Professional Documents
Culture Documents
Kuranda Risalelere İşaret Var Mı - Nurunbekcisi
Kuranda Risalelere İşaret Var Mı - Nurunbekcisi
nurunbekcisi.com/cevablar/kur-anda-risalelere-işaret-varmi
Ben de Sure-i Nur'daki ُهّٰللَا ُنوُر الَّسٰم َو اِت َو ْاَالْر ِضilâ âhir... âyetinin rasathanesine girip imanın
dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiye'nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile
en ince esrarına
baktım, gördüm: …
Lem'alar ( 257 )
ْط
َو َال َر ٍب َو َال َياِبٍٍس ِاَّال ِفى ِك َتاٍب ُم ِبيٍٍن
Sözler ( 252 )
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan mefahimiyle, mana-yı sarihiyle ifade-i hakaik ettiği gibi;
üslûblarıyla,
hey'atıyla çok maânî-i işariyeyi dahi ifade ediyor. Her bir âyetin çok
tabaka-i manaları var. Kur'an, ilm-i muhitten geldiği
için, bütün manaları murad
olabilir. İnsanın cüz'î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi, bir iki manaya inhisar
etmez.
İşte bu sırra binaen âyât-ı Kur'aniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakaikı
beyan
edilmiş. Müfessirînin beyan etmediği daha çok hakaikı var. Ve bilhâssa
hurufatında ve mana-yı sarihinden başka, işaratında çok ulûm-u mühimme vardır.
Lem'alar ( 34 )
· ve bir ilm-i muhit ve bir irade-i şamile ile herşeye bakabilir;
· ve madem ülema-i İslâm'ın ittifakıyla, âyetlerin mana-yı sarihinden başka işarî
ve remzî ve
zımnî müteaddid tabakalarda manaları vardır.
َّل
Ve madem َيا َاُّيَه ا اَّلِذيَن آَم ُنواgibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı
Saadetteki mü'minler gibi dâhildir.
Kur’andaki işarî
manaları
dahi gösteren Risale-i Nurdan örnekler
Ey MÜSTEB'İD, mesela َو ِم َّم ا َر َز ْقَناُهْم ُيْنِفُقوَنayetinde işarî mana olan sadakanın kabul
şartlarını gören gözün varmı??
„size rızık olalarak verdiğimizden infak ediniz!“ mealindeki ayette sadakanın kabul
olması için lazım olan 5 şartı gören ve gösteren bir tefsir elbette Kuranın
fitne-i
ahirzamanda ehl-i imanın imanını kurtaran tefsire işaret eder ve etmiştir!
Nasılki latif suya maddi gözle bakılsa, hiç bir şey görülmez ama aslında bir katre suda o
kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniye
vardır…ancak
mikroskop gibi gözle görünür…
Öylede kurandaki işarî manaları ,o Kelamın sahibi dilediğine gösterir, ve Ahir zamanda
Risale-i Nurda göstermiştir.
Birinci
şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki,
َو ِم َّم اlafzındaki
ِم ْن-i
teb'îz ile o şartı ifade eder.
İkinci
şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu
şartı َر َز ْقَناُهْمlafzı
ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.
Üçüncü
şart: Minnet etmemektir. Şu şarta َر َز ْقَناdaki
َناlafzı
işaret eder. Yani "Ben
size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü
şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına
sarfetsin. Yoksa sefahete
sarfedenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta ُيْنِفُقوَنlafzı
işaret ediyor.
Beşinci
şart: Allah namına vermektir ki, َْر َز ْقَناُهمifade
ediyor. Yani "Mal benimdir,
benim namımla vermelisiniz."
Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yani: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dahi
olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de
oluyor. İşte şu aksama ِم َّم اlafzındaki َم اumumiyetiyle
işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla
ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimatın
dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyesi var.
Sözler ( 371 )
Mes'ele şudur:
Ehl-i Sünnet Ve Cemaat der ki: "Hazret-i Ali (R.A.), Hulefa-i Erbaa'nın
dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (R.A.) daha efdaldir ve hilafete daha müstehak idi ki,
en evvel o geçti."
Şîalar derler ki: "Hak, Hazret-i Ali'nin (R.A.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en
efdal Hazret-i Ali'dir. (R.A.)"
Lem'alar ( 22 )
Âl-i Beyt'ten bir kutb-u a'zam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i
Ali'nin (R.A.) hilafetini arzu etmiş, fakat gaibden ona
bildirilmiş ki:
Murad-ı İlahî başkadır. O da, arzusunu bırakıp, murad-ı İlahîye tâbi' olmuş."
Mektubat ( 99 )
BEŞİNCİSİ: ُمَحَّم ٌد َر ُسوُل ِهّٰللا َو اَّلِذيَن َمَعُه َاِش َّداُء َعَلى اْلُكَّفاِر ُر َح َم اُء َبْيَنُهْم َتَر يُهْم ُر َّكًعا ُسَّجًداilâ âhir...
Şu âyetin başı, Sahabelerin Enbiyadan sonra nev'-i beşer içinde en mümtaz olduklarına
sebeb olan secaya-yı âliye ve mezaya-yı galiyeyi haber vermekle, mana-yı sarihiyle;
tabakat-ı Sahabenin
istikbalde muttasıf oldukları ayrı ayrı mümtaz has sıfatlarını ifade
etmekle beraber,
vefat-ı Nebevîden sonra makamına geçecek Hulefa-yı Raşidîn'e hilafet tertibi ile işaret
edip her
birisinin en meşhur medar-ı imtiyazları olan sıfât-ı hâssayı dahi haber veriyor.
Şöyle ki:
َو اَّلِذيَن َمَعُهmaiyet-i mahsusa ve sohbet-i hâssa ile ve en evvel vefat ederek yine
maiyetine
girmekle meşhur ve mümtaz olan Hazret-i Sıddık'ı gösterdiği gibi,
َاِش َّداُء َعَلى اْلُكَّفاِرile istikbalde Küre-i Arz'ın devletlerini fütuhatıyla titretecek ve adaletiyle
zalimlere sâıka gibi şiddet
gösterecek olan Hazret-i Ömer'i gösterir.
Ve
ُر َح َم اُء َبْيَنُهْمile istikbalde en mühim bir fitnenin vukuu hazırlanırken kemal-i merhamet
ve şefkatinden İslâmlar içinde kan
dökülmemek için ruhunu feda edip teslim-i nefs
ederek Kur'an okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden Hazret-i Osman'ı da
haber verdiği
gibi,
َتَر يُهْم ُر َّكًعا ُسَّجًدا َيْبَتُغوَن َفْض ًال ِم َن ِهّٰللا َو ِر ْض َو اًناsaltanat ve hilafete kemal-i liyakat ve kahramanlıkla
girdiği halde ve kemal-i zühd
ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve
sücudda
devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali'nin (R.A.) istikbaldeki
vaziyetini ve o fitneler içindeki harbleriyle
mes'ul olmadığını ve niyeti ve matlubu
fazl-ı İlahî olduğunu haber veriyor.
Lem'alar ( 31 )
İKİNCİ NÜKTE: İşte bu âyet-i kerime ِم َن الَّنِبِّييَن َو الِّص ِّديِقيَن َو الُّشَه َداِء َو الَّص اِلِح يَن َو َح ُسَن ُاولِئَك
َر ِفيًقاtabiriyle, sırat-ı müstakimin ehli ve hakikî niam-ı İlahiyeye mazhar, nev'-i beşerdeki
taife-i Enbiya ve kafile-i Sıddıkîn ve cemaat-ı şüheda ve esnaf-ı sâlihîn ve
enva'-ı tâbiînin
bulunduklarını ifade etmekle beraber, âlem-i İslâmiyette o beş kısmın en mükemmelini
dahi ayrıca sarahaten gösterdikten sonra o beş kısmın imamları ve baştaki
rüesalarını
sıfât-ı meşhureleriyle zikretmekle onlara delalet edip ifade ettiği gibi, ihbar-ı gayb
nev'inden bir lem'a-i i'caz ile o taifelerin istikbaldeki reislerinin
vaziyetlerini bir vecihle
tayin ediyor.
· ve üçü de şehid olacaklarını, fazilet-i şehadetleri de sair fezaillerine ilâve edileceğini
işaret ve gaybî bir surette ifade ediyor.
َو الَّص اِلِح يَنkelimesiyle Ashab-ı Suffe, Bedir, Rıdvan gibi mümtaz zevata işaret ederek
َو َح ُسَن ُاولِئَك َر ِفيًقا
cümlesiyle mana-yı
sarihiyle onların ittibaına teşvik ve Tâbiînlerdeki tebaiyeti çok
müşerref ve güzel göstermekle, mana-yı işarîsiyle hulefa-i erbaanın beşincisi olarak ve ِاَّن
اْلِخ َالَفَة َبْعِدى َثَالُثوَن َسَنًةhadîs-i
şerifin hükmünü tasdik ettiren müddet-i hilafeti azlığıyla
beraber kıymetini azîm göstermek için o mana-yı işarîsiyle Hazret-i Hasan Radıyallahü
Anh'ı gösterir.
Elhasıl:
Sure-i Feth'in âhirki âyeti, hulefa-i erbaaya baktığı
gibi, bu âyet dahi
teyiden, ihbar-ı gayb nev'inden onların istikbaldeki vaziyetlerine kısmen işaret
suretiyle bakar. İşte
Kur'anın enva'-ı i'cazından olan ihbar-ı gayb nev'inin lemaat-ı
i'caziyesi âyât-ı Kur'aniyede o kadar çoktur ki, hasra gelmez. Ehl-i zahirin kırk elli âyete
hasretmeleri, nazar-ı zahirî iledir.
Hakikatta ise binden geçer. Bazan bir âyette dört beş
vecihle ihbar-ı gaybî bulunur.
َر َّبَنا َال ُتَؤ اِخ ْذَنا ِاْن َنِسيَنا َاْو َاْخ َطْاَنا
ُسْبَح اَنَك َال ِع ْلَم َلَنا ِاَّال َم ا َعَّلْم َتَنا ِاَّنَك َاْنَت اْلَعِليُم اْلَح ِك يُم
Lem'alar ( 35 )
· ve ogüneşin
bir şuaı
· ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi
olduğundan
Şualar ( 686 )
· hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken,
· belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken
· ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve
faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken,
kendimi misal alarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek
ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i
maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar,
hasta, zaîf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek
ve bu tecrid ve
tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan
çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile kuvve-i
maneviyeyi kırmak
cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde
ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir
ordu kadar kuvvetli olduğunu
göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler (1. Şua vs.)
bana yazdırılmış. Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve
hodfüruşluk etmek ise; Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan ihlas
sırrını bozmaktır.
İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem
Ben, senin içtihadında hata var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla
minnetdarım. Fakat
· şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatla tam tasdik edenler, binler
ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri
· ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir
hengâmda, sırf ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla
· ve Necmeddin-i Kübra, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işarat gibi cifrî ve
riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'aniyeyi kendine gelen
bir
kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim
beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı
buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlahiyenin huzurunda bu
dehşetli
gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!.. Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda
eden bir
mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!..
İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime
verdiği
endişe ve telaşı, hakperestlik damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenabla,
enaniyet-i taassubkâranesini hakikata ve insafa feda edip tamire çalışmasıdır; müşfik
ve munsıf bir hoca
tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârane ihtar ve ikazdır.
Cenab-ı Hak Settar-ul Uyûb'dur, hasenat seyyiata mukabil gelse afveder.
İman hizmetinde yüzbinler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı, benim gibi
bir bîçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inayet-i İlahiyeden tasavvur
ettiği bir
müjde-i Kur'aniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da, o hasenata karşı
gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz! Her ne ise.
Bu mes'ele yalnız şahsıma taalluk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam
kırmak
için ona minnetdar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün
terk-i enaniyetle olabileceğini kat'î kanaatımız olduğu gibi; yirmi senedir nefs-i emmarem
ister istemez o mesleğe
itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir
hüccet-i katıadır.
Fakat
· garaz
· ve inad
· ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıblara karşı Eski Said
(R.A.) lisanıyla derim:
Hem bütün hayatımda delilsiz davaları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni
arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'dan aldığım bir kuvvetle,
Avrupa
feylesoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı
nazar bir hâdise-i Kur'aniye olduğundan, bir-iki işaret değil, belki benimle beraber
Risale-i Nur şakirdleri
tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette
bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi,
sarahata yakın bir delalet
oluyor. Vahdet-i mes'ele cihetiyle o işaretler birbirine
kuvvet verir. Bazı işaratı zaîf görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık
olamaz. İnkâr eden mazur
olamaz.
Hususan
· lüzumsuz
· ve zararlı
Kardeşlerim!
Kur'an'ın bir tek âyetinin bir tek işareti ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeyi
tevafuk
suretiyle gösterdiğini manevî bir ihtar ile gördüm. َاُيِح ُّب َاَح ُدُكْم َاْن َيْاُكَل َلْح َم َاِخ يِه َم ْيًتاŞu
âyet-i kerimenin makam-ı cifrîsi -şedde ve tenvin sayılmazsa- bin üçyüz ellibirdir, َم ْيًتاaslı
َمِّيًتاolmasından bin üçyüz altmışbir (1361) ederek; bu tarihte, umûr-u azîmeden bir
dehşetli gıybeti, şu âyetin mana-yı işarî külliyetinde dâhil ediyor. Ve umûr-u azîmeden
böyle bir acib gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:
Onsekiz sene (şimdi yirmiden geçti) müddetinde Sünnet-i Seniyeyi muhafaza için
başına şapka
koymadığından ve onsekiz senedir haps-i münferid hükmünde ihtilattan
men' ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususî ibadetgâhında ezan-
ı Muhammedî (A.S.M.) okuyup "Allahü
Ekber" dediğinden ve "Lâ ilahe illallah" hakikatını
güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan bir adam, yüzer emare ve
karinelere istinaden inayet-i İlahiyeden geldiğinden
kat'î bir kanaatı ile işarat-ı
Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına teselli niyetiyle
beyan ettiği için gıybet ve fena tabiratla teşhir etmek ve onun
dersleriyle imanlarını
kurtaran masum şakirdlerini ondan tenfir edip şübheler vermek; güya ortalıkta medar-ı
inkâr bir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o bîçarenin
mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve
inadî nazarına göre bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla zemmetmek; elbette bu
asırda,
bu memlekette Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın kasden işaretine medar olabilir
azîm bir hâdisedir. Bence, Kur'an'ın nasılki her sure ve bazan bir âyet ve bazan bir
kelime
bir mu'cize olur; öyle de bu âyetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i
i'caziyedir.
Birincisi: Birinci Şua olan İşarat-ı Kur'aniye Risalesinde, Risale-i Nur'a ve
tercümanına işaret eden beşinci âyet
olan َاَو َم ْن َكاَن َم ْيًتا َفَاْح َيْيَناُه َو َجَعْلَنا َلُه ُنوًر ا َيْم ِشى ِبِه ِفى الَّناِسgayet kuvvetli karinelerle َم ْيًتاkelime-i
kudsiyesi cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet-i manasıyla Said-ün Nursî'ye tevafuk
etmesidir.
İkinci emare: َاُيِح ُّب َاَح ُدُكْمilâ âhir... âyetinin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üçyüz
altmışbir (1361) etmesidir; aynı tarihte, o acib hâdise oldu.
Üçüncü emare: O muhterem ihtiyar zâtı unutmak, belki şahsıma karşı
tezyifatını ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki uhuvvete hürmeten helâl etmeğe
karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz
Kur'ana havale edip bıraktığım hengâmda,
birden ihtiyarım haricinde, beş vecihle zemmi zemmeden, mu'cizane gıybetten altı
cihetle zecreden َاُيِح ُّب َاَح ُدُكْم َاْن َيْاُكَل َلْح َم َاِخ يِه َم ْيًتاâyeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi.
Manen, "Bana bak!" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki: 1351'den, tâ
1361 tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında 51'den, tâ 61'e kadar Risale-i
Nur meded
beklediği İstanbul âfâkında, bir nevi taarruz bulunmuş ve 61'de
birden patlamasıdır.
Tahlil:
تdörtyüz, خaltıyüz = bin. م م ى ىyüz. ل ل ك كyüz. Üçüncü ى ن مyüz. ح ح ح ب
دotuz. Dördüncü ىon. Beş elif, bir هـile beraber on. Âhirdeki tenvin vakfen elif olduğu
için yekûnü bin üçyüz ellibir. {(Haşiye) : Bu âyet bizi şiddetle gıybetten men'ettiğinden,
bu hâdiseyi unutmalıyız, medar-ı gıybet etmemeliyiz. İnşâallah, daha tekerrür
etmeyecek.}
َم ْيًتاaslı yâ-i müşeddede olduğundan bin üçyüz altmışbir eder.
Said Nursî