Yang Jisheng’nin babası Çin’i 1950’lerin sonunda kasıp kavuran ve 45
milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen büyük kıtlıkta öldü.
Yang’ın gözlemleri durumu özetliyordu: Açlık dinmeyen bir ıstıraptı. Tahıl bitmiş, yabani bitkiler tamamen tüketilmiş, yapraklar bile ağaçlarından koparılıp yenilmişti. İnsanlar midelerini kuş pisliği, fare ve tabaka halinde pamukla dolduruyordu. Açlıktan kırılan insanlar kaolin kili tarlalarını kazıp kil çiğniyorlardı. Ölülerin cesetleri, diğer köylerde sığınak arayan kıtlık kurbanları, hatta kendi aile üyeleri bile umutsuz insanlar için yiyecek haline gelmişti. Yamyamlık yaygındı. Çinliler kâbus gibi bir dönemden geçtiler. Fakat bu durum Nazi Almanyası’ndaki gibi Leviathan’ın yokluğundan dolayı değildi. Çin’deki bu durum devlet tarafından planlanmış ve hayata geçirilmişti. Zhang Fuhong’ı döven Komünist Parti’den yoldaşlarıydı ve Ma Longshan, bölge parti sekreteriydi. Zhang’ın suçu sözde “sağ sapma” ve “yozlaşmış unsur” olmaktı. Bu suçlamaların Türkçesi, Fuhong tırmanan kıtlığa çözümler getirmeye kalkmıştı. O dönem Çin’deki kıtlıktan bahsetmeniz bile “Büyük Hasat’ı reddeden” birisi olarak damgalanmanız ve bir “mücadele”ye tabi tutulmanız için yeterliydi. “Mücadele”nin anlamıysa ölümüne dövülmekti. Aynı bölgenin başka bir yerinde bulunan Huaidian Halk Komünü’nde nüfusun yüzde otuzuna denk düşen 12.134 kişi, Eylül 1959 ile Haziran 1960 arasında hayatını kaybetti. Bunların çoğu açlıktan ölmüştü. Ancak bütün ölümler açlıktan değildi: 3.528 kişi Komünist Parti üyelerince dövülmüş; bunların 636’sı ölmüş, 141’i kalıcı olarak sakatlanmış, 14’ü de intihar etmişti. Huaidian’da pek çok insanın yok olmasının sebebi basitti: 1959 sonbaharında tahıl hasadı 5.955 milyon kiloydu ki pek düşük sayılmazdı. Fakat o yıl Komünist Partisi’nin çiftçilerden tedarik etmeye karar verdiği ürün miktarı 6 milyon kiloydu. Böylece Huaidian’daki tüm ürün kentlere ve de partiye gitti. Çiftçiler yaprakları ve bulabildikleri yumuşakçaları yediler ve açlıktan kırıldılar. Tüm bu deneyimler “Büyük İleri Atılım”ın parçalarıydı. Başkan Mao’nun 1958 yılında başlattığı, Çin devletinin kapasitesini kullanarak ülkeyi kırsal bir tarım toplumundan köklü biçimde modern bir kent ve sanayi toplumuna dönüştürmeyi amaçlayan bir “modernizasyon” programıydı. Program, sanayiyi desteklemek ve makine altyapısına yatırım yapmak için köylüleri ağır biçimde vergilendirmeyi gerektiriyordu. Sonuç sadece insani felaket değildi. Aynı zamanda devasa boyutlarda iktisadi bir trajedi de yaşanmıştı ve tüm bunlar Leviathan tarafından tasarlanıp uygulanmıştı. Yang’ın insanın içini yakan kitabı, “bir kişiyi her şeyinden yoksun kılma gücüne sahip” Leviathan’ın, Huaidian komününün tüm tahılına nasıl el koyduğunu ve bu kararlarını “mücadele” ve şiddet yoluyla nasıl zorla kabul ettirdiğini parlak biçimde tasvir eder. Başvurulan bir teknik de yemek hazırlama ve tüketme faaliyetini devlet tarafından işletilen “ortak mutfakla” merkezileştirmek ve bu şekilde “itaatsiz olduğunu kanıtlayanları yiyecekten mahrum bırakmaktı.” Böylelikle “Köylüler kendilerinin hayatta kalma kontrolünü yitirmiş oluyorlardı.” Sisteme itiraz eden herkes “ezildi” ve sonuçta “despotlara veya kölelere” dönüştüler. İnsanlar hayatta kalmak için diğerlerinin “en çok değer verdikleri şeylere saygısızlık etmelerine izin vermek ve her zaman hor gördükleri şeylere övgüler düzmek zorundaydılar.” Sisteme olan sadakatlerini ise “kötülük ve hilekârlıkta ustalaşarak” kanıtlamak durumundaydılar. Bu tahakkümün saf ve basit haliydi. Hobbes “insanların tamamını korku altında tutan ortak bir güç olmadığında” hayatın “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olduğunu savunmuştu. Halbuki Yang’ın anlattıkları, herkesin “Mao’nun karşısında hissettiği korku ve dehşete” rağmen bu durumun çoğunluk için kötü, vahşi ve kısa hayatı yok etmediğini, tam tersine bütün bunların sebebi olduğunu gösteriyor. Komünist Parti’nin yarattığı bir başka yönetim aracı da “çalışma yoluyla yeniden eğitim”di. Bu kavramın kullanıldığı ilk resmi belge, “Gizli Karşı Devrimcilerin Tasfiyesi İçin Talimatlar” adıyla 1955 yılında yayımlanmıştı. Ertesi yıl yeniden eğitim sistemi kuruldu ve ülkenin her tarafında kamplar oluşturuldu. Kamplar “mücadele”nin çeşitli biçimlerini mükemmelleştirdiler. Lou Hongshan bu kamplardan birinde üç yıl çalışma yoluyla yeniden eğitim cezasına çarptırılmış. Lou kamp günlerini şöyle hatırlıyor: Her sabah saat 04.00 veya 05.00’te kalkıyor ve 06.30’da işe gidiyorduk... Akşam 19.00 veya 20.00’ye kadar aralıksız çalışıyorduk. İş ancak karanlıktan etrafı göremez hale geldiğimizde bitiyordu. Zaman kavramımız yok olmuştu. Dayak çok yaygındı. Gözaltında tutulanların bazıları dayaktan öldü. 1 No’lu ortak çalışma biriminden 7-8 kişinin ölümüne dövüldüklerini biliyorum. Bu rakama eziyete katlanamadıkları için kendilerini asanlar ve diğer yollarla intihar edenler dahil değil... Demir çubuklar, tahta sopalar, kazma sapları ve deri kemerler kullanıyorlardı... Altı kaburgamı kırdılar. Vücudumun her yerinde bugün hâlâ o dönemden kalan yaraların izleri var... “Uçağa bindirmek”, “motosikletle gezdirmek”, “gece yarısı parmak ucunda gezinti” gibi işkence yöntemleri yaygın olarak kullanılıyordu. Dışkı yemeye ve sidik içmeye zorlanıyorduk, onlar buna kızarmış hamur çubukları yemek ve şarap içmek diyorlardı. Gerçekten insan değillerdi. Luo, Büyük İleri Atılım zamanında tutuklanmamıştı. Mart 2001’de Çin’in artık uluslararası toplumun saygıdeğer bir üyesi olduğu ve ekonomik güç merkezi haline geldiği sıralarda tutuklandı. Çalışma Yoluyla Yeniden Eğitim sistemi 1979’dan sonra Deng Xiaoping döneminde daha da yaygınlaştırıldı. Çin’in son kırk yıldaki efsanevi ekonomik büyümesinin mimarı olan Deng Xiaoping bu uygulamayı “ekonomik reform” programının yararlı bir tamamlayıcısı olarak görüyordu. 2012 yılına gelindiğinde 160.000 kişinin gözetim altında tutulduğu yaklaşık 350 “yeniden eğitim” kampı vardı. Bir insan herhangi bir yasal süreç olmadan bu kamplardan birine dört yıllığına gönderilebilirdi. Yeniden eğitim kampları, Çin kırsalındaki gözaltı merkezleri, yasal olmayan “kara hapishanelerle” birlikte şekillenen gulag benzeri yaygın bir sistemin parçasıdır. Sistem son yıllarda giderek genişleyen bir “toplum ıslah sistemiyle” de güçlendirildi. 2014’te bu sistem 709.000 kişiyi “ıslah ediyordu.” “Mücadele” uygulamaları halen devam ediyor. Ekim 2013’te Parti Genel Sekreteri Xi Jinping 1963’teki Mao Zedong’un “Dört Temizlik” adı verilen siyasi kampanyasının uygulandığı Zhejiang eyaletindeki bir ilçeye gönderme yaparak “Fengqiao tecrübesini” övdü ve Komünist Parti kadrolarına bunu örnek almaları talimatı verdi. Fengqiao’da fiilen hiç kimse tutuklanmadan, insanların komşularını izlemeleri, rapor etmeleri ve “yeniden eğitilmelerine” yardımcı olmaları “teşvik” edilmişti. Bu uygulama yüzbinlerce ve hatta belki de milyonlarca masum Çinlinin öldürüldüğü (tam sayı bilinmiyor ve gizleniyor) Çin Kültür Devrimi’ne giriş niteliğindeydi. Çin Leviathan’ı da Nazi Almanyası’ndaki Leviathan gibi ihtilafları çözme ve gerekenleri yapma kapasitesine sahiptir. Fakat bu kapasitesini özgürlüğü güçlendirmek için değil, açık baskı ve hâkimiyet için kullanmaktadır. Doğru, savaşı sona erdirmiştir ama bunu onun yerine başka bir kâbus koyarak yapmıştır. İki yüzlü Leviathan Hobbes’un tezindeki ilk çatlak Leviathan’ın tek bir yüzü olduğu görüşüydü. Ama aslında devletler iki yüzlüdür. Bir yüzü Hobbes’un tahayyül ettiğine benzer: Savaşı engeller, yurttaşlarını korur, ihtilafları hakkaniyetle çözer, kamu hizmetleri, kolaylıklar ve iktisadi fırsatlar sağlar ve iktisadi refahın temellerini atar. Diğer yüzü ise despotik ve korkutucudur. Yurttaşlarını susturur, onların isteklerine kulak asmaz, onları boyunduruk altına alır, hapseder, sakatlar ve öldürür. Hatta emeklerinin meyvelerini çalar veya başkalarının çalmasına destek olur. Nazi Almanyası’nda veya Komünist Parti yönetimindeki Çin’de olduğu gibi bazı toplumlar Leviathan’ın korkutucu yüzünü görürler. Devletin ve devlet gücünü elinde tutanların hâkimiyeti altında kalırlar. Bizim tanımımıza göre bu şekildeki toplumlar “Despotik Leviathan” ile yaşamak zorundadırlar. Despotik Leviathan’ın belirleyici niteliği yurttaşlarını baskı altında tutması veya öldürmesi değildir. Topluma ve sıradan insanlara devlet gücü ve kapasitesinin nasıl kullanılması gerektiğine dair söz hakkı vermemesidir. Çin devletinin despotik olmasının sebebi yurttaşlarını yeniden eğitim kamplarına göndermesi değildir. Onları bu kamplara gönderir çünkü bunu yapabilecek gücü vardır. Yapabilecek gücü vardır çünkü despotiktir, toplum tarafından sınırlandırılmamaktadır ve topluma hesap vermek zorunda değildir. Böylece Önsöz’de bahsettiğimiz Gılgamış problemine dönmüş durumdayız. Despotik Leviathan güçlü bir devlet yaratır. Ancak sonradan bu gücü, bazen açıkça baskı da uygulayarak, toplumu hâkimiyeti altına almak için kullanır. Madem öyle, alternatif nedir? Bu soruya yanıt vermeden önce Hobbes’un bahsettiği diğer soruna dönmemiz gerekiyor: Devletsizliğin şiddet anlamına geleceği varsayımına. Normlar kafesi İnsanlık tarihi savaşlarla dolu olsa bile şiddeti denetim altına alabilmiş (“Leviathansız” yönetimde) çok sayıda devletsiz topluluk da vardır. Kongo Yağmur Ormanı’ndaki Mbuti pigmelerinden Batı Afrika’daki modern Gana’da ve Fildişi Sahili’nde yaşayan Akan halkı gibi bir dizi geniş tarım topluluğuna kadar birçok örnek bulunur. Gana’da Britanya idare amiri Brodie Cruikshank 1850’lerde şunları yazmıştı: Patikalar ve anayolların emniyeti, ticari ürünlerin taşınmaları ve hiçbir müdahaleye maruz kalmamaları açısından Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerindeki işlek yollar ile aynı seviyededir. Hobbes’un öngördüğü gibi, savaşın olmaması ticaretin serpilmesine yol açmıştı. Cruikshank, “Gayretli tüccarların ülkede ayak basmadığı köşe bucak kalmamıştı. Manchester pamuğu ve Çin ipeklerinden fistolar her köye ulaşmış, köylülerin dikkatini çekmek ve açgözlülüklerini kışkırtmak için evlerin duvarlarına veya pazaryerlerindeki ağaçların dallarına asılmıştı” gözleminde bulunuyordu. İhtilaflarını çözme kapasitesi olmayan ve üyelerine adalet sunamayan bir toplumda böylesine canlı bir ticari hayatın ortaya çıkabilmesi mümkün değildir. Fransız tüccar Joséph Marie Bonnat’ın 19. yüzyılın sonunda gözlemlediği gibi: Küçük köylerde günün ilk saatleri adaletin yerine getirilmesine ayrılmıştı. Peki, Akan halkı adaleti nasıl yerine getiriyordu? Kuşaklar boyunca geliştirdikleri gelenek ve görenekler, törenler, kabul edilebilir ve beklenen davranış kalıpları gibi (toplumsal) normları kullanıyorlardı. Bonnat insanların istişare için nasıl toplandıklarını anlatmıştı. “Köyde çalışmayanların eşlik ettiği ihtiyarlar en gölgeli ağacın altına oturuyor, köleler de efendilerinin oturacağı sandalyeleri taşıyordu. İçlerinde her zaman köy sakinlerinin genişçe bir bölümünün de bulunduğu topluluk, tartışmayı dinliyor ve taraflardan birine destek veriyordu. Çoğu durumda sorun dostane yollarla çözülüyor, suçlu kişi cezayı ödüyordu. Ceza genellikle orada bulunanlara sunulan palmiye şarabından ibaretti. Eğer durum daha ciddiyse ceza bir koyun veya belirli oranda altın tozu olarak değişebiliyordu.” Topluluk tarafları dinliyor ve normların ışığında kimin suçlu olduğuna karar veriyordu. Aynı normlar suçlunun geri adım atmasını, borcunu kapatmasını veya bir şekilde zararı tazmin etmesini de güvence altına alıyordu. Hobbes mutlak güce sahip Leviathan’ı adaletin asıl kaynağı olarak görmüşse de çoğu toplum Akan’dan farklı değildi. İnsanların gözünde neyin doğru ve yanlış olduğunu, ne tür davranışların istenmediğini ve teşvik edilmediğini; şahısların ve ailelerinin ne zaman toplum dışına itileceklerini veya diğerlerinin desteğinden mahrum bırakılacaklarını normlar belirliyordu. Normlar ayrıca insanlar arasında bağ oluşturmakta da işe yarıyordu. Bir diğer önemli işlevi ise hem diğer topluluklara karşı hem de kendi toplulukları içinde ciddi suç işleyenlere güç kullanabilmek için gerekli eylemleri koordine etmekti. Normların Despotik Leviathan himayesinde de önemli rolü vardır (eğer bütün Alman nüfusu meşru olmadığını düşünüp işbirliğini sona erdirseler veya ona karşı örgütlenselerdi Nazi Almanyası hiç ayakta kalabilir miydi?). Ancak asıl hayati işlevi Leviathan’ın yokluğunda ortaya çıkar çünkü bu tip bir ortamda toplumun savaştan kaçınmasını sağlayacak tek şey normlardır. Buna karşın özgürlükle ilgili sorun çok boyutludur. Zaman içinde evrilerek eylemleri koordine etmeyi, ihtilafları çözmeyi ve genel kabul gören bir adalet anlayışı geliştirmeyi de sağlamaya başlayan bu normlar, aynı zamanda bir kafes de yaratır ve insanlar üzerinde farklı ama bir o kadar da zayıflatan bir hâkimiyet uygular. Bu durum her toplum için geçerlidir fakat merkezi otoritesi olmayan ve büyük ölçüde normlara dayanan toplumlarda kafes daha da daralır ve boğucu hale gelir.