Professional Documents
Culture Documents
Ene'l-Aşk Menzi̇li̇ne Eren Bedri Noyan Dedebaba - Belkis Termen
Ene'l-Aşk Menzi̇li̇ne Eren Bedri Noyan Dedebaba - Belkis Termen
"Ene'l-Hakk yoldu, Enel'Aşk menzil.. Gün gelir de, bir fakiir âşık Noyan varmış,
ondan ne kaldı? derler. O zaman, vefakâr bir gönül eri, "Türk'ün yeni tasavvufuna 'Enel'aşk'ı
getirdi, buyurur, ruhumuzu şad eder".(Noyan, 1959:363)
Bektaşilerin Dedebabası olarak tanınan Doç. Dr. Bedri Noyan kendini her zaman
"fakiir" olarak tanımlamış, tanımak mutluluğuna erişebildiğim, gönlü en zengin kişilerden
biriydi. Gönlü, yanıp tutuştuğu sevgilisi Çalap'la dopdoluydu. Öyle ki, Çalap'tan gayri bir şey
göremezdiniz onda. O yüzden, "fakiir"di. Türk tasavvufunda, Allah'tan gayri her şeyden
soyunmuş, arî olmuş kimseye, "fakiir" denilir. Gün geldi, Hakk'a yürüdü. Menzil'e ulaştı.
İçinde duyduğu ateşin ve özlemin dışa vuruşuyla yıllar boyu oluşturduğu birikim, onun
bize, "Enel'Aşk" kavramını kazandırmasıyla sonuçlandı. Sohbetlerinde, kemâle ermek,
hakikate ulaşmak için öncelikle, bunlar için bir aşk duymak gereğine değinerek, Ene'l-Hakk
şehitlerinden bahsettikçe yüreği kabarır, "Ene'l-Hakk yolunda şehit düştüler, ama, Ene'l-
aşkdeselerdi, belki daha iyi olurdu" derdi.
Her çağı simgeleyen, o çağın ünlü düşünür ve gönül erleri vardır. İşte bizim en yakın
geçmişimizde bulunan çağı simgeleyecek olan böyle iki büyük isim var. Bunlardan biri
Dedebaba Bedri Noyan, diğeri ise, Halifebaba Turgut Koca. Her ikisi de, "Kırklara karıştı".
Bunun yanısıra, "kırkları da, birbirine karıştı". Eskiler der ki, bir birini çok seven insanların
kırkları karışırmış. Yani, ölümleri arasındaki süre, 40 günü geçmezmiş. Bektaşiliğin yaklaşık
800 yıllık tasavvuf mirasını omuzlarında taşıyarak bugünlere getirip, yeni nesillere aktaran,
büyük mutasavvıf Turgut Koca Halifebaba Erenler ve Bektaşiliği uyandırma, çağına
uyarlama çalışmalarının yanı sıra, Türk tasavvufuna armağan ettiği, "Enel'Aşk" öğretisi ile
Bedri Noyan Dedebaba, bir birlerini tamamlamış, el ele vermiş, iki gönül eriydi. Sonunda,
"El ele, el Hakk'a" anlayışı içinde, birlikte Hakk'a yürüdüler. 15 Ekim 1997'de Turgut Koca
Halifebaba ve onu takiben, 6 Kasım 1997'de Bedri Noyan Dedebaba sırlandı. Ruhları şad ve
handan ola!.
Bereketli bir ömrün sonunda Noyan Dedebaba vazifesini yapmış olmanın huzurunu
şu dizeleriyle dile getirir:
Bedri Noyan'ın Dedebaba oluşunu kendi sözlerinden dinleyelim. "Ben yola girdim, iki
sene sonra Dedebaba oldum. O taraftan rekor bende! Hatta, o çok mertebeler verişini
dedebabamın, benim yanımda kınadılar. Dedebabamın da verdiği cevap şuydu: "Dr. Bedri
Bey, sizin gibi müridi tarikat olarak değil, muradı tarikat olarak, gelenlerdendir." Onun ifadesi
böyledir. Doğruydu o, çünkü beni daha evvel Atatürk'ün doktoru olan Hasan Ragıp Baba
yetiştirdi. İki arkadaş giderdik, birisi göz asistanı Niyazi Çalışkan bir de fakiir Köşkün
sırasında, bahçe içinde bir evdi. Çok ehli keyif bir insandı ve numune alınacak insandı. Ben
geldiğim zaman, (evratları) kendim söyledim. Rehberim Kazım Baba , kolumdan tuttu hiç
ağzını açmadı. O kadar hazırdım. 6 ay sonra, Derviş oldum. 6 ay sonra da, Baba oldum.
Ondan sonra (Dedebabanın) ayağı rahatsızlandı. Erken (Dedebaba) oluşumu hazırlayan sebeb
(bu) oldu. Kangren oldu. Çok gider gelirdim. Ameliyat da pek fayda etmedi. O zamanda bir
gün , bir telefon, Dedebaba'nın kızı vardı Azra Hanım, o. "Ne olur, babam gelmenizi istiyor"
dedi. Ben, atladım hemen uçağa, gittim. "Bir tabaka kağıt al" dedi. 'Büyük bir tabaka iyi cins
kağıt al' dedi. Elime modelini verdi; 'Hilafetnameni yaz' dedi. Onu yazdım. Mühürledi.
Cevdet İşçimen diye bir Bektaşi vardı. Cevdet'in arabası vardı. Ona telefon etti. Yarın bizi
Hacıbektaş'a götürür müsün diye. Olur, dedi. Gene rehberim Kazım Baba, kendisi, ben,
Cevdet ve bir kişi daha, Fehmi Bey. Gittik. Orada, koyun satıyorlardı. Ucuzdu, o zaman. 12
tane koyun aldık. Onları tığlattık. Dağıttık. Bir ikisini kaynattılar. Şehire geldiler... Orada
birer lokma biz de aldık. Ziyaretlerimizi yaptık. Hilafet erkanı bakımından. Hz. Pîr , Balım
Sultan.. Daha şimdiki gibi müze olmadan. İbrahim Turan Beydeydi anahtarlar. O da
Hacıbektaş'lı. Belediye reisliği yapmış.. Merasimi de yaptık bitirdik. ..Sonra ben Aydın'da
ayrıca toplantı yaptım. Bunlar tafsilat yani, Dedebaba öleceğini anlamıştı. Fakiiri hazırladı. O
senenin muharrem ayıydı. Muharrem ayında vefat etti. (Cenaze işlemlerini) ben yaptım gene,
hatta onun töreninde okumak için bir şiir yazmıştım. Mezarı başında. Fotoğrafta da vardı o
Dedebabanın rahatsızlığı, benim daha kısa bir zamanda Dedebaba seçilmeme yol
açmıştır"(21.3.92)
Son zamanlarında İzmir'deki bir sohbetimizde yorgun ama mutlu olduğunu belirterek
yakın geçmişte yazmış olduğu güzel bir nutkunu vermişti. Henüz yayımlanmamış olan bu
nuktun metni şöyledir:
Evet, Ene'l-aşk diyen Dedebaba'nın "aşk"a yaklaşımını önce, bir sohbetteki kendi
sözlerinden naklederek dinleyelim:
"Ama ben insanı kendi şeklimde yarattım, diyor. Ona şah damarından daha yakınım
diyor. Aralarında ne kaldı, iki ay (hilal) boyu, hatta, daha az mesafe. Ondan sonra miraçta
peygamber yatağından kalkıyor, Kudüs'e geliyor. Oradaki muhabbetten yukarı mirac ediyor.
Esra Suresi diyoruz. Mescid-i Aksa'ya geliyor, oradan da yukarı gidiyor, Cenabı Hakk'a. Gök
kademeleri var. Onu, mimaride kullanırlar. Hacıbektaş'taki meydan evinin tavanına bakın bir
kere, kalın, 4 köşeli oturtmuş parçaları. Dönerek birbirinin üstüne 9 kat kubbe gibi olur.
Tavanı öyledir. O katları geçiyor. Cebrail getiriyor onu, oraya kadar. Diyor ki, buradan sonra
benim kanadım yanar. Ben götüremem. Bundan sonrasına, kendi kendisine diyor. Burak
geliyor. Aslında o, AŞK demek. Bundan sonra, aşkınla gidebileceksin diyor.. ..Mevlüd'de de ,
diyor ki, 'sessiz , sözsüz 90 bin kelime konuştu benimle'.Yani, hiç konuşmadan öyle,
birbirlerine bakaraktan, içlerinden geçeni anladılar. nasıl görüyor Allah'ı! Gördün, konuştun
Geliyor yine Mescidi Aksa'dan mescidi Haram'a Yatağı daha soğumamış. Yatağından çıkmış,
daha yatağı soğumamış; yani, ruhî bir şey, hemen süratle olmuş"
Evet, aşkı Cebrail'in bile gidemediği yerde kulunu, Allah'a ulaştıran araç olarak
görüyor.
Aşk'ın, maddî bir değerle ölçülemeyeceğini anlatan Noyan Dedebaba, şöyle der:
"Bunun için istemek değil, vermek lâzımdır. Bin cânın olsa, binini de Aşk pazarında cândan
başka alınıp satılan metâ yoktur. Onu da, hiçe alırlar" (Noyan,1959:83) Bektaşilerin espirili
hikâyeler oluşturarak ibret alınacak dersleri zevkî bir şekilde aktardıklarını biliyoruz. Tanrı
nimetlerinin bedellendirilmesine ilişkin hicivli bir hikâyeyi, Bedri Noyan Dedebaba, bir
sohbetinde, şöyle sunmuştu: "Bilmiyorum bu hikâyeyi bileniniz var mı?. Şimdi Hristiyan
papazlar, cennetten arsa satıyor, köşk satıyor herkese, Bir Yahudi gelmiş, demiş ki, ben
cehennemi satın almak istiyorum, satar mısın? Şaşırmışlar. Düşünmüşler, adam almak istiyor
ne ziyan ederiz? diye. Hem de, hepsini alacakmış! Başka isteyen yok ki! Tamam,
satalım, ama çok büyük bir para isteyelim demişler. Adama, o zamanın parasıyla çok büyük
bir para söylemişler. Demişler ki, mesela, şimdi bir milyar liraya. Peki demiş adam. Çıkarmış
vermiş. Bir tapu yazmışlar, hepsi de imzalamışlar falan. Adam gitmiş. Parayı kazandık diye
sevinmiş papazlar. Ertesi sabah, bütün Roma gazetelerinde, bütün sayfada bunların resimleri
çıkmış. Verdikleri cehennemin tapusu ve altında adamın yazısı var. "Bundan sonra, kimse
cennetten arsa satın almasın. Çünkü ben, cehennemin tümünü satın aldım." Sonra, kimse
cennetten yer satın almaz olmuş. Ne yapsınlar! çağırmışlar adamı oraya, geri almaya
çalışmışlar. Satar mısın geriye? Ne kadar? İşte, 1 milyara aldım, 5 milyara veririm.
Vermişler 5 milyarı. Adam 4 milyar kârda."
Tarif-tasnif-tahakkuk aşamalarıyla yol alınan Bektaşi öğretisinde, amaçlanan,
"bilmek" değil "olmak"tır. Aşk ve âşıklık da, bilinecek bir şey değildir. "Olunacak bir
hâl"dir. Dedebaba bunu şöyle anlatmış: "İnsan âşık olmadan, aşkı anlayamaz. Otomobil
kullanan bir kimseyi kaldırımdan seyretmekle, şoförlük öğrenilmez. Kapıyı açıp, işin başına
geçmek, içine girmek lâzımdır". (Noyan,1959:32)
Noyan Dedebaba der ki, "(S)imya, nasıl bakırı, altın hâline getirirse, aşk (da) insanı
cevher hâline koyar". Aşkın bu işlevini Dedebaba'nın şu satırlarında da buluruz: "Aşkın sırrı,
ebced hecelemek gibi kolay değil. Meyvesinin içinde tohum, tohumunun içinde meyve var. O
meyvenin tadı, kokusu, cihanın var oluş sebebi. O tohumun içinde meyve de saklı, koskoca
ağaç da. Ondaki gizli hazineyi görmek lâzım. Onu meydana çıkartmak için, o tohumu, bir
cezbeye kavuşturmak gerek."
İyi bir tarihçi olan Bedri Noyan Dedebaba, özellikle Türk tarihi açısından incelemeler
yapmış eserlerinde bulgularına yer vermiştir. Sohbetlerinde de fırsat buldukça bu konulara
değinirdi. Özellikle, Hacı Bektaş Veli'nin doğum ve ölüm tarihlerine ilişkin kesin bilgilere
ulaşmaktaki zorluk ve var olan çelişkili bilgiler onu yorardı. Dergahların kapatılması ve
malına mülküne el konulmasında, en acı sonuç, belki de, kitaplarının, belgelerinin, ulaşılamaz
oluşu ya da yok edilişiydi. Devlet arşivlerinin henüz açılmadığı bir dönemde, bir sohbetinde
konuyu şöyle ele almıştı: "Devlet arşivi hâla açılmadı biliyorsunuz. Orada bazı vesikaları
saklıyorlar. Benim başımdan bir olay geçti. Murat Sertoğlu Bey var. "Hacı Bektaş",
"Kerbela" gibi kitapları var. O, iki ayrı kitabında da, Orhan Gazi ile Hacı Bektaş Veli'nin
beraber 4 maddelik bir anlaşma yaptıklarını yazıyor Anlaşmanın tam metnini almamış, yalnız
birinci maddede şu var, ikinci maddede şu var diye konularını yazmış. Bu, beni ilgilendirdi.
Çünkü, Murat Sertoğlu Bey vaktiyle de devlet arşivinde memurluk yapmıştı. Bir de onun
kardeşi Mithat Sertoğlu Bey de onun müdürü.. Ben bir mektup yazdım .. Sertoğlu Beye, bu
hadise bizim için önemli. Bu vesikanın aslının metnini edinebilir miyim? Hatta mümkünse bir
fotokopisini alabilir miyim diye! Bende adresi yoktu. Onu Nazife'yle gönderdim. Cevap
alamadım bir zaman, bir daha da yazmadım. Sertoğlu Beyin arşiv müdürü olan kardeşi olan
zata yazdım bir mektup. Bana cevap verdi. Diyor ki, 'böyle bir vesika yoktur' .... Şimdi, bir
insan böyle bir şey yoksa, iki kitabında ve adıyla, imzasıyla bastırdığı kitabında, yazar
mı? İnanmadım. Ama , o zat bana o kadar nazikane cevap verdi ki, birkaç tane de başka
kitaplar hediye olarak yolladı bana, yani, benim gönlümü aldı ! Şimdi Hacı Bektaş Veli'nin
doğum tarihi belli değildir. Ölüm tarihi belli değildir. Bu gizleme işinde o kadar ileri gidilmiş
ki, Osmanlı tarihinden evvel öldü, diyorlar Hacı Bektaş Veli. Osmanlı devletinin kurulduğu
tarihte dahi sağ değildi diyorlar. Ama Orhan Gazi'nin zamanında, büyük bir çoğunlukla
herkes bilir ki, yeniçeri ordusuna dua etmiş. Yeniçeriler de Hacı Bektaş'ı Pîr olarak kabul
etmişler. Ordunun Pîri. Gülbanklarında falan, 'Pîrimiz Hünkarımız Hacı Bektaşi Veli' diye
geçiyor. Yani olmuyor! Sonra bizim kendi kayıtlarımızda da ebcetle düşürülmüş tarihler var.
Hacı Bektaş Velinin doğumu, arkada bir kelime(ebcedle tarih düşülmüş), Anadolu'ya gelişi...
Ölümü tarihler hicri olarak, ki, pekâlâ Orhan Veli'nin zamanını tutuyor. Bu tarihler de eskiden
beri geliyor yani. Bu ebced hesabı, orada bize çok faydalı olmuştur" (30.9.89 Bant kaydı)
Ayrıca, Bektaşiliğin tarihteki bir işlevine daha değiniyor, Noyan Dedebaba, "Zaten
Bektaşiliğin yaptığı bir şey de, anavatan dışında kalmış Türkleri bir araya toplamak olmuştur.
Elden çıkmış yerlerde bir sürü Türk var. Asıl Yunanistan'da da var, Makedonya bölümünde.
Girit'de de, hâla orada yaşayan Türkler bile var. Giritlilerin buraya gelmiş olanlarının % 90'ı
Bektaşidir. Bu vazifeyi yapmış."(1.3.92)
Yine, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölge olan Arnavutluk'a gelince konu,
Dedebaba sözlerine şöyle devam ediyor: " Sonra, Salih Niyazi Dedebaba'nın misali var en
son. Salih Niyazi Dedebaba, bizim dergahlar kapatıldıktan sonra bir müddet Ankara'da
otelcilik falan yapmış, sonra gitti. İki tane mektubu var bende. Benim mürşidime yazılmış
mektuplar. Biri, (Ankara'dan Arnavutluk'a gidişini anlatıyor.) Bize tarihi bilgi de veriyor. O
gidiş, 1931 yılında, yani hangi dergahta kim mürşitmiş, kim de derviş anlaşılıyor. Onları hep
isim isim yazmış. Oradan kendi memleketi olan yere gidilmiş, dinlenilmiş, oradan Tiran'a
geçmişler. Zogo hükümdar o zaman. Birinci mektubunda bunları anlatıyor. İkinci
mektubunda da. Kral Zogo' ya müracaat ediyor istibda ile, Salih Niyazi. Ben, Türkiye'de
Dedebabayım. Orada bu işler yasaklandığı için buraya naklettim. Müsaade ederseniz
Dedebabalık merkezini artık buraya geldi kabul edelim diyor. Ben de, burada,
Dedebabalığımı devam ettireyim. Zogo, şifahi olarak çağırıyor onu. Diyor ki, Bektaşiliğin
merkezi şimdiye kadar, Hz. Pîr zamanından beri, Türkiye'dedir. Türbesi de Türkiye'dedir,
Kırşehir'dedir. Orası merkezdir. Tiran'ın yahut Arnavutlukta herhangi bir yerin, dedebabalık
merkezi olması bazı mahzurlar meydana getirebilir, onun için, siz dergahınızı açın, burada
halifebaba olarak mürşidliğinize devam edebilirsiniz, ama, Bektaşiliğin merkezini
Arnavutluk'a almanın hem politik, hem başka türlü, mahzurları olabilir, diyor. Biraz da para
veriyor ona, bunu yazmıyor ama daha sonra, onu dışarıdan öğreniyoruz. O zaman da eğilim,
Türkiye'den başka bir yerde Dedebabalık merkezi olamaz şeklinde. O da, Türkiye'ye bağlı
olarak Bektaşiliğini yürütür."(1.3.97)
Dedebaba Bedri Noyan Türkçemizi iyi kullanan ve ona önem veren biriydi.Pîri Hacı
Bektaş Veli gibi, o da, ibadet dilinin Türkçe olması gerektiğine inanırdı. Bu yüzden
usanmadı, yüksünmedi günlerce, aylarca çalıştı Manzum Türkçe Kur'an'ı hazırladı. En zevk
aldığı surelerden birinin, Fatiha Suresi olduğunu, sık sık dile getirirdi. Manzum Kur'an'da
Fatiha Suresi şöyle yer alır:
Bir sohbetinde Fatiha Suresi için şu bilgiye yer verir ve Tanrının insandaki yerini
ve burada bulunabilme koşulunu açıklar: "Bu Fatiha Suresi çok güzel bir sure. ..Hz. Ali de,
çok güzel bir şey söylemiş: 'Kur'an'ın bütün anlamı Fatiha Suresi'nde toplanmış. Fatiha
suresinin bütün anlamı da onun başındaki B harfindedir, B harfindeki bütün anlam da,
altındaki noktadır. İşte ben o noktayım'. Çok güzel bir şey bu. Şimdi o Kırklar Meclisi
meselesine geliyorum. Şeriat hükümleri gelmiş ama, hükümlerine uymayanları görünce
üzülüyor peygamber (ve) bir ayet geliyor ki, 'sen bunlara niye üzülüyorsun, senin vazifen
benim gönderdiğimi tebliğ etmek.' Ondan ötesi bana ait, diyor. Sen vazifeni yaptın. Ondan
ötesine karışma Dinleyeni dinlemeyeni ben hâlledeceğim, diyor. Bir de, iç mânalar var, dış
mânalar var. İşte bizim yolumuz işin iç anlamındadır. Yani zâhirde değil, bâtinî tarafını
almaktadır. Mesela, şeriat diyor ki, abdest alınır; elini yüzünü, burnunu ağzını ..kolunu vs.
yıkayacaksın, günde 5 defa. Bu 'temiz ol' demek. Ama, bu dış temizlik. Abdest almanın asıl
anlamı, o adamın içini temizlemek(tir). Kalbi temizlemek. Çünkü Allah dediği o büyük
mefhum, büyük misafir, temiz yerde misafir edilir. O temiz yer, insanda da, gönüldedir. Yer
orasıdır Abdest almanın iç anlamı önemli. Gizem diyorlar, gizemcilik, Avrupalıların
mistisizm dediği felsefe Türkiye'de ona gizemcilik diyorlar, Tasavvuf karşılığı. Ali' yi bu
vazifeye koymuşlar. Orada, peygamberle, müritlik-mürşitlik yok, kalkıyor. Ne diyorlar,
'Kırkımız birimiz, birimiz kırkımız' diyorlar. O bakımdan 'Muhammed' diye gelen bizden
değil diyorlar. Sonra da ne diyor, 'fakiir' diyor, açıyorlar kapıyı. İçeriye giriyor (Kırklar
meclisine)."
"Gönlünü Ka'be eden, sultanını oraya taht kurmuş gören için, ne mesafe kalır, ne
cihet" diyen Noyan Dedebaba gönül ile ilgili olarak yazdığı bir nefesinde şöyle der:
Adamın biri, pek meşhur bir vaizin konuştuğu esnada, camide uyukluyormuş, 'Hızır'
da, o gün, o camiye girmiş ve bu adamcağızın yanına oturmuş. Yanındakinin uyukladığını
görünce onu dürtmüş:
-Dinlesene.. Daha iyi olmaz mı? Ne güzel sözler söylüyor. Uyuklamak ayıp değil mi?
Adam, Hızır'ın yüzüne bakmış ve yine uyuklamasına devam etmiş. Hızır, bir müddet
sonra tekrar dürtmüş, adam yine aynı şekilde, pek aldırmamış. Dürtükleme üçüncü defa
olunca, adamcağız Hızır'a dönmüş ve nâz perdesinden bir ses vermiş:
-Yahu!.. Hani Hızır insanı rahatsız etmez derlerdi, sen boyuna beni rahatsız edip
duruyorsun, haydi işine git, beni rahat bırak..
Bu söze şaşırıp kalan Hızır'ı bir düşüncedir almış. Bu adam beni nasıl tanıdı? Ben,
Allahı seven kulların hepsini bilirim, bunun adı listemde yok, Cenab-ı Hakk bunu benden
neden gizledi? Gibi, bir sürü mülahazalar.. Nihayet Huzur-u Hakka gidip işi anlatmış.
.Kendisine şöyle bir hitap erişmiş:
-Sende, beni seven kullarımın listesi var, amma, benim sevdiklerimin listesi yoktur. O
gördüğün kulum, benim sevdiklerimdendir."
Peşinden bir hikâye daha anlatır: "Kıtlık olmuş. Herkes yağmur duasına çıkıyor.
Demişler, senin de tarlan var, belki senin de duan kabul olur. Pekâlâ, tarlasının yanından
geçiyormuş, şöyle bir değnek parçası bulmuş. Bakmış neler yetiştiyse boyunları bükük
kalacaklar. Sokmuş toprağa, "Bak ya Rabbi demiş, burası benim tarla , buraya işaret koydum,
burayı unuta!". Gitmişler, duayı etmişler, evlerine çekilmişler .Hakikaten o gece bir yağmur,
bir yağmur, sabahlara kadar yağmış. Herkes gidiyor tarlasına bakmaya. O da gidiyor. Bakıyor
her yere yağmur yağmış, onun tarlasına dolu yağmış. Ne varsa kırılmış gitmiş. "Ya Rabbi, sen
de değil kabahat demiş, tarlanın yerini sana gösteren(de)!"
Üçüncü hikâye de hemen peşinden geliyor: "Baba, çilingir sofrasını hazırlamış
dergahın kenarına. Yine yağmur duasına gidiyor millet. 'Hadi sen de gel' demişler. "Şimdi
bırakır mıyım bunları? Siz niye gidiyorsunuz" demiş. Yağmur yağdırmaya! "Siz evinize gidin,
yağdırırım ben yağmuru." Sonra gitmişler. Hakikaten sabaha kadar bir yağmur yağmış herkes
şaşırmış. Demişler: "Biz bu adama zındık diyorduk, bilmem ne diyorduk ama yaptı dediğini.
Hem gidip sebebini öğrenelim, hem teşekkür edelim." Dergaha gelmişler, "yeter durdur artık
yağmuru"(demişler). (Baba), "Hadi gidin evinize, durdururum ben" demiş. Gitmişler evlerine,
durmuş yağmur. Ertesi gün teşekküre geldikleri zaman, demişler ki :"Baba , kusura bakma,
nasıl oldu bu iş, sen ermiş adammışsın biz seni anlamamışız!" Baba: "Yok yaaa, !!
yukarıdakiyle aramız böyle, bozuk. Ne zaman zaman hırkamı yıkasam da, kurusun diye assam
yağmur yağdırıyor. Size yağmur yağdıracağım dediğim zaman, ben de, hırkamı yıkadım
astım, yağdırdı". "Dursun" dediğiniz zaman da, aldım artık hırkayı oradan, ..yağmur da
duruverdi" demiş. "Başka keramet yok. Yukarıdakiyle aramız böyle!"
Kamil insanın, sevgiyle, aşkla donatıldığı için, Tanrı'nın sevdiği kullarından olup ona
naz yapabilecek kadar yakın olduğunu görüyoruz. İşte, bu "kamil insan"ın gönlünde, zulüm
ve kinin zerresine bile yer yoktur. Bu konuda Dedebaba çok ilginç bulduğu bir olayı canlarla
paylaşmak ister ve şunu anlatır: "Kırım'da Bahçesaray'da, bir caminin kapısına yazılmış bir
beyit var: 'Zulmevi berbad olur yer Kabetullah olsa da; Kan içen zatın, içerler kanın, Allah
olsa da.' Eğer Allah zulmediyorsa, onun da kanını içerler yazıyormuş.!" (DB Noyan,İzmir)
Zulme karşı olan Bektaşi görüşünün kutbu durumundaki Dedebaba, elbette ki bu olgudan çok
etkilenmişti! Aşk Risalesi'nde Dedebaba, zulüm konusunda Hz. Ali'nin şu görüşüne yer verir
"İnsanın en alçağı, alçak adama yüzsuyu dökendir" (Noyan,1959:106) Öğütleri arasında da
şunlar yer alır: "Kimseye zarar verme, gönül kırma: Seni incitirlerse, bunu yapandan değil
yaptırandan bil. Senden esirgeyene bol bol ikram et. .Maddî ve manevî lütuflarda bulun.
Zulmedene bile lânet okuma Vermek, dağıtmak insanın süsü, ziynetidir. Suç bağışlamak ise,
ihsanların en güzelidir. Yumuşak huylu olmak, aşk bilgisinin meyvesidir." (Noyan,1959:105)
Dedebaba, mal hırsının insanı zulme teşvik ettiği konusunda bir uyarıda bulunuyor :
"Zenginlik, gönlünde olsun, doost! Kesendeki zenginliğin, hamallığını ettiğin yüktür. Eğer
taşıyabilen varsa bütün dünya malı onun olsun. Bazen zenginlik insan yüreğini kaynar suya
atılmış istakoz gibi zulüm rengine boyar. Yüz kızartıcı değil, sahibine ve bütün insanlığa
kemâl ve sâadet verici bir zenginliğin olsun." (Noyan,1959:234)
"Kendini, ne Allah zannet, ne Muhammed.. Kendin ol.. Bir de, bil ki doost, Ahmed
Amış Efendi şöyle buyurmuş: "Allah olmak kolay, Muhammed olmak zordur." Ancak, bahar
çiçeklerinin usarelerinden süzülmüş taze koku ve zümrüt yapraklar gibi tertemiz bir gönülle
kendini bilebildiğin gün mes'ud olursun.. İnsanlığa da hayır, kemâl, saadet getirici olursun."
(Noyan,1959:64)
"Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Veli, insanı kâmil hale getirmeği ve kâmil insana
bağlanmayı öğretti. Hazret-i Mevlana, insana secde etti. Hatta doost! Tanrı bile aşk ile,
muhabbet ile bir adem yarattı da, bütün semâvâtın ona secde etmesini emretti. Kendini iyi
tanı, doost, iyi öğren."
"Ölüm, küçük kıyamettir. Kıyametin büyüğüne can atan âşık için ölüm, âb-ı hayattır."
Yararlanılan Kaynaklar: