You are on page 1of 118

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 929

GELİBOLULU MUSTAFA A A

ALI

Yrd. Doç. D r. M ustafa İSEN

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ: 90


İÇİNDEKİLER

Ö N S Ö Z .................................................................................................................. V
[- H A Y A T I ;.................................... .-......................................................... 1
II- KİŞİLİĞİ ........................................ .......................... .............................. 6
III- ESERLERİ ........................................................................................... I I
IV-KAYNAKLAR 20
.a) M a n z u m Ö r n e k l e r v e - A ç ı k l a m a l a r ................................ 24
1- D i v a n ..................................................................... ...................24
2- Milır ü M â l ı ........................................................................ . 50
3- Sad-G ülıer.......... ............... ..................... 58
b) M e n s u r Ö r n e k l e r ..................................................................... (M.
1- K i i nl ı ü' l - a lı bâ r ....................................................................... 64
2- Meı ı â kı b- ı M ü n e r v e r â n ................. ................... ..............8 5
3- Mâl at iı ’İ -kâl ı i r e M i n e T A d a l i ’z - Z â l ı i r e .......................92
4- Me v â i c l ü' n - ne f â i s fî k n v â i d i ' l m e c a l i s .......................9 9
5- N üshatü’s-selâlîn ......................................:................... 106

III
ISBN 9 7 5 -1 7 -.0 2 3 8 -O
(c)Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988

Onay: 2.5.1988 tarih ve 928.1-1687 sayı


Birinci Baskı:
Baskı Sayısı: 15.000
Mas M atbaacılık - ANKARA
ÖNSÖZ

Tarihten edebiyata, tasavvuf tarihinden edebiyat ve hat t ri-


hine, sosyal konulardan biyografiye kadar birbirinden farklı alan­
larda eserler veren Gelibolulu M ustafa Alî, XVI. yüzyılın çok yön­
lü bir yazarı ve önemli bir bürokratıdır. Böylesine değişik alanlar­
da kalem denemeleri yapmış olan Alî, daha çok tarihle uğraşmış,
özellikle de tarihle edebiyatın kesişme noktası olan biyografi tar­
zında çok daha başarılı ürünler vermiştir.

Değişik alanlara yönden bu ilgi sonucu Gelibolulu Alî,


manzum-mensur elliye yakın eserin sahibi olarak, karşımıza çıkar.
Yakın yıllara kadar bu eserlerin pek azı dikkati çekmiş ve üzerin­
de durulmuştu. Son yıllarda Alî ve eserleri daha çok gündem e gel­
miş, bilimsel çalışmalara konu olmuş ve eserlerin bir kısmı da ya­
yımlanmıştır. A m a Babinger’in "Osmanlı tarihi araştırm aları için
bir define olan Künhü’l-ahbâr’ın henüz yayımlanmamış olmasını
akıl almıyor" şeklindeki yakınmasının üzerinden altmış yıl geçmiş
olmasına rağmen bu önemli eser hâlâ yayımcısını bekliyor.

Alî, özellikle m ensur eserlerinde üslup sahibi bir yazar ola­


rak karşımıza çıkar. Dil konusuna da eski edebiyatımızda çok az
rastlanan bilinçli bir tavırla yaklaşan yazar, eserlerini halkın ve ay­
dınların anlayabileceği orta yol bir dil anlayışına bağlı kalarak ka­
leme almıştır. Kendisi Künhü’l-ahbâr’ın önsözünde dil politikasını
uzun uzadıya anlatır. Kısacası o, eserlerini okunmak, anla<-' "e
yararlanılmak için yazmıştır.

V
Kültür tarihimizin bu önemli adını yeni yetişen kuşaklara
tanıtmak için hazırlanan bu çalışmada, müellifin hayatı, eserleri ve
sanatı anlatılmış, ayrıca kitaplarının en tanınmışlarından örnekler
verilmiştir. Seçilen m etinlerden manzum olanlar açıklamalarıyla
birlikte, m ensur olanlar ise sadeleştirilmiş şekilleriyle verilmiştir.
Manzum örneklerin okunuşları, günümüz imlasına yaklaştırılmış-
tır. Şiirler açıklanırken beyitlerin nesre çevrilmesiyle yetinilmiş,
gerektiğinde parantez içinde açıklamalara gidilmiştir.

Elinizdeki çalışma, kültür tarihimizin bu. dikkate değer si­


masını, bu hak bellediği yolda âdeta tek başına giden doğruluk se­
ver müellifini ve nesir tarihimizin üslup ustasını kamuoyuna hak
ettiği ölçüde tanıtabilirse amacına ulaşmış olacaktır.

M ustafa İSEN

VI
I.HAYATI

Alî, Gelibolu’da doğdu (25 Nisan 1541). Yazarın memleke­


ti olan Gelibolu, İstanbul’un alınışına kadar Osmanlı devleti için
birinci derecede önemli siyaset ve kültür m erkezlerinden birisiydi.
Özellikle ikinci kez Türklerin eline geçtikten sonra (14 Haziran
1367) şehir, Osmanlı tarihinde bir yandan Rum eli’ye geçişlerde
bir üs, bir atlama taşı olmak, diğer yandan da Osmanlı denizciliği­
nin beşiği olarak gelişmek yönleriyle büyük önem kazandı. Özel­
likle devletin ilk yıllarında Rumeli topraklarına akınlar yapan Türk
beyleri, elde ettikleri ganim etlerin büyük bir kısmını Gelibolu’ya
vakıf eseri olarak harcıyorlardı. Bu faaliyet yörede çok canlı ve et­
kileri ,uzun süre devam edecek bir kültürel canlılığın doğmasını
geciktirmedi. Olaya yalnız şiir tarihi açısından bakıldığında bile
Gelibolu’nun kültür tarihimizdeki önemli yeri, kolayca görülmek­
te, bugünle kıyaslanmayacak bir m anzara ile karşımıza çıkmakta­
dır. Şehir, Abdı, Ağazâde (1652), Ahm ed Bîcan, Ahmedî, Ayazî,
Azmî, Câmî, Gafûrı (1667), Gülâbî, Haşan Çelebi (1535), Huzûrî,
Hükmî, KıVâmî, M edhî (1598), M ehmet (1652), Müdâmî, Na’tî
(1679), Niyâzî, Nüvîdî, Riyâzî(1508), Rûhî, Sâbir (1680), Seyfî,
Sun’î (1534) Surûrî (1562), Tâbî (1611), Tırâşî, Vâhidî, Vechî,
Yazcızâde M ehmet ve Zaîfî gibi tezkirelere girmiş otuz bir şâirle
Osmanlı kültür mozayiğini zenginleştiren şehirler arasında seki­
zinci sırada yer almaktadır. Kolayca tesbit edilebileceği gibi sahip
olduğu.otuzu aşkın şâirle Gelibolu, İstanbul, Bursa, Edirne, Kon­
ya, Diyarbakır, Kastamonu, Bağdat gibi önemli şehirlerin hemen
ardında yer almaktadır. İşte Alî, kültür tarihimiz açısından, bu­
günkü konumuyla mukayese edilemeyecek bir öneme sahip olan
bu şehirde dünyaya geldi. Asıl adı M ustafa’dır. Fakat daha çok
doğum yeri ve mahlâsıyla birlikte anılarak Gelibolulu M ustafa Alî
adıyla tanındı. Babasının adı A hm et’tir. Kaynaklarda Abdullah ya
da Abdülmevlâ olarak geçen dedesinin adına bakılarak A lî’nin
devşirme soyundan geldiği düşünüleğelmiştir. Değişik eserlerinde
bütün ırkları kötülemesine karşılık Hırvat soyunu övmesinden ha-

1
reketle de Boşnak bir aileden gelmiş olabileceği, Atsız tarafından
ileri sürülmüştür. Bu iddiayı doğrulayacak başka deliller de var­
dır; Alî’nin, daha sonraki bölüm lerde görüleceği gibi, şehzâdelerin
yanında çalışmadığı sıralarda, maiyetlerinde görev yaptığı Lala
M ustafa Paşa ve Ferhat Paşa gibi önemli devlet büyükleri Boşnak
asıllı kişilerdir. Çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı Osmanlı top-
lumunda, herhalde hemşehrilik yabana atılması mümkün olmayan
bir hadisedir. Babasının, yazar tarafından H âce Ahmet olarak ta­
nımlanmasından mesleğinin ticaret olduğu anlaşılıyor.

Alî, altı yaşırtda okula başladı. Habîb-i Ham îdî’den A rap


gram erine ait meşhur eser Kâfiye’yi okudu, hemşehrisi Surûri’den
de tefsir ve fıkıh dersleri aldı. Surûrî bilginliği yanında şiirle de il­
gilenen biriydi. Öğrenim hayatı yirmi yaşlarında m edreseden me­
zuniyetle tamamlandı. İyi bir A rapça, Farsça bilgisini de içine alan
bu öğrenimin mükemmel olduğu söylenebilir. Öğrenim hayatı G e­
libolu’da başlamış, sonra İstanbul’da Rüstem Paşa, Haseki ve Se-
mâniye m edreselerinde tamamlanmıştı. Medreseyi bitirdikten
sonra müderris ya da kadı olmak için bçklemek anlamına gelen
mülâzemet görevi sırasında Alî,ilk eseri M ihr ü M âh’ı yazarak o
sırada şehzâde olan II. Selim’e sundu. Aslında onun niyeti m üder­
ris olmak ye bilim adamlığı yolunda ilerlemekti. Fakat şehzâdeyle
bu. ilişkisi Alî’nin sadece mesleğini değil, bütün geleceğini değiş­
tirdi. Şehzâde, bilim yolundan ayrılarak kendi maiyetinde divan
kâtibi olarak çalışmasını teklif etti. İki yıl kadar şehzadenin vali ol­
duğu Kütahya’da kalan Alî, zaman zaman şehzâdeyle yakın ilişki­
ler içinde oldu. Değişik yer ve zam anlarda bir arada oldular. Şeh­
zadeyle aralarındaki m ünasebeti gösteren şöyle bir hadise geçer.
Bir kış günü Şehzâde Selim, maiyetiyle birlikte bir av partisi dü­
zenler. Bir ara kalabalık arasında bulunan Alî’ye gözü takılarak,
altındaki atı, kolundaki doğanı ile birlikte o andaki durum unu an­
latacak bir beyit söylemesini em reder. Alî tam amen hazırlıksız ya­
kalanmasına rağmen şu güzel beyti okur:

Şâhbâz-ı himmetin destinde olsmı ber-karâr


Olur elbette hiimâ-yt saltanat bir gün şikâr

"Himmetinin doğanı kolunda varsın dursun, elbette bir gün


saltanat hümâsı ona az olacaktır."

2
Böylesine güzel bir beyitin bir anda söylenmiş olması şeh­
zadeyi son derece sevindirir ve genç kâtibe yüz sikke altın bağış­
lar.

Şehzâdenin yanındaki hizmeti 1562-1563 yılına kadar sür­


müş ve şehzâdenin lalası Tütünsüz Hüseyin Bey ile geçinememesi
üzerine yine şehzade lalalığından tanıdığı Şam Beylerbeyi Lala
M ustafa Paşa’nın daveti üzerine Şam’a giderek altı yıl kadar onun
divan kâtipliğini yapmıştır (1562-1568). M ustafa Paşa’nın Yem en’
in fethiyle görevlendirilmesi üzerine onunla birlikte M ısır’a gitti.
Fakat Paşa’nın Yemen fethine gitmek istemediği İstanbul’a bildi­
rilince M ustafa Paşa ve Alî görevlerinden uzaklaştırıldılar. Bu
uzaklaştırmada hiç kuşkusuz rakiplerinin ve düşmanlarının entri­
kaları rol oynamıştı. Paşa’nıfl bu durum a düşmesinde sır kâtibi
olan’Âlî'nin yazdığı m ektupların rolü olduğu da iddia edilmiştir.
M ısır’dan M anisa’ya, Şehzade vali olan III. M urad’ın yanına gelen
Gelibolulu, onun aracılığıyle İstanbul’a döndü. Burada, hazırladı­
ğı Heft-M eclis adlı eserini Şeyh Muslihiddin aracılığıyle Sadrazam
Sokullu M ehm et Paşa’ya sunması üzerine Bosna Beylerbeyi Fer­
hat Paşa’nm yanına divan kâtibi olarak gönderildi. Alî, bu eseriyle
İstanbul’da önemli bir görev bekliyordu. Am a hayal kırıklığına uğ­
radı ve taşraya, m erkezden uzak bir sınır bölgesine âdeta sürgün
edildi. Sekiz yıl kadar süren bu görevi sırasında Alî, sürekli savaş­
ların cereyan ettiği serhat boylarında hareketli bir hayat sürdü.
Kendi tabiriyle hem kılıç hem de kalemiyle hizmette bulundu. Bu
arada, bir kültür adamı olarak çağdaşı olan ve Rumeli’de çeşitli
görevlerde çalışan sanatçı dostlarıyla da görüşm eler yaptı. Şâir
Yahya Bey (Ö. 1582) ve tezkire yazarı Aşık Çelebi (ö. 1520-1571)
bunlardan bazılarıdır.

II. Selim’in ölümü ve III. M urad’m tahta çıkışına kadar


Bosna yöresinde kalan Alî, şehzadeliğinden tanıdığı yeni padişahın
kendisini himaye edeceğine inanıyordu. Bu amaçla padişahın tahta
çıkışını kutlayan bir kaside yazarak genç padişaha sundu. Sonuç
alınamayınca "kayık" mallalı bir başka kasideyi, ardından da "süri-
bül, tîg ve uyur" rcdifli kasidelerini takdim etti. Bu sırada G ürcis­
tan, Azerbeycan ve Şirvan taraflarına başkom utan tayin edilen La­
la M ustafa Paşa (Şevval 985/1577), Alî’nin münşî olarak maiyetine
verilmesini devrin önde gelen otoritelerinden H oca Sadeddin
Efendi’den (1536-1599) rica etti. Bu istek uygun görülünce Alî, iki

3
yıl kadar sözü edilen yörede Lala Mustafa Paşa’nın yanında kaldı.
Gözü hep yükseklerde olan ve sürekli kıymetinin bilinmediğinden
yakınan Gelibolulu, artık kendisine, padişahların berat ve ferm an­
larını hazırlayıp mühürleyen yüksek devlet görevlisi anlamına ge­
len nişancılık görevinin verileceğine inanıyordu. Bu isteğini bir şi­
irle açıkça ortaya koyduysa da yararı olmadı ve Şirvan’ın fethinden
sonra H alep tım ar defterdarlığına tayin edildi: Fakat H alep?e gi­
demedi. Serdar M ustafa Paşâ’nın buyruğu ile Erzurum ’da görevli
bulunduğu sırada, adı geçen paşanın yerine tayin edilen Sinan Pa-
şa’nın emri gereği Trabzon’a gitti ve ordu için gönderilen erzakın
depolanması işiyle ilgilendi. D aha sonra H alep’teki görevine giden
yazar, burada tımar defterdarı olarak ne kadar kaldı bilinmez. Fa­
kat bu görev gelir açısından düşük bir zeametti. Alî’nin bu görevi
sırasında kaleme aldığı sultanlara öğütler veren kitabı N ushatü’
s-selâtîn, bu hırslı vc yetenekli mülellifin düşlerini gerçekleştire-
meyişinin hazin bir romanı gibidir. Yine H alep’te kaieme aldığı
Nusretnâm e’si ile Şehzâde M ehm ed’in 1582 yılındaki sünnet dü­
ğününü anlatan Câm iu’l-buhûr der Mecâlis-i Sûr adlı çalışmaları­
nı padişaha sunmak ve karşılık olarak da daha üst seviyede bir gö­
rev almak için İstanbul’a geldi. Ama yeni görev almak şöyle dur­
sun H alep’teki görevinden de azledildi. İki yıllık bir beklem eden
sonra 1585 baharında Erzurum Mal defterdarlığına (1585) altı ay
sonra da oradan Bağdat mal deftardırhğına (1580) atandı. Alî’yi
memnun eden bu atam alar uzun sürmedi ve kısa bir m üddet sonra
yeniden görevine son verildi.

Böylesine yoğun bir iş hacmi içerisinde bile Alî, bir kültür


adamı olma özelliğini hiç bir zaman yitirmedi. Rumeli’de bulun­
duğu süre içinde o yöredeki sanatçı dostlarıyla nasıl görüşüp soh­
betler yapmadan geri kalmadıysa, görev yaptığı başka yerlerde de
bu alışkanlığım sürdürdü. H atta mevkii yükseldikçe gittiği yerlerde
kültürel toplantıların odak noktası olmaya başladı. Şam’da iken
Ahlâk-ı Alâyî yazarı büyük bilgin Kınalızâde Ali Çelebi’nin
(1510-1573) yönetiminde yapılan toplantılar, Bağdat ve Erzurum ’
da da devam etti. Bağdat’ta tezkire yazarı A hdî’nin (1598) yanın­
da, sayılarını otuz olarak verdiği şâirler arasında geleceğin büyük
şâiri Bağdatlı R uhî (ö. 1605) de genç bir yetenek olarak zikr edi­
lir. Am a Alî’nin bu toplantılarının tartışmasız en büyük yararı,
D arrî mahlasıyla şiirler yazan NePî’ye (1635) bu mahlası verip onu
yönlendirmiş vc edebiyatımızın en büyük kaside ustasının kişiliği­

4
nin şekillenmesine ve yeteneğinin gün ışığına çıkarılmasına katkı
sağlamış olmasıdır.

Bağdat Mal defterdarlığından azli üzerine İstanbul’a dönen


Alî, uzunca bir süre açıkta kaldıktan sonra Sivas Defterdarlığına
tayin edildi (997/1588). Fakat bu görevi de kısa sürdü. Yazar, bu­
radan da alınışı üzerine "hangi eyalete defterdar olduysam görev­
den alınma haberim oraya benden önce varıyor" şeklinde şikâyette
bulunur. Yine boş gpçen bir kaç yıldan sonra bu kez yeniçeri kâ­
tipliğine getirildi. (1592) Bu görevde bulunduğu sırada tesadüfen
Fatih civarından geçen padişah III. M ürad’ın, yapılmakta olan bir,
evde üç yüz kadar Yeniçeri ve Acemi Oğlanı görerek inşaatın kj-
me ait olduğunu sorması ve Alî’nin olduğunu öğrenmesi üzerine
bu görevden de azlolundu. Bunun üzerine doğum yeri olan Geli­
bolu’ya giden yazar, bir süre sonra D efterem ini oldu. Yeniden gö­
revden alındıysa da bir süre sonra ikinci defa yeniçeri kâtibi oldu,
yIII. M ehm ed’in 28 Ocak 1595 tarihinde tahta çıkışı sırasında Alî
\bu görevde bulunuyordu. Devrin şâirleriyle birlikte padişahın tah­
ta çıkışını kutlama törenlerine kaside sunarak katılan Alî’ye, iste­
diği takdirde iki yüz bin akça hasla emekli edilebileceği bildirildi.
Fakat o, Künhü’l-ahbâr adlı tarihini yazmakla meşgul olduğunu ve
eserin tamamlanması için en uygun kaynakların M ısır’da bulundu-
ğuVıu, dolayısıyla Mısır defterdarlığının kendisine verilmesinin uy­
gun olacağım saraya bildirdi. Padişah başlangıçta bu isteği onaylar
•görünmesine rağmen işe saray entrikası karışması sonucu şâirin
dileği gerçekleşmedi ve M ısır yerine Sivas defterdarlığı ile Amasya
sancak beyliği verildi (1595). Bu görevde de fazla kalamayan M us­
tafa Klî, o yıl Kayseri sancak beyliğine atandı. Bu göreve aynı yıl
içinde iki defa atandığını eserlerinden öğrendiğimiz yazar, Kayse-
ri’ye ilk gidişinde yirmi sekiz, İkincisinde kırk iki gün görev yaptı.

Yukarıda verilen bilgilerden kolayca anlaşıldığı gibi Alî’nin


meslek hayatı, özellikle yüksek sayılacak görevlerde oldukça hare­
ketli ve hadiscli geçmiştir. Artık yükselişini tamamlayıp duraklama
devrine girmiş Osmanlı devletinin bilim, idare ve siyaset adamları­
nın çoğunun hayatında görülen ve devrin sosyal, siyasî ve İdarî gi-*.
dişatındaki düzensizliklerin bir yankısı olan sıkça tayinler, terfiler,
görevden uzaklaştırmalar Alî’nin hayatını da dolduran olaylardır.
Devrin sosyal yapısının göstergesi olan ve pek çok kişinin benzer
durumları yaşadığı bu hoş olmayan m anzaralar, Alî gibi hem gu­

.5
rurlu, hem hırslı, hem de düşündüklerini ifadeden ve doğru bildi­
ğini söylemekten çekinmeyen biri için daha sık rastlanılır olması
kaçınılmazdı.

Alî’nin bundan sonraki görevi Cidde sancakbeyliğidir. Cid­


de’ye Kahire yoluyla, yani denizden giden yazar, yolda Hâlâtü ’/—
Kâhire m in e ’l-Adâti'z-zâhire ile M evâidü’ıı-nefâisfîKavâidi’l-Meçâ-
lis adlı eserlerini kaleme aldı. Bu eserlerle Mısır valiliği umuyor­
du. A m a artık hayal kırıklıkları, bedenî rahatsızlıklara dönüşmeye
ve sıhhati bozulmaya başlamıştı. C idde’den gönderdiği, emekli ol­
mak isteyen manzum m ektubundan sıhhatinin iyi olmadığı anlaşıl­
maktadır. Nitekim Cidde son görev yeri oldu ve 1600 yılında orada
öldü. M ezarı C idde’de ise de yeri bilinmemektedir. Gelibolu’da
adına.izafe edilen mezar, ancak bir makam olabilir.

II. KİŞİLİĞİ

Kaynakların A lî'hakkında ittifakla belirttikleri nokta onun,


gururlu, bir türlü lâyık olduğu makama gelememiş, hakkı yendiği­
ne inandığı için de herkese karşı hırçın tavırlar takınmaktan çe­
kinmeyen, dahası bunu çoğu zaman geçimsizliğe kadar götüren bi­
risi olduğudur. Bu yüzden çok iyi bir öğrenim görmüş, özellikle
başlangıçta iyi görevlerde çalışmış olmasına rağmen daima halin­
den şikayet etmiş ve en ciddi eserlerine bile kendi şahsına, değeri­
nin bilinmediğine, yahut haksızlığa uğradığına dair bölümler, sa­
tırlar eklemekten çekinmemiştir. Gerçi çağında değerinin bilinme­
mesi, bir hayali senaryo halinde divan şairlerinin hemen tamamın­
da karşımıza çıkan bir m anzaradır. Nitekim A lî de bir beytinde:

Mahrum olurdu nağme-i bülbülden ehl-i şevk


Bâğ-ı cihanda güller açılsaydı hârsız

"Dünya bahçesinde güller dikensiz açılsaydı şevk ehlî bülbül


nağmelerinden mahrum kalırdı"

diyerek durum unun biraz şâirce bir yakınma olduğuna işâret


eder. Fakat onun sergilediği tavırlar yine de bu masum çizgiyi aşar
niteliktedir. Çok erken yaşlarda şiire başlayan şâir, önceleri Çeş-
mî mahlasıyla şiirler yazarken sonra bunu değiştirmiş ve "ulu, yü­
ce" anlamlarına gelen Alî kelimesini mahlas olarak kullanmaya

6
başlamıştır. Bence Alî’nin kişiliğini çözecek anahtar kelimelerden
biridir, bu m ahlas değişikliği; Bilindiği gibi taşıdığımız isimleri hiç
birimiz kendimiz seçmedik. A caba böyle bir imkânımız olsa bu
adları ne oranda muhafaza ederdik. Bir başka ifadeyle söylemek
gerekirse, taşıdığımız adlar, bizim zevkimizi değil, başta anne ve
babamız olmak üzere yakınlarımızın tercihini yansıtır. Oysa mah-
lâs seçiminde durum bunun tam tersnelir. N adiren mahlasın da
başkaları tarafından verildiği vâki ise de çoğunluk bunlar belli bir
yaşa geldikten sonra şâir tarafından seçilmektedir. Öyleyse mah-
lâslar, şâirin mizacını ve psikolojik konumunu ele veren son dere­
ce önemli ip uçlarıdır. Alî de. bu mesele için son derece karakte­
ristik bir örnektir.

"Nazmıyla asrının vahidi iken


Nesriyle fenninin fen d i iken"
veya,

"Alî tahallüs ettim edip himmetin bülend"


diyen birinin, kendini çağının en büyük şâiri telakki eden bir kişili­
ğin, Çeşmî gibi romantik bir kelimeye takılıp kalmayacağı kesin­
dir. Alî’nin bu mağrur ve kendini herkesten farklı gören psikoloji­
ye bürünmesine, yetenekli oluşu ve erken yaşlarda şiire başlayıp
eser vermesi yanında, şehzade kâtipliği gibi biraz dokunulmazlığı
olan bir görevde bulunması, en azından mesleğe adımını böyle at­
ması etkili olmuştur. Nitekim böyle bir güven duygusu sonucu da­
ha yirmi yaşında iken "doğduğumdan beri bilgi ve beceri için çalı­
şıyorum'1 diyerek Kânunî Sultan Süleyman’dan müderrislik veya
kadılık istemeğe kalkıştı. Bu isteğin reddini de insaflı ve mâkul bir
davranış olarak görmedi.

D aha meslek hayatının başlangıçında kendini, hakkı olan


makama ulaşmamış görme psikolojisi, ilerki yıllarda daha belirgin
olarak ortaya çıktı. Ne Lala M ustafa Paşa’nın yanındaki, ne Fer­
hat Pâşa’yla Bosna’daki görevleri, ne de H alep tım ar defterdarlığı
onu mutlu edem edi, Nişancı olamayınca, beylerbeyilik talebinde
bulundu. Ama bu da gerçekleşmedi.

Alî’nin bu tavrı yanında bazı eserlerinde dünya malının ge­


çiciliğini vurgulayan ve hırsı kötüleyen bölümlere de rastlanmak-

7
tadır. Düşünce olarak bunları doğru bulan Alî, uygulamada tam
tersi bir kişilik sergileyerek hırsından ve gururundan sıyrılamamış­
tır.

Alî’nin psikolojisinde görülen bu dalgalanma ve değişiklik­


lerin sebebi hiç kuşkusuz devletin o günlerdeki siyâsî ve idârî is­
tikrarsızlığı ve bunun devlet m em urlarına yansıyan sık görevden
almalardır. Buna, beklenen iltifatın ve arzu edilen mevkilere gele­
meyişten kaynaklanan kıskançlığın da eklenmesi gerekir. O nda
asıl tezadı oluşturan ve hoş görülmesi mümkün olmayan yan, övgü
ve yergileridir. En yakınlarından ve iyilik gördüğü insanlardan
başlayarak pek çok kişi hakkında birbirini yalanlayan tutarsız ifa­
delerine rastlamak mümkündür. Bütün bunların, Alî’nin eserleri­
ni, hatıralarının mizacıyla yazışına bağlamak ve mizacını meydana
getiren psikolojik konumu da yukarıdaki sebeplerle açıklamak sa­
nırım en doğru yoldur.

Bu olumsuz tabloya rağmen tarihçi, feylesof, şâir, nesir us­


tası, edîb, hattat, bilgili bir defterdar ve idareci olan Alî, bu hırsı
sayesindedir ki kültür tarihimize elliye yakın eser bırakmıştır.

Çok yönlü bir yazar olan Alî’nin mizacına yönelik bu de­


ğerlendirm eden sonra onun ilmî yönüne bakacak olursak bu kez
söylenecek şeyler daha olumlu bir çerçevede seyr edecektir. Kü­
çük yaşta öğrenim hayatına başlayan müellif, yirmi yaşları civarın­
da m edreseden mezun oldu. Çağının yüksek öğretim kurum lan
olan m edreseleri bitirenler temel İslâmî ilimleri öğreniyorlardı. Bu
öğrenim iyi bir A rapça ve Farsça bilgisini de kapsıyordu şüphesiz.
Alî de bu niteliklere sahip olarak medreseyi bitirdikten sonra telif
hayatına şiirler, haşiyeler ve şerhler yazarak başladı. Haşiye, daha
önce yazılan bir eseri izah etmek üzere kaleme alınan eserlere ve­
rilen isimdir. Böylece genç yaşta yazma alışkanlığı kazanan Alî,
ileri yıllarda çalışmalarını daha çok tarihe ve tarihle edebiyatın
kesiştiği bir tür olan biyografi ile sosyal hayata ait çalışmalara yö­
neltti. Şüphesiz bu alanlar içinde de Alî’nin adını günümüze taşı­
yan önemli eserleri tarihe ait olanlardır. Bilindiği gibi Osmanlı ta­
rihçiliği, devletin görevlendirdiği resm î vakanüvisler ve tarihe me­
raklı kişiler olmak üzere iki koldan yürümüştür. Alî, ikinci gruba
dahil edilecek bir tarihçidir. Biraz da bu yüzden o, daha tarafsız ve
daha objektif bir tarihçi olarak olayları değerlendirmiş, mesela Ti

8
m ur vakasına bütün Osmanlı tarihçilerinden farklı ve düşmanlık­
tan uzak bir tavır içinde yaklaşmıştır. Alî’nin tarihçiliğinde görülen
bir başka özellik de kullandığı kaynakları zikretmiş olmasıdır. Ya­
zar, Künhü’l-ahbâr adlı önemli tarihinin önsözünde yüz otuz ka­
dar eserin bu kitabın kaynağı olduğunu, bunların da en az dört
beş kitaptan yararlandığı düşünülecek olursa Künhü’l-ahbâr’m al­
tı yüz kitabın özü sayılacağını anlatır. Ayrıca eserde yeri geldikçe
bu listede belirtilen eserlerin dışında da çok sayıda çalışma, yine
kaynak olarak zikredilir. Eski yazarların önemli özelliklerinden bi­
ri, kaleme aldıkları eserlerde faydalandıkları kaynakları belirtm e­
miş olmalarıdır. Yazarlar kaynaklardan elde ettikleri bilgiyi çoğu
zaman, kendi kişisel bilgi ve görüşleri gibi göstermeyi alışkanlık
haline getirmişlerdir. Bu konuda Alî’yi çağdaşlarından farklı bir
tutum içinde görmekteyiz ki bu da onun tarihçi olarak dikkate
alınması gereken yanlarından birisidir.

Mizacı gereği sosyal tenkide eğilimli biri olarak Alî, bu yö­


nünü ortaya koyan eserler de kaleme almıştır. Bütün bu çok yön­
lülük, onun iyi yetişmiş biri olduğunu açıkça gösterir. Ama bütün
bunların ötesinde, onun İlmî kudretinin çağının bilginleri tarafın­
dan da kabul edildiğini gösteren elimizde bir belge bulunm akta­
dır. İbnülcmin M ahmud Kemâl İnal’ın M enâkıb-ı Hünerverân
baskısının önsözüne yazdığı değerli araştırm ada yayınladığı bir
belgede, Alî’nin şiir ve nesir alanında ünlü biri olduğu belirtilmek­
te ve İlmî yönü övülmektedir. Belgenin altında da devrin şeyhülis­
lâmı ile kazaskerlerin imzaları yer almaktadır!

E debî alanda da eserler vermiş olan Alî’nin kişiliğini bütü­


nüyle ele alabilmek için onun edebî yönünü de değerlendirmek
gerekir. Bilindiği gibi XVI.yüzyıl Osmanlı Devleti’nin en parlak
dönemidir. Ülkedeki umumi gelişmenin tabii sonucu olarak bilim,
kültür ve edebiyat da Devlet’in büyümesiyle orantılı olarak büyük
bir gelişme göstermiştir. Osmanlı padişahları bu dönem de bir
yandan ardarda yaptıkları seferlerle büyük imparatorluğun kuru­
luşunu tamamlarken bir yandan da ilimde, kültürde, edebiyatta ve
diğer bütün sanatlarda ilerleme ve yükselmenin gerektiğini gör­
müşler ve bunun gerçekleşmesi için büyük çabalar harcamışlardır.
Bu sebeple padişahlardan başlayarak bütün devlet büyükleri ede-

9
biyata, özellikle de şiire önem vermiş, şâirleri, sanatçıları korumuş
ve değerli eserleri ödüllendirm işlerdir. Bilimin, sanatın, şiir ve
edebiyatın gelişmesini hazırlayan böyle bir ortam da XVI.yüzyılda
büyük bilim adamları, tarihçiler, şâirler ve nesir ustaları yetişmiş
ve Devlet’in ihtişamına uygun bir Osmanlı-Türk kültür ve edebiya­
tı meydana gelmiştir. Fuzûlî (Ö.1556), Bâkî (Ö.1600) ve Hayâlı (ö.
1557) gibi yalnız bu yüzyılın değil, Türkçenin en büyük ses ustaları
ile çağdaş olan Alî, tarihçiliği yanında çağının iyi şâirlerinden ve
nesir ustalarından biridir. Fakat o, nazım tekniği bakımından ku­
sursuz manzumeler kaleme almış, bu alanda bol örnekler de ver­
miş olmasına rağmen adı geçen şâirlerin gölgesinde kalmış ve
ikinci derece bir şâir olarak tanınmıştır. Diğer eserlerinde sıkça
karşımıza çıkan bulunduğu durum u kabullenmeme, kıymetinin bi­
linmediğini açıkça dile getirme konusudaki kanaatlerine bakılacak
olursa Alî, kendini çağının ve daha önceki dönemlerin en büyük
şâirlerinden biri sayar. H atta tenezzülen Hayâlı Bey’e nazire yaz­
dığını belirtecek kadar ileriye gider. Tabii bütün bunları divan şi­
irine has şâirce övünmeler olarak değerlendirmek gerekir. Tezki-
reciler içinde Riyâzî (ö. 1644) hariç, hakkında söylenen övücü söz­
leri. de şâirliğinden çok diğer eserlerindeki başarısına bağlamak
yerinde olacaktır.

- Bunun yanında Alî, özellikle m ensur eserlerinde üslûp sa­


hibi bir yazar olarak karşımıza çıkar. Eserlerinde kendine ve kişi­
sel düşüncelerine çokça yer veren, Ahm et Ham di Tanpm ar’ın çok
yerinde teshiliyle "hatıralarını mizacıyla yazan" Alî, eserlerinin ço­
ğunu, halkın ve aydınların hep birlikte anlayacağı orta yol bir dil
anlayışına bağlı kalarak yazmıştır. Anlamayı güçleştirecek zincirle­
me isim tam lam alarından kaçınmış, anlaşılır bir dille eserlerini ka­
leme almaya çalışmıştır. Çünkü Alî, eserlerinin hemen tamamım
bir inşâ gösterisi için değil yararlanılmak, faydalanılmak için yaz­
dığının bilincindedir. Kendisi ısrarla eserlerini "zebân-ı vukû" ile
kaleme aldığını belirtir ki bunu "yaşayan, konuşulan dil" olarak an­
lamak lâzımdır. Alî’nin rahat yazışım ve istediğini tam ifade edişi­
ni dile hakim oluşuyla açıklamak mümkündür. Türkçeye olduğu
gibi A rapça ve Farsçaya da vâkıf olduğundan düşüncelerini ifade­
ye yarayan kelimeleri bulma ve seçm ede güçlükle karşılaşmaz. Ke­
lime hâzinesi son derece zengindir. Ama o da, çağının hemen bü­
tün tanınmış yazarlarında görüldüğü gibi secilere, yani düz yazıda
kafiyelere nesirlerinde sıkça yer verir. Bunlar dalgalar halinde bir-

10
birini takip eder ve cümleciğin sonunda ortaya çıkarlar. Belirtmek
gerekir ki Alî’nin nesri, devrinde ve daha sonra zaman zaman gö­
rülen sözü manaya, hüneri gerçeğe tercih etme alışkanlığına düş­
memiştir. Onun düz yazısında sunilik yoktur denebilir. Açık ve
canlı bir ifade, onun üslûbunun başlıca özelliğidir.

III. ESERLERİ

D aha önceki bölümlerde Alî’nin çok yönlü bir yazar olduğu


ve birbirinden farklı alanlarda eserler verdiğinden söz edilmişti.
Son ve en önemli esenlerinden biri olan Künhü’l-ahbâr’ın başında
kendisi eserlerinin sayısını elli olarak belirtir. Bunların bir kısmı
günümüze ulaşmamıştır. Bu çeşitliliğe rağmen elde bulunan eser­
lere göre Alî’yi herşeyden önce tarihçi saymak gerekir. Özellikle
Künhü’l-ahbâr’ıyla sağladığı itibar onun, Osmanlı tarihçilerinin en
önemlilerinden biri olarak kabul edilmesi sağlamıştır. F.Babinger’
e göre bu eser "Osmanlı tarih araştırmaları için bir defıne"dir.

Alî’nin eserleri çok değişik alanlara ait çalışmalar olduğu


için, araştırmacılar bunları belli konulara bölerek ele alm aktadır­
lar. Genellikle de bunlar:

I. Tarihî eserler
II. E debî eserler
III. Sosyal hayatla ilgili eserler
IV. Diğer konulardaki eserler
ana başlıklarıyla verilegelmiştir. Pedagojik bir kolaylık sağladığı
için biz de aynı tasnife göre eserleri değerlendireceğiz.

I. Tarihî Eserleri:

Alî’nin bu konuyla ilgili oh üç eseri vardır. Önemlerine gö­


re bunları şöyle sıralayabiliriz.

1. Künhü’l-ahbâr:

Alî nin tartışmasız en büyük ve en önemli eseri olan


Künhü’l-ahbâr, Türkçe bir genel tarihtir. Eser, uzun bir m ukaddi­
me ile yazarın "Rükn" adını verdiği dört bölümden meydana gelir.
l.R ükn’de dünyanın yaradılışından Hz.A dem ’e kadar geçen za­

il
man; bülün yaratıkların ortaya çıkışı, hayvanlar, balıklar, dağlar,
denizler, nehirler, göller, adalar ve iklimler, 2. Rükn’de Hz.Adem ’
den başlayarak peygamberler, A rap ırkı, Hz.Peygamber, onun
peygamberliği ve mucizeleri, Emevîler, Abbasiler, A rap emirleri,
bilginler, şeyhler, hekimler anlatılır. 3. R ükn’de ise Türk ırkı,
Oğuzlar, Türk ve Çerkez Kölemenleri, Fatimiler, Eyyûbîler, Ak-
koyunlu ve Karakoyunlular, Dulkadirliler ve diğer Türk hakanla­
rından söz edilir. 4.Rükn Osmanlı tarihine ayrılmıştır. Osmanlı
devletinin kuruluşundan 1596 yılına kadar geçen olaylar, padişah­
lar, şehzâdeler, devlet adamları, şeyhler, bilginler ve şâirler hak­
kında bilgi verilir, Künhü’l-ahbâr’ın ilk üç R ükn’ü ile dördüncü
R ükn’ün İstanbul fethine kadar olan bölümü beş cilt halinde basıl­
mıştır. (İstanbul 1277) -

Eserin asıl önemli bölümü, 300 yıllık Osmanlı tarihini anla­


tan dördüncü R ükn’ü, iki cilt olarak tertib edilmiştir. Birinci cilt
başlangıçtan Yavuz Sultan Selim devri sonuna kadar, ikinci cilt
Kanuni Sultan Süleyman devrinden Sultan III. M ehmet devri baş­
larına, yani 1596 yılına kadar olan olayları içine alır. Osmanlı tari­
hi Sultan Osm an’dan başlayarak sırasıyla gelen padişahların salta­
nat sürelerine göre düzenlenmiştir. H er padişah dönemi tahta çı­
kışla başlamış, padişahın doğumu, yaradılışı, yetenekleri, bahşiş ve
ihsanları, şehzâdeleri, "birinci ve ikinci vaka" başlığı altında dev­
rinde geçen olaylar, ölümü ve toprağa verilişi anlatılmış, bunun
sonunda da padişahın hayır eserleri, bilim ve kültüre hizmetleri,
kendisiyle birlikte çalışan sadrazam, vezir, önemli devlet adam la­
rı, tanınmış bilginler, şeyhler ve şâirler hakkında bilgi verilmiştir.

D aha önce dc belirtildiği gibi Osmanlı tarihlerinin en de­


ğerlilerinden biri olan bu eserin OsmanlIlardan önceki kısmı naklî
bir tarihtir. Ancak özellikle kendiyle çağdaş olan kısımları anlatır­
ken şahsî ve orijinal görüşlere yer verilmiştir. Yazar devletin çözü­
lüşe sürüklendiği bir dönem de önemli görevlere gelmiş biri olarak
şikâyet ve eleştirilerinde olayı bilen ve acısını çeken bir adamın
teşhisleriyle karşımızdadır.

Künhü’l-ahbâr’ın önemli bir kısmını meydana getiren bi­


yografilerde de Alî, diğer eserlerden farklı bir yol takip eder.
Eserde sadece şâir olarak 291 biyografi yer alır. Bu şâirlerden Alî
de öbür tezkireciler gibi söz etmiş, ayrıca tarihçiliğinden gelen

12
araştırmacı yönü ile kaynakların verdiği bilgileri toplayıp ayıkla­
mış, zaman zaman da onları ikmal etmiştir. Bu gibi özellikleriyle
Alî’nin biyografileri, ayrıntılı bilgileri açısından Aşık Çelebi’ye,
isabetli edebî değerlendirm eleri bakımından da Latîfı’ye benzer.
Denebilir ki o, biyografi alanında özellikle de şâir biyografilerinde
Türk edebiyatının iki seçkin tezkirecisinin mükemmel bir sentezi­
dir.
Franz Babinger 1927 yılında yayınladığı Osmanlı Tarih Ya­
zarları ve Eserleri (Türkçe çevirisi Coşkun Üçok, Ank. 1982) adlı
eserinde Künhü’l-ahbâr’m yayınlanmamış olmasını büyük bir ek­
siklik olarak nitelendirir. Am a eser, yakınmanın üzerinden altmış
yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ yayınlanmamıştır.

2. M enâkıb-ı Hünerverân:

A lî’nin Bağdat Hazine”Defterdarlığı sırasında (1587) kale­


me aldığı bu eser, hat tarihinden, ünlü hattatlar, nakkaşlar ve mü-
cellitlerden bahseder. Bir önsöz, beş bölüm ve bir sonuç kısmın­
dan meydana gelen eser, Iraklı M uhamm ed Yezdî’nin elli hattat
hakkında yazdığı eserle, divan kâtiplerinden H attat Kırımlı A b­
dullah’ın sözlü bilgilerinden yararlanılarak yazılmıştır. Hacimce
küçük olmasına karşılık kültür tarihimizin önemli çalışmalarından
biri olan M enâkıb-ı H ünerverân’ın yazılmasında büyük bilgin H o­
ca Sadettin Efendi’nin büyük rolü olmuştur. Kendisi de hattat olan
Alî, bu eseriyle hat sanatıyla uğraşan meslekdaşlarım ve söz konu­
su sanata ait meseleleri kaleme almıştır.

M enâkıb-ı H ünerverân basılmıştır.*

3. H âlâtü’l-Kâhire m ine’l-Adâti’z-Zâhire:

Alî’nin Mısır’la ilgili değerli bir eseridir. Bilindiği gibi Mı­


sır, özellikle de Kahire, eski uygarlıkların beşiği ve bereketli top­
raklarıyla da dünyanın gözdesi şehirlerden biridir. Bu yüzden o , "
Dünyanın anası'' anlamına gelen "Ümmü’d-dünyâ" tabiri ile anılır.
Kitap, M ısır’ı iki kez ziyaret eden Alî’nin adı geçen yöreye ait ha­
tıralarına ve gözlemlerine dayanmaktadır. Önsöz, iki bölüm ve bir
ek bölüm den meydana gelmiştir. Önsözde yazar, kitabın yazılış se-

( * ) B a s k ıla r b ib liy o g ra fy a d a g ö s te rilm iş tir.

13
bebini anlatıp eserini adadığı-Gazanfer Ağa’yı över. Ayrıca İslâm
tarihi öncesi M ısır’ı da bu bölümde ele alınmıştır. Birinci bölümde
M ısır’ın güzellikleri ve övülecek yönleri, ikinci bölümde ise bunun
tam tersi, beğenilmeyen, çirkin tarafları ele alınmıştır. Tezyil adı
verilen ek bölümde ise yazar, anlattıklarını bir değerlendirmeye
tabi tutar. Burada, ilk gidişinde gördüğü bayındır Mısır’ın, ikinci
gidişinde kötü idareciler elinde nasıl harab olduğuna tanık oluruz.

Eser tenkitli metin ve İngilizce tercümesi yanında sadeleş­


tirilerek de yayınlanmıştır.

4. Fusûlü’I-Hallü ve’l-Akd ve U sûlü’l-Harcii ve’n-Nakd:

İstanbul’da 1598 yılında yazılan bu eserinde Alî, İslâm


devletlerinin yükseliş ve batış sebeplerini anlatmış, tezyil bölü­
münde ise Osmanlı devletini bu açıdan değerlendirmiştir. Eser,
uzun bir mukaddime, 32 fasıl, tezyil ve hâtim eden meydana gel­
miştir. M ukaddim ede H z.A dem ’den başlayarak D ahhak’ın ölü­
müne kadar olan olaylar, 1592 yılına kadar gelen İsiâm ve Türk
devletleri, tezyildc Osnıanlılar, hâtim ede ise Anadolu beylikleri
ele alınmıştır.

Eserin eski harflerle eksik bir baskısı yapılmıştır.

5. Nusretnâme:

Lala M ustafa Pgşa 1578 yılında Gürcistan, Azerbaycan ve


Şirvan’ın fethine başkomutan tayin edilince, Alî de onunla bu sa­
vaşlarda sır kâtibi olarak bulunuyordu. Bu eser, söz konusu yöre­
lerde cereyan eden savaşın tarihidir. Ayrıca Paşa’nın .galibiyeti
üzerine padişaha ve diğer devlet büyüklerine yazılan fetihnâmeler
de bu kitapta bulunmaktadır.

E ser basılmamıştır.

6. Fursatnâmc:

Nusretnâm e’de anlatılan olayların yani Azerbaycan, G ü r - '


cistan ve Şirvan savaşları tarihinin tamamlayıcısıdır. Lala Mustafa
Paşa’dan sonra serdarlığa tayin olunan Sinan Paşa’nın emriyle ya­
zılmıştır.

14
Fursatnâm e basılmıştır.

7. N âdirü’l-Mehârib:

Kanuni Sultan Süleyman’ın iki şehzadesi Selim’le Bayezid


arasında cereyan eden Konya Savaşını anlatan şiir ve düz yazı ka­
rışımı bir eserdir. ILSelim’in tahta çıkmasıyla biter. Eserde yer
alan şiirlerin çoğu Farsçadır. N âdirü’ M ehârib 1569 yılında kaleme
alınmış olup basılmamıştır.

8. Heft - Meclis:

Sadrazam Sokullu M ehmet Paşa adına yazılan bu eser, Ka­


nuni Sultan Süleyman’ın son seferi olan Zigetvar savaşının tarihi­
dir. Eserde, padişahın sefere çıkışı, ordunun yürüyüşü, savaş, Ka-
nuni’ni ölümü ve II. Selim’in tahta çıkışı anlatılır. Heft - Meclis,
inşâdaki ustalığını göstermek ve Sokullu’nun bu yolla dikkatine
m azhar olmak için yazılmış bir eserdir. Basılmıştır.

9. Z übdetü’t-Tevârih:

Kadı Azud (ö.756)’un İşrâku’t-Tevârih adlı kitabının tercü­


mesidir. Bosna Sancak beyi Ferhat Paşa’nın isteği üzerine çevril­
miştir. Eser, bir mukaddime ile A lî’nin "tabaka" adını verdiği dört
bölüm den meydana gelmiştir. Birinci tabakada rrebî ve resuller,
ikinci tabakada son peygamber Hz. M uhammed, çocukları, eşleri
ve amcaları, üçüncü tabakada cennetle m üjdelenen on kişi ve sa­
habeler, dördüncüde ise büyük imamlar a n la tılm ış tır .

Eser basılmamıştır.

10. Câmiü’l-H ühûr der Mecâlis-i Sûr:

III. M urad’ın oğlu M ehm et (III. M ehmet) için 1582 yazında


yaptırdığı sünnet düğünü anlatılır. Bu sırada H alep tım ar defter­
darı olan Alî de düğüne davet edilmiş, bunun üzerine yazar bu
eseri kaleme almıştır. Eserin büyük kısmı manzum, bir kısmı da
nesirdir.

15
A lî’nin bu eseri de basılmamıştır.

11. M irkatü’I-Cihâd:

Battal Gazi’nin torunu Melik Danişmend A hm ed’in savaş­


larından bahseden yarı destânı bir tarihtir. Bu eser daha önce Sel­
çuklu padişahı II. İzzeddin Keykavus’un emriyle İbn Ala tarafın­
dan münşiyâne bir dille yazılmış (1245), daha sonra ise Osmanlı
Sultanı I. M urad’ın isteği üzerine Tokat dizdarı Ali Arif tarafından
yalın bir dille yeniden kaleme alınmış ve ilavelerde bulunulmuş­
tur. Alî, Niksar’da görevden alınmış olarak bulunduğu bir sırada
(1588), bazı ilavelerle bu nüshayı meydana getirdi.

Alî’n i n , bunlardan başka dünyanın yaratılması ve Hz.


A dem ’den önceki yaratıklara dair M ir’âtii’l-Avâliın’i ve M üşkât’t
vardır.

II. E debî Eserleri

1. Divan:

Alî, Sadef-i Sad-G üher adlı eserinde ikisi Türkçe, biri


Farsça olmak üzere üç, Künhü’l-ahbâr’da ise dört Divan’ı olduğu­
nu söylemekledir. Türkçe divanlarının adları da Vâridâtü’l-Enika
ve Lâyihatüı'l-Hakîka olarak verilmiş, üçüncüsünün adı belirtilme­
miştir. Adı verilmeyen, ilk Divan 1567’de fedvin edilip Il.Selim’e
sunulmuş, V âridâtü’l-Enîka ise 1574’te düzenlenip III.M urad’a
takdim ediilmiştir. Farsça Divan bugüne kadar ele geçmemiştir.
Divanlar basılmamış olup çeşitli kitaplıklarda nüshaları bulun­
maktadır.

2. M ihr ü Mâh:

Alî’nin ilk eseridir. 1562’de yazılmış ve yanında çalıştığı


Şehzade Selim’e sunulmuştur. N a’t ve kasidelerden meydana gel­
miş bir eserdir.

3. M ihr ü Vefâ:

Bu da Alî’nin gençlik eserlerindendir. H enüz ele geçmeyen

16
bu eserin, 7000 beyitlik mesnevi tarzında yazılmış bir aşk hikâyesi
olduğunu kaynaklar belirtiyor.

4. Tuhfetü’l-Uşşâk:

Tanınmış İran şâiri Hüsrev-i Dehlevî’nin (1253-1325) Fars­


ça M atlaü’l-Envâr adlı eserine naziredir. Feilâtün-Feilâtün-Feilün
vezninde 3006 beyitlik bu mesnevi, ahlâkî bir eserdir. M akaleler
halinde yazılmış olup yirmi m akaleden meydana gelir.

5. Sadef-i Sad-Güher:

Alî’nin seçme gazelleriyle, çoğu Gelibolulu olan çeşitli yer­


lerin şâir ve meşhurlarını anlatan bir medhiye. Alî, bu eseri uzun
bir ayrılıktan sonra Gelibolu’ya giderken dostlarına armağan ol­
mak üzere hazırlamıştır.

6. Riyâzü’s-Şâlikîn:

Dîni, tasavvufî, ahlâkî bir mesnevi. Küçük bir bölümü hariç .


eser, manzumdur. Ü ç/m ’Zfl’dan meydana gelmiş olup her ravza da
on levha'dan mürekkeptir. Riyâzü’s-Sâlikîn III.M ürad adına hazır­
lanmıştır.

Bunların dışında müellifin yine bu alanda olmak üzere üç


dilde yazdığı mersiyelerini topladığı Subhatü’lkAbdâFı yüz gazeli­
nin m atlalarından meydana gelmiş Giıl-i Sad-Berg’i Farsça B edîu’
r-Rııkûın’u, yine Farsça Mecmau'l-Bahreyn’i, Gelibolu güzellerini
anlattığı Şehreııgiz’i ve Kırk Hadis Tercümesi ile III. M urad’ın ga­
zellerinin şerhi için yazılmış risaleleri vardır.

Müellifin mesleği gereği çok uğraştığı alanlardan biri de in­


şâ sanatıydı.

III. Sosyal Hayatla İlgili Eserleri

1. Nushatü’s-Selâtîn:

Doğu dünyasındaki siyasetnâme geleneğinin takipçisi olan


bu eser, padişahlara yol göstermek üzere yazılmıştır. Yazarın H a-

17 ,/
lep tımar defterdarlığı sırasında (1580) yazılmış olup çağının siyâ­
sî ve sosyal durum unu gösteren önemli bir eserdir. Ayrıca bu
eserde yazarın biyografisine dair de bolca bilgi bulunmaktadır.
Eser, bir önsöz, 4 bölüm ve bir sonuçtan meydana gelir. Önsözde
padişahların devlet idaresi sırasında mutlaka yerine getirmeleri
gerekli şeyler, birinci bölüm de padişahlara gerekli işler,ikinci bö­
lümde kanunsuz karışıklıklar, üçüncü bölümde devletin bu olaylar
karşısındaki aczi, dördüncü bölümde ise Alî’nin hayatı ve sıkıntı­
ları anlatılmıştır. Sonuç bölümünden sonra "Tezyil ve Teznîb'' baş­
lıklı iki ilâve bölüm daha vardır.

Nushatü’s-Selâtîn İngilizce tercümesiyle birlikte edisyon


kritikli metin olarak yayınlanmıştır.

2. M evâidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis:

Alî’nin önemli eserlerinden biri olan bu kitap, görgüye dair

Kavâidü’J-Mecâlis’in genişletilmiş şeklidir. Eser, Osmanlı toplu-


munıjn, özellikle de Alî’nin çağının bir aynası gibidir. Bu eserde
Alî, saray hayatından, devlet kuruluşlarındaki bozukluklara, deği­
şik sosyal sınıflardan, meyhane, kahvehane, bozahane gibi eğlence
yerlerine kadar pek çok ilgi çekici konuyu ayrıntılarına inerek an­
latmıştır. Osmanlı yaşayışı ve hayat tarzını yansıtan bu tip eserlerin
kültür tarihimizde azlığı da düşünülecek olursa eserin değeri daha
da artar. Bu yüzden M evâidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis önemli
bir kaynak eserdir.

Eser, tıpkı basım olarak ve sadeleştirilerek yayınlanmıştır.


Kavâidü’l-Mecâlis de bunun daha önce yazılan kısa şeklidir.

3. M ehâsinü'l-Adâb:

Bu da bir nevi siyaset ve görgü kitabıdır. Alî, Kayseri San­


cak beyi iken bu kitabı yazıp Sadrazam Dam ad İbrahim Paşa’ya
sundu. Eser, ünlü A rap edibi Câhiz’in M inhâcü’s-Sülûk ilâ Adâbı
Sohbeti’l-Mülûk adlı eserinin bazı yerlerinin çıkarılıp bazı ilaveler
yapılmak suretiyle yazılmış tercümesidir. M ehâsinü’l-Adâb, 18.
yüzyılın ünlü şâirlerinden Osm anzâde Tâib (ö. 1724) tarafından
özetlenmiştir. O n beş bölüm den meydana gelen eser, basılmamış-
tır.

18
4. H ülâsatü’l-Ahvâl der Letâfet-i Mevâz-i Sahîh-i
Hâl:

On iki bendlik bir terci bcnd olan manzumesinde


Alî, bir toplum tenkitçisi olarak karşımıza çıkar. M anzume­
de, padişah, vezir, şeyhülislâm, beylerbeyi, defterdar, şeyh,
şâir, imam, kâtip, mütevelli ve tüccar gibi sosyal sınıfların
durum u iğneleyici bir dille anlatılmaktadır.

5. Tuhfetü’s-Sulehâ:

Gazâlî (1058-1107)’nin Eyyühe’l-Veled adlı risalesi­


nin tercümesi. Alî, yer yer bu tercümeye ilâvelerde bulun­
muştur.

Hakâyikıı’l-Ekâlinı, M eâyibii’l-Erâzil ve Sad Kıssa ve


Sad Hisse Alî’nin sosyal muhtevalı diğer eserleridir.

IV. Diğer Konulardaki Eserleri

1. Nevâdirü’l-Hikem:

Tokat’ta yazılan (1589) ve III. M urad’a sunulan


eser, bir m ukaddime ile yazarın "nadire" adını verdiği yedi
bölüm ile bir sonuçtan ibarettir. Eser, her çağda yetişmiş
olan bazı ünlü bilgin ve mutasavvıflardan, halifeler ve hilâ­
fet meselesinden, hadisin önemi ve inceliklerinden, ayrıca
bazı aklî ve ilmî m eselelerden söz eder.

Nevâdirü’l-Hikcm basılmamıştır.

2. Hakâyıkü’l-Ekâlim:

III. M urad’m, sınırları çok genişleyen Osmanlı dev­


letinde görev vereceği m em urların hangi vasıflarda olması
gerektiğini anlatan küçük bir eser. Yazma halindedir.

3. M enşeü’l-İnşâ:

Bazı devlet ileri gelenleri ile kendisi için yazdığı


m ektuplardır. Eser, dostluk, durum, iş, tebrik ve taziyet ol-

19
mak üzere beş bölümdür. Kendi 'biyografisinin d e en
önemli kaynağını m eydana getirirler.

4. Münşeât:

Bu eserde de m ektupları toplanmıştır. Türkçe ve


Farsça örnekleri ihtiva eden bu küçük çalışmada, tarihî
belge olan m ektuplar vardır.

Bunların dışında tıbbî çeşnisi olan ve şehzade M eh­


met için yazılan Tıfâşî’nin ilâveli tercümesi Rahatii'n-Nü-
fûs, H âce M uhamm ed Parsâ’nm (ö. 1420), Faslü’l-Hitâb’m-
dan alınan tasavvuf ağırlıklı Hilyetü’r-Ricâl, III. M urad’l
öven Cânıiu’I-Kemâlât, III. M urad’ın oğullarından şehzade
O sm an’ın doğumuyla ilgili eseri, Ferâidü’l-Vtlâdc, III. Mu-
rad’ın harem kethüdası Canfedâ H atun’un kardeşi Deli İb­
rahim Paşa hakkında yazılmış Risâle-i Zırgamiyye, bir dua
mecmuası olan Diirer-i Mensııre yazarın fazla önemi olma­
yan küçük çalışmalarıdır.

IV. KAYNAKLAR

Ana Kaynaklar:

Haşan Çelebi, Tezkiretü’ş-şuarâ (Haz. İbrahim Kutluk) Ankara


. 1981 s. 591-593.

Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Millet Ktp. A E tarih, 774, 44a

Beyânî, Tezkire, Millet K tp. A E tarih, 757, 55a

Riyâzî, Riyâzü’ş-şuarâ, Nıjruosmaniye Ktp. 3724, 99a

Fâizî, Z übdetü’l-eş’âr, Süleymaniye Ktp. Şehit Ali Paşa 1877,t)la

Rızâ, Tezkire, Süleymaniye Ktp. Aşir Efendi 243, 32a.

20
Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zunûn, I, 799.

Ayvansarâyî, H. Hüseyin, Tercüm etü’l-meşâyihîn, Süleymaniye


Ktp. Esad Efendi İ37, 83b.

M üstakimzâde, S. Süleyman, Tuhfe-i H attatın (Haz. İbnülemin)


İst. 1928, s. 521.

Bağdatlı İsmail Paşa, H ediyetü’l-Arifîn ve A sârü’I-Musannifîn, İs­


tanbul 1955, s. 438.

Kitap ve Makaleler:

Atsız, A lî Bibliyografyası. İst. 1968.

Babinger, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çet?. Coş­


kun Üçok, Ank. 1982.

Baysun, Cavit, Alî’nin M evâidü’n-nefâis ve Kavâidi’l-Mecâlis’i


Hakkında. Tarih Dergisi, İst. C. 1 (1950), s. 389-400.

Bursalı M ehmet Tahir,'O sm anlı Müellifleri, İst. 1343, C. III. s. 86.

--------;Müverrihîn-i Osmaniyyeden Alî ve Kâtip Çelebi’nin Terce-


me-i Halleri, Selanik, 1322.

Cumbur, Müjgan, H attatlar ve Kitap Sanatçılarının Destanları,


A nkara 1982.

Ergun, Sadettin Nüzhet, Türk Şâirleri, I, s. 38-43.

Gökyay, O rhan Şaik, Ziyafet Sofraları, İst. 1978 2. Cilt

------—;H âlâtü’l-Kâhire M ine’l-Adâti’z-Zâhire, A nkara 1984.


...... ;Fleischer H.Cornell, Buraucrat A nd Intellectual İn The
O ttam an Em pire The Historian M ustafa Alî, Princton,
1986

İbnülemin M. Kemâl, M enâkıbü’l-Hünervefrân, İst. 1926.

21
;Son Hattatlar, İst. 1970 s. 7-8.

İpekten, Haluk, Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şuarâ


Tezkireleri, Erzurum 1986, s. 71-75.

İsen, Mustafa, Edebiyat Tarihi Açısından Künhü’l-Ahbâr, Ege


Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
A raştırm aları Dergisi, II, İzmir, 1983 s. 49-57.

-— ;Künhü’l-A hbâr’m Şâirlerle İlgili Kısımlarının Kaynakları, Ege


Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
A raştırm aları Dergisi, III, İzmir 1984, s. 87-120.

Karahan, Abdülkadir, Alî’nin Bilinmeyen Bir Eseri, M ecm aü’l-


Bahreyn, V. Türk Tarih Kongresine Sunulan Tebliğler, A n­
kara 1960, s. 329-340.

Karatay, F. Ethem, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe


Yazmalar Kataloğu, İst. 1961.

Kütükoğlu, Bekir, Alî, M ustafa Efendi, Küçük -Türk İslâm ansik­


lopedisi, İst. 1974 I. FasiküL

Levent, Agah Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1973. s.


382,390, 394.

Sussheim K, Alî, İslâm Ansiklopedisi, c.I, s. 304-306.

Şeker, M ehmet, Gelibolulu M ustafa Alî ve M evâidü’n-Nefâis fî


Kavâidi’l-Mecâlis adlı eserinin tahlili(D oktora Tezi, A ta­
türk Ü. İlahiyat Fak. 1978)
--------;Gelibolulu M ustafa A lî’nin Eserlerinin Yeni Bir Tasnifi ve
M evaidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecalis Adlı Eseri, İslâm
M edeniyeti Mecmuası, c.IV, s. 2. 1979.
--------;Alî Hakkında Yazılmış Müstakil Biyografik Eserler ve Ça­
lışmalar, A tatürk Ü. Edebiyat Fak. A raştırm a Dergisi, s.
12(1980), s. 197-205.
------- ;Gelibolulu M ustafa Alî’nin Hayatı ve Şahsiyeti, Dokuz Ey­
lül Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, I, (1983) s. 159-172.
22
--------;Alî, Mustafa, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c.6, îst.
1986, s. 452-456.

Tietze, Andrcas, M ustafa A lî of Gallipolis Prose Style, Archivum


Ottomanicum, V (1973), s. 197-313.

--------;Muslafa Alî's Description of Cairo of 1599. Wien, 1975

--------;The poet as Critique of Society A 16 century Ottom an Po-


em, Turcica, X/I (1977), s. 120-160.

--------;Mustafa Ali’s Counsel for Sultans of 1581, Wien, 1979.

Ülkütaşır, M. Şakir, Alî, İslâm-Türk Ansiklopedisi, İst. 1942. s.


307-309.

Yener, Cemil, Mcvâidü’n-Nefais fî Kavâidi’l-Mecâlis, İst. 1975.

23
a) MANZUM ÖRNEKLER ve AÇIKLAMALAR

I. Divan, Süleymaniye Ktp. Hâmidiye 107

Der M edh-i M erhûm Sullân M uhamm ed Hân

1.Şâh-ı âdil devridir dünyâ vü mâfîhâ uyur


Yer yalar yel sarsan esmez idi deryâ uyur

2.Zulmü zulmet gibi nâbûd etti mihr-i şefkati


Sâyesinde ol şehin a’lâ uyur ednâ uyur

3.Baş koyup ser pençe-i şîr üzre yasdanmış gazel


Beççe-i usfür m âr ağzında müstevfâ uyur

4.Lutf u cûdundan anun herkes gmâ bulmuş tam âm


Mâlihulyâ kande şeydâlardaki sevda uyur

5.Su uyur düşman uyumaz derler ammâ şimdilik


Seyl-i kahrı çağlar ol şâhın dahi a’dâ uyur

6.Hâb-ı gafletdcn meğer dîvâneler bîdâr ola


Yoksa bu devr içre her bir merdüm-i dânâ uyur

7.Nâle kılmaz dâyeler gehvâre görmez ıztırâb


Ağlamaz her lıfl-ı şîr-aşâm igen a’lâ uyur

5.Ayn-ı adli encüm-i bîdârıdır ser-hadlerin


H er karavul dün karanusunda bî-pervâ uyur

9.Cân u ten dil-hasteler dârü ’ş-şifâ-yı kûyuna


Naleden bî-zâr olup epsem yatar hattâ uyur

lO.Serverâ lutfun uyandırsın muradım şem’ini


Bunca dem lerdir uyanmaz baht-ı nâbınâ uyur

II.H atırım m ahzun görüp el vermez oldu vâridât


Bikr-i ma’nânın bana yâ nâzı vardır yâ uyur

12.GÜİ gibi güldür beni çünkim terennüm bendedir


Bâğ-ı nazm içre hezâran bülbül-i gûyâ uyur

24
M erhum Sultan M ehm ed’in (III. M ehmed) Övgüsü H ak­
kında

1. Şimdi âdil padişahımızın devridir. Bu yüzden dünya ve


onun ötesindeki şeyler rahat bir uykudadır. Yeryüzü sakindir, şid­
detli fırtınalar esmediği için deniz de öyle.

2. Şefkati güneşi, karanlık gibi zulmü de ortadan kaldırdı; o


sultan sayesinde şimdi hem ulu kişiler hem de değersizler rahat
bir uykudadır.

3. Ceylan aslanın pençesi üzerine başını koyup yaslanmış,


serçe yavrusu yılanın ağzında dilediği kadar uyur.

4. Onun lütuf ve cömertliklerinden herkes adamakıllı zen­


ginleşmiş, karasevda şöyle dursun, çılgınların sevdası bile sakin
şimdi.

5. Su uyur düşman uyumaz derler amâ şimdilerde o sulta­


nın kahrı seli çağlar, bundan dolayı düşmanlar da uyur.

6. Gaflet uykusundan belki de sadece deliler uyanmıştır;


yoksa bu dönem de her bilgili değeri yüce kişi uyur.

7. Şimdilerde dadılar ağlayıp inlemez, beşik çile çekmez.


Çünkü artık sütle beslenen çocuklar ağlamayıp çok güzel uyurlar.

8. Adaletinin gözü olan yıldızlar, sınır boylarının uyanık


bekçileridir. Bunun için her karakol gece karanlığında korkusuzca
uyur.

9. Can ve gönül, senin bulunduğun delilere şifa veren yerde


ağlayıp inlemekten yorulup sessizce yatar, hatta rahatça uyurlar.
10. Ey ulu Sultan, lütfün, istek mumumu uyandırsın. Zira
benim kör talihim şu kadar zamandır hep uyumakta.
11. El değmemiş mazmunlar bana ya naz eder ya da uyur­
lar; gönlümü üzgün gördükleri için şiirler bana el vermez oldu.
12. Beni gül gibi güldür, çünkü terenmüm bende, şiir bah­
çesi içinde binlerce güzel sesli bülbül uyumakta.
25
13.Haba varsa ’ayn-ı’ irfan vecd olur eshâb-ı kal
Ben ki bîdâr olmıyam güyâ bütün dünyâ uyur

14.Nazm-ı Cami’dcn Nevâyî’den çü nâmı zindedir


Ölmemiş Sultân Hüseyn-i Baykara gûyâ uyur

15.Nazm-ı cân bahşım da nâmı zindedir ecdadının


Nitekim M eryem kucağında yatıp ’İsâ uyur

16.Derd-i dünyâdan hararet çekme ’Alî sâbir ol


Sâye-i lutfunda bir gün hâ yatarsın hâ uyur

17.Gözü açıklar nigehbân olalar şeb-tâ-seher


H er kaçan tahtında ol şâh-ı cihân-ârâ uyur

Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün

(30a)

26
13. İrfan gözü uykuya dalsa söz ustaları vecd içinde olur;
ben uyanık değilsem sanki bütün dünya uyur.

14. Adı Câmî ve Nevayî’nin şiirinden daha canlı; Sultan


Hüseyin Baykara ölmemiş de sanki uykuya dalmış gibi.(Asıl adı
N ureddin A bdurrahm an olan Molla Câmî (1414-1492), İran edebi­
yatının en büyük isimlerinden biri. Ali Şir Nevâyî (1441-1501) ise
Türk edebiyatının en büyük şairlerinden. İkisi de H erat’ta tahtta
oturan Sultan Hüseyin Baykara’nın (1438-1507) yakın arkadaşları.
Şiir de yazan Hüseyin Baykara asıl ününü, bilim ve sanat adam la­
rım çevresine toplamak, onları koruyup teşvik etmekle yapmıştır.
Alî, bu özelliğinden dolayı onun adının şairlerden daha çok tanın­
dığını belirtmek suretiyle, sultanların adının şairler eliyle ölümsüz­
leştirilebileceğini anlatmak istiyor).

15. Benim canlar bağışlayan şiirlerimde senin ataların yaşı­


yor, tıpkı M eryem’in kucağında İsa’nın yatıp uyuması gibi.

16. Alî, dünya dertlerinden yanıp yakılma, sabırlı ol; sulta­


nımızın lülfu gölgesinde bir gün ha yatmış ha uyumuşsun.

17. O dünyaya süsleyen sultan tahtında her ne zaman uyur­


sa gözü açık olanlar muhafızlık görevlerini akşamdan sabaha ka­
dar sürdürsünler.

27
D er M ezem met-i Nâ-ehilân u Bû-cühelân

1. M a’ârifc göre olsa menâsıb-ı dünyâ


Benim olurdı cihân begliği be-hakk-ı Hudâ

2. Efendi câhil isen gam yeme zamane seni


Yakıncacıkda ya aga eder yahud paşa

3. M urâd hâtemini verdi ehrem enlere Hak


Güm oldı mühr-i Süleyman dirîğ vâveyîâ

4. Bu cehl içinde yine arz-ı hâcet eyleyicek


Zarûri kafir ider bunlar âdemi hâşâ

5. A ralarında bir ehl-i hüner zuhûr itse


Kamusı cân ü gönülden adâvet eyler ana

6. Bu denlü ’ayb ile sünnetsiz olduğu yetmez


Sanır şeref vere kendüye atlas u kemhâ

7. Eşiği taşın öpüp ben de bendenim diyene


Ululanır gücü yetdikce eyler istiğnâ

8. Göğe çıkarsa öğüp kıt’asında bir şâ’ir


Bu bana söğdü diyü eyler ana nice ezâ

9. Olur mı bir buna benzer musibet ey gâfil


Erâzile verile hep menâsıb-ı dünyâ

10. Bu hâle zerre kadar vâkıf olmayaydı eğer


Libâs-ı m ateme girmezdi Kâ’be-i ’ulyâ

28
Ehil Olmayanlarla Kara Cahil Olanların Kötülenmesi
Hakkında

1. Eğer dünyadaki makam ve mevkilerin dağıtımı marifete


göre olsaydı Allah hakkı için dünya beyliği benim olurdu.

2. Efendi eğer câhilsen hiç tasa çekme, zamane seni en kısa


zamanda ya bey eder ya paşa.

3. Allah arzu mühürünü devlere verdi. Bu yüzden Süley­


m an’ın yüzüğü yazık ki kayboldu. (Hz; Süleyman’ın, üzerinde Al­
lah yazan kırmızı kibrit taşından yapılmış bir yüzüğü vardı ve bu­
nunla insanlara, devlere, cinlere, perilere, kuşlara, vahşi hayvanla­
ra, karıncalara ve rüzgara hükm ederdi. Yüzük karısının elindey-
ken buna sahip olmak isteyen bir dev tarafından alınır. Hz. Süley­
man yüzüğü geri almak için çok zahmet çeker, fakat sonunda ba­
şarıya ulaşır.)

4. Bu kadar cahilliklerine rağmen bir de ihtiyâçlarını anlat­


mıyorlar mı? Allah korusun bunlar adamı zorla dinden çıkarır,
kafir ederler.

5. Aralarında hüner sahibi biri çıksa hepsi candan gönülden


ona düşmanlık ederler.

6. Bu kadar ayıp ile sünnetsiz olduğu\yetmez de atlas ve


ipek kumaş kendisine şeref verecek sanır.

7. Bunlar, eşiği taşını öpüp ben de sizin kulunuzum diyene


ululanıp gücü yettiğince ilgisiz davranırlar.

8. Bir şair bir kıt’asıyla bunları övüp göklere çıkarsa bana


sövdü diye ona eziyet ederler.

9. Bütün dünya makamları alçak kişilere veriliyor, ey gafil


hiç buna benzer bela olacak şey mi?

10. Eğer yüce Kabe bu duruma bir parçacık vâkıf olmasaydı


yas elbisesi giymezdi. (Kabe’nin örtüsü siyahtır. Şair güzel bir se­
bep ileri sürerek, bir başka deyimle hüsn-i talil sanatı yoluyla Ka­
be’nin örtüsünün siyah oluşunu açıklıyor.)

29
11. Kcnâra çekdi dürü bir sadef gibi bî-dil
Bu acılıkları çekse aceb değil deryâ

12. Hele ben anladığım söz budur ki vallâhi


Şükür H udâya yıkılır bu kubbe-i mînâ

13. Fülân-zâdeye ben şimdi mahremim diyenin


Kimisi dâye kimi dâdı kimisi lâlâ

14. Benim bidâ’a-i dânişle hâce-i m a’nâ


Benim yerâ’a-i dür-pâş ile sühen-pîrâ

15. Eğer bu devrden evvel cihâna gelse idim


Ya Husrev olur idim ben ya hazret-i Monlâ

16. Bana o tâ ’ifeden erdi bu kadar lezzet


Kemal-i kudretim anlar bulunmadı aslâ

17. İlim götürülür âhir zam ânda dimişler


Kitâb yazıları mahv olur sanır cühela

18. Dürüldü defteri ilmin haberleri yokdur


Kamu mcnâsıbı nâdâna verdiler zîrâ

19. Şikâyetim katı çokdur benim velîk nidem


Kişi kim erde m üdâra içün çeker gavgâ

20. Şu denlü canıma geçmiş durur ki ey ’Alî


Bu denlü hicve kanâ’at olunmaz ise revâ

21. Gelin du’â edelim versin anlara insâf


Kimerde bîm-i cehennem kimerde havf-ı hecâ

Mefâilün feilâtün Mefâiİün feilün

(52b)

30
11. Denizin bu ızdırapları çekmesi boşuna değil; halden an­
lamayan cahil kişiler incileri sadef gibi kucakladılar.

12. Hele benim anladığım söz budur: Allah’a şükürler olsun


yine de, vallahi bu gök kubbe yıkılır.

13. Ben şimdi filanın oğlunun yakınıyım diyenin, kimisi süt


nine, kimisi dadı, kimi lala oldu.

14. Bilgi sermayesiyle m ana tüccarı olan benim; inciler saçan


kamış kalemiyle sözü süsleyen yine beiı.

15. Eğer dünyaya daha önce gelseydim ya Husrev olurdum ya


Mevlana Celâlcddin-i Rûmî. (Husrev (1253-1325) İran edebiyatı­
nın en tanınmış şairlerinden biri.)

16. Bana o şairlerden bu kadar lezzet ulaşmış olmasına rağ­


men gücümün ululuğunu, mükemmelliğini hiç bir zaman anlayan
çıkmadı.

17. Ahir zamanda bilim ortadan çekilir demişler, cahiller ki­


tap yazıları da mahvolur sanıyor.

18. Bilimin defteri dürüldü, haberleri yok; çünkü bütün mev­


kiler bilgisizlere verildi.

19. Benim şikâyetim pek çoktur; np yapayım insan bazan da


dost görünenler için kavga eder.

20. Alî, mesele öylesine canıma tak demiş ki bu kadar hicve


bile kanaat edilmese revadır.

21. Gelin dua edelim de Allah onlara insaf versin, kimine ce­
hennem korkusu kimine de hicvedilme ürküntüsü...

Tahmîs be-gazel-i Usûlî

31
1. Ne deryâ sâhilinde oldu yâ R ab huşk u ter peydâ
Ne bahrin mâlikindendir melek zâhir beşer peydâ
Sanasın kâtrelerdir.anda her pinhân ü her peydâ
Vücûd-ı mutlakın bahri ne mevci kim eder peydâ
E ne’l-Hak sırrım söyler eğer mahfi eğer peydâ

2. Fenâ gülzârıdır âlem gülü çok gülsitânı bir


Serâpâ nergis amma şâhsâr-ı erguvânı bir
H ezârân bülbülü var cümlesinin âşiyânı bir
Bu bağın ger hakikatte suyu bir bâğbânı bir
Velî olmuş halâyıkda nice yüz bin şecer peydâ

3. Biter nahl-i vücûdun meyvesi geh telh ü geh hoş-ter


G örünür berg ü bârı gâhi her dem tâze geh bî-fer
Nice hâm ü nice puhte nice kâmil nice ebter
Nazar kıl nev’-i inşâna kimi zehr ü kimi sükker
A ceb hikmet bir ağaçtan olur dürlü semer peydâ

4. Güllerdir pîledir hâsıl bu kânın vâridâtından


Dür-i şehvâr ü hâşâk oldu bahrin lâzımatından
Bilindi nîk ü bed ilm-i ledün içre şifalından
M e’âdmdir kamu eşyâ eder öz kendi pıtından
Kimisi "sim ü zer zâhir kimi seng ü mc&V peydâ

5. Hakîkat bâdesinden hâbe varmış nice serlıoşlar


Değil ta’bîre kâbil her birinin gördüğü düşler
Alınca ten hisârın nefs-i serkeşten adû-küşler
Düzülür nice bin işler bozulur nice cünbüşler
Ne kâr-ı bü’l-acebdir bu ne olmaz kârger peydâ

6. Suâl ettim bir tarikat semtini bir merd-i bî-bâke


Dedim Iutf et hakîkat yolların göster bu ben hâke
Dedi zinhar m agrûr olma mâl ü câh ü emlâke
Şu serverler ki dağlar gibi baş eğmezdi eflâke
Y atırlar yerde pest olmuş ne tîg ü ne kemer peydâ

32
Usûlî’nin Gazelini Tahmis

1. Allahım, hangi deniz kıyısında bu kuruluk ve yaşlık orta­


ya çıktı? Meleğin ortaya çıkması ve insanın görünmesi hangi deni­
zin sahibindendir? H er gizli ve görünenin orada damlaları oldu­
ğunu sanırsın, M utlak vücût olan Tanrı’nın denizi hangi dalgayı
ortaya çıkarmışsa gizli ya da açık bu E ne’l-Hak sırrını söyler. (E-
ne’l-Hak, ben H akk’ım, ben Tanrı’yım demektir. X. yüzyılda Bağ­
dat’ta yaşayan meşhur sûfî Hallâc-ı M ansûr’a ait olan bu söz, dev­
rin bilginlerince küfür sayılmış ve H allâc’m öldürülmesine sebep
olmuştur. Sonradan bu söz ba?ı mutasavvıflarca, Hak bende tecel­
li etti, benliğimden sıyrıldım, H ak’la var oldum manasına alınmış,
öyle anlaşılmıştır.)

2. Dünya yokluk gülbahçesidir, gülü çok ama bahçesi bir­


dir. H er taraf nergis ama erguvan ormanı birdir. Buranın binlerce
bülbülü var fakat hepsinin yuvası bir. Aslında bu bağın suyu bir,
bahçıvanı bir fakat ağaç kalabalığı içinde yüz bin çeşit değişik ağaç
ortaya çıkmış.

3. Varlık ağacının meyvesi bazan acı, bazansa pek tatlıdır,


yaprağı ve meyvesi bazan hep taze bazan da soluk görünür. Bir
çoğu ham, kimisi olgun, bir kısmı doğurgan, bir çoğu da kısırdır.
Bir de insan soyuna bak, kimi kötü kimisi iyi, şaşılacak olan şu ki
bir ağaçtan çeşitli meyvalar ortaya çıkmaktadır.
4. Bu ocağın ürünlerinden inci ve ipek elde edilir, çerçöp
ve inci ise denizin gerekli şeylerinden sayılır. İlâhi bilgi içerisinde
iyi ve kötü, niteliğinden bilindi. Bütün eşya kendi öz zatından çı­
kan cevherlerdir, kimisi altın ve gümüş olarak görünür kimisi de
taş ve toprak olarak.
5. Gerçek şarabından pek çök sarhoş uykuya dalmış. Bun­
ların gördüğü düşler tabir edilemez. Düşmanı öldürenler beden
kalesini isyankâr nefisten alınca, binlerce iş düzülür, binlerce oyun
bozulur. Bu ne garip iştir böyle, ne görünmez işçidir.
6. Tarikat semtini korkusuz, birine sordum: "Lutf et, haki- ■
kat yollarını bu toprak olacağa göster" dedim. O da ''mal, mülk ve
m akam dan dolayı gururlanma, tuğlar gibi göklere baş eğmeyen şu
büyükler yere serilmiş yatıyorlar, ne kılıçları ne de kemerleri orta­
da" dedi.
33
7. Bu mecliste nice ârif şarâb-ı vahdeti içti
Fenâ semtin tutup gitti yiyip içip konup göçti
Ne zâhir gözlerin açtı ne agı karadan seçti
Nice gündüz gece oldu nice bin ay ü yıl geçti
Dirîgâ olmadı kaldı şeb-i hecre seher peyda

8. Ticâret azmin eylersen bekâdan yana uy bana


Düşürm e nakd-i kalbi kalbe bir pendim budur sana
Çekildik bir alay bî-dilleriz biz gerçi ol yana
Yolumuz bir beyâbâna erişti nâgehân k’ana
Giden bir kârbân olmaz birinden bir eser peydâ
9. B u bir vadidir ey zâhid ki küldür hâki ser-tâ-ser
G örünür her taşı hûnabeden bir pâre-i ahker
Ne âteş var ne âteş-dân velîkin sûretâ yer yer
Nice şûrîde âşıklar gezerler cümle tâyihler
Bu tîh-i bî-nihâyetle ne reh ne râhber peydâ
10. Cihandır kişt-zârın tohm-ı zailden onup bittin
Egerçi anda sen tez bittin ammâ yine tez yittin
Bir iki gün fenâ dünyâda bilmem neyledin nettin
B udokuz kubbe vü şeş sû içinde geldin ü gittin
Ne geldiğin kapı zâhir no gittiğin kemer peydâ
11. Ölür peygûle-i uzlette sofi nice yıl âkif
Keşef gibi yatır esrâr-ı aşkı olamaz kâşif
M a’ârif gevherine değme sarrâf olımaz vâkıf
Nice zahmet çeker kesb-i kemâl edince bir ârif
Beli çok kan yudar kân eyleyince bir güher peydâ
12. Reh-i hidm etle her bir dâne hâk olmak gerek tâ kim
Peder ıs â d tr dem âdem derd-nâk olmak gerek tâ kim
Ciğerler kan bedenler çâk çâk olmak gerek tâ kim
Nice bin âdem oğlanı helâk olmak gerek tâ kim
Yalancı kahbe dünyâda ola bir gerçek er peydâ
13. Sevâd-ı mülk-i ma’nâ ehl-i irfâna musahhardır
Husûsâ her biri manzûr-ı sultân-ı hünerverdir
Sühan bir genedir nazır ana A lî bir ejderdir
Kamu nezzârede ebkâr-ı m a’nâ muntazırlardır
Usûlî gibi lâ kim ola bir sâhib-nazar peydâ
Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
(86a)
34
7. Pek çok arif bu mecliste birlik şarabını içti, yokluk semti­
ni tutup gitti, yiyip içip konup göçtü. Ne görünen şeyleri gördü, ne
de akı karadan seçti. Pek çok gündüz gece oldu, binlerce ay ve yıl
geçti, yazık ki ayrılık gecesinin seheri olmadı gitti.

8. Ticarete karar verirsen, bekadan yana bana uy, kalp pa­


rayı kalbe düşürme, sana ilk öğüdüm budur. Gerçi biz o yana yö­
nelmiş değersiz bir topluluğuz, ama yolumuz ansızın bir çöle erişti
ve orada şunu gördük, buradan giden binlerce kervanın hiç birin­
den bir iz kalmaz geriye.

9. Zâhid, burası öyle bir vadidir ki toprağı baştan başa kül,


her taşı kanlı göz yaşından bir ateşli kül yığını. O rtada ne ateş ne
de ocak var. Fakat görünüşte pek çok çılgın âşık kendilerinden
geçmiş bir halde gezerler, dolaşırlar. Bu sonsuz çölde ne yol ne de
kılavuz görülür.

10. Dünya senin ekin tadandır, yokluk tohumundan onup


bittin. O rada her ne kadar çabuk yetiştinse de sonunda kısa süre­
de yok oldun, yokluk dünyasında bir iki gün bilmem ne eyledin, ne
yaptın? Bu dokuz kubbe ve altı yön içinde gelip gittin; ama ne gel­
diğin kapı belli, ne gittiğin geçit.
11. Sofu, yalnızlık köşesinde yıllarca kendi arzusuyla ibadet
eder. Fakat kamlumbağa gibi yatıp aşk sırlarının kâşifi olamaz.
Bilgi cevherini sıradan sarraf'bilem ez. Bir arif olgunlaşıncaya ka­
dar çok sıkıntı çeker; maden bir cevher ortaya çıkarıncaya kadar
ne kanlar yutar.
12. Yalancı kahpe dünyada, gerçek bir er ortaya çıkana ka­
dar, tanelerden her birinin hizmet yolunda toprak olması gerek;
zaman zaman anne ve babanın dertlere karışması gerek; ciğerlerin
kan, bedenlerin parça parça olması gerek, pek çok insanın da yok
olması gerektir.
13. A rif kişiler, mana ülkesi sırlarını ele geçirirler, Özellikle'
her biri hünerli sultanın gözdesidir. Ey Alî, söz ejderhâ tarafından
korunan bir hazinedir, Usûlî gibi incelikleri fark eden biri ortaya
çıkana kadar el değmemiş anlamlar dört gözle birini beklerler.
(Edebiyatımızda hazine ejderha ile birlikte kullanılır. İnanışa göre
her hâzineyi bir ejderha korur.)
35
Gazel -1-

1. Herkes mey-i aşkınla m estâne midir cânâ


Başdan başa bu âlem vîrâne midir cânâ

2. H er bir sanemin baksan tasviri derûnum da


Yoksa bu benim sinem büt-hâne midir cânâ

3. Aldı şu kadar aklım zencîr-i ser-i zülfün


M ecnûn’da bana nisbet dîvâne midir cânâ

4. Peymânesi gerdûnun kanımla dolu her dem


Bilmem bu benim bağrım meyhâne midir cânâ

5. Lezzât-ı visâlinden billâhi beyân eyle


’Alî gibi hep âlem bîgâne midir cânâ

M e f ûlü M efâilün M efûlü Mefâîlün

(96b)

36
Gazel -1-

1. Ey sevgili herkes senin a§k şarabınla sarhoş m udur?


Yoksa bu dünyâ baştan başa virane midir?

2. Sevgilim, günlüme baksan orada, her heykeli andıran gü­


zelin resmi var; yoksa bu benim günlüm puthane midir nedir?

3. Sevgilim, zülfünün zincire benzeyen kıvrımları aklımı öy­


lesine başımdan aldı ki bana kıyasla M ecnûn da deli mi sayılır.
(M ecnûn, Leylâ vc M ecnûn hikayelerinin erkek kahram anı Kays’ın
lakabıdır.)

4. Ey sevgili, feleğin kadehi sürekli benim kanımla doludur,


bilmem ki bu benim bağrım meyhâne midir?

5. Sevgilim gel açıkça söyle, kavuşma lezzetinden haber


ver, Alî gibi kamu âlem böyle ilgisiz midir?

37
Gazel -2-

1. Ne var kızlansa el vermezlenip dâ’im bana dünyâ


Çok erden arta kalmış kahbe-zendir bî-vefâ dünyâ

2. Güm eylersin gelen mihmânını bir bî-m ürüwelsin


Yürü hey mihri zâ’il kahrı kâmil pür-ccfâ dünyâ

3. Ne bezminde safâ sürdük ne lutfunda bekâ gördük


Seninle bahsimiz bâkî fenâ dünyâ fenâ dünyâ

4. D ütâ olmuş yatarsın üstün altın zehre müslağrak


Yedi başlı bir ejdersin sen ey m erdüm -rübâ dünyâ

5. Vücûdum mahv olunca ten keşâkeşdeydi ey ’Alî


Çekerdim nâtüvânı bir yana ben bir yana dünyâ

Mefâîlün M efâîlün Mefâîlün Mefâîlün

(% b)

38
Gazel -2-

1. Bana dünya el vermeyip sürekli naz etse bunda şaşılacak


bir şey yok; zira bu vefasız dünya çok erkekten arta kalmış kahpe
bir karıdır.

2. Sen gelen misafirini yok eden mürüvvetsizin birisin; hey


şefkati yok, kahrı çok cefâ dolu dünya yürü git.

3. Senin, ne mutluluk meclislerinde safa sürdük ne de lut-


funda süreklilik gördük. Ey geçici, aldatıcı dünya, bizim seninle
hesabımız sonsuza kadar sürecek.

4. Üstün, altın zehre bulanmış halde iki büklüm olmuş yatı­


yorsun; ey insanları avlayan dünya, sen yedi başlı bir ejdersin.

(Eski şiirimizde ejderhalar yedi başlı, ağızlarından


ateş saçan korkunç masal yaratıklarıdır. Ecelleriyle ölmezler. Baş­
ları kesilince yerine yenileri çıkar. Ancak kesilen başlan dağlana­
rak öldürülebilirler.)

5. Alî, varlığım mahvoluncaya kadar vücudum gam da kasa­


vetteydi; bu güçsüz şeyi ben bir yana çekiyordum, dünya bir yana.

39
Gazel -3-

1. G önülde gam şu kadar çok ki hîç nihayeti yok


Safâ dediklerinin adı var âlâmeti yok

2. Ne,turfa hâlet olur bunca derd ü mihnet ile


Zam âncden dil-i dîvânemin şikâyeti yok

3. Ne câna m erham et eyler ne gönlümü gözedür


Accb ne şehdür o meh kuluna ri’âyeti yok

4. G örünce şâh-ı zenâhdânını güm oldu gönül


Bırakdı habsine şâhın velî siyâseti yok

5. Sana gönül vereli nice gam yedi ’Alî


Bu hâl ile yine bir zerrece şikâyeti yok.

Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün

(143 a)
Gazel -3-

1. Gönülde gam öylesine çok ki ucu bucağı yok; safa dedik­


lerinin zaten adı var eseri yok.

2. Bu kadar çok dert ve üzüntü ile pek çok tuhaf hal mey­
dana gelir de deli gönlüm gene zamaneden şikayetçi olmaz.

3. Ne canıma acır ne de gönlümü gözedir; o sultan acaba


nasıl bir hüküm dardır ki kuluyla hiç ilgilenmiyor.

4. Gönül sevgilinin çene çukurunu görünce kaybolup gitti.


Böylece sultanın hapsine girdi ama ölümden kurtuldu.

5. Alî, sana gönül verdiğinden beri ne kadar çok gam yedi.


Bu durum da bile yine en küçük bir şikayeti yok.

41
Gazel -4-

1. Sihr-i çeşmin görürin gamzene fettân diyemem


Mekr-i zülfün bilürin küfrine imân diyemem

2. Ne meleksin ne peri rûh-ı musavversin sen


Göz göre kizb edem em ben sana inşân diyemem

3. Hâlimi arz edem em havf ederin kahrından


Diyemem hâsılı ey server-i hubân diyemem

4. H er biri sînede cân pâresidir ey kaşı yâ


Oklarından dökülen dem rene peykân diyemem

5. Kad-i mevzûnuna tûba dedi ’Alî hele ben.


Kûyuna cennet-i a’lâ sana Rıdvân diyemem

Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün

(158 a)

42
Gazel -4-

1. Büyülü gözlerini görür de bakışına fettan diyemem; zül­


fünün hilelerini bilirim bilmesine de küfrüne iman diyemem. (Zül­
fün rengi siyahtır. Rengi ile ilgisi bakımından zülf, küfür, (karan­
lık) kelimesi ile birlikte kullanılmıştır.)

2. S en’ne meleksin ne peri, sadece resmedilmiş bir ruhsun;


göz göre göre yalan söyleyip sana insan diyemem.

3. Sana halimi arz edemem, kahrından korkarım. Ey giizel-


ler.şahı, kısacası sana hiç bir şey söyleyemem.

4. Ey yay kaşlı sevgili, oklarından dökülen tem rene temren


diyemem. Onların her biri göğsümde bir can parçasıdır. (Temren,
okun ucuna takılan çelik parçasıdır. Tahtadan yapılan ok ve mız­
rak gibi aletlerin ucuna takılır. Divan şiirinde açık istiare yoluyla
sevgilinin kirpiği yerine kullanılmıştır.)

5. Alî, senin düzgün boyuna tûbâ dedi. Oysa ben senin bu­
lunduğun yere yüce cennet, sana ise Rıdvan diyemem. (Tûbâ, Al­
lah’ın kudret eliyle diktiği, kökü yukarda, dalları aşağıda olan bir
cennet ağacı. Sevgilinin boyu bu ağaca benzetilir. Rıdvan ise cen­
netin kapıcısı olan melek. Sevgilinin güzelliği ve lütfü Rıdvan’a
benzetilir.)

43
Gazel -5-

1. Sâki yürüsün câm-ı safâ-Cem yenilendi


Dillerde keder kalmadı âlem yenilendi

2. Reşkeyledi dünyâ yüzüne cennet-i câvîd


Binler yaşadı sanki her âdem yenilendi

3. Bir matem idi âhiri şâdiye mübeddel


Evvel dedi herkes ne acep gam yenilendi

4. H er bahşîş alan köhne kabasını değişdi


Ser-tâ- be-Kadem her kişi muhkem yenilendi

5. Ayağı tozın dîdclcrim eyledi nem-nâk


Ey zahm-ı ciğer acıma merhem yenilendi

6. Zann eyler’idim gâlib ola ebr-i bahârı


Gördüm kef-i dür-pâşını şübhem yenilendi

7. ’Alî yürü dâd eyle ana çarh-ı kühenden


Şâd ol ki şchinşâh-ı mu’azzam yenilendi

Mefûlü M efâ’îlü mefâ’ılü fe’ûlün

(195 b)

44
Gazel -5-

1. İçki sunucu, mutluluk veren kadehler yürüsün Cem yeni­


lendi, gönüllerde keder kalmadı,, dünyâ yenilendi. (Cem, İran’da
hüküm süren Pişdâniyân sülalesinin dördüncü ve en büyük hü­
kümdarı. Şarabın icadı, Nevruz gününün senebaşı ve bayram ola­
rak kabul edilmesi ona isnad edilir.)

2. Ebedilik cenneti yer yüzünü kıskandı; sanki her kişi yaşa­


dı ve yenilendi.

3. Önce herkes, ne garip gam yenilendi, dedi. Bu, sonucu


sevince dönen bir üzüntüydü:

4. H er bahşiş alan eski elbisesini değiştirdi; doğrusu herkes


baştan ayağa iyice yenilendi.

5. Gözlerim ayağının tozunu ıslattı; ey ciğer yarası, acıma


merhem yenilendi.

6. Bahar yağmurlarının bu işten galip çıkacağını sanırdım;


inti saçan avucunu görünce şüphem yenilendi.

7. Alî, yürü ona yaşlı felekten ihsan iste; sevin çünkü yüce
sultanlar sultani yenilendi.

45
Gazel -6-

: 1. Yatar uyhuda yârim balıt-ı hâb-âlûd uyanmaz mi


Eser kılmaz mı ahım ben gönül yandım o yanmaz mı

2. Açılmaz tâli’-i salıtım uyıır şâh-ı felck-tahtım


Uyanmaz mı ’aceb bahtım silârem şem’i yanmaz mı

3. -Saçar ruhsârc kâküller döker gi'ılzârcsünbüller


E der bende tcgâfüller perışân-hâl sanmaz mı

4. Elin Iıâ’il kılar ruhsâra tıış oldukça ben zâra


Aceb eklen hîcâb etmez mi yâ benden utanmaz m t

'5. Geçer hışm ile yanımdan haber sormaz figânımdan


Usandım talkı canımdan cefâdan yâr usanmaz mı

6. O hûnî gamzeler dâyim olur kan dökmese hâkim


Gözün cellâdı hey zâlim senin hiç kana kanmaz mı

7. Cihân halkını nâr-âs"â niçün sûzân eder cânâ


Güneş pervânc-veş-âyâ ruhin şem’in tolanmaz mı

8. Düşürdüm yârı dün tenhâ dedim bîmârınım cânâ


Sahîhin bilnıezem amma inanır mı inanmaz mı

9. G örürken o gül-i âli değilsin giryeden hâlî


Bahâr eyyârııj ey ’Alî akan sular bulanmaz mı

M efâ’flün mefâ’îlün M efâ’îlün M efâ’îlün

(L97İJ)

46
Gazel -6-

1. Sevgilim uykuya yalmış uyumada. Senin uykuya bulanmış


bahlın hâlâ uyanmayacak mı? ilen gönülden yandım. Ahım tesir
edip onu da yakmayacak mı?

2. Benim kalı lalihim açılmaz, felek tahlında oturan sultanım


da uyur- durur; acaba benim 'bahtım uyanmaz, yıldızımın mumu
yanmaz mı?

• 3. Sevgili, bahçedeki sünbii.llcri gülbahçesine döker gibi ka­


küllerini yanaklarına dökmüş, benimle de hiç ilgilenmiyor; benim
halimin perişan olduğunu hiç bilmiyor mu?

4. Ben ağlayıp inleyen zavallıya gözü takıldıkça elini yana­


ğına siper eder; -acaba elden sıkılmaz benden ise ulanmaz mı?

5. Öfkeyle yanımdan geçer, feryadımdan haber sormaz; ben


Lallı canımdan usandım, sevgili cefa etm ekten usanmaz mı?

6. O katil bakışların sürekli kan dökmeye kararlı. Be hey


zalim senin gözünün celladı hiç kana doymaz mı?

7. Sevgili dünya halkını niçin cehennem gibi yakar durur;


acaba pervane gibi yanağı mumunu dolanmaz mı?
(Pervane, eskiler tarafından aşık olarak tanınan kanatlı bir
böcek. Aşığa benzetilmesi, şem’ (mum) ve çer,ağa benzeyen sevgi­
linin yüzü sebebiyledir. Pervane mumun çevresinde dönüp dolaşıp
o n a çarpar vc sonunda kendini yakarak feda eder. Devamlı hare­
ket halinde olması, dönüp durması yüzünden ay, güneş pervaneye
benzetil».)
8. Düz sevgiliyi yalnız yakaladım ve ona senin aşkının has­
tasıyım dedim, dcğı usunu islerseniz inanır inanmadığını bilemiyo­
rum.
9. Ey Alî, o kırmızı güle benzeyen yanağı görürken ağlayıp
sızlamadan geri durmazsın; şimdi bahar günleridir, akar sular bu­
lanmaz mı?
Mustafa Alî’s, Counsel for Sultans of 1581, II, Wicn 1982, s.
2(K)
47
Gazel -7-

1. G ehî Cem-bezmiz ey sâkî gehî Rüstem-neberdız biz


Bu gün meydânda sâgerden kılıçtan yana merdiz biz

2. Eğer etrafımız düşmen çevirse nitekim pergâr


Çıkıp ol ortalıkla nokta-veş durm akta ferdiz biz

3. Duâsı mürşid-i halvet-nişînin reh-nümâmızdır


Eser yel gibi sûfî muttasıl sahrâ-neverdiz biz

4. Y anar od gibi düşmen germ olursa kaçmazız andan


Akar su gibi karşı varırız çak şöyle serdiz biz

5. Bizi inletmesin ol cân tabîbi söyle ey Alî


Sakınsın âhımızdan kim garîbiz ehl-i derdiz biz

Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün mefâîlün

48
Gazel -7-

1. Ey içki sunucu güzel, biz bazan Cem ’in meclisinde, bazan


da Rüstem ’le savaş alanındayız. Bu gün meydanda biz, kadehten
yana da kılıçtan yana da yiğidiz. (Cem: İran’da hüküm süren Piş-
daniyân sülalesinin dördüncü ve en büyük hükümdarıdır. Şarabın
icadı ve Nevrûz gününün yılbaşı ve bayram olarak kabul edilmesi
ona isnad olunur. Bu yüzden kadehi Câm-i Cem adıyla m eşhur­
dur. Rüstem ise İrân’ın milli kahramanıdır. Edebiyatımızda cesa­
ret ve kahramanlık sembolü olarak anılır. Övülen kişi Rüstem ’e
benzetilir.)

2. Biz, çevremizi pergel gibi düşman kuşatsa da çıkıp orta­


da nokta gibi durmakta yeganeyiz.

3. Sofu, yalnızlık köşesinde oturan mürşidin duası bizim yol


göstericimizdir; biz yel gibi eser sahraları dolaşırız.

4. Düşman bir volkan gibi sıcak olsa da ondan kaçmayız;


ona akarsu gibi karşı çıkarız, biz öylesine soğuğuz.

5. Alî, o can hekimine söyle bizi inletmesin; biz garibiz,


dert ehliyiz, bizim ahımızdan sakınsın. (Ah: Aşık vuslata ereme-
menin üzüntüsü ile ah ve feryad eder. Bunlar aşığın sinesinden
çıkmakta olup aşığın yegane silahıdırlar. İçten yapılan ahların yani
kargışların tesir edeceğine inanılır.)

49
M ihr u Mah, Sül. Ktp. İsmilıan Sultan Nu: 342 yk: 15

1. Ya’ni kim var idi bir üftâde


Yog idi misli dâr-ı dünyâde

2. İlm bir kân idi ol anda güher


M a’rifet gülşcııiydi ol gül-i ter

3. Mâh idi nâmı ol dil-ârâmn


Şem’-i bezmiydi chl-i irfanın

4. M eğer ol gün o M âh-ı bîçâre


Geşt ederken cihâm âvâre

5. Nâgehân çeşmi mihre tuş oldu


Aklı gitti biraz hâmûş oldu

6. Hâb-ı hayretten oldu çüıı bîdâr


G ördü bir âfıtâb-ı hoş-reftâr

7. Nûr-ı Hakka tabîatı mazhar


Arızı âleme ziyâ-güster

8. Bî-nâzîr ü şebîh ü bî-mânend


Misli yok dehr içinde bir ferzend

9. Taht-ı behçelte pâdişâh imiş ol


Husrcv-i âsum ân-penâh imiş ol

10. Erem ez burcuna kemend-i ukûl


Edem ez menziline kimse duhûl

11. Nergisini mükchhal eylemiş ol


Zînctini mükemmel eylemiş ol

12. Farkına /.er külâhını almış


Ruhına sırma saçlarını salmış
13. Giymiş eğııine hiİ’at-ı zerrîn
Alemi seyr eder o şâh-ı güzîn
14. M âh çün gördü bu ccmâlin anın
Arzû eyledi visalin anın
M ıhr ü Mâh

1. Yani dünya evinde c§i benzeri olmayan bir düşkün vaı dı.

2. Bilim bir ocak, o ise orada bir cevher, marifet bahçe, o


ise taze bir gül.

3. Marifet sahipleri toplantılarının mumu olan bu gönül


alan güzelin adı, Mâlı idi.

4. Meğer o gün o zavallı M âh avare avare dolaşırken,

5. Ansızın gö/ü M ihr’e takıldı ve aklı başından gidip sus


pus oldu.

6. Şaşkınlık uykusundan uyanınca salınarak yürüyen bir gü­


neş gördii.

7. O güzel sanki ilahi nûra nıazhar olmuştu; yanağı dünyaya


ışık saçıyordu.

8. Dünyada eşi, benzeri olmayan bir çocuktu.

9. O, göğün kendisine sığındığı bir sultan, güzellik tahtında


padişah idi.

10. Onun burcuna akıl kemendi eremez, menziline kimse gi­


remezdi.

11. Baygın gözlerine sürmeler çekip güzelliğini mükemmel


hale getirmişti.

12. Başına altın külahını-giyip sırnıa saçlarım yanağına sal­


mıştı.

13. O seçkin sultan, sırtına altın kaftanını giyip dünyayı do­


laşmaktaymış.

14. Mâh onun yüzünün güzelliğini görünce ona kavunu.i', im­


ledi.

5.1
15. Düştü sevdasına olup fi’I-hâl
Aşkı ile derûnu mâlâınâl

16. Atcş-i aşkı yaktı cânında


Vird edindi bunu zebanında

17. M eğer ol derdm end-i bî-dermân


Geşt ederken cihanı ser-gerdân

18. Y a’ni Mâh-ı felek-zede nâgâh


Gözü tuş oldu etti ana nigâh

19. Kalbi şâd oldu rûyu ferhûnde


A hler-i bahtı doğdu tâbertde

20. Nûr-ı şevk etti sînesin rûşen


Bıragup eşk-i çeşmini gözden
21. D edi ey kara bahtımın nûru
Rûşen ettin bu kalb-i deycûru
22. Ham dülillâh cemâlini gördüm
Şâd u hândan olup safâ sürdüm

23. Bir nefes dinle ey emîr-i benâm


Edeyin sana hâlimi i’lâm

24. Seng-i gam hatırım şikest etti


Gönlümü câm-ı gussa mest etti

25. Z a ’fdan bir hilâle döndü tenim


Sararıp gussa çekmeden bedenim

26. Tuttu âfâkı âhımın dûdu


Feleğin nâlem oldu her rûdu
27. Geccler subh olunca pûyânım
G âh nâlân u gâh giryânım
28. Nâlişim etti uykudan bîzâr
Çcşm-i encüm sabaha dek bîdâr
15. Hem en o anda M ihr’in aşkı ile içi dopdolu olup onun sev­
dasına düştü.

16. Aşk ateşini canında yakıp bunu diline pelesenk etti.

17. M eğer o iyileşmesi imkansız olan dertli şaşkın şaşkın


dünyayı dolaşırken.

18. Yani feleğin kahrına uğramış Mâh, ansızın gözü takılıp


ona baktı.

19. Bunun üzerine kalbi sevinçle doldu, yüzü güldü ve bahtı­


nın yıldızı parıl parıl parladı.

20. Göz yaşlarını bıraktı ve mutluluk ışığı içini aydınlattı.

21. Ey kara bahtımın ışığı, bu karanlık kalbi aydınlattın dedi.

22. A llah’a şükürler olsun ki senin güzel yüzünü görüp mutlu


oldum, sevinip safalar sürdüm.

23. Ey şanlı sultan, lütfen bir nefes alıp verecek kadarlık bir
an için beni dinle, dinle de sana halimi anlatayım.

24. Gam taşı benim kalbimi kırdı, dert kadehi de gönlümü


sarhoş etti.

25. Vücudum zayıflıktan ayııj hilal şekline dönüştü; bedenim


dert çekmekten sararıp soldu.

26. Bütün dünyayı âhımın dumanları kapladı, feleğin her teli


ise benim ağlayıp inlemem oldu.

27. Bazan inleyip bazan ağlayarak, geceleri sabaha kadar sa­


ğa sola döndüm.

28. Ağlayıp inlemelerim yıldızları bıkıp usandırdı; gözlerim sa­


baha kadar açık.

53
29. Sûz-i âhım sipihre âteş urur
Sanmasınlar şafak durur ki turur

30. Bilmezcm âh u zarımı nideyin


Baht*ı nâ-sâzkârımı nideyin

31. Vaz geldim hemişe birlikten


Yeğdir ölmek bana bu dirlikten

32. Münhasifd'ır sitâre-i bahtım


Nerm olmaz bu tâli’-i şahtım

33. Ya beni vaslın ile kıl hurrem


Ya gel öldür viicııdunı eyle adem

34. Beni vaslınla nola şâ.d etsen


G âh ki mihrin ile yâd etsen

35. Seni kim ettiyise böyle cemıl


Beni anın hakıçün etme zelil

36. Dil-rübâlar egerçi serkeş olur


Ah-ı âşık vciî pür-âteş olur

37. Erişip kalbe bi-emr-i takdîr


Y âre günden güne eder tc’sîr

38. Çün iy ili bu sözleri hurşîd


NCir-ı şefkat dilinde oldu bedîd
39. Şâd olup minnet etti Allâha
Tâlib oldu hemân o dem M âha
40. Hubluk lTk ikli/n elli
Yüz çeviı di İmâm edip gitti
41. G er cefâ-pîşc olmasa dilber
Hâsıl etmez şu sa v d ır ki semer
42. Mâh-ı b îç â re kaldı denvbeste
Oldu evvelkiden beter hasle
54
29. Ahimin ateşleri göğe ateş vurur; sanılmasın ki bunlar sö­
ken şafaktandır.

30. Ağlayıp inlememi önlemek için ne edeyim? Bir türlü bana


yar olmayan talihimi ne yapayım?

31. Sürekli yalnız olmaktan bıktım artık, böyle yaşamaktansa


ölmeyi yeğ tutarını.

32. Benim talih yıldızım artık sönmeye yüz tutmuş, bu katı


bahtım bundan sonra yumuşamaz.

33. Ya beni kavuşman ile sevindir, ya da beni öldürüp yok et.

34. Beni kavuşmanla sevindirsen ne olur? Veya bazan aşkınla


hatırlasan olmaz mı?

35. Seni kim böyle güzel yarattıysa beni onun hakkı için peri­
şan etme.

36. Gerçi gönül alan güzeller dik başlı olurlar, buna karşılık
âşığın âhı da ateş doludur.

37. Kalbe takdir edilen emir ulaşınca bu sevgiliye günden gü­


ne tesir etmeye başlar.

38. Bu sözleri güneş duyunca şefkat nuru gönlünde belirdi.

39. Sevinip Allah’a minnet etti ve hemen o an M âh’a talip ol­


du.

40. Fakat güzellik gereğini yerine getirdi ve yüz çevirip salın­


dı gitti,

41. Eğer dilberler eza cefa etmeseler, meyve vermez, şu ser­


viye dönerier.

42. Çaresiz Mâlı şaşkın kalakaldı; öncekinden de beter hasta


oldu.

55
43. Gül dilerken nasibi hâr oldu
H uld umarken mekânı nâr oldu

44. Ah edip düştü hâlet-i vecde


Yüzü üstüne eyledi secde

45. Akl ise gitı sabr ise yitti


Yârdan dûr olup işi bitti

46. Bcnd urup gezdi yine hâle ile


Eğlenirdi bu resme nâle ile

Feilâtün Mefâilün Feilün

56
43. Gül isterken nasibi diken oldu, cennet umarken yeri ce­
hennem oldu.

44. Ahlar edip vccd haline dü§tü, yüzünü yere koyup secde­
ler etti.

45. Aklını büsbütün kaybetti, sabırsa yok oldu gitti, sevgilisin-,


den uzak kalıp işi bitti.

46. Yine hâle ile bağlanıp gezer oldu. Böyle ağlayıp inleme­
lerle vakit geçirirdi.

Ali Em irî Manzum, No: 978 S. 235-236

57
3.Sâdef-i Sad-Güher

1. Şuarânın aransa giiftârı


Yüze çıkmaz-güzîdc eşârı

2. Bikr-i mazıııûn ola cdâ-yı bülend


.Böyle kırk elli şi’re ol hursend

3. Bir zamanda bü mâlik-i giiftâr


Eylemişdim bu emr-i fermânkâr

4. Nice divânı intihâb-ı dürüst


Biri nazm-ı Hayalî idi nühust

5. Biri Fcvrî biri N ecâtî idi


Birisi vâridât-ı Z âlî idi

6. H er birinde be-hakk-ı azze ve celi


Otuza kırka çıkm anındı gazel

7. Beyt-i matla bulunsa kabildir


Nâdir ammâ ki şi’r-i kâmildir

S. Hamdülillâh beni kılan Deyyân


İki divâna Husrcv-i devrân
9. Nazmımın kıldı ekserini güzîn
Bikr-i mazmunu lâyık-ı tahsîn
10. Ehl olan görsün iki divânım
Ben öğünmem bilen bilir şâmm
11. V âridâlifl-cnîkann okusun
Layıhâtii’l-hakîkamı okusun

58
Sadcf-i Sad-Güher

1. Şairlerin şiirleri gözden geçirilse bunların güzel, ele gelir


nitelikte olan örneklçri yüze ulaşmaz.

2. El değmemiş mazmunların edası yüksek olmalı. Böyle


kırk elli şiir bulursan ne mutlu.

3. Bir ara bu şiirlerin sahibi olan ben bu işle göi-evlendiril-


miştim.

4. Görevim divanlardan güzel şiirleri seçmekti. Bunlardan


öncelikle Hayalî’nin şiirlerini seçmiştim.

(Hayalî (ö. 1557): 16. yüzyıl divan şairi).

5. Divanından seçme yaptığım şairlerin diğerleri Fevrî, Ne-


câtî ve Z âtî idi.

(Necatı (ö. 1509), Fevrî (ö. 1571) ve Z âtî (ö. 1546): 15


ve 16. yüzyıl divan şairleri).

6. Yüce Tanrı Hakkı için bunların her birinde ele gelir ga­
zel otuza kırka çıkmamıştı.

7. Bunlarda matla beyti olsa kabülümüz; ama mükemmel


bir şiire az rastlanır.

8. Beni iki divana kâinatın Husrev’i kılan Tanrı ya şükürler


olsun.

9. O, benim şiirimin çoğunu değerli ve el değmemiş maz­


munlarını övülecek değerde kıldı.

10. İşin ehli olan iki divanımı görsün; ben öyle kendimi öv­
mem, şanımı bilen bilir.

11. O ehil kişi Varidatii’l-enîka ve Layıhatii’l-hakîka adlı di­


vanlarımı okusun.

59
12. Bile tâ ben nice suhendâmm
Milket-i nazm u nesre hâkânım
13. Vatanum kişver-i Gelibolı’dtr
Rehgüzerdür A rab Acem yolıdır

14. Leb-i deryadadır o cây-ı latîf


Bâğ u râğı misâl-i huld-ı nazîf

15. Elkıyâ kânıdur güzel yerdir


Sâhil ammâ ki gark-ı gevherdir

16. Evliyasından ol diyarın hem


Nice zât-ı yegâne var a’zam

17. Evvelâ şeyh-i sâlikân-ı tarîk


Hâdî-i râh-ı uzlet ü tevfîk

18. Yazıcızâde mürşid-i devrân


Hem karındaşı Ahm ed-i Bîcân

19. İki kâmil veliyy-i vâsıldır


Sözleri nazm u nesri şâmildir

20. Birisinin Muhammediyye temâm


Biri Envâr-ı Aşıkîn’e hemân

21. D ü birader yahud dü peykerdir


Nûr-ı ilm-i ledünne m azhardır

22. Oldu âsûdc hem iki budalâ


Tekke Baba ile A lî Baba

23. H er biri mazhar-ı kerâm etdir


Server-i kişver-i vilâyetdir

24. Çünki bildin o şehr-i m e’mûrı


Anla hem kalb-i hâl-i meksûrı

60
12. Böylece benim nasıl bir söz ustası olduğumu, şiir ve nesir
ülkesinin sultanı olduğumu bilsin.

13. Vatanım, A rap Acem yolu üzerindeki Gelibolu şehridir.

14. O güzel yer, bağı bahçesi cenneti andıran bir deniz sahili­
dir.

15. Gelibolu, erenler yatağı, güzel bir yerdir; sahilleri inci


m ercan doludur.

16. O yörenin evliyâsından nice ulu, değerli kişiler vardır.

17-18. Önce, tarikat yoluna girmişlerin şeyhi, uzlet yoluna gi­


renlerin yol göstericisi, bütün kâinâtın mürşidi Yazıcızâde ve kar­
deşi Ahm ed-i Bîcân;

19. Bunlar nazım ve nesir alanında eserler vermiş iki ulu


şeyhtirler.

20. Birinin eseri Muhammediye, diğerininki Envârü’l-Aşıkîn’


dir.

21. Bu iki kardeş İlâhî sırların nûruyla aydınlanmış iki yüz­


dür.

22. Ayrıca Tekke Baba ile Ali Baba adlı iki ermiş de burada
yerleşmiştir.

23. H er biri kerâm et sahibidir, erenler ülkesinin önde geleni­


dir.

24. İşte o bayındır şehri tanıdımzsa şimdi de kalbi kırık yaza­


rı dinleyin.

61
25. Mcvlidimdir benim hem ol kişver
Pcykerim anda buldı kuvvet ii fer

26. Pederim Ahmed İbn Abdullah


Hâce-i ehl-i hayr u târik-i câh

27. Ni’meti ehl-i ilme âmâde


Kerem ü lûtfı hârikulâde

28. Kul idi gerçi kim Usâmc misâl


Yıısuf-ı hulk idi lıuceste-hisâl

29. Rağbeti ehle olrnağile müdâm


Kopdu evlâdı nıa’ril'cl-fercâm

30. Ben fakîr oldum evvelâ evlâd


Mustafâ oldu nâm-ı m âder-zâd

31. Ad-ı sânî M uhanımed oldu bana


Ehl-i dil lıoş-nüvis ü hûb-edâ

Feüâtiiıı M efailün Fcilün

62
25. O şehir benim doğduğum yerdir, orada biiyüdiinı, geliş­
tim.

26. Babam, Abdullah oğlu Ahmcd, itibarlı, hayır .sahibi ve


dünyâya önem vermeyenlerin önde geleniydi.

27. İlim adamlarına sofrası açık, cömert ve çok lülûfkâr bir


insandı.

28. Kul idi ama, Usâm e gibi bir kul... Ahlâkı Yûsuf gibi ve iyi
huylu bir insandı.

(Usâme, Hz. M uhamm ed’in azâdlı kölesi Zeyd’in oğ­


ludur. Hz. Peygamber köleliği yasakladıktan sonra, herkesten önce
kendi kölesi Zeyd’i serbest bıraktı. Zeyd’in oğlu Usâme, yirmi ya­
şına gelince, Peygamber, onu Doğu Rom a üzerine gönderilen or­
dunun başına komutan yaptı.)

29. H üner sahiplerine rağbet ettiğinden, çocukları da m ari­


fetli kişiler oldular.

30. İlk evlâdı benim, adımı M ustafa koydular.

31. İkinci olarak M uhamm ed adı verildi. Terbiyeli, gönül ehli


ve güzel yazı yazan biri oldum.

63
b) MENSUR ÖRNEKLER

Künhü’l-ahbâr’d a n ^

Y A R A R LI-Ö N EM Lİ BİR USUL

Unutulmasın ki meliklerin vasıflarına ve sultanların ünvan-


larına dair A rap dilinde bir kaç sıfat bulunur. Aynı şekilde Fars­
ça’da da çeşitli kelimelerle anılırlar. Arapçaları, Emir, Sultan, M e­
lik, Hâkân, Sahibkıran ve Mi'ıeyyed m'm Indillah kelimeleridir.
Farsçalan ise, Hidiv, Şalı, Hııdavendigâr, Şehinşâh, Husrev, Şehri-
yâr, Server, Tacdâr \& Padişah kelimeleridir. Bunların kullanımı
her yörenin diline bağlı olarak ayrı ayrıdır. Osmanlı ülkesinde
Emir, sikke ve hutbe sahibi olmayıp padişahın atamasıyla idareci­
lik yapanlara verilen isimdir. Oysa Acem ülkesinde, Türk diyarla­
rında ve Dcylem de ulu padişahlara ve sahibkıran durumundaki
hutbe ve sikke sahibi olan şehinşahlara Enıir denir. H atta Timur
gibi şöhretli birine "Emir Timur" denmesi uygun görülür. Aynı şe­
kilde sultan da bey manasınadır. O yüzden hala Acem ülkesinde
sancak beyi olanlara Sultan denir. Ama Osmanlı ülkesinde ulu
makam sahibi padişahlara ve onların soyundan gelen iffetli hanım­
lara Sultan denmesi münasip görülmüştür. Kısacası, Acem ülke­
sinde fiilen padişah olanlar, özellikle Şah, H ind’deki tac sahipleri
Sultan, M averaünnehir'de özellikle de Kıpçak çölünde en üst dü­
zeyde yöneticilik yapan sikke ve hutbe sahipleri Han, Çin ülkesine
hakim olanlar Hakan ünvanıyla anılırlar. Nitekim Osmanlı baş­
kentinde hüküm sürenlere ba/an Padişah, bazan da Hünkâr de­
nir. Sonuncusu Hııdavendigâr’dan kısaltılmış olmalıdır. Şüphesiz
bu anılan sıfatların kullanımı birbiri ardına olmadı, kavimlere göre
değişiklik gösterdi. Bunlardan başka Husrev, Hidiv ve Server me­
liklere has sıfatlardır. Melik kelimesi de mâlikten kısaltılmış olup
padişahlara has bir sıfat sayılmaktadır. Özellikle saygı gösterilme­
si gerekli K ur’an ’da adı geçen sultanlar, genellikle Melik adı ile

1) M e tin le r için. Süleyriıaııiye K ütü p h an esi F atih 4225 nolu nüsha esas alınmış, -
gerektikçe Ü niversite K ütü p h an esi Ty. 5959 nolu nüsha ve M atbu nüsha ile
karşılaştırılm ışım . V arak ya da^sayfa n u m a ra la n m etin so n u n d a gösterilm iş­
tir.

64
yadedilmişlerdir. Bununla birlikte Acem ülkesinde köy m uhtarla­
rına da m elik derler. Bu kelime padişah manasında kullanılırken o
tür değersizlere de ünvan olur, ayrıca Mileyyed nıin Indillah, ulu­
luk gösteren bir sıfattır. H er savaşta başarı kazanan ve her büyük
m uharebede kesinlikle galip gelen şahlara denir. Pek çok savaşta
galip gelse ancak birinde yenilgisi görülse ne ona Miieyyed nıin In-
dillah derler, ne de öyle sıfatla ululanmasına rıza gösterirler. Ama
Salıibkıran şu şan sahibi şehriyarın ve âlemi ele geçirenin sıfatıdır
ki bu sıfata layık olan büyük gayret göstermeli. Nitekim hicretten
önce gelen dindar padişah, yani İskender’le sefih kafirlerden orta­
ya çıkan kötü işli yani sapık Buhtu’n-Nasr bu sıfata layıktırlar.
H icretten sonra ortaya çıkan hakanların sahipkıranlarından biri
Cengiz, biri de ulu Timur’dur.

Eski devirlerde melikler arasında geçerli olan terimler de


şunlardır; İran padişahlarına Ekâsire, Rum padişahlarına Kayâsi-
re, Türklerinkine Hakan, Selçuklularınkine Sultan, hassaten İkbâl
A rap, Tebaiyye Yemen, Râyân Hind, Kaan ise H arezm ’de verilen
ünvanlardır. Sâsani melikleri ve Batase-i Yun„an’da da o terimler
kullanılır. Ekâsire Kisra’nın, Kayasire Kayser’in, İkbâl Kabl’in, Te-
bâiyye tebaanın, Râyân rc ’yin, Batase Batlamyus’un çoğuludur.
A m a akıllı anlayışlı ve bilgili kişilere gizli kalmasın ki Osmanoğlu-
ları soyunda Müeyycd min Indillah ünvamna layık olan ulu makam
sahibi padişah, önce meşhur Ebulfeth mutlu Sultan M ehm ed’dir.
İkinci olarak İskender vakarlı, zafer babası Mısır fatihi, şöhretli
Sultan Selim H an’dır. Üçüncü olarak da zafer babası, ülkeler
alan, Süleyman kabiliyetli, Sultan Süleyman H an’dır. Bu üç muzaf­
fer padişah, hiç bir savaşta yenilmemişlerdir. Yönetimleri altında­
ki bol askerin, onlar kavga dairesinin kutbu oldukları zaman yenil­
gisi akıl sahiplerince hiç bir zaman görülmemiştir. Sultan Selim
Han Karıştıran ovasında ulu babaları Sultan Bayezid H an’dan
kaçtı, yenilgi ihtimali ancak orada görüldü, derler. Ama durumu
doğru anlam adan naklederler. Çünkü merhum Selim Han, ulu şan
sahibi babasını ziyarete gidiyordu. Vehimli vezirler aksi ihtimalle­
ri düşünüp lopa tüfeğe ateş emri verdiklerinde yüz yüze mücadele
ve vuruşmaya girişmeksizin dönüp başka bir tarafa yönelmişti. Bu
durum da, ne savaş niyetiyle gelmişti ne de yenilerek kaçmıştı.

Bu ulu sülaleden Sahipkıran ünvamyla saltanat sürmüş, ya­


ni hükümeti, doğu sınırından uzak batıya ulaşmış İskender gibi bir

65
padişah ortaya çıkmadı. İskender, Cengiz ve Tim ur gibi yeryüzünü
doğudan batıya dolaşmış, bayındır ülkeleri mağlup etmiş hiç kimse
Osmanoğularından görülmedi. Am a Mısır fatihi Sultan Selim
Han, eğer yaşasa -Allah bilir ama- Sahibkıran olurdu. İran padişa­
hını ve Çerkeş beylerinin Kansu Gavri gibi güçlüsünü sındırdığı
gibi diğer padişahları da dönem inde hüsrana uğratırdı.

Yazarındır Sair Mülûku anma guzât-ı cihanı gör


Ya’ni zamân-ı devlet-i Osmaniyân’ı gör

"Başka sultanları anma cihan gazilerini, yani zamanımızın Osm an­


lI devletini gör."

RU M Ü L K ESİN D E YAŞAYAN A L LA H ’IN TAKDİR


ETTİĞ İ M İLLETLER :

Unutulmasın ki Rum ülkesi halkı, İshak oğlu Ayas soyun­


dan olduğu bilinen, sebatkâr ve temiz inanışlı insanlardır. Allah’ın
birliğine inananları çok, mümin ve perhizkâr, gerek gençleri, ge­
rekse yaşlıları, doğruluk, bilgi, saflık ve izan açısından kusursuz,
"Bu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitaptır. O n­
lar gayba in an ırla r"^ ayetine uygundurlar. Nitekim mücahid ve
savaşçıları bazan gaza sevabı bazan da şehidlik devleti gibi yüce
rütbelere erişmişlerdir. 1083 yılında Selçuklu sultanları, Rum ül­
k e sin e ayak bastılar. Kırk elli yıldan beri o sınırları ele geçirmiş
olan Danişmentli beyleri ile el ve gönül birliği edip yok olası kafir­
lerle cihad ve gazadan uzak olmadılar. Onların, Hicreti takiben
iki yüz yıldan fazla zaman geçtikten sonra H attab oğlu Ö m er’in
neslinden gelen Em ir Ziyad ve onun oğlu Em ir Lokman ve onun
değerli çocuğu Em ir Ö m er’in idaresi zamanından beri, başkentle­
ri Malatya’da oturdukları bazı sağlam rivayetlerle doğrulandı. O
tarihlerde kendileriyle birlikte kafirler ve sapıklara karşı gaza ve
savaş yapan seçkin gazilerin güçsüzlükleri, giderek kuvvetten düş­
melerine sebep oldu. Bunun üzerine Selçukluların son sultanı olan
saygıdeğer Gıyaseddin, devleti silsilesi kırıldıktan sonra, Mavera-

2) B akara suresi. 2.

66
ünnehir tarafından gelmiş olan ulu Osmanlı aşireti ki, sanki Sel­
çuklularla bir ocakta yetişmiş iki aşirete benziyorlardı, bu anılan
saf kalpliler, Yunan sınırında yerleşti. Otuz kırk yıl kadar esir al­
dıkları kafir çocukları ve eskiden o yörede bulunan çeşitli ırklarla
karışık yaşadılar. Rum eli’ye açıldıktan sonra kafir ülkelerinden
pek çok yer kendi yurtlarına katıldı. Böylece çeşitli Müslüman gu­
rupları ortaya çıktı ve varlık bağ bahçesinde sanki çeşitli meyveli
ağaçlar görünmeye başladı. Öncelikle M üslümanlar iki bölük ol­
dular; Akdeniz’in doğusundaki yerler, yani A rabistan’dan beri,
bayındır yerleşim merkezleri ki önceleri Yunan veya Erm en ülkesi
ya da Rum adı verilen yerler ki Anadolu olarak anıldı. Nitekim
Ege’nin batı yakasındaki yerler, Rum ıstılahı üzre Rumeli adıyla
bilindi. Kafirlerden M üslümanlara karışanlarla, kadın erkek cihe­
tinden birbirlerine nikahla bağlananlar, oniki millet olarak şöyle
belirlendi; Arnavud, Çerkeş, Abaza, Hırvat, Frenk, Macar, G ür­
cü, Rus, Erdel, Boğdan, Eflak ve Alman. Bu ırkların esirleri gelip
döle düştü, yetenekli kısrakları aşan aygırlardan peri gibi el değ­
memişler, oğul balı gibi şan sahibi dilberler, yasemin göğüslüler,
suskun gönül alanlar meydana geldi. Ama irfan sahibi tanınmış
bilginler bu zümreden nadiren göründü. Kırk elli yıl geçinceye ka­
dar, Rum ülkesinin yetenekli bilginleri öğrenim görmek için Acem
ülkesine gitmekteydi. Am açlarına ulaştıktan sonra kimi orada ka­
lır, kimisi de geri ülkelerine dönerlerdi. Yüz yıl kadar geçtikten
sonra Rum ülkesi halkından da mahalli meyveler ve aşılama ağaç­
lardan yetişmiş güzel elmalar, seçkin yeni türler elde edildi.

(3a.)

GAZİ SERDAR ERTUĞRUL GAZİ’NİN KUR’AN'A SAYGISI


VE KARŞILIĞINDA YÜCE RÜTBELERE ERİŞM ESİ:

Mevlana Ruhî tarihinde yazılı, bütün tarihçilerce de ma­


lumdur ki sağlığında Ertuğrul bir fakihin evine misafir olmuş. M e­
ğer ev sahibinin bir Kur’an’ı, adı geçenin arkasındaki dolapla kal­
mış. Fakih derhal kalkıp ardınızda bir kitap kalmış diye kaldırıp
yüksek bir yere koymuş. Adı geçen mücahid, bu nasıl kitaptır diye
sorunca, peygamberimize gönderilen Allah’ın kitabıdır. Bütün dini
hükümler vc Muhammed M ustafa’nın şer’i kuralları bununla cari­
dir, diye açıklayınca Erluğrul meseleyi kavramış. Fakihe başka şev

67
söylemeyip susmuş. Şu ana kadar ki ev sahibi ve hizmet edenler
yemeklenip yatmışlar. Sanki bengisu çeşmesinden el yıkamışlar.
Ertuğrul abdest alıp farz, sünnet ve vacibi kıldıktan sonra Kur’an’a
karşı el kavuşturup sabaha dek uykusuz, yıldız gibi gözünü yum­
mamış. Başını bir saat rahat yastığa koymamış. Sonunda fakih ve
hizmetçiler uykudan uyandıklarında onu yatar görmüşler. Akşam­
dan sehere kadar uyudu sanmışlar. Bir saatlik hafif kestirmesi sı­
rasında salih bir rüya ile saltanat müjdesini işitmiş. Yani uykusun­
da güzel ilahi hitap şöyle olmuş; M ademki sen benim kitabıma
böyle saygı gösterdin, ben de seni ve soyunu aylar, yıllar, asırlar ve
zamanlar sürecek devlet ve saltanatla değerli kıldım, buyurulmuş.
O rüyadan sonra Ertuğrul’un bahtı yıldızı mutluluk şerefiyle par­
layıp her yerde değerli ve üstün olmuş.

Bir diğer faydalı olay; bu hakir, Sultan Bayezid Han zama­


nında yazılmış eski bir kitapta gördüm, Ertuğrul hikayesini bu şe­
kilde inceledim. O celalet sahibi şah, "evlenin çoğalın'' emrine uy­
madan, salih bir rüya görmüş. Sanki rüya Aleminden "O haberin
yalan olmadığı ortaya çıkacaktır'^3) "müjdesini, o rüyanın tabiri
bilmişler. Ama "Kalbim iyice kansın"^4) "manasınca Konya’ya yö­
nelmiş ve o dönemin eşsiz Aristo’su sayılan, Sultan Alaaddin’in
katibi Abdülaziz adlı azizin hizmetine varıp rüyasını anlatmış. Ya­
ni rüyasında konağı ocağından bir tatlı suyun aktığını, aka aka bü­
tün dünyayı kaplayıp okyanus gibi çevreyi kuşattığını söyleyip tabi­
rini ricg elmiş. Bilgili aziz de rüyanın görüldüğü dakika ve saati, o
anda olan karşılaşma, görüşme ve teveccühleri gereği gibi incele­
dikten Sonra Ertuğrul’a şu yolla m üjdeler vermiş. Gülbahçesi ha­
nen ocağından yeni açmış taze bir gonca bu yakında meydana ge­
lecek, saltanatla dünyayı kuşatacak, her iklim ve her yörede kah­
redici bir güçle ülkeler alan bir kılıç sayılacak dedi. G erçekten de
çok geçmeden Osm an Gazi doğdu. Bahadırlık ve yiğitlikle ün ka­
zanıp babasının ölümünden sonfa ünü yayıldı. Sözün kısası E rtuğ­
rul, cihan emrinde ayak direyip bazan gazalarda savaş kaplanı,.ba­
zan da savaş alanlarında dünyanın muzafferi olup az zaman geç­
m eden büyük ün kazandı- İstendikçe zor işlerin halli için Sultan
Alaaddin’in eşiğini öptü. Bu şekilde öm rü doksam geçtiği halde
1291 yılı içinde öldü. Osm an Gazi en büyük oğlu olduğu için ha­

3) V akıa su resi. 2.
4 ) B akara su resi, 260.

68
yırlı halef olduğunu ispatladı. Z ira ki mevalîd-i se la se y e^ uygun
üç bahadır ünlü oğlu, yani Gündüz Alp ve Saru Yatı adlarıyla ta­
nınan çocukları vardı. Ama Osman H an en büyükleri ve en layık
yiğitleriydi.
(7a)
SULTAN MURAT HAN DEVRİ BİLGİNLERİ:
O değerli zümrenin ilki, yanı bilgin ve mükemmeli MUH-
HAMMED OĞLU MEVLANA CEMALEDDİN MUHAMMED
AKSARAYİ’dir. A rapça bilmekte mahir, şer’i ve nakli bilimlerde
telife kadir bir alimdi. Tefsir-i K eşşaf a^6' haşiye yazdı. M eânî ala­
nında İzah’ı^7) şerh edip sikkeyi m erm erde kazdı. Aynı şekilde he­
kimlik sahasında Mûcez’i ^ şerh edip sahip olduğu bilgiyi göster­
mişti. Soyu dördüncü göbekte Fahreddin Razi’ye™) çıkacak şekil­
de tanındı. Yani Fahreddin Razi oğlu M uhammed, onun oğlu
M uhammed, onun da oğlu M uhammed olarak alimler arasında
imtiyaz buldu. Önce Karam an’daki Müselsele medresesine mü­
derris oldu. Vakıf şartı, ilk dersi Sihah-ı Cevheri’yi(10) ezberleyene
şart kılındığı için zorunlu olarak adı geçen bilginin tasarrufuna la­
yık görüldü. Talebesi üç kısma ayrılmıştı: Bir kısmı, adı geçen
medreseye giderken önünde yürür, gidilecek yere varana kadar
derslerini öğrenirlerdi. Bir bölüğü yaşlarının küçüklüğünden dola­
yı m edresenin revnaklarında otururken öğrenirlerdi, Diğer grup
ise yazabilecek bilgin düzeyinde olup dersleri kendileriyle tartışa­
rak m üzakere ederlerdi. Anlatılır ki Seyyit Şerif Cürcani^11) adı
geçen bilginin ününü duymuş ve öğrenme heyecanı ile Rum ’a yol­
lanmış. Yolda İzah’a yazdığı şerhi görünce "sığır etine konmuş ka­
ra sinek" deyip beğenmeyerek yine İran’a dönmüş. Bazılarına göre
da anlatması yazmasından üstündür diye işittiği için tekrar Kara-
man’a gelmiş. M uta adlı kasabadan M evlana Cem aleddin’in çıktı­
ğı güne raslamış. O arzusuna kavuşamaymca, Mevlana Fenari’
ye( ) yakın olup birlikte M ısır’a yollanmışlar.
5 ) M aden, bitki ve 'hayvan olm ak üzere tab ia tın üç alem inden söz e d en bilim .
6) Z e m a h şc rî ebu'I-kasım M ahm ud b .Ö m e r’in (Ö.1144), çok tanınm ış tefsiri.
7) C elalüddin M uham m ed b .A b d u rrah n ıa n el-K azvtni (Ö.1338) nin nıeâni ve b e ­
yan a lanında kalem e alınm ış eseri.
8 ) ’İbnünnefis lakabıyla tanınan A laü d d in A li b .E bilhazm 'ın (Ö.1288) hekim likle
ilgili tanınm ışı eseri. Adı geçen kitaba çok sayıda şe rh yazılm ıştır.
9) R e y d e d oğdu ve H e ra t'd a öldü: (1148-1209). T efsir a lanında tanınm ış bilgin.
10) İsm ail b.H am m ad (Ö.1003) tara fın d a n kalem e alınm ış eser.
11) Ali bin M uham m ed E l-C ürcânî (T uca E ste râ b â d 1339-Şiraz 1413) İranlı kelam
bilgini, felsefeci vc yorum cu.
12) M olla F en ârf M aham m ed b.H am za b .M uham m ed Şem seddin (F e n e r
1350-1430) lI.M u ra d devrinin tanınm ış bilgin ve şeyhülislam ı.

69
MEVLANA MAHMUD BEDRETTİN: Sultanönü adlı
yerde doğdu. Bülün bilimleri öğrendikten sonra Bursa’ya kadı ol­
muş ve halk arasında güzel huylarıyla gönüllerin sevgilisi olup,
Koca Efendi diye şöhret buliiıuş. Anlatılır ki Sultan M urat Han,
Germiyan beyi iken kızını oğlu Beyazid H an için alınca, önde ge­
len beylere ve hanımlara adı geçen bilgini başkan yapmış ve uğurlu
ayağını, yüce bereketin gereği bilip o işe gönderilmesini uygun
görmüş. Adı geçenin M ehm ed adında bilgili bir oğlu olmuşsa da,
uzun yaşamayarak çocuk yaşta ölmüş. Allah rahmet etsin. Daha
sonra Musa adında bir oğlu doğdu. Acem ülkesine gidip Kadı-za-
de-i Rumi adıyla şöhret bulmuştur. H atta Uluğ Bey M irza’nın^13)
yanında çok iltifat görmüş ve matematik alanında 'Eşkal-i T e’sis’
e(W) şCrh yazmıştır. Bu eserin yazılış tarihi 1412 yılıydı.

MEVLANA BURHANEDDİN:Erzincan kadısı ünvanıyla


meşhur, bilgi ve olgunluğu, takva ve Allah korkusu gibi sınırsızdı.
Tclvih’e^15) haşiye yazıp adını Tercih koymuştu. Şahabeddin Ha-
cer’in söylediğine göre önce Erzincan beyinin himayesini kazan­
mıştı. D aha sonra aralarına soğukluk girdi ve adı geçen beyi öldü­
rerek onun yerine tedbir sahibi bir bey oldu. Fazilet ve marifeti gi­
bi yiğitliği ve şairliği de vardı. Bazan Mısır, bazan da T atar askeri­
ne muarız olup, pekçok savaştan sonra 1397 yılı içinde Karayü-
lük(16) tarafından öldürüldü.

(24a)

DÖNEM BİLGİNLERİ:

ABDÜLAZİZ OĞLU İSRAİL OĞLU MEVLANA BED-


REDDİN MAHMUD: Simavnaoğlu kadısı sanıyla tanınmış, fen sa­
hibi, erdemli, çeşitli konulardaki eserleriyle övülmüş, yüce kera­
metleriyle her devirde bilinmiş ünlü bir feylesof ve büyük bir alim­
di. Kendileri Rum vilayetindeki Simavna kalesinde doğmuşlardır.

13) T im u rlu h ü küm darı, m atem atik vc a stro n o m i bilgini. (1394-1449).


14) Şem südılin M uham m ed b .K şref E s-S e m erk a n d rn in (Ö.1204 dolayları) m ate ­
m atikle ilgili eseri.
15) Sadüddin M csud b. Ö m e r flt-T afta zâ n î'n in (Ö.1390) U sûli Fıkıh'la ilgili eseri.
Jf>) A kkoyunlu boy beylerinden b irinin adı. Kadı B u rh an ed d in (ö. 1398) b u n u n ta-
rafından ö ld ü rü lm ü ştü r.

70
Babaları o yörede kadı olııp onların da atası ulu Selçuk vezirlerin­
den olmak üzere tanınmışlardır. Kısacası Gazi Hüdavendigar za­
m anında dünyaya gelmişlerdir. K ur’an ve tecvidi babasından gör­
müş, dedesi Mevlana Şahidî’den ve Molla Yusuf’tan okumuş, on­
dan sonra Konya’da Fazlullah’ın öğrencilerinden Mevlana Feyzul-
lah’tan dört ay kadar ders almıştır. Onun ölümü üzerine Abdül-
mümin oğlu Müeyyed adlı amcasıyla Kahire’ye gidip Seyyit Şerif
Cürcanî ile beraber M übarek Şah M antıkrden^17^ ders görmüşler.
D aha sonra hocası ile haccedip M ekke’de Mevlana Zeyle’î’den
yararlanmışlar. Tekrar Mısır’a dönüp Hidaye’yi^18) şerh eden Ek-
m elüddin’den ders almışlar. Seyyit Şerifle okul arkadaşıydı. H atta
Seyyit Şerif Cürcanî, onun bilgisini hep övmüştür. Kısacası Molla
Bedrcddin, bilgisiyle o kadar ün kazandı ki Mısır Sultam Berkok
oğlu Ferce kendisinden ders aldı. H atta bu öğretimde adı geçen
bilgin Cürcanî’den daha üstündür. Çünkü sultana öğretmen ola­
rak, en değerli ve en bilgili kişinin uygun görülmesi aklın alacağı
şeydir. Sonunda adı geçen bilgin, İlahî cezbeye mazhar düştü. Ka-
hire’de bulunan bilgin Seyyid Hüseyin A hlatî huzuruna vardı
ve ona biat edip yüce keram etlere ulaştı. D aha sonra şeyhin işare­
ti üzerine Tebriz’e gitti. Şeyhler ve bilginler arasında büyük bir il­
gi gördü. H atla Em ir Timur Tebriz’e gelince o çevrenin değerli
bilginlerini huzurunda ilmi tartışmalar yapmakla görevlendirdi.
Ama tartışmalar son bulmadı. Birinin kararına diğeri uymadı. Bu­
nun üzerine Şeyh Bcdrcddin’i Mevlana Cezerî Timur’a övdü, "on­
lar bu toplantılara gelmeyince bunların tartışması sona ermez" de­
di. Böylece vakarlı Timur, adı geçen bilgini meclisine getirtti. Bil­
ginler arasında hakem tayin edip hemen adı geçene konuşma izni
verdiler. Düşüncelerini birer birer söylediler. O da geciktirmeden
güzel cevaplar verdi. İki tarafın rızaları gerçekleşip hiç kimsede
niçin ve neden diyecek hal kalmadı. Emir Timur adı geçendeki
geniş bilgiyi görünce, sınırsız caizeler bağışladı ve sonsuz iltifatlar­
da bulundu. Bundan sonra Şeyh Bedreddin tekrar Mısır’a döndü.

17) İbn M ü b ârck Şah (K ahire 1403-1458). M ısırlı bilgin.

18) B u rhaniiddin Ali h.Hbi B ekr r.l-M e rg in ân fn in (ö. 1197) fıkıhla ilgili tanınm ış
eseri.

19) Seyyid H üseyin A h lâ tî (1319-1387). Şeyh B ed red d in 'in M ısırd a yakını olm uş
m utasavvıf.

71
Seyyit Hüseyin Ahlatî ölmüş olduğundan seccadesi ona teklif edil­
di. Bir kaç yıl orada oturduktan ve susayan müridleri, sözleriniıı
saf suyuyla kandırdıktan sonra Konya’ya, ardından da Tire’ye git­
ti. Sakız adası hakimi olan A ’kal Nusar’ın İslamla şereflenmesine
delalet etti. Beyin bir rüya görmesi üzerine adı geçen adaya davet
edildi. Gelir gelmez de onun telkini ile bey İslam dinine girdi ve
Bedreddin’e pek çok iltifat etti. A rdından E dirne’ye geldi. H atta
babasını hayatta buldu. Hikm et Allahındır, Sultan Musa kardeşi
Süleyman Şah’ı öldürüp Osmanlı ülkesi tahtına oturunca, sözü
edilen bilgini kendisine kazasker tayin etti. Onun devleti çökünce
Sultan M ehmet Han, ayda bin akça maaş bağlayıp iltifat ve ihsanla
onu çoluk çocuk İznik’e gönderdi. Burada göz hapsine alındı ve
herhangi bir yere ayrılmaması belirtildi. Ama bir süre sonra ora­
dan kaçarak Isfendiyar beyinin yanına gitti. Kıpçak çölü diye anı­
lan ve T atar ülkesi olarak bilinen yere gitmek istediyse de, İsfen-
diyar beyi emeline kavuşmasına izin yermedi. Osmanoğlullarınm
şiddetli öfkesinden korktuğu için durum u bildirip şeyhi başkente
gönderdi. Bu defa Zağra adıyla bilinen yerde oturması emredildi.
Çevredeki bağlıları durum unu duyup huzurunda toplanmaya baş­
ladılar. Buıîun üzerine kötü huylu fesatçılar, Sultan M ehmet’e "bir
çok bağlısıyla saltanat istediği ortadadır." dediler. Kendisinin tale­
besi durum undaki Deylemt, yani Mevlana Haydar-ı Acemtf20) bu
şekilde öldürülmesine fetva verip, ortadan kaldırılması için devrin
padişahına izin verdi.
Ama adı geçenin bilgisine son yoktu. Eserleri de, veliliğini
belirten keram etleri gibi pek çoktu. En m eşhur kitapları fıkıhla il­
gili Letaifü’l-İşârât ile Teshil şerhi idi ki İznik’de hapisken yazmış­
tı. Cam iü’l-Fusaleyn, M aksud şerhi, U kûdü’l-Cevâhir, tasavvufla
ilgili Varidat ve M eserretü’l-Kulûb diğer eserleridir. Kerametini
açıklamak sadedinde, bir iki defa ölüleri dirilttiği pek meşhurdur.
Acıklı ölümü, yani ebedilik âlemine göçüsü 1415 yılı içinde oldu
diye yazılmıştır.
Sultan M usa’nın padişahlığı zamanında bunlardan başka
bilginin var olduğu bilinmez. "Allah birdir binleri besler" düsturu
gereğince adı geçen bilginin yerini tutacak muasırlarından hiç
kimsenin yetişmediği gerçektir.

_______________________ (45 b)
20) Şeyh B ed rcd d in 'in ö ld ü rü lm esin e fetvâ veren bilgin (Ö.1427)

72
Yücelik Gösterin Sadrazam Hakkında Mülkü Süsleyene On
Madde:

Sadrazama mahsus bazı durum lar ve sonsuz iltifatlar vardır


ki yalnız Osmanlı devletinde geçerlidir.

Bunların ilki şerefli m ühürdür: Gönderildiğinde vezir tayin


edilir, geri alındığında da azledildiği ve gözden düştüğü anlaşılır.
M ühür vezirlerce daima koyunda gezdirilir ve altından yapılmış
parlak bir tuğra şeklindedir. H er divan günü hâzineyi ve defterha-
neyi çavuş(2^ onunla m ühürler. M ühürleme işi yapıldıktan sonra
mühür yine vezire teslim edilir.

İkincisi, ikindi divanıdır^22) ki diğer vezirlere bu divanı top­


lamaya izin yoktur. Veziriazamın, haftanın üçüncü günü dışında,
her ikindi vakti mücevveze^23) ile divana çıkması, kendi tezkereci­
lerinin sağ ve solda, selam çavuşunun ayakta durması, padişaha
arza gerek duyulmayan şeylere dinin emirlerine göre hükm etmesi
töredir.

Üçüncüsü, çavuşbaşının kendisine yaptığı özel hizmettir.


Divandan sonra bütün çavuşlar ile her gün saraya gitmek, ikindi
vaktinde gidip divanda hazır bulunmak, cuma günlerinde önlerine
düşüp cum? namazına bareberce gitmek çavuşbaşı için kuraldır.

Dördüncüsü, kazasker ve defterdarların haftalık görüşme­


leridir. H er hafta Çarşam ba günü defterdarların, Perşembe günü
de kazaskerlerin padişahın huzuruna gittikleri şekilde, yani kendi­
leri ve hizmetçileri müccvveze giymiş olarak veziriazama gelmele­
ri ve onun şanım yüceltmeleri eski bir adettir.

21) O sm anlı devlet kuru m ların d a çeşitli hizm etleri yapan görevlilere verilen ad.
O sm anlı o rd u su n d a üst k o m u ta n ların buyruklarını astların a ulaştıran g ö ­
revlilere de çavuş denir.
22) P adişah divanında s o n u ç la n d ırılm a y a n işlerin görüşülm esi için sadrazam k o ­
nağında ya da sadrazam lık dairesin d e, salı ve perşem b e günleri dışında,
ikindi nam azından so n ra kurulan divan.
23) B aşta sadrazam olm ak üzere vezirler ve üst seviyedeki görevlilerin giydiği
p ro to k o l kavuğunun adı. Ağzı yukarısına nisbetle d ah a dar. tepesi kırm ı­
zı re n k te çıkıntılı, m ukavvadan yapılm ış b ir başlık. Ü stü n e beyaz tülb en t
sarılır.

73
Beşincisi, saray ağalarının ululamalarıdır. H er hafta Pazar­
tesi günü kendilerinin mücevveze, adamlarının ise üsküflü^24) ola­
rak sadrazamın kalına gelmeleri hususudur.

Alımcısı* Cuma namazının kılınmasıdır. Sadrazam dışında­


ki vezirler ve diğer büyükler günlük elbiseleriyle, namaza giderler.
Ama sadrazam kulları üsküf, ağaları ve kendisi de mücevveze giy­
miş olarak Cuma namazına giderler. Çavuşbaşı, çavuşlar züm re­
siyle, divan hizmetini gören m üteferrikalar25) divan elbiseleriyle
sadrazamın önünde giderler Saray ağalarının samimi arzda bulu-
narfbazıları, namazın kılınmasından sonra Veziriazamı yine saraya
getirip tekrar selamlayarak giderler. Cihan padişahı dini bir özür
ve önemli bir engelden dolayı namaza.çıkamazsa gerekli şeyleri
sadrazam yerine getirir.

Yedincisi, yeniçeri ağası nın serbestçe huzura gelip gitme­


sidir. Yeniçeri ağası her hafta divan elbisesiyle ve önünde sayısız
yeniçerisi ve ocaklıları olduğu halde sadrazama gelir. Nezaket ve
samimiyetini gösterdikten sonra bildirilmesi gereken şeyler varsa
onları bildirir. İki üç haftada bir diğer vezirlere gitmesi de kanun­
dur. Ancak veziriazama gidilmesi gibi mutlaka gerekli bir şey de­
ğildir.

Sekizincisi,bazan şehri gezmesidir.Bu arada tersane-i âmi-


reye .de gidilir. Bu görev diğer vezirlere uygun düşmez. Zira onla­
rın hükümleri etkili ve geçerli değildir. Ama şöhretli sadrazam is­
tediğinde ata binip başkenti, İstanbul kadısı, yeniçeri ağası ve su­
başı*: ) yanında olduğu halde dolaşır. Fiyatları ve başkaca gerekli
durumları denetledikten sonra tersane-i âmireye gider. O rada bu­
lunan kaptan-ı derya olan beylerbeyinden gelir ve giderleri öğre­
nir.

D okuzuncusu, büyük kadılar ile şerefli beylerin mücevveze


ile sadrazamı selamlamaları ve haftadan haftaya ya da isterse her
gün varıp buluşarak durumlarını anlatmalarıdır. Bu d&satlıazam-

24) Yayabaşı vc d a h a üst rü tb ed e k i yeniçeri subaylarının giydikleri, ağız yanı dö rt


p arm ak e n in d e sırm a ile işlenm iş börk.
25) P adişah, vezir vc d iğ er devlet ileri g elenlerinin yanında çeşitli hizm etlerde
kullanılan kim selere verilen ad.
26) Ş e h ir vc k asabaların güvenlik işlerine bakan âm ir. Şim di polis, daha çok da
belediye zabıtasının gördüğü işlere bakan kişinin unvanı.

74
lara has bir durumdur. Diğer vezirlere gitmezler, eğer giderlerse
bu dostluk için uğrmadır ve mücevveze giymezler.

Onuncusu, bayramlaşma törenleridir. Arefe günü küçük


kuşlukta veziriazam mücevveze ile divahaneye çıkar. A det olduğu
üzere çavuş başı ve bütün çavuşlar da gelirler. Sağ tarafta defter­
darlar, meşhur beylerle bazı ileri gelenler, solda beylerbeyileri,
beyler, bölük ağalan töre gereği dizildikten sonra sadrazam mut­
lulukla saray harem inden çıkar ve divanda hazır bulunanlar, dere­
celerine göre bayramlarını kutlamak için elini öperler. Bu şekilde­
ki topluluk, sadrazamlara has olup diğer vezirlerle devletin ileri
gelenleri ve büyükler, bölük bölük bayramlaşırlar.

Şiir:

İyi düşünccli vezir, padişah gibi her şçyi yerli yerine koyun­
ca işlerin dizildiği gerdanlık düzenli olur. Adalet her tarafa
yayılır. Ülkenin emniyette oluşu da, padişahın adil oluşu da
vezirin güzel düşüncelerine bağlanır, töre böyledir.

Sadrazam olan seçkin kişi, manen padişah sayıldığı için is­


tediği gibi hareket etmesi, istediği şekilde herkesin arzusunu yeri­
ne getirmesi, beylerin, salih kişilerin, fakirlerin gönüllerini hoş
edip her yerde şöhretini yüceltmesi ve her yönüyle ünvanına ayrı­
calık kazandırması gerekir. Ama yukarıda zikredilen bu on m adde
diğer hususların da önünde yer alır. Sözün kısası, barış ve savaşta
onun rütbesi herkesten üstündür. Özellikle hasları/ ) gelir yö­
nünden son derccc zengin ve muayyendir. Diğer vezirler de büyük
işlerin halli dahil, divandaki olayları görüşen devletleri yüce kişi­
lerdir. Onlar, şan ve yücelikjeri ile tanınmış, zamanlarının p ar­
makla gösterdiği kimselerdir. H er hangi bir yöne başkomutan
gönderilmesi gerekse veya o taraftaki beylerbeyilerle beylerin di­
siplin altına alınmaları iktiza etse şüphesiz onlardan biri gönderi­
lir. İşin gereğine göre bir m iktar yeniçeri, çavuş ve bölük halkı yola
çıkarılır. Devlet hâzinesinden davul, sancak ve m ehter verilir. İki
yüz parça zorbozanlar ile top arabaları ve topçular gönderilir. Ay­
rıca hazine defterdarlarından veya hazine katiplerinin tanınmışla-

27"! Yıllık geliri yüz bin akçayı aşan dirlik.

75
nndan biri de beraber gönderilir. Bunların dışında parlak yüce
tuğraya da izin verilir. Kendi tezkirecisi reisü’l-küttâb^"8) yetkisiyle
hizmet eder. Gittiği yerlerde şikayetçileri dinlemek, din ve kanun­
lara göre hüküm vermek, yeniçeri ve sipahilere töresince riayet et­
mek görevidir. Özetlenecek olursa beylikler vermek ancak padişa­
hın izni ile caiz olur. H er halükârda yaptığı tayin ve aziller her za­
man makbul tutulur. Hizmeti tamamlayıp devlet kapısına geldiğin­
de veziriazama yaptıklarını sunar. Verdiği yüksek makamlar, ça­
vuşluklar ve müteferrikalıkların makbul tutulmasını rica edip yal­
varır. Yaptıkları, iyiliklerin artm asına vesile olur ve yerine getirdi­
ği iş, yüce ricasıyla gönlün beğendiği bir hizmet ise verdiği her şey
kabul edilir.
İkinci önemli kişiler, kazaskerlerdir. Veziriazama yakın
olanı, Rumeli kazaskeridir. Günlük beş yüz akça geliri vardır. G e­
nellikle Rum eli’deki askerin vergi gelirlerinden de tahminen gün­
lük sekiz bin akça elde etmesi mümkündür. İdaresi altında olan
büyük şehirlerde kadılar vc m üderrisleri kendisi tayin eder. Ancak
yüz elli akçalı önemli kadılıklarla kırk akçalı İçel m edreselere yap­
tığı atam aları sadrazamın onayına sunar. Kasaba kadılıkları ile
günlüğü elli akçadan aşağı İçel m edreseleri onun arzı ile verilir.
İçel tabiri, İstanbul, Edirne, Bursa ve bunların çevresinde bulunan
kasabalardaki önemli m edreseler için kullanılır. Anadolu kazas­
kerleri de beş yüz akça gelire sahiptirler. R ütbe bakımından R u­
meli kazaskerinden aşağıdırlar. Ancak gelir açısından Rumeli’nin
iki katı gelire sahiptirler. Tahm inen günlük on beş bin akça geliri
m ukarrerdir. Anadolu vilayetlerindeki kadılık ve müderrislikleri
yukarıda açıklandığı üzere bunlar verirler. Sadrazama sunulması
gerekli olan şeyleri bildirirler. Divan-ı hümayun’daki önemli işleri,
Rumeliylc ilgili diğer hususları ve padişah kullarıyla ilgili davaları
Rumeli Efcndi’si dinler. Anadoluyla ilgili olanları ise Anadolu ka­
zaskeri dinler. Bunlardan herhangi biri azl edilse yüz elli akça ile
emekli edilirler. Eğer çok bilgili ve çalışmadan tat alan biriyse Se-
mâniye m edı'esesr29) veya D arü’l-hadis^30) medreselerinin biri
saygı olarak maaşına eklenir. Padişahın yüce katma işler sunmak
üzere girmeleri eskiden beri, haftada dört kez toplanan divanda
28) XVII.yüzyıla k a d a r saray divan katip lerin in yöneticisi.
29) Sem an m ed reseleri (sekiz m ed re se ) İsta n b u l’da, Fatih cam im in iki tarafında
ka rg ır vc kurşunlu sekiz m ed re se hakkında kullanılır b ir tabir. B unların
d ö rd ü K aradeniz, d ö rd ü d e A kdeniz tarafın d a o lu p h e r birinin adı vardı.
D u n la r yüksek öğrenim veren m edreselerdi.
30) H adis te d ris vc tetk ik le rin e tah sis'ed ilm iş ihtisas m edreseleri.
76
mümkün olmaktadır. D ördünde de arza girilir. Çoğu kez de gün­
lerin birisiyle yetinilir. Huzura, yemek yendikten ve yeniçeri ağası
girip çıktıktan sonra, iki kazasker birlikte girerler. Görülmesi ge­
reken işlerle tayinleri sunarlar. Çıktıklarında da yüce divandaki
yerlerine dönüp otururlar. Bir süre sonra da vezirler arza girerler.
Onlar da çıktıktan sonra kazaskerler bir m üddet iş görürler. Daha
sonra büyük veziri selamlayıp giderler. A rdından Babü’s-saâde^31^
mâbeyninde bir süre oturarak bazı işleri daha yerine getirirler.
Sonra da ulu makamlarına gidip haftanın üçüncü ve dördüncü gü­
nü haricinde her gün görev yerlerinde ikindi divanı yaparlar. G ö­
rev isteyen kadılarla müderrisler, töreye göre selama girerler. 1582
yılma kadar bu işler birlikte görülürdü.Ancak sûr-ı hümâyundan
sonra Acem ’den pek çok yerler feth edilip halkın işleri arttığından
anadolu kazaskeri divanı ikiye ayrıldı. Yani m ü la z ım la rın ^ işleri
gün aşırı görülmeye başlandı. Bir gün yüz elli akçalı ve daha yuka­
rı olan kadıların işleri görülür, ertesi gün yüzden aşağısının mese­
leleri çözülürdü. H er hafta altı günün üçü ileri gelenlere, diğer üçü
de diğerlerine ayrılmıştı.

Üçüncüsü, defterdarlardır. Osmanlı devletinin ilk zaman­


larda bir defterdar Rum eli’deki hasılatı gözetir ve baş defterdar
adıyla ön planda tutulurdu. Biri de A nadolu hasılatını gözedir,
Anadolu kalemi diye saygı görürdü. Diğer bir defterdar da H alep’
te oturur, A rap ve Acem defterdarı olarak anılır, H alep ve Şam’da
hükmünü yürütürdü. Fakirlere devlet kapısına ulaşmak zahmetli
olmasın diye H alep’e de defterdar gönderilmişti.... ? tarihinde R u­
meli ve Anadolu kalemlerinde bölünme meydana geldi ve İstan­
bul içinde mukataatla müstakil bir kalem kuruldu.Bu makama da
Şıkk-ı Sânı adı verildi. Bu da bağımsız bir defterdarlık olduğundan
divan-ı hümayundaki defterdar sayısı üçe çıktı. Bunların belirlenen
haslarında farklılık gözetilip yüz altmış bin timar baş defterdara,
yüz kırk bin akçalık tim a r ^ ) ondan bir aşağıda olan Anadolu def­
terdarına, yüz bin akçalık tim ar da şıkk-ı sâni m ukataatina verildi.
Senelik, yazlıkları birer telli kumaş ve düğmeleri altın olan kırmızı
kadife kaftandır. Kışlıkları da aynı şekilde ikişer kaftanla birer sa­
mur ve vaşak kürktür. Ayrıca has ve haraçları da vardır. O rta yol

31) A k ağ alar kapısı. T o p k ap ı sarayında iç saray ile dış sarayı birb irid en ayıran
üçüncü kapı.
32) A ta n m a k için sıra bekleyen m ü d erris ya da kadı adayı.
33) O sm anlIlarda yıllık geliri 3000-20000 akça tu ta n to p ra k dirliği.

77
benimsenip rüşvetten kaçınıldığı takdirde anılan bu üç makamın
her birinin senelik geliri ise on beş y ü k e ^ ulaşır. A rap ve Acem
defterdarlarının geliri ise yirmi beş yüke varır. Anılan bu defter­
darlardan her biri, kendi kaleminde bağımsızdırlar. Kenar defter­
darlıklarındaki önemli işlerin sunulmasını baş deftardar yerine ge­
tirir ve hepsinin nezaretçisi durum undadır. Mâliyeye ilişkin dava­
lardan da onlar sorum ludur. Şikayetçileri dinler ve gerektiğinde
tuğralı emirler verirler. Ancak kendilerinden çıkan işlerin altına
imza atabilirler. H er haftanın üçüncü günü padişahın yüce katına
vezirler ile arza girerler. Vezirlerin huzurunda önce baş defter­
dar, sonra ikinci ve üçüncü defterdar arza gerek duyulan işleri
özetleyip okur. İtiraz vaki olduğunda cevabını veziriazama hitaben
verirler. Arz edecekleri işleri içeri girmeden öncc veziriazama bil­
dirirler. Yani karşılaşmalarından önce bir süre m üzakerede bulu­
nurlar. Once baş defterdar ve kenar defterdarları el öpmeye varır
ve beraberlerinde bulunanlar vezirlerin karşısında otururlar.
M adde m adde her hususu okurlar. Sadrazamın izin verdiğini içe­
ride sunarlar. İzin vermediğini geçerler. Anlatılan bu işler diğer
vezirlerce de bilinir. Yani okunurken onlar da işitirler. Ancak
şimdiki durum da bidatler çoğaldı. Bu yüzden hazine-i âmiredeki
paralar da azaldı. Yani Tuna civarındaki hasların tahammülü yok­
ken önce başka bir defterdarlık ihdas edildi. Altı yedi yıl kadar
bağımsız defterdarı vardı. H er biri denetlem e ve çeşitli karışıklık­
larla ortadan kaldırıldı.Bu durum lar divana sunulduğunda, saygı­
değer haremin ileri gelen bazı mutlu kişileri bu görevlere talip ol­
dular. Yüz yirmi bin akça hasla buralara atandılar. Bunlara dör­
düncü defterdar diye ad konup kışlığı yazlığı ve diğer gerekli şey­
leri tayin edildi. Ancak gereksiz bir bidat olduğundan sonradan
ortadan kaldırıldı. Bu yüzden kenar defterdarlığı parça parça oldu
ve beylerin hizmetlerindeki subaşılığa döndü, işe, rüşvet yolu ile
bazı kadılar karıştığından defterdar divanı nahiye mahkemelerine
döndü. Önce Diyarbakır ayrıldı. İkinci olarak Şam başka bir def-
tardarlık yapıldı. Üçüncü olarak Erzurum da müstakil defterdarlık
oldu. D ördüncü olarak Trablusşanı ayrılıp başka bir defterdara
verildi. Yani A rap ve Acem defterdarlığı toplam beş defterdarlık
oldu. Başkentteki Anadolu kaleminde de önce Sivas, ardından da
Karam an yöresi bağımsız defterdarlıklar haline geldi. Orası da üç
makam olarak sonuçlandı. Anılan bu makamlar arzu edip isteyen­

34) O sm anlIlarda yüz bin akça tu ta rın d a p a ra birim i.

78
ler arasında açık artırm a ile yapılan satışlara dönüp siyakatta^35)
m ananın gelişini anlayamayan, dahası hesaptan haberi olmayan
cahillere verildi ve M üslümanların devlet hâzinesi ehil olmayan,
hiç bir işten anlamayan kadıların eline kaldı. Sicil ve hüccet rüsu­
muyla kıt kanaat geçinen parazitlere dünya el verdi. Fakirlerden
fazlasıyla vergi alındı. Belki üçer dörder yıllık vergilerini vermek
zorunda kaldılar. Ancak bütün bunların onda biri bile hazine-i
âmireye girmedi. Onların yerine gelen defterdarlar ise halkın ço­
ğunu yerinde bulamadı.
Önemli görevlilerin bir diğeri de değeri yüce olan ve padi­
şah ferm anlarına tuğra çeken nişancılardır. Bunlar rütbe bakımın­
dan defterdarlar ile aynı seviyededirler. Kıdemliliklerine hizmetle­
rindeki eskilik neden olur, hangisi daha önce tayin edilmişse o kı­
demli sayılır. Ancak yıllık gelir yönünden defterdarların gelirleri
daha fazladır. Rütbe yönünden de nişancılar daha üst seviyededir­
ler. Defterdarlıktan doğrudan vezir olmak merhum Piri Paşa’ya
nasip olmuştur .Ancak nişancılara vezirlik verilmesi on defadan
fazla vuku bulmamıştır. D efterdarların zeametlerinin en yükseği
yüz altmış bindir. Nişancı hasları üç yüz binden fazla olup yazlığı
ve kışlığı ile diğer gelirleri yine defterdarlarla aynıdır. Nişancılara
tuğra hizmeti verilir, lâkin nişancıların defterdar olmasına az ras-
lanır. Nişancıların yapmaları gereken hizmetler şunlardır: Yüce iş­
lere tuğra çekmek, işlerin sıkışıklığında en aşağı mevkideki vezire
bunları bölük bölük gönderip nişan çektirmek ve kanunlarla ilgili
işleri yazmaktır. Kısacası mevkilerle ilgili olmayan ve reis tarafın­
dan yazılan dini ferman vc kanunları gözden geçirip düzeltmektir.
Nişancılar divanda sağ tarafa otururlar.Divanhane-i hümâyunda
bey adı ile bilinip halk arasında nişancı lakabı ile tanınırlar. Rei-
sülküttâb olan mutlu ve bilgili kişi katipler ve talebe durumundaki
kimselerden itibar bulduğu takdirde akıl sahiplerinin en önde ge­
leni olup nişancı olan beylere tam bir teslimiyetle ve bağlılıkla hiz­
met ederler. H atta büyük b ir toplulukta, büyük vezirlerin gelmele­
ri gereken eşi bulunmayan mutluluk dolu düğünlerde sofrayı ku­
rup nezaketle kulluklarını göstermeleri eski bir kanundur. Bunun
gibi tczkirccilcriii de katiplere nisbetle rağbeti o m ertebededir.
Yani reisülkütlâb nefis bir ziyafet verdiğinde sofraıım serilme hiz­
meti onlara düşer.
35) M ali işlerde kullanılan b ir yazı çeşidi. H e r kelim ede kısaltm a yapıldığı, çoğu
defa da nokta kullanılm adığı için okunuşu ancak siyak ve sibak delaleti
ile olur.
79
Devletin ileri gelenleri-olarak sayılan kişiler değerli insan­
lardır. Bunlarda berat olmaz. M akamları verildiğinde m üjde ile
gelen şerefli hükümden başka bir senet verilmez. Yani kişilikleri
senet ve delildir. Şöhret, devlet ileri gelenlerine gerekmez.

(101b)

EBU’L-FETH SULTAN M EHM ET HANIN BAZI BEYLERİ VE


VEZİRLERİ

İlki Halil Faşa’dır ki Çandarlı Kara Hayreddin Paşa’nın oğ­


ludur. O da vezir Ali Paşa’nın değerli oğludur. Bütünüyle soyları
itibariyle anlayış ve değerli, vezirlerin hoş vekili, yaşlı, tecrübeli,
becerikli ve iyi halleri çok görülmüş biri olup devlet henadanının
mumunu Sultan M urad’ın elinden yakmıştı. Sultan Mehmet Han
kendisine fazla yüz vermediğinden her konuda Sultan M urad
H an’a uydu. Yani onlar padişahlığı bırakınca, o da vezirlikten ay­
rıldı ve görünüşte her nesneden el çekti, ancak "iki dostun genzin­
den çıkan en sorkjjcy, makam sevgisidir" sözü gereğince yeniden
Sultan M urad’ın'tahta,kendisinin de vezirlik makamına geçebil­
mesi için epey işler çevirmekten geri durmadı. Kafirlerin birleşe-
rek umumi baş kaldırışları, "Sultan M ehmet küçük çocuktur” diye­
rek askerin dedikodu çıkarması, onun dileğine kavuşması için dik­
katli ve derin fikirler içine girmesine yol açtı. Ne yaptı yaptı usta­
lıkla Sultan M urad’ı yjne tahta geçirdi. Sultan M ehmet H an genç
yaşında sikke ve hutbe ile arzusuna kavuşmuşken uzun bir süre
yeniden beylik makamına inmesine sebep oldu. Bu yüzden yeniden
tahta oturunca adı geçeni Yedikule’de hasbeltirdi, çeşitli işkence
ve azapla öldürtüp hayatından bezdirdi.

VEZİR SARICA PAŞA: Babaları Sultan M urad’ın kulların­


dan idi. Tahta çıktıklarında adı geçen, herkesten yaşlı ve tedbir
sahibi biri olduğundan vezirlikte bırakılmıştı.

ISHAK PAŞA: Kahramanlık ve şehameti gereği, beylik


mertebesinden vezirlik makamına gelmesine, kılıcının hizmeti se­
bep oldu. Sultan M ehmet tahta çıktığında, vezir bulunduğundan
görevde bırakıldı. Özellikle M enteşe ve Germiyan oğullarının is­
yanları şiddetlendiği zaman onların ortadan kaldırılmasına İshak

80
Paşa memur edilmişti. Sonraları yaşlandığı ve hastalıklı olduğu için
emekliliğini istedi. Arzusu üzerine de Selanik kendisine emeklilik
hakkı olarak verildi.

VEZİR MAHMUT PAŞA: Hırvat asıllıdır. Serhat gazileri


ganimet yoluyla adı geçene sahip olduktan ve İslam nuruyla kalbi­
nin ışımasına özen gösterdikten sonra başkent E dirne’ye getirdi­
ler. Burada, Sultan M ehmet H an oğlu Sultan M urad’ın beylerin­
den M ehmet Ağa adı geçeni satın aldı ve onu yetiştirdikten sonra
velinimeti Sultan haremine verdi. Onlar da alnında kabiliyet pırıl­
tıları gördüler ve göz bebekleri E bu’l-feth Sultan M ehmet H an’a
bağışladılar. Mutluluk bağının servisiyle boyca ve yaşça aynı ol­
duklarından beraber yetiştiler.Birlikte edep ve bilgi öğrendiler.
Sultan M ehmet H an tahta oturm ak mutluluğuna erişince Mahmut
Paşa ağalıklardan biriyle padişah harem inden dışarıya çıktı. Çok
yetenekli olduğu için az zam anda Rumeli beylerbeyliğine ulaştı.
Sözün kısası bilginlerin önde gelenlerinden, fazılların zekilerin­
den, kadir bilir, tedbiri güneşi dokuzuncu göğe değen, eser yazan­
lara saygı ve alaka gösteren, cömert yaradılışlı, yaptıkları övgüye
değer bir vezirdi. 1454 yılında, İstanbul fethinden sonra yapılan
Seferihisar fethinde sadaret verildi. Ama yüce vezir-i azamlık ma­
kamım, Uzun H asan’la yapılan savaşta şehit olari M urat Paşa’nın
yerine, Rumeli beylerbeyliği ile birlikte elde etti. Kısacası, son de­
rece akıllı ve yaptıkları padişahın mizacına uygun olduğundan ve­
zir-i azam olduğu gibi, Rumeli beylerbeyiliği de birlikte verildi. O
iki ulu makamın, eşsiz vezir-i azam olan anlayışlı şan sahibine bir­
likte verilmesi, önce onlarda görüldü. Tarihçi Ram azan-zade’ye
göre, M ahmut Paşa kazasker de oldu. A m a hikmet Allahındır,
Şehzade Mustafa H an’la aralarında bir geçimsizlik meydana gel­
di. O durum a adı geçen vezirin haremiyle ilgili vaki olmamış bir
töhmet sebep oldu. Böylece bu muhalefet ve düşmanlık aralarında
artarak sürerken, şehzade beklenmedik bir zamanda öldü. Bazı
müfsidler “M ahmut Paşa ustalıkla zehir içirdi" diyerek kendi dü­
şüncelerine göre eski kırgınlık yüzünden iddialarını isbat ettiler.
Bu büyük fitne, adı geçenin de öldürülmesine gizli sebep oldu ve
Uzun H asan’la yapılan savaşta H as M urad’m şehadeti sanki onla­
rın arzusuyla olmuş, savaş sırasında ona yardımcı olmak ve Uzun
Haşan yenilince devlet ileri gelenlerinin hemen hepsi arkasına dü­
şülmeyi ve Acem ülkesini yağma etmeyi uygun görmelerine rağ­
men onların bunu engelleyen karşı çıkışları, yorumu kabil olmayan
aksilikler sayılıp, bu kadar zaman tam bir iyi niyetle yaptığı hiz­

81
metleri görmezlikten gelm di.'Ö nce azledildi ve Edirne civarında
bir köşede oturması uygun görüldü. İkinci olarak da, şehzadenin
matemi sırasında devlet ileri gelenlerinin hepsi siyahlar giyinmiş­
lerdi. Bazı münafıklar, "Mahmut Paşa bu konudaki emre uymadı.
Belki de emrin aksine hareket edip mutluluk elbisesi giyip sevinci­
ni belli etti'' diyerek gammazladılar. Bunun üzerine bir casus vası-
tasıyle gerçek araştırıldı. Allahın hikmeti, paşa, bir hafta em re uy­
duktan sonra matem elbisesini çıkarmış, bazı musahipleriyle sat­
ranç oynarken bulundu. D urum bildirilince padişahın latif mizacı
tümüyle incindi. Adı geçeni Yedikule’de. habs etti. On altıncı günü
de hapisten şehadet yoluyla cennete uçtu. Böylece vücudu ortadan
kaldırıldı.

İstanbul’da cami, m edrese, han ve çarşıları, aynı şekilde


Sofya kasabasında bir güzel camii ve bazı hayratı vardır.

GEDİK AHMET PAŞA: Vezirlerin erkek arslanı ve tedbiri


yerinde vekili, kahramanlıkla mümtaz, yiğitlikte akranlarına üstün,
iyi tavırlı, yararlı biriydi. Bazan Yunan mülkü kurtlan olan K ara­
man askerini ezmede ve alçaltmada, Rus kafirlerinin ülkesini dar­
madağın edip tepelem ede, bazan da sapık Avrupalılara bağlı Pul-
ya adasını, bazı kalelerin mal ve mülkünü feth etmede mızrak gibi
parm akla gösterilir, vezir-i azam lardan hiç biri yerinde tedbir ve
şehametini inkar edem ezler ve onun takibettiği savaş tekniğinden
dışarı çıkamazlardı. Önce beylerbeylikle, sonra da vezirlikle şanı
yüceldi ve sultanın dikkatini çekliğinden 1479 tarihinde kendisine
Arnavud İskenderiyyesi fethi emr olundu. Bazı hususlardan dolayı
üzgün ve kırgın olduğundan, kahram an ve irfan sahiplerine adet
olan naz ve işve ile o görevden istifa ve bahanelerle vazgeçme ça­
releri aradığından vezarellen azlölunup Yenihisar’da haps ve pe­
rişan edilmişti. O yıl İskender nişanlı padişah, İskenderiyye kalesi­
ni fethe yollandılar. Yolculuk sırasında büyük küçük herşeyle biz­
zat kendileri ilgilenmek durum unda kaldılar. Mahmut Paşa gibi
yetenekli vezirin ölümü, Gedtk Ahmet Paşa gibi cesur yiğitin ha­
piste bulunması sıkıntısı, o makule şan sahibi padişahın bu gibi iş­
lerle uğraşmasına sebep oldu. Bazı m ahremlerine bir gün "bir işe
yarar, yetenekli vezirimiz yok ki bizi bu işlerden kurlarsa" diyerek
yalnızlıktan yakınması üzerine, o dönem de Mir-i alemlik mansıbı
ile sancak gibi parmakla gösterilen ve zaman zaman makul ve ye­
rinde kelimeler kullanma konusunda seçkin ve korkusuz olan
Hersckoğlu Ahm et Paşa, o sırada konuşma fırsatı buldu, Gedik

82
Ahm et Paşa’yı anıp "hala o kullan bu işe memur ve kadir olsaydı
sultanın kendisinin bu sıkıntılara katlanması gerekmezdi" diyerek
serbest bırakılmasını ima etti. Gedik Ahm et Paşa’nın, devlet bina­
sı inşaatından bir laşı gediğine koymakla sanki kelimeyi gereği gi­
bi yerine oturttu. İstanbul’dalci görevliye, adı geçinin bırakılmasını
emir ve tedarikini görüp Hevelonya tarafına gönderilmesini işaret
etti. İskenderiye çevresi ve Pulya karşısındaki Hevelonya vilayeti
hükümetiyle emsallerine üstün olup o vadilerde pek çok gazalar ve
fetihler yaptı. Kısacası bunlar kendi dönemlerinde tam bir dira­
yetle akran vc emsalinin kıskandığı biri idi. D aha sonra Sultan B a­
yezid H an’ın padişahlığı sırasında bazı kıskanç kişilerin tahrikle­
riyle öldürülüp vücudu yok edildi.

M ESİH PAŞA: Devletin ileri gelenlerinden olduğundan


M ahmud Paşa’nın yerine vezir-i azam olup yüce şan buldu. G ü­
nahları bağışlanmış Sultan M ehmet H an zamanında Rodos adası­
nın fethiyle de görevlendirildi. Mesih Paşa daha sonra vezirlikten
azledilip azarlama ve cezalandırma yoluyla Gelibolu sancağı beyli­
ğine verildi. Kısacası bazan vezirlik, bazan da beylik yaptı. Sonun­
da 1484 senesinde Sultan Bayezid devrinde Kasım Paşa’nın yerine
vezir-i azam oldu. Bir süre sonra padişahın izniyle hacca gidip o
mutluluktan da nasibini aldı vc tekrar devlet kapısına döndü.
Güçlü otoritesiyle tek başına vezirlik yapıp taat ve ibadetle vaktini
geçirirken 1501 yılında G alala’daki barut mahzenine yıldırım düş­
tü ve yangın çıktı. Adı geçen o büyük yangının söndürülmesine
gayret ederken sarığı tuluştu ve yüksekten düşerek ayaklarını kır­
dı. Ü ç gün sonra da öldü. H atla G alata kadısı da o sırad i vezirin
yanında duruyordu. Aynı anda o da ahirete hareket etti.

VELİYYÜDDİN OĞLU AHMET PAŞA: Onunla ilgili ay­


rıntılı bilgi, şairler bölüm ünde anlatılmıştır.

Vezirlerin dayanağı' H am za Bey oğhı MUSTAFA PAŞA:


Beylerden biriyken vezir oldu. Sultanın mizacına uygun pek çok
övülecek işi görüldüğünden Sultan Bayezid devrinde de vezirlik
görevinde bırakıldı. Eceli gelinceye dek, bir yıldan fazla değerli ve
saygın lululup yüce bir şanla akranlarının kıskandığı birisi oldu,
Kadir bilir, bilgin vc doğruyu söylemekten.çekinmeyen bir ve.:iıdi.

AYAS PAŞA: Buıılaı da yaıdım elmeyi alışkanlık haline ge­


tirdiği kullaiuidan olup vc/iı üklc mutlu kılındı. Sultan Bayezid

83
devrinde de yüce vezirlik makamında bırakıldı. Cem Sultan’la
Bursa civarında yapılan savaşta, harp alanındaki askerin öncüsüy-
ken şehitlik mutluluğuna ulaştı.

HADİM SÜLEYMAN PAŞA: Kapıağalığından çıkıp beyler­


beyi oldu, iltifata yakın düşüp çok şöhret kazandı. İnebahtı fethiyle
görevlendirildiyse de fethe kadir olamadı. Zam an zaman gücünü
göstermeye gayret ettiyse de hiç bir iş göremedi. Ama inancı sağ­
lam, inatçı kimseydi.

HAS MURAT PAŞA: Sultan M urad devrindeki vezirler­


dendir. Sonradan Sultan M ehmet de vezirliğini uzattı. Kahraman,
yararlı, tecrübeli biri olduğundan Uzun H asan’la yapılan savaşta
genellikle o görevlendirilmişti. N erede bir düşman bulunsa padi­
şah onu gönderirdi. Tercan civarında Uzun Haşan, muzaffer or­
duyla karşılaştı. M urat Paşa orada diğer akranlarından daha çok
dövüştü. Bu yüzden T ercan’da canı uçup gitti, cesedi kana boğul­
muşken ter düştü. Yani cennet bahçesine niçin bensiz gidiyorsun
diyerek çıkan ruhuyla ayrılışıp küsüştüler. M urat Paşa’nın İstan­
bul’da camii ve medresesi vardır. Bunlar çok yerinde yapılmış ha­
yır eserleridir.

OĞUZ OĞLU İSA BEY: Anadolu beylerbeyi iken Rumeli


beylerbeyliği verildi. Rahm etli Sultan M ehmet H an ölümünden
önce Mihaloğlu Ali Bey, Malkoçoğlu Bali bey ve başka pek çok
beylere serdar tayin edilip Engürüs sınırına gaza ve cihat niyetiyle
gönderildi. Fakat Allahın hikmeti İsa Bey şehitlik şerbetini içip*
dünya devletinde, yiğitlik vc şehametle önde gelen olduğu gibi
ahirel liderliğinde de şehitlik eyaletiyle yüce şan buldu. Doğrusu
ki zamanın Rüstem ’i ve dünyanın saygın İsfendiyar’ı idi. Halen
mezarı M üslüman ve kafirlerin ziyaretgahıdır. Herkes adak ve sa­
dakalarıyla gelip o yolla arzularına kavuşurlar. Üstündeki kubbeyi
o devirde kral Zal yaptırmıştır. Şehit olduğu gece, temiz mezarına
nur indiği kafir kadın ve çocuklar tarafından görüldüğü için kera­
m etinden kuşkulan kalmamış. Bu yüzden kubbesinin yapılmasını
üzerlerine borç addetmişler.
Yazarındır; Fena rüzgârından onun hayat mumu her ne ka­
dar sönmüşse dc, şehadet nurunun parıltıları başında ışıldamakta­
dır.
(129 a)
84
2. Menakıb-ı Hünerveran’d a n ^

Yazıcılık Sanatının Gerekliliği ve Güzel Yazının Şerefi

Bilinmelidir ki gerek gizli, gerekse açık ilk yazı yazan ve ilk


elbise diken İdris Paygamberdir. Yani insanlardan ilk kalem kul­
lanıp yazı yazan, terzilik edip elbise biçen İdris Peygamberdir,
Tanrının selamı onun üzerine olsun. M elekler zümresinden ise
kulların işleri ve çok ibadet edenlerin yaptıklarının yazılmasıyla
görevlendirilen ve bu yüzden beğenilip ululanan "Oysa değerli ya­
zıcılar sizi gözetlemektedirler"1^ güzel tanımıyla ünvanlanan iki
meleğe daha çok saygı gösterilmelidir.

Özellikle yazıcılık öylesine şerefli bir sanattır ki şanı aziz ve


yüce olan Yaratıcı Tanrı yüce kitabında "ve ona levhalarda yaz-
dık"(38) açjk ve kutlu buyruğuyla, ayrıca "Allaha and olsun
ki ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz diye yazmıştır'^39) güzel
kelamıyla m ukaddes cevherini belli etmiştir. Özellikle "Nûn’a .ka­
leme ve onların yazdıklarına and olsun ki"(40) yüce âyetiyle saygı­
değer yeminini yapmıştır. Peygamberin vasisi imam Ali de Tanrı
onun yüzünü ışıtsın, "yazı ilmin yarısıdır''^41) nüktesini herkese du­
yurmuştur .M uhammed oğlu İmam Cafer-i Sadık hazretleri de, A l­
lah kendisinden razı olsun, ' Ağlarken tesebbüs eden kalemden
daha güzel bir şey görm edim '^-) demişlerdir. Bunlardan başka
bilge Eflatun "Kalemler vehimlerin binekleridir"^43), fen sahibi
Calinus ''Kalemler anlayışlılığın binekleridir" (44} ve maharetli Uk-
lidis "Kalem, aklın susturduğu şeyi kaybetmek, kalbin topladığını

36) M etin. İbnülem in M ahm ud K em al İn al'ın hazırladığı M enak ıb ü 'l-h ü n erv erân
(İ s t.1926) ile H a tta tla rın ve K itap Sanatçılarının D e sta n la rı (H az.D r.-
M üjgan C u m h u r A n k ara. 1982) adlı çalışm adan alınm ıştır.
37) A yet. İn fita r suresi. 10-11.
38) A yet. A 'ra f suresi. 145.
39) A yet. M ücâdele suresi. 21
40) A yet. K alem suresi. 1
41) H z.P eygam berin dam adı ve am casının oğlu olan IV .halife İm am b.E bi T alip ’in
(598-661) sözü.
42) O n iki im am ın alım cısı (700-765). H adis alanındaki d e rin bilgisi ile tan ın m ış­
tır.
43) T anınm ış Y unanlı bilge (M .Ö .427-347).
44) C alinus. G a len u s C laudius (130-200). M ü slü m an lar arasın d a C alinus adıyla
tan ın a n Y unanlı filozof.

85
boşaltmak suretiyle sözü yok e d e r't45) demişlerdi. Belagat sahibi
bazı bilge kişiler ise "İnsanların akılları kalemlerin sivri uçları al­
tındadır" rumuzunu açıklamışlardır.

Kısacası, levh ve kalemin yüceliği ve yazının üstünlüğü, çe­


şitli ümmetler ve farklı milletler arasında geçerli olan m uteber ka­
lemlerin gayrı m ürekkep harflerinin de bilinmesi gereği, söz gö­
türmez. İmdi Arap, Accm, Türk deylem ve diğer yazılan bilinen
toplum lar arasında, elde bulunup kullanılmakta olan kalemlerin
alfabeleri hep birdir. Ancak tarz ve biçim bakımından birbirlerin­
den bütünüyle farklıdırlar. Kaldı ki ruhani ilimlerin bilgeleri ve
batı ülkeleri bilginlerinin kesin kararlı dinin yasağından kaçanları,
birbirine zıt olan milletlerin büyüleri,tılsımları ve onların benzeri
gizli ilimlere bağlı olan ince deri yapıcıları ve yazı yazanları bazı
kalemleri de seçmişlerdir. O usulleri yüce olan ilimleri, ehil olma­
yanlardan korumayı o kalemlerle sağlamışlardır.Hatta bazıları bir
tılsımı üç dört kalemle yazmak ve o türlü karıştırıp başkalaştırma
yoluyla, tılsımlı gömü gibi, sırlarını da saklayabilmişlerdir.

O kalemlerin ilki A rabî kalemdir. Şimdilerde A rap Acem,


Osmanlı ülkesi ve deylcm’de değer verilen o kalemdir. İkinci kalem
KûfTdir. G enelde hicreltcn önce geçerliliği olan kalemdir ve harf­
leri bazı Arabiye sınıflarında pek bilinmez. Üçüncü kalem Tabi’
idir. Tılsımlı dualar yazan vefkçilerle diğer ufukları gözleyen yıldız
bilimcileri onu kullanagelmişlcrdir. Dördüncü kalem Hermes Ha-
kîm’dir kK46) Eremya^ ) ve bazılarına göre İdris Peygamber deni­
len ulu nebi odur. Sanırım kalemlerin önde geleni bu olmalıdır.
Beşinci kalem Kalkatınî, altıncı kalem, Hükemâ, yedinci kalem,
Esrâr, sekizinci kalem M eknûn, dokuzuncu kalem, İşaret, onuncu
kalem, Süryânî, onbirinci kalem Kutayrî, onikinci kalem, Yusuf
Kâhin, onüçüncü kalem Yıınanî, onaltıncı kalem, Kıbtî, onyedinci
kalem, Çivi ve onsckizinci kalem Sakalebî’dir. Aslında tamamı yir­
mi çeşittir diye yazılmıştır. Ancak ayrı ayrı yazılışlarını gördüğü­
müz bu 011 sekiz kalem kayıtlara geçmiştir. Çağın yazıcıları tara
fından altı kalem olarak sayılanlar ise, sülüs,nesih, la’lik, Teyhânî,

45) fiuklid cs (\1.Ö .III.yüzyıl), \liia liim a n dünyasında L'klidcs adıyla tan ın an eski
çağ filozofu.
4 6 ) Ilc rm e s. bir A rk ad ia tanrısı T h o l ile karıştırılıp H e rm es T rism egislos d a d e ­
nir. Sihir, astroloji ve simya üzerine bazı ese rle ri olduğu söylenir.
47) S uhuf indirilen n eb ilerd en o lu p Y uşa bin A n ıcn devrinde yaşam ıştır.
muhakkak ve rik’adır. Bunlardan başka nesta’lik, çep hattı, divanî
kırması ve deştî yazı vardır ki toplamı on kalem olur. Böylece ka­
mış kalem sanatının "O tam ondur"(48) güzel ayetinin beraatına
uygunluğu gerçekleşmiş olur. Öyleyse buradaki sayı, yazının üslu­
buyla ilgili olan farklardandır. Bizim açıkladığımız kalemlerin sa­
yısındaki bu sınırlama, tasnif edilmiş harflerin çeşitli şekillerindeki
uyuşmazlıklanndandır. Yani onların altı kalemi ve diğerleri toplam
olarak bir kalemdir. Bu bakım dan kasd olunan, üslubun birbirine
benzememesi değildir. Belki cevher harflerin başka tarzda yazıl­
masıdır.

Kılı kırk yaran inceleyiş, zihinlerin ve yaradılışın levhasına


anlayış ve kavrayış kalemiyle yazılmalıdır ki ince ve anlaşılması güç
şeyleri bilen katipler, kalemin ucundaki yarığın yazıcıdan yana
olanına Ünsî ve yazıdan yana olan şakkına Valisi adım verirleT.
Nesih, sülüs ve rik’a adı verilen yazıları yazmada, kısacası kâtipler
arasında itibar edilip zaptolunan altı kalemde vahşî yönün ünsî ya­
nının iki katı kadar olmasına, divanî kalemde, bir başka deyişle
çep yazıda, kırm ada ve deştîde bunun tersi olup ünsînin vahşîsinin
iki katı olmasına dikkat ederler. Yalnız nestalik kalemde ünsîsi
vahşîsine eşit olmalıdır.

Sözün kısası, altı kalem m ahareti ile ün yapmış, şöhret ka­


zanmış ve yazıları beğenilmiş katipler, kalemlerini o biçimde eğril­
tilmiş olarak kesmelidirler; kendilerinden yanı bir nokta kadar
ise, diğer tarafım iki nokta etmelidirler. Divanî ve kırma yazanlar
ka'emlerini aksine kesip kendilerinden tarafını iki nokta, diğer ya­
nını bir nokta miktarınca bırakm alıdırlar/49^ Am a yazdıkları nes­
talik ise iki yanını da birbirine eşit kesmeleri gerekir. Aslında bir
miktar eğriltilmiş kullananları da vardır. Ancak bu doğruyu arayış
çoğunluğa göredir.Çünkü nesta’lik yazan güzel yazıcılardan Meş-
hedli Ali, Mir Ali, Mâlik, M ahmûd Şihâbî ve bunların yolundan
gidenler kalemlerini eğri kesmişlerdir. Başka yönde yürüyen Eni-
sî, kardeşi Abdülkerim Padişah ve A bdurrahm an adlı babasıyla
onun öğrencileri cezm keseneği kullanagelmişlerdir. Ancak Mev-
lana Şâh M ahmûd "İşlerin hayırlısı orta yolda olanıdır" ince m ana­
lı sözünü övülmeye değer görüp orta kesiş üzre vâsitî kullanmayı
uygun bulmuştur.

48) A yet. B akara suresi, 196.


49) Eski yazıda harflerdeki çizgilerin boyunu tesbit için ölçü birim i.

87
İşin gerçeği araştırılırsa, dünyanın güzel yazıcıları ve çok
bilgili yazarları olan üstadların, kalem kısmının elbette vâsitisini
kullanmaları uygun olur. Onun da çok sağlam, dayanıklı ve demir
gibi olanını seçmelidirler. M ürekkeplerin çıra isinden yapılmış
cinsini kullanmayıp hibr kısmının gayetle siyah ve parlağını kullan­
malıdırlar. Çünkü bu, zamanın geçişiyle hep aynı durum da kalır,
rengi ve cilası zamanla daha netleşmesinin dışında irfan sahipleri­
ne arm ağan ve zaman sayfalarına marifet süsü olan kıt’alara vas-
sallık gerektikte altına bir kat daha kâğıt yapıştırıldığında veya
yanlışlıkla suya dokunup nemlendikte yazısı bozulup ortadan kalk­
maz. Ayrıca bir parçacık ellenmekle nakış ve resmi bozulup git­
mez. Kağıt cinsinden de kesinlikle H aşebî ve Dımışkî’ye önem ve­
rilmelidir. Kâğıdın Sem erkandî’sinden aşağı inilmemelidir. Kâğıt
türünün en alçağı Dımışkî olup derecesi bilinmektedir. İkincisi
Devletâbâdî’dir ki kalitesi herkesçe malumdur. Üçüncü, Hıtayî,
dördüncü Adilşâhî, beşinci ipek Scmerkandî, altıncı Sultânı Se-
mcrkandî, ycdinci Hindî, sekizinci Nizâmşâhî’dir. Dokuzuncu Ka­
sım Bigi, onuncu İpek H indî olup küçürek boydadır. On birinci
KevnîTebrîzi şeker renklidir. İşlemesi Tebrizli’lere özgedir. Oni-
kincisi Muhayyer’dir, o da şeker renklidir. Sözün kısası kağıt ko­
nusunda eski katiplerden şöyle bir manzum kıt’a kalmıştır:

Bütün ülkelerin en iyi kâğıdı


Şam'dan, Bağdat ve H int’ten geldi.
A rdından Scm erkandî beğenildi,
Diyarbakır’dan da güzel kâğıt çıktı.
Diğer yerlerin kâğıdı samanlı olur,
Kuru, mayasız ve kokulu da.

Uyulması gerekli kural: Bilinmelidir ki İran katipleri ve gü­


zel düzenlemeyi bilen yazıcılar, değerlendirm elerinde kırk beş
harfi, bazılarının söylediğine göre ise elli harfi bir beyit kabul
ederler. Bir kitap yazdırılmak istendiğinde ise biner beyitten söz­
leşirler. Kitap, en adi yazıyla yazılacaksa bin beyti bir floriye, orta
yazıyla bin beyti iki floriye, eğer en iyi yazıyla yazılacaksa üç flori­
ye ücret kesişilir. Eğer hattatı ünlü ve yüksek şöhret sahibi bir gü­
zel yazıcı kalemiyle yazılacaksa bin beyti için üç altından fazlasına
ücret keserler. Bu daha da artabilir.

Dahası, o tarihte Irak’taki güzel yazı yazanların başta gele­


ni Yezdli Mevlana Kutbcddin M uhamm ed bin beyti kaça yazar di-

88
ye sorduğum uzda bin beyil ona beş floriye yazdırılır diye cevap
vermişlerdi.

İmdi söz sırası yedi üstatlar denilen bu makbul zümrenin­


dir. Ü stad Yakut’la altı nefer öğrencisi bu sayışa dahil olmak üze­
re hesaplanmışlardır. Aslında Sühreverdrnin diğerleri gibi onun
öğrencisi olmadığı ve çağında.harflerinin cevherlerini hokkası ara­
sına dere etm ede Yakut’un yazılarının incilerine karşılık tutup
Sayrafî gibi teslim dükkanında, doğru yaradılışın kalpını sağlamın­
dan ayıramadığı yaygın olarak bilinmektedir.

Fakat M evlâna Yakut, hacc-ı şerife giderken Ahm et Sühre-


verdnnin oturduğu şehre gelip hatta kitabethanesinin yakınında
konaklayıp öğrencilerinin kalemleri kesmesine baktığında "Üsta­
dınız fena yazıcı değilmiş, ancak tuhaf olan şu ki kalemini cerbî
kullanıp m uharref kesime istekli değilmiş" dediğinde yetenekli öğ­
rencilerinden biri hemen gidip bunu üstadına söylemiş. Bir kâtibin
gelip kalemlerinin kesilmesine karıştığını bildirmiş. Sühreverdî de
biraz şaşırıp benim yazıma karışan herhalde Yakut olmalı diye dü­
şünmüş. Gecikmeksizin kitabethanesine gelmiş. G örür görmez de
duyduğu alam etlerden gelenin Molla Yakut olduğunu anlamış.
Şüphesiz kalem kesme ve yazı yazma inceliğinin yolunu o saygı
duyulacak günde öğrenmiş.

Ancak daha önce adı geçen Molla Abdullah Sayrafî, gü­


nahları bağışlanmış Sultan Hüseyin Baykara’nm devletli çağında
güzel yazıcılıkla ilgili kitabet hizmetindeydi. Allah’tan muzaffer
padişah, o sıralarda beyt-i ma’mûr benzeri H erat kentinde Med-
rese-i Mirza adıyla tanınan, içi vc dışındaki katlan dört bin kapı
odayla çevrili, sahasının ortasında Cûy-ı İncir adlı bolluk akıtan
nehirle bayındır vc bütün duvarları, tom arlar ve hâşiyeler lacivert
ve tilâdan naks'olunmuş kâşi güzellik işaretli bezenmeyle herkesçe
beğenilmiş bir bina yaptırmış. Bunlardan başka yapı, bayındır
dünyanın gezginleri ve yedi iklim sahillerinin yüzücüleri,yer yü­
zünde böyle bir yapı görülmediğinde ve nicelikte o türlü bir ima­
ret bulunmadığında birleşmişlerdir. Ağırbaşlı akıl mimarı vc uzağı
gören yaradılış mühendisi (Tanrı) tarafından göklerin ve yer yüzü­
nün yapısı icad olunalı onun gibi bina temele kudret bulmuş değil­
dir.
Bunlardan başka Osmanlı ülkesi hattatlarının da yedi üs­
tatları vardır. Bunlardan ilki, Mevlânâ Şeyh Ham dullah Am âsf
89 ,,
dir.İkincisi onun doğru yolu tutmuş akıllı oğlu ve mutlu, hünerli
oğlu M evlâna D ede Çelebi’dir. Kendisi Şeyhzâde lakabıyla tanın­
mış ve babası seviyesinde övgüye layık biri olmuştur. Üçüncü Ce-
laloğlu Muhyiddin Amasî, dördüncü küçük kardeşi Mevlâna Ce­
mal Amasî’dir. Son ikisi Celal ve Cemal adlarıyla tanınmışlardır.
Yazıları inceliğin doruğu olarak bilinir. Haklarında şu övgü söy­
lenmiştir:

Cclaloğlu ki haltâl-ı cihandır


Nazîri gelmedi nesh-i celîde

Ana hatm oldu bu nesh-i celî bil


Nitekim Kûfî hatm oldu Ali’de

Egerçi cidd ü cehd etmiş velîkin


Sunulmuştur ana kâlû belî’de

Karındaşı C em il'in hattı dahi


Tcberrüktür Sifâhân u Gili’de

"Cihan hattatı Cclaloğlu’nun celi yazıda bu dünyada eşi


benzeri gelmedi. Kûfî’nin Hz. Ali’de sona erdiği gibi celî neshinin
de onda sona erdiğini bil. Bu yeteneği kazanmakta aslında çok ça­
lışmıştır ama bu iş ona Kâlû Belâ’da sunulmuştur. Kardeşi Cem al’
in yazısı da İsfahan ve Gili’de uğur sayılmıştır."

Beşinci Molla A hm ed Karahisârî’dir. Osmanlılar’m ünlü


ustası olan Karahisârî’yi övme yolunda söylenmiş şu matla, şairler­
den birinin armağanıdır.

H att-ı hûb içre beyâza çıkarıp kendüzini


Yazının Karahisârî’dir ağardan yüzini

"Güzel yazı içinde kendini beyaza çıkarıp yazının yüzünü


ağartan Karahisâri’dir."

Altınca Mevlana Abdullah Amasî’dir. Celal ve Cemal onun


dayılarıdır. Yedinci, Şerbetçizâde Mevlana İbrahim ’dir ki Bursalı’
dır. Edirneli olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusu bunların
her biri ad yapmış, mücevher gibi seçkin, hünerli kişilerdir. Ancak
adı geçen Şeyh Hamdullah, Sultan M ehmed H an oğlu Sultan Ba-

90
yezid Han devrinde Osmanlı ülkesine gelip arpalık zeametiyle ve
otuz akça gündelikle göreve ^tanmış, özellikle m erhum Sultan Ba-
yezid H an’ın en candan musahibi ve vezirlerin bile haset ettiği
saygıdeğer yakını olmuştu. Mısır fatihi Sultan Selim H an zamanın­
da öldü. Bütün Osmanlı hattatları arasında ona gösterilen saygı
başkalarına gösterilmemiştir. Birçokları onun hakkında şöyle d e ­
mişlerdir.

Şeyhoğlu Ham dı hattı tâ kim zuhûr buldu


Alemde bu muhakkakki nesh oldu hatt-ı Yakut

"Şurası muhakkak ki Şeyhoğlu H am dî’nin yazısı ortaya çı­


kalı beri, bu dünyada Yakut’un yazısının hükmü kalmadı.”
Bunların çoğu Sultan Süleyman Gazi devrine yetişmiş ve
gerek Karahisârî, gerekse diğerleri on beşer on altışar akçalık gö­
revlere atanmışlardır. Bunlardan sonra Şeyhzâde’nin çağdaşı ve
Argun Kamil çığırının son ustası olan Mevlana Köse Muhyiddin
yetişmiştir. Mevlana Abdullah Kırîmî ise T atar lakabıyla tanınmış­
tır. Nesih kalemi Şeyhzâde’den sülüs, reyhani ve diğerlerini, eski
yedi kalemlerin kıtalarından meşk etmiş ve onların öğrencisi sayıl­
mıştır. Sultan Süleyman H an, Sultan Selim Han ve padişahımız
Sultan M urad H an çağlarında başkent yazıcılarının başı ve görevli
yazıcıların en tanınmışı o olmuştu. Bir de adı geçen D ede Çelebi’
nin oğlu Derviş Çelebi vardır. O da Şeyhzâde adıyla epey ün yap­
mıştır. D aha önce zikr edilen T atar Abdullah onlara yetişmiştir.
Bir de Gelibolulu Mevlana Kâtip Hüsam vardır. H er kalemde be­
cerikli, özellikle sülüs celisinde benzeri az bulunur bir üstattır. Bi­
ri de Molla Hasan’dır ki Karahisarî kulu diye tanınmış bir Hak
yolcusudur. Sülüsü üstadıyla eş değerde değilse bile daha aşağı da
değildir. Biri de Vizeli Revânî M uslihiddin’dir. G alata sarayı’nın
yazı hocası ve daha önce adı geçen Mevlana A bdullah’ın saygıde­
ğer öğrencisidir.
Bunlardan sonra Üsküplü Davut, M araşlı Katip Hayred-
din, Edirneli M ahmûd Çelebi-, Bosnasarayı’nda oturan Molla Ab-
durrahm an ve Divan-ı Alî yazıcılarından bu yüzyılın ünlüsü Molla
N uri gelir. Bir diğeri de Hüsam-ı Zerrin-K alem ’dir. O da Divan’m
saygıdeğer yazıcılarındandır. Manisalı Divane Memi’nin altı ka­
lemdeki üstatlığı ise çağındaki herkes tarafından kabul edilmiştir.
Mcnâkıb-ı H ünerveran .8-910-11; 18-19-20; 24-25-26 H attatların ve
Kitap Sanatçılarının Destanları, 25-31; 44-45-46; 53-54-55-56) -
91
3. Halatü’l-Kahire rvIine’l-Ada(i’z-Zahire’Dtn(50)

Bu verilen ayrıntılardan başka M ısır’ın iik anlatılacak yanı


Nil Nehri suyudur. Bu su, son derece tatlıdır; bulanık göründüğü
halde bile sonsuz güzellikle ve hazmı kolaylaştıran, temiz mi temiz
ve pek tatlı bir sudur. C ennetten çıktığı peygamberin hadisi ile sa­
bittir. H em en yıldan yıla belli bir zam anda Nil’in suyunun günden
güne artması, eskiden Abbasi halifelerinden M emûn Halife’nin
yaptırdığı Mikyas’dan^51) belli olmuştur. Aslında onu yapan pey­
gamberliğe ve hikmet ilmine ermiş olan İdris Peygamber’dir. O bu
mikyası bulmuş, ekip biçme zamanı Mısırlılara bildirip Nil suyunu
zamanında akıtmıştır. G iderek bir hayli zaman geçip de Mikyas
ortadan kalktığında onarılıp “yerine konması M em ûn’un halifeli­
ğinde gerekli görülmüştür. Am a şehrin Halic’i Yusuf-ı Sıddık’
ın(52Vbir mucizc olan işidir. İşte Nil nehrine bu iki peygamberin
güzel himmeti, onun eksiksiz güzelliğinin macerasına tanıktır. Kı­
sacası, Nil’in kabarm ası zamanı gelir, Mikyas’taki şeyhler, günde
kaç parm ak artarsa ilkin zamanın hâkimine, sonra Mısır halkına
bir günden bir güne bildirilir. Bu kaide, feyezân zamanına dek yü­
rür. Bundan dolayı bu mazmunu nazm etmişlerdir, yani bunu şu
yolda anlatmışlardır:

Mikyâs-ı Nil bezi eder etrafa âbın


M ısrîlcre verir yine barınak hisâbın

"Nil Mikyas’ı çevresine suyunu bol bol verir; Mısırlılara yine


parm ak hesabını gösterir."

Doğrusu zamanın az bulunur işlerinden, tılsımı andıran şa­


şılacak eserlerindendir. Nehrin suyunun artması son kerteye var­
dığı, yani denem elere göre çevreye vc köylere salınacak miktarda
şişliği zaman, ülkenin başında bulunan soylu ve adlı sanlı kimseler
gemiler donalırlar. Ü ç-dört gün önce Mikyas’ın yanma varırlar.
Gecelerce ateş donanması yaparlar; özel kandil gemileri donatıp
ortalığı aydınlatırlar. Davullar, borular ve zurnalar çalıp toplar,

50) M etin , H â lâtü 'l-K âh ire M in c l-A d â li'z -Z â h irc (H az.O .Ş aik Gökyay, A nkara,
1984) adlı çalışm adan alınm ıştır,
51) N il'in sularının kabarm asını ve çekilm esini ölçm ek üzere yapılm ış olan ölçek.
E m evi h alifelerinden Süleym an zam an ın d a dikilm iş ve 715 yılında ta ­
m am lanm ıştır. A bbasi halifelerin d en M c'm uri zam anında (813-883) 814
yılında onarılm ıştır.
52) Sözüne, güvenilir d e m e k o lan b u kelim e H z. Y u s u f un sıfatı o larak kullanılır.
92.
tüfekler atıp şenlikler yaparlar. Nil nehrinden Halic’e su akıtacak­
ları gün de büyük ziyafet softaları kurulur. Su ilkin şehrin Haliç’
ine, sonra köylere ve çevrelere ulaştırılır. Bundan sonra nice bin
köy halkı ekinlerini ekip o yerlerin kıtlığı ve pahalılığı bolluğa ve
ucuzluğa döner. Bir de Peygamber’in Mısır ülkesiyle ilgili bir ha­
disinin sonunda "Sübhanehu H ak Teala, Nil nehrine yılda iki kez
güzel vahyini ulaştırır; birinde buyurulduğu üzre ak denilmiştir.
İkincide, suların alçalması ferm an olunup azalarak akması irade
edildiği kendisine duyurulmuştur."

Mısır’ın ikinci nadiresi Ehram Dağı’dır. Hiç böyle eserler


ve şaşılacak şeyler başka bir ülkede yoktur. Hüsni M ahazara’da
anlatıldığı üzere tufan olayından üç yüz yıl önce Mısır’a hüküm dar
olan Surid Hâkim adındaki kahin ve herkesin ululadığı hükümdaT
bir korkunç düş görmüş; rüyasında yer yüzü değişip altı üstüne
gelmiştir .İşte bu korku ile uyanıp yine uyudukta yine bir düş daha
görmüştür; gök yüzünden bütün yıldızlar yer yüzüne dökülüyor,
bunlar ak kuşlar şekline girip alem halkını bir bir kapışıyorlar, gö­
türüp iki büyük dağın arasına döküyorlar. Sonra o iki dağ birbirine
bitişiyor, aradaki yaratıklar bütünüyle yok olup gidiyor. Surid vak-
ta ki uykusundan uyanıyor, sıkıntıdan korku ve dehşet ateşlerine
yanıyor. Hem en kahinlerini getiriyor, bu düşlerin tabiri nedir, diye
her birine ayrı ayrı soruyor. O nlar da kehânetle bu düşleri, tufan
yüzünden dünyanın batacağı şeklinde yoruyorlar. Bunun üzerine
Surîd’in buyruğu ile üç ehramı yaptırdılar ve içlerine Nil nehrin­
den birer kol akıttılar. Tufan olunca dağlara sığınsınlar, nehrin su­
ları herkesin ayağına gelip susuzluk sıkıntısı görmesinler diye...

İlkin Büyük Ehram ’ı yaptırdı. Hâzinelerin içindeki parala­


rı, değerli nesneleri; tılsımları, gömüleri, tıp ve hendese ilmi kitap­
larını, sözlükleri, hesap bilinıini ye başka fenleri yazdırıp tarihi ile
oraya koydurdu. Bu ehramın içinde hazinedar kılığında bir heykel
yaptırdı; bu heykel hâzinedeki paraya kasd edenleri öldürüp top­
rağın altına yollardı; O tılsımın adını M elhebes koydu. İkinci ola­
rak Batı Ehram ı binası yapıldı. Oraya otuz mahzen dolusu para,
savaş silahları dopdolu kıymetli taşlar, pas tutmayan aletler ve
heykel konuldu. Çakmak taşından elinde harbesi bulunan ve para­
yı almak isleyenlerle savaşa hazır bir tılsım yerleştirdi, ona da
Melhûye denildi. Sonra Doğu Ehram ı yapıldı. H atta dokuz kat
gök benzeri kat kat kubbeler yapıldı. Bunların her biri biribirinden
kem erbentlerle ayrıldı. Ve yine her biri korkulu, yararlı kökler,

93
yararsız öldürücü zehirler, dünyanın önemli nesneleri olan timsal­
lerin bir arada toplu bulunduğu yerler haline getirildi. Sonra siyah
boncuktan hazinedar tılsımı düzülüp eline bir harbe verildi; bir
kürsünün üzerine oturtulup çevresine öfkeyle bakıyor olarak gös­
terildi; onun adına da Ebülhevld denildi. Hepsinin yapıları ta­
mamlanınca o üç ehram a ihram yerine dibalar giydirdi. Tam am ­
landıktan sonra şu anlam da bir kıt’a kitabe yazılıp kondu:

Benim Surîd mülk-i M ısra mâlik


Benimdir cümle bu arz u memâlik

Ben oldum hem bu üç Ehrâm â bânî


Ki yoktur bir daha bunlara sânî

Binâsı oldu altı yılda kâmil


Olasın bâhüner yıkmağa kâbil

Ko yıksın altıyüz yılda tem elden


Husûsâ yapmadan yıkmaktır ehven

"Ben Mısır ülkesine sahip olan Surîd’im. Bütün bu yer, bu


ülkeler benimdir. Bu üç Ehram ı yapan da benim. Bunların bir
İkincisi yoktur.Bünlann yapılması altı yılda tamamlandı. Sen hü­
ner göster de* gücün yeterse yık onları. Ko altı yüz yılda tem elden
yıkılsın. Hele yapmaktan yıkmak kolaydır."

(s.26-30)

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KAHİRE ŞEH Rİ’NİN


KAHVELERİNİN ÇOKLUĞU:

Adım başında bir kahvehane vardır; bunlar ademoğulları-


nın toplandığı paha biçilmez yerlerdir. Seherde namaza kalkan
dindarlar doğrulup buralara varırlar. Bir fincan kahvesini içip
canlarına can katarlar. Bir bakıma bunun verdiği azıcık keyfî, taat
ve ibadetlerinin güçlenmesine sebep sayarlar. Bundan dolayı öğü-
lür ve anlatılır, ama buralarda toplanan cahillere göre bunların
anlatılmağa değer yanı yoktur. Şüphesiz tabiat ehli ve ince üslup
sahibi olanların bu yazdıklarıma ilişip sataşmamalarını, elbftte bu­
rası ikinci bölümde anlatm ak gerekti dememelerini rica ederim.
Çünkü bu bölümde kahvehanelerin anlatılmasının, ikinci bölümde

94
de zamanede kahve içenlerin ayrıntılarıyla ele alınmasının daha
doğru olduğu malumdur. Kısacası, Mısır diyarında kahvehanelerin
çoğu aşağılıklarla ve tiryakilerle doludur. Bunların, nicesi emekli,
yaşlı çavuşlar ve m üteferrikalarla dolup taşm aktadır; bunlar güneş
doğm adan gelirler, altlarına bir eski hasır döşeyip akşam oluncaya
değin eğlenirler. Kimisi köle kısmının keyf ehlidir; söze geldikçe
törpü dillilerin keskin kılıcı, dünyanın olaylarını bilir geçinir Köle­
menlerdir. Bunlara "idrak semtine gel" deseler aklın yarattığı yola
girmez, "kelemen" kelimesini anlamaz; "gelemen" sözünden geç-
mez^53); "Kareşet" kemikesini'salt bundaki harflerin boğazdan çık­
tığı yerlerin yakınlığına dayanarak "kara eşek" sözünden ayırama-
yam54) bir bölük iki ayaklı eşeklerdir. Bir takımı da ata, dona gücü
yetmez, divan hizmetini yapmaya gitmez, adları çavuş ve m ütefer­
rikadır; bedava geçinmekle ün almış bir fırkadır ki işleri kahveha­
nenin üst köşesine geçip oturm aktır; söze geldikçe zenginlikten
dem vurup veresiye kahve içmektir. Yalan yanlış kimi girişler ya­
parak otu geçtiği^5) gibi kendisinden geçmektir; yani çoğu sözleri
yalandır; boş dedikoduları ya birini çekiştirmek, ya birinin kötülü­
ğünü söylemektir; yahut koğuculuk ve iftiradır; "filan zam anda fi­
lan idim ve filan devletlüye kethüda idim ve filan serhadde pehli­
van idim; ve filan savaşta kimi Rüstem, kimi Neriman idim." diye
kesip atarlar. Bu gün de kendilerinden doğru bîr söz işidilmesi ne
mümkündür, ne de bunun kolayı vardır.

Lânet olsun ana kim söyleye kasderi*yalan


İde geh ellere geh kendüye vâfir bühtân

İşi hiç rast gelir mi aceb ol nekbetinin


Jüzb edip eyleye îmanı sarayın viran

Hayf o mü’min gözüne kim baka kâzib yüzüne


Yazık ol doğruya kim eğriye olmuş nigerân

53) K elem en-gelirim ". K ölem enler. M ısır'a getirilm iş kölelerdir. B u n lar Kıpçak
o lara k ad lan d ırılan b ir T ü rk lehçesi kon u şm ak tad ırlar. Bu lehçede "Kele-
m en" gelirim . O sm anlıca ise "gelem em " dem ek tir. Y azar bu yolla onların
bilgisizliğini gösterm ek istem iştir.
54) "K araşet" ebced adı verilen b ir sıralam an ın a ltın a bölüm ü. Bu h a rfle r sayı d e ­
ğ erlerin e göre sıra la n m ıştır ve tarih d ü şü rm e b u n ların sayı değerleriyle
m eydana getirilir.
55) E sra rk e şle rin y u ttukları afyonun tesirinin geçm esi.

95
Kâzibin yüzüne bakan kişinin onm az işi
Erişir mamelekine nice yüzden hüsrân

"Bile bile yalan söyleyene lânet olsun; böylesi kimi kendine,


kimi başkalarına çok çok ifıira eder. Yalan söyleyip de imanının
sarayını yıkan nekbetinin hiç işi rast gider mi? Yalancının yüzüne
bakan müminin gözüne yazık: yazık, o eğriye bakan doğruya. Y a­
lancının yüzüne bakan kişinin işi onmaz; onun varına yoğuna nice
yönden ziyan gelir."

İnceden inceye araştırılıp varılan gerçek şudur: Adı geçen


şehirlerin kimi kahvehaneleri ağzı salyalı divanelerle doludur; hele
hele akıl ve idrake yabancı olanlar sayılmakla tükenmez. Hele da-
rüşşifâları delilerin hasretine tutulmuş bimarhane adını taşırken
bunlar o hastalığın hastası olarak harap olmuş. Bucakları akrep,
yılan ve kimi de bit dolu. Kahvelerde kendilerinden geçmiş şaşkın,
çevresine hayran hayran bakan tiryakiler^56) duvardaki resim gibi
duvara dayanıp kalmışlar; M üslümanların toplandığı köşeleri put-
haneye döndürmüşler. Şaşılacak yer şurasıdır ki onun gibi uygun­
suzlara saz bile çaldırırlar. Binlerce kımıldayan ölü ile dolmuş
meclisleri düğün evine çevirirler. Oysa onları kim okur kim dinler.
Zavallı sazendeler,salt ücret almak için çalıp çağırırlar; çeng ve
rebab gibi inil inil inlerler..

N erede bulunur öyle bir kahve ki Türk zarifleriyle dolu ol­


sun; ya da arap vc Acem bilginlerinin toplandığı bir yer olsun.
(s.39-42)

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

GELİN VE GÜVEYİ İLE İLGİLİ TÖREN KONUSU

Bir kız ere verilse önce kadınların düğün toplantısı olur; kı­
na gecesi denen bir gece toplantısı yaparlar. O gcce mutlaka gü-
veyiyi donatıp bir kürsi üzerine oturturlar. Bildiklerinden ve ya­
bancılardan orada bulunan kadınlar ve kız-oğlan kızlar ve erkek­
lerden kadınları seyr etmeğe düşkün olan çapkın âşıklar iki tarafa
saf bağlayıp otururlar. Sonra süslenmeye alışık olan gelini donatır­

56) Tiryaki. esrark e ş, dem ek tir. H ayran d a bu anlam dadır.

96
lar. Yüz yazıcılar kudretlerini gösterip gelini süsledikten sonra
balmumu ile göz kapaklarını berkitirler, bununla başkalarına bak­
mayıp gözünü açınca güveyi görsün dem ek isterler.

İmdi gelinin giyeceği kaç pare elbise varsa mutlaka bir bir
giydirirler. Süsleyip donattıktan sonria güveyinin karşısına getirir­
ler. Güveyi de bir nice gelini buradan seyr eder. Gelin o toplanılan
yere gözü bağlı gelir gider. Gelinin süslenme işi tamamlanıp ka­
dınlara özgü giyeceklerden sonra gelin bu kez erkekçe kılıklarda
görünür. Hepsi gâh perişanı destâr ile /57) gâh kellepûş ve gecelik
külah giymiş olarak dürlü kılıkta ortaya çıkar. En sonra da çavuş­
ların giydiği mücevveze*-58) ve bozdoğanla^59) gösterirler. Ama bu
nazlı gelin dam ada yakın gelince elindeki topuzla vurup onu buy­
ruğu altında tutmayı kasd eder. Lâkin, gelinin, tarafları bu işe'çalı­
şırlarken, güveyinin yakınları da hemen o anda zavallıyı kapıp gö­
türür, kurtarmaya çalışırlar. Oysa o iki halden biri olur; ya gelin o
anda güveyiyi vurur ya da bunu yapamaz. Gerçi, bunca namahrem
avratlar ve kız-oğlan kızların yüzleri açık olarak oturmaları ve gü­
veyinin kendilerine mahrem gibi sayılması meselesi, erkekler'kıs­
mının da levend ve evbaşlarınm zam para denilen, nefislerine? düş­
kün nice kallaşları birer köşeden bu durum u seyr ederler. H atta
bu filanın avratı, bu da filanın melek huylu bakire kızıdır diye bir-
birleriyle işaretleşirler; belki kadınların nicesine göz ucuyla ezilip
büzülerek yalvarıp yakarırlar. Bütün bunların yüce şeriata aykırı
olduğu meydandadır. Oysa bu çirkin ve kötü hal, "atalarımızdan
böyle gördük" diyen âyet gereğince elbette kendilerinden görül­
mektedir. Şu A rap kavmi, içlerinden o temiz kişi, Ahm et kendile­
rine gönderilmiş olsun da onlar böylesine yakışıksız işler yapsın­
lar; bu ya bir hiledir, ya da sonsuz bir beladır; sanırım ki o uğursuz
güruhun her biri çetin azaplar çekecektir.
Ama kimi doğru sözlü yakın dostlarımdan bu anlatılanın
gerçek mi yalan mı olduğunu sorduğum da bana gerçek olduğunu
söylediler. M emleketin namuslu olan, sayılır ulu kişilerinin ve vila­
yetin ileri gelenlerinin düğünlerinde bu kepazeliğe izin verilmedi­
ği, kimi fellahların ve aşağılık kimselerden nice ırz ve namus yok­
sulu küstahların düğünlerinde bunun olduğunu söylediler. Hele o
gece gelinin elleri bileklerine dek ve ayaklan topuklarına varınca­
57) K ulların ve uşakların giydiği b ir çeşit başlık.
58) Bakınız. 23 nolu not.
59) D e m ir topuz.
97
ya dek gül, sümbül, lale ve karanfil resimleriyle bezenir, baharlar
ve çiçeklerle nakışlar yapılırmış, bunların olağan işlerden olduğu­
nu bana söylediler.

Yirmi D ördüncü Bölüm; Bir de A rap çocuklarından biri


güveyi olup halvete gireceği gerdek gecesinde onu atlandırırlar;
davul, nakkare vc zurna çalarak gcce sabaha kadar gezdirirler;
yüzlerce kişi m ehtaba ve ışıl ışıl meşalelere karşı damadı eğlendi­
rirler; gerçi dam attan başka atlısı yoktur, ama yayası ve bunların
bağırıp çağırmaları um ulandan artıktır. Bu yolla güveyiyi mahalle
mahalle gezdirirler; ardınca eşeklere binmiş karılar ise l u lu ava-
zesi" ile şehri doldururlar. Kaçan ki dam adın akraba ve taallukatı-
nın, tanıdıklarının vc evli kadınların kapılarına uğrarlar, onlar da
şenlik vaveylası ile meydana çıkıp karşısına saf bağlarlar. Sabaha
yakın olunca bu seyirleri son bulur; ondan sonra damat gerdeğe
girer, gelinin mumlanan gözleri balm umundan o zaman kurtulur.
(s.59-61)

98
4. M evaidü’n-Nefais fi Kavaidi’l-M ecalis’ten^60*

Sultanların SaraylarındakiD urum lainveH arem ’inİçindeki


Gılmanları Anlatır

Kapıları göklerce yüksek ulu sultanlar ve yıldızlar sayısınca


askerleri olan yüce hakanlar bölüğüne gerektir ki olur olmaz soy­
suz gılmanı, oturup kalkmaları alabarda, kendileri hovarda hiz­
metlileri, saygıdeğer harem lerine almasınlar. Gılmanın bir araya
geldiği cennet gibi saraylarına dev ve ifrit soyunu karıştırmasınlar,
ilkin, yerinden yurdundan sorsunlar. Kafirlerin arasında iken de
soylu-soplu mu idi? Bunu öğrensinler. Ve kıyafet biliminden anla­
yan bilginlerden birine şekil ve simasını göstersinler, kıyafetinde
hayır ve düzelme ihtimali varsa içeri salsınlar. Nedir ki "Bu filan
vezirin yerdeşi imiş ve bu da filan ağanın kardaşı imiş" diye bir
alay tasm a-kıran yosmaları yüzce hizmetlerine kabul etmesinler.
T â ki böyleleri giderek, zaman geçip de H as O da’ya girerek ağalık
rütbesine yetişince sonra mansıpla taşra çıkıp da eli altındaki
M üslüm anlara eziyet ve işkence ederek musallat olmasınlar. Ağa­
lığa ve beyliğe, daha sonra beylerbeyliğe çıkıp zulüm ve haksızlık­
larla ün almasınlar. Sebep olanları ve kapısında İskender’in bu­
lunduğu velinimet olan padişahı bedduaya uğratmasınlar. Ya da
olaylar gerektirdiği için işlerinden atılıp devlet kapısına geldikçe
şikâyetçilerini padişahın başına üşüm esinler.

Ebülfeth Sultan M ehm et H an çağında bu kural yürürlükte


idi. Onun için kıyafet biliminden anlayan, Saray hocası adıfoda ir­
fan sahibi bir bilirkişi çağrılırdı. Bu kişi, peşkeş yoluyla gönderi­
len, pencik gılmanı olan oğlanların simalarına bakardı. Kılık kıya­
fetinde düzelme ve dindarlık olanları içeri aldırırdı. ö tekileri ka­
pıcılığa ve yeniçeriliğe çıkan Acemilere katardı, onlar nefer basa­
mağında kalırdı. Aslında kötü yaradılışlılar dünya halkına ve adem
oğullarına musallat olamaz, cevr ü cefaya gücü yetse de bir iki ki-

60) M etinler. Z iyafet Sofraları (H az.O .Ş aik Gökyay, İst. 1978) adlı e serd en a lın ­
m ıştır.

99
şiye ^aj^acağını yapar, nicc bin insana eziyet etmeye güç bula-

(s.43-44)

Sanat Erbabının, Eskicilerin Bile Gerekli Olduğunu


Anlatır

Ulu Tanrı, insanlık gerçeğini, sanatı ve gücü dolayısıyla bir­


birine görümlü kıImıştır.Öteki zanaatçılara göre, hepsinden aşağı
olan penbe-dûzlar ki Türklerin eskici dedikleri fakirlerdir, Tanrı
onların sanatına bile revaç vermiştir. H atta bir defa, Türklerin hü­
kümet merkezi olan Kostantiniyye’de ümm-i Dünyâ dedikleri Mı­
sır şehrine denizden gittik ve yine Süveyş geçidinden zâmie ve ce­
lebe dedikleri gemiciklere girip M ekke-i M ükerrem ’in iskelesi
olan şenlik C idde’ye vardık. Bu arada bir iki ay eğlenildi. Halkm
çoğunun mestleri ve çizmeleri söküldü, ister istemez ayakkabıcı
gerekti. O gemilerde bir eskici bulunamadı, bu yüzden ayakkabı­
lar mestler ve çizmeler onarılamadı. G erçekten de bunların çoğu
kullanılmaz, giyilemez oldu, kaldı. Ama halkın bir eskiciye olan
görümlülüğü kendini gösterip meydana çıktı. Bunun gibi her zena-
atm aslında bu türlü bir geçerliliği vardır. Halkın büyüğü de küçü­
ğü de bunlara gerek duyar. Bütün milletlerin ve ümmetlerin ha­
kanlarının, alemin hadem vc haşem sahibi olup fermanları yürüyen
sultanlarının da sanat erbabının her birine durup durup baş vura­
cakları kesindir. Ne terzinin gördüğü işi ayakkabıcılar görebilir, ne
çıkrıkçıların becerdiği sanatı usta kuyumcular yapabilir. Hüküm ­
darların vc beylerin mansıplar ve mevkiler vermesine zenginlerin
işleri gereği para, pul harcam alarına hele zenaat erbabının.sanat­
larını ve ustalıklarını göstermelerine, çiftçilerin tarlalarını ekip bi­
çerek bundan helal yiyecek elde etm elerine elbette ihtiyaç duyu­
lur. Bunun gibi bilginlerin bilimine, iyi insanların hayır dualarına,
silahlı güçlerin vuruş kırışlarına rağbet gösterilip revaç verilmesine
her yönden gerek vardır, (s.69-70)

61) Pencik gılm anı. savaşla tu tsak edilen çocu klardan ve devşirm e kanunuyla re ­
aya çocu k ların d an seçilerek so n ra ları kuloğlu adı verilen kapıkulu e rle ri­
nin çocuklarından m eydana gelenlere verilen ad.

100
Bir Kişi Ağzına Düşmcyecek Sözü Söylemek Konusunu
Anlatır

Kimi bilgisiz vc aklı kıt kimseler sadece yüzünden okumak­


ta tektirler; bilgiden ve m arifetten nasipleri olmamakla aydınlık
aram aklalar iken pek hadlerini ve değerlerini bilmezler; yerlerini
ve bulundukları katlan görmezler; kimi tasavvuftan dem vurmak
isterler, kimi hadis ve tefsirle ilgili takıldıkları yerleri, şüpheli nok­
taları sormak islerler. Zam an olur ki eşip yontup müctehitleri
bozmak isterler. Oysa inançlarım, bozup değiştirerek öldürücü
ağuya döndürürler ve yaradılışlarının erişemeyeceği yücelere
uçarlar, kim K ur’an’ı tefsir ederse kâfir olur kavramını doğrular­
lar. Çoğu bu makule küstahlık, ehrem enlerin okuma yazması kıt
olanlarından çıkar. Demek istiyorum ki abdullahoğulları olan gö­
nül kırıcıların zerâfet satanlarından kopar. Nitekim Süleyman sal­
tanatının ilk zamanlarında Arnavut soyundan olan Lutfi Paşa bir
bakıma sarf u nahv okumuş pervasız bir öğrenci olduğundan çağı­
nın bilginlerini beğenmezdi. M erhum Sadettin Efendi ve tefsirci
Ebussuûd Efendi’nin son zamanlarındaki soydaşı Sinan Paşa bir
gün, midesinin ve bağırsaklarının bozulmuş olduğu bir gün, ahma-
ka verilecek karşılık susmaktır düstüruyla amel edenleri susturdum
sanıp şehir oğlanı bölüğünün ırz ehli geçinenlerinden bulunur.
Bununla birlikte bilip söylemek değildir; boş sanularına göre dille­
rine geleni söylemektir. Kimi olur ki, bilginlerden biri, büyüklerin
bilgisizlerinden birini görmeye, demek ki âdet olduğu üzere ziya­
retine varır. Gerekirse tefsir ve hadis bilimlerinin yararlarından
nice nevadir söylemeyi ve o boş kafalıya anlatmayı kurar. Şaşılacak
yönü budur ki, o bilmediğini bilmeyen adam,o ulu kişiye gücünü
ve meşrebini göstermek ister. Tanrının ilahı sıfatlarıyla tanııîması-
nı anlatmaya başlar. Leş yiyen kuş gibi alçaklarda iken uğurlu hü-
ma gibi yücelere çıkmak diler, uçar. Kimi zatullahtan ve sıfatullah-
lan dem vurur; kimi evrenin başlangıcından ve sonundan söz açar.
Ne o olgun bilgenin söz söylemesine meydan verir, ne de doğru
yol ve sıra gözetilmesine yaraşır biçimde davranarak kendisini, iyi­
ye dönüp zafere ulaşmak basamağına ulaştırır. O derya gibi derin
bilgin üzülerek kalkar, Tanrı onu alçaltsın ve kahr etsin diye mec­
lisinden çıkar gider, (s.74-75)

101
Seyyidlerin Çokluğunu ve Onların Yalancılığını Anlatır

Peygamberlerin sultanı, Tâhâ ve Yâsîn soyunun dayanağı,


"Biz seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik^62) hadisiy­
le övülmüş ve öğülecek ahlakı olan Muhammed’in -Ulu Tanrı ona
ve bütün soyuna sopuna salat ve selam kılsın- temiz soyundan g e­
len, yüce seçkin çocuklarından H z. Fatıma’dan başkasının yaşa­
madığı, üzerinde tüm hayırlı kişiler birleşmişlerdir. Buna göre yer
yüzündeki bütün ulu seyyidler ve ünlü şeriflerin hepsi, peygambe­
rin aziz ve şerefli iki torunu İmam Haşan ile İmam Hüseyin ço ­
cuklarından gelenlerdir. Oysa çoğu "soyumuzdan olmadığı halde
bize girenler" sırrını doğrulayanlardır. "Ve sebep olmadan bizden
ayrılanlar" denenlerin arasında bulunan kimseler ise bilinmekte­
dir. M eğer ki günahtan sakınan vc Allah’tan korkan kişilerden
olup da soyunun gerçekliğinden şüphe ederek alamet-i şerif g ö ­
türmeye kalkışmayan dertli takımından olsun. Bununla birlikte za­
manımızda o kimselerden birinin var olduğu düşünülemez. Çünkü
seyyidlerin çoğu yoldan çıkmışlığı gerçekten kesin olan kıyıda bu­
cakta kalmış kimselerdir. G erçekten peygamber soyundan geldik­
lerinin doğru olduğunu iddia eden yalancılar öylesine çoklukta or­
taya çıktılar ki nakibleri olacak adamın büzürkvâr-ı hâricden idi-
ğ r 63) soyunun ölesi olan kişinin Abdullah evladından seyyidlik
taslayan bir tanınmış adam olduğu apaçıktır. Nitekim hazret-i R e­
sul dahile ve harice lanet buyurur.

Nazm: "Halkın yanında seyvidlikten dem vuran herkese ve­


liye benzese de inanma. Seyyid kendisinde Muhamtned’in ahlakı
ve Ali Murtaza’mn keremi, yüceliği görünen kimsedir."

Şaşılacak yanı budur ki bu iki hasletin zamane seyyidlerin-


de bulunmasına imkan yoktur. Çünkü Abâdîle oğullarından^64)
seyyid taslaklarının hesabı yoktur. H ele hiç bir köy ve kasaba bu-

62) T âh â vc Y âsîn soyiı. Peygam berim izin soyundan g e le n ler dem ektir.
63) Peygam berim izin soyundan olm ayan ulu kişi.
64) A bâdîle. A b d u llah 'ın çoğuludur. A b d u llah la r d em ek tir. A bdullahoğlu ise. b ir
deyim o lu p babası belli olm ayan çocuklar karşılığı kulanılm aktadır. bu
ta b ir hem devşirilen çocukları hem de kim in çocuğu olduğu belli olm ayan
kim seleri kapsar.
102
lunmaz ki orada bir kaç tane şerif denen adam olmasın. Ve olur
olmaz kasabalarda bir mahalle bulunmaz ki orada bir nice eşrâf
biribirinin üzerine yığılmasın.Oysa bunların soy kütükleri, çiçeği ve
meyvası çürük olan bir kuru ağaca benzer. Bunların temessükleri
ve hüccetleri bir yalancının bir sahtekârın araları ve çevreleri
m ühür ve imza ile dolu olup vereceği hükümde zamane kadılarını
şaşırtan m ahzara dönmüştür^65). Sözün kısası, ulu seyyidlerin te-
messüklerle bilinmeleri mümkün değildir. Ahlakı ve erdem leri ba­
kımından eşrâfa benzemeyenlerin gerçekten eşrâf olup olmadıkla­
rı yaptıklarına kalmıştır. Çünkü hesap defterlerine sayılarak yazıl­
maları imkansızdır.Çünkü ak başlılar^66) seyrek bulunup çoğunun
yeşil giymeleri^67) açıkça yalan söylediklerini gösterir, ^emişlerdir.

Yazarındır:

Az olur seyyîd-i sahîh-neseb


Ola müsmir elindeki şecere

Aslı tezvîr olunca d a ’vânın


Şecere veremez ana sem ere

Nola kadılar ursa ana bere


H er şecer lâ-büd anda meyve vere

Ravzadır bâğ-ı Ahm ed-i M uhtâr


Şecer ki ola berg ü bâra bere

"Soyu gerçek olan, elindeki soy kötüğü işe yarayan seyyid az


olur. Davanın kökü yalan-dolan olunca, soy ağacı ona yemiş ver-
mez.ÖyIesi soy ağacına kadılar, bağ bıçağını vursalar ne olur. H er
ağaç elbette onda meyve verir. Ahmed-i M uhtar’ın bağı, bir bah­
çedir, ağaç dediğin yaprağa ve meyveye süs olur." (s. 101-103)

Kahvehaneleri Anlatır
Arabistan’da eskiden beri bulunan kahvehaneler,dokuz yüz
altmıştan (1553) beri palahtta, yani Kostantiniyye’de ve Osmanlı

65) B ir çok kim se tarafın d an im zalanm ış dilekçe.


66) Beyaz sarık saranlar.
67) Peygam berim iz soyundan geldiklerini iddia ed en ler, yeşil cübbe giyip yeşil sa ­
rık sa ra rla r, bu belirtiliyor.
103
devletinin öteki ülkelerinde peyda olan sayısız toplantı yerleri,
mutlaka iyi ve kötülerin toplandığı yerler, akıllı ve akılsız kişilerin
kaynağı olmuştur. Çünkü oralara varanlar dervişler ve irfanlı kişi­
ler takımıdır ki m uradları biribirlcrini görüp sohbet etmektir. Ve
kahvesini içip keyiflerini çabuk yetiştirmektir. Bir de garipler ve
fakirler bölüğüdür ki gariplerin evleri ve yuvaları yoktur. Nitekim
fakirlerin de başka toplanacaklayın paralan ve dünyaları yoktur. O
yüzden kahvehanelere devam ederler. Am a şehir oğlanından, bil­
gisiz ve kötülüğe düşkün millet olan akılsızların oralara düşkün­
lükleri yalnız dedikodu yapıp adam çekiştirmeleri dolayısıyladır.
Bu dediğimiz sipah ve yeniçeri kısmı, Osmanlı ülkesinde, Mısır’da
Şam ve Bağdad kullarının her memlekette kahvehanelere devam
etmeleri, sabah akşam bir köşesinde mücavir olup oturmaları, hem
dedikodularına vc çekiştirmelerine otlarını yetiştirmeye hem de fi­
lan zamanda ağa idim, filan devletlü kişiye kethüda" diye kendile­
rini satmaya alışmış olm alarındandır. Sonra bu söylenen türlü tür­
lü sınıflardan başka, oralara giden kimi Hak ehli kimseler yalnız
kahvelerini içip gitmeyi uygun görürler. Onun gibilerin buralara
yönelmelerinin içilen kahvenin, iyi kişilerin içtikleri türlü içkilerin
iksiri olmasının sebebi Şeyh el-Hasen Şazeli gibi Hakka ulaşmış
birinin gözüne girmiş olmasıdır. Kara tenli bir Yemenli sevgili iken
mürşidin nazarındaki uğur, onu gönüllerin sevgilisi etmiştir. O
yönden sülük ehli olanların gönülleri ona tutkundur, sanki Hakka
ulaşmış olanın gözüne girmiş bir sevgilidir.Kimi musahabeye düş­
kün kimseler de vardır ki ara vermeden dostlarla oturup konuş­
mayı severler. Ve nice onmadık derbederler de kahvehanelere gi­
derler ki bunlar yalnız tavla vc santraç oynamak, kimi kum ar oy­
nayıp para kazanmak isterler. Bundan dolayı kahvehaneleri bekle­
meleri olur. Oysa bunlar yitik sayılan kişiler olup işsiz güçsüz tem ­
bellere katıldıklarını herkes bilir, (s.180-181)

Helâ vc M elâda E dep Gözetmeyi Anlatır

İnsanın yaradılışına büyüklüğü dolayısıyla edep gözetmek


gerektiği gibi her işinde de utanmayı koruması önemli ve mutlaka
gereklidir. Yani o durum larda ve sözlerde edepten dışarı durum a
izin verilmediği gibi, başka hallerde vc işlerde küstahlığa yol yok­
tur. Hepsinden çirkin bir iş insanın ayak yoluna varması ve ister
istemez hacetini defetmesidir, onda da edebi gözetmeye çalışmalı­
dır. Ayak yolunun deliği dururken kıyısını kirletmemek ve müm­
kün oldukça ayağının altındaki taşı ve tuğlayı temiz tutmaya dik­

104
kat etmek, edebin gerektirdiği işlerdendir.Çünkü henüz değnek
vurulmamış çocuklar ve keyfi geçip ayak yoluna gelişi güzel daya­
nan ve kötü işler yapan tiryakilerin çoğu o yakışıksız işi işlerler.
Yani gözleyenler, o türlü çirkinlikleri onların yaptığını görürler.

Anlatılır ki ünü dünyayı tutan büyük Türk kadılarından Şam


kadısı iken ölen Molla İshak, Semaniye m edreselerinden birinde
m üderris iken ve yine halktan Mevlana Muhyiddin bin Nezzâr
onun dersine müzakereci asistan iken m edresenin temizliğine ba­
kan hademe, ikide birde ayak yollarını temizlemekten bıkar, usa­
nır. Çünkü çoğu zaman deliklerden dışarısını pislikle bulaşmış bu­
lur. H atta başa çıkamadığı için günlerce gözetler. Büyüklerden
küçüklerden ayak yoluna girenler çıktıkça ardlarından yoklayıp gi­
der. Lâkin yapacağını umduğu keyf eshabından ve çocuklardan,
davranışları alabarda kimi softalardan bu türlü bir işin çıktığı gö­
rülmez. Bu yoldan şüphesini bir türlü çözemez. Sonunda hiç ihti­
mal vermediği ünlülerin sonlarını yoklar, bilmek ister ki helaları
kim boklar. Bir zaman ki ağır ağır, vekarla büyük muid, hacetini
defe girer, çıktığı gibi ardınca hademe de girer. Görse ki o zamana
kadar olan bok işler bütün o m urdarın işi imiş. D erhal ardınca çı­
kar, "aferin muid efendi" diye kâh söylenir, kah dişlerini sıkar. Ne
diye söyleniyorsun dedikte? "gel sana göstereyim" diye iletir. "Ne­
dir bu deliğin kenarındaki pislikler?" diye söyler. Adı geçen muid
görür ki gizli sırrın açığa çıkacağı bellidir, yani hademenin bu pis­
lik yüzünden canı sıkılmıştır. Hem en karşılık verip ’bu kabahati
ben isteyerek yaptım" der "Yani bunları temizlemeye karşılık aldı­
ğın aylığın helal olmasını istedim" diye söyler. Gerçi haylice nazik
şaka etmiştir, oysa m urdarının edep dışı olduğunu itiraf yoluna
gitmiştir.

105
S.Nüshatü’s-Selatin’den^68)

Birinci Bölüm: Sultan îçin Gerekli Olan İşler


Şu husus unutulmasın ki gerek eski sultanlar, gerekse büyük
İskender ayarındaki hakanlar,hatta alemin sığınağı olan padişahı­
mızın yüce ve ulu ataları ile geçmiş dönemlerin dindar şehriyarları
ve masum hidivleri olan saygıdeğer halifeler, bazı güzel adetler ve
hoş istekler ile devletlerinin ocağı mumlarını ışıttılar, özellikle de
mutluluk güneşlerinin adalet ve doğruluk burcunda güzel kanun­
lar ve yararlı icatlarla yücelmesine gayret ettiler. Şüphesiz, saygı­
değer kütlü padişahımız cenapları da o makbul usulü hoş bir şe­
kilde sürdürmeli, hüküm et ve adalet yolunda onların yürüdüğü
yolda gitmelidir! A m a bu yapılırken, kendilerinden ürkütücü bir
fiil, vezirlerinden de fahiş bir bidat ortaya çıkıp da halkın kalben
nefretine, devlet ileri gelenlerinin ise infial ve sıkıntısına, özellikle
de bilim pınarının koruyucusu olan marifet temsilcilerinin üzül­
mesine, ayrıca halkın vaziyetinin aynası olan saygıdeğer dindar in­
sanların aydınlık zihinlerinin karışmasına sebep olunmamalıdır.
Çünkü, Allah’ın sultanlara em aneti olan büyük ve küçüklerin alış­
tığı iş ve âdetler, aslında ağır da olsa onlara yük olmaz ve soysop-
larına uygunsuz bir şey gibi görünmez. Ama alışılmamış bir iş, ülke
sakinleri, bölge ve yöre halkı tarafından görüp işidilmemiş bir şey­
se, kolaylığı açıkça ortada da olsa yine tekliften gücenilir. Ve bu
yolla iyi niyetten nefret ve vahşete dönülüp kızgınlıklar halkın yü­
zünden eksik olmaz.

Kısacası, başarılı padişahlara ve İskender heybetli hakanla­


ra gerekli olan ilk şey, halka kendilerini sevdirmeleridir. Çünkü
zayıf halk, mahlukatm yaratıcısının sultanlara emanetidir.Sultanlar
onların kalplerinin sevgilisi olmalıdır. İmdi, eğer padişahlar yönet­
tikleri halkla ilgilenirler, sürekli akıllı kişiler ve filozoflarla düşüp
kalkarlar, gece gündüz ahmak takımından kaçınırlar, daha önceki
padişahların hikâyelerini anlatan tarih ilmiyle sürekli temas halin­
de olurlar, mümkün oldukça eza ve cefayı sınırlayıp insaf ve ada­
letlerini ön plana çıkarırlar, son derecc değerli kişiler dururken
aklılcısa, hadım, dilsiz ve Y e’cüc gibi fitneci ve karıştırıcı nedimle-

68) M e tin le r, C ounsel F o r S u ltan s o f 1581 (H a z.A n d re as T ietze, W ien 1979) C .I!
de n sa deleştirilm iştir.

106
rin ülke işlerine karıştırılmalarına engel olurlar,özellikle millet ve
mülk binasının sağlam temelleri ile din ve devlet divanhanesinin
direği olan tanınmış bilginlere ve hukuka iyice nüfuz etmiş bilgili
kişilere son derece iltifat ve rağbet ederler, fetih ve savunma ge­
reçleriyle yok edip ortadan kaldırma mühimmatına sahip bayındır
gönüllü mutlu ve zafer işaretli askerler hakkında ağır görevlere
izin vermezler, idareleri altındaki zayıf ve fakirleri, yoksulluk ve
güçsüzlük ateşinden cömertlik el açıklığı ve sınırsız bir ihsan ile
himaye ederlerse onların kalplerini kazanır, kılınan beş vakit na­
m azda izzet ve devletinin artması için dualarına sebep olurlar.

Temsil

Zamanımızda padişah sohbeti devletine ulaşmış, ve sultan­


lar sultanının kutlu meclisine her zaman girebilen musahiplerden
biri, günahları bağışlanmış Sultan Süleyman H an Oğlu Selim H an
-Allah’ın rahm et ve mağfireti üzerlerine olsun- yakınlarından, Ce­
lâli mahlasını kullanan Celal Bey idi. (69) Kendisi her alanda bilgi
edinmiş, tuhaf ifadeli ve garip manalı gazeller söyleyen, bunun da
ötesinde, kendi düşüncesine göre, sembollerle örülü tasavvufî şiir­
lere aşina biriydi. Aslında sadece manzum yazabilen, hurufîliği, şi­
irlerindeki kelimelerden belli, inandıkları, ileri gelenlerin inançla­
rıyla çatışan, huysuzluğu, devrin ileri gelenlerince' malum, bir za­
manlar eşkiyadan ışıklarla düşüp kalktığı çağdaşı olan her bilgince
bilinen biri olduğu için hiç rağbet ve iltifat edilmemiş, taklidine de
çalışılmamıştı. H atta, kuru odun ve serçenin teranesi gibi yararı
ortadan kalktığı, eserleri meyvesi maksat fidanından çiğ damlası
gibi yok olup gittiği için padişahça maiyetinden uzaklaştırılmış,
kulluk görevinden azâd edilmesi de daha uygun görülmüştü. D a­
hası hayatının sonlarında görevinden uzaklaştırılmasına ve sultanın
yakını iken sürülüp tard edilmesine sebep, kötü ahlakı, gürültücü­
lüğüne ilaveten çıkarının karşılıklı uyum ve anlayışta yattığının far­
kında olmayışıdır. Bütün bunların da ötesinde divan üyelerinden,
sadrazam ve kutlu padişaha saygıdeğer bir dam at olan M ehmet
Paşa cenaplarına; bilginlerden şeyhülislam ve en tanınmış âlimler-
ce örnek alman, anlaşılması zor meselelerin çözücüsü, zamanın

69) D ivan şairi ve Il.S elim 'in m usahibi. (M a n a stır 1517-1571).

107
Sadüddin’i (70) makamı yüce Ebussuûd Efendi’nin güzel taraf­
larına; ulu şeyhlerden, parlak yorumları olan vaiz, söyledikleri bel­
gelere dayalı nasihatler, yüce K ur’an’ın işaretlerini bilen, yorumla
ilgili tüm meseleleri kendinde toplamış olan Şeyh M uslihiddin İbn
N ureddin’in hidayet sığınağı olan cenaplarına sebepsiz yere
düşmanlık etmiş ve yüze gü}me eksikliği yüzünden dirayeti bırakıp
böyle üç güçlü hasmı, afyona olan düşkünlüğü ve ilhad sırrından

İkinci olarak usulünce kadılık ve müderrislikle ilgili bir gö­


rev boşalınca liyakat ve istihkak gözetilmemekte, makam, hakkı
olana verilmemektedir. Bu, falancaya m ensuptur, bu filanın hoca-
dolayı ulu kişiler ile muhalif olmuş, onlara hasım olması da görev­
den alınmasına sebep teşkil etmiştir, (s.126-130)
sı olarak rağbet görmüş biridir, şu ise çalışkan ve bir köşeye çekil­
me kusuru olan, ayrıca bizi ziyaret işini ihmal eden biri olduğun­
dan arzusuna kavuşması mümkün değildir, derler. Böylece de gö­
revler ehline verilmemekte, m edreseler bilgisi olana sunu mamak-
tadır. Bu yüzden bilgi ve marifet eserleri, bilginlerin zihni sayfala­
rından ortaya çıkmamakta, akıllı ve bilgili kişilerin alınlarmda ay­
dınlatıcı soylu bir ışık bulunm am aktadır; düşüncelerinden el değ­
memiş m ana çocukları doğmamakta, harika nakışlı kalemlerinden
kalplerinin ifadesi ortaya çıkmamaktadır. Çünkü kendilerinin, ön­
celikle vezirlerin iltifatı ile içleri açılmalıdır; bu yolla da eser telifi­
ne başlayabilsinler; güçlü düşünceleri sınırsız ihsanlarla öylesine
rahatlamalı ki eser vermeye gayret ve rağbet etsinler.

Bu yüzdendir ki padişahımızın ulu ataları zamanında eser­


leriyle çok tanınmış feylesoflar zamanımızda görünmez oldu. Bu­
günküler, azgın nefislerine uyarak dünyalık elde etme gayretine
düştüler, bilim ve beceri bakımından kendilerini yetiştirmeye gay­
ret etmez oldular. Halbuki günüm üzde diğer sanatların gittikçe
gelişip ortaya çıkması gibi bilginlerin yıldızlan da gün geçtikçe
araştırm a ve inceleme ile parıldamalıydı. Am a bunun tersi oldu.
Eski padişahımız m erhum Sultan Selim H an zamanından beri,

70) Bkz. 15 nolu not.


71) Şeyhülislam , fıkıh vc'ıcfsirci (İskilip 1490- İst, 1574)
72) K anuni d evrinin tan ın m ış şeyhlerindcndi. (6.1573).

108
■saygı gösterilm esi gerekli M evlana E bu ssuûd’dan başka seçkin bir m ü ellif
ortaya çıkm adı. M esela G azi Sultan M eh m ed H an çağında m ü elliflerd en
M onla Ş em sed d in Guranî, M onla H ızır Bey, M evlâna A li Kuşçu, D ü rer ü
G urer sahibi M evlâna H usrev, M on la Şem sedd in H ayâlı, M o n la M u sli-
hiddin H ocazâd e, M evlâna M uhyiddin H atibzâd e, M on la Y akup Paşa,
M evlâna H aşan Ç eleb i, kezalik B ayezid H an zam anı m üellifi olarak M ev­
lâna Lutfî, M ola Y akup, Seydî A lizâd e, M evlâna İdris, M on la Kara K e­
mal, M evlân a K estelli ve bunlar ayarında bilgili daha pek çok kişi bulu­
nuyordu. A yrıca Sultan Selim H an ve Sultan Süleym an H an zam anların­
daki bilginlerden M on la Ş em sed d in K em al Paşazade, M on la T aşköprîzâ-
de, M on la H atip K asm ıoğlu,M onla Sadi Ç eleb i, M evlâna E bussuûd, H o ­
ca Ç eleb i v e bunların dengi n ice ahlakı gü zel bilgin, şu an b ile ruhani
alem d en ifadeleriyle, büliin bilginlerin ve m eşhur alim lerin zihin b a h çele­
rinin havuzlarına sürekli m arifet v e olgunluk katm aya devam etm ek ted ir­
ler.

N ed en bu yüce ve eşi benzeri olm ayan çağım ızdan onlara denk


yazar bulunm asın, her zanaat ve sanatla zam anla n iyek em ale ulaşm ış ki­
şiler olm asın, m arifet , kem al ve fazilet niçin saat b e saat zevald e olsun?
Kutlu padişahım ızın değerli b a b alan Sultan Il.S elim zam anında v e şu ana
kadar ki kendilerinin gü ç v e saltanatları d ön em in d e M evlâna K adızâde
Ş em seddin, M evlâna K ınalızâdc A laü dd in, hocaları ola n zam anım ızın Sa-
düddin’i v e günüm üzün E bussuûd’u olan y ü ce övgülere lâyık M evlana
H aşan C an oğlu M on la S adü dd in ’den başka eser sahibi, şaşılacak g ü zel­
likte çalışm ası olan kim se çıkm adı. Ş ü ph esiz m aiyetindekiler yıldızlar ka­
dar çok olan padişah hazretleri, bilgin lerin vaziyetlerini dü zeltm eye gay­
ret eder, bir doğru yol gösterirse, her biri inziva yoluna yönelir, bilgi ve
beceriyle gerek liği gibi donanır v e h em en şu ö zel gü n lerd e ileri g elen bi­
rinin m ü lazem etin e koşardı. Zira gü n ü m ü zd e büyük bilgin sayılan ulu ki­
şiler yalnız cü b b ejjiyip biribirlerine caba satm aktan ve bir yün hırka ed i­
nip m eşhur fey leso f geçin m ek ten hali değillerdir. D aim a cü bbe altında
saklanan,, kocam ân sarık ve bol yen lerle ağzj kalabalık, akran ve em sa lle­
ri ile asla bir araya gelm eyen, yani hep başa oturm ayı bahane edip bir
m ecliste toplanm ayan kişilerdir. Ç ünkü b öyle bir durum da ilm i bahisler
açılabilir ve herkesin ululuk serm ayesi gün gibi ortaya çıkabilir. A yrıca se­
viyece onlardan aşağı olanlar, yani daha alt düzeydeki bir görevd e çalış­
tıkları için itibar bakım ından kendilerinin y ön etim in d e bulunanlar faraza
ilm i yön den onlara galip ve lariışm a açıldığı takdirde bilgi seviyelerinin
anların ütü n d e olduğu m ukarrer olacağı için b öyleleriiıi konuşturm azlar.
İlm i bir konuşm a olduğu içiıı anlardan biri ağzını açmaya cüret e ts e de
h addin değildir diyerek onu susturur v e konuşm asına im kan verm ezler.
Bu yolla kılık kıyafetleri ve şiarları m ükem m el, am a birikim leri son d ere­
ce eksiktir. Ş ü p h esiz dünya p ad işah ı v e sayısız m aiyeti olan sultanlar sul­
tanına bu gibi bilgilerden her yıl estfr istem ek v e yeni bir görev verilm ek
gerek liğin d e onları muarızlarıyla im tihan etm ek vaciptir. B öylece herke­
sin bilgice seviyesi anlaşılm alı, sad ece A rapça terkiplerin m analarını
T ürkçeye çevirmeyi büyük bilgin sayılm a seb eb i ad d ed en lerin kalın kafa­
lılığı açıkça ortaya çıkm alıdır. (.174-177)
Ü çü n cü olarak da kasaba kadılarının vaziyeti öylesin e bir kargaşa
içindedir ki bir harf okum ayı b ecerem eyen zanaatkarlar ölü m ülazem eti
adıyla hayat bulup "kim bilirse"(73) sırrına vakıf olm akla geçinir oldular.
A yrıca sa d ece okum a bilen çeşitli m aaşlı kişiler, biz padişah kullarıyız di­
yerek liyakatsiz m ülazım olup görevi terakki ile alıp hocalarını ken d ileri­
n e h a lef bulur oldular. İleri g elen bilginlerden biri ölse, yani fanilik evin­
den ebedilik sarayına göçtüğü isbat ed ilse danişm entleri defteri, varisleri­
n e tereke mal m esab esin d e olup yüzlerce yolsuz köylü cahili deftere dahil
etm eleri ve fakirlik derdiyle ö len babalarının m irasından bu yolla zen gin ­
leşm eleri k esin d in Şüphesiz yıllarca, isim lerinin d eftere ilavesi onlara g e ­
lir sağlam akta v e masrafları o tür kayıtlardan eld e edilm ektedir.
Şüphesiz çiftçilikten g elen pek çok kötü huylu türk, kadılık göre­
viyle saygın kılınm ış, bilgi v e m arifet kazancıyla suçlu oldukları ve kendi-
leri.yalan dolanla d eftere yazıldıkları gibi başkalarını da yalan ve şirretlik­
le hüccetlerin e ek lem eye v e m ü lazem el için verdikleri parayı sicil v e hüc­
cet gelirinden fazlasıyla eld e etm ûye başlam aktadırlar. Lâkin şeri hüküpı-
leri bilm edikleri; özellik le de bozuk görü şlerine uyup akli fıkhı kullanarak
hüküm lerini icra ettikleri; aptalca hüccetlerini im zaladıkları v e kutsal şer’
e uygun olm ayan nikahlanm alara rıza gösterip b elg e verdikleri takdirde
A lla h korusun, dünya halkı için bunların kadılığı beklenm edik bir bela,
m üslüm anların davalarını din lem eleri d e z in a seb eb i olm aktadır. Bu yüz­
d en kıydıkları nikahlar geçersiz, hüccetleri zina yapanlara m üsade b elge-
si. onlardan doğup uygunsuz h a lef olacak çocukların da zina şöhretiyle
yaptıkları am eller geçersiz olur. G erçek kadılar ortaya çıktığında bunların
cezaları verilir vc doğruyu yazm ayan yazıcıların günahları kirâm en kâtibi­
nin im zalarıyla b elli olur.
Bunun da ötesin d e bu tür ahmak kadılar, hakkı icrada ve tek b aş­
larına karar v erm ed e birbirleriyle çatışan hüccetler verirler. Bazan rüşve­
ti çok veren ler leh in e hüküm v erir , bazan da korkup çejçindiği ileri g elen ­
lerin hatırlarını gözedir. N itek im gün ü m üzde köcam anğprığt ile herkesin
parm akla gösterdiği, bol yenli elb isesiyle âyânın en rrteffitıru olan A rab is­
tan kadılarından bir câhil, doğruluk la flan v e a d a le t safsataları ile zam a­
nını geçirdiği, ahmaklık, v e cahilliğin doruğunda Sşldağu için varlığının
parlak ayn asın d ayaln ız kendini görür ve sü rçk lii'b ir ben varım başka hiç
kimse..." sözünü tekrarlardı. Bir gün köy h a fo arasında-kavga çıktı v e bir
kızın nikahıyla ilg ili‘saçm a bir inat meydana- ğel'di. Köyün fellahları şeref­
lerinin tem eli:nam us olduğu için rü'şveti arttırnfak gayesiyle birbirleriyle
yarıştılar. Kavga öyle bir noktaya geld i ki ö n ce bir tarafa, nikah şer’îdir
deyip yüz sikke altın alarak ellerin e dur mu gösteren sağlam bir b elge
verdi. B unun ü zerin e öbür taraf da rüşvetteki güçlerini gösterm ek ve da­
vayı isbat için mallarını m ülklerini saçıp iki yüz flori rüşvete cüret ve ön ­
ceki hüccetin bozu lm asın a gayreı gösterd iklerin d e, kadı derhal razı oldu
v e ceh aleti, hüccetini k en d isin e im zalattırdı. Bu defa da gerçek nikahı o n ­
ların leh in e kıydı. E llerin e de onların istediklerine uygun, kendisinin de
yüz karasını g österen bıV hüccet sureti verdi. Ö n ce aldığı yüz sikkeyi geri
verm ed i, kaza b elasına göğsünü gerip onlar şikayete giderlerse halim nice
olur dem edi, (s.177-179)

73) "Kim kendini bilirse R abbini dc b ilir” h ad isine telm ih vardır.

110
88. 06 Y . 0001 - 929

N» 10081

You might also like