Professional Documents
Culture Documents
Abdullah Ucman Handan İnci Bir Gul Bu Karanlıklarda Tanpınar Uzerine Yazılar
Abdullah Ucman Handan İnci Bir Gul Bu Karanlıklarda Tanpınar Uzerine Yazılar
Tanpınar
•«
Üzerine Yazılar
H a z ır la y a n la r
Abdullah Uçman
Handan İnci
I Y A Y i N e v i I
ISBN 9786050000054
İkinci Baskı
İstanbul - 2008
İÇİNDEKİLER
ü lkem iz edebiyat ve kültür dünyasında son otuz yıl içinde eserleri ve fikir
leri üzerinde en çok konuşulan kişilerden biri olan Ahm et H am di Tanpmar, her
şeyden önce çok yönlü bir sanatkâr ve düşünce adamıdır. Sırayla Şiirler (1961),
Abdullah Efendi'nin Rüyalart (1943), Yaz Yağmuru (1955), H uzur (1949), M ahur Bes
te (tefrika 1944, kitap 1975), Sahnenin Dışındakiler (tefrika 1950, kitap 1973), Saat
leri Ayarlama Enstitüsü (1961), Aydaki Kadın (1987), 29 uncu Asır Türk Edebiyatı Ta
rihi (1949), Beş Şehir (1946), Yahya Kemal (1962), Edebiyat Üzerine M akaleler (1969),
Yaşadığım Gibi (1970) ve Tanpınar'ın Mektupları (1974) adlarını taşıyan şiir, hikâ
ye, roman, deneme, inceleme, edebiyat tarihi ve mektup türündeki eserleri bize
onun bu çok yönlü kişiliği hakkında bir fikir verebilir. Bunlardan başka o, 1933-
1939 yılları arasında ve 1949'da Güzel Sanatlar Akadem isi'nde estetik ve mito
loji dersleri vermiş, Tanzimatçın ilânının 100. yıldönüm ü dolayısıyla İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm ü'nde kurulan Son
Çağ Türk Edebiyatı Kürsüsü'nde de ölümüne kadar hocalık yapmıştır.
Şiir, hikâye, roman, deneme, edebî tenkit ve edebiyat tarihi alanında eserler
kaleme alan ve bu eserleriyle Türk edebiyat ve kültür tarihinde kendisine m üs
tesna bir yer edinen Tanpınar'ın eserlerinde tarih, edebiyat, şiir, musiki, estetik,
yer yer felsefe, plastik sanatlar ve psikolojinin adeta iç içe girmiş karm aşık bir
yapı arzettiği kolayca farkedilir.
1901 yılında dünyaya gelen A.H. Tanpmar, gençlik yıllarında önce Ahmet
H aşim 'in şiirleriyle karşılaşmış, daha sonra hayatı boyunca üstad kabul edeceği
Yahya Kem al'i tanımış ve özellikle onun telkinleriyle Paul Valery ile Marcel Pro-
ust'u keşfetmiştir. Bu dört edebiyatçmın dördünün de, edebiyatta güzellik duy
gusu ile m ükem m eliyete ön planda yer verdikleri öteden beri bilinmektedir.
Tanpmar, bu dört edebî şahsiyetin terbiye ve disiplini altında özellikle şiiri ha
yatının vazgeçilm ez b ir meselesi haline getirmiş, ama asıl söylemek istedikleri
ni şiir estetiği doğrultusunda kalerhe aldığı deneme, hikâye ve romanlarında or
taya koymuştur.
X II • T an p m ar Ü zerine Yiizılar
ü lkem iz edebiyat ve kültür dünyasında son otuz yıl içinde eserleri ve fikir
leri üzerinde en çok konuşulan kişilerden biri olan Ahm et Ham di Tanpınar, her
şeyden önce çok yönlü bir sanatkâr ve düşünce adamıdır. Sırayla Şiirler (1961),
Abdullah Efendi'nin Rüyalart (1943), Yaz Yağmuru (1955), H uzur (1949), M ahur Bes
te (tefrika 1944, kitap 1975), Sahnenin Dışındakiler (tefrika 1950, kitap 1973), Saat
leri Ayarlama Enstitüsü (1961), Aydaki Kadın (1987), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Ta
rihi (1949), Beş Şehir (1946), Yahya Kemal (1962), Edebiyat Üzerine M akaleler (1969),
Yaşadığım Gibi (1970) ve Tanpınar'ın Mektupları (1974) adlarını taşıyan şiir, hikâ
ye, roman, deneme, inceleme, edebiyat tarihi ve mektup türündeki eserleri bize
onun bu çok yönlü kişiliği hakkında bir fikir verebilir. Bunlardan başka o, 1933-
1939 yılları arasında ve 1949'da Güzel Sanallar Akadem isi'nde estetik ve mito
loji dersleri verm iş, Tanzimatçın ilânının 100. yıldönümü dolayısıyla İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm ü'nde kurulan Son
Çağ Türk Edebiyatı Kürsüsü'nde de ölümüne kadar hocalık yapmıştır.
Şiir, hikâye, roman, deneme, edebî tenkit ve edebiyat tarihi alanında eserler
kalem e alan ve bu eserleriyle Türk edebiyat ve kültür tarihinde kendisine müs-
tesr^a bir yer edinen Tanpınar'ın eserlerinde tarih, edebiyat, şiir, musiki, estetik,
yer yer felsefe, plastik sanatlar ve psikolojinin adeta iç içe girmiş karmaşık bir
yapı arzettiği kolayca farkedilir.
1901 yılında dünyaya gelen A.H. Tanpınar, gençlik yıllarında Önce Ahmet
H aşim 'in şiirleriyle karşılaşmış, daha sonra hayatı boyunca üstad kabul edeceği
Yahya Kem al'i tanımış ve özellikle onun telkinleriyle Paul Valery ile Marcel Pro-
ust'u keşfetmiştir. Bu dört edebiyatçmın dördünün de, edebiyatta güzellik duy
gusu ile m ükem m eliyete ön planda yer verdikleri öteden beri bilinmektedir.
Tanpınar, bu dört edebî şahsiyetin terbiye ve disiplini altında özellikle şiiri ha
yatının vazgeçilm ez bir m eselesi haline getirmiş, ama asıl söylemek istedikleri
ni şiir estetiği doğrultusunda kaleme aldığı deneme, hikâye ve romanlarında or
taya koymuştur.
X II • T an p m ar Ü zerine Yiizılar
onun, son dönem de yetişen birçok düşünce adamından farklı biçimde, ele aldı
ğı meselelere teklif ettiği çözüm yollarından kaynaklanır. O, Tanzimat'ı takip
eden yıllarda çeşitli şekillerde batılılaşmanın darbeleriyle yaralanan Osmanlı
toplumıınun m addî ve m anevî planda çöküşüne, asırlardır varlığını sürdüren
kültürün bir anda ortadan kaldırılmasına karşı çareler ararken, Tanzimat'tan bu
yana teklif edilen ve genel anlamda kabul gören reçetelere de pek rağbet etmez.
Deneme tarzındaki yazılarını ve rom anlannı bu gözle okursak, mâzi hayranlığı
gibi görünen duygunun arka planında onu, toplumumuzun içine düşmüş oldu
ğu buhranı derinden yaşayan, bu mesele üzerinde ciddi olarak kafa yoran ve
birçoklarından farklı biçim de ele alan tarafıyla karşılaşırız.
Tanpınaı^a göre toplum un hem en her tabakasında kendisini gösteren kül
tür ikiliğinin ortadan kaldırılm ası, ancak ona yeni bir yaşam a tarzı ve değer
sistem inin getirilm esiyle m üm kün görünmektedir. Ancak bu da, sadece fikir
planında veya insanların m anevî dünyasında gerçekleşebilecek b ir şey değil
dir. Tanpınar, m em lekette, belli b ir program dahilinde yeni çalışm a şartlarının
ve bunlardan doğacak yeni yaşam a şeklinin m evcut ikilik ve çatışmayı orta
dan kaldırabileceğine inanır. Çeşitli eserlerinde Türk toplum unda yüz elli yıl
dır yaşanan parçalanm ışlığın üzerinde ısrarla duran Tanpınar, doğu ile batı
arasındaki farklılığın tem ellerine de inm eye çalışm ış, hattâ hayatının son yıl
larında batılılaşm a ye m edeniyet konusunda Doğu-Batt adıyla m üstakil bir
eser yazm ayı b ile tasarlam ıştır.
Tanpınar, bazılarının zannettikleri gibi, memlekette yeni bir hayat tarzının
sadece geçm işe ve geçmişin m anevî değerlerine dönüşle değil, m anevî dünya
nın ve geleneksel kültürün eski ve yeni bir takım unsurları da içine alabilecek
bir senteze kavuşturulm asıyla kurulabileceği görüşündedir. Bu, Tanpınar'ın ge
rek denemelerinde, gerekse romanlarında değişik şekillerde ifade etliği farklı bir
yaklaşım tarzıdır. Bu yüzden o, eskiyi bozan ve köksüz yenilikler getirmeye yö
nelik faaliyetleri de zaman zaman eleştirmekten kaçınmaz. Onun gözünde "es
ki" ve "eskiden kalanlar", hayatiyetini kaybetmiş ölü varlıklar değil, tam aksine
canlı unsurlardır. Huztır'nn kahramanı M üm taz'a "Ben bir çöküşün esteti deği
lim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler araştırıyorum. Onları değerlendiriyorum ."
dedirten Tanpınar, kendisiyle yapılan bir konuşmada da: "Teklif ettiğim şey ne
türbedarlık, ne die mâzi hırdavatçıhğıdır. Bu toprağın macerasını ve kendi mace
ramızı bilmek, onun içinden büyümek, onun içinden tabii şekilde yetişmek ve
garplı anlayışla, garplı ustaları severek eser vermektir." (Mustafa Baydar, Edebi-
yatçtlartmtz Ne Diyorlar, İstan bu l 1960, s. 195) der.
Tanpınar, M ehm et Kaplan'a gönderdiği 1953 tarihli bir mektubunda da ma
ziyi, "inkârı m ümkün olmayan bir realite" olarak değerlendirmektedir: "Şim di
bir realite var: M aalesef m âzi bir sistem! Sen ve ben, onun zihniyetini değil, hak
larını ve şiirini, bugünkü hayata manevî destek olabilecek taraflarmı ayıklayabi
X IV • Tunpınvır Üzerine Yazılnr
lar Birliği (27 Ekim -4 Kasım 2001), diğer ikisi de Fatih Üniversitesi (17 M ari
2001) ile M arm ara Üniversitesi (25 Aralık 2001) tarafından olmak üzere belirli
sayıda insanın haberdar olduğu dört anma toplantısı ile Üçüncü Öyküler (Kış-Ba-
har 2001) ve Hece (Ocak 2002) dergilerinin özel sayıları dışında Tanpınar'la ilgi
li hemen hemen hiçbir şey yapılmadı.
Doğumunun 100. yılı dolayısıyla, Tanpınar'a duyulan ilgiyi devam ettirmek
ve onu gündemde tutmak amacıyla biz de bir katkıda bulunm ak istedik ve or
taya bu kitap çıktı. Bu kitabı hazırlamaktaki asıl gayemiz, Ahm et Mamdi Tanpı-
nar üzerine yazılmış yazıları bir araya getirmek ve böylece yaşadığı yıllarda ha-
ketliği ilgiyi göremeyen, ancak belirli bir tarihten itibaren günümüze kadar git
tikçe artan bir ilgiyle okunan yazar hakkmdaki farklı değerlendirm eleri ortaya
koymaktır. Bunun için önce Tanpınar için yazılmış yazılardan oluşan bir bibli
yografya düzenlenmiş ve elde edilen malzemeden toplam 75 yazarın 100 yazısı
seçilmiştir. 1932-2001 yılları arasında yayımlanan bu yazılardan seçm e yapılır
ken şair, romancı, hikayeci, denemeci, edebiyat tarihçisi, düşünce adamı ve ho
calık gibi çeşitli vasıflan olan Tanpınar'ın bu cephelerini değişik bakış açıların
dan yansıtmaya özen gösterilmiştir. Tanpınar hayattayken onunla ve eserleriyle
ilgili toplam 40 kadar yazı yazıldığı halde bu sayının 1970'ten sonra birdenbire
artmaya başladığı, özellikle Yapı Kredi Yayınlan'nm baskılarıyla birlikte sadece
2000 yıh içinde bu rakamın 50'nin üzerine çıktığı görülmektedir. Zaman içinde
Tanpınar adı etrafında yoğunlaşan ilginin dönemeçlerini gösterm ek amacıyla
da, seçilen m etinler kronolojik olarak sıralanmışhr. Ancak bunlar arasında Ömer
l'aruk Akün'ün 1962 yıhnda yayımlanan araştırması, Tanpınar hakkında ilk ve
en kapsamlı biyografi ve bibliyografya çalışması olduğundan en başa alınmış,
Selâhattin Hilâv ile Hilmi Yavuz arasında geçen tartışmaya ait metinlerde de
kronolojik küçük bir kaydırma yapılmıştır.
Görüleceği gibi, yetm iş yıl içinde Tanpınar ve eserleri hakkında aşağı yuka
rı üç ayrı nesle mensup 250 dolayında yazar tarafından 450'den fazla yazı yazıl
mış, farklı değerlendirmeler ve değişik yorumlar yapılmıştır. Tabiatı gereği bu
tür çahşmalar özneldir ve başkaları pekala başka yazılardan oluşan buna benzer
kitaplar hazırlayabilir. Bu kitaba esasen 25-30 yazı daha alm ak istiyorduk, ancak
hacmin büyüm esiyle birlikte maliyetinin artması ve bunun kitabın üzerine ko
nacak fiyata da yansıyacak olması, bizi biraz da 100. yıhn anlamına uygun bir
şekilde 100 yazıyla sınırlandırmaya götürdü.
Çalışmanın esasını oluşturan bibliyografya hazırlanırken her ne kadar ek
siksiz bir liste ortaya koymak amaçlanmışsa da, elverişsiz şartlar yüzünden ula
şılamayan dergi ve gazele koleksiyonları ve nihayet bibliyografya çalışmaları
nın "m ükem m ellik" iddiası taşımaktaki sakıncaları göz Önüne alınarak, bunun,
"Tanpınar Üzerine Yazılar İçin Bir Bibliyografya D enem esi" şeklinde sunulması
tercih edilmiştir. Bibliyografyayı hazırlarken diğer bir tercihimiz de, çeşitli üni
X V III • Tanpm ar Ü zerine Yazılar
Hayatı*
Ahmed Hamdi Tanpinar, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da Şelı/âdeba-
şı'nda dünyaya geldi. ^İmparatorluk Türkiye'sinin çeşitli livâlarnıda yıllarca ka
dılıklarda bulunduktaıı sonra, Antalya kadısı iken mütekaid olup 1935 yılında
vefal eden^ H üseyin Fikri lîfendi'nin oğludur. Baba tarafı "M ızrakçıoğullan" nâ
mı ile an)lan ailesi, babasmın dedesinin müftü oluşu dolayısıyla sonraları "Müf-
tüzâdeler" ismi ile do tanınmıştır. Annesi, Trabzon'da "Kansızzâdeler" diye ta
nınan bir aileye mensub olup bahriye yüzbaşılarından Ahmcd Bey'in kızı Nesi
me Bahriye I lanım'dır. Tanpinar'ın çocukluk yılları, babasının vazifesi icabı, İs
tanbul ile imparatorluk topraklarının kaza ve şehirlerinin birinden diğerine do
laşmakla geçti. İstanbul'da kalışları ancak iki memuriyet arasında nıümkün ola
biliyordu. Daha üç yaşında iken P.rgani - M adeni'nde idi. 1908-1909 yılları ara-
13li lıâl te rc ü m e sin e , şa lisi n ıü n ascb cH eriın izin sa ğ la d ığ ı m ü şa h ed e v e m alû m n l, bİ7.7,at k e n d isin
d en ö ğ re n d ik le rim iz ve k a rd eşle rin d en a ld ığ ım ız b ilg ile r ile 1961 y ılın d a A n ta ly a lisesin d en b ir
kız iiğ re n cin in , h a y a l v e sa n a h h a k k ın d a so rd ıık la rn ia c e v a b o la ra k y a z d ığ ı m ek tu b , K e rk ü k ha-
(ıra ların ı a n la ltığ ı b a sılm a m ış b ir y azısı v e Y aşar N ab i N a y ır'ın a n k e tin e g ö n d e rd iğ i m ek tu b -
(A hm cI H aıııd i T aıifiıııar ımlnti}/or) V arlık nr. 377, 1 A ra lık 1951, s. 5-7; bu c e v a b ay rıca, ay n ı nıec-
n ıu an ın y a y ın la rın d a n "Edcbiı/ntçıim 'iıııız Koıııı^ınjür" ad lı a n k e t k ita b ın d a da yor a lm ıştır (İstiin-
bul, 1953, s. 55-68) - esa s o lm u ştu r. A yrıca G ü zel S a n a tlar Akadum i.si ve E d e b iy a t F a k ü ltesi id a
re le rin d e m ev c ııd d o sy a k a y ıd la rın a da b aş v u ru lm u ştu r. Bir d e Tnııpınaı^ın h ayatı h akkın d a
şim d iy e k a d a r y a z ılm ış y a z ıla r için d e , n isb eten en iyi b ilg i v eren b ir y.nzı o la ra k şu m ak aley i z ik
re d elim : M . B e h ç e t Yazar, A h m d HnııuU Tanpiımr, Y ed ig ü n , c. X V II, nr. 430, 2 H aziran 1941, s. 14.
Z am a n z a m a n şa h sın a ta a llû k ed o n b azı b ilg ileri ih liv a e tm e leri ve b ilh a ssa , b aşta ed eb iy at o l
m ak ü zere ç e şitli k o n ııla rd a k i g ö rü ş ve fik irlerin i toplu b ir ş e k ild e v e rm eleri b a k ım ın d a n , k e n d i
si ile y a p ılm ış m u h te lif m ü la k a t v e a n k etlerd en b ir kısm ın ı b u ra d a g ö ste rm e ğ i fay d alı b u lu y o
ruz:
Ş a h a p S ıtk ı, A ltıııet Iln n ıd i Vtııpmnriıı k oıııışh ıııı. V arlık, nr. 139, 2 Ş u b a t 1947; s. 4 -5 ; Y ıld ırım K es
kin, Almıt'I H a in d i Ta)ip)))arla bir k on ıışıııa. V arlık, nr. 3 6 5 ,1 A ra lık 195Ü, s. 4 ; S u a t U zcr, A lıııu’l Hnııı
d iT m ıp u ın r(ti}/o ıl;i, tîis a r , A n k a ra nr. 3 7 ,1 M a y ıs 1953, s. 10-11; M u stafa Bnydar, A l m d H n ıııdiT aıı-
f’jjjdi- nırlnlr}/or. V arlık , nr. 4 2 1 ,1 A ğ u sto s UJS."!, s. 6 -7 ;S e lm a Y azoğlu , Ediplı’n ıtıiz lc k oıııifiım lm : A h
m et Hnıırdi Tnııpımır, 20. A sır, nr. 182, 9 Ş u b a t 1956, s. 9 v e 15; N erim a n M . Ö z tü rk m e n , PıvfcM rlc-
n m iz km ııifjıt/or Tnıızimnl ı'dcbiı/nlı l'iv/c.tüni şnir A lım ci H ain d i Tnnpnjnr, Yeni İstan b u l g a z e tesi, nr.
22 88 , 3 0 M a rt 1956. M u sta fa Haydar, 1957'(h‘ D iıjoı lnr ki: A . H. T/rıipnmr, 1-layat, nr. -42,1957, s. 22-
23; O lc a y to , Şnir A h ııc l Ilıım d i Taııpııınr, Y elp aze, nr. 30 4, 9 N isan 1958, s . 14-15 v e 33 . (B u rniilâ-
kat, A lııııd H ntııdi Tnııpıımr d iy o r k i ism i ile H afta, nr. 2 9 ,1 5 T em m u z 1959, s. 9 v e 2 5 d e te k ra r n eş
ro lu n m u ştu r). B e h ç e t K e m a l Ç a ğ la r, A h m et Ih ım d i Tcıııptııai'hı bir sant, 20. A sır, c. X II, nr. 300, 15
M a y ıs 1958, s. 22.
K e n d isi, İb n ü lem in M a h m ııd K e m a l'e g ö n d e rd iğ i y a z ıd a (Son A sır T ü rk Ş airleri, c ü z 12, İstan b u l,
1942, s. 2 4 1 5 ) d o ğ u m tarihin i 1 3 1 7 - 1899 su re tin d e k a y d etm iş ise d e, b u n d a 1 3 1 7 'n in ru m î y eri
ne liicrî o la ra k a lın m a sın d a n ileri g elen b ir he.sab h atası o ld u ğ u a n la ş ılm a k la d ır B u nu n d ışın d a
d o ğ u m u n u h er y e rd e d a im a 1901 y ılın d a gösterir. Y alnız b ir m ü lak atta d o ğ u m laTihind en 1899
o la ra k b a h sed iy o r. (A hıııet H nnıdi 'HııtpıiMr di]/ov ki. H afta, nr. 2 9 ,1 5 'l'eınm uz 19 5 9 , s. 9). S ad ed d in
N ü z h e l'in , T ü rk Ş airleri, 1 ,1 9 3 6 s. 2 8 5 'te d o ğ u m u için 1319 tarihi v e rilir ki, bu h icrî y ıl o lu p 1901 'e
tek a b ü l etm e k te d ir.
21 A ralık 1935.
Ahm eci H a m Ji T nn p ın ar • 3
sında Sinop'ta bulundu. Oradan sonra iki yıl da Siirt'te kaldı. 1914 Temmuz'u
başlarında, 13 yaşına bastığı sırada yeni bir tayin üzerine yine ailece Kerkük'e
gidildi. Babası bura kadılığından başka, m utasarrıf vekilliği vazifesini de ifa ey
lemekte idi. Tanpınar, hayalının ilk büyük ve derin acısını burada idrâk etti:
Annesi, bir yolculuk esnasında hastalanıp M usul'da tifüsten ölür.^ Kerkük'te
geçirdikleri iki senenin sonunda babası, Antalya kadılığına tayin olundu. Ah-
med Ham di 1916 yılının m artı ile birinci teşrini arasındaki hayat saflıasını, şah
siyetinin uyanm asına tesir eden, kesif yaşanmış bir devre olarak tavsif etmek
tedir."* Annesinin hastahğı ve ölümü acısının doldurduğu bu devre, kendisi için
insan talii ile ilk karşılaşış olmuştu. Annesinin kaybı, onun hissî hayatı üzerin
de devamlı ve derin bir iz bırakan bir hadise teşkil eder. Şiirinde, bunun açık
veya kapalı şekillerde çeşitli tezahürleri görülecektir. O esnada kendisi de za
man zam an tekrarlayan bir hummaya tutulmuştu. 1916 birinciteşrininde Antal
ya'ya geldiler.
Bu dolaşm alar yüzünden tahsil hayatı değişik ve birbirinden farklı muhit ve
mekteblerde geçti. İlk tahsiline İstanbul'da Ravza-i M aarif ibtidaî m ektebinde
başlayarak Sinop ve Siirt rüşdiyelerinde okudu. Siirt'te, daha sonra, bir yıl ka
dar da Dom inicainleı'in idare ettikleri Fransız mektebine devam etti. Lise tahsi-
Hni, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanîlerinde yaptı.
Küçük yaştan itibaren, birbirinden çok farklı m uhitlerle karşılaşması ve bun
ların birinden diğeri arasında geçen uzun yolculuklar, onun m uhaj^ilesi ve şah
siyeti üzerinde mühim ve derin tesirler bırakmıştır. Kendisi bu konuda şöyle de
mektedir: "H erhalde babamın Anadolu m em uriyetleri dolayısıyla bir yerde
oturmamamız, o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz, uzak impara
torluk memleketlerindeki değişik iklim ve yaşama şekilleri, ânî ayrılışların hüz
nü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk yaşlarda iken hayatıma dikkat etmeme, hiç
olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme sebeb olmuştur, sanırım.''^
"Benim şartlarım beni edebiyata götürdü"^ diyen Ahmed H am di'de okuma
zevki pek erken bir çağda başlamıştı. Cevdet Paşa'nm Kısas-ı Enbiya'si, Nâmık
Kemal'in C ez m îv e Celctleddin Harzemşah'ı ilk okuduğu kitaplar olur. 1914 - 1916
yıllarında Kerkük'te tam manasıyla okuma devresine girmişti. Bu yıllar içinde
OsmanlI müverrihlerinden ne kadar matbu eser varsa, hemen hemen hepsini
okumuştu. Fakat orada bu okuma iştihasını karşılayacak kadar kitap bulamıyor-
du. Kendisi, "bu kitap yokluğu erginlik çağlarıının hakikî azabıdır" der/ Yerli
dostları onun bu hararetli okuma arzusunu ellerinden geldiği kadar tatmine ça
lışıyorlardı. Orada eline geçen "Nevsâl-i m illî"den Hâşim'i ve Yakub Kadri'yi ta
nıdığını, Süleyman Nazif'in bir yazısından da Yahya Kem al'in adını ilk defa öğ
rendiğini söylen^ Bu kitap ile ilgili hatırasını anlatırken ilâve etliği şu satırlar,
Tanpınar'm şahsiyetinin teşekkülünü anlamak bakımından çok dikkate değer:
"Bir de Ahmed Rasim 'in eski İstanbul mahallesinin gecesini anlatan bir yazısmı
hatırhyorum.9 İstanbul'dan o kadar uzakta bu yazı bana, o yaşta hayatımın üze
rine dönmeği ö ğ re tti".A n n e s in in öldüğü M usul'da Ahmed H aşim 'in bazı şiir
lerini ve bu arada "Şiir-i kam er"leri görmüştü; "M usul'da 1916'da bir tesadüfle
H âşim'in bir kaç şiirini; bilhassa "Şiir-i kam er"leri okumuş ve onun garib, akıcı
maddesiz hüznü içime çökmüştü."^’ Sonraki yıllarda bu Hâşim tesiri, Tanpı-
na/ın neşr edilm iş ilk şiiri olan "M usul akşam ları"nda ve ölen annesi ile ilgili şi
irlerinde bir talih benzerliği ile birlikte kendisini gösterecektir Kerkük yılları ay
rıca, onun fransızcayı elde etmeğe uğraştığı bir çağ olun
Ahmed Hamdi, A ntalya'da kitap ihtiyacına daha iyi cevab veren bir muhit
bulmuştu. Burada kira ile kitap veren bir kütübhaneden başka, kitap meraklısı
bir komşusu vardı. Orada kaldığı müddet zarfında Servet-i Fünun külliyatını ve
pek çok tercüme romanı, kendi tabiri ile, hatmeder. İstanbul'da çıkan mecmuala
rın çoğunu görebiliyordu. Evvelce okumaları daha çok, bulabildiği eski eserlere
inhisar ederken, A ntalya'da artık böylece yeni edebiyatı takib etmek imkânını
kazanır. Mecm ualar içinde bilhassa "Yeni M ecmua" alâkasını çekmişti. Ziya Gö-
kalp'ın, kendisini iyiden iyiye cezbeden yazılarını ısrarlı bir şekilde anlamağa
çalışıyor, Yahya Kem al'in orada çıkan gazellerini ezberliyordu. Bu şehirde tanış
tığı Avni Başman'ın da yeni edebiyatı tanımasında yardımı olur. Kendisi, lisede
hocası olan "A ntalya Livası Tarihi" müellifi Süleyman Fikri Bey'den çok şey öğ
rendiğini söylerdi.
^ K erk ü k İM tıralan.
® K erkü k lıntırninrı. O n u n b u h u su sta k i sö z lerin d e b ir z ııh u l g ö rü y o ru z . Ç ü n k ü "N e v s â l-i n ıillî"cle
H a ş in ı'c a il h erh a n g i b ir y a z ı veya şiir b u lu n m a m a k ta d ır. B u n u , H a şim 'in im z a sın ı g ö rd ü ğ ü bir
b aşka m ec m u a ile k a rıştırd ığ ı an laşılıy o r. Y ahya K e m a l'in de ism in i, S ü le y m a n N a z ifin m a k a le
sin d en d e ğ il, d o ğ ru d a n d o ğ ru y a o n u n kend i im zası ile N ig â r H a n ım h a k k ın d a y a z d ığ ı y a z ısın
d a n tan ım ış o la ca k tır, (bk. N ev sâ l-i m illî, İstan b u l 1330, s. 4). S ü le y m a n N a z ifin b u ra d a k i yazısı,
A b d ü lh a k H â m id 'c M u su l'd a n g ö n d e rilm iş b ir m ek tu b o lu p , iç in d e Y ahya K e m a l'in h iç ism i g e ç
m ez. (bk. s . 2 7 9 -2 8 1 ) Y a k u b K a d ri'n in b u k ita b d a k i y a z ısm ın a d ı "Siyah saçlı yabn n cı ile h c n a k g ö z
lü ifo ıç kızın liözleri" d ir. (s. 118-128). A yrıca h a k k ın d a , S ü le y m a n S a ib im zalı b ir tan ıtm a y azısı v ar
dır, (s. 216).
Bu, A h m ed R a sim 'in ''Sokaklarda g eceler" adlı yazısıdır. (N ev sâl-i m illî, 2 6 8 - 272).
K erkü k liatıraları
L:rld ıiya tçıla n ıııız K o ıııışıııjo r, s. 5 6 .
A h ın ed Miimcli Tncıpınar • 5
Lise tahsilini orda tamamlayan Ahmed Mamdi, bir leylî mektebde yüksek
tahsilini yapmak düşüncesi ile 1918 yılı ağustosunda Antalya'dan İstanbul'a gel
di. Leylî tahsil imkânını verecek bir mektebe yerleşene kadar bir müddet Râmi
ve Kasımpaşa taraflarındaki akrabalarında kaldıktan sonra Baytar M ektebi'ne
kaydoldu. Burada bir yıl kadar geçirip 1919'da Edebiyat Fakültesi'ne girdi. İlkin
tarih, daha sonra felsefe bölüm üne devam etmek istedi ise de, Yahya Kemal'in
edebiyat bölüm ünde hoca olduğunu öğrenince orayı seçti. Tahsili, işgal altmda-
ki İstanbul'da, m ağlûbiyetin ve mütareke devrinin acılan, millî mücadelenin he
yecan ve ümitleri ile karışan havası içinde geçli. Tanpınar, "form asyonum bu yıl
lar ve bu hâdiselerle oldu" der .^2
Yahya Kem al'in talebesi ve bir müddet sonra dostu olmak, Ahmed Ham-
di'nin edebî ve fikrî gelişm esinde bir devir açar. Şiirin ve m illî kültürün esas kıy
metlerini o, Yahya Kem al ile tanıdı. Liseden yeni gelmiş genç bir edebiyat heves
lisi olarak, onunla karşılaşmanın üzerindeki ilk tesirlerini kendisi şöyle anlatı
yor: "Yahya Kem al'in derslerini dinledikçe, içimdeki karışık dünya nizamını
buldu. Yavaş yavaş hislerin dünyasından, fikirlerin dünyasına girdim. Yukarıda
da anlattığım gibi, büsbütün boş değildim. Ayrıca yaratmağa hevesliydim. Fa
kat işe nereden başlayacağımı bilmiyordum. Yahya Kem al'in bana ilk öğrettiği
şey, galiba kendim e mühlet vermek oldu".^^ Fakültede Garb edebiyatı dersini
veren Yahya Kemal, Fransız şiiri yanısıra talebesine eski şiirin zevkini tattırma
sını bilen bir hoca idi. Tanpınar, Divan şiirinin büyük üstadlanndan Bakî, N efî,
Nailî, Nedim ve Şeyh Galib'i onun rehberliğinde tanıdı ve sevdi.
Edebiyatla uğraşan fakülte arkadaşları ile Yalıya Kemal'in etrafında bir grup
teşkil etmişlerdi. Yahya Kemal ile münasebetleri yalnız fakültede kalmıyor, hu
susî sohbetlerde, kahvehanelerde, bilhassa Sultanahmet kahvelerinde ve onun
İstanbul'un tarihî köşelerinde yaptığı gezintilerde devam e d iy o r d u ."Y a h y a
Kemal, bize bu sohbet ve derslerde uzun tefekkürünün meyvası olan çok dina
mik ve realite ile gerek aktüel, gerek tarihî manalarmda temas halinde bulunan
bir milliyet anlayışı getiriyordu. Bu milliyetçilik hızını tarihten alıyordu"’^ di
yen Ahmed Hamdi, onun kendisi üzerindeki büyük tesirini : "Yahya Kemal'in
üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile, dil güzelliğidir... M il
let ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri var
dır. Beş Şehir adlı kitabım onun açtığı düşünce y o lu n d a d ır".s u re tin d e ifade'
eder. Başka bir yerde de: "Yahya Kemal'den tarih zevkini ve bir muharriri tek
mil okumak disiplinini aldım " demeki-edir.^7
N erim a n , M . Ö z tü rk m e n , P ro fesö rlerim iz koıııışııı/ur : Tnııziiıiat ctlcbit/nlı prüfı:sörii şair A lııııel MnnıHi
Tnıifiııiar, Yeni İsta n b u l, nr. 2 2 8 8 , 3 0 M a rl 1956.
Edel’iijn içıin n m ız K oıııışııy or, s . 61.
İst(inl)}il'ıııı fe th i v e M ü ta rek e g eııçlcı i vı? F.(lrhi\/atçılanıııi7 koıınşınjor. s. 62. Bu y ılla ra a il b ü tiin ta f
silât, son eseri olnn “Yalıya K em n l", İsta n b u l, 1962, s. 5 - 37 'd e y e r alm ış b u lu n m ak tad ır.
A h m ed H a şim ile m ü n a seb etleri h a k k ın d a b ilg i için bk. A h m ed H a m d i, A h m et H aşitn'c ait hatıra
lar, Yeni T ü rk , nr. 10, T em m u z 1933, s. 867-872.
"H u sre v u Ş irin " a d ın ı taşıyan bu çalışm a. [İstan b u l, 1339] T ü rk iy a t E n stitü s ü 'n d e m a h fu z tez
k o le k siy o n u n d a 4 n u m a ra ile kayıdlıd ır.
A n ta ly a m cklııh ıı.
A hnıed Hamdi T anp ınn r • 7
sıkı bir şekilde temasa başlamış, onun peşinden Verlaine, M allarm e'yi iyice tanı
mıştı. Bir ara, okumalarında Anatole France bir hayli yer işgal ettikten sonra,
zevki Faust'u ile Goethe'ye, Hoffmann, Dostoyevski, Edgar Allan Poe ve Gerard
de N erval'e açılır. Daha sonra Valery, Gide ve Marcel Prousl daima okuduğu ve
en çok sevdiği muharrirler olur. Dergâh'dan sonra -arada "M illî M ecm ua"da çı
kan bir şiiri (1926) istisna edilirse - hocalığının ilk dört senesinde bir susma dev
resine giren şâir, Ankara'ya nakli ile 1927'de, Hayat mecmuasında şiirlerini tek
rar neşre başlar. Dergâh'da ilk hamlede on bir şiir birden neşretmesine mukabil,
buraya verdiği m anzumelerin sayısı daha azdır. Bu yeni şiirlerinde dil zevkinin
tekâmülü, Baudelaire tesiri gibi hususlar bir tarafa bırakılırsa, henüz bir büyük
değişme yoktur. Yalnız bunlar içinde "Aynalar" ve "Sabah" adlı manzurheleri-
ne, şiirinin ileriki gelişmesinin ilk işaretleri gibi bakılabilir. Kendisinin de söyle
diği gibi şiirinin asıl estetiği Valery'yi tanıdıktan sonra teşekkül eder. Valery ile
ilk teması, onun 1926 sıralarında Konya'da iken eline geçen "Variete I"i ile ol-
muştu.22 Ahmed Kudsi Teceı'in 1930-1932 yıllan arasında Ankara'da neşrettiği
"G örüş" mecm uasında çıkan şiirleri, kendisindeki bu değişmeyi aksettirmekte
dir.
Bizzat ifade ettiği üzere,23 rüya, mûsiki ve şuurlu çalışma fikri etrafında top
lanabilecek olan bu estetik, onu bu yıllardan başlayarak zamanının diğer Türk
şairlerinden ayırır ve kendisine çok başka bir hüviyet temin eder. Şiirde asıl şah
siyetinin teşekkülü bu tarihten itibarendir. 1933'ten başlayıp 1939 sonuna kadar
geçen zaman içinde sırasıyla Varlık, Kültür Haftası, Ağaç, Oluş mecmualarında
neşrettiği şiirler onun gittikçe çok hususî bir şâir olarak ismini y a p a r .2 4
23 A ynı ynzı.
2'* B u n a m u v a z i o la ra k , a n to lo jile rd e m u h te lif şiirleri y e r a lm ağ a, h a y a tı v e s a n 'a tı h a k k ın d a m ü ta
laalar, m ü sta k il y a z ıla r m ey d a n a k o n u lm a ğ a bpşlar:
F erid u n F â z ıl T ü lb e n tç i, B ü y ü k H nrpteiı S on rakiler - Ş iir A n to lo jisi 191S -1 9 3 5 , A n k a ra , 1935, s. 32-
34: (N e iç in d e y im z a m a n ın - S fe n k s - Bir gü l b u k a ra n lık la rd a ); M . B e h ç e t Y azar, G en ç Şnirlerim iz
v e E serleri, İsta n b u l, 19 3 6 , s. 2 1 ,2 9 ,9 7 ; (N e için d e y im z a m a n ın ); S a d ed d in N ü z h e t E rg im , T ü rk Şa
irleri 1, İsta n b u l, nr. 1 8 ,1 5 B irin ci teşrin 1936, s. 2 8 5 -2 8 7 : (S abah - N e için d e y im z a m a n ın - B ir gü l
bil k a ra n lık la rd a - Y avaş y a v a ş a y d ın la n a n [= S f e n k s )- Y ılan - D a v e t - H a tırla m a - U y an m a -
Ö m rü n ç e n b e ri); A. K a ra h a n , A h m ed H ain d i Tnııpmnr, Ş iir tela kk isi v e şiirler i, G e n ç lik , nr. 5 , 1 6 T em
m u z 1938, s. 5 - 6; B. K . Ç a ğ la r - O . B n ria n - H . Y. Ş e h su v a ro ğ lu , M ü ta rek ed e» S on rakiler, 191S-193S;
Ş iir A jıto h jis i, İsta n b u l, Y ü cel k ita p la rı, 1939, s. 4 3 -4 7 ; (H a tırla m a - U y a n m a - N e iç in d e y im z a
m a n ın - D av o t - G ü l I= B ir gü l b u karanlıklardan] - Y ıla n - A yna - S fe n k s); C a h it T an y o l, A h m ed
H ain d i T aiıp ın ar h a kk ın d a. A ra m a k , İzm ir, nr. 5 , A ğ u sto s 1 9 3 9 , s. 6-11. Baki S u h a E d ib o ğ lu , T ü rk Şi~
irin den Ö rn ekler 1 9 2 0 - 1 9 4 4 , A n k a ra , 1944, s. 1 1 7 - 1 2 3 ; (B u rsa 'd a z a m a n - F ırtın a - Bu ak şam - Ş i
ir - G e ç m iş y a z - H a tırla m a - B ird en b ire - G ü l - A yn a); M . B e h ç e t Y azar, A h m e t H nnıdi Tanpınar,
Y ed ig ü n , X V II, nr. 4 3 0 , 2 H a z ira n 1 9 4 1 , s. 14; İb n ü lem in M a h m u d K e m al İn al, Son A sır T ü rk Ş air
leri, cü z 12, İsta n b u l, 19 4 2 , s. 2 1 4 5 - 21 4 7 : (B u rsa 'd a h ü ly â sa a tle ri - B ü tü n y a z ); Y aşar N âb i, Yeni
T ü rk Ş iiri A n to lo jisi, İsta n b u l 19 4 7 , s. 12-18: (N e iç in d e y im z a m a n ın - S fe n k s - B a h a r -Y a ğ m u r •- B ü
tü n y a z -B u rs a 'd a z a m a n - H e r şey y erli y e rin d e - B ü lb ü l): L irik Şiirler, İsta n b u l, Y ap ı v e K redi
8 • T nnpiıiar Ü zerine YıımİBr
sın başladığı devre olarak değerlendirdiği Tanzimat'tan sonraki saflıası ile geniş
bir surette okutulmasını, daha evvelki devrin ise Türk dilinin geçirdiği tekâmül
merhalelerini gösteren bir giriş şeklinde gösterilmesi lâzım geldiğini söylüyor-
du.2û Bunlar, onun "1932'ye kadar çok cezrî bir garbçı idim. Şarkı tamamıyla
reddediyordum " dediği devrenin görüşleridir Bu yıllarda Tanpınar, Yahya Ke
m al'in muhitinden uzakta idi. Kendisi fakülteden mezun olduktan sonra İstan
bul'dan ayrılmış, Yahya Kemal de Avrupa'daki elçilikleri dolayısıyla memleket
ten uzaklaşmıştı. Ahmed Hamdi sonraları, fazla gecikmeden, divan şiiri hakkın-
daki görüşlerini esaslı bir şekilde değiştirir ve bilâkis onda bugün istifade edil
mesi gereken bir çok değerler b u lu r .2 7 Eskiye karşı kendisinde meydana gelen
26 Bu h u su sta ciaha fazla tafsilat için hk. A h m et K u tsi Tecer, K ro n ik - E ski v e Yeni E d ebiy at, G ö rü ş
m e c m u a sı, A n k a ra , nr. 2, E y lü l 1930, s. 9 6-107.
Bu d e ğ işm e y i en g ü z el b ir şek ild e g ö stere n y a z ıla n için d e, b ilh a ssa “E sk i şiir" v e "E ski şairleri
o ku rk en " (T asvir-i Efkâr, nr. 47 9 5 , 2 4 A ğ u sto s 1941) ad lı m ak a lelerin i z ik re d e lim . B u ra d a sa d ece
b irin cisin d e n b a z ı p a rç a la r v e rm e k le y e tin e ce ğ iz : "E s k i şiirim iz b ir e ste tiğ in e m rin d e o la n b ir ü s
lû p tu . H e r ü slû p gib i o n u n sık ı k a id eleri, k o la y lık la rı v e g ü çlü k le ri, te h lik e v e em n iy e tle ri, u zak
v e y a k m h ed e fleri vardı. Ve y in e h e r ü slû p ta o ld u ğ u g ib i, a rk a sın d a d a y a n d ığ ı b ir h a y a t a n la y ı
şı v e b ir z e v k vard ı. C e m iy e tim iz b u h a y a t te lâ k k isin in v e b u zev k in y a v a ş y a v a ş p a rça la n ışın ı,
in h ilâ lin i v e o n d a n ev v el d e o ld u k ça u z u n sü fen b ir te red d isin i g ö rd ü . F a k a t hu iflâs esk i ş iiri
m iz in a le y h in d e o lm a d ı. V â k ıa m azi ile h e r an y a p m a k ta o ld u ğ u m u z g e n iş m u h a se b e d e b u ş i
irin d e m ü h im b ir ta ra fın ı a th k ; fa k a t e lim iz d e z a m a n ın ç etin im tih a n ın ı v e rm iş b ir ço k ese rler
k a ld ı. İş te esk i ş iir h a k k ın d a h ü k ü m v e rm e k lâ z ım g e ld iğ i z a m an asıl d ü şü n ü lm e si lâ z ım g e le n
b u a ttık la rım ız d e ğ il, d e ğ işe n b ir z ev k v e a n la y ışa , d ild e k i b ü tü n b ir tasfiy e v e te k â m ü le rağ m en
h âla b iz e k e n d ile rin i b ir m ü k e m m e liy e t ö rn eğ i gib i k ab u l ettiren m ısra la r v e b ey itlerd ir.
E sk i ş â ir le r in 'e n b ü y ü k m ez iy e tle ri şiirin d ild e n çık tığ ın ı, o n u n m u c iz e li b ir im k â n ı old u ğ u n u
b ilm e le ri, h e y e ca n la rın ı sö z ü n m an asın a d eğ il m ısra ın s e sin e v e b ir m ısrn a sık ıştırd ık la rı o lıari-
k u lâ d e h a rek ete e m a n et e tm e le riy d i".
"E s k i şiiri b e h e m a h a l ith a m e tm e k iste y e n le r b u g ü z ellik leri d e ğ il, sa d e ce b u te rk ib in için e giren
k e lim e le ri v e o n la rın y a b a n c ılığ ın ı g ö rü y o rla r. Bu so n o rite y i, b u yay ç e k işin i, b u b ir ra k k a se gibi
ken d i ü stü n e h e r an yeni b ir ilh am la k ıv rıla n h arek eti v e b ir a k şa m a açılan m e rm e r k e m e rler g i
b i b ü tü n b u ü slû p a ra sın d a n sey red ile n ru h p ey z a jın ı h esa b a k a tm a k istem iy orlar.
H a k ik a t şu ki esk i şâ irle r d ile ta s a rru f etm e sin i b iz d en iyi b iliy o rla rd ı. B ir g ü n , e p e y c e z a m a n d ır
e d e b iy a tım ız ı g ü n ü g ü n ü n e id are e d en ye n ilik a şk ın d a n v a z g e ç ip de asıl şiire d ö n d ü ğ ü m ü z z a
m an b u b ilg in in d e recesin i ve. o n d a n a la b ile ce ğ im iz d e rsin b ü y ü k lü ğ ü n ü a n la y a ca ğ ız .
E sk i şiirim iz iç in y a p ıla n ith a m la rd a n b iri d e o n u n b eşe rî o lm a m a sıd ır. B u n u sö y le y e n le r b u ke
lim e n in g e n iş m a n â s ın d a g ü z e lliğ in tu ttu ğ u istisn a î m ev k ii h a tırla m a k iste m e y en lerd ir. E sk i şi
irim iz d e g a rb ın a n la d ığ ı m â n â d a p sik o lo jik v a z iy etlerd en , d e ru n î m ü c a d e le le rd e n , in san ı taliin
k o rk u n ç ira d e siy le k a r şıla ştıra n terk ip lerd en d o ğ m u ş b ir b e şe rî yok tu r. F a k a t o n lard a sa d e ce in
sa n lığ a h a s b ir m e z iy e t o la n g ü z e lliğ in eld e e d ilm iş o lm a sın d a n g elen b ir b e şe rî v a rd ır ki sa n a t
ta asıl iste n e n d c o du r.
M ü teb a k isi h a y a tın ken d i b u la n ık a k ışın d a h er g ü n y ığ ın y ığ ın ö n ü m ü z e d ö k tü ğ ü şey lerd ir.
U n u tm a m a lı ki h er d e v rin b e şe rîsi k e n d in e göredir. M u tla k b ir in san ta sa v v u r e d e m iy e c e ğ im iz
g ib i, o n u n h e r z a m a n v e m ek â n iç in m u tla k b ir ifa d esin i d e iste y em iy eceğ iz i Eski şâ irle rim iz gü
z e l o lm a k h a y siy e tiy le b e şe rî o la n e se rler vü cu d a getird iler. B ir tarafta o lan e k sik lik lerin i ö b ü r ta
ra fta k i e m s a ls iz fa ik ıy e tle riy le tam am lad ılar.
B iz e d ü şen şey, u m u m î m ü lâ h a z a la rı b ir tarafa b ıra k ıp altı a sır sü ren b ir te crü b en in b u asil m ah
su lle rin d e n a la b ile ce ğ im iz i a lm a k tır." (E ski şiir. O lu ş, nr. 1 8 ,3 0 N isan 1939, s. 2 78 - 279).
10 • T .ın p ın ar Ü zerine Yazılar
değişmeyi şöyle ifade ediyor: "1932'den sonra kendim için tefsir etliğim bir
Şark'ta yaşadım. Asıl yaşama iklimimizin böylesi bir iklim olacağına inanıyo
rum. Beş Şehir ve Huzur bu terkibin araştırmalarıdır. Yazacağım öbür eserlerin de
çekirdeği büdur".2s
Görüş mecm uasında o yılların ortaya çıkardığı çok mühim bir değişme de,
Ahmed H am di'de nesrin başlamasıdır. O zamana kadar, onun edebî çalışmala
rında nesrin bir yeri olmamıştı. Görüş mecmuasındaki makalelerinden itibaren
nesir, Ahmcd H am di'nin şiiri yanında süratle gelişecek, hattâ çok zaman onu
gölgeleyen bir zenginlik gösterecektir. Nesrinin, ifadede harcıâlemi aşmak, çok
yer verdiği imajı bir süs vasıtası olarak değil, nüansı ve bir tesiri sağlayan bir un
sur halinde kullanmak, birbirini takib eden cümlelerin önceden tahmin olunabi
lecek şekillerin dışında; hemen, daima beklenmedik bir surette gelmesi, çok zen
gin ve m üşahhas bir lûgata dayanması gibi esas kıymetleri; daha bu ilk yazılar
dan kendilerini belli ederler.
1936 yılında neşrolunmağa başlanan "Geçmiş zaman elbiseleri", onun sanatın
da yeni,bir cephenin: hikâyeciliğin doğduğunu haber verir. Neşri âdeta bir hâ
dise gibi karşılanan hikâyesi "Abdullah Efcndi'nin R liyaları'm kendi söylediğine
göre, daha 1935'de yazmıştı.29 Sonraki yıllarda bunlara ilâve olunan hikâyeleri,
ona yeni Türk hikâyeciliğinde hususî bir yer açar.
1936 yılından itibaren, o zamana kadar yalnız edebiyat ve kültür mecmuala
rında çıkan yazılarına, büyük gazetelerin sütunlarını verdiğini görürüz. Onun
adını daha geniş bir okuyucu zümresine tanıtan bu yazılar, 1938'den bu yana
bilhassa Cum huriyet gazetesinde yer alır. Burada çıkan "Tercüme m eselesi" ad
lı makalesinin bir kaç mecmua tarafından birden iktibas edilmesi,^'' yazılarının
uyandırdığı alâka hakkında bir fikir verebilir.
1937'de Tevfik l'ikret'in san'atı ve edebî şahsiyeti hakkında uzunca bir mu
kaddime ile neşrettiği "Tevfik Fikret Antolojisi" kitap şeklinde neşrolunan ilk ya
zısı oldu.
1938 yılında ciğerlerinden geçirdiği, kendisini uzun bir müddet prevantor
yumda yatıran bir rahatsızlığı, hayatına tesir eden ârızalardan biri olarak bura
da işaret etmeliyiz. Bu, çeşitli komplikasyonları ile hayalının sonuna kadar onu
zaman zaman meşgûl edecektir. Pek çok ilâcın âşinâsı olmuştu. Masasının üze
rinde, kitap etajerlerinde yer alan bir sürü ilâç şişesi ve kutusu; evinin tabiî de
korunu teşkil eden unsurlardan biri halinde idi. Doktorlardan çok zengin bir
28 V arlık, nr. 3 7 7 ,1 A ra lık 1951, s. 7; E d ebiy alçtln n ııu z K on uşuıjor, s. 6'1'de "K e n d im için tefsir e ltiğ im "
ib aresi a tlan m ıştır.
M . Baydar, A h m et H a in d i T a a p ıııa r nıılnlıı/or. V arlık , nr. 4 2 1 ,1 A ğ u sto s 1955 s. 6.
30 M sl. K a lem , nr. 1 3 , 1 H a z ira n 1939, s. 11-12; V arlık, nr. 1 4 2 ,1 H az ira n 1 9 3 9 s. 3 3 5 - 336.
A hm ed Hamdi Tonpınnr • 11
dost çevresi vardı. Hayatı, çoğu edebiyatı ve edebî şöhretleri seven bir doktor
muhili içinde geçti.
1938'in Ekinn ayında İsmail Habib Sevük ile arasında cereyan ve gazele sü-
lunlânna akseden bir münakaşa hadisesini vardır ki, bu onun isminin daha da
, tanınıp akvüelleşmesine tesir eder.
1939 yıhnda Tanzimat'ın 100 üncü yıldönümü kutlanırken. M aarif Vekâle
tince, Edebiyat Fakültesinde, Türk edebiyatının Tanzimat ile girdiği devreyi
müstakilen tetkik ve tedris edecek bir kürsünün ihdası düşünülmekteydi. Dev
rin m aarif vekili Haşan Âli Yücel tarafından 15 Kasım 1939'da İstanbul Üniver
sitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyah
profesörlüğüne tayin olundu.^^ Bu kürsüyü teşkil ve Tanzimat'tan sonraki Türk
edebiyatı tarihini yazmakla görevlendirilmişti. Tanpmar, edebiyat tarihini yaz
mak için geniş bir hazırlığa girişti. İşe önce Cevdet Paşa'nm tarihini ciddî bir şe
kilde okumakla başladı. Metod meselesi için Thibaudet'yi tekrar tekrar okuyor
du. Gerekli malzemenin araştırılmasında ve o zamana kadar istifade edilmemiş
bazı eserlerin tesbitinde, Fuad Köprülü'nün fakülteden ayrılmasından sonra
asistanı olan Mehmed Kaplan'ın kendisine çok yardımı oluyordu. Mükrimin
Halil ile Türk tarihinin ve kültürünün m eseleleri üzerinde saatlerce süren mü
nakaşa ve sohbetler yapıyordu. Bu çalışma havası içinde, XIX uncu asır Türk
edebiyatının şahsiyet, eser ve vesikaları üzerindeki vukufu ile şöhret yapmış
olan Ibnülemhı M ahm ud Kem al ile yakmdan bir m ünasebet kurmuştu. Onun
"Büyük bir muasır: İbnülemin Mahmud Kem al" adlı yazısı^^ bu münasebetlerin
bir mahsûlüdür. İbnülemin, Tanpınar'da Ş £ lh id olduğu araştırıcılık meziyetini
takdirle ifade etmektedir: "Şair l lamdi, okuduğunu ve okuttuğunu eyi anlayan
lardan ve edebiyat tarihini okutanların en vâkıflarındandır. Yazmak istediği bir
maddenin en dakik noktalarını, en karanlık köşelerini araştınyor. Başkaları gibi
"dum anı doğru çıksun yeter" demeyor. Ziyaretime geldikçe sorduğu meseleleri
pek ince elediğini görerek takdir ediyorum. Âkif Paşa'nm Şeyh M üştak'a yazdı
ğı merhum Ebuzziyâ'nın söylediği meşhur mektup hakkında bir gün bana - es
ki tabir ile - o kadar "m ûşikâfâne" sualler irad etti ki emsali muallim ve müteal-
limlerin hiç biri bu dürlü islizahda bulunmadı. Elbette bihrsiniz ki sormak için
bilmek lâzımdır. Bilmeyen ne sorabilir? .3'*
1948 yıhnda Cum hııriyet gazetesinde tefrika edilen "M uzur" adlı romanı, diğe
ri Edebiyat Fakültesi neşriyatı arasında çıkmış olan "Ondokuzuncu Astr Türk Ede
biyatı Tariki"dİT. 1949 yılı sonunda, üzerinde geniş ölçüde değiştirm eler yaparak
kitap halinde basılan "Huzur" romanı, onu bir lâhzada büyük Türk romancıları
nın safına sokm uş, bilhassa şuur altı âlemini, mazi ile münasebet ve millî kültür
meselesini ele alması bakımından romancılığımızda kendisine hususî bir mevki
verm işti. Edebiyat Fakültesinde ilk hocalığa başlayışından beri fasılalarla üze
rinde çalıştığı edebiyat tarihinin ilk cildi 1949 yılı nisan başında neşir âlemine
çıktığı zam an, geniş bir hayranlık ve takdir ile karşılandı. Tanzimat'tan sonraki
Türk edebiyatını, kendinden evvel yazılanlarda görülmedik bir şekilde yepyeni
bir görüş ve zevk, değişik bir plan ve malzeme ile işleyen ve aynı zamanda bu
sahada ilk akadem ik eser olmak vasfını taşıyan bu kitabın meziyetleri, hakkın
da bir çok takdir yazısının yazılmasına vesile oldu. Kitabın neşrinden sonra, sa
nat için o kadar özlediği nisbî bir serbestleme devresine giren Tanpınar, yazı fa
aliyetini dört yıla yakın bir zaman daha ziyade hikâye, şiir, roman ile gazele ve
edebî mecm ualardaki makaleler sahasına intikal ettirir. Ahmed Hamdi, fakülte
ye ikinci gelişinde İngilizce öğrenmeğe başlamış, iki-üç sene sonra bu dildeki
edebî ve fikrî eserleri rahatça takib edebilecek bir seviyeye erişmişti. 1950 yılın
da üçüncü romanı olan "Sahnenin Dışındakiler" adlı eserini tefrika suretinde neş
reder.
Ahmed H am di'nin bu devrede hayatının mühim bir hadisesi Avrupa'ya gi
dişidir. Edebiyat 1-akültesi kendisini 1953 yılı ilk baharında altı ay kalmak üzere
Avrupa'ya gönderdi. O zamana kadar yalnız kitaplardan tanıdığı Avrupa'yı ilk
defa görüyordu.35 Bu seyahatinde esas Paris olmak üzere Belçika, Hollanda, İn
giltere, İspanya ve İtalya'yı gezdi. Bu ve daha sonraki Avrupa seyahat intibala
rı, yazılarını besleyen yeni bir menba olur. Çoğu yayınlanm am ış olan seyahat
yazılarını m üstakil bir eser halinde neşretmeği düşünüyordu.
1954 ilkbaharında ilk cildin ikinci basımını yapmak üzere edebiyat tarihini
tekrar ele aldı. İki sene süren devamlı bir çalışma sonunda 1956 yazında eser,
çok daha genişlemiş ve mükemmelleşmiş olarak ortaya çıktı. Kitabın ikinci bas
kısı da, ilk neşrinde olduğu kadar hararetli bir alâka ile karşılandı. Eserin başın
daki, onun eski Türk edebiyatına dair orijinal görüşlerini.tespit eden geniş bir
giriş kısmı, bu yeni baskının getirdiği kazançların en mühimi oldu. Müellif, 1930
da Ankara'daki edebiyat muallimleri kongresinden bu yana eski Türk edebiya
tı üzerinde, zenginleşen bir kültür ve daha yerine oturmuş ölçülerle çeyrek asra
3 0 M n rt 1 9 5 3 'te İs ta n b u l'd a n P a ris 'e h a rek et etti. A v ru p ad ak i dolnşriic-ılc-ırmın tarih leri şu n la rd ır:
6-1 3 'le m m u z B e lçik a v e H o lla n d a , 2 5 T em m u z - 8 A ğ u sto s İn g iltere , 15 - 2 9 E y lü l İsp a n y a , 3
E k im -6 K a s ım 1 9 5 3 İta ly a . İsta n b u l'a 6 K a sım 1 9 5 3 'te d ö n d ü . T an p ın ar, A v ru p a 'y a y a p tığ ı se y a
h a tlerin h e p sin d e g e re k g id iş v e g e rek d ö n ü şte o lsu n d a im a u ç a k y o lc u lu ğ ü n u tercih etti.
14 • Hınpınar Ü'zeriııe Ynzıhır
yakın bir m üddet içinde zihninde yoğurup geliştirdiği düşünceleri burada son
şekli ile ifade ediyordu. Bu girişi yazmak için, belki esas kitabın telifi için oku
duğundan daha fazla eser karıştırmış, aydınlanmak istediği muhtelif meselelerde
bazı mütehassıslar, bilhassa Şarkiyat mütehassısları ile devamlı surette görüş
müştü. Böyle bir hazırlıktan sonradır ki onu, ancak asıl edebiyat tarihi kısmının
baskısı bittikten sonra kalem e aldı. Yeni baskıdan bahseden Avrupah bir araştı
rıcı, eserin batı dillerinden birine çevrilmesi arzusuna tercüman olmaktadır.S''
Tanpınar, arada dördüncü romanı "Smlleri Ayarlanın Ensli{üsii"nü^'^ tefrika
halinde vermiş (1954), "Yaz Ynğnııını" adı ile ikinci hikâye kitabını bastırmıştı
(1955). 1955 Şubatında Tilmoloji kongresine âzâ olarak f-’aris'e ikinci defa gitti ve
orada üç hafta kaldı (11 Şubat 1 9 5 5 - 4 Mart 1955).
Dostu 1 lasan Âli Yücel'in idare ettiği İş Bankası Kültür Yayınları için 1957 yı-
hnda "Beş Şehir"in çok değiştirilmiş yeni bir baskısı ile, en beğendiği makalele
rini bir araya toplayacak bir kitap hazırlamağa başladı. Avrupa'daki seyahat in-
tibalanna ait, bir kısmı hiç bir yerde basılmamış yazılarını da ilâve ettiği bu ki
taba "Yaşadığım Gibi" adını koymuştu. Ne yazık ki, eser, banka tarafından şim
diye kadar bir türlü bastınlamamıştır.* "Beş Şehir"in 1960 yılında çıkabilen ikin
ci baskısı, Tanpmaı'ın bir eseri üzerinde durup zamanla onu daha mükemmel
hale getirmeğe ne derece ehemmiyet verdiğini gösterme.si bakım ından da ayrı
ca dikkate değer.-’’''* 1956 yılı yazı başında bir de bir senaryo tamamlayıp çevrile
cek filmi için stüdyoya teslim etmişti. 28 Ağustos - 4 Eylül 1957 arasında topla
nan XXIV üncü Müsteşrikler kongresine bir tebliğ^’’ ile iştirak ederek M ünich'e
kısa bir seyahat yaptı. Bu arada Viyana'yı da gördü.
1959 yılında, edebiyat tarihinin yazacağı ikinci cildinin batı edebiyatı ile il
gili m alzemesini ve Türkiye'nin batıhlaşma harekeli tarihinin kaynaklarını tet
kik etmek üzere Rockfeller Foundation'u hesabına bir yıl müddetle Avrupa'da
kalma imkânını temin etti. O yılın martında şiddetlenen ve mahiyeti teşhis edi-
lemeyen bir göğüs rahatsızlığı yüzünden üst üste iki defa Cerrahpaşa hastaha-
nesinde yatmak m ecburiyetinde kaldı. İki ay kadar yattığı hasta yatağında ken
disine kuvvet veren şey, bu Avrupa'ya gidiş sevinci olmuştu. Hastahaneden en
başta sigara olmak üzere çeşitli takyidler ile çıkarak, Haziran sonunda Avru
pa'ya hareket etti.^o Bu seyahatinde esas yine Paris olmak şartıyla Fransa'nm çe
şitli bölgeleri ile, İngiltere, İsviçre ve Portekiz'i dolaştı.
Son Avrupa dönüşünde Ahmed Hamdi hummalı bir yazı faaliyetine girişti.
Yahya Kem al'in ölümü ile çok sarsılan Tanpınar, çoğu kendi neslinden olan
dostlarının bir bir gelen ölümleri ile etrafının gittikçe boşaldığını hissediyordu.
Haşan Âli Yücel'in ölümünden sonra, dostlarına belli etmemeğe çalıştığı bir
ölüm endişesi kendisini sarm ağa başlamıştı. Zamanı kalm adığını hissetmiş gibi,
süratle dört beş koldan eserlerini verm eğe çalışıyordu. İlkin şurada burada da
ğınık bulunan şiirlerini yeniden gözden geçirip 1961 Şubatında kitap halinde
topladı.41 Edebiyat tarihinin ikinci cildinin telifine hazırlık olarak derslerini Tev-
fik Fikret ile Servet-i Fünun romanı üzerinde teksif etmişti. 1960 - 1961 ders yı
lında Tevfik Fikret ve Hâlid Ziya ile bilhassa meşgûl olarak notlarını parça par
ça tesbit ediyordu. Kitap halinde neşri için bir yandan "Saatleri Ayarlama Ensti
tüsü" romanı ile uğraşırken, diğer taraftan Yahya Kemal hakkında bir eser yazı
yor, büyük ve serbest vezindeki şiirlerinin neşrine hazırlanıyor, edebiyat tarihi
nin ikinci cildi için ara nesilden, bütün eserlerini kütüphanelerden evine topla
dığı Beşir Fuad ve N âbizâde N âzım 'ı tetkik ediyor, edebiyat ve kültür meselele
ri hakkında radyo konuşm aları kaleme alıyordu. Son Avrupa seyahatinden ön
ce başladığı "Karşı Karşıya” ismindeki romanı, bitirm ek istediği eserlerin başın
da idi. "Aydaki Kadın” adlı büyük hikâyesini de bir roman haline koyarak yeni
den işliyordu. "Mağara" ismini verdiği üçüncü bir hikâye kitabı vardı. Eldeki ya
zılarından biraz serbestleyince, batılılaşma ve medeniyet meselesini işleyen
"Doğu ve Batı" isimli bir etüde başlayacaktı.
Fakültede talebelik çağından beri arkadaşı olan Profesör Mükrimin Halil'in
1961 yılının son ayında vuku bulan ölümü, onu sarsan darbelerden biri daha ol
du. Kendisini zam an zaman rahatsız eden bronşit yüzünden Ocak ayında ders
lerinin bir kısmına gelememişti. Derslerine tekrar başladığı bir sırada, 23 Ocak'ta
toplanan fakülte kurulunda kendisinde bir fenabk hissederek, gittiği bir doktor
arkadaşının m uayenehanesinden Haseki hastahanesine kaldırıldı. Bir enfarktüs
İlerid e hal te rc e m e siiıd e n b a h se d e ce k bazı te tk ik çilerin h erh a n g i b ir h ata y a d ü şm eleri ih tim ali
ile. C u m h u riy e t g a z e te sin d e (nr. 134 6 4 , 2 6 O ca k 1 962) o m m E d irn e k a p ı m ez a rlığ ın a d e fn e d ild i
ğ in i b ild iren h a b e rin h a k ik a tle h iç b ir a lâ k a sı o lm a d ığ ın ı b ilh a ssa b e lirtm e k lü z û n ıu n u h issed i
yoruz.
ŞİİRE DAİR
- Ahmet Hamdi'ye -
Nurullah Ataç
Azizim,
6 Teşrinisani tarihli MiUiı/et'te "A hm et Kutsi'nir» Şiirleri" isimli, fakat ismine
rağmen o şiirden ziyade, hiç olmasa onlar kadar benim onlardaki güzelliği niçin
anlayamadığımdan bahseden yazını okudum.
Sözüne: "A hm et Kutsi'de benim en çok sevdiğim taraf, şiire tadakküm eden
zihnî çalışm adır" diye başlamış olman bende büyük bir tecessüs uyandırdı.
"A caba dedim, Ahm et Kutsi'de M allarm e'yi, Valery'i andıran bir taraf var da
ben mi göremedim? "Şiire takaddüm eden zihnî çalışm a" adeta onlarda biri için
söylenmişe benzem iyor mu? Ahmet Hamdi de o şairleri bilir, sever ve şimdi bi
zi dostumuzun onlar gibi bir sanatkâr olduğuna inandırmak isteyecek..."
Böyle bir hevesin yokmuş; 6 güzel cümleyi Ahm et Kutsi'nin şiirlerini mısra
mısra, hattâ kıt'a kıt'a değil, bütün olarak tasavvur ettiğini söylemek için harca-
yıvermişsin. N e yalan söyleyeyim, bir manzumede parça ile kül arasındaki far
kı anlayamıyorum. Daha doğrusu artık anlayamıyorum. Çünkü bende de, senin
kullandığın bir tabirle, o "eski mısra zevki" varken bir manzumenin sadece bir
veya birkaç beyti, hattâ m ısraı beni tehyice kâfi gelirdi. O zevki kaybettiğimden,
-daha sam imi olayım- ondan kurhalduğumdan beri eski edebiyatımızın çürük
lüğünü, yokluğunu da daha iyi anladım. Fakat cüzlerle iktifa etmemek, onların
keyfiyeti hususunda m üsam ahakâr olmamızı mı icap ettirir? Biliyoruz ki, birçok
misalleri ile gördük ki hepsi de teker teker alınınca güzel bulunabilecek mısra
larla, çirkin manzum eler vücuda getirHebiliyor. Şiir, küldedir; küllün cüzlere
verdiği edaya o cüzlerin tâbi olmasındadır; cüzlerin başlı başlarına birer varhk
olmaya haklan yoktur ve hepsi de küllün güzelliğini inşaya hizmet edecektir.
Bu, şiirin -ve bütün sanatın- mimarca (architectural) bir tasavvurdur. Fenelon'un
mimari için söylediği bir sözü hatırladım; ondan sana da kaç defa bahsettim:
"M im aride hiçbir şey süs için konulmaz; her parça lüzumu olduğu için konulur,
fakat o surette konulur ki bir süs gibi gözükür."
18 • T iin p ın ar Ü zerine Yazılar
Ben, böyleşini daha lnhaf buluyorum, hem üçüncü mısram mânâsını da yi
ne anlamıyorum. Belki bunda da Ahmet Kutsi, vezin ve kafiye zaruretiyle, bir
takım, "bin türlü" takdim ve tehire başvurmuş ve ne dem ek islediği onun için
anlaşılmıyordum Herhalde hiçbir mânâsı yok ve bazı manasız, fakat savt terkip
leri ile güzel olan mısralar gibi ahenktar da değil.
"Rüzgârdjr zm fınetscm ben nefesini" mısraının bir zerrecik güzelliğini de mah-^
veden o lüzum suz "b e n " kelimesini müdafaa için söylediklerine bayıldım:
"...burada ben kelim esi mnna itibariyle bir basamak teşkil ettiği için ve üçüncü mıs-
raa o "ben"den aldığımız hızla geçtiğimiz için tam yerindedir."
I-Iamdi, intikam ım ı alacağım: Buna "elçabukluğu" da değil, "ağız kalabalı
ğı" derler. Şiir, kendiliğinden mevzun olan, mevzun olması için mânâsına az çok
yabancı, onu tağyir edebilecek hiçbir lafza ihtiyaç gösteremeyen sözdür. "R ü z
gârdır zannetsem nefesini" mevzun olmamış; vezni tamamlamak, ritm e erişmek
için bir hece ilâvesi lâzım gelmiş ve bu hece lüzumsuz olduğu için, yani senin
tabirinle "ritm e bir basam ak teşkil etsin" diye konulduğu için güzelliği bozuyor;
üçüncü mısraa geçmek için ondan lıız almak lâzım geliyorsa (zaten bu hız alma
yı bir türlü anlayamadım) o üçüncü mısra da, o hızı veremeyen (anlar gibi olu
yorum) evvelki m ısralar da lüzumsuzdur.
Sana kalsa, manzumenin "charm e'm ının büyük bir kısmını yaptığı aşikâr
dır" dediğin o "b e n " kekemeliği insanı, tıpkı "Sivrisinekler" manzumesi gibi
"esir tabakalarında kaybedecek"... Mamdi, vaktin varsa şu "b e n " kelimesinin bir
"m etaphisique"ini yaz.
Ben anlam ıyorum amma bütün bunların elbette bir manası vardır; madem
ki sen söylüyorsun, "sa f şiir" ile Vildrac'ın sana anlattığım manzumesindeki
"m acera"nın da bir m ünasebeti vardır. Küllü düşünüp onun güzelliğini nazmın
en müstebit şekilleri içinde tahakkuk ettirmeğe çalışmak gibi tamamıyla "vale-
rien" bir tasavvurla baştansavm a ve kıtıklı mısralar yazmak da - yine madem ki
sen söylüyorsun - elbette birbirinin neticesidir.
Haklı olduğun bir nokta var: Benim "beğendiğim şiirleri kötü şöhretli Frenk
şairlerine benzetm ek huyum u" haklı olarak başıma kakıyorsun. Ahm et Kut-
si'nin, eh iyi zam anlarında Albert Sam ain'e yani Baudelaire ve Verlaine'den al
kolsüz şaraba benzer bir usare çıkartmış bir şaire, ekser zam anlarında da Sully
Prudhomme ve Josephin Soulary'ye benzediği, en güzel m anzumesi olan "N er-
desin"in "M onreve ve fam ilier"den ziyade şu meşhur "Sönnet d'A vers"i hatır
lattığı yalan değil. (Oh! Huyumu yaptım, içim rahatladı!) Fakat bunları yazm a
ğa ne lüzum var? Her Türk karii bilm eğe m ecbur değildir ya! Hattâ bilmemesi
çok daha iyidir. Beğenmediğim Türk şairlerinden bahsederken onlara benzet
mek değil, onlardan bahsetmek zarureti hasıl olursa beğenm ediğim şairlerimize
2 0 • T anpııiiir Ü rerin e Y azıh r
benzetmek lâzım gelir. Öyle amma bu huy bana, beğenmediğim şairleri zihnim
de tasnif edebilm em için lâzımdır. Maamafih kendimi tashihe çahşacağım.
Şimdi ciddi bir m eseleye gelelim. Ahmet Kutsi'nin şiirlerindeki "ritm in sı
caklığını duymak için biraz kabuklarımı kırmam, biraz halk edebiyalına taş
mam lâzımgeldiğini söylüyor ve yazını şöyle bitiriyorsun:
"O zaim n Ahmet Kutsi'de kusur olarak bulduğu bazı şeylerin sırrını anlayacakin.
Aksi takdirde, hakikatte küçük bir harika olan Anneler manzumesi onun için ilelebet bir
kuyu suyu gibi tatsız kalır."
Bu satırları hayretle okudum; herhangi bir kimsenin bunu söylemesini tabii
bulur, hattâ söylem ezse muzdarip olurdum. Fakat ben... Seni do, benim gibi, bü
tün şiiri halk edebiyatında bulanlara, şehirde subaşı manisi ve koşması yazanla
ra, romantizmin bu en tuhaf şekline yabancı sanıyordum. Halk edebiyatı, köy
lünün edebiyatı olduğu için güzeldir. Dünyada en taklit cdiImeyecek şeylerden
biri onun güzelliği, onun acemiliğidir. Adana'lı Âdile:
Derken bunda şehir çocuğunun bir türlü inemeyeceği bir acem ilik içinde bir
güzellik vardır. Bir parça ustalık, bunların kudretini mahveder. Malk şiirleri, ma
nileri, koşmaları hemen hemen asla yavan değildir; halbuki şehir çocuğu, onla
rı taklide kalkınca m uhakkak yavan oluyor. Halk edebiyatını en büyükler bile
taklit edemiyor.
Şehrin, şehir kafasının kendine mahsus güzellikleri vardır. Şehir çocuğu, şi
irinde, onları bulup çıkarmağa mecburdur. Böyle şiirlerin de güzelliği, ustalık
içinde de inkişaf edebileceği için öbürününkinden de büyük bir güzelliği vardır.
Ondan neye kaçmalı? Şehre niçin hıyanet etmeli?
I-lem bunca senedir şehirli şairlerimizin bir çoğu köy şiirleri yazıp duruyor
lar. İnsaf et! İçlerinde iyisi çıktı mı? En ziyade muvaffakiyetle yazılmış olanın ha
kiki bir köy şiirine nisbeti, şu meşhur "Palandöken dağında kavalımın sesi var"
soğukluğunun hakiki bir köy şarkısma nisbeti kadar değil midir?.
1 lamdi, sen kabuklarını kırdığın zaman o sevdiğin Anneler manzumesinin
ne kadar yavan bir taklit olduğunu görcceksin. Zaten bunları bilirsin ya!
Görüşürüz, dostum.
(Milliyet, 15 Kasım 1932).
AHMED HAMDİ TANPINAR HAKKINDA
Cahit Tanyol
Türk edebiyatı, Avrupai manâda, şuurlu bir şiir anlayışını, mühim mikyasta
iki şahsa borçludur: Alımet Hâşim, Yahya K em âl.
Adlarma henüz edebî bir devir izafe edilmeyen bu iki büyük sanatkâr, ken
dilerinden evvel gelen nesillere, hakikî şiir örneklerini vermek ve okuyucuyu al
datmamak bakım ından, üstün bir kıymete hak kazanmışlardır. Hâşim ve Yahya
Kem al’den evvel gelen devrin san'atkârları, bir taklit istihalesinin içinde yuvar
lanarak, nâkıs ve natam am kıymetler olarak mütalâa edilebilir. Bu iki büyük
şahsiyeti, bugüne kadar, devrinin moda kıymetleri hududunu aşamayan kök
süz m uhtelif nesiller takibetmiş, ün almış ve nihayet kendilerinden evvel ihti
yarlayan eserleriyle edebiyat tarihlerinde yalnız b ir "isim şöhreti"nin siyanetine
sığınmak tesellisiyle iktifa etmişlerdir.
Bu arada aynı çağa mensup olmakla beraber, düşünüşlerindeki sıhhat bakı
mından, Yahya Kemal ve H âşim 'den bugüne atlayan, kabuğuna çekilmiş, mün
zevi ve gösterişten müstağni, edebiyat tarihlerinde adlarına rastlanmayan, fakat
edebiyat tarihi yazdıracakları mulıakkak olan bazı isimler vardır ki, bunlardan
biri Ahm et Ham di Tanpına/dır.
Ahmet Hamdi hayat ve eserlerinde yekdiğerine zıt olan Hâşim ve Yahya Ke
mal gibi iki büyük san'atkârı birleştirmekle kalmamış, onları daha ileri götüre
rek, bizi yepyeni ve garip bir tahassüs âleminden haberdar etmiştir. Onun son
yıllardaki yazılarına dikkat edilince, Hâşim ve Yahya Kem al'e göstermiş olduğu
hürmet ve hayranlıkla, şükrana benzer bir kadirşinaslığın faziletini de sezmek
mümkündür.
Ahmet Ham di bugünkü olgunluğuna erişebilmek için hayatını ve gençliği
nin en mesut hülyalarını titiz bir sanat çilesine vakfetmiş ve bir rahip feragatile,
içtimai davalarda ruhu tehyiç eden ihtiraslara kapısını kapamıştır. O da Ahmet
22 • T a n p ın a r Ü zerine Yaüilar
Hâşim gibi şiirin haysiyetim gölgeleyen siyasî cereyanlara kalemini âlet etmek
ten çekinmiştir. Bu bakımdan hayatı, Türk sanatının müstakbel nesillerine, mu
vaffakiyetin, tahammül, feragat ve sabırda olduğunu öğretenlerden biri olarak
gösterilecektir.
Ahmet Hamdi sanat hayatına bir fırtına gibi giren ve "ilk darbesi üstad dar
besi" olanlardan değildir. Şiirleri kel ve çıplak tepelerin gösterişsizliğine sığınan
esrarlı mağaralara benzer; tılsımını bilmeden kapılarını size açmaz.
Dergâh mecmuasıyla yazı hayalına atılan Ahmet Mamdi, ancak son seneler
de kendi estetiğinin örneklerini vermeye muvaffak olmuştur. Uzun yıllar o. Şark
ve Garp'tan en büyük sanat eserleriyle ruhunu beslemiş, her dehanın ziyafetin
den kâm almış, her pınar başında yeni bir şarkının kıyısına eriştikten sonra ni
hayet bugün kendi şiir âleminin hudutlarını lesbite muvaffak olmuştur. Onca şi
ir, kelimelerin içindeki esrarın, ruhun karanlık aynasına tutulmasından doğan
bir mucizedir. Ahm el Mamdi kelimelere vermiş olduğu kıymet itibariyle bir
"N om inaliste" filozof kadar mutaassıptır. Onun için esas olan şey tabiattan faz
la kelimedir. Ve hattâ insana öyle gelir ki, kelimeler tabiat ve eşyadan evvel ya
ratılmış ve mevcudat kelimelerdeki gizli âlemlerin keşfine bir vesile olmaktan
ve tabiat insan ruhu ile kelime arasında bir mutavassıt rol oynamaktan ileri ge
çemez. Kemal; tabiatta değil, kelimededir. Bundan ötürü bir fotoğraf adesesinde
tesbit edilen camit ve ölü şekillerin ötesinde, bir sanat olacağını idrak edeme
yenlerin ve "sanat tabiatı taklit eder" diyenlerin fikirlerine Ahmet 1 lamdi o ka
dar yabancıdır ki, böyle bir fikre karşı "tabiat sanatı taklit eder" cevabını verme
si pek muhtemeldir.
Onun yazılarında eşyayı tecrit etmek ve mümkün olduğu kadar ona dil olan
kelimeyi, bizim dünyamızın renklerinden ve seslerinden uzaklaştırmak ve keli
menin nizam âlemini ruhumuzun sisli cazibesinde bir sihre kavuşturmak cehdi
göze çarpar. Çünkü onca en mükemmel tabiat kelimelerin içinde uyuklamakta
dır. Kelimeler, ruhun "vahy"inde aydınlanan ve canlanan bir mucizeye dil ol
mak heyecanıyla uçuşurlar. Onun bu kelime dininin havariliğini, şahsî sohbet
lerinde dahi bulmak mümkündür. Esprit yapmak ruhun kelimelerde bir oyu
nundan başka nedir? Ahmet Ham di'de ise bu bir tabiatı saniye hükmündedir.
Zaten onun dünyasını idrak edebilmek için bir parça onu tanımak v'e yazılarına
bir kilit vazifesini gören konuşmasını dinlemek lâzım.
Böyle bir düşünüş şekli onun şiirlerine, ihsas ve idrakimizin yadırgadığı ha
rikulade bir dünyanın hendesesini işler. Ahmet I lam dî'nin eserlerinde tesadüf
edilen bazı "paysage"lar dahi bizim iklimimizle münasebeti olmayan ve bizim
dilimizle pek konuşmayan şeffaf, mütelevvin ve ürkek renklerle aydınlatılmış,
başka bir dünya anlayışının habercisidir:
A h m cr Hanıcli T an p m ar H akkında • 2 3
Ahmet H âşim 'de tabiat, nisbeten yumuşak ve duygularımıza dost bir heye
can içinde görünür. Onda dünyayı kâfi derecede güzel bulmamaktan mütevellit
bir endişe vardır. Ahmet Hamdi ise bu dünyaya, kendilerini daha iyi dinlemek
için boş yollarm ıssızhğma sığman kimselerin lâkaydisiyle bakar; ve bize tesa
düfen kapımızın önünden geçen bir seyyah kadar dahi ehemmiyet vermez. Adı-
nın hâlâ mahdut bir zümre tarafından bilinmesinin sebebi, şöhrete karşı göster
diği istiğna ile beraber, yazılarındaki çetin kapalılıktan ileri gelmektedir. Ve esa
sen Ahmet Ham di hiçbir zaman "populaire" olamayacaktır. Onun şiirleri halk
ve herşeyden dem vuran ukalâ münevverler için daima yabancı bir seyyarede,
başka şartlar, başka uzvi yaratılışlara tâbi mahlûklarm dili kadar karanlık ve an
laşılmaz kalacaktır. Çünkü bir sanat eserinde his unsuru ne kadar iptidai ve har
cıâlem ise, o kadar da geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder. Bu nevi his unsu
ru azaldıkça sanat eserinin bizim le müşterek bağlıhğı da azahr ve ancak "elite"
bir zümrenin zevklerine cevap vermekle iktifa eder. Ahmet H am di'de ise hisler,
iradi olarak hapsedilmiş ve iptidaî unsurlarından sıyrılarak bir zekâ irtifâına ta-
havvüJ etmiştir. Yazılarının tecritçi hususiyeti ve kelimelere olan dindar bağlılı
ğı, ihsaslara vermiş olduğu böyle b ir istikametten ileri gelmektedir. "Im age"a te
mayülünde de onun bu hususiyetinin rolü mühimdir. Bundan ötürü, duygula
rında, alışık olmadığımız acayip bir güzellik, anlamadığımız bir büyü, idrak
edemediğimiz bir hendese göze çarpar.
Ahmet H am di'nin dünyası bulanık bir "kaos" hali arzetmez; ölçü hakimdir
ve bir parça Eflatun'un "id ee"ler âleminden müştakhr. Onun tecritçi zekâsı hiç
bir yorgunluk hissettirm eden bizi, esrarlı merdivenlerden kendi âleminin kıyı
larına çeker ve biz artık orada sıklet meflıumu bilinmeyen ve câzibe kanununun
tesirinden âzâde bir hayata kavuştuğumuzu hissederiz ve boşluklarda rahat, sa
kin yürüyebiliriz;
Şair kendi sükûn ikliminin boşluğunda muradına erm iş bir derviş gururuy
la yaşamakta:
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen,
İçim muradma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Arlık mesafeler bölünmüş, zaman erimiş ve çağ bir "an "m içinde sallanmak
tadır. Şairi, hendesî zekâsının istinatsız dünyasında boşluğa yaslanmış bulutlar
dan daha m es'ul bir sükûnet içinde temaşa edebiliriz. Ve görürüz ki, şair kendi
yaratmış olduğu âlemden ayrı bir varlık değildir.
Şu mısralar, karanlık ülkelere fecri taşıyan mavi bir kartalın kanadında Fin-
leı'in Kalavala destanına yollar çizmekle:
A rlık her mısra bizi zaman dışında başka bir mesafeye, başka bir diyara fır
latmaya kâfi gelmekte. Kendimizi kâh l’aust'un
Aydınlanan hendesesi,
Sonsuzluk bahçendir senin!
Dinleyin geliyor sesi
A nlarla böceklerin...
Her iki kıt'anın üçüncü mısraları manâ ilibariyle yekdiğerine ne kadar ya
kın. Fakat buna rağmen Valery ne kadar Hamdi'den ayrı ise bu iki şiir de o ka
dar yekdiğerinden uzaktır. Belki Ahmet Mamdi'nin bu şiiri yazmasında "L e bo
is am ical" bir rol oynamış olabilir. Fakat bizim şairimizin "l lalırlam a"sını hiçbir
suretle ondan geri bulmuyoruz. İhtimal bu, hatırlama işi de, Ahmet Hamdi'nin
Valery ile fazla düşüp kalkmasıiıdan ileri gelmiştir. Ve onun asıl kudretini de
okuduğu eserlerin tesirinden sıyrılmaktaki muvaffakiyetinde bulabiliriz.
Bununla beraber, Ahmet Hamdi'nin neşredihniş bazı şiirlerinde yavan, ken
disinin de nefret ettiği klişe mısralar varsa da bunu son yazılarında bulmak
mümkün değildir. Meselâ şu mısraların Mamdi estetiğiyle hiçbir alâkası yoktur:
gibi...
l'akat bunlar san'atkârın tekâmül devresine ait olduğu için şahsiyetini bul
muş şairle aralarındaki akrabalık, bir hatıradan fazla bir kıymeti haiz değildir.
* s(- *
Ahmet Mamdi "şiir, zekânın ısrarından başka bir şey değildir" diyen Baude-
laire ile aynı bedii içtihada sahiptir, lisasen yazılarındaki keskin ve çetin çehre,
onun aynı zamanda kuvvetli bir münekkit olduğunu göstermeye kâfidir. O, ya
zılarını, hiçbir hodkâm endişeye tâbi olmaksızın, yabancı bir gözle tenkit süzge
cinden geçirecek kadar feragat sahibidir. Her şaheserin tekevvününde birinci
planı tenkit ruhunun işgal ettiğine inananlardandır. Ahm et H am di'nin muhay
yileye, Oscar VVilde'in duyguya vermiş olduğu ehemmiyel nazarı itibara alın
mazsa İngiliz muharririnin:
A h m et Hamdi T an p ın ar Hvıkkmdii • 27
Son asır edebiyatım ızın, romanesk nev'in sınırları içinde, büyük bir düşkün
lükle işlediği çeşitlerden biri şüphesiz ki romandır. Romanın - birçok bakımlar
dan - küçültülmüş bir şekli gibi görünmekle beraber kendisine göre bir takım
özellikler, incelikler, güçlükler taşıyan hikâye daima ikinci planda kalmıştır. Hi
kâyenin, romana nisbetle, uğradığı bu rağbetsizlik nedendir. Bir edebî çeşidin
rağbet görüp görmemesi, onun doyurucu olup olmaması ile ölçülebilir. Bu do-
yuruculuğu da iki bakımdan düşünmek mümkündür: Sanatçı ve okuyucu.
Her edebî çeşit, nihayet, bir ifade şeklidir. Bir sanat adamının herhangi bir
edebî çeşidi seçm esinde; onda bulduğu ifade im kânlarının, işlemek istediği ko
nudaki özelliğin ve nihayet kendi iç yapısının etkileri vardır. Bazı sanatçılar, ba
zı edebî çeşitleri pek basit ve yavan bulurlar. Belki bir romancı için şiir yazmak,
lükse bağlanmak veya iğne ile kuyu kazmak gibi verimsiz bir uğraşmadır ve
belki de bir şair için roman yazmak tahammül edilmez bir hamallıktır...
Okuyucunun edebî çeşitleri tercih edişinde, onların taşıdıkları özelliklerden
ziyade, kendi iç yapısının etkisi göze çarpar. Ömründe hiç şiir veya roman oku
mayacak kadar herhangi bir çeşide karşı ilgisizlik, hattâ, tiksinti duyanlar var
dır. Fakat şüphesiz ki olgun bir okuyucunun bir edebî eserde arayacağı şey ese
rin, ait olduğu çeşitten ziyade, taşıdığı değerdir. Hakiki bir okuyucu için, çeşit
nihayet bir kalıptır. Eser değerli olduktan sonra, hangi çeşitten olursa olsun, mu
hakkak ki okuyucunun rağbetini kazanacaktır. O halde, bir asırdan beri gelişen
Türk romanının yanında Türk hikâyeciliğinin de pek cılız kalmasındaki sebebi
okuyucuda değil, sanatçıda arayacağız.
Romana nisbetle hikâyenin mütevazı ve gösterişsiz durumu, onun göze
çarpmamasına, değerinin anlaşılmamasma, basit ve hor görünm esine sebep ol
muştur. Bazı sanatçılarımız onu romanları arasında bir "garnitür" olarak kullan
mayı tercih etmişlerdir. Birçok sanatçılarımıza göre de hikâye, romana çıkmak
A bdullah E fen din in Rüyiiları • 29
İçin kullanılan, sonra ahlan bir merdivendir. Romancı, hikâyenin derinliği ölçü
lü sularmda yüze yüze kollarmı, bacaklarmı alıştırdıktan, romanın denizine gir
mek için kendisinde yeter bir meleke ve cesaret bulduktan sonra onu derhal bı
rakmaktadır. Halbuki ne roman bir deniz, ne de hikâye bir yüzm e havuzudur...
Hikâye, muhakkak ki, kadrosu itibariyle büyük konu ve davaları bir bütün
halinde içine alabilecek bir genişlikte değildir. Onları ancak parça halinde birer
yönleriyle yaşatabilir. Fakat bu yaşatmayı romana nisbetle çok daha keskin çiz
gilerle yaptığı romandaki yaygınlaşmış, hafiflemiş etkileri çok daha kesif, koyu
hale getirdiği, romana nispetle çok kısa bir müddet zarfında bizi âni ve çok kuv
vetli darbelerle sarstığı düşünülürse, hikâyenin anlamı, önem i daha iyi anlaşıl
mış olur. Romanın gaye ve hikâyenin vasıta olduğu veya hikâye ile aynı şey bu-
lımduğu romanın hacim bakımından genişliği düşünülerek hikâyenin onun ya
nında çok basit ve yavan kalacağı gibi sakat telâkkiler devam ettikçe hikâyecili
ğimizin gelişmesine imkân olmayacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpmar'ın geçen yılm sonlarına doğru çıkmış olan Abdullah
Efendinin Rüyaları adlı kitabı, hikâyeciliğimizin geleceği hakkında bize bazı
ümitler vermektedir. Fikir piyasamızın bugünkü düşük durumu içinde yeter bir
ilgi uyandıramadan gelip geçen bu eser, beş hikâyeden ve yüz elli yedi sahife-
den ibaret. Kitaba kendi adını verdiren birinci hikâyeden sonra. Geçmiş Zaman
Elbiseleri, Bir Yol, Erzurumlu Tahsin ve Evin Sahibi adlı parçalar geliyor.
İlk olarak şunu söylem ek isterim ki, bütün parçalar sanatçının ruh temayül
lerinden örülmüş ağır bir baskı altında aynı kalın çizgilerle devam etmektedir.
Bu baskı o kadar kuvvetlidir ki eserde âdetâ bir "su lta" halini almış ve sanatçı
nın kendi kendisini kontrol hak ve salâhiyetini bile ortadan kaldırmış gibidir;
eserin devammca, sanatın isteğinden ziyade, şahsiyetin isteği hakim gibi görü
nüyor. Kitapta bu hâkimlikten yapılmış bir "atm osfer" içindeyiz. Sanat kuralla
rı ile sanatçının eserdeki hâkimUk derecelerini, sırasına göre karşılıklı olarak
yapmak zorunda kaldıkları fedakârlıkları burada ayrıca inceleyecek değilim,
ancak, şimdilik, sanatçının sanat adına şahsiyetinden lüzumlu ve ölçülü olarak
yapacağı her fedakârlığın eseri için bir kazanç olacağını belirtmekle yetinece
ğim..
Bütün parçalarda, vak'anın aynı karakteri taşıdığını görüyoruz: Kahraman
lar vak'anın başında, hep iyi bir durumdadırlar, sonra bu durum yavaş yavaş
bozulmaya başlar ve sonunda her şey artık bir daha yapılamayacak şekilde yı-
kılıverir...
Vakaların bu müşterek ve basit kuruluşu şüphesiz ki, okuyucunun gözün
den kaçmaz ve okuyucu ilk okuduğu üç parçada da vak'alann aynı şekilde sıra
lanışı ile karşılaştıktan sonra yavaş yavaş yorulur, sonraki parçalara başlarken
3 0 • T nııp ın ar Üzeı ine Yazılor
Öyle anlatılm az derecede esrarlı, sıkıcı, bunaltıcı bir hava eser ki, o anda, o hava
içinde artık bir felâketten başka hiç bir şey ummamıza imkân kalmamıştır. Vak'a-
nın ve onunla beraber okuyucunun böyle bir hava içinde alınabilmesi, hiç şüp
he yok ki, bir sanat kabiliyetinin en değerli yönlerinden biridir.
Vak'aların karakterinde gördüğümüz birlik, kahramanların karakterlerinde
ki birlikten doğmaktadır. Bunlar öyle tiplerdir ki onların başından ancak bu şe
kilde vak'alar geçebilir. Hep aynı yapıdadırlar: Ruhça sağlıkları bozuk, aramız
da normal gibi yaşayan, fakat zaman zaman geçirdikleri buhranlarla bize asıl
varlıklarından haber veren, "zararsız deliler" dediğimiz bir lakım zavallılar...
Bunlar tabiatın gadrine uğramış, ruh mekanizmaları çürük olarak doğmuşlardır.
Doğuşta bir nüve halinde olan bu çürüklük, zamanla, olaylarla yavaş yavaş ge
lişir, nihayet b ir ömrün hâkim unsuru haline gelir. Bu gelişmeyi hazırlamak, be
lirtmek yolunda m uharririn gösterdiği ince ustalık dikkate değer.
Birinci hikâyenin kahramanı Abdullah, m ükemm el bir "obsede"dir. Bu ha
linden kurti-ümak için harcadığı gayret hep boşa gider. Öteki hikâyelerin kahra
manları da, sabit fikir belirtileri gösteren isteriklerdir.
Ancak, bu anormal tipleri ele almakla muharrir onları eserine gaye yapmak
isteğinde değildir. Ruhi hayatımızın derinliklerine inmek, şuuraltının karanlık
larını yırtabilm ek için onları bir vasıta olarak kullanıyor. Bu tipler, onun elinde,
çok istidatlı birer "m edyom " halindedirler. Sanatçı onları gözlerindeki esrarlı
bakışlarla derin, fakat aydınlık bir uykuya atmakta, bu uykunun aynasında iç
dünyalarının en girift, en çetrefil yönlerini büyük bir açıklıkla bize göstennekte-
dir. Demek oluyor ki, hikâyelerin kuruluşundaki hareket noktasını burada ara
yacağız: Vak'alar nasıl kahramanlara uygun olarak düzenlenm işlerse, kahra
manlar da aydınlatılmak istenilen ruh hallerine uygun olarak seçilmişlerdir.
Bütün parçalarda bize bol bol anlatılmak,istenen şeyler, kendi aramızda ko
nuşurken: "N edense.... Bilinmez nasıl bir hisle... Anlaşılmaz bir sebeple... İçin
den iten ve m ahiyetini kendisinin de kavrayamadığı bir kuvvetle..." diye tam bir
açıklamasını yapamadan anlattığımız, kökleri iç âlemimizin karanlıklarında bu
lunan olaylardır. Günlük hayatımızda ikinci plânda gibi duran şuuraltının, ger
çekte, birçok hareketlerimizin ön planında bulunduğu muhakkaktır. Şuurumu
zun ipleri onun parmaklarındadır. Bu itibarla bu parmakların sahibini tanımak
sadece bir fantezi veya tecessüs meselesi değil, günlük hayatımızın mekanizma
sını kavramak bakım ından, pratik bir zarurettir. İnsan rulıunun karanlık tarafla
rının aydınlanması, hiç şüphesiz, ferdi, dolayısıyla sosyal lıayatm daha düzenli
bir şekil alm asında esaslı bir âmil olacaktır.
İç âlemin önemini kavrayan garp romanı, ondokuzuncu asrın sonlarında bu
istikam ete yönelmiş, günden güne büyük gelişmeler kaydetmiştir. Bizim hikâ
yelerimizde, romanlarımızda psikoloji, esaslı olarak, Servet-i fünun devrinde
3 2 • Tanpiııvir Ü zerine Yazılar
başlar, fakat fazla bir gelişme göstermez. Daha sonraları Yakup f<adri ile Malide
Edip, bu çerçeveyi biraz daha genişletmişlerdir. Fakat psikoloji unsurunu - kü
çük ölçüde de olsa - büyük bir özenişle işlemek hususunda en başarılı deneme
yi, bu eseriyle, Ahmet Hamdi vermiş bulunuyor. Bu bakımdan e.serin önemi bü
yüktür. Âdeta, m uharrir -kendisinin yaptığı bir teşbihi kullanarak diyebiliriz ki-
insan vücudunun iç uzuvlarını üstüste konmuş parçalarla gösteren teşrih levha
ları gibi bir ruhî bünye levhası yapmış ve kaldırdığı her parçanın altından iç âle
mimizin gizli bir köşesini ustalıkla meydana çıkanvermiştir.
İnsanın aklına buracıkta, göze bir pürüz gibi görünen, birkaç nokta geliyor:
Acaba muharrir, bize iç âlemimizi tanıtmak için, neden hep anormal tipleri ter
cih etmiştir?. Şuuraltının elinde oyuncak olan bu tipler, hep kütü sonuçlarla kar
şılaşmaktadırlar; Şuuraltı, hayatımızda sırf menfî bir âmil midir? Acaba psikolo
jik unsur hikâyelerde ölçülü bir şekilde kullanılabilmiş midir?
Öyle sanıyorum ki muharririn kahraman olarak hikâyelerine hep hasla tip
leri seçmesi, şuuraltının sağlam insanlarda bulunmamasından değil, onun has
ta tiplerde daha hâkim bir duruma geçmiş bulunduğuna kani olmasındandır.
Sağlam bir ruh yapısında şuur, şuuraltının önüne çekilen kalın bir perdedir. An
cak bu perde aralanabildiği nispettedir ki şuuraltı dünyası görülebilir.
Aklımızın takıldığı ikinci nokta, yani şuuraltının hayatımızda menfî bir rol
oynadığı noktası daha önemli gibi görünüyor, Gerçekten, eserdeki kahramanla
rın hepsinde şuuraltı, saadet yıkıcı, huzur bozucu, sinsi ve korkunç bir kuvvet
tir. Fakat eserdeki anormal tiplerin hayatındaki aksaklıkları normal hayatlar için
de ayniyle kabul etmeğe şüphesiz sebep yoktur. Bozulmuş bir makinenin düz
gün işler çıkarm asına nasıl imkân yoksa, bozuk bir ruh yapısının bir saadet kur
masına da öylece imkân olmayacaktır. Eserde onun hep yıkıcı olarak görünme
si, şahsiyetlerin bünyesine uygun bir tekrarlamadan başka bir şey değildir. Yok
sa, birçok büyük keşifleri, sanat eserlerini bağrından fışkırtan şuuralünın dünya
medeniyetindeki yapıcı rolünü kim inkâr edebilir?
Eserde psikoloji unsurunun ölçülü olarak kullanılıp kullanılmadığı m esele
sine gelince; yalnız birinci hikâye için, ölçünün biraz aşırı olarak kullanıldığını
kabul edeceğim. Gerçekten, öteki hikâyelerde iyi bir ölçüde serpilmiş, eritilmiş
bulunan psikoloji unsuru, birinci hikâyede çok ağdalı, bunaltıcı bir haldedir.
Kırk sayfalık bir ufak parçanın içine bu kadar psikoloji doldurmak, onun taham
mül ve mukavemet sınırlarını aşmak demektir. Kendi cenaze töreninde söyle
mek için kafasında tasarladığı söylevin sonunda Abdullah Efendi "bu kadar psi
koloji yeten.." diye düşünür. Kahramanın çok güzel, kuvvetli bir portresini çizen
bu sözlerde -psikoloji unsurunun bu kadar ölçülü tutuluşu bütün hikâye için de
dikkate ahnsaydı, şüphesiz çok daha iyi olurdu.
Eserde bize bir aksaklığı unutturacak, iki önemli kuvvet var: Temiz bir dil,
güzel bir üslûp. Gerçekten dil ve üslûp, tılsımlı birer kalkan gibi, muharriri uğ
A bdullah Efenciuiin Rüyaları • 33
rayacağı her hücumdan muzaffer çıkaracak bir kudrette görünüyorlar. Dil, onun
■elinde çok yumuşak, fakat kolaylıkla güzel şekillere girebilen bir hamurdur:
"... Abdullah Efendi, gecenin sükûneti içinde bu manzarayı doya doya sey
retti. Yavaş yavaş o da sükûnet bulmuştu. Yüzüne ve ellerine çarpan serinlik
sanki onu beraberinde taşıdığı çok zararh ve tehlikeli bir şeyden ağır ağır, fakat
emniyetle boşaltıyordu. Kendisini gittikçe iyileşir bulmanın verdiği hafiflik için
de tekrar, bütün bu olan biten şeyleri, sinirlerinin geçici bir oyunu addetmeğe bi
le başladı. "E vet, diyordu, evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir bozukluğunun
verdiği bir vehimdi. Artık geçti. Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün
etrafın içinde yüzdüğü bu sakin uykuya emanet edebilirim.. "Fakat, hakikaten
etraf uyuyor m uydu" (s. 33)
Yalnız, bir noktaya dokunmak isterim. Bazan cümlelerin kuruluşu karışık
bir düğüm manzarası gösterir gibi oluyor ve böylece anlamın açıklığı zayıflıyor.
Bunun sebebi, bazan anlatılmak istenilen şeyin bizzat kendisinde bulunan karı
şıklık, bazan cümlelerin aşın uzunluğu, bazan da ifadenin bir teşbihler zincirine
takılmasıdır:
"... Bunlar gibi, günün her saatinde tek cümlesini sert bir ceviz gibi tepemde
kıran papağanın daha evvel yaşadığına katiyetle emin olduğum insan hayatı ile
evin her köşesinde birkaçına birden tesadüf edilen büyük çay kutularının üze
rindeki Japon veya Çin işi resimleri, bulutlarla yarı örtülü, derinliklerinde haya
li leylekler ve züm rülankalar dolaşan bir gök altında, uzak ve tepeleri güneşle
yaldızlı dağların çerçevelediği bir manzarada gezinen, yahut mucizeli berraklı
ğı iki üç ince çizgiye emanet edilmiş bir su başında düşünen, musiki faslı yapan,
zarif çizgili, uzun etekli, kenarı yaldız zırhh lacivert veya nar çiçeği renginde
ipek mantolarını giymiş, çekik gözlü, ay ışığı tenli genç kadınlar veya kızlar,
murakabelerinde hikmetten ziyade aksilik taşan asık yüzlü seyrek sakallı hâ
kimler, ellerindeki çay fincanlarından halka halka yükselen dumanı bir aşk hâ
tırası gibi eğilm iş narin endamlı delikanlılar, uzun firkete, zarif şemsiye, ayakla
ra dolaşan etek, ince kayık biçimli pabuç, her nevi saz ve hepsinin birden insa
na verdiği acayip büyülü bir uzak memleket daüssılası... velhasıl, çocuk yaşımı
dolduran hayal - hakikat bin türlü şey ancak ondan sonra hatırıma gelirdi." (s.
115 -1 16 ).
Bir de, muharririn pek sevdiği bir tâbir var; "D aha iyisi". Sayfa geçmiyor ki
bu tabire rastlanmasın. M uharrir bu tâbiri o kadar seviyor ki, bazan, "daha doğ
rusu" demenin uygun olacağı yerlerde bile onu feda edemiyor.
Fakat bütün bunlar, nihayet, eserin engin, berrak, tertemiz bir suyu andıran
dili üzerinde görülen bir, iki kuru yapraktan, dal parçasından ibarettir.
Asıl ihtişam ise, üslûptadır. Sanatçının kuvvetli bir üslûpçu olduğu, daha ilk
sayfalardan göze çarpıyor. Hikâyelerde, konuşmaya pek az yer ayrılmıştır. Bun
34 • 'l iinpınııv Ü zerine Yiizıliir
Meşhur İngiliz romancısı A. Bennet, "B eş K asaba" adlı eserinde şimalî İngil
tere'nin beş kasabasında bazen örnek bazen de karakter olarak bütün zaman için
yaşayacak şahıslar bırakm ıştı. Hamdi Tanpınafın eseri bunu bahsettiği şehirle
rimizin insanlarından ziyade tabiat ve tarihlerinin biraz mimari biraz da hayat
tarzlarının üzerinde durarak bize şahsî portreleri vermiştir.
İnsanların ruh iklimlerinde veyahut içinde yaşadıkları tabiatı kelimeyle, bo
ya ve çizgilerle tekrar yaratanlara derece derece sanatkâr demek icap eder. Bu
kudret yalnız teknik ve bilgi ile değil, bunların sırf birer ifade vasıtası olan yara
tıcı hilkatlerdeki istidat veya deha ile elde edilir. Bizde deha yaftası herhangi sa
natkâr, mütefekkir veyahut bunların "sözde"lerine bol keseden ibzal ve Tanrı
nın günü üzerine yapıştırıldığından, Allah memleketimizde herhangi insanı dâ
hilikten muhafaza etsin derim. Fakat fıtrî istidat yalnız beş on kişiye atfedildiği
için Hamdi Tanpınar'ı da rütbe veya reklâm terimi olan dâhiler arasında değil,
fıtrî istidatlı sayısı az kişiler arasında saymak daha muvafık olur.
Bu nevi istidadı m emleketimizde ilk defa Bedri Rahm i'nin Ankara harman
yeri tablosunda görmüş, çok derin bir haz ve zevk duymuştum. Aynı şeyi gene
bir hayli sene evvel Hamdi Tanpınar bize Bursa şiirini okuduğu vakit sezmiş, bu
şehre ait cilt cilt kitabın vermeyeceği Bursa tabiatının hususiyetini eski ve aşina
bir dost yüzü görür gibi dimağımın gözüyle görmüştüm. Tanpınar şimdi bu ka
biliyetini beş şehrim izle bizi yüz yüze getirdiği zaman daha geniş bir sahada
gösteriyor. M amafih bu kudret ve kabiliyet beş şehrin portrelerinde kendini de
rece derece gösteriyor ve her birinin başka başka hususiyetleri üzerinde duruyor
Birincisi Ankara'dır. Burada bence tarihî yaylamızın çıplak, kudretli ve me
habetiyle korku veren tabiat tarafında nispeten az durulmuştur. Hele Anka-
Beş Ş e h ir • 3 7
ra'nın kendine mahsus göz kam aşhncı ışık renklerine hemen hiç yer vermemiş
fakat buna mukabil bu şehrin hususiyetini daha fazla uzak ve yakm tarihteki
kahramanhk destanlarmı belirterek ifadeye çalışmıştır, "...geniş sağrısını rüzgâ
ra vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve hâdiselerin denizinde çevik ve kudret
li yüzer, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur..." diye sembo
lik vasfını tarihte dirilttiği Ankara portresi baştan başa daha fazla üstünden ge
lip geçen ve tarihin dönüm noktalarını teşkil eden vak'alann ve Ankara'ya ya
bancı olanların bıraktığı Ankara'dır. Hattâ Hacı Bayram, Erdede de. Evliya Çe
lebiler devrine dönen yerli m ha temas ettiği zaman bile muharririn gözleri An
kara'nın dış manzarası ve şeham et sembollüğü üzerinde durmuştur.
Öteki şehirlere gelmeden Tanpmaı'ın diğer bir kuvvetli tarafını zikretmek is
terim. Bu onun tasvir sahasında şahikasına eren nesridir. Bu nesir sade değildir,
belki de gündelik hayatın münasebetleri veyahut sırf mantık ile anlaşılacak m e
selelerde bu derece kudretli değildir. Fakat bu Türkçe nesir, "özel" sıfatından zi
yade "h âlis" sıfatıyla tarif edilebilen, her kaynaktan gelen unsurları toplayarak
ahenk ve güzellikle kulağımızı ve gönlümüzü hoş eden bir nesirdir.
İkinci şehir Erzurum'dur. Bu şehre muharrir üç m uhtelif devirden ve cephe
den bakarak portresini çizmiştir. Âdeta yılların ve vak'alann değiştirdiği aynı si
manın üç m uhtelif portresini seyrediyor gibi "Erzurum "u okuyorsunuz. Birinci
si çocukluk dimağının hafızasında hâkkedilmiştir. Âşık Kerem ve Yunus'tan
okuduğu beyitlerle ninesinin anlattığı masalların Erzurum 'u ilk ve en kudretli
plandadır. Yıldız dağından bahsederken tıpkı bir çocuk gibi onda bir nevi ecdat
- Tanrı çehresi seziyor ve "bana öyle geliyor ki, kulağımı biraz daha iyi versem,
yıldızlarla ne konuştuğunu duyacaktım ..." derken, kelime ile olmasa bile kelime
ve satırınm arkasında herhangi şehrin en hususi tarafı olan ışığını okuyucuya
sezdiriyor.
Fakcit Erzurum 'un kuvvetle hissedilen tarafı yalnız ışığı değil biraz da için-
dekilerdir. Hepsi "N ereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim,
yetmez m i?" diyen Erzurumlunun birer örneğidir. İşte "h er şeyin altüst olduğu,
örf, âdet, akide, efsane, her şeyin birbirine girdiği bu zengin ve karışık devirde"
Tanpmaı'ın çizdiği ruh iklimi, bilhassa pek az bahsettiği bugünkü ve dünkü in
sanları hazır ve nazırdır.
Ben, hiç görmediğini Erzurum ve Erzurum 'un kardeş şehri olan Erzincan ve
bilhassa Şark vilâyetlerinin özünü sezdiren eski küçük "K em ah" hakkında her
hangi portrenin doğru olup olmadığını söyleyebileceğime emin bulunuyorum.
Büyük babam Ahm et ve Süleyman ağaların, çocukluğumun hatıratı arasında ön
safta duran Ali'nin kendi kendilerine konuşur gibi anlattıkları dağlara, ışık ve
görünmez hayata ait bir nice efsane ve hayat parçaları, Tanpınaı^ın portresinde
diriliyor ve dile geliyor. Bunların hepsini hafızamda "soyh a" zümresi içinde gö
38 • T an p ın a r Ü zerine Yaüilar
lirken umumiyetle yapıldığı gibi o sanatın içinde kalmak imkânsızdır; önce ce
miyet içindeki değişiklikleri kaydetmekle işe başlamak lâzımdır. Nitekim dili
mizde ecnebi nevilerin ilk defa göründüğü 1859 senesinin tarihini anlamak için
1839 veya 1826 senelerine kadar çıkmak lâzımdır.
Diyebiliriz ki ilk sayfalarda çizilen bu programı eser gerçekleştirmeye mu
vaffak olmuştur; bu devrin edebiyatını aydınlatmaya yarayacak siyasî ve İçtimaî
hâdiselerden hemen hemen hiç biri ihmal edilmemiştir. Tanpınar bunu bir taraf
tan kitaba koyduğu "Garphlaşm a hareketine umumî bir bakış", "19. asırda
garplılaşma hareketi" gibi ayrı bahislerle, bir taraftan da sırası düştükçe verdiği
tamamlayıcı malûmatla sağlamaya çalışmış bulunuyor. Türkiye'nin garp mede
niyet dairesine geçmeye çalıştığını anlatan bahisler bu işin ne şekilde başarılmak
istendiğini, neden eksik kaldığını, hayatımıza nasıl bir ikilik soktuğunu göster
mektedir.
Tanpınar, yine bu devirdeki İktisadî çöküşümüz ve bunun mühim tesirleri
üzerinde haklı olarak duruyor, "1876'dan sonraki Abdülhamit mutlakiyeti an
cak İktisadî istiklâli tamamiyle ezilmiş bir hükümet merkezinde kabil olabilirdi"
diyor.
Eserde, müellifin bu devri ne kadar yakından kavramak islediğini gösteren
işaretler pek çoktur; meselâ sayfa 196'da, halk karşısında ccnebi dille oynanan
ilk piyesle Türkçe temsil arasında 32 yılhk bir zaman olduğunu söyleyerek, Tan-
zimattaki enerji ve zaman israfına bir kere daha dikkati çekiyor.
Asıl edebiyata ait olan bahislerde de aynı titizhği ve dikkati görüyoruz; Tan-
pmar anlatmak istediği muharririn eseri içine girmesini biliyor, üslûbunu, bütün
hususiyetleriyle, en ince noktalarına kadar belirtiyor; Şinasi ve Namık Kemal'in
üslûblannı karşılaştırırken, her ikisinden aldığı parçalarının mukayesesi (s. 359-
360) bu hususta ne kadar itina gösterdiğine bir misaldir; değişme devrimizi an
latan bu eserinde, müellifin en küçük teferruat üzerinde büyük bir dikkatle dur
muş olduğu, hele bu devir için o kadar mühim olan başlangıç noktalarını mey
dana koymaya çalıştığı görülüyor; Namık Kemal'in İntibah'm daki yatak odası
tasvirinin, "T ü rk nesrinde Ahmet Mithat efendinin o esnada gelişmiş san'ata
rağmen ilk ciddi denem e" (s. 342) olduğunu söylemesi, bu gayretin bir başka
misalidir.
Tanpınar kitabında kendini peşin hükümlerden mümkün olduğu kadar kur
tarmaya çalışmış, devirleri, muharrirleri, eserleri içinden anlattıktan sonra bun
lara dışarıdan bakmasını bilmiş, çeşitli tesirler üzerinde durmuş, mukayeselerle
mevzuunu her cepheden aydınlatmak istemiştir. Bu devrin edebiyatını eski ede
biyatımızla karşılaştırırken, eski edebiyatımızı anlamak için minyatürü göz
önünde bulundurm ak lâzım geldiğini, 19. asır edebiyatının tabiata açılmaya ça
lıştığını, fakat henüz gerçek resme geçemediğini, kartpostalda kaldığını söyler.
A h m et Ham di T an p m ar’ın 19. A sır T ü rk Edebiyatı T arih i • 41
İntikal devrinin kontrolsuz zevki üzerinde durur; hele şu cümlesi, bu iki edebi
yat arasındaki farkı ne güzel belirtir: "H er edebiyat çıplak kelim enin tadına var
dıkça büyük ve güzeldir. Halbuki kelime tek başına değildir; bir zevkin ve aya
rın emrinde olması lâzımdır. Eskiler bütün hatalarına rağmen bu dil ayarını bul
muşlardı. Yeni edebiyat bunu henüz bulamamıştır." (s. 369). Bunun gibi, 19. as
rın ilk yansındaki şairlerden, bir V âsıftan, bir İzzet M olla'dan bahsederken,
bunların eski taraflarıyla yeni yaşayışın getirdiği hususiyetlerini anlatır, eskilere
bağlandıkları noktalan gösterir.
Kitabın en çekici taraflarından biri de, uzun tahlillerden sonra, bazen bu tah
lillerin arasında, kısa fakat bir anda bütün bir manzarayı aydınlatan şimşek gibi
bir cümle ile bir şahsiyetin özünü vermesi, bütün bir portreyi çizmesidir; Ziya
Paşa'dan bahsederken: "Yoıgun bir katar gibi m ısralar birbirini düşünce benze
ri yüklerle sadece takib ederler", "Şinasi çok güç hareket eden, bulduğu başlan
gıç noktalarını olduğu yerde derinleştirmeye çalışan adamdı. Namık Kemal ise
dolu dizgin harekettir" (s. 257); "Ekrem , zayıf bir istidat ile yeni bir dilin ve ana
nenin içinde iğne ile kuyu kazar gibi arar" (s. 367), "Ekrem bey küçük realist
müşahedelerinin ve yarım kalacak tahlil tecrübelerinin adam ıydı" (s. 369) cüm
leleri, bu şimşek gibi cümlelerden bir kaçıdırl Bunun gibi Şinasi'nin nesirde bil
hassa şiirdeki yeniliğini. Reşit Paşa için yazdığı kasidelerin eski kasidelerden
farkını, Abdülhak Hâm id'in san'atını ve M akber'im, tiyatrolarındaki bolluk gö
rünüşü altındaki gerçek fakirliği anlamak için, Tanpınar'm bu muharrirlere ve
eserlere ayırdığı sayfaları okumak lâzımdır, bu sayfaları, realite gibi, nüanslarla
doludur.
Müellifin verdiği hükümlerde ve bilgilerde yanıldığı noktalar olabilir. Fakal
unutmam alıdır ki Tanpınar beş yüz sayfaya yaklaşan eserini, henüz her tarafı
aydınlatılmış olmaktan çok uzak bir devir üzerine yazmış bulunuyor. Kendisi
de bir çok yerlerde lüzumlu bazı monografilerin henüz yapılmamış, bazı tefer
ruatın tesbit edilm em iş olduğuna işaret etmekten geri kalmıyor. İleride teferru
ata ait noktalar aydınlandıkça, m onografiler çoğaldıkça elbetteki 19. asrın Türk
edebiyatı hakkında daha kusursuz eserler yazılacaktır. Fakat Tanpınar'm kitabı,
gerek görüşlerindeki hususiyetle, gerek üslûbundaki mükemmellikle, değerli
bir örnek olarak kalmakta devam edecektir. Yazımızı bitirirken eserin ikinci cil
dini olduğu gibi, Tanpınar'm İstanbul Edebiyat Fakültesi'ndeki eski yerine dön
mesini sabırsızlıkla beklediğimizi söyleyelim.
Kemal'in şiir dışı yazılara sırtını çevirmesinin hakiki mânası bu olsa gerek. O, bu
hareketiyle bize, aynı zamanda, sanatla ısrarın bir fazilet olduğunu da söylemiş
oluyor. Sanatkârın ahlâkı bununla ölçülür.
Bizim edebiyatım ızda Yahya Kemal'in getirdiği bu sanat moralini hayatına
düstur yapanlardan biri Ahm et Hamdi Tanpınaı^dır. Yıllardır bir mü'min sada
katiyle büyük şairin haber verdiği hakikatler üzerinde ısrar ediyor. Şiirleriyle,
hikâye, roman ve m akaleleriyle kendisine yeni bir dünya kurmaya çalışıyor..
Tanpınar bir rüya şairidir. Fakat bu demek değildir ki o bir takım fanteziler
ve gereksiz hayallerle ömrünü harcayan adamdır. Hayır, o sadece Yahya Ke
mal'in haber verdiği, bir takım gerçek kıymetlerimizi, rüyanın yardımıyla yeni
den inşaya çalışmaktadır. Kıymetler bir cemiyetin mayasıdır. Tanpınar, Türk
milletini yüzyıllar içerisinde diri tutan bu kıymetlerin neler olduğunu araştırı-,
yor. Fakat onu, b ir filozofun, bir sosyologun kuru tahlilleri kadrosundan kurta
rarak kendi içinde tesise çalışıyor. Kıymetlere temas ediyor, onların hayalına
kendi sıcaklığını karıştırıyor. Bundan dolayı olsa gerek ki, bu rüya şairinin eser
lerinde realist iddialardan fazla, kendi hakikatlerimizle temasa geliyoruz. Beş Şe
hir, "G eçm iş Zaman Elbiseleri", M ahur Beste bizi kendi mahiyetimizle yüzyüze
getiriyor. Bu eserler bize ölü vak'alar ve tarihler halinde kalan hayatımızın can
lı ve dinam ik manzaralarını, teferruattan sıyrılmış bir şekilde veriyor ve nihayet
Huzur romanında bu kadronun sınırları, hayatın ve İnsanî dramın müşterek me
selelerini de içine alan bir genişliğe kavuşuyor.
Biz bu yazım ızda Ahm et Hamdi Tanpınar'ın bu son eserinin ortaya attığı
meseleler üzerinde kısmen durmak istiyoruz. Huzur romanı Çuııthtmyet gazete
sinde tefrika edilm iştir ve şimdi eser yeni baştan yazılmıştır denecek kadar zen
gin değişiklik içinde basılmaktadır. Tefrika edildiği zaman, alışılm ış gazete ro
manlarına benzemediği için, geniş bir okuyucu topluluğunu memnun ettiğini
pek sanmam. K esif ve devamlı bir düşünce romanın yürüyüşünü ağırlaştırdı
ğından, mekanik harekete ahşmış olan ve romanı bir düşüncenin açılışı ve yayı
lışı şeklinde değil de tembel ve âvâre saatleri harcamaya bir vasıta sayan kimse
ler için eser belki de can sıkıcı görülebilir. Hemen söyleyeyim ki çırpıştırma ter
cümelerin, âdi teliflerin okuyucu seviyesini günden güne düşürdüğü bir zaman
da Cumhuriyet gibi bir müessesenin böyle ağır bir esere sütunlarını açık tutma
sı, fikir ve sanat adına şükranla anılacak bir hâdisedir.
Tanpınaı^ın Huzur romanı kendisine lâyık olduğu kâr ve huzuru sağlayıp
sağlamayacağını bilemem. Fakat bu işte Türk edebiyahnın kârı büyük olmuştur.
Bizde bu romanla ilk defa felsefî düşünce romanın hayatıyla kaynaşıyor ve lü
zumsuz bir eklenti olmaktan kurtuluyor. Eserde insan talihi bir problem olarak
ortaya atıhyor. Nedir bu insan hayatı? İşte Huzur romanı bu sorunun cevabını
aramaktadır. Sanatkâra göre hayat gerek cevherinde ve gerekse seyrinde bir
4 4 • 'F 'an p ın ar Ü z e rin e Yivzıhır
gayrı mantıkilik gösterir. İnsana düşen vazife bu gayrı mantıkîliğe mağlîıp ol
mamaktır. Romanın iskeleti bu fikir dramına dayanmaktadır. Eserde -bir çok ro
mancıda olduğu gibi- öğrenilmiş, taklidi bir felsefeden ziyade yaşanılmış ruh
hâllerine, felsefenin derunî sezgisi refakat etm ektedir. Bundan dolayı romanda
hiçbir iğreti fikir ukalâlığı sırıtmıyor. İşte Tanpınar Türk romanına düşünceyi ve
felsefeyi getirdi derken bunu anlatmak istiyoruz. Gerçi onun fikir mayasında
Freud'dan, Bergson'dan, Paul Sartre'a kadar birçok filozof ve psikologların izle
rini bulmak mümkündür. Fakat o, bütün bu felsefelere dışarıdan bakmasını bil
miş, şahsiyetini bu felsefelerin içinde kaybedeceği yerde, onları kendi hayat ve
düşünce dünyasının birer malzemesi haline getirmiştir. Bu bakımdan roman,
felsefî olmaktan fazla, psikoloji ve felsefeye bir takım yeni düşünce malzemesi
verebilecek kabiliyette görünüyor.
Eserde ikinci önemli nokta İstanbul'u bütün iç güzelliği ile bize vermesinde-
dir. Romanı okuduktan sonra İstanbul'u bu tarih ve düşünceler memleketini,
yeniden keşfediyoruz, onun cevherine katılan mânayı bizim olan sesini duyuyo
ruz. Orada Boğaziçi konuşuyor. Sahaflar çarşısı, bitpazarı konuşuyor; ve her bi
ri kendi özel iç hayatının rüyasını hikâye ediyor. Zaman, takvim, büyülü bir nes
rin melodileri içinde.eriyor. Hayat, eşya, her şey birden dile gelmiş, kimisi bize,
İstanbul'un en güzel paysagelerini veriyor; kimisi çağların mâna ve zenginliği
ni anlatıyor. Bu suretle şiirimiz, mimarimiz ve musikimiz, yekpare ve aydınlık
bir dünya içinde ebedî güzelliklerini açığa vuruyor. Bütün bunlar bize, hayatın
gayrı mantıki akışını durdurmaya çalışan gayretlerin düzenini sağlamaktadır.
Bazan bir üslûp darbesiyle kendimizi klâsik musikimizin saltanat sürdüğü
çağların kapısında buluyoruz. Mevlevi âyinlerinin cezbesi içinde, şahsiyetimi
zin bir melodide eridiğini farkediyoruz. Romanı nerede terkediyor, beste alayla
rına nerede karışıyoruz, anlamak mümkün değil. Türk musikisi, bir "sem aî"nin
dar kadrosu içinde sonsuzluğu, genişliği nasıl içine alıvermiş, bunu seslerin te
nimize dokunmasından anlıyoruz.
Hnztır bizi varlığımızın özünü teşkil eden kıymetlerden biri olan musikimi
zi anlamaya götürüyor. İşte bu düşünce kökleştiği zaman "Yunus Emre Oralori-
osu" gibi eserlerdeki anlayış noksanı kendiliğinden meydana çıkacaktır.
Hemen şunu hatırlatalım ki Tanpınar musikimizin üzerine eğilmiştir, der
ken onu sadece Yahya Kemal'in dev kanatlarından sızan ilhamlı ve bereketli ışı
ğın bir taşıyıcısı, bir işçisi olarak görmekteyiz. Esasen kıym etlerimiz üzerine eği
lecek nesiller daima bu büyük adamın şaşmaz rehberliğini içlerinde taşıyacak
lardır.
Tanpınar kıymetlerimizi yakalayabilmek için kendisini eşyaya sindirmesini
biliyor. Hayatın bütün macerasını bir filozof gibi değil, bir sanatkâr gibi, bir ne
vi "içe göm ülm e"den çıkarıyor. Fakat bu "içe gömülme" psikologların yaptığı
A h m e t H ain d i T ım p ın sır’a v c H uzur R o m iin ın a D air • 4 5
bir iştiha ile aldığını, belirsiz bir hareketle, delik bir lastiğin havasını bırakması
gibi, hiç farkettirmeden boşanıyor, yutma ne kadar çabuk oluyorsa ve ne kadar
göze görünüyorsa, kusma da o kadar belirsiz oluyordu..."
Fakat romanın en kuvvetli taraflarından biri lirizmidir. Bir şairin kalemin
den çıkan bir romanda bu kusurun mühim bir yer işgal etm esi kadair tabii bir
şey olamaz; "A kşam oldu mu pencerenin yanma otururdu. Kaç gündür sokak
la küçük bir çocuk peyda olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veya başka bir
şey evlerinin önünden türkü söyleyerek geçerdi. M ümtaz, daha sokağın başın
dayken onun sesini tanırdı:
durduğu kader kaygusunu tanıhr. Onda, sanatçıyı, insan öm rünün bütün tefer
ruatı ile pek yakından ilgilenirken görürüz. Geçmiş zamanın kalıntılarına bü
yük, ölçüsüz bir ilgi göstermesi, kendisini zorlu bir gözlemci yapmıştır. İnsan
kaderini inceler, inceler; sonra hükmünü verdirir. "G eçm iş Zaman Elbiseleri" de
böyledir.
Ahmet Hamdi, insanı, geçmiş yılların eşiğinde kucaklarken, bir anda, başmın
içindeki vehim dünyasını da keşfeder. Ona göre, her insanm muhakkak bir vehim
dünyası vardır; her insan bu vehim dünyasıyla geçmişe sıkı sıkıya bağlıdır. Bitme
yen Mahur Beste romaru da öyledir. Bilhassa Huzur romanındaki Mümtaz, bu fik
rimize tam ve açık bir örnektir. Mümtaz'm birçok hareketlerinde, düşüncelerinde,
şairin, geçmiş zamana ne kadar sıkı sıkıya bağlı olduğuTuı görüyoruz.
Büyük zaman düşüncesiyle yoğrulmuş olması, insanın en küçük hâtıra izi
ne kadar inmesi, Ahm et Ham di'yi bir tahlilci yapmıştır. İnsanın mihenge vurul
madık bir noktasını bırakmayan bir tahlilci. Şehirler, insanlar, hatıralar, eşyalar,
hemen her şey, bu tahhl m ihenginden geçiyor. Bazan, mistisizmin sınırlarından
aşarak, vehim lerin eteğine değdirdiği sihirli değneğiyle bir insanın iç yüzünü
öyle bir açıyor ki buna insan şaşıp kalıyor. Zaman fikrinin kudretli aydınlığı, her
karanlık noktayı aydınlatıyor, her gölgeli şahsa ışık tutuyor.
Tamamıyla bu özelliklerle değilse bile, hemen hemen rüyalı bir âlemin mey-
valarını tattıran şiirlerinde de Ahmet Hamdi Tanpınar'ı bu yolda görürüz. Ger
çek zamandan yan sıyrılmış olan zaman, düşüncesi, şairin birçok şiirlerinde et
kili okşamasını duyurur. "Bursa'da Zam an", Ahmet H am di'nin dilinde büyülü
bir renge bürünmüştür. Şiirlerinde kullandığı kelimeleri, deyimleri, tamlamaları
(Ömrün tenha saati, ateşten çember, beyaz fecir, kanh haber, çelik gaga, bulanık
vehim, günlerin kızıl mey vasi, rüyaların sarışın buğdayı, bir rüyadan artakal
manın hüznü, hatıra serinliği, gülen rüya, güvercin bakışlı sessizlik, bir fecrin
zafer aynası, aydınlığın ikiz çocukları, tılsımh bir uyku, yosunlu boşluk, yıldız
sessizliği) bu şiiri de bir hoş rüyanın içinde bırakmıştır. "Bursa'da Zam an", diğer
zaman düşüncesini söyleyen şiirlerin (Raks, Dehıe Dah, Ayna, Gül, N e İçinde
yim Zamanın, Bütün Yaz, H er şey Yerli Yerinde, Karışan Saatler İçinde, Musiki)
başında gelir. Şehir portrelerinde, hikâye ve romanlarında gördüğümüz o usta
zaman düşüncesi, bu şiirlerde doğrudan doğruya zaman meflıumu haline girer.
Şair, gelip geçen zamanla beraber, bütün varlıkların tâbi oldukları zamanı söy
ler. "B ursa'd a Zam an"da ise, zamanın yapılmak istenen tarih felsefesi, kendini
daha açıkça, gösterir. Bu şiirde, tarih olan, medeniyet olan bir zaman vardır.
Burada büyülenm iş bir ceylân olan zaman, "M u siki" şiirinde yerini hâtıraya
bırakır;
Ey bitmek bilmeyen hüznü zamanın!
Her şey sana karşı kendi içimde;
Renk ve büyüsüyle bakışlarının
Musiki, hâtıran gibi peşimde,
"D efne D alı"nda zaman, uzun zincirini ikiye böler; burada karşımıza ölüm
çıkar;
Ne çıkar sonu bir neşe ve hüznün.
Açılmış bir kapı ümit boşluğa,
Ölihn şifasıdır her üzüntünün
Sükût defne dalı her yorgunluğa...
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yelçpâre geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
diyerek, "M avi, masmavi bir ışık" içinde yüzdüğünü söyleyen şair, bu şeffaf ke
limelerinin arkasmda, bize güzel hayallerin ziyafetini verir. "Karışan Saatler
İçinde", zamanla beraber aşkı da söyleyen şair, birçok şiirlerinde gene tatlı hâtı
raların yumuşak okşayışlarını sunar. Bunlarda, aşk teması, bazan, birinci plâna
geçiverir. "M alırlama, Yağmur, Hy Kartal Bakışlı" şiirlerinde görülen sevgi belir
tileri, gene bazı sembollerin yoluyla, düşüncemizde yeni çizgiler uyandırır.
Sembol, Ahmet Hamdi Tanpmar'ın şiirlerinin başlıklarında bile canh bir hal
dedir. Yukarıda sözü geçen zaman temalı şiirlerin başhklarından bu özellik açık
5 2 • T a n p m a r Ü z e rin e Y azılar
"Bursa'da Z am an", "E şik " gibi şiirleriyle, bazı hikâyelerini içinde topladığı
Abdullah Efendinin Rüyaları ile Fransızların "essai" adını verdikleri eşsiz ve em
salsiz Beş Şehir ile edebiyatımızda kendisine müstesna bir yer yapmış olan Ham-
di Tanpmar, şimdi Huzur adını taşıyan ilk romanmı yayınlamış bulunuyor. Vak
tiyle bu sütunlarda onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ni tahlil etmeye, hangi
m eseleler üzerinde durduğunu, İlmî araştırmayla sanatkâr mizacının nasıl ter
kip meydana getirdiğini göstermeye çalışmıştık. Remzi Kitabevi'nin çıkardığı
Huzur romanı bizi yine aynı meseleler üzerine eğilmiş, her şeyden önce "essa-
yiste" ve üslûpça Tanpınar'la karşılaştırıyor.
379 sayfa tutan eser "İh san ", "N u ran ", "Su ad " ve "M ü m taz" başlıklarıyla
dört bölüm e ayrılmıştır; fakat romanın mihverini Mümtaz teşkil ediyor, her şey
onun etrafında dönüyor.
H uzurda acaba ne olacak? Diye insanı nefessiz bırakan, heyecandan heyeca
na sürükleyen vak'alar yoktur. Mümtaz küçük bir çocukken Yunan işgali sırala
rında Anadolu'nun bir kasabasında babasının öldürüldüğünü görmüş, annesiy
le başka bir yere kaçmış, onun da ölümü üzerine, yaşça kendisinden çok büyük
amcası oğlu İhsan'ın yanına, İstanbul'a gelmiştir. İhsan Galatasaray'da hocadır
ve kelimenin tam mânasıyla bir fikir adamı, bir entellektüeldir, tahsilini Paris'te
yapmıştır. M üm taz işte böyle bir muhit içinde yetişiyor. Roman başladığı vakit
İhsan ağır hastadır, zatürreeden yatmaktadır; roman bittiği zaman yine başladı
ğımız yere dönm üş oluyoruz, İhsan yine yataktadır, henüz iyileşmem iştir ve
Mümtaz çıldırmıştır. Arada anlatılanlar Mümtaz'ın zihninden geçirdiği şeyler
dir, bir "evocalion"dır.
Böylece M üm taz'ın çocukluğunu, yetişmesini, kocası Fahir'den ayrılan ve
kızı Fatma ile Boğaz'da annesinin yanında yaşayan N uran'la tanışmasını, bütün
5 4 • T a n p iıirtr Ü z e rin e Y azılar
bir yaz Em irgân'da sevişmelerini, evlenmeye karar verdikleri, araya giren Su-
ad'm M üm taz'm Taksim'deki evinde kendini asarak intihar ettiğini, bu ve buna
katılan başka sebepler yüzünden Nuran'm M üm taz'la evlenmekten vazgeçtiği
ni öğreniyoruz. Ama bu hülâsa romanın ancak cansız bir posası olabilir; eserin
asıl değeri emsalsiz üslûbunda, tabiat tasvirlerinde, karakterleri anlatmasında,
Dede'nin bir Ferahfeza âyinini, bir keman konsertosunu tahlilde gösterdiği sa
nat kudretindedir. Güvercinleriyle Beyazıt meydanı. Sahaflar, Kapah Çarşı'yı
anlatan sayfalar, şimdiden bir antolojiye girecek bir mükemmeliyettedir. Yaşan
mış hatıralardan kaynağını alan ve okuyanda aynı heyecanları uyandırma bü
yüsünü kendinde saklayan nice parçalar vardır. Tanpmar hem tabiatı ve insan
ları görmesini, hem bunları canlandırmasını bilmiştir. 109 uncu sayfada Ada'y-
la Boğaz m ukayese ediliyor, burada birkaç satır içinde tarihimizden gelen ışık
ların aydınlattığı bir terkip var;
Boğaziçi "b ir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yer"dir. Bir
ayakkabının kadını ne kadar hantallaştırdığını anlatan şu cüm leye bakınız;
"Bunlarla ancak mitinglerde kadın hukuku için konferans verilebilirdi" (108).
Çiftleri evinde karşılaştırmayı seven, fakat fazla ileri gitmelerine tahammül ede
meyen, hele kendi yardımı olmadan birbirlerini sevmeye kalkışanların işini boz
maya çalışan Âdile ve ürtikerden muzlarip "haşlanm ış havuç yiyicisi" Sabih ne
kadar canlıdır. "Sabih'in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. İ ler
cinsten gazete onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır.
Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ile beraber ta-
bedilmişe benzer" (140); keman konsertosunun "n e beklenmedik bir hazırlanışı,
süzülüşü, kendini haber verişi, tereddütleri ve nihayet bir hakikat keşfedilir gi
bi gelişi, kısa gelişmesini, ince nüans farklarıyla, tıpkı bir sonbahar bereketi gibi
tekrarlayıp sonra yeni en kendi değişikliğinin mucizesi içinde kayboluşu vardı"
(352). İtiraf etmeli ki, bu ve buna benzer cümleler ancak cins bir muharririn ka
leminden çıkabilir. Onun insana âdeta korku veren cümleleri vardır; bunların
nasıl biteceğini tahmin edemiyoruz, daha doğrusu bitmeyeceğinden korkuyo
ruz. Takat Tanpmar, usta bir cambaz gibi, bizi heyecandan heyecana sürükledik
ten sonra sözünün sonunu getirmesini biliyor ve karşımızda tamamlanan bu ya
pıyı güzel bulmaktan kendimizi alamıyoruz. Bazen de kısa bir cümle bütün bir
ruh iklimini, büyük bir hakikati, geniş bir manzarayı gözlerimiz önünde canlan
dırıyor; "H erkes İhsan'ın hastalığının verdiği üzüntü ile uyuyor, onunla uyanı
yordu" (5); "hülâsa hayat dar, fakat tabiat geniş ve munisti" (26); "fakal bizim
m emlekette aranan kaybolur.... Şark oturup beklemenin yeridir" (6); "lokanta bu
öğle saatinde denizi içine alm ıştı" (84); "Ü sküdar açıkları, lodoslu akşamın su
da kurulmuş malikânesi olmaya başlamıştı" (106); "zam anla karısına, bütün ak^
sak taraflarını öğrendiği eski bir otomobil gibi alışm ıştı" (94); "çok defa son
ümit, temennilerimizin imkânsızlığa akseden çehresidir" (367). Eserde birer mü
H am d i T iin p ın a r ’ın R o m a n ı: H uzur • 5 5
cevher gibi her sayfada parlayan bu ve buna benzer cümlelerin yanında sadece
bizim olan dertlerin, meselelerin ortaya atıldığmı, bir romanm m üsaade ettiği
nisbette konuşulduğunu, münakaşa edildiğini görüyoruz. Tanpmar bu kitabın
da, garbın da zevk terbiyesinden geçerek olgunlaşan Ve m illî kültürümüz için
de gelişen nadir bir meyve, bir sanatkâr olarak karşımıza çıkıyor. O, romanında
bazı kusurlar işlemiş, acemilikler göstermiş olabilir; ama onun bir an bile baya
ğıya demeyeceğim, aleladeye düştüğü görülmez. H er satırında hâlis sanatkâr
zevkinin ölçüsünü muhafaza etmesini bilmiş ve bize değerli bir eser vermiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar tam mânâsıyla olgun bir edebiya içimizdir. Abdullnh
Efendinin Rüyaları gibi hikâyeleri; Huzur gibi romanı: Beş Şehir gibi denemeleri;
2.9. Astr Türk Edebiyatı Tarihi gibi tahlil ve tetkikleri; nihayet, daha kitap haline
getirilmemiş şiirleri tam bir edebiyat manzumesi teşkil ediyor.
Abdullah Efendinin Rüyaları güzel hikâyelerden mürekkeptir. Ahmet Hamdi
Tanpınar^ın şahıslan sanırım ki DosLoyevski'ninkiler gibidir. Mütevazı, hayalpe
rest, sanatkâr, manyak, kendi musikilerinin hâtıralarıyla kendi m eseleleri içinde
yaşayan insanlardır. Fakat üslûbu Dostoyevskivâri değil, rahat, sakin, edebî ve
zevklidir. Bu üslûptan "daha çok ağırlaşıyor" diye şikâyet edenler oldu. Halbu
ki zaten herkesin kabul edeceği mâna ile üslûbun ağırlaşması ne demektir? Üs
lûp meselesi oldu mu, bu bazıları ev sahiplerini bastırmak isteyen hırsızlar gibi,
en tabii bir edebî üslûbu tasannu addetmek istiyorlar. Her türlü edebiyat düş
m anlan, dillerin sadeleşmesi arzusu altında, adileşmesi ihtiyacına kapılarak, üs
lûba asıl kıymetli tarafından tarize yelleniyorlar. Diyebiliriz ki tenkidlerinin se
bebini aslında bir üslûbun güzel olması teşkil ediyor.
Hw2wr düşünce mahsulü bir romandır. "Rom an tekniği" diye kabul ettirmek
istedikleri bazı yersiz ve yolsuz tenkidlerle romanı baltalamak isteyenler de ol
du. Roman sanatı hakkında etraflı bir fikir edinememiş bir yazarın fikirlerini ro
man tenkidi adı altında yazması kısmen gülünç, kısmen de hazin oluyor. Ro
manlarda yalnız bir "id d ia" yoktur, bizzat edebiyat meselesi, dil ve üslûp mese
leleri vardır. Romanda müessir, lirik sahifeler, hulâsa gözlere çarpan salıifeler
bulundukça, dogmatik bir takım "rom anda şiir duyulm am alı!" tarzında mânâ
sız tenkidler zihni ve zevki sadece karıştırmak isteyecektir. Hsasa gelince Huzur
romanında huzur mevcudiyeti iddiası yok, ancak güzel bir huzur ihtiyacı, onun
imkânsızlığının düşüncesi ve belki de güzel bir huzur hülyası vardır. Ahmet
A h m e t H a m d i T a n p ın a r : "Y a z Y a ğ m ııru " • 5 7
Hamdi Tanpınaı'ın Huztır’dan başka kıymetli üç dört romanı daha vardır. Bun
lar da neşredildikten sonra romancının hususiyeti daha belirmiş olacaktır.
Beş Şehir denemeleri güzel parçalardan mürekkeptir. Muharririn, Ispanya'
ya yaptığı seyahati ve İspanyol ressamlan hakkında aldığı notları yakmda yeni
bir eser halinde vereceğini ümit etmekteyim.
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi profesör Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın edebiyat
derslerinden terekküp eder ve son zamanlarımızın büyük bir edebiyat araştır
masıdır. Bu tarih, Ahm et H aşim 'in tâbiriyle "Bize göre" diyebileceğim iz ve he
pimizin düşündüklerimizi birleştiren ve icmal eden, hiç birim izin lakayt kala
mayacağımız bir eserdir. Zira edebiyatımızın, dilimizin bütün meseleleri onun
sahifeleri içindedir. Bunların bazı kısımlarına dokunmak bizim de hatırımıza ge
lirdi. Şimdi yapılan ikinci tab'ı münasebetiyle muharririn bu eseriyle çok m eş
gul olduğunu duyuyor ve bazı parçaların bir hayli kıymetli tashihler göreceğini
de ümit ediyorum. Zira belki bazı kısımları ruhuna erm emiş gibidir ve bunun
için yeniden mükemmel bir şekilde tabedileceğini ümit edebiliriz.
Nihayet, Ahm et Hamdi Tanpınaı'ın daha kitap haline getirilmemiş şiirleri
vardır. Bir şiir mütehassısının bunların nesri kıymetinde olmadığını söylem esi
ne rağmen bugünkü şiirimizin en kıymetli parçalanndandır. Bazı edebî mecmu
alar ve gazetelerde edebiyat anketleri yapıldıkça romancı, şair ve profesör Ah
met Hamdi Tanpınaf'm edebî meselelere dair sorulan suallere cevap olarak en
doğru, en kıymetli fikirler ileri sürdüğünü her zaman görmeğe ahşlık.
Son neşredilen kitabına gelince, buradaki hikâyeler hep aynı bir zaman ve
aynı bir muhit içinde, akrabalıkları bulunan aynı kişiler arasında, denilebilir ki
aynı dil, aynı lezzet ve aynı kıymetle devam eden parçalardır. Bunlar hazin bir
"Yaz Yağmuru" ile başlıyor. "Teslim "de birbirlerini tamamlayan tezatlar vardır.
"Acıbadem deki K öşk" yerinde, tabiî görünüyor. "Rüyalar" "Abdullah Efendi
nin Rüyalan"nı hatırlatır gibi ojuyor ve kitap bir "Yaz G ecesi" ile bitiyor. Hikâ
yelerdeki şahıslar yine Dostoyevski şahıslarını andırıyor. Kendi içlerine gömül
müş, kendi hâtıralarını birer tesirli musiki gibi duyan insanları düşündürüyor.
Arada, bazan da Henri de Regnieı'nin adamlarını hatırlatmış oluyor. Bütün bu
şahıslan, soğuk bir takım yabancılar gibi değil hikâyelerini duymakla mütehas
sis olduğumuz insanlarla karşılaşıyoruz. Bunları dinlerken hazan Huzur roman
cısını, bazan Beş Şehir mütefekkirini, bazan da şair Ahmet Hamdi Tanpınar'm
manzumelerini duymuş gibi oluyor, fakat onları hiçbir zaman eski musikilerden
ayrılmış gibi, yadırgamıyoruz.
Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın evvelce bu adla neşrettiği eserin ikinci tabını İs
tanbul Üniversitesi yayınlan arasında görüyoruz. Fakat bu ikinci tab'ı birinci
sinden o kadar değişik, o kadar titiz, bir çahşmannı mahsvılü olan ilâvelerle do
lu ki, birincisiyle mukayese edilince onun âdeta başlı başına yeni bir eser oldu
ğu kanaati hâsıl oluyor. Müellifin kaydıyla da yeni baştan ele alınmış ve geniş-
leVilıniş olan bu kitap XIX. asra ait olan Türk edebiyatı tarihinin birinci cildidir.
İkinci cildi de ikmal ve neşredildiği takdirde m uhakkak ki büyük bir eksiğimizi
dolduracaktır.
Her şeyden evvel eserin ismi üzerinde duracağım. Bundan evvel Türk ede
biyatı üzerinde denem eler yapanların çoğu ona Tanzimat Edebiyatı adını veri
yordu. Ben öteden beri bu klişenin yanlış kullanıldığı kanaatindeyim. Nitekim
Servet-i Fünun Edebiyatı tâbiri de böyledir. Avrupada ve Avrupalılar gözüyle
edebî mektepler romantizm, realizm, sürrealizm gibi bir fikir etrafında toplanan
hüviyetleri mütalâa etmektedir. Edebiyatla mektepleri tarih devirlerine nisbet
etmek doğru olamaz. Aynı şekilde bir mecmuanın adını bir edebî devre izafe et
mek de münasebetsizdir. Hele beş asırdan fazla devam eden bütün klâsik ede
biyatımıza topyekûn Divan Edebiyatı adını vermeyi de yersiz buluyorum. Çün
kü bu edebiyatta nesirler divâna giremeyeceği gibi şiirde de divanla hiç alâkası
olmayan mesnevi gibi neviler de vardır; bir de meselâ Şeyhî ile Galip Dede ara
sında ölçülem eyecek kadar muazzam farklar bulunmaktadır. Edebiyat tarihi ya
zanlar için yeni baştan bir tasnif yapılması pek yerinde bir harekettir. Bunu ilk
defa Ahm et H am di'de görüyorum. Hiç olmazsa eserine ilmî ve itiraz kabul et
meyen bir ad vermiştir. Tarihimizin Tanzimat denilen devresinden sonra yazılan
yazılar muhakkak ki değişik bir hüviyet taşımaya başlarlar. Fakat onlarda ve da
ha sonrakilerde bile eski an'ane, bilhassa şiirde tamamıyla kaybolmaz. Bu eski
an'aneyi zamanımıza kadar devam ettiren Yahya Kemal'i bu sınıfa ithal edebili
riz. Zamanımızda da bilhassa çok güzel rübailer yazan Cemal Yeşil, Arif Nihat
X I X . A sır T ü r k E d e b iy a tı T a r ih i • 5 9
bey Divan şairi midirler? Keza Ziya Paşa, Namık Kemal, Naci, hattâ Ekrem beyin
gazellerini Divan şiiri başlığı altında mı tetkik edeceğiz? Bu sebeple her halde e-
debiyat tarihini asırlara taksim etmek bugün ilk yapılacak en doğru harekettir.
Evet, XIX. asırda tarihinnizde ve bünyemizde Tanzimat denilen bir hâdise,
bir değişiklik olmuştur. Bu hâdise Avrupa medeniyetine intibakımızı resmen
tasdik eden bir vakıadır. Bununla İçtimaî bünye içinde birtakım değişmeler ol
m uştur ki, bu Türk milletinin de değişmesi, yenileşmesi demektir. H er şeyden
evvel değişen bir insan vardır ki, bundan sonraki edebiyat bu değişmeyi anlat
maktadır. Daha doğrusu aralık duran bir kısım pencerelerimizi Avrupa fikir
dünyasına büsbütün açtık. Bu açılma neticesi olarak evimizde yeni rüzgârlar es
ti. Bir kısım pencerelerimizden henüz İran ve tarihimizin eski devirleri görün
m ekte idi. Fakat gelen rüzgâr kuvvetli oldu. Bu görünen pencerelerin çoğunu
kapattı. Avrupa'nın sunduğu medeniyetin icatlarını görüyorduk. Onlar gibi ta
hassüslerimizi bir noktada toplayan şiirler yazmaya başlamıştık. Vezinleri mu
hafaza etmekle beraber onların şekillerini de deniyorduk. Fakat bu hareket bir
denbire olmadı. Esasen ondan evvel de ikinci Mahmut devrinde resmen Avru
pa kisvesini kabul etmiştik. Pek tabiîdir ki, üçüncü Selim devrinde başlayan
Fransız mütercimlerinin ufak tefek eserleri de m ünevverler arasında az çok mü
essir olmuşlardı. Avrupa tipi talimli askerin arkasından Avrupa'nın temsil ettiği
fikir dünyası da bize er geç kapıları açacaktı. İşte bu ruh haleti sonraki Avrupa
tipi edebiyata da yol açmıştı. Binaenaleyh XIX. asrın ilk yarısında biz bunun nü
velerini görüyorduk.
Fâzıl ve Vâsıf o zam anki İstanbul'u terennüm ediyordu. Â kif Paşa nesirle- •
rinde Avrupa'ya yaklaşan yeni bir ifade tarzı bulmuştu. Şiirlerinde de meselâ
Adem kasidesinde olduğu gibi şekilde değil, fakat muhteva itibariyle bir yenili
ğin müjdesi seziliyordu.
A. Hamdi Tanpınar kitabını XIX. asrın çerçevesi içinde hazırlamakla bütün
bu imkânları bize veriyor. Esasen birinci tabmda bulunmayan Vâsıf ve Akif Paşa
burada esaslı olarak alınmış, Ahm et Mithat ve Muallim Naci de yeniden yazıl
mıştır. Recaizade ve H âm id'de de mühim değişiklikler yapılmıştır. Birinci kay
naklardan istifade eden müellifin o devrin bütün eserlerini tetkik etmek üzere
bu eseri hazırladığı görülüyor. Bu husustaki bütün kitabiyatı gördüğünü iddia
etmemekle beraber bir devir etrafında bir görüş zaviyesi ve bir istediği olduğu
muhakkak olan A. Hamdi Tanpınar evvelâ eserleri muhafaza ediyor, sonra bu
nun etrafında bir edebiyat tarihçisi sıfatıyla çalışıyor. Burada da muharrirlerin
ve eserlerinin tahlil ve tenkidlerinde pek isabetli ve ağır başlı oluşu ayrıca pek
kayda şayandır.
Müellifin bu eserinde göstermek istediği hakikat şudur; Daha eskilerde ol
mayan ve bize bugünü hazırlayan bir düşünce, bir tahayyül ve seziş tarzı nasıl
6 0 • ■r-aııpınnr Ü z e rin e Y'.ızılar
başlamış, geçen asır içinde model olarak yetişen büyük kalem erbâbı (hommes
de lettres) arasında ne gibi istihaleler geçirmiştir.
M üellif işte o devrin üstadlannı birer birer etüt etmek suretiyle bugüne doğ
ru açılan yolu gözlerimizin önüne sermiş oluyor.
Birinci cilt başlangıçtan Muallim N aci'ye kadardır. Eserin şemasını tetkik
edersek hakikaten büyük bir ciddiyet, ihata ve gayretle, ince bir çalışma ve ilmî
bir izah şekliyle araştırıldığını anlarız. Bundan sonra Garplılaşma hareketine
umumi bir bakış başlığı altında hususi bir bahis üç tâlî kısımla tetkik edilmekte
dir:
I. kısım garplılaşma hareketlerinin iptidasından 1789'a kadar geçirdiği saf
halar, 11. kısım 1789 - 1807'ye kadar süren devir, 111. kısımda da 1826 -1 8 3 9 sene
leri arasındaki garplılaşma hareketinin tafsilâtı verilmektedir.
Bundan sonra beş bölüm açılmakta ve ayrıca altı m uharrir tahlil ve tetkik
edilmektedir. Bunlar sıra ile şöyle devam ediyor;
1. Bölüm. - XIX. asrın ilk yarısında Türk edebiyatı. Burada klâsik şairlerden
Vâsıf, İzzet Molla, Âkif Paşa, halk şairlerinden Emrah, Bayburtlu Zihni, Dertli,
Seyrani, Dadaloğlu anlatılmaktadır. Nesirde ise resmî dildeki değişiklikten, ta
rihçilerden, bazı hâtıralar ve muhtıra sahiplerinden başta bilhassa Mustafa Sami
Efendi olmak üzere yeniliğe doğru açılan çığırdan bahsedilmekledir.
. II. Bölüm - Tanzimat senelerine dairdir. İkiye ayrılmıştır. Birinci kısım 1839 -
1860 seneleri arasındadır. Tanzimat fermanından sonra İstanbul'da hayatın de
ğişmesi, yeni ve eski dâvaları. Reşit Paşa ile dairesi, devlet tesislerinin fikir ha-
yah üzerinde tesiri, kalemler, Encümen-i Dâniş, gazete ve gazetecilik ve ilk gö
rülen makaleler, tiyatro ve diğer garp nevilerinin görünüşü bu kısımdadır.
1856 - 1876 seneleri arasına hasredilen ikinci kısımda ise Tanzimat ideoloji
lerinden, medeniyet ve medeniyetçilikten, Osmanlılık etrafındaki milliyetçilikle
Islâmcılıklan ve değişen hayat şartları neticesinde yeni bir terbiyeciliğe gidişten
konuşulmaktadır.
Bundan sonraki bölüm yeni üç büyük muharrire hasredilmiştir. Bunlar Ah
met Cevdet Paşa, M ünif Paşa ve İbrahim Şinasi'dir. Tabii bunlardan en mühimi
olan Şinasi'nin üzerinde çok duran müellif, bilhassa onun bulduğu yeni manzu
me şeklinden, yeni dil vc hayalinden, onun millet, devlet, hükümet ve mesuli
yet fikri hakkındaki telâkkilerinden, kendisine müessir olan garp tesirinden, ga
zetecilik cephesinden uzun uzadıya bahsediyor.
Şinasi'den sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ni de ayrı bir mevzuda tetkik
ediyor. Sultan Abdülaziz Türkiye’sinde artık yepyeni bir nesil vardır. Neşriyat
hareketleri hızlanmıştır. Burada bilhassa Suavi tetkik edilmektedir.
X I X . A s ır T ü r k E d e b iy a tı T a r ih i • 61
Yıldızlar daima gökyüzündedir. Deniz daima vardır. Güneş her akşam gu
rup eder. Ve her yaz çiçekler açar ve bülbüller öter. Ölüm hiçbir zaman peşimi
zi bırakm az ve bir defa için kurulmuş olan saat, her anda bize nasip olan zama
nı tüketir. I^akat biz günlük hayatın meşgaleleri içinde bunların hepsini unutu
ruz. Hesaplar, kitaplar, aldatmalar, aldanmalar... Çokları işle buna "hayat" der.
Fakat kâinatın, aşkın, ölümün, bir daha gelmeyen ânın farkında olmadan yaşa
nan hayata hayat mı denir? Alelâdeliğin külleri arasında biz en asil duygulara
kadar her şeyi kaybederiz. Bundan dolayı da alçalır ve can sıkıntısı içinde kıv
ranırız.
I3üyük fta n sız filozofu Alain "ulviyyet duygusu bize günlük ekmek kadar
lâzımdır" der. İnsanların gerçek varlığı hissedemeyişleri, şüphesiz, içlerinde bu
İlâhi ışığı söndürm elerinden ileri gelir. Eski çağlarda dinler, insanlığı bu duygu
ile besliyorlardı. Karanlık gecede kara taş üstünde yürüyen zavallı kara karınca
yı gören Tanrı, her yerde hâzır ve nâzırdı. İnsanlar her an onunla beraber idiler..
En güzel tapınaklar onun lütfettiği ulviyet duygusu ile inşa olunmuş, en güzel
şiirler onun sevgisi ile söylenmişti. En asil kalbi er, onun hasretiyle "bir buhur
dan gibi her yerde" tütüyorlardı. Fakat zamanla dinler asıl kaynakla alâkalarını
keserek vecidlerini kaybedince, nasıl sadece boş şekil, merasim ve kuru akideler
haline geldilerse, insanlık da bu ulviyet duygusunu kaybetti. Bu yüzden kâina
tı, hayatı ve kendisini alelâde bir madde yığını olarak görmeğe başladı.
Yalnız büyük şairler ve sanatkârlar, asıl kaynakla alâkalarını devam ettirme
ğe muvaffak oldular. İnsanların, çoğu, kendi akıl ve rahatlarına göre inşa ettik
leri konforlu evlerde ve şehirlerde varlığm sırlarına bigâne yaşarlarken, yalnız
onlar, hâlâ mağara devrinde yaşıyorlarmış gibi, yıldızlara, sulara, ağaçlara hay
retle bakmaya devam ediyorlar.
B ir G ü l B u K a ra n lık la rd a • 6 3
diyen Yunus'un söylediği gibi, onlar, dindar olmasalar bile, ulvî ve ebedî varlı
ğa herkesten daha fazla yakındırlar.
Gerçek şiirde biz, dinde olduğu gibi, varlığın temel sırlan ile karşı karşıya
geliriz. Birdenbire sanki mağara devrine ve çocukluğa dönmüş gibi, yıldızların
yeniden parlamaya, güllerin açmaya, bülbüllerin ötmeğe ve kalbin taze duygu
larla dolmağa başladığını hissederiz. Hayatın ebedî kanunu ölüm, bize tekrar
her şeyi yeni bir gözle gösterir ve aşk "kaderin gülen çehresi" haline gelir.
Şair, günlük hayatın alelâdelikleri içinde, insanlığın ve çocukluğun bu kay
bolmuş hâzinelerini nasıl ve nerede bulur? Hiç umulmayan bir yerde, dilde.
Evet, her gün kullandığımız kelimelerin içinde gizlidir bu sır. Fakat bu sırrı bul
mak için şairin çektiği cefayı tahmin'edemezsiniz. Bir gram radyum bulmak için
bir dağı eritmeğe benzer bu iş.
Zira biz dih de, hayat gibi, kâinat gibi alelade hâle getirir, ayakkabılarımız
gibi kullanırız. Kelimeler, bu ses tenli narin mahlûklar, sokakta, çarşıda, kahve
de çiğnenir, kirlenir, çamurlara bulanır. Yalnız şairler onların kadir ve kıymetini
bilerek ellerine alırlar; günlerce ve aylarca tozlarını topraklarını yıkayarak, içle
rindeki ebedî ışığı yeniden yakar ve göklere yükseltirler. Güzel bir şiirde kelime
ler, "Şeb-i lâhutda manzume-i ecrâm gibi" pırıl pırıl parlar ve biz onların ışığı al
tında, tıpkı ilk çağlarda, çocuklukta ve hayatın nadir anlarında olduğu gibi, ha
yat ve kâinatı yeni bir gözle görmeğe başlarız.
Dil ile varlığın birleşmesi demek olan bu işin, ne kadar gü ç olduğunu anla
mak için bir şairin çileli çalışmasına yakından şahit olm ak lâzımdır: Yahya Ke
mal, bazı şiirlerini on beş, yirmi yılda tamamlayabildiğini söylerdi. Halbuki on
lar bize ne kadar kolay yazıhvermiş gibi gelir. Yahya Kemal kadar titiz ve sabır-
h başka bir Türk şairi de Ahmet Haindi Tanpmar'dır. Kırk yıl şiiri hayahnın baş
lıca meselesi ve meşgalesi haline getiren bu şairin eserleri nihayet dostlarının ıs
rarıyla bir kitap halinde basıldı.* Kendisine kalsa, ömrünün sonuna kadar onla
rı yeniden yazmağa devam ederdi. Üstadı Valery gibi o da şiirin, hiçbir zaman
tamamlanmayacağına kanidir. Arka arkaya kitap neşredenler ile ne tezat değil
mi? Fakat bize şiir diye sunulan müzahrefat ile onlar arasındaki fark da, o kadar
büyüktür. Mesleği icabı, eski mecmuaları ve kitapları karıştırmak mecburiyetin
de kalan biz edebiyat tetkikçileri şiir mezarlıklarının ne olduğunu çok iyi biliriz.
Bazen, bir mısra, kemiklerde kalmış soluk bir fosfor gibi parlar. Klinize alarak
yoklayınca o parıltı da kaybolur. Bazıları sanır ki Divan edebiyatının binlerce
mısraı, Acem taklidi veya Osmanlıca olduğu için ölmüştür. Bu nazariye Bâ-
ki'nin, Galib'in bazı şiirlerinin neye hâlâ yaşadığını ve daha binlerce yıl yaşaya
cağını izah edemez. 1900'den sonra halk dili ile herkesin anlayabileceği binlerce
mısra yazılmıştır. Kim onları hatırlıyor? Yahya Kem al'in mısraları ise hafızalar
da her gün cıvıl cıvıl ötüyor. Öyle sanıyorum ki, Tanpınar'm şiirleri de Yahya Ke-
mal'inkilerle beraber yarına kalacak en güzel şiirlerdir. Onlardan bazılarını şim
diden birçokları ezbere bilir.
mısraları ile başlayan "H atırlam a"yı şiir sevenler size zevkle tekrarlayabilirler.
"Bursa'da Zam an"ı bilmeyen ve sevmeyen kültürlü bir Türk bulunabileceğini
zannetmiyorum. Anlaşılması daha güç diğer şiirlerinin de yavaş yavaş hafızala
ra yerleşeceğine ve yaşayacağına, vakti ve zamanı gelince, sırlarını ifşa edeceği
ne emînim.
Nedir Tanpmaı^ın şiirlerinin özelliği? Onu Türk edebiyatında herhangi bir
gelenek ve şahsiyete bağlamak zordur. "Bursa'da Zam an" bir bakıma Yahya Ke
mal'in tarihî şiirleri havasında yazılmıştır. Belki bundan dolayı şair onu kitabı
na sokmak istememiştir. Fakat bu benzeyiş zahiridir. "Bursa'da Zam an" hece ile
yazılmıştır. Tarihî duyuş, şiir dokusu ve imaj sistemi bakımından da Yahya Ke
m al'in şiirlerinden farklıdır. Buradaki kompleks şiir cümlesine Yahya Kemal'in
hiçbir şiirinde rastlanılmaz.
Bu, Tanpınaı^ın "Vuslat" şairine bir şey borçlu olmadığı mânâsına gelmez.
Tanpınar, Yahya Kem al'den sabrı, dili bir heykel gibi yontma sanatını öğrenmiş
tir. Ayrıca o galebe çalınacak bir rakip olarak, büyük bir tesir icra etmiştir. Deni
lebilir ki, Tanpınar, Yahya Kemal'den farklı bir şiir vücuda getirmek için bütün
ömrünü harcamıştır ve buna muvaffak olmuştur. Büyük ve ebedî şiirin klâsik
âletlerine, vezin ve kafiyeye bağlı kalan Tanpınar, Mehmed Em in'den Orhan Ve-
li'ye kadar bütün son devir şairlerinin bol bol faydalandıkları halk şiiri gelene
ğinden de uzak kalmıştır. "Selâm O lsun", Köroğlu'nun meşhur Bolu beylerine
meydan okuyan şiirini uzaktan hatırlatır: Fakat Tanpınar"m selâmı bambaşka bir
mânâ taşır. Yahya Kem al'in şiirlerinin arkasında Divan edebiyatı geleneği, tari
hî ve coğrafî hâtıraları, Orhan Veli'ninkilerin arkasında Halk edebiyatı ve halk
dili vardır. Bu iki şair de, gelenekten gelen "evocation"a çok şey borçludurlar.
Tanpınar'm şiirlerinde böyle daha önceden mevcut bir arka plân yoktur. Onlar
tesirlerini kendilerinden alırlar.
Romanlarında, tedkik ve denemelerinde sosyal problemleri derinliğine ve
genişliğine ele alan Tanpınar, şiirlerinde adeta cemiyeti ilga etmiştir. Onun şiir
lerinde bir inziva veya başbaşa kalma havası hissolunur. Sosyalin yeri belki de
şiir değildir. Şiirde sosyal, pek çok örnekte görüldüğü üzere, hitabete kaçar. Mi-
tabet ise sam imiyete en uzak şeydir. Yahya Kem al'de bile sosyal bir jest, bir poz
B ir G ü l B u K a ra n lık la rd a • 6 5
halini alır. Varlığın özü ile temasa gelen şiir, dua ve murakabeye benzer, bir y a l-.
nızlığı icap ettirir. Tanpınaı'm şiirleri İçtimaî değil ferdîdir ve... metafizik bir ka
rakter taşır.
Evet metafizik. Bu yazının başında şiir ile din arasındaki münasebete işaret
etmiş ve şairin dindar olmasa bile, Tanrı'ya veya kâinatın sırlarına en yakın in
san olduğunu söylemiştim. Kâinat, hayat, ölüm, aşk ve sanat, işte Tanpınaı'ın şi
irlerinde ele aldığı başlıca konular. Bunlar, din, felsefe ve derin sanatın müşterek
ve ebedî konularıdır.
Bir nazariyeye göre din sanattan doğmuştun İnsanoğlu başlangıçta şiir söyle
miş, raks etmiş, heykel yapmış, bunlar vasıtasıyla Tanrı'ya ulaşmıştır. Felsefenin .
dinden çıktığı mâlûmdur. Bu, tarihte bir defa olmuş bir hadise değildir. Her çağ
da şair, karanlıkların içine dalma cesaretini gösteren insandır. Hakiki şiirde din
ve felsefe yeniden doğar. Tanpınar birçok şiirlerinde varlığın sırrını sanat vasıta
sıyla yakalar. "Şiir" isimli manzume, bence Türk edebiyatında şiir üzerine yazıl
mış en güzel şiirdir. Burada şiirin rüya, ıztırap ve teselli ile rnünasebetleri gösteril
miştir. Fakat bence eri mühim olan fikir, şiirin bir "aydınlanm a" olduğu fikridir.
mısraı bunu anlatır. Biz şiirde fizik ve metafizik âlemi bir arada yakalarız:
Şiir varlığın içinde bir mânânm doğuşudur. Bir sırrın ifşasıdır. Yunus:
Bu esrarlı ınüselleste
Gökler yakınlaştı bize...
Fakat âlim, kozmik âleme bakarken insanı unutur. Halbuki kâinatı gören ve
duyan insandır. Şiirde süje ile obje daima beraber bulunur. Bu münasebel heye
canlı bir mânâ taşır. Nihayet filozofların da anlamaya başladıkları üzere, süje,
objeye takaddüm eder. Hvvelâ ben vardır; kâinal insanın etrafında ve insandan
yükselir. Tanpınar bu görüşü şu güzel mısralarla anlatıyor:
Başka bir yerde o, objeyi süjenin bir "objectivation"u, dışa aksetmesi olarak
görür:
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan
Burada "gibi" edatı modern insanın şüpheciliğine delâlet eder. Hski çağlar
da dış dünyayı, "ben"in bir rüyası telâkki eden din ve felsefe cereyanları vardı.
Son çağlarda bunun tam zıddını öne süren, yani "ben "i maddeye irca eden aşı
rı materyalizm ortaya çıkmıştır. Fakat bu iki görüş de, varlıkta en mühim prob
lem olan süje - obje münasebetini ilga eder. Süje de, obje de vardır. Dünyayı
"ben"siz, "b en "i dünyasız tasavvur etmeğe imkân yoktur. In.sanoğlunun trajedi
si, bu temel tezada sahne olmasmdadır. İnsan bazen fizik âlemin, etrafını Çin
duvarları gibi sardığını hisseder. Cansız varlığın ortasına düşmüş olan canlı, bir
yıldızm üzerinde uyanan idrâk, kâinatın en büyük muammasıdır.
Tanpınar birçok şiirlerinde fizik âlemin parıltılı oyunlarını tasvir eder. Su,
ışık, hava onun için bir neşe kaynağıdır. Bilhassa aşk dekoru olarak tabiat, bay
ram gecelerinin ışık oyunlarını hatırlatır. Yanımızda bulunan sevgili bize varlığın
ölü ve sonsuz boşluklarını unutturur. Fakat bazen gökler başka türlü konuşur:
yi görür. Tanpınar için ölüm "boşluğa açılan bir kapı"dır. O, varlığın sırrını yine
varlığın içinde bulur. Fakat varlık, sadece "görülen" şey değildir; "görülen"in
içinde "görünen" b ir şey vardır. Bu, uzaklan da olsa, m ulasavvıfların "tecellî"
fikrini hatırlatır. Tanpınar, raks ve musikide varlığın özü gibi görünen şeye şiir
den daha fazla yaklaşır. "R aks" şiiri, sanat vasıtasıyla fizik ile metafizik arasın
daki münasebeti çok güzel gösteren bir şiirdir.
İbtidai kavimlerde raks ile dinin sıkı münasebeti malûmdur. Öyle zannolu-
nabilir ki, tabiata çok yakın olan bu insanlar raks vasıtasıyla varlığın içindeki sır
rı kavrıyorlardı. "H er lâhza başka şey ve hep kendisi" olan şey nedir? Mistikler
ve filozoflar kâinatın esas cevherini böyle anlatmazlar mı?
Raks, sadece hareket değildir. Aynı zamanda ruhtur. Vücut değil, aynı za
manda ıztıraphr. Raks eden kadın bize fizik, fizyolojik, psikolojik ve metafizik
varlığın nasıl bir bütün teşkil ettiğini kuvvetle hissettirir.
Raksı ve um um iyetle sanatı bu kadar güzel ve derin anlatan başka bir mıs
ra hatırlamıyorum. Şair, "M usiki"de de öz varlığın sırlarıyla karşılaşır. Sesler
içinden bize bir meleğin uzandığını hisseder gibi oluruz. Fakat bunun ne oldu
ğunu açık ve seçik olarak bilemeyiz. Şair hayretle sorar:
riz? Bu nadir kuş, onlara baş çevirse, onları duymasa şair mi olurdu yoksa bak
kal! Şiiri komşu kızlarına verilmek üzere ilham perilerinin ay ışığı ile pencere
den uzattığı söz demeti sanan, veya elinde saz kahve kahve dolaşan âşıkların
lehçe sızlanışlarında gören ve "edebiyat karın doyurm az" diye çocuklarına öğüt
veren yığınlara rağmen yine de bakkal olmazdı.
TA N PİN AR ve ZAMAN
Yıllardır beklendikten sonra, Ahm et Hamdi Tanpınar kırk kadar şiirini bir
kitapta toplayarak yayınlamış bulunuyor.
Ahm et H am di'nin bunu yapmakta gecikmesi ister istemez Yahya Kemal'i
hatırlatmaktadır. O, bir türlü tereddütlerini yenememiş, sağlığında bir kitap ya-
yınlayamamıştı. Şiirlerini bitmemiş sayar, kelimeleri ve mısraları değiştireceğini
söylerdi, kendisine yapılan bütün teklifleri bu sebeple başka zam ana, uzağa
atardı.
Otuz beş yıldan beri şiirlerini dergilerde okuduğumuz Ahmet Hamdi Tan-
pınar da Yahya Kemal Beyath gibi, ona hayranlığından olduğu kadar tereddüt
lerini de benim sem esinden, şiirlerini bir araya getiremiyordu. Fakat işle, kararı
nı ve bir genç şair gibi ilk kitabını da vermiş bulunuyor.
Bir genç şair gibi, dedim. Ahmet Hamdi Tanpınar, kitabının ilk şiirinde "po-
etika"sını verirken kendini de şöyle anlatıyor;
Ne içindei/im zamanın
Ne ele büsbütün dışında
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
Sonuncu kıl'aniiı Yahya Kemal Beyatlı'nın "kökü mazide olan âtiyim " sözü
nü hatırlatan ilk m ısraları ile Ahm et Hamdi Tanpınar, şiirin hem zaman, hem et
ki ve mektep sınırlan dışında, hem de içinde olduğunu "gizlice" açıkhyor.
l’akat Tanpınar'la beraber, yine de zaman içinde, gerilere dönebiliyoruz.
Onun şiirlerinde, insanın sosyal baskılarını, günümüzün zorluklarını unutmaya
çağıran sesler var.
Ş a i r v e Ç e v re s i ■ 71
Ne güzel o bahçeler... derken irısanın aklına, bir şairin "bo nlad e"i gelmiyor
değil:
Şunu demek istiyorum ki, Tanpınaı'm şiirim tadabilmek için onun "zam anı
n a" girmem iz gerekiyor, hani ispritizma kitaplarmda mediumların göğüslerin
den bir yum uşak m addenin çıktığmı ve uyuduklannı gösteren fotoğraflar var
d ır Tıpkı onlar gibi.
İlk m ısraın başında bulunan ve, başımızı başka bir yöne çevirmemiz için ve
rilmiş bir işarete benziyor, dörtlükte de önemli bir unsur oluyor. Ama aynı şeyi
öbür v e ie r için söyleyebilir miyiz? Tanpınar bu bağlaç sözcüğüne öylesine gön
lünü kaptırmış ki, çoğu zaman onu anlamsız olarak kullanmaktan kendini ala
mıyor:
Ve açık pencerelerden,
Mavi gökle giren rüzgâr
"Başka Bir Yıldızda"
Dalgaların üzüntüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerini kitap halinde topladı. Elime geçtiği gün
den beri sık sık bu kitabı kanştırıyorum . Tanpınaı^ın şiirlerini tekrar tekrar oku
yor, şiir anlayışı üzerinde düşünüyorum.
Tanpınar'ın şiirleri, şiir anlayışı, kendi şairliği ile ilgili olduğu ölçüde, yeni
şiirimizin öteden beri tartışılan, genel meseleleri üzerinde de yeniden düşündü
rüyor beni.
Önce şu var: Bugüne kadar Tanpınar, dergilerde kimini okuduğum uz kimi
ni göremediğimiz daha çok antolojilere girdiği için tekrar okumak fırsatını bul
duğumuz, ya da hafızalarımızda yer ettiği için tekrarladığımız "H atırlam a",
"Bütün Yaz", "D eniz Ufkunda Batan G üneş", "N e İçindeyim Zam anın", "Bur-
sa'da Zam an" gibi dört beş şiiriyle bilinir, hatırlanırdı.
Kitap halinde okununca, Tanpınar’ın şairliği daha bir önem kazanıyor. Ha-
şim 'den bu yana gelen şiir kuşaklan içinde, Tanpınar'ın yeri doğru sınırlan ile
görünür duruma geliyor. Şiirim izde bağlı olduğu, etkilenip devam ettirdiği şiir
anlayışı, kendisinden sonra gelen şairlere etkileri, açıkça beliriyor. Bunun yanın
da, Tanpınar'ın kırk yıla yaklaşan şairlik hayatı boyunca, benimsediği şiir anla
yışına bağlılığı, sesini, beğenisi, kararsızlıklara kapılmadan sürdüregelişi olum
lu bir tutum olarak göze çarpıyor. Tanpınar'ın bu tutumu, şairlerim izin çoğun
da görülen birleşik bir tutumla, sık sık değişme, çevresindeki şairlere, ortak şiir
beğenisine uyma çabasıyla, lanpınar'ın tutumu arasmda karşılaştırma yapma
mıza yol açıyor.
Tanpm aı'ın şairliği, Ahm et Haşim 'in şiirde vardığı yerden başlıyor. Tanpı-
nar, Haşim'in sesini devam ettiriyor.
H aşim'in şu şiirini hatırlayalım:
7 8 • T a n p ın a r U îe r in e Y azılar
TAHATTUR
Bir nccm bahçesi bir seccade
Doldurmt havzı ateşten bâde.
H ATIRLAM A
Belki de Tanpm aı'ı H aşim 'den ayıran, bu şiirinde olduğu gibi, sadece hayat
la daha barışık yaratılışı değildir. Tanpına/ın H aşim 'in yanında usta bellediği
daha başka şairler de olmuştur. Ayrıca Tanpmar, düz yazılarından daha açık an
laşılacağı gibi, H aşim 'den ayrı bir dünya görüşüne, bir düşünce eğitim ine ulaş
mıştır. Tanpınar'ın şiirlerinde H aşim 'den başka, bu şnrinde, daha başka şiirlerin
de olduğu gibi (Bir Gül Bu Karanlıklarda) Valery, Verlaine (Gezinti; Mavi, Ma
viydi Gök)mzü), biraz da Yahya Kemal (Bir Gün İcadiyede) etkileri görülür. Fa
kat gene de, Tanpınar'ı Haşim 'den, öbür ustalarından, duygu düşünce bütünü
ile ayıran, şiirlerinde kalan bu ek etkilerdir denilemez. Tanpınar'ı şiirdeki usta
larından ayıran tarah, yazımın biraz daha ilerisinde belirtm eye çalışacağım gibi,
düzyazılarında açıkça görülen düşünür kişiliğidir.
Yazıma niye Tanpınar'ın kapıldığı etkileri sıralamakla başladım? Şiirden çok
dedikodusunu sevenler, bu yargılarımı Tanpınaı^ın şiirini küçültmek için öne sür
düğüme yorabilirler. Bu türlü bir yorum olsa olsa beni üzer. Sözüm onlara değil.
Tanpınar'ın şiirleri. Önce, Cum huriyet'ten bu yana, şiirim izde ortaya çıkan
şiir anlayışları tartışmaları üzerinde yeniden düşünmek, şiirimizin gelişmesini
karşılaştırmalı olarak inceleyebilmek, daha çözülmemiş bazı şiir m eseleleri üs
tünde bir sonuca varmak için iyi b ir fırsat gibi görünüyor bana. Konumu bu
yüzden uzun tutuyorum.
Tanpınar'ın şiirleri, hececilerin beğenisinin en yaygın olduğu bir sırada der
gilerimizde görünür. O günlerin hakim beğenisi içinde, bağh olduğu hece ölçü
süyle, Tanpmar şiirlerinde hececilerden çok değişik bir sese ulaşır. Bu bakımdan
kitabında şiirlerinin altına yazıldığı tarihleri eklemesi ne kadar yerinde olurdu.
Hececilerin alatxırka havası içinde "Yavaş Yavaş Aydınlanan" şiirinde olduğu gi
bi, hece ölçüsüne Batılı bir beğeni, bir bütün kazandırmak, önemli bir ustalık sa
yılm ak gerekir.
Sonra şu da var: Tanzimat'tan bu yana, şiirimizin yenileşme. Batılılaşma ça- -
bası içinde, hemen hemen her şair. Batı'dan, özellikle Fransız edebiyatından sev-
8 0 • 'l';ın p m iir Ü z e rin e Y a::ıl;ır
diği şairleri kendine usta bellen:\iştir. Yakın zamanlara gelinceye kadar bir şairin
kapıldığı etkileri incelerken, bizde ölçü şairin ne derece etki altında kalıp kalm a
dığı değil, ne türlü bir şairin etkisi aUında kahp kalmadığı olmuştur. Şair, usta
larını iyi seçip seçmemekten sorumlu tutulmuştur.
Geleneklerinden kopup yeni gelişen bir edebiyatta, bu türlü bir ölçünün uy
gulanması elbette ki yerinde bir hoşgörülük olur. Tanpınar 1 laşim 'i, Yahya Ke
mal'i, Valery ile Verlaine'i usla seçmiş, sonra da şiir beğenisi şiir bilgisiyle, gir
diği edebiyat dünyası içinde bulduğu malzemeyi iyi kullanmış bir şairdir. Böy
le olduğu içindir ki, ustalarından etkilendiği ölçüde, kendisinden sonra gelen
şairlere etkisi dokunmuş bir şairdir.
Ahm et M uhip'in, Ziya Osman'ın, daha sonraları Oktay Rifat ile Orhan Ve-
li'nin ilk şiirlerinde Tanpınaı'ın heceye getirdiği ses açıkça görülür. Örnek ola
rak, Oktey Rifat'ın "G ünler Geçmiş Buradan" adlı şiirini okuyun, Tanpınaı^ın
"H er Şey Yerli Yerinde" adlı şiirini hatırlamadan edemezsiniz. Ahmet Muhip,
deyişine yaklaşır. Orhan Veli'nin ölçülü uyaklı "Kurt, Buğday" gibi şiirleriyle.
Ziya O sm an'ın bazı şiirlerinde hep bu ses yakınlığını duyabilirsiniz:
Tanpmaf'ın şiirlerini okudukça, hemen hemen her şiirinin, kendisinden son
ra gelen şairlerin en iyilerine yeni şiirler yazma olanakları sağladığı görülür.
Daha sonraları bu etkinin devamını başka açıdan görmek mümkündür. Tan-
pınar'ın şiirlerinin ilk yayınlandığı günlere erişememiş şairler, Tanpınar'dan et
kilenmiş şairlerin aracılığı ile onun işçiliğinden, ustalığından faydalanmışlardır.
Tanpınar, çok yazan bir şair değil. Kitabında 37 şiir var. Şiire emek verdiği
yıllar düşünülürse, Tanpınafın verimi yılda bir şiiri aşmıyor. Elbette ki hayatı
boyunca şiirle uğraşmış bir şair için kusur bu. Fakat nedir ki, her şiirinin kendi
şairlik çizgisinden aşağıya düşmeyişi, Tanpınar'ın kısır olduğu ölçüde ters oran
tılı olarak etkin olabilmiş bir şair olması, az yazmasını bir dereceye kadar unut
turuyor. Böyle olunca Tanpına/ın bu tarafı üzerinde durulmamak, durulursa da
başka bir açıdan bu tarafını ele almak gerekiyor.
Tanpınaı^ın şiir dünyası, sınırlı, dar bir dünya. Alışılagelmiş deyimiyle Tan-
pınar "Pildişi kule" şairi. Hemen hemen Haşim'den aldığına kendisi pek bir şey
eklemiyor. Batılı ustalarının etkileri de bu dünyayı genişletm iştir denilemez.
T a n p ın a r 'ın Ş iir le r i • 81
gibi sözlerdir.
Araştırılırsa Hegel'den önce gelmiş düşünürlerin didik didik ettiği düşünce
lerdir bu konular.
82 • T îiııp ın a r Ü zerine Yazılar
Şu halde, düşüncenin şiire konu olannayacağı savma dayanan bir şiir anlayı-
şmın doğruluğunu kabul etmek güçtür. Hegel'den önce gelen düşünürlerin ka
fa yordukları meseleler nasıl şiire konu olabiliyorsa, Hegel'den sonra gelen dü
şünürlerin ilgilendiği meseleler de öylece şiire konu olabilirler.
Şiiri birtakım ölüm süz sanılan konulara özgü sanıp, düzyazıyı şairin kendi
ni daha yakından ilgilendiren konulara ayırması, olsa olsa Tanpına/ın şiirlerin
de olduğu gibi, sanatçının kişiliğinde bir çelişme, birbiriyle bağdaşmaz bir ikilik
yaratır. Sanatçı, şair olarak başka düşünceler, yazar olarak başka düşüncelerle
uğraşır duruma düşer.
Burada, her düşüncenin şiire konu olamayacağını savunan şairler için bir
özür hatıra geliyor. Dilimizin henüz her düşünceyi açıklamaya yeterli, kararlı
bir dil olmayışı, gelişme halinde olması, şiirin ise deneme döneminin geçirmiş
bir dile dayanm ası gerektiği. Fakat bu özürün de savunulan anlayış karşısında
yetersizliği açıktır. Günümüzün şairini düşündüren meselelerin şiirlere konu
olup olamayacağı meselesi başka, dilimizin bu meseleleri şiirle açıklamaya ye
terli olup olmadığı meselesi başkadır Bizim Divan edebiyatımızın da, halk ede
biyatımızın da bir şiir dili vardır Her iki edebiyatımızın da konuları sınırlıdır.
Bir taraftan böyle soyut, humaine olmaktan uzak eski edebiyatımızla bağlarımı
zı kesip. Batı anlayışına uygun bir edebiyat kurmak isterken, bir taraftan da es
ki edebiyatımızın şiir diline bağlı kalmak, kendiliğinden şairin verimini köstek
ler, günümüzün şairini, bir başka yönden. Divan şairinin, halk şairinin dar dün
yası içinde bırakır.
Tanpına/ın şiiri için de böyle demek haksızlık olmaz. Tanpınar "şiir dili" ile
yazıyor Kullandığı şiir dili de bizim eski şiir dilimiz. Eski şiir dilimizin şiir yü
kü kazandırdığı kelimelerden faydalanıyor Sık sık kullandığı kelimeler; Rüya,
ufuk, mercan, sonsuzluk, hülya, ayna, gül, billûr, rüzgâr, sükût, zaman, renk,
uçuş, fecir gibi kelimeler. Bu kelimelerden birini ya da ikisini üçünü her şiirinde
bulabilirsiniz. Örneğin, rüya kelimesi, kitabındaki 37 şiirinde 19 defa geçiyor.
Hattâ ''Bursa'da Zam an" şiirinde bu kelimeyi üç defa kullanıyor
Son kuşak şairleri ile Tanpınar'ın şiir anlayışı arasında bu bakım dan bir bir
lik var. Son kuşak şairleri de kendi aralarında bir "şiir dili" ile anlaşıyorlar On
lar, şehir adlarını, yabancı adlan kullanmaktan hoşlanıyorlar Sık sık Babil diyor
lar, Anadolu'nun il ilçe adlarını sayıyorlar İsimleri sıfatla birlikte kullanmakta
şiir buluyorlar
Son kuşak şairleri ile Tanpınar'ın şiir anlayışı arasında bir karşılaştırma ya
pılırsa, Tanpınar, anlayışının gereklerine daha çok uyuyor Şiir diline dayanan
bir edebiyat, konuşma dilinden ayrıldığı ölçüde hayattan kopmak, şekilci olmak
zorundadır. Tanpınar'ın şiirleri ölçülü uyaklı, sağlam şiirler N e bir kelimesini çı
karabilirsiniz, ne de bir kelimesini değiştirebilirsiniz. Ayrıca ilk kelimesinden
T a n p iıia r ’ın Ş iir le r i • 8 3
son kelimesine kadar gelişen, bir bütüne ulaşan şiirler. Örneğin "B ir Gül Bu Ka
ranlıklarda" şiirini okuyun. Bu şiirdeki dörtlükler, halk edebiyatının dörtlükleri
değildir. Bir.konuyu geliştirir. Şairin dörtlüklere verdiği sıra, gerekli, bütünü ge
liştiren bir sıradır. Son kuşak şairlerinin şiirlerinde ise çok defa bu yok.
Bunun içindir ki Tanpınar, diliyle eski edebiyatımızın şiir dilini aşamamış da
olsa, az sayıda şiirleriyle gene de yeni bir şair kalıyor. Şiirleri, ilk karşılaştığımız
gündeki zevkle okunabiliyor.
Kendi payıma, konuşma dilinden ayrı bir şiir diline karşıyım. Fakat bana ka
lırsa, son kuşak şairleri Tanpm aı'ın şiirleri üzerinde durmalılar. Onun şekil an
layışı dışında, şiir diliyle sağlam şiirler yazılabileceğini sanmıyorum.
i-ikret Ü rgüp
Sim enon'un neige etait sale piyesinde, çevresine ancak kötülükle intibak
edebilen ve bizlerin soyumuzdan olan Frank’m babası, oğluna bir tek lâf söyler,
İTank'ın hayatı kapatıldığı zaman, "İnsanlık mesleği güç meslek oğlum " der.
Ahmet Hamdi bu güç mesleği bütün güzellikleri ve bütün çilesiyle yürüLüp de
sanki hiç güç değilm iş gibi gösteren adamdır. Yüzündeki çizgiler işte, hikâyesi
ni okutur. Üstelik şair, şair olarak, insanlığını yaşar. İnsanlığı yayar. Herkesle be
raberdir. Ben heyecanlı düşünce ile yazdığımı kabul ederek diyebilirim ki i lam-
di bizimle kaynaşırken, asıl insanlık âbidesine birşey ilâve etmek istiyordur.
Bu yüzden de bütün tesirleri, tepkileri hattâ başkalarından almaları kabul
eder. Çünkü yolu büyüktür. Herkesle beraber olduğu için herkeslere vereme?,
ama, benim tanıdığım hiçbir kimseyle kıyas olunamayacak kadar yayılmıştır.
Bunu söylediğim zaman kendisine, boynunu içine çekti. Anlaşılması güç bir gü
lümsedi.
Ne kadar sever insanlığı! Ben böylesini görmedim, l lem de iddiasızdır. Üs
telik şair. Yani kelimelerden yeni bir âlem yaratmak peşinde. Bu da güç bir mes
lek, ama insanlık kadar değil.
Ondaki insan sevgisi müsamaha demektir. Karşısındaki gibi duymak, üzül
mek ve sevinmektir. Tam ötekisinin duygularıyla. C) kadar açıktır ve o kadar ya
kınlaşır insanlık ailesine. Yayılmış olduğu için de belki çok yalnızdır. Bu kadar
çok sevgiyi bir tek kişiye bağışlayamadığı için bekâr ve yalnız.
Korkuyorum ve benzetmek istemiyorum. Benim duygularımda Sait Taik'le
birleşen bir tarafları var. O gitti, Hamdi kalsın istiyorum.
Hamdi bugün Türkiye'de eşine az rastlanan kendi kendini yetiştiren insan
lardan biridir. İnsanlığı merak ettiği için, araştırmış, okumuş, kendini yapmıştır.
Bu yolda yürürken insanlık ölçüsünün en yüksek basamaklarındaki şairlere ta
Şii ir • 85
kılmıştır. Baudelaire, Valery, Mallarme. Valery ile luhaf bir alışverişi var. VaİCTy
ki ölürken "F,n güçlü duygularla yaşamaktı" der. 1lam di de onun için mi bilmi-
yorum, yahut da lam aksine mi, duygularından, yahut da ondaki insan sevgisi
nin dayanılm az şiddetinden kurtulmak için zekâyı seçmiştir. Rüyanın ilham pa
yı çok olsa da şiirleri zekâ ile işlenmiştir.
Şiiri Valery ve Mallarme soyundandır. Şu var ki, yüzde yüz bizden, İstanbul
lu, Türkiyeli, şarklı olduğu için silkememiş hassasiyeti, inceliği, bir tuhaf doku
naklı oluşu. Halbuki istemiş Valery gibi, Mallarme gibi kelimelerden mücevher
işlemeyi.
Burada; onun şiirinden söz açmak islemiyorum. Kendisini anlatmaya çalışı
yorum. Yine de, ne söylesem adi olacak. Ona "tath adam" denir mi m eselâ? Tat
lıdır sahiden anaa bu deyiş onu kalıplandırmaz. Yanına sokulanlara rahatlık ve
rir. İncedir. Unuttuğum uz bir zamandan miras kalmış sanki. İncedir çünkü öte
kilerden sorum lu gibidir. Üstüne almış insanlık ailesinin dertlerini, sevinçlerini.
Onlarla paylaşıp durur. 15u davranış öyledir ki havuzun suyuna atılan bir taş gi
bi halkaları yayıhr da yayılır. Hamdi'nin bir davranışı, bir lâfı, bir yüz ifadesi,
sevgi ve anlayış yayar çevresine. Bu kadar verebilen insan onun için yaşsızdır.
Yirmi bir senedir tanıyorum. O subaydı, ben gemi doktoruydum, filinde
Bernard Shavv'un piyesleri vardı. Ben bir lâf attım. Takıldık birbirimize. Dost ol
duk. Ondan beri dostluğumuz bozulmadı. Zaten H amdi'nin kim seyi kırdığını
bilmiyorum. O belki de işlemediği suçların azabını çekiyordur. Bazan yüzünden
öyle okunur. O zaman yüzünü başka türlü çizgiler kaplar. Ama, gözlerinin içi ne
ılıktır. Bir öksürür, kendini toplar, sizinle beraber olur hemencecik. Beraber olun
ca yalnızlığından kurtulur. Şiirini yanda bırakır. Çünkü o zaman insanlık şiirini
yaşıyor; ona iştirak ediyordur. Siz rahatlayıp gittikten sonra zekânın şiirini yaz
maya devam eder. Sanki bu kadar bulaşmaktan ve yıkılan bir insanlık için cefa
çekmekten kurtulm ak, insanın aslında büyük ve yaratıcı olduğunu yaymak is
ter gibi. Bu am acına ne kadar vardığını bilmiyorum. Onu edebiyat tarihçileri dü
şünsün ve incelesin. Ben onu bu yolda görüyorum.
M alraux'nun hatırlattığı büyük aydınlatıştan, insan kolunun gökyüzünü
keşfederek kendi hesabına mırıldanışından beri kurulan âbideleri hatırlıyorum.
Oraya bir taş koymak amacı yahut da bir imzacık.
Bu arnacın yanında, gerçekle bu kadar bağlılık, yani günü gününe insanlığın
sevinçleri, kederleriyle onlar gibi duygulanmak? Anlaması zor.
Bir tek lâfta toplamak mümkün olsa, Hamdi için "m erak ediyor" derdim. İl
gilenmek, merak etmek huzursuzluk yaratır. Ama ölüme karşı gelmektir. Dün
ya ve insanları kendi başına keşfetmeye çıkıştır. Sahici şairin de öyle olması lâ
zım ki yeni bir âlem yaratabilsin.
8 6 • T a n p m a r Ü z e rin e Y azılar
Son yolculuğun kara atlan ergeç gelecek. İstesen de istemesen de. Kurtuluş
yok, bunu en iyi bilenler, şairler elbet. Yıllarca önceden görürler, duyarlar, yaşar
lar ölümü. Ölüm onları kandıramaz, ölüm onları gafil avlayamaz. Gerçek bir şa
iri erm işe yaklaştıran bu derin duyarlıktır. Görm eden, duymadan, yaşamadan
nice konuları görülmüş, duyulmuş, yaşanmış kılan, hattâ başkalarına gördüren,
duyduran, yaşattıran bu üstün güçleridir.
Kara atlar gelir, götürür onları, şaşıp kalan sadece bizlerizdir. O atları ne gö
ren, ne de duyan bizler! Atlara binerek uçup gidenlerin ardından iç dökm ek ge
lir sadece elimizden. Gereksiz sözler yazmak. Kendimizi avutmak için şairin ge
çici yönleri üzerinde konuşmak. İşte şöyle yapardı, böyle derdi diye yazmak.
Tanpınar'ı da kara atlar aldı götürdü. Arhk Ahmet Hamdi Tanpınar yaşamı
yor aramızda. Gözlerini kapattığı andan sonra o bir anı sadece. Sesi, gülüşü, yü
rüyüşü günler geçtikçe silinecek, unutulacak. Aramızda yaşamış bir kişi olarak
zamanın sonsuzluğunda yok olmak. Şair de herkes gibi bir insan ölüm karşısın
da. Geçm iş çağlardaki şairlerin yüzlerini kim hatırlıyor? Yüzler, gözler değil ha
tırlanan. Unutulm ayan, şairlerin anlamlarıdır, bizlere bıraktığı bildirilerdir. Tan-
pınar'ın anlamı şiirleriyle, öyküleriyle, romanlarıyla kalacak, yaşayacak...
Ne içindeı/ivı zamanın
hJe de büsbüHin dışında
Yekpâre geniş bir ânm
Parçalanmaz akışında
Sessiz sedasız, daha garibi, şaşırlmaksjzın, ışıkla gölge arası bir kuylıilukla
yok oluvermek gibi, bir ölüm, silik ve uzak! lîam d i'n in hayattaki gibi Ölümde
ki kaderi de bu oldu. Kendi ölümüne şahit olabilseydi, r e başlangıcına ne deva
mına uygun bu bilişi kendi de beğenir; kusursuz, hattâ mükem mele ulaşık şe
kilde tamamlandım diye memnunluk duyardı. Anlamlarını başkalarına bıraktı
ğı, sadece kelim elerine ve kelimelerin terkibiyle imajlarına önem verdiği şiirle
rinin her el atana açılmayan kapılarından birinin ardında kayboluyor gibi bir
yok oluş. Bu yüzden, dün gece kitabını karıştırırken şiirlerinin penceresinden,
yarı aydmhk yarı karanlıkta, yitik bir pejmürde yüzü ile hep beni seyrediyor-
muş gibi bir duygu geldi içime. Yaşarken yaşıyor gibi değildi, ölünce de ölmüş
gibi olmadı. Bana gelen bir duygu bu. Ölüm haberini gazetede okuduğum za
man içimin burkun tuşundaki acılık bana bir başka acılıktı; belki de tada benzer
bir şey. Ölüm, ilk defa, uysal, yatkın, dostça yaklaşmıştı bana. H am di'li ölümün
adeta bir lezzeti var gibiydi. Şiirlerinin tadı sinmişti belki ölüm e de. Ama ne
olursa olsun, bu marifeti gösterm ekte acele etmesine mahal yoktu. Hayatta, sa
çından tırnağına kadar vücudunu dahi düşünceye koşmuş olmanın sonsuz tem
belliği içinde yaşamaya ahşkın Hamdi'nin, ölüme gidişteki bu tazeliğini bir tür
lü akıl almıyor. En acele etmemesi gereken tek konu buydu.
H am di'yi ilk gördüğüm günü daima hatırlayacağım. Bundan otuz yıl önce
ki belki daha eski A nkara'nın taş lisesinde, şimdiki Yenişehir'e; fakat o zamanki
deve dikenli tarlaya bakan bir sınıf odasında bize ilk dersini vermeye geldiği
gündür o gün. O ilk dersten şu anda tek hatırladığım kırk beş dakika müddetle
bize sadece Jokonda'nın ellerini anlatmasıdır. Benim sanata tutkunluğum Jokon-
da'nın ellerine o gün duyduğum aşkla başlar. Hamdi genç bir adamdı; ve elleri
durmadan öpüşlere boğuyormuş gibi anlatıyordu. Zavallı Jokonda! Şimdi o el
lerle yüzünü kapadı mı?
yo • T a n p ın u r Ü z e rin e Yiizılar
Oysa ki, hayret edilecek kadar sağlam ve doğru olarak gerçeği kuşatabili
yordu.
Hiçbir sakınca görmeden söyleyeceğim; Haşim 'den, Yahya Kemal'den, bariz
bir suretle ayrı idi. Benim umut dediğim de, buradan itibaren Hamdi Plocamızı
kuşatıyordu. H ayalım ızm türlü kademeleri içinde, bu umudunu görmek, gözle
ri ile görmek isterdi.
Bahtiyar sayarım kendimi; 1934'den beri O'nun talebesi olduğum için.
Akademideki kürsüsünden, "yaşadığım ızın, yaşamakta olduğumuzun de
lilleri sizler olacaksınız, mes'uliyetinizi idrak edin" demişti. Bu sözlerinde, dol
duracağım çileyi kuvvetle duymuştum.
O her zaman, bizler için bir kaynak, bir Tan pınarı idi. Günlük güneşlik bir
yaşama sevinci içinde, ölüme, hayatın olmayan bir yönü olarak bakar, "zam an"
üzerinde dururdu. O'nu idrak etmemiz için ne güzel kuşatıcı söyleyişleri vardır
Hücanm. Bizim kuşağın bir tedirgin, bir huzursuz hali varsa, -Paris'tekilerin bi
le- Mamdi Hocanm talebesi olmalarındandır.
Anlatmakta, gerçeklen âciz olduğum, fakat bir direnme ve yaşama gücü ola
rak daima ihtiyaç duymuş bulunduğum, O'nun muhteşem âlemini, birden yitir
dim. Daha doğrusu, hepimiz yitirdik.
Artık kitaplarında, şiirlerinde, duygu ve düşünebilme gücümle, onu bir da
ha bir daha yaşamakla yetineceğim.
Türkler için, bu toplum için A. Hamdi Tanpınar bir yeniden doğmanın sağ
lam adımıdır. Bu milletin büyük dramını, etinde kemiğinde, duyu ve düşünce
lerinde yaşamış, nadir insandı o. Zor buluruz böylesine insanı bir daha.
Bir eşini daha göremeyeceğimiz geniş soluklu insandı o.
Kinleri ve nefretleri içinde, türlü düzenbazhklan ile gördüğü halde, tiksin
meden insanları sevebilen adamdı. İnsanlar bir yana ya, onun görüp de mâna ile
her şeye bağlı, manevî değerleriyle zengindi.
Gözü tok bir derviş, olgun bir insandı. Eserleri, bu olgunluğun her alandaki
sonuçlandır.
Türkiye'nin, kalbi insan sevgisi ile çarpan büyük çocuğu, gözlerini bir bü
yük bir uzun uykuya girmek için yumdu. Ardından kim ağlamaz ki? O'nu bir
daha görmemek, katlanılacak, isyan edilmeyecek azap mıdır?
Türlü yorgunluğuna rağmen O'nun dinlenmeye çekileceğini, hiç mi hiç dü
şünememiştim. Boğulur gibiyim.
Seni saygı ile minnetle ve şükranla, içim yanarak daima anacağım. Aziz Mo-
cam.
lama diye gösterilen şeyleri bir yana bırakırsak, sanahn sanatçıya sağladığı ba
şarı, kolayca tanımlanabilen bir şey olmasa gerektir. Bugün düşünceleri, sezgile
ri, duyguları, az ya da çok etkilemiş bütün sanatçıların, ozanların yarınları üze
rinde kesin yargılar vermekten bir ölçüde uzak durmalıyız. Çünkü zamanın ne
yi, ne biçim de yeniden değerlendireceğini şimdiden kestiremeyiz. Bir sanatçı,
bir ozan, yaşadığı günün sanatına, şiirine karşı takındığı davranışla daha açığı,
geçmişten gelip ileriye doğru giden ve bütün sanatçıların birer emekçisi bulun
dukları, çok yanlı fakat gene de ortak sanata kattığı ile vardır. Bu ise, bizim iler
den, nasıl oluştuğunu kesinlikle bilemeyeceğimiz değişken güzel kavramı ile
kolayca değer]endirilemeyecek bir çabadır.
Ahm et I lamdi Tanpınaf m sadece unutulduğu değil, beğenildiği günler de
olmuştur. Ama Ahmet Hamdi Tanpmar bilgi, sanata inanç ve sabırla yüklü kişi
liğinin koruyuculuğuna güvenmesini bilerek, sanatının ona vereceği mutluluğu
da, belki sessizce, ama yaşamıştır sanıyorum. Gürültüden adının duyulmadığı
dönemlerde hayranları arasında en katıksız aydınlar yer almışlardır. Özenle ge
çen yıl yayımladığı şiir kitabının çevresinde haklı bir ilgi, bir değerbilirlik top
landığını gördü.
Kitabı basan Hüsamettin Bozok, Tanpınaı'ın provalar üzerinde yeniden de
ğiştirmelere kalktığını, provaları evinde günlerce alıkoyduğunu söylüyordu.
Gerçekten de Ahm et Hamdi Tanpmar, ilk yazdıklarından son yazdıklarına de
ğin bütün şiirlerini bıkıp usanmadan bir daha, bir daha gözden geçirirdi. Buna
bakıp da, demek o şiirler bitmemiş, olmamış, son biçimlerini almamış diye dü
şünmek pek ucuz bir yargı olur. Gerçekte o, eski olsun, yeni olsun, bütün şiirle
rini, belki de doğrusu bir şiirini, değiştire değiştire her an yaşayan, şiirine bir
canh niteliği vermek isteyen, böylece zamanı sadece şiirlerinde değil, yaşam ın
da da "yekpare, geniş bir an" durumuna getiren bir ozandı. Sabahattin Eyüboğ-
lu, Tanpınar'la gene o konuşmamız sırasında, "H am di'nin şiirinde zaman soru
nu vardır" derken bir gerçeğe dokunuyordu.
Ne içindeyim znınamn
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
biçim ine sokmuştu. Bunun nedenini sorunca: "Sanki ile gibi'yi bir arada istem e
dim " dedi. Ben de daha sonra gelen "H apsolm uş gibiydim bense" dizesindeki
"oIm uş"un, "B ir saray olmuştu bize" dizesine yeni giren "olm uştu" ile takışaca
ğını söylemiştim. Kim bilir, o takışmayı yadırgadı ise, belki de şiiri yeniden dü
zeltmeye kalkacaktı.
Tanpınar'ın şiiri için "düşünce şiiri" diyenler vardır; doğrusu o deyimi pek
anlamıyorum. Sonra, zaman gibi bir kavramı sık sık ele alıp istemesi, genel ola
rak duygularla, duyarlıklarla örülü şiirimizin içinde, onun şiirine felsefi diyebi
leceğimiz bir görünüş veriyordu. Sözcüklerle bıkıp usanm adan uğraştığını bil
memiz de, onun böyle bir özelliği olduğu kanısını oldukça güçlendirir. Ancak,
özenle son yıllarda onu sık sık yatağa düşüren hastalığının bir ateş nöbetini an
latırken, arkadaşlarından birine, "Ateşim kırka kadar çıktı da bir mısra bile gel
m edi" demesi, esini (ilhamı) yadsımadığını, tersine ona çok genç bir ozanın, ya
da ağu (zehir) kullanan bir takım Ondokuzuncu yüzyıl Fransız ozanlarının düş
künlüğü ile düşkün olduğunu, böylece şiiri, us yolundan değil, gene de gizleri
bilinmez kaynaklardan rastlantılarla çıkarmak istediğini gösterir, diye düşünü
yorum.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim
Mavi, masmavi bir jştk
Ortasında yüzmekteyim.
likle bunu ima da ettiydi bana. Öyle ya, şiirlerini, kocaman estet ve münekkit ge
çinir bir zat, hem de arkadaşı ve bu arkadaşı ve kuşakdaşı, gülünç bir bilgiçlik
le küçümser, en yaknı bir dostu sadece anlamsız bir övgüye benzer, falan veya
filan ya susar, ya susmaktan beter bir hoşbeş zoru gösterir... se elbet I lam di de,
eşi dostu, şairi yazan, edebiyatçısı, tenkitçisi, hepsinden, matlup hanesi ağzına
kadar dolu olarak, ölüp gider.
Ahm et Hamdi Tanpınar'ın Türk şiirindeki yerini, Türk şnrinin bugünkü ge
lişmelerindeki rolünü kim se anlamış ve belirtmiş değildir. Oysa ki, Malapar-
te'nin, insanı, eski Yunan yaratmıştır, demesi gibi bizde de garplı şiir anlayışını
liam d i yarattı dense yeridir. Bırakın onu, Yahya Kem al'in kohsal fakat kaba ya
pılı arınık fakat yalınkat şiiri yanında H am di'nin küçük, ufak dengeli, kibirsiz
fakat mesafeli şiiri, kuytulukta gizlenmiş kadîm Yunan harabesi gibi her göze
görünmemiş ve fazla aranıp dile getirilmemiştir.
Ah! Bir gün fırsat elvermeli, H am di'ye olan büyük borçlarım ız ödenmeli.
rini artık bir kitap halinde bastırm ak istediğini ve bu işi de Yeditepe'ye seve se
ve bırakacağını açıkladı. Çok içten konuşurdu ve o gece de öyle konuşuyordu.
Tatlı tatlı omuzumu okşuyor, o kalabalık içinde ötekiyle berikiyle çene çalmak-
tansa bu kitap işinde derinleşmek üzere benimle konuşmayı tercih eder görünü
yordu. Hattâ bir ara "gel editörüm " diye benimle karşıhklı bir fotoğraf çektirme
yi bile ihmal etmemişti.
Tanpınar'ı, uzun yıllar sabırlı bir bekleyişten sonra bu karara götüren sebep
ler üzerinde durmak gerekli midir, bilmiyorum. Belki bilm ediğim iz birçok se
bepler vardır veya yoktur. Eğer mutlaka b ir sebep aranacaksa, büyük bir saygı
ile bağh bulunduğu Yahya Kem al'i o sıralarda kaybetmiş olması ilk akla gelen
ler arasında olacaktır. Belki kimseye söylemediği, hattâ kendi kendine bile itiraf
tan çekindiği bu ölüm, böyle bir karara götürmüştür onu. Kim bilir..
Kitabın adı "N e İçindeyim Zam anın" olacaktı. 16 şubat 1959'da karşıhklı
olarak imzaladığımız yazılı anlaşmada kitap bu adı taşıyordu. Nitekim daha
sonra, çıkıncaya kadar da bir müddet böyle ilân edildi. İlkin bütün şiirlerini bu
kitapta toplamayı düşünmüştü. Sonra, yalnız hece vezniyle yazdıklarını almak
istedi. Serbest ölçü ile yazdıklarını da ikinci, başka bir kitapta toplayacaktı. Bu
kitaba bir ad da düşünmüştü..
Kitap üzerinde çalışmalarımız bu kadar kesinleştiği halde onun içinde hâlâ
bir kararsızlık tohumu vardı. Bunu seziyor ve zaman zaman filizlendiğini göre
rek de üzülüyordum. Bu kararsızlıklarını ufak tefek davranışlar hahnde ortaya
da çıkarıyordu.'M üsveddeler m atbaaya verilip de ilk kolon tashihleri alınınca,
bunlar kendisinde on beş gün kalmahydı. Bunu en baştan şart koşmuş, hattâ an
laşmaya bile koydurmuştu. Kolon tashihleri üzerinde günlerce düşünüp, yazıp
bozmanın tadını çıkarmak istiyordu. M atbaalann teknik zorunluluklarını bildi
ğim için, işi sürüncem eden kurtarmak amacıyla, ben de anlaşmaya şu karşı şar
tı koydurdum: Bu on beş günlük süre bittiği halde tashihleri iade etmezse, ese
rin orijinal ilk müsveddesini esas tutup - ama gene yanlışsız olarak - kitabı bas
tıracaktım. Kitap m atbaaya verildiği zaman bu on beş günlük zaman iki aya ka
dar çıktıydı. Bu arada asistanı, birkaç defa bana kadar gelmiş, "H ocanın şunu is
tediği, şunu istem ediği" veya "Tashihleri şunun için geciktirdiği, ancak şu gün
şu saatte m uhakkak teslim edeceği" bildirilmişti..
Tanpınar 1959 mayısında uzun bir Avrupa gezisine çıktı. Sanırım bir yıldan
fazla da Paris'te olurdu. Kendisi burada olmadığı zaman kitabın basılamayaca-
ğına iyice inandığım için beklemeyi daha uygun buldum. Onun bu gecikmeden
ayrı bir tad aldığını biliyordum. Şair mizacına saygım da büyüktü. Sessizce
memlekete dönüşünü bekledim.
Avrupa'da iken kendisinden bir kaç mektup aldım. Bunlardan ikisinde, o sı
ralarda satışa çıkan "Şiirimizin Dört Ahmedi" adh bir kitaptan duyduğu üzüntü
1 0 2 • 'la n p ııııır l j;'e r i ın : Yıızıhır
... M utlaka bu bahar çıkmasını istiyorsan bana derhal bir mektup yaz. Ve sen
de eUndeki m üsveddeleri matbaaya vermiye hazırlan. Ben sana bir hafta içinde
yani Mart 12'yc kadar -yahut mektubunu aldıktan bir hafta sonra şiirlerin sıra
sını, sayfa adetlerini, kısımları ve değiştirdiğim yerleri, yeni bir iki şiirle beraber
gönderirim. 13öylece mabaaya verilir. Provaları Paris adresime gönderirsin. Ben
mukavelemiz esasmca on beş gün sonra iade ederim. Doçentim Faruk, Doktor
Niyazi Akı beraberce tashihe bakarlar, l larfleri sen tâyin edersin. Ve mümkünse
Kutsi'nin yahut Adalet'le Mehmet Ali'nin (daha iyi olur) reyini alırsın. Tashih
çok mühim iş olduğuna göre iki takım prova gönderirsin. Ben birini tashihi ya
pacak olan Faruk'a, öbürünü sana değişmelerle beraber iade ederim.
Böylecc nisan onda kitap çıkar, on veya on beş... Orası İstanbul'daki çalışma
ya bakar.
Aziz Ilü sam , seni çok severim. Çok müşkül zamanımda bu kitabı almıştın.
Yalancı çıkmak istemem. Fakat bu baharda çıkacaksa behemehal bu şartlarla çık
masını da islerim.
Şimdi fikrimi bir daha söyliyeyim: Sen bu sene epeyce kitap neşrettin. Beni
dinlersen sonbahara bırak... Bir kitapçının muharrir veya şaire müsamahası ge
rekir. Ayrıca da mesuliyeti onlarla paylaşması bana daha mâkul görünüyor, f ler
şekilde bana cevabını bildir.
En samimi hislerle, en derin, dost temennileriyle gözlerinden öperek.
A.H. Tanpınar
26 Ocak 1961 Cuma
Türk edebiyatı göklerinde bir yıldız daha söndü. Bir yıldız ki yıldızlara ben
zemez, bir yıldız ki, bıraktığı boşluk belki asırlar boyu doldurulamaz.
Ahmet Hamdi Tanpınar, muhakkak ki büyük bir şairdi: Manzumelerinin her
mısraı ile şair; romanlarının her satırı ile şair; kalbi ile, kafası ile bütün varlığı ile
şair.
Ahm et Hamdi; İstanbul'u candan seven; eski, gerçek İstanbul'u; bütün zev
ki, sanatı, geleneği, kültürü... Bütün maddesi ve mânâsı ile duymuş olan şairdi.
Sadece İstanbul'u mu?... Hayır! M üslüman Türk şehirlerinden birçoğu; camile
ri, türbeleri, evliyaları ile; bütün tarilıi ve elsanesiyle; eşsiz sanat eserleri ve eri
şilmez mânâları ile, pırıl pırıl, Hamdi'nin mısralarında, yaşar.
Sevgi ve iyilik dolu kalbi, şimdi göğsünün altında çarpmaz olmuş. Ne çı
kar?... O kalb onun mısralarında, onun eserlerinde daima gümbür gümbür çar
pacak ve duyan kalbleri şevk ve heyecanla çarptıracaktır. Yetmez mi?..
Ahmet Hamdi Tanpınar; bütün ömründe, yalnız Bursa'yı bir renk, ışık ve
nağme cihanı halinde bize sunan şu iki mısraı yazmış olsaydı gene "Büyük şair"
diye edebiyat tarihimize geçirdi.
Arkadaşları arasında benim kadar eskisi yoktur sanırım. Tanışıklığımız ya
rım asrın gerisinde başlar. Rahmetli babam Kerkük M utasarrıfı iken, rahmetli
babası orada X a d ı - yani Hâkim - imiş. İkimiz de dokuz-on yaşlarında çocuklar
dık amma, o zamanlar, bilhassa oralarda, kız çocuklarla erkek çocukların arka
daşlık e(mesi âdet olmadığı için, arkadaş olamamıştık.
1 0 6 • T 'iin p ın ar Ü z e rin e Yiizılav
Çok değerli bir şair, bir nesir üstadı, bir romancı, bir edebiyat tarihçisi ve bir
münekkit, bütün cepheleriyle bir sanat adamı, günden güne olgunlaşan eserinin
dünyasını örerken, ansızın aramızdan çekildi. Ahmet l lam di Tanpınar, bu der
mansız bedeninin içinde bu son derecede canlı ruh artık bir daha ince nüktele
riyle meclisleri dolduramayacak, bir sır tevdi eder gibi mahrem ve gönülsüz şi
irlerini okuyamayacak, ama biz insanlar onun eserini kana kana paylaşacağız.
Cigaranın sararttığı ince dudaklar hayatın gülünçlüklerini bir cümleye sıkış
tırmak için açılmaya hazır, sizde utançla neşe arasında bir duygu uyandırırken
alnının derin kırışması bu içinden çıkılmaz yaşama bilm ecesinin sırlan önünde
ki hayret ve endişeyi sizde, hepimizde doğurmuyor muydu? İç kıvrantısrve ze
kâ parıltısı onda yan yana idi: Bu kıvrantıdan kurtulmak için zekâ bir hayat se
vinci, hattâ epikuriyen hazzı şekline bürünmekten çekinmezdi. O bir camdan
seyredilen peyzaj gibi dümdüz vazıh ruhlardan değildi, ama onların hasretini
çekerdi. İç dünyası kat kat içiçe idi, labirent gibi ilerledikçe derinleşir, kıvrıla
kıvrıla bizi çıkılm az bir çölün ortasında bırakır gibiydi. Fakat eseri bambaşkay
dı: Orada billûrlaşan arzuların pırıltısı, sularda seyredilen bir yüzün kaçıcılığı ile
karışır, rüya hayatın içine sokulur, buruşuk ve buruk hayatı tatlılaşhrır, bu çet
refil ve dikenli yol "rüzgârda uçan tüy" haline gelirdi.
Sembolizm
Sembolizm ilk defa onda bir nazariye olmaktan çıkmış; şairin konuşma dili
haline gelmişti. Sem bol artık ne "teşbih" ne "istiare" idi. Gündelik dile çevrile
meyen iç dünyasının bütün ifade edilemez sırlarını ifade eden yeni bir lisan ol
muştu. Bu iç kıvrantısını, rüya ile gerçeğin temasa geldiği bu ruh kâinatını yaşa
mayan, zekânın ışığı ile onların parıltısını göremeyenler için sembolizm bir dev
rin modası veya nazariye gibi görünebilir. Böyleleri Ahmet Mamdi'yi anlaya
mazlar fakat Ahmet Hamdi onları anlardı. Çünkü zekânın ötesinde ruhu oldu
1 0 8 • T iiııp ıııa r Ü z c riıiü Yo/ılıu'
İkilik
İki Mamdi vardı: İfade edilemezi yaşayan ve gerçeği mühendis gibi gören.
Birinde şair ötekinde muhakemeci idi. İkincisine geçtiği zaman hâdiseleri ber
raklığı ile görür ve bir kadı gibi muhakeme ederdi. Şair ve âlim iki şahsiyeti bu
iki insanı paylaşm ış olduğu zaman onu rahat rahat takip edebilirdik. Fakat ba-
zan bu iki insan yanyana geHr ve boğuşurdu. Ayın hikâyede, aynı nesirde iki
dünya görüşü, iki stil birbirini kovalar, şairden muhakemeciye geçiş bizi şaşır
tırdı. I3azan da üçüncü bir Mamdi beliriverir: Mâdiselerin katılığından rahatsız
olan şair kendi gündelik varlığına ve dünyaya istihzanın acı neşterini batırır, yu
muşak lâtifeden hicve kadar bunun her çeşidini kullanırdı.
Ama ayrıca sosyal hayatta da iki Mamdi vardı: Biri kılıksız öteki şık, biri pe
rişan öteki muntazam, biri kanaatkar öteki haris, biri rahatına düşkün öteki son
derece çalışkan, biri zayıf ve dermansız öteki kudretli ve iradeli. Bu iki Hamdi
sanki ruhla beden gibi yanyana yaşar, birbiriyle dövüşür, bir türlü âhenge gire
mezdi. Aynı ikilik yakınlarına karşı son derece bağlı, vefah ve sorumlu olan Ham
di ile kendine karşı bile alâkasız, kayıtsız Hamdi arasında da görülmez miydi?
Ç atışm a
Ama bu iki Hamdi ve onların savaşı olmasaydı, her biri birer pırlanta olan
eserlerinden mahrum kalırdık. Sanatkâr, iç kıvrantısı içinde "huzur" arayan ve
bu serapta hayalinin âbidesini ören insandır. Dermansız bir beden ve canlı bir
ruh! O bu bitkin atı son hızıyla koştururken yarı yolda kapaklandı kaldı. Ne
mutlu bu süvariye! Daha yeni mezun olmuş Rrzurum Lisesi edebiyat muallim
liğine tayin edilmişti. Uzun bir yolculuktan sonra bitkin. Lise müdürünün oda
sında koltuğa çöktüğü zaman, müdür Cevat Dursunoğlu şöyle sormuştu:
- Ne düşünüyorsunuz Mamdi Bey?
- Tekaütlüğüm ne zaman gelecek diye düşünüyorum. Hayat yükü ve beden
bitkinliği çatışmasının acılığını bundan tatlı ifade etmek mümkün mü? Dursun-
oğlu, Mamdi'ye o dakikada âşık olmuştu. Bu derin duygulu ve geniş anlayışlı
insana hepimizin sevgisi onun gibi eski ve köklüdür.
(Vatan, 9 Şubat 1962).
sa a tleri ayarlam a ENSTİTÜSÜ
M ehm et Kaplan
hayaller, rüyalar, ümitler, yani gayrişuur hâkimdir. Mayri İrdal onlarm bu duru
munu şu cüm lelerle anlatır:
"Onların, gördükleri, elleriyle yokladıkları, duygularına cevap veren şeyle
re herkes gibi inanmamaktan başka hiç bir günahları yoktu" (s. 44).
Fakat hayat karşısında işlenilebilecek en büyük günah bu değil midir? Bü
tün Şark asırlarca gözlerini dış dünyaya kapayarak, kendisini gayri şuurun icat
ettiği bir masal âlemine kaptırmamış ve bu yüzden gerçek âlemde değişen za
manın farkına varam ayarak bindiği geminin paramparça olduğunu görmemiş
midir?
İkinci merhalede, yani II. M eşrutiyet devrinde ve Birinci Dünya ?iarbinden
sonra, imparatorluk tamamıyla dağılmış, fakat insanlar yine de yaşadıkları ça
ğın vazıh şuuruna ulaşam am ışlardır
Romancı bu merhaleyi kahveliane ve İspirtizma Cemiyeti sahnelerinde çok
güzel tasvir eder. Dış dünya, eski masallarda olduğu gibi, burada da, irreel bir
hayal âlemi şeklinde görünür. Fakat bu esnada masal çok abes bir rüya şekline
girmiştir. Mayri İrdal, bu sıralarda duyduğu ruh halini şu satırlarla ifade eder;
"Bu daima böyleydi. Ne kadar ciddi başlarsa başlasın burada her iş en bek
lenmedik neticelerle biterdi. Bu kahvenin bir adım ötesinde yüzde yüz gibi ba
kılan bir hesap, burada birdenbire en hafif ihtimal şekline girer, bir yığın gidip
gelmeden sonra talihin bir alayı olurdu. Hülâsa bu abes denen şeyin batakhğı
idi. Ve ben farkında olmadan boynuma kadar ona gömülmüştüm.
Sanki çok tüylü, yumuşak bir yığın kol ve kanatlı, insanı adeta bilm ez tüken
mez gıdıklamalar, kısık gülüşler ve haz baygınlıkları içinde sömürüp tüketen bir
hayvanın eline düşmüşüm gibi bu mânâsız âleme gömüldüm. Miçbir şeyin bir
birini tutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağh olduğu bir dün
yada, bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış
bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım. Bu fırtına nerede kopmuştu?
l langi tuhaf ve zıtlarla dolu âlemleri yağma etmiş yahut nasıl karmakarışık bir
armadayı böyle didik didik savuşturmuş ki bize kadar getirip önümüze yığdığı
şeylerin hiçbirini asıl kendi çehrelerinde tanımamıza imkân yoktu. Her şey bir
hokkabaz şapkasından çıkar gibi birbirinin peşinden birbirine takılı geliyordu.
Bu yaşanırken çok rahat, sonradan üzerinde düşünülünce bir kâbus gibi sıkıcı
bir şeydim " (s. 140).
M etinde "abes" kelimesi koyu harflerle basılmıştır. Filhakika bu kelime ro
manda tasvir olunan bütün hayatı izah eden bir anahtar - kelimedir. Roman,
baştan sona kadar, realitienin dışında yaşayan insanların "abes hayatı"nı anlatır.
F'akat "abes", en kuvvetli ve en gülünç tezahürünü, romanın Cumhuriyet dev
rine tekabül eden üçüncü kısmında bulur.
S a a tle r i A y a rla m a E n sd cü sü • 111
Tahsin Yücel
Ahmet Hamdi Tanpınaı'la ilk kez 1955 yılında. Varlık Yayınevi'nde karşılaş
mıştık. Hangi nedenle, anımsamıyorum, benim bakımsız odama gelmişti. Beş
on dakika süresince, Fransız yazınından, özellikle de Nerval'den sözetmiştir. Ba
na o gün imzaladığı Yaz Yağm urunun üzerine "Tahsin Yücel Beye, genç meslek
taşım, beraberce Nerval'dan konuşalım. Sevgilerle" diye yazmıştı. 1961'de, Ede
biyat Fakültesi'nde asistan olarak göreve başlamamdan sonra, daha sık görme
ye başladım onu. Hocalarımın, Süheyla Bayrav'ın, Neşterin Dirvana'nın, Adnan
Benk'in yakın dostuydu, sık sık bizim bölüme uğrardı. Bir gün, elinde birkaç Sa
atleri Ayarlama Enstitüsü'yle geldi, uzun sunuşlarla imzalayıp verdi dostlarına.
Yanıbaşında dikiliyordum.
"H ocam , bana yok m u?" diye sordum.
Rahatsız olmuş gibi görünmedi.
"Kusura bakma. Remzi ne cimri adamdır, bilirsin; elinden kitap alamıyorum
ki" dedi.
Şeytan dürttü.
.; "Yazık, ben de Varlık'a bir yazı yazacaktım " dedim.
Ahm et Hamdi Bey kolumdan tuttuğu gibi Türkoloji Bölümü'ndeki odasına
götürdü beni. Bir dolap açtı, burada üst üste, yan yana dizili yelmiş seksen Sa
atleri Ayarlama Enstitüsü'nden birini çekti, adıma imzalayıp verdi. Doğrusunu
söylemek gerekirse, kitap üzerine bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Yazık ki
aradan iki hafta bile geçmeden Ahmet Hamdi Bey öldü: yazıyı yazdım, ama bir
borcu yerine getirmekten çok, içten bir hayranlığı dile getirdim sanırım.
Şim di, bunları yazarken, biri belleğimde, biri gözlerimin önünde duran iki
görüntü içimi sızlatıyor. Birincisi, Süleymaniye'nin avlusunda, Ahmet Hamdi
S a a tle r i A y a rla m a E n stitü sü • 1 1 3
Sanatçı, Tanpınar örneği, her kişiye açık olmasa bile, yine de onu anlayan,
ondan tad alan bir okuyucu topluluğu bulur. Adı, belirli bir sınır içinde, bilinir.
Şiirinin soyut düzeni önünde duraksayanlar, aradıklarını hikâyelerinde bulma
umudunu taşırlar; hikâyeleri kendilerini doyurmazsa, romanlarını okuyabilir
ler. Böylece, sanatçı, birinden biriyle okuyucuyu kendi dünyasına çeker, bir kar
şılıklı konuşmaya çağırır.
Fakat bilim ve düşünce adamının serencamı hiç de böyle değildir. O, bir
ömür boyu çalışarak meydana getirdiği eseriyle, daha başlangıçta, bir azınlığı
seçtiğini belli etmiştir. Dünyanın her yerinde ve her zaman, "bilim "in alıcısı az
dır. Bu yüzdendir ki, sanatçı Tanpınaı'ı tanıyanların içinde, bilim adamı ve ede
biyat tarihçisi Tanpınar"ın varlığından habersiz olanları görürsek buna hiç şaş
mamalıyız.
Bugüne değin, kişiliğinin bu yönü üzerinde kimse durmadı, inceleme niteli
ğini taşıyan tek yazı çıkmadı. Sadece bu neden, Tanpınar'ın edebiyat tarihçiliği
ni behrtme çabasının gerekliliğine yeter de artar bile. Biz, böyle bir denemeye gi
rişeceğiz.
Edebiyat tarihi anlayışı değişlikçe, bu anlayıştan doğan yöntemler de değiş
m ekte ve gelişmektedir. Günümüzdeki edebiyat tarihi araştırmaları, başlıca iki
yöntemle yapılmaktadır. Birisi tarihî, öteki estetik yöntem. Fransız edebiyat ta
rihçilerinden Bernard Fay, bunları "Bir yandan, bilimsel olmak eğilimini göste
ren bir temel üzerine kurulmuş tarihi disiplinler, öte yandan, sanatlıca bir teme
le dayanmak isteyen tamamıyla edebî teknikler." diye tanımlar.
Tarihî görüşe bağlı olanlar, "az çok kesin ve inceden inceye araştırıp elde
edilen sonuçlara dayanarak, edebî incelemelerin temelini, çok sayıda, birbirine
E d e b iy a t T a r ih ç is i A h m e t H a n u li T a n p ın a r • 1 1 7
bilir: Deyişleri ayırdetmek ve her eseri, yazılmış olduğu deyişte - o deyişten al
dığı etkinlik ölçüsünde - duymak sanatı."
Kişisel zevkten yana da, tarihî zevkten yana da Tanpınar mutlu bir kişidir.
Bu iki erdemi varlığında toplamış kişi, bir edebiyat tarihçisi için gerekli nitelik
leri taşıyor demektir. O yüzden, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, okuyucuya, top
luma "... yeni b ir duyuş, bir düşünüş ve anlatış tarzının, yeni bir dünya ve tabi
at görüşünün ve insan anlayışının geldiği" bir dönemin tarihini elden geldiği öl
çüde "açık ve doğru" biçim de vermekle birlikte, o dönemin sanatçılarını ve eser
lerini, seçkin b ir zevk açısından değerlendirmeyi de başarmıştır.
Kimi zaman, bulgu niteliğinde ve gözlerinizi dört açtıran görüşler karşısın-
dasınız. Tek bir cüm le ya da birkaç paragraf, önüm üze yepyeni ufuklar açar.
Sanatçı ve eseri, apayrı - ama ,doğru - bir görüşün ışığında bir başka kimlik ka
zanır. Çünkü o, yerleşmiş yargıları bir kez daha tekrarlayan "nakilci"Ierden de
ğildir; yargılan, doğrudan doğruya eser ve sanatçı ile değinmenin sağladığı iz
lenimlere dayanır.
S ö z ‘konusu Cevdet Paşa mı? "O , bir tereddüdün adamıdır." Hayatının he
men hiçbir dönem inde kararsızlıktan Kurtulamamıştır. İlkin cami ile dergâh ara
sında sallantıdadır. Sonraları, Reşit Paşa konağındaki hayat gelir; burada da,
"kat'i dönüş kararını her ân geciktirecek bir eşikte imiş gibi" kararsız ve yalnız
dır. Yalnızdır. Çünkü "ulem a sınıfı içinde asrını tanımış ve sevm iş" tek kişi odur;
fakat, "arkadaşları olan paşalar arasında zümresinden kopmuş insan sıfatıyla"
da yalnızdır.
Cevdet Paşa, kişiliğinde bağımsızlık olmayan adamdır. "Kullanan elle şah
siyeti âdeta değişir. Tanzimat ondan arkadaş istemişti; o, arkadaş oldu. Abdül-
hamit'in sadece, âlete ihtiyacı vardı; Cevdet Paşa âlet oldu."
Ama Cevdet Paşa'nın erdemlerini de saklamaz: "H ayatı, işin terbiyesi, işin
zaferidir" der. Öyle ki, "O devrin en büyük çalışma cihazlarından biriydi ve bü
tün ömrünce gösterilen ihtiyaçları karşılamıştı."
Şinasi mi? "Şinasi her haliyle cemiyetimizde yeni insan'ın başlangıcıdır. Ya
zık ki, bu başlangıç, çok defa b ir nokta gibi kendi üstüne kapalı görünür".
Namık Kemal mi? "O bütün eserinde plânlı ve plânsız bir yayılmadır." "Bü-
lün taşkın görünüşlerine, saflıklarına rağmen kendisine hâs vuzuhlu bir görüşü
vardır. Ayrıca okuyucu karşısına çok nazik vc terbiyeli çıkmasını biliyordu."
Hâmit mi? "Onun sanatı muayyen bir devirden sonra daima cezir ve med
halinde ilk zamanların hamlesini tekrarlar."
Tanpınar "resim ci"dir, perspektive - bu sözcüğü çok severdi - önem verir. Bir
çağın genel tablosunu çizer, ya da bir sanatçıyı değer ölçüsüne vururken, tam bir
ressam gibi davranır: Renkli ve pırıltılı bir deyiş, eleğim sağmanın yedi rengini
1 2 0 • T a tıp ııiiir Ü r e r in e Ynzılac
Önünüze serer. Anlarız ki, böyle yerlerde, edebiyat tarihçisinin yerini, sanatçı
Tanpınar almıştır.
Nedim'i canlandıran şu satırları birlikte okuyalım:
"Alelade pitoreskte kalmayarak, yüksek resme erişmiş, lirizmine o zamana
kadar tatmadığımız hususiyetler katmış ve zaman zaman olsa da, hayat ve tabi
at karşısında eski sanatlarımıza hâs olan o çok bilgili ve hesaplı safderunluktan,
-ki bütün orta zaman sanatlarında müşterek bir vasıftır- sıyrılmanın yolunu bul
muştur. Onunla iç âlemini ve duygulannın verimlerini kitaptan gelen modaya
göre tanzim eden şairlerin arasından çıkarız. Bu büyük sensilif duyduklarını ol
duğu gibi vermeyi tercilı eder. Gözün, kulağın, derinin verimlerini mücerret bir
tezyini motif olarak kullanmaz, onları yaşar: görür, işitir, derisinde duyar. Bize
bir nevi modern ruh gibi görünmesi bu yüzdendir. Medrese şakasının ve göre
neğin dışında, çok canlı bir sensualite, onun şiirini, eşine ancak bazı kadîm şair
lerde veya çok yeni Garplılarda tesadüf edebileceğimiz bir nefes ve cazibe ile
doldurur." (Birinci basım, s'. 41).
Şimdi sorabiliriz: Mangi edebiyat tarihçimiz böylesinc resimci olabilmiş ve
gerçekleri yitirm eden, sanatçıyı ayrınhlara inerek verebilmiştir? Sanatçıya hay
ranlığımızı belirtirken, edebiyat tarihçisinin hakkını yemeyelim; Tasvirlerinde
ve yargılarında olguları hiçbir zaman değiştirmemiş, edebiyatımızın gelişme ta
rihinde rolü olanlara "hak ettikleri yeri vermek" amacından uzaklaşmamıştır.
Deyiş özelliği ve kişisellik, anlatımda onun iki ayırıcı niteliğidir. Bu bakım
lardan İsmail Habip Sevük ve Mithat Cemal Kuntay'ı hatıra getirir. Nedir ki, de
yiş, onlarda baş kaygıdır; öyle ki, kimi zaman, bilimsel gerçekleri gölgeleyecek,
olguları değiştirecek duruma girer. Tanpınar'da bu yoktur, edebiyat tarihinin ve
rileriyle sanatın gereklerini en güzel biçimde bağdaştırmasını bilmiştir. Altı yüz
sayfayı aşkın eseri okuduğunuz sırada, bir edebî eserdeki sıcak ve çekici havayı
bulursunuz. Tanzimat dönemi Türk edebiyatının serüvenini böyle bir kalemden
dinlemek gerçekten bir zevk ve mutluluktur.
Bizdeki edebiyat tarihleri, hep tarihî yöntemle yazılmışlardır; o yüzden, an
latımda kuruluğa düşmekten kurtulanları azdır. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ve
ondan sonraki değişik baskılarıyla İsmail Habip Sevük değişik bir düzene yer
verirse de, gereğinden artık bir öznel davranıştan öteye geçemez. İlk kez Tanpı-
nar"dır ki, her iki yöntemi kaynaşhrarak kitaplığımıza, bilimsel değeri yanında
sanat değeri de üstün bir edebiyat tarihi kazandırmıştır. Yazık ki, ikinci cildini
tamamlayamadan dünyamızdan göçtü ...
Anısı önünde saygı ile eğiliriz.
Gerçi o da ölüm meleğinin sinsi ve ısırıcı soluğu ile peşine düştüğünü, ka
derin büyük çarkınm bir zamandan beri kendisi için de dönmeye başladığını
liissetmişli. Fakat hiç kim se ve hiç birimiz kaybının bu kadar birdenbire ve kat'i
olacağını düşünemiyorduk. Bu sebepsiz değildi. N e kendisi ölüm e böylesi bir
sonla ve vakitsiz razı olanlardandı, ne de bizler hayatımızda görm eğe alıştığı
mız insanı artık sadece bir hatıra olarak yaşatmaya alışabilirdik.
Bununla beraber üniversitede, son snııfa yaptığı dersleri dikkatle dinleyen
ler ve bazı konuşm alarına şahit olanlar garip bir ısrarla ölüm fikri üzerinde na
sıl durduğunu, Yahya Kemal vesilesiyle nasıl bu fikrin vehim ve korkularında
hapsolduğunu hatırlayacaklardır. Lâkin, her şeye rağmen, ölüm için kendini he
nüz genç buluyordu. Elinin altında ve tasavvur halinde daha pek çok çalışması
vardı. Fakat bizim fâni zaman ve kâinatımızın nizamından çok başka türlü ku
rulu olan kader saatinin, bu defa, onun için çalması mukaddermiş.
Öldü ve biz, önce en korkunç bir hayretle vurgun, sonra da ne yapacağını
bilmeyen insanların perişanlığı içinde sevgimiz, hasretimiz ve artık onun her şe
yinden mahrum talihim izle başbaşa kaldık.
Talihimizle derken hiç de mübalağa etmiyorum. Filhakika, tahh dediğimiz
şeyin, neticede öm ür boyu kazandacak bir kaç insana, bir kaç büyük ve zengin
leştirici tecrübeye, bazı dayanak noktalatma sahip olmak, en güzel ve en asil
şekliyle birkaç şahsiyeti sevebilmek mânâsına geldiği düşünülürse bu kelime
kendiliğinden bir anlam kazanır.
O halde tereddütsüz söyleyebilirim; Ahmet Hamdi Tanpınar benim ve be
nim gibi daha nicelerinin hayatma sadece o parıltılı mısralar, sadece o harikula
de nesirler, bir kaç roman ve hikâye kitabı, "B azı dikkatler" ve hükümler şeklin
de değil, belki bunlann hepsini kapsayan, yahut da büsbütün başka bir talih ola
1 2 2 • T n ııp ın a r Ü z e rin e Y azılar
rak girmişti. Yakaladığı anda bize kendini kabul ettiren ve bir daha ayrılmak is
lemediğimiz sağlam , güzel vc zengin, çok defa da şaşırtıcı, sevgi ve rüya dolu
bir talih..
Ben bu talihi boş vc hülyah saatlerimi H u zu /u n sayfalarında dinlendirirken,
sevdiğim insanlara "riatır]am a"nın veya "Bursada Zam an"ın mısralarını tekrar
larken, yahut başka bir şekilde o, kendine has jestleri, daima yumuşak ve hiddet
anlarında bile güzel bakışları, bazen heyecanlı, bazen bitkin sesiyle karşımızda
konuşurken hissettim ve yaşadım.
Gene bu talih çok zaman öncc ve nasıl olduğunu hâlâ anlayamadığım bir te
sadüfle hayatıma girmişti. O vakitler, yolunu henüz tam bulam am ış, ufkunu
arayan, bazı değerlerin peşinde ve bir takım yeni tecrübelerin eşiğinde olan bir
üniversite talebesiydim. Ahmet Hamdi Tanpınar bir buçuk aydan beri hocamdı.
Kendim için çok yüklü bulduğum derslerine alışmaya çalışıyor, her yeni ve gü
zel olana duyulan o hayranlıkla cümlelerinden, konuşmalarından parıltılar kap
mak istiyordum. Fakat anlıyordum ki o sadece derslerinden ibaret değildi. Ken
disini derslerin dışında, başka yerlerde de aramak lâzımdı. Bir gün, çok sevdi
ğim bir arkadaşımın tesadüfen mırıldandığı "Bursada Zam an"ın mısraları o
vakte kadar farkında olmadığım bir güzellik duygusuyla içime yerleşti ve o an
dan itibaren ben, gittikçe derinleşen bir hayranlığın ve sevginin bir çeşit talihim
olduğuna inanmaya başladım.
Kaç kere, cebimde, onun şiirlerini itina ile yazdığım küçük mavi defter, içim
az evvel okuduğum mısraların tahassüsleriyle zengin ve başım hülyah Yüksek
Öğretmen O kulu'na döndüm. Kaç defa yalnız bana ait zannettiğim duyguları,
hattâ kelime ve cümleleri bile, bir başka sefer, onun eserlerinde bularak üzerim
deki tesirine hayret ettim. Hıızur'u okuduğum günler zaman itibariyle en zengin
hatıralarımla yüklüdür. Edebiyat Tariln'ne uyanık bir dikkat ve her cümlenin ta
dını çıkara çıkara, üslûbuna kapıhp sonra tekrar baştan ala ala sarıldığım saat
ler.. Hikâyeleri, gazete ve dergilerden ezberlercesine okuduğum makaleleri.. Ve
hepsinin üstünde Beş Şehir...
Ahmet Ham di Tanpınar şâirdi. Ancak bir kısmını yayınlayabildiği şiirlerin
den yarına kalacak olanlar sanıldığından fazladır. "E şik ", "Bursada Zam an",
"İ ler Şey Yerli Yerinde", "Zam an Kırıntıları", "H atırlam a", "N e İçindeyim Za
m anın", "M u siki", "M avi Maviydi Gökyüzü", şu anda sadece yazabildiklerim-
dir. Bununla beraber, sanatta kolayı arayan ve accle yaşamak isteyenler bu şiir
lerde aradıklarını bulamazlar. Ancak sanatın ciddiyetine, yaratış kadar anlayışın
da bir çile olduğuna inananlar ve şiiri alışılmışın, basma-kalıbın üstünde düşü
nenlerdir ki Tanpınar'ın mısralarında kendi iç-sorularınm cevaplarını, kendi
zevklerinin tatminini ve nihayet kendi "G ök bahçelerinin tılsımlı gülleri"ni bu
lacaklardır.
A h m e t H a m d i T a n p ın a r • 1 2 3
Renk, parıltı, im aj, peyzaj, düşünce, duygu, ihsas, ritm ve bütün bunları iç
ten içe idare eden m usikî onun şiir dünyasını dokıırlar. Mısraların, çok defa, ilk
okunuşta kendilerini vermemelerinden de anlaşılır ki, kelimeler, daha da zen
ginleştirici bir esrara bürünmüşlerdir ve bu itibarla onun şiiri en geniş mânâsıy
la bir telkin estetiği, yarı şuur, yarı iç dünya ve rüya muhtevasıdır.
paylarını, sonra İçtimaî hicvin en güzelini Beş Ş e h i/le beraber bu eserlerinde bu
lacağız. Türk edebiyatında Saatleri Aynrlnmn Enstitüsü kadar cemiyetimizi ve
müesseselerimizi kendi gülüncü içinde yakalayan ve çok keskin bir zekânın hic
vine teslim eden bir başka eser hatırlamıyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar fikir adamı, edebiyat tarihçisi ve denemeciydi. Fi
kir, onda duygunun içine sinmiş şekliyle de olsa, şiir ve nesrini besleyen ana
kaynaktır. Ancak bu basm a-kalıp, tıkız ve tekrardan ibaret bir unsur değildir.
Mer an değişen ve bir öncekinden daha yeniye doğru çalışan bir dimağın mah
sulüdür. XIX. Astr Türk Edebiyatı Tarihi (İlk baskı 1949, 2. baskı 1956) her satırın
da ilim ve sanaün birlikte yürüdüğü büyük terkip eseridir. Edebiyat tarihimiz
sahasında belki pek az şey, bu kitabın bin sabırsızlıkla beklediğim iz ikinci cildin
den mahrum kalışımız kadar telâfisiz bir kayıp olmuştur. 1. cildin ikinci baskı
sına ilâve edilen "G iriş" kısmını dikkatle okuyanlar, Ahmet Hamdi Tanpınaı^ın
Eski şiirimizi nasıl değerlendirdiğini göreceklerdir. Şimdiye kadar ya dış şartlar
içinde eritilerek bir tarih ve medeniyet vâkıası şeklinde, ya yalnız bir mazmun
edebiyatı olarak, yahut da son derecede yuvarlak ve sathî birtakım hükümlerle
ele alınan Eski edebiyatımız, onun "teklif" adını verdiği görüşleriyle bambaşka
bir zaviyeden mütalâa edilmiştir. Eski şiirimizdeki mazmun ve hayaller dünya
sının bir saray istiaresi etrafında kurulduğunu, bu edebiyatın Türkçe aruz mıs-
ra'ının tekâmülü olarak ele alınmasını söylediğinden beri Eski edebiyat müte
hassıslarımızın önünde yeni dikkat ve inceleme sahaları açılmıştır.
Bu arada şunu da söyleyelim: Biz Divan edebiyatının da bir estetiği olduğu
nu ondan öğrendik. Bazı derslerinde Eski şiirin bahçelerinden öyle çiçekler top
lar ve onları o kadar canlı renklerle önümüze sererdi ki hayret ederdik. Hele bir
iki cümleyle en özlü mânâlarını verişi? Filhakika biz, bazı mısraları onun sanat
kâr zevkinin ve seçiciliğinin telkinleriyle birleşip hâfızalarımıza mal olduktan
sonra sevm eye başladık;
veya:
Fakat neden onu mutlaka eserlerinde aramalı? Bunlann hepsi sanatm ebedî
semasmda nasıl olsa birer yıldız talihiyle burçlarına çekilecekler. Nasıl olsa, saf
şiire susadığımız her an, onun mısra'larının billûrundan boşanan pınara gene
koşacağız. Gene Yeşil Cam i'ini veya Türbesini dolaşırken kendim izi bir ledünni
bahar ortasında zannedecek, sevdiğimiz genç kızı, Bursada Zaman'ın telkinle
riyle daha güzel, daha mânâh ve daha vazgeçilmez bulacağız. Ve bir aşktan ar
ta kalanlar, hazanlaşmış sevgilerini "H er Şey Yerli Yerinde"yi hatırlayarak içle-
neceklerdir:
A hm et Kutsi Tecer
Saatleri Ayarlama Enstitüsü yayımlanalı bir yıl oluyor. Kitabın henüz vitrinle
re konmasından bir iki hafta sonra Tanpınar "Siyah A tlar"la dönülmez sefere
çıkh. Hepimiz bu beklenm edik acıyla şaşkına döndük. Bu roman üstüne o za
man çıkan bir iki yazıdan başka hakkında geniş bir yankı olmadı. Şairin kaybı
yanında romancı unutuldu. Oysa ki Tanpınar roman, hikâye, deneme, makale,
mektup, kısaca bütün eserlerinde şair kalmasını bilmiştir. Böyle derken, şiirden
başka türlerde şairin ayak sürdüğünü söylemek istemiyorum. Esasen şiir, Tanpı-
naı'a göre, bütün sanatların mayasıdır. Resim, heykel, müzik... sanatçının getir
diği her yapıtta insan ruhunun bir parıltısı vardır ki şiir odur. Söz sanatları için
de böyledir. N azım olsun nesir olsun söz ve yazıyla başarılan her eserin sanat
değeri varsa, elbette onun da bir şiiri vardır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü yayımlandığı günlerde Dunya'daki bir makalesi
ni buna ayıran sayın Reşat Nuri Darago, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden ziyade
Huzur romanı üzerinde duruyor, böylelikle Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Hu-
zur'da olduğu kadar şiir elem anı bulunm adığını belirtmek istiyor. Buna karşıhk
genç romancı Tahsin Yücel, Varhk'ta çıkar bir yazısında Saatleri Ayarlama Ensti-
tüsü'nâe üslûp ve şiir üstünlüğü görüyor fakat romancının objektifliğinden şüp
he ediyor. Rom ana çevrilen bu iki zıd bakış Tanpınaı^ın okuyucuları arasında da
bölüşülmüş olabilir. Şüphesiz Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanpınar'ın bütün ya
zıları arasında özel bir yer alır. Bu roman, Türk okuyucusunun pek de alışkın ol
madığı "hom our" dediğim iz ince bir mizahla yoğurulmuş güçlü bir tahlil roma
nıdır. Ü stelik bu romanda, bundan önceki roman ve hikâyelerinde ikinci plânda
bırakılan sosyal olaylara ait gözlemler, küçük bir tebessüm arkasında fertlerin
psikolojine ait ince talılillerle aynı plânda yürütülmektedir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü Hayri İrdal'ın hâtıralarından tanıdığımız kadınlı
erkekli oldukça geniş bir çevrenin günlük olaylar arasına karışan özel macerala-
1 3 0 • T ;in p ın ;ır Ü r e r in e Ya?.ıl:!i'
ndır. Ne var ki Hayri İrdal şüphesiz manyak bir adamdır. Etrafında olup biten
leri de onun prizmasından gördüğümüz için elemanlara ayrılan realite, objektif
ve sübjektif iki tayf gibi Lamamiyle birbirlerini örtmez. Esasen realite dediğimiz
şey birçok elemandan meydana gelen bir terkiptir. Bu elemanlar Mayri İrdal'ın
prizmasından sızarak onun "ego"su etrafında yeniden bir realite haline gelnıek-
tedir. Bununla beraber gerek Hayri İrdal’ın itiraflarında, gerek etrafında olup bi
tenlerin tahlil ve tasvirinde romancının eksiksiz bir objektiflikle yürüdüğü görü
lür. Romancı anlatmasında en küçük ayrıntılarına kadar gözlemlerine dayan
maktadır. Kişilerin bazı davranışları zaman zaman mübalağaya veya mistikliğe
kaçar gibiyse bu onların realiteyi aşan gözlem dışı şeyler olduğu için değildir.
Unutmayalım ki roman Hayri İrdal'ın hayat hikâyesidir. Romanda mübalağaya
ya da mistikliğe kaçan ne varsa Hayri İrdal'ın çocukluktan beri içinde yaşadığı
geleneklerin neticesidir.
Saatleri Aynriamn Enstitüsü'nün konusu, büyük ölçüde bir dolandırıcılık ola
yıdır. Sonunda kendi yalanı üzerine yıkılıveren bu Enstitü, Mayri İrdal'ın anlat
tığına göre, Halit Ayarcı'nın dehasından fışkıran bir fikirdir. "Enstitü", bu fikre
ve 1 lalit Ayarcı ile Hayri İrdal'ın teşebbüslerine ilgi gösteren bir ortam içinde,
birçok tufeyliyi memnun etmek suretiyle gitgide somut bir kılığa giriyor, kurum
oluyor, Halit Ayarcı'nın yönetimi altında resmî sektöre de giriyor, hattâ parlak
günler geçiriyor, bu süre içinde pek çok insan devlet bütçesinden yararlanıyor,
ama günün birinde Enstitü bir iskambil kağıdı gibi çöküyor, yenen yeniyor, içi
len içiliyor. İşte bu macerayı Hayri İrdal'ın hâtıralarından dinliyoruz.
Romancının ele aldığı konu, bu dolandırıcılık şebekesinin meydana çıkarıl
ması veya adalete karşı hesap vermesi değildir. Snatkri Ayarlama EnstUiisü, psi-
ko-sosyal bir kompleks, çapraşık bir olaydır. Romancı böyle bir yalanın nasıl bir
ortamda, ne tip insanlarla gerçekleştiğini gösteriyor bize; böyle bir konuyu işle
mek için de Hayri İrdal gibi kendi yalanına samimiyetle inanan bir manyak
adam tipini roman kahramanı olarak seçiyor. Bu dolandırıcılık düzeninin asıl
sorumlu kahramanı olan Halit Ayarcı ise bambaşka bir tiptir; Ayarcı, bizim gü
zümüzle, terbiyeli bir küstah, "affairiste" bir adam, bir psikopattır. Uzak vadeli
plânlar kurmayı, adam kullanmayı bilir. Ayarcı belki de cemiyet hayatına nor
mal bir yoldan girememiş olduğu için daima ve ne şekilde olursa olsun, insan
ların zaaflarından faydalanmayı isteyen biridir. Ama Hayri İrdal'ın gözünde
"velinim eti", idealist, moralist, romantik bir insandır. Saatleri Ayarlama Enstitii-
sı'i'nde romanın kişilerinden bir çoğunun içinde buluştuğu, tanıştığı bir "Kahve
hane" anlatılır. Birinci Dünya Savaşından sonraki yıllara rastlayan bu kahveha
ne sahibi, müşterileri ve içinde geçenlerle beraber tamamiyle gözlem mahsulü
dür. Aslında romancının hareket noktası bu kahvehanedir. Romanın kilit taşı
olan Şehzadebaşı'ndaki bu kahvehane, Hayri İrdal'ın hayat yolu üzerinde bir
dönüm yeridir. O, binbir sıkıntı içinde bunaldığı bir sırada "velinim eti"ni orada
S iin tle ri A y a rla m a E n stitü sü • 131
Şair Ahmet Hamdi Tanpınar da öldü: O da şimdi bir yaz denizi gibidir. O da
şimdi ne içindedir zamanın, ne de büsbütün dışında: Yekpare, geniş bir ânın
parçalanmaz akışında.
Dostlarına ne kadar acı da gelse, bir ozanın ölümü gerçekten daha engin bir
yaşamaya geçiştir. Japon ozanının bir yaz denizine benzettiği ölüm, aslında Tan-
pınaı^ın "yekpare, geniş bir an", Oktay Rifat'ın "Birden bire başlayan gök yüzü"
dediği varlık duygusuna hiç de yabana değildir.
Söz canın tâ kendisi, can da dünyanın bir yankısı olduğuna göre sözün sır
larını kurcalayan ozan, varlığın da sırlarını kurcalam aktadır Bir insancığın solu
ğu olan şiirin kimi zaman evreni kucaklar gibi olması, düşüncemizin kabukları
nı birden kırıp bizi dünyaya, dünyayı bize yaklaştınverm esi bundan olsa gerek.
Akışına kapılıp gittiğimiz, uzunluğu kısalığıyla kaygılandığımız, saatlere bölüp
kendimizce ayarladığımız zamanın göreceliğini, bir âna bin yılın sığabileceğini,
sonsuzluğun sonlu, sonlunun sonsuz olabileceğini ozanlar söylemedi mi bize
bilginlerden de önce?
Ahmet Mamdi Tanpınar, yaşarken de, yazarken de, duyguyla düşüncenin,
düşle gerçeğin tam ortasında bir yerde, zamanın hem içinde hem dışında yaşı
yordu. Bir şeyin bitip bir başka şeyin başlar gibi olduğu kaypak, kıldan ince sı
nırın üstünde, dünle bugün arası alaca karanlıkta duraklıyordu çok zaman. Pa
ris'te İstanbul'u, İstanbul'da Paris'i, Bâkî'de Valery'yi, Valery'de Bâkî'yi özleme
si, Debussy ile Itrî'yi, Proust'la Evliya Çelebi'yi bile bir arada tadışı bundandı
belki. Yetiştiği çevrenin ve zamanın da beslediği bu ikilikler Tanpına/ın şiirinde
zaman zaman büyülü bir dengeye kavuşuyor ve türkçeye umulmadık bir tad
kazandırıyordu.
Tanpınaı'da şiir bir çeşit tapınmadır: Ama Tanrı'ya, dünya ötesiiıe değil, in
sanın tâ kendisi olan Zam an'a, yaşanan gerçeğe yönelmiş bir tapınma. Varlığın
T a n p ın a r ’da Z am m ı • 1 3 3
sırlan, Tanpmar için, kendi çocuklarını yiyen Kronos'un, Zam an'ın sırlandır. Bu
sırlaraysa yalnız şiirle değinebilir insan: Sözün, dolayısıyla insanın özü olan şi
irle. Yalnız "Zam an Kırıntıları" sözü üstünde durmakla Tanpınaı'm varlığı za
manla bir saydığını görürsünüz. Her kırıntısı bir insanda pırıldayan zaman so
mut bir bütündür, tılsımlı, masmavi bir bütün, billûr bir avize, ya da bir yıldız
kervanı. Tanpmar sevdiği şehirleri, insanları, bahçeleri hep bu somut zamanın
aynasında görür. Şiir, dünyayı bize bu aynada yeniden gösteren bir büyüdür on-
ca. Tanpmar rom anlarında da az çok bu aynadan seyreder dünyayı. Her anlattı
ğında bir geçmiş zam an tadı olması, yaşadığı günü bir ânın ışığında görmesi
bundandır. Proust'u sevmesi, Sartre'ı yadırgaması da bundan. Yeni kelimelere
de onun için ısınamadı bir türlü. Bununla beraber Tanpınaı'ın şiirinde bir geç
miş zaman özlemi de bulamazsınız. Aradığı şey eski günler, yitirilmiş cennetler
değil, bugün yaşadığı ânın zaman yüklü olmasıdır. Bu bakımdan Yahya Ke
mal'den ayrılıp daha çok Ahm et Haşim 'le uzlaşır. Bir kuyumcu titizliğiyle silip
parlattığı anılarında yakınan, vahlanan bir lirizm değil, bir sır çözme kaygısı, bir
alşimist çabası var gibidir. Eski kelimelere bağlılığı da, eski dünyamıza bağlılı
ğından değil, bu kelimeleri birer zaman kırıntısı olarak görmesindendi. Mücev
her, billûr, avize gibi kelimeleri birer baba yadigârı değil, Zaman Tanrının sem
bolleri diye, somutlaşmış süreler diye görüyordu sanki. Bu bakımdan Yahya Ke
mal'in eskiye bağlılığıyla Tanpınaı'ınki arasında benzerlik yoktur. Geçmiş za
manları Özlemek başka, zamanın rengini, kokusunu duymak başka şeydir. Tan-
pınaı'ın yeni kelim eleri, deyimleri yadırgaması Osmanlı efendiliğinden değil.
Zaman ozanlığından geliyordu. Yeni kelimeler onun gözünce zaman dışı, dola
yısıyla şiir dışı gerçekler, yontulmamış taşlar, büyüsüz gereçlerdi. Bu kelimeleri
yeni bir insan sıcaklığıyla doldurmak isteyen yeni ozanların çabasına katılmıyor,
katılamıyordu. Hiç gerici olmadığı halde dil konusunda devrimcilerden ayrıl
mak zorunda kalıyordu.
Tanpmar için zamanı yaşamak, çağını yaşamak değildi. Gerçi zaman gibi ça
ğının da, çağdaş politika sorunlarının da ne içinde ne de büsbütün dışındaydı,
milletvekili olarak büyük M illet Meclisinin, partili olarak H alk Partisinin ne
içinde, ne de büsbütün dışındaydı; eşikte durmak genel bir davranış olmuştu
onun için; ama kendi çağı da, bütün çağlar da onun "yekpare geniş bir an" de
diği üç boyutlu Zaman varlığı karşısında önemini yitiriyor, insanın özü ve Za
manın aynası saydığı şiirin ülkesine giremiyordu.
Bununla beraber Tanpmar hiç bir eserinde metafizik inançlara sürüklenmiş
değildir. Zamanı tanrılaştırmakla, insanı, bir anda evreni duyabilen insanı tanrı
laştırıyordu Tanpmar. Çağının görececi (relativiste) düşünüşüne bu yoldan katı
lıyordu, Valery gibi. "D eniz M ezarhğı" şiirinde Valery de zamanı somutlaştırır
ve "her an yeniden başlayan deniz"de varhğın tâ kendisini görür. Onun içinde
varhklar zamanın kırıntıları, "rüzgârda uçuşan yaprakları"dır. Tanpınaf ın şiiri
1 3 4 • T a n p ın iir Ü ie r in e Y azılar
çağdaş bir düşünüşün bayrağı değildi, ama varlığın gizleriyle insanın çağdaşça
bir alış verişiydi. Evreni Tanrısız düşünmek kolay iş mi? Einstein bile son gün
lerinde duraksadı evrenin tanrısız olduğunu söylemekte. Kimi ozanlarsa, çağı
mızda, varlığın karşısına tanrı sözünü etmeksizin çıkabiliyorlar: Tanpmar bu
ozanlardan biridir. Bu ozanlar yarının tanrısız tabiat kavramını hazırlıyorlar. Bu
yolun ilk kararlı yolcusu, "Correspondances" (Kaynaşmalar) adlı şiiriyle Baude-
laire oldu denebilir. Tanpınaı'ın özelliği, varlığı her şeyden çok zamana, zamanı
da yalnız insana bağlamasındadır. Çünkü yalnız insan zamanın ne içinde ne de
büsbütün dışında olabilir. Büsbütün dışında olan Tann'dır, Tanrı ise Tanpmar'ın
şiirinde inkâr edilmeksizin nâ-mevcul'tur.
Gönül istiyor ki ozanlar, sanatçılar yapıtlarında vardıkları varlık felsefesini
gündelik yaşayışlarında, dostluklarında, politika davranışlarında da göstersin
ler. Çok azı arıyor, ya da bulabiliyor böylesine tutarlı olmanın yolunu. Bakıyor
sunuz, insanla evrenin, dünle bugünün, bugünle yarının ilişkileri üstüne en ba
ğımsız düşüncelere yükselen ozan, toplumla, anası, babası, karısı, kızıyla, eşi
dostuyla olan ilişkilerinde en bağımlı, hattâ bazen en aşağılık yollara sapıyor.
Tanrıyı şiirinden kovan Baudelaire anasından, Tann'ya inanan anasından şarap
parası bekliyor; devlete karşı fakir fukara ile birlikle kafa tutan sanatçı, devletin
fakir fukaradan topladığı parayı karısının kara borsadan alacağı kürk için isti
yor, verilmezse şiir adına devlete kızıyor. K uşları yazan Aristophanes, Mahşer
gününü yapan Mikel Angelo, Macbeth'i yazan Shakespeare, Cimri'yi oynayan
Moliere, Ölü Canlar'la, M ü fettişle içinde yaşadığı düzeni temelinden sarsan Go-
gol en geri kurum lann emrine giriyor. Para babalarıyla alay ettiği için halkın
sevgilisi olan Şarlo, para babası olup ne yapacağını bilemez oluyor. Bankerlerin
dünyasını estetiğiyle birlikte yıktığı için baş tacı edilen Picasso, kimlerin gücüy
le yükseldiğini unutup, bankerlerin bankeri oluyor. Yoksulların âhıyla yükselen
Hıristiyanlık Vatikan'da kral saraylarına kurulup yoksulluk lâfını edenleri afo
roz ediyor.
Demek istediğim şu: Ozanlardan, sanatçılardan, örneğin Ahmet Hamdi Tan-
pınaı'dan hesap sorarken, daha doğrusu hesap sormazdan önce, ortada kalan,
halka sunulmuş olan yapıta başvurmamamız, bu yapıtın açık ya da gizli kapak
lı, bilinçli, bilinçsiz ya da yan bilinçli bildirisini Özetlememiz ve bu bildiriyi dün
yanın ve yurdumuzun insan tarihindeki yerine koymamız gerekir. Ozan şiiriyle
başbaşa kaldığı zaman ozandır, sizinle benimle lâf atarken, nutuk çekerken, ders
verirken, oy verirken değil. Tanpmar gericilerle işbirliği yapmış değildir, ama
gericilerle iş birliği yapmış, yapmakta olan ozanlarımız, hem de iyi ozanlarımız
vardır. Ama kötü bir ozan ilerici bir politikaya girmekle nasıl iyi bir ozan ola
mazsa, İyi bir ozan da kötü bir politikaya girmekle kötü ozan olmaz. Bu dedi
ğim, kötü insan iyi ozan olabilir demek değildir. İnancım bunun tam tersidir:
Yalnız iyi insan iyi ozan olabilir. Gel gelelim insanların politika alanındaki dav
T .ın p iıv a r’d a Z a m a n • 1 3 5
kısa yazıda. Prof. Dr. Vehbi Eralp, "Tanpınaı'm nefis ve akıcı üslûbu" diyor...
Sözcükleri seçişinde, cümlelerini yoğuruşunda, "ve"lerin yuvarlaklığına sığını
şında, sevmediğim, sevemeyeceğim türlü üslûp oyunlarına girişinde, Ataç'tan
bu yana gelişen kuşağın anlayışından çok uzaklara düşen, çok gerilerde kalan
Ahmet Hamdi Tanpınar için, M. Vehbi Eralp'in sözünü kabul etmek zorunda
yım. Çağdaş eleştiri anlayışımızın elindeki ölçülere göre "yapılm ası gereken"
onca işi yapıp gene de "nefis ve akıcı" bir üslûba ulaşmakla sanatın gücünü du
yuruyor Ahm et Ham di Tanpınar Bu noktada eleştirmenin ehnden gelen, ölçü
lerini bir yana bırakıp sanatçının sunduğu tatlara açılmaktır.
Kitapta bölüm ler yok. Gene de üç bölüm denebilir. Birinci bölüm de Ahmet
Hamdi Tanpmar'ın Yahya Kem al'in kişiliği karşısındaki yaşantılarını, ikinci ve
üçüncü bölüm de ise bir yakın çalışma yönteminin şnrlere yönelişini buluyoruz.
Şunu da söyleyeyim ki Yahya Kemal bu kitapta -kimilerinin sandığı gibi- çağı
nın içine oturtulmuş, öyle ele alınmış değil. Bir kültür ile edebiyat ortamının içi- -
ne oturtulmuş, o kadar.
Okurlar Ahm et Hamdi Tanpmar'ın Yahya Kem al'inde bulamayacakları şeyle
ri özleyerek başlam azlarsa, bir sanatçının başka bir sanatçıya "sevgisinden bir
türbe" kurduğunu bilerek yola çıkarlarsa, düş kırıklığına uğramayacaklardır sa
nıyorum. Yoksa daha kitabın yirmi ikinci sayfasında -hiç gereği yokken- Yahya
Kemal için "Bizim en büyük şairimiz şüphesiz odur" deyiveren; yüz yirmi birin
ci sayfada bunu unutup, "Hâki ile Fuzuli şüphesiz en büyük şairlerim izdir" di
ye büyüklük dağıtm akta şaşkına dönen bir eleştirmenin savruklukları arasın
dan eserini yerecek kusurlar, aksaklıklar bulup çıkarmak çok kolay.
Aydmiığın hendesesi
Sonsuzluk bahçendir senin;
Dinleyin geliyor sesi
Anlarla böceklerin!..
Şimdiye dek söylediklerim, bir okur olarak, benim hocamıznı sanatı üzerine
duyabildiklerimd i r.
Ama, 1933 ya da 1934'lerde Güzel Sanatlar A kadem isi'nde öğrenci bulunan
benim gibileri için, o ayrıca hoca olarak da gerçek ve büyük bir değer taşır
Kendi işim de ne bihyorsam, ona, onun uyarıcı derslerine borçluyum diyebi
lirim.
Her hatırlayışım da yüreğim sızhyor. Dağarcığında birçok güzel duyu ve dü
şüncelerini açığa vuramadan gitti diye. Keyifli ve sıhhatli olduğu günler, hep
dağarcığında, geleceğe bırakılmış, öylesine güzel konuşmalar yapardı ki..
(Yeditepe, sayı 84,1 -3 0 Nisan 1963, s. 9,14).
TANPINARl HATIRLAYIŞ
M unis F aik O zansoy
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında,
kah otuz yıl olmuştu. Yerinde sayan eleştirme kağnısının bu ilerlemeyi izleye-
memiş olması şaşılacak birşey değildir sanırım.
Ahmed l lam di edebiyata Ahmed }laşim 'le Yahya Kem al'in gölgesinde gir
mişti. Şiirimizdeki yeri de bu iki şairin arasındadır: Zevki ne birine çok yakın ne
ötekinden fazla uzak... Renkleri yumuşatan gölgeyi birinden, şekilleri belli eden
ışığı ötekinden almıştır. Bu iki üstâd'ın sanatını beslemiş olan 1-ransız şairlerini
de okumuş, M allarm e'den ve Valery'den şiire dair çok şey öğrenmişti. O büyük
ustaların soluğuna sahip olmadıkça, bu bilgi ve hüner karışımı ile bir "fresk"
yapmak mümkün değildi, ama pastel yumuşaklığında bir küçük eser pek kolay-
hkla vücuda getirilebilirdi. Ahmed Hamdi de öyle yaptı. Onun şiirleri pastel ve
ya sulu boya benzerliğindedir; zarif, yumuşak... ama pek hacimli değil! Bu açı
dan değerlendirerek diyebiliriz ki Tanpınar, hafızalarda yer eden güzel mısralar
bırakmış; fakat şiir tarihimizde bütünü ile ağır basan bir eser verememiştir.
Buna karşılık nesrimizdeki yeri, edebiyat tarihimizin her çağındaki üstadlar-
la bir hizadadır. Çünkü burada sanatının malzemesi de, zevkinin ölçüsü de ken-
disinindi. Roman ve hikâyelerindeki cümlelerin uzunluğuna bakarak onda bir
Malid Ziya etkisi görenler olmuştur. Bu, bence, düzeyde, hattâ boşlukta kalan bir
yargıdır. Hikayeci Ahmed Hamdi elbette en büyük romancımızın tekniğine ol
duğu gibi üslûbuna da yabancı kalamazdı. Ama Abdullah Efendi ne kadar Ah
med Cemil değilse, onun Rüya'larını anlatan cümleler de Mni ve Siyah'ın terkip
leri çözülmüş cümleleri olmaktan o kadar uzaktır.
Tanpınar'ın hikâyelerinde düşünceyle birlikle yürüyen, hareketleri ve du
ruşları yakından izleyen, yerine göre kıvrak, yerine göre temkinli bir üslûbu var
dı. Mısraları üzerine bir akşam havası gibi serpmeyi pek sevdiği gölgeden tah
kiyelerinde bir iz bulamazsınız. Cümle yapısı sağlam, durakları ölçülü, tahlille
ri açık, kelimeleri aydınlıktır. Ne eskinin alışkanlığına nc de yeninin modasına
kalemini âlet etmemeyi bilen sayılı yazarlarımızdan biri idi. Son devrin alçıdan
yapıştırma ucuz süslerle yüklü "Rokoko" mimarisini andıran soysuz yazılan
arasında, Yahya Kem al'in şiiri ile Ahmed Hamdi'nin nesri, çizgilerinin zarifliği
ve mermerinin parlak çıplaklığı ile yetinen Yunan heykelleri gibi, asil bir yalnız
lık içinde sivrilmiş görünürler.
Ahmed Hamdi Tanpınar'ı, şiirlerinde ve hikâyelerinde, sanatının yalnız bi
rer yüzü ile görürsünüz. Onun şahsiyeti, bütün buutları ile, ancak denem elerin
de görünür. Şair mizacını durup dinlenmeksizin besleyen okuma alışkanlığı, da
ima tahlil gücü ile birlikte çalışmayı bilen terkipçi zekâsı, eleştirme ve deneme
yazılarında onu çağdaşlarının üstüne çıkaran vasıflardı. Tenkid hafızamız unut
kan olmasa, sadece onun gazele ve dergi sütunlarında kalan yazılarını hatırla
yarak, batılı anlamda yaratıcı eleştirmenin ilk örneklerine olsun kavuştuğumu
zu biribirimize müjdeleyebilirdik.
T a n p ın n r ’ı H a tırla y ış • 1 4 3
Tanpınar, Ruşen Eşref, Yahya Kemal ve Abdülhak Şinasi gibi bir İstanbul âşı
ğı; tarihimizin, sanatlarım ızın, geleneklerimizin şuurlu bir hayranı idi. Beş Şe-
hir'de, Tanpınar"ın güzel üslûbu ile konuşan, bütün sanat tarihimizdir. Yalnız
"İstanbul'un Mevsim leri ve Sanatlarım ız" yazısını okumak, onun şair mizacı ve
tabiat sevgisi yanında nasıl derin bir sanat kültürüne sahip olduğunu ve Türk
dilini, bütün incelikleriyle, ne güzel kullandığını anlamak için yetişir. Türkçe,
hiçbir naşirin kalem inde, bundan daha pürüzsüz bir güzellikle var olmamıştır.
Kısacası, Tanpınar, bizim büyük yazarlarımızdan biri idi. Bu büyüklük, ba
tılı değer ölçülerine vurulunca da hiçbir şey kaybetmez. İşte önemli olan, onu
benim gözüm de çağdaşlarının üstüne çıkaran da budur.
Üç yıl önce bugün 24 Ocak 1961'de Tanpınaı^ı kaybettik. Vakitsiz bir ölünn-
dü bu; arka arkaya birçok eserler vermeye hazırlanıyordu bize... Geniş bir kül
türle beslenen sanatı, sohbetlerinde bile dokunduğu her konuya emsalsiz bir şi
ir çeşnisi verirdi. 1959'da yaptığı ikinci Avrupa gezisinden döndükten sonra dü
zenli bir çalışma içine gömülmüştü; durmadan yazıyordu. Fakat öyle titizdi ki
yazdıklarının basılm asına razı olması için zaman lâzımdı. Gerçi o şimdi mutlak
zamana, ebedîliğe erişti, ama ömür denen zamanın ihanetine uğradı; bir kısım
eserlerini tamamlayamadı. Yine de bize kalan eserleri onun kudretli kişiliğini
yaşatmak için yeter: Beş Şehir, Abdullah Efendi'nin Rüyalan, Huzur, Yaz Ynğınunt,
Saatleri Ayarlama Enstifiisü... Bunlar ölmez eserlerdir. Menüz kitap halinde top
lanmamış olan denemeleri, makaleleri apayrı birer lezzettir. İkinci bir kitapta ta
mamlamayı düşündüğü Şiirler ise sanatının en arı çiçekleridir, asla solmayan çi
çekler. Bu çiçeklerin ıtrini duydukça Tanpına/ı bugün de, her zaman da anaca
ğız. Ama, o bizden daha çok vefalı bir dost, okuyucularına karşı ilgisi tükenmez
bir cömertliktedir. Onu ne zaman hatırlasak, uzaklardan, ötelerden hemen selâ
mı gelir.
İki yıldan beri bu şiiri ne zaman okusam içime bir ürperm e gelir. Onun bu
"güzel dünya"ya, güneşe, aya, sudaki ışıklara, mavi gökteki kanat şakırtısına,
çocuk sesine, bütün bu yaşarken kadrini bilmediğimiz şeylere, hele dost yüzü
ne özlemi, bugün bizim onun için duyduğumuz özlemden daha başka, âdeta şa
şırtıcı.
Yahya Kem al'in ebedî yolculuktan evvel ötedekilere gönderdiği selâmı ha
tırlarız:
Bu selâmın bir repliği olan Tanpınar'ın selâmı Yahya K em al'in ihtiyar "rin-
dâne"liğine karşılık genç bir "rindâne"liktir. Yahya Kem al'in şiirinde "öm rün bi
ten neşvesi"nden "câm üstüne câm " alarak "şükran"la bu dünyaya veda edili
yor. Yahya Kem al için artık öbür dünyada rindlerin birlikle İlâhi "ik sir"e devam
etmekten başka istediği bir şey yoktur. Tanpmaı'da ise bütün sıcakhğıyla "güzel
dünya"nın özlemi vardır. Bu görüş ve duyuş aynhğı iki büyük şairin hayat fel
sefesinin başka oluşudur.
Tanpınaı'ın şiirindeki yaşama özlemi şairin ana temalarından olduğu için
hiç de şaşırtıcı değildir. Beni asıl şaşırtan şey, kitaptaki oluz yedi şiir arasında bu
şiirin "ed â " bakımından öbürleriyle hiç de ilgisi olmamasıdır. Şüphesiz halk şi
irinin, özellikle m istik halk şiirinin ince lezzetlerini tatmasını bilen Tanpınaı'ın
bu edâyı üstün bir başarı ile kullanması pek tabiidir; fakat kitabına alacağı şiir
leri seçmekteki titizliğine rağmen benimsediği şiir estetiğine yabancı kalan bu
şiiri, ne kadar ustaca söylenmiş olsa bile kitabına alması bir muammadır. Garip
tir ki Tanpınar'ın hemen bütün şiirlerini, basılm ış veya basılmamış olsun, tanır,
bilirim. Çünkü başbaşa yapüğımız sohbetlerin en önde gelen konularından biri
1 4 6 • T ;ın p ııv .ır Ü z e rin e Yn;:ılıır
şiirdir. Öyleyken bu şiiri ne zaman, nerede, hangi etkiler altında söylediğini, ev
velce basılm ış olup olmadığını hatırlamıyorum. Üstelik, kitabın hazırhklan ya
pılırken bütün müsveddeleri, daha sonra da m atbaa kopyalarını gördüm, daha
doğrusu öyle sanıyordum, çünkü bu şiire o zaman da rastladığımı hatırlamıyo
rum. Şimdi vakitsiz ölümünden sonra bu şiir ansızın bambaşka bir anlam kaza
nıyor. Ötede bile bu dünyayı, burada tabiatın insanoğluna bağışladığı nimetleri
özleyen Tanpmar, bu şiiri ile âdeta vakitsiz ölümüne isyan ediyor. Bu şiirin ilha
mı, acaba bir önsezi midir? Kitap çıktıktan sonra da bu şiir hakkında ne ben sor
dum, ne o söyledi. Bu da bir muamma. Meden?
Evet, bu şiir hiç de onun şiir estetiği ile, daha doğrusu bu kitaptaki şiirleriy
le bağdaşmayan bir şiir; fakat kişiliğiyle sıkı sıkıya ilgili. Burada, bu şiirin duygu
alanında getirdiği yeniliğe işaret etmeden geçemeyeceğim: Bizim halk mistikle
rimiz, genel olarak Âşık Paşa'dan, Yunus'tan kopan, bir geleneğe göre "fân i"
dünyadan İlâhî âlem e geçişi "sevgili"ye erişme, "kavuşm a" olarak vasıflandırır
lar. Onlarca bu dünya bir "gurbet"tir. Halbuki Tanpmar'da özlenen bu dünyadır
Aradığı şeylerin hepsi buradadır. Bu şiirde Tanpmar bir "pantheiste" olarak kar
şımıza çıkıyor. Ona göre İlahî varlık kâinatın, âlemin her zerresinde tecellî eder.
Tanpınar'ın "güzel dünya"sı böyle mistik bir dünyadır. Güzeldir, çünkü İlâhî
güzelliğin gerçek tecellîsidir. Büyük idealist şair, başka şiirlerinde bu şiirde ol
duğu gibi, kendini ele vermese de yine bu İlâhî güzelliklerin şairidir.
Tanpınar'ın selâm ına selâm!
tı ile bir hayal dünyası kuruyor. Bu dünyada ancak hasta duyarlıklar içinde te
dirgin, huzursuz toplunıların kargaşası içine sıkışmış aydınların görebileceği
düşleri seyrediyoruz.
Onun aynı kitabındaki "Geçm iş Zaman Elbiseleri" adlı hikâyesinde yine ay
nı temayı işlediği, "kafasının kuyusuna gömülmüş zavallı bir otom atın" esrarlı
dünyasını işlemek, sürekli olarak bu soy kişiler ve hayatlar peşinde olan bir ar
tistin, bu yönde gelişen denemelerini yansıtmak çabaisında olduğu görülmekte
dir. Bu hikâyesinde musallat yanılmalar içinde çırpınan insanların yanında, ger
çek kişiler, tutkulu kumarbazlar da var. Ahmet Mamdi'nin Dostoyevski açısın
dan kumarcılara özel bir ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. Ama bu hikâyesinde da
ha çok büyük annesinin masal dünyasına yuvarlanıp kayan, gerçekler dünya
sından en küçük itilişlerle sıyrılıp masal dünyasına sığınanları anlatıyor. Burada
eski zaman elbiseleri içindeki eski masal kadınlarını anlatırken, Abdülhak Şina-
si'yi/ zaman zaman andırmakladır. Gazi Eğitim lînstilüsü'nde kaldığı sıralarda
ki ruh yaşantılarını bize nakleden yazarın psikolojik biyografinin bir parçası sa
yılabilir bu hikâye.
Yine bu kitabındaki "Erzurum lu Tahsin" hikâyesi, Ahm et Hamdi Tanpı-
naf'ın Erzurum'da bulunduğu sıralarda (1923-24) yaşadığı büyük zelzele olayı
nın görgü izlenim lerine dayanmaktadır. Şehrin o günlerdeki hâli ile birlikle. Ha
şan Tahsin Hfendi'yi de, kendi sanat anlayışına, olaylara işleyiş ve onları yorunı-
layıştaki özel açısına bağlanarak gerçekten görmüş, anısında taşıyarak geürmiş-
ti. I-lasan Tahsin Efendi'nin büyük olayların baskısı altında altüst olmuş m hu ve
kafasının onu sürüklediği toplum dışı vahşi ve dervişçe yaşayış, ona, sarsıntılar
ve depremlerle titreyen ve insanları dehşete salan toprağın bir ifadesi gibi gö
rünmüş, deprem içindeki toprakla bu mecnun insan arasında aynı sarsıntı ve
dalgalanmalara bağlı bir denge kurmağa çalışmıştı. Savaşların, bakımsızlıkların,
yoksullukların kemirdiği bir bölgede, uzun süren savaşların etkisi altında bir in
sanın dengesini yitirişini, şartların ezici ve bunaltıcı baskısına değil, daha çok es
ki doğulu feylesofların, derviş ve münzevîlerin meczup felsefelerine doğru yo-
rumlayışı, onun en acı gerçekler ortasında bile "hülya canbazı" olmayı bırakm a
dığını gösteriyor. Onun bu hikâyesi, düşle gerçek arasındaki havası, tabiatla in
san ilintilerinin esrarlı düğümünü zorlayan felsefe yapısı ile Anadolu insanının
tabiatın ağır baskısı altındaki mistik ve mazlüm melankolisini yansıtan en güzel
hikâyelerinden biridir.
Hikâyelerinden en güzeli, romana doğru gelişeni, onun sanat anlayışını ve
biyografisi ile ilişikli ruh oluşumunu yansıtanı, "Evin Sahibi" (1943) adındaki
uzun hikâyesidir. Daha çocukluk günlerinde içine yerleşen düşler, masallar, yer
li alt - mitoloji unsurlarının birleşiminden meydana gelen bir yumak, yıllar bo
yunca bu hikâyede ifadesini bularak çıkmıştır. Bu hikâyesinin; asıl çekirdeğini,
dadısı olan "yarı isterik, delişmen, hoşsohbet" bir kadından dinlemiş (bk: "Ker
A h m e t H am d ı T a n p ın a r ; E se rleri Ü z e rin d e D ü ş ü n c e le r • 151
kük H atıraları"). Ona göre Gülbûy Hanım, "bir romanı olan insanlardandı". Da
ha doğrusu m asalı olan bir insan. Ona göre insanlar "m asalı ve romanı olanlar
veya olm ayanlar" diye ikiye ayrılıyorlardı. Gülbûy Hanım, kendi romanını sık
sık bir masal üslûbu içinde çocuklara anlatıyordu. Çok zengin bir âilenin kızıy
ken güzel bir delikanlı ile nasıl nişanlandığını, daha nişan gecesinde rüyasına gi
ren bir yılanın kendisine nasıl âşık olduğunu, onu kendi malı sayarak evlenme
sini yasak edişini anlatmış. Bu yılan, Gülbûy Hanım'ı, yavaş yavaş yılandan gü
zel bir delikanlı kılığına dönüşerek, düşlerinde ziyarete başlamış. Bu sırlı buluş
malarını başkalarına anlatmaktan da onu yasakhyormuş. Nikâh zamanı gelince,
Gülbûy Hanım, bu serüveni ev halkına açmağa mecbur kalmış. Ev halkı bir sa
bah gözleyerek yılanı yastığının altında yakalamışlar ve öldürmüşler. Bu olayın
hemen ardından önce kızın babası, sonra nişanlısı ölmüş, bir kardeşini vurm uş
lar. Gülbûy Hanım 'a ise saı^a illeti gelm iş,bir gözü kapanmış. Yılanın bütün do
ğu mem leketlerinde olduğu gibi Kerkük'te de halk arasında meydana gelmiş ve
sözlü gelenekte yer etmiş yaygın alt mitolojisinin bu hikâye yolu ile Ahmet
Mamdi'nin çocukluk muhayyilesine yerleştiği, bir çok rivayetler ve eski hikâye
lerle yavaş yavaş birleştirilerek, bir çok biyografik çizgilerin de eklenmesiyle; bir
aileyi iki nesil boyunca saran bir meş'um kader hikâyesi hâlinde geliştirildiği
anlaşılıyor. Kerkük'teki evlerinin asıl sahibi bir ev yılanının hayatlarını tâyin
eden serüvenini, bütün bir âilenin hayatını kaplayan bir büyük hikâyenin yapı
sına halka halka bağlayarak yürütüyor. O, Gülbûy'un mâcerâsını yıllardan son
ra yeniden içinde canlanan, başka olay, m otif ve ruh yaşantıları ile kat kat büyü
yen ve yürüyen yeni kompozisyonu ile içinde kendiliğinden gelişmiş ve kurul
muş olarak buldu. M usul'da genç yaşındayken ölen annesinin, çocukluğunun
ilk ızdıraplı anlarına karışan ve içinde yer eden serüvenini de Gülbûy Hanım'ın
hikâyesi ile birleştirdi. 1937 yılında yağmurlu bir havada. Küçük Bebek'te "Yı
lanlı Yalı"nın saçağı altına sığınmış beklerken, o pusulu havanın her şeyi bir düş
perdesi altında gösteren ekranında, önünden akıp giden bir yılanı görüşünün,
kendindeki bu eski anıları uyandırışmı bir mektubunda anlatıyor (bk: Mehmet
Kaplan, Tanpınar'tn Şiir Dünyası, İstanbul, 1963, s. 178). Ahmet Hamdi, "bir eser
ömrümüz boyunca bizde mevcuttur. Tıpkı hareketlerimiz gibi icraatının tesa
düfleri ona m uayyeniyelini verir" demektedir. A.H. Tanpınar, Gülbûy'un serü
venini olduğu gibi yazarsa, bazı yazarlarımız gibi "folklora düşebileceği" endi-
şesindedir, "her eserimde istediğim şeyi, o sembol kıymetini kaybederdim " de
mektedir. Buııdan dolayıdır ki bu hikâye.sini çocukluğundan başlayarak kendi
ve ailesinin yaşadığı çevreler, evler ve olaylara, kendi sanat anlayışına bağlayıp
yorumlayarak işlemektedir. Hayat ve ölüm, ruh ve madde ilişkileri üzerinde sü
rekli olarak düşünmekten gelen bir alışkanlıkla duyarlığmın ve m arazi bir ince
likle gelişen çözümleyici çabalarının sonunda "ölüm le birlikte gezm ek", "kor
kuyu, kapah odalardan dağılan siyah dalgalar halinde" dışarı sızdığını görecek
kadar marazileşen bir dikkatle yazılan bu hikâyesinde garip, esrarlı, etkileyici
1 5 2 • T a ııp ın a ı Ü z e rin e Y azılar
bir büyü havası vardır. Ahmel l lam di'nin hikâye sanalında ulaşm ak istediği so
nuç da zaten bu idi. Bu hikâyesinde yılanı tanımlayışındaki o tutkulu anlatışına
bakılırsa, Ahmet Hamdi'nin eser verme basamağında ne soy bir büyülenm e ha
linde bulunduğunu anlayabiliriz; "... kehkeşan cüsseli, siyah derili, yıldız pullu
yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yılan, evimizin sahibi, düşüncemizin
efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik hareketlerden her geceki rüya
larına varıncaya kadar hepsini tayin ve kabul ettiren korkunç eser, harikulâde
m evcut..." Gski ve ilkel sözlü geleneğin, alt mitolojiden kalan esrarlı etkilerin bü
tün bir aileyi nasıl büyülediği, bütün eski rivâyet, gelenek, töreler, Şahmeran hi
kâyeleri, masal kırıntıları ile tıpkı bir mozaik gibi derlenip işlendiğini, yarı bi
yografik bir hikâyeye nasıl ustaca bağlanarak anlatıldığını görüyoruz. Mayatları
sürekli bir ölüm hikâyesi, masala yüceltilmiş bir vehimden başka bir şey olmayan
insanların hikâyelerini yazarken, onun kendisine yakın duran bütün yazarları, Pe-
yami Safa'yı, Nahit Sım 'y ı, Abdülhak Şinasi'yi, ustaca anlatışı, büyük ve sürekli
çalışması ile çok aştığı açıkça görülmektedir.
Onun Yaz Yağmuru (1955) adındaki ikhıci hikâye kitabındaki hikâyeleri için
de en güzeli "Yaz Yağmuru" adım taşıyanıdır. Bu hikâyenin Huzur (1949) ve Sa-
ntleri Ayarlama Enstitüsü (1961)'ndeki kişilerine ve anlatışına bağlandığı görül
mektedir. Yaşamayı da lıpkı rüya gibi hareketsiz ve iradesiz kabul eden, günlük
yaşama ve çatışmalar dünyasına bağlı zamanın dışında, derûnî bir başka hayat
yaşayan kişiler bunlar. Bu hikâyesindeki, kitaplıkları dolaşarak bir eski çağı
araştıran, günlük yaşamalar düzenine bağlı ahlâk ve sorumlulukların üstünde
kalan bir "Sabri", Huzur romanındaki "M üm taz" ile. Saatleri Aı/arlaıva Enstitii-
Sî/'ndeki "1 layri İrdal" arasında kalan bir basamaktır. Ahmet Mamdi, aslında, bu
kişilerinin saplantılarında hep kendi musallat kişisini, içine oturmuş, hayatı ya
şamasına yol verm ektense onu sürekh olarak ancak yorumlamağa iteleyen, ken
di "ben"ini anlatmıştır. Karşısına çıkan ortak yaşamalarının sorumsuz ve üstün
yaratığı, seçkin kadını da, kaybolmuş ve yanmış bir eski dünyayı sırtına yükle
nerek dolaşır bir hâlde tasvir ediyor. Bu kadını Sabri için çekici yapan güç, bu
geçmiş zamanın içinden çıkıp gelmiş olmasının büyüsüdür. Bu hikâyede ikisi
nin yaşadıkları bir hayat değil, âdetâ ayrıntılarına kadar, gerçek dünyanın çer
çevesine oturtulmuş, günümüzün ışığına aktarılmış bir rüya-oyundur. Ilikâye-
nin temelinde, kadının sırtındaki o büyük yükün üstünde, Boğazın karşı yaka
sında sırtını ormanlı bir yamaca dayamış, eski bir yalının içinde kaybedilmiş bir
dünya, büyülü bir yaşamayı sürdüren bu yalının yanması ve âilenin sönüp tü
kenişi vardır. Bu hikâyesinde, Ahmet Hamdi'nin içten bağlandığı seçkin, hülya
lı bir güzellik içindeki, büyülere ve düşlere karışmış kendi kişileri ve dünyası
var. Onun bu hikâyelerinde erkekler büyük meselelerin yükü altında ezilir ve
bunalırlarken, kadınlar daha hülyalı, esrarlı bir karanlığın içinde pasif ve zebûn
dolaşırlar.
A h m e t H am d i T n n p ırm r: E serleri Ü z e rin d e D ü ş ü n c e le r • 1 5 3
riyor, eski salaş dükkânlarda otum p yazma mecmuaları karıştırıyor, eski insan
ların neler düşündüğünü, nasıl yaşadıklarını tasarlıyor, oradan Bit Pazan'na ge
çiyor, İstanbul'un dörl köşesinden derlenip gelmiş döküntü eşyaları, eski sahip
lerinin hayatlarına bağlayıp yorumlayarak yaptığı gezinti, eski yazma sayfaları
ve cilt kapaklarında ve Bit Pazan'm n döküntülerinde seyredilen bir geçmiş za
manı yakalayış, akılcı anlayış ve idrâkin ötesine atlayış, Ahmet Hamdi'nin en
ustaca anlattığı bölümlerdir. Bu çevre tanımlamasını yaparken, onun kişileri, ça
ğın ve toplumun sorunlarından ve baskılarından "kaçm a"nın bir çeşit m ekaniz
masını işletm iş oluyorlar, hayatın bütün güzelliği de zaman zaman önümüzde
bir eski zaman kalıntısının gösterdiği izden açılan bu "kaçış" im kân ve fırsatla-
rındandır. Sonra Kapalıçarşı, Çadırcılar, Bitpazarı, eski plâklarda çınlayan eski
bir musikinin peşinden sürüklenişi. Bedesten. Geçmiş zamanın eşiğinde her eş
yanın üstüne eğiliyor, bunların derinliklerinde kapanmış kalmış bir hayatı, bir
kuyunun içine bakar gibi endişelerle seyrediyor. Sonra Ç ekm ece'de balıkçılar ve
kır kahvelerini anlatırken, Mümtaz'ın gözünden hayatı ve çevreyi bir resim gibi
aldığını görüyoruz. Ondaki çevre, gerçekçi romanda görüldüğü gibi insanı ta
mamlayan ve niteleyen bir roman unsuru değil, bizi rüyadan rüyaya götüren bir
aracıdır. M ahur Beste’n m tariJıi ve uygunsuzluğu üzerindeki eski hikâyeleri an
latırken, hayâl ve düşlerinin kökündeki korkular ve kuruntuların varlıkçı roma
nını yazmağı bir kenara bırakıyor, İstanbul'un bir kronikçisi, İstanbul'da eski za
manın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir lasvircisi olup çıkıyor. Nereye ba
karsa kendi içindekini gören M üm taz'ın kafası, "...üstüvanesi altından geçen her
şeye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden"
bir cehennem makinesi çabukluğu ile işlemektedir. Onun dış âlemle bağlantısı
böyle kurulmaktadır. M üm taz'ın, daha doğrusu bütün hayatmca bekâr kalmış
Ahmet Mamdi'nin, güzel kadınlar karşısındaki durumunu anlatan bölümlere (s.
55) bakılırsa "güzel kadınlar, onu bunaltır, hiddetten kine, en siyah ölüme kadar
getirir", onu kıskıvrak bağlıyarak hayatından ulanacak durumlara sokar. Üste
lik M ümtaz'ın "benim " diyebilecek bir hayatı da yoktur. "H ep tezad halinde bir
birini kovalayan çehrelerin ikliminde" sürüklenerek yaşar. 1 liç kimse M üm taz'ı
bu batıştan, bu sürüklenişten kurtaramaz. Bundan dolayıdır ki, müthiş bir kadın
özlemi içinde ve yine de onlardan uzaktın Bir hayâlet gemi durumunda olan
Mümtaz'ı, kitaplar, sokaklar ve İstanbul pitoreski içinde düşlü tasarılarını taşırken
ayakta tutan nedir? Bu derin duygulu hâlinin yanında bir de zihnî derinliği var
dır ki, ona denge sağlamaktadır. Onun bu düşünen yanı olmasa mahvolacaktır.
h’n hurda olaylar ve özlemler karşısında çözümleyici derûnî bir yaşamaya
çekilen, bu düzende yaşamanın pençesi altında bir nefeslik gerçek hayat lezze
tinden yoksun, yorgun ve zebûn olan Mümtaz, uykulu bir kapanışla derinlere
doğru kayarken, eşyaların özüne de işleyebilen bir soy uyanıklık arasında den
gesini bulamayan, bizim edebiyaumızda gerçekten bunalan bir örnek kişidir.
A h m e t H am ili T a n p ın a r : E se rleri Ü z e rin d e D ü ;;ü ııce le r • 1 5 7
Son yıllarda "A . Camus, J.P. Sartre, F. Kafka" üçlüsünden aktarılarak anlatılan
bunalımı, batı kopyacılığı yolundan değil de, bizim şartlarımız ve sorunlarımı
za uygun bir anlatışta, M üm taz'ın kişiliği ve düşsel yaşantılarını tasvirde başarı
gösteriyor. M üm taz, büyük yıkılış, kuruluş, kültür değiştirme sarsıntıları geçi
ren bir çevrede, sürekli kuruluş ve yıkılışların ortasında idrakinin ve kültürünün
keskinliğinden dolayı bunalmaktadır.
Bu romanda, içleri kat kat kültürle dolup taşan kişilerle birlikte eski İstan
bul'un yaşayışından gelen, büyük bir kültürü kucaklayan çevrelerin de tasvirle
ri vardır. M üm taz'ın evi Em irgân'ın arka taraflarmdadır. Ahm et Hamdi de bir
zamanlar orada oturmuştu. Romanlarında çevreyi hep böyle pitoresk köşeler
den alışı, yazarın romanlık kişileriyle birleşen yaşayışının bir sonucudur.
Ahmet Hamdi, kitabını, baş kişisi M üm taz'ın çevresinde toplanan, ona katı
lan, ona görüşlerini çeşitli plânlarda anlatma imkânını veren kişilerin adlarını
taşıyan dört bölüm e ayırmış. Aslında bu dört bölümün hepsinde M üm taz anla
tılmaktadır. Onu etkileyen, kişiliğinde ve hayatında yer alan, onun kaderini ya
pan ve kuran kişilerin onun hayatındaki yerleri anlatılmaktadır. Bu dört bölüm
de de M ümtaz, onlara bağlı ikinci plândaki kişilerle birlikte, onların yüklerini ta
şıyarak, yaşamlarına bağlanarak yürüyor. Dört büyük bölüm ve 36 parçalık bu
romanda baştan başa M üm taz, bu kişilere ve çevrelere dokunarak, düşünerek,
anlatarak, bağlanarak, herkese yansıyarak anlatılıyor. Onun başarılı romancılığı
nın bir yanı da, bu ikinci sıradaki anlatım halkaları ve kişilerinin tasviri ve öze
bağlanmasında kendini gösteriyor. Bu kişiler ve hayatların ayrıntılara varıncaya
kadar çok canlı bir şekilde işlendiğini görüyoruz. Onun erkek tipleri anlatmak
ta gösterdiği başarıyı yer yer kadın kişilerini anlatmakta da gösterebildiğini be
lirtmeliyiz.
A.H. Tanpınaı'ın eserlerini gözden geçirirken onun sanat anlayışında baş ye
ri "rüya"nın aldığını görürüz. Sürekli bir "yalnızlık" duygusu ile birleşen, çatış
tığı her yerde gerçeğin ham ve yalın çıplaklığı karşısında, rüyalara sığınıp kayan
bir yaşam a üslubunun hüzünlü havasını, şiirlerinde, hikâye ve romanlarında
buluruz. Ama bu "rüyaya sığınm a", şairane bir uyuşukluk, dış dünyaya bulanık
bir pencereden bakarak rahatlama çabası değildir. "Gerçeğin içe yansım ası" hâ
lini yazmağa yönelince, onun, süreli, güçlü bir gözleme ulaştığını görüyoruz.
Bundan dolayıdır ki, "rü y a" deyince, genç öncülerin çoğunun anlatışı "bulanık
lığa" düşerken, onun "anlatış"ında çözümleyici ve titiz bir "düşünce aydınlığı",
karanlık ve bezgin ifadeler yerine, çok dikkatle düşünülmüş ve hakkı verilmiş
bir "Türkçeyi arayış ve değerlendiriş" görülüyor.
A. H. Tanpınaı'ın şiiri, insandan uzaklaşıp, çevreye, oradan.soyuta yöneli
yordu. Roman anlatışında da bu temel anlayışından uzaklaşm adığı halde, bura
da, şiirde söyleyemediklerini anlatabiliyor. Şiirde kendisi ile büyük düzenin il
1 5 6 • T a n p ır a r Ü z e rin e Yiizılni'
gileri, hikâye ve romanda ise, yine kendisi ile birlikte yaşantılarına ve çevresine
yönelmek zorunluluğunu duydu (Antalya Mektubu, göst. yen). Abdullah Efendi
nin Riiı/nları'-nda, hikâyelerinde, Huzur romanında kendi hayatının tabiat ve top
lum çevresine yansıyan başka kişilerle birleşen ortak yaşantılarını anlatmıştı.
Dış çevreye, insana, gündelik hayatın ortaklığına yöneliş, Snatlcri Ayarlama Ens-
titüsü'nde, temeldeki "rüya" anlayışına bağlı kalarak, en olgun şekline ulaştı.
Hayri İrdal'ın düşle gerçek arasında sallanan acıkh ve meraklı hayatı, A. H. Tan-
pınaı^ın kendi zengin hayat hikâyesinden taşarak, iki dünya savaşı arası Türki
ye meselelerinin yüze gelen sivrilerine ve aydınlarının özellikleriyle karışıyor.
Bu romanda, yüksek politika ve üniversite çevrelerinin olayları ve kişilerini,
Hayri İrdal'ın dünyasına yansımış olarak, bir takım alegorilerin altında tanıya
biliyoruz (Hayri İrdal, Vefa sıralarından bir arkadaşının, paraoniaya düşmüş bir
zavallının, klinik gözlemlerden çıkarılmış hikâyesidir).
Hayri İrdal, derinlemesine işleyen hayal gücü, gündelik hayatın gerçekleri
ile anlaşamayan, ancak bir yöne doğru işleyen zekâsı, sürekli çatışma halindeki
kişiliği ile, çağım ız Türkiye'sinde, yenilmişliğini doğumu ile birlikte getiren bir
insandır. Bu soy kişilerin düşkünlükleri, felâketleri, karısından boşanm ası ve oğ
lunun ölümü, soya çekimden gelen erken bunama ile uyanıkhk halleri... Gerçek
lerin acılığından, hayatın kargaşalığından, yaşamaya sürekli olarak musallat
olan "saçm alığı"ndan öç alıştaki coşkun neşesi, çökmüş ve ezilmiş sanılan bir
Hayri İrdal'ın kişiliğindeki şaşılacak direnme gücünü anlatıyor. Bu Hayri Ir-
dal'm çevresinde dönen kişiler ve olaylarda yer yer roman anlatımından çıkışın
da, "epik veya tiyatroluk" bir aşırılık var. Düşle gerçeğin birbirlerine dolanıp
masal üslûbuna kayışlan bereket versin süreli olmuyor. Bu romanda çok kara ve
zalim bir "kad er"in üzerine yüklendiği Hayri İrdal'ın, bütün aşın yeniliklerin
saldırdıkları bir çevrede, kendi hülyâlı yaşayışını inatla sürdürüşü, baskı altın
da olmasına karşılık, neşeli bir direnme ile yaşayışı, cahillik-ve geriliğin ortasın
da bocalayan son çeyrek yüzyılın aydınlarını ifade ediyor. Aydının silâhlan top
lumun zorunlu ve devrimci yüklenişleri karşısında henüz gücünü yitirmemiştir.
Ama Tanpınar'a göre, Hayri İrdal, çelimsiz ve doğuştan yeniktir. Başkalarının
verebilecekleri bütün azapları nefsine uygulayarak bir soy muafiyet kalkanı ar
dına çekilir, her an hazır bir kirpi kişiliği ile, insanları merak eden ve izleyip göz
leyen bir insan kaçkını, aramıza başka çağlardan düşüvermiş bir yalnızdır. Hay
ri İrdal'ın kişiliğinde babalarımızdan, bizden ve çocuklarımızdan çizgiler var.
Aslına bakılırsa, Hayri İrdal'ın macerası, psikanaliz kliniği gözlem notların
dan çıkarılmış, bir hastanın çevresini ve küçük dünyasını anlatıyor. Bireyi anla
tır görünmekle birlikte, genişlemesine toplumcu. Hayri İrdal'ın yaşantıları her
adımda çevresini de yansıtarak genişliyor (Hayri İrdal Üzerine M ektup, yayın
lanmamış).
A h m e t H am d i T a n p iıia r ; E se rleri Ü z e rin d e D ü ş ü n c e le r • 1 5 9
"H ayatım ın tek mânası İstanbul sevgisidir!" Bu tümceye sık sık rastlamışım-
dır mektuplarında. Paris'ten yazdığı başka bir mektubunda da şu satırlar var:
"Paris trajik bir şehir, neş'esinde bile bu var. Fransız şarkılarını şehrin bu tarafı
nı yakalamadan anlamak imkânsız. Üç akşam üstüste metronun açık kısmıyla
mahalleme döndüm. Bütün bu sokaklar, yağmur ve sis altında bana nasıl sevdi
ğim şairi Baudelaire'i hatırlattı: Bir şairin bu şehirde böyle yaşaması ne güzel; ne
yazık ki, sanat her zaman hayatla bu alış-verişi yapmıyor."
Tanpınar, ellisini geçtikten sonra gidebildi Batı ülkelerine. Belki İstanbul'u çok
sevdiğinden, belki de yaşam kaygısından gidememişti gençliğinde, bilmiyorum.
Korkardı yalnız kalmaktan; gene de bir türlü evlenemem işti; oysa genç dost
larına: "Sakın benim gibi bekâr kalmayın, evlenin" diye az mı öğüt vermişti!
Gerçekten korkardı yalnız kalmaktan, bu yüzden de değişik çevrelerle dostluk
lar kurmuştu. Gene Paris'ten yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: "Benim tez
gâhım, laboratuarım hep kafamın içi. Galiba ondan sıkılıyorum. Fransızlarla
dost olamadım. Tesadüfün getirdiklerini ben beğenmedim, ısrar etmedim. Me
selâ M alraux'yla, Sartre'la, Cam us'yle dost olabilirdim. Fakat onlar küçük kral
lar. Benim haddimi aşmışlar. Beynelmilel şöhretleri var. İşte bu yalnızlık yok
mu? İnsanı çıldırtabilir. Kendi nesline dahi sonradan iltihak edilemiyor. Halbu
ki onların, gençliğinde ben de burda olsaydım, şimdi bir yığın dostum olurdu.
Bir şey kalıyor: Kayıtsız, şartsız beğendiğin ve sevdiğin adama gitmek! Bugün
kü Fransa'da benim için böyle bir şey yok. Ve yalnızhk yoruyor." Bir yerinde de:
"A h bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize tuttuğumuz korkunç ayna. Hiçbir
şey onun kadar zalim olamaz. Bu yamyam, bu korkunç maske, hayatımın her
döneminde karşıma çıkıyor."
Bütün sanatçılar gibi duyguluydu elbet, bütün sanatçılar gibi de eleştirilm e
ğe pek kızardı. Kendi eleştiri yazılarında bile, sanatçıyı kırmamak için bin dere
1 6 2 • T iiııp ın a r Ü z e rin e Y:ızıl;ir
den su getirirdi. Şiirden anlaması doğaldı elbet, ama resimden onun kadar anla
yanı az gördüm; m ektuplarının birinden aktardığım bölüm bunu açıklar:
"Snobizim den nefret ettiğim için modern ressamların karşısında serseme
döndüm. Ressamların çoğu şahsiyetten mahrum, çocuk. Memen hemen cahil,
ezberden konuşuyorlar, fakat arkalarında Fransa vc ağızlarında Fransızca var.
Bazen bu Montparnas hiç hoşuma gitmiyor, istidatları iflâs ettirme makinesi gi
bi geliyor bana. İşte dün Piyonon'un sergi.sindeydim. Herif çalışa çalışa kendisi
ne bir kâbus âlemi tedarik etmeğe muvaffak olmuş.. Fakat yalnız kâğıt ve tuval
üzerinde, ordan çıkıp insana yapışmıyor. Allah verdiği nisbette sanatkâr olabili
yoruz. (...) Gelelim burda yaşayan bizim ressamlara: F. Zeyil durgun ve çok ken
di kendisiyle dolu kalıyor. Fakat güzel resimleri var. Fransız camcılığından çıka
bilecek, çıkartılabilecek her şeyi almışa benziyor. Şimdi de figürasyona doğru gi
diyor. Herhalde bazı tablolarında son binbir gece masalları. Hepsinde değil, bü
yük ve kompoze eser yapınca düşüyor, istiyor ki, buna figüratif hikâye yetişsin,
musiki olsun, llalb u k i, tabiatında yok bu istediği şey. Mamafih son çalışmaları
güzel; non-figüratif, küçük nisbetlerini bulmuş eserler için çok güzel. ^
"N eden bizim arkadaşlar zorla dev olmak istiyorlar? (Ah Nuri, burda olsa,
neler yapar, nasıl sevilir!) Abidin'in bazı resimleri çok güzel, fakat o da dev ol
mak iddiasında. Benim Abidin'de tenkil ettiğim nokta şu: Bazen fazla şişkin olu
yor. Çizgiye kendisini fazla teslim ediyor ve belâgata düşüyor Sonra renklerini
az değiştiriyor vc nihayet hep aynı mihverin etrafında kalıyor. Küçük tabloların
da bazı figürlerinde çok güzel neticelere varmış. Şurası var ki, Abidin bugün Pa
ris'te yapılan figüratif resmin ve bilhassa konuşan resmin en iyilerini yapmış gi
bi görünüyor. İyi satış yaptı, desenleri çok güzeldi ve hemen hemen kapışıldı.
"Avni de aynı derecede muvaffak, l'akat çocuk, hem fazlasıyla. Münasebet
lerini idare edemiyor, çoğalma ârazı olmuyor, bu ağın içinde mahpus gibi. Çe
kingen, muayyen hudutlarda durmuş. Resimleri içinde inci gibi güzeller var ve
üslûbu derlıal tanınıyor. Ummadık bir yerde gördüm, derhal Avni dedim! Bizim
Anadolu yaylalarının balıarlarına benzeyen ince bir renk anlayışı var. Siyahı
koymuş ve çağla gibi yumuşak koymuş, arasından çıkıyor. Selim 'in resimlerini
daha görmedim, o kadar gizli ve çekingen ki; beni bir iki defa aradı, bir türlü
başbaşa konuşamadık. O da çok beğeniliyor. Mübin yavaş yavaş meşhur oluyor.
Nonfigüratifçilikle arasında bayağı bir şeyler var sanıyor. Çok güzel, zevkli., bi
raz fazla zevkli, fakat güzel tablolarını gördüm. Bana burada kalamaz gibi geli
yor, zaten iki seneden beri çok değişmiş.
"Şim di burda Poliyakof isminde bir ressam pek moda. Halbuki hiçbir şeyi
yok herifin. Burda re.sim sadece moda. Hayatın ve şehrin bir istihzası gibi bir
şey. O Bernard Buffet'yi görseniz, kusarsınız. Beni başağrısı tuttu! Hakikatte re
sim durgun, non-figüratif terazisi kopmuş. Öyle bir huzursuzluk getirmiş, o ka
A h m e t H iim di T n ııp ın a r • 1 6 3
dar şüphe yığmış ki etrafa, ressama kımıldama imkânını vermiyor. Sonra tam
bir İskenderiye devri hüküm sürüyor. Zaman içinde birbirini takibeden her şey
birbirinin yanıbaşında. Tarih bir horizontal olmuş. Diyebilirim ki, bizim kiler en
kuvvetli. Dün M übin'le Fikret M uallâ'yı ziyarete gittim. Berbat ve biçare. Fakat
şölıreti başlam ış. Fikret, Paris hayatının hakiki şairi gibi bir şey. Sol Sahil gale
risinde birçok resmi var. Çok insan hayran, fakat kendisini görseniz, acırsınız,
o kadar çocukça sefil ve perişan, tam garip kuş ve bir kuş gibi bunun farkında
değil.
"Paris m üthiş bir şey: Aktör, hoca, yol gösterici hep o. Onun sarayında, onun
etraftnda didişiliyor," (Mektubun tarihi; 1955).
Bütün sanatçılar gibi Tanpınar da kalmıştı etkisinde Paris'in, am a dünya bir
yana İstanbul bir yanaydı gene de. "Paris'in hasreüni çeker miyim, sanmıyo
rum!" diyor bir mektubunda ve İstanbul özlemiyle nasıl kıvrandığını uzun uzun
anlatıyordu. Çok sevdiği Boğaziçi'ni, martıları, gece "kandil kandil denize dö
külen lüfercilerin ışıklarını" başlıyordu coşkunlukla anlatmaya. Aşağı yukarı
görürüz şiirlerinde İstanbul sevgisini. İstanbul'a doyamadan göçtü Ahmet
Hamdi Tanpınar, hem de her işinde olduğu gibi, hepimizi şaşırtarak.. 24 Ocak
1962'de ayrıldı aramızdan. Benim çevrem onu çok sık anar ve hemen her vesi
leyle arar Gene bir yerlere gitmiş de dönecek kanısı vardır içimizde. Kolay unu
tulur kişilerden değildir Tanpınar.
Edebiyat tarihine şair ve rom ana olarak girecek AhmeL Hamdi Tanpınar, bu
adların yanına bir de edebiyat tarihçisi adını kattı: 19. Ahır Türk Edebiyatı Tarihi
hem hacmi, hem ele aldığı konuyu işleyişi bakımından önceki eserlere hiç ben
zemeyen yeni görüşlerle geldi. 13u, "Tezkere-i şu arâ'İarın dar havasından kur
tulmak için şairin sosyal çevresine değer veren, fakat bu yüzden asıl hedefi, şi
iri ve şairin kendisini kaybeden yeni edebiyat tarihlerine hiç benzemiyor. Bir
gün aynı yere kendinin de gireceğini bilen bir şair duygusuyla, gördüklerini
kendi sübjektif adesesinden geçiren bir edebiyat örneği de vermiyor. Tanpınar,
bu kitapta kendi şairliğini, hikâyeciliğini, rom ancılığını bir yana bırakm ış, fa
kat objektif bir tarihçinin kuruluğuna da razı olmamış bir fikir adamı gibi dav
ranıyor.
Son zam anlarda Augustin'i, Novalis'ı, Pascal'i, daha yenileri, edebiyatla fik
rin sınırında olanları, meselâ Meine'yi, Rilke’yi okurdu. Bununla da yetinmez,
edebiyat tarihine daha yukardan bakabilmek için felsefe ve sosyoloji görüşüne
merak ederdi. Bu yeni m eraklan son kitabında da toplanmış gibidir. Mamdi'nin
bu gayreti bizde çok eksik bir şeyi kendini tenkidi bulmak için yapılmış büyük
bir çabadan geliyordu, bunun için çok değerliydi.
2,9. Asır Türk Edchiyntı Tnrihi'mn umum î havasında hâkim olan radikal tenkit
ruhunu, böyle bir tenkide alışkın olmayanlar yadırgayabilir. Her alanda olduğu
gibi edebiy.'.'İT da klişe şöhretleri "em ri vâki" halinde benim semek, söylenenle
ri başlan söylem ek, kendimize kendi dışımızdan bakamamak, kusurlarımızı gö
rememek, düzeltm e yoluna girme zahmetine katlanmamak öyle rahat ve uyuş
turucu bir çöreklenme hali doğuruyor ki, bunun dışında başka görüş açılarının
olabileceğini aklımızdan geçirmiyoruz. Ve şayet biri bu açılardan biriyle bakma
ya kalkarsa onu yadırgıyor, "buna da ne oluyor! Ne garip iddialar!" diyebiliyo-
D ü şü n ü r B ir Ş a ir in E d e b iy a t T a r ih i • 1 6 5
çağ devirleri gibi, bir İlâhî saltanat devridir. Bu cemiyet ehramının zirvesinde
hükümdar değerler düzeninin mihrakıdır. Her şey ondan kuvvet alır ve onun
gölgesidir. Şiirde sevgi hükümdar önündeki kulluğun aynıdır. Sevenden sevile
ne, kuldan hüküm dara doğrudur. Sevilen yalnız lütfeder. Bu şiir dünyasında
gerçek duygusu yoktur. Çünkü saray bütün cemiyeti yutmuştur; insan, hayat,
yaşamamaktadır. İnsanın varlığı mutlak önündeki sıfır gibidir. Kadere bağlan
ma, kulluk, nihayet Allah'ın mutlak varlığı önünde dünyayı gölge saymadan
ibaret adî hayat tecrübesini aşan bir tasavvuf tecrübesi vardır ki, bu da gerçek
duygusunun yokluğu yüzünden insanın bulduğu bir firar (evasien) çaresidir.
Bu dünyada zaman yaşanmıyor. Zıt kuvvetlerin çatışması ve trajik his yoktur.
Kader önünde ezilme trajediyi siler. Şark, başlıca İslâm âlemi bir masal dünya
sıdır: "Binbir gece" den "M uhayyelât-ı Aziz Efendi"ye kadar bütün misaller,
Tanpınar'a göre, bu dünyada gerçekten mahrum bir fantezi havasının hâkim ol
duğunu gösterm iyor mu? Ben olsam kronolojik seyahatte biraz daha ileri gider
ve Abdullah Efendi’nin Riujnîarı'na kadar derdim.
Ahmet H am di'ye göre edebiyatımız Arap ve Fars edebiyatlarının tesiriyle
yoğurulmuştur; onlar devirlerini tamamladıktan sonra bu kafileye katıldığı için
geç kalmıştır, diyor. Fakat aynı şey Batı edebiyatı yoluna giren Türk şiiri ve ede
biyatı için de söylenemez mi? Örneklerimizi daima geriden, hattâ devrini kapa
mış olanlardan almıyor muyuz? Bu eğer büyük bir sakınca ise (Bu kelimeyi
Mamdi şüphesiz kullanmazdı), o edebiyatımızın bütün çağlan içinde, bugün
için de vardır. Tanpına/a göre edebiyatımız kendi dilinin bünyesine uymayan
bir vezni benim sem ek için asırlarca bocalamış durmuştur. Örneklerini taklitte
geç kalması da onu yormuş ve tecrübelerini adım adım tamamlamasına engel
olmuştur. Şiirimiz "m ısra" şiiridir: Bu, önceden hazırlanmış mücevherleri ve
malzemeyi işleyen bir kuyumculuk sanatıdır. Şiir bizde bir coşturma sanalı de
ğil, yalnız "bilen "lerin takdir ettikleri bir maharet halini almıştır. Kelime oyunu,
lâfız sanatı şiiri zaman zaman bilmece haline getirir. Saray asla cemiyeti yaşama
dığı için şiiri besleyemez. Bununla beraber halkın ve sokağın sesi Arap ve Fars
kültürleri baskısıyla doğmuş bu yapma dilde bazan şairin kulağına kadar gelir:
İşte öz şiiri ve feryadı, coşkunluğu yalnız o zaman buluruz. M inyatür nasıl renk
ve gerçeklik bakımından fakir ise, hah desenleri nasıl stereotype tekrarlardan
ibaretse, şiir de o havanın hükmü altındadır Eski edebiyatımızda nesir yoktur.
Çünkü nesir (yani tiyatro, roman, hikâye, hatırat ve fikir halinde bütün edebi
yat) cemiyetin ifadesidir. Sanatçı cemiyeti yaşamayınca nesir nasıl doğar? Vakıa
Tanpınar tam bu kelimelerle söylemiyor, fakat galiba bunu demek istiyor. Tarih
şuuru "kutsal tarih"in ötesine geçemez. Başka medeniyetler ve ülkelerden efsa
ne gibi bahsedilir. Yunan şiiri ye trajedisi, Lâtin nesri, antik dünyanın plastik sa
natları İslâm dünyasınca m utlak olarak bilinmemektedir. Kaderci dünya görüşü
trajik duygunun gelişmesine en büyük engeldir. Bunun için trajedi, dram, ro
D üşünü l’ B ir Ş a ir in E d e b iy a t T a r ih i • 1 6 7
man, hikâye, biyografi, hâsılı bütün edebiyat doğamamıştır. Şiir ise hiç bir za
man manzumeye (poeme'e) yükselememiştir.
İşte Tanpınar'm neşteri ile şerhedilen edebiyatımıza kuş bakışı. Bu tenkitler
serttir, acıdır, fakat birçok doğru noktaları vardır. Doğruyu söylemeden asla çe
kinmemeli. Zaten, yazara göre, bütün bu "y ok "lan n mühim bir sebebi de tenkit
yokluğudur. İşte bunun için onun kaleminden çıkan, kendi de dahil, Türk ede
biyatına ait tenkitleri toleransla karşılamalı ve bu derdin devasını aramalıdır.
Bütün bu tenkitler ve teşhisler bizim neslin kulağına yabancı değil. Yahya Ke
m al'in sohbetine devam edenler onlardan çoğunu sık sık dinlemişlerdir. Zaten
Hamdi Tanpınar da bazan onun adını zikretmiyor mu? Yalnız ayrıldıkları mü
him noktalar var. Ahm et H am di'ye göre bu kusurlardan birçoğu İslâm î dünya
görüşünden geliyor. Yahya Kem al’e göre, tam tersine, İslâm ve tasavvuf mede
niyetimizin, milliyetimizin temel sütunlarından biridir. Ahm et H am di'ye göre
aruz bize uygun değildir. Yahya Kemale göre biz aruzu çok iyi benimsedik,
Arapça'dan ve Farsça'dan ayrı ona millî bir çeşni verdik. O, bunu yalnız iddia
ile kalmıyor, eseriyle isbat ediyor.
Bana öyle geliyor ki, değerli şair ve romancının sezgiler ve buluşlarla dolu
olan kitabı okuyucuya birçok düşünceler ilham ediyor. Fakat daima neticeler
üzerinde duruyor ve sebeplere kadar giremiyor. Bu sanatçı sezgisi göz kamaştı
rıcı olsa da doğru değildir. Bunun için Batı cemiyeti ile Doğu cemiyetini karşı-
laşLırmah idi. Bu, onu sosyolojik bir araştırmaya götürecekti. Orada bütün sez
gilerinin ilk düğümlerini bulabilecekti. Augustin var da. Gazali yok mu? Gazali
hakkında hükmü pek dar ve netice olarak yanlıştır. Pascal'ı beğeniyoruz. Kay
nağı Gazali'dir. Bunu İspanyol bilgini Palacios Miguel Asin derin araştırmaları
ve metin karşılaştırm aları ile gösterdi. Gazali de, Augustin de birçok noktalarda
aynı şeyleri söylüyorlar. Tanpınar, Kelâmcılar serbest kalmamışlar, diyor. Dilleri
koparılan bir kısım filozoflardır. Kelâmcılar son zamanlara kadar rahatça konuş
muşlardır. Batı'da tasavvuf (mysticisme) yok mu? Maître Ekhardt, Jacob Boeh-
me, Newmann yok mu? Theosophe ve anthroposophe'lar bugün bile yetişiyor.
Tarikat derseniz, o da öyle! Hıristiyanlıkta kader fikri yok mu? Leibniz Fatum
M uhamm etanum 'dan bahsediyor ama, Calvin'de, Jansiniste'lerde, Bossuet'de
Predestination fikri hâkim değil mi? "A slî günah", Adem 'in cennetten tardı, in
sanın sorumluluğu halinde Kuı'anda yok mu? Peri masallarının Batı folklorun
daki yeri de küçümsenemez. Hıristiyanlığın ekamen de conscience'ına gelince
Hâris M uhasibî'nin adından başlayarak bütün eserleri bunun parlak şahididir.
Hıristiyanlık 1000 yıl Bizans'ta donmuş bir medeniyet bıraktı. Şark kiliselerinin
hali nedir? Afrika hıristiyanlığı ne seviyededir? Buna karşı Abbasî ve Endülüs
devrinin kültür canlılığı, Selçuk devrinin fikir canlılığı ve toleransını görmemek
için fazla miyop olmak lâzım! Bugünkü duruma, yani kültür çöküşünün netice
lerine bakıp sebepleri hakkında hüküm vermek doğru değildir.
1 6 8 • T ü iıp ın ar Üv:cı in e Y-.ızılnr
Eski hayatımızdan niçin bir trajedi, daha doğrusu sahne eseri doğmamıştır
diye sorm ak yerinde olur. Fakat bunun sebebini islâmhk - hıristiyanhk farkında
buhnak soruyu çözemez. Balı Ortaçağının "M artyre," "M iracle" denen dinî ti
yatroları vardı. Onlara karşılık İran'da "Kerbelâ" sahneleri temsil edilirdi. Bizde
"O rta oyunu" vardı. Neden bu sahneler yazılı bir dram ve komedi edebiyatının
doğmasını sağlayam adı diye sorulabilir. Bunun sebebini dinde buluverm ck güç
tür. Çünkü Batı'da da bu "M iracle ve "M artyr"ler yüzyıllarca tulûat olarak oy
nanmış, sonradan yazılmaya başlamıştır. Yunan medeniyetinden ilim ve felsefe
yi alırken plastik sanatları ve edebiyatı bırakmamız elbette bir eksiklikti. Fakat
Batı'da da Yunan'a dönüş'ün ancak 15. yüzyıldan sonra gerçekleştiği, ilim ve fel
sefenin Sicilya ve Hndülüs yolundan islâmlar ehyle ve arapçadan lütinceye çevi
rilerle elde edildiği biliniyor.
Meşrutiyet yıllarında "din mâni-i terakkidir" diyenlerin tezleri de bu idi.
Genel olarak bu sözün kültür tarihine aykırı olduğu meydandadır: Sosyoloji ve
kültür tarihi gösteriyor ki bütün toplum kurum lan dinden doğmuş olduğu gibi
güzel sanatlar, şiir ve edebiyatın ilk şekilleri de dinden doğmuştur. Bazı teokra
tik devlet şekillerinde râhip sınıflarının baskılan bu gerçeğin görülmesine mâni
olmamahdır. Özel olarak İslâmlık ve hıristiyanhğın karşılaştırılması da yanlış
olur. Abbasî devri, Türkistan kültürü, Anadolu Selçukluları zamanı ilim, felsefe
ve sanatta büyük eserlerin yaratıldığı devirlerdi. Sanal ve fikirde toleransı gör
mek için 12 nci yüzyıl Anadolusuna, Mevlânâ, İbn-i Arabî ve Şahabeddin Süh-
reverdî'ye bakmak yeter. Buna karşı aynı yüzyıllarda Avrupa'da karanlık devri
hâkimdi. İslâm medeniyetinin durması, Batı'nın parlamasının büsbütün başka
sebepleri var ki bunları burada incelemeye yazımız elverişli değil.
Tanpınafın düşünceleri bazı eski makaleleri hatırlattı: Cenap Şahabettini Sa
ray edebiyatının sübjektivism 'i ile halk edebiyatının objektifliğini, fakir de olsa
gerçeğe bağlılığını karşılaştırıyordu ve bence bu, büyük bir nisbette, haklı idi.
Divan şiirinin kökü olan İran sanatının sübjektivism'i arap, türk ve mogol ida
resinde bu ülkenin kendi realitesini kaybederek bir nevi kendinden kaçına (eva-
sion) içinde bulunmasından geliyordu. Türk sarayı ise, Tanpınaf m dediği kadar
gerçekten uzak değildi. Padişahların fermanları, mektupları bunu gösteriyor.
M inyatürümüzü İran'dakinden ayıran başlıca vasıf realism'idir.^ Malı desenleri
tekrar değil stilleştirilm iş sanattır. Yazı dekorasyon değil abstre resimdir.^ Şiire
gelince, az da olsa, sırf mısracıhk değil manzume bütünüdür: Bâkî'nin mersiye
sinde, N ev'î'nin bazı şiirlerinde. Yunus'ta, fakat başlıca Türk m imarlığında, Sü-
' Ş a h a b ettin , " ’l'ü rk e d e b iy a lın d a sem b o liz m ve re a liz m " fPeı/nıu-ı Snimh, 1918).
- S u u l K e m a l Y elk in , T ü rk Mm ı/ntiin'i (19,58-63'de A v ru p a’da k o n fera n s o la ra k v e rilm iş v e y a y ın la n -
m ışUr).
^ İsm ail I la k k ı B a lla c ıo ğ lu , Tfirklcrdc Yazı SniMİı, 1958.
D ü şü n ü r B ir Ş a ir in Etlebi^Mt T a r ih i * 1 6 9
leym aniye'de bu bütünlük güzelliğini görmemeye imkân var mı? Bunlar halı ve
kuyumculuk değildir. Bu büyük sentezleri yapan sanat dehasının ölçü olarak
alınması doğru olmaz mı? Masal dünyası ile insan iradesi ve kader arasındaki
trajedinin karşılaştırılmasına gelince, bu Batı ile İslâm dünyaları arasında değil
insanlıktaki mühim bir merhaleye ait olduğu için geniş ölçüde ele alınması ge
rekir.'*
Bu işaretlerim Tanpınar'ın eserinin ne kadar düşündürücü olduğunu göste
riyor. Bizde ilk defa bir edebiyat tarihi bu kadar düşündürücü olmuştur.
Bu kıt'anın ifade ettiği mânânın kültür ve medeniyet değeri bir yana, ikinci
mısradaki buhurdan kelimesi, bence Yahyâ Kemal'in türkçemizi nasıl değerlen
dirdiğini, Tanpına/ın tâbiriyle "eskı"den hangi noktada ayrıldığını ortaya ko
yar. Bu kelim e bir divân şâirinde veya klâsik edebiyat dilinin kaidelerine sıkı sı
kıya bağlı olan bir şâirde, burada kullanılışıyla hiç de hoş kabul edilmeyecek bir
zihaf hatâsı olarak telâkki edilecek, fakat ekseriyâ buhûrdan şeklinde ve burada
olduğu gibi fe'ûlûn vezninde değil, mefâilün vezninde kullanılacaktı. Kaidelere
riâyet edilince doğru olan da bu ikinci şekil idi. Fakat Yahyâ Kemal Türk halkı
nın kullandığı şekli seçiyor, klâsik şâirlerimizin aksine, söyleyişi vezne değil,
vezni söyleyişe uyduruyordu. lîilhâssa, Tanpınar'ın onun hakkında yazdığı ki
taptan öğrendiğimize göre, öm rüncc bu şiir dilini aramış ve bulmuştu. Bu yüz
den bir çok kelim e lûgattaki buhûrdan şekliyle değil halkın dilindeki buhurdan
örneğinde görüldüğü biçim de onun şiirine yerleşmişlerdi.
Yahyâ Kem al'in başucunda yatan Tanpınaı'm mezar taşında onun bütün fik
rî hayatını, belki de bir bakıma estetiğini veren şu beyit yazılıdır:
B e ş Ş e h i r ’i O k u r k e n • 171
Ne İçindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında...
Ne içimteyim zammını
Ne de biisbniün dışında
İnsanın yaşadığı zaman hayatı ise milletinki de tarihidir. Beynine bir neşter
vurularak hafızası yok edilen insan adı aynı kalsa bile o insan mıdır? Milletin
yaşadığı zaman, yani tarihi hangi neşterle yok edilebilir? Böyle bir şey olsa bile
adı aynı kalmakla beraber millet aynı millet midir? Kendimiz olarak yaşamak
tan bizi utandıran ne olabilir ki, mâzinin, daima mevcut olduğu gerçeğini unut
maya o kadar gayret ettik?
Beş Şehir, işte bu beyhûde gayretin mânâsızhğını, hiçliğini, ne kadar zalimce
olduğunu ortaya koymaktadır. Onda kendimizi bütün güzel, değerli, gurur ve
rici yönleriyle buluyor; yeniden, ama apayrı bir hesaplaşma ve anlaşma ihtiyacı
duyuyoruz.
Yahyâ Kemal, çok eski yazılarından birinde, "Hzansız Sem tler"de bir sabah
ezanıyla kendisine dönüşünü anlatır ve ezan sesini tanıdığı için onun çağrısına
uyduğunu, halbuki ezansız semtlerde doğanların böyle bir imkândan mahrum
olduğunu ifâde ed er O zamanlar I lamdi Bey henüz fikir ve san'at meydanında
yoktu. Yahyâ Kem al'den en az çeyrek asır sonra, üstadı ve hocası olan bu büyük
adamın duyduğu çağrıya koşar. Çağıran bu sefer Yahyâ Kem al'in hafızasında
kalan ezan sesi değil, milletimizin maddî ve manevî hayatını yapan bir takım
unsurlardır, kendi ifadesiyle, Anadolu'yu dolduran Selçuk eserleridir, Süleymâ-
B e ş Ş e h ir 'i O k u r k e n • 1 7 3
Gültekin Sâmanoğlu, yeni çıkan bu dergi için, ölümünün 10. yılı dolayısıy
la, Tanpınar hakkında bir yazı isteyince, aradan geçen zamanın akışına hayret
ellim. Biz onu sevenler ve İstanbul Üniversitesi Kdebiyat Fakültesi'nde hemen
her gün eserleri içinde yaşayanlar için Tanpınar, ölmüş değil, uzak bir yerlere se
yahate çıkmış hissini verir. Gerçeklen de aramızdan eksilen onun sadecc vücu
dudur. Duygusu, neş'esi, fantezisi, zengin düşünce ve hayalleri ile o, eserlerin
de bugün de dipdiridir.
1939 yılında mezun olduktan sonra. Ü niversite'de asistan olarak kaldım ve
o yıl Üniversite'ye Yeni Türk Edebiyatı Profesörü tayin edilen Tanpınar'm asis
tanı oldum, Tanzimat'ın 100. yıldönümü dolayısıyla, İstanbul Edebiyat Fakülte
si'nde bir Tanzimat Edebiyatı Kürsüsü kurulmuş ve başına isabetli olarak Tan-
pınar getirilmişti.
Dört yıl Prof. Fuad Köprülü ve Prof. Ali Nihad Tarlan'dan ders okumuştum.
Köprülü, Türk edebiyatını Destanlar devrinden alarak Tanzimat'a kadar getiri
yor. Tarlan, Divan edebiyatı metinleri şerh ediyordu. Bu iki büyük hocadan da
çok faydalanmış, fakat hâlis edebiyat hakkında canlı bir fikir edinememiştim.
Tanpınar, şâir, romancı ve hikayeci idi. Batı edebiyatını, tarihi ve güzel sanatları
çok iyi biliyordu. Onun yanında çağdaş edebiyat ve m edeniyetin derinliklerine
daldım. Ölüm üne kadar, yirmi yıldan fazla, hemen her gün saatlerce konuştuk,
düşündük, araştırma yaptık. Bir gün bile ondan bıkmadım. Bitmez tükenmez
bir tecessüsü, okuma iştihası, konuşma şevki ve her an yeni nükte yaratma gü
cü vardı. Sıcak bir şahsiyeti, neş'eli bir mizacı, üstün insan m eziyetleri vardı.
Tanpınar ile beraber ve Tanpınaı^dan sonra, son çağ Türk edebiyatı tarlasını
her gün süren birisi olarak, tam bir inançla diyebilirim ki, geniş kültüre sahip
A h m e t H am d i T a n p if ia r v e G ü z e l E se rin Ü ç T e m e li • 1 7 5
1 lalid Ziya, H alide Edib, Yakup Kadri, hatta hocası Yahya Kem al dahil, Tanpınar
kadar çok okumuş, okuduklarını şahsiyetine sindirmiş başka bir Türk edebiyat
çısı yoktur. Yalnız Peyami Safa kültürünün genişliği bakımından onunla boy öl
çüşebilir. Fakat Peyam i Safâ'da Tanpınar'da bulunan tarih ve plastik sanatlar
zevki yoktur.
Bugün, kültürünü derinleştirmek isteyen bir Türk gencine tavsiye ettiğim
şahsiyetlerin başında Tanpınar gelir. Onu dikkatle okuyan enginlere açılır ve da
ha ötelere gider. Zira Tanpınaı'ın başlıca özelliği, kendisini okuyanları iyi bir
rehber gibi, büyük kaynaklara, tarihe, tabiata, sanata ve Tann'ya götürmesidir.
Tanpınar sadece iyi bir şâir, romancı ve hikayeci değil, iyi bir tenkidçidir de.
Onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile Edebiyat Üzerine Makaleler'i her Türk ede
biyatçısının hiç bir zaman vazgeçemeyeceği eserlerdir. Bir yığın fikir ve dikkat
le dolu olan yazılarında Tanpınar'ın ısrarla üzerinde durduğu üç kavram vardır
ki, bunlar ona göre güzel edebî eserlerin temel unsurlarını teşkil eder. Bunlardan
birincisi Dil, İkincisi Hayat Tecrübesi, üçüncüsü M ükemmeliyet'dir.
Edebi eser, dil ile vücuda geldiğine, dile dayandığına göre, Tanpınar'ın en
başta buna ehem m iyet vermesi gayet tabiidir.
Tanpınar günlük hayatta kullanılan kelimelere inanır. Dilde onun için mü
him olan, kelimelerin menşei değil, millet tarafından kullanılır olmasıdır. Tarih
ve geleneğe büyük değer veren Tanpınar, edebî eserlerde kullanılan kelimeleri
de zevkle kullanır. Onun şaheserleri olan Beş Şehir ile Huzur, hayatı ve kültürü
inkâr etmeyen olgun bir dil ile yazılmıştır. Yahya Kem al'in, H alide lEdib'in, Ya
kup Kadri'nin, Reşat N uri'nin, Peyami Safa'nın, Sait Faik'in kullandıkları dil...
Kim türkçeyi bu büyük sanatçılardan daha iyi kullandığını iddia edebilir? Tan-
pınar, onlarla beraberdir.
Tanpınar, bir yazarın, hayatı en iyi kendi şahsiyetinde idrak edeceğine ina
nır ki, bunda da haklıdır. Biz başkalarını dışardan görürüz, kendim izi ise içten
tanırız. Edebiyatın ham malzemesi, duygular, ihtiraslar, rüyalar, gözyaşları,
üzüntüler, ümitler ve korkular değil midir? Biz bunları ancak kendi benliğimiz
de, bir de çok yakınlarımızda tanıyabiliriz. Başkaları hakkmda söylediğimiz her
şey sathi ve gıyabidir. Tanpınar, edebiyatçıya mistikler gibi, "kendine bak, ken
dinde bütün insanlığı ve Tanrı'yı bulursun" der.
Fakat insan kendisini muayyen bir kültür seviyesine ulaşmadan tanıyamaz.
Zengin bir lügati yoksa, söyleyecekleri birkaç basit kelimeden ibaret kalır. İnsan,
insanlığın büyük eserlerinde kendisini bulur. H er insan kendisinde bütün insan
lığı taşıdığı gibi, bütün insanlıkta da kendisinden önee yaşanmış, tasvir ve tah
lil edilmiş, kendisininkine çok yakın ruh halleri keşfeder, Beş Şehir ve Huzur'u
okuyanlar Tanpınar'ın hayat ve şahsiyetinde kültürünün tuttuğu geniş yeri gö
rürler.
1 7 6 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y hüiIuv
Huzur, Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkm,
bir erkeğin bir kadma olan aşkmm romanı da değil, iç içe iki aşkm romanı, bir
birini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, N uran'a olduğu kadar, İstanbul'a
da âşıktır. Huzur'da İstanbul sadece bir güzel şehir, roman kişilerinin içinde ya
şadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. N e diyor
du Beş Şehir'de Ahm et Hamdi Tanpınar: "İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok se
vilmiş bir kadın gibi sevilir. Yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle
çıldırarak." Mümtaz da şöyle der: "Birbirim izi mi, yoksa Boğaz'ı mı seviyoruz?"
(Huzur, Tercüman'ın 1001 Temel Eser Dizisi,’ s. 187). "... arhk ne İstanbul'u, ne
Boğaz'ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bu
lamazdı." (s. 188) Böyle bakar Tanpınar İstanbul'a; bunun için de anlattığı çev
relerin roman kişilerini açıklamaya yarayıp yaramadığına, romanda bir öğe ola
rak görevleri olup olmadığına bakm az; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İh
san gibi anlatır İstanbul'u. Ama ne güzel anlatır... Tevfik Fikret'in "fâcire-i
dehr"i, üzerindeki yüzeysel çirkinlikleri, sefillikleri Tanpına/ın romanında birer
birer soyunarak özündeki güzelliği, tarihle tabiatın sarmaş dolaş olduğu o eri
şilmez uyumu gözler önüne serer. Tanpınar, dünyanın en güzel "striptiz"ini
yaptırır İstanbul'a. Ve biz onun gözüyle Beyazıt'ı, Sahaflaı'ı, Bitpazan'nı;
Huzur dört bölüm. Birinci bölüm, Mümtaz'ın amcasının oğlunun adını taşı
yor: "İhsan". "Bir ayağı sakat, çiçekbozuğu, gözlerinin içi gülen bir adam." (s.
33): M üm taz'm ilk izlenimi budur. İhsan hakkında ufak tefek bilgiler veren bu
bölüm (İhsan'ın asıl kişiliği sonraki bölümlerde ortaya çıkar), gerçekte, Müm-
laz'm çocukluk yıllarını, kişiliğinin oluşmasında etkisi olan olayları, İhsan'la
karşılaştıktan sonraki fikrî gelişmesini anlatır.
Roman, 1938 yılında, bir "ağustos sonu sabahı" (s. 16) başlar. Sonra, 19. say
fada, bir geriye dönüşle M üm taz'ın çocukluğu anlatılır. M ümtaz, çocukluğunda,
savaşın dehşetini yaşamış, vurulan babasının ve kısa bir süre sonra ölen annesi
nin ölümünü görmüş, mahzun, yalnızlığı ve hayal kurmayı seven bir çocuk...
"Bir faciayı bir roman gibi ve tesiri daima taze kalacak bir yaşta yaşam ıştı" (s.
37).
Tanpınar, okurunun merakını uyandıracak birtakım ip uçları verir bu bö
lümde; Çehov'un bir sözünü anarak söyler.sek, ilerde patlayacak tüfeği şurasın
dan burasından gösterir. Sözgelimi Nuran'ın adı ilk defa 17. sayfada geçer:
"M ümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden birinde, N uranİa
dolaştığını, Kocam ustafapaşa'yı, Hekimalipaşa'yı gezdiklerini düşünüyordu."
Sonra, beş-altı defa daha Nuran'dan söz edilir; okur, bir sonraki bölüm e hazır
lanır. Ve birinci bölüm, N uran'ın boşanmış olduğu kocası Fahir'le barıştığı habe
riyle biter: "Yarın İzmiı^e gidiyorlar. Nikâhları orada olacak." (s. 64). Tanpınaı^ın
bu bölümde anlattığı bir köylü kızı vardır, birkaç satırla bir insan gerçeği ancak
bil kadar ustalıkla çizilebilir.
Birinci bölümde, ayrıca, patlamak üzere olan savaş karşısında Mümtaz'ın
duyduğu dehşet, İhsan'ın hastalığıyla büsbütün sarsılışı, romanın sonunu hazır
layan ruhsal durumlar (46. ve 52. sayfalarda M üm taz'ın çıldırmanın eşiğinde ol
duğu sezdirilir), M üm taz'ın bezginliği ve ölüme bir "kurtuluş" (s. 58) diye bak
ması belirtilir.
H uzur • 1 7 9
"N uran" admı taşıyan ikinci bölüm şöyle başlar: "Bu, dünyanın en basil,
âdeta bir cebir muadelesini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesidir. / Müm-
taz'la Nuran bir sene evvel, bir Mayıs sabahı Ada vapurunda tanışmışlardı." (s.
66 ).
Yahya Kem al'de olsun, Tanpınafda olsun, Ahm et M uhip'de olsun, yazdır
aşkların mevsimi. "Rüya gibi bir yaz" (Y. Kemal) anlatır Tanpınar... Tanpınaı'ın
şiirlerini bilenler sık sık unutulmaz bir,"yaz"dan söz edildiğini hatırlayacaklar
dır:
lanan kadın değildi. Mer şeyden evvel çok iyi arkadaştı. Garip bir anlayışı, gü
zel şeyleri bilerek tadışı vardı. Musikiden iyi anlıyordu." (s. 129) Bu, M ümtaz'ın
N uran'a bakışıdır. Bu da N uran'ın M ümtaz'a bakışı: "Çünkü sevdiği adamın
düşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığı yapmak aşkın bir nev'iydi. (...)
Genç kadının M üm taz'a karşı olan sevgisinde annelik hissi, aşk, hayranlık ve bi
raz da minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahlil etmişti. Beni keşfetti...' diyordu."
is. 166).
Tanpınar, aşkı, çoğu romancının yaptığı gibi, günlük hayatın ayrıntıların
dan, çevreden soyutlayarak, sadece bir kadınla bir erkeğin bağım sız ilişkisi ola
rak anlatmaz. Aşk, Tanpınaı'da, soyutlanmış bir duygu değil, günlük yaşama
nın bir parçasıdır. N uran'a "İcIâl realist romancılar gibidir. Günlük şeylerden
başkasından bahsetm ez." (s. 98) dedirterek "realist romancılar"a biraz yukardan
bakan Tanpınaı'ın Huzur'da en başarılı olduğu yerler "günlük şeyler"in anlatıl
dığı yerlerdir. Huzur yazılmasından yirmi dört yıl sonra hâlâ zevkle okunuyor
sa "günlük şeyler"in başarıyla anlatılmasına borçludur bunu.
İkinci bölüm hep o mutlu yazı anlatır. Mümtaz, İstanbul'un güzellikleri, be
lirli bir kültür düzeyi, bir geçm iş sevgisi içinden bakar aşka. M üm taz'ın ruhsal
çözümlemelerinde Tanpınaı'ın ulaştığı başarı, Türk romanının yüzünü ağartan
bir başarıdır. Bu bölümde M üm taz'ın geçmişi değerlendirişini, kimi sorunlara
bakışını da görürüz.
Tanpınar, bu arada, ikinci derecedeki roman kişilerini bir-iki cümle içinde,
şaşırtıcı bir ustalıkla çizer. İşte Adile: "Yalnızlıktan korkardı, yalnız kalmaktan
k ^ t u ğ u için, tanıdığı insanların kendisine muhtaç olmamaları onu çıldırtabi-
lirdi." (s. 75). İşte N uran'ın kızı Fatma: "Kız çok güzeldi, fakat garip bir hırçın
lıkla bu güzellik kaybolm uştu." (s. 77). İşte Sabih: "Sabih'in fikri olmasına lü
zum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem
gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o
gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer." (s. 132) Tanpınaı'ın bu ala
bildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki "optik kaydırm a"yı düşü
nüyorum; kalem iyle yapıyor Tanpınar bu işi: "Uzaktan gözle ayırt edilemeyecek
bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir optik kaydırma bu varlık, du
rum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne serer ve çarpıcı bir etki ya
ratır." (Nijat Özön). Tanpınar bilincindedir yaptığı işin: "Ah, bu küçük teferru
at... iki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat..." (Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, s. 266)
Yazın bitm esi sanki M üm taz'la Nuran'ın aşklarının da sona ermesidir: "Teş
rin ortalarına doğru saadetleri yavaş yavaş gölgelenmeye başlam ıştı." (s. 190)
"(M ümtaz) Yazı masasını, lambayı, kitaplarını düşündü. Plaklarını gözden ge
çirdi. Hepsi can sıkıcıydılar. Hayat, çok defa bir şeye asılmakla kabildir. Genç
adam bu mucizeli bağlanışı hiç bir yerde bulamıyordu." (s. 205)
H uzur • 181
Üçüncü bölüm "Suad"dır. Suad'ın, "Evet, bir adımda eski, yeni r e varsa
hepsini silkip fırlatmah. Ne Ronsard, ne Fuzulî..." (s. 82) dediğini biliyoruz; bu
sözler, onun kişiliğine ışık tutar. Birtakım sosyal sorunların tartışıldığı bu bö
lümde uzun uzun bir musiki gecesi anlatılır. Ve Suad'ın bir Dostoyevski kişisini
andıran kişiliği belirtUir. İhsan, Suad için şöyle der; "Dostoyevski Suad'dan sek
sen sene evvel bu azabı çekti. (...) Suad'ı itham etmiyorum. Fakat onun mesele
lerinin, kendi günümüzün çerçevesine giremeyeceğini söylüyorum ." (s. 273)
Nuran'ın M üm taz'dan uzaklaşır gibi olması. Adile ve Yaşar çevresinde ge
çen geceler. M üm taz'ın acılan, "yarı vakitlerini yazı hatırlam akla" (s. 296) geçir
meleri ve sonunda Suad'ın bir Dostoyevski romanından çıkıp gelmişe benzeyen
davranışı; M üm taz'ın evinde kendini asarak N uran'la M üm taz'ın aşkına son
darbeyi indirmesi...
İhsan, Suad için, "kendisine göre bir cazibesi, bir nevi zekâsı olduğu muhak
kak. Ama nereye sarfedeceğini bilmeyen takımdan," diyordu (s. 215); bu yargı,
uzaklan uzağa, Stavrogin'in intiharından önce yazdığı mektuptaki bir cümlesi
ni hatırlatıyor: "A m a gücümü uygulamam için gerekli alanı seçemedim ve hâlâ
seçmiş değilim ." Ne var ki Dostoyevski'de intihar; topluma bir başkaldırma bi
çimidir; başka türlü bir şey yapm ak imkânı olmayan insanın kendini yok etme
si biçiminde ortaya çıkan bir kafa tutma, bir protesto biçimi. Stavrogin'de sosyal
anlamı olan bir hareket, Suad'da bireysel kötülük biçim ine dönüşüyor. Nedeni
açık: Suad'ın intihan bir "çeviri intihar" olmaktan öteye gidemiyor!
Nuran, M üm taz'la evlenecekleri gün gördüğü bu sahne karşısında yıkılır,
alır başını Bursa'ya gider. Suad, yaşarken yapamadığını kendini öldürerek yap
mıştır. "(M ümtaz) Nihayetinde Suad'ın da artık kendisini bırakmayacağını,
onun da realiteleri arasına girdiğini anladı." (s. 305) Ve romanın 66. sayfasında
başlayan geriye dönüş 306. sayfada biter.
Dördüncü bölüm "M üm taz"dır, ilk üç bölümün "m uhassala"sı olan M üm
taz. M üm taz'da Suad saplantısı ve ruhsal dengesizlik başlar. N uraıı'ı kaybetmiş
tir; "H uzuru N uran'da değil, içimde aramalıyım. Bu da ancak feragatla olur,"
der. (s. 322) Savaş üzerine arkadaşlarıyla yaptığı konuşma... Doktorla konuşma
ları...
M üm taz, N uran'ı kaybederse çıldıracağını daha 166. sayfada söylemişti. Ro
man boyunca Tanpınar, arada bir, bu çıldırma üzerinde şöyle bir durup geçiyor
du. Ve M üm taz, N uran'ı kaybetmiştir. Mümtaz için delışet verici olan ikinci şey,
savaşın başlam ası, kitabın son sayfasında gerçekleşir; "Yan pencerelerden birin
de bir radyo, Hitle/in o gece verdiği hücum emrini tekrarlıyordu." (s. 356) İhsan
da iyileşmeye başlam ıştır; yani M üm taz'ı ayakta tutmaya yarayan sorumluluk
duygusu da dayanağını yitirmiştir. Tanpınar, artık huzur içinde, istediği sonuca
ulaşabilir: M üm taz çıldırır.
1 8 2 • T anp ın v ır Ü z e rin e Ynzılur
Tanpınar'm kendine özgü bir anlatımı, bir üslûbu var. Bu kendine özgülük
belki gereğinden de fazla belirgin; çünkü giderek roman diliyle çelişir duruma
düşüyor. Romanda dil, okurla roman arasına girmemeli. Oysa Tanpınaı^daki üs
lûp kaygısının sahnede "rol çalan" bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna
oyunun bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor. Üslûp kaygısı, kişileri,
olayları izlem eyi güçleştiriyor. "Şairane" söz etmek merakı roman üslûbuyla
bağdaşmıyor. Şu örneklere bakın: "M acide yumuşak ve taze çimen rüyası sesiy
le cevap verdi." (s. 14); "Yosun bakışlı uçurum " (s. 28); "Etrafa çöken hüznün, o
hatıra renkli ışığı" (s. 51); "Beyaz bir rüyayı andıran yüzünü" (s. 68): "Aydınlı
ğın bütün sazları güneşin veda şarkısını söylemeye hazırlanıyordu." (s. 114) vb...
Tanpınar, hızını alamıyor, şiirlerinde kullandığı kimi dizeleri de cümlelerine so
kuşturuyor: "Bir masal meyvasının yarım dilimine benziyordu." (s. 163. Bkz. Şi
irler, Yeditepe Yayınlan, 1961, s. 34); "Anları birleştirip düz ve yekpare zaman
kurabildiğim için!" (s. 217. Bkz., a.g.e., s. 7) (Böyle bir yazarlık zaafı var Tanpı-
nar'da; kimi söz "buluş"larına pek hayran, onları tekrarlamaktan alamıyor ken
dini. Sözgelimi "Yaz Yağmuru" adlı hikâyesi şöyle biter: "H ayatına bütün mü
dahalesi kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gidem iyordu." Bir başka
romanında da. Saatleri Ayarlama Enstitiisü'nde, 145. sayfada şu cümleyi okuyo
ruz: "Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü ya
şayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanla
rın arasına gidiyordum ." Bir karikatüristin daha önce çizdiği bir karikatürdeki
çizgileri tekrarladığını düşünün; Tanpınaı^ın bu tutumu onu hatırlatmıyor mu?
Oysa sanatçı, yalnız başkalarından değil, kendinden de "inühal" yapmaz.)
Şairane ve süslü söz etmek merakı roman kişilerinin konuşmalarına da za
rar veriyor. Büsbütün ayrı bir kişilikte olan Suad bile, bir bakıyorsunuz, "Bir çin
gene bize çiftenârasıyla gül yüzlü fecri gecenin içinden yavaş yavaş tulumbadan
su çeker gibi çekti," deyivermiş! (s. 259) Mümtaz, "Aşk... Hayatın gülümseyen
yüzü" mü dedi, N uran'ın cevabı "Ayın çamaşırları yıkanıyor"dur (s. 168). Bü
tün romajı kişilerini aynı biçimde konuştxırmak, Kemal Tahir’de olduğu gibi,
Tanpınar'da da hemen göze çarpan bir kusur.
Bir de "felsefe yapm ak" ya da 'l^üyük lâf etm ek" merakı var Tanpınaı^ın, fe
lâket! Öyle cümleleri var ki okurken insanın tüyleri diken diken oluyor. Sözge
limi güvercinleri anlatırken, "Oburluklarına, insan sevgisini fazla istismar etme
lerine rağmen, güzel şeylerdi. Bilhassa insana itimat etmeleriyle güzeldiler" mi
dedi, bırakm ıyor burada, roman için gerekli bu iki satırdan sonra şu gereksiz do
kuz satın yazmaktan alamıyor kendini: "İnsanoğlu böyleydi; kendisine emniyet
H uzur * 1 8 3
II
Resmî ideolojik görüş, maddî şartlara yani ekonom ik ve sosyal şartlara do
kunmadan, Türk toplumunun doğu medeniyetinden batı medeniyetine kolayca
geçeceğini ileri sürer.
Bu amacı gerçekleştirm ek için, emir vererek ve otoriteyi seferber ederek üst
yapıda değişiklikler yapmaya kalkışmanın yeterli olduğunu sanır. Resmî ideolo
jik görüş açısından, insan, belli bir toplumda ve belli m addî şartlar içinde yaşa
yan, bu maddî şartların oluşturduğu manevî bir dünyaya organik olarak bağlı
bulunan bir fert değildir; emir yoluyla veya taklit mekanizmasıyla dünyasını
değiştirebilecek bir m akina-insandır
Oysa iş bu kadar basit değil. Bizde görüldüğü gibi, büyük kültür ikilikleri ve
yırtılışları söz konusu olduğu zaman, geçmişle, her açıdan hesaplaşmak gerek.
Yani hem m addî (ekonomik) şartlar hem de manevî değerler bakımından bir he
saplaşmaya ve aşma hareketine girişmek zorunlu.
"D ebussy'i, Wagne/i sevmek ve Mâhur Besteyi yaşamak, bu bizim lalihi-
m izdi," diyor Tanpınar. (H. s. 127).2 Bu ikiliğin köklü bir atılışla ve bir sentezle
aşılmadığı her yerde kültür yokluğuyla, taklitle, içi boşalmış bir dünyayla ve bu
dünyanın insanlarıyla karşılaşmak kaçınılmaz bir şey. Tanpınar, kültür yokluğu
nun, yani sentez eksikliğinin; taklitten doğan zavallılığın özünü yakalamış. Yakın
tarihimizin Tanzimat ve İkinci M eşrutiyet gibi en önemli tarihî olaylarındaki bu
eksikliği ve taklitçiliği; kişilerde ete kemiğe bürünmüş olarak, yani romancının
gerçek ödevi olan somutlamalarla ve ayrıntılarla vererek eleştiriyor:
"Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğün
de çehresini tamamlayan Tanzimattı.
"Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çahnmış neşesiyle yaşıyordu. Yaşar Bey daha
ziyade, İkinci M eşrutiyetti; onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizm
leri, küçük aşağılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerini bir başkasının
alışı gibi dolduran silkinişleri, hülâsa en coşkun heyecanla hiç kım ıldamaya im
kân bırakm ayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardı." (H. s. 142).
- Ebuzziya merhum, bizim gençliğimizde bir takvim çıkarırdı. Bilmezsiniz
ne acayip şeydi. Frenkçeden tercüme yemekler, Beyoğlu lokantalanndan satın
alınmış ariyet reçetelerle doluydu. İki üç nüshasını görünce hiddetimden çıldır
dım ." (H. s. 141).
"Tanzimat mimarisinin zevksizliği." (B. s. 185).
I
■ Tanpınar’a göre, kültür ikiliğinin ve yırtılışının aşılması, yeni bir yaşama ve
değer sisteminin getirilmesi, yani gerçek bir sentezin yapılması sadece fikir plâ
nında ve manevî dünyada gerçekleşecek bir şey değil. Tanpınar, üstyapıyla iliş
kili bu sorunların alhnda m addî şartların ve üretimin yattığını sezmiş.
Ancak üretimin, yeni çalışma şartlarının ve bunlardan doğacak bir yaşama
şeklinin, bu ikiliği, çatışmayı, yırhlışı ye taklidi aşabileceğini açıkça söylüyor:
1 9 0 • T a n p ııiü r Ü z e rin e Y azılar
"Sonra senin iyi dispanserler, hastaneler dediğin şeyler kolay iş değil. Hep
si, arkalarından tam bir istihsal, refaha yakın bir hayat, çalışma hızının, yalnız
onun getirebileceği bir ahlâk ister. Benim şartların değişmesi dediğim de bu
dun" (H. s. 173). "B ir şeyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek, bu işsizle
re iş biilmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mâzi artığı halinden çıkarm ak."
(H. s. 155). "İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar. Yaratmanın hızı, onla
rı içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir
ahenkle işliyor... Hiç bir şey kendi alınteri kadar insanı tatmin edemez. Çalışan
insan, kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kâinata nakleder. Haya
tın biricik nizamı, bu ahengin kendisi olmahdır... Ona (milletimize), içinde ken
disini gerçekleştirecek büyük, planh bir iş hayatını açmak lâzım. (B. s. 65-66).
II
Üretim, emek ve ekonomik şartlar Tanpınaı^ın gözünde manevî dünyanm
yaratıcı ve aşıcı bir şekilde yenilenmesinin, senteze ulaşmasının temelinde bulu
nan gerçekler. Yazar ileriye dönük düşüncelerinde kullandığı bu kavramları,
geçm iş olayları açıklarken de birer ilke olarak ele alıyor ve uyguluyor. Erzu
rum'dan söz ederken "servetin ve çalışmanın bulunduğu yerde İçtimaî nizam
kendiliğinden doğar" dedikten sonra, ahiliğin ve zanaatkâr zümresinin bu şeh
rin hayatında oynadığı önemli rol üzerinde duruyor.
Tanpınaı^ı şiirlerinden tanıyan, bu yazarı; "sağcıların" iddialarına ve "ileri-
ciler"in suçlayıcı sükûtuna dayanarak değerlendirmek zorunda kalan okur ba
kımından bu açıklam aların şaşırtıcı olduğunu biliyorum. Ama yazarımızın ro
manlarındaki ve fikir yazılarındaki hakikat gerçekten şaşırtıcı. Nitekim, Tanpı-
nar, İstanbul'un eski hayatını ve bu hayatın değişikliğe uğrayışını da, üretim, za
naatkârlık, dünya ticareti, vb. gibi ekonomik ve sosyal kavramları kullanarak
açıklıyor:
"...İstanbul gerektiği gibi düzenlenmesi zaman isteyen bir istihsal hayatıyla
geçinmeye başladı. Kısacası, büyük müstehliklerin şehri, küçük müstahsilin şeh
ri oldu. Yarınki İstanbul, bu istihsalin şartlarına, şekillerine bağlıdır." (B. s.l49).
"Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve im paratorluk müessesesi bu iki
mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir İktisadî şartlar bütünü
vardı." (B. s. 150).
"Bir yandan İktisadî şartların değişmesi, öbür yandan bu zevkin kalmama
sı, dışarıdan gelen bir yığın yeni modanın ve hasretin her gün bizi birbirimizden
ayırm ası..." (B. s. 157).
Tanpınaı'ın Osmanh İmparatorluğunda servet birikim inin Batıda görüldü
ğü gibi gerçekleşmediğini açıklarken şunları söylemesi de ilgi çekici: "Ölen ve
T îin p iıv .ır ü z e r in e N o tla r • 191
ya öldürülen devlet adam lannm mallarına el koyma usulü yüzünden servet bir
türlü toplanam ıyordu." (B. s. 196). Bu açıklama, Engels'in şu sözlerine şaşılacak
derecede uygun düşüyor: "Gerçekten de, hpkı bütün öteki doğu egemenlikleri
gibi, Türk egemenliği de, kapitalist toplumla uzlaşmayacak bir şeydir. Çünkü el
de edilen artık-değeri, zorba-valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden
kurtarmak imkânsızdır. Burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartının, yani
tüeearın ve mahnuı emniyet altında bulunmasının söz konusu olmadığını görü
yoruz." (Nene Zeit'de 1890'da yayınlanan "D as Ausvvartige Politik des russichen
Zarentum " adh m akaleden). Bu arada, Osmanlı İm paratorluğu'nda mal ve mül
kün en sonunda, zorba-valiler ve gözü doymaz paşalar tarafından değil m erke
zî yönetim tarafından alındığmı belirtmek gerekir. Engels, temel bir olguyu doğ
ru olarak gözlediği halde ayrıntıda yanılmış.
yal ve Larihî gelişimi, praksisin gelişme aşamalarına bağlı olarak açıklayan bi
limsel görüşe yaklaşıyor. Edebiyat alanında, İnsanî dünyaya (insanın duygu ve
düşünce dünyasına) tasarruf edişte, ayrıntıya ve derine inmeyişin sonucu ola
rak, Doğu ve Batı hikâyeciliği (ve genellikle roman) arasında köklü bir fark ol
duğunu söyleyerek iki medeniyet çeşidiyle ilgili genel düşüncelerini özel bir
alana yani edebiyata da uyguluyor.
Tanpınaı'a göre, İnsanî dünyaya derinlemesine tasarruf edemeyen Doğu, za
man ve mekândan sıyrılan; ayrıntıya ve somuta inemeyen bir hikâye (aynı za
manda roman - eğer Doğu'da roman söz konusuysa) ortaya koymakla yetinmiş
tir. (Bu görüşü, yüzyıllarca önce Japonya'da yazılmış ve roman türünün ilk ör
neği olarak kabul edilen "Prens Gcnji"; “Makamat"; “Binbir Gece Masallar}" gibi
yakın-doğu ürünleri; "Satyricon" gibi Lâtin klâsikleri ve çok daha yeni olmasına
rağmen bizdeki "Hikâyc-i Tayıjarzâde" ya da "Muhayyelât" gibi eserlerle karşılaş-
ürarak irdelemek gerekir). Batı ise tasarruf tarzının farklı oluşundan ötürü, so
muta inen, ayrıntıya önem veren, tek tek varlıkların yani tikelin üzerinde duran,
kişinin bilincinde ve içebakış yönteminde kaynağını bulan hikâye türüne (ve ta
biî romana) ulaşmıştır. Tanpınaı^ın ileri sürdüğü görüşün doğruluğu üzerinde
tartışılsa bile (üslelik bu görüş, kapsayıcı ve eleştirici bir araştırma yapılmadık
ça, ilk ağızda doğru görünmektedir), genel düşünceleri ile özel bir konu hakkın-
daki ileri-sürüşleri arasında, bizde pek rastlanmayan m antıkî bir ilke-sonuç iliş
kisi kurmuş olduğunu kabul etmek gerekir.
Ç atışm a ve A şm a
"N e şarka, ne garba, ne falana feşmekâna bağlıyım;
bize bağlıyım "
Mahur Beste, Ülkü Mccmunst (17. tefrika)
İki ayrı dünyanın yani Batı ile Doğu'nun, yeni ile eskinin çatıştığı yerde,
bunlardan sadece birini seçerek çözüm yolu bulunacağına inanm ıyor Tanpınar.
Yeni bir yaşam a tarzının, dolgun ve anlamlı bir hayatın, sadece geçmişe ve de
ğerlerine dönüşle ya da sadece yeninin yüzeyinde kaîan bir taklitle değil, eko
nomik ve sosyal şartların köklü bir değişime uğratılmasıyla; manevî dünyanın
ve kültürün, eski ve yeni unsurları kapsayan bir senteze ulaştırılmasıyla m üm
kün olacağını ileri sürüyor. Bu, Tanpınar'ın, üzerinde önemle durduğu ve çeşit
li şekillerde dile getirdiği "aşm a" (Almanca: Auflıebung, Fransızca: depasse-
ment) fikridir. Yani, ister ekonomik ve sosyal hayatta, ister fert ve kültür dünya
sında olsun, gerçek yeniliğin, ancak eskiye dayanarak, onu hem olumsuzlayıp
(inkâr edip) hem içinde eriterek yüksek bir düzeye çıkarması şartıyla, yani diya
lektik bir süreçle gerçekleşebileceğini düşünüyor. Bundan ötürü, Tanpınar, eskiyi
T ıın p ın a r Ü z e rin e N o tla r • 1 9 3
Sımf Sorunu
I
Ekonomik ve sosyal şartlara verdiği önem e, maddeci bir tarih ve kültür fel
sefesine yaklaşm asına rağmen, Tanpınaı'ın tam anlam ıyla bilim sel bir görüşe
ulaştığı; düşüncesiyle, duygu dünyası ve sanatı arasında sağlam bir lutarlıhk
bulunduğu söylenem ez. Bunun belli başh nedenlerinden biri, Tanpmai'ın iyice
yaklaştığı tarih ve toplum felsefesini gerektiği gibi derinleştirip geliştirememe-
sidir. Bu eksiklik, Tanpınaı'ın en genel felsefi görüşleri ile (ilerde göreceğiz), ta
rih, toplum ve estetik alanındaki görüşleri arasında organik bağın ve sağlam bir
mantık birliğinin ortaya çıkmasını engellemiştir.
Ama bu kusur, Tanpınaı^ın başarılı romanlar yazmasına (özellikle Saatleri
Ayarlama Enstitüsü gibi) engel olmamıştır. Bilimsel bir dünya görüşü, şüphesiz
ki, sanatçının yaratışında, olumlu sonuçlar almasını sağlayan önemU etkenler
den biridir. Am a bilim sel görüşten yoksun olan bir sanatçının mutlaka kötü
eserler vereceği söylenemez (bunun klâsik örneği, gelmiş geçmiş en büyük ro
mancılar arasından yer alan "K atolik", "K ralcı" ve gerici Balzac'tır. Toplum
olayları hakkında bilim sd ve berrak bir düşüncesi olmayan Proust'u, Joyce'u,
Kafka'yı, M usil'i ve çağdaş Batı dünyasının birçok ünlü romancısını da bu ara
da sayabiliriz.) Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta, Tanpınaı^ın,
üretim kavram ına önem verdiği halde, "üretim tarzı" kavramına yaklaşamama-
sı ve toplum kavramı üzerinde durduğu halde, "sınıf" kavram ına ulaşamaması
dır. Tanpınaı^ın böyle bir "kavram derinleştirmesini ve inceltm esini" başaram a-
yışının nedenlerini, kişisel özelliklerinden çok, içine düşmüş olduğu siyasi çev
1 9 4 • T anp ın iir Ü z e rin e Yazıliir
II
Ne var ki, Tanpınaı'ın sınıf sorunu diye bir şey bilemediğini söylem ek de
pek doğru değil. Sadeee, yazarımızın, bu kavramı, fikir ve sanat dünyasına te
mel taşı yapacak kadar geliştirmemiş olduğunu ileri sürebiliriz. Nitekim, "Biz
de Roman" adlı yazısında, Tanpınar, herhalde, tam anlamıyla sosyal ve felsefî
bir konuya dokunm ak zorunda kaldığı için olacak, "sınıf" kavramını kullanmak
uyanıkhğını göstererek şöyle diyor: "Benim görebildiğim ikinci mesele, sınıf
meselesidir. Bizde sınıfların vazıh ve kat'î şekilde mevcut olmaması, münevveri
ayrı bir sınıf haline getirmekledir ki, Türk romancısı muayyen bir hayat adamı
olamıyor, sadece fikirlerle yaşıyor. Ve bu bizde pek fazla olmadığı için umumi
hayata istikam et veren fikirlerin içinde kalıyor. M eşrutiyet'ten beri edebiyat,
umum î hayatın peşindedir; halbuki başka memleketlerde umum î hayal, edebi
yatı güçlükle takip eder." (M. s. 39). Tanpınar, geniş kültürü ve derin sezgisiyle,
bizde sınıfların (özellikle geçmişte) taşıdığı ayırt edici vasıfları çok iyi görmüş.
Sınıfların "vazıh" (açık) ve "k alî" (kesin) bir şekilde m evcut olmamasının ve bu
durumdan ötürü özellikle yazarın ve genellikle aydının ne idüğü belirsiz bir
T n n p ın a r Ü z e rin e N o tla r • 1 9 5
Kaçış Sorunu
I
Tanpınaı'ın belh bir anlamda ve belli bir dereceye kadar "kaçış" edebiyatı
yaptığını söylerken, bu kavramın taşıdığı klâsik anlamda, somut hayatı tama
men olum suzlayan, soyut bir dünyaya (meselâ tek başına ele alınmış bir geçmi
şe, havada kalan bir hayal âlemine, gerçekleşmeyecek bir ütopyaya ya da bir mi
tosa) yöneldiğini söylemek istemiyorum. Tanpınar, somut duygusunu hiçbir za
man kaybetmeyen, hayata ve insana inanan, geleceğe güvenle bakan bir yazar.
Yahya Kem al'in, "insan, insanın ufkudur" sözünü sık sık tekrarlamaktan hoşla
nır. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya edebiyatında genellikle or
taya çıkan umutsuzluğu belirttikten sonra şöyle diyor: "H albuki insan, insanla
yaşar. Onu görür, onu arar, onda ve onunla kendini bulur. Hakikî ve biricik uf
ku - büyük şairimizin, Yahya Kemal'in dediği gibi - yine insandır. İnsanın kal
binde ümidin ağacını kesmeye kimsenin hakkı yoktıar. Ölüm bile bunu yapa
m az." (M. s. 44). Tanpınaı'ın üzerinde önemle durduğu ve mutlak bir öznellik
ten sıyrılmak için kullandığını sandığım "insan, insanın ufkudur" sözü, ünlü bir
Fransızın "insan, insanın geleceğidir" (l'hom m e est l'avenir de l'hom me) sözü-
11ü hatırlattı bana. Bu noktaya gelince, Tanpınar'daki "kaçış"ın ayırt edici özelli
ği üzerinde durmak ve bunu açıklamak gerekir. Bence, Tanpınaı^ın "kaçış"ını
genel fikir plânında değil, estetik plânda, yani dünyayı güzellik açısından gören
ve bu görüşe sığınan; "hayal" ve "rüya"nın estetik değerine yönelen; mizah ve
eleştirmenin yanı sıra, bu değeri de, günlük hayatın yabancılaşmış ve insanlık-
1 9 6 • Tiinpıımr Ü z e rin e Yıv,:ılıır
dışı gerçeklerinin karşısına çıkaran tavırla aramak gerekir. Burada söz konusu
olan kapsayıcı bir kaçış değil, sınırlı bir sığınmadır.3
Tanpınar, sanat alanında "hayal" ve "rüya" üzerinde temellenen aşırı estetik
düşkünlüğü (cstetizm) ve bunun doğurduğu "kaçışı", hem fikir hem de yine sa
nat plânında gerçekleştirdiği "m izah" ve "eleştirm e" ile dengelemiş, bunlar ara
sında hem çelişme hem eşitlik kurmuş bir yazardır Geniş bir hayal ve duygu
dünyasına yönelm e (estetik değeri yüceltme) ve aynı zamanda hem mizah hem
de eleştirme aracılığı ile dünyanın karşısında, "kaçış"ın tam tersi olan bir tavır
alma, özellikle Saatleri Ayarlama Enstitüsünde en olgun örneğine ulaşır.
II
Tanpınaı^daki "kaçış"ın edebiyat alanında dile gelişinin özel biçimi (formu),
hem Türk fikir hayalında hem de sanatında yüzyıllardan beri örneklerini gördü
ğümüz kökleşmiş bir belirlenmedir; yani "m azm unculuk"tur Bizde, manevî
dünyanın yabancılaşm ası, içi boşalmış ve soyut fikir ya da imgeler (hayaller)
çevresinde bütün bir somut dünyanın toplanıp özetlenmesi; somut dünyanın sı
nırsız zenginliğinin yerine soyut merkezlerin geçmesi şeklinde gerçekleşiyor Bu
manevî yabancılaşm anın en güzel örneği. Divan edebiyatıdır. Ne var ki, tarihin
ve sosyal hayatın getirdiği bu öldürücü ve kurulucu ağırlıktan, çağdaş edebiya
tımızın ve bu arada Tanpınar gibi bir yazarın bile kurtulamadığını görüyoruz.
Fikir plânında ele alındığı zaman, bugün, "ilericilik" in bile, hayatın gerçekliği
ne değinmeyen, soyutlanmış, kendi içine kapanmış ve somut gerçeğin yerine
geçmiş bir "kristalleşm e" olduğu ileri sürülebilir. Tanpınaı^daki "mazmunlaş-
m a"ya gelince, bu olayın, tıpkı Divan edebiyatında görüldüğü ve daha sonra da
süregeldiği gibi, belli birtakım imge, kavram ve kelimeler çevresinde bir çeşit
"donup kalm a" olduğunu görüyoruz. Tanpınar, bütün yazılarında hemen iki üç
sayfada bir geçen "alh n ", yine sık sık kullandığı "m ücevher", "m acera", "salta
nat", "billur", "tılsım ", "m eyva" ve "rüya" kelimeleri çevresinde tam bir maz
mun dünyası kurmuştur. (H. s. 74, lO l, 1 0 4 ,1 0 6 ,1 6 4 ,1 6 6 ,1 6 8 ,1 6 9 ). Bunlara "m a
sal", "iklim ", "bahçe", "hülya", "zam an", "güm ü ş", "sedef" ve benzerlerini de
eklemek gerekir.
Böyle bir dünyaya ihtiyacı olmadığı halde Tanpınaı'ın, "m azm unculuk", ge
reksiz bir "kuyum culuk" ve "üslûpçuluk" çabasına kapılması; bıktırıcı ve "de
kadan" bir edebiyat yapması (tabii yer yer), Ahmet H âşim 'in ve Yahya Kemal'in
bu konudaki kötü etkisiyle açıklanabilir. "Bu konudaki" dedim; çünkü, Ahmet
H âşim 'i.bir yana bıraksak da, Yahya Kem al'in, Tanpınar üzerinde, geleneksel
kültürle ve birikim le hesaplaşma, bu kültür ve birikim i aşma konusunda olum
lu bir etkisi olduğunu da unutmamak gerekir. Nitekim, Tanpınar, geleneğin ve
birikim in getirdiği gerçeklerle "hesaplaşm aksızın" soyut bir şekilde kaynağa
dönülerek gerçek bir edebiyatın yapılabileceğini ileri süren Ziya Gökalp'ın de
ğil, böyle bir şeyin olamayacağını sınırlı ve eksik bir şekilde de olsa savunan
Yahya Kem al'in yolundan yürümüştür. Tanpınaı^daki tarih duygusu ve aşma
fikri, şüphesiz ki, başka kaynakların yanı sıra, büyük ölçüde Yahya Kemal'den
gelir ve olumlu bir etkidir. (Türk şiirinin hem muhteva hem de biçim bakım ın
dan taşıdığı bütün zenginliği kendi sanatanda eritmeye çalışan ve ancak bu işin
üstesinden gelindiği zaman orijinal olunabileceğini çok iyi bilen Nâzım Hikmet,
aynı sorunu bambaşka bir planda ve kökten çözmüştür.)
Tanpınar, belki de çok derinden duymadığı ve tam anlam ıyla benim seyem e
diği için, "kaçış" çabasında "m azm unculuğa" düşmüştür. Bu, sanatçı olarak
Tanpınaı'ın en zayıf yanıdır. Buna karşılık, belli kelimelere takılmadığı, yapm a
cık bir üslûp ve mazmun çevresi içinde kalmadığı zaman, Tanpınaı^ın tarih ve
toplum gerçeklerini derin bir duyarlıkla algıladığını ve etkili bir şekilde canlan
dırdığını görüyoruz. Tanpınar, m azmunculuğa düşmediği zaman, ister geçmişi,
ister onun bir uzantısı olduğunu çok iyi bildiği bugünü, mizah ve eleştirme açı
sından ele aldığı zaman ne kadar başarılıysa, estetik bir nesne olarak ele aldığı
zaman da o ölçüde başarılıdır. ("M izah" ve "eleştirm e" unsurlarının Tanpı-
naı'daki önemini ve rolünü, bu notların daha ilerki bölüm lerinde ve genellikle
"rom anda, kişinin sahih - authentique - bir dünyayı araştırması" sorununda; ya
ni modern anlamıyla romanın özünü meydana getiren belirlenmenin incelen
mesinde ele almak gerekir. Başka bir deyişle, Lukacs ve Lucien Goldmann'ın
araştırmaları açısından, yani roman teorisi ve sosyolojisi açısından genellikle
Türk romanının ve özellikle Tanpınaı'ın romanlarının analizine girişmek zorun
ludur.)
1 9 8 • T a n p m ;u Ü z e rin e Y azılar
alındığı zam an Hüzur ile Snntleri Ayarlama EnsiUüsii arasında, tutarlılığa doğru,
ikinci eser lehinde büyük bir ilerleme olduğu açıkça görülür. Bütün tutarsızlık
larına rağmen, özetlemek gerekirse, Tarpınar'ın, felsefî idealizmden, bağnaz di
nî düşünceden, tepeden inmeci ve otoriter siyasi görüşlerden her zaman uzak
kalmasını bilmiş bir yazar olduğu söylenebilir.
II
Tanpınar, duygu ve düşünce dünyasının irdelenip canlandırılmasında usta
olduğu gibi, dış gerçeklerin dile getirilmesinde de başarılı. Romanın, tamamen
"psikolojik" gerçekleri dile getirdiği, ya da her şeyden önce özne üzerinde du
ran bir roman olduğu söylenemez. Tanpınar'da "dışa dönük gerçekçilik" diye
adlandırabileceğimiz anlayışın başarılı örneklerine sık sık rastlanır. Bununla bir
likte onun romanını, tarihî roman türüne de, töre romanı türüne de sokamayız.
Kimi zaman, gerçek kişileri romanlaştırılmış tarzda canlandırdığı halde, "anah
tarlı rom an" (roman â cles) yazdığım da söyleyemeyiz. Öte yandan, kahramanın
dünya karşısında gösterdiği tutumun gelişmesini ve eğitilerek olgunlaşmasını
dile getiren "Bildungsrom an"dan tam anlamıyla uzak olduğu da ileri sürüle
mez. l'serlerinde gerçek-dışı unsurların ve hayâlin ağır bastığı gözönünde tutu
lursa, "fantastik rom an" türüne yaklaştığını iddia etmek imkânsız değildir. Fikir
yanı her zaman ağır bastığı ve belirli görüşlerini eserlerinde ustaca ileri sürdü
ğü bir gerçektir ve bundan ötürü tezli roman yazdığı söylense pek yanlış olmaz.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen, Tanpmar'ın her şeyden önce, bilinç, düşünce
ve duygu hayatını dile getirmek isteyen bir romancı olduğunu kesinlikle ileri
sürerek, bir "zihin rom anı" ya da "fikir rom anı" (İngilizlerin deyişiyle "novel of
ideas") ortaya koymak amacını güttüğünü ve bunu gerçekleştirdiğini söyleme
miz daha doğru olur. Nitekim, gerçekleştirmek istediği bu romanı kendisi "iç ro
m an" diye adlandırm ıştır ve bu bizde pek az denenmiş ve pek az başarılı olmuş
biz roman türüdür. Bu temel düşünce ve amaç çevresinde, Tanpınaı'ın romanda
"olayın önem sizliği", "fert olmanın ve içe bakış metodunun rolü", bizde, "dışa
dönük gerçekçiliğin yeterince başarılı olmayışı," "A nadolucu roman ve sığ ger
çekçilik", "rom anın dışardan gelmesi ve iç evrimin ürünü olm am ası", "Batıyı
taklit", "Kadınsız toplum ve rom an", "Sosyal hayattaki durgunluk ve genellik
le hikâye türünün derinleşm eyişi", "dilin imkânları ve rom an", vb. gibi konular
da ilgi çekici düşünceler ileri sürdüğü görülüyor. Bunlar, teorik plânda ve Tan-
pınar'ın romanlarındaki gerçekleşme dereceleri ile ilişki haline getirilerek ince
lenebilir. Ne var ki, böyle bir inceleme, yazar hakkında, bu N otlar'ın çerçevesini
aşan daha geniş bir çalışmanın yapılmasını gerekli kılar.ı
Yeni Dergi, Sayı 106, Temmuz 1973, s. 26-41).
I
Ahmet Hamdi Tanpınaı^ın Huzur romanının yeni basımı dolayısıyla yayım
lanan bir yazıda,! Tanpınaı'ın "belirli bir dünya görüşüne yaklaştığı" öne sürü
lüyor. Bu dünyagörüşü, Toplumculuktur.
Yeni Ortam gazetesinde yayımlanan bu yazısında Selahattin Hilav şöyle de
mekte; "Üretim , em ek ve İktisadî şartlar Tanpınaı'ın gözünde, manevî dünyanın
yaratıcı ve aşıcı bir şekilde yenilmesinin, senteze ulaşmasının temelinde olan
gerçeklerdir". Hilav, Althusser'in yeniden formüllendirilen bir yapısal karşıtlığa,
ideoloji/bilim karşıtlığına dayanarak Tanpına/ı bu ikili alan içinde bir yere
oturtmaya çalışıyor. Bu incelemeyi okumamış olanlar için Althusser'in bilim dü
şüncesi ile ideolojik düşünceden neyi amaçladığını kısaca belirtmekte yarar var.
A lthusseı'e göre ideoloji, "bir toplumda yaşayan imajlar, mitoslar, idealar ya da
"Ü şe n m e y ip tesp it ettiğ im d iz g i y a n lışla rın ın sa y ısı tam 9 6 !" diyor. (Yeni Dergi, M a rt 1973) B a ş
ka a tla m a la rd a n v e y a n lışla rd a n da s ö z ed iyo r. Edebiijat Üzerine M akaleler d e , d a h a ö n ce b a sılm ış
m etin lerd en m e y d a n a g e ld iğ i h a ld e y a n lışla rla d o lu . S a y fa 11 8 'd e , "a r u z a , H a y y a m ru b a isin i ter
c ü m e e d e c e k k a d a r h â m ik o lan O rh a n V eli" d iy e, ilgi çek ici b ir söz var. B ö y le ce O rh a n V eli'n in
yen i b ir ö z e lliğ in i (y a n i "h â k im " o lm a k d e ğ il d e “h â m ik " o lm a k ) d ah a ö ğ re n iy o ru z ! Fu ad P a-
ş a 'n ın , T a n p m a r ta ra fın d a n ç o k sev ilen cü m lelerin d e n b iri ("A h m e d V efik P aşa b in e k taşı c esa
m e tin d e b ir elm a stır; n e y ü z ü ğ e takılır, n e d e so k ak ta b ır a k ılır ", İslâm Ansiklopedisi, c ilt 1, s. 209),
M a k a le ler d e şu h a le ge lm iş: "A h m e t V efik P aşa b in e k taşı c e sa m e tin d e b ir e lm a stır; n e y ü k sü ğ e
takılır, n e d e so k a k ta b ır a k ılır " A z iz E fe n d in in M n haı/yelât'ın daki ü n lü tip lerd e n b iri R e c e p (R e-
ceb ) B e ş e 'd ir (A li A z iz E fen d i, Mııhaı/yelât, İsta n b u l, 12 8 4), F a h ir İz d e. Eski Türk Edehi}/atmcia N e
s i r d e , k a h ra m a n ın a d ın ı R e c e p B e şe şe k lin d e a lır (s. 3 9 1). T anp m ar, A z iz E fe n d i'y le ilg ili olan ve
İslâm A ıtsiklopedisi'nde y a y ım la n a n y a z ısın d a (cilt 11, s. 156) R ec ep P e şe diyor. " A ğ a " an lam ıııa
g e le n b u k e lim e n in h em "B e ş e " h em " P e ş e " şe k lin d e sö y le n d iğ in i b iliy o ru z . A m a a y n ı y azı Ede
biyat Ü zerine M akaleter'e a k ta rılırk e n "P e ş e " , " P a ş a " o lm u ş v e o rta y a b ir " R e c e p P a ş a " çık m ış (s.
185). Bu ö rn ek le r, "T a n rım b en i d ü şm a n la rım d a n d eğ il, d o stla rım d a n k o ru !" sö z ü n ü n d o ğ ru lu
ğ u n u b ir k ere d a h a isp atlıyor.
S e la h a ttin H ilav, "T a n p m a r Ü z erin e N o tla r", Yeni Ortanı G a z etesi, 31 M a r t 1973 - 9 N isa n 1973.
2 0 2 • T iin p ın a r U z tr in e Yazıîıır
İstanbul bir istihlâk şehri idi (...) İstanbul bütün bu İktisadî şeraiti kaybetti. İs
tanbul şimdi istihsal şehri olarak yaşayacakhr.''^
Hilav'm 'em ek' ve 'üretim ' sözcüklerini kullandı diye somut, maddî yaşa-
mm çelişkilerini derinden kavradığmı öne sürdüğü Tanpmar, asimda, İhsan'm
ağznıdan Yahya Kem al'in düşüncelerini dile getirmektedir. Bu düşünceler ise
Yahya Kem al'in onlar aracılığı ile milletimizin hakiki çerçevesini bulduğunu
söylediği Fransız milliyetçilerinin düşünceleridir. Fransız milliyetçileri de, XX.
yüzyılın başlarında Action Fmnçaise çevresinde birleşen aşın m uhafazakâr ve
sağcı Fransız yazarları, özellikle de Charles Maurras ve M aurice Barres'tir. "H al
ka dayalı bir üretim, büyük ve planlı bir iş hayatı açılm ası" konusunda İhsan'm
dile getirdiği düşünceler, Charles M aurras'm Action Fmnçaise'de savunduğu dü
şüncelere tastam am uyar. M aurras'a göre, devlet yönetiminde m erkezî "hükü
metin yetkileri iyice kısıtlanmalı ve "yeni bir yönetici sınıfın ortaya çıkmasını
sağlamak için büyük toprak işletmeleri ve sanayi korporasyonları kurulmalı
dır.”!'^ Onun, özellikle, korporasyonlar üzerinde ısrar etmesinin Tanpmaı'ca na
sıl formüle edildiğini ilerde göreceğiz. M aurras'm , daha çok, Fustel de Coulan-
ges'ın La Cife An{ique'mden yararlanarak oluşturduğu ve aile, köy, vb,, gibi
"adem -i m erkezîleşmiş cem aatler"den meydana gelen orta sınıf ideali, tam ter
sine, sanayi burjuvazisini, içinde yaşadığı çelişkilerden arındırma, amacına yö
nelmişti. M aurras'm Fransa'da sanayileşmenin getirdiği derin toplumsal sarsm-
tılar karşısında, bu sarsıntılardan sorumlu tuttuğu burjuva sınıhnı yerini alacak
bir "cemaat- ideali" ardında olduğunu unutmamak gerek. Tanpm aı'a göre ise,
Türk toplumu, M aurras’m Fransa’da, ardına düştüğü bu cemaat idealini gerçek
leştirebilecek bir yapıya sahipti. Huzur romanında İhsan'm sınıf mücadelelerin
den sözelm csini bu bağlam içinde ele almak gerekir. Bunu şöyle açıklayabiliriz;
Balı ülkelerindeki tarihsel ve toplumsal dönüşümler, kaçınılmaz olarak, burjuva
sınıfının egemenliğini ortaya çıkarmıştır; bu yüzden de batıda, M aurras'm özle
diği 'cemaat ideali'nin gerçekleşmesi olanaksızdır. Oysa geleneksel Türk toplu
mu, batıdaki sınıf mücadelelerinden geçmediği için, daha başından beri özgür
dür. İhsan, bu özgürlüğü "başıbozukluk" olarak niteleyen Suat'a verdiği yanıt
ta şöyle diyecektir; "Hayır, evvelâ hür. Sitede esirin bulunmam asına rağmen da
hi hür. Fıkıh, insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor" (...) "Ben asıl temelden
bahsediyorum. Şarkta, bilhassa Müslüman şarkta cemiyel bu hürriyet fikri üze
rinde kurulur".!! Tanpmar, ayrıca Yahya Kemal üzerine yaptığı incelemede, Yah
ya Kemal'in Paris'ten dönüşünü izleyen yıllarda yazdığı yazılardan .sözederken
de şöyle diyor. "Bu yazılarda tıpkı M aurras'ta olduğu gibi, fonksiyonları sık sık
değişmek şartıyla Medine, site ve barbar kelimesinin tuttuğu yer, oldukça düşü
nülecek bir meseledir. Vâkıa bu devir Fustel de Coulanges'm La Çite Antique'iuin
garbda da çok okunduğu bir devirdir ve bu kitap bizde de Medine-i Ulâ diye ter
cüme edilmiştir." (abç)i2
Huzur'da Ihsan'ın, "bizde orta sınıfın teşekkül edem emiş" olmasından söze-
dişi de,^3 soruna böyle bakıldığında, bunu (orta sınıfın 'teşekkül edememiş' ol
masını) olumsuz değil, tam tersine, olumlu bir gelişm e saydığını gösterir. Şöyle
de denebilir; Tanpınar, bizde orta sınıfın (burjuvazinin) egemen bir sınıf olarak
ortaya çıkmayışım, M aurras'm özlediği ccmaat idealinin temellendirilmesi için
uygun bir ortam kabul eder. Ortaçağ Türk toplumunun esnaf loncaları, Tanpı-
nar'ın gözünde, bu cemaat ideali'nin tipik bir örneği olur. Ama, gene Tanpınar'a
göre, ortaçağ esnaf loncalarından M aurras'çı cemaat ideali'ne (sanayi korporas-
yonlarına) geçilem em esinin başlıca nedeni, tasavvuf düşüncesinin gösterdiği
dönüşümlerdir. El emeğinin yüceliğine ve ruh eğitimi alanındaki değerine daya
nan lonca ahlâkı, yerini, yavaş yavaş tembelliğe v c dünyadan elini eteğini çek
meyi öğütleyen aşırı bir zühdîliğe (ascetisme'e) bırakmıştır: Yahya Kem al'in lon
ca ahlâkının yıkılışında büyük payı olduğunu düşündüğü bu tür tasavvuf dü
şüncesini Tanpınar şöyle anlatır: "Kaç defa bana 'eğer tasavvuf ve melamılik
araya girmese idi, tıpkı İngilizler gibi, işinde ve ibadetinde, çalışkan insanların
cemaatı olurduk' demişti. Kendi kendine zenaatkâr ve sünnî, elinin işiyle geçi
nen bir halk tipi, bir nalıncı Ahmet efendi tahayyül etmişti. Ona (Yahya Kemal'e)
göre bu, çalışkan, namuslu, işinde gücünde insandı" (abç).i'' Buradaki 'çalışkan
insanların cem aati' deyişi Yahya Kem al'in, dolayısıyla da Tanpınar'ın ideal top
lum anlayışını açıklıkla ortaya koyuyor: Onlara göre, ortaçağ Türk-İslâm lonca
ları düzeni, M aurraş ve öteki muhafazakâr Fransız milliyetçilerinin amaçladık
ları ideal cemaatin ta kendisidir.
Şimdi de bu bağlam da Tanpına/da 'em ek'in ne anlama geldiğini görelim.
Kuşku yok: 'F.mek' kavramında M arx'çı ekonomipolitikteki anlamı başka, kla
sik ekonomipolitikteki anlamı başka, sözgelimi; ortaçağ esnaf ahlâkı bağlamı
içindeki anlamı ise büsbütün başkadır. Daha önce Tanpınar'ın, emeği, ruh eğiti
mi aracı sayarak bir ahlaksal temellendirmede kullandığını söylemiştik. N ite
kim Tanpınar'a göre 'em ek', belirli bir çalışma disiplininin getirdiği iş eğitimine
bağlanır. Bu eğitimse, insan ruhunun kötülüklerden (eski deyimle, 'nefs-i em-
mâre'den) arınması ile sabır ve sebata dayanan bir ahlâk sorum luluğunu da bir
likte getirir, lieş Şehir'de Tanpınar, Erzurum ahilerini anlatırken, 'em ek'ten neyi
anladığını, kuşkuya yer bırakm ayan açıklıkla belirtir ve ahileri "iş terbiyesi al-
mış, eli İşlediği, yaraUığı için nefsine saygı duygusu yerleşmiş, şahsiyelli ve ken
dine güvenir" (abç) insanlardan oluşan bir topluluk olarak niteler.’® H uzu/da
Mümtaz, Sümbül Sinan'dan sözederken "bunlann hepsi m anevî vazifelerine
inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş insanlar
dı" diyecektir.^*’ Demek ki Tanpınar'da 'em ek', 'ruh saltanatı', ya da 'iç âlem me
deniyeti' dediği ahlaksal, dolayısıyla da ideolojik bir nosyon. Tanpınar'da eme
ğin, üretim tarzının temel öğesi, ya da toplumsal üretim sürecinde değer yara
tan etkinliği sözkonusu değildir; o, sadece emeği insan ruhunu eğiterek (nefsini
terbiye ederek) belirli bir ahlâkı oluşturan bir araç olarak görür. Dolaysıyla Tan-
pınar, emeğin ahlâksal değeri üzerinde durduğu için, ortaçağ İslâm loncalarının
amaçladığı idealleri benimsemekle yetinir. Prof. Sabri Ülgener, ortaçağ esnaf ah
lakından sözederken, sanki, Tanpınaı^ın düşüncelerini dile getiriyormuş gibidir:
"Aslında şehir medeniyetinin bir parçası olan ortaçağ ahlâkı, yine yüzde yüz bir
şehir müessesesi olan esnaf teşkilâtına öz malı gibi gururla bakmakta, aslı ve ne
sebi belli olmayan gezginci tüccar ve sermayeciye karşı sanatkârı el üstünde tut
makta elbette haksız değildi. Bütün bu sebeplerle el işçiliği, âni kazançların çok
üstünde bir değere sahipli; hattâ, sahibini aza, kanaate, sabır ve tevekküle zor
lamakta bir nevi terbiye edici, nefis korletici fonksiyonu vardı. Mevlanâ Cami,
bu düşünce ile olacak ki, 'kisb-i akvat-ı yevmiye için cehd ve sây ile taabdan el
de hâsıl olan nasırlar nefs-i emmâreyi terbiye ve ıslah için güya bir törpüdür' de
mişti. lül işçiliğinin terbiyevî değerini yükselten başka sebepler de vardı. (...) El
işçiliği, Kınalızâde'nin dediği gibi, sahibini soygun ve vurgun peşinde koştur
mayan, dilencilikle yüzünü yere getirmeyen, ifrattan da tefritten de uzak olduğu
için vasat ve itidal ölçüsüne en fazla yaklaşan ve o yüzden de en çok övülmeye
hak kazanan geçinm e tarzıdır" (abç).i7H«zı/r'da İhsan ise, bu lonca ahlâkının bir
başka yönünü şöyle dile getirecektir; "Ben ıstırabımla insanlıkla barışıyorum.
Onu muztarip olduğum zaman daha, iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir-
şey giriyor ki... O zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. İstırap
günlük ekmeğimizdir. Ondan kaçan, insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur;
ona en büyük ihanetin ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın taliini değişti
rebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen yine ölüm, hastalık,
imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O halde ıstıraptan kaçmak kaleyi içerden
yıkmaktır" (...) "İnsan tahinin mahpusudur. Ve bu talihin karşısında imandan ve
bilhassa ıstıraba katlanmaktan başka silâhı yoktur."
A h m e t H n m di Tnnpınar, IScf Şehir, B n şbn kiinh k K ü ltü r M ü ste şa rlığ ı K ü ltü r Y ny ın ln n , İstan b u l,
1972, s. 36.
A h m et H a n ıd i '['anpınar. H uzur, s, 171,
S ab ri Ü lg e n er, İktisadî İnhitat Tarihimizin A hlâk vc Zihniyet Mcaclelcri, İÜ İk tisat F ak ü ltesi Y ayını,
İsta n b u l, 1 9 5 2 , s. 72.
A h m et H a m d i T anpınar, H uzur, s, 264.
A h m e t H a m d i T a n p ın a r v e M a rk siz m • 2 0 7
rm hepsi manevî vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizammdan geçmiş, ne
fislerini terbiye etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetlerini ölümden ötede bile ka
bul ettirdiler." (abç)23
Öyleyse şunu kesinleyebiliriz: Tanpmaı'ın Hwzi(r'da 'üretim ', 'em ek' ve 'İk
tisadî şartlar'dan sözetmesi, "m anevî dünyanın yaratıcı ve aşıcı bir şekilde yeni
lenm esi" anlamına gelmiyor. Çünkü bunları (bilimsel) M arksist ekonomipoliti-
ğin kuramsal kavram ları olarak kullanmıyor Tanpınar; ideolojik (ahlaksal) bir
sorunsalı temellendirmek için kullanıyor. Bunun böyle olmadığını öne sürmek,
Tanpınar'ı bütünüyle yanlış değerlendirmek olur diye düşünüyorum.
gilizce metinden örnekler vereyim: "so ideology is a m atter of the lived relation
betvveen men and their vvorld";^ "M en live their ideologies"^ vb. Görülüyor ki S.
H ilav'm " 'yaşayan' sıfah, sistemi belirtiyor" sözü, temelden yanlış. Benim kul
landığım bu sıfat ('yaşayan' sıfah), elbette, sistemi değil, tek tek imajları, mit'le-
ri, kavramları, fikirleri belirtiyor. 'Yaşayan': mit'ler, imajlar, fikirler ve kavram
lar; 'yaşanan' ise: bir ilişkiler sistemi olarak ideoloji'dir; ikisi ayn ayrı şeylerdir.
S. Hilav, Althusser'in sistemindeki bu inceliği gözardı ederek, doğru çeviriyi
yanlış sanmış... (İlginç bir raslantı; sayın Cemil Meriç'in. Hareket dergisinde^ Alt-
husseı'in 'ideoloji' tanımını bütünüyle çevirdiğini gördük. Sayın M eriç'in çevi
risi şöyledir: "A lthusser için ideoloji kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan,
belli bir toplum içinde tarihî bir görevi bulunan bir tasavvurlar (imajlar, mitler,
fikir veya meflaumlar...) bütünüdür." S. Hiiav, sayın M eriç'in çevirisi ile kendi
çevirisini karşılaştırırsa "tarihî bir varlığı ve tarihî bir görevi bulunan" deyişinin,
tasavvurlara mı, yoksa sisteme m i ait olduğunu kolayca görebilir.)
2. S. Hilav, "H . Yavuz Althusseı^deki ideoloji/bilim ayrılığı görüşü üe benim
Tanpmar'daki resm î ideolojiden kopma ve bilimsel düşünceye yaklaşma tezle
rim arasında paralellik kurarak herşeyi birbirine karıştırıyor" demektedir. Aca
ba herşeyi birbirine karıştıran kim? Bir bakalım. S. Hilav, bana verdiği yanıtta,
Althusser'e dayanmadığını, "m addeci bilimsel felsefenin çok daha sağlam olan
kaynaklarma dayandığını" beUrtiyor. S. Hilav, resmî ideolojiden kopmak ve bi
limsel düşünceye yaklaşm ak konusundaki tezini maddeci bilim sel felsefenin
kaynaklarından çıkarm adığı söylemek istiyor. Oysa, m addeci bilim sel felsefenin
çok daha sağlam olan kaynakları" (bu arada, özellikle, S. H ilav'm bir bölümünü
dilimize çevirdiği 'Alm an İdeolojisi'), H eğel'ci idealizme karşı çıkarak bu ide
olojiden kopan (daha doğrusu, koptuğunu sanan) genç-H egelci'leri eleştirir.
Tanpınar da, bir bakıma, genç-H egeld'Ierin konumundadır: Nasıl ki genç-He-
gelci'ler, "m etafizik, politik, hukukî ve ahlâkî tasavvurları, dinî ve teolojik tasav
vurlara" bağlıym ış gibi gösteriyor idiyseler, Tanpınar da Huzur' e k o n o m i k
"tasavvurları" (burada 'em ek', 'üretim' vb. gibi kavramları) 'ruh terbiyesi', 'iç
âlem m edeniyeti' gibi ahlaksal "tasavvurlara" bağlıymış gibi gösterir. Benim be
lirtmek istediğim de buydu.
3. Tanpınar"ın 'em ek', 'üretim ' vb. gibi sözcükleri m addî yaşamı bir bütün
olarak kavrayıp açıklayan temel, kuramsal kavramlar olarak değil, tam tersine,
ahlaksal bir ülküyü (ideali).temellendirmeye yarayan ideolojik nosyonlar olarak
kullandığı konusundaki görüşümü, burada, bir kez daha yineleyeyim. S. Hilav,
bilim sel görüşe 'iyice' yaklaşmış olduğunu öne sürdüğü Tanpmaı^ın bu kavram-
^ a.g.y., s. 233.
a.g.y., s. 233.
5 C e m il M e riç , Ü m ra n d a n U y g a rlığ a , Ö tü k e h N e şriy a t (ü çü n c ü b a sk ı), İsta n b u l, 1979, s. 238.
2 1 0 • T a n p ım ır Ü z e rin e Y azılar
lan hangi sistemin bağlamı içinde kullandığı gibi çok önemli bir noktaya hiç de
ğinmiyor. Oysaki Tanpınar'ın 'bilimsel düşünce'ye iyice yaklaşıp yaklaşmadığı,
onun 'em ek', 'üretim ' vb. gibi sözcükleri salt kullanıp kullanmadığı ile değil,
bunları bilim sel maddeci sistemin özel anlamlarıyla kullanıp kullanmadığı ölçü
alınarak belirlenir. Hilav, bunu dikkate almaksızın, yazılarında ya da romanla
rında salt 'üretim' ya da 'em ek' sözcükleri geçti diye, Tanpınaı^ı bilimsel madde
ci dünya görüşüne iyice yaklaşmış sayıyor!
İlk yazımda da belirttim: 'emek' kavramı Tanpınar için, toplumsal üretim
sürecinde değer yaratan kategori değil, insan ruhunu 'terbiye' etmeye yarayan
ahlaksal bir nosyondur; bu anlamda 'em ek', lonca ahlâkı sistem iyle bütünleşir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde, Hayri İrdal'ın şu sözleri bu bağlamda yeniden
düşünülmelidir: "zenaatkârın yerini tüccarın alması acınacak şeydir hakikaten,
dedim";*^ "Eskiden, dedim, bu cins işler sadece sermaye meselesi değildi. Seven
ler ve işin içinde yetişenler yaparlardı".’' Tanpmar'da lonca ideali sorunu, bu tür
örneklerin ışığı altında değerlendirilmeli, diye düşünüyorum.
Genci Kuruntular
Yeni Ortanı gazetesinde yayımlanan "Tanpınar Üzerine N otlar" adlı yazım
da (31 M ari - 9 Nisan 1973), bu yazarımızın çeşitli konulardaki görüşlerini ve ro
mancılığını ele almaya, gözden kaçmış özelliklerini göstermeye çalıştım. Bazı
konularda, belirli görüş ve düşüncelere (tarih ve toplum alanında maddeci dü
şünceye) "yaklaştığım ", romanlarında belli birtakım tutumlar benimsediğini ve
eğilim ler gösterdiğini (eleştirme, mizah) ileri sürdüm. Aynca, yazarın dünyasın
da bir tutarsızlık (tarih ve toplum alanında maddeci görüşe "yaklaşm a", ama
varlık felsefesinde naturalisi bir panteizm; sanat ve estetikte, rüya, kaçış ve maz-
m unculuk'un yanı sıra eleştirme ve mizah) olduğunu söyledim. Bütün tutarsız
lığına (herkesten tutarlılık bekleyemeyiz) rağmen, derin, geniş ve sindirilmiş
kültürüyle, ülkemizin çeşitli sorunlarına, özel şartlarımızı gözönünde tutarak
olumlu çözüm yolları getirmeye çalıştığına, resmî ideolojiden ve kalıp düşünce
lerden sıyrıldığına ve çok başarılı bir romancı olduğuna inandığım Tanpmar'ın
bu özelliklerini, nesnel bir inceleme ve eleştirmeyle göstermeye çahştım. Tanpı-
nar'ın "toplum cu" ya da "solcu" olduğunu söylemedim. Tam tersine, "bilimsel
bir görüşe ulaştığı söylenem ez" dedim (Notlar, Sınıf Sorunu 1). Hem de apaçık
bir biçimde:
Oysa Hilmi Yavuz, Yeni A Dergisi'nde (Mayıs, Haziran 1973) ve M illiyet Ga
zetesinin Sam t Dergisi'nde (18 Mayıs 1973), Tanpmaı^ı "toplum cu" (herhalde
"sosyalist" demek istiyor) ve "solcu" bir yazar olarak gördüğümü ve gösterdi
ğimi yazdı. "Tanpınar Üzerine N otlar"a göz atan herhangi bir okur, yazarın
"toplum culuğundan" ya da "solculuğundan" söz etmediğimi, eserlerindeki çe
2 1 2 • T :u ıp ın îir Ü r e r in e Ynüilnr
Kitaplar Dcf^’/'sı'nin b irin ci sa y ısın d a , K o n u r E rto p 'u n A lım ed H am d i ü z e rin e ilg i çek ici bir y a z ı
sı y e r alıyor. Ynzar, h e r z a m a n k i Lilizliği, sa ğ d u y u su v e h a k ta n ırlığ ıy la e !e a lm ış Tanpınat^ı. A m a
ü z e rin e k o n a n im z a sız a ç ık la m a d a , h iç b ir k a n ıl g ö sterm ed en ileri sü rü lm ü ş e d e b iy a t d ışı su ç la
m ala r v e k a r a ç a lm a la r var. Ü ste lik b u y a z ıd a , K o n u ı'u n sö y le d ik le riy le ç e lişe n id d ia la r ileri sü
rü lm ü ş. Y azarın gö z ü d ü n y a y ı g ö rm ü y o r. İm z a sız yazar. F e th i N a c i'y i ve b en i k a ste d iy o r h erh al-
K ıırıın tııy n D a y a n a n E le ş tirm e » 2 1 3
H. Yavuz, benim, "A lthusser tarafından yeniden form üllendirilen bir yapı
sal ikiliğe, 'ideoloji/bilim ' ikiliğine" dayandığımı söylüyor (A Dergisi, Mayıs
1973). Beni, A lthusseı'd yapmasına, sevinm em mi, üzülmem mi gerektiğini kes-
tiremedim. Ama şunu açıkça söylemeliyim: Ben Althusser'in görüşüne dayan
madım. Bu görüş yani ideoloji/bilim ikiliği bilirhsel maddeci düşüncenin temel
ilkelerinden biridir ve yıDarca önce dilimize çevirdiğim Alınan îdeolojisi'nda
açıklanmıştır. Bu konuya özel yorumlarını getirmiş olan Althusseı'e başvurm anı
gerekmiyordu. Çünkü maddeci bilimsel felsefenin çok daha sağlam olan kay
nakları yetiyordu bana. Üstelik Althusser'in "yapısalcı" yorumu bana uygun
düşmüyordu. (Benim, sözü geçen kaynaklara dayanarak ve toplumumuzdaki
egemen ideolojiyi de örnek alarak yaptığım tanım ve açıklama "N otlar"ın birin
ci bölümündedir.) Bu konuları aydınlatmak için, okura A lthusseı'in felsefesi
hakkında bilgi vermem gerekiyor. H. Yavuz, Althusseı'in "ideoloji' anlayışını
açıklarken bir alıntı yapmış. Ama, bilmem neden, alıntının kaynağını belirtme
miş. Oysa, kaynak göstermek, bilimsel araştırmanın temel kurallarından biridir.
Kaynağı ben söyleyeyim: "Pour Mnrx, s. 238, François Maspero, Paris 1969", İn
gilizce çeviri, "Tor Marx, s. 231, Ailen Lane, The Penguin Press, 1971". Yazık ki,
bizde adı duyulduğu halde felsefesi hakkında pek az şey bilinen Althusseı^i or
taya atan ve beni de Althusser”ci yapan H. Yavuz, bu bir tek cümleyi hem eksik
almış hem de yanlış çevirmiş. Şöyle diyor Althusser; "11 suffit de savoir tres
schem atiquem ent qu'une idrâlogie est un systeme (possedant sa logique et sa ri-
geur propres) de representations (images, mythes, idees ou concepls selon les
cas) doue d'une existence et d'un role hisloriques au sein d'une societe donnee."
H. Yavuz bu tek cümlenin içindeki ilk sekiz kelimeyi, birinci parantez içindeki
kelimeleri ve "d 'u n röle historiques" sözünü atlamış. H iç olmazsa üç nokta ko
yarak belirtmeliydi. Ayrıca, atladığı son iki kelime grubu, A ltlıusseı'in tanımını
oluşturan sözler. Bunlar atlanınca ve üstelik yanlış da yapıhnca, Althusser'in ta
nım ı verilmemiş oluyor. Hilmi Yavuz'un çevirisi şöyle: ideoloji, "bir toplumda
yaşayan imajlar, mitoslar, idealar ya da (yerine göre) kavramlardan oluşan bir
tasarımlar (representations) sistemidir." H. Yavuz, çevirisindeki "yaşayan" sıfa-
pısalcılıkla maddeci diyalektik arasındaki temel fark, birinci görüşün oluş, tari
hilik ve aşma ilkesine önem vermeyişidir.
Şimdi, yapısalcı görüşü, fikir ve bilim tarihine uygularsak nasıl bir sonucun
ortaya çıkacağını kavramaya çalışalım. Şüphesiz ki, böyle bir görüş, fikir ve bi
lim tarihindeki büyük ilerlemeleri ve aşamaları; birikimler, değişmeler, nitelik
sel gelişmeler ve "aşm alar" olarak görmeyecek, sadece kopuşlar, kesintiler, ilin-
tisiz kademe oluşm alan, birbiriyle ilişkisi olmayan bütünler, çerçeveler ve yapı
lar olarak görecektir. Böylece, bilimin, bilim-öncesi kavram lar ve atıflar (refe
ranslar) çerçevesinden yani ideolojik fikirlerden kesin bir kopuş ve sıçrama so
nunda ortaya çıktığını söyleyecektir. Bu bütün bilim lerde olduğu gibi tarih, sos
yoloji ya da ekonomi bilim inde de böyledir. İşte Althusser, bu yapısalcı görüşü,
maddeci diyalektikle kaynaştırmaya çalışmış ve araştırma m etodunu her şey
den önce, tarih ve ekonomi alanında bilimsel devrimi gerçekleştirdiğini düşün
düğü M arx'a uygulam ış; onun fikrî gelişmesini bu açıdan açıklamaya çahşmış
ve hegelcilikten ne zaman ve ne tarzda kesin olarak kophığunu ortaya koymak
istemiştir. Bachelard'ın ortaya attığı, Canguilem ve Foucault'nun kullandığı
"coupure epistem ologique" ("epistem olojik", yani bilgiye ilişkin "kesiklik") de
yimini de bilimsel bilginin ortaya çıkışındaki bu kopuşu belirtmek için kullan
mıştır (Bk. Pour Marx, Aujourd'hui I, II, s. 4 1 ,1 6 8 ,1 8 9 ,1 9 6 , 255). H. Yavuz'un bi
limsel düşünceyi benimseyen herkeste mutlaka gerçekleştiğini ve bundan ötürü
açıklanıp ortaya konması gerektiğini sandığı "epistem olojik kesiklik" kavramı,
işte budur. Althusser, M arx ile hegelci düşünce ve klasik ekonomi arasında böy
le bir kopuş olduğunu M arx'ın bu "epistem olojik kesinti"yi gerçekleştirerek, ya
ni genellikle kabul edilmiş tezin tersine I legel'den hiç bir şey alm ayarak (bu id
dia, M arx'm söylediklerine aykırı düşer) tarih ve ekonomi bilim ini kurduğunu
söyler. H. Yavuz, biHmsel düşünceye ulaşmış bir kimse olarak gördüğümü san
dığı Tanpınar”da da bu "epistem olojik kesinti"yi göstermem gerektiğini ileri sü
rüyor. Okur, yukardaki açıklamalardan sonra, bu iddianın gülünçlüğünü hemen
kavrayacaktır. Çünkü, burada söz konusu olan şey bilgilerin genel gelişimi ile il
gili bir teoridir. Bir bilimin nasıl oluştuğunu ve temel özelliklerini açıklama ama
cını güder. Tarih ve ekonomi bilimini yaratmadığına göre (yoksa H. Yavuz be
nim böyle düşündüğümü sandı da yazmadı mı!) Tanpmaı'ın "epistem oloji ke-
sinti"den geçtiğini açıklamam garip olmaz mı? Bilim düşüncesi ya da herhangi
bir bilim, bir kere oluştuktan sonra, herhangi bir kimsenin bu düşünceyi ya da
bilimi benim sem em esi bir kültür, eğitim ve pedagoji sorunudur. Oysa yukarıda
sözü geçen "epistem olojik kesinti" kavramı, bilimsel düşüncenin ve bilimlerin
ortaya çıkışını açıklamak için kullanılan işlevsel (yani, olguları bilimsel bir bi
çimde açıklamamıza yarayan) ve metoda ilişkin olan bir kavramdır; felsefe, sos
yoloji ya da tarih araştırmalarında kullanılır. İkisini birbirine karıştırmamak ge
rekir.
2 1 6 • ’l a n p ın a r Ü z e rin e Y nzılar
dayanarak yeniye yönelme düşüncesi, yani "aşm a" görüşü ve büyük yazar Ke
mal Tahi/le ortak olan bir yanı.- S.H.) "Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım
köklere dayanmak zarureti." (H. s. 226/227). Özellikle son iki cüm lcye okurun
dikkatini çekmek isterim. İhsan, H. Yavuz'un ileri sürdüğü gibi hazır çözümler
getirmiyor. İhsan, geçmişteki bir düzenin, bir idealin Türk toplumu için bir ör
nek olmayacağını; geriye dönmenin imkânsızlığını ve Türkiye'nin yaratılması
gerektiğini, bir soruya verdiği cevapta, kesin olarak vc bir kere daha açıklar:
Peki nedir bu Türkiye? İhsan içini çekti: -İşte mesele burada. Onu bulmak-
ta..."(H. s. 231). Tanpınar, Htmır'ur\ 222-227. sayfalarında, İhsan'ın ağzından,
Osmanh İm paratorluğu'nun eski ekonomik şartlarmm köklü bir değişikliğe uğ
ratılması, toprağın geniş anlamda ekonomi hayatına girmesi, planlı çalışma ve
üretim siyasetine yönelmek, toprağı ve insanı ekonomik ve sosyal hayata aç
mak, iç piyasayı genişletmek, iç mübadeleyi arttırmak gerektiğini apaçık bir bi
çimde dile getirir. Bütün bunlar, bir "lonca ideali"nin karşılı olan, onunla uzlaş
mayan görüş ve eğilimlerdir. Yukarda belirttiğim gibi, bu tür başka örnekler
"N otlar"da ve Tanpına/ın öteki eserlerinde bol bol bulunur. Burada sadece İh-
san'm söylediklerinin üzerinde durmam rastlantı değildir. Böylecc, Tanpınar'ın
öteki eserlerine pek rağbet etmeyen ve kendi görüşlerine uygun düşünceler ile
ri sürdüğünü sanarak İhsan'ın üzerinde duran H. Yavuz'un Tanpınar konusun
da yaptığı açıklama ve yorumların, İhsan açısından bile doğru olmadığını gös
termiş oluyorum. Aslında, "N otlar"da görüleceği gibi, Tanpınar, Yahya Ke
m al'in her açıdan ve tüm olarak etkisinde kalamayacak kadar zengin, derin ve
sindirilmiş bir düşünce dünyasına sahiptir. Eserleri tüm olarak incelenirse, Tan-
pınar'ın düşünce dünyasının Yahya Kemal'e de. H uzurda onun temsilcisi olarak
kabul edebileceğimiz İhsan'a da, tüm olarak indirgenemeyeceği açıkça görülür.
H. Yavuz, Tanpınaı^ın Yahya Kem al'e bağlı olduğunu, bundan ötürü geçmiş öz
lemi çeken, idealini geçmişte bulan bir yazar olduğunu sanıyor; gericidir deme
ye getiriyor. Oysa Tanpınar, Yahya Kemal'e de kendi özel açısından bakar ve şu
şaşırtıcı yorumu yapar; "Yahya Kemal geçmişin özlemini değil, tam tersine ya
rının özlemini duyan bir şairdir," (Makaleler, s. 560). Bu görüşün doğru olup ol
madığı üzerinde tartışılabilir. Burada bizi ilgilendiren nokta, Tanpınar'ın ünlü
şair hakkında alışılmadık bir yorum getirmesi, bu yorumu benimsemesi, ona bu
açıdan bakması; ondan, bu bakımdan etkilenmesidir. Bu tutum, Tanpına/ın,
"N otlar"da açıkladığım "aşıcı" görüşüne uygundur ve Yahya Kemal'den belli
bir yönde, belli bir ölçüde ve kendi görüşleri bakımından etkilendiğini gösterir.
Öyleyse, M. Yavuz'un yaptığı gibi, İhsan'ın düşüncelerindeki bir tek yanı ele ala
rak (yani soyutlayarak) işe başlamak, böylece Yahya Kem al'le ilinti kurmak,
Tanpınaı'm kendi söyledikleri varken, Yahya Kemal hakkında yazdığı kitapta,
şairin düşüncelerini, Tanpınar'ın öz düşünceleri gibi göstermek, daha sonra bu
yoldan, M aurras'la, Barres'le ilişki kurmak, bu yazarların görüşlerini uzun uza-
K u ru n tu y a D a y n n a n E tu ;(irn ıe * 2 1 9
ya düşen "gerici" düşünce ile, özüne aykırı olarak ama farkına varmadan aynı
gerçeğin bir başka bölümünü gören ve tümünü kavrayamayan "ilerici" görüş
arasmda, son kertede, hiç bir farkın olmayışıdır. Ülkemizde, sosyal hayatın her
düzeyinde, son iki yüz yıldır sürüp giden kör dövüşü ve tekrarlar bunun apa
çık bir kanıtıdır.
İstanbul'da Zaman
"Zalim mazlûma, öldüren ölene sıkıca yapışmış, selin ortasında onunla be
raber akıp gidiyorlardı." (s. 255).
Kurtuluş Savaşı başlangıcında İstanbul'u böyle tanımlıyor Cemal, Sahnenin
Dışındakile/de. İstanbul olanca kokuşmuşluğuyla, iki yüzlülüğüyle, sağlıklı de
ğer ölçülerini yitirm işliğiyle karşımıza çıkıyor. Sabiha'nm tiyatro oyuncusu ol
ma merakını bir yana bırakırsak; kitabın adı, kavganın, daha belirgini ölüm-ka-
lım kavgasının dışına düşmüş insanları anlattığından Sahnenin Dışındakiler.
Ölüm-kalım kavgasına yön verenler, küçük salon toplanhlarmda yönetmekte
dirler işi. Bir açıdan suçlam adır Tanpınafın romanı. Gerçek aydın, gerçek kavga
adamı olamamışları suçlamadır. Cem al'in gözüyle kişileri tanırız. Bölük-pörçük,
kopuk anılar dizisinde kişiler karşımıza çıkar. İhsan'ın olumluluğu bile aldatıcı
dır. Tanpınar, Huzur'da bütün sinmişliğiyle, kavgadan vazgeçm işliğiyle verecek
tir İhsan'ı.
Rom anın başında C em al'in çocukluk aşkı Sabiha'ya kapılıyor okur. Sabiha,
neredeyse diyalektik çözüm lem elerle bir yol açıcı gibi görünüyor. C em al'le unu
tamadığım bir konuşmaları var (s. 123-131). Bir söylediğinin ardından bir de
karşıtlığını yokluyor Sabiha. Sevgiyle sevgisizlik arasında gezinirken, Sabi-
ha'nın ruh dünyası inişli-çıkışlı, korkunç etkileyici bir grafik çiziyor. Kendisini
İhsan'dan kıskanan Cem al'e "Benim seveceğim insanı sen de seveceksin değil
m i?" diye soruyor; kirpikleri ıslanıyor, vargücüyle İhsan'ı sevmesini yineliyor.
İhsan'ı da çok sev. O da seni sevsin, öbürünü de sevsin!' Oysa sevgi savunucu
luğunun, ölüm-kalım günlerinde, işe yaramayacağını bilm ektedir Sabiha: "Am a
bir gün muhakkak seveceğim. Bizim mem lekette insanların yapacağı tek iş bu-
dur, hele kadınların-. Bir gün birisini çok seveceğim... Onu iyi biliyorum. Sabiha,
romanın sonunda uçarı, heveslerine yenilmiş, dirilikten vazgeçm iş olarak karşı-
2 2 2 • T a n p m a r Ü z e rin e Ynzılar
miza çıkacaktır ama, sahneye çıkmakla, iyice, sahnenin dışına düşecektir. Kur
tuluş Savaşı'na karar günlerinde Sabiha'nın Nuri Adil kumpanyasında sahneye
çıkması hayli ilginçtir.
Tanpmar, eşelediği kişileriyle olumsuzluğa bel bağlamış bir yazar mıdır?
Sanmıyorum. Böyle bir ileri sürüş, en azından Sahnenin Dışındakiler için çok yer
siz, çok yanlış olur. Kimi zaman Dostoyevski'nin Cinkr'ini hatırlatıyor roman,
olumsuzluğa bel bağlayışıyla, ancak özellikle biri üzerinde durulmuş iki roman
kişisi, olumsuzluk savunuculuğunu toplan yıkar; Alâiyeli Ahmet ve Ekrem Bey.
Ekrem Bey, eserin silik kişilerinden biri gibidir. Anılardaki insan kalabalığı
na, figüran gibi sokulmuştur. Gene de içtenliğiyle öne çıkar, kişiliği harcanamaz
bir nitelik kazanır. M emleketin içinde bulunduğu kargaşaya İttihat ve Terak
ki'nin sebep olduğu kanısındadır Ekrem Bey. Tek çözüm yolu görmektedir; "Ö l
dürürüm." (s. 233) Ekrem Bey, gözü kapalı öldürmekten yanadır. Katı, acımasız
düşünceleri çok geçmeden başkalaşır. Aynı toplantıda, aynı süreçte bütün açık-
hğıyla sayıklar Ekrem Bey: "Ben sadece mütereddit ve zayıfım. Sürükleniyo
rum. Mazim beni sürüklüyor. Yoksa yaptıklarımın hiçbirine inanmıyorum. Za
ten siyasî mahiyette hiçbir şey yapmadım. Fakat ayrılamıyorum da... Çok rica
ederim beni kendinizden addetmeyin! Yapılan işlerin hiçbirini, yardımımla oldu
diye sevinerek hatırlam ıyorum ..." Ekrem Bey, İstanbul'daki zamanda, güçsüzlü
ğünü ve işe yaramazlığını bilen, içtenliğiyle olumluluk kazanmış bir yarı aydın
dır. Ü stelik yan aydın olduğunun bilincindedir.
Bilinçlilik adına hareket eden bilinçsiz insanların yaşadığı ortamda olumlu,
cevherli hiçbir şey yoktur Tanpınaı^a göre. "Artık düşmandan ziyade kendimiz
le m ücadele" (s. 210) etme durumuna düşürüldüğümüzü anlatır yazar. Bu kar
gaşalıkta, zalimle mazlumun birbirinden ayrılamadığı bu çirkefte aydınlık, sağ
lıklı, her açıdan olumlu tek odak noktası Anadolu insanınnı taşıdığı potansiyel
dir. Akşam çaylarında birleşen sahnenin dışındakilere "A nadolu acıdır," diyor
Cemal. "Eliniz kesildiği zaman, bir yere çarptığınız zaman duyduğunuz şey yok
mu, işte onu çok büyültün, tahammül edilemeyecek hâle getirin, işte Anadolu
odur..." diyor, (s. 238) Sonra Alâiyeli Ahm et'in serüvenini, Sabahattin Ali'nin
çok sevdiğim hikayelerini andıran acılı yaşamasını anlatıyor (s. 240-242) Okur,
bir an Ahm et'in niçin anlatıldığını kavrayamıyor; incelikli, ama yersiz, bütün
den ayrı düşmüş bir ayrıntı sanıyor. Oysa romanın irdeleyici bölüm lerinde Alâ
iyeli Ahmet, cevherli kişiliğiyle memleketin kurtuluşu için tek bir öneri gibi kar
şımıza çıkacaktır (s. 312-316). Tanpınaı'ın, edebiyat eserinde bütünlük arayışının
güçlü bir kanıtı olarak üstelik. Düşsel aynadan yüzlerin arasında Alâiyeli Ah
met, yani Anadolu insanı nice mucizeler, arınmışhklar, isyanlar, onurlar, boyun
eğmeler, simgelemektedir. Cemal belleğinde geçit yapan öbür yüzlerin kaybol
masını, toptan yok olm asını diler sanki. Her şey Anadolu insanıyladır.
S a h n e n i n D ış ın d a k ile r • 2 2 3
^ Prof. N usret Hızır, Yuıtnn!ıhnn Trajik Çnğıııtin Felsefe (çevirenin önsözü), İş Bankası K ültür Cep
K itapları, A nkara, 1956, s. X)I-XIV.
2 2 6 • ran p ııv .ır Ü z e rin e Y azılar
Tanpınafın estetiğinde dc, genel anlamda müzik, büyük bir yer tutar. Ona
göre, özellikle eski musikimiz, "o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan, fırtına ve
gül yağm urlan boşaltan diyonizyak cümbüşü ile " ,2 sözgelimi Seyit Nuh'un nü-
hüft bestesinde olduğu gibi, "ruhumuzdaki sonsuzluk iştiyâkmı, güneşe, aydın-
laücı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanmayı" (abç) simgeler. Bu kanatlanma da
"asıl hamlesi hcrşeyi ilga eden aydınlığa doğru uçuş olan iç âlem medeniyetinin
özüdür".-’ Tanpınar'ın müziğin getirdiği duygusal coşkuyu nitelemek için diyo-
nizyak cümbüş deyişini kullanması raslantı değil. Seyit N uh'un nühüft bestesi
ni anlatırken dc şöyle diyor: "orada yalnız bir kamaşma, kendini tüketme iste
niyordu. İnsanoğlunun sonsuzluğu da bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh ol
maktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini
bir uçta, bütün kâinatla mutabakat halinde, idrakten ibaret bir hayatın önünde,
onun tılsımlı aynası, güler yüzlü kardeşiyle sarmaş dolaş yaşayan mahzun kar
deşi oluyordu".'* Bu sözler Nietzsche'nin Tragedya'nnt Do^ujK'ndaki Diony-
sos'çu coşkuyla "kendi kendini ilga" ederek doğayla birleşen insanın^ "şeylerin
yüreğinin sesini"'’ duymaya başladığı bölümleri anımsatır.
Mehm et Kaplan, Huzur romanı üzerine yaptığı incelemede, romanm başki-
şisi M üm taz'ın "bütün ruhu ile özlediği" şeyin "topyekûn varlığı içine alan bir
bütünlüğe kavuşm ak" olduğunu belirtir ve şöyle der: "saadet anlarında ve eski
Türk musikisini dinlerken bu "birliğe yaklaştığını hisseder".^ Hıızıtr’da Müm-
taz'm N uran'la Sabih'lerin evinde buluştukları gece "asıl ruh iklim leri"ni kuran
klasik besteleri dinlerken kapıldıkları büyük coşkunun, bir içki şöleninde yaşan
ması da rastlantı değil: kuşkusuz, burada, Dionysos taşkınlığını imleyen sarhoş
luk durum vurgulanmak isteniyor.
Tanpınar müziği, N ietzsche'nin taşkın içgüdüyle betimlediği Dionysos'çu-
luk olarak görürken, plastik sanatları, özellikle de, denge kavramının somut bi
çimde öne çıktığı mimariyi (Osmanlı mimarisini), yine N ictzsche'nin tasarladı
ğı anlamda, Apollon'culuk olarak görür, İnsanı Doğa'nm bütünü içinde erime
ye götüren müzik zamanın anlamını veriyorsa, mimari dc mekânın anlamını ve
rir. Böylece Tanpınar musiki ile zaman, mimari ile de mekân arasında bağıntı
kurar; N ietzsche'nin eski Yunan kültürünün temelinde gördüğü Dionysos/
Apollon karşıtlığını, eski Osmanlı kültürünün de temeline yerleştirir. Eski Os-
manh yüksek labaka kültürü (kent kültürü), coşkunuri ölçüsüzlüğünü dile geti
ren musiki ile, bu coşkuyu dengeli bir ölçülülükle snurlayan mim ari arasındaki
uyumla belirlenir. Başka bir deyişle, Osmanlı yüksek kültürü, Tanpmaı'a göre,
müziğin taşkm duygululuğunu ölçülülükle dengeleyen mimari ile, zaman ve
mekân içindeki uyumlu bütünlüğünü kazanır; tıpkı eski Yunan kültüründe ol
duğu gibi, OsmanlI kültüründe de Dionysos'la Apollon birleşir.
Mehmet Kaplan, sözünü ettiğimiz incelemesinde "şu muhakkak ki. Huzur
romanının temel unsurlarından birincisi zaman ise, İkincisi m ekândır" diyor ve
"Tanpınar /-/liZMr'da hayatı hem zaman, hem de mekân içinde kavramaya çalı
şır" diye ekliyor. Romanın kahram anlan Mümtaz ve İhsan, "eski İslâm muta
savvıflarının vahdet-i vücut felsefelerine benzeyen bir görüşü" savunurlar. Bu
görüş, İslâm tasavvufuna, olduğu kadar, Nietzsche'nin, Dionysos'çu bir coşkuy
la "ruhun kendine çizmiş olduğu sınırları aşarak" Doğa'nın bütünü içinde eri
m e anlamındaki Panteizm ine de yaklaşır. (Burada bir ayraç açarak şunu belirt
meliyim: Tanpınar, Edebiyat Üzerine MaMeler'de, 1932 yıllarında Schopenhauer
ve Nietzsche'yi çok okuduğunu belirtir;» yine bu kitapta "N ietzsche'den sonra
herkes biliyor ki, her sanat eseri mevcudiyetini bu iki Tanrıya (Dionysos'la Apol-
lon'a) aynı derecede borçludur"^ der. Dahası, Tanpınaı'ın, Yahya Kem al'in şiir
lerini (özellikle Şerefâbâd'ı ve Kadri'ye Gazel'ini) yorumlarken, Dionysos/
Apollon karşıtlığından yararlanmış olmasıdır. Yahya Kemal adh kitabında Tanpı-
nar'ın, N ietzsche'yi gerçekten özümsemiş olduğunu gösteren yerler çoktur: "Bu
rada N ietzsche'nin büyük buluşu Dionysos-Apollon karşılaşması -yahut birleş
mesi- tekrar kendiliğinden ortaya çıkar. Dionizyen espri, içgüdülerimize, ihti
raslarımıza veya onlara yakın ruh hallerimize teslim olmayı ister. O, hilkatin
âhengine rağmen azan labiattır. Apolloniyen espri ise, bu ahengin kendisidir,
yahut bizdeki çehresi ile akıldır. Düşüncenin, hakimiyetini fster."iü Tanpmar'ın,
giderek Cem şit ile Dionysos arasında koşutluklar kurduğunu da, biliyoruz.)
Panteizmden sözederken bir noktaya değinmek gerekiyor. Yukarıda da be
lirttim: Tanpmaı^ın konumu Nietzsche'nin, dolaysıyla da Spinoza'nın Panteiz
mine yakındır. Selahattin Hilav yazısının bir yerinde, "Tanpınar, Spinoza'da ol
duğu gibi maddeci bir felsefe şekhnde yorumlanması mümkün olan tabiatçı (ya
ni, tanrı fikrinden yoksun) bir varlık görüşünü benim sem iş" diyor. Bu durumda
Spinoza "tanrı fikrinden yoksun" bir panteizmi savunmuş oluyor. Spinoza, Eli-
to'sında tekil Töz'e, Deus sive Natura ('Tanrı ya da Doğa') adını verir. Dolayısıy
la, Doğa'nın Tann'ya indirgendiği bir Vahdet-i Vücut düşüncesi yerine, Tan-
® Ahm et H am di Tanpınar, Edebiyat Üzerine M akaleler, MED yayını. İstanbul, 1969, s. 572.
9 a .g .y .,s.3 3 2 .
A hm et H am di Tanpınar, Yahı/a Kemal, Yahya K em al'i Sevenler Cem iyeti N eşriyah, İstanbul 1972,
s. 154.
2 2 8 • T iin p ın ıır Ü z e rin e Yazıhır
rı'nın Doğa'ya indirgendiği bir Vahdet-i Mevcut, yani bir Panteizm düşüncesi
nin, Spinoza'nm felsefesini kuşattığı söylenebilir. Hilmi Ziya Ülken de. Tasavvu
fun Vahdet-i Vücut kavrayışı ile Spinoza'nm çığın arasında esaslı bir ayrılıktan
sözediyor.” Lucien Goldmann'ın ise, bu ölçütlerden kalkarak, Spinoza'yı "tan
rıtanım az" saydığını biliyoruz .12 Spinoza’da Deus, yani Tanrı, Doğa'ya içkin ol
duğu, bu yüzden aşkın (transcendent) bir Tanrı düşüncesini içermediği için, İs
lam düşünürlerinin çoğunca, tanrıtanımaz (Muattile) sayılmıştır. Ferid Kam,
Vahdet-i Vücut'tci şöyle diyor: "Garp müelliflerinin bazılarına göre panteizm; Na
mütenahinin mütenâhide, Cenâb-ı Hakkın tabiatta indimâcmdan ibarettir. Bazı
larına göre de: Mütenâhinin namütenahide, tabiatın Cenâb-ı Hakta fâni ve müs
tehlik olmasıdır. Muasırları, meşhur Spinoza'yı Atheisme adı verilen Muatti-
le'den s a y a r la r " .S a n ır ım Hilav, "tanrı fikrinden yoksun" derken, 'tanrıtanı
maz' demek istemiş olmalı. Çünkü strictu scnsu, Spinoza'nm sistemi, Hilav'ın
sandığı gibi, "Tanrı fikrinden yoksun" değildir: Deus sive Natura, Tanrı'yı, ama
aşkın (transcendent) olmayan bir Tanrı'yı imlemler çünkü...
H. Z. Ü lken, EHkn, Spinoza ve Elika çevirisi üzerine birkaç söz. Ülken Yayınları, 1984, s. 6.: "İs
mail Fenni Efendi bu esaslı farkı belirtm iş, Ibn Arabi çığırm ı Batı'nın Pantlıöism e'indcn ayırmak
için ona Panth^ism e dem işti. İsm ail H akkı İzm irli'ye göre Vahdet-i V ücut'ta Tabiat Tann'da ol
duğu halde, PanthĞism e'de Tanrı Tabiat'tadır: İki çığır arasındaki bu temelli ayrılık, birincisinin
Tanrı'yı Tabiat'la açıklayan bir sistem olduğu halde, İkincisinin tersine, Tabiat'ı Tanrı ile, Tan-
rı'nın görünm ez güçlerine, akıl erdirilm ez sırlarına göre açıklayan 'gaybi' bir felsefe olm asına se
bep olu r".
Lucien G oldm ann, The Hiddcn C od, Routlcdge Kegan and Paul, Londra, 1977, s. 29. Goldmann
şöyle diyor: "T he great seventeenth century rationalists, D cscartcs, M alcbranche and Leibnitz,
certainly stili talk about morality, w ith the possible exception o f Spinoza, they stili believe in
G od."
M üderris Ferid (Kam ), VahHct-i Viicıtt, İstanbul, h. 1331/m. 1913, s. 3-4.
SAHNENİN DIŞINDAKİLER
Fethi N aci
I
îhsan, romanın 167. sayfasında şöyle diyor "Orada (Anadolu'da F.N) müca
dele var, muharebe var. M ukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası.
Biz burada m aalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız." Romanın adı bura
dan geliyor: Sahnenin Dışındakiler. Biraz aldatıcı bir ad; buna bakarak Ahmet
Hamdi Tanpınaı'ın "sahne"yi ya da "m ücadele"yi b ir ölçüt olarak aldığı, deği
şik de olsa, bir "M illî m ücadele" romanı yazmak istediği sanılabilir. Oysa Tanpı-
nar için önemli olan sahnenin dışında ya da içinde olmak değil; tanıdığı birta
kım insanları anlatmak. Bir de, belki, bu insanları anlatarak bir şeyleri aramak,
bir çöküşün içinden bir aydınlık kapıya, bir yeni insana ulaşm aya çalışmak.
Ama şunu hemen belirtm ek gerek: Tanpmar, gelişmeyi gösterirken değil çökü
şü gösterirken, umudu ve beraberliği anlatırken değil umutsuzluğu ve yalnızlı
ğı anlatırken, sevinci yazarken değil hüznü yazarken usta ve büyük, hattâ erişil
mez.
"İstanbul'a 1920 yılı Eylülünün sonunda yağmurlu, kapanık bir gece yansı
gelm iştim ." cümlesiyle başlayan roman Cem al'in anılan biçiminde. Cemal, da
ha ilk sayfada, bir geriye dönüşle, Behçet Bey'den söz açar. Behçet Bey'in evlili
ğini tek cümleyle özetler: "Karı koça senelerce yanyana uzatılmış iki değnek gi
bi yaşam ışlardı." (s. 14) Sonra, sayfalar boyu, Sabiha, İhsan, Kudret Bey, Behçet
Bey, Atiye Hanım, Nuri Bey, Tevfik Bey, Süleyman Bey, Sakine Hanım... Sahne
nin Dtşmdakiler'deki bazı kişiler Huzur'da yaşamaya devam ederler. H uzu/un iki
önemli kişisi, M üm taz'la Nuran da, bu romanda şöyle bir görünürler. Birinci Kı
sım, bu insanların tanıtılmasıyla biter.
Tanpmar, Birinci Kısım 'da tanıdığı insanları, acele etmeden, sakin sakin, bü
yük bir ustalıkla anlatır. Bu insanlar, kişiliklerinde, bir toplumun yakın tarihim
somutlaştıran insanlardır; onları izlerken 1920'lere nerelerden, nasıl geldiğimizi
de izleriz. Gerekli yerlerde İhsan alır sözü, daha kesin, daha açık seçik özetler
2 3 0 • T iin p ın a r Ü z e rin e Y a d la r
yapar. Bu K ısım 'da Cemal, geçmişe, anılarını yazdığı yaşın olgunluğu içinden
bakar. Çünkü Birinci K ısım 'da "şim diki zam an" yok gibi ya da ancak geçmişi
aydınlatabildiği ölçüde vardır. Tanpmar, bir yazısında, şöyle diyor: "Bu firari za
man, halsiz zaman, bana âdeta sanat için bir metod gibi göründü" (bkz. Yaşadt-
ğnn Gibi, s. 315). Geçm iş zaman, dağınık anılar biçiminde ama renkli bir anlatım
la gözler önüne serilir. İmparatorluk küçüldükçe küçülen evler, M ahm ut Şevket
Paşa olayı, İttihat ve Terakki, Balkan Muharebesi, Enver Bey'in, Cemal liey'in
paşalıkları ve ardından Harbiye, Bahriye Nazırlıkları, yeni bir savaşta "Alm an
ya'nın kucağına" düşüş kaygısı... Cemal, bunları, gördüğü, yaşadığı zamana gö
re değil algıladığı zamana göre anlatıyor, bunun için de geçmiş zamanla şimdi
ki zaman hep iç içe. Sözgelimi Atiye teyzesini anlatırken, "Mâlinde, sorırnânn
okuduğum (Vurgulama benim -F N.) Edgar Allan Poe hikâyelerinin kadın kahra
manlarını andıran bir şey vardı, (s. 15) diyor. Oysa İkinci K ısım 'da değişen bir
şey var. Cemal, sanki tiyatrodaki anlatıcı görevini bırakmış, kendi rolünün ge
rektirdiği kıyafete ve yaşa bürünerek sahneye çıkmıştır. Tanpınar arada sırada
söze karışırsa da bu genel durum pek değişmez. Artık "şim diki zam an" vardır.
169. sayfada İhsan'ın söylediği bir cümle İkinci Kısım 'daki zaman değişimini
özetler gibidir: "Ben size bu güne, bu âna ait işten bahsediyorum ." Örnekse,
İkinci Kısım 'da, 208. sayfada, Sam i Bey şöyle söz eder babasından: "Onun yaşa
dığı zam anlarda insanlar bizim kadar etrafından mesul değildiler İyi olmaları
için kendilerini korumaları kâfiydi." Cemal için bu sadece bir "konuşnıa"dır:
Oysa, Birinci Kısım 'da, değerlendiren yargılayan bir Cemal vardır, olgunlaşmış
bir Cemal; evlerindeki bir toplantıda geçen konuşmaları anlatırken şöyle der.
"O devirde daha meseleler bugün olduğu gibi insanları kendiliğinden zorlamı
yordu. İnsanların onlara gitmesi lâzımdı. Onun için dünyanın her tarafında na-
muskâr vatandaş denilen insan tipi az çok Nuri Bey'e benzerdi." (s. 145) Sahne
nin Dışındakiler, romanda zaman sorunu üzerinde insanı düşünmeye zorlayan
bir eser.
155 sayfalık Birinci kısımda ancak iki sayfa ile değinilen işgal altındaki İstan
bul, artık, romandaki yerini almaya başlar. "İstanbul esirdi" (s. 279) sözcükleri,
uzaktan uzağa, aynı dönemi anlatan bir başka romanın adını anımsatır: Esir Şelh
rin İnsanları, ilginç bir rastlanü: Sahnenin Dışındakiler, Yeni İstanbul gazetesinde
10 Mart 1950 - 26 M ayıs 1950 arasında tefrika edilir. Esir Şehrin İnsanları da yan
lış anımsam ıyorsam , bir yıl sonra aynı gazetede tefrika edilir (Nurettin Demir
takma adıyla).
Ne var ki ikinci kısımda Tanpınar yorulmuş gibidir; gerçi yer yer harikula
de sayfalar yazar, ama birtakım olay başlangıçlarını olduğu gibi bırakır, geliştir
mez ve bana öyle gelir ki romanını bitirmeden 374. sayfaya "So n " sözcüğünü
yazar.
S a h n e n i n D ış ın d a k ile r • 2 3 1
II
Cemal, altı yıllık ayrılıktan sonra döndüğü İstanbul'da bir tek şeyin ardın-
dadır: Sabiha. Oysa güvendiği insanlar, onu birtakım olayların içine iüverirler.
Bulunduğu ilçedeyken "gönüllü olarak Anadolu'ya, yukarlara geçm ek" (s. 17)
istemişse de, İstanbul'da, gerçekle. M illî mücadele pek de umurunda değildir
Cemal'in. Örnekse, İhsan'ın istediği buluşmaya, yetişmemek için elinden geleni
yapar: "H atlâ ayıplamazsanız, vapuru kaçırmak için elimden geleni yaptığımı
da ilâve etmek isterim ." (s. 212) Durumunu bilir: "H akikatte ben garip bir tem
bellik içinde idim. Uzleti, sükûnu, hülyayı arıyordum ." (s. 213). Romanın kişile
ri hakkında kimi gerçekleri M uhtaı'a söyleten Tanpınar, Muhtar'ın ağzından Ce-
m al'e boşuna "B ir somnambül gibi ortalıkta dolaşıyordunuz!" dedirtmez. Ce
mal, "rızası ve fikri sorulmadan, şahsı üzerinde pazarlık" 1ar yapılırken, iradesi
dışında katıldığı eylemlerin içinde bir uyurgezer ilgisizliğindedir. Tek ilgi mer
kezi olan Sabiha ile ilgi duymadığı olaylar arasında bir saat sarkacı gibi gider ge
lir. Ama yaşanan dönemin genel havası ve çevresindekilerin etkileri ağır basa
caktır; roman biterken, son sayfada, şöyle der. "Sabiha'yı unutmuşlum artık. Et
rafımı alan insanlar bana, onu düşünmem için imkân bırakmıyorlardı. İstan
bul'a geldim geleli bu hep böyle olm uştu." (s. 374) Cem al'in, yazarlarının dün
ya görüşleri bir yana, roman kişisi olarak, uzaktan uzağa Camus'nün Ynban-
a'sın d an çizgiler taşıdığı bile söylenebilir belki.
Günlük eylemler içindeki ilgisiz Cemal, daha köklü bir şeylerin, bir aranışın
ardında, bir başka insan olm ak özleminde görünür. "A rzular ve ihtiraslar geçin
ce, her şey zalim ve m üleanz yokluğun aynası oluyordu. Yalnız bir yerde, haki
ki sevgide onu yenebiliyorduk" (s. 310) diye düşünür. Cemal için, "yokluğu ye
nen gerçek sevgi"nin simgesi Alâiyeli Ahmet'tir. Ve Cemal, Alâiyeli (Alanyah -
F.N.) Ahm et'in o unutulm az hikâyesini, o gerçek tragedyayı anlattığı insanlara
hikâyenin bir bölümünü anlatmaz; "yaldız süslü salonda kendi hodbinliklerin
de mumyalanmış insanlar"ı (s. 240) lâyık bulmaz buna, onların bunu anlayama
yacağını bilir. "Ü ç sene kadın vücudunu tanımadan yaşadım. Yalnız onu düşü
nüyordum. Ondan sonra, ondan başkasıyla sevişm ek bana ağır geldi. Zaten
onun başm a gelen şey, bana bu işlerin zannettiğimiz gibi olmadığını öğretmişti.
Sonra kendisiyle konuşunca bu işte sade günahsız değil, temiz olduğuna da
inandım, hepsini anlattı. Nasıl olduğunu bilmiyorum diyordu. Fakat hep kaçı
yordum. Sanki o yatakta, o adamlarm kollan arasında değildim. Hep benimle
berabermiş. Ölmüş sandığı benimle berabermiş. Şimdi o ölü; ben de onunla be
raberim." (s. 312)
Cemal hep Alâiyeli A hm et'i ve karısını düşünerek arıyor o aydınlık kapıyı:
"Çünkü hayat dediğimiz şey Alâiyeli Ahm et'in sadık köpeğidir, hâlâ üstüne
bindiği kır attır, sevdiği kadındır, nefes aldıkça türküsünü söylediği ıssız dağlar
dır." (s. 313) Bir genç orospuyu düşünürken aklında gene Alâiyeli Ahm et'in ka-
2 3 2 • T tin ın n ıır Ü z e rin e Yiviilar
nsı vardır. Alâiyeli Ahmet'in karısını kurtaran o çok küçük şeyi, o çok küçük
mucizeyi yüklenebilirse, her şey değişebilir, (...) Çünkü hayat da, ölüm de sev
din mi, affetin mi yenilebilir." (s. 314) Ve Cemal'in vardığı sonuç: "İnsan hayat
la dövüştüğü zaman ona başka türlü bakıyor Şimdi Anadolu'da dövüşenlerin
hepsi hayata başka türlü bakıyorlar. Hepsinde Alâiyeli A hm et'e benzeyen bir ta
raf var." (s. 314) Bu bakımdan, romanın adı Sevginin Dışındakiler de olabilirdi di
ye düşünüyorum. Sevginin dışındakiler, yaşamanın dışındakiler... Sevgisizler,
yaşamasızlar... Çünkü anlatılan kişilerden bazıları "sahnenin içinde." (bkz. 187.
sayfada Tevfik Bey'in Cem al'e anlattıkları.)
Cem al'de bir "yeni insan" olmak özlemi vardır; akhyla bunun yolunu bul
muş gibidir "Kendim den sıyrılmam lâzım. Onlar gibi (Anadolu'da dövüşenler
-F.N.) açlığın ve çıplaklığın içinde, ümil kaftanlarını giymem lâzım. Bir de ken
dime herkesi tercih etmem lâzım." (s. 316) Ama umutsuzdur "Çünkü ben haya
ta çok yaldızlı bir mâzi aynasından bakıyorum ." (s. 316) "M azi aynası" ile Sabi-
ha'nın gözlerinde seyrettiği, Alâiyeli Ahmet'in türkülerinde dinlediği "başka ay
nalar" arasında bocalar; bütün roman boyunca sürer gider bu bocalayış: Kişisel
kaygılar ağır basarken, "yaşam a lezzetini" kaybetmişken, bakarsınız, bir konuş
ma ile "İçtim aî insan tekrar uyanır, onu şahsına ait düşüncelerden, endişelerden
kurtarır." İstanbul'a döndüğü zaman kiracılarının hali, Asaf Bey'in karısının
sözleri, İhsan'ın esaret yaşamı, bütün bu değişiklikler sarsar Cem al'i ve bunla
rın hemen ardından gelen paragrafta Tanpınar, Cemal'in değişme karşısındaki
korkusunu nefis bir saplam ayla verir. "M andalı çekerek köşkün bahçe kapısını
açtım ve içeriye girdim. Çocukluğumdan beri tanıdığım ağaçlan yerlerinde gö
rünce içim ferahladı." (s. 182) Ama bir yandan da şunları söyler: "Kafamın bir
köşesinde, Alâiyeli Ahmet'in türküleri ve hâtırası, iyi beslenm iş, mesafelere su
samış atlar gibi bekliyor. Bir gün onlara atlayacağım." (s. 316) Sabiha'nın "Sizler
öyle seversiniz. Uzaklan ağlamak için." (s. 129) sözlerini unutamaz bir türlü.
Şunları da: "Babam ın söylediği o hapishane türküleri var ya! Yahut oyun hava
ları... işte onların insanını severim. Siz hepiniz bizim saatin K âtib'ine benziyor
sunuz" (s. 128)
Cemal, iç dünyasına sığınan, kendine özgü bir "kaçış"ı yaşayan biri; itildiği
olayların içindeyken bile öyle. Bunun için bir "başka insan" olmak onda hep bi
reysel bir özlem olarak kalır, hep zihinsel bir çaba olarak kalır: Olmak istediği in
sanın niteliklerini halkta arar ve bulur Sevmek, affetmek ve hayatla dövüşmek
gücü... Oysa sonunda vardığı gerçek şu: "Ben bütün ömrümce proje kurmuş, ta
sarlamış, onların vücut bulma hayalleriyle yaşamış bir adam ım." (s. 18) Sabi-
ha'nın başka insanlar için söyledikleri Cemal için de doğru çıkmıştır: "Bütün bu
insanlar bana öyle geliyor ki, olacakları şeyi olam am ışlar.. Bir duvar önünde asıl
yollarını değiştirmişler, yahut da oldukları yerde kalmışlar" (s. 51) Cemal, kü
çük burjuva dünyasının dar, sıkıcı, ama kolay ve rahat sınırlarını kıram am ıştır
S a h n e n in D ış ın d a k ile r • 2 3 3
Cem Yayınevi, I. CilV, s. 52) sözü arasında bir bağlantı kurulabilir belki, Sabiha,
Nastasya Filipovna'nın yapLıklarını yapabilecek bir kadın olarak düşünülmüş
gibi geliyor bana; Nastasya Filipovna'nın 1920'lerde İstanbul'da yaşayanı, aynı
hamurdan iki kadın... Herkesin âşık olduğu Sabiha hakkında en doğru yargıyı
galiba M uhtar verir: "O da başka türlü hasta idi. İliklerine kadar hasta idi. Şah
siyetinin ve im kânlarının hastası idi. Onu çıldırlm ıştınız." (s. 346) Muhtar da
Dostoyevski'nin romanlarından çıkıp gelmişe benzer. Tiyatrolardaki "misafir
oyuncu" gibi bir çeşit "m isafir roman kişisi!" Can sıkıntısından ölmemek için
ateşle oynamaktan başka çaresi olmadığını söyleyen, "Ya hep, ya hiç" diyen, Ce-
mal'in pansiyonuna Kudret Bey'in yazmaları ya da cinayet yazısı için değil de
Cem al'e "Siz de benim kadar fenasınız..." demek için giden, hem "Sabiha"dan
kurtuldum " diyen, hem de Sabiha'nın arkasını bırakmayan. Kudret Bey'i dolan
dıran,., (Belki bir DimiLri minyatürü denebilir.)
Kudret Bey, "gülünç ile mâkulün sınırlarında beraberce bulunan, fakat ara
larını dolduram ayan" (s. 103), "bir adım atınca en ağır ve boğucu gerçeklen hül
yaya geçmenin sırrına sahip" (s. 249) bu insan, romanın en iyi çizilmiş karakte
ri. "A h Cemal, ben hiçbir şey yapamadım ve yapamayacağım da." (s. 104) söz
leri Kudret Bey'i özetler. Bir toplumsal çöküşün ete kemiğe bürüm üş görünüşü
dür Kudret Bey. Tanpınar'ın Sakine Hanım'ın Kudret Bey'i evlendirmek isteyişi
ni, Kudret Bey'in ilkin buna karşı çıkışını, sonra boyun eğişini, süslenip püsle-
nip, "bütün yol boyunca hiçbir aynayı veya bu işi görecek hiçbir parlak, kendi
içinden cilâlı nesneyi ihmal etmeyerek" (s. 97) Sakine H anım'ın evine gidişini,
orada "kıpkırm ızı yüzünden sıhhat, azim, otorite, hülâsa güzellikten başka her
şey akan şümullü bir kadınla" (s. 106) karşılaşmasını, düş kırıklığını ve şaşkın
lığını anlattığı sayfalar edebiyatımızda kolay kolay erişiIrheyecek bir mükem
melliktedir.
Romanın ilginç kişilerinden biri de Tevfik Bey. Bu eski İttihatçı bir yandan ti
caretine devam eder, bir yandan Millî mücadeleye yardım eder. Ve Millî müca
deleden söz ederken, aynı rahathkla, akşam rakısından söz etmeye başlar: "Ya
ni İstakoz getirecekti. Bulamamış, sünepe herif. Fakat İstrati güzel barbunya ge
tirdi. Adam dır şu İstraü vesselâm!" (s. 189) İnsanlar hakkında kendine özgü öl
çütleri vardır Tevfik Bey'in; meselâ Cem al'i beğendiğini şöyle belirtir: "Sen de az
adam değilsin... Bir kere iyi içiyorsun." (s. 206) Fakat Tevfik Bey'in asıl bir "m u
siki yoluyla m ücadele"si vardır ki Tanpınar bunu harikulade anlatır.
Boğaz'da Rumların sandallarından gelen gitar ve mandolin sesleri. Kanlıca
koyundaki bir istim botta kendilerine balalayka çaldıran Amerikan askerleri,,.
Cemal anlatıyor: "Bu nasıl oldu, ben de anlayamadım. Kanlıca koyundan tam
çıkmak üzere idik ki Tevfik Bey birdenbire Yani'ye: 'dön! dedi, şu heriflere bir
ders verelim!' Ve birdenbire denizin ortasından aya karşı bu toprakta, bu şehir
de yaşayanların sesi, kendi medeniyetimizin sesi en geniş şekilde yükseldi. (...)
S a l ın e n in D ışın d ıık ilc r • 2 3 5
III
Oysa, ben romanın gerçekten bittiğini sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki
Tanpınar yorulmuş romanını yazarken, anlatacağı şeylerin hepsini anlalTnaya
gücü yetmeriıiş ve romanını bir yerde bırakıvermiş. Bunu romandaki bazı söz
lerle açıklamak mümkün.
Sözgelimi 268. sayfada şu cümleyi okuyoruz; "İlerde anlatacağım gibi bu ba
lıkhanede bizzat ben de bir gece kaldım ." Tanpınar, "ilerde anlatacağım gibi" di
yor, ama roman bitiyor ve hâlâ anlatmıyor.
287. sayfada şöyle diyor: "Muhtaı^sa ihtiyar adamın yazma eserleri, yazı ko
leksiyonu, çini, çeşm-i bülbül gibi eski aile yadigârı eşyası ve bilhassa evinde
yersizlikten üstüste bir kenara yığdığı on, on iki kadar Ay vazovski ve Corot tab
loları etrafında dolaşıyordu. Bunu sonra anlatacağım." Oysa, "sonra", sadece
"yazm a eserler" konusunda bilgi veriyor.
2 3 6 • T a ııp tn iir Ü z e rin e Y azılar
347. sayfada şöyle diyor: "O günden sonra Muhtar"!, bu hâtıraları bitirecek
son tesadüfe kadar görmedim. Fakat onun hakkında sırası geldikçe anlatacağım
bir yığın şey öğrendim ." Oysa bu "bir yığın şey"den sadece ikisini anlatır. Muh-
tar'ın mum fabrikası ile çamaşırhaneyi güvenilir iki adamına devretmesini ve
Sabiha'yı bulm ak için Nâsır Paşa'Iara gidişini.
353. sayfada "M uhtar'ın ölümünden sonra" sözleri geçer, oysa romanda
M uhtaı'ın ölümü hakkında tek satır yoktur.
Bütün bunlar, ayrıca bazı olayların sadece bir başlangıç olarak kalışı ve ro
manın yapısındaki dağınıklık Sahnenin Dışmdnkiler'm tamamlanmamış bir ro
man olduğu izlenimini bırakıyor. Kitaba bir önsöz yazan sayın Prof. D r Mehmet
Kaplan Tanpına/ın çalışmalarını yakından bilen bir araştırmacıdır, sanıyorum,
bu konuda aydınlatıcı açıklamalar olabilir. (Ama yazdığı önsözde Sahnenin Dı
şındakiler üzerine tek söz etmediğini belirlmeden geçemeyeceğim.)
Ayrıca, Tanpınaı^ın Sahnenin Dtşntdakiler'i sağhğında kitap halinde yayımla-
mayışı da ilginç, benim iddiamı destekler nitelikte bir tutum.
IV
Tanpınar, Sahnenin Dışındakilerde, bir çöküşü belirtirken, Cem al'in özlediği
biçimde değil, daha değişik bir biçimde, bir gelişmeyi de, bu gelişmenin "yeni
insanlar"ını da belirtiyor. Cem al'in özlediği "yeni insan" oldukça soyuttur, oysa
öbürleri ayaklarını toprağa, daha doğrusu, tarihsel ve ekonomik gerçekliğe ba
san insanlardır.
Kudret Bey, Süleyman Bey, Behçet Bey, Nasır Paşa İmparatorlukla birlikte
çökerler ve göçerler, onların kişiliklerinde belirli toplum katlan da çökmekte,
göçmekte. Buna karşılık ticaret burjuvazisinin doğuşu da görülür. İşte İbrahim
Bey: "Şim di o müthiş zengin. Nasıl para kazandı biliyor musun? Babandan
Kudret Bey'e olan borcunu ödemek için aldığı altmış yedi altını vermedi. Kud
ret Bey'e bu borcu affettirdi. Onunla bir bakkaliye dükkânı açtı. Sonra seferber
likte şeker işlerine filan girdi. Hülâsa yapmadığı kalm adı." (s. 175) İşte Haşan
Bey: "H aşan Bey, Nâsır Paşa'nın akrabasındandır. Şeker işinde çok kazandı. Son
ra babadan kalma ticaretleri olan değirmenciliğe döndü. (...) Dünkü gazeteleri
okudunuzsa Haşan Bey'in ihtikâr suçundan divanıharp kararıyla beraat ettiğini
görmüşsünüzdür (...) Nâsır Paşa'nın nüfuzuyla." (s. 247)
Tanpınar, bir değişimi somutlaştıran bu iki kişinin dışında, genel açıklama
lara da girer. İşgal ordularının şehre döktüğü para, kazanç şekillerini altüst et
miş, refah seviyesi tasavvur edilmeyecek derece el değiştirmişti. Yabancı kuv
vetlerin etrafında onların gündelik ihtiyaçları için hemen bir yığın yeni iş çık
mıştı. Biraz atılgan, cerbezeli yalmt değerlere karşı çok az kayıtsız insanlar bu iş
S a h n e n i n D ış ın d a k ile r • 2 3 7
lere sarılmışlar, kaybedilm esi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi.
(...) Daha harp içinde el değiştirmeye başlayan servet, İçtimaî hayalm nizamını
bozmuş, beş altı sene evvel müreffeh sanılan ve eski payitahtın asıl hayatını ya
pan bütün bir orta sınıfı harap etmişti. (...) Fakat asıl kazanç büyük iş adamla
rında ve onlarla işbirliği yapmış her cinsten atılgan, vesvesesiz, binaenaleyh kıy
m et fikri az insanlarda idi. Bunların çoğu uçucu bir yıldız gibi parlayıp sönüyor
lardı, bir kısmı ise tutunmasını biliyorlar, yavaş yavaş çabuk kazanılmış para yer
ve el değiştirmesi oldukça güç olan emlâk ve akarla değişiyordu." (s. 279-282)
Tanpınar; "Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir
eğlence hayatı" üzerinde de durur.
şarkılar" gibi bir cümle yakaladığı zaman nasıl sevindiğini farketmem ek müm
kün değil.
Tanpınar'ın "felsefe yapm ak" merakı. H uzurdaki kadar olmamakla birlikte,
gene devam ediyor.
Sahnenin Dışındakiler, yer yer dağınıklığına ve savrukluğuna rağmen, Türk-
çede yazılm ış romanların en güzellerinden. Son birkaç ay içinde iki defa oku
dum, ayrıca birkaç defa okuduğum parçalan oldu. Gene de okuyabilirim. Tan-
pmaı'ın bu gücü, anlattığı "insan"ı, hiçbir zaman yalınkatlığa düşmeden, bütün
karmaşıklığıyla, bütün derinliğiyle vermesinden geliyor.
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Aynı odaktan çıkmış 37 şiir. Birbirini bütünlem iyor şiirler. Her biri kendi
içinde bir bütün. Ama, söylediğim gibi, çıkış yeri bir. Yukarıya aldığım, "N e İçin
deyim Zam anın"da yakaladığımız bu odak noktasını her şiirde görebiliriz. N e
dir bu?
Zamanla bütünleşme, sonsuzlaşma. Kendisini, yaşayan, fiziksel durumu ko
numu olan her şeyi, onların izlenimlerini soyutlaştırma.
Soyutlaştırma sözcüğü yetmiyor. Ağırlığından kurtarma, yoka vardırma de
mek gerekir.
Düşün kökenini gizemcilikle açıklayabilir miyiz? Bir inançla ilgili değil. Din
sel kökenli değil. Ama, bir yandan Hegel eytişimciliğine, öte yandan Bergson'un
sezgici düşünüyle, doğu gizemciliğine kopmaz çengeller atıyor.
"N e İçindeyim Zam anın", "Bendedir Korkusu" gibi şiirlerinin konusu, doğ
rudan kendi dünya görüşü. Ötekilerde, düşünce konuya yakın konumda eşlik
ediyor. Çoğu zaman, imgeleri oluşturan, nesneleri silen bir araç oluyor.
Bu söylediklerim ize göre şiirleri irdeleyelim;
NE İÇ İN D E Y İM ZAM AN IN:
"Ben, zamanın ne içinde ne dışındayım. Ona eşdeşim çünkü. Kendimi bir
yere bağh duymuyorum, onun için ağırlığım yok. Zaman gibi. Yaptığım iş, bir
uçsuz bucaksızhkta sessizliği öğütmek. Sonsuzluğun simgesi mavilikte ağırlık
sız olduğum için yüzm ekteyim ." diyen ozan, zamanı, yeri, ağırlığı, sesi yok et
mekte. Sessizliği, sonsuzluğu, ağırhksızhğı egemen kılmaktadır. O, kökü kendi
düşüncesinde olan bir sarmaşıktır. Ama bu düşünce bilinen anlamda bir düşün
ce değil, bir sezgidir ancak.
B E N D E D İR K O RK U SU t
1. dize: "Bendedir korkusu, biten şeylerin"
Bu şiir bir anahtar şiirdir. Ozan bu şiirle dünya görüşünü, daha doğrusu sez
gisini niçin seçtiğini, niçin kendisine yakıştırdığını, neden başka bir kişiliği ol
madığını açıklar:
Bu korkuyu sanırım her insan yaşar. Am a sürekli değil, zaman zaman. Sü
rekli yaşandığı zamansa boşluğa, anlamsızlığa girilir. Nevroza varılır. Bir de sa
nata. (Nasılsa kıyıya varılacak, kıyıya vardığında "değilsin artık gem ici" diyen
Edip Canseveı'de de, aynı nedenle bir simge olarak denize açılma isteğinden ca-
A h m e t.H a m d i T a n p m a r • 2 4 1
yıldığı görülür. Başka ozanlarda da sık sık karşılaşırız bu bitme, sonuna varma
korkusuyla.)
Nevroza değil de sanata nasıl varılıyor? Ozan onu da açıklıyor:
SABAH :
Kıskançlıktan bile arınmanın şiiri. Ozan, sevdiğini açılıp saçılmaya çağırı
yor. Çünkü sevdiği, "Çıplaklığı bir başka bahar olan"dır. Öyleyse, dışardaki ba
harla bütünleşmelidir. Çıplanarak. Kıskançlığa yer yok. Çünkü : "boyun, saç,
m em e"yi, okşayacak olan "esir"dir.
"Şür"d e, ozanın sonsuzlukla bütünleşme sezgisini, yarın ve iklim kaygısı ta-
şımadığmı bir kez daha öğreniriz. "Bendedir Korkusu"dan sonra, yazılmasa da
olurdu gibi geldi bana. Yalnız, söylenmeden geçilmeyecek iki dize:
Şiirlerde zannan olarak, daha çok, gün doğumu ve gün batımı seçilmiş.
"U yanm a", "Deniz U fkunda", "Sabaha K arşı", "Bir Gül Tazeliği" "Rıhtım da
Uyuyan G em i"de olduğu gibi. Ötekilerde ise, akşam, gece, ay aydınlığı, yarı ay
dınlık var. Çiğ ışık yok.
Ozanın işi gücü, tatlı ışığın yeryüzüne etkisini, nesneleri değiştirimini, onla
rın, kendi benliğinde oluşturduğu duyguları anlatmak. N esneleri yoklaştırarak,
değiştirerek. Soyut kavramları canlandınp, onlara edim yükleyerek.
"Raks" dan aldığım şu dörtlüğe bakın:
Eriyen parmaklarında
Mumyalanıyor aydınlık
Canlandırdı ya bir şeyi. Karşılığında yok edilen, edimsizleş tiril en bir nesne
olmalı.
"Selâm 01sun"d a imgeler, oyunlar en yahn, en canh. Dışa dönük bir şiir. Şa
şırmaya kalmıyor, bakıyoruz ki bir ölü ağzından söylenmiş.
A h m e t H a m d i T a n p ın a r • 2 4 3
"Yollar Çok Erken"de, ozanın eşyayı silme, yok etme özelliğini belirten en
iyi örneği buluruz. Yollan ilk akşamda siler. Öyle siler ki, yitme umudu bile kal
maz. Um udu yok eder, ayak seslerini örter. Bahçeleri söylemez de "bahçelerin
inkârı"nı söyler. Son iki dizesi anılmaya değer:
Bu nasıl eve benzem ez evdir ki, soğuk rüzgârlara kurularak işlevinden kur
tulur. Bu nasıl rüzgârdır ki, kırmak için bir dal bulamaz.
"Siyah A tlar" sığ, önemsiz bir şiir bence.
B İR H EYKEL İÇİN :
Bir heykelin olum suzluğu ancak bu denli başarılı verilir. Yoktur hiç bir nes
ne canlılığın simgesi olabilecek. N e ay ışığı, ne bir tek su nergisi. Akmayan za
man nehrinin sularında uçan bir kırlangıç bile yoktur. Kumsalında sedef, ateşler
püskürerek dolaşan ejderha. Onlar da yoktur. Lotus çiçekleriyle derinleşen bir
bahçeyi de hiç aramayın.
Ejderha, lotus çiçeği, ÇİN 'in simgeleridir. Genişliği ansıtmasıyla, heykelin
kapladığı dar alana karşıt olsun diye verilmiş. Am a heykel yine de sonsuzluğun
içinde, canlı gibi gülümsemektedir.
"Başka Bir Yıldızda"da, ölüm sonrasında, yaşamın nesnelerine dünyaya ba
kış anlatılır Bir lamba, bir ayna, yemyeşil dallar falan.
Düğümlenen nefesinden
Sarmaşıklar, derin güller
Arasından dem çekerek
Doğup ölen güvercinler
Beyhude hattrhyoruz
Bu hiç olmamış şeyleri.
Yok edim. Sonsuz bir yok edim. Tanrıdan, doğadan hınç alıyor sanki. Onur
lu. Kendi yok edecek, bırakm ayacak yok olmaya.
2 4 4 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
"Sesin" de öyle. Sevgili bir sesten alınan haz, sesin kesilmesiyle bir düşe dö
nüşür. Ses, sonnut bir nesne iken, birden irkilmesiyle ozanın; aynanın öte yüzü
ne geçip, soyut bir görüntü olmuştur. Bu yan bin özlemle delik deşiktir.
G EZİN Tİ:
İkiz hayaletler gibi yürüdük
Puslu aydınlıkta o bahar günü
ile başlıyor. Pes diyor insan. Bir sonsuza aktarılış uğruna, kendini ve sevgiliyi
hayalete dönüştürmek. Yıldızların parıltısını ıssız gece suda yineliyor. Ozan, asıl
canlı olana değil, bu suda yinelenene; imge, düşünce, düş olana bakıyor.
"H atırlam a" da hep bilinir iki dize :
Dizeler, eşsiz benzetm elerle dolu. "İkinci Yeni" akımında yeniden canlandı
rılmış olandır bu.
"H er Şey Yerli Yerinde", bir öğle sonu sessizliğinde, anlık bir yaz yaşantısı
nın izlenimleri. Düz bir şiir.
Özgünlüğü olmayan şiirleri atlayıp geçiyorum.
"Bırak Aydınlığa"dan bir dize kalıyor, onu topluyorum;
O yüzden ozan, "bu eski yerde" sevdiğiyle başbaşa son uykusunu uyxımak
ister. "Bursada Zam an" Tanpmar sezgisinin, şiirinin sonu olmalıdır. Ardından
başkaları yazılmış olsa da.
smdaki yenilgilerinden bazı izler taşıdığı ileri sürülebilir; ama yazar bu izleri sil
meyi, yenm eyi bilir. "Behçet Beyefendi'nin, huylan ve alışkanlıkları, kalıtım
öğeleriyle beğenileri kendisine benzeyen o küçük ve zarif adamın yalnızlığın
dan, rüyalarından işe girişir. Bu gerçeklen kendi dediği gibi bir yolculuktur ve
onun bütün sürprizlerini taşır. Romana Cavide'nin gireceğini, bir çeşit "Akşam
Güneşi"nin geleceğini sanırsınız; birden bir kuşak geriye, baba İsmail Molla ile
onun dünürü Ata M olla'ya geçiliverir.
Abdülham it döneminde Aziz, giderek Mecit yıllarına doğru bir gerileme. Ve
burda, "N e içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında" diyen Tanpınar”m,
19.yy.'ın edebiyatıyla o kadar içli dışh olmuş bilirn dikkati, kendisine yeni kapı
lar bulur. İki kazaskerle eski İstanbul'un konak yaşamına dalıp çıktıktan sonra
A tiye'nin, bu özgeçil ve cöm ert kader kurbanının aşksız yaşamına sıra gelir. Her
yenilgiden bir kurtuluş bulma umudu ile Behçet Beyefendi'nin siyasal yaşamı
na geçileceği sırada o inanılmaz Sabri Hoca portresine gelir dayanır. Öz babası
nın zenginlik konağında adsız bir konukluğa razı olan (O, bu evden sadece ken
di hayatının artık elde ettiğini sandığı şuurunu götürecekti, s. 111) Sabri Ho-
ca'nm bileşim ci konuşmasıyla İsmail M olla'nm çözümleyici araştırıları arasın
da. "Behçet Beyefendi ne oldu, ya A liye" sorusunu boşuna soracaksmız artık.
Hepsi ikinci plandadır. Ray değiştirmiş bir tren gibi yepyeni bir yola dalan Tan-
pınar Hoca, Behçet Beyefendi'nin çevresine girer ve yolunu yitirir bundan son
ra. "H ısım Akraba A rasında" adlı bölümden başlayarak son m ektuba gelinceye
dek, Tanpınar'ın herşeyin başı saydığı ince dikkat noktalarının ilginç portreleriy
le karşılaşacaksınız.
"Bir mektup, ne olsa bitmesi lâzım gelen bir şey" sözü de Tanpınar"indir (s.
46). Bir roman da öyle. Üstelik tembeUiği özleyen, çok yorgun olduğunu söyle
yen bir yazar için; özellikle Tanpınar mizacı için. Böylece son bölüm de yazar ola
rak roman kahramanına hesap verir. Neden yoldan çıktığını, eserini niçin bitire
mediğini içtenlikle itiraf eder. Yarım, eksik, üstüne düşülmemiş, tekniği zayıf,
dağıtılmış bir romandır Mahur Beste; doğru. Ama bu kitabı okurken duyduğum
hazzı, Türkçenin olanaklarını en güzele doğru götüren çabayı, nesrini cümle
cümle (hpkı dizeler gibi) yazdığını birkaç kez tekrarlayan Tanpınaı'ın biçem (üs
lûp) uğraşını, insanlara bakış güzelliğiyle durum lari yansıtma gücünü anlatabil
mek için neler demeliyim? En doğrusu şunu. Hikâye, roman gibi anlatı türlerin
de eser verm ek isteyen herkesin, ne olursa olsun, bu hayranlık veren çalışmayı
görmeleri gerektiğini. Nasıl musiki eserleri "m eşk edilerek" öğrenilirse, bir dilin
anlatım gücü de öylesine gözle görülecek biçim de burada izlenebilir. Çizdiğim
yerleri tekrar tekrar okumak üzere bu değer biçilmez kitabı hemen baş ucuma
yerleştiriyorum.
(Cumhuriyet, 26 Haziran 1975).
TANPINAR'IN ŞİİRİ
Cem al Süreya
Tanpınaı^ın şiiri bir yerde rahat bir simetriye dayanır. Öyle ki, bıçakla bu şi
iri ikiye bolseniz, iki parçanın şiirsel gerilimlerinin birbirine eşit olduğunu gö
rürsünüz. Ahm et Hamdi Tanpına/ın şiirini yermek anlamına gelmiyor elbel.
Üstelik kendi ölçüleri içinde onurlu ve başarılı bulurum ben onun çalışmasını.
Sevmişimdir de. Am a bir sıra içinde sevmişimdir. Birkaç ad sayacak olsam onun
adını da kalmışımdır aralarına. Kısacası, yalın bir tutku, özel bir sevgi olmamış
tır bu.
Bakımlı bir şiir Ahmet Hamdi'nin şiiri. Aydınlıktan alıyor mayasını. Doğa
içinde ufak ufak geriniyor. Ashnda onun şiirimizdeki eylemi kendi şiirlerini aş
maktadır. Şiirimize an içinde değil de; süre içinde bakmaya çalışalım, bakın bu
gerçeği nasıl göreceğiz. Şiirimize an içinde bakarsak, Ahm et Hamdi pek öyle bir
varlık göstermez. Ama gelişme içinde baktığımızda, onun lif lif, damar damar
türlü şairlere yayılmış olduğunu göreceğiz. Bu bakımdan, bütün yapıcı şairlerin
özelliklerini taşır. Bir yerde Yahya Kemal'den aldığı espriyi Oktay Rifat'a ulaş
tırmayı bilmiş, becermiştir. Şiirimizdeki rolü daha çok bu noktadadır. Görünmez
bir biçim de eski şiirle yeni şiir arasında güvenli bir köprü olmuştur.
Bugün hece şiirinden kala kala bir iki ad kaldı. Bir o, bir de Necip Fazıl Kı-
sakürek. Belki de bir Faruk Nafiz Çamlıbel.
Dar bir evren Tanpınar'ın evreni. Ancak şiir beğenisi öyle yüksek ki bu dar
evren içinde dili en iyi, en titiz olanaklarla yoğurmuştur. Orhan Veli akımından
önceki Türkçenin en yüksek beğeni düzeyi, Ahmet Hamdi Tanpınaf ın şiirinden
geçmektedir. O, yalnız Türkçeyi yakalamakla kalmamış, yer yer etkilemiştir de.
Ancak son yıllarda üst üste gelen şiir dalgalan, Türkçenin şiir içindeki anlamh
bölgelerini, nirengi noktalarını altüst etmiş olduğundan, o eski güzellik ölçüleri
çok değişmemiştir. Bu arada birçok şair gibi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirinde
ki elektrik de kalktı, uçtu yer yer.
T a n p ın a r ’ın Ş iir i • 2 4 9
Dinlendiren bir şiir. Duru, mavi-beyaz> edilgin Divan şiirini, Yahya Kemal'i,
M allerm e'yi yaşar. Bir yerde daha yeni şairlerde yaşamak ister. Tökezlemesi da
ha çok bu isteği duyduğu ve uygulamaya kalktığı zamanlardadır. Aile dergisin
de yeni şairler gibi yazdığı birkaç şiirine. Ataç, veryansın etmişti. Gerçekten de,
iyi, başarılı ürünler değildi bunlar. Alçıdan yapılmış kumbaralara benziyordu.
Özgür koşuk gitm em işti Ahmet Hamdi Tanpınaf a.
Necati Cumalı bundan on beş yıl önce bir dergide "Tanpma/tn Şiirleri" baş
lıklı bir yazı yayımlamıştı. Bu yazısında Tanpınat'ın dizelerinin son derece dar
sözlüklü bir şiir diline dayandığmı söyleyerek, "Son kuşak şairleri de kendi arala
rında bir şiir dili île anlaşıyorlar, onlar şehir adlarını, yabana adları kullanmaktan hoş
lanıyorlar; sık stk Babil diyorlar, Anadolu'nun il, ilçe adlarını sayıyorlar," diyor, onlar
la Ahm et Hamdi arasmda benzerlik buluyordu. Oysa, bence, Tanpınar ile Cu-
m alı'nın son kuşak şairleri dediği 1950 kuşağı şairleri arasında tam bir karşıtlık
söz konusudur, Valery ile Rimbaud kadar bir aynm vardır aralarında. Hatta da
ha da fazla. Tanpmar, güzelin mapusanesinde mutlak ve benim senm iş bir Tan
rıya şükürler eden yumuşak başlı bir bilge kimliğindedir. 1950 kuşağı şairlerinin
yadsıma, inkâr tavırları yoktur onda.
Her şey bir yana, titiz bir ustaydı Tanpınar İşini seven, işini iyi bilen bir us
ta. Bugün aram ızda kaç kişi var onun gibi tutkuyla, vazgeçişle, aşkla sanata sa
rılan? Önemi tartışılmıştır. Tartışılacaktır. Bugün çok önemli bilinen bazı şairler
sarsılabilir, hattâ yıkılabilir ilerde. Ahmet Hamdi Tanpınar hiçbir zam an çok
önemli olmadı, ama olduğu kadarıyla kalacaktır.
SIRA D A N B İR Ö Ğ R E TİC İ D E Ğ İL D İ
Bir öğretici olarak öylesine uzaktı bizden ve öylesine erişilmezdi ki... Baba
can görünüşlüydü, büyüklenmezdi, seminerlerde sigarası ağzından düşmezdi,
kimi zaman çakırkeyif olurdu. Ama öyle şeyler anlatırdı ki, tek kelimesini anla
mazdık. Ahmel M idhat diye başlardı derse; bir de bakardık Balzac'tan, Dosto-
yevski'den söz ediyor. Ya da Madam Bovary'nin bir davranışını, söz gelimi ço
cukken şapkasını havaya fırlatışını anlatıyor, bu davranışının nedenlerini açıklı
yor. İşte erişilmezliği buradaydı. Coşuyor, kendinden geçiyor, dersi unutuyor
du. Onun sıradan bir öğretici olmadığını, kuralları çiğnediğini, basmakalıbı yık
tığını seziyorduk. Ama bu sezgi, bilinçli bir kavrayışa dönüşemiyor, dönüşeme-
diği sürece de onu olağanüstü kılıyordu. Bu olağanüstülük bir bilgi deposu ol
masından değil, engin bir kültürü bütün benliğiyle yaşamasından geliyordu.
o la ğ a n ü s tü B ir Ö ğ r e tic i, Ş a ir , H ik a y e c i v e R o m a n c ı • 2 5 1
SANAT ANLAYIŞI
Tanpmar, incelemelerinden şiir, hikâye ve romanlarına kadar yansıyan sa
natçı kişiliği ve yapıtlarına egemen olan sanat anlayışı üzerine şunlan söyler;
"M usul'da 1916'da bir tesadüfle Haşim 'in birkaç şiirini, bilhassa Şi'r-i Kamer'le-
ri okumuş ve onun garip, akıcı, maddesiz hüznü içime çökm üştü." Bu ilk etki
Yahya Kem al'le bütünlenir: "Yahya Kem al'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki
mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir." Antalyah Genç Kıza M ektubunda da
asıl estetiğinin Valery'yi tanıdıktan sonra oluştuğunu ve bu estetiği rüya sözcü
ğüyle "şuurla çalışm a fikirleri" çevresinde toplamanın mümkün olduğunu be
lirtir. Ya da "m usiki ve rüya." Sonra şiir aıüayışını tanımlar: "En uyanık bir gay
ret ve çalışma ile dilde rüya halini kurm a." Bu anlayış, kuşkusuz bir biçim disip
linini gerektiriyordu. Tanpmar da heceye yönelir. Çünkü amacı, bizim kendim i
ze özgü sesi yakalayabilmektir. Yine ona göre, "kendi benliğim iz, hayat tecrübe
m iz" bu sesle dile gelmektedir.
Ş İİR SU SM A İŞ İD İR
Önce bir şairdir Tanpmar, hikâye ve romanları şiirlerini izler; "Şiir, söyle
mekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda
anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim
şiirlerimin anahtarlarım roman ve lıikâyelerim verir. M am afih roman anlayışım
şiir anlayışımdan fazla ayrılmaz. Orada da rüya kelimesi için söylediğim şeyler,
hattâ rüyanm nizâm ı hâkimdir. Şu farkla ki, şiirde dolayısıyla kendimin, hikâye
ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatımın ve insanla
rın -kendimden başkalannm - peşindeyim. Ve başkalarma ait zamanın peşinde..."
2 5 2 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
BÜYÜK B İR R O M A N C ID IR DA
Önceleri şiir, deneme, eleştiri ve incelemeleriyle kendini kabul ettiren Tanpı-
naı'ın hikâye ve romanları, uzun süre belli bir okuyucu sınırını aşamamış, ay
dınların dikkatini çekmemiştir. Oysa ölümünden on yıl sonra H uzurun ikinci
basımı ilgiyle karşılanır ve değişik çevrelerde tartışma konusu olur. Onu bir ro
mancı olarak değerlendirenlerin hepsi, temelde ayrı düşünceler öne sürseler de
bir noktada birleşirler; Taiıpınar Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük ro
mancıları arasındadır.
Bu yargı ne yanlıştır, ne de şaşırtıcı. Ama bir yanlışlığın altını çizdiği için il
ginçtir: Önyargıların ve toptancı genellemelerin yanlışlığıdır bu. Romancı Tanpı-
nar 1972'de anlaşılabilmiştir. Ne yazık ki üslûpçu oluşu, dil yoluyla bir bü)mye
ulaşmak istemesi, tefrika olarak kalan romanlarını yeterince işleyememesi, okur
la bağlantı kurarak yaygınlaşmasını önleyen en önemli engeldir. Anlattıklarıyla
yaşadığı dönemi aşan Tanpınar, diliyle günümüzün gerisine düşmektedir.
Ahmet Ham di Tanpınar, ilkin Dergâh dergisi (1921- 23)'nde yayım ladığı şiir
denemeleriyle yolunu arayan bir şair kim liğinde göründü. Yahya Kem al'in de
belirttiği gibi, dergide Mustafa Şekib (Tunç, 1886-1958)'in felsefe yönteminin iz
leyicisi durumunda olan yazarlar, şairler toplanmıştı.^ Mustafa Şekib, Fransız
düşünürü Bergson (Henri, 1859-1941)'un görüşlerine dayanan bir felsefe anlayı
şını yerleştirmeye çalışıyordu.
Yüzyılın başlarında felsefe ve edebiyat adamları üzerinde (özellikle Marcel
Proust) etkisi görünen Bergson, Madde ve Bellek adlı kitabmın başında Berke-
ley'in adını anmadan dünyanın ancak bilincimizde mevcut bir imgeden ibaret
olduğunu yazmıştı. "İdealizm inin temeli, saf ve maddî olmayan bir süre kavra-
mma dayanıyordu. Süre bilgisi ise ancak sezgi yoluyla elde edilebilirdi. M usta
fa Şekib'in de Dergâh'taki yazılarında Bergson gibi, "ruh"u n yalnız "Zekâ ve
akıldan ibaret olm adığı" savını felsefesine temel aldığı görülür.
Zekâ ya da aklı "Ruhun katılaşmış bir tabakası" olarak tanımlar. "Ruh yal
nız akıldan ibaret değildir ve bu kabuğun altında her dakika kaynayan ve her
an değişmeden yaşayamayan bir ateş bulunur. Ruh temelini oluşturan bu ateş
ten yoksun kalırsa zekânın da var olma gücü kalm az." "R uha Bir D ikkat", Der
gâh, sayı 4).
Ahmet H am di'nin de, hocası Yahya Kemal gibi, gelişimi içinde şiirini Berg
son idealizmine dayanan bir düşün dünyasında aradığını söyleyebiliriz, Yahya
Kem al'in şiirlerinde "rulı" kavramının geniş ölçüde işlenerek sonsuzluk ve öl
mezlikle özdeşleştirilmeye çalışıldığı görülür. Ahm et H am di'yse zaman kavra
mını işler.
^ "Son neslin feylesofu M ustafa Şekib Bey ki, biz bu m ecm uada usûl-i felsefesinin peyreviyiz."
(Dergnh, 20 M art 1922, Edebiyata Dair, sf. 121,1971).
2 5 4 • T a n p ııiiir Ü z e rin e Y azılar
ce kimliğinde duyan bir kişinin alışkanlığı içindedir. Bu nedenle ilk kez karşılaş
manın olağanüstü coşku halleri yoktur. Aksine olağan bir duyarlığı yaşarken,
"cam i avlusu", "küçük şadırvan", "Orhan zamanından kalma bir duvar", "yüz
lerce çeşm e" gibi insan yapısı öğelerin, "ovanın yeşili, göğün m avisi" dizesiyle,
doğadaki yerini belirler. Yaşanmakta olanla, yaşanmış olanı birlikte duyarak,
aşama aşam a artan bir ilgiyle "geçm iş zam anı" algılamaya başlar.
Eski kent, bir türbenin, cami ve çeşmelerin yarattığı çağrışımlarla şairin gö
zünde tarihle özdeşleşmiş, "bir mucize" değeri kazanmıştır. Üç beş sözcüğün
anlam ve ses birliğinde bir olağanüstülüğü sergilem e becerisi gösterir.
Şiirin ikinci bölüm ündeyse şair, yaşama hevesli olma çağında, "çinilere si
nen Kur”an seslerini" duyarak "havayı dolduran uhrevî ahenkle" etkilenir. Ama,
dizeleriyle sonsuza ulaşmak ister.2 Sonsuzluk kavramı, "R ak s", "Yavaş Yavaş
Aydınlanan", "Bendedir Korkusu" gibi şiirlerine yansımıştır.
A. Hamdi, üç dÖrt şiiri dışında dört'lü kuruluşlarda rahat eden bir şairdir.
Genelhkle hecenin 6+5 ve 4+4 kahplarmı kullanırken ölçüye sığmmaz. Sözcük
lerdeki sesli harflerin uyum unu gözönünde tutarak içten içe bir musikinin peşi
ne düştüğü bellidir. Kendi deyişiyle, "Dilin asil ve saf oyunları" na aykırı gördü
ğü engellerden, pürüzlerden kurtulmaya çalışır. Sabırlı bir sözcük arayıcısıdır.
Uzun deneyler, yazıp bozm alar sonunda okuyanlarda, "hayret ve heyecan çığlı-
İikin 1944'le çıkan "B u rsa'd a Z am an" şiirini Tanpınar kitalpına 7 dizesini değiştirerek almıştır.
"Sanki b ir hâtıra sessizliğinden - Yüzlerce çeşm enin serinliğinden" (8. dize); "Yekpare bir anda
gün saat m evsim - Sanki tek bir anda gün, saat, m evsim " (12. dize) yanında "B ir bahar uykusu
olur elbette" dizesini "B ir ilâh uykusu olur elbette" biçim ine getirerek, "bah ar uyk u su " yerine
"İlâh u yku su" gibi çok değişik b ir anlam a götürm üştür.
2 5 6 • Tnııpım ır Ü z e rin e Yazılar
ğı" koparacak düzeyi bulduğu kanısına varana kadar sürer çalışması. Bu nedenle
kitabındaki birçok şiiri, dergilerde çıktıktan sonra, düzeltmelerden geçirmiştir.
Kimilerinin adlarını bile değiştirir. "Bendedir Korkusu" ilk çıkışında "Yılan"
(Varlık dergisi, sayı 31, 15 Ekim 1939)" "U yanm a" ilk çıkışında "Bahar" (Vnrhk
dergisi sayı 51, 15 Ağustos 1935), "Yavaş Yavaş Aydınlanan" ilk çıkışında
"Sfenks" (Varlık, sayı 22, Haziran 1934) "D önüş" ilk çıkışında "Bülbül" (Oluş
dergisi, sayı 9, Şubat 1939) adlarını taşıyordu.
Ahmet H am di'nin şiirlerinde uyaklar çoğunlukla özgündür. Anlamı bozm a
dan, kendisinden önce kullanılmamış uyaklar bulmaya özen gösterir
Faruk N afiz'de belli bir düzeye gelen hece ölçüsü, Ahmet 1-lamdi'de evrimi
nin daha yüksek aşamalarına ulaşmış, özellikle Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı gibi
şairlere örnek olmuştur.
Ahmet Hamdî, Behçet Bey'e, "Ben sizin îıayalınm yazmak istedim. Roman ayrı
şey" diyor. Bir an bu söze öncelik tanırsam, varacağım sonuç: dem ek ki roman
yazmak niyetinde değildi, olur. Öyleyse neden, yalnızca Behçet Bey'in yaşamını
yazmadı? Bence, Behçet Bey'in kişiliği elvermez buna. Tanpınar, "rom an yazmı
yorum " dese de; anlatımıyla, yahnkat bir yaşam öyküsünün değil, bir romanın
eşiğinde. Roman yazmasıysa, Behçet Bey'in yapıntılaşmasını, A. Hamdi'nin de
yişiyle "fertij)" olmasını gerektirecek. Behçet Bey, yazarın gözünde iki türlü ya
şıyor; "ihtiraslarnjle" bir birey olarak, ve "maşeri çehresiyle" bir sim ge olarak. Ro
mancı, bu ikinci yüzden çıkarak, "cemiyet hayatmm en mühim, en göze çarpan bir
kademesinde gördüğü" Behçet Bey'in yaşamını "oradan seyrettiği manzaralara" ka
rıştıracak. Gene, A. H am di'nin roman anlayışı su üstünde: bireyle birlikte, birey
den çıkarak çağı anlatmak. Bireyin ağzından yapacak bunu, ama bireyi kendin
ce bir bireşim haline getirerek. "Romancı... kendi müşahedesinin ve icadının kalıbına
bürünmeği, onun şahsiyetini benimseyebilmeği yapabilen adamdır." diyor yazar. Beh
çet Bey "müşahede" mi, "icat" mı? İsteyen yanıt arayabilir bu soruya. Saint-Beuve
eleştirisi 19. yüzyıla gömüldüğüne göre, hiç önemli değil artık. Önemli olan, ya
zarın Behçet Bey'in kişiliğine bürünmesi gerektiği. Ama, bunu yapabilmesi pek
kolay değil. "Romanda anlatılabilecek şeyin azamisi ferttir... bu fert de bizzat romancı
nın kendisidir." diyen Ahmet Haindi, "Siz bir terkipsiniz Behçet Bey" demeden de
edemiyor. Açıkça görülüyor ki, kahramanın da yazarın kişiliğine, benliğine bü
rünmesi gerekecek. Onun elinde yoğrulacak, yeni, romansal bir varlık olacak.
Ne var ki, Behçet Bey'le Tanpınar'ın kolayca kaynaşması mümkün değil. İşte, bu
kertede, yazar - kahraman çatışması ortaya çıkıyor.
Patolojik Behçet Bey, kendine sığınak yaptığı sinirceli, dar yaşamının dışına
çıkılsın istemez. Üstelik, yaşaması, "geleceği, geçmişi görmeye yarayan bir rasat ku
lesi" olan " h ârd en yoksundur. Bu etmenler göz önüne alınınca, bireyin içinden
çok bireyin olduğu yerden çağa bakmağa yönelik bir romanı örm ek epey güçle
şiyor. Ama Behçet Bey'in bir niteliği, yazara yeni bir olabilirlik kapısı açıyor;
şimdiki zamanı, salt anımsama. Bu özellik, A. H am di'ye "âdeta sanat için bir me-
tod gibi"^ görünüyor: Behçet Bey'in anılarını izleyerek tarihte geriye doğru inme
ğe başlar. Elbet, kendince yeniden kurar bu anıları, açar, derinleşir. Yaşamı, "fert
olarak" Behçet Bey'den "sembol olarak" Behçet Bey'e geçmek, tarihe, coğrafyaya
yayılmaktadır. Ama, Behçet Bey'in, bu geçişi romansal bütünlük içinde sağlama
sı için zamanın içinde olması gerek. Oysa o, "zamanın dışına fırlamış". Sinirceli
dünyası "velûd", ama yazarın işini kolaylaştıracak biçim de değil. Tanpınar, ya
Behçet Bey'in tekil tragedyasını anlatacak, ya da çağı, bu tragedyayı geriye ite
rek, yalnızca bir çıkış noktası yaparak anlatacak. Behçet Bey'in patolojisi baş edi
lemeyecek denli zorlu. Rom ana fedâ edilmek istemiyor. Bu engeli aşamayan sa-
Yazarın, nslındn rom an yazm ağı am açladığı, bu tüm cede açıkça ortaya çıkıyor.
M a h u r B e s ce ’n in B itm e m iş liğ i • 2 5 9
kesin yaşamını anlatacak. Ama bu anlayış, bir ikilik doğurur. Ahmet Hamdi
Yahya Kem al'in en büyük yanı olarak, "cemiyet fikriyle saf estetiği atbaşa yürütme
sini, hattâ birbirinin tamamlayıcısı yapmasını" görür. Kendisi için, "başından beri iki
ye bölünmüş yaşadım” der. Herşeyin bütün içinde olduğu tan anları, yaşamın
kaynağını, bengi düzününü bulguladığı mavi anlar, yetmemiştir Tanpınar'ın
toplumla kaynaşmasına, tekil yanını doyurmuştur ancak. Huzur'da ve Sahnenin
Dışındakiler d eki kahramanlar, bu ikiliğin kıskacındadır. Mümtaz kurtulamaz,
anlatının sonunda, başı dizlerinin arasında kendi karanlığına gömülürken, rad
yo herkesin sesiyle, ondan ayrı konuşmaktadır. Cemal ise, ancak romanın so
nunda sahneye girer. İki romanda da bir bireşim gözlemlenmez. Kahramanların
A. H am di'nin duyarlığını paylaşmaları, imgelerle, eğretilemelerle, büyülü anla
rın çizilmesine, iki ayrı dilin yanyana gelmesine yol açar, birleşm esine değil.
Behçet Bey'in "gündelik hayata kapılarını kapatmış" zamanı, ilk bakışta büyüleyi
cidir. Ama, tek boyutlu bir zaman olması, öbür kahramanlardan ayırır onu, ya
zara ters düşürür. Mümtaz ile Cemal, bu ikiliği ortadan kaldırmasa da üstünün
örtülmesine izin vermektedir. Söz konusu Behçet Bey olunca yazar, dilin iki ku-
tubu arasında (eğretileme ile düzdeğişmece, ya da şiir ile düzyazı) pek gidip ge
lemez. İkiliğin birinci yanından vazgeçer, kahramanını yalnızca simge olarak
alır. Bu kez de, Behçet Bey'in bilinen zamanın dışına çıkmış olması, yazarın aya
ğını bağlar. Am a, önemli olan, sanatçının bu kahramanı, ikiliğin ikinci yanında
kullanmağa çalışmasıdır Mahur Beste'de anlatım, öbür iki romanınkinden epey
ayrımlıdır, dil daha az şiirseldir. Betiğin adı büyü çağrışımları doğurduğu hal
de, betiğin kendisi bunu yapmaz. Behçet Bey'in zamanı engel olur, elbet. Sonra
yazar, kahramanın tekiliğinden geçer, onu zamanın içinden konuşturmağa çalı
şır. N e var ki, Behçet Bey'in yeri burası değildir. Önü kesilen yazar, başka kah
ramanlarla zam anı anlatrriağa girişir. Mümtaz ile Cemal zamanın sınırlarında,
Behçet Bey ise zamanın dışında kişilerdir. Toplumu anlatmak için zamanın için
de bir kahraman gerektir. Bu kahraman, Hayri îrdal olur. Saatleri Ayarlama Ensti-
tüsü'T\de başkişi; zamandan, mekândan kurtulabilen, "öz olarak" yaşayabilen bir
kişi değildir. Sıradan, zamanın göbeğinde bir insandır. Anlatım da O 'na uygun
dur. Bergson'un zaman anlayışının ve simgeci şairlerin esinlediği şiirsel, gizem
li havayı burada bulamayız. Ama Mahur Beste'de başarmak istediği şeyleri bu
romanda gerçekleştirdiğini görürüz. Anlatı, gene tek kahramanlı, gene kahra
manın ağzındandır. O söyler, A. Hamdi yazar. Yalnız, Hayri İrdal sapınçsız bir
bireydir, elverir bir kişidir. Hiçbir engelle karşılaşmaz yazar, onu kolayca bir bi
reşim haline getirir. Tek kahramandır belki, ama tekil değil çoğuldur. Geniş bir
tarih aralığında, toplumun bütün katlarında gezinir. Birçok kişinin yaşayabile
ceğini, tek başına yaşar. Talihi yaver giden ortalama bir insanın görebileceğin
den çok daha iyi görür çevreyi. Boyutları, kimi zaman inandırıcılıklarım yitire
bilecek denli büyüktür. Üstelik, A. Hamdi karşımıza, alışılmadık bir biçim de, bir
alay ve yergi ustası olarak çıkar. Büyüsü sıfırdır, salt toplumsaldır bu roman da.
M a h u r B e s te ’n in B itm e m ijliğ i • 2 6 1
Bunları yaparken, kuramıyla kılgısıyla Rom an'ının dışında değil, doruğuna çı
kar. Mahur Bcste'de başaram adığını başarır. “Yaşadığı devirleri", zamanın ortalık
yerinden anlatır. N e var ki, ikilik altedilmemiş, bir yanı alabildiğine ağır basm ış
tır. Şiir-roman, ulus, tarih-saf estetik, zam ansızhk-zamanlıhk ikiliği, doğrusu
dünya görüşündeki ikilik (sanat anlayışı dünya görüşünden kesinlikle ayrıla
m ayacağı için), çözüm süz kalır. Bu ikiliği hiç aşamamış mıdır? Bence, aşmıştır.
Öncelikle, Bursa üzerine yazdığı metinlerde.
Farkındayım: yukarıda söylediklerimin hepsini açmak gerek, eleştirinin, A.
Hamdi'nin bereketinden uzunca yararlanması gerek. Ama bu deneme, Tanpı-
naı'ın bazı metinleri üzerine yapacağım bir çalışmanın döllerini taşıyor, yalnızca.
Berna M oran
bir yol, bozulm am ış mantığı ve sağduyuyu temsil eden, o topluma tüm yaban
cı birine, o toplumda işlerin nasıl yürütüldüğünü, insanların nasıl davrandığını
anlamak ve onun tepkilerini, düşüncelerini belirtmektir. Ö rneğin yazar, çok ya
bancı bir ülkeden bir adamı hicvedilecek toplumu getirip gezdirir ve o toplum
daki insanların inançlarına, geleneklerine, davranışlarına onun sağlıklı mantığı,
çocuksu saflığı ile bakar. M ontesquieu Les Lettres Persanes'da (1721) bu iş için bir
İranlıyı seçmişti; Goldsmitlı ise Citizen of the World'da (1762) bir Çinliyi. Bu yön
temin bir benzerinin, şimdi aklıma gelen bizdeki bir örneği de, Haldun Tane/in
Ha Bu D iya/da kullandığı 'anachronisme' yoludur. Evliya Çelebi bugünün An
kara'sına gelir ve kendisiyle konuşanlardan modern Türkiye'yi dinler. Yazar,
böylece, geçm iş zamandan getirdiği bir adama yapılan açıklam alarla şimdiki
toplumu hicveder.
Tanpınaı'ın yöntemi de toplumu bir gözlemci kullanarak eleştirmektir. Ne
var ki İrdal ne uzak bir ülkeden gelmiş bir yabancıdır ne de öbür dünyadan ara
mıza inmiş, geçmiş bir çağın adamı. İrdal eleştirilen toplumun bir üyesidir; o in
sanlarla birlikte yaşar, ama yine de aynhr onlardan. Bir kere doğuştan farklı ol
duğu, onlara benzemediği için tam anlamıyla onlardan biri sayılamaz. Yalnızdır,
'hayat dışı'dır. Çocukluğundan beri nasıl türbelere götürüldüğünü, nefesi kes
kin kişilere okutulduğunu kendisinden dinleriz. Dr. Ram iz'den söz ederken, di
yor ki: "H akkım daki kanaati herkesin kanaati idi. Yani bana (...) hep bazı husu
si meziyetleri de bulunan biçare bir meczup, kabiliyetsiz bir adam, bir hayat dı
şı gözü ile baktı2". İşte İrdal'm bu çocuksu saflığı, yarı meczup garip kişiliği, içi
ne kapalılığı ile toplumun yarı içinde yarı dışmda yaşayan bir adam olması, ona,
topluma dışardan, farklı bir açıdan bakmak olanağını sağlar. Fatih Rüştiye
si'ndeki öğrencilik yıllarından söz ederken: "İnsan işlerine .uzaktan bakmayı
oradan öğrendim ," der (s. 24). Başka bir yerde "H ayatım ı düşündükçe....daima
kendimde seyirci haleti nahiyesinin hakim olduğunu gördüm " (s. 67) diyen İr
dal, bu seyirci rolü ile, hiciv edebiyatında topluma dışardan gelen yabancı gele
neğine bağlanır.
Tanpınaı'ın bu yöntemi daha karmaşık bir biçime soktuğunu söylemiştim.
Diğer romanlarda yazar, kullandığı yabancı kişiyi o toplumun çeşitli kesimleri
ne ya da kurum larına sokar ve toplumun o günkü durumunu eleştirir. Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'ude ise İrdal'm çevresindekiler fazla değişmez, aynı kişiler
dir hemen hemen. Kıraathanedekiler ve Spiritizma Cemiyeti'ndekiler, daha son
ra Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde görev alan kişilerdir. Bundan ötürü roman
da, kısa bir zaman dilimi içinde çeşitli kesimlerdeki insanlarla karşılaşmayız da,
aynı insanları farklı dönemlerde izleriz. Bunların geçirdiği değişiklik, o dönem-
lerdeki toplumun özelliğini belirler. Aynı şey İrdal için de söz konusudur; top
lumun bir parçası olarak o da değişir dönemlere göre.
1-liciv gelenekse], toplumsal ve ahlaksal değerlerle, yaşamda bunlara ters
düşen davranışların yarattığı uyumsuzluktan kaynaklandığına göre etkili olma
sı için yazarın okurla paylaştığı rasyonel bir normlar sisteminin bulunması şart
tır. Yazar bu normların dışına çıkanları kendisine hedef alır, çünkü amacı bu bo
zuklukları, aksayan yönleri gülünç düşürerek düzeltilmelerine yardımcı olmak
tır. Bozukluklar da çeşitlidir; Gurur, ikiyüzlülük, aptallık, bencillik, para hırsı,
sömürü, zulüm, haksızlık, vb.
Saatleri Ayarlama Ensütitüsü İrdal'ın ağzından anlatıldığına göre İrdal'ın ki
şiliği, toplumu ne adına hicvettiği, normların ne olduğu önemli. Eğer İrdal ger
çekten tam bir meczup veya delinin teki ise yaptığı gözlemlerin ve eleştirilerin
bir anlamı kalmaz. Yok gerçekte meczup ya da safdil değil de işi saflığa vuran
bir sahtekâr. Konur Ertop'un deyişiyle "kendi yalanına kendini kuvvetle kaptır
mış bir dolandıncı^" ise, ahlâk ölçütleri bizimkinden çok farklı olacaktır. Yoksa
İrdal, çocuksu saflığı içinde kuvvetli sağduyusu ve temiz yüreğiyle, insanların
zaaflarını, kusurlarını önümüze sergileyen bir gözlemci mi? İrdal'ın, bu saydığı
mız kişiliklerden zaman zaman birine ya da ötekine uyması durumu biraz ka
rıştırmaktadır. Tanpınar en etkin gülmeceyi elde etmek için İrdal'ı bir gereç gibi
kullandığından, kişiliğinin tutarlı olmamasına aldırış etmez. Bu tutarsızlık, son
ra belirtm eye çalışacağım gibi, bir yerde okurun yapıtı anlamasını güçleştirecek
kerteye varır Ama romanın büyük bir kısmında İrdal, saf, iyi kalpli, sağduyu ve
mantık sahibi, kendisi de dahil dürüstlükten aynlanlan eleştiren, geleneksel de
ğerleri savunan bir adamdır.
"Büyük Üm itler" başlığını taşıyan ilk bölümde İrdal'ı iki çevre içinde görü
yoruz, Biri kendi aile çevresidir, biri de babasının dostlarının çevresi. Bu iki çev
rede de din ve hurafe motifleri, boş inançlar dikkatimizi çeker. İrdal'ın babası
nın dedesi bir cami yaptırmak istemiş, parası yetmemiş ve bu işi bitirmesini oğ
luna vasiyet etmiş. İşte bu yüzden aile şusunu busunu sata sata gittikçe yoksul
laşmış ve sonunda İrdal'ın babası cami kayyumluğuna kadar düşmüş. Yaptırıla
cak cami için alınmış olan ayaklı duvcir saati, kapı perdeleri, yazı levhaları ve yer
hasırlan, oturdukları eve küçük bir mescit havası vermiştir. "M übarek" adını
taktıkları saat İrdal'ın annesine göre tekin değildir ya bir evliyadır ya da iyi sa
atte olsunlar çarpm ıştır onu. İkinci çevreyi de dinsel motifler ve boş inançlar be
lirler. Bu çevrede, kalabalık, büyük bir konakta yaşayan, insan canlısı, "hafifçe
komik bir operet am casına" benzeyen Abdüsselâm Bey; Eczacı Aristidi Efendi
5 "M ed eniyet Değiştirm esi ve İç İn san", Yaşadığım Gibi (Türkiye K ültür Enstitüsü Yayınlan, 1970) s.
27.
^ a.g.y. s. 24.
S a a tle r i A y a rla m a E n stitü sü • 2 6 7
İrda] tam am ıyla işsiz ve yoksulluk içindeyken Ayarcı'ya rastlar ve yaşam ın
da yeni bir dönem açılır. Herkesin horladığı, aşağıladığı İrdal, "Sabaha Doğru"
başhğını taşıyan üçüncü bölüm de Ayarcı'mn kurduğu Saatleri Ayarlama Ensti-
tüsü'nde önemli bir m evkiye getirilince rahata, paraya, üne kavuşur. Bu, hiç
kuşkusuz Cum huriyet döneminin geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk
toplumu yaratmak çabasında düştüğü hataların hicvine ayrılmış olan kısımdır.
Bu dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine eskiyi tamamen
atıp yeniye sarılmaktır. Ya^ann bir makalesinde söylediği gibi "1923'de başla
yan tasfiye eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye son verir"/
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne iş göreceği belli olmadan kurulmuş, yeni ye
ni kadrolarla şubeler açıp gittikçe genişleyen öylesine saçm a bir kurum dur ki,
Tanpınar bu enstitüyü ele alarak birçok konuyla alay etmek olanağını bulur: Po
litikacılar, üst yapıda yapılan köksüz devrimler, bürokrasi. Batı taklidi yaşam bi
çimi vb. Enstitüyü kuran Ayarcı'mn inandığı ana ilke yeniliktir. "Yeninin bulun
duğu yerde başka m eziyete lüzum yoktur" (s. 220) diyen Ayarcı'mn dünyaya
bakışı İrdal'ınkinin tam tersi. Bu yeni düşünce tarzına bir türlü alışamayan İrdal,
çalıştığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde yapılanlara ayak uyduramayıp karşı
laştığı şeylere sağduyusu ile zaman zaman karşı çıktıkça 'yeni'yi anlamamakla
suçlanır. Ayarcı onun için Dr. Ram iz'e "Bir gün kervanın dışında kalınca anlar!
Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştire-
meyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!" (s.
279) diyerek yeniyi yaratmanın, olaylara, sorunlara yeni bir şekilde bakmakla
mümkün olabileceği fikrini tekrar eder. Tanpınar, bildiğim iz gibi, kendi kökleri
mizden kopm adan yenileşmekten yana. Yeni yaşam biçim lerini yine Türk top-
lumunun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi geçmişimiz ve Batı, vazge
çemeyeceğimiz iki kaynaktır. Cum huriyet'te geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlı
ğını kopya- edebileceğimize inanmakla aldandık. Üstelik o zaman bile yeniye
tam inanmış değildik. Bundan ötürü, Tanpınar, yeniye inanmış gibi görünen,
ama gerçekte çıkarlarını düşünen politikacıları da, bürokratları da, aydınlan da
romanında kendine hedef alır. Gerçi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü kuran Ayar
cı çıkar peşinde koştuğu için yapmaz bunu; o, yeni bir şey yaratmak isteyen ve
bunu başarmak uğruna sağduyuyu, mantığı, doğruluk ölçütlerini elinin tersiy
le bir yana iten bir eylemcidir. Sabriye Hanım'ın dediği gibi "sporu sever, men
faati değil". "Yaratm ak yaşamanın ta kendisidir" diyen Ayarcı yaptığına inan
mıştır. Hatta bir gün kendisine karşı çıkan İrdal'a "H içbir zaman benim kadar
temiz ruhlu olmadınız! Çünkü ben bu işlerin üstündeyim " cevabını verir (s.
341). İrdal, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde m üdür yardımcısı olarak çalışmayı
kabul etmekle, inanm adığı bir işe kahim ış olmakla kalmaz, orda dönen dolapla-
8 a .g .y .s .7 6 .
S a a tle r i A y av lam a E n stitü sü • 2 6 9
Buraya kadar daha çok Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki hiciv koruları üze
rinde durdum. Ama hicivde iki şeyin var olması gerek: Biri hicvedilecek konu,
biri de gülmece. Çünkü bilindiği gibi, hiciv, saldu-ıya geçen, ya da Frye'ın deyi
şiyle militan mizahtır. Tanpınaı^ın hiciv için ana yöntem olarak seyirci yöntemi
ni kullandığını başla söylemiştim. Ama bu yöntem içinde gülmeceyi ve eleştiri
yi sağlayacak çeşitli teknikler yer alır ve bunlara bağlı olarak hicvin şiddeti de
azalır ya da artar. Zaten yazar okuru bir şeyi eleştirmeye yöneltirken okura sun
duğu hedefin önem ine göre birtakım duygular uyandırmak ister. Bazen okurun
ona sadece gülm esini ister, bazen onu aşağılamasını, bazen ona kızmasını, bazen
ondan tiksinmesini ya da nefret etmesini. Bunu yaparken kullanacağı militan
gülmeceyi de, bu duygu yelpazesine göre ayarlar. Kırıcı olmayan bir alaydan
başlayarak acı bir alaya kadar derece derece artan silahlar kullanır. Saatleri Ayar
lama Enstitüsü'nâe alay lathdan acıya doğru gelişmekte ve sonunda açık yergi
ye varm aktadır demek yanlış olmaz sanırım. Böyle bir romanın değeri, büyük
ölçüde, gülmeceye dayandığına göre Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün, açıklanma
sı çok daha güç olan bu yönüne eğilmek ve Tanpınaı'ın kullandığı çeşitli teknik
lerden bazılarını belirterek bu açıdan zenginliğini örneklerle göstermeye çalış
mak yerinde olacaktır. Çünkü sözünü ettiğim çeşitlilik olmasaydı, böyle uzun
bir romanda gülmece tek düze olmaya ve etkisini yitirmeye başlardı.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde gülmece bazen olayların kendi komikliğin
den doğar. Yani bir durumun beklenm edik ve saçma bir yönde, gittikçe karışa
rak gelişmesinden. Bazen komik bir durumu, İrdal'ın farketmeyerek ciddi bir ta
vırla anlatmasından (understatement). Üçüncü bir teknik bunun tam tersi bir
yöntemdir; İrdal bir durumu özellikle komikleştirir. Bir başka yöntem açık istih
za yöntemidir. Bazen de abartma (sözde övgü) yoluyla ironie'ye başvurulur.
Olayların gelişm esine dayanan yönteme en iyi örnek belki Şerbetçibaşı El
ması hikâyesidir. İrdal askerden dönünce Abdüsselâm Bey onu, kendi konağın
da yetişmiş bir kızla. Emine ile evlendirir ve konağına ahr. Abdüsselâm evinde
kalabalıktan hoşlanır, ama onun bu aşırı insan düşkünlüğünden bazen kendi,
çocukları, gelinleri ve damatları birer ikişer konaktan kaçarlar: Sonunda, yaşlan
mış adamı bırakm aya bir türlü gönlü razı olmayan İrdal ile karısı kalır konakta.
Abdüsselâm, İrdal'ın doğan çocuğuna ad koyarken İrdal'ın annesinin adı olan
Zaide yerine yanlışlıkla kendi annesinin adını koyan Zehra. Olaylar geliştikçe
durum kom ikleşir; Abdüsselâm artık bunamış gibidir ve küçük Zehra'yı kendi
annesiyle özdeşleştirm eye başlar. Evin; her tarafı Abdüsselâm'm, olmayan ser
vetini İrdal'ın kızı, kendi annesi Zehra'ya bıraktığını bildiren vasiyetnamelerle
dolar. Abdüsselâm ölünce bıraktığı bu garip vasiyetnameler mahkem eye yol
açar ve yargıçlara dert anlatana kadar göbeği çatlar İrdal'ın. Ne var ki bununla
da bitm ez iş. Abdüsselâm 'm nasıl borç bulabildiğini öğrenmek için kendini sı
kıştıran birine İrdal, alay olsun diye, "farzet ki Şerbetçibaşı Elması kendisinde
2 7 0 • T tin p ın a r Ü z e rin e Y azılar
olsun" der ve buna dayanarak borç alabilmiş olacağını ileri sürer. Bu kez yeni
den işler karışır; elmas dedikodusu dallanıp budaklanır ve yine mahkemeye dü
şen İrdal bu sefer Şerbetçibaşı Elması'nı çalmakla suçlanır. Saçm alık bununla da
bitmez. İrdal m ahkem ede öfkeden kendini kaybederek söylediği şeyler yüzün
den deli diye adli tıbba gönderilir; orda da kaçık Dr. Ram iz'in eline düşer. Böy-
lece basit bir şekilde başlayan bir olaylar dizisi, bir yanhşlıklar komedisi gibi, ol
mayacak bir biçim de gelişerek karıştıkça karışır ve komik bir Kafka durumunu
hatırlatan 'abes'e ulaşır. Gülmece açısından çok ustaca anlatılan bu olaylar dizi
sinde, aynı zam anda, iyi kalpliliği ve talihsizliği yüzünden felâkete uğrayan İr-
dal'ın davranışlarıyla karşılaştırmamız ve eleştirmemiz için başkalarının bencil
liği, ikiyüzlülüğü, yalancılığı, "insanın insana hücumu o hiç yere düşmanlık" or
taya konur. Onun için bu 'abes' komiktir ama gülerken buruk bir tat bırakır ağ
zımızda.
İrdal'ın adli tıpta Dr. Ram iz'e teslim edilmesiyle başka bir hiciv yöntemi çı
kar karşımıza. Bu psikanaliz bahsinde gülmeceyi oluşturan, olayların saçma ge
lişiminden çok, psikanalizle bozmuş Dr. Ramiz'in kişiliği, psikanalizi gülünç ha
le sokması ve bunların bize sunuluş tekniğidir. Bir sürü felsefe okulları, bilimsel
kuramlar Yunan edebiyatından bu yana hiciv yazarlarının şim şeklerini üzerine
çekmiştir. Lukianos Hayatların Sahşt'ndsı belli felsefe okullarını temsil eden filo
zofları köle olarak mezata çıkartmış ve bunların ne gibi yararlar sağlamak iddi
asında olduklarını belirterek alay etmişli onlarla. Erasmus skolastikleri, Samuel
Butler, Darw in'cileri, Voltaire ve Leibnitz'in iyimserlik felsefesini ele almışlardı.
Le Mariagc Force'de iki filozofu gülmece konusu yapm ıştı Moliere. Northrope
Frye'ın dediği gibi felsefe sistemlerinin ve genellemelerin hicve yatkın olmaları
nın nedeni, açıklam ak iddiasında oldukları yaşamın karmaşıklığı, insan davra
nışlarının sonsuz çeşitliliği karşısındaki basitlikleridir. Filozof, yaşamın zengin
liğinin içinden işine gelenleri seçip diğerlerine gözünü kapayarak yaşamdan bir
soyutlama yapar ve yaptığı bu soyutlama ile her şeyi açıkladığı iddiasındadır
Hiciv yazarları bu dogmatizmin zayıf yanlarını yakalayarak büyük iddiaları gü
lünç düşürmek için gerçek yaşamla bu soyut kuramlar arasındaki uyuşmazlığı
meydana koyarlar.^
Tanpınar psikanaliz bahsinde böyle bir gülmece konusunu işliyor Kimdir
Dr. Ramiz? Avrupa'da psikanaliz okumuş, gözü başka bir şey görmeyen, ama
psikanalize, hastaya "tatbik edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah
edecek bir vasıta" olarak bakan bir bilim adamı. Ona göre bu yeni bilim her şey
dir:
"Cürüm , cinayet, hastalık, ihtiras, parasızlık, sefalet, talihsizlik, sakat doğ
ma, düşmanlık, hülâsa insan hayatını bizim irademizin dışında cehennem ya-
pan şeylerin hiç biri yoktu. Yalnız psikanaliz vardı. Hepsi dönüp dolaşıp ona ge
liyorlardı. O hayat m uammasının biricik anahtarı idi." (s. 101).
Dr. Ram iz Türkiye'nin toplumsal sorunlarıyla da ilgilenir, ama döndüğü ül
kesinde kendisine bütün sorunları çözebilm e fırsatmı sağlayacak bir mevki ve
rilmediği için küskün bir gençtir.
İşin bu yanı bir tarafa, Tanpmar, komik öğeyi yakalam ak için Ramiz ile îr-
dal'ı nasıl kullanıyor bu bahiste? Adli tıpta Dr. Ram iz'e havale edilince, hiç işit
mediği bu yeni bilim le karşılaşır. Doktoru deli olmadığına inandırmak için çır
pınır durur, ama, "psikanaliz çıkhktan sonra herkes az çok hastadır" diyen Ra
miz ilk hastası olan İrdal'ı günlerce sorguya çektikten, yaşamını öğrendikten
sonra başına gelen tüm felâketlerin nedenini bulur:
"- Demin de dedim ya... Siz babamzı beğenmiyorsunuz... Beğenmemişsiniz.
- Aman doktor! .
- Dinleyin, dinleyin.. Beğenmedikten sonra kendiniz onun yerine geçeceği
niz yerde, kendinize durm adan baba aramışsınız... Yani reşit olmamışsınız. Hep
çocuk kalmışsınız! Öyle değil mi?
Yerimden fırladım . Bu fazlanın fazlasıydı. Düpedüz iftiraydı, hainlikti, za
limlikti, beni bir kalem de insanlığın dışına çıkarmaktı.
- Hiç aklımdan geçmez. Geçmedi de. Saçma, budalalık! Ne diye bir başka ba
ba arayayım! İstesem de istemesem de onun oğluyum... Babamı nasıl inkâr ede
rim?
(...)
(...)
- Yani?..
10 Dr. R ainiz, A vrupa'da okum uş ve orda öğrendikleri b ir sistem ile Türkiye'n in sorun lann ı çöz
m ek iddiasında olan bazı 19. Yüzyıl aydınlanm ızı da andırm ıyor m u? Kim i pozitivizm e inanm ış
v e Türkiye'n in bu yolda bir eğitim le kalkm açağını savunm uştu; kim i "h ü r teşebbüs" v e A nglo-
Saxon tipi eğitim i savunm uştu vb. Dr. R am iz de V iyana'da öğrendiği psikanalizle T ürkiye'nin
bütün sorunlarını çözebileceğine inanır.
2 7 2 • T a n p ın ıır Ü z e r in e Y azılar
- Yani çocukluğunuz bu saatin eve getirdiği hava içinde geçmiş... Babanız bi
le onu kıskannnış... Anneniz M übarek adnıı verdiği halde babanız "m enhus"
adını koymuş, nasıl oldu da parçalamadı şaşıyorum. Çünkü babanız sizden ev
vel tehlikeyi görmüş.
- Parçalam ak değil ama, satmak istiyordu. Doktor sevinçle yerinden fırladı.
Davasının bir ispatını daha vermiştim.
(...)
(...)
Ve Dr. Ram iz'in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hadiseyi anında karşı
lıyor, durmadan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, vadediyor, tehdit ediyor, üst üste
en beklenm edik nizam lar kuruyor, örfî idareler ilân ediyordu." (s. 147).
2 7 4 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
Konferansı veren Dr. Ramiz'in dinleyicileri uyutması, tek başına ucuz bir
güldürü olurdu. Onun için Tanpınar bununla yetinmek yerine, sahneyi tabii yi
ne İrdal'ın ağzından, sesler arasındaki korkunç bir savaşım şeklinde canlandırı
yor. İrdal'ın bu parçada da, gördüğünü saflıkla anlatan bir adam olmadığı açık.
Komik öge, İrdal'ın durumu hınzırca komikleştirmesinden, yani alaylı sunuşun
daki hünerinden geliyor.
Buraya kadar verdiğimiz örneklerde Ramiz'in gülünçlüğü hicivden çok m i
zah konusudur. Şimdi Tanpınar'ın başka gülünç bir tipi, toplumu hicvetmek
amacıyla nasıl kullandığını görelim. İrdal'ın evlere şenlik bir baldızı vardır. Bu
kız iyi şarkı söylediğine inandığından şarkıcı olmak merakındadır. Ama ne sesi
vardır ne kulağı; makamları birbirinden ayıramaz; ünlülerin hepsini taklit eder
ama hepsini aynı sesle. Baldız bir bakıma, dünya hiciv edebiyatında çok işlen
miş olan Ramiz kategorisindendir. Sahip olmadıkları birtakım meziyetleri ve
özellikleri kendilerinde var sanan bu budalalar, kendilerini olduklarından ya
daha akıllı, ya daha güzel, ya daha yetenekli sanırlar. Fıçı gibi terleye terleye,
parmaklarını çatırdata çatırdata şarkı söyleyen bu çirkin kızı, İrdal, Ayarcı'ya hiç
abartmadan olduğu gibi anlatır. Bu gülünç kızı biz de, İrdal'ın paylaştığımız öl
çütleriyle yargılar ve sanırız ki bu ölçütler aklı başında herkesin ölçütleridir ve
kızı, bizim gibi, içinde yaşadığı toplum da gülünç bulur. Ama Tanpınar durumu
beklenmedik bir şekilde döndürerek hem yeni bir gülmece konusu yakalar hem
de hicvin yönünü değiştirir.
İrdal'ı dinleyen Ayarcı, kızın bu nitelikleriyle gerçekten büyük bir şöhret ola
bileceğini iddia ederek şaşırtır bizi:
"Çirkin, diyorsunuz; bugünün telâkkilerine göre sempatik demektir. Sesi
kötü diyorsunuz; şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir: Kabi
liyetsiz diyorsunuz o halde m uhakkak orijinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olu
rum. Yarından itibaren baldızınız sahnededir." (s. 223).
Gerçekten de kız, beğenilen ünlü bir şarkıcı olur çıkar. Şimdi artık hiciv ko
nusu olan yalnızca kız değil, onu beğenen, zevki bozulmuş bir toplumdur. Tan-
pınar. Dr. Ramiz gibi bir tipin gülünçlüğünü gösterirken, Ram iz'i ciddiye alma
yan kendi toplumunun normlarını kurtarmıştı. Ahm et M ithat'ın, Recaizâde Fk-
rem'in, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın züppe tipiyle alay ederlerken yaptıkları gi
bi. Felâtun, Bihruz ve Meftun kendi toplumlarında alay konusu kişilerdir. Oysa
baldız toplumca beğeniliyor. Başka şekilde söylersek, kendini iyi şarkıcı sanan
kızla alay, sonunda, toplumun benimsediği normların hicvine dönüşüyor. Asıl
hedef kız değil toplumdaki değer kargaşası.
Dahası var. Tanpınar, Ayarcı'ya modern zihniyetin savunuculuğunu yaptıra
rak, yeni toplumun ideolojisini (eğer buna ideoloji demek doğruysa) hicveder.
İrdal baldızını tüm kusurları ve gerçek yüzüyle anlattığı için gerçekçi olduğunu
söylediği zaman Ayarcı'dan şu cevabı alır:
S a a tle r i A y n rla m a E n stitü sü . • 2 7 5
- (...) Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onımla
en faydalı şekilde münasebetim izi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar?
Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten baş
ka neye yarar? (...) Hakikati olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet
bozgunculuk denen şey budur, btmdan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adam
sınız, onun için size eksiksiniz, dedim. Yeni adamm realizmi başkadır.
Elimde bulunan bu mal bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabili
rim? İşte sorulacak sual (s. 221).
Başka yerlerde de "Bu meselelerde yalan veya hakikat diye bir şey yoktur.
Ashna uymak, onun adamı olmak vardır"; "Bilgi bizi geciktirin Zaten ne sonu,
ne de gayesi vardır. M esele yapmak ve yaratm aktadır" türünden laflarla değer
yargılarını tersine çevirir Ayarcı. Onun için İrdal'ın norm ları ile Ayarcı'nın
normları çahşır durmadan. Biri aklı, mantığı, sağduyuyu savunur, öteki yeniyi,
yararlıyı, eylemi. Böylelikle romanın son iki bölüm ünde yazar, saçmalıkları ser
gilemek için gözlemci İrdal'ı kullanmakla yetinmiyor, aynı zamanda Ayarcı'ya
yeninin savunusunu yaptırarak yeninin dayandığı görüşü de hicvediyor.
Romanın sonlanna doğru hicvin şiddeti artar. Biraz yukarıda sözünü etti
ğim duygular yelpazesinin tiksinti ve nefret basamaklarına varırız. Kokuşmuş
çevreyi bize acı bir alayla verir İrdal. Hatta bazen Cemal Bey'le ilgili parçalarda
olduğu gibi açık yergiye başvurur. Cemal Bey gülünç değildir; o, "sevimsiz,
huysuz, geçimsiz, hodbin (...) insanlar içinde büyük bir akrep gibi, sağa sola
kuyruğunu çarpa çarpa dolaşan" acımasız bir yaratıktır (s. 306).
Ne var ki îrdal'ın kendisi de değişmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde ça
lışmaya başladıktan sonraki İrdal, ezilen, beceriksiz, yoksul îrdal değildir; eleş
tirdiği kokuşm uş çevreye ayak uydurmuş bir İrdal'dır. Bununla beraber okur;
çevresindekilere duyduğu tepkiyi ona duymaz, acımakta devam eder. Yazar, İr-
dal'ı öbürlerinden böyle ayırabildiği için de onun ağzından eleştirisini sürdür
mek olanağım bulur. Nasıl oluyor da İrdal yaptıklarına rağmen okurun gözün-,
de aşağıhk bir adam olmuyor da zavallı bir adam oluyor? Sanırım iki nedeni var
bunun. Birincisi İrdal'ın, kendisini aldatmak şöyle dursun, acımasızca vazgeçe
meyecek kadar zayıf olduğunu itiraf etmesi. İkinci neden romanın İrdal'ın ağ
zından anlatılması. Biliriz ki romanda bir karakterle içli dışlı olur, onu belli, dav
ranışlara iten nedenleri iyice bilir, iç dünyasını yakından tanırsak onu yargıla
makta güçlük çekeriz. Hele romanın bu kişisi kendini yine kendi anlatıyorsa,
olayları, yaptıklarını onun açısından görürüz ve ister istemez onun kusurlarına,
suçlarına, karşı daha yumuşak bir tutuma gireriz. Anlam ak bağışlamaktır. Bun
dan ötürüdür ki, lıiciv edebiyatında, eleştirilecek kişi uzun bir zaman süresi için
de; gelişmesiyle birlikte sunulmaz, kısa bir zaman süresi içinde, belli bir davra
nışın adamı olarak, bağışlanmasma fırsat verilmeden gösterilir. Oysa biz İrdal'ın
2 7 6 • T a n p m iir Ü z e rin e Y azılar
çocukluğurıdan beri neler çektiğini, ailesi ile birlikte sefalete nasıl düştüğünü
adım adım izlemişiz. Bu durumda okurun İrdal'ı nefretle yargılaması olanak dı
şıdır. Tanpınar da öyle olmasını istemiyor mu? Onun amacı İrdal'ı yargılamak
değil, ödün verm eyen insanı kolay kolay yaşatmayan toplumu eleştirmek. Ba
bası gibi olmak istem eyen, ödün vermeye yanaşmayan Ahm et için de İrdal, "Ba
ri olabilse... Hiçbir tavizat vermeden yaşayabilse! Fakat imkânı var m ı?" diye
düşünür (s. 327).
Son bir hiciv yöntemine daha değinmek istiyorum. Gözden geçirdiğimiz çe
şitli teknikler İrdal'ın da kişiliğinde değişiklik gerektirir. Gördüğümüz gibi ba
zen olanları kavrayamayan saf bir adamdır; bazen alay eden keskin bir gözlem
ci; bazen kendisini ve çevresini acımasızca eleştiren, tahlil eden bir zekâ. Fakat
bu değişik İrdal'lar okuru şaşırtmaz; çünkü bütün bu durumlarda İrdal'ın han
gi değerleri temsil ettiğini biliriz. Romanın başında kullanılan hiciv tekniğine
gelince, öyle sanıyorum ki bu teknik, okuru, yapıta nasıl bakacağı konusunda
şaşkınlığa düşürüyor. Gördük ki romanın sonlarındaki İrdal yaptıklarından ötü
rü kendisini de suçlayacak kadar dürüst davranan mutsuz bir adamdır. İşle bu
İrdal oturup anılarını yazmaya karar verir ve böylece elimizdeki roman meyda
na gelmiş olur. Şimdi, romanın başındaki ilk yirmi sayfaya bakacak olursak ne
görürüz? Bu, İrdal'ın bize kendini ve Halit Ayarcı'yı tanıttığı, anılarını niçin yaz
dığını açıkladığı bir çeşit "giriş"dir. Tanpınar burda hiciv için "abartm alı sözde-
övgü" yöntemini kullanıyor. Örneğin İrdal, Saatleri Ayarlama lînstitüsü'nden
"asrımızın belki en büyük, en faydalı m üessesesi" diye söz eder. Ayarcı ile ilgili
olarak şöyle bir parçayla karşılaşırız:
"Kendi kendim e yatağımda uzun zaman düşündüm. "Mayri İrdal dedim,
çok şey gördün, geçirdin. (...) Etrafında sade çirkinlik, fakirlik, sefalet gören bir
adam iken birdenbire insana lâyık bir takım asil zevk ve saadetlerin bulunduğu
nu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın. Yakın sevgisini öğrendin. Karın
Pakize'yi bile asil yüzü ile o sana tanıttı (...)" Dikkat ediniz ki, bir şeyler yapmak
tan, insanlara faydalı olmaktan hiç bahsetmedim. Zaten H alit Ayarcı'yı tanıya
na kadar bu cinsten bir zevkin farkında bile değildim." (s. 13-14).
Gerçek bunun tersi; İrdal insan ruhunun asilliğini değil bayağılığını anlat
mıştır; "doğru dürüst yürümesini bile bilm eyen" karısı Pakize'nin de zıpırın bi
ri olduğunu sonra öğreniriz, İrdal'ın faydah bir iş yaptığına inanmadığını da.
Yani bu, ironie yöntem iyle yapılan hicivdir. Yazarın söyledikleri kastettiğinin
tam tersi demektir. Gerçi işin içinde olay olduğunun farkındayızdır ama gerçek
le yalanı ayırt etmemiz kolay olmaz. Hicvi yapanın normlarını da henüz bilm i
yoruz. Fakat İrdal'ın kişiliği hakkında bu ilk sayfalardan edindiğimiz izlenimi
şöyle özetleyebiliriz kanımca: İrdal, Ayarcı'nın idare ettiği şüpheli birtakım işle
re karışmış, insanları aldatarak para kazanmış bir sahtekâr. Çevirdikleri dolap
ları, bıyık altından gülerek anlatan, sinik, anasının gözü bir dolandırıcı. Roman
S a a tle r i A yarivım a E n stitü sü • 2 7 7
boyunca tanıyacağım ız iyi yürekli, saf İrdal'dan da, para kazanmak için onayla
madığı işleri yaptığı için kendini suçlayan mutsuz İrdal'dan da çok farklı bir ki
şi. Okur romana açıkgöz ve sinik bir İrdal izlenimiyle başladığı için İrdal'ın an-
latlıklarnıa hangi açıdan bakacağını kestirebilene kadar zam an zaman bocalar.
Tanpmar başla, İrdal'ı "güvenilm ez-anlatıcı" olarak kullanm akla, sanırım, oku
ru gereksiz yere yanıltmış, işini güçleştirmiş oluyor.'i
Türk loplumunun belki son iki yüzyıl içinde aksayan yönlerini eleştiren
Tanpmar acaba bir çıkar yola işaret ediyor mu? Denebilir ki romanda alay ya da
hiciv konusu olmayan ama dikkatimizi çeken iki kişi var: Saatçi Nuri Efendi ve
İrdal'ın oğlu Ahmet. İrdal'm, çocukluğunda, yanında çırak gibi oturduğu Nuri
Efendi, iyilik sever, dürüst, temiz yürekli, sakin tabiatlı, yarı evliya bir adamdır.
Ahmet, babasının yaptıklarını hiç onaylamayan, servetinden yararlanmayı red
dedip, eğitimini devlet sınavlarını kazanarak sürdüren ve doktor çıkan bir genç
tir. Eski zaman adamı Nuri Efendi ile bu Cumhuriyet genci arasında ortak bir
yön var; "işin nizam ından" geçmiş olmak. İşinin sorumluluğunu yüklenen in
san belli bir ahlâk terbiyesinden geçer. "İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor" (s.
353)^2 sözleriyle dile getirir bu düşünceyi İrdal. İşte Nuri Efendi ile Ahm et'de bu
iş sorumluluğu ve sevgisi vardır. İrdal, ustasının "bozuk bir saate, bir hastaya,
bir muhtaca bakar gibi" baktığını söylüyor; onda "saat sevgisi bir nevi ahlâktı"
diyor (s. 33). Babasını "hakiki çalışmanın nizam ından" geçmediği için eleştiren
Berel^et ki Hîîlit Ayarcı'nm ağzından Dr. R am iz'e yazılm ış İrdal hakkında m ektup rom ana kon
m amış; yoksa rom an içinden çıkılm az bir hal alırdı. Bu m ektup Turan A lptekin tarafından. Bir
K ültür Bir İnsan adlı kitapta, romanı açıklayıcı nitelikte görülerek yayım lanm ıştır. K onur Ertop
da m ektubun, Snntleri Aynrinıtia Enstiliisü'nün "yeni baskılarına m utlaka eklenm esi" gerektiğine
inanıyor (M illiyet Savat Dergisi 2 Temm uz 1976), Bu m ektuptan öğreniyoruz ki İrdal m eğer Ra-
m iz'in tedavisindeki bir paranoya hastasıym ış. İrdal'ın anı biçim inde yazdıklarını, R am iz onun
ölüm ünden sonra kâğıtları arasında bulm uş ve Ayarcı'ya yollamış. O da bunları yayım lam asını
öneriyor R am iz'e. Yine bu m ektuptan anlıyoruz ki ne Ram iz İrdal'ın gösterdiği gibi bir budala
d ır ne de Ayarcı bir sahtekSr. M ektup İrdal'ın ölüm ünden sonra yazıldığına göre Ayarcı, rom an
da olduğu gibi bir kazada ölm üş filan da değil. İrdal'ın kalem inden çıkanlar bir hastanın uydur
maları. N eyin yalan neyin doğru olduğu belli değil. Oysa Saatleri Ayarlam a E nstilıisii'n de anlatı
cının belli bir kişiliği var ve biz rom anda sergilenen hiciv konularını yargılarken İrdal'ın norm
larını paylaştığım ız ya da bildiğim iz için yapabiliyoruz bunu. A m a İrdal'ı bir paranoya hastası
olarak kabul edecek, ne kendi ne de başkaları hakkında anlattıklarına inanam ayacaksak gülm e
ce kalsa da hiciv ordan kalkar. Daha da kötüsü durum büsbütün tersine dönebilir. Şim di sahte
kâr, yalancı, iftiracı durum unda olan İrdal'dır ve öbürleri tem ize çıkar. Bu durum da artık rom a
nın toplum sal hayatım ızı ele alıp eleştirdiğini de söyleyem eyiz. ......................-
Tanpm ar bu m ektubu belki de romanda devrim leri eleştirdiği için başına b ir iş açılabileceğini
düşünerek kitabın başına ya da sonuna eklem ek üzere kalem e alm ıştı. A m a sonra gerek görm e
m iş olacak ki rom ana eklem ekten vazgeçm işti.
Tanpınaı'ın el em eği ile ahlâk arasında gördüğü ilişki için bk. Selahattin Hilâv, "Tanpm ar Üzeri
ne N o tlar", Yeni Dergi, Temm uz ' 1973, s. 28-29 ve Hilm i Yavuz, "TanpınaKın Solculuğu Efsane
si" Yeni n D ergisi, M ayıs 1973, sayı 14, s. 11.
2 7 8 • T a n p ın a r Ü z e rin e Yazılar
Ahm et'de, Nuri Efendi devam ediyor gibidir. Nuri Efendi saate bir hastaya ba
kar gibi bakıyorsa, Ahmet de hastaya onun saate baktığı gibi bakar (s. 55).
Tanpınar bir hiciv romanında, Türkiye'de ne yapılması gerektiği hakkında-
ki düşüncelerini, diğer yazılarında, hattâ rom anlannda yaptığı gibi açıklaya-
mazdı. Ama Nuri Efendi ve Ahm et örneklerini, başka yazılarında ve romanla
rında söyledikleri ile tamamlayabiliriz. Bildiğimiz gibi "iş" kavramı Tanpınar'ın
düşüncesinde önemli yer tutar. Yalnızca bireysel ahlâk açısından değil, kültür ve
uygarlık açısından da. Çünkü bu sorunların çözümlenmesi üretim sorununa
bağlıdır. "Bütün sıkıntılarım ız, ümitsizliklerimiz istihsal azlığından meydana
gelmektedir. Binaenaleyh tam bir iktisadi kalkınma (...) ancak mevzuunu iyi
kavrayan bir bilgi ile yapılan çok geniş bir istihsal hareketi ile kabildir. Aksi tak
dirde şehir hayatımız, tefekkürümüz suni bir kabuk vaziyetinde kahr.^^ Bundan
ötürü kendi uygarlığım ızı, kendi yaşam biçimlerimizi yaratmak için her şeyden
önce, kendi gerçekliğiınize uygun bir üretim programına ihtiyacımız var. "Bizim
için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp'tadır.''' Batı da Doğu da gerçekli
ğimizin içindedir ve biz bunların ikisinin, ülkemizin gerçekliğine uygun, kendi
mize özgü bir bileşimim yapmak zorundayız: "Birbirini anlamayan iki âlemin
ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklettiği zahmetler, o
zaman gerçek ve ön safta hayatın nimetleriyle ö d e n e c e k t i r " . '5
(Birikim, sayı 37, M art 1978, s. 44-55).
"A hm et H am di Tanpınar Diyor K i..." Ynşndığım Gihi, s. 42. Tnnpm ai'da alt yapı, ü.st yapı sorunu
için bk. Selnhâttin Hilav, adı geçen yazı.
"A sıl K ay nak ", Yaşadığını Gibi, s. 35.
Aynı yer.
b ir h u z u r s u z l u ğ u n ROMANI:
HUZUR
Berna M oran
"... şiir de roman da hikâye de ancak tekniğiyle beraber doğan eserde mev
cuttur". Böyle diyor Ahm et Hamdi Tanpmar "Edebiyatım ızda Duraklama mı
Var?" adlı söyleşide.’ Kendisi, gerçekten de, yazdığı her romanın gerektirdiği bi
çim ve tekniği aramış ve biçim sorunuyla, yazarlarımız arasında az bulunur bir
titizlikle uğraşmıştı. Yazarken sanki okuru unutmuş, romanının çözüm bekle
yen teknik sorunlarıyla cebelleşen^ herşeyden önce kendini tatmin edecek bir sa
nat yapıtı yaratm ak isteyen bir hali vardır. Tanpmar yalnızca estetik yapı peşin
dedir demek istemiyorum, çünkü, 'tezli' romanı yazmak istem ese de 'meselele
ri' olan bir romancıdır ve aradığı teknik, romanda güdülen amacın, 'meselesi
nin' gerektirdiği tekniktir.
H uzurda romanın 'm eselesi'ne en uygun tekniği ve yapıyı arar Tanpmar.
Buaıdan ötürü, H uzuı'u doğru değerlendirebilmek için romanın anafikrini ve bu
fikri aktarabilmek için geliştirilen tekniği ve yapıyı araştırmak da eleştiriciye dü
şen bir görev. H u zu /d aki anafikri kısaca ortaya koymak istersek, birtakım de
ğerler arasındaki çatışmayı sergilemek ve bu çatışmanın yarattığı bunalımı
Mümtaz'ın kişiliğinde dile getirmektir diyebiliriz. Yani, estetik değerlerle sosyo-
politik değerlerin, ya da romandaki somutlaşmış şekliyle, M üm taz'ın kişisel
mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması. Bu değerler çatışmasını
sahnelemek isteği romanın anlatım tekniğini de belirler, yapısını da.
Anlahm tekniği- ile başlayalım. Tanpmar, hem dünyaya estetik b ir hatumla
bakmanın ne demek olduğunu, gerçeklerden kopmuş, rüyayı andıran bu duy
gusal yaklaşımın nasıl yoğun ve değerli bir yaşantı kazandırdığını okura duyu-
A lınhlar H uzur'un Rem zi Kitnbevi tarafından 1949'da yayım lanan ilk baskısm dnndır.
2 8 2 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
küçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantası üzerine kilitlenen elleriyle, bu sükût
ağacının bir meyvası olmuştu.
- O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmış gibisiniz... O söner sönmez, yere
düşeceksiniz, sanıyorum ." (s. 110 -111).
Bu parçada vapur halkını anlatan, etrafı kaplayan sessizliği de bir ağaca ve
Nuran'ı "bu sükût ağacının bir m eyvası"na benzeten yazarın kendisi. Bildiğimiz
çeşitten bir betim lem e. Fakat arkasından M üm taz'ın N uran'a damdan düşer gi
bi "O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmış gibisiniz" diyebilmesi için, onu
sessizlik ağacının m eyvasma benzetenin Mümtaz olması gerekiyor. Hem de yal
nızca aklından geçirmiş değil N uran'a da söylemiş. Böylece yukardaki parçala
rı hem anlatıcı-yazarın betimlemesi gibi okuyoruz, hem M üm taz'ın bilincinden
geçenler olarak, hem de kısmen, Mümtaz'ın Nuran'a söyledikleri olarak. Biri
nerde başlıyor öteki nerde bitiyor belli değil. Böylece Tanpınar romanını birinci
kişi ağzından anlatmadığı halde, M üm taz'ın duygularını, mizacını, kişiliğini,
büyük ölçüde, sanki birinci kişi ağzındanmış gibi, bize, dolaysız bir şekilde, can-
h olarak sunmayı başarıyor.
H uzu/un yapısı da, anlatım tekniği gibi, romanın anafikrini verebilmek dü
şüncesiyle kurulmuş bir yapı. Roman, "İhsan", "N u ran", "Su at" ve "M üm taz"
başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Ama bölümlere bu kişilerin adları
nın verilmesinin nedeni, bu bölümlerde bu kişiler anlatıldığı için değil, yapıtın
kahramanı M üm taz'ın hayatında oynadıkları rolden ötürü. Daha önemlisi, bu
dört bölümün bir müzik yapıtındaki (özellikle belki bir senfonideki) bölümlerin
işlevini yüklenmesi. Hiç kuşkusuz Tanpınar H uzuru bir müzik formuna göre
düzenlemeye çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh halinin
egemen olduğu "m ovem ent"lar gibi kullanılmış. Ukalâca bir kesinlik iddiası
gütmeden diyebiliriz ki birinci bölüm sıkıntıh, İkincisi neşeli, üçüncüsü melan
kolik, dördüncüsü çok sıkıntılı. Bununla da yetinmiyor Tanpınar; göstermeye
çalışacağım gibi, büyük bir titizlikle her bir bölümü beHi temalar etrafında ku
ruyor ve birtakım motiflerle destekliyor. Dikkat edilirse birinci bölümde savaş
tema'sı ile temsil edilen toplumsal sorun ile ikinci ve üçüncü bölümlerde işlenen
estetizm, dördüncü bölüm de bir değerler çatışması halinde karşılaştırılıyor. Baş
ka şekilde söylersek, romanın sonunda M üm taz'ın bunalımına yol açan değer
ler çatışması romanın yapısına da yansıyor. Huzura, bütünlük kazandıran biraz
da bu temaların ve motiflerin ele alınış biçiminin, yapıyı bir m üzik formuna
yaklaştırması.
Bu söylediklerimin zorlama bir yorum olduğu, Tanpınar'ın aklından geçir
mediği şeyleri, yapmadığı hesaplan ona yakıştırdığım düşünülebilir. Bu kuşku
yu ben de beslem edim değil, ama sanat anlayışına şöyle bir baktığım zaman bu
sorunlara ne kadar bilinçli olarak eğildiğini gördüm. Tanpınar'a göre 19. yüzyı
B ir H uzursuzluğun R o m a n ı H uzur • 2 8 3
lın ikinci yansından bu yana şiirde, edebiyatta, resim ve heykelde etkili olan
müziktir. "Bütün sanatlar musikinin peşinde-'^dir ve bir sanatçı olarak Tanpı-
naı'm kendi de. Yaşar N abi'ye yazdığı bir mektupta bu konuya değinerek ken
di yazış-yöntem i hakkında şu önemli açıklamayı yapar: "Fakat hayatımda asıl
çalışma devresi, garp musikisini tatmaya başladığım zaman açıldı (...) Kompo
zisyon için de örneğim musiki olmuştur".^
Huzur bir Ağustos sabahı, İkinci Dünya Savaşı'nın ilânından hemen hemen
yirmi dört saat önce başlar ve dördüncü bölümde, yirmi dört saat kadar sonra
savaş ilân edilirken biter. İkinci ve üçüncü bölüm ler bir geriye dönüşle son bir
yılı anlatır. Bu arada, birinci ve dördüncü bölümlerde de geriye gidişler vardır.
Birinci bölüm de olay denecek bir şey yok gibi. Babası ve anası öldükten son
ra M üm taz'ı yanına alarak büyüten İhsan (amcasının oğlu) zatürreeden ağır
hastadır. Evin içi kedere ve korkuya boğulmuştur. M ümtaz sabahleyin bir has
tabakıcı bulmak için evden çıkar, birkaç adrese uğrar, döner, öğleden sonra da
bir dükkânın kirasını almak içüı Eminönü tarafma gider. Yazar bu arada bir ge
riye dönüşle bize M üm taz'm çocukluğunu, yetişişini anlatırken onun üzerinde
derin etkiler bırakan olayları ele olmak fırsatını bulur; İhsan, karısı ve çocuklan
hakkında bilgi verir; İhsan'ın M üm taz'm yaşamında oynadığı önem li ve olum
lu rolü belirtir. (Biliyoruz ki, İhsan birçok yönleriyle Yahya Kemal'dir). Bu geri
ye gidişleri bir yana bırakırsak, birinci bölümde' Tanpınaı^m amacı bizi Müm-
taz'ın iç dünyasına sokmak, içinde bulunduğu ruh halini çözümlemek ve bütün
bölümü kaplayan, sıkıntıh, kasvetli bir duygu atmosferi yaratmak.
M üm taz üç nedenden ötürü üzüntü ve sıkıntı içindedir; İhsan'ın hastalığı,
N uran'dan ayrılm ış olması ve savaş tehlikesi. Bu üç neden, üç tema halinde
M üm taz'm sabah ve öğleden sonraki dolaşmaları arasına örülerek istenen duy
gu atmosferini sağlam ak için kullanılır. Sabahleyin M ümtaz evden çıkmadan
önce İhsan'ın yanına girmiştir:
"H asta eliyle müphem bir işaret yaptı.
M ümtaz yatağa eğilerek:
- Daha gazeteleri okumadım. Zannetmem ki korkulacak bir şey olsun., dedi.
Hakikatte harbin patlamak üzere olduğuna em indi." (s. 12 -1 3 ).
Böylece savaş tehlikesine ve beslenen endişeye kısaca değinilmiş olur. Daha
sonra M ümtaz'm hastabakıcı bulm ak için gittiği adresteki kız, öğreniriz ki he-
3 Edebiyat Ü zerine M akaleler (Milli Eğilim Bakanlığı D evlet Kitapları) 1969, s. 550, 557.
a.g.]/., s. 549.
2 8 4 • T a n p ıııa r Ü r e r in e Y azılar
nüz hastabakıcılık kursuna devam etmektedir çünkü, savaşa girm emiz olasılığı
var: "H arp olursa bir işe yanyayım diye (...) Ağabeyim askerde ... onu düşüne
rek" (s. 14). Yine aynı tema'nın bir yankısı. Öğleden sonra M üm taz'ın, Beya-
zıt'da bir askerî kıt'anın geçişi nedeniyle tramvaydan inip yoluna yaya devam
ettiğini görürüz. Sahaflardaki kitapçıyla konuşması sırasında yine yaklaşan
savaştan, halkın bankalara hücum undan söz edilir. Kirayı alm ak için gittiği
dükkânda tanık olduğu bir telefon konuşması dükkâncının piyasadan kalay
topladığını anlatır M üm taz'a. Böylece savaş tem a'sı gazete haberleri, konuş
malar, sakaklardaki askerî sevkiyat, artan şim endifer düdükleri, karaborsa için
işleyen telefonlar halinde yer yer görünür ve kaybolur; arkasında kaygılı bir
hava bırakarak.
M üm taz'ın içinde bulunduğu ruh halini belirleyen Ihsan'ın hastalığı ve so
runları da yine müzik tem a'ları gibi birinci bölümün içinde dolaşırlar. Ve iki yer
de yazar bu üçlü anahtarı kendi verir elimize. "Fakat İhsan hasta idi. Nuran,
onunla dargındı ve gördüğü gazete manşetleri gergin vaziyetten bahsediyorlar
dı. Sabahtan beri düşünmemeye, zihninin bir tarafına atmaya çalıştığı şeylerin
hücumu altında idi" (s. 17). Yirmi beş sayfa kadar sonra, yine, M üm taz'ın kafa
sının üçe bölündüğünü, bir tarafıyla İhsan'ı, bir tarafıyla N uran'ı, bir tarafıyla
da savaşı düşündüğünü söyler. Hele bunlar birleşmeye görsün; "En korkuncu
üçünün birden birleşmesi, içinde acayip, muztarip, muzlim terkiplerini kurma-
sıydı" (s. 42). N eşesiz ve kaygılı olan yalnız Mümtaz değil, "H erkes neşesizdi.
Herkes yarını, büyük kıyameti düşünüyordu" (s. 17).
Bu üzüntülü, sıkıntılı havayı Tanpınar; perişan mahalleler, fakir eski evler,
yoksul, ezilmiş insanlar, dilenciler gibi ikinci derece motiflerle besler. M üm taz'ın
o gün hastabakıcı ararken ve dükkâna giderken geçtiği yollar ve çevre bu çeşit
öğelerle dokunmuştur. Hasta olan yalnız İhsan mı? M üm taz'ın etrafında "hasta
yüzlü" bir yığın insan vardır ve yalnız insanlar değil yollar bile hastadır:
"Yol, güneşin altında harap evleri, açık kapıları, dışarıya sarkmış cumbaları,
çamaşır serili balkonlarıyla harap ve bitmeyecek korkusunu verecek kadar
uzun, bembeyaz aydınlıkta âdeta derisi soyulmuş gibi uzanıyordu (...) "Hasta
bir yol..." diye düşündü; bu manasız bir düşünce idi. Fakat işte zihnine ekilmiş
ti "H asta bir yol...", bir nevi cüzzama yakalanmış, onun tarafından iki yana sı
ralanmış evlerin duvarına kadar yer yer oyulan bir yol..." (s. 59).
Birinci bölüm de sadece Müm taz'ın karanlık ruh halini anlatmak ve bir sıkın
tı ve endişe atmosferi yaratmak için kullanılan bu tem a'lar ve motifler, romanın
dördüncü bölüm ünde tekrar ele alındıklarında, göreceğimiz gibi, değerler çatış
masıyla ilgili olarak yeni bir anlam ve işlev yükleneceklerdir. Birinci bölüm
M üm taz'ın, Em inönü'nde, Nuran'ın arkadaşı iki genç kızdan, Nuran ile eski ko
casının barıştıkları haberini alarak son darbeyi yemesiyle kapanır.
B ir H uzursuzluğun R o m a n ı H uzur • 2 8 5
"Nurarı" başlığını taşıyan ikinci bölümde, bir yıl kadar geriye dönüşle.
Mümtaz ile N uran'ın aşkı anlatılıyor: Bu bölüm, son sayfalar dışında, birincinin
tersine neşe ve mutluluk duygusu ile dolu. Birincideki gibi, burda da, Müm-
taz'ın ruh haliyle ilgili üç tema var; aşk, doğa ve sanat. Bu üçü birbirine sıkıca
örülmüştür, çünkü aşk. Müm taz için, doğa ve sanat karşısındaki yaşantılarla bir
leşen, daha doğrusu onları kat kat arttıran bir şeydir.
Yaşamın anlamı, am acı nedir? Sanat ve aşkın yaşamda yeri nedir? gibi soru
lar hakkında M üm taz'ın ne düşündüğü bu sayfalarda çıkar ortaya: M üm taz için
amaç sanatkârca yaşamaktır. Herkes dâhi değildir, bir Fatih ya da Descartes ola
maz, ama büyük işler yapmadan, büyük yapıtlar vermeden de insan iç dünya
sında yoğun yaşayabilir. "K esif yaşasınlar yeter" der N uran'a. "H erkes bir şey
yapmaya mecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden,
iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani.sanatı seviyorum"
(s. 119). İşte M üm taz'ın o günlerdeki felsefesi; insan çeşitli alanlardaki güzeli
kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalı.
Güzel ve cazip bir kadın olan Nuran, aynı zamanda, çocukluğundan beri es
ki musikim izle büyüm üş, halk müziğini ve oyunlarını da bilen, Boğaz'da sade
ce oturmamış, onu yaşam ış, güzel şeyleri bilerek tadan bir kadındır. M üm taz ile
N uran'ı birbirlerine bağlayan, aşklarmın bedensel yönünden çok Boğaz, müzik,
sanat gibi konularda aynı duygulan paylaşmaları. Onun için M üm taz'ın, arası-
ra, "birbirim izi mi yoksa Boğazı mı seviyoruz?" diye düşündüğü olur. İkisi o
yaz Boğaz'da gezer, ay ışığında kayıkla dolaşırlar; İstanbul semtlerini, eski cami
leri gezerler, müzik dinler, şarkı söylerler. Doğanın, sanatın, aşkın güzelliklerini
tadarak geçirilmiş, bir yazdır bu.
Birinci bölüm deki perişan mahallelerin, eski harap evlerin, "hasta y o ria rın
yerini şim di Boğaz'daki güzel bahçeler, köşkler, denizde ay ışığı ve çeşitli este
tik objeler alır. Her şey başkadır bu aşk dünyasında. Birinci bölümde Mümtaz
Kocam ustafapaşa'dan geçerken "etrafında bir yığın perişan ve hasta yüzlü in
san" görüyordu. Oysa bu bölümde, yani bir yıl önce Nuran ile aym sokaklardan
geçerken içinde bulundukları ruh hali bambaşkadır. Güzel görünür her şey:
"önlerinde yürüyen o tek ayaklı adam, yanığın veya hastalığın jöizünü baştan
aşağı sildiği, yalnız tek ve ıstıraplı bir gözü dışanda bıraktığı çocuk bile güzel
di" (s. 188).
Nuran ile olan aşk, sanatkârca yoğun yaşamayı kat kat artırdığı içindir ki ay
rı bir anlam taşır ve hattâ denebilir ki aşk, tüm güzellikleri bir bütün olarak kav
ramada bir araç rolü oynar. Tanpınar "Aşk ve Ölüm " adlı yazısında, gerçek aş
kın, içimizdeki bir ışık gibi her şeyi aydınlattığını, birbirine bağladığını söyler.
"N asıl dış âlemin doğması için güneşin yaratıcı teması lâzımsa, bu âlemin
kendimize, sathî bir temasın dışma çıkan bir zenginlikle ilâve edilmesi, bizimle
2 8 6 • T a n p ın n r Ü z e rin e Y azılar
"G üller İçinde Çocuk îsa" tablosunu andıran bir evren içine sokar. Aynı zaman
da Boğaz'daki ay ışığı Ferahfeza bestesine benzer, M üm taz'a sorarsanız Nuran
ile yaşadıkları ev de Acem aşiran bestenin son beytindeki cennettir. Tevfik Bey'in
sesinde, eski Selçuk camilerindeki "kandilleri, eski rahlelerin zamanla aşınmış
tahtalarını andıran" bir tad bulur. Nuran ile birlikte Boğaz'ın bazı köşelerine ya-
kıştırdıklan bestelerin adlarını verirler.
Bu aşk bölüm ünün gücü büyük ölçüde, Tanpına/m eski bir şarabı yudum
yudum tattırır gibi, bize İstanbul'un türlü güzelliklerini, tarihiyle karışan şiirsel
liğini duyurabilm esinden geliyor. Ne var ki bu bölümün zayıf yönü de aynı ne
denden kaynaklanır; M üm taz'ın estetizmi romanın estetiğini zedeler. Çünkü
Tanpınar yaşam ış olduğu bu az bulunur aşkın ayn ayn anlarındaki duyguları
nı, yaşantısının ince aynntılarm ı, eriştiği bu "ruh saltanatını" anlatırken öylesi
ne coşar ki bir romancı olarak malzemesinin içinden gerekli ayıklama yapacak
yerde kendisini yaşantılarının anısına kaptırıp gider. Boğaz geceleri, klasik Türk
müziği gibi konuları tekrar tekrar işlemesi dengeyi bozan bir ölçüsüzlüğe varı
yor kanımca. Bir de üslûp sorunu var. Tanpınar sözünü ettiğimiz yaşantıları an
latırken, üzerinde çok uğraşılmış duygusunu uyandıran, im gelerle süslü ve
bundan ötürü gereğinden fazla yüklü, fazla şairane bir dil kullanıyor. Bundan
ötürü Selâhattin Hilâv da. Fethi Naci de Tanpınaf ı eleştirirler.^ Ne var ki "N u
ran" bölüm ündeki, yer yer rahatsız edici bu aşın üslûb'a ne Tanpınaı'm başka
romanlarında rastlarız ne de hattâ H uzurun öteki kısımlarında. Fethi Naci, ro
manda Suat'ın bu üslûpla alay etmesine dikkati çekerek, Tanpınaı'ın kendi ku
surunun farkında olduğunu söyler. Ben daha ileri giderek, Tanpınaf'ın bu şaira
ne anlatımı biraz da kasten abarttığını söyleyeceğim. Yazımın başındaki ay ışığı
ahntısını örnek alarak göstermeye çalıştığım gibi, anlatımdaki buluşlar, şairane
benzetm eler M üm taz'ın izlenimlerinin, duyuşlarının sonucu kafasından geçen
şeylerdir. Bundan ötürü "N uran" bölümünün abartılmış şairane anlatımını, ol
duğu gibi Tanpınafa mal etmek yerine, M üm taz'ın, yetersizliğini daha sonra
kendisinin de itiraf edeceği estetizminin, üslûba yansıyışı olarak görmek daha
doğru olur kanısındayım. Romanın sonunda yalnız bu üslûbun değil estetizmin
de eleştirildiğini unutmayalım. M üm taz'ın üç güzellik düzeyini bir arada yaşa
masının, yukarıda örneklerini verdiğimiz benzetmelere yol açması da aynı soru
nun başka bir yönü.
Bununla beraber Tanpınar böyle üslûpçuluğu, o dönemdeki M üm taz'ın tu
tumunu, yaşantılarım ve yöneldiği değerleri daha iyi belirtmek amacı ile yapmış
da olsa, romancı olarak ölçüyü kaçırdığını, kendinin de düşkün, olduğu güzel
likler karşısında kendi coşkunluğunun kurbanı olduğunu söyleyebiliriz.
^ Bk. Selahattin Hilâv, "Tanpınar Ü zerine N otlar", Yeni D ergi, Tem m uz 1973, s. 36-37; Fethi Naci,
"H u zu r", Edebiyat Yazıları s. 87-88.
2 8 8 • T iin p ın n r Ü ze i'iııe Yazılın
İkinci bölümün sonuna doğru, yaz biterken. Mümtaz ile N uran'ın aşk dün
yası da bulutlanm aya başlar. N uran'm çocuğu, ailesi, çevresi ve Suat bu güzel
ilişkiyi zehirleyen ve evlilikle sonuçlanabileceğini şüpheye düşüren etkenler
olarak belirir. Üçüncü bölümün melankolik diye nitelendirebileceğimiz duygu
atmosferini, M üm taz'nı üzüntüleri, kuşkulan, korkulan, kıskançlıkları oluştu
rur. Mümtaz ile N uran'ın ilişkilerine son darbeyi indiren Suat, bir zamanlar Nu-
ran'a âşık olmuş, ama yıllardır başkası ile evli, birçok bakımlardan Mümtaz'ın
tam tersi bir adamdır. Yepeni bir insanın yaratılması için her şeyin yıkılıp atılma-
sını isteyen, çok okumuş, zeki, ama aynı zamanda sinik, hem ruhen hem bede
nen hasta bir adam. N uran'ın M üm taz'la evlenmek üzere olduğunu bildiği hal
de kadına bir aşk mektubu yazar. İstanbul'a gelir ve bir gün M üm taz'ın evinde
kendini asar. Mümtaz ile Nuran eve gelip onu asılı bulunca, Nuran, aralarında
bu ölüm varken mutlu olamayacaklarını düşünerek terkeder Mümtaz'ı.
Suat karakterinin ve onunla ilgili bahsin, romanın genel havasına ve bağla
mına yabancı düştüğüne ve Suat'ın Dostoyevski'den gelme bir karakter olduğu
na Mehm et Kaplan da 1^’ethi Naci de işaret etmişlerdi.^ Fethi Naci, Suat'ın intiha
rı için "çeviri intihar" diyor ki, belki tahmininden de daha doğrudur bu yargı.
Çünkü gerçekte Suat'ın intiharı A. Huxley'in Point Coımter Point (Ses Sese Karşı)
romanındaki Spandrel'in intiharından esinlenme. Spandrel ölürken Beetho
ven'in La M ineur Dörtlüsü'nü çalmaktadır; Suat da Beethoven'in keman kon
çertosunu dinlerken asar kendini. Bu benzeyişin bir rastlantı olmadığı besbelli,
çünkü Tanpınar Huzur'da Ses Sese Karşt'mn bu son sahnesine değinir ve Hux-
ley'in, M üm taz'ın çok sevdiği bir romancı olduğunu da söyler (s. 269). Suat'ın
dinlediği konçertoya, Tanpınar bazı anlamlar da yüklemek istiyor gibi. Daha
sonra bu konçertoyu Mümtaz rüyasında dinlediği duygusuna kapılır ve İhsan'a
getireceği doktorun evine gittiğinde doktoru aynı konçertoyu dinlerken bulur.
Ama zaman zam an simgeleşen ve roman boyunca bağlayıcı bir m otif gibi kulla
nılan m üzik yapıtlarının H uzurdaki işlevi ayrı bir inceleme konusu.
Nuran ile Mümtaz ilişkisinin nasıl sonuçlandığını öğrendiğimiz bu bölüm
de aşk ve sanat tem a'larının yanı sıra, dördüncü bölümdeki çatışmayı da hazır
layan, ülke sorunları, ya da kısaca, Batı-Doğu sorunu ele alınır. Tanpınar gerek
öteki romanlarında, gerek makalelerinde çözüm aradığı bu sorunu H uzurda İh
san, Mümtaz ve arkadaşlarına tartıştırırken kendi görüşlerini daha çok romanın
en olgun kişisi İhsan'ın ağzından dile getirir ve genç asistan M üm taz'ın bu ko
nudaki bilgi ve düşüncelerini İhsan'dan öğrendiğini söyler bize. Yazarımızın Ba-
^ Fethi N aci, a.g.y. s. 86-87. M elım ef K aplan, "B ir Şairin Romanı: H u zur", T ürk Dili w Edebiyatı D er
gisi, 31 A ralık 1962, s. 37-38.
B ir H uzursuzluğun R o m a n ı H ıc ıır • 2 8 9
8 Bu konuda özellikle bk. H uzur s. 85-90, 183-185, 233-247; Yaşadığım Gibi, s. 16-35; M ahur B efte, s.
115-131.
5 a.g.y. s. 3 4 -3 5 .
2 9 0 • T a ııp ın a r Ü z e rin e Yazılur
lumcu yaklaşımdan da, Halide Edip Adıvar ve Peyami Safa gibi Doğu'ya ve
kendi değerlerimize bağlı romancılarımızın tutumundan da uzaklaştıran; bu so
runlara estetik kaygılarla eğilmesidir.
"H ayat şekilleri" derken ne düşünüyor Tanpınar? Bu deyimin anlamı Tanpı-
nar'da bütün bir kültür ve uygarlığı içine alacak kadar geniş. Kültürümüzü, sa
natımızı, geleneklerim izi, muaşeretimizi, eğlence anlayışımızı, törenlerimizi,
oyunlarımızı, tümünü kapsar; ve bütün bunlar Tanpınar için bir estetik, daha
doğrusu bir beğeni sorunudur. Eskiye bağlılığı da hem eski sanatımızda (özel
likle müzikte) bulduğu değerlere, hem de eski hayat şekillerinde bulduğu (ve te
melde birinciden pek ayrılmayan) aynı estetik değere bağlılıktır: Tanpınar hayat
şekillerine estetik açıdan bakar, çünkü belli bir uygarlığın içinde, halkın bilm e
den yarattığı bu biçim ler bir sanat yapıtına benzer; onlar da başka bir yerden
alınmamış, kendimizin olan "authentique" biçimlerdir ve Tanpınaı^a göre özen-
tisiz, içtenlikle yaratılıp yaşanan şeyler bir sanat yapılı gibi güzeldir Hî/zî/r'da
Mümtaz, niçin "vaktiyle yaşanmış hayatların peşinde" olduğunu açıklarken,
"Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabili
yor" (altını ben çizdim) dedikten sonra örnek olarak Şeyh Galip'i ve ü ed e'yi ve
rir; "H ayatına bakıyoruz, herhangi bir hayat. Fakat sade kendisinin" (s. 119).
Taklit bir sanat yapıtı nasıl değersiz ise, güzel olamazsa, takht yaşayış biçimleri
de öyledir. Tanpınaı'ın "h alis", "kendim ize has", "bize m ahsus", "authentique"
gibi sözcüklerle dile getirdiği kavram, denebilir ki düşüncesinin anahtar kav
ramlarından biridir. Bir uygarlığın önemli yanı olarak bunu görür: "Dedelerim i
zin büyük meziyetlerini, hayatlarının kendilerine has ve gerçek oluşu yapıyor
du. Garp medeniyetinin büyük meziyeti de bir realitenin m ahsulü olmasında ve
inkişafını onunla beraber yapmasındadır".'''’ Bazı düşünürlerimiz gibi bazı ro
mancılarımız da Batılılaşma ile ahlâkî yozlaşmayı hemen hemen eş anlamlı sa
yarlar ve bir yerde, Balı-Doğu karşıtlığını, maddî değerler ile manevî değerler
karşıtlığına indirgerler. Tanpınar ise, dünyaya estetik açıdan baktığı için, böyle
bir karşıtlık görmez. Ona göre karşıtlık, gerçek (halis) olanla sahte (taklit) olan
arasındadır. Örneğin 19. yüzyıl sonlarında parlayan Beyoğlu'nun Batı tarzı eğ
lence hayatı edebiyatımızda ahlâk açısından eleştirilmiştir. Tanpınar ise, onu,
özgün bulmadığı bir sanat yapıtını eleştirir gibi kınar. "İstanbul semtlerinde kar
şımıza çıkan her şey daha iyisi başka yerde olmayan şeylerdir. Halbuki Beyoğ-
lu'nda bulunan her şeyin daha yenisi, güzeli ve hakikisi dışardadır. Beyoğlu kü
çük ve orijinalite damgası çoktan kaybolmuş, hattâ bu damgayı üstünde bir de
fa duymamış en ucuz cinsinden bir 19. yüzyıl Avrupa'sıdır. Orada ucuz eşya
mağazacılarının döşediği bir apartmanda oturulur gibi yaşanır; yani, ilk fırsatla
taklidin, çürüğün yerine hakikiyi ve sağlamı koymak hü lyasiy le"."
Htizur'da da Mümtaz, sadece sanata değil tüm yaşama bir "zevk" sorunu
olarak baktığmı kendisi söyler: "İki şeyi birbirinden ayırmam ız lâzım. Bir taraf
ta sosyal kalkınma ihtiyacımız var (...) İkincisi bizim zevk dünyamızdır. Hattâ
kısaca dünyam ız" (s. 165). Demek ki ekonomik sorunların dışındaki tüm yaşa
mımız, hayat şekillerimiz bir beğeni sorunu oluyor.
Belki denecektir ki, Tanpınar birçok yerde dinden, "bütün hayata istikamet
veren" Müslümanlıktan, onun uygarhğımıza bastığı damgadan, sanatımıza, ya
şayışımıza yaptığı derin etkiden söz ettiğine göre "zevk dünyam ız"ın üstünde
en azmdan dinin bir yeri vardır. N e ki Tanpınar M üslüm anhğın kendisine de bir
yaşam biçimi, bir sanat işi, kısaca ince bir zevkin doğurduğu gelenekler, âdetler,
yapıtlar toplumu olarak bakar. Bu görüş, en güzel ifadesini Mahur Beste'de, Tan-
pınar'ın fikirlerini, 19. yüzyıl sonunda konuşan aydın bir Türk'ün ağzından di
le getiren İsmail M olla'nın Müslümanlık anlayışım açıkladığı parçada bulur. İs
mail Molla dostu Sabri Hoca ile tartışırken: "Ben şarka bağh değilim, eskiye de
bağlı değilim; bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu M üslüm anlık mıdır, şarklı
lık mıdır, Türklük müdür? bilm iyorum ," dedikten sonra, M ısır'da, Şam'da,
Mekke'de, M edine'de gördüğü Müslümanlığın başka başka olduğunu söyler ve
şöyle sürdürür konuşmasını:
" - (...) Daima aynı olması lâzım gelen bir ulûhiyetin çehresi benim için de
ğişti. Yavaş yavaş o hale geldim ki bir kandil çöreği, bir ramazan mânisi, iyi ya
kılmış bir mahye (...) benim için müslümanhğın ta kendisidir. Gene anladım ki
bizim şark; m üslümanhk, şu bu diye tebcil ettiğimiz şeyler bu toprakta kendi
hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize ulûliiyetin çehresini veren Ham dul
lah'ın yazısı, Itrî'nin tekbîri, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mih
raptır.
- Dikkat et, halis müslüman gibi düşünmüyorsun Molla bey.
- Bilâkis, tam bir müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir müslü
man gibi değil de bu şehrin etrafında, hülâsa bu m emleketin içinde yaşayan bir
müslüman gibi... İki yüz yıl bu memleketin hayatına kanşm ış yaşayan dedele
rimden bana m iras kalm ış bir müslümanhk. Bu m üslümanlıkta Tekirdağ karpu
zunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokum unun. Itrî bes
tesinin, Kandilli yazmasının. Bursa dokumasının hisseleri vardır. Bu müslüman-
lığın çehresi otuz kırk senede bütün etrafıyla beraber değişir; ramazan sofrası,
cami sebili, Fatih kahveleri, Küçükpazar çarşısı, Divanyolu... Bu müslümanhğın
benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır, Fakat onların arkasında kendi
lerini aydınlatan, m anâlarını yapan hayat vardır. Asıl sihrini o yapar. O ne med
reseden, ne tekkeden, ne şeyhülislâm kapısından, ne kazasker konağından gelir;
halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki o hayatın emrindedir, ruhaniyeti
onunla beraber yürür. İçine Firenk icadı bile girer, fakat m anzarası bizim kalır.
29 2 • T anpııiiir Ü cerine Y.ızılar
(...) İşte benim sevdiğim inandığım bu hayattır. Din, akide, hepsi bu hayatta
şekil ahyor, değişiyor."i2
Demek ki İsmail Molla Müslümanlığı sanat yapıtlarında, ince bir üslûp ve
zerafette, kendimizin olan hayat şekillerinde buluyor. Dediğim gibi Tanpınar
için M üslüm anlık temelde estetik bir sorun. Onu ilgilendiren, bütün Müslüman
uluslar için akideleri ortak soyut bir Müslümanlık değil, sanat eserleri ve hayat
şekilleri haline gelmiş, bize özgü, taklit olmayan somut bir Müslümanlık.
Batı-Doğu konusunda o da; öteki romancılarımız gibi bir bireşimden söz
eder, ama Batı'yı anlayışı ve ona karşı sanatçı tutumuyla yine başka bir şey söy
lemektedir. Batı, Tanpınar için, Halide Edip Adıvar ya da Peyami Safa için oldu
ğu gibi manevî değerler açısından Doğu'dan geri kalmış, özellikle maddî alan
da ilerlemiş bir toplum değildir. Batı uygarhğı ortaçağdan geçmiş, Rönesans'ım
yaşamış, sanayi devrimini yapmış, süreklilik gösteren ve bu sayede kendine öz
gü yaşam biçim lerini, kendi maddî ve manevî değerlerini yaratmış olan bir bü-
tündür.’3 Özendiğim iz Balı yaşam biçimleri onların kendileri için "hakiki"dir
ama bizim için özentidir. Tanpınar, Batı gibi bizim de, sürekliliği olan bir uygar-
hk oluşturmamızı ister. Bunu yaparken "esk i" ister istemez değişemez, aşılacak
tır. Ancak yeniyi yaratırken hem eski'den yararlanacağız hem de içine girmiş ol
duğumuz Batı uygarhğından. "Mele mazi ile bağlarımızı kesmek. Garb'a kendi
mizi kapatmak. Asla!" (s. 87). Öyleyse Tanpınaı^ın istediği, eski'ye dönmek de
ğil, yeni'yi temellendirmede eski'den yararlanmak. Mümtaz H uzurda "Ben bir
çöküşün esteti değilim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum. Onları değer
lendiriyorum " (s. 165) diyerek kendisi için eski'nin bu anlamını açıklar. Benim
anladığım kadarı, Tanpınar çağdaşlaşmaya değil köksüzlüğe ve dolayısıyla
zevksizliğe karşı. Belki bazılarının kendisini gerici saymalarının gerçek nedeni,
toplumsal sorunlara böyle estetik kaygılarla bakmasının yarattığı kuşkulardır. O
noktada da aldandı aslında. Sanayileşmiş bir ülkede doğacak hayat şekillerine,
orada egemen olan ekonomik düzenin yaratacağı ideolojinin yön vereceğini
görmeyerek, bunların, otomatik olarak kendi damgamızı taşıyan, ince bir zev
kin ürünü hayat biçimleri olacağına inanmakla aldandı.
Tanpınar'ın toplumsal sorunlarla ilgili düşünceleri üzerinde uzunca dur
dum, çünkü bunlara estetik endişelerle yaklaşımın ortaya konması; hem Hu-
zur'da M üm taz'ın içine düştüğü bunalımı, hem de Tanpınar'ın bu konulardaki
kendine özgü tutumunu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır sanıyorum.
leşmiş bulmasını, onu sevmesini, N uran'dan çok onu düşünmesini ancak böyle
açıklayabilir. Şimdi Suat'm içinden bir şey ona doğru akar, onu çeker (s. 374) ve
Suat gerçekte ne küçük hesaplar peşinde olduğunu M üm taz'ın yüzüne vurduk
tan sonra, onu bütün sorunlarmdan kurtararak alıp birlikte götürmek ister:
Gel... Hem onu çağırıyor, hem de kan dondurucu bir gülüşle gülüyordu.
Mümtaz:
- Bari gülme! nolur, gülmekten vazgeç! diye yalvardı.
•- Nasıl gülmiyeyim? Her şeyi o kadar kendi hadlerine indirmiş, o kadar ken
dine benzetm işsin ki... O kadar küçücük yarlığınla, onun hesaplarına bağlısın ki.
Sonra o yaşam a iptilân, ölçülü merhametin, küçük ıstırapların, ümitlerin, o ka
çışlar, tapınmalar...
Mümtaz kollarmı sarkıtır.
- Zalim olma Suat, dedi çok ıstırap çektim.
Suat tekrar o geniş kahkahayla gülmeğe başladı.
- Peki, öyle ise haydi gel, seni kurtarayım.
- Gelemem, yapacağım işler var.
- H iç bir şey yapamazsın! benim le gel. Hepsinden kurtulursun. Bunlar senin
taşıyamayacağın yükler...
Mümtaz yolun ortasında bir daha durdu ve Suat'a baktı:
- Hayır, dedi. Ben yükümün derecesine yükselebilirim. Yükselemezsem al
tında ezilm eğe razıyım. Fakat seninle gelmem.
- Geleceksin!
- Hayır, alçakhk olur.
- Öyle ise kal mezbelende...
Suat kollarmı açtı ve onun yüzüne şiddetle vurdu. Genç adam sendeleyerek
yere düştü.
Kalktığı zam an yüzü, gözü kan içindeydi. İlaç şişeleri avucunda kmlmıştı.
Bununla beraber yüzünde garip, çok ince bir tebessüm vardı. Yan pencerelerden
birinde bir radyo Hitler'in o gece verdiği hücum emrini tekrarlıyordu. Bütün
m acerayı.unutm uştu." (s. 377-378).
Gerçi M üm taz sorunlannı çözememiştir, ama intihar fikrinden kurtulmuş
olarak yaşam macerasını, yüklerinin altmda ezilmek pahasına da olsa sürdüre
ceğini anlıyoruz.
Melımet Kaplan, M üm taz'ın romanın sonunda öldüğünü söyler, ama bu yo
rumu neye dayandırdığını anlayamadım. Fethi Naci ise M üm taz'ın çıldırdığına
inanmaktadır. Gerçi Suat'ın hayali ile konuşması ve romanın son satırları böyle
2 9 6 • T a n p ın ıır Ü z e rin e Ynzılav
bir yoruma yol açabilirse de öyle sanıyorum ki Suat'ın intiharından sonra bir de
M üm taz'ın çıldırması hem Tanpınaı^dan bekleyemeyeceğimix fazla melodrama-
lik bir bitiş, hem de romanın anlamı bakımından gereksiz olurdu. Anladığım ka
darıyla Huzur, M üm taz'ın bir masal dünyasına benzeyen, güzelliklerle dolu cen
net hayatı ile ezilmiş insanlarla dolu acıh gerçek dünya arasındaki huzursuzlu
ğunu, yani bir küçük burjuva adamının esletizm dc bulduğu kişisel mutluluğu
ile topluma olan sorumluluğu arasındaki bocalayışını dile getiriyor. Tanpınar,
M ümtaz'ı toplumsal ve siyasal yükümlüklülerini üstlenen olumlu bir kahrama
na dönüştürerek kolay bir çözüm yoluna gitmez. Bu huzursuzluk M üm taz'ın
kaderidir, çünkü bulunduğu ikilemden kurtulamayacağmı bilir:
"Birinden birini seçmek lâzımdı. Fakat Mümtaz ikisinin ortasında sonuna
kadar sallanacağını biliyordu. Ne ferdî saadetinden vazgeçebilecek, ne de etra
fındaki hayatın korkunç icabını (...) unutacaktı." (s. 324-325).
Bununla birlikte şunu da eklem ek gerek: romandaki çatışm a güçlü bir an
latımla somutlaştırılm ış sayılmaz. Mümtaz'ın gerçeklen bir seçim karşısında
kaldığını okur yeterince hissetmediği için M üm taz'ın ikilemi gereken ağırlığı
kazanmıyor. Ilerhalde bugün H uzuru okutan, romandaki bu çatışma değil, Tan-
pınar'ın dünyaya ve yaşam a belli bir kültür düzeyinden, ince bir zevk ve duyar
lıkla bakışıdır. Nitekim yazarın, bir roman olmayan Beş Şehir kitabı da aynı tür
den bir ilgi ve zevkle okutur kendini. Son bölümdeki değerler çatışmasının ro
mana bir katkıda bulunmadığını söylemek istemiyorum. Gerçi Mümtaz'ın ikilemi
olarak yeterince güçlü değil, ama M üm taz'ı güzellikler içinde yoğun yaşamak
tan başka bir şey düşünmeyen bir estet olmaktan kurtararak ona çok yönlü bir
kişilik kazandırm ası bakımından önemli. Çünkü bu, Tanpınar'ın, dünyaya este
tik açıdan bakm anın yetersiz ve gerçekliğin daha karmaşık olduğunu kendisi
nin de farkettiğini gösterir ve dolayısıyla Huzuru da sınırlı ve basit bir felsefeyi
yansıtan'bir roman olmaktan çıkararak, daha zengin ve olgun bir anlayışın dile
getirildiği bir yapıt yapar.
Bugünkü adıyla Gazi Eğitim Enstit-üsü'nde bana çok geniş bir oda ayrılmış
tı. Bir demir karyola ile bir masadan ve iki sandalyeden başka mobilya yoktu.
Ama bu geniş odanın geniş bir balkonu vardı. Yorulduğum zaman buraya çıkar,
toz bulutu arasından bir kasabayı andıran Ankara'yı seyrederdim. O zamanki
Ankara'nın merkezi olan Ulus M eydanı'na gitmek için, tozlu bir çölden bata çı
ka yürümek gerekiyordu. Onun için haftada iki günümü burada, gerisini Lise
de geçirecektim. Am a Lisede oda işi biraz sarpa sarmıştı. O zamanlar Lisenin
başmuavini, biraz sonra müdürü, daha sonra da Orta Öğretim Genel Müdürü
olan iyi insan Hayri Ardıç Liseden enstitüye gidip gelmenin çok güç olacağını
kendisine söylediğim zaman hak vermiş ve bir oda bulacağına söz vermişti. Öğ
retmenlerin yatıp kalkmaları için, içinde lisenin bulunduğu geniş alanın sol kö
şesindeki pavyonun üst ikinci katında yanyana sıralanmış, bir koridora açılan
10 oda bulunuyordu. Buraya, dışarıdan tahta bir merdivenle çıkılıyordu. Ama
bunların sahipleri vardı. Sonradan Hayri Bey'in bana anlattığına göre, odalarına
ikinci bir karyolanın konulmasına on kişiden hiç biri razı olmamış. Bunlardan
biri de Edebiyat Öğretmeni Ahm et Hamdi (Tanpınar) imiş. Ama bir iki gün son
ra Hayri Ardıç bizi birbirimize tanıtınca, ertesi gün H amdi'nin odasına ikinci bir
karyola girdi. Onunla 1930 Ağustos ayının sonlarında başlayan dostluğumuz,
ölüm tarihi olan 24 Ocak 1962 tarihine kadar, en ufak bir anlaşmazlık olmadan
sürüp gitmiştir. Hamdi ile tanıştıktan sonra, yıllardan beri tanışıyormuşuzcası-
na senli benli olmamız için bir hafta yetmişti.
Bu arada geleceğin ünlü denemecisi Nurullah Atâ (Ataç)'yı da tanımak ola
nağını b u ld um . İstanbul'da P ertevniyal L isesi'n e atan m asın ı bekliyord u . K end i
siyle ilk defa karşılaşacaktım. Aldanmıyorsam günlerden pazardı. Ulus'daki o
dönemin aydınlarınca tek buluşma yeri olan İstanbul Pastahanesi'nde Ahmet
H am di'yi bekliyordum . Biraz sonra yanında çatık kaşlı, sinirli olduğu her halin
den belli olan biriyle geldi. Bu, Nurullah Atâ'dan başkası değildi. İşte tanışma
2 9 8 • T anp ın v ır Ü z e rin e Ynzılnr
mız böyle oldu. Bir de onunla yıldırım hızıyla kaynaşmamıza değineyim. O gün
Nurullah sinirini bozan olayı hemen anlatmaya başlamıştı:
- Efendim, ben durmadan fikir değiştiriyormuşum, bugün ak dediğime ya
rın kara diyormuşum; derim a! Ne karışırlar işime!
Bu sözleri söylerken adeta tıkanıyordu. Hamdi, ahşık olduğu anlaşılan böy
le krizler karşısında susuyordu. Kendisini yatıştırmak, gergin havayı biraz yu
muşatmak için, o sıralarda çok okuduğum, çok sevdiğim İspanyol romancısı ve
denemecisi Miguel de Unam uno'nun şu sözünü anlatıverdim. Sis romancısına
aynı suçlamayı yapm ışlar ve eldiven değiştirir gibi fikir değiştiriyorsunuz, de
mişler. O da istifini bozmadan:
- Ne yapayım, eldivenlerim çok da ondan! yanıtını vermiş.
Bu söz, N urullah'ın yükselen gerilimini düşürmeğe yetti, bana da birden
sevgisini sağladı. İşte Ataç hoşuna giden bir sözle, bir hareketle insana bağlanır,
hoşuna gitmeyen bir sözle ondan ayrılırdı. Şu var ki neyin hoşuna gideceğini
önceden kestirm ek kolay değildi.
Birkaç gün sonra kararname imzadan çıktı ve Ataç (daha Ataç değildi, ama
ben yine de böyle diyorum) Perlevniyal Lisesi'ne Fransızca öğretmeni olarak,
Ankara'dan ayrıldı.
1933 yılında, onunla yine buluşacaktık.
Lise'de ve Enstitüde dersler başlamıştı. Dersler bitince Hamdi ile birlikte o
dönemin bir şantiyeyi andıran Ankara'sında, Ulus M eydanı'na kadar uzanan
tozlu ve boş yoldan geçerek Ankara Palas O teli'ne gider, buraya sığınan Haşet
Kitabevinde yeni yayınlara bakar, ilgimizi çeken bir şeyler bulursak onu alır,
sonra İstanbul Pastanesine kendimizi atardık. Orada bir iki arkadaşa rastladığı
mız olurdu. Bunlardan şimdi, yalnız Doktor İzzettin Şadan ile Samih Nafiz'i
anımsıyorum. Bir lokantada karnımızı doyurduktan sonra, otobüse binerek oda
mıza giderdik. Bizim için yaşam o zaman başlardı. Sanat ve edebiyat üzerinde
ki konuşmalarımız, okuduğumuz yeni kitaplar üzerine birbirim ize bilgiler ver
memiz, geç saatlere kadar sürüp giderdi. Aradan yıllar geçti, Hamdi ile geçen bu
günler, bana sonradan verdiği resminin arkasına yazdığı, "büyük ve mesut ve
çok tembel günlerimize hasretle," dediği, ama gerçekte en verimli olan yıllardır.
Ahmet Hamdi ile geçen bu yıllarımı hiç unutamam.
Bu konuşm alarım ızdan birinde, Anatole France'dan bir şeyler okuyup oku
madığımı sormuştu bana. France'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yıldızı
sönmeğe başlam ıştı. Ama daha okunuyordu.
- Anatole France'dan sadece iki roman okudum, dedim, biri Kırmızı Zambak,
biri de Thais.
A t a ç v e T a n p ın a r İle T a n ış m a m • 2 9 9
B İR K A D IN B A ŞI
Bu son sayıda H am di'nin çok önceleri bana okuduğu "B ir Kadın Başı" baş
lıklı şiirinin bana verdiği heyecanı unutamam. Bu yazıyı yazarken birkaç kez ge
ne okudum, gene aynı heyecanı duydum. Bu şiiri M allarm e'nin en güzel bir şi
iri yanına koyabilirsiniz.
Olduğu gibi buraya alıyorum:
Uzayan parmaklarımda
Mumyalanıyor karanlık,
Sesler gülüyor yanımda
Hatıralar kadar dağınık.
ciltli, numaralı, 1922 tarihli bir Clmrmes baskısının ilk yaprağına şunları yazıp
imzalamıştı;
Suut'a
Güle güle kullansın diye.
şimdi düşünüyorum da, ne mutlu günlermiş, en büyük armağanın bir kitap sa
yıldığı p gölgesiz saf günler; o zamanlar hepimiz Atatürk sevgisinin mutluluğu
içinde yaşıyorduk; edebiyata daha siyaset karışmamıştı, böylesine kinci olma
mışta herkes. Şair için her konu açıktı. Sevgiliye duyulan aşk, geçmiş günlere öz
lem, ayrılık acısı, ölüm korkusu. Tanrı korkusu, yurt sevgisi, doğaya tutkun
luk......her şey şiire dönüşebilirdi. Şaire, gelecek dünyanın mühendisleri gözüy
le daha bakılmıyordu. Daha doğrusu, esininde özgür olan şairin, yazdığı şiir ol
duğu sürece, okujnjcuyu oluşturacağına inanılıyordu.
olmalıdır. Uzun zam an burada bir küçük dairede oturdu. Burada en sevdiği şey
ortasında çiçek tarhları buJunan ve ilkbaharda m or salkım lan ile doğayı şehrin ta
göbeğine getiren bahçe idi. Bir de Perapalas'ın sahibi M isbah'ın yine bu külliye
içinde sağ köşedeki antikacı dükkânı. Misbah burada özellikle yabancı turistler
için halı, eski antika möbleler ve mücevher satardı. Ahmet H am di'nin hayal
dünyasını bir antikacı dükkânı kadar tahrik edecek, hele eski bir İstanbul efen
disi görgüsündeki Süryani Misbah'ın kişiliği kadar saracak bir atmosfer, aransa
bile güç bulunurdu. Bundan ötürü buraya sık sık uğramasını, uzun saatlerini
orada geçirm esini doğal karşılamak. Yine buradaki komşuları içinde Sokolski-
1er, kültürleri, görgüleri, raffinem ent'ları ile onun kültür ve incelik düzeyine çok
uyan dostlardı. O tarihte daha ne Aliye Berger, ön cepheye bakan dört odalık
atölyesine yerleşmiş, ne de Bedri Rahmi daha sonra İstanbul boheminin en sıcak
odaklarından birini teşkil eden lokaline geçmişti. Bedri'nin atölyesi o sıralarda
yine Tünel'de, Narm anlı Yurdu'ndan üç dört sokak uzaklıkta bir yerde idi.
Bohemler Odası
Ahmet H am di'nin Narmanlı Yurdu'ndaki odası, sofası, hatta m utfağı, üstüs-
te derbederce yığılı kitaplarla dolu idi. Evin pek temiz olduğu iddia edilemezdi.
Ahm et H am di'nin o zamanki ziyaretçileri içinde Zeki Faik İzer, Zühtü Müridoğ-
lu ve eşi. Dr. Fikret Ürgüp ilk hatırladıklarım. Çoğu üniversiteden genç asistan
lar ve öğrenciler de üstadın kültüründen ve sohbetinden kâm almak için bu da
ğınıklığın içine girmeyi göze alırlardı.
A hm et Hamdi, buraya Ankara'daki mebusluk serüveni bittikten sonra tek
rar üniversiteye döndüğü sıralarda geçmişti. Sonra buradan çıktı Tavuk Uç-
maz'da bir yer tuttu. Cihangir'in altındaki bu nefis manzaralı yokuş, onu daha
çok adından ötürü çekerdi. Benim o zaman Moda'da oturduğum (Posbıyık So
kak) gibi bu (Tavuk Uçmaz Sokak) da onca, Türk halk mizahının sokak adlaşmış
simgeleriydi.
Narm anlı Yurdu, asıl Ahmet Hamdi oradan çıktıktan sonra bir bohemler
odağı oldu. Aliye ve bütün avenesi, Bedri ve bütün talebeleri, ahbapları, burayı
yol geçen hanına döndürdüler. Sabahattin Eyuboğlu'nun, M ehm et Ali ve Ada
let Cim coz'un ve dolayısıyla Galatasaray'daki M aya'nın müdavimlerinin bir
ayağı hep buradaydı. Artık çifter çifter kapıcıları, bahçıvanları, artık ortadaki çi
çek tarhları ve artık Misbah o güzelim antikacı dükkanı yok olmuştu. Narmanlı
Yurdu'nun 1934'ten bu yana orada oturmuş eski kiracıları ya ölmüş, ya da da
irelerini terk edip başka yerlere gitmişlerdi.
Arhk A liye'nin, Bedri Rahm i'nin atölyelerinde -ki Ahmet H am di'nin eski
dairesi idi- olmuş sanatçılarla henüz çiçeği burnunda çıraklar ve hevesliler, sa
mimi sanat hayranları ya da ukalâ snoplar, sigara ve pipo tütünlerinin buğusun
A h m e t H a m d i T a n p ın a r ’ın E n B e r e k e tli Y ılla n • 3 0 5
da, dünyanın sanat, politika, ekonomi ve sosyal konularını çözümleyen (!) coş
kulu tartışmalarla belki boş, ama kendileri için hoş, yoğun ve m utlu saatler ge
çiriyorlardı.
Ahm et Ham di döneminden sonraki Bedri Rahmi dönemi de çok gerilerde
kald: artık. Bugün de yolum sık sık oradan geçer.
Eskilerin yinelene yinelene havı atmış bir sözü vardır:
"Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ" imiş derler.
Oradan her geçişte benim de dudaklanm a bu yavan m ısra yapışır nedense.
Hey gidi günler hey. Geri gelmeyecek günler.
Acıdığım hangisidir bilemem! O dolu günler mi? Dünyayı bırakıp giden
dostlar mı? Yoksa gençliğim mi?
Belki hepsi birdendir.
Dört bölüm lü, 371 sayfalık bu roman, birinci şahıs anlatımla yazılmış. Bö
lümlerin başlıkları şöyle: "Büyük Ümitler", "Küçük Hakikatler", "Sabaha Doğru" ve
"Her Mevsimin Bir Sonu Vardır". Her bölüm farklı sayıda ve numaralanmış alt
bölümlere ayrılıyor. Romanın anlatıcı kişisi, Hayri İrdal adında sıradan bir
adam. Hayatını kalem e alışını şöyle açıklıyor:
"Hayır, hâtıralarım ı yazmaktan kastım, kendimi anlatmak değildir. Sadece
şahidi olduğum birtakım vakaların unutulmamasına yardım etmektir. Bir de üç
hafta evvel toprağa gömdüğümüz aziz insanı anlatmak ve a n m a k . " 2
Hayri İrdal'ın hayatını bir anda değiştiren ve onda, unutulmaması gerektiği
için yazma hevesi uyandıran ilgi çeken insan H alit Ayarcı'dır. Onun, hayatında
ki önemini roman kahramanı şöyle özetliyor:
"Kendi kendime, yatağımda uzun zaman düşümdüm. Hayri İrdal dedim,
çok şey gördün, geçirdin. Yaşın ancak altmış olduğu halde birkaç insanın ömrü
nü birden yaşadın. Sefaletin, bir köşeye atılmış olmanın her türlü acısını tattın.
İkbalin merdivenlerinden çevik ve çâlak çıktın. Hiçbir zaman ve hiçbir kuvvetin
halledemeyeceği meselelerin halloldu. Bütün bunlar hep H alit Ayarcı'nın saye
sinde oldu. Seni m ezbeleden o çekip çıkarttı. Hayatın için, düşüncen ve rahatın
için hakiki düşman olan her şeyi ve herkesi o sana dost yaptı. Etrafında sade çir
kinlik, fakirlik, sefalet gören bir adam iken birdenbire insana lâyık birtakım asil
zevk ve saadetlerin bulunduğunu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın."
(s. 13).
Hayri İrdal'la Halit Ayarcı'yı bir araya getiren motif, saat merakıdır. Hayri
İrdal, asıl hayatının dayısından sünnet hediyesi olarak aldığı saatle başladığını
söylüyor. Saat merakı, saat zevki konusunda Türk toplumunun özel bir durumu
olduğunu ileri sürüyor:
"H erkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hattâ sonraları
M uvakkit Nuri Efendi'den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük
müşterisi daima m üslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz
halkı imiş. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü saatle
idi. Saat Allah'ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını ida
re ederdi." (s. 26).
Romanda dikkatimizi çeken çeşitli saat tasvirleri var. Saat âdeta ailenin,
evin, sahibinin yaşama biçimini, hayat düzeyini, zevkini, kısacası dünyasını ak
settiren bir sembol. Meselâ Hayri İrdal'ın baba ocağındaki saatin hikâyesi, bir
çeşit aile geçmişinden ilgi çekici bir kesit. Dedenin, yaptırmaya niyetlendiği bir
cami için düşünüp salın aldığı bir saat, dileği gerçekleşmeyince oğluna kalmış,
ama "çalm tı" olduğu hakkında konu komşu arasında dedikoduya sebep olmuş
tur. Aile içinde bu saatin yeri; Önemi hakkında şunları öğreniyoruz:
"H albuki güzel saatti. Kendi hâlinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kerva
nını kaybetmiş bir m ekkâre gibi başı boş, dalgın dalgm yürüyüşü vardı. Hangi
takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birden
bire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli bir mühim
vakayı birdenbire ilân ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağım sız saat ne
ayar, ne ıslah ve tam ir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt
hâlinde yaşayan hususi bir zamandı.
(.....) Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat
ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim
Bey'in vefat ettiği gece, belki birdenbire en derin sesiyle vurmaya başlamasın
dan sonra bu korku hepimizin içine yerleşti." (s. 29).
Hayri İrdal, sünnet hediyesi saati, nasıl işlediğini öğrenmek için parçalarına
ayındığını, bununla "zilınî hayatının birkaç merhaleyi birden atladığını" (s; 31)
yazıyor.
"Bu tecrübeden elimde iki şey kaldı. Her gördüğüm saati çözmek ve içine
bakmak hevesi, bir de saatten gayri şeye alâkasızlık." (s. 31).
Ortaokuldan sonra Nuri Efendi'nin "m uvakkithanesi"nde çalışmaya başla
yan Hayri İrdal, ustasından saate insana davranır gibi davranmayı öğrenir. Us
tasını bir saat doktoruna benzetir, hattâ bir teolog, bir filozof gibi konuşturur:
"Zaten saatle insanı birbirinden pek ayırmazdı. Sık sık 'Cenab-ı Hak insanı
kendi sureti üzere yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti.' derdi. Bu fik
ri çok defa şöyle tamamlardı: 'İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki Al
lah insanı bırakırsa her şey mahvolur.' Saat hakkındaki düşünceleri bazan daha
da derinleşirdi: 'Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da
gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur." (s. 33).
Roman kahram anı, kişiliğinin oluşumunda iki kişinin payı olduğunu söyler:
Nuri Efendi ve Halit Ayarcı.
"Birisini çok gençken, insanlara ve hayata gözlerim henüz açıldığı sırada ta
nıdım. Öbürü her şeyden ümit kestiğim; hattâ ömür defterimi tamamlamış san
dığım bir zamanda karşıma çıktı. Fakat bu ayrı meziyette, ayrı zihniyette insan
lar bütün zaman ayrılıklarmın üstünden hayatımda bir daha ayrılm am ak şartıy
la birleştiler. Ben onlann bir m uhasalasıyım ." (s. 36).
Nuri Efendi'nin ilgi çekici bir tutumu, zaman konusvmdaki rahatlığıdır:
3 1 0 • T a n p m a r Ü z e rin e Y azılar
"Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemal yapılmasını iste
mezdi. Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf
eder, yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı" (s. 37).
Roman kahramanını çocukluk-ilk gençlik yıllarına yön veren, kendisine örnek
aldığı ustanın bu raliatlığında yazar, bir önceki kuşağm hayat temposunu duygu
sal bir yaklaşımla dile getirirken, Halit Ayarcı'nm saatleri ayarlama enstitüsünde
çağın "dakik olm ak" zorunluluğunu sembolik ve hicivci bir üslûpla işliyor.
Hayri İrdal'ın ikinci karısı, sinema modasının en hararetli olduğu yılların
yarattığı ruh hastası tiplerden biridir. Kendini film kahram anlan ya da sinema
artistleriyle özdeşleştiren ve sık sık kişilik değiştiren karısını Hayri İrdal iyim
serlikle anlatıyor;
"Bununla beraber işin eğlenceli, hattâ faydalı tarafları da vardı. Karım, de
diğim gibi sinem a ile tatmin oluyordu. Vakıa A dolf Menjou gibi en aşağı yüz
otuz kat elbisem olduğu için artık düğmelerim dikilmiyordu. Fakat ceketimin
dirsek yerlerinin çıktığını da pek farketmiyordu. Gördüğü filmlerdeki her şey
bizimdi, şatolar, elmaslar, bahçeler, asil, kibar dostlar..." (s. 150).
Romanın bu figürü, 50'li yılların sinema tutkusuna kapılmış toplum kesitini
hicivci perspektiften canlandıran kişisidir. Eserin ilk iki bölümü, kahramanın çe
şitli işlerde çahştığı, bir çeşit sefalet denebilecek hayatının dönüm noktasına ka-
darki saflıalarına aynlmıştır. Halit Ayarcı'yı tanıyıncaya kadar geçirdiği hayat
tecrübelerinden edindiği şudur:
"İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hasta-
hk, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alam az" (s. 177).
Kahramanın Halit Ayarcı'yla dostluk kurması, bir saat tamiri vesilesiyle olur:
"- İki aydır işlemiyor. Baba yâdigârı... Onun için çok severim. Nesi var aca
ba? diye tekrarlıyordu.
- Hata, dedim. Hem de büyük hata... Elbette işlemez. Kordonsuz saat, yular-
sız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven evvelâ bir kordonla kendisine
bağlar" (s. 188).
Hayri İrdal'ın saat sevgisini, ona inanmış bir kişi olduğunu konuşmaları
ilerledikçe anlayan H alit Ayarcı, onu yanına alıp daha önce saati tamir ederken
yedek parçayla bozan ilk tamircisine, ordan da yemeğe götürür. Yolda meydan
saatlerine baktıklannda Hayri İrdal herkesin tesbit ettiği şu gerçeği söyler:
"- Bilir m isiniz ki şehrin hiçbir saati birbirini tutmaz. İsterseniz Eminö-
nü'ndekine, sonra da Karaköy'dekine bir bakalım ..." (s. 194).
Daha sonra saatçi dükkânına gittiklerinde saat konusunda ustasının özde
yişlerinin en etkililerini konuşmaları arasına serpiştirir. Meselâ:
A h m e t H am d i T a n p m a r ’ın Ç a ğ v e T o p lu m H ic v i » S i l
"Tekrar bizim odaya geçtik. Belediye reisi boş klasörlere, kılıfları içinde uyu
yan yazı m akinelerine ve büyük siyah defterlere bir müddet bakh. Duvarda slo
ganları okudu:
- Ayar saniyenin peşinde koşmaktır... Mühim söz bu Halit Bey!...
- Tahmin ederim efendim...
Halit Bey hiç de mütevazı değildi. Mamafih belediye reisine, Nuri Efendi'nin
adını söylemeden, eski saatçilerimiz tarafmdan bu cins birçok sözlerin söylendi
ğini ve bu adamların cemiyet ve çahşma işlerini çok iyi bildiklerini, enstitümü
zün gayelerinden birinin de bu ustalan halkımıza tanıtmak olduğunu anlattı.
- Neşriyat büromuzun vazifesi bu olacak..." (s. 233-234).
Kadrolann "gerekliliği", "ihtisas dalları", "koordinasyon m eselesi" hep be
lediye başkanının ziyareti sırasında kararlaştınlarak enstitünün resmiyeti temel
lendirilir. Belediye başkanmm bazı "ciddî" kuşkulan vardır; "Bu kadar m üte
hassısı nereden bulacaksınız?" Ayarcı, "Personelim izi kendimiz yetiştireceğiz"
gibi idealist bir cevap bulur. Personel seçimi konusundaki tereddüdü de şöyle
giderilir:
"H alit Bey bir el işaretiyle bu vehimlere son verdi:
- Biz bu meseleyi hallettik. Müessesemize tam referansı olmayan, iyi tanıma
dığımız kimse giremez. Bunun için de prensibimiz gayet sağlam. Memurlarımı-
zm yansı, kendi akraba ve yakınlarımız olacak. Yarısı da dışardan güvendiğimiz
yüksek insanların tavsiyeleri. Böylelikle her nevi dedikoduyu önlemiş olaca
ğız... Herkes kefaleti umum iye altında çalışacak.
Belediye reisi bunu çok beğendi." (s. 239).
Bir kuruluşu işlevi açısından eleştirmek, herşeyden önce ona gerek var mı
sorusunu yöneltm ek geleneğinin oluşmadığını, bir kere kurulmuşsa artık yaşa
ma hakkını garanti ettiği inancıyla onu eş dost, hısım akraba için ekmek kapısı
olarak kullanma alışkanlığını hicveden Ahm et Hamdi Tanpınar, bu kuruluşların
işleyişiyle de ilgili ilgi çekici tablolar vererek hiciv alanını gittikçe genişletiyor.
Bunlardan biri m eselâ istatistik düzenlenmesi. Roman kahramanı bu konudaki
acemiliğinin de üç dört gün içinde Ayarcı tarafından giderildiğini anlatıyor.
Ayarcı, renklerin seçim inde sekreteri Nermin H anım 'dan yardım gördükten
sonra renkli sütunlardan oluşan hazır bir tabloyla gelir ve sıra ile her renkli sü
tuna bir meslek adı koymaya başlar. Söz konusu grafik, saat ayarında meslekle
re göre bir tesbittir;
Am an beyefendi, dedim, bu tam tersi olmuyor mu? Yani evvelâ inceleme
ler yapılır, rakamlar, yani neticeler elde edilir. Sonra onların ifadesi olan kolon
lar tanzim edilir. H iç olmazsa benim bildiğim böyle...
3 1 4 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
m iz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş
şeylerden değildir, daim a değişen, değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir. (...)
Din, inanç, hepsi hayatta şekil alıyor, değişiyor. (...) O (bizim hayahmız) değişir.
Değiştikçe de yaratır. Arkasında kendisini yapan kuvvetle o duruyor. (...) N e ka
dar değişirsek değişelim, yapacağım ız her yeni şeyde bu memleketin kendisin
den gelen bir damga olacaktır. Onu doğuracak olan bu anadır." diye konuşur.
E L E ŞT İR İ TEZG Â H IN A YATIRILAN B Ü R O K R A Sİ
Tanpınar'ın tarihe başka yapıtlarında ve SAE'de ayn biçimlerde baktığını
ileri sürmek bizce doğru olmayacaktır. Çünkü o yukarıdaki alıntıda sözü edilen
3 2 0 • T a n p ım ır Ü z e rin e Y azılar
Beş Şehir'de bile kalıplaşmış, gelenekçi, tutucu bir davranış içinde olmadığı açık
tır. Bu yapıtın önsözünde geçmişteki dünyamız ve uygarlığımız için şöyle den
mektedir: "Şim di onu, kimliğimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyo
ruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük
oluyor. İrademizin cn sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı
ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor.
Yalnız ulus ve toplumların değil, kişiliğin de asıl anlam ve kimliğini, çekir
değini tarihsellik denen şeyin yaphğı düşünülürse, bu iç didişme hiç de yadır
ganmaz. Geçm iş daima vardır. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her
an hesaplaşm aya ve anlaşmaya mecburuz."
SAE, yazarın gündeminde her zaman yer tutmuş bu hesaplaşmanın ürünle
rinden biridir.
Romanın Yeni İstanbul Gazetesi'nde tefrikası başlarken Azra Erhat yazarla
bir konuşma yapmış, roman kahramanı Hayri İrdal için Tanpınar şöyle demiş
tir: "Şehir saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığım bir gün
de Kadıköy iskelesinin saaü alhnda birdenbire onunla karşılaştım ve bir daha
beni terketmedi."
Hayri İrdal, romana adım veren enstitünün on yıl müdür yardımcılığını
yapmıştır. Şehir saatleri birbirini tutmadığı için kurulan bu ayar enstitüsü,
"Ayar saniyenin peşinde koşm aktır", "Müşterek zaman müşterek iştir", "H aki
ki insan zaman şuurudur", "Refahın yolu sağlam bir zaman anlayışından geçer"
gibi sloganları yayar. Saatleri doğru olmayanlara bir videolu parasal ceza siste
mi uygular. Ayar istasyonlarına sahiptir. Bir Saatleme Bankası, çalışanları için
Saat Evleri vardır. Uluslararası saatsevenler kurultayları düzenler. Bütün bu sis
temin kanmaya ve kandırmaya dayanan boşa dönmüş bir çark olduğu on yıl
sonra anlaşılacak, fakat kuruluşun lağvedildiği emrini enstitüde çalışan 300'e
yakın kişinin görev alacağı "daim i tasfiye kom isyonu"nun kuruluşu izleyecek
ve boşuna dönen çark, devinimini sürdürecektir. Romanın bütünü içinde ancak
yüzde kırk yer tutan bu enstitü serüveni romanın eleştiri kapsamına çağdaş "bü-
rokrasi"yi de eklemektedir. Yüzyılımızın bir bürokrasi yüzyılı olduğu vurgulan
makta, "Spingler'den Kayserling'e kadar bütün filozofların" söz konusu ettiği
bürokrasi, tarih ve uygarlık değişimi sorunlarıyla birlikte eleştiri tezgâhına yatı
rılmaktadır.
Si4E'nin eleştiri tonu fanteziyle, gerçekdışıyla birleşmektedir. Bir anı kitabı
olarak dile getirilm iş olayların kahramanı Hayri İrdal bir süre akıl hastası olarak
gözlem altında tutulmuştur, ama anlattıkları kendi açısından tutarlıdır. Anlatı
lanların saçmalığı ise bize açıklandığı kadarıyla, içinde yaşanan olayların, ilişki
lerin çarpıklıklarından, şaşırtıcılıklarından gelmektedir.
R o m a n c ı K işiliğ i v e G e ç m iş le H esap laşm ası • 3 2 1
T E D İR G İN L İĞ E BO Ğ U LM U Ş AYDIN T İF İ
Abdüsselam Beyin yetiştirdiği aydınlık yürekli Em ine'yle evlenen fakat yaş-
h adamın artık yoksullaşm ış konağından ayrılamayan Hayri İrdal, onun ölü
münden sonra varolmayan bir mirasın hesabını vermek zorunda kalır ve şerbet-
çibaşı elmasından sözeden bir yalanı dolayısıyla Adli Tıp'ta gözetim altına alı
nır. Burada karşılaştığı Doktor Ramiz; Viyana'da okumuş, yurda dönünce ha-
ketliği yere getirilemediği sanısıyla tedirginliğe boğulmuş bir aydın tipidir. Psi
kanalizi "hayat muammasının biricik anahtarı" saymaktadır. "Bu mucizeli kal
dıraçla bütün m emlekete eksen değiştirtecek bir mevki ve imkân yakalamaya
çalışmaktadır. İrdal'ın onun aracılığıyla girip muhasibi olduğu İspirtizmacılar
Kulübü müdürlüğünü yaptığı Psikanaliz Cemiyeti bir yönüyle Freudculuğun
yarı aydınlar tarafından değerlendirilişini, hattâ öğretinin kendisini eleştirir. Öte
yandan da böyle bir "kolektif yalan"la vakit geçirip avunan çevreleri alaya alır.
Romanın kahramanı bu çevreler için "böyle dernekler daha çok beraberce yalan
söyleyip beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyenlerin işidir." der.
İrpirtizmacılar Kulübü'nün İrdal'a tanıttığı insanların (Nevzat Hanımefen-
di'ye tutkun Cemal Bey, Cemal Bey'e tutkun medyum Sabriye Hanım, Matma
zel Afroditi) serüvenleri karmaşık sevgi cinayetlerine yol açar: Zeynep Manim
Nevzat Hanıma tutkun kocası tarafından öldürülmüştür. Cemal Bey, Zeynep
Hanımın kocası Tayfur Bey tarafından öldürülür. Kulüp üyelerinden Pakize'yle
evlenen Hayri İrdal, yaşamını "sinemanın yalnız terbiye değil, tatmin de ettiği
bir insanla" birleştirm iş olur. İlk eşi Emine'nin ölümünden sonra ailesine ses sa
natçısı olma sevdasında bir büyük baldızla güzellik kraliçesi olma hevesinde bir
küçük baldız da girmiştir. Ama yaşamını değiştirecek olan Saatleri Ayarlama
Enstitüsünün kurucusu Halit Ayarcı'dır. Saat onarımında usta olan, eski kültü
rün zaman felsefesine şöyle böyle yakınlığı bulunan Hayri İrdal, "H epim iz Ha
lit Ayarcı'nın elinde bir kukla gibiydik. O bizi istediği noktaya getiriyor ve ora
R o m a n c ı K işiliğ i v e G e ç m iş le H esa p la şm a sı • 3 2 3
lım. Hayatım denen bu kalp akçeyi başka türlü süremezdim. İnsanlar benim
böyle olmamı fstem işlerdi."
S/lE'nin iki baskısmda da yer almayan ve Turan Alptekin'in Bir Kültür, Bir
İnsan (1975) kitabmda yer alan "H alit Ayarcı'dan Doktor R am iz'e" başlıklı mek
tup biçim indeki yazı İrdal'ın "yalan"m m niteliğini acaba açıklayabilecek midir?
T. Alptekin bu yazı için "rom anın yayınlandığı günlerde, Hamdi Bey, ya söyle
yeceği son sözün bitmeyişinden ya da esere bir reklam zemini hazırlamak ama
cıyla mektubu yazdırmış, fakat sonra yayımlamaktan vazgeçm iştir" diyor. M ek
tuptan daha önce Tahir Alangu da söz etmiştir fakat ilk yayımlayan T. Alpte
kin'dir. Yarım kalan Mahur Beste romanını da böyle bir mektupla sonlandıran
Tanpınar'ın SAE için Halit Ayarcı'nın ağzından kaleme aldığı m ektuptan İrdal'ın
bir "paranoyak" olduğunu öğreniyoruz. Ayarcı Vefa Lisesi'nden arkadaşı İr-
dal'la Ankara'da yeniden beraber olmuştur; o sıralarda kendisi bankada. Dr. Ra-
miz Numune H astanesi'nde, İrdal da Baro'da çalışmaktadır. Ayarcı, arkadaşı İr-
dal için "realitenin acılığından, insicamsızlığından ve hayata hâkim abesten
(saçma) o kadar güzel intikam alan bu acaip zekâ..." demektedir. Dr. Ramiz'in
kliniğinde yıllarca tedavi gördükten sonra yaşamı son bulan İrdal, SAE adlı bir
yapıtın müsveddelerini bırakm ıştır arkasında. Ayarcı'nın bu m üsveddelerle ilgi
li yargısı şöyledir. "H ayri'nin zekâsında ve konuşmasında daima spektaküler
bir taraf vardı... Gönderdiğin müsveddelerin o konuşmalara benzemesini, reali
teyle öyle sarm aş dolaş yürümesini, abes bir masallaştırmaya düşmeden hayat
tan intikam almasını ben de çok isterdim.
Bu muhayyel hatıraların asıl hızının, ifrata ve kendisine çevrilmiş bir tür kö
tüye kullanma duyusu olduğu muhakkak."
Hayri İrdal'ın hastalığı toplumun onun anlattıklarına yansıyan hastalıkla
rından daha ağır değildir. Tanpınaı^ın eleştirisi Ayarcı'nın özlemine uygun bi
çimde gerçeklerle sarm aş dolaş yürümüş, abes bir masallaştırmaya düşmeden
geçmişi ve günceli dile getirmiştir. İfrata ve toplumumuza çevrilmiş hiçbir kötü
ye kullanma duygusundan hız almamıştır. Ama geçmişle hesaplaşmış, onun öl
meye yargılı yönlerini, "h âl"in de yaşama gücü taşımayan aksaklıklarını cesa
retle sergilemiştir.
Ahmet Ham di Tanpmar, Huzur adlı romanda, yıkılan koca bir im paratorlu
ğun, muhteşem bir geçmişin enkazı üzerine inşa edilen son Türk devletinin
m addî ve m anevî değerlerin sorumluluğunu yüklenecek olan yeni Türk aydın
tipini yaratmıştır. Romanın özü, "hal'in arz ettiği sefalet ve çözülmüş bir kültü
rün değerler anarşisi içinde bile ihtişamını koruyan bu geçmişin büyüsünden
kurtulabilen M üm taz'ın ruhi büyüme sürecidir." Bu süreç içinde Mümtaz "geç
miş şuurunu" 'tarih şuuruna' dönüştürecek, yani asırlar boyu büyük bir mede
niyete hayat kaynağı olan geleneğe akılcı ve eleştirici bir tavır geliştirebilecek,
onu çağm şuuru ve tecrübenin hamurunda yoğurup yenileyecektir. Kısaca bir
topluma hüviyetini kazandıran değerlerin şekilce değişik özde yaşamasını sağ
layabilecek yeni bir senteze ulaşacaktır. Yeni Türk devletinin kültür krizine çö
züm getirecek olan yeni aydın Mümtaz, kendisini dünyadaki medeniyet halka
larını oluşturan kültürlerin aydınlarından daha sorumlu bir mevkide bulmakta
dır, çünkü yeni Türk toplumu kendisine yeni bir hedef çizmiştir. Doğu medeniyet
dairesinde asırlar boyu geliştirdiği değer yargılarını batı medeniyet dairesini
oluşturan özle yenileyecek ve Tanpınaı^m dediği gibi, kendi kültüründe geçik-
miş de olsa, bir Rönesans yaratacaktır; hem millî, hem evrensel olan sentezi, har
sı oluşturacaktır.
Tanpmar, H uzu/da, M üm taz'ın ruhî gelişim sürecini, çağdaş bir felsefe olan
Yaratıcı Evrim Teorisine ve Bergson'un "duree" kavramına uygun olan "şuur
akışı" tekniğiyle verm ekle, eserinde öz ve biçim örgüsündeki tekliği sağlamış ve
ona organik bir bütünlük kazandırmıştır. Kültürde evrim, 'geçm iş'in "harfin po
tasında eritilerek sebep ve netice zincirinin dışında oluşturulan sentezlerde ger
çekleştiğine göre, M üm taz'ın tarih şuuru da, hem "geçm iş'"i çok iyi bilmesiyle,
hem de onun sağlam köklerine yeni gövdeler aşılayarak sebep-netice determi
nizmini aşmasıyla mümkün olabilecektir. Bu bakımdan M üm taz'ın ruhî gelişim
3 2 6 • T iin p ın ıır Ü z e rin e Y azılar
İhsan'ın görüş açısından huzur, daha sonra M üm taz'ın kabul edeceği gibi,
hayata ölümün her şeyi yerli yerine yerleştiren görüş açısından, yani iman sevi
yesinden bakm akla mümkündür. Kendi ruhunda ruh ve beden hiyerarşisini
kurmuş, reddetmeyen inancını ve yüksek şuurunu karar ve seçimlerinin kayna
ğı yapmış olan İhsan, kendi vicdanında inandığı sistemin bir örneğini yaratabil
diği için hür iradeli bir kişidir. İhsan bu konudaki fikirlerini şöyle ifade ediyor;
"İnsan için asıl saadet b u .... Sonunu bile bile ve o sona rağmen, kendisini id
rak etmek. Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturuyorum. Adalelerimi yoklu-
yorum. Basit bir şey. Fakat bütün ölüm çarkına rağmen kendimi ikrar ettim.
Varım, diyorum; fakat yann olmayabilirim, yahut bir başkası, bir budala, bir
bunak olabilirim... Fakat şu dakikada varım.. Varız anladın mı M ümtaz. Varlı
ğını sevebiliyor musun? Uzviyetine dua edebiliyor m usun?" (Huzur, s. 216-217).
Yine aynı konuda İhsan, M acide'nin "Varlık yalnız A llah'in değil m idir?"
sorusuna verdiği cevapta m addî varhğını Tanrı'nın varlığına delil olarak gös
teriyor;
"..am a biz de varız; belki biz var olduğumuz için o kuvvetle var" (Huzur, s.
217).
Kendisini, içinde doğduğu kültürün gerçek değerlerini hâlâ aramakta olan
M üm taz'ın "B iz neyiz?" (Huzur, s. 221) sorusuna, biz "Nevakârız. Bu mahur bes
teyiz, bunlara benzeyen nice nice şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham
edecekleri hayat şekilleriyiz" (Huzur; s. 221) olarak cevap veren İhsan, kendi
benliğinde ruh ve beden dengesini kurabildiği gibi, zamanla da "geçm işle hal"
arasındaki mucizevî köprüyü kurabilmiş, 'geçm iş'in hal'de var olduğunu "h al"i
inkâr etmeksizin kabul etmiş bir kişidir.
Tanpınar gibi, kültürü bir devamlılık içinde düşünen İhsan, değişme olgu
sunu yaşam anın şartı olarak görmektedir. Toplumda ekonomik çıkmazların aşı
labilmesi için, o toplumun önce kendi hüviyetini bulması gerekmektedir. H üvi
yetini arayan bir toplum ise, onu ancak geçmişin enkazı içinde bulabilecektir. O
halde, yaşama gücü olan gelenek değeri çağın şuuru içinde yenilenmeli ve duy
gu hayatım ızın bir parçası olarak dinam izm kazanmalıdır. Toplumca paylaşı
lan çağdaş bir perspektif içinde çağın değerleri kadar geçm işin değerleri de
önem li ve anlamlıdır. A ncak böyle bir kültür zem ini, b ir toplum u ekonom ik
refaha götürebilecektir. İhsan'a göre, doğu-batı sentezini oluşturabilm ek için,
Türk aydınının önce reaksiyoner olmaktan, yani hem geçm işinin büyüsüne ka
pılıp zam anın gerçeklerini inkâr etmekten, hem de kendisini bilm eksizin anla
yam ayacağı batının hayranı olm aktan vazgeçm esi gerekmektedir. İhsan bu ko
nuda şöyle diyor:
"G üçlük var. Fakat imkânsız değil. Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyo
ruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi,
3 2 8 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
layan kadın değildi. Yola çıkmış, oğlunu ve kendisini kurtarmaya çalışan kadın
dı. Sessiz, sedasız, küçük kafileyi idare edenlerin dediklerini yapıyordu. Oğlu
nun elinden sıkı sıkı tutmuş, yürütüyordu. Mümtaz avuçlarında hâlâ bu kilit
lenmenin, belki ölümün ötesine kadar sürecek kavrayışını duyardı." (Huzur,
S.21).
M üm taz'ın gelecekte şahsiyetini bulmasında çok büyük bir rol oynayan tec
rübelerden birisi de, S'den kaçarken yolda kafileye karışan genç kızın kolların
da geçirdiği gecedir. İlk gençlik çağının daha başlangıcında olan Mümtaz, sade
ce fizikî olan bir aşk tecrübesinde bile zaman ve mekân içinde bir çeşit sembolik
ölüş ve dirilişlerin insanı varhğın bütünüyle birleştiren bir yönü olduğunu fark
ediyor ve ayrıca kendi fizikî varhğının şuuruna eriyor. Ayrıca Mümtaz bu ruhî
ölüş ve dirilişlerle babasının maddî yok oluşu arasında da bir ilişki kurmakta ve
açık seçik anlayam asa da hayatın mutluluk ve keder, doğuş ve ölüş gibi birbiri
ne zıt unsurlardan meydana geldiğini sezebilmektedir.
Tanpınar, M üm taz'ın ruh halini şöyle tahlil etmekledir:
"Ve bu arzu en son haddine, şuurun kaybına vardığı insan ve etrafın âdeta
birleştiği anda bütün o yorgunluk ve acıların harap ettiği beden birdenbire uy
kuya geçiyordu. Gariptir ki, uyku başlar başlam az hep bir gece evvel bayıldığı
zamanki rüyayı, babasını, büyük kesme billûr petrol lâmbasıyla görüyor fakat
hayal kendisini ilk defa doyuran acıyla beraber geldiği için onu çok defa şiddet
le uyandırıyor. O zaman içindeki acı, kucağında yattığı genç vücuttan bütün uz
viyetini kaplayan hazla birleşiyor, garip çift mânâh ve vücutlu bir şey oluyor
du." (Huzur, s. 23).
Böylece sadece fizikî varlığının sırlarına açılan M üm taz, ondaki suda hayat
boyu arayacağı daha yüksek seviyedeki gerçeğin tomurcuklarını buluyor. Pek
çok kişinin hiçbir şekilde ulaşamayacağı bu gerçeğin daha çok küçük yaşta
Mümtaz tarafından öğrenilmesi gelecekte varılacak hedefler açısından çok
olumlu bir başlangıçtır.
Fizikî varlığın farkına varan Mümtaz, bedeniyle olduğu gibi tabiatla da bü
tünleşebilme, o muazzam bütünün bir parçası olabilme potansiyeline de sahip
tir. Eserin m ensur şiir olan bir paragrafında M üm taz'ın, annesiyle beraber kaçıp
sığındığı B'de, tabiatın büyüsünde kaybolduğu bir an şöyle anlatılmakladır:
"Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgârın, yağmurun sünger gibi delik
deşik ettiği taş parçalan olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbi
re, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlık
larının içim izdeki akışıyla konuşan bir yığın hayal varlık, M üm taz'ın etrafını
alırdı. Ve M üm taz onların arasında küçük cüssesiyle, içinde genişleyen hayat id
rakiyle bütün benliğini saran o acayip, kökü çok derinlerde, korkunun rüzgârın
da dağılmaya çalışırdı." (Huzur, s. 27).
3 3 0 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y<uıl;ır
Büyük bir sevm e ve kendi dışında bir bütünle birleşme potansiyeline sahip
olan M üm taz içindeki sevgi filizini büyütecek ilk kadının, anasını yitirdikten
sonra tabiattan kopmakta ve orkestra ve ona yabancılaşmaktadır. Kendisinin
güneşin tabiatta kurduğu onun dağıttığı yaşama sevincinin ve dış dünyayla ba
rışık yaşamasını daima sevgi bağı içinde görmekte, sevgisiz her varlığın kendi
içinde parçalanıp, tabiat ve gerçekten kopuşunu M üm taz'ın duygularında şöy
le ifade ediyor:
"Bu güneş gözlerine batıyor, paylaşamadığı bir neşe onu rahatsız ediyordu.
Çok karanlık, çok siyah, sessiz bir yer istiyordu. Tıpkı annesinin m ezarı gibi bir
yer." (Huzur, s. 32).
Amcaoğlu İhsan'm bir baba figürü olarak hayatına girm esi bile Mümtaz'ın
kendi içindeki bu parçalanma ve dış dünyadan kopuşunu tedavi edemez. İh-
san'ın, Macide gibi "etrafındaki her şeye kendi saadet duygusunu geçiren" (Hu
zur, s. 34) bir kadınla evlenmesi, evi yuvaya dönüştürüp onun bireylerini güçlü
bir sevgi bağı ile bütünleştirir. M üm taz yeniden 'kendisini yeni bir hayatın için
de" (Huzur, s. 34) bulur ve bir bütüne ait olma duygusunu tadar.
Kalbini M acide'nin sevgisiyle, dimağını İhsan'm aydınlık saçan fikirleriyle
besleyen. Doğu ve Batı'nın en seçkin eserlerini öğrenerek yetişen Mümtaz, Nu-
ran'la 4 M ayıs 1937'de tanıştığı zaman, Tanpurtaı'ın sözleriyle, "zihni aşka ve dü
şünceye" (Huzur, s. 36) açılmış, doktora tezini yeni tamamlamış genç bir biUm
adamıdır. N uran'ın "insana aydınlıktan ve arzudan biçilmiş libaslar giydiren'
bakışıyla "altın bir tepside veya kadife bir yastıkta bir galibe uzatılan o eski ka
le anahtarları gibi" (Huzur, s. 79) bütün benliğini bir bakış ve tebessümle uzatı
şını kucaklamak için çoktan hazırdı. Daha Nuran'la karşılaştığı Ada vapurunda
N uran'ın bütün mevsimleri kendisinde toplamış olan kumral başını sever ve aş
kı bütün kâinatın özü ve birleştirici gücü olarak her türlü ideolojinin üstünde
görür. (Huzur, s. 78).
H uzu r’d a A y d ın T ip i • 331
Ancak bu birleştirici güç, zaman zaman yoğun tefekkür anlan, zaman za
man da olağanüstü hassas yapısınm gerektirdiği çoşkulu anlar yaşayan Müm-
taz'ın benliğinde ruh-beden, kalp-dimağ dengesini kurarak bütünleşmesini sağ
layamaz ve bazen "Düşünüyorum , öyleyse v anm ", bazen de "Hissediyorum,
öyleyse v an m " diyen bir idealist olmasmı engelleyemez. Her romantik şair gibi
Mümtaz da, gerçeğin daha çok metafizik boyutlannı görmekte, onun zekâ ve
mantığından ziyade duygulan ve hayal gücüyle yorumlamakta, kısaca gerçeği
idealize etmektedir. O insanı tanrılaştırıp onu evrenin merkezi ve değerin kay
nağı yapan romantik bir hümanisttir. Eserin başında Mümtaz insanı tanrılaştır
makta, insanın büyüklüğünü sözlü gelenekte yaşayan destanların yiğitlik ve
kahramanlık kavramlarıyla açıklamakladır. N uran'la tanışhğı gün A da'da arka
daşlarıyla ve İhsan'la buluşan Mümtaz bu konuda şöyle demektedir:
"Şâir olsaydım tek bir manzume yazardım. Büyük bir destan. İki ayağı üs
tüne kalkan ilk ceddim izden bugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım. İlk
düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kâinatı gittikçe ihata eden, kendi başlanna
mevcud olan her şeyi birleştiren zekânın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz
bir yığın zenginlikler. A llah'ı etrafım ızda ve kendi içim izde yaratm am ız. Evet
tek bir m anzum e yazardım . İnsanı teganni etmek istiyorum, derdim; maddeyi
uykusundan uyandıran ve kâinata kendi ruhunu geçireni teganni edeceğim,
ey bütün büyüklüğü ihata eden lisan! Sen bana yardım et... Daima öleceğiz ve
öldüreceğiz. Daima bir tehdit altında kalacağız. Ben trajedinin kendisini sevi
yorum. Asıl büyüklük ölüm şuuruna rağm en gösterdiğim iz cesaretle" (Huzur,
s. 85).
M üm taz'ın ölüme meydan okuyan hezeyan ve trajik coşkusuna İhsan'ın
verdiği cevapta Tanpınaı'ın bu konudaki görüşünü bulmaktayız. Yiğitlik ve ce
saret, dövüşmek, ölmek ve öldürmek değildir. İhsan'ın gerçek yiğitliğinin ayna
sı kurduğu medeniyettir. Savaşlarla bunu tahrip etmek, insanın geldiği ilkel baş
langıca "gorile doğru" dönüşünden başka bir şey değildir (Huzur, s. 85).
Ruhi büyüm esinin bu saflıasında M üm taz'ın geçmişe kaçıp hâlin som m lu-
luklarmdan kurtulmasını sağlayan "erüdisyonunu", Tanpınar "garip" bulmak
ta, bunu bilgiden ziyade "vaktiyle yaşanmış hayatların peşinde olm ak" şeklin
de ifade etm ektedir (Huzur, s. 112).
M üm taz'ın radikal bireyciliği, yani insana toplumun üstünde yer vermesi
de, onun romantik idealizminin ve hayalciliğinin bir ifadesidir. Tanrıhğı insan
da bulan M üm taz için hayatın gayesi, insanın sadece kendisine sadık kalarak
kesif şekilde yaşam ası ve kendi özündeki potansiyelleri gerçekleştirerek sonuç
ta kendisinde başlayıp kendisinde bitmesidir. Ruhi gelişiminin bu saflıasında
M ümtaz, insanın sosyal mecburiyetlerini göremediği gibi, sanatı ölüm karşısın
da duyulan endişe ve korkuya çare olarak görmektedir. M ümtaz bu konuda gö
rüşlerini şöyle ifade ediyor:
3 3 2 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
"H erkesin bir talihi var. N e bileyim ben, bu talihi kendinden, iç dünyasın
dan bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum, yani, sanatı seviyorum. Belki o bizi
ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şu
rası muhakkak ki, bir insanın hayatı bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor." (Hu
zur, s. 113).
Romantik şâir M ümtaz, sanatın insanı kendisiyle ve ölüm fikriyle barıştırdı
ğına ve sanatçının kendi özüne sadık kalarak hayatın da özünü öğrendiğine
inanmakla, bütün romantik şâirlerin işlediği hatayı işlemektedir. Tanpınar'ın
Mümtaz ve onun gibi aydın olmaya namzet kişilerden beklediği şey, gerçek ara
yışında M üm taz'ın bittiği noktada başlamaktır. Tanpınaı'a göre kendi gerçeğini
öğrenen insan, önce sadece sosyal gerçekleri öğrenmeye ve sosyal sorumluluk
larını yüklenm eye hazırlanmış bir kişidir. Üstelik insanın büyüm e süreci, sosyal
ve rasyonel bir varlık olmakla da tamamlanmamaktadır. İnsanın hayata "ölümün
terbiyesinden" bakabilmesi, doğruyu doğru olduğu için yapması ve ölümü yaşa
manın şartı olarak evrendeki oluş sürecinin bir parçası olarak görebilmesi de ge
rekmektedir. Halbuki Mümtaz için ümitsizlik, 'ölümün şuuru'dur. (Huzur, s. 114).
Mümtaz, 'hal'den ziyade 'geçm iş'in büyüsünde yaşamakta zamanın gerçek
lerinden ve kendi sorumluluklarından kaçmaktadır. Tanpınar, IV. M urat'ın göz
desi için yaptırdığı konakta sadelik ve ihtişamı yan yana bulan ve onun büyü
sünden kendisini kurtaramayan M üm taz'a sempati duymaktadır. Geçmişin ih
tişamı belki bir ahlâk seviyesinde neler yaratmaya muktedir olduğumuzu gös
termek açısından değerlidir. Pakat Mümtaz bu şiirli ve büyülü âlemden kurtul
mak ve kendisini bekleyen gerçekleri görmek zorundadır. Tanpınar, Nuran'ın
gerçekliğiyle M üm taz'ın geçmiş tutkusunu karşılaştırmaktadır. Geçmişin İkbal'i
olmak istemeyen Nuran şöyle diyor:
"..Hayır, istemiyorum. Ben Nuran'ım . Kandilli'de oturuyorum. 1937 sene
sinde yaşıyor, aşağı yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hü
viyet değiştirmeye hevesim yok. Hiçbir umutsuzluk içinde değilim ve bu ayna
lar beni korkutuyor." (Huzur, s. 116).
Tanpınar, M üm taz'ın radikal bireyciliğine takındığı kinayeli tavıra rağmen,
onun kendisi olm ak ve önce kendi gerçeğini bilmek için gösterdiği ısrarı takdir
etmektedir. M üm taz'ın içine doğduğu kültürün geçmişini öğrenme tutkusu ve
yine kendisini içinde bulduğu evrenin bütünlüğünü anlayabilm esi, onun ruhi
büyüme süreci içinde "geçm iş"le "h al" arasında bir köprü kurabilm e ve evrenin
bir parçası olabilm e kapasitesini vurgulamaktadır. M üm taz evrendeki bütünlü
ğü şöyle açıklıyor;
"H akikatte bu konserde büyük küçük yoktur. Her şey ve lierkes vardır... Tıp
kı etrafımız gibi. Hangi dalgayı, hangi ışığı atabilirsiniz? Onlar kendiliğinden ya
narlar, sönerler... Gelirler, giderler, tezgâh durmadan işler." (Huzur, s. 117)
H ıızur’da A y d ın T ip i • 3 3 3
Ö le yandan Nuran, kendisini böyle bir topluma karşı bile savunm ak güç ve
cesaretinden yoksundur. Onun için "huzur" çok kinayeli bir şekilde, bu sosyal
baskıdan kurtulmak. Kendi mutluluğunu feda ederek "baba" olm ak sıfatından
yoksun bir adamın sözde kocalığını kabul etmek ve onun sözde babalığına sı
ğınmaktır. M üm taz ise, Tanpmar'ın eserin başından beri vurguladığı gibi, sade
ce fikir ve duygu adamı olarak atalet içinde, günlük gerçeklerin akışıyla başa çı
kamayan bir adamdır. Tanpmar'ın dediği gibi "kendisine güvenemediği, hayat
ta kendisi için tek adım atamayacak kadar" (Huzur, s. 201) zayıf olduğu için bir
ömür boyu sürdürebilecek mutlu bir beraberlikten yoksun kaldı.
M üm taz'ın İhsan'ın temsil ettiği norma yücelmesi, yani kendisini aşarak
gerçekçi ve yapıcı bir aydın olabilmesi, eserde çok önemli bir yer işgal eden bu
ilişkinin bitm esinden sonra olmaktadır. Mümtaz, önce iman ve mefkure ile insa
nın günlük boyutta karşılaştığı meseleler arasına kesin bir çizgi çekmekle, büyü
me süreci içinde büyük bir sıçrama yapmaktadır. Mümtaz zaman ve mekânla,
her şey değilse de, pek çok şeyin insan akhnm ışığında çözülebileceğine karar
verir. İnsan, talihsizliklerinden dolayı imanını, vatan ve millet sevgisini yitirme-
meli, sosyal m ecburiyetlerinden kaçmamalıdır. İnsan, imanını ve mefkûresini
hayatm kaosu içinde kendisini aşan ve kendisine ıstırap veren olaylar karşısın
da yitirirse, zaten ıstıraplı bir yolculuk olan hayatta desteksiz ve çırılçıplak ka
lacaktır. Bu konuda Tanpınaı^la aynı görüşü paylaşan M üm taz şöyle diyor:
"İşlerim iz iyi gitmiyor diye. Tanrılara kızmayalım. İşlerimiz, bizim veya bi
ze benzeyenlerin küçük sakatlıklarıyla, tesadüflerin ihanetiyle, her zaman bozu
labilir. Hattâ birkaç nesil için bozuk gidebilir. Bu bozulma, bu düzensizlik iç kıy
m etlerimize karşı vazifemizi değiştirmemelidir. İki ayrı şeyi birbirine karıştırır
sak çıplak kalırız. Hattâ zaferlerimizi bile Tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ih
timallerin cetvelinde mağlubiyet de vardır. Amcamın mahkemesinin uzamasıy
la bu vatan üzerinde tarihî haklarımızın, kız kardeşinin evlenm esiyle Süleyma-
niye'de okunan sabah ezanının ve Müslüman bir babadan doğmamızın... bizi
biz yapan büyük realitelerde ilgisi nedir? Bunlar çoğu cemiyete dayanan realite
ler olsa bile, bizi kendim izi inkâra değil, şartlan değiştirmeye götürmelidir. El
bette ki bizden mesul memleketler ve vatandaşları vardır: elbette ki asırhk hezi
metlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir im paratorluk artı
ğı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hattâ etimizde duyacağız. Fakat
bu ıstırabın bizi inkâra götürmesi daha büyük bir hezimeti kabul değil midir?
Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak müna
kaşa edilir, red veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolayhklar için
değil." (Huzur, s. 38-39).
Özetle M ümtaz, bireyi aşan meselelere ve bahtsızlıklara dayanabilmek ve
yeni Türkiye'yi kurabilmek için gereken gücü imandan, vatan ve millet sevgi
H uzu r’da A y d tn T ip i • 3 3 7
nüllü fedaisi olunca hür iradeye de kavuşuyor. "Evet hayatı yapm ak isleyenler,
kendilerini cöm ertçe ona bağışlam alıdırlar" (Huzur, s. 305) diyor.
İdeallerle gerçeklerin uyuşmazlığını, Türkiye gerçeklerinden kaçışın küçül
tücü olduğunu hamalın ıstırabında gören Mümtaz, kendi yum uşak elleriyle ha
malın sert nasırlı ellerini m ukayese edince, kaybettiği zamandan dolayı utanç
duyuyor. Bu, yaşadıkları ıstıraba ve taşıdıkları yüke rağmen, yurt gerçeklerin
den kopuk ideahst aydın için, gölgede kalan muzdarip Anadolu halkının çilesi,
kaderiydi. Onların varlıkları, Tanpınaı'm sözleriyle "bir hançer veya Bursa bıça
ğının kısa parıltısı geçtiği veya bir çöküntü altında kaldıkları için, bir saniye ay
dınlanır, sonra yine unutulur." (Huzur, s. 309). M üm taz'ın kendi küçük hücresin
den çıkıp, kendi toplumunun ıstırabını çekmeye başlaması onların gerçeklerini
kendi gerçeği yapması, onun ruhî büyüm e sürecindeki en son m erhalelerden bi
ridir. M üm taz'ın diğergâmlığını, onun eriştiği sosyal şuuru anlatm ak için, Tan-
pınaı'm çizdiği hamal portresi tek başına bir şaheser ve bir ıstırap âbidesidir.
"B ir hamal, sırtında çok havaleli bir yükle ona doğru yavaş yavaş geldi.
Adamın boynu ve göğsü yükün altında eğilmişti. Yokuşun üstünden, kendisine
doğru, iki kolunu yanına sarkıtmış, sanki çok cesur bir çizgi kısıtlam asında al-
nıyla elm acık kemikleri birleşmiş ve çene kaybolmuş yürüyordu. Belki de bu
çizgi kelimesinin uyandırdığı bir çağrıya Puget'in Cariatide'lerini hatırladı. Fa
kat hemen arkasından düşüncesinden şüphe etti. "Hakikaten böyle bir kısaltma
var m ıydı?" Hamal daha ziyade, yolunu görmek için, bütiin yüzü meydanda
yürüyordu. Yalnız baş om uzlannm üstünde değildi de, göğsünden çıkmışa ben
ziyordu. 'Evet göğsüne eklenmiş bir baştı bu. Hattâ öyle de değildi. "Görm üyo
ruz, dikkat etmiyoruz; ezberden konuşuyoruz." Adamın alnında iri ter ianeleri
akıyordu, tam M üm taz'ın yaınbaşında bu damlalar gözlerini örtmesin diye,
eliyle alnını silmişü. Mümtaz, kalın, esmer elin hareketini iyi hatırhyordu. Tek
başına bir kâbus olabilirdi.
Bütün uzviyetinde adımlarını hesap eden bir hal olacaktı. Gözleriyle görü
yor, adımlarıyla yokluyor, tarhyor düşünüyordu. Hayır, belki de düşünmüyor,
sadece yokluyordu. Tekrar durdu, arkaya baktı. Hamal henüz yedi sekiz adım
ötedeydi. İri, tahta sandığın bittiği yerde, beyaz, bez pantolonunun yamah, bol
şekilsiz düşüşü geliyordu. "H iç de Puget'in devlerine benzem iyor Onlar geril
miş adalenin, bütün vücutta akan kudretin ifadesidirler. Bu biçare ise, sırtında
ki yük tarafından yutulm uş." Adamın yüzünü bütün vuzuhiyle zihninden bir
daha geçirdi. Hiçbir kuvvet ifadesi, hattâ hiçbir düşünce yoklu. Sadece bir adım,
bir adım daha diyordu. Küçük kendi ayaklarının adımlarıyla parça parça yaşı
yordu. Yalnız ellerinde garip bir sertlik vardı." (Huzur, s. 308-309).
Tanpınar, M üm taz'ı sadece bu ülkenin yoksulu için değil, bütün değerlerini
yitirmiş, hayatta ne yapacağını bilmeyen, onu taşınması gereken bir yük olarak
3 4 0 • T a n p ın a r Ü z e rin e Y azılar
Tanpınaı'm 20. ölüm yıldönüm ü dolayısiyle M illî K ütüphane'nin A nkara'da yaptığı anm a töre
ninde yazarın konuşm asına esas olan m etindir
3 4 2 • T a n p m a r Ü z e rin e Yazılıır
Bülün eserlerini hatmettiği Paul Valery ve Marcel Proust'un yanı sıra, Freud,
Jung ile beraber Sartre, Bachelard gibi Fransız edebiyatının büyük fikir adamla
rının eserlerini de okumuştu. Eserlerinde bunlardan süzülerek gelen çok ince ve
derin düşünceler vardır.
Tanpınaı^m kaynaklarını araştıracak bir mukayeseli edebiyat tedkikçisi bü
yük emek harcamak zorunda kalacaktır.
Tanpınar'ın roman ve hikâyelerinde şiir duygusu önemli bir yer tutar. Tan-
pınar'ın kendisini anlattığı romanına baştan sona kadar şiir duygusu hakimdir.
Tanpınar bir gün bana "benim bir gözüm ağlarsa, bir gözüm güler" demişti.
Gerçekten o, hem son derece duygulu, hem de gülmesini bilen bir insandı. Saat
leri Ayarlama Enstitüsü adlı romam, Türkçede benzeri olmayan bir eserdir. Tan-
pınar bu ironik eserde, Türk toplumunun bütün meselelerini ele alır ve Türk
toplumuna ve insanlarına çarpıtıcı dev bir ayna tular.
Tanpınar fazla roman yazmamıştır. Fakat Huzur ile Saatleri Ayarlama Enstitü
sü hiç şüphesiz Türkçenin şaheserleri sayılması gereken eserlerdir.
Tanpınar'ın Beş Şehir adlı kitabını okuyanlar onun denem e'sahasında da eş
siz bir yazar olduğunu itiraf ederler. Tanpınar bu kitabında yakından tanıdığı
beş şehri, Ankara, İstanbul, Konya, Bursa ve Erzurum 'u tasvir etmiştir. Fakat ne
tasvir! Bir Türk atasözü "göz görm ez akıl görür" der. Tanpmar sadece göze ve
zekâya değil hayal gücüne, tarih duygusuna, sanat kültürüne de sahiptir. Türk-
1er Türkiye'de asırlar boyunca çok zengin, çok güzel, kendilerine has bir mede
niyet vücuda getirmişlerdir. Tanpınar, Beş Şehir adlı kitabında bu medeniyeti bü
tün zenginliği ile ortaya koyar. Fakat bu kitap ilm î bir eser değildir. Tanpınar il
mi kendi şahsiyetinde erilm iş bir insandı. Şiir, roman ve hikâyelerinde olduğu
gibi, bu kitabında da bülün özellikleri ile Tanpınaı'ı buluruz.
Tanpınar, çok sevdiği hocası ve üstadı Yahya Kemal için de bir kitap yazmış
tır. Tanpınar, Yalıya Kem al'in Türk dili, Türk edebiyatı, Türk kültürü bakım ın
dan taşıdığı değer ve önemi çok iyi biliyordu. Yahya Kem al'i tanımak için bu ki
tabı mutlaka okum ak lâzımdır. Fakat bu kitap aynı zamanda bize Tanpınar'ı da
tanıtır. Sevgi, saygı, zekâ ve küttür muhtevasını bu kitabında da bütün zengin
liği ile ortaya koyan Tanpınar, Beş Şehir ve Yahya Kemal kitaplarının dışında da
ha pek çok deneme yazmıştır. Bunlar da zevk ve isüfade ile okunacak yazılardır.
Tanpınar bir lise hocasıydı. 1939 yılında Tanzimat'ın ÎOO. yıldönüm ü dolayı-
sıyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde bir Yeni Türk Edebiyatı Kür
süsü tesis edildi, bunun başına da Tanpınar getirildi. O yıllarda henüz akademik
kariyerden yetişenler azdı. İlk edebiyat doktorasını Ali N ihat Tarlan vermişti.
İkincisini Tanpınaı^ın zam anında ben hazırladım. Bu münasebetle Tanpınar'ı ya
kından tanıdım. O bu kürsünün başına geçtikten sonra, âdeta liyakatini isbat
için XIX. Asır Türk Edebiyata Tarihi adlı kitabını yazdı. Bu kitap, Tanpınar'ın ger
344 • T anpm ıır Üzerine Yazılar
çeklen üniversitede bir hoca olmaya lâyık bir ilim ve fikir adamı olduğunu isbat
etmiştir. Şair, hikâyeci ve romancı olan Tanpmar edebî eserleri çok iyi tahlil et
mesini ve değerlendirmesini biliyordu. Ayrıca o, zengin bir larih, sosyoloji ve
psikoloji kültürüne de sahipti. Tanpmaı'ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tttrihi adlı ki
tabı bugün de değerini muhafaza eden bir eserdir.
Bir yazar ancak eserleri okunmak ve tekrar okunmak suretiyle anlaşılabilir.
Tanpmar Türkçede eserleri bir bütün olarak tekrar tekrar okunm aya değer ya
zarların başında gelir. O Türk m illetine gerçekten zengin bir kültür mirası bırak
mıştır. Sözümü Tanpınaı'ır acı bir nüktesi ile bitireyim. Hayatı borç içinde geçen
Tanpmar, bir gün şöyle demişti; "Zengin ülkelerde devlet yazarlarına ve sanat
çılarına yardım eder. Fakat Türk devleti o kadar muhtaç bir durumda ki bizim
ona yardım etm em iz lâzım ." Tanpmar gerçekten bu sözünü tuttu ve Türk mille
tine aldığından çok fazlasını verdi.
Sahnem n Dışındakiler, Yeni İstanbul gazetesinde tefrika ed ilm iştir (nr. 1 7 7 ,1 0 M art 1950 - 28 Ma
yıs 1950). Zikredilen sayfa num araları 1973'te basılan kitaba aittir.
3 4 6 • Tanpiıv.ır Ü zeriiıe Yazıliir
biha - Cemal aşkı bir çeşit Atiye Hanım - Dr. Refik aşkına döner, H uzurda bu
bedbaht aşklara bir yenisi Mümtaz - Nuran aşkı da katılacaktır.
Sahnenin Dışındakiler’d e şahıs kadrosu hayli kalabalıktır. Hikâye Cemal'in
ağzından anlatılır.
Cemal'in annesi ile Atiye Hanım teyze çocuklarıdır ve Cemal anne tarafıyla
Atiye Hanım - Behçet Bey evliliğine ve D r Refik ile Atiye H anım 'ın aşklarının
âkıbetine vâristir. Babası, dürüst bir devlet memurudur. İttihat ve Terakki'nin
son günlerinde, kendisine Anadolu'da verilen bir görevi kabul etmiş. Batı Ana
dolu'da bir sahil kasabasına yerleşmiştir. Cemal İstanbul'a tıp tahsili yapmak
için "1920 Eylülünün sonunda yağmurlu, kapanık bir gece y an sı" gelir. Cemal,
çocukluğunun geçm iş olduğu "Şehzadebaşı ile Horhor arasındaki Elâgöz Meh-
m etefendi" m ahallesindeki evlerine gider ve daha sokağa çıktığı andan itibaren,
son altı yılda İstanbul'daki değişmeleri görür. Birincisi bu şehir düşman işgalin-
dedir ve her köşede bu durumu gösteren sahneler yer alır. İkincisi şehrin kendi
sinde vuku bulan değişikliktir; "Şehir, hiç de bıraktığım şehir değildi. Bana in
sanlar değişmiş, hayat değişmiş, evler, sokaklar ihtiyarlamış, yıpranmış gibi gel
di. Daha sonraları İstanbul sokaklarının cazibesinin bir tarafını yapan satıcı ses
lerinin bile eski satıcı seslerine benzemediklerini farkettim.
Dört muharebe senesinde birkaç nesil birden askere alındığı için, ananeleri
yeni gelenlere öğretecek insan kalmamıştı. Uzun süren bir kıştan sonra, buzlar
altında filiz süren otlar gibi her şey yeniden filizleniyordu" (s. 20).
Cemal, geldiği andan itibaren bu değişikliği somut olarak insanların hayat
larında, yaşayışlarında görür. Kendisini beklemediği bir şekilde olayların içinde
bulur Bu olaylar. M illî M ücadele'ye kendi çaplarında yardım etmek için çırpı
nan milliyetçilerin giriştikleri faaliyetlerdir. Cemal, çocukluğundan beri hayran
olduğu jhsan'ın emrine girer, ona ne kadar az bilirsen o kadar iyi olur derler ve
Cemal sürekli oradan oraya dolaşır Cem al'in ne yaptığını kesinlikle bilm emesi,
hattâ çoğu zaman yaptıklarını budalaca bulması, mânâsına ulaşamaması bir ba
kıma onun dikkatini canlı hayat sahnelerine çevirmesine imkân verir. Küçük ız-
hrapları içinde büyük olan insanlar görür. Cemal'in bu dolaşmaları ile verilen
1920 İstanbul'unun karışıklığı, romandaki şahıs kadrosunun sayısını arttırır.
Bunların içinde, gözden düşmüş fakat kendilerinin her an hatırlanacağı umu
duyla yaşayan devlet adamları, harp vurguncuları, idealistler, hainler, fedakâr
kadınlar, düşmüş kadınlar, değişen hayat şartları içinde yerlerini arayanlar, ıztı-
rabın hayatlarını kararttığı insanlar yer alır.
"M ehlika Sultan'a âşık yedi genç" mısraı ile tanıtılan Mehlika Sultan Sabiha,
mazinin aynasında görülen bir çocukluk arkadaşıdır. Kendi içine kapalı Cemal,
bu serbest, canlı, güzel ve akıllı kızı sever. Sabiha'nın kendinden büyüklerle an
laşması, dostluğu Cem al'i kıskançlık içine atar. Cem al'in ailesiyle birlikte İstan
S a h n e n in D ışındakiler • 3 4 7
bul'dan ayrılmasından sonra, Sabiha, yakışıklı fakat ahlâksız bir adamla, Mulı-
taı'la evlenir. Bu evlilik, çocukluğunu bir cehenneme çeviren evinden kaçma gi
bidir. Hasta, fakat kocasının hayatını cehennem eden bir anne ile, sorumsuz, eğ
lence ve içki düşkünü babanın sonsuz kavgaları içinde büyüyen Sabiha, evlen
mek için de babasına benzer bir erkek seçer.
Cemal İstanbul'a geldikten sonra, Sabiha'yı arar. Fakat çekingen genç açık
tan açığa onun nerede olduğunu sorup öğrenemez. Çekingen mizacına uygun,
çekingen sorularla ve bilhassa tesadüflerin yardımıyla topladığı bilgi kırıntıla
rıyla onun hakkında bilgi edinir ama onu yine göremez. Nihayet mazisini yakar
gibi, bütün eski kâğıt ve resimlerini yakan Nasır Paşa'nın Cem al'e verdiği Sabi-
ha'nın resmine kavuştuğu gün; Kadıköy iskelesinde Cemal, Sabiha'nın kendisi
ne seslendiğini duyar. Fakat bu bir buluşma, kavuşma değildir. 374 sayfalık ro
manın 331. sayfasında nihayet vuku bulan bir karşılaşma yeni bir kâbusun baş
langıcıdır. Bu andan itibaren olaylar hızlanır Muhtar, kendisinin bir cinayet suç
lusu olduğunu telm ih eden bir yazısı dolayısıyla Cem al'i görm eye gelir. Ona gü
ya bir gazetede iş teklif edecektir Bu gazete zengin bir diplom at olan Kudret
Bey'i soymak için Muhtardın giriştiği son oyundur. Cemal, Muhtar'ın söyledikle
rine inanmayıp onu kovduğu zaman. Muhtar Cem al'i de suçlar;
"Bir kadınla evlendim diye bütün şehir benimle meşgul... Herkes benim pe
şimde... Hepiniz kıskançlıktan ne yapacağmızı bilm iyorsunuz..." (s. 344).
Muhtar "hayatla oynam ış"tır ve yaptıklarının sonuçlannı "yüklenecek ka
dar" kuvvetlidir (s. 348). Çevresindeki "ahm ak insanlar" onu küçük yaşmdan
beri her şeyden bıktırm ış ve can sıkıntısının içine atmışlardır. O da kendi haya
tıyla kumar oynamıştır. Evlilik de onun için bir kurtuluş olmamıştır. Sabiha da
"şahsiyetinin ve imkânlarının hastası"dır. Muhtar, Cemal başta olmak üzere Sa-
biha'ya âşık olan herkesi, İhsan'ı, MuIıİis Bey'i, Kudret Bey'i de suçlar (s. 346).
Sabiha, beklenm edik bir anda, bir gece, bir karar arifesinde Cem al'e gelir.
Kocasından aynlm ışhr fakat M uhtar yine de peşindedir. Sabiha'nın sahneye çık
ması ile, bir ara evine sığınmış olduğu Nasır Paşa'nın öldürülmesi aynı zamana
rastlar. N asır Paşa öldürüldüğü gün, yanında sadece İhsan vardır. Rom an bu ha
berle biter. N asır Paşa'yı kimin öldürdüğü belli değildir. H atıratı yerine birtakım
önemsiz belgeler vererek aldattığı İhsan'm da, karısını evinde sakladığı için
M uhtar'ın da onu öldürmek için sebepleri vardır. Fakat ne gazetedeki haberde
ne de Cemal, M uhlis ve Kudret Bey'in konuşmalarında, İhsan suçlanır, fakat ya
kınlan onun bu işten hayli sıkılacağını bilmektedirler ve ona yardımcı olmak
için giderler.
Roman, günlük hayatta olduğu gibi bin bir teferruatla doludur, bu bakım
dan belirli, geliştirilm iş bir vakadan bahsetmek mümkün değildir. Romanın
anafikri, kendisini "bir yığın gizli kuvvetin elinde esir" hisseden (s. 334) ve "et
348 • T anpınnr Üzerine Yazılar
rafında herkesin bir gölge gibi kaybolduğunu" sanan Cem al'in arayışı ve keli
meleri arkasındaki mânâları öğrenişinin hikâyesidir. "Biz evvelâ kelimeleri öğ
reniriz. Sonra yaşadıkça teker teker mânâlarını" (s. 364). Cemal altı ayhk bu do
laşmada "tezatları kendinde toplayan" insanlarla tanışır (s. 363), "bütün hayat
üstüne yığılmış gibi"dir. O kendi oyunlarını kendi başlarına "hayatları" pahası
na oynayan insanların arasında, onların oyunlarına katılamadan, daima "sahne
nin dışında" kalarak onların maceralarını tanır. Fakat bu insanları tanımak de
mek midir? Sevgi, merak, bağlılık Cem al'e birçok işi yaptırır, fakat o içinden ge
çenleri kimselere anlatamaz. En çok sevdiği kişilerin yanında bile kendini yalnız
hisseder. Onların yanında, hattâ Sabiha'nın yanında bile "biçare"dir.
Niçin sevdiklerimiz, bizim içimizden geçenleri merak etmezler? Niçin insa
noğlu, insanoğluna her şekilde kapalıdır? O dakikada, her zaman olduğu gibi
Sabiha için seve seve ölebilirdim. Fakat Sabiha'nın zihninden geçen şeylerin bir
tanesini bile bilmiyordum. Hele ona, ikide bir, o gece:
- Ah, bir karar verebilsem... dedirten şeyin ne olduğunu hiç bilmiyordum"
(s. 369).
İç ile dış arasındaki tezadın ve çatışmanın kuvvetle anlatıldığı bu romanda,
insanlar arasında kurulan ve kurulamayan bağlar üzerinde durulur, derin psi
kolojik tahliller yer alır. Aynı zamanda zaman bakımından İstanbul'un çok muz-
tarip bir döneminin perişanlığı, bu biçare insanlarla bütünleşir. Kuvvetli bir re
sim zevki olan Tanpınar'ın bu romanında hemen her paragraf bir tablo gibidir.
Ayrıca, yazarın insan uzuvlarına dikkati bu romanda bilhassa göze çarpmakta
dır. Bu uzuvlar, el, gÖz ve burundur. Göz üzerinde romancının durması, her bi
ri kendi oyununun oyuncusu olan kahramanları seyreden "sahnenin dışındaki-
ler"in farklı bakışlarına tekabül eder.
(Çingenenin) "gözleri simsiyahtı ve bütün yüzünde ancak uzun riyazetlerle
elde edilebilecek bir kudret, bir çekiliş vardı" (s. 311).
"Alâiyeli Ahm et'in gözleri de bu çingeneninkiler gibi, debboydaki hapisha
nenin karanlığından insanı çıldırtacak şekilde apaçık bakıyorlardı. Fakat bakış
lar ve insanlar aynı değildi. Şüphesiz hiç aynı değildiler..
O, çifte ölümünün arkasından bütün hayata bakıyordu. En ince ve mânâsız
teferruatına kadar gördüğü hayata bazen güreşmeyi gözüne kestirdiği bir dev,
bazen başında beklediği bir hasta gibi bakıyordu.
Süleyman Bey de bakıyordu. Iştiha ile, hırsla, şüphe ile, zaman zaman şüp
hesiz vicdan azabıyla bakıyordu.
Ne garip, bu yaşayan adam, yaşayan ve eğlenen, düştüğü bataklıkta bir ner
gis tarlasında otlar gibi hazla dolaşan ve lezzet alan adam bir ölü gibi bakıyor
du. Sade bir ölü gibi bakmıyordu. Baktığı her şeyi bu bakışlarla öldürecek gibi
bakıyordu...
Sah n e n in D ışındakiler • 3 4 9
Halbuki ölü olan Alâiyeli Ahmet, benim içimden bütün hayata gülerek ba
kıyor" (s. 3 1 3 ).
Süleyman Bey'in odasmdaki kaz, "talihinin arkasmdan bakıyor. Doğmamış
çocuklarının gözleriyle bakıyor" (s. 314).
"Behçet Bey, sabahleyin bol zeytinyağında yüzdüğünü gördüğüm balıklann
gözleriyle bakıyor. Ama, muhteşem yaldız çerçeveli aynanın içinde Talât Bey'in
hiç görmediğim gözleri, bana bu aynayı hediye eden Behçet Bey'den çok başka
türlü bakıyorlar. O da hayatın gözleriyle ve hayata bakıyor. Affettiği hayata ba
kıyor. M ahur beste'nin ölümü yenen yan akşam kızıllığı içinden bakıyordu.
Çünkü hayat da, ölüm de sevdin mi, affettin mi yenilebilir."
"Şim di A nadolu'da dövüşenlerin hepsi hayata başka türlü bakıyorlar" (s.
314).
"Etrafım da çok göz var! Hepsi bana bakıyor... Bir hafta evvel mahkemede
gördüğüm adamın bakışları sadece gizlenecek yer arıyor; Muhlis Bey'in bakış
ları, ben hayatın efendisi olmak isterim, diyor. İhsan'ın bakışları sadece düşünü
yor. Ben bu saati iyice çözmeden, hiç bir iş göremem diyor."
"N asır Paşa'nın bakışları hayalindeki İtalyan bahçelerinden kendisiyle öle
cek bir m aziye bakıyor. Kudret Bey, borçlarınm, birikmiş kinlerinin> hacâletleri-
nin arasından çok küçülm üş, bîçare bir mahlûk gibi bakıyor.
Sabiha'nın bakışları M ahur beste'nin arasından, daha şimdiden Atiye teyze
nin, Talât Bey'in bakışlarıyla bakıyorlar. Bazen de bana ebediyen darılmış gibi
bakıyor. Bir akşamüstü, yağmur altında yüzüme bakm adan baktığı gibi bakı
yor" (s. 315).
Çevresindekilerin bu bakışlarını yakalayan Cemal ise, "bir mâzi aynasın
dan" hayata bakmaktadır: "Ben bir mâzi aynasından, benim olmayan bir ayna
dan, benim olmayan bir yığın aynalardan hayata bakıyorum " (s. 315).
Bu bakışlarda hayat ile ölüm tezadı derhal kendisini gösterir. Sanat, ölümü
aşan bir kapıdır ve M ahur beste'nin yaratıcısı kadar, kendilerini bu sanat eserin
de bulanlar da ölümü aşmışlardır. Halbuki yaşar göründüğü halde, ölen ve ba
kışlarının değdiği her şeyi çürütenler de vardır.
Romanın adı ve ana fikriyle yakından ilgili olduğunu sandığım bu "göz"
imajı, Cem al'in geçirdiği bir buhran ânında yoğun olarak çevresini saran binler
ce göz ile verilir. Romanın içinde ise serpilmiş olarak bulunur ve romanın bütü
nünde Cemal ile birlikte yürüyen gözler vardır.
Eserin, saf, nazik diplom atı Kudret Bey'in burnu ile ilgili parça ise, romanın
en ironik bölüm ünü teşkil eder. Tanpınar burada, bir uzuv ile şahsiyet arasında
ki münasebeti, o kişinin bütün davranışlarını, hattâ yaşayışını içine alacak şekil
de ortaya koyar (s. 115 120).
350 • T an p iıiar Ü zerine Y anlar
İki ana bölümden oluşan romanın birinci kısmı, Cem al'in çocukluğunu an
latışıdır. İkinci bölüm "hadiseler" adını taşır ve Albert Sorel'in şu cümlesiyle
başlar: "Dünya gömlek değiştireceği zamanlarda, hadiseler sakınılmaz bir kader
halini alırlar" (s. 156). Bölümün bu başlığı, Cem al'in İstanbul'daki çeşitli kişiler
le ilgili, ilk bakışta birbiriyle ilgisiz görünen hadiselerin hikâyesini açıklar. Bu
hadiseler C em al'le doğrudan doğruya ilgili olsun veya olmasm, bütünde onu
zenginleştiren hayat tecrübeleridir. Ve kader, bu ufacık hadiselerin içine gizlen
miş olarak, insanların, Tanpınaf'm ifadesiyle "günlük ıztıraplannda büyük
olan" insanların hayatını idare eder. İnsanın, etrafındaki terkibin bir parçası ol
duğuna inanan yazar, onları geniş çevreleriyle, bir ufacık hadisede derinleştiri
len psikolojileriyle verir. Bunu yaparken de imajlarla zengin, Türkçenin en yük
sek m izahî ve ironik üslûbuyla, onları ve hayat karşısındaki tavırlarını anlatır.
Yaşamayı böylesine seven, onu bir sanat haline getiren, her ânının tadını
çıkarmayı böylesine âdet edinen az insan tanıdım. Bence, hoca, şair, romancı
kişiliklerinden önce, onun bu yaşam a sevinci dolu bohem yanı, öm rünü este
tik ve düşünsel bir yoğun yaşantılar halkası yapm ak isteyen yanı, daha ağır
basardı. Bu yanıdır ki, bütün öbür kişiliklerini zenginleştirir, böylesine içten ve
sıcak yapardı.
Ahm et Hamdi Tanpınar, bende her zaman kurak toprağa düşmüş bir bitki
hüznü yaratmıştır. Adilikler, sathilikler, gelgeçlilcler, vurdum duym azlıklar için
de bir ortam da, onu m ülteci bir Orta Avrupah, örneğin bir M acar yazara benzet
tiğim de çok olmuştur. Sağla solla, titiz bir âynm yapmadan her önüne çıkan bi
raz kafası işler insanla dost sanılışı, hep bu yalnızlığından, kendine bir tutamak
aramak, hiç değilse taşmak ihtiyacında olan engin dostluğuna birtakım yankı
adacıkları bulabilm ek zorunluluğundan doğuyor olmalı idi.
Bir de şu var: Belki de insanlara, çıkardan uzak, alabildiğine içten bir ya
kınlık göstere göstere bunun zevkine ergeç onları da vardıracağını um m uş ola
bilirdi.
Onca, dünyayı sırf onun gibi güzele tapış, insanlığa, dostluğa onun gibi ina
nış kurtarabilirdi. Bu bakım dan böyle bir dinin havariliği sayabiliriz arkadaşlı-
ğmı, hocalığını, yazarlığını ve her yönünü.
bi başlardı konuşmaya. O kısık, ona çok yakışan, onun içtenliğini daha bir vur
gulayan sesi ile.
Size rastlam adan, kendi kendine, çoğu zaman o günkü bir rastlantı veya ya
şantının çağrışımı ile daldığı bir düşünce silsilesinin son halkasını size açıverir,
başından, gelişmesinden habersiz olduğunuz bu fikir yolculuğunu sanki siz de
onunla birlikte katetmişsiniz gibi sonucuna sizi de ortak etmek isterdi. Kendi
düşüncelerinizle, sokağın ve çevrenin gürültüleri ile günlük knygularla bunal
mış kafanız birden bu söylenenle bir bağlantı kurmakta gecikir, anlasa bile ilkin
onun anlattığı sıcaklıkta algılayamaz, ama yavaş yavaş onun iklimine, onun
dünyasına, girince, bu söylenen, çoğu zaman yeni, aranıp duyulup varılmış yargı
ya da btılguya, onun islediği ilgiyle yaklaşıp, çoğu zaman bunu benimser, ondan
ayrıldıktan sonra da yolunuza bu düşünce ile ya da ona katılan yeni çağrışım
larla devam eder, sizi sıkan şeylerin baskısından bir süre uzaklaşmış olurdunuz.
Ölümünden birkaç gün önce Hachette'de rastlaşmıştık. Ayaküstü son roma
nından konuştuk: Eli elimde, "Dün gece sizinkilerde idim " dedi. "Bezik oyna
dık. Tevfik Sağlam Paşa, Osman Morasanlı, Fahri Arel, Hamit Nafiz, İlhami
Bey... Yedi buçuk liralarını aldım ."
"Ü zülm üşlerdir" dedim. Güldü. Başını salladı. Sonra yine eli elimde, "Yahu
ne temiz, ne pürüzsüz, ne berrak insanlar" dedi. "Onların yanında kendime ba
kıyorum da ne Şarklı olduğumu anlıyorum. Biz çok gıllıgışlıyız yahu, onlara kı
yasla, Âli de benim gibi idi." Sevgili Ahmet Hamdi... Kendine iftira ediyordu.
Gıllıgışlı adam bunu düşünebilir, düşünse de söyleyebilir mi idi. "Estağfurul
lah" demedim. Bu sözlerinde bir estağfurullah avcılığı aramak kadar onu tanı
mamak olamazdı. O bunu sırf o beş dostuna duyduğu hayranlığa yeni bir renk
katmak sevinci ile yapıyordu.
Ne kadar dürüst ve gıllıgışsız olduğuna çok örnekler verebilirim. O her zaman
kendi kendine sadık ve tutarlı kalabilmiş bir kişilikti. 27 M ayıs subaylarının, çı
karcı jurnalcilerin kışkırtısı ile üniversitenin en değerli hocalarını kürsülerinden
uzaklaştırdıkları zaman da Ahm et Hamdi badireden kurtulm uş olm asına kar
şın, bu zorbalığı bir gün onaylamadı, jurnalci hocalara küstü. Onların yaptığın
dan utanç duydu. Bunu her fırsatta belli etti. Bir polemikçi, bir savaşım insanı
değildi. Bütün bunları kendi kendine lutarlı kalmak için yapıyordu. Başka tür
lüsü onu kahrederdi. Tek kalesi kişiliği olan her insan gibi.
Aşkları
Herkesin sıcak evine, kendini bekleyenlerin yanına döndüğü akşam vakit
leri Ahm et Hamdi'yi Narmanh Yurdu'ndaki bekâr odasında yalnız plakları ve
kitapları beklerdi.
N e İçindeyim Z;ıın:ının, N e D e Büsbütün D ijind ii • 353
Sınırlı hoca aylığının yarısını her ay kitaplara yatırır, kitap paketine sevgi ile
sımsıkı snrıhr, sayfalarını, bir kadın soyuyormuş gibi gözleri parlayarak şehvet
le açardı.
Güzele alabildiğine açık ruhunun kadmlara ilgisiz kalmayacağı muhakkak
tı. Ne var ki, bu aşkların çoğu platonik kalırdı. Hattâ âşık olduğu hanım ların ba
zen bundan haberi bile olmazdı.
Freud'un Sublimation öğretisine Ahmet Ham di'den güzel örnek sanırını ko
lay bulunamazdı. Tanpınar, bu platonik aşkları somutlaştırmaya kalksa idi, bu
Tanpmar olur mu idi? Bütün bu yaşanmamış, kursakta kalmış hayali aşklar, ona
yaratmalarında en sıcak iti oluyor, bir Bursa türbesinde bir genç kızın uçucu gü
lümsemesi, san saçlarını balerinler misali topuz yapmış hayal gibi bir genç ka
dının Maya Galerisi'nin ahşap merdivenlerinden inişi Ahmet H am di'nin belle
ğine ve ruhuna yapışıp kalarak, sıcağı çabuk geçmeyen bir çini soba gibi onun
iç iklimini uzun süre ısıtıyordu. Mahur Beste'nin, Huzur'un nice şiirlerinin arka
fonunda hep böyle sublim e edilmiş sevgililer bulmak mümkündü. Tekrar edi
yorum. Onlara daha yaklaşsa, et ve kemik temasını göze alsa, onları somut birer
varlık olarak yaşasa, onlara doysa, belki, belki de ne kelime, m uhakkak ki bu
coşkusu, hayranlığı pek kalmayacakh. Bazı şeylere uzaktan bakmak, onlara on
larda olmayan bir boyut kazandırır. En azından ona bakanın ona giydirdiği var
lığın boyutu. Onlar konuşmamalıdırlar. Konuşmadıkça büyürler. Onlara yaklaş-
mamalıdır. Yaklaşınca her günkü gerçek ve çoğu zaman yavan yanlarını da ele
verirler. İstemeden o romantik âşığın yarattığı imajı yalanlarlar. Ahm et Hamdi,
edebî başarılarının olgun ve orijinal buluşlarının sevdiği kadınlar tarafmdan
takdir edilmesini beklem ek saflığını göstermiş midir, bilmiyorum. Flerhalde bu
nu beklediği zam anlar olmuştur. Kadınlar kendileri için düşünülen her güzel şe
yi severler. Onların resmini, heykelini yapan sanatçıları takdir ederler. İlham
kaynağı olduklarını öğrenmek, onları her zaman çok mutlu eden N e kadar gü
zel olurlarsa olsunlar, daima bir yerinden eksik olan güvenlerini güçlendirir.
Bunlar doğrudur, doğrudur da çoğu kadınların beğenisi kendi kişisel alanları
nın dışına pek taşamaz. Ahmet Hamdi bir aşk şairi değildi. Romanları, deneme
leri hep kültürle yüklü ve Ahm et Hamdi'nin kişiliği kadar çok yanlı, zengindi.
Bu romanlarda, yazılardaki seviye ile sevdiği hanımlarm hayranlığını kazanma
sı, örneğin bir Paıol Geraldyn'in Toi et M oi'sı ile -çünkü hanım lar hemen Ge-
raldyn'in Toi'si ile özdeşleşiverirler- kazandığı kolay beğeniyi kazanamazdı.
Ahmet H am di'nin, Yahya Kem al'le Ahm et Plaşim'in, bu iki birbirini çekemezin
kişiliklerini kendi imbiğinde eritmiş bir şair kişiliğinde çok ağır basan bir de Ah
met H am di kişiliği vardır. Bu kişilik yukarda saydıklarımızın dışında, örneğin
bir Paul Valery'den de büyük çapta etkilenmiştir. Thomas M ann'ı övdüğüne
rastlamadım. Thomas Mann da, eğer okudu ise onun hayranlığını kazanacak
soydan başka bir romancı idi. Edebiyat ve mimariden sonra en çok sevdiği sa
nat müzik olduğu için, Türk romancıları içinde arkitektonik yapı ile romanın ol
3 54 • T a n p ın ar Ü zerine YiViilar
duğu gibi, müzikal yapı ve fugue sanalı ile romanın yakın ilişkisini de ilk keşfe
den o olmuştur.
En Büyük Hizmeti
Ahmet H am di'nin bir büyük ve değerli özelliği de, ustası Yahya Kemal'in et
kisiyle Türk geçmişinin ve bugünün sentezine yönelik bir yaklaşım içinde bulu
nuşu idi. Sanat tarihimizin inceliklerini edebî bir dille, onun kadar sevgi ve vu
kufla okuyucuya getiren bir benzerini tanımıyorum. H epimiz Ankara'ya, İstan
bul'a, Konya'ya, Erzurum'a, Bursa'ya onun gözüyle baktığım ız zaman hem ulu
sal, hem kişisel zenginliğimizden övünç duyarız. Ulusal, çünkü o şehirlere nite
liklerini veren her şey başla sanat yapıtları olmak üzere, Ahmet H am di'nin sıcak
kaleminde dile gelir, içimize işler ve onun çok üzerinde durduğu o mekân ve za
man sanki beyaz kâğıtla canlanır. Kişisel, çünkü bu sihirbazın kalemi bizim içi
mizde ona akraba telleri kıpırdatır, onunla aramızda da bir ortaklık övüııcü ya
ratır. Bursa'nın akarsuları onun sayfalarında şakırdamaya başlar. Süleymani-
ye'nin minarelerinden kopup gelen ılık bir rüzgâr yüzünüzü okşar. Bence Ah
met H am di'nin en büyük şaheseri Beş Şehir adlı ölmez yapıtıdır. Bu beş şehir
durdukça, bu yapıt da onun en içlen yorumu olarak ayakta kalacaktır, kanısın
dayım. Bir yazarın ulusal kültürü ve geçmişinin kahtımı ile bu rütbe özdeşleş
mesinden ve onu yurttaşlanna bÖylesine ustalıkla yaymasından büyük bir yurt
ve kültür hizmeti düşünülebilir mi?
Yıl 1965. Türk Dili ve Edebiyah Bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyim. Prof. Dr.
Mehm et Kaplan ile tez konusu hakkında görüşmeğe gitmiştim. Hoca, Ahmet
Hamdi Tanpm aı'm m ektuplarını toplamamı tavsiye etü. Liseden edebiyat öğret
menim olan rahm etli hanımı Behice Kaplan şiddetle itiraz etti ve kimsenin özel
hayatını deşmeğe hakkım olmadığını, kendisine yazdığı mekttıpları vermeyece
ğini söyledi. Bu beni yıldırmadı, belki de, çok sevdiğim ve saygı duyduğum Be
hice H anım 'a, kendim i isbat edebileceğim bir fırsatı değerlendirmek istedim.
Kaplan Hoca, rahm etli Cevat Dursunoğlu, Dr. Tarık Temel ve Prof. Dr. Bedrettin
Tuncel'e müracaat etmemi söyledi.
O zam anlar eski yazım pek iyi değildi. İki gün, lügatlann yardımıyla rah
metli Cevat Dursunoğlu'na eski yazı ile bir mektup yazarak, tezimin konusunu,
gayemi anlattım ve Tanpmaı'ın kendisine yazdığı m ektuplan veya fotokopileri
ni göndermesini rica ettim. Bir hafta kadar sonra şişm anca bir zarf geldi. Rah
metli Dursunoğlu, dört mektupla yetinmemiş, Tanpmaı'la tanışmalarını, çeşitli
hatıralarını da dile getirmişti.
Birkaç ay sonra Ankara'ya gittiğimde, bu olgun, kültürlü, vatanperver beye
fendiyle tanışma şerefine eriştim. Gönderdiği mektuplarda birkaç kelimeyi ka
raladığından dolayı özür dilemesi beni çok mütehassis etmişti.
Prof. Dr. Bedrettin Tuncel'den ağabeyimin okul arkadaşı olan oğlu vasıtasıy
la bir randevu talep etmiş, gayemi de belirtmiştim. "Görüşecek bir şeyim yok"
cevabını alınca, hayretler içinde kaldım. Bir üniversite talebesine böyle bir cevap
veren hocayı çok m erak ettim ve âdeta baskın diyebileceğim bir tarzda, bir öğle
vakti evine gittim. Kapıyı kendisi açtı, şaşkmiığını atamadan "Görüşm ek iste
mediğiniz öğrenci benim " diyerek içeri girdim. Kapıdan doğru çalışma odası
356 • T iin pın ar Ü rerin e Yiiıılar
olarak da kullanılan geniş bir salona giriliyordu. Yan kapılardan birinden hanı
mı içeri girdi. Bedrettin Bey "Bana mektup yazm adı" cümlesini söylediği anda
hanımı "Şu çekm ecede değiller m iydi'!' dedi. Bedrettin Bey çok hiddetlendi ve
çıkması gerektiğini söyledi. Bu, benim yardımsever, daima talebeyle meşgul
olan, hattâ şahsî dertlerini de halletmeğe çalışan hocalarımdan çok farklı bir ho
ca tipiydi.
İstanbul'a dönünce. Dr. Tarık Temel'e gittim. Beyoğlu'ndaki geniş muayene
hanesinde bana randevu vermişti. Yanında, gençliğinde çok güzel olduğu belli,
eskilerin "m ihrap yerinde" dedikleri bir hanımefendi vardı. Beni küçük gören,
istihfaf eden bir tonla karşıladı ve hocam aleyhinde konuşmağa başladı. O za
man dayanamadım ve gençliğin de verdiği bir cüretle "Tanpınar Huzur'u size
nasıl ithaf etmiş, şaştım " dedim.
O gün ağlayarak Kaplan H oca'ya böyle devam ederse mezuniyet tezini biti
remeyeceğimi, bana başka bir konu vermesini rica ettim ve fakat mektupları
mutlaka toplayıp neşretm ekte kararlı olduğumu söyledim.
Bunun üzerine Tanpınar’ın "Edebiyat Üzerine Makaleleri"ni toplamağa başla
dım. Mezuniyet tezimin metin kısmı 1968'de ben fakülteyi bitirm eden. Çağdaş
Türk Yazarları Serisi'nin ilk kitabı olarak yayınlandı.
Kitabın piyasaya çıkışından az sonra Dr. Tarık Temel beni telefonla aradı, gö
rüşmek istediğini söyledi.
İtiraf ederim, biraz çekinerek gittim, zira sağı solu belli olmayan, ne yapaca
ğı, nasıl davranacağı bilinmeyen bir insandı. Sinirlenince, ben de biraz öyleyim-
dir. Yine m uayenehanesinde buluştuk. Kitabı okumuş. Tanpınar'ın her biri bir
mücevher kıymetinde, derin bir kültürün izini taşıyan makalelerinin bir araya
getirilişini ve özellikle bölüm lendirilm e şeklini çok beğendiğini söyleyerek ilti
fat etti ve önceki tatsız ve sevimsiz konuşmamıza temas ederek "Çok gençsiniz,
becerebileceğinizi umm uyordum " dedi. Sonra masasının gözünden mektuplar
la birlikte bir tabanca çıkardı. Korkmadım ama şaşırdım. "Bunlarda pek çok in
sanı rencide edecek dedikodular var, eğer onları olduğu gibi neşredersen seni
vururum" dedi. Güldüm ve beni ilgilendiren şeyin dedikodu değil, edebiyat ol
duğunu söyledim. Adeta ilk seferki davranışını affettirmek ve sevdiği bir dosta
vazifesini yapm ak istiyordu. Asıl güzel mektuplar Adalet'tedir diyerek telefona
sarıldı ve ona "Sana hemen genç bir hanım gönderiyorum. H am di'ye hiç birim i
zin yapam adığı hizmeti yaptı, bütün mekttıpları ona ver" dedi. Akşam üstüydü.
Adalet Cim coz'un M ecidiyeköy'deki zevkle döşenmiş geniş çatı katı dairesine
gittim. Yaşımı göstermiyordum. Belki bu yüzden, belki de bizim neslimizin eski
harfleri öğrenmesinin mümkün olamayacağı umumi kanaati. Adalet Hanım'da
da vardı, önce birkaç satır okutarak beni imtihan etti, şaşkın bir sevinçle kocası
M ehm et Ali Bey'e seslendi. Benim bu davranışı normal karşılamama da şaşırdı-
T a n p ın a ı'ın M ektuplarının Peşinde ♦ 35 7
Zeynep H anım Konağı dedim mi,^ Ahmet Hamdi Tanpınar Hocamdan söz
etmeliyim : Şu yazıyı yazarken, başımı kitap rafına çevirdim mi. Hocamın 614
sayfalık, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabını görüyorum. Bu birinci cilt. İkin
cisi çıkamadı sanırım. Ahmet Hamdi Tanpınar, böylesine bir tarih yazmıştır ama
derslerinde çoğunlukla Fransız şiirinden söz ederdi. Bizim son yılımızda Tanzi
mat Edebiyatı Hocamızdı. Fakültede bitirm e sınavlarına girmeden son yılım ız
da, bir bilimsel çalışma yapma zorundaydık. Bir tez yazacaktık. Hocalarım ko
nu olarak 'Tanzimat Devri Dil Hareketleri' üzerinde çalışmamı önerdiler. Ahmet
Hamdi B e/ le görüş, onun gözetiminde tezini yaz, çalış... Dediler. Hocayı ders
ten derse görüyorum. Ders sonrası ne zaman bana vakit ayırmasını istesem, şu
işim var, bu işim var, haftaya bu konuyu konuşalım diyor. Ben bir yandan kü
tüphanelerde hazırhk yapıyorum, bir yandan da Sahaflar'da kitap toplamakta
yım. Ahmet M ithat Efendi'nin yirmi beş ciltlik Letâif-i Rivâyât başlıklı hikâyele
rini, Şinasi'nin, N am ık Kem al'in kitaplarını, bende de bulunsun diye alıyorum
Sahaflar'dan. Bir yandan plan yapıyor, bir bir kitapları okuyorum. N e var ki bir
türlü Ahm et Hamdi Tanpınar Hocamı yakalayamıyorum. Üstelik Tanpınar, be
ni, hikâyelerimden biliyor. Cumartesi toplantılarına da geliyor. Ama toplantılar
da bilimsel (!) konuşmanın olanağı yok. 'Şikâyet gibi olmasın ama halim nice
olacak?' diye Prof. Rağıp H ulusi'ye gittim. O da haklısın, Türk Dilleri Hocası
Caferoğlu'na git, kabul ederse, onun gözetiminde tezini hazırla, okuyup imza
layacak üç hocadan biri de ben olurum dedi. Caferoğlu, 'getir ne hazırlık yap
mışsan göreyim ..' dedi. Uzatmayayım, Ahmet Caferoğlu'nun gözetiminde tezi
mizi yazdık. Rağıp Hulusi Bey Hocam, didikleye didikleye okudu. Her konuda
çok titizdi. H âiııid'in yakası açılmadık birkaç Osmanlıca sözcüğünü yanlış çevir-
Zeynep Hanım K onağı, 1940'lan n Edebiyat 1-akültosi'nin bulunduiju bina. Sonra yandı.
A h m et Ham di T an p in ar H ocam • 3 59
mişim. Hoca, şu anlama da gelir, böyle uygundur diyerekten düzelterek tezi im
zaladı. Ali N ihat Tarlan, Qivan Edebiyatı Hocamız olduğundan usulen imzala
dı. Eh.. Rağıp Bey'in, Ahm et Bey'in sıkı denetimiyle tezim hazırdı. Geldik tezi
mizin savunmasına. Bütün hocalarımız bir salona toplandı. Elbet Ahmet Hamdi
Tanpinar Hocam da beni sınava çekm eye hazırdı. 'G el!' dediler, salonun kapısın
dan bir de içeriye girdim ki ne göreyim... Ahmet Hamdi Hocam, öfkeyle üç aşa
ğı beş yukarı dolaşmakta, öteki hocalar da onu korkuyla, gözleriyle izlemekte-
1er. Durakladım. Caferoğlu,
"G el hele yaklaş.." dedi bana, Tanpm aı'a da, "Sen de gel Hemdi!"^ diye ses
lendi. Gel! denildi, bir dönüş dönüp bana doğru bir yürüdü ki Hoca, 'eh..' de
dim kendi kendime, bu yaşta hoca dayağı yiyeceğiz,.,'
"Söyle bakalım, nelerden, nerelerden yararlandın tezini yazarken?' diye ba-
ğırırcasma soru sordu.
"Efendim , çalışmamm sonunda yararlandığım kitapların listesi yar..." diye
kekeledim.
"Benim soracağım bu kadar; buyurun siz soru sorun!" Diye öteki Hocalara
söylendi, arkasını bize dönüp oturdu.
Tezimde Abdülhak Hâm id'in düz yazıda bir sahne dili getirdiğini savunu
yordum. Örnekler veriyordum.. Prof. R.ağıp H ulusi'nin dikkatini çekmişti bu ko
nu. Bu yolda bana sorular sormaya başladı. Bir örnekte Hâmid, -Finten'de ola
cak- 'Oğlunuzun gafletini görüyorum! Leydi Dik!' Diye yazıyordu. Böyle örnek
ler çoktu. Bu konuda bir hayli konuşuldu. Ahmet Hamdi Tanpinar Hocam bir
den bana döndü;
"Bu cümlenin Tanzimat Döneminde neden önemi vardır?" diye sordu. Ho-
camm soru sormasına sevinmiştim:
"Bu cüm leyi, benzerlerini, eğer Şinasi, ya da Namık Kemal yazmış olsalardı,
şöyle yazarlardı: "A Leydi Dik, oğlunuzun gafleti apaşikâr m eydanda!"
Bir uzunca tartışma oldu Hocamla aramızda, ama bana hak veresi gibiydi.
Sonunda Rağıp Bey,
"Sen Tanzimat Dönem i'nin püf noktasını yakalamışsın.. Tezin kabul edil
miştir, çık dışarıya!" dedi.
Çıktım dışarıya ama dışarda bir yarım saat öldüm öldüm dirildim. Tezimiz
kabul edildi mi, edilmedi mi? Birden kapı açıldı, Ahmet Hamdi Tanpinar Ho
cam öfkeyle dışarı çıktr. Beni karşı köşede görünce.
"Gel buraya!" diye bağırdı. Yaklaşlım, "Sen," dedi, "git hikâye roman yaz!
Bir daha böyle bilim işlerine burnunu sokm a!" Yürüdü gitti. Öteki Hocalarım
dan öğrendim ki, Ahmet Ilam di Tanpınar, 'Vay ben Tanzimat Hocası olayım da
böyle bir tezden haberim olmasın! Diyerekten çok kızmış. Ben bu tezi imzalamam,
kabul etmem!' Diye dayatmış. Öteki hocalar, başarılı buldukları için benden yana
çıkmışlar Sonunda, imzalamış ama bana çok danimış. Ahmet Caferoğlu,
"Önünde bitirm e sınavın var. Ağzınla kuş tutsan seni geçirmez. Ama Hemdi
şair adamdır. Öfkesi biraz yatışsın, get gönlünü al!" Dedi.
Ahmet l lam di Tanpınar Mocam mı haklıydı, ben mi hakhydım? Keşke bir
likte çalışmak için başlan işi daha sıkı tutsam, ne yapıp edip tezimi onun göze
timinde yazsaydım diye düşünmüşümdür. Gönlünü almaya elbet alacaktım,
ile r şeyden önce bir sanatçı olarak Hocama, saygım ve sevgim vardı. Şairdi, ro
mancıydı Ahmet Hamdi Bey. İyi ama gönlünü nasıl alacaktım? Bugün düşünü
yorum da onun yazdığı Edebiynl Tarihi aklıma gelince, hak veriyorum: Ahmet
Hamdi Tanpınar, o sıralar yazacağı bu tarih için yardımcı arıyordu herhalde.
Bizde de o zam anlar gençlik, heyecan var.
Bir yandan sınava hazırlanıyorum, bir yandan da bu dargınhk işini düşünü
yorum. Fakültedeki öğrenciler, hocalarla birlikle vapurla Boğaz gezisi yapacak
dediler. Güzel bir bahar sabahı -yoksa Sonbahar mıydı?- Galata Köprüsü'nün al
tındaki iskelede buluşlxık. Öğrenciler kalabalık, hemen hemen bütün hocaları
mız da var. Sanırım Anadolu yakasında, Boğaziçi'nin bir köyünde yemek yedik.
Dönüyoruz, Ahm et Hamdi Tanpınar Hocam, dönüp de yüzüme bile bakmıyor.
Arkadaşlar türküler, şarkılar söylüyorlar, şiirler okuyorlar; ben ne halt edeceği
mi düşünmekteyim. Vapur bir iskeleden kalkarken Yahya Kem al'den söz açıldı.
Kimi arkadaşlar bülbül gibi Yahya Kemal'den şiirler okumaya başladılar. Bak
tım Tanpınar, pencerenin yanında somurtmuş oturuyor. Bu sırada Caferoğlu,
"Yahu!" dedi, "bütün şairlerden şiirler okumışsamz, hiç Hemdi hocanızın
şair olduğu aklınıza gelmez mi?"
Herkes döndü Ahm et Hamdi Bey'e baktı. O denize bakıyor. Caferoğlu da
'hadisene!' gibisine bana bakıyor. Anlaşılan ya cesaret edemiyorlar ya da ezber
lerinden Tanpınar'ın şiirlerini bilmiyorlar; Arkadaşlar susuyor. Şöyle bir doğrul
dum: Galiba o yıllarda bir dergide, bir yerlerde yayınlanmış bir şiirini okumaya
başladım. 'Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,/ Rüyalarım kadar sade, güzeldin.'
Diye başlayan 'Flatırlam a' şiiri miydi? Bilemeyeceğim şimdi aradan neredeyse
kırk beş yıl geçti. Ne ki o yılların gençlik ateşiyle (!) sevdiğim bir şiiri, bir iki kez
okusam aklımda kalırdı. Bu kez herkes dönmüş bana bakıyordu. Bir de arkadaş
lar şiiri mi, beni bilm em , alkışladılar. Tanpınar Hocam, gözlerini iri iri açmış, gü
lümseyerek bana bakıyordu. Bu sefer de hocalar, arkadaşlar dönüp ona baktılar.
Mendilini çıkarıp şöyle bir yüzünü sildi:
A h m et Hamdi T a n p ın a r H ocam • 361
^ A hm et Ham di liınpıııar. Huzur, İstanbul 1972, Tercüman 1001 Temel Eser. s. 17.
2 A hm et Hnmdi Tanpmnr, Beş Şehir, İstanbul 1969, s. 103.
'l'anpınar ve Türküler • 363
3 Huzur, s. 320.
Ayın e., s. 17-18. Yazar, Huzur romanında M üm taz'a söylettiği bu fikirleri, bir m akalesinde aşağı-
yukarı aynı şekilde lekrar eder: Zam anın ritmi, yaşam a zaruretiyle bizi değiştirse de hayat devam
etm esini bilir. Bu türkülü çocuk oyunu yüz yıllar önce olduğu gibi şim di oynanm akta, yüz yıllar
sonra da oynanacaktır. Tanpınar, "H er şey değişecek, fakat o kalacaktı ve olduğu gibi kaldığı için
biz de, bir yığın değişiklik üstünden, yine eskisi olarak kalacaktık" d er ve bu sürekliliği hayatın
m ucizesi olarak g örür (Yaşndığuu Gibi, İstanbul 1976, Dergâh Yayınlan, a. 199-200).
5 H mzui', s. 275.
^ ,4yı if e-, s. 275.
7 Aynı e., s. 320.
® Beş Şehir, s. 105.
3 6 4 • Tiiınııım r Ü zerine Yazılar
der. Erzurum'u anlaVırken de şunları söyler: "Yemen türküsü ile ona benzer tür
küler Anadolu'nun iç romanını yaparlar. Di gel di gel daaaş gel!...' diye atılan
çığlıklar, bu toprağın üstünde yaşayanların asıl romanını (...) verirler."^
beytinin bütün bir hayat destanı olabilmesi için bir an gerçek bir romancı mu
hayyilesine çarpması yeter."i°
Tanpınar'ın romanlarında türküler bir fonksiyona sahiptir. Roman kahra
manları, içinde bulundukları olayların akışı ve psikolojik durumlarına göre tür
küyü m ânalandınrlar. Türkü, muhtevası ve havası ile az sonra ortaya çıkacak
bir duruma zemin hazırlar. Roman kahramanı çok dikkatlidir. En küçük ayrın
tıları bile gözden kaçırmaz. Bu, içinde bulunduğu yoğun ruh hâlinin icap ettir
diği bir hassasiyet olsa bile, tabii ki konuşan yazarın bizzat kendisidir:
"Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç gündür sokakla bir çocuk
peyda olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veya bir kap, evlerinin önünden tür
kü söyleyerek geçerdi. Mümtaz, daha sokağın başındayken onun sesini tanırdı:
M ümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün henüz mânâsını dahi kavra
yamadığı kederlerin içinden çıkar, birden bire çok ışıklı taptaze, fakat bununla
beraber yine hasret ve ıstırap dolu başka bir dünyaya girerdi. Bu, bir ucu İz
mit'in Kordonboyu'ndan başlayan, öbür ucu babasının hiç anlayamadığı ölü
münde biten dünya idi.
Orada da kendi çocuk m uhayyilesine sığmayan bir yığın şey, orada da ölüm
ve kan, yalnızlık ve içinde çöreklenen o yedi başlı ejder hüznü vardı.
Kim olduğunu bilmediği, fakat annesinin de işiteceği korkusu ile ürpererek
yolunu beklediği çocuk geçince, Mümtaz için gün denen şey kapağını kapatı
yordu. Ondan sonra da ertesi akşama kadar yekpare bir zaman vardıV'iı
Bu parçada yer alan türkü, çocuğun hasla annesi -ki bir hafta sonra ölecek
tir- ve babası ile ilgili duygtı ve endişelerine uygun olarak seçilmiştir. Bu şekil
de, annesinin öleceği adeta önceden hissettirilir, buna zemin hazırlanır:
Aşağıdaki türkü de bir ayrılığın habercisi gibidir. Nitekim, romanın bunu ta
kip eden satırlarında. M üm taz ile Nuran, Suat'ı evde kendini asmış olarak bula
caklar ve Nuran, "aram ızda bir ölü var" diyerek M üm taz'ı terkedecektir.
"Kapıcının büyük oğlu bahçede sıtmalı sesiyle her zamanki şarkısını söylü
yordu:
Erzincan'ı sel aldt da
Bir yar sevdim el aldı."^'^
*
Tanpınar> sezgi gücüyle türkülerin ardındaki şüriyeti yakalayarak bize yo
rumlar, her gözün görem ediği incelikleri, güzellikleri gösterir. Böylece, her za
man dinlediğimiz türküler bir başka mânâ kazanır: Meselâ, şu satırlarda oldu
ğu gibi:
"Suyun olduğu her yerde, muhakkak çiçeklerin yarım kalmış türküsünü,
saçlarının dağınık rüyasını bir edebiyete götüren bir Ophelia vardır. Bu suyun
ve aydınhğm ölüm rüyasıdır. Bunun için bir Shakespeare'i beklemeye lüzum
yoktur. Shakespeare olsa olsa bu rüyayı bize çözmüştür. Aydınlıkta kabaran her
suda bu masal mevcuttur. Nitekim her kıyı şehrinde -nehir veya deniz- daima
suyun götürdüğü bir güzel vardır. Eski İstanbul türküsünü hatırlamak lâzım mı?
Huzur, s. 30 - 31 .
12 Aynı e., s - 299.
3 6 6 • ’l anpınitr Ü zerine Yazılar
nen ve hatırlayan bir lânetli velî tarafından uydurulmuştur. O kadar ten kokar
ve yıkıcı günahın arasından o kadar büsbütün başka şeylere, artık hiç erişeme
yeceği şeylere kanat açar."'*
Tanpınar'ın söz konusu ettiği türküler bunlardan ibaret değildir. Meselâ,
"Gezi bağlarında bir top gülüm var" türküsünü "h iç farkedilm eden yutulan bir
avuç zehir"e benzetir.^^ Alâiyeli Ahmet'in söylediği türkülerin insanda değişik
ilişler uyandırdığmı belirtir. Onları dinlerken olduğunuz yerde hiç görmediği
niz insanlara dost olur, bilm ediğiniz ölülerin başında beklerdiniz. Bilmediğiniz
gidenlere ağlardınız."^8 Süleym an Bey'in türkülerini dinlerken insan kendini
büyük dağ başlarında rüzgârların elinde hırpalanırken görm ek ister.ı^ Onun
türkülerinden biri de "Tuna'nın Evleri"dir.2i>
Huzur i-omanında "Bulut gelir pâre pâre" diye başlayan Rumeli türküsünün
tamamı yer alır. Roman kahramanlarının bu türkü hakkındaki duygu ve düşün
celerine yer verilir.^’
Bunlardan başka yazarın -canlandırm a kudretine hayran olduğu- Sarı GeHn
ile Ey Gâziler ve Yemen Türküsü de söz konusu edilen türküler arasında sayıla
bilir. Son olarak Onun "m ahallî klâsik" diye vasıflandırdığı Billur Piyâle'den-de
bahsetmek lâzımdır:
"Bin türlü acemiliği, saflığı içinde, bu küçük parça baştan aşağı incelik, zevk,
lezzettir. Gerçekten billur bir kadeh. Belki büyük bir geleneğin son tezgâhında
yapıldığı için küçük b ir çatlaklığı, tadını artıran bir donukluğu var. Fakat, mese
lâ Bihzâd'ın elinden çıkmış bir minyatür kopyası gibi bütün bir tarz, bütün bir
edadır. Asıl güzel tarafı, bu küçük billurdan bütün zevki, hayatı, düşünceyi, za
man telâkkisini fışkırtan bestedir."^^
Sonuç olarak, Tanpınaı'ın söz ve nağme olarak ele alıp yorumladığı türkü
lerde sanatkâr duyarlılığı ile şiiriyeti yakaladığı; onlarm karakteristik yanı ve
mahiyeti hakkında düşündüğü; bilhassa arka plândaki hikâyeye intikal ederek
A nadolu'nun iç romanına ulaştığı söylenebilir. O, bu hususları makale ve dene
m elerinde işlediği gibi, romanlarında da kahramanlarının ve vak'anın yapısına
uygun olarak fonksiyonel şekilde kullanmıştır.
Ahm et Hamdi Tanpmaı'ın 25. Ölüm yıldönümü dolayısıyla geçen hafta Çar
şamba akşamı televizyonda dramatik bir belgesel vardı, yazık ki izleyemedim.
Belki de iyi oldu izleyemeyişim, çünkü filmin hem dramatik hem belgesel oldu
ğunun söylenm esi biraz aklım ı karıştırdı. Tanpınar'ın gençliğini Hakan Dikmen,
daha sonraki yıllarını ise Selim Naşit canlandırıyor diye yazılı idi gazetede. Na
sıl olur, sanatçımızın yüzü, sesi, boyu bosu daha belleklerden silinmiş değil ki!
Kimi gün onunla karşı karşıya olduğumu kurarım da, bütün kişiliği ile geliverir
gözlerimin önüne; öz niteliğinin, ırasının gücündendir bu. Ya televizyondaki
oyuncularımız bu imgeyi bozar, dağıtırlarsa? Belleklerde yalnızca adı kalm ış ta
rihsel kişiler için bu tür bir canlandırma rahatsız edici olmayabilir, ama Tanpı-
nar için güç, çok güç! Kimse kendisini ona benzetemez, çünkü kim seye benze
mezdi o.
Ahm et Hamdi Tanpınar, değeri öldükten sonra anlaşılmış ozanlarımızdan,
yazarlarımızdan biridir. Bu söz ya da buna benzer sözler eskiden bütün sanatçı
lar için bol keseden kullanılırdı ve elbet yanlış olurdu böyle denmesi. Çünkü de
ğeri öldükten sonra anlaşılmış sanatçı, ozan, yazar, yalnız bizde değil, dünyanın
neresine gitseniz, azdır. Ama bunun tersi, demek öldükten sonra unutulma ör
nekleri boldur. Sözgelişi Abdülhak Hâmid bunlardan biri ve en ünlüsüdür. Onu
bugün hiç kim se okumuyor artık, bir adı kaldı ortada. Yanlış anlaşılmasın, Ah
met Hamdi Tanpınar yaşarken sevilmezdi, sevilmiyordu demek istemedim; tam
tersine, dostlarının, arkadaşlarının, öğrencilerinin saygısını, sevgisini kazanmış
tı, konuşm aları can kulağı ile dinlenirdi, edebiyat, edebiyatımız üstüne yazdık
ları dikkatle okunurdu. Bu arada XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı büyük yapı
tı hayranlık uyandırmıştır. Hele dostluğu, arkadaşlığı söz konusu olursa, ona
gösterilen saygı ve sevgi daha çok artar. En azından benim için böyledir bu. Şim
di düşünüyorum da, tanıdıklarım içinde en çok sevdiklerimden biri imiş Ahmet
Hamdi Tanpınar. Düşüncelerini yaşayan, bizde ender görülmüş kişilerdendi.
Ne İçindeyim Zamanın... • 369
Onun için "Ö ldükten sonra değeri anlaşılmış sanatçılarımızdan" sözünü ne
den kullandım öyleyse? Çok açık, şiirlerini, romanlarını düşünerek kullandım.
Hele romanları, bir süre sonra genç yazarlarımızca çok tutuldu, hatta göklere çı
karıldı; dahası onlarda ilerici, solcu bir yaklaşım bulunduğu bile söylendi. Böy
le midir, değil midir, kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Okuduğum ca, Tanpı-
naf'ın romanlarında roman yazma tekniğine ilişkin bir yenilik, bir kaygı bula-
mamışımdır; alışılmış, romana benzer, edebiyata benzer bir anlatımı vardır.
Ama Tanpınaı^ın romanları için gösterilen bu ilgi, nedense şiirlerine karşı
uyanmadı, onun şiirlerini yeniden değerlendirmeye kalkan olmadı hiç. Gerçi
kimse için olmaz bizde bu. Alışılan kanılar, yargılar sürdürülür; dahası ölenin
yazdıkları bir daha açılmaz. Ama Tanpınaı'ın romanları için böyle olmadı de
mek istiyorum. Bunların içinde en beğenilen Huzur adlı romaıudır. Am a Saatle
ri Ayarlama Enstitüsü'nü ya da Mahur Beste’yi ondan daha çok sevenler olduğu
nu bilirim. XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adb yapıtı ise romanlarından da şiirle
rinden de çok beğenildi, üstün bulundu, övüldü.
Şuraya değin söylediklerim, Alım et Hamdi Tanpınaı'm kültürel kimliğine
ilişkin bir im ge uyandırm ıştır sanırım. Edebiyatımızı, özellikle geçen yüzyılki
edebiyatımızı çok iyi bilen, karşılaştırmalı düşünebilen, düşüncelerin yaşantılar
dan doğduğuna inandığı için yaşarcasına düşünen, romanlarında birey-çevre
ilişkisine dikkati çeken bir romancı, şiirimizi hececilerin duyarlığından kurtar
mada payı olan bir ozan. Kameramızı bu has adama biraz daha yaklaştıralım:
birkaç yıl Narm anlı H an'da oturmuştu. Beyoğlu'nda karşılaştığım ız bir gün ko
luma girip beni evine götürdü. Büyük odanın tam orta yerini kaplayan büyük
'masası kifapla, kâğıtlarla karma karışık dolu idi. Bu karışıklık içinden bir kâğıt
bulup çekerek bana yarım kalmış bir şiirini okudu. "Yarım kalmış şiirler okun
maz, bilirim ama ikirriiz de eczacıyız" dedi. Böyle hep yarım kalmış şiirleri var
dı, düşüncesinde hep onlarla meşgulmüş izlenimini uyandırırdı, şiirle, roman
konularıyla yaşardı.
O yıllar, gençlik yılları, Tanpınar hangi ozanlarımızın etkisinde kalmış olabi
lirdi? Düşünecek ne var, elbette Yahya Kem al'in ve Ahm et Haşim 'in. Ama Yah
ya Kemal, üniversiteden hocası olduğu için onun etkisi daha büyüktü üzerinde.
Geçmişimizle, tarihimizle, geçmiş sanatlarımızla ilişkili bir etki idi bu. Ancak
Tanpınar buna önem li ölçüde Batı uygarlığının etkilerini katıyordu. Ö yle ki, ko
nuşmalarında da, yazılarında da geçm iş sanatımızm ünlü kişileri ile, batı sanat
çılarının adlan yan yana geçer, diyelim Itrî, Bach ile anılır, Levnî, Donatello ile.
Ama bunlar arasında benzerlik kurulmaz elbet, kurulamaz da ondan, uygarlık
lar arası koşutluklara önem verir. Yahya Kem al'in aradığını yaşamak ister şibi-
dir Ahm et Hamdi Tanpınar. Böylesi bir etki ve etkilenme aranacak bir şeydir el
bet. Çünkü Yalıya Kem al'in ancak temelde kullandığı Batı, yüzeye çıkmış olur
böylece.
370 » 'ran p ınaı Ü zerine Yazılaı-
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
"D eniz Ufkunda" adlı şiirde Ahmet Haşim renklerini bulanlar olmuştu.
dizesi ile,
Serbest nazımla yazdığı "A ltın güzeldir" bu yıllarda, Adnan Benk'in yönet
tiği Küçük Dergi'de, "Son Yağm a", Mesih Akyiğit'in çıkardığı MiUt Mecmua'da
yayınlandı.
Fakat serbest nazma sanıyorum, Tanpmar yabancılık duyuyordu. Gençleri
beğeniyordu, onlara karşı değildi, Orhan Veli'yi, Melih Cevdet'i, Oktay Rifat'ı
elbette seviyordu. Başaran ve Özdemir Asaf gibi daha genç şairleri sanırım bi
rincisini imajları, İkincisini zihinsel yanı dolayısıyla değerlendirmelerinde çok
dikkatli davrandığı derslerinde bile söz konusu edecek kadar ilgiyle izliyordu.
Ancak, serbest nazm a, kendi şiirinde şüphe ile bakıyordu. O, veznin ve şeklin
şairi idi; gençler de onu bu şiir çizgisinde beğeniyorlardı.
Rıfat İlgaz'ın Tanpınaf a ithaf ettiği;
"Bu ümitsiz kış akşamlartnda madem ki /Iltk sabahların tahayyülüı/le susmaktasın
j Vaktiyle hülyanı dizdiğin ince dalların / Alevrinde ısın"
mısralarını unutabilir misiniz?
Ahmet Hamdi Tanpınaı'ı ilk olarak bu şiir yıllarında dinledim, O zaman
Fındıkh'da bulunan Edebiyat Fakültesi'nin giriş katmdaki soldaki anfide. Ede
biyat Fakültesi ve Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlar
daki seçkin güzellikler dolayısıyla Teknik Üniversite ile öbür fakültelerden ge
len gençler, çoğu ayakta, Tanpmar'ın yumuşak-kısık sesini dinliyorlardı. Hoca
da kürsüde ayakta konuşuyordu.
Fakülteye girdikten sonra da, sert ve zaman zaman sinirli görünüşlü elinde
geniş kenarlı gri fötrü ile acele hareketli, koridorda görünmesi ile kaybolması bir
olan, belki de henüz milletvekilliğinin havası üzerinde, bana çok esrarengiz ge
len hocanın, daha çok artist yanının peşinde, üst sınıf öğrencilere ait birkaç der
sine daha katıldım.
Bu derslerde katı çizgileri yumuşatan birleştirici ve ruhları bir potada eritip
sonra yeniden şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm. Yoksa - Tank Buğ-
ra'nın da yıllar önce bir bayram karşılaşmamızda söylediği gibi - Tanpmar, ön
ceden hazırlanm ış düzenli konuşmaların adamı değildi. Bazı günler kendini to-
parlayam adığı için, bazı günler de direktif verici kesin ifadelerden kaçınma en
dişesiyle cümlelerini tam am lam adığı anlar bile oluyordu ve hep kendini silmek
ister gibi sessizce konuşmaya çalışıyordu.
O sıralarda öğrenci arasındaki adı da "A l C apon"du. Bu adın şapkası yü
zünden verildiğini sanıyordum. Fakat, Kenan Tanpmar H oca'yla bir gün Nar-
m anlı'aki evine gidince gördüm ki, Hamdi Bey, İngilizcesini güçlendirmek için,
çoğu Agatha Christie olmak üzere her gece bir polis veya gangster romanı devi
rip öyle uyumaktadır.
374 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
Zaten uyumak, onun için biraz güç bir olaydı. Gece geç yatar, bazen sigara
sı kâğıtlajm ın veya bir kitabın üzerinde sönerken uyaklardı. Fakal sabahları,
özellikle Güm üşsuyu'ndaki eve taşındıktan sonra, erkenden kalkıyor ve çalışma
masasınm başına oturuyordu.
Güm üşsuyu'ndaki daireye 1953 Paris yolculuğundan sonra taşındı. Cadde
üzerindeki N im et Apartm anı'nda da Abdülhak Şinasi Hisar oturuyordu. Dost
larından Dr. Safder Tarim'in evi de o civardaydı. Park O tel'e de yakındı. XIX.
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yaz Yağmuru'r\d<iki hikâyeler. Saatleri Ayarlama Enstitü
sü, İstanbul ve birçok makaleleri. Beş Şelür'in ikinci baskısı, bu güneşli apart
manda kaleme alındı.
Birlikte çalıştığımız zamanlar, saat on sıralarında uğrardım. Çaylı sigaralı bir
çalışma ile öğleyi bulurduk. Bazen bir Mozart, bir Vivaldi dönerken, röprodük-
siyonlan incelerdim. Kğer bir dostu varsa, -Zülıdü Müridoğlu, Nuri İyem şu an
da aklıma geliyor- konuşmalarını dinler, yararlanırdım. Dersi yoksa yemeği ge
ciktirir, -bazen evde, bazen civardaki Rus lokantasında, kırk yılda bir Degüstas-
yon'da- bir şeyler yedikten sonra, gerekiyorsa, birlikte fakülteye geçerdik. Gece
uykularını da ikindiye doğru bir ara karşılamaya çalışırdı.
Böyle bir ikindi üzeri, ölümünden birkaç gün önce uğradığımda, kendisini
uyanmış iskambil falı açıyor buldum. "Fal kapalı çıkıyor oğlum " dedi. "H ile ya
pın, hocam !"dedim . "Olm az bana yakışm az!" diye cevap verdi.
Tanpınar H oca'dan bu yıllarda neler aldığımı düşünüyorum. M ehm et Kap
lan, Ali N ihal Tarlan ondan daha fazla öğretici idiler, fakal ben şiiri ve Tanpı-
na/ın çıraklığını seçmiştim. Bilimin m etcdları fikrine de Hilmi Ziya Ülken, Ta-
kıyeddin M engüşoğlu, Joachim Ritler gibi, felsefeci hocalarla ulaştım. Hatta
Tanpınaf ın "Edebiyat Tarihi"ni ona yardım ederken değil, bu m elodlara uyan
dıktan sonra kavrayabildiğimi söylemeliyim. Ancak bizi bu problemlere gönde
ren ve Batılı bir tavır kazandırmaya çalışan yine Tanpına/dı. Her çeşit bilgide
daima esas kaynaklara inmeyi, insana ve kültürlere önyargısız ve "laassub"suz
bakmayı, kendini aramayı, kendi iç dünyamızda bir uyum kurma fikrini, hür,
adil, dürüst, iyi ve "flexible" olmayı bize o "telkin" elü.
Şimdi Türkiye'de şu mantık geçiyor: Bir insan, ya sağdadır, ya solda. Sağda
değildir, öyleyse solcudur veya aksi. Hayır, Tanpınar, Fikret Ürgüp'ün de dediği
gibi "insan olma sanatı"nı biliyordu. Bu yüzden o hiçbir zaman öğrencisine kar
şı tavır almadı. Zaten, bir hoca, elindeki malzemeyle, insana karşı olabilir mi?
Şimdi Tanpınar'I, Selâhattin Hilâv'ın dediği şekilde, doğrudan doğruya
M arksist yoruma kaydırabilir miyiz? Nazım Hikmet gibi gerçek bir şairin yalnız
M arksist hareketin m arşı gibi okunması ne acıdır. Yine Hilmi Yavuz'un Nietzsc-
he'ci yorumu da bir sınırlandırma değil midir?
Yalnız Tanpınar, şunu iyi biliyordu: Kant'ı, N ietzsche'yi, H egel'i, M arx'ı vb.
büyük düşünürleri bir yana alarak hiçbir yere gidemezsiniz.
H acım ı, U stam : A h m et Ham di T an p m ar • 3 75
Bir konuşm am ızda Espoir'a yasak koyan bir kültür politikasım anlayamadı-
ğmı söylemişti. - Daha sonra galiba bir serbestlik geldi ve Türkçeye çevrildi. -
Bir konuşmamızda da, Kapital'i kütüphanesinde bulamadığımız bir üniversite
de felsefe ve ilim yapılabildiğinden bahsedebilir misiniz? Demişti.
Tanpmar bir "hum anite"nin içinde ve bizim insammız olarak konuşuyordu.
Bu yüzden kültür değerlerimizin savunmasına daima ehem m iyet verdi.
Bir defasında, "Selçuk'u ben de severim, fakat Osm anh'dan çok sevmeyi an
lam am " demişti. Ben, "Osm anh'nın kuruluş dönemini daha çok seviyorum " de
diğim zaman da "Hayır. Nazım da böyle düşünüyordu, doğru değil. Kültürü
müzü, Osmanlıya bir bütün olarak borçlu olduğumuzu unutmam ak lâzımdır"
diyerek cevap vermişti.
Patrona Hamamı olarak tanınan yapının yıkılması söz konusu olduğu za
man da, Osmanlı politik;asının mimarlık eserleriyle kalıcı kılınan bir milliyet an-'
layışına dayandığını, bu toprakları bize ait yapan mimarinin yer yer bertaraf
edilmesi halinde uluslararası planlara ulaşabilecek ve hiç islem eyeceğim iz kül
tür problemleriyle karşılaşabileceğimizi söylemişti.
Eğitirride, M eşrutiyet'ten beri tartışılan "Tûbâ A ğacı" görüşüne, yani üniver
siteden aşağıya doğru bir aydınlanmaya inanıyordu. Bu yüzden Haşan Âli Yü-
cel'e duyduğu bütün sevgiye rağmen Tonguç'u ve köy enstitülerini tutmadı.
NuruUah A taç'ın aym görüşü savunan "Prospero ile C alliban" adlı yazısmı bu
sebeple çok beğenmişti.
"147'ler 01ayı"nda da şu veya bu kişiyi değil, üniversiteyi savunmak iste
mişti.
"Bizde üniversite, belki de tarihinin yeniliği yüzünden efimr-ı ummniyeye öbür mem
leketlerden başka türlü mal edilmiştir. Cemiyet bayatmda gördüğü şerefi vazifeler ne olur
sa olsun, bu propagandalar onu daima kaynayan bir kazan gibi göstenniştir. Şüphesiz ki
üniversitelerimiz bu huzursuzluğu içten besleyen unsurlardan kurtulmnmn kanuni im
kanlarına sahipti. Fakat bu cinsten kökten tedbirlerin de mahzurlarım göz önünde tutu
yordu. Filhakika müesseseler cezri tedbirlerle değil, gelişmelerine imkân veren dikkat ve bir
nevi içtimai şefimtle istenilen şekle varırlar. Cemiyet hayatında olduğu gibi, fikir hayatın
da da en büyük yapıcı istikrar, devamlılık ve emniyettir."
Nitekim bu bireyin yaşamı için de böyle değil midir? Onu "düşünm eden ita
ate" zorladığınız bir anda bütün gelişmeyi de durdurabilirsiniz. Ve bugün, biz
bireyin özgürlüğüne, her şeyden çok değer vermek zorunda değil miyiz?
"H içbir şeyi kendimize kader yapm aya hakkımız yoktur. Hayat o kadar ge
niş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki, onu kavramak için düşünceleri
mizde ve hayahmızda, hür olmahyız."
(Gösteri, sayı 76, Mart 1987, s. 25-27).
TANPINAR'IN DURMUŞ SAATİ
Enis Batur
Tanpınar'jn kanımca trajik özelliği ağır basan şiir serüvenini iğdiş eden iki
"baba" vardır; Yahya Kemal ve Paul Valery. Şiirlere sinmiş cüretsizliğin altında
bu iki dev gölgenin ezici varlığı okunur: Tanpınaı'ı şiire çağıran da, ona şiirini
yazdırtmayan da onların biricik, fütursuz, hatta yapayalnız "duruş"larıdır.
Yahya Kem al'in eşiğinde şiire başlayan Tanpınar, gecikmeden Valery'nin
dünyasına çakılır. İki örnek de, bir çağın bitişiyle yenisinin başlayışı arasında
köprü işlevi gören, üstelik geçişi görmekle yetinmemiş, bir bakıma bunu sağla
mış olma ayrıcalığım da taşıyan bir konumdadırlar. Onları hazırlayan, öte yan
dan da kopuşa zorlayan depolarla da yakından ilgilenir gerçi Tanpınar; Hem Di
van Şiirine, hem de başta simgeciler olmak üzere Rom antizm'in geniş yelpaze
sine enikonu hakimdir. Üstelik bu konuda, yan örneklere (Heredia, Coppee,
Regnier) saplanan Yahya Kemal, Tevfik Fikret ve Ahmet H aşim 'den farklı olarak
Baudelaire'i, Rimbaud ve M allarm e'yi doğru mercekle görmeyi de başarır. (Bu
gün yeterince önemi kavranamayabilir bu farklılığın; oysa pek çok açıdan düz
yazıda öncülük etmiş olan Halit Ziya'nın Sanata D airde toplanan yazılarında
simgeci şairlere yaklaşımına bir göz atmak bile bu yazarımızın bakışını dağla
mış "H achette Ideolojisi"ni apaçık kılmaya yetecektir.) Ne olursa olsun, bu lıa-
kimiyet Tanpınar'ı köktenci bir çıkışa zorlamamıştır. Yahya Kemal ve Valery'de
ortak kaygı olarak görebileceğimiz matematiksel arıhğı hedef tutmuş, ama ne il
kinin sancısını, ne de İkincisinin soğuk cebirinin uç noktaya gidişini kendi şiiri
ne aktaramamıştır.
Aslına bakılacak olursa, gözümüzün önünde düzyazı ürünleri olmasaydı,
Tanpınaı^ın şiirleri üzerinde bu açıdan uzun uzadıya durmayı gerektirecek bir
neden de kalmayabilirdi. Oysa romanesk dünyasının iskeletini oluşturan birey
sel sancıların haslığı, başta Beş Şehir olmak üzere denemelerinin pek çoğuna so
kulan, hatta yer yer büyük hovardalıkla satırdan satıra geçen poetik işlemin yo
T an p ın ar’ın Durmuş S aati • 3 7 7
ğunluğu bizi ıskalanm ış bir şiirin karşısmda kıvrandıracak türden işaretlerle do
ludur. Oğuz Demiralp'in, deli saçması bir yığın kitabm çıkabildiği ülkemizde
hâlâ yayıncı bulamam ış "Kutup hJoktası - Tanptnar'm Dünyasına Giriş"de büyük
ustalıkla üzerinde durduğu "yalnızlığı", m ahur bestecinin nesrine özgü bir ko
num olarak görüyorum ben: Şiirlerini kurarken gösterdiği cesaretsizlik,'aslında
hayatını da dam galayan "oyalanm a" ve "gecikm e" eğilim lerine koşut olarak
okunmalıdır: Yahya Kem al'den kurtulmakta, Paris'e gitmekte, romanlarını yaz
m akta kısacası "arayış" tan -onu şüphesiz bütün bütün terketmeksizin- "bu lu ş"a
geçmekte gösterdiği gecikme dirayetini neyse ki denemelerinden geniş çapta
esirgemiştir.
Ne var ki, Tanpuıar'ın yalnızlığı bir tek o burçta doğrulanabilmiştir. Yahya
Kemal ve Valery'nin çıktıkları doruklarda, ister "büyük ve gamlı bir kuş", ister
"vakur ve soytarı m üessese" olarak görülsünler, oraya çıkmak için giyindikleri
korkusuz edanın eşliğinde doymuş (ve doyurmuş) oldukları kanısındayım ben.
Tanpınaı'a gelince: "Parricide"e uzanamayan el şiire de uzanamamıştır.
I
Şair kimliği açısından Tanpmar, Türkiye edebiyatında garip ve büyük ölçü
de grotesk bir konumda kalmıştır. İkinci derece edebiyatçılar şair kimliğini ön
plana çıkarmış ve onun bir estet, edebiyat tarihçisi ve romancı kimliğini ikinci
plana itmişlerdir. Birinci dereceden olanlarsa, şiirini içinde kurduğu mecrayı gö-
zardı ederek, şiirindeki oturmamış unsurlar nedeniyle Tanpınar'ı "ikinci sınıf bir
şair" nitelem esiyle bir köşeye atmışlardır. Oysa şiir konusunda ne kadar duyar
lı ve bilgili olduğunu yazılarından anladığımız Tanpınaı^ın nasıl olup da kendi
şiirini oluşturmada böylesine çözümsüz kaldığını sorgulamaya kimse yanaşma-
maktadır. Kaldı ki bir kaç şiirinde ulaşmış olduğu olağandışı başarı ve estetik
değer yukarıdaki soruyu daha da güçlendiriyor.
Evet, Tanpmar "ikinci sınıf şair"dir, ama gerçek şiirin kapısından dönmüş
bir "ikinci sınıf" "şair"dir.
Bunu anlayabilmek için yaşadığı döneme şöyle bir göz atmakta yarar görü
yorum. 1901 yılında doğan Tanpmar, on yedi yaşında işgali, onsekiz-yirmiüç yaş
arasında Kurtuluş Savaşı karmaşasını üstelik İstanbul'da yaşamış ve yirmidör-
dünde cum huriyetle tanışmıştır. Bu kronolojinin şematik haliyle hiçbir önemi
yoksa da edebî etkilenm eler açısından durumun ciddiyeti su götürmemektedir.
Tanzimat ve Meşrutiyetle önemli bir dönüşüme uğrayan şiir bu yıllarda tam
Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Atî ve "M illî Şiirin" (neyse!) ara yerindedir. Diğer yan
dan Yahya Kemal Bey atlı hiçbir akıma bağımlı olmayan bir kültür ve edebiyat
anıtı halinde durmaktadır. Bir postnişin edasıyla çevresine topladığı kişileri bü
yük bir baskı altına almış ve büyülemiştir adeta. Ancak dönem tam anlamıyla
bir arayış dönemidir. Edebiyatta her şey denenmekte ve yapılan her şey karşı
lıksız kalmaktadır. Yalnızca Cumhuriyet sonrasında oluşan ve Ankara çevresin
de toplanan yeni bürokrasi "resm î ideoloji"nin çığırtkanlığını yapan bir takım
edebiyatçıları bağrına basmış ve bunları her alanda öne sürm eye başlamıştır.
Ş iir’de Yarım K alm an ın G örkem i • 3 79
II
Şimdi Tanpınar şiirine bir de yalnızlığın konumlandırılması açısından baka
lım. Tarih boyunca, bir başkaldırıyı sergilemiştir şiir. "Bireyse!"in "siy asaFa baş
kaldırısını (Bkz. Sanatta Topluculuğun Olabilirliği Üzerine Bir Deneme, Şiir
A h ll) . Şimdi bu başkaldırının nasıl olduğunu ve yalnızlıkla ne mene bir ilintisi
olduğunu görelim. Tüm sanatlarda olduğu gibi şiirin oluşturulması da ciddi bir
paradoksu barındırır. Bu paradoksu şöyle ortaya koyabiliriz. Şair olmak, şiir
oluşturma yetenek ve becerisine sahip olmak dem ektir ve şiir ancak bu yetenek
ve beceri varsa oluşturulabilir. Buraya kadar sorun yokmuş gibi görünüyor, ama
şiir oluşturulmadan da böyle bir yetenek ve beceriye sahip olunduğunun açığa
çıkması m ümkün değildir. Daha sadeleştirirsek; şair olmadan şiir oluşturula-
maz ve şiir oluşturmadan şair olunamaz. Bu paradoksun aşılabilir olduğu ve
gözden yittiği anlar şairin şiirini ya da şiirinin şairi işlediği anlardır. Bu bakım
dan şairin ve şiirinin arasında bir özne-nesne ilintisi kurabilmek mümkün değil
dir. İkisi bir bütündür ancak cepheleri farklıdır. Hegelcil bir terminolojiyle şair
cephesinde kendisi -için- şey, şiir cephesinde başkası-için-şey olan bütün kendi-
içinde-şey niteliğindedir. Bu bakımdan dıştan bir müdahale kabul edemez.
İmdi bu bakış açısı bir başka noktayı daha açığa kavuşturur, bireyin şair ol
ma niteliği yalnızca şiirini işlerken vardır, yani kişi ancak şiir anlarında şairdir.
(Bu anlar dışında şair diye adlandırılması bir eğretilemedir yalnızca.) İşte bu an
larda kişi mutlak yalnızlığın tadını yaşamaktadır ve kendisi için yaşam, ölüm,
ahlâk, yozluk, doğru, yanlış, iyi, kötü vb... ayrım ve yargıların hiçbir anlamı kal
mamıştır.
Şiir anlan dışında ise Mr. Hyde, Dr. Jekyll'a dönüşmüştür: Bir farkla, Mr.
Hyde olduğu anları anımsamaktadır. Böylece gerçekliğin dışına düşen kişi, ar
tık şiir anları dışında da yalnızdır, üstelik toplumsal yargı ve değerlerle çelişki
ye düştüğü için iliklerine kadar yabancılaşmıştır.
Bu konumdaki bir kişinin yalnızlık ve yabancılaşma karşısındaki tutumu üç
türlüdür: Etkin, edilgin ve nötr...
Etkin tutum Yahya Kemal, Bakî, N efî ya da Nazım H ikm et'te olduğu gibi
başkaldırdığı değer ve yargılara karşı mücadele ederek, sınırlı da olsa, kendi ta
sarımsa! gerçekliğini onaylatır. Ve anıt şiirler üretir.
Edilgin tutum Haşim, Fuzulî, Taşlıcalı Yahya, ya da İzzet M olla'da olduğu
gibi başkaldırdığı değer ve yargıları yoksayar. Bunların ağır etkisinden bunaldı
ğında şiir anlarında dinginliğe ulaşmaya çalışır. Ve savsızmış izlenimini veren
imge yüklü şiirler üretir.
N ötr tutum, Tanpınar örneğinde olduğu gibi ne dönüştürm e çabası gösterir,
ne de şiir anlarına sığınır. Su durumda başkaldırısı kendini kurutup harcayarak
Şiir'd e Yarım K alm an ın G ö rkem i • 381
Tanpınaı'ın yanın kalmış son romanı Aydaki Kndın bir rüyadan uyanışla baş
lar ve içinde "rüya" kelimesinin geçtiği bir cümleyle yanda kalır. Kitapta en çok
geçen kelimelerden biridir "rüy a"; roman da adını edebiyatım ızda benzeri az
bulunur bir m izahla kurulmuş eşsiz bir rüyadan alır. Tanpınar'ın roman ve şiir
lerini yakından tanıyanlar için Aydaki Kadm'm baştan aşağı bir rüya dili ve at
mosferiyle kurulduğunu söylemek de şaşırtıcı olmayacaktır. Kısaca Aydaki Kadın
daha ilk sayfasından anlaşılacağı gibi okuyucuyu o bildik Tanpınar dünyasının
hazlarına hemen götüren bir roman. Ote yandan, tamamlanmamış kitabın dün
yası, ekleri ve dikişleri gözüken; bu yüzden de Tanpınar'ın kimi romancı sırları
nı, kararsızlıklarını ve etkilerini açığa vuran bir dünya.
Kitabın başlarında bir yerde benim Tanpınaı'a yakıştıramadığım bir "A kde
nizliyiz!" heyecanıyla yazılm ış iğreti bir "M arm ara'da fırtına" sahnesinden son
ra Tanpınar kendi gibi romancı olan kahramanı için şöyle der: "Selim daha ziya-
de...le beraber okuduğu îi/ı/sses'in tesiri altında idi." Az sonra 1920'lerin lise öğ
rencisi Selim ’in Joyce’un U/ysses'iniiı değil, Odissea'nın etkisi altında olduğunu
keşfedersiniz, ama edebiyatseverlerin tat alacağı mutlu bir kalem sürçmesidir
bu. Bu kalem sürçm esiyle Tanpınar, Aydaki Kadm'\ yazarken aklında Joyce'un
Uiysses'i olduğunu sanki farkında olmadan okuyucularına duyurm ak istemiştir.
UIysses gibi Aydaki Kndtn da geniş ölçüde çağrışımlara dayanan iç monologlarla
kurulmuştur: Uiysses gibi Aydaki Kadın da kahramanının bile doluluğuna şaştığı
tıkış tıkış olaylarla ve anılarla yüklü bir günde geçer. Joyce'un kahramanı Bloom
gibi Selim 'in de içine savrulduğu dış dünyadan çok kendi iç dünyasında yaşa
dığını düşünmeye başladığında ise benzerliğin sizi yanılttığını sezersiniz. Çün
kü Aydaki Kadın'm başkişisi Selim başka hiçbir etkiyle açıklanamayacak, tam bir
Tanpınar kahramanıdır. Kişilik sahibi kuvvetli romancıların kitapları, karşılaş
tırmalarla ancak bir noktaya kadar anlaşılabilir.
T a n p ın a r’ın B itm e m i; R om anı Aydaki Kadın • 383
şında oturan genç bir kadın, arkasında güneşin ışığı bikini bir mayonun üstüne
bir elbise geçirdi: Korsajının ve eteklerinin altında bir yığın acele ve esrarlı hare
ket yaptı, sonra ayağa kalkarak bir tarafı hep güneşte saçlarını düzeltti.")- Sanki
en sıradan görüntüden bile dikkat edilip zevkle tasvir edilirse, bir resini tadı ah-
nabileceğine karar vermiş gibidir Tanpmar. Değil yalnız Türk romanında, dün
ya romanında da resim sanatına ve ressamlara bu kadar çok gönderme yapılan
başka bir romanın olduğunu hatırlamıyorum ben. Sanki modern Türk edebiya
tının geçmiş kültüre en derin dikkati gösteren ve en "Batılı" yazan Tanpmar, ge
leneksel kültürümüzde eksikliğini hissettiğimiz resim ve seyretme zevkini ro
manının dünyasıyla doldurmak istemiştir. Belki de bu yüzden yarım kalmış bu
kitabın en başarılı yerleri Tanpınaı^ın birer fırça darbesiyle çizdiği portrelerdir:
Sahnenin Diştndnkile/İT\ Kudret Beyi'ni hatırlatan Naşit Bey, Hulki Bey, Rıza Bey,
Şifa... ve diğerleri.
Kitabı bitirip kapadığınızda ise, bu resmin tadının da etkisiyle. Aydaki Kn-
dın'daki dünyanın öteki Tanpmar romanlarındaki dünyaya ne kadar yakın ol
duğunu düşünürsünüz: Bir yanda hırsları, tutkuları, alışkanlık ve tuhaflıklarıy
la sürekli hareket eden, kendilerine özgü jestleriyle kıpırdanıp konuşarak gün
lük hayatlarını yaşayan insanlar vardır, diğer yanda ise geçmişleri ve yaşadıkla
rı çevreyle birlikte bu insanların oluşturduğu bir dizi güzel görüntü. Bu iki dün
ya arasında kararsız Tanpmar kahramanı Sehm'in bu iki dünyadan derlediği ay
rıntılardan alacağım ız tatlar, çıkaracağımız anlamlar roman bitip bütünleşseydi
bile sanırım fazla değişmezdi.
H atırlam ak isteyen her modern bakışm taşıdığı bir risk var. Geçmişi, hatır
layanın kurgusundan ibaret kılmak; dağılıp gitmiş bir geçmişe, bugünün ihti
yaçlarını karşılam ak üzere, bugünün öznelliğinden bakmak. Belki de bu jrüzden
hatırlama çabalarının çoğu, hatırlayanın hülyalarına ayna tutacak bir köken ara
yışına dönüşür bugünü anlamlı kılacak, sürekliliği olduğu düşünülen bir kültü
rün savunusuna, hatırlama çabasmın kendisini savunmaya varır. Geçmişe bak
mak, onun dönüp bize bakması demek değildir her zaman. Yüzümüzü geçmişe
dönmek, onun yüzünü bize dönmesi anlamına gelmeyebilir.
Ahmet Hamdi Tanpmar bu riski aldı, sanata dönüştürdü. Sanatı, "m aziyi
açacak bir anahtar" olarak gördü; gerçekleştirdiği ise, geçmiş kaybını, sanatı
besleyen bir kaynağa dönüştürmekti. Bu yüzden Tanpınaı'da geçmişin kendi
sinden çok yokluğu, bıraktığı boşluk önem kazanır; "H ayır," der, "aradığım şey
ne onlar, ne zam anlarıdır." Geçmiş, "aradıklarımızı yerlerinde bulamadığımız
için" çeker bizi; "H ayır muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz. O rta
da izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişm ede kayıp olduğunu sandı
ğımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. Merkez Efendi hayatta iken olsa olsa onun
bir dervişi olabilirdim. Yahut da onlardan yolum ayrılır, mücadele eder, veya sa
dece lakayt kalırdım. Şimdi ise onu ve emsalini başka bir gözle görüyorum.
Hepsi idealin serhaddinde susm uş bu insanlann hikmetinde kaybolm uş bir
dünyayı arıyorum. İstediğim e onlarla erişemeyince, şiire, yazıya döküyorum."^
Varlığa, zenginliğe dönüştürülebilecek bir kayıptır bu; yüceltilebllecek, gü
zel bir dile tercüme edilebilecek bir kayıp. Tanpına/ın Osm anh mimarisini
"duygusuz m adde"yi konuşturduğu, "susan taş"a ruh kattığı, taşa taş olduğu-
Oğuz Denıiralp, "Taştan I3üş Çıkarm nk", Olıışııııı, sayı 25/67, Kasım 1979. Buradn hemen belir
teyim: Bil yazıyı yazdığım da, Oğuz D em iralp'in Kııhı/ı Noktası (Yapı Kredi Yayınlan, 1993) adlı
kitabı henüz yayım lannıanıışlı. Yazıyı gözden geçirip yayına hazırlarken yalnızca söyleyişle ilgi
li düzellm elerle yetindiğim için, D em iralp'in bu çalışm asının bende açtığı yeni ufuklara burada
yer verem iyorum .
3 "Lodosa, Sise ve Lüfere D air", Yaşadığım Gibi, Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, 1970, s. 145.
'* "Boğaziçi M ehtapları", FMehhjat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, 1992, s. 410.
5 Berna M oran, "B ir H uzursuzluğun Rom anı: H uzur", Türk Roıııaıııııa Eleştirel Bir Bakış, 1. cilt, İle
tişim Yayınları, 1987, s. 260-287.
T anptnar'da G örünm eyen • 3 8 7
"İnsan bir kuyuya bakarsa, kuyu da ona bakar." Suyu çekilmiş, kurumuş bir ku
yu olmalı N ietzsche'ninki. Tanpınaı'ır kuyusunun dibinde ise hep bir su biri
kintisi vardır; tıpkı bir ayna gibi, bakana kendi yüzünü yansıtır.
♦
Sanat ile nesnesi arasında başka tür bir yakınlık, başka tür bir yaşanü olmuş
mudur? Bunun cevabını, Tanpınar gibi, geçmiş imgesini düşüncesinin merkezi
ne yerleştirmiş, gene onun gibi deneyimi ya da "şahsi tecrübeyi" önemsemiş bir
başka yazarda, Walter Benjam in'de arayahm şimdi.
Benjamin, öznellikle sınırlı kalmayabilecek bir deneyim tanımı aramıştı. Bu
onu romana değil, yok olm akta olan hikâye anlatıcılığına götürdü. Sanat ile nes
nesi arasında henüz bir uçurumun değil, bir uzaklığın, karşılıklı bir bakışmanın,
bir "aura"nın olduğu bir dünya. Benjam in'e göre, hikâye anlatıcısı gücünü bu
uzakhktan, kişisel ve kolektif geçmiş arasındaki bu buluşm adan, gelenekten ahr.
Uzakların bilgisiyle geçmişin bilgisini aktarırken, kendi ya da başkalarının de
neyimini anlatırken, bunu onu dinleyenlerin deneyimi haline getirebilir. Ama
bir mesafe, hikâyesi ile kendisi arasında hep bir mesafe vardır. Gerçi "çöm lekçi
nin parmak izleri çanağa nasıl yapışıp kalırsa, anlatıcı da hikâyesinde öyle iz bı
rakır", ama bu iz hikâye anlatıcısının kendisini silmesiyle m üm kündür ancak:
"H ikâye anlatıcısı... O, hayatının fitilinin, hikâyesinin tatlı alevinde yanıp yok
olmasına izin veren adamdır." Bu kendini siliş, hikâyeyi dinleyen kişi için de ge-
çerlidir: "Dinleyici hikâyeyi dinlerken kendini ne kadar unutursa, dinledikleri
hafızasında o kadar yer eder."'’
Hikâyenin ancak anlatan ve dinleyenin birbirine yabancı olduklannı fark et
meleriyle, hafızanın ancak bir unutuşla, iz bırakmanın ancak bir silinişle birlik
te mümkün oluşu, bugün bizim anlamakta güçlük çektiğimiz bir karşıtlık. Çün
kü bizler bugün hafızayı hep bir öznenin hafızası olarak, hep bir mutlaklık dü
şüncesiyle birlikte düşünm eye yatkınız. Benjamin ise hikâye anlatıcısının "yet
kisini" ölümden aldığını söylerken, hafızanın ancak fanilik duygusuyla birlikte,
ölümün toplum hayatından henüz silinmemiş olduğu bir dünyada mümkün
olabileceğine işaret eder.
Benjamin'in deneyim tanımı, hikâye anlatıcılığmda var olduğunu düşündü
ğü deneyim aktarımı, modern yaşantıda fark edilmiş bir eksikhğin altını çizdiği
için önemli. Oysa romandan söz edeceğiz biz. Oradaki deneyim, hikâye anlatı-
cılığındaki deneyimden izler taşıyabilir, ama ondan tümüyle farkhdır. Fanilik
duygusunun zayıfladığı, ortak bir hafızanın olmadığı bir dünyada, hatırlamaya
VValter Benjam in, "H ik ây e A nlatıcısı", çeviren: N urdan G ürbilek - Sabir Yücesoy, Som Bakışta Aşk:
VJalter Benjamin'den Seçme Yazılar, M etis Yayınlan, 1993, s. 77-101.
388 • Tanpımıı- Üzerine Yazılur
mahkûmdur özne. Zaten romanm da asıl konusu bu değil midir, hayabm anla-
mmı burada aramaz mı roman?
"A ura"d an söz etmiştik: Benjam in'e göre, "aura"yı m ümkün kılan deneyim,
özne ile nesnenin birbirlerinin bakışma cevap vermesiydi. "Bakışta, bakılandan
bir karşılık görme beklentisi vardır" diyordu: "...bakılan ya da bakıldığına ina
nan, bu bakışa karşılık verir. Bir görüntünün 'aura'sını duymak, ona bakışa kar
şılık verme yeteneğini tanımak demektir."^ Bu karşılıklı bakışma, özne ile nes
nenin dünyalarının birbirinden tümüyle koptuğu modern toplumda mümkün
değildir artık. Romanda bu deneyimin gerçekleştiği, bütünlüğün yeniden kurul
duğu tek bir yer vardır: Rüya.
Tanpınaı'a dönebiliriz artık. Tanpınar'ın, estetiğinin temel kaynaklarından
biri olarak söz ettiği Valery söylemişti: "Rüyada gördüğüm şeyler beni, benim
onları gördüğüm kadar görür." Tanpınar'ın bütün imkânlarıyla denediği "rüya
estetiği"nin temeli gibidir bu cümle. Dış dünyanın öznenin bakışına cevap ver
mesi, içselliği uyarması ancak rüyada, hayal şehir İstanbul'da, zihnin yeniden
kurduğu bir tarihte mümkündür. Geçmiş, susan taş, duygusuz madde, eski ve
bırakılmış şeyler, eski çehreler, hepsi rüyanın dilinden başka bir dille konuşabi
lir, kendi gözleriyle de bakabilirlerdi. Ama rüyadan söz ediyoruz şimdi: Orada
dış dünya, orada dışarısı yoktur; dışarısı, rüya görenin geçmişini aydınlatan
simgelere, terimlere dönüşmüştür çoktan. Orada dışarısı bir aynadır; aynada gö
rülen, bakanın kendi yüzüdür.
<•
^ VValter Benjnmin, "Baudelaire'de Bazı M otifler", çeviren: Ahm et Doğuknn, Soj; BnkifM Aşk, s.
148-9.
T a n p ın a r’da G örünm eyen • 3 89
kendi hayat tecrübesi"dir: "Şu dakikada iyi bir Bonnard'ın karşısında bulunsa,
yahut Beylerbeyi sarayının üst katından denize baksa, Tab'î M ustafa Efendiden
bir beste dinlese veya çok sevdiği Sihirli Flüt'û çalsalar, yine buna benzer şeyler
duyacaktı." Rüyada yaşantı, görünenden, göze çarpan nesnelerden bağım sızlaş
mış tır.
Beş Şehir'in "İstanbul"unda Beylerbeyi'nde rastladığı bir genç kızdan söz
eder Tanpınar. "...alelade gazete tefrikalarından duygu hayatını tatmin eden, ay
nı sinema yıldızlarını seven ve hayran olan ve hayatın fakirliği içinde aynı şekil
de canı sıkılan" bir kız. Kültürü, geçmişi, derinliği seven Tanpınar'ı uyarmaya
cak, onun bakışına cevap vermeyecek bir kızdır bu. Ama İstanbul'da, Beylerbe
yi'nde yaşaması, bu "alelade" kızı Tanpınar için anlamlı bir yüz, Tanpınaı'a ken
di imgesini yansıtan bir çehre, yitirilmiş bir yaşantının simgesi kılmaya yeter;
"11. M ahm ud'un debdebeli binişlerine şahit olduğunu bildiğimiz ve bütün o kü
çük saraylarda, yalı ve köşklerde yapılan m usiki fasıllarından bir şeyler sakladı
ğını zannettiğimiz bu sokaklarda ve meydanlarda yaşadığı için bize daha başka
ve zengin bir âlemden geliyor hissini verir, onu daha güzel değilse bile bize da
ha yakın buluruz."
Bir rüyanın içine çeker kızı Tanpınar, tanımadığı, sıradanlığı ve kültürsüzlü
ğüyle onu cezbedem eyecek bu kızı bir kurgunun, kendisini aşan bir tarihin, de
rin ve bütünlüklü bir geçmişin parçası kılar. Saltanat tarihinin içine; sarayın, ya
lı ve köşklerin, musiki fasıllarının tarihine, kızm hiç tanımadığı, devamı olama
yacağı zengin bir geçmişin içine yerleştirir. Artık bir ayna olm uştur kız: Orada,
kendi ruhsal çehresini, hasretini, "saadet hülyalan"nı görecektir Tanpınar. Kı
zın, bu bakışa cevap verip vermediğini fark etmeyiz. Her şeyin birbirini bütün-
lediği, iç içe durduğu, birlikte hepsinden derin, hepsinden zengin bir başka var-
hğın ifadesi olduğu bir mekândan, "yerli yerinde duran" bir rüyadan, İstan
bul'dan yayılan ışık kızı karanlıkta bırakmıştır. Kendi imgesinden kopamayan
öznenin bakışı, bakılan nesne ile bir olma, tek olma arzusu bakılanı dönüştür
müş, hatırlama nesnesini yok etmiştir artık.
Dilinin bütün görselliğine rağmen, rüya genellikle görsel bir deneyim değil
dir Tanpmar'da. "Şiir ve Rüya" adlı yazısında, rüya gören kişi için, "kulağıyla
görüyor, nabzıyla işitiyor" den Rüya görülmez, dinlenir Tanpınaı^da.
Tıpkı İstanbul'un dinlenmesi gibi, "g özleri kapalı".
*
Huzur'dan şu bölüm: "Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük
zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimattı... Yaşar Bey daha ziyade
İkinci m eşrutiyetti..."
Geçip giden zaman genellikle erkek, geçmişse kadındır Tanpınaı^da. Erkek
unutkan; kadın biriken, biriktiren, "velût" ve "yekpare" zaman. "Bursa’da Za
390 ♦ T anp ınn r Ü zerine Yazılnr
m an"da, Bursa'da bir "ikinci zam an" olduğundcin söz eder Tanpınar; "Yaşadığı
mız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan
daha çok başka, çok daha derin, takvinnie, saatle alâkası olmayan; sanatın, ihti
rasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim
gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman..." İşte bu zaman dişildir, kadındır
Tanpınar"da; "m azisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hâtıralarına ka
panmış olan şehrin" nabzında atan bu dişil zamandır. Tanpınar aynı yazıda, ku
ruluş çağının havasını koruyan köken şehir Bursa'yı "erkeği tarafından unutul
muş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el
aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski
masal sultanlan"na benzetir. Romanlarında, özellikle de Huzur ve Aydaki Kn-
dm'ds. bu imgeler, neredeyse anlatının çatısını kuracak kadar genişler: Unutkan,
bu yüzden de hatırlamaya mahkûm erkeğin; saklayan, koruyan, doğurgan ka
dına yönelmesi, gerçek zamanın dışmdaki "ikinci zam an"a, geçmişe dönmesi.
Tesadüf olmasa gerek: Tanpınaı'da geçmişe, kültürel bütünlüğe, sürekliliğe du
yulan istek hep aşkın, kadına duyulan aşkın terimleriyle dile getirilir.
Tanpınar'ın romanlarında kadınlar, geri dönülmek istenen bir geçmişin, sü
rekliliği kurulmak istenen bir kültürün ya da ulaşılmaya çalışılan bir bütünlü
ğün, hemen her zaman kendilerini aşan bir hakikatin simgeleri olarak çıkar kar
şımıza. Sevilen kadın, geçmişi açacak anahtardır; geçmiş, sevilen kadının çehre
sinde kendini gösterir. Bütün bunlar; geçmiş, kültür, aşk, hepsi iç içe yaşanan,
organik bir bütünlük oluşturan, birbirinden ayrılamayacak yaşantılar, birbirini
yansıtan aynalar, yitirilmiş imgesel birliğin ifadeleridir. Her biri, ancak bir diğe
ri mümkünse gerçekleşebilir. Huzttr'da Nuran, Mümtaz için "bütün eski ve gü
zel şeylerin" simgesidir: Boğaz, Mahur Beste, Türkçe'yi teganni eder gibi konuş
mak, bunların hepsi Nuran'da cisimleşmiştir. Sevgiliye, eski musikiye ya da geç
mişe duyulan hasret ortak talihi olan tek bir yaşantıda birleşir: "... artık ne İstan
bul'u, ne Boğaz'ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya
imkân bulam azdı." Sanatı, doğayı ve sevdiği kadını tek bir gerçekmiş gibi yaşar
o zaman M ümtaz, "büyüye ve rüyaya yakın bir kıyaslar âlemini tek bir realite
gibi yaşadığını" fark eder.
Aydaki Kadın, Hıızur'un bittiği yerden başlar; birçok açıdan da Htızur’ıın de
vamı gibidir. Huzur bir rüyanın romanıysa. Aydaki Kadın bir uyanışın romanıdır:
"Uyandım . Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz
sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim ." Artık hiçbir zaman "yekpare" oluna
mayacağının anlaşıldığı, dış dünyanın, bugünün ağır bastığı, parçalanm ış bir
dünyadır uyanılan. Özne kendi kapısındadır; dış dünyayla yalnız kalmıştır artık.
Bütüne dönmenin imkânsızlığını başından hissettiren bir romandır Aydaki
Kadın. Ama kadınlar, bu parçalanmış dünyada da, imgesel birlik arzusunun ci-
Tanpınar'cia G örün m eyen • 391
simleşliği birer sim ge olmaya devam eder. Esas hayatını tıpkı H uzu/un Müm-
taz'ı gibi zihninin bir köşesinde sürdüren Selim için Leylâ, yarım kalmış bir ka
vuşma, bir bütünleşm e vaadinin, kültürün ve geçmişin birlikte vaat ettiklerinin
çehresidir; tıpkı H uzu/un N uran'ı gibi. Hep bir sanat eseri, bir yalı ya da bir ko
nak gibi hatırlanır Leylâ; "Kapıları, pencereleri, duvarları hep som Leylâ saray."
Bazen de bir saltanatın simgesi olur: "O benim sonsuz im paratorluğum du." Nu-
ran'ı; Boğaz'da ya da M ahur Beste'de tanırız; Leylâ'yı bir yahda, antika bir kon
solda, eski bir yazı levhasmda, bir tabloda, elyazması bir Kuran'da. N uran'm
"güzel ve biçim li büstü"nün, "beyaz bir rüyayı andıran yüzü"nün dışmda, fizik
sel özelliklerinden hiç söz etmez Tanpınar. "Bütün kadınlar"a benzediğini öğ
rendiğimiz Leylâ'yı da Boğaz'da bir yalıda asılı duran, "ne çehresi ne bakışları
belli" bir kadın portresinde tanırız. Portrenin adı "Rüya"dır. Şahsi tecrübe, iç ya
şantı ancak rüyada gerçekleşebilir; "Rüyada gördüğüm şeyler beni, benim onla
rı gördüğüm kadar görür,"
Birer sim gedir Tanpınar'da kadınlar. Simgede ise nesne, onu içinden aydın
latıp anlamh kılan bir ruha teslim edilmiştir. Bu yüzden ne N uran'm , ne de Ley
lâ'nın bir yüzü vardır. Onlar, bir başkasının, onlara bakanın, yazarın, onunla bir
likte okurun gördüğü bir rüya olarak kalır. Yalnızca başka kadınların, dışarıda
ki kadm lann, aşklarıyla bir "kültürün m iracını" vaat etmeyen kadınların yüzle
ri, bakışları bellidir. Aydaki Kadtn'da, kendisini simgeleştirebilecek yegâne şeyi,
Selim 'in kendisine yazdığı aşk şiirini "sanki manasız bir böceği, çok pis ve teh
likeli bir şey öldürür gibi" geri çeviren, o an bütün bakışları ve yüz çizgileriyle
beliren Züm rüt H anım 'ın yüzü vardır. Bir de çıplaklığı, tenselliği, yaşama heve
si, "o acayip ve boğuk şekilde şakırdayan Türkçesi" ve kültürsüzlüğüyle Ley
lâ'nın karşıtı olan M arie'nin. Çünkü onlar birer yüzeydirler; bir bütünlük, bir
derinlik vaat etmeyen, yalnızca "m aruz kalm an", rüyası görülemeyecek kadın
lar: " 'Kim bilir belki rüyamda annemi, yahut Nevzat'ı veya Leylâ'yı görmüşüm-
dür.' Herhalde M arie'yi değil."
Tanpınar hep ayıktır rüyalarını anlatırken.
*
Beş Şehir'de "Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir" der Tanpınar. Demek ki, o da
kendi başına bir varlık değil, "hatıraların içimizde konuşm asına" izin veren bir
zemindir. Bir yazısında da lâlenin eski zevkteki yerinin kaybolmasına ü zülü r
"N e şair onun renginde sevgilisinin yanağının rengini hatırlıyor, ne nakkaş çini
ye, mermere, yahut parmaklığın iyi dövülmüş madenden dantelâsına onun bir
lik işaretini, bir 'lâm elif in bükülüşü ile Allah'dan gayn her mevcudun varlığım
ortadan kaldıran sessiz belagatını geçirmeye çalışıyor ne de yazı ustası, eski
lâm 'ların kavsinden onun şeffaf fanusunu tutuşturuyor. Lâle şimdi zevk dediği
3 9 2 • T aııpınn r Ü zerine Yazılav
miz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş herhangi bir şekil gibi sadece
bir çiçek olarak mevcuttur."®
Arkasından tanrısı çekilmiş bir şekil, sadece bir çiçek! Belki de diyebiliriz,
belki de lale ilk kez o zaman görünebilirdi. Oysa Tanpınar için, bir ruhun aynası,
bir kültürün simgesi olmadığında bir şekilden ibaret kalır doğa. "Eski ve bıra
kılmış şeylerin hülyası"ndan söz eder, ama eski ve bırakılmış şeyler, onlara ba
kanın "saadet hülyaları"nı beslediği sürece simgesel düzende yerini alır. Boğaz;
melıtap sefalarını. Çamlıca gezintilerini. Boğaz mesirelerini, "zengin fakir her sı
nıfın" birlikte eğlendiği "m üşterek" bir hayatı, "yekpare" bir zamanı hatırlattığı
ölçüde önem kazanır. Nesnelerin en eskisi, en önce bırakılmışı olan doğa, kültü
rün çerçevesidir Tanpınar'da. Kandilli, göze çarpan "birkaç bahçe ve beş on ka
yıkçı, bir de kıyı boyunca kırılmış bir orgu andıran harap rıhtım lar"da değil, şa
ir Vecdî'nin "geçm iş debdebeyi zamanla beraber bizde yaşat(an)" dizelerinde
sevilir. Beylerbeyi'ndeki "alelade" kız, saltanat tarihinin içinde güzelleştirilir.
Sevgili, yitirilmiş bütünlüğü hatırlathğı ölçüde önem kazanır. Her şeyi ancak be
risinde keşfettiği anlamla sever Tanpınar, bir kültürün parçalanmasıyla etrafa
savrulan, bir yüzeyden ibaret kalan, zayıflayan ışıklarıyla yalnızca kendilerini
aydınlatan, "arkasından tanrısı çekilmiş şekil"leri sevemez, benim seyem ez bu
yüzden. Bunlar ancak "artık" sözcüğü ile karşılanır; "m azi artıkları"dır bunlav,
"ziyafet artıkları"dır, "bir rüyadan arta kalm ak" tır.
Haksızlık etmeyelim. Doğanın bir çerçeve ya da artık olmaktan kurtulduğu,
susan taşın yazarınkinden başka bir sesle konuştuğu yerler de vardır Tanpı-
naı'da. H uzu/un başlarında bir yerde M üm taz'ın A kdeniz'i, denize inen büyük
kayalıkları, suyu, güneşi, ışığı, dalgaları, "yosun bakışlı" uçurumu, kayaların
arasındaki deniz mağarasını anlattığı bölümü düşünelim: "Çünkü gündüzleri,
sadece yosunlu, rüzgârın, yağmurun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları
olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri
insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle
konuşan bir yığın hayal varlık, Mümtaz'ın etrafını alırdı." Burada da söz konu
su olan akistir gerçi. Ama artık nesneler, yazarlarının onlara yüklediği sıfatları
terk elmiş, kendilerini kendi adlarıyla aksettirmektedirler: "Denizin oyduğu ka
ya parçası içinde, dalgalar çekildiği zaman durgun, az derin, dibindeki balıklar,
kaya kenarlarındaki yengeç ve böcekler görünecek kadar berrak sulu, son dere
ce tabiîye benzer yapılmış rokay bir havuza benzeyen gölceğiz, ortasındaki kü
çük taş parçası adasiyle kalıyordu."
Beş Şehir'in altıncısı bir Akdeniz şehri, Tanpınaı'ın çocukluğunun geçtiği An
talya olabilirdi. Oysa Akdeniz'e ilişkin yazdıkları oldukça sınırh Tanpmaı'ın.
Tanpınar, bölünm üş bir dünyanın rom anlannı yazdı. Geçm işle bugünün, rü
ya ile dış dm ıyanın, aşkla tenselliğin, derinlikle yüzeyin; kendi simgeleriyle söy
lersek Boğaz ile Beyoğlu'nun, Leylâ ile M arie'nin uzlaşamadığı, iki dünya ara
sında hiçbir geçişin m ümkün olmadığı romanlar. Tanpınar bu uzlaşmazlığı, dış
dünyayı ve yüzeyleri rüyanın içine çekerek, nesnelerin kendi yüzlerini silerek,
onları derin ve yoğun bir dille kuşatarak aşmaya çalıştı: Bölünmüşlüğün çözü
münü, sanatın uyum ilkesinde aradı.
Ama bu uyum arayışının, uyumda direnmenin, ardında, bugün bizim anla
makta güçlük çekeceğimiz, artık bizden uzaklaşmış, uzağım ızda tutmaya çalış
tığımız bir acı olduğu düşünülebilir. Rüya biter, büyü bozulur, ayna kırılır, o za
man artık deneyimin de nesnesi kalmaz. Bu yüzden Tanpıiıaı'da dışarısı yokhır
aslında. Dışarısı ancak rüyanın içine çekilebildiği, öznenin nesneyle imgesel bir
lik umudunu beslediği ölçüde var olur. Rüyanın dışında, dışarıda ise koskoca
bir boşluk vardır. Ölümün, yalnızlığın eşlik ettiği bir boşluk. Tanpınar'ın roman
ları hep bu boşlukta biter. Belki de en çok şiirlerinde dile getirdiği bir boşluk:
"Beyhude hatırlıyoruz. Bu hiç olmamış şeyleri..." Bizi, roman okurunu bu boş
luğa çeken, orada içimizi ısıtan bir şeyler bulmaya iten ne?
Bir metin hakkında kurulmuş bir cümle, o metin hakkında olduğu kadar, bir
okuma alışkanlığı hakkındadır da. Bu yüzden Tanpınaı^da görünmeyen, belki
de Tanpınafda bizim görmediğimizdir. Tanpınar öznenin kendisini unutamadı
ğı bir hatırlayışın romanlarını yazdı, ya da biz onu öyle okuduk. Kendini unu
tup hafızasında başkasının deneyimine yer açan hikâye dinleyicisinin tersine.
394 • T an p m ar Ü zerine Yakılar
Kentler; kentlerin mimari yapısı, yapılanması, mevsim mevsim, saat saat ya
şayışı ve değişimi Tanpınar'ı sürekli ilgilendiren konulardan biri olmuştur. İs-
tanbul,ıBursa, Konya, Erzurum, Ankara, onun Beş Şehir adlı kitabına, olasılıklar
la dolu bir değerlendirm e, ses ve ışık, dün, bugün ve yarın bütünlüğünde çok
boyutlu bir görüntüleme ile konukturlar. Konuk, dedim ama, bu doğru değil.
Çünkü yazar, kentlerdeki duygusal, düşünsel gezintilerini yalnızca Beş Şehir'le
bir seferlik başlayıp bitirmez; aynı ilgiyi başka yazılarında da sık sık sürdürür.
Tanpmar'da kent, sanki hayahmızdaki kopuk kopukluğun, 'eskiye de, yeniye de
dirençsizliğin' bir simgesidir.
Bu ilginin nostaljik olduğu çok söylenmiştir. Oysa yazarımızın kentlere ba
kışını yansıtan her satın da, önümüzdeki zamanın kayıplarına karşı uyarılarla
doludur. Onun kaygısı, hiçbir şey değişmesin, toplumsal hayat değişse de, eski
kent olduğu gibi kalsın, bağlamında, sadece bireyin kendi özlemlerine yanıt
oluşturması beklenen bir kaygı değildir. Tanpınar'ın topluma, toplumsal hayata
verdiği önemi, daha ta 1944'de Ülkü Dergisi'nde çıkan İnsan ve Cemiyet başlıklı
yazısında bile apaçık görebiliriz. Şöyle diyor: "(...) Ebedilik boyunca yaşayacak
olan fertler, hatta nesiller değil, cemiyettir." (Yaşadığım Gibi: Türkiye Kültür Ens
titüsü Y., 1970. s. 13-15).
Tanpınar, köksüzlük, temelsizlik üstüne kurulmaya kalkışılan yeni hayatla
ra, yeni yapılara karşı uyarılarla dolu yaklaşımını bence asıl, Şehir başlıklı yazı
sında vurgulamıştır. Zaten amacım, burada, bu yazıdan söz açmaktı.
Şehir de, onun ölümünden sonra düzenlenip yayınlanan Yaşadığım Gibi adlı
denemeler kitabında yer almaktadır. Ashnda Tanpınar bunu bir radyo konuş
ması için yazmış, fakat ölümü nedeniyle bu son konuşmayı yapamamış. Şehir,
herhalde bir 'son yazı' olarak ilk defa Varlık Dergisi, M art 1962 Sayısı'nda ya
yımlanmıştır.
3 % • T iinpınar Ü zerine Yazılıır
Tanpınar bu denemesinde, güneşli bir kış günü, yakın bir dostuyla Yıldız
Parkı'nda çıktığı gezintiyi anlatır. (Ola ki bu dost, yazarın kendisidir.) Gezinti ar
kadaşı, yazarın gözünden en küçük ayrıntısı kaçmayan çevreyi bir yana koy
muş: "Sence sanat meselelerimizde en güç dâvamız hangisidir?" diye soruyor.
Tanpınar, 'dâvâ' gibi karşıtlıklar, olasılıklarla yüklü bir konuya ayaküstü girmek
niyetinde değildir. Gözleri ışıldayan denizde, gelecek kuşaklar için bugün yaşa
yanların en ayırıcı özelliğinin devamlı bir çatışma olduğunu düşünmektedir o.
Ama dostu, sorusunun peşini bırakmaz: "N edir sanattaki en güç dâvam ız?" M i
mari mi? Hayır. M üzik mi? Pek değil. Şiir mi? "Şiir artık umumi bir m esele ol
maktan çıktı. Altmış yıldır bütün dünyada şiir, şairler için yazılıyor artık." Peki
nedir?
Tanpınaı'm dostu, kendi sorusunun yanıtını yine kendisi veriyor:
"Valery, her sabah düşüncelerini yazdığı defterlerinden birinde, genç bir
meslektaşına şöyle sorar: Her şeyden önce bana söyleyin, mukavemetiniz nedir?
Nelere karşı koyuyorsunuz?
Bence, ileriye hamle kadar, ki hayatın bütün yaratıcı sırrı oradadır, bu mu
kavemetin de bir yeri vardır. (...) Gittikçe artan teklifleri, o mukavemet sıralar ve
seçer. İşte biz bu mukavem et fikrini kaybettik (..) N e yeniye, ne eskiye, hiçbir şe
ye mukavem et edemiyoruz. (...) Bilir misin ki biz şehrin sahibi değiliz, sadece
içinde oturuyoruz. Devletin ve Belediyenin bir misafiri gibi..."
Evet, 'gittikçe artan tekliflere karşı' dirençsizlik. Paraya, üne, şakşaklanma-
ya, bol olsun da nasıl olursa olsun oy'a, makama ve tabii yoksulluğa, ama Tan-
pınar bunu da öteki dirençsizliklerin bir ürünü sayar. Tanpmar'ın dostu için
'm ukavem et', her an uyanık olmak demektir. Kente gelince, o, 'Bir terbiyenin ve
zevkin etrafında teşekkül eden müşterek hayat."
Şimdi bir de dönüp bugün çevremizde olan bitenlere bakınca, Tanpınaı'ın
Şehir'de dostuna söylettiklerinden daha iyi ne söyleyebiliriz acaba?
Bazı şiirler vardır; Onları yüksek sesle okumak, hatla yüksek tonda bir bela
gat ve hiiâbetle anlatmak lâzımdır. Eski şiirimizin "N e f iyâne" edâsı buydu. Sa
dece şiirinde değil, roman ve tiyatrosunda bile haykıran Namık Kem al'in tonu
da böyledir:
beyti, hakikatte kâinatın "lisan-ı hal" ile dile gelmiş sükûtudur Fuzulî'nin han
gi şiiri yüksek sesle okunabilir? Meğer ki feryad edilsin. Yahya Kem al'in bazı şi
irlerine "sükût m usikisi" hakimdir:
Necip Pazıl'da esas olan ruhun dışarıya doğru hamlesi, aksiyonudur. Onun
"aksiyon" kavramına verdiği mânâ, kendi sanat görüşünü de izah eden şu açık-
lamasındadır:
"Fikrin, eşya ve hadiseler üzerinde nakşı... Fikrin, dış âlemde, eşya ve hadi
seler üzerinde kurduğu mimari, yonttuğu heykel... Fikir kökünün dış plan dedi
ğimiz m adde ve iş ağacında verdiği yemiş... Bir başka ve çok yerinde teşbihle,
ruhun eşya ve hadiselere çevirttiği film, oynattığı tiyatro... Ruhun eşya ve hadi
selere sinerek madde, b u u t,’h'acim, şekil, renk ve ses kazanması... İşte aksiyon."
Tanpınar'da ise herşey içtedir. Hareket değil sükût ve sükûnet hakimdir. Ru
hun dışarıya ham lesi değil kendi üzerine katlanması esastır. Şiir bir "iç âlem "
meselesidir. "İç âlem " veya "iç insan"... Derûnîlik budur:
"...Tabiatı itibariyle toplu olan şiir, fikir için her şeyden evvel dar bir çerçe
vedir. Büsbütün başka b ir nizamın birleştirdiği bu kesik cümleler, söze kâh yon
tulmuş b ir mermerin düzgün salâbetini, kâh bir m anzaranın renk ve gölgelerini
veren ve her an tarifsiz b ir musikiyi peşinden sürükleyip götüren değişiklikleri
ile hiç bir nazariyeyi izaha ve hiç bir davayı ispata m üsait değildir O, b ir yılan
gibi kendi üstüne çöreklenen ruhun bir an için kendi kendini temâşâsından do
ğan bir m ükem m eliyettir ki, ağlatmak ve düşündürmek ona terettüp etmez...
... Bu (şiir), belki âni bir cehtle kendini bulan ruhun, insandaki ezelî hakikat
le temasından doğan bir konuşmadır; belki güzellik dediğim iz idealle bir lâhza
başbaşa kalmanın verdiği mestidir. Bu mânâda denebilir ki; şiir ve alelumun sa
nat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."
Tanpınar'da bu şiir halini kuran, hatta şiirlerinin yapısını tayin eden iki un
sur, rüya ve m usikidir Bunu hem kendi şiirini izah eden ifadelerinden, hem de
bazı şiirlerinin delâletinden anlıyoruz. O, şiirin kaynağını ve ilhamlarını dışta,
cemiyette, yaşanan hayatta değil, içte, insanın ve kâinatın "ezelî hakikatleri"nde
bulmuştur. "D ış insan"a, günlük, geçici hayata ve cem iyete ait her şeyi nesirle
rine bırakmıştır. Son yazılarından birinde şöyle der:
"Şiir söylem ekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve
romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlem ler olma
sını istediğim şiirlerim in ana hatlarını roman ve hikâyelerim verir... Şiirde dola
yısıyla kendim in, hikâye ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu
kadar hayatın ve insanların, benden başkalarının peşindeyim. Yahut başkaları
na ait zamanın peşinde..."
Zaman, Tanpınar'da, kendisine "zam an şâiri" sıfatını verdirecek kadar mü
him bir yer tutar. Fakat bu kavramın mânâsı, onda, bilinenin ve alelade hayat
boyutlarının çok dışındadır. Tanpınar rüya ve musikiye biraz da zamanı ilga et
tikleri, geçmiş, bugün ve gelecek boyutlarını sildikleri için, ebedîliğe doğru yek
pare bir akış vücuda getirdikleri için önem verir:
4 0 0 • 'rnnpıniir Ür.erine Yıızılıır
Ne içindei/im zamımm
Ne de büsbütün dışında,
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında...
mısraları, kendi varlığını "ebedî bir ân"ın, yahut "ebediyet kadar derin bir ân'ın
içinde hisseden insanın ebedîlik özlemidir. Sanatın rolü de buradadır. Tanpı-
naı'a göre ebediyet sanal eserlerinde yaşar. Tarihin herhangi bir ânında vücuda
getirilen her sanat eseri hem sanatkârın, hem de insanlığın ebedîlik rüyasıdır.
Sanatın ve sanatta yaşatılan güzelliğin sembolü olarak kullandığı "G ü l" motifiy
le, Tanpınar bunu anlatır;
İşte rüya ve musiki alelade hayatı, fanilik duygusunu, hatta ölüm fikrini or
tadan kaldırdığı, ebedîliğin kendisini değilse bile vehm ini verdiği için sanatın
kaynağıdır. Ve sanat, bunun için ölümden sonraki hayattır. Ölümün trajedisi rü
yalarımızda ve büyük musiki eserlerinin içimizde uyandırdığı hayal ve duygu
larda son bulur. Bu bir teselli de olsa gerçekten doğru bir fikirdir. Mangimiz kay
bettiğimiz sevgili varlıklarınızı yeniden rüyalarımızda bulmayız? Rüyaların
vehmi bizi ruhun varlığına ve ahirel düşüncesine bir defa daha götürür. Kaybet
tiklerimize rüyada kavuştuktan sonra onların hakikaten öldüklerine inanabilir
miyiz? Sanat ebedî hayat özlemi olduğuna göre rüya elbette ki sanatın tüken
mez bir kaynağı olacaktır. Psikologlar istedikleri kadar rüyaları şuur-altının
sembolik ifadeleri olarak izaha çalışsınlar. Bu ilmin izahıdır ve çok defa arkasın
dan patolojik teşhisler gelir. Bu izahlar ve teşhisler ölülerimizi bize geri verebi
liyor mu? O halde biz bir vehim de olsa, yine rüyalarımıza dönelim ve onlarda
var olan tek bir ebediyet vehmini bin hakikate tercih edelim.
Dahası var: Tanpınar'a göre, dış âleme ait varlıklar ve vakıalar bile duygula
rımızın, ruh hallerimizin, hayal ve düşüncelerimizin dışa vurmuş gölgeleri ya
hut sembolleridir. Bu noktada Tanpınar bir başka yoldan; şaşırtıcı şekilde Efla-
tun'un "idealar" nazariyesine yaklaşır. Kâinata mânâ veren, onu yorumlayan in
sandır. Biz dış dünyayı kendi ruh hallerimize göre idrak ederiz. Bütün hakikat
ler içtedir; dış varlıklar bunların objeleşmiş şekilleridir. İnsanın ve kâinatın sır
ları rüyalarda ifşâ olunduğuna göre dış âlemde gördüğümüz her şey, rüyaları
mızın dıştaki akisle objeleri, şekilleridir. "Mer şey yerli yerinde" şiirinin şu mıs
ralarını başka türlü anlamak güçtür:
Tanpma/ın musiki anlayışı da böyledir. Musiki de, tıpkı rüya gibi, insanı ve
kâinatı derinden kavrayan bir ifşa sanatıdır. Büyük musiki eserleri insanın bir
sonsuzlukta kendini idrak etmesidir (İfade Tanpınaı'indir.) Yahut bu idrakten
doğan ruh halidir. "Sanatların sanatı" (Tavsif Tanpınaı'indir) olan musiki bıınun
için insan ebedîliğinin ve insanın ebedî özlemlerinin sanatıdır. Başka hiç bir sa
nat, insandaki sonsuzluk hissini, ebedîlik vehm ini musiki kadar uyandıramaz
ve musiki kadar mistik tecrübeye yakın değildir. Bu tecrübe şüphesiz musikinin
uyandırdığı ruh hallerine bağlıdır. Tanpınar'ın m usiki hakkındaki makalelerini
okuyanlar, hele Huzur romanında kahramanlarına Dede Efendi'nin M ahur bes
tesini dinletirken yaptığı o inanılmaz derecede m uhteşem tahlili hatırlayanlar
bımun böyle olduğunu teslim edeceklerdir. Klasik Türk musikisinin, hatta Batı
musikisinin bizde en büyük yorumcusu Tanpmar'dır. Orkestra idare etmeyi,
kompozitör tanınmayı; bu sayede unvanlar almayı musiki otoritesi sayılmak ve
ya musiki kültürüne sahip olmak zannedenlerin Tanpmar'dan öğrenecekleri pek
çok şey vardır.
Tanpınar'da m usiki bile uyandırdığı duygular ve hayallerle adeta uyanık
halde görülen rüya gibidir. "Şiir ve Rüya" m akalesinin şu cümleleri musikinin
insanda bütün ferdî ve beşerî duygulan harekete geçirdiğini anlatır:
"D ede'nin M ahur bestesini ilk defa dinlediğim zam an, birdenbire gözleri
min önünde çıplak bir manzaraya tek başına hakim olan büyük bir ağaç canlan
dı. Bu hayal musikinin rüzgârıyla bende doğan bir şeydi.
Eyyubi Bekir A ğa'nın N ühüft bestesini dinlerken, topraktan ayaklarımı kes
meden, meçhul ve her an beni ilgaya hazır bir haz tufanı içinde ağır bir çıkış his
sini kendim de duyarım...
Yine Eyyubi Bekir Ağa'nın M ahur bestesi bende ne zam an gördüğümü bil
mediğim bir kadın yüzüyle birleşir..."
Bu üç hayalin karşılığı olan duygular sırasıyla: Yalnızlık, mistik iştiyak ve
ferdî saadet hasretidir. Ve Tanpınar devam eder:
"...Ü çü de ani bir duyuş altında şekillenmiş üç rüyadır."
Bununla beraber rüya ve musikiye ve ikisi arasmdaki m ünasebete bizim
alıştığımız m ânâlan vermeyelim. Unutmayahm ki Tanpınar tam bir estettir ve
en derin m ânâda "vizyon" sahibidir. Rüya ve musikinin şiir hallerine dönüşme
si, şiir kimyasının terkibine girmesi, derunî ve sükutî şiirin özü olmasının mânâ
sı Tanpınar'da çok başkadır:
"'... (bunun) hakiki rüyanın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Za
ten rüyanm kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı rüyalara içimizde
refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan bu duygudur. M usiki burada işe girer.
Çünkü bu duygu, m usikişinas olmamak şartıyla m usiki sevenlerde bu sanatın
uyandırdığı hisse benzer. Bunu yaşadığımızdan başka bir zamana gitmek diye
4 0 2 • Tvınpııiiir Ü zerine Yazılor
tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekânla, eşya ile içlen kaynaşan bir
zaman..."
"Yaşadığımızdan başka bir zamana gitm ek..." Yani ebedîliğe ulaşma cehdi...
İşte Tanpınar'ın sanattan beklediği... O rüyanın, musikinin, şiirin insan hayatın
da ve sanattaki yerini böyle anlar, böyle anlatır ve girift bir estetiğin esası yapar.
Üstadı Valery'nin bir cümlesinden hareket eden Tanpınaı'ın estetiği, kendi ifa
desiyle şudur:
"Bu estetiği veya şiir anlayışını, rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri et
rafında toplamak mümkündür. Yahut da musiki ve rüya... Valery'nin "velev ki
rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olm ahdır" cümlesini
"en uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurm ak" şeklinde değişti
rin, benim şiir anlayışım çıkar."
Ve nihayet şu cümle: "H er şiirimin başında bizden veya Garb'tan bir musi
ki eseri vardır."
Hayatın, tabiatın, aşkın güzelliği, mistik yükseliş, varlığı aşma, ölüm trajedi
si, fakat güzellik, aşk ve sanat vasıtasıyla alelade hayatın ve zamanın dışına çık
ma, ölüm ve fanilik korkusunu yenme, ebedîliğe ulaşma... Şâir Tanpınar dilde
"rüya hali"ni kurarak bu derin beşerî duyguları Türkçenin en güzel mısralany-
la ifade etti. Hâlâ yaşasaydı onun şiiri, bugünün çorak ve kurak edebiyatında
"çıplak bir m anzaranın ortasında tek başına duran büyük bir ağaç" gibi yükse
lecekti. Bir seviyesizlik ve zevksizlik hercümercinin ortasında güzelliğe ve asa
lete susam ış ruhlar onun şiirinin pınarına koşacaklardı. Bu pınardan içmek şüp
hesiz zordur. Fakat zorluğu nisbetinde güzellik, zevk ve asalet gibi edebiyatın
nadir değerlerine ve tatminlerine ulaşmak zenginliği vardır. Tanpınaı'm "kapa
lı âlem ler olm asını" istediği şiirlerini anlamak kadar anlatmak da şüphesiz güç
tür. Buna bir tek insan muvaffak oldu: Prof. Dr. Mehmet Kaplan... Aynı ay için
de bir gün ara ile öldüler. Aziz hocam, yayınlanan son yazısını Tanpınaı'ın ölüm
yıldönümü dolayısıyla yazmıştı. Ve bir gün sonra öldü. Bundan böyle Tanpı-
mr'm Şiir Dünyası'm okuyanlar iki büyük ruhla başbaşa olacaklardır. Büyük
eserleri okumak büyük ruhlarla konuşmaktır. Şimdi ikisi de, Tanpınaı'm:
diye özlem ini çektiği ebedî âlemde nur içinde, asude uyuyorlar. İkisi de hayatın
ve zamanın dışına çıktılar. Bu demektir ki ikisi de ebedileştiler.
El yazısıyla b ir d eflere kaydedilm iş bu küçük günlük, m erhum Prof. Dr. M ehm et K aplan'ın ev
rakı arasında bulunm uş ve aynen yeni harflere çevrilm iştir. (Zeynep Karm an)
4 0 4 • T iin pm iu Ü zerine Yaxılar
var. Yüzünün rengi belki tabii olarak böyle, hasta sarısı gibi görünür. Dolgun ve
beş altı kere boğazını gıcıklayan öksürük ona daima refakat eder. Hamdi Bey'in
kendisinde de sıhhatine dair bir vehim vardı; ciğerlerinden korkar, ikide bir si
garayı bırakacağından bahseder, bırakmaz, içki içtikten sonra rahatsızlanır, uy
kusuzluk, başağrısı ve rüzgârlar onun daimi şikâyet m evzulandır. M ütemadi
yen feveran halinde bulunan, tabiatın tesirlerine karşı çok hassas olan bu vücut,
onun mizacını idare eder. Fakat bu çapraşık fizyoloji üzerinde zengin bir beyin
vardır. Bu beyin bu fizyolojiden ayrılmasını, onun Ucalarına kapılmadan hattâ
kapıldığı zam an bile veya akabinde onu yabancı bir varhk gibi seyretm esini bi
lir. Hamdi Bey huylarını "hum our" mevzuu yapmak kudretini haiz bir adamdır.
Bir gün Türkiyat'ta yine uykusuzluğundan, rüzgârlardan, yukarısından tepinen
komşulardan, hararetinden bahsediyor, nükteler, kom iklikler yapıyordu. Genç
lerden biri: "Kendinizle çok alâkadar oluyorsunuz" dedi. Hamdi Bey, daima ol
duğu üzere derhal komiği buldu: "Daha enteresan bir mevzu bulun da onun
üzerinde konuşalım " diye cevap verdi. Kendi hesabıma içten, dıştan, en küçük
tahriklerle renk değiştiren bu mizacın, onun m uhayyilesine her an yeni ihsaslar
verdiğini, şuurunu ve ruhunu uyanık bulundurduğunu, m uhayyilesine mevzu
lar verdiğini müteaddid kereler düşündüm; hâlâ da aynı fikirdeyim. Ben Ham*
di Bey'de gördüğüm tedai zenginhğini, tahassüs şiiriyetini ve bir kaleydoskop
gibi her şeyi değiştiren muhayyileyi bu fizyoloji ile çok yakın m ünasebette gö
rüyorum. Onda supertisyonlara karşı şiddetli denilebilecek bir alâka var; bunu
da aynı şeye bağlıyorum. Bu fizyolojinin gördüğü rüyalar çok enteresan olacak
tır ve Hamdi Bey rüyalarını seven, tahlil eden, onlarda hakikatler arayan bir
adamdır. Bergsonizrn ve Freudizm onun bu itikadını beslemiştir. O, atavizme de
inanır.
Sıhhatli bir Hamdi Bey, öyle zannediyorum ki, bambaşka bir adam olacaktı.
Hamdi Bey vücudunu, kendi hastalıklarıyla yalnız bırakmaz. M üteharrik vası
talarla tahrik eder. "İçki" ona göre sanatkâr için "elzem " bir unsurdur. Bir gün
kendisine içki, uykusuzluk ve diğer tahrikler için, "Bunları bir nevi metod gibi
kullanıyorsunuz" dedim. Tasdik etli. Bir hafta kadar evvel bize gelmişti. Nedim,
Galib divanlarından gazeller okuyarak coştu. Mufassal bir sofra hazırladık. İçti
ve konuştu. Gençliğinde birkaç kere oprium kullanmış. Onların kendisinde bı
raktığı intibaları anlattı. Harikulade şeyler söylüyordu. Karşımda N içe'yi görü
yorum sandım. Şairin bütün vücuduyla beraber uçuruma, karanlığa daldığını
ürpererek seyrettim ; o tabiatın hercümerci içinde konuşuyordu. Karanlıkta faz
la kalanlar, aydınlığı takdis ederler.
Hamdi Bey, yaşayışının aksine, "sıhhati" güzel bulur. Sabahın, güneşin, ay
dınlığın onun üzerinde harikulade tesirleri olduğunu müşahede ettirh. Güneş,
onu bir çocuk gibi sevindiriyordu. Bir sabah, "H er sabah güneşle beraber, dün
yayı ben yaratıyorum gibi geliyor" diyordu. Bir gün, fakültenin (Dolmabah-
406 • T an p ın a r Ü zerine Yıızılar
26 Nisan 1943
Dün sabah Hamdi Bey'in, Tünel civarında, Narmanlı Yurdu'ndaki evine git
tim. Oda her zamanki gibi içinden bir zelzele geçirmiş gibi perişandı. Yataktay
dı. Yatağının başucundaki elektriğe abajur yerine bir gazete geçirivermişti. Ge
niş masada, yerde kâğıtlar, kitaplar darmadağınıktı. Mamdi Bey komple bir be
kârdı. Girdiği yeri nizamsız olan itiyatlarına göre darmadağınık ederdi. Bize gel
diği zaman da öyle yapardı, karım o gittikten sonra eşyayı yerli yerine koymak
için bir hayli zahmet çekerdi. "Bekârlık"m sanatkâr üzerinde ne tesiri vardır?
Bekârlık şüphesiz bir sebep olmaktan ziyade bir neticedir. Hamdi Bey göçebe bir
şahsiyettir. Pek az bir yerde durur. Dostluk münasebetleri çoktur. 11er saati baş
ka bir mekân ve muhit içinde geçer. Evliliği herhalde bu göçebeliğe mâni olaca
ğı için istememiştir. Mamafih, ihtiyarlık saati yaklaştıkça, hastalıklarına el uza
tan bir kadın ihtiyacını şiddetle duyuyor. Bir gün bana "hayatım da büyük bir in
kılâp yapacağım Kaplan, olm uyor" dedi, Hamdi Bey'in nesirlerinin karışık ni
zamıyla hayatının karışık nizamı arasında ne kadar yakınlık var. Bu sabah bana
mesut musun? diye sordu. (Evleneli iki-üç ay oldu). "Paradan başka büyük bir
sıkıntımız yok" dedim. Para dedi. Onun sıkıntısını kim çekmiyor, mesele mesut
olmakta. Ben işte ne mesudum, ne de param var. Maraş mebusu bu saatte cebin
de bir metelik taşıyor. Para bulacağım, bulabilirim, fakat saadeti nerede bulmalı?"
Yahya Kem al’in "Ses" şiiri üzerinde Spitzeı'vâri bir etüd yaptığımı söyle
dim. "Bir söz söyleyeceğim , üzerinde düşün" dedi. "Bizden evvelki nesil ve biz,
Avrupa'yı bize tatbik etmedik. Onun içinde terbiye gördük. Sonra bu terbiye ile
bizi ele aldık. Acele tatbiklerden sakın. Tatbik değil, terbiye al!" Sonra hemen
tedkiki istedi, acele ile okudu ve beğendi, neşretmemi söyledi. Hattâ Tasvir-i Ef
kâr'a bir kart yazdı. On ikiye kadar karım gelecekti, sözleşmiştik. Hamdi Bey, va
liye gidecekmiş, kalktı gitti.
Sabiha, terkipten eser kalmamış işgal mahallesinin bozgununda yer almaz. Ce
mal bu yeni İstanbul'da çeşitli kapılarm ipini çahp, İhsan'dan Sakine Hanım'a,
Nasır Paşa'dan Sabiha'nın babası Süleyman Bey'e kadar herkesi görürse de Sa-
biha'yı son sahnelere kadar göremez, sadece çok güzel ikinci ağız sahneleri ara
cılığıyla "d uyar", roman kahramanı olarak kendisine yakışan bir edilginlik ve
katlanışla onun "izini sürer." Terkibin bu aykırı unsuru, bu yeni oluşma aşam a
sında, işgal İstanbulu'nda sırlara karışmış bir arzu nesnesi olarak alır "sahnenin
dışı"ndaki yerini. (Tanpınar, Cem al'in dönüşünü izleyen bü ikinci bölümde Sa
biha'yı hayatına karışmış erkekler aracılığıyla, kendi verdiği ipucuyla söylersek
bir tür "M elılika Sultan'a âşık yedi genç" buluşuyla gizler/izler). Sonunda orta
ya çıktığında da kendisine yeni bir rol biçilecektir zaten; "oyunculuk." Cemal,
romanın sonunda bir tiyatronun el ilanında onun "sahneye çıkan ilk Türk kadı
nı" olarak fotoğrafını görür. Sabiha, önüne geçilmez "kendisi olm a" arzusunu
parçası olduğu bu Müslüman-Türk terkipte yeri ve geleneği olmayan ama ken
disini çocukluğundan beri "sonsuz imkânlarıyla" büyülediğine tanık olduğu
muz oyunculuk m esleğiyle gerçekleştirmeyi seçecektir. Romanın adında, belki
de hayata sadece geçmişten, "daima aynaların ardından" bakmayı sanat haline
getirmiş Cem al'in bile değerlendiremeyeceği bir ironi gizlidir. Sahnenin ıhşmdn-
kiler, sadece Anadolu'daki mücadeleye fiilen katılmayan İstanbul değil, roma
nın, hâlâ eski terkibin, sarsıntıdan önceki terkibin peşinde olan kişileridir. Özel
likle de erkekler. Şairane edilgenliği içindeki Cemal, sonuçta şem atik bir eylem
ve kültür adamı olmaktan ileri gidemeyen İhsan, iğreti bir "m al du siecle"in
pençesinde, "Dostoyevskien" bir ateşle yanan Sabiha'nın kocası Muhtar... "Sah-
ne"ye çıkan Sabiha olur.
Sahnenin Dışındakilerin bizi en çok saran, sarması gereken yanı Sabiha-Cemal
ilişkisi sanıyorum; bir kültürel ahengin, değişen zamanlarla birlikte, değişen bir
metropolde -ya da isterseniz pay-i tahtta- geçerliliğini de yitiren bir Leylâ ile
Mecnun simetrisinin, bir "disonans"ın anlatımı, daha sonra en olgun biçimini
Hıtzıtr'un M üm taz-Nuran ilişkisinde. Aydaki Kadın'm Selim 'le Leyla"sında bula
cak olan bir temanın çeşitlemelerinden biri, ilki... Evet, Tanpınar "kendi" işgal
İstanbulu'nun bir "spectacle" tadı taşımasına, bariz biçimde "aksiyonlu" olma
sına çalışmış -romandan yola çıkarak bir senaryo hazırlamış olması da bunu
destekliyor- kişiler, buna uygun olarak, sahneye kimi zaman sevimli bir sıra savma
telaşı içinde girip, "cüm lelerini" söyleyip çıkmıyor değiller. Kendini Tanpınar
"pürist"i sayan okur, bunları öne sürüp mızmızlanabilir. Ama romanın "yayını
çeken" gene de o çok sağlam Sabiha-Cemal ilişkisi, "içtim ai hayat"la "şahsi ha-
yat"ın suya atılan taşın birbirinin içinden çıkardığı halkalar gibi genişlemesi,
birbirini doğurması... Ve Tanpınaı'ın kendi "m istik sevgili", "M ehlika Sultan",
"arzunun belirsiz nesnesi" - adına her ne derseniz deyin - modeline benzersiz
bir dinamizm, ileriye doğru işaret eden, neredeyse pre-feminist diyeceğim bir
anlam, içerik kazandırması...
Erkekler ve K adınlar... S ah n e n in Üzerinde • 411
Sabiha, romanda "Sizler öyle seversiniz. Uzaktan ağlamak için" derken, sa
dece Cem al'i, dolayısıyla onun -uzaktan, daima uzaktan- akrabası olan Talât
Bey'i ve onun eseri ünlü "M ahur Beste"yi değil, Tanpınafın erkeklerinin hayat
karşısındaki gösterişli iktidarsızlıklarını da suçlar. Bu suçlamayla birlikte bir
yanda, "m ahur beste"nin, yazmaların, saatlerin, kısacası o muhteşem "terkibin"
bekçiliğini yapm aktan kıpırtısızlaşmış, o biraz düşünceli, biraz hüzünlü, biraz
çocuksu erkekleri. Behçet Bey'i, Doktor Cem al'i, M üm taz'ı, aynı anda onların
karşı ucunda da hayatı kötü bir şakaya kurban giden Atiye H anım 'ı, Sabiha'yı,
Huzur'un küçük Sabiha'sını, tümüyle "m odem " N uran'ı, "Yaz Yağmuru" hikâ
yesinde bir sabah yağm ur sonrası bir Boğaziçi bahçesinde "beliriveren" isimsiz,
sanki Acıbadem 'deki o tulıaf ve eğlenceli köşkten kaçmış gerçek anlamda
"uçuk" kadın kahramanı görürüz. Bu kadınlar da tıpkı bu romanlardaki erkek
ler -ve hatta çocuklar- gibi o muhteşem terkibin etkisi altında, onun "terbiyesiy
le" vaktinden önce olgım laşm ış gibidirler, ama dünyaya bakışlarmdaki "bir
şey" onları korumaya, gözetmeye değil, daima yıkıp geçmeye, tepkiye çağırır.
Sabiha, belki de sırf tepki olsun diye, bu erkeklerden biri yerine, en akla gelme
yecek bir namzetle, "serseri" M uhtaı'Ia -en azından oyunculuğu seçinceye ka
dar- evlenir. "İkiniz de birbirinize benziyorsunuz. Sen (Cemal) beni kendinden
çok büyük görüyorsun, o (İhsan) kendinden çok küçük görüyor. Onun için iki
nizden de vazgeçebilirim... Ama bir gün muhakkak seveceğim, bizim memleket
te insanların yapacağı tek iş budur, hele kadınların... Biliyor musun Cemal, ben
nasıl bir insanı sevebilirim? Babamın söylediği o hapishane türküleri var ya ya
da oyun havaları, işte onların insanını sevebilirim!" Büyük olasıhkla haklıdır Sa
biha; bilm ediği bir şey varsa, o da büyük romanların "sevgililerinin" hiçbir za
man dengi dengine seçilmediğidir. Onlar, kendi çok özel terkibinin peşindeki
yazarın zihnindeki belli bir karşıtlığın oyuncularıdır çü n k ü ....
log kurm uştur ki, Ş iirle/i yayımlama karan üzerinde enikonu oyalanmak gere
kir. Abartılı bir düşünce mi, olsun: Yahya Kem al'i burada da beklemiş midir? Bir
kitaba daha yürüyebilm ek adına, neredeyse 40 yıldır elini kolunu bağlayan şiir
lerle arasına nihayet mesafe germeyi kabullenmiş olabilir mi?
Ahmet Kutsi Teceı'e yazdığı mektuplarda şiir konusunda biraz olsun açıl
mıştır; "İç takvim yapraklan" olarak görür bu kristal çalışmalarını. Şiir üzerine
birebir düşündüklerini, daha çok Fuzuli ve Valery için yazarken ortaya koymuş
tur bana kahrsa: A nnm a matematiği. Yalıtırken sözünü onu bir köşede sıkıştır
mıştır. Nereden bakılırsa bakılsın; Tanpınaı'da büyük bir şair beklemiş, ama şi
ir, yerinde duramayıp, nesre uzanmıştır. Onun ince yüksek ışık kımıltılarından
yoksun takvimi, rom anlannda ve denemelerinde boy atmıştır, diyemez miyiz?
Mahur Beste, Huzur, Beş Şehir, Edebiyat Üzerine Makaleler'in bir bölüğü, Mal-
larm e'nin ünlü "üslûp üzerinde her böyle çaba gösterilişinde, bir mısra çahş-
ması yapılıyor dem ektir" sözünü doğrulayan örneklerle doludur. Cüm lesini
hep çalışm ıştır Tanpınar. Şairaneliğin pençesine düşm eksizin im ge donanım ı
sağlar ona. G ibi'leri tırmalamaz. Düzyazım ıza şiirinin m etafor gücünü arm a
ğan etmiştir.
Ölümünden sonra, sağda ve solda sancıları sınırlandı. Kültürel duruşu, ede
biyata ilişkin tercihleri şüphesiz önemliydi. Gelgelelim, bir odağa ya da başkası
na yerleştirilmesi en hafifinden derinliği ve inceliğiyle çelişiyordu. Bir de biriki
mi vardı-. Kendisiyle aynı rakım a sahip olmanın hayli berisindeydi yorum cula
rın çoğu. Yüceltm eye ya da indirgemeye yöneldiler Tanpınaı'ı, oysa yaşadığı sü
rece anlamaya, anlamlandırmaya çalışmıştı.
Benim gözümde, "tam edebiyat adam ı" Ataç, oturduğu dorukta yalnız de
ğildi. Durmadan takıştığı, ara sıra küçümsediği Tanpınar ile 1940-60 döneminin
büyük yol ayrımlarını paylaşmışlardı. Ataç'taki cüret, köktenci yenilikçilik, şef
faflaşma ustalığı Tanpınaı'da bambaşka özelliklerden gelinir. M ahur besteci ora
nında edebiyatın derin sularmda dolaşabilmiş ikinci bir yazarım ız olduğunu
sanmıyorum.
İkisini de hakkıyla okuyamadık. Son 30 yıl, edebiyattan, başka yerlerden
nektar toplamak adına uzaklaşılan bir dönem oldu. Baştan uca; değer yargıları,
ölçütleri, kaynakları, en önemlisi de sancıları özenle göz önünde tutularak oku
nurlarsa, ardımızda, bizi kıpırdatabilecek iki kılavuzun beklediği anlaşılabile
cektir.
Ansiklopediler, Tanpınaı'ın Monsieur Teste çevirisine soyunup tamamlama
dan bir kenara bıraktığını yazmıyorlar doğal olarak. Onun bütün yazı serüveni,
aslında, 'bir gün okurunu bulabilir' umuduyla gözü gününe kapalı bir edayla
kurulmuş gibidir. Partönerini gelecek zamana erteler. M onologunu, ikide bir,
"kabile"ye ilişkin süsşüz yoklamalarla deler. Som bir yalnızlık burcudur.
414 • T anp m ar Ü rerin e Y aıılar
M . Orhan Okay
III
K İTAPLA R ve HÜZÜNLÜ YILLAR
Tanpınaı'da okuma zevki ne zaman başlamıştır? Buna belki de okuma ihti
rası demek lâzımdır. "H içbir zaman çalışkan bir talebe olm adım " diyen Tanpı-
nar, okumaya ve edebiyata bağlanışmı âdeta bir kader gibi karşılamışhr. Yaşar
N abi'ye yazdığı bir mektubunda (Varlık dergisi. Aralık 1951; Varlık yayınların
dan "Edebiyatçılarım ız konuşuyor", İstanbul 1953) bu duygusunu şöyle ifade
eder: "H ayatım ın hangi devrinde edebiyatçı olmağa karar verdim? Bunu pek
söyleyemeyeceğim. Hattâ böyle bir karar verdiğimi hatırlamıyorum. Daha iyisi
şöyle düşünelim: Günün birinde kendimi edebiyattan başka bir işe yaramaz
buldum. Ama, o günün tarihini benden isteme. Hususi istidatlara inananlardan
değilim. Hattâ insanın biraz da şartlarının esiri veya mahsulü olduğuna kaniim.
Benim şartlarım beni edebiyata götürdü".
Tanpınar, okum a zevkinin çok gençken başladığını da söylüyor. Hatırlaya
madığı kadar küçük bir yaşta Namık Kemal'in Celâîeddin Harzemşah'ım ve Cez-
mî'sini, Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiyâ'sım okumuştur. Fakat müşahede zevkine
ilâve olarak kitaba ve bilgiye açılması Kerkük ve Antalya yıllarına rastlar.
Ailenin Siirt'ten ayrılıp Kerkük'e gitmesi 1914 temmuzundadır. Birinci dün
ya savaşının patlak vermesinden bir-iki gün evvel bu şehre gelmişlerdir. Siirt'te
olduğu gibi burada da yazın, evlerin düz olan damlarında yatılır. Geceleri, rutû-
betsiz tabiat ortasında gökyüzünü, yıldızları, bu harikulâde ve sonsuz kâinatı
seyrede ede uykuya dalmak, on üç yaşinda, m ürâhikliğin sınırında bir çocuğa
kim bilir ne zengin hülyalar dünyası kurdurmuştur. Antalya M ektubu'nda, Si
irt'teki Sümer rahibi tahayyülünden sonra, Kerkük'ün bu tarafını dört kelimey
le anlatır: "Yine gece ve yıldızlar..."
4 1 6 • Tiiııpınar Ü zerine Yazılıır
sembol kıym eti kaybederdim. Onun için hikâyenin kahraman ve muhitini de
ğiştirdim ". Hiç şüphesiz, bütün büyük yazarlarda olduğu gibi Tanpm afda da
folklor, halk kültürü mühim bir yer tutar Ancak bunun tehzibe, sembolik değer
lere yükselmesi gerekmiştir. Tanpmaı^m bunun dışında, çağdaşlan ve yaşıtların
da olduğu kadar bile, meselâ halk şiirinin motiflerinden, nazım şekillerinden
faydalandığını zannetmiyorum. Zamaı\ zaman yazılarında birkaç motif, birkaç
mısra zikredeceği Yunus Em re'yi ise hep divan şairleri arasında saymıştır. (Bu
malzeme ve bu temel düşünce ona 1943'de, "H alk Sanatlarından Edebiyata" ad
lı iki önemli m akale yazdıracaktır). Hayatı boyunca bekâr kalan Tanpınar'da ev,
hatta küçük aile saadetleri, roman ve hikâyeleri arasında serpiştirilm iş motifler
halinde okuyucuya sezdirilmiştir. Bu özlemin de yukarıda bahsettiğim büyük
anne etrafında teşekkül etmiş olduğunu zannediyorum. Böylece Tanpmar'ın es
tetik dünyasına, Kerkük'ten itibaren ev içi, evin sıcaklığı-soğukluğu, huzuru-ür-
perticiliği, mim ari formu, eşyası ve insan unsurlarıyla girmeğe başlamıştır.
Onun ilk defa, Kerkük'te kaldıkları üç evin ayrı ayrı ve üzerinde durulması ge
reken teferruatlı tasvirleriyle başlayan dikkati, çok değişik ve zengin şekil ve
imajlarla hikâye ve romanlarının çoğuna aksetmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitü-
sü'ndeki bina projeleri ile "Acıbadem deki Köşk" hikâyesinde Sâni beyin köşkü
nün tasvirinde, bu Kerkük evlerinin izleri bulunduğunu sanıyorum.
Evlerin dışında, insanlar ve onlann etrafındaki maceralar, efsaneler de Tan-
pınaı'ın hikâyelerinde yerlerini almışlardır. "Evin Sahibi" hikâyesindeki Gül-
buy, ismiyle ve macerasının büyük bölümüyle, Kerkük'te hizmetlerine bakan
kadındır. "Bütün sıcak memleketlerde olduğu gibi, yılanın K erkük'te de bir mu
hayyile saltanatı vardır" dediği (Kerkük Hatıraları) yılan, aynı hikâyenin zengin
çağrışımlı motifi olmuştur.
Ahmed Hamdi'nin babası Hüseyin Fikri Efendi, Kerkük kadısı olmakla bera
ber aynı zamanda mutasarrıfa da vekâlet etmektedir. Birinci dünya savaşının baş
ladığı, OsmanlI devletinin de savaşa gireceği söylentileri arasında sıkıntılı bir gö
rev yüklenmiş olan babasının durumunu, gazetelerin resmî tebliğlerini, cephe ha
berlerini takib eden Ahmet Hamdi'nin hatıra satırları arasmda endişeli intibalar
sezilir. Basra, Bağdad ve Erzurum'un düştüğünü bu haberlerden öğrenmişlerdir.
Halide Nusret Zorlutuna, hatıralarından (Bir Devrin Romanı, 1978) "Merhum
Ahmet Ham di ile çocukluktan tanışırmışız. Babam Kerkük mutasarrıfı iken,
onun babası da orada kadı imiş. Bunu bana hatırlattıktan sonra arkadaşlığımız
daha da sam im ileşti" der. Burada bir anakronizm olmah. Ahm ed Hamdi'nin ba
bası K erkük'e geldiği zaman, Halide Nusret'in babası Avnullah Kâzımı bey, ora
dan ayrılmış bulunuyordu ve mutasarrıflık makamı boştu. Yoksa Hüseyin Fikri
efendinin m utasarnf vekilliği de bahis konusu olmazdı. N eticede her iki aile
komşu olm amışlardır ama, Tanpmar'ın anlattığı, oturdukları ilk ev, Avnullah
Kâzım î Beyin ailesiyle oturduğu evdir. Ahmet Hamdi de, bu zatın efsanevî var
4 1 8 • T iiııpın ar Ü zerine Yazılar
Annem İçin
Bir günümüz bile sensiz geçmezken
Şimdi mezarına hasretiz anne...
4 2 0 • T an p ın a r Üzerine Yazılar
IV
EFSÂ N EV Î ÇAĞDA ANTALYA
"Ben hissî mizaçta yaratılmış adamım".
Antalya, Tanpınar için zengin gençlik hatıralarının taşacağı bir kaynak olur.
1916-1918 yıllandır."'Annenin ölümüyle noktalanan hummalı Kerkük ve Musul
coğrafyasından sonra Antalya'nın, özellikle denizin ona bambaşka bir medeni
yetin açılışı gibi görüneceğini tahmin etmek zor değildir.
Şüphesiz yine savaş yıllarıdır. Fakat ne hatıralarında, ne mektubunda, ne ro
manlarına kadar aksetmiş olan Antalya dünyasında Tanpınar için savaşa yer
vardır. Kerkük'ün, Myjsül'un acılan, Bağdad'ın, Basra'nın, Erzurum 'un düşmüş
olması, sanki annesinin ölümüyle beraber kapanmış birer trajedi perdesidir. Ve
delikanlı Ahmet Mamdi, belki de bir röfulmanla bütün bu sıkıntılı yılları arka
sında bırakm ak istemiştir: "Bununla beraber sıkılmıştım. Ölüm, Arap memle-
'rn n p ııınr'ın A n tn lyn 'd n b u lu n d u ğ u yılln r buln nık. Aıılnlı/n M ek tııl’iı'n u n b ir kop y nsınd n 1916-18,
d iğ e rin d e 1 9 1 8 -1 9 nrnsnıdn b u lu n d u k la rın ı; ik in ci g e lif Inrihi ise fiynı m eklu p ln rn g ö re 1921, M u s-
Infn Bnydnr'in yiip tığı b ir mülfikiitl.T (V arlık m ecın u n sı, 1 A ğ u sto s 1955) 1920 olnrnk göriin ü y ü r.
B ir M onografi D enem esi • 421
m ısralannın "A chille'in silâhları gibi İlâhi örslerde bir kıvılcım tûfanının döğün-
düğü çağları" hatırlatması (Makaleler s. 242), Hazan Gazeli'nde:
talyah Genç Kıza M ektup" veya "Antalya M ektubu" diye bilinen m etin, onun
hayatını, dünya görünüşü, yetişmesindeki önennli noktalan, sempatilerini, sana-
tmm bâzı taraflarını işaret etmesi bakımından büyük önem taşır. Bu mektubun
ne için ve kime yazıldığı, hattâ mulıatabına ulaşıp ulaşmadığı da bilinmemekte
dir. M ulıtemelen, lise kompozisyon veya edebiyat derslerinde, öğrencilere yap
tırılması mutad olan, m eşhur edebiyatçılarla mülakat, röportaj, anket vs. çalış
maları sırasında, bir öğrencinin yazdığı mektuba cevap mâhiyetinde olduğu an
laşılmaktadır. Bu harikulade diyebileceğim yazı, bana göre, kendisiyle daha cid
di, hattâ kendisi gibi edebiyatçılar tarafından yapılmış diğer m ülâkatlarının
hepsinden daha güzel ve daha önemli olmuştur. Ve kendisi hakkında en çok ko
nuştuğu, rahat ve sam imi konuştuğu bir yazısı olur. Bu açılışın hiç şüphe yok ki
psikolojik bir sebebi, diğerlerine göre bir itme gücü olmalıdır. Antalya lisesi öğ
rencisinden gelen mektup sanki onun hafızasının, hatıralarının, belki şimdi da
ha yerinde bir ıstılahla, şuur-altının zembereğini yerinden oynatmış, hiç yapm a
dığı kadar konuşmuş, konuşmuştur: "Benim gibi A ntalya'da okuyan ve beni
merak eden bir genci hiçbir şekilde bekletmek istem ezdim " diyor Tanpınar. "Bu
lunduğumuz memleketin... hayatımda mülıim bir yeri vardır. Sizin sahilleriniz
de, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdi
kinden çok daha az verim li olan m eyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi ta
savvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım ".
Bir şairin doğuşu, daha iyisi bir şiirin doğuşu için ne kadar derinlerden ge
len yankılardır bu satırlar. Bu bir poetika değildir şüphesiz. Fakat Tanpınafın şi
irine ve sanatına yaklaşabilmek için ne kadar işaretlerle, mânâlarla yüklüdür. Bu
işaretlerin en mühimi, bana göre, empresyonlardır. Bu yazılarımda zaman za
man bu kelim eyi kullanma ilatiyacını hissedişim, üzerine eğildiğim konudan,
yani Tanpınaı^ın mizacından kaynaklanmaktadır. O da ya bu kelimeyi veya bu
kavramı verecek, çağrıştıracak başka kelimeleri konuşma ve yazılarında sık sık
tekrar etmiştir. Hem şiir, hem musiki, hem de resim alanında kullanılm ış bir te
rim olan bu kavram, Tanpınar için aynı zamanda duyumlarla ilgili psikolojik bir
değer olarak da mühimdir. Şimdi, bu kavramm arkasındaki karmaşık mânâlarm
da delâletiyle, mektuptaki deniz empresyonuna bakalım;
"Denizin iki manzarası beni çıldırttı. Biri bu kayaların sahile bakan bir ye
rinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosun-
larm aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz
gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânâları olan şeylerdi.
Bu mânâlar sâde güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya
sırrı anlatıyorlardı". Daha sonra bir arkadaşının eviyle, aradaki boşluktan gör
düğü durgun denizde güneşin oyunları, 1921'deki gelişinde Güvercinlik m ağa
rasındaki renk ve ışık muammâları onu büyüledi. Bütün bunlar, bir kaleydos
kopla ilk karşılaşan çocuğun şaşkınlık ve hayranhğıyla Tanpınar”ı, kendi dünya
42 6 • T;ınpın;ıı Ü zerine Yazılar
sına âit bir s ırn r eşiğine kadar getirmişti. Mektupta bu şaşkınlığı ve sırrın çözü
mü için zorlanmayı sezeriz:
"Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O de
virlerde bu, şiire adamakıllı kendimi verdiğim devirdi. Çocuk denecek bir sevi
yede ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla beraber çözülme
si gereken psikolojik bir muamma karşısında bulunduğumu ve bunun, benim
gördüğümle kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sır
rını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için herşeyi halletmiş olacağıma
kani idim. Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat gali
ba bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek
zamana âit bir ders tesiri yapıyorlardı".
Tanpınat'ın bu ruh macerası ile Mümtaz'ın Antalya intibaları arasında bü
yük paralellik var. Her iki metinde de Güvercinlik mağarası, aynı sanat gücüy
le verilmek istenmiştir. Bunları her okuduğumda beni Eflâtun'un mağara isti
aresine, oradan da arşetiplere sürükleyen çağrışım, öyle zannediyorum ki Tan-
pınar" 1 da sarmış olmalıdır.
Antalya'da biraz da genç adamın dış dünyasına bakalım. Mektupta, bugün
bilmediğimiz dostları Ali Kemahlı ve Nail'den bahis vardır. Onlarla denize, ta
biata, kayalıklara, tepelere açılmaları, dama oynamaları anlatılır. Antalya lisesin
den mezun olan Tanpınaı'ın kitap merakı burada, Kerkük'ten daha zengin bir
genişleme alanı bulur. Yaşar N abi'ye mektubunda kira ile kilap veren bir kütüp
haneden, ayrıca Ahmet Bey adh kitap meraklısı bir komşusundan faydalandığı
nı, böylece hemen bütün Servet-i Fiinun koleksiyonunu ve pek çok tercüme ro
manı okuduğunu yazar. Herhangi bir seçim yapmadan, "rekor kırar gibi" okur.
Özellikle belirtmek istediği isimler arasında Yeni Mecmun'da. Ziya Gökalp'ten,
Yahya Kem al'den okuduklarını anlatır. Daha sonraları millî eğitim bakanı ola
cak Avni Başman (1887-1965. O yıllarda müfettiş veya Antalya m aarif müdürü
olmalıdır) ona Yahya Kemal ve Halide Edip'in öneminden bahsetmiştir. Tanpı-
nar Avni Başm an'la olan sohbetlerini de hep lezzetle hatırladığını söyler.
Faruk Akün, Tanpınar'dan şifahî bir nakle dayanarak, Antalya lisesinde tarih
hocası olan Süleyman Fikri Bey'den de çok şey öğrenmiş olduğunu kaydeder. Bu
zat, İhn-i Beiâgatten Beynn ve Bedi' Hulâsası adlı küçük bir risalenin sahibidir. Ay
rıca Ahmet Hamdi'nin öğrenciliğinden birkaç sene sonra da Antalya Livası Tari-
/jı'ni yayınlamıştır. Kendisinden çok şey öğrendiğini söylediğine göre, tahmin
edilebilir ki, birinci kitabı ile Tanpınar'da eski edebiyatımızın estetiğine, İkincisi
ile de, zâten uyanmaya başlamış olan tarih tecessüsüne yol açmış olmalıdır.
Tanpınar”m bu kadar sevdiği ve bitmeyen bir hasretle andığı Antalya, şiirle
rine ne kadar aksetmiştir? Açık bir tesir arayanlar bunu kolay bulamayacaklar
dır. Fakat, Antalya ile ilgili bu bilgileri bir defa elde ettikten sonra, çok şiirinde
Bir M onografi D enem esi • 4 27
İmajlarla yüklü bir lakım mısraları bu yıllanna/ denize, güneşe ve onların ışık,
renk ve rayiha oyunlanna bağlam ak o kadar zor olmasa gerek.
Antalya, şairin tam mânâsıyla kendini şiire verdiği yıllardır. İlk şiirlerinden
olan "Sonbahar" bu yılların meyvasıdır. 1921 nisanında Dergâh'ia çıkan bu şiiri
ni, sağlığında bastırdığı Şiirler kitabına almamıştır.
SO N BA H A R
Antalya'nın Denizine
Sahillerin yasta, ufkun bütün sis;
Deniz, bu akşam bir matemin ini var?
Sularında soldu son açan nergis,
Yaza mersiye mi ufkunda rüzgâr?
ik b a l YILLA RIN D A ve D E R G A H T A
A B A SIZ P O STSU Z B İR D ERV İŞ
VI
Bütün güzel sanatlar gibi ve belki daha çok edebiyat, özellikle şiir, gelişme
sini, yayılmasını hattâ tenkidini dost sohbetlerine borçlu olmalıdır. Kitabı sev
mek ve okumak muhakkak güzel şeydir. Ama edebiyatın temelinde şifahi kültür
vardır. Hiç olmazsa bizde, matbaanın girişine kadar şiiri söyleyerek, dinleterek
yayma geleneği daha itibardaydı. Bence musiki gibi, edebiyat da puan-kontrpu-
an'larla zenginleşir ve bunun esasında da sohbet yer alır. Bu bakımdan, edebi
yat araştırmacıları için, bilhassa edebiyat sosyolojisi açısmdan edebiyat çevrele
rini tanımak kaçınılmaz bir mecburiyet olur.
lıski edebiyatım ız için birinci derecede çevre, saraydı. Bunun dışında tekke
lerin, zevk ehli esnaf dükkânlarının da birer şiir meclisi olduğunu şuarâ tezkire
leri haber veriyor. Tanzimattan sonra konaklar ve yalılar, bir müddet sonra da
matbaalar kendiliğinden birer edebiyat mektebi teşkil etmişlerdir. Fakat yakın
devrin bu fonksiyonunu yüklenen asıl odaklar, yine Tanzimattan başlam ak üze
re son yıllara kadar hayatiyetini devam ettiren kahvehaneler olmuştur. (Salâh
Birsel, Kahveler Kitabı'nda, Ahmet Rasim yolunda, derinleşmeye, kaynak tahkik
etmeye müsaade etmeyen üslûbuyla bunların tarihçesini anlatır). Bir devirde bu
kahvehanelerin diğer adının "kıraathane: okuma salonu" olduğu hatırlanırsa bu
fonksiyonları daha iyi belirtilmiş olur.
Ahmet liam d i Tanpınar, daha öğrencihğinin ilk yılından itibaren, birer aka
demi karakterinde olan bu kahvehaneleri bulmakta gecikmemiştir. Sınıf ve di
ğer bölüm arkadaşlarıyla beraber bunlardan bir kaçının m üdavimi olurlar. Yah
ya Kemal için yazdığı kitapta bu kahvelerden bazılarını anlatıyor: "... Sultan Ah
met'teki setli kahvelere alıştık. Ara sıra Beyazıt'ta, sonradan Haşan Efendi adın
da birinin bakkal dükkânı olan ve o zamanlar Dârüttâlim heyetinin haftada bir
kere musiki konseri verdiği derince bir kıraathaneye de giderdik. İktisadî çöküş
ler ve İstanbul'un bitm ez tükenmez im ân, şehri henüz kahvesiz bırakmamıştı ve
Bir M onografi D enem esi • 4 29
genç edebiyatçılar da bira ile sandviç yiyerek konuşmaya alışmamışlardı. Kız ar
kadaşlarımız bu kahvelerde de beraber bulunamadıkları için bayağı üzülürler
di. Daha sonraları geceleri de aynı kahvelerde buluştuk." (s. 14).
Beş Şehir'de bu kahveleri ve müdavimlerini biraz daha teferruatla anlatır.
Sultan A hm et'te, tam köşedeki kahveyi önce felsefe öğrencileri keşfetmiş, adını
da Haşan Âli koymuştur: Akademi. Tanpınar, Zeki Faik (İzer) ve Elif N aci'yi bu
rada tanımış, bir ram azan gecesi zeybek oynayan, Yahudi taklidi yapan Rıza
Tevfik'i de burada seyretmiştir.
Tanpınar, Türbe'deki Şark Kahvesi'ne, M ülkiye öğrencisi Hilmi Ziya ile be
raber gittiklerini, orada Yahya Kem al'in m asası etrafında toplananlar arasında
Süleyman N a z if i de tanıdığını yazar. Gündüzleri gittikleri yerlerden biri de Di-
vanyolu'ndaki Yıldız Kahvesi'dir.
İkbâl Kırâathânesi keşfedildikten sonra bütün buralar ikinci plâna düşer.
Kapalıçarşı'nın Nuruosm aniye kapısından çıkıp caminin avlusunu da geçince
sağ tarafa sapan yol, Vezirhanı caddesidir. Bu sokakta N uruosm aniye caddesi
nin kesiştiği köşede 1965'den sonralara kadar canlılığını muhafaza eden büyük
çe bir kahve salonu vardır. İşte burası, pek çok edebiyatçının hatıralarında yer
alan İkbâl Kırâathânesi'dir. O tarihten birkaç yıl evvel, askerden yeni terhis ol
muş iki kardeş tarafından açıldığı bilinen kıraathâne, bir yandan Edebiyat Fa
kültesine, Sahhaflar çarşısına, diğer taraftan kitapçı ve matbaa muhiti olan BabI
âli'ye yakınlığı sebebiyle kısa zamanda bir entelektüel ocağı hâlini almıştır. Beş
Şehir'de İkbâl'i anlatırken, iki cümlede, bugün tarihe meraklı olanlarm bile hafı
zasını şaşırtacak kadar büyük değişmeleri de söylemiş olur: "İkbâl'i evvelâ İçti
hat matbaası karşısında, bir vakitler Güzel Sanatlar Akademisi olan binâda bu
lunan, sonra da Bezm-i Âlem Vâlide Sultan konağına - şimdiki İstanbul Kız Li
sesi - taşınan Yüksek Muallim Mektebi talebeleri, bilhassa Haşan Âli Yücel'le
Hikmet keşfetmişlerdi. Biz devama başladıktan sonra Yahya Kemal de beğendi."
1921'de Dergâh mecmuası çıkmaya başlayınca İkbal Kırâathanesi'nin talih
yıldızı da birden parlar. Kıraathane, derginin karargâhı olmuştur. Genç kabili
yetlerden başka, onlardan on, on beş yaş daha büyük ve o yıllarda bile şöhret
yapmış Yahya Kemal, Bergsoncu Mustafa Şekip (Tunç), biraz popülist bir yazar
da olsa sevilen Osm an Cemal (Kaygılı)'in sık sık burada görünmeleri, müritle
rin sayısını arttırıyordu. Hattâ o sırada memur olarak çalıştığı Düyûn-ı Umumi
ye binâsının (şimdiki İstanbul Erkek Lisesi) yakınlığından faydalanarak Ahmet
Haşini de öğle araları ve akşam üzerleri uğramaktadır. Bütün titizliğiyle böyle
kahvehane gibi yerlere pek uğramayan, ama Haşim geldiği için ara sıra ziyaret
eden Abdülhak Şinasi de. Nihayet, hepsinden daha yaşlı bir divan şairi bakıy-
ye'si, Farsça muallim i Tahir Nadi (Divrikli). İkbâl, bütün bu çoğu parasız ve be
kâr insanlarm lokantasıdır da. "Beş kuruşa simit, çay, işte öğle yemeklerini öyle
geçirebiliyorduk." (Mustafa N ihal Ö zön'le Konuşma Ulusal Kültür, nr. 4).
430 • T iiııpınıır Üzerine YiizıUır
m ısraları, Yahya Kem al'in bu çığlığının on dört sene sonraki aksisadasına ben
ziyor. Ancak bir negatif klişe gibi. İlkinde müridini arayan bir şeyh, İkincisin
de şeyhsiz olarak m esut bir mürit. İlkinde bir meydan okum a, İkincisinde bir
tevekkül.
Dergâh mecm uasında İsmail Hakkı (Baltacıoğlu)'nın "Kerbelâya giden der
viş" yazısı, Yakup Kadri'nin "Erenlerin Bağından" diye sürdürdüğü mensur şi
irleri, hattâ yine o yıllarda çıkan Ümid dergisinde Nazım Hikm et'in "Dergâhın
B ir M onografi D enem esi • 431
K uyusu" şiiri de hep aynı mecazın uzanhiandır. Galiba bunların en aykınsı, İk
bâl ve DergÂ/t cemaatinin talihsiz müridi Haşan Âli'nin, Cum huriyetin ilk yılla
rında (1925) yazacağı "Yeni H ayat" şiiri ve özellikle onun son mısraı olacaktır:
"Biz yeni hayatın erenleriyiz."
Yine Yahya K em al'in "İth a f" şiirine dönelim , çünkü bu arayış hareketleri
nin mühim m erkezlerinden biridir. Tanpmar yazılarında bu şiirden birkaç de
fa bahseder, ondan m ısralar zikreder. Dergâh'm, klâsik dergâh kavram ından
daha farklı istikam etlere sürüklendiğini gösterm ek için, onun, Yahya Kem al'in
bu şiirinde geçen "D olaştım hû deyip dergâh dergâh" m ısraı üzerine söyledik
lerine bakahm :
"...dergâh kelim esini kaynaklar diye tercüme edin. Yahya Kem al'in araştır
ma susuzluğunu, bu araştırmanın mâhiyetini, hattâ tabirim i kabul ederseniz,
metodunu bulursım uz. Bizi etrafına toplamak için çıkarttığı Dergâh mecmuası
nın adı da bu manzum enin havasmdan gelir" (Yahya Kemal, s. 23).
Derginin çıkmasıyla, İkbâl Kırâathânesi ve Dergâh adı aynîleşmiştir. Vâkıâ
kırâathânesi harp malûlü subaylardan, eski devlet ricalinden, Dam at Ferid'in
casuslanndan satranç, tavla, bilardo oyuncularına, hattâ mandolin çalıp para
toplayan üniformalı bir Beyaz Rus subayına kadar (Hüseyin Avni Şanda, "M ü
tareke Yıllarında Yahya K em al") değişik insanlar ve gruplar vardır. Kapısının
önünde de İngiliz polisi dolaşır. "Fakat Yahya Kem al'in konuşması ve kahkaha
larımız kızışınca halka genişler, bütün bir yanı" işgal ederler (Beş Şehir, İstanbul
XI. Bölüm). İkbâl'de.önceleri sağ tarafta m ermer bir masa tutan Dergâhçılar, son
raları kırâathânenin yansını doldururlar. Yahya Kemal konuşurken tavla ve ste-
ka sesleri de kesilirmiş. Tanpmar bunları "küçücük fikir m angamızı gerçek de
ğer sandığım ız insanlarla çoğaltmağa çalışıyorduk" ("Dostluğa ve Nurullah
Ataç'a D air", Makaleler).
Mustafa Nihad Dergâh'ı, Damad Ferid'in yaveri Tarık M üm taz’ın (Göztepe)
çıkardığı, İstanbul hüküm eti taraftan Ümid mecmuasına tepki olarak çıkardıkla
rım da ilâve eder. (Bu zâtın yakın yıllarda yayınlanan Vahîdeddin adh kitabında
Dergâh mecmuasından sitayişle bahseder görünmesine rağm en yazarları hak
kında küçümseyici tavır takındığı da hissedilmektedir). Bu demektir ki Dergâh
Anadolucudur. Bunu, başta Yahya Kem al'inkiler olmak üzere, içindeki yazılar
dan anlamak zor değildir. 42 sayılık koleksiyonu arasında yer yer işgal kuvvet
lerinin sansürüne uğrayarak beyaz kalmış sayfa ve sütunlar da aynı tavrından
kaynaklanır. Tanpmar "B u m ecm ua. M illî M ücadele devrinin bence en ehemmi
yetli vesikasıdır" der.
Ahmet H am di'nin Beş Şehir ve Yahya Kemal kitaplarında. Yaşar N abi'ye mek
tubunda, Haşiırı, Nurullah Ataç, Yahya Kemal ve İsmail Habip üzerine yazıla
rında, Dergâh'la, kadrosuyla, burada tanıdığı insanlarla ilgili epeyce hatıra var
4 3 2 ■ '1‘anpınnr Ü zerine Y ajıliir
dır. H aşim 'le A laç'la taınşmalan burada olmuşlur. Yahya K em al'le liaşim ara
sında dostlukla başlayıp husumet ve kıskançlık kri^lerine kadar varan çekeme-
mezliklerine burada şahit olmuştur. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra da Der-
gâh'ın hafızalardan.siHnmediğini, birçoklan gibi Tanpınar da sık sık tekrar edi
yor: "Bir fantezi adamı olan Haşim, Yahya Kemal ile olan bütün ihtilâflanna ve
nihayet dargınhğma rağmen Dergâh'a sonuna kadar sadık kaldı. Ölümünden
birkaç gün evvel bana gene ondan ve o günlerden bahsediyordu. ("Ahmed Ha-
şim 'e Dair", Makaleler). İsmail Habip'ten söz açarken de "Evinde yaptığı toplan
tılara dergâh adını vermişti. Bu şüphesiz Mütâkere senelerindeki Dergâh mec
m uasının bir hatırası idi. Habip bu dergâhın şeyhi idi" (Dostum İsmail Habip"
Makaleler).
İkbâl ve Dergâh yılları; Tanpınar'ın romanlarına pek aksetmemiş gibidir. Yal
nız, yine Sahnenin Dışındakiler'e birkaç küçük not, M ütâkere yıllarında Tıbbiye
talebesi olan Cemal, "M. nin bir gün kendisini Nuruosm aniye'deki İkbâl'e gö
türdüğünü, orada Yahya Kemal ve Haşim'i bir arada gördüğünü" anlatır. Aynı
romanda Ahmet H aşim 'le tanışması sahnesi de şöyle gösteriliyor:
"Bir gün Muhlis Bey, beni Ahmet Haşim 'le tanıştırdı. Gül şairinin bir ucu
kalkık kaşlarının altından insana çocukça bir neşe ile bakan gözleri, el işaretleri
hoşuma gitti. Onun da burnu. Kudret Beyinki gibi m arifetli bir burundu ve o da,
başka şekilde olmakla beraber sözlerini burnunun hareketleriyle tamamhyordu.
Konuşması ise baştanbaşa sürprizdi." (s. 273).
1950'de tefrika edilen bu romana, 1933'de Haşim'in ölümü üzerine yazdığı
makalesinden bâzı küçük intibâların aksettiği görülüyor;
"Nihayet bir gün arkadaşlardan biri Haşim'in öğle yem eğinden sonra İk-
bâl'e geleceğini haber verdi. Ben gittiğim zaman onu her vakitki köşemizde,
önünde bir nargile, kaşlarını kaldıra kaldıra konuşur buldum. ... Konuşurken
mübalâğalı ve muttarit el hareketleri yapıyor, fakat cümlelerini ağzından ziyade
âdeta yüzünün müteharrik çizgileri ve gözlerinin bakışı tamamlıyordu... Çok
çocukça olan mizacı ekseriya bu dikkati aldatıyordu... Söze ilk önce lâalettayin
ve hattâ biraz güçlükle girer, karşısındakinin alâkasına göre canlanırdı. Eğer bu
alâka tam ise ve bu insanlar sevdikleri ise bir iki sun'i sıçrayıştan sonra mucize
başlardı. İçinde en bâkir imajların şimşekler gibi birbirleriyle çarpıştığı, eşyanın
sonsuz bir değişmeye maruz kaldığı bu hüküm renk, hava tezatlarıyla dolu ko
nuşma bir rüyaya o kadar yakın ve alelade sözden o kadar ayrı idi ki, bazı dost
larının bütün gayretine rağmen Ahmet Haşim 'in sözlerinin nakledilebileceğine
kani değilim ." ("A hm et H aşim 'e Ait H atıralar", Makaleler).
Dergâh'ı bu kadar seven Tanpınaı^ın bu dergideki çalışmalarının pek de fazla
olmadığını söylemek şaşırtıcı olacaktır. Gerek Yaşar N abi'ye, gerekse Antalyalı
Genç Kız'a yazdığı m ektuplarında o yıllarda sadece bir "şiir dili"nin peşinde ol
Bir M onografi D enem esi • 433
Yazarın 1994'te BİLA R'da "M odernizm ve Edebiyat" başlığı altında düzenlenen sem inerde yap
tığı konuşm anın kendisi tarafından yazılaştınlm ış şeklidir. (Defter)
A h m et Hamdi T an p ın ar ve T ü rk M odem izm i • 4 35
tısı, vaat ettiği bir heyecan vardı. Yaşadığımız bugün ya da yakın zamanla ilişki-
lendirilen bu heyecanın ve yeniliğin kaynağına Latiriceden Fransızca aracılığıy
la dünyaya yayılan bir kelimeyle "m odern" dendi.
Bu bağlam da kelimenin en geniş anlamıyla son yüzyılların ürünü ve insan
yapısı her şeyin m odern olduğu söylenebilir. Benim şimdi konuştuğum bu mik
rofon, üzerimdeki kıyafet, sizin burada bir edebiyat toplantısı için toplanmış ol
manız, odamızın kapısı; penceresi, şu çakmak, bu gözlüğüm; aşağı yukarı her
şey bu anlamda "m odern"dir. Bütün bu şeylerin, kurumların ve bunların uzan
tısı bir dilin kendi aralarında oluşturduğu duruma da "m odernlik" diyoruz. He
pimiz şu veya bu şekilde modernliğin bir parçasıyız.
Ama bu bizlerin birer modernist olduğumuz anlamına gelmez. Kelimenin
yaygın kullanışıyla böyle olabilmemiz için modern olan şeylere, modern yön
temlere, yollara özel bir sevgimiz, olumlu bir yaklaşımımız, modern olanı tutar
lı bir şekilde benimsememiz gerekir.
Edebiyatla modernizmden ise, bu sözünü ettiğim kavramların işaret ettiğin
den bambaşka bir şeyi, sınırb bir edebi akımı anlıyorum. 20. yüzyıhn başlarında
yaygmlaşan, özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra belirginleşen bazı edebi
yöntemlerin, yolların, duyarlıkların tarif ettiği özel bir edebiyat anlayışı: Edebi
yatta modernizm deyince aklıma ilk gelen adlar: Joyce, Rilke, WooIf, Kafka, Fa-
ulkner, Proust, T. S. Eliot, Valery, Beckett.
Bana kalırsa bizde gerçek anlamıyla bir modernizm olmadı. Biz genel olarak
"m odern" kelimesini "babadan kalma olm ayan", "geleneksel olm ayan" anla
mında kullandık. Kimi zaman "Batıh" anlamında da kullanılmıştır. "Ç ok mo
dern adam; karısının başkasıyla dans etmesine izin veriyor" derlerdi eskiden.
Bu kullanım günlük hayattan ta edebiyata kadar sızmıştır. Yeni, ilginç temalar,
konular, yöntem ler zaman zaman edebiyat eserlerinde ele ahndığmda eserin ’
modern olduğu söyleniverir: Belki bu büyük bir yanlışlık değil. Ama m oder
nizm bam b aşk ab ir şey.
Edebiyatta modernizmden yalnızca geleneksel olana bir karşı çıkışı değil,
genel olarak toplumun 'ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum.
Modernist edebiyat geleneksel edebiyatın en güçlü yânı olan "tem siliyet" ilişki
sini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası de
ğildi. Hayata karşı yapılm ış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir
âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı: Modernist yazarlarca üretilen metinler m ev
cut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildiler
Modernist edebi faaliyet; hayatın kendisini olduğu gibi yakalam ak için yapılan
bir yazı faaliyeti değil, bizzat kendi başına yapılan ve anlamı kendi içe dönük
lüğüyle ortaya çıkan bir iştir.
4 3 6 • T anpınnr Ü zerine Yazılar
Tabii bu, bizde yaygın olan deyişin işaret ettiği anlamda modernistlerin "ha
yattan kopuk" olduğu anlamına gelmez. Joyce’un (i/ysscs'inin ya da W oolfun
Mrs. Dnloıoay'inin ne kadar hayat-ı hakikiye sahneleriyle dolu olduğunu, bu ro
manlarda Dublin'in ve Londra'nm renklerinin, harflerinin, kokusunun olanca
gücüyle nasıl hissedildiğini görmek için sayfalarına şöyle bir göz atarak okumak
bile yeter. Edebiyat eserinin yaratıcısıyla yararlandığı hayat arasındaki ilişkinin
yakınlığı ve doğrudanhğı başlan bir kenara itilebilecek kadar anlamsız bir ölçü
değildir. Ama bu ilişki, bizdeki gibi okuma alışkanlığının gelişm ediği, okumanı
bir mantık yürütmek ya da bir anlam bulmak çabasından çok bir aynaya ya da
dürbüne bakıp hayatın göstermediklerini, hayatın alışkanlıkları içerisinde görü
vermek olarak anlaşıldığı kültürel çevrelerde çoğu zaman bambaşka bir yoru
ma, tepkiye yol açar. Zor, karmaşık, iç örgüsü zengin, gücünü dokusundan alan
metinleri "hayattan kopuk" sanmak.
Edebi modernizmin bizde ilk algılanış şekli buysa -bu yalnızca bize özgü de
ğil, bizim okuma ve düşünm e alışkanlıklarımızı taşıyan başka yerlerde, sözgeli
mi eski Sovyetler Birliği'nde ya da Mısıı^da da, görülebilir- diğer bir başka yay
gın anlayış da m odernist metinlerin arkalarında yatan yöntemlere, tekniklere
gereğinden fazla önem vermektir.
Modernist romanın sıkça kullandığı teknikleri, yöntemleri, anlatma usulle
rini şöyle bir hatırlayalım: Bilinç akışı ya da bilinçlilik akışı denen şey, kökü ta
Dada'ya kadar giden kolaj ve yan yana getirme yöntemleri, uzun cümleler, bun
lara bağlı olarak anlatıcı denen merkezin dağılması ve çeşitlenmesi ve gene bun
lara bağlı olarak hatırlayan bilincin çözülmesi ya da anlatı zamanının bildiğimiz
doğrusal zaman akışından sapıp bir ileri bir geri giden sıçramalara başvurm a
sı... Her biri gerçek anlamda birer "buluş"; birer entelektüel yaratıcılık örneği
olan bu yeniliklere başvuran, onları geliştiren modernist yazarlar bunu yapar
ken yaşadıkları çağın ruhuna da gönderme yapıyorlar, yöntemlerinin arkasında
Freud'un, Bergson'un, Einstein'ın görüşlerinin bulunduğunu ima ediyorlardı.
Yeni, parlak, hiç denenmemiş anlatım yollan geliştiren edebiyatçılar meşruiyet
arayışı içersinde bu tür desteklere, bilimin, felsefenin popülerleşmiş bir yoru
munun desteğine sık sık başvururlar.
Türkiye'ninkine benzer kenar ülkelerde Batı etkisi altında sürdürülmeye ça
lışılan edebiyat hayatında, bir tür merkezi otoritelerin kişilikleri ve efsaneleriy
le desteklenen edebi yöntemlerin algılanışı bir çeşit büyülenme, bir çeşit saygı
duymanın ciddiyeti içinde olur. Metinlerden zevk almak yerine onların otorite
leriyle büyüleniriz daha çok. Bu da demin sözünü ettiğim edebi buluş ve yön
temlerin çocuksu, oyuncu, alaycı yönünü ıskalamamıza, onları, hayata karşı ya
pılmış bir iş olarak görmektense, hayatı daha iyi taklit ve kopya etmek için ge
liştirilmiş birer teknik olarak algılamamıza yol açar. Tanpınaf ın LZ/ı/sses'den il-
A h m et H ıım Ji T ıın pın ar ve T ü rk M odcrnizm i • 4 37
hamla ypızdığı Aydaki Kadın romanı buna iyi örnektir. Bu roman yarım kaldığı
için yargımda biraz iskonto yapmam da tabii, gerekir.
Modernist yazarların, romancıların öne çıkarmak islediğim yanı eserlerinin
içsel örgülerinin zenginliği ve sıklığıdır. Bu örgü, bu yoğunluk, kitabın dünyaya
' değil de kendi unsurlarına sürekli göndermeler yapınası öyle temel bir özellik
tir ki, bu romanları kolayca diğerlerinden ayırmamıza yol açar Burada, daha de
rindeki edebi buluş yeni bir tutumun keşfidir. "Yazıyı, onun içsel zenginlik im
kânlarını ve bunun önümde açtığı yaratıcılık ufuJclarıın o kadar seviyorum ki,"
der gibidir m odernist romancımız, "hayata doğrudan gönderm e yapmaya gön-
. lüm razı olmuyor."
M odernist rom ancılar romanlarının merkezini ve bütünlüğünü bîr sis per
desi arkasına gizlemişlerdir. Bu metinlerde okuyucu bütünlüğe ancak rastlantı
sal görünüm lü parçaların kendi aralarında tutturdukları bir fısıltıyla, bir tür iliş
kiyle, demin sözünü ettiğim karmaşık örgüler ağının niteliği hakkında düşüne
rek varabilir. Dünyanın bütünlüğü ve anlamı ve bu anlamın bilinci modernist
romanın içinde değildir. U/ysses'i okuruz ya da Şato'yn okuruz, ama dünyanın
ne olduğunu, nasıl bir yer olduğunu bu kitaplar bize doğrudan söylemezler. Biz
kitabı kaparız, sonra sezgiyle bu bilgiye varmaya çalışırız. M odernist metinlerin -
tepki duyduğu romanda ise, sözgelimi Zola bize aslında çok da fazla arkaya giz
lenmeden kulağımıza babaca bir şefkatle, gerçeğin ne olduğunu hafif hafif gös
terir. Bizim çok fazla sezmemize, düşünmemize gerek yoktur. Zola'ıun metni bir
babanın elimizden tutarak bize "Bak şu binaya ve düşün," dem esine benzer. O
binanın anlamını belki apaçık söylemez, ama sezdirir. Joyce'un metni ise bizi, o
binanın duvarına çarptırır. Metin uzaktan gülümseyerek bakar ve karşısmda ya
payalnız kalırız.
Bu söylediğim özelhklerden dolayı modernist romancıların belirli bir tutu
mu, bir tavrı, edebiyat içersinde belirli bir stratejiyi benim sedikleri görülür. Mo-
dernistler hayatı temsil eden bir metin yaratmak istemeyerek, hayatın bütünlü
ğünü yansıtmayı reddederek aslında hayata karşı bir tutum içine girdiler. Cem a
ate karşı, topluma karşı bir şey yaptılar. Aralarında geliştirdikleri ahlâk, metnin
çetrefilliğine, kapalılığına, sırlarını kolay ele veren bir metin üretmemeye, dün
yanın ne olduğunu, dünyanın niteliklerinin ne olduğunu -bir ölçüde- bilm iyor
muş gibi yapmaya, bir ölçüde dünyanın karmaşası karşısında büyülenmiş, şaş
kınlığa uğramış gibi yapmaya dayanır. Ama öte yandan, kuvvetli bir iradeyle
dünyayı bir köşesinden yakalayarak oradan sezgisel bir şiire, bir bütüne varma
niyeti göstererek, modernistler, kendilerinden önceki düz yazı yazarlarına göre
daha derin bir biçim çabası gösterirler.
Bu birazcık Alman ve İngiliz romantiklerinden öğrenilmiş bir davranıştır;
Yani sanatın topluma hizm et eden, toplumu besleyen, topluma bir şeyler sunan.
43 8 • T anpiniir Ü rerine Yazılar
Öğreten bir eğitim aracı olmadığını söylerler. Sanatlannm topluma karşı bir di
renme aracı, insanın içinde olduğu varsayılan kimi duyguların, sezgilerin kuv
vetli bir şekilde bir iradeyle dışavurum aracı, hatta bir varoluş tarzı, özel, ayrı
calıklı, sezgiyle donatılmış bir zengin içsel dünya, gelişmiş bir yaşama tarzı ol
duğu düşüncesini bize yayarlar.
Bugün popülerize edilen ve büyütülen; efsaneleri yaratılan aslında moder-
nizmin ürünü ama artık modernizmden de kopmuş olan "yü ce", "kendini feda
eden sanatçı" kavramı meşruiyetini önce romantiklerden almıştır. Romantikler
birazcık sakat, birazcık küçümsenen, toplumda marjinal kalmış yaratıcılardı.
M odernistler ise, romantiklerden aldıkları, kendini yakan, topluma karşı çıkan,
topluma hizmet vermeyen, uyuşturucularla, alkolle ilişkisi yine bu tutumdan
kaynaklanan, kendini yakmayı seven sanatçı imgesini önce 20. yüzyılın ilk çey
reğinde tekrar ortaya çıkardılar, gündeme getirdiler, dayattılar. 1950'lerden iti
baren dünyadaki akadem ik patlamayla, akademizmin özellikle de Arrierika'da
güçlenmesinden sonra modernizm 20. yüzyılın temel edebi taşlarından biri, ka
bul edilen bir şey oldu. Artık edebiyatın temel kurallarından biriydi modernizm;
edebiyat müzesinin ayrılmaz parçası haline geldi. Modernistlere, romantiklere
yapıldığı gibi burun da kıvrılmadı. Modernistler bugün 20. yüzyıl edebiyatmın
en çok meşruiyet kazanmış, en saygı gören temel taşlarıdırlar H epimiz biliyo
ruz, dünyada yalnızca Anglosakson ülkelerde değil, Joyce'un kitapları, Kaf-
ka'nın kitapları yalnız bütün üniversitelerde değil, liselerde de okutuluyor, Bu
bağlamda, bugün modernizmin aslında yalnızca kurulu edebiyat ideolojisinin
değil, kurulu ideolojik dünyanın da bir parçası olduğu söylenebilir. Modernizm
bu bağlamda, tarihin içine girmiş, tarihi yapmış, kendi anıtlarını üretmiş, müze
lerini kurmuş ve artık kafamızdaki dünya resminin, o ideolojik yanılsamanın bir
parçasıdır, çoğu zaman da kendisidir.
Bu metinleri okumuş olanlar aslında ne anlattığımı daha iyi anlayacaklardır.
Bu kitapların keşke hepsi Türkçe'ye çevrilmiş olsaydı, hepimiz hepsini okumuş
olsaydık. Ne yazık ki çevrilmedi. Uiysses daha Türkçe'ye kim bilir ne zaman çev
rilecek? Thomas Mann'dan biraz bir şeyler çevrildi, Virginia VVolff tan biraz çev
rildi. Proust hâlâ az biliniyor.
Şimdi Tanpınar'ın ne kadar m odemist olduğuna, yazdıklarının ne ölçüde
modernist m etinler olduğuna bakacağım. Ne kadar modernist tutuma, ahlâka
girdiğini, Tanpınaı^ın ne yaptığını kabaca göstermeye çalışacağım. Benim böyle
durumlarda sevdiğim şey, yazarı temsil eden bir metin parçacığı bulup çıkar
mak. Onu okuyacağım şimdi ve ondan sonra bu tartışmalar bağlamında bir şey
ler göstermeye çalışacağım. Hepiniz biliyorsunuz, Tanpınar'ın en güzel roman
larından biri Huzıır'duT. Roman bir aşk romanıdır, İstanbul'da geçer... bunları
söylemeye gerek yok. Size H uzıı/dan iki parça okuyacağım önce. Birincisi, Ter
cüman, 1001 Temel Eser baskısında 258. sayfa. Huzur'un sonlarına doğru bir yer.
A h m et Ham di T an p ın ar ve T ü rk M odernizm i • 4 39
Bir paragraf okuyorum, tadını çıkarmaya çalışın. "Sade burada değil, belki dün
yanın dört köşesinde her lamba ışığı altında.."; tadını çıkarmaya çalışın dedim,
yani ben kötü okurum da ondan:
"Sad e burada değil, belki dünyanın dört köşesinde her lamba ışığı altında
buna benzer şeyler olurdu. Ademoğlu sakardı, bu yüzden hakikaten talihsiz
oluyordu. En iyi arzulardan bile bir yığm manasız üzüntü doğardı. Üzüntüler,
küçük üzüntüler... İçini çekti. "Suad bu gece bir şeyler yapacak. Sade bunu dü
şünmem bir krizi hazırlamaktır. Politika böyle değil mi sanki? Korku ve müda
faa gayreti, onun karşılığı... tıpkı musikide olduğu gibi... ve en sonunda bir altm
fırtına gibi m uhteşem final..." Birdenbire alaturka musikinin içinde uyandırdığı
ruh halinden düşüncesinin garp musikisine geçmesine kendisi de şaşırdı. "N e
kadar garip.. İki dünyam var. Tıpkı Nuran gibi, iki âlemin, iki aşkın ortasında-
yım. Demek ki bir tamhk değilim! Acaba hepimiz böyle m iyiz?."
Belki do Tanpınar bu paragrafı yazarken şöyle düşünmüştür: "İşte romanın
tematik bir özeti oldu." Romanlarda olur, bir metni yazarken romancı aşağı yu
karı romanını oluşturan esas unsurların öyle kendiliğinden, kendisi dillendir
meden, bir anda bir kahramanın bir sözüne, bir düşüncesine takılabildiğini, ya
ni romanın tematik özüne ilişkin, romanı oluşturan temel temaların çatışmasına
ilişkin kelimelerin kendiliğinden döküldüğünü hisseder. Burada önemli olan,
Tanpınar'ın kendi anlatısının dışına çıkıp bu durumun bilincinde olması.
Şimdi kitabın daha başlarından bir yerden, daha uzunca bir parça okuyaca
ğım ve sonra o parçaya tekrar dönerek bazı cümleleri, Tanpınaı'ın ne yaptığını
anlatmaya çahşacağım.
"O nun için ara sıra kendisine sorardı: "Birbirimizi mi, yoksa Boğaz'ı mı se
viyoruz?" Bazan çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musikinin getirdiği coşkun
luğa yorar, "bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar..." diye düşünür ve
N uran'ı onlardan ayrı düşünmeğe; yalnız kendi başına ve kendi güzellikleri
içinde aramağa çalışırdı. Fakat halita onun zannettiği kadar sathî olmadığı, Nu
ran, hayatına birdenbire gelişiyle kendisinde öteden beri m evcut olan, ruhunun
büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı, âdeta kendisini kabule hazır şeyle
rin arasında saltanahnı kurduğu için, artık ne İstanbul'u, ne Boğaz'ı, ne eski mu
sikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmağa imkân bulamazdı. Çünkü Bo
ğaz onlara mazisiyle, hiç olmazsa bazı mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı
günün saatleriyle, o kadar canlı hatıranın konuştuğu değişik güzelhğiyle, hazır
bir hayat çerçevesi getiriyordu. Eski m usikiye gclince, o kadar sıkı nizam lar
içinde kıvranan, fırtına ve gül yağm urlarını boşaltan diyonizyak cümbüşüyle,
insana telkin ettiği bütün ömrünce tek düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri ol
mak, onun ocağında yanıp kül olduktan sonra/ tekrar yanıp tekrar kül olmak
için dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve âdeta unutulmuş güzelliklerin için
44 0 • T.ınpm nr Ü zerine Y<ızıl«r
müdahale ediyor- şöyle yazajrdı: Kaldı ki, eski musikimiz insanı yok eden yahut
bir hayranlık duygusunu tüketen sanatlardan değildi. Biz o zaman burada Müm-
taz'ın düşündüğü sonucunu çıkaracaktık. Çünkü üçüncü tekil şahısla anlatan
yazar, kahramanmın düşüncesini di'li geçmiş zamana çevirip söylemiş, onun
böyle düşündüğünü ima etmiş olacaktı.
Devam edelim: "Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zir
vesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bi
zimle beraber yaşamaktan lıoşlanıyorlardı."
Biz kim? Burada temel soru, bu "biz"in kim olduğu. Ahmet Hamdi Tanpı-
nar anlatıya müdahale ediyor. Yani, anlatı temel kahramanın bilincini izlemeyi
bırakıyor, Ahm et Hamdi Tanpınar kahramamyla kendisini ayırarak bir "biz"den
bahsediyor. Yani anlatıcı olarak Tanpınaı^ın kendisi daha da ortaya çıkıyor. Üs
telik bunu; Joyce'ın Uiysses'inin bir bölümünde 18. yüzyıl İngiliz yazarlarının
parodisini yaparken yazdığı gibi yapmıyor. Burada Tanpınar, konusunun heye
canıyla bir "biz"d en söz ediyor. Burada şöyle diyebilirdi: "Bütün o evliya ruhlu
ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan ha
yatının içinde kahrlar ve onu halkla beraber yaşamaktan hoşlanırlardı." Ama "bi
zim le" diyerek, Ahm et Hamdi Tanpınar, romanlarında sürekli olarak yaptığı gi
bi hiç de rastlantısal olmayan bir kavramı araya sokuvermiş oluyor.
Şimdi biraz ona girmeye çalışacağım. Ahmet Hamdi Tanpınar bir cemaat in
sanıdır, bir romancı olarak içinde yaşadığı cemaatin sorumluluğunu bütünüyle
ruhunda hisseden biridir. Sezgisel olarak o cemaatle öyle bir şekilde özdeşleşir
ki, roman yazarken bile, son derece iyi bildiği 19. yüzyıl tarzı bir roman yazar
ken bile -öyle yapıp yapmadığından bahsetmiyoruz şimdi- Stendhal'ın bile yap
mayacağı bir şekilde kahramanıyla okuyucusu arasına girer. Üstelik bir noktada
kendisi, Tanpınar olarak bütünüyle oradadır. Hiçbir edebi ironinin olmadığı so
rumlu bir cemaat yazarının ciddiyetiyle. Bir biz'den, hiç tarifi yapılmamış ama
belki de romanlarının bütün hayatı boyunca özelliklerini aradığı bir biz'den
kendiliğinden bahsediverm esinin önemi budur.
Devam ediyorum: "Böylece Nuran, Mümtaz için, belleğine sımsıkı bağlanan
bu iki yardımcının sayesinde bütün eski, güzel ve asıl şeylerin fani varlığında
hayata döndüğü, yaşadığı esrarlı bir mahlûk, zamanı kendi nefsinde ve güzelli
ğinde yenmiş nizamlarını buluyordu."
Şimdi bir başka temel noktaya geldik. Âşık kahraman, kadına bakıyor, onda
Boğaz'ın, eski kültürün güzelliklerini görüyor. Yine durumu özetleyen, anlatıcı
nın dediği gibi, "onda sanatının", yani bu, eski, kaybolan bütün geleneksel sa
natların ve kendi "iç âleminin nizamlarını buluyordu". Burada benim dikkatimi
çeken, size de parmağımla işaret etmeye çalıştığım şey, bir iç âleminin ve bir
kendi sanatının düzenlerinden; nizamlarından, Ahm et Hamdi Tanpınaı^ın ken
A h m et Ham di T an p ın ar ve T ü rk M odcrnizm i • 4 4 3
"M üm taz, N uran'ın aşkiyle bir kültürün miracını yaşadığmı, N evakâhn na
kış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'un rasi semai ve bestelerin
de, Dede'nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında onun ay
rı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi [birden
tasavvufa geçti, O.P.] gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve
kültürün asıl yapıcılarına [birden son derece milliyetçi bir noktaya geçti, O.P.]
bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fâni varlığı gerçekten, bir yeniden doğu
şun mucizesi oluyordu."
Şimdi bundan sonraki cümle şu ifadeyle başlıyor;
"Çünkü bize m ahsus" - Bu "biz" kim? Türkler, Osmanlılar, İstanbul'da ya
şayanlar, bu metnin oluşmasını istediği bir millet, bir kültür; bir çevre; bütün
bunlar belli... Bu "biz" sesini duydukça, her duyuşumuzda, "b iz" varolmaya
başlıyoruz. Bunu Tanpmar yaratıyor. Deminki müzenin tek tek unsurları "biz" -
de bir "biz" fikri oluşturuyor. Bu metin o zaman birdenbire yalnızca iki kişi ara
sındaki bir aşkı anlatmaktan çıkıyor, o aşkı dikizleyen, o aşk hakkında kulakla
rına bir şeyler söylenen bizi, bir cemaati tarif ediyor. Ahmet Hamdi Tanpmar da
bu cemaatin bütün manevi yükünü taşıyor. Bu cemaatin bir anlam da imamı, yol
göstereni. Bütün sorunları için ıstırap çekiyor. Hepimiz için iyi şeyler düşünü
yor ama bütün bu tutumu yüzünden, bu babaca öğretmenliği yüzünden hiç de
modernist bir yazar değil; modernist bir metin üretmiyor. Bizler için, bizlerin
duyarlılığımızın gelişmesi, bizim geçmişimizi tanımamız, onun geçmişe baka
rak bir kült-ürü tarif ederken bizi tarif etmesi, bütün bunlar roman ilerledikçe
oluşuyor. Böylelikle biz N uran'la M ümtaz'm aşkı için ilerlerken, onların içinde
yaşadığı musikiyi, Boğaz'ı, çevreyi tanırken aslında usul usul, ta derinden bir
kültür, bir millet, artık ne dersiniz deyin, hayali bir dünya oluşuyor.
Okuyorum: "Çünkü bize mahsus, tâ cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en
tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrar
lanan sevm e tarzı, sevgilide bütün kâinatın toplanmasını isterdi." (tene en bağ
lı demek istiyor.)
Şunu söylemek istiyorum; Burada tarif ederken temel taşlarım oluşturduğu
bir kültürü çerçeveliyor Ahmet Hamdi Tanpmar. Ama bunu yaparken "biz" di
yerek, o kültürün tarif ettiği, bir millete sesleniyor. Seslenişiyle onu belirliyor. Bu
tutumuyla yalnızca bir cemaat adamı değil; adamı olduğu cemaatin ideoloğu
da. Topluma karşı, toplumun ya da cemaatin temsil ettiği şeylere öfke duyan,
toplumun dışmda bir insan, bir "m odernist" değil. Topluma duyduğu öfkeden
ya da toplumun ona verdiği şeylere karşı duyduğu bir şiddetten, topluma karşı
zor, anlaşılması güç bir metin yaratan birisi değil. Toplumla ilişkisi bir öğretmen
ve ideolog ilişkisi. Ne yazık ki Ahmet Mithat Efendi gibi, derleyici, toplayıcı, bir
çeşit ahlâk ve kültür öğretmeni gibi bu satırlarda Ahmet Ham di Tanpmar. De
A h m et Ham di T an p ın ar ve T ürk M odernizm i • 445
pınaı'ı günah fikriyle haşır neşir olmuş, şeytanla işbirliği yapan bir insan olarak
düşünemiyoruz.
Onun demin kendisinin de eski musikimizin ustalarından, eski evliyalardan
bahsederken, "eski musikimiz insanı yok eden yahut bir hayranlık duygusuyla
tüketen sanatlardan değildir. Bütün o, evliya ruhlu ve tevazulu ustalar..." deyi
şini hatırlayalım. Ahmet Hamdi Tanpınar evliya ruhlu bir hizmet adamı olmak
istiyor, tevazulu usta olmak istiyor Modernistlerdeki şeytani kurnazlık, toplu
ma karşı çıkma, yer yer tevazuyu reddetme, dünyaya meydan okuma, güçlerini
yalnızca yarattıkları metnin kendi içine dönmesinden alma, yalnızca -hatta
ekspresyonistlerin yaptıkları gibi- kendi içsel dünyalarını dışa vurma özgürlü
ğünü arama gibi tutumları ve bu tavırlarm ima edeceği metinleri onun kitapla-
rıııda, onun eserinin bütünlüğünde aramak boşuna bir zahmet olacaktır.
Şimdi, söylediklerimi özetlemem gerekiyor. M odernizmin ne olduğunu,
modernist romanın ne olduğunu kendimce anlatmaya çahşhm. Ahm et Hamdi
Tanpınaı^ın küçücük bir parçacığından yola çıkarak neden m odernist sayılam a
yacağını, neden onu modernist görmediğini anlattım.
Bu kadar iddiah konuştuktan sonra bari gemi azıya ahp bizde modernizmin
aslında hiç olmadığını tekrarlayayım. Romanda, bana kalırsa, bizde ınodernizm
olmadı. Bizde modernizmden haberdar yazarlar oldu. Onlar okudular, moder-
nizmden haberdar olarak bir şeyler yaptılar, yazdılar ama yaptıkları hiç de mo-
dernizm değildi. Hiçbir zaman modernist edebiyatın rüzgârı bizde -güçlü bir şe
kilde bile demeyeceğim- esmedi. Hegel bir yerde, "M inerva'nın kuşu, olaylar
olup bittikten sonra, gece yarısı uçar" der. Yani, tarihin, ya da olup bitenlerin an
lamı, her şey olup bittikten sonra dile gelir, anlaşılır, der. Bizim modernizmle
ilişkimiz aslında bu bağlamda -alaycı bir şekilde söylüyorum - Hegelci bir ilişki
dir. Biz modernizmi içeriden yaşamadık, onu içselleştirip şiddetini ve öfkesini
duymadık. Modernizm Batı'da bütün şiddetiyle yaratıcılar tarafından yaşanır
ken bizim yaratıcılarım ız kurulan cumhuriyetin, emekleyen solun toplumsal so
runlarıyla iyi niyetli öğretmen tutumuyla ilgiliydiler. Modernizm yaşanırken bu
onlara bir aşırılık, bir tuhaflık olarak göründü. İdealist öğretmenler Batı'daki
şeytani ruhu görmek isteseler bile belki de bütünüyle göremezlerdi. Moderniz
mi, müzeleri kurulduktan, ansiklopedileri yazıldıktan sonra öğrendik ve şimdi
de belki de şu son beş-altı yıldır onun hâlesiyle geçmişte yaptıklarımızı anlama
ya çahşıyoruz. Kendim ize modernizmin aynasında bakmaya çalışıyoruz. Bence
yaşanmamış bir hayatın olmayan bir izdüşümünü boşuna aradığımız yanlış bir
ayna. M odernizm in ışığı sanki bizim geçmişimize de sürülmüş olsun, bizde de
böyle şeyler yapılmış olsun istiyoruz. Bunun arkasında "keşke bizde moder
nizm daha etkili olsaydı" türünden bir istek var. Ama olmadı işte.
Bizimki gibi bir ülkeden ya da bir kültürel ikilemden gelen bir yaratıcı, mo
dernizmin temel metinleriyle karşılaştığı, modernizmin etkisi altına girdiği -ya
A h m et Hamcli T an p m aı’ ve T ürk M odernizıni • 4 4 7
da daha ileri gidiyorum- modernist olmaya, yani hafifçe cemaat ruhundan sıy
rılmaya ve bu cemaat ruhundan sıyrılmanın kendisine sağlayacağı yaratıcı öz
gürlüğün im kânlarından bilinçle, özgürce yararlanmaya karar verdiği zaman
bir ikilemle karşılaşır. Bir yandan şeytani olmanın, cemaat ruhundan sıyrılm a
nın verdiği im kânları yaşamakta kararlıdır. Öte yandan da kendisini yapan m al
zemeye, içinden geldiği kültürel iklime geri döndüğü zam an yüzünde o şeytani
ışığın kalm adığını sezer: Yüzü bilmeyenlere bir şey öğretmek isteyen bir öğret
menin nurlu yüzüne dönüşmüştür. Yani, başka bir kültürden, başka bir iklim
den öğrenilmiş; edinilmiş maskeyi aldığımız zaman, yüzüm üzü kendi kültürü
müze döndüğüm üzde o maske çoğunlukla şeytani niteliğini kaybeder, söz ko
nusu kişilik öğretici bir niteliğe dönüşür. Türk modernizminin ya da bizim ki gi
bi ülkelerde (Pakistan modernizminin ya da M ısır m odernizminin, zaman za
man Latin Amerika ülkelerinde de) modernizmin temel sorunu bu olmuştur. Ya
ratıcı toplumu karşısına alıp kendi ruhsal dünyasının özerkliğine, sonuna kadar
gidemez. Çünkü karşısına almak istediği dünyayla ilişkisi bir anda yine öğreten
bir adamla bilm eyenlerin ilişkisine dönüşür. Bizde, modernizmin olmamasının
ya da m odernist rüzgârın güçle esmemesinin nedeni, modernizmi bizim öğrene-
mememiz ya da anlayamamamız değildi. Sorun, yazar ile okuyucu arasındaki
verili geleneksel ilişkinin kınlam am ası, değişememesidir. M odernizm in rüzgâr
larını Batı'da ciğerlerine dolduran yazarın kendi kültürüne dönünce birdenbire
kendini bir cem aat adamı olarak hissetmesi, bir cemaatin parçası olmaktan bir
türlü kurtulam am ası ve sonunda, şu veya bu şekilde, pek çok dolayım yüzün
den kendini Ahm et Hamdi Tanpınar gibi bir öğretmen durumunda bulmasıdır.
N e kadar hassas, ne kadar ince ve yetenekli olursa olsun böyledir bu.
M odernizm anahtarı yenilikçi Türk romanını anlamaya yaramaz. Anahtar
demekle ne kastediyorum? Teorik çerçeveler, kuramsal araçlar aslında kitapları
anlamaya, onlara nüfuz etmeye, onların birliğini, bütünlüğünü, onların kendi
aralarında oluşturdukları sesin ima ettiği daha derindeki anlama ulaşmamıza
yarar. Toplum hakkında konuşmamıza, dünya hakkında konuşmamıza yarar
kuramlar. Am a kuram lar her zaman genel geçer araçlar değillerdir. Bir şeyi an
lamak için iyi anahtar vardır, kötü anahtar vardır. Bana öyle geliyor ki, moder
nizm bizim edebiyabm ız için yanlış bir anahtardır. Rom anım ız için ise iyice kör
bir anahtardır, kör bir kilittir. Lessing de 1700'Ierin ortasında "biz m odernler"
diye bahsediyordu kendinden, ama Eski Yunan'la karşılaştırdığı için. M odem
dediği için kendine, kendini ileri buluyordu. Bu anlamı veriyorsak modernizme,
her şey modernizm haline gelir. Modern yazarlar deriz, olur biter. Ama moder
nizm deyince sorun bambaşka. Bizde belli belirsiz esmiş, zaten temel kitapları
yeterince çevrilmemiş, etkisini Türk edebiyatına duyurmamış bir akım.
Tanpınar hakkında yapmadığı şeylerden bahsederek konuyu tüketmek iste
miyorum: Ama m adem Bilal'daki bu uzun seminer dizisi "M odernizm ve Türk
448 • T an p ın ar Ü zerine Yıımlar
Yahya Kem al'in D âm lfannn'daki ilk dersini şöyle anlatır Ahm et Hamdi
Tanpmar: "Sanki kendini anyordn. Pek az sonra herhangi bir dersi dinlemediği
mizi, daha doğrusu bir düşüncenin solosnnu seyrettiğimizi anladık. Yahya Ke
mal'in düşüncesi, önümüzde bir çeşit Nijinski olmuş, 'Kurdun Ö lüm ü'nü, daha
doğm su, arkasmda bütün bir tarihten ve ızdıraplarımızdan bir fon, İstiklâl M ü
cadelesinin acıkh ve şerefli raksmı yapıyordu. Daima bir terkibin peşinde koştu
ğu için bütün millî tarih, insan evolution'n ile beraber ordaydı. M alazgirt muha
rebesi İstanbul fethiyle. M illî mücadele Fransız ihtilaliyle omuz omuzaydılar."
Kuşkusuz bir Nijinski olmam mümkün değil. Ama, bir ana gövde çevresin
de, belirgin bir doğrultu izlem eksizin dönüp duracağım için, bu konuşmanın da
dansa benzetilebileceğini söylemeliyim. Figürlerini bulmaya çalışan bir dans.
Hep düşünmüşümdür: Yahya Kem al'in şiirini kuşatmak istediği metni niye
Nijinski'nin imgesiyle açmıştır Tanpmar? Sıçrayış, yere basış ve dönüş kavramları
çevresinde kurulan bu eğretilemenin, bir uygarlık ve kültür değişmesinin yarat
tığı bunalımı derinden yaşayan ve çözümü "kökü m âzide olan âti" düşüncesin
de bulmaya çalışan Yahya Kem al'in girişimine ışık tuttuğu kesin. Am a Nijinski,
acıyla, sevinçle, korkuyla, hazla kıvrılan, kasılan bu gövde, aynı zamanda Tan-
p ın af ın kendisinin açıklamasıdır. Nijinski, Yahya Kemal'den çok Tanpınar'ın
düşüncesinin ve biçim inin cisimleşmesidir.
Dans çünkü, bir arayıştır. Gövde devinirken bulur. Hiçbir figür önceden verili
değildir. Dansçınm gövdesinden ve ilhamından başka dayanağı yoktur. Bulduğu
bir ana figür çevresinde geliştirir koreografiyi, Tanpmaı'da da durum böyledir.
' Yazarın 1994'te İstanbul B ÎLA R 'da düzenlenen "M odernizm ve E debiyat" sem iner dizisinde yap-
' tığı konuşm anın metnidir.
4 5 0 • T anpınıır Ü ic rin e Yazılar
Biçem, bir gösteriş aracı değildir asla. Dili vıülk edinmek ister sadece. Sözcükten
cümleye doğru giderken oluşur düşünce. Arada durur: çevresine bakınır, sıçra
yacağı, doldurması gereken boşluğu görmeye çalışır. Bir tereddüt ânı geçirir: Bul
dum mu bulmadım mı? Doğaçlamanın olduğu gibi, düşüncenin dc ilhanın ge
reksinimi vardır. Yazar Nijinski.
Ama bir kargaşa ortamında belirir bu yazar: Birinci Dünya Savaşı'nın ertesin
de, işgalin ve M illî M ücadele'nin kanlı günlerinde. Bir Aradalık durumudur bu.
Tuhaftır: Yahya Kemal, tam da bu günlerde "hakikatin ta kendisi budur ki, yal
nız Lâtin nesrine mensup olan milletler iyi yazmayı bildiler" diye yazacaktır.
Ustasının o yazısını herhalde okumuştu Tanpınar. Fazla sanatlıdır biçcm i ama
Yahya Kem al'in "lügatfüruşluk, ıstılah-perdazhk" olarak nitelediği zaaflarla ya
da koflukla ilgisi yoktur. Gitgide unuttuğumuz edebiyat dilidir, biçemidir. Lâtin
nesri: Eğretileme vc benzetmeye yaslı düşünce. Kaos ve Düzen.
ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı.. (Bize akseden çehresiyle yanlış
yapma korkusu)."
Ölümümüzü deneyimleyemeyiz. Ama kültürel köklerden kopuşun boşlu
ğunu, içimizde açtığı yaranm acısım deneyinileyebiliriz, Tanpınar, "m edeniyet
değiştirm esi" dediği olgunun şokunu atlatmak istemez sadece, şoku kendi insa^
nal varlığında duyumsamak, onu kurmak ister.
Eric Hobsbavvm, Devrimler Çağı adlı yapıtında, toplumsal ve dünyasal uyu
mun bozulduğu bir dönemde beliren Romantizmin önünde üç kaynak olduğu
nu vurgular: Ortaçağ, yabanıl insan ya da onunla eş anlamlı egzotizm ve folk ve
Fransız Devrimi. Ortaçağcılığın daha çok Romantizmin gerici kanadına çekici
geldiğini belirten Hobsbavvm bir solcu ortaçağcılık da bulunduğunu ekler ve
bunun "popüler radikal hareket içinde" belirdiğini anımsatır. Aynı şekilde, ilkel
cilik de çoğunlukla "daha çok solcu başkaldırılara bitişir" Hobsbavvm'a göre. Bu
eğilimlerin "sağlam biçim de geçmişe demirlemiş idealler" olduğunu da vurgu
layan Hobsbawm, geleceğe sadece Devrim'in sahip çıktığını söyler.
Hobsbavvm, "gelişm e" karşısında da iki tutum ayırt eder: Gelişmeye karşı
tutuculuk ve gelişmeye karşı devrimcilik. Burada, gelişme sözcüğünün aynı za
manda modernleşme anlamına geldiğini belirtmem, bilmiyorum gerekir mi? Tu
tuculardın geçm işe ait toplumsal düzeni "ideale yakın olan uygulanabilir toplum
olarak görme eğilim i" taşıdıklarını belirten Hobsbavvm, Devrimciler'in ise, var
olan toplumlardan hiçbirini yeterli bulmadıkları için "işlerin halk için yolunda
gittiği tarihin derinliklerinde kalmış bir Altınçağ düşündüklerini" öne sürer. Bi
ri egemen sınıflara öteki yönetilen smıflara ait olan bu iJ<i görüşün, son çözüm
lemede "eski düzenin yeni düzenden daha iyi olduğu noktasında görüş birliği
içinde" olduğunu da vurgular Hobsbavvm.
* * *
Şimdi zorunlu bir ayraç gerekiyor: Alain Touraine'den uzunca bir ahntı ya
pacağım:
"M odernliğin tanımı konusunda en azından tek bir genel ilke kabul edil
meksizin modern toplumdan söz etmek mümkün olabilir mi? H er şeyden önce
kendisini, bir kutsal vahiye ya da ulusal bir öze uygun olarak örgütlemek ve bu
yönde eyleme geçmek isteyen bir toplumu m odem olarak nitelem ek olanaksız
dır. Modernlik, salt değişim ya da olaylar silsilesi de değildir, akılcı, bilimsel,
teknolojik ve idârî etkinliğin ürünlerinin yaygmlaştırılmasıdır. İşte bu nedenle
m odernlik toplumsal yaşamm çeşitli bölüm lerinin giderek artan farklılaşmasını
içerir. Bu bölümler ise, siyaset, ekonomi, aile yaşamı, din ve özellikle sanattır, çün
kü araçsal akılcılık belli bir tür etkinlik içinde işlerlik gösterir ve bunların her
hangi birinin dışardan, yani genel bir görüyle bütünleşm esi bir toplumsal tasa
rının gerçekleşmesine bağıntılı olarak örgütlenmesi fikrini dışlar. Modernlik her
4 5 2 • la n p ın iir Ü zerine Yazılar
Aileyi, evi, şehri ve köyü lekrar kuracağız. Bunları yaparken insanı da yapmış
olacağı/'" (Vurgulamalar benim). Üretken insan, Tanpınaı'm düşüncesinin nmı fi
gürlerinden biridir. Malıra Defleri'nde tek yolun "kalkınma ve plan olduğunu" da
bu figürden yola çıkarak öne sürer.
Tanpmar, hpkı Nijinski gibi düşüncelerin arasında dolaşıyor, arıyor. Her ye
ni figürde önündeki yumağın bir ipliğini daha açabilmeyi umuyor, isliyor. İman
ve rahatlama değil aradığı. Bilmeyi ve anlamayı istiyor aslında. Düşünsel ve iç
sel huzursuzluktan asla korkmuyor. Çünkü modernizmin içinden bakıyor yaşa
ma ve topluma. Sorunları ele alış biçimindeki özgünlüğü ve dönemi açısından
taşıdığı yeniliği ancak bu çerçevede anlayabiliriz.
Sıçrayış ve yere basış edimlerine dikkati çektim .daha önce. H uzurda şunları
okuruz; "Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için daha bir yere basmak lâ
zım. Bir hüviyet lâzım. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor."
* * *
^ Burnda A yvazoğlu, K aplan, Kutlu, M oran ve Tim ur tarafından yapılan bu görüşleri kısm en ya
da bütünüyle ön e süren yorum lan göz önünde bulunduruyorum . M oran'm kapsam lı yorum un
daki önem li tartışm a konularına aşağıda değineceğim . Bu değerli eleştirm enin içtenlikle dile ge-
Hasça SiVJtler, Boüuk S ıh h a d e r • 461
tekleyecek verilerin ancak ikincil bir rol oynadığı, varoluşsal iç çatışmanın araz
ları ve bunlara uygun düşen metafizik bölünmelerin ise fazlasıyla belirgin oldu
ğu kısmen de olsa biliniyor. Bu durumda, kitabm eleştirileriyle yetinecek olsak,
ya Saatleri Ayarlama Etıstitüsü'nde Tanpınar'm kendisine büsbütün yabancı bir
sanat anlayışını benim sediği sonucuna varacağız ya da bambaşka metinlerden
söz ediyor olacağız.
Yine de, romanın bundan önceki yorumlarını hafife almamak için en az iki
önemli neden var. Bunlardan biri romanın alışılmamış, modern Türk edebiya
tında hâlâ eşi olmayan bilmecemsi niteliği. Okur olarak romanın özel diline ya
bancı kaldığımız, bu özelliğe dikkat çeken göndermeleri atladığımız oranda bu
niteliğin iyice belirginleşmesi kaçınılmaz. Diğer neden ise Tanpınaı^la yaşam
hakkında temel bazı ahlaki nosyonları paylaştıklarını varsayan ve romanda
bunların savunulduğunu düşünen eleştirmenlerin iyi niyeti. Örneğin Mehmet
Kaplan, rom anın en önem h karakterlerinden biri olan H alit Ayarcı'yı "hiçbir
içtim ai, ahlaki ve dini kıym ete inanm ayan korkunç bir şarlatan" olarak tanım
larken hocasının yazdığı bu Türk edebiyatı "şah eseri"n in (Kaplan, 143) dayan
dığı hiciv ilkesini kavradığını düşünüyor, bu karakter ile başkişi arasındaki iç
bağları (280, 297) hesaba katm ıyordu. Aynı şekilde, H ayri İrdal'ı "rom anın bü
yük bir kısm ında... geleneksel değerleri savunan bir adam " olarak gören Ber
na M oran, onu kolayca özdeşleşilebilecek bir figür olarak değerlendiriyor, ama
yine de, yazısının bir yerinde, Tanpınaı'ı "başta ironi'ye dayanan bu hiciv yön
temini kullanm akla, sanırım , okuru gereksiz yere yanıltm ış, işini, güçleştirm iş
oluyor" diye eleştirirken yapıtın değişik yorum larına kapıyı aralıyordu (Mo
ran 312, 327, 329).
Bu yazıda daha önceki yorumları tek tek ele almamam Saatleri Ayarlama Ens-
titiisii'ne yaklaşımımdaki temel farklılık nedeniyle hoşgörülür sanıyorum. Kısaca
söylersek, Tanpınaı'ın bu romanının bütün yapıtları içinde bir istisna ve yazarın
diğer kurmacalarından daha "tarihsel", daha "toplum sal" ve daha "eleştirel" ol
duğunu düşünm ediğim gibi, bu doğrultudaki verilerin zayıflığına bakarak, bu
romanın "hiciv" olarak tanımlanabileceğini de sanmıyorum. Enstitü'yü iyiden
iyiye bir sorun yumağı haline getiren, bir yandan muğlak benzeşimlere, diğer
tirdiği çelişkiler rom anın ahm lanm asındaki temel sorunlara da dikkat çekiyor. Bu yazının ilk su
nuluşundan sonra elim e geçen kitabında, O ğuz D em iralp'in d e E n stitü y ü yorum larken (101-10)
d iğer eleştirm enlere paralel görüşler öne sürdüğünü gördüm ; ancak D em iralp'in Enstitü yoru
m unu etkilem em iş olsa da; çalışm asm m özellikle ayna, ana ve narsisizm den söz eden bölüm ün
de (28-38) benim de Tanpınar yorum unda önem li saydığım konular üstünde durm asını m em nu-
niyede karşıladığım ı belirtm ek isliyorum . Tarihçi Tim ur'un yorum u ise rom anın tefrika tarihine
d ikkat etm eyip onu 1961'de yazılm ış gibi ele alm ası ve toplum sal-siyasal "çözüm lem esin i" bu
hatalı tarih üstüne kurm asıyla dikkat çekiyor. Tanpınar'ın romana yazdığı ek, A lptekin'in Tanpı-
nar araştırm alarına önem li katkısı olan kitabında yer alıyor (32-36).
4 6 2 • T anpınnr Üzerine Yazılar
1. Simgesel Hakikatler
Saatleri Ayarlama Enstitüsü sorununu çözmeyi hedefleyen bir okuma, kitabı
baştan sona saran simgesel kullanımların farkına varmak zorunda, hepsinden
çok Tanpınar'ın bu romanı için gerekli bu. Eğer romandaki simgesel kullanımla
rı belirleyebilir ve bunlar aracılığıyla dile getirilen kısmi hakikatleri doğru yo
rumlayabilirsek romanı sarmalayan gizem perdesini aralama şansımız doğabi
lir. Burada "sim ge" derken, başlangıçta ve hemen anlaşılandan farklı anlamlara
gönderme yapan kullanımları kastediyorum. Mahur Beste'nin gündeme getirdi
ği "ev ", "kitap", "saat", "servet" ve "Şark" gibi simgelerin çözümlenm esinde or
taya çıktığı gibi, Tanpınar'da simgesel kullanımları belirleme ve yorumlamanın
çeşitli güçlükleri var. Mepsi bir düşünce ya da düşünceleri anlatsa da, bu simge
ler, imge ve kavram şeklinde ortaya çıkabilir, bir figüre yakıştırılm ış olabilir, bir
karakterin ya da sosyal varlığın adında gizlenebilirler; köken bakımından her
Hasta Saatler, Bozuk S ıh h a tle r • 4 63
Hayri İrdal, aklî yeterliliğinin saptanması için gönderildiği Adli Tıp'ta Dr.
Ramiz ile karşılaşır. Kendisini oraya getiren duruşmada üstüne atılan imgesel
suç, imgesel bir mirası imgesel olarak iç etmiş olmaktır. Görünüşte hep kom ik
tir bunlar. Zaten bu noktaya kadar Hayri İrdal'ın yaşamındaki olayların sim ge
sel anlamı farsa benzer bir akış içinde başanyla gizlenmiştir: birdenbire keşfedi
lecek hazineler, büyü ile üretilecek altın, üstüne konulacak miras; bunlarda hep
azametli yanılsam aların cazibesi ve yoldan çıkarıcılığı anlatılmıştır. Zaten bu ilk
bölümün tefrikadaki adı da "Büyük Düşler"dir. Daha önceki okumaların, böy-
lesi şartmış, başka türlü olamazmış gibi, bu bölüm de bir tarihsel dönem, bir Tan
zimat öncesi bulmakta epey ısrar ettiklerini biliyoruz. Oysa başka modernist ve
varoluşçu anlatılar gibi Tanpınar anlatılarının da genelde doruksuz oluşu, onda-
ki kişi sorunlarının "ebedi" ve "evrensel" niteliği, romanın bölümlere ayrılması-
"M ü barek" figürünün bu buluşm ayı lem sil etliğini aşağıda göreceğiz. "Sıhim t" ile "sa a t" arasın
daki sim gesel ilişkinin, "saatler olsun!" ve "saatinize!" gibi standart olm ayan kullanım lardaki
bozulm ada "sa a t"in gösteren olarak özgürleşm esi ve kendine özgü b ir yaşam edinm esinden
kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu yüzden romanda geçen "Sen saatinden şikâyet ediyordun" (154)
cüm lesinde "sıh hat" anlaınının sim gesel düzeyde korunabilm esi m üm kün oluyor. Bu şekilde öz
gürleşen "sa a t" artık özel .nnlaminr kazanabiliyor, örneğin birçok yerde (27; 40-41; 155-57) fallik
çağrışım lar taşıyor. Bu süreç, m odem şiirde imgenin dönüşen rolünü anım satm akta; Karsten
H arries'in belirttiği gibi, "m ecazi işlevi belirsizleştikçe, im ge tuhaf şekilde inatçı bir yer edinm ek
tedir" (78).
Sim gesel işlem in yanı sıra, Snatkri Aj/<ıi'lnı/ıa Enslitı'isii'nde "saat"in açıkça belirtilen m ecazi kul
lanım ları da var. Bunların en önem lisi, Nuri Efendi'nin bozuk ve ayarsız saatleri hasta insanlara
benzetm esi. H ep m ecazlarla konuşan bu adamın (29,31) yaşlı bir bilge olarak betim lenm esi dik
kat çekici (3. nota da bakınız).
H asta S aatler, Bozuk S ıh h a tle r • 465
Bu bölüm deki etkinliklerin akıl ve imkân dışı niteliği, birçok eleştirm eni kestirm e yoldan Tanzi
m at öncesi ile benzeşim kurm aya itm işti (M oran, 309; Kutlu, 334, vb.). Olgusal tem eli olm ayan
bu görüş kolay bir açıklam a olarak popülerlik kazanm ışsa da, titiz bir eleştirm en olan M oran'ın
bu düşünceyi öne sürerken "aldanm ıyorsam ", "Yorum um d oğru ysa", "... kullanılm ışsa" (309,
313) gibi tereddütlü ifadeler kullanm ış olduğu dikkate ahnm alı. Rom anı tarihsel d önem ler açı
sından değerlendirirken eleştirinin gözden kaçırdığı, H ayri İrdal ve eşdeşlerinin yaşam ları b o
yunca aynı düşler peşinde koşm aları, diğer bir deyişle, zam anlannın akm am asıdır (17. nota ba
kınız). N asıl m utlakın peşindeki bir idealist ve kahram anım ızın eşdeşi olan Seyit Lütfullah'ın
hep'i elde etm ek için 'h iç'in kısır çölünde yaşam ayı tercih" edişi (43) sonrada.n bir dönüşüm e uğ
ram azsa, "id ea list" (18) ve "m utlakın peşinde" (202) olan Hayri İrdal da hep aynı d üşlerle zehir-
lenecektir (4 6 ,1 4 3 ). Ö nceden kestirilem eyecek ve sürekli yenilenen şekillerde olsa da, "asıl var
lığın" peşindeki im kânsız arayış bütün romanı kaplar: adından da anlaşılacağı gibi,'M u rat'ta bir
halüsinasyon olur; A froditi'nin yaşam öyküsü, H ayri İrdal'm kinin baştan yinelenişidir; Nevzat
Hanım farklı b ir kişilik sergilem ez, vb. Bu arada, rom anın "birincil sü reçler"i anlatan bir dizi an
latıma yer verdiği gözden kaçm amah; "ü stü stelik " (73), "birbirini tutm am a" (117), "lehim len
m ek ", "k ay nam ak ", "h u lû l" (174), "m ıknatıslanm a" (175), vb. Tanpınar'ın sonradan yazdığı ek
te "tım arhan e", "n u rse[r)y " ve "beşikler"d en (Alptekin, 35) söz etm esi de, rom anında türiin ta
rihinden çok, belki de yalnız, bireyin gelişm esi önündeki engeller üstünde durduğunu düşündü
rüyor. A slında d ikkat edilirse, her şeyi otom atik olarak "toplum sal soru n " sayanlarla kahram a
nı aracılığıyla inceden inceye alay etm ekte, örneğin Dr. R am iz'in "bilhassa içtim a[î] m eselelere
olan büyük ilg isi"n d en (85), "İçtim aî tenkid" m erakından (110) söz etm ek ted ir Aynı şeyi, Nuri
Efendi'nin "h içb ir açık geliştirm e yapm adan" öne sürdüğü görüşlerin H alit Ayarcı ve Dr. Ram iz
tarafından "h ak ik î felsefe" (30) olarak görülm esinde d e akla getirm ekte, liabii ki "baba dostu"
(171) Nuri E fendi'nin hikm et felsefesi Seyit Lütfullah'ın saf m etafiziğinden çok farklı.
4 6 6 • T a n p ın a r Ü :e r in e Y azılar
Tnnpınar kurm acasındnki "an n e-eş" bİTİmi ve buna ilişkin so n jn lar O ğuzertem 'd e tartışılıyor.
Eııs/Jfıı'nün sim gesel yapısı açısından burada bizi ilgilendiren, kahram anın "k arısı"n ın bu birimi
bir kez daha gündem e getirm esi. Fransızca'da m ere ve m er arasında bulunan ve başka sanatçıla
rın da yararlandığı ilişki yüzünden, Hayri İrdal'm, "k arısın ı" düşünm eden ön ce "d en iz") düşün
m üş olm asını da (84) bir rastlantı sayam ıyoruz. Bu bağlam da Tavyııınr'ın Şiir Dünyası'r\da M eh
met K aplan'ın Tanpınar'daki ana özlem inden biyografik bir ayrıntı olarak sık sık söz ettiği anım
sa nabilir.
H;ıstD S aatler. Bozuk S ıh h a tle r • 4 6 7
M iibarek'in önem li rolleri .nrasındn Hoyri İrdal'ın "h ala"sı ile yakın ilişkisini, daha sonra da Ens-
titü'nün binasını esinlem esini sayabiliriz. Tnnpm aı'ın diğer anlatılarını da göz önünde tutan bir
okum a İmlanın "v a rlık lı" ve/fakat "h asis" (verici olm ayan) anne im geleri serisinin parçası oldu
ğunu düşündürür. Son bölüm de anlatılan bina ise ilettiği anlam bakım ından ciddi olm am ak şöy
le dursun rom anm sim ge sistem ini bütünlem ekte. G enel olarak rom anı, özel olarak da bu bölü
m ü doğru yorum ladığım ızda, Hayri İrdal'ın m im ari tasarım ında son derece isabetli olduğunu
fark ederiz. Bu insan biçim sel külliye, kastne bir kurbanın, içindeki "bo şlu k "la dışındaki "yok-
luk"u buluşturan sürpriz bir görüntüsünü çizer.
R om anın daha kapsam lı ve derinlem esine bir okum ası bu "alışverişler"d e bir türlü karşılanam a
yan ilgi ve bakım talebinin doğurm ak zorunda olduğu küçültücü sonu çlan, narsisizm , m azo
şizm ve hipokondriya açısından ele alm ak zorunda.
4 6 8 • T nn pın ar Ü zerine Ynzılüi-
mun belli başlı im tiyazı" (20) şeklinde söz eden kahramanımız aslında çocuklu
ğundaki yalnızlığmı, bakım görmeyişini anlatmakta, o zaman ihmal edilişi ile
ilerde, yaşamda seyirci konumunda kalması arasında bir bağ kurm akladır (21).
Tanpınaı'da yinelenen bu izlek Hayri İrdal'ın oğlu "A hm et"in bakım görmeyi-
şinde bir kez daha gündeme gelir (152-53)7
Demek ki I-layri İrdal'ın, Mübarek'in ihmal edilmiş olm ası, doğru dürüst iş
lememesi, "ev"deki yeri vb. hakkında söyledikleri, izini sürdüğümüz özgül an
lam sistemi çerçevesinde son derece önemli. M etnin "baba kom pleksi" teşhisin
den önceki bölüm ünün gösterdiği, "anne-eş" birimi ve bununla ilgili özlem ve
ikilemleri simgeleyen Em ine'nin Hayri İrdal'ın hararetle yadsıdığı hastalığıyla
yakından ilintili olduğu. Yani görünenin tersine, hem kahramanımız hem de
doktoru Em ine'yi "bu korkunç ağa" sokmuş oluyor. Asıl ironi, bunun iyicc açı
ğa çıkmasının Hayri İrdal'ın davadan da terapiden de kurtulmasını izlemesin
de. Kahramanım ızın gördüğü bir rüya bize bunu anlatır. Bu bilginin terapi sıra
sında doktor ile hastanın anlaştığı örtük dilde anlatımını fark etmek ise neredey
se olanaksız kıhnmıştır. Ancak doktorun kullandığı, sıradan, fakat bağlam için
de tuhaflığıyla dikkati çeken birkaç sözcük önemli ipuçları verir. Hayri İrdal'ın
"Doktor, karım hasta. Yüzünden belli, hasta. Beni buradan bir an evvel çıkarın"
şeklindeki sözlerine Dr. Ramiz (tefrikadakinden farklı olarak) şu yanıtı verir: "O
ayrı şey, dedik ya!" (90) İlk bakışta yersiz gibi görünen bu yanıtın anlamı dokto
run "başka" ve "ayrı" sözcüklerine yaptığı vurguda gizlidir Bu da ister istemez
Dr. Ram iz'in Hayri İrdal'a anlamsız bir ritüel gibi görünen, nesneleri "ayrı tut
ma" davranışını anımsatır. Demek ki esas terapiye gereksinimi olanın Dr. Ramiz
olduğu sonucuna varm akta acele etmemek, tersine Hayri İrdal'ın, Emine'nin
temsil ettiği Ö teki'nden "farklı" olmaya katlanamamak, bağımsız bir kimlik
oluşturamamak; başkalarıyla ilişkide sınırları ve mesafeleri ayarlayamamak gi
bi ciddi sorunları olduğunu düşünmek gerekiyor. Nitekim romanın bir sonraki
bölümünde aktarılan ve yansılama özdeşliğinden psikolojik doğumu anlatan
çarpıcı düşte, kahramanımız ile Emine çok acıh ve korkuyla dolu bir Öteki'nden
"ayrışm a" sahnesinin başoyuncuları olurlar (102-104); ayrılmanın, diğer bir de
yişle büyüm e ve bağım sız bir kimlik edinmenin gerekliliği ile korkusu arasında
ki çelişm e hep yinelenir Tanpınaı'da.8
Buradaki "bak ım sızlık" ve "çocukluk yalnızlığı" izleklerlıiin Taııpınnr'dn ilk kez karşımıza çıktı
ğını söyleyem iyoruz. Yeri gelm işken, daha kapsam lı bir okum ada "A h m et" adının metindeki
dolaşım ı üstünde durulm ası gerektiğini de belirtelim .
Rom anın bütününü tartışm ayı hedefleyen bir çalışm a, nnlatının asıl odağını oluşturan ve gölge,
kılık, m aske ve rol gibi izlekler aracılığıyla işlenen bölünm üş benlik ve kendi olm am a ile ilgili so
runların nedeni ve nasılı üstünde durm ak durum unda. Rom anın, her şeyden önce, "henıen an
ladığım ız"; çünkü "zaten bildiğim iz" kültürel kimlik. Batılılaşm a, vb. sorunlar ile uğraştığını
varsaym ak, kolay göründüğü oranda aldatıcı sonuçlar verm ekte, bu arada m etnin temel vara-
H astil Snntler, Bozuk Sıhh ü tler • 469
luşsal dokusunu oluşturan düzm ece, yalfin, kurm aca ve fantazinin doğasına ilişkin iç çatışm alar
yok sayılabilm ektedir.
4 7 0 • T iin p ın a r Ü z e rin e Y azılar
2. İmkânsız Anlamlar
Yukarıdaki çözüm lem e SaniJeri Ayarlama Enstitusü'r\ün zengin simgesel ya
pısı ve özel diline dikkat çekerek bu yapıtın toplumsa] bir hiciv gibi okunuşunu
sorgulamayı hedefliyordu. Bu yorum, yazarın, başlangıçta hayal bile edemeye
ceğimiz hakikatleri aynı anda hem gizleyen hem de açığa vuran kompozisyon
tekniği ile okum a stratejimiz arasında daha büyük bir uyum kurma gereksini
minden doğmuştu. Tanpınafın başka yapıtlarında olduğu gibi bu romanında da
olanın görünenden, kastedilenin söylenenden hemen her zaman farklı olduğu-
Kahrnmnnın gözündeki birçok arkaik özelliğinden dolayı Hayri İrdal'nı bnbnsının Inm bir "Ödi-
pnl bab a" olm adığı öne sürülebilir sanıyorum .
Hnsta S aatler. Bozuk S ıh h a tler • 471
satan bir şey olduğunda ısrar edersek, Auerbach'ın "tem sili gerçekçilik" ile ale
goriyi birbirinden ayırma dileğine saygısızlık etmiş olm ayız.'" Öyleyse Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’nün yalnız bu anlamda bir alegori sayılabileceğini, yani ro
manın "birincil" ve "ikincil" düzlemlerinden birinin, diğeri anlaşıldığında vaz
geçilebilecek bir fazlalık (Van Dyke 215) olmamasına karşın, "asıl" öykünün an
cak "öteki" öykünün izdüşümü olarak kavrandığında doğru dürüst anlaşılabil-
diğini belirtmeliyiz. Yalnız bu; iki düzlem arasında saydam bir ilişki olduğunu,
iki paralel çizgi üstündeki noktaların bire bir karşılıkları bulunduğunu düşün
dürmemen. Ben bu romanda daha çok her zaman ve her yerde geçerli iki düz
lem varmış gibi düşünüyor, üstelik simge sistemi çözüldüğünde farkına varılan
"üst" anlatının sürekli müdahalesi nedeniyle, insan etkinliğine dayalı ve sürek
liliği olan bir olay örgüsü bulmakta güçlük çekiyorum.
Tekrar tekrar yazdığı ya da yazmaya çalıştığı için, Tanpınar'ın yapıtlarının
"arkasındaki" (ya da "üstündeki") öykünün ne olduğunu biliyoruz. Hikâyekr'de
yer alan ve ünlü miti mesel tarzında yeniden anlatan "A dem 'le H avva" öyküsü
dür bu (126-35). Tanpınaı'’ın yeniden anlatımında bu mitin psikanalizin nesne
ilişkileri kuramını (BuckIey, Kernberg, Mahler) akla getiren bir aynşma-bireyleş-
me öyküsü, bir eksik doğum, psikoseksüel ve metafizik düşüş (cennetten kovu
luş) öyküsüne dönüştüğünü görüyoruz. Bu öyküyü bir prototip saymamın ne
deni, aynı izleği farkh şekillerde yineleyen bir dizi öykü içinde yazarın en çok
bunu işlemiş olması. Yukarda sözü edilen; Hayri İrdal'ın "karısı" Em ine'den ay-
rış(ama)masını anlatan düş; "D eli" Seyit Lütfullah'ın geçici olarak ayrıldığı ve
bir gün kavuşmayı düşlediği halüsinasyon ürünü sevgilisi, o şahane, başka dün
yalı ve harikûlâde Aselban (38-39), hep aynı başlangıç hayalinin ürünüler.ıı Bir
romans öyküsü" değil (melodramı çağrıştırmasın diye "rom antik öykü" demi
yoruz), romansın ta kendisidir bu: imkânsız, umarsız, narsisist ve, bayağı da ol
sa, ensesti düşündüren bir aşk.i2 Dolayısıyla; Tanpmar'daki simgelerin çoğun
lukla bu hayali başlangıç (ev, deniz), bunun yokluğu (saat) ve onu yeniden elde
etme çabası (ayna) ile ilgili olduğunu söylersek abartm ış olmayız. Tek tek sim
geler ve simgesel kullanımlar öteki ("üst") anlatıya işaret ederken, o anlatıdan
D.ınle'nin ynpıtm m alegori ile ilişkisini ele al.ın yararlı bir tartışma için Vfin D yke'ın kitabına ba
kınız (205-46).
"A sıl ben"i çağrıştıran "A selban " adı daha sonra Emine'nı'n H ayri İrdal'a (çifl anlam lı) sesleni
şinde yankılanacaktır: "K endine g el" (119), Tanpınar'da sıkça rastlanan diğer eşdeşlcnıe durum
larında da olduğu gibi, anlatıcılar, karakterleri ve bunları gösteren zam irleri duğru dürüst ciyırt
edemezler, ya da böyle yapm aya özen gösterirler.
Bu rom ans değerlendirm esinin Deniş de Rougem ont'nn klasik yapıtından esinlendiğini belirte
yim . Tnics o f Lovc (H istoircs d'anıaıır) adlı yapıtının çağdaş anlatıyı ele alan bölüm ünde Georges
Bataille'ın Ma M erc adlı kitabını tartışan Julia Kristeva, buradaki ann e figürünün tabu tanım adı
ğını, preödipal ve arkaik olduğunu, m üm kün bir kimliği elinde tuttuğunu ve psikoza sürükle
yebileceğini belirtir (371).
H asla Saatler, B o ııık S ıh h a tle r • 4 73
"Sim g e" kavram ına yüklenen son derece değişken anlam lar yüzünden ve Tanpınnr anlalısm m
özel gereksinim lerini göz önünde tutarak, burada sim geyi alegorinin kuruluşunda rol alan tek
b ir anlam lam a birim i olarak ele aldığım ı belirteyim . Bu kullanım sim geye zam an zam an yükle
nen çağrışım cı, benzeşim e! ve -vurgu yer değiştirm e değil de kıyaslam a işlevine yapılıyorsa- m e
cazi görevleri ikinci plana atm akta, romanın anlaşılm ası için sözcüğün köksüzleştikten sonraki
serüveni üstünde yoğunlaşm aktadır (2. nota da bakınız).
Tam da bu nedenle, "an ılar"ın ın ilk sayfasında Hayri İrdal'ın "başlangıcını bilm ediğim çok m ü -.
him m eseleler"den (9) söz etmesi rastlantı gibi görünm üyor. "O y n am a" izleği ise sona doğru be
lirginleşir (2 9 9 ,3 0 1 ).
4 74 • T nnpınar Ü zerine YazıUır
Çnğdaş Batı dünynsıııdn hicvin çekiciliğini büyiik ölçüde yitirm iş oim nsı, iisLiinde durulınnya
değer bir konu. Hicive zam an zam an gösterilen refleks tepkiler kültürün diğer eğilim leri ve ge
nel durum u ile bağlantılı olm alı. Bu konuda tipik dcncbilecek bir itiraz, İtalo C alvino'dan gel
mişti: Calvino, hicvin "ahlakçılığım " yeriyor, hicivdeki "sorgulam a" ve "aray ış" yoklıığıına dik
kat çekiyor, bu tarznı sınırlı ve tek yanlı olduğunu düşündürüyor, onu "tikel olana karşı yeterin
ce m esafeli" bulm uyordu (62-63). Eleştiriye açık olan bu görüşler, yine de, Tanpınaı^ın rom anı
nın türü hakkındaki tartışm ada isyancı bir işlev görebilirler. C alvino'nun hicivde bulunm adığı
nı söylediği özellikler Tanpınar romanında fazlasıyla vardır.
Hasta S aatler, Bozıtk Sıhh-.ıtler • 475
D aha geniş bir değerlendirm e; anlam lam a edim inin böyle b ir yok olma tehdidi altm da yaşam a
sının, romanda özgül izlekler halinde karşımıza çıkan irade, karar, yargı, değer verm e ve inan
m a gibi edim lerin de içinde olduğu geniş bir kültürel kazanım lar yelpazesinin krize girm esiyle
ilgili olduğunu gösterebilir. Örneğin, H ayri İrdal'ın babasını "beğ en m em esi" özel b ir durum ol
m aktan çok bir norm olarak görülebifir (120) ve kahram anın hayranlık, im renm e, kıskanm a, kor
ku ve nefret gibi hislerin ötesinde, örneğin saygıyı da içerebilecek bir beğenm e ilişkisine zaten
hiçbir zam an girem ediği gösterilebilir.
Rom an bu tür bir "zam ana bağım lı kader" tanımına N evzat H anım 'ın anlatıldığı ve tefrika m e
tinden sonradan çıkanid ığı anlaşılan bir bölüm de iyice yaklaşm ış görünüyor. Başka Tanpınar ka-
476 • T iin p ın ü r Ü zerine Yazılar
Kaynaklar
Alptekin Turan, Bir Kültür, Bir İnsan: Ahmet Hnmdi Tanpmnr ve Edebiyatmtzn Bakışlar, İstan
bul N akışlar Yayınevi, 1975.
Auerbach, Erich, Mimessis: The Representation ofRealily in Western Literatüre, Çev. VVilliard
R. Trask, Princeton: Princeton U P, 1968.
Ayvazoğlu, Beşir, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü Yahut B irİnbraz Felsefesi", Tanpmar, Saatle
ri, 340-54.
Booth, VVayne C. The Rhetoric ofFiction, 2. baskı, Chicago; U. O f Chicago P., 1983.
BuckIey, Peter, ed. Essentini Papers on Objent Relations, New York; New York U.P., 1986.
Calvino, İtalo, "D efinitions of Territories: Com edy", The Uses of Literatüre, Çev. Patrick
Creagh, San Diego; HBJ, 1986, 62-64.
rnkterleri gibi N evzal H .ınım da "rüyalarına dikkat ede ede, uyanık hayatıyla onları karış-
tır"m aktadır. Bu karakteri anlatan iki cümleyi epigrafta kullandım (Yeni İstanbul (1954); tefrika
no. 38). (Rom anın yeni basım larında, atılan bu bölüm lerin yanı sıra A lptekin'deki eke de yer ve
rilmesini arzuluyoruz.)
Bu yazının oluşm ası sırasm da desteğini gördüğüm Yasemin A lptekin-O ğuzertem , VValter G.
A ndrew s, Saralı M . Atış, İlhan Başgöz ve John M. Crofoot'a teşekkürler.
Hasta S aatler, Bozuk S ıh h a tle r • 4 7 7
De M an, Paul. '"T h e Rhetoric of Tem porality", BUndness and Insight: Essmjs in Ihe Rhetoric
of Contcmporanj Criticism, M inneapolis: U, of M innesota P., 1983/187-228.
Dem iralp, Oğuz, Kutup Noktası, İstanbul: Yapı Kredi Yayınlan, 1993.
Harries, Karaten. "M etaphor and Transcendence", On Mctaphor, ed. Sheldon Sacks, Chi
cago: U of. Chicago P, 1979. 71-88.
Kaplan Mehmed. "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, Dergâh
Yayınları, 1978,140-13.
- Tanpmar'tn Şiir Dümjast, 2. baskı, İstanbul: Dergâh Yayınlan, 1983.
Kernberg, O tto F. Objcct- Relntions Theoty and ClinicnI Psychoanalysis, N ew York: Jason
Aronson, 1977.
Kristeva, Julia, Tales o f Love, Çev. Leon S. Roudiez, New York: Colum bia UP, 1987.
Kutlu, M ustafa, "Tanpınar'm Yalan D ünyası", Tanpmar Saatleri, 332-39.
Mahler, M argaret S., Fred Pine, Anni Bergman, T/ıe Psychologicni Birth ofthe Human İnfanl,
New York: Basic Books, 1975.
M oran, Berna, "A hm et Hamdi Tanpınar'm Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Tanpmar, Saatle
ri, 309-31.
Oğuzertem, Süha, "The Dead Tree of Compassion: Existence, Im agination, Love, and
N arcissism in Tanpm aı's Mahur Besle", doktora tezi, Indiana University, 1994.
Rabinow itz, Peter J. Before Reading: Naırntive Conventions and the Politics o f Interpretation,
Ithaca: Cornell U.P., 1987.
Reugem ont, Deniş de, Love in the Western Word. Çev. M ontgom ery Belgion, 2. baskı, New
York: Fav/cett Premier, 1956.
Tanpmar, Ahm et Hamdi. "A hm et Hamdi Tanpmar Yeni Eserini A nlatıyor". 1954. Kon.
Ayşe Nur, Edebiyat Üzerine Makaleler, der. Zeynep Kerman, İstanbul: Milli Eğitim Bası
mevi, 1969, 553-55.
............ . Hikâyeler, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1983.
............ . Mahur Beste, 1944, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1975.
............ . Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 1954, Dergâh Yayınları, 1987. Ü ç eleştiri yazısı içer
mektedir.
Timur, Taner, Osmanit-Tiirk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İstanbul: Afa Yayınlan,
1991, Özellikle 321-29.
Van Dyke, Carolynns, The Fiction ofTruth: Structures o f Meaning in Narrative and Dramatic
Allcgory, Ithaca: Cornell U.P., 1985.
VVhitman, Jon, Allegory: The Dynanmics of an Ancient and Medieval Techinicjue, Oxford: Cla-
rendon Press, 1987.
çılgınlar arasında sayılıyor da, Hacivat'la konuşan kişi çılgın, H acivat'ın yanıt-
layışı çılgınlık sayılmıyordu...
Belki bunlar da büyülemişli.
Büyülenmeme karşın "Yaz Yağmuru" öyküsünü baştan sona uzun yıllar
okuyamadım. İmgeler, sanrılar, hep o yaz yağm uru ve resimlerdekini andırır
birtakım fig;ürler, sayfalar arasında belirdi kayboldu, aydınlandı karardı. Ama
bu uzun öyküyü pek çok seviyordum. Yazınsal metinlere ahnyazısı biçmeye kal
kıştığımdan, tılsımlı "Yaz Yağmuru"yla aramda bir gönül bağı kurulacağını du-
yumsuyordum.
Ola ki şu cümle: "Çocukluğundan beri onun Karagöz ve H acivat'la konuş
mak adetiydi." Ve devamı; "U zun süren bir hasLalık boyunca onlarla öyle haşır
neşir olmuştu ki aradan otuz sene geçtiği halde yine benliğinin ayrılmaz parça
ları gibiydiler."
Benzeri bir yaşam çizgisinden gelmiyor muydum? Çocukluğum boyunca
ateşli hastalıklarda resimli roman kişileriyle, arlık Karagöz ve H acivat'la değil
de. Hürriyet gazetesinin her gün yayımladığı "Fatoş"IarIa, "Güngörm üşler"le
dostluk kurmamış mıydım?
Genç kad]]-ı, Sabri'nin gözünde "ipi kopmuş bir uçurtma hayali"yie geldiği
gibi çekip gidecektir...
Bir aşk öyküsü, ama kültür gömleği değiştirmenin sancıları üzerine eşsiz bir
söylence de.
"Yaz Yağnıuru"nu nihayet sonuna kadar okuyabilmiştim. Sonra birçok kez
yeniden okudum. Bir zaman geldi ki, ağır akışını ben de yaşamaya koyulmuş
tum. Tanpınar içe işleyen yazardı.
Sözgelimi Sabri'nin dolaştığı kitaplıkları, yaz sıcağmda bu kitaplıkların se
rin havasını ben de dolaşmakta, ben de hissetmekleyim. Ben de Sabri gibi geç
miş yüzyıllarda geçen bir roman yazma çabası içinde gibiyim.
Tanpınar: "Plaj tenha ve sıcaktı. Beyaz alev dalgaları içinde kavruluyordu.
Pakal biraz evvel çıktıkları kabine ıslak, loş ve serindi" der. İşte birdenbire, gö
zümüzün önünde İstanbul plajları tekrar yaşamaya koyulun Sabri'nin yazıda
yaratmaya çalıştığı geçmiş, şimdi bizim için, o yitip gilmiş plajları düşünürsek,
okumada yaşatm aya çalıştığımız bir şey olmuştur...
Belki bu yüzden "Yaz Yağmuru"na gizemli, gizleri olan bir öyküye yaklaşır-
casına eğilm ekte yarar var. Tanpınar'ı bu öyküyle tanıdım. Onu hiç okumamış
okurlara, "Yaz Yağm uru"yla başlamalarını salık veririm. Gönül bağı bir ömür-
boyu sürebilir.
Ama yalnız "Yaz Yağmuru" mu?
Ahmet- Hamdi Tanpınar, eseri bugün de olanca yaşarlığını koruyan bir ya
zar. Oysa döneminde okurun ilgisine yeterince sunulmamış. Henüz bütünü ya
yınlanmamış güncesinde yakınıyor: "Tenkitlerden eser yok."
Günceyi basıma hazırlayan İnci Enginün'ün önemh açıklamasını da alıntıla
mak isterim:
"Tanpınar, şiir kitabı çıktıktan sonra tenkit beklemiş, fakat bir sessizlik kar
şılamıştın Daha sonra çıkacak birkaç tenkidin onu çocuk gibi sevindirdiği anla
şılmakla birlikle, bu sessizliği, hatıralarında birkaç kere tekrarladığı 'Sükûl su
ikastı' diye nitelendirmiştir."
Hemen Tanpınaı'a dönelim: "(...) muhakkak olan bir şey varsa yirmi sene
evvel bir şöhretim olmuş. Kitap neşretmemek, aynı muhitlerde yazmamak bu
tesirin devamını men etm iş."
Aynı muhitlerde., çevrelerde yazmamak. Belki de çevreler üzerinde durmak
gerekiyor.
Tanpınar ne sağın, ne solun insanıdır Ne muhafazakârlarla tam bir düşün
ce birliği içindedir, ne de devrimcilerle. Şiirinden öyküsüne, öyküsünden dene
me yazılarına, birer anıt değerindeki romanlarına gönülden eğildiğimizde bu
T a n p ın a r’la Zam an * 481
usta, karmaşık, yetkin yazarın, kendisinden sonra da süreceğini bildiği bir 'sen
tez arayışı' peşinde olduğunu saptarız.
Doğu'dan ve Batı'dan gelgitler, onun yazısında yapıtında, en görkemli say
falara açılır. Sentezi noktalayabilmiş midir? Bu ayrı konu... Ne var ki bizi soru
larla donatmıştır, can alıcı sorular, sorunlarla:
"Tesadüfen Dede'yi tanımıştım. İnsanlığın ayrı bir yüzünü öğrenmiştim. Yu
nus diye bir şairitn, Naci diye acayip bir şairim var, o halde niçin bilmiyorum!..
Bilmesem rahat edebilir miyim!.. Ve mesele kendi kendim e oh bugün bu Dede
Efendi'yi de unuttum , yarın da Itri'den kurtulsam.. diyebilir miyiz! Dememiz
doğru m u?"
Tesadüfen tanışılan Dede, o günün m uhafazakârlarınca bilinmekte, ama
güncel hayatın kılgısına geçirilememektedir. Karşı kanat ise Dede Efendi'den
aUnabilecek bir tadın, yeni zamana aktarılabilecek bir estetik değerin kalmadığı
nı ileri sürer. Tanpınar her kanatta yapayalnızdır.
Bu yapayalnızlığa karşın yazarın; bildiği, inandığı dünya görüşünde tek ba
şına yol aldığı şimdi daha açık seçik kavranabiliyor. Yayımlandığı dönemde ar
dılı çıkmamış görüşler, savlar, düşünceler bugünkü kargaşaya, toplumsal aç
mazlara kılavuzluk edebilecek, büyük olasılıkla:
"Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin, üm it ve hülyanın ve za
man zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun za
man, yani her manasında verim li bir çalışmanın hayatımızı yeniden şekillendi
receği güne kadar Türk cemiyetinin hakiki dramı olacaktır.
"Gideceğim iz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem,
bizi her günden biraz daha meşgul ediyor Şimdi onu, hüviyetim izde gittikçe
büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için
sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bi
le içim izde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de bir vicdan azabı gibi konuşuyor"
D en g e ve ik ilik le r
Beş Şchir'den bu saptayımlar. Beş Şehir, Ankara'yı, Erzurum 'u, Konya, Bursa
ve İstanbul'u dile getirirken jm rdun, yurt insanının bir "h is tarihi,"ni de yazar.
Tanpınar, hayatım ızın, "gerçek bir sorunun süzgecinden" geçirilmesini öner
mekte, belki de talep etmektedir.
Sorgu ve iç sorgu. Huzur romancısının çağdaş Türk toplumuna sunduğu tek
kılavuzdur. Beş Şehir, imparatorluk başkenti İstanbul'u yeni başkent Ankara'ya
sıkı sıkıya kenetlerken, bir yandan da toplumsal-tarihî uyum aranır, bu uyumu
şiddetle gereksinir.
482 • T iin p ın ar Ü rerin e Yiizılur
den önce iktisadi çöküş ve yenilenişteki verimsizlik. "H ayatım ızda yaratıcı ola
cağımız güne kadar", bütün görebileceğimiz, "bir hortlak hikâyesinden çıkmı
şa" benzeyecektir.
Yazar birçok 'son' şeyin ardına takılmıştır. Bir örnek: "Son atlıkarıncayı Ka
dırga m eydanmda birkaç yıl evvel görmüştüm."
N e var ki 'son athkarınca'nın görüleceği zaten bilinmektedir. Geçm iş bir da
ha yaşanmak için değil, sadece kültürün sürekliliği adına korunsun istenilmek
tedir.
Beş Şehir'de Konya sayfaları M evlâna'yı bir de iktisadi koşullar ortasında yo
rumlar:
"M oğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda, m ağaralarda yaşayan, o
müthiş 699 yılı kıtlığında kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü
felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar rüzgân gibi dalgalanır.
Dışarıdan o kadar çok şeyin yıktığı insan onu dinlendikçe kendi içinden yeni
den doğar."
Yıkılan Osm anlı İm paratorluğu'na Tanpınar herhangi geçmişseverin kede
riyle bakm ıyçrdu. Kültür değerlerinin ışığında verimli bir yarın arayışıydı endi
şesi.
Bu endişesi, bu söylemi yazık ki uzun yıllar örtük kalır. Tanpınar belli bir ke
simin ya okumadığı yazardır; ya da, karşıt kesimin okur göründüğü...
Kargaşada, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibisinden göz kam aştırıcı bir ironi
de yıllar yıh ırak kalır. Huzur'da "kendi içinden yeniden" doğamayan birey-top-
lum anlatılmışsa. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de, çalışma hayatının, üretimin
durduğu toplumda şahlanan acıklı güldürüye yer verilir. Yalan dolan işler m e
kanizmasında, Tanpınar, Türkiye'nin bugünkü rantiye, batak hayatını görmüş
gibidir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü çalışma ahlâkından yoksun toplumun genel gö
rünümünü betimler.
"Eğer yaşamak keUmesinin manası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap
çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefeinde her lahza duymaksa, bir türlü aşa
mayacağı bir çem berin içinde durmadan çu-pınmaksa, şüphesiz ben de benim
kiler de en derin şekilde yaşıyorduk. Yok, bu kelimenin içinde biraz ruh ve im
kân genişliği, birtakım hakları duymak, o içten sevinmeler, dışa karşı bir parça
cık güven, etrafım ızda m üsavi şartlar içinde rahat bir karşılaşma filan varsa, o
zaman iş çok değişir. Dikkat ediniz ki, bir şeyler yapmaktan, insanlara faydalı
olmaktan hiç bahsetm edim ."
48 4 • T nnpınnr Ü ^ r in e Yamlaı-
Kaybolduktan sonra
Tanpinar, kaybolduktan sonra gelecek olanı satır aralarında söylemiştir. Tah
lil etmek bugüne düşüyor.
Gördüğü son resim de çoktan değişmiştir;
"Birdenbire hiç beklemediğimiz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya ka
pı çerçevesi, iyi yontulmuş taşlan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir
akasya veya asm a, küçük ve üslûpsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanaca
ğımız bir mezarlık, orada tatlı bir köşe yapar"
Çoklan değişmelere karşın, burada anlatılmak istenenin bir kültür barışıklı
ğı olduğunu nasıl yadsıyabiliriz? Ve zaten asıl öngörü o kültür barışıklığında
odaklanmıyor mu?
Tanpınaı'm kültür barışıklığı, eskiyi reddetmekten geçmediği ölçüde, yeni
ye leğen d e' duygusu katabilecek kadar anlamlıdır. İşte Beş Şehir'in 'Ankara'sın
dan:
"Atatürk'ün hemen herkesin gördüğü mektep kitaplarına kadar geçmiş bir
fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınaı^ın kahramanı son muharebenin sa
bahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceli çı
kar. Ankara kalesi muhayyilemde daima ömrünün en güneşli saatine böyle ya
vaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir."
Tanpinar son yirmi yılda gündem oluşturan yazarlardan sayıldı. Onun ese
rini irdeleyen önemli yazılar, incelemeler yayımlandı. Bu eser çevresinde tartışıl
dı. Tanpınaı^ın emeği değişik dünya görüşlerine bağlı yazarlarca değerlendirildi.
Ama Huzur yazarı okura gerçekte ulaştırılabildi mi?
Yahya Kemal-Tanpınar ilişkisi üzerinde duruldu da, bir öbekte görülebile
cek öteki ilişkilere, sözgelimi Peyami Safa, Abdülhak Şinasi, Nahit Sırrı ve Samet
Ağaoğlu çizgilerine hiç değinilmedi.
Sanırım gündem de usul usul elayak çekti. Tanpinar çapında büyük bir ya
zar, bana kalırsa, okurlarımıza bütün bir ders yılı boyunca okutulmalıdır. Bu ya
zar ve eseri, yaşadığım ız toprağı kültürle, kültür barışıklığıyla donatmaya de
vam ediyor.
Oysa kendisi, besbelli, çok acı çekmiş:
"H ayat acayip bir yol., sizin bıraktığınızı bir başkası yakalıyor. Böylece sah
ne değişiyor. Ve fakat aktörler gözünüzden kayıp oluyor."
Reha Çam uroğlu, D önüyordu: Bektaşîlikte Zaman Kavraytşı, İstanbul 1993, s. 7-8.
486 • T iin p ın iir Ü zerine Y;ı;:ılar
varken onu nasıl tek parçaymış gibi yaşıyoruz? Bu son sorunun cevabı basit; Za
manın parçalılığını anlamaya çalışırken iyi kötü süregiden dengemizi yitirme
mek, zamanın parçalarını bütünlemeye çalışırken kendi bütünlüğümüzü parça
lamamak için.
Antik uygarlıklardan 20. yüzyıl başı Batı dünyasına gelene kadar yaşanan
zamanla bizim zamanı yaşayışımız arasında bir fark var. O dönemlerde yaşanan
zaman gerçekten de organik, bütünlüklü bir görünüm sergiliyor. İnsanların za
manı da yaşamı da algılayışları sorunsuz. Çünkü düşünce alanında mutlaklık
hüküm sürüyor Gerek tektanniı dinler öncesinde, gerek sonrasında, gerekse
Avrupa'yı O rlaçağ'dan çıkarıp insanı evrenin merkezine taşıyan, insana güveni
ve geleceğe umudu inanılmaz boyutlara ulaşan Aydınlanma dönem inde kuşku
ya yer yok. Kuşku 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkıyor ve mut
lak yerini izafiye terkediyor. 20. yüzyıla gelindiğinde zaman anlayışı tekil değil,
çoğuldur artık. Bilimin, özellikle de fiziğin zamanı, kutsalın zamanı, masalların
zamanı, evrenin zamanı, tarihin zamanı, edebiyatın zamanı ve "asrî yaşam ın"
zamanı, daha doğrusu bunların zamandan anladıkları, değişik özellikler göste
riyor. Artık "her şeyin bir zamanı var"!
Bu çalışmada hedefimiz, Türk Edebiyatının zamanda yolculuğuna kilomet
re taşlan dikm iş Ahm et Hamdi Tanpmaı'ın zamana yaklaşımını anlamaya çalış
mak. Tanpınaı'ın "zam an"la bir sorunu var mıydı? Onunla ilişkisi çelişmesiz,
uyumlu muydu? Yoksa takıldığı, kurcaladığı bir şey miydi zaman?
Tanpınar ve zaman sözcükleri birlikte anılınca, insanın aklına iki şey gelir ilk
anda: "N e içindeyim zam anın" şiiri^ ve Beş Şehir kitabının ikinci bölümünü oluş
turan "Bursa'da Zam an" yazısı.^ Tanpınar biri nazım, diğeri nesir bu iki eserin
de de, Bergson'un "süre' kavramını andıran bir zamandan bahseder. Zamanın
"ne içinde", "n e büsbütün dışında" olmayıp, "yekpare, geniş bir ânın parçalan
maz akışında" olmak. Tanpınar meseleyi burada bıraksa, eserlerinde hep bu gi
zemli zaman anlayışını yeniden üretseydi, ortada uzun uzadıya tartışılacak pek
bir şey kalmayacaktı. Ama orada kalmaz Tanpınar; yalm kat değildir. Edebiyatın
alanı dışına taşan pek çok şey üzerine düşünür; fert, cemiyet, münevver, güzel
lik, sevgi, aşk, rüya, müzik, mimari, tarih, şark, garp ve m edeniyet değişikliği gi
bi pek çok kavram üzerine. Bu durum, biraz da onun ilgilerinin çok yönlülüğün
den kaynaklanır. Tanpınar şair, romancı ve hikayeci olduğu gibi, edebiyat eleş
tirmeni ve tarihçisi, denem e yazan, müzik ve güzel sanatlardan anlayan bir es
tettir de. Öte yandan, Tanpmar'ın ilgi alanları birbirinden kopuk, ayrı ayrı akan
nehirler de değildir. O, bir alandan diğerine geçerken bağlantılar kurmaya, ya
şadığı hayatı daha zengin bir biçim de anlamaya ve açıklamaya çalışır. Tüm eser
lerinde bir bütünlüğün peşindedir "Yekpare zam an"m ve onun ortaya çıkaraca
ğı "iç insan'ın.
Tanpınaı^ın bu bütünlük arayışına, yine onun yazdığı bir makaleden, "Ten
kit İhtiyacı"ndan4 yola çıkarak bakalım. Tanpınar bu yazısına tenkit ve münek
kit kavramlarmm edebiyatımızdaki görünümlerini açıklayarak başlar ve kendi
ideal m ünekkit tanımının izini sürer. Bizde Tanpınar'm arzuladığı münekkit
yoktur, çünkü nesiller arasında bir devamsızhk söz konusudur:
"Ve her nesil başlı bazımdir, yalnızdır, maziden kendisine hiçbir şe\/ kalmadan
san'ata girer. Silinmiş tahta üstünde kendi mânâh veya manâsız edebiyatını yapar. Hal
buki hakikatte böyle bir şey olamaz. Hakikatte her memlekette olduğu gibi bizde de her
yeni eserin müspet veya menfi, kendisinden evvel gelenlerle bir yığın münasebeti, alâkası
vardır. (...) H ayatta her şeyde olduğu gibi san'atta da 'devam ' denen bir kudret
vardır. Bu fizyoloji olduğu gibi cemiyet hayatında da fikir hayatında da esastır. Benim
yokluğundan bahsettiğim münekkit, bu devamı sabrıyla arayacak münekkittir."5
Oğuz Demiralp, Tanpınar'ın eserlerini yorumlamaya yöneldiği kitabında bu
durumu şöyle saptar: "'D evam ', yani süreklilik kavramı, Ahm et H am di'nin dü
şünce dünyasının ortadireğidir. Zaman, kültür, yaşam, sanat anlayışının ortak
paydasıdır. Şiirlerinde ve düzyazının şiirsel bölüm lerinde işlediği zaman ve an
kavramları, kesintisiz bir akışı anlatmakla süreklilik düşüncesine katıhrlar. Kül
tür ve toplumsal değişim e ilişkin düşünceleri gene süreklilik izleğine bağlıdır.
Bireyin acunla (evrenle) birliği ya da toplumla barışık olması sürekliliğin belirli
biçimlerde yaşanm asına dayanır."^
Demiralp'in sözünü ettiği Tanpınar'm süreklilik anlayışını örneklem ek çok
kolay. Örneğin "cem iyet-fert" ilişkisini tanımlarken bağlayıcı unsur olarak sü-
reklihkten bahseder:
^ A hm et Ham di Tanpınar, "Tenkit İhtiyacı", Ectchiıjal Üzerine M akaleler, haz. Zeynep Kerm an (İs
tanbul M illi Eğitim Başkanlığı Devlet Kitapları, 1969): s. 62-64.
5 A hm et H am di Tanpınar, a.g.m ., s. 63, (Vurgulam alar bana ait)
6 O ğuz Dem iralp, K ııhıp N oktası: A hm et H aindi Tanpınar'm Yapıtı Üzerine Eleştirel Bir D enem e (İstan
bul: Yapı Kredi Yayınları, 1993), s. 61.
4 8 8 • Tiinpınnr Ü zerine Yıızılnr
"Cemiyet fikri işe karışınca Icnâer trajedisi azalır. Çünkü cemiyet için fertte olduğu
gibi ölüm yoktur. Orada süreklilik vardır. Zincir ebedilik boyunca uzanıp gider. Par
ça parça oJsa inle bir sonraki, kendinden önce geleni tamamlar. Cemiyet hayatı, topluluk
için olduğu gibi, fert için de ölüm düşüncesini yener. Çünkü kurduğu değerler zincirin
de ölümün de bir yeri vardır. Fert için bir bitiş, bir son olan ölüm, çok defa cemiyette bir
başlangıçtır. Hakiki fert için ölüm hiçliktir. Hiçliğin vasfı olmaz. Kahramanca veya ona
benzer herhangi bir vasfj olan ölüm, artık hiçlik olmaktan çıkar ve yeni bir şekle bürün
müş bir varlık olur. Bu yeni varlık fikri şahsa ait olandan cemiyete doğru yükseldikçe,
doğrudan doğruya alakalı şahısların - dost, ana, baba, kardeş, sevgili, evlat - hatırasın
dan cemiyetin hatırasına gittikçe sağlamlaşır. Yani fert, ferdi hayatından ayrıldıkça ce
miyet onu devam ettirir. Bu ayrılış şahsiyete ait hususiliklerin inkârı değil, aksine, bu
hususiliklerin değer kazanmasıdır. Tarihinin manalandığı yer, bu hatıralarla topluluk
şuurunu devam ettirmesidir. Tarih, sannt eserleri, gelenekler, hepsi cemiyetin süreklilik
şuurudur
(...) 'Ta haşra kadar sözü, açıklan açığa o gün için yazılmış eski kasidelerde bile en
çok geçen tabirlerdendir. Haşra kadar, yani ebedilik boyunca... Ebedilik boyunca yaşa
yacak olan fertler, hatla nesiller değil, cemiyettir. Kaderin ve zamanın karşısında
ancak cemiyet ve onun tarihi varlığı olan milliyet durur."'^
Tanpmaı^ın düşüncesinde süreklilik niçin bu kadar önemli? Neden üstüııe
basa basa yaşamın her alanında özellikle de "cem iyet"te süreklilik özelliğinden
söz ediyor. Bu sorunun cevabı onun neredeyse tüm eserlerine egemen olan "m e
deniyet değişim i" meselesinde yatıyor. Türk toplumu Tanzimat'tan başlayarak
bir medeniyet değişimi geçirmiş, bu değişim toplumsal yaşamdaki sürekliliği
parçalamış ve denge durumunun oluşmasına her zaman engel olmuştur. Tanpj-
nar bu sorunun çözüm yolu olarak toplumsal yaşamın her alanında sürekliliğin
tekrar sağlanmasını görür, fakat bu o kadar kolay değildir. Tanpınar, sürekliliğin
kırılması durumunu en açık biçimde, "M edeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan" ad
lı denemesinde ortaya koyar:
"Bizi sadece yaptığnnız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe
ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle
uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline
getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.i...)
Bu ikilik, evvelâ nınumi hayatta başlamış, sonra cemiyetimizi zihniyet itibariyle ikiye
ayırmış, nihayet ameliyesini derinleştirerek ve değiştirerek ferd olarak da içimize yerleş
miştir."^
^ Ahnııit Hnnıdi Tnnpınar, "İnsnn ve C em iyet," Yaşadığını Gibi, lifiz. Birol Emil (İst.ınbul: Dergâh
Yayınları, y.I. y.), s. Vurgulam alar bana ait).
^ A hm et H am di Tanpınar, "M ed eniyet L5eğiştirmesi ve İç İnsan", Yaf/iftığıııı Cihi, s. 24.
A h m e t Haindi T iin p ın a r ’ın Zam an A nlayışı • 4 89
5 A.g.ııı., s. 25-26.
A.g.m ., s. 26. (Vurgulam a bana ait)
49 0 « T anpınıır Ü zerine Yazılar
yapmadığı zamanlarda da, hnyatunızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi
vicdan azabı... (Bize akseden çehresiyle yanlış yapma korkusu)
Bunlar şüphesiz başlangıç noktalarıdır. Ve her başlangıç noktası gibi yüzlerce kılığa
girerek hayatımıza tesir ediyor, nesiller boyıınca bir türlü insanı ve cemiyetimizi gerek-
tiği gibi düzenlememize engel oluyorlar Bir neslin halledeceği davaları nesilden nesile
havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan eşikler halinde getiren, kendi ha
reketlerimizin neticelerini bize o kadar yabancı kdık altında gösteren, hülasa bize öz bir
hayat yerine, sırasına göre on, on beş, yirmi yıl, bazen daha fazla süren tecrübe devrele
ri yaşatan hep bu medeniyet değiştirmesidir."^^
Toplumsal, kültürel, sanatsal alanlarda varolması gereken sürekliliğin Do
ğudan Batıya yönelen bir medeniyet değişikliği sırasında kaybı ve tekrar elde
edilemeyişi. Bu izlek Tanpınaı^ın sadece bu yazısının değil, hemen bütün çalış
malarının eksenini teşkil eder. Peki ama Tanpınar, bu durumu saptayan ve üze
rine giden tek kişi midir Türk edebiyatı ve düşünce tarihimizde? Elbette ki, ha
yır. Tanpınar'ın da değindiği gibi, bu durum yüz yılı aşkın bir süredir yaşan
m akladır ve Doğu-Batı, muhafazakârlık-ilericilik, devrim cilik-ilericilik vb. bi
çimlerine girerek her dönemde tartışılmış, işlenmiştir. O halde, Tanpınaı^ın ko
numunu farkh kılan koşullar, onu ortaya çıkaran düşünceler nelerdir, biraz da
onlara yönelelim.
A s . m . ,s .3 0 .
A h m e t H am d ı T a n p ın a r ’ın Z a m a n A n la y ış ı • 4 9 1
Burada biraz durmak gerekiyor. Çünkü bu noktada işin içine tarih kavramı
karışıyor. Çağlar boyunca zaman kavramı ve zaman ölçme biçimleri değişirken,
tarih anlayışı da değişmekteydi. Yani yirminci yüzyıl insanının tarihi kavrayı
şıyla, diyelim 15. yüzyıl Osmanlı insanının tarihi kavrayışı aym değildi. Osman-
lı tarihçiliği "vakanüvîslik" biçimindedir. Olaylar sırasıyla ve tüm ayrıntılarıyla
anlatıhr, fakat bunlar arasında ilişkiler kurulmaya ve bu olaylar yorumlanarak
bazı sonuçlara varılmaya çalışılmaz. Aslında Avrupa tarihçiliğinin durumu da
18. yüzyıla kadar pek farklı değildir. 18. yüzyılda. Aydınlanma düşüncesinin et
kisiyle modern anlamda tarih anlayışı doğmaya, tarih zamansallaşmaya başlar.
Zamanlaşan, yani geçm işe şimdinin yorumunu taşıyan tarih anlayışı. Batı
nın diğer bütün araçları gibi. Batı dışında kalan, tırnak içinde geri uygarhklan
da etkileyecektir. Batının etki alanına giren diğer toplumlar, o zamana kadar
kendileri için bir sorun teşkil etmeyen geçmişlerine rahatsız bir şekilde yaklaş
maya başlayacaklardır.
Batılılaşma öncesi toplumlarda, tıpkı tarih kavramı gibi, gelenek de sorun
suz bir anlam taşır. Bu toplumlar için gelenek, toplumun sürekliliğini sağlayan
ve kesintilere uğramaksızın, kendini değiştirip geliştirerek süren bir kurumdur.
Toplumun bütün kesim lerince homojen bir şekilde algılanır ve yaşanır. Fakat ya
bancı etkiyle karşılaşıldığında, gejenek o toplumda yaşayan için taşıdığı "birleş
tirici ve devam ettirici kuvvet" anlamını yitirecek ve "yeni"den sakınm ak için
kullanılan bir zırh, bir kalkan görevi görmeye başlayacaktır.
Abdullah Laroui, Arap toplumlarının Batılılaşma sorunlarını ele aldığı Tarih-
selciUk ve Ge/cMefc adlı kitabında , 12 Batıyla karşılaşma durumunda toplumda iki
tür aydının ayrıştığını vurgular. Laroui'nin tabiriyle bunlar, gelenekselci (tradi-
tionalist) ve liberal aydınlardır. Laroui'nin buradan yola çıkarak ortaya koydu
ğu bir diğer ayrım da "gelenek" ve "gelenekselleştirm e" arasındadır. Gelenek,
toplumsal yapının uyumlu bir biçimde sürmesi açısından, vazgeçilmez bir un
sur olarak her zaman vardır. Fakat Batının siyasi, ekonomik ve askeri gücü kar
şısında gerileyen ve kendisine zorlanan reformları gerçekleştirmeye yönelen
"geleneksel" devletler, kendi toplumlanndan doğan tepkiyle de karşılaşacaklar
dır. Bu muhalefetin kaynağı genellikle, kültürel seçkinlerden oluşan "ulem â"dır.
Ulemânın tepkisi toplumun gelenekselleştirilmesi sürecini başlatacaktır.
"Bu süreç içinde 'gelenekselci' reform taraftarı aydınların savunduğu ideolojik ko
num nedir? Savunulan konuma göre, Avrupa olgunluğa erişmiş oUnaktart uzak, som a
dan görme bir kültürü simgelemekledir. Bugünkü gücünü Çin, Hint ve İslam gibi eski
kültürlerin geçmiş zenginliklerinden aldığı ilhama borçludur. Bu eski ve değerli kültür-
A bdullah Laroui, Ttırihselcilik ve Gelenek: A rap Aydmlnnnın Krizi, çev. Haşan Bacanlı (Ankara: Va^
di Yayınlan, 1993)
4 9 2 • T ıın p ııiiir Ü z e rin e Ynzılnr
ler geçmişte belli bir bilim birikimi sağladıktan sonra, bu birikimi bilinçli bir tercih ile
aşarak kültürü insan ruhunun sonsuz zenginliklerine yöneltebilmeı/i başartntşlarclır. Bu
toplumlarm bugünkü düşmüş oldukları durum teknolojik gerilikten değil, tarihsel fela
ketler sonucu manevi bir düşüşün sonucunda ortaya çıkmıştır. O halde önemli olan si
yasal ve askeri reformlardan çok bir ahlak reformudur. Ne var ki, önemsiz birkaç istisna
dışında, Avrupa teknolojisi dışlanmamaktadır Bütün kültürel ımmtılardan arındırıldı
ğı sürece, bu teknolojinin ithali önemli, hatta gerekli görülmektedir. Bu bakış açısı ister
istemez ciddi bir ikilemi doğurmaktadır. Bir yanda gelenekselci ölçüler içimle amacı be
lirleyen siyaset ve ahlak boyutu, öte yanda salt bir araç olarak bakılan Batı teknolojisi".^^
Bu gelenekselcilik yanlısı aydınların karşısında Batı liberalizminden etkile
nen bir aydınlar topluluğu oluşmaya başlar. Laroui bu kesim içinde de iki fark
lı grup saplar: Yabancı dil bilen, Avrupa'ya gitmiş (asimilc* olmuş) aydınlar ile
Batı bilgisini kendi dilindeki çevirilerden öğrenen (geleneksel kökenli) aydınlar.
Asimile aydın - ki bizim modern edebiyatımızdaki "züppe" tipinin çıkış nokta
sıdır -, Avrupa kültürünün yalıtılmış yönlerini kendi geleneksel kültürüne par
ça parça yamamaya çalışırken, geleneksel aydın, geleneksel sistemi Batı ile kar
şılaştırarak kendi içinde tutarlı yeni bir yapı oluşturmaya çalışır.’'* Sonuçta bu
ikisi arasındaki fark ton farkıdır ve liberal aydınlar, gelenekselci aydınların zıd
dına tamamıyla Batıya yönelinmesi zorunluluğunu vurgularlar.
"[Liberal aydın], toplumun geçmişini sert bir şekilde yargılamaya geçti. Bu toplu
mun başarısızlığı 'Doğu Despotizmi'ne yüklendi. Avrupa medeniyetinin maleryalist
olduğu şeklindeki geniş ölçüde kabul gören görüşe verdiği cevabında insan emeğini ma
kineyle değiştiren, bir medeniyetin, makinenin rekabetinden korkan bir medeniyetten
daha manevi olduğu karşıhğım verdi.'"^^
Kuşkusuz, Laroui'nin yorumlarının merkezinde Arap toplumlarmın Batılı
laşma süreci vardır. Ama bu sürecin Avrupa dışı kültürlerde ana batlarıyla da ol
sa, benzer bir şekilde ilerlediği düşünülürse, gelenekselci/liberal aydın farklı
laşmasının bizim kültürümüzde de görüldüğü söylenebilir Tanzimat'tan (hatta
1839 öncesi yenileşm e hareketlerinden) itibaren her değişim/dönüşüm evresi
etki-tepki ilişkisi doğrultusunda ilerlemiştir. Bir kesim geride kalan her şeyi yü
celtme eğilimi gösterirken, bir kesim geçmişin bütün unsurlarmı reddetme tavrı
na yönelmiştir. Gelenekselci aydın için gelenek "yitirilmiş cennet" iken. Batılılaş
macı liberal aydın için akla, bilime karşı direnen, bağlayıcı, köstekleyici bir güçtür.
Bu kısır gelenekseld/Batılılaşm acı çekişmesini aşmaya yönelik ilk adım an
cak, 1921 yılında çıkmaya başlayan Dergâh dergisi çevresince atılır. Dergâh der-
Kem al İnan, "Ü çün cü Dünya; Taşralıktan Evrenselliğe". A bdullah Laroui, a.g.e.,'in içinde, s. 16.
A 5 ./».,s . 19.
A bdullah Laroui, n.g.c., s. 144.
A h m et Haindi T ;m p ıu ar'ın Zam an A nlayışı • 493
gisini çıkaran aydınlar, düşünsel alanda Bergson'a duydukları yakın ilgiden do
layı, "Bergsoneular" olarak anılacaklardır.
"Bergsonizm sistem li olarak ve 1905'ten 1918'e kadar kuvvetle hüküm sür
müş olan, pozitivizm ve mekanik evrimeilik akımına tepki halinde ilk defa bir
genç profesör ve yazar zümresi tarafından savunulmaya başlandı. Bu zümre
Dergâh dergisini çıkardı (1921). Burada birbirlerinden pek az farkla İsmail Hak
kı, Mustafa Şekip, Mehm et Em in'in rolleri vardır. Bu yeni çevre yalnız Bergson'u
ileri sürmüyor, Gökalp'in sosyolojik felsefesine tepki halinde E. Boutroux, W. Ja
mes ve Bergson'a, yani evrimeilik ve zihineiliğin karşısındaki anti-intelleetu-
alism 'e dayanıyordu, i ler üç filozofun ortak vasfı, zihinciliğe olduğu kadar me
kanizme karşı ve plüralist oluşları idi. Genç Türk düşünürleri de bu yeni akım
önünde her noktadan birleşik değildirler. Ortak cepheleri yalnız pozitivizme
karşı vaziyet almalarından idi. Her üçü de Türk pozitivizmine hücumda birleşi-
yorlardı. (...) Dergâh, umumi hatlarında az çok birlik m anzarası gösteriyordu. Bu
birliği meydana getiren iki neden vardı. Birincisi Gökalp'e karşı oluş, İkincisi
Kurtuluş Savaşı cephesinde birleşmek. Bu hareketin hakim görüşü şu idi: Batı
istilâsı karşısında direnmemiz büyük bir ölüm-dirim anından ve bunun uyan
dırdığı son derece şiddetli bir hayat gerginliğinden ileri gelmektedir. Başarımı
zın sırrı rakam, ölçü ve müspet ilim değildir. Bunlarm yalnızca vasıta değeri var
dır. Başarımızın sırrı eanhlarin hayat mücadelesindeki hakim güçleri olan içgü
dülerden, 'hayat ham lesi'nden (elan vital) gelmektedir. Bu ana fikir etrafmda
toplanan genç nesil Kurtuluş Savaşı'nın zaferini niceliğe karşı niteliğin, meka
nizme karşı yaratıcı hamlenin zaferi sayıyorlardı."'^
Mustafa Şekip Tunç, Yalıya Kemal, Ahmet Haşim, Abdülhak Şinasi Hisar,
genç Ahmet Ham di Tanpınar ve daha birçok aydını çevresinde toplayan Dergâh
dergisi alışılmış gelenekselci tavrı aşan, daha araştırıcı bir yaklaşım geliştirmeye
çalışır.'^ Tanpınaı'ın zaman anlayışı, tarihi bir süreklilik olarak görmeye çalışan
ve "süreklilik içinde değişim, değişim içinde sürekliliği" savunan bu çevrede,
özellikle hocası Yahya Kemal Beyath'nm etkisi altında gelişecektir.
H ilm i Ziya Ü lken, Türkiye'Ac Çnğdaf Dilşiincc Tnrihi, 4. bs. (İstanbul: Ülken Yayınları, 1994), s. 375-
376.
17 Necmi Zekâ, "H atırlam a ve Tarih", Defter, s. 1 (1987): 12.
49 4 • T an p ın ar Ü zerine Yazılnv
*** Bu ifndenin öyküsü, Ynhyn K em al'in ynşnctığı dönem deki konumu açısm dnn önem lidir;
"B ir gün Ziyn Göknip, onun Osmiinh tarih ve kültürlerine düşkünlüğünü im a ederek şu beyti
söyler; Hnrâlvsiıı lınrâM li dcğihiııjG öziiıı ıitâzitfedir o tî değilsin. Yahya K em al ise 'irticni dedikleri
nâdir tesadüfün şevkiyle' şöyle cevap verir; "Ne lınrâbî ııc hnrnbâHyiııı/Kökii ıııâzîde olnıı ntîıjim."
Beşir Ayvnzoğlu, Ycıhıja Kcııınl: Eve Dönen Adanı, 2. bs. (İstanbul; Ö liiken Neşriyat, 1995), s. 71
A hm et Oktay, O ım h u riyel D önem i Edebii/ntı: 1923-1950 (Ankara: K ültür Bakanlığı Ynymları, 1993),
s. 416.
A hm ıit Haindi T an p ın n r’ın Zam an A ıılayışı • 4 95
İnanç vardır, fakat bu inanç daha önceki gelenekselci aydınların geçmişi ideaii-
ze edişleriyle benzeşmez. Doğu Rönesansı, özünde Bergson'un yaşam atılımı
(elan vital) kavram ını içermektedir:
"Yahya Kemal'in ve öteîd Dergâhçılarm anladığı manada Doğu Rönesansı, medeni
yetimizin ölü taraflarıyla değil, bir zamanlar ona hayatiyet kazandıran ruhuyla dirilme
si ve yepyeni bir hayat hamlesiyle çağını kucaklaması demekti. Kısaca, bu diriliş ne geç
mişin tekrarı, ne de inkârıydı, bir imtidad'dı. İmtidad, Yahya Kemal’in lügatinde, sürek
li bir değişme'içinde değişmeyenin, yani asıl hüviyetimizin muhafazası manasına geli
yordu.
"Yahya Kemal, milli muhayyilenin geçmişine, yani Türk tarihine hep bu imtidad ve
hayat hamlesi açısından yaklaşacaktır. Beyntlı için tarih bireysel bir şey değil, "anonim
ve koUektif bir süreçtir. "Yahya Kemal'in şiirinde Osmanh tarihinin zaferleri, askeri ve
medeni menkabeleri, meydana geldikleri, devrine ait oldukları hükümdara atfedilmeyen,
onlardan bahsedilmeden, onlar dışmda, kollektif bir öze irca olunarak işlenmiştir."'^'^
Yahya Kemal için, Türk tarihinde gerçekleşen yaşam atılım ı anlan önemli
dir: 1071 M alazgirt Savaşı, İstanbul'un fethi, Yavuz Sultan Selim 'in başarıları,
Lâle Devri ve gelinen son noktada Türk Kurtuluş Savaşı. Bunlar Türk kültürü
nün devamını sağlayan atılım anlarıdır.
Beyatlı'da, tarihte yaşanan atüımlarla süregelen Türk kültürünün dsim leşti-
ği coğrafya İstanbul'dur. "İstanbul, geçmiş zamanın zafer ve yenilgilerinin çağ
rışımlarına açık semt ve insan adlarıyla, yapılarıyla, doğasıyla bir süreklilik ola-
23 A hm et Oktay, s. 418-419.
2'! Beşir Ayvazoğlu, n.g.c., s. 73-74.
A h m et Ham di T a n p ın a r’ın Zam an A nlayışı • 4 9 7
^ O ğuz Dem iralp, O kım ıa D efteri: Eleştirel D cn em ekr (İstanbul; Yapı Kredi Yayıninn, 1995), s. 83.
26 A hm et Oktay, Zamam Sorgulam ak (İstanbul: Rem zi Kitabevi, 1991), s. 49-50.
4 9 8 • T iiııpıın ıı- Üzerine Yazılar
İstedim. Zirâ onlar biç olmazsa cidden mevcud olmuşlardı ve bnzjinr: bize bayat bcıkkm-
da yüksek ve asil bir fikir vermişlerdi. Onlar yaşamışlardı.
Mazi öyle bir zamandır ki ruhumuzun kâinatında ziyan olup geçmez. Mazi ihtiyar
layıp bunamayı, bozulup heba olmayı bilmez. Mazide 'gül solmayı, mehtap azalıp bitme
yi bilmez!'
Maziyi yerinden oynamadığı ve kımıldamadığı için severiz. Zira analar, babalar
ölür; sevgililer gider, sevgililer geçer; vücııd ihtiyarlar, ruh yıpranır. Fakat yere eğilen,
yere düşen adamın hafızasında ve yâdındaki mazi cennetine bir şey olmaz. Ölmüş bü
tün akrabalarımız, sönmüş bütün aşklarımız, geçmiş bütün ihtiraslarımız yerine bize
ancak bu mazi Cenneti kalır. (...) Bugün eskiden olduğu gibi, mehtabın müstakbel ma
nalarla zengin ve taşkın halini artık göremiyorum. Zira istikbalin zengin vaitleri benim
için artık parıldamıyor. Fakat bugünkü mehtap yerine eskiden gördüğüm mehtapları ha-
tırlasam bir füsıın dünyasında güya ben de: 'Açıl Susam!' demişim ve sözüm tesirini
göstermiş gibi bütün bir ihtişam âleminin tılsımlı kapıları açılıyor ve altın mehtaplar,
geçmişte olduğu gibi, tekrar âtinin dolgun, taşkın manalarıyla manevileşerek yeniden
harikulade kıymetlerle parıldamaya başlıyor. Bugün gördüklerime değil, hatırımda kalan
o sihirli mehtaplara baksam onların yine, iri güller gibi açılmış, yerli yerinde, müşfik ve
ah! o kadar muhabbetli o eski yüzleriyle parıldadıklarını görüyorum.'"^^
A. Şinasi Hisar masaldaki kahraman gibi "A çıl Susam !" der ve tüm zengin
liklerin kaynağı olan geçmişinin kapılarını açar. Bu geçmişten anımsadığı şeyle
ri bir masal tadıyla kağıda döker. Hisar yazarak anlatan bir çeşit anonim hikâye
anlatıcısıdır. Yaptığı iş, yani roman, an, özyaşamöyküsü yazmak modern bir uğ
raşken, bunu yapış biçimi anonim halk hikâyelerini anlatanların yaptığı biçim-
■de, yani gelenekseldir. Hisar'ın yaptığı şey yazmaktan çok, kendini adamaktır:
Hdebiyata, yazdığı esere, yaşadığı geçmişe ve orada kalan her şeye adanmak. Ta
rihsel bir bakış değildir onunkisi. Geçmişte olan bilenleri şimdiki durumdan yo
la çıkarak yorumlamaz. Sadecc aktarır Oysa gördük ki, Yahya Kem al'in yaphğı,
eserinin iç dünyasıyla dışardaki dünyayı uyumlu hale getirmeye çalışmaktır.
Geçmişe getirdiği yorumla şimdinin şiirini yazar. Halbuki Hisa/ın eserinde tek
bir zaman kipi vardır; Geçm iş zaman.
Bu durum, Hisar'ın eserinin konumunu da belirler. Süha Oğuzertem "M o
dern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Sözlü Yazı S erü v en i"2R başlıklı ince
lemesinde H isar ile Tanpınar'ın eserlerinin aynı doğrultuda değerlendirilmesi
nin yanlışlığını vurgular. Oğuzertem, Hisar'ın eserlerinin yalnızca Tanpınar'dan
değil, genel olarak modern edebiyattan farkları üzerinde durur:
Abctülhak Şinnsi Hisnr, Boğaziçi M ehtapları, (jslaııbul: Varlık Yayınevi, 1967), s. 276-280.
Süha O ğuzertem , "M odern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi H isar'ın Sözlü Yazı Serü ven i", Defler, s.
18 (1992): 114-127.
A h m et Hamdi T a n p m a r’ın Zatnan Anlayışı • 499
"H isa/m yazdıklarım büyüleyici ktlan özellik, yazarın, çocukluğunun masalsı, fan-
tezili dünyasını kendisiyle birlikte ileri yaşlara taşımış olması ve bunu yaparken de Tür
kiye'nin modern yaşantısına, onun 'adileştiğini' söylemek dışında, en ufak bir ilgi gös
termemesidir. H isa/da geçmiş, bellek aracılığıyla bölünmeden bugüne taşındığı, yani
zaman bilinci farklılaşmamış bir süreklilik gösterdiği için modernleşmenin getirdiği geç
mişten kopma ve şimdiki zamana değer verme anlayışına rastlanmaz."^^
Dolayısıyla, Hisar yalnızca modern yaşama biçim ine değil, onun yanısıra
gelen modern edebiyat tekniklerine de karşı koyar. Hisar, malzemesiyle arasına
mesafe koymaz ve bunun sonucunda eserlerinin türünü saptam ak zorlaşır. Mal
zemesini imgelem i aracılığıyla işleyip kurmaca haline getirmez, belleğinden
akan anıları hikâyelem ekle yetinir. Eserlerinde modern edebiyatın gerektirdiği
entrika (plot) görülmez; olaylar arasında bir seçm e yapmadan onları bir mozaik
oluşturacak biçim de yan yana getirir. Anlattığı kişilerle arasında farklılaşma
yoktur. Yani yazar ve yarattığı kurmaca kişileri hiyerarşisine yönelmez, kendisi
ni bu kişilerle bir tutarak, aynşm am ış bir "biz"den bahseder. Olaylara belli bir
perspektiften bakmaz. Olayların sırasını düzenlemez, tüm olaylar art arda bir
çığ gibi geliverir. Oysa modern anlatı yazan olayları geçmiş-şim di-gelecek çizgi
sine yerleştirdikten sonra onlarla oynar, yerlerini değiştirir veya olduğu gibi bı
rakır. Halbuki H isai'ın zamanı döngüsel bir zamandır. Hep tekrarlanır, hep ay
nı biçim de tekrarlanır. Yani zainandışı, çizgisel ilerleyişi görülemeyen muazzam
bir geniş zam andır bu.
"Hisar'ın yapıtları kronolojik bakımdan yeniden - üretim çağına ait olsalar da kül
türe} bakımdan hikâyecilik çağının derinliklerinden kopup gelirler. Dolayısıyla, yazarla
okur arasında geçerli modern sözleşme hükümlerinin dışında kalırlar. Evvel zamanlara
aittir onlar."^o
115.
3ü A .g.m .,s.\27.
5 0 0 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
duğu düşünülmezdi. Biçim, birbirine yabancı olmayan iki ruhu bir araya getiren, şair
ile okuru birbirine ulaştıran en kısa, en dolaysız y o l d u . .
Modernliğin yaşanmaya başlamasıyla birlikte bu bütünlük kırılır. Modern
lik öncesinin hikâye anlatıcısı, çok uzaklardan ve çok uzun bir aradan sonra da
olsa evine döner ve deneyimlerini onu anlayan kişilerle birebir, doğrudan payla
şır. H er zaman dönülecek bir ev vardır. Modernliğin bütünlüğü kırması bir an
lamda evin de kaybedilmesi demektir. 20. yüzyıl başı Türkiye'sinde yaşayan ay
dınların çoğu evi yitirmişlerdir ve hepsi bir anlamda o eve ulaşma isteğiyle ha
reket ederler. Ama varılan ya da varıldığı sanılan ev, aynı ev olmayacaktır. Yani
bütünlüğün eskiden olduğu gibi sağlanması imkânsızdır. O yüzden, parçaları
uyuşturmak bir ara çözümdür. Yahya Kemal'in yaptığı budur. Beşir Ayvazoğ-
lu'nun Yahya Kemal: Eve Dönen Adam adlı kitabında ortaya koyduğu kadar basit
olamaz mesele. Ev artık yıkılmıştır; onu ancak bellekte kalan izler doğrultusun
da yeniden inşa edebilirsiniz. İnşa edilen yeni ev, eskisini çağrıştırabilir, ama ay
nısı olamaz. Yahya Kemal de, eskiyi çağrıştıran, ama yeni bir ev inşa etmeyi de
nemiştir. Halbuki Şinasi Hisar; yeni bir ev yapmayı reddeder ve belleğinde cap-
canh durduğunu iddia ettiği m alzemeyle hayali bir ev kurar ve orada yaşar Ya
ni bir yanılsama yaratır, gerçek yaşamdaki bütünlüğü sağlayamaz.
Yahya Kemal, A. Şinasi Hisar ve Tanpınar'ın yitirilmiş bütünlüğü bulmaya
yönelik ortak bir çabaları vardır. Fakat Tanpınar'ın zamana bu çaba doğrultu
sunda bakışı Yahya Kem al'e yakın, Hisar'a uzaktır. Tanpınar, Yahya Kemal'in
"geçm işin güzelliklerini sevm e", tarihte süreklilik adına bir seçm e yapma anla
yışına daha yakındır. Tanpınar'ın, çıkış noktası Beyath'da bulunan yaklaşımının
en açık ifadesini "Asıl Kaynak" adlı denemesinde buluruz:
"Öyle sanıyorum ki, ne maziyi sevmek, ne Garb'ı tanımak ve ona hayran olmak bi
zim için kâfi değildir. Mazi nihayet geçmiş bir zamandır, bizde, ancak, kendisine içimiz
den bir şeyler katarak hakkıyla yaşayabilir. Biz ise 'Bugün bile' değiliz; yarınız. Her nes
lin asıl vazifesi kendi ötesinde gelecek için olanı hazırlarken başlar. Bizim için asıl yapıl
ması lâzım gelen, memlekette yeni hayat şekilleri yaratmaktır. Biz Şark'a veya Garb'a
ancak birbirinden ayrı iki kaynağımız gibi bakabiliriz. Her ikisi de bizde ve geniş bir şe
kilde vardır; yani realitelerimizin içindedirler. Fakat onların mevcudiyeti kendi başları
na bir değer olamaz ve sadece böyle olması bizi, kendi hayatımızda, kendimiz için kendi
mize mahsus bir hayatı, geniş ve şümûllü bir terkibi yaratmaya davet eder. İçimizdeki
kaynaşma ve karşılaştırmanın verimli olması için bu hayatı, bu terkibi doğurması şart
tır. Bu da asıl üçüncü kaynağa, 'memleketin realitesi'ne varmakla kabildir.
Dedelerimizin büyük meziyetlerini, hayatlarının kendilerine has ve gerçek oluşu ya
pıyordu. Garp medeniyetinin büyük meziyeti de bu realitenin mahsulü olmasında ve in-
31 Lukacs'tan nktarnn N urdan G iirbilek, "Parçalanm ış Zam anın A k ışın d a", Defter, s. 1 (1987); 90.
A h m et Hanıdi T an p ın ar'ın Zam an A nlayışı • 501
kişaftm onunla beraber yapmastndadır. Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne
de Garp'tadır; önümüzde çözülmemiş bir yum ak gibi duran hayatımızdadır.
Onu yakaladığnmz, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğumuz,
bu meseleleri fikir Imyattmtztfı zaruri yol uğrakları gibi değil, temeli olarak kabul ettiği
miz zaman tarihin ve hususi coğrafyamızın bize yüklediği büyük role erişeceğiz. O za
man ‘devam'm zinciri tekrar içimizde bağlanacak ve. biz muasır dünyada, birleştirici
çehremizle ve bu çehreyi teşkil eden hayat çerçevesi ile kendimize layık yeri alacağız.'"^^
Hisar'ınkinden çok farklı bir bakışla karşı karşıyayız. Tanpınaı'm asıl ilgisi
şimdide süren, "önüm üzde duran" yaşama yöneliktir. Geçmiş nostaljik tonlar
içeren bir biçim de anımsanır, fakat bu anımsamanın asıl hedefi şimdiye ulaş
maktır:
"Eski İstanbul bayram ları çok başka türlü idi. Bayram sabahı güneş bile baş
ka türlü, adeta ruhani doğardı. Çünkü eski hayatımızda takvim semavi bir şey
di. Şehir, daha birkaç gün önceden bayrama hazırlanırdı. Eğer gelen şeker bay
ramı ise bu, sadece bayram yerlerinin hazırlanmasından ibaret kalır. Ramazanın
hususi hayatı, şenlikleri birdenbire bayrama çevrilirdi. Dolaplarıyla, allı karın
calarıyla, gümüş kırbaçlı çerkes eğerli pırıl pırıl atlarıyla, bin türlü sürprizleriy
le bayram yerleri şehre gündelik hayatından çok başka, çok renkli bir görünüş
verirdi. Çocuk bu günlerin tek hakimiydi; Bu gördüğüm bayram la eski bayram
ların hiç alâkası yoktu.
Son atlı karıncayı Kadırga meydanında birkaç yıl evvel görmüştüm. Çocuk
luğumuzun bu eski dostları ne kadar yıpranmış, nasıl biçare şeyler olmuştu!
Atın kulakları düşmüş, iki ayağı kırılmıştı. Zürafa bütün zarifliğini kaybetmiş,
uzun boynu adeta ip gibi incelmişti. Hepsi de zaman mahzeninde bir nevi cüz-
zama tutulmuş gibi zavallı ve halsizdiler. Uzaktan bara:
'-Ya, işte böyleyiz, bir rüyadan arta kalmanın sonu budur...' der gibi bakıyorlardı.
Gözlerimi etraflarındaki kalabalığa çevirdim: Onlar da bir rüyadan arta kalmış parçala
ra benziyorlardı.
Hayır, İstanbul'a yeni hayat; yeni bayram, yeni eğlence şekli, yeni zaman lâzım. İs
tanbul artık bundan böyle ekmeğini çalışarak kazanan bir şehirdir. Her şeyi ona göre dü
zenlenmelidir."^^
"Bursa'nın Daveti" adlı denemesinde, "Bursa'ya zamanımızın gürültüsün
den uzaklaşmak, bir ham am çınlayışmda kendimizi kaybetmek için gitmiyoruz.
Eskiyi zorla, san'atkârca bir rüya temini için sevenlerden değiliz."34 diyen Tan-
pınar, tıpkı Yahya Kemal gibi, sanatıyla, toplum vc kültürün yaşam atıbmmı
gerçekleştirm eye çalışır. Öte yandan, Tanpınaı^m Yahya Kem al'den ayrıldığı
noktalar da yok değildir. Beyallı özgün üslûbuyla, parıltılı bir tarihin destanını
yazar; tek olanla yani bireyle değil, çoğul olanla, yani toplumla uğraşır. Toplu
mun tarihini anımsar. Onun şiirinde bütün bir ki'dtiır uyum içinde, tek bir sesle
konuşur.
Oysa Tanpmar'ın poetikasının merkezinde ikili bir yapı görülüyor. Yaşamı
mızın bölünmüşlüğünü yansıtır bir biçimde, birey ve toplum karşılıklı bakışır
lar. Tanpınar, özellikle şiirlerinde bireysel olanla ilgilidir; düzyazılarında ise top
lumun ön planda olduğu söylenebilir. Bu ikiliğin varlığı eserlerinde her zaman
mevcuttur. Buna geri döneceğiz, fakat öncelikle süreklilikle ilgili şu saptamaya
göz atalım:
"Bir şeyin sürmesi o şeyin bitmemesi denıeklir. Öyleyse değişimde değişmeyen bir
merkez bulunmaktadır. Süreklilik düşüncesi iki boyutludur: Süreklilik hem diakronik
hem de senkroniktir. Hem zaman içinde sürmesi gereken özdür, hem de belirli bir zaman
kesiminde bütün kültürel yapıyı biçimlendiren, türdeş kılan soluktur. Bu da Ahmet
Hamdi'nin kültürden anladığı doğayı kendine uydurma, 'maddeye' kendi 'ruhunu' ge
çirme savının bir sonucudur. Kavramsal düzlemde Ahmet Haindi için, tutarlı kültih- bu
senkronik bütünlüğü sağlamış kültürdür. Osmcınh kültürünün en önemli niteliği ger
çekleşir böylece, 'hayat bir ve bütün olur.'"^^
Bu saptamada birey ve toplumla ilgili önemli belirlemeler yatıyor. Tanpınar
toplumu tarihsel düzlemde, artzamanlı (diakronik) olarak düşünür. Geçmiş-
şimdi-gelecek, Bergsoncu zaman anlayışı doğrultusunda birbirlerinin içine aka
rak, birbirlerini doğurarak ilerlerler. Bu, homojen, sürekli kültürel yapıyı doğu
racaktır. Birey düzleminde ise, aranan şey "iç insan"dır. İç insan, döngüsel ve
çizgisel zamanların ikisini birden kendisinde bütünleştiren, yekpare bir evrensel
zamanı duyum sayabilen bireydir. Birey, doğanın ve kültürün sürekli ilerleyişle
rini birbirine uyumlu bir biçimde, eşzamanh (senkronik) olarak yaşamayı başar
dığı anda bütünlük sağlanmış olacaktır. Bu iç insan anlayışı, Tanpmar'ın özellik
le şiir sanatını temellendiren "rüya estctiği"nde de bulunabilir. "Şiir ve Rüya'da
şöyle diyor:
"Öteden beri rüyanın ikinci bir bayat olduğu söyleniyor ‘İç içe iki oda gibi, uyanık
hayat ile rüya hali ynn yana' dururlar. (...) İnsan yapılışınm bu iki hali birbirini tamam
layan bir zıt teşkil eder Tamamlarlar: Çünkü kozmik niza?ııın ta kendisi olan ritııı ancak
hu zıtlıkla kabildir. Zıtinlar: Çünkü ayrı ayrı kaynaklardan gelirler.
Uyanık bayat güneşin adına söylenmiş bir kasidedir; hareket, ihsasların verimleri,
düşünce, mantıklı tedai, devam, ibda, değişme hep oradadır.
Uıjku ve rüya, gecenin yani kendisini ilgadan hoşlanan bir tamamhğm çocuklaruhr;
unutmalar, ani hatırlamalar, sükûn ve,eşyaya temessül, maddenin mutavaatkâr hayatı
na iştirak onun tılsımlı mıntıkasında kabildir. Güneş kanımızda dolaştığı için yaşar ve
hareket ederiz. Geceyi ve onun nizamım kendimizde bulduğumuz için uyuruz. Gece biz
de konuştuğu için rüya görürüz."^^
Gündilzleri toplumsal zam anı yaşayan insan, gecenin gelişiyle kendisini ev
rensel zamanm içinde bulur;
"Benliği, kökü ve yaprağı birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarm aşık ol
muş zamanın üç bu'dunda yüzüyor. Onun için mazi, hal, istikbal bir hatıradır.
Bizzat kendisi, binlerce varhğm, sayısız varlıkların terkibini nabzıyla idare edi-
yor.(...)
Zaman mefhumu artık onun için yoktur. Saniyeler bu gölgeler âleminde ebediyet ka
dar uzundur yahut daha iyisi, mahbus ve münfaü yaratıcısı olduğu bu dünyada tasav
vur kendi başına bir andır."^'^
Tanpınar'ın iç insanı "gündüz" yaşamına ait nesne, kültür, madde odakları
nı, "gece" yaşam ına ait özne, doğa, rulı odaklarıyla bütünleyen bir idealdir. Öte
yandan Tanpmar, bu idealin gerçekte var olmayan, fakat var edilmek için m üca
dele edilmesi gereken bir şey olduğunu bilir. Şiirlerinde bu ideali seslendirirken
(Ne içindeyim zamanın! Ne de büsbütün dışında/ Yekpare, geniş bir ânın! Parçalanmaz
aktşmda) düşünsel yazılarında bunun gerekliliğini ve yollarını tarhşır. Kurmaca
eserlerine ise bu bütünlüğün aranışı hakim olur. Tanpınaı'ın tarihe bakışında, ta
rihsel olanla evrensel olanın birleştirilme çabası görülecektir. Osm anlı'yı bu bü
tünlüğün ideal örneği olarak yorumlan
Bu durumda, Tanpınaı'ın Yahya Kemal'den ne farkı kalıyor? İkisi de Os-
manlı kültüründe cisim leşen uyumlu sürekliliği aramıyorlar mı, o zaman? Ro
mancı Orhan Pamuk, bunun böyle olduğuna inanmakta. Tanpınaı'm modernist
bir romancı sayılıp sayılamayacağını tartıştığı bir konuşmasında, A. H am di'yi
cemaate ağırlık veren bir yazar olarak değerlendirir. Pamuk, Batılı modernist ya
zarların cemaatten ayrıldıklarını, topluma kafa tutan bireyler olduklarını vurgu
layarak, Tanpınaf'ın romanlarında hep bir "biz"in peşinde koşulduğunu söyler.
"Yazısıyla topluma karşı bir tutuma girmeyen, topluma hizmet eden, karmaşık bir
metin üretmek yerine, toplumun bütün sorunlarının zenginliğini tarif etmeyi, yani mü
zeyi tarif etmeyi ön plana alan bir hizmet adamı kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Hizmet
adamı kimliği ise, modernizmin temel tutumlarından, temel davranışlarından moder
nist metinleri üreten ahlâka, tutuma uyan bir şey değil. Ahmet Hamdi Tanpmar'ı, esrar-
dnn kafayı bulmuş, dağıtmış ve herkese öfkeyle söven ve yanan bir adam olarak düşüne
miyoruz. (...); Ahmet Hamdi Tanpınar'ı günah fikriyle haşır neşir olmuş, şeytanla işbir
liği yapan bir İnsan olarak düşünemiyoruz."^^
JBatı kültürünün özgül tarihindeki dönüşümler sonucu vardığı edebî moder-
nizm konumu açısından ele alındığında, Tanpına/ın farklı bir görünüm sergile
yeceği açıktır. Tanpına/ın durumu biziııi kültürümüze özgüdür; Batılılaşmanın
yarattığı bölünmüşlüğü işler. Bu anlamda ne Hisar gibi geçmişin mükemmelli
ğine sığınmakta ne de ona büsbütün sırt çevirmektedir. Orhan Pamuk da bunun
farkındadır ve Tanpınaf'ın öneminin buradan kaynaklandığını vurgular:
"İki dünya arasında kararsız kalan, ama bu kararsızlığı bir üslûba çevirerek, karar
lılıkla benimseyen Tanpınar, aslında yaşadığı çevre ve bu çevrenin imkânları konusunda
çağdaşlarının çoğundan daha akıllı ve kararlı davranmıştır. İki dünyanın arasına kendi
ni yerleştirerek, her iki dünyadan seçmeli bir şekilde yararlanabilmiştir"^^
Ahmet Oktay, bu ikiliği aradahk olarak niteler:
"Alfred de Musset, 1836 yılında yayımlanan Bir Zamane Çocuğunun İtirafla-
n'nda şunları yazıyor: 'Bu çağın bütün hastalığı iki nedenden kaynaklanıyor: 9.3 ve
IS li'ten geçen halk, yüreğinde iki yara taşıyor: Olmuş olan artık yok; olacak olan henüz
ortada yok. Acılarımızın gizini başka yerde aramayın.'
İşte aradahk durumu budur: Bu, Hölderlin'in şiirini yorumlayan Heiddeger'in,
Musset'den neredeyse yüz yıl sonra Nietzs.che'nin Dionysos figüründen dolayımlayarak
vurguladığı sorundur 'Uçup gitmiş Tanrıların Artık-Olmayışı ve Gelmekte-Olan Tan-
rı'nın daha-gelmemişliği". ‘Tanpınar'ın yapıtının durduğu alan, böyle trajik bir anda
oluşmuştur, dolayısıyla bu yapıt, Heidegger'in Hölderlin'in şiirini betimlerken kullan
dığı sözcüklerle 'bütünüyle tarihsel’dir. Yıkılanla kurulacak olanın çifte olumsuzluğu:
Giden ve Gelmeyen. Bir Tereddütün Adamı'mn biçimleneceği zemin budıır."'^^
Tanpınar, gidenle gelmeyen arasındaki kopukluğu tekrar bağlayabilmek
için, tarihsel malzemeye, yani Osmanlı geçmişine yeni bir içerik kazandırmayı
amaçlar. Burada yeni sözcüğü önemlidir, çünkü Tanpınaı'ın Osmanlı musikisi,
mimarisi ve edebiyatıyla ilişkisi, bunları anında yaşayan Osmanlı insanının iliş
kisinden farklıdır. İkiliğin, ayrılmanın görülmediği o dönem de bunlar toplum
sal yapının doğal unsurlarıdır. O zaman yaşayan bir bireyin bunlarla, yani kül-
Bu konuda lam aksi düşünen ve Tanpınar'ı m odernist bir rom ancı olarak yorum layan bir görüş
için bkz. Süha O ğuzertem , The Deod Tree o f Conıpnssiaıı: Eyislence, hnagiııntion, Lovl', nııd Nnrcissisnı
iu Tnıipnınr's Mnhııı- Besle, (Doktora tezi, İndiana Universily, 1994) ve Süha O ğuzertem , "Ficlions
of N acsissism : M etaphysical and Psychosexual Conflicts in tlıe Stories of A hm et Ham di Tanpı-
nar," The Tutkish Stndics Asuodatioıı Bnllethı c. 14, s. 2 (1990); 223-233.
Orhan Pam uk, n.g.m., 45.
'*0 Ahm et Oktay, "Tanpınar: Bir Tereddütün A dam ı," Defter, s. 23 (1995): 50.
A h m et Haindi T an p ın ar'm Zam an A nlayışı • 505
türle ilişkisi gayet doğrudan, gayet organiktir. Oysa Tanpınar, bu kültüre getir
diği yorumla, şimdinin bakışmı geçmişe taşımış olur. Yaptığı iş, geleneği, estetik
ve düşünsel açıdan icat ya da inşa etmektirr^ı
"Merkez Efendi hayatta iken olsa olsa onun bir dervişi olabilirdim. Yahut da onlar
dan yolum ayrılır, mücadele eder, veya sadece lakayt kalırdım. Şimdi ise onu ve emsali
ni başka bir gözle görüyorum. Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikme
tinde kaybolmuş bir dünyayı arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dö
nüyorum. Onu musikinin kadehinden istiyorum; kadeh boşanıyor, susuzluğum olduğu
gibi kahyor; çünkü sanat da, aşk gibidir, kandırmaz, susatır. Ben seraptan seraba koşu
yorum. Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim,
seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat
hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin
değişmediğini görüyorum. Belki onlar da bana kendi tecrübelerinden, her adımda karşı
larına çıkan sert duvarlardan bahsediyorlar; (...)'
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bu şuur
ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir "olmak veya ol
mamak" davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha ya
kından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.. Çünkü
bu daüssıla'nın kendisi başlıbaşına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahım ya
pabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle can
lanırlar ve biraz da böyle olduğu için, onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bir
bugünü yaşamamız kabildir."*'^
Görülüyor ki, Ahmet Hamdi Tanpınaı^ın geleneği yeniden inşa etme çabası
nın odağında Osm anlI'nın kültürü, yani dini yaşayış biçimi, müziği, mimarisi,
dili ve edebiyatı yer almaktadır. Örnek olarak onun müziğe yaklaşım ını alalım;
"Musiki daima oluş halindedir. Zaman gibi ve onun nizamiyle kendi kendisini yi
yerek büyür, kendinde doğar ve kendinde kaybolur. (...) Musiki giydirilmiş zamandır
Diğer san'atların hemen hepsinde tabiattan bir şey var. Musiki sadece alır, zaman gibi
onu da her şeyle durdurabilirsiniz. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidai işa
retinden yapılmıştır. Onun için daima iptidaidir. Düşünceyi değil, nabzı idare eder. Bir
kültürün musiki anlayışı, zekâsının zamana en yüksek tasarruf şekli, yani kudretini har
camak tarzıdır. Onun içindir ki, değişmesi çok güçtür."*^
Alıntıda geçen "m usikinin iptidailiği" ibaresi basitliği değil, onun birincilli
ğini anlatmaktadır. M üzik sesten yapılmıştır. Ses m addesiz olduğundan, zaman
gibi daima oluş halindedir, yani Bergson'un süresiyle ilişkilidir. Zamanda par-
çalara aynlam ayan, sürekli akış halindeki sesle inşa edilen müzik bu yüzden bi
reyin tarihsel ve evrensel zamanlarla uyumlu hale gelişinin bir işaretidir. Müzik,
bir kültürün büllinlük serüvenini tamamlayan unsurdur. Tanpınar Osmanlı mü
ziğine çok bağhdır, çünkü onda parçalanmış bir zamanı yaşamayan Osmanlı
kültürünün insan-evren, doğa-kültür kaynaşmasını, bütünlüğünü bulur.
Burada başka bir nokta daha var. Tanpınar hem Osmanlı musikisini hem de
klasik Batı müziğini dinler. Bunlar birbirinden farklıdır. Ama ikisi de ses unsu
ruyla yapıldığından ve kültürün bütünlüğünü cisimleşürdiklerinden, bir araya
gelişleri ya da bir araya getirilme denemeleri gidenle gelmeyen arasındaki ko
pukluğu kapatabilir.
Tanpınaı^ın mimariye bakışı da bütünlük anlayışı bağlamında anlamlıdır.
Evrenle bütünlük içinde yaşayan bireyler toplumu ortaya çıkarırlar. Toplumun
oluş içindeki, bütünsel zaman yaşayışıyla da kültür doğar. Kültürün, yine bü
tünlüklü bir oluş sergileyen doğayla etkileşiminden mimari ve kent ortaya çıka
caktır. Yani nihai bütünlüğe, doğa-kültür bütünlüğüne ulaşılacaktır:
"Yeşil Cnini bu hayranlığa hem de fazlasıyla layıktır. Onun için mimarimizin en
mükemmel eseridir demek şüphesiz mübalağa olur Fakat Beyazid ve Süleymnniye'nin
mükemmeliyetine ve ihtişamına doğru yol alan oluş halinde bir tekniğin bu camide en
güzel ve en fazla telkin edici tereddütlerinden birini geçirdiği de muhakkaktır. O iki ay
rı anlayış ve zevkin sadece tebessümden ibaret olan bir mücadelecisidir. Ve daha ziyade
ileriye doğru yürürken geriye atılan son bir bakışa benzer. Fakat bu bakış ne kadar he-
saph bir tecrübe ile doludnrI Gelenek ona erişmek için ne kadar zenginleşmiş, ne karışık
merhalelerden geçmiştir Bu hendesenin günün birinde bu vuzuh ve nispet içinde bu ka
dar sade bir oyunda kendini göstermesi için, ihtiyar Asya yerinden oynauuş, medeniyet
ler birbirine girmiş, insan cemaatleri en geniş manada değişikliklere uğramıştır. Kapı
dan girer girmez dört yanunızı kaplayan yeşil hava içinde Neşâtî'nin turfa muamma di
ye adlandırdığı insan ruhu, en tabii iklimlerinden birini bulur (...)
İnsan ancak Yeşil'i ve muasırı eserleri gezerken III. Selim tarafından yaptırılmış
olan Emir Sultan türbesinde - ve ona benzer diğer bazı binalarda - kaybedilen şeyin ne
olduğunu daha iyi anlıyor Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamın mahsulü olan hu
binalar sadece bir kalıp, boş. manasız bir cümle gibi zekâyı bir müddet yorduktan sonra
'ben bir hiçim' diye zaafını itiraf ediveriyor."'^'^
Osmanlı m im arisi, müziği, dili, bütünlüğün, sürekli oluşun örnekleridir.
Halbuki Tanzimat'la birlikte ikilik doğar. Yani Adem ile Mavva ayrı düşer ve
yeryüzüne s a l ı n ı r l a r . ' ^ s p^tı etkisinin Osmanlı yaşamında açtığı en büyük yara
imanm yok oluşudur. Buradaki iman sadece dinsel içerikli değildir. Kültürün ve
toplumım bütünlüğünden kuşku duymama anlamı da vardır.
"Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan 'Bur-
sa'da ikinci bir zaman daha vardır" diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz,
çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yambaşında, ondan çok daJw başka, çok daha derin,
takvimle, saatle alâkası olmayan; sanahn, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve ta
rihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir,
zaman. Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibi görünen şeylerin bugünkü ha
yatımızda artık lüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların ve güzelliklerin malt olan bu
zamanı bildiğimiz saatler saymaz, o sadece mazisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli
gibi hatıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiliğinden atar."‘^^
M üslüm anhk da bütünlüğün, sürekliliğin bir parçası olması açısından
önemlidir. Osm anlı yaşamının temel düzenleyicisidir din; zamanı tasarruf şekli-
dir.'i7 Bu yüzden de, bütünlüğün harcı olarak görür Tanpmar dini. Osmanlı in
sanı diniyle, müziğiyle, mimarisiyle, kısacası kültürüyle birlikte bütünlüklü ve
kuşkudan uzak bir yaşam sürmüştür. Batı etkisinin girdiği andan başlayarak bu
cennet parçalanmıştır. Yapılması gereken, bu bütünlüklü geçmişe içinde bulun
duğumuz andan bakarak örnek almak, yani bireysel ve toplumsal şimdimizi bü
tünlüklü geçmişi anım sayarak zenginleştirm ek ve yine bütünlüklü bir gelecek
cennetini inşa etmeye çalışmaktır. Tanpmaı'ın zaman anlayışı işte bu bütünlük
arayışı çevresinde biçimlenecektir.
lerle tutturulan portreler... hepsi, kendi içlerinde birer bütünlüğü olan roman
parçalan. Sonra, herbiri bu romanın yazmsal ve düşünsel içeriği hakkmda çar
pıcı birer izlenim verebilecek şu iki-üç alıntı;
"H afızası cam bir kavanoz, açıkta işleyen bir mide gibi o günkü istihlâkini
gözünün önüne yayardı." (s. 176)
"H epim iz parça parçayız. İçimizde, dışımızda birtakım şeyleri lehimleyerek
yaşıyoruz. Co-existence kelimesini icat eden ve o kadar sık kullanan bir devrin
insanlarıyız." (s. 180)
"L eylâ hiçbir zaman benim olmadı. O hep çocukluğum undu." (s. 195)
Bütün bunlar, hepsi Aydaki Kadm'm malzemeleri olarak üst üste yığılıyor.
Bunlardan zam anlanm ış bir roman çıkarma süreci, Tanpınar'ın ölüm üyle, bir
yerde kesintiye uğramış. Yıllar sonra bu sürecin yeniden canlandırılması ve Ay
daki Kadm'm, bir anlam da taş taş üstüne konarak kurulması; hem bir Tanpınar
ürününün yazınım ıza kazandırılm ası açısından, hem de bu "reconstruction" ça
lışmasının saygınlığı açısmdan kutlanmaya değer.
biyatı ders kitabındaki "Bursa'da Zam an" şiirini biliyordum; bir de bu şiirin
Mehm et Kaplan'ın Şiir Tahlilleri'ndeki tahlilini..
Aykırı ve Zararsız
Sözünü ettiğim tartışmalar ve H uzu/vn Tercüman tarafından yeniden basıl
ması Tanpmaı'ı birden sağ ve soldaki aydınların gündemine yerleştin vermiş ti.
514 • 'rnııpKiıır Ü zerine Yazılar
Aslına bakılırsa çok tuhaf bir durumdu bu; sanki birisi düğmeye basmış, birden
herkes Tanpınaı'a kesilmişti. Demek ki her şeyin bir vakti saali var. Onun eser
lerini verdiği geçiş döneminde aydınların gündemi o kadar farklıydı ki, uzun bir
süre okunmak ve anlaşılmak şöyle dursun, ciddiye bile alınmadı. Matta kılığına
kıyafetine itina göstermediği için Ankara'daki öğretmenliği sırasında kendisine
-büyük ihtimalle Nurullah Ataç tarafından- "K ırtipil" lakabı takılmıştı,
Tanpınar, dışarıdan bakanların kendisini "gülünç bir havada" görmelerini
tezat içinde yaşam asına bağlarsa da, uzun süre görmezlikten gelinmesi ve cid
diye ahnmaması -bence- daha ziyade yazdıklarının inkılâpların ruhuna aykırı
bulunmasındandı. Çünkü hayalımızdan sökülüp atılmak istenen değerlerin ço
ğuna çağdaşlarından çok farklı bir gözle bakıyor. Emir Sultan'dan, Macı Bay-
ram'dan. Aziz Mahmud l lüdâî'den, Şeyh Mamdullah'dau, Yesarîzâde'den, Fu-
zulî'den, Bâkî"den, Şeyh Calib'den, Itrî'den, Dede'den, Zaharya'dan vb, dem
vuruyor, üstelik tefekkürünün ve eserlerinin eksenine bu değerleri yerleştiriyor
du, Önceleri radikal bir Batıcı iken 1932 yıhndan sonra "kendisi için tefsir etti
ği" bir şarkta yaşamaya başlayan 'lanpmar, Tanzimat'tan beri hayatımıza hakim
olan kültür ikiliğim ve devamsızlığı -sancılarını bizzat yaşayan bir aydın olarak-
ciddi bir biçim de sorgulamaya başlamıştı.
riasan Âli Yücel'ler, Ahmet Kutsi Tecer'ler, Nurullah Ataç'lar, yani Tanpı-
ııaı'm en yakın arkadaşları devlet ideolojisinin hem yapıcıları, hem de en hara
retli savunucularıydı; onun düşüncelerini bir çeşit aydın fantezisi olarak değer
lendiriyor ve pek tehlikeli görmüyorlardı. Çünkü o bir kavga adamı değildi; me
selâ Türk musikîsi klasiklerini Kadyoevi'ne gidip stüdyoya kapanarak saatlerce
dinleyecek kadar sevdiği halde, hiçbir zaman alaturka-alafranga kavgasında ta
raf olarak yer almamıştı. Çünkü tereddütleri vardı ve "D ebussy'yi, VVagneı^i
sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihim iz" diyordu. Bu bakımdan
Tanpınaı'ı aralarından uzaklaştırmak yerine kontrollerinde tutmayı daha akıllı
ca gördüler, Avrupa'ya gönderdiler, milletvekili yaptılar. Zaaflarının farkınday
dılar. Tanpınar'm meklxıplarında Avrupa'ya bir araştırma gezisi yapabilm ek için
Talim Terbiye Reisi Ahm et Kutsi Tecer'e yalvarma raddelerine gelmesi şaşırtıcı
dır. Nasıl A saf Halet Çelebi bir "bobstil dandy" olarak tanıtılmış ve gayrıciddi
bir adam imajı uyandırılarak muhtemel tesirlerinin önüne geçilmişse, Tanpınar
da "K ırtıpil" lakabında ifadesini bulan açık bir aşağılamayla gülünüp geçilecek
zavallı bir adam olarak korunup kollanmıştır. Cemil Meriç, bir zamanlar Tanpı-
nar'ın eserlerine dikkatle eğildiğini ve kendisiyle tanışmak isteyince bazı müşte
rek dostlarının "Yok canım, salağın biridir, sen sevmezsin, rahatsız eder seni!"
dediklerini yazıyor.
Aslında Tanpınar başından beri hem kendi değerinin, hem de en yakın dost
ları tarafından bile fazla ciddiye ahnmadığımn farkındaydı. Hatıra notlarında
Türkçe'yi, hece veznini ve Türk tarzı duyuşu daha ilerilere götürmek istediğini
A h m e t Hnmcli T an p ın ar • 515
söyledikten sonra, yapacağı çok iş olduğunu ifade ederek şöyle yakınm jşlır:
"Varsın sussunlar, varsın okumasınlar, beğenmesinler, hayatlarm a getirdiğim
şeyin farkmda olmadan, satıhtan beni tanısınlar. Bursa şiirim le iktifa etsinler.
Varsın en aptal şiirleri okusun(lar), gazeteler bana boykot yapsm. Ben yine işi
me devam edeceğim ."
Yalnız Adam
İşine, yani yazm aya devam etti ama, ciddiye alınmadığını bilmesi şüphesiz
onu son derece tedirgin ediyor, tereddütlere düşürüyordu. Bu bakımdan devrin
hâkim kültür anlayışını temsil eden aydmlara yakınlaşmak, onlar tarafından an
laşılmak için gösterdiği gayreti anlamak mümkündür. Sabahattin Eyüboğlu ve
Azra Erhal; gibi Mavi Anadolucular'a gereğinden fazla değer verm esi, hatta dev
rin havasına kapılarak bazı Yunan klasiklerini tercüme etmesi, Tanpınaı'ın yaşa
dığı tereddütlerin ve derin yalnızlığın sonuçlan olarak değerlendirilebilir. Hatı
ralarının son sayfalarında kendi kendisiyle aşikâr şekilde tezatta olduğunu ifa
de ederek Süleym aniye'den ve bir iki musiki eserinden başka garpla ölçüşecek
değerimizin bulunm adığını yazmıştır. Eğer biraz daha yaşasaydı, onu 1932 ön
cesine dönm üş olarak görebilirdik.
Tanpınar, bundan tam otuz beş yıl önce (24 Ocak 1962) öldü. Kafasındaki te
zatları giderem em iş, fakat ardında çok sayıda önemli eser bırakmıştı. Tipik bir
geçiş dönemi aydınıydı; iyi bir şair olmak istedi, fakat edebiyatın teorik m esele
leriyle haşir neşir olan ve estet tarafı ağır basan bütün şairler gibi şiirini zekâsı
na hapsederek kısırlaştırdı. Şair olarak yola çıkmıştı, sürekli yeniden okunacak
ve her okunuşta yeniden keşfedilecek hikâyeler, romanlar, denemeler ve bir ede
biyat tarihi yazdı.
Öyle yazdı ki, birçok meseleyi hâlâ onun çizdiği çerçevede tartışıyoruz.
Hâlâ onun penceresindeyiz.
XX. yüzyıl Türk şiirinin kaderini değilse bile iç ızdırabını; derinleşme ve yü
celme arzusunu; kendi imkânları dünyasında yeni bir dil ve imaj sistemi kurma
gayretini; kısaca yeni, yerli ve çağdaş bir şiir sesi ve ifadesi arama faaliyetini ak
settiren sanatkârlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. O; şâirdir, romancıdır,
edebiyat hocasıdır, kelimenin en geniş manasıyla düşünen, hisseden bir yazar
dır. Ancak o; eseri, hayatı ve faaliyetleriyle devrinin trajedisini en üst seviyede
ve en zengin biçim de aksettiren en ciddî anlamda bir entelektüel olm asıyla baş
ka yazar, şair ve edebiyatçılardan ayrılır: XVIII. yüzyılda başlayan XIX. yüzyıl
da hayatın her sahasında varlığı kuvvetle hissedilen medeniyet karşılaşmasının
neticesi ortaya çıkan sosyal m üesseseler yanında belki onlardan daha da önem
li olmak üzere, bir krizin adeta vücut verdiği, zenginleşip derinleştirdiği insan
larla karşılaşmaktayız. XIX. yüzyıldaki edebî faaliyetleri ve arayışlarıyla Abdül-
hak Mâmid böyledir. Hâmid, bu krizi bir coşkun seli andıran eserlerinin kendi
ne mahsus görkemli gürültüsüyle hissettirir; ama temelde bu krizden kaynakla
nan felsefî huzursuzluk vardır: Kaderiyle karşı karşıya gelen insanın huzursuz
luğu, teslimiyetin mutluluğunu, tövbenin rahatlığını kaybeden insanın teselli
olmaz sızlanış ve haykırışlarıyla kendisini ifade eden bu huzursuzluk XX. yüz
yılın başlarında varlığını sürdürür. Sosyal ve siyasî problemlerin gürültüsü kar
şısında âdeta sinen bu huzursuzluk, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserinde içle-dı-
şın "ben" ile "iç ben"in çatışması şeklinde karşımıza çıkar. Bu onun eserlerinde
ki aslî tema, yani "temel güç"tür. Ancak artık sanatkâr, ızdırabın sanata has
"m ükem m eliyet"te dindirerek ebedîliğe ulaşma; böylece hayatın sahne olduğu
çatışmaları bir başka dünyanın imkânlarıyla ifade etme ve ebedîleştirm e yolunu
seçer. Kültürü, sanat terbiyesi ve zevki aracılığıyla bu çatışmayı değerlendirme
yi ve ifadeyi gaye edinen sanatkâr, aynı vasıtalar yardımıyla yeni bir dil inşa yo
M illî Rom nnrik Dıiyuş Tarzı ve T ü rk Edebiyatı - V I • 51 7
luna gider. Söz konusu çatışmanın bir tarafından sürdürülen hayat ve bu haya
ta hâkim m antık; diğer tarafında Tanpınaı'ın rüyâ kelim esiyle ifade ettiği
"ben"in iç dünyasından kaynağını alan varlık ve olayları idealizeye müsait hül
ya yer alır. Hayat ve tabiata ait tezahürler hattâ mekân ve zaman sanatkârın "iç
ben"in gözü ve duyarlılığıyla dilin dünyasında yorumlanıp ses, anlam değeri ve
mısradaki yeri bakım ından mükemmeliyet duygusunu tatmin edecek bir olgun
luğa ulaştırıhr.
Bütün bu özellikleri ve eğilimleriyle Ahmet Hamdi Tanpınar, yeni kabul edi
len kültür dairesine has değer, zevk ve anlayış ile şiir cevherini aramayı ve ifa
deyi şuurlu biçim de ve ciddi anlamda iş edinen insanlardan biridir. Şiire, Edebi-
yat-ı Cedîde zevkine has bir duyarlıhk ile başlayan Ahm et Hamdi, Ahm et Ha-
şim 'in arayışlarıyla zenginleşen ve yeni bir renk kazanan hassasiyet çevresinde
şiirler yazmakla saf şiirin dünyasına girer. Tanpınar, Ahmet H aşim 'in nesli ve
kendisi üzerine tesirlerim şu cümlelerle ifâde ediyor: "Biz, bugünkü nesil, fikir
ve sanat hayatına, H âşim 'in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsümüzde
Piyâle ve Şiir-i Kamer şâirinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafın
da yazdık. Onmı için H âşim 'e borçlu olduğumuz şeylerin tam bir muhasebesi
ni yapamayız. Bir gün, bu son yirmi otuz senenin fikir ve sanat hayatını toplu
olarak tetkik edecek olanlar, onun kendinden sonra gelen nesil için nasıl bir
mürşit olduğunu göreceklerdir (Amet Hamdi Tanpınar> Edebiyat Üzerine Makale
ler, Ahmet H aşim 'e Dâir, 1992, s. 28a).
Ahmet Hamdi Tanpmar, ilk şiirini Dergâh'ta yayınlar. Bunların sayısının on-
bir olduğunu M ehm et Kaplan'dan öğreniyoruz. Aynı yıllar Yahya K em âl'e son
derece yakın olmasına rağmen şiirlerinde Yahya Kem âl'in tesiri hissedilmemek-
tedir. Zaten Ahm et Hamdi Tanpınar - Yahya Kemâl ilişkisi tesirle izâh edilecek
cinsten değildir. Tanpınar, hayatı boyunca Yahya Kem al'e benzem em ek için ken
di kendisiyle m ücadele edecektir. Öğrencisi, hayranı ve dostu olarak her zaman
yakını olan Yahya Kemâl sahip olduğu kültür birikimi, zevki ve şiir anlayışı ba
kımından şâirimizin ufkunu açar, ona takip edeceği yolu gösterir. Ahm et Ham-
di'nirı saf şiir zevkini benimsemesi, sanatta m ükemmeliyete ulaşma isteği, dili
plastik bir madde gibi işleyerek duygunun ifadesi haline getirme gayreti ve yük
sek şiir zevkinde ebediyeti ifâde isteği gibi hususlarda Yahya Kem âl'den gelen
unsurların varlığı kuvvetle hissedilmektedir. Yahya Kemâl, onun "iç ben"inin
teşekkülünde önemli rolü olan insanlardan biridir; ama Tanpınar, şiirde ona
benzemekten âdetâ kaçınır.
Onun Dergâh'ta yayınlanan şiirlerinde Servet-i Fünun Edebiyatına has san
timantal tavrın tesiri hissedilmekte ve sembolizmi düşündürecek unsurlarla
karşılaşılmaktadır. Ancak daha bu şiirlerde Tanpınaı^ın şiir lügatinin ve kendisi
ne mahsus imaj dünyasının hazırlandığı görülmektedir: Işıkh unsurlar, "karan
lık saray", "aynalar", "eşiği aşılmaz saray", "yazın heykeli", "köpükten çırpı-
518 • T;ınpııv,ır Uztıriııı.- Ynr.ılıır
niş" gibi söz ve söz gruplan yanında Madalyon ve Bir Meykcl için gibi şiirlerde
sanata has dikkat ve hassasiyetle bir duygu hâlini ebedileştirme gayretleriyle
karşılaşmaktayız. Ayrıca onun, "H iç akmayan bir zaman nehrinin sularında",
"Zam ana gülecek hüznün ve neşen" mısralarında görüldüğü gibi şiirde zamanı
ciddi bir problem olarak ele aldığı görülür.
Onun bu ilk şiirlerinde dil ve ahenk saf şiir harekelini benimsemediğini,
Türkçe'yi kristalize eden bir dikkatle şiiriyeti aradığını hissettirmektedir.
Dergâh'lci yayınlanan şiirleri Millî Meamia'dcı (1926-1927) yayınlanan iki şiir
le, Hmjcıt'ia (1927-1928) yayınlanan altı şiirin takip ettiğini; şâirimizin kendisine
mahsus şiir zevkini bulmaya başladığını; ancak santimantal tavrın, melankolik
havanın devam ettiğini Mehm et Kaplan da yazmaktadır. Bu şiirlerde, kaderin
belirsizliği karşısında ızdırap duyan insanın tabiî unsurların güzelliğinde tesel
li bulduğunu, "m asal kadın" hayali çevresinde dolandığını ve ışıklı unsurlarla
rahatladığını görürüz. Daha önce ifâde ettiğimiz "iç ben" ile "ben"in çatışması
ve bu çatışmaya mahsus hâli aksettirecek hayallerin dilin ananesi içinde aran
ması söz konusu şiirlere ayrı bir değer kazandırır. Denilebilir ki o, Ahmet Mâşim
gibi "O Belde"ye sığınmıyor, hayatın ve tabiatın güzelliklerini tesbit edip, plas
tik sanatlara has bir zevkle onları işleyip ebedîleştirmek istiyor
O, dış dünyaya hülyalarının perspektifinden bakan ve gördüklerini hülyala
rının diliyle ifade eden bir şair olma yolundadır. Ahmet Mamdi Tanpmar'da hül
ya ve riiya kelimeleri onun hayat ve kâinat karşısmdaki tavrını ifâde etmesi ba
kımından önemlidir. Onda bu kelimeler İnsanî gerçekliğin sanal yönünü ifadey
le vazifelidir. Acaba Tanpınar, sanal eseri vasıtasıyla insanın kendi derinliğini,
tabii varhkla izdivacını, sosyal hayat karşısındaki vaziyetini, kısacası dışla için
bütünleşm e hâlini bu kelimelerle mi ifade etmektedir? Acaba rüya hâli, bütün
bunların bir zaman diliminde bir anda hissedilmesi, yaşanm ası mı? Yoksa bu,
Gaslon Bachelarde'daki hülya mı? Ahmet Hamdi Tanpınar'm bu Fransız episte-
moloğunu (bilgi felsefesi üzerinde duran insan) iyi tanıdığını onun Yahya Kemâl
adlı kitabından biliyoruz. Zira Tanpınar, Yahya Kemâl'i Bachelard ile gelişen bir
inceleme tarzından gelen unsurlar yardımıyla değerlendirir. Bachelarde'da hül
ya, ferdî bir dikkatle bir hâli ve problemi geçmişi, geleceği ve hâldeki vaziyetiy
le bir bütün hâlinde bir anda görme, adlandırma ve değerlendirme hâlidir. Bu
hâlin İlmî açıklaması yoktur. Son derece ferdî bir bilgilenme hâlidir; farklı sevi
yedeki çağrışımlar, doğuştan gelen kabiliyetler, fırsatların hazırladığı imkânlar
gözü açık görülen rüyaya benzer bir ruh hâlinde beklenm edik anda yan yana
gelerek bu bilgilenm e hâlinin ortaya çıkmasına sebep olurlar. Bu hâl, gözler
önünde (ecessüm eder, bazı sesler duyulur. Ancak onu tasvire ve ifadeye yönel
diğinizde büyü bozulur, tablo kaybolur Bu hülyayı ilim adamı da görür. Takip
edeceği inceleme tarzı ve onun neticesi bir anda bütünüyle gözleri önünde le-
cessüm eden âlim, laboratuarında aynı neticeyi isbat için ömrünü harcar. Bu rü
M illî R om an tik Duyuş Tar^ı ve T ürk Edebiyatı - V I • 51,9
şadığı âlem de lıad ve adet fikirleri yoktur. Onun için benliği sayısızdır. Her kı
m ıldanışında ölüm ün derinliğinden yeni bir şey çekiyor ve her nefes alışında
ona bir çok şey ifade ediyor. Kulağıyla görüyor, nabzıyla işiliyor, şuur ve m u
hakem e m elekeleri ilga edildiği için, bütün sonsuzlukla perdesiz olarak konu
şuyor. Zaman m efhum u artık onun için yoktur. Saniyeler bu gölgeler âlemin
de ebediyet kadar uzundur yahut daha iyisi, mahbus ve münfail yaratıcısı ol
duğu bu dünyada her tasavvur kendi başına bir andır. M ücessedin terkibi ya
şıyor." (Ahmet Ham di Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Şiir ve Rüya 1,
1992, s. 30-31)
Yukarıdaki satırlara ve bu satırların yer aldığı yazının tamamına Ahmet
Hamdi'nin poetikası nazarıyla bakmak yerinde olur. Burada çeşitli yönleriyle
rüyâ hâl ve düzeninin anlatıldığını görüyoruz. Rüya halinde insamn sahip oldu
ğu üstün güçlerden, zaman ve mekâna hâkimiyetinden, birbirinden çok farklı
unsurlarm bir bütün hâlinde görünüşünden ve bütünüyle rüyanın imkânlarıyla
olağanüstünün yaşanılabilirliğinden söz edilmektedir. Bu olağanüstü gücün
kaynağı, "uyanık hayatın" ikliminden ve güneşin düzeninden, gecenin dolayı
sıyla uyku ve rüyanın düzenine geçiş gösterilmektedir. Birincisinde akıl ve irâ
denin o kadar değer verdiği tabiî düzen, saatle ve yılla ölçülebilen zaman, yal
nızca beş duyu ile idrâk edilen dış dünya; İkincisinde "benliği kökü ve yaprağı
birbirinin aynı bir ağaç, kozmik bir sarmaşık olmuş zamanın üç boyutunda yü
rüyor. Onun için mâzi, hâl, istikbal bir hatıradır." İnsan, kapısız duvarlardan"
geçebilmekte; "adını bilmediği dinlerin ayinine iştirak" edebilm ekle "cam kava
nozda ağlayan bir yüz, bir mercan dalında haşin ve kudretli bir Tanrı" bulabil
mekledir. O, kendisine has masal dünyasının gerçekliğini yaşamaktadır. Bütün
bunlar, bizi rüya hâline has husûsiyetlerin uyanıkken yaşanm ası teklifiyle karşı
karşıya getirir. Bu da hülyâdır, yani gözü açık görülen rüyadır. İşte sanatkâr bu
hâl ile tesbit ettiği, yaşadığı ve gördüğü güzellikleri sanaüna has malzeme ve
teknikle işlemek zorundadır. Bu, yalnız saf şiirin değil bütün güzel sanatların as
lî özelliği olarak düşünülebilecek bir husustur. Zaten yazının devamında Tanpı-
nar hülya iklim inde sanatkârın faaliyeti, duyuş tarzı ve rüyanın güzel sanatlar
daki asli rolünü açıklamaktadır; "... İstediniz mi hasretleri kavuşturur, bir yas
tıkta uyuyanları birbirinden ayırırsınız. Zamanın sırrına sahip olduğumuz için
asırların dehlizine açar, oluşun seyrini anlatırsınız. Zihnimizde küçük ve esiri
adımlarla siz yürüdükçe İlâhi değişme üstüste takındığı çehrelerini atar, mev
sim ler bellerindeki kuşakları çözer ve renkten rakslarını yaparlar.
Geniş hayat malzememiz, gölge mimarimizdir; bu iki unsurla vücudum uz
da çalışır, "şekillere Tanrı ve Tanrılara şekil" verirsiniz; eşyanın arasındaki mü
nasebetleri sizden öğreniriz. Dışgörülerin altında gizlenen cevheri, asılların aslı
nı, eşya sizin tılsımlı imbiğinizden geçtikçe fark ederiz. Fakat en şaşırtıcı, en
kuvvetli tarafınız, hislerin iksirine kattığınız o acayip ve koyu taddır. Bu keskin
M illî R om an tik Duyuş Tarzı ve T ü rk Edebiyatı - V ) • 521
len unsurlar Paul Valery'i ile Ahmet Hamdi Tanpınar'ı rüşt anına ulaştırmıştır.
Onun Valery'i tanıdığı yıllar edebiyat dünyamızda bir yanda kendi kendini tek
rara başlayan memleketçi edebiyat anlayışı çevresinde kaleme alınan şiirler; bir
yanda Nazım Hikmet'in önderi olduğu ve temsil ettiği sosyal gerçekçi edebiyat
anlayışına bağlı şiirler, bir yanda da Mütareke yıllarında Dergâh dergisi çevresin
de olgunlaşan bir zevkle saf şiir taraftarlarının şiirleri yer almaktadır. Ayrıca Ah
met Haşim ve Yahya Kemâl'in edebî faaliyetlerini sürdürdükleri, hatta hayatla
rının en verimli döneminde bulunduklarını; Yedi Meşaleciler olarak bilinen
gençlerin de saf şiire has söyleyiş tarzını arama gayreti içinde bulunduklarmı
unutmamak gerekir. Tanpınar, işte böyle bir dönemde, "Ahm et Kutsi vasıtasıy
la Paul Valery'yi tanıdı. Valery onun mizaç ve karakterine en uygun şairdi. Bun
dan dolayı aralarındaki kaynaşma çok ani ve kuvvetli oldu. O, Valery'den
kendi yaşantılarına güvenmesini ve bilhassa sanatla ancak mükem m eliyet yo
luyla ebediyete ulaşacağını öğrendi. (...) 1930 yılında Ahmet Kutsi Tecer ile be
raber çıkardıkları Görüş dergisinde neşrolunan Şiir Hakkında yazısı ve Paul Va-
lery'ye dair tetkiki benimsediği yeni estetik ve örneği tanıtan vesikalardır."
(Mehmet Kaplan, Tanpınar'ın Şiir Dünyası, s. 55).
Yukarıda Ahnıet Hamdi Tanpmaı'ın sanat görüşünde, sanat eserleri vücûda
getirmesinde ve üslûbunda önemli yeri olan rüya problenii üzerinde durduk.
Onun şiiri bu rüya hâlinin en yoğun sesi olmaya taliptir. Böyle bir şiirin saf şiire
has hususiyetler taşıması tabiidir. O, "Şiir Hakkında" başhkh yazısında bu ko
nuda düşündüklerini şöyle ifâde etmektedir: "... artık münakaşasına imkân gö
rülmeyen hakikatlerden biri de şiirin her türlü m enfaat endişesinden uzak, ga
yesini yalnız kendinde bulan bir mükemmehyet olmasıdır. (...)... tabiatı itibarıy
la toplu olan şiir, fikir için her şeyden evvel dar bir çerçevedir. Büsbütün başka
bir nizamın birleştirdiği bu kesik cümleler, söze kâh yontulmuş bir mermerin
düzgün salâbetini, kâh bir manzaranın renk ve gölgelerini veren ve her an tarif
siz bir musikiyi sürükleyip götüren değişiklikleri ile hiç bir nazariyeyi izaha ve
hiç bir davayı isbata müsait değildir. O, bir yılan gibi kendi üstüne çöreklenen
ruhun bir an için kendi kendini temaşasından doğan bir mükemm eliyettir ki,
ağlatmak ve düşünmek ona terettüp etmez. (...) hakiki şiirin, asıl sanat eserinin
kendi varlığından başka bir hedefi yoktur. Kendisinden başlar kendisinde biter.
Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bediî
alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyla, gündelik endişeleriyle mü-
nasebettar olmayan saf bir alâka uyandırmasıdır. Bu, belki anî bir cehtle kendi
ni bulan ruhun, insandaki ezelî hakikatle temasından doğan bir konuşmadır;
belki güzellik dediğimiz idealle bir lâhza başbaşa kalmanın verdiği mestidir. Bu
mânada denilebilir ki, şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette
kendini idrâk ettiği zirvedir." (Ahnıet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makale
ler, Şiir Hakkında 1992, s. 13-14).
M illî R om ım tik Duyu^ Tantı ve T ürk Edebiyntı - V I • 523
Yukarıdaki satırlar, edebî eserin diğerlerinden farklarını konu alan bir yazıda
bu gün de olduğu gibi kullanılacak cinstendir. Bu yazının 1930'da Görüş der
gisinde yayınlandığı dikkate alınarak Ahmet Ham di Tanpınaı'ın Şiirler adlı ki
tabında bir araya getirdiği şiirlerini hangi sanat zevki ve anlayışıyla kaleme al
dığı anlaşılır. Zira 1930 yılından sonra kaleme aldığı şiirleri olgunluk dönemi
eserleri olarak kabul edilmektedir.
0/ yukarıda ifade edilen şiir anlayışını hazır bulmadığı gibi, bu zevk ve an
layışını aksettirecek dili, sesi ve imaj dünyasını da hazır bulmamıştır. Farklı kay
naklardan gelen unsurların, kendi benliğinde bir terkibe ulaşm ası söz konusu
dur. Bu terkip m ana ve sesiyle, başka bir söyleyişle öz ve şekliyle unsurlarına ay
rılmaz bir bütün hüviyetiyle mükemmeliyetin ifadesi olacaktır. Yani ses m ana
dan, konu şekilden ayn düşünülmez. Terkip, kendi sevdiği ifadeyle dil ve muh
tevanın birlikte kristalize olmuş halidir. Mısra kurma, şiir yazma sanatı bilinen
ve sezilen bütün imkânları kullanarak dil adh m alzemeye kristal hüviyeti ka
zandırmak; onun kavuştuğu mükemmeliyetle bir hülya hâlini ebedîleştirmektir.
Dışa yönelik dikkati, hatıraları üzerine dönmesi, ses karşısındaki hassasiyeti,
güzel olanı sezme kabiliyeti ve Haldun Taner'in ifadesiyle "yaşam ayı (...) seven,
onu bir sanat eserine getiren, her anının tadını çıkarm a" (Haldun Taner, Ölürse
Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 1983) becerisi dışla için çatışması etrafında bir araya
gelir. Ve Tanpınar, rüyanın imkânlarıyla bu farklı unsurların eşliğinde, içtekinin,
alt kattakinin, yani Hayri İrdal'ın, yani Suat'ın isyanlarıyla duyduğu huzursuz
luk içinde, kendini ifadenin cezbesiyle, insani kâinata seyahat eder. Onun eseri
bu seyahatin notlandır. Böylece o, zaman zaman Tanrı'ya ve mabede sığmma ih
tiyacını, kapalı bir âlem olmasını arzu ettiği şiirlerinde hayâller çevresinde duy
duğu vecd haliyle karşılaşır. Zaten bu hayaller kendilerine refaket eden veya
kendilerinin sebebi olan duygulara bağlıdırlar. İç derinliği olan ve görmesini bi
len bu insanda, hülya ikliminin geniş imkânlarıyla oluşan duygu kendisini dış
âlemde aksettirecek ifâde kalıbını arar. Onda imajların teşekkülü ve dile plastik
mükemmeliyet verm e gayreti bu arayış etrafında gerçekleşen "yücelm e" etra
fında açıklanabilir. Zamana bile plastik bir hüviyet kazandıran bu hassasiyet,
sevdiği hayalleri, sanatın sembolü hâline getirdiği kristal şekiller içinde korur.
Onun olgunluk dönemi şiirlerinde imaj yapma mekanizm asının arkasında his,
musiki İkilisinin bulunduğu söylenir. Taııpınaı'da imaj, zannedildiğinin aksine
çok defa zihnîdir. Yani önce kitaptan öğrenilmiş veya başka bir dilde görülmüş
bir kalıbın varlığı hissedilmektedir. "M adalyon", "kristal avize", "billûr kadeh",
"billur âvize", "m ercan kadeh", "eşiği aşılmaz saray"; "ürkek düşünce", "yek
pare akış", "m asal m eyvası", "yekpâre ân", "kökü bende bir sarm aşık". Bu hâl
Ahm et Hamdi Tanpmar"ı veya bir başka şairi küçültmez. Zira "insan insanın uf
kudur", "edebî eser bir başka edebî eserden hareketle yazılır". Ayrıca Tanpınar,’
edebiyatımız batı dünyasını tanıdıktan, bu dünyaya has değerleri benim sedik
524 • T nnpm ar Ü zerine Yazılar
ten sonra eser veren, divan zevkini de iyi bilen bir insandır. Her iki kaynaktan
gelen unsurlardan yararlanarak kendisini ifade etmesi tabiîdir.
O, olgunluk dönem inde kalem e aldığı şiirlerinde "yekpare geniş bir ânın
parçalanm az" akışı içinde alelade hayatın dışma çıkma, ömür çem berinden
kurtulm a arzusuyla tabiî güzelliklerin üzerinde bıraktığı intihalarda teselli
arar. Kayıp hayalin peşinde koşan insan için güzellik insanı ebedî saadete gö
türecek vasıta durumundadır. Bunun için Tanpınar'ın şiirinde güzellik onu ha
yata, kâinata bağlayan ve rüya iklimini düzenleyen bir kıymettir. Bu bütünde
sanat, "zam anın üç çizgisini birden veren tılsımlı bir ayna durumundadır. Zi
ra sanal şekle ihtiyaç gösterir, şekil de karışık duyguların düzenlenm esi sonu
cu ortaya çıkar. Ö yleyse sanat, düzen ihtiyacının ve ebediyete ulaşm a arzusu
nun sonucudur. Ayrıca her an insanı tehdit eden ölüm korkusu ve ölüm gerçe
ği ile hayatın güzelliği arasındaki çatışma, sonsuzluk âleminin zevki, hayatın
daha kesif yaşanm a isteği ve dünyevî zevklerin ebedî olması arzusuyla zen
ginleştirilerek bu şiirlerde işlenir.
İşte bütün bunlar, sözü edilen hülya adamının şiirlerinde ele aldığı temalar
dır. Yukarıda ifade edildiği gibi farklı şiirlerde ele ahnan bu temalar birbirini ta
mamlayarak bir başka bütüne vücut verirler. Bu, yazımızın başında ifade ettiği
miz Tanpınaı'm eserlerindeki temel güçtür. Onun şiirleri bu temel gücün veciz
ve ahenkli ifâdesi, nesirleri ise daha zengin ve teferruatlı açıklamasıdır.
Tanpınar ile ilgili belli kaynaklarda yazılanları iyi özetleyen ve onları bir ter
kip halinde ifade eden Dr. Hüseyin Tuncer şâirimizin hususiyetlerini, yer yer
alıntılara da başvurarak şu cümlelerle vermektedir: "Tanpınaı'a göre şiir, bir şe
kil meselesidir. Şekil her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ile yoğrulmasıdır.
Vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik hâ
line gelirler. Şekil, dilin içinde, mükemmeliyetin sınırlarını çizer. Tanpınar, dili
bu sesin kendisi, yahut kendi sesi yapmaya çalışır. (...) Şairin kulağıyla tam bir
iş birliği yapması gerektiğini belirtir ancak bu sayede mısranın nağme olacağı
na inanır. Şaire göre, şiirde mana, şiirin manevi benliğini yapan havasındadır.
(...) Tanpınar, şiiri söylemekten ziyâde bir susma işi kabul eder. (...) Tanpınar, şi
ire başlarken heceyi seçer. Şekle önem verir. Bu yüzden vezin, kafiye, âhenge
bağlı kalır. (...) Musiki sağlamak için, iç uyuma, dil ve kompozisyona dikkat
eder." (Dr. Hüseyin Tuncer, Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı, 1996, s. 201-202)
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Şiirler kitabı ve poetikası mahiyetindeki kalem
mahsullerinden hareketle, yukarıda yazdığımız hususiyetleri onu romantik du
yuş tarzına bağlamaktadır. Hatta "Bursa'da Zam an", Beş Şehir, Huzur gibi eser
leri XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi Girişi ve hâli zenginleştirmek gayesiyle geç
mişe ait değerleri yorumlayarak zamanımıza taşımayı teklif eden yazılarıyla
bizde millî romantik duyuş tarzının en ciddi temsilcilerinden biri durumuna
M illî R om antik Duyuş Tvuzı ve T ü rk Edebiyatı - V I • 52 5
"Â vâre Yıllar", "Son Yağm a", "Başım ızın Üstünde Bir Bulul" adlı şiirleri,
hattâ "Zam an Kırıntıları" ve "İnsanlar Arasında"yı da bu gruba dahil etmek
mümkündür, bu neslin dramını, bu dramı en yoğun yaşayan bir insanın hassa
siyeti ve ifadesiyle ortaya koymaktadır. Yaradılış ve terbiye itibariyle bir yaşama
tarzınm en iyi temsilcisi olabilecek hassasiyete sahip insanların, medeniyet kri
zine has şartlar sebebiyle, iki had arasında kararsız dolaşmaları onların ferdî hu
zursuzluklarının hem sebebi hem de görünüşüdür. Daha açık ifade edelim: Yah
ya Kemâl, "Ezansız Sem tlerin" ızdırabmı en iyi hisseden bir bayram namazında
ana millete dönüşün zevkini tadan; Üsküp'te geçirdiği çocukluk ve ilk gençlik
günlerinde aldığı terbiye ile sürdürdüğü firenkvârı hayatın çatışmasının ızdıra-
bını en derin biçim de yaşayan insandır. Tanpınar, bir ramazan gecesi Sultan Ah
met Cam ii'nin pencerelerinden âdeta başkaları tarafından tanınmaktan sakına
rak içeri bakarken ağlar Bu, bir çoklarının anlayamadığı çok üst seviyede inan
ma ihtiyacının, ciddî anlamda ferdî teslimiyet arzusunun tezahürüdür ve "ben"e
aittir. Bir de dış dünya, kitapların, sanatın ve alışılmış hayatın dünyası vardır.
Bunların ikisi arasındaki çatışma, ferdî ve sosyal hayatın her saflıa ve sahasına o
sahaların imkân ve vasıtalarıyla yayılır, kendisini ifade edecek dil ve sanat m al
zemesini bulur. Tanpınaı^ın bu şiirleri, söz konusu çatışmayı veya karşılaşmayı,
onun mizacı ve kültürü aracılığıyla yansıtmaktadır.
"Üstüste" ve "Altın Güzeldir" şiirleri serbest tarzda, imajların yeniden değer
ve ağırlık kazandığı yeni bir söyleyiş ve ifade tarzının habercisi görünmektedir
Bütün bunlar, 1950'den sonra Ahmet 1-Iamdi Tanpınar'ın şiirimizde yokladı
ğı ufukları gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. O, 1930'lu yıllardan
sonra kaleme aldığı şiirleriyle, edebiyatımızda belli bir dönem de ve belli bir tar
zın imkânları çevresinde saf şiir hareketini şuurla temsil eden ciddi şairlerim iz
den biridir. Sesi, ifadesi, hassasiyeti, huzursuzluğu ve kendisine mahsus arayış
larıyla şiirimizi zenginleştirmiştir.
M . Kayahan Özgül
Ne içindeyim zamanın.
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
şüncesi"nden (C. XXII, No. 1-2) daha iyilerini görmediğimi söyleyebilirim . Şim
dilerde ise, "zam an" konulu yazılar, özel sayılar iyiden iyiye arttı. Eserlerinin te
mel problematiği arasında "zam an"ın önemli yer tutması yüzünden Tanpmar'ın
adı da sıkça anılm ağa başlandı; özellikle de "N e İçindeyim Zam anın" şiiri vesi
lesiyle. Fakat, bu şiirdeki zaman kavramının değerlendirilm esinde öylesine bir
birine benzem ez fikirler ileri sürüldü ki, bütün esnekliğine rağm en, bir şiirden
bunca farklı m ânâ çıkarıldığını görmek beni şaşırttı. Daha da kötüsü, kimi ka
lemlerin ya Tanpınaı'ı tanımadığını ya da "N e İçindeyim Zam anın" şiirini anla
madığını düşündüren fahiş aymazlıklara tesadüf ettim.
M adem ki Tanpınar Mahur Beste'nin Behçet Bey'ine yazdığı mektubunda,
"Freud ile Bergson'un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz"
dem ekte, o hâlde onun şiirini çözerken de bu iki isme müracaat gerek. Nite
kim, şair bir diğer mektubunda, meşhur "AntalyalI Genç Kıza M ektup"unda da
"Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri
vardır"
diyerek Bergson'un etkisini biraz daha belirginleştirir. Yapılması gereken, Tanpı-
nar'ın şiirini -özellikle de "N e içindeyim Zam anın" şiirini anlam ağa ve açıkla
mağa çalışırken Freudien psikoanaliz ile Bergsonien sezgiciliğin zaman fikrini
gözden ırak etmemektir.
Bergson'un estetik sezgisi biraz einfühlung'u andırır; ama, şuur kendi karak
terini eşyaya verm ez de onu kavrayabilmek için eşyanın varlığına bürünür. Bu
yapısı ile Bergson dünyayı sezgileriyle kavramaya çalışan insanı öne çıkarır.
Tanpınar da "Antalyalı Genç Kıza M ektup"ta,
"'N e İçindeyim Zam anın' şiiri, şiir halini, kozmosla insanın birleşmesini
nakleder..."
diyor. Demek ki, şiirin gerçek anlamını buralarda aramalıyız. Oysa, Tanpı-
naı^ın asistanı, dostu, şiirleri için en sağlam kaynağın yazarı M ehm et Kaplan bu
şiirden bahsederken bizzat şairin verdiği ipucunu reddeder ve:
'Tanpmar'ın bu şiiri manalandırırken 'kozmosla insanın birleşmesini nakle
der' demesine rağmen, ben burada mistiklerinkine çok benzeyen bir varlığı aş
ma, yükselm e duygusu buluyorum "'
dediği anda da yanılm ağa başlar. Kaplan, on altı mısralık şiirde iddiasına!
dirilebilecek bir laraf olduğunu söylüyor. Sonraki yıllarda pek çok kişi tarafın
dan tekrarlansa da bu fikrin gerçekle bir ilgisi olmasa gerek. Ö yle ya, kim bir rû-
yâ ânında gördüğü şekillerin “bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi" olduğunu
söyler ki? Rûyâda gördüklerinizi "rüya gibi" diye anlatır mısınız?
Ne içindeyim zamartm
Ne de büsbütün dışında
mısralarını hatırlatır. Aslında Tanpınaı'da Haşim 'i hatırlatan pek çok taraf bulu
nabilir. Tanpınar da küçük yaşlarda annesini kaybeder ve şiirlerinde onu Dicle
ile birleştirir. Tanpınar da karşı cinsle ilişkisini sınırlar, evlenmez (Haşim 'in ha
yatının sonlarmdaki evliliğinin pek de gönüllü olmadığı hatırlanmalı). Tanpınar
da empresyonist-sem bolist çizgiyi sürdürür. İkisi de benzer Fransız şairlerinden
hazzeder ve intihal iddialarıyla anılırlar. Ama ikisinin ismini beraber hatırlayışı
mın bu seferki sebebi başka. Mer iki beytin de "eşik"te oluşundan daha başka. Bu
defaki hatırlayışım, soyut kavranışları noktasında. Haşim'in yukarıdaki mısra
ları "Satırlar" (Yeni Mecmua, C. 4, No. 4 -7 0 ,1 5 Şubat 1923) şiirindendir; ama, şa
ir iki dörtlükten oluşan şiirini daha sonra ilk dörtlüğü "Yan Yol", İkincisini ise
"O rm an" adlı iki ayrı şiir hâline getirir. Bunlardan "O rm an" değilse de yukarı
da bir beytini iktibas ettiğim "Yarı Yol" şiiri H aşim 'in beğenilen soyut ve sembo
lik şiirlerinden biri olarak anılır, doğrusu bu ya, çok da mânâlandırılam adığı için
daha bir hürm etle okunurdu. Derken, Tahirü'l-mevlevî’nin edebiyat lügatini
baskıya hazırlayan Kemâl Edib Kürkçüoğlu, kitapta "tn'kid" maddesine bir dip
not koydu ve "Yarı Yol" şiirinin "ukde"sini çözüverdi. Yazdığına göre, Rezan
Ârif Hanım, Rudiard Kipling'in Orman Kitnbı'm İngilizce ashndan çevirmeye
başlamıştır. Kitaptaki şiirlerin manzum tercümelerini yapmayı da Haşim üstlen
miştir. Rezan Hr.nım'ın neşren tercümesinden "M aym unların Şarkısı" nı okuyup
nazma çeken Haşim, bir hırçınlık ânında ortaklığı bozunca, bu manzumesini de
-tercüme olduğunu belirtm eden "Satırlar" adıyla neşretmiş tir.-'’ O güzehm ve es
rarengiz beytin ağaç dallarında yaşayan maymunları anlattığını öğrendiğimiz
de bütün sihri kaçmıştı. "N e İçindeyim Zam anın" şiirinde de bu cinsten bir lü
zumsuz soyutlam a var; zaman soyut, mekân rûyâ, eylem hayâl, şekil şekilsiz...
Oysa, Tanpınar şiirinde felsefe ve psikiyatri gibi dünyayı ve insanı (makro koz-
mos ve mikro kozm osu) kavramaya çalışan, somuttan hareket eden iki alanı kul
lanır. "N e İçindeyim Zam anın" şiirine girerken de akb ve som utu dışarıda bırak
mak hatâ olur.
Bu şiire akılla yaklaşılsa, ilk soru ne olurdu? Kronolojik zam anın, aynı anda,
hem içinde hem de dışında olmak mümkün müdür? Şaire sorarsanız, mümkün
dür. O hâlde, ikinci soru: Bu nasıl mümkün olur? îşte bu sorunun cevabı, bütün
şiirin anahtarıdır. Aslında, her insan için zamanın hem içinde hem de dışında
bulunduğu sadece tek durum vardır, cenin hâli. Bir düşünün. Hamile bir kadı
na henüz doğmamış bebeğinin kaç aylık olduğunu sorabilirsiniz ve daha "dün
yaya gelm em iş" ceninin dünya zamanıyla değerlendirilmesi olan "sekiz aylık"
gibi bir cevap alabilirsiniz. Cenin kronolojik zamanın içindedir. Nihayet bebek
doğar; aynı anneye tekrar sorarsınız; "üç günlük" deyiverir. Bebeğin dünyaya
geldikten sonraki zam anı sıfırdan başlamıştır. Bu bize garip gelmez; fakat aslın
da cenin iken yaşanan zam anı yok saymayıp bebeğin dokuz ay on üç günlük ol
duğunu söylem ek gerekmez miydi? Demek ki, cenin kronolojik zamanın dışın
dadır. Hayalımız boyunca, cenin hâlimizden başka hiçbir ânımızda kronolojik
(somut) zam anın hem içinde hem de dışında kalmayı beceremeyeceğiz.
Evet, "N e İçindeyim Zam anın" şiiri ceninin ana karnı izlenimlerinden iba
rettir. Tanpınaı'ın özellikle ilgilendiği derinlik psikolojisi, Freud'ün ''birincil ank-
siyete"si, Jung'un "self" kavramı ve "anim a arketipi" onda böyle bir şiir yazm a is
teği uyandırmış olmah.
Darvvin, ancak kendi var oluşuna katkıda bulunan canlıların soyunu sürdü
rebileceğini söylerken, Freud fizikî ve sosyal çevreye uyum gösterebilenlerin ya
şayacağını iddia eder. Bu uyum gayreti doğumla başlar ve bazen çok eziyetli
olabilir. İlk anksiyete doğumdur. O âna kadar, doğal ortam ındaki ideal şartlar
da (sıcak, güvenli, dış etkilerden korunaklı, müşfik...) yaşamışken birden soğuk,
gürültülü b ir dünyaya çıkmak (girmek), vücuduna dokunan iUk elin onu tepe
taklak çevirip kıçına şaplak atmasına, göbeğini kesmesine katlanm ak gerekir.
Otto Rank'ın "doğum sarsıntısı" dediği de budur.!^ Yaşadıkça, hayatın hırçınlık
larına tahammül zorunda kalan insanın ana karnındaki mutlu ve âsûde günle
rini özlediği fikrindeki psikanalistler Tanpmar da dahil, epeyce bir edibe tema-
tik m alzeme kazandırırlar.
Diğer taraftan, Jung'un "anim a" ve "anim us" kavram ları da Tanpınar'a ya
bancı değildir. "A nim a" bir erkeğin ruhunda kadına ve kadınlığa dair bulunan
her şeydir. Tanpmar "anim a"yı önem ser ve bir edib olarak da önemli "anim a"
malzemesi verir. Yahya Kemâl hakkındaki yarım kalmış çalışmasında,
Tanpınaı'ın H u z ıı/d a (s. 184) yazdığı gibi, "İn san doğduğu günden itibaren yenilm iştir, şefkate
m uhtaçtır."
5 32 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
bir ölüm, lıele çocukluk yaşlarında bir anne ölümü daima üzerinde du
rulacak bir vâkıadır"^
derken Tanpınar sanki kendisinden söz eder gibidir. Erken ölmüş annesinin şa
irin animasında derin izleri kalmış olmalı. İlk şiirlerinden birinin "Annem İçin"
(Dergâh, C. 2, No. 4, 5 Teşrin-i sâni 1337) oluşu; "K albim ", "Odalarda Akşam ",
"Sonbahar", "M adalyon", "Leylâ", "Sabah" gibi ilk dönem şiirlerinde Mehmet
Kaplan'ın ısrarla şairin annesini bulması^ ilginç. Hattâ Tanpınat'ın hatıra defte
rinin 11 Kânun-ı sâni 1962 tarihli son sahifesinde kadınlar için yazdıkları da an
nesi yoluyla bağlanabilir ve animası şairde ana rahmine, gerçek sılaya dönme is
teği uyandırm ış olabilir.
Bir ceninin intibalarını şiirleştirirken Bergson'un sezgiciliğinden ve "durce"
fikrinden daha uygun yardımcılar olmaz. Bergson, doktora tezi olan Essai sur les
donnees immediates de la conscience'mdci süre (duree) hakkında şöyle yazar;
"Ben'in kendi kendisini yaşamaya bıraktığı zamanlar, ben'in geçmişle gele
cek arasında hiçbir ara vermeden, olduğu gibi, zamanın bütünlüğü içinde par
çalanmaz bir akışla aktığı anlardaki o duree'dir."
Tanpınar sanki Bergson'un kesintisiz süre fikrini nazma çekip dörtlük yapı
vermiştir. Takip eden dörtlükler, bilhassa İkincisi ve sonuncusu ise, Bergson'un
sezgiciliğine harika örnekler verir.
Ceninin dış dünyadan haberdar olduğu epeydir biliniyor. Yine de hiç gör
mediği ve tanımadığı dünyayı aklıyla kavrayamayacak olan cenin bunun için
sezgilerini kullandığı fikri Bergsonien felsefeye çok uygun. Son dörtlükte "sez
m ek" fiili rastgele yer almaz. Dünyayı, kökü kendisinde olan bir sarmaşıkla se
zen şair, dışarıyla alışverişini göbek kordonuyla sağlayan ceninin tâ kendisidir.
O m ısralann bundan daha isabetli bir başka açıklaması olamaz.’ "M asm avi bir
ışık ortasında yüzm e"nin de amniyon kesesindeki sıvıda yüzen cenine karşılık
geldiği açıkhr.^» Su ile mavilik arasındaki ilişki açık; fakat "ışık " kelimesi kafa
karıştırıyor. Alain, Goethe'nin şiirlerindeki aydınlık unsurları değerlendirirken
onun Ağustos gibi bol ışıklı bir ayda doğmasını önemser. Koyu bir Alain hayra
nı olan Mehm et Kaplan da hocasının "Sabah" şiirinden söz ettiği esnada, Tanpı-
nar'ın 23 H aziran'da doğuşunu ışıklı mısralarına sebep gösterirdi Ceninliğinin
son günlerindeki bir bebek, bilinci ve sezgileri alabildiğine uyanmışken gün ışı-
demesine mukabil, Aralık'ta doğan hocası Yahya Kem âl'in, bitirem ediği şiirle
rinden birinde
M ehm et Kaplan bu şiirden söz ederken, bazı psikologlara göre su .ıltının ana rahm ini işaretledi
ğini y azar (n.g.e., s. 68); am a aynı sem bolü "N e İçindeyim Z am anın" şiirind e görem ez.
YaJnjn Kemal, s. 191.
53 4 • T a iıp ııia r Ü zerine Yazılar
noktasına gelirler. Sonrası, bir istiridye gibi ruhu, gerçek ben'i sarıp koruyan be
deni açma gayretidir. Beden nefsin elindedir ve nefsi yenen bedeni aşar, açar. Ne
istiridye kabuğunu eziyetsiz açar, ne beden. "Çile doldurmak" bedeni eziyetle
aranana ulaşma yoludur. "Halvet-hâne" denen minik hücrelerde tek başına kala
rak sayılı günler geçirmekte;!^ tabiatın koynunda, mağaralarda inzivaya çekil
mek, beline doladığı bir iple kendini ağaca bağlamak gibi değişik usûllerle çile
doldurularak bir cins "katharsis" sağlanmağa çalışılır. İnsanın en arınmış hâli, hiç
kirlenmemiş hâlidir ve o yüzden de "anasından doğduğu gibi pâk olm ak" bir
idealdir. M evlevilikle bin bir gün çile doldurarak "d ede" olmuş "can"lara "der
viş" denir. Onlar aradıklarını bulmanın ve "m uradına erm e"nin iç huzurunu ya
şarlar. "D ede" olmak, ruhun safiyetçe "bebe" olmasından geçer. Dervişin çile
çekme usûlleri de ceninlik günlerini hatırlatır. Hayattan izole edilmiş halvetha-
nelerde, arınmış hâlde yeniden dogLiş beklenir. Mağaralarda inzivaya çekilmek
de aynı mânâya gelir; zira, derinlik psikolojisinde mağara rahmin karşılığıdır.
Hattâ, dervişin beline doladığı bir iple kendini ağaca bağlaması da göbek kor
donuyla anasına bağlanan cenini hatırlatıyor.
Şiirin tamamı, henüz doğmamış bir bebeğin intihalarını aktarmakta iken,
14 "Ç ile" kelim esi Farsça kırk sayısından gelir ve kırk günden başlayan değişik uzunlukta çim e çek
m eler vardır.
N eredesin T an p ın ar • 5 3 5
mısraı ana karnına dönm e isteğini gerçekleştirmiş bir yetişkini haber veriyor gi
bidir. Şiiri yayım ladığında Tanpınar otuz iki yaşındadır. Otuzlu yaşlar "Dante
gibi", ömrün yarılandığını gösterir. Bunu farkedişin peşinden gelen ilk antrakt
ta kişinin gel-gitleri başlar, hayatının en öncesine ve en sonrasına. Bazıları Cahit
Sıdkı'nın "O tuz Beş Yaş" şiirinde olduğu gibi ölüme, bazıları Tanpınar'm bu otu-
ziki yaş şiirinde olduğu gibi ana ralımine yönelirler. "N e İçindeyim Zam anın"
şiirinde aradığı huzuru nihayet ilk mekânında bulm uş otuzluk bir şairin dervi
şane teshmiyeti ve "katharsis"i vardır. Evet, bu tamamen hayalî bir kaçıştır;
ama. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Hayri İrdal'ın da söylediği gibi, "kendim i
ze daima yaşanacak iklim yaratmaktan başka ne yaparız?" (s. 293).
Tanpınar'm "N e İçindeyim Zam anın" şiiri, H aşim 'in "Yarı Yol" şiiri gibi hem
çok şanssız, hem de çok şanslı. Şanssız, çünkü yanlış anlaşılmıştır; şanslı, çünkü
gerçek mânâsı çözülemese de, mutlaka soyut, derin ve zengin bir şiir olduğu
zannedilmiştir. Tanpınar 1953'te Mehmet Ali Cim coz'a yazdığı bir mektubun-
da,î5 "N e İçindeyim Zam anın" şiirinin kaderi için de geçerli olacak şu cümleyi
sarfeder: "H er muam m a çözülene kadar mühimdir." Başka söze ne hâcet.
15 M ektuplar, (Haz. Zeynep Kerm nn), Ank., 1974, K ültür Bak. Yay., s. 86.
AHMET HAMDI TANPINAR'IN
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'NDE
ZAMAN, BELLEK ve ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ
Walter Feldman
Snntlen Aynrlnmn Eııstitiisü 1954'te tefrika edildi ve 1961'd e yeniden basıldı. N e yazık ki romnn,
bugüne kadar İngilizceye tam olarak çevrilm iş değildir. Benim kullandığım baskı, 1987 basım ı
dır. Çevirisini benim yaptığım giriş bölüm ü ve Şehzadebaşı kahvehanesinde geçen bölüm , K e
mal Sılay, 1996: 387 -9 0'da yayım lanm ıştır.
Sıiatleri Ayarlam a Enstitüsü’nde Z am an, B ellek ve Özyaşamöykiisü • 537
tek Türk aydınıdır" (1987: 346). Bugüne kadar Saatleri Ayarlama Enstitüsü, birbi
rinden çok farklı yorumlara yol açan ezoterik bir kitap olarak kaldı.2
Eleştirmenlerin, bu romanın türsel niteliği üzerinde anlaşmaya varamama
ları, büyük ölçüde içinde yaşamöyküsünün oynadığı rolden kaynaklanır. Yaza
rın koyduğu başlık bir anlamda romanın bu kendine özgü enstitünün tarihi
"hakkında" olduğunu düşündürüyor; bu enstitü İstanbul'da, sonunda bütün
Türkiye'de bulunan kol, masa, duvar ve kule saatlerinin ayarlanması ve birbiri
ne uyacak biçim de çalışmasını güvence altına almak için kurulmuştur. Bu izle-
ğin, "D oğu " ve "B atı" zaman kavramlarını da anıştıran alegorik niteliği, aşağı
da incelenerek kararlaştırılacaktır. Bununla birlikte, kitabın yapılandırılışı, daha
ilk sayfasından başlayarak, bu betimlemeyi yalancı çıkarır. Saatleri ayarlama
enstitüsüne kitabın ilk bölüm ünde şöyle bir değinilse de, bu enstitü asıl anlatı
ya üçüncü bölüm ün başında girer: yani neredeyse romanın ortasma kadar gir
mez. Durum böyle olunca, bu roman gerçekten "saatleri ayarlama enstitü-
sü"nün tarihi olabilir mi? Romanın başından sonuna dek okuduğumuz, aslında
anlatıcı Hayri İrdal'm yaşamıdır. Bu ünlü enstitü ve kurucusu, anlatıcının "ko
ruyucusu" (velinimeti) Halit Ayarcı, anlatıya Hayri'nin yaşamıyla kesiştikleri
noktada sokulur. Romanda bu anlatıcı dışında, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin ba
ğımsız bir varlığının bulunm adığı söylenebilir. Örneğin, tanışmalarından önce
H ayri'nin H alit hakkında söyleyebileceği hiç mi bir şey yoktur. H ayri'yi kişisel
olarak doğrudan ilgilendirmediği açıklanan bir konuda en önem siz bilgileri sağ
lamak üzere bile doğrudan sorulan sorular ve H alit'in Doktor Ramiz gibi eski
arkadaşlarının gözlemleri kullanıhr. Romanda yer alan başka herkes için de ay
nı şey söylenebilir. Hakkında artzamanh (diyakronik) derinlik taşıyan kesintisiz
bir anlatı üretilebilecek tek kişi Hayri İrdal'dır. Bu koşullarda, bu kitaba "Hayri
İrdal'm Kendisi Tarafından Anlatılan Yaşamı" gibi bir başhk koymak daha uy
gun olmaz mı?
O ğuzertem 'in kitapta ağır basan öğe olarak ruh çözüm lem eyi alm ası, ruhçözünılem eye yapılan
gönderm elerin ispritizm aya/gizem ciliğe yapılan gönderm elere koşut olarak gelişm esini, ayrıca
hem R uhçözüm lem e D erneği'nin hem de İspritizm a C em iyeti'nin m uhasebecisi olan H ayri'nin,
İspritizm a C em iyeti'nin "daha eğlenceli" olm ası dışında bu iki cem iyet arasm da pek fazla fark
görm ediğini söylem esini göz ardı ediyor. Üstelik, I. B ölüm 'dcki iki önem li karakter, Bülûcistan-
ll kalender. Seyit Lûlfullah ve Rum eczacı/sim yacı Aristidi Efendi, kitaptaki ispritizm a öğesinin
haberciliğini yapıyor ve bu öğenin m erkezi önem ini ortaya koyuyor. Kitapta rubçözüm lem enin
İstanbul toplum unun kitapta ele alman katm anında aslında ruhçözüm lem eden çok daha etkili
olan ispritizm anın eşi olarak görüldüğünün göz ardı edilm esi, ruhçözüm lem enin m odern yazın
eleştirisinde ve genel olarak ekinin içinde çok büyük bir y er kaplam asından kaynaklanıyor ola
bilir. R uhçözüm lem eyle ispritizm anın bu biçim de eleştirilm esi, kendisi de bir ölçüde Saatten
Ayarlama Ei)sfıf((s«'nün b ir hayranı olan (sözlü iletişim , 1991) O rhan P am uk'un Beyaz JCn/c'sinde,
fizik bilim leriyle astrolojinin eşleştirilm esine örnek olm uş olabilir.
5 3 8 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
Sayfn num araları 1987 bnskısınn göre verilm işlir. Burada ali bölüm ler Rom en rakam larıyla, bö
lüm sayılan da A rap rakam larıyla gösterilm işllr. Dolayısıyla 1 - 1 : 9 rakam larıyla gösterilen say
fa, rom anın ilk sayfasıdır.
Saatleri Ayarlam a Enstitüsü’nde Zam an, B ellek ve Özyaşamöyküsü • 539
landığı ve Tanpmar'ın romanı için bunu neden uygun bulduğu üzerinde düşün
meye zorlar bizi.
Osmanh yazmı içinde özyaşamöyküsü sorunu, yakınlarda Cemal Kafadar
(1989) tarafmdan ele alınmıştır. Cemal Kafadar XVII. yy'ın ortasında, İstan
bul'daki dervişleri inceleyen kitabı Sohbet nâme'de şunları belirtir: "Bu kitap gün
ceye benzer bir şeydir, ama adından da anlaşılacağı gibi, öncelikle, yazarın top
lumsal ilişkilerinin kayda geçirilmesi, bunun yanı sıra yazarın yedikleri, geceyi
nerede ve nasıl geçirdiğiyle ilgili her şeyin en ince ayrıntısına kadar anlatılması--
dır." Genellikle, Türkiye'de dervişlerin, Sufi hocalarının konuşmalarını yazıya
geçirdikleri bilinir; gerçekten de bu, derviş olmak isteyen birine daha uygun dü
şecek bir yazınsal roldür. Tanpmar'ın bu yayım lanmamış kayıtlardan herhangi
birini okuyup okumadığını bilmiyoruz, ama Osmanh yazınını çok iyi tanıdığını
göz önüne alacak olursak, bu kayıtlardan bazılarını görm em iş olması şaşırtıcı
olurdu. Durum ne olursa olsun, Hayri'nin birinci tekil şahısla aktardığı anlatısı
na verdiği biçim, bu derviş güncelerine ve dervişlerin hocalarının söyledikleri
nin kayda geçirilmesi geleneğine bir şeyler borçluymuş gibi görünüyor.
Osmanlılar'da özyaşamöyküsü yazma sorunu, Orhan Pamuk tarafından us
talıklı bir yazınsal biçim e sokulmuştur; Orhan Pamuk, Beyaz Kale adlı romanının
merkezi ağırhktaki kesimini, XVII. yy'da yaşamış Osmanh astrolog-kahramanı
H oca'nın, özyaşamöyküsünü günahların itirafı, yaşamı için bağışlatıcı bir gerek
çe ya da düşmanlarını aşağılama fırsatından başka bir şey olarak görememesini
açıklamaya ayınr:
Birkaç gün sonra Doğu'dan getirilen o pahalı ve temiz kâğıtların üstüne, her sabah
"niye benim ben" diye yazmaya başladı, ama bu başhğm altına ötekilerin neden o kadar
aşağılık ve ahmak olduklarından başka bir şey yazamıyordu. Gene de, annesinin ölü
münden sonra ona haksızlık edildiğini, eline geçen parayla İstanbul'a geldiğim, bir ara
bir tekkeye dadandığım, ama oradakilerin hepsinin alçak ve sahtekâr olduğunu gördük
ten sonra ayrıldığını öğrendim. Bu tekke macerasını biraz daha anlattırmak istedim; on
lardan kurtulmasının, Hoca'nın gerçek bir başarısı olduğunu düşünmüştüm: Kendini
ayırabilmişti. Bunu ona söylediğimde öflcelendi, çirkin ayrıntıları bir gün ona karşı kul
lanmak için merak ettiğini söyledi; zaten şimdiye kadar öğrendiklerim fazlaymış, bir de
üstüne o tür - kaba denilen cinsel kelimelerden birini kullandı burada- ayrıntıları öğren
mek istemem onu şüphelendiriyormuş. (Pamuk 1991; 64)
Roman ilerledikçe, Türk kahramanın dil açısından güçsüzlüğü, kendisi hak
kında bir şey söyler ya da yazarken kullanabileceği bir dil bulamaması, onu Hı
ristiyan kurbanlara karşı göz kamaştırıcı acımasızlık edimlerine sürükler; kah
raman, özyaşam öyküsünde gizlenmiş olan günahları keşfetmek için Hıristiyan
kurbanlara işkence eder. Eva Hoffman, "dilsel yoksunluk" üzerine şu gözlemde
bulunur:
Saatleri Ayarlam a Enstirüsü’nde Zam an, B ellek ve Özyaşamöyküsü • 541
Kör öflce, çaresiz öfke, sözcükleri bulunmayan öfkedir - insanı karanhklarm içine gö
men bir öfke. însan sürekli olarak sözcüklerden yoksun kalırsa, sözcüklerin direnmesin
den doğan bir yitiklik içinde var olursa, bu durumun kendisi de, ister istemez öfkeye yol
açacak bir engelleme yaratacaktır. (1989; 124)
Pam uk'un Türk kahramanı, kendi kopuk kişiliğini Avm palı kölesinin kişili
ği içinde yitirinceye kadar, sözcükleri olmayan, kendine bakm ayı bilm eyen bir
insandır. Pam uk'un, Tanpınar'in yapıtlarına duyduğu saygı göz önüne almacak
olursa H oca'nm , yazında pekâlâ Hayri İrdal'm soyundan gelen biri olmasının
yanı sıra tarihsel atası olarak da düşünülmüş olduğu varsayılabilir.
Türk eleştirmenler; özyaşamöyküsel monologu söyleyenin, yani 1892'de İs
tanbul'da doğmuş olan Hayri İrdal'm kişiliği üzerinde yaptıkları yorumlarda ol
dukça büyük görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Elbette bu, çok ciddi bir anlaş
mazlık alanıdır, çünkü Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün öyküsünü bütünüyle bu
anlatıcının gözlerinden görürüz. Tanpınar, bu sorunu, romanın sonuna eklediği
notla daha da karmaşık duruma getirmiştir; hiç yayım lamadığı bu ek notta Tan-
pınar, konuşucuyu, kitabın en önemli kişilerinden biri olan Doktor Ram iz'in kli
niğinde tedavi gördüğü sırada ölen bir "paronayak" olarak göstermiştir. Moran,
bu yayımlanmamış notu (mektubu), Tanpmar'ın, metnin içerdiği toplumsal hi-
civin siyasal ortama aşırı sert gelmesi olasılığına karşı hazırlamış olabileceği, sa
vunma niteliğinde bir tür öz-sansür olarak görüyor (1987: 329).'* Bütün kitabı
"açıklayacak" tek bir yorum layıcı anahtar önermek yerine, bu yazıda ben, kişi
sel bellek, kam usal belleğin işlevi ve bunların zamanla ilişkisi üzerinde durma
ya çalışacağım.5 Bütün romanın birinci tekil şahıs anlatıyla sunulmuş olması ne
deniyle, bu öğeler yapıtın biçimini büyük ölçüde belirliyor. Bu yazıda birkaç
kavram ele alınacaktır: Zam anın geçişinin temsil edilişi; zamanın, birinci tekil
şahısla konuşan anlatıcının söyledikleri içinde kişisel bellekle bağıntısı; romanın
öbür kahramanı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'rLÜn kurucusu H alit Ayarcı ("Ayarcı
Hali t") tarafmdan zam anın ve kamusal belleğin ele eılınışı.
Bakhtin'in chronotope kavramı açısından (Bakhtin; 1981), Saatleri Ayarlama
Enstitüsü, ikinci öğe olan yere bakıldığında çok zengin, am a birinci öğenin, za
manın belirlenm esi açısından biraz zayıf görünmektedir. İstanbul'un Eyüp'ten
Şişli'ye kadar pek çok bölgesi, toplumsal açıdan kendine özgü nitelikleriyle ro
mana eksiksiz girer, ama olayların geçtiği zaman, ancak çok ender anlarda belir
lenebilir. Zaman açısından en açık göndermeler, romanın dört bölümünden bi-
Tanpm ar'm daha sonra bu kitap üzerine ynzdıkları. Turan A lptekin tarafından Bir Kültür, B irİn -
san'da (1975) yayım lanm ıştır. Oğuzertem (1995) notun, kitabın T ürkler tarafm dan yapılm ış bir
çok yorum unu geçersiz kıldığına inanmaktadır.
"K am u b e lleğ i" nitelendirm esini kullanırken, ortak bir dili, dini ya da toplum sal bağlılığı göste-
öğeleri paylaşan toplum üyelerine gönderm e yapıyorum .
5 4 2 • T atıp ın ar Ü zerine Yazılar
Yaşamın hızında kendini gösteren değişikliğe, XX. yy'ın ilk yansında Avru
pa yazınında/ hatta I. Dünya Savaşı'ndan hemen önceki dönem de Viyana üzeri
ne yazdıklarm da Roben M usil gibi bir yazar tarafından gönderm e yapıhr. Ba-
tı'nın bakış açısından, kenarda kalan ülkelerdeki aksakhklara dayanan hicivci
bir bakış açısı için, zam anın kişisel olarak algılanması, en açık görülebilecek
malzeme seçim lerinden birini oluşturuyordu. Bruno Schulz'un, 1930'lu yıllarda,
anavatanı Polonya'da zamanın niteliği konusunda yazdıkları gibi;
KuUnnthp tüketilmiş bir zamandır bu, başkaları tarafından aşındırılmış bir zaman,
her yanı delik deşik edilmiş pejmürde bir zaman.
Buna şaşmamak gerekir. Bir bakıma bu, kusularak dışarıya atılmış bir zamandır - bu
deyişi kullandığım için beni bağışlarsanız: elden düşme bir zamandır. Tanrı hepimizin
yardımcısı olsun! (1979:131)^
Son zamanlardaki Türk yazarları, zaman kavramında 1830'lu yılların sonla
rında Tanzimat reformlarıyla başlayan büyük değişikliğe büyük bir duyarlıkla
eğilmişlerdir. 1987 tarihli bir inakalesinde Ekrem Işın şunu ileri sürüyor:
XIX. yy'ın gündelik hayat bilgisi, önce, acemi öğrencinin kafasındaki geleneksel za
man kavramını yıkmıştır. Saatin doğal karakteriyle şekillenen mistik zaman, mahalle ha
yatını idare eden bir halk takvimi olma özelliğini henüz korumaktaydı. Akrep ve yelko
vanın belirlediği modern zaman ise adeta kendi koyduğu yasaya mutlak bir itaat isterce
sine gündelik hayatı programlamak düşünü doğurdu. Zamanı rastlantının girdabından
çıkarıp her parçasını farkh işlevlere göre programlamak, Osmanh insanının kişisel dün
yasına modern hayatın standartlarını kazandırmıştı. Akrep ve yelkovan arasındaki mo
dern zaman kendiliğinden akıp giden mistik zamana oranla insanı gündelik hayatın hız
lı ritmine daha kolay çekebiliyordu. (1987: 31)
İşın, bu sorunu 1894'te Ahmet Mithat Efendi tarafından yayımlanan bir ro
manla ilgili olarak ele alırken, Tanpınar'm bu tarihten iki yıl önce doğan kahra
manı için zaman sorunu hâlâ can alıcı önem taşımaktadır. H ayri, "geleneksel za-
m an"ın bir ürünüdür; geleneksel kavramları kendinde somutlaştıran ve dile ge-
Tanpınaı'ın Türklerin zam an anlayışını yerine oturtm a çabası, zam anı denetlem e adına girişilm iş
bir başka yazınsal çabayla, Bruno Schu lz'u n Sam toriın ıı Llııtier the Sign o f the H oıırglass'm dn (1979)
giriştiği çabayla knrşılaşhrılabilir, Tanpınar'm hiç kuşkusuz habersiz olduğu 1937 tarihli bu ya
pıt, anlatıcının hasta babasını ziyaret etm ek üzere ayrıldığı, adı anılm ayan Batı Avrupa ülkesi bi
çim inde karşım ıza çıkan norm a, saate sırtını dönm üş b ir ülke olarak P olonya'nın alegorisi üstü
ne kurulm uştur. A nlatıcının babası Jacob , açıkça A vrupa'nın daha m odernleşm iş kesim lerinde
bir sü red ir çoktan ölm üş olan PolonyalI Yahudilcri ' ...ıgeler. Sanatoryum un yöneticisi, saatleri
geri alarak neyi başardıklarını açıklar: "Burada biz, uzunluğunu her zam an tam olarak kestire
m ediğim iz bir süreyle geriden geliyoruz. H er şey basit bir görecelik kavram ından ibaret. Sizin
ülkenizde babanızı bulm uş olan ölüm , burada henüz gerçekleşm edi" (1979:117). Büyük olasılık^
la Schulz'dan habersiz olsa da Tanpınar'm, Snaticri Ayarlanın Enshtüsı'i'nün bazı yönleriyle karşı-
laştınlnbileceği F ranz Kafka yapıtlarından habersiz olm ası uzak bir olasılıktır.
5 44 • T anpıniir Ü zerine Yiizıliir
(İren bir Sufi saat tâm irdsinin yanına girerek onun çırağı olmuştur. Gene de, kro
nolojik açıdan bakıldığında, modern zamanın savaşı kazanm aya başladığı yeni
Cum huriyet döneminde yaşamakla kalmaz, yeni zamanın en saldırgan savunu
cularının saflanna çekilir. Yazdıklarını, bir toplumbilimci olarak değil de bir ro
mancı olarak yazan Tanpınar, birbirine karşıt zaman kavramlarının dile getire
bilecek yetenekte olan iki karakter yaratır - saatçi derviş Nuri Efendi ve modern
bir işadamı (aynı zamanda dolandırıcı) olan Halit Ayarcı. Rom andaki hiciv, bü
yük ölçüde lia y ri İrdal'ın her iki görüş açısını da konuşmalarında dile getiren
kişi olmasından kaynaklanır. Bir zamanlar Nuri Efendi'nin müridi olan Hayri İr-
dal, giderek Halit Ayarcının sağ kolu durumuna gelir. Gene de, bir felsefeden
öbürüne tam bir dönüş yaşamaz. Daha çok, eski hocasının görüşlerine saygı du
yar, ama bu görüşleri hiçbir zaman tam olarak anlayamaz; oysa, bu arada Halit
Ayarcı'nın yeni öğretilerine karşı edindiği tutum, iki yanlı bir tutumu olarak ni
telendirilebilir. Ama bir yandan H alit'i kurtarıcısı ve "velinim eti" olarak görür
ken, bir yandan da onun taleplerinden hep kaçınması nedeniyle, onun bu iki
yanlı tutumunu yorumlamak zordur.
Kitabın anlatısı içinde, geçişinin dışavurulma tarzından ayrı olarak zamanın
kendisi de, başkişilerin özellikle de Halit Ayarcı, Hayri İrdal ve Hayri'nin ilk ho
cası saatçi Nuri Efendi'nin açık söylemlerinin önemli bir parçasını oluşturur.
Aşağıdaki alıntı, N uri'nin zaman ve muvakkitlerle ilgili dinsel görüşünü bütün
havasıyla aktarmaya yeter;
İnsanhın iğfnl etmek, onlavn vakitlerini israf cttirınck suretiyle hak yolundan ayır
mak için şeytanın baş vurduğu çarelerden biri de Nuri Efendiye göre, şüphesiz ayarsız
saatlerdi. (1- V; 31)
Nuri Efendi'nin fikirleri Kuran'daki (103: 1-2) vel'asri innel'insane lefiy husrin
("And olsun zamana ki, şüphe yok ki insan elbette ziyan içindedir") Asr sure
sinden türetilmiş gibidir; bu da, çoğu zaman, Türkiye'de namaz vaktinin farkın
da olma zorunluluğuna gönderme yapan bir sure olarak yorumlanır. N uri’nin
düşüncesine göre, kötü ayarlanmış bir saat, öncelikle insan için bir tehlike de
mektir, çünkü insanın namaz konusundaki farkmdalığını bozar; ikinci olarak da
çalışma planlarına engel olur. Bununla birlikte, Halit Ayarcı'nın gözünde asıl
ağırlıklı önem taşıyan neden, bunların yalnızca İkincisidir:
Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir
saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on
saat addetsek, yüz seksen milyon saimje eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani
üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesab et artık sene
de kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yok
tur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenleri var
dır. Çıldırtıcı bir kayıp... Çalışmamızdan, lıayatııııızdan, asıl ekonomimiz olan zaman
dan kayıp. Şimdi anladm ını Nuri Efendinin bmjükliiğünü, dehasını?., (a.y)
Siiacleri Ayarlam a Ensciti'ısü'nde Znman, B e lle k ve Özyaşaınöyküsü • 545
İşte Halit, Türkiye'deki ekonomi yaşamında bu kendi kendini yok etme eği
limini düzeltmek için kurar Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü. Bu enstitü, bütü
nüyle kapitalist bir tarzda çalışacak, ülkenin dört bir yanma yayılacak, dünyarun
kalkınmamış ülkelerine ulaşacak, bu arada da belki H alit'e, H ayri'ye, onlann
tüm akrabaları ve dostlarına rahat bir yaşam sağlayacaktır.
En ince ayrıntılarıyla düşünülmüş olan bu Enstitü'nün çalışması, kitaptaki
fars öğesini oluşturan m alzemenin çoğunu sağlasa da, tek ya da ana öğe olsay
dı, o zaman roman temelde Haldun Taner'e özgü tarzda, yalnızca sahnelenmek
üzere yazılmış kısa bir fars olurdu. Bu durumuyla Tanpınaı^ın romanı çok daha
karmaşıktır; bu nedenle okurun da Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün anlatısını,
Hayri İrdal'ın yaşam ıyla çakıştırmaya çalışması gerekir.
K u rg u
li bir biçim de Cem al Bey'den alacağı öç için kullanm aya, sonunda da içi bütü
nüyle boşalmış bir aldırmazlığa dönüştüğünü görürüz. Cemal Bey'in, kıskanç
eşi tarafından öldürülm esiyle Selm a'nın taşıdığı çekicilik büyük ölçüde azalır.
H ayri'nin karşısına en büyük güçlük, H alit'in, kendi zaman kavramları için
elle tutulur bir çıkış noktası yaratm a ve Osmanlı döneminin derinlerine inme
konusunda ısrar etm esiyle çıkmış olur. Bu amaçla Halit, XVII. yy'da IV. M eh
m et'in saltanatı sırasında bir derviş ve İstanbul'daki bir camide muvakkit olan
"Şeyh Ahm et Zam ânî Efendi"nin hayali kişiliğini yeniden canlandırmaya çalı
şır. H ayri'nin, Osm anlıca ve Osmanlı ekini üzerinde sahip olduğu varsayılan
bilgisi göz önüne alınarak, H ayri'ye Akıl Çağı'nın büyük Avrupalı bilim adam-
lannın Osm anlI'daki dengi olan bu dikkate değer kişi hakkında bir kitap yazma
görevi verilir. Kalbinin derinlerinden direnme ve karşı koyma sesleri yükselse
de, sonunda Hayri utanarak ve korkarak bu kitabı yazar. N e var ki Van Hum-
bert adında bir HollandalI Oriantalist, kitabı okuyup Türkiye'ye gelerek bu bü
yük Osmanlı bilim adamının mezarını ziyaret etmekte ısrar edince Hayri için iş
ler daha da karmaşıklaşır. H ayri'nin Van Hum bert'e kötü davranması, sonunda
bu HollandalIyı Enstitü'nün amansız düşmanı durumuna getirir.
Bütün bunlar olup biterken, Hayri EnsHtü'yü düzenlemekle meşguldür; bu
nu, bütün akrabalarmı ve kahvehaneden tanıdığı arkadaşlarını işe almak için bir
fırsat olarak değerlendirir. Pakize'nin Amerikalı film yıldızlarına duyduğu bü
yük hayranlığın artık kendisinin gerçekten nerede ve hangi zam anda yaşadığı
nın farkında olamayacak dereceye ulaşmasına karşın, evlilik yaşamı iyiye git
mektedir. Ayrıca, Hayri baldızlarından birinin sevilen bir şarkıcı, öbürünün de
güzellik kraliçesi olma girişimlerinden dolayı derin acılar çeker. Bu arada Halit,
kendisine bir zor görev daha yükler: Ona Enstitü için göz kamaştırıcı bir bina ta
sarlamasını emreder. Hayri, genç oğluyla birlikte dev boyutlu bir saat kulesi ta
sarlar; bu saatin, bütün kentin dikkatini üstüne çekeceğinden emindir. Her ne
kadar H alit'in m üridine olan inancı doğrulanmış olsa da, bu yapı Enstitü'nün
içinde acı bir bölünmeye yol açar. Çünkü Enstitü çalışmalarının hepsi Hayri'nin
tasarımına inanç duym azlar ve bu kadar çok para harcanmasını çok gereksiz bu
lurlar. Halit, büyük bir hoşnutsuzluk içinde Enstitü'den çekilir, o suratını asmış
dururken, Am erikalı bir araştırmacılar grubu Enstitü'ye ziyarette bulunur. An
laşıldığına göre, İstanbul Belediyesi'nin Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün kapa
tılm ası ve lağvedilm esi yolundaki emrini etkileyen onların verdiği çok olumsuz
rapor olmuştur. Halit, Enstitü'nün lağvedilmesini yürütm ek üzere bir "Devam
lı Lağvedilm e Kom itesi" kurar. Son bölüm olan "H er M evsim in Bir Sonu Var-
dır"da H alit'le H ayri'nin son buluşm aları anlatılır. Son tümcede, bu buluşma
dan hemen sonra, H alit'in bir otomobil kazasında öldüğünü öğreniriz.
548 • Tıınpınni' Ü zerine Yazılar
kez ortaya çıkıp kayboluşunu betimlerken başvurduğu siyasal yergi açıkça gö
rülür, ama bu terimin onun kendi yaşamındaki anlamı pek o kadar açık değil
dir. H ayri'nin bu sözcüğü kullanışı, bu yazıda ele alınamayacak ölçüde karm a
şıktır ama bu kullanış, Tanpmaı'in bu kahramanının kişiliğini nasıl gördüğü açı
sından temel önem taşır. Bu gibi gözlemler, H ayri'nin Buber'in For tbe Sake of He-
aven adlı romanındaki Gizemci Musevi tarikatı üyelerinden birine benzemesine
yol açar; bu kişinin gözlerinin birinden miviee okunurken, öbüründe kurnazlık
ifadesi vardır. N ahif göz, kurnaz gözün gördüklerinin farkında değildir oysa
kurnaz göz, nahif gözün görebileceği her şeyi görür. Aslında Hayri'nin bıraktı
ğı bu izlenim, kitap boyunca hiç peşimizi bırakmaz; onun bu kişilik özelliği
Türk eleştirmenleri birbirinden çok farklı yargılarda bulunmaya götürmüştür.
Bu eleştirmenlerden bazıları H ayri'yi, sevgili dostu Halit Ayarcı dahil, herkes ta
rafından acım asızca kullanılan biraz palyaçovari de olsa sevim li bir kişi olarak
görürken, bazıları H ayri'yi, tutarh bir kişiliği bulunmayan yalancı bir canavar
olarak görürler. Moran, konuya büyük bir duyarlıkla yaklaşarak, Hayri'nin ro
man boyunca büyük bir değişim geçirdiğim belirtir:
Saatleri Ayarlama Enstitüsü nde çahşmaya başladıktan sonra İrdal, ezilen, becerik
siz, yoksul îrdal değildir; eleştirdiği kokuşmuş çevreye ayak uydurmuş bir îrdal'dır.
(1987: 327)
Savaştan döndükten sonra Hayri, kendi kişisel zam andizini içinde kalır. Bu
sonu gelmez birinci tekil şahıs anlatının dokusunda öne çıkan, olaylar değil, ko
nuşucunun bu olaylarla ilgili duygularmı sarıp sarmaladığı dildir. Hayri'nin dili,
hem duyduğu ekinsel yakınlık nedeniyle, hem de kendisi üzerinde kendi ekini
açısından bile düşünmekten ve açıksözlülükten kaçınması nedeniyle şimdinin
dışına taşınmıştır. Bu dih aktarabilmek için Tanpınar, kendi kuşağında İstan
bul'da yaşayan "geleneksel" orta sınıf nüfusun büyük bir kesim inin parole'ün-
den yararlanmıştır. Bu pnrole'ün, 1950'li yılların başlarm daki yazınsal dil olma
dığı çok bellidir. H ayri'nin konuşmasının, roman okuyacak ya da yazacak insan
ların konuşm a dili olmadığı söylenebilir. Bu dil, yozlaşm ıştır ve Batıhhktan gö
rece uzaktır; dine ve Sufiliğe göndermelerle doludur; basm akalıp deyişleri evi
rip çevirmekte ve yeni basm akahplıklar yaratmakta H ayri'nin çok esnek bir ye
teneği vardır. Bununla birlikte, Tanpınaı^ın bu parole'ü kullanışını, 1930'lu ya da
1940'lı yıllarda etkin olan ve geleneğin kendileri için olumsuz anlam taşıdığı
modernci yazarların parole'üyle karıştırmamak gerekir. Tanpınaı'ın Osmanlı mi
rası karşısındaki tutumu hiç de böyle değildi; zaten Tanpınar, öbür romanların
da Osmanlı yüksek ekininin gerçek taşıyıcılainnın (örneğin. Huzur romanındaki
Mevlevi Neyzen Emin Dede'nin) parole'ünü çok sevecen bir yaklaşımla vermiş-
lir. Oysa, Hayri'nin konuşmasındaki hicivli öğe, genelde hen\en hemen hiç ger
çek bilgi de taşımayan (Huzıır'daki kişiler, Osmanlı şiirinden alıntılar yaparlar;
Hayri hiçbir zaman böyle bir şey yapmaz), yeni düşünceler yaratma yetisi de
bulunmayan Osmanlı dilini korumasından gelir. En kötümser anlamda, Hay
ri'nin konuşması, "resm i dil, benim tek dilim dir" iddiasında bulunan Adolph
Eichmann'ın konuşm asına benzer. Sonra gene şu da var; Arendt'in de belirttiği
gibi, "resmi dil, onun dili oldu, çünkü kendisi basmakahp olmayan tek bir tüm
ce üretme yetisinden gerçekten yoksundu" (1963:48). Cumhuriyet Türkiyesi'nin
eğilim sistem inden geçmiş olan Türk vatandaşlarınm oluşturduğu kuşaklar için,
Hayri'nin dili Osm anhca sözcük dağarcığı ve ekinsel göndermeleri nedeniyle
tam anlamıyla anlaşılmaz bir dildir ve biraz da tehdit içerir; bu dil, her türlü de
neyimi, bürokrasinin işlemden geçirmesine ve uygun bir biçim de sunmasına ta
bi kılmak üzere dönüştürüyor gibidir. Hayri, “beherneJıaV' (her nasılsa, bir yolla)
gibi çok sevdiği sözcükleri tekrar tekrar kullanmaktan hiç korkmaz; bu sözcük,
onun aşırı dakik ve doğru davranmaktan uzak durmasını sağlar. Gene de, ken
disini çevreleyen Halit Ayarcı ya da Doktor Ramiz gibi kişilerin gözünde Hayri,
gerçekten yaşam akta olan Osmanlı geleneğini, geçmişle kurulan ve çok gerek
sinme duyulan bu bağlantıyı temsil eder.
Hayri için zaman sorunu, bellekle ve anıların dil yoluyla en uygun biçimde
dışavurulmasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır, kitabm karmaşıklığı da büyük ölçüde
buradan kaynaklanır. Kendi dilini seçm ekle Hayri, kendi anılan ve arzularıyla,
konuştuğu kişilerin beklentileri arasında uygun bir denge oluşturm aya çalışır.
Konuşmalarının çoğunda, Hayri'nin kendine özürler bulduğunu, başkalarını
suçladığını, sık sık tanınmış bir ötekiye saldırdığını görürüz; Hayri, bu kişiye
duyduğu nefreti, kendisini dinleyen kişiyle paylaştığı umudu içindedir. Bütün
bunları yaparken dilden yararlanır; çoğunlukla istediği bulanıklık, belirsizlik ve
toplumsal tutarhhk düzeyleriyle birlikte, en uygun toplumsal düzeyin dilini ya
kalar; bunu da, herkesin benimsediği (öyle sandığı) ortak dinsel ve ulusal değer
lere gönderm eler yaparak sağlar. Hayri, yöntemini şöyle tanımlar:
...lınlâsa bir yazıdan ve bUhassn hâtırat cinsinden bir yazıdan saıninıilik denen şe
yin istediği bütün sıkı şartları göz önünde tutarak, hadiseleri zihnimde sıralamağa ça-
hştını.
■Çiiukü ben Hayri İrdal, her şeyden evvel mutlaka bir samimilik taraftarıyım. İnsan
her şeyi açıkça söylemedikten sonra neden yazı yazsın? ...Bu cinsten kayıtsız ve şartsız
bir saıhiuıUik ise behemehal bir süzme, eleme ister. Siz de kabul edersiniz ki, her şeyi ol
duğu gibi söylemek mümkün değildir. Sözü yanda bırakmnktansa, vaktinde iyi tasarla
mak, okuyucu ile behemehal anlayacağınız noktaları seçmek gerekir. Çünkü samimiyet
tek başına olan iş değildir. (1 - 1: 11)
Bunu başarabilm ek için Hayri, özel yaşamıyla kamusal yaşamı birbirinden
ayırma gereksinmesi duyar. Hayri, kişisel anılarıyla oynamaya çok hevesli olsa
Saatleri Ayarlam a Enstitüsü’nde Zam an, B ellek ve Özyajam oyküsü • 551
da, kamusal alanda tutucu biri gibi görünür; o zamanlarda (1950'li yıllarda) seç
kin olmayan kentli Türklerin hâlâ "sessiz" olan çoğunluğu adına konuşur; "bu
sessiz" çoğunluk için Osmanlı ya da İslam geçmişi sorgulamak pek söz konusu
olamazdı; ama gene de bu çoğunluk, seçkinlerin öylesine saldırganca izlediği
modernleşme program larından aşırı korkmuş ve sinmiş durumdaydılar.
Hayri, Şehzadebaşı'ndaki kahvehanede bir bakım a "yerini bulm uş" olsa da,
Nuri Efendi'nin, Abdüsselâm Bey'in, Seyit Lûtfullah'ın, Aristidi Efendi'hin, bu
arada hiç sevm ediği babasının yerini alacak yeni bir baba figürü arar durur. Bu
yeni baba figürünü H alit Ayarcı'da bulur. İlişkileri geliştikçe, H ayri'nin gözün
de Halit, hem bir arzu nesnesini, hem de yıldırıcı bir güçlüğü temsil etmeye baş
lar. Halit aracılılığıyla Hayri, yaşammda ilk kez olmak üzere, bir yere ait oldu
ğunu hisseder; kendi deyişiyle; "Sıraya girdim ." Hayri, Saatleri Ayarlama Ensti
tüsü'nde sahip olduğu bütün beceriler, bu arada bütün ekinsel birikim için mü
kemmel bir dışavurum yolu bulmuş olur. Hayri aracılığıyla da Halit, ekinler ve
kuşaklar arasmdaki uçurumu kapatabileceğini, Hayri'nin Nuri Efendi'den edin
miş olduğu Su fi düşüncesini benimsemiş olması nedeniyle de, bu kisve altında
kendisinin çalışma ve zamanla ilgili yeni fikirlerini satabileceğini ummaktadır.
Cemal Bey'in yanında, bankadaki berbat işini kaybettikten ve yıllarca geç
mişini kahvehanede Seyit Lûtfullah'tan öğrendiği büyücülük numaralarıyla
sağladıktan sonra Hayri, kişiliğini dürüstlük açısından sınayan en büyük güç
lükle karşı karşıya kalır. Başlangıçta Hayri, H alit Ayarcı'nın görüşünü hiç beğen
mez: " 'Hem de küstah bir adama benziyorl' diye içimden söyleniyordum. Durmadan
insana bakıyor. Sanki satın alacak gibi." Bununla birlikte, Hayri, neredeyse başka
herkesin tersine, bu yeni kişinin kendisine küçüm seyerek bakm adığım hemen
sezer:
Bununla beraber bakışlarında hiç de insanı rahatsız edecek bir şey yoktu. Bu bakış,
hiç de öbürlerine, kendimi bildim bileli üstümde hissettiklerime hiç benzemiyordu. On
larda ne küçültme, ne yadırgama, ne alay vardı. Sadece herhangi bir şeye bakar gibi ba
kıyordu. Ne olduğumu anlamak istiyordu, o kadar. (3 - 1: 154)
Hayri, hep seyircileriyle o "ortak zem in"i bulmaya istekli olduğundan, ileti
şim de bulunm anın (aynı zam anda yalan söylemenin) mümkün olduğu daha ge
niş ekinsel çevre var olduğu sürece, her türlü kişisel ayrıntı tartışılarak bulunup
çıkarılabilir ve uyarlanabilir. Ama Halit, tarihsel ve ekinsel gerçeklerin çok kaba
bir biçim de, acımasızca çarpıtılmasını savunmaktadır. Kitabın üçüncü bölüm ü
nün büyük kesim i, bir yanda topluma ait belleği, bir pazarın yaratılm ası için is
tendiği gibi oynanabilecek malzeme olarak gören H alit ile Türkiye'nin bütün so
runlarını ruh çözüm lem e bilm eye bağlayan Doktor Ramiz, öte yanda "ideoloji
si olm ayan" Hayri İrdal arasındaki çatışmaya ayrılmıştır. Kitabm üçüncü bölü
mü, bu kişiler arasında geçen sert tartışmalarla doludur:
5 5 2 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
"Başkaları seni olduğu gibi görü\/or da, sen kendini göremiyorsun! Birtakım mis
kince korkularda hapsohıyorsun. Bu tahammül edilir iş mi?"
Ona göre Ahmet Zamanı Efendinin mevcut olmasındaki tereddütlerimle, kanıtlın
anlattığı banjo çalan ve ata binen bir adam oluşumu kabul etmeyişim hep aynı şeylerdi.
- Karın seni bize diinyanm en modern adamı diye takdim ediyor Sen hâlâ şüpheci
vaziyetler takmıyor, her şeyi inkâr ediyorsun!
- Knrım delidir, evlendiğini günlerde beni bir akşam evvel gördüğü filmin artistleri
zanneder, sabahleyin yataktan kalkınca Bağdat Hırsızı filminde giydiği İncili terlikleri
ni arardı. Bunu sen de biliyorsun!
Doktor Ramiz bir an afallar gibi oldu. Fakat Halit Ayarcı aldırmadı:
- Tabii! Karın deli, ben yalancı ve madrabaz... Peki kızına ne dersin? Zehra Hanı
ma?...
- Zehra işin alayında... Daha evvelki gece, "Hayatımdan çok memnunum... Kendi
mi bir operet, yahut vodvilde sanıyorum... Yaşama denen şeyin tadını almaya başla
dım!" diyordu.
Doktor Ramız:
- Gördün mü? Dedi. Demek ki artist ruhlu olduğunuzu o da kabul ediyor. Zaten bu
sabah kendisi söylemiş. Baba, sen busnn, demiş!
Halit Ayarcı bana iyice dargın, artık yalnız onunla konuşuyordu:
- Bırak camın, o şüpheleriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat yürüyor. Bir gün
kervmvn dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay
haline! Zorla değiştirenleyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın
peşindeyiz! (3 - IV: 229)
Ya da H alit'in başka bir yerde dediği gibi:
Realist olmak, hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en fayda
lı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına
hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? (3 -
IV: 221)
Sonunda Hayri, kamusal bellek duygusuna ihanet eder. Aslında var olma
yan Ahmet Zam anî Efendi hakkmdaki kitabı yazar ve Saatleri Ayarlama Ensti-
tüsü'nün anıtsal boyutlardaki acayip binasını tasarlar. M oran'ın da belirttiği gi
bi (1987), bizim le konuşan Hayri, çok önceden, içerleyerek de olsa, yeni çevre
nin kendisinden istediklerine boyun eğmiş olan Hayri'dir. Hayri bize, sık sık
ölümsüzlüğe ve iç huzuruna erdiğini anımsatır, kitabın başından sonuna kadar
velinimeti Halit Ayatcı'ya övgüler yağdırır Bununla birlikte, H ayri'nin çok de
rinden içerleyerek çizdiği Doktor Ramiz portresinde başka bir kanının ortaya
Saatleri Ayarlam a Enstitüsü’ndc Z am an, Bellek ve Özyaşamöyküsü • 5 53
çıkmasına olanak yarahlır. Doktor Ramiz de H alit'le aynı fikirleri dile getirir,
ama ekonom i diliyle değil de ruh çözümleme diliyle. M oran ve Ayvazoğlu gibi
eleştirmenler, sezgili bir yaklaşımla, Hayri'nin "m odern dünya"nm taleplerine
kısmen bilinçaltından, istemeyerek boyun eğmesini Türk İnsam 'nın (hatta ay
dınlardan bazılarının) modernleştirici seçkinlerden gelen talepler karşısında
edindikleri tutumun bir alegorisi olarak yorumlamışlardır. Etkin eylem adamı
olan Hayri, Halit'i putlaştırırken, Alman eğitim i görmüş ve H alit’in reformları
na ideolojik bir temel bulm aya çalışan Doktor Ram iz'i alaya alır.
Daha ilk sayfalardan başlayarak Tanpmar, H ayri'nin yaşadığı öz-sansür sü
recini görm em ize olanak verir. Nitekim, ikinci ya da üçüncü sayfanın sonunda,
Hayri bize sırasıyla şunları söyleyerek, aslında hayali bir kişi olan Ahm et Zama
nı Efendi hakkında bir kitap yazmış olmaktan duyduğu endişeyi ele verir: Ha-
lii Ayarcı, XVII. yy. Osmanlı muvakkiti/âlimi A hm et Zam anî'nin mezarını ziya
ret etmek üzere Türkiye'ye gelmiştir: Ahmet Zam anî diye biri hiç yaşamamıştır:
Hayri, başka birinin m ezar taşındaki yazıyla oynayarak oraya "Zam anı" malıla-
smı eklemiştir: Van H um bert'in, o mezarın önünde fotoğraf çektirme isteğini,
bir Hıristiyan olm ası nedeniyle reddetmiştir. Hayri, bu noktaların ilk dördünü
atlatmayı başarır; bunu, HollandalInın, ölmüş dindarlarm ve genelde M üslü
man Türklerin duygularım hiçe sayma terbiyesizliğine duyduğu öfkeyi dile ge
tirerek yapar: "Biz kendi âleminde yaşayan insanlarız!" (1 -1: 11)
Merkezi önem de olduğu, Hayri'nin kitabının ilk sayfalarında gönderme
yapmasıyla vurgulanan bu olay önemlidir, çünkü hem H ayri'nin anlatı tekniği
ni, hem de onun kam usal belleği nasıl çarpıttığını örnekler. Anlatı tekniğini ele
alırsak, H ayri'nin sık sık, "sam im iyetle" ilgili önermesinde kaçınmayı umduğu
şeyin ta kendisini yaptığma dikkat etm ek gerekir: N e kadar şeyi açıklamak iste
diğini önceden belirleyem em iş olduğundan, Hayri daha sonra, başlangıçta söy
lediklerinin bir kısm ını inkâr etmek zorunda kalır. İkinci noktayı ele alırsak,
Tanpmar belgelerin bulunmasmın, bir şeyin olmadığı anlamına geleceğini öne
recek kadar nahif değildi, bu nedenle, gizemli Ahmet Zamanî Efendi kişiliği, as
lında Tanpınafın ölüm ünden bu yana Türkiye'de çok yaygın duruma gelen ta
rihsel söylem türü için bir eğretileme olarak kullanmıştır. Osmanlı Türkiye'sinin
entelektüel gelişm esiyle çağdaş Avrupa'nın gelişmesi arasındaki çakışmazhk,
1908 A nayasası'nı ya da Cum huriyet devrimlerini yaşayan kuşak açısından öy
lesine açık olan bu çakışmazhk, daha sonra kuşaklardaki aydınlarca ya o kadar
önemli sayılm ıyor ya da inkâr ediliyor.^ Bu aydınlar, özellikle de çok ağır basan
İslamcı bağlantıları olan aydınlar, bazen Avrupa Rönesansı, Akıl çağı ya da Ay-
^ Orhan P am u k'un Beı/nz Kctle'si (1985; İngilizceye çevirisi The VJhitc Cttsilc, 1991) büyük ölçüde bu
entelektüel ikilik üzerine kurulm uştur; bu ikilikte XVII. y y 'ın ikinci yansınd a genç bir İtalyan bi
lim öğrencisi, saray astrologu H oca'yla karşı karşıya getirilir.
5 54 • T iin p ın ar Üzerine Yazılar
® Bir önccki kuşakta bu eğilim , Cem il M eriç'in denem elerinde (1916-1987) görülebilir. Bu eğilim in
günüm üzdeki en başarılı tem silcilerinden biri, eleştirm en Beşir A yvnzoğlu'dur; bkz. örn. Ayva-
zoğlu, 1989.
^ Tanpm aı'nı, geçm işin istendiği gibi yorum lanm ası karşısm da edindiği tutum un ne denli karm a
şık olduğu, onun Cum lıuriyet T ürkiyesi'nin en büyük O sm anlıcı m it-üreticilerinden biri olan
Yahya K em al B eyatlı'nm (1884-1958) şiirleri karşısında edindiği olum lu tutum a bakarak kestiri
lebilir. Krş. Tanpınar; Ayvnzoğlu 1987; 14.
Berna M oran, kahvehaneyi, Tanzim at'tan bu yana Türk aydınlarınm içinde bulundukları duru
mun bir alegorisi olarak görür (1987; 314). G enelde, bu alegori yorum unu kabul etsem de, Tan-
pınar'm Tanzim at ve Tanzim at sonrasını mı, yoksa romanın geçtiği zam an olan Cum huriyet dö
nem ini mi kastettiği konusunda kuşkularım var. Bunlardan hangisi olursa olsun, kitap boyunca
vurgulanan şey, aslında Türk aydınlarının ckinsel bunalım dönem lerindeki karm aşa ve çelişki
lerle dolu, d ürüstlükten uzak yaşantılarıdır. Kitabın başlangıcında kesinlikle aydın olarak tanım-
layam ayacağım ız H ayri, kendine aydınlar arasında önem li bir yer bulur; sonra da Saatleri Ayar
lama Enstitü sü 'ne katılıncayn kadar, bu topluluk arasındaki değerini sürekli olarak yitirir.
Saatleri Ayarlam a Enstitüsü’nde Zam an, B ellek ve Özyaşamöyküsü • 5 55
Sonuç
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde işlenen pek çok başka izlek, bu uzunluktaki
bir yazıda gerektiği gibi ele alınamaz; bu izleklerden bazıları, özellikle de "baba
kom pleksi" aynı ölçüde önemli olabilir. Hayri İrdal kişiliğinin yaratılmasında
pek çok etken söz konusudur: Sonra Tanpınar bu öbür izlekleri, varlığı her yer
de hissedilen Enstitü'yle ve bu enstitünün karizm atik kurucusuyla iç içe örm üş
tür. Tanpınar, H ayri'yi çok yakından tanıyordu, Hayri, Tanpınaf m kuşağından
biriydi ve Tanpınaı'ın içinde yaşadığı çevreden gelmese de, ona bütünüyle ya
bancı olmayan bir çevrede ortaya çıkmıştı; onun aracılığıyla konuşarak Tanpı-
nar. Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki seçkinlerin ifade gücü yüksek bir üyesi olarak,
kendi dünya görüşünün büyük ölçüde ötesine geçmeyi başarmıştır. Tanpınar hi-
civi, alegoriyi, ruhbilim i ve ekinsel araştırmaları çok incelikli bir biçim de kulla
nışıyla kendisine Türk yazınında, belki dünya yazınında da özel bir yer edin
miştir. Türkiye içinde, çeşitli yazın tekniklerini ve türlerini ustaca bağdaştırarak
bu ölçüde kapsayıcı bir dünya görüşü yaratan başka kimse yoktur.
Bu romanın İslam cı Dergâh Yayınları tarafından "Türk Edebiyatı Roman Di-
zisi"nin 1 num aralı kitabı olarak basılan 1987 baskısına giriş yazısında, roman
türünün "İslam cı" Türk uygarlığına yabancı olduğu vurgulanmakta, böylelikle
okurlar, Tanpınaı'ın Cum huriyet'ten, belki Tanzimat'tan bu yana Türk toplumü-
nun ve ekininin yaşadığı başarısızlıklara getirdiği eleştiri olarak algılanabilecek
şeye hazırlanmaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün, böyle "Batı karşıh" bir
yaklaşımla okunması, büyük olasılıkla bu romanın yeni Türk okurları kuşağın-
ca algılanışını da belirleyecektir. Bu okumaya göre, romandaki kişilerin neredey
se hepsi, Türk aydınlan arasında Tanzimat'tan Cum huriyet'in ilk yıllarına "ge
çiş" tiplerini temsil eder.’’ Gene de, romanın baş kahram anının gördüğü, ayrıca
kendisinde bol bol sergilediği başarısızlıklar. Cum huriyet dönemi olsun, Tanzi
mat dönem i olsun, Türk tarihinin tek bir döneminde ortaya çıkmış olan başarı
sızlıklar olmayabilir. Tanpmaı'm Türkiye hakkındaki görüşü, pekâlâ bundan da
ha karanhk ve umutsuz da olabilir; hicivlerin bu en karasında ortaya çıkan Türk
toplumu ve Türk kişiHği görüşünün pençesinden şimdi de, geçmiş de yakasını
kurtaramaz.
KAYNAKÇA
Alptekin, Turan (1975) Bir Kültür, Bir İnsan, İstanbul, Nakışlar Yayınevi.
Arendt, Hannalı (1963).Eıc/ımnnJi in Ja usakrn, A Report on tlıe Banality ofEvil, New York:
Penguin.
Ayvnzoğlu, Beşir (1987a) Geçmişi Yeniden Kurmal<, İstanbul, Kubbealtı.
Krş. A yvazoğlu (1987: 22): "D eli Seyit Lûlfullah, Aristidi Efendi ve A bdüsselâm B ey'in düşüşle
ri gibi düşüşler, yarı yolda kalanları sim geler."
5 5 6 • T anp ınn r Ü zerine Yiuıl-.ır
Ayvazoğlu, Beşir (1987b [1985]) "Saatleri Ayarlama Enstitüsü yahut bir tnkiraz Felsefesi,"
Töre, 169^70; Tanpınar 1987'de yeniden basılmış.
Ayvazoğlu, Beşir (1989) İslâm Estetiği ve İnsan, İstanbul, Çağ Yayınlan.
Bakhtin, Mikhail (1981) "Forms of Time and of the Chronotope in the Novel." The Dinlo-
gic Imagimtion: Fotır Essnys fcy M. M. Bakhtin içinde, yay. Michael Holquist, 99-101.
Austin; University of Texas Press.
Buber, Martin (1969) For the Snke of Hcavett: A Chronicle, çev. Ludwig Levvisohn. New York:
Atheneum.
Hoffman, Eva (1989) Losl in Trnmlaliou: A New Life in n New Lnngıiage. New York: Pengu-
in.
İşın, Ekrem (1987) "Ahmet Midhat Efendi ve Gündelik Hayatın Pratik Bilgisi: Âdâb-ı Mu
aşeret." Tarih ve Toplum 8: 31-37.
Kafadar, Cemal (1989) "Self and Others: The Diary of a Dervish in Seventeenth Century
İstanbul and First-Petson Narratives in Ottoman Literatüre." Stııdia IsInmicn 69; 121-50.
Kaplan, Mehmet (1978) "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" Edebiyatımızın İçinden içinde, 140-
43. İstanbul: Dergâh.
Moran, Berna (1987 [1978])"Ahmet Hamdi Tanpınar'm Saatleri Ayarlama Enstitüsü." Biri
kim, 37; Tanpınar 1987 içinde yeniden basılmış; 309-31.
Oğuzertem, Süha (1995) "Upset Saais, Upset Sihhats; A Fatherless Approach to The Clock-
Setting İnstitute." Turkish Stııdies Associntion Bulletiv 19; 3-18.
Pamuk, Orhan (1991) The White Castle, çev. Victoria Holbrook. New York: George Brazil-
1er.
Schulz; Bruno (1979 [1937]) Saııatoviıım Under the Sign of Houvgiass, çev. Celina VViennevvs-
ka. New York; Penguin.
Sılay, Kemâl (1996) An Anthology of Turkish Literatüre. Bloomington: İndiana University
Press.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1962) Yahya Kemal. İstanbul; Yahya Kemal'i Sevenler Cemiyeti.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1987 [1961]) Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergâh Yayın
lan.
Huzur, Dergâh Yay., 4. Baskı, İstanbul, 1986. Yazı içindeki alınhlar bu baskıdandır.
558 • Tiinpm;\r Ü zerine Yazılar
sonuçta; ama, Aydaki Kachn^'ıu Leyla'sı, eşiği geçemez bir türlü: Aklı ve düşün
celeriyle evliliğinde; duygularıyla romanın erkek kahramanı Selim 'de yaşar.
Zamanın ruhundan kaynaklanan bu eşikte oluş hâli, Tanpınafın estetiğinde
giderek burada oluşa evrilir. Burada oluş, trajedinin kaynağıdır ve en çok veya
en açık aşkla farkettirir kendini. Huzur, buradan bakıldığında trajik bir arayışı
gösterir. Aslında diğer romanlarda da (Saatleri Ayarlama Enstitüsü hariç) trajedi,
aşkla gösterilir. Rom anların hepsinde erkekler öne çıkartılmasına rağmen, onla
rın duygu ve düşüncelerini düzene sokan veya alt üst eden bir kadındır. Huzur,
bu düzene sokulma veya alt üst olmanın gösterdiği trajik bir aşk arayışı ve aşk
ta oluş romanıdır.
İhsan, N uran, Suat ve Mümtaz başlıklarıyla dört ana bölümde düzenlenen
romanın ağırlığı aradaki iki bölüm dedir; aslında arada/eşikte kalmış olan da ve
onun üzerinden şekillenen/olan M üm taz'dadır demek daha doğru. Bir oluş ro
manı olan Huzur, Fethi N aci'nin aksini iddia ederek söylüyorum: Tanpmar'ın en
iyi romanıdır. Kuruluşu, anlatım tekniklerinin ustalıkla kullanılması, karakter
yaratmadaki başarısı ve hepsinden önemlisi kaygısıyla Huzur, dönem ine göre
çok ileridedir. Bu romanı, İhsan'ın konuştuğu yerlerle ve arkadaş toplantıların
da gündeme getirilen toplumsal tartışmaların verileriyle değerlendirmek ro
mandaki asıl kaygıyı gözardı etmek anlamına gelir. Kaldı ki bu tür açmalar ro
manda fazla bir yer de tutmaz.
M ehm et Kaplan'm "Huzur için, belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamı
na kavuşamamış Cum huriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor
denebilir." yorum u, sosyolojik bir okuma sonucudur. Eserin kuruluşu ve kuru
luşu sağlayan bütünlüğü merkeze aldığımızda, Tanpmar'ın asıl kaygısının bu
olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hiisn ii Aşk^'ıu açtığı bir yolda olma hâli var
dır romanda; M üm taz'ın N uran'la bölüşm esi ve bütünleşmesi de o yolda oluşan
işaretidir. Kaplan'm yorumu şu noktada kabul edilebilir: Cum huriyet'in bir ay
dını olarak Mümtaz, eşikte kaldığı için "belli bir dünya görüşüne, bir hayat ni
zamına kavuşam am ış"tır; ama roman, hiç de bunu söylemez. M üm taz'ı "belli
bir hayat nizamına, dünya görüşüne kavuşturacak" olan N uran'ın ta kendisidir.
Nitekim bunu M üm taz, roman içinde ısrarla vurgular.
Romanın kaygısı aşkta oluş hâlidir ve bireyi bu hâl içinde görmektir. Bu kay
gı, Tanpmar'ın bazı hikâyelerinde ve H uzurdan önceki Mahur Beste ve Sahnenin
Dışındakiler adlı rom anlarında da görülür; ama, Huzur'da dikkat çekilecek kay
nak, bu romanın aşkta oluştaki bilince yöneldiğini açıkça gösterir. Bu kaynak
Şeyh Galib'tir. Galib Dede, Hiisn ü Aşk adlı mesnevisi ile H uzurun kaygısını be-
lirler, romanın açılm asını ve kendi içine dürülmesini sağlar. Roman kahramanı
M ümtaz, N uran'la İstanbul gezmelerinin birinde, insan hayatının "bazan bir sa
nat eseri kadar güzel ol(abileceğini)" belirttikten sonra m odel olarak Şeyh Ga-
lib'i anar. Ona göre Şeyh Galib, "başlıbaşm a bir terbiyeden geçmiş(tir). Bu terbi
ye onda birçok şeyleri, m uzır şeyleri, başında öldürm üş(tür)" (s. 150) H uzu/un
kahram anlarından İhsan'ın deyimiyle "insan öm rünün altın saati", M üm taz'da
Şeyh Galib aracılığıyla yaşanır.
M ümtaz, Şeyh Galib odağında bir dönem romanı yazmaktadır. Bu bilgi, ro
manda bir leit-m otif olarak yer yer hatırlatılır. Roman kahramanı yazarın (Müm
taz) bir roman üzerinde çalışması, Tanpınaı'ın Aydaki Kadtn'ında da görülen bir
kurgu özelliğidir. Bu romanın yazar kahramanı Selim de İflas adlı bir roman üze
rinde çahşır. Yarım olarak yayımlanan bu eserin sonundaki plândan Aydaki Ka
dın'da anlatılanların yazar (Selim) tarafından kurgulandığı anlaşıhr. Bir türlü ta
m am lanm ayan ve yazarm bir türlü ycğunlaşam adığı belirtilen eser, aslında oku
nan romanda yazılm ıştır.' Huzur için de aynı şey geçerlidir: M üm taz'ın Şeyh Ga
lib üzerine yazm akta olduğu roman, Huzur'un iç zam anında tamamlanmaz;
ama Huzur bittiğinde ortadaki eserin Şeyh Galib için çalışılan roman olduğu an
laşılır.
H uzu/un kahramanlarına, olaylarına ve sonuna baktığım ız zaman Hüsn ü
/\şfc'taki oluş sürecinin zihinsel bir kaza ile aynen yaşandığını görürüz. Hüsn ü
Aşk'ta, Hüsn ve Aşk birbirlerini severler, kavuşma istekleri A şk'm tehlikeli bir
maceraya atılmasını gerektirir. Aşk, bütün tehlikeleri göze alarak H üsn'e ulaş
mak ister, sonunda ulaştığı şey, Hüsn'ün cismi değil, kendi içinde yaşayan gü
zelliktir. A slında bu, bir yerde eşyayı aşmadır. İnsanların da birbirlerinin eşyası
olduğu düşüncesi Huzur'da da vurgulanmıştır.”
Hüsn ü Aşk, elbette tasavvufî bir eserdir ve gönderm eleri, alegorik”* yapısı
tasavvufun İçindendir. Ayrıca anlahm özelliği yönünden geleneğe yaslanan bir
yanı vardır. Huzur'da da M üm taz'la Nuran aynı durumdadır. Birbirlerini sever
ler, herkes onları "nişanlı" olarak görür (Hüsn ile Aşk'ın da nişanlı oldukları ha-
Aynı durum un P eyam i Safa'nın Ynlmzız adlı rom anında da görüldüğü halırlanabilir.
Jean Paul Sarlre insanların birbirleri için eşya olm aktan kurtulup "özn eler-arası" bir evrenin ku
rulm asını kendini tanım a süreci olarak belirler; "İşte bu evren içind edir ki insan kendisinin ve
başkalarının ne olduğunu antaı." (Varoluşçuluk (Existeıttializm e}, çev. A sım Bezirci, Say Yay., 9. Ba
sım, İstanbul, 1989, s. 85) H uzur'da, Snrtre'ın varoluşçuluğuna benzer varlık tarhşm alarının bu
lunduğunu hatırlatm ak için, onun bu sözlerine dikkat çektim .
A legoriyi O ctavio Paz'ın tanım ladığı biçim de kullanıyorum : "A legori sunduğu şeyi gizler biz
den. Cisim sel b ir biçim yüklense de, bu b ir var oluş değildir; gözle ve birden değil, azar azar, zi
hinle yakalanabilir. Bir alegoriyi görm ek onu yorum lam aktır. Dünyadaki biçim leri seyrederiz,
alegorileri çözeriz." (Ö teki S csIŞ iiru e Yüzyılın Soıtu, çev. H üseyin Dem irhan, Suteni Yay., Ankara,
1995, s. 16.)
5 6 0 • Tanpni'.ır Ü zerine Yazılar
Şeyh C alib-H ayatı, Snm tt, Ş iir k n , Varlık Yay., İstanbul, 1953, s. 9-10.
T esad ü f ve Kader Arasında Z ihinsel B ir Kaza • 561
Şeyh G alib'le Beyhan Sultan arasındaki vuslat ümidinden çok uzak olan aş
kı, bu kez N uran'la Mümtaz yaşarlar. Yukarıda kendisini Beyhan Sultan'la Öz
deşleştiren N uran'ı M üm taz aşağıdaki düşünceleriyle doğrular:
"M üm taz böyle bir âyin esnasında Yenikapı M evlevîhanesinin sultan ha
nımlara ayrılm ış bir tarafında kafesler arasmda Beyhan Sultan'ın tıpkı Nuran gi
bi ve beş asırhk bir kudretin ikrannı sadece omuzlarında taşıyarak Şeyh G alib'i
süzmüş olması ihtimalini düşündü." (s. 326, abç.)
Bu sözlerle Tanpmar, Beyhan Sultan'ın da vuslat ümidi bulunm ayan bir aşk
yüzünden Şeyh Galib kadar m eyus olduğunu belirtmektedir. N asıl Beyhan Sul
tan aşkı ile "beş asırhk bir kudret"in arasında sıkışmışsa N uran da aşkı ile çocu
ğunun, bir intiharın, ailesinin ve en kuşatıcı olarak da toplumun arasmda sıkış
mıştır. Sonuçta Beyhan Sultan da, Nuran da kaderin ve toplumun kendilerine
belirlediği rollerden kurtulamamıştır. Bununla birlikte jm kaııdaki cümlede altı
nı çizdiğim "süzm üş olm ak" sözüne dikkat etmek gerekir; Şeyh Galib Beyhan
Sultan'ın, M üm taz da N uran'ın aşkında süzülmüştür. Bu süzülm e halini ben,
yazınm başından beri aşkta oluş diye belirledim. Şeyh Galib, aşkta oluşu Hüsn ti
Aşk'ta gösterir; M üm taz ise Şeyh Galib hakkında yazmakta olduğu bir kitap ara
cılığıyla N uran'da yaşar. Burada, Huzur'un Tanpmar'ın özel hayatından izler ta- ,
şıdığı iddialarını da hatırlam ak gerektiğini düşünüyorum. Tanpınaı'ın öğrencisi
M ehm et Kaplan, Huzur'un N uran'ını Tanpm aı'ın yanında gördüğünü ve onu
îbüyük bir aşkla sevdiğini söylemiştir. Vuslat ümidi imkânsız bir aşk içinde Tan-
pınar da o kadında süzülm üş ve Huzur'da bu süzülmeyi anlatm ıştır diyebiliriz.
Rom an ilerledikçe M üm taz'ın kitabmın gelişimi de v erilir 223. sayfada ro
manın plânını ve yazdığı bölümleri değerlendiren M üm taz, yazdıklarından hoş
nut olmadığım, bunlann kendini tatmin etmediğini söyler. "Belki hayatı zemin
gibi alması, onu birkaç kişinin etrafında toplaması yeter. Şeyh Galib bu zemin ve
bu gruplar üzerinde birkaç ruh hâleti ile, ömrünün birkaç safhası ile görünse kâ
fi..." dedikten sonra önem li bir ekleme yapar M ümtaz: "Şu şartla ki...// -Hangi
şartla M ümtaz?// Bizi izah etsin, bizi ve etrafım ızı..." (abç) M üm taz'ın belirle
diği bu şart, Huzur'da gerçekleştirilmiş ve Tanpmar, M üm taz ile N uran'ı ve on
ların etrafını izah eden bir Şeyh Galib romam yazmıştır. Fakat bu romanda dü
şünsel zemin olarak doğrudan Şeyh Galib dönemi değil. Şeyh G alib'in hayatı ve
Hüsn ü Aşk kullanılmıştır. Ni|:ekim, M üm taz'ın romanının konusunu açıklarken
söyledikleri bu bakım dan anlamlıdır. Romandaki "esas fikir" hakkında karar
veremeyen M üm taz'a yine bir konuşmada Nuran yol gösterir:
"- Esas fikir diyorsun o ne?
M ümtaz hiçbir cevap verm edi; hakikaten esas düşünce ne idi?
-A şk ... dedi. Hayatm içim izde gülümseyen yüzü." (s. 224)
5 6 2 • Tımpııv.ır Ü zerine Yazılar
M üm taz'ın yazm akla olduğu romanın esas düşüncesi aşk olarak belirlen
dikten sonra o aşkm insanı yapan bir oluş süreci olduğu ve bu sürecin sonucun
da insanın kendisini keşfettiği yukarıdaki cümlede açıkça söylenmiştir. Hu
zurun düşünsel zem ini Hüsn ü Aşk tarafından belirlenirken romanın ikinci ve
üçüncü bölüm lerinin fonu da ney nağmeleriyle duyurulmuştur. Ayrıca Nu-
ran'ın ailesinde bir Mevlevîlik bağının varlığı ve Mahur Besle'nin amansız taki
bi de bu ney nağmeleri ile ilgilidir.
Tanpınaı^ın romanlarındaki ana kahramanların hepsi kırılmış insanlardır.
Kırılmış yanlarını birbirlerinde onarmak istedikçe daha da kırılırlar, dağılırlar.
Mümtaz'la N uran'ın birleşm e çabalan bunu açıkça gösterir; ama, romanın so
nunda M üm taz'ın sanki bir bütünleşme hâli yaşadığı hissettirilmiştir. Bu da yi
ne M üm taz'ın yazmakta olduğu kitapla ilgilidir bana kalırsa. Mümtaz, Hu
zurun iç olaylarında parçalanır, dağılır; ama romanın sonunda kendisinden hiç
sözedilmese de yazılan kitap ortaya çıkar. Buraya gelmeden bu kitabın H uzurda
göründüğü diğer yerleri de işaret etmek gerekir.
M ümtaz, genellikle N uran'la birlikteyken ve mutluyken veya ondan uzak
laştığında ve kavuşm a ümidi ve imkânı kalmadığında kitabını hatırlar. Bu kita
bı yazdıran N uran'dır sanki. Beş günlüğüne gittikleri M üm taz'ın Em irgân'da-
ki evinde "M üm taz, N uran'la beraber olmanın verdiği asap sükûneti içinde
tekrar Şeyh G alib'le meşgul olmaya başla(r). Kitabın plânını tam am iyle tanzim
ed(er). Eskiden yazdıklarının hepsini atacak, yeni baştan işe girişecekti(r). //
Geldiklerinin üçüncü günü N uran'a: // - Kitabı artık vazıh olarak görüyo
rum !" (s. 392) der.
Aslında 392. sayfaya kadar yazılmıştır kitap; ama yazılanlar N uran'la Müm
taz'ın geleceğine dair ümitvar düşünceler içermemektedir. Ancak Emirgân'daki
eve geldiklerinde geleceğe ilişkin plânlar kesin olarak yapılabilmiştir. Dolayısıy
la M üm taz'ın yaptığı plân sürekli söylenen Şeyh Galib kitabına değil, yaşanmış
olanların yeniden düzenlenmesine ilişkindir ve M üm taz'ın "kitabı vâzıh olarak
gör"m esi de N uran'la geleceği görmedeki açıklıkhr. Mümtaz, "yazdıklarının
hepsini atacak" ve "yeni baştan işe girişecekti(r)" ama yazılanların hepsi atıl
maz, yeni girişim ler de yazılmış olanlara eklenerek devam eder. İlerleyen sayfa
larda Nuran'dan ayrılan Mümtaz, İhsan'ın Sen Şeyh Galib'i ne yaptın?" soru
sunu, "Gahba yazam ayacağım ..." (s. 401) diye cevaplar. Bununla birlikte Şeyh
Galib, Huzur olarak yazılmaktadır.
Roman, Nuran etrafında gelişir. Roman içinde yazılması tasarlanan eser de
ilhamını N uran'dan alır. Nitekim Nuran gittikten sonra M ümtaz, "zihnî haya-
tı(nı) durmuş gibi" hisseder. "Sanki genç kadın bu mazi rüyasının bütün canlı ve
güzel taraflarını beraberinde götürmüş, yerinde tıpkı M üm taz'ın hayatı gibi bir
kül yığını kalmıştı(r). O kadar dikkatle hazırladığı, beraberinde yaşadığı kahra
Tesadü f ve Kader A rasında Z ihinsel Bir Kuza • 563
manlar, bir daha dirilmeleri imkân olmayan gölgeler, sıska ve cansız kuklalar"
(s. 401) hâline gelmiştir. İhsan, M üm taz'm Şeyh Galib üzerinde çalışılan kitap ol
duğunu da îmâ eder: "Onları kendi duygularının aydınlığında görüyordun.
Kendi hayalında vehmettiğin şeyleri onlara taşıyordun! Kendileri için değil, ken
di hayatında ve kendin için seviyordun." (s. 401, abç.) İhsan'ın bu sözlerle göre
mediği şey, M üm taz'm yazdığı eseri yaşamasıdır. İhsan, bunu vehim olarak de
ğerlendirir; ama M üm taz, vehimleriyle olan/yapılan biridir.
H uzu/uu sonlarında M üm taz'm Suat'la karşılaşması da bir vehimdir. He
men belirtmeli, bu vehim, oluşun son aşamasıdır. Sual, Hüsn ii /4f/c'taki "H ay
ret" tir sanki: N uran'la M üm taz'ı ayıran güçtür. Çocukluğundan beri M üm taz'm
karşısındadır: "Suat'ı yakından tanıyordu. O ta çocukluğundan beri karşısına
çıkmıştı. M üm taz'a bir türlü tahammül edemeyişini bütün ev halkı bihrlerdi.
(...) Mümtaz da Suat'ı severdi. Sever de ondan korkardı." (s. 266) böylesine kor
kan M üm taz, öldüğünü bildiği hâlde onu karşısında görünce korkudan çok
hayret duygusunu yaşar ve bunu bir "keşif" imkânı olarak değerlendirin
Gerçekten de bir keşif imkânıdır bu ve Mümtaz, aşkta oluşu bu imkânla ta
mamlar. Tam bu anda, "H uzuru Nuran'da değil, içimde aramalıyım. Bu da an
cak feragatle olur." (s. 427, abç.) den Feragat edilen şey, N uran'ı cismiyle kazan
ma davasıdır. Bu da bir yerde benlik davasına dönüşmüş ve kişiyi kendini tanı
maktan uzaklaştırmış tır. N uran'm gidişini kesinleştiren olayın Suat'ın intiharı
olduğu düşünülürse onu içinde bulduranın da aynı olay olduğu sonucuna ula
şılır. Bu sonuç için ölmüş olan Suat da M üm taz'a yardım ed er."" Bu arada Şeyh
Galib'in, "H oşça bak zâtına kim zübbe-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân
olan âdemsin sen" beytinin romana girdiği yer de önemlidir: M ümtaz, Nu-
ran'dan feragat edip onu içinde arama karan verdikten sonra bu beyit, bir Bek-
tâşî'nin ağzından söyletilir. Bu beyti Mümtaz, "ilk yol gösterici işaret" olarak yo
rumlar:
"Bu gerçek bütün gece, daha evvelki geceler, içinde dolaştıkları, ağzından
bir türlü çıkamadıkları karışık ve karanlık bir dehlizin içinde ilk yol gösterici işa
retti." (s. 446)
M üm taz'm Şeyh Galib'in beytinden aldığı işaret, onun dünyayı görüşünü
değiştirir. Böylece bir taraftan yazmaya çalıştığı Şeyh Galib kitabı ilerlemekte,
diğer taraftan da aşkta oluşu tamamlanmaktadır. Üzerinde çalışılan eserin ro-
jn tih ar ederek yol gösteren ölm üş arkadaş figürü, başka rom ancılarım ız tarafından da kullanıl
mıştır. O ğuz A tay'ın Tutıııınmnı/anlnr'ında (1973), Turgut Ö zben'in yolunu açan, onu arayışa yö
nelten Selim Işık da intihar etmiştir. H uztır'da, M üm taz'm ölen arkadaşı Su at'la karşılaşm asına
benzer bir durum , Nihal A tsız'ın Ruh Adnııı (1972) adlı rom anında da görülür. Nihal A tsız'ın bu
rom anında. Selim Pusat'a yol gösteren ve onu evinden, eşinden ayıran da ölm üş olan yakın ar
kadaşı Şereftir.
56 4 • T anp ım ır Ü zerine Yazıhır
manda yazılarak sürdürülmesi, bir iç hikâye olarak Sual'ı intihara götüren sü
reçte de gözlenir. M ümtaz'm Em irgân'daki evinde toplanılan bir gecede Suat,
M üm taz'a yazması için bir konu vermek istediğini belirtip kendi sonunu anla
tırken M üm taz bu konuda ürker ve İyi ama, niçin benim yazmamı istiyorsun
da kendin yazm ıyorsun?" (s. 352) diye sorar. Bu sorunun açtığı diyalog ilginç bir
noktayı işaret etmektedir. Suat da Nuran'ı ister, ama onunkisi bedeniyle, görün
düğü kadarıyla Nuran'dır. Daha çok N uran'da yaşam aktır onun istediği. Bu
yüzden M üm taz'm sorusunu şöyle cevaplar: "Gayet basit sen hikayecisin. Yaz
maktan hoşlanıyorsun. Rollerimiz ayrı. Ben sadece yaşıyorum !" Mümtaz, Su
at'ın cevabındaki "yaşam ak"ı yakalar sadece; "Ben yaşamıyor muyum? Bu su
ali M üm taz en yum uşak sesiyle, yoksa öldüm mü der gibi sorm uştu."(s. 352,
abç.)
Altını çizdiğim söz ile Suat'a bir yol göstermiştir Mümtaz bana kalırsa. Çün
kü istediği N uran'da yaşam ak değil, N uran'ı kendisinde yaşatmak, kendisini
N uran'dan seyrelmektir. Bu diyalog Mümtaz'm, Suat'ın verdiği konuyu yazma
niyeti taşımadığı şekhnde yorumlanabilecek bir noktada biter. Ama Mümtaz,
yaşadıklarıyla onun verdiği konuyu da yazmış olur. Yaşamak ve yazmak bu
noktada birleşir. Suat'ın ölümüyle Nuran'ı kaybeden M ümtaz, "Su at'ın da artık
kendisini bırakm ayacağını, onun da realiteleri arasına girdiğini anla(r)." (s. 406,
abç.) Suat, onun realitelerini, Berna M oran'm deyimiyle "öteki ben'"*'** olarak
değiştirir. Hattâ buna, Berna M oran'm aksini iddia ederek söylem ek gerekirse
"öteki ben"in ölümü de diyebiliriz. Çünkü Suat'ın ölümüyle M ümtaz, kendini
farkeder, bulur, bir görüş değişimi yaşar:
"M üm taz bütün bunları ve göğün gittikçe değişen rengini görüyordu. Fakat
bu görüşte de bir değişiklik vardı. Bu, duygularımızın her gün, her an eşya ile
yaptığı temaslara benziyordu. Daha ziyade eşyayı kendisinde bulmak, her şeyi
kendi içinde kendisinden bir parça gibi seyretmekti." (s. 461)
Bu, tam anlam ıyla kişinin "zâtına hoşça bakm ası"dır; ayrıca kişi için bir baş
kasının eşyalıktan arındırılarak bir anlama dönüştürülm esidir de. Bu arada
Mümtaz tarafından Şeyh Galib hakkında yazılan eserin hiç sözünün edilmem e
si de anlamlıdır. Çünkü eser, yazılmaya devam etmektedir.
Yukarıdaki işareti aldıktan sonra Suat'la son kez karşılaşan M ümtaz, artık
N uran'la yaşama isteğinden kurtulmuştur. Dünyayı, hayatı kendi içinde arama
çabası, N uran'ı da kapsamaktadır elbette. Kendine kendisini gösteren Nuran'ı
bulacaktır, daha doğrusu bulmuştur. Nitekim Suat'la son karşılaşmasında bir
keşfin tam am landığını belirtir ve benliğinden kurtulduğunu da Hüsn ü /Ij/c'ın
"B ir H uzursuzluğun Rom anı: H u zur", Türk R oım nına Eleştirel Bir Bakış /'in içinde, İletişim Yay.,
İstanbul, 1983. s. 247.
T esadü f ve Kader Arasındn Zihinsel Bir Kaza • 5 65
Son olarak güzeli daima sevdiğimi, onun insan kaderinin tek iyi tarafı oldu
ğunu söyleyeyim/'i
Ahmet Ham di Tanpınar ne doğru söylüyor.
Dünyanın güzelliklerini güzel sözlerine bezedi; bize bırakıp gitti.
Güzeli sezinlem e, kutsama Hamdi Bey'de meleke olmuş, yaşam biçimine
dönüşmüş. Estetik, Güzel Sanatlar Akadem isi'ndeki hocalığının konusuydu.
Oluşum, gelişim yıllan bu hünerinin kişiliğine koşut temellendiğini kanjth-
yor.
Babası kadı. Görev gereği Anadolu'yu dolaşırlar. Her gittikleri yörenin bir
güzelliği onun çocuk benliğine yerleşir. Uç yaşında Ergani'deler. Lapa lapa ya
ğan karı camdan seyrederken duyduğu "lezzetli hayranlık"ta kendisine rastlar.
1908-1910 yılları Sinop'ta denizi tanır. Dalgaların dilini duyumsamaya baş
lar. Siirt'in sıcak gecelerinde damda yatarken gökyüzüyle, yıldızlarla büyülenir.
1914-1916 yıllarında Kerkük'te de, uçsuz bucaksız doğanın sonsuzluğuna kapı
lıp giderken yalnızlığı zenginleştirmenin künhüne varır. Antalya'da sakinleşip
coşan deniz, kaya kovuklarını oyup çekilen dalgalar onu bilmediği dünyalara,
rüyalara taşır.
1916 yılı M artından Ekimine kadar geçen zaman dilimi bir başka önem taşır.
Bu dönemde şahsiyeti uyanır. M usul'da anacığı tifüse yakalanır, ölür; insanın
yazgısıyla karşılaşır. İlk şiir; "M usul A kşam lan" (1920) Celal Sahiı'in çıkardığı
altıncı kitapta yayımlanır.2
Ahm et Hamdi yaşadığı çevrelerde bakmayı, görmeyi, düşünm eyi, meşke-
der. Hayatı öğrenir. Bütün gözlemlerinin birikimi, dondurulmuş görüntülerin
istifi hiç değildi. Çağların, mevsimlerin, genlerin akışı içinde her an başkalaşan,
ışığın, sesin, rengin şekillendirdiği, hep yenilenen bir evren, bir gönül cümbü
şüydü.
Tanpınar Beş Şehir'in önsözünde, "Sevdiğim iz şej'ler bizim le beraber deği
şirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizim le beraber ya
şarlar" ve "H er düşünen insan gibi ben de hayatımızın değişmesi için sabırsı
zım " diyor.
"H ayatım gecikmelerle dolu" diyerek ömrünün tereddütlerini dile getirse
de bu saptırmasında bir ince, bir gizli sitem sezilm iyor mu? Şiirleri ölümünden
(24.1.1962) bir yıl önce yayımlandı. Yeditepe Şiir Armağanını alışı. Seçici Kuru-
lu'nun 26 Ocak 1962 Cum artasi günkü toplantısında kararlaştırıldı.^ Kendisi du
yamadı,
* * =f-
Son yıllarda Güm üşsuyu'ndan Boğaz'a inen dik yokuşlardan birinde, Bey-
tülmalci Sokak, Güm üşay Apt.'nda oturuyordu. İlk gittiğimde şaşkına döndüm.
Kitaplar, kitaplar, plaklar. Orta yerde iki yana açık masa, yazdığı kağıtlarla tepe
leme dolu, cezvesi, fincanı, kültabağı... Aradığını nasıl buluyor, işin içinden na
sıl çıkıyor acaba?
Her zaman olduğu gibi neler okuduğumu sorguladı. Mitolojiyi göz ardı et
memeliydim. M itolojinin insan zekâsının en yaman icatlarından biri olduğunu
söylüyordu. "Gel sana deniz manzaramı göstereyim " dedi. Bele kadar sarkınca
mendil kadar deniz, az gayretle de Jokonda gibi oluran Kız kulesi gözüküyor
du. Hamdi Bey gönül gözüyle ufkumu genişletiyor olmalıydı.
Karşı evin bahçesindeki, dostu incir ağacını kesmelerini bir türlü bağışlaya-
mamıştı.
Sevdiği ağaçlar, semtler, yapılar, resimler, müzik, onun iasanlar kadar dost
larıydı. Vefalı Tanpınar, sırası, mevsimi geldi mi onların da hallerini hatırlarını
sorardı.
Kimi ağaçları elinde büyüttüğü evladı gibi özlerdi. Surlardaki küçük Ma-
navkadı Cam isi'nin yıkık duvarlarından sargan erguvan bunlardan biri. Ergu
vanlar çiçeklenince mürüvvet görmeye giderdi.
Onu bir keresinde Kanlıca İskelesi’nin bitişiğindeki kahvede hasır sandalye
ye yumulmuş, pembe yoğurt yiyip dalga sefası yaparken yakaladık.
Başka bir gün Em irgân'da Çınardibi Kahvesi'nde Yûşa Tepesi'ni ve batan
güneşin Anadolu yakasının pencerelerini t-utuşturuşunu seyrederken bulduk.
Tophane'de O rhan'la Osm an'ın türbelerinin ilerisinde yüzyıllar boyunca
birbirlerine yaklaşan iki çınarın gövdelerinin dolanışındaki baba-oğul muhab
betini, yahut M uradiye'de ak güvercin çiçekli manolyanın gökyüzüne uzanmış
dallarının öte yandaki çınarın yapraklarıyla kucaklaşmak için nasıl yıllarca sab
rettiğini Tanpmaı'dan başka kiminle konuşabilirdim? O bunları bizden çok ön
ce görüp saptamıştı.
"H er şey unutuluyor, insan çehresinin ıstırabı.ve bir de güzellik unutulmu
yor."
Buna bir de hayatımızı zenginleştiren dostlukları ekleyelim.
Ama bir gün, zorunlu olarak, kendisiyle bir roman üzerine özel bir konuş
ma yapmam gerekti: Altı ay kadar önce kendisine ödünç verdiğim Ul]/sses'\ ge
ri islediğimde, Mübin (Orhon), kitabımı Ahmet Hamdi Bey'e verdiğini söyle
mişti. Ertesi günü, doğal olarak kitabımı Ahmet Hamdi Bey'den istedim. "A lh
çizilmiş satırlardan ve derkenardaki notlardan kitabın size ait olduğunu anla
m ıştım " dedi. "A m a lütfen, onu benden almayın. Çünkü ben, her gece Ulys-
SL's'ten bir sayfa okumadan uyuyamam."
Doğrusu, o gün, Joyce ile Tanpmaı'ın roman dünyası arasında bir ilişki ku
ramamıştım. Bugün de kuramıyorum. Söylemem gerekli mi, ben, öğrenci büt
çem için hayli ağır gelen bir harcama yaparak (henüz cep kitabı olarak yayım
lanmamıştı) kendime bir yeni Uiysses aldım. Ve derkenarına bugüne değin hiç
not düşmedim, hiçbir satırının da altını çizmedim.
Benim ilk Uiysses'im, Ahm et Hamdi'nin ölümünden sonra kimin eline geçti
bilmiyorum. Ama UIysses'i, ondan birkaç sayfa okumadan uyuyam ayan birine,
ben değil, m ıhsıçtı Joyce bile helal ederdi.
15 yaşındaydım, okuldan kaçıp kaçıp can çekişen Ahnnet H aşim 'in ziyareti
ne, onun Bahariye'deki evine giderdim. Ahmet Hamdi Tanpınaı^la ilk kez Ha-
şim 'e giderken, vapurda karşılaştım. O da Haşim'i ziyarete gidiyormuş. Ahmet
Hamdi son derece alçakgönüllü, iddiasız bir adamdı. Bir ara o sıralar tek parti
olan Halk Partisi'nde milletvekili oldu. Ben, geçliğimin bütün küstahlığıyla sal
dırdım ona, "U tanm ıyor musun, para için kendini partiye sattın" diye söylen
dim. O zam anlar bilmiyordum onun çok önemli bir yazar olacağını, o sadece
gülümsüyordu bana, "Ö fkelenm e" diyordu. Ondan 14 yaş küçük, gencecik bir
kız saldırıyordu ona.
Sonra Edebiyat Fakültesi'nde meslektaş olduk. Ham di fevkalâde bir hocay
dı ama melodik değildi, savruktu. Meselâ Fransız şiirinden bir alıntı yapması
gerektiğinde, kitaptan bakmayı unutmuş olurdu, hadem eler beni arardı, "K o
şun Hamdi Bey sizi çağırıyor" derlerdi, Baudelaire'in bir dizesini, M allarm e'nin
bir şiirini sorardı bana. Benim de ezberim çok iyi olduğu için ona ezberden okur
dum. Fransız Edebiyatı konusunda çok bilgiliydi.
O zam anlar çok güzel bir gelenek vardı Edebiyat Fakültesi'nde. Ecnebi filo
lojisi yapanlar Türkoloji bölümünden bir sertifika almak zorundaydı. Aynı şekil
de Türkologlar da Fransız, Alman, İngiliz Filolojilerinden sertifika alırlardı. Bu
çok güzel ve faydalı bir uygulamaydı. Bu düzenlem eden ötürü Ahmet Ham-
di'yle mesleki bir yakınlığımız da vardı.
Fakültede yalnızca bayan okutmanlar ve doçentlerden oluşan bir bölüm
vardı. Kendi aralarında yoğun bir kavga içindeydiler sürekli. Hamdi o bölüme
başkan tayin edildi ve işi çok zor oldu. Bu hanımlardan iyice bezdiği bir gün ah
al moru m or odam a daldı ve "M îna sakın ağzını açm a" diye beni susturup otur
5 7 2 • T a iıp ın a r Ü zerine Yazılar
du. Ona bir kahve söyledim. Bir süre sonra anlatnnaya başJadı, bütün derdini
döktü ve "Ben kadın dırdın dinlememek için bekâr kaldım " dedi. Mizah duy
gusu çok gelişmişti. Bacağını kırdığında ziyaretine gelen öğrencilerine, "Söyle
yin bakalım hanginizin âhı tuttu?" diye sataşıyordu.
Bazı imtihanlara beraber giriyorduk onunla. Bir keresinde iki kız girdi sına
va. Biri güzeldi, biri çirkin. Güzel olan soruları çirkinden daha iyi cevapladı.
Ama Hamdi güzel olanı geçirmedi, çirkin olanı geçirdi. Ben dayanam ayıp güzel
kızı niye geçirm ediğini sordum ona. "Çirkin olanı bir yıl daha görm eye dayana
mam ama güzel olanı hem daha çok görürüm, hem o dersini daha da iyi öğre
nir" dedi.
Hamdi aşk konusunda çok ketumdu. Onun dertli bir aşkı olduğunu düşü
nürdük hep. Onun hayal dünyasını çok meşgul ederdi bu gizemli aşklar. Evli
hanımlarla platonik ilişkileri olduğunu sanıyordum.
O ansızın ölünce ilişkisi olduğunu tahmin ettiğim evli kadınlar kocalarının
kollarında hoplaya zıplaya cenazeye geldiler.
Ahmet H am di'ye çok yakındım ama onun kitaplarını okumamıştım . Ben
Tanpmar'ın ne büyük bir yazar olduğunu, o öldükten sonra anladım. Yalnızca
Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü değil, öyküleri, denemeleri, Beş Şehir adlı kita
bı da m uhteşem dir bence.
ni bir gözle bakıldı. Görüldü ki, okunması uzun süredir "m illiyetçi/m uhafaza
kâr" kesime bırakılmış Tanpınar aslında modern bir kültür adamıdır. Eskinin
değil yeninin, giderek geleceğin adamıdır.
Doğal olarak akla gelen soru: Tanpınar'm siyasal duruşu, konumu neydi? Bu
sorunun açık yanıtı yok. Kırklı yıllarda milletvekilliği yapmış, (Tanpmaf'ın M ec
lis çalışmaları hakkında bir araştırma yapmak çok ilginç olabilir.) Cevat Dursu-
noğlu'na yazdığı mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla milletvekili olmayı gerçek
ten kendisi istemiş. Ancak Tanpmaı^ın bizim anladığımız anlamda siyaset yap
m ak istemiş olduğunu söylem ek güç. "M eb'us olmak istiyorum. Ve benim tar
zımda olmak istiyorum " demiş. Nedir bu tarz? Yanıtı daha sonraki bazı satırlar
da arayabiliriz-. "Zannetm eyin ki hocalıktan şikâyet ediyorum... Şahsî mesaim
için imkân ve vakit bırakmıyor. Halbuki tam velûd durumdayım... Mebus olur
sam daha geniş vakit bulacağım. Daha rahat olacağım. Çünkü vazife mesaim,
edebî mesaimden ayrı olacaktır. Diğer taraftan hayatla ve cem iyetle temasım da
ha geniş olacak. PoHtika çok hoşuma gidiyor." Ancak, bu son tümceye karşın,
Tanpınar'm, Azerilerin deyişiyle, politikadan hoşunun gelmediği yıllar sonra
yazacağı şu satırlardan belli; "M eb'usluğum da da anladım ki ben yalnız şairim
ve şair olabilirim ." Bu sözden, milletvekili olmanın ona yazınla ilgilenmek için
beklediği gibi olanak yaratmadığı da anlaşılıyor. Günlük politikanın, Tanpı-
naı'ın ilgi ve yaşam a alanı olmadığını kesinleştirebiliriz bu bilgilerin ışığında.
Öte yandan, Tanpınar”m bir aydın olarak dizgeye, iktidara bakışı, kendine
göre bir duruşu var elbette. Bence inanmış bir Cumhuriyetçi olduğu da kesin.
"Bana kalırsa Atatürk sistemi hepsinden iyidir" derken kendisini son derece iç
ten buluyorum . "Eski bir Garpçıyım ", "Ben Garp'la başladım işe" derken de
doğruyu söylediği inancındayım. Ait olduğu sanılan çevrelerin bugün bile içle
rine sindirem edikleri şu ilerici fikri de rahatlıkla savunabiliyor: "N asıl olur da
dünyanın en meşru hakkı olan kendi dilinde dua etmeği bile kendimize yakıştı
ram ıyoruz." (1953'te M ehm et Kaplan'a yazdığı bir mektnaptan.) Hele 1960'taP a
ris'ten yazdığı şu tümce ne denh güncel: "... Tek ümidimiz bir Avrupa birliği
dir..."
Bu temel tutumlarına karşın Tanpınaı^m, en hafif deyişle, yanlış anlaşılma
sının nedenleri arasında Osmanlı dönemine duyduğu ilginin önem li yeri var.
Cum huriyet'in kurulması bir bakıma ulus-devlet yaratılması ve ulusun bi"
çimlendirilmesi sürecidir. Aydınlar bu süreçte önemli rol oynamışlardır, hem
ideolog hem de toplum mühendisi olarak. Aydınları en çok bölen konu ulusun
geçmişinin nasıl yeniden inşa edileceği olmuştur. Başat anlayış Osmanlı döne
mini geri plana itip büyük ölçüde olumsuzluklarıyla sunarken, A. Ham di'nin
aralarında sayılabileceği bir bölüm aydın O sm anlı'ya sahip çıkılm ası gerektiği
ni savunmuşlardır. Elbette bu bölüm de yer alan aydınların düşünceleri arasm-
5 7 6 • Tiuıpınar Ü zerine Ya;:ı);ır
da da büyük ayrım lar olmuştur. Ancak genel olarak bu çizgide görünm ek Batı
lılaşmaya, ilerlem eye karşıymış gibi damgalanmaya, passeistne'le suçlanmaya
yetmiştir. Oysa zaman Tanpınar'ı haklı çıkarmıştır.
Elbette aydın sınıfı içindeki bu bölünme Cum huriyet'ten önce başlamıştı.
Tanpınar, "Hasan-Âli Yücel'e Dair Hatıralar ve D üşünceler" denemesinde bu
konuda ilginç bilgiler ve değişik bir bakış açısı sunar. "İç âlem m ücadelesi" kav
ramını ortaya atar. "D urkheim 'ın Bergson karşısında gerilem esi"nden söz eder.
Bugün konuya kişilerden, bazı kişilerin siyasal eğilimlerinden bağım sız olarak
bakıldığında Durkheim 'ı Bergson karşısında geriletmenin pek de boş bir fikir ol
madığı rahatlıkla görülebilir. Tanpınar, Batılılaşmayı katı bir pozitivizm sanan
düşünceye karşı olmakta haklı çıkmıştır. "M edeniyet değiştirm e"yi giysi değiş
tirir gibi görm em ek Tanpınar'ı geçmişe iktidardaki düşünceden ayrımlı bakma
ya itmiştir.
Hiçbir ulus kendi geçmişinden kaçamaz. Kaçmaması da gerekir. Değişmek,
o anda saptanan hedeflere göre geçmişi yeniden yaratmakla değil, geçmişle bi
linçli bir ilişki kurmakla olur. Geçmişle barışm ak ve onu bilinçli bir biçimde iç
selleştirmek gerekir. Eğer geçmişi işimize geldiği gibi bozarak yeniden yaparsak
ya da yadsırsak, Ahm el H am di'nin dediği gibi, içimizdeki "devam zinciri" ko
par. Bunun da bedeli, biliyoruz ki, ağır olur. Ahmet Hamdi, Türkiye’nin "m ede
niyet değiştirdiğinin" en çok ayrımına varan Türklerden biriydi. Bunun eski
"m edeniyetim ize" sırt çevirmek anlamına gelmesinin yanlış olduğunu, böyle
bir tutumun önümüzü, öngörülerin tersine tıkayabileceğini söylüyordu. Oku
yun "A sıl Kaynak" denemesini. Ne denli haklı olduğunu göreceksiniz. Hele söz
konusu denem ede yer alan şu sözleri, bazı sözcüklerin eskiliğine karşın, ne ka
dar yeni, ne kadar güncel: "Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de
Garp'tadır; önüm üzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır. Onu
yakaladığımız, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğu
muz, bu meseleleri fikir hayatımızın yol uğrakları gibi değil, temeli olarak kabul
ettiğimiz zaman, tarihin ve hususi coğrafyamızın bize yüklediği büyük role eri
şeceğiz. O zam an 'devam 'm zinciri tekrar içimizde bağlanacak ve bu çehreyi teş
kil eden hayat çerçevesi ile kendimize layık yeri alacağız. Birbirini anlamayan
iki âlemin ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklediği
zahmetler, o zaman gerçek ve ön safta hayatın nimetleriyle ödenecektir." Tanpı-
naı'ın 1961'de, yeryüzündeki son yılmda yazdığı bu satırlar onun ülkesine inan
cını daha da güzel gösteriyor: "Tarih, Atatürk'le başlayan ve İnönü'yle devam
eden devrin hakiki değerini çoktan kaydetmiştir. Tohum toprağa düşmüş, çürü
müş ve yeşermiştir. Gelecekteki Türkiye'nin önüne hiçbir kuvvet geçem ez."
Tanpınaı'ın geçm işe bakış açısının katkısını aldığı ölçüde güçlenebilecek bir
gelecektir bu. Gerçi 1950'lerden sonra Osmanh bir yönüyle dizgeye alınmıştır.
Ama daha çok eli kılıçh, güçlü, özellikle Batılılan dize getiren O sm anh'dır bu;
A ydaki Adanı • 5 7 7
dığını büyük bir saffetle söyledi." Bazı yönetmenlerin kendi film lerinde şöyle
bir görünüp yitiverm elerini aklıma getirmiştir bu aynntı. Ahm et Hamdi adlı za
yıf çocuk çok güzel şiirler yazmıştır. Şiir doludur o çocuk. Romanına, deneme
lerine, öykülerine taşmıştır şiiri.
Şairanelik değildir bu üslûp. Belirli bir kafa ve ruh yapısının yazıya yansı
masıdır. Gerçek bir estettir Ahmet Hamdi. Doğaya da, sanat yapıtlarına da ay
nı güzellik arayışı, anlayışıyla bakar. Buna karşılık, Yahya Kemal büyük ölçüde
hedonisttir. Ahm et H am di'nin estetliğini ne Y. Kem al'in ne de yakın çevresinin
anlamış olduğu kanısındayım. Bugün de estetliği anlamak, kavramak, değil or
talama okur, geniş bir okum uşlar çevresi bakım ından da güçlür. Bugün en çok
kullandığım ız kavram lardan biri "K eyif". Yok keyifli kitap, yok keyifli müzik,
yok keyifli sohbet... Bence "keyif" kavramı, özdeksel sıkıntılarını görece aşm a
ya yönelm iş bir entelektüeller sınıfının hedonizmini yansıtıyor. Ahm et Ham
di'nin estetliğiyse başka bir şey; dünyaya, üstün sanat adam larına özgü biçim
de bir bakış.
O zayıf çocuk çok güzel romanlar, öyküler de yazmıştır. Romanlarından bi
rinin ilk sayfasına büyük harflerle not düşmüşüm çeyrek yüzyılı aşkın bir süre
önce: "Bak! Parm aklarım satırlara karışıyor." O denli coşkuyla yazarak okumuş
tum Ahm et H am di'nin anlatılarını. Şiirinde evrensel beni, insanın özne olarak
özünü, belki de bilincin dünyaya ilk uyandığı anı yakalamaya çalışmış gibidir
Ahmet Hamdi. Anlatılarında ise bu özneyi tarih ve coğrafyaya oturtmuş, bir
yandan "şahsî m asah"nı örerken, öbür yandan bizim "ruh m aceram ıza" ve "içâ-
lem m ücadelem ize" ayna, giderek olumlu anlamda çanak tutmuştur.
Bana kalırsa, Ahm et Hamdi iki yönde daha da geliştirebilirdi anlatı yazarlı
ğını. Birincisi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki toplumsal hicivdir. Söz konusu
roman gösteriyor ki, Ahm et Hamdi kendi kendimizle gırgır geçmeyi en iyi be
ceren yazarlarımızdan biridir. Öte yandan, kültiirüm üzün en büyük kusurların
dan birinin eleştiri yoksunluğu olduğunu da tartışılmaz biçim de ortaya koyan
Ahmet Hamdi'dir. Hiciv yoluyla eleştiri, ciddi görünümlü, asık suratlı entelek
tüel yaşamımızın en büyük gereksinimleri arasındadır. Ahm et Hamdi bu gerek
sinimin karşılanmasında daha etkili olabilirdi.
Anlatı yazarı olarak Ahm et H am di'nin geliştirmiş olabileceği ikinci yönü ise
Abdullah Efendi'nin Rüyaları'daki fantastik çizgiler. E.T.A. H offm ann'ı anımsatan,
giderek çağrıştıran bu öyküdeki çizgiyi Ahm et Hamdi daha da geliştirip sürdü
rebilirdi.
Tarihimizi, ülkemizi derinlemesine irdeleyen A hm et Hamdi aynı merak ve
coşkuyla Batı'ya da uzanmak, açılmak istemiştir. A.K. T ecefe 1936'da yazdığı
bir mektupta, "Bu Avrupa meselesi üzerinde biraz düşün ve harekete geç" der.
"Düşün bir kere o kadar iyi olacak ki dolaşmak, bir kör rüyası gibi sadece vehim
580 • T a n p ıra r Ü zerine Yazılar
Ahmet Ham di Tanpmar, 27 Ocak 1944 tarihli mektubunda, "M ahur Beste
adh bir yolculuğa çıktık" diye yazar.ı Fragmanter anlatı tekniğiyle inşa edilen
Mahur Beste'yi, belki de en iyi tanımlayabilecek anahtar kavram, yazarın bu
cüm lesinde gizlidir: "Yolculuk". Tahpınaı^ın, ilk romanını tanımlarken yaptığı
bu "yolculuk" benzetm esini, metnin anlam örgüsü içinde yüklendiği bütün yan
çağrışımlarla birlikte kullanarak zenginleştirmesi dikkat çekicidir. Üzerinde dü
şünülmesi gereken sorun belki de şudur: Acaba bu benzetm eyle yazar, tam ola
rak neyi anlatmak istem işti? Henüz koordinatlarını netleştirem ediği Doğu-Batı
eksenli bir m edeniyet haritasıyla çıkacağı yolculuğun, bütün tahminlerini aşabi
lecek bir tedirginliğe mi dönüşeceğini; yoksa, yalnızca rastlantıların girdabına
kapılmış bir kâşifin kendi kaderine boyun eğişindeki o rahatlatıcı iç huzura ka
vuşma sevincini mi? Bu soruların cevabını, "tedirginlik" ve "huzur"un kim ya
sından elde edilen Mahur Beste'nin kendisi verir. M etni oluşturan fragmanter
katmanların her biri, yazarın adımladığı kültürel coğrafya üzerinde yapılması
mümkün yegâne yolculuğun âdeta hayal ile gerçeklik arasında şekillenm iş gü
zergâhını çizm ekte ve Osmanlı modernleşmesinin trajik tarihi boyunca uzanan
insan portrelerini izleyerek varış noktası belirsiz bir yolculuğa tanıklık etmekte
dir. Bu temel özelliğiyle roman, 19. yüzyıl İstanbul hayatı içinde gezinen parça
lanmış kimlikleri, bilinçaltm a itilmiş bireysel tutkuları ve hepsini kuşatan asıl
nedeni, yani "m edeniyet değiştirm e"nin yol açtığı toplumsal sarsıntıları kayde-
den bir hafıza niteliğini laşır. Diğer taraftan bu hafızaya emanet edilen her trajik
olgu, yazarın iradesi dışına çıkarak varolmayı, benzerleriyle bütünleşip farklı
anlam kümeleri kurmayı tek bir nedene, anlatının güçlü bir omurgadan ya da
taşıyıcı sistemden yoksun oluşuna borçludur. Bu hâliyle Mahur Besfe, çekim gü
cünden yoksun bir merkez etrafında dönmesi planlanmış; fakat yörüngesi sü
rekli değiştiği için kaosa doğru sürüklenmesi kaçınılmaz bir kozmik tasarımın
ifadesidir. Dikkati çeken nokta, bu gevşek dokunmuş anlatı örgüsünün, her biri
kendi başına ayrı bir "m odül" karakteri taşıyan portreler dizisine kattığı tarih
sel perspektif aracılığıyla, Doğu-Batı eksenli bir tartışma zem ini yaratmasındaki
tartışmasız başarısıdır.
Mahur Beste, tamamlanmamış bir romandır.2 Bu sonucu doğuran temel ne
den, anlatı kurgusunun birbiriyle karşıt iki farklı yönde hareket eden yapısın
dan kaynaklanır. Birinci hareket, Bâbıâli bürokratı Behçet Bey’in, "iki uyku ara
sındaki düşünceler"ine kök salmış hayat hikâyesinden alınma kesitlerle başlar;
fakat birdenbire kendi merkezi dışına çıkarak bu misanthropic kişiliğin yakın
çevresini oluşturan,insan kalabalığı arasında zamanı ve zemini sürekli değişen
bir hafıza kaydına dönüşür. Kurgunun merkez dışına doğru genişleyerek hare
ket etmesi, romanın temel figürü Behçet Bey'in kişisel dünyasından uzaklaşmak
anlamına gelmez. Tam tersine bu figürü kuşatan, tarihsel derinliğe sahip kişi ve
kültürel oluşumları daha yakından tanımamıza imkân verir. Nitekim Tanpınar,
temel figürün etrafında helezonlar çizerek genişleyen anlatı halkalarına, her de
fasında yeni figürler ekleyerek Behçet Bey'in silik kişiliğini hayatın içinde bir
gölgeden ibaret bırakacak olan güçlü kimliklerin ön plana çıkmasını sağlamıştır.
Bu bakımdan Mahur Beste'nin kurgusu hem merkezden çevreye doğru genişle
yen diyagonal anlatının olanaklarıyla zenginleşir, hem de Behçet Bey'in kişili
ğinde temsil edilen kendi içine kapalı psikolojik yapıyı, tarihe ve gündelik haya
ta bağlayan dışa dönük bir toplum gerçekliğine açma başarısını gösterir. Diğer
taraftan merkezden çevreye doğru genişleyen anlatı, üzerinde odaklandığı ta
rihsel kişilikleri kuşatırken bu defa tersine işleyen ikinci bir hareketi başlatır ve
çevreyi temsil eden değerler, romanın merkezine doğru kayarlar. Mahur Beste'ye
tamamlanmamış bir roman özelliği kazandıran başlıca neden, işte bu çift yönlü
anlatı kurgusunun kendi içinde fasit bir daire oluşturmasıdır.
Romanı farkh açılardan okumak mümkündür. Anlatı, Behçet Bey'in psiko-
sosyal baskılar altında kişiliğinin zayıf yönlerini aşmak için geliştirdiği bireysel
ironinin dışa vurumu şeklinde ele alınabileceği gibi, bu kişiliğin fantastik dün-
Tnnpınar, İstanbul'dan Bedrettin Tunccl'o gönderdiği 4 Şubat 1950 tarihli m oktubunda. M ahur
Bcste'yi tam am layıp yayınlam ak istediğini yazmaktadır. 13kz. Bctlıcltiıı Tıtnu’l'ı: Mcktuı.>lar, lız. A.
Kabacalı, İstanbul, 1995, s. 36-37. Ancak bu m üm kün olm am if ve roman Ülldi m ecm uasında tef
rika edildiği şekliyle 1975'te kitnplaşabilmiştir.
O sm anlı İlmiye S ın ıfın ın R om anı: M ahur Beste • 583
1930'lu yıllardan itibaren Cum huriyet projesi etrafında şekillenen, bir bakım a bu projeye ruhu
nu veren tartışm a, "m ed en iy et" eksenlidir. M ahur Bcsfc'nin kültürel zem inini m eydana getiren
bu toplum sal soruna Tanpmar, ilk defa "A sıl K aynak" başlıklı m akalesiyle kapsayıcı bir giriş
yapm ıştır. Bu m akalede öne sürülen, "B ir yandan tarihî zaruretlerden kudret alan bir irade ile
garbe gittik, öbür yandan hakikî cevheri ile bizde konuşm aya başladığı zam an, sesine kulakları
m ızı kapatm ak im kânsız olan bir m azinin sahibiyiz" şeklindeki görüş, M ahur Bçsfe'nin düşünce
program ı hakkm da ilk ipuçlarını verir. Bkz. A .H. Tanpmar, "A sıl K ay n ak ", Ülkü, IV /38 (16 N i
san 1943), s. 1.
5 8 4 • T i i n p ı n a r Ü :e r in e Yıızılıır
Yalıya K em arin 1926'da Varşova'ya elçi (ayin edilm esiyle başlayan ve 1948'e kadar M adrid ile
Knrnçi elçilikleriyle devam eden dönem , (bkz. Serm et Sam i U ysal, Şiire AHnnmif Bir Yafanı; Yah-
]ja Keıtınl Bet/atlı, İstanbul, 1998, s. 187-251) aynı zam anda Tanpınaı'ın kültür dünyasında farklı
düşüncelerin filizlenm eye başladığı bir zam an kesifidir, Yahya K em al'in lem el figür olarak Tan-
pınar üzerindeki belirleyici efkisi devanı etm ekle birlikte, yazarın bu dönem de yeni bir ufuk çiz
gisini aradığı açıktır.
Tanpınar'ın A hm et Cevdet Paşa'ııın düşünce dünyasıyla tanışması, onun 29. Asır Türk Eılehiyatı
Tntihi başlıklı eserine m alzem e toplarken Tnrik-i Cevdet'i yoğun şekilde okum asıyla başlar. Bu ko
nuda bkz. Ö m er Faruk Akün, "A hm et Hamdi Tanpınar", Türk D ili vc Eclelnyalı Dergisi, XIII (Ara
lık 1962), s. 12. Tanpınaı'ın, A hm ed Cevdet Paşa'ya duyduğu düşünce yakınlığını, Mal\ur Besle'yi
tefrika olarak yayınladığı 1944'te çıkan "C evd et Paşa Hakkında D üşünceler" başlıklı üç m akale-
lik yazı dizisinde buluruz. Bkz., jftnııl’iıl, nr. 13 (1 Haziran 1944), s. 4-5, nr. 15 (1 Tem m uz 1944),
s. 2-3, nr. 16 (15 Tem m uz 1944), s. 5-6.
Ibnülem in'in M ercan'daki konağında düzenlediği haftalık sohbet toplantılarına katılan Tanpı-
nar, son dönem İlm iyesine ilişkin pek çok ayrıntıyı onun ağzından yakın bir tanık sıfatıyla din
lemiştir. Gerek M ahu r B estc'de gerekse Saatleri Aynrlanm E nstilü sü'n de kullandığı ironik yaklaşı
m ı, Ibnülem in'in "hid det, keskin istihza, zâlim teşhir"den ibaret üslûbunu kullanarak şekillen
dirdiği açıktır. Bkz. A.H. Tanpınar, "Bü yük Bir M uasır: İbnülem in M ahm ud K em al", Taavir-i Ef
kâr, nr. 4699 (3 M ayıs 1941), krş. Edebiyat Ü zerine M akaleler, haz. Z. K erm an, İstanbul, 2. bs.,
1977, s. 397.
H alil İnalcık, The Otlouınıı Empire. T he Cinssica! Age. 1300-1600, London, 1973, s. 179. İlm iye sını
fındaki bozulm anın 16. yüzyılda Rüstem Paşa veya Sokollu M ehnıed P aşa'nın sadaretinden so n
ra başladığı konusunda Osm anlı tarihçileri arasındaki fikir birliği için bkz. M ehm et İpşirli, "O s
m a n l I İlm iye M esleği Hakkında G özlem ler (XV1-XV11. A sırlar)", Osumniı A raşfın ııalan , V ll-V IlI
(1988), s. 274.
O sm p n lı İlm iy e S ın ı f m m R o m a n ı; M n h u r B e s te • 5 8 5
Ana çerçevesi bu şekilde çizilebilecek olan ilmiye sınıfının toplum sal yapı
içindeki gerilem e ve bozulm a süreci. Mahur Beste'nin ulem a kökenli şahıslar
kadrosunu oluşturan İsm ail Molla, Atâ Molla ve Sabri Moca'nın scsyo-psikolo-
jik altyapılarını belirlem ekte; Tanpınar ise, kişilik bozukluklarından toplumsal
çalkantılara uzanan geniş bir değerler yelpazesi üzerinde, 19. yüzyıl modernleş
mesinin yol açtığı kimlik kaybını. Mahur Besfe'nin ilm iye m ensubu karakterleri
vasıtasıyla gözler önüne sermektedir. Tanpınafın seçtiği bu karakterlerin tarih
içinde somutlaşm ış prototipleri vardır. Bu açıdan bakıldığında İsmail M olla'da
Ahm ed Cevdet Paşa'nm m ağrur kişiliğini; Atâ M olla'da Karaçelebizâde Abdü-
laziz Efendi ile H âlet Efendi'nin M akyavelist ruh halini ve Sabri H oca'da ise Ali
Suavi kökenli Yeni OsmanlıIar idealizmini görmek mümkündür.
® Lütfî Paşa ünlü eseri Âsafıınme'de bu m ücadelenin alhnı şöyle çizer; "M üderrisin ve ulem â ve ku-
zât taifesi ekserisi birbirine haset üzredir, pnların birbirinin hakkında söylediklerine inanm ayıp
reîs-i ulennâ olanlar ile m üşavere ve taharri edüp m enâsıb-ı ulem âda gayet yoklam ak gerektir."
Bkz. L ütfî Paşn, Asafnâm c, İstanbul, 1326, s. 15.
^ K eçi Bey, lUsâk, haz. AİK. A ksüt, İstanbul, 1939, s. 33-37. G elibolulu M ustafa Âli, "m ülâzem et"
sistem indeki bozulm aya dikkatleri çekerek O sm anlı devlet teşkilâtının başlıca dayanak noktala
rından saydığı ilm iye sınıfı lıakkındaki eleştirilerini hem en bütün eserlerinde dile getirm iştir.
Bkz., M ehm et Şeker, Gelibolıılıı Mustafa Âli ve Mevâ'ıdun-Nefâis fiKnvaidi'l-M ecâlis, Ankara, 1997,
s. 312-316.
A ndreas Tietze, Muslafn Âli's Comtscl for Sultans o/1581,1, W ien, 1979, s. 174-179. İlm iye sınıfı için
deki rüşvet konusuna 17. yüzyılda kalem e alınm ış Kilâb-ı MUstctâb'da geniş yer verilm iştir. Bu
konuda bkz.. Yaşar Yücel, O sjım ıb Devlet Teşkilritııın Dair.KaymkInr: Kitüb-ı M iistelâb, Kitabu Mesn-
lib'il-Mı'islimîn ve Hıfzü'l-Miilûk, A nkara, 1988, s. 23-25.
A hm ed C evd et Paşa'nm ilm iye sınıfı üzerine yaptığı eleştirilerin genel b ir değerlendirm esi için
bkz, Ü m id M eriç, Cevdet Pnşa'um Cemiyet ve Devlet Görüşü, İstanbul, 2 bs, 1979, s. 116-119; M usa
Çadırcı, "C evd et Paşa'nm M edreselerle İlgili G örüşleri", Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895). Vefatmm
100. Yılma Armağan, A nkara, 1997, s. 79-84; Christoph K. N eum ann, Araç Tarih Amaç Tanzimat, Ta-
rilı-i Cevdet'in Siyasi Aıılaıııı, çev. M. A run, İstanbul, 1999, s. 86-103.
12 A hm ed Cevdet, Tarih-i Cevdet, I, Dersaadet, 1309, s. 112.
5 8 6 • T -.ın p iıiar Ü r e r in e Y iisılar
tarhşmada şöyle der: "Yirmi senedir okudum. O haz sene kadılıklarda, Fetvâhâ-
nede çalıştım. Bir tek şey anladım: kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen garpten geri
olduğumuzu söylüyorsun. Zaten herkes bunu söylüyor; elbette doğru bir söz ol
sa gerektir. Fakat ben daha mühim bir şey söyleyeceğim. Ben hemen etrafımız
daki hayattan geri olduğumuzu söyleyeceğim. Bence ne şark, ne şu, ne bu var;
etrafımızda gördüğüm üz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır."
İsmail M olla'nm kişiliğini oluşturan değerler, gündelik hayatın kendisinden
gelmektedir. İlm iye sınıfının çöküşünü, bu zümrenin kendi içine kapanarak "ha
yatın realitesi"nden kopuşuna bağlar. Bu kopuş, aynı zamanda "yerli müslü-
m anlık" anlayışından da uzaklaşma anlamına gelmektedir: "Bu müslümanlığın
benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır. Fakat onların arkasında kendi
lerini aydınlatan, mânalarını yapan bütün bir hayat yardır, halk vardır. Asıl sih
rini o yapar. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislâm kapısından, ne ka
zasker konağından gelir; halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki o haya
tın emrindedir, ruhaniyeti onunla beraber yürür. İçine Firenk icadı bile girer, fa
kat manzarası bizim kalır." İsmail M olla'nm yerli hayat içinde şekillenen bu
Müslümanlık anlayışını, Atâ M olla'nm pragmatizmine veya Sabri H oca'nın Ye
ni Osmanlıcı hayat görüşüne karşı yapılmış bir eleştiri şeklinde okuyabiliriz. Bu
eleştirinin beslendiği kültürel zemin üzerinde Ahmed Cevdet Paşa'nm gelenek
çi tavrı ve onun bir uzantısı olarak Yahya Kem al'in m uhafazakârlığı yer almak-
ladır.ı* Hayatın kendisini temel değer olarak kabul eden bu kültürel zeminin İs
mail M olla'ya kazandırdığı kişilik yapısı belki biraz sert ve baskıcıdır. Am a o bu
sağlam kişiliğin aşılmaz duvarları arkasında, "öm rünce nefsine karşı hürmetten
başka hiç bir İçtimaî imanı olmayan bir adam, sırf bu sevgi sayesinde her şeyin
satın alındığı bir devirde hür, başıboş ve her yandan saygı görerek yaşamıştı."
Tanpınar, Mahur Bestc'de ilmiye sınıfının çöküşünü İsmail M olla'nm hayat
görüşü çerçevesinde topluma yabancılaşma sorunu olarak ele alırken, bu soru
nun girdabında kişilik kaybına uğrayan iki farklı ulema tipini de sahneye çıkar
tır. Bunlar İsm ail M olla'nm mesai arkadaşları Atâ Molla ile Sabri Hoca'dır.
bize en genel anlam ıyla ilmiye smıfı içindeki yozlaşmamn gerçek yüzünü tanı-
hr. Tanpmar, onun hayat ve insanlar karşısmdaki ruh hâlini şöyle tasvir eder;
"Kapalıdan, gizliden, sürünen ve süründüğü yerden karşısmdakini birdenbire
ısırandan hoşlanırdı. Yedi sekiz kuşağını sayabileceği dedeleri gibi yaratılıştan
dolapçı, esrarlı ve zalimdi. Bir örümcek gibi, olduğu yerde ağını örerek avını
beklemeyi sever, açıkta, güneş altında âdeta rahatsız olurdu. Atâ M olla'nın in
sanlarla m ünasebeti ince hesapların, kulağa fısıldanan telkinlerin, sırasında
doğrulup vurmak için alçahşların m ünasebetiydi."
Tanpınar’ın "dessas bir m uhteris" olarak tanımladığı Atâ M olla, geçmişi O s
m a n lI'n ın yükseliş dönemine kadar uzanan köklü bir aileye mensuptur. Aile
üyeleri, "devlet hâzinesine sülük gibi yapışmış ve yerlerini ancak biribirine bı
rakmak şartıyla mukadder ölümle oradan ayrılmışlardı." Tanpmar'ın bu tespiti,
Osmanlı üst tabakasındaki klasik servet birikiminin çarpıcı bir açıklamasıdır.
Kendi üretim dinamiğinden yoksun bu maddî birikim, m odernleşm e dönemin
de ilmiye sınıfının gerilem esiyle erimeye başlar. Atâ Molla, elindeki gayri men
kulleri salarak hayatını sürdürmeyi dener, ama başarılı olamaz. Diğer taraftan
Abdülhamid döneminde eskisi gibi ilmiye mensuplarına "ihsan" adı altında ve
rilen maddî desteğin yerini, manevî açıdan değer taşıyan "n işan "lar almıştır.
Dönemin felsefesi, "kendi mensuplarını teşebbüslerinde serbesl bırakm ak"tır
Atâ Molla, ilmiye sınıfının İktisadî açıdan çöküşünü bütün trajedisi içinde yaşa
mış, girdiği bazı ticarî faaliyetlerden de zarar ederek çıkmıştır. Bu başarısızlık
onun, Midhat Paşa mahkemesinde Saray'ın yanında yer aldığı halde, Abdülha
mid aleyhtarhğına götürür. Bu muhalefette dönemin Jön Türk ideolojisinin hiç
etkisi yoktur. Tam tersine Alâ Molla, merkezî yönetimin ilmiye sınıfına büyük
maddî imkânlar sağladığı, gündelik hayatın sınırlarını mensubu bulunduğu
zümrenin çizdiği geçmişteki altın çağa özlem duymaktadır: "U lem a sınıfının
bütün Devlet'e hâkim olduğu, şehrin manzarasını bir tek sözle değiştirdiği, hü
kümdarları tahttan indirdiği, vezir başlan aldığı zam anlan düşündükçe yaşadı
ğı hayat kendisine gülünç ve mânâsız geliyor, kafasındaki vahşi hayvamn av ko
kusu alarak dolaştığı ormanı hatırlar gibi, o da kendi pençelerinin bütün kuvve
tini denemek imkânını verecek zamanı düşünüyordu."
Atâ M olla'nın hayal ettiği bu zaman, ilmiye sınıfının "her şeyin içinde ve üs
tünde" olduğu zamandır. Osmanlı tarihinin 16. ve 17. yüzyıllarını kuşatan bu
dönem, medrese etrafında şekillenmiş bir isyan ahlâkma tanıklık eder.’^ Atâ
M olla'nın geçm iş özlemi, ilmiye sınıfının kendi içinde âdeta bir kast oluşturdu
ğu, bürokrasi içinde yükselmenin bütün im kânlarına bu sınıfa mensup birkaç
M ustafa A kdağ, "M ed reseli İsyan ları", İstaubul Ü jıivcnitcsi İktisat Faküllesi Mccnııın^), X I/ l-4
(Ekim 1949-Tem m uz 1950), s. 361-387.
O sm aıılı İlm iye S ın ıfın ın R om anı: M ahur Beste • 58 9
nüfuzlu ailenin sahip bulunduğu bir altın çağa aittir.’s Bu dönem 18. yüzyıl or
talarına kadar devann etmiş ve nüfuzlu ulema aileleri devlet yönetim inde birin-
-ci derecede etkili o l m u ş l a r d ı r . ^ 5 Ancak Tanzimat'la başlayan modernleşm e süre
ci, ilmiye smıfmın gerilem esine ve bunun yanında reformcu bürokrasinin yük
selm esine tanıklık eder. İsmail M olla'nm oğlu ve Atâ M olla'nm da damadı olan
Behçet Bey, işte yıldızı parlayan bu yeni zünu-eye mensuptur. Mekteb-i M ülkiye
mezunu Behçet Bey ile Atâ Molla arasındaki değerler çatışması. Mahur Bestenin
anlatı örgüsünde alttan alta hissedilir. Kendi sınıfının çöküşünü yaşayan Atâ
Molla ise, yalnızca tatmin edilm em iş bir ihtiras ve uyum suz kişilik yapısıyla
ömrünü tamamlar.
Tanpınar, en genel anlamda bir "m uhteris" olarak tanımladığı Atâ Molla tipiy
le, Tanzimat öncesi devlet adamlarmdan Halet Efendi'ye açık bir gönderme yap
mıştır. Bu açıdan Hâlet Efendi'yi Atâ Molla'nm değerler sistemini Osmanlı siyase
ti içinde sürdüren bir prototip olarak değerlendirmemiz mümkündür. Tanpınar,
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nde Hâlet Efendi'ye değinmiş ve onu hayat tecrübe
sinden yoksun bir siyaset komplocusu olarak tanımlamıştır.zo Tanpma;'ın Hâlet
Efendi hakkındaki değerlendirmesi büyük ölçüde Ahm et Cevdet Paşa'nm Tarih-i
Cevdet'ine dayanır. Onun gözünde Cevdet Paşa ile Hâlet Efendi birbirine zıt iki
kutuptur. Cevdet Paşa'da "hayatın realitesi"ne bağlı, kendi kendisini inşa eden bir
insan tipini bulmuş; Hâlet Efendi'de ise kaybolan değerlerin peşinde sürüklenen
ilkesiz bir ahlâkın temsilcisini görmüştür. Bu iki bağdaşmaz tipin Mahur Beste'de-
ki karşılıkları ise İsmail Molla ile Atâ Molla'dır. İsmail Molla'nm hayat tecrübesi
ni esas alan ahlâkı ona özgür bix kişilik kazandırırken, A lâ Molla kendi kendisini
tahrip eden bir ahlâkın esiri olarak hayat salınesinde trajik bir ömür sürer.
Suraiyn Faroghi, "Social M obility A m ong the Ottom an Ulem a in the late Sixteenth C en tu ry ", !n-
temnlional fotinin! o f M iddk Enst Stıtdies, lV/4 (1973), s. 204-218.
İlber O rlaylı, "18. Yüzyılda İlıniyye Sınıfın ı» Toplumsal Durum u Ü zerine Bazı N o tlar", ODTÜ
Gelişme Dergisi, (1979/1980), s. 155-159.
2ü T anpınaı'm H âlet Efendi için verdiği yargı şöyledir: "Şah sen çok sevim li, cüretkâr, zarif v e aynı
derecede zâlim di. (...) m em leket hakkında, realitenin verim lerine dayanan hiçbir bilgisi yoktu. O,
nüfuz ve tahakküm arzusundan başka politika ile cid d î bir alâkası olm adığı halde hayatlannı
politikaya bağlayan insanlardandı." Bkz., A. H . Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul,
4. bs., 1976, s. 66.
590 • T nn p ın ar Ü zerine Yüjılar
Osm.nniı inti.sap sistominiiı köklü bir geçm işi vardır. G elibolulu Mustnfa  li'yi örnek a b n bir
nrnştırmada bu sistem in işleyiş biçimi ayrınlılnrıyla ele «ılınmıştır. Bir çeşit geleneksel "hâm ilik"
kurum u olan intisap sistem inde, öncelikle kan bağı; kişisel dostluk, aile ilişkisi, etnik vc coğrafî
köken, m aiyet hizm eti ile hocn-talcbe diyalogu önem li rol oynam ıştır. Bu konuda bkz. Cornell H.
Heisclıer, Tıinliçi M ustafn Âli. Bir Osnınıılı Aydın vc B ü ıvhn tı, çev, A. Ortaç, İstanbul, 1996, s. 18,
M adeline Zillfi, The P d it k s o f Picty. Ollvıttnıı lUcııın iıı Ihe Pu.<fc.7(i.ssrcv(/ A;^c. 1600-1800, M inncpo-
lis, 1988, s. 57 vd. Aynı çerçevede yapılan bir diğer değerlendirm e için bkz., Suraiya Faroghi, Os-
ım u h Kiilh'irii vr. Ciitıdelik Yaşımı. Ortaçağclnıı Y inııitıd Yıizıjıla, çev. E. Kılıç, İstanbul, 1997, s. 72-73.
-3 Fahri Unan, "O sm anlı Resm i Düşüncesinin İlmiye Tarihi İçindeki Etkileri: Patronaj İlişkileri",
T ürk Yurdu, XI/45 (1991) s. 33-41,
Şirvanîzâde M ehm ed Rüştü Paşa'nın toplumsal kökeni ve siyasî faaliyetleri için bkz., Ibnülem ln
M ahm ut Kem al İnal, Son Sndrnznmtar, I, İstanbul, 3. bs, 1982, s. 436-482).
O sm anlı İlmiye S ın ıfın ın R om anı: M ahur Beste • 591
tek çareyi. Yeni Osm anhlar hareketinin siyasî programına inanmakta bulmakta
dır... Tanpmar, Sabri Hoca tiplemesiyle bir bakım a Ali Suavi'yi çağrıştıran bir
portre çizer. Toplumsal köken bakımından her ikisi de taşranın orta tabaka de
ğerlerini temsil etmektedirler. Ali Suavî, tıpkı Sabri Hoca gibi İlmiyenin gerile
mesine Tanzimat bürokratlarınm neden olduğtmu savunmakta, bu zihniyetin
temsilcilerinden saydığı H ariciye N azın Pertev Paşa'nın devletin dört temel di
reği arasında ilmiye sınıfını zikretmemesini eleştirmektedir.^s Ancak Sabri Ho-
ca'yı Ali Suavrden ayıran bazı temel görüş ayrılıkları da vardır. Örneğin V. Mu-
rad’ı tahta çıkarmak isteyen Ali Suavî'nin bu hareketini tasvip etmez, ama so
nuçta gene de bu hareketin içinde yer alır.
Sabri Hoca, Tanzimat sonrası medrese çevrelerinde rastlanan M eşrutiyetçi
aydınlar grubunun bir üyesidir. İçinde yetiştiği zümrenin değerlerine her ne ka
dar ters düşse de, reform yandaşlığını sonuna kadar korumuştur. Bu açıdan Sab
ri Hoca, ulem anın modernleşme önündeki tek engel olduğu şeklindeki klasik
yargıyı geçersiz kılacak bir düşünce donanımına sahiptir.2& Yeni Osm anhlar ile
bazı ilm iye m ensuplarını ortak bir reform idealinde buluşturan başlıca neden,
her iki grubun da Tanzimat sonrasında toplumsal statülerini kaybetme tehlike
siyle karşılaşmalarıdır. Diğer yandan Yeni Osmanhlar da kendi reformlarına ve
rilecek desteği, medreselilerin etki alanında arıyorlardı. Tanpmar, bu desteğin
toplumsal tabanını Mahur Beste'de açık biçim de vurgular: "O zamanların İstan
bul'unda Medrese, icabında Saray'a veya Babıâh'ye karşı kullanılabilecek bü
yük bir kuvvet idi. İkinci Mahm ut devrinde adı bile geçmeyen "Talebe-i Ulûm",
Tanzim at'tan sonra Saray'ın, Vezirlerin sık sık m üracaat ettikleri, kâh İstanbul
efkârı umum iyesini avlam ak için, kâh ferdî siyasetlerini zorla terviç ettirmek
için harekete geçirdikleri bir muvâzene âmili olmuştu."
İlmiye sınıfının Yeni Osm anlılar ideolojisiyle bağlantı kurması, aynı zam an
da bu zümre mensuplarının gündelik siyasetin içinde yer almaları anlamına ge
liyordu. Bu eğilim öylesine güçlüydü ki, II. M eşrutiyet sonrasında Şeyhülislâm
Mustafa Sabri Efendi'nin sert eleştirilerine konu olm uştu.^^ Diğer taraftan gün
delik siyasetin bir diğer yönü. Mason localarının faaliyetleriyle hem Yeni Os-
m anhlann hem de İlmiyenin içine uzanıyordu. Mustafa Fazıl Paşa'dan itibaren
28 Şükrü H anioğlu, "N o tes on the Young Turks and the Freem ansons (1875-1908)", Middle Eastern
Stuıiies, XXV/2 (1989), s. 186-197.
U lem anın m odernleşm e sürecine katılışı ve m erkezî iktidarla ilişkileri konusunda bkz., Uriel
H eyd, "T h e O ttom an Ulem â and VVestemization in the Tim e o f Selim 111 and M ahm ûd 11", The
Modern Middle Easl, ed . A. H ourani, London, 1993, s. 29-59.
30 M edrese reform unun kapsam ı ve uygulam adaki sorunlar hakkında bkz., H üseyin Atay, Osman-
Iılardn Yüksek Din Eğitimi, Medrese Progrnmlan-İcazetnâmeler-Islahat Hareketleri, İstanbul, 1983, s.
174-243; Yaşar Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, İstanbul, 1997, s. 92-188.
aydaki KADIN
Tahir Abacı
Ahmet Hamdi Tanpınar, bizi bitmemiş projelerine alıştum ış (!) bir yazar.
Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler,
Yahya Kemal, hatta şiir kitabı, hep tamamlanmamış çahşmalar. Yazıları da başka
ları eliyle derlenebildi. Pek çok okur, özellikle sevdiği yazarların 'evrak-ı metru-
ke'si arasından başka bir eserinin çıkıp gelmesini, pek de yitik bir mirasın orta
ya çıkması gibi karşılamaz, kendisini yazarın bizzat 'arz' ettiği eserlerle sınırla
mayı yeğler. Tam pişm em iş bir yemeği tatmanm getirdiği tedirgin edici duygu
gibi bir durum dur yarım kalmış bir çalışmayla karşılaşmak. İntiharı seçen ya
zarların, bu konudaki "şans"larını kullanarak, kendilerini imha etm eden önce
genellikle bitmemiş çalışmalarını imha etmeleri de bundan değil midir? Oysa
Tanpmaı^ın bitm em iş çalışmaları da, son noktasını koyabildiği eserleri kadar et
kili ve güçlü izler bıraktı. Yine de Adam Sanat dergisinde çıkan (Haziran 1996) ve
Tanpınaı'ın ilk dört romanmdaki müzik temasuiı araşhran yazımın öncesinde
Aydaki Kadm romanını evirmiş çevirmiş, tam da andığım nedenlerden bir türlü
havasına girememiş, yazının dışında bırakmıştım. Ama Tanpınar bu,' eserine
tekrar tekrar çağıran bir yazar.
Aydaki Kadın, A hm et Hamdi Tanpmaf'ın, 1970'lerdeki geri dönüşüyle etkile
ri zihinlere yerleşen dört romanından çok sonra, ilk kez 1987'de yayınlandı. Bir
bakıma Tanpınaı^ın diğer dört romanından farklı, bir bakıma onları sürdüren bir
roman. Onda, ilk üç romanda gezinen "M ahur Beste"nin, îhsan'ın, Elagöz M eh
met Efendi M ahallesi'nin yazarın bakış açısıyla özdeşleşmiş havasını bulamadı
ğımız gibi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün keskin bıçak gibi işleyen ironisini de
tam olarak bulamıyoruz. Ancak, roman sanki bu iki çizginin bir ortalamasını
alarak, Tanpınaı'ın belki de m odem anlamıyla "ep ik"e en fazla yaklaştığı roman
oluyor. Tanpınar, yine adı sanı belli tek bir roman kişisini odağa almakla birlik
te, yan kişilikler; düzeyinde sayısız roman kişisine uzanarak, bazen birbirini iz
594 • 'H ınpınar Ü w rin c Yazılar
leyen cümlelerde bile birinci tekil kişiden üçüncü tekil kişiye gidip gelerek, geri
dönüşlere başvurarak, birbirinden bağımsız gibi görünen parçalarda zaman di
zimini kopukça bağlayarak, önceki roınanlannda ip uçlarmı verdiği bir teknik
le de bu yaklaşırım ı pekişLiriyor.
"İflas" ya da "Çöküntü"
Romanın ana kişisi Selim, kişilik olarak Tanpınar okum için yabancı sayıl
maz. Sözgelimi hizmetçisini tembihlemiş, sabahlan müzikle uyanıyor. Uyandı
ğı zaman da rüya ile gerçek arasında bir süre bocalıyor. Dahası, başkalarının rü
yalarından, sözgelimi kendisini ayda gezinirken gören Fatm a'nın anlattığı rüya
dan da etkileniyon Yine bir gün "Piyalepaşa'nın o karışık bir m uammaya ben
zeyen m im arîsi"ni seyretmeye gitmiş olduğunu öğreniyoruz. Dinlediği halk
müziği ve klasik müzik parçalarıyla derhal "başka âlem "lere geçiyor. Dahası, tıp
doktoru olmasına rağmen, tıpkı Tanpınar"m bazı hikâye kişileri gibi ve Hıızur'uT\
M ümtaz'ı gibi bir roman yazıyor. İşte bütün "standart" özellikleriyle bir Tanpı-
nar kahramanı! Gelgelelim, Mümtaz, Şeyh Galib'i anlatan bir roman yazarken,
Selim 'in yazdığı romanın adı "İflas" ya da "Çöküntü"dür. Zaten Tanpınar da bu
kez kahramanını aynı bağlamda yer alabileceği insanların arasına, yani herkesin
sanatla haşır neşir olduğu bir ortama değil, daha "beşerî" bir ortama, hali vakti
yerinde burjuvaların keyif çattığı "orji" ortamlarına salıyor. Müzik ve sanat da
böylece Tanpınar'ın öteki romanlarına göre, nicelik olarak en alt düzeyde yer
alıyor. Tabii, başka yazarlara oranlanırsa, Tanpınar'ın bu romanında bile m üzi
ğe, sanata, estetiğe verdiği tematik değer hayli fazla. En azından Tanpınar’ın sa
nata ve kültüre uzak kesimlere duyduğu saklı öfke bu romanda da geçerli.
Mümtaz, Huzur romanında "İnsan denen bu saz parçası" sözünü aklından
birkaç kere geçirmiş, sonra da "Ve hayat dediğimiz çok ayrı şey" diye eklemiş
ti. Önceki romanlarında daha çok "insan denen saz"da kalan Tanpınar, Aı/daki
Kadın'dA daha çok "çok ayrı şey"in peşine düşmeyi seçmiş görünüyor. Aslında
Tanpınaı^ın sıkça kurduğu müzik ve hayat paralelliğine ilişkin benzetm e öğele
ri, hayat payı biraz daha fazla artmış olarak bu romanda da sürüp gidiyor. Se
lim'in Leylâ ile ilişkisini düşündüğü ve aşk kavramı üzerinde kafa yorduğu bir
bölümü izleyen şu satırlarda bu vurgu açıkça belirtiliyor; "Aslında hayat zan
nettiğimizden fakin Hayır, musiki gibi yedi notanın etrafında ve namütenahi...
Ölümle meze edildiği için." (s.40). Yine Selim, Karacaahmet M ezarhğı'nda geç
miş yüzyılların ölülerini düşünürken birden müziğe geçiyor ve "M usiki sesler
kadar aramızdaki fasılalarındır" diyor (s.45). Romanın sonlarına doğru okunan
bir ferahfezâ bestenin yarattığı ortamı da Tanpınar Huzur'da ferahfeza âyinin ic
ra edildiği ortam gibi, şölendeki herkesi değiştiren, başkalaştıran olağanüstü bir
atmosfer olarak betimliyor: "Bütün bahçe, bütün Boğaziçi ve kendi ömrü bun
Aydaki Kadın • 5 95
dan yüz, yüz yirmi sene evvel yaşam ış Dede ismindeki dâüssılalı bir dervişin
ışığına girmişti. (...) Çünkü şu anda bütün bahçe Ferahfezâ bureu dediği âleme
girmişti ve Selim etrafındaki şeylere oradan bakıyordu" (s. 209). Devamında
müzik, "D ede'nin araya koyduğu çok hususî bir m esafeden" yine hayatla ilinti
sini örüyor ve Sehm 'i tek başına ölüm - hayat kıyaslamasmuı eşiğine götürüyor.
Diğer kişiliklerin müzikle ilişkisi de hep akla hayat çerçevesinde geliyor: "(Sabi-
ha) güzel sesli bir duldu. Oldukça hazin bir m usiki terbiyesi ve güzel sesi vardı.
Hayatı da yine radyodan öğrendiği şarkıların çerçevesinden gören kadınlardan
dı" (s. 107) Göğüs hastahğı (verem?) ilerleyen Ziya, resimden fazla sevdiği mü
ziğe dayanamaz oluyor ve gramofonunu Refik'e bırakıyor. Aneak öleceğini an
ladığı günlerde tekrar m üziğe dönüyor (s. 133). Müzik, daha nice yerde beklen
medik işlevler üstleniyor. Sözgelimi M eksika'ya ilişkin şu saptamada; "Sadece
folklorla duyan ve durmadan ihtilâl yapan insanlar... Çünkü folklor sefaletin, b i
çareliğin tek mükâfatıdır. Nerde ki hayat aksar orada folklor vardır. Yığın yığın
saz şairi görürsünüz..." (s. 136). Bu saptamalarda asıl hedef belh ki Türkiye'de
ki folklorcu eğilimler.
"Esaslı"nın Kıyısmda
Roman, pek çok yan çıkmaya rağmen neredeyse iki büyük şölen üstüne ku
ruluyor. "İç İçe" adını taşıyan birinci bölümdeki şölen, geri dönüş tekniğiyle ak-
tarıhyor, çünkü 1927 yılında, Selim 'in liseyi bitirdiği yıllarda, yeni bir hayatın
eşiğinde yaşanıyor. Bir kotrayla Heybeliada'ya gidiliyor ve arkadaşlardan
Asım 'ın evinde konuk olunuyor, onun dal budak salmış ailesiyle tamşıhyor. Bu
bölümde ayrıca babadan kalma evlerinin satılışı ve çocukluk anıları çerçevesin
de Selim'in ailesini, hizmetçisinin yeğeni M arie'yi, kimi arkadaşlarını da tanıyo
ruz. "Karşı K arşıya" adını taşıyan ikinci bölüm ün bütününü kaplayan ve la-
mamlanabilseydi romanın finalini de içereceği anlaşılan şölen ise, 1950'li yılla
rın sonlarında, Selim 'in eski sevgilisi Leylâ'nın ve eşi Refik'in Boğaz kıyısındaki
evlerinde geçiyor. Tanpınar, önceki romanlarında sik rastlanan Osmanlı âlimle
rini, paşalarını, geleneğin izinde ve çağdaşlaşma süreciyle birlikte doğu-batı ça
tışmasının içine düşmüş düşünce ve sanat adamlarını bir yana bırakıp. Cumhu
riyet döneminin "elii" burjuvalarının arasına dalıyor. Üstelik Tanpınar'dan
umulmayacak biçim de, o kesime özgü kimi 'dejenerasyon' ayrıntıları betimle
meleriyle birlikte... Bu dünyada aşka fazla yer yok, ilişkiler daha çok tensel dü
zeyde yaşanıyor. Rom anda pek çok kez aşkın yıkılışına tanık oluyoruz. Sözgeli
mi Selim, H eybeli'de arkadaşı Faik'in mirasyedi dul Ruhsar ile evlilik projesini
öğrendiğinde oldukça şaşırır. Delikanlı yaşta iken kendisini baştan çıkaran dul
Zümrüt Hanım için yazdığı şiir için kadının gösterdiği tepkiyle karşılaştığında
olduğu gibi. Leylâ ile ilişkisi de daha farklı bir düzeyde yaşanmasına ve belli
kültürel ortaklıklara rağmen, dostça bir ayrılışla bitmiştir. Ten ve ruh birleşem e-
596 • T an p m ar Ü zerine Yazılar
Geçerken İktisat
Tıp 1^1 Tanpmar gibi bir dönem milletvekilliği yapmış olarak sunulan Selim,
genelJîkle olumsuz figürler olarak çizilen politikacılarla da çeşitli düzeylerde
karşılaşıyor, konuşuyor. Bunlardan birisi, H eybeli'deki buluşm ada da yer alan,
sonradan DP kadroları arasında yükselen, milletvekili olan gençlik arkadaşla
rından Atıf. Onunla bir lokantada buluşan, sohbet eden, ondan gelen DP'ye geç
me, milletvekilli ya da elçi olma önerilerini geri çeviren Selim 'in (ve Tanpınar'ın)
tepkisi ayrılışlarını anlatan cümlede verilir: "Birbirlerine muhabbetle baktılar.
Aydaki Kadın • 5 9 7
fakat garip bir hicapla öpüşmeden ayrıldılar." (s. 99). Tanpmar’ın bu rom anın
dan 1954 yılında kendisiyle yapılmış bir konuşmada söz ettiğine bakılırsa, daha
o yıllarda DP yönetim ine ve onunla gelen yeni hayat biçim ine tepkili olduğu an
laşılıyor. Selim 'in İstanbul'daki "im ar işleri" hakkında "Düpedüz delilik" deme
sinin ardından ressam Suat'ın, Boğaz'da bir motorda m aiyetiyle birlikte yol alır
ken ve ayakta, eliyle işaretler yaparak yıkılacak yerleri gösterirken gördüğü Ad
nan Menderes hakkında söylediği şu sözleri paylaşhğı da rahatlıkla söylenebi
lir: "A sıl beni düşündüren tavrı oldu. Sanki Viyana'ya ve Prag'a giren bir çeşit
Hitler gibiydi. Tıpkı çok yum\ışak ve besili bir Hitler." (s. 171).Yine kitabın "Ek
ler" bölüm ünde verilen, DP milletvekili M ehm et N arlı'nın portresini anlatan
parçada, oldukça iğneleyici bir üslup kullanıyor. Kitabın sonunda yer alan ve
Tanpınaı'ın ön taslak biçim indeki planında da "M üşalıhas vakalarda da Demok
rat Parti'den söz edilecek. Bir dejeneresans" satırları yer alıyor. Tanpınaı^ın
1954'lerde yazmaya başladığı ve ölüm üne kadar üzerinde çalışmayı sürdürdü
ğü romanda, DP'nin izlediği doğrultuya bağlı olarak bu olumsuz yaklaşımın
aşama aşama pekiştiği de düşünülebilir.
Tanpınar, bu romanında da diğer romanlarındaki bir özelliği yineleyerek, ki
mi kişilerine ekonomik gidişle ilgili yorumlar yaptırıyor. Ancak bunlar yine bel
li bir çerçeveyi aşamayan, üzerinde herkesin birleşeceği genel doğruları içeren,
kapsamları sınırlı saptam alar olarak kalıyor. Sözgelimi yüksek bir bürokrat olan
ve romanda "bir konuşm alık adam " olarak tanıtılan Sabih Bey'in plansız yatı
rımlardan yakınan ve "istihsalin artırılm ası"nı öneren sözleri gibi. Tanpınar'ın
bu romanında, öteki romanlarında hiç karşılaşmadığımız sosyalist tiplerle de ilk
kez karşılaşıyoruz. Gelgelelim, bunların ikisine de oldukça sınırlı biçimde deği
niliyor ve olumsuz figürler olarak çiziliyorlar. Nuri, hem karısından çekinen,
düzeninden kopamayan biri, hem "küçük bir Don Juan" olarak tanıtılıyor; yok
sul daktilo kızları ayartan, bunun için ondan bundan ev anahtarı dilenen biri
olarak. "K üçük bir hedonist. Hırsızlama isyanlar. Fakat akşam oldu mu, sakin
ev, lâmba ışığı. Ve küçük sosyalist düşünceler. Sosyalizm, sosyal. M ebusluğa ha
zırlık." Öteki sosyalist kişilik de, romana eklenmek üzere kaleme alınmış sonda
ki bağımsız parçalardan birinde karşımıza çıkan ve Nezihe adındaki iş bilir bur
juva kadmın eşi olan, Emin'dir. Emin, eşinin kendisine ayarladığı şirket yönetim
kurulu üyeliklerini becerecek mizaçta biri olarak tanıtılıyor ve bunun gerekçesi
olarak da babasının muazzam serveti içinde doğmuş ve bu işe kazanmak için ça
lışmanın zorunlu olmadığını öğrendiği günlerde karar vermiş "dini bütün sos
yalist" olması gösteriliyor. Tanpınar, günümüzde de rastlanan kimi "sosyalist"
tiplerdeki tutarsızhklan mı eleştiriyor, yoksa bütün sosyalistlerin böyle tipler ol
duğuna mı inanıyor? Birincisi geçerliyse, neden sadece bu olumsuz tipleri an
lattığı sorulmalı. İkincisi geçerli ise, iş büsbütün karışıyor, yazarın sosyalistleri
ya tanımadığı ya da onlara karşı belli bir önyargısı olduğu ortaya çıkıyor.
598 • T anpınn r Ü zerine Yazılar
Yarım G ü lü ş
Düzyazı veriminin belli bir nitelik ve niceliğin altına inmemesine gayret etmiş
tir. Ayrıca, dikkatle okunduğunda, yazdığı edebiyat tarihinin de, hazırladığı an
tolojilerin de, eksik bıraktığı biyografinin de aslında bir 'bilgi rejimi' çözüm le'
mesi olduğu görülmektedir. Nihayet, Tanpınar, özellikle Huzur romanını yayın
ladığında ilgili izlerçevrenin romanı değil, romandaki lariışmnyı ve sorımsaîlıın ir
delemesini büyük bir iştahla beklemiştir. Bütün bunlardan sonra, Tanpınaı^m sa
natçı kimliğinin ötesinde ya da en azmdan onunla yoğrulmuş olarak bir 'düşü
nür' sıfatıyla kabullenilmesi çok aykırı bir tavır olmamaktadır. Fakat bu yakla
şım kendi içinde bir dizi sorun yaratmaktadır.
Herşeyden önce bu anlayış ve yaklaşım inceleme öznesini Tanpınar olmak
tan hızla uzaklaştırmaktadır. İrdelenen artık Tanpınar değildir. Onun mümessi
li olduğu çeşitli olgulardır. Bunlar toplumsal, kültürel, halta siyasal sorunlar ola
bilmektedir. Tanpınar, belli bir dönemde bunlara, örtük ya da açık, cevaplar ver
miş bir simge, bir temsil nesnesi olarak görülmekledir. Hatla daha ağır bir ni telen-
dirmeyle söylem ek gerekirse 'kullanılmaktadıı'.
Kendi içinde başlı başına bir sorun olan bu durum Tanpınat'ın kendi özgül
arayışı söz konusu olduğunda daha da büyümektedir. Çünkü, Tanpınar bu
ahmlamayla kendisine tayin ettiği işlevin dışında bir noktada tutulmakladır. Bu
kaçınılmazdır. Şundan ki, Tanpınar, bu modelde, içeriden değil dtşnndnn bir oku
maya ve çözüm lem eye tabidir. Bu da, onun yapılının iç meselelerinin ihmalini
getirecektir. O itibarla üstüne çok sayıda inceleme yazılmış olmakla birlikte Tan-
pınar okumasının henüz eksik olduğunu belirtmek gerekir. Bu eksiğin gideril
mesi ya da tamamlanması m ümkün müdür sorusu ise bir epistemoloji sorunu
olarak karşım ızda durm aktadır ve bu yazının temel sorularından birisidir. Bu,
Tanpınar'ın açtığı veya Tanpınar'm da, karşısında. Önünde bularak cevap aradı
ğı soruların bugün için ne derecede geçerli ya da anlamlı olup olmadığını da ir
deleyeceğim düzlem olacaktır.
Bir başka nokta şudur: Tanpınar, hemen tüm değerlendirm elerde moderni-
teyle ilişkilendirilmiş bir yazardır. Bu, Tanpınar'ın Bergsonculuğuna da açılan
kapıdır. Kimi araştırmacılar, bu kavramlarla hareket ederek Tanpınaı^ın temel
niteliğini oluştururken döneminin Batılı yazar ve düşünürlerini okuduğunu,
özümsediğini söylemektedir. Tanpınar, kendisini çok saklayan bir yazardır. O
nedenle.bu çözüm lem elerin yapılması ciddi 'kazılan' gereksinm ekledir ve onla
rın bir bölümü de gerçekleştirilmiştir. N e var ki, Tanpınar'ın cevaplarının ve
Bergsonculuğunun dönemin bir uzantısı olduğu dikkatlerden kaçmıştır. Bu ge
rek Tanpınaı^ın modern niteliğinin ortaya çıkartılması, gerekse Tanpınar'ın asal
işlevlerinden birisi olan Türk 'muhafazakâr m odernliği'nin oluşturulmasındaki
rolünün belirlenmesi sürecinde son derecede önemli bir husustur. Bu yazı bu
odaklan aydınlatmaya ve Tanpınaı'ı Türk muhafazakâr modernleşmesinin este
tik boyutunu oluşturma çabasındaki isim olarak temellendirmeye çalışacaktır.
60 2 • T anp m n r Ü zerine Yazılıır
A hm el H am di Tnnpınar, "A ntalyn'lı G enç K)zn M ektup", M ehm et Knplan, Taıi])mar'ın Şiir Diiıı-
yast, İstanbul: Dergâh Yayınlan, t.y,, 255-260. Bu m etin Tanpınaı'm yazdığı en giiM İ m etinlerden
birisi kabul edilebilir. Aşağıda değinilecek olan, 'ışık ve su ' öğelerinin bu kadar güzel anlatıldığı
başka pek az yazısı vardır, Tanpınaı'ın. O nedenle olsa gerek çok iktibas edilnıiştir. Bununla bir
likte, Tanpınar'm yakınında bulunm uş asistanı tarafından m ektubun bir 'genç kız'a değil, bir er
kek öğrenciye yazıldığı yakında açıklanm ıştır, Ayfer Tunç, "Tanpınaı^ın bir kelim esini bile feda
etm em ek lâzım ", Kitnphk, no. <10 M art-N isan 2000,124-12.5.
A hm et H am di Tanpınar, "K erkük H atıraları", M ehm et K aplan, Tavpmar'm Şiir Dfiııynşı. İ.stanbul:
Dergah Yayınları, l.y., 247-254.
"Yaşar N abi N ayıı'n m ektu p". Yaşar Nabi N ayır, Edelnı/atçılnrmnz Koınışın/or, İstanbul: Varlık Ya
yınları, 1976, 46. (Bundan sonra "N aytr'a" diye zikredilecektir).
Bu öğeler üstünde Tanpınar sonuna kadar düşünecektir. Hatta, bütün bir Tanpınar estetiğinin bu
iki öge etrafında kurulduğu söylenebilir. Ü stelik Tanpınar, onlarla olan ilişkisini sadece kişisel bir
düzeyde de tutmayacaktır. O nların felsefi açılım ları üstünde duracak, başka yapıtları ve kişileri
M uhafazakâr M odernliğin Estetik Düzlemi • 603
çözüm lerken gene o kavram lara başvuracaktır. O anlam da Bachelard'a özel bir ilgi duyacaktır.
O kadar ki, 'ü st ben'i denebilecek, o nedenle de aslında kendi çözüm lem esi olan Yahya Kemal
biyografisinde tartışm ayı gene bu iki kavram a ve Bachelard'a getirecektir. Bkz. A. H. Tanpınar,
Yahya Kemnl, İstanbul: Dergâh Yayınlan, 1982.
® H . Tanpınar, "N a y ıı'a ", 47.
6 ibid., 47. ■
7 Ibid.
® Güzin Dlno, T aııpınaı'm , 27 M ayıs darbesini öğrendiği günkü endişesini ilginç bir gözlem le açık
lamaktadır. Tanpınar, telaş içindedir ve 'devlete zeval gelm esin', diyecektir. G üzin Dino, "B eya
zıt M eydanı'nda Ö ldürülm üş Bir G enç", Kitap-lık, no. 40, M art-N isan 2000, vi.
9 "Tanpınar, "N a y ıı'a "; 47.
604 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
çok az okuduğunu s ö y le r .ı^ Bununla birlikte, Tanpmar, bir çok yazısında kulla
nacağı ve Bergson'da temel olan bir kavramla söylemek gerekirse, 'oluş halinde
dir.' Bunu, Yahya Kem al'e atfen açıklar. "Yahya Kem al'in bana ilk öğrettiği şey
galiba kendim e mühlet vermek oldu" der.ı^ Bu mühlet uzundur. Daha sonra
kendisini otuz yaşında bulduğunu kaydedecektir^^ Eserlerini, geç ve 'olgun'
döneminde verm eye başladığı ise özellikle z ik r e d ile c e k tirK e n d is i ise bunu
hem 'gecikm e' hem de 'düşünce med ve cezirleri' diye alacaktır 20
Bu 'oluş', sadece zam anla ilgili değildir Bir bilincin oluşum udur aynı za
manda. Neleri içerdiğini Tanpmar, çok net bir biçimde ve 'özetleyerek' aktarır:
"Bizi kendi m eselelerimize ve imkânlarımıza ve hakiki vaziyetimize götürdü."2i
Bu vaziyet, imkân ve mesele yalmz Tanpınaı'ın 'm isyonunu' ve Yahya Kemal'in
konumunu belirlem ekle kalmaz. Bütün bir cumhuriyet döneminin temel zihin
sel paradigm asını da hazırlar Tanpmar, Yahya Kem al'i bu aşamada 'zevki kur
du' diye tanımlamaktadır. Fakat, daha sonra çok ve ayrıntılı olarak tartışacağı
bir kavramm eşiğine gelir yeniden ve 'maziyle hesaplaştı' d e r .22 Bu, Tanpınaı'ın'
daha sonra döneceği 'klasik', 'neo-klasik' gibi kavramların başlangıç noktası ve
Yahya Kem al'in ana çabasının hem bir açıklaması hem de bir tür meşrulaştırıl-
masıdır23 Tanpmar, hayatının sonuna kadar bu izden yürüyecektir. M aziyle he
saplaşmasını asla bitiremeyecektir. Onu anlamaya çalışacak, onu 'duym aya'
gayret edecektir Bu nedenle, Yahya Kemal incelenmeden, Tanpmar'ın Yahya Ke
mal okuması irdelenmeden ve kavranmadan doğrudan doğruya Tanpınaı'ın an
laşılması olanaksızdır Tanpmar, Yahya Kem al'in uzantısıdır Onun bir tür ta
mamlayıcısıdır. Yahya Kem al'in söylediklerini derinleştirmiş ve genişletm iştir
Fakat kökeni Yahya Kem al'de bulunmayan, ilk kez Yahya Kemal tarafmdan di
le getirilmem iş, özgün bir tek Tanpmar düşüncesi, yaklaşımı, önerm esi, çıkarsa
ması yoklun Estetik 'ifade' olarak ve elbette bir hikâye ve roman yazarı kimli
ğiyle Yahya Kem al'in ilerisindedir. Fakat düşünce düzeyinde, kültür birikimi
belli alanlarda daha yoğun olsa da, sadece Yahya Kem al'in ortaya attığı görüş
leri genişletm ek, somutlaştırmak ve kanıtlayıp doğrulamak çabasındadır.
Bu, Tanpmar için bir dönüm noktasıdır. Çünkü, bir yandan 'tezat'lannm
doğmasına yol açacak, bir yandan onun, 'salaud'^'^ özelliğini ortaya çıkaracak ve
siyasal konumunu belirleyecek, bir yandan da asıl uğraşısını hazırlayacaktır.
Tanpmar, Yahya Kem al'le karşılaştıktan sonra 'dünyayı estetize etm e' veya
'dünyayı bir estetiğin içinden alımlama' çabasının adamı olacaktır. Onun, şimdi
toplumsal, zihinsel ve kültürel kategorilerin içinden görülen fakat dikkate alın
mayan, ihmal edilen temel kaygısı budur. Berna Moran, bu gerçeği 'zevk soru
nu' olarak koymaktadır ve haklıdır.^ Tanpmar için bütün gerçeklik 'zevk' kav
ramının çevresinde görülmüştür ve bu niteliğiyle o, Türk 'm uhafazakâr mo-
dernliği'nin estetik bacağını hazırlamaya çalışmaktadır. Onda çok tartışılan Do-
ğu-Batı çelişkisi de bu arayışın bir parçasıdır.
Tanpmar, "H n tıra", 22. Snlaud, Snıtre'ın ternıinolojisinde bir knvrnmdır. Taner Timur, H uzuru in
celerken, M üm tnz'ın durum unu, derin bir kavrayışla bu kavrama alıfla açıkl.ır. O arada, Tnnpı-
nar'ın kavram ı bu haliyle kullanmeidığını, "geirip ve müneisebetsizin birisi" diye geçirdiğini söy
ler. O ysa, H atıra D efteri'nd e Tanpmıir, kendisini bu terimle tanım lamıiktadır. Tanpınaı'ın Varo
luşçuları doğrud<ın okuyup okum adığı çok tartışılm ış, ileride de değinilecek bir konudur. Bu çe
lişki onu olduğu kadar, Tanpınar'm okuduklarını saklam a konusundaki bccerisini de gösteren
çok ilginç b ir noktadır. Taner Timur, Osımıılt-Türk Rotıınıvııdn Tnrih, Toplum ve Kimlik, İstanbul:
Afa Yayınlan, 199T, s. 319. (Bundan sonra Taner Timur, O sm anlı Türk diye zikredilecektir)
Berna M oran, "B ir H uzursuzluğun Romanı: H u zur", Türk Ronmıııııa Eleştirel Bir Bakış, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1983, s. 243.
26 A. H. Tanpınar, "P aris Tesadüfleri IV: Tiyatrolar ve K ahveler", Yaşnılığmı Gibi, 274.
27 Tanpmar, "N a y ıı'a ", 51.
Muhafazakâr M odernliğin Estecik Düzlemi • 6 07
başıma gezerken duydum ' demektedir. Bunu gören Tanpmar, düşürsel ve bir o
kadar da sanatçı kimliğini oluşturacak süreci başlatır. Bu süreç, yukarıda belirti
len aşamalardan geçerek gelişmektedir. O aşam alar arasında Dergâh dergisi var
dır. Tanpınar, bu dergiye olan borcunu her fırsatta açıklamaktadır.
Dergâh dergisi 1921 yılında yayın hayatına girer. Anadolu'daki savaş sür
mektedir. Yeni bir toplumsal oluşumun eşiğinde bulunulmaktadır. Bir kaç yıl
içinde başlayacak değişim ler henüz söz konusu değildir. Döneme egemen olan
düşünce yıkılışa doğru gidişin nasıl durdurulacağıdır. Bu düşüncenin ve açılım
larının neler olduğunu, tek bir insanda nasıl tezahür ettiğini Tanpınar, yukarıda
betimliyordu. Arayış, 'vatanın kurtarılması' idi. Bunun ötesi henüz söz konusu
değildi ve toplumsal zihin Cum huriyet rejiminin getireceği radikal dönüşüm
den çok uzak bir noktada, hâlâ Tanzimat'la birlikte başlayan 'inkıraz' meselesiy
le meşguldür. O kadar ki, bir süre sonra Yahya Kemal, yeni bir dönemin başla
makta olduğunu sezdiği ve açıkladığı yazısında yakın dönemin 'Üç Tepe'de ku
rulduğunu söylemek tedir.28 Dönem, yaşanan gerçeği somutlaştırm ak ve biçim
lendirmek çabasında olduğundan, mevcut durumu tanımlamak için Bergson
felsefesine adeta bir kurtarıcı gibi tutunur herkes.
Nazım İrem, Dergâh Dergisinin 1921 yılında yayın hayatına girmesi ile Berg-
sonculuk felsefesi spekülatif bir girişim olmaktan çıkarak, günün siyasal ve kül
türel sorunları ile doğrudan karşılaşmaya başlamıştır' demektedir.29 Bu karşılaş
ma, daha sonra üzerinde özellikle Tanpmar tarafından durulacak bazı sorunla
ra 'yeni' bir açıklam a önerisi sunmaktır. Bu anlamda Bergsonculuğun iki önem
li işlevi söz konusudur. Öncelikle, Kurtuluş Savaşı'nı başlatan 'atılım ' kavramı
açıklanmak istenir. Bu, sonra da sıkhkla başvurulacak bir terimi Bergson'dan
ödünç alarak gerçekleştirilir. Başlatılan şey 'elan vitaî'in somutlaşmasıdır. Orta
da bir yaratıcı atılım bulunmaktadır. 'Yaratıcı evrim' işlemektedir. Bir toplum
kendisini 'kurtaracak' atılımı ortaya koymuştur. Bununla birlikte, Bergsonculu
ğun daha da önemli bir arayışı vardır.
Bergsonculuk, Türkiye'de bir düşünce hareketi olarak başlamıştır. Bununla
birhkte geniş ölçüde edebiyatçıların egemen olduğu bir kesim de etkili olmuştur.
Edebiyatçılar, o tarihte 'siyasal entelleklüeUzm' denilecek bir sürecin ve oluşumun
da içindedirler. Yahya Kemal, 1912 yıhnda, Paris'ten döndükten hemen sonra
orada milliyetçilik konusunda, Albert Sorel'den öğrendiklerini çevresine yay
maya başlamıştır. Bu amacını daha ziyade Edebiyat Fakültesi'ndeki hocalığını
ve yanındaki gençleri 'kullanarak' gerçekleştirmektedir. Yahya Kemal, bu an-
Yahyn Kemnl Deyatlı, "Ü ç T epe", Eğil Dağlar, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1981, 283-288.
N azım İrem, M uhafazakâr M odernlik, "D iğer Batı ve T ürkiye'd e Bergsonluk", Toplum ve Bilim,
82, G üz 1 9 9 9 ,1 4 1 -17 8 (Bundan sonra, îrem, "M u hafazakâr", diye zikredilecektir).
608 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
lamda tarih, din, millet, vatan gibi kavramlar üstünde durmaktadır. Bununla
birlikte, görüşlerinin somutlaşması Ziya Gökalp'le karşılaşm asından sonradır
1910'lu yıllarda Ziya Gbkalp, temel görüşlerinin önem li bir bölümünü ta
nımlayacak bir aşamaya gelmiştir. Siyasal etkinliğini kurmuştur. İttihat ve Te
rakki'nin ve dönemin milliyetçi fikirlerinin oluşumunda asıl rrterkez olan Türk
Ocakları'nın ideologu konumundadır. Daha ziyade Durkheim ’dan hareket ede
rek geliştirdiği görüşlerinde ciddi bir korporatizmi ve onunla içiçe geçmiş bir so
lidarizmi savunmaktadır.30 Abdullah Cevdet'le birlikte başlamış olan sert poziti
vizm, Gökalp'te yeni bir evreye taşınmıştır. 1920'lerin ortasına kadar sürekli ola
rak geliştireceği fikirlerinde Gökalp, bilimselci bir yönelimi, kültürcü bir anlayış
la büt-ünleştirme çabası içindedir.^ı 'Cemiyet'in fert karşısındaki önemini, ferdin
kimliğini cem iyet içinde eritme düşüncesini savunmaktadır. Bu cemiyetçilik, da
ha o tarihlerde yüzyıla yaklaşan bir Batılılaşma geleneğinin üstüne oturmak du
rumundadır. Gökalp, özellikle daha sonra. Batıya yönelmenin ana nedeni olan
kalkınmacı, dolayısıyla da teknolojisi bir arayışın dışında kalınamayacağını fark
etmiştir. Yanısıra, Batıcılığın yarattığı kopuşların da aynmmdadır. Bütün çabası
nı bu ikilemi kabul edilebilir ve uygulanabilir bir gerekçeye ve 'rasyonele' bağla
maya yöneltir. Kültürcülük bu noktada devreye girer. Gökalp, Batının tekniğim
almayı fakat onu yerli bir harsla işlemeyi öngörmektedir. Bu yanıyla modernite-
nin evrenselciliğine karşı olmasa da ciddi bir seçenek çıkardığı düşüncesindedir.
Cemiyetçilik ise 'yıkılm ış' ya da 'yaralanmış' benliği onaracak bir 'ulus bilinci'nin
kaynağıdır. Kaldı ki, cemiyetçilik, aslında devlet merkezli bir modernite projesi
nin de kristalizasyon aşamasıdır. Bu niteliğiyle modernilenin teknolojist kökenli
hareketi kendi varlık nedenine kavuşabilecek, meşruiyetini kazanacaktır.
Bu bağlam, radikal yırtılmaları ve kopmaları öngörür. Henüz o aşamada bu
lunulmamaktadır. Buııa rağmen, Gökalp, güçlü bir kavrayışla, yakın dönemin
yükünden kurtulm ak çabasındadır. O itilişle, biraz da zorlama bir biçimde, O r
ta Asya kökenine yönelir. Fakat, o noktada çok samimi değildir. Çünkü, yakın
çevresini geçm işe bağlı olmakla suçlamaktadır. Gelecek arayışı onu, yeterince
ifade etm ese bile ve Orta Asya göndermelerine karşın Batıya bağlamıştır. Gele
cek de bu anlamda Batıdır, Kendi yakın çevresinde ayrı bir önem verdiği belli
olan Yahya Kem al'i, o tarihlerde yayınladığı şiirlerinden ötürü eleştirmektedir.32
Bu konuda yapılm ış en kapsam lı çalışm a olarak bkz., Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türki
ye'de Korpomtiznı, İstanbul: İletişim Yayınlan, 1989.
G ökalp'in düşüncelerinin bu bağlam daki m uhtasar bir yorum u için bkz., N iyazi Berkes, Trans-
lator's Introduction, Ziya G ökalp, Tıırkislı Nntioımlisın and Wcsterıı Civilizatioıı, translated and edi-
(ed vvith an ıntroduction by Niyazi Berkes, Estport, Connecticut: Greenvvood Press, 1959; 22-30.
Haşan Bülent K ahram an, "T h e tw o nationalism in Turkey: Yahya Kem al versus Ziya G ökalp,
Bergson versus D u rkheim ", Yayınlaıınıanıış Konferans Tebliği, M E S A 1999, (Bundan sonra, 'K ahra
man, Tvvo nationalism ' diye zikredilecektir).
Muhafazakâr M odernliğin E stetik Dü7.Ien>i ♦ 6 09
Yahya Kemal ise o sıralarda ulus bilincinden çok ulusal kinnlik arayışı içinde-
dir.33 Bunun ancak geçm işe bakarak bulunabileceğini düşünmekledir. Geçmiş
ise sınırları belli bir oluşumdur. Zaman olarak 1071 yıh, mekân olarak da Ana
dolu'dur. Gerçi bir dönem Antik Yunan'dan yararlanm anın olanaklarını araştır
mıştır fakat sonunda bu senteze ulaşmıştır. O anlamda, Türklük, coğrafyayla ve
bir 'zevk’le ilgili bir husustur. Bir başka deyişle, yukarıda da belirtildiği üzere,
bir estetik meseledir. Dalıa da daraltmak gerekirse bir dil sorunudur. Eğer bize
benliğim izi duyuracak bir dile ulaşılabilirse onun içerdiği gerçeklik tarih ve mil
let şuurunu da getirecektir. Bu, dini de içeren bir a h m l a m a d ı r . 3 4 Müslümanlık,
daha sonra Tanpınaı^da da görüleceği üzere, bütünüyle estetik bir kategoridir.
Toplumsal kim liğin bir parçası oluşu estetik bir gerçekliğin içinden geçerek an
laşılabilir. Örneğin mimari bu gelişmenin bir parçasıdır.
Tanpınar'm daha sonra 'zevk' kavramıyla açıkladığı bu 'estetizasyon', Yah
ya Kem al'i som ut ve soyut düzeylerde bir arayışa iter. Öncelikle, Yahya Kemal,
bütün bu oluşum ların kaynağı olarak Nedim dönemini. Lâle Devrini görmekte
dir. O nedenle devrin dilini kullanarak 'yeni' gazeller yazmaktadır. İkincisi, Tan-
pınar'ı da sonuna kadar etkileyecek olan müziği, m imariyle birlikte ikinci bir
'gerçeklik' düzlemi olarak tanıyacaktır. Ulusal benliği ve kimliği tanımlama ev
resinde ise cemiyet düşüncesine ve evrenselci teknolojist bir modernizasyon ian-
layışına mesafeli davranmaktadır. O noktada da. Ziya Gökalp'in 'H arâbîsin ha
rabatı değilsin/Gözün mâzîdedir atî değilsin' kınamasına karşılık 'ne harâbî ne
harâbâtîyim/kökü m âzîde olan atîyim' karşılığını v e r e r e k ,^ ^ Tanzimat'ta başla
yan ve bütün bir cum huriyet boyunca devam eden büyük çatışma paradigması
nı oluşturur. Bu, Taner Timur'un 'muhafazakâr devrimcilik',^^ Nazım İrem 'in 'mu
hafazakâr modernlik' diye kavramlaştırdığı eşiktir
Dergâh dergisi bu sorunlu, dar ve zor zam anlann ardından, yaşanan gerili
me ve mevzi yitim ine karşı bir cephe hareketi olarak gelişir. Edebiyatçıların,
mahcub özgürlük arayışlannm bu gelişmenin içerdiği 'a n a n e c i l i k '3 7 ve daha
33 Yahya K em al'in o dönem de geliştirdiği ve sonuna kadar koruduğu görüşlerinin genel b ir sunu
m u olan şu yazısına bakılabilir: Yahya K em al Beyath, "Yahya Kem al B ey'in K on feransı", Mektup
lar, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cem iyeti, 1990; 257-261.
34 Yahya K em al'in bu görüşlerinin erken v e kurucu Türk m odernizm ası bağlam ındaki tartışm ası
için bkz., Haşan Bülent K ahram an, Yahya Kcmni.
35 Yahya Kem al, "Z iy a G ö k a lp ", Sıj/<JSÎ' ve Edebî Portreler, İstanbul; İstanbul Fetih C em iyeti, 16.
36 Taner Timur, Osmanh-Türk, 316.
37 A nanecilik, İsm ail H akkı Baltacıoğlu'nun geliştirdiği b ir kavram dır. K onuyu kendi bağlam ı için
de, Nazım İrem zikredilen m akalede ele almaktadır. Bununla birlikte B altacıoğlu'nun görüşleri
özellikle şu kaynaklarda izlenebilir. İsmail H akkı Baltacıoğlu, "M illî A nan e", Yeni Adam, no. 366,
1 O cak 1942; "A nanecilik ve M uhafazakarlık", Yeni Adam, no. 370, 29 Ocak 1942. Ayrıca daha ge
nel bir yaklaşım ı için şu kaynaktan yararlanılabilir. İsmail H akkı Baltacıoğlu, Türke Doğru, A nka
ra: Yayınlan. 3. Baskı, 1994; ilk baskısı 1942.
610 • Tıuıpınnr Üzerine Y;ızıliir
sonra ortaya çıkan 'şahsiyetçilik'^** üstündeki etkisi ayrı bir incelemeyi gerektir
mektedir. Fakat dönemin kanavası belli olmuştur. Cem iyete karşı savunulan fer
diyetçilik aslında radikal gelecekçiliğe karşı geçmişi, kıyasıya ve koşulsuz olarak
savunma olmasa bile gelecekçiliği geçmiş bilinciyle bir senteze oturtma çabası
dır: "Tarihsel kökleri ile Tanzimat hareketine bağh Osmanlı reformizminin başa-
rılamamış hedefi olarak görülen eski ile yeninin uzlaştırılması hedefi yerine, ya
ratıcı bir hamle içinde ulusal bir kimliğin yaratılması amacı. Dergâh çevresi da
hilindeki Bergsoncu-m ulıafazakârlann bağlandıkları yeni bir kültür ve değişim
görüşünü de şekillendirm eye başlamıştır.
Bu arayış, gene İrem 'e göre, bu çevrede, Bergsoncu 'ruh' kavramının ortak
yaşama duygusunun bir ifadesi olarak kullanılmasına yol açmıştır. Çevre, bu
kavram aracılığıyla, Gökalp'in hars kavramına nazaran 'daha soyut bir bütün
leştirme ilkesinin' oluşturulacağını düşünmektedir. Böylece, inanılan odur ki,
Tanzimat'tan beri yaşanan ve Cumhuriyet döneminin de devralacağı kültürel
ikilik sona erecektir.'*^ Oysa bu ikilik tüm şiddetiyle devam etmiştir.
Cum huriyet döneminin edebiyatçı entelektüelleri de asıl işlevlerini bu ikilik
üstünde durm ak ve onu ortadan kaldıracak yolları bulmakla tanımlamışlardır.
Kemal Tahir'den Attilâ İlhan'a,'” oradan Oğuz A tay'a kadar romancılar, İdris
Küçükömer'den Doğan Avcıoğlu'na kadar akademisyen, aydın ve polemisistler
sürekli olarak bu konu üstünde durmuşlardır. Tanpınar ise gerçeğini bu döne
meçten başlayarak ve ikili bir düzlem oluşturarak tanımlar.
3** Knvrnm, A hm et Ağnoğlu tnrnfındnn geliştirilm iştir. Tartışm ası, İrem 'in zikredilen m akalesinde
m evcuttur. Bununla birlikte, özellikle şu kaynağa gidilm elidir: Ahm et A ğaoğlu, Devlet ve i'erl, İs
tanbul: Sanayii N efise M atbaası, 1933. A ğaoğlu konusunda ayrıca şu kaynaklara başvurulabilir:
Ayşe Kadıoğlu, "Laiklik ve Türkiye'd e Liberalizm in K ökenleri", Cııjıthııriıjel İrndeai Demokrasi
Mjılınkeıııcsi, İstanbul: M etis Yayınları, 1999; 73-98. Sim ten Coşar, "A hm et A ğaoğlu: Türk Libera
lizm inin A çnm zl.ınna Bir G iriş", Tophıvı ve Bilim, no. 74, C üz 1997; 155-175.
Nazım İrem , "M u hafazakâr", 162.
'>0 lb id .,1 6 2 .
'fi Bu konudaki en polem isist yaklaşım lardan birisi Attilâ Ilhan'ındır. Bu görüşlerinin kültürcülük
düzeyindeki en kapsam lı serim i için bkz. A ttilâ İlhan, Hangi Bntı, Ankara: Bilgi Yaynievi, 3. Bas
kı, 1982. İlhan'ın Batı konusundaki siyasal görüşlerinin bir örneği olarak da Attilâ İlhan, Bntı'mıı
Deli Gömleği, İstanbul: Karacan Yayınlan, 1981.
Muhufazakâr M odernliğin Estetik Düzleuıi » 611
lişkisini çözm e olanağım ona sunar. Batının 'em peryalizm ine' karşı savaşmış
Kemalizmin uygarlık ve kültür düzeyinde onu benim sem esi ile doğan çelişki,
özellikle Gökalp'ten başlayarak değinilen evrenselci-yerel ’dualite sentezi'yle
aşılmak istenmiştir.
Ne var ki, bu sürecin 1901 doğumlu bir kişi için kolay hazmedilmediğini
söylemek gerekir. Bir kaynak, Tanpınar'ın kendisini eski devrin adamı olarak ta
nımladığım ifade eİTiıektedir.'*2 Aynı kaynakta, Tanpınar'ın 'hilâfetin kaldırıldığı
gece uyuyam adığını' söylediği de zikredilmektedir. Kaldı ki, dönemin 'prestijli' ,
isim lerinden Yahya Kemal, alfabe değişikliği söz konusu olduğunda rejimle çe
lişkiye ve öylelikle de gözden d ü ş m ü ş tü r .'i^ Bununla birlikte, önerilen kültürel
çözüm, dönemin m uhafazakârlarından çok Kemalizme yaramıştır. Kemalizm,
bir yandan belli bir radikalizmin öte yandan da belli bir monizmin etkisi altın
da gelişmeye başlamıştır. Süreç, aynı zamanda ve daha çok da, Kemalizmin, ev-
renselci bir anlayış karşısında daha yerel ve tekil bir kültürel ifade tarzı olarak
tanımlanmasına olanak sağlamaktadır. Son örneğini Attilâ İlhan'ın meydana ge
tirdiği bu yaklaşımın başlangıç noktasını özellikle Baltacıoğlu'nun çabalan oluş
turur.
Bu, 'm uhafazakâr inkılapçıların' ortaya çıkmasına olanak veren kültürel ik
limdir. Örneğin, Peyami Safa kendisini açıkça bu sıfatla, 'm uhafazakâı' diye ta-
nımlamaktadır.'*'* Fakat aynı anlayış Tanpınar için de ve hayatının son günlerine
kadar geçerlidir. Hatıra Defteri'nin 'son satırlan'nda siyasal konumunu tanım
larken bu çelişkinin altını çizmektedir. 1962 yılında Tanpınar, giderek ayrışan ve
gerek solidarist gerekse korporatist Kemalizmin sınırlarını zorlayan bir ortam
da, 'sağ' ve 'sol' siyasetin gündeme girişiyle birlikle çelişkili durum unu açıkla
maya çalışmaktadır. Gerçi aydınlar çevresini yapıtını yeterli dikkatle okuma-
makla suçlam aktadır fakat sağda da solda da olmadığını söylerken geliştirdiği
açıklama birkaç nedenden ötürü önemlidir: "Sağcılara göre ben angajmanlarım
-Huzur ve Beş Şehir- hilâfında sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre
ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden balısettiğim için ırkçıların
değilse bile sağcıların s a f ı n d a y ı m . "45
'*2 Nuri İyem , "D oğu K ültürüyle Yetişm işti", Kilap-lık, no. 40, M art-N isan 2000, iii.
'•3 Bu husus genellikle gözlerden knçırıhr ve Yahyn Kem al'in o sıralarda görevli bulunduğu büyü
kelçiliği bakanlığa haber verm eden terk erm esi yeterince açıklanm az. O ysa, cisıl neden şudur. Ya
pılan alfabe değişikliğine Yahya K em al karşıdır. Değişikliğin herşeye rağm en yapılm asıyla ürk
müştür. Ayrıca, Yahya K em al'le M ustafa Kem al arasında tarih konusunda da ciddi bir görüş ay
rılığı ortaya çıkm ıştır. K onunun nisbeten ayrıntılı olarak işlendiği bir kaynak olarak bkz., Serm et
Sam i U ysal, Yahya Keııınl Beyath, İstanbul: Yahya K em al Sevenler Derneği, 1998, s. 214-225.
Nazım İrem, "K em alist M odernizm ve Türk G elenekçi-M uhafazakârlığınıh K ök enleri", Toplum
ve Bilim, N o. 74, G üz 1997, 66.
-ıs A. H . Tanpınar, "H atıra D efteri", 21.
612 • T anp ınn r Ü zerine Yazılar
Bu açılım bir tür 'giriş'tir. Tanpınar, belki de bir kaç kuşağın 'dram ını' dile
getirmektedir. Tıpkı Peyami Safa ya da Baltacıoğlu veya Ağaoğlu gibi, paradig-
matik bir kültürcülüğü, oldukça tekçil bir zihniyetle biçimlendirmektedir. Sa
fa'nın, 'm uhafazakâr inkılapçı'hğını ondan çok yıllar sonra neredeyse aynen dile
getirmektedir: "İnkılapların taraftarıyım ve... geriye dönmek, bir adım bile, iste
mem. Feda edemeyeceğim birtakım şeyler var: Sağlara karşı hiç olmazsa inkılap
ların bugünkü statüsü. Sollara karşı Türk milletinin istiklâli ve tarihi hakkı."'*^
Tanpınaı'm, burada, 'sollara karşı' neyi savunduğu belirsizdir. Belli ki, bir
önbilinç ve koşullanm a içinden bakmaktadır soruna. Fakat, aslında karşı çıktığı
hiç kuşkusuz, 'enternasyonalizm ', yani evrenselciliktir. Ona karşı belli bir 'm il
lî', yani kültürcü yerliliği yükseltmektedir. Solculuğun, 'm illiyetçi' olamayacağı
nı varsayarak düşünmektedir. Nitekim, bir satır sonra söyledikleri, bu 'm uhafa
zakâr inkılapçı' bilincin nerede büküldüğünü ortaya koyuyor: "İnkılapçılardan
ayrılıklarım: Allah'a inanıyorum. Fakat tam müslüman mıyım bilmem. Fakat
anamın, babam ın dininde ölmek isterim ve milletimin müslüman olduğunu
unutmuyorum ve müslüman kalmasını istiyorum.'"*7
Bu açılım da en az bir önceki kadar dramatiktir. 'Yoğun' yazma alışkanlığı
na sahip bir kalemin dışa vurduğu ve cumhuriyet radikalizmine karşı belli bir
kuşağın sahiplenip yükselttiği itirazı göstermektedir. Görüldüğü üzere, Tanpı-
nar, sorunun aslında laiklikten kaynaklandığını işaret etmektedir. Fakat bu, si
yasal düzeyde gelişen bir laiklik tartışması değildir. Ona, Tahpınaı'ın getireceği
ya da getirdiği bir itiraz yoktur. Sorun, bir kültür sorunudur ve geçişlerden, da
ha sonra değinilecek olan 'süreklilikten' söz edilmektedir. Yahya Kemal'den
devralınmış bir 'kültürel m üslüm anlık', o anlamıyla da eğer denebilirse bir 'or-
ganizmacı m üslüm anlık' anlayışıdır söz konusu edilen. Bu yanıyla, Kemaliz-
min, Baltacıoğlu tarafından geliştirilen 'kültürel özgüllük' anlayışı bile örtülü
olarak eleştirilmektedir. Çünkü, Kemalizm, ortak bir bağ oluşturacağı varsayı
lan M üslümanlığı bir 'kollektif bilinç' olanağı olmaktan çıkarmıştır. Burada kay
bedilmesi eleştirilen M üslümanlık normatif bir dinsel kurum değildir. Bütünüy
le değer taşıyıcı bir sosyolojik realitedir. O nedenle de tamamen estetik bir kate
gori olarak görülmektedir. Buna mukabil, 'inkılapçılık' anlayışını, üstelik de sol
larla birlikte somutlaştırdığı bir tek nokta vardır: "İm kân bulsam , yaşım müsait
olsa ve bir organ sahibi olsam müdafaa edeceğim tek fikir: Kalkınma ve plan."^»
Tanpınar, bunu, gerçekten de 'sollarla' ortak çizgisini vurgulamak için kay
detmektedir. Fakat, öte yandan da bütün bir cumhuriyet epistemolojisinin, Tan-
Ibici.,22.
•17 Ib id .,2 2 .
•'« İbid.
Muhafazakâr M odernliğin E sietik Düzlemi • 613
zim at'tan devralınan. Ziya Gökalp eliyle somutlaştırılan Batıcı çizgisinin sınırla
rını tayin etmek çabasındadır, Bununla birlikte kültür düzeyinde de Batı söz ko
nusu olduğunda kuşağının son sözlerini söyleyerek, garip çelişkisini dikkate ge
tirir: "Kendi kendimle aşikâr şekilde t e z a t t a y ı m ."4 9 Tanpınar, tezattadır, çünkü,
itiraf etmektedir; "G arplıyım ." Garplılığının sınırları ise trajiktir ve onun bilin
cindedir: "H ırisliyanlığın daha zengin miraslarla ve daha derinden işlendiğine
eminim... Süleym aniye'den başka garpla ölçülecek bir iki musiki eserinden baş
ka bir şey lanımıyorum."50
49 ]b id .
50 Ibid.
51 Tanpınar, "N.nyır'a", 48.
52 Ibid., 50.
614 • Tiinpııınr Üzeı'ine Yüzılar
S’’’ İbid.
5'* A. H. Tnnpınar, M<ıhur Besle, İstnnbul; Dergâh Yayınları, 4. Bnskı, 1998, 103. Buııdnn sonra 'M B'
diye anılacak ve sayfa num aralan im lerle birlikle m elinde verilecektir.
55 Yaşar N abi'ye yazdığı m ektubunda kendi kuşağının 'yetim lik hissi' içinde büyüdüğünü söyledi
ğini hatırlayalım .
M uhafazakâr M odernliğin Estetik Düzlemi • 615
diği Huztır'un. son satırlarında bir gerçeği vurgular: Şarkla garp birleşemez:
"Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. H atla bunda yeni
bir fikir bulduğum uzu bile sandık. Halbuki tecrijbe daima yapılmış, daim a iki
çehreli insanlar verm işti " (H/368).
Herşey, Tanpınaı'a göre bu unutuşla birlikte başlayacaktır. Çünkij, büsbütün
ortaya çıkacak boşluk doldurulmayı bekleyecektir. O aşamada 'hayat tecrübesi'
devreye girecektir. Bu, Tanpmar'da realitenin belki yeterince açık olmayan fakat
asla kopamadığı bir açıklaması ve kaynağıdır. Bu kavramı zaman zaman önce
sokak, sonra da halk kavramıyla birleştirir. Örneğin M B'de 'nizam lara şekil ve
ren hayattn^ dedikten sonra îsen hiç sokağa çıkmamış gibi konuşuyorsun. O ka
labalık, o dev yok mu? Eline geçirdiği bir meyvayı iştahla ısıran odur. Hayatın
meddi, ceziri onun elindedir.' diyerek iki kavramı birleştirerek tanım lar (MB/
112). Daha sonra. Huzur'dtı aynı şeyi deneyecektir ve bu defa daha açıktır; "H alk
hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kaynağıdır." (H/253) Üstelik, Tan-
pınar burada, halkla hayatı açıkça birleştirmektedir ve 'hayatı seven halkı seveı^
diye de vurgulamaktadır.
Bu çerçeve Tanpınaı'ın geliştireceği ve herşeye çare olarak göstereceği este
tik düşüncesinin başlangıç noktasıdır. Çüııkü, halk ve hayat, 'yapm ak'la ilgili
dir. Bir değişiklik yaşanm aktadır fakat o, da değiştirilmek zorundadır. O nokta
da, Tanpınar yeniden som utlaşır ve 'klasik' çeHşkinin bir aşamasına yönelir: "Bir
taraftan iyi kötü bir tekniği almaya, onun adam ı olmaya çalışıyoruz. Onun zihni
yetini benim serken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. M uaşeret şeklimizi
değiştiriyoruz. Diğer taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutm ayalım !" (H/250). Tan-
pınar, daha önce 'öldü' dediklerini burada unutmak istem ediklerim iz olarak be
lirtmektedir. Fakat, gene de gerçeğin üstündedir; "Bugünkü realitelerimizde bu
eskinin yeri nedir? Bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş..." (H/250). Niha
yet, gerçeği kabullenir ve "Belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! Fakat ya
pıcı olarak ne kıymeti olabilir!" (H/250). Ama, Tanpınar elbette teslim olmaya
caktır.
Bu amaçla, Tanpınar, 'm edeniyetler çatışmasına' döner ve bu çahşmanın or
tadan kaldırılm asındaki öneme işaret eder. Bu konuda iki yol gösterir: "Evvelâ
inşam birleştirm ek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat ay
nı hayaün ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir
medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar, ikisinin arasında bir kaynaşma
lazım. Sonra m azi ile alâkamızı yeni baştan kurmamız lâzım " (H/251). Tanpı-
nar, bunlardan ilkinin kolay fakat İkincisinin güç olduğunu belirtmektedir. Bi
rincisi kolaydır çünkü "hayatın maddi şartlarını az çok değiştirm ekle" elde edi
lebilir; fakat İkincisi güçtür, "ancak nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir" (H/
251).
616 • T ın ıpın ar Ü zerine Yazılar
yü bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimizden bana miras kalmış bir müs-
lümanhk. Bu müsUimanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kay-
sısımn, Hacıbekir lokumunun. Itri bestesinin, Kandilli yazmasının, Bursa dokumasının
■hisseleri vardır. Bu ınüslümanlığm çehresi, otuz, kırk senede bütün etrafıyla beraber de
ğişir; ramazan sofrası, cami sebili, Fatih kahveleri, Küçükpazar çarşısı, Divanyolu... Bu
müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır. Fakat onların arkasın
da, manalarını yapan bütün bir hayat vardır, halk vardır. Asıl sihrim o yapar. O ne med
reseden, ne tekkeden, ne şeyhülislam kapısından, ne kazasker konağından gelir; halkın
Imyatından doğmuştur. Onun içindir ki o hayatın emrindedir; ruhaniyeti onunla bera
ber yürür. İçine Firenk icadı bile girer, fakat manzarası bizimle kalır" (MB/109).
Tanpınar, bu estetik müslümanhğı 'hayatı ve realiteyi' kuşattığı ve kollektif
şuuru yaratan organik unsur olarak gördüğü için benimser. Buradan hareketle,
hayatın estetizasyonunun olanaklarını araştırmaya başlar. Bunu, 'güzellik', 'iç
insan', 'zam an' kavramları çevresinde kalarak yapmaya çalışır. Onlarla uğraşır
ken bir kaç dayanak noktası vardır ve Tanpınar tümünü saklar. Kültür, uygarlık,
milliyetçilik konularında Yahya Kemal imzalı bir Barres-Maurras ç i z g i s i , 57 za
man konusunda, hatta hayat ve 'iş' konusunda Bergson izleği sürdürür. Başlan
gıçta eleştirdiği Tanzimat m etodolojisiyle uğraşmayı b ı r a k ı r .5 8 Bütün çabasını
'hayat realitesi' içinden çıkarmaya çalışır. O aşamada bir tek şeye yoğunlaşır
Tanpmar, 'm uhafaza' etmeye çalıştığı şeyleri gündeme getirirken de, bir 'ortak
m edeniyet' projesi sunarken de ilk yapılması gereken şeyin 'kültürün bilinçal-
tı'nı saptamak olduğunu bilir. M üzik konusundaki duyarlılığı, mim ari çözümle
meleri, kent tutkusu bütünüyle bu amaca dönüktür Tanpmar, onca sayfa yazar
ve yukarıda değinilen kültürel üretim öğelerinin üstünde düşünürken aslında
bir uygarlığın ve onu 'nefsinde' somutlaştırmış insanın bilinçaltını ortaya çıkarmaya ça-
Bu konuya ileride de dokunulacakhr. Bu tartışm ayı daha geniş olarak, "T h e tw o nalionalism in
Turkey" başhkh m akalem de yapn^ıştım. Yayınlanm ış Ç ahşm alar içinde bu araştırm ayı yapan ve
bu köken ilişkisini kuran tek m etin, Taner Tim uı'un, çalışm asıdır. Taner Tim ur Osınnıılı-Türk, 312-
313.
58 Tanpınar, Tanzim at konusunda daim a açık ve m uhalif bir yaklaşım içindedir. Bir tarihsel gerçek
lik olarak onu yadsım asının olanaksızlığını bilir. Fakat onu eleştirm ekten d e kaçınm az. Ö zellik
le Kem al Tahir ve A ttila İlhan gibi yazarlarda da görülen bir lav ııla T anzim at'a yanlış ve eksik
bir Batılılaşm ayı başlattığı, kültür kopuşm asını getirdiği için karşı çıkar. 'D evam v e bütünlük fik
ri'ni ortadan kaldırdığı için onu şiddetle eleştirir (YG, 27). Ayrıca, Tanpınar'a göre Tanzim at 'es
kinin yanında yeniyi devam ettirm e'm iştir ve bu nedenle 'm em leketin hayatı birdenbire bir m üs
tem leke şehrinin garip m anzarasını' alm ıştır (YG, 32). Bütün bunlardan sonra o çok iyi suçlam a
yı yapm adan duram az: "Bau delaire'in öldüğü günlerde bizim Tanzim atçılar, Şinasi, N am ık K e
m al, Ziya Paşa P aris'te idiler. Fakat hiçbiri ondan bahsetm ez. Zaten Tanzim at neden bahseder
ki?" (YG. 255). Sonunda da çok 'radikal' bir öneride bulunur; "A h N am ık Kem al, ne olurdu bi
ze herşeyden evvel b ir 'seviye m eselesi' olan hürriyet kelim esi yerine, o kadar âşıkı olduğun m e
deniyetin 'birikm e' olduğunu ve gerçek ilerlemenin 'mevcudu iDuhafnza etmek' gibi bir esas şartı bu
lunduğunu öğretseydin" (YG, 278; vurgular eklenm iştir).
6 1 8 • 'l'rtn p ın ıır Ü z e rin e Yiizılıif
A.H. Tanpınar, "A dalet C im coz'a M ektup ", Mektuplar, Ankara; K ültür Bakanlığı Yayınları; 206.
A .H . Tanpınar, "K ü ltü r ve Sanat YoUarmda G österdiğim iz D evam sızlık", Ynşncitğım Gibi, İstan
bul: Dergâh Yayınları, 22.
62 0 • Tunpmvır Ü :e rin e Yazılıır
nu aynı zamanda bir ikilik olarak nitelendirmektedir: "Bu ikilik evvelâ umumi
hayatta başlamış, sonra cemiyetimizi zihniyet itibariyle ikiye ayırmış, nihayet
ameliyesini derinleştirerek ve değiştirerek ferd olarak da içimize yerleştirmiş-
tir."64
Tanpmaı^ın tüm bu sorunlar üstünde düşünmesi ve zaman kavramına gel
mesi bir yargısından sonradır. Tanpınar, bu 'fasit daire'den çıkış olarak 'devam'
kavramına başvurur. Bu, öncelikle 'hayatımız' üstünde düşünmeye bağlıdır:
"Bu meseleleri fikir hayatımızın zaruri yol uğrakları gibi değil, temeli olarak
kabul ettiğimiz zaman tarihin ve hususi coğrafyamızın bize yüklediği büyük ro
le erişeceğiz. O zam an 'devam 'ın zinciri içimizde bağlanacak ve biz muasır dün
yada, birleştirici çehremizle ve bu çehreyi teşkil eden hayat çerçevesi ile kendi
mize lâyık yeri alacağız. Birbirini anlamayan iki âlemin ortasında, bir düğüm
noktasında yaşamış olmanın bize yüklettiği zahmetler, o zaman gerçek ve ön
safta hayatın nim etleriyle ö d e n e c e k t i r " .
Görüldüğü gibi, Tanpınar, ana çabasını ve kaygısını bu birleşmeyi sağlam a
ya yöneltmiştir. Yeniden başlamak, hep yeniden başlamak zorunda kalan bir
kimliğin, kopuşlardan eklemlenmeye geçişi olarak görülmelidir. Bu, bireysel
olanla toplumsal olanın çakışma ve üst üste binme noktasıdır. Nitekim, Beş Şe-
hir'in bu anlama gelen satırlarla bitmesi son derecede manidardır; "En büyük
meselemiz budur; mâzi ile nerede ve nnsı! bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik
buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir 'olm ak veya olma
mak' davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha
yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.”^^
Tanpınar, burada, 'sadece aramak kâfidir' derken, bunu, 'bu kadarı bile bizi
bir sonuca götürür” anlamında söylememektedir. Çünkü, daha önce çizdiği çer
çeve bu sorunun aşılamadığının bir kanıtı gibidir. Hele, 'durumum uzu' Hamlet
gibi bir bitirilm em iş meseleyle özdeşleştirmesi büsbütün açıklayıcıdır. Bu, yuka
rıda değinilen, 'yeniden başlam ak', 'medeniyet değiştirmesi' kavramlarının ke
sişme noktasıdır. Tanpınar, bu olguları, 'm aziyle hali buluşturm ak' gibi bir for
mülle aşmaya çalışmaktadır.
Ahm et Hamdi Tanpınar, bu çabasıyla başka bir kimlik kazanır. Öncelikle,
geçmiş kültür birikimini anlamak gerektiğini düşündüğünden, çabasını o kültü
rü okumak ve tanımak üstünde yoğunlaştırır. Bütün düşünsel eylemini, özellik
le 19. yüzyıl, yani kopuşun kesinleştiği dönemi eksen alarak, geçmişi yorumla
maya yöneltir. Bu anlamda Tanpınar, daha çok müzikle ilgilenir ve uğraşır. De-
^ A.H, Tanpınar, "M ed eniyet Değiştirm esi ve tç în san ", Yaşadığım Cihi, 24.
A .H. Tanpınar, "A sıl Kaynalc", Yaşadığım Gibi, 35.
A.H. Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul; M illi Eğitim Basım evi, 1969; 259. Vurgular benimdir.
M uhafazakâr M odernliğin E stetik Düzlemi « 621
de Efendi, bir doruk olarak gördüğü için, okunraasına ayrı bir önem verdiği
isimdir. Onun m üziğini sözel bir düzlemde çözümlemeye çalışır. O müziğin din
leyende uyandırdığı duygulanım ı ve duyguları adlandırmaya, somutlaştırmaya
girişir. Böylelikle hem iç insanı yakalayacak hem de ortak bir payda yakalaya
rak bağlanm a noktasını bulacaktır. Tanpınar, bu uğraşısıyla tercüme adam olm a
yı aşarak tercüme eden adam kimliği edinmeye çalışmaktadır. Bunu elbette edebi
yatçı yanıyla yapmaktadır. Bütün bir kültürü anlaşmanın aracı olan dile tercü
me etmektedir. Kaynak m etindeki gerçekliği oluşturan kurguyu çok somut ol
masa da yoğun im gelerle ifade etmeye çalışmaktadır. Bu, kaynak metinden fark
lı bir metnin doğm asına yol açsa da Tanpınar tutturduğu yolda direnerek yürür.
Fakat gerçekten de ortada artık gerçeğin imgelere tercümesinden oluşan yepye
ni bir metin ve duyarlılık eşiği v a r d ı r .6^
Tanpınar, bu tercüme çabasında bir şeye dikkat eder. Anlattığının gerçekle
ne derecede örtüştüğü onun için önemli değildir. Tanpınar daha çok hissettikle
riyle ilgilidir. O da bugünün değil geçmişin gerçeğidir. Dolayısıyla Tanpınar hal
de değil mazidedir çoğunlukla. Çünkü, yapmaya çalıştığı bugünün algılama dünya
sını kullanarak mazinin bilincini kavramak ve onu içselleştirmektir ve bundan hiçbir
zaman vazgeçmez. Bu anlamda bugün ve hal, yani gerçek diye kabul edilen
Tanpınar için kaynak metinde olandır. Bu da dünde, mazide olana tekabül eder.
'Şimdi' eğer elde tutulan metinse bu ancak imgesel, yani söylem sel olandır, Ger
çek anlamdaki bugün Tanpınar için sadece yazınsallaşmış ve metinselleşmiş
olandır. Bu noktada, çok etkileyici bir ahnh yapmak gerekir. Tanpınar, Bursâ'da-
dır ve karşılaştığı bir olayı anlatmaktadır;
"Belki bu karanlık düşünceler oturduğum kır kahvesinde de devam edecekti. Fakat
ihtiyar kahvecinin çok zarif bir hareketi onları olduğu yerde kesti. Bir eliyle bana, otura
cağım iskemleyi düzelten adam öbürüyle kırmızı ve muhteşem bir gülü önümdeki şadır
vanın küçük kurnasına fırlatıvermişti. Gözlerimin önünde saat, manzara hepsi bir anda
bir bahar tazeliğine boyandı. Bu ihtiyar ve biçare adam bu sanatkâr hareketi nerden öğ
renmişti? Kendi talihine bırakılmış bu biçare adamda hangi asil terbiye, hangi güzellik
ananesi devam ediyordu? Onun bu hediyesiyle ben birdenbire yeniden kıymetlerin dün
yasına doğmuştum."^
Görüldüğü gibi, bu ahntılanan parçada Tanpınar birkaç ve çok ona özgü
noktayı vurguluyor. Öncelikle, kahvecinin, masada duran gülü su dolu bir kur
naya atması ve m erm er kurnayı doldurmuş suyun üstünde yüzen bir gül imge-
İstanbul ve m evsim ler konusunda yazdığı ve YG 'de yer alan yazı bu konuda söylenenleri kanıt
layacak m ükem m el b ir örnektir. Şelıir-doğa-estetik konusunu Tanpınaı'ın gene O sm anh m üziği
çevresinde kalarak nasıl som utlaştırdığı, çeşitli beste ve bestecilerin yapıtlarını nasıl m etinselleş-
tirdiği ve im geleştirdiği özellikle 124. sayfa vd'den izlenebilir.
T an p ın ar, Beş Şehir, 134.
622 • T iin p ıııar Ü zerine Yazılar
sini meydana gelirm esi, lam anlamaya, Tanpınar'ı 'tercüm e' çabasmı serimleme-
ye iten bir süreç oluşturmaktadır. Tanpmar, bununla, gündelik hayaün içindeki
estetizasyonu yakalamaktadır. Kahvecinin, cn fazlasından, 'işte o kadaı^ denebi
lecek ölçüde farkında olduğu bir eyleminden Tanpmar bir estetik üretmektedir.
Bu arayışında 'imgesel olan şinıdi'yle 'gerçek olan geçmiş' arasında hiç zaman yitir
meksizin bir bağ kurmaktadır. İkincisi, 'klasik' denebilecek çabasına dönmekte
ve o estetiği oluşturan 'terbiye' ve 'anane'yi aramaya başlamaktadır. Tanpmar, o
anda karşılaştığı bir estetiğin kendisinde uyandırdığı duyuşlarla olduğu kadar
fakat ondan çok o estetiği oluşturan süreçle ilgilidir. Bu da, aşağıda değinilecek
olan, 'süreklilik' kavramını ne derecedc içselleştirdiğini gösteren bir husustur.
Tanpmar aynı çabayı Dede Efendi, Sümbül Sinan için de gösterir. Hatta, Hn-
zur'da, tartışmayı onların fizik görünüşlerini tahayyül etmeye kadar varır. Anla
maya çalışan Tanpmar, tercüme etmektedir. Nitekim, 'hangi güzellik ananesi
'devam ediyordu' diye sormaktadır.
Tanpmar, bu noktayı elde edebilmek için, adını koymasa da aslında bellek
olgusuna yönelmektedir. Gerçekten de, Tanpınaı^ın m etinlerinde bellek kavra-
mma, hal ve mazi, dün ve şimdi kavramlarına verildiği kadar yer verilmez. Bu
belki gerekli de değildir. Çünkü, geçmişi, Tanpmar, (zaten) hafızayı da kapsayan
bir kavram olarak ele almaktadır. Tanpınar'ın, elbette kuşağının etkisi altında
kalarak da, hafıza, hal ve mazi kavramlarıyla uğraşırken ve temel önermesi olan
'devam ' kavramını dile getirirken çıkış noktası Bergson'dur. Bu, karmaşık olu
şum da Bergson'un şimdi ve geçmiş kavramları irdelenirse anlaşılabilir. Daha
sonra Bergson'da bulunan 'tercüme' kavramına gelinecektir.
BE R G SO N , ŞİM D İ ve G EÇ M İŞ
Bergson'a göre süreklilik (duration), bellek, bilinçlilik (consciousness) ve öz
gürlüktür. Bilinçlilik ve özgürlüktür, çünkü öncelikle bellektir. Bergson, bellek
ve süreklilik arasındaki özdeşliği daima iki yoldan açıklamıştır: "Geçmişin şim
dide korunması ve saklanm ası" ve "acaba şimdi geçmişin sürekli olarak büyü
yen imgesini kapsar mı yoksa şimdi sürekli olarak değiştiği için mi geçmiş sü
rekli olarak büyüyen bir gerçekliktir?"'’^-* Görüldüğü gibi, Bergson'da geçmiş,
kendi içine kapalı bir alan değildir. Bir başka deyişle, şimdi olmaksızın geçmişi
tanımlamak ve hatta 'yaşam ak' o l a n a k s ı z d ı r . Tanpınaı^m, Huzıır'da maziyi de
ğil şimdiyi istediğini söylemesi, bu açıdan bakınca bir rastlantı değildir. Fakat
bu şimdiyi de 'kendisi olarak' istemek anlamına gelmez. Tanpmar, geçmişin an-
Henri Bergson, The CKa/ivcM iiıd, ir. By M. L. A ndison, VVestport, C onncclicut: Greeınvood Press,
1946:183-193.
FC .'f. M oore, Bergson: Thhıkiııg Baclavnrris. Cam bridge: Cam bridge U niversity I^rc-ss, 35-38.
M uhafazakâr M odernliğin Estetik Düzlemi • 62 3
Henri Bergson, Mattcr and Memory, tr by N .M .Paul and W.S. Palm er, London: H arvesler Press,
1978; 18-30.
Gilles Deleuze. Bergsonism, tr. by H . Tom linson and B. H abberiam , Nevv York: Zone Books, 1991;
54.
Henri Bergson, The Creative Mmd, tr. By M .L.A ndison, VVestport. Coneccticut: Greenw ood Press,
1 9 4 6 ,8 7 .
H enri Bergson, Matter and Memory, 18-30; G illes D eleuze, Bergsonism, 55.
62 4 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
pıtları izlendiğinde, üstüne yazdığı ne olursa olsun onu 'O luş' kavram ıyla açık
lamaya çalışır. Oluş hali de gene Tanpmaı'ın en çok başvurduğu kavramlardan
birisidir. Aynı şekilde 'saf kavramı da Tanpınar'da sıklıkla göze çarpar. Tanpmar,
bir anlamda, herşeyi 'süreli bir oluş' ya da oluşu bir süreklilik şeklinde algıla
mak ve tanımlamak ihtiyacındadır. Bu, gene Tanpmar'm 'öznel-nesnel', yani
toplumsal-kişisel, kültürel/geleneksel-estetik kavramlarının kesişme noktasm-
da başvurduğu süreklilik arayışmın bir uzantısıdır. Bununla birlikte, Tanpınaı'ın
çabasını daha iyi anlam ak ancak Bergson'a dönerek onun yaptığı çözümlemeyi
biraz daha iyi aydınlatmakla mümkündür.
Şimdi olm ayandır; fakat belli bir etkinliği vardır (it acts). (Tanpmar söz ko
nusu olduğunda bu geçmişteki 'yararsız' gerçeğin imgeselleştirilmesi ve metin-
sel hale getirilmesidir). Buna mukabil geçmiş, hiçbir zaman olmaktan vazgeçmiş
değildir. (Yukarıdaki parçada, Tanpmar, "hangi asil terbiye, hangi anane devam
ediyordu" diye sorm aktaydı). Fakat, edimsiz (imctive) ve yararsızdır. Buna kar
şın, sözcüğün gerçek anlammda şimdidir. Geçmiş, kendi içinde olmakla özdeş
tir. Geçm iş için, '...dı' demek olanaksızdır. Çünkü, oluşun kendi içinde olanıdır
(it is the in-itself o f being). En uç noktada varılan sonuç ise şudur: Şimdi için da
ima 'dı' (was), geçmiş içinse 'd ıı' (is) den g e re k ir.G e ç m işle gelecek arasındaki
fark budur ve bunu abartarak, biraz da sıradanlaştırarak, geçmiş şimdi, şimdi
geçmiştir diye tanım lam ak mümkündür.
Bunların bir uzantısı olarak Bergson'da 'saf anımsama' (pure recoUection) sa
nal, edimsiz ve bilinçsiz bir eylemdir. Çünkü, kendimizi öncelikle geçmişe yer
leştirir, geçmişe, olması gereken bir şeyi gerçekleştirircesine sıçrarız (leap). Aynı
şekilde, kendimizdeki şeyleri algılamayız. Şeyleri, nesneleri oldukları yer itiba
riyle algılarız. Geçm işi de, aynı şekilde, kendi içimizde ya da şim dim izde değil,
kendi içinde olduğu yerde algılarız.^* Yine bu nokta, Tanpmar söz konusu olduğun
da ayrı bir önem kazanır. Çünkü, Tanpmaı'ın, Mehmet Kaplan'ın da saptadığı
üzere, en çok başvurduğu, en çok vurguladığı kavram, 'eşya'dır. Kaplan, eşya
sözcüğünün, onun anahtar kavramlarından birisi olduğunu belirtir ve Tanpı-
na/ın onu sıradan bir 'eşya' sözcüğü olarak kullanmadığını söyler. Ona, eşya
sözcüğünün imlediğinden çok daha fazlasını yüklediğini vurgular.77 Bunu biraz
daha genişleterek, nesneler düzlemi diye tanımlamak mümkündür. Tanpmar,
eşya derken, hiç kuşkusuz, insan-nesne etkileşimini aramaktadır. Bu çabanın
asıl ortaya çıktığı noktalardan birisi mimarlıktır. Tanpmar, Yahya Kem al'le bir
likte, Türk edebiyatında m imarlık üstünde en çok düşünmüş yazarlardan birisi-
dir. Fakat o kavramı da biraz zorlamak ve en geniş anlammda 'm ekân' diye ta
nımlamak gerekir.
Mekân olgusunun bellek ve bilinçle olan etkileşiminin farkında olan Tanpı-
nar, bununla birlikte, asıl, m ekânın geçmişle olan ilişkisinin peşinde geçmişin
'tem âdî' eden gerçekliğinin asıl yakalanacağı nokta mekân anlamında m imarlık
tır. Nitekim, m im arlık üstünde düşünürken de aynı yola başvurur ve mekânı,
mimarlık yapılarını 'okum aya' çalışır. Bunu da 'milli duyuş' olarak somutlaştır
maktadır: "Cedlerim iz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. M addeye geçmesini
ısrarla istedikleri bir ruh ve im anları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh par
çası kesiliyordu."78
Bergson, buradan devam eder ve şu saptamayı yapar: Bir şimdiye ait tikel
bir geçmiş yoktur. Ancak bir 'genel geçm iş'ten (past in general) söz edilebilir. Bu
geçmiş, sonsuz ve tüm zamanlar için geçerli bir geçm iştir ve her tikel şimdinin
'geçiş' (passage) koşuludur. Tüm geçmişleri mümkün Man bir geçmiştir. Berg-
"son'a göre kendimizi önce genel olarak geçmişe yerleştiririz. Bergson bunu ken~
di ontolojimize sıçrayış diye tanımlamaktadır. Bir kez bu sıçrayış gerçekleştirildik
ten sonra hatırlama (psikolojik) bir varoluşa dönüşecektir. Hatırlama ancak bun
dan sonra sanallıktan çıkacak, bir gerçeklik olacaktır.^^ Bu anlamda, şimdi geçe
bilecek fakat, bir zam anlar şimdi olmuş olan zaman geçmişe intikal ederek ken
disinde saklanmaya başlayacak, bu, bütün, parçalanmaz bir geçmişe dönüşecek,
bütün bir geçm işim iz olacaktır.®^ '
Tanpmar söz konusu olduğunda, onun 'm edeniyet' ve zaman dediği ve sü
rekli olarak üstünde düşündüğü olgu, Bergson'un 'genel olarak geçmiş' dediği
şeydir.®^ Geçmiş, Tanpınaı'da her zaman m edeniyet kavramıyla özdeştir. Bunu,
şöyle somutlaşhrır: "B ir medeniyet her şeyden evvel derin maziden gelen bir kül
tür yığılması, bir kültür toplanmasıdır." 82 Tanpmar için bu kültür, mimarhkla
özdeştir. "B u yığılm anm başında şehir ve mimari eserleri gelir." Fakat mimarlık
kendi içine kapalı bir kültürü oluşturmaz. Oradan açılarak 'm illî kültüı'ü m ey
dana getirir: "Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır." Bu, Tanpmar'ın kültür-
cülüğünün nasıl aynı zamanda onun milliyetçi bcyuhınu oluşturduğu ve Berg-
soncu kavramları nasıl bu anlayışa dönük olarak kullandığını da en iyi biçimde
gösteren bir noktadır: "H er mimari eseri millî hayatm bir koruyucusudur. Bu
koruyucu tanrıları kaybede ede cemiyet bir gün devam fikrini kaybeder."*^
Bu devam-geçmiş eklemlenmesi Bergson felsefesi bağlamında gelişen iki
yanlış çıkarsamanın tartışılmasını da gerekmektedir. Öncelikle, bu felsefe bağla
mında, geçmişin, şimdi olduktan sonra geçmiş niteliği kazandığı varsayılmıştır.
İkincisi, şimdi bağlam ında ve şimdinin algılanmasıyla düşünmeye dönük alış-
kanlığımızdır. Şimdinin, bir başka şimdiyle ikame edildiğinde bittiğini varsayı
yoruz. Oysa burada durmak ve düşünmek gerekir. Eğer daha önceki, eski şim
di de yeni şimdiyle aynı zamanda şimdiye intikal etmemiş olsaydı, şimdi nereye
kaybolacaktı? Geçmiş Öncelikle oluşturulmamış olsaydı ve şimdi olm asaydı asla
oluşturulamayacaktı bu durumda. İşte bu, bellekle zaman arasındaki en temel
paradoksa yol açan koşuldur. Geçmiş, yukarıda da belirtildiği gibi, daima, ol
muş olan şim diyle birliktedir ve onunla ancıldır.
Tanpınar bu gerçeğin sonuna kadar farkındadır ve bunu kendi m uhafaza
kârlığını hem oluşturacak hem de doğrulayacak bir araç olarak kullanır. Bu,
geçm iş-şim di eklem lenm esini hem nesnel düzeyde hem de siyasal-kültürel
düzeyde som utlaştırm anın aracıdır. Tanpınar, açıkça "bugüne ait her şey be
nim için bir davadır; çünkü yaşadığım zamanı severim,"S4 dem ektedir ama şu
tanımı yapm aktan da kendisini alam am aktadır: "B iz asırlardır, düşm an bir
âlemin ortasında, yangın ve ateş içinde m illiyetim ize kurtarıcı bir tılsım gibi
sarılm ış olarak yaşadık: O duygu sayesinde varız. Ne zaman ki m illiyetim izi
bıraktık, o anda başım ıza felâketler yağdı. 1918'den sonraki İstanbul'u hatırla
yın. Her mim ari eseri bizim için neydi? Kim o zam an bir taşı yerinden kım ıl
datmağa razı olurdu?"® 5
Tanpınar bu tanımı biraz daha genişletir ve milliyet-kültür ilişkisini kurar:
"Biliyorduk ki milliyet dediğimiz şey, bir dil, millî hayata intikal etmiş şekille
riyle bir din ve ahlâak, başta mimari olmak üzere bir yığın sanat eseri ve tarih
hatırasıdır." Bu tanımın, Barrcs-M aurras kaynaklı Yahya Kem al'den kaldırıldığı
açıktır. Tanpınar, bu oluşumu 'zincir” kavramıyla olgunlaştırır ve son aşamasına
taşır: "Onların hepsi bize, ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu, zaman bo
yunca uzanan bir zincirin bir halkası olduğumuzu hatırlatır. Bu zincir, o muci
zeli devam duygusuyla millî hayatın kendisidir."^* Tanpınar, kökeni Yahya Ke
mal olan bu tanımlamasıyla Türk milliyetçi-muhafazakâr modernitesinin son
noktasını koymuş, üstünde yükseldiği zemine kültürel dokusunu kazandırmıştır.
83 ]bid.
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, 184.
85 Ib id .,1 8 1 .
86 Ibid., 182.
Muhafazaknr M oderııliğin E stetik Düzlemi • 6 2 7
Ibid., 144.
Süha O ğuzertem , "T h e dead tree o f com passion: Existence, imngination, love and narcissism in
Tanpınaı's M ahur B este", Yaymloıtmamış Doktora Tezi, Indiana University, 1994.
Muhafazakâr M odernliğin E stetik Düzlemi • 629
P. A . Y. Guntar, "B erg son and Sartre: The Rise o f French Existensialism ", in F. Bruvvick and P. Do-
uglass, ed., The Crisis in Modernisin: Bergson and the vitnlist coniroversy, Cam bridge; Cam bridge
U niversily Press, 1992; 23-244.
'K lasik' kavram ının daha geniş bir tartışm ası için bkz., H aşan Bülent Kahram an, Yahyn Kemal, S'l-
89.
Bu ilişkinin yakm hk ve yoğunluk derecesini tartışm ak için bkz.. H aşan Bülent Kahram an, 'T w o
nationalism " ve özellikle, M ichael Curtis. Threc Against the Tliird Republic: Sorel, Barres, and Maur-
rns, Princeton, N ew Jersey: Princeton U niversity Press, 1959; 120-124.
94 A . H. Tanpmar, "T ü rk İstan bu l", Yaşadığını Gibi, 164.
630 • T a n p ın ar Ü zerine Yazılar
lerle Tanpınar, bireyi tekil bir gerçeklik olarak yaratmaya ya da tanımlamaya yö
nelmekten çok onu bir kültür değişkeni olarak algılamak eğilimini gösterir. Bu
nedenle, kültürü belli bir cemaatleşmenin aracı olarak sunarken, doğayı bir ka
palı etiğin kaynağı haline getirir. Doğa, fakat özellikle de peyzaj, modern bilinç
teki bütün eksiğini Tanpm aı'da giderir. Ne var ki, Tanpınar tam da bu niteliğiy
le 19. yüzyıl romantisizmine eklemlenir. 19. yüzyılın başlattıklarını 20. yüzyılda
ki muhaliflerini kutlanmak suretiyle tamamlamaya ve somutlaştırmaya çalış
maktadır. Bu yanıyla Tanpınar daima 'yitiği' arar. O kadar ki, mevcudu bile ba
zen yok sayarak, yitikleştirerek ele alır. Gerçekliğin üstünde düşünm esinin tek
yolu budur Tanpınar'ın ve o nedenle 19. yüzyılın bilgi rejimini o derecede rahat
lıkla, içinden bakarak, kuşatabilir. Yitik zaman, Proust'ta yitik özneyi ortaya çı
karmak iken, Tanpınar yitik özneden hareket ederek zamanı da yitirir. Tanpı-
naı'ın gerçek çelişkisi de budur. Proust yitik zamanı ararken Tanpınar bulunmuş,
hatta hiç yitirilmemiş olduğuna inandığı zamanı yitirmemenin kaygısını çeker,
çabasını gösterir. Bu nedenle Tanpınaı^ın zamanı asla bulunmayacak bir zaman
dır. Hafızanın değil daha çok muhayyilenin peşinde olmasının nedeni de budur.
Bu açıdan ele alındığında Tanpınar bir kez daha Bergson'la buluşur. Berg-
son'un temel kavram ı sezgidir. Tanpınar, bunu çoğu kez, gene Yahya Kemal'den
esinlenerek, 'duyuş/duymak' kavramlarıyla karşılar. Muhayyile daha çok da bu
nedenden ötürü önemlidir. Çünkü, muhayyile eksiğin duyuşla tamamlanmasına
sağlanan olanaktır. O anlamda, bellek bir noktadan sonra durağan ve değişmez
olandır. Oysa m uhayyile değişimin de olanağıdır ki, gene Bergson'un asal kav
ram larından olan 'saf değişme' Tanpınaı^da kendisini tüm boyutlarıyla gösterir.
Nitekim, Bergson, Yaratıcı BcUek'ie esinle karşılanabilecek revelntion'un ancak
'ruh, süreklilik ve saf değişim 'le gerçekleşeceğini v u rg u la m a k ta y d ı.B u n u n da
ötesine geçerek, Bergson, sözcüklerle oldukça sorunlu bir ilişki geliştirmekteydi.
Çünkü, sözcükler, bizimle gerçek arasına girmekte hatta ruhsal duruşlarımızı bi
le bizden s a k l a m a k t a y d ı l a r . ’ ^ Sözcük, Bergson'a göre bütün niteliği yararcılığın
da olan bir olgudur ve soyluluğun sıradan biçimlere indirger. Yeniyi eskinin bir
düzenlemesi haline getirir.^^ Buna göre, Bergson, sanatçının/şairin sezgilerini
akışkanlığı ve biricikliği içinde, kamusal bir mülkiyet haline gelmeden ve orada
tulsaklaşmadan aktarabileceğine inanmaz.^® Bu itibarla da şiir, gene Bergson
için umutsuz bir projedir. Tanpınaı^ın, sürekli olarak şiiri 'yapam am aktan' ya
kınması da özünde bu imkânsızlığın içinden konuşmasından fakat onu fark et-
SO N U Ç
Ahmet Ham di Tanpmar, bu özellikleriyle, başlangıçta da belirtildiği gibi, bu
gün üzerinde en çok durulan, en çok tartışılan yazarlardan birisidir. Bu ilginin
kuşkusuz birden çok nedeni bulunmaktadır. Bununla birlikte arayışların somut
laştığı nokta, Tanpmar'ın yanıt aradığı sorulardan daha ileride değildir. Bir baş
ka deyişle, Tanpmar, kendisi için ve ortaya koyduğu yapıtın iç sorunları nede
niyle veya ürettiği yanıtlardan ötürü ele alınan bir yazar değildir. Tanpmar, bu
gün de zam an zam an sorulan sorulan daha erken bir tarihte sorm uş bir kişi ni
teliğiyle çözümlenmektedir. Bu yanıyla, Tanpmar incelemelerinin öznesi Tanpı-
nar değildir. Tanpmar, o araştırmaların daha ziyade nesnesi konumundadır. En
fazlasından, m odernitenin gelişim inde bir ara konak olarak değerlendirilm ekte
dir, Tanpmar.
Bununla birlikte, Tanpmar, daha çok modernite ve 'm edeniyet' tartışmaları
nın başladığı sınırda söz konusu edilm ektedir Bu, hiç kuşkusuz, Tanpınar"! ek
sik algılamak ve temellendirmek tir. Hatta, bu olgu doğrudan Tanpm aı'a ve ya
pıtlarına yönelen çalışm alar için de derece derece geçerlidir. Çok önemli olan bu
hususun üstünde durmak gerekir. Çünkü, bu oluşumun açıklanm ası gerek Tan-
Paul Douglns, Bergson, Eliot, and American Literatüre Lexington, Kentueky: K entucky University
Press, 1986; J. N . Riddel, 'M odern Times: Stein, Bergson and the ellipses o f 'A m erican vvriting',
in R Burw ick and P. Douglnss, ed., The Crisif iıı Modeniism, 330-367.
100 Türkiye'd e Tanpm ar üstüne yazan iki kişinin, Oğuz Dem iralp ve N urdan GürbtIek'in, VValter
B enjam in'le ilgilenip onun hakkında da çalışm a yapm ış olm ası ilginçtir.
6 3 2 • T iiu pın ar Ü zerine Yazıhır
pın afın gerekse am acım a bugün ne ifade ettiğini gösterecektir. Fakat ondan da
ha önemli bir husus söz konusudur. Bu durumun açıkhğa kavuşturulması, yani
Tanpmar'ın 'içeriden' bakılarak ele ahnamamasındaki nedenlerin gösterilmesi,
Türkiye'de modern zihniyetin bugün bulunduğu konumu belirlem eye de ola
nak sağlayacaktır.
Tanpmar'ın, onun üstüne yapılacak tartışmaların öznesi olması, öyle görü
nüyor ki, bugün artık olanaksızdır. Bu sınırlamanın ortaya çıkmasındaki en
önemli neden, Tanpınafın dünyaya bakarken ve onu yorum larken kullandığı
araçların da sorunlann da aşılmış olmasıdır. Bu 'aşılm a' bir yetersizliğe tekabül
etmemektedir. Tam tersine, Tanpmar'ın 'araçları' bugünkü bilinç, kültürel dona
nım ve diğer zihinsel 'parametreler' tarafından kuşatılamamaktadır. Tanpmar’ın
temel kaynakları 19. yüzyıl epistemolojisi, Divan edebiyatı ve nihayet Osmanlı
medeniyetidir. Bu m akalede gösterilmeye çalışıldığı gibi, Tanpmar, bu kaynak
ları 'nötr" ve içlemlerinden soyutlanmış, boşaltılmış olarak ele almaz. Yeni bir
uygarlık ve insan tanımı geliştirebilmek için onlara yönelir. O nedenle de, o kül
türel birikim i, bildiği kadarıyla değil, daha fazlasıyla kavramaya çalışır. Bu
amaçla onu daha içeriden kuşatmaya gayret eder ve o yönde yoğunlaşır. Elinde
ki birikim in nesnel yanını aşmayı amaçlar. Öznel bir tercihle o kütleyi 'duymak'
çabasına girişir. Bunu da; 'tercüm e' eder. Tanpinar, bu arayışında kişisel-nesnel
gerçeklikleri içiçe geçirir. Uygarlık çatışmasını kendisine çıkış noktası olarak alır.
Kültür ikiliği diye tanımladığı konumun dışına çıkılabilmesi için sentezler öne
rir. Bu sentezin asıl nüvesi geçmiş uygarlığı bilmek ve özümsemektir.
Oysa bugün yapılamayan budur; hatta yapılmasına olanak bulunm ayan da
gene budur. Çünkü, her şeyden önce, Tanpinar, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş
döneminin insanıdır. Aradan geçen sürede, kültürel ve zihinsel dünyada sentez
kavramı bir arayış olmaktan çıkmıştır. Bir eyleme ve gerçekliğe dönüşmüştür.
Cumhuriyetin zihinsel ve kültürel tercihleri geriye dönüşsüzdür. Cumhuriyet,
özellikle kültürel düzlemde bir Osmanlı gerçeğini kabul etmez. Tersine, onun
inkârını geliştirir. Oradan başladığı için, kendi insanını yaratmaya çalışacaktır.
Bunun yaratılacağına da inanır. İhtiyaç duyduğu tek şey zamandır. Bu anlayışı
nı kitlenin niceliksel boyutuyla destekler. Tanpmar'ın 'inkâr' diye yakındığı şey,
yeni anlayışın dayanağı ve en güçlü olanağıdır.
Bu oluşum, bugün kendi sonucunu üretmiştir. Sentez, geçmişle bugünün es
tetik bir çizgide buluşturulması şeklinde çıkmamıştır ortaya. Estetik duyumun
gerektirdiği seçkincilik de söz konusu değildir artık. Sosyolojinin çıplak gücü
her şeyin önüne geçmiş, o nedenle de gündelikteki gerçek büyük hülyanın yeri
ni almıştır. Artık duyan değil yaşayan insanındır söz ve sıra. Cumhuriyet, ilerle
me düşüncesinin bayrağıdır. İlerleme ise parabolik olamaz. O Tanpmar'ın öneri
sidir. Parabolik yaklaşım, dünden bugüne, kırsaldan kentsele, kitleden tekile yö
neliktir. Oysa Cum huriyet, kendi dönemi için istediği, ihtiyaç duyduğu ve ön
Muhafazakâr M odernliğin E stetik Düzlemi • 6 33
gördüğü zam anı elde etmiş, kitlesini oluşturmuş ve halta ona sonunda da tes
lim olmuştur. O nedenle, çizgisini bugün-yann doğrultusunda çekmiştir. Tekil
artık kitlenin içinde eriyebilir, kent kırsala doğru açılabilir. Uygarlık ise ancak bu
sentezin anladığı bir Batı'dır. •
Böyle bir tablo Dede Efendi'yi kapsamaz. N ailî ve N e f î de kuşkusuz bu sü
reçte yer almaz. Onlar, artık 'içsel du)oış'lann, sezgiyle kavranabilecek nesnele
ri değildir. Onların içinden geçen bir hayat tasavvuru da söz konusu olmaktan
çıkmıştır. Tanpınar'm gönderm ede bulunduğu ve anlamaya çalıştığı isimler,
eğer m utlaka bir nesne olacaksa artık yalnızca bir bilgi nesnesidir. Onları anla
mayan, 'duym ayan' bir bilincin Tanpınaı'ı anlaması ve onu içeriden kavraması
ise doğallıkla m ümkün olmaktan çıkmıştır. Tanpmar, kısacası, kültürel paradig
manın değişmesi nedeniyle artık özne olamayacaktır. O arada. Cum huriyetin ra
dikal kanadının, her şeye rağmen sürdürdüğü hakimiyet de bu sonuçta etkili ol
muş, Tanpmar, m uhafazakâr bir kesimin simgesi niteliğini kazanmıştır. Radikal
kanatlar ise onu, farklı bir yaklaşım sergileseler de, aynı niteliğiyle kuşatmakta,
en fazlasında, nesneleştirmektedirler. 'Tanzimat sonrası sendrom u' denebilecek
bir oluşumun da sonuna erişilmiştir. Yukarıda değinilen 'sentez', Tanzimat'ın
yarattığı ikiliği belli ölçüde aşm ıştır O zaman Tanpm aı'ın, toplumsal-kültürel-
siyasal düzeylerdeki 'varlık nedeni' de ortadan kalkmıştır. Geriye iki boyut kal
maktadır. Tanpmar, ya başlangıçta da değinildiği gibi, belh bir dönemi algıla
mak için ele alınm aktadır ya da, tümüyle varoluşsal bir bunalım ın yansıtılma
düzlemidir. Her iki yönelimde de gerek Tanpmar'm gerçekliği olan, Tanpmar ön
cesi dönem, gerekse Tanpınar'm onlarla tümleşik kendi gerçekliği söz konusu ol
maktan çıkmıştır. Bir yerde, Tanpınar'm lıiç yitirmediği ve 'mulıafaza etmek' iste
diği zaman önce parçalanmış, sonra yitirilmiştir. O zaman Tanpmar da yitmiştir.
'Bendedir korkusu biten şeylerin' diyen Tanpmar, korkusunda haklı çıkmıştır.
İlk bakışta çağdaşlan arasında fazla velûd görünmeyen, ikinci bir bakışta
uğraştığı alanlar bakım ından biraz dağınık intibaını veren Ahmet Hamdi Tanpı-
nar, ölümünden sonra gittikçe yoğunlaşan bir ilgi odağı oldu. Bunda, birçokla
rında olduğu gibi bir pazarlamacı kurnazlığının rolü bulunm adığı muhakkak.
Tanpınar hemen bütün eserleriyle bu ilgi odağına ve edebiyatımızın; kültürü
müzün klasikleri arasında yer almaya lâyıktır.
Başta söylediğim ve bir zaaf gibi görünen özellikleri, birbirini doğurmuştur.
Yani velûd olmaması ile dağınıklığı hemen hemen aynı şey gibidir. Hemen bü
tün biyografilerde ilk vasfı şair olarak yazılıdır. Ölüm üne yakın bir araya getirip
yayınlattığı Şiirler'deki şiir sayısı 37'den, ölümünden sonra dergilerde kalanla
rın bunlara eklenmesiyle de hepsi 74'ten ibarettir. Ama şairdir. Akla gelen ikin
ci vasfı romancı oluşudur. Biri daha tefrika edilirken yarım kalmış, biri ölümün
den sonra m üsvedde ve taslak halinde bulunmuş olanlar da dahil olm ak şartiy-
le, sağlığında sadece ikisini yayınladığı romanlarının sayısı ise beştir. Ama ro
mancıdır; hikayecidir de. Hikâyeciliği üzerinde biraz sonra duracağım. Sadece
kantite dikkate alındığında belki en verimli olduğu alan deneme yazarlığıdır.
Beş Şehir'm dışında yine ölümünden sonra Yaşadığım Gibi adı altında bir araya
getirilmiş olan kitapta yüz kadar deneme var. Yahya Kemal kitabını da deneme
ler arasında düşünm ek daha doğru olur. Bunlara ilâve olarak gençlik yıllarında
orta öğretimde, daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi ile Edebiyat Pakülte-
si'ndeki hocalıkları da çok değişik bir alan yelpazesi gösteriyor: Estetiklen ve
mitolojiden başlayıp henüz özel bir ihtisas dönemi olarak düşünülmediği yıllar
da yeni Türk edebiyatı hocahğı ve bu hocahğının onu sevkettiği, belki/muhak
kak hocalığından daha fazla önem verdiği araştırmacılığının mahsûlleri; Namık
Kemal ve Tevfik Fikret hakkında iki küçük m onografik antolojiden sonra her za
T a n p ın a r’ın H ikâyeleri Ü rerine N otlar • 6 35
man orijinalliğini koruyacak olan 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ve yüz kadar
önemli yazıdan ve ansiklopedi maddelerinden oluşan bir makaleler külliyatı.
Bunları hep yazımın başında işaret ettiğim dağınık alanlarda ve fazla verimli gö
rünmeyen çalışm alarını beUrtmek için söyledim. Burada edebiyat tarihinde ve
makalelerinde de âlim olmaktan çok denemeci, romanlarında romancılığıyla be
raber şair ve bütün eserlerinin arka planında tarihçi, mimar, heykeltraş, ressam,
müzisyen olm ayarak bu alanların hepsinde güçlü bir yorumcu şahsiyetle port
resini tam am layabiliriz. Bu son arka plan (background) bahsindeki dağınıklığa
açıklık getirici b ir düşünceyi, Antalya M ektubu'nun satır aralarına sıkışmış bir
cümlesinde buluyoruz; "Bu duygu, musikişinas olmamak şartıyla, musiki se
venlerde bu sanatın uyandırdığı hisse benzer". Fakat bütün bunların üzerinde
Tanpmar, o otuz yedi veya yetmiş dört parça şiiriyle her zaman şair vasfıyla
mevcuttur; "Bende esas olan şiirdir, oradan etrafa genişlerim ." (Yaşar N abi'ye
mektup). Şairliğinin ön planda kalmasını her zaman arzu ettiğinin delili olarak
bir başka not; Çok özet halinde çağının Türk edebiyatınm m eselelerini ele aldı
ğı "Türk Edebiyatında Cereyanlar" adlı uzun makalesinde Tanpmar kendisini
şairler arasında ele alır ve "Bu şair diğer hikâye ve rom anlarında..." diye başla
yan dikkate şayan bir cümle de sarfeder.
Hayatı boyunca cöm ert hatta müsrif olan ama geçim sıkıntısı da çeken Tan
pmar buna rağmen kalemini, bazı yaşıtları gibi kendi adıyla olsun takma bir ad
la olsun, geçimi için kullanmamıştır. Bunu, her eserinin yükünü, mesuliyet ma
nasında değil, estetik yükünü taşımaya hazır olduğunu göstermek için belirtiyo
rum. Onun, hocalığında da, İlmî çalışmalarında da sanatkârlığı önce geliyordu.
Ve pek çok sanatkârdan daha fazla kendini ifade etmenin, bunun için de estetik
ten fedakârlıkta bulunm am anın yolunu arıyordu (Aktüel politik m esele ve kişi
lerden bahsettiği bazı yazıları üzerinde ayrıca durulmalı).
Tanpınaı'ın hikâyeciliği yukarıdan beri çizmeye çalıştığım hayat grafiği için
de bütün öteki m esaileriyle beraber yürür. H ocalığı, edebiyat tarihçiliği, rom an
cılığı, şairliği... arasında bir de hikayeci Tanpmar var. İlki 1937 yılından başla
mak üzere yayınlanm ış 14 hikâye. Bunlardan on ikisini Abdullah Efendi'nin Rü-
1/alart (1943) ve Yaz Yağmuru (1955) adı altında kitaplaştırmış. H ikâyelerinin ço
ğu önce dergilerde çıkmış.
Yazarların hayat hikâyeleri içinde eserlerini yazdıkları zaman olarak bilgi
miz, çok defa bunların yaym tarihlerinden ibarettir. Tanpınafm hikâyelerinin de
yazılış değilse de yayın tarihlerinin sırası şöyle:
Geçmiş Zaman Elbiseleri, Temmuz 1936
Erzurumlu Tahsin, Nisan 1937
Bir Yol, Mayıs 1937
Abdullah Efendi'nin Rüyaları, Eylül 1941
636 • T a n p ın a r Üzerine Yazılar
hacmiyle Yaz Yağmuru, hikâyeden çok romana doğru giden bir yapı gösteriyor.
Şüphesiz yalnız hacim meselesi bu iki türü birbirinden aym cı tek faktör değil
dir. Ama vakanın karmaşıkhğının, zaman ve mekânda yayılışın alâmetleri ola
rak önceki hikâyenin sekiz, İkincisinin dört bölümde anlatılm ası gibi yine roma
na yaklaşan bir ölçü dikkati çekiyor. Diğer hikâyeler arasında da 3 0 ,4 0 ,5 0 say
fayı bulanlar var. (Bu yazıdaki bütün sayfa kayıtlan Tanpınar”ın Hikâyeler adı al
tında bir araya getirilen (Dergâh Yayınları, îst. 1983) yayımmı göstermektedir).
'O' anlahcılı hikâyelerinden Rüyalar”da bilinçli bir "m erkez yansıtıcı" tekni
ği kullanan yazar bu tarzdaki diğer hikâyelerinde bakış açısına da fazla dikkat
li değildir. Abdullah Efendi'nin Rüyalan'nda anlatıcı yazarın varlığını gizleme
yen ifadeler vardır: "Bu humma içinde kahramannnız yaşadığı gecenin kendisi
için korkunç bir gece olduğunu, insafsız bir kaderin yanıbaşında yürüdüğünü
ve her aydınlığı, her vuzuhu bir anda karartacak kadar bulanık nefesini zaman
zaman alnına üflediğini unutmuş gibiydi". Hemen tamamen erkek kahraman
Sabri'nin bakış açısının hakim olduğu Yaz Yağmuru'nun başlarında "Kadm ken
di düşünceleri içinde idi." cümlesiyle bu açı diğer kahramana doğru kaymıştır.
.Şiirin tekniği, daha doğrusu formu üzerinde .o kadar ısrarla duran Tanpınar, ro
man ve hikâyeden bahseden makalelerinde bu türün tekniği üzerinde hemen
hiç durmaz. Yalnız bir defa, Halid Ziya'dan bahsederken roman tekniğinin mü
kemmeliyetini, pek de üzerinde durmayarak ifade eder. Bununla beraber başka
bir çalışmanın konusu olabilecek 'kendiliğinden oluşan farklı teknikler' m esele
sinin önemini de tekrar edelim.
Yukarıda Yaz Yağmuru'nun ilk tasarısı olabileceğinden bahsettiğim Enür-
gân'da A kşam Saati'nde, kahramanı Sabri'nin iç m onologlarında, eşzaman
(senkroni), artzaman (diyakroni) ve bilinç akışı tekniklerine gönderm eler hisse
dilir: "Sonbahar yaklaşıyor, diye düşündü. Fakat daha başka bir şey söylemek
istiyordu; kendi kendine, düşündüğüm bu değildi. Akşam oluyor diyecektim.
Demek insan iki şeyi birden düşünebiliyor. Kim bilir belki de üç dört şeyi bir de
fada düşünebiliyoruz. Onun için zaman zaman muammalı oluyoruz. Onun için
anlaşam ıyoruz." (s. 329). Yazı hayatının çok öncelerinden beri Bergson'un ve
Proust'un zaman anlayışı ile zihni meşgul olan Tanpınar bunu eserinin çok de
fa problemi, tem a'sı, bazan da burada olduğu gibi tekniği haline getirir. Hikâye
den naklettiğim iz hadisenin devamında Sabri hem arkasında konuşan yabancı
ana-kızın dertlerine ortak olmakta, hayatlanna girmektedir, hem de kendi hafı
zası, şuuraltı dinledikleriyle beraber bir yığın çağrışımla yeni terkipler yapmak
tadır. Birkaç sayfa sonra bu zihnî karm aşıklık (kompleks) ile hikâye tekniği bir
daha çakışır; "Sabri dem inki dikkatine döndü. 'M adem ki m uayyen bir zaman
da iki şeyi birden düşünebiliyoruz, o halde pek âlâ iki insanı da birden sevebili
riz. Fakat hakikatte iki şeyi birden düşünebiliyor muyuz? M esele burada, bu bir
den kelimesinde. Bizim İJİrden' dediğimiz şey belki iki ayrı zamandır. Son de
638 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
rece kısa oldukları için biz onları birbirinden ayıramıyoruz, tek bir zaman sayı
yoruz. Yahut da üstüste şahsiyetlerin ayrı ayrı zamanlarıdır. Birinci şıkta bütün
değişiklik iki haddin arasında geçtiği için bir nevi ritm teşkil eder. Beyaz, siyah.
Beyaz, siyah. Tıpkı nabzım gibi. İkincisinde insanı, sefer tası gibi bir şey kabul
etmek lazım. Bence de doğrusu budur.' "(s. 336). Tanpınar burada insan haya
tında (şuurunda) olduğu kadar anlatımda da gerçek bir senkroni olup olamaya
cağını irdeler gibidir. Şiirin dışındaki edebî metinlerin ne dereceye kadar hayatı
yansıttığı münakaşa edilmiştir. Roman, dolayısıyla hikâye hangi hayatı ve nasıl
yansıtır? Mikâyenin kurmaca (itibarî) bir metin olduğu muhakkak. Ama onun,
hayatın yahut ruhun gerçeklerini yansıtabilmesi için, gerçek tesiri, izlenimi ver
mesi gerekir. Bunun için hayatın kendisi olmasa bile yazarm hayat tecrübeleri
bu kurmaca metinlerin arasına girer. Nitekim Tanpınar'ın Huzur romanındaki
kişi ve olayların gerçek hayattakilerle, birebir olmasa da ilişkileri aranmıştır. Bi
yografisini bildiğim iz Tanpınaı^ın hikâyelerine de hayat tecrübe ve müşahedele
ri girmiştir. Bulunabilecek pek çok örneklen birkaçını zikredelim. Yine Yaz Yağ-
m uru'nda Sabri, plajda, biraz evvel çıktıkları kabini hatırlar: "Şim di Sabri onu,
daha ziyade bir deniz mağarası gibi hatırlıyordu. Kendi nabızlarının dalgalarıy
la açılıp kapanan bir deniz m ağarası." (s. 52).Tanpınaı^da bu m ağara motifi bir
arşetip gibi, herhalde bir psikoanalitik tahlile muhtaçtır. Belki Eflatun'un m ağa
rasının bile izlerini taşıyan bu motifin ondaki ilk somut kaynağı zannediyorum
genç yaşlarında A ntalya'da gördüğü Güvercinlik mağarasıdır. Antalya Mektu-
bu'nun bir yerinde orasını şöyle anlatır: "Aynı günlerde, bulunduğunuz mem
leketle denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denilen deniz
mağarasını gördüm. Bu mağara suyun açılıp kapanan aydınlığıyla benim için
mühim bir şey oldu. Dediğim gibi, gördüklerimi henüz gerçek bir keşif haline
getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri biraz da bu
mağaraya bağlıdır." Huzur'da da Mümtaz aynı mağaranın koyu nefti ile tirşe
arasında değişen aydınlığını, dalgalar çekildiği zamanki durgunluğunu, dalga
çarpıp ağzını örttüğünde her tarafın nasıl yemyeşil olduğunu, sonra gürültü ile
suyun boşalmasını saatlerce, hiç konuşmadan seyrettiğini ve bunun kendisini
nasıl çıldırttığını anlatır.
Erzurumlu Tahsin ise bir hikâyeden çok hatırayı düşündürüyor. Bu, Tanpı-
naı'ın Erzurum 'daki ilk hocalığı yıllarına (1923-1924) ait gerçek vakaların ve me
kânların teşkil ettiği dekor içinde bir savaş sonu insanının çöküntüsü hikâyesi
dir. Hikâyenin bir yerinde anlatıcı, artık Tanpınar demekle bir mahzur yoktur,
otantik varlığını ortaya koyar ve okuyucu ile konuşur: "1924 senesi sonbaharın
da olan ve o havaliyi Kars'a kadar altüst eden bu felâket elbet hatırlardadır."
Erzurumlu Tahsin gibi Evin Sahibi hikâyesi de yazarın hayatından zengin
müşahedeler taşır. Zaten kendisi de Kerkük H atıralan'nda, M usul'da iken evle
rinde Gülbuy adlı bir hizmetçilerinin olduğunu, bunun daha sonra Evin Sahibi
T iin p ın a r ’ın H ikâyeleri Ü zerine N otlar • 639
hikâyesine bir tip olarak girdiğini söyler. Fakat hikâye ile hayat arasındaki ya
kınlık sadece bu Gülbuy'dan ibaret; değildir. Kerkük H atıralan'nda geçen Ker
kük'teki evleri, annesi, babası, büyükannesi hatta evdeki yılan bazan şaşılacak
kadar birbirine benzer cümlelerle, bazan az-çok deform e ve stilize edilmiş ifade
lerle Evin Sahibi hikâyesine girmiştir. Beş Şehir'in Erzurum 'unda Siirt'ten ilk de
fa çocuk yaşlarında Erzurum 'a gidiş yolculuğunu anlatırken satırlar arasına şu
cümle sıkışır: "..bu yolculuğu hiç unutmam. Büyükannemin masallarıyla Ke-
rem'den. Yunus'tan okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız adlarıy
la m uhayyilem de büyülü hatırası hâlâ pırıl pırıl tutuşur." Bu büyükanne Kerkük
H atıralan'nda biraz daha belirli bir hüviyetle görünür: "Bu ev muhayyilemde
büyükannemin evidir. Onun korkuları, vehimleri, memleket hasreti ve Yunus
İlâhileri ile doludur. Bu sevimli kadın, evliyasını hiç unutmamakla beraber, se
lamlığı bir türlü bizim evden addetm ez..." Evin Sahibi hikâyesinde ise aynı in
san biraz daha farklı bir detayla verilir: "N e annemi, ne de ninemi iyice tanıya
bilirdim. Bu sonuncudan bende kalan tek hayal, Yunus İlâhileri okuyarak ağla
yan ihtiyar bir kadın hayalidir: bir de sonraları, evdeki hizm etçilerin ağzından
sık sık dinlediğim bir türkü bilirim. Beyaz başörtüsü, ağır kum aşlardan entarisi,
teşbihi, seccadesi, velhasıl bugün bende onun hayalini vücuda getiren bir yığın
teferruat, tıpkı türkü gibi sonraları etraftan dinlediğim şeylerin zihnim de kalan
izleridir."
Tanpınar bütün bu otantik unsurların edebî esere intikali üzerinde de hikâ
ye tekniğinin bir parçası olarak düşünmüştür. Yine Kerkük H atıralan'nda bu
tekniğinin ve estetik endişelerinin ipucunu şu cümlelerle verir:
"Gerçeği şu ki bir eser bizde ömrümüz boyunca mevcutlıtr. Tıpkı hareketle
rimiz gibi icraatının tesadüfleri ona muayyeniyetini verir. N için Gülbuy'un ha
tırasını olduğu gibi yazamıyorum? Fakat böyle yapsaydım folklora düşerdim.
Ve her eserim de istediğim şeyi, o sembol kıymetini kaybederdim. Onun için hi
kâyenin kahram an ve muhitini değiştirdim. Vaka M usul'da geçmesine rağmen,
ev Kerkük'teki bu ikinci evdir. İhtiyar babanın kızının oyuncakları üstüne kapa
nıp ağladığı oda, benim serçeleri avladığım od ad ır"
Yukarıdaki cüm lede geçen "m uayyeniyet" kelimesinin, Tanpmaı'ın bütün
eserlerinin olduğu gibi hikâyelerinin de önemli anahtar kavramlarından birini
çağnşhrdığını söyleyeyim. Muayyeniyet, determinizm dem ektir ki Tanpınar'ın
vokabülerinde kadeı'in karşılığıdır. Antalya M ektubu'nda "talihim iz içimizde
çok gizli bir yerdedir" diyen yazar hikâyelerinde de bunu değişik ifadelerle sık
sık tekrarlar. Bir huzursuzluğun romanı olan Huzur gibi hemen bütün hikâyele
rinin kahram anları da kaderin hep olum suzluklanna maruz kalmış kişilerdir.
Çoğunun süpertitüsyonları, bâtıl itikatlan vardır. Akıl ve m uhayyileleri çok de
fa olağan dışı faaliyet gösterir. En mutlu anların arkasında bile trajik ve patetik
bir felâketin izleri veya habercisi vardır. Bunlar, özellikle rüyaların hakim oldu
6'10 • T a n p ın ıır Ü zerine Yazılar
ğu hikâyelerde (galiba hemen hepsi) bana hep Edgar Poe'yu çağrıştırdı. Yaz Yağ-
m uru'ndaki genç kadının bir ara Sabri'ye "Siz korkuyu sevmez misiniz? Ne ka
dar her şeyi değiştirir, zenginleştirir" (s. 63) türünden bir çeşit m azohizme uza
nan sözleri gibi. Sabri ise kendisindeki bu patetik duygulara yabancı gibidir.
"Niçin herşeyi bir azap yapıyorum? Ben evvelce hiç böyle değildim " (s. 56).
Böylece felâket bir kader gibi bir yığın tesadüflerle gelir ve insanı yakalar. Bu
iradesiz kahramanlara (tabii Tanpınaı'a da) göre hayatımızı bir takım tesadüfler
idare etmektedir. Yazarın burada seçtiği muayyeniyet, talih, kader gibi pek de
kendisine bir çıkış yolu açamayacak kavramların arkasında hep o iradesizlikler
gelir. Erzurumlu Tahsin'i tarif ederken "onda hayatı idare eden gayri mesul kuv
vetlerden biri mevcuttur sanılabilirdi" (s. 252) der. Abdullah Hfendi de kendisi
için "Kim , hangi kuvvet onu kendi ömrünün, kendi kaderinin serabına böyle
birdenbire üflem işli" (s. 203) diye düşünür. Yaz Yağmuru'nda Sabri ise, iradesin
de olm ayan, kaderin veya tesadüfün sevkettiği durumu hakkında daha doğru
bir teşhiste bulunur:
"Şaşkınlığından sabah gazetelerinin bulunduğu köşeye baktı. Bu mübarek
1944 yazında tam kendi seviyesinde bir insanın yaşaması lâzım geldiği gibi ya
şıyor, düşünmesi lâzım gelen şeyleri düşünüyordu. 'Bu m uydu benim m ese
lem?' Fakat kendisi istememişti ki, her şey kendiliğinden olmuştu. 'Dünya kan,
ateş içinde yahu! diye kendi içinden devam etti. Fakat hayır, bunu düşünemez
di. O, hayatında kurulan acayip tahtaravallide, kâh bir taraf kâh öbür taraf ağır
basarak yaşayacaktı." (s. 59)
Bu, Ahm et Mamdi Tanpınaı^ın da, içinde gizli bir yerde duran talihinin, ya
ni kaderin ona hazırladığı bir tahtaravalli idi. Zamanın ne içinde ne dışında, ne
Şark'ta, ne Garp'ta, ne tam manasıyla Osm anh'da ne Cum huriyet'te, ne siyahta
ne beyazda, hasılı "olup olmamanın eşiklerinde" bir tahtaravalli.
Tanpınaı'm Yeditepe Yayınlan'ndan çıkan Şiirler'i 1961 yılı "Yeditepe Şiir A rm ağanı"nı alır. Seçi
ci jüride de A dnan Benk, Asım Bezirci, M em et Fuat, H üsam ettin Bozok, Fethi N aci, Behçet N e-
cntigil, O ktay R ıfat yer almıştır. Şiirler, sözü geçen isim lerden, son dördünün oylarıyla bu ödüle
layık görülür. (Tanpm ar'ın ölüm tarihi 24 Ocak; ödülün veriliş tarihi ise 26 O cak 1962.) O yıllar-
6 4 2 • T a n p ım ır Ü z e rin e Y azılar
H uzur'a D oğru
Konumuz onun şiirleri. Ancak burada bir parantez açıp m evcut "Huzur oku
malarına" da kısaca değinmek istiyorum. Eğer şiiri için değerlendirm elerde ya
zarın kendine baş vuruluyorsa, ben de bu noktada sözü kitabın yazarına verece
ğim. Çünkü bu durumda, Huzur'u da yıllarca yapılageldiği gibi, öncelikli soru
nu "dbğu-batı sorunu"ym uş gibi okumanın çok da doğru bir yol olmadığı orta
ya çıkacak. Bunu ben söylemiyorum; kitabın yazarı söylüyor. Çünkü kitabı ilk
yayımlandığında Tanpınar, yaptığı bir konuşmasında Huzur'un öncelikli tezi
nin, "İnsanın kâinattaki yeri" olduğunu vurgular ve "İnsan, bütün kâinattan
dan günüm üze Tanpınar'ın "Şiı>/L’r"inin ve diğer eserlerin -yeni baskılarının yapılm asına rağ-
m en- ısrarla görül(em e)m em esi çok düşündürücü ve trajiktir.
A hm et Hnmdi Tanpınar, Şiirler, YK Y 1999, 89 s, {Kitabın hem en başında, Tanpınar'ın biyografisi
yer alıyor. Burada Tevfik Fikvct Antolojisi (1937) şeklinde verilen kitabın adı Tevfik Fikrel, Hnıjtıh,
Ş/thsiijeti, Şiirlcnnitcıı ve Eserlerinden Parçalar şeklinde olmalıdır.
’T a n / p ın a r Ş i jr l e r " i n İzin d e • 6 4 3
m esuldür" der (Kitaplar Dergisi, Nu: 3,1949). Berna Moran, Huzur için, "Bir Hu
zursuzluğun Rom anı" nitelemesi yaparken ne kadar haklıysa, -Fethi N aci'ye
karşı çıkıp-kahramanın çıldırmasına inanmak istemeyişi ve "M üm taz'ın çıldır
ması hem Tanpmar'dan bekleyem eyeceğim iz fazla melodramatik bir bitiş, hem
de romanın anlam ı bakım ından gereksiz olurdu." derken de bir o kadar yanıl
mıştır. Yanılmıştır; çünkü okur olarak yazardan ne bekleyeceğinize, o yazar hak-
kındaki öngörülerim iz değil; eseri cevap verir. Kaldı ki Tanpınar'a göre -yine
kendi cümlelerimle, "dünyanın insana yüklediği bütün bu mesuliyetler karşısın
da insan zayıftır, unutkandır. M üm taz'ın çıldırması da bu mesuliyetin alhnda
ezilmesindendir." Romanda bu kültür çatışmasının olmadığını savunmuyorum.
Sadece öncelikli tezin o olmadığını söylüyorum; hpkı yazan gibi. Elbette yazarı
öyle dediği için değil; sadece romanın adının Huzur olması ve kişisel bir "huzur
suzluk" olan bu durumun, bir medeniyet çatışmasından daha öncelikli nedenle
rinin (savaş, çıkmazdaki bir aşk, çevresindekilerin durumu vs.) olduğunu fark
ediyorum. Ashnda Huzur da İstanbul'u merkeze alarak kültüre ikili bir bakışın
eserde geniş yer bulmasını biraz da Tanpınaı'ın eşyaya/dünyaya bakışına bağ
lamak gerekir. Öğrencilerine Gâlib'i ve şiirini Barok üslûptaki Ortaköy Camii
üzerinde anlatacak kadar "estet" olan bir hocadan başka nasıl bir anlatım/bakış
beklenebilir ki? İşte bu noktada Tanpınar'a kulak verirsek; H u zu /a "doğu batı
sorununu işleyen bir rom an" ya da "aşk rom anı" gibi bir ad vermeden, adının
sadece Huzur olduğunu düşünerek okumamız gerekecek. Onu bir okumalığına
da olsa dinlemeliyiz.
Yahya K e m a l ve T an p ın ar
Tekrar Şiirler'e dönelim. Şiirler'in yeni basımında Oğuz Demiralp'in "Tanpı-
na/ın Şiirleri İçin Bir Önsöz Arayışı" yer alıyor. Demiralp, Tanpınar'ın az sayıda
şiir yazmasını bir yandan Yahya Kem al'in gölgesinde kalmasına bağlarken, asıl
nedeni saptam anın güçlüğüne işaret ediyor. Öncehkle şunu vurgulamak istiyo
rum; Tanpınar kelimenin bütün anlamlarıyla bir şairdi. Ve bu konuda çok iddi
alıydı- Evet doğrudur; Yahya Kemal gibi bir hocanın/şairin onun karşısına çıkı
şı onu şiir konusunda biraz çekingen yapmıştır. Çekingendir çünkü, herkesin
karşısına "Benim le şiir bitti, siz nesirle uğraşm ." diyecek kadar yaptığı işe güve
nen ve şiiri bilen birisi çıkmayacakhr. Yahya Kemal'in, Tanpınar'ın beslendiği en
önemli kaynaklardan olan Fransız şiirini de iyi bilmesi bu ürkekliği daha da be
lirginleştirir. Biraz olasılık hesabı gibi olacak ama, Yahya Kem al'i hiç tanımamış
bir Tanpınar nasıl şeyler yazardı acaba? Ama tanımıştır ve o andan itibaren Tan-
pmar daha çetin bir yola girmiştir; Kendi şiir estetiğini kurmak. Bence bunu da
başarmıştır, şair. Kaldı ki onun sadece "Bursa'da Zam an" şiirinde Yahya Ke
m al'e daha yakın olduğu görülür. Bu yakınlık da tarihe (geçmişe ve geleceğe ait
değil; bir an bütünlüğü içinde, yatay ve dikey olarak devinen bir tarihtir bu) da-
64'! • T anp ııiiU ' Ü rerin e Yazılar
Neden Şiirler?
Önsözü kaleme alan Demiralp'in, Ahmet Hamdi için kapsamlı bir kitabı ol
duğu hatırlandığında onun şiiri için yetkin bir kalemin bu "arayış"ı sürdürdü
ğünü düşünebilirsiniz. Bir önsöz yazmasından olsa gerek, Demiralp, daha çok
Tanpmar şiiri hakkında genel bir değerlendirme yapıyor. Ancak şairin kendi
yaptığı bu seçkiyle ilgili bazı ayrıntıları -bir okur olarak- öğrenmek istiyorum.
Çok basit gibi görünen bir ayrıntı: Kitabın hemen başında yer alan "Ne içinde
yim Zamanın" şiirinin neden italik dizildiğini merak ediyorum örneğin. Büyük
olasılıkla: "1961'deki baskıda öyle olduğu için" cevabını alacağım. Ama bu ce
vap beni tatmin etmiyor. "Peki, o baskıda neden öyle?" sorusu takılıyor akhma.
Elbette "Kendi mezarı taşma kazınacak kadar sevdiği bir şiir olduğu için, şair
öyle istemiş olmalı." cevabı verilebilir, bu soruya da. O zaman beklemenin bir
anlamı yok. Asıl soruya geliyorum: "O zaman bu kitabın adı neden "Ne İçinde
yim Zamanın' değil?" Bu soru için haklı gerekçelerim olmalı. Bu sorum Tanpı-
naı'a; çünkü Yeditepe dergisinde verilen tanıtımlarda kitabın adı bu şekilde ilân
edilmişti. Hattâ kitabın basımı için yapılan yazılı anlaşmaya da bu isim üzerin
den imza atıhyor. Hüsamettin Bozok yine aynı dergide yazdığı "Bir Kitabın Hi
kâyesi" adh yazıda anlatıyor bunları (Yeditepe, sayı: 56,1-15 Şubat 1962). Ancak
bu değişikliğin nedenini belirtmiyor. Bu değişikliğin sebebi ne olabilir? Belki
fazla şüphecilik olacak ama şairin kitabına bu kadar yalın bir isim vereceğine
ben kendi payıma inanmak istemiyorum. (Öngörülerimle hareket ettiğimin far
kındayım.) Her şeyden önce şunu unutmamak gerekli. Tanpınar’ın eserlerinin
isimlerine bir bakın, onun bir "isim estetiği"ne sahip olduğunu göreceksiniz:
Abdullah Efendi'nin Rüyâlan, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışında
kiler, Yaz Yağmuru vs. Kısaca kitaplar içerikleri kadar isimleriyle de "Ne güzel bir
kitap adı" dedirtecek kadar çekici ve içeriğe de ayna. Hatta onun edebiyat tari
hini bile bir edebî bir eser gibi yazdığını düşününce, burada mutlaka bir soru be-
lirmeli okurun kafasında, diye düşünüyorum. Ancak bu şüphelerime haklı de
liller bulmalıyım...
1959 yılının Kasım ayında. Çevre yayınlarından bir kitap yayımlanın Adı: Şi
irimizin Dört Ahmedi. Hazırlayan, Ali Püsküllüoğlu. Kitap, Ahmet Haşim, Ahmet
Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas ve Ahmet Hamdi Tanpınafm şiirlerinden bir
”Tan/pınar Şiirler”in İzinde • 645
^ Bu şiir özelinde yapılan çözüm lem eler için aşağıdaki yazılara bakılabilir.
6 4 6 • Tanpıniiı- Üzerine Yazılnr
rinde durmak istemiyorum; ancak şimdiye kadar hiçbir kaynakta sözü edilme
yen ama genelde Tanpınar; özelde ise sözü geçen şiirin çözümlemesine yardım
cı olacak bir anekdot aktarmak istiyorum.
Peyami Safa'nın 1936'da çıkardığı Kültür Haftası her sayısının ilk sayfasında,
şairlerin ve yazarların kendi aralarında yaptıkları ve genelde seçilen bir konu
üzerine yoğunlaşan söyleşileri yayımlar. Bunlardan birisi de M. Şekip Tunç'un
Bergson'un bir sözünden hareketle başlattığı "Şiirde İlk Tomurcuklar" adlı bir
konuşmadır. Bu konuşmaya Mustafa Şekip Tunç, Münir Serim, Sabri Ander,
Mazhar Şevket, Peyami Safa, Suut Kemal Yetkin, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet
Hamdi Tanpınar gibi isimler katılır. Konuşmada Ahmet Kutsi, Baudelaire'in
"Sanat çocukluktaki rüyaların zaman içinde tahakkukudur.." sözünü aktardık
tan sonra, Mustafa Şekip'in "Meselâ, burada, aramızda bulunan şairler bize en
kuvvetli çocukluk intibalarını anlatsınlar." cümlesiyle konu meclisteki şahıslara
indirgenir. Peyami Safa'nın "Sen söyle, Hamdi!." diyerek ilk ona söz vermesi an
lamlıdır. Ahmet Hamdi'nin cevabı ise aynen şöyle: "Bende iki intiba var. Öğle
güneşi altında sakin deniz. Hafızamda çocukluktan kalan iki kuvvetli manzara
dan biridir; öteki de, on dört yaşımda iken, Halep'te, sıcak bir memleket akşa
mında, başımı birdenbire kaldırınca büyük bir apartmanın her penceresinden
sarkan insan başlarının hâlâ içimde kalan tesiridir. Bunlar bana iki âlem arasın
da sıkışmanın heyecanını vermiş olabilir. Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbü
tün dışında diye başlayan şiirim belki bu intihadan geliyor. Hep o manzaranın
tesiriyle "Hayat menfileri" isminde bir şiir yazmayı düşünmüşümdür." Konuş
maları yine Tanpınar bağlar; "Hatırlamadığımız ve hafızamızda bulamadığımız
taraflar haberimiz olmadan şahsiyetimizi ve eserimizi hazırlıyor; hatırladığımız
ve bulduğumuz taraflarsa bize kendimizi bulduruyor." (Kültür Haftası, sayı: 9,
11 Mart 1936, s. 161/180)
Tanpınar'ın yine "Ne İçindeyim Zamanın" şiiriyle ilgili olarak, yukarıdaki
açıklamalarından yıllar sonra -aynı izaha paralel olarak "Kozmozla insanın bir
leşmesini nakleder" açıklamasını yapar ki, bu cümle de yukarıdaki cümlelerle
hiç çelişmez. (Değil Bergson'un "durâe'si, Freud'un "psikanaliz"iyle) dümdüz
bir akılla bile bakıldığında, "Ne İçindeyim Zamanın" şiiri için önemli ipuçları
a. V. B. Bayni, "Tnjıpııınr Şiirine Bir Giriş," Şiir Atj, Kilap/3, 1987, 35-40.
b. M. K ayalıan Ö zgül, "Neredesin Tnııptm r?’' Innnk, Sayı; 1, H aziran 1998, s. 6-14; Ludingirra, Sayı;
6 Yaz 98, s 75-83.
c. Saadettin Yıldız, "Ne İçinrieıjiın Znınnııııı", Edebiyat Ciiııcesi, Sayı; 15, ıVIart-Nisan 2000 s. 40-45.
d. O ğuz D eniiralp, “Bu Şiir Tai)f>mar şiirselinin hnşkcntidir'' dediği bu şiiri "Tıtr/n Mnannıın" adını ver
diği bölüm de çözüm ler, bakınız: Kutup Noktası, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993 s. 24-42.
e. M ehm et K aplan, "Ne İçindeıjim Z am am n", Tnnjjntnr'ııı Şiir Dnmjn^t, Dergâh yay. İstanbul 1982, s.
61-64.
f. A hm et Kutsi Tecer, "Tnnpınnr'ın Şiirleri", Varlık, Sayı: 5 4 9 ,1 M ayıs 1961, s. 6-7.
”Tan/pınar Ş iirle r”in İdinde • 647
Metafizik ve Kaynaklan
Tanpınaı^ın gerek şürinde gerekse nesrinde metafizikle kurduğu bağ her za
man dile getirilmiş ve buna Tanpınar'm kendinden alınan referanslarla daya
naklar aranmış, birçok isim sıralanmıştır. Yine kendinden bir kaynak arama ça
bası. Tanpmar, Ahmet Kutsi ile 1930'da Görüş mecmuasını çıkarır. Kendi ifade
siyle bu dergide kendi estetiklerini anlatma fırsatını bulurlar. Derginin 2. sayı
sında Şeyhzade Burhan (Toprak) "Bediî Hulûl- Einfühlung" adlı bir çeviri ya
yımlar. Elbette bu çeviri de rasgele çevrilmiş bir metin değildir. Bu metinle Tan-
pınar'ın "Şiir ve Rüyâ" denemesi ve şiirleri bir arada okunduğunda ortaya çok
ilginç sonuçlar çıkacaktır. Hatta Tanpınar'm sanatının anahtarı olarak görülen
rüya kavramına sadece bir 'sanat telakkisi' olarak değil de, şairin hayatında da
inandığı bir gerçeklik olarak bakıldığında birçok eseri bambaşka bir boyut kaza
nacaktır. Çünkü Mehmet Kaplan'ın aktardığına göre, Tanpmar, rüyaları seven,
onlara inanan, onlarda hakikatler arayan bir şairdir. O atavizme (=nesillerdeki
özelliklerin asırlar sonra aynı neslin devamında yeniden ortaya çıkması, ataya
çekme) de inanır. Tanpınar'm en yakın arkadaşlarından Doktor Fikret Ürgüp'ün
ve onu tanıyan Adile Ayda'nın da benzer şeyler yazmaları ondaki "rüya" anla
yışına farklı bir yerden bakılmasını gerektirmektedir. Çünkü sadece gece görül
meyen bu rüyalar, aslında, muhayyilenin/imgelemin herhangi bir uyarıcıyla
girdiği biçimleri karşılar ki Jung'un vision (= hayal gücü ile görme) dediği şey
tam karşılığını Tanpınaı'da bulur. Bu noktada onun beslendiği kaynaklar açısın
dan hakkında yazılanlarda sözü edilen birçok ismin değil; Jung'un, Bergson'un
ve Nerval'in isimlerinin altını çizmek gerektiğine inanıyorum. Elbette şairin
"Marcel Proust Dostları Cemiyeti"ne üye olması göz ardı edilmemeli. Bütün
bunlardan sonra onun için metafizik, sadece sanatına ve şiirine değil, hayatına
kadar giren bir gerçekliktir. (Burada hemen Rüyalar adlı hikâyesi hatırlanacak
tır.) Bu ilginin nereden kaynaklandığı sorusu da sorulabilir bu noktada. Kendi
64 8 • T ;ınpın;ır Ü zerine Ynzılar
Yekpâre Şiirler
Tanpınar, Şiirleri dört bölüme ayınyor; Sabah, Her Şey Yerli Yerinde, Bur-
sa'da Zaman, Dönüş. (Ne İçindeyim Zamanın şiiri bu bölümlendirmenin dışın
da apayrı bir yerde durur.) Her bölümün değil ama, kitabm bu düzenlemeyle or
ganik bir bütün oluşturmayı amaçladığı söylenebilir. Şairin yazdığı birçok şiiri
bu kitaba almaması, onları başka bir kitapta değerlendireceğini düşündürse de,
ilk elde yapılan bu seçkide daha çok biçimsel olarak bütünlük gösteren şiirleri
kitabına aldığı göze çarpar. Dergâh'ta. yayımladığı daha sonradan "keşke onları
yazmamış olsaydım" dediği ilk şiirlerinden hiçbirini almaması onun bu seçkide
ki özenini gösterir. Serbest şiirlerine yayımlandıkları dönemde başta Ataç olmak
üzere gösterilen tepkilerin etkisi var mı bilinmez ama, bu tarzdaki şiirler de bu
seçimin dışında kalmıştır. Cemal Süreya'nın alçıdan yapılmış kumbaralara ben
zettiği bu şiirler elbette onun için şiir serüveni içinde bir yol ayrımıdır. Fakat bu
yoldan dönüş çabuk olacaktır. Dar bir kelime kadrosu ile küçük ama derinleme
sine açılımları olan bir dünyanın şiirini yazan şairin en doğru kelimeleri arama
sı çok doğaldır.
Şiirler'de yer alan şiirlerin yayınevine verilen ilk şekillerinin de hemen kar
şılarında yayımlanmış olması değişikliklerin de tek tek ele alınmasını gerektiri
yor Bir "kelime simyageri"nin her değişikliğinin bir anlamı olmalı çünkü. An
cak değişikliklerin üzerine büyük olasılıkla Tanpınar'ın düştüğü notlar ilginç.
Çünkü bir şair kendi yaptığı düzeltmelere neden "kitapta... olmuş" şeklinde ifa
deler yazsın ki? Sanki kendi iradesi dışındaki değişikliklermiş gibi cümleler kur
ması düşündürücü değil mi? Elbette bu ifadelerden kitabın çıkmasından sonra
başka bir kişinin -ya da Tanpınaı^ın- düzeltmeleri yapmış olma ihtimali de var.
Şiirlerin geneli için söylenebilecek başka bir özellik de şiirlerin kelimelerin
ses değerlerinin değil, uyandırdığı çağrışımların dünyasında aranan musiki ol
duğudur. Diğer türlü düşünüldüğünde, şiirlerde görülecek basit kafiyeler ve
H ilm i Yavuz 28 Ekim 1997'de ZfJi«nıı‘da yazdığı "M ahkûm iyet ve M ahrum iyet" ndh yazısında
TanpmnKm hatıralarından alıntıyla Tank ve Kemal için (arkadaşları olsa gerek) notunu düşer.
Tanpınar'ın hatıralarında bahsettiği Tarık, Tarık Temel'dir.
”Tan/pınar Ş iirle r"in İzinde • 649
zorlamalar onun estetiğine -en azından biçim olarak- zarar verecektir. Örneğin,
Raks'laki "aydınlığın/varlığın; derinden/alevden; kendisi/mucizesi; derin
de/eşiklerinde" kelimelerinin kafiye yapılması, birebir eşleme ile değerlendiril
diğinde zayıf olarak görülebilir. Şairin kelime tercihlerinde tavnnı isimlerden
yana kullandığı, özellikle mısralarını ve kafiyelerini isimlerden isim tamlamala
rından kurması da onun şiirinin en belirgin özelliğidir.
Bu biçim özelliklerinin yanmda, onun şiirlerinin bir ânı izleyen açılımlar ol
duğu da dikkate değer bir özelliktir. Birçok şiir, bir ânın "birdenbire" sezilme
siyle orlaya çıkar. Zaten şiirlerin başlıklarının da hemen ilk mısradan seçilmesi
"toplanan bir ânın dağıtılarak tekrar düzenlemesinin" en güzel örneğini oluştu
rur. Nitekim Şiirler'de "Ne İçindeyim Zamanın, Yavaş Yavaş Aydınlanan, Bende
dir Korkusu, Deniz Ufkunda, Selâm Olsun, Yollar Çok Erken, Bir Gül Tazeliği,
Sesin, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Rıhtımda Uyuyan Gemi, Her Şey Yerli Yerinde,
Bütün Yaz, Ayna, Mavi, Maviydi Gökyüzü, Karışan Saatler İçinde..., Bir Gün İca-
diye'de. Ey Kartal Bakışlı, Bırak Aydınlığa," şiirlerinin başlıkları ilk dizenin ya
aynısı ya da bir bölümüdür. Otuz yedi şiirden on yedisinin bu şekilde "tesmiye"
olımması onun şiiri için genel-geçer bir yargı olabilecek kadar önemlidir.
Melih Cevdet'in onun şiiri için söylediği "Bir çalılığa, bir taşa takılıp kalmış,
oracıkta tek başına direnen pırıl pırıl ama gözlerden uzak bir çiçeğe benzerdi."
değerlendirmesi, artık o şiiri yalnız bırakmamamız gerektiğini öğütlemiyor mu
bize? Çünkü o şiirde kendisinin peşindeydi: kocaman evrenin/kozmos'un için
de onunla bütünleşmeye çalışan küçücük bir cisim olarak Tanpınaı'ın. Bütünleş
mek istedi çünkü, bu sağlandıkça "içi muradına erecekti."
sında bir akşamın ten rengi hasretini bulacaktır... Çünkü ney, mevcut olmayanın
yerine geçerek onun izinden yürüyerek konuşur." Ama Tanpınaı'ın varoluş kodlann-
da acımasız şifrelerdir bunlar; bir yandan kozmik ve mutlak zamanın varlığma
ilişkin işaretler yollarken, diğer taraftan da bu zamandan kopmuşluğu hatırla
tırlar. Ölüm ise muğlâk bir fikirdir. Kimi zaman mutlak sonsuza kavuşturan en
kısa andır; kimi zaman ürkütücü ve bilinmezdir. Bu işaretlerin dili, ancak bazı
cisimleştirme/biçimleştirme imgeleriyle kurulabilir.
Birçok okurun önerdiği şemanın aksine, Tanpınar maddeye karşı ruhu, za
mana karşı sonsuzluğu, akla karşı duyguyu, pragmatizme karşı idealizmi seçen
bir yazar olarak nitelendirilemez. Bu kutuplar Tanpınaı'da zaman zaman birbi
rine yaklaşır, zaman zaman ayrışır, çünkü her iki kutup da mutlak ve yekpare
zamanın cisimleşmesi ve biçimleşmesidir. Birbirilerine oranla bir üstünlük-aşa-
ğılık ilişkisi içinde olabilirler, ama biçimlenmemiş zamana olan mesafeleri öyle
pek farklı değildir. Jorge Luis Borges gibi Tanpınar da varoluşu, mutlak bir za
manın, düşsel zaman parçaları halinde yansıması olarak düşünür. Cismanî ve
ruhanî tüm görüngüler Tanpınar'da birbirine geçmiş cisimleşmeler/biçimleşme-
lerdir. Bunların Tanpınaı'ın şiirine de romanına da en egemen olmuş olanlarına
bakahm.
Mûsikî mutlak zamana belki de en yakın biçimleşmedir. "Her çehre, her ha
tıra, ömrün her vakıası bize kendi hususi nağmesiyle gelir. Onu yeniden yaşa-
makiçin bu sesi bulabilmek lâzımdır. Bazan bu nağme kendiliğinden -dıştan ge
len herhangi bir sebeple- satıhta yüzmeye başlar. Bu, zaman nehri tersine akmak
istiyor, büyük uçurum yuttuğu her şeyi geri veriyor demektir." Zaman nehrini
tersine akıtmak, o mutlak zaman ve yekpare zamana kavuşmak hem büyük bir
arzu hem de bir meraktır Tanpınaı'da. Musikide cisimleşmiş zaman, yanıltıcı da
olsa, bu kavuşmanın mümkün olabileceği duygusunu yaratır; "Mûsikî giydiril
miş zamandır[...]. Maddesizdir" ("Şiir ve Rüya," 25). Hem maddesiz hem de
giydirilmiş olan musikinin bu tanımında bir çelişkiden çok bir gerilimden söz
etmeliyiz; Her cisimleşme ve biçimleşme, Tanpınar'da, maddeyle maddesizliğin
iç içeliğîni gösterir. Taksim kabul etmiş zamanlarda hapsolmuş benlik, bu mah
pusluktan iradî ya da gayri iradî kurtulma anlan sezer; ama bunlar ancak ve an
cak sezgiseldir:
Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde aynlı-
yor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı çok ba
sit şeylere kendi mûdil riyaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen
gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve ken
di yarattığnmz iki kutbun arasında düşüncemiz, bir saat rakkası gibi gidip ge
liyordu (abç).
Ve "zamanın bu mahpusu" insan, "onun dışına fırlamaya çalışan bir biça-
re"dir. "Onun için bir ıztırap makinesi"dir (Huzur, 81).
6 5 2 • T a iıp ın a r Ü zerine Ynzılıır
Bütün varlığıyla ölümü unutmaya çalışan Behçet Bey, ölümden kaçtıkça ay
nalara tutulur. 'Taksim kabul etmiş zamanın timsali olan aynalaı', Behçet Bey'i
hem büyüler, hem korkulur:
Hakikât şu ki Behçet Bey aynaları hem sever hem onlardan korkardı.
Aydınlıkta her şeyi kendi içlerine alan bu sevimli mevcutların bazan o
kadar haşin ve sert bir şekilde kendi üzerine kapanışları, sizi acaip bir
sükût içine sarıp sarmalayışlan vardı ki... Aynalar, istedikleri zaman
dört bir yana salıverdikleri bu sessizlikle taksim kabul etmiş zaınamn bir
timsali idiler. Halbuki Behçet Bey, daha çok bizim olan zamanı, berabe-
■rimizde getirdiğimiz ve yine beraberimizde götürdüğümüz, her zerre
sine ayrı mânâ ve şekiller, ayrı çehreler vererek sahip olduğumuz zama
nı, kendi eliyle tamir ettiği, temizleyip ayarladığı bir yığın saatin kâh te
laşla, kâh büyük bir sabır ve dikkatle, teker teker, küçük küçük, hiç yo
rulmadan, yanılmadan, şaşmadan saydıkları, nabızlarımızın munis karde
şi olan zamanı severdi (32, abç).
"Nabızlarımızın munis kardeşi olan zaman," yani saatin tiktakları, Behçet
Bey için anımsamak istemediği, taksim kabul etmemiş zamandan bir kaçıştır.
Aynalarsa, onun nazarını kendine çevirmesine neden oldukları için onu korku
tan, ona yalnızlığını hatırlatan, narsisist fantazilere sürükleyen, bastırdığı cinsel
liğiyle yüz yüze getiren nesnelerdir.
Behçet Bey'in nasıl bir adam olduğu, onun saatlerle olan tuhaf ilişkisinde giz
lidir. İnsanlarla ilişki kuramayan Behçet Bey, bir Robbe- Grillet dikizcisine (voye-
urüne) bile taş çıkartacak biçimde, saatlerin içini açıp bakmaya ve bir kez onlarla
böyle içli dışlı olduktan sonra onların yeknesak tiktaklarını dinlemeye tutkundur.
Bu tiktaklann tek farkı, saatlerin seslerindedir. Uygun adım yürüyen bir kalabalı
ğın şarkı söylerken birçok değişik sesi bir araya getirdiği bir koroya benzer bu tik-
taklar senfonisi. Behçet Bey bu senfoniye tutkundur çünkü başı sonu tekdüze rit
minde onun ancak kaldıracağı kadar farklılaşma vardır. Üstelik bu farklılaşma,
uygun adım tiktaklan bozmadığı için korkulacak bir farklılaşma değildir. Yaşamın
sürprizlerle dolu renklerinden korkan ve insanlarla ilişkinin getirdiği yükten ka
çan Behçet Bey için saatlerin yeknesak tiktakları yaşamm tek güvencesidir.
Gelgelelim yekpare zamanın bir başka tezahürü, yani cinsellik, Behçet Bey'i
gündüz kaçsa da, gece uykularında kovalar. Gündüz sığındığı saatlerin yekne
sak tiktaklan gece olunca ninni gibi onu uykuya çağırır:
Şimdi Behçet Bey iki eli çenesine kadar çektiği yorganın kenarına sımsı
kı kilitlenmiş olduğu halde, odasında şuraya buraya dağılmış, irili ufak
lı bir yığın saatin sesini, tıpkı gizlendiği bir köşeden yetiştirdiği orkest
rayı dinleyen bir şef dikkatiyle dinliyordu. Ve yine tıpkı bir orkestra şe
fi gibi, bu acaip konserin sazlarını hem bir bütün olarak tadıyor, hem de
656 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
H u zu /d a, Mahur Beste'yi hem musiki hem bitmemiş bir metin olarak bulu
ruz. Behçet Bey kıskançhktan karısının âşığı zannettiği Doktor Refik'i saraya ih
bar etmiş, fakat Refik'in ölümünden sonra bile kıskançlıktan kurtulamamış, Ati-
ye'nin hastalanıp da hasta yatağında Mahur Beste'yi mırıldandığını duyunca ağ
zına birkaç defa vurarak belki de Atiye'yi öldürmüştür. Mahur Beste, Nuran'ın
dedesi Talat Bey'in eseridir; fakat aile içinde uğursuz sayılır. Gene de bu ailenin
kişileri, kendilerini bu bestenin karşı konulamaz cazibesinden kurtaramazlar,
"Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlık
lardan biri" dir ve Mümtaz'a göre, "insanı büyük mânâsında kaderle karşılaştı
ran bir parça"dır. Bu kader, romanın sonuna doğru, Nuran ve Mümtaz'ın hazır
ladıkları bir mûsikî akşamında karşılarına Suat olarak çıkacaktır:
Nuran içindeki didişmenin arasından kendi hayatına ve etrafına yeni bir
gözle baktığı bu günlerde, bu garip aile yadigârtnm bütün iç hayatını
idare ettiğini. Ömrüne büyükannesinin hâkim olduğunu gördüğünü an
ladı. Sade kendisi değil, bütün aile böyleydi. Hepsini, kendilerinden çok
evvel, geçmiş bir takvim yaprağına ait bir akşama benzeyen bu aşk ma
cerası terbiye etmiş, onlara ve etrafındakilere yamdiliflarına göre ayrı ayrt
kaderler hazırlamıştı. Şimdi sıra kendisinindi. Kendisinin ve Mümtaz'ın!
Mahur Beste'nin altın kafesi arkasında onların gölgeleri çırpınacaktı.
Ayrıldıktan ve Suat'ın intihanndan sonra, Mümtaz Nuran'ı bir tür sükûnet
le düşünebilir çünkü, "mücrim, zalim, insafsızca kayıtsız, sade insiyaklarının
peşinde koşan varlık, bu çehrelerin en zalimi ve en yalancısı ortadan çekilmiş
ti". Bu Suat'tır. Ama Suat, Mümtaz'ın bölünmüş kişiliğinin karanlıktaki yarısı
dır. Yani kader, gene kişisel ve kaçınılmaz psikolojik yapıdır. Nitekim Suat öl
dükten sonra bile Mümtaz bölünmüş kişiliğinden kurtulamayacak, romanın so
nunda deliliğe ilk adımını atacaktır: "Hakikat şuydu. Mümtaz, Binbir Gece'de-
ki eskicinin hikâyesine benzeyen ikiz bir ömrü yaşıyordu". Ve ancak mûsikîde
bütünleştiğini hisseder; Nuran'a olan aşkını da bu zamandan, bu dünyadan, ha
reketten ve onları kovalayan kaderden uzak, bir başka zamanda, mûsikînin za
manında yaşamaya çalışır;
Fakat hazzın en keskini, tabii azabın da, insanı gafil avlayan bir mûsikî
parçasının içinde uyanan Nuran'larda idi. Nağmenin arabeskinde veya
mûsikî cümlesinin altın yağmuru içinde, bir oluşla geldikleri, onun ara
sında gömülüp kayboldukları, yaşadığımızın üstünde bir zamanın fası
lasından ona baktıkları ve güldükleri için hatırlamanın şekli değişir,
adeta daha evvelki varlıklanmızın bizde uyanan akisleri olurdu.
Ama Suat'ın sinik maddeciliği onun peşini bırakmaz:
Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin
var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. [...] Eminim ki senin için ölüm
662 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya
gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. Öyle de
ğil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin. Onu güzelin ve aşkın kardeşi ola
rak görürsün. Hiç ölümün iğrenç bir şey olduğunu düşündün mü? İğ
renç bir çürüme ve kokma!.. (352, 354).
Kendinde barındırdığı bütün bu çelişkili parçalanmış zamanlarla Mümtaz hiç
bir yer ve durumda huzur bulamayacaktır. "Muzdarip ve huzursuz bir ruh" ola
rak şiire ve aşka kavuşmaya çalışan Mümtaz, "birkaç rüzgârda birden parçalana
rak" delirir. Belki de sonunda Mümtaz'ın hastalanması ve delirmesi, parçalanmaz
zamana kavuşamadığı, parçalanmış dünyevî zamana da kallanamadığı içindir.
Peki, Hi(z/(r'la Mahur Beste tamamlanmış oluyor mu? 13ir ölçüde, evet. Ayrı
lığın ve ölümün, yapılamayacak zamanın simgesi olan Mahur Beste, H uzurda
'zaman' felsefesi olarak anlatımını buluyor, ama bu felsefe roman olarak Hu-
zur'u yıkıyor; felsefe uygulamayı baltalayınca, yazılan her sayfa, Mnhur Besfe'nin
yazılamayacak sayfalarıyla yadsınınca (çünkü zamansızlık yazılamaz) Huzur da
elbette "huzursuzluğun romanı" oluyor.
Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstilüsü'ude gene yaşam-sanat-anlatı-zaman
ilişkisine döner. Bu romanda anlatı "saat ayan" teması çerçevesinde gelişir. Ha
lil Ayarcı'nın saatleri ayarlama enstitüsünü şarlatanca bir toplum mühendisliği
nin hicvi olarak gören eleştirmenlere karşı çıkan Oğuzertem, bu romanın Tanpı-
naı^ın diğer romanlarından farklı olmadığını, hatta Saatleri Ayarlama Enstitü-
sı/'nün ancak Mahur Beste metninin anahtar sembolleriyle okunabileceğini ve
Hayri İrdal'ı sunan dilin Behçet Bey'i sunan dille benzerliğini gösterir.
Romanın son bölümü Hayri İrdal'ın saatleri ayarlama enstitüsü için yapıla
cak bir binanın mimari projesini çizmesiyle ilgilidir. Bu bölüm yaşamın kurma-
cayı izlediği abes olayların bir devamı gibi görünmekle birlikte, birdenbire, Ha-
lit Ayarcı ile Hayri Irdal ilişkisi yeni bir boyut kazanır. Çünkü "saat" sözcüğü,
burada bir harf noksanıyla, ama son derece kasıtlı bir biçimde 'sanat' sözcüğü
nü çağrıştırmak üzere kullanılır.
Enstitü binası için Hali t Ayarcı'mn önerisiyle bir yarışma açılır. Gene Mali t
Ayarcı'nın ısrarıyla, yapılacak bina projesinin "müessesenin mahiyetine ve adı
na uygun bir şekilde orijinal ve yeni üslûpta" olması şart koşulur. Bu şartlara
Hayri İrdal sırf ukalalık olsun diye, binanın adına "dıştan ve içerden uygun ol
ması" koşulunu ekler. İşte bu son koşuldur ki birçok mimarî çizimin reddedil
mesine neden olacaktır. Çünkü Halit Ayarcı, gelen çizimlerin hem dıştan hem de
içten uygun olma koşulunu karşılamadıklarını düşünür. Burada açıkça çağrıştı
rılan, sanat eserinin biçim ve öz uyumudur. Halit Ayarcı bütün projeleri, "bun
lar herhangi bir binada yapılabilecek şeylerdir. Bunun neresi modern ve neresi
saat?" diye reddeder. Bu cümlenin 'Neresi modern ve neresi sanat'ı çağrıştırma
T aksim Kabul Etm iş Zam îinın A ynası R o m an : M ahur Beste • 663
Saat fikrini tam verebilmek için giriş kapısına da tam bir kadran man
zarası verdim. Altı metre irtifaında olan bu kapıda kadranın bu tarzda
tanzimi beni epeyce yordu. Herhangi bir dikdörtgenin kenarlarına ra
kamlar koymakla hiçbir şey elde edemezdim. Başka bir şey bulmak la
zımdı. Bursa'ya Konya'ya kadar gittim. İstanbul camilerini dolaştım.
Bütün kapı şekillerine baktım. Fakat hiçbiri benim işime yarayacak şey
ler değildi. Daha doğrusu hepsi düzgün, iyi işlenmiş dikdörtgenleriyle
harikulade şeylerdi amma, benim aradığıma cevap vermiyorlardı. Ni
hayet bir gece küçük İstanbul camilerinden birinin yana doğru kaldırıl
mış perdesi bana bir fikir verdi. Akreple yelkovandan bir perde gibi is
tifade edecektim.
Halit Ayarcı projeyi büyütür. Saat evlerden bütün bir mahalle kurmak iste
mektedir. Buna herkes karşı çıkar. Enstitü maketini o kadar beğenmiş olan bu in
sanlar, sıra kendi evlerini saat biçiminde inşa etmeye gelince itiraz ederler. Ha
lit Ayarcı büyük bir düş kırıklığına uğrar ve yalnızca bu projeyle değil tüm saat
leri ayarlama enstitüsü projesiyle ilgisini keser. Hayri İrdal'la bile artık konuş
maz, telefonlarına çıkmaz, randevu isteklerini geri çevirir. Roman Hayri İrdal'm,
"O geceden sonra Halit Ayarcı'yı ancak, korkunç otomobil kazasından sonra
kaldırıldığı evinde, yatağında görebildim," sözleriyle biter. Daha doğrusu bit
mez. Saatleri Ayarlama Enstitüsü sanat'ın ayarının bulunamayacağı mesajını iletir.
Mahur Beste gibi. Bu tür bir sanat anlayışı da romanın ruhuna aykırı bir şey de
ğildir; çünkü roman bitmeyecek arayışların, sürekli sorgulamanın, huzursuzlu
ğun ve çözümsüzlüğün ve elbette, parçalanmış zamanların, uçup giden kaygan
anların anlatısıdır. Bu bitmeyecek anlatılar, Tanpınar romanlarında "taksim ka
bul etmemiş zaman"ın tehditkâr boşluğuna direnmenin tek yoludur.
Oysa der şair, hatıralar, hafızada birbirinden bağımsız durmaz; onlar dağ
doruklarında hiç erimeden kalan karların üzerine yeni mevsim karlarnıın yağ
masına benzer bir birikim sürecinden geçer. Her hatıra, öncekilerin üzerine ya
ğar. Onlara eklemlenir; birbirinden ayrılmaz olur. Birbirine karışır, bulanır, yeni
şekillere bürünür, hatta bazı yanılsamalara bile sebep olur. Ama kaybolmaz. Tıp
kı üst üste yağan karların birbirine karışması, yapışması gibi hatıralar da hafıza
da anlamlı bir şekilde birbirine yapışır. Ve en unuttuğumuzu zannettiğimiz ha
tıralar bile uygun bir uyaran bulduğunda beklenmedik bir şekilde çıkar üzerine
yağan karların altından: Kendini gösteriverir.
Şair, burada ilginç bir soru daha sorar; Eğer, der, bütün hatıralar aynı anda
uyandırılabilseydi, nasıl bir manzarayla karşılaşırdık? Soru kadar cevap da il
ginçtir: Ortaya müthiş bir konser çıkardı. Zevk veren ve aynı zamanda acı veren;
ama anlamlı, hepsi de bizim için acı tatlı anlam taşıyan bütün bu hatıraları aynı
anda dinlemek nasıl bir tecrübe olurdu acaba?
Siz şahsî hayat tecrübemiz için bu ilginç manzarayı düşünedurun, ben lafı
yine eski hastalığım şehre getireceğim izninizle.
Peki ya şehirlerin hafızası birden boşalırsa ne olur?
Şehirlerin hahzası da palimpsest'ten ziyade organik bir hafızaya benzer. Bu
noktada İstanbul'u bir palimpsest-şehre benzeten sevgili Juan Goytisolo'dan ay
rılıyorum. Şehirlerde her nesil, her grup, her aile, hatta her insan teki, hatıraları
nı gömdükleri hafızalarıyla şehrin büyük hafızasını kendi kalemleriyle yazmış
olurlar. Bu izleri peş peşe ve yan yana izlediğimizde, palimpsest gibi birbirinden
kopuk gibi dursalar da, bütün bu hatıralar manzumesinin şehrin ortak hafıza
havuzunda birleştiklerini, onları birbirine bağlayan yoğun bir ilişki şebekesi bu
lunduğunu fark ederiz.
Peki bir şehir yüzlerce, bazen binlerce yıldan beri hafızasında biriktirdikleri
ni boşaltmaya kalksa nasıl bir manzara çıkardı karşımıza? Bir kakafoni mi, bir
konser mi olurdu sonuç?
Artık yazımızın düğümünü atabiliriz: Şehirler, aslında hafızalarında birik
tirdiklerinin, bir orkestra şefinin çıkıp da sihirli bir dokunuşla aynı anda zembe
reğinden boşanmışçasına ortaya dökülmesini beklerler İsterler ki, bütün hatıra
lar, bir defahğına yaşanmış da olsalar, duyacak kulaklar için bir kere daha dile
gelsin, mesajını ebediyete haykırsın.
İşte Ahmet Haindi Tanpınaı^ın Beş Şehirlinde beş talihli şehrimiz adına yap
tığı da bir orkestra şefi gibi, hatıraların başına geçerek onları asırlar ötesine taşı
mak, köprü olmaktır. Onun dokunduğu hatıralar, birden canlanır, ete kemiğe
bürünür; tozlu zaman perdesini delerek bugüne adım atarlar. Gemiler geçer ki
tabın içinden; mehtap âlemleri ardında gümüş bir iz bırakarak mazinin içinden
T a n p m ar’ın T ılsım lı A ynasında Ş e h irler • 6 67
"Çürük ipliğe hülya diz"diğini neden sonra anlayan bir nesil için Abdülha
mid'in bilinçaltındaki sarsılmaz ve mutlak yeri bir türlü doldurulamamıştır. Ve
1914'e gelindiğinde, imparatorluk, eskiden nüfusunun neredeyse yansını oluş
turan Balkanları kaybetmiş, Trakya'da bugünkü toprakları ile Anadolu ve Orta
Doğu'daki Müslüman ağırlıklı nüfusu ile başbaşa kalmıştır. 1918'e gelindiğinde
ise artık Osmanlı Devleti işgale uğramış, tamamı Orta Anadoluya sıkışmış bir
kısım "toprak"la sınırlı kalmıştır. Derken Mütareke yılları ve Kurtuluş Sava-
şı'nda başarılan, Sabahattin Selek'in deyişiyle "Anadolu İhtilali", Türk aydını
nın bilinçaltındaki "baba" figürünü iyiden iyiye aşındırmış ve ana'ya, yani top
rağa, yani vatana ve vatanın, o Baha'nın terekesinden çıkan mirasına dönmek
zorunda hissetmiştir kendisini.
T an p m ar’ın T ılsım lı A ynasında Ş e h irler • 669
-I-
Ahmed Hamdi Tanpınaı'ın ikinci kez 1972 yılında yayımlanan "Huzur" ro
manı, Selahaddin Hilav'ın Tanpınaı'a ilişkin düşüncelerini işlediği bir yazı ile
buna Hilmi Yavuz'un verdiği cevap, edebiyat ve düşünce dünyamızda bu bü
yük ustaya yönelik bir ilginin doğmasına sebep oldu. Hilav-Yavuz polemiği baş
ta anılar yumağındaki Tanpınar'ı çözdü, yeniden yayımlanan eserleri, bu arada
mektupları, bu ilgiyi pekiştirdi. Bütün bunlar Tanpınar merkezli bir ilgi odağına
yönelik kalemleri zaman içerisinde harekete geçirdi, neticede şair-romancı Tan-
pınaı'ın yanında onun düşünce adamlığı sorgulandı. Nitekim A. Uçman-H. jn-
ci'nin himmetiyle ortaya çıkan devasa "Tanpınar Üzerine Yazılar" toplaması, söz
konusu ilginin boyutlarını göstermesi bakımından önemlidir.
Tekrar edelim ki, bu ateşlemede aslan payı S. Hilav ile H. Yavuz'a aittir. Hi
lav, Tanpınaı'ın idealist felsefesinin dışında materyalist düzleme göz kırpması
T a n p ın a r’da Ü lgener Etkisi V ar mı? • 681
H. Yavuz, ibid., Yavuz devam la; "M erkezle (m eselâ Ziya Paşa) periferi (meselâ Bağdatlı Rul-ıi) ara
sındaki ilişkileri ortaya koym ak bakım ından, bana kazandırdığı zihin açıklığı için de m innettarım
Ü lgener H ocaya. Sabri H ocayı yeniden okum ak, okuru her zam an bir şeylerin, hem de çok önem
li bir şeylerin farkına vardırır. Bende hep böyle olm uştur" (ibid.,1
682 • Tııııpınııı' Ü zerine YiViihn'
■* S. Hilav, Tanpınar Ü zerine Notlar', A. Uçm an-H. İnci, '"B ir Gül Bıı K aranlıklarda': Tanpınar Üze
rine Y azılar", (İstanbul, 2002), sf. 203-204
5 H. Yavuz, op. cit. (31 .VII. 1998), sf. 8
^ S. Hilav, op. d t., (2002), sf. 231. Bu bağlam da O. Dem iralp'ı zikredecek olursak; "H ilm i Yavuz ile
H ilav arasındaki bilgi yarışı bam başka yönlere çekti komıyıı. Tanpınar'ın 'iş hayatı'na ilişkin dü
şünsel kırıntıları, 'lonca sistem i'ne ilişkin bulanık önerm eleri ayrı olarak ele alınırsa pek işe va
ramazlar, ancak bu bağlam içinde değerlidirler" ("K utup N oktası", (İstanbul, 2001), sf. 188] D.
H ızlan'a göre d e "Selâhattin Hilav ile Hilm i Yavuz tartışm asını okuyun. O nlar size tarafsızlığı
değil taraf seçm eyi öneriyorlar. Böylece de değişik bir Tanpınar kim liğine ulaşıyorlar" Mıızuru
Tanpınarda Bıılanlar H ürriyet (21.V111.2002)
7 A.H. Tanpınar, "Yaşadığım G ibi", (İstanbul, 1970), sf. 42; 44
** A.H. Tanpınar, "H u zu r", (İstanbul, 1949), sf. 87
^ A.H. Tanpınar'dan M. K aplan'a Vll. 1953 tarihli m ektup'tan. Bk. "A lım el Mamdi I'anpınaı'ın
M ektupları", (A nkara, 1974), sf. 266
A.H. T anpınafdan C. Dursunoğlu'na 31.1.1961 tarihli m ektup, bk. ibid. (1974), sf. 62
A.H. Tanpınaı'dan M . K aplan'a 31 .XII.1958 tarihli m ektup, bk. ibid., (1974), sf. 273
"Türkiye yapıcılık devrindedir, devlet otoritesine ve Avrupalı kafaya m uhtaçtır". [A.H. Tanpı-
n a fd a n M. K aplan'a V ll. 1953 tarihli m ektuptan, Bk. ibid., (1974), sf. 265
T aiıp ın ar’da Ü lgener Etkisi V ar mı? • 683
"...İktisadî vaziyet, çalışma vaziyeti değişinceye, yeni bir zaman temposu ce
miyete mâl oluncaya kadar, idare eden zümre ile kille birbirinden ayrı kalacak
ve zecrî hadlere müracaat edilecektir.''^^
İhtimaldir ki bu zecrî hadler, "Avrupah kafaya muhtaç olmak ve İktisadî li
beralizmdir. İktisat siyasalarının devletçilik ve liberalizm arasındaki gelgitlerin
ekonomiyi düzlüğe çıkartanıaması karşısında insanımızın ataletini, Ülgener'in
de etkisiyle olsa gerektir, 1960 başında şu sözlerle dile getirecektir: "İman bir yı
ğın imkân ve bir de atalet yekûnudur. O buz tabakasını kırmazsak kendimizi
bulamayız".!'' Bunun da dışsal bir şok olmadan çözülemeyeceğini hissettiği için
dir ki "tek ümidimiz bir Avrupa birliğidir"i5 demekten kendini alamamıştır.
'Akl-ı selim'in Tanpınaı'ı rasyonel bir ekonomik düzleme götürmemesi imkân
sızdı. Temel sorun Cumhuriyetle birlikte yol alan İktisadî hürriyetçilik değil,
onun rasyonel temellerden mahrum olarak inşa edilişiydi. Nitekim Osmanlıya
muris Cumhuriyet'in irrasyonelliğini inceden inceye takip etmemiş olsaydı,
Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü kaleme almaz ve bu trajikomik top
lumsal boyutumuzu hicvetmeye çalışmazdı. Tanpınar'dan yapılan alıntıların ay
dınlığında, söylemeye gerek yok ki, ne Hilav'ın ileri sürdüğü gibi Tanpınar"ın İk
tisadî sistem anlayış ve arayışı ne Marxist "praksisin gelişme aşamalarına" ne de
Yavuz'un iddia ettiği gibi Orta Çağ İslâm lonca ahlâkına bağlıdır. Bu bağlamda
aziz dostum Hilmi Yavuz'u zikredecek olursak:
"...Dostum Prof. Dr. Ahmed GünerSayar’ın Sabri Ülgener Hoca üzerine yaz
dığı o hacimli biyografiyi görünce, 1970'leri, Sayar'ın Birmingham'da master
yaptığı yılları hatırladım. Ve onun, Birmingham'dan bana yazdığı uzun mufas
sal mektupları! Hemen hemen hepsi de, Sabri Ülgener Hocayla ilgiliydi bu mek
tupların.
Şüphesiz Ülgener Hocanın gıyabında, Bayat'la aramızda, onun düşünceleri
üzerine neredeyse iki yıl boyunca (1973-1974) devam eden bu mektuplaşmalar,
daha o yıllarda Ahmed Güner Sayar'ın Sabri Ülgener Hocaya olan derin entelek
tüel ve hissî bağlanımını (bunu 'engagement' karşılığında kullanıyorum) açığa
vuruyordu.
Mektuplaşmalar, benim 'Yeni A' dergisinde Tanpınar"ın Solculuğu Efsanesi'
başlığı altında verdiğim cevap üzerine başlamış olmalıdır. Benim bu yazım ya
yınlandıktan kısa bir müddet sonra, İngiltere'den Birmingham'dan Ahmed Gü
ner Sayar imzalı bir mektup aldım. Sayar mektubunda: "Yeni A dergisindeki ya-
zımda Prof. Dr. Sabri Ülgeneı'e atıfta bulunarak ondan yaptığım alıntılara temas
ediyor, bu alıntıların değerlendiriliş bağlamına itirazlar yöneltiyordu.
Görülen o ki, bu değerlendiriliş bağlamına neden itiraz ettiğim meselesine
daha fazla ışık salmak gerekiyor.
-II-
Sabri Ülgeneı^in hayat hikâyesi üzerinde çalışırken Sabri Hocamdan Tanpı-
naı^a dair dinlediklerime kitapta yer vermeden edemedim. Bunda şahsen benim
de bir Tanpınar sevdalısı olmamın payı elbette vardır. Ancak Ülgeneı^in Tanpı-
nar'a olan etkisini dile getirmekle ben de edebiyat tarihimize ufak bir hizmette
bulunacağıma inanıyordum. Nitekim Hilmi Yavuz üstadımın yazıları beni bu
yönden de mutlu kılmıştı. Şimdi 'Sabri Ülgeneı^ başlıklı kitap çalışmamdan şu
alıntıya burada yer vermem gerekiyor:
"...1959 sonbaharında bir gün Ülgenerlerin Fenerbahçe'deki evinde bir ara
ya gelen bu iki dosl Tanpınar ve Ülgener, sohbeti koyulaştırırlar ve bu arada bir
iki kadeh de parlatırlar. Tanpınar 'tktisadîİnhitat Tarihimizin Ah!âkve Zihniyet Me-
seleleri'ni büyük bir coşku ve istifade ile okuduğunu, hatta kendi kitabı “19. Asır
Türk Edebiyatı Tarihi'ni bu eserin aydınlığında gözden geçirip basıma hazırlama
yı düşündüğünü söyler. Bu lütufkâr ifadelere karşı memnuniyetini ifade eden
Sabri Bey Tanpınar'a, kendisini nasıl bu meselelerin ortasında bulduğunu anla
tır. Bu görüşmeden bir zaman sonra A.H. Tanpınar vefat etti ve 19. Asır Türk Ede
biyatı Tarihi de yazarının arzu ettiği bir baskıya kavuşamadı. Fakat Tanpınar, Ül
gener'in akademik vitrine yerleştirdiği İktisadî zihniyet meselelerine olan mera
kını, kendi çözümlemeleriyle birlikte, bir gazete yazısına döktü, bazı romanları
na serpiştirdi."^7
Bu aimtının aydınlığında Ülgener-Tanpınar ilişkisi üzerine şu tespitleri ya
pabiliyoruz;
1- A.H. Tanpınar, S.F. Ülgeneı'in mühim eseri "Îktisadîİnhitat Tarihimizin Ah
lâk ve Zihniyet Meseleleri"n\ 1956 yılında veya hemen ertesinde okumuş ve etki
lenmiştir. Tanpına/ın '19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nin 1956 yıhnda yayınlanan
"yeni baştan ele ahnmış ve genişletilmiş ikinci baskısı" Ülgener'in eserinden et-
Ö.F. A kün'ü zikrediyoruz: "1954 ilkbaharında ilk cildin ikinci basım ını yapm ak üzere edebiyat
tarihini tekrar ele aldı. İki sene süren devam lı bir çahşm a sonunda 1956 yazında çok daha geniş
letilm iş ve m ükem m elleştirilm iş olarak ortaya çıktı ['Ahm ed H am di T anpınaı', A. U çm an-H . în-
ci, op. cit., (2002), sf. 13]. Bu durum da Tanpınaı'ın Ü lg en efin söz konusu eserini 1956-1958 ya
zında okuduğuna hükm etm ek yanlış olm asa gerektir.
H .Z. Ü lken, 'D üşünür B ir Şairin Edebiyat Tarihi', A.U çm an-H . İnci, ibid., (2002), sf. 176
20 İbid., sf. 179
6 8 6 • T iu ıpınar U :;erine Yiizıl;ır
lerle yoğrulmuşLur. Dahası, ben, daha 1973 yıhnda yayımlanan 'Ahmed l lamdi
Tanpmar ve Marksizm' başhklı yazımda bu meseleyi ilk defa (evet, ilk defa!) or
taya koymuştum."21
A.M. Tanpınaı'la S.R Ülgeneı'in 1950 öncesinde görüştüklerine dair elimiz
de herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Büyük bir ihtimalle 1958 yılı yaz sonun
da Ülgener'in Fenerbahçe'deki evinde gerçekleşen görüşme talebinin Tanpı-
nar'dan geldiği düşünülecek olursa, onun çağdaş Türk iktisat düşüncesinin bu
mühim temsilcisinin rehberliğinde zihniyet meselelerinin arka bahçesini dolaş
mak istemesini anlayışla karşılamak gerekiyor. Bu sohbette Ülgener’e "neden
zihniyet meselesini araştırdığı" sorusu ve buna gelen cevabı Tanpınaı, bence,
"Saatten Ayarlama Eııstifüsü"nQ taşımıştır. Tanpınar'ı zikrediyorum:
"...Çocukluğundan beri zihniyet meseleleri ile meşguldü, elbetteki bu de
vamlı çalışma bir gün meyvelerini verecekti."22
Tanpınar'm dediği gibi oldu. Sabri Ülgener tam kırk yaşında, fakülteden me
zuniyeti sonrasında çalışmaya başladığı İktisadî ahlâk [norm] ve İktisadî zihni
yet İreel] meselelerini bir kitapla taçlandırdı. Vefatına değin bu meseleden bir an
bile kopmadı. Bir kez daha vurgulayalım ki Tanpınar'm "Huzur" romanında bir
Ülgener tesirinden söz edilemez. Sadece akledenler için yol birliğinin ikramı
olan bazı tespitlerde buluşma, ya da örtüşmeden bahsedilebilir. Milini Yavuz ise
Ülgener'in Tanpınar'a etkisini dile getirdiği 'Ahmed Hamdi Tanpmar ve Mark
sizm, 1' başlıklı yazısında şu görüşü ileri sürmüştü:
"...Prof. Sabri Ülgener, Orta Çağ esnaf ahlâkından söz ederken, sanki, Tanpı-
nar'ın düşüncelerini dile getiriyormuş gibidir."23
Bu alıntıya göre Ülgeneı^in "sanki Tanpınaı'ın düşüncelerini dile getiriyor
muş gibi" olması aslında, Tanpınar'm Ülgener'e var olan etkisini ihsas ettiriyor.
Şu anlatıda ise söz konusu etkileşim aksi yöndedir:
"...Zenaatı bir sanat düzeyine yükselten Orta Çağ ahlâkı karşında Tanpı-
nar'ın tavrını Ülgener'in şu sözleri de kesinler."^^
Benzer şekilde biz de "Mahur Beste"deT\ alıntılar yaparak bunların Ülgener
etkisinin Tanpınar'dan yansımaları olduğunu ileri sürmüştük. Mâlbuki yanılmı
şız. Tanpınar'm bu romanının 1944'te tefrika edildiğini ve o hâliyle kitaplaştığı
gerçeğini göz ardı ettiğimi şimdi g ö r ü y o r u m .2 5 “Mahur Beste" deki Ülgener tesi
rini gösterir izler, şaşılacak derecede, bire bir örtüşmeden ibarettir. Aynı durum
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" için de geçerli olabilir. 1954'te bir gazetede tefrika
edilen bu roman daha sonra Tanpınaı'ın üzerinde yaptığı oynamalarla 1961'de
kitaplaştınimıştı. Diyeceğim şu ki, Hilmi Yavuz üstadımın ileri sürdüğü "Ama
/
asıl Önemli olan Tanpınaı'ın 'Huzur' ve 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü , 'Mahur Bes
te' gibi romanlarında kısaca 1960 öncesine ilişkin olarak yazdıklarında görülen
Ülgener etkisidir"26 ifadesinin yanlışlığıdır Sadece "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"
için böylesi bir etkinin var olduğunu düşünüyorum. Fakat her halükârda Ülge-
neı'in Tanpınaı'a olan tesirinin hak ettiği çizgilerine kavuşabilmesi için, edebi
yat tarihine gönül vermiş araştırmaların himmetine ihtiyacımız vardır Tanpı-
naı'ın tefrika edilen romanları ile bunların kitaplaşmasının mukayesesini yapa
cak çalışmaları beklemek zorundayız
2- S. F. Ülgener'in, taslağmı VVeber'den ustalıkla aktardığı, Osmanlı sosyal ta
rihine kurguladığı zühd küresi-riyazet küresi ayrımının Tanpmar'a olan etkisi
nin en somutlaşmış çizgileri onun "Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Fark-
lar"2S başlıklı yazısında görülmektedir Ancak bu yazıda Ülgeneı'e herhangi bir
atıfta bulunulmamışhr.
3- S. F. Ülgener'le A.H. Tanpınar zihniyet meselelerini konuştukları bir soh
bet için bir araya geldiler. Onların bu görüşmelerinin bir kıymet-i harbiyesi var
dı ve bu görüşme Tanpınar açısmdan oldukça önemliydi. Sabri Ülgener Hoca
"Tanpınar beni ziyarete bizim eve geldi" demiş, fakat bu görüşmenin zemini ve
zamanı hakkında bir bilgi vermemişti. Bu onların ilk ve son kez uzun soluklu
m-be-ru görüşmeleriydi. Bilgilerine başvurduğum saygıdeğer Sevim Ülgener
ise bu konuya aydınlık getirmiş, Tanpınaı'ın Fenerbahçe'deki evlerine yaptığı
ziyareti teyit etmişti. Gerçekten de "Sevim Ülgener Tanpınar'ın o günkü ziyare-
tini hatırlamaktadır"29 dan öte bir bilgiyi kendisinden almış değilim. Dolayısıy
la Hilmi Yavuz üstadımın şu tevcihi de yanlıştır:
"...Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar, büyük bir değerbilirlikle yaptığı 'Bir İkti
satçının Entelektüel Portresi: Sabri F. Ülgener'de, Ülgeneı^le Tanpmar arasında Ül-
gener'in Fenerbahçe'deki evinde zihniyet meselelerine ilişkin sohbetler yapıldı
ğını, Ülgener Hocanın eşinden rakleder."3û
4- Ülgeneı^in Tanpınaı'ın eserlerine olan merakı ya da ondan etkilenişi bah
sine gelince; Evvelâ şu gerçeğin altını çizelim ki Ülgener çağdaş Türk edebiyatı
nın ürünlerinden hiçbirini okumamıştır. Bir tek Y.K. Karaosmanoğlu'nun "Ya
ban" romanmı okuduğunu biliyorum. Onun da neşrinin Cumhuriyetin ilânına
denk düştüğünü zannediyorum. Sabri Hocama okuması için Tanpınaı^ın ro
manlarını verdim. Sadece "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nde Tanpınaı'ın epigraf
olarak kullandığı İzzet Molla'nın şu;
beytini severek okudu ve "Ben bu beyti talik yazı ile yazayım" dedi.3’ Hepsi o
kadar! Tanpınaı'ın Ülgeneı'e olan etkisine gelince: Bu hususta Ülgener Hocam
dan tek bir kelime duymadım. Ancak bu bağlamda benim düşüncelerim de aziz
dostum Hilmi Yavuz'un düşünceleriyle aynıdır. S.F. Ülgeneı^in "Zihniyet Aydın
lar ve îzm ’ler" başlıklı kitabındaki Bağdatlı Ruhi'nin terkib-i bendi ile Ziya Pa-
şa'nın terkib-i bendinin karşılaşbrmasını yaptığı o emsalsiz yazı, bence, ilhamı
nı Tanpınar'ın "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi"nden almıştır. Bu hususta şunları
yazmıştım:
"...Ülgener de A.H. Tanpınar'ın '19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ni gözden ge
çirmiş, onun üslûp ve teşhisinden etkilenmişti. Ülgener, Ziya Paşa'nın Terkib-i
Bend'inin bir devrin zihniyetine kaynaklık ettiği bihncindedir. Fakat Paşa müte-
nevvindir. Bu ikilik onun hayatı ve eserlerine yansımıştır. Tanpınar'ın bu bağ
lamda Ziya Paşa'yı değerlendirmesi ise 'gerçekten yerindediı' ve 'haksız değil
di' diyerek onun teşhisindeki ustalığını teslim etmektedir."32
-III-
Bu yazımla aydınlığa çıkmasına gayret sarf ettiğim bu noktalar Hilmi Yavuz
üstadımın yazdıklarına damgasını vuran hassasiyetini de kuşatmamıza imkân
vereceği inancmdayım. Bu hâl, birbirlerini ivazsız-garazsız seven iki dostun da
ha iyi anlamalarına ve karşılıklı olarak bu vadideki müktesebatlarını gözden ge
çirmelerine de katkıda bulunacaktır. Şayet Tanpmafm "19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi" üçüncü basımmı idrak etseydi Ülgeneı'in tesirini daha iyi görebilecektik.
Tanpınar Ülgeneı'i hiç zikretmiyor, Ülgener ise atıfta bulunuyor. Ülgener tesiri
ni göstermesi bakımından Tanpınaı'ın bir gazete yazısı ile "Saatleri Ayarlama
Enstitüsü" romanı kalıyor. Şayet 1954'te tefrika edilen ile 1961'de kitaplaşân ara
sında zikredilen atıflar farklı ise bu durumda Ülgeneı'in tesirini yansıhnası ba
kımından başka bir şey kalmayacaktır.
Tanpınar muhakkak ki çok değerli bir kalem sahibi düşünürümüzdür. An
cak ecelin aman vermemesi, bu nadide güheri aramızdan pek vakitsiz aldı. Çok
şey onunla gitti. Ondan kalanlar bile, bize ait bir hayatın renkli yüz çizgilerini
aksettirmede mühim tarihî köprülerin kurulmasında yardımcı oldu.
Cumhuriyetli kuşakların eve dönüşünde Tanpmaı'a, Ülgeneı'e, Ünveı'e,
Gölpınarlı'ya, Yücel'e, Ülken'e, Fındıkoğlu'na, Gökyay'a ve 1900 kuşağının di
ğer münevverlerine olan minnet borcu gerçekten dile getirilmeye değer. Hilmi
Yavuz üstadım da, yukanda alıntıladığım şekilde, kendisinden "eve dönmüş bir
okuyucu" ola* ık bahsetmektedir. Onun kültürel bir şizofreniye düşmeden eve
dönüşünün meraklı hikâyesini "Ceviz Sandıktaki Antlar"ın bundan sonraki ciltle
rinde okumak isterim. S.E Ülgener'in evin içinde çözüme ulaştığı bu zor ve zah
metli bilmecenin çözümünün Tanpınaı'ı nasıl cezbettiğini biliyoruz. Yazacakla-
nnın aydınhğında Hilmi Yavuz anılar yumağını çözerken bu zor ve zahmetli yo
lu "nüfuz-u nazar sahibi bir yol açıcının" rehberliğinde nasıl çözdüğünü de öğ
renmiş olacağız. Benim işim ise daha kolay. Üstadımın duası berekâtına Sabri
Ülgener çalışmam ikinci baskıyı idrak ederse 'bibliyografya'da Hilav-Yavuz ça
tışmasının künyeleri yerlerini alacaktır. Fakat herhalde daha da önemlisi, Hilmi
Yavuz'un canlı bir alev hâlinde tatmayı başardığı Ülgener-Tanpınar etkileşimi
ne de hak ettiği yer verilecektir.
Edebî bir eseri bir müzik formuyla ilişkilendirme konusu, daha önce de ba
zı araştırmacılar tarafından ele alınmışhr. Huzur ile doğrudan ilgili olmasa da,
bu konuya örnek olarak gösterilebilecek bir çalışma, Necmettin Türinay'ın, Şeyh
Galib'in Hüsn ü Aşk mesnevisi üzerine yaptığı incelemedir. Türinay, bu çalışma
sında Hüsn ü Aşk'ı doğrudan doğruya bir Mevlevi Âyini ile ilişkilendirmiştir
(Türinay 1995: 87-122).
Tanpınar, Antalyalı genç kıza yazdığı mektubunda şiir estetiğini "rüya" ve
"mûsikî" kelimeleri etrafmda topladığını belirterek şöyle der: "Mamafih roman
anlayışım da, şiir anlayışımdan fazla ayrılmaz" (Tanpınar 2000: 352). Tanpmar'a
göre, asıl olan duygudur ve işte bu noktada işe mûsikî karışmaktadır.
Huzur'un kompozisyonunun müzikal bir çerçevede değerlendirilmesi, ya
hut romanın bölümleri ile bir müzik formunun bölümleri arasında bağlantı kur
ma çabaları, birkaç yazar tarafından birbiriyle ilişkili bir şekilde ele alınmıştır.
Bu konuya değinen ilk kişilerden birisi olan Mehmet Kaplan'a göre, Tanpınar'm
roman ve hikayelerinde, rüya hâline, murakabeye, mûsikî temine ve mûsikînin
uyandırdığı duygu ve hayâllerin tasvirine sık sık rastlarız (Kaplan 1999; 363).
Kaplan, Tanpınar'm H uzurda ses ve mûsîkiye çok önem verdiğini, romanın
kompozisyonunu anlamak için ses ve mûsikî unsurunun bir anahtar vazifesi
gördüğünü söyler ve öncesinde de şunu ifade eder (Kaplan 1999; 416); "Kana
atime göre, Tanpınar romanını yazarken, kompozisyon bakımından mûsikide
görülen tem, "variation", ve "contre-point" fikrinden ilham almışhr! Eserinde
ses ve mûsikîye büyük ehemmiyet vermesi de bunu gösterir." (Kaplan 1999;
415). Diğer yandan Berna Moran, Türk Romam'na Eleştirel Bahş'ta Tanpınar'm,
Huzur'u kuşkusuz "bir müzik formuna göre düzenlemeye çalışmış" olduğunu
ifade ederek, romanın dört bölümünü bir senfoninin dört bölümüyle eşleştir-
miştir. Moran, sözkonusu dört bölümün senfonideki bölümlerin işlevlerini yük
lendiğini belirterek, bu bölümleri "Ukalaca bir kesinlik iddiası gütmeden diye
biliriz ki, birinci bölüm sıkıntılı, İkincisi neşeli, üçüncüsü melankolik, dördüncü
sü çok sıkıntılı" şeklinde yorumlamıştır (Moran 1995;207). Zeynep Bayramoğlu,
bir adım daha ileri giderek, Huzur'u müzikal bir form olarak denemenin ötesin
de, doğrudan Beethoven'in Opus 132 La Minör Yaylı Sazlar Kuartet'i ile ilişki-
lendirmişlir. Kaplan ve Moran'ın tespitlerinin doğrudan Beethoven'in 9. Senfo-
nisi'ni akla getirdiğini ifade eden Bayramoğlu, Tanpınafın yapıtında Opus 132
Yaylı Sazlar Kuartet'inden çok fazla bahsettiğini söyleyerek, roman ile bir eser
arasında doğrudan bir ilişki kurulacaksa, bunun söz konusu Yaylı Sazlar Kuar
tet'i olması gerektiğini ifade etmektedir (Yavuz 2002). Ancak Hilmi Yavuz, Bay-
ramoğlu'nun bu değerlendirmesini şu şekilde ifade ediyor^ (Yavuz 2002);
' B ayram oğlu'nun çalışrrıası yayınlanm adığından, bu konuda sadece çalışm ayı gündem e getiren
H ilm i Yavuz'un söylediklerinden hareket edebiliyoruz.
6 92 • T anp ınn r Ü zerine Yazılvır
Bölüm ler
III IV
Akışa Göre A ğır D ingin Hareketli (I. bölüm kadar olm am akla birlikte) A ğır
O kuyucuyu bilgilendirm ek m aksadıyla bahsedilen K uartet'in bölüm leri aşağıda verilm iştir;
1. A ssai so sto u ılo (bağlı ve tem kinli) - Allegro (sevinçli, şen, çabuk)
2. Allegro ııın ıion tnnto (sevinçti, şen, çabuk ama çok fazla değil)
3. M ollo aâagio (gayet ağır) - A ndante (ağırca)
4. A lla mnrcia (yürüyüş ölçüsünde), nssni v im c e (çok canlı, kıvrak) - P iu allegro (daha çabuk) - Pres
to (canlı, çevik, allegro'dan daha hızlı)
5. A llegro appassionato (canlı ve ihtiraslı)
696 • Taiıpınrtr Üzerine Yazılar
mı, orta giderde ve uzuncadır. Hemen ardından gelen ikinci selâm ise ağır bir gi
derde icrâ edilir ve birbirine benzeyen melodik motiflerden oluşur. Üçüncü se
lâm aslî olarak iki alt bölümden oluşur, birinci alt bölüm orta giderde icrâ edilir,
ikinci alt bölüm ise bütün âyinin en hareketli, en renkli ve akıcı olan bölümüdür,
Bu selâmın karakteristik özelliği, kademeli bir şekilde hızlanarak, sonunda dör
düncü selâmın son derece ağır temposuyla tam bir tezat oluşturacak biçimde
aniden kesilmesidir. Dördüncü selâm ise çoğu zaman müzikal yapı (melodi ve
gider) bakımından ikinci selâmla aynıdır.
Yukarıda anlatılan özellikler göz önünde bulundurularak, Mevlevi Âyinleri
ile Huzur arasında kurulacak ilişkilerde aşağıdaki tespitleri yapabilmek müm
kündür:
• Mevlevî Ayinlerinin birinci selâmları, yukarıda da bahsedildiği üzere, or
ta giderdedir. Birinci selâm ile Huzur'un birinci bölümü arasında, yoğunluk ve
gider açısından uyurnlu bir ilişki söz konusudur.
• İkinci selâmın dingin yapısı, H uzu/un ikinci bölümünde Nuran ve Müm-
taz'ın durumlarının anlatıldığı kısımla örtüşür.
• Huzur'da özellikle ilk bölümlerde hareketsizlik hakimdir. Roman, Tablo
l'd e de verildiği gibi üçüncü bölümde hareketlenmeye başlar, hatta gerek akış
olarak, gerekse psikolojik açıdan en coşkulu ve hareketli durumuna bu bölüm
de ulaşır. Bu yapı, yukarıda bahsedildiği gibi, âyinlerin üçüncü selâmlarında ay
nı şekilde görülmektedir. Burada üçüncü selâmın aniden durdurulması ve hızh
temponun ani kesilişi, romanda Suat'ın kendisini asmasıyla ve öncesinde söz
konusu olan neşe ve coşkunun sona ermesi ile eşleştirilebilir.
• Huzur'un ikinci ve dördüncü bölümlerinde sırasıyla Nuran ve Mümtaz
anlatılmaktadır. Nuran ve Mümtaz birbirlerine yönelmeleri, Mevlevî âyinlerin
de ikinci ve dördüncü selâmın birbirlerine benzemeleri ile ilişkilendirilebilir.
• Romanda, başkahraman olan Mümtaz'ın ilk bölümlerde kendi dünyasın
da yaşıyor olması ve sadece kendi gerçekleriyle baş başa olmasına karşın, son
bölümde ise toplumsal gerçekleri görmüş olması ve bir nevî, hayata dönmüş ol
ması, bir anlamda Mevlevî semâsında dervişlerin kat ettikleri manevî yoldan
sonra tekrar hayata dönme durumlarına benzetilebilir.
• Huzur'un dördüncü bölümü, birinci bölümün bittiği yerden başlamakta
dır. Bir Mevlevî Âyini'nde ikinci selâmın birinci selâmı takip ettiği vc ikinci ile
dördüncü selâmların yapı bakımından oldukça benzer, hatta çoğu durumda bir
birinin aynısı olduğu göz önüne aimtrsa, dördüncü bölümün, birinci bölümün
sona erdiği noktadan başlaması açıklanabilir bir durum olmaktadır.
• Huzur'da olaylar bir yerden başlayıp herhangi bir yere doğru gitmez. Bel
li bir yerden başlayıp, yine o belli yere döner. Mümtaz, yaşadıkları sebebiyle sı
69S • Tnnpııi'.ır Ü :lt İiil’ Yazılur
kıntı içindedir. Roman bu ruh hali içinde başlar, som asında bu sıkıntmın neden
leri anlatılır ve tekrar başlangıç noktasına dönülerek, bu durumun Mümtaz açı-
sındnn doğurduğu sonuçla esere son verilir. Yani, eser karardan başlayıp tekrar
karar noktasına gelir. Huzıtr, bir Mevlevi Âyini'ne, bu bakımdan da benzemek
tedir. Dahası romanda bir dönüş söz konusudur. Bu da, Mevlevi Âyinleri eşli
ğinde yapılan 'semâ'yı akla getirmektedir.
Yukarıda verdiğimiz ilişkilerden hareketle Huzur ile bir Mevlevî Ayini ara-
snıdaki hareketlilik-durağanhk ilişkileri Şekil l'de verdiğimiz bir şekil yardı
mıyla gösterilebilir. Bu şekildeki hareketlilik dereceleri olan 1,2,3,4,5, sırasıyla
çok ağır, ağır, orta, hareketli ve çok hareketli durumlarını ifâde etmektedir. MA
ile gösterilen Mevlevî Ayini'nin hareketlilik eğrisi (kesik çizgi), H ile gösterilen
Hıızur'un hareketlilik eğrisîdir (kahn çizgi).
Bölümler
^ F K I L 1 . M IÎV LE V İ ÂY İNİ T O K M U VI? H U Z U K ' U N M A R I - K E T U L I K E g R II .E K l
Şekil l'de, bir Mevlevî Âyini ile H uzurun hareketlilik durumlarının büyük
ölçüde bir benzerlik gösterdiğini görmekteyiz. Her iki eserde de III. bölümde
çok belirgin bir hareketlenme, IV. bölümde ise bu hareketlilikte ani bir düşüş
gözlenmektedir. 1. bölüm Mevlevî Âyini'nde orta giderde iken, Hı/zı/r'da son de
rece nğır bir şekilde gerçekleşmektedir. Huzur'dcı ikinci bölümde birinci bölüme
göre ufak bir hareketlenme görülürken, Mevlevi Âyini'nde ise harekette bir
ağırlaşma gözlenmektedir.
ci selâmı okunmaya başlanır. Yine yazarın deyimiyle, "asıl mucize; âyinin ken
disiyle başlar." (Tanpınar 2002: 265). Tanpına/ın Mümtaz'ın dilinden yaptığı bu
tahlilde, birinci selâm için şunlar söylenmiştir:
"... Hak ile Hak olan ruh, kendini ve gayesini geniş zaman ve mekânda
arıyor, eşyanın uykusunu sarsıyor, her şeyin özüne eğiliyor, büyük uz
letlerde kapanıyor, kehkeşanlar atlıyor, her yerde kendi hasretine ben
zer hasret, kendi susuzluğuna benzer susuzluklar buluyordu... Bu ara
yış, bu kaybolma ve kendini idrâk bazen son derece beşeri oluyor, De-
de'nin ilhamı, 'Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde taşıyorum!'
diyor, bazen de madde kadar sert bir ümitsizliğe kapanıyordu." (Tanpı-
nar 2002: 266).
Romanda bu sayfalara hasret duygusunun hissettirdikleri hakimdir. Bura
daki hasret, "bin ölümün ötesinden, yaşayan her şeye duyulan" (Tanpınar
2002:267) hasrettir. Ayrıca "bu acayip mûsikîde her şey hareketsiz, derinden,
adeta gölge halinde bir trajediye değişir." (Tanpınar 2002: 268) Tanpınar Ferah-
fezâ Âyini'nin birinci selamına dair şunları söyleyerek söze devam eder:
"Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz dalgasının ne
olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Merâgî'nin segâhkârında,... bu âyi
nin içten yakalayan ürpermesi yoktu. Onlar kendi üstlerine toplanmış
büyük ruh kudretiyle ve sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Al
lah'ı veya ideali arayan veya ruh macerasını naki eden eserlerdi. Adeta
dikine uçuyorlardı. Burada ise ameliye iki türlü idi. Ruh ayrılmağa ça
baladığı âlemini bir türlü bırakmıyordu. Bu şüphe değildi, aşkın eksik
liği de değildi. Sadece iki ayrı rüzgârda birden çırpınmaktı." (Tanpınar
2002; 269)
Birinci selâma dair hissettikleri ney ve kudümden işittiği seslerin yorumuy
la devam eder. Neyin sesi eski veya yeni hiçbir şey tanımaz, o zamansız zama
nın, yani cevher halinde insanın ve kaderin peşinden koşar. Kudüm sesinde ise
daima kadim dinlerin büyülü daveti vardır (Tanpınar 2002: 269). Ardından bi
rinci selâmın sonuna gelinir ve birinci selâm yazarın ifadesine göre "son bir çır
pınışta âdeta sakatlanmış bir kanat gibi muallakta kalan bir nağme ile" sona erer
(Tanpınar 2002: 270).
Görüldüğü üzere birinci selâma dair söylenenlere daima kendi içinde bir
düşünüş hakimdir. Bunlar daha ziyâde Mümtaz'ın kişisel düşüncelerinden iba
rettir. Huzur romanının ilk bölümüne de böyle bir'hava hakimdir. İkinci selâmın
icrâsına başlanmasıyla beraber yazarın ifadelerinde bir ferahlama devresine gi
rildiğini hissederiz. Bu selam için yapılan yorumlardan hareketle, Mümtaz'ın
zihnini daha temizlenmiş bir şekilde buluyoruz. Mümtaz, ikinci selâmla ilgili in
tihalarını birtakım hayaller eşliğinde aktarıyor. Nuran'ın Mümtaz'ı süzmesi gi
Ferahfeza M ucizesi: "Huzur" • 701
4. SO N U Ç VE Ö N ERİLER
Bu çalışmada, Tanpınaı'ın en önemli romanlarından birisi olan H uzurun
kompozisyonunun müzikal bir eser ile ilişkisi konusu üzerinde durulmuştur.
Bu çalışmanın ana dayanaklarından birisi Kaplan'ın Huzur ve müzik arasında
kurduğu ilişkiler, diğeri ise Moran'ın Huzur için doğrudan bir senfoni modelini
önermesidir. Bunlara ek olarak Bayramoğlu, romanın kurgusunu bir senfoni ile
değil, Beethoven'in Yaylı Sazlar Kuartet'i ile açıklamıştır. Bu çalışmada, Tanpı-
nar'ın romanını kurgularken bir Mevlevî Âyini'nden esinlenmiş olabileceği dü-
Ferahfeza M ucizesi: “Huzur” • 7 03
KAYNAKLAR
ABACI, Tahir (2000) Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul:
Pan Yayıncılık.
BAYRAMOĞLU, Zeynep (2001), "Doğu-Batı: Ahmet Hamdi Tanpınaı^m Gözüy
le 'Huzur' Romanında Türkiye'nin Belirsizlikleri" (Orient-Occident: Les
Ambiguites de la Turquie Vues par Ahmet Hamdi Tanpınar dans son Roman
La Serenite), Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Ulusal Enstitüsü (INALCO: Ins-
titut National des Langues et Civilisations Orientales), Paris.
GAZİMİHAL, Mahmut R. (1961) Musiki Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
GÖLPINARLI, Abdülbâkî (1963) Mevlevi Âdâb ve Erkânı, İstanbul: İnkılâp ve Aka
Kitabevi.
GÖLPINARLI, Abdülbâkî (1983) Mevlânâdan Sonra Mevlevîlik, İstanbul: İnkılâp
ve Aka Kitabevi.
KAPLAN, Mehmet (1999) Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, İstanbul: Der
gâh Yayınları.
MORAN, Berna (1995) Türk Romanım Eleştirel Bir Bakış /1, İstanbul: İletişim Ya
yıncılık.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (1997) 29. yy Türk Edebiyatı, İstanbul: Çağlayan Y a-'
yınevi.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (2000) Yaşadığım Gibi, İstanbul: Dergâh Yayınları.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (2002) Huzur, İstanbul: YKY.
TÜRİNAY, Necmettin (1995) "Klasik Hikâyenin Son Merhalesi: Hüsn ü Aşk",
Şeyh Galib Kitabı içinde, Beşir Ayvazoğlu (ed.), İstanbul: İst. Büyükşehir Bid.
Kültür İşleri Bşk. Yay., s. 87-122.
YAVUZ, Hilmi (2002) " 'Huzuı', bir 'Müzikal Roman' m ı?". Zaman Gazetesi, 31
Temmuz 2002.
(KitapAık, sayı 63, Temmuz-Ağustos 2003, s. 103-111).
B İ R E N T E L E K T Ü E L O L A R A K T A N P IN A R
Berkiz Berksoy
Enis Batur, Ahm et H aindi TaiifJinnr, Seçmeler, (İstanbul: YKY, 1992): 307.
B ir En telektü el O larak T an p ın ar • 705
çoğu defa insanları sevm em (...) Fakat psikolojik zaman, o müphem istikbal fik
rini kaybettim. Bununla beraber çalışıyorum ve çalışmak azmindeyim. İradesiz
liğe çok benzer bir iradem, tembelliğe çok benzeyen bir çalışkanlığım , cehaletin
ta kendisi olan bir kültürüm var. Belki en büyük kuvvetim boşluklarım ı, zaafla
rımı bilmekliğim. Bir de, hakikaten kültüre inanmam, üniversite hocası sıfatıyla
değil, şair ve romancı sıfatıyla (...) Mühim olan 1923'teki seviyeden bugünkü sa
nat ve dünya görüşüne gelmemdir."
Peki, söylediği her sözde yaşayan; tutarlı ve sağlam bir kimliği, büyük bir
sanatçıyı gösteren Tanpınar hangi anlamda entelektüel? Öğretiye saplanmamış,
kamplaşmamış, siyasi konumlanmaya uzak durmuş insancı zihninde düşünme
noktaları neler? M etinlerine bakarak zihninin nasıl işlediği anlaşılabilir mi? Onu
entelektüel yapan ne? Bu sorulara, daha sonraki paragraflarda, bir entelektüel
olarak onu ayıran özellikleri üzerinde durarak yanıt verilm eye çalışılacak. An
cak önce entelektüel deyince Tanpınaı'ı en çok hangi portrenin cezbettiğine bak
malı, Onun m etinlerinde değişik entelektüel portreleri gösterilebilir. Ne var ki
Tanpınat'm zihninde entelektüelin tek bir biçimi vardın Aydınlanma döneminin
ideal insan olarak m eşrulaştırdığı; 20. yüzyılın, devrimci niteliklerle yapısını do
nattığı aydın. Kurgusal olsun olmasın, yazılarında çizdiği entelektüel; işlediği
olgu, yalnız kendi yaşadığı ülkenin toplumsal, kültürel, İktisadî ve siyasî yapı
larının değil dünya realitelerinin de ışığında görünür. M etinlerin kendi içinde
kurulan gerçeklik, onların oluşumunu belirleyen durumlarla iç içedir. Dolayı
sıyla, entelektüelin geçirdiği evrim metinlerde izlenebilir. Ö rneğin bir Namık Ke
mal Antolojisi'nde zihinsel etkinliğe yönelen; bilgili, değerlendirm e ve eleştiri
gücü yüksek; topluma öncülük etme misyonu yüklenen bir Rönesans aydını
vardır; İçinden çıkılm ası zor konulan ortaya koymak; kanıtlarıyla sunmak; ora
dan buradan gelen karşı görüşlere güçlü yanıtlar vermek, bu aydının yetkinli-
ğindedir. Bir Atatürk'ten Alınacak Büx/ük Ders'te, gerçekçi ve matematiksel algıla
mayla hareket eden; uluslararası planda millî çıkarları gözeterek tarihin akışını
değiştiren; bağım sız, saygın ve üstün insan modeli yer alır: "B ir vaziyeti olduğu
gibi görmek, bütün ihtimallerini tartmak, sıralamak, en lüzumluyu, acele cevap
verilmesi gerekeni ayırmak, can alacak kilit noktayı bulmak ve oraya bütün kuv
vetleriyle yüklenm ek...İşte büyük mânâsında hareket adamının belli başlı vasfı.
(...) O'nun zekâsı daima hareket halindedir. Sanki daima matem atik terkipler
içinde, onları tanzim ederek ve cevaplandırarak yaşadı (Ulus, 21 Kasım 1960)."2
Aydaki Kadtn'daysa Tanpınar, tümüyle anlamından boşalmış/erozyona uğramış
entelektüel kavramını işler. Yazar için insansever ve dürüst entelektüel batmıştır.
Ülkenin yapıları içinde çözülemeyen bir olguyla karşı karşıyadır. 1950'lerdeki bu
2 A hm et H am di Tanpınar, "A tatü rk 'ten A lınacak Büyük D ers", Yaşadığım Gibi, haz. Birol Em il, (İs
tanbul: Dergâh Yaym lan, 2000): 107-113.
7 0 6 • T iin p ın a r Ü z e rin e Y iiiilıır
Evelyne H urard-A une Souriau, "H arm onie", Vocnhıtlaire (i’E!;llıâtiqıw, (P a ris : PUF, 2004): 816-818.
'l'anpınar'da eleştirinin poetikasını bu terinıle açıkladığım yazı için bkz. H ürriyet Cöstcri, □. 271
(2005): 32.
^ Nedim G ürsel, "San atın Ayırıcı Ö zelliğ i", Çağdaş Yazm ve Kiiltiir, (İstanbul: Ç ağdaş Yayınları,
1978): 27-'10.
Tanpınaı'ı, S. Eliol, Joseph Conrad vb. isim lerle karşılaştırarak inceleyen ve d eğerlendiren ça
lışma bu gözlem in dışındadır. Bkz. Prof. Dr. Sevim K antarcıoğlu, Ahmet tinindi Taiifmtar. Ynpıho-
zm ııaı vc S cıııh tik Yaklaşımlar Işığında Tnnpmnr Hikâi/eleri, Ankara, A kçağ Yayınları, 2004.
Bir E n telektüel O larak T nn p ın ar * 70 7
^ Daniel Couty, sous la direction de, "XXe.Siecle, Cadre înteU ectuel", H isloire da İn Lillcralu re frnnçn-
ise, (Paris: Larousse-Bordas, 2000); 611-621.
8 A hm et H am di Tnnpınar, Aydaki Kadın, H az. G üler G üven (İstanbul: A dam Yaym lan, 1987).
^ A hm et H am di Tanpm.nr, N am ık Kem al A ntolojisi, (İstanbul: M uallim A hm et H alit K itapevi, 19'12):
5-30.
708 • T iiııp ın a r Ü 2 eriııe Ya’ ilar
Unutmamalı ki, her şey gibi entelektüel kavramı da gelişim sürecinden ge
çer. 1930.'a gelindiğinde öyle güçlü bir kavram olur ki, dış dünyayla uzlaşmayı
kendisine ne olursa olsun yasaklamış öznelci Gerçeküstücü Devrim (Revolution
sur realiste) bile kendi ilkesine ters düşerek, dış dünya üzerinde etki yapmak is
teğiyle yön değiştirir. Öyle ki, Aragon, Eluard gibi gerçeküstücüler komünizme
kayarlar. Aralarından Breton, devrimci iradeyi sürdürmekle birlikte, 1934'te bu
nu estetik bağlamda kuramsallaştırmaktan yana tavır alır. Bu tarihten sonra en
telektüelin konumu artık ona rahat vermez. Angaje-güdümlü yazar olmamakla
suçlanan A. Gide, 1948'de bir açıklarna yapmak zorunda kahr. Kendisini Vaiery,
Proust, Claudel ve Suares gibi yazarlarla aynı noktada gören Gide, şöyle der:
"Birbirimizden bu denli ayrı kişiler olsak da, yaşlarımız bir yana, aktüaliteyi
önemsememiş, saym am ış olmakla aynı gruptanız diyebilirim. Güdümlü yazar
olmamakla suçlanmayı son derece saçma buluyorum. Yapmış olduğumuzu da o
denli geçerli sayıyorum ". Aydınlanma döneminde yaratılan ideal insan imgesi-
nin-geleneksel entelektüelin yitmesiyle krize gireiı Batı zihniyeti, bu kez bir iki
likle karşı karşıya kalır. Unanumo'nun 'hayatın trajik duygusu' Oe sentiment tra-
gique de Ja vie) dediği şey oturur gündemine. Temel ilgi alanında hâlâ insan var
dır ancak bu insan gerçekle yüzleşen, bölünmüş bir savaşçıdır. Çünkü zekânm
bir düzenleyici olduğunu savunan üç asırlık geleneksel kartezyen düşünceyi
tahtından indiren bilinçdışı kavramı, insanın her hareketini yönlendiren, içine
girilmez bir realite olarak ortaya atılmıştır. 1920İİ yılların, Tanpınar'ın da iyi bil
diği romantik kökenli Barres tezleri, VVagner estetiğiyle biçimlenmiş düşünce
akımının temsilidir. Bu düşünceler Gobineau'nun ırkçılığından, Nietzsche'nin
dionizyak düşüncesinden geçmiştir. Ancak Bergson'un felsefesinin; Freud'un
psikanalizinin derinliklerine tam dalmamıştır.
Tanpınafm Türk edebiyat dünyasına bir makaleyle 1930'da tanıttığı ve
1933'te Yeni Türk dergisinde eserinin çevirisine başladığı (bitirmemiştir) Fransız
edebiyat adam larından Paul Valery de I. Dünya Savaşı'nın krize soktuğu Avru
pacı geleneksel entelektüellerden biridir. Zihni, sembolizm ve dekadans kav
ramlarıyla beslenm iş olan Paul Valery; 19. yüzyılın meşrulaştırdığı mirası ve bu
nun rolünü, 1896'da yarattığı, düşünen kişilik M onsieur Töste'le sorgulamaya;
bu mirası zihninden çıkanp atmaya çalışmıştır.^^ Valery'nin aynı yıl yayımlanan
La soiree avec Monsieur Teste (Mösyö Teste ile Akşam) adlı yazısında göstermek
istediği ve ben değilim dediği semboHk kahraman; yazarın deyimiyle, bir tür zi
hinsel hayvan; kendinin bilincindeki zeki canavarlardan biridir. Bu canavar, Pa
ul Valery'nin on beş dakikalık bir zaman dilimi içinde kesitini sunduğu ideal ya
da evrensel zihindir^^ Yazarın sorgulama sürecindeki bilinci olarak Teste, b ir ce
birsel yaratık olarak tanım lanm aktadır Olanaklarını bütünüyle tüketmiş zekâ
nın yansım asıdır Nitekim Tanpınar da 1950Terde kaleme alacağı Aydaki Ka-
dm'da, devrim ci nitelikleri de olan Rönesans aydınının unutulm asmdan dolayı
uğradığı büyük yanılsam ayı; bu entelektüel iflâsı ana m otif yapacak; metninde,
egemenliği karşı durulmaz biçim de genişleyen liberal entelektüeli; dolayısıyla
bir küresel olguyu anlatacaktır
Valery'nin I. Dünya Savaşı'nın ertesinde İngilizce'ye çevrilmek üzere yazdığı
La crise de Vesprit (Tinsel Kriz'^) adlı ünlü iki mektubu, bu bağlamda önem taşır
Mektupların birincisine Avrupa'nın hiçbir zaman unutmadığı şu saptamayla
başlar: "Birer medeniyet olarak bizler, bugün artık ölümlü olduğum uzu biliyo-
Jac<]ues Julliard, MicUel VVinork, DicHonımire dcs intellcctucls français, (Paris: Editions ciu Seuil,
1996): 1142-1144.
12 A ndre Lagarde, Laurent M ichard, "Paul V alery", XXe. S iede, (Paris: Editions Bordas, 1968): 299-
340.
^3 Paul Valery, Tinsel Kriz, çev. Beril Beken, (İstanbul: Afa Yayınlan, 1996). Bu kitap, Paul Valery'nin
iki m ektubunu içerir. Çevirm en, hazırladığı önsöz için E. Le La R ochefoucauld'nun Paul Valârıj
(Paris: Editions U niversitaires, 1957) adlı eserinden yararlandığını belirtiyor.
7 1 0 • ' r a n p ı n a r Ü ;: e r i n c Ynzılnr
Paul Valery, "Ln crise de l'esp rit", Vnriclc 1 c! II, (Paris; Collection Folio/Hssais, 1998): 13-51. Ya
zarın, Londra'da bir konferansla sunm ak üzere hazırladığı iki m ektup, ilk kez Nisan ve Mayıs
1919’tia AHıcrıcot'imı'dn; daha sonra Ln Notıvcile Rcvıu’ Frnnçaisc'de yayım lanır.
'5 Friedrich A. H ayek, "Entelektüeller vc Sosyalizm ", çcv. H. Emre Bagce, Doğu Batı, s. ,3ü
(200'1/Ü5); 243-259.
Bir En telektü el O larak T an p ın ar • 711
sıp kavuran Totalitarizm'i irdelediği Tutsaklık Yolu (La Route de la Servüude) adlı
çok okunan bir kitap yazmış, 1947'de Liberal İktisatçılar Birliği'ni kuran Hayek,
söz konusu olan "Entelektüeller ve Sosyalizm " adlı yazısına başlarken, sosyalist
entelektüelleri ikinci el satıcılar olmakla suçluyor. Devamındaysa bir avangart
portre çiziyor: Liberal entelektüel. İşte bütün dikkatimizi, Aydaki Kadın'da topla
maya zorlayan; üstelik 1960 yazında bir zihinsel kriz anında arka arkaya kaleme
alınmış Tanpınaı^ın üç yazısını doğrudan hatırlatan olgu bu.
Liberal entelektüelin duruşunu yazısının son bölümünde belirleyen Hayek;
demokrasi iyi bir şey olduğu için demokratik ilkeler ne kadar ileri taşınırsa libe
ral entelektüeller için o kadar iyidir, demektedir. Liberal düşünür, pratik karar
ları etkilemek için sahip olduğu gücü, kurulu düzenin temsilcilerine dayanarak
elde ettiği saygın konumuna borçludur. Etkili olmak için pratik, mâkul ve ger
çekçi olmalıdır. Acil meselelerle uğraştığı süre içinde etki, m addi başarı ve bir
noktaya kadar kendi genel yaklaşımını paylaşan kişiler içinde popüler olmakla
ödüllendirilir.
Hayek, bugün toplumumuz ve dünya toplumları içinde her alanda çok sa
yıda örneğini gazetelerde, televizyon kanallarmda gördüğümüz; bir an olsun
onlarsız yapamadığımız entelektüelleri daha 1947'lerde göstermiştir. Kitap, ga
zete ve dergilerde özgürce yazabilecek; televizyon kanallarında konuşabilecek
sayısız entelektüelle çevrili olarak yaşayacağımız haberini yarım asır öncesin
den duyurmuştur. 1950'Ierde Hayek toplumu şöyle uyarmış: "G üçleri küçüm
senmemeli. Çünkü toplumun üzerinde hareket edeceği görüşleri belirleyen şey,
aslında onların yargıları olduğu gerçeğidir. Bu entelektüeller modern toplumun
bilgi ve düşünceleri yaym ak için geliştirdiği organlar oldukları gibi, inanç ve ka
naatlerin ve her türlü yeni kavramlaşhrmanın kitlelere ulaşmasından önce ora
dan geçmek zorunda olduğu elek işlevi görürler." Bugün görülen o ki, liberal
entelektüeller de H ayek'in bir metin boyunca olumsuz değerlendirdiği/suçladı
ğı sosyalist entelektüellerden farklı değildirler.
İşte, sosyalist veya liberal, kendilerini halktan ayıran bu entelektüellerin gü
cüne Aydaki Kadın'da tanık oluyoruz. Tanpınar insanı temel alarak, İstanbul eli-
tinin hayatını; buradaki entelektüel boşluğu bu romanda gösteriyor. Dolayısıy
la eser, m odernizm kavram ının da uğradığı erozyonu; bir başka deyişle, hüma-
nizm'in dünyevileşme ve demokrasi temeh üzerinde yükselen bilimci, akılcı,
ilerlemeci ve insanmerkezci ideoloji'nin'6 aldığı darbeyi açığa çıkarıyor. Bitme
miş bir eser de olsa entelektüeli merkeze alarak modernlik denilen kültürel dö
nüşümün bozuluşunu anlattığı için çağdaş. Aşağıdaki portre, sanki Hayek'in h-
beral entelektüeline aittir: "Âsim öbürleriyle beraber iskelede bekliyordu. (...)
A hm et Cevizci, "M odernizm ', "M odernlik", Felsefe Sözlüğü, (İstanbul: Paradigm a, 1999): 603-604.
712 • T iinpınıır Üzerine Y’.ızıUır
"Arabalar hazır" dem işli..." (...) Ve hemen arkasından, sonraları kendisine yan
alay yan ciddî muhteşem lâkabını verdiren o üstten konuşma ile imtihanın hi
kâyesini anlatmıştı. "Geçtim , azizim, geçtim. Tabiî Selim 'inki kadar parlak olma
dı. Hoca hatta senin zıdd-ı kâmilin olduğumu söyledi. Selim, yine Kemal benim
tarafımda kaldı. Ne ise, beni hiç kimse beğenmedi, alkışlamadı. Kendimden baş
ka tabiî! Ama geçtim ". Neler sorduklarını hiç hatırlamıyordu. Cevaplara gelin
ce... "H akikati isterseniz, beni bir türlü mevzuya sokamadılar. Hep öteden beri
den konuştum... Hep şaşırttım !" "Bunun için mi geçirdiler?" (...) "Sadece bu iş
lerin üzerinde olduğumu gördükleri için... Bilgilerini o kadar lüzumsuz kıldım
ki..." (....) Nuri (...) kahkahalarıyla (...) gülüyordu. Pakat Âsim hiç de oralı değil
di. O tesadüfen bulduğu madeni işletmekle meşguldü; "Düşünün bir kere hep
kendi lüzumlarına inanmış bir yığın adam. Bir kere bile şüphe etmemişler. Ben
onlara bu şüpheyi getirdim. Benimle fiziğin ötesinde başka şeylerin bulunduğu
nu anladılar... Başka dünyaların başka hakikatlerin... Mahv oldular. Üstün zekâ
onları darm adağınık etti. Çil yavrusu gibiydiler. Bu vaziyette ne y a p a b i l i r l e r d i ! ’ ^
Tanpınar, bu eserinin Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden çok ayrı; çok başka;
daha derin ve ferdî meseleleri ele alan bir roman olduğunu sö y le m iş .T a n p ı-
na/ın Hayek'i okuyup okumadığını kestirmek zor. Ancak bütün dünyayla aynı
zamanda çağını ve çağının getirdiği sorunları ayrıntılı biçim de izlediği kesin.
Roman, yazarın dediği gibi derin ve ferdî sorunları ele alıyor almasına ama bu
nunla kalmıyor. Küresel dalgaların İstanbul'da vurduğu entelektüel kitleyi ikin
ci umum î harp döneminde ve yirmi dört saatlik bir kurgu sürecinde gösteriyor.
Hayek, sosyalizm e karşı yükselen liberal entelektüel olguyu makalesinde orta
ya koyarken; Tanpınar, bitiremediği romanına geleneksel aydının iflâsını koy
mayı tasarlamış. Demek ki H ayek'le yaşadığı dönemde -1950'lerde- cebindeki
projelerden biri buym uş. Eserin " E k l e r " ' ^ bölümünde ana çizgileriyle gösteril
miş, ancak romanın kurgusuna yedirilmemiş iki söz de entelektüel dikkate de
ğer. Bunlardan biri; dört senelik mebusluğunda sessiz sedasız bir yığın ameliye
ile bütün suları kendi tarafına çevirmeye muvaffak olmuş Mehmet Narh. O ka
dar ki kasabanın öbür iki mebusu ve onların etrafına yığılmış kısmet bekleyen
lerin 1954'te kendilerini bütün bir çoraklıkta bulmaları onun yüzünden. İkinci
siyse Emin Bey: "(...) Dış memleketlerde hiçbir sosyalist kongresi veya siyasî
zim burada yapacağım ız, daha iyisini yapamazsak, bu binayı ufak bir tamirle ol
duğu gibi muhafazadır. Asıl şehircilik budur. (...) Başka memleketlerde 5 0 ,6 0 se
ne evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya yıkılırsa sanat ve edebiyat âlemi
yerinden oynar (...) 'Burada Verlaine her akşam aperatifim alır, dostlarıyla konu
şurdu...' diye on senede bir, bu binanın artık yok olmasına açıklanan kitaplar çı
kar. Bizse İstanbul'u durup dururken canh bir tarihinden mahrum etm eye kal
kıyoruz. (...) 1918'den sonraki İstanbul'u hatırlayın. Her m im arî eseri bizim için
neydi? Kim o zaman bir taşı yerinden kımıldatmaya razı olurdu? Eserlerim ize o
zaman nasıl sarılm ıştık? Haklıydık. Çünkü biliyorduk ki, m illiyet dediğimiz, bir
dil, millî hayata intikal etmiş şekilleriyle bir yığın sanat eseri ve tarih hatırasıdır.
Milliyetimizi yapan şeylerle oynamaya kalkmayalım. Çünkü m eflıum lar zede
lenmeye gelmez. (...) İbraliim Paşa Sarayı yıkılmamalıdır. O, Türk tarihinin bir
abidesidir. Türk eliyle yıkılamaz. (...) Arsa mı? İstanbul haritasına bir göz atın.
Boş yerden çok ne var? İbrahim Paşa Hamamını ve Karagöz Mehm ed Efendi
Camii gibi tam on yedinci asır başından kalma bir şaheseri feda ederek açtığı
mız bulvarın iki yanı boş duruyor. Pekâlâ Adalet Sarayı'm ız buraya yapıhr ve üç
türlü kazancı birden yaparız. (...) Bugüne ait her şey benim için bir davadır; çün
kü yaşadığım zam anı severim. (...) Yıkmak, yapmak için dahi olsa daima zarar
lıdır ve hakikî yapıcıhk ilâve etmektir."22
Demokratik ilkelerin, entelektüellerin liderliğinde; kişilerin/kampların çı
karları doğrultusunda; bugünkü kadar ileri taşınmadığı ve ün sağlamak üzere
acil meselelerin entelektüellere bugünkü kadar araç olmadığı bir dönemde yaşa
mış Tanpınar. N e var ki bir entelektüel olarak dönemine ters düşmüş; elbette po
püler değilmiş. İçinde yaşadığı toplumun temel sorunlarından birine parmak
bastığı gibi çözümü acil olan bir konuyu geleceğe dönük bir anlayışla, sorumlu
luk yüklenerek ve tavır alarak açıklamış. Bir tarihî eserin başına geleceklerden
yola çıkarak, halkı temsil eden hükümetin duruşuna tepkisini göstermiş. Tanpı-
naı'da milli tarih ve birlik görüşünün bir yaşam ilkesi olduğu görülüyor. Olgula
rı birbirine bu ilkeyle bağlıyor çünkü. Üzerinde yaşadığı vatan toprakları onun
için bütünüyle önemli ve bir miÜetin, dünya milletleri arasında yer alabilmesini
sağlayan en büyük aidiyet ve varoluş duygusunun bu ilkeyle sağlanacağım ev
rensel bilinçle duyuyor. İşte onda en önemli ayırt edici özellik: Evrensel bilinç.
Bu anlamda sayısız örnek verilebilir. İnkılâp âbidesinin yapılışı hakkındaki
görüşünü bildirm ek yeterlidir: "Kafam ızda san'at ve ilim m eselelerinde ecnebi
kelimesinin kurm uş olduğu kapitülasyon düşünülecek olursa bu korkunun ne
kadar hakh olduğu anlaşılır. (...) Fakat anavatan toprağında Türk tarihinin öğü-
nülecek hatıralarmın tesbiti şerefini Türk san'atkârlarına bırakalım. Aksi takdir-
de heykeltıraşçılığımız sonuna kadar duvar dibine dikilmiş bir ağaç gibi bodur,
a h z , çelimsiz kalır."23 Tanpınar'm geleceğe dönük girişim m eselelerinin planlı
ve yöntemli bir çalışma ve araştırma biçim inde olmasına büyük önem verdiği
bilinir. Aşağıda alınlılanacak olan; 1938'de Cumhurii/et'ie çıkmış Kendi Kendimize
Doğru adlı yazı bunu kanıtlıyor. Ancak asıl şaşırtıcı ve önemli şey: Fransız tarih
çi Pierre N ora'nın önderliğinde gerçekleştirilmiş ve 1986'da basılm ış Les Lieux de
Memoire ("Belleğin Anıtsal Varlıkları") adlı 7 ciltlik büyük yapıtla karşılaşmak.
Dolayısıyla Tanpınaı^ın gerçek önemini ve yerini bir başka boyutta görmek. Da
ha doğrusu Tanpınar'ı "kıym etli bir maden gibi keşfetm ek"; "m eselelere alışıl
mışın dışında yaklaşmış o ld u ğ u "n u n 2 4 bilincine gerçekte varmak. Bu büyük
kültür birikim inin anlammı tam bilmek.
N ora'nın bu eseri; Tanpınar'm makalesinde belirttiği görüş ve umduğu giri
şimler doğrultusunda, Türkiye'de değil Fransa'da alınmış bir sonuç.^s Pran-
sa'nın kendisine ait olarak belirlediği; milli dediği; onu simgeleyen her şey bu
ciltlerin içinde: Anıt mezarlar ve milli arşivler gibi en somut ve elle tutulur ör
neklerden, nesiller veya anıtsal şahsiyetler gibi en soyut ve us gücüyle oluştu
rulmuş örneklere kadar her şey: Yerler, kişiler, olaylar, eserler, manzaralar, kav
ramlar, üç renkli bayrak, Jean-Paul Sartre'ın toprağa verilişi. Milli Kütüphane,
bir dakikalık saygı duruşu. Milli Marş (La Marseillaise) vb. Am aç ve ilke: Gerçek
te olana kesinlikle sadık kalarak; gerçekte neler olup bittiğini öğrenerek, yapıla
nı sağlamlaştırmak.
Kendini bilmek, tanımak ve sevmek. Nora gibi Tanpınar da, büyük m esele
lerin bu güçle çözülebileceğine inananlardan. 1940'ta CHP konferanslarında bu
bilinci/görüşü ortaya koymuş: "Bir millet, her şeyden evvel kendi kendisini cid
diye almak mecburiyetindedir. Kendi kendimizden bahsetmeğe alışalım. Büyük
meselelerimizi bulalım (...) Anadolu bin başlı bir muamma gibi gözümüzün
önünde duruyor. Bunu çözmeğe çalışmak lazımdır (...) Bir kere kendimizi bil
meğe, kendimizi tanımağa ve sevmeğe başlayalım."26 Milli edebiyat denilen
muammanın böylece kendiliğinden çözüleceğini ekliyor sonra. N ora'nın çalış
ması Fransa'nın nasıl korunduğunu gösteriyor ama aynı zamanda onu korumak
adına çıkartılmış bir yasanın korunduğunu da. Bu bağlamda ilk teklif Victor Hu-
go tarafından yapılmış. Tarihsel mimari ve kentsel mirasın korunmasıyla ilgili
ilk yasayı yazan ve adını "Mahralar için Yasa" koyan o.^^
Tanpınar'ın tarih ve milli birlik bilincine örnek bir başka makaleden söz et
meden önce Pierre N ora'nm eseri hakkmda -Tanpmar'ın evrensel bilincini daha
da iyi ortaya koyacağmdan- kimi başka bilgiler vermek gerek. Eserin, "M illet"
kavramma ayrılmış II. cildinin "G iriş" bölümünde, millet, ne bir rejim, ne bir po
litika, ne bir öğreti, ne de bir kültür ancak devam eden ve değişen ve Fransız
toplumsal birliğinin olduğu kadar tüm modern toplumsal birliklerin arı anlatım
biçiminin çerçevesi olarak tanımlanıyor.^^ Nora'nııi danışmanlığında hazırlanan
eserde -11. cildin 449. sayfasmda- Françoise Cachin imzah bir bölüm var: "Ressa
mın M anzaraları" (Les paysages du peintre). Bu yazıda "Belleğin Anıtsal Varlıkla
rı" adına verilen bilgiler; milli tarih ve birlik görüşünün, aynı vatan topraklan
üzerinde, eşzamanlı yaşamış olsun olmasın, insanlar tarafından aktarılan bir ya
şam ilkesine nasıl dönüştürüldüğünü gösteriyor: Diderot, Rousseau ve bir an
lamda Chateaubriand, Fransız ressamlarının yapmış oldukları tablolan kaleme
alarak, Fransa'nın eşsiz/milli manzaralarını edebiyata kazandırmışlar. Memoires
d'outre-lombe adlı eserinde Chateaubriand'm anlattığı; Joseph Vernet'nin tablola
rında gördüğü, Bretagne kıyılarından görünen okyanus manzaralarından veya
N apolyon'un ruhunun gezdiği Akdeniz kıyılarından başka bir şey değilmiş.
XVIII. yüzyılda gerçekleştirilen Encyclopedie; özellikle 'Altıgen'in. (Fransa'nın)
içinde edinilmiş bilgilerin, üzerine dikkat çekilmek istenen noktaların ve yolcu
lukların bir toplamı olarak gerçekleştirilmiş. Thomson ve Young'un anavatanla
rı İngiltere'yi şiirsel bir retorikle dile getirmelerinden etkilenen Fransızlar ara
sında Bernis'nin Fransız Çiftlikleri (Les Georgiques françaises) adh eseri; Delile
ve Saint-Lam bert'in Bahçeler (Les jardins) ve Mevsimler (Les saisons) adlı eserle
ri; Jean-Joseph de Laborde'un Gözahcı Yolculuklar (Les voyages pittoresques) ad
lı hidrografi, fizik, tarih, gelenek ve görenekler, siyaset ve edebiyat üzerine ha
zırlanmış çizelgelerden oluşan kitabı; Fransa'da basılan ilk sistem atik araştırma
eserleriymiş.
Tanpmar; girişim, plan, yöntem, çalışma ve araşürma gibi kavramlara düş
kündür. Bu am açlan taşıyan projeleri desteklediğini söylemek bile fazla. "Kendi
Kendimize Doğru"da29 Rıfkı Melül Meriç'in 1937 yılmda basılan Akşehir Türbe ve
Mezarları adlı kitabının değerini yukandaki örnekte görülen bilinçle kaleme aldı
ğı apaçık. Ona göre bu çalışmada değerh ve önemli olan; "m im arî ve şiirden ma
ada bütün san'atlarım ızın tarihinin yazılmış olması. Bu işin, kendi kendimizi öğ
renmek için m ecbur olduğumuz bir iş olduğu. Bu eserde, rulıımıuzun hakikî
peyzajları, dünkü varlığımızm mütevazı fakat emsalsiz zenginlikleri, ırkımızın
28 N ora, a.g.e., II. c, IX-XX1 ("N i un regim e, ni une politique, ni une doctrine, ni une culture m ais le
cad re d e toutes leurs expressions, une form e pure, la form e im m uable et changeante de nötre
com m unaute sociale, com m e d 'ailleurs de toutes les com m unautes so d ales m od em es.")
Tanpmar, Yaşadığım Gibi, 388-391.
718 • Ti\npın;ır Üzerine Y;ı:ılai'
Larihi, gizli bir nabız gibi çarpar" demiş Tanpmar. Yazıdan öğrendiğimize göre,
Meriç'in, Güzel Sanallar Akademisi müdürünün teklifi üzerine başladığı iş, bü
tün bir milli san'allar külliyâtı. Bundan başka Rıfkı Melül Meriç Enderun San'nt-
kâvları isminde çok mühim bir esere de başlamış ki, birincisini itmam edecekmiş.
Tanpmaı'ın eserlerinde millet ve birlik kavramlarının anlamı ve değeri araş
tırıldığında göı-üiür ki Tanpmar; millet adını veya bununla ilgili olarak millî sıfa
tını, Türkiye Cumhuriyeİi'nin resmî dilindeki anlamda, bir politik olgu olarak
anlar ve kullanır. Bir başka deyişle, Pierre Nora, Fransa için 'la nation-nous'/'biz-
millet'; 'la nation en nous'/'içimizdeki millet' anlamında nasıl kullanıyorsa öyle.
Demek ki Tanpmar, özgün ve politik insan toplulukları olan modern uluslara so
mut kazançlar sağlayacak; onları geleceğe taşıyacak birlik, millet gibi kavramlara
duyarlı bir entelektüel. Yoksa, kabilelere, imparatorluklara, eski Yunan kentleri
veya benzeri oluşumlara ya da dinsel, kültürel veya ideolojik alanlara değil. Bu
kavramların daha öğrencilik yıllarında zihnine yerleştiği; kendi tarihi, kültürü ve
edebiyah ve Batı'yla ilgili okumalarıyla özümlendiği anlaşılıyor.
Tanpmar, 1918'de üniversite eğitimi için geldiğinde, İstanbul'un, sahne
de/ Anadolu'da olan biteni belli bir cepheden izlemenin yeri olduğunu görür.
Savaş alanı dışında; bir başka deyişle zengin, elit, güçlü tabakada; burada/İstan
bul'da da olaylar geçmektedir. İşte Sahnenin Dışındakiler’d e göstermek istediği
hayat bu olur. Çünkü bir adam, Anadolu'da milleti ve millî olanı oluşturma-in-
şa etme çabalan içindeyken; aynı mekanizma İstanbul'da işlemez. Tanpına/ın
romanları böylece, keşfettiği ve kendi sözcüklerinin dünyasında ortaya koydu
ğu bu bozuk mekanizm alar olur: (İhsan, Cemal'e): "Bu işler benim işim değil
pek! dedi. Ben düşünce adamı olmamak isterim. (...) ben kendimi hep mesuliyet
altında buluyor ve itham ediyorum. Dün Beykoz'da içlerinde, zabit, denizci, her
sınıf halktan insan bulunm ak şartiyle yirmi yedi kişi tevkif edildi. Şu dakikada
yirmi yedi insan gibi hapisteyim. Asker olmak, elinde silahı döğüşm ek ne kadar
rahat bunun yanında...(...) Oradakinden daha mühim bir iş göreceğimi, bir me
kanizmayı sökeceğim i umuyorum. Nereden kafama girdi bilmiyorum.^o
O dönemde Anadolu'daki yeni oluşumun, Tanpınar”! siyasi yönüyle değil
entelektüel yapısıyla; zihin işleyişiyle etkilediği ve heyecanlandırdığı anlaşılı
yor. Çünkü Tanpmar, her zaman sağlam ve sürekli olandan yana. Millet, birlik
ve milli gibi kavramları böyle bir zihinsel mimari içinde algıladığı seziliyor. Sa
natçı veya memur; Tanpınar'ın yaşamı boyunca yazdıkları ve yaptıkları bu göv
de üzerinde yükseliyor. Gerek üniversitede kürsü başkanı ve öğretim üyesi; ge
rek milletvekili iken, millete ait bir edebiyatın yapılandırılması-biçimlendirilme-
si düşüncesiyle hareket etmiş. Bir ulusun inşasına koşut bir edebiyat projesinin
geleceğe dönük bir tutku bulmaktı. İşte bize-milletimize ait bir edebiyat yapma
düşüncesi, hülya adamı olmaktan hiç çıkmadım diyen ve kendine ulaşılması zor
hedefler koymayı sever Tanpınar'ın zihninde böyle doğdu. Devrimci bir dö
nemde; ileriye dönük ve umut veren bu büyük işle ilgilenmek üzere kendi ken
dine söz verdi. Geliştirmeye dönük yenilik hareketleri üzerinde düşündü, araş
tırdı, yazdı ve konuştu.33 Şiirin, hikâyenin, romanın, tiyatronun yerini önce Türk
edebiyatı; sonra, dünya edebiyatı içinde nasıl gördüğünü açıklam aya çalıştı. D e
mek ki Tanpmaı'ı ayıran özelliklerden bir başkası da hayatını çalışmaya adamak
ve ilkelerinde, fikirlerinde yaşam boyu özveriyle ısrar etmek. 1953'te kendisiyle
söyleşi yapan Adnan Benk'in, "Hayatınızı uğrunda feda edebileceğiniz bir şey,
bir fikir var m ı?" Sorusuna şu yanıtı vermiş: "Elbette vardır. Fakat, bunu tecrü
be edecek bir vaziyete düşmedim... Ben yalnız hayatımı vakfetmeyi öğrendim.
(...) Milyonlarca insan, hele genç yaşta, hayatmı feda ediyor ve bir fikre sahip ol
mayı hayatından aziz görüyor. Asıl kahramanlık, bence, bütün bir ömrü kapla
yan fedakârca ısrardır."^^
Abdullah Uçman şunları ileri sürmektedir: "Çağdaşları arasında, Tanpınar se
viyesinde hem Doğu hem de Batı kültürüne sahip, mûsikîyi, mimariyi, resim sa-
natmı bilen, estetik zevki olan, gerçek anlamda şiiri bilen, felsefe ve psikoloji ile il
gilenen, yani çok geniş bir alanla ilgisi olan başka biri yok. Böyle birini birtakım
ideolojik kalıplara oturtmak mümkün değil."^^ Kesin olan şu ki Tanpınar'ın zihni
yüksek ve bağımsız bir mimari. Bu yapının boşluklarını ve zayıflıklarını iyi bildi
ği için de güçlü. Üstelik yüzleşmelerden korkmayan biri. Çünkü düzmeci, iki yüjz-
lü yaşam biçimini tanımıyor. Ancak çahşmadan yana olduğu pek söylenemez.
Olayları, kişileri, karşıdan sabırla izleyen; olanı biteni gören; değerlendiren ve
özümlenir duruma getirmek üzere kalemiyle işe el atan bir hakem Tanpınar. 11
Ocak 1962'de defterine şöyle yazmış; "Ben sadece hakem vaziyetindeyim."
Onun bu sözü, ister istemez Valery'yi anımsatmaktadır. Tel quel'de bir resim
sergisini gezerken gözlemlediği üç kişiyle ilgili olarak Valery şu notu düşmüş:
"Sanırım onların her biri benim; bir üst bilinç yöneltebiliyorum; bir yüksek yar
gılama yetkisi bu. Öyle ki insanları mahkûm edebildiğim gibi kutsayabiliyorum
da."36 Tanpınar'ın kendine dönük benzer ve kesin bir hükümde bulunduğunu
3^ "M illî Edebiyata D o ğ ru ", A nkara, CHP Konferanslar Serisi, K itap 19 (1940); 37-48; "Yeni Edebiyat
Cereyanına D air", Tasvir-i Efkâr, nr. 4515 (14 Birinci teşrin 1940); "H alk D estanlarından M illî Ede
biyata 1", Ulus, nr. 7837 (28 M ayıs 1943); "H alk D estanlarından M illî Bir Edebiyata 11", Ulus, nr.
7838 (29 M ayıs 1943); "T ü rk Edebiyatında Cereyanlar", Yeni Türkiye, (İstanbul: N ebioğlu Basınne-
vi, 1959); 343-374. Bu m etinlerin hepsi Zeynep K erm an'ın hazırlam ış olduğu Edebiyat Üzerine Ma-
kalck’i' d e toplu olarak yer alır.
Adnan Benk, Eleştiri Yazılan 1, (İstanbul: Doğan Kitap, 2000): 441-444. Ayrıca, bkz. M ücevherlerin
Sırrı, s. 227.
35 A bdullah U çm an, "B ir Gül Bu K aranlıklarda", Varbk, s. 1136 (2002): 10-11.
Paul Valery, 71’/ Q ııel, (Paris: G allim ard, folio essais, 2001):15.
Bir E n telektüel O larak T an p m ar • 721
söylemek zor. Bvmunla birlikte hakkında söylenebilecek asıl yetkinlik şu; İnsan
lara, olgulara, kavramlara çeşitli yüzlerinden bakabilmek; demektir ki birbirin
den ayrı hükümler getirebilmek; hattâ "Kıskaçgörüş" (Contrepoint) gibi yeni bir
kavram ve yöntem getirmek ve böylece kübist metinler kurmak; üstelik her şe
yi bir arada: Armoni denilen bütünlükte uzlaştırmak Tanpmaı'm yetkisinde.
Hangi metni olursa olsun belli bir makamı olan; şeylerin, zihninde birbirinden
bağımsız, ancak bir bütün ve bir düzefı-içinde seyrettiği bir entelektüel. Yalınkat
gerçekçihk anlayışından uzak, sözcüklerin gücüyle yaratılmış edebî metinlerin
önemh sahibi.
Tanpınaı'ın adalete ve ahlâka inancı vardı. Kendi özel koşullarında kendini
kavramış biri olarak ortaya iyi ve kalıcı eserler koyduğunu biliyordu: "Hakikat
bu ki ben Türkçe'de yeniyim. Fakat dünyada yeni değilim. Dünya ki sanatı bir
çıkmaza soktu (...) Dünya içinde, ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türki
ye'nin peşindeyim. İşte memleket içindeki v a z i y e t i m ." ^ ^ Bu bilincin sahibi, kar-
şısındakilerde de benzerini görmeyi bekliyordu. Eserinin bu tür bir dikkatle dü
şünülmesini ve onanmasını istiyor; bu hakkı kendinde görüyordu. Dinginlikten
yana bir insandı ve şöyle diyordu: "Hiç kimse ile açıkça çatışmadım; yahut çok
az çatıştım, fakat daima iyiden ve devamlıdan bir şeyler bekledim. Etrafımdaki
sükût 'conspiration'unu." Burada kullandığı conspiration sözcüğü düşündürü
cüdür. Her ne kadar 'sükût conspiration'u sükût suikastı yani salt ilgisizlik ola
rak çevrilmişse de; Petit Robert'e bakılırsa bu sözcüğün, bir kimse veya bir şey
karşısında alınan ortak tavır da olduğu anlaşılır.
İçsel zenginliğini dökmek; şiirini tutku hâline getirmek; kendi işini mükem
mel yapmak. Tanpmar bu hedeflere ulaşmıştır. Ancak, edebiyatçılar ve eleşttirr
menler tarafından keşfedilmesi ölümünden sonradır. Abdullah Uçmaît'a Jgöre
Tanpınaı'm 70'li yıllarda keşfedilmesi birçok nedene bağhdır. En önemlisi: "M a
ziyi bütünüyle inkâr etmek gibi bir devrin geçerli olan bazı artâyışlannın belki
bir bakıma geçerliliğini kaybetmeye başlamasıyla açıklanabilir" .3» Uçm an'a gö
re bu dönemde, dünya görüşleri farkh Türk aydınlan, başta Kemal Tahir ve
ATÜT'çüler olmak üzere, Cemil Meriç, Mehmet Kaplan, İdris Küçükömer, Sab-
ri Ülgener, Şerif Mardin, Attilâ İlhan, Hilmi Yavuz ve Erol Güngör gibi aydınlar
Türk tarilıinin Osmanh dönemini. Cumhuriyet aydınlarından farklı değerlendi
rirler; değişik bakış açılarıyla ele alırlar. Kültürümüzün çeşitli meseleleri üzeri
ne düşüncelerini açıklamaları; sonra bunların tartışılması, artık Türk aydınının
değişik yaklaşımları olduğunun, yeni çözüm yolları getirdiğinin göstergesi olur.
Tanpmar, fırtınah bir zihin değildir. Bununla birlikte, yazarhk hayatında ki
mi ters örnekler görülür. 14.06.1960 tarihli bir yazı "Suçüstü" başlığını taşıyor ve
A hm et H am di Tanpınar, "Su çü stü ", Kitap-Iık, s. 40, (2000): 85-89. Yazarın bu yazısı ve aynı bağ
lamda öteki 2 yazısı için bkz. Tanpınar, M ücevherleriıı Sırrı. Tanpınar'ın siyasi kişiliği hakkında
d eğerlendirm eler ve görüşler için bkz. "H ayat, Edebiyat, Siy aset", H ccc, s. 90/ 91/ 92, (2004).
M. O rhan Okay, "T anpnıaı'ı Yetiştiren Sosyo-Kültürel Ç evre", Kaşgar, s. 24 (2001): 21-27.
Bir En telektü el O larak T an p ın ar • 723
teren -hiç olmazsa böyle sınıf ve zümre gayretiyle her şeyi göze almış bir sol ta
ifesi ve sol fikirlerin istismarcısı olanlar- onların karşısında ırkçılar ve dinciler,
en hakiki aşırı nasyonalistler ve nihayet İktisadî istismarcıJarm emri altında ha
reket edenler. Ve ortalarında bizler, iş ve güçlerinde olanlar, olmak isteyenler, bî
çareler (...) Ben maruz ve müşahidim (...) İm kân bulsam, yaşım müsait olsa ve
bir organ sahibi olsam müdafaa edeceğim tek fikir: Kalkınma ve plân."
23 Haziran 1901 doğumlu Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Ocak 1962'de, İstan
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki kurul toplantısı sırasında geçirdiği
kalp krizinin ardından Haseki H astanesi'ne kaldırılır. 24 Ocak sabahı, saat dör
de doğru ikinci bir krizden sonra 5.45'te hayata gözlerini kapar. Altmış bir ya
şındadır ve yapmayı düşündüğü daha çok şey vardır: "28 Teşrinsâni 1958. (...)
Yahut da bir yığın edebî proje. Masamın üstü, kafam, cebim proje dolu. (...) Ya
pacağım daha çok şey var. Hayatıma rahat gözle bakamıyorum. Vaktim az."
^ M ehm et K aplan, "Tanpınar’ın Şiir Sanatı Hakkında Birkaç S öz" , A hm et H am di Tanpınar, Bütün
Şiirleri, Yay. H az. İnci Enginün, Dergâh Yay., İstanbul, 2000, s. 9.
7 2 6 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
miz gibi "m anzara çizilirken" betimleyici anlatımın temel öğelerine yaslanır bu
şiir. Özellikle "görm e" ve "işitme" duyulanna yoğun olarak başvurulmakta,
böylelikle de durgun doğanm ayrıntılı ve derinlemesine algılanmasınm yolu
açılmaktadır. Şiirde empresyonist bir tablo çizen şair "duyular arası aktarma" ve
"duyudan duyguya aktarma" diye adlandırabileceğimiz iki ayrı anlatım yönte
mine başvurur. "Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak." dizesinde işitme du
yusundan görme duyusuna geçiş; "Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin / Haz-
lartn âleminde yumulmuş kirpiklerin" dizelerinde duyudan duyguya geçiş söz ko
nusudur. Ayrıca, bu iki dizede Tanpınaı'ın sanat estetiğinin temelini meydana
getiren "rüya hâli"ni yakaladığı ileri sürülebilir. Bu dörtlüğün ilk ve son dizele
rinde "rüya" sözcüğünün kullanılmış olması, ilk dizede "güllerin" bir çeşit "rü
ya" olduğunun dile getirilmesi ve bu "rüya"nın giderek genişleyip son dizede
"ömrün rüyası"na dönüşmesi, şairin duyular ekseninde baktığı eşyadan asıl şi
iri nerelere yükseltmek istediğini ortaya koyar.
"H er Şey Yerli Yerinde" bu yönüyle doğanın hareketlilik içinde verildiği şi
irlerden farklıdır. Algılamanın derinleşmesi hem bakan hem de bakılan kişinin
durgunluğunu gerektirir. Tanpmar, bilindiği gibi, genişleyen değil derinleşen
]?ir algı dünyasına sahiptir. Onun imgelemi böyle çalışır. Şiirde çok dar bir çer
çeve içerisine geniş ve derinlikli bir dünyayı sığdırmasının sırrını burada ara
mak gerekir.
İlk dörtlükte bir manzara çizilir ve bu manzaranın belirgin, somut, duyusal
çizgilerinin dışına çıkmada ikinci dize ("Eşya aksetmiş gibi tılsıinlı bir uyku
dan") önemli rol oynar. Aslında Tanpınaı'ın şiirde gözler önüne sermeye çalıştı
ğı manzara bu dizede özetlenmiş gibidir. Eşyanın tılsımlı bir uykudan aksetmiş
olması bizi Tanpmar estetiğinin önemli kavramlarından olan "rüya"ya götürür.
"Tılsımlı uyku" tamlamasındaki "tılsım"ın "rüya"yı çağrıştırdığı düşünülürse
şiirdeki manzaranın aslında alelâde bir manzara olmadığı, resim görüntüsünün
ve duygusunun ötesinde bir algıyı gerekli kıldığı sezilir. Yanı sıra, şiirde çizilen
tablodaki varlıklarm bir başlarına hiçbir anlamları yoktur, varlıklar ancak birbi
rini tamamladığında anlam kazanır ve o zaman, şair peşine düştüğü "mükem
mel terkip"e ulaşmış olur. Sözgelimi bu tabloda sözü edilen "dolab"ı "ha
vuz" dan ve "bahçe"den, "sarmaşıklar"ı "ev"den, "yapraklar"ı "rüzgâr"dan,
"gül"ü " "kadm "dan, "kadın"ı "rüya"dan hatta giderek de "dolab"ı "azap çe
ken ruh"tan, "uçuşan yapraklar"ı "bir aşk ve hayat macerasından ayrı düşüne
meyiz. Dış dünya ile rüyalar âlemi birbirine geçmiş gibi görünür.
Bu geçişmişliği fark edebilmek için Tanpınaı'ın "rüya"ya yüklediği anlamın
derinlemesine sorgulanması gerekir. "Şiir ve Rüya" yazısının ilk bölümünde,
"Uyku ve rüya, gecenin yani kendisini ilgadan hoşlanan bir tamamlığın çocuk
larıdır; unutmalar, âni hatırlamalar, sükûn ve eşyaya temessül, maddenin muta-
7 2 8 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
vaatkâr hayatına iştirak onun tılsımlı mıntıkasında kabildir."^ der Tanpınar. Bu
radaki, "eşyayla özdeşleşme, eşyayla aynı yapıya girme, eşyayla insanın birbiri
ni özüm lem esi" biçim inde açıklanabilecek olan "eşyaya tem essül" ifadesi üze
rinde özellikle durmak gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde şiirde kadının rü
yasının "g ü l" sembolüyle belirtilmesini, zamanın "ürkek bir ceylan'la temsil
edilmesini, azap çeken ruhun "gıcırdayan bir dolap'la (ki, buradan Yunus Em-
re'nin "dolab"ına gitm ek de mümkündür) sembolize edilmesini anlamak m üm
kün olmaz ve yanı sıra da "tılsım "m ortak belirleyen oluşu gözden kaçırılır. "Eş
yayla tem essül" ifadesi ekseninde denebilir ki bu şiir insanla eşyanın birbirini
özümlemesinin, böyle bir "geçişm e"nin şiiridir.
Aynı yazıda Tanpınar, insanın rüyalardan sezgisel yolla neler öğrenebilece
ğini anlatırken rüyalara seslenerek şunu söyler; "Eşyanın arasındaki m ünasebet
leri sizden öğreniriz. Dışgörülerin altında gizlenen cevheri, asıllann aslını, eşya
sizin tılsımh imbiğinizden geçtikçe fark ederiz."» Karşılaştırmalı olarak bakıldı
ğında şiirdeki "Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan" ve "Rüyası ömrümüzün
çünkü eşyaya siner" dizelerinin adeta bu cümlelerin şiirleştirilm iş biçimleri ol
duğu görülecektir.
Üçüncü dörtlükte nesneler, doğadaki varlıklar bir insanın mevcudiyetiyle
anlam ve derinlik kazanır. Şiirin bu dörtlüğünde doğada dinginlik içerisinde
uyuyan, kendinden geçmiş, doğayla özdeşleşmiş, eşyayla "tem essül etm iş",
dingin doğanın parçası olmuş, biraz önce sözünü ettiğimiz "tılsım lı uyku"nun
sahibi bir kadın vardır. Dingin bir öğleden sonranın ağırlığında, yüzünde bir te
bessüm le ve nazların âlem inde yumulmuş kirpikleriyle uyuyan bu kadın, baz-
larının derinliğiyle, kuytuluğuyla şaire; yeryüzüne, doğaya ilişkin ilk derin izle
nimlerinden biri olan "bir deniz m ağarası"nı hatırlatır. "Antalya M ektubu"ndan
hatırlanacağı üzere "deniz mağarası" metaforu Tanpınaı'ın dünyaya ilişkin ilk
derinlikli izlenimlerindendir. Mektuptaki cümleleri hatırlamakta yarar var: "Ay
nı günlerde yine, bulunduğunuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla
karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hü
cumuyla açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu. Dediğim
gibi gördüklerimi henüz gerçek bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fa
kat estetiğimin temeli olan rüya (italik benim, BA) fikri biraz da bu mağaraya
bağlıdır."^ Tanpınaı'ın estetiğinin -belki sadece estetiğinin değil, varlığı ve dün
yayı algılayışının da demek gerekiyor- temelini oluşturan rüya fikri "H er Şey
Yerli Yerinde"de hem izlek olarak yer alır hem de şiirin tamamına yayılarak bir
poetik belirl^jen durumuna yükselir. Uygun bir atmosferde ve sıkı bir konsantras-
yonla ara verilm eden okunduğunda bu şiir, okuyanda gerçekten de bir "rüya
hâli" yaratmaktadır.
Hemen ardmdan gelen dörtlükte Tanpmar, doğadaki varlıkların varoluş ne
denini sevgilisine bağlı olarak açıklar: "Belki rüyalarındır bu taze açmış güller"
dizesi bunu ortaya koyar. Biraz önce "tılsım lı uyku"dan akseden "eşya" şimdi
daha da belirgin bir hal almış, sembolleşmiştir: "gül". Şiirde ve yazdığı hemen
her şeyde "dilde bir rüya hâli" yaratmayı amaçlayan Tanpmar, burada "gül"ü
bir mutluluk, dingmlik uykusunda görülen "rüya"m n sembolü olarak kullan
mıştır. Doğadaki varlıklann güzelliklerinin bir insanın rüyalarıyla birleşmesinin
asıl nedeni ise "öm rüm üzün rüyasının eşyaya sinmesi"dir.^° "E şya"n ın bütün
anlamlarını çağrıştıracak biçim de (şeyler, varlıklar, bir doğa manzarasının öğe
leri, nesneler...) kullanıldığını söylemekte yarar var. Belki de, Platon'un "ideler
âlem i"ni hatırlam ak gerekiyor burada.” Tanpınar'ın şiirindeki "g ü l" ezelî ve
ebedî bir rüyayı, tılsımı görünür kılarken aynı zamanda "zam anın ne içinde ne
de dışında" bir varoluşu da göstermektedir. Rüyanın varolan nesnelerden, var
lıklardan bağımsız, kendi başına bir varlık olarak da Tanpmar estetiğinde tuttu
ğu yer düşünüldüğünde "H er Şey Yerli Yerinde" şiirinin, başlığından itibaren,
eskiden beri var olan, sonsuza kadar da varlığını sürdürecek olan, değiştirileme
yen, müdahale e d ile m e y e n im bütün bir idealar âlemine gönderdiği söylenebilir.
Şiirde bunun sembolü, soyuttan somuta doğru giderek söyleyecek olursak "rü-
ya-güJ" İkilisidir, Freûd'un, "rüyalan, isteklerin doyurulması, gerçekleşmesi"
olarak tanımladığı hatırlanırsa^^ bu şiirdeki "gül" kadının gördüğü rüyanın ger
çekleşmesinin sim gesi olarak okunabilir. "G ü l"ün doğadaki bir çiçek olarak de
ğil de yarattığı çağrışımlarla "rüya"nın sembolü olarak kullanılması yalnızca bu
şiire malisus değildir. "G ü l" başlıklı şiirin sonundaki şu dizeler ayna çağrışım
larla yüklüdür: "D oldurur hiç durmadan uzattığı bu tası, / Gül, ey bir âna sığ
mış ebediyet rüyası!"
N urullah Çetin, şiirde uyuyan bir kadının dekor içerisindeki durum unu, kadının güzelliğinin
belirdiği zam an olarak "u y k u hâli"ne bağlar: N urullah Çetin, "A hm et H am di Tanpınaı'ın Şiiri",
H ece (A hm et H am di Tanpm ar Ö zel Sayısı), Sayı 61. O cak 2002, s. 46.
Bu konuda, Birol Em il'in söyledikleri dikkate değer; 'TaRpmaKa göre, d ış âlem e ait varlıklar ve
vakıalar bile duygularım ızın, ruh hallerim izin, hayal ve düşüncelerim izin dışa vurm uş gölgele
ri yahut sem bolleridir. Bü noktada Tanpmar, bir başka yoldan, şaşırtıcı şekilde Eflatun'un 'ide
alar' nazariyesine yaklaşır." Prof. Dr. Birol Emil, T ürk Ktlltür ve Edebiyalm dan 2: Şahsiyetler, Akçağ
Yay., A nkara, 1997, s. 401.
P laton 'un idealar âlem inin özlü bir açıklam ası için bkz., Aivmet Cevizci, F elsefe Sözlüğü, Paradig
m a Yay., İstajıbul, 2002, s. 528-529 veya A bdülbâki G üçlü, vd.. Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay.,
Ankara, 2003, s. 712-713.
^3 Sig m u n d F reu d , YonmiH/, PayelYay., İstanbul, 2001, s. 174 v e Louis Breger, Freud: Gö
rüntünün O rtasındaki Karanlık, Çev. Aslı Biçen, YKY, İstanbul, 2002, s. 189
730 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
züne o kusuru vurmaktaki acıklılık. Size bir sorununu anlatmış olan arkadaşını
za, bir m üddet sonra, zaten o sorunu size anlatanın o olduğunu unutarak, 'işte,
farkında değilsin ama senin sorunun şu' demenizdeki sakillik. Kifayetsiz bir
empatinin, 'anlıyorum, evet, gerçekten çok acı' diye kafa sallayıp konuyu değiş
tirmenin karşınızdakini daha da yalnız bırakmak demek olduğunu görememek.
İnsanî bir hikâyenin -Tanpm afm ihmal ediliş ve anlaşılmayış hikâyesinin hazin
tarafmı melodramatik bir heyecanla tekrarlayıp durmanm tatsızlığı, beyhudeliği.
Hakkmda yazılan her anma yazısıyla, üzerine söylenen her sözle, adı her
hangi bir makale ya da kitapta her geçişinde yeniden üretilen ve Tanpm aı'a hak
sızlık etm ekle kalmayan, farklı şekillerde okunabilmesinin önünü de tıkayan bu
'hazin hikâye'yi sorgulamakla başlamalı işe. Çünkü bir zamanların 'kırtipil
H amdi' nitelem esindeki acımasız alaycılık, bu 'zavallı Tanpmar' hikâyesi tekrar
lanıp durdukça ortadan kalkmıyor, hayır, biçim değiştirip tekrar Tanpınar'ın
üzerine yapışıyor -bu sefer vefakârca bir acıma hissi olarak. Tanpm aı'a acıyıp
duruyor ve acımaktan okumaya vakit kalmadıkça, aynı kalıpları tekrarlamaktan
başka şey yapamaz oluyoruz. Tanpınar'm asıl güçlü ve önem li taraflannı göre
mediğimiz gibi, zayıflıklarını da yanlış noktalarda teşhis ediyor ve T^üyük ro
mancı' ya da 'önem li şaiı' övgülerinin, bu tarz gecikmiş iade-i itibar jestlerinin
Tanpmar'ı okumak ve anlamak olduğunu zannediyoruz. Ve böylece mesela Tan-
p ın afın şiirindeki güçlü ya da önemli yanları göremediğimiz gibi, romanının
zayıflıklarını da fark edemiyoruz.
Tanpmar'ı elden düşm e bir psikanalizle kaba saba bir ödipal şemaya yerleş
tirip, Yahya Kem al tarafından alt edilmiş, ezilmiş, iktidarsız bırakılmış bir 'za-
valh oğul'a çevirmek, ilginç ve kışkırhcı yorumlar, okum alar olmaktan çıkalı çok
oluyor. 'Yahya Kemal tarafından hadım edilmiş Tanpınar" hikâyesinin, dikkat
çekebileceği bazı önem li noktalar bir yana, Tanpmar'ı 'tam olam am ış', 'yapabi
lecekken yapam am ış', 'başarılı değil ama gayretli' ya da daha başarı fırsatını bu
lamadan o hazin akıbetle yüzyüze gelmiş kahramanm 'olgunlaşm a hikâyesi'ne
mahkûm ettiği açık. Bu 'olgunlaşm a hikâyesi'ni -olgunlaşamama hikâyesini- bize
anlatan ses, kahram anının sesiyle kendi yazar sesi arasına bir mesafe koymayı
beceremeyen, sık sık ikisini birbirine karıştırıp okuyucunun kulağını tırmala
yan, ikna edici olmayı başaram ayan acemi bir yazarın sesine benziyor. Tanpı-
nar'm hikâyesini anlatırken, fark etmeden, acemiliğinden -beceriksizliğinden de
meyelim- Tanpmar'ı konuşturmayı unutup kendisi konuşmaya başlıyor (çok sık
olmasa da Tanpınar'ın kendisinin de romanlarında düştüğü bir hata: incelmiş
bir Ahmet M ithat sesi.) Kendi sesiyle, kendi söylemek istediğiyle, Tanpınar'ın
sesini, söylem ekte olduğu şeyi, Tanpınar'ın hilafına çelişkiye düşürdüğünün far
kına varmıyor. Kahramanının niyetine, sesine ve sözüne bağlı kalamadığı halde,
konuşsa zaten onım da aynı şekilde konuşacağından işgüzarca emin olarak söz
alıyor Hikâyeci. Kahramanının mırıltısını, kendi gür sesiyle bastırıyor; öfkesini.
734 • T anpınıır Ü zerine Yazılar
zar zor duyulur bir m ınltıya çeviriyor. Ve tıpkı o kötü hikayeci sazı kahramam-
nın elinden alıp, bambaşka bir sesle onun namına konuşmaya başladığı zaman,
okuyucu olarak hissettiğimiz gibi, bize anlatılıp durulan Tanpınaı^ hikâyesi de
içimizi cansızlık, heyecansızlık ve ikna olmamışlık hisleriyle dolduruyor.
Bu acemi romancı ya da aceleci hikayeci hataları üzerine biraz düşünmek,
herhangi bir kitabını elimize alıp okumaya başladığımız anda kafamızın gerisin
de bir yerde çalışmaya başlayan 'Ahmet Hamdi Tanpınaı' hikâyesini (bu hikâ
yenin öğeleri 'biyografik' öğeler bile olsa), 'ezik, yenik, bitik Tanpınaı^ imgesini
kurmuş olan hoyrat 'eleştirel' tavrın sakatlıklarını görm emize yardımcı olabilir.
Çünkü biyografi ile roman ya da hikâye arasında, en başta okuyucu ile yazar
arasında yapılan anlaşmanın şartları dışında önemli bir fark yoktur. Yani; bir bi
yografiyi anlatılanların gerçek olduğuna en baştan inanarak okuruz (okuyup bi
tirdikten sonra bu inancımız pekâla sarsılabilir), bir roman ya da hikayeyiyse
anlatılanların gerçek olmadığını başından itibaren aklımızın bir köşesinde tuta
rak. Am a 'gerçek' kavramıyla uğraşmaya başladığımız anda işler karışacak, bi
yografik bilginin gerçekliği de bir roman ya da hikâyeninki kadar su götürür ha
le gelecektir. Elim izde bire bir temsili olmayan, yaşanıp bitm iş bir hayatın bilgi
si her zaman, ancak bir anlatıcısı, seslendiricisi, yorumlayıcısı olan bir hikâ\/e ola
rak varolabilecektir. Yani, bu uzamış ve sıkıntılı 'temellendirme' cümlelerinin
varmaya çalıştığı o ashnda çok harcıalem hisse: gerçeklik dediğim iz şey, görün
tüsü içinden bakılan perspektife göre çarpılan, sabitlenmesi imkansız bir 'karar
verilem ezlik' halidir. Am a sabitlenmesinin teorik açıdan imkânsız oluşu, pratik
te sabitlenm ediği, sabitmiş gibi görünmediği anlamına da gelmez. Eleştiri de va
zifesini temelde bu durumdan çıkarır: sabitlenmeye eğilimli olan şeyi, bıkma
dan, tekrar ve tekrar o sabitlikten çıkarıp başka bir şeye dönüştürmek. "G erçek
lik" diye bir şeyden bahsetmenin imkânının, o gerçekliğin kendini gösterdiği
perspektiflerin çoğalmasında, birbirlerini aşıp iptal etme yönünde bir çatışma
döngüsüne girm elerinde yattığını sürekli hatırlamak ve bu çatışmayı inat ve ıs
rarla kışkırtmak. Sorgulayabilsek pekâla başka türlü de anlayabileceğimiz bir
hikâyenin, çoktan bizim yerimize anlaşılmış, hikmetinden sual olunmaz bir
"gerçeklik" olarak karşımıza dikilmesi, bizden bakmamızın değil "doğru hatır
lam am ızın" beklendiği anlarriına geliyor. Bakmanın bile isteye unutmak, unut
manın da yeniden görebilmek demek olduğunu bizden gizleyen bir hikâye bu.
Tanpınar'ı da, onu temsil ettiği iddiasını taşıyan, sabitlenmiş bir hikâyeye ik
na olmuş olarak; en başta, farkında olmadan kabul ettiğimiz, verili bir 'Tanpınaı^
hikâyesine gömülü olarak okuyoruz. Herhangi bir cümlesini okumadan önce, o
cümlenin dahil olduğu hikayeyi bize hatırlatan, bize o cümleyi anlamlı kılacak
çerçeveyi sunan Hikayecinin sesini zaten çoktan duymuş oluyoruz. 'Tanpınaı^ın
nasıl okunması gerektiği' sorusuna şüphe götürmeyecek nihai cevabı vermiş bir
okuma geleneğinin parçası olarak okuyoruz Tanpmaı'ı. Ve başlarda sözü geçen
Son rad an G e le n in T an ıklığı • 735
acıklı duruma bir kere daha dönmüş oluyoruz: bir yazarı okumayı, anlamayı, ya
da daha temelde, bir yazarla, bir kitapla 'yüzyüze gelme' büyüsünü ortadan kal
dıran böyle sert bir cevap, Tanpmar'm nasıl okunması gerektiği' sorusundaki
anlamsızlığı, körlüğü ortaya çıkarıyor. Biraz hız keselim; asimda ne her dediği
kanun yerine geçen böyle görünmez bir 'H ikâyeci' var, ne de ideal ve soyutlan
mış bir 'kitapla ya da yazarla büyülü yüzyüze gelme anı'. 'H ikâyeci' denen şey,
olsa olsa, birbirinin içine geçen, birbirinin içinden çıkan, birbirini törpüleyen, ip
tal eden ya da onaylayan görüşlerin birikip çökelmesiyle oluşan bir gelenek ola
bilir: Ahm et Hamdi Tanpmaf'ın kimliğine, hayatına, düşüncelerine, edebiyatına,
edebiyat ve düşünce tarihi içindeki yerine dair üzerinde aşağı yukarı konsensü
se varılmış, baskın görüş. Kitap ya da yazarla yüzyüze gelme ânıysa, bu görü
şün ne derece baskın olduğuna dair bir bilgi verebilir en fazla.
'Okum ak' denen o derin (dolayısıyla mutsuzluk ve yabancılaşma üretmeye
çok müsait) yalnızhk halini, sınırlarım ihlal etmeden çevreleyip kırılganlığından
kurtarmak yerine, sinir bozucu bir ısrarla sekteye uğratıp duran ve ısrar ede ede
sonunda esir almayı da başaran bıktırıcı bir gelenek söz konusu. Okuyucunun
bir yazan yalnızlık içinde ve yalnızlığına müdahale edilmeden ve de üstelik yal
nızlığını kifayetsiz bir kıvranma halinde yaşamaktan çıkarak okumasına yardım
edecek, özgürleştirici bir yorum geleneğinin yokluğundan söz ediyorum. O ge
leneğin yokluğunda, hâlâ varılamamış o bomboş yerine çok uzun süredir han
tal, dediğim dedik ve yerinden ziyadesiyle memnun bir 'basm akalıp düşünce
ler' listesinin vekâlet ettiğinden bahsediyorum. ("G elenek" demişken: Tanpı-
naı^ın çok alıntılanan "devam ederek değişmek, değişerek devam etm ek" lafının
aslında devamlılığı değişmeye yeğ tutan bir hiyerarşi barındırdığım, ve maale
sef diyalektik görünümlü bir "m uhafazakar tem enni" olmanın ötesine geçeme
diğini düşünüyorum.) Sadece Tanpınar'ı değil, pek çok başka kader arkadaşını
da (gecikmiş keşfedilişinin. Kıskanmak isimli romanında Türk edebiyatının ilk
'kötü' kahramanını yaratmış olmasının alkışlanması dışında pek bir hayrını gör
meyen Nahid Sırrı Örik meselâ) tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışmaktansa,
kronolojik ve hiyerarşik bir düzene alelacele yerleştirip rahatlamaya hevesli bir
eleştiri geleneğinden söz ediyorum.
Mesele, kitaplan nasıl okuyacağımızı, yazarları nasıl seveceğimizi ya da ni
çin umursam ayacağım ızı bize söyleyen bir eleşüri geleneğinin var oluşu değil;
var olan geleneğin bize, başka türlüsünü hayal etme imkânımızı büyük ölçüde
ortadan kaldıran bir şiddetle, kaba saba bir 'kurallar, görüşler, yorumlar, değer
lendirmeler ve özetler' şem asını ezberletmeye çalışıp durması. 'İyi edebiyat' de
nilip durulanın basbayağı 'kötü edebiyat' olduğunu, ya da tersini görebilmeyi,
yani bize sımulan, önümüzde hazır bulduğumuz şemadan görece bağım sız bir
zihinle okuyabilm em izi elinden geldiğince zorlaştıran bu geleneği; bu macera
larını anlattığı kahram anı bir türlü rahat bırakmayan, hep lafını bölen, hep aya
736 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
ğına dolanan, hep olabileceğinden daha küçük bir şeye indirgeyen beceriksiz
Hikayeciyi sorgulam ak gerek. Tanpınar hakkında verilmiş, neredeyse kitapları
nın yeniden okunmasını anlamsızlaştıracak kadar kesin cevabı silip, Tanpınaı^ı
cevabı sürekli ertelenen, cevaplanarak öldürülmesine izin verilmeyen sürekli bir
soru olarak muhafaza-etmenin yolunu aramak gerek. İyi bir yazarın yaptığı ce
vaplar vermek değil sorular sormaksa eğer, doğru eleştirinin kendine biçmesi
gereken görev de yazarı bir şeyin cevabı değil, pek çok şeyin sorusu olarak or
taya çıkarmaktır.
Tanpınar'ı sürekli olduğundan daha zayıf bir figür haline sokmaya çalışan
(belki bunu yapmaya istekli olmayan, bunu ıjaptığı bir şey olarak da görmeyen,
ama yazarın hayatını dramatikleştirdikçe kesinlikle kitaplarını daha ilgi çekici
bulan) bu eleştirel sesin (geleneğin ya da hikayecinin sesi, demek istiyorum) en
önemli özelliğinin İDİyografiye' atfettiği hayatî önem olduğunu söyleyebiliriz.
Yazarın eseriyle hayatı arasında bire bir tekabüliyet ilişkisi olduğundan hiç şüp
he etmediği gibi, eseri anlamanın en önemli yolunun yazarın hayatını bilmek ol
duğundan da em indir bu eleştirel ses. Çünkü 'hayat' (yazarın hayatı), ona göre
'eser'den daha gerçektir, üzerinde sağlamca durulabilecek o esas zemindir, esere
ancak oradan bakabilir ve yazarın yazdıklarının hayatının dolaysız birer temsi
lî, yansıması, ifadesi olduğunu düşünür.
Bu, hayatı sürekli eserin bir adım -aslında daha fazla adım- berisine yerleş
tirme tavrı üzerine otuzlu yaşlarının başında, daha büyük romanına başlam a
dan önce Proust’un da öfkeyle kafa yorduğunu biliyoruz. Yirminci yüzyıl başı
Fransız edebiyatma kural koyucu, gür sesiyle hâkim olan Sainte-Beuve'ün geliş
tirip, uygulayıp, büyük ölçüde kabul ettirdiği 'biyografik eleştiri' anlayışının te
peden tırnağa yanlış olduğunu çok iyi bilen -ve bu konuda kendisine çok da
yandaş bulamam ış olan- Proust, uzun süre üzerinde çalıştığı Sainte-Beuve'e Kar
şı isimli bitm em iş kitabına, bir sabah annesiyle yaptığı bir konuşm a sahnesiyle
başlayacaktı. Bu konuşma boyunca yavaş yavaş ortaya çıkarak gelişecek olan
düşünce kabaca şöyle bir şeydi; bir yazarın hayatına dair bilgi sahibi olmanın
yanhş ya da anlamsız bir tarafı yoktur, ama bu hayatı yazarın eserinin kapısı, ki
lidi ve anahtarı olarak görmek, bir eseri ancak yazarın huylarını, takıntılarını,
mutsuzluklarını ve mutluluklarını, başından geçenleri ve tanıdığı, sevdiği, etki
lendiği insanları iyi bilirsek anlayabileceğimizi düşünmek büyük bir hatadır.
Proust'un bu Sainte-Beuve hakkındaki yazamadığı kitabın, asıl kitabının. Kayıp
Zamanın îzinde'mn taslağını oluşturduğunu Proust 'biyografilerinden' biliyoruz
(Kitabın başlardaki adının Sainte-Beuve'e Karşı, Bir Sabahın Hatıraları olduğunu da
öğreniyoruz.) Kitabının kayıp kahramanı Albertine'i kurarken gerçek hayattan ki'
mi model aldığını soran birisine Proust, "bir kitap, insanın artık çoğu taşın üzerin
deki yazıları okuyamadığı kocaman bir mezarlığa benzer" cevabını vermiş.
Son rad an G e le n in T nn ıklığı • 7 3 7
bazı soyutlamaların, insanlarla temsil edilen fikirlerin belli bir yer ve zamanda
birbirleriyle tartıştırılması mıydı?
Borges, Nathaniel Hawthorne hakkındaki yazısında, Poe'nun H awthorne'u
'alegori' yazm akla suçlamasından bahsettikten sonra, 'alegori'nin edebiyattaki
yeri üzerine yapılmış tartışmaları özetler ve Poe'nun görüşüne, biraz yumuşata
rak katılır: "Havvthorne'u harekete geçiren, Hawthorne'un çıkış noktası genel
likle durumlar -kişilikler değil. Havvthorne önce, belki de farkında olmadan, gö
zünün önüne bir durum getiriyor, sonra bu durumu canlandıracak kişileri bul
maya çalışıyor." Başka bir yerde Borges, Hawthorne'un Amerikan Defterleri'nden
yaptığı bir alıntıyla örnekler bu tavrı; "Bir adamın midesine bir yılan girmiş, on
beş yaşından otuz beşine dek adama korkunç acılar çektirerek ondan beslen
miş." Bu kadarı yeterli ama Havvthorne şunu da eklemek zorunda hissediyor
kendini: "Bir kıskançlık ya da başka kötü bir tutku." Tamamlayamadığı son ro
manı Aydaki Kadtn'ın notlarında, Tanpınafın hikâye kafasının çalışma şeklinde
de buna benzer bir şeyi düşündüren özellikler buluruz. Karakterler hakkında
söylediklerinden sonra genel düşüncelere, fikirlere, kavramlara geçer. Bu dü
şünceleri çok önem ser Tanpınar ve kitabının öncesinde, içinde ve çevresinde bir
düşünce dünyası, felsefî hâle yaratmak ister. Romanın dramatik yapısı, yani
kahramanların birbirileriyle ilişkileri içinde girip çıktıkları sahneler ve roman
dünyasındaki hareketleriyle bu daha uçucu, daha çekingen düşünce hâlesi ara
sında sürekli bir gidip gelme vardır. Kahramanlar düşünceyi geliştirir, olgunlaş
tırırken, derinleştirirken, düşünce de kahramanlara aynı şeyi yapan Yapması
beklenir. Tanpınaı^ın romanlarını zayıflatan bir şey varsa, iki unsur arasında sü
rekli ve düzenli bir gidip gelme halinin olamayışıdır bu. Sıklıkla bu düşünce hâ
lesi öne çıkmaya ve dramatik yapıyı, kahramanların seslerini hükmü altına al
maya çalışır. Orhan Koçak buna benzer bir durumdan bahsederken 'kavramı as
m ak’ diyordu; "Tanpınaı'da her şey, önce bir kavram olarak vardır. O kavram
bir askıdır. O askıya bazı örnek durumlar, örnek sezişler asılır. Çam aşır gibi o
türden beylik cümleleri vardır. Meselâ: 'Hayat gariptir. Bazen en tabii verimler
le bize bir opera-komik hazırlayabilir.' Bunun gibi çok cüm le vardın Bir cümle
söyler ve onu asar. Balzac'ta da vardır. Bir felsefî genelleme vardır, ondan sonra
onu asar. Ama Balzac'ta o genelleme önemsizleşir. Tanpınaı'da ise önemli olan
askı olarak kalır." Aslında edebî öncülünü Tanpınar'ın da sevdiği Proust'ta ra
hatlıkla bulabileceğim iz bir kavram-durum ilişkisidir bu: Proust’ta da geniş za
man kipli ve 'hepim iz' hakkında bir genelleme okuruz, ama peşinden gelen, o
genellemeyi doğrulamak ya da vurgulamak için icat edilmiş bir durum değildir.
Dramayla geniş zaman kipli genelleme arasında mesafe yoktur. Kmjtp Zamanın
îzinde'nin başından sonuna kadar tıkır tıkır işleyen anlatı mekanizması, durum
ların genellemelerden, genellemelerin de durumlardan doğması esasına daya
nır. Anlatının dünyası o genellemenin düşürdüğü ışıkla aydınlanır, genişler, de
Sonradan G e le n in T an ık lığ ı • 739
rinleşir Proust'ta. Tanpmar'da ise, belli belirsiz de olsa, bir şeyler aksar: Genelle
me romanesk durumla iç içe geçemeyecek kadar hantal ve 'genel' durur. Tanpı-
naı'm genellemeleri romanesk durumu aşıp içermeye çalışır, onunla ilişkiye geç
mek yerine çekingence yan yana durmakla yetinirler. Genelleme pekâla söz ko
nusu dramatik durumdan çıkmış da olabilir, ama bu tek yönlü bir harekettir
Tanpmar'da; dramatik duruma ışık düşürmek için orada değildir genelleme, sa
dece kendisini aydınlatır, ışığı düşürmekle yetinip sahneyi tekrar dramaya terk
etmez. Seyircinin dikkati sahneye vakitsizce dalıp, kararsız bir şekilde ortalıkta
dolandıktan sonra başarısız bir ezberle repliğini söyleyen genellem enin becerik
sizliğine takılır ve asıl hikâyeyi unutur gibi olur.
Bu 'hazırlıksızlıkların' hikâyeyi kesintiye uğratması ve sonuç olarak -Orhan
Koçak'ın ifadesiyle- "askının önemli hale gelm esi", Tanpınar'in romanlarını za
yıflatır belki, ama Havvthorne'unkiler gibi birer alegoriye çevirmez (ki Hawthor-
ne'un kitaplarında da, yazarın alegorileştirme niyetine direnen, kavramların so
mut varlığını okuyucu nazarında büyük ölçüde ihmal edilebilir kılan, kuvvetli
bir dramatik yan vardır.) Tanpmaı'da da kavramların gücü altında sönükleşse-
1er de, onlara direnen ve sürekli kendilerini hatırlatmaya çalışan sağlam drama
tik unsurlar vardır. Zayıflayan ve sonunda romgnın da zayıflamasına yol açan
şey de, aslında tek tek unsurlar değil, bu unsurlar arasındaki ilişkidir. Çok göze
batan bir şekilde olmasa da, dramatik unsurlar arasındaki ilişkiler, yine drama
tarafından değil, dramayı aşan, en iyi durumda eşlik edebilen kavram lar tarafın
dan kurulur. Bunun çelişkili bir sonucu vardır: bir taraftan, hikâye gücünü sade
ce kendi iç hareketinde bulamadığı, kavramlardan destek aldığı için dramatik
yapı gevşer, bir taraftan da hikâye kendisini bir türlü tamamen kavramlara ema
net edemediği için kavramsal yapı sağlam duramaz. Yani, Tanpınar'ın kitabında
pekâla bu kavramları, bu kavramların baskınlaşma çabasını, taşıdıkları önemi
görebiliriz, ama bunu görmekle yetinm ek her zaman için kitabın önemli bir kıs-
mmı ıskalamak anlamına da gelecektir. Eninde sonunda, belki kavram lar arasın
da sıkışmış, ama asla tamamen onlar tarafından idare edilemeyen dramatik bir
fazlalıkla yüzyüzeyizdir (ve benzeri şeyler Tanpmar'ın metinlerini sıkı ve sis
temli bir sem boller ağı olarak okuma tavrına karşı da söylenebilir.) N e Saatleri
Ayarlama Enstitüsü ne de Huzur birer alegoridir, ne Sahnenin Dışındakiler ne de
Mahur Beste sabırla deşifre edilmeyi bekleyen sembol ağlarıyla kurulmuştur; ol
sa olsa birer alegori olarak okunmayı kışkırtan ya da sembollerle doluymuş gi
bi duran yanları vardır ve kışkırttıkları bu tarz yorumların kendi edebi iddiala
rının aleyhine işlediğini fark edemezler.
Fark etmedikleri şey, sık sık birer alegori gibi davrandıklarıdır. Sürekli bir
kararsızlık içindeym iş gibi görünürler: bu diyalog ya da sahne ya da geçiş, as
len anlattığından başka bir anlama da gelsin mi, gelmesin mi? Ama eğer alego
ri bir şeyi anlatm ak için başka bir şey anlatmak demekse, ve her alegori işin ba
740 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
lan bir odada dans eden insanları, müziğin duyulmasını engelleyen bir camın
arkasından seyreden kişi, Bergson'a göre, güler. Bergson bu 'kişi'nin gülmesini
sesi duymamasına bağlar: dansın içinde anlamını kazandığı bağlam, 'm üzik' or
tadan kalktığı anda, bütün o el, kol, bacak hareketleri sebepsiz ve amaçsız çırpı
nışlara dönüşür. Bergson'un bahsetmediğiyse şudur: Bu, aynı zamanda, gülen
kişinin eksikliğinden, mahrumiyetinden, bir camla önünün kesilmiş olmasın
dan, içerideki kalabahğın paylaştığı anlama nüfuz edemiyor oluşundan kaynak
lanan, pasif bir gülm e hâlidir, filinde olmadan güler ve gülünçlüğün aradaki
cam yüzünden müziği duyamıyor oluşundan değil, bizzat o dans eden insanların
kendilerinden kaynaklanan bir şey olduğunu zanneder (Bir anhğına bile olsa.)
Tıpkı Ahm et Mithat ve Recaizâde gibi İbnülemin'in yazdıkları ve dünyası
da, bize işte bu yüzden "bazı görüş veya hafıza hastalıklarının sebebiyet verdi
ği" bir yanhşhk gibi görünecektir. O dünyanın, kendi dünyamıza mâl etmek için
uğraşmamıza değm eyecek kadar çocuksu, olgunlaşmamış, gülünç bir dünya ol
duğunu sezeriz. H ikâyeci'nin (yazının baş ve ortalarındaki H ikâyeci'nin) bize
ima edip durduğu da budur zaten: o dünya, biz henüz yokken kurulmuş, yaşan
mış ve sona ermiştir, ve yapabileceğimiz tek şey o dünyadan bahsetmektir, o dün
yayı düşünmek değil. İbnülemin'in yazdıklarını anlayaımyız, sadece bir arşivci
ya da kâtip çabasıyla 'tezkirecilik geleneği' denen tarihçenin belli bir noktasına
yerleştirebiliriz. Düşünemeyiz, sadece sınıflandırabiliriz.
Bu, geçmiş üzerine düşünmeyi, geçmişle tanışıklık kurmayı im kânsızlaştı
ran tavra karşı, Tanpınar yine İbnülemin yazısında bir kavram geliştirir: Sonra
dan gelenin tanıklığı. Aslında 'geliştirm ez' bu kavramı, yazı boyunca iki defa
kullanır ve çok üzerine gitmeden peşini bırakır:
1. "İbnülem in Mahmut Kemal Bey, sonradan gelen bir tanık gibi yazardı.
Onun için aktüalite veya polemiğin muayyen bir zaman hududu yoktu. Bu yüz
dendir ki, eserlerinin mevzuu ne kadar değişirse değişsin, daima kendi tercüme-
i hâli imiş hissini verir. Son Sadrazamları, belki Son Asır Türk Şairleri'ue ilave et
tiği kendi tercüme-i hâli kadar şahsına bağlıdır. Çünkü bize Mahmut Kemal
Bey'i içinde yetiştiği m üessese ve etrafındaki insanlarla verir."
2. "Yukarıda onun eseri için, sonradan gelen bir tanıklık demiştim. Muhar
ririn değerler karşısındaki o çok hususi davranışını bir yana bıraksak bile, yine
bu eserin bize asıl tarihten, biyografi ve erüdisyonda tek şart olan inzibattan ve
onu sıkı eleyişinden mahrum olarak geldiği inkâr edilemez. Bununla beraber bu
eserin, bir yığın ve çok lüzumlu şeyi kurtardığı aşikârdır. Filhakika bu kadar da
ğınık unsuru, birbirinden ayrı geçmiş zamanlar yığınını ancak onun gibi zaman
dan ve zamanının meselelerinden kopmuş bir insan toplayabilirdi."
Bu iki pasajda, Tanpınar'ın da sanki bir yanlışlık gördüğünü hissediyoruz. İb
nülemin'in yaşamadığı zamanlar hakkında, sanki yaşam ışçasına kendine güven
Son rad an G e le n in T an ıklığı • 745
Doğan Hulan
Bir gerçeği bence bütün incelem eciler itiraf etmeli Tanpınaı'm şiirini, biraz
daha geliştirerek söyleyebilirim , edebî dünyasını en iyi gene kendi anlatmış.
Sanırım bu biraz da onun kaynaklardan yararlanma biçim inden ileri geliyor.
O kendi bulmuş, kendine lâzım olanı almış, gerisini bırakmış, yağmalamamış.
Bu yüzden de bir iz sürerken, yol son buluyor, yeni bir yolda yürüyorsunuz. O
yola göre yaptığınız bütün tasarımlar sonuçsuz kalıyor.
Yeni bir hattan aynı hüsrana uğrama korkusu ya da cesaretiyle yola çıkıyor
sunuz.
Önce şiirlerini okudum. Kimsenin o şiirler üzerinde ne düşündüğünü, ne
yazdığını bir anım sam a işleminden bile geçirmeden, yanlışlanm la doğrularım
la başbaşa kalarak bazı sonuçlara varmayı amaçladım. Batı'dan ve Türkiye'den
etkilerini kaale almadan bir şiir okurunun yalınlığıyla yaklaştım. N e var ki, böy
le bir sarsak yöntem in sonuçlarına da katlandım. Kimi zaman yazdıklarım ı ya
lanlayan, tam am layan, ilk okuyuşta daha ayrıntılı görünen, tam karşıtım olan
görüşlere de yer verdim. Şiirin, yorum özgürlüğüne en uygun bir tür olduğu
gerçeğini hatırlayarak ve hatırlatarak. En zorunun ve en eksik görüşün, Tanpı-
naı'ı bir düşünce kom partım anına oturtmak olduğunu eskiden beri biliyordum;
ama bu okumalarımda bir kez daha inancımı pekiştirdim.
Yahya Kem al ile Ahm et Hamdi Tanpınar'ı her zaman karşılaştırmak ikisini
bir arada anmak, belki açıklama kolaylığı getiriyor ama birtakım esaslı, ana fark
ları da gözden kaçırm aya sebep oluyor.
Aynı "karşıt karşılaştırm a" olarak Nazım Hikmet ile Necip Fazıl îOsakürek
örneğinde olduğu gibi.
Yahya Kem al'in tarafı bellidir, asimda edebiyat üzerine verdiği yargılar ke
sindir, siyasal inancı da tartışmaya gerek dujaılm ayacak kadar nettir.
750 • T n n p ııiiir Üzerine Yazılar
Bu besteyi beğenm ede Yahya Kem al'in etkisi var mıdır sorusunun yanıtı ke
sin verilemez. Çünkü Yahya Kemal bu şiire bir tahmis yazmıştır ola ki bestesin
den de söz etmiştin
Düzyazısı bir toplamadır, şiiri de bir ayıklama. Türlerin zorunlu kıldığı iki
yazı biçimi. Tanpınaı'ı okuyanlar, nesri ile şiiri arasındaki değerlendirm ede yön
tem farkını gözetmezler.
Nedense romanını överken, şiirini başarısız saymak gibi bir alışkanlık da
yerleşmiştir.
Tanpmar şiirinin içinde, yabancı akımlardan yerli zevklere kadar birçok un
sur bir aradadır.
Genelde belli bazı şiirleri üzerine övgüler yapılm ış, birkaç şiirin gölgesinde
Türk şiirindeki yeri yazılır olmuştur.
"Tanpmar şiiri için hangi kaynaklardan yararlandı?" gibi basil, çok sorulan
ama bence yanıtı da bugüne kadar tam verilemeyen bir soru.
Fransız şiirine yaslananlar, onun Fransız akımlarından yararlandığını söyle
yerek Batı'yla olan bağlantısının altını çiziyorlar. Öte yandan Yahya Kem al'in bir
devamı olarak niteleyip, bunun içine Ahmet H aşim 'i de katıyorlar. Özellikle Ne
İçindeyim Zamanın, bir de Bursa'da Zaman şiiri üstüne yazdınız mı, şiiri için söy
leyecekleriniz sanki bitiyor. Birçok kişide bunu sezdim.
Önce Ahm et Hamdi Tanpınaı^ın Şiirler'inde iz süreceğim.
Sonra da başka iz sürenlerle, eleştirel bir ilişkiye geçeceğim.
Özellikle bir şairi, okur çoğunluğuna tanıtan ilk vitrin antolojiler, daha son
ra da edebiyat tarihleridir. Şiirler üzerine, notlama biçiminde görüşlerimi bildir
dikten sonra, adını andığım bu kaynaklan tarayarak, onlardan nasıl bir şair kim
liği çıktığını özetleyeceğim.
Tanpınar'ın Şiirler'ine, yazdığı "Tanpınaı'm Şiirleri için Önsöz Arayışı"nda
Oğuz Demiralp, onun asıl türünün şiir olduğu görüşünü, ondan yararlanarak
savunur:
"Ölümünden önce yayımladığı kitabında sadece otuz yedi şiire yer vermiştir.
Ancak, şiiri, daha doğrusu şiirseli bütün yapıtına yaymıştır. Kendi savlaması
na göre, şiirinden kalkarak çevreye yayılmış da. Öyleyse, Tanpmar'a göre, şiiri,
yapıtının can evidir. Mallarme ve Valery çizgisini izlemeye çalışarak, şiiri arın
ma, ayıklama, saltık güzelliği yakalama işlemi olarak görmüştür.
Savaş sonrası bir felsefî akımın, özellikle edebiyattaki izdüşüm üyle öne çı
kan bir düşünce hareketini bilmeliydi. Etkisi görülmeyebilir.
Abastz postsuz bir derviş, biçim lerle bir kişinin, bir düşüncenin belirlenem eye
ceğini, tanımlanamayacağını görünüşten öte suret'e değil siret'e bakm ak gelene
ğini vurguluyor. Ben bunda tasavvufun modern izini görüyorum.
Dervişlik aba ile post değil, sözüne bir gönderme yapmıştır.
Fransız şiirinden yararlanmayan şair neredeyse yoktur ancak, yararlanma,
etkilenme oranları, özümsenm e işleminin başarısı farklıdır.
Tanpınaı'a bu açıdan da farklı yaklaşmalıyız. Fransız şiirinden belli bir ada
bağlamak eksiktir.
A hm et M uhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba'yı da bu etki
lenenler/esinlenenler kutbu içinde değerlendiririz, aralarındaki farkı aynı etki
nin uzantısm da incelemeliyiz.
Ben Ziya Osman Saba'yı etkiyi en çok Türkiye'ye uyarlamış şair olarak sa
yarım. Bizim dünyam ıza indirgemiştir Fransız şiirinden aldıklarını.
Yahya Kem al'in semt şiirlerini. Ziya Osman Saba'nın ruh dünyasını düşün
düğümde, Tanpınar'ın farkı daha belirginleşir. Çünkü şiiri mekânla somutlan
maz.
Bursa'da Zaman ile Bir Gün İcadiye'de şiirini dışta tutarsam, her ülke, her yer
için geçerli bir soyutlamadan söz edilebilir. Mekândan şiirsel bir münezzehliği
vardır.
Yavaş Yavaş Aydınlanan şiirinden bir dörtlük:
Selâm Olsun şiirini okurken, Yahya Kem al'in dîvân şiirinden yararlanması-
na/etkilenmesine/yeniden kurmasına karşıbk, Tanpınaı^ın halk şiirinden yarar
landığı kanaatine varmamı gerektiren şiirsel izler taşıyor.
Siyah Atlar, mazmun sanatındaki ustalığa örnek gösterilebilir:
Şiirin son iki dizesi, Yahya Kem al'le ortak bir şiir ve varlıktan kurtuluş anla
yışını gösteriyor:
Yahya Kemal, Deniz şiirinde "Mâdem ki deniz ruhuna sır verdi sesinden. / Gel
kurtul o dar varlığın hendesesinden!" demişti. Tanpmar da,
Gene mazmun düzeni dikkatimizi çeker, ejderha, su nerkisi, yeşim, lotus çiçek
leriyle, "ne de bir başka remiz" diyor. Gereklilik yok. "Uçsuz bucîiksız Çin'den."
Bir Gül Tazeliği. Tanpm afm ilkbahar, yaz mevsimi vardır. Sonbahar onun te-
m a'lan arasmda pek yer almaz.
Yazın parlaklığı, ilkbaharın aydınlığı çeker onu:
Her Şey Yerli Yerinde, Tanpmai'ın yerli ve yabancı etkilendiği bütün kaynak
ları, adlan, kendi özgün şiir potasında eritişinin ustalığını yansıtıyor.
Hiç kuşkusuz şiir, insanın belleğindeki birikimleri özellikle kişisel şiir anto-
lojisindekileri tahrik eder, onların yeniden yaratılışla yeni bir şiir biçim inde gö
zükmesini sağlar.
Bir sorunun yanıtını bulamıyorum.
Tanpınaı'ın bir poetikası var mıydı? Onun şiir hakkında yazdıklarından tu
tarlı bir poetika çıkarabilir misiniz ortaya? Onun yazdığı şiirin izdüşüm ü, bir
poetika oluşturm uş mudur?
Sanm ıyorum , eklektik anlayışı, değişik şairleri, akımları bir arada bulundur
duğundan bir poetika çıkmıyor ortaya.
Peki soyutlam a dediğim şiir, bana belli bir zamanı mekânı hatırlatıyor olabi
lir mi?
Şiirin çağnşjm lanndan yola çıkıp bir kurgulama yapabilirim.
Eski Suadiye'de leylâkların bulunduğu bir sokak, öğleden sonra güneşi vur
muş, Pan flütünü üflem iş, ahşap konağı sarmaşıklar sarmış.
Modernleştirilm iş, bir Yedi Meşale şiiri. Hatta belli bir isme de odaklanabili
rim Sabri Esat Siyavuşgil bunu yazmış olabilir.
Zihninizdeki, belleğinizdeki şiir antolojisinin varlığı size zengin yorumlar
kazandırabilir, algılamanızı boyutlandırabilir, etkileri çağrıştırabilir.
Peki bu şiiri onlardan ayıran nedir?
İmge yapısı, etki varm ış duygusuna kapıldığınız anda özgünlüğünü fark
edebilmeniz.
Tanpınar'ın etkileri özüm seyip, birçok şairden ve şiir akım ından yararla
nıp özgün bir şiir yazabilm esinin anlaşılması, şiirine derin bir yaklaşım ı gerek
tiriyor.
K endini A n la ta n Edebiyat • 761
Şiiri üzerine yapılacak yorumların içine müzik girmezse, onun müziğe bakış
açısı, şiirindeki değil, yazıcılığındaki yeri es geçilmiş olur.
Mavi, Maviydi Gökyiizü'nde gene ayna kavramı şiiri için gerekliliğini gösterir.
Ve sen gülünce açan güller, bana Beş Hececiler'in en iyi şairi Faruk Nafiz
Çam lıbel'in, sonradan bestelenen iki dizesini hatırlattı;
İlgi çekicidir, çocukluk anılarmda, Arabistan'da ezanın sesinin bir başka ol
duğunu anlatır.
Ben de M ısır'da, Kahire'ye gittiğim zaman bu etkileyiciliği hissettim.
Ezanm musikisini o zaman daha derinden duydum, anladım. Mekânın bu
hissedişi artırdığını söyleyebilir miyim? Okuyuşun farkını ileri sürebilir miyim?
Beyaz bahçesinde su seslerinin, şiirde müziğin nasıl kullanıldığını, zihni
mizde o yaratır. Bence bu sesler, yani mûsikî, şiirin etki kadrajını belirler.
Tanpınar'm bazı şiirlerini anlamak için iyi bir şiir okuru olm ak yeter. Ama
Bursa'da Zam an için iyi bir şiir okuru olmanın yanısıra, Osmanlı Tarihi'nin de
bilinmesi gerektiği kanısındayım.
O semti görm enin bu şiire bir katkısı var mıdır? İcadiye'yi, Sultantepe'yi
gördüm.
Ben sanmıyorum. Çünkü bu şiiri, belki esinin geldiği yer olarak başlatmış,
onu mekânından soyutlayarak da zevk alabilirim.
Bir dize onun mâziye bakışını, maziyi bugün yorumlayışını ortaya koyar:
Ey Kartal Bakışlı şiirinde iki dizenin iki ayrı önemi vardır benim için.
Biri, olağanüstü güzellikte bir dize;
Dönüş, şiirleri içinde benim beğendiğim, ama şiiri yazılırken, üzerinde dur
ma gereği duymadığım bir şiiri.
Ahmet Kutsi Tecer'e ithaf ettiği Gül şiirinde bir dize gene bize ayna tutuyor:
Bırak Aydınlığa, Deniz, Raks, Tanpınaı'ın şiir dünyasında bir başkalaşımm ör
nekleriyse de, başka şiirleri kadar başarılı olmadığmı söylesek de, onlardan fark-
h bir merhaleye varışın ürünleri olarak nitelenebilir.
Oğuz Demiralp'ın Kutup Noktası kitabının izinde Tanpınar'a yaklaşma
lar/uzaklaşmalar.
Oğuz Demiralp'ın bir saptamasına katılıyorum ve ona yaklaşmanın en doğ
ru yolu olduğunu kabul ediyorum:
"Tnnpınar, şiir sanatında bir dev olmasa da şiir yüklüdür bütün yazdıkları. Bu
nedenle, Ahmet Hamdi'yi anlamak için, şimdiye dek yapılanın tersine, şiirsel
yanından okuyacağım yazdıklarım." (s. 17)
Çocukluk günlerinin izleğinde bir kişiliğin oluşması serüvenine her zaman
sevgi duyarım. Kendininkiyle örtüştüğü için daha da yakınım. Böyle çocukluk
larda, içe döner ve her şeyi içinizin aydınlığından, siyahından, gölgelerinden,
mevsimin getirdiği renk oyunlarından, doğanın seslerinden öğrenirsiniz.
Üstelik her kavram la, her gördüğüyle, gözlemlediğiyle birçok kişinin, özel
likle dışa dönük kişilerin yaptığı gibi arasına bir mesafe koymaz, hepsi de ruhun
mahzeninde yankılanır.
K end ini A n latn n Edebiyat • 7 65
Çocukluktan gençliğe geçince, bunun içine bilimi, bilgiyi katar, duygular, du-
yarhklar arasına bir mesafe koyma telâşı başlar. Yakından bilirim bu çocukluğu.
"Ahmet Hamdi: Şiir ve sam t anlayışında Bergson'un zaman telâkkisinin mü
him bir yeri vardır," der. (s. 18)
Tanpmaı^ın Bergson'un zaman anlayışım benimsemesi, o zaman gözde ve
gündemde Bergson'un olmasıdır.
Üstelik felsefeci deyince akla gelen ilk kişi, zamanın bu alandaki en ünlü adı
Ord. Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç'tur. O da Bergson'cudur, dolayısıyla Tanpı-
nar'ın onun zaman telâkkisini benimsemesi, bir seçimden çok, bulunanla yetin
mektir.
N itekim Celâl Sılay da Bergson'dan söz eder, o da filozoftan etkilenmiştir.
Ben bunun bütün kuşağın ortak bir seçimi. Tunç, etkisi olduğu kanısındayım.
Bana kalırsa gerek Tanpmar, gerek Sılay felsefe konusunda, arayışlara, araş
tırmalara girişm iş değillerdir.
Sanırım Oğuz Dem iralp'ın kitabındaki; Tanpınar'ın zam an kavram ı ve ta
savvufla ilgili bölüm leri, şiire geniş açılımlı bir yaklaşım için yararlı olabilir.
Oğuz D em iralp'ın Tanpınar"ın tanımlamasını okuyalım. Değerlendirmesini
sonra yapacağım:
"Tam bir sanat adamıdır Tanpmar. Yazından, mûsikîden, resimden olduğu gi
bi mimarîden de çok iyi anlar. Her alanda olduğu gibi mimarîde de Osmanlı
kültür kalıtım çok iyi değerlendirmektedir." (s. 59) '
Yazından çok iyi anlaması olağandır, ama diğerlerinde "çok iyi anlam akta
dır" yargısını ben sevginin abartısına veriyorum. Tanpma/ın her konudaki tah
lil gücü yüksektir, ama müzik bilgisini, andığı, övdüğü parçalarla kısıth olarak
bir m üzik bilgisinden söz edilebilir, ustası Yahya Kem al'de olduğu gibi. Elbet
Batı m üziğine de ilgi gösterdiğinden müzik anlayışı biraz daha, çok seslidir.
Benim için önemli, işlevsel olan, müziği dışarıda bırakmaması, onu şiirinin
içine yerleştirebilmesidir.
H er iki müzik türünde az bilinir bir besteciden, ya da ünlü bir bestecinin az
bilinir parçasından söz etmez, müzik meraklısı, müziği bir amatörün biraz üs
tünde bilen herkes için m alûm parçalardır.
Zaten bir şaire, bir romancıya bundan fazlasını bilm esi gibi bir görev de yük
lenmesini anlamsız bulurum. Saydığı besteler hakkında biraz bilgi verelim.
Tanpınar'ın kendine özgülüğü herkesten fazladır. Belki bu kavram ona çok
yakışır, o birçok kişinin etkilendiği kaynaklardan yararlanmış, adlardan etkilen
miş, ama onu öyle bir halitaya (alaşıma) dönüştürmüştür ki, artık analitik bir ça
7 6 6 • T anpınıır Ü !e rin e Yazdar
lışma ile onun şiirini -nesrine girmiyorum- algılamak ne derece mümkün olur,
tartışılabilir bir hale gelmiştir.
Çünkü sevdiği bütün öğeleri, türleri, değişik dozlarda ve ölçülerde birbiri
içinde erittiğinden, etki konusunda aydınlık, net bir yargıya varmayı pek de şart
görmedim. Etkilendiği, yararlandığı edebî ve düşünsel kaynaklar -ki bu çok az-
dır-.şiirinin bütününü açıklamaz.
Tanpmar'ın, "H epim iz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız. Çünkü
mazi ile nerede nasıl bağlanacağımızı bilm iyoruz." sözü doğru ve hepimizin
üzerinde durması gereken bir saptamadır.
Nitekim yıllar sonra kültürel açıdan bu buhranı tartışıyoruz.
Biz dün siyaseten cumhuriyetin resinî tarihi gölgesinde, tercihimizi yaptık
ya da yaptırıldık. O zaman bana kahrsa başka yöntem tehlikeli olabilirdi, başa
rının meçhule düşm esine sebep olabilirdi. Rejim önemliydi. Ne var ki, bugün
kültürel açıdan böyle bir tehlikeyi mümkün görmüyorum. Eski metinlerin, eski
edebiyatın okunm a istekleri çoğalmıştır, çoğalmalıdır da.
Tanpınar'a, ben daima bireysel, toplumsal, tarihi, düşünsel köşe kapmacala-
rımızm edebiyat haritasını çizmiş bir kültür topografı gözüyle bakarım.
Her zaman Yahya Kemal-Tanpınar karşılaştırmasında vardığım kesin bir
yargı vardır.
Yahya Kemal, tercihin rahatlığını, yerleşmişliğini yaşadı, Tanpınar sonuca
varamamanın tedirginhğini.
Şiirini de bu açıdan daha çok seviyorum belki. Bugün modern çözümleri
mizde Tanpınar'dan daha çok yararlanabiliriz. Çünkü bizi yargılarını benimse
meye, kabul etmeye zorlamaz.
Bizimle birlikte tartışır, birinde şüpheden eser yoktur. Tanpınar her dizesi,
her satırıyla şüphedir. Unutmayalım ki, yıllar sonra yeniden gündeme gelmesi,
moda olmasının ardında kesinliklerin reddi yatar.
Ben şiiri ekseninde bir gezintiye çıkarken, onun romanlarından yararlanma
dım, genel kavramlarda gönderme yapmak zorunda kalmadığım sürece. Buna
sadece müzik söz konusu olduğunda başvurdum.
O, her yere şiirden açıldım, diyor, öyleyse ben de açılış kapısının önünde
bekledim, o kapının önünden içeriyi görebildiğim kadarını yazabildim.
Andre Gide'in benzetmesinden yola çıkarak söylemeliyim, şiirinin dar kapı
sından geçmeye çalıştım, nesrinin geniş kapısının önünden bile geçmeyerek.
Şiirinin ardındaki esteük kaynaklarını sıralamaya çalıştım. M üziği algılayı
şından resme bakışından, denemelerinden, edebiyat tarihinden, şairler hakkın-
daki görüşlerinden yararlandım.
K end ini A n la ta n Edebiyat • 7 67
Çünkü şiir dairesinin içine alarak onu değerlendirmenin benim seçimim ol
duğunu söyleyebilirim.
Tanpm afla ilgili malzemeyi hovardaca harcayarak, kolay bir yaklaşım sağ
lamaktan uzak durdum.
Bir dizesine yaklaşırken, birden ortaya M üm taz'ın çıkmasını doğrusu hep
yadırgadım.
Siyasal anlaşm azlık onu ilgilendirir mi? Kültürdeki izdüşümü oranında.
Ne var ki Tanzimat'tan bu yana yaşanan kültürel uyuşmazlığı o şiirlerde
çözmüştür, buna karşılık romanlarındaki düşünce arkaplânı benim akıl yürüt
me alanımın dışında kalıyor. Beş Şehir'in ithaf ve giriş kısım ları burada bize yar
d ım a olacaktır.
"Yahya Kemal'e ithaf
"Yahya Kemal'in derslerinden -Fakültede hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzeti
ni tattım. Gâlib'i, Nedim'i, Bakîyi, Nâilt'yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya
Kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelli
ğidir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka türlü görüyorlar. Haki
katte estetiğimiz ayrıdır. Aşağıda anlatacağım. Yalnız millet ve tarih baklanda
ki fikirlerimde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı ki
tabım onun açlığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki defasında
da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben bu ithafı yapamadım" (A.H.
Tanpmar, Beş Şehir / îthaf)
"Bizden evvelki nesiller gibi bizim neslimiz de, bu değerlere, şimdi medeniyet
değişmesi dediğimiz, bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsı
cı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçlerden baktı. Yüz elli senedir hep onun
uçurumlarına sarktık. Onun dirseklerinden arkada bıraktığımız yolu ve uzak
ta zahmetimize gülen vaatli manzarayı seyrettik.
Tenkidin, hir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman
zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun zaman,
yani her manasında verimli bir çalışmanın hayatımızı yeniden şekillendireceği
güne kadar Türkiye cemiyetinin hakikî dramı olacaktır." (A.H. Tanpmar, Beş
Şehir, s. 23)
"Hiç unutmam: Uludağ'da bir sabah saatimle, dinlediğim çoban kavalına bir
birini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığım gördüğüm anda, gözlerim
den sanki bir perde sıyrılmıştı. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet
macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sık sıkıya
bağlı olduğunu, bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on
dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insa:nının his tarihi ya
zılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçirilirse.
768 • T iin p ın a r Ü zerine Yazılur
"Aydınlığın hendesesi
Sonsıızluk bahçendir senin;
Dinleyin geliyor sesi
Arılarla böceklerin (...)"
. Bilirim Kimse İçemez şiiri, bence dönemin ortak şiir kalıplarını içeriyor. Belki
hececilerin içine sızan bir Yahya Kemal, aynı kaynaktan beslenen bir Cahit Sıtkı
Tarancı, bir Ziya Osman Saba.
Genellikle onun hep Fransız şairlerinden, Yahya Kem al'den etkilendiği sa
vunulur, ama Türk şairleri ile bir karşılaştırması yapılmamıştır.
Doğa ve zaman, onun resim/resmetme duygusunu şiirine getirdiğinin kanı
tıdır.
Gene rüya geçer ve "ebediyetinle geldik dizdize," der.
"(...)
İklimler dışında ezelî bahar.
Mevsimler içinde tükenmez yarın.
Uyanma, Yahya Kemal etkisini gösterir ama ben burada daima Parnasyenle-
rin renk cüm büşünü görürüm.
K end ini A u latan Edebiyat • 76 9
Deniz Ufkunda, onun elbet Yahya Kem al'den etkilendiğini, ama bağımsız bir
şiir oluşturduğunu da gösterir.
M allarm e etkisinden söz edilir, onu inceleyenler bu konuda yazmışlardır.
Ben aralarındaki ilişkiyi bir başka açıdan da değerlendirmek isterim . İkisi de öğ
retim üyesidir; şiiri, edebiyatı öğretirler. Zaman zaman bir öğretici kimliğinden
bakarlar şiire. Ayrıca Tanpınar Türkçe ve Fransızca'dan bakarken, M allarme de
Fransızca ve İngilizce açısından bakar.
M allarme, elbette kendini öğretmeye ve sadece şiire adadı.
Tanpınar, şiirin müzikalitesini elbet Yahya Kem al'den, M allarm e'den de. Dî
vân edebiyatından da öğrendi. Onu sadece M allarm e etkisinde düşünmek ben
ce Frankofon görüşün uzantılarıdır.
M allarm e kendinden sonrakileri etkilemiştir, ama Tanpınar için şiir açısın
dan bunu iddia edemeyiz. Ne var ki nesri, edebiyat tarihindeki yorumları, ro
manları hem okuru, hem de edebiyatçıları çok fazla etkilemiştir.
M allarme, kendinden sonraki kuşağı etkilemiştir bunlardan ikisi Huysmans
ve Verlaine'dir. Ayrıca ünlü Prelüde L'apres midi d'un Faune (Bir Pan'ın Öğleden
Sonrası) şiiri besteci Claude Achille Debussy'yi etkilemiş onu bestelemiştir. Ay
rıntılı bilgi için "The Oxford Companion to French Literatüre, compiled and edi-
ted Sir Paul Harvey and J.E. Heseltine, Oxford Clarendon Press, s. 441-442'e ba
kılabilir.
Mallarme Önce bestenin iyi olmayacağından kuşkulanmış sonra-beğenmiştir.
Yahya Kemal ve Tanpınar'ın şiirini, müzik, bestelem e açısından karşılaştıra
biliriz.
Yahya Kem al'in birçok şiiri bestelenmiştir. Önemli oranda ondan beste ya
pan M ünir Nureddin Selçuk'tur. Çünkü şiiri Türk müziğine uygundu, bestele-
nebilirdi, ben Tanpınaı'm bir şiirinin bir Türk bestecisi tarafından bestelenebile
ceği kanısında değilim. Onun modernitesi çok sesli müziğe uygundur. N e yazık
ki, çok sesli bestecilerim iz de onun şiirine bu gözle bakm adı, şiirimize müzik
penceresinden bakış için İlhan Usmanbaş gibi bir besteciyi beklememiz gerekti.
Çok sesli Türk bestecilerinin bu açıdan da şiirine yaklaşmalarını öneririm.
Parnasçılar, 1860'dan sonra/çağın pozitivist ve bilimsel ruhunu yansıtmaya
çalıştılar. Rom antizm e karşı bir tepkiydi Realizm ve N atüralizm düzyazıda, ro
manda ve tiyatroda ise ona karşı bîr tepki göstermediler.
7 7 0 • T unpıniir Ü zerine Y;ızıliir
Eriyen parmaklarımda
Mumyalanıyor aydınlık
Sesler çınlıyor almmda
Hafıza gibi dağınık.
Yollar Çok Erken'de-, değişen doğa ile ruh hali arasındaki bağlantılar gözükür.
Parnasizm için kullanılan pesimist şiir yorumu, Tanpınar için de geçerlidir, en
etkili kavram budur:
Evet etki vardır, ama Siyah Atlar ismi bile bu etkinin yok olduğunu gösterir;
Sanırım bu şiir Yahya Kem al'in, "Gel kurtul varhğmtn o dar hendesesinden" di
zesiyle karşılaş tırılab ilinin
Bir Gül Tazeliği, Başka Bir Yıldızda şiirleri zamansızlık kavramına verilecek iyi
örneklerdir:
BA ŞK A B İR YILD IZD A
Bu ümitsiz ve biçare
Şahitleri ömrümüzün.
Bu aynanın sularında
Kaç kere yıkandı yüzün.
Bu lamba ve hülyamıza
Yabancı binlerce uyku;
Bir demir pençeydi sanki
İçimizde eski korku...
(...)
Kim bilir hangi yıldızın
Kısır çöllerinde şimdi.
772 • Tiiııpıniu Ü zerine Yazılar
Beyhude hatırlıyoruz
Bu hiç oh m m ş şeyleri...
HATIRLAM A
Rıhtımda Uyuyan Gemi'deVl son dörtlük Sessiz Gemi'yi andırır demeyi uygun
görmedim. Sanatta çağrışımlar taklit sözüyle, etki sözüyle açıklanmaz her zaman.
Her Şey Yerli Yerinde, onun etkilendiği kişilerin, özgün yanlarmm olağanüs
tü sentezidir. Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Tanpınar. Şiirde etkiyi özüm sem e
nin de belki edebiyat tarihinde veya antolojilerde yayımlanacak başarılı örneği.
Bütün Yaz, yalmlığıyla en sevdiğim şiiri.
Onda m evsim ler ilkbahar ve yazdır diye daha önce de belirtmiştim. Kışın
sertliği şiiriyle bağdaşmaz. Seçim doğrudur.
M ûsikî'nin birinci dörtlüğünü okuduğumda, önce mahur makamının özel
liğine değinm ek gerektiğini düşündüm.
"M ahur sularında tutuştu gem i."
Mahur Beste'yi çağrıştırıp, ona kaynak olduğunu söylem eye gerek var mı?
Güller ve Kadehler zengin çağrışımlı bir Tanpınar şiiri. Şiirim yazarken zengin
kaynaklarını etkiden arındırarak yazdığmın da belgesi.
"Silinir aynadan her nazlı hayâl, N eşati'nin "Âyine-i pürtabı mücellâda ni-
hanız"ı elbet ayna ile ilgili birçok dizeyi akla getiriyor. Ama bence tek anılması
yorumlanması gereken bir şiirdir.
Alttaki dört mısra da mazmun düzeni açısından açıklanabilir.
AYNA
Mavi Maviydi Gökyüzü de, Faruk Nafiz Çamlıbel'le bir şiir benzerliği yaratıyor.
Tanpınar hakkında yazılanları okuduktan sonra ilk edindiğim izleninn.
Herkes onu kendi alanına, kendi anlayışına çekmek için benim pek de katıl
madığım gerekçeler üretiyor. Şiirine yaslanmak gerekirken doğrudan şiiri
tramplen yapıp nesrine ulaşılmak isteniyor. "Tanpınaı'ın etkilediği şairler var
mı?" sorusuna ben çoğu zaman hayır yanıtını veriyorum.
Ancak burada bir noktada yanılmamak gerekiyor. Onun yazdığı tarz şiirle
ri yazanları etki alanına koyamayacağım.
Çünkü Şeyh G alip'in iki dizesini bu tesbiti açıklayan nitelikte görüyorum:
"Esrarını M esnevi'den aldım/Çaldımsa da miri mal çaldım ."
Ondan sonra gelenler -şiirlerin yazılma tarihlerini göz önünde bulundura
rak-, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba da Fransız şiirinden yararlandılar,
Tanpınar'ın kaynaklarından birisinden.
Ancak bunların içinde en evrenseli ve soyut kalanı Tanpınar oldu, onun baş
ka kültür alanları ile, tasavvufla, Osmanh şiirinin mazmunlarıyla bezediğinden
yerel bir renkle yetinen bir şair olmadı.
O şairlerden daha fazla başka alanları öğrendiğinden, Doğu-Batı hesaplaş
ması yaptığından şiiri daha geniş boyut kazandı.
K end ini A n latan Edebiyat • 7 75
Bursa'da Zaman, Bir Gün İcadii/e'de gibi şiirleri belki bu açıklam anın dışında
tutmalı.
Ziya Osm an Saba, şiire m illî/uhrevî bir atm osfer kattı. Belki de Fransız şiiri
nin etkisini Türkiye'ye, bize uyarladı. Eğer şiirin de bir ülkesi var ilkesini kabul
ediyorsanız tabii.
N edense birçok edebiyatçım ız için geçerli olan çekiştirmeyi Tanpm aı'a da
insafsızca uyguladık. Onun için bir kültür adamı deyimini kullanm ak çok daha
doğru. Evet yazdığı; şiirine, romanına geçen, kaynak niteliğindeki bilgilerdir.
M üzik de öyledir, mim arî de öyledir.
Oğuz Dem iralp'ın kitabı bence, onun bazı şiirlerinin açılım ı için iyi bir reh
berdir. Çünkü yazar bakışında Doğu ile Batı'yı bir arada bulundurmuştur.
Oğuz D em iralp'ın kitapta yer alan yargılarından itirazsız, rezerv koymadan
katıldığım yargısı aşağıdadır:
"19. Asır Türk Edebiyatı, Beş Şehir, kendi alanlarında hâlâ aşılamam ış yapıtla
rıdır." (Kutup Noktası, YKY, İkinci Baskı, s. 181)
Oğuz D em iralp'ın yorumlamadaki yardımcı, belirleyici kaynaklar konusun
da söylediklerini yazım a aldım, katıldığım için:
"Gene de, M. Kaplanın çalışmasının, Tanpmar okumaları için sağlam bir kay
nak olduğunu kesinlemek gerekir.
Gelgeldim, 1972'den sonra birdenbire çoğalan Tanpmar okumalarında Kap-
lan'ın bulguları yokmuşçasına davranilmıştır. Bu yüzden de yapıtın izleksel
çekirdeği olan "şiir" gözden kaçınıştır. Tanpmar'ın romanları, düzyazıları da
ha çok ilgi görmüştür, ama bunları, Tanpmar'ın yazdıklarının hepsini gözönü-
ne almadan, izleksel çıkış noktası olan şiirini atlayarak okumak, eksik, giderek
yanlış değerlendirmeler yapılmasına yol açar; açmıştır da.
Ne var ki, Tanpmar'ın "şiir gibi" yazdığı bölümleri çok eleştirmenimiz es geç
miş, "şdiranelik" saymış, küçümsemiştir. Tanpmar'ın temel izleklerini barındı
ran söz sanatları süs ya da fazlalık sanılmıştır."
Tanpmar şiiri üzerinde bir çeşitleme yazısında neleri yapmak isterdim?
Bir yargıya başladığımda ortasında birden başka yollara sapar, sonımda da
başı ve ortasıyla bağdaşm ayan yaratıcı, kışkırtıcı bir yargıya varmak isterdim.
İki kişinin diyaloğu gibi, her yargının karşıtını birlikte okura sunm ak isterdim.
Benim de her iki yargıya varabileceğimi, birinden birini tercih etmediğimi gös
termek hoşuma giderdi.
Bir dizesinin ardından, yeteneğim olsaydı bunu çizgiye de dökerdim. Beste
yapardım. Onun derslerinde yaptığı gibi, yazımın bir yerinde "okum a notlan.
776 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
Ahm et Ham di Tanpınar, sadece dilin bütün güzelliği ve mûsikîsi ile vücut
bulan şiir ve düz yazılanyla değil. Doğu ile Batı arasmda sıkışan kültürel kim
liklerimiz etrafında sürüp giden tartışmalara katkıları nedeniyle de güncelliğini
koruyan bir isim. Osm anh'dan Cumhuriyetle geçiş sürecini yaşayan ve her iki
dönemi tek bir kimlikte birleştirm eyi arzulayan modern bir m uhafazakâr o, bel
ki de muhafazakârca modern..!
1 9 0 rd e İstanbul'da doğmuştu. Babasmın işi gereği, ilkokuldan liseye kadar
Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitinüni. İstanbul Darülfünun Ede
biyat bölüm ünden 1923'te mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Anka
ra'da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akadem isi'nde ders
ler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde profe
sörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında ise TBM M 'deydi; Maraş milletvekili
olarak "atanm ıştı". Yeniden eğitim hizmetine döndüğünde İÜ Edebiyat Bölümü
Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı so
nucu ölen Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Sahnenin Dışındaki
ler, Mahur Beste gibi romanlar. Beş Şehir gibi şiirsel bir gezi-denem e kitabı, Türk
edebiyatı ve düşünsel hayatına dair bir çok önemli inceleme bırakm ıştı geriye.
Kimileri için ise onun şair kimliği hepsinden önemliydi.
"H u z u r e k o lü "
Tanpınaı'ın 1980'li yıllara kadar yeterince öne çıkmayışınm -çıkârılmayışı-
nın- ardında, edebiyatı yönlendiren siyasî duruşların onu nereye ve nasıl ko
numlandıracağını bilemem esi, sanat ve edebiyatı siyasetin dolaysız bir alanına
indirgeyen bir zilm iyetin izleri vardır. Tanpmar'ın düşünce hayatımızdaki yeri
778 * T an p in ar Ü zerine Yazılar
Şark ve Garp
Yahya Kem al'in biricik mirasçısı ve muhafazakârlığın romandaki en güçlü
temsilcisi Ahm et H am di Tanpmar, Bah-Doğu ikilem ini maddî değerlerle mane
vî değerler karşıtlığında tartışma kolaycılığını benimsememiştir. Tek bir şark
olamayacağı gibi ne Şark ve ne de Şark medeniyeti sözlerinin tek başlarına mu
ayyen bir m anaya gelmeyeceğini; Şark ve Garp meselesinin aslında pratik hayat
içerisinde hallolduğunu, aslında meselenin münevverlerin kendi aralarında ko
nuşmaktan vazgeçm edikleri bir meseleden ileri gitmediğini bilm ektedir Tanpı-
nar. Onun m eselesi kendisiyledir ve bu meselenin topluma taşınması yine ken
disi dolayımıyla gerçekleşir.
Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu, İstanbul'un farklı semtlerini karşı
karşıya getirerek işleyen Ahmet Hamdi Tanpmar, aynı meselenin takipçisi olan
yazarlar arasında en rafine örnektir. Osmanh'dan kalan mirası sürdüren ilk dö
nem Cum huriyet romanlarında mekân, Doğu-Batı değerlerini temsil etmek ba
kımından bir anlam taşıyor ve kent ikiye ayrılıyordu. İstanbul tarafının mahal
leleri Osmanlı-İslam geleneklerinin, göreneklerinin, değerlerinin yaşadığı sem t
lerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin Batılılaşmış öteki yansıydı. "Beş Şehir"de; "Be
yoğlu, küçük ve orijinalite damgası çoktan kaybolmuş, hatta bu damgayı üstün
de bir defa bile duymamış en ucuz cinsinden bir 19. yüzyıl Avrupa'sıdır" ifade
siyle dillendirdiği çarpık Batılılaşmayı "Hu^ur" romanında, hikâyesinin m erke
zine koymuştu Tanpmar.
Yazarın en tanınmış romanı "H uzur" (1949), bir olayı ya da bir hikâyeyi de
ğil, karakterlerin ruh ve düşünce dünyalarmı -yine Tanpınaı'ın temel meseleleri
etrafmda-anlatmaya yöneliktir; "geçmişimiz, kimliğimiz. Doğu ile Batı'nın en
gin kültürleri arasında, -iki cihan arasında- kendimizce ve kimi zaman kendimiz
olamadan duruşumuz, tereddütlerimiz, günü ve anı yaşayışımız, itiyatlarımız,
itikatlarımız, "sükut m usikisi"nden aldığımız haz, kendi kültürünü üreten, üret
tikçe harcayan İstanbul, neylerin, kudümlerin ve derin bir mûsikîyi yaratmışla
rın hala bizi çeken halesi, ruh gezintileri, yumuşak ama derin sorular, bütün bu
"terkip"ten bize kalan lezzetli bir huzursuzluktur "H uzur''da bulduğumuz...
Romanın en başanlı yerleri, roman kahramanı M üm taz'ın düşlerini yaşadır
ğı İstanbul manzaralarının "resm edildiği" yerlerdir. Tanpmar, okuyucusunu
Mümtaz ile birlikte, Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkânlarda, bitpazann-
da, Çekm ece'deki balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaştırırken, İstan
bul'un bir kronikçisi, İstanbul'da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşe
lerin bir tasvircisidir sanki. H uzuı'un sonraki bölüm lerinde Boğaz'a, zengin bir
eve, sanki başka bir dünyaya geçeriz. Pınl pırıl görünen modern semtte öncele
ri çok mutlu olan Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlara uyum sağla
yam az ve yıkılır. Geçilm em esi gereken bir sınırı çiğnem iştir o!
78 0 • T anpınıır Ü zerine Yıızıhır
hazır bulunuyor, eski yazm alardan çıkardığı formülleri Aristidi Efendi'ye veri
yordu. Hatta bu yüzden bu iki adamın arasından günlerce süren münakaşalar
oluyordu. Bu m ünakaşalarda Aristidi Efendi'nin münevver Avrupah müsama
hası ve sabrı ile gâip âleme o kadar kuvvetle tasarruf eden Lütfullah'ın gurur ve
alınganlığı tıpkı ateşte kaynayan büyük bir şişenin içinde ve etrafında dövüşen
zıt kuvvetler gibi birbirleriyle karşılaşırlardı".
Cumhuriyet projesinin dönüp dolaşıp aynı karşıtlığa geldiğine işaret eder
ken, Cumhuriyet devrimleri ile başlayan modern yaşam tarzlarının geçmişi ih
male ve yabancılaşm aya neden olduğunu hissettirir. Tanpınaı'a göre, "hayat ve
halk, yani asıl kütle devlete yetişmek mecburiyetinde" kalmıştır. M uhafazakâr
lığı işte burada çıkar ortaya. Ne kafatasçı bir milliyetçilik, ne m istik inançlar;
ilerleme adına gözden çıkarılanların belleğimizdeki önem ini bilen, muhafaza
edilmesi gerekenlerin bilincinde, zengin bir mirastan yoksun kalm ak istemeyen
bir sanatçının m uhafazakârlığıdır onunkisi...
22. Doğru, Yasin (Haz.), Tanpımr'ın Dünyasında Bursa/Taşkrda Gülen Rüya, (Ölü
münün 44. yıldönüm ü anısma). Bursa Osmangazi Belediyesi Yay, İstanbul
2005.
23. Karaca, Nesrin T., Ahmet Hamdi Tanpınar ve Musiki, Ankara, 2006.
24. Törenek, Mehmet, Başka Hayatlar Peşinde: Tanpmar'ın Romanları Üzerine Bir
İnceleme, Erzurum 2006.
25. Çeri, Bahriye, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Eski Türk Edebiyatımız Hakkındaki Gö-
rüşleri-Değişme, Gelişmeler, Paris 2007.
26. Bayramoğlu, Zeynep, Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler / Tanpınar Üzerine
Tezler, İstanbul 2007.
27. Enginün, İnci - Kerman, Zeynep, Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa, İs
tanbul 2007.
Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine
Yazılar Bibliyografyası (Alfabetik)
Abacı, Tahir, "A hm et Hamdi Tanpmar ve Nazım H ikm et'in Benzer Yanlan", Ya-
sakmeyve, sayı 1, Şubat-M art 2003, s. 72-78.
Abacı, Tahir, "Aydaki Kadm", Adam Sanat, sayı 174, M ayıs 2000, s. 24-29.
Abacı, Tahir, "Hwzwr Hangi Makamda Bestelendi", Varitk, sayı 1159, N isan 2004,
s. 30-33..
Abacı, Tahir, "Tanpınaı'da M üzik", Adam Sanat, sayı 127, Haziran 1996, s. 35-51.
Acar, Fazıl Ahmet, "A hm et Ham di Tanpmat'ın Şiirlerinde Rüya ve Hayal 1-11",
Hisar, sayı 274-275, Eylül-Ekim 1980, s. 15-17, 22-24.
Acar, Zafer, "İm gelerin Gölgesine Sığman Ahmet Hamdi Tanpınar Şiiri", Yedi İk
lim, sayı 178, Ocak 2005, s. 51-54.
Acaroğlu, Türker, "A hm et Hamdi Tanpınar ve Eserleri", Hür Vatan, 29 Ocak
1962.
Açıl, Berat, "H uzuı'un Örtük A nlam lan", Varbk, sayı 1169, Şubat 2005, s. 64-68.
Adalı, Murat, "Geleneğin Farklı Bir Yorumcusu: Ahmet Hamdi Tanpınar", Hece
(A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 70-74.
Adıvar, Halide Edib, "Beş Şehir", Akşam, 12 Arahk 1946.
Âdil, Fikret, "Şair ve Ç evresi", Yeni İstanbul, 7 M art 1961.
Âdil, Fikret, "Tanpınar ve Zam an", Yeni İstanbul, 8 M art 1961.
Ayda, Âdile, "A hm et Ham di Tanpmar", Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sayı 4, Nisan
1982; Böyle İdiler Yaşarken, Ankara 1985, s. 203-210.
Ağaoğlu, Adalet, "Tanpma/da Kent Sim gesi", Milliyet, 9 Eylül 1988; Karşılaşma
lar, İstanbul 1993, s. 169-171.
Ahaladze, Ana, "A hm et Hamdi Tanpmaı'ın Beş Şehir kitabındaki Bursa'da Za
man Bölüm ünde Teşhis ve İntak", Tanptna/tn Dünyasmda Bursa / Taşlarda
Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 99-107.
Ak, M ehm ed Akif, "Tanpm aı'ın Kendi İçinde Bölünmüş İnsanlan", Pınar, sayı
61, Ocak 1977, s. 3-8.
Akarsu, Kenan, "Şair ve Yazar Ahmet Hamdi Tanpm ar", Sanat ve Kültürde Kök,
sayı 1, Şubat 1981, s. 30.
Akatb, Füsun, "Tanpınar ve Aydaki Kadm ", Zamanı Yaşatan Roman-Zamana Di
renen Şiir, İstanbul 1998, s. 13-16.
Akay, Ali, "Tanpınaı^da İçerisi ve Dışarısı", toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 5-7.
Akbal, O ktay "A hm et Hamdi Tanpınar da Son Yolculukta... Kara A tlar", Vatan,
25 Ocak 1962.
786 • Tanpıntır Ü zerine Yazılar
Anar, Turgay, "Dünyevi Zevkler Bahçesinde İki Usta; Tanpmar ve Bosch", Top-
lujnbiJim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 193-198.
Anar, Turgay, "Evin Sahibi Hikâyesinde Korkunun Mekânı Olarak Tanpmar",
Eşik Cini, sayı 3, Mayıs-Haziran 2006, s. 18-25.
Anar, Turgay, "Tan Pınarına Bakarak Saatlerimiz Ayarlamak", Sefine, sayı 2- 3,
M art-Nisan, Mayıs-Haziran 2000, s. 37-47.
Anar, Turgay, "Tanpınar'ın Bilinmeyen Dört Yazısı", Hece, (A. H. Tanpmar özel
sayısı), genişletilmiş 2. b.. Ağustos 2006, s. 299-315.
Anar, Turgay, "Tanpına/ın Süreli Yayınlarda Kalmış Ç evirileri", Toplumbilim (A.
H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 233-234.
Andaç, Feridun, "Zam anın Aynasmda Bir Yazar; Tanpm ar", £ , M ayıs 2002, s. 64.
Andak, Selmi, "Tanpınafı Anma Günü", Cumhuriyet, 27 Şubat 1962.
Anday, Melih Cevdet, "Ahm et Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet, 27 Ocak 1962; Ye-
ditepe, sayı 56, Şubat 1962, s. 3.
Anday, Melih Cevdet, "N e İçindeyim Zam anın", Cumhuriyet, 6 Şubat 1987.
Andı, Fatih, "Beş Şehir”in Beyoğlu'su", Kaşgar, sayı 16, Temmuz 2000, s. 59-67;
Hayata Edebiyatla Bakmak, İstanbul 2006, s. 129-138.
Andı, M. Fatih, "A hm et Hamdi Tanpına/da Geleneksel Türk Süsleme Sanatla
rından Birisi Olarak Hat Sanatı", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı),
sayı 20, İstanbul 2006, s. 107-112.
Andı, M. Fatih, "Zülüflü Eliflerin Meleği Yahut Tanpınafda Hattın Estetiği",
Kaşgar, sayı 37-38, M ayıs-Ağustos 2004, s. 195-2002; Hayata Edebiyatla Bak
mak, İstanbul 2006, s. 117-127.
Araz, Nezihe, "K ısır Toplum ", Yeni Sabah, 27 Ocak 1962.
Ardıç, Engin "Kırtipil H am di'nin Sefalet ve İhtişam ı", Nokta, 3 Şubat 1987, s. 70-
73.
Armağan, Mustafa, "Tanpına/ı Doğru Yayımlamak", Zaman, 7 Nisan 2000.
Armağan, Mustafa, "Orhan Pamuk ve Tanpmar", Zaman, 31 M art 2000.
Armağan, M ustafa, "Tanpınar'm Mektubundaki Cinsiyet H atası", [Antalyalı
Genç Kıza M ektup hakkında]. Zaman, 21 Nisan 2000.
Armağan, Mustafa, "Tanpmaı^m Tılsımh Aynasmda Şehirler", Hece (A. H. Tan
pmar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 120-125.
Arslanbenzer, Hakan, "Eskimeyen Kitaplar: Huzur", Kılavuz, sayı 24, Mart 2005,
s. 18.
Arslanbenzer, Hakan, "Tarihçi Olarak Eleştirmen: Ahm et Hamdi Tanpmar", Kı
lavuz, sayı 47, Kasım 2007, s. 3-7.
A h m e t Hamdi T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 789
Asiltürk, "Parçalılıktan Bütünselliğe Bir İdealar Tablosu: "H er Şey Yerli Yerin
d e", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 113-
116.
Asiltürk, Baki, "B ir Gül Bu Karanlıklarda", Hürriyet, Gösteri, sayı 238, Haziran
2002, s. 20-21.
Asiltürk, Baki, "B ir Kültür Adamının Dünyasına Tanıklıklar", [T. Alptekin'in Bir
Kültür Bir İnsan adlı kitabı hakkında]. Hürriyet Gösteri, sayı 226, Mart 2001,
s. 4 6^ 8 .
Asiltürk, Baki, "Şiirin Kutup Noktasında İsınm ak", [O. D em iralp'in Kutup Nok
tası adlı kitabı hakkında], Kitap-lık, sayı 13, Ocak-Şubat 1995, s. 8-9.
Asiltürk, Baki, "Tanpm ar Yeniden", (Şiirleri hakkında). Hürriyet Gösteri, sayı 236,
Nisan 2002, s. 31-32.
Asiltürk, Baki, "Tanpınaı'ın Şiirlerinde Duyular", Doğumunun 100. Yılında Ahmet
Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 27-38.
Aşçı, Buket, "50 Yıl Sonra Yine Tanpınaı'm 'H uzuı'undayız!", Entelektüel (E Der-
^îsı'nin eki), sayı 4, Şubat 2000, s. 14-15.
Aşçı, Buket, "Tanpm ar Yine Arada Kaldı", Radikal, 26 Şubat 2000.
Aşkun, Nevhis C., "Ahm et Hamdi Tanpmar Hocamı A narken", Eskişehir Sakar
ya Gazetesi, 26 Ocak 2003.
Ataç, Nurullah, "Şiire D air", Milliyet, 15 Kasım 1932.
Ataş, Resul Serdar, "M ahur Beste ya da Bir medeniyet Tasavvuru", Dergâh, sayı
211, Eylül 2007, s. 17-19.
Ata tanır, Mustafa, "A hm et Hamdi Tanpmar ve H ikâyeciliği", Açı, sayı 1,1 Ağus
tos 1962, s. 1-2.
Atikoğlu, Ayça, "A hm et Ham di Tanpmar", Milliyet^ 22 Aralık 1999.
Atiş, Sarah Moment, "Çağdaş Türk Hikâyesinde Sem antik Yapı / Ahmet Ham
di Tanpmar'm Abdullah Efendi'nin Rüyaları ve Diğer Hikâyelerinin Tahli
li", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 51-77.
Atsız, Bedriye / Christopher K. Neumann, "Kindlers Neues Literatür Lexi-
kon'dan ? Ahm et Ham di Tanpinar" (Çev.: Ş. Yüce), Doğumunun 100. Yılında
Ahmet Hamdi Tanpinar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 133-138.
Ayaydın, Kibar, "Tanpınaı'ın Dünyasında Bursa / Taşlarda Gülen Rüya,", Tan-
pmar'm Dünyasında Bursa, / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 147-159.
Ayaydın, Kibar, "Tanpmar'ın Dünyasında Bursa / Taşlarda Gülen Rüya", Der
gâh, sayı 208, Haziran 2007, s. 15-18.
Ayaydın, Kibar, Bir Yalnızlık Seremonisi / Tanpınat'a Selâm O lsun", Türk Edebi
yatı, 375, Ocak 2005, s. 42-44.
790 • T iin p ın a r Ü zerine Yazılar
Aydın, Ertuğrul, "Ahm et Hamdi Tanpınar'da Tarih ve Zam an", Hece (A. H. Tan-
pmar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 126-143.
Aydın, Erhjğrul, "A hm et Hamdi Tanpınaı^ın Şiir Görüşünün Kaynaklardaki Ak
si", Yedi İklim, Haziran 1998, s. 42-45.
Aydın, Ertuğrul, "Tanpm ar'da H ayat ve Şeh ir", Hece, sayı 35, Kasım 1999, s.
50-51.
Aydın, Mehmet, "Tanpınar'da Eski ve Yeni Üstüne", Tophımbilim (A. H. Tanpınar
özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 169-181.
Aydın, M ustafa, "Tanpmar'da Doğu-Batı Sentezi", Pımr, sayı 61, Ocak 1977, s.
27-28.
Ay kan, N ecati, "Tanpınar'ın Sanatı ve Şiirleri", Pınar, sayı 61, Ocak 1977, s.
22-26.
Aytaç, Gürsel, "A hm et Hamdi Tanpınar'ın Çağ ve Toplum Hicvi: Saatleri Ayar
lama Enstitüsü", MiUî Kültür, sayı 5, Ekim 1981, s. 7-13; Çağdnş Türk Roman
ları Üzerine İncelemeler, A nkata 1990, s. 142-158.
Aytaç, Gürsel, "Ahm et Hamdi Tanpınaı'm Mektuplarında İnsan Sıcaklığı",
Cumhuriyet Kitap, sayı 173, 21 Temmuz 1993, s. 8-10; 'Tanpınar'ın Mektup
ları", Edebiyat Yazılan, cilt 3, Ankara 1994, s. 111-106.
Aytekin, Osman, "Tanpınar'ın Huzur Romanında Güzel İnsanlar", Kürşat, sayı
8, Eylül-Ekim 2000, s. 176-181.
Ayvaz, Emre, "Sonradan Gelenin Tanıklığı", Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 153-163.
Ayvaz, Emre, "Tanpınar İçin Üç Derkenar: Sevinç, Kafa Karışıklığı, Burukluk"
(Mücevherlerin Sim hakkında), Akşaın~hk, sayı 9, 5 Temmuz 2002, s. 3.
Ayvaz, Emre, "Tanpınar'ın Edebiyat Tarihini Nasıl O kuyalım ?", Kitap Zamanı, 1
Ocak 2007, s. 6.
Ayvaz, Emre, "Tanpınar'ın Gıcırdayan Dolabı", Knşgar, sayı 16, Temmuz 2000, s.
68-79.
Ayvazoğlu, Beşir, (Düzenleyen:), "Kültür-Sanat: Ölümünün 24. Yılı M ünasebe
tiyle Tanpınar'a Saygı" [Beşir Ayvazoğlu, "Tanpınar ve Felsefe"; Mustafa
Kutlu, "Tanpınar'da Varlık M eselesi", Sefa Kaplan, "Tanpınar ve M usiki"],
Tercüman, 26 Ocak 1986.
Ayvazoğlu, Beşir, "A hm et Hamdi Tanpınar", Aksiyon, 25-31 Ocak 1997, s. 56-57.
Ayvazoğlu, Beşir, "Ahmet Hamdi Tanpınar", y4fe;ı/o;î, sayı 112, 25 Ocak 1998; Sî-
retler ve Suretler, İstanbul 1999, s. 38-43.
Ayvazoğlu, Beşir, "H uzur Nasıl Keşfedildi?", Türk Yurdu (Türk Romanı özel sa
yısı), Mayıs-Haziran 2000, cilt 20, sayı 153-154, s. 166-167.
A h m et Hamdi T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 791
Caferoğlu, Ahmet, "Filolog Gözü ile Beş Şehiı'deki Kelime Ü slûbu", İ. Ü., Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, cilt XII, 1962, s. 87-97.
Caner, Fırat, "Tanpınar'da Arı Şiir ve Nazmın Sonu", Evrensel Kültür, Ocak 2001,
sayı 109, s. 22-23.
Cimcoz, Adalet, "Ahm et Hamdi Tanpınar H asta", Ulus, 13 Mart 1959.
Cimcoz, Adalet, "A hm et Hamdi Tanpınar", Varlık, sayı 7 1 0 ,1 5 Ocak 1968, s. 5.
Coşar, Mevhibe, "B ir Mektup, Bir Hocalık Ö rneği", Türk Edebiyatı, sayı 265, Ka
sım 1995,5.40-41.
Coşkun, Betül, "Yapma Cennet ya da Tahtgâh-ı Kadim ", Tanpınar'm Dünyasında
Bursa / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 109-129.
Coşkun, Betül, "Tanpınar’m Siyasete Bakışı ve Siyasî Yaşamı", Hece, sayı 90-92,
Haziran-Ağustos 2004, s. 506-510.
Coşkun, Zeki, "H uzur Yolculuğu", Virgül, sayı 31, Haziran 2000, s. 46-48.
Coşkun, Zeki, "H uzur", Radikal, 28 Ağustos 1999.
Coşkun, Zeki, "Sesten Hayalden Bir H arita", Radikal, 4 Eylül 1999.
Cumalı, Necati, "Tanpınar'm Şiirleri", Varlık, sayı 548, 15 Nisan 1961, s. 12-13.
Çağdaş, Hami, "Tanpınar'da Bursa ve Eyüboğlu", Hürriyet Gösteri, sayı 63, Şu
bat 1987, s. 40-42.
Çağlar, Behçet Kemal, "Tanpınaı'ın Yeni Eseri", lYaz Yağmuru], Tercüman, 15
Ağustos 1956.
Çağlar, Behçet Kemal, "Beş Şehir", Vatan, 14 Mart 1961.
Çağlar, Behçet Kemal, "Tanpınaı'ın Ardından", Vatan, 26 Ocak 1962.
Çağhyan, Zeyneb, "Erken Cumhuriyet Dönemi Sentezci M uhafazakârhğı'nda
Değişim: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk M odernleşm esi", Muhafazakâr
Düşünce, sayı 9-10, Yaz-Güz 2006, s. 79-99.
Çavaş, Raşit, "Tanpınar Adakale'yi Gördü mü / Öğrendi m i?", Kitap-hk, sayı 43,
Eylül-Ekim 2000, s. 143-147.
Çavuşoğlu, Mehmed, "Beş Şehiı'i Okurken", Diriliş, sayı 3, Aralık 1969, s. 19-25;
Divanlar Arasında, Ankara 1981, s. 124-129.
Çavuşoğlu, Mehmed, "Tanpınaı'a A ğıt", Yeni İstanbul, 25 Ocak 1962; Kitap Belle
ten, sayı 13-14, 1962; Türk Edebiyatı, sayı 256, Şubat 1995, s. 52.
Çeker, Alper, "Tanpına/a İade-i İtibar", Entelektüel (E Dergisi'nm eki). Nisan
2000, s. 25.
Çelebi, Asaf Hâlet, "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Türk Yurdu, sayı 259, Ağus
tos 1956, s. 151-154; Asaf Halet Çelebi- Bütün Yazıları, (Haz.: Hakan Sazyek),
İstanbul 1998, s. 365-369.
A h m et Hamcli T an p m ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 7 95
Demiralp, Oğuz, "M ahur Beste'nin Bitm em işliği", Soyut, sayı 89, M art 1976, s.
31-36.
Demiralp, Oğuz, "Pencere", [Tar\pmaı'ın üslûbu hakkında], Soı/ut, sayı 92, Ha
ziran 1976, s. 33-35.
Demiralp, Oğuz, 'Tanpmar'a Göre Şiir ve Musiki", Soı/ut, sayı 12, Aralık 1979, s. 2-10.
Demiralp, Oğuz, "Tanpınaı'ın Gizli H âzinesi", Mücevherlerin Sırn'na önsöz,
YKY, 2002; Satırlar Arasında Aylaklık, İstanbul 2006, s. 174-176.
Demiralp, Oğuz, "Tanpmar'm Şiirleri İçin Önsöz A rayışı", Ahmet Hamdi Tanpi
nar, Şiirler, 2.b., İstanbul 2000, s. 7-9.
Demiralp, Oğuz, "Taştan Düş Çıkarm ak", Oluşum, sayı 25, Kasım 1979, s. 9-12;
Kutup Noktası, İstanbul 1993, s. 51-55.
Demiralp, Oğuz, "Türk Romantiği Olarak Ahmet Hamdi Tanpinar", (Modern
leşme ve Batıcılık), Satırlar Arasında Aylaklık, İstanbul 2006, s. 177-191.
Demiralp, Oğuz, "Vesika-lık; Aydaki Adam ", Kitap-lık, sayı 40, M art-Nisan 2000,
s. 92-98.
Demircan, Ömer, "Tanpinar ve Devrik Cüm le", Kitap-hk, sayı 93, Nisan 2006, s.
118-123.
Demirel, İsmail, "Kış Notları-Il / Ahmet Hamdi Tanpinar", Yedi İklim, sayı 180,
M art 2005, s. 35.
Demirtürk, Lâle, "Saatleri Ayarlama Eristitüsü Üzerine Bir İncelem e", Varlık, sa
yı 1032, Eylül 1993, s. 30-32.
Demirtürk, Lâle, "A hm et Hamdi Tanpm afın Mahur Beste Romanında Zam an",
Gündoğan Edebiyat, sayı 10, Kasım 1984.
Dıranas, "Yine Tanpinar", Zafer, 3 Şubat 1962; Tanpınar'dan Haşan Âli Yücel'e
Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 86-87; Yazılar, İstan
bul 2000, 2.b., s. 539-540.
Dıranas, Ahmet M uhip, "Tanpinar", Zafer, 27 Ocak 1962; Tanpınar'dan Haşan Âli
Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 84-85; Yazılar,
İstanbul 2000, 2.b., s. 537-538.
Dinamo, Haşan İzzettin, "Tanpma/la Bir Rastlaşm am ız", Toplum ve Düşün, Ocak
1985, s. 55-57.
Dino, Güzin, "Tanpmar'a İlişkin Anılar. Beyazıt M eydanı'nda Öldürülmüş Bir
G enç...", Kitap-hk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. IV-Vl.
Dirin, i.. Anar, T., Özdemir, Ş., "Mücevherlerin Sırrı", (Kitap hakkında konuş
ma), Varlık, sayı 1134, M art 2002, 6-7.
Dirin, İlyas, "A. Hamdi Tanpinar, İ. Habip Sevük Bir Espiri Yüzünden Çarpıştı
lar 1-11", Kaşgar, sayı 14,15, Mart, Mayıs 2000, s. 70-81; 77-93.
A h m et Ham di T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 797
Dirin, İlyas, "A hm et Ham di Tanpmaı'm Memleket Realiteleri", Hece, sayı 59, Ka
sım, s. 78-81.
Dirin, İlyas, "A hm et Hamdi Tanpmar'm Şiir, Yazı, Röportaj ve Anketlerinin Ya
yım landığı Dergi ve G azeteler", Hece, (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61,
Ocak 2002, s. 211.
Dirin, İlyas, "A hm et Hamdi Tanpmaı'ın Yayımlanan İlk Yazısı", Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 167-169.
Dirin, İlyas, "Tanpınaı'ın Yazılarının Bibliyografyası'na Z eyl", Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 155-165.
Dirin, İlyas; Özdemir, Şaban, "A hm et Hamdi Tanpınar ve Eserleri Hakkında Ya
zılanlar", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 197-210.
Dirin, İlyas; Özdemir, Şaban; Anar, Turgay^ (H az.)"Ahm et Hamdi Tanpmaı'ın
Edebiyat Üzerine Makaleler ve Yaşadığım Gibi'de Yer Almayan Yazı, Rö
portaj ve Anİ<etlerinden Seçm eler", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı
61, Ocak 2002, s. 170-196.
Dizdaroğlu, Hikm et, "Edebiyat Tarihçisi Ahm et Hamdi Tanpınar", Türk Dili, sa
yı 126, Mart 1962, s. 341-343.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Ölüm ünün 13. Yıldönümünde M ektuplanyla Tanpınar",
Varlık, sayı 819, Ocak 1975, s. 5.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Tanpmar'm Şiir Dünyası", Türk Dili, sayı 155, Ağustos
1964, s. 834-841.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Yahya Kem al", Varlık, sayı 598, 15 M ayıs 1963, s. 14.
Doğan, Âbide, "H uzuı'un Huzursuz Kadmı; N uran", Türk Dili, sayı 628, Nisan
2004, s. 339-347.
Doğan, Ayhan, "A hm et Ham di Tanpınar ve Şiiri l-II", İstanbul, sayı 8-9, Ağustos-
Eylül 1956, s. 15-18,12-22; Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Yeni Oluşumlar,
Ankara 1999, s. 91-130.
Doğan, M ehm et Can, "İçim izde Çahşan Bıçaklar: Ahmet Hamdi Tanpınar", Son
suzluk ve Bir Gün, sayı 1, Mart-Nisan 2005.
Doğan, M ehm et Can, "Tanpmar'm Bileşik Kaplarındaki Basınç", Kaşgar, sayı 33,
Mayıs-H aziran 2003, s. 88-93.
Doğan, M ehm et Can, "Tesadüf ve Kader Arasında Zihinsel Bir K aza", [Huzur
üzerine]. Hece, sayı 26-27, Şubat-M art 1999, s. 95-103.
Doğan, M ehm et H ., "Tanpınar Şair Tanpınar'ı A nlatıyor", A,H.Tanpınar Şiiri ve
2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 29-35.
Dörsay, Atilla, "Bir Tatlı Huzur Alam adık", [Huzu/un sahnelenmesi üzerine].
Cumhuriyet, 26 Ekim 1997.
7 9 8 • T a n p ın a r Ü zerine Ynzılar
Dölek, Ali, "Tanpmar'm Şiirinde Zaman Kavramı ve Ebedî An İm ajı", Yedi İklim,
sayı 24/5, Ağustos 1992, s. 26-28.
Dönmez, Ali Osman, "Bursa'da Zam an'a Eşik'ten Bakış", Yağmur, sayı 36, Tem-
muz-Eylül 2007, s. 28-34.
Duman, Halûk Harun, "Edebiyata Adanmış Bir Hayat; Ahmet Hamdi Tanpı-
nar", Journal ofS o d a l Sciences, sayı 3, Kış 2006, s. 33-46.
Durak Mustafa (Derleyen:), "A hm et Hamdi Tanpınar ve Şiiri Üstüne", A.H.Tnn-
pmar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 36-42.
Durak, M ustafa, "A hm et Hamdi Tanpınar Şiirinde Etkile(n)m e", Hürriyet Göste
ri, sayı 246, Şubat-M art 2003, s. 22-25; A.H.Tanpmnr Şiiri ve 2002 Bursa Şiirle
ri, İstanbul 2003, s. 61-74,
Durak, Mustafa, "Ahm et Hamdi Tanpmar'm Bursa'da Zaman Şiirinde Anlam
Boyutu", Bursa'da Edebiyat, Edebiyatta Bursa, Ankara 1996, s. 120-136;
A.H.Tanpmar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 77-100.
Durak, Mustafa, "N eden Ahmet Hamdi Tanpınar Şiir Yarışması", A.H.Tanpmar
Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 9-16.
Durak, M ustafa, "Tanpınar'ca Şiirsel Tractatus", A.H.Tanpmar Şiiri ve 2002 Bursa
Şiirleri, İstanbul 2003, s. 17-28.
Durukan, Deniz, "A.H.Tanpınar-Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Varlık, sayı 1187,
Ağustos 2006.
Durukan, Hüseyin, "Bir Milletvekilliğine Bir Yazı", [Tanpmaı^ın "M araşlıların
Bayram ı" adlı yazısı hakkında]. Yeni Şafak, 8 Şubat 1998.
Durukan, Hüseyin, "B ir Portre, İki Kitap", Yeni Şafak, 30 Temmuz 2000.
Durukan, Hüseyin, "Gündem deki Tanpınar", Yeni Şafak, 2 Nisan 2000.
E. E., (Ebubekir Eroğlu), "Kitaplar: Mahur Beste/Ahmet Hamdi Tanpınar", Di
riliş, sayı 8, Nisan 1975, s. 80-81.
Edgü, Ferit, "Tanpınar’a İlişkin Anılar: Tanpınar ve U iysses", Kitap-hk, sayı 40,
M art-Nisan 2000, s. IV.
Ediboğlu, Baki Süha, "Evvelkiler ve Bizim Kuşak; Ahmet Hamdi Tanpınar",
Cumhuriyet, 17 Ocak 1968; Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul 1968, s. 34-40.
Eğin, Oray, "Tanpınar'dan Bir H azine" (Edebiyat Dersleri hakkında). Milliyet Kül-
tür-Sanat, 28 Kasım 2002.
Ekiz, Osman Nuri, "Ahm et Hamdi Tanpınar", Boğaziçi, sayı 7, ocak 1983, s. 4-7.
Emil, Birol, "Ahm et Hamdi Tanpınar ve Mehm et Kaplan Hâlâ Yaşarken I, 11",
Türk Edebiyatı, sayı 207-208, Ocak-Şubat 1991, s. 19-21; 10-12.; Türk Kültür ve
Edebiyatmdan-2: Şahsiyetler, Ankara 1997, s. 416-434.
Emil, Birol, "A hm et Hamdi Tanpmar'm Şiirine D air", Türk Edebiyatı, sayı 183,
A h m et Hamcli T a n p ın a ı Ü zerine Yazılar Bibliyograf/ası (A lfa b e tik ) • 7 99
Ergülen, Haydar, "A zınlık Belleğine Mensup İlk Yabancı: Tanpınar", Şiir Atı, sa
yı 3, Nisan 1987, s. 32-34.
Ergün, M ehmet, "M ahur Beste", Soyut, sayı 73, Kasım 1974, s. 74-78,
Ergün, M ehmet, "Tanpınafın Romancılığı Ü zerine", Politika, 7 Şubat 1976.
Ergüven, Rebia Âkil, "A hm et Hamdi Tanpınar", Le Journal d'Orient, İstanbul, 6
N isan 1961.
Ergüven, Rebia Akil, "A hm et Hamdi Tanpınar", Türkiye Turing ve Otomobil Ku
rumu Belleteni, Eylül 1960.
Ergüzel, Mehdi, "Edebiyat Takvimi: Tanpınar ve K aplan", Türk Edebiyatı, sayı
219, Ocak 1992, s. 50-51.
Eriş, Resai, "Edebî Oluşlar-Abdullah Efendinin R ü yalan", Yeni Adam, sayı 483,
30 M art 1944, s. 6-7.
Eronat, Canan Yücel, "Tanpınaı'dan Haşan Âli Yücel'e M ektuplar", Varhk / Ki
tap eki, sayı 73, H aziran 1998, s. 4.
Ertan, Ozan; "İstediğim iz Gibi Bir Romanımız Olsa Farkına Varır m ıydık?" {Bir
Gül Bu Karanlıklarda hakkında), Akşam-lık, 3 Ocak 2003, s. 3.
Ertop, Konur, "75. Doğum Yılında/ Tanpınar, Edebiyat Tarihi Araştırmaları Da
hil Tüm Yapıtlarını Şiir Gibi Titiz Bir İşçilikle Oluşturur", Milliyet Sanat, sa
yı 191, 2 Temmuz 1976, s. 12-13.
Ertop/ Konur, "A hm et Hamdi Tanpınar /. Romancı Kişiliği ve Geçm işle Hesap
laşm ası", Milliyet Sanat, sayı 4 0 ,1 5 Ocak 1982, s. 19-21.
Ertop, Konur, "Ölüm ünün 25. Yıldönümünde Tanpınar'm Bitmemiş Romanı:
Aydaki K adın", Milliyet Sanat, sayı 160, Ocak 1987, s. 27-29.
Ertop, Konur, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Milliyet Sanat, sayı 191, Temmuz 1976.
Ertop, Konur, "Sahnenin Dışında Kalamayan Yazar", Kitaplar, sayı 1, Nisan 1973.
Ertop, Konur, "Tanpınaı'ın Edebiyat Üzerine M akaleleı'i İçin", Varlık, sayı 743,1
Ağustos 1969, s. 10.
Ertuğrul, Kürşat, "Türkiye'de Batılılaşma-Modernleşme Sorunu Bağlammda
Ahm et H am di Tanpınar", Toplum ve Bilim, sayı 81, Yaz 1999, s. 194^202.
Eryürük, Adem, "Tanpınaı'm Pek de İnandırıcı Olmayan Hoş Bir Öyküsü: Yaz
Yağmuru", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-Bahar 2001, s. 80-85.
Esen, Nüket, [Sarah M om ent A tış'ın Semantic Structuring in the Modern Turkish
Short Story. An Analysis o f the The Dreams of Abdullah Efendi and Other Short
Stories by Ahmed Hamdi Tanpınar", Leiden 1983, IX, 205s, hakkında tanıtma
yazısı], Türk Dili, Haziran 1987, s. 376-377.
Esen, Nüket, "H uzur ve Kara Kitap'ta İstanbul'un Sem tleri", Varlık, sayı 1087,
N isan 1998, s. 26-28.
802 • T iin p ıı iiir Ü zeriiıe Yazılar
Eşitgin, Dinçer, "Tanpjnar'ın Mavi Maviydi Gökyüzü adlı Şiiri", Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, sayı 52-53, Haziran-Temmuz 2004, s. 35-36.
Eyuboğlu, Sabahattin, "H uzur", Yaprak, sayı 20, 15 Şubat 1950, s. 1.
Eyuboğlu, Sabahattin, "Tanpmar'da Zam an", Yeni Ufuklar, sayı 130, Mart 1963, s.
1-5.
Fedai, Celâl, "Yazarın Tamamlanmamış İlk Romanı Olarak 'M ahur B este'", Der
gâh, sayı 144, Şubat 2002, s. 10-19; Hece, (A. H. Tanpınar özel sayısı), geniş-
lehlmiş 2. b., Ağustos 2006, s. 126-132.
Feldman, VValter, "Ahm et Hamdi Tanpınaı^ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde
Zaman, Bellek ve Özyaşam Öyküsü", Kitap-hk, sayı 34, Güz 1998, s. 122-140.
Ferhad, Hüseyin, "Tanpm ai'ın Makalelerini O kurken", Yazko Edebiyat, sayı 23,
E y lü ll9 8 2 , s. 104-111.
Fethi Naci, "Eleştiri Günlüğü; Tanpmar'a Göre 1936'da Türk Rom anı", "Tanpı-
nar'a Göre M izah", Adam Sanat, sayı 114, Mayıs 1995, s. 18-19.
Fethi Naci, "H uzu r", Yeni Dergi, sayı 102, Mart 1973, s. 22-31; Edebiyat Yazıları, İs
tanbul 1976, s. 80-94; Yüz Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İs
tanbul 1981, s. 7 0 -8 1 .; 100 Yılda 100 Roman, İstanbul 1981, s. 70-81.
Fethi Naci, "M ahur Beste-I, II, Cumhuriyet Kitap, 13, 20 Nisan 2000, s. 3.
Fethi Naci, "M ektuplar'ın İşığında Tanpmat'ın Şairliği", Cumhuriyet Kitap, 6 N i
san 2000, s. 3.
Fethi Naci, "Sahnenin Dışındakiler", Yeni Dergi, sayı 110, Kasım 1973, s. 24-34;
Edebiyat Yazıları, İstanbul 1976, s. 95-109; 40 Yılda 40 Roman, İstanbul 1994, s.
85-100; Yüz Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1981, s.
151-164; 100 Yılda 100 Roman, İstanbul 1999, s. 256-266.
Fethi Naci, "Tanpm aı'm Şiir Dünyası", Hürriyet Gösteri, sayı 37, Aralık 1983;
Eleştiri Günlüğü, İstanbul 1986, s. 161-163.
Fırat, A. Hikmet, "Anılarla Tanpınar 11", Erguvan, (Samsun, 19 Mayıs Fen-Edebi-
yat. Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrencileri], yıl 2, sayı 3, Ka
sım 1997, s. 45-46.
Fuat, Memet, "Yahya Kemal", Yön, 27 Mart 1963.
G., R., "A hm et Hamdi Tanpınar", Tercüme, sayı 85, Ocak-Mart 1966, s. 93-95.
Geçer, İlhan, "Abdullah Efendinin Rüyaları, Yaz Yağmuru", Hisar, sayı 110(185)
Şubat 1973, s. 29-30.
Genç, Nihat, "M üm taz'la Hesaplaşırken", Doğuş Edebiyat, sayı 30, Temmuz 1985,
s. 23-30.
Giraud, Rene, "H om m age â Ahmet Hamdi Tanpınar", Orient, Trimestre 1963, s.
109-110.
A h m et Ham di Tnnpm ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 8 03
Göçgün, Önder, "A hm et Hamdi Tanpmar ve Beş Şehiı^de Erzurum ",TzM Edebi
yatı, sayı 119, Eylül 1983, s. 51-52.
Göçgün, Önder, "A hm et Hamdi Tanpmaı^ın Erzurumlu Tahsin H ikâyesi Üzeri
ne N otlar", Türk 'Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991, s. 567-581.
Gönen, Tuncer, "Dünden Bugüne Ahm et Hamdi Tanpm ar", Yordam, Yaz 1968.
Güler, Turgut, "A h m et H am di Tanpm ar", Türk Edebiyatı, sayı 13, O cak 1973,
s. 26.
Gülgönül, M ehmet, "Tanpınaı'm Dünyasmda Bursa Bursa'nm Dünyasında Tan
pm ar", Tanpmar'ın Dünyasında Bursa / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s.
55-79.
Gülmez, Bahadır, "Tanpınaı^ın Şiirle İlişkisi Bir Rüya H ali", A.H.Tanpmar Şiiri ve
2002 Bursa Şiilerleri, İstanbul 2003, s. 43-48.
Gümüş, Semih, "Sahnenin Dışındakiler", Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, İstan
bul 2003, s. 378-388.
Gümüş, Seval Şahin, "Tanpınaı^dan Yeni Ders N otları", Hürriyet Gösteri, sayı
270, M ayıs 2005, s. 86.
Günaydın, Yusuf Turan, "Tanpmar Bibliyografyasına Ek", Hece, (A. H. Tanpmar
özel sayısı), genişletilm iş 2. b.. Ağustos 2006, s. 341-367
Günday, Rifat, "Proust ve Tanpmaı^ın Zaman A lgısı", Toplumbilim (A. H. Tanpı-
nar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 125-151.
Gündüz, Olgun, "Türkiye'nin Batılılaşma Serüveninde Özgün Bir portre: Ahmet
Ham di Tanpm ar", Tezkire, sayı 11, Temmuz-ekim 2002, s. 108-121; Uludağ
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2002, sayı 3, s. 13-28.
Günvar, Ali, "Şiirde Yarım Kalm anın G örkem i", Şiir Atı, sayı 3, N isan 1987, s.
27-31.
Gürbilek, Nurdan, "Bitm eyen Çıraklık - Benjamin ile Tanpınaı'da Kayıp ve Kur
tarm a", Victoria R. Holbrook'a Armağan, İstanbul 2006, s. 183-232.
Gürbilek, Nurdan, "Kötü Çocuk Türk", Kötü Çocuk Türk, İstanbul 2001, s. 66-88.
Gürbilek, Nurdan, "Tanpma/da Görünm eyen", Defter, sayı 2, Haziran-Eylül
1988, s.‘ 97-105; Yer Değiştiren Gölge, İstanbul 1995, s. 11-23.
Gürbüz, Elif, "Rüyaların Kuytusunda M it", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-Bahar
2001, s. 86-89.
Gürbüz, Muammer, "A hm et Hamdi Tanpınaı^m Roman ve Hikâyelerinde Aydın
Tipi", Erciyes, sayı 200, Ağustos 1994, s. 51-53.
Gürel, Rahşan, "Tanpınaf'ın Klâsik Edebiyatımız Hakkmdaki Hüküm lerine Da
ir Bazı M ülâhazalar I-IIl", Dergâh, sayı 112-114, Haziran-Ağustos 1999, s. 15-
18,14-16,19-21.
804 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
Hızlan, Doğan, "Sönm üş Kibritin İzinde", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 21-50.
Hızlan, Doğan, "Tanpma/m Sönmüş Kibritleri" (Edebiyat Dersleri hakkında),
Hürriyet, 14 Ocak 2003.
Hilav, Selahattin, "Kuruntuya Dayanan Eleştirm e", Yeni Dergi, sayı 106, Temmuz
1973, s. 42-52; Edebiyat Yazılan, İstanbul 1993, s. 121-131.
Hilav, Selahattin, "Tanpmar Üzerine Notlar I-X", Yeni Ortam^ 31 Mart-9 Nisan
1973; Yeni Dergi, sayı 106, Temmuz 1973, s. 26-41; Edebiyat Yazıları, İstanbul
1993, s. 105-120.
Hisar, Abdülhak Şinasi, "Yaz Yağmuru", Türk Yurdu, sayı 249, Ekim 1955, s. 314-
315.
İlgaz, Ayşe Afet, "Tanpınar'la Bir Yaz", Nehir, sayı 13-14, Ekim-Kasım 1994, s. 84.
Irzık, Sibel, "Saatleri Ayarlama EnsHtüsü'nde Şehir ve Zam an", İstanbul, sayı 51,
Ekim 2004, s. 132-134.
İşık, Kenan, "Tanpmar H uzurlarm ızda" (Huzur romanını tiyatroya uyarlayıp
sahneleyen K.Işık ile söyleşi. Konuşan: Gülcan Tezcan-Sümeyra Yılmaz), Ye
ni Şafak, 16 Ekim 1997.
İşın, Ekrem, "A hm et Ham di Tanpmar ve M usiki", Sanat Olayı, sayı 9, Eylül 1981,
s. 64-68.
İşın, Ekrem, "H uzur D ersleri", Kitap-lık, sayı 82, Nisan 2005, s. 103-105.
İşın, Ekrem, "M üm taz; Çoksesli Bir Düşünce Repertuarı", Kitap-lık, sayı 83, M a
yıs 2005, s. 103-105.
İşın, Ekrem, "Tanpm ai'ın İstanbul'u Üzerine Düşünceler", Kitap-lık, sayı 69, Şu
bat 2004, s. 54-57.
Işın, Ekrem, "Vesika-lık: Osmanh İlmiye Sınıfının Romanı: M ahur Beste", Kitap
lık, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 113-123.
İbnülemin M. Kemal, "A hm et Hamdi Tanpmar", Son Asır Türk Şairleri, İstanbul
1942, s. 2145-2146.
İleri, Selim , "Alım et Hamdi Tanpmar", Sepya Mürekkebiyle Yazıldı, İstanbul 1997, s.
180-181.
İleri, Selim, "A ltın ve Erguvan M ozaik" (Tanpınaı'ın İstanbul'u), Cumhuriyet, 24
N isan 1988; İstanbul Ynlmzltğı, İstanbul 1989, s. 49.
İleri, Selim, "Benzeri Olmayan Bir Eser" (XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi üzerine).
Radikal Kitap, 13 Nisan 2007, s. 5.
İleri, Selim, "Gram afon İğnesi: Tanpınar'la Zam an", Cumhuriyet, 25 Ocak 1996.
İleri, Selim, "İstanbul'da Zaman: Sahnenin Dışındakiler", Yeni Dergi, sayı 104,
Mayıs 1973, s. 59-62.
806 • T a n p ıııa r Ü zerine Yazılar
İstanbul Bir Terkiptir (Tanpınaı'ın Doğumunun 100. Yılı İçin Düzenlenen Ser-
gi'nin Katalogu), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Daire Baş
kanlığı, Aralık 2001.
lyenn, Nuri, "H am di H oca", Yeditepe, sayı 56, Şubat 1962, s. 8.
İyem, Nuri, "Tanpınaı'a İlişkin Anılar; Doğu Kültürüyle Yetişm işti", Kitap-hk, sa
yı 40, Mart-Nisan 2000, s. 111-lV.
İyem, Nuri, "Tanpmar'ı A nış", Yeditepe, sayı 84, Nisan 1963, s. 9,14.
İyem, Nuri, "Tanpınar", Hür Vatan, 30 Ocak 1962; Tanpınar'dan Haşan Âli Yücei'e
Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 81-83.
İzer, Zeki Faik, "Türk Sanatmm Felsefesini Ancak Tanpınar Yazabilirdi", Tercü
man, 5 Nisan 1986.
K., Deniz Aklan, "Peki Sizin Aklınızda Ne Var Sayın Ramiz?: Tanpınar'ın İzinde
Bir Karşı-A ktanm Çözüm lem esi", Pasaj, sayı 4-5, Kasım 2007, s. 161-167.
Kabahasanoğlu, Vahap, "A hm et Hamdi Tanpınar'dan Abdullah Efendi'nin Rü
yaları (Bir Tahlil Denemesi) 1-11", Toker, sayı 7, 8, Nisan-M ayıs 1977, s. 16,14.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Evin Sahibi", Toker, sayı 9, Haziran 1977, s. 10.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Tanpınar'ın Aydaki Kadın Rom anı", Türk Edebiyatı, sa
yı 176, Haziran 1988, s. 36-37.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Tanpınar'ın Gül Şiirinde Sanat Estetiğinin Ortaya Çıkı
şı", Türk Edebiyatı, sayı 207, Ocak 1991, s. 29-30.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Yavaş Yavaş Aydınlanan", Türk Edebiyatı, sayı 101,
M art 1982, s. 17-19.
Kabaklı, Ahmet, "A hm et Hamdi Tanpınar", Türk Edebiyatı, cilt 111, 6.b., İstanbul
1985, s. 235-247.
Kabaklı, Ahmet, "Aydınlığı Kıt Gecem iz", Tercüman, 3 Şubat 1963.
Kabaklı, Ahmet, "Cum huriyetten Bu Yana Hikâye ve Roman (Ahmet Hamdi
Tanpınar), Türk Edebiyatı, sayı 6, 30 Haziran 1972, s. 24.
Kabaklı, Ahmet, "Tanpınar ve Şaheseri", Türk Edebiyatı, sayı 147, Ocak 1986, s.
4-9.
Kabaklı, Ahmet, "Tanpınar'ın Şiir Dünyası" Tercüman, 19 Ocak 1964.
Kabaklı, Ahmet, "Tılsım h Ebediyet", Tercüman, 26 Ocak 1962.
Kahraman, Âlim, "Ahm et Hamdi Tanpınaı'ın Eserlerinde Gemi M etaforu", Jour
nal ofTurkish Stadies /Türklük Bilgisi Araştırmaları II, (Orhan Okay Armağanı),
Harvard 2006, s. 95-105.
Kahraman, Âlim, "H atıraları Nasıl Okumah Ya Da Belleği Tanpma/a Bir Oyun
mu O ynuyor", Kaşgar, sayı 14, Mart 2000, s. 59-68.
A h m et Hamdi T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfabeK k) • 809
Kahraman, Âlim, "İk i Şair Türü", Mavera, sayı 100, Şubat 1986, s. 4-5.
Kahraman, Âlim, "Tanpmar Yaymcılığı Üzerine Bazı Dikkatler ve Tanpm af m
Bilinmeyen İki Yazısı", Kaşgar, sayı 29, Eylül-Ekim 2002, s. 70-85.
Kahraman, Âlim, "Tanpınaı'ın Denemeciliği Ü zerine", Hece (A. H. Tanpınar özel
sayısı), sayı 61, O cak 2002, s. 57-60..
Kahraman, Haşan Bülent, "İki Tutunamayan" (Tanpınar ve Oğuz Atay), Sabah,
22 Aralık 2007.'
Kahraman, Haşan Bülent, "Nâzım ve Tanpınar", Radikal, 31 Ocak 2002.
Kahraman, Haşan Bülent, "Tanpm afı Unutm ak", Radikal, 31 Ocak 1997.
Kahraman, Haşan Bülent, "Yitirilm iş Zamanın Ardında: Ahm et Hamdi Tanpı-
nar ve M uhafazakâr Modernliğin Estetik D üzlem i", Doğu-Batı, sayı 11, Ma-
yıs-Haziran-Temmuz 2000, s. 9-43.
Kahraman, M ehm et, "Ahm et Hamdi Tanpınar'ın Tarih G örüşü", Mavera, sayı
14-15, Şubat, M art 1978, s. 33-41, 63-71.
Kahraman, Mehmet, "Tanpınaf da Mücerret Tarih", Mavera, sayı 11, Ekim 1977,
s. 24-36.
Kahraman, Mehmet, "Tanpınaı'm Tarih Görüşü 1-IV", Mavera, sayı 1-4, Aralık
1976, Ocak, Şubat, M art 1977, s. 26-33; 32-36; 60-68; 37-40.
Kantarcıoğlu, Sevim, "Edebiyat Eleştirisinde Tanpınar ve Eliot", Hürriyet Göste
ri, sayı 24, Kasım 1982, s. 76-77.
Kantarcıoğlu, Sevim , "Hıozuı'da Aydın Tipi I, II", Milli Kültür, sayı 8-9, Ocak-Şu-
b a tl9 8 2 , s. 22-25,15-18.
Kantarcıoğlu, Sevim, "H uzur", Forum, sayı 153-154,15 Ocak-1 Şubat 1986, s. 33-
36, 36-39; Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, Ankara 1988, s. 111-138.
Kantarcıoğlu, Sevim, "T. S. Eliot ve Ahmet Hamdi Tanpınar"ın Edebiyat Üzerine
Düşünceleri I-Il", M illî Kültür, sayı 37-38, Aralık 1982- Şubat 1983, s. 42-48;
27-31.
Kaplan, M ehmet, [takdim yazısı], 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 3.b., İstanbul
1967, s. XIV-XV1.
Kaplan, M ehmet, "Abdullah Efendi'nin Rüyaları", Tasvir-i Efkâr, 18 İkinciteşrin
1943.
Kaplan, M ehm et, "A bdullah Efendi'nin Rüyaları", Türk Dili vc Edebiyatı Ansiklo
pedisi, cilt I, İstanbul 1977, s. 13-14.
Kaplan, M ehmet, "A dem Te H avva", Hikâye Tahlilleri, İstanbul 1979, s. 154-165.
Kaplan, M ehmet, "A hm et Hamdi Tanpınar Hakkında Birkaç Söz", [takdim ya
zısı] Yaz Yağmuru, İstanbul 1972, s. 7-11; Abdullah Efendi'nin Rüyaları, İstan
bul 1972, s. 7-11.
810 • T a n p ın a r Ü zerine Y;i 2 ilar
Kaplan, Mehm el, "Tanpınaı'm Şiir Sanatı Hakkında Birkaç Sö z", Bütün Şiirleri
[takdim yazısı], İstanbul 1976, s. 5-11/'Tanpınaı'm Şiir Sanalı Hakkında Bir
kaç Söz", Türk Edebiyah, sayı 195, Ocak 1990, s. 24-25.
Kaplan, Mehmet, "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Şadırvan, sayı 9, 27 Mayıs
1949, s. 6-7.
Kaplan, Mehmet, "Yaşarken Anlaşılmamış, Değeri Bilinmemiş Bir Yazar: Ahmet
Hamdi Tanpinar", Tercüman, 25 Ocak 1986.
Kaplan, M ehmet, "Yaz Yağm uru", İstanbul, sayı 11, Kasım 1955, s. 7-8.
Kaplan, M ehmet, "Yeni Türk Şiirinde Bursa", Türk Yurdu, sayı 249, Ekim 1955, s.
245-249.
Kaplan, Sefa, "Tanpinar ve M usiki", Tercüman, 26 Ocak 1986.
Kaplan, Sefa, "Yahya Kemal ve Tanpinar Oryantalist m iydi?". Adam Sanat, sayı
217, Şubat 2004, s. 36-41.
Kaplan, Sefa, "B ir Rüyadan Arta Kalan: Aydaki K adın", Söz, 8 Aralık 1987.
Kaplan, Sefa, "Tanpınaı'm Menderes Ö fkesi", Hürriyet, 1 Mart 2002.
Karaalioğlu, Seyit Kemal, "H uzur", Türk Romanları, İstanbul 1983, s. 261-276.
Karadeniz, Abdurrahim , "H uzuı'un Saz Parçaları I-II", Hece, sayı 7-8, Temmuz-
Ağustos 1997, s. 54-57; 50-52.
Karadeniz, Abdurrahim, "M ektuplarındaki Tanpinar: O Kadar Az Kendimiz
Oluyoruz ki!". Hece (A. H. Tanpinar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 61-69.
Karakan, A. "Şiir Telâkkisi ve Şiirleri", Gençlik, sayı 2 7 ,1 6 Temmuz 1938.
Kaya, İ. Güven, "Tanpinar Öykücülüğüne Eleştirel Bir Bakış", Üçüncü Öyküler,
sayı 11, Kış-Bahar 2001, s. 61-67.
Kayaalp, Levent, "İm kânsız Babalık" [Mahur Beste ve Saatleri Ayarlama Ensti
tüsü etrafında bir okuma]. Virgül, sayı 74, Haziran 2004, s. 18-24.
Kazıcı, M ustafa H., "Tanpinar Şiiri ve Estetik A çılım ları", Sedir, sayı 4, Mayıs
2002, s. 8-11.
Keçeci, Uğur, "Tanpmar'ı Anlama Çabalarına İddialı Bir Katkı: H BK!", Birikim
ler, sayı 6, Ekim -Kasım 2000, s. 119-123.
Kefeli, Emel, "A hm et Hamdi Tanpınaı'm Şiirlerinde Renklerin Dili: Beyaz ve
M avi", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpinar, (Haz. S. Uğurcan),
İstanbul 2003, s. 57-60.
Kefeli, Emel, "Tanpınaı'm Hayal Dünyasında Yaşadığı Coğrafya'nın İzleri", Top
lumbilim (A. H. Tanpinar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 103-106.
Kerman, Zeynep, "A hm et Hamdi Tanpınaı'da Resim ve Musiki: Tvlâhur Sula
rında Tutuşan G em i'", Türk Edebiyatı, sayı 394, Ağustos 2006, s. 34-38.
812 • T an p in ar Üzerine Yazılar
Korkut, Ece, "Tanpm aı'ın Şiir Dili ve Evreni", A.H.Tanpmar Şiiri ve 2002 Bursa Şi
irleri, İstanbul 2003, s. 49-60.
Koksal, Ahmet, "Tanpmar'da Zam an", Vatan, 25 Haziran 1961.
Köroğlu, Erol, "A hm et Hamdi Tanpmar ve İstanbul", Varlık, sayı 1087, Nisan
1998, s. 29-32.'
Köroğlu, Erol, "A hm et Ham di Tanpmar'm Zaman A nlayışı", Cogito, sayı 11,
1997, s. 201-222.
Köroğlu, Erol, "H ayata Çok Yaldızlı Bir M azi Aynasından Bakmak; Sahnenin Dı-
şındakileı'de Bugünü Yaşamanın İm kânsızlığı", Doğumunun 100. Yılında
Ahmet Hamdi Tanpmar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 89-100.
Köroğlu, Erol, "Tanpmaı'a Göre Ahmet Midhat; Esere Hayattan Girmek yahut
Eseri Hayatla Yargılamak", Merhaba Ey Muharrir - Ahmet Midhat Üzerine Eleş
tirel Yazılar, (Haz.: Nüket Esen - Erol Köroğlu), İstanbul 2006, s. 329 - 337.
Körükçü, Mehmet, "Beş Şehir", Varlık, sayı 329, Kasım 1947, s. 20.
Körükçü, Muhtar, "A hm et Hamdi Tanpınaı'm Son Romanı: Hiazur", Varlık, sayı
373, Ağustos 1951, s. 11-12.
Kum, Burhan, "D önüp Resmi Okumak- Doğumunun 100. Yılında Ahm et Ham
di Tanpmar'm An'ısına", Türkiye'de Sanat, Mart-Nisan 2001, sayı 48, s. 20-25.
Kumsar, İsmail Alper, "Zam an Eksenli Medeniyet Buhranı ve İroni / Saatleri
Ayarlama Enstitüsü ve Tanpmar", Kırklar, sayı 10, Ocak-Şubat 2005, s. 29-39.
, Kurdakul, Şükran, "A hm et Hamdi Tanpınaı'm Öykü ve Rom anları", Toplum ve
Bilim, sayı 4, M art 1978, s. 63-71.
Kurdakul, Şükran, "14. Ölüm Yıldönümünde Ahm et Hamdi Tanpm ar", Milliyet
Sanat^ sayı 169, 30 Ocak 1976, s. 30.
Kurdakul, Şükran, "A hm et Hamdi Tanpmar'm Şiiri", Cumhuriyet, 24 Ocak 1976.
Kurdakul, Şükran, "A hm et Hamdi Tanpmar'm Şiiri", Çağdaş Eleştiri, sayı 8,
Ekim 1982, s. 38-41.
Kurdakul, Şükran, "Şair Ahmet H am di", Yelken, sayı 60 Şubat 1962, s. 3.
Kurnaz, Cemal, "Tanpmar ve Türküler", Millî Kültür, sayı 44, M art 1984, s. 44-
47; Türküden Gazele, Ankara 1997, s. 11-21.
Kurt, Mustafa, "Muhatabını Arayan Bir Mektup", Hece, sayı 52, Nisan 2001, s. 33-36.
Kurt, Mustafa, "Tan/punar Şürleı^'in İzinde", Hece, sayı 50, Şubat 2001, s. 31-41.
Kurtuluş, Hakkı, "Tanpm aı'a M ektup", Kitap-lık, sayı 84, Haziran 2005, s. 10-11.
Kurukafa, Vedat, "M ahur Beste Üzerine Bir İnceleme ve Çözüm leme Deneme
si", Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Malatya 2001, sayı 4, s. 133-144.
Kutlu, M ustafa, "Cum huriyet Aydınlarının H uzursuzluğu", [Huzur'un sahne
lenmesi üzerine]. Yeni Şafak, 23 Ekim 1997.
814 • T iin p ın ar Üzerine Yazıhır
Kutlu, Mustafa, "H uzur", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt IV, İstanbul
1981, s. 280-281.
Kutlu, Mustafa, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Hisar, sayı 175, Temmuz 1978, s.
11-14.
Kutlu, Mustafa, "Tanpmaı'm Yalan Dünyası", Yönelişler, sayı 22, Nisan 1983, s.
1-7; Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 2.b., İstanbul 1987, s. 332-339.
Kutlu, Mustafa, "Türküler ve Şiirim iz", Yeni Şafak, 25 Ocnk 1995.
Kuyaş, Nilüfer, "H uzursuz Miras: Suat'ın M ektubu", Entelektüel fE'nin ilâvesi),
sayı 35, Şubat 2002, s. 35-36; Başka Hayatlar, İstanbul 2003; Hece, (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), genişletilmiş 2.b., Ağustos 2006, s. 63-66.
Kuyaş, Nilüfer, "Tanpına/ın Huzur Romanı 50 Yaşında - Huzursuz M iras", Mag
(NTV Dergisi), Şubat 2000,118-120.
Kütükçü, Tamer, "Kim likleri Ayarlama Enstitüsü", Bâbtali Kültür Dergisi, Ocak
2001, s. 76.
Külükçü, Tamer, "Tanpınar, Moderni te ve M ekân", Tiirk Edebiyatı, sayı 339, Ocak
2002, s. 22-24.
Kütükçü, Tamer, "Tanpınaf ın bir Hikâyesinde Mekânm ve Mekânsal Unsurla
rın Kültürel Dolayım ı", Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İs
tanbul 2006, s. 183-192.
Kütükçü, Tamer, "Tanpınar'm Yaz Yağmuru Hikâyesinde M ekânın Kurgulanı-
şı", Türk Dili, sayı 597, Eylül 2001, s. 277-283.
Lekesiz, Ömer, "B ir Yol", Hece, sayı 2, Şubat 1997, s. 34-29; Türk Edebiyatında Chj-
kii-2, İstanbul 1998, s. 145-178.
Lekesiz, Ömer, "Tanpınar Nereden ve Nasıl Bakar?", Hece (A. H. Tanpınar özel
sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 75-83.
Mercanhgil, Muharrem, "Ahm et Hamdi Tanpınar Bibliyografyası", Yeni Yayın
lar, sayı 5, M ayıs 1967, s. 97.
Mignon, Laurent, "Tanpınar Kadar Yenilikçi O lm ak", Varlık, sayı 1197, Haziran
2007, s. 24-25.
Miskioğlu, Ahmet, "Ahm et Hamdi Tanpınar Ü stüne", Türk Dili Dergisi, sayı 76,
Ocak 2000, s. 1-4.
Miyasoğlu, M ustafa, "Üç Büyük Romancı" (Safa, Tanpınar, Buğra), Türk Edebi
yatı, sayı 298, Ağustos 1998, s. 15-16; Berceste, sayı 19, Ocak 2004.
Moran, Berna, "Bir Huzursuzluğun Romanı; Huzur", Birikim, sayı 46-47, Aralık
1978-Ocak 1979, s. 111-122; Tiirk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul 1983,
s. 227-251.
Moran, Berna, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'’, Birikim, sayı 37, M art 1978.
A h m et Hamdi Tunpm nr Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 815
Okay, Orhan, "Ölüm ünün 25. Yılında Ahmet Hamdi Tanpmar: Hayatın Batısın
dan Şiirin Doğusuna", Zaman, 26 Ocak 1987; Sanat ve Edebiyat Yazdan, İstan
bul 1990, s. 214-218; Edebiyat ve Kültür Dünyamızdan, Ankara 1991, s. 192-199.
Okay, Orhan, "Politika Batağmda Derbeder Bir Şair: Ahmet Hamdi Tanpmar",
Hece, sayı 90-92, H aziran-Ağustos 2004, s. 497-505.
Okay, Orhan, "Şiirler, Romanlar veA kadem ik Yorgunluklar Arasında On Doku
zuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı),
sayı 20, İstanbul 2006, s. 13-20.
Okay, Orhan, "Tanpmar, Ahm et H am di", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt
VIII, İstanbul 1998, s. 225-232.
Okay, Orhan, "Tanpına/dan Acı Bir İroni: Acıbadem 'deki K öşk", Yedi İklim, sayı
1, Nisan 1992, s. 8-10.
Okay, Orhan, "Tanpınar'ı Yetiştiren Sosyo-Kültürel Ç evre", Kaşgar, sayı 24, Ka-
sım-Arahk 2001, s. 21-30.
Okay, Orhan, "Tanpına/ın Hikâyeleri Üzerine N otlar", Hece, (Türk Öykücülüğü
Özel Sayısı), sayı 46-47, Ekim-Kasım 2000, s. 176-181.
Okay, Orhan, "Tanpmar'ın Rüyalar Dünyası", Kaşgar, Ocak-Şubat 2002, sayı 25,
s. 29-35; Doğumunun 100. Yılında Ahmet Haindi Tanpmar, (Haz. S. Uğurcan),
İstanbul 2003, s. 101-106.
Okay, Orhan, "Türk Süslem e Sanatları Karşısında Tanpmar", Kaşgar, sayı 33,
M ayıs-Haziran 2003, s. 94-98.
Oker, CeliI, "Ölüm ünün Ondördüncü Yılında Ahmet Hamdi Tanpmar'ı Kimden
Sorm ah", Politika, 25 Ocak 1976.
Oktay, Ahmet, "Özel Olarak Tanpına/da, Genel Olarak Karşı-Yazın'da Üslup
Sorunu Ü zerine", Yazı, sayı 4-5,1979, s. 4-5; Bir Arayışın Yazıları, Bir Yazının
Arayışları, İstanbul 1981, s. 21-50.
Oktay, Ahm et, "Tanpmar Üzerine", Milliyet, 17 Şubat 1987.
Oktay, Ahmet, "Tanpmar, Ahm et H am di", Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
(1923-1950), Ankara 1993, s. 1247-1266.
Oktay, Ahmet, "Tanpmar: Bir Tereddüdün A dam ı", Defter, sayı 23, Bahar 1995,
s. 49-61.
Okur, Enver, "M ektuplarda Yaşayan Tanpmar", Dergâh, sayı 139, Eylül 2001, s.
14-18.
Okuyucu, Cihan, "Tanpm aı'm Klasik Türk Edebiyatı H akkm daki Görüşleri",
Berceste, sayı 38, Ağustos 2005, s. 10-15.
Onaran, Mustafa Şerif, "Eleştirel Deneme Neye Yarar?" {XIX. Asır Türk Edebiya
tı Tarihi üzerine. Varlık, sayı 1195, Nisan 2007, s. 44-47.
A h m et Hamdi T an p m ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfab e tik ) • 8 1 7
Özçelik, Mustafa, "Ölüm ünün 25. Yıldönümünde Ahmet Hamdi Tanpmar", İlim
ve Sanat, sayı T2, Mart-Nisan 1987, s. 78-80.
ÖzçGİik, Mustafa, "Tanpınaı^ın Gözüyle M evlâna", Berceste, sayı 66, Aralık 2007,
s. 32-34.
Özçelik, Mustafa, "Terkip Fikri Açısından H uzur", Yönelişler, sayı 26, Kasım
1983, s. 18-22.
Özdemir, Yaşar Bedri, "Konuşan Mekânlar, Susturulamayan D üşler", Tanpı-
nar'm Dünyasında Bursa /Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 197-215.
Özdenören, Alaeddin, "A hm et Hamdi Tanpmar", Mavera, sayı 1, Aralık 1976, s.
24-25.
Özen, Saadet, "Bir 'Kahram an'm Gerçek Ö yküsü", Vatan Kitap, sayı 14,11 Mayıs
2005, s. 14-15.
Özen, Saadet, "İşte Tanpınaı^a 'H uzuı' Veren N uran", Vatan/Kitap, 1 M ayıs 2005,
s. 14-15.
Özer, Sevinç, "A. Hamdi Tanpmar: Sahnenin Dışındakiler", Batı Edebiyatları
Araştırma Dergisi, sayı 5-6, Aralık 1981, s. 71-78.
Özgen, Mutlu, "Bursa'da Zam an", Tabiat ve İnsan, sayı 37, Eylül 2003, s. 33-37.
Özgül, M. Kayahan, "Atlantisten Gelen Adam ", Kaşgar, sayı 33, Mayıs-Haziran
2003, s. 68-87.
Özgül, M. Kayahan, "Edib Tanpına/dan Edebiyat Tarihçisi Tanpınaı^a", Hece,
(A. H. Tanpmar özel sayısı), genişletilmiş 2. b.. Ağustos 2006, s. 99-114.
Özgül, M. Kayahan, "Neredesin Tanpmar?", Irmak, sayı 1, Haziran 1998, s. 6-14;
Ludingirra, sayı 6, Bahar 1998, s. 75-83.
Özgüven, Fatih, "Ahm et Hamdi Tanpmar^da Erkekler ve Kadınlar... Sahnenin
Ü zerinde", Cumhuriyet Kitap, sayı 4 7 ,1 0 Ocak 1991, s. 6-7.
Özgüven, Fatih, "N uran'ın Dönüşü", Radikal İki, 17 Eylül 2000; Yeryüzünden Not
lar. İstanbul 2001, s. 42-45.
Özgüven, Fatih, "Tanpınaı'a Bir 'Bakış'", Radikal İki, 6 ö c a k 2002.
Özkırımlı, Atilla, "Olağanüstü Bir Öğretici, Şair, Hikayeci ve Rom ancı", Cumhu
riyet, 24 Ocak 1976; O Güzel İnsanlar, İstanbul 1998, s. 52-57.
Özsezgin, Kaya, "Tanpınaı'ın Mektuplarında Resim ve H eykel", Milliyet Sanat,
sayı 135, Haziran 1975.
Öztaş, s. Cahit, "Tanpmar ve Rüya", Erguvan, sayı 5 ,1 9 8 5 , s. 25-26.
Öztop, Şener, "Sanatı Rüya Üzerine Görselleştiren Tanpm ar", Artist-Modern, sa
yı 6/79, s. 86-87.
Öztürk, Haşan "Tanpmar İçin Yazılanlar", Dergâh, sayı 87, M ayıs 1997, s. 20-22.
A h m ec Hamdi T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 819
Öztürk, Haşan, "A hm et Hamdi Tanpınar Nasıl Yazar/dı?", Ada, Yaz 2005, s.
103.105.
Öztürk, Haşan, "Aydaki Kadın Romanında Yazarlar", Dergâh, sayı 195, Mayıs
2006, s. 6, 22.
Öztürk, Haşan, "Doğum unun 85. Yılında Ahmet Ham di Tanpınar", Yeni Forum,
sayı 164, Temmuz 1986, s. 33-36.
Öztürk, Haşan, "Gündem deki Tanpınar ve Felsefesiz Edebiyatı", Polemik, sayı
58, Ocak-Şubat 1994, s. 8-9.
Öztürk, Haşan, "Kendim izi Bilmekle Başlayan Yazar", Radikal İki, 7 Ocak 2007.
Öztürk, Haşan, "M ahur Beste'de İnsanların Dünyası", Türk Edebiyatı, sayı 195,
Ocak 1990, s. 26-28.
Öztürk, Haşan, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Yazarları", Dergâh, sayı 208,
Haziran 2007, s. 18.
Öztürk, Haşan, "Sahnenin Dışındakiler Romanında Yazarlar", Dergâh, sayı 188,
Ekim 2005, s. 5-6.
Öztürk, Haşan, "Sanatkâr Tanpınar", Türk Edebiyatı, sayı 159, Ocak 1987, s. 61-63.
Özlürk, Haşan, "Sükût Suikastma Kurban Giden Adam: Tanpınar", Yeni Şafak,
22 Haziran 1995.
Öztürk, Haşan, "Tanpınar Yaşadığı Gibidir", Dergâh, sayı 58, Aralık 1994, s. 8 ,9 .
Öztürk, Kâmil, "Tanpınaı'a Göre Yahya Kem al", Diriliş, sayı 3, Mayıs-Haziran
1966, s. 29-32.
Öztürk, Serdar, "Tanpınar'ın Oyun Dünyaları: Sinem a-Enstitü-Kıraathane", Top
lum ve Bilim, sayı 106, 2006, s. 155-173.
Öztürk, Veysel, "Tanpınar'da Sanatın M eşrulaşm ası", Parşömen, sayı 1, Kış 2006,
s. 1-22.
Öztürkmen, Ömer, "Tanıdığım Şairler-3: Rüya Şairi ve Şiirin Rüyası Bir Dev: Ah
m et Hamdi Tanpınar", Orta Doğu, 5 Ağustos 1975.
Özyalçıner, Adnan, "Huzur'un H uzursuzluğu", Yeni a, sayı 13, Nisan 1973, s. 3.
Pamuk, Orhan, "A hm et Hamdi Tanpınar ve Türk M odernizm i", Defter, sayı 23,
Bahar 1995, s. 31-45.
Pamuk, Orhan, "A hm et Hamdi Tanpınaı'ın Bitmemiş Romanı Aydaki Kadın-İki
Dünya Arasında Kararsız", Cumhuriyet, 12 Kasım 1987; Öteki Renkler, İstan
bul 1999, s. 168-171.
Pamuk, Orhan, "Şiirde Aradı, Romanda Buldu", Cumhuriyet, 23 Ocak 1992, Öte
ki Renkler, İstanbul 1999, s. 166-168.
Parla, Jale, "Taksim Kabul Etmiş Zamanın Aynası Roman: M ahur Beste", Don Ki-
şot'tnn Bugüne Roman, İstanbul 2000, s. 282-305.
8 2 0 • Tnn pın ar Ü zerine Yazılar
Sertkaya, Osman F. "A hm et Hamdi Tanpmaı^ı A narken", Hisar, sayı 68, Ağustos
1969, s. 14-15.
Sevindi, Nevval, "B ir Zarif Selamdır Şehrin Kelâm ı" [Tanpmaı'ın mektuplarm-
da Paris] Zaman-Turkmz, 2 Şubat 2003.
Şeyda, Mehmet, "Tanpm aı'm İki Yazısı", Yeni Ufuklar, sayı 246, M art 1974, s. 22-
26.
Seyfettinoğlu, M. Budak, "Şiir Sohbeti", Sanat Dünyası, sayı 243, M art 1968, s. 7.
Sınar, Alev, "A hm et Hamdi Tanpınar ve Bursa", Kültür ve Sanat, sayı 35, Eylül
1997, s. 10-14; Türk Dili, sayı 566, Şubat 1999, s. 115-125.
Sınar, Alev, "Tanpm aı'ın Romanlarında Musiki Temi", Doğu Akdeniz, sayı 1, Ga
zi M ağusa 1998, s. 107-124.
Siaves, B. De, "A hm et Hamdi Tanpınar (Nos Grands-Ecrivains)", Le Journal
d'Orient, İstanbul, 19-21 Kasım 1961.
Siyavuşgil, Sabri Esat, "H a m d i'p de Kaybettik", Tercüman, 25 Ocak 1962.
Siyavuşgil, Sabri Esat, "Yıllarm Tek Eseri", Yeni Sabah, 11 M art 1963.
Soysal, Rengin, "Ahm et Hamdi Tanpmaı^ın Kendine Rastladığı A n ", K, sayı 27,
Nisan 2007.
Su, Hüseyin, "Rüya Gören Ö yküler", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61,
Ocak 2002, s. 24-38.
Sımat, Halûk, "Tanpınaı^ın Yazmsal Metni, Müzik ve Tsikanalitik Duyarlıkh Ba
k ış'", Varlık, sayı 1160, Mayıs 2004, s. 68-72.
Süreya, Cem al (Hüseyin Karayazı adıyla), "Tanpınar", Su, sayı 14,15 M art 1962,
s. 4-5; Toplu Yazılar 1, İstanbul 2000, s. 284-285.
Süreya, Cemal, "Tanpm aı'm Şiiri", Politika, 24 Ocak 1976; Uzat Saçlarını Frigya,
İstanbul 1992, s. 214-215.
Şahin, İbrahim, "H uzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir
D enem e", Türk Yurdu, sayı 105(451), M ayıs 1996, s. 19-29.
Şahin, Mehmet, "Tanpınaı'm Rom ancılığı", Milîi Kültür, sayı 43, Aralık 1983, s.
52-55.
Şahin, M ukaddes, "Kupürlere Yansıyan Tanpmar, Kitap-hk, sayı 107, Temmuz-
Ağustos 2007,5.11-14.
Şahin, Seval, "B ir Oyun Kurumu: Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Toplumbilim (A.
H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 199-227.
Şahin, Seval, "Varlık ile Yokluk Arasmda Bir Oyun; Abdullah Efendi'nin Rüya
ları", Eşik Cini, sayı 9, Mayıs-Haziran 2007, s. 35-47.
Şevket, Hıfzı (Rado), "Aydınlık ve Karanlık", Varlık, sayı 36 ,1 İkincikântm 1935,
s. 16-18.
822 • T iin p ın ar Ü zerine Yazılar
Tekşen, Adnan, "Rom ancı Tanpmar Neyin Peşindeydi", Yönelişler, sayı 4, Tem-
m\ız 1981, s. 19-26.
Temo, Selim, "Tanpmar Şiirinde Aşkın H alleri", Varlık, sayı 1199, Ağustos 2007,
s. 34-38.
Tetik, Ahmet, "A . H. Tanpm aı'm Askerliği ve M illetvekilliğine Ait Belgeler", Ki-
tap-hk, sayı 81, M art 2005, s. 60-65.
Tevfikoğlu, Muhtar, "A hm et Hamdi Tanpınaı'dan Düşünceler, Görüşler, Özde
yişler" (Şerif O ktürk'ün kitabı üzerine), Türk Kültürü, sayı 205, Kasım 1979,
s. 59-62.
Tietze, A., "XIX. A sır Türk Edebiyatı Tarihi", Oriens, cilt X, sayı 2,1957.
Tilgen, Nurullah, "A hm et Hamdi Tanpm ar", Sanat Dünyası, sayı 143, 1 Şubat
1962, s. 3.
Timur, Taner, "A hm et Hamdi Tanpmar: Eski Değerler-Yeni İnsan", Osmanlı Türk
Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İstanbul, 1991, s. 311-329.
Timuroğlu, Senem, "Tanpınaı'ın Şahsî Miti: Rüya", Varlık, sayı 1124, Haziran
2003, s. 58-59.
Tirali, Naim, "E ser ve Evlât", Vatan, 29 Ocak 1962.
Tolluoğlu, M eral, "A hm et H am di Tanpm aı'ı Evlendirm ek İstiyorlar", "Tanpı-
n aı'la Babam D arılıyorlar", Babam NuruIIak Ataç, İstanbul 1980, s. 55-57,
65-68.
Tolunay, İsmail, "İstanbul'u Nasıl Anattılar" (M.A. Ersoy, A.H.Tanpınar; N.F.Kı-
sakürek). Kitap Haber, sayı 29, Haziran-Temmuz 2006, s. 16-19.
Tosun, N ecip, "Yaralı Bilinç'te Müzik, Zaman ve Rüya Estetiği /Ahmet Hamdi
Tanpmar Ö ykücülüğü", Hece Öykü, sayı 10, Ekim 2006.
Tökel, Dursun Ali, "Tanpm ai'ın Bizim Hikâyemizi Arayışı ve Bu Arayışta Hüse
yin Su'nun Yeri", Kafdağt, sayı 27, 2004, s. 12-16.
Töre, Enver, "Tanpm aı'ın Aktüel Bir Hikâyesi: Teslim ", Türk Edebiyatı, sayı 168,
Şubat 1996, s. 53-55.
Törenek, M ehm et, "B eş Şehir Etrafında", Dergâh, sayı 152, Ekim 2002, s. 16-18.
Törenek, Mehmet, "Füsun ve Tesadüf: Tanpınar'ın Şiir Üzerine G örüşleri", Der
gâh, sayı 60, Şubat 1995, s. 10-11,17.
Törenek, M ehmet, "Rom an ve İnsan", Kalem ve Onur, sayı 8, Yaz 1995, s. 44-47.
Tuna, Taşkın, "Evvel Zam an D ışında", [Ne İçindeyim Zam anın şiiri için bir yo
rumlama denemesi], (Nuriye Akman'Ia röportaj), SabahlPazaı eki, 16 Tem
muz 2000.
Tuncer, Ham di Can, "M üm taz Hiç İyi Değil: H uzuı'da Huzursuzluğun Neden
leri", Kuram, sayı 14, M ayıs 1997, s. 45-49.
824 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
Tuncer, Hüseyin, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı, cilt
I, İzmir 1996, s. 197-209.
Tuncer, Salahaddin, "Abdullah Efehdi'nin Rüyaları", îstanbıd, sayı 4, 15 İkinci-
kânun 1944, s. 12-13.
Tuncor, Ferit Ragıb, "Tanpınar, Ahmet Hamdi (1901-1962), Yeni Defne, sayı 49,
Eylül 1985, s. 5-7.
Tunç, Ayfer (Konuşan:), "Vesika-hk: Tanpınaı'ın Bir Kelimesini Bile Feda Etme
mek Lâzım", (Birol Emil ve Turan Alptekin'le konuşma), Kitap-hk, sayı 40,
Mart-Nisan 2000, s. 123-129.
Tural, Sadık Kemal, "Huzur Üzerine", Hisar, sayı 133(208), Ocak 1975, s. 20-21.
Turan, Gün, "Edebiyat Takvimi", Türk Edebiyatı, sayı 51, Ocak 1978, s. 30.
Tümer, Gürhan, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mimarlık", Arredamento Mimarlık,
Ocak 2005, s. 89-95.
Türinay, Necmettin, "Ahmet Hamdi Tanpınar: 1932 Öncesi ve Sonrası", Hece (A.
H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 84-90.
Türinay, Necmettin, "Beş Şehir", Hisar, sayı 156 (231), Aralık 1976, s. 29.
Türk, Bahadır, "Doğu Bahçelerinde Batüı Bir Bakışın Huzur(suzluk)u: A. H. Tan-
pınar ve Türk Muhafazakârlığı", Lzfera/ Düşünce, sayı 34, Bahar 2004, s. 59-65.
Türkeş, A. Ömer, "Modern Muhafazakâr; Ahmet Hamdi Tanpınar", BirGün/Ki-
tap, sayı 31, 25 Ocak 2007, s. 6-7.
Tüysüzoğlu, Fatma - Bektaş, Tolga, "Ferahfeza Mûcuzesi: 'Huzur" ", Kitap-hk,
sayı 63, Temmuz-Ağustos 2003, s. 103-111.
Uç, Himmet, "Hep O Şarkı ve Mahur Beste Arasında Bir Mukayese", Îlınî Araş
tırmalar 13, Aralık 2002, s. 183-190.
Uç, Himmet, "Tanpınar ve Kış Bahçesi", Yedi İklim, sayı 159-161, Haziran-Ağus-
tos 2003, s. 47-50.
Uçan, Hilmi, "Entelektüelin Kimliği, İşlevi ve Bir Entelektüel Olarak Tanpınar",
Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), genişletilmiş 2. b.. Ağustos 2006, s. 17.
Uçkan, Ayşe, "Unutulmayan Kitaplar: Huzur", Kitap Haber, sayı 28, Nisan-Ma-
yıs 2006, s. 90-93.
Uçman, Abdullah, (Bir Gül Bu Karanlıklarda kitabı hakkında Alper Çeker ile ko
nuşma), Varlık, sayı 1136, Mayıs 2002, s. 10-11.
Uçman, Abdullah, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Kültürü", Dergâh, sayı 32,
Ekim 1992, s. 8-10.
Uçman, Abdullah, "Değişen Değerler karşısında Ahmet Hamdi Tanpınar", Tür
kiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Yeni Türk Edebiyatı Tarihi I, sayı 7, 2006, s.
479-509.
A h m e t Hamdi T a n p ın ar Ü zerine Ynzılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 8 25
Ural, Orhan, "Tanpınaı^a Göre Türk Romanı", Hürriyet Gösteri, sayı 49, Aralık
1984, s. 28-29, 81.
Ural, Orhan, "Tanpınar'm Edebiyatımıza Bakışı", Hürrhjet Gösteri, Eylül 1984, sa
yı 46, s. 24-25.
Ural, Orhan, "Yalnızlığı Değil, İnzivayı Seven Tanpınar", Hürriyet Gösteri, sayı
13, Aralık 1981, s. 15.
Urgan, Mîna, "Tanpınaı'a İlişkin Anılar; 'Kadın Dırdın Dinlememek İçin Bekâr
Kaldım' ", Kitap-hk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. Vll-VlII.
Uyguner, Muzaffer, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Mektupları", Türk Dili, sayı 285,
Haziran 1975, s. 480-481.
Uyguner, Muzaffer, "Beş Şehir", Halkevi, sayı 33, Temmuz 1969, s. 20-21.
Uyguner, Muzaffer, "Edebiyat Üzerine Makaleler", Hisar, sayı 74, Şubat 1970, s.
30-32.
Uyguner, Muzaffer, "Mahur Beste", Türk Dili, sayı 287, Ağustos 1975, s. 464-465.
Uyguner, Muzaffer, "Tanpınar'm Şiirleri", Yeditepe, sayı 42, Haziran 1961, s. 5.
Uysal, s. Sami, "Şair-Hoca: Ahmet Hamdi Tanpınar", Varhk, sayı 868, Ocak 1980,
s. 15-17.
Üzer, Suat, "Yaz Yağmuru-Abdürrezak Efendi", Türk Sanatı, sayı 46, Nisan 1956,
s. 10-11.
Ülken, Hilmi Ziya, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Vatan, 9 Şubat 1961.
Ülken, Hilmi Ziya, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Vatan, 9 Şubat 1962; Tanpı-
nar'dan Haşan Âli Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul
1997, s. 92-94.
Ülken, Hilmi Ziya, "Düşünür Bir Şairin Edebiyat Tarihi: 19. Asır Türk Edebiya
tı Tarihi", Yeni İnsan, sayı 66, Haziran 1968, s. 5-7.
Ülken, Hilmi Ziya, "Güneş Altında", Ankara, sayı 13, 1 Eylül 1945.
Ünalın, Nevin, "Paris-İstanbul Hattında Mektupları, Anıları, Sanatıyla Ahmet
Hamdi Tanpınar", Türkiye Turingve Otomobil Kurumu Bülteni, Eylül 1960; İş,
Türkiye İş Bankası dergisi. Ocak 1994, s. 34-36.
Ünlü, Mahir-Özcan, Ömer, "Ahmet Hamdi Tanpınar", 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı,
cilt 2, İstanbul 1988, s. 149-166.
Ürgüp, Fikret, "Şair", Yeditepe, sayı 43, Temmuz 1961, s. 4.
Ürgüp, Fikret, "Tanpınar'da Abes Duygusu", Yeditepe, sayı 79, Ocak 1963, s. 15.
Ürgüp, Fikret, "Tanpınar'ı Anış", Yeditepe, sayı 9, Şubat 1964, s. 11.
Ürgüp, Fikret, "Tanpınar'm Bir Sözü", Yeditepe, sayı 63,16-31 Mayıs 1962, s. 15.
Ürgüp, Fikret, Tanpınar'm Ölümü", Yeditepe, sayı 60,1-15 Nisan 1962, s. 14-15.
A h m et Haindi T a n p ın a r Ü zerine Y arılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 8 2 7
Yavuz, Hilmi, "Tanpınar'ın Estetiği", Yeni a, sayı 15, Haziran 1973, s. 1,5; "Ahmet
Hamdi Tanpınar'm Estetiği"adıyla. Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul 1975, s.
56-61; "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Estetiği Üzerine"adıyla, Kültür Üzerine,
İstanbul 1987, s. 54-60.
Yavuz, Hilmi, "Tanpınar'ın Solculuğu Efsanesi I", [S. Hilâv'a cevap], Yeni a, sayı
14, Mayıs 1973, s. 1,10-11; "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksizm 1-11" adıy
la, Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul 1975, s. 36-55; Kültür Üzerine, İstanbul
1987, s. 32-48.
Yazan, Ümit Meriç, (Zeynep İdrisoğlu adıyla), "Doğumunun 75. Yılında Tanpı-
naı'a Sevgilerle", Hisar, sayı 157, Aralık 1977, s. 10-12; Ebediyetin Huzurunda
Ahmet Hamdi Tanjjınar, İstanbul 2000, s. 295-300.
Yazan, Ümit Meriç, "Depremi Tanpınar'la Yaşamak", Yol Kültürü, sayı 6/7, Ni
san 1999, s. 120-125.
Yazan, Ümit Meriç, "Tanpınar'la Bir Tan Vakti", Türk Edebiyatı, sayı 315, Ocak
2000, s. 10-11.
Yazar, M. Behçet, "Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Ahmet Hamdi Tanpınar", Yedi-
gün, sayı 430, 2 Haziran 1941, s. 14,18.
Yener, A. Galib, "Tanpınaı'daki Biz - Bizdeki Tanpınar", Hece (A. H. Tanpınar
Özel sayısı), genişletilmiş 2. b.. Ağustos 2006, s. 87-92.
Yener, AH Galib, "Geçmişin Muhafazası, Postmodern Okuma ve Tanpınar'a Ye
niden Dönmek", Hece, sayı 87, Mart 2007, s. 12-16.
Yener, Ali Galib, "Yazının Yalnızlık Burcu", Virgül, sayı 13, Kasım 1998, s. 38-40.
(O. Demiralp'in Kutup Noktası kitabı üzerine)
Yener, Ali Galip, "İki Ateş Arasında Bir Yazar", [İki Ateş Arasında adlı senaryosu
na dair]. Virgül, sayı 18, Nisan 1999, s. 5-7.
Yenikale, Ahmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Akademik Çerçeve, ([Türk Poetikası
özel sayısı]), sayı 4, Bahar 1995, s. 64-70.
Yeşilyurt, Türkân, "Metropol Lirikleri / Tanpınar'ın Kadın Çehreli Şiirlerinde
Claude. Monet'nin 'Nilüfer Havuzu Serisi' Adlı Resmini Okumak", Yasak
Meyve, sayı 26, Mayıs-Haziran 2007, s. 102-105.
Yetiş, Kâzım, "Beş Şehiı'de Tarihî Muhteva", Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı 18,
Haziran 1988, s. 24-27.
Yetkin, Suut Kemal, "Ataç ve Tanpına/la İlk Tanışmam", Meydan, sayı 568, Ni
san 1979, s. 25-28.
Yetkin, Suut Kemal, "Bir Şiir Dünyası: Ahmet Hamdi Tanpınar", Türk Dili, sayı
115, Nisan 1961, s. 433-436.
Yıldırım, Çiğdem, "Tanpınar ve Poe Öykülerinin Ortak Bunalımı ve Ortada Ka
A h m et Ham di T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (A lfa b e tik ) • 8 2 9
lanı: Benliği Zilıninde Karışan Adam", BirGÜ7î/Kitap, sayı 31, 25 Ocak 2007,
s. 8-9.
Yıldırım, Tahsin, "Tanpınar'm Kitaplarma Girmemiş Bazı Yazıları", Kaşgar, sayı
33, Mayıs-Haziran 2003, s. 58-59.
Yıldız, Ali, "Akşam ve Akşamın Ahengi", [Tanpınaı'la Baudelaire'in şiirini kar
şılaştırma denemesi], Türk Edebiyatı, sayı 318, Nisan 2000, s. 26-29.
Yıldız, Ali, "Huzur Romanında Halk ve Aydınlar", Türk Edebiyatı, sayı 319, Ma
yıs 2000, s. 18-21.
Yıldız, Ali, "Tanpmar'a Göre Doğu ile Bab Arasında Terkip", Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 7, Kayseri 1996, s. 413-425.
Yıldız, Alpay Doğan, "Huzuı'da Üçüncü Derecedeki Roman Kişilerinin Başkişi-
nin Tecrübe Edinme Sürecindeki Fonksiyonları", Dergâh, sayı 129, Kasım
2000, s. 8-11, 23.
Yıldız, Alpay Doğan, "Okur Kavramı Açısından Tanpınaı^m Huzur romanı". Ye
di îklim, sayı 80-81, Kasım-Aralık 1996, s. 94-96.
Yıldız, Neılân, "Şairin Aynasındaki Kara Kedi", Hece (A. H. Tanpınar özel sayı
sı), genişletilmiş 2. b.. Ağustos 2006, s. 171-179.
Yıldız, Saadettin, "Ne İçindeyim Zamanın", Edebiyat Güncesi, sayı 15, Mart-Ni-
san 2000, s. 40-45.
Yılmaz, Durali, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Romanımız ve İnsanımız, İstanbul
1976, s. 85-91.
Yılmaz, Levent, "Tanpınar'dan Mektup Var!", İstanbul, sayı 17,1995.
Yınanç, Mükrimin Halil, "Ölenlerin Anılışları", Son Havadis, 3 Şubat 1962.
Yund, Kerim, "Tanpınafın Tabiat Yanı", Çağrı, sayı 51,1 Nisan 1962, s. 7
Yücel, Şükran, "Huzursuzluktaki Huzur", £ Dergisi, sayı 22, Ocak 2001, s. 88-89.
Yücel, Tahsin, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Varlık, sayı 568,15 Şubat 1962, s. 9;
Kitap-lık, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 130-134.
Yücel-Eronat, Canan, "Tanpmar'a İlişkin Anılar: Dost Ahmet Hamdi Tanpınar",
Kitap-lık, şayi 40, Mart-Nisan 2000, s. II.
Yüceyıİnhaz,‘Muhterem, "Zincirin Kopuk Halkaları", Türk Edebiyatı, sayı 285,
Temmuz 1997, s. 23-25.
Zavotçu, Gencay, "Tanpınar'm İki Eserinde Musiki, Lezzet ve Tad Temaları", Jo
urnal ofTurkish Stadies /Türklük Bilgisi Araştırmaları II, (Orhan Okay Armağa
nı), Harvard 2006, s. 379-384.
Zorlutuna, Halide Nusret, "Başkent'den Selâm: Bir Yıldız Daha", Düşünen
Adam, 8 Şubat 1962, s. 9.
Zorlutuna, Halide Nusret, "Bir Yıldız Daha", Düşünen Adam, 7 Şubat 1962, s. 7,
Ahm et Hamdi Tanpmar Üzerine
Yazılar Bibliyografyası (Kronolojik)
1930
Tecer, Ahınet Kutsi, "Eski ve Yeni Edebiyat", Görüş, sayı 2, Eylül 1930, s. 96-107
1932
Ataç, Nurullah, "Şiire Dair", Milliyet, 15 Kasım 1932.
1934
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, "Ahmet Hamdi", Yeni Adam, sayı 18,30 Nisan 1934, s.
12 .
1935
Şevket, Hıfz: (Rado), "Aydınlık ve Karanlık", Varlık, sayı 36,1 İkincikânun 1935,
s. 16-18.
1936
Ergun, Saadettin Nüzhet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Türk Şairleri, cilt 1, İstanbul
1936, s, 285-287.
1938
Karakan, A. "Şiir Telâkkisi ve Şiirleri", Gençlik, sayı 27,16 Temmuz 1938.
1939
(imzasız), "Ahmet Hamdi Tanpmar", Yeni Adam, sayı 257, 30 Teşrinisani 1939, s^ 6
Tanyol, Cahit, "Ahmet Hamdi Tanpmar Hakkında", Aramak, sayı 5, 1 Ağustos
1939,5.6-11.
1941
Yazar, M. Behçet, "Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Ahmet Hamdi Tanpmar", Yedi
ğim, sayı 430, 2 Haziran 1941, s. 14,18.
1942
Ibnülemin M. Kemal, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Son Asır Türk Şairleri, İstanbul
1942, s. 2145-2146.
8 3 2 • T iin p ın ar Ü zerine Yazılar
1943
Kaplan, Mehmet, "Abdullah Efendi'nin Rüyalan", Tasvir-i Efkâr, 18 İkinciteşrin
1943.
1944
Kaplan, Mehmet, "Bursa'da Zaman Şiiri Hakkında", İstanbul, sayı 3,1 İkincikâ-
nun 1944, s. 4-5.
O. S. O., "Şiir Tenkidi-Ahmet Hamdi Tanpınaf'm Bir Manzumesi", Çmaraltı, sa
yı 119,1 Sonkânun 1944, s. 8-10.
O. S. O., "Bir Manzumeye Dair", (Bursa'da Zaman), Çınaralh, sayı 121, 15 Son
kânun 1944, s. 8-9.
Tuncer, Salahaddin, "Abdullah Efendi'nin Rüyalan", İstanbul, sayı 4, 15 İkinci-
kânun 1944, s. 12-13.
(imzasız), "İki Şair Hakkında" (Yahya Kemal-Ahmet Hamdi Tanpınar), İşte, sa
yı 2, Mart 1944, s. 10-11.
Eriş, Resai, "Edebî Oluşlar-Abdullah Efendinin Rüyalan", Yeni Adam, sayı 483,
30 Mart 1944, s. 6-7.
Akyüz, Kenan, "Kitaplar Arasında: Abdullah Efendi'nin Rüyaları", Ülkü, sayı
68,16 Temmuz 1944, s. 18-20.
1945
Ülken, Hilmi Ziya, "Güneş Altında", Ankara, sayı 13,1 Eylül 1945.
1946
(imzasız), "Tanpınar ve Ataç", Yeniden Doğuş, sayı 17, Haziran 1946, s. 74.
Adıvar, Halide Edib, "Beş Şehir", Akşam, 12 Aralık 1946.
Örik, Nahit Sırrı, "Beş Şehir İçin", Tanin, sayı 1193, 28 Arahk 1946.
1947
Tanyol, Cahit, "Beş Şehir", İstanbul, sayı 1, Ocak 1947, yıl 4, s. 53-55.
Körükçü, Mehmet, "Beş Şehir", Varlık, sayı 329, Kasım 1947, s. 20.
1949
Rado, Şevket, "Edebiyatımızda Bir Tenkid Hâdisesi", (XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi), Akşam, 9 Nisan 1949.
Kaplan, Mehmet, "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Şadırvan, sayı 9, 27 Mayıs
1949, s. 6-7.
A h m et Hamcli T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 833
Eralp, Vehbi, "Hamdi Tanpmaı'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Yeni Sabah, 22
Haziran 1949.
Tanyol, Cahit, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Huzur Romanma Dair", Yeni Sabah,
4 Eylül 1949.
(imzasız), "Abdullah Efendi'nin Rüyaları", Ülkü, sayı 53 Birincikânun 1949, s. 8.
1950
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Şiiri", Ülkü (yeni seri), sa
yı 37, Ocak 1950, s. 18-20.
Perin, Cevdet, "Huzur", Yeni İstanbul, 16 Ocak 1950.
Eralp, Vehbi, "A. Hamdi Tanpmaı'm Romanı: Huzur", Yeni Sabah, 20 Ocak 1950.
Eyuboğlu, Sabahattin, "Huzur", Yaprak, sayı 20,15 Şubat 1950, s. 1.
1951
Körükçü, Muhtar, "Ahmet Hamdi Tanpma/ın Son Romanı; Huzur", Varitk, sayı
373, Ağustos 1951, s. 11-12.
1953
Obal, Rafet, "Huzur", Yelpaze, 13 Mayıs 1953.
1955
Kaplan, Mehmet, "Yeni Türk Şiirinde Bursa", Türk Yurdu, sayı 249, Ekim 1955, s.
245-249.
Hisar, Abdülhak Şinasi, "Yaz Yağmııru", Türk Yurdu, sayı 249, Ekim 1955, s. 314-
315.
Kaplan, Mehmet, "Yaz Yağmuru", İstanbul, sayı 11, Kasım 1955, s. 7-8.
1956
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Kitap Eleştirileri: Yaz Yağmuru", Yücel, sayı 157/4, Şu
bat 1956, s. 247-250.
Üzer, Suat, "Yaz Yağmuru-Abdürrezak Efendi", Türk Sanatı, sayı 46, Nisan 1956,
s. 10-11.
Çelebi, A sâf Halet, "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Türk Yurdu, sayı 259, Ağus
tos 1956, s. 151-154; Asaf Halet Çelebi- Bütün Yazılan, (Haz.; Hakan Sazyek),
İstanbul 1998, s. 365-369.
Çağlar, Behçet Kemal, " Tanpınafın Yeni Eseri", [Yaz Yağmuru], Tercüman, 15
Ağustos 1956.
Doğan, Ayhan, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Şiiri I-Il", İstanbul, sayı 8-9, Ağustos-
834 • Trtnpınıır Üzerini; Y nıılar
1957
Tielze, A., "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Oriens, cilt X, sayı 2,1957.
Alptekin, Turan, "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Ölçü Dergisi, sayı 1, 1 Mart
1957.
Emil, Birol, "Huzur”, Türk Diişiincesi, sayı 10-12, 1 Eylül-15 Kasım 1957, s. 11-44,
49-54, 47-57.
1959
Cimcoz, Adalet, "Ahmet Hamdi Tanpmar Hasta", Ulus, 13 Mart 1959.
1960
Ünahn, Nevin, "Paris-İstanbul Hattında Mektupları, Anıları, Sanatıyla Ahmet
Hamdi Tanpmar", Tiirki]/e Tming ve Otoıuobil Kurumu Bülteni, Eylül 1960; İş,
Türkiye İş Bankası dergisi. Ocak 1994, s. 34-36.
Ergüven, Rebia Akil, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Türkiye Turing ve Otomobil Ku
rumu Belleteni, Eylül 1960.
1961
Ülken, Hilmi Ziya, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Vatan, 9 Şubat 1961.
Kaplan, Mehmet, "Bir Gül Bu Karanlıklarda", Türk Yurdu, sayı 294, Mart 1961, s.
1-4; Edebiyalımuvı İçinden, İstanbul 1978, s. 144-154.
Drago, Reşat Nuri, "Şiirler", Dünya, 6 Mart 1961; Yeditepe, sayı 56, Şubat 1962, s.
8, 14.
Âdil, Fikret, "Şair ve Çevresi", Yeni İstanbul, 7 Mart 1961.
Âdil, Fikret, "Tanpmar ve Zaman", Yeni İstanbul, 8 Mart 1961.
Alangu, Tahir, "Tanpınar’ın Şiirleri", Vatan, 13 Mart 1961.
İmzasız, "Kitaplar: Tanpınar'ın Şiirleri", Sır, sayı 38, 13 Mart 1961, s. 33.
Çağlar, Behçet Kemal, "Beş Şehir", Vatan, 14 Mart 1961.
Yetkin, Suut Kemal, "Bir Şiir Dünyası: Ahmet Hamdi Tanpmar", Türk Dili, sayı
115, Nisan 1961, s. 433-436.
Alangu, Tahir, "Beş Şehir", Vatan, 4 Nisan 1961.
Ergüven, Rebia Âkil, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Le ]ournal d'Orient, İstanbul, 6
Nisan 1961.
Cumalı, Necati, "Tanpınar'ın Şiirleri", Varlık, sayı 548,15 Nisan 1961, s. 12-13.
Tecer, Ahmet Kutsi, "Tanpınar'ın Şiirleri", Varhk, sayı 549,1 Mayıs 1961, s. 6-7.
A h m et Hamcli T an p ın ar Üzerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 835
1962
Darago, Reşat Nuri, "Bol Öz Sulu Yemişler Gibi" [Huzur ve Saatleri Ayarlama
Enstitüsü hakkında]. Dünya, 22 Ocak 1962.
Akbal, Oktay, "Ahmet Hamdi Tanpmar da Son Yolculukta... Kara Atlar", Vatan,
25 Ocak 1962.
Siyavuşgil, Sabri Esat, "Hamdi'yi de Kaybettik", Tercüman, 25 Ocak 1962.
Çavuşoğlu, Mehmed, "Tanpınaı'a Ağıt", Yeni İstanbul, 25 Ocak \962-, Kitap Belle
ten, sayı 13-14,1962; Türk Edebiyatı, sayı 256, Şubat 1995, s. 52.
Çağlar, Behçet Kemal, "Tanpmar'm Ardından", Vatan, 26 Ocak 1962.
Güvemli, Zahir, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Yeni Sabah, 26 Ocak 1962.
Kabaklı, Ahmet, "Tılsımlı Ebediyet", Tercüman, 26 Ocak 1962.
Tanyol, Cahit, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet, 26 Ocak 1962; Tanpı-
nar'dan Haşan Âli Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul
1997, s. 73-77.
Araz, Nezihe, "Kısır Toplum", Yeni Sabah, 27 Ocak 1962.
Dıranas, Ahmet Muhip, "Tanpmar", Zafer, 27 Ocak 1962; Tanpmar'dan Haşan Âli
Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 84-85; Yazılar,
İstanbul 2000, 2.b., s. 537-538.
Anday, Melih Cevdet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet, 27 Ocak 1962; Ye
ditepe, sayı 56, Şubat 1962, s. 3.
Acaroğlu, Türker, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Eserleri", Hür Vatan, 29 Ocak
1962.
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Hür Vatan, 29 Ocak 1962.
İlter, Şahap Sıtkı, "Tanpmar", Kudret, 29 Ocak 1962.
Tirali, Naim, "Eser ve Evlât", Vatan, 29 Ocak 1962.
İyem, Nuri, "Tanpmar", Hür Vatan, 30 Ocak 1962; Tanpma/dan Haşan Âli Yücel'e
Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 81-83.
İmzasız, "Tanpmar Hoca-Bir Büyük Kayıp Daha", Kim, sayı 187, 31 Ocak 1962,
s, 33-34.
İmzasız, "Tanpmar'ı Kaybettik", Yeditepe, sayı 56, Şubat 1962, s. 2.
İyem, Nuri, "Hamdi Hoca", Yeditepe, sayı 56, Şubat 1962, s. 8.
836 • T nn pın ar Ü zerine Yazılar
Bozok, Hüsamettin, "Bir Kitabın Hikâyesi" [Şiirler], Yedilepe, sayı 56, Şubat 1962,
s. 9-10, 15; Tanpınar'dan Haşan Âli Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Ero-
nat), İstanbul 1997, s. 95-99.
Kurdakul, Şükran, "Şair Ahmet Hamdi", Yelken, sayı 60, Şubat 1962, s. 3.
Kaplan, Mehmet, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Çağrı, sayı 49, 1 Şubat 1962, s.
1-4; Edebiyatımızın İçinden, İstanbul 1978, s. 140-143; Hisar, sayı 261, Temmuz
1979, s. 6-7.
Peremeci, Bilgin, "Tanpınar ve Bıraktıkları", Akşam, 1 Şubat 1962.
Tilgen, Nurullah, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Sanat Dünı/ası, sayı 143, 1 Şubat
1962, s. 3.
Yınanç, Mükrimin Halil, "Ölenlerin Anılışlan", Son Havadis, 3 Şubat 1962.
Dıranas, "Yine Tanpmar", Zafer, 3 Şubat 1962; Tanpınar'dnn Haşan Âli Yücel'e
Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 86-87; Yazılar, İstan
bul 2000, 2.b., s. 539-540.
Zorlutuna, Halide Nusret, "Bir Yıldız Daha", Düşünen Adam, 7 Şubat 1962, s. 7.
Zorlutuna, Halide Nusret, "Başkent'den Selâm: Bir Yıldız Daha", Düşünen
Addın, 8 Şubat 1962, s. 9.
Ülken, Hilmi Ziya, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Vatan, 9 Şubat 1962; Tanpınar'dan
Haşan Âli Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul 1997, s. 92-
94.
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Su, sayı 13,15 Şubat 1962, s.
6-7.
Yücel, Tahsin, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Varlık, sayı 568,15 Şubat 1962, s. 9;
Kitap-Uk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 130-134.
Andak, Selmi, "Tanpınaı'ı Anma Günü", Cumhuriyet, 27 Şubat 1962.
Haşmet, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Şiirleri", Çağdaş, sayı 6, Mart
1962, s. 2, 7.
Akıncı, Gündüz, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Kitaplar Âlemi, sayı 1, Mart 1962, s.
1- 2 .
Dizdaroğlu, Hikmet, "Edebiyat Tarihçisi Ahmet Hamdi Tanpınar", Türk Dili, sa
yı 126, Mart 1962, s. 341-343.
Drago, Reşat Nuri, "Tanpınaı'ın Edebiyat Tarihi", Dünya, 5 Mart 1962.
Süreya, Cemal,,(Hüseyin Karayazı adıyla), "Tanpınar", Su, sayı 14,15 Mart 1962,
s. 4-5; Toplu Yazılar 1, İstanbul 2000, s. 284-285.
Yund, Kerim, "Tanpınar'ın Tabiat Yanı", Çağrı, sayı 51, 1 Nisan 1962, s. 7
Ürgüp, Fikret, Tanpınar'ın Ölümü", Yeditepe, sayı 60, 1-15 Nisan 1962, s. 14-15.
Ürgüp, Fikret, "Tanpınaı'm Bir Sözü", Yeditepe, sayı 63, 16-31 Mayıs 1962, s. 15.
İlter, Şahap Sıtkı, "Düşül Anılar'’(Şn>/er üzerine). Yeni Ufuklar, sayı 121, Haziran
1962, s. 8-11.
A h m et Hamdi T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 83 7
Emil, Birol,."Ahmet Hamdi Tanpmar", Türk Yurdu, sayı 5, Ağustos 1962, s. 49-59;
Türk Kültür ve Edebiyatından-2: Şahsiyetler, Ankara 1997, s. 375-383.
Atatanır, Mustafa, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Hikâyeciliği", Açı, sayı 1,1 Ağus
tos 1962, s. 1-2.
Caferoğlu, Ahmet, "Filolog Gözü ile Beş Şehir'deki Kelime Üslûbu", İ. Ü., Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, cilt XII, Aralık 1962, s. 87-97.
Emil, Birol, "Taiıpmar'm Eserlerinde Adları Geçen Garbh Sanat ve Fikir Adam
ları", i. Ü., Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, cilt XII, Aralık 1962, s. 97-120; Türk
Kültür ve Edebiyatından-2: Şahsiyetler, Ankara 1997, s. 384-395.
Kaplan, Mehmet, "Bir Şairin Romanı: Huzur I-Il", İ. Ü., Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, cilt XII, XIII, Aralık 1962,1964, s. 33-86, 29-42; Türk Edebiyatı Üzerin
de Araştırmalar-2, İstanbul 1987, s. 361-425.
Akün, Ömer Faruk, "Ahmet Hamdi Tanpmar", İ.Ü., Türk Dili ve Edebiyatı Dergi
si, cilt XII, 31 Aralık 1962, s. 1-32.
1963
Giraud, Rene, "Hommage â Ahmet Hamdi Tanpmar", Orient. Trimestre 1963, s.
109-110.
Ürgüp, Fikret, "Tanpınaı'da Abes Duygusu", Yeditepe, sayı !79, Ocak 1963, s. 15.'
Tecer, Ahmet Kutsi, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Cumhuriyet, 24 Ocak 1963.
(imzasız), "Ahmet Hamdi Tanpmar", Yelken, sayı 72, Şubat 1963, s. 18.
Kabaklı, Ahmet, "Aydınlığı Kıt Gecemiz", Tercüman, 3 Şubat 1963.
Eyuboğlu, Sabahattin, "Tanpmaı'da Zaman", Yeni Ufuklar, sayı 130, Mart
1963, s. 1-5.
Siyavuşgil, Sabri Esat, "Yılların Tek Eseri", Yeni Sabah, İT Mart 1963. .
Fuat, Memet, "Yahya Kemal", Yön, 27 Mart 1963.
İyem, Nuri, "Tanpınar'ı Anış", Yeditepe, sayı 84, Nisan 1963, s. 9,14.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Yahya Kemal", Varlık, sayı 598, 15 Mayıs 1963, s. 14.
1964
Ozansoy, Munis Fâik, "Tanpınaı'ı Hatırlayış", Hisar; sayı 1, Ocak 1964, s. 6-7.
Kabaklı, Ahmet, "Tanpınaı'ın Şiir Dünyası" Tercüman, 19 Ocak 1964.
Tecer, Ahmet Kutsi, "Tanpınaı'ın Selâmı", Cumhuriyet, 24 Ocak 1964.
Ürgüp, Fikret, "Tanpmaı'ı Anış", Yeditepe, sayı 9, Şubat 1964, s. 11.
Tecer, Ahmet Kutsi, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Varlık, sayı 615, 1 Şubat 1964, s.
6-7.
Tecer, Ahmet Kutsi, ''■'Tanpına/m Mektupları", Varlık, sayı 616,15 Şubat 1964, s.
8-9.
8 3 8 • T anpııvır Ü zerine Yazılar
(İmzasız), "Ahmet Hamdi Tanpınar", Yelken, sayı 85, Mart 1964, s. 28.
Baba, M. Okan, "Herşey Yerli Yerinde... Ölümünün Yıldönümünde Ahmet Ham
di Tanpmar", Yelken, sayı 85, Mart 1964, s. 9-10.
Oğuzcan, Ümit Yaşar, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Yelpaze, 6 Mayıs 1964.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Tanpınar'ın Şiir Dünyası", Türk Dili, sayı 155, Ağustos
1964,5.834-841.
1965
Alangu, Tahir, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet'ten Sonrn Hikâye ve Ro
m an', cilt ]II, İstanbul 1965, s. 583-598.
Tecer, Ahmet Kutsi, "Tanpınar'a Göre Yahya Kemal", Cumhuriyet, 24 Ocak 1965.
Deligönül, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Şiiri", Ekle, sayı 3, Nisan 1965,
s. 6-8.
1966
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Yaz Yağmuru", Yücel, sayı 157,4 Şubat 1966, s. 247-250.
G., R., "Ahmet Hamdi Tanpmar", Tercüme, sayı 85, Ocak-Mart 1966, s. 93-95.
Öztürk, Kâmil, "Tanpınar'a Göre Yahya Kemal", Diriliş, sayı 3, Mayıs-Haziran
1966, s. 29-32.
1967
Kaplan, Mehmet, [takdim yazısı], 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 3.b., İstanbul
1967, s. X1V-XVI.
Mercanhgil, Muharrem, "Ahmet Hamdi Tanpmar Bibliyografyası", Yeni Yaym-
lar, sayı 5, Mayıs 1967, s. 97.
1968
Cimcoz, Adalet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Varlık, sayı 710,15 Ocak 1968, s. 5.
Ediboğlu, Baki Süha, "Evvelkiler ve Bizim Kuşak: Ahmet Hamdi Tanpmar",
Cumhuriyet, 17 Ocak 1968; Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul 1968, s. 34-40.
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Meydan, sayı 159, 30 Ocak 1968, s.
20 - 21 .
Seyfettinoğlu, M. Budak, "Şiir Sohbeti", Snnnt Dünyası, sayı 243, Mart 1968, s. 7.
Burdurlu, İbrahim Zeki, "Ahmet Hamdi Tanpmaı^ın Şiirlerinde Sıfatlar ve Sıfat
Takımları", Türk Dili, sayı 200, Mayıs 1968, s. 137-147.
Gönen, Tuncer, "Dünden Bugüne Ahmet Hamdi Tanpmar", Yordam, Yaz 1968.
Ülken, Hilmi Ziya, "Düşünür Bir Şairin Edebiyat Tarihi: 19. Asır Türk Edebiya
tı Tarihi", Yeni İnsan, sayı 66, Haziran 1968, s. 5-7.
A h m et Ham di T anpınıır Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 39
1969
Uyguner, Muzaffer, "Beş Şehir", Halkevi, sayı 33, Temmuz 1969, s. 20-21.
Serikaya, Osman E "Ahmet Hamdi Tanpmar'ı Anarken", Hisar, sayı 68, Ağustos
1969, s. 14-15.
Ertop, Konur, "Tanpmar'ın Edebiyat Üzerine Makaleler'i İçin", Varitk, sayı 743,1
Ağustos 1969, s. 10.
(imzasız), "Beş Şehir", Tohum, sayı 44, Kasım 1969, s. 20-23.
Çavuşoğlu, Mehmet, "Tanpınaı'ı Okurken", Diriliş, sayı 3, Aralık 1969, s. 19-25;
Divanlar Arasında, Ankara 1981, s. 124-129.
1970
Uyguner, Muzaffer, "Edebiyat Üzerine Makaleler", Hisar, sayı 74, Şubat 1970, s.
30-32.
1971
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar'da Zaman", İstanbul Belediye, Eylül
1971,5.96.
1972
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar Hakkında Birkaç Söz", [takdim ya
zısı] Yaz Yağmuru, İstanbul 1972, s. 7-11; Abdullah Efendi'nin Rüyaları, İstan
bul 1972, s. 7-11.
Kaplan,. Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Zaman", İstanbul Belediye, sayı
100, Ocak 1972, s. 18, 31.
Kerman, Zeynep, "Tanpmar ve Paul Valery", Türk Edebiyatı, sayı 1, Ocak 1972, s.
12-13.
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Güzel Eserin Üç Temeli", Türk
Edebiyatı, sayı 1,15 Ocak 1972, s. 6-7.
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Milliyet, 24 Ocak 1972; Edebiyatmı-
zm İçinden, 1978, s. 138-139,
Kabakh, Ahmet, "Cumhuriyetten Bu Yana Hikâye ve Roman (Ahmet Hamdi
Tanpmar), Türk Edebiyatı, sayı 6, 30 Haziran 1972, s. 24.
Çulcu, Saaddettin, '"Huzur", Tercüman, 12 Kasım 1972.
Selçuk, Halûk, "Tanpınaı'ın Başarılı Bir Eseri Daha", [Huzur], Son Havadis, 20
Kasım 1972.
1973
Güler, Turgut, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Türk Edebiyatı, sayı 13, Ocak 1973, s. 26.
840 • T anpınıır Ü ’ eriiıe Yıızıliir
Geçer, İlhan, "Abdullah Efendinin Rüyaları, Yaz Yağmuru", Hisar, sayı 110(185)
Şubat 1973, s. 29-30.
Erdoğan, Nuri, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve 1001 Temel Eser", Tercüman, 14 Şu
bat 1973.
Fethi Naci, "Huzur", Yeni Dergi, sayı 102, Mart 1973 Yazıları, İstanbul 1976, s. 80-
94; Yüz Soruda Türkiye'de Roman vc Toplumsal Değişme, İstanbul 1981, s. 70-
8 1 .; 100 Yılda 100 Roman, İstanbul 1981, s. 70-81.
Hilav, Selahaitin, "Tanpınar Üzerine Notlar I-X", Yeni Ortam^ 31 Mart-9 Nisan
1973; Yeni Dergi, sayı 106, Temmuz 1973, s. 26-41; Edebiyat Yazıları, İstanbul
1993, s. 105-120.
Ertop, Konur, "Sahnenin Dışında Kalamayan Yazar", Kitaplar, sayı 1, Nisan 1973.
Özyalçıner, Adnan, "Huzur'un Huzursuzluğu", Yeni a, sayı 13, Nisan 1973, s. 3.
İleri, Selim, "İstanbul'da Zaman: Sahnenin Dışındakiler", Yeni Dergi, sayı 104,
Mayıs 1973, s. 59-62.
Uçman, Abdullah, "Tanpınaı^ın Hikâyeleri", Hisar, sayı 113, Mayıs 1973, s. 20-22.
Yavuz, Hilmi, "Tanpınafın Solculuğu Efsanesi I", [s. Hilâv'a cevap]. Yeni a, sayı
14, Mayıs 1973, s. 1,10-11; "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksizm I-II" adıy
la, Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul 1975, s. 36-55; Kültür Üzerine, İstanbul
1987, s. 32-48.
Yavuz, Hilmi, "Huzur", Milliyet Sanat, 18 Mayıs 1973, s. 4.
Yavuz, Hilmi, "Tanpınar'ın Estetiği", Yeni a, sayı 15, Haziran 1973, s. 1,5; "Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın Estetiği"adıyla, Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul 1975, s.
56-61; "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Estetiği Uzerine"adıyla, Kültür Üzerine,
İstanbul 1987, s. 54-60.
Hilav, Selahattin, "Kuruntuya Dayanan Eleştirme", Yeni Dergi, sayı 106, Temmuz
1973, s. 42-52; Edebiyat Yazılan, İstanbul 1993, s. 121-131.
Yavuz, Hilmi, "Kaypak Yanıtlar", [s. Hilâv'a cevap]. Yeni a, sayı 18, Eylül 1973,
s. 1,4-5.
Fethi Naci, "Sahnenin Dışındakiler", Yeni Dergi, sayı 110, Kasım 1973, s. 24-34;
Edebiyat Yazdan, İstanbul 1976, s. 95-109; 40 Yılda 40 Roman, İstanbul 1994, s.
85-100; Yüz Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1981, s.
151-164; 100 Yılda 100 Roman, İstanbul 1999, s. 256-266.
İnam, Ahmet, "Türk Şiirinde Mistik Yönelimler", Yeni Dergi, sayı 111, Aralık
1973, s. 25-27.
1974
Alangu, Tahir, "19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Yüz Ünlü Türk Eseri, cilt 2,
İstanbul 1974, s. 1353-1366.
Şeyda, Mehmet, "Tanpınar'ın İki,Yazısı", Yeni Ufuklar, sayı 246, Mart 1974, s. 22-26.
A h m et Hamdi T a ııp ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 841
Akın, Gülten, "Alımet Hamdi Tanpınar"/TâYfc Dili, sayı 272, Mayıs 1974, s. 654-
659.
Ergün, Mehmet, "Mahur Beste", Soyut, say: 73, Kasım 1974, s. 74-78.
1975
Alptekin, Turan, "Bir Kültür Bir İnsan/Ahmet Hamdi Tanpmar ve Edebiyatımı
za Bakışlar; l.Bölüm :l-7; Z.Bölüm: 1-36; 3.Bölüm:l-5, Orta Doğu, 1 Ekim
1974 -r 2 Ocak 1975;-Bfr Kültür Bir İnsan, İstanbul 1975,176s., 2.baskı: İstan
bul 2001, 219s.
Kaplan, Mehmet, "Bursa'da Zaman", Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, İstanbul 1975,
s. 81-92.
Tural, Sadık Kemal, "Huzur Üzerine", Hisar, sayı 133(208), Ocak 1975, s. 20-21.
Dizdaroğlu, Hikmet, "Ölümünün 13. Yıldönümünde Mektuplarıyla Tanpmar",
Varhk, sayı 819, Ocak 1975, s. 5.
E. E., (Ebubekir Eroğlu), "Kitaplar: Mahur Beste/Ahmet Hamdi Tanpmar", Di
riliş, sayı 8, Nisan 1975, s. 80-81.
Yavuz, Hilmi, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Mektupları", Milliyet Sanat, sayı 132,
16 Mayıs 1975, s. 28.
Kaplan, Mehmet, "Tanpmar'ın Bir Değerlendirmesi", Bayrak, sayı 48, Haziran
1975, s. 8-10.
Kaplan, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'm Mektupları", Hisar, sayı 138, Ha
ziran 1975, s. 11-13.
Özsezgin, Kaya, "Tanpmar'ın Mektuplarında Resim ve Heykel", Milliyet Sanat,
sayı 135, Haziran 1975.
Uyguner, Muzaffer, "Ahmet Hamdi Tanpmar’ın Mektupları", Türk Dili, sayı 285,
Haziran 1975, s. 480-481.
Mutluay, Rauf, "Mahur Beste", Cumhuriyet, 26 Haziran 1975. , .
Uyguner, Muzaffer, "Mahur Beste", Türk Dili, sayı 287, Ağustos 1975, s. 464-465.
Öztürkmen, Ömer, "Tanıdığım Şairler-3: Rüya Şairi ve Şiirin Rüyası Bir Dev: Ah
met Hamdi Tanpmar", Orta Doğu, 5 Ağustos 1975.
1976
Bayrav, Süheyla, "Göstergebilimsel Uygulamalar: Bursa'da Zaman", Dilbilim,
sayı I, İstanbul 1976, s. 72-78.
Kaplan, Mehmet, "Tanpmar’ın Şiir Sanatı Hakkında Birkaç Söz", Bütün Şiirleri
[takdim yazısı], İstanbul 1976, s. 5-ll;"Tanpınaı'm Şiir Sanatı Hakkında Bir
kaç Söz", Türk Edebiyatı, sayı 195, Ocak 1990, s. 24-25.
Yılmaz, Durali, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Romanımız ve İnsanımız, İstanbul
1976, s. 85-91.
8 4 2 • I anpınar Ü ;;erine Y;ızıl;ır
1977
İmzasız, "Beş Şehir", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt 1, İstanbul 1977, s.
407-408.
Kaplan, Mehmet, "Abdullah Efendi'nin Rüyaları", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklo
pedisi, cilt 1, İstanbul 1977, s. 13-14.
A h m et Hamdi T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) •
Kahraman, Mehmet, "Tanpmaı'm Tarih Görüşü I-IV", Mavera, sayı 2-4, Ocak,
Şubat, Mart 1977, s. 32-36; 60-68; 37-40.
Ak, Mehmed Akif, "Tanpmaı'ın Kendi İçinde Bölünmüş İnsanları", Pmnr, sayı
61, Ocak 1977, s. 3-8.
Aykan, Necati, "Tanpınar'ın Sanatı ve Şiirleri", Pınar, sayı 61, Ocak 1977, s. 22-26.
Aydın, Mustafa, "Tanpınaı'da Doğu-Batı Sentezi", Pınar, sayı 61, Ocak 1977, s.
27-28.
Akmanlar, Ali, "Mazi Gülü: Ahmet Hamdi Tanpınar", Hisar, sayı 159,162,164,166,
167; Mart, Haziran, Ağustos, Ekim, Kasım 1977; s. 18-19,17-19,16-18,17-18.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Abdullah Efendi'nin Rü
yaları (Bir Tahlil Denemesi) I-Il", Toker, sayı 7, 8, Nisan-Mayıs 1977, s. 16,14.
Enginün, İnci, "Ahmet Hamdi Tanpmaı'dan", Türk Edebiyatı, sayı 43, Mayıs
1977, s. 14-15.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Evin Sahibi", Toker, sayı 9, Haziran 1977, s. 10,
Kahraman, Mehmet, "Tanpınaı'da Mücerret Tarih", Mavera, sayı 11, Ekim 1977,
s. 24-36.
Yazan, Ümit Meriç, (Zeynep İdrisoğlu adıyla), "Doğumunun 75. Yılında Tanpı-
naı'a Sevgilerle", Hisar, sayı 157, Aralık 1977, s. 10-12; Ebediyetin Huzurunda
Ahmet Hamdi Tanpmar, İstanbul 2000, s. 295-300.
1978
İleri, Selim, "Tanpınar Üzerine", Çağdaşlık Sorunları, İstanbul 1978, s. 160-172.
Turan, Gün, "Edebiyat Takvimi", Türk Edebiyatı, sayı 51, Ocak 1978, s. 30.
Kahraman, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Tarih Görüşü", Mavera, sayı
14-15, Şubat, Mart 1978, s. 33-41, 63-71.
Kurdakul, Şükran, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öykü ve Romanlan", Toplum ve
Bilim, sayı 4, Mart 1978, s. 63-71.
Moran, Berna, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Birikim, sayı 37, Mart 1978, s. 44-55;
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İstanbul 1987, s. 288-314.
(imzasız), "Bazılan Tanpmar Sever", Pmar, sayı 77, Mayıs 1978, s. 36-39.
Kutlu, Mustafa, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Hisar, sayı 175, Temmuz 1978, s.
11-14.
Moran, Berna, "Bir Huzursuzluğun Romanı: Huzur", Birikim, sayı 46-47, Aralık
1978-Ocak 1979, s. 111-122 ;T ürk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İstanbul 1983,
s. 227-251.
1979
Banarlı, Nihad Sami, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, cilt
II, İstanbul 1979, s. 1252-1254.
8 4 4 • T a n p ın a r Üzerine Y nzıkr
1980
Tolluoğlu, Meral, "Ahmet Hamdi Tanpmafı Evlendirmek İstiyorlar", "Tanpınaı'la
Babam Darılıyorlar", Babam NuruUah Ataç, İstanbul 1980, s. 55-57, 65-68.
Uysal, s. Sami, "Şair-Hoca; Ahmet Hamdi Tanpınar", Varlık, sayı 868, Ocak 1980,
s. 15-17.
Akıncı, Gündüz, "Hamdi Tanpınar", Milliyet, 19 Ocak 1980.
Emir, Sabahat, "İstanbul ve Bir Ölümsüz Kitap-Beş Şehir", Yazardan Okura Kitap
Dünyası, sayı 1, Ocak-Şubat 1980, s. 20-21.
Kaplan, Mehmet, "Geçmiş Zaman Elbiseleri'nin Tahlili", M illî Kültür, sayı 3-5,
Ağustos-Ekim, 1980, s. 31-34.
Acar, Fazıl Ahmet, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Şiirlerinde Rüya ve Hayal l-II",
Hisar, sayı 274-275, Eylül-Ekim 1980, s. 15-17, 22-24.
Taner, Haldun, "En Bereketh Yılları Narmanh Yurdundaki Bekâr Odasında Geç
ti", Milliyet S anat, sayı 14,15 Arahk 1980, s. 26-28..
1981
Güven, Güler, "Öykü Çözümlemesinde Yapısal Yaklaşım ve Bir Örneğin Tanıtı
A h m et Ham di T a ııp ın a r Ü zerine Yazılar BibliyogralVası (K ro n o lo jik ) • 845
mı" [Abdullah Efendi'nin Rüyaları], Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, sayı 2, İz
mir 1981, s. 231-251.
Kutlu, Mustafa, "Huzur", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt IV, İstanbul
1981, s. 280-281.
Akarsu, Kenan, "Şair ve Yazar Ahmet Hamdi Tanpmar", Sanat ve Kültürde Kök,
sayı 1, Şubat 1981, s. 30,
Kaplan, Mehmet, "Tanpmar Çok Cepheli Bir Şahsiyetti", Tercüman, 2 Şubat 1981.
Başer, Nami, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü Bir
Okuyuş ya da Batı ve Biz", Hürriyet Gösteri, sayı 6 Mayıs 1981, s. 63.
Tekşen, Adnan, "Romancı Tanpmar Neyin Peşindeydi", Yönelişler, sayı 4, Tem
muz 1981; s. 19-26.
(imzasız), "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Bütün Şiirleri", Yönelişler, sayı 5, Ağustos
1981, s. 46-47.
İşm, Ekrem, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Musiki", Sanat Olayı, sayı 9, Eylül 1981,
s. 64-68.
Aytaç, Gürsel, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Çağ ve Toplum Hicvi: Saatleri Ayar
lama Enstitüsü", M illî Kültür, sayı 5, Ekim 1981, s. 7-13; Çağdaş Türk Roman
ları Üzerine İncelemeler, Ankara 1990, s. 142-158.
Özer, Sevinç, "A. Hamdi Tanpınar; Sahnenin Dışındakiler", Batı Edebiyatları
Araştırma Dergisi, sayı 5-6, Aralık 1981, s. 71-78.
Ural, Orhan, "Yalnızlığı Değil, İnzivayı Seven Tanpmar", Hürriyet Gösteri, sayı
13, Aralık 1981, s. 15.
1982
Kaplan, Mehmet, "Kitap Hakkında Birkaç Söz" [takdim yazısı], Yahya Kemal, İs
tanbul 1982, s. 5-9.
(İmzasız), "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Aydınhğı", M illî Kültür, sayı 8, Ocak 1982,
s, 1.
Ertop, Konur, "Ahmet Hamdi Tanpmar / Romancı Kişiliği ve Geçmişle Hesap
laşması", Milliyet Sanat, sayı 40,15 Ocak 1982, s. 19-21.
Taner, Haldun, "Ahmet Hamdi Tanpinar" Vatan, 28 Ocak 1982; "Ne İçindeyim
Zamanın Ne de Büsbütün Dışında" adıyla. Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi
Değil, İstanbul 1983, s. 28-33; "Ahmet Hamdi Tanpinar" adıyla Tanpt-
nar'dan Haşan Âli Yücel'e Mektuplar (Haz. Canan Yücel Eronat), İstanbul
1997, ş. 78-80.
Kantarcıoğlu, Sevim, ''Huzu/da Aydın Tipi 1,11", Millî Kültür, sayı 8-9, Ocak-Şu-
bat 1982, s. 22-25,15-18.
(imzasız), "Prof. Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Hayat Hikâyesi", M illî Kültür^ sayı
8, Şubat 1982, s. 60-61.
846 • T an p ın ar Ü zerine Y hziİiu
Haser, Melin, "Ahmet Hamdi Tanpınaı^ı Anarken", Yeni Düşünce, sayı 23, Şubal
1982.
Kaplan, Mehmet, "Tanpınar'm Mirası", Türk Edebiyah, sayı 101, Mart 1982, s. 15-
17; Suffc- Külfür-Sanat Yıllığı, 1983, s. 163-166.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Yavaş Yavaş Aydınlanan", Türk Edebiyatı, sayı 101,
Mart 1982, s. 17-19.
Adile Ayda, " Ahmet 1-lamdi Tanpınar", Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sayı 4, Nisan
1982; Böyle İdiler Yaşarken, Ankara 1985, s. 203-210.
Kerman, Zeynep, "Huzur Romanında Musiki", Töre, sayı 131, Nisan 1982, s. 24-
28; Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Ankara 1998, s. 203-208.
Çongur, Rıdvan, "Ölümünün 20. Yılında Tanpınar", Töre, sayı 131, Nisan 1982,
s. 30-33.
Batur, Enis, "Tanpınar'm Yahya Kemal'i", Çağdaş Eleştiri, sayı 3, Mayıs 1982, s.
46-47; Yazının Ucu, İstanbul 1993, s. 50-53; Smokinli Berduş, İstanbul 2001, s.
203-206.
Hnginün, İnci, "Sahnenin Dışındakiler", Millî Kültür, sayı 34, Mayıs 1982, s. 38-
40; Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul 1983, s. 199-205.
Necdet, Ahmet, "Tanpınat'da Uyanmak", Ortaklaşa, sayı 3, Haziran 1982, s. 6-7.
Uğurcan, Sema, "Ahmet Hamdi Tanpına/ın Romanlarında Çalışan Kadın Tiple
ri", Millî Kültür, say: 35, Ağustos 1982, s. 14-19.
Ferhad, Hüseyin, "Tanpınar'm Makalelerini Okurken", Yazko Edebiyat, sayı 23,
Eylül 1982, s. 104-111.
Kurdakui, Şükran, "Ahmet Hamdi Tanpınar'm Şiiri", Çağdaş Eleştiri, sayı 8,
Ekim 1982, s. 38-41.
Kantarcıoğlu, Sevim, "Edebiyat Eleştirisinde Tanpınar ve Eliot", Hürriyet Göste
ri, sayı 24, Kasım 1982, s. 76-77.
1983
Bakırcıoğlu, Ziya, "Huzur", Başlangıcından Günümüze Türk Romanı", İstanbul
1983, s. 181-196.
Karaalioğlu, Seyit Kemal, "Huzur", Türk Romanları, İstanbul 1983, s. 261-276.
Ekiz, Osman Nuri, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Boğaziçi, sayı 7, Ocak 1983, s. 4-7.
Kantarcıoğlu, Sevim, "T. S, Eliot ve Ahmel Hamdi Tanpınar'm Edebiyat Üzerine
Düşünceleri I-Il", Millî Kültür, sayı 37-38, Arahk 1982 - Şubal 1983, s. 42-48;
27-31.
Kutlu, Mustafa, "Tanpınar'm Yalan Dünyası", Yönelişler, sayı 22, Nisan 1983, s.
1-7; Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 2.b., İstanbul 1987, s. 332-339.
Bakırcıoğlu, Ziya, "Bir Yıldız Uzaklığı: Ahmet Hamdi Tanpınar'm Şiirleri" Yöne
lişler, sayı 23-24, Haziran 1983, s. 30-33.
A h m ec Ham di T anp m ar Ü zerine Yîizılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 47
1984
İnal, Tanju, "A. Hamdi Tanpmar: Mahur Beste", FDE Yazın ve Dilbilim Araştırma
ları Dergisi, sayı 13,1984, s. 63-69.
Kocagöz, Samim, "Ahmet Hamdi Tanpmar Hocam", Unutulmayan Öğretmenler
(Haz. Zeki Sarıhan), Ankara 1984, s. 76-79.
Önertoy, Olcay, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve
Öyküsü, Ankara 1984, s. 81-87.
Kurnaz, Cemal, "Tanpmar ve Türküler", Millî Kültür, sayı 44, Mart 1984, s. 44-
47; Türküden Gazele, Ankara 1997, s. 11-21.
Okay, Orhan, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Rüyalar Hikâyesi", M illî Kültür, sayı
44, Mart 1984, s. 53-58; Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul 1987, s. 219-225.
Ural, Orhan, "Tanpmaı'm Edebiyatımıza Bakışı", Hürriyet Gösteri, Eylül 1984, sa
yı 46, s. 24-25.
Alptekin, Turan, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Yahya Kemal'e Bakışı", Yeni Defne,
sayı 39-41, Ekim-Aralık 1984, s. 7-10.
Demirtürk, Lâle, "Ahmet Hamdi Tanpmaı'm Mahur Beste Romanında Zaman",
Gündoğan Edebiyat, sayı 10, Kasım 1984.
Ural, Orhan, "Tanpınar'a Göre Türk Romanı", Hürriyet Gösteri, sayı 49, Arahk
1984, s. 28-29, 81.
1985
Enginün, İnci, "Tanpmaı'm Romanlarında Savaş", Türklük Araştırmaları, sayı 1,
İstanbul 1985, s. 287-306; Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2. baskı, İstanbul
1992, s. 530-544.
Kabaklı, Ahmet, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Türk Edebiyatı, cilt 111, 6.b., İstanbul
1985, s. 235-247.
8 4 8 • T iin p ın a r Ü zerine Yıızılıır
Kerman, Zeynep, "Tanpmaı'a Göre Yahya Kemal", Yahya Kemal Beyath Semincri-
Bildiriler, Ankara 1985, s. 91-97.
Özlaş, s. Cahit, "Tanpınar ve Rüya", Erguvan, sayı 5,1985, s. 25-26.
Dinamo, Haşan İzzettin, "Tanpınaı'la Bir Rastlaşmamız", Toplum ve Düşün, Ocak
1985, s. 55-57.
Korkmaz, Alâaddin, "Bursa'da Zaman Çerçevesinde Bir Şair Bir Hikâyeci", Do
ğuş Edebiyat, sayı 28, Mart 1985, s. 21-22.
Ayvazoğlu, Beşir, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü Yahut Bir inkıraz Felsefesi", Tö
re, sayı 169-170, Haziran-Temmuz 1985, s. 29-30. (Geliştirilmiş olarak; Saat
leri Ayarlama Enstitüsü, 2. baskı, İstanbul 1987, s. 340-354.)
Haser, Melin, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü l-II", Türk Edebiyatı, sayı 140-141, Ha
ziran-Temmuz 1985, s. 55-56.
Genç, Nihat, "Mümtaz'la Hesaplaşırken", Do^uj Edebiyat, sayı 30, Temmuz 1985,
s. 23-30.
Tekşen, Adnan, "Abdullah Efendi Hangisi Olmalı?", Mavera, sayı 104, Ağustos
1985, s. 31-35.
Tuncor, Ferit Ragıb, "Tanpınar, Ahmet Hamdi (1901-1962), Yeni Defne, sayı 49,
Eylül 1985, s. 5-7.
1986
Enginün, inci, "Mahur Beste", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt VI, İstan
bul 1986, s. 119-120.
Kabaklı, Ahmet, "Tanpınar ve Şaheseri", Türk Edebiyatı, sayı 147, Ocak 1986, s. 4-9.
Önberk, Nevin, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Mahur Beste, Huzur ve Sahnenin
Dışındakiler Romanlarında Tarih ve Millî Kültür Meselelerine Bakış", Er
dem, sayı 4, Ocak 1986, s. 189-203.
Kantarcıoğhı, Sevim, "Huzur", Forum, sayı 153-154,15 Ocak-1 Şubat 1986, s. 33-
36, 36-39; Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, Ankara 1988, s. 111-138.
Erdoğan, Mustafa, "Tanpınar: Düşünen Adam", Forum, 15 Ocak 1986, s. 36-38.
Kaplan, Mehmet, "Yaşarken Anlaşılmamış, Değeri Bilinmemiş Bir Yazar: Ahmet
Hamdi Tanpınar", Tercüman, 25 Ocak 1986.
Ayvazoğlu, Beşir, (Düzenleyen:), "Kültür-Sanat: Ölümünün 24. Yılı Münasebe
tiyle Tanpına/a Saygı" [Beşir Ayvazoğlu, "Tanpınar ve Felsefe"; Mustafa
Kutlu, "Tanpınar"da Varlık Meselesi", Sefa Kaplan, "Tanpınar vc Musiki"],
Tercüman, 26 Ocak 1986.
Kaplan, Sefa, "Tanpmar ve Musiki", Tercüman, 26 Ocak 1986.
Kahraman, Âlim, "İki Şair Türü", Mavera, sayı 100, Şubat 1986, s. 4-5.
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpınaı^da Devam", Boğaziçi, sayı 45, Mart 1986, s. 21-22.
A h m et Ham di T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) ■ 849
1987
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpına/ın Tarih ve Kültür Felsefesi", Geçmişi Yeniden Kur
mak, İstanbul 1987, s. 11-39; Geleneğin Direnişi, İstanbul 1997, s. 217-253.
Yavuz, Hilmi, "Aydın Kavramı ve Tanpınaı^ın Huzur'u Üzerine", Kültür Üzeri
ne, İstanbul 1987, s. 61-66.
Demiralp, Oğuz, "Çınar", Oluşum, Kış 1987, s. 24-29.
Ertop, Konur, "Ölümünün 25. Yıldönümünde Tanpmaı'ın Bitmemiş Romanı:
Aydaki Kadın", Milliyet Sanat, sayı 160, Ocak 1987, s. 27-29.
Öztürk, Haşan, "Sanatkâr Tanpınar", Türk Edebiyatt, sayı 159, Ocak 1987, s. 61-
63.
Bayrıl, Vural Bahadır, "Benzeri Bulunmayan Edebiyat ve Düşünce Adamı Ah
met Hamdi Tanpına/ın Ölümünün 25. Yılı: Nergisle Örtülen Havuz", Gü
neş, 24 Ocak 1987.
Okay, Orhan, "Ölümünün 25. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar: Hayatın Batısın
dan Şiirin Doğusuna", Zaman, 26 Ocak 1987; Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstan
bul 1990, s. 214-218; Edebiyat ve Kültür Dünyamızdan, Ankara 1991, s. 192-
199.
Alptekin, Turan, "Turan Alptekin'le Tanpınar Üzerine Bir Konuşma: Tanpınar
Şiiri Bir Şuur Olayı Olarak Görürdü", (Konuşan; Semih Güngör), Türkiye, 27
Ocak 1987; Suffe Kültür Sanat Yıllığı 1987-1988, İstanbul 1988, s. 459-461.
Çağdaş, Hami, "Tanpınar'da Bursa ve Eyüboğlu", Hürriyet Gösteri, sayı 63, Şu
bat 1987, s. 40-42.
Ardıç, Engin "Kırtipil Hamdi'nin Sefalet ve İhtişamı", Nokta, 3 Şubat 1987, s. 70-
73.
Anday, Melih Cevdet, "Ne İçindeyim Zamanın", Cumhuriyet, 6 Şubat 1987.
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpınar Kimin Tekelinde?", Tercüman, 8 Şubat 1987.
Oktay, Ahmet, "Tanpınar Üzerine", Milliyet, 17 Şubat 1987.
Alptekin, Turan, "Hocam, Ustam: Ahmet Hamdi Tanpmar", Hürriyet Gösteri, sa
yı 76, Mart 1987, s. 25-27.
Özçelik, Mustafa, "Ölümünün 25. Yıldönümünde Ahmet Hamdi Tanpınar", îlim
ve Sanat, sayı 12, Mart-Nisan 1987, s. 78-80.
8 5 0 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
Batur, Enis, "Tanpınaı'm Durmuş Saati", Şiir Atı, sayı 3, Nisan 1987, s. 25-26; Ya
zıtım Ucu, İstanbul 1993, s. 53-55; Smokinli Berduş, İstanbul 2001, s. 207-208.
Günvar, Ali, "Şiirde Yanm Kaknanm Görkemi", Şiir Atı, sayı 3, Nisan 1987, s. 27-31.
Ergülen, Haydar, "Azınlık Belleğine Mensup İlk Yabancı: Tanpınar", Şiir Atı, sa
yı 3, Nisan 1987, s. 32-34.
Bayrıl, Vural Bahadır, "Tanpınar Şiirine Bir Giriş", Şiir Atı, sayı 3, Nisan 1987, s.
35-40.
Alptekin, Turan, "Tanpınaı'm Divan Şiiri Üzerine Görüşleri", Hürriyet Gösteri,
sayı 78, Mayıs 1987, s. 26-27.
Esen, Nüket, [Sarah Moment Atış'ın Semantic Structuring in the Modern Turkish
Short Story. An Analysis of the The Dreams of Abdullah Efendi and Other Short
Stories by Ahmed Hamdi Tanpınar", Leiden 1983, IX, 205s, hakkında tanıtma
yazısı], Türk Dili, Haziran 1987, s. 37()-377.
İpşiroğlu, Zehra, "Gerçeklerden Kaçış Ya Da Özden Yoksun Bir Dünya", [Saatle
ri Araylama Enstitüsü], Hürriyet Gösteri, sayı 81, Ağustos 1987, s. 32-33.
Pamuk, Orhan, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Bitmemiş Romanı Aydaki Kadın-İki
Dünya Arasında Kararsız", Cumhuriyet, 12 Kasım 1987; Öteki Renkler, İstan
bul 1999, s. 168-171.
İmzasız, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Yarım Kalmış Romanı: Aydaki Kadın", Ter
cüman, 4 Aralık 1987.
Kaplan, Sefa, "Bir Rüyadan Arta Kalan: Aydaki Kadın", Söz, 8 Arahk 1987.
1988
Alptekin, Turan, "Profesör Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Namık Kemal Üzerine
Görüşleri", Ölümünün 100. Yılmda Namık Kemal, M. Ü., Fen-Edebiyat Fakül
tesi Yayınları; İstanbul 1988, s. 1-10.
Ünlü, Mahir-Özcan, Ömer, "Ahmet Hamdi Tanpınar", 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı,
cilt 2, İstanbul 1988, s. 149-166.
(imzasız), "Aydaki Kadın", İlim ve Sanat, sayı 17, Ocak-Şubat 1988, s. 93.
İleri, Selim, "Altın ve Erguvan Mozaik" (Tanpınaı'ın İstanbul'u), Cumhuriyet, 24
Nisan 1988; İstanbul Yalnızlığı, İstanbul 1989, s. 49-
Kabahasanoğlu, Vahap, "Tanpınaı'ın Aydaki Kadın Romanı", Türk Edebiyatı, sa
yı 176, Haziran 1988, s. 36-37.
Yetiş, Kâzım, "Beş Şehir'dc Tarihî Muhteva", Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı 18,
Haziran 1988, s. 24-27.
Gürbilek, Nurdan, "Tanpınar'da Görünmeyen", Defter, sayı 2, Haziran-Eylül
1988, s. 97-105; Yer Değiştiren Gölge, İstanbul 1995, s. 11-23.
Ağaoğlu, Adalet, "Tanpınaf da Kent Simgesi", Milliyet, 9 Eylül 1988; Karşılaşma
lar, İstanbul 1993, s. 169-171.
A h m e t Hamdi T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 851
1989
Emil, Birol, "Ahmet Hamdi Tanpınar'm Şiirine Dair", Türk Edebiyatt, sayı 183,
Ocak 1989, s. 23-25; Türk Kültür ve 'EdebiyaUndan-2: Şahsiyetler,Arkara. 1997,
s. 396-404.
İsen, Mustafa, "Divan Şiirinin Çağdaş Bir Yorumcusu; Ahmet Hamdi Tanpmar",
M illî 'Eğitim, sayı 81, Ocak 1989, s. 43-52; Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997, s.
345-362.
Kırayoğlu, Mithat, "Kent ve Ozan /Tanpınar ve Bursa", Türkiyemiz, sayı 57, Şu
bat 1989, s. 39-52.
Kerman, Zeynep, "Büyük Yorumcusu Mehmet Kaplan'a Göre Ahmet Hamdi
Tanpınar", Türkiye, 17 Şubat 1989.
1990
İmzasız, "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,
cilt VII, İstanbul 1990, s. 377-379.
Ajrvazoğlu, Beşir, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklope
disi, cilt VII, İstanbul 1990, s. 377-379.
Batur, Enis, "Tanpınar ve Aziz Mahmut Hüdai'nin Tuhaf Külliyesi", Kediler Kral
lara Bakabilir, İstanbul, 1990, s. 81-84.
Çetin, Nurullah, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'a Göre Batı ve Batılılaşma", A.Ü. Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, sayı 34(1/2), 1990, s. 53-56.
Enginün, İnci, "Sahnenin Dışındakiler", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt
VII, İstanbul 1990, s. 422.
Alptekin, Turan, "Tanpınaı'm Şiirler'i Hakkında Düşünceler", Hürriyet Gösteri,
sayı 110, Ocak 1990, s. 28-29.
Öztürk, Haşan, "Mahur Beste'de İnsanlann Dünyası", Türk Edebiyatı, sayı 195,
Ocak 1990, s. 26-28.
Kaplan, Mehmet, "Hamdi Bey'i Nasıl Taradım", Dergâh, sayı 1, Mart 1990, s. 20;
"Ahmet Hamdi Tanpınaı'a Dair'f adıyla. Ülke, sayı 26, Haziran 1997, s. 93-96.
Oğuzertem, Sülıa, "Fictions of Narcissism: Metaphysical and Psychosexual
Conflicts ın the Stories of Ahmet Hamdi Tanpmar", The Turkish Etudies As-
sociation Bulletin, September 1990, Vol. 14, Number 2, pp.223-233, USA.
Erdoğan, Mehmet, "Tanpınaf'ı Nasıl Bilirsiniz?", Kültür EdebiyatIYeni Taşova Ga
zetesi Sanat Eki, sayı 21-22, Ekim-Kasım 1990, s. 4
Dağlı, Kürşat, "Huzuı'un Kötü Çocukları", Kül, sayı 1, Aralık 1990, s. 3-5.
. 1991
Göçgün, Önder, "Ahmet Hamdi Tanpmar'ın Erzurumlu Tahsin Hikâyesi Üzeri
ne Notlar", Türk Edebiyatı Araştmnalart, Konya 1991, s. 567-581.
8 5 2 • T anpınıır Ü zerine Yazılar
Timur, Taner, "Ahmet Hamdi Tanpmar: Eski Değerler-Yeni İnsan", Osmanlı Türk
Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İstanbul 1991, s. 311-329.
Kabahasanoğlu, Vahap, "Tanpına/ın Gül Şiirinde Sanat Estetiğinin Ortaya Çıkı
şı", Türk Edebiyatı, sayı 207, Ocak 1991, s. 29-30.
Önberk, Nevin, "Ahmet Hamdi Tanpmar"ın Hikâyelerinde Rüya Motifi", Erdem,
sayı 19, Ocak 1991, s. 229-240.
Emil, Birol, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Mehmet Kaplan Hâlâ Yaşarken 1, II",
Türk Edebiyatı, sayı 207-208, Ocak-Şubat 1991, s. 19-21; 10-12.; Türk Kültür ve
Edebiyatından-2: Şahsiyetler, Ankara 1997, s. 416-434.
Özgüven, Eatih, "Ahmet Hamdi Tanpınar'da Erkekler ve Kadınlar... Sahnenin
Üzerinde", Cumhuriyet Kitap, sayı 47,10 Ocak 1991, s. 6-7.
Berker, Gündüz, "Onun Ateşi Etrafında Toplanmıştık", Güneş, 25 Ocak 1991.
Enginün, İnci, "Tanpmar ve Mehmet Kaplan Üzerine", Türk Edebiyatı, sayı 209,
Mart 1991, s. 16-18; Bir Sığmak Olarak Kitap, İstanbul 2001, s. 195-200.
İlter, Şahap Sıtkı, "Sanat ve Ahmet Hamdi", Türk Dili, sayı 23, Mart 1991, s.
37-39.
Çetin, Nurullah, "Aydaki Kadın Romanında Tanpmar", MiUî Kültür, sayı 84,
Mayıs 1991, s. 34-35.
1992
Okay, Orhan, "Beş Şehir", Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt V, İstanbul 1992,
s. 547-548.
Belge, Taciser, "Ahmet Hamdi Tanpına/dan Orhan Pamuk'a Eantastik Şehir İs-
tanbul-Rüyadan Kâbusa", İstanbul, sayı 2, 1992, s. 109-116.
Erem, Evren, "Modern Türk Şiirinde Tanpmar ve Dıranas'ın Yeri", Defter, sayı
19, Kış 1992, s. 77-83.
Ergüzel, Mehdi, "Edebiyat Takvimi; Tanpmar ve Kaplan", Türk Edebiyatı, sayı
219, Ocak 1992, s. 50-51.
Hızlan, Doğan, "Mektuplarıyla Tanpmar ve Kaplan", Hürriyet, 8 Ocak 1992.
Budak, Ali, "Tanpmar Üzerine", Tercüman, 20 Ocak 1992.
Batur, Enis, "Ölümünün 30. Yılında Ahmet Hamdi Tanpmar; Tanpmar İçin Bir
Portre Denemesi", Cumhuriyet, 23 Ocak 1992; Yazının Ucu, İstanbul 1993,
s. 55.
Pamuk, Orhan, "Şiirde Aradı, Romanda Buldu", Cumhuriyet, 23 Ocak 1992, Öte
ki Renkler, İstanbul 1999, s. 166-168.
Alptekin, Turan, "Tanpınar'm Plastik Sanatlar Üzerine Yazıları", Hürriyet Göste
ri, sayı 135, Şubat 1992, s. 60-62.
A h m et Hnmdi Tunpınar Üzerine Yazılar Bibliyoyrafyası (K ro n o lo jik ) • 8 53
Okay, Orhan, "Bir Monografi Denemesi: Ahmet Hamdi Tanpınar I-VIII", Dergâh,
sayı 24-30,32, Mart-Eylül, Kasım 1992, s. 8-9.
Bekiroğlu, Nazan, "Huzıu'un İndeksi Üzerine Yorumlar", Yedi İklim, sayı 1, Ni
san 1992, s. 12-16.
Okay, Orhan, "Tanpınaf dan Acı Bir İroni: Acıbadem'deki Köşk", Yedi İklim, sayı
1, Nisan 1992, s. 8-10.
Erem, Evren, "Modernizmin 'Eşik'indeki Şair: Ahmet Hamdi Tanpmar", Somba-
har, sayı 11, Mayıs-Haziran 1992, s. 33-36.
Dölek, Ali, "Tanpınafm Şiirinde Zaman Kavramı ve Ebedî An İmajı", Yedi İklim,
sayı 24/5, Ağustos 1992, s. 26-28.
Uçman, Abdullah, "Ahmet Hamdi Tanpmar ve Türk Kültürü", Dergâh, sayı 32,
Ekim 1992, s. 8-10.
1993
Oktay, Ahmet, "Tanpmar, Ahmet Hamdi", Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
(1923-1950), Ankara 1993, s. 1247-1266.
İleri, Selim, "Tanpmar'ın Mektupları", Milliyet, 6 Şubat 1993.
Alkan, Erdoğan, "Nerval Şiirinin Rüzgânnda Al\met Hamdi Tanpmar", Varhk,
sayı 1026, Mart 1993, s. 41-44.
Kerman, Zeynep, "Mektupları ve Hatıralarıyla Ahmet Hamdi Tanpmar", Der
gâh, sayı 37, Mart 1993, s. 12-13.
Taş, Berrin, "Bir Mücadeleyi Anlamak: Ahmet Hamdi Tanpmar ve Behice Bo
ran", İnsancıl, sayı 30-31, Nisan-Mayıs 1993.
Enginün, İnci, "Tanpınaı'm Mektupları", Türk Dili, sayı 498, Haziran 1993, s.
463-467; Bir Sığınak Olarak Kitap, İstanbul 2001, s. 183-188.
Ufuk, Selim, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Türk Yurdu, sayı 70 (416), Haziran
1993, s. 77.
Koç, Murat, "Bir Sanatkârın Mektupları I-II", Türk Edebiyatı, sayı 226-237, Hazi-
ran-Temmuz 1993, s. 55-56; 46.
Aytaç, Gürsel, "Alımet Hamdi Tanpmar'ın Mektuplarında İnsan Sıcaklığı",
Cumhuriyet Kitap, sayı 173, 21 Temmuz 1993, s. 8-10; "Tanpmaı'ın Mektup
ları", Edebiyat Yazıları, cilt 3, Ankara 1994, s. 111-106.
Baytaş, Serpil, "Tanpmar ve Halk Türküleri", Varhk, sayı 1031, Ağustos 1993, s.
45^6.
Uğurcan, Sema, "Ahmet Hamdi Tanpma/da Doktor Tipleri", Dergâh, sayı 42,
Ağustos 1993, s. 16-18.
Demirtürk, Lâle, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü Üzerine Bir İnceleme", Varhk, sa
yı 1032, Eylül 1993, s. 30-32.
8 5 4 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
1994
Öztürk, Haşan, "Gündemdeki Tanpınar ve Felsefesiz Edebiyatı", Polemik, sayı
58, Ocak-Şubat 1994, s. 8-9.
Erem, Evren, "Tanpınaı'ın Kavram Dünyası" [O. Demiralp'in Kutup Noktası ad
lı kitabı hakkında]. Kuram, Mayıs 1994.
Gürbüz, Muammer, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Roman ve Hikâyelerinde Aydın
Tipi", Erciyes, sayı 200, Ağustos 1994, s. 51-53.
Orhanoğlu, Hayrettin, "Ahmet Hamdi Tanpınar'a Mektup 1-2", Dergâh, sayı 55,
56, 57, Eylül-Kasım 1994, s. 9,14,11.
(Ilgaz) Ayşe Afet, "Tanpmaı'Ia Bir Yaz", Nehir, sayı 13-14, Ekim-Kasım 1994, s.
84.
Öztürk, Haşan, "Tanpınar Yaşadığı Gibidir", Dergâh, sayı 58, Aralık 1994, s. 8, 9.
1995
Yılmaz, Levent, "Tanpınaı'dan Mektup Var!", İstanbul, sayı 17, 1995.
Kutlu, Mustafa, "Türküler ve Şiirimiz", Yeni Şafak, 25 Ocak 1995.
Asiltürk, Baki, "Şiirin Kutup Noktasında İsınmak", [O. Demiralp'in Kutup Nok
tası adlı kitabı hakkında], Küap-ltk, sayı 13, Ocak-Şubat 1995, s. 8-9.
Törenek, Mehmet, "Füsun ve Tesadüf: Tanpınaı'ın Şiir Üzerine Görüşleri", Der
gâh, sayı 60, Şubat 1995, s. 10-11, 17.
Pamuk, Orhan, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modemizmi", Defter, sayı 23,
Bahar 1995, s. 31-45.
Oktay, Ahmet, "Tanpınar; Bir Tereddüdün Adamı", Defter, sayı 23, Bahar 1995,
s. 49-61.
Oğuzertem, Süha, "Hasta Saatler, Bozuk Sıhhatler: Enstitü Sorununa Babasız Bir
Yaklaşım", Defter, sayı 23, Bahar 1995, s. 65-83.
Yenikale, Ahmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Akademik Çerçeve, [Türk Poetikası
özel sayısı], sayı 4, Bahar 1995, s. 64-70.
Fethi Naci, "Eleştiri Günlüğü: Tanpınaı'a Göre 1936'da Türk Romanı", "Tanpı-
nar'a Göre Mizah", Adam Sanat, sayı 114, Mayıs 1995, s. 18-19.
Törenek, Mehmet, "Roman ve însan". Kalem ve Onur, sayı 8, Yaz 1995, s. 44-47.
Öztürk, Haşan, "Sükût Suikastına Kurban Giden Adam: Tanpınar", Yeni Şafak,
22 Haziran 1995.
Batur, Enis "Tanpınar ve Günlükleri", Cumhuriyet, 30 Temmuz 1995.
Kırzioğlu, Banıçiçek, "Tanpınaı'da Zaman Nüvesi 1-11", Türk Edebiyatı, sayı 263-
264, Eylül-Ekim 1995, s. 21-24; 53-54.
Uğurcan, Sema, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Gözüyle Yahya Kemal Beyatlı",
Dergâh, sayı 69, Kasım 1995, s. 14-15.
A h m et Ham di T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyoyrafyası (K ro n o lo jik ) • 855
Coşar, Mevhibe, "Bir Mektup, Bir Hocalık Örneği", Türk Edebiyatı, sayı 265, Ka
sım 1995, s. 40-41.
1996
Durak, Mustafa, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Bursa'da Zaman Şiirinde Anlam
Boyutu", Bursa'da Edebiyat, Edebiyatta Bursa, Ankara 1996, s. 120-136;
A.H.Tanpmar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 77-100.
Tuncer, Hüseyin, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı, cilt
I, İzmir 1996, s. 197-209.
Yıldız, Ali, "Tanpınar'a Göre Doğu ile Batı Arasında Terkip", Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 7, Kayseri 1996, s. 413-425.
İleri, Selim, "Gramafon İğnesi: Tanpınaı'la Zaman", Cumhuriyet, 25 Ocak 1996.
Okay, Orhan, "İki Ölüm Yıldönümünde İki Mizaç", [Mehmet Kaplan ve Tanpı-
nar]. Zaman, 28 Ocak 1996; Silik Fotoğraflar, İstanbul 2001, s. 80-85.
Töre, Enver, "Tanpınar'm Aktüel Bir Hikâyesi; Teslim", Türk Edebiyatı, sayı 168,
Şub£ ' 1996, s. 53-55.
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpınar'm Ağaçları", Zaman, 22 Mart 1996.
(imzasız), "Ahmet Hamdi Tanpmar ve İstanbul", Varhk, sayı 1087, Nisan 1996, s.
29-32.
Şahin, İbrahim, "Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir
Deneme", Türk Yurdu, sayı 105(451), Mayıs 1996, s. 19-29.
Abacı, Tahir, "Tanpınar'da Müzik", Adam Sanat, sayı 127, Haziran 1996, s. 35-51.
Özcan, Nezahat, "Tanpınar'm Mektuplarına Dair", Bilge, Güz 1996, sayı 10, s. 76-
79.
Yıldız, Alpay Doğan, "Okur Kavramı Açısından Tanpınar'm Huzur romanı". Ye
di İklim, sayı 80-81, Kasım-Arahk 1996, s. 94-96.
1997
İleri, Selim, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Sepya Mürekkebi, İstanbul 1997, s. 180-
181.
Köroğlu, Erol, "Ahmet Hamdi Tanpınar'm Zaman Anlayışı", Cogito, sayı 11,
1997, s. 201-222
Ayvazoğlu, Beşir, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Aksiyon, 25-31 Ocak 1997, s. 56-57.
Kahraman, Haşan Bülent, "Tanpmar'ı Unutmak", Radikal, 31 Ocak 1997.
Lekesiz, Ömer, "Bir Yol", Hece, sayı 2, Şubat 1997, s. 34-29; Türk Edebiyatında Öy-
kü-2, İstanbul 1998, s. 145-178.
Öztürk , Haşan "Tanpmar İçin Yazılanlar", Dergâh, sayı 87, Mayıs 1997, s. 20-22.
Tuncer, Hamdi Can, "Mümtaz Hiç İyi Değil-. Huzuı'da Huzursuzluğun Neden
leri", Kuram, sayı 14, Mayıs 1997, s. 45-49.
856 • T an p ın a r Ü zerine Yazılar
1998
Akatlı, Füsun, "Tanpmar ve Aydaki Kadın", Zamam Yaşatan Roman-Zamana Di
renen Şiir, İstanbul 1998, s. 13-16.
Batur, Enis, "Tanpınar'ın Defterleri", "Tanpınar'a Sükût Suikasti", Türkiye'nin
Üçlemi, İstanbul 1998, s. 169-171; 172-174.
Okay, Orhan, "Huzur", Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt XVIII, İstanbul 1998,
s. 439-441.
Okay, Orhan, "Tanpmar, Ahmet Hamdi", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt
VIII, İstanbul 1998, s. 225-232.
Sınar, Alev, "Tanpınar'ın Romanlarında Musiki Temi", Doğu Akdeniz, sayı 1, Ga
zi Mağusa 1998, s. 107-124.
Uçman, Abdullah, "Yaz Yağmuru", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, cilt VIII,
İstanbul 1998, s. 568-569.
Ayvazoğlu, Beşir, "Ahmet Hamdi Tanpmar", Aksiyon, sayı 112,25 Ocak 1998; Sî-
retler ve Sûretler, İstanbul 1999, s. 38-43.
A h m et H a m d iT a n p ın a r ü z e rin e Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 57
1999
Doğan, Mehmet Can, "Tesadüf ve Kader Arasında Zihinsel Bir Kaza", [Huzur
üzerine]. Hece, sayı 26-27, Şubat-Mart 1999, s. 95-103.
Ergu, Muaz, "Bir Huzur Arayışı 1-11", Dibace, sayı 1-2, Mart, Nisan-Mayıs 1999,
s. 4-5.
Yener, Ali Galip, "İki Ateş Arasında Bir Yazar", [îki Ateş Arasında' adlı senaryosu
na dair]. Virgül, sayı 18, Nisan 1999, s. 5-7.
Yazan, Ümit Meriç, "Depremi Tanpınaı'la Yaşamak", Yol Kültürü, sayı 6/7, Ni-
. san 1999, s. 120-125.
Ertuğrul, Kürşat, "Türkiye'de Batıhlaşma-Modemleşme Sorunu Bağlamında
Ahmet Hamdi Tanpınar", Toplum ve Bilim, sayı 81, Yaz 1999, s. 194-202.
858 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
2000
Demiralp, Oğuz, "Tanpınar'ın Şiirleri İçin Önsöz Arayışı", Ahmet Hamdi Tanpı-
nar. Şiirler, 2.b., İstanbul 2000, s. 7-9.
Enginün, İnci, "Sanatçı ve Deprem", Araştırmalar ve Belgeler, İstanbul 2000, s.
331-336.
İnci, Handan, "Tefrikadan Kitaba Huzur", Huzur, YKY, İstanbul 2000, s. 427-
442.
Parla, Jale, "Taksim Kabul Etmiş Zamanın Aynası Roman: Mahur Beste", Don Ki-
şot'tan Bugüne Roman, İstanbul 2000, s. 282-305.
Orhan, Selçuk, "Romanın Mihveri Tanpınar mı Proust mu?". Dergâh, sayı 119,
Ocak 2000, s. 9-10.
Miskioğlu, Ahmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar Üstüne", Türk Dili Dergisi, sayı 76,
Ocak 2000, s. 1-4.
Yazan, Ümit Meriç, "Tanpınar'la Bir Tan Vakti", Türk Edebiyatı, sayı 315, Ocak
2000, s. 10-11.
Yardım, Melımet Nuri, "Tanpınar'ı Anlamak", Türkiye, 24 Ocak 2000.
Yavuz, Hilmi, "Tanpınar ve Heidegger", Est-Non/Birikimler, sayı 2, Ocak-Şubat
2000, s. 21-24; Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, s. 245-250.
Aşçı, Buket, "50 Yıl Sonra Yine Tanpınar'ın 'Huzur'undayız!", Entelektüel (E Der
gisi'mx\ eki>, sayı 4, Şubat 2000, s. 14-15.
Kuyaş, Nilüfer, "Tanpınar'ın Huzur Romanı 50 Yaşında - Huzursuz Miras", Mag
(NTV Dergisi), Şubat 2000,118-120.
Yavuz, Hilmi, "Sükût Suikasdi", Zaman, 25 Şubat 2000.
Aşçı, Buket, "Tanpınar Yine Arada Kaldı", Radikal, 26 Şubat 2000.
Kahraman, Âlim, "Hatıraları Nasıl Okumah Ya Da Belleği Tanpınafa Bir Oyun
mu Oynuyor", Kaşgar, sayı 14, Mart 2000, s. 59-68.
Armağan, Mustafa, "Orhan Pamuk ve Tanpınar", Zaman, 31 Mart 2000.
Demiralp, Oğuz, "Vesika-lık: Aydaki Adam", Kitap-lık, sayı 40, Mart-Nisan 2000,
s. 92-98.
A h m e t H am di T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 59
Oğuzertem, Süha, "Vesika-lık: Gizemli Bir 'Yaz Gecesi'nde Freud, Joyce ve Tan-
pınar", Kitap-ltk', sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 99-112.
İşm, Ekrem, "Vesika-lık: Osmanlı İlmiye Sınıfının Romanı: Mahur Beste", Kitap-
Itk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 113-123.
Tunç, Ayfer (Konuşan;), "Vesika-hk; Tanpınaı'm Bir Kelimesini Bile Feda Etme
mek Lâzım", (Birol Emil ve Turan Alptekin'le konuşma), Kitap-lık, sayı 40,
■ Mart-Nisan 2000,. s. 123-129.'
İnci, Handan, "Vesika-lık: Elli Yılın Huzur Okumalan", Kitap-lık, sayı 40, Mart-
Nisan 2000, .135-143.
Yücel-Eronat, Canan, "Tanpmar'a İlişkin Anılar: Dost Ahmet Hamdi Tanpınar",
Kitap-ltk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. II.
İyem, Nuri, "Tanpınar'a İlişkin Anılar: Doğu Kültürüyle Yetişmişti", Kitap-lık, sa
yı 40, Mart-Nisan 2000, s. III-IV
Edgü, Ferit, "Tanpınaı'a İlişkin Anılar: Tanpınar ve Uiysses", Kitap-hk, sayı 40,
Mart-Nisan 2000, s. IV.
Dino, Güzin, "Tanpınaı'a İlişkin Anılar: Beyazıt Meydanı'nda Öldürülmüş Bir
Genç...", Kitap-lık, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. IV-VI.
Moran, Tatyana, "Tanpınaı^a İlişkin Anılar: Bu Aşkı Yaşamasaydım Huzur'u Ya
zamazdım", Kitap-hk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. VI-VII.
Urgan, Mîna, "Tanpınar'a İlişkin Anılar: 'Kadın Dırdırı Dinlememek İçin Bekâr
^Kaldım' ", Kitap-lık, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. VIl-VIlI.
Okay, M. Orhan, "Tanpma/a İlişkin Anılar:Ağaçların, Denizin Dilinden Anlar
dı", Kitap-hk, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. VIII.
Yıldız, Saadettin, "Ne İçindeyim Zamanın", Edebiyat Güncesi, sayı 15, Mart-Ni
san 2000, s. 40-45.
Dirin, İlyas, "A. Hamdi Tanpınar, İ. Habip Sevük Bir Espiri Yüzünden Çarpıştı-,
1ar I-II", Kaşgar, sayı 14,15, Mart, Mayıs 2000, s. 70-81; 77-93.
Çeker, Alper, "Tanpınaı'a İade-i İtibar", Entelektüel (E Dergisi'nin eki). Nisan
2000, s. 25.
Yıldız, Ali, "Akşam ve Akşamın Ahengi", [Tanpmaı'la Baudelaire'in şiirini kar
şılaştırma denemesi], Türk Edebii/atı, sayı 318, Nisan 2000, s. 26-29.
Durukan, Hüseyin, "Gündemdeki Tanpınar", Yeni Şafak, 2 Nisan 2000.
Fethi Naci, "Mektuplaı^ın Işığında Tanpına/m Şairliği", Cumhuriyet Kitap, 6 Ni
san 2000, s. 3.
Armağan, Mustafa, "Tanpmaı'ı Doğru Yayımlamak", Zaman, 7 Nisan 2000.
Fethi Naci, "Mahur Beste-I, II, Cumhuriyet Kitap, 13, 20 Nisan 2000, s. 3.
Armağan, Mustafa, "Tanpmaı'm Mektubundaki Cinsiyet Hatası", [AntalyalI
Genç Kıza Mektup hakkında]. Zaman, 21 Nisan 2000.
860 • T aııp m ıır Ü zerine Yazılıır
Özgüven, Fatih, "Nuran'ın Dönüşü", Radikal İki, 17 Eylül 2000; Yeryüzünden Not
lar, İstanbul 2001, s. 42-45.
Keçeci, Uğur, "Tanpmaı'ı Anlama Çabalarına İddialı Bir Katkı: HBK!", Birikim
ler, sayı 6, Ekim-Kasım 2000, s. 119-123.
Okay, Orhan, "Tanpmaı'm Hikâyeleri Üzerine Notlar", Hece, (Türk Öykücülüğü
Özel Sayısı), sayı 46-47, Ekim-Kasım 2000, s. 176-181.
Yıldız, Alpay Doğan, "Huzuı'da Üçüncü Derecedeki Roman Kişilerinin Başkişi-
nin Tecrübe Edinme Sürecindeki Fonksiyonları", Dergâh, sayı 129, Kasım
2000, s. 8-11, 23.
2001
İmzasız, "Tanpınar, Ahmet Hamdi", Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklope
disi-!, İstanbul 2001, s. 788-792.
İstanbul Bir Terkiptir (Tanpınar'm Doğumunun 100. Yılı İçin Düzenlenen Ser-
gi'nin Katalogu), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Daire Baş
kanlığı, Aralık 2001.
Gürbilek, Nurdan, "Kötü Çocuk Türk", Kötü Çocuk Türk, İstanbul 2001, s. 66-88.
Kurukafa, Vedat, "Mahur Beste Üzerine Bir İnceleme ve Çözümleme Deneme
si", Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Malatya 2001, sayı 4, s. 133-144.
"Sen Tanpınafdan Ne Anlarsın?", 18 Ocak 2000, (yöneten: Ayfer Tunç, Konuşan
lar: Orhan Koçak, Paul Dumont), Sorun Soruda - Salt Toplantıları 1999-2000,
İstanbul 2001, s. 183-200.
Caner, Fırat, "Tanpınaı'da Arı Şiir ve Nazmın Sonu", Evrensel Kültür, Ocak 2001,
sayı 109, s. 22-23.
Kütükçü, Tamer, "Kimlikleri Ayarlama Enstitüsü", Bâbiali Kültür Dergisi, Ocak
2001, s. 76.
Yücel, Şükran, "Huzursuzluktaki Huzur", E Dergisi, sayı 22, Ocak 2001, s. 88-89.
Bostancı, Kahraman, "Ahmet Hamdi Tanpına/ın Bir Tiyatro Anketine Verdiği
Cevap", Türk Dili, sayı 590, Şubat 2001, s. 157-162.
Kurt, Mustafa, "Tan/pınar Şiirleı'in İzinde", Hece, sayı 50, Şubat 2001, s. 31-41.
Alemdar, İlhan, "Rüya Öyküleri ya da Öykü Rüyaları", Üçüncü Öyküler, sayı 11,
Kış-Bahar 2001, s. 58-60.
Çeri, Bahriye, "Yaz Yağmuru ve Acaip Bir Kadın", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-
Bahar 2001, s. 53-56.
Kaya, İ. Güven, "Tanpınar Öykücülüğüne Eleştirel Bir Bakış", Üçüncü Öyküler,
sayı 11, Kış-Bahar 2001, s. 61-67.
Erden, Aysu - Tuba Sarıtaş, "Ahmet Hamdi Tanpınar Öyküsünde Zaman-Bilinç-
Bilinçaltı Çatışması - Bir Örnek: Yaz Gecesi", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-
Bahar 2001, s. 68-79.
8 6 2 • T anpım ır Ü zerine Yazılar
Eryürük, Adem, "Tanpınaı'ın Pek de İnandırıcı Olmayan Hoş Bir Öyküsü: Yaz
Yağmuru", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-Bahar 2001, s. 80-85.
Gürbüz, Elif, "Rüyaların Kuytusunda Mit", Üçüncü Öyküler, sayı 11, Kış-Bahar
2001, s. 86-89.
Asiltürk, Baki, "Bir Kültür Adamının Dünyasına Tanıklıklar", [T. Alptekin'in Bir
Kültür Bir însan adlı kitabı hakkında]. Hürriyet Gösteri, sayı 226, Mart 2001,
s. 46-48.
Kum, Burhan, "Dönüp Resmi Okumak- Doğumunun 100. Yılında Ahmet Ham-
di Tanpınar'ın Anısına", Türkiye'de Sanat, Mart-Nisan 2001, sayı 48, s. 20-25.
Kurt, Mustafa, "Muhatabını Arayan Bir Mektup", Hece, sayı 52, Nisan 2001, s.
33-36.
Yardım, Mehmet Nuri, "Tanpınaı'ı Yeniden Keşfetmek", Eğitim Bilim, sayı 32,
Mayıs 2001, s. 60-62.
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpınar ve Türk Kültürü", Türkiye Günlüğü, sayı 67, Güz
2001, s. 36-43.
Kütükçü, Tamer, "Tanpınar'ın Yaz Yağmuru Hikâyesinde Mekânın Kurgulanı-
şı", Türk Dili, sayı 597, Eylül 2001, s. 277-283.
Okur, Enver, "Mektuplarda Yaşayan Tanpınar", Dergâh, sayı 139, Eylül 2001, s.
14-18.
Uğurcan, Sema, "Tanpmar'a Şehirlerin Söylediği Tarih", Türklük Araştırmalan
Dergisi, sayı 10, Eylül 2001, s. 91-108.
Dirin, İlyas, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Memleket Realiteleri", Hece, sayı 59, Ka
sım, s. 78-81.
Okay, Orhan, "Tanpınar'ı Yetiştiren Sosyo-Kültürel Çevre", Kaşgar, sayı 24, Ka-
sım-Aralık 2001, s. 21-30.
Savaş, Metin, "Yerlilik, Değişim ve Küreselleşme Bağlamında Saatleri Ayarlama
Enstitüsü", Dergâh, sayı 141, Kasım 2001, s. 10-11,15-17.
Savaş, Metin, "Tanpınar’la Sanal Sohbet 1-11", Türk Edebiyatı, sayı 337, 338, Ka
sım, Aralık 2001, s. 33-37; 57-59.
Enginün, İnci, "İstanbul", Dergâh, sayı 142, Aralık 2001, s. 7-9.
Enginün, İnci, "Yansımalarıyla Tanpınar", Dergâh, sayı 142, Aralık 2001, s. 10-11,
22 .
Haber: "Yeni Bir A. Hamdi Tanpınar Kitabı / Tanpınar Neden Moda Oldu?",
(Mücevherlerin Sırrı), Kültür&SanatIZaman, 25 Aralık 2001.
Yavuz, Hilmi, "Tanpınar ve Bergson, 1-11", Zaman, 26 Aralık 2001, 2 Ocak 2002;
Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, İstanbul 2005, s. 240-244.
Alkan, A. Turan, "Saç Jölesi ve Tanpınar!", Zaman, 29 Aralık 2001.
A h m e t Ham di T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 863
2002
Aksoy, Ali, "Uzaktan Yazılmış 'Bursa'da Zaman' ", Bursa Denemeleri, İstanbul
2002, s. 22-35.
Dara, Ramis, "Tanpınar'ın Bursa İzni", Bursa Denemeleri, İstanbul 2002, s. 14-21.
Demiralp, Oğuz, "Tanpınar'ın Gizli Hâzinesi", Mücevherlerin Sîrn'na önsöz,
YKY, 2002; Satırlar Arasında Aylaklık, İstanbul 2006, s. 174-176.
Demiralp, Oğuz, "Ahmet Hamdi Tanpınar", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce,
cilt 3, İstanbul 2002, s. 24-35.
Alver, Köksal, "Ahmet Hamdi Tanpmar'ın Romanlarında İdeolojik Örgü", Hece
(A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 15-23; bu yazınm gelişti
rilmiş hali derginin ilaveli ikinci baskısında "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Ro
manlarında Bakış Açısı" adıyla yayımlanmışhr; 21 Ağustos 2006)
Su, Hüseyin, "Rüya Gören Öyküler", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61,
Ocak 2002, s. 24-38.
Okay, Orhan, "Kaderin Eşiğinde Tanpınar", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sa
yı 61, Ocak 2002, s. 7-14.
Çetin, Nurullah, "Ahmet Hamdi Tanpmaı'm Şiiri", Hece (A. H. Tanpınar özel sa
yısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 39-56.
Kahraman, Âlim, "Tanpmar'ın Denemeciliği Üzerine", Hece (A. H. Tanpınar özel
sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 57-60.
Karadeniz, Abdurrahim, "Mektuplarındaki Tanpınar: O Kadar Az Kendimiz
Oluyoruz ki!". Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 61-69.
Adah, Murat, "Geleneğin Farkh Bir Yorumcusu: Ahmet Hamdi Tanpınar", Hece
(A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 70-74.
Lekesiz, Ömer, "Tanpınar Nereden ve Nasıl Bakar?", Hece (A. H. Tanpınar özel
sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 75-83.
Türinay, Necmettin, "Ahmet Hamdi Tanpınar: 1932 Öncesi ve Sonrası", Hece (A.
H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 84-90.
Enginün, İnci, "Tanpınar'ı Düşünürken", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı
61, Ocak 2002, s. 91-93.
Sağlık, Şaban, "Bir Şahsî Nizam'ın Peşinde Estetiği ve Felsefeyi Arayan Adam:
Ahmet Hamdi Tanpınar", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak
2002, s. 94-119.
Armağan, Mustafa, "Tanpmar'ın Tılsımh Aynasında Şehirler", Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 120-125.
Aydın, Ertuğrul, "Ahmet Hamdi Tanpınar'da Tarih ve Zaman", Hece (A. H. Tan-
pmar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 126-143.
Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 146-154.
Dirin, İlyas, "Tanpma/ın Yazılarının Bibliyografyası'na Zeyl", Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 155-165.
Dirin, İlyas, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Yayımlanan İlk Yazısı", Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 167-169.
Dirin, İlyas; Özdemir, Şaban; Anar, Turgay, (Haz.:)"Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın
Ldebiyat Üzerine Makaleler ve Yaşadığım Gibi'de Yer Almayan Yazı, Rö
portaj ve Anketlerinden Seçmeler", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı
61, Ocak 2002, s. 170-196.
Dirin, İlyas; Özdemir, Şaban, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Eserleri Hakkında Ya
zılanlar", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61, Ocak 2002, s. 197-210.
. Dirin, İlyas, "Ahmet Hamdi Tanpmaı^ın Şiir, Yazı, Röportaj ve Anketlerinin Ya
yımlandığı Dergi ve Gazeteler", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 61,
Ocak 2002, s. 211.
Kütükçü, Tamer, "Tanpınar, Modernite ve Mekân", Türk Edebiyatı, sayı 339, Ocak
2002, s. 22-24.
Okay, Orhan, "Tanpınar'ın Rüyalar Dünyası", Kaşgnr, Ocak-Şubat 2002, sayı 25,
s. 29-35; Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tnnpmar, (Haz. S. Uğurcan),
İstanbul 2003, s. 101-106.
Özgüven, Fatih, "Tanpınaı'a Bir 'Bakış'", Radikal İki, 6 Ocak 2002.
İlhan, Havva Setenay, "Saatlerimizi Ayarlayan Adam", (Hece dergisinin özel sa
yısı hakkında) Yeni Şafak, 13 Ocak 2002.
Kahraman, Haşan Bülent, "Nâzım ve Tanpınar", Radikal, 31 Ocak 2002.
Kuyaş, Nilüfer, "Huzursuz Miras: Suat'ın Mektubu", Entelektüel CE'nin ilavesi),
sayı 35, Şubat 2002, s. 35-36; Başka Hayatlar, İstanbul 2003; Hece (A. H. Tan-
pınar özel sayısı), genişletilmiş 2.b., Ağustos 2006, s. 63-66.
Fedai, Celâl, "Yazarın Tamamlanmamış İlk Romanı Olarak 'Mahur Beste'", Der
gâh, sayı 144, Şubat 2002, s. 10-19; Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), genişle
tilmiş 2. baskı. Ağustos 2006, s. 126-132.
Dirin, [., Anar, T., Özdemir, Ş., "Mücevherlerin Sırrı", (Kitap hakkında konuş
ma), Varlık, sayı 1134, Mart 2002, 6-7.
Kaplan, Sefa, "Tanpınaı^ın Menderes Öfkesi", Hürriyet, 1 Mart 2002.
Yavuz, Hilmi, " 'Bir Gül Bu Karanlıklarda' Dolayısıyla Tanpınar ve Ülgener İliş
kisi Üzerine-l-İI", Zaman, 27 Mart, 3 Nisan 2002; Edebiyat ve Sanat Üzerine
Yazılar, İstanbul 2005, s. 236-239.
Bek, Kemal, "Yahya Kemal" (Tanpınar'ın kitabının YKY baskısı hakkında). Var
lık, Nisan 2002.
Çeri, Bahriye - Alemdar, İlhan, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Türkçede Yayınlan
mamış Bir Yazısı", Dergâh, sayı 146, Nisan 2002, s. 3-5.
A h m et Ham dı T an p m ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 865
Bek, Kemd, "Tanpmaf m Mücevherleri", Virgül, sayı 50, Nisan 2002, s. 25-27.
Ayvazoğlu, Beşir, "Tanpmar ve Demokrat Parti", Türk Edebiyatı, sayı 342, Nisan
2002, s. 20-22.
Asiltürk, Baki, "Tanpmar Yeniden", (Şiirleri hakkında). Hürriyet Gösteri, sayı 236,
Nisan 2002, s. 31-32.
Uçman, Abdullah, "Tanpmar Üzerine Değerlendirmeler", Hürriyet Gösteri, sayı
236, Nisan 2002, s, 38-41.
Moran, Tatyana, "Orhan Pamuk Versus Ahmet Hamdi Tanpmar", Cumhuriyet
Kitap, 25 Nisan 2002.
Andaç, Feridun, "Zamamn Aynasında Bir Yazar: Tanpmar", E, Mayıs 2002, s. 64.
Uçman, Abdullah, {Bir Gül Bu Karanlıklarda kitabı hakkında Alper Çeker ile ko
nuşma), Varlık, sayı 1136, Mayıs 2002, s. 10-11.
İleri, Selim, "Tanpınaı^ı Tanımak...", {Bir Gül Bu Karanlıklarda üzerine). Cumhuri
yet, 14 Mayıs 2002.
Hızlan, Doğan, "Amerikan Yayınevinde İlk Çeviri Tanpmar", Hürriyet, 20 Mayıs
2002.
Kazıcı, Mustafa H., "Tanpmar Şiiri ve Estetik Açılımları", Sedir, sayı 4, Mayıs
2002, s. 8-11, '
Okay, Orhan, "Huzur: Yüzbinlerce Ruh Bir  raf ta". Hece (Türk Romanı Özel Sa
yısı), sayı 65-67, Mayıs-Temmuz 2002, s. 591-599.
Uçman, Abdullah, "Mücevherlerin Sırrı", Kitap-lık, sayı 53, Mayıs-Haziran 2002,
s. 174-178.
Enginün, İnci, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Türk Dili, sayı 606, Haziran 2002,
s. 491-493.
Asiltürk, Baki, "Bir Gül Bu Karanlıklarda", Hürriyet Gösteri, sayı 238, Haziran
2002, s. 20-21.
Gündüz, Olgun, "Türkiye'nin Batılılaşma Serüveninde Özgün Bir portre: Ahmet
Hamdi Tanpmar", TezfaVe, sayı 11, Temmuz-ekim 2002, s. 108-121; Uludağ
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2002, sayı 3, s. 13-28.
Savaş, Metin, "Huzut'da Ayna Motifi", Dergâh, sayı 149, Temmuz 2002, s. 23.
Ayvaz, Emre, "Tanpmar İçin Üç Derkenar: Sevinç, Kafa Karışıkhğı, Burukluk"
(Mücevherlerin Sırrı hakkında), Akşam-bk, sayı 9 ,5 Temmuz 2002, s. 3.
Yavuz, Hilmi, "Huzur, Bir 'Müzikal Roman' mı?". Zaman, 31 Temmuz 2002; Ede
biyat ve Sanat Üzerine Yazılar, İstanbul 2005, s. 101-103.
Alver, Koksal", "Ahmet Hamdi Tanpmar: Türk Muhafazakârlığının Estetiği",
Tezkire, sayı 11, Temmuz-Ekim 2002, s. 101-107.
Şişmanoğlu, Şehnaz, "Mahur Beste'de 'Ayna'lanan 'Eksiklik' Sorunu", E, sayı
41, Ağustos 2002, s. 76-78.
866 • Tvınpınar Ü zerine Yazılar
2003
Gümüş, Semih, "Sahnenin Dışındakiler", Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, İstan
bul 2003, s. 378-388.
İmamoğlu, Tuncay, "Ahmet Hamdi Tanpınar'da Süreklilik ve Değişim", Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı 2, Erzurum 2003, s. 131-148.
Kılıç, Latife, "Hikâye Yazarı Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar", A. Ü. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı 21, Erzurum 2003, s. 129-145.
Aliş, Şehnaz, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Sosyal Tenkit", Doğumunun 100.
Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 19-26.
Asiltürk, Baki, "Tanpmar'ın Şiirlerinde Duyular", Doğumunun 100. Yılında Ahmet
Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 27-38.
Başer, Nami, "Tanpınaı'da Proust", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpı-
nar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 39-46.
Enginün, İnci, "Tanpmar'ın Şiir Çalışması", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Ham
di Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 47-56.
Kefeli, Emel, "Ahmet Hamdi Tanpınaı^ın Şiirlerinde Renklerin Dili: Beyaz ve
Mavi", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan),
İstanbul 2003, s. 57-60.
Kerman, Zeynep, "Ahmet Hamdi Tanpmar'ın Edebiyat Tarihi Hakkında Bazı
Görüşler", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğur
can), İstanbul 2003, s. 71-78.
Koç, Murat, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Roman ve Hikâyelerinde Kıyafet-Ka-
A h m et Hamdi T a n p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 6 7
rakter İlişkisi Üzerine Bir Deneme", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi
Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 79-88.
Köroğiu, Erol, "Hayata Çok Yaldızlı Bir Mazi Aynasından Bakmak: Sahnenin Dı-
şındakilefde Bugünü Yaşamanın İmkânsızlığı", Doğumunun 100. Yılında
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 89-100.
Uçman, Abdullah, "Ölümünün 40. Yılmda Ahmet Hamdi Tanpınar", Doğumu
nun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s.
s. 107-118.
Uğurcan, Sema, "Tanpınar'ın Eserlerinde 'Hayat' Kelimesi Etrafında Bir Gezin
ti", Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz.: S. Uğurcan), İstan
bul 2003, s. 119-131.
Atsız, Bedriye / Christopher K. Neumann, "Kindlers Neues Literatür Lexi-
kon'dan ? Ahmet Hamdi Tanpinar" (Çev.: Ş. Yüce), Doğumunun 100. Yılında
Ahmet Hamdi Tanpınar, (Haz. S. Uğurcan), İstanbul 2003, s. 133-138.
Hızlan, Doğan, "Tanpınar'ın Sönmüş Kibritleri" {Edebiyat Dersleri hakkında).
Hürriyet, 14 Ocak 2003.
İpek, İdil, "O Mütevazıydı, Bizse Çekingen", Akşam-lık, 3 Ocak 2003, s. 10-11.
Ertan, Ozan, "İstediğimiz Gibi Bir Romanımız Olsa Farkına Varır mıydık?" (Bir
Gül Bu Karanlıklarda hakkında), Akşam-lık, 3 Ocak 2003, s. 3.
Aşkun, Nevhis C., "Ahmet Hamdi Tanpınar Hocamı Anarken", Eskişehir Sakar
ya Gazetesi, 26 Ocak 2003.
Sayar, Ahmet Güner, "Tanpınafda Ülgener Etkisi Var mı?", (Hilmi Yavuz'a ce
vap), Türk Edebiyatı, sayı 352, Şubat 2003, s, 60-65.
Sevindi, Nevval, "Bir Zarif Selâmdır Şehrin Kelamı"(Tanpınar'm mektuplarında
Paris) Zaman-Turkuaz, 2 Şubat 2003.
Yavuz, Hilmi, "Tanpinar, "Entelektüel Moda' mı?". Zaman, 23 Şubat 2003.
Abacı, Tahir, "Ahmet Hamdi Tanpinar ve Nazım Hikmet'in Benzer Yanları", Ya-
sakmeyve, sayı 1, Şubat-Mart 2003, s. 72-78.
Durak, Mustafa, "Ahmet Hamdi Tanpinar Şiirinde Etkile(n)me", Hürriyet Göste
ri, sayı 246, Şubat-Mart 2003, s. 22-25; A.H.Tanpınar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirle
ri, İstanbul 2003, s. 61-74.
Erdem, Mehmet Dursun, "Abdullah Efendi'nin Rüyaları'nı 'Psikanalizm ve
Edebiyat' Açısından Çözümleme Denemesi", Dergâh, sayı 157-158, Mart-Ni-
san 2003, s. 15-18, 5-19.
Durak, Mustafa, "Neden Ahmet Hamdi Tanpınar Şiir Yarışması", A.H.Tanpınar
Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 9-16.
Durak, Mustafa, "Tanpmar'ca Şiirsel Tractatus", A.H.Tanpınar Şiiri ve 2002 Bursa
Şiirleri, İstanbul 2003, s. 17-28.
868 • T a n p ın a r Ü zerine Yazılar
Doğan, Mehmet H., "Tanpınar Şair Tanpınaı'ı Anlatıyor", A.H.Tnnpmar Şiiri ve'
2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 29-35.
Durak Mustafa (Derleyen:), "Ahmet Hamdı Tanpınar ve Şiiri Üstüne", A.H.Tan-
pmar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, İstanbul 2003, s. 36-42.
Gülmez, Bahadır, "Tanpınar'ın Şiirle İlişkisi Bir Rüya Hali", A.H.Taıtpmar Şiiri ve
2002 Bursa Şiilerleri, İstanbul 2003, s. 43-48.
Korkut, Ece, "Tanpınar'ın Şiir Dili ve Evreni", A.H.Tanpınar Şiiri ve 2002 Bursa Şi
irleri, İstanbul 2003, s. 49-60.
Sankaya, Orhan, "İşgal Yıh İstanbul'u ya da Sahnenin Dışındakiler", Kitap Haber,
sayı 16, Nisan-Mayıs, s. 44-45.
Doğan, Mehmet Can, "Tanpmaı'ın Bileşik Kaplarındaki Basınç", Kaşgnr, sayı 33,
Mayıs-Haziran 2003, s. 88-93.
Okay, Orhan, "Türk Süsleme Sanatları Karşısında Tanpınar", Knşgar, sayı 33,
Mayıs-Haziran 2003, s. 94-98.
Özgül, M. Kayahan, "Atlantisten Gelen Adam", Kaşgar, sayı 33, Mayıs-Haziran
2003, s. 68-87.
Tapınç, Onca, "Yirmi Yıl Boyunca Eksik Okuduk", Radikal Kitap, 20 Haziran
2003, s. 7.
Uç, Himmet, "Tanpınar ve Kış Bahçesi", Yedi İklim, sayı 159-161, Haziran-Ağus-
tos 2003, s. 47-50.
Haksal, Ali Haydar, "Huzur Romanında Savaş Psikolojisi: Ya Dünya İmparatorlu
ğu Ya Siyah Ölüm", Yedi İklim, sayı 159-161, Haziran-Ağustos 2003, s. 57-62.
Timuroğlu, Senem, "Tanpınaı'ın Şahsî Miti: Rüya", Varlık, sayı 1124, Haziran
2003, s. 58-59.
Tüysüzoğlu, Fatma - Bektaş, Tolga, "Ferahfeza Mûcuzesi: 'Huzur” ", Kitap-lık,
sayı 63, Temmuz-Ağustos 2003, s. 103-111.
Koç, Murat, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve İstanbul'un Fethi", Kubbealtı Akademi
Mecmuası, sayı 3, Temmuz 2003, s. 62-71.
Özgen, Mutlu, "Bursa'da Zaman", Tabiat ve İnsan, sayı 37, Eylül 2003, s. 33-37.
Yıldırım, Tahsin, "Tanpınar'ın Kitaplarına Girmemiş Bazı Yazılan", Kaşgar, sayı
33, Mayıs-Haziran 2003, s. 58-59.
Uçman, Abdullah, "Tanpınar'ın Hikâyelerini Yeniden Okurken", Kaşgar, sayı 34,
Eylül-Ekim 2003, s. 70-78.
Alptekin, Turan, "Ahmet Hamdi Tanpınar Hakkında Bir Tartışmaya Son Nok
ta", Hürriyet Gösteri, sayı 253, Kasım 2003, s. 18-21.
2004
Kerman, Zeynep, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Edebiyat Tarihi'ni Yeniden Okur
ken", Zeynep Korkmaz Armağanı, Ankara 2004, s. 253-260.
A h m et Hamcli T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bilıliyografyası (K ro n o lo jik ) • 8 69
Yardım, Mehmet Nuri, "Dörtbaşı Mâmur Bir Edebiyatçı: Ahmet Hamdi Tanpı-
nar". Unutulmayan Edebhjatçılanmız, İstanbul 2004, s. 99-102.
Balcı, Yunus, "Ahmet Hamdi Tanpınar'm Şiirinde 'Ayna' Üzerine", Arayışlar-İn-
san Bilimleri Araştırmaları, sayı 11, 2004, s. 69-84.
Alptekin, Turan, "Şiirde Estetik Biçimleniş ve Aktarımı", Hürriyet Gösteri, sayı
256, Şubat 2004, s. 49-52.
Işın, Ekrem, "Tanpınar'm İstanbul'u Üzerine Düşünceler", KitapAık, sayı 69, Şu
bat 2004, s. 54-57.
Kaplan, Sefa, "Yahya Kemal ve Tanpınar Oryantalis miydi?". Adam Sanat, sayı
217, Şubat 2004, s. 36-41. ’
Türk, Bahadır, "Doğu Bahçelerinde Batıh Bir Bakışın Huzur(suzluk)u: A. H. Tan-
pınar ve Türk Muhafazakârhğı", Liberal Düşünce, sayı 34, Bahar 2004, s. 59-65.
Yener, AH Galib, "Geçmişin Muhafazası, Postmodern Okuma ve Tanpmar'a Ye
niden Dönmek", Hece, sayı 87, Mart 2007, s. 12-16.
Enginün, İnci, "Teslim", Baykan S eze/e Armağan, İstanbul Mart 2004, s. 521-529.
Doğan, Âbide, "Huzuı'un Huzursuz Kadını: Nuran", Türk Dili, sayı 628, Nisan
2004, s. 339-347.
Abacı, Tahir, "Huzur Hangi Makamda Bestelendi", Varlık, sayı 1159, Nisan 2004,
s. 30-33.
Sunat, Halûk, "Tanpınar'm Yazınsal Metni, Müzik ve 'Psikanalitik Duyarlıklı Ba
kış'", Varlık, sayı 1160, Mayıs 2004, s. 68-72.
Andı, M. Fatih, "Zülüflü Eliflerin Meleği Yahut Tanpınaı'da Hattın Estetiği",
Kaşgar, sayı 37-38, Mayıs-Ağustos 2004, s. 195-2002; Hayata Edebiyatla Bak
mak, İstanbul 2006, s. 117-127.
Kayaalp, Levent, "İmkânsız Babalık" [Mahur Beste ve Saatleri Ayarlama Ensti
tüsü etrafmda bir okuma]. Virgül, sayı 74, Haziran 2004, s. 18-24.
Okay, Orhan, "Politika Batağında Derbeder Bir Şair: Ahmet Hamdi Tanpınar",
Hece, sayı 90-92, Haziran-Ağustos 2004, s. 497-505.
Coşkun, Betül, "Tanpınar'm Siyasete Bakışı ve Siyasî Yaşamı", Hece, sayı 90-92,
Haziran-Ağustos 2004, s. 506-510.
Örgen, Ertan, "Siyasetin Durağında Edebiyatın İçinde Yakup Kadri Karaosma-
noğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Samet Ağaoğlu", Hece, sayı 90-92, Haziran-
Ağustos 2004, s. 536-544.
Eşitgin, Dinçer, "Tanpınar'm Mavi Maviydi Gökyüzü adlı Şiiri", Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim, sayı 52-53, Haziran-Temmuz 2004, s. 35-36.
Irzık, Sibel, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Şehir ve Zaman", İstanbul, sayı 51,
Ekim 2004, s. 132-134.
Tökel, Dursun Ali, "Tanpınar'm Bizim Hikâyemizi Arayışı ve Bu Arayışta Hüse
yin Su'nun Yeri", Kafdağı, sayı 27, 2004, s. 12-16.
8 7 0 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
2005
Emre, İsmet, 'Tan'ın Pınar'a Eriştiği Şehir: Bursa", Tanpmar'm Dünyasında Bur
sa/Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 13-25.
Selçuk, Ali, "...Tanpınar... Gül... Bursa...", Tanpmar'm Dünyasında Bursa / Taşlarda
Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 37-38.
Beriş, Emrah - Türk, Bahadır, "Bursa; Tanpınaı'ı Anlamaya Açılan Efsunlu Kapı",
Tanpmar'tn Dünyasında Bursa j Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 39-53.
Gülgönül, Mehmet, "Tanpınar'ın Dünyasında Bursa Bursa'nın Dünyasında Tan-
pınar", Tanptna/m Dünyasında Bursa j Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s.
55-79.
Büyük, Ünal, "Tanpınafda Bursa", Tanpmar'm Dünyasında Bursa /Taşlarda Gülen
Rüya, İstanbul 2005, s. 81-97.
Ahaladze, Ana, "Ahmet Hamdi Tanpınaı'ın Beş Şehir kitabındaki Bursa'da Za
man Bölümünde Teşhis ve İntak", Tanpmar'm Dünyasında Bursa j Taşlarda
Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 99-107.
Coşkun, Betül, "Yapma Cennet ya da Tahtgâh-ı Kadim", Tanpmar'm Dünyasında
Bursa j Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 109-129.
Akkanat, Cevat, "Bir Ana-Sığınak Olarak Tanpınaı'ın Eserlerindeki Bursa", Tan
pmar'm Dünyasında Bursa j Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 131-145.
Ayaydın, Kibar, "Tanpınar'ın Dünyasında Bursa / Taşlarda Gülen Rüya,", Tan
pmar'm Dünyasmda Bursa, / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 147-159.
Alptekin, Ley]â, "İçimizin Aydınlık Aynasından Geçen Rüya", Tanpmar'm Dün
yasında Bursa, / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 161-172.
Akbulut, Mehmet, "Su Seslerinin Beyaz Bahçesindeki Şehir", Tanpmar'm Dünya
sında Bursa / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 175-185.
Öksüz, Neslihan, "Bir Şaire Şehir Olmak", Tanpınar m Dünyasmda Bursa /Taşlar
da Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 187-195.
Özdemir, Yaşar Bedri, "Konuşan Mekânlar, Susturulamayan Düşler", Tanpı-
nar'ın Dünyasmda Bursa / Taşlarda Gülen Rüya, İstanbul 2005, s. 197-215.
Tümer, Gürhan, "Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mimarhk", Arredamento Mimarlık,
Ocak 2005, s. 89-95.
Acar, Zafer, "İmgelerin Gölgesine Sığınan Ahmet Hamdi Tanpınar Şiiri", Yedi İk
lim, sayı 178, Ocak 2005, s. 51-54.
Ayaydın, Kibar, Bir Yalnızlık Seremonisi / Tanpınar’a Selâm Olsun", Türk Edebi
yatı, 375, Ocak 2005, s. 42-44.
Hızlan, Doğan, "Bursa Tanpınar'ı Unutmuyor", Hürriyet, 28 Ocak 2005; Edebiyat
Daima, İstanbul 2006, s. 150-151.
Kumsar, İsmail Alper, "Zaman Eksenli Medeniyet Buhranı ve İroni / Saatleri
Ayarlama Enstitüsü ve Tanpınar", Kırklar, sayı 10, Ocak-Şubat 2005, s. 29-39.
A h m e t Ham di T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 871
Açıl, Berat, "Huzuı'un Örtük Anlamlan", Varlık, sayı 1169, Şubat 2005, s. 64-68.
Tetik, Ahmet, "A. H. Tanpmaı'ın Askerliği ve Milletvekilliğine Ait Belgeler", Ki-
tap-lık, sayı 81, Mart 2005, s. 60-65.
Demirel, İsmail, "Kış Notları-II / Ahmet Hamdi Tanpınar", Yedi îklim, sayı 180,
Mart 2005, s. 35.
Arslanbenzer, Hakan, "Eskimeyen Kitaplar: Huzur", Kılavuz, sayı 24, Mart 2005,
s. 18.
Doğan, Mehmet Can, "İçimizde Çalışan Bıçaklar: Ahmet Hamdi Tanpınar", Son
suzluk ve Bir Gün, sayı 1, Mart-Nisan 2005.
İşın, Ekrem, "Huzur Dersleri", Kitap-lik, sayı 82, Nisan 2005, s. 103-105.
Birkiye, Atilla, "Tanpmar ve Huzur", Asklepios, sayı 8, Nisan-Mayıs-Haziran
2005, s. 92-98.
Işın, Ekrem, "Mümtaz: Çoksesli Bir Düşünce Repertuarı", Kitap-hk, sayı 83, Ma
yıs 2005, s. 103-105.
Özen, Saadet, "İşte Tanpınaı'a 'Huzur' Veren Nuran", Vatan/Kitap, 1 Mayıs 2005,
s. 14-15.
Gümüş, Seval Şaliin, "Tanpınar'dan Yeni Ders Notları", Hürriyet Gösteri, sayı
270, Mayıs 2005, s. 86.
Özen, Saadet, "Bir 'Kahraman'ın Gerçek Öyküsü", Vatan Kitap, sayı 14,11 Mayıs
2005, s. 14-15.
Orhanoğlu, Hayrettin, "Behçet Bey'den Ahmet Hamdi Tanpınaı'a Mektup",
Ada, Yaz 2005, s. 36-37.
Bedri, Yaşar, "Bursa'da Zaman", Ada, Yaz 2005, s. 86-92.
Öztürk, Kasan, "Ahmet Hamdi Tanpınar Nasıl Yazar/dı?", Ada, Yaz 2005, s.
103.105.
Kurtuluş, Hakkı, "Tanpınaı'a Mektup", Kitap-hk, sayı-84, Haziran 2005, s. 10-11.
•Berksoy, Berkiz, "Tanpınaı'ın Düşüncesi 'Sentez' Değil, 'Armoni' Odaklıdır",
Hürriyet Gösteri, sayı 271, Haziran 2005, s. 32-33.
Okuyucu, Cihan, "Tanpınar'ın Klasik Türk Edebiyatı Hakkmdaki Görüşleri",
Berceste, sayı 38, Ağustos 2005, s. 10-15.
Öztürk, Haşan, "Sahnenin Dışındakiler Romanında Yazarlar", Dergâh, sayı 188,
Ekim 2005, s. 5-6.
Çetin, Osman, "Yeniden Tarih Oluşturma Enstitüsü", Dergâh, sayı 188, Ekim
2005, s. 11,14.
Önertoy, Olcay, "Abdullah Efendi'nin Rüyalan'nda Fantastik Öğeler", Hürriyet
Gösteri, sayı 274, Ekim 2005, s. 58-60.
Gürsoy, Ülkü, "Mahur Beste Üzerine Bir Değerlendirme", M illî Folklor, sayı 68,
Kış 2005, s. 59-66.
872 • T anpım ır Üzerine Yazılar
2006
Gürbilek, Nurdan, "Bitmeyen Çıraklık - Benjamin ile Tanpınaı'da Kayıp ve Kur
tarma", Victoria R. Holbrook'n Armağan, İstanbul 2006, s. 183-232.
Uçman, Abdullah, "Değişen Değerler karşısında Ahmet Hamdi Tanpmar", Tür
kiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Yeni Türk Edebiyatı Tarihi l, sayı 7, 2006, s.
479-509.
Demiralp, Oğuz, "Türk Romantiği Olarak Ahmet Hamdi Tanpmar", (Modern
leşme ve Batıcılık), Satırlar Arasında Aylaklık, İstanbul 2006, s. 177-191.
Duman, Halûk Harun, "Edebiyata Adanmış Bir Hayat: Ahmet Hamdi Tanpı-
nar", Journal of Social Sciences, sayı 3, Kış 2006, s. 33-46.
Akay, Ali, "Tanpınaı'da İçerisi ve Dışarısı", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 5-7.
Okay, Orhan, "Şiirler, Romanlar ve Akademik Yorgunluklar Arasında On Doku
zuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı),
sayı 20, İstanbul 2006, s. 13-20.
Hızlan, Doğan, "Sönmüş Kibritin İzinde", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 21-50.
Atiş, Sarah Moment, "Çağdaş Türk Hikâyesinde Semantik Yapı / Ahmet Ham
di Tanpınar'ın Abdullah Efendi'nin Rüyaları ve Diğer Hikâyelerinin Tahli
li", Tophtmbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 51-77.
Uçman, Abdullah, "Sahnenin İçindekiler ve Dışındakiler", Toplumbilim (A. H.
Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 79-94,
Uğurcan, Sema, "Zihniyetlerin Yansıma Alanı Olarak Tanpınar'ın Romanları",
Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 95-102.
Kefeli, Emel, "Tanpınar'ın Hayal Dünyasında Yaşadığı Coğrafya'nın İzleri", Top
lumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 103-106.
Andı, M. Patih, "Ahmet Hamdi Tanpmafda Geleneksel Türk Süsleme Sanatla
rından Birisi Olarak Hat Sanatı", Toplumbilim (A. H. Tanpmar özel sayısı),
sayı 20, İstanbul 2006, s. 107-112.
Asiltürk, "Parçalılıktan Bütünselliğe Bir İdealar Tablosu: "Her Şey Yerli Yerin
de", Tophımbilim (A. H. Tanpmar özel sayı.sı), sayı 20, İstanbul 2006, S. 113-
116.
Samsakçı, Mehmet, "Ahmet Hamdi Tanpınar'da Ses", Toplumbilim (A. H. Tanpı-
nar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 117-123.
Günday, Rifat, "Proust ve Tanpınar'ın Zaman Algısı", Toplumbilim (A. H. Tanpı-
nar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 125-151.
A h m et Hamdi T a n p ın a r Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 873
Ayvaz, Emre, "Sonradan Gelenin Tanıklığı", Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sa
yısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 153-163.
Başkal, Zekeriya, "Ahmet Hamdi Tanpınaf'ın Yahya Kemal Monografisi Üzeri
ne", Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 165-
167.
Aydın, Mehmet, "Tanpınar'da Eski ve Yeni Üstüne", Toplumbilim (A, H. Tanpınar
özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s.ı 169-181.
Kütükçü, Tamer, "Tanpınaı'ın bir Hikâyesinde Mekânın ve Mekânsal Unsurla
rın Kültürel Dolayımı", Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İs
tanbul 2006, s. 183-192.
Anar, Turgay, "Dünyevi Zevkler Bahçesinde İki Usta: Tanpınar ve Bosch", Top
lumbilim (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 193-198.
Şahin, Seval, "Bir Oyun Kurumu: Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Toplumbilim (A.
H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 199-227.
Alptekin, Leylâ, "Aynadaki kim? Medeniyet Buhranının İki Çehreli Çocukları",
Toplumbilim (A. H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 229-231.
Anar, Turgay, "Tanpınar'ın Süreli Yayınlarda Kalmış Çevirileri", Toplumbilijn (A.
H. Tanpınar özel sayısı), sayı 20, İstanbul 2006, s. 233-234.
Oral, Mustafa, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Anlatı Sanatında Antalya: Akdeniz'e
İnmenin Anlamı Üzerine Düşünmek", Tolklor/Edebiyat, sayı 48, 2006, s. İT İ-
236.
Öztürk, Serdar, "Tanpınaf ın Oyun Dünyalan: Sinema-Enstitü-Kıraathane", Top
lum ve Bilim, say ı 106, 2006, s. 155-173.
Enginün, İnci, "Tanpınar'ın Mükemmellik Çabası-Şiir Müsveddeleri Üzerinde
Bir Deneme", Journal ofTurkish Stadies /Türklük Bilgisi Araştırmaları II, (Or
han Okay Armağanı), Harvard 2006, s. 37-50.
Kahraman, Âlim, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Eserlerinde Gemi Metaforu", Jour
nal of Turkish Stadies /Türklük Bilgisi Araştırmaları II, (Orhan Okay Armağanı),
Harvard 2006, s. 95-105.
Köroğlu; Erol, "Tanpınaı'a Göre Alımet Midhat: Esere Hayattan Girmek yahut
Eseri Hayatla Yargılamak", Merhaba Ey Muharrir - Ahmet Midhat Üzerine Eleş
tirel Yazılar, (haz.: Nüket Esen - Erol Köroğlu), İstanbul 2006, s. 329 - 337.
Zavotçu, Gencay, "Tanpına/ın İki Eserinde Musiki, Lezzet ve Tad Temaları", Jo
urnal ofTurkish Stadies /Türklük Bilgisi Araştırmaları II, (Orhan Okay Armağa
nı), Harvard 2006, s. 379-384.
Öztürk, Veysel, "Tanpınar'da Sanatın Meşrulaşması", Parşömen, sayı 1, Kış 2006,
s. 1-22.
İpekçi, Leylâ, "Baba Olmak Oğul Olmak" (Saatleri Ayarlama Ensitütüsü hakkın
da), Virgül, sayı 91, Ocak 2006, s. 26-29.
8 7 4 • T an p ın ar Ü zerine Yazılar
İnci, Handan, "Tanpmaı'm Nuri İyem'i / Nuri İyem'in Tanpınar'ı", Sanat Çevre
si, sayı 327, Ocak 2006, s. 76-80.
Kırımlı, Bilâl, "Bir Aşk Romanı: Huzur veya Ben Neyim ve Bu Hal Neyin Nesi?"
Türklük Bilimi Araştırmaları, sayı 19, Bahar 2006, s. 343-362.
İmzasız, "Tanpınaı'da Musiki" (N. T. Karaca'nın A.H.Tanpınar ve Musiki adlı ki
tabı hakkında). Kitap Zamanı, 6 Mart 2006, s. 59
Uçman, Abdullah, "Tanpmai'ın Mirası ve Mehmet Kaplan", Dergâh, sayı 194,
Nisan 2006, s. 9.
Demircan, Ömer, "Tanpınar ve Devrik Cümle", Kitnp-hk, sayı 93, Nisan 2006, s.
118-123.
Büyüker, Kâmil, "Tanpınaı'ın Nefesi: Musiki" N. T. Karaca'nın A.H.Tanpmar ve
Musiki adlı kitabı hakkında). Kitap Haber, sayı 28, Nisan-Mayıs 2006, s. 36-37.
Uçkan, Ayşe, "Unutulmayan Kitaplar: Huzur", Kitap Haber, sayı 28, Nisan-Ma-
yıs 2006, s. 90-93.
Öztürk, Haşan, "Aynadaki Kadın Romanında Yazarlar", Dergâh, sayı 195, Mayıs
2006, s. 6, 22.
İnci, Handan, "Eşik'le Bir Yazar", Eşik Cini, sayı 3, Mayıs-Haziran 2006, s. 4-6.
Anar, Turgay, "Evin Sahibi Hikâyesinde Korkunun Mekânı Olarak Tanpınar",
Eşik Cini, sayı 3, Mayıs-Haziran 2006, s. 18-25.
Demiralp, Oğuz, "Erenköy'de Bir Kadın, Bir Erkek", Eşik Cini, sayı 3, Mayıs-Ha-
ziran 2006, s. 44-46.
Berksoy, Berkiz, "Bir Entelektüel Olarak Tanpınar", Doğu-Batı, Entelektüeller 111,
sayı 37, Mayıs-Temmuz 2006, s. 111-131.
Tolunay, İsmail, "İstanbul'u Nasıl Anattılar" (M.A. Ersoy, A.H.Tanpınar, N.F.Kı-
sakürek). Kitap Haber, sayı 29, Haziran-Temmuz 2006, s. 16-19.
Çağhyan, Zeyneb, "Erken Cumhuriyet Dönemi Sentezci Muhafazakârlığı'nda
Değişim: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernleşmesi", Muhafazakâr
Düşünce, say: 9-10, Yaz-Güz 2006, s. 79-99.
Durukan, Deniz, "A.H. Tanpınar-Saatleri Ayarlama Enstitüsü", Varlık, sayı 1187,
Ağustos 2006, s. 27.
Kerman, Zeynep, "Ahmet Hamdi Tanpınaı^da Resim ve Musiki: 'Mahur Sula
rında Tutuşan Gemi’", Türk Edebiyatı, sayı 394, Ağustos 2006, s. 34-38.
Uçan, Hilmi, "Entelektüelin Kimliği, İşlevi ve Bir Entelektüel Olarak Tanpınar",
Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), genişletilmiş 2. baskı. Ağustos 2006, s. 17.
Berksoy, Berkiz, "Tanpınaı'da Eleştirel ve Karşılaştırmacı Düşüncenin Estetiği:
Contrepoint", Hece (A. H. Tanpınar özel sayısı), genişletilmiş 2. baskı. Ağus
tos 2007, s. 34
Yener, A. Galib, "Tanpınar'daki Biz - Bizdeki Tanpınar", Hece (A. H. Tanpınar
özel sayısı), genişletilmiş 2. baskı. Ağustos 2006, s. 87-92.
A h m et Hamdi T an p ın ar Ü zerine Yazılar Bibliyografyası (K ro n o lo jik ) • 875
2007
Ayvaz, Emre, "Tanpınafın Edebiyat Tarihini Nasıl Okuyalım?", Kitap Zamanı, 1
Ocak 2007, s. 6.
Uçman, Abdullah, "Niçin Tanpınar, Yeniden", (Konuşan; Seval Şahin), Hürriyet
Gösteri, sayı 286, Ocak 2007, s. 7-10.
Öztürk, Haşan, "Kendimizi Bilmekle Başlayan Yazar", Radikal İki, 7 Ocak 2007.
Hatipoğlu, Aytekin, "XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yeniden ve 'Yeni'", Vatan
Kitap, 15 Ocak 2007, s. 6.
Öz, Ahmet, "Ârafta Bir Usta: Tanpınar", BirGün/Kitap, sayı 31, 25 Ocak 2007,
s. 4.
876 • T an p ın ar Ü zeriiıe YazıliU'
Dönmez, Ali Osman, "Bursa'da Zaman'a Eşik'ten Bakış", Yağmur, sayı 36, Tem-
muz-Eylül 2007, s. 28-34.
Ataş, Resul Serdar, "Mahur Beste ya da Bir medeniyet Tasavvuru", Dergâh, sayı
211, Eylül 2007, s. 17-19.
Dağlı, Gülüm, "Benim Edebiyat Öğretmenim Tanpınar'dı", Brunch, sayı 73,2 Ey
lül 2007, s. 6.
Oskay, Ünsal, "Benim Kahramanım: Haşan Tahsin Paşa, Yahya Kemal, Ahmet
Hamdi Tanpınar, Haydar Rifat Bey, Yusuf Ahlgan, Ece Ayhan", Sizin Kahra
manınız Kim?, (Editör: M. A. Dağıstanlı), NTV Yayınları, İstanbul 2007, s.
107-111.
Koç, Hamdi, "Benim Kahramanım: Ahmet Hamdi Tanpınar", Sizin Kahramanınız
Kim?, (Editör: M.A. Dağıstanlı), NTV Yayınlan, İstanbul 2007, s. 269-277.
Arslanbenzer, Hakan, "Tarihçi Olarak Eleştirmen: Ahmet Hamdi Tanpınar", Kı
lavuz, sayı 47, Kasım 2007, s. 3-7.
Erdoğan, Mehmet, "Eleştiriye Yön Veren Bir Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar", Kı
lavuz, sayı 47, Kasım 2007, s. 8-15.
İmzasız, "Zeynep Bayramoğlu ile Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine", Yapı Kredi
Yayınları Bülteni, Aralık 2007.
Özçelik, Mustafa, "Tanpmar'ın Gözüyle Mevlâna", Berceste, sayı 66, Aralık 2007,
s. 32-34.
Salih, Selim, "Tanpınar Cephesinde Yeni Birşey Yok" (Z. Bayramoğlu'nun Hur
zursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler adlı kitabı hakkında). Kitap Zamanı, sayı 23,
3 Arahk 2007.
Kahraman, Haşan Bülent, "İki Tutunamayan" (Tanpınar ve Oğuz Atay), Sabah,
22 Aralık 2007.
Hızlan, Doğan, "Budalalık Deryası Bir Hayatım Var" {Günlüklerin Işığında Tanpı-
nar'la Başbaşa kitabı üzerine). Hürriyet, 27 Aralık 2007.