir ihtimal, bu ona biraz enerji verebilirdi. Ama ne
olursa olsun, h içbir zaman bir cle ktrogitara dönü§ıneyecekti. Tıpkı
kendisinin hiçbi r zaman konser salonun sahnesinde seyirciler CO§­
kuyla alkı§larkerı elinde bir kem anla revera ns yapan beyaz smoki n
içindeki o papyonlu çocuk olmayacağı gibi . Ve de tıpkı babasının
kemeri n i n , babası henüz alı§veri§ için evden çıkmasına izin verdiği
sıralarda a n nesi nin pazar günleri pi§i rdiği o tarhunlu pastaya hiçbir
zaman dönü§meyeceği gibi.
Çocuk tekrar tekrar aynı sarsak nağmeyle uğraşıyor. Y1pa mıyor,
yapam ıyor işte. Tu şlar kayıp gidiyor ve çocuk başaramayacağı n ı
biliyor. Bir köşede, oda nın kö�es inde, ka fası n ın köşesinde, evrenin
köşesinde, elektrogi tar pusuya yatmış bekliyor.
Elektri k her şeye giiç verir, çocuğu n onsuz başaramamasında
şaşılacak bir §ey yok. Elektrik giirii olmadan müzik de olmaz. Çı­
kardığı nağmelerin pelte gibi olmasında ve parmakla rının birbiri
üstünde tökezlemesinde şa§ılacak bir §ey yok. Bana bir elektrogitar
lazım, diye düşü nüyor çocuk. Y.ı da en azından elektri k. O her şeye
güç verir.
Çocuk kaygı içinde, merdiven bo§l uğundan ses geliyor mu diye
kulak kabartıyor. Şimdilik babasının ağı r ayak sesleri n i duyamıyor,
ama çok geçmeden gelecekler. Çocuk babasının zar zor kontrol
edebildiği bir öfkeyle için için kaynadığını biliyor. Bunu düşün­
dükçe kendini kötü h issed iyor, çünkü babasının kendisini sevdiği­
ni bil iyor ve melodinin umarsızca pqine dü§en çocuğu defalarca
dinlerken n e denli hayal kırı klığı n a uğrad ığı nı tah m i n edebil iyor.
Eskiden babasının evden çıka rken sık sık onu da yanına aldığı n ı ve
başka hiçbir şey yapmadan nasıl saatlerce sokakla rda yürüdüklerini
ve babası kolunu omzuna doladığında b u n u n ona nasıl iyi geldiği n i
anı msıyor. Bir gü n hariç; o gün eve geldiklerinde a n nesiyle kız kar­
dqi gitm i§, geride yalnı zca oyuncak ayıyla Barbic bebek ka lmı§tı.
Bir de a n nesi n i n yakında onu al maya geleceği n i bildiren not. Ama
gelmemi§ti. Ne o zaman, ne de beklemesine rağmen, daha sonra.

24
Babası ona, kadınlarda sor u m l u l u k duygusu ol madığı için an­
nesiyle kız kardqinin gittikleri ni ve a rtık kendi ba§larının çaresinc
bakmaları gerektiğini açıkla mı §tı, ama çocuk yine de bulundukları
yerde ka labi lecekleri ni, babası n ı n o n u fa rkl ı bir okula yazdırdığı, ka ­
pıda farklı bir ismin bulunduğu ve babas ının ona çokta n u n u ttuğu,
önceki n i n yarısı kadar bile ho§lanmadığı farklı bir adla seslendiği
bir ba§ka kasabaya taşınmaları n ı n gereksiz olduğu nu hissediyordu.
Ö nceden yaşadıkları yerde, daireleri daha büyüktü ve İnsa n l a r daha
nazikti. Sık sık ona a n nesi nin nerede olduğu n u sora r ve saygı l a rı n ı
gönderirlerdi. Şimdiyse saygı diye bir §ey yoktu v e kimse onun bir
zamanlar bir a n nesi olduğu n u bile bilm iyord u.
Çocuk melodinin a kordiyonda n çıkamayacağı n ı fark ediyor.
Hayır, elektrik olmadan çıkmayaca k. Nağmeye yardımcı olması
gerekiyor, ezici körüğün içinde kıstırıl mı§ du ru mda kendini iyi his­
sedemez, dışarı çıkmak İstiyor olma lı, diye dü§ünüyor çocuk. Evet,
elektri k; elektrik gücü olmadan nağme dışarı çıkamaz.
Çocuk babasının aletleri sa klad ığı dolapta uzatma kablosunu
buluyor. Akordiyonu uzun süre elinde evirip çevi riyor, uygun bir
soket bula mıyor. Ö nce suçu kara n l ığa atıyor, ama en sonunda her
şeyi yanlı§ yaptığı n ı fark ediyor: Kablonun a korcliyona uyacak şe­
kilde değiştiril mesi gerekiyor, tersi deği l. Geceleri defalarca bağı­
rıncaya kadar üstüne eği lip ondan sıcak hava soluyan kara adamın
geri gelme ihtimaline karşı yastığının altında sakladığı bıçağı kulla­
n a rak, duvara ta kılmayan ucundan kabloyu kesip telleri birer birer
akord iyonun gövdesine tuttu ruyor, ta ki hepsinin bir şeye bağlı ol­
duğu n u ve işinin bittiği ni hissedene dek.
Fişi duvar prizine sokarken , merdiven lere.le bir ses duyuyor. Ba­
bası geri geliyor. Her adımda tökezleyecek, son ra anahta rı kilide
sokma k için uzun uzad ıya uğraşacak ve a nahtar her zamanki gibi
sıkışıp ka lacak; derken kapıyı bir §ekilde açıp içeri gi recek. Çocuk
kendisini bekleyen §eyin ne olduğu nu biliyor ve bu onu tt: lç ediyor;
akordiyonu, sehpan ı n üzeri ndeki nota ları, babası eve geldiği nde

25
yemek istediği için �u an kaynar suyun içinde karı§tırıyor olması
gereken hazır çorbayı unutuyor.
Duvarla gardırop arasındaki, genellikle akordiyonunu sakladığı
bo§luğa s ı kışıp, bazen yaptığı gibi çekip gideceğini, babasının onun
çalmasını dinleyecek gücü bu lamayacağını, yatağa devri lip ayakka­
bılarını bile firlatıp atmadan uyuyup kalacağını umuyor. O zaman
çocuğun yapması gereken tek §ey, ayakkabılarını dikkatlice çıkar­
mak olacak.
Babası odaya giriyor. Ağzının içinde bel irsiz bir §eyler gevel iyor.
Masaya yürüyor, bir iskemleyi tekmeleyip parçal ıyor. Çoc u k aralık­
ta iyice büzülüyor; b u rası çok dar bir yer old uğundan, babasının
peşinden gelemeyeceğini umuyor. Çünkü eğer gelirse, çocuk bil iyor
ki kötü şeyler olacak ve hiç bitmeyecek.
Oda kapkaranlık olsa da, balıası yerdeki akord iyonu görüyor.
Keskin bir biçimde bir §eyler homurdanıyor ve onu kaldırmak için
eğiliyor, ama eline alı rken ürperiyor, titremeye başlıyor, ba§ını ar­
kaya atıyor, alışılmad ı k bir ritimde biraz sıradı§ı bir dans yapıyor ve
bu sürdükçe sürüyor. Derken akordeon parmaklarından kayıyor ve
zemine çarptığında körükten boğuk bir inilti yayılırken babası yere
yığıl ıyor. Ağzından salyalar akıyor.
Çocuk bekliyor. Çirkin, kaba, ama daha önce de gördüğü bir
görüntü bu. Çocu k babasının bu kez yatağa ulaşamadığını düşü­
nüyor. Bu da daha önce olmu§ bir şey; babası her zaman yatağa
u laşamıyor. Dolayısıyla ayakkabılarını çı karması gerekmiyor, çün­
kü kirlenecek bir yatak çarşati yok.
Uzun bir zaman boyunca babası yerinden kıpırdamıyor. Çocu k
bir sonraki aşamayı dü§ünüyor. Genellikle babası bir süre sonra in­
ler, mırıldanır, bağırırdı. Ama bu kez h içbir §ey yok. H içbir §ey. Ha­
reketsiz yatıyor. Çocuk bu kez duru mun farklı olduğunu anlamaya
ba§lıyor. Ve ne yapacağını bilemiyor.
Sonunda saklandığı yerden sürünerek çı kıyor, kabloyu tl§ten
çekiyor ve tekrar dolaba kaldı rıyor. Babası ona her zaman eşyaları
kaldırmasını söylerdi; eğer kaldı rmazsan h er tara tin toz toprak olur,

26
eşyaları kaldırman, tem i z ve düzenli olman, pisliği silip lıcdeıııııı
kirden arındırman hızım, derdi. Ve çocuğun bedenini çok uz ı ııı lıir
süre yıkardı, ta ki uzun süre kullanılan sıcak su bittiğinden, soğuk
su altında tir tir titreyene dek; sonra babası onu yatağa ta§ır ve giiz­
kapaklarını eliyle kapatır, sonra da çocuk çok uzun bir süre babası­
nın kendisine baktığını h isseder ve ona iyi geceler, kara adam ya ela
yanağına değen soluğu olmaksızın tatlı rüyalar dilediğini bilirdi.
Çocuk çok uzun bir süre babasına bakıyor ama o hala kıpırda­
mıyor. Çocuk dü§ünüyor. Sonsuza dek böyle kalamaz, d iye dü§Ü­
nüyor. En sonunda anahtarları babasının göğüs cebinden çı karıyor.
Babasının kilidi bulması bir ası r sürse de, anahtarları kald ırmakta
her zaman hızlı davranı r. Her zaman. Çocuk evde yalnızken kapıyı
açıp §U gitarı almak üzere i\fri ka'ya gitmeye daha önce de çalı§mı§,
ama anah tarları bir kez olsun bu lamamı§tı. Pencerelcrse o kadar
yüksekti ki baktığında ba§ı dönüyordu , altında dipsiz bir uçurum
vardı.
Çocu k merdivende duruyor ve tereddüt ediyor. Yüreği daralıyor
çünkü ortalık §İmdiden çok karanlık, hem aydınlık olsaydı bile, yolu
bilmiyordu ki. Bi ldiği tek bir yol bile yoktu, çünkü dı§arı ç ı kması,
okula gitmesi gerektiğinde her seterinde babası yanında oluyord u .
A m a çocuk seçme pnsı olmadığını biliyor. Te k bir seçenek var:
Annesini bulması gerekiyor. Kö§ede onu tanıyan biri var mı diye
soracak. Adını anımsıyordu, o notu bırakıp gittiğinden beri babası
defalarca tekrarlamı§tı. Bi rileri onu mutlaka tanıyord u. Bu kii§ede
değilse de, sonrakinde ya da ondan sonrakinde; her zaman bir kö§e
daha vardır. Er ya da geç onu bulacaktı. Annesini bulması lazımdı.
O bundan sonra ne yapılacağını bili r, olup bitenleri açıklardı. Ve
belki de, bir i h timal, alınmasını istediği elektrogitar hakkında ko­
nu§masına izin verirdi.

27
Ig or Brat oz
lgor Bratoz, 1960'ta doğdu. Ljubljaııa Güzel Sanatlar Fa kültesi'nde
eğitim gönlü (ana lisans: Kar§ıla§tırmalı Edebiyat; yard ı mcı l ısans:
Kültür Sosyolijisi). İlgisizliğin Parıltısı adlı bir öykü kitabı yayımladı
( Pozlata pozabe, 1988; Altın Ku§ Ödülü) ve Veıja11ko'l11 Roslin adlı
öykü anto loj isinin yazarları arasında yer aldı. Öyküleri Avustu rya,
İngiltere, Macaristan. ABD. Almanya, 1 l ı rvatistan, Yunanistan ve
Çek Cumhuriyeti'nde yayım land ı. Raymond Clıanulcr. Ridıanl
Brautigan, Raymond Carver, Donald Bartlıclme, Woody Ailen.
Salman Rüşdi ve 1 larold Bloonı gibi yazarla rın yapıtl arını Slovcnceye
çevirdi. 2005 yazından beri (Slovenya'ııııı eıı büyük gazetesi olan)
!Je/o'nun edebiyat ekinin yayın yönetmenliğini yapıyor. Eşi ve kızıyla
birlikte Ljubljana 'da yaşıyor.

30
IVIR ZIVIR TUTANAGI

Giin boyu dııyııyorıım mltırın


Sızla111ş1111,
Sıı kıışıı kadar lıiiziinlii,
İlerlerl(ell tek haşma,
Dııyııyor o da riizgôrm ;ııfara
Acıl(lı feıyad1111 .

lJames Augustine Aloysius


Joyce Oda l\foziği XXXVJ

Mozart'ın Reqııiem'inden* gelen ezgiler yüksek kubbeli stüdyoda


ya nkı l a nıyordu . Siyah bir t u l u m giymiş saka l l ı bir adam başı n ı öne
doğru sallayarak sti l ize mikro-elektronik bantlarla kapağı ışıl ışıl
parlayan ders kitabı n ı kapattı . Orada okud uğu bi lgiden tatm in ol­
muş görü n üyord u ; kitabı arkasındaki d uvarı kaplayan tıkl ı m tıklım
kitaplıkta d u ran ötekilerin arasına yerlqtirdi ve deri koltuğundan
kalktı. Plastik bir torbadan tornavidaya benzer b i r alet çıka rdı ve
parlak bir ışıkla ayd ı n latılmış mekanın ortas ı n d a ki a hşap sahnenin
üstünde d u ra n b i r pilot koltuğuyla donatı l m ış büyük ve ka rma­
şı k bir aygıtı ku rca lamaya başladı. İç i çe geçmiş sayısız kablosuyla
kocaman bir siyah örü mceği a n d ı ran bu koca kütledeki ayrı ayrı
öğeleri test ederken, Kyrie Elci;on""* böl ü m ü n ü söyleyen koroııuıı
uzayıp giden �ffsi ona kayıtta n eşl i k ediyord u .

(*) :\ğ:ıt. i\lozart'ın ülüınüntlcn hl·nu:n ôncc yaptığı son beste..:. (çn.)
(**)'"Tanrım. hizc :.ıcı'' hôlümü. lçn.)

il
Ayin biterken işi ni tamamladı. Yüzü nde bir gül ümsemeyle elekt­
ronik sayacı bir kenara koydu ve birden sessizliğe bürünen stüdyoda
vaku r bir i fadeyle konuştu: HHcr ton u n , tıpkı sözcükler gibi kendine
özgü bir a n lamı var, ancak bunlar çevrilemez. Bu yüzden: Geri' Kay­
n ağın köklerine! Euterpa, şimdi ve sonsuza dek yanımda dur1'"
Aygıtın a rka s ı n a iki i nce u z u n siyah ç a n ta yerl eşti rd i, mi nder­
li pi lot kol tuğu na otu rd u , e m n iyet kemeri ni taka rken önündeki
gösterge panelindeki b i rkaç değişik renkl i d üğmeye bastı ve stüd­
yoyu a n s ı z ı n kaplaya n kör edici ışıkta ortad a n kaybol d u . B i r a n d a ,
kend i n i Pa ris'te, S e i n e Nelıri'n i n taşl ı b i r kıyısında bu ldu. Ta ri h ,
1 778 Ağustos'u ydu.
Bakımsız bir kem evi nin salon u nda, birbirinden çok farklı gi­
y i m l i iki erkek oturmuş ikindi çaylarını yuduml uyorlardı. Siyah
t u l u m l u , saka llı adam b iiyiik bir mnakla etrafi na bakıyord u . Rengi
atmış bir tığ işiyle yarı örtülü yuva rlak bir masa, iki iskemle ve boş
bir kuş ka tCsi nden başka, tek mobilya parçası bir köşede u n utu lm uş
klavsend i . Çizi l m iş yüzeyinde, üstüne kargacık burgacık notalar
kara l a n m ış büyük boy b i r nota yığın ı d u ruyord u . füışımla gü nlerdir
pudra yüzü görmemiş bir peruka b u l u n a n öteki adam, alışı l madık
bir giysi içi ndeki yeni gelen kişiye kıpırdamadan bakıyordu .
"Saygıdeğer ismin izi bağışlar m ıs ı n ı z, efendi m�·· d i ye sordu
WoHga ng Amadeus Mozart, kon uğ u na ve kendisine birer fincan
taze ç:ıy koyarken. "Ne yazık ki b u rada bizi uygun bir biçimde ta­
n ıştırabilccek kimse yok," diye ekled i .
"Neysem oyum; a m a siz bana Viaggiatore diye sesleneb i l i rsi­
niz, dedi Gezgi n.
"Peki cüreti mi bağışla rsanız, niçin b u rada old uğu n u z u öğre­
nebi l i r miyim, Si nyor Viaggiatore?" diye sord u , hala merak içi nde
olan i'v[ozart.
"Her şey ve hiçbi r şey için, sevgi li Moz;:ırt. l'vlüziği n izden söz
etmek isteri m. dedi Gezgi n , "zam a n tuhaf bir şeyd i r, bilirsiniz.
Za man içinde artık yitip gitmiş bazı kişi ler, zamana her şeyi n me­
zarcısı derlerdi ve b u n u n ol u m l u a n l a md a söylenip söylen med iği

32
uzun süre anlaşılamadı." Mozart kı pırdamadan hala yeni gelene
bakıyordu. Aslında onu görmüyordu , gözlerini daha çok sınırsız
bir derinliğe dikmiş gibiyd i. Gezgi nin konuşması sırasında bir­
kaç kez masa örtüsünün kenarı n a asılmış, dalgın bir edayla onu
sertçe kıvırıp burn u n u n altına çekmişti. "Benim geldiğim yerde,"
diye devam etti Gezgin, "gelecek bizi artık o kadar ilgilendirmiyor.
Onu çok farklı biçimlerde tah ayyül edebildiğimiz için , biliyoruz ki
sonbahar rüzgarı kadar aldatıcıdı r. Şimdiki zamansa parçalardan
ibarettir. Bizi asıl ilgilendiren, geçmişteki büyük öyküler; bunlar
kendi küçük öykülerimizin sergilendiği büyük ağı dokuduğu muz
ipliklerdir." Gezgin bir süre sustu, sonra sakin bir tavırla devam etti:
"B izler benzersiziz, ben benzersizim, Mozart. Müziğinizle, çalış­
man ızla o kadar ilgilenmemin nedeni de bu ... "
"Doğrudur, Sinyor Viaggiatore," diye yanıtladı Mozart bezgin
bir sesle, "hangi cennet ya da cehennem için çalıştığımızı hiç bil­
miyoruz."
"Öyleyse, maestro, söyleyin bana, neler yapıyorsunuz? Paris'te­
ki ilk performansınız olağanüstü başarılıydı. Y ine de bazıları, sizin
artık Mozart olmadığınızı, Parislilerin beğenisine uyup, yerel din­
leyiciler için yazdığınızı öne sürdü."
"Paris şeytani bir yer," diye yanıtladı Mozart. "Mesafeler ve yollar
yürünemeyecek kadar uzak ya da çamurludur ve Pa ris, esrarengiz
Sinyor, tarif edilemeyecek kadar pistir. Arabayla gittiğimde, günde
dört-beş üniformalı hizmetkara i htiyacım oluyor -ve ne için ? !- bu­
rada insanlar övgüden başka bir şey vermiyor ki. Belirli bir günüm
dolu olduğu nda," diye öfkeyle patladı, "çalıyorum -sonra şu sözleri
duyuyorum: Olı, c'est un P rodigel (Ah, bu bir deha!)- ardından elve­
da. B u raya ilk geldiğimde, sağa sola gitmeye epeyce para harcadı m ,
gerçi genellikle beyhude bir yatırımdı bu, çünkü insanları evde bile
bulamıyord u m. Burada yaşa mıyorsanız, sinyor Viaggiatore, buııuıı
ne kadar önemli olduğu n u düşünmek zor gelir. Paris çok dcği�ıııı�
ve Fransızlar da bir süred ir on beş yıl önce oldukları kadar kilıaı
değil. Davranışları oldukça bayağı ve kendileri İnanı lmaz kıhıı l ı.

il
"Peki bunun dı§ında," diye sordu ziyaretçi, "i§ durumu, para
durumu nasıl?"
"Ne diyebilirim ki ? Berbat!" diye yanıtladı Mozart ve finca nına
dü§en bir pasta parçasını parmaklarıyla çıkardı. "Bestelerimi basar­
ken korkunç hatalar yapıyorlar. Versaillcs'da orgcu pozisyonu tek­
lif edildi bana, ama daha iyi bir §ey bulabileceğimi dü§ünerek geri
çevirdim . . . sonra da h içbir §ey çıkmadı. İ stenmediğimden değil,
sadece Paris'in bana ihtiyacı yok gibi. Dolayısıyla para da yok. Şu
lanet Hindi Hollandal ı," diye çıkı§tı, çaya batmı§ pastayı tıkınarak,
"Dejeux,1 ya da adı her neyse, bana vaat edilen iki yüz yerine yal­
nızca bit bürümü§ altmı§ altı İ ngiliz altını ödedi. Babam ondan hiç
ho§lanmamı§tı. Ba§ka yerlerde de durum farklı değil. Guiness Dü­
kü'n ü n kızına iki§er saatlik yirmi diirt kompozisyon dersi verdim ve
adam cebime üç Louis altını sıkı§tırmaya çalı§tı, geri çevirdim."
"Daha önce de bahsettiğiniz flüt kuartetleri m i ? Onların birinci
sınıf, qsiz olduğu n u söyleyebilirim," dedi Sinyor Viaggiatore ki­
barca.
"Siz ne diyorsunuz Ta nrı a§kına . . . " Mozart ba§ını sallayarak
bo§ fincanı masaya koyd u.
"Doğru, Mozart, doğru. Çok değerli oldukları konusunda her­
kes mutabık . . . " diye onun içini rahatlatmaya çalı§tı Gezgin. "Bir
flütçüye virtüözlüğünü göstermesi ve bu aletin ses güzelliğini sergi­
lemesi için olağa nüstü imkanlar tanı nıyor. Birçok müzikoloğa göre,
kuartetler çok eğlendirici, gerçek bir divertimento."

l) Mozart, ba§ka yönleri bilinmeyen, olağanüstü zrngin bir müzik hamisi l'vlösyo 1 )c Jean
ya da Duchamp'dan söz ediyor. Söylentiye göre, adam aynı zamanda mükemmel bir
llütçüymü§. Bestekar hiç ku§kusuz onunla Mannheim'da, Wendling adlı bir flütçünün
evinde tanı§ffil§ olmalı. Mozart'ın babasına yazdığı 19 Aralık 1977 tarihli mektubundan,
Duchamp'dan iki yüz İngiliz altını kar§ılığında üç konçerıina ve üç kısa kuartet sipari§i
aldığını biliyoruz. Sipari§ edilen çalı§manın ancak bir kısmını -onu da büyük gecik­
meyle- teslim ettiği için, Duchamp ona ilk tutardan daha azını ödemeye hazırlanın•§·
Mozart'ın mektubunda rasrladığımız "Hindi Hollandalı" deyimi, herhalde Duchamp'ın
servetini sahibi olduğu bir Doğu Hint plantasyonundan kazanını§ olmasına yapılan bir
auf.

34
"Aman Ta n rı m ! Ama ben oda müziğinde solo enstrüman olarak
flüte katla namadığımı kimseye anlatamıyorum. B u rada sanki her­
kes, özellikle de her alqam Opera-Comique çevresinde toplanan
u kala müzikseverler, yalnızca kemanlarla flütlerin rahatsız edici
çakı§masın ı , içi bo§ süslemeleri, aynı varyasyonları duymak İstiyor
gibi . . . Bana öyle geliyor ki onlar müzikten çok, gecikmeden Saint
Lazare'a sevk edilmesi gereken §U sefahat dü§künü kızlarla ilgile­
n iyor," diye acı bir sonuca vardı Mozart.
"Ba§ka din leyiciler de var, maestro," dedi Sinyor Viaggiatore,
"belki Paris'te yok.. . ama yine de . . . "
"Evet, ama bu ba§ka dinleyici toplulukları nasıl ? Ve neredeler?
Kim onlar?" diye homurdandı Mozart elleri n i sallayarak.
"Uzman din leyiciler, d iyeli m . Ya da müzik uzmanları. Zaman
içinde, sözcükler, belki de çok fazla sözcük sel gibi yağacaktır. Ö rne­
ğin müzikle ilgili her konuda yanılmaz bir h a kem olan Wendling,
sizin piyano ve orkestra için O-Minör konçcrtonuzu öyle hassas bir
biçimde çözümledi ki, yanılmıyorsam ancak Alman topraklarında
bulunan, çoğu zaman kaba bir §ekilde Endülüslü diye anılan bir el
tarafindan doğru dürüst çal ın abilecek, piyano için bir bölüm bul­
d u ."1
Gezgin sıkıldığı açıkça belli olan Mozart'a bakıp, u zla§tırıcı
bir biçimde ekledi: "Eh, besteleme hız ınız göz önüne alınırsa,
hatalar an la§ılabilir. . . bağı§lanabilir olacaktır. . . her bakımdan
bağı§lanabilir . . . "

2) Konçenonun ilk bölümünde ilginç bir kısım vardır. Piyano için iki mezürdc, Mozan
sol el için (timbal vuruşlarıyla yankılanan) dört alçak notayı, iki oktav yüksek bir akorla
yazmıştır; aynı zamanda sağ elin de hızlı bir arpeggio çalması gerekir. Açıkçası üç ok­
tava uzanabilecek bir el olmadığından, biraz sıradışı, hatta tuhaf açıklamalar sunan iki
kuram vardır: Daha pratik düşünceliler, konçertonun, devam kısmı çalınabilsin diye
fozladan bir pedal klavyeyle (orgdan bildiğimiz gibi) donatılmış sıradışı bir piyano türü
için yazıldığını savunurlar. Günümüzde en akla yakın açıklama şu olabilir: �ozarı ilk
önce alçak notaları yazmış, derken tikrini değiştirerek (dahi Mozart'tan söz ediyor u z ' ) .
sonradan akoru eklemiş ve daha önce yazdıklarını silmeyi ya da hiç değilse üstünü �iz ­
meyi unutmuştur. Parçanın tartışmalı bölümünün kanıtladığı şey (tabii bir ş<·y bııı ılı
yorsa), gezgin Mozarı"ın sabahları beste yapmak üzere klavyenin başına oıurduğ11111l.1
her zaman ayık ve aklı başında olamadığıdır.

\ 'i
Mozart 'bo§ver' dercesine elini sallayarak yanıtladı: "Ne yapabi­
lird i m ki ? Bitmek bilmez yolculukları mı n sonucuydu bu. Wasser­
burg'dan Augsburg Hohen-Altei m, Mannheim, Metz ve Clcrmonı
üzerinden Paris'e gitmek, çok uzun ve çok yorucu bir yolculuktur,
Sinyor Viaggiatore. Kı§ın Mannheim 'den Kirchhei nbola n den 'e,
Prenses Carol i ne Nassau-Weilburg'u n sarayına yaptığım hiç de ne­
§eli olmayan yolculuklar da cab;:ısı." ı
"Kuartetlerden söz ettiği mize göre," diye sohbeti sürdürdü me­
raklı Gezgin , "lütfen söyler misin iz, A-majör kuarteti tam olarak ne
zaman bestelediniz ? "�
"Peki ama n;:ısıl ::ı n ladınız? Şu anda kendime bu yüzden eziyet
ediyorum. Sipari§lcr bildiğiniz gibi zaman ında teslim edilmelidir.
Öyle kötü gidiyor ki, lanet olası flütü ikiye bölmek geliyor içim­
den," de<li Mozart öfkelenerek.
"Tamam, tamam, biraz sabredin, maestro, o kadar öfkelenme­
yin. Onu yazacağınızı b iliyorum . . . Şimdiden duyabiliyorum." Es-

3) I. Bama, bir yerele şu sözleri yazmıştır: ( . . . ) aslında (n) 1 778 başında pek bir şey hes­
tclemedi. Bunun yerine sosyal yaşama <laldı, hu yüzden bahası Leopol<l'dan firçalı bir
mekiup aldı.
4) Gezgin kuşkusuz KV 298, flüt ve yaylılar için A-majii r 4 . no'lu kua rteti soruyor. Kuartetin
özgün clyazımı korunmuş, ama ne yazık ki üstünde tarih yok. Mozart yapıtları üzerin­
de çalıpn tanınmış bir araştırmacı olan Dr. Marie Oliver Gcorges Pou l a i n Saint-Foix
( 11174- 1 945) -kuartetin son parçasının aslında Paiseillc"in ( i l k kez 17116 Eylül"ün<lc
Viyana' da icra edilen) La Gare Gmero;e adlı operasındaki b i r tema üzerine varyasyonlar
dizisi okluğu gerçeğine dayalı olarak- l'vlozart'ın söz konusu kuarteti ancak o yıldan
sonra bestelemiş olabileceği sonucuna varmıştır. l'vlozart"ın daha önce Dr. Ludwig Ritıcr
von Köchcl tarafindan derlenen yapıtlarının l i stesini yeni çalışıp düzenleyen bir başka
önem l i araştırmacı olan Dr. Al fred Einstein ( 1880-1952) İse, ilk hakışta makul ve ye­
rinde olan bu varsayımı desteklememektedir. Einstein açık bir şekilde, Paisiclle"in 1 77'11
ıarihli operasıyla şaşırtıcı melodik benzerliğine karşın, A-majör kuarteıin -tüm beste­
n i n ama özellikle üçüncü parçanın- yapıtları şövalye döneminden itibaren İtalyan oda
müziğinin (sonatal:ır) gelişmesi açısından önemli olınası dışında Paris"te ikamet etıniş
ikincil bir İtalyan besteci olan Giovanni Giuseppe Cambiıı i " n i n ( 1 746- 11125) bestelediği
Quaıoım d"ir; d i yaloglarının hafifbir parodisi olabileceğini iine siirer. Her halükarda. bu
iki kuram üzücü bir hayal gücü eksikliğiyle suçlanabilir, çünkü ikisi <le !\lozart"ın birisi
-siizgelimi, o zamanlar (bugün de olduğu gibi) tarihin içi n<le dolanan esrarengiz kara
giysili yabancılardan biri- tarafından aydınlatılmış, dolayısıyla <la kuarteti sekiz yıl önce
tamamlamış nlahi lecej\ı ihtimalini göz önüne a l mamaktadır.

36
rarengiz S inyor Viaggiatore sakin gülü§üyle Moza rt'ı rah atlatma­
ya çal ı§tı. ''.Ancak," diye devam etti daha ciddi bir sesle, "siz henüz
bunu bilmiyors u nuz, aslında buralarda bunu b ilen tek ki§i benim
herhalde: Viyana 'daki Österreichische Nationalbibliothek* kuarte­
tin bir el yazımını ele geçirecek ve kena rında, sizin elinizden çık­
mayan § U sözler ya zılı olacak:
QUATOUR ORIGINAL COMPOSE PAR
WOLFGANG AMADE US MOZART.
A PARIS, 1 778, MANUSCRIT DU
COMPOSITEUR, RECU DU BARON
DE JACQUIN**
Yazılanlar doğru mu ? Onayl ıyor musunuz ? "
"Elbette! Yılı doğru . . . ve B aron d a benim arkada§ımdır," diye
yanıtladı kafası karı§an Mozart ve kol ları n ı göğsünde kavu§tura­
rak ayağa kal ktı. ''.Ancak Sinyor, bunu bir kenara bırakalım, kuartet
henüz bitmedi, yarısı bile tamamla n madı. Bana ba§ka bir §ey söy­
lemenizi . . . "

"Harika," diye bağırarak Gezgin sözü n ü kesti ve tu l u m u n u n iç


cebi nden bir not defteri çıkardı. "Bu bilgi müzik tari h i açısından
paha biçilmez bir değer ta§ıyor. Çok iyi gidiyoruz. Lü tfen otu run."
ama yoksa siz . . . O.B. misiniz ki ben i m ve yapıtlarım hak­
kında bu kadar §ey biliyorsu nuz ? " '
Gezgin yaltaklan ı rcasına gülü msedi. "Hayır, kesinlikle hayır.
Ben sizi n sadık hayra n ı n ızım, sevgili maestro, evet bir hayranınız
ve her §eyden önce bir din leyicinizim," diye sözleri nizi tamamladı
ve yine oturdu. ''Benim zamanım di nleme, kayıp pa rçalara kulak
m isafi ri olma zamanı," diye ekledi daha ciddi bir ifadeyle.
"Olanaklarınız da . . . nasıl desem . . . sı nırsız m ı ) Gerçekten s ı ­
nırsız mı?" Bestecinin ka fasına dank etmeye ba§lamı§tl.

(•) Avu s tu rya :'. ! i l l i Kütüphanesi. ( ç n . )


( .. """ ) \Vol ıg-�mg- .-\ınadtus �foz;ırt ıar;ılİ n d a n hl'Stl'knmi� oriıinal ku .ı rh.: l . lksıcc inin J 77:·rdt .
l'aris'tc. Baron de Jarq u i ı ı '<kn .ı l ın a n dyazııııı. (çıı.)
)) Onlcns·Hrudcr: Kqi � \'C üzd a n la m ıyla hiradl'r ( y a da 1-hır � l a s o n locasınm ı ı r ı ' ' '
"Sizin açınızdan ve . . . ha-ha, hatta benim açımdan . . . öyle de­
nebilir," diye a lay etti Gezgin , ayağa kalkıp kasvetli odada dola§a­
rak. "Biraz m üzik dinlemek ister misiniz, Mozart ? Belki sizi sakin­
le§tirir. B iraz huzu rsuz görün üyorsunuz."
"Evet, elbette! Ama sorumu yanıtlamadınız. Hangi müziği . . .
dü§ünüyorsun u z ? Müzisyenler n erede ? " diye sordu Mozart hay­
retler içinde kalarak. Tekrar oturdu.
Gezgin sabra davet eden bir hareketle avuçların ı kaldırdı. "Bir
saniye, maestro," dedi ve cebinden bir kasetçalar çıkardı. "Orkest­
ra bu! Aletin yalnızca kırk vatlık olduğu doğru ama çıkardığı ses
gözya§ları kadar saftır! Pioneer! Japon malı. Üç ba§, iki motor. . .
Ama size bunu neden söylüyorum ki ? Böyle ayrıntılar herhalde sizi
ilgilendirm iyordur."
"Burada mı? İ çinde mi?" Mozart küçük parlak kutuya bakıp
inanamadan ba§ını salladı.
"Elbette, neden olmasın ? " diye yan ıtladı Gezgin rahatça. "Sa­
dece bir san iye, maestro . . . hımın, n e varını§ bu rada ? " Gezgin yol­
culuğa çıkarken yan ı n a a ldığı siyah çantanın içini a ltüst etti ve en
son unda bir kaset çıka rdı. " İ talyanca bir §eyle ba§lamaya n e dersi­
n i z ? " diye m ırıldandı, kasedi maki n eye takıp bir düğmeye basa­
rak.
Oda müziğinin ho§ ezgisi salonda çın ladı. İ ki adam bir süre ses­
sizce dinlediler.
"Ama bu olağanüstü," diye iç geçirdi Mozart bir süre sonra,
"müzik de öyle. Kime a i t ? "
"Paisiello. L a Gare Generoso operasından. Uvertür," diye yanıt­
ladı Gezgin . "Viyan a birkaç hafta içinde onu bunun için göklere
çırakacak, son ra da u nutup gidecek, tıpkı Schonnbrun Sarayı 'ndaki
hanımların ı§ıltılı zarafetini u nutacakları gibi. Ha . . . bunu 1 786'da
yazacak."
"Çok iyi . . . " dedi Mozart kekeleyerek, "daha doğrusu çok iyi
olacak. Ama bence farklı bir biçimde yapılabilirdi . . . h atta san ırım
küçük bir bölümü kuartetimde kullanacağım. Biraz daha çalın

38
l ütfen, tekrar dinlemek istiyoru m . Kendim de parçalara inanmaya
ba§lıyorum. Bunu size tam olarak açıklayamam . . . ca nımı acıtan
bir çqit bo§luk . . . asla giderilmeyecek bir tür özlem . . . Hiç bitmi-
yor . . . sonsuza dek sü rüyor. . . günbegü n büyüyor . . . parçalardan
olu§turduğunuz sıradı§ı bir d uygu . . . yine de birkaçı her zaman ek­
sik kalıyor. . . evet, evet, l ütfen biraz daha çalın . . . "
Gezgin, bestecinin bu sözlerin i duyunca gülümsedi. "Şu ݧe
bakın, ben i m çağımdan biri gibi konu§uyorsun uz, maestro. Sanki
biliyormU§SU n uz gibi . . . ama onlar yalnızca yaratıcı süreç hakkında
kon u§urlar. Kalp nerededi r, ondan söz etmezler. Kalp açılıp kapa­
n a n kitapların ritmiyle atar ve menfezlerden ya§lar akar. Evet, as­
lında onlar kütüphaneleri n i n labirentlerinden , müzik koleksiyon­
larından, diskografilerinden geçinirler."
Gezgin kaseti değݧtirdi ve Alman lied'leri söyleyen solo bir ses
odada çınladı. İ ki adam sessizce sonu na dek dinlediler.
"Bir §ey beni rahatsız ettiği nde yalnız olmakta n hiç ho§lanmam,
ama §İmdi l ütfen, yalvarırım ben i yalnız bırakın," dedi Mozart aya­
ğa kalkarak. "Çalı§mal ıyım . . . m ü§terilerim her bir notayı bekliyor­
lar. Yarın l ütfe n yine buyru n . Hangi saatte isterseniz."
"Hizmetin izdeyim," d iye yanıtladı Gezgin ve ayrıldı.
Sadece birkaç dakika sonra kapıya sertçe vuruldu; Sinyor Vi­
aggiatore elinde daha da büyük çantayla qikte duruyordu. "Nere­
deyse u nutuyordum; size bir armağan getirdim." İ nce uzun çantayı
dikkatlice klavse n i n kapağın a koyup açtı. Tamponla desteklenmi§
içinden bir klavye ı§ıldıyordu.
"Bu, maestro, Uzakdoğu 'dan gelen en son teknoloji harikası . . .
Bir bilgisayarı . . . ve de yazıcısı var. . . nasıl açıklasam � Klavyeyi ve
bi lgisayarı çalı§tıran mekan izma. Ama on yıl daha beklerseniz, sa­
n ı rı m Luigi Galvani diye biri . . . kurbağa vıraklaması n ı . . . sütü . . .
kıvırcık salatayı icat edecek . . . Ah, bu uzun bir hikaye, pek çok hi­
kayeden biri . . . "
"Sorumu bağı§layın , efendim, ama a nlarsı nız: kalemim olduk.;a
eski, enstrü ma nlarım da öyle. Ayn ı delikten son yirmi iki yı ldır "

ı•ı
çıyorum ve hiç yıpra n m adı ... Ü steli k kimbilir kaç kez sıçtım . . . öyle
ya da böyle. Anlayın ben i, ku§kuları m ızı yenerken ölçülü olmalı­
yız. B u yüzden, sorarım size, bu ta§ınabilir klavseni nasıl kullana­
cağı m ? " diye sordu Mozart, klavyeyi parmaklarıyla ok§ayarak.
" İ stediği n i z her §ekilde, Mozart ! " diye ya nıtladı Gezgi n . "Sarı
ten l i küç ü k i ns a n l a r dokuz yüz doks a n dokuz yoldan beste yapa­
bileceği n iz §eki lde i mal etmi§ler b u n u ; i§kence a leti olarak kulla­
n ıl m a s ı n ı s aymazsak tabii . İ stediği n i z ezgiyi ya da m ırıltıyı seçip
bestenizde ku llanabilirsin iz. Ö rneği n otuz üç çeşit d alga m ı rı l tısı,
rüzgarın uğu ltusu, orgun , klavse n i n , boraza nların, arpleri n , flüt­
lerin, düdükleri n , viyolaların, kem a n ların ton u , iki kema n , yüz
kema n ı n soylu a korları . . . Ilesteyi yazdığı n ızda, tekrarlayabi lir,
d üzeltebil i r, deği§tireb i l i r, enstrü m a n l a rı n farklı kombinasyonla­
r ı n ı deneyebil i r, perküsyonları, ha tta konser salonu n u n ya nkısını
ve daha b i n lerce efekt ekleyeb i l i rsiniz. Sadece b i r d üğmeye bastı­
ğın ızda, tüm beste n i n nota ları otomatik olarak kağıda basılacak;
olasılıklar sonsuz . . . Ya da gerçek fa n atiklerin en son propagan­
dasında söylendiği gib i ; Ludwig bu klavyeyle, bestelerine ha rca­
d ığı s ü re n i n ü çte biri nde, top h ı m ürettiği n i n iki katı kadar beste
yapabilirdi . . . " Gezgi n , kon U§masını bir rekla m ajansı yöneticisi
gibi bitirdi.
"Çok ho§uma gitti," diye bağırdı Mozart. "Sakl ayacağım
bunu!"
"Dileri m büyük b i r zevk ve ilham alırsınız, maestro," dedi siyah
giysili ziyaretçi, b u n u n bir n imet m i yoksa hıyanet m i olduğu nu
merak ederek ayrı lırken.
Wolfgang Amadeus hu§U içinde otu rup, bir çeşit sahnedeymiş­
çesine, salon u n ortasındaki klavsenin üstünde gelݧigüzel duran
klavyeye dokun urken evinde gaz lambaları yanıyordu. G üzel ve §a­
şırtıcı bir §eki lde birörnek tu§ların üstünde parmakları nı gezdi rme­
ye ba§larken, bir yandan da pencereden Pa ris gecesinin derin l iğine
bakıyord u. Gece vakti çok sayıda farklı melodi duyulabi liyordu, kah
bir İ talyan diverti mentosuna benzer, sorgu layan ve sıcak bir §ey, kah

ııı
bir Hoffmeister pastorali gibi özlem dolu bir §ey, sonra eğlendirici
hafif bir Fransız melodisi . fi . .

Mozart gece boyu gitgide artan bir can l ı l ı k ve heyecanla ça ldı.


Bir kadansın ortasında ansızın ayağa kalktı. Büyülenmi§ gibi, pen­
cereden gelen parlak ı§ığa baktı. "Elbecte," diye bağırdı, "tek olası
tarz bu," ve heyecanla klavyeyi yumrukl amaya ba§ladı . B ilgisayar
ekra n ı nda, son mezürün ba§ındaki parlak yqil RONDEAU söz­
c üğü kayboldu ve yerin i RONDIEAOUS aldı. Rondo, a llegro ya
da allegretton u n her za m a n ki tem posu yerin e, Mozart hevesle §U
sözc ü kleri dizdi:
Allegretto grazioso, ma non
troppo, presto, perô non troppo
adagio, cosi-cosi, con molto
garbo ed espressione.
"Ha . . . bir de §U," diye soludu, klavye n i n üstüne eğilerek. Ek­
randa, n otaların altında §U si mgeler belirdi:
O. S. AL. S. SENZA FINE
- dal segııo al segııo seııza fine, besteni n sonsuza kadar hüküm
sürecek notasyonu . . . bir müziksel döngü, taklit edi lebi lir her §eyin
m üzik yoluyla taklidi.

Sabah.
"Nasıl gitti, Salzburglu Wol ferl ? " diye sordu Si nyor Viaggiatore
çok resmi bir §ekilde.
"Yoksa öldüğü mü - yok olduğumu - n a l ları diktiğimi mi dü­
§Ündünüz, ya da sand ı n ı z ? " diye haykırdı Mozart. "Ama hayır, rica
ederi m, asla böyle bir §ey dü§ün meyin, ç ü n kü dü§ü n mek ve altına
etmek çok farklı §eylerdir. Ö lseyd im bu kadar güzel bir §eyi nasıl
yazabilird i m ? Bu nasıl mü mkün olurd u ? Geriye' - köklerden kay­
nağa . . .

Cı ) :-. l ü z i k tarihçilerinin sıklıkla Paisidlc"in yukarıda değinilen operasını A- nı ;ı ıiiı k11;ı 1 1 t


t i n , arkasından Franz Anton l-loffmcistcr'in . · i n ılic· 1.\'at11r a d l ı �arkıs ı n ı n \ T ı;ılıiı kı l .. kı
hir Fra nsız rondosunun -ll 1 1 dej· bottt:.•. des bollt'S Ba_;/t·ın- kaynağ"ı olar;ık . ı ı ı d ı kl.ı ı ı r ı ı
siiyknu.:k g-cn:ksiz h i r tekrar � i h i görü nüyor.

·1 1
B i r d üğmeye bastı ve klavyen i n yazıcısından kuartet için yaz­
d ığı nota ların ç ı ktısı n ı a l ıp, çözüle meyecek kadar gizemli bir gü­
l ü msemeyle siyah giys i l i ziya retç isine uzattı. Gezgi n kağıda bir
göz attı ve tehlikeli m üzikal döngü n ü n a n l a m ı n a hemen va kıf
oldu. Ç ı lgı n a dönmüşçesi ne evden koşara k çıktı ve kağıdı Seine
nehrine attı.
Nehir kağıdı denize taşıdı ve böyle konularda bi lgi sah ibi olan­
ların söylediği ne göre, o zamandan beri gelgitler düzen l i bir ritim
içi nde yükselip a lçalıyor. Müziğe daha duyarlı bazı canlar, dalga la­
rı n şapırtı s ı n ı n üzerinde uzak enstrü manları n , göksel yan kı ların,
hari kulade bir müziğin ezgisini duyar gibi oluyor. Okya nus bilim­
ciler bunu kabul etmiyor.

Akşam.
"Nasıl gitti, Salzburglu Wolkrl ? " diye sordu Si nyor Viaggiatore
çok resmi bir şekilde.
"Yoksa öldüğü m ü - yok olduğum u - nalları diktiği mi m i dü­
şündünüz, ya da sand ı n ı z ? " diye haykırdı Mozart. "Ama hayır, rica
ederim asla böyle bir şey düşün meyin, çünkü düşünmek ve altına
etmek çok farklı şeylerdir. Ö lseydim bu kadar güzel bir şeyi nasıl
yazabilirdim ? B u nasıl m ü mkün olabilird i ? Geriye ' köklerden
kaynağa . . .
Bir düğmeye bastı ve klavyenin yazıcısından kuartet için yazdığı
n ota ları n bir çıktısını alıp, çözü lemeyecek kadar gizemli bir gü lüm­
semeyle siyah giysili ziyaretçisine uzattı. Gezgin kağıda bir göz attı
ve tehlikeli müzikal döngü n ü n anlamına hemen vakıf oldu. Çıl­
gı n a dönmüşçesine pencereye koştu, telaşla açtı ve kağıdı karanlık
avl uya attı.
Rüzgar kağıd ı havalandırdı. Yerin üstünde bir yerlerde, siyah bir
kuş hışırdayan kağıdı kapıp gece n i n içine uçtu . O günden itibaren,
bu tür konularda bilgi sahibi olanların söylediğine göre kuşların sa­
bah cıvıltısı ahenklendi. l'vl üziğe daha duyarlı bazı canlar, parklarda
ve ormanlarda uzak enstrümanların, göksel yankıların, harikulade

42
bir müziğin ezgisini duyar gibi ol uyor. Ku§bil i mciler bunu rnldl'I
mi yor. ;

Sabah.
"Nasıl gitti, Salzburglu Wolferl ? " diye sordu Si nyor Viaggiatorc
çok resmi bir §ekilde.
Bir düğmeye bastı ve klavyenin yazıcısından kua rtet için yazdığı
notaların bir çıktısı n ı alıp, çözülemeyecek kadar gizemli bir gülüm­
semeyle siyah giysili ziyaretçisine uzattı. Gezgin kağıda bir göz attı
ve tehlikeli müzikal döngü n ü n anlamına hemen vakıf oldu. Çılgı­
na dön mü§çesi ne §Ömineye ko§tU ve kağıdı a levlerin içine attı.
Bacadan gökyüzüne küçü k bir beyaz duman bulutu yü kseldi ve
bu tür konularda bilgi sahibi olanların söylediğin e göre, o günden
itibaren geceleri gökyüzündeki yıldızların düzeni sakin bir biçimde
dengelendi. Müziğe daha duyarlı olan bazı canlar yıldız burçların­
da uzak enstrü manların, göksel yankıları n , hari ku lade bir mü ziğin
ezgisini duyar gibi oluyor. Astrologla r bunu reddetm iyor.

Sabah.
"Nasıl gitti, Salzburglu Wolferl ? " diye sordu Sinyor Viaggiatore
çok resmi bir §eki ide.
"Yoksa öldüğümü - yok olduğu m u - nalları diktiğimi mi dü­
§ündü nüz, ya da sandınız ? " diye haykırdı Mozart. 'i\ma hayır, rica
ederim asla böyle bir §ey dü§Ün meyi n , ç ü n kü dü§Ün mek ve altına
etmek çok farklı §eylerdir. Ö lseyd im bu kadar güzel bir §eyi nasıl
yazabi lird i m ? Bu nasıl mümkün olabilirdi ? Geriye' - köklerden
kaynağa . . .

7) \\'ol (ı;ang Hildcshei m<·r',· güre. :\hızarı hn zaman yanımla bir çqıt kuı b u l u n s u n is­
tl·rcli. İ lk ünce hir sığ:ırcıgı olmuştu. ı\nlında n . hl·stl·c i n i n ülümürnkn hirkaç gün iinn·
odasından ç ı kard ığ:ı b i r kanaryası. I-lcr h a l ü k:inla. sığırnğ:ın hayallıllla i>ncmlı hir n:ı ı
olmuıtu. 27 \layıs l 78rte, onu kat<:,iylc birlikte otuz diirt Avusturya kreuızcri ka r\ı l ı ·
ğ:ında satın alını� \T ikisi üç y ı l hirli kl<: ya�;un ı�ıı. �[ozar1 '1n kl·ndi k;ıyı lları na ınan;ıLık
ohı rs.ık -ki inanmamak için b i r nnlcn yoktur- s ığ ı rcık Sol maıör piyano konı_;L-rlo, 1 1 1 1 1 1 1 1
( KV ·l 'i ) ) rondosundaki i l k b q m e z ü r ü pkı yab i l iyımlu . H a l i h a z ı r bilim d ü n ,-.ı , , , l ., · l ı ı ı
tığ.i miz g:ihi. hunu reddetmiyor.

·1 1
Bir düğmeye bastı ve klavyenin yazıcısından kuartet için yazdığı
notaların bir çıktısını alıp, çözülemeyecek kadar gizemli bir gülüm­
semeyle bestesini çalmaya başlad ı. B u tür konularda bilgi sahibi
olanları n söylediğine göre, bunu hala bir yerlerde çalıyor. Mü ziğe
daha duyarlı ola nlar, sakin akşamlarda ya da zamanın deri nlikleri
üzeri ne düşündükleri sırada, uzak enstrümanları n , göksel yan kı­
ların, harikulade m üziğin ezgisini duyar gibi oluyor. Psikiyatrlar
bunu reddetmiyor.

44
Ales C a r
Ald Car, 1 97 1 'de, Slovcnya'nın batısında bir maden kasabası
olan ldriya'da doğdu. Ljubljana'daki Fen Edebiyat Fakültesi'nde
kar§ıla§tırmalı edebiyat öğrenimi gördü. Yazar, reklamcı, çevirmen
ve senaryo yazarı olan Car, lgra angelov i11 netopiıjev (Yarasalarla
Meleklerin Oyun u , 1 977) ve Pasji tango (Köpek Tangosu, 1 999)
adlı iki roman, ayrıca Vokvari ( Düzensiz, 200 1 ) adlı bir öykü kitabı
yayı mlamı�tır.

46
KATLAR

Yıldızlar gibi ı§ıldayan i§kenceyi görd ü m ben. Bu konuda neredey­


se herkesin en azından bir §eyler hissettiği ni bi liyor um, ama ben­
den ba§ka, onu gerçekten görmܧ olan birini tanımıyorum. Bir ki§i
ba§ka birine birincinin zihinsel ya da fiziksel bakı mda n çökmeye
ba§ladığı noktaya dek hükmettiği nde, ikisi de özgürlqir. Ve enerj i
ç ıka r açığa. Olağanüstü bir enerji.
Benim için i§kence her za man bir a§k edimi olmu§tur. Topye­
kun çökü§ün qiğindeki a§ağı lamadan zevk almak gibi bir yeteneğe
sahibim. E n azından bir haz, hükmetme ve debdebe halinin zir­
vesindeki herha ngi biri kada r zevk a lıyoru m bundan. Yıkım aynı
zamanda hem almak hem de vermektir. Zıt uçta nasıl varolacağın ı
bilmekse vermenin ve almanın karesidir. Hayır, b u bir d i n deği l. O
haltı silin. Bu sadece ben i m dü nyam.
Trieste'de normal, düzgün, mutlu bir aile içinde büyüdüm. Ba­
bam bir erkek giysi leri mağazasının yöneticisiydi. Annemle babam
ve ağabeyim hala Tricste'de ya§ıyorlar. Mağazayı a rtık ağabeyim yö­
netiyor. Benden bq ya§ büyük, ciddi, ağırba§lı, sadık ve i§ine bağlı
biri.
Ya kı§ıklılığı ve zihinsel s ı n ı rla maları nedeniyle, her zaman için
ben i m tam z ıddımdı. Daha en ba§ından beri ben i m için bir ağabe­
yi n ötesinde olduğu nu, beni m de onun kızkardqinden ibaret ol­
madığımı hissetmeme p§mamalı.
Acıya kar§ı oldum olası özel bir tavrı m oldu. Ö ncelikle fiziksel
acı . Küçü kken uyluğu mun içi ndeki eti çimdiklerdim, ç ü n kü beni
sakinlqtirirdi bu. Öyle çok çimdikler ve yoğururdum ki, mora rırdı.
Bir yaz gü n ü öğleden sonra, ağabeyim mağazanın yanı ndaki kii<,; ük
garajda bisikletin i tamir ediyordu. Ben de yerde oturmu§, soka k ı a
ki ku§ları seyrediyordum. Ağabeyim bir yere gitti ve beni c l ı ı ı ı d c
penseyle yalnız bıra ktı. Derimi ve altınd aki etin üst taba kası nı uy­
luğumdan kopmaya başlayana kadar sıkı§tırdım. Bu ben im ilk ka n
akıtı§ımdı. Tuhaf bir enerj iyle dolu, heyecan ve ter içinde durdu­
ğumda, ortada h ı rpa lanmı§ - mor ve uyu§mU§ bir et parçası vardı.
Acıya duyarsız.
Sonra baba m ı n mağaz:ısınd:ın bir tel zı mba, diki§ iğnesi ve ma­
kas, ağabeyi m i n a tölyesi nden de bir çekiç ve pense aldım. Zı mbayı
tutup yava§ça derime bastırdım. Tenimin içine kolayca kaymasına
ve hu özel acı hissin i n böylesine serin letici, heyecan verici ve farklı
olmasına §:J§ırdım. Ö rneğin bisikletten dü§sem hissedeceğimden
çok farklıydı. Bu acıda, sanki benimle bağlantısı olmayan bir §eyi
incitiyormU§Um gibi belli bir tatm in duygusu vardı. Tel zı mbaya
dikey olarak, tenime bir iğne batırd ı m . Sonra da banyoya gidip ten­
dürdiyot ve gazlı bez aldım, odaya döndüm, ten i me baktı m, baba­
m ı n makasını aldım ve iğneyle tel zımban ı n olu§turduğu haç ipre­
tinin altında, uyluğumda n küçük bir parça kestim. Acıyla sarsıldım,
korkunçtu, ama a rkasından doyu m, heyeca n ve sıcaklık hissi geldi.
Yarayı dezenfekte edip sardı m, a letleri etajer çekmecesine ka ldır­
dım, sonra da et parçasını ağzıma atıp çiğnedim. Canım yanıyordu
tabii ki, ama sıcaklık ve heyecan gitgide artıyordu. Daha önce hiç
böyle bir §ey hissetmemi§tim. Hiçbir §CY beni bu den li heyecanlan­
dırmamı§tı. Belki de i l k orgazmımı o sırada ya§adım. Tüm işlem
yakla§ık bir buçuk saat sürmܧtÜ . Kendime geldiğimde, uyluğu­
mun parçası artık ağzımda değildi.
Ku§kusuz, bütün bunları bilinçsizce yapıyordum. Herhangi bir
§ey dü§ünmüyordum. Yal n ı zca uyarılmış bedenimin sıcaklığın ı n
fa rkı ndaydım, sonradan onu soğu k suyla scrinletiyordum. O sırada
ne hissettiğim i size tarif etmem zor. O zamana dek ben im için da­
ima bir engel olan bedenim, bir §eki lde içeriye doğru açıldı. Tama­
men kendimden geçmi§tim. Şoka uğram ı§tım.
Şimdi eski n ai fliğim i dü§ündükçe içimi coşku kaplıyor. O sıra­
da, denemeye cesaret etmi§ olsalar, ba§kaları n ı n da isteyeceği bir
§ey kqfettiği mi dü§ünüyordum. Karanlık ve yasak bir §ey, seks gibi.

48
Ta bii ki bunun neden yasak olduğu n u anlam ıyordum. Asl ında kur
banın ki m olduğu n u hala bil mi yorum; bedenimi gön üllü ola rak
cezaya tabi tuttuğumda üstümdeki kötü lük m ü , yoksa ben mi.
Sonradan ağabeyimin karısı olacak Mateja'yı ilk kez eve getir­
dim. Onu mahalledeki bir çocuğun doğumgü n ü partisinde fark et­
mi ştim. Bu tü r olaylarda bir kardeş ruh bulma hevesiyle, gen ellikle
bir köşeye saklan ırım. Mateja mahal lede yeni ve içine kapa n ı ktı.
Gü zel bir kızd ı, saçları mavi bir bantla toplan mıştı, ama bir Barbie
güzell iği deği ldi onunkisi. Dar bir ağız ve küçücük bir burun ona
tuhaf bir kayıtsız görün tü veriyordu. Gözüm ü a l a n şey onun kayıt­
sızlığıydı (sa n ı rım, ağabeyim de sonrada n o n u n kayıtsızlığına aşık
old u ) . Ona doğru ilerlediği mde, tuhaf bir bakış attı ba n a ve kaynaş­
tık. Gece boyunca konuştuk ve arkadaş olduk. Yıllar sonra, bir hafta
önce, sesini telefonda duydum. Ağabeyim televizyonda hı rpalan­
mış bedenimi gördüğü için a ramıştı. Bir şeye ihtiyacı m var mı, iyi
m iyim diye sordu. Paraya ihtiyac ın varsa söyle, dedi, ne gerekiyorsa
söyle. Derken a rka planda Mateja'nın sesini duydum. Matic'in de,
ben i m de hasta olduğum uzu, deli olduğum için beni kapatma ları
ya da akıl hastanesine yatı rmaları gerektiğin i haykırıyordu. On i ki
yaşından, yani arkadaş olduğum u z zamandan beri kafasındaki şeyi
nihayet dile getirdiği ni anladım.
Çoğu zaman ben im odamda ta kı l ırd ı k. Tam olarak ne yapardık
bil miyorum. Kafamda onu kollarında bir ayıcık, başı kopmuş bir
bebek tutarken, beni de bir penseyle yatağım ı n ken a rındaki bir tahta
parçası üzeri nde çalışırken gösteren bir resi m var. Bir seferi nde ayı­
cığı ondan aldım ve boynuna ip bağl ayıp bir avizeden astı m. Bunu
kom i k buldu. Birkaç gün sonra, plastik bebeğin bacakla rı n ı koparıp
ka rnını makasla oydum. Mateja hiçbir şey söylemedi. Sonra çok ile­
ri gitti m. Oturma odasından katCsteki papağan ı alıp kendi oda ma
getirdim. Ö nce sadece baktık ve onunla kon uştuk, son ra katl:si ııdl' ıı
çıkarıp odanın içinde kova ladık. Son unda onu yakaladığı mda, ı p ı
bacaklarından birine bağlayıp öteki ni penseyle tuttu m. Pense ı a ı ı ı
da beş santimetre kadar havalanıp son ra aşağı i n mesine, d n k n ı

.ı•ı
yeniden havalanıp yeniden i n mesine yetecek ağırlıktaydı. İ kimiz
de gü ld ü k. Artık ta içinde aynen benim gibi olduğu n u ve benden
b u n u n için nefret ettiğin i biliyorum. Ayrıca ağabeyime aynı türden
şeyler yaptığı n ı da biliyorum, dört duvarın arkasında saklı kalacak
şeki lde, bazı güçlü ilaçlarla u yuşmuş vaziyette, tam da dominant bir
qle normal bir evlilik diye tanımlanmasına yetecek düzeyde. Şunu
da biliyoru m ki, artık öğrenmiş olduğum şeylerle, zevkin nereden
geldiği ni ya da nereye dü ştüğü nü bilmeden, onu aklının bulana­
cağı, eşikte duraksayacağı noktaya getirebilirdim. Ama o sıralarda
genç ve gözükarayd ım. İ şler kontrolden çıktı. Papağan ı kavrayıp
bir iğneyi kapalı gagasından içeri ittim . İ ğnenin ucu başı n ı n öbür
ya n ı ndan dışarı çıktı. Sessizliği hatırlıyoru m . Bana şaşkın şaşkı n
bakan pa pağa n ı n sessizliği n i , kafamdaki sisin sıca klığını. Matej a
gözlerine inanmalı mı, inanmamalı mı bi lemeden , hayretten ağzı
açık kaldı. Birkaç saniye sonra avaz avaz bağırarak odadan dışa rı
koştu, ben de pencereyi açıp papağa nı komşu evin çatısına ti rlattım.
Bir süre sonra kapı açıldı ve a nnem girdi içeri.
"Mateja'nın babası a radı," dedi, "Mateja tamamen ken dinden
geçmiş. Senin Piki'nin kafasına bir iğne soktuğu nu söylemiş."
"Yalan söylüyor," dedim. "Papağan pencereden uçtu. Onun yü­
zünden. Pencereyi o açtı."
Büyük bir şey kaybettiği m i bildiğim için o gece ağladım. Sanı­
rım bundan böyle yalnız olacağımı bil iyordum. Hen ü z on üç ya­
şındaydım ama şimdiden kendimi normal erotizmden ve dünyanın
geri ka lan ından tamamen ayırmıştım. Küçü k partilerde gösteri len
sempatiden , samimiyetten; her halükarda bu sorun deği ldi çü n kü
kimse beni zaten h içbir yere davet etmediği gibi, yüzüme de bak­
mıyordu . Artık pek bir şey beklemiyordum. Aslında o sıralarda, ina­
n ı lmaz fiziksel çirkinliğimi özel bir şey, hayatı m ı belirleyen , beni
kendi yalnız yoluma koşan bir şey olara k kabu l etmiştim.
Birkaç ay sonra, Mateja ağabeyimle arkadaş oldu ve sonradan
evlendiler.

50
Bundan sonra uzun bir süre boyunca pek bir §ey olmadı. Za ma ­
na ihtiyacım vardı. Bazen geceleyin pencereden balkona tırman ıyor
ve yere i n iyordum. Kara n l ı kta saklanara k duvarlar boyunca yürü­
yor, evsiz barksız sarho§ları, ba§ı çerçöp içinde yerde yatan kadı n ı
seyrediyordum. Sanırı m a n nemle babam ne yaptığım ı b il iyor a m a
görmezden geliyorlardı. Ba§ka konularda yaptıkları gibi. Eve geldi­
ğimde, biri banyoya gidiyor, diğeri de kapımın dı§ında duruyordu.
Ama hepsi bundan ibaretti.
Yazın, kom§U sokaktaki bir ev boş ka l mıştı. Birtakım serseriler
ikinci katla tavanarasın a el koydular, ben de zemin katına giden dar
bir delik keşfettim. Sürü nerek içinden geçtim ve kartonlar, dolaplar
ve diğer pılı p ırtı a rasında siyah bir kedi buldum. Hayvanlar da,
kalbi m i insanlar kadar değilse de, birçok kez kırını§ olduklarından,
düzenli olara k onlara işkence etmeye başladı m . Zemi n katını te­
mizledim, süpürdüm, pencere e§ikleri n i sabitledim, dolapları n bi­
rinden aldığım bir rafi kullara k a let edevatı m ı düzenlediğim bir yer
hazırladım. Ele geçirdiğim kediyi önce okşuyor, tüyleri n i tarıyor,
seviyordum. Bu, güven olmadan heyecan vermez. O sıralarda n e
a radığımı bilmiyordum. Şimdi elbette ki, güve n i n v e onun uzantı­
sının, hayvan eninde sonunda anlık bir özbil i n ç pırı ltısıyla ba§ına
gelen leri anladığında ve durumunun, içinden yava§ça akıp giden
yaşamın, ölümü n ü n farkın a vardığı nda patlayan duygun u n önemli
bir böl ü m ü n ü temsil ettiğin i biliyoru m . Şokun deri n l iği önemli bir
unsurdu. Çivi ansızın pençesine saplandığında, i leride neler olaca­
ğın ı a nladığında kademeli §aşkın l ı k ve gözlerindeki boşlu k - korku,
u mut, sürün me, yalvarma - sonra i kinci çivi - derken üçüncü ve
dörd üncü çivi, bir bıçak yarığı, pensenin baskısı, çekilen tırnaklar,
bo§alan göz çuku rları, bilinç yiti m i ve en son unda çivileri çıkarıp
yaralarını deze n fekte ederek onu serbest bıra ktığımda aynı durum­
da yeniden canlanmanın verdiği deh§et...
Bugün a rtık biliyorum ki heyecan ı m ı n nedeni kedinin üstünde­
ki haki miyetim deği l, onunla özdqlqmemdi. Verdiğim acıdan <.;<>k,
kendini ansızın ağzında bir macun topla masanın üstü ndl' l ı: ı ı ı : ı ,

'i l
işkencecisine bakarken bulduğunda, kendimi onun yerine koymam
önemliydi. Ne yaptığı mı ve n asıl devam edeceği mi düşünüyord um.
Nadiren öldürüyordum. Ö lümle birli kte, doyum hissim yeri ni ka­
yıtsızl ığa bırakıyordu. Heyecan yerine, salt boğazlama. Bir gece, bir
kedinin karnı n ı deştim, iç organları n ı suda duruladım, gen yerleş­
tirip kediyi diktim . Bunu neden yaptığı mı söyleyemem, belki de
a raştı rmayla ve tabii ki böyle bir yola koyulmaya cesaret etmeniz
durumunda aklınıza her türlü fikri n gelmesiyle i lgiliydi. Son uçta,
ölüm güzeldi. Her zaman yaklaştığım bir şeydi . İ ş kence sayesinde
ölümle oynuyordum, ç ü n kü ban a eziyet edenin, zevk alırken , gü­
c ü n ü ku rbanının ruhsal ve fiziksel çöküşü a rasındaki i nce qikte
durd urmayı bileceği nden asla emin olamazdı m. Uzak, her yerde
hazır ve nazır ve rastlantısal bir şey olan ölüm güzeldir, işe giderken
yanından geçtiği niz bir a raba kazasında ölmüş birin i n i ki büklüm
cesed i n i n güzelliği gibi.
Ked ilere işkence ediyor, yaralarını sa rıyor, son ra da -şekilsiz, a k­
sak, tek gözlü ya da tamamen kör, pençesiz ya da kırı k pençeli, ku­
laksız ya d a kuyruksuz du rumda- sokağa salıyordum. Onlar benim
Trieste sokaklarını dolduran küçük can larımdı. Sokaklarda topal­
ladıkları n ı gören şefkatli insanlar duruyor, dehşet içinde başları nı
sallıyorla rd ı. Hatta bir kısmı kaldırımda diz çöküp on ları okşa maya
çalışıyor, ama kedi ler pan iğe kapılıp -elleri nden geldiğince- kaçı­
yorlardı. Trieste çok geçmeden bir sürü sakat kedi, köpek, güvercin
ve serçeyle doldu. Dedi kodular başladı. Ben fdç edici karanlı klarda
saklı kalıyor, normal olan her şeye karşı şefkatimi yutuyordum.
On altı yaşıma geldiğimde, yaşayan bir kişiye ihtiyacım olduğu­
nu a n ladım. Okuyarak ve dü nyamı a raştı ra rak başlad ım. Kişinin
cin siyetini umursam ıyordum (bu yüzden sanırım ben biseksüel i m ) .
Ya lnızca duygu lar, bilinç, özbilinç, b i r düşü nce bileşimi, a rzular ve:
ihtiyaçlardan oluşan net bir yapıya ihtiyacım vardı. Bütün bu hisler
de yaln ızca insanla rda kesin olarak ayrışmıştır.
Temel meka nizma ben i m için çok açıktı. Fizi ksel acıyla özel
ilişki m , psikolojik sadizme karşı güçlü bir arzuyla dengelenen ti-

52
ziksel mazoşizmde berra klaşm ı§Cı. Bu i ki uçca ki zevki n mükemme­
len gerçe klqmesi için, söylediğim gibi, gerçek bir ki§iye ihciyacım
vardı. Bir insanoğluna.
On sekiz ya§ımda, öğrenim için Lj ubljan a'ya Ca§ındım. O kulda
gayec başarılıydım. Geçemediğim ilk ve cek sınav, ikinci yıl sosyal
ancropoloji protesörü n ü n sınavı oldu. Tedirgin olmalıydım, ç ü n kü
her şeyi bi liyord u m ; dersi rahacça ve zevkle çalışmışcı m. İ kinci kez
geldiğimde, sözlü sınava yeniden gireceklerin l iscesinde sonuncu
isim benimkiydi. Salona ötkeyle gird i m, ama profesör ismimin
yanına en yü ksek nocu yazdı -hiç soru sormadı- ve beni dışarda
kahve içmeye davec eni. Hayacımdaki en önemli kadını, parlak bir
ü n iversice kariyeri olan bir ölü seviciyi işce böyle canıdım. Ne yap­
cığı nı biliyordu. Zekam ve aşırı fiziksel kusurlarım, varoluşun ve
aşkın erocik boyucunu bi raz fa rklı bir biçimde yaşamış biri için baş­
ca n çıka rıcıydı. Coşkulu, icaac ecmeye hevesliydim. Soyun uyor, diş­
leri m i n a rasına bir iğne yerleşciriyor ve kadavra gibi harekecsiz yere
uzan ıyordum. Genel likle ben i soğuk suyla dolu bir küvece koyup,
yüzüme bazen mavimcrak, bazen her carati kesik bir cesec maske­
si çiziyordu. Sonra beni yere çekip, içine bir buz parçası sokcuğu
soğu kca n h issizleşmiş cinsel orga nımın dudaklarına ku n ilingus
yapıyordu. İ ğneyle dilimi ve da mağı mı cekrar cekrar deliyordum.
Orgazma ya kl aşcığı mı zda, yüzüme soku lup ağzımdan bir ceseccen
çıkıyormuşçasına boşa lccığı m ka n ı göğüslerine sürüyordu.
Ö cekisi eczanede çalışan bir uyuşcurucu bağı ml ısıyd ı : lezbiyen
ve oldukça icici bir kadın (gerçi ben imle kıyaslandığında solda sı­
fır ka lı rdı ) . Bazen bir a raya geliyorduk ve her seferi nde olay olup
biuikcen sonra a rcık a rzu edil meyen acıya kar§ı bana büyük dozda
morfin veriyord u .
Sonra hayaccaki cek v e gerçek a§kım Macic geldi. O arcık b i r ölü,
ben i m yaralı ve hırpalanmı§ bedeni mse gazecclcrde, tclevızyı ııı
da ve her yerde cqhir edil iyor; insanlar bu du rumda a�kı a ı ı ı ı a ' ı l
söz edebi ldiği m i soruyorlar bana. Şöyle: Hayva na! lıalı ı.; c , ı ı ı d l ' , l ı ı ı
maymun ka fCsinin önü nde ka r§ıla§cık. Maymunl a ra , 1 1 1L l \ 1 1 1 a l ı ı ı

., ,
iğne batı rılmış bir ekmek parçası atıyordum. O ne yaptığımı gör­
dü ve gülmeye başladık. Bu kadar komik olan nedir, diye sordum,
bir şey söylemedi, sadece bana bakıp kafası n ı salladı. Bi rkaç daki ka
boyu nca onun dilsiz olduğunu düşündüm, ama sonra kon uştu ve
i n a nılmaz derecede kekeme olduğu nu a n ladım. Kahve ve brendi
içmeye gitti k ve her içişte biraz daha gevşeyip daha düzgün konuş­
tu. Birbiri mizi işte böyle bulduk (ikimiz için de b u bir ilkti ) . Bir saat
sonra, beni sevdiği n i a n ladım.
Veterinerlik eğitimi alıyordu. Mükemmel, yani fotoğra fi k bir
belleği vardı. Doğası itibariyle, çekingen ve nazikti. İ nce bir duy­
gusal yaratıktı. Fazlasıyla i nce. Aşırı duyarlı lığının (ve kekemeliği­
n i n ) tek ilacı içkiydi . Her kadehte biraz daha iyi oluyordu. Belli bir
sarhoşluk aşamasında, gerçekten komiklqiyordu. Ancak alkol onu
a nalitik ve sentezci düşünce ba kı mından beter ediyordu. Hepsi bir
a raya geldiğinde, ben i m için doğru bileşim oluşuyordu: zihi nsel sı­
n ı rlamalar, istisnai duygusal duyarlıl ı k, i ktidarsızlık ve m ükem mel
a n atom i bilgisi. Yaşamsal orga nlara zara r vermeden bana nasıl vu­
racağın ı ve şişleyeceği ni biliyordu. Bedenimi bir acı aleti gibi oku­
yordu. Ayrıca inanılmaz miktardaki kötü sözlerime ve aşağı layıcı
tacizime katlanabiliyordu.
Tan ışmamızdan altı ay sonra, bana evlilik tekl i f etti . Ne diyece­
ğimi bilemedim. Zamanla, bunun bana bir şeyler ifade edebi leceği­
ni anlattım ona. Evet, dedi m. Birkaç ay sonra, onun yanına taşın­
dım ve her şey normal göründüğü için, ka ldım. İ kimiz de mezun
old u k. Matic Tarım Bakanl ığı'nda bürokrat oldu, ben de en sevdi­
ğı ı n proti:sörü mle lisansüstü progra mında çalışmaya gittim. Matic
l ı ı ı n ı l a n hiç hoşla n m adı ve onun son derece kıskanç biri olduğu n u
; 1 1 1 L ı ı l ı ırı. Ö nceleri bundan korkuyordum, son rada n bunun işi so-
1 1 1 1 1 1 ; 1 ka d a r götürmek için iyi bir mekanizma olduğu ortaya çıktı.
� l . ı ı ı r ı�t" gid iyordu, ben tezim i yazıyor ve ev işleri yapıyordum;
l ı . ı l ı . 1 , 1 1 1 1 1 . ı rı i s e b a ş başa kalıyorduk (ikimiz de a ilemizle bağlantı-
1 1 1 1 1 1 k ı ı ı •. ı ı ı ı ı ı � ı ı k ) . Cumartesileri küçük gezilere çıkıyorduk, pazar
" \ ı ı ı ı l . ı ı . ı . ı v ı r d ı ,ı!, ı ın ı z �ü ndü. Sabahtan bira içmeye başlıyor ve
ben i m çabucak tepem atıyord u . Öğle vakti m asaya vuruyor, uba k ­
ları ters çevirip haykırıyord u m . Öğleden sonra, gözleri donukla§l l ­
ğında, aklıma gelen herha ngi b i r şey yüzünden o n a saldırıyordum.
Sın ırlamala rı, pratik olmayan yapısı, asosya lliği, de mine tarzı, en­
gel lenmişliği, üzerindeki psikoloji k baskı , çocuksuluğu, i ktidarsız­
lığı ve geride kalan her şeyin sebebi olan alçaltıcı derecedeki küçük
pen isi ... Patlamanın eşiği ne vardığı mızda profesörümü görmeye gi­
diyordum. bu da onun gibi kıskanç biri n i deli ediyordu. Profesörle
bir-iki kadeh içki içiyordum. Eve geldiği mde, saçlarımdan kavrayıp
kafamı duvara çarpması, sıkılı yumruklarıyla beni kovalaması, yere
atıp tekmelemesi, dairenin içinde saçımdan çekerek sü rüklemesi,
başımı tuvaletin içine sokması, küvette boğazımı sıkması, uylukla­
rımı iğneyle del mesi , karn ımı sigarayla yakması, ağzıma ve yüzüme
işemesi, çalışır duru mdaki elektrik süpürgesinin borusunu ü ç deli­
ğimden birine sokması için genelli kle küçü k bir şey daha söylemem
yetiyordu.
Hayatımda ilk kez birini sevdi m . Gerçekten sevdim. O n u n la
birlikte yaşa maya başladıktan i ki yıl sonra, nihayet evlenmemiz
gerektiğine karar verdim. Birkaç ha fta içinde evlendik ve her şey
berbat oldu.
Hiçbir hayalim yok. Matic hepsi n i yok etti. Bütü n suç bende. Bu
bir şikayet deği l, bir gerçek. Şimdi kendi kafama vuruyorum. Her
şey önceden olduğu gibi açık, mantı klıydı, ama artık bitti. O tabii ki
evli liği en sıradan , en gündelik ma nasıyla a n lıyordu. Açı kçası, yal­
n ızca a nlaşılması gerekeni a n lıyordu. Bunu önceden görmeliydim.
Her şey marazi bir hal alan kıskançlığıyla başladı. Hayatımda­
ki i ki kadınla her türlü bağlantımı kesmemi İstedi benden. Bunu
yapmam i mkansızdı, ç ü n kü öncelikle tezimi ta mamlıyordum. Ve
her halükarda, onlafla ci nsel ya da diğer ilişki leri mi biti rmeyi lıiı;
istemiyordum. Dönüşüm eşzamanlı bir biçimde meydana geld i :
Gitgide daha fazla içiyor, a m a şiddeti n doruğu na varmak yeri ııe ı; i i
küyordu. Titremeye, ağlamaya ve onu sevip sevmediği mi s o r ıı ı . ı v . ı
başl ıyord u: .. Gerçekten seviyor musu n ? Beni gerçekten s c v ı v o r 1 1 1 1 1

., .,
sun ' " Bu dördü ncü ya da bqinci kez tekra rlandığı nda, ne anlama
geldiği ni ve neler olup bittiği n ı anladım. Adam gözlcrımin önünde
param parça ol uyordu.
İ şten sa rhoş dönmeye başladı. Durmadan içiyordu. Akşam üstü
genellikle ağlıyor ve beni seviyor musun, diye soruyordu. Bu tam
bir kabus haline geldi. Evde gitgide daha az ka lıyor, profesörü n
evi ne gidiyordum. Kendime ayrı bir daire tuttu m. İ ç kisi yüzünden
işinden kovul muştu . Gün boyu evdeydi ve sadece içiyordu. Sonba­
h arda diplomamı aldım ve asista nlık için üniversiteye başvu ruda
bulundum. Onunla kon uşmayı denedim; iyileşmek zorunda ol­
duğuna, acilen eski haline dönmesi gerektiğine, yeni bir başlangıç
yapmanın tek yolu n u n bu olduğu na onu ikn a etmek istiyord um.
Hiçbir sonuç alamadım. Enkaz haline ge lmiş bir erkekle bu kısır
m ücadelelerden altı ay sonra, valizlerimi top layıp taşındım. Nisan
ayıydı. Bir ay sonra polis oturma odası nda çü rüyen cesedi n i buldu.
Komşular polisi apartma n a yayı lan iğrenç koku nedeniyle çağır­
m ışlardı. Matic kendini içkiyle zeh irlemişti. Ocak ayı nın ilk gü n ü
toprağa verildi.
İ ki hafi:a sonra, iki sivil polis kapıma geldi. Bazı bilgileri doğru­
lamak isted i klerini söyleyi p bana birtakım soru lar sord u lar. Apart­
mandaki komşular Matic'le ben i m ara mda olup bitenleri a n latmış­
lardı. Ö zelli kle de haftasonu yaşa n a n ları. Ta rtışmalardan çığlıklara,
kırılıp dökülen qyalara ve �iddetli kavga lara kadar. Polislerin anlat­
tığı na göre, yalnızca çığl ı klarım işitilmiş olsa da, ko mşular alçakgö­
nüllü ve nazik bir adam olan Matic'in böylesi bir dayak atmasın ı n
pek olası olmadığı nı söylemişlerdi. l\fatic'in b i r hamamböceği ni
bile ezmekten aciz olduğu n u fark etmiş görü nüyorlardı. Beni döv­
müş m üydü, ya da ben onu � Dövmüşse bunu kanıtlayabilir mi­
yim, diye sordular. Bugün bile bunu neden yaptığımı bilmiyorum.
Onları başka yollardan ikna edebi lirdim; buna eminim. Bluzumu
\ ı ka rd ı m ve geniş pantolonumu yere indirdim. Nefesleri kesi ldi.
);ı ralar, morluklar, kesikler. Yere bakıp giyi nmemi söylediler. Baş­
k . ı l ı ı r �ev sormadılar. Bir süre sonra. bir kadın yardım grubu ndan

�ı.
a ktivistler kapımı çalJı lar. Onların ardından da gaY.cll'cıln. �ıddl'I
m ağd u r u kadın kon u l u h i kayem medyada bir bomba gibi ı ıa ı l a d ı .
0
'r:ıpyanları ve ölüleri sarstı . Başka gazeteciler d e geldi, sonra radyo,
a rdından da televizyon. İ şkence ku rba n ı , zu lmedilmi� kadın lıaliııl'
geldim. Istı ra p çeken, aç, hasta olanla r için bir havari. Televizyonda
bir reklam, şehirdeki ilan pa nolarında bir resim oldum. Coca Cola
old um.

'I
Eva ld F l i s a r
Evald Flisar, romancı, öykü , oyun, deneme yazarı ve 1 933'tcn beri
yayım lanan, en eski Sloven edebiyat dergisi Sodobııost'un editörüdür.
Slovenya'daki Lj ubljarıa Üniversiıesi'nde karşıla§tırma l ı edebiyat, on
yedi yılını geçirdiği Londra 'da ise İngilizce öğrenimi gördü, (başka
işlerle birlikte) bir bilim ansikloped isinin editiirl üğünü yaptı, öyküler
ve BBC için radyo oyunları yazdı. Yapıtları (İzlandaca, Arapça,
Malezce, Bengalce, Marathi ve Hintçe d;ı h i l ) 25 dile çevrildi. 80'den
fazla ülkeyi gezdi ve Avustralya 'dan ABD'ye, ( ; üncy Amerika'dan
İskandinavya 'ya, d ünyanın pek çok yerinde halka açık okumalar
yaptı. En tanınmış romanı Va/ı�·i Kt1plt111la Citmcl(tir (Carovnikov
\'ajcnec, ilk basım 1 986, yedinci basım 2007) . Flisar' ııı kaleme ald ığı
on dört oyun arasında şunlar da yer alır: Birçok ülkede ve Londra'nın
tiyatro merkezi \Vest Enci' de sahnelenen /,eontırdo 'ya Ne Oldu (Yılın
F.ıı İyi Oyunu Ödü l ü ) . on sekiz ülkede sahnelenen Yarm (Preseren
h ı ı ı ı ı ()dülü) vı: yine birçok ü l kede sahndeııcn Nora Nora (Yıl ın En
İ n ( > v ı ı ı ı ı ı Öd ü l ii ) . "l iıplu Oyunları 2006'da New Yıırk'ta 'ICxturc
l 'ı n' ı . ı ı . ı f i ıulan y.ıv ı n ı la n d ı . Flisa r"ın yayı mlanmış iki öykü kitabı
1 . il .ı i l
C ELLATLAR

E rtesi sabah Pathan'a, daha iyi zamanlarda Lalitpur, ya n i "güzel­


li kler §ehri" diye bilinen yere doğru bisikletle yola çıktık. Altı aydır
yollardaydık, "büyü lü", "ki rletilmemi(, "farkl ı " bir yer bulma umu­
dumuz hiç kaybolmamıştı. Ancak ka rı§ık a rayollarda tavuklardan,
köpeklerden ve pislik yığı nlarından kaçınmaya çalı§ara k yolumuzu
bulu rken, beklentilerimizin bir kez daha gerçeklikle çeliştiğini fark
etmeye ba§ladık. Pathan, açık ka nal izasyonların ve harap cephele­
rin bulund uğu taşra l ı bir pazar kasabasıydı, eski güzell iği Himala­
yaların keskin koku lu sefa let taba kası altında göm ülü ka l mıştı.
Küçücük bir meydanda bir grup yiyecek tezgahının yakınların­
da bisi kletlerden indik. Y.1ya n dolaşmak için kira l ı k bisikletlerimizi
bırakacağımız bir yer bulmak a macıyla etra fa bakındık. Katman­
du 'da bisikletleri kiralayan adam, Nepa llilerin "yürümekten hiç
ho§lanmadıkları n ı " u nutmamamız için bizi uyarmıştı. Ne yapaca­
ğımızı dü§Üncrck orada duru rken, yalınayak bir velet civardaki bir
çocuk grubundan ayrıldı. Tereddütle yava§ yavaş bize doğru yürü­
dü. Akan burnunun fena halde bir mendile ihtiyacı vardı. Yuvarla k
renksiz §apkası yana yatık d u ruyor, ona biraz avare görüntüsü veri ­
yordu. Ya kla§ırken, cesa retli bir gü lümseyle bizi selamladı.
"'Grrr, grrr," dedi ve çabucak ekledi: "ga, ga, grrr, brrr, ek, ek,
brrr." Şa§kın yüzümüzü görünce, bize doğru bir adım da lı;ı aı ıp
tekra rlad ı: "Grrr, brrr, e k, bbbhhh rrggrrr!"
Bu ne dil iyse -ki altı dilin karışımı gibiydi- çocu k bel li ki l ı ız('
bir §eyler söylemeye çalı§ıyordu. Gidona yapışıp bisikkıı d ı ı ı ı d n ı
çekmeye çal ıştı. Ya nım ızdaki bina n ı n duvarına koş u p panııak l . ı ı ı v
la tekrar tekrar vurdu.
"G rrr, brrr, ek. grrr," dedi ısrarla.

lı l
Tabii ya! Çoc u k güç durumda olduğumuzu görm ü§ ve akıl ver­
mek için yaklaşmıştı . Bisikletle rimizi duvara dayama mızı öneriyor­
du, yüzündeki ifadeye bakıl ırsa orada emniyette olacaklardı. Başka
seçenek ol madığından, tam da iiyk yaptık. Bu onu daha fazla yar­
dım önermeye yüre klendirdi. Bisikleti eski moda bir zincirle sağla­
ma almak üzere apğı eğildiği mde, birden bacaklarımın a rasında
s uratı beliriverdi.
"Grrr, grrr;" diye mırıldanarak pa ntolonumu çeki§tirdi. Anahta rı
elimden kapıp paslı kilitle kısa bir mücadeleye girişti. İ ş tamamlan­
dığı nda, qimin bisikleti ndeki ki lide saldırdı. Bu biraz daha uzun
sürdü, ama ba§ladığı i§i biti rmeye ka rarlıydı.
"Gırr, b rrr," dedi, yüzü gu rurla pa rlıyordu. Anahtarları almak
üze re uzandığı mda, çocuk başı n ı sallayarak a rkasına sakladı. Sonra
bana doğru ko§u p pantolon umun cebine bıraktı. En son unda geri
çekildi ve bir bana bir qime bakarak bir onay i§areti bekled i.
Gülümseyip çenesinin a l tı n ı gıdıkladım. Ö nce rahatladığı nı
gösteren işitilebilir bir iç geçi rme, ardı ndan havada yarım düzine
sıç rama geldi.
''Adın ne seni n ' " diye sordum sakinleştiğinde.
Cevap veremedi; neler olup bittiği ni görmek ıçın koştu rmuş
olan a rkadaşları n a bizi göstererek caka satmakla mqgu ldü. Soruyu
tekra rladım, ama yine cevap gelmedi. Çocuğun sağır ve dilsiz oldu­
j!;unu fark eden eşim oldu.
Dudaklarımı çok yavaş hareket ettirerek tekra rladım: "Ad ı n ne
senin ' "
G üzleri bulutlandı. Anlayamadığı ndan, heni hoşn ut cdcme­
vn-ekı i. Bu olası lık onu dehşete düşü rmüş gibiydi. Arkadaşlarına
d i i ı ı d i i , a ma onlar da kendisi kadar çaresizdi.
z. . k ı lıir kiiçük kız birden a n layıverdi. "Uki," diye bağırdı, kü­
'• ' ' " ' ı i ı ı ı i i kl ı i a rkadaşımızı işaret ederek, "Uki ! "
l ! ı i ı i i k i i l �; i i d e rahatlayan çocuk kı kır kıkır güldü v e "G rrr, grrr,
• 1. , L ' " ı l 1 1T .. kinli. Elime asılıp beni meydana çekıneye başladı.

ı : ı: ı ıl. 1 ", 1 1 1 1, ı· ı · ı lnı giistnıııeye ka rar vermişti. Heyecanla havada

,, '
pagoıb, yontma, heykel resimleri çizdi, ya da bize öyle geldi. Ö nü­
m üzde tavşan gibi sıçrayara k, bizi bir yan yola soktu, köşeyi dön ü n ­
c e a na meydana çıkm ıştık. Meyda n Nepal'de gördüklerimızden
daha ince ve daha süslü ola n zari f tapmaklarla çevri liydi. Manzara
netes kesiciydi. "Güzellikler şehri" canlanm ıştı.
"'Grrr, grrr, brrr, ek," diye açıkladı çocuk, birden ciddi ve kendi­
ni önemseyen bir havaya bürünerek. Bu o n u n kasabasıydı, bunlar
onun tapın a klarıydı, bütün bu güzellikler ona ai tti . Ve hepsin i ar­
mağa n olarak bize veriyord u.
Meydanda binadan binaya geçerek, sütun larla sivri kule tepele­
ri n i işaret etmesine ve özellikle i lginç oymalara dikkatimizi çekme­
sine ti rsat vermek üzere dura klayarak onu takip ettik. "G rrr, gı rrr,
brrr, ek, ek, brrr," diye çağıldıyordu görevi n i n keyfini çıka ra rak.
Sıkılmış olabileceği mizden endişelenerek, a ra sıra yüzümüze
bir göz atıyordu. En u fa k bir i lgisizlik işareti fark ettiğinde, hemen
köşebaşında bir başka mimarlık harikası bulunduğu n u hatırlamış­
çasına elini alnına vuruyordu. Onu m utlu etmek için, işaret etmeyi
seçtiği herhangi bir şeye karşı hayra n lığı mızı i fade ediyord u k, o şey
yaln ızca dökü len bir duvar olsa bile.
Çok geçmeden Uki ' n i n hevesinin tü müyle özgeci ol madığı
açıklık kazandı. Rehberlik ettiği bu gez i n i n sonunda i ki-üç rupi ka­
zanacağın ı umuyordu. Bu kılıkta, i nceci k kısa kollu gömleği ve eski
püskü şortuyla hiç kuşkusuz en cimri yaba ncının bile sempatisi ni
kazanırdı.
Ya lnız bir askerin önünde nöbet tuttuğu kraliyet hamamınııı
bahçesine girdi k. Belli ki askerle Uki a rkadaştılar.
"Grrr, brrr," dedi çocu k içeri girdiğimizde. Askerin kar�ısıııda
durdu, hazırola geçti ve selam çaktı. Ken disi de çocuktan biraz lıii
yükçe olan asker ona dostça sırıttı ve selam ı n a karşı lık vnd ı. 1 Lı
mamda kısa bir tur attıkta n sonra biraz dinlen meye ka r;ı r Vl" t ı l ı k .
Girişin yan ı nda, açıkta kalmış bir kirişe tü nedik. Bi raz iiıı<T <"�ı ı ı ı
bi rkaç m u z satın alm ıştı, biri n i Uki'ye i kram eni.

lı 1
Çoc u k b u n u ne yapacağı ndan pek emin deği ldi. Güldü, ciddi­
lqti, yine güldü.
"'G rrr, brrr, brrr," diye açıkladı en sonunda ve muzu şortunu tu­
tan ipin a rkasına itti. Ö zür di lercesine bir gü lümsemeyle, onu daha
son ra yemek üzere sakla maya ka rar verdiği ni işaret etti . Eşim he­
men ona bir muz daha verdi. H u onun kafasını ka rıştırdı. İ l k önce
i kinciyi de ipin a rkasına itmeye çalıştı, ama son ra fi kri ni değiştirdi.
Yı da öyle görü ndü, ç ü n kü bir san iye sonra yine ne yapacağı ndan
emin deği ldi.
Eşim muzu çocuğun elinden a ldı, kabuğu n u soyd u, i kiye böldü
ve bu i ki parçayı ellerine geri koyd u . Artık seçeneği kalmam ıştı. İ ki
eli nde birer parça tutarak, gizlemediği bir zevkle yemeğe koyu ldu,
sırayla her i ki yarıdan birer lokma ısı rıyord u . Bi tirdiğinde, parmak­
larını yalayara k keyifli bir dakika daha geçi rdi . Sonra ilk m u zu ipin
a rkasından çeki p, mutlu bir gülümseyişle seyretti. En sonunda geri
iterek, "G rrr, grrr, e k, ek, brrr," diye açıkladı; herhalde geleceği de
düşünmek hızım, demek istiyordu.
Gitmek üzere ayağa kal ktığı mı zda, muz şortu n u n içine kayd ı,
bacağı ndan aşağı indi ve ayağı nın dibine düştü. Eşimle ben gül­
mekten ke ndimizi ala madık. Kısa bir duraksamadan sonra çocu k
d a bize katıldı v e keyifli b i r olayda yer almasına fi rsat verild iği için
m i n n et du ygusuyla, kendinden geçerek gü ldü.
Muzu yerden alıp askere döndü. "Grrr, brrr, ek, ek? " diye sordu,
avl u n u n karşı tarati n ı işaret ederek. Asker başını sa llayarak onay­
layınca, Uki karşı köşeye ko§tU ve muzu bir kereste parçasının ar­
kasına sakladı. Son ra koşarak geri geldi, elleri m i zden tuttu ve bizi
ç ı kışa doğru çekmeye başladı.
Asker birden kon u ştu . "'Annesi babası yok, dedi. Ev ya ndı. Ö l­
ı l ii l e r. Uki ' n i rı abisiyle birlikte. Ve i ki küçük kız kardeşiyle.
""Nerede yaşıyor � " diye sordu eşi m.
· · ı ı n \"e nle, dedi asker. "'Bazen hava çok soğuk deği lse, geceyi

l ı ı ı ı . ı ı l . ı gn; ı rı vıır. Ta pınaklarda, pazar tezga hlarının altında uyu-


\ • il

fı 1
Kasaba curuna devam etmek ü zere ayrıldık. Ancak çok geçme­
den görülecek yerlerin çoğu n u görmüş olduğu muz anlaşıldı. Ço­
cuğu n hevesi de uçup gidiyord u . Yorgun ve sıkılmış görü nüyordu.
Ö d ü l ü n ü bekliyordu ki a rkadaşlarının yan m a dönebi lsin. Bozuk
para bulamadığımızda n, on r u pi l i k bir kağıt para verdik. Sarardı,
tüm bedeni sarsı ldı. Parayı tutup göz h izamıza kaldıra ra k kaygıyla
sord u : "G rrr, brrr, e k � "
Evet, diye başımızla onayladık, para onundu. B i r türlü inana­
mıyordu. Evet, diye ısra r ettik, parayı cebi ne koyabilirdi, ona aitti.
Ve onu ciddi olduğu muza inand ırabilmek için, bir on rupi daha
verdik.
"Grrr, brrr, grrr ? " diye tekrarladı, şimdi ka fası büsbütün karış­
m ıştı.
Evet, dedik, i kisi de onund u , saklayabilirdi. Yüzü nqe ve min­
net karışımıyla aydınlandı. Her iki di nde tuttuğu kağıt paraları
havaya kaldırıp meydanda dans etmeye başladı. Gani meti şaşkın
a rkadaşlarına gösterdi. Onlar da etrafinı sarıp, yol un sonuna kadar
bağırıp gülerek, dinleyen herkese Uki'nin ne kadar para kazandığı­
n ı gu rurla açıklaya ra k onu takip etti ler. İ nsanlar gülümseyip şanslı
çocuğun başı nı okşuyordu. Uki, düşmesin diye şapkasını sürekli
düzeltiyordu.
Sessizce bisikletleri m ize binip ayrıldık. Kasaban ı n bir kilometre
kadar uzağında, d i k bir yokuşun yarısında, nefessiz ka lıp bisiklet­
ten indik. On daki ka sonra tepeye vardığımızda, Pathan'a son bir
kez bakm a k için a rkaya dön d ü k.
B i rkaç metre a rkam ızda, yüzü suçl uluk ve isyan duygusuyla kı­
zarmış, bitkin vaziyetteki küçük sağır d i lsiz çoc u k yolun ortasında
dur uyordu. Bakışları birimi zden öteki ne kayarak, şaşkı n lığımızın
sevi nce mi, öfkeye mi dönüşeceği n i görmek için bekliyord u. < ; İ İ ·
vensiz bir kıkırdama çıktı ağzından.
"Grrr, grrr, ga, ga, ek, brrr," diye açıklamaya çalıştı.
Gözlerindeki yalvaran bakış yavaş yavaş yerin i üzüıııiiyl" l ıı
raktı. Akıl edebildiğimiz her türlü el kol hareketiyle, onu l 'a ı l ı.ı ı ı '.ı

,,..,
dönmesi için ikna etmeye çalı§tık. Katmandu ' n u n çok büyük ol­
duğunu, kaybolacağı nı söyledik. Hindistan'a gidiyord u k ve onunla
i lgilenemezdik.
Anlayabildiği tek §ey onu geri gönderdiği miz, reddettiğimizdi.
Birden yüzü aydınlandı. Bana doğru ko§tU, §apkasını çıkardı ve
onu toz bezi gibi kullanarak ayakkabı larımı temizlemeye ba§ladı.
Son ra eşi m i n önünde çömel ip sa nda letleri n i temizlemeye koyuldu.
Son olarak da, §apkayı tersyüz ederek bisikletimizin kromlu kısım­
larını parl atmaya giri§ti.
"Kusura bakma," dedik. "Geri dönmelisin."
Bisi kletlerimize a tlayıp yola koyulduk. Bizi tıpı§ tıpı§ takip eden
küçük ayaklar sonunda yü reği m izi yu m upttı. Çocu k bunun ola­
cağı nı biliyor olmalıydı. Bize yeti§mcsini bekledi k. Yan ı mı za vardı­
ğında bacakları çözüldü ve toprağa çöktü. Gücü tüken mi§ti, yalnız­
ca "Grrr, brrr, ek," diye mutlu gurultular çıka rabil iyordu.
O n u kaldırıp bisikletim i n önüne oturttum ve Katma ndu 'ya
doğru yola koyulduk. Ba§ını a rkaya çevirip bana baktı. Gözleri ra­
hatlama ve min net du ygusuyla, ama aynı zamanda beni sarsan bir
§eyle dol uydu: saf sevgiye yakı n bir şeyle. Bir kez daha m utlu bir
kı kırdama çıktı ağzından.
Niyetimiz onu Katmandu'ya götürmek, i lginç yerleri göster­
mek, öğle yemeği yedirmek, son ra da a kpma doğru Pathan'a geri
getirmekti. Ama büyük bir kentte bulunduğu için öyle sevi nçl iydi
ki, geceyi bizimle geçirmesine karar verdik. O n u kaldığımız ote­
le götü rdü k. Banyoyu hazırladık, giysilerini çıka rd ı k, onu ka ldırıp
küvete koyd u k. İ l k ba§ta ürktü ve dı§a rı ç ı kmak için çılgı nca bir
<;alıa lıarcadı, ama sonra ya va§ ya va§ sakin lqti ve bu yeni deneyimin
ı .ıd ı ı ı ı <;ıkarmaya ba§ladı. Kısa bir süre sonra keyif çığlıkları atarak
h.ı ı ı v o ı ı ı ı ı ı her yeri ne su sıçratıyordu.
< lıııı <'il yakın markete götürüp yen i bir gömlek, §Ort ve yumu§ak
• l ı - ı ı ,,ı ı ıı l .ı l< 'ı inaldık. Yüzü ağırba§lı bir i fadeye büründü, duru§U
1. . ı ı ı l . ı ·: ı ı. ı l 1 1,t:.ı l l 1 .Q ı ı ı ı yitirdi. Yeni giysileri içi nde ken d i n i yadırgamış-

,,,,
tı.Dü kkan sahibi eski giysilerini kö§edeki bir sü prüntü yığınının
üstüne savurunca , Uki §iddetli bir .. G rrr, brrr, ek, ek"le itiraz etti.
Eski gömleğiyle §Ortu n u dertop edip sımsıkı göğsüne bastırdı.
'"Ga, ga, brrr, grrr," d iye mırıldandı. Kendini içi nde bulduğu bu
mucizevi dünya onu korkutmaya ba§lamı§tı. Giys ileri geçmi§iylc
tek bağı, arkasında bıraktığı tan ıd ı k dü nyayı hatırlata n tek §eydi.
Akpma doğru onu bir Ç i n loka ntası n a götürdü k. Ö nce önü­
müze koydu kları dumanı tüten ye meklerin gerçek olduğu na ina­
namadı; her birini parmaklarıyla dikkatlice yokladı . E§im ve ben
yemeğe ba§ladığı m ızda, bu yemeklerin yalnız bizim için oraya
kon m u§ olduğu kanısındaydı hala. Ancak qim tabağın a yiyecekleri
yığı nca ka§ığın ı kaldıracak cesareti bulabildi.
Yemeğe ba§lar ba§lamaz da, durdurulması imkansız bir hal aldı.
Lenduha ka§ığı beceriksizce, normalde bizim bıçağı tuttuğumuz
gibi tutarak, yiyecekleri tabaktan ağzına zigzaglar çizerek götürü­
yordu , ağzı sıklıkla ıskaladığı belirsiz bir hedefti. Çok geçmeden yü­
zünün her yeri, yeni gömleği ve §Ortu §ehriye ve sosa battı. Ü çüncü
denemesin i n yarısına doğru birden yoruldu. Ba§ı m asaya gömüldü.
Ka§ığı elinden bırakmadan uyur kaldı.
Onu otele ta§ıdık, giysilerin i çıka rdık, elini yüzünü yıkadık ve
yatağa yatırd ı k. Kütük gibi uyuyordu. Gece yarısı uyandı. "Ga, ga,
grrr, grrr, ek," dedi büyük bir tela§la. Nerede olduğu hakkında en
u fa k bir fikri yoktu. Küçük parm a kları etra fı yoklamaya ba§ladı.
Koluma rastladıklarında bir an için ara verip, sonra yine devam
ettiler. Bi leği m i , i§aret parmağımı, ba§pa rmağı mı buldular. Biraz
duraksadıktan sonra, ba§parm ağıma sımsıkı dolandılar. Yüzü ya­
kın la§tı, hala Çin yemeği kokan sıcak soluğu n u h issedebiliyordum.
Rahatlayara k, "Ek, ek, grrr, grr," diye m ırıldandı kulağıma.
Sabah onu §ehir turuna götü rd ük. Kraliyet sarayını gösterd ik.
Gösteri§li bir biçimde süslenmi§ ü ç fil ana kapıda n paytak bir yii
rüyü§le yola çıka rılıyordu. Uki keyiften bir çığlı k attı. Fi lleri oıı
daki ka takip etmek zorunda kaldık. Katmandu'nun rnerkezı ııde
gezinirken , içine cinler girmi§ gibi atlayıp zıplayarak, ko l l a rıı ı ı l ı ; ı

"'
vaya ka ldırıp onu bunu işaret ederek, gülerek, açıklayara k, merak
ederek etrafta koşturdu. Kaşla göz a rasında, Katmandu 'nun ilginç
yerlerini bize gösteren Uki olmuştu.
Bir çekçek kiraladık. Sürücü cafcafl ı a racına ka laba l ı k içinde
cesurca ma nevra yaptırırken, Uki bağırarak onu dürtüklüyordu;
nöbet geçiriyormuş gibi titreyip sarsılıyordu, düşmesini engellemek
zor işti doğrusu. Gu rultular, h ırıltılar çıka rıyor, gülüyord u : dünya,
bu h arikulade dünya sihirli bir dönmedolap gibi etratinda dönüyor­
du. Dünyanın en mutlu çocuğuydu.
Bir gece daha kaldı.
E rtesi sabah Maymun Tapınağı 'nı görmek üzere bisikletle şehir­
den çıktık. Altın kubbe Uki'yi öyle çok etkiledi ki sessizleşip nere­
deyse on daki ka boyunca bakışlarını ondan ayırmadı. Maym unları
eğlenceli buld u, ama içlerinden biri gruptan kaçıp ona doğru iler­
leyi nce, çığlığı basıp kollarıma atıldı. Yokuşun başında bıraktığımız
bisikletlere döndüğümüze sevi nd i.
"G rrr, brrr, ek," dedi onu kaldırıp önüme otu rttuğu mda.
Katmandu'dan ayrılıp, güneye giden tozlu bir yola u laştık.
Uki'den yolu tanıdığına, ya da onu Pathan'a geri götürdüğü mü­
zü anladığına dair hiçbir işaret gelmiyord u. Ancak dar yan yollara
girdiğimiz zaman ta nıdık nirengi noktalarını fark etmeye başladı.
Eski dünyanın değişmemiş olara k halii orada d urduğuna şaşırmış
ve sevinmiş gibiydi. Çarşıya va rd ığı mızda, a rkadaşlarından bir gru p
çarptı gözüne.
"Grrr, brrr, ek!" diye haykırdı, kollarını çılgınca sallayarak.
Çocuklar onu tanıdı ve neşeli bir hoş geldin çığlığıyla bize doğru
koştular. Bisikletten indiğimizde, çevremiz tamamen sarılmıştı.
Çocuklar Uki ' n i n yeni gömleğiyle şortuna dokunmak, sanda let­
leri ni sıvazlamak istiyorla rdı. Aklıma Uki'nin Ç i n lokan tası ndaki
davranışları geldi; o da gerçek olduğu n u anlamak için yemeklere
doku nma gereği n i duymuştu. Arkadaşlarının hayran l ığı hoşuna gi­
d i yordu. Yü zünün her yanından gurur, başarı duygusu oku nuyor-
du. Ama tavrı nda en ufak bir kendini beğenmişlik yoktu, dostça Vl'
sıcak davra n mayı sürdü rüyord u .
Derken, b i r ivedilik duygusuyla, u z u n b i r açıklam aya giriştı.
··G rrr, brrr, ek, ek, brrr," diye geveledi bitmek bilmez bir şekilde.
Görmüş olduğu tüm harikaları havada çi zmeye çal ışırcasına kol la­
rını salladı; fi lleri, maymun ları, sarayları, her şeyi, her şeyi . . .
Di kkatlice bisi kleti m ize bindik ve pedalla rı çevirerek meydan­
dan çıktık. Yürek paralayıcı bir ağlamayla durdurulduk. Bir saniye
sonra Uki yanımd aydı, pantolon u m u çekiyor, ben i bisi kletten in­
dirmeye çalışıyordu. Gözlerine inanamadan ba n a ba kıyordu. Eşi­
me doğru koşup onu bisikletten aşağı çekmeye çalıştı. Bana döndü,
gidona asıldı ve kendini çevik bir hareketle bisikletin üstüne çekti.
Bizimle kal ma k, bizimle Katmandu 'ya, herha ngi bir yere dön mek
istiyordu.
" Ek, brrr, grrr, grrr," diye yalvardı.
Onu yerinden oyn atmaya ça lıştım ama ellerini bıra kmadı. Tüm
gücü küçük parmaklarında toplanmıştı. Sonunda ellerin den biri n i
gidonqan zorla koparmayı başardım, ama i ki nci eline aynısını yap­
maya başlarken, birincisi gidona daha da güçlü bir biçimde yeniden
ası lmıştı.
Sonra beklen medik bir biçimde -birden havası kaçıveren gergin
bir futbol topu gibi- sakinleşti. Sesini kesti ve elleri gidondan aşağı
kayd ı. Onu yere bıraktığımda itiraz etmedi. Bir süre etra ti şaşkın
a rkad aşlarıyla çevri li olarak orada durup ayaklarına baktı. Son ra
yavaşça başı n ı kaldırdı ve gözle ri min içine baktı.
Gerçekten bitmiş miydi ?
Bittiği ni a n lad ığı an, başını tekrar ka ldırdı, döndü ve meydan­
daki en yakın binanın duvarına doğru yürüdü. Va rdığı nda, ya nına
otu rdu, başını duvara dayad ı, bizi görmemek için yüzü nü çevird i.
Ö ylece ka ldı, harekets iz.
Eşim en yakın tezga ha kadar yürüyüp bir muz hevengi s; ı ı ı ı ı
aldı. Uki 'yc götürüp kucağına koyd u. Çocuk gözlerini açtı v e voı
gu n, isteksiz bir '"Grrr, brrr, ga, ga, ek," çıktı ağzından. Son r;ı gı i ı
)erini yine kapattı. A§ağı inip avucuna yüz rupi sıkı§tırdım. İ lgi len­
meden baktı paraya. Eli cansızdı, para yere kayt"l ı.
Çenesinin altını gıdı kladım. Onu nqelcndirmek, gülü msediği­
ni görmek istiyordum. Bana bakmayı reddecci. Meydandan ayrıl­
madan hemen önce arkama döndü m .
Sırtı d uvara dayalı, bir i n fa z m angası taratindan i d a m edi len b i r
rehine gibi görünüyordu.

70
Dra go J a n car
Drago Janear, l 948'de Slovenya 'nın 1\laribor §eh rinde doğdu. Yur t
içinde ve dı§ında e n iyi tanınan Sloven yazarlardan biri olan J anear,
h u ku k eğitimi gördü, gazetecilik. editörl ük ve serbest yazarlık yaptı.
!985'te, Fulbright bursuyla ABD' de ka ldı, !988'de Almanya'da
yaşadı. Sloven PEN Merkezi'nin ba§kamyken ( 1987- 199 1 ) Slovenya
ve Yugoslavya'da demokrasinin geli§tirilmcsiyle ilgilendi. Romanları
ve öykü leri çqi ıli Avrupa dil lerine çevrildi, Avrupa ve ABD'de
yayımlandı. l 99.3 'te Sloven edebiyatının en büyük ödülü olan
Preseren Ödü l ü 'ne layık görü ldü. l 994 'te, Almanya ' nın J\msbeg
kentinde Avru pa Öykü Ödülü'nü kazandı. Ljubljana'da ya§ıyor.
En ünl ü öyküleri "Kuzey l§ıkları", 't\laycı Arzu" ve "Katarina,
'favu skU§U ve Cizvit"tir. En ünlü oyunları ise Biiyiik Görf(emli Vııls ve
f fallstaı'ıır. Ovgüyle anılan ödüllü deneme kita pları yazmı§tır.
Ü STÜN YARATIK

Fra nc Rutar, uzun süre önce nemli bir öğle sonrası nda gözleri n i
yan ı nda otu ra n kadının dizleri nde tuttuğu bir kitabın iri h a rflerine
dikmemi§ olsayd ı, her §ey çok daha iyi bitecekti. O korku nç §eyle­
ri ya§amamı§ olacaktı; yıllar sonra bi le, acı verici bir ra hatsızlık ve
korku karı§ımıyla dü§ü ndüğün de, bunlar kötü bir rüyadan ka lan
i mgeler gibi görün üyordu. Uyku ile uyanıklık a rasındaki anlardan
kalan i mgeler. . . Ama b u n u n bir rüya olmadığın ı biliyordu; her §ey
büyük, uzak bir §ehi rde meydana gel mݧtİ ve bu §ehrin rüyaları an­
dıran resi mleri, yapmına televizyon ekra n ından geliyordu. Nemli
bir öğleden son ra yeraltına dal ıyordu ve orada tan ı§tığı Tan rı siyah
ve ürkütücüydü. E n azında n , krn disi "I:ırırı olduğu nu iddia etmݧtİ
ve Franc Rutar her ne kad a r o sırad a , hatıa §İmdi bık, onun ba§ka
biri, Tanrı'nın karanlık antitezi olduğıınu d ii§iinse de, iiyle tan ımı§­
tı onu. Tan rı böyle ucuz sahtekl rl ı kLı r dü§ünmez, böyle d u rmu§
otu rmu§ insanların zayıf anla rı nda açıklarını yakalamaya çalı§maz.
O tatsız olay gerilerde ka ldıkça. Fra ıır Rutar bundan gitgide daha
emin oluyordu.
Satı§ temsilcisi Franc Ru tar, açgiizlü bir okuyucuydu. Ra kam­
larla harflerin çoğu kez yorgun giiz lcrinin önünde dans etmesi ne
kar§ın, tesadüfen görü§ alanına giren her bir sözcüğü ve ha rfi yu­
tarcasına oku m a ktan kendini ala mıyordu. Bekleme oda l a rı nda,
otobüslerde ya da herha ngi bir yerde kendine ait olmayan gazete ve
kita pları okuyan insanla rdan biriydi. Bu tipler başka biri n i n elinde
tuttuğu gazete n i n ba§ sayfasına bir göz atmaktan kendileri n i ala­
mazlar. Bi rçoğu bunu tembellikten ya da sıkıntıda n , bazılarıysa
hırsızlık güdüsüyle yapar: gazeteyi sa hibinin omzu üzerinden okur
ve b u n u n ne denli rahatsız edici olduğunu bildiğinden, her sefe­
rinde suçüstü ya kalanmadan hemen önce pencereden dıprı ya da
ayakkabıları n ı n ucuna bakmaya başlar. Bu okuyucuları n bir kısm ı,
aslında bir kadı n bedeninin parça ları gibi, masadan a l ı na n bir ek­
mek gibi, bir başkasına ait olanı gözleriyle harfi harfine çaldıkları­
n ı hiç düşün mezler bile. Franc Rutar, uluslara rası ticaretle ilgili ya
da diğer okuma materyalleri n i n kıtlığı ndan yakına mazdı. Yine de,
başkaları n ı n elinde tuttuğu gazete ve kitapları oku ma k onun kont­
rol edilemez tutkusu haline gelm işti. Bunu yapa rken, tekrar tekrar
keskin zihnini sın ıyordu; Fran c Rutar, saat gibi i şleyen bir dimağa
ve mükemmel belleğe sahip biriydi. Dans eden başlıklarla sayfa­
lardan parçaları hemen evirip çevirerek mantıklı bütün ler halinde
birbiri ne bağla rdı; bir spor haberi asla siyasi bir haberle karışmazdı.
Düzenli bir kafa ya pısı olan herkes dü nya n ı n düzeni n i kavrayabi­
lir ve hata lar meydana gelmez. En büyük zevki, bir çapraz bulma­
cadaki boşlukları yakalamaktı ; bu ani mücadele ve riskin yarattığı
karıncalanmayı hissedebiliyordu. Bey n i n i n hızlı işleyişini test ede­
biliyordu: riskli editoryal a nlaşma ları sonuçlandırmakta kullandığı
en büyük kaynakları n d a n biriydi bu; çabuk düşün me, hızlı karar.
Çok dikkatli hesaplamala rla kel i meleri harmanlayarak, bulmacala­
rı i ki durak a rasında çözmeyi başarıyordu . Fran c Rutar, Yaratı l ış'ın
en üstün başarılarından biri olduğu kanısı ndaydı .
Çalıştığı şirketten , New York'a beraber gel m iş old uğu bir iş ar­
kadaşına bunu daha i l k günden kan ıtladı. Dev ken tte birkaç saat
kaldıktan sonra, ona ortalama bir çapraz b ul macadan daha zor
gelmeyen Manhattan caddelerinin matematiğin i çözmüştü. O n un
sayesinde incelikl i dış ticaret a nl aşmalarını çabucak tamamlayabi­
liyorlardı. Ü çüncü gü n , iş alem i n i n bu i nsa n i karınca yuvasında
kendini evinde h issetm iş, a rkadaşının övgüsüyle yüzü ışı ldamıştı;
Fra nc Ruta r'ın zihninin o ünlü maha reti ve dehası buydu işte, tat­
m i n olması için yeterince neden vardı. Ü çüncü gün öğleden sonra
-boğucu, okyanusun rutubeti ne doymuş bir öğle sonrası- bir fiw
food loka ntasında ucuz kızarmış tavukla açlığı n ı bastırdıktan son­
ra bile ... Onu Wa ll Street civarında biraz yürümek İstediği Battery
Park'a doğru götürecek olan metroda memnun mesut otu ruyordu.

74
New York'taydı, i§leri yol u n a girmi§, karnı doymu§tu ; dü nya keyif
li, hayat güzeldi. Ancak d ü nya n ı n tepesindeyken dibine d ü§mek en
kötüsüdü r.
Açı k bir gazete bulmak için etra fı n a bakındı. İ ki durak arasın­
da parçaları m a n tı klı bütü n ler hali nde birlqtirmek gibi riskli bir
oyunla m ü kemmel İ ngi lizcesini sınayacaktı. Bir elinde katlan mı§
bir gazete tuta n , ötekiyle de yuka rıdan sallanan tuta n ağı kavrayan
bir adamın a rkası n a geçmek üzereyken, daha iyi, o ho§nutluk anına
daha uygun bir fırsat belirdi. Ya n ı n a güzel bir siyahi kız otu rmu§tu;
daha doğrusu hem bir kız, hem de bir kad ı n . Kucağın a bir kitap açtı
ve kısa sürede okumaya daldı. Franc Rutar'ın boyn unu uzatması­
na, bir ba§kasının a rkasında durup omzun u n üstünden bakması­
na gerek yoktu, hemen oracıkta, çikolata renkli yuvarlak dizlerin
üstü nde rahat rahat oku ma olanağı açıktı. Ha rfler iri olduğundan,
basit İ ngil izceyle ya zılmı§ metni ra hatlıkl a takip edebiliyordu. Ne­
redeyse fazla basit bir i§ti bu. Ama yemekten daha yen i kal km ı§tı,
kızarmı§ tavukla karı§ı k sıcak madde bedeninde tembel ve mutlu
bir biçimde dola§ıyordu. İ ri h arflere ve kara n l ı k yeraltında sallana­
rak h ızla ilerleyen metroya bıraktı kendi n i .
Birden heyecan la ndığı nı v e uyandığını hissetti. Yu ka rıda ki bo­
ğucu gün ü n ortasında çin iyle kaplı metroda mis gibi serin leyen
çıplak çikolata ren kl i bacakların üstünde duran metin sarsıcıydı.
Fra nc Rutar hiç böyle bir §ey okumamı§tı, en azından bir metroda:
Kitabı n sol sayfasının ortaları n a doğru genç bir kadı n kendinden
ya§lı, aslında kısa sü rede i htiyar olduğu anla§ılan, bir adamla yat­
mak üzereydi . Ö ykü birinci §ahıs ağzından yazılmı§tl, an latıcı ka­
dındı. Arkası ndan dai resi n i n kapısını kili tleyen kadın, gömleğinin
düğmelerin i açıyor, bir sonraki sayfa n ı n ba§ında adamın boynuna
doğru eğilip sarho§ olmu§ gibi bir arzuyla onun ya§l ı tenini koklu­
yordu.
Franc Ru tar her türlü uçarılıktan, tensel kı§kırtmala rdan tCna
halde tiksin irdi, yabancılarla i li§ki kurmak da aklının i§leyi§ine ters
dü§erdi. B azı çalı§ma a rkada§ları n ı n i§ gezilerinde alenen a radığı

75
her §eyden kaçınırdı. Bir keresi nde Hamburg'daki genelev vitri n­
lerindeki kadınlara bakmıştı, ancak zor kazandığı pa rayı onlara
h a rcamak rüyasında bile aklından geçmezdi. Ne var ki , dürtü daha
zihnine ulaşmadan, daha önce hiç ya§amamış olduğu sarsıcı bir
çı lgı nlık nöbeti ne tutulmuştu. Nem li gün mü, yoksa henüz bir ka­
dın bile olmayan genç kızın yanında oturup böyle şeyler okuması
gibi akıl almaz bir olgu m uydu bunun sebebi ? Ö yküyü zihninde
ta mamlamak ü zere trenden in meyip, ta m tersine dizlerin ü zerinde
dura n şeyi okumaya karar vermesi de kendiliği nden olmuştu; dü­
şü ncenin deği l, beyni ndeki ve bedenindeki bilinmeyen bir dürtü n ü n
ürünüydü b u . Saçma sapan eroti k sahnenin deva m ettiği b i r sonra­
ki sayfayı yuta rcasına okudu ve ancak kitaptaki kızın ya sarhoş, ya
deli, ya da tuhaf bir şekilde aşık old uğu sonucu n a varabildi. Yavaş
okuyan kızın sayfayı çevirmesini sabırsızlıkla bekled i. Ona daha iyi
bakmak için kullanabi leceği uzun bir süresi vardı. Kızın kıpırdayan
dudakları n ı gördü. Nemli, kırmızı dudaklar. İ neceği istasyonu ka­
çırdı, ama kız hala sayfayı çevirmemişti. Dizini oynatıyordu. Naif
bir kız, d iye düşündü, hayatına i ri puntolu ucuz aşk roma nlarıyla
renk katıyor. Şu b üyük mağazaların birinde çalışıyor ve beceriksiz
parmaklarıyla gün boyu giysileri paketliyor olmalı. Kız bacak bacak
üstüne attı ve aynı zama nda sayfayı çevirdi . Her şey kend iliğinden
oldu, kızın sıcak kalçası uzun bir a n boyunca kendisininkine öyle
güçlü bir baskı yaptı ki, beyn i nden ve organından aynı anda göğsü­
ne akan bir şey hızla kalbine doğru ilerledi ve bu içi boş şey oraya,
m idesinin üstüne yerleşip kaldı. Harfler gözlerin i n önü nde yanıp
sön meye başlad ı .
Metrodan i n medi. Yera ltında bir yerlere doğru hızla i lerleyen
trenin gü mbürtüsünü duyuyordu. Kız kitabın kapağın ı kaldırdı ve
Fra nc Ru tar şaşkın gözlerine inen sisin a rasından tloresanlı kırmızı
kapakta kadının göğüsleri a rasındaki çukurluğu, göğü slerin üstün­
deki kırık kolyeyi, şeffaf ter ya da su damlalarını gördü. Şimşek hı­
zıyla ki tabı n başl ığı nı okudu: Dünya Evli Erl(eklerle Dolıı. Kalbini
pençesine alan şey gevşedi ve midesinin üstü nde duran içi boş şey,

76
her neyse, çözüldü. Fran c Ru tar i rkildi ve keskin beyn i bilgisayar
h ızıyla çalışmaya başladı, o kadar ki ka fatasının tam altı nda bir
şeyler yorgu n l u ktan bi rkaç kez çatırdadı. B u rada olan şey, diye dü­
şündü, bu şey bir tezgah. Bu kız, diye devam etti d i kkatli zihni, sırf
b u n u n için metroda otu ruyor. B i r başkası okuyabilsin diye harfler
iri, kitabın altında çikolata d izler... Yi ne de h arcadığı çabadan ka­
fası çatlıyordu: Niye ? Para için farklı bir şekilde yapılır bu. Çünkü,
diye yanıtladı hızlı beyni, çünkü kız tam da bu deneyi mi yaşamak
istiyor. Siyah tenli, ayrımcılığa maruz kalmış, hüsra na uğramış. Bir
iş adamını, kendi nden yaşlı, hatta i htiyar bir adamı metrodan baş­
ka n erede bulabilir ki ? Metresi olabil i rdi; bu tür erkeklerin en gizli
düşlerinde hiç akla gelmeyecek maceralar, genç melez kızlar hayal
ettikleri malumdu. Vardığı bu sonuç üzeri ne yine kendinden hoşnut
kaldı, ancak heyecanı hiç azalmadı; bi rkaç daki ka önce yaln ızca he­
yecanlı ve daha da önce yalnızca hoşnutkcn, şimdi hem heyecanlı
hem hoş nuttu. Heyecanlı ten, hoşnut zihin . . . Kız başkasın ı n değil,
o n u n yanına oturmuştu. B i raz göbek saldığı ve başın ı n tepesinde
bel l i olmasa da kqişlerinki gibi bir dazlaklık olduğu doğruydu.
Yine de dizlerin üstünde d u ra n kitabın tuhaf sayfalarında o kadar
tutkuyla anlatılan yaşlı adamdan çok daha ilginç olmalıydı. Kız ne­
rede i nerse ben de orada ineceği m, ne olacaksa olsun , d iye karar
verd i. Sonuçta, hemen ardından bir son raki trenle geri dönebil irdi.
B u denli hızlı bir karar alması pşırtmıştı onu. Kız para isterse, diye
düşündü ve düşüncesin i genişleterek bir m ütalaaya dönüştürdü,
b u konuyu yeri geldiğinde ele alabilirim. Kendinden memnundu;
muhakemesinden ve hoşnutluğundan, biraz da heyecanından kay­
naklanan bir karard ı bu.
Tre n o anda hızla Brooklyn'e doğru ilerl iyordu. Suyun altın ­
dan geçiyoruz, diye düşündü, ne macera ama, yuka rıda köprün liıı
film lerden bildiğimiz o kocam a n , kara n l ı k kütlesi bulunuyor; krn
disi, Fran c Rutar, köprü n ü n altında yol alıyor, siyahi bir k ı z o ı ı u
baştan çıkarıyor. Kızın dizlerine, dizüstüne çekilmiş ctcğ i ı ı ı ı ı ki'
narına bakıyordu, dirseğiyle i nce bluzunun altındaki kahı ı rgalaı ı ı ı . ı

"
doku nuyor, bakışı kara ten i ne sabitlenmi� olarak onun içinde ge­
ziniyordu. Derma, dedi beyni çabucak, bir çapra z bilmecedeki bq
h arfli sözcüğü hatırlayarak. Ne oluyor ba na, diye düşündü, nereye
gid iyor u m ?
Kız ayağa kal kıp eteğin i düzeltti. O da hemen arkasından kapı­
ya doğru i lerledi. Kravatı nı düzelti rken kısa süre sonra çözüp çıka­
racağın ı düşündü, tıpkı kızın şu anda terli kol u n u n altında sımsıkı
tuttuğu kitabı n sayfaları ndaki gibi. Pe ronda kız dosdoğru gözleri­
nin içine baktı, o da bu bakışın içine işlediği ni hissetti . Hayır, hiç
kuşku yoktu. Kalbi hızla çarpıyordu. Şimdi yapması gereken tek
şey ona seslenme cesareti n i bul maktı. Kon uşmadan olmazdı bu.
Hızla söyleyeceği sözcükleri a rıyordu. Sloven a ksan ı n ı gizlemek
için boğuk bir biçimde, hafif burundan kon uşacaktı. Kızın ka lçaları
gözlerin i n önü nde salın ıyor, caddeden gelen ışık ve üstündeki kırık
dökük cepheli ev yakı n laşıyordu. Yüksek sesle kon uşacak, genç kız
böylece kalbinin gümbür gümbür atışın ı duyamayacaktı . Yu karıya
varmadan önce doğru sözcükleri bulmuştu . " İ lginç kitap, değil m i ? "
dedi. "Ne ? " Kı z inci gibi beyaz dişleriyle güldü, "Ne ? " Burunda n
gelen deri n bir sesle, "Ki tap," dedi Rutar. " H a evet, kitap," dedi kız
ı�ıltılı bir gü lüşle. Çevik bir hareketle son birkaç basamağı atlayan
Ruca r'la birlikte caddeye çıkmışlardı a rtı k. Kafatasının içindeki boş
a l anda yine ne söyleyeceği ni düşünüp dura n Rutar, sonunda bul­
ı l ı ı . "'Size bir kahve ikram edebilir miyi m ? " dedi daha da derinden
gelen bir sesle. "Ben size i kram etsem," dedi kız, o da bunun bir
davet mi, yoksa i ronik bir ret mi olduğu nu bilemedi. Buraya kadar
.L:l ' i n ıı� kc n , dedi ansızın karara varan beyn i, son u n a kadar devam
..ı );ı da belki hiçbir şey söylemedi. Satış tems ilcisi Franc Rutar,
l ı l ' l l d de hayatında gerçekleşmiş bütün bu beklenmedik şeyler ne­
ı l ı · ı ı ı r k . ı � :ınla�malarını sonuçland ırmasın a ve çapraz b ul maca ları
l ı ı ı ı l l ' l ı l ı l ı a � a rı yL ı çözmesine yardım etmiş olan beyninden yoksun
l ı l ı ı ı ı �ı ı B ı · n ı ı veri n de olsaydı, New York'un her yan ı dökülen bir
..

ı . ı ı l ı l ı ·. ı ı ı d ı ı.. i i l ' vığınl:ırının üstünden atlayıp ka ldırımlarda yatan


ı ı l ı ı ı l ı ı ı l ı ı ı k . ı �. ı ı ı ; ı r; ı k, hızlı adımlarla genç bir siyah kadı n a eşlik
..
ettiği ni fa rk ederd i. Basama kl arda otura n siyah insan ların ve yüzk ­
rin i n içinden, kızın a rkasında , sürekli kızın a rkasında kendine yol
açarak, bir kapıdan kara n l ı k bir koridora girdi. Orada n , birbirine
yakı n tahta duvarlar a rasından yeni bir merdiven onları ta yukarı­
lara çıkardı. Çelik merdiveni n üstünde dar bir koridordan geçerek,
gözleri olmadan; burun delikleri nde kızın "derma "sının kokusuy­
la; saçları n ı n içinden boşalan, al nı ndan damlayarak gömleğine ka­
yan teriyle; duvar kağıtları soyu lmuş meka n la rı kaplayan çürümü§
tahta kokusuyla, kızın hemen a rkasından yürüd ü.
Yu karıda kız bir kapıyı açtı, sonra bir başkasını. Küçü k bir oda­
n ı n içindeydi ler şimdi. Caddeden çocukların gevezel ikleri, balkon
ve pencerelerden kiracıları n yankılanan seslenişleri ve farklı yönler­
den vahşi bir müzik kcşmekqi geliyordu. Köşede, yarı karanlıkta,
içinden ti rlayan metal bir yayın d i ki l i durduğu eski püskü bir kane­
pe vardı. Boyunbağı n ı gevşetti, yine de b u n u kızın yapmasını bekli­
yordu halii, kitapta olduğu gibi, gömleği n i n düğmelerin i açmadan
önce. Yüzü nden ter akıyor, b iraz da merdiven leri koşa rak çıkması
yüzünden kalbi çılgı nca atıyordu. Akl ı n ı n bir köşesi ndeki, kıvrak ve
kesin düşünceli değil de, önsezili köşesindeki bir şey, bir şeyler söy­
lüyordu; tam olarak ne dediğin i seçemiyordu, beyin kıvrımlarının
a rasından geçip devreye girmemişti, hem gi rmiş olsaydı, bir şeyler
söyleyen şeyin ne olduğun u ve ne dediği ni seçebilmiş olsaydı bile,
a rtık çok geçti.
Kız oda n ı n karan lı k tarafı ndaki ka nepeye oturdu , boş gözlerle
duvara baktı, ağzın ı açıp haykı rmaya başlad ı. Fra n k Ru tar orada
.
otura n va rlığı n biçimsizlcşm iş yüzüne baktı ve kızın neden ora ­
ya oturup haykırdığın ı a n layamadı ; yüksek perdeden tekd üze bir
çığlığı n çıktığı o açık ağzı kapatacak bir şeyler düşündü. " Ö zür
dileri m ," dedi, "ortada bir yanlış anlama var, üzgü n ü m. "!Cık.ıı
atacağım, diye düşün üyordu, n i ye bağırıyor, ben ona h içbir �l'Y yap
madım, tokatlayacağını şu kızı.
Kızın çığlığı uzun sürmedi, son una doğru şiddeti de a z a l ı ı ı ı � ı ı .
Kapı hemen açıldı. Boyn u n d a kalın b i r altın zincir o l a ı ı l ı ı r , , y , ı l ı i

ı•ı
adam gird i içeri. Kayıtsız bir tavı rla çiklet çiğniyordu. "Ne olu yor
burad a ? " diye sord u, biraz a n laşılmaz bir biçimde lafi ağzı nda ge­
veleyerek; Franc Ruta r'ın çoktan anladığı şeyi kastediyor olmalıyd ı :
a d a m kızın koruyucusuydu. " B a n a tecavüz etmek istedi." dedi kız,
saat dört der gibi. Ç i klet çiğneyen adam suçlayıcı ve pşkın bir ifa­
deyle Rutar'a baktı. "Kim ? " diye sord u. Kı z pa rmağıyla gösterdi :
"'O."
O a nda beyni n ihayet gen i ş önsezi alanından gelen leri algıladı.
Tuzağa düşmüştü. Beyni aptalca çalışan, aptalca içgüdüleri takip
eden salak, kendinden hoşnut biri olduğunu düşündü. Nasıl olup
da orada bulund uğu n u birden a n layamadı. "Ben," dedi, "tesadü­
fe n . . . " İ kna edici gel miyordu sesi.
Soğuk terler döküyor ve kafası n ı n içi nde tuhaf bir boşluğu n , ta­
mamen belirsiz bir şeyin, h içbir şey gibi bir şeyin yayıldığın ı h isse­
diyordu. " Ö zür di lerim," dedi, " Ö zür dilerim," ve kapıya doğru bir
adım a ttı. Genç siyah adam sırtını kapıya dayadı. Bu yerden öyle­
sine ayrı l m a k i m kansızdı. Caddede kapkaççıların seni durdurması
ihtimaline karşı, diye fisıldadı belleği. cebinde o n dolar hazır bu­
lunsun. Tek kelime etmeden parayı hemen ver onlara. Ceketi n i n
cebin e uzanıp para n ı n h a l a orada durduğu nu kqfederek rahatladı.
Franc Rutar dikkatli bir adamdı, her şeye hazırdı, sokakta serseriler
taratindan durdurulmaya bile. Ama sokakta deği ldi. Kentin bilin­
meyen bir yerin de, bilinmeyen bir dairedeydi , bu bata khaneden çı­
kı�, çiklet çiğneyen ve boynu ndaki zincirle oynayan genç bir adam
t a ra ti ndan engellenmişti. Adam paraya hiç bakmadı bile, kapıyı
; u.; ı ı ı l ı i rileri n i çağırdı.
İ kı lıaşka adam hemen içeri girdi, bel li ki çok uzakta değil lerdi.
l \ ı r t a nesi ka pı önü nde nöbeti devraldı; öteki, uzun boylu i n cecik
1 1 1 . 1 1 1 1 . odada dolaşmaya koyuldu. Beyaz bir keten ceket vardı üstün­
ı lc, l ı .i l .i d ı � ;ı rı ti rlamış yayın yanında oturan kızla İ spa n yolca bi rkaç
• ı ı ı ı ı l c - k1 1 1 1 1 1 � 1 1 1 . Sonra da umut dolu gözlerle hareketlerini ve ko­
ı ı ı ı ) ı ı ı . ı ·. ı ı ı ı ı ı lc v n ı Fra nc Rutar'a döndü. Pol is çağıraca kları n ı söyle­
.

dı " I · \ • ı , d ı \· ı · l ı\ ı l daılı satış tems ilcisi, "evet, polis." Herkes sustu,

Hll
genç ve uzun boylu olanı ötekilerle uzun uzad ıya bakıştı. "Hayır,"
dedi Fra nc Ru tar, "polis çağırmaya gerek yok. " ··Beyekndi," dedi
zincirli genç adam, " Beyefendi, boyu nbağı nız çözü lmüş." Çenesini
ka ldırdı, kravatı nı öyle sıktı ki, nefesi kesildi Rutar'ın. Bu çok an­
lamsız, diye düşü ndü Franc Ru tar, çok a n lamsız. Uzun boylu adam
ona kızın ya nında yer gösterdi. Fra nc Ruta r içine çöktü ve gözlerini
indirdi. Uzu n boylu adam odada volta atarak kı za sorular sordu,
o da feryatlarla, acı çığl ı klarla, hayal edilen çikolata dermalı kızın
m ide bulandırıcı haykırmasıyla yanıtladı. Lafları ağzı nda geveleyen
genç adam da katı ldı konuşmaya, bir tek üçüncüsü kapın ı n önü nde
sessizce du ruyordu. Aman Tan rım, diye düşündü satış temsilcisi,
av için kavga ediyorla r. Üstü n ü a ramak üzere onu duvara dayayıp
kol ları n ı kaldırtmışlardı. Sonra ceplerini boşaltmak zorunda kal­
dı ve odada masa bulunmadığından, her şeyi yere bıra ktı . Zincirli
genç adam birdenbire çok öfkelendi. )erdeki eşyalar arasında cüz­
dan yoktu. Anlaşılmaz bir şeyler haykırdı, dans edercesi n e etrafinda
döndü ve yarı açık yumruğuyla ensesine öyle sert vurdu ki, Franc
Rutar a nında yere çöktü. Hemen cüzda n ı n ı ona uzattı. Beyaz ceket­
li ona bir şey sordu. Anlamadı, ne cevap vereceği ni bilemedi. Adam
saçından yakalayıp zava llı başını sarstı, Rutar o n u n nefesini ense­
si nde h issetti. Anlam ıyor, a n layamıyor, neler olduğu nu bil miyordu.
An neciğim, diye m ı rıldandı kendi kendine, a n n eciği m, Franci'nin
şu başına gelenlere bak. Kız evra k çantası n ı açıp kanepenin üstüne
boşalttı. Kıskaç hareketleriyle evra kları n ı eşeledi, hesap makinesiy­
le gözlüğü n ü kitabın kapa kları a rasında koydu ; u z u n boylu adanı
çantayı aldı. Bu korku nç bir şey, diye düşündü, evinden çok uzak­
larda Franc'ın başına gelenler çok korkunç; karısı öğrenseydi . . . çok
uzaklardaki sevdiği İnsanları düşündü. Ancak o ana kadar ola nlar,
son rakilerle karşı laştırıldığında bir hiçti.
Giysileri ni çıkarttı rd ılar. Katlayıp ka nepen i n üstüne kovdu
Kapının yan ı nda kon uşmada n d uran üçüncü adanı cclıi ı ı ı k ı ı h ı ı
çakı çıkardı, açtı, keskin kenarını boyn unun altı n;ı ıLı v;ı ı l ı . Soı ı ı . ı
orga n ı n a kadar indirdi. Kesi p ağzıma koyacak, d i ye d i i � i i ı ı ı l ı ı h . ı ı ı ı

Hl
Rutar. Kız kendinden gcçm i§çesinc giysileri n i elliyordu. Odanın
içinde onu itip kakıyor ve birbirleri ne bağırıyorlardı. Kızın çığlık­
ları kulaklarını, kulak zarı nı delerek beyn inin yumu§ak dokusuna
nüfuz ediyordu. Birisi radyoyu açtı, bir ba§kası bir teneke birayı ka­
fasına dikerken Ruta r'ın üstüne sıçrattı. Gürültü korku nçtu . Sonra
bir a n oda n ı n içinde sessizlik oldu, bir sis perdesinin a rkasından
koyu ren k ceketli, uzun boylu bir siyah adamın yakla§tığı nı gördü.
Adam iyice yakla§tı ve sakin bir tavı rla, netesiyle sesi ba§ının için­
deki bo§l ukta yankılanacak §eki lde kulağına tisıldadı. '" Ben sen i n
Tanrınım," dedi, "anl ıyor musun ? " Franc ba§ını salladı. "Tekra rla,
dedi, "tekrarla, kimim ben ? " "Ta n rı," dedi Franc, "ben im Tanrım.
"Senin yüce Tan rın," dedi siyah adam, ayağa ka lktığında ba§ı ne­
redeyse tavana değiyordu , Fra nc Rutar yerde yatıyordu, yüce Ta n ­
rı'nın küçü k ba§ı yukarılardaydı . "Benim yüce Tan rım," dedi yük­
sek sesle, tekrarlayabildiği kadar tekra rladı. Sesinin bo§ mekanda
kaybolu§unu, sanki kocaman bir dehlizde konu§uyormu§çasına,
ya n kı l a n a ra k geri gel i§ini duyuyord u.
O n u zorla yere yatı rıp elleri n i ensesinde kavu§tu rmasını söyle­
mi§lerdi. Odada dolaprak yi ne yüksek sesle konu§uyorlardı. Arada
bir ona takılıp sendeliyorlardı, hatta birisi bir an için üstüne oturdu.
Şimdi . . . diye dü§ünJü . . . sustalı. Ya da . . . kafaya bir darbe. Bro­
oklyn Köprüsü'nün altında yüzen cesedini, üstte dev köprü nün
gölgesini, altta, suyu n altında, tı ngı rdayan metroyu görebil iyordu.
Eskiden bi ldiği bir duayı a n ı msadı, pis ahpp zemine bastırılmı§,
titreyen dudakları n ı kıpırdatmaya ba§ladı: Ey yüce tanrım . . . Gü­
rültü patırtı uza klardayd ı, ba hçelerde ve balkonlarda müzikal bir
kqmekq h ü küm sü rüyord u. Gözleri karard ı, seslerle sözcü kler,
çığlıklarla kapı çarpmaları birbi rine karı§tı. Bedeni duya rsızla§tı,
çevresinde siyah gölgeler dans ediyordu. Kaynayan bir kazana atı­
larak etratinda dans edilen küçük bir çocuğa dönü§tÜ. Şimdi beni
parça layacaklar, diye dü§ündü yata kta rüya gören çocu k, beni o
kazanın içi ne, a n nemin eskiden içi nde reçel pi§irdiği o kocaman
tencereye koyacaklar. Bunun üzerine u yuduğu n u ve beyaz cesedi-

82
nin köprü nün altında, onun kocaman gölgesin i n içinde yüzüşünü
görd üğü nü sandı. Karnı hafif şişikti , kemin uğu lrusu uza klardan
geliyordu. Uğultu tiz, cızırtılı bir gürü ltüye dönüştü. Bir pipodan
cızı rtıyla duman süzülüyord u . Yi n e be lli bir mesafeden gelen İ s­
p;ınyolca sözcükler duydu, sonra sözcükler Latinceye dönüştü; ko­
nuşan kişi üstünde beyaz ceket olan uzun boylu adam mıydı ? İ ki
sözcüğü açık seçik duyabil mişti; bir ça praz bu lmacadan, dedi bell i
k i hala çalışma kta olan beyni , zor b i r bulmacada n . Ultima creatu­
ra , * dedi. Ultima creatur a . Harfleri çabuca k karelere yerleştirdi, iç
gözü kareleri ve ortaya çıka n o i ki sözcüğü gördü. Bu siyahi ta n rılar
L;ıtince mi konuşuyorla r :: diye düşündü şaşı rarak; belli bir mantığı
va r bunun, diye düşündü, tan rılar her zaman Lati nce konuşu rlar,
siya hi Tanrı'nın ona söylediği şey bu m u ?
Uzun bir süre uzaktan, caddeden, herhalde komşu b i n aları n
balkon larından gelen bağırışlarla birlikte uyan;ın bilincine nüfuz
eden b uh;ırın tıslam;ısını dinledi. Gözleri ni ;ıçtı. Oda karan l ı ktı,
c;ıddeden beyaz beden ine belli bir ;ıçıyla bir ışık h uzmesi düşüyor­
du. Anc;ık o zaman fark etti ki, boş dairedeki pencerelerde cam yok­
tu; ru tubet, bozu n m uş duvar kağıdı, çürük tahta kokuyordu. Tüm
duyul;ırı ç;ılışır durumd;ıydı: kokl ama, görme, duyma, sızlaya n be­
den. Zemi nde del i kler v;ırdı, giysileri buruş buruş yerde duruyor­
du, köşede bey;ız, derbeder bir yığı n h;ılinde bir z;ımanlar gömlek
ol;ın gömleği. Kr;ıv;ıt delinmiş kanepeden fi rlay;ın yay;ı ;ısılmıştı.
Giyindi. K;ır;ınlıkt;ı el yord;ım ıyl;ı, evin ısl;ık merdive nlerini indi.
S;ıb;ıha karşı otelim· v;ırdı. B;ışın;ı neler geldiğin i kimseye anlat­
madı. K;ıpıyı ç;ılan ;ırkad;ışın;ı, bir pa rkta yağmalandığın ı söylc:ı li.
Herha ngi bir açıklam;ı yapmaya gerek duymadı. Arkadaşı yarı açık
kapıdan şaşkı nlıkla kendisine ba kıp kulağından ağzına kad a r uza
nan derin yarayı fark ettiği nde, kapıyı kapatıp yatağ;ı uzandı. l l i ı.;
bir açıklama yapma. Hiçbir şey söyleme. Hatta hiçbir �ey dii�ü ı ı
mc. Ü l keye diinmek üzere ayrılıncaya dek odadan çıkııı;ıdı. ):ı ı ag.ı
uzanıp, vata n ında aldığı tavsiye üzerine otel kasasında k i l i ı l ı k.ı L ı ı ı

( * ) Üstün yar�ııık.
uçak biletiyle pasaportun a sevgiyle baktı. Satı§ temsilcisi Fra nc Ru­
tar dikkatli ve duyarlı biriydi. E n azından, hala ho§nut olmak için
ufak bir nedeni vardı.
Yıllarca rüyasında a nnesi n i n içinde reçel pi§irdiği o kocaman
kazan a konduğu n u hissetti. Devasa bir köprü n ü n gölgesinde, be­
yaz ve şişmiş göbeğiyle yüzdü . Boş bir odada, siyah bir tanrı üstüne
eğilip kulağın a bilinmeyen korku nç sözcükler soludu. Bilinmeyen
bir kentin ya da köprün ü n silueti ekranda görü ndüğünde televiz­
yonu kapattı ve nedenini a nlayamayan karısıyla kavga etti. Büyük
mağazalardaki genç melez kızlardan kaçı ndı. Neyse ki ü l kesinde
sayıları çok d a fazla değildi. Bir daha asla bir başkası n ı n okuduğu
şeyi omzu üstünden dikizlemedi ve b ul maca çözmedi.
New York gezisinden birkaç yıl sonra , bir kış gecesi, banliyö­
lerdeki evinin bahçe çitinin yan ında kendisinden bozuk para iste­
yen bir sarhoş serseyi yere devirdi. Yaratık, yaratık, diye bağırarak,
yerde hırı ldayan yığı n ı tekmeledi. Olay, adını gizli tutup yalnızca
baş harflerini yayımlayan yerel gazeteye h aber konusu oldu. Hepsi
buydu, ol u p bitenler herhangi birimizin başına gelebilecek §eyler­
den hiç de farklı değildi.

H l
Milan Klec
Milan Klec, 1 954'de doğdu, düzyazı ve oyun yazarı olarak çok sa yıda
öykü kitabı ve çoc u klar için radyo oyu n l a rı ka leme aldı. E n tanın mı§
kitapları ş u n lar: Saç, Denge, Bisiklet liırsızlan, I itila Yalmz, Çok İyi
Bir İnsan ve Diiriist Bir A rkadaj. Prese ren Fon u Edebiyat Ö d ü l ü ' ne
layık görülen Klec ' i n eserleri birçok d i le çevri l d i .

86
SKILAN

Daha dün Skilan ha kkı nda hiçbir şey bil miyordum. Şimdi bu satır­
ları yazdığıma göre, bir şeylerden gerçekten etkilenmiş olmalıyı m.
Ona karşı ilgim tesadüfen, eve dönerken otobüste uyan mıştı. Ka­
fam o kadar mqgu ldü ki, bir şeyleri n dikkati mi çekmeyi başarmış
olması beni daha fazla şaşırtmıştı. Ö nü mde oturan, tanımadığım
i ki yolcu, yabanmersini toplarken bir kaza geçirdiği a nlaşılan S ki­
lan adlı birinden söz ediyorla rdı. Yüksek sesle güldü ler ve bel li ki
Ski l a n vakasını daha iyi bilen yolcu, Skilan'ın ancak merdiven yar­
dımıyla yaban mersini toplayabildiğini ekledi. Söyledi kleri n i doğru
duyup duymadığımdan em i n deği lim, tabii ki hiç araştırmad ım;
görüldüğü kadarıyla bir yerlerde bir adam olduğu, adının pekala
Skilan olabileceği ve bu adamın bir merdivenle y:.ıbanmersini top­
lamak zorunda ka ldığı düşüncesi benim için yeterliydi. Bir mer­
divenle ormanda dolaşan, merdiven i her bir yabanmersini çalılığı­
na d ayayıp üstüne tırmanan, meyveleri toplayıp telaş içinde aşağı
inerek küçü k bir sepete yerlqtiren ufak tefek bir adamı gözümün
önüne getirebiliyordum. Ne ki İnsan kolaylıkla portatif merd ivenin
bir basamağını ıskalayabilir ve eyva h ! Al sana bir kaza ! Şy Skilan'ı,
yabanmersinine nasıl uzandığını, merdiven in rüzgarda sallandığı­
nı ya da çalılığın biraz gevşek olduğun u gözümün önünde gayet
iyi ca nlandırabiliyord u m ; adamın düşüşünü, sonra bulunduğu
yerden eve doğru sürünüşünü, oradan da götürülüp, a lçıya alı nışını
görebi liyordum. Neden i n i bi lmesem de, şu Skilan'a tam a n lamıy­
la güven miştim. Bu da az şey değildi; demek İstediğim, uzun bir
süre sonra, bir merdivenle yaban mersinleri n i topla mış olsun ya da
olmasın, birisine güvenebilmiştim. Onu çok düşündüm. Geceleyin
her nedense uyuyamadım. Kalkıp sigara içtim. Ve başucu lambası­
nın düğmesin i sürekli açıp kapattı m. Bir süre otu rdum, son ra yürii -
düm. Ayrıca pencereden dıprı baktım. Deri n netcslcr alıp veriyor­
dum, ama rahatsız olduğu m için deği l. Kendimi iyi hissediyor ve o
hatif heyecanı hiç umursam ıyordum. Hava da sıcak sayı lırdı. Ay ı§ı­
ğında aynı bu lutları gördüm. Ö zel olara k bir §eyler dü§ündüğümü
söyleyemem. Kendimi hiç de yalnız hissetmiyordum, oysa benzer
d u rumla rda yalnızlık duygusuna ka pılırdım. Bu çok tedirgin edici
bir §eydi. Ayrıca, sabahları ruLİnimi hiç değİ §tİrmezdim . Nedendir
bilmem ama ansızın eski bir bav u l u bulup çıka rdım. Onunla se­
yahat ederd im ve görü ntümüz lıer yıl biraz daha tuhafüı§mı§ olsa
gerek. İ çinin tozu n u alırken ho� a n ları anımsadım. Gü zel bir eski
bavul, diye dü�ünüp lıo� içine baktım. Brnse tam tersi ne doluydum.
B u yüzden onu bir şeylerle doldurmam gerektiği ni bil iyordum. Yol­
culuğa çıkmaya hiç niyetli olmasam da . . . Yava�ça od ada dola§arak,
bavulu doldurmaya ba§ladım. Yim m som un ekmek, ciğer ezme­
si, biraz salam ve bi rkaç kadeh l i k p rap. Bu kadarı yeterli değildi.
Her §eyi bir kumap sardım, bavul u n içine koydu m ve kapattım .
Dolmu§tu. Biraz daha aya kta kaldım. Derken p fa k söktü. Daha
önce de belirttiğim gibi, güzel bir sabah olacaktı ve de güzel bir
gün . Sağla m ayakkabılar giydim ve mevsim için uygun olmasa da,
bir mont geçirdim üstüme; a ltına yegane takım clbisemı giymݧtİ m.
Beyaz gömlek bi raz sararmı§tı, ama bu konuda hiçbir §ey yapamaz­
dım. Odayı kilitledim ve kısa bir süre sonra tarlalara u la§tım. Ne­
reye gittiğim i hiç bilmiyordum. Gözümüzü ka patıp bir içgüd ü n ü n
pqinden gittiğimiz anlar için İnsanların söylediği gibi, bir yerlere
sürü klenm ݧtİm ve bunu dü§ü ndüğüm an, aynı zamanda öyle biri
olmadığımı da fark ctcim. Ya da belki öyle biri ol uyordum. Kızlı
erkekli bi rkaç çocukla kar§ıla§tım, dıprıda onl ardan ba§ka kimse
yoktu, Skilan'ın nerede yapdığı nı sordum. Her çocuğu n yaptığı
gibi, yarı pka yarı ciddi, parma kla rıyla uzaklarda bir yeri ipret et­
tiler. Birçok tarlanın içinden yürüdüm, bir nehri ve ormanları a§tım
ve bir demi ryol u n u n üstünden atlaya rak geçti m. Köyler a rkamda
kaldı. Ve bir ev gerçekten de orma nın iyice içine kaymı§tı. S ki la n
mı, e v m i ? İ kisi birlikte. O eve va rdım. Küçük bir ev. Yaban mersirıi

88
coplayan Ski lan ·ı a ı ı ıın sadım. Gerçekten de lıi rkaç merdiven gör­
düm, bir tanesi kı rıktı ve o peka la kazaya yol aça ı ı merdiven olabi­
lirdi. Kapıya vurduııı. (>nce kimse karşılık ve rmedi. daha da hızlı
vurdum, bunun üzerine içeride bir şeyler kıpırdad ı. Hir ses duydum
ve Skilan'ırı krnıiklerinin kırıldığı nı, yürü mekte zorlanıyor olabi­
leceği n i hatırlaya rak içeri giriverdim, sonra evi 11 içinde ilerledim.
Onu gördüm. Koltuk değnekleri nin üstünde avaf�a kal kmaya ha­
zırlan ıyordu. "Adınız Skilan m ı ? " diye sordum, s ı rflıır şey söylemiş
olmak için. Sanki içime doğm uş gibi doğru yere ge l m işti m. O da
sırf bir şey yapmış olmak için başıyla onayladı. ( ; c n.;ckten de gü­
venilir biriydi. İ l k ba kışta . Ufak tefek ve sıcacık. " N ;ı\ılsınız J " diye
sordum, öylesine. "Eh işte," dedi. Sonra bir süıT \t" \ \ I /. ka ldık, a ma
sözcükleri bulmakta zorlandığı mız için ıleğı 1 . Skı l.ı ıı \ 0 1 1 derece
zorlanarak oturdu, "B uraya ölmek için ıı ı ı gc l d ı ı ı 1 1. ) "' ılı ye sordu.
Göz göze gelmek İsteyerek başı mı sal Lıılııı ı , ; 1 1 1 1 . 1 o parnı ağıyla sol
tarati ndaki odayı işaret etti, bavulu mla oraya gıı t ı ı ı ı \T kii 1_; i i k bir
masaya oturup bu okudukları n ızı yazd ı ı ı ı .

89
Feri La i n s cek
Feri Lainslek, 1 959'<la kuzey-doğu Slovenya'da Prekmurje'<le doğdu
ve ro manlarıyla tan ı ndı. Ayrıca §iir, oyun ve çocuk kitapları da yazdı.
Kijoge megla pri11e;/a (Sisle Gelen) ile Presercn Fon u Ödülü'ne,
Namesıo koga roza eveti (Onun Yerine Açan Çiçek) i le Yılın En İyi
Romanı Ödülü'ne, bir masal kitabı ile Yılın En İyi Çocuk Kitabı
Ödülü'ne ve daha pek çok ödüle layık görüldü. Üç romanı filme
çekildi.

, , '
KALBE DAiR MA SALLAR

AGNES VE MELEK
Büyüksu köyünün yakın larında, bir zamanlar güçlü duva rları ve
yü ksek kuleleri olan bir şato varmış. Bu şatoda bir kont ve kontes
tek kızlarıyla birl i kte yaşarlarmış; erkek çocukları yokmuş. Agnes
adlı kızları güzel, terbiyeli ve a kıllıymış. Yi ne de a n nesiyle babası
ondan hiç memn u n deği llermiş. En kötüsü de, kız kendisine bir
koca bulmakta çok nazlı davra ndığı ndan, kon tluk unvanını devre­
decekleri bir vel iaht ka lmayacağı ndan korkuyorlarmış.
Agnes küçükken şato hizmetçi lerinden biri ona şatonun çevre­
sindeki küçük gölü kabarcı klarla dolduran kaynağın altındaki gizli
bir doğal havuzu göstermiş. Sabah gün ışırken, melekler gel i p insan
gözünün hiç görmediği kadar temiz ve saf ola n bu suda yıkan ırlar­
mış. Parmak uçlarına basa basa havuzun kenarına kadar yürüme
şansına sahip olanlar, orada yüzen melekleri gizlice seyredebilirler­
miş. Melekler kan atlarını çiyle ıslanmış çimen lere bırakıp koşarak
havuza atlar ve etra fa su sıçratırlarmış. Derin sularda yüzer, taklalar
atar ve neşeyle coşan balıklarla oyn arlarmış. Ancak melekler bir in­
sa noğl u n u n yaklaştığın ı hissedecek olurlarsa, çabuca k kanatlarını
takar, uçup giderlermiş.
"Bir eş bu lma za manı geldiği nde," demiş Angcl, '"seçeceğim
koca, tıpkı bu meleklerden biri gibi olmalı."
Hizmetçiler gülerek, "Hayatı n ı n son una kadar arasan bile. bıı
dü nyada asla bu kadar saf bir güzellik bulamazsın, demişle r.
"O zaman," diye yanıtlamış inatçı Agnes, "Benim de bir ml'kkk
evlenmem gerekecek."
O sırada henüz bir çocu k olmasın a ka rşın, bu yemin ka l l ı ı ı l l ' k.ı
zınmış ve bir daha hiç un utamamış. Sık sık melekleri ii rkii ı ı wı lı ı ı

,, \
ya nlarına nasıl yaklapcağını dü§ünüp duruyormu§. Meleklcnkn
biri n i n kendisini fark edeceğin i ve kad ınsı cazibesi nden gözlerini
alam ayacağını hayal ediyormu§.
Şa con un ya§lı bahçıva nı, bütün bu yıllar boyu nca Agnes'i izliyor
ve gizli arzusunu bil iyorm u�. Dü§ünü gerçeklqtirmesini sağlayacak
bir yol bi ldiğine inanıyorm u§: "Melekler yüzerken gizlice gölcüğe
yakla§ıp bir çift ka nadı sakla rsan, meleklerden biri artık uçup gide­
mez," diye fısıldamı§ kızın kulağı n a . "Ve eğer o meleği n ka n atları n ı
suya batırırsa n , ağırla§ırlar, melek de mecbu ren h e p sen i n yanında
ka lır," diye eklemi§. "Ama böyle bir §ey yapmadan önce iyice dü§ün.
Her zaman dünyada ka lması gereken bir melek ara sıra hüzü nlene­
cekti r ve üzü ntüden ka lbinin kırılabileceğin i dü§Ün men gerekir."
J\gnes gece boyu bahçıva nın söyledikleri ni dü§ünmܧ ve fi kir
ona direnemeyeceği kadar çekıci gel mi§.
Genç kız, her sabah suyun yanındaki çiçekli bir çalılığı n a rkası­
n a saklanıp meleklerin gelmesini beklemi§. Nih ayet bir sabah yere
indi klerinde, içlerinden en gü zeli ı§ıl ı§ıl ka natlarını yere bırakmı§.
Agnes öne atılıp kanatları kaptığı gibi suya atını§. Su birdenbi re
yoğun bir girdap halinde tini firıl dön meye ba§lamı§ ve havuz ba­
loncuklarla dolmu�. Karmap içinde, meleklerin çoğu ka natlarını
kapıp dosdoğru gökyü züne uçmu§lar. Geride ya lnızca bo§ yere ka­
n atlarını arayan en güzeli kal ını§. En sonunda iki yanından gev­
§ekçe sarkan kol larıyla bir kayan ı n üstüne oturup sol u k almaya
çab::ıla mı§.
Nihayet ba§ını ka ldırdığında, ''B u n u ben yaptım," diye fısıl­
damı§ Agnes, "çünkü yüreği mdeki a rzuya artık direnemiyordum.
Ama sana söz veriyorum, sevgim hiç bitmeyecek ve yeryüzündeki
ya�a m ı n ı n güzel olması için elimden gelen i yapacağı m."
:\frlek, sessizce J\gnes'in uzanan elini tutmu§ ve onunla birlik-
1 (" � ; ı to y a gitmi§. Agnes'in a n nesiyle babası uzun süredir kızları n ı n

< ' l rnın·.Q inclen umudu kestikleri i ç i n ç o k sevinm i§ler. Sonra ki yedi

.ı : ı i ı ı l ı c ı v ı ı n cı , ülkede qi benzeri görü lmemi§ bir düğün hazırlığına


.ı ·. ı ı ı � ı ı ı ı � l n h�lı kont, damadına p ton un anahta rların ı vermi§ ve

•ı.ı
süla lede kuşaklar boyu elden ele geçen mücevherli kılıcı devretmiş.
Bütün bunlar göklerden gelen meleğin a rtık dünyevi bir soyluya
dönü ştüğü ve Büyüks u ' n u n çevresindeki geniş, veri mli diyarın
efendisi olduğu anlamına geliyorm uş.
Gel zaman, git zaman, gen ç kont bir gün m ü l kü n ü gezdiğin de,
tüm tebaasının vergi ödemek zorunda olduğu n u ve hasadın büyük
bir kısmını şatonun ambarları n a getirdiği ni keşfetm iş. Hüzünlen­
miş, bu da onu seven ve üzüntüden ka lbin i n kırılmasından korkan
genç kontesi endişelendirmiş. Ayn ı gü n , kontun tebaasın ı n a rtık
vergi ödemesine gerek olmadığını ilan eden yeni yasa lar kaydedil­
miş kütü klere. Şatonun tahıl ambarlarına geli nce, kontu n tebaasın a
u ygun buldukl arı katkıyı yapma i z ı ı i veri lmiş.
Kısa bir süre son ra , genç kont diyardaki köyleri ve pazarları gör­
meye gitmiş ve köşe bucak her yerde yoks u l l u k ve sıkı ntı olduğun u
keşfetmiş. B u n a üzülmüş ve yoksullar acıktıklarında gel i p yemek
yiyebilsinler ya da evleri barkları yoksa uyuyabilsinler diye, şato ka­
pıları nın gece gü ndüz açık tutulması gerektiğine kontesi i kna et­
miş. Böylece Büyüksu'daki şato, avareler ve çocukları n ı beslemek­
ten aciz aç ai leler için bir sığınak haline gelmiş.
Bir pazar gü nü, yeni evliler komşu şatoyu ziyarete gitmişler.
Genç kont, buradaki toprak yeterince verim l i olmadığı ve vadi a rt
a rda yıllarca kuraklık çektiği için, bölgede herkesi n yoksul l aştığın ı
fark etmiş hemen. İ çi merha metle dolm uş v e o n u n ka lbi n i n kırıl­
masından korkan genç kontes, topraklarının bir kısmının komşu
şatonun a razisine katılmasını kabul etmiş.
Böylece zor durumdakilere yardım etmeyi s ü rdürm üşler. Bu
yü zden h a l kın onlara karşı sevgi ve saygısı, sıradan insanların efe n ­
di lerine duydu kları sevgi v e saygıdan d a h a fazlaymış. U z a k yerler­
deki insanlar şefkatli ve cömert kont hakkında a n latılanları d ıı y ·
m u ş v e çok geçmeden onun merhametinden yara rlanmak iizen·
en ücra köşelerden çıkıp gel mişler. Yavaş yavaş, Büyüksu ı l iya r ı ı ı ı l ;ı
yüzyı llardır birikmiş olan tüm serveti alıp götürmüşler, t ; ı kı gn ı d l '
ya l nızca şatonu n kendisi kal ı n caya dek. Ancak genç kı ı ı ı ı L ı kıııı

' l "i
tes bu durumu hiç dert etmemişler. Agnes, meleğin i dünyadaki her
şeyden daha çok seviyor ve hiç üzülmemesi için büyük bir özen
gösteriyormuş.
Sonunda ellerinde hiçbir şey kalmayınca, genç kon t ve kontes
yalınaya k dünyayı keşfe çıkmışlar. Varacakları yeri düşün mede n
dolaşan ve yaln ızca günleri n i dertsiz tasasız yaşamak isteyen gez­
ginlerin özgü rlüğü ne sahipmişler. Onları tanıyan herkes, pek az
kişiye nasip olacak kadar mu tlu ve birbirine aşık oldu kların ı göre­
bil iyormuş.
B i r gün yol ları Blatograd'ın girişinde, bazı h ırsızla rı n işledi kleri
suç için ya rgı landıkları büyük pazara düşmüş. Suçla nanlar a rasın ­
da, geceleyin şatoyu soyup kralın tacından bir avuç değerli t a ş almış
olan bir Çingene ile karısı da varmış. Yargıcın gözünde suçları öyle
büyükmüş ki, çevrelerinde umarsızca toplanan yedi küçü k çocuk­
ları olması n a karşın, hiçbir af umudu yokm uş.
Yolcu luğu sırasında giydiği çaputlar içinde bir serseri gibi gö­
rünen genç kont, bu çelimsiz ve hasta l ıklı çocu klara acımış. Hiç
düşün meden , yargıcın karş ısına ç ı kıp şöyle demiş: " İ tiraf ediyo­
rum, kralın tacı ndan mücevherlnı çalan bendim, onları bir sosis ve
pretzel ka qılığında şu Çingerı e'ye sattı m. Bu yüzden , uygun cezayı
bana vermenizi ve zavallı aç çocuklarına bakabilmesi için bu ma­
sum babayı zincirlerinden salıvermenizi rica ediyorum . "
Yargıç b u itirafa çok şaşırmış v e i n a n ma k İstememiş.
""M ücevherlerin çalındığı saray odasında, bir kadının çıplak ayak
izleri de bulundu," diye yanıtlamış isteksizce. "Demek ki işin için­
de i ki hırsız va rdı ve söz konusu hırsızl ığı ancak şu anda ka rşı mda
dura n bu u fak tefek İ nsanlar vapmış olabil i r. İ tirafi nızı yedi küçük
çocuğa acıdığınız içın uydurdunuz."
O anda, sıradan bir serseri gibi çaputlara bürü n m üş olan kon­
ıcs J\grıes de yargıcın ka rşısına çıkmış: " İ tiraf ediyoru m, o değerli
ı ı ı i iccvlıc rkri çalan i kinci h ı rsız bend i m ve onl arı bir sosis ve pret­
ıı·I k; ı r� ı l ı,0,ı �u Çi ngene'ye sattık. Bu yüzden , uygun cezayı bana
vermenizi ve zavallı ve aç çocu klarına bakabil mesi için bu masum
a n neyi zincirleri nden salıvermenizi rica ediyoru m . "
Yargıcın Çingene i l e karısını serbest bıra kıp, s u ç u kendi İradele­
riyle itira f eden bu iki serseriyi tutuklama ktan başka çaresi kalma­
mış. Ö lüm cezasına çarptırmış onları.
"Sen in aşkın şimdiye kadar gördüğüm en güzel şeydi ve bu ne­
denle bu d ü nyada bir insan olarak yaşadığım için pişman değilim,"
demiş genç kont Agnes'e, boyn u n u cell adın baltasına teslim etme­
den önce.
"Senin iyiliğin bu dii nyaya gelmiş geçmiş en güzel şeydi ve b u
nedenle, şimdi öleceğim için üzülm üyoru m," diye yanıtlamış genç
kontes, başını eğerken .
Z a l i m celladı n görevin i yerine geti rmesinden kısa bir süre son ra,
Agnes bir başka dünyada u yanarak şaşırmış. Yi ne melek kanatları n ı
takmış o l a n genç kocası da yanı ndaymış v e onu gülü mseyerek se­
lamlam ış. Agnes onun kendisine uzattığı eli tutm u ş ve ayakların ı n
altında zemi n i h i ssedememesine karşın ayağa kalkmış. Düşeceği n ­
d e n korkarak çığlı k atmış. "Kanatları n ı çırp, sevgi li meleği m," de­
miş kocası, uçsuz bucaksız semalara yükselmesin e rehberl ik ederek
elini bırakmış. Agnes kanatları n ı çırpınca, onu kolaylıkla izleyebil­
d iği n i fark etmiş. O da bir melekmiş artık.
Aradan uzun yıllar geçti ve Büyüksu şatosu a rtık yok.
Geride kalan tek şey, dedelerin ve n i nelerin iyi ka lpli kon t ve
onun sevgi dolu kontesi hakkında toru nlarına anlattığı masal.
Küçük göl ve kaynağın altındaki berrak havuz da hala duruyor ve
rivayete göre kontla kontes kimi zaman geri gelip orada yıkanı­
yorlarmış. Ancak kimse sabah erkenden onları gizlice seyretmeye
gitmiyor. Mutl u l u kları n ı ve bu yere onca iyilik getiren ebedi sevgi­
leri n i kimse bozmak istemiyor.

'>7
GÜZEL ANGELICA
Bu öykü, Ma nastır'ın h515 büyük bir pazar kenti olduğu ve şehrin
geniş ve güzel evleri nde yaln ızca en zengi nlerin yaşadığı dönemde
yaşanmış. Angelica caddenin sonundaki beyaz bir villada h izmet­
karlarıyla birlikte yaşıyormuş. An nesiyle babası öld ü klerinde ona
öyle büyük bir miras bırakmışlar ki, parmağı n ı bile kıpırdatmada n
İstediği her şeyi elde edebiliyormu§. Büyük serveti yetmiycırm uş
gibi , kader ona öyle çarpıcı bir güzellik bahşetm iş ki, gözleri takı lan
herkesin nefesi kesilir ve talipleri önünde yerlere eği lirmiş. Ancak
bütün bun lara karşın, kimse ona uygun görü n mediği ve kendisi
servetini kimseyle paylaş mak İstemediği için, Angelica hep yalnız­
mış.
Raba Nehri'nin kıyısındaki bir kulübede, Layoş adlı genç bir
a rabacı yaşıyorm uş. Saba hları Manastır'daki ça rşıya sebze ve meyve
taşı r, akşa mları da yorgun köylüleri evlerine getirirmiş. Ya kışıklı ve
hoş bir delikanl ıymı�; daima herkese söyleyecek güzel bir sözü var­
m ış ve insanlar onu bunun için severmiş. Mütevazi bir yaşa m sür­
mesine ve ki mi zaman ka rnını kuru ekmekle doyurmasına karşın,
verdiği hizmet ka rşıl ı,i!;ı nda asla yüksek bir ücret istemezmiş. Söy­
lenen lere göre, sıcak yiircğini öldüğünde ona bir a rabayla dört at
bırakan çingene babasın dan m i ras almış. Alça kgönüllülüğü n ü ise,
kendisi Çi ngene olmasa da, bir Çingene'ye aşık olup onunla evlen­
miş olan a n nesi n den almış. Ö ldüğünde, oğl una yal n ı zca Budapeşte
çarşısından aldığı esansla dolu küçük bir bakır kap bırakabilmiş.
Layoş nereye giderse gitsin, bu küçük kabı her zaman boynu ndaki
deri kayışın ucunda taşırmış. Sora n herkese bunun kendisine şans
getirdiğini ve kendi gözü nde dünyada her şeyden daha büyük bir
anlamı olduğun u söylermiş.
Değirmenci bir sabah, genç a rabacıdan en iyi beyaz unundan bir
c_; ııval teslim etmek ü zere kendisini yol u n son u ndaki beyaz villaya
.ı..: i iı ii rmesini istemiş. Kaderin ci lvesiyle, ka hvaltısın ı çoktan bitirmiş
. . L ı ı ı ı\ ııgelic.ı o sırada bahçeye çıkmış, gezin iyormuş. Layoş göz­
l ı · ı ı ı ı ı 0 1 1 1 1 1 1 iri kahverengi gözlerine dikmesiyle bir daha ba kışını

•ıs
ayıramamı§. B u n u n bir erkeğin h ayatında ancak bir kez yapdığı bir
a n olduğu hissine kapılmı§. Göğsünde çılgınca a ta n ka lbi, bu hissi
doğruluyormU§. Ba§kalarında yol açtığı mahcubiyete zaten alı§kın
olan Angelica, Layo§'un haline bakıp yüksek sesle güldüğünde,
gü ne§ in altında saf inci gibi parlayan güzel d i §lcri genç adamın gö­
zünü kama§tırmı§.
Zava llı Layo§ bahçeden nasıl a y r ı l d ı ğ ı n ı ve a t l a r ı nın gün boyu
yolu nasıl buldukla rı n ı a nlayamamı§ b i l e . ( ; c ııç a ra bacı öylesine
büyülenmi§ ki, insan lara gö rme d e n l ıa kıyor ve u za t t ı k l a r ı parayı al­
mayı u n u tuyormu§. Akl ı fikri b a h ç e d e ki g i i z c l kadındaymı§. Onu
bir kez daha görmenin bir yol unu l rn l ı ı ı ; ı k i ç ı n ka fa p a t l a t m ış. Gece
boyu gözlerini bir a n b i l e o l s u n k a pa t a ın a ı ı ı ı .� . ( ; i i n a ğa r ı n :ı z d a n
hemen önce, aklına bir fi kir ge l mi§. 1 kği rıııcıır i ye g ı d ı p , d i nde ka­
lan ü ç-bq kuru§la en iyi beyaz u n u ndan bir ç u va l s a t ı n ;ı l n ı ı � . O n ıı
yolun sonu ndaki beyaz villanın önüne getirmi§ ve genç ka d ı ıı ba h ­
çeye çıktığında, a rabasın ı dosdoğru avlu n u n i ç i n e sü rıııii§.
Hizmetkarlar ba§ların ı sallayarak, " Bugü n size bir s i p a r i � ver­
medik," demi§ler.
" Ö yleyse değirmenci bir yanlı§lık yapını§ olmalı," diye kar§ılık
vermi§ a rabacı. '1\ma yine de bunu kullanabilirsin i z herhalde." Çu­
valı omzuna vurup h izmetkarların önü nde yere bırakmı§.
Angelica gülerek, "Bana öyle geliyor ki yanlı§lığı yapan değir­
menci değil, sensin ," demi§. "Beni basit bir u n çuvalıyla satın alaca­
ğı n ı dü§ünüyor olamazsı n , değil m i ? "
"Tabii ki öyle dü§ünm üyorum," diye yanıtlamı§ Layo§. ''Ama
sizi tekrar görebi lmcmin tek yolu buydu. G üzell iğiniz beni öyle
büyüledi ki, sırf sizi bir kez daha görmek i ç i n ba§ım ı n ü stündeki
çatıyı verebil i ri m . "
Güzel kadın buyurgan bakı§larını onun gözlerine dikerek,
"Söylediğin doğruysa eğer, yap ba kalım," demi§. "Şimdiye kadar
kimse beni m uğruma evin i satmadı ve kimse bana kar§ı sevgisinin
bundan büyük bir kan ı tı n ı sunmadı."

l)l)
Genç arabacı alt dudağın ı kanatırcasına ısırmı§, ama kadının
kı§kırtmasına direnememiş. Küç ü k ku lübe, zorlu çalışması karşılı­
ğı nda kazandığı tek şey olsa da, büyü leyici kadının gön l ü n ü kazan­
mak için duyduğu a rzu, sağduyusundan baskın çıkmış. "Bu ger­
çekten sevgim i n ka n ıtı olur m u ? " diye sormuş. "Ve bunu yaparsam,
un getirmeme gerek kalmadan sizi görmeye gelebilir miyim ? "
"Elbette geleb il i rsin, diye yanıtlamış Angclica, gözleri ni baş­
tan çıka rıcı bir biçimde yere indirerek. "Hangi iyi adamın n amuslu
bir evi ziyaret etmesine izin verilmez ki ? "
Sersemleyen a rabacı, atlamış arabasına, ama o günden sonra
Manastı r çarşısına meyve ve sebze taşımadığı gibi, köylüleri evle­
rine de taşımamış. Yiı ln ızca kulübesine bir a l ıcı bulmak için etrafta
dörtnala dolaşmış. Zengi n olanlar teklif ettiği şeyle dalga geçmişler.
Ne de olsa, zavallının çalınacak parası olmadığından yoksulluğun­
dan yararlanmaları m ümkün değilmiş. Derken bir a kşam tavernada
tesadüfen bir tür sarratla ta nışmış ve adam külü beye karşılık ona üç
a ltın tekl i f etmiş. Fiyatın düşük olmasına kaqın, Layoş m i n nettar
kalmış. O gece a rabasında yatmış ve ertesi gün bu paralarla ucun­
dan bir zü mrüt sarkan altın bir kolye satın almış.
Bah çesinde Angclica 'yı görmeye geldiğinde, çiçek aç :l;n elma
ağacın ı n a ltında onu bekleyen tek talip kendisiymiş. Layoş'un saç­
ları karmaka rışık, yanakları endişeden içine çökük, ama gözleri
mutluluktan ışıl ışılmış ve gül ümseyen ağzı kulaklarına varıyor­
muş. Kadının önünde eğilip a rm ağanını sunmuş.
"Karşı l ığında yalnızca i nce bir altın zincir ve küçücük bir züm­
rüt aldıysan, demek ki evi n i n değeri pek azmış," demiş kadı n , ama
bir yandan da kolyeyi boynu n a takmış. "Yine de kahvaltıda konu­
ğum olacaksın, herhalde açsı ndır."
Layoş zengin sofraya oturmuş ama yiyeceklere elini bile sürme­
ı ı ı ı � . Bakışları önündekileri zevkle yiyen latif kadı n ı n görüntüsüne
d a 1 ıııış ve onun olağan üstü güzell iğin i içmekle yetinmiş. Haya­
l l ı H Lı d:ılıa önce aşktan hiç bu kadar sarhoş olmadığı ve bu kadar
i i l ı, i i l n ı w z lıir mutluluk tatmadığı hissine kapılmış. Ama o sırada

ı oo
Angelica ağzının kenarları n ı kar beyazı bir peçeteyle silip kolyeyi
boyn undan ç ıka rmış. "Hakkımda kötü düşünmemelisi n," demiş.
''.Ama zümrüt bana yeterince yakışm ıyor." Kolyeyi masa n ı n üstün­
de önüne koymuş. " İ nciler bana daha göz alıcı geliyor ve görünü­
şümün görkemine kimin uğr u n a gölge düşürecekmişim ki ? Ger­
çekten bilmiyorum."
Serseme dönen a rabacı kad ı n ı n gözleri n i n içine bakmış ve çok
geçmeden incilerin gerçekten de o n u n yüzüne yaraşan yegane takı
olduğu kan ısına varmış. Zümrüt kolyeyi alıp çarşıya götü rmüş. İ n ­
ci leri yalnızca Sopron'da bul abi leceği ni hemen öğrenmiş. Atlarıyla
bu uzun yolcu luğa çıkmaktan başka yapabileceği bir şey yokmuş.
Bir gü n ve bir gece boyu atları nı sürmüş. En yaşlı atı öyle bitkin
düşmüş ki, boyunduruğu n u çözüp onu yol u n ke na rında bırakmış.
Geride kalan üç atı arabayla birlikte Sopron çarşısında satm ış. Sa­
hip olduğu son şey karşılığında ya lnızca üç altın geçmiş eline, ama
bu paralar ve zümrütle bir inci kolye a labileceği için mem n u n muş.
Manastır'a yayan dönmüş. Ü ç gün üç gece yürümüş ve ayakka­
bıları n ı n tabanları b u yolculuğun sonuna doğru öylesine yıpra nmış
ki, ayakları n ı n altında sadece toz toprak kal m ış. Ü stelik Layoş'un
yen i ayakkabılar almak için tek kuruşu bile yokmuş. Ancak aşı rı
bitki n l iğine karş ı n , göğüs cebi nde sevdiği hanımı kesin l i kle nqe­
lendirecek bir armağan taşıdığı için ıslık çalıyormuş.
Nihayet yol u n sonundaki beyaz villan ı n avlusuna girdiğinde
a kşam olmak üzereymiş. Angelica fenerlerle aydın latılan vera nda­
sında oturup kağıt oynayarak zaman geçiriyormuş. "Beni u n uttu­
ğu nu sanmıştım," demiş, o n u n uzun ve zor bir yolculuktan gel­
diği ni bilm iyorm uşçasına. "Am a itiraf etmeliyim ki gelmen ben i m
i ç i n ç o k i y i oldu, çünkü uşağı m kağıt oyu n unda um utsuz vaka Vl'
onunla körcliyorum."
Layoş aşırı yorgun luğuna direnerek kadının dağıttığı ktiğı ıla ı .ı
uzan m ış. Kartla rdaki yüzler gözleri n i n önünde dans nl ivor VI' '"

lında gayet iyi bildiği bu oyu n u n nasıl oynanacağı ı ı ı lıa ı ı rL ı ı ı ı . ı k ı .ı

1111
fena halde güçlük çekiyormU§. İ nci kolyeyi vermek için daha fazla
beklemek istemediğinden , oyu n u çabucak kaybetmi§.
Angelica küçümseyen bir edayla ba§ını sallamır "Hizmetkarla­
rı m ı n en aptalından bile daha kötü oynuyorsu n. Bu a k§am bana bir
hayrın olmayacağın ı §İmdiden görebi liyoru m . "
"Yaptığım yolculuklar beni ç o k yordu, diye iç çekmݧ a rabacı.
"Ta Sopron'a kadar gidip geldi m . Bakın size ne getird i m . " İ nci di­
zili kolyeyi göğüs cebinden çıkarın ı§, beklentiyle dolu olara k, masa­
nın üstüne, genç kadının önüne koymu§.
" İ nsanın benim gi bi ölesiye ca n ı sıkıl ıyorsa, inciler bile ݧe yara­
maz," diye ka r§ılık vermi� J\ngelica ve önünde duran i ncelere do­
ku nmamı§ bile.
"Gece gü ndüz taban teptim. Sahip olduğum her §eyi size kar§ı
h islerimi kanıtlamak için sattı m," demi§ Layo§ ti treyerek.
"As lı nda kanıtladın ve sana i n a n ıyorum," demi§ mağrur güzel
gülü mseyerek ve kağıtları toplamı§. "Aramızdaki bu mesele a rtık
bittiğine göre memnun olmalısın . " Ayağa kalkmı§ ve h izmetkarı na
onu evden çıkarmasını ݧaret etmݧ.
"Ama d u r u n ! " diye bağırmı§ çaresiz kalan genç adam. "Artı k ba­
§lffil sokacağım bir dam bile yok, bana azıcık para kazandıra n atla­
rımı da elden çıkard ı m ! Şimdi de beni evi nizden kovuyorsunuz!"
"Seni kovuyoru m, ç ü n kü asla vaat etmediğim bir §eyi talep edi­
yorsun benden," d iye terslemݧ kadı n . "Kızgın ı m , ç ü n kü evimin
etrafı ndaki tel örgü kadar değeri olmayan bir kolyeyle beni satın
alabileceği ni sanıyorsun . "
Arabacı sesini kesmݧ. Son unda, gi tmek istemi§.
Am a ayağa kal kmaya çalı§tığında, yapa madığı n ı fark etmi§.
Uzun yürüyü§ yüzünden, yorgun bacakları masa n ı n altında kaska­
tı kesilmi§ ve sırtı keskin bir acıyla tutu lmu§. Hizmetkarlar yanına
ko§up onu ayağa kald ırmaya çalı§nıı§lar ama çok geçmeden, iyice
din lenmedikçe tek bir adım atamayacağı sonucuna varmı§lar.
Angelica n iyahet biraz merhamet göstermi§: "Oturma odasında
bir yatak hazırlayın ve bırakı n orada uyusun. Ama sabah ben uyan-

1 02
madan gitmesini sağlayı n . Sabah saatleri m i daya nıl maz ya lvarma­
sıyla ma hvetmesini istemiyorum."
Hizmetkarlar onun söyled iği n i ya pmışlar ve yol u n son undaki
beyaz villaya kara n l ı k çökmüş. Layoş yatırıldığı an uyur kalmış.
Fena halde i htiyaç duyduğu uyku ya dalı nca, ka lbi ni sıkıştıran acı
en azından bir sürel iği ne uza klaşmış. Katı kalpli güzelin yüzüne
söyled iği tüm sözcükler doğru. Yi ne de sevecen gözleri olayları as­
lından farklı bir biçimde gördü yse, ya da sevecen kulakları duymak
istediği şeyleri duyduysa, b u n u n sorumlusu Layoş olamaz.
O gece Angel ica'yı u yku tutmamış. E n son unda, h u zur bula­
mayınca, kal kı p oturma odasına bir göz atmış. Layoş peykenin üs­
tünde yatarken, u ykusunun a rasında, parmaklarının a ra sında tut­
tuğu m i n i k bakır kabı yanağı n a bastırıp öpüyor ve ke ndi kendine
m ırıldan ıyormuş: "An neciğim, sen aşkı n ne old uğu n u bilirsin, bir
Ç ingene'ye duyduğun aşk uğruna her şeyden vazgeçtin . Hiç değil­
se sen beni anla rsın. Ben de n i h ayet bunun sen i n yü reği nden gelen
bir a rmağan olduğun u ve diğer tüm zengin l iklerden ölçü lemeye­
cek derecede daha fazla değer taşıdığı n ı a n lıyorum. Affet ben i . Öyle
kördü m ki, bu gece katı kalpli Angelica'ya bunu bile verebi lirdim.
Ama dersimi aldım ve sana söz veriyoru m, bir daha asla mucize­
vi armağan ı n ı değersiz bir kad ı n ı n eline bırakmak gibi bir a ptallık
yapmayacağım."
Angelica gizlend iği ka pı a ralığı ndan duyduğu bu tutkul u söz­
c üklere uzun süre kafa yorm uş. Genç a rabacı nın bahçesine gelip
gittiği bütün o günler boyunca, içi nde ya n a n güçlü aşk alevine,
kimsenin kendi kalbinde yakamadığı o aleve hayret etmişmiş. Kaç
ateşli ve becerikli talip onu kazanmaya çalışı rsa çalışsın, kalbi soğuk
kalmış ve en dayanıklıları bile son unda ken disinden vazgeçmişmiş.
Şi mdi ise şu sersem genc i n boynuna astığı minik kapta kalbinin
buzların ı eritebilecek bir iksir bulun uyor olabileceğin i düşün üyor­
muş. Gencin derin uykuya dalmasını ve kabın parmakları n ı n ara­
sından kayması n ı bekleyen Angelica, ayak uçlarına basarak oturma

1 03
odasına girmݧ. Deri kayı§ı makasla kesmݧ ve değerli kabı dikkatle
çekip çıka rını§.
Hizmetkarlar gün ağarmadan Layo§'u evden çıkarmı§lar. Kötü
n iyetli ki§İlerin §İmdiden onun m utsuz a§kı n ı n masa lını tekrarla­
d ı kları bu yerden ayrı lmı§. Manastır'da bir daha d a hiç görülme­
m ı§.
Angclica ertesi sabah gizl ice bakır kutuyu açmı§. Kutunun içi n ­
d e ceviz kabuğu kokulu v e Budapqte çevresindeki çar§ılarda b u ­
l u n a n u c u z parfümden ibaret bi rkaç d a m l a altın sarısı sıvı varmı§.
"Ne aptallık," diye homu rdanmı§ genç kadın. "Bir Ç i ngene'n i n ka­
d ı n ı yoksul oğluna bayat bir eski parfümden ba§ka ne bırakabilirdi
ki ? " Kabı bir kenara İterken birkaç damla parmağın a dökü lü nce,
kadınsı alı§ka nlığıyla sıvıyı yüzüne sü rüvermݧ. Damlalar öyle sı­
cakmı§ ve öyle uzun süre ten i n i yakını§ ki, yüzünü bir süre avuçla­
rıyla örtmܧ. Y;.ın ma bitmeyi nce, yüzü nü aynaya doğru kaldırmı§ ve
deh§et içinde haykırmı§. Pürüzsüz teni, birden buru§ buru§ bir hal
a l mı§nı ı§. O sabah, güzel Angelica ya§lı bir koca karı haline gelmݧ.
Yü zünü yıkamı§, ovalamı§, silmݧ ama hiçbir §ey ݧe yaramı§.
Budapqte'den Viyan a 'ya kadar en iyi doktorlara görün m ü § ama
hiçbiri yardımcı ola mamı§. Tüm parasını kremlere ve merhemlere
h arcamı§, hatta yolun sonu nda ki beyaz villayı bile satmı§ ama yüzü
buru§ buru§ kalmı§. Ö yle yoksul ve çirkinmݧ ki, insanlar sokakta
ondan kaçıyor ve çocu klar korku içinde ba§larını öte yana çeviri­
yorlarmı§. Ama Ma nastır'da kimse ona pek acımamı§. Gururu ve
kibiri neden iyle bunun hak ettiği ceza old uğu na inanmı§lar.

1 04
REBECCA VE ÇİNGENE
Her şey uzun süre önce, Raba ve Mura Nehi rleri arasındaki yollar
yazın tozlu. sonbaharda çamurlu olduğu ve kışın da neredeyse geçit
vermediği sırada meydana gel m iş. Derebeyleri bu yol ları at sı rtı nda
geçer, köylüler öküz araba larıyla yol alır, dilenci ler de yürürmüş.
Ama bu yolları nasıl katederlerse etsin ler, hepsi de Ç i ngene keman­
cı Gusti ile da nsöz Rebecca'yla karşılaşırlarmış. Bu ikili, başka ev­
leri bulun madığından hep yollarda olurlarmış. Rebecca ve Çi ngene
kavşaktan kavşağa, köyden köye, kentten kente dol aşır ve gittikleri
her yere mutlu luk saçarla rmış. Çarşı meydanlarında y;ı da insanla­
rın durup onları izleyebileceği herhangi bir yerde mola veri rlermiş.
Ama in cinin top oynadığı bir yerde çalıp dans ettikleri nde, hatta
tarlalardaki hayvanlardan başka izleyicileri olmadığı nda bile, tüm
ka lpleriyle icra ederlerm iş sanatları n ı . Onları bir kez görüp dinle­
yen biri, bu zevki tekrar tekrar yaşamak İstermiş.
İ nsanlar Gusti 'n iıı kemanından çıkan seslere bayılır, ama Re­
becca' n ı n uçarcasına dans edişiyle daha da mest olu rlarmış. Kadın
kend i n i müziğe verd iği nde, artık başka bir dünyaya ait olurmuş.
Çıplak ayakları nem li çimen lerde tavşan gibi zıplar, bedeni bahar
rüzgfi rın a kapılmış bir söğüt gibi kıvrılıp bükülür ve yüzü alçak
ova lara vuran sabah günqi gibi parlarmış. Genç ve kimselere ben­
zemeyen bir güzelliği varmış, yürekten gü lüşüyse bulaşıcıymış. Ta r­
lalardaki işçiler onun ka hka hasını duyduklarında, çapaları n ı yere
bırakırlarmış. Tavernalarda en aç mü şteriler bile kaşıkları n ı nereye
koyacakları n ı un utu rlarmış. O la tif sesi duyduklarında, zamanın
bir an için durduğu , güzel bir �evin yü rekleri ne yerleşi p rahatlık ve
sıcaklık yaydığı hi ssi ne ka pılırlarmı�.
Her nasılsa bir bahar gü nü Blatograd'ın genç kra lı alabalık tut­
mak için Raba Nehri 'ne doğru yola çıkmış. Şatafatlı arabası kala­
balık bir insan grubunun topla ndığı bir köşede durmuş. Kocaman
bir halka oluşturarak, büyük bir beceriyle kendileri n i eğlendiren bir
kema ncıyla dansözü izliyorlarmış. Kra lın ma iyeti mera kla onlara
ka tı lmış ve kralın kendisi de Rehecca'n ı n çın layan ka hkahasını du-

1 05
yunca bir süre halkı n a rasında oyala n m ı§. Büyülcnmݧ gibi onun
i n cecik beden ine bakakalmı§ ve kara gözlerındcn çıkan kıvı lcımlar
yü reği n i tutu§tu rmu§. Ne yaptığın ı n fa rkı na varmadan, dansözün
tini tini dönen eteklerine dokunu ncaya dek, yakla§tı kça yakla§mı§,
son ra da onu elinden yakalamı§.
"Sizin dansınızdan daha güzel bir §ey görmedim hiç," demi§
genç kral, G usti kema n ı n ı yere bıra ktığı nda. "Sizin kahkahan ız­
dan daha keyifli bir §ey duymadım hiç." Rebecca ' n ı n elini tutmu§.
Kadın §a§kı n lıktan donakalmı§, " İ l k olarak, bütü n bu iyi insanların
önü nde yemin ederim ki ben asla sözünden dön meyen biriyim ve
ikincisi, hanı mdendi, soylu elimi uzatarak size evl ilik teklif ediyo­
rum."
"Majesteleri, diye yanıtlamı§ Rebl:cca v e o n u n soylu e l i n i öp­
mܧ. "Hayatımda hiç bu kadar o n u rl a n d ı rı l m a m ı§ ya da duygulan­
mamı§tım. Ama ne yazık ki teklifi n izi kabul edemem ç ü n kü kal­
bim bir ba§kasına ait: Çingene kemancı Gusti 'ye. Ve biz yalnızca
büyük a§kımız sayesinde ba§kalarına bu kadar mutl u luk ve nqe
verebiliyoruz."
"Siz gezgin bir kemancıya ait olamayacak kadar güzel ve değer­
lisiniz," demi§ genç kral gülümseyerek. "Tüm ülkede güzelliğinize
ve a lbenize layık bir yuva sunabilecek tek ki§İ benim," diye eklemi§
kendinden emin bir edayla. "Sarayımda istediğiniz her §eye sahip
olacaksın ız. Hizmetkarlarımın tümü emrinize amade olacak."
"Am a majesteleri, ben ovalardan gelen ve saçları m ı n içinde esen
rüzgardan ve bu oluk ol u k, otlar bürümü§ keçiyollarında bana gü­
venli bir biçi mde rehberlik eden Gusti'nin elinden ba§ka bir §ey
İstemiyorum," diye açıklamı§ Rebecca genç kra la. " İ stediği nizde,
sarayınıza gelip sizi ve maiyetinizi nqelendiririz, ama §İmdi beni
her §eyden çok sevdiğim adamla bırakmanızı rica ediyoru m.
Ancak kralın emrine itaat etmek gerektiğinden, hizmetkarları
Rebecca'yı yaldızlı a rabaya ta§ıyarak Gusti'yi toprak yolda ya lnız
bırakmı§lar. Çingene kemancı kavpktan kavpğa, köyden köye,
kentten kente dola§mı§. Yıllard ı r gezdiği her yere gitmݧ, ama p r-

1 06
kısı a rtık h ü z ü nlüymü§. Sonsuz acısını nağmelere döküyor ve bu
n ağmeler din leyenlerin yüreğine ݧleyip gözlerini yaprtıyormu§.
Ama kimse ona yardı m edememݧ.
Yı llar geçmiş.
Rebecca a romalı yağlarla ovu lmu§, i pekl i ler giydiril mݧ ve ba§ı­
na kraliçelik tacı takılını§. Yed i nedime gece gündüz onunla ilgile­
niyor ve yedi U§ak sü rekli h izmetine ko§uyorm u§. Her sabah kral
ona uzak ülkelerden gelen en iyi yiyecek ve içecekleri sunuyormu§.
Ü l kedeki en iyi müzisyen ler onu nağmelerle uyandırıyor ve en iyi
dansçılar a k§a mları n ı n kasvetini dağıtmaya çalı§ıyormU§. Ama Re­
becca yalnızca gözlerini kapatıyormu§. Kraliyet sarayında yapdı­
ğı uzun yıllar boyu nca bir kez olsun gülmemi§. Onu tüm kalbiyle
seven ve nqelendirmenin her yol u n u deneyen kral da hüzünleni­
yorm u§. Blatograd'daki sarayı büyük bir üzüntü sarını§. Yüz ya§ın­
daki ihtiyarlar, bu denli üzüntülü bir dönem a nımsamıyorlarmı§ ve
uzun süre önce ölmü§ ataları da onlara hiç böyle bir dönemden söz
etmemݧmݧ.
Derken bir pazar gü nü, kra lla kraliçe bir sığı r panayırına gitmݧ­
ler. Tesadüfen, üzüntüsüyle bütün ü l keyi dola§mı§ olan kemancı
Gusti de aynı yolda n gcçiyormU§. Rebecca kemanının sesi n i uzak­
tan duyduğunda, hemen tanımı§. Altın yaldızlı ayakkabılarını çı­
karıp insanların a rasına dalarak, bir tayfu n u n içi nde dönercesine
meydanın ortasında dans etmeye ba§lamı§. Mutlu ka h kahası ha­
vada çınlamı§ ve tüccarlar mܧteri leri n i u n utup parayı ceplerinden
dü§Ürmü§ler. Bütün bunları gören ve duyan kra l, yü reğinde bir ağrı
hissetmݧ ve bir fikir gelmݧ aklına. ܧağı n ı n kulağına fisıldayarak,
gezgin çalgıc ı n ı n kentten ayrı l maması için gerekeni yapmasını söy­
lemi§. Sonra kral içeyle birlikte sarayın a dönmüş.
O gece kral, a rabacı ların meyhanesinin a rkasındaki ahırda uyu­
ya n Gusti'nin yanına varmı§ gizlice. Bir günlüğüne giysilerini değݧ
toku§ etmelerin i rica etmݧ. Kra l içesi n i nqelendirmek, dudaklarına
o çok istediği gülü msemeyi kondurmak için gezgin kemancı gibi
giyinmek istiyormu§. Tüm üzüntüsüne kar§ın, iyi kalpli Gusti

1 07
mutsuz krala acımış. Ö nerisini kabul etmiş. Eski püskü , yıpranmış
pırtısını çıka rıp çabucak kra l ı n muhteşem giysilerin i geçirmiş üstü­
ne. Kral da Gusti'nin eskilerine bürünmüş ve kemanını da omzu na
asmış.
Şato n u n muhafızları kraliyet giysileri içinde gayet iyi duran
Gusti'nin saraya girmesine izin verince, kemancı yalnızlıkla dolu
onca yıldan sonra geceyi sevgili Rcbecca'sının yan ı nda geçirmiş.
Ertesi sabah, şatonun kapılarında gezgin bir kemancı belirmiş, ama
kral olara k tan ınmadığından uzaklaştırılmış. Böylece Gusti kral
olmuş. Rebecca'nın yüzü yine gülümsüyor ve güzelliğinden kim­
se gözlerini alamıyorm uş. Kral, h:.ıyatı nın son una kadar kavşaktan
kavşağa, köyden köye, kentten kente dobşmış. Tuhaf kaderin i an­
latıp durm uş, ama kimse ona in:.ı n mamış.

1 08
Vinko Möderndorfer
Vinko Möderndorfer, yönetmen, oyun yazarı, §air ve yazardır.
l 958'de doğdu ve Lj ubljana Tiyatro, Radyo, Fil m ve Televizyon
Akademisi'nin (AGRFT) tiyatro bölümünden mezun oldu. Son
yirmi be§ yıl içinde yüzün üzerine.le tiyatro ve opera gösterisi nin
yönetmenliğini yaptı. Baııliyöler adlı filmi aynı gün içinde hem 6 1 .
Venedik Film Fcstivali'nin, hem d e 28. Montreal Fi lm Festivali'nin
açılı§ında gösterildi. Vinko Mödcrndorfcr oyun, §iir (çocuk §iirleri
de) , öykü , roman TV ve film senaryoları, çocuklar ve yeti§ki nler
için radyo oyu n ları yazıyor. Borstnik En İyi Yönetmen Ödülü'ne
( 1 986), Krog male mırıi ( Küçük Ölüm Çemberi ) adlı öykü kitabıyb
Lj ubljana Şehri'nin Zupancic Ödülü 'ne, Nekatere ljııbezııi ( Bazı
A§klar) adlı öykü kitabıyla Preseren Fonu Ödülü'ne ve daha birçok
ödüle layık görüldü.

l10
PAYLAŞILAN BİR ANI

Bir ağacı n altında d uruyordum. Sıcak bir yaz günüydü. Havada


asılı gibi duran h uz u r u anımsıyorum. Belki ağustosböcckleri, ku§
cıvıltıları, ağaçla rı n üstünde esen rüzgar da vard ı . . . O ağaca nasıl
vardığımı bilmiyoru m . O ağacın nerede olduğun u da a rtık bilmi­
yorum. Koca man bir gövdesi olan ağaç . . . Kimi zaman ağacı n a ltı­
nın kuru çam iğneleriyle kap l ı olduğunu dü§ü n ü r gibi oluyorum,
kimi zaman da dallarından sarkan meyveleri a n ımsıyorum. Elma
mı? Armut m u ? Bilmiyorum . . . Ama u fu kta yerle göğü birbirin­
den ayıran çamların olu§tu rduğu zik-zaklı çizgi n i n görü ntüsün ü
v e ımııtıılmuş, yalnız olmaktan, zik-zaklı ufuk çizgisiyle o manzaranın
içinde tanıdığım hiç kimsenin bulunmamasından d uyduğum o tatsız
korkuyu açıkça a nı msıyoru m .
Çocuktum . Dört, belki de b q ya§ında . . . Görüntünün v e üstüm­
deki ağacın gerçek bir anı mı, yoksa bana a nlatılmı§ bir h ikaye mi
olduğun u anımsayamayacak kadar ufak . . . Rüyamda görmܧ bile
olabilirim. Kocaman ağaç gövdesi n i n ve altındaki çocuğun imgesi
sadece hayali bir fil m i n parçası da olabil i rdi. Belki de bu imgeyi bir
ba§kasının anılarından ödünç a l m ı§tım . . . Kalın bir kitapta okumu§
da olabilirim . . . Bilmiyoru m . . . İ mgeler son uçta birbirine karıpbi­
lir. . . Ama . . . içi mde ilk kez çocu kluk yıllarımın ba§ında yerlqmi§
olan engi n lik ve sonsuzlu k d u ygusu öyle güçlü ki, yerle göğü birbi­
ri nden ayıra n çamların olu§turduğu o zik-zaklı çizginin gerçek ve
yalnızca bana ait bir a n ı olduğundan emin oluyorum bazen .
Manzara n ı n anısına bir olay qlik ediyor. Gerçekten ya§aıı ın ı�
olup olmadığından yine emin değilim. Olaylar bel leğimizde d i ı ı a
mik parçalar gibi var olurlar. . Olaylar h a kkında kon uşur ve ı ı ı ı
.

lan tan ı m la rız, ama duygular hakkında h içbir şey siiy k ı ı ı t· v ı ı . .

D uygular bizi değiştiren kavrayı§lardır (dünya n ı n h ii y ii k l ii ğ ii ı ı i 'ı ve

1 1 1
bizim onun içinde yalnız olduğu muzu kavrayışımız) , olaylarıysa
bazen beni mser ve gerçekten bizim başımızdan geçmiş gibi sözünü
ederiz. Bir çocuğun kocaman gövdeli bir ağacın altında d urduğu
vadide gerçekleşen olaysa şöyleydi: Ö nce bir ses gel mişti. Yaklaşan
h a fi f bir uğu ltu . . . Yoldan geçen bir araba . . . Yükselen toz. Araba
tuh a f bir şekilde kavisler çizerek ilerliyor. Ağacın a ltındaki çocuk
gözlerini u fu ktan yola indiriyor . . . Kocaman dünyada kayıp ve yal­
nız olmaktan duyduğu korku bir an için hafifliyor. . . Hava titriyor.
Göz arabayı takip ediyor . . . Bu artık yalnızca bir imge değil. İmgenin
devamı. Hafif bir dönemeçte araba savruluyor ve hendeğe yuvar­
lanıyor. Manzaranın sesleri uzaklara çekiliyor . . . A rdından sağır bir
sessizlik oluyor . . . H- devam ediy01: Sürdükçe siiriiyoı: Sanki bir ömür
boyu. Arabadan beyaz bir duman yükseliyor. Sonra da aracın par­
layışı, yavaş ve uzu n , cızırtılı alevlerle yanışı . . . Tarladan insanlar
koşup geliyor. Daha önce orada değillerdi. Daha önce orada yal­
n ızca manzara ve göğü kesen çamların düzensiz ufuk çizgisi vardı.
Şimdi ise insanlar var, bir şeyler oluyor, artık imge bir anıya dönü­
şecek. Çocuk devasa, güvenli bir şemsiyeye benzeyen ağacın a ltında
du ruyor, çaresizlik içinde sahneyi seyrediyor. Çiftçiler arabadan bir
çocuğu, sonra bir adamı çekip çıkarıyorlar. Kızın üstünde kırmı­
zı bir etek var. Siyah ayakkabısı toz toprak içinde yatıyor . . . Araba
yanıyor . . . Kimse ölmemiş . . . Direksiyonda bulunan, belli ki kızın
babası olan adam, şaşkınlık için arabanın etra fı nda koşuyor. . . Bu­
n u n dışında her şey yolunda . . . Manzara yava§ yavaş sakinleşiyor.
İ çindeki yara iyileşiyor. Sesler geri geliyor: kuşların ötüşü, arıların
vızıltısı, çi mendeki ağustosböcekleri, ağaçlardaki rüzgar. . . Şimdi
birisi ağacın a ltında dura n çocuğu elinden kavrıyor, ağaç gövdesi
lıircknbire o kadar büyük, o kadar korunakl ı ve güvenli olmaktan
ı.;ı kıyor. . Buldum seni! diyor çocuğun elini tutan kadın. Ve ona sarı­
.

l ı vor. Eteği nin kokusu da zihne kazınıyor. Seni bulmak için lıer yere
/ı,ı4·ııli. Smi !(aybettiğimi sandım . . . Kadın hıçkıra h ıçkıra ağlıyor.
l �ı · · l ı ı ı ı . ı d a o lay bitiyor ve anı başlıyor.

1 1 .'
Bütün bunları n nerede gerçekleştiğin i a rtık bil miyoru m . . . Çok
az ol:.ısı yer var. . . Beş yaşındayken bi rkaç ayımı geçirdiğim deniz
kenarındaki köy . . . Ancak orada çam ağaçları yok . . . Belleğimdeki
çamlar <la yoğun ve çok koyu yeşildi . . . Belki de olay günübirlik bir
dağ gezisinde gerçekleşmiştir . . . Ama belleği mde kaya lık ya maçlar
değil, sadece bir ova ve göğü bölen çamların zik-zak çizgisi var. . .
Annem bana bir kez kaybolduğumu söyled i, ama bunun kentte,
yağm u rlu bir cuma rtesi gü n ü çarşıda olduğu nu iddia ediyor. . .
Korku mun kaynağın ı n orası olması gerektiğin i de . . . Belki de a n ı
fa rkl ı parçalardan oluşuyor: ça m l a r b i r olaydan , ağaç bir başkasın­
dan, a raba yine bir başka yerden, kırmızı etkekli kız ile toza toprağa
bulanmış ayakkabı ise kimbilir nereden gelmiş . . .
Yı llar sonra, vadideki olayın a n ısı silikleştiğinde ve geride yal­
n ızca, sanki başka biri onu izl iyorm uş, sanki başka biri sonu ol­
m ayan bir roman yazıyormuş gibi ağacın al tındaki çocuğu n i mgesi
ka ldığında, kızla ka rşılaştım . . . O da oldukça sı radandı, ben de öy­
leydim. Kız yaz yağmuru kokuyordu ve ka rşılaştığı mız o yaz günü
yağm ur yağıyord u . Bacağı nın i ç kısmında, dizinin hemen üstünde,
avuç büyü klüğü nde bir iz vardı . . . Ben !(iiçiikken bir araba kazası
geçirdi!(. Beni arabadan çekip çıl(arırlarl(en yanmışım.
Ben yangının bu genç ve güzel koku lu bedende bıraktığı eski or­
tak anımızın izi ni öperken de, kız şöyle dedi: Bir ağaç vardı. Alımda
da bir çocıık d11myord11. A111ınsayabildiğim tel( şey bu.

1 1 1
Maj a Novak
Maja Novak, 1 960'ta Slovenya'nın Jesenice kentinde doğdu.
Lj ubljana Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Hukuk mesleğinde
i§ bulamayınca, serbest çevirmen ve yazar olarak çalı§maya ba§lad ı .
1 990'de Ürdün'ün Mafrak kentindeki b i r i npat alanında sekreter
ve çevirmenlik yaparak bir yıl geçirdikten son ra gazeteciliğe ba§ladı.
Yeti§ki nler ve çocuklar için on ki tap yayım ladı ve yakl a§ık kırk kitap
çevirdi. Pek ço k önemli edebiyat ödülüne aday gösterildi ve 1 997'de
l 'rcseren Fon u Ödülü'nü kazandı. İ ngilizce, İtalyanca, Fra nsızca ve
Sırpçadan çeviri yapıyo r. 1 999'da, Meclisin ÖtCJ"i adlı romanı Finceye
\l'Vri lip yayımlandı. Oykü leri birçok a nto lojiye alındı.

ı ı ı.
ERKEK KEDİ

Küçük bir kızken bile yetişkin, olgun bir kişinin haya tta ancak tek
bir amacı olabileceğine İnanırd ı m : öldü kten sonra bir erkek kedi
olarak yeniden dü nyaya gel mek.
Yine de birçok kişi aday gösteril iyor, ama çok azı seçiliyor. Bu da
iyi bir şey. Ne de olsa, hepimiz erkek kedi olamayız; inek ve domuz­
lar olmasaydı bu dünyada ne yerdik biz J Bir de balıklar, ama ben
onları saymıyorum. Konservelerimdeki balıklar öl ü. Ta mamen.
Çok ama çok uzun süredir ölü.
Dolayısıyla iyi ve terbiyel iysen karşılığı nın ne olacağı nı bilmek
yeterli değildir, biraz da çab;ı harcamak gerekir. Azıcık bir çaba, faz­
la deği l. Yıllarca bir erkek kediye dönüşmemi engelleyen yan l ışlık
da burada yatıyor. Deneme eksikliği değildi söz konusu olan. De­
nedim; hatta çok denedim. Sağl ıklı ked iler günde en az on altı saat
horul horul uyurlar. Bilim İnsanları bu imrenilecek yeteneği neye
borçlu olduklarını henüz kqfetmiş değil. Bir erkek kedi u ya n ı k
olduğunda, bu z a m a n ı şekerleme yaparak geçirir; bense hiperaktif
bir çocuktum ; aslında öyle hiperakti ftim ki , dış dünyayla ilk karşı­
laşmam aynı anda resmi yetki lilerle bir karşılaşma oldu.
Bir aynasız, pol is köpeği nin kuyruğuna bira şişesin i ki min bağ­
ladığını öğrenmek istedi . "Güpegü ndüz!" diye yakınacaktı annem
son radan, "ve yolun ortasın d a ! " B;ıbam, " Ü stel ik de bir Labra­
dor'a ! " diye şişenin nereye bağla ndığı n ı ayrı ntısıyla tanım larken ,
ne kadar çalışırsa çalışsın h;ıyranl ığı nı gizleyemeyecekti.
Labrador belleğimde kaldı, çünkü öykü tamamen ben i m le i l
giliydi v e köpeğin cinsi ona ancak fazladan b i r cazibe k:ı ı ı ymd ı ı
Yoksa bugün h a l a bir tazıyla Alman çobanını birbi rirı ı k ı ı a y ı rı ('e l('
mem. Köpek köpektir. Polisin köpeği ben im gözü mdl' i i n ı d ı k l ı · v ı ·
sadece bir köpekti - gördüğü m anda ondan IC rıa l ı a l dl' ı ı k\ ı ı ıd ı �: ı ı ı ı ı

1 1 '
a n ladım. Kokusu bir kedininkinden farklıydı ve bilinmesi gereken
de bundan ibaret.
Ü ç ya§ındaki diğer çocukların an neleriyle baba ları evlatları
köpeklerden deli gibi korktu kları için çileden çıka rken, ben im an­
nemle babam onlardan korkmayı aklımdan bile geçi rmediği m için
çileden çıka rdı.
Beni mkilerin kaygısı öyle fazlaydı ki, bana da bulaştı. Ne zaman
annemin tırnak makasıyla saf bir cinsin kuyruğu nu ü ç renkli bir
kokarda dön ܧtÜrsem, sonrasında derin bir üzün tüye kapı lırdım.
Ya§ıtlarımın çığlıklar atarak kaçıp kendilerini doğruca bir kamyo­
n u n tekerleri altına atm aları beklen irken, benim neden o manka­
falılara yakla§maya yeltendiğimi kendi kendime sorup dururdum;
normal olm adığımı dü§ündükçe de tir tir titrerd im.
Ta ki Donovan'la tan ışın caya dek.
Donova n, baba mın teyzelerinden lıi rine ait bir İ ra n kedisiydi ve
o öldükten sonra bize miras kaldı. Kayısılı dondu rmayla sıvamadan
(bu nu kazayla yaptığım söylenemez) önceki haliyle en iyi beyaz tif­
tik kazağım l a aynı renkteydi ve görüntüsün ü yaratıcı bir biçi mde
deği§tirmemden önceki haliyle o kazağım kadar tüylüydü.
Sıfatları çok kulla ndığım izlen i m i ne m i kapılıyorsu n u z ? Sıfat­
ları severi m. Beya z. Mavi. Siyah. Miyav.
Donovan yeterince normal bir kediydi. Normal bir kedi için, iye­
lik ka lıcı bir §eydi r. Yakı nlarını emanet, miras, ya da satın aldıktan
ya da on ları kumarda kazandıktan -ya da belki kendisine a rmağan
edildikten- sonra, bir timsa h esneyişiyle onları kabul eder, sonra da
tamamen unutur. Son raları, ancak ihtiyacı olduğu nda onları raftan
a l ı r; bunun dı§ımla onlarl a zamanını boşa harcamaz. Bir kedinin
günde ya ln ızca sekiz s:ı.at uyanık ka ldığı nı ve bu zamanı ela şekerle­
me yaparak geçirdiği ni akı lda tutmak önemlidir. Belleği de parlak
deği ldir. Bu neden le, günbegün, bu yetersiz bı rkaç sa:ı.t içi nde her
şeyi yapmaya zorla n ı r ve bunlar, çoğunluğu muzun istatiksel olarak
bize biçilen yetmiş sekiz yıllık yaşam süresinin tamamında yaşaya­
mayacağı şeylerdir. "Bugün seks yapmayacağı m , çü nkü geçen yıl

1 18
zaten yapmı§tım ve dolayısıyla nasıl yapı lacağı nı bi liyor um, di yen
bir kedi dü§ünebiliyor musunuz? Tabii ki hayır. B i r kedi her sa­
bah yen iden doğar ve buna çok sevi n i r. Deneyi mler te krar tekrar
yeniden yapnmalıdır, insanlarsa b i r kedi n i n ufkundaki sabit yı1-
dızlardır (her kitabı yalnızca bir kere okur ve genelde aynı çocuğa
yakla§ık yirmi yıl katla n ı rlar) , dolayısıyla sıkıcı sayılı rlar.
Donovan insanların içinden geçerd i.
Onların ya kın ı ndan değil de, tam anlamıyla içinden. Ben buna
inanmazdım, ta ki kendi gözlerimle görünceye dek. Ama bu kez
bana kimse İnanmadı. Benim de bir erkek kedi olmak üzere doğ­
mu§ olmam sayesinde bunu görebildiğimi ancak son radan fark et­
tim. Şöyle oldu: Annem elinde bir tarak ve fırçayla evimizin içi nde
dola§ıyordu. Onu taramak istediği nden , "Don nic, Don niel" diye
sesleniyordu. Donovan tıpkı a n nem- gibi dü mdiiz i lerleyerek ona
yakla§ıyordu. Ancak a nnemi ya da taranmayı dü§ü nmüyord u. Dı­
p rıda b i r mimoza dalına tüne mݧ bir serçeyi dü§ünüyor ve ba§ı ol­
mayan bir serçen i n neye benzeyeceğin i merak ediyordu. Donovan
dü§ü ncelcriylc öyle ha§ır nqirdi ki dosdoğru annemin bacaklarının
içinden yürüyüp (bacaklarının a rasından değil, bu hiç de di kkat
çekici olmazd ı ) , sanki annem yokmu§ gibi beden inden geçti. B i r
sihirle yön lcndiriliyormu§çasına, kendini a n nemin varislerinden
ötü rü sarılıp sarmalanmı§ §İ§ bacağın ı n diğer ya n ı n a aktardı ken­
dini. Ve benim dı§ımda kimse bir §ey fark etmedi. Donova n bir §ey
fark etmedi , çünkü dü§Üncclerine dalmı§tı; annem de bir §ey fark
etmedi, çü nkü o yal nızca bir insandı, dolayısıyla i flah olm ayacak
kadar uyu§uktu.
Ama ben Donovan ' ı a n nemle birlikte gördükten son ra bir de
köpeğin biriyle gördüm.
Donovan'ı seyretmek bir zevkti. On bir kiloyd u. Asık su ratı, bir
boğa nınki kada r güçl ü ve kaslı olan ensesinin altından sa rka rd ı.
A§k ya§adığı nda, bütün ev pahalı, biraz kızı§mı§ bir Fransız par­
fü mü kokardı. Koca man kalçalarıyla kapalı bir ka pıya çarpmayı
seçmesi duru munda, bir darbede açabilirdi. Ama tabii ki o böyle

1 19
bir şey yapmayı hiç düşü nmezdi. Tersine, kendini ne zaman iyice
açılmış olara k onu saygıyla bekle mek yerine hatif aralık duran hir
k::ı pının ka rşısında bulsa. oturur ve sakin sakin bi risinin gelip kapıyı
İterek bir metre uzunluğundaki ipeksi bıyıkları nın engellen meden
geçebileceği kadar açmasını beklerd i.
Mızmızlık etmezd i. Hiç yakın mazdı. Hiç alın mazdı. Sadece
oturur, sabırla beklerdi. Onu en son gördüğü mde saatlerdir otu­
ruyor ve bekliyordu. Kapıyı itip açtığı mda, tirladı ve acelesi varmış
gibi yürüyüp geçti.
Ama Donova n'ın güçlü e rkekli.� ine ka rşı n, şu da bir gerçek ki
sözün ü ettiği miz köpek ondan en az dört kat büyüktü . Donovan
derin düşü nceler içi nde sokağı mızda uzun adımla rla i lerliyordu.
Bi rkaç kez durakladı, üst dudağı nı ya ladı, kendinden memnundu:
kokusu sokağa sin mişti, demek ki uluslararası hukuk uyarınca, bu­
rası onun mıntı kasıydı. Gelgclelim köpek, orada belirme cüretini
göstermişti. Donovan onun önünü kesti. Köpek hı rladı: Seni gidi
u fa kl ı k, bana nerede yürüyeceğimi söylemek ne haddine? Ve başını
indirdi.
İ nsa nlar bunun saldırı anlamına geldiğin i söylediler. Sandık­
larının a ksine, köpekle Donova n bunun ne old uğu n u tam olara k
biliyorlardı. Bir oyu ndu b u , b i r alaycılık gösteris i : E y küçüğüm,
seni daha iyi görmek için başımı mı indirmcliyi m ? Donovan çöme­
lip sindi. Asfalta yapışık olara k, yaklaşık hir metre boyunda, yarım
metre genişl iğinde ve bir milim yükseklikte dikey bir kedi izdüşü­
m ü du ruyordu. Donovan çömelip köpek salağı nın bundan sonra
ne yapacağın ı görmek için bekled i. Köpek salağı şaka n ı n tadını ka­
çırdı, tüm o yavan esprilere imzası n ı atanlar gibi, bir de ka hk::ı ha
patlattı.
Ne acıkl ı ! Ne kadar da dengesız! Biz erkek kedi ler, sadece şu
çılgın İ spanyol kedisi n in , yöredeki ked ilerle yağm acı bir aylak ara­
sındaki m ıntıka kavgalarına karıştığı, "yeşil, seni seviyoru m yeşil"
diye yazarken aklında sevgilisinin gözlerinden başka bir şey olma­
dığı için mi bir kulağı nın eksi k olduğu nu tartışıyoru z . . .

1 20
Akl ım mı karı§ıyor? Ta n rı aşkı n a , biz erkek kediler fareleri düz
hat üstünde kovalamayız! Söylemeye ça lıştığım �ey şu: bizim so­
yumuz en azından bayat görü n seler bile yepl gözlerle ilgi li yazınsal
ifadelerin neden işe yaradığı nı tartışıyoı; köpeklerse hala, daha ünce
hiç tırmanmadığı bir dağa tırma ndığı için bir başka köpeğin kıçı na
deri kayışla vurmayı en iyi eğlence olarak görüyorlar. . . İ nanılır şey
deği l. Sanki her yer aynı deği lmݧ gibi. Y.ı senin kokun sinm iştir, ya
el a sinmemiştir. . . B i l i n mesi gereken tek şey bu.
Her neyse, köpek Donova n 'a güldü ve izlemek için çevrede
toplanan insanlar (annemin terli eli ben i m ki n i h isterik bir biçi mde
kavrarken ) , onun hı rladığı nı söylediler. Donovan tek bir kası n ı bile
kıpı rdatmadan yavaş yavaş öne doğru ha reket ed ip yılan gibi tısladı.
Köpeğin havladığını söylediler. ( ; erçckte, hayvan dil inden İ n san di­
line çevri ldiğinde ya klaşık ola rak şu a n la m a ge lecek bir şeyler söyle­
mişti: "Si . . mi cm, anasını si . . . . min si . . . rnişi" Bariz laf ka laba l ığına
rağmen bir köpek için hayli zekice sa y ı l ı rdı. Donovan bir adım geri­
ledi. İ nsanlar b u n u n teslim iyet anlamına geldiğin i söyled iler. Oysa
gerçekte bir nutuk atmıştı, şöyle bir ka hramanca n u tu k: "Helenlere
sayısız ıstırap verm iş ola n şu Peleus'un oğlu Aşi l ' i n lanetli öfkesinin
şa rkısı nı söyle, ey Tan rıça." Bu tür n utuklar belli bir mesafeden atıl­
dığında kulağa daha iyi gelir kuşkusuz.
Köpek, Miloscviç'ten alı ntı yaparak, "Seni duyamıyor u m ! " dedi
ve dişleri n i gösterdi.
" Ö ldü recek o n u ! " dedi i nsanlar. Çoğu köpeği kastederken, bir­
kaç aydınlanmış kişi (annem onlardan biri değildi) kediyi kastedi­
yord u.
Donova n ken d i n i yapıştığı yerden kopardı ve büyü yapılmış­
çasına boyut değiştirdi. Eni-boyu yarım metre, yüksekliği bir mi­
l imetrelik bir erkek ked i n i n izdüşümü olan şey, buradan sonsuz­
luğa uzanan bir ok h a line geldi . Köpeğin ağzı açıldı. Şaşkın l ı ktan .
" İ şini bitirecek! " diye haykırdı, yüzde doksa n ı insanlardan oluşa n ,
ara l a rında beş kedinin bulunduğu izleyici kitlesi coşkuyla. Kediler

121
m üthiş bir sıkıntı içi nde pençele rini bi liyorlardı, çünkü köpek ve
Donovan onların h i kayesinin bir parçası deği ldi.
Ked i, köpeğin sa lya ları akan açık çenesinin içinden uçarak ge­
çip (bll manevra annemin bacaklarıyla ilgi li hikayeden bize tan ıdık
gelecek) , gözüne iniş yaptı. Köpek tek göz lü ka ldı, kediyse gümüş
mavisi pençelerine bulaşmış bir lekeyle . . . Donovan'ın sokağı nda ki
köpeklerin sayısı bir anda kayda değer biçimde azaldı. Eskiden ora­
da sırıtan (ya da bakış açın ıza göre, havlaya n ) tek bir köpek vardı,
sonrasında ise hiç kalmadı. Artık orada b u l u nmayan köpek, yürek
paralayıcı bir biçimde inliyordu.
Karma ve reen ka rnasyon anlayışımı miras aldığım babam, hay­
ranlıkla, "Tanrııı m ! " dedi. Annem beıı ı sürükleyerek oradan u zak­
laştırmaya çalıştı. Baba m Donova ı ı ' ı ok�a ııı�ıyı denedi.
Donova ı ı oııa küçü mseyerek bakt ı : " Ey değersiz İnsan, ka hra­
man lara özgü hüzünlü ve acı za ti:r anımda beni neden rah atsız
ediyorsu n - "
Babam hafitÇe önünde eğilerek el lerini geri çekti.
Donova n onun pençelerine ba ktı ve ke ndi sismolojik ölçeğinde
beş şiddeti nde bir tiksinme sinyali verdi.
Donovan'ın sismolojik ölçeği kedi mamasının kalitesine ilişkin
ölçüm lerde geçerlidir, ama zaman zaman içinde yaşamaya tenez­
zül ettiği dü nyaya dair daha derin duygularla ahla ki ya rgıları i fade
etmek için ku llanıl ır.
Birbiri n i n peşi sıra kasten titreti len dört pençe, en yüksek düzey­
de teya kkuz ifadesidir, ama kolayca insan diline çevrilebi lir. İ şa retin
a n lamı sadece şudur: Evet, bunu bizzat benim yakaladığım doğru,
ama onu yemek aklımın köşesinden bile geçmez.
Donovan'ın tek bir pençe darbesiyle köpeği berta raf ettiği n i gör­
d ü kten son ra, bu hayvan ci nsinden korkmadığım için utanmayı bı­
raktım. Bazıl arı korkm uyor işte, babamsa onaylayarak "l;ı n rıı ı m ! "
diyor. B i r erkek kedi o l an Donovan 'a bu �ekilde sevgisini ifade ed i­
yor. Ama köpeklerden ben de korkmuyorum. Köpeklerden kork­
madığımda, annem gözlerinden yaşlar akarak bahama şöyle diyor:

1 22
'"Bu kız bize § Ll la net kediyi bırakan ve ken d i h atası yüzünden iilen
teyzene benziyor; :! det döneminde buz gibi Bohınj Giili.i'mk yüz­
mek nereden aklına ge lmiş, bilmem ki ' " Babam ise a n neme gülü­
yor ve izin verseydi Donovan 'a yapacağı gibi başımı sıvazlıyor. Bir
erkek kedi gibi davrandığı mda, babam ben i erkek kediyı öd üllen­
di receği gibi öd üllendiriyor. Demek ki, biri önemli diğeri önemsiz
olan bu i ki önermeye dayalı olarak, rahatlıkla §U çıka rsamayı yapa­
biliriz: Babam benı bir erkek kedi olduğum için seviyor.
Donovan'ın bu şekilde tecellisinin bir olumlu yönü daha vardı:
Kısa boylu olmakta n ötürü çekinge n l iğimi aşmama yardımcı oldu.
Ya§ıtlarımda n daha kısa boylu olduğu m u n idraki, be nim ya­
nımda fısıldanan bölük pürçük konuşmaları n hatırlanmasıyla qza­
manlı oldu. B u n la r öyle empatiyle fısıldan ıyord u ki, sanki a n nemle
babam özellikle on ları bel leği me kazı mamı istiyorlardı, ayrıca o
kada r sık fısıldan ıyordu ki, böyle yapmaktan başka seçeneği m yok­
tu, hem de o gün lerde ba§l ıca ilgi a la n ı m ı n Donovan'ın kaç pençe
darbesiyle bir karatavuğu n varlığı na son verebileceği n i öğre n mek
olmasına karşın . . .
"Tıpkı n alct teyzene ben ziyor . . . O n u n da büyüdüğü nde boyu
bir kırktı . Kad ı n ın yüzerken iilmüş olmasına şaşmamalı. Hem de
:!det dönem inde! Üstelik soğuk mu soğuk Bohinj Gölü'nde! Bana
ka zayla olduğu nu söyleme sakı n . Kadın canından bezmişti . . . " di­
yor a n nem babama. Kısa bacaklarım kon usunda endişelendiğini
mi, yoksa hata nın başkasında; örneğin ben doğm adan neredeyse
bir yıl önce ölen halamda olmasına sevindiği n i mi belli etmeden
söylüyor bunu.
Alışılmadık bir şekilde, baba m şimdiden eve dönmüş. Ç ü n kü
Donova n'ın sokağı ndaki bütün bira haneleri ka patmışlar. Ya nında
içki a rkadaşlarını da getirmiş. B u ona cesaret veriyor. Çokluktan
güç doğar. Annemin bir arkadaşına ka rşılık, baba m ı n yirmi yıl önce
bir tür ü niversiteden neredeyse mezun olmasından bu yana ona
hayra n olan hemen hemen aklıbaşında üç içkı a rka daşı var. Babam
çoook a kıllı biri. Ne yazık ki m a n i k depn:si f ve Korzak sendromlu.

1 23
Ancık bu gece babam cesaretl i . Annem i n onu ca nından bezdi­
ren bir a rkada§ı ııa kar§ı lık, kendisinin üç içki a rkada§ı var etrafta!
R i r de babamın haklı olara k kendisini destekleyeceği n i varsaydığı
ben ve Donova n . Ö ce ya ndan, ben ve kedi haklı olarak, onun man­
tıklı davra nacağını, can sıkıntısıyla esneyerek a n nem i n baca kları nın
içinden (baca kla rı n ı n a rası ndan değil tabii ki) geçerek güven li yata­
ğına doğru yürüyeceği n i varsayıyoruz. Sahne babamın muzaHera ne
çıkı§ı için tamamen hazır; böylece rol yaparak, geride kalan azıcık
onurunu koruyacak. En azından onun yerinde olsaydı Donovan'ın
yapacağı §ey buydu: Utanç verici bir du rumdan sıyrılmak.
Şu ݧe bak. İ nsanlar her zaman her §eyi berbat etmek zorunda
sanki. Kadın dırdı r ediyor. Yi ne de masan ı n üstüne açılmamı§ bir
§naps §İ§eSİ koyuyor. Biiylece baba mın arkada§ları ma ntıklı dav­
ra n mayı bırakıp aptalca sı rıtmaya ba§l ıyorlar. Donovan bana göz
kırp a ra k İnsan ırkına güve n i lemeyeceğini beli rtiyor, daha sonra
olacakları din lerken ba§ımı dayamam için de bana kayısı rengi kür­
künü ödünç veriyor. Daha sonra olanlar ben im anlayı§ımı a§ıyor,
ama Donova n 'dan açıklık getirmesini İstediğimde, yal nızca ba§ını
sallayıp şöyle diyor:
"Büyüdüğünde an larsın."
Bu a rada, babam ve diğer Korzak kardqler benim vücudumla
i lgi li ayrıntılı bir sohbete giriyorlar.
"Zehi r küçü k §i§eler içi nde gel i r," diyor birisi, içine zehir a lıyor­
mu§ gibi bir el h areketi yaparak. Kafam ka rı§ıyor. Kendimi zehir­
leyecek olsam, a rsen i k ya da herha ngi bir zehri boğazımdan apğı
tıkardım, pa ntolonumun ferm uarından içeri deği l.
Babam bo§ bo§ gülümsüyor. Annem tava uzu n süre önce yan­
mamı§ ol saydı orada kıza rtacağı §eye dikiyor gözlerini.
"Bacakların en öneml i ya nı," diyor bir a rkacla§ı, §naps dolu bir
kadehe güvenle demir atmı§ vaziyette, "yere kadar eri §meleridir."
"Ya da yukarıdaki §eye . . . " diye ekliyor diğer Korzak kardq ima­
l ı bir §ekilde ve kı kırdıyor.

1 24
"Ya da etrafina," diyor gizeml i b i r §ekilde üçüncüsü ve Ta n rı'y;ı
şükür son uncusu. Hiç de açık olmayan yor u m u kah kahalarla kar­
şılanıyor. An nem kavrulmu§ tavayı birisinin ka fasına tirlatmay<ı
n iyetliymiş gibi sallıyor. Şimdiye kadar herha ngi bir mantı klı kedi
çokta n bıkmı§ olur<l u. Hayatlarının bir <löneminde bir çqit ün iver­
siteden mezun olmalarına ra m a k ka lını§ Korzak kardqlerse bıkmış
deği l.
Ardından sanat tarihini ele a lıyorlar. Baba mın öğrencilik yılla­
rından kalma, önemli görünen tabloların reprod ü ksiyon larını içe­
ren deri ka plı yığı nla kitap sayesi nde, hiç değilse bunu takip ede­
biliyoru m. Ama her nedense hala benden söz ettikleri izlen imini
ediniyorum.
"Toulouse-La utrec," diyor babam, bir uzman edasıyla.
"Ne sanatçıydı ama!" diyo r, baba mın ba hsettiği kişi hakkında
en azın<lan bir fi kir sahibi olan iki n u ma ralı Korzak.
"Bütün o fahi§elerin resmi n i yapını§," diye ekliyor, i ki numaray­
la telepatik bir an la§ması bulunan üç numara l ı Korzak.
"Şeye rağmen . . . " diyor babam, bir seksen boyundaki panto­
lonunu ipret ederek; Donova n pa ntolonu siyah esnek <ludağının
kendine özgü bir biçimde kıvrık kö§esiyle inceliyor. Küçü k bir alay­
cı aslan gibi . . . Baba mın i fadesi hakkın<la fikir sahibi ol mad ığı, ama
pantolonun iğrenç kokuyor olmasının onu fona halde rahatsız etti­
ği sonucunu çıka rıyorum.
"Şü phesiz birçoğunu becerm iştir," <liye yor u mda bulun uyor To­
ulouse-Lautrcc'in kim olduğundan tamamen habersiz <lört numa­
ralı Korzak, ama onun sağlıklı, ayağı yere basa n çıka rsaması, sanat
ne zaman gün<leme geli rse gelsin, mutlaka müstehcen bir §eyler
içerdiği yolunda.
''.Ah, evet," diye on aylıyor Korza k kar<lqler hevesle.
·'Şeye rağme n . . . <liyor babam, kendinden mem nun bir halde
pantolon unu okpyarak.
Donovan aniden doğru luyor. Ö n pençelerini m uşa rıılıa ı l i i �l·
meye gömüp, a rka bacaklarıyla gi<lebildi kleri kadar gerıvc ı l ı ıg ı 1 1

l .' 'I
yü rümeye ba�lıyor ön bacaklarını kıpırdatmadan. Bu kedi bir viya­
d ü kü andı rıyor. Bir viyadük kurarken d e fü tursuzca esniyor.
"Gidelim, diyor.
"Nereye � ·· diye soruyor u m, p§ıra rak.
Nazik, acıyan gözlerle ba kıyor bana. "Ne demek nereye? Dı§arı.
Dıprısı ka ranlık. Kokuyor. Koku ların nereden geldiği ni öğren meye
çalı§mak öyle eğlenceli ki. Ü stünde yürüdüğün çite burnunu yak­
l a§tırmazsan, hiç öğrenemezsin. Ren klerse yal n ı zca siyah, beyaz ve
mavi, öyle güzel ki ... Cırcır böcekleri ötüyor ama bu seni kandır­
masın -küçük §eyta nlar yakalanmayacak kadar hızlıdır- ama ger­
çekten p ns lıysan kocaman, tombul, al ınga n bır fareye rastlayabilir­
sin. Çitin üstünde bıra ktığı koku seni ona götürecektir. İ nan bana,
yapman gereken tek §ey çite tırmanmak, gerisi kendiliği nden gelir."
Ü st dudağını yalıyor ve pençesini atıp mupmbada bir yarık açıyor,
bunu gören annemse gözya§larına boğuluyor.
''Ama Don ovan," diyorum heyecan ve özlem ka rı§ımı bir i fadey­
le, ''ben bir çitin üstünde dengemi bulamam ki."
Apğı layıcı bir bakı§ atıyor bana. "Hiç denemediğine göre," diye
miyavlıyor soğu kça , "nereden biliyorsun bunu � "
B u a rada gündüzleri oku la gitmeyi sürdü rüyord um ve hiç ol­
madığım kadar hipera ktifı:im. Annemle babam da beni ne yapa­
c;ıklarını bilemediklerinden l iseye yazdırdılar ve ün iversitede ne
okuyacağı m kon usundaki kararı bana bıraktı l a r. Bu poy posla (kısa
bacaklarımı hatırl ıyorsunuz, değil m i ? ) orman müh endisi olmam
imkansızdı; diğer ü niversiteler çok fazla çalı§ma gerektiriyord u, bu
da uykuyla geçi rd iğim zamanı -on altı saate ihtiyacım olduğunu
a n ı msıyor olmalısınız- kısıtlayacaktı. Böylelikle geriye ka lan tek
seçenek, sanatla ilgili herha ngi bir §eydi.
İ §te o zaman, biri leri nin bir ara, bir yerlerde ''Tou louse-La u trec"
dediği ni a n ımsadım. İ yi ya, diye dü§ündüm, öyle olsu n. Kı rmızı bir
daire içi nde kırmızı ba§ ha rflerle adımı i mzala mayı öğrendim ve
§İ§man annemin iç çama§ırlarıyla bir portresini çizdim; son seksen
yıl içi nde onu iç çama§ırla rı yla görme tirsatını bulan birine görüne-

1 26
ceği şeki lde. Diğer tü m açı lardan tarzım hiç de orijinal, özel ya da
olağa n üstü olmadığı ndan, sanat a kadem isi nde her zaman yetenek­
li, özgü n genç rakip lere karşı teya kkuz halinde olan protcsörlerim
beni kabullenmekte sorun ya pmadı lar. İ şler yolundaydı.
Ne ki, her şey o kada r iyi gitmiyordu, çünkü babam Korzak
sendromu yüzü nden Polje'deki a kıl hastanesine a l ı nmış, te k vesa­
yet an neme verilmiş, bu da geleceğim konusunda onun karar ver­
mesini m ü m kün kılmıştı. Ü stelik en başından beri kalbinde h u ku k
stajyerliği oku l u yatıyord u. "Böyle b i r eğitimle," demişti, "en azın­
dan kendini geçindirebilirs i n . "
Çocuklarımı geçindirmemin sözü bile edilm iyordu, ç ü n kü ço­
cuk sahibi olm;:ıyacağım kon usunda dile geti rilmeyen bir anlaşma
vardı: Yetişkin bir kadındım ve boyum bir kı rkın üzerinde deği ldi.
Adet dönemime girdiğimde bunu an nemden gizlemek zoru nd;:ıy­
dım, a ksi ta kdirde soğu k suyla dolu bir kü vetin bulunduğu ba nyo­
nun ;:ınaht;:ı rını benden saklıyordu. Her kedi gibi temiz p;:ık olmayı
sevdiğimden, o anahtar için amansızca savaşıyordum. Bununla
birlikte, küvetin üstünde asılı duran aynayl;:ı o kadar ilgilenm iyor­
dum, gerçi oradaki görün tü hepten itici değildi -üçgen bir yüz,
geniş bir alın, koc;:ıman kehribar gözler, küçük çene ve canlı bir
ağız- ama a n nem asb bir erkeğim olmayacağı n ı buyurduğundan
mesele kap;:ı n mıştı. An nemi n görüşleri ruhs;:ıl tClci nden ötürü ne
kadar bulanık ol urs;:ı olsun, her şeye uy;:ın at;:ı letim nedeniyle her
zam;:ın eninde sonunda kabul ediyordum.
Onu mutlu etmek için hukuk st;:ıjyerliği okuluna bir göz atmaya
gıttım.
Koridorl ar dardı, ked ilerin nefret ettiği neon ışığıyla aydınlatı­
lıyordu ve s ;:ı n ki şüpheli bir koku sinm işti her yere. Çok geçmeden
nedenini anladı m : Öğrenci leri i l k kez gördüğümde, bir Doberııı ;ırı ,
Kaniş ve İ spanyol Cocker ka ncıkları sürüsü içi nde dolaştığı m ı ı l ii
şündüm. Ancak daha yakından bakınca fa rk ettim kız olıl u k L ı rı ı ı ı
Kuyruklarını s;:ıll ıyor, itişip kakışıyor, birbirine s ü rti.i n iiyor \T l l l ' V I '
c a n l a ciyak ciyak bağırıyorlardı. Dilleri dıprı sa rkıyor v e ı w / . 1 1 1 1 . 1 1 1

I .' 1
bir erkek köpek yaklaşsa salyaları a kıyordu . İ çlerinden biri derste
aldığı notları titizlikle saklıyordu. Öteki ler, sah ipleri kıskançlık­
la üstlerine çökerken havayı koklu yor, davetsiz misafirlere ötkeyle
havlıyordu. Ad ına sınav denen, köpeklere değer biçme zamanıydı.
Proksör olara k da bilinen y;ırgıç içlerinden birini odasına çağı r­
dığında, kız sessizce sızlan ıyor, aşı olmak üzereymiş gibi i ki yanı
kabarıyor ve onu yakasından tu tup sürükkdikleri nde bacakları mu­
şamba zemin üzerinde kayıyordu. Kız bu durumu atlatı rsa ötekiler
çevresinde toplaşıp takdirle sırtı n ı sıvazlıyor, sevinç çığlıkları atara k
terbiyesizce hoplayıp zıplıyordu.
Eve döndüm ve anneme yardımcı huku k stajyerliğin i şu malum
yerine sokm asını söyled im, valizimi topladım ve vakur bir edayla
onun ya rdımı olmadan sanal akademisinde okuyabi leceği mi açık­
ladım. Donovan 'ın veda edecek zamanı yoktu. Komşu bir erkek
kediyle, Donovan'ın mama kabından fü tursuzca tıkınan .cılız bir
Siyam ked isi yüzünden bir ölüm-kalım savaşına girişmişti.
Sanal a kademisi nde Donovan gibi kokan ve cesaretim i n ya nı
sıra ken disine bell i belirsiz Toulouse-Laulrec'i a n ı msatıyor olmam­
dan da hoşlandığı n ı söyleyen tüylü bir öğrenciyle tanıştım. B i rlikte
Ljubljanica Nehri kıyısında bir çatı stüdyosu kiraladık. Onu sevmi­
yor ama canı gön ülden katlan ıyordum, çünkü birlikte geçirdiğimiz
gecelerden sonra kendimi her zamankinden daha a z gergin hisse­
diyor ve en sonunda bana da birisi m i ras ka ldığı için çok sevi niyor­
dum.
Açlıktan ölüyorduk.
Aç old uğu n uzda üzül meseniz de (açl ı k üzüntü ye yer bırakmaz)
için izden ağlamak geliyor, aynı anda bir başkasının ağlayıp sızlanı­
�ını seyrediyor ve bu yü zden ondan tiksiniyormuşçasına, kendinizi
lıclli bir mesafoden gözlem liyorsu nuz. Kendinizden nefret ediyor­
" ı n ı ı z. Çevrenizdeki herkesten nefret ediyorsunuz. Karnı dolu olan
ı i"ı ı ı ı ı ıı s:ı n ları öld ü rmek istiyorsunuz. İ çinizden bir devri me öndcr-

1 ı L v . ı p ı ı ı ; ı k geliyor, bir şeyleri deği ştirmek için değil de, öldü rme
ı ı ı l ı , . 1 1 1 1 1 . 1 ' ; ı l ı ip olmak için. Bir tabancayla deği l, bıça kla; parmakla-

1 'S
rınızın a rasında sıcak yapı§ yapı§ ka n ı h issedebilmek için çıplak
ellerinizle. Evet, öld ü rebil irsi niz, ama §U anda bir transistörlü rad­
yoyu bile açamayacak kadar atıl durumdasınız. Radyo sizi çıldır­
tıyor. Ondan nefret ediyorsun u z. Sabah kahvaltı ettiği için siyaset
yorumcusu n u n sesinden nefret ediyorsu n uz. Açlıktan ölen Etiyop­
ya halkından tiksiniyorsu nuz, çünkü onlar da sizin kadar iğrenç
koka n, duygusuz, ka rmaka rı§ık saçları olan yapı§kan bir yığı n.
Doğal olarak, resim yapam ıyorsunuz, çünkü sefa letin en iyi sanatı
doğurduğu yolundaki yaygın inançta bir nebze bile hakikat payı
yok. Resim yapa mayı§ınızı pek u m u rsam ıyorsunuz. Eri§im alanı­
nızın dı§ında olduğu için tablolardan ve güzel olan her §eyden net:.
ret ediyorsunuz. Oysa ressam Utrillo'nun en iyi eseri size verilse,
gözünüzü bile kırpmazdınız. Artık ne istediği nizi bilem iyorsunuz.
Pencereden bakıldığında ho§ bir manzara var. Görüntüden nefret
ediyorsunuz, manzaradan söz ettiği için birlikte ya§adığı n ı z ki§iden
de nefret ediyorsunuz.
Güvercinler uçup gidiyor. Güvercin ler dik bir çatıya yuva yapı­
yor.
"Nereye gidiyorsu n ? " diye soruyor tüylü erkeğim. İç i bo§ bir §e­
kilde, ilgisizce, çünkü ka rnı aç.
İ çimde bir §ey gev§ek bir yelken gibi titriyor. Burun deliklerimin
iç indeki zar yanıyor ve dudaklarım §i§iyor sanki . Kan basıncıyla
zonkluyorlar. Tırnaklarımın al tı ka§ınıyor. Çevremdeki qyaların
an ahatları bir pala kadar keskin ve renkler yağmu r sonrası yaz gece­
leri kadar tertemiz. Ansızın bir nqe dalgası ve tüylü erkeğime kar§ı
müthi§ bir sevgi duyuyorum. İ çimde güç ve §ehvet h issediyoru m ,
yatağın gideremeyeceği b i r §ehvet.
Bir sıçrayı§ta pencere pervazı nın kenarına u la§arak parmakla
rımla sıkıca tutuyorum. Parmaklarımdaki incecik, çelik gibı ka s
l a n hissediyorum v e bu kadar u z u n v e esnek olmala rı bana kl"yıl
veriyor. Kendimi ellerimin üstünde yukarı çekiyor, omuı.la rı ı ııl.ı
pencere kanadını itip açıyor ve dar a ralıktan yılan gibi �ıi ı ı i l ı iyı ı
rum. Çatıya tırmanıyorum. Rengi turuncu. Tu rıııırııvıı " · vı·ı 1 1 1 1

' ·"'
Çömelerek, kiremi tlerin üzerinde saçağa doğru koşuyorum. Kar­
şımda şişman, incimsi kurşuni renkte bir güvercin var. Aşırı gergin
kollarımı kiremitlere bastırıyor, sırtımı yay gibi büküyor, midemi
ve leğen kemiğimi sıcak çatıya yapıştırıyorum. Sıcaklığı severi m.
Midem ve leğen kemiğim kiremitlerin sıcaklığın ı içiyor. Aya klarımı
büküp parmaklarımı kıvırıyorum. Ozon ve yasemin kokan rüzgar
sağ yönden esiyor. Güvercin beni fa rk etmedi. Rüzgarı kokluyorum
ve hareketlerimi hiç düşünmeden kend imi kuşu n üstünde bu luyo­
rum. On parmağımla onun kabarık göğsüne yapışıyor, tırnaklarımı
yumuşak etine gömüyor ve ph damarından ısırıyoru m . Tatlı kan
seğirmeler halinde tişkırıyor, çenemden aşağı inip bluzuma ve gö­
ğüslerime daml ıyor. Yine de avımı bıra km ıyorum. Çatının üstü n ­
de sere serpe yatıp gevşiyoru m. Sonra da hoş bir yorgu n l u k içinde,
hafif ve ağır, pencereye doğru aşağı kayıp, dizlerimi kıvırmak zo­
runda kalmadan baca klarımın üstünde yere d üşüyoru m. Güverci n i
dişlerimde tutuyorum. Kanatları boynumu gıdı klıyor. K a n l ı bluz
göğüslerime yapışıyor. Yiyecek. Tüylü erkeğim bakıyor. Onu sevi­
yorum. Avı m ı onunla paylaşmak için getirdim. Kuşu ayaklarına
bırakıp topuklarımın üstüne otur uyoru m. Topuklarımın üstüne
oturup onu seyrediyoru m. Onunla sevişmek istiyorum. Göbeğimin
alt kısmı ılık ılık seğiriyor. Meme uçlarım bluzu mdaki kırm ızı le­
kelerin altında kabarıyor.
E rkeğim ürküyor, gözleri n i kaç ırıyor, yum ruğu n u ağzına bastı­
rıyor, ta rif edilemez bir tiksinmeyle, bir karabasandan yeni u yanmış
da hala nerede olduğun u bilmiyorm uşçasına etrafa bakın ıyor. Son­
ra da sa n ki cehennemdeki tüm şeyta nlar taratindan kova lanıyor­
ın uş gibi stüdyodan dışarı ti rlıyor.
Aşkta ve sanana yenilgiye uğra mış (ve aç) olarak, o sonbahar
ı._ ;ı ı ı nıd aki tüm kuşlar gicci kten sonra, Donova n'a ve a n neme dönü-
\'1 1 1 1 1 1 1 ) .

1 >1 1 ı ı o v a ı ı ' ı n b i r gözü kör. S ü t beyazı ve deri n l i ksiz. Sıska Siyam


k . - . ı ı , ı v ı ı ı ı· l ı a nı i l c , oysa etrati zaten yedi kayısı tüylü enikle çevrili
111111 S ı v; ı ı ı ı kedileri gibi onla ra nörotik, aşırı koruyucu bir ilgi

1 111
gösteriyor. Donovan yavrularını hiç u m u rsamıyor. Dünya n ı n ken­
disi kadar ya§lı o. Son zamanlarda, annemin kı§ aylarında sobanın
üstü nde kuru ttuğu çama§ırları n üstüne yatmayı alı§kanlık edin mi§
ve yi yeceği nin de sobanın ka r§ısı n a kon ması gerekiyor. Polje Akıl
Hastanesi'nde, baba m kendini bir kapı tokmağına asını§.
Hala zaman zaman resim yapıyoru m .
Eserlerim değersiz. Ve ne z a m a n kendi kısır tuval leri mle y ü z
yüze gelmek zoru nda kalsam, kendimi sanki herkesin ön ü nde tek­
melenmi§ gibi apğılanmı§ h issediyorum. Hiçbir i§e yara mıyoru m .
Resim lerimde eksik o l a n § e y öyle bariz bir biçimde eksik k i , kendini
somutla§tırmı§ ve beni mle onlar a rasında §eki lsiz bir gri heykel gibi
d u ruyor. Bacaklarımla ilgili bütün o fisıltılı kon u§malar; birli kte
olduğum ki§ilere ka r§ı her zaman hissettiğim küçümseme; a§k ha­
yatımdaki bütün o ba§a rısızlıklar ve zaten hiç sevgilim olmayacağı
yolundaki bütün o uğursuz kehanetler; adet dönemim nedeniyle
yıka n mamın yasakla ndığı bütün o günler; asla unutulamayaca k bü­
tün o açl ı k, babamın a rkasından tutulan bütün o kısa süreli matem,
anneme kaqı hissettiğim bütün o horgörü; bunların tümü kırılgan
kısırl ığımdan daha az korkunç. Kar§ımda büyüdükçe büyü yen ve
asılı kalan gri renkli biçimsiz heykelin bir parças ı haline geldi . . .
Yava§ yava§ a klımı yiti rdiğimi biliyorum.
Günlerimi tuvallcrim i n kar§ ısında tırnaklarımı törpüleyerek ge­
çırıyorum.
Tı rna klarım zariftir. Tırnaklarımı severi m. Doğu§tan badem
biçimli, saydam ve sağlamdırlar. Artık onla rı iyice uzattım ve ı§ıl­
dayan bir elmas törpüyle alacakaranl ığa kadar çalıprak saatler ge­
çiriyorum (yaptığım i§i görmek için ı§ığa ih tiyacım yok). Bir bıçak
kadar sivri ve keskin olmalarını istiyorum. Onla rı saydam bir tırnak
ci lasıyla üç kat kapladı m ; buz gibi parlıyorla r. Sanki beni m trn iııı
den ve kanımdan gel i§memi§ (çatılara tırmanmayı bırakıığıııııLııı
beri tenim ve kanım artık bana zevk vermi yor) , usta kııyu ııır ı ı Lı ı v . ı
da belki silah yapımcıları tarafi ndan -süs olarak deği l, dalıa <;cık lw
nim onlara bakarak keyif almam ve hayran lığımd a n zevk d ı ı v ı ı ı . ı ı ı ı

1 il
için- parmaklarımın ucuna konmak üzere yapı lmışlar gibi geliyor
bana. Onları avuçlarımın sıcak etine gömüp yumruğu mu sıktıkça
hissettiğim acı ho§uma gidiyor. Tırnaklarımı gerçekten seviyorum.
Jilet gibi keskinler. Bir o kadar da verimli.
Etra fim tablolarla çevrili. Siyah, beyaz ve mavi renkte ve bu çok
güzel. Yi ne de bir §eyler eksik. Ben kısırım. Kendi yara rsızlığı mdan
duyduğum nefret kısır. Kısır nefretim büyüyerek bir hiddete dön ü­
§Üyor. Ö ldürmek geliyor içimden ama ku§lar güneye uçtu.
Derken kasvetli bir a k§amüstü yatağı mdan fi rlayıp pençelerimi
uzatarak en yakın tuvalin üstüne atlıyoru m. Göğü slerimin a ltında
tuval bel veriyor (iyi gerilmi§; ben kötü bir ressa mım ama iyi bir el
i§çisiyim ) , ancak yırtılmıyor. Yi ne de tırnaklarımın dengi deği l. Sağ
kolumu ba§ımın üstüne kadar kaldırıp blçama doğru sallıyoru m.
Sol elimin parmaklarını kumap saplıyor, beden imin tüm ağırlığın ı
onları n üstüne veriyor ve gerisini yerçekiminin yapmasını bekliyo­
rum. Tuval on yerinden yarıl ıyor ama hiila çerçeveye yapı§ı k. Ya­
raların kenarları parça parça ya da delik dqik değil de, dezenfekte
edilmi§ gibi pürüzsüz ve tem iz. Gece boyunca on tabloyu daha
m ahvediyorum.
Ba§arıyı n ihayet yakaladım. Son eserimin elqtirilerini okurken,
burada birileri kafadan çatla k olmalı diye dü§ün üyorum. Tırnaklar­
la delik dqik cdilmi§ tuvalleri elqtirmcnler §öyle yorumluyor: "Za­
man ötesi bir a§kınlık içinde özgü n, bireyci bir izlenim a rayı§ındaki
bir sanat paradigması, d ı§arıdan çıka rsananları n i nce deneyiminin
d ahiyane i fadesi . " (Ya da içeriden çıka rsanan, ha ngisi ho§Un uza
giderse.) "Gerçek di§iliğin ve yumu§aklığın ironik deklarasyonu . "
( Ş u i§e bak!) "Toplumsal açıdan a ngaje b i r sanat. Feminist entelek­
tüel devri m için bir çağrı. Kli§elerin kl asisist pre-determinasyon te­
meli nde reddi." Ve en az yaratıcı olanları önümüzde yepyeni bir §ey
old uğu kon usunda emin bir i fadeyle ken dilerini tatmin ediyorlar.
1 kr gün üç-dört tuval boyayıp paramparça ediyorum . Anneme
l ı ı ı kii rk manto satın alıyorum. Donovan'ı bana yardım etmesi için
ı k ı ı ; ı c · ı ı ı ıcye ça lı§ıyorum. Çalı gibi kuyruğuyla i l k katmam boyayabi-

1 \ .'
lir -ki bu da, nereden bakarsanız bakın, tam da "ressamın isyanının
somutla§mış nesnesi "dir. Ama o, kendini kirletmeye yanaşmıyor.
Donovan kapının ka rşısında oturmuş, sabırla birisinin bir metre
uzunluğundaki beyaz ipeksi bıyıkları nın zarar görmeden geçebile­
ceği kad a r açmasını bekliyor. Dört saattir orada. Kapıyı İterek açtı­
ğımda tirlayıp acelesi varmış gibi geçiyor. Ama acelesi olan benim.
İ pek ve inciler içerisinde ilk retrospekti fim için ayrılıyorum. Başa­
rı lı oldum. Ni hayet başardım. Donovan ve ben evi mizin önü ndeki
sokakta ka rşıdan ka rşıya geçmeyi bekliyoruz. Topuğu ma sürtü nü­
yor ve asfalta adımını atıyor.
Ked inin bir gözü kör ve gelen kamyonu görmüyor. Çığlık atıp
m ua zzam bir sıçramayla onu geri çekmeye çalışıyorum. Çok geç.
Kamyonun beni havaya fı rlatmasından hemen önce, kucağımda
Donovan'la birlikte ön cama iniş yapıp bedenimin al tında onu pa­
ramparça etmemden hemen önce, asl ında başarılı olmadığımı ve
hiçbir zaman ol mayacağımı fark ediyorum.
Kendime geldiğimde yumuşak ve sıcak, canlı bir şeyin içinde sa­
rılıyım, süt kokan bir şey burnumu gıdıklıyor, beni tuhaf bir şekilde
defalarca hapşırtıyor. Üstü nde yattığım şey, bir çello teli gibi titriyor,
dostane bir deprem gibi kabarıyor. Gözlerimi açamıyorum ama beni
sarıp sarmalayan ka ranlıkta rahatladığımı ve gevşediğimi h issediyo­
rum. Burnumun önündeki sütü mü içmeliyim, yoksa yine kestirmeli
miyim, karar verem iyorum; ama neye karar verirsem vereyim doğru
olacağından eminim. Güvendeyim. Uyku okşayan bir el gibi üstüme
inerken hayatımda ilk kez kend imi güvende hissediyorum.
B irisi nazikçe beni ensemden tutup kaldırırarak sırtüstü çevi ­
riyor ve yuvarlak ke na rlı bir şeyin içine yerleştiriyor; bu belki h ı r
beş i k, belki koca man çuku rlaşmış eller.
"Bu bir erkek," diyor bir çocuk sesi.
Aslında ben erkek değilim, elemek İstiyoru m ; ama u y ı ı ı ı ı a ı ı ı ;ı
izin veri ldiği sürece hunun hiç önemi yok. Bu evde gii nl li ı ı ı i i ı ı ı ' ı "
diğince uyuyabi leceğimi bir şekilde bi liyorum işte.
"Donova n koyacağım adını," diye karar veriyor ı.;on ı k .

1 "
Andrej E . Skubic
Andrej E. Skubic, 1 967'de Ljublja na'da doğdu. 1 990'dan bu ya na
Sloven edebiyat dergi lerinde öykü leri yayımlan ıyor. İlk romanı Greııkı
med (Acı Bal) l 990'<la yayımlandı ve 2000'de Kresnik En İyi Roman
Öclülü 'ne layık görüldü. ikinci romanı Fuziwki bluz ( Fuzin Rlues)
200 1 'de çıktı ve ertesi yıl Kresn i k Ödülü'ne aday gösterildi. Çekçe
ve Rusçaya çevrildi ve Slovenya Ulusal Tiyatrosu taratindan 200'i'te

sahneye uyarlandı. 2004 'te yayımlanan ilk öykü kitabı Norisnica


(Tımarhane) ele§tirmenlerin beğenisini kazandı. Öyküleri İngilizce,
<,: c kçe, I lırvatça, Al manca, Macarca, Lehçe ve Rusça çevi ri leriyle
ı.y�iıli edebiyat dergilerinde çıktı. Çok sayıda İrlanda ve lskoç romanı
ıT ; ı ı ı t olo ı iy i Slovenceye çevirmi§ olan Skubic, serbest yazar olarak

l . p ı l ılı.ı ı ı :ı ' ı l;ı ya§ıyor.

1 \ı,
HER ŞEY YOLUNA GİRECEK

"Peki bunun üzerine büyü kbaba ne yaptı ? " diye soruyorum. Bir gö­
zümle televizyon seyretmeye ça lışıyor u m ama beyhude. La na, bir­
li kte yüzmeye giden b i r fare ve tavukla i lgili resimli bir kitap tutu­
yor elinde. l'vfavi gözleri mera k dolu. Sol kulağı mın ta içine bakıyor.
Öyle mavi ve öyle ciddi ki bu gözler. Şaka ve kaça mak yanıtlar bir
suç. "Büyükbaba ne yapıyor ? " diye tekrar soruyorum, bi raz dalgın
bir i fadeyle. Heves deği l, katılım gerekli. Hem ana haberler çoktan
bitti. Büyükbaba da La na'nın bu öyküyle ilgili yorumunu duymaya
pek hevesli deği l, oysa bu yoru m onun hayal güc ünde belli bir ilerle­
me olduğu nun işareti. Resimli kitap h a kkındaki açıklamasına göre,
ben küçük havuzu şişiren fareyim, Lana da havuzu suyla dolduran
tavuk. Resimli kitaptaki farenin -hiçbirine sahip ol madığım- koca­
man bir burnu, bıyığı ve mor gömleğine ek olara k, bir de kuyruğu­
nun olması, biraz ka fasını karıştı rıyor. Ama çok deği l. Hatta ben im,
ya ni '"da-da"sın ı n da aslmda bir kuyruğu olduğu nda ısrarcı; sadece
henüz onu nasıl bulacağını bil miyor. Ama bu önemsiz bir sorun.
Bazen diğer insanların evrendeki yerlerini nasıl bulduklarını merak
ediyorum. Hiç emin değilim. La na'nın gözünde ben gerçek olanın,
zaman içi nde bozulmuş mu hteşem bir türün, ya ni ataları m ızın sa­
h i p old u kları, havada ha rika bir biçi mde kıvrılabilen etkileyici bir
kuyruğu da içeren tüm gerekli aksesuarlarla birlikte tam da olması
gerektiği gibi olan, da-da-izmin esas ve sahici doğasına sahip mii­
kemmcl "da-da"nın bir tür acınacak kopyasıyım herhalde. Laııa 'yı
bisikletimle gezdi rirken, saklı dura n uzun orga nı bulma u ı ı ı u d ı ı y l . ı
tişörtüm ü kaldırıp parmağını kuyruksokumumda dola �tırııı;ıya l ı.ı
yılıyor. '"Çi ki bum bu m ! " diye bağırıyor zafer ka zanmı�ı.;; ı s ı ı ı ; ı . 1 l.ı
vuz dolduğu nda, üstünde koca man bir bornoz o l a ıı ( ; ; ı s p . ı ı ;ıd l ı l ı l
giriyor sahneye ve kendini suya atıyor; böylece m : b rl'Vl' \'ı· ı k . ı l ı vı ı ı ,

1 "
ne de tavuğa. Bu, öykün ü n çarpıcı doruk noktası. Bana öyle geliyor
ki, büyü kbaba nın sinirine dokunan da öykü nün bu bölü müyle ilgili
La na'nın yorumu oluyor. Büyükbabanın niyefil olması gereksin ki 1
Öyküde çok daha ilgi nç hayva nlar var. Aslan fi lan olmak zorunda
değildi -abartmayı sevmezdi- ama dcveku§ları ve porsukla r var . . .
"Bum b u m ! "
La na kendini kıçüstü havuza a tarak h e r tarafa su sıçratıyor. B u
kaplıca larda böyle yüzmen i n c a n ı cehenneme. B u n u n emekli lere
bile ne yararı var, anlamıyorum. Ne buluyorlar buralard a ? Yız ay­
larını bir yana bırak, hele kışın ?
Burada bir insan sürüsü var. Herkes neredeyse otuz derecelik
bulanık bir su birikintisinde dolanıp duru yor. Ta mamen gev§em iş
görü nüyor ve meselenin bundan iba ret olduğu, dı§arısı sıcakken
biraz ıslanmamn normal olduğu izlenimi veriyorla r. Sıcağa daha
kolay katlanabileceği niz izlenimi ... Anladığım kadarıyla hava sıcak
olduğunda ıslanmak, serinlemek anlamına geliyor, ya da bunun gibi
bir §ey.
Toprak ananın bağrından, yaz ortasında sıcak suyun içinde ıs­
lanmalarını buyuran bir zeka düzeyi ne ula§mı§ yüzlerce terli homo
sapiens'in üstüne fݧkıran ı l ı k bir su . . . Ne anlamı var ki bunu n ?
Yi ne d e onlarla birlikte buradayım i§te, çoc u k havuzunda karın üstü
yatıyorum. Dirsekleri me yaslanıyoru m ve ıslak atkuyruğum boğa r­
casına boyn u ma dolanıyor. Ne lüks.
Lana meseleyi ça kıyor. Yı l ı n en sıcak ayında sıcak su onun için
sorun deği l; su, sudur. Mavimtırak su ka natları ışıl ı§ıl. Ağzı kulak­
larında sırıtara k, çenesini yuka rı ve öne uzatıyor. K.lara havuzun
karşı tarafi nda yüzüstü yatını§, La na 'ya gülümsüyor. Kim gü l ümse­
mez ki ? Karnımda neden bu kadar baskı hissettiğim i bilmiyor um.

··Bak, '' diye tisıldıyorum La na'ya. ''Annen balık olmu§. Annesi­


ı ı c lıa vrctle bakıyor. ''An nem," diyor ve ekliyor: '"Olma mı§ b-b-b ... "
1 > ı �a rıda, kapalı havuzu açık havuzdan ayıran ka lın camın arka­
' ı ı ı ı l : ı . gii kyü zünün rengi koyu yqi l . Birazdan i l k şimşeğin çaktığı­
ı ı ı t',< > ı n ' · .Q ı z . 1 Lıvuzu n dışında iki uzun vinç duruyor. Bir ta nesine

ı ıs
yıldırım düşse, gerçek, hatta tehlikeli bir görüntü ol u rdu . Birileri
kaplıcanın yüzme havuzunda elektrik çarpmasıyla ölmü§ müdür
h i ç ? Ya binlerce terli müdavi min hepsi birden ? Büyük bir olay olur­
du doğrusu.
D ıp rıda boğuk bir gümbü rtü var. Lana ü rkerek koltuğun sı rtı­
na dayal ı omzundan yuka rıya, sonra da bana bakıyor. Üstümüzde,
gökyüzünde gümbürtü sürüp gidiyor: Yeterince uzakta olduğun­
dan, yankılar dıprıya, yüzlerce metre dışarıya doğru savrul uyo r.
La na'nın yüzü nde beklenti dolu bir bakı§ var. Da-da ?
"Gökgü rü lti.isü mü bu � -· d iyorum. Kafamı hafifÇe çeviriyor um;
tüm bedenimi çevirmek gelmiyor içimden. Evet, fi rtı na yaklaşıyor.
Yava§ yava§ a kp m oluyo r, ama orta l ı k norm a l zamanlara göre daha
ka ranlık. Evin bizim bulunduğu muz tarafindan o kadar fazla bulut
görülmez. Herhalde tam üstü m i.izde, §İmd iden hayli kararını§ olan
binanın çatısının üstü ndeler. Pencerenin kar§ısında kara ran hava
neta meli değil , yalnızca biraz hüzünlü görünüyor.
"Eveeet," diyor Lana.
D ıp rıda hafifbir rüzgarın h a reketlendirdiği yapraklar titrqiyor.
La n a bana bakıyor ve adeta gü lümsüyor.
Beceriksiz bir elle, ka rahindiba sapını koparıyor ve bana arsızca
bir bakı§ atıyor. B i r çayırın hemen kenarındaki uzun otla rı n ara­
sında du ruyoruz. Klara yakla§ık otuz metre uzakta, çantamızla
kamera mızın ve yiyeceklerimizin bulunduğu peykenin yan ında,
biraz daha yüksek bir yerde duruyor. Ho§ bir ikindi vakti. O kadar
yüksekte olmasak da, ma nzara enfes. Bir ta ra fta Nazarje, Bona olı
D reti, Nova Stifta'ya kadar her yeri, diğer ta raftaysa kesif Roboııov
Kot Dağı ' n ı görebiliyoruz. Bira z daha aşağıda, yaklaşık üç yüz l l ll' l
r e uzakta b i r ev seçi lebi liyor; büyük bir çiftlik evi, b i r çqit kırd
turizm bölgesi burası. Güzel bir ortam, ancak daha fazla a l ı ya ı ı ı v a
ihtiyacı var sanki. Ö rneğin çocu kla r için bir oyun alanı y o k . l \ ıı ı. . ı
manlar bu tür şeyleri dü§ünmezdim. Arkamızdaki orıı ı a ı ı l ı ı ı ı •. 1 1 1, a
p u s l u , gökyüzüyse gri bir perde . . . Hava da biraz �c r ı ı ı l "' l ı . ı ı ı ı k ,
aslında iyi de oldu. Yeterince sıcak görd ü k. La rıa ı �: ı ı ı l ıi 'ı \' l n ı ı ı l ı - . ı l

1 ,,,
"Aaaayyy ' " Çıplak bacağı mı karahi ndiba sapıyla gıdıklıyor. Ken­
dimi biraz a ptal gibi hissetsem de u m utlanmaya ba§l ıyoru m: benim
rol ü m bu işte; böyle §eylere alışmak. Buna saygı duyuyorum. Lana
beni gıdıkl ıyor. Lana "da-da"yı gıdıklıyor. Lana ağzı ku l a kl a rına
vara rak gü l ümsüyor. La na'nın keyfi yeri nde. Tu haf ama ona baktı­
ğımda, mutlu luğuna rağmen bakı§ı a l ı§ılmadık bir biçimde don uk­
mu§ gibi geliyor bana. Ku§ku uyandıracak kadar donuk.

"Komik mi ? " diye sorup, ba§ımı biraz daha çevi riyorum. Evet,
esmeye ba§ladı: kesi n l ikle bir firtı n a gel iyor. ''Evet," diyor La na ve
resim l i kitabı yere bırakıyor. 'ı'<ıva§ça doğru lup ka nepenin sırtına
tutu nuyor ve dıprıya bakıyor. Ani bir rüzga rla ağaç yaprakları ür­
periyor; pencere ka palı ama a kçaağaçların hı§ırtısı neredeyse hisse­
dilebiliyor. Aslında bunun ya lnızca §iirsel bir yanılsama olduğun­
dan eminim, çünkü pencereler yeni, p lastik ve bu tür yabani doğal
sesler içeri giremesi n diye bq kez macunlanmı§. Lana yapraklara
CO§kuyla bakıyor.
"Da-da!" diye bağı rıyor, salınan dalların içinde dönüşümlü ola­
rak açığa çıkan yaprakların gü ınü§i alt ya nını ipret ederek.
"Ne var, La na ? " diyerek, siyahlık gökyüzü n ü ka plamı§ mı, yoksa
bulutların dağılması i h timali hala var mı diye yukarı bakıyorum.
"Aa," diyor Lana ka rarsız bir §eki ide.
"Bana bir §ey mi söylemek istiyorsu n ? " Her za manki gibi, bu
soru nun a rdından kısa bir sessizlik oluyor. Lana kanepenin sırtına
sarılıp dıprıya bir göz atıyor.
"Eveeet," diyor bir süre sonra.
Onu yandan izliyorum. B u tuhaf yarı karanlıkta seçil mesi hala
epey kolay olan dü§ü nceli bir p rofili var.
"Baban da sana bir §CY söylemek istiyor,"' diyoru m. Bana doğru
dönüyor, gü lümsüyor, sonra eği l iyor. Küçük sıcak parmak uçları
yüzümü tutuyor. Yüzümü yanakları na, neredeyse ağzına bastırıyor.
Yum upcık minik dudaklar. Dü nyadaki en yumupk dudaklar.
"Sana bir yapra k kopa rmamı ister misi n ? " diye soruyorum.

1 40
Lan a suyu n içinde güçlü adımlarla yürüyor. Ya da daha doğ­
rusu, adıml arı güçlü izlenimi veriyor, çünkü sağda solda çalım
satar gibi yü rü rken, aslında sürekli düşmen i n sınırında dolanıyor.
Tü m yüzüyle gü lümsüyor. Aç ı k mavi bornozu üstünden gevşek­
çe sarkıyor. Derken gülümsemesi bir an katılaşıyor, gözleri dalıyor
ve adımları bir an kararsız bir hal alıyor. Yal n ızca bir an, ama bu
midemi sıkıştırmaya yetiyor. Sonra derin kısmı n sınırında durarak
tekrar gül ümsüyor ve i lerliyor. K.J ara ve ben birbirim ize bakıyoruz.
İ kimiz de tam olara k aynı şeyi düşün üyoruz. Hiç kuşku yok. De­
neyi m lerimiz öyle ortak ve öyle yıpratıcı ki . . . B irimizin başka bir
şey düşünmesi mümkün değil. Ama her şey yolunda. Yalnızca bir
saniye sürdü ve biz böyle san iyelere alışkınız. Onlarla yaşamak so­
r u n değil. Sıcak su her yere sıçrıyor. Belki de çok sıcak; işte bu sorun
olabilir. Lana çok sıcağa gelemez. Çok fazla sıcak bir felaket olur,
berbat bir felaket.
"Yaaa,'' diye şarkı söylüyor. G ü lmek zorunda kalıyorum. Pence­
reni n a ltındaki yapraklar daha da güçlü esintilere kapılmış titriyor.
Aşağı sokakta, küçük toz girdapları asfaltta oraya buraya sürükle­
niyor. Belki de dolu yağacak; koşullar çok uygun. Kla ra şehirde.
Arabayı nereye park ettiğini Ta nrı bilir. Yine kaporta nın her tarati
içeri göçecek. Daha önce de yaşa m ıştık bunu.
"Lana,'' diyorum, "Baban sana yaprak koparamıyor. Çok uzak-
ta."
Lana ayağa kalkıyor ve biraz şaşkın görü nüyor. Mavi gözleri
sanki neden ona en başından öneride bulu nduğumu soruyor. [ );ı
da, beni böyle ka ndırmayacağın konusunda anlaşmıştık.
" Baba yaprağa uzanırsa sokağa düşer,'' diyorum, paçayı ' ı yıı
mak için.
Yine o sorgu layıcı bakış.
"Baam," diye açıklamaya çalışıyorum daha anla�ılır l ı ı r l ı u , ı ı ı ıdt"
Lana kolunu kanepenin sırtın a dayayarak gü lüııısiiyo ı. < ; ı l lıl ııı"·
me ka tılaşıyor, kanepenin sırtındaki el ge riliyor vı· ı l ır " · '- 1 1 1 1 1 1·1 1 1

1 ·1 1
Ö nce bakışı, sonra tüm yüzü birden sağa kayıyor. O anda anl ıyo­
rum.
La na çıplak bacaklarımı karahi ndiba sapıyla gıdıkla rken yü zii
alabildiğine gizemli. Gülü mseyerek beni izliyor ama sa n ki beni
görmüyor. Gözleri bulunduğum yerin bir milim soluna sabitlenmiş
gibi. Şu anda durduğum yerden belki de on santim uzağa oda k­
lan ıyor. Ama o gülü msemeyi ve didiklenmiş ka rahindiba çiçeği ni
bana doğru ti rlatmayı sü rdü rüyor. Ne düşü neceği mi bilemiyorum.
Ö yle mutlu ki. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Yere çömeliyorum.
Bana ba kıyor ama beni görmüyor. Gülü mseyişı de zayıflıyor. Göz­
leri ciddi, dalgın.
''Lana," diyorum, "babaya bakabilir misi n � "
"Hayır," diyor düşünceli bir tavırla. J-L"ila konuşuyor. İ nanılır
gibi deği l .
"Lana, kendini kötü mü hissediyorsun � ·· diye soruyorum. Bakışı
daha da s ağa kayıyor, ama hala ayakta duruyor, hala yanıt veriyor.
"Evet," diyor.
Devrilen bir ağaç gibi suya yuvarlanıyor. B u çok açık, ama s ıcak
suyun içinde ka rı nüstü yattığı m için hemen ka lkıp yardım edem i­
yorum. Tıpkı koşmaya çalıştığınız ama koşamadığı n ız rüya larda
old uğu gibi. Kollarımı sal layarak ayağa ka lkmaya, suyu yara ra k ona
doğru atılmaya çalışıyorum. Çiçekli bonesiyle küçük kafası, kaplı­
ca havuzunun minik dalgaları altında ördek gibi salınıyor. Ta n rı'ya
§ükür, başı arkaya kıvrılmış. Düşmeden önce, kol la rı dua edercesi­
ne öne ve yukarıya uzanmıştı; §İmdi yatay durduğundan, kolları o
konumda katıla§ıp çenesini sudan çıkarmış. Arkadan bakıld ığı nda,
h a füÇe hareket ettiği görülebiliyor: bir yukarı, bir aşağı ; bir yukarı,
lı ır aşağı . . .
Birden kanepede öne atılıp onu kavrıyoru m . Kollarımda tu­
ı ı ı vo r u m onu, ama bir türlü durduramıyorum: usul usul ağl ıyor,
� ı ı ı ı ı l ı ı l e n uzaklara çeki liyor. Her saniye ondan bir §eyler eksi İ tiyor.
) < ' ı v ı ı / i i ı ı ı l c onu durdurabilecek h içbir güç yok. Dudakları bükülü-
1 1 1 1 , l ı ı ı k i i �; i i k i n l e m e daha, son ra enerjisi tükeniyor. Gitti.

1 1 '
Kaygan zem inin izin verdiği kadar hızlı bir biçi mde ona doğru
atılıyorum. \ava§ çeki mdeyim s a n ki . Zaman -ve bu herhalde yal­
nızca bir san iye meselesi- bütü n havuzun çevresi ne yayı lan sayı­
sız parçaya böl ü nüyor gibi : memnun mesut suyun içinde yatan en
uzakta kilere, kafeteryada Coca -Cola içen ya da külahta dondurma­
sını yal aya nlara, rahat ve sıcak şezlongla rda, havlu üstünde yatan­
lara kadar. Harika. Onlar için sorun yok. Lana a rtık kucağı mda.
Koltuka ltlarından tutuyo ru m onu. Kaskatı kesilmiş, elleri ha ntal.
İ çindeki mekanizmanın bir parçası ta kı ld ığı ndan tekerleği durma­
dan dönerek i lerletmeye çalıpn, ters dönmܧ bir oyu ncak gibi ya­
vaşça yu karıya doğru itil iyor. Ama hiçbir yere gitmiyor. Artık onu
görmem bile gerekmiyor. Bi liyorum ki beyaz porselen gözlerle
dümdüz yuka rı bakıyor. Biliyorum, ç ü n kü avuçla rı mla destekle­
diğim her i ki koltukaltı da tam anlamıyla aynı şeki lde titriyor; bu
ise beyninin her i ki yarıküresinin de §iddetle sarsı ldığı a n lamına
gel iyor. Küçük bacakları n ın hafifçe içe dönük, gergin ama güçsüz
olduğu n u biliyoru m . B ütün b u n la rı biliyorum, tıpkı Kla ra'nın §ez­
longumuzun yan ı ndaki çanta m ıza doğru ko§tuğunu, gözlerinin
kocaman açık, ama adrenalinle yoğu nla§mı§ olduğunu bildiğim
gibi.
Onu kanepeye yatırdığımda, bir ceset gibi görünüyor. Gözleri
sağa dönmü§, ölü bir hayva n ı n gözleri gibi hareketsiz. Çok koyu
renkte, ba§ka bir yere sabitlen mişler. Ne gördüğü nü Tan rı bilir.
Bunu düşü nerek sık sık beynimi patlatıyorum. Bir zamanlar buna
ilahi hasta l ı k demelerine p§mamalı. Başladığında, beden sa nki
kendi nden geçmi§, ilahi varlık sanki tüm görkemiyle yavaş yav;ı�
ortaya çıkıyormU§ gibi gergi nlqiyor. Yüz gitgide morarıyor, alı d u .
dak yava§ yava§, neredeyse görülmez b i r biçimde kasılıyor, rıı ıııık
hareket ba§lıyor: yukarı-apğı, yuka rı -apğı. Belki de güçlii kuyrıı
ğuyla da-da'yı görüyordur. Bilmiyorum. Omuzlarından ı ı ı ı ı q ı o ı ı . ı
bakıyoru m .
"La n a ? " diyorum. "Lana ? "

1 1 1
Ona başka bir şey söylemek istiyorum ama nedir bilmiyorum;
yararlı olacak, duyabileceği bir şey. Titreyen sıcak omzu nu usu lca
öperken sakalımı batırsam da fark etmiyor: kendinden geçmiş. En
kötüsü gözleri; nereye ba kıyorlar, bilmiyorum. Onu kucakladığım­
da, parmaklarım dosdoğru içinden geçiyor.

Klara'yla birl i kte onu çayırın ken a rı ndaki sıraya yatırıyoruz.


Lana çok uzaklarda; önünde durduğumuzda, bizi görüp görmedi­
ğin i bilmiyoruz. Ya l n ız, şaşkın ve m utsuz. Belli belirsiz nefes alıyor,
yüzü bi raz morarmı§, ama çok deği l, çok değil . B u n u n anlamı n e ?
Tam bir nöbet mi, değil m i ? Ya nağı n ı n altı n a k ü ç ü k b i r m idaza­
lom püskürtmek işe yarar m ı ? Bundan hoşlan m ayacak. Hala yarı
bilinçli, i l ac ı yutabi l i r ve bu iyi olmaz. Yavaşça emilerek mukoza
zarından, kılcal dama rlardan geçip kana karışması, sonra d a sinir
h ücrelerin i n beyin dokusu n u n bir başka bölüm üne üç hz'lik şoklar
gönderdiği beynine u laşması gerekir. Orada oturan ve gitgide daha
fazla sola baka n iki yaşındaki küçücük bir kız şöyle dursun, daha
büyük biri n i bile yok edebilir. Ama aynen öyle oluyor. Nazarje'nin
hari kulade manzarasından u zağa, Bana Ob Dreti ve Nova Stif·
ta 'nin ötesi ne, kuzeydeki Robanov Kot'a doğru bakıyor. Gökyüzü
puslu ve ağır. Lan a daha düzgün bir biçimde nefes almaya başl ıyor.
Vel i ki Rogatec, hava n ı n bağrında parçalanan böl ü k pörçük b i r tepe.
Lan a ' n ı n gözkapakları cansız; neredeyse görülmez bir biçimde, bir
yukarı bir aşağı seğirmeye başlıyor.
Artık zaman kalmadı: rengi fazla morardı. Biraz sonra i ki da­
kika geçm iş olacak ve o daha fazlasına daya n amaz. Ama sakin ol­
m:ılıyım. Kutudan küçük bir plastik şişe çıkarıyorum. Altt:ı bir tü p,
üstte de ucunda yuvarlak bir kapak olan, koni biçiminde uzun bir
l ıı ığaz. Stesolid, on m i ligram diapezam. Sokak çocu kları ayn ı m ad­
ı ll'yi bir yudum şarapla yutuyorlar. Kendileri n i iyi h issetmeleri ni
' · ı ,Q l ı vor. B u küçük varlığın d a kendini iyi hissetmesin i sağlayacak.
K ı ı ı ı ı d . ı küçük bir yağl ayıcı jel de var. Açıp işaret pa rmağı m ı n ucu-

1 ·1 1
n a bir parça sıkıyorum. Son ra da onu ku tuyla birlikte masaya geri
atıyoru m . Elimde yalnızca plastik §İşe var. Şi§enin koni §eklindeki
boğazını çabucak yağlıyorum. Son ra küçük kapağı tutup çevirerek
kırıyoru m . Hazırız.
Lana'nın pantolonuyla altbezi ni a§ağı çekiyorum. Poposu koca­
man altbezinin yanında öyle m i n i k görünüyor ki. Onu kavrayıp al­
tını bir §ekilde düzelttiğimde, La na ürperiyor. Tuhaf §ey. Tamamen
bilin çsiz olduğuna yemi n edebilirdim, ama küç ü k bir parçası hala
burada sanki. B u rada ve ad ı n ı si iy k d i ğ i m de dinl iyor.
"Lana, La na," diyoru m . T ü p i i n u rn n u küçücük m a katından
içeri i ttiğimde, isıncesııw yine sarsılmaya ba§­
kaç ı p u za kla � m a k
l ıyor. Ama kaça mıyor ç ii n kii s ı k ı � m ı � d u ru mda ve ba§ka yerde,
§U minik plastik tüpii içine i ı ı ı ı e k i i zeıc o l d u ğ u m bedeninin bu­
l u nd uğu yerde değil. "Lana, d i y o r u m , " Balıa � i m d i s a ı ı a kend i n i
daha i y i h issetmen i ç i n ilaç verecek. Kc l i m d c r ı n i � c ya r a m a dığ ı ­
nı biliyorum. Açıklamanın h içbir §ey ifode eı m ed i ğ ı ı ı i l ıil i y o r u m .
M u h temelen a rtık burada olmadığı için direnm iyor, oysa az iincc
neredeyse buradaydı. Anca k §İmdi burada ol m a dı ğ ı kesin. Şimdi
d ü nyada en çok sevdiğim kݧİdcn geriye kala n tek §ey o n u n t i t reyen
kasları . . .
Tüpü yarı ya rıya itip bastırıyorum.
Yan ı m ızdaki j a kuzide üç ya§lı adam var. Yüzü bize dönü k ola­
nın gözleri kapalı. Bu durum ne kadar sü recek? Çok uzun sürerse,
La na'nın ba§ı dertte demektir. Kla ra üstüne eğil iyor, ba§ını tutup
ku lağına fisıldıyor. La na bir elektrik devresine bağlan mı§çası n a sar­
sılıyor. B i r m ililitre m idazalom aldı. Çok geçmeden etkisini göster­
mesi gerekir. Eğer bq dakika i çi nde göstermezse, yarım doz daha
vereceğiz ve bu da i§e yaramazsa, ona yardım etmek için yapabi­
leceğimiz h içbir §ey kalmayacak. Elimde tuttuğum ampul bir tel
parçası kadar sert geliyor. B u rada çok fazla su, çok fazla sıcak su
var. Böyle bir §eyin çok uzu n sü rmesi durumunda, beyne nöron la r
açısından tehl i keli olacak m i ktarda kalsiyum ve su girip, anıla rı ­
mıza v e bizi b i z yapan h e r §eye zarar verir. Çok fazla s u var. S u ,

l · l 'i
gluta matı serbest bırakıyor, bu da daha fazla kalsiyuma ka pı açıyor.
Nöron lar gitgide daha fazla ga leyana gelip zonkla maya başlıyor,
bütün o i yonlarla elektron ların ritmimle atarak, dü nya gezegeniyle
birl i kte dönen tüm bedenini sarsıyor. Bütün o ka lsiyu m ise daha
da fazla glutamatı serbest bırakıyor, kapılar açıldıkça açılıyor ve su
her yeri kaplıyor: daireyi, mobi lyaları, oyun alanını, albümdeki fo­
toğrafları, da-da'nın bilgisayarı nı, oyuncakları. Çok uzun sürerse,
da-da ismini yok edecek. Ve son olara k, sanırım anne ismini de yok
edecek. Her şeyi yok edecek. Kurbağa Ö rdek'e koşacak, ama Ö r­
dek'in evi çoktan sular altında olacak. Birlikte Domuz'a koşacaklar,
ama Domuz su basmış evinin çatı penceresinden dışa rı bakıyor ola­
cak. Sonra hep birlikte seli n önünde koşaca kla r, ta ki evi bir tepede,
azgın sulara karşı koru naklı olan Tavşan'a ulaşı ncaya dek. O rada
bi rlikte yemek yiyecekkr. Tavpn'ın evinde ıspanakla havuç, elma
ve ekmek var, ama günün birinde sadece bir somun ekmeğinin kal­
dığı n ı görecek ve kısa süre sonra o da bitmiş olacak.
Kanepe dizime batıyor. Lana'nın korkunç kara görü n üşü, koca­
man açılmış gözkapakları, tamamen sağa kaymış bakışı yüzünden
büyük bir kısmı Samanyolu gibi bembeyaz görü nen gözleri, üstün­
de de karanlık ve havasızlık . . . Evren onun gözleri gibi dön üyor:
Venüs, Jüpiter, asteroidler, gök cisimleri ve kara delikler. Hepsi bir
ya na kayıyor ve son ra ayrılıyor. Lana'yı seyrediyoru m : Elleri yavaş­
ça titremeye başlıyor, sonra daha güçlü sarsılmalar geliyor. B u iyi­
ye ipret olabi l i r, ya da olmayabilir. Titreme evresi genellikle uzun
sürmüyor. Ben ya lnızca onun yokluk halinde kalmayacağın ı u mu­
yorum. Nöbetleri inanılmaz karmaşık, herhangi bir elkitabında
a n latılandan çok daha karmaşık. La na tüm clkitapları n ı altediyor.
Bacağının yumuşak derisi yan a klarıma sürtü nüyor. Her yanı sar­
sılıyor.
"Lana," diyorum. "Lana."
Derken a nsızı n, anlık bir katılaşma oluyor. Kafamı şiddetle kal­
dırıyorum. Lana katılaşıyor, yü ksek sesle inl iyor ve nefesi n i veriyor.

1 46
Sanırı m ben de nefesi m i veriyorum. Sanki bir çığ kütlesi kaymış
gibi. Yine nefes veriyor. Aman Tanrım.
Lana gözleri n i kapatıyor. Aman Tan rım. Gözlerini kapatıp ne­
tes alıyor. Netes alıyor, veriyor. Nefes verişi zorlayıcı, iniltili, ama
her şey yoluna girecek. Her şey yol una girecek. Hatta harika ola­
cak. Gözleri kapalı, yüzü gevşemiş. Dudakların ı n etrafinda salya
var, ama her şey yol una girecek. Evet, her şey yoluna girecek.
Kanepeye u za n ıyoru m .
Dışarıda rüzgar hala uğulduyor v e yağmu r damlaları camı kam­
çılıyor, ama bu da soru n değil. Masa n ı n üstünde kenara atılmış kü­
çük kutu, boşalmış fitil tüpü, u za ktan ku mandanın yanında kırık
kapak, buruşmuş dergi, küçük kırmızı kaşıklı sarı plastik kap du­
ruyor. Televizyonda haber sun ucusu hala kadın hentbol takı mının
yenilgisinden söz ediyor. Fare ve tavuk konu l u kitap yerde; ona bü­
yükbabasını a n ımsatan küçük fil de öyle. Sor un yok, Lana. D ışarı­
da firtına kopsa da, her yere dolu yağsa da, her şey yoluna girecek.
Orada öylece yatıp gözlerim i kapatıyorum. Düşüncelerim yavaş
yavaş benden uzaklarda geri sarılıyor. Havuzun yanındaki plastik
şezlongda geçen sefer de aynısı olmuştu. Lan a h ırıltıl ı bir ses çı­
kardı, ndes verdi, i n ledi ve ağladı. Genellikle ağlamaz, ama sorun
değildi, sonra titremelerden tamamen kurtulmuş olmasına rağmen
birkaç dakika uyuya madı; etrafinda çok fazla gürültü vardı. Emzi­
ğin i istedi, ama yan ı mızda yoktu. En son unda onsuz uyudu. Hatta
Robanov Kot'a doğru giderken Nazarje'nin o harika manzarası nın
üzerindeyken bile, e n son u nd a gözlerin i ka patıp iç çekti. Bedeni
gevşedi ve rüyaları kadar ndes alıp verdi, h içbir şey onu rahatsız
etmed i, n e bulutlar ne de başka bir şey. Yirmi dakika sürmüş, ama
bitmişti. Rüyamda bu bitişi görüyorum, yalnı zca bitişleri görüyo­
rum, o n u n ndes verdiğini görüyorum, ciğerlerindeki hav;ıyı, gii ­
neşle ayın ve göz kırpa n yıldızların şarkısını düşlüyoru m: huzur.
Elimi pencerenin dışına, karanlığa, soğuğa ve yağmura u za ı ı ı
ğı m ı , rüzgarın ve yağm u r u n darbeleri altında u m a rsızca d a ı ı � l'l k ı ı
ışıltılı bir ıslak yaprağı koparmak üzere uzandığımı l ı ı "" c l n l, ı · ı ı ,

1 ·I /
herha lde yarı rüya görüyorum. Elim -geril iyor ve yal n ızca nefretlik
gökyüzünü, teni m i kamçılayan lanet gökyüzünü hissedebil iyorum,
sonra artı k hiçbir §ey hissetmez oluyorum. l§ıltılı yaprak sol uk ı§ıkta
elimden kaçıyor, onu hiç alamayacağı m ; yakla§ı yor, sonra buz gibi
bir küçümsemeyle geri çekiliyor, beni mle oyun oyn uyor ve yüzüm
fݧkıran yağmur damlalarına gömülüyor, gözlerim yediği kamçılar­
dan ötürü neredeyse kapalı, derken tümüyle ka pan ıyor. Bulutlar
nasıl bana böyle bir §ey yapabilir, diyorum kendi kendime, o sırada
neredeyse tam a men h issizlqmi§ kaskatı elimin ta ucunda, onun bi­
leği m i tutan, arayı§ içindeki küçük, sıcak parmaklarının n a ri n yu­
m u§aklığı n ı duyumsuyoru m ve parmaklarından sımsıkı tutup onu
içeri çekiyorum.

ı ıs
M i l a n Vincetic
Milan Vincetic, Kuzey Doğu Slovenya 'nın Murska Sobota kentinde
doğdu ve Ljubljana Sanat Fakültesi'nden Sloven Dil ve Edebiyatı
diplomasıyla mezun oldu. Halen doğduğu kentte yapyan yazar,
on iki şiir, yedi öykü kitabı ve iki roman yayı mladı. Ayrıca radyo
oyu n ları, denemeler ve kitap eleştirileri yazan Vincctic, şiirleriyle i ki
önemli ödül kazandı: 2004 Prekren Fon u ve 2007 Ebccliyat Kupası
Ödülü.

1 dl
BO HUMİL HRABAl:IN MAZERETİ *

Kapılar arsızca gıcırdadı.


" Ki m o ? " diye fırladı kad ı n . Güçlü bir yabancı a ksanı vardı.
"Statni bezpeenost ? "
"Her �eyi düşünen demiryolu," dedi adam eli nden geldiğince
sakin bir sesle ve yıpranmış asker battan iyesinin altına göz attı.
Ama aynı anda, battan iyeden kadının başı çıktı: karmakarışık
saçlar, şişmiş gözler, titreyen duda kla r, portatif bir karyolaya kabaca
dayanan bir dirseğin üstünde birer birer yü kseldiler. Daha doğrusu,
başının altına üç ka tlan mış kağıt torba koyd uğu, cephane sandığı­
n ı n kapağı na . . .
"Judita Slufoy aus die Stadt Kersko, C SSR," diye safça konuştu
kadın bozuk bir Almancayla. " Merhum babam Miroslav Slufoy'yi
tanırsın ız," kelimeleri bulmaya çalıştı, "savaşta n önce Melnik'te
l ü ks mallar ve çocuk oyuncakları satan tüccar. Onun bu işle bir il­
gisi yok ve hiç olmad ı . . . ne sizinle . . . ne de şey yaptığı herha ngi
biriyle . . . " kelime aramayı sürd ü rdü, "onun ve Vakk'im için, ben
her zaman sadece . . . "

"Jitka ? " dedi adam gülü mseyerek.


·' Biliyorsunuz demek?" Aln ı kırıştı. " Ö yleyse siz her şeyi bilen
adam mısınız?
'"Şşş, uykunuzda kon uşuyordunuz bayan, dedi adam parmağı ·
nı dudaklarına götü rerek.
"Slcena," dedi kad ı n yumuşak bir sesle, "kendi dili mizde s l d ı ı :i
deriz biz."
Adam bel l i belirsiz gü lümsedi: varsın s leena olsumlu.

(*) Ç e k yazar lln h u ı n i l Hraba l " ı ıı Sıkı f.:oııtml F.dilen Treııler ( Evcrnr ):ını ı l.ıı ı . •ııı ı ; ı .ı.tlı
kitabına aıfrn. ( ç n . l
"Mi los Hrma, stajyer hareket memuru, istasyon §dinin yardım­
cısı," diyerek kendini tanım.
Yine parmağını dudaklarına bastırdı. Ve kapıyı kapa nı . Çünkü
köprü yapım ından kalan ka laslarla inşa edilmi§ bu baraka gözler­
den tümüy le sakl ı değildi. Evet, bir asma kilitle güvenli hale geti ri­
lebilirdi, ama istasyon §efı uzun süre önce burayı kil itlemeyi bı rak­
mı§tı. Kimse bizden bel, kazma ya da çekiç çalmaz Mi losçuğum,
çünkü sen bunla rla ça lı§mak zorundasın. Bir kez söylediği ni yüz
kez tekrar eder ve a n ah tarını onun dı§ ında ya lnızca kırmızı süslü,
fi rçalanmı§ kepinin asıl ması n a izin verilen kancaya asardı daima .
.
B i r süre sonra Milos, s ıcak bir çayda nlıkla geri geldi.
"Yüzünüze renk verir," diyerek dikkatle yere oturdu ve kapıyı
arkasından kapanı.
"Bana çok iyi davranıyorsunuz, pan Mi los dedi kadın, ayakları­
nı a rkasında kıvırarak.
"Cesur davrandınız, Jitka. B iraz d;ı delilik kokuyordu ama ... "
diye kar§ı lık verdi çayı bop kı rken. "Bir sandviçin size zararı olmaz,
değil m i ? " Ceketine uzandı.
Kadını sessizce inceled i : kend isinden yakla§ı k on ya§ büyüktü,
küçük bir karın beli rmeye ba§ lıyo r olsa da, §ekli §emaili yerindeydi.
Boynu pürüzsüz ve beyazdı, yaln ızca dudaklarının çevresinc.leki di­
ki§ gibi küçük kırı§ıklar belli ediyordu ya§ını.
"Beni hamile bırakabilmesi için denize ginik," dedi kadın dobra
dobra.
"Sizi hamile bırakmak m ı ? " Ada m ı n nefesi tutulmuştu.
" Doktorların tavsiyesiydi b u . " Kadı n gözlerini i ndirdi.
Dudağı n ı ısırdı ve ipret pa rmağıyla toprakta izler açmaya ko-
vuldu.
·�:\h §U benim Va5ek, §U 'hclav, alçak herif. . . " Bir sessizlikten
'"ııra, "kabahat bende deği l," dedi sakin bir i fadeyle, "tutmama­
, 1 1 1 1 1 1 blıalıati bende deği l . . . Her §eyin suçu biz kadın larda, c.leğil
; .
1111. l l /. 1 1 1 1 kahverengi saçlarını savurdu.
ı n ı ı ı l ı ı ı ı� blasların yarı klarından bir ağanı sızıyordu.
"Beni ihbar edecek m isiniz, pan Milos ? " d iye sordu titreyerek.
"Kimse sizi burada a ramaz, Jitka. Bir §ekilde çaresine bakaca­
ğız . " Om uzları çöktü.
"Y1pacağız, edeceğiz," sözleri dökü ldü kad ının dudaklarından.
·vasko'mun ağzından §U 'yapacağız, edeceğiz' lafı hiç dü§ mezdi.
Ta ki §U ötekiyle tanı§ana dek, nasıl desem . . .
"Sah ilde mi, Jitka ? "
"Ba§ka nerede olaca k � Kızışan herkes sahile gider zaten. Dü­
§Ünsenize, pan Mi los," içi dı§ına ç ı karılıyormu§çasına h ıçkırm aya
ba§ladı, ''bir ç ıkı§ vizesi alabilmemiz ü ç yıl sürdü, üç yıl, her tür­
lü klinikten Yugoslav den izinin en iyi Baltık kaplıcasının daha
iyi geleceğine dair bir toma r evra k almamız da, üç yıl . . . " Gözleri
buğu l a nmı§tı. "Sonra o, i ki nci gün, §U �lerija denen Moravyal ı
koketle . . . Biz doğulula rı," adama sıkıntılı bir ba kış atarak devam
etti; "sendika üyelerine ayrılan tatil treylerlerinin içine doldurdular,
herhalde bir gözleri üstümüzde olsun diye, son ra da hemen ertesi
gün, şu küçük aşifteye tutuldu benimki . . . Her şey yolu n a girecek,
d iye horozlandı, sadece bir düzüşme, bir yaz macerası işte. Sen de
yapmalısın bunu Jitka, yakı§ıklı bir Dalmaçyalıyla. Bel ki şans biraz
yüzüne güler, diye kon U§tU durdu, ta ki ben . . . "
"Ta ki siz kulaklarını yumrukl ayana dek," <liyc tamamladı
adam.
Ba§ını eğip sümkürdü kadı n . Ağzının içinde geveleyerek, yeni
kız a rkada§ının üstünden inmeyen Vasek'le bu şekilde devam ede­
meyeceğin i ; kendisi, yani karısı bir ta§ra senatoryu munu boylarken
onun kızla birli kte ya§amaya n iyetlendiğin i söyledi.
" İ yi ki sizi fark etmemi§ler, sleena Jitka," diye sözü n ü kcsı i
adam.
Bundan emin olmayan J itka omuz silkti: günq zerreciklcrı s ; u.;
ları n<la ve ensesinde dans ediyordu.
"Kusura bakmayın pan Milos, kendime hakim olam;ıdıı ıı . S ı z
beni din leyen i l k kişisiniz." Saçlarını geri savurdu ve d u v.ıı.ı v.ı,
landı.

I' ı
"Bütün bunlar aramızda ka lmalı, Jitka," diye ekledi Mi los. "Her
h;.ılük5 rda a kşama kadar beklemek zoru ndayız.
"Bu barakada mı ' "
"Başka seçenek yok, Jitka. İ stasyon şefi çoktan yola çıkmış-
tır. . .
" Beni yetkililere teslim etmek için m i � "
"VanJiyası için," diyerek onun içini ra hatlattı.
Gözlerinin ta içi nde gümüşi bir ışık halkası parıldadı kad ı n ı n .
"Karanlığa alışırsın," dedi ada m.
Jitka artık bir çocuğa da, henüz bir erkeğe de ait olmayan o yüze
baktı. Gözle görü lür biçi mdt: ti treyen dudaklarına, altından a ka n
terin don makta olduğu gömleği ne d i kti bakışlarını.
"Size güveniyor u m . parı Milos." Gözlerini ka ldırdı. "Başka se­
çeneğim yok . . . "
"Benim de yok, slecn;I . " Boğazında takılı kal mayacağın ı uma­
rak bu Çekçe heceyi uzatmıştı adam.

Cosmo ısınmak bilmiyordu. İ stasyon şefi radyonun düğmesini


çevirip öfkeyle tükü rdü.
" İ ki gün önce çok berrak bir ses verdi ve pan Akksander Du bçek
ile yoldaş Leonid B rejnev'i dinledik, dedi stajyer İstasyon şefine,
radyoyu çal ıştırma çabasının beyhude old uğu açıklık kazandığın­
da.
" Öyle mi � " diye sordu istasyon şefi.
"Uzay progra mını tartışıyorlardı, şef yoldaş," diye devam etti
yardı mcısı sakin bir ifadeyle.
"Dikkat et, Milos. Biz oku l a rkadaşı deği l i z ' " diye söylendi istas­
yon şefi .
"E lbette değiliz," diye karşılık verdi yardı mcısı neşeyle, "onlar
ı l . ı de.Q-i l. Brejnev damdan düşercesine, 'Biz Sovyetler, aya Ameri­

k . ı l ı l . ı r d a n bile önce i neceğiz,' demiş. 'Biz de gü neşe,' diye göğsi.i ­


ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı rı ı k l a m ı � Dubçck. 'Güneşe m i ' ' Brejev ku laklarına ina na-

':\ 1 1 1 ; 1 giiııeşin yüzeyi bir milyon dereceden daha sıcaktı r''

1 1
İ stifini bozmamı§ Dubçek; 'Doğru, i§te bu yüzden gece va kti ine­
ceği z ! ' ''
B u , istasyon §cfİne hiç de kom i k gelmedi. Tüm gücüyle radyo­
n u n üstüne vurdu, a ntene giden kabloyu salladı ve kulağını hopar­
löre dayadı.
"Peki ya b u ? " Kabloyu �ımsıkı gerdi. "Bu da senin Çekoslovak­
Sovyet uzay programının bir pa rçası mı � "
"'Bu rası Ç e k Kuzey Radyos u , burası Çek Kuzey Radyosu," ses
uzaklardan gd i yorı l u . "'Kl i novec aktarıcısı havaya uçuruldu . . .
T6pl ice'de tüm soka k ı a lıe l : ı L ı rı o r t a d a n ka lktığı için yakla§ık elli
ta n k daireler ç i z ere k dola n d ı . <"">.Q rrnıl i.Q i ın ize gii re Sovyct komu­
tası askerlerin moralini ı l ü �ii ı ı nek pl"k çok b i ri ı ı ı i geri çe k ı ı ı i � . Gö­
revlerin i n gerçek amacını iiğ rc n ı l i kı c ı ı soı ı ra rt"s:ı rı· ı i k ı r ı l a n a s ke ri n
çökmü§ . . . C cpkov Demir Eılıri k a s ı fı rı n Lı rı n ı ka p: ı ı ı ı ı : ı k ı. o ru ı ı d a
ka laca k ve yetkili lerden m ü m kü n o ld ı ığ u ı ı c ı k ı s a , i .ı r n l e p e t ro l yağı
dağıtmalarını istiyoruz . . . İ ddialara giire )( ı l ı L ı � S ı ı ı rkı"ı v � k ı ' y ı t ııı ı ı k
lamı§ olan i§bi rlikçi M6rnar'a bir uyarı göı ı d n ı yor ı ı ı.. ' l t· y; ı k k ı w Lı
ka lın, teyakkuzda ka l ı n ! .. TrcnCin radyo istasyon u , BI . 'i'i 1 0 p l a k a l ı

bir araba kullanan çok u z u n boylu ta nın mayan b i r ı �l ı i rl i kç i ı ı ı ı ı yii·


netimindeki i§galcilerin eline geçmi§tir. Siyah Vol ga .'\:'\[ 71 � ii p l ı l"
likr listesinden çıka rılabilir. Emil Zatopek'in güvende olduğu n u ıla
öğrenmi§ bulun uyoruz. Son ."
"() da bizim adamımız, istasyon §efı, bir demiryolu çalıpııı,
dedi h a reket memuru.
İ stasyon §efİ afa l lamı§ görü n üyordu.
"Bir Çek lokomotifi," diye e kledi yardımc ısı sakince.
"Yı ? " İ stasyon §dinin gözleri yuvalarından uğradı ve soluğunu
tuttu .
Gözleri siya h gözbebeğinden ibaretti a rtık ve bir türlü küç ül­
m üyorlardı .
''Salıyı çarpmbaya bağlayan gece buraya varırlar mı, §et" yol
da§ ? " diye sordu yardımcısı.
"Salak," dedi istasyon §efl mağrur bir ifadeyle. "Bir aydır sınırda
orta kla§a ma nevra yapıyorlar . . . Sen hiç askerlik yaptın mı, stajyer
yolda§ .� "
Ka nıt ol arak, Mi los bir selam çaktı ve topu klarını birbirine vur­
du.
"Burası Radyo Brno, burası Radyo Brno," diye cazırdadı Cos­
mo. "Kızıl yıldızla ra gamalı haç çizmeyi n. Kızıl yıldız i§galcilerin
ihanet ettiği özgürlüğün simgesidir. Simge hala . . . "

"Doğr u ! " diye alkı§ladı istasyon §efı.


Büyük duvar saati ilerlemek istemiyordu. Günq ha§lanmı§ yu­
m u rta gibi apğı indi. Hava ürperd i. Hareket bürosu nda a rada bir
telefon çalıyordu. İ stasyon §efi bakalit alıcıya talimat beklediğini,
her i kisinin de sürekli hazır vaziyette görev yerinde olduğun u , ge­
rekirse postallarıyla uyuyaca kla rı n ı haykırdı.
"Sen, stajyer yolda§. barakada uyuyacaksın tabii ki," dedi §Cf
kuru bir sesle.
"Mem n u n iyetle, §ef yolda§," diye cevabı yapı§tırdı yardımcısı.
"Siz evlisiniz ve bütün bunlar beklenenden uzun sürerse . . . "
"Ya l n ı zca benden bir §ey saklamadığından emin olmak için, kü­
çük ku§," diye homurdandı istasyon §efi.
"Burası Prag Radyosu, radyo tam zamanı nda canlanmıştı,
"Tüm demi ryolu çalıpnlarına bir çağrı. Dün veri len talimatlar
uyarınca, halkın ikmal hatlarını açık tutmak için gereken tüm ön­
lemleri alın. Prag merkezi nden demiryolu geçi§i yok. Prag'da trafik
memurları Çekoslovakya Komün ist Partisi'nin 1 4 . Kongesi'ne ka­
tılan delegelere yardım edecekler. . . Yugoslaya, Dubçck'i ve Sovyet
ordusunun topraklarım ızda n çıkarılması yön ü ndeki talepleri mizi
desteklemeyi taahhüt etti. Çek turistlere gereken her türlü yardım
\T Yugoslavya' da ücretsiz konaklama izni verilecek. Yolda§ Nikolay
(_: ; ı v ı ı �c s ku i§ga li kınadı. . .
· · ı > ıı Lırla birlikte olduğumuzu duydun m u ? " diye patl adı istas­
v ı ı ı ı � . . ı i . " B a n a sora rsa n, onların §U turistleri n i sığır vagonlarına

ı ı l . ı ı ı . ı l ı . i i �ı d ud a ğın ı ısırdı, "ve ülkelerine geri göndermeli. Sıra-

ı ·.,,
da ne va r � Çek sokaklarında ka n a kıyor ve onlar yağlı popola rı n ı
bizim denizimizde seri nletiyorlar. Sence d e öyle değil m i , stajyer
yoldaş ' "
Stajyer bir fa reden d e ufa k v e b i r o kadar kurnaz görü nüyordu.
'Ve bır şey daha," istasyon şefi dalgın bir ifadeyle kel noktasını
kaşıdı, "ya bize gönderdikleri bu sözde çaresiz Çek turistler aslın­
da . . .
"Casuslar . . . " diye cıyakladı çıra k.
"Ne kafa var sende ' " İ stasyon şdl, gözleri n i n içi gülerek kanalı
değiştirdi.
"Burası Hradec Kralowe, i ki n umaralı a ktarıcı," diye ses verdi
radyo. " İ şga lcileri görmezden gel in. Yan ı n ı zdan geçerlerken onlara
sırtınızı dön ü n . D ü n sosyalizmi inşa ettiği mizi ilan ettik, bugün
onları görmezden gel iyoruz . . . Barbilek, Indra , K6l<ler ve daha bir­
çok kişi, yazıklar olsun size. İ simlerinizi a hlaklı İnsanlar l istesinden
sildik. İ şgalciye açıkça hizmet eden gizli polis şefi S aldovic' e daha
da yazıklar olsun . . . "
" İ şte bu yüzden," Cosmo yen iden cızırdamaya başladığı nda
istasyon şefi bir kah i n gibi başı n ı ka ldırdı, "gözü müzü dört açma­
lıyız. Tüm Çek turistlerin casus olduğu n u söylemiyorum. B azıları
gerçekten turist, bazıları da değil . Bak," cebinden buruşuk bir kağıt
parçası çı ka rıp masa n ı n üstüne yaydı, "bu küçü k kağıt, bu küçük
telgraf birkaç saat önce geldi. O kursan her şeyi açıkça a n larsın, be­
n i m iyi yoldaşım stajyer Milos ! "
D a h a başını eğip kağıda ba kmadan, MiloS'un üstüne b i r ka ra n ­
lık i n d i . İ stasyon şefi sakin b i r biçi mde yüksek sesle okurken, lıt:r
sözcüğün üstüne parmağı n ı koyuyordu :
"Tüm istasyon şeflerine. Stop. 20 Ağustos 1968 Salı gü ı ı ii . ı d ı
likeli b i r Çek kadın tu rist 5361 no'lu yolcu treninden kayıpLı r;ı k.ı
rıştı. Stop. Lütfen tüm gerekli yasal önlemleri a l ı n . Sıııp. l in ı ı i ı l ı ı
şüpheli faaliyeti haber verin. Stop.
İ stasyon şefi n i n nefesi yakasından aşağı iniyord u . :\ l ı l ı ı \ 1 1 1 1 1 1 1 1
hızlı solumasını, ensesi n i delen dikili gö z l e ri n i l ı i " ı · ı ı ı . S . ı ı ı k ı l \ l . 1 \
yon §eti onu arkası ndan kavrayacak, kaburgalarını çatır<latacak, he­
men itirafta bulun mazsa §di n soylu demi ryolu kasketinin sakince
asılı d urduğu küçük kan caya topu kla rından ası lacaktı.
''Artık bizim kendi Çekoslavak Sosya list Cumhuriyetimiz var,
§ef yolda§." Mi los kend i n i topla mayı zar zor baprm ı§tl.
"Bütün bunla r a ra mı zda ka lmalı, stajyer yolda§," diye §dkatten
çok korku dolu bir sesle kaqılık verdi istasyon §Cfİ, "gü nqe in mekle
i lgili olan da.

Kadın dolu ka§ığın ucunda sallanan maydanoz parça sını üfle-


di. Birkaç damla yağ aktı.
"Beni bulmasalar belki daha iyi olur, Milos," dedi tabağı n ı İte­
rek.
Ka§ları hafifçe titredi. Peron daki ampulün ı§ığı, kalaslar arasın­
daki çatlaklardan geçerek parl ıyordu . Ellerini kavU§turup kara n l ığa
di kti gözlerini.
"Beni bulmasalar daha iyi olur dedim, Milos," diye tekrarladı.
Milos kepi ni ç ı kardı ve ceplerini karı§tırdı.
"Beni içeri mi kilitleyeceksin ? " Hareket memuru anahtarı kiri­
§in üstüne koyarken kadın bir nefes aldı.
B ü kü l ü p top gibi oldu : Milos onun kendine ait olduğun u fa rk
etti . Boy n u n u kırsa ya da tecavüz etse ve sonra da çekip gitse kimse­
n i n haberi bile olmazdı. Kadı n bu nu ihbar etmeye cesaret edemez­
di ve o da bununla böbürlenmezdi, hem böbü rlense bile . . .
"Kendini iyi h issetmiyor musun, Milos ? " Kadın ona usulca do-
ku ndu.
Mi los sanki ha§la n mı§ gibi irkildi.
"Avuçları n terlemi§, Jitka," dedi.
' 'Korkudan, pan Milos." Kadın pa rma klarıyla saçları nı tarayıp
ı : ı l ıa Q ı ı ı ı aldı. "Gelecek sefer, eğer gelirsen, tırnak makasını u n utma.
.
1 > ı l ı ı ı ı c kadar yiyorum onları . " Elini ileri uzattı.
K i ·ı �. i i k , zor görü len bir yakut parlıyordu elinin orta parmağın-
ı l .ı

1 ıS
"Sola takmal ıyım onu, yoksa kaybedeceği m. Bel ki de geçen ak­
pm kompartmanın penceresi n den fı rlatıp atsayd ım daha iyi olur­
du, sence de öyle değil m i ? " Gözlerini adama dikti.
Kadın son birkaç saat içinde gözle görül ü r biçimde solgun la§­
m ı§tı. Cildi bile daha ya§lı görü n üyord u . Y.ı da belki sadece sıcakta
kalaslardan sızan toprak ve katra n kokusu üstüne sin mi§ti.
"Pencereden atsaydın, seni kolayca bulabilirlerdi . . . coıpııs delic­
ti [suç unsuru J , dedi adam.
" İ çine onun adı ve n i kah tarihi kazılı old uğu için m i ? "
Ba§ın ı salladı. Solıl ıctkri uzun aralarla bölü n üyordu . Sessizlik
cümlelerin a rasıı ı d a asılı ka lıyord u . Çoğun l ukla yere bakıyor ya da
gözlerini birbirleri ııdeıı kaç ı rıyorlard ı .
"Benden korkuyor ı ı ı ı ı s ı ı ı ı , Milos ? " Ayağa kalkıp kapıya doğru
yürüdü kadın .
Giysi leri vücud u n u n l ı a ı L ır ı ıı ı giisıniyordu ; kap ı n ı n kasasın a
yaslandı ve bir sigara almak i ç i ı ı ı i'ı ı ıiği ı ı i ıı cebi ndeki pakete uzan­
dı.
"Drina," paketi ellerinde ç c v ın l ı . " B i r ka d ı ı ı için ne ho§ bir
ısım."
"Irmak, sleena Jitka."
"Peki, ırmak, Milos," dedi. " Be ıı gc ı ı cl l ı kk ' ıga r;ı iç ı ı ı e ı ıı , " lıa�ı­
nı salladı, "biliyor musun," diye ekledi l ı i rd rn , " l ıd k i de ilı ıiyatsıı.
davrandım . . . Sen ne dü§ünüyorsuıı � V: ı .� c k ' i ı ı ı ,adn l· lıi r;ız oyııa§­
mak istemi§ti . . . " Onun yan ına otu rd u , "Bu o k a d a r d a korkıı ııç bir
hata değil. Küçük bir kaçam a k evliliği p e rç i ıı l n ı ı ı ı � . derl e r. Sen ne
dü§ünüyorsun ? "
Milos onun soluğu nu ve dumanın i çind e y i i ı.rn ,(izrü klcrdeki
vaadi hissedebiliyord u.
"Ben öyle biri değilim, Milos," dedi ka d ı ıı ı ı z ı ı ıı l ı i r sess izlikten
sonra. "Ya sen ? "
Elini onun dizine bıraktı v e dosdoğru giii'. l n ı ı ı i ıı içine baktı.
Kestane rengiydiler. Milos gözkapa kla r ı n ı indirdi.
"Ben hen üz evli deği lim Jitka, aslında . . .

159
·' Sürekli bir ili�kin var mı ? '' Bi leği n i tuttu.
'"Hem evet, hem hayır," diye huzursuzca kıpırdadı adam, '·as­
lında . . .
Jitka dizleri n i açıkta bıraka n eteğini düzeltip yeni bir sigara al­
mak için uzandı.
"Dün gece, iki buçuk sularında, bir askeri nakil a racı geçti . . .
Gayet net olara k en az bir düzine tan k görd üm, ka m u fle edilmi§­
lcrd i . . .
Milos ba§ını eğip, parmaklarıyla trampet çaldı.
·'Sadece sıradan manevralar, Jitka," diye yanıtladı bo§luğa baka­
rak ve ya n a n izmariti topuğuyla ezdi.
'"Çekoslavakya'da dostan e ma nevralar bir ay kadar sü rer, pan
Milos . . . iç çekti, sonra da MiloS'u n küçük b i r sandığın üstüne
koyduğu sıcak su kovasına doğru seğirtti.
Mi los birden ayağa ka lktı. "Sabunla havlu getireyim."
" İ stersen beni seyredebili rsin de," dedi kadı n sakin bir ifadeyle
ve bluzunu ba§ının üstüne çekip çıka rdı.
'"Uygun olmaz, slecna Jitka." Adam, gözlerini çevirdi.
"Sanki bu ma nevra l a r, sen i n ki ve ben i m kiler i.ıygu nmu§ gibi , "
diyen Jitka eteği ni yere indirdi. "Bir §ey daha," ka pıya doğru ilerle­
di, ··giysi lerimi yıkamam için bana biraz daha su getir."
" Uygundan da öte olaca k," diye m ı rıldandı Mi los ve topuğu n u n
üzerinde döndü. Kad ı n saklanmak i ç i n gölgelik yere geçmeden,
acele etmesi için ona ipret etti.

Daha motoru bile kapatmadan, ikisi de hızla i lerleyen araçtan


;ı �;ı.i!; ı adadılar.
·· şu çekme a racını raylardan ka ldır, yolda§ Milos," diye tiksine­
ı ek t' l l ı ı r verdi İstasyon §dl.
1 in 1cy pırıl pırıldı. İ stasyon daha önce hiç yapıl mad ığı kadar
ı ı 1 1 1 1 / k ı ı ı ı ı ı � t i : ho§ bir kokusu vardı, toz toprak yok edilmi§ti, Mi los
1 1 1 1 1 1 . ı l ı �· ' ! ' /. t' l ı ı i ı ı lcri cilalamı§tı .

1 1.1 1
··Device Demiryol ları Müfrccişi 'yle her za man res m i hir biçimde
konuşma lısın, diye ders verdi İstasyon şefi . ··Fazla samimi d avra n­
m a m aya dikkac ec," diyerek, MiloS'un gereksiz yere hapşırmasının
hile uygun düş meyeceğini ka fa s ı n a sokcu.
Milos uzun bir sopayla yedek a racı ra ylardan çekip kara n l ığa sü­
rükledi . Aşırı ısıcmış lar, diye düşündü, yakıc borusunu kapatı rken.
'ı:ı l nızca bir �eycan onu bu şeki lde ku llan ır, cechizacı bu kadar çok
çalışcırı r, diye lıorıı ı ı ı rd:ı ııdı kayıcsızca yağ lekeleri ni si lerken.
'· B ur:ıya g e l , s L ı j vc r yolda�:· diye ses l e n d i jandarma çavuş.
Bu :'vi ilos"un 0 1 1 1 1 ilk giirii � ii yd ii . İ ki yıldızlıydı ve kavrayışlı biri
gibi görünüyordu . Ü n i l ( ı r ı ı ı a s ı lıii lgc p o l i s l e r i n i n ki gibi ihmal edil­
memiş, kemeri d i k b ı l i rc ba,Q l : ı ı ı m ı � ı ı ve sırm a l a rı, demi ryolu mü­
feccişininki gibi, t e l ı d ı ı e d ı r i l ı ı r a l ı ı ı ı p a r L ı k l ı,i!, ı ı ı d a y d ı .
·' İ kinizin de h e r h a l d e l ı i l d i .Q i g i h ı , d ı ı ı ı ı ı ı ı s ı ı ı ı d nnT ridd i," d u l ı
Müfecci�, çavuş bu a rada kii�<' l ı u r : ı .Q ı k ı ı k l . ı ı ı ı : ı y . ı l ı a � l . ı r k< " ı ı .
"Anl ıyorum, Müfccciş yolda§, d i y<' ı ı ı ı a y L ı d ı ı 'ı . ı wı ı ı ı �di v i i ksek
sesle.
"Y::ılnızca anlam::ık az gelir, şef yol d a � , l\li' ı k ı ı ı � ı ı. ı ıı ı ı : ı ğ ı ı ı ı k a l
''

dırdı.
''B i r radyonuz v::ır m ı ? " diye sordu çavu�.
"Gü nü müzde radyonuz yoks::ı, çavuş yolda�. sa .Q ır s ı ı ı ı ı. d rn ı d;
ti r, " diyerek bir servis bacca n i yesiyle örttükleri Cos ı ıı o y a d oğ r u l ı ı z '

l a yürüdü.
l'v! üfrttiş muz::ıffer bir edayla radyonu n üstün ü açtı, b a ı ı a ı ı iyeyı
bir iskem leye attı ve yaptığı işa ret üzerine çavuş ceketi n i n ceb ı ı ı e
elini atarak masanın üstü ne bir defter koydu.
··Her şeyi not etmemiz lazım, şef yoldaş, " dedi Mütcttiş.
"Radyon u n bağla ntısı nı da koparmalıyız, diye ekledi çavuş
aceleyle.
" İ l k önce radyonun en son ha ı'ıgi frekansa ayarlı olduğu nu not
etmeliyiz, diye devam erci Müfecciş.
··nen yayıncı Jan Petrak," diye hışırtı lı bir ses geldi hoparlörd rn .
··Prap;'dan yeni döndii m . Ulusal müze yanıyo r, h e r yerde ı a ı ı k l a r

1 <ı l
var. Tek vaha Saint Vaclav heykeli. Gençler eline bir bayrak tutuştu­
rup heykel i n üstüne yabancılara çekip gitmelerin i söyleyen işaretler
çizmişler. Birisi bu mücadeleyi kaza nabilir miyiz diye soracak olsa,
tereddüt etmeden şu cevabı veri rdim: himaye a ltında deği l de, öz­
gürce yaşamak istiyorsak, kazanmalıyız. Prag'da insan lar kan bağı­
ş ı yapıyor, hastaneler özveriyle çalışıyor. Bu uzun bir gece olacak.
İ şga lci askerlerle temas kuranlar, onları n buraya sadece geçen ay
boyu nca yapılmış olan askeri tatbikatlar için geldiğine iyice ikna
old u kları n ı söylüyorlar. Yorgu n , aç ve hayal kırıklığına uğramış du­
ru mdalar ve evleri ne dönmek İstiyorla r.
''Ben size demem iş miydim, şef yoldaş," diye söz aldı yardımcısı
kendisine sorulmadan, "sadece bir askeri tatbikat." Müfrttiş sanki
orada değilmiş gibi ona arkasını döndü.
"Çavuş yoldaş, yaz ş u n u : Radyo Brno, radyo büyü k R i le," diye
em retti M ü frttiş ifadesiz bir sesle.
" Radyo Brno, radyo büyük R ile," diye heceleyerek yazdı çavuş
ve altını i ki kere çizdi.
İ stasyon şefiyle ya rdımcısı n ı n üstüne kasvet çöktü.
"Bağlantısını kes, diye emir verdi Mü frttiş. Çavuş rüya görü­
yormuş gibi a nten i dikkatlice çekip çıkardı, sonra da tereddüt etme­
den, zorla bağlantı kablosunu söktü .
Cosmo önce zangırdadı, sonra azıcık bir duman saldı. En so­
n u nda da ka rardı.
"Bütün bunlar düşman propaga ndası nın yaydığı dezenformas­
yondan ibaret." Müfettiş favorilerini kaşıdı, "bu yüzden de . . . "
"Bu yüzden de erişi m i n olmaması daha iyi," diye sonuca bağla­
dı çavuş bir üstün l ü k edasıyla, bir düğmesini çekiştirerek.
İ stasyon şefi tedirgin bir biçimde mend ille alnını kuruladı ve
ı ıa rıııaklarının altından hareket defteri ne uzanmakta olan Mütet­
ı ı �< · l ı a kt ı .
. . l i n �ey düzgü n d ü r, Müfettiş yoldaş . " İ stasyon şefi göğsünü ş i ­
': 1 1 • 1 1 k ddini mürekkepli kalemini yerleştirmiş old uğu sayfasından

ı ı. '
··Hangi n iz 5361 no'lu yolcu trenine hareket s i n y a l i verd i ? " Ka§­
larını kald ırdı.
·'Ben verdim," diye gönüllü oldu §ef yardımcısı.
"Çavu§ yolda§, ya z:" ÇaVU§ bo§ bir sayfa hulıııak için defterini
ka rı§tı rı rken Müfetti§ d i kte etmeye ba§ladı. "20 :\ğ u s t os 1 968 Salı
gü nü saat 20.43'te Hareket Memuru Yolda§ Milos 1 1 . 536 1 sefer
no'lıı yolcu trenine sinyal vermi§tir. Kırmızı i � a rct l ı ı ı ı ii l a h a za ha­
nesi bo§ bırakı lm ı§tır. Nokta. İ mza." Kalemi ç ı rağa u za t t ı .
M i loS'un parmak eklemleri gerildi. Kartu§lll ka l rn ı a ğ ı r ve han­
tal geliyordu eline. Parm a kları n ı n a rasında yan ı yor gıhıydi, imzası
düzgü n ve okun a kl ı olmazsa MüfCtti§ bir z a ı ı ı a ı ı ki ii.l: rc t ı ı ı c n kri
gibi parmaklarına vuracaktı sanki.
"Buraya da." Müfetti§ parmağı n ı 536 1/an no'lıı yolı u t rrn i yazı­
l ı satırın üstüne koydu. "Peki §U 'an' ne demek ol uyor . l ı ;ı ' B 1 1 ı ı l a r
resmi demiryolu si mgeleri mi, s tajyer yolda § ? " ( ; i i i'. l i i ğii ı ı ii d ii zc l t ­

ti. " Sen," kartu§lu kalemi parmaklarının ara s ı ı ı d a \ l ' V ın l ı , " l ı a re kc t


defterine aklına gelen herha ngi bir §eyi ç i zikt i rc h ı krl'ği ı ı ı ı ı ı i s a ı ı ı ­
yorsun ? Özel ko§ullarla ilgili talimatları," ii l kcdrn ı ı ka ı ı m a v a ha�­
lamı§tı, "almadın m ı ? "
·�\lmadın m ı ? " diye tekrarladı istasyon �e l i .
ÇavU§Un canı sıkılmaya ba§lıyordu . b ı \Ok, k(' ı ı d ı l n ı ı ı e a ı t
kura lları v e yönetmeli kleri olduğu nu sa ı ı a n d l' l ı ı i r vo l 1 1 ı.; a l ı �; 1 1 ı l a r ı ı ı ­
dan nefret ed iyorum, diye yakı nm ıştı ko m u ı ; ı ı ı ı ı ı . ı . 1 1 1 1 \İ iz l c ri ı ı in
üzerine de, komutanı hiç ku§kusuz i rı ı ı ka ı ı ı a l ı ı ı ; ı k ı ı.; ı ı ı ı.; ü n kü
çavu§ uzun süre önce kom utanın ka r ı s ı y l a l ı ı ı ı ı ı ; H l'LI va.� a m ı�t ı · ­
onu b u ödün vermez Demiryolu M i.i fi_· ıı i � ı · ı ı ı ı ı c ı ı ır ı ı H· \'cr ı ı ı i ş t i .
"Peki §U 'an' ne a n lama geli yor, yo l d a � l\ l ı lo� r l\ l i i t C tti§ ayağa
ka l ktı.
Milos onun derisin i yüzebileceği ı z k ı ı ı ı ı ı ı ııl· ka p ı l d ı .
''.Askeri nakliyat, Müfettiş yo l d a � . dnlı kl ' ke l cycre k.
"Peki ya §U telgraf? " Katlan m ı � k\Q ı d ı ,a l l a d ı . "Nedir bu ? " diye
sordu.

1 63
"Biz sivillerle ilgili meseleleri h a l letmek için b u radayız, diye
a raya girdi çavuş en sonun da.
" Öyleyse, §U küçük Çek ku§unu yakalayıp kabe koyabilirsiniz,
yolda§ memur. " MütCttݧ a rtık neredeyse patla m a k üzereydi. ''En
azından o za man nihayet biraz huzura kavuşabiliriz. Siz i kiniz ça­
VU§la ben i m niçin burada olduğumuzu biliyor musunuz acaba ? "
d iye bağırdı istasyon şefine.
"Meseleleri çözmek için, Müfrtti§ yoldaş, diye ya nıt vermeyi
denedi istasyon §efİ.
"Ve de tutkuları," diye ekledi yardımcısı.
B u n u n ü zeri ne, Mü frttݧ tüm üyle kontrolden çıktı. Elleri n i
sallayarak onlara bağı rmaya ba§ladı, rütbelerin i indirmek, onları
hapse yollama kla tehdit ed iyor, sümüklü çocuklar gibi <lavra n m a k­
la suçl uyord u, zira Cosmo'd an gelen §U bo§boğa zlıkların tümü de­
zen formasyon olsa da, sın ırlar her an tamamen kapatılabilird i ve §U
Çek güvercine geli nce, ellerine bir geçerse, tüylerini yolup boyn u n u
koparacaklardı .
"Belki de kız sadece biraz gözükara biridir," diye önerdi çavu§.
"Hepi nizi kandırabili rler, çavU§ yolda§ a ma beni asla! Ben de­
m i ryol u n u n bu bölü mü nden soru mluyum ve kimsen in bana kül
yutturmasına izin vermeyeceğim i " diye bağırdı Müfetti§.
"Fermua rı nız açık ka lını§, Müfottݧ yolda§," diye mırıldandı is­
tasyon §efİ.
"Ara sıra bu da olur, Lıdislav yolda§." Müfrtti§ biraz sakin leşi­
yordu.
'"Her zaman olduğu gibi ," ded i, rahat bir nefrs alan §Cf yardım-

c,:avu§tan bu noktada hiç yorum gelmedi. O sa nki tü mü yle fa rk­


lı lıır iiykii n ü n parçası gibiydi.
· · ı •( " k ı va �ur adaki barakanız, istasyon §efİ yolda§, o da güvenli
I• 1 1 1 1 / ıııi ) "" diye sordu M ü frttݧ, i kisi motorl u araca binmeden
ı .. 1 1 1 1 it l l l l l l '

, ,, 1
İ stasyon �eti cevap vermeden beli ndeki anahtar toma rını şı ngı r­
Jattı.
" Ol ması gerektiği gibi, §ef yoldaş, dedi Müfrttݧ.
··salak heriÇ diye mırıldandı şef yardımcısı, Müfrtti§ aracı
birinci vitese geçirırkerı.
"'Dilini tut, diye aza rladı İstasyon şefi ve küçük kırmızı sinyal
bayrağı nı ka ldırdı, ama bunu çavuşu uyarmadan yaptığı ndan, a raç
öne atıldığı nda ada nı neredeyse dengesini yiti recekti.

Sivil polis bambaşka bir hikayeydi: Kil itlemeye bile gerek gör­
mediği devlet malı Zastava model a rabası 1 300 kadar tükenmiş ve
bereliydi. Boyun düğmesi açık bir giim lek vardı üstünde ve gü neş
gözlükleri, sanda llarıyla bir turist giirürı ü m ü rıdeydi, tıraş losyonu
ve sivilce yaraları n ı örtmek için ya naklarına sürdüğü güneş kremi
kokuyordu.
" Ü ç gün oldu ve ben hala süt kasesi nin çevresinde dola n a n bir
kedi gibiyim." Ellerini kalçalarına koyd u.
"Düşündüğü n üz şey sakın . . . " İ stasyon §di n i n endişesi yüzün­
den okun uyordu.
Milos sı rtı ka ranlıkta, ayakta du ruyordu. Göm leği derisine tut­
kal gibi yapışmıştı. Sivil polis sadece yoldan geçerken uğradığı nı
söylemiş olsa da, kend ini gergin hissediyordu.
"'Yeni bir şey var m ı ? " Stajyer, sivil polisi tepeden tırnağa süzdü.
"Dün Demi ryolu Mü frttişiyle bir çavuş buradaydı," dedi istas­
yo n şefi.
Polis ona doğru döndü. '"Uzun boyl u oları mı J Eh, en azından
düzgün birini göndermişler. Ü niformalılar her zaman beladır, "
kaşlarını çattı, ··her şeyi bildikleri n i sanırlar. . . "
İ stasyon şefi boğazını tem izledi, sivil polis de gözlüğü n ü ı.; ı b ı
d ı . :\sık suratıyla otuzunda n çok daha yaşlı gö rün üyord u . Soı ı ı .ı
yınc a rabasına daldı, tela§la bir §ey a rıyorm uş gibiydi.
"l-Iiçbir şey göründüğü gibi değildir, yolda�Lı r. d ı vn ı · k }�"ı
kırptı; en güvenilir sınlaşlarıydıl a r sanki.

l tı ,
Üçü birden hareket bürosuna gittiler. Sivil polis zaten kapı ara lı­
ğından bekleme odasına bakmış ve ya nından geçerken de od u n l uğa
çabucak bir göz atmıştı .
"Kadının bölgede saklandığına dair sağlam delillerimiz var,"
dedi sır veri r gibi. ''Aslında daha ziyade kayıp kişinin, kadın mülte­
c i n i n bu sınır bölgesinde bulunduğu n a dair i pucu ve imalar. . .
Hareket memuru iskemlesini geri İtti, kasayı kili tledi ve odanın
içinde volta atmaya başladı.
"Tabii ki h içbir şey kanıtlan mış değil; bel ki de çoktan sınırı aşıp
kaçmıştır, bu ise daha da dikkatli olmamız gerektiğini gösterir.
Ada mlarımızın dediğine göre bize gereken şey . . .
"Tavşan gibi ku lakları dikmek," diye önerdi İstasyon şefi.
"Ya da kurt gibi veya daha da iyisi," diye ekledi sivil polis ve asık
suratla hareket defterini karıştırdı.
İ stasyon şefi a nsızın ter içinde ka ldı. Sıca kta ndır, dedi kendi
kendine, masaya dayana ra k.
" Ha ngi şeytan bu ra ka m ı n altını çizdi, şef yold a ş ? " diyen sivil
polis ona doğru döndü.
"Mi.iffettiş yoldaş ve sizin adamın ız," diye öne çıktı stajyer.
"Tren sen i n vardi yanda mı geldi ) "
"Evet, Müfettiş yoldaş."
"Peki şu 'an' ne an lama geliyor? Mü fettiş yoldaş altını iki kere
çizmiş."
"Askeri nazik bilgi," diye ceva p verdi stajyer hemen.
Sivil polis kararsız bir biçimde ayağa ka l kıp gömleği nin bir düğ­
mesini daha açtı .
"Şimdi şu 'askeri nazik bilgi'yi güzelce, gereğince açıkla baka­
lıııı lıana, staj yer yoldaş. Birer birer anlat. . .
S i v ı l pol isin i fadesi ta mamen değişmiş, birden sertleşip keski n ­
l · · � ı ı ı ı � ı ı . İ stasyon şet) gözleri n i kapatıp içinden sövüp sayd ı . Sivil
I " ' ' ' , . , , . kl'ııa rına yaslandı, orta parmağıyla tra mpet çal ara k ortaya
ı,. " 1 i l � l 1 1 .
ı : , · kl l \ 0 1 1 1 1 1 1 . hii l;'i bekliyorum . . . evet, bekliyorum . . .

ı ı.ı,
Milos çaresizdi. Masan ı n ken a rı n a yapı§ıp kekelemeye ba§ladı;
si mgeyi o uydurmuştu, demi ryolu yönetmeliğinde yer a lm ıyordu,
aklına gelen ilk ha rtknli bunla r, kısaltma a nlamsızdı.
"An lamsız mı dediıı ) " Sivil polis ona doğru döndü.
Artı k tama men deği�ınişti. Yan a kları seği rdi ve gözlerinde katı
bir §eyler topla ndı. Sanki her an Zatstava 1 330'una dönecek, evrak
çantası n ı açacak ve kcl qıçeleri çıka racakmı§ gibi görü nüyordu.
"Ya §U od u n l uk, yol da� ) diyerek küçü k baraka konusuna döndü ,
"o da mı anlamsız ) "
" O da," dedi ler istasyon şefi yle yard ı mcısı boğuk bir sesle.
"Şimdi lik, i kinizi ra hat lıırakacağı m," diyen sivilin yüzü yumu­
§amı§tı, "ama bildiği miz b a z ı �ey l e r var. Bu tü r bir Cosmo'nun
a ntene ihtiyacı yoktu r," to p u k l a r ı ii zeri nde döndü, "ve de koca­
sını sorguladığı m ı z için bi l i yoruz ki, Çek kadı n §U kısırl ı k hika­
yesini uydurmuş. Ayrıca, p a r ı ı ı ağ ı ı ı ı ka ldırdı, "kadı n ı n b u radan
çok uzakta olmadığını ve er ya d a geç çiizü lecek olan bu vaka n ı n
göründüğü kada r masum o l m a d ı ğı n ı d a b i l i yo r u z , bütü n bunl arın
a n l a m ıysa
Cümlesini bitirmeden a rabası n a doğru diindii .
ikinizin de §Üpheli o l m a d ığ ı d ı r. i\ l .1\;1 1 1 1 n a�ınınış yüzeyi­
ne bir Baretta bıraktı. " İ stasyon şcli n i ı ı iin i'ı n d c l ı i r kağıt parçasını
açarak, "Bu, tabancanın ruhsatı d ı r. Tıbii ki ya l n ı zcı kend i n i savu n­
mak için kullanılabilir," parmağı n ı sallayıp en alı çekmeceyi ipret
etti. "Minik ku§ ne kadar u faksa, kaçması da o kadar kolaydır."
"Hayırlısı," diye yanıtladı İstasyon �eli, sıvil p o l isin eli ni sı kar­
ken .
"Hayırlısı," diye onayladı sivil polis ve küçük b i r timsah işlen­
miş göğüs cebin e hafifÇe vurdu.

Jitka rahatça yayılmı§tı. Mırı l m ı rıl, tırnakları n ı tiirpülüyordu.


Kaşları n ı n altından Milofu izliyor, en kiitü kısmın sona erdiği, p is
kokan ka fesine alı§tığı izlenimi veriyord u , ne Müfettiş ne de sivil

1 67
pol i s s a k l a n d ığı veri b u l a ma m ış t ı , gerçi pek em i n değil d i a m a , i ki n ­
c i s i bı rkaç res m i n ı çekmiş olabi l i rd i bu a ra d a .
Yuv a s ı n ı ken d i ne göre, e n k ü ç ü k i h tiyaçla rını ka rşılayac a k �e­
k i l d e d ii z e n le m i ş t i kad ı n . Önceki gü n , M i los kasabaya gidip bi rkaç
parça kad ı n eşyası s a t ı n a l ın ı ş t ı : banyo sabu n u , yeni kes i l m iş ç i men
koku l u bir s p rey, bir pa ket kad ı n bağı, ge n i ş dişli b i r tarak, i k i ç i ti
çora p , üç külot ve i kı destekli s u tyen.
'' Ş a n s l ı a d a m s ı n sta j ye r yoldaş, d e m i şti kasiyer kız, ken a rları
siyah şeri t l i s u tyen i kaldırarak, "bu ö l ç ü l e r m ü t h i ş . Yen i mi ,ı "
Stajyer k ı z a rı p bozarm ıştı. Kadı n l a rdan h i ç söz etmezdi, tan ı d ığı
i k i - ü ç t::ınesi de o n u n l a alay etmişti. Erken boşa l m a , dem işti steno­
c u B reda ve yeniden ağz ı n a a l m ıştı, a ma onu n ki bir türlü başını
ka l d ı r m a m ış t ı . Lent'te n * önceki paza r g ü n ü yatağa attığı h e m ş i re
S i lvana da benzer b i r teş h i s koy m u ş t u .
" B u i l k o l m a d ığı na giire. a n la rsın va :\ I i los, d i y e e klemişti kas i ­
y e r giiz kı rpa rak, " e n iinem l i s i a ş k t ı r, şu i ç i m izdeki şey. " Sol giiğsü­
ne h a fi fÇe vurmuştu.
Tah t a gibi d ü m d ü z , diye d ü ş ü n m üştü M i los, soğu k b i r i fadeyle
c ü z d a n ı n a uza n ı rke n .
Ses i n i a l ç al ta ra k, " prezervatif de satıyoru z, demişti tezga htar,
gömleği n i n kol u n d a n çekiştirerek. " H a n i şu a leti n i tam kökü nden
s ı ka n l a rd a n , 1\.Iilos." Kasan ı n a l t ı na u za n m ı şt ı . "I ) u n:x, i pek kadar
i nce, tutkuların kada r güçlü," d iye fis ı l d a y ı p küçük paketi pantolon
cebine tıkmıştı.
··nen her şeyi görü rü m , p a n Mi los, dedi J i tka , o t u r u p d i zl e ri n i
l:enesine çekerke n . "Göste r i ş l i göz l ü k t a ka n ı n s a n ı r ı m küç ü k b i r fo­
ı o,Q r a f m a ki n esi vard ı . " Hala kaşı n ı n a l t ı n d a n i z l i yordu o n u . "ı\ra­
l ı ; ı -. ı ı ı ı l a l ı i rta k ı m kutuları a rıyormuş gibi yapıyord u , a m a a s l ı n d a
l ı ı ı k;1 1 11 e rası \·a rd ı. Görd ü m o n u . " K ü l ü s t ü r Zastava LBO ' u n park
• ı l ı l ı l ı .0.ı yiin ü İ p ret ett i . " B i r çocuğu n a vucu çapı nda ka ra bir d e l i k
· . ı ı ı • · k l ı l ı ı ı viine bakıyord u . . . Söyle nene göre a d a m la rı m ı z ı n k ı z ı -
1 . . ı n ı ı : ı ı ı L ı r; ı tepki veren benzer izleme aygı tları v a r m ı ş . bu yüz-

ı: • ı 1 1 1 1 1 . ı 1 \ . 1 1 1 1 1 1 1 / l ıl' p krııulc P:ı.skalya (inn.:·ü k ı r k .�ü n l ü k o r u c.; \T dua dilnnııi.


den ndcs al maya hile cesaret edemedim . . . A n l a rsın ya, pan i\li los,"
ereğini düzeltti ve ki rışe yas l an d ı ; sutyen askısı kayan bluzu n u n
a ltından onaya çıkrı; "eğer o s ı rada meme m ı n ucu bir m i l i m bile
büyü m ü§ olsaydı . . .
·'Duva rı delip geçerd i , slcena Jicka , " dedi Mi los ba§ını sal layarak.
"Tü m sın ırlar kapatıldı. Senin yüzünden bütiiıı lıu bölge saplantılı
b i r yü ksek teyakkuz h a l i nde . . . . ,

"Sırf a ptal b i r Çek t u rist yüzü nden m i , M i los ) " G ü l ü mseyerek


bir Napoli ku rabiyesine uzandı.
"Y;ı n ı nda envai çqit çerezle birl i kte, diye m ı rı ldandı Mi los.
"Rana çok iyi davra nd ı n , pan M i los. B u Napoli kurabiyeleri bile
o kad a r kötü deği l," dedi kadın, neredeyse hiç dokun madığı yeni­
den ısıtılmı§ öğle yemeği ni d ü § ü nerek.
İstayon u n kuzey tara lindaki yağm u r oluğunda bir ked i ya§ıyor­
d u . :\rada bir ba§ını qikten yukarı ka ldırıyor, sonra, kendinden
ho§nUt tekrar i n d i riyord u .
"Hep o oluğun kenarında y ü rüyor," dedi kad ı n bir s ü re son ra .
"1C:ryüzümkki en m u t l u yara tı k o."
İstasyon §efİ kedi lerden ho§lanmazdı. O n la rı denet leyemediği
için, d iye dü§ündü Milos. Rir seferinde bir erkek kedi görmü§ ve
tekmeleyerek yaklapn bir lokomoti fin tekerleri altına atm ı§tl.
"Kediler her yerde aynıdır, pan Milos," dedi kad ı n bacakları n ı
sal layara k. "Vakk'im de o n l a rd a n p e k ho§ l a n mazd ı. Sabrı mı ta §ı­
rıyorlar, diye tekrarlard ı her Allahın günü, ç i ftlikte yaptı kları gibı
ç u vala tıkıp suda boğma k laz ı m onları. Ama dü§Ünecek o l u rsan,
ağı rlıkları kad a r altın ederler . . . "

;\ f i los gizlice onu izl iyord u : a ktris m iyd i . casus ımıyd ı ı , yoba
sadece Va sek diye biri n i n mutsuz ettiği bir kad ı n m ı ) Belki � l i lo \ ' ı ı
a z ı c ı k kızı§tırıp pa rmağı nda oynatmak için o n u da uydurm ı ı �ı ı ı .
"Sadece benim küçük kuku m u ellerken bazı ked ilcri ıı l a rk l ı ol
d uğ u n u söylerdi, ya l n ı z cabii ki o sözcüğü kullannı:ızılı gı ı l ı l ı ı .
d u d a kl a rı n ı ıslattı.
Son ra d a üst iiste attığı bacaklarını i n d i rip eı ı-.L: ı ı ı ı , ı 1 1-. . ı , ı l ı

ı ı.•ı
"Beni biraz seri nletebilir misin, pan Milos J " Ustaca bir hare­
ketle kendine doğru çekti onu.
Mi los hiç dü§ü nmeden gömleğini çıkarıp kadı n ı yclp::ızelemeyc
ba§ladı. J itka'nın yüzü oluğu n içindeki kedinin ifadesine büründü,
dudakları n ı zevkle kıvı rıyor ve ken d i n i seri n h ava dalgalarına bı ra­
kıyordu ; devam et, diye mırıldandı, ellerin altı n , elleri n . . .
"Ne kadar da güçlü, erkeksi ellerin var, pan Milos. " Nem li göz­
kapaklarını büzdü.
Çekin meden, bluzu nu açıp sırtı n ı döndü .
"Sutyenimi çöz, pan Milos," dedi mırılda narak, ··§u Yugoslav
sutyenlerin i n öyle acemice dikilmi§ kancaları var ki . . . "

Kadı n eğilip sırtını kabarttı, ç ü n kü Milos ne kada r denese de


kopçayı bulamıyordu. Kad ı n ten inde iz bıraka n tedirgin tırnakla­
rını hissedebi liyordu. Dön ü p ona sokuldu ve öpmeye ba§ladı, bana
kar§ı öyle iyisin ki, omzunu ısmlı, o kadar iyi ve nazik . . .
M iloS'un pa ntolonunu inui rdi, "yapmayı en çok sevdiğim §ey
bu," dedi ndes n dese, "bir erkeğin en çok kemerin i severi m, çıt,
dur, sonra yine çıt," elini erkeğin külotunun içine soktu, "ve bir ba­
karsın yok oluvermi§.
"Ne yapıyorsun ? " diye tisıldadı, Mi los alet yığı n ı n ı n a rkası­
n a geçi nce. "Haa, küç ük §eyi ne di kkatsizce geçirmekte olduğu
prezervatifi görmü§tü; "ban a söyleyebil i rdin, ağzıma a l ı rdım. Bu
işte gerçekten ustayımdır, dibine kadar a l ı rım," sağ elini uzatıp
MiloS'un kalçası n ı okpdı.
"Ta n rım," ded i soluğun u tu tarak, "ne çabu k ) "
MiloS'un ba§ı dön üyord u. Ku lakları n ı n a rka sında ter daml ala rı
parlıyordu. Kad ının göğüsleri n i n kabardığı n ı hissetti . Meme uçları
o kadar büyümü§tÜ ki, bir tanesi bile sivil polisin kamerasına fa zla
gel i rdi. Kadına doğru eği lip, yen i kesi lmi§ çimen koka n tepeler
a rası ndaki küçük vadiyi öptü.
"Erken bop lma, diye iç çekti kadın ve pkadan kü rek kemi­
ğin i n altını çimdikledi. "Kim bilir kaç bebek gü n yüzü görmeye­
cek . . . " Çıkarını§ olduğu prezervati fi salladı.

1 70
"Biz erkeklerin fazla aceleci olmasından deği l, siz kad ı n la rın
yavaşl ığından." Başını eğdi.
"Bu onun lafi olmalı." Başıyla peronu ipret etti kad ı n .
Sta jyer, kadı n c.l ıprıyı görebi lsin diye ya n döndü. Kadı n , peron
boyu nca yürüyerek raylarda çatlak olup olmadığı n ı kontrol eden
İstasyon şefini seyretti. Haber verilmemiş bir tren her an göriiş
a l a n ı n a girebilirmiş gibi siyah kepinin siperliği altında n bakışını
izledi .
"Ka rısına sormam gerekir," dedi esneyerek, "gerçekten o kadar
büyük bir kahraman mı, diye."
Acelesi varmış gibi giy i n meye başladı.
"Sora mazsı n , Jitka," dedi M ilas, " karısı menopozda.
"Demek bu yüzden istasyon şefi hep böyle dertli ve saldırganca
bakıyor, Milas."
"Dertli ve saldırgan m ı , Ji tk:ı ? "
"Vahşi biri gibi, sanki saldırıya geçecek," diye i ç çekti.
"O halde sen in burada old uğunu bil iyor, yoksa yaln ızca h issedi­
yor mu, skena Jitka ? "
"Her i kisi de, pan Milas," diyerek küç ük parm ağı n ı sıktı erke­
ği n . "Daha ilk gü nden, ikimizin ve sürekli bize sırıtan şu kocaman
erkek kedi n i n bildiği kadar çok şey biliyordu," dedi ve burn u n u n
ucuna bir öpücük ko ndurdu. O sırada c.lıprıda geçersiz ' a n ' baş
ha rfleriyle işaretlenmiş bir tren gürü ldeyerek geçti ve küçük bara­
kayı kibrit kutusu gibi sarstı. Geçerken, tren in makin istleri ne.len biri
sucuğu n u kazayla perona düşürdü.

Krem renkli Zastava 1 330 oraya yanaştı. Fren yapıp yarım da­
ire çizerek dönerken çıkard ığı egzos dumanı hiç de hayra alamet
deği ldi.
"Nasıl oluyor da stajyer yoldaş, gün ortasında uyuyabi liyo rsu n ? "
Mükttiş ka pıya vuruyord u . .. Ü lke teya kku z halinde ve sc n ı n kıçın­
da sinekler uçuşuyor."

171
Hareket mem u ru n u n d a rm ad ığın kafası ancak, çıvu§ ıstasyonu
l istes inden çıkarıp atma kla tehdit edınce kap ı n ı n eşiği nde bel i rd i .
Ccketi n i n a ltına, bir elekle yakalamı§ old uğu ü rkek b i r güvercin s ı ­
kı§tı rıl mı§tı.
"Şimdi güverci n yetݧtİrmc zamanı deği l, stajyer yolda§, diye
öne atıldı sivil polis ve rozeti n i M i loS' u n b u rn u n u n altına dayadı.
" B i r h a ftadı r peşi ndeyd i m ve n i h ayet yaka l adım o n u . Gerçek bir
tüylü güverc i n . '' Ceketinin a ltındaki tümseği iprct etti. Mi los gü­
verc i n i sakin leşti rmeyi pek beceremiyord u : Okp m a k için uzattığı
el ku§U daha da fazla korkutu yord u .
"Neden o n u n yerine pilicin pcşi nc clli§med i n ? " diye sordu ça­
VU§.
" H a ngi piliç. vold a � ; B u güvcrcin tek ba §ına, ama ona b i r q
bulm:ıya ç a l ı §ıycı r u m . G ü vercin ler hiç de İnsanlar kad a r seçici de­
ği ldirler. . .
··ı;ı bizi aptal yeri ne koyuyorsu n , stajyer yolda§, diye öfkeyle
gürled i l\I ü !Ctti§, "ya da . . . " i ki e l i n i beline dayad ı , ''yoksa sen ...
" B i r d a m la bile içmedim, l'vlü tCttݧ yolda§,'' diye yan ı tladı M i los
sakin bir i fadeyle. ':ı\sl ı n a bakılırsa, vardiya bende deği l. İstasyon
§di.yle vardiya sıramı değݧtİrmݧtİm .
Arkasını d ö n ü p büroya gird i . Vernikli kiraz ağacından d u v a r sa-
ati bile her zama n kinden d a ha yava§ i lerl iyor gibiyd i .
"Her §ey o l m a s ı gerektiği gibi," d iye dikte etti �-li.i tCttݧ.
Çavu§ itaatkar bir §eki ide bu yor u m u kaydett i .
" Kasa n ı n alt çekmecesinde zorlama belirtisi yoktu r. Nokta,"
diye soğu k bir sesle okudu sivil pol i s . "İmzalı ru hsatı olan B aretta ,
22 Ağu stos 1 968\le, İstasyon §efiyle ya rd ı mcısı n ı n önünde İstasyona
bırakılmı§ ve fazladan bir p rjörle birlikte kaybol m u §tur. Nokta .
Yü ksek sesle oku masını biti rd i .
MülCltݧ s i n i rden öks ü rd ü , cebine u z a n ı p bir m e n d i l çı kardı ve
a l n ı n ı kuruladı. A§ı rı s ıca k basmı§tı. Boyun damarı dıprı ti rladı.
Dizleri n i n bağı çözülecekmݧ gibiyd i . Masa n ı n kenarına tutundu
ve biraz sallandı.

1 72
"Temiz havaya ihtiyacı n ız var, Müfettiş yoldaş, dedi çavuş.
"'lı da soğuk havaya," d iye yoru mda bulundu sivil polis ve staj­
yere döndü, yakasından tutara k, "biliyor musunuz, amiriniz dün
gece vuruldu. Cin ayet olduğu ndan a rtık eminim.
" B a retta'nın nerede olduğu n u bil iyor olabilir misiniz ' " diye
söze karıştı MütCttiş . "Şu küçük od u n l uğu a radık," baş ı n ı ba rakaya
doğru salladı, "hem de baştan aşağı . . . "
"Ve hiçbir şey bulamad ı n ız, öyle m i ; " stajyerin ağzı açık kaldı.
"Soruşturma sürdüğü için herhangi bir delili açıklamamız, hat­
ta sanıkların geride bıraktığı ipuçlarından söz etmemiz mümkün
deği l. Ama yine de suç mahalline kadar bize eşlik etmenizi rica edi­
yoruz."
Od u n l uğa kadar kısa yürüyüş sonsuza kadar sürüyor gibiydi.
Müfettiş geride paytak paytak yürüyor, bir ya ndan da sık sık elini
göğsüne bastı rıyord u.
"Görüyorsu nuz ya, stajyer yoldaş Milos l l rına. Sivil pol is si­
yah m uşambayı kaldırdı, "suç mahalli yoldaş Lıdislav H.'niıı va h­
şice öldürüldüğü ne işa ret ediyor. Adli tabibe göre, ölüm bu yılın
23 Ağustos Çarşamba günü, sabah O l .30'da gerçekleşmiş ve hepsi
bu kadar da değil." Ken a ra atı l mış bir çaputa elini si ldi. '"Cinayeti
iş leyen ler bir ya da belki i ki . . . "
'"Ferm uarınız açık kalmış, sivil yoldaş," dedi Müfettiş ifadesiz
bir sesle.
"Suçsuzluğumu kan ı tlayacak bir mazeretim var," diye a raya gir­
di stajyer.
"Mazeret m i ? " diye bağırdı Müfettiş.
·'Bohu mi l Hraba l"ın mazereti," diye açıkladı stajyer sakin bir
sesle, hiçbir şeyin farkı nda olmayan güvercinin, kedinin h:ila uyu k­
ladığı ve sıcakta titrek titrek parıldaya n yağm ur oluğu na doğru ka­
nat çırparak hava l a ndığı n ı fark etmeden.

1 73
Jani Vi rk
Jani Virk, J 962'de Lj ublj:ına 'cla doğdu, Alman edebiyatı ve çağda�
edebiyat eğitimi gördü. Roman ve öyküler yazıyor ve Alma ncalbn
çeviri ya pıyor. Birçok gazete ve dergide editör olarak çalı§tı; halen
Sloven Ulusal 'lelcvizyo n u 'nda Kü ltür Progra mları'ıı ı n Genci
Yönetmeni olarak görev yapıyor. Preseren Fon u Edebiyat Öcl ü l ii 'ııc
layık görü ldü. En iyi bilinen kitapları §tınlar: Ra/ıela (rom a n ) ,
Sergij'in Son Bııilım Çıkm·ıiı (roma n ) . • l riımi ( roma n ) , Kapı ve Diğer
Öykiiler (öykü ler), Tyclıo Bralıe 'ye Bakma!( (öykü ler) ve Talıııı Perdrnin
,,1rd111daki Kıılıkıılıa ( ro m a n ) . Y.ı pıtları çok sayıda dile çevrilmi §tır.

1 76
SINIRDA

Günün birinde bunun olacağını biliyordu. Çok iyi biliyord u . J\ma ya­
nında bir bıçak ya da tabanca götü rmediğine pi§mandı. Akpm köye
giderken, ceket cebinde her zaman bir silah ta§ırdı, kim i zaman po­
lisle ba§ı derde girse bile. Arazisine giden dar §OSC yolun kar§ısında
kereste yükl ü bir araba du ruyordu; yolda bir min ibüs arkasından ya­
n a§ıp uzun farlarını yaktı. Durdu; ne ileri ne geri gidebiliyordu. Onlar
olduğun u anladı: kom§uları, bq bi rader. Kapıyı açtı, cipten atlayıp
ormana doğru ko§tU , ağaçların karanlık siluetleri arasından bir çıkı§
gördü, ama ç ı kı§ imkilnı yoktu. Önünde bir köpek havlaması duydu
ve bir saniye sonra kiipek üzerine atladı; dirseğiyle di§lerine vu rmaya
çalı§tı ve ısırmayı SJVU§tUrmayı lxıprdı ama dengesi n i yitirdi. Dü§cr­
ken sinirli adımbr duydu ve lıır san iye sonra ensesinde derin bi r sızı
h issetti. "Ba§ına değil, ba§ına değil,., diye bir ses geldi karanlıkt::ın, sesi
ta nıdı, cenin pozisyonunda dertop olup tekmelerle sopa darbeleri ::ıra­
sında manevra yaptı , birisi bir ayakkabıyla yüzüne vurdu. sıcak kan
a ktı dudakl::ırına; birdenbire acı duymaz oldu; yerde yuvarlanı rken bir
ta§ kapmayı baprdı, h avaya kaldırıp biraderlerin en yakında olan ına
tirlattı. Bir d::ırbeni n çıkardığı boğuk ses ve acı dolu bir çığlık duyuldu;
darbeler a ltı nda çöküp bilincini yitirinceye dek parmakbrıyla etratinı
yokladı.
Yerde kıpırdamadan y;.ı tmasına ka r§ı n , onu tekmekyip sopalarla
vu rmayı sürd ü rd ü ler, ta ki içlerinden biri, "Oııu öldürmü§ olmalı­
yız, d u ra l ı m , d i yene dek. Sıcak ba har gecesi nde adamların h ı rı l tı­
lı solu kları duyu labi liyor, mehtap yol u n kenarı n d a ki seyrek otl ::ı ra
yüzü göm ü l ü olara k yerde h a reketsiz yatan adam ı n üstünde parl ı ­
yord u . "Öldürd ü k onu, diye tekrarladı erke k sesi v e asabi, sarsıntılı
b i r gü l m e krizine tutuldu, ..öldürd ü k o n u , la yığı n ı buldu.
Bedeninden tutup onu arabaya doğru sü rüklediler, sürücü kol­
tuğuna yerlqtirdi ler, kafası ön cama çarptı, ka pıyı kapattıl a r, adam
koltuğa devri ldi, çok a rka larda bir yerde minicik bir bilinç noktası
a lgıladı, onun bilinciydi bu, kendini koltukta kanlar içinde yatar­
ken gördü, ağzından sızıyordu kan ; sol u k aldı, kalın ya pı§kan sı­
vıdan geçen i ncecik bir taze hava esintisi ciğerle rine girdi, birisinin
cipin baga j ı n ı açtığı n ı duydu, benzin ve sonra da ya nan plastik ko­
kusu aldı, arka kol tu ktan çatırtılı alevler yükseldi, pembe I§Ik göz
ka pakla rından geçip göz üne n ü fuz etti, ölen babasın ı n traktörün
altı nda sıkı§mI§ yata n , soıı nefeslerinde kan kusan görü ntüsü geç­
ti belleği nden. Şi§mi§ dudakla rının arasından, "Kavga bitti a rtık, "
diye fisıldadı kendi kendine, "iite tara fa geçiyorum, hayatın nehir
yatağından apğı akıp toprağa batacağı m." Motorun meta l i k uğu l­
tusunu duydu, biraderler a rabayla geldikleri yöne dön üyorlardı,
''piç kuruları, beni diivdü lcr," diye dü§ündü ve yoğu n, topak topak,
boğucu dumanın içinde sol u k almaya çalı§tı, "yakında a levin !§I­
ğı, kara nlığın kucağı ııda kızgı n zerre olacağım , havada çözü necek,
çam iğnelerinin kokusuna ve kargaların tüylerine karıpcağım .
Gözleri n i n önü nden a razisin i n , hayvan sürüsü n ü n , kızgın köpek­
lerin, an nesiyle babasının orman ken a rındaki mezarların ı n görün­
tüsü geçti h ızla, "her §ey para m parça olacak, diye dü§ündü, "her
§eyin üstünde ormanlar bitecek." Elini ka pıya doğru uzatıp par­
makla rının boğ"u mlarıyla cama vu rdu, parmakları n ı kapı kol una
indirdi, ama kapıyı açacak gücü yoktu ; ka nla yoğun dumanın yapı§
yapı§ ka rı§ımı içinde nefrsi kes ildi, serbest elini hel ine koy up ken­
dini dizlerinin üstü ne çekmeye çal ı§tı, boğul uyord u ve can havliyle
kendini dizleri üstünde kapıya doğru itip kapı kol u n u çevirmeye
yetecek gücü toplamayı baprdı; ba§ın ı kapıya dayayıp beden i n i se­
rin bahar gecesi ne bıraktı . Güc ü n ü n son ka lıntısıyla a raçtan dıprı
vuvarlandı, sivri çakı lların üstüne dü§tÜ ve yine bilincini yiti rerek,
ı ı.;güdüsel olarak hendeğe yuvarlandı.
B i r patla ma sesi geceye yayı lara k tepelerde ya n kılandı; ay I§Iğın­
ı l.ı . ı r : ı cı ı ı havaya uça n parçaları yola ve ağaçlara yağıyordu. Patla-
mada bedeni sarsı ldı, ama kendisi uyanmadı; hendekte kalçası n ı n
üstünde yatıyordu, ağzından s ı z a n ka n ya naklarında pıhtılaşmıştı,
alnı ndan h5Ia kapalı gözkapakları n a yavaş yava§ sıcak ka n damlı­
yordu. Nerede olduğu n u bilmiyor, kim olduğu nu düşünmüyordu,
sudan hafif ve havadan ağır olan maddenin içi nde asılı ka lmıştı,
devasa beyaz sütu n lardan soyu l m u ş litlmsi taba ka lar etrafa s ıçrayıp
yeni sütunlar halinde bir araya geliyordu, her şey çözülüp yeniden
beli rme hali ndeyd i, hiçbir yerde tek bir canlı yoktu, yalnızca mırıl­
d a n a rak girda pl a r olu§tu ra n şekilsiz yaşam, pul pul akan enerj i , ta­
n ı madığı varl ı k türü nün saf ışığı vardı . Annesi n in sesi ni, anl amasa
da onu yatıştıran yumuşak sesi n i , onun ok§ayan sesini, şekilsiz du­
dakları n ı n yumuşak doku nuşu nu, koku suz sıcak nefes inin serpin­
tisi ni duyuyordu. Değişen biçimler a rasında hati f ve yarı sayda m,
pul pul beyaz doku ha linde havada asılı bir halde, çiizii lüp yeniden
birleşiyor ve yi ne de hep a y n ı kalıyord u, uzaıı lalıilir ve yok edilemez
bilinç noktası nda hep farklı ve hep kendisi . . .
Minibüs tozlu şose yolda hoplayıp zıplaya rak ilerliyordu. Bira­
derlerden i kisinin yüzü ezilmi§ti; ta§ en gen çlerinin dudağı n ı yar­
mış ve bi rkaç dişini kırmıştı. Pencereye dayanara k in ledi ve şi§miş
ağzından ıslık gibi ses çıka rdı.
"Ona yavaş yavaş işkence yapmalıydık," dedi.
"Hayır," dedi ba§ka biri. "Onu öldürm üş olmamız yeterli.
"Hayı r," dedi ba§ka biri. "Taşlarla tüm dişlerini kırma lı ve yavaş
yava§ işini bitirmeliydik."
''Hayı r," dedi başka biri , "Biz doğru ola nı ya ptık. () I d ii ya,
önemli olan da bu.
"Hayır," dedi ba§ka biri, "onu aşamalı ola rak, pa rça pa rça öl­
dü rmeliydik, ona şimdi işkence ediyor olmalı yd ık. İ � ı n ı çok çabu k
bitirdik. Ö ldü gitti, a rtık acı çekmiyor, a m a u Lı k lık hayatı boyunca
dişlerinin arası ndaki boşluğa katlanmak zorunda ka lacak.
"Daha da kötüsü, hayatı boyunca ölü olacak, dedi başka biri ve
kaba bir öksürü kle gü ldü.
"Evde ne söyleyeceğiz ? " diye sordu başka biri.

1 79
"Kereste arabamıza vurduğu n u ve cipinin alev a ldığını söyleye­
ceğiz," dedi başka biri.
"Evet," dedi başka biri ve ağır, çarpık bir kahkaha attı, ·'olup biten­
lerin kabahati bizde deği l."
"Evet," dedi başka biri, "kabahat bizde değil. B u n u a ra n ıyordu.
Çok uzun süre kafamızı ütülemişti . "
M inibüs meskenin önünde durduğu nda, vakit geceyarısını epey­
ce geçtiği halde m u tfakta hala ışık yan ıyordu. Bi raderlerden i kisi
en genç olanı koltu kaltlarından kavradı ve eve girdi ler. Mutfakta
babal a rı tekerlekli koltuğunda uyuyor, anneleriyle kız kardqleri de
m asaya tabakları yerlqtiriyordu. Anne onla rı görünce durdu; iki
ka n l ı yüzü fa rk etmişti.
"Ne oldu ? " diye sordu.
"Bir ağaç yıkıldı ve altında ka ldılar," dedi yaşça en büyük ol an­
ları.
"Neden daha önce geti rmediniz on l arı ? " diye sordu anne.
"Neredeyse işimiz bitmek üzereyken oldu," diye yan ı tladı, "zi­
firi karan lıktı; bu kada r kötü olduğun u bilmiyorduk. İ şi bitirelim
istiyorla rdı. Hala yardım edebi l iyorlardı . "
" Sonra da yük arabasını dışarı çıka rmak istediği m izde," dedi bir
başkası, "komşu oradan geçerken çarptı . "
Seksen yaşındaki baba, yaşlılıkta n v e yeni uyandığı uykudan
kızarmış ve şaşkın gözlerle boş boş etra fa bakı ndı. Tekerlekli koltu­
ğunda doğru ldu, maden gıcırdadı, herkes ona doğru baktı.
"Ona ne oldu ? " diye h ı rladı, boğuk ve kaba bir sesle oğullarına.
"'Ya ndı," dedi biraderlerden biri.
"'Ya rdım etmediniz m i ? " diye sordu yaşlı adam .
..
Hayır," dedi en büyükleri .
.. 1 )o.ı!; ru olanı yapmışsınız," dedi yaşlı adam, "'yolum uza çıka n -
1 . ı ı ı ı ı l ı : ı� ı ı ı :ı gelecek o l a n budur işte. Çok uzun sürdü. Benim için
'."ı .. .ı·.ı·ı, S ı i'. sevinin."

i Si i
)'CJğu n kılcal damarlarda n kızarmı§ gözleriyle odayı taradı, kim­
se b a kı § ı n ı kelimelerle kesmeye cesaret edemedi. A§ağıl a rca sına gü­
lümsüyordu, derken ba§ı omzu n a dü§tÜ ve yine uyur kaldı.
"Onu öldürdünüz," dedi a nne. "Babanıza onu öldürdüğü nüzü
söyleseydiniz ya, mutlu olurd u . "
"Onu b i z öldü rmed i k, a n ne," dedi en büyükleri, "öldü rseyd ik,
bizi tu tuklayabilirlerdi, biliyors u n . Kendi kend i n i öldürdü, yan m ı§­
tı ve ona yardım etmed i k, hepsi bu. Sana söyledim ya, a rabam ıza
çarptı, yük arabamıza. Hepsi o n u n yüzünden."
"Evet, onun yüzün den ," dedi bir ba§kası.
Kadın onla ra İ n a n m adı, ama önemli değildi. Ö nemli olan tek
§ey genç kom§unun ölmesi ve bir süreliği ne hu zur bulmalarıyd ı."
"Klara, baba n ı yatağa götür," dedi anne kızına, "Yemekleri n i
ben veririm."
Kız tekerlekli koltuğun fren ini gev§etip babasını m u tfakta n
çıkardı. Adam horluyordu; ısla k od u n u n üstünde gev§ekçe ve gı­
cırdayarak kayan paslı testere di§leri gibi bir ses çı karıyordu. Klara
babasından nefret ediyordu, ama korkuyla karı§ık bir saygı da du­
yuyordu. Bq yıldır tekerlekli koltuğa bağl ı olmasına kar§ın, çiftlikte
ya da ormanda onsuz hiçbir §ey ol m uyordu. Her bir ağacı , toprağın
her bir karı§ını, arazisi üzerindeki her bir hayvanı tanırdı. İ nsanları,
oğullarını ta n ı rdı, on l ara gözdağı verip kilolarca altın hikayesiyle
h izada tutmazsa -sakat olduğu ndan- üstüne atlayıp i§ini biti rmeye
kal kı§acaklarını b ilirdi. Avustra lya' da yirmi yıl geçirmi§, kırk ya§ın­
da geri gelmݧ, bir ilan vererek genç bir kız satın a l ını§ ve altı ço­
cuğu olmu§tU. Tasarruf ettiği büyük miktarda parayı yurtdı§ından
geri getirip topra klarına ve çevredeki a razilerin satın alımına yatır­
ffil§tl. Herkes ona boyun eğiyordu; gerekirse, araziye değeri nin Ü\
katı para ödüyordu. Bir tek ya§lı kom§usu sorun çıkarmı§tı; ada ıııııı
traktör altında kalarak ölmesinde p§ılacak bir §ey yoktu, oğı ı l l a ı ı
traktörün devrilerek onu nasıl ezdiğin i görmü§lerdi, daha so ııı a ı l . ı
tek sorun genç kom§USU olmu§tu ; onun da kereste yığıııııı.ı ._ . ı ı l '

1x1
ması nda pşı lacak bir şey yoktu, oğu lları kereste yüklü a rabaya nasıl
ça rptığı nı görmüşlerdi.
" Uyuduğu mu sanıyorlar, "' diye söylendi yarı uyuklar vaziyette,
kızı onu tekerlekli koltuğunda mu tfaktan çıka rı rken. Ağzından kö­
pek sa lyası n ı a ndıran koyu kahverengi bir nikoti nli sıvı sızıyordu.
''/\! tı n ki.i lçelerinin nereye gömülü olduğunu söylemeden ölebi­
liri m , diye korkudan titriyor hepsi, sırt la nlar' Ö lü rken dilimi ağ­
z ı ndan çekip kopartsalar da, hiçbir söylemeyeceği m, diye söylendi
sımsıkı dişlerinin a rasından. Kendi kendine gülümsedi, on larca yıl
önce i\vustralya 'dan geti rip a razi n i ı ı bir yeriııe giirrıdüğü ni.i tekrar­
layıp dursa da, ortada altın külçesi illan yoktu. Getirdiği tek şey,
üstünde altı n ı n izleri parıldayan bir cevher kütlesiydi ; o da şimdi
şömine üzerinde bir servet ve iktidar vaadi gibi hareketsiz duruyor­
du; oğu l la rı yanından geçerken tevazuyla başları n ı eğip babaları n ı ,
bilen kişiyi, a rdında lı ı r servet b ı ra kıp onları mutlu edecek kişiyi
selamlıyordu.
"Şimdi yol açık," dedı en büyü k oğlu mutfakta. "Arabayla etra fta
dol a n mamıza gerek yok a rtık."
"Evet," dedi iiteki. "telleri kesip kapıyı yıkarız."
"Köpekleri n i vu r u ruz, dedi bir başkası.
"Hayır, zelı irleriz onları, dedi bir başkası.
"Hayvanlarını kesip satarız," dedi bir başkası.
''/\n nesiyle babasının mezarları n ı dümdüz ederiz," dedi bir baş­
kası , "ölü ya da diri , yanıbaşı mızda hiçbirinin varlığına katlanama­
yız."
Anne oğu l ları n ı gu rurla izl iyord u. "Büyüyüp adam oldular,"
diye düşünüyordu, " ne kadar da sert ve cesurlar, yine de bana ve
baba larına çok yumuşak davran ıyorla r. Tan rı bilir ya, kötü insan
değil hiçbiri, ama buralarda hayat zor. Tan rı aslı nda iyi ve mütevazı
old u klarını, ama damarları nda bi raz da babalarının ateşli ka n ı n ı n
. ı kı ı,Q ı n ı biliyor."
" ' N e dü§ü nüyorsu n , onu öldürdüler, değil mi ' " diye sordu Kla­
l ı. ı l ı. 1 <; 1 1 1 ı tekerlekli kol t uğunda yatağa götürü rken . İ htiyarın boy-

1s .
nu kırı l m ı§ gibi, ba§ı omzuna dü§müştü. "Uykusu nda kon uşuyor,"
di ye dü§ündü kız, "ölmü§ ve konu§uyor. "
"Bilmiyorum, dedi sessizce kendi kendine v e kom§uyu d ü ­
ş ü n d ü . T ü m ai lesi gibi o n d a n nefret ediyord u, ama onunkisi farklı
bir nefretti. Dört yıl önce vadi n i n aşağısındaki i l köğretim okulunu
bitirdi kten sonra, yaba ncı insan ların a rasında h iç ya lnız ka lmamı�­
tı. Çiftlikte çalı§ıyor ve ancak a rada bir ağabeyleriyle alı§veri§e gi­
diyordu. Yen i yüzleri çoğu kez televizyonda görüyordu, çatıda bir
uydu antenleri vardı, kocaman bir beyaz çanak; cumartesileri gece
geç va kte kadar, a n lamakta zorl u k çektiği İ ngilizce programları
seyrediyordu. Babasının sözü n ü ettiği taze ceset tanıdıktı; onu sık
sık gözlerdi, a razisi onla rınkinin ya nı ndaydı ve dere boyu nca iki
çiftliği birbirinden ayıran bir ornıa ı ı �eridi olmasına ka r� ın, kendi
duvarlarından on larınkini giirdıil iycırd u . Ko mşuyu ya kı ndan hiç
görmemi§ olsa da, yüzünü gayet iyi tan ıyordu. Ağabeyleriyle bi r­
likte mavzerin teleskopik giirünıüsü nden onu nasıl seyretti kleri ni
ve kimi zaman evi n i n teneke çatısında dururken ba§ının hemen
üstü n ü hedef aldıklarını ya da hayva n larından birini vurd u kları­
nı a n ı msıyordu. Kend isi de bazen duvarda sürünüp onu dürbünle
seyrederdi; ağabeylerinden daha iyi bir endamı vardı, neredeyse her
zaman sakalsız ve bıyıksızdı ve kot tulumuyla fa n i lasını giydiği nde,
geni§ yüzü ve güçlü dişleriyle ona televizyonda blue jean reklamın­
da giirdüğü adamı hatı rlatırdı ve kimi zaman bedeninde hafi f bir
ürperme hisseder, eli a§ağı kayıp karn ı n ı n altındaki yu muşak, sıcak
tüylerin üstünde du rurdu. Bunun doğru olup olmadığı n ı bi lmez,
son rası nda daima ken dinden tiksi nirdi, sı n ı rın ötesindeki erkek­
ten nefret ederdi, ç ü n kü nefret etmek zorundaydı, ailesi nde herkes
onda n nefret ediyordu, gene de bazen ona ba ktığında karn ı n ı n a l ­
tındaki sıcak tüyler adeta alev alır v e o d a b u duyuma direnemez,
direnmek istemezdi. Ki mi zaman diki§ nakı§ın ı duvarın üstü ne
çıkarır ve ona ba kmayı sürdürü rdü, tarlada çalı§masını, hayvanla ­
rı nı besleyi§ini ve vah§İ köpekleri ne ka nlı et parçaları atışı n ı sey­
rederdi. Ayrıca zaman zaman ta hta sırıklar a rasına bir tual yayıp,

1 83
saatlerce resim yaptığı nı görü rd ü. Kendi evinde kimse böyle bir §ey
yapmadığı ndan. bu ona tuhaf gelirdi; dürbünle ı u aldeki renkleri
izler ve kend i n i iyi hissederdi . .. Güzel. diye dü§ü nürdü, .. bu ada­
m ı n yaptığı §ey ne ga rip, diye tisıldardı kendi kendine. Bazen de
ağabeyleri nden biri kom§ u n u n ku rumakta olan tu ali evin a rkasına
saklamayı u n uttuğunu fa rk edip, resmi ku r§u nlarl a delerdi. Kız her
seterinde gülerdi; hayatı ke ndilerine ze hir eden yakı§ ıklı kom§U­
ya kar§ı nefret duygusu damarlarına işlcmi§ti. Ondan açıkça nefret
eder ve aileye tek başına direnme cesaretini gösterdiği için de gizlice
hayra n lık duyardı; genç adam onların süt güğii mleri n i deld iği nde,
ağabeylerinden birine aşağı vadide dayak attığı nda ya da köpekleri
kendi hayva n l a rından biri n i boğazLıdığında ona kızardı; sakalsız­
bıyıksız, güzel yüzü nün derisini nasıl tırmalayacağı n ı düşü n ü r ve
içinde bunu yapmak için duyduğu derin, şehvetli a rzuyla ürperir­
di.
Babasın ı yatağa yatırdı, §i§man, yaşlı bedenini örttü ve evden
dıprı süzüldü.
Adam yüzünde ıslak bir karıncala n ma h issetti; gözlerini açtı ve
ağrıyan şişlikler a rasından yüzü n ü yalayan St. Bernard köpeği n i
görd ü. Saba h günqi parlıyor, yerden soluk, ağa rtı lı dalga lar halinde
nem yüksel iyordu. Zorlanarak ba§ını ha reket ettirdi, etra fa baktı, ne
old uğu n u hatırlaya madı, son ra birden kafası na dank etti. "Komşu­
lar," diyerek içini çekti. Tüm vücudu ağrıyordu, oynatmaya çal ı§tığı
eli pösteki gibi sık tüylü örtü nün üstüne kaydı; gözleri n i indirip
bedenine baktı. Geceleyin birisi üstüne battaniye örtmܧtÜ, kim
oLı bi lcceği üzerinde durmadı; hunu yapacak birini ta n ı m ıyord u .
Köpeğin boyn una tutun u p oturdu, kaburgal arı nda <lelici bir sancı
hissetti, öksürdü ve pıhtılaşmı§ bir kan tükü rdü. "\olun üstünde bir
ı ı ı l' tal yığın ı ve araba lastiği kal ı ntıları gördü. " Benden geriye h içbir
� ı · v ka lmayacaktı," diye söylendi, .. belki §OSenin üstünde bir di§, yol
k ı · ı ı ; ı r ı ı ıdaki çalılıklar a rasında bir düğme." Tüm bedeni ağrı ve sı­
ı ı l . ı ı ı , ı ııdl' yd i, yine de ayağa ka lktı, çi menden kuru bir değnek aldı
" ı ı ı l d l ' \'crck yiirüd ü. Bacakları titriyordu ; bi rkaç adım attıktan

1s1
sonra, yolun kar§ısındaki tom r u kların önü nde durdu, değm:ğe da­
y a n ı p bacağı n ı ka ldı rmaya çalı§tı, a ma yapamadı, başı dönd ü , tom­
r u kl a rın üstüne dü §tÜ ve omzu sertçe tah taya ça rptı . Sı rtüstü yatıp
kaldı ve berrak gökyüzüne baktı; çaresizlik duygusuna alışıktı, bir
keresinde dağlarda kaya k yaparken, çığla sü rüklenmi§ ve ka rların
a ltına gömül müştü, bi rkaç daki ka son ra aklı pes etse de öyle güçlü
bir yaşama a rzusu hissetmi§ti ki , buna direnemeyip hiç dü§Ünme­
dcn karları kaza kaza dıprı çı kını§ ve kırık b i r bacakla sürüklenerek
vadiden apğı in mişti. Günq gözleri n i acı tıyordu, bir süre son ra
bacağı nı kerestelere dayayarak karınüstü yuva rlandı, bede n i ni ke­
restelerin üstünde kaydırıp ayağa kalktı. "Bu iş burada bitmedi,"
diye söylendi, "henüz bitmedi," diye tekra rladı ve aya kta du rmayı
zar zor başa rarak, yaln ızca bi rkaç metre uza ktaki evine doğru sen­
deled i.
Zincirin ki lidini aç ı p çililiğirı in gıc ırdayan geni� ka pısındaıı
içeri yü rüdüğünde, köpek sü riisü koşarak ona doğr u gcl d ı . <,: i t lere
daya n a rak öylece d u rd u ; üstü ııe atlayıp onu yere dnırılı ln, pılı t ı ­
laşınış kan ı n ı yalayıp hırladıla r. '"Bana saldıracaklar, dı yc ı l ii � ii ıı ­
d ü , '"efendileri i ç i n dövüşecek, gözü kör kana susa ı ı ı ı � lıayvaııcı
sevgi leriyle onu para mparça edecekler." Korkm uyord u ; �i�ıııı� göz­
ka pakl a rı n ı n a ra lığı ndan, kan bürümüş, aç, sadık gii/.lni ı ı ı , a kan
salya larını, tüyleri n i n salıa h gü nqinde parlayışını gii nlii. ( >nlara
adlarıyla seslenip, sivri dişlerine elleriyle dokunuyord u . ' ' B u dü nya­
daki tek sadık yaratı kla r hayva n l a r, " diye düşündü ağ rı va ıı \'e dönen
başı n ı n içinde, son ra keskin bir ıslık çaldı; köpekler l'\'l' ko�up basa­
makla rın üstüne otu rd ul:ı r. Adam doğruldu ve sekerek e\T yü rüd ü,
buzdolabından bi rkaç parça çiğ et alıp dışarı tirl a t t ı . Banyoya gitti,
al tüst olmuş suratına bakacak gücü yoktu, kend ini yatağa sürükle­
di, içine düştü ve hemen uyudu.
Öğleden sonra şiddetli bir havla mayla uyandı, çabucak kalktı,
acıyla i n ledi, pencereye yanaştı ve silah atışını duvd u. Nereden gel­
diğini biliyordu; tüfeğini kapıp pencereyi açtı. Bıradcrler çit i n i n ve
elektri kli tellerin a rkası ndaki koru lukta durmu�. köpeklerine ateş

1 85
ediyorlardı. iki köpeği nin kıpırdamadan yerde yanığı n ı görebi ldi;
ti Hcği ni ka ldırıp kom§ulara atq etmeye ba§ladı. Daha önce hiç on­
lara doğrudan nişan almamı§tı, ama §İmdi onları öld ü rü rse neler
olacağı um urunda hile değildi. Ba,ğmlıklarını duydu, birisi haykı­
rarak yerde yuva rlanıyord u. B i ri n i vurduğu n u a nladı, yerde yatan
adamı nişan alıyordu, savu n masız bir hedefti, tetiği çekti ve bir an
durdu. İ çi nefretle doluydu, burun deli klerinden hava aldı, ihtihap­
lı kabu rga ları sızladı, kend i n i kırılmak üzere olan bir porselen gibi
hissetti. Havaya, ağ;ıçların tepesine atq etti, bi raderlerden hiçbiri,
ağlaya rak omzunu tutan yaralıya yakla§ma cesaretini gösteremiyor­
du.
Arazinin üstünde gergin lıi r sessizlik asılı duruyordu, adam
kom§U çiftlikten sınıra doğru ko§an genç kad ı n ı seyretti, onun kız­
kardqleri olduğunu bil iyordu, ağabeyleriyle a l ı§verݧe geldiği nde
köyde bi rkaç kez ka r§ı la§mı§lardı. Güzel bir vücudu, iri göğüsleri
vardı; eskiden, otuz ya şının biraz üzeri ndeyken, bu tür kad ı n la rdan
ho§lanırdı. Hepsi geçmݧte kalmı§tı; yıllardır bir kad ı n la birl i kte ol­
mamı§ ve olmayı da özlememݧtİ. "Güzel bir i ntikam olurdu," diye
dü§ündü ve tükğiyle n i p n alarak kadını izledi. B i raderlerin çığl ık­
larını duydu, kızın yaralıya ula§masını enge llemek istiyorlardı, ama
o yine de ko§Up üstüne eği ldi; adamın e lleri titriyordu, gözleri n i
ka patıp tetiği nasıl çekeceği n i hayal etti, ku r§u nun ı l ı k b a h a r hava­
sını yararak uçu§unu ve genç kadının alnında olu§acak minicik kan
damlasını gözü n ü n önüne getirdi. Hayır; ona ateş edemezdi, göz­
leri n i açıp kızın ağabeyini ormana doğru sürüklediği ni gördii, tar­
lada vurulan iki köpeği nin ayırdına vardı, havaya bir kur§Un daha
�ıktı ve yatağı na döndü.
'ı:ı ra lı birader eve sürü klenmݧtİ; sızlanıyor ve deri n ndcsler a l ı p
vnı vordu.
· · ı ı ı risi onu omzundan vurdu," dedi en büyükleri, gi rݧİn önün­
ı l ı ı d;nlckli koltuğu nda oturan babaya.
· · ı •< " k ı o ı ı ; ı ı ı c yaptı n ı z ? " diye sordu ya§lı adam.
l l ı ı . l ı ı r �l' \', dedi, "biz dıprıdayd ık, o ise evde saklanıyord u.

1 �i , '
'üı§lı adam sopası nı salladı, ama ona ulaşamadı.
"Budalalar' Kim olduğu n u san ıyorsunuz, ha ? " diye tısladı oğu l-
la rı na, h ı§ırtıl ı bir fisı ltı §ekl i nde çıka n lıir sesle.
··o deği ldi," dedi birisi, "dün a rabanı n içinde ya n m ı§tı.
"Benzinle ıslatıp :ıtqe verdik onu, dedi birisi.
"Bugü n gidip kon trol ettim, dedi birisi, ''ondan ka lan hiçbir §CY
yoktu , yalnızca bir meta l yığı n ı .
" Ö ldüresiye dövüp yaktık onu," dedi birisi, "hepimiz iildüğü nü
gö rdük. "
"Dün onu öldürmediğinizi söylcmi§tiniz, diye in ledi ya§ l ı
adam.
'' Ö ldürdük onu, baba," dedi en büvükleri.
'' Ö ldürdük onu," diye tekra rladı bir ba§kası.
" Ö ldürmemi§siniz onu, dedi ya§lı adam sessiz, tehditkar bir
i fadeyle. "Şimdi her §ey yeniden ba§la yacak." B:ıcakl a rı n ı örten bat­
taniyenin :ıltından bir tabanc:ı çık:ırı p, titrek el iyle şarjör bop lan:ı
kadar kom§unun çiftliği ne doğru atq ett i .
\';ı ra lı bir:ıder evin içine ta§ı n ı ı ı ı §tı, Klara ağabeylerin in kur§U­
nu onun omzundan çıkarmaya çalı§maları n ı izliyordu. Kom§uyu
dü§ündü, geceleyin üstüne batta niye örttüğü için pı§rnandı, "Ken­
disini hendekte canlı bulduğumu söylemeliydim onlara, d iye dü­
§Ündü ama sesi ni çı karmaya cesa ret edemedi.
"Onu aşağı , vadiye götürmemiz gerekecek," dedi en büyükleri.
"Ne diyeceği z ? " d iye sordu birisi.
"Hiçbir §ey," dedi en büyükleri, ''bir av kazası.
" Ö cümüzü a lacağız," dedi birisi.
"Evet, öcümüzü alacağız," dedi birisi.
"Bu kez onu öldü receğiz," dedi birisi.
"Onu zaten öldü rmܧtük," dedi birisi.
"Hayır, onu öldürmedik," dedi birisi. "Evdeki ki§İ oyd u, ih tıya r
h:ı kl ı . füı§ka kim olabilirdi ki ? "
"Birkaç gün bekleyip evi yakarız," dedi birisi.
"Evet," dedi en büyükleri, "bu kadarı fazla. Ö yle ya p:ı rı z .

1SI
Kardqleriıı i min ibüse koyup köye götürdüler. Baba sert sert
ba ktı a rkalarından, dudaklarının a rasında bir sigara duruyord u,
yüzü nikotinden sapsarıydı, sigarayı eliyle tutmayı uzun süredir
bıra kmı§tı, bir tane yakıp dudakl a rının arasında tutuyor, kül ler h ı r­
kasına ve batta niyesine dü§üyor, ağzının kena rlarından n i koti n l i
salya a kıyordu . Yı ralı oğlu i ç i n üzül müyordu; o n u n i ç i n çocuklar
hayva nlarından farksızd ı: mal ve mülkünün bir parçası. "Her §eyi
ben yaptım , diye söylendi kendi kendine, "her §eyi kendim a kl ı m,
onlarsa sadece zıba rma mı bekliyorlar. Ama zıbarmayacağım; on­
lardan fazla yapyacağım," dedi ınatla. füı§ı göğsüne dü§tÜ , kızı
korkuyla acıma karı§ımı bir d u yguyla onu izliyordu, yanına yak­
la§tı ve için için yanan izma riti ağzıııdan aldı. Yı§lı adam uyumu­
yor, ya nındakinin o olduğunu biliyord u, "Klara ben im her §eyim ,
diye dü§ündü, kapa lı gözka paklarının a ltında ya§lar toplanıyordu,
"Toprağı satıp parayı ona bı rakacağım," diye mırıldandı ve yanakla­
rından apğı bir damla ya§ a ktı. "Vadide kendine bir erkek bulmalı,
eskiden benim olduğum gibi birini," diye hıçkırdı. Ti z, boğuk bir
sesle sızlan ıyord u, karısı evden çıkıp sorun nedir diye sordu; ya§lı
adam ba§ını ka ldırmadan sopayı kadına fırlattı ve tesel li edilemez
bir biçimde hıçkırmayı sürdürdü.
Akpm üstü biraderler döndü, yaral a rı olan a ra l a rı nda deği ldi;
h astanede onu alıkoymu§lardı. Yemekte baba kasvetli bakı§ları­
n ı üstlerine dikti, kimse sesini yükseltmeye cesaret edemedi. Ya§lı
adam ko nya k kadehlerini üst üste yuvarlıyor, korkunç solgu n yü­
zündeki kan bürü mü§ gözleri bo§ bo§ bakıyord u. Bo§ l u k gözleri nin
önünde çözülüyord u; gördüğü tek §ey birbirinden ayırt edileme­
yen mobilya parçalarıyla ağı r bir hava dalga lanması ve onun içinde
yüzen suratlardı. Eliyle ba§ı nın üstünde daireler çiziyor, gördüğü
ımgcleri, çözül mü§, birbirinin yerini alan suratlar kütlesini silip at­
ı ı ı ; ı k istiyordu. Sessizlikleri onu deli ediyordu, on lara bağı rdığını
l l'\· a p vermed iklerini dü§ündü, oysa aslında sesini çıkarmam ı§­

ı ı . k;1L1\1 11ın içinde her §ey, geçmi§ ve §imdiki zaman, ya nılsama

.ı ·. c · ı \ l ' k , � l' ki l l er ve bo§luk birbirine karı§mı§tl. "Yı rın Avustral-

ı s :-:
ya'ya gidiyorum," diye guruldadı sa rho§ ağzıyla, geği rdi ve kend ini
masadan geriye i tti; koltuk duvara savru ldu, metal kl i n k diye bir
ses çıka ra rak tahtaya ça rptı ve ihtiyarın rafa vuran ba§ı sarsı ldı. Şa··
kağında küçük, keskin bir acı duydu, sanki birisi ba§ına bir iğne
batırıyormu§ç;ısı n a , nemli sancıyı kafatası derisi n i n al tında hissetti,
beyni yle gözleri kanla doluyormU§ gibi geldi ona.
Sabah uyanmadı. Öğle yemeğine kadar onu yatakta bıraktılar,
sonra ka rısı onu koltuğu na yerlqtirmeye çal ı§tığı nda öldüğü nü
fa rk etti . Mutfağa gid ip ötekilere söyled i . Ses çıka rmada n ona bo§
bo§ ba kıyorlardı, yal nızca kızın gözleri nde ya§lar vardı.
"Sana söyledi m i - " diye sordu en büyü kleri sonunda.
"Neyi ? " diye sordu a nne.
"Altını nereye gömdüğünü."
Kadın oğullarının bo§, gergi n, d ü§manca yüzleri ne ba ktı. Hayır,
kocası ona da söylemem i§ti.
"Bana söyledi. Kom§uyu hakladığın ızda, size gösteririm," dedi
sakin ve kararlı bir sesle.
"Evet, ihtiyarın ölümü nden o soru mlu, dedi en büyük oğu l.
"Evet," dedi birisi, "artık hiç seçeneğimiz yok.
"Evet," dedi birisi, "öldürmeliyiz onu."
" Ö ldüreceğim onu," dedi birisi.
"Hayı r, birlikte öldüreceğiz onu," dedi en büyükleri.
"Evet, bunu birli kte yapmak zorundasınız," dedi a n ne. "Bunu
baban ız için yapmak zorundan ız,"
Baba ertesi gün gömüldü. Bardaktan bo§a nırcasına yağmur yağı­
yordu ve yolları kirli kahverengi seller basmı§tı.
'/\rtık beni din leyeceksiniz," eledi en büyük birader, ça mura bat­
mı§ olara k eve döndü klerinde.
"Hayır, kom§udan kurtu lup altını çıka rıncaya kadar beni d i ı ı lc
yeceksiniz," dedi a n ne.
"Evet, onu din leyeceğiz," dedi bir ba§kası.
"Doğru söylüyor, onu din leyeceğiz," dedi ötekiler.

ı s•ı
Sonraki günlerde biraderlerden biri dü rbün le sürekli komşu n u n
evin i izledi. Kom§uları bi rkaç gü n dışarı çıkmadı, vad iye indiği­
ni, kaçtığı n ı dü§ündü ler, ama çiftliğine geçmeye cesaret edemedi­
ler, yal n ızca uzaktan köpeklerine atq ediyorl a rd ı . Derken bir gün
kom§U evin önünde ortaya çıktı, i ki büklüm yü rüyordu , güçsü zdü,
bir hafta dan uzun bir sü reyi yata kta geçi rmi§ti; günde bir kez kö­
peklerine pencereden biraz yiyecek atıyor, a kşamları da memeleri
çürümesin diye inekleri sağıyord u. Yüzü mavimtrak morl u klarla
kaplıydı, kaburga ları hala sızl ıyor ve gü n ışığı gözleri n i incitiyord u .
"Yiyecek a l mak için vadiye i nmeliyim, diye clü§ündü, ama a raba­
s ı yoktu , at süremeyecek kadar da güçsüzd ü . Kom§uların kendi­
sini seyrettikleri ni bil iyordu , dü§manca, donuk bakı§ları n ı üstün­
de hissediyord u ; korkm uyor, ya lnızca fa rklı bir yaşam süremediği
için üzülüyordu. Aile çiftliği nden ayrılamamıştı ve zaman zaman
satıp ta§ı nmayı düşü nse de, bunu yapmak istemiyord u ; dağları n
koyn u n d a ki çiftliğine, an nesiyle babası n ı n ormanın ken arındaki
sessiz meza rla rı na, komşuların saldırganlığıyla kısıtlanan özgürlü­
ğüne çok bağl ıydı. Bütün bu olup bitenlerden sonra pes edemezd i.
B abası nın ölümü nden bira derlerin sorumlu olduğuna emindi; pes
etmeyere k öcünü alıyordu. Evi nin metal kısmına bir kur§un isabet
etti, sini rli deği ldi, yal nızca sata§tı kları n ı bil iyord u, onu öylesine öl­
d ü rmeye cesaret edemezlerdi, yangın ya da a ttan düşme gibi pis bir
küçük kaza daha tezga hlamaya çalışacaklardı. Kovaya biraz ki reç
koyup i ki çiftliği birbirinden ayıran ormana doğru yavaşça yürüdü;
öldürülen iki köpek tüyleri n i n a ltında çürüyüp koku§uyor, bir sinek
sürüsü üstlerinde daireler çiziyordu ; üstlerine kireç serpti ve sağı r,
çü rüyen kı llı kulaklarına adlarını söyled i.
Kız d ü rbünle onu n içine göçmüş geniş yüzüne, güçlü yanak­
l a rıyla çenesinin arası ndaki sarkık deriye, eğik omuzlarına baktı.
Tiıprağa tohum eken bir ekici gibi köpeklerin üstü n e kireç tozu ser­
f ' İ yordu, onu seyrederken sıcak bir duyguya kapıldı, o gece üstünü
i i rı ı iiğü için pi§man değildi a rtık. B abasının ölümünden sonra ilk
k o g ii ı ı i i n birinde çiftlikten kesi n olarak ayrılacağın ı düşündü; bu

1 ')()
dü nya ansızın onun dü nyası olmaktan çıkm ıştı, ağabeyleri kendi
a ralarında kavga etmeye başlam ışlardı, neredeyse her gece içiyor­
l ardı ve an nesi onları pek frenleyemiyordu. Ayrıca en büyük ağa­
bey i n i n kendisini bir kadın gibi izlemeye başlad ığı n ı hissediyor ve
kendisine gerçekten kötü bir şey yapabileceği düşüncesiyle midesi
bulanıyordu; buna izin vermektense önce kendisini, yok hayır, önce
onu öldürü rdü.
Geceleyin siyah plastik bir torlnıya biraz ekmek, peynir ve şeh­
riye koyup gizlice komşu n u n çitine götürd ü. Adam köpekleri n i n
havlamasını duydu, silahı alıp pencereye ilerled i . Köpekler bir süre
vahşice havlamayı sürd ü rd ü kten sonra sakinleştiler. Gözleri sabit
bir biçimde karan l ığa dikiliydi, elektrikli tel örgün ü n şalteri n i n açık
olup olmadığı n ı kontrol etti, tCneri yaktı ve araziyi taradı; görün ü r­
de sıradışı bir şey olmadığından, yatağa döndü ve silahı da ya nına
aldı.
Sabah tel örgü n ü n yanı nda delik deşik bir plastik torba gördü.
"Yi ne zehir atmışlar," diye düşündü. Etrafa baktı, ama köpekleri­
nin h içbiri acı çekiyormuş gibi görü nm üyordu, her zamanki gibi
kuyrukları havada koşarak ona doğru geldi ler. Torbaya yaklaştı ve
aya kkabısının ucuyla d ürtüp şehriyeleri, peyn iri ve ekmek kal ı n ­
tılarını açığa çıkard ı , hepsini a l ı p eve götürdü. B u n u n ne a nlama
geldiğini bilemedi, "beni o kada r kolay ele geçiremeyecekler," dedi
ve yiyecekleri çöpe attı .
Ertesi gece aşağı yukarı aynı s aatte yine h avlama duydu, silahını
a ldı ve tel örgüye doğru sürü n d ü , ama hiç kimseyi göremedi; yal­
n ızca yerde yi yecekle dolu siyah bir torba duruyordu. Torbayı eve
sürükledi ve holde bıra ktı.
''Geceleyin b i risi dışarı çıktı," dedi en büyük bi rader, sabah or-
mana doğru yola çıktıklarında.
"Çıkan ben değildim, dedi birisi.
"Ben de deği ldim," dedi birisi.
"B izden biri deği ldi," dedi birisi.
"Kimdi öyleyse ? " d iye sordu en büyükleri.

191
"Bi lmiyoruz," dedi içlerinden biri.
E rtesi gün genç adam traktörü tarlava sürecek kada r gü çlen­
mişti; hava ti rtına öncesi gibi geri limliydi, kuşlar alçaktan uçuyor
ve hayva n la r a h ı rda duruyordu. Adam izlendiği ni bil iyordu; silah
cebi ndeydi. Onlardan kormuyordu, kimseden korkmuyordu, her
a n vuru labileceği gerçeğine a l ı şmıştı, ama korku içinde yaşa mak
istem iyordu, pes ermek için çok geçti. <,,: al ışmaya daha yen i başla­
m ışcı ki, hava boğuk bir gök gürlemesiyle ritredi, dağlar çöküp onu
alrlarına gömecekmiş gibiydi, sağa n a k yağmaya başlad ı , ama bi rkaç
dakika sonra başladığı kadar ani bir biçi mde durdu. Adam a kşa­
ma kad ar tarlada çalışcı, bedeni hiilfı sızlıyordu, ama olaydan iyi
sıyrıldığı n ı h isseni, bedeni güçlü, zorlu klara ve darbelere alışkındı,
ondan daha güçlüydü.
Geceleyin silahını aldı, tel örgü n ü n cereya n ı n ı kesti ve çite doğ­
ru süründü. Aradan geçti ve ormanda saklandı. Komşuların evi
ka ra n lıktı; neredeyse bir saat boyunca h a reketsız kara n l ığı gözledi.
Dönmek üzereydi ki, komşu meskenin tepesinden birisinin aşa­
ğı indiği ni fark eni. Sakla n ı p genç kızın nazik, sessiz adımla rı n ı
izledi. Kız tel örgüsüne yaklaşrı, köpekler havlamaya başladı, kız
torbayı içeri atıp arkaya döndü. Adam silahı indirip onun yol u n u
kesti. K ı z korkup kaçmak İstedi, a m a a d a m elini c u n u . Kız çığl ık
anı ve ku rtu l maya çalıştı. Adam b ı ra km:ıdı, kol unu onun beline do­
lad ı , kız direndi, onu boynundan kavradı ve i kisi birden yere düştü .
Adam kaburg:ı larında delici bir ağrı hi sseni, yapra k b rı n içine yu­
varlandıl ar: kız ı n sağlam, yumuşak bedeni güçlüydü, adam onu zor
zapted iyordu. Kol ları n ı indirdi, ağrıyan göğsüyle onu yere yapış­
tırdı ve bacakla rı n ı kendi baca klarıyla sabirkdi. Kız derin soluklar
al ıyordu. derın gözleri sabit bir hıçimde kendi gözlerine dikiliydi,
ıslak dudakları ay ışığında parlı yordu, yumuşa k memeleri kalbi ni
yumupnı. Kı z kendini deli gibi verircesine soluyordu; gözlerini ka­
panı . ba�ı nı geriye eğdi, a ralanan dudaklarından dili dı şarı uzand ı .
Adam ağz ı n ı yavaşçı onunkine doğru indirdi ve dudaklarıyla diline
dokundu. Yüzünü küçük şa pırtı lı öpüc üklere boğdu, kız yumuşak

1 92
ve isce kl iydi, sıcak bedenini ona veriyor, ü scü ndeki adamı sevıyor ve
ondan nefret ediyor, diren mek İstemiyord u ; adam giysilcrıni ç ı ka­
rı rken keskin, boğuk iç geç irmelerle sessizliği sekteye uğratıyordu.
Tel örgü n ü n yan ı ndaki kiipeklcr onların mücadelesine, kızın solu­
masına vah§ice havlıyorlardı: soluk ay ı§ığında, ten lerinde topla nan
terler parıldıyordu.
Ü nce bir silah atı§ı ı l ı k bahar geces ini delip geçti, derken her
ya ndan darbeler geldi. Ağaçlar ansızın titredi ve hava ti ni fırıl dö­
nen yaprakların yoğun m ı rıltısıyla doldu, toprakta n bozu n m u§
hayva nlarla çürümܧ köklerin kokusu yükseldi, yıldızlar eriyerek
kocaman sarı halı lara dönü§t Ü . Adam bedenini içine çeken beyaz
ı§ık hun isinde a§ağı kayıyordu. Kızın güçlü kuca klayı§ını hissetti ,
dudakları ndaki gülü msemeyi gii rdü, i ncecik yaşa m bağı havada tit­
red i; bir kan gölcüğü içinde ha rekecsiz ka ldılar.

1 93
Vla d o Zabot
Vlado Zabot, 1 958'de doğdu, Lj ubljana Ün iversitesi "nde Sloven edebi­
yatı ve kar§ıla§tırmalı edebiyat okudu ve kısa bir süre gazetecilik yaptı.
Bııkovska mati (Anne Kitabı) adlı öykü kitabı ile Stari Pil (Y.1şlı Pil) adlı
romanının yayımlanmasından sonra serbest yazarlığa ba§ladı. 2003 'ten
beıi Sloven Y.1zarlar Birliği'nin başka nlığı n ı sürdürüyor. Ya pıtları ço k
sayıda saygın ödüle değer bulundu (Preseren Fonu Odü l ü , Yılın En İyi
Romanı Ödülü, Kaj u h Ödülü). Diğer romanları şunlardır: Pastorala
( Pastoral, l\fa kedoncaya çevrildi ) , Volcje Naci ( Kurt Geceleri, Al man­
caya çevrild i ) , Nimfa ( Peri ) ve Sııkııb (Succubus, l ngılizceye çevrildi.)
1 'J85'ten i tibaren birçok büyük kültür projesinde baprıyla yer aldı;
Sloven yazarlarına kütüphanelerden alınan kitapları için telif hakkı
i H lcnmesini başlattı ve ba§lıca savunucusu oldu.

ı •)(ı
SUKKUBUS
( pa rç a l a r )

Sırrı n ı karısına açmak geliyordu içinden. ı\ma kend i n i aptal yeri­


ne koymaktan, küçük dü§Ürmcktcn duyduğu § ll berbat korku onu
pençesi ne alını§, tC!ç etmݧti ; hem zaten ka rısı n e a n l ayabi lir, ne de
anlamak isterdi . Bu yü zden öğle yemeğinde ve uzun öğle sonrasın­
da dü§üncelerin i kendine sakladı, olayları evirip çevirdi ve hiçbir §e­
yin kesin olmadığı, hiçbir §ey i n h u zur vermediği korku nç yapı§ka n
b i r çamura saplanmı§çasına kendini çaresiz h issederken, asabi bir
biçimde gevezelik eden ka rısı bir ona bir buna sinirlenerek uzattık­
ça uzattı dırdırı n ı . Ö yle bir an geldi ki, adam durup dururken ba­
ğı rarak yumruğu nu karısın ı n ağzı na tıkayıp onu sustu rmak istedi,
ç ü n kü ba§ etmeleri gereken §ey sırada n bir güç değildi.
Yü reğine inen tam da bu dü§Ü nceydi. Kara n l ı k ve §i§kin bir bu­
lutun tüyler ü rpertici gölgesi gibi oraya yerlqmi§ti . Ü stü ne baskı
yapıyor, içerdiği yıldırım ve §İffi§eklerdcn deh§ete dü§IDܧ gibi alnı­
n ı boncuk boncu k terletiyor ve soluğu n u kesiyordu.
Ka rısı bunları n hiçbiri n i fark etmemݧtİ. Konuyu dağıtarak bir
TV progra mı ya da öyle bir §eyden; böyle bir dairenin korunması,
sımsıkı kapa tılması gerektiği ni, h içbirimiz dün doğmadığımıza ve
gayrımenku l u n sonuçta bir değeri olduğu na göre, bunu yapmanın
uygun dü§eceği n i söyleyerek ba§komisere, emn iyet amirine nazikçe
akıl veren birisinden söz ediyordu.
Onu aydı nlatmalıydı. B u rada görü nenden çok daha fazla §ey ol­
duğu n u , amiri n ya lnı zca bir amir gibi görü ndüğü nü ve ba§komiseri n
de aslında bir komiser olmadığı nı, her §eyin , bütün bu tebdili kıya-

1 97
fetle dı§ görü nü§lcrin sahtekarlıktan ibaret olduğu n u bilc.lirmcliydi
ona. Ama kend isini dinlemeyeceğin i bil iyorc.l u , bir n uktac.la ikisi de
kaybolmu§, birbirlerin i kaybetm ݧlerdi. Karısı §İmdiden çok uzak­
lardaydı. Aralarına çok fazla mesafe, çok fazla yabancılık girmݧ­
ti. Aslında doğru olmayan çok fazla dü nyevi gerçek vardı ve §İmdi
bütü n bu sözümona gerçeklerin a rasında, birbirlerini bir daha asla
bulamayabilirlerdi. Kendileri n i de. Ruhlarına sanki sessiz, sinsi bir
gölge dü§mܧtÜ . . . Karısı -sessizlikten korkuyormu§çasına- hala
kon u§uyordu. Ba§ka §eyler arasında, "Bay" Mario'n u n telefon etti­
ği n i de söyledi. Onda n , Valen t'ten bir §ey istemi§ ve acil olduğun u
söylemݧti. Karısı "Bay " Mario'yla ne i§İ olabi leceğin i sorduğunda
Valcnt kar§ılık vermed i. Tüten c.lumana ve kenti n üstünde asılı du­
ran hafif mor sise baka rak dü§ün meyi sürc.lünlü; dü§ü ncelcri lo§ bir
ı§ıkta parlıyor, koyu, yapı§kan bir madde içinde tutsak kalmı§çasına
ancak a rada bir azıcık netlqtiyordu, ama bu da yaln ızca bir san rı
olabi lirdi. Doğrulan ması olanaksızdı. Hiçbir §ey kesi n olarak ka­
n ıtlanamazdı. Geriye dönüp o küçük kızın nasıl olduğu n u görmek
istiyordu . . . Ama bu tam da onların istediği §ey olabilirdi, ç ü n kü
herhalde bel irsizlik yüzünden eziyet çektiği ni, b u n u n da aklından
geçebilecek herhangi bir dü§üncenin mantıksız, dolayısıyla a ptalca,
a nlamsız ve gereksiz görünmesini sağladığını bil iyorlardı.
Karısı nihayet konu§mayı kesm ݧtİ; sesi onu terk etmݧtİ sanki.
Ama yatak oc.lasından ayrı lmamı§tı. Yi ne de, Valcnt hala dü§üncele­
rini sigara dumanına ve kentin gün l ü k yemeğin i takviye etmek için
her gü n i htiyaç duyulan yüzlerce sığıra odaklamaya çalı§ıyordu,
ama bu tür dü§Ü nceler, Kremavc'ın dairesi nde sanki birisi gizlice
ama sebatla bir çizgi çekiyormu§ gibi, duva r boyunca bir u çtan diğe­
rine boğuk kazıma sesini bastıramıyordu. Midesi nde ya da oralarda
bir yerde hafif bir ü rperti h issetti. Dudaklarında ve yüz ifadesinde
ele bir §eyler oluyorc.lu, bütün bun ların az-çok ikna edici bir kendini
toplama gösterisi içine.le halledilmesi gerekl iyc.li.
"Hepsi saçma, Olga ," dec.li ba§ını sallayarak, istediği ba§lıca §ey
onun içini rahatlatmakmı§ gibi . Kulağa daha yatı§tırıcı ve yumuşak
gelsin diye sesini biraz alçaltmaya da çalıştı. Duva ra kadar yürüdü.
Bir süre di kkatle d inledikten sonra, yine başını salladı. Ve omzunu
silkti . Ardından , başı nın üstünde bir tür hışırtı duymuş olabilece­
ği n i düşün ü yorm u ş gibi tava n a baktı . Aslı nda, ona göre en iyisi,
evin içi nde kendi kon u m u n u savunabil mek, ka rısı na, a nlamlı bir
biçimde yükselen bir tonda, bir qin yapması gerektiği gibi onun ta­
ra fı n ı tutamamasına çok üzü ldüğü n ü hatırlatmaktı; bundan kastı,
ikisinin de inanabileceği h içbir şey ol madığı ve birisi var oldukları­
na ina nsa bile yanıtların bulun madığıyd ı . . . 1:ıbii ki, sözgelimi in­
sanlar kişinin cin ayet işlediğinden, yan i hiç kuşkusuz her gü n işle­
nen, işlenmeye de devam eden ve gün lerin kendileri gibi u nutulup
giden birçok cinayetten biri n i n faili olduğundan kuşku la ndığı nda,
h aysiyeti ni koruyabilmesi için yeterli cesareti yine de birbirlerine
aşılayabilirlerdi. Ona Shalimar ile küçük kızdan söz etmek ve şim­
dilik sadece onu taki p ederek şu ya da b u duva rdan gözlemliyor
olabileceklerini, b u n u n da büyük olasılıkla her an onu ziyaret ede­
bi lecekleri anlamına geldiğini vurgu lamak istiyordu. Tabii ki bunu
çoktan yapmış olurlardı, a kıllarında başka amaçlar olmasaydı. Baş­
ka a maçlar! diyecekti empatiyle - başka amaçlar' Ve belki de al­
tını çizmek için işaret parmağı n ı da kaldıracaktı. Belki karısı ona
şaşkın lıkla bakaca ktı sadece. Belki onun herhangi biri, ya ni sadece
bir pembe dizi karakteri olmadığı n ı a n layacaktı nihayet. Ö nemli
olan, hen üz onu alıp götü rmemiş olmaları n ı n ne a n lama geldiği n i
bil mesiydi. Ah, şu amaçlar! diye tekrarlayacaktı, yine uygu n b i r şe­
kilde vurgulayarak. Şu amaçlar, canım' Her şey b u n u n la ilgili -şu
duva rdaki kazıntı, şu parfü m l ü mektup ve Mario ve tabii ki emni­
yet a miri de, bu tür pek çok a m i r, bu tür pek çok l\fario ve başka
insan lar da, şu anda sorgu lamamız gerekmeyen başka şeyler de . . .
hepsi bu a maçları n birer parçası. Tabii ki sesini böyle yükseltip her
§eyi açıklaması duru munda, ka rısı olsa olsa kendi n i daha kötü his­
sederd i. Zaten herhalde söyledikleri ne i n a n m ayacaktı, ona saba hın
köründe "dağ"ı gösterecek olsa bile.
"Bu da bir başka sorun," dedi, biraz dalgın bir biçi mde.
Karısı, yüzündeki b i r şey kendisi ni korkutmaya başlamış gibi
bakıyordu ona.
''Ya n i ," kafası karı§ıyordu, "bi r sor u n , evet, demek isted iği m
bana inanmazsan bu bir sorun olur. "
Kad ının anla madığı belliydi.
Ama bu pek de önemli deği ldi.
"Tuhafsın," demekten kendini alamadı karısı .
"Hepimiz tuh atiz, O lga . . .
"Valent ! "
"Ne yapalım, ben böyle düşünüyorum."
"Senin b i r sorunun var, bayım."
"Heh, heh, heh." A)!;zını gerektiği nden biraz fazla açtı ve dişle­
rini gösterd i. Ve de tava na haktı. Sonra yine ona baktı. Bunu tekrar
tekra r yapmayı sürdü recekti kuşkusuz. ama ka rısı sanki poposuna
bir şey batmış gibi yatak odasından dıprı tirladı.
"Sesleri sen de duyacaksı n , evet, duyacaksın! Hch, heh ! Niye
duymayası n ki ? " diye mırıldandı Valent kendi kendine bir çqit is­
tihzayla, sonra yine pencereye gidip karısının nasıl şu anda en güç­
l ü yatıştı rıcı ilaçlarına el atıyor olacağını düşündü. Ve şu sığı r sürü­
leri n i n her gün kentin gırtladığı nda nasıl yok olduklarını ve nasıl
bu düşü nceyle kimsenin h içbir yere varamayacağını da.
"Doğru," diye onayladı, kendi kendine sesini yükselterek. "Kim­
se hiçbir yere varam ayaca k ... Ç ü n kü hepimiz tuzağa düşürüldük.
Heh, heh. Ç ü n kü sen de tuzağa düşürüldün karıcığı m ! " O n u n du­
yacağı kadar yüksek sesle konu şuyord u, sonra da kendi kendine,
"Ve çünkü onlar da tuzağa düşürüldü, dedi.
''Telefonda seni istiyorlar. " Ka rısı n ı n yatak odası na geri geldi­
ği n i duymamı§tı. Fazlada n yatıştırıcı almış olduğu nu düşündü;
kadın pişman görü nüyor ve sanki karşısı nda bir ceset varmış gibi
hareket ediyor ve kon u§uyordu. Kocası pencereden hemen ayrıl­
mayınca, onun sağı rlığıyla i lgilı bir şeyler hom urda ndı; tabii ki te­
lefo n u n u mu runda bile olmadığı nı ve ondan bir şeyler isteyen her
kimse, bir s ü re bekleyebi leceği ni anla mıyordu. Kad ın telefonda

200
onu İsted iklerin i yeniden, bu kez çok daha yü ksek bir sesle hatır­
latıncaya dek yerinden kıpırdamadı; son ra telefona gitti ve yavaş­
ça, la li ağzında yaya rak, "Alo, ded i . .. Bay" Mario' n u n sesi ni duyar
duymaz yü reği daraldı. "Kosmına � 1 " Ada m ona böyle saygısızca
h itap edecek kadar küsta htı. Bir uyarı gibi geldi kulağına. ''Bu gece
saat 1 2 : 3 7'dc, Gustav Kremavc'ın dairesinde ol." Hepsi bu kadardı.
Aynen böyle. Hoşça kal bile demedi. On i ki otuz yedi. Sonra da bu
sözele ..beyc!cndi" telefonu kapatıverdi. İ yi mi? Ada m telefonu çat
diye ka patmıştı. Açı klama yok. Hiçbir şey yok. Şimdi de karısı kapı
a ralığı ndan bakarak, hattın öbü r ucundaki sess izl iğe anlam verme­
ye çalışmasını, sonra da hiisran duygusuyla haklı ola rak almacı vu­
ra rak yerine koymasını izliyord u .
"Kız ne istedi ? " diye sordu. Sesi nde üstü iinülü a nı a sıkı bir
kara rl ı l ı k vardı. sanki bir açıklama istiyorm uş, sanki tele fo n giirüş­
mesinin kendisiyle bir al akası varmış ya da esasında kendisiyle il­
giliymiş gibi.
"Kız da ne demek? Bu kişi . . . Anlayamamıştı. Sıkı la ra k başka
yere baktı. Aslında ne diyeceği hakkında en ufa k bir fi kri yoktu.
"Kimdi o küçük kız, Va lent ? " Belli ki karısı sıkı n tısını yanlış
a n lamam ıştı. O da yalnızca oyu n oynadığın ı söyleyemezdi. Ancak
telefonu belki de gerçekten küçük bir kızın açtığı nı, ama konuştuğu
kiş inin hiç kuşkusuz "Bay" Mario olduğu n u açıklamaya çalışsaydı,
hiilfı şu Ma rio denen kişinin durup dururken ne İstediği gibi zor bir
soru kalaca ktı ortada.
"Şu senin pek sevdiğin adam," diye açıklamaya başladı, bütün
bunlardan bıkmış gibi. ''Şu Mario, ya da adı her neyse, yeni bir iş
a rıyor," artık bir şey bulmuştu, "ve bir yerlerde onu tavsiye etmem için
kafamı ütüledi . " Hem sesi hem de gözleriyle, en azından kendisi açı­
sından bu konuşmanın sona erdiğin i karısına belirtmeye çalıştı. Ama
bu ya ln ızca bir saniyeliğine işe yaradı, o saniye içi nde de duvara bir
çizginin ka zındığı nı duydu.
''A rayan küçü k kız bizzat sen i n le konuşmak istedi. diye devam
etti karısı, gözlerin i ondan a yırmada n . Komşuların duyması nı is-

20 1
temiyormu§ gibi alça k bir tonda konu§mU§tu. ama aynı zamanda
sesindeki bariz gerginlik, oyunlarına btlanmayacağı nı söylüyordu
kocasına.
"Ama ka r§ı mdaki ki§i sadece Mario'ydu . . . " Yine de i§i §akaya
vurmaya çalı§ıyordu, sanki §U "küçük kız"ın daha ısrarlı olmama­
sına üzülmü§ gibi.
"Ya, öyle m i ? " dedi karısı, daha da buz gibi bir bakı§la. "Bay
Mario hiç de i§ falan aramıyor."
O ise buna gü lmenin bile anlamı yokmu§ gibi omzunu silkmek­
le yetindi.

ıo

Dü§ü ncelcri Ta n rı bilir nerede üst üste yığılmı§ ağı r bir yük gibiydi .
B irbirinin pqi sıra, ka rman çorman, parçalar halinde y a da berbat,
fark edilmez, anla§ılmaz bir kütle halinde geliyorlardı ve genelde
hepsi de yararsızdı. Kısır. Asl ında sıradan , gündelik dü§ü ncelerdi,
herkesin bildiği, i kinci el, beyli k, bi rçoğu çoktan lime lime olmu§
türden ve h içbiri de onu bir yere götürmüyor ya da ona herha ngi bir
yan ı t vermiyordu. Esas olara k, kafası n ı n içindeki bütün b u §eylerin
yaptığı, karabasan gibi bir tela§ h issiyle onu huzursuz etmekti, yu­
ka rıda birisinin durmadan körüklediği yangı n ı n çıtırtılı kıvılcım ları
gibi alevlen i p sönüyorlardı ve kavranabilecek ya da an la§ ı labilecek
bir yanı yoktu, ç ü n kü kݧİnin böylesi ko§u llar içinde yol u n u bulma­
sı imkansızdı, ç ü n kü ya§am ve §ehir ve her §ey ayn ı anda hem yavan
hem de sinir boz ucu görünüyordu, ç ü n kü herhangi bir §eye nasıl ya
da neyle veya ha ngi amaçla anlam verebileceği ni bilmiyord u, çün kü
bütün bunlar onu sarsıyordu ve yapabi leceği tek §ey, bunun öyle ya
da böyle, bir §eki ide sona ermesini dilemekti. Caddeden ve bina lar­
dan ve de İ n sanlardan gelen bütün bu §eylerin , parça parça ve bazen
tan ı n mayacak kadar çarpıtılmı§ olarak onu ele geçirdiği duygusuna
kap ı lıyordu; bütün bu ko§U§tu rmalar, televizyon setinden gelen bü­
tün bu sesler, her §eye rağmen her gü n beslenmek İsteyen bütün bu
amaçsızlık, an lamsızlık, değersizlik, aslı nda çaresizlik, p§kı n l ı k ve
kafa ka rı§ı klığın ı n biçim leri olan bütün bu dı§ görünü§lcr ve kisve­
ler de; bu arada belki birisi sıçrı yor ya da dü§üyor ve çığl ı k atıyordu
ve elbette §U ya da bu ki§İnin ölmesi, §U ya da bu ki§inin birisini öz­
lemesi ya da birisini öldürmesi kimse n i n umurunda deği ldi, çünkü
bu sırada televizyonda yaptıkl a rı §eyi yapmayı sürdürüyorlardı ve
h içbiri daha a kı l lanmı� değildi, ne burada, ne orada, ne de herhan­
gi bir yerde. Sizin öyle ya da böyle olmanız -sözgelimi bir keçi ya
da karınca olman ız- belki ta m da bu noktada önemsiz oluyord u;
§Una ya da buna i n a n ma n ı z ya da ina nmamanız pek önemli de­
ğildi; önemli olan, gü nlük yemeği n veri lmesi ve hiçbir §eyin kar­
man çorman olmaması, örneğin tüm arabaları n , tra mvayların ve de
trenlerin büyük bir kqmekq hali nde çarpı§maması ve her §eyin bir
§ekilde pürüzsüzce ݧl iyorm U§ gibi görün mesiydi, böylece karınız
günlük sakinlqtirici dozunu alıp televizyonda farklı aktörlerin bir­
birini kovalaması n ı , birbirini aldatması n ı , birbiri n i b ıçaklaması n ı
y a da bütün her §eyin parçası olan v e esenl i k duygu n uzu ol umlu
etkileyen sağl ıklı ve sağlıksız diyetlerle diyet takviyeleri tartı§masını
seyrebil irdi. Evet, bütün her §ey. Ayn ı zamanda, bütün her §eyin
bir parçası olduğu nuzdan ve aslında ba§ka hiçbir §eyin söz konusu
olmad ığından azıcık ku§kulanmaya ba§l ıyorsu nuz. İ yi, diyorsunuz
kendi kendin ize, isimler kalaca k; ama bunların her gün biraz daha
a rttığı n ı ya da daha doğrusu a rtacağın ı ve kısa süre sonra çok fazla
olacağı n ı da bil iyorsu n uz. Ve bütün her §CY seslere doym u§ halde
-gürü ldüyor ve titrqiyor- bu a rada ak§am ya va§ yava§ geçiyor. . . ve
Krcmavc ' ı n dairesi n i n duvarına kazın ma kta olan §U çizgi bir nok­
tada durmu§ görü nüyor; §İmdi ya l nızca oradan gelen, televizyon­
daki seslerin içinden geçerek dikkati n izi çeken boğuk, sinsi hı§ırtı
sesleri var.
Saat on biri geçm ݧtİ. Karısı uykuya dalmı§tı. Ama Va lcnt hala
ne yapacağın ı bilmiyordu; hareket edip duruyor, koltuğu n u deği§­
tiriyor ve dairenin içi nde dolan ıyordu, sonra da tekrar tekrar pence­
renin önünde du ruyor ve cama ya nsıyan kendi siluetinin içinden,
gözlerini doğu semtleri ndeki ı§ık dizileri ::ı rasında dola §tı rıyor ve
aslında bütün bu dü§Ü ncelerle ne yapacağı nı bil miyordu. Brezine'c
git mediği ne pݧ mandı, orada bir kadeh bordo prabı ve iyi doldu­
rulmu§ bir pipoyla, olaylar o kada r tuhaf ve sıkıntı verici giirü nme­
yebilir ve şu "küçük kız"ı un utabilirdi; "Ilay" Ma rio'yu da . . . Ama
a rtık çok geçti. Ü stel i k birisi müteveffa kom§usunun dairesinde onu
şimd iden bekliyor olmalıydı . . . Tütü nü sıkı§tıra rak piposunu yaktı,
sonra da hafif bir kaygısızlık, d u m a n ı n içinde kaybolma hissiyle ya­
tı§m aya çal ı§tı, genel likle bu çok ho§una giderdi; şimdi ise ağzında
sanki dağl a n mış gibi bir yanma vardı, içinde toplanan salya yavan
ve suluydu; gerçekten de tükü rü kten ibaretti ve tiksi nme hissiyle
onu tekrar tekrar yutmak zoru nda kalıyordu. Derken ka rısı a n i bir
sıçramayla uya n d ı ve ka fası dağı n ı k, p§kın p§kın ka nepeye oturdu.
Sağa sola ba kıyor ve belli ki neye ya da niçin baktığın ı bilmiyord u;
kısa bir an için gözleri ona da ıakıldı, ama daha sonra sanki İstediği
o deği lmݧ -ya nı özel ya da ilgi çekici bir ya nı yokmu§-· gibi, aya­
ğa kalkıp yatak odasına gitti. Ö ylesine, tek kelime etmeden . İ laçlar
yüzü nden olmalı, diye dü§ündü adam; karısı neredeyse her zaman
sarho§ gibiydi ve i ki yabancı haline gel m i§lerdi . . . Kremavc'ın dai­
resindekiler her kimse, on ları bekletecekti, tabii gitmeye ka rar ver­
mesi, daha doğrusu onları biraz olsun di kkate al maya ka ra r vermesi
durumunda . . . hem belki de §İmdi gerçeklqmek üzere olan §ey her
neyse, kimbi lir nasıl ve n iye, çokta n belirlen mݧtİ ve diğer olasılıklar
aslı nda sadece bir kıl ıftı . . . bu arada insanlar sanki Ta nrı'nın garezi
varmı§ças ına verdiği buyruk yüzünden itişip ka kı§mayı sürdürüyor
ve gü nbegün duman gibi unutka nlık içinde uçup giden bütün o
farklı (ki m bilir ki me ait) isi mlere aldın§ bile e tmiyordu. Ama onun
bütün bunların neyle i lgili, ya da göğsüne baskı yapan bu acının n e
old uğu ha kkında hiçbir fi kri yoktu.
Bir kadeh konyak doldurup içmݧtİ.
İ §e yaramam ı§tı.
Daha sonra, i kinci bir kadeh de. Televizyonda insanlar haL'i bir­
birini kova lıyor ve dövüyordu . Ağzında hal5 sulu, yavan bir tat var-

204
d ı ; ve §İmdi belli bir ku şku, belli bir tereddüt doğm uştu . . . sonuçta,
mevcut durumda güvenebileceği, yanında yer a lacak hiç kimse ol­
madığı n ı n gayet iyi fa rkındaydı. İ ki oğl u bunla rı hayalinde kurdu­
ğu ve biraz dinlenmesi gerektiği yolunda bir §eyler saçma layacaktı.
Bina yöneticisine ya da polise gitmenin bir a n l a m ı yoktu . Birilerine
telefon etmeyi denese, Kremavc'ın dairesinde kim varsa onu duyacak
ve tabii ki aradığı kݧİlcr oraya varmadan sıvı§ıp yok olacaklardı.
1 2 :30'dan biraz önce televizyonu ka pattı, pipos u n u boşal tcı ve
dikkatle dinledi. Ya lnızca sessizlik vard ı . Apğıdan boğu k bir uğultu
kentin içine yayılıyordu. Apartmanda herkes çoktan uyumuş olma­
lıyd ı . Karısının sol ukları n ı bile duya mıyordu. Ku lağında gerçekten
de bir çınlama vardı, sık sık yü reği sıkışıyor gibiydi ve solukları­
nı kontrol etmesi gerekiyordu; ama Kremavc ' ı n evinden en u fak
bir ya§a m belirtisi İ §İtilem iyordu. Hatta duva ra kadar gidip kula­
ğını dayad ı . Hiçbir §ey hareket etmiyordu . En u fa k bir ses yoktu .
Demek ki ölüler sessizli kten ibaret, diye dü§ündü, demek insanın
içinde atıl yatan §U gizli deh§et duygusu katıksız bir saçmalık. Kre­
mavc'ın dairesiyle ilgili bütün bu §eyler de kafasını karı§tı rıp onu
uykusundan etmeyi amaçlayan kötü bir pkada n ibaretti. Buna izin
vermeyecekti elbette. Kesinlikle izin vermeyecekti. Ö nce yatağına
gidecekti . Sonra da kendi n i tesadüflere; ya ni denklemin sonundaki
sıtira; yan i qittir ipreti n i n sağ ve sol tarafl a rındaki sıti ra ; her yere
her taraftan yığılan bu §eyin hiçlik, sıfı rlık için bir kı lıfta n iba ret
olduğuna ikna etmeye çalıpcaktı.
Artık kararını vermݧtİ . . .
Anca k ba nyodan çıkıp ı§ıkları söndürdüğünde, telefon çaldı.
Uzu n , korku nç, keskin zil sessizliği bıçak gibi yardı; ama aynı
zamanda her nasılsa çok uzaktan geliyor gibiydi. Esas olarak ka rı­
sını uya n d ı racağı ndan korkarak, ama ayn ı zamanda zilin uza kta n
gelen bu acayip can sıkıcı sesi nedeniyle, ön koridora koşup teldc>­
nu fişten çekiverdi. Ayn ı a nda, net bir biçimde dü§ü n meden, dıp­
rıda pusuya yatını§ birisini bulacağı ndan kesinlikle emin miş gibi,
kapı n ı n kilidini açtı ve girişi gözetledi.

205
Y.ı l n ızca yoğun ve sessiz karanlık vardı.
B u n u n l a birlikte, pijamalarını çokta n giymi� olmasına karşı n ,
Kremavc'ın dairesine ilerledi v e h i ç tereddüt etmec..l e n, ka rarlı hir
biçimde, azimle kapıya vurdu. Ama herhalde tam ka patılmamış
olan kapı. onun d a rbesiyle b i raz açılc..l ı ; hiç beklemediği hir şeydi
bu. Yi ne de s i n i rlerini kontrol etmeyi başa rdı, en azından alçak
ama oldukça güçlü ve görü nüşte kendinden emin bir sesle, a ralık
kapıdan kara n l ı k, içi bo§ sessizliğe, " İ yi akşa mlar," diye seslenecek
kada r.
Kimse yanıtlamadı.
Shalimar'ın tatlı kokusu n u aldığı nı sandı. Ama bir a n son ra
bundan pek e m i n deği ldi.
İ kinci kez seslendi.
B i raz a ra verdikten sonra da, ··orada kimse var m ı ? " diye ekle­
di.
O raya ya lnız, yani yanında ta n ı k olmadan girmemesi gerektiği­
ni fo rk etti; bütün bunlar onu sonradan h ırsızlıkla, haneye tecavüz­
le, ya da daha kötü bir §eyle suçlayabilmek için hazırladıkları bir
tuza k olabilirdi.
"Benim Kosmina," dedi çok daha alçak bir sesle, kapı önün-
de dura rak; yine de emin olmak istiyordu. Sonra, di kkatle dinle­
yerek, biraz bekledi. En son unda, a radan biraz geçtikten son ra,
kapı ziline bastı. İ §e yaramadı. Şu yemek servisi yapan şi rketlerin
sadece bir pa rava n olabileceğini, ya§lı kiracı larla her gün temas ha­
lindeki sözümona teslimatçıları n ı n , aboneleri nin her birine neler
olup bittiğini tam olarak bildiklerini daha önce hiç dü§ünmemݧtİ.
Oysa §İmdi ne zaman kar§ılarına bir fi rsat çıksa, n e zaman yalnız
yaşayan abonelerinden biri ölse, dosdoğru -hatta belki de bina yö­
neticisiyle danı§ıkl ı dövüşükl ü olarak- bu dai reye gelip en değerli
eşyaları a lacaklarından ve gerekirse, sırf kendi lerini emn iyete almak
amacıyla, §Üpheleri saf bir kom§u n u n üstüne çekmek için çeşit çe­
şit sınanıp yararı görülmüş h i lelere başvurabileceklerinden nere­
deyse emindi. Her halüka rda Kremavc'ın d a i resine girmemekte

206
haklı olduğu n u hissetti. Zokayı yutmamıştı. Ne de olsa, merhum
komşus u n u n m ü h ü rlenmemiş dairesinde gece yarısı ne a radığı nı
son rada n açıklaması zor olacaktı. Bi r başka komşuyu ta n ı k olarak
ya nma almak, sonra da gidip bina yöneticisiyle kon uşmak en iyisi,
diye düşündü. Ama ne yazık ki komşularının herha ngi bi riyle ya­
kın, hatta özell ikle dostane temasları yoktu . Ama bu önemli deği ldi
şimdi. Koridor ışığı n ı yaktı ve en yakın ka pıya gitti -isim levh asında
"Vidic-G ross yazıl ıydı- ve zili çaldı. Ama i kinci ve üçüncü kez de
çalmak zorunda kaldı, ta m sabrı tüken mek üzereydi ki, dairen in
içinde b i r gürültü duydu, a rdından bir kadın öfkeyle ''Ki m o, ne
istiyorsu n u z ? " diye sordu. Kapı deliğinden baka rak, ''Saatin kaç ol­
duğu h akkında bir fikrin i z var mı ? " dedi ve daha yüksek bir sesle
ekledi: "Ben böyle bir şeye izin -"
"Madam," diye kadının söz ü n ü kesti, yayık B rezine lehçesiyle,
"bu ciddi bir kon u . " Sonra d a kocasının evde olu p olmadığı n ı sor­
du.
Bunun onu ilgilendirmediğini söyledi kad ı n .
"Lütfen ben i d inleyin , Mada m," diye deva m etti hayli vakur, ter­
biyeli denebi lecek bir tonda. "Galiba birisi zorla komşumuzun da­
i resine girmiş . . . " Ancak a n laşılan kad ı n ı n huysuzluğu üstü ndeyd i
ve biti rmesine izin vermeyecekti. Bir başkası n ı n dai resi nde neler
olup bittiği onu ilgilendirmiyordu, gece yarısı istediği tek şey biraz
huzur ve sessizli kti. ''Tamam, Madam," diye sözünü kesti, onu sa­
kin leşti rmeye çalışara k. "Ben sadece düşündüm ki eğer m ü m kü n ­
se. . . "
"Neden polisi aramıyorsu nuz ? " Kadı n onu dinlemek istemi­
yordu. "Siz aramazsanız ben a rayacağım ve de bunu hemen yapı­
yorum," dedi, daireni n içinde bir yerlerden onu tehdit edercesi ne.
Gelen sese bakı l ı rsa, gerçekten de polisi a ramaya başlamıştı.
Onun için bir sakıncası yoktu. Polisin zaten er ya da geç a ran­
ması gerekecekti. Ama yine de, ilk önce bir ta n ı k olsun istiyordu.
Böylece isim levhası bulunmayan i ki-üç kapıyı atlaya rak, dosdoğ­
ru Marzi adında emekli bir saatçin i n dairesine gitti; bir keresinde

207
onu nla kahve ve konyak içmi§ti ve o zamandan beri bir ba§ hareke­
tiyle selaml a§ıyorlardı. Zili çala rken, aynı zamanda belki de kattaki
diğer otu rulan dairelerden birinde duyulacak kadar yüksek ve ka­
rarlı lıir ses ton u yla Bay Marzi'ye seslendi.
Bu kez uzun bir süre beklemek zoru nda kalmadı. Hatta Bay
Marzi kim gelmi§ diye delikten baktı ktan sonra ka pıyı da açtı.
Va lcnı bi rkaç kelimeyle Kremavc'ı ve açık kapıyı anlattı ktan
son ra da, tela§bnan adam hayretler içinde, ''.Ama n Tanrım, biri­
sinin zorla içeri girdiği n i m i söyl üyors u n u z ? " dedi. Sonra ba§ ını
uzatıp Kremavc'ın dairesine baktı.
"Acaba siz de bir göz atsa nız . . . " " Evet, tabii, tabii." Adam öyle
a ltüst olmu�tu ki, kel ı meler ağzı ndan zor çı kıyordu. Şimdi Bayan
Marzi de ka pıdaydı. Rengi a tmı�tı ve dağı l mı§ saçları n ı düzeltmeye
ça l ıp rak, bir çırpıda sorun u n ne olduğu n u sordu.
"Birisinin Kremavc'ın dairesine zorla girdiğin i söylüyor," diye
açıkladı kocası sessiz ve biraz da sır verircesine bir tonda. Bayan
Ma rzi de hemen Kremavc'ın ka pısına bir göz attı ve hayli sert bir
bakı§la Va lent'i tepeden tırnağa süzdü.
Valcnt koridora bakarak, "Bir ba§ka dairede oturan bir hanım,
Baya n Vidic-Gross, herhalde çoktan polisi aramı§tı r," ded i.
''.Ama n Tan rı m ' " Marzi hala old u kça sarsı lmı§ haldeydi ve dur­
madan ba§ını sallayarak etrafa bakınıyordu. Bu a rada kollarını göğ­
sünde kaVU§turmu§ olan karısı, bazı çekinceleri va rını§ gibi Va lent'i
gözlüyordu.
"Hatta bu sabah birileri n i n orada dola§tığını, duvarı kazıdığı n ı
duyd um . . .
"Sahi m i ? " Marzi, yalnızca kulakları n ı n üstünde bir tutam saç
kalını§ dazlak kafatasının altından a n l a m l ı a n lamlı kendisine ba­
kıyordu.
"Oleti'ye de söylemek lazım . . .
Marzi bina yöneticisinı h atife alırcasına, " İ yi de, §U Oleti . . .
dedi tereddütlü, boğuk bir sesle.
"Ve yine bu akpm bir tür kurca lama sesi duydum . . .

208
" Öyleyse birisi zorla içeri girmiş olmalı," dedi Marzi, bariz so­
nucu ilan ederek; sonra bir kez daha başını uzatıp Kremavc'ın evi­
ne baktı. Ama Bayan Marzi çoktan koridorda ilerlemeye başlamıştı
ve diğer ikisi peşinden gittiler.
Valent bir an için Marzi'leri kendisiyle birlikte, üçü birden içeri
girip etrafa bakmaya ikna etmeye çalışsam mı, diye düşündü, ama
sonra en iyisin i n onlardan birinin bunu önermesi olacağına karar
verdi.
Ancak Kremavc'ın dairesin i n kapısı sımsıkı kapalıydı.
Bayan Marzi'nin keşfettiği gibi, kilitliydi.
Valent yine de emin olmak isteyerek kapı kolunu sertçe aşağı
bastırdı, çünkü bu gerçekten inanılmaz ve tabii ki çok da berbat bir
durumdu; onu çok biçimsiz bir pozisyona sokmuştu, üçü de bir­
birbine baktı ve Valent kendinden emin, tam an lamıyla saygın bir
adamın soğukkanlığını koruyabilmek için elinden geleni yaptı.
"Evet, görüldüğü kadarıyla . . . " Marzi anahtar deliğine eği lmiş,
yakından bakarak onu her açıdan i nceliyordu, "hiç de şeymiş gibi
götünmüyor . . . Hayır, bana kalırsa kilit kurcalanmamış."
Valent Bayan Marzi'nin gözlerini üstünde hissederken gülünç
görünmemek için elinden geleni yaptı, ama ne düşüneceği ya da
söyleyeceği hakkında biraz olsun işine yarayacak hiçbir fikri yoktu.
Marzi a n ah tar deliğinden doğruldu ve hala oraya bakarak omuz
silkti.
" Daha önce kesinlikle açıktı," diye ısrar etti Valent. Ama şim­

di kendini bile ikna etmekten aciz görünüyordu. Bayan M arzi göz


ucuyla onu izliyordu.
"Eğer zorla açılmış olsaydı . . . " dedi Marzi, hata anahtar deliğine
bakıp başını sallayarak.
"Durun bir saniye," diye ti sıldadı Valent; şimdi olayı çözmüştü .
Anlamlı bir biçimde, elini Marzi'nin omzuna koydu . "Herhalde
hala içerideler."
Marzi önce Valent'e, sonra karısına baktı. Kadının bell i ki Va­
lent'in varsayımı hakkında kuşkuları vardı.

209
"Kendilerini içeriye kilitled i klerini mi düşünüyorsu nuz ? " Mar­
zi de a rtık kuşku l u görünüyordu.
"Evet, öyle düşünüyoru m . " Akı llarından geçtiği anlaşılan aşa­
ğılayıcı a rt düşüncelerden ötürü h ayal kırıklığını gizlemeye gerek
görmedi. Dairen in gerçekten zorla açılıp açılmadığını kontrol et­
mediği ve onlara durumu o şekilde açıkladığı doğruydu, ama şim­
d i bu kon ulara girmeye kesinlikle niyetli değildi. B iraz sabırsızca,
polisin oraya varmasının neden b u kadar uzun sürdüğünü merak
ediyormuş gibi arkasını dönüp koridorun ucundaki asansöre baktı
ve bir san iye sonra da, biraz m ağru r bir küçümsemeyle, dosdoğru
B ayan Marzi 'nin gözlerine baktı . Kadınsa en azından bu bakıştan
etkilenmemiş görünüyordu. Hatta esnedi.
"Peki, o ha lde §İmdi . . . " Marzi omzu nu silkerek iç geçirdi, gö­
rüldüğü kadarıyla bu, esas olarak Va lent'e duyduğu saygıdan ötü­
rüydü, ama belli ki ne söyleyeceği hakkı nda hiçbir fikri yoktu.
"Polisin gelmesini bekleyelim," dedi Valent a lçak ama ka rarlı bir
sesle.
"Evet, elbette." Marzi tam olarak emin değildi. Ama anlaşılan,
çekincelerini kendine saklamasının en iyisi olduğun u düşün üyor­
du. Bu arada, B ayan Marzi kapıya doğru i lerlemiş ve dudaklarına
götürdüğü parmağıyla iki adama bir şeyler duymuş olabileceğini
işaret etmişti. Ü çü de soluğu nu tuttu.
B i raz zaman geçtikten sonra, Bayan Marzi n i hayet tiksintiyle
başını salladı, kapıdan geri çekildi ve en azından kendisinin içeride
birisinin olduğuna İnan madığını söyledi .
'i\caba b i z . . . " Marzi b i r kez d a h a başlad ığı sözü bitirmedi.
"Pusuda bekliyorlar," diye fısıldadı Valent.
Yine üçü birden sessizleşti. Ve utanmı§ gibi, birbirlerinin gözü­
ne bakmakta n kaçındılar. Derken hepsi birden, uyum içinde dönüp
uğuldamaya başlayan asansöre baktı. Ama gal iba alt katlardan bi­
rinde durm uştu.
B iraz sonra da, üst katlardan birine çıktı.

210
"Kapı açıktı," dedi Valent, sessizliği alçak, sır verir gibi bir sesk
bozarak. Marzi'lerin bu koridorda uzun süre nöbet tutma iradesin­
den yoksun olduğun u h issetmݧti. "Sonra §U diğer daireye gittim,"
Vidic-Cross'un evine doğru ba§ını salladı, "ama gözümü bu kapı­
dan hiç ayırmadım." Bu tam olarak doğru değildi, ç ü n kü Bayan Vi­
dic-Gross'un h uysuzluğu kısa bir süre için ona açık kapıyı u n uttur­
m u§tU, daha sonra da, koridorun ucuna -yani Marzi'lere- giderken,
Kremavc'ın dairesine sürekli bakmamı§tı. Ama bu arada birileri da­
ireden dı§arı süzülmü§, özellikl e de kapıyı a rkalarından kilitlemݧ
olsa duyardı, bundan emindi. Yine de, merdivenler ve asansör çok
d a uzakta değil , en fazla yedi-sekiz adım ötedeydi. Ancak kapı nın
içeriden kilitlendiği yolundaki varsayımından ku§ku duymak için
herhangi bir neden göremiyordu. Elbette ki o, "Bay" Mario'dan
ku§kulanıyordu ve giderek bina yöneticisinden de . . . Ama §İmdilik
bunlard a n hiç söz etmemenin en iyisi olduğu n u hissetti.
Gerçekten insaf sınırlarını a§an bir süre sonra polis hala görünme­
yince, Bayan Vidic-Gross'un onları telefonla hiç aramamı§ olduğu­
nu idrak etti. Bunun üzerine belki de Bayan Marzi'nin polise telefon
edip buraya ula§malarının neden bu kadar uzun sürdüğü konusunda
bir açıklama istemesi gerekeceğin i öne sürdü.
Am a B ayan Marzi, Valent'in bizzat araması n ı n daha doğru ola­
cağı kar§ılığı n ı verdi, ç ü n kü o neler olduğun u daha kolay a n l ata­
bilirdi; sonuçta ken disi ne diyeceğini bilmeyecekti, hem zaten ona
kalırsa, en iyisi hepsin i n yatağa dönmesiydi.
Ama yine de orada kaldı, her ne kadar -en azından d ı§arıdan
bakı ldığında- bundan pek mem n u n değilmi§ gibi görün se de.
"Kocanızla benim burada kap ı önünde kalmamızın daha iyi ola­
bileceğini dü§ünmü§tüm," diye dostça bir açıklama yapmaya çal ı§tı
Valent. "Kim bilir, belki kaçmaya çalı§abilirler."
"Of, Tan rı a§kı n a ! " Kadın artık fıs ı ldamaya gerek görmüyordu.
" İ çeride kimse yok ki!"
"Peki ya Oleti ? " Şimdi de Marzi dostça davran maya çalı§ıyor­
du.

21 1
"Sanırım," diye fısıldadı Valent, ona doğru eğilip başparmağıyla
kapıyı işaret ederek, "içerideki kişi Oleti."
B u Marzi'nin üstünde bir etki yarattı, ya da en azından öyle
göründü. Hatta anlamış ve kabul etmiş gibi başını salladı. Ancak
bir saniye sonra karısına baktı ve kısa bakışmaları esnasında Valent
bir istihza imasına benzer bir şey saptayabildi. Bu ona batmış, ama
bir yandan da o telefonu açma kararını pekiştirmişti. Yanıldıklarını
kanıtlamak ve yüzlerindeki bu alaycı bakışları silmek için. Böylece,
başka bir şey söylemeden ama için için öfkelenerek, uzun ve kararlı
adımlarla hızla kendi dairesine döndü.
Ama holü n girişinde, göz ucuyla kızın, tam da oturma odasına
süzülürken bir bakışını yakaladı.
Afallamıştı; bir an için bayılacağı n ı bile düşündü . . .
Randevuyu hatırladı tabii ki, mektubu da, şu "ka lbini mühür­
le"yi ve hepsi ne birden bakarak, bunun aslında bir eşek şakası ol­
mayabileceğini düşündü. Holde hala baş döndürücü tatlı bir parfü­
mün zengin kokusu vardı.
Kalbini tuhaf bir biçimde özlem sarmıştı. Kapıya yaslanmak
zorunda kaldı.
Aklına birdenbire düşünceler üşüştü. Kız bir şekilde fiilen bu­
radaydı, ama yine de anlamadı . . . olay çok hızlı gelişiyordu, kavra­
ması gereken çok şey vardı, hepsi bir seferde kavranmalıydı ve ka­
fasında çözmesi gereken türlü şey vard ı . . . Her nasılsa kızın burada
olması canını sıkıyordu, bu tam anlamıyla hoş bir sürpriz değildi . . .
Yine de kızı elevermek gibi bir isteği yoktu, karısını uyandırmak
da istemiyordu . . . Ve etraflıca düşü nmeden, nedenini de bilmeden,
telefonda konuşuyormuş gibi 'i\lo! " dedi, telefona değil de sesini
dairenin açık kapısından koridora yönelterek. "Kapı kilitlenmemiş­
ti. Açıktı, evet . . . " diye devam etti. "Bay Kremavc'ın dairesi, yeni
ölmüş olan . . . evet, evet, ama birisi kapıyı şimdi kilitlemiş . . . evet,
aynı daire . . . Yarın mı ? Ne demek yarın ? ! Ama gerçekten . . . Bizi
ilgilendirmez mi? Ne demek, elbette ilgilendirir! Ne de olsa kom­
şusuyuz . . . " Kelimelerin ağzından bu kadar kolay dökülmesine şa-

212
şırmıştı; odanın içinde bir yerlerde saklanan küçük kızı hayal edi­
yor ve bu yaptıklarına ne kadar minnettar olması gerektiğini, hatta
durumu bu şekilde idare etmesine n asıl hayran kalmış olacağını
düşünüyordu.
"Bir saniye bekleyin," diye fısıldadı oturma odasına doğru , bir
sır veriyormuş gibi. Sonra da çabucak, belli bir mesafeden bile yüz
ifadesinden neler olup bittiğini ve her şeyin ne durumda olduğunu
tahmin etmeye çalışan Marzi'lerin yanma döndü.
Polislerin gelmediğini, daha doğrusu ancak yarın burada ola­
caklarını ve bu durumun sözümona en yakın komşuları bile i lgi­
lendirmediğini onlara anlatırken, doğal olarak hayal kırıklığına
uğramış gibi yaptı.
Marzi'ler sadece birbirlerine baktılar.
Ne yapacaklarına karar veremeden orada kalakalmışlardı ve üçü
de önce Kremavc'ın dai resinin kapısına, sonra da koridoru n ucuna
baktı ve Valent, biraz zorlanarak tedirgin liğin i , titremesini ve sabır­
sızlığını -aslında onu geriye doğru çeken, baştan çıkaran merakı­
nı- gizlemeye çalıştı, hatta bir kararsızlık gösterisiyle, sanki ne ya­
pacağı hakkında hiçbir fikri yokmuş gibi, onları gece yarısı rahatsız
ettiği için özür dilemeye başladığında nefes almakta zorlandı, ama
şimdi, polisin görüşü böyle olunca, meseleyi kendi başlarına ele al­
malarının akıllıca olacağı n ı düşünmüyordu.
Diğer ikisi hiçbir şey söylemedi.
Marzi dudaklarını büzdü ve başını salladı. Bayan Marzi ise dü­
şüncelerini kendine saklıyor gibiydi; öyle ya da böyle, hiç yorum
yapmadı, ya da belki ekleyeceği h içbir şey yoktu.
"Ne düşünüyorsun u z ? Gerçekten bilmiyorum . . . " dedi Valent
bir aradan sonra; yine de bir şeyler söylemelerini istiyordu.
"Hımm . . . Ne bileyi m ? " diye mırıldandı Marzi.
"Ben söyleyeceğim i söyled i m . " Karısı küçümseyerek başını sal­
ladı. Başını sallama biçimi Valent'in hoşuna gitmedi. Ama şimdi
bunu i rdelemeye ne zamanı vardı, ne de isteği. Ne isterlerse yapabi­
leceklerini belirtircesine omzunu silkmekle yetindi.

213
"Yine de burada bekleyebiliriz tabii." İ nandırıcı bir sesle konu§­
m aya çalı§tı. Doğal olarak, en azından Bayan Marzi'nin farklı bir
görü§ dile getirmesini bekliyordu . Ama kadın bun u n yerine bina
yöneticisin i de arayıp aramadığını sordu.
Valent ba§ını salladı.
Marzi, "Biliyorsun ki . . . Oleti'nin içeride olabileceği ni d ü§ünü­
yor," diye fısıldadı karısına.
"Ben, yani , emin olamıyorum . . . " dedi Valent kaçamak bir ifa­
deyle, esasında sorum l u tutulmak istemiyormu§ gibi. " İ nsan fi lanca
konuda öyle ya da böyle dü§ü nebilir, ama polis diyorsa ki -yani,
ne bileyi m ?- özel bir ilgi göstermiyorsa, o zaman kendi ݧİnize ba­
karsınız, sonra bir §eyler olur ve birdenbire kendinizi olayın içinde
bulursunuz."
Bayan Marzi'nin tek yoru m u , "Bana biraz solgun görün üyor­
sunuz, Bay Kosmina," oldu. Ve Valent göğsü nde biraz daha güçlü
bir sıkı§ma hissetti. Bu tür yoru mlar onu deh§ete dü§ürürdü. Ama
yine de saatin ne kadar geç olduğu, ya§ımızın nasıl ilerlediği gibi
konularda bi rkaç saptamada bul u nacak kadar kendini toparlamayı
becerdi, hatta gü lümsemeye bile çalı§tı, ama pek ba§arılı olamadı.
Şimdi Marzi de kaygılı ve biraz acıyan bir bakı§la onu gözlüyordu;
belli ki karısı nın değerlendirmesine katılıyordu.
"Onun sorunu neydi acaba, yani Bay Kremavc ' ı n , " diye devam
etti Bayan Marzi, sanki \!;ılenı'in solgu nluğuyla bunun bir ilgisi
varını§ gibi. İ kisi de mera k ediyord u .
"Gerçekten bilmiyoru m , " ded i Va lcnı o m z u n u silkerek. Sesinde
bir isteksizlik vardı. '' Ne de olsa insan lıa§kasının ݧİne karı§mamalı
ve aslında biz birbi rimizi çok emler görürlirdük. Ve §İmdi bu olay
oldu. Bir anlamı var mı bilm iyor u m . . . Gürünü§e bakılırsa onlar
da bilmiyordu. Bu yüzden Va lent arkasına dönüp dairesine doğ­
ru birkaç adım attı, sonra da bir §ey ha ıırla mı§ gibi onlara dönü p
omzunu silkti v e kendi kendine koıı u§ur casına, gerçekten hiçbir
anlamı olmadığını mırıldandı. G itgide sabırsızlanıyordu. Hatta bir
ba§kasının koridora çıkıp üçünün arasına katılabileceğinden kor-

214
kuyordu, o zaman her şey sabaha kadar sürüncemede kalacak, bu
da kızı n görül meden dairesinden ayrılamayacağı anlamına gele­
cekti. Böylece herkes onun polisi hiç aramadığını ve başka kim bilir
neleri öğrenecekti. Ah, soru n çıkacaktı, evet. Yapı lması gereken bir
sürü açıklama. Üstüne üstlük, kız onu asla bağı§lamayacaktı.
"Neyse, artık yatmaya gidiyorum," dedi en sonunda. Marzilerin
ona tuhaf bir biçimde bakıp Tanrı bilir kafalarında neler kuracakları­
nı biliyordu. "Kendimi pek iyi hissetmiyorum," diye ekledi ve kaygılı
bir bakışla ba§ını salladı. Sonra, onurlu bir erkeğin yapabileceği ve
yapması gereken her şeyi yapmı§çasına ve onların uzun sessiz bakı§­
larını hiç dikkate almadan, onları ikna etmeyi başaramadığını, hatta
kendi davranı§ları konusunda içlerinde neredeyse kesin bir biçimde
kuşku uyandırdığını hissederek yürüdü, dairesine döndü ve kapıyı
kapatıp arkasından kilitledi.

ıl

Ama kızı bulamadı. Saklanabileceği her yere baktı, yatak odası­


na bile. Yok oluvermi§ gibiydi. En ba§ta karısı ve sonradan olabile­
cek korkunç şeyler nedeniyle bu fikir onu biraz rahatlatsa da, muclu
olduğu söylenemezdi . . .

215

You might also like