You are on page 1of 4

Kelimeleri sana veriyorum okuyucu...

Onlar yanıp
sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu? Alev var
göğüslerinin içinde, barut var, gözyaşı var. Nihayet bütün
dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede
de o var. Kelime, Narsis'in kendini seyrettiği dere. Çok
bakma, içine düşersin!
10.1.1963
CÜMLE VE İNSAN
Kısa cümle, aydınlık cümle...ne demek? Ne kadar kısa,
kimin için aydınlık? Fikri balta ile belinin ortasından
kesmek...
Sanat adamı, beyninin çizgileri herhangi bir
orangutanınkini hatırlatan ve asırlardan beri mihaniki* bir
intizamla aynı jestleri, aynı kelimeleri tekrarlamak için
yaratılmışa benzeyen, adeta ölüp dirilen, hep aynı
insanmışçasına, tarihsiz, macerasız, vakasız -daha doğrusu
ancak zoolojik devirlerinkine benzeyen bir tarihe konu
olabilen-, bir alay oduncuya, bakkala ve üniversiteliye
numaralar beğendirmek zorunda olan bir panayır cambazı
mıdır?
Nerkisilerin nesri, cümleden manayı kovduğu, daha
doğrusu kelimelerden stalaktit ve stalagmitler imal eden
cansız bir kalıplar yığını olduğu için öldü. Chateaubriand
yaşıyor, neden? Üslubu daha az mı girift, daha az mı
yapmacıklı? Yoo, ama içinde insan var, insanın sıcaklığı,
heyecanı, tereddütü, cakası, pozları, yalanları var.
Düşüncemize istikamet veren: ayak takımı. Diplomalı
ayıların emr-i yevmiyeleriyle akl-ı selimin suratına
tükürmekte yarış ediyoruz. Dili mahvettik, cümleyi
mahvettik. Unutuyoruz ki cümle, bir düşüncenin, doğan,
büyüyen bir düşüncenin, dalbudak salan bir düşüncenin
fotoğrafı. Tohum bu, patlayacak, filizleşecek, ağaç olacak, dal
verecek, yapraklaşacak, yaprak dökecek, çiçek verecek,
meyveleşecek. Balzac'a bakın, Sartre'a bakın, Proust'a bakın...
Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek pırıltısıdır, yanar
söner. Ama her fikir bir şimşek değildir ki, bocalayışları,
arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile
bütün bir arayış... Sonra kendi dillerinden bile habersiz bir
alay hödük, bir alay gogmagog cümleyi yok etmekte, dili, bir
papağanın, namuslu bir papağının dahi, tekrarlamaya tenezzül
etmeyeceği garip ve müteneffir* bir gıcırtıya, testere
gıcırtısına, diş gıcırtısına benzeyen bir düzine sese...irca
etmektedir...
11.1.1963
KELİMELER
Binbir kalıba bürünen İblis, kelimelerde tecelli ediyor.
Kelimeler mi? İblis'in en pespaye, en hödük yamağına şeref
vermeyecek bir tecelli bu. Ruhta pis bir koku bırakarak
duman olmalarından anlıyorum ki, bu kalp harf ve ses
kümeleri İblis'in fâni bir enkarnasyonu. Habis suratlarına
mürekkep hokkasını fırlatacak Martin Luther nerede?
KİTAPLAR
Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi
haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun.
Gaflet. Senin olan, sadece on dakikalık tenleri. Konuşmaz
seninle kitap, o bir basamak değildir, sırtına basıp ikbale
tırmanamazsın. Tırmanmaya tırmanırsın ama, Kapitol'den
Tarpea'ya fırlatılmak için.
Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın.
Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp
emirlerini dinleyeceksin... Adam vardır, Aristo'yu Atina
kerhanelerinin adresini sormak için, köşebaşında bekler.
Adam vardır, kenef süpürtür Venüs'e. Ve kitabı, ağzına kadar
ruhla dolu kutsal bir emanet olarak değil, maddi refahına
hizmet edecek bir hüddam olarak görür.
12.1.1963
KLEOPATRA'NIN BURNU
Anlayacak mı? Kim, neyi? Sen kendini anlıyor musun? Aç
uzviyetin sesini yükseltmek istedikçe gırtlağına sarıldın.
Kalbinin konuşacak hali mi var?
Kopmaktan korkuyorsun: yapıştığı kayadan sökülmek
istemeyen midyenin korkusu, mahallesinden uzaklaşınca
kuyruğunu bacakları arasına alan köpeğin korkusu... Ama
yaşamak kopmak demek, doğum da bir kopuş, bir
parçalanış... Sanatı da tarihi de yürüyenler hak etti...
Gurbete çıkan adam... Gurbet bazen odası insanın, bazen
vücudu, bazen... Nereye? Kendini bir ırmağın sularına
bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi? Kayığı
suya salan kendi iradesi mi zaten? Oyun yazılmış. İte kaka
çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı
kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz. Vazife
ahlâkı! Senin, kendine karşı hiç vazifen yok mu? Bhagavad
doğru söylüyor belki. Belki hikmet-i vücudumuz, ezelden beri
devam eden bir oyunda bizden bekleneni, kızmadan,
sevinmeden yapıp göçmek. Ama bizden beklenen ne?
Değer levhasının her gün yazılıp bozulduğu bir çağda
hareketlerimizi yöneltecek kıstas nerede? Aile? Aile var mı?
Nasıl aile? Tesadüfen bir araya gelmiş insanlar topluluğu, bir
tren kompartımanında karşılaşmışlar.
Emerson, fikir adamı kendini egoizmle zırhlamalı, diyor.
Evet, cemiyet bir sümüklüböcek gibi ezer seni, zırhlı
değilsen. Annen ezer, kardeşin ezer, çocuğun ezer. Neden
başkalarından farklısın? Hem farklı, hem zayıf. İki büyük
cinayet... Peki, Emerson, bize 'fikir adamı' hilati* giydirecek
hangi makam? Raskolnikof faciası, alnını, bir şeyler var
içinde diye yumruklayan bir hayalpereste soğuk terler
döktürecek kadar korkunç... Elbette yaşamak öldürmek
demek, her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz... Ölmek
ve öldürmek...
Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize
dokunmadıkça ses gelmiyor oradan. Hâlbuki bizden ebediyete
kalacak, bu çığlık. Sevinç çığlığı, azap çığlığı, merhamet
çığlığı...
Zavallı midye! Seni kayandan söken iraden mi sanıyorsun?
İsyan vahim, tevekkül güç. Ama isyansız tarih olmaz, bütün
dinler, bütün efsaneler bunu haykırıyor. İblisin isyanı,
Promete'nin isyanı... Neden tevekkül güç? Ve Allah insanı
yarattıktan sonra istirahate çekildi, insana yükledi vazifelerini,
hilkatin son şaheseri insana. Yaratmak, daima bütünün
parçalanması. Tanrı kâinatla sınırlandırdı kendini ve her
varlıkta bir kere parçalandı. İnsan da öyle.
Nietzsche haklı. Kanla yazılan yazılar yaşıyor. Ne kanı?
Çocuk kan içinde doğuyor, milletlerin beşiği kan, Kapitol'ün
harcında kan. Kalbin kanayacak ki yaratabilesin. Ne Luther
bir kavga adamı idi, ne Gandi... Meçhul bir dalga umulmadık,
kıyılara sürüklüyor kayığımızı...
Sen istiyorsun ki, kucağında, yaşadığın dünya hep aynı
kalsın, havan aynı, suyun aynı, dekorun aynı... Bu mümkün
mü? Mümkün değil, çünkü hayatın kanunu değişmek. Zaten
zindanında yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın? Beni
"bulmamış olsaydın aramazdın" diyor Tanrı... Kendini erkeğe
teslim eden bir bakirenin korkusu: meçhul karşısında duyulan
ürperti. Ama her meselenin muayyen hal yolları var? Ve
Sfenks sorularını cevapsız bırakanları parçalar.
14.1.1963
OSMANLICA-YENİ TÜRKÇE{20}
Fransızca, Strasbourg antlaşmasından beri Fransızcadır ve
lise mezunu bir Fransız on altıncı asır yazarlarını anlayamaz.
İngiliz aydını, Shakespeare'i sökebilmek için hususi bir tahsil
görmek zorundadır. Neden?
On yedinci yüzyılda bütün Fransız aydınları saray
etrafında toplanmış, 'Akademi' kurulmuş, dil ayıklanmış ve
strüktür (Yapı) bakımından, zamanımıza kadar, büyük bir
değişiklik geçirmeden devam eden Fransızca billurlaşmıştır.
Lise tahsili gören her Fransız Moliere'i, Corneille'i aşağı
yukarı anlar.
Yeni harflerin kabulüne kadar her idadi mezunu Türk de
Fuzuli'yi, Baki'yi, Naima'yı rahat anlardı. Kaldı ki şiirin her
edebiyatta kendine has bir dili vardır. Valery'yi, Mallarme'yi,
kaç bahtiyar anlar? Hangi Fransız aydını bir "Legende des
Siecles"i lügat karıştırmadan, bütün kelimeleri, bütün
imajlarıyla kavrayabilir? Bu bir kuşak meselesi değil, bir
kültür meselesidir.
Demek ki Osmanlıca denilen dil, Osmanlı Türklerinin
konuşup yazdıkları halis Türkçedir. Yalnız, sosyal
sebeplerden, biraz "precieux", biraz yapmacık bir dil bu.
Sonra, neden muhatabı "happy few" olan bir edebiyat nevini*
tek ölçü alıyoruz? O zaman matbaa yoktu, müstensihler*
Divanları muayyen sayıda ve zengin birkaç "mecelle*" için
kopya ediyordu. Esasen okuryazarları o kadar az olan bir
ülkede halk, şiirin de edebiyatın da, tefekkürün de dışında idi.
Bu Divanların ne müşterisi idi, ne arayıcısı... O zamana kadar
büyük bir edebiyat kurmamış olan Türkler, kelimelerle
zenginleştirmek ihtiyacını duymuşlar. ("Pleiade" mektebi
Fransızcaya az mı lüzumsuz kelime soktu? Racine'de on
altıncı yüzyılın taşkın kelime sefahatinden eser kalmış mıdır?)
Türk şairinin, örnek olarak aldığı ve gerçekten de çok eski,
çok köklü bir kültürü olan Farsçadan mefhum(kavram)
alırken kelime almaması, kendini bilerek, isteyerek sefalete
mahkûm etmesi idi.
Türkün kılıcı ülkeler fethederken, Türkün zekâsı da
kelimeler fethediyordu. Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler
de o kadar bizimdir. Ecdadımız onlarla düşündü, babalarımız
onlarla konuştu. Kısaca, Türk milletinin tarihinde çeşitli
merhaleler* var. Nasıl eski Fransızca, eski İngilizce diye
tasnifler yapılmışsa, eski Türkçe, orta Türkçe gibi
adlandırmalar da yapılabilir.
Türkçenin bedbahtlığı, tabii tekâmülünü yaparken,
birdenbire zıplamaya zorlanmasından olmuştur. Nesiller
arasındaki köprüler uçurulmuş ve hafızadan mahrum bir nesil
türetilmiştir. Hafızadan yani kültürden. Milletin ana vasfı:
devamlılık. Dilde, terbiyede, gelenekte devamlılık. Altı yüz
yıl cerrahi bir ameliyatla içtimai uzviyetten koparılıp atılınca,
Türk düşüncesi boşlukta kalmıştır. Boşlukta kalmıştır, çünkü
Batı'ya da tutunamamış, sırtını Batı tefekkürüne de
dayayamamıştır. Elli yıldan beri Batı'yla bu kadar sarmaş
dolaş olduğumuz halde, hâlâ yeni neslin tek değer
yetiştirememesi, bunun en hazin tecellilerinden biri değil mi?

You might also like