You are on page 1of 12

Sual: Başımıza gelen elîm hadiseler kaderle midir?

Cevap: Kader, esasen ilahî ilmin bir nev’inin ifadesidir. Mesela:


Hicr Sûresi’nin 21. ayeti:

ٍ ُ‫لا بِقَدَرٍ ام ْعل‬


‫وم‬ ٍ ِ‫لا ِعندَنَا خَزَ ائِنُ ٍهُ َو َما نُن َِزلُ ٍهُ إ‬
ٍ ِ‫ش ْيءٍ إ‬
َ ‫َوإِن ِمن‬
Meali: Hiçbir şey yoktur ki hazineleri bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli
bir kader ile indiririz.
Kamer Sûresi’nin 49. ayeti:

‫ش ْيءٍ َخلَ ْقنَا ٍهُ ِبقَدَ ٍر‬ ٍ‫ِإناا ُك ا‬


َ ‫ل‬
Meali: Biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır.
Hadîd Sûresi’nin 22. ayeti:

ٍ َ‫ل أ‬
‫ن‬ ٍِ ‫ن قَ ْب‬
ٍ ‫ل ِفي ِكتَابٍ ِم‬ ٍ ‫ل ِفي أَنفُ ِس ُك ٍْم ِإ ا‬ ٍ ِ ‫صي َبةٍ ِفي ْاْل َ ْر‬
ٍ َ ‫ض َو‬ ِ ‫ن ُّم‬
ٍ ‫اب ِم‬ َ َ‫َما أ‬
ٍَ ‫ص‬
‫ِير‬
ٍ ‫ّللا يَس‬ ٍِ‫علَى ا‬ َ ‫ك‬ ٍ‫ناب َْرأَهَا ِإ ا‬
ٍَ ‫ن ذَ ِل‬
Meali: Ne Arz’da, ne de nefislerinizde bir musibet başa gelmez ki biz onu fiile
çıkarmazdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın, şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.
Sebe Sûresi’nin 3. ayetinden:

ٍ َ ‫ك َو‬
‫ل‬ ٍَ ‫ن ذَ ِل‬ ْ َ‫ل أ‬
ٍ ‫صغ ٍَُر ِم‬ ٍ َ ‫ض َو‬ ٍ ِ ‫ل فِي ْاْل َ ْر‬
ٍ َ ‫ت َو‬
ٍِ ‫س َم َاوا‬
‫ي ال ا‬ ٍُ ‫ع ْن ٍهُ ِمثْقَا‬
ٍ ِ‫ل ذَ ارةٍ ف‬ ٍُ ‫ا َي ْع ُز‬
َ ‫ب‬
ٍ ‫ي ِكتَابٍ ُّم ِب‬
‫ين‬ ٍ ‫ل ِف‬ٍ ‫أَ ْك َب ٍُر ِإ ا‬
Meali: Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile O'ndan gizli kalmaz.
Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.
Dolayısıyla, zikredilen mana itibara alındığında, elîm hadiseler dâhil, kaderin
“dışında” bir şeyin olması mümkün değildir.
Sual: Kader ve insanın sorumluluğunun sebebi gösterilen kesb meselesinden
maksat nedir?
Cevap: Kader; hem insanın hasenatta ve iyiliklerde fail olmadığını bildirir hem de
bilhassa takatinin haricinde veya üstündeki hadiselerin tesadüfî olmadığını ihtar
eder. Böylelikle de kalbe abdiyet şuurunu ve sabr kuvvetini yerleştirir. Kesb ya da
ihtiyar gibi tabirlerle ifade olunan insan sorumluluğunun kaynağı ise; abdin seyyie
ve günahlara merci olarak emaneti yüklenmesi içindir. Bu maksatlar nazara
alınmadan kader ve kesbten isabetli bir biçimde bahsedilemez. Hem ayetlerden ve
hadislerden bir kısmı bir kısmını nakzediyor vehmedilir.

1
Mezkûr sebeple de, tedbir ve takdir hakkında konuşanlar çok hata ederler. Tedbiri
takdirin alternatifi ya da onu iptal eden bir şey olarak görürler. Ya da takdir için
tedbirin ve vazifenin terkine hükmederler. Ya da kötülükleri kadere havale
ederlerken iyilikleri kendilerine isnad ederler. Bu hususta bir misal:
Tevbe Sûresi’nin 50. ayeti:

ٍُ ‫صيبَةٍ يَقُولُوٍاْ قَ ٍْد أَ َخ ْذنَا أَ ْم َرنَا ِمن قَ ْب‬


‫ل‬ ِ ‫ْك ُم‬ ِ ُ ‫سؤْ ُه ٍْم َو ِإن ت‬
ٍَ ‫صب‬ ُ َ‫سنَةٍ ت‬
َ ‫ْك َح‬ ِ ُ ‫ِإن ت‬
ٍَ ‫صب‬
ٍَ‫َويَتَ َولاوٍاْ او ُه ٍْم فَ ِر ُحون‬
Meali: Sana bir iyilik gelirse, bu onları üzer. Eğer senin başına bir musibet gelirse,
"Biz tedbirimizi önceden almıştık" derler ve sevinerek dönüp giderler.
Musibet kendilerine isabet etmeyenler, mesela sefere çıkmayıp da kendilerine
zarar dokunmayanlar, bunu kendi başarıları addedip kendilerine hamlettiler. Bu
nedenle de Resul-u Ekrem’e (a.s.m.) isabet edenin kendi hatasıyla olduğunu ima
ettiler. Devamındaki ayet, bunu şöyle tashih etti:
Tevbe Sûresi’nin 51. ayeti:

ٍَ‫ل ْال ُمؤْ ِمنُون‬


ٍِ ‫ّللاِ فَ ْليَتَ َو اك‬
ٍ ‫علَى‬
َ ‫ّللاُ لَنَا ُه ٍَو َم ْولَنَا َو‬
ٍ ‫ب‬ ٍَ َ‫لا َما َكت‬ ِ ُ‫قُل لان ي‬
ٍ ‫صيبَنَا ِإ‬
Meali: De ki: "Bizim başımıza ancak, Allah'ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim
yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah'a güvensinler."
Böylelikle, isabet edenin takdirle olduğu; etmeyenin de takdiri iptal eden bir
tedbire bağlanamayacağı ihtar edildi.
Hülasa; bu hususta, mesela aşağıda gelecek olan Âl-i İmrân Sûresi’nin 165. ayeti de
dikkate alındığında; ne tedbirin takdiri “değiştirdiğini” ne takdirin gerekmediğini
ne takdirle isabet ettirilmeyenin “akıl ve bilim” maharetiyle olduğunu söylemek
mümkündür.
Sual: Kader böyle anlaşılmıyor hem de çok suistimale uğramış?
Cevap: Evet. Öğrenim durumu, dünyevi makam ya da mülkiyet gibi kıstaslara göre
ister avam ister havas sayılsın, İslam’ın talim ettiği hakikatlere uzak olanlar ya da
bu hakikatlerden uzak duranlar bu meselede hüccet olamazlar. Böylelerince
mesela; coğrafya, deprem, ölüm, yoksulluk, hapis vs. kaderdir ya da değildir veya
“doğal afet” ve “felaket” olduğundan şu hadise kader değildir ya da olmadığı için
kaderdir denilmesi eşit derecede haktan ve ciddiyetten uzaktır. Hatanın yaygınlığı
ise hakikatle değil, hakikatin dakikliğiyle ilişkilendirilebilir.
Benîâdemin mümessili Âdem’e (a.s.) melaikeyi secde ettiren sırlardan birisi
tekliftir. İnsaniyet cevheri külfete ve emanete kâbildir. İnsanı hem zalûm ve cehûl
hem de halife yapan mükellefiyetidir. Böyleyken, sorumluluktan kurtulmak ve

2
külfeti atmak için hatalı kader tasavvurlarına sığınmak insanî hakikati alt üst
etmektir.
Diğer taraftan, Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetinden sonraki vukuatın teşkil ettiği
zeminden beslenerek gelen ihtilaflarla nihayet Emevîler’de ilahî takdirin siyasete
alet edilmesi gibi tarihî ve sosyopolitik bir nazardan hareketle hak bir kader
itikadının hiç olmadığına da hükmedilemez. Nebiyy-i Mücteba (a.s.m.) daha
hayattalarken sahabe arasında kaderle ilgili mübaheseler olduğu malûmdur. Yine,
siyasetin suistimal etmesi için evvela tebaada buna elverişli bir itikadın olması
iktiza eder. Abdullah bin Ömer (r.a.) gibi sahabeden hayatta olanların bulunduğu
bir zamanda, iktidarın kendini meşrulaştırmak için dinde olmayan bir itikad ihdas
etmesi ve bunu tepkili tebaaya yayması mümkün değildir. Mesele, itikadda mevcut
bulunanın saptırılmasıdır. Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) kaderi tartışmaktan nâsı
nehyederken söylediği gibi, Kitab’ın bir kısmının bir kısmıyla karşı karşıya
getirilmesidir. Saptırma ise hiçten itikad imal etmek değildir. Böyle olduğu için de
gerek kader tartışmalarının gerekse de mesela mihne dönemindeki tartışmaların
çerçevesi te’vildir. Yine bu tartışmalarda belirli te’viller süreklilik arz etmektedir.
Eğer bunlardan makbul silsileler ile Muhbir-i Sâdık’a (a.s.m.) kadar takip edilenler
olmasaydı, süreklilik arz eden te’vil dairesinin merkezinden söz edilmezdi. Zira bir
nokta-i telaki bulunamazdı. Bununla birlikte te’vil, itikada yabancı fikir ve inanışlar
ile muteber olmayan diğer referansların kullanılmasına müsait olduğundan
ihtilaflar meydana gelmiştir. Bu referanslar arasında elbette “mütehakkim akıl” da
vardır. Selef-i sâlihînden sonra ise bazı meseleler daha da giriftleşmiştir.
Hülasa; şefkat ya da tenzih gibi bir saikle bile olsa, çok masumları da yakan
hadiseleri nazara alıp O’nun izni ve iradesi haricinde vukua gelen bir hadiseden
söz etmek, yani bir şeyin ilahî ilmin ve iznin dışına atılmasını kabul etmek naklen
de aklen de imkân dışıdır. Hatalı tasavvurlar ve suistimaller bunu değiştirmez.
Kadere hayrıyla ve şerriyle iman etmek erkan-ı imaniyedendir. Başımıza gelen
elîm hadiseleri Kur’an “musibet” lafzıyla tabir eder. Musibet isabet edendir. Hedefe
atılan taş gibi. İsabet edende tesadüf olamaz. Öyleyse her musibet ilahî izin iledir.
Bu sebeple, mesela başka bir çağda değil umumi musibetin isabet ettiği bir
zamanda dünya talimgâhına gönderilen insanlardan bazısı orada olması
beklenmediği halde orada bulunarak vefat eder. Bazısı orada olması beklenirken
orada bulunmayarak hayatına devam eder. Bazısı yan yana iken biri beklentinin
fevkinde olarak kurtulur, diğeri vefat eder. Kurtulanlardan bazısı birkaç gün veya
hafta sonra vefat eder, bazısı vefatı beklenirken hayata devam eder. Bazısı vefat
edenlerin defnine giderken “yolda” vefat eder. Bazısı…
Sual: Cevapta geçtiği gibi, Teğabün Sûresi 11. ayeti ve bu mealdeki diğer ayetler
her musibetin Allah’ın izni ile olduğunu tasrih ederken Nisâ Sûresi’nin 79. ayetinde
insana isabet eden seyyienin ve kötülüğün kendi nefsinden olduğu beyan

3
edilmiştir. Buna dayanarak kötülüğün insana Allah’tan gelmediğine veya mesela
bir zelzelenin ilahî takdirle olmadığına mı hükmetmek gerekir?
Teğabün Sûresi’nin 11. ayeti:

‫ش ْي ٍء‬ َ ‫ل‬ ٍّ ‫اّلل يَ ْه ٍِد قَ ْلبَ هٍهُ َو‬


ٍِ ‫ّللاُ بِ ُك‬ ٍْ ‫ن يُؤْ ِم‬
ٍِّ ِ‫ن ب‬ ٍْ ‫ّللا َو َم‬ ٍِ ‫ِل بِ ِا ْذ‬
ٍِ‫ن ّه‬ ٍ ‫ن ُم ۪صيبَةٍ ا ا‬
ٍْ ‫اب ِم‬ َ َ‫ََٓما ا‬
ٍَ ‫ص‬
ٍ‫عل۪ يم‬
َ
Meali: Başa gelen her musîbet, ancak Allah’ın izniyledir. Kim Allah’a iman ederse,
Allah onun kalbine hidayet verir. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Nisâ Sûresi 79. ayetten:

ٍَ ‫ن نَ ْفس ه‬
‫ِك‬ ٍْ ‫س ِيئَةٍ فَ ِم‬ ٍْ ‫ك ِم‬
َ ‫ن‬ َ َ‫َو ََٓما ا‬
ٍَ ‫صا َب‬
Meali: Sana gelen her kötülük nefsindendir.
Cevap: Teğabün Suresi’ndeki ayet musibet olarak izinsiz hiçbir şeyin isabet
etmediğini beyan etmektedir. ‫َما‬ tâmimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî
olduğuna işarettir.

Diğer ayette ise, seyyienin sebebine ve kötülüğü talep edene ٍ‫ِم ْن‬ lafzıyla işaret
edilmiştir ki nefs-i insanîdir.
Bu vecihler birlikte şöyle mülahaza edilebilir: “Yolunu açtığım ve sebep olduğum bu
seyyie de diğer her şey gibi izn-i ilahî iledir.” En azından bu ve benzerî vecihler
nedeniyle ayetler, seyyienin ya da mesela zelzele gibi bir hadisenin takdirle
olmadığı fikrine mesned yapılamaz.
Sual: Geçen ayetlerin veya bazı başka ayetlerin siyak ve sibakından musibetlerin
ilahî davete icabet edilmemesine münhasır olduğu anlaşılıyor. O halde yalnız böyle
musibetler izn-i ilahî iledir?
Cevap: Bazı ayetlerin makamı buna müsait olmakla birlikte, musibetin küfre ceza
olmakla inhisarı mümkün değildir. Bunun bir şahidi aşağıda gelecek olan Âl-i
İmrân Sûresi’nin 165. ayetidir.
Başka dolaylı bir şahidi ise, bazı musibetlerin mevtle sonuçlandığı şüphe götürmez
bir vâkıa olduğuna göre, şudur:
Âl-i İmrân Sûresi’nin 145. ayetinden:

‫للا‬
ٍ ‫ن‬ ٍِ ‫لا ِبإِ ْذ‬
ٍ ‫وت ِإ‬ ٍْ َ‫َو َما َكانٍَ ِلنَ ْفسٍ أ‬
ٍَ ‫ن ٍتَ ُم‬
Meali: Allah'ın izni dışında hiç kimse ölmez.

4
Bunlara binaen; bazı musibetleri, mesela “bize ders verilen” kavimlerin helakini
ilahî izne ve kadere tabi kılmak, bazısını güya tenzih niyetiyle esbaba bağlamak en
hafif tabirle azim bir hatadır.
Sual: Nisâ Sûresi’nin 78. ve 79. ayetlerinde zahiren bir muhalefet vehmediliyor,
beraber ne vecihle nazara alınabilir?

‫سن ٍَة‬ ِ ُ ‫ِن ت‬


َ ‫ص ْب ُه ٍْم َح‬ ٍْ ‫شيادَهٍة َوا‬ َ ‫وج ُم‬ ٍ ‫اَيْنٍَ َما تَ ُكونُوا يُ ْد ِر ْك ُك ٍُم ْال َم ْوتٍُ َولَ ٍْو ُك ْنت ُ ٍْم ف۪ ي بُ ُر‬
ٍ‫ن ِع ْن ِد‬ٍْ ‫ل ُكلٍ ِم‬ ٍْ ُ‫ِك ق‬ ٍَ ‫ن ِع ْند ه‬
ٍْ ‫سيِئَةٍ يَقُولُوا ٰهذِهٍ۪ ِم‬ ِ ُ ‫ِن ت‬
َ ‫ص ْب ُه ٍْم‬ ٍِ‫ن ِع ْن ٍِد ّه‬
ٍْ ‫ّللا َوا‬ ٍْ ‫يَقُولُوا ٰهذِهٍ۪ ِم‬
ٍَ‫سنَةٍ فَ ِمن‬ َ ‫ن َح‬ ٍْ ‫ك ِم‬ ٍَ َ‫صاب‬ َ َ ‫﴾ ََٓما ا‬٧٨﴿ ‫ل يَ َكادُونٍَ يَ ْفقَ ُهونٍَ َحد۪ يثًا‬ ٍ َ ٍ‫ل ٰ َٓه ُ۬ ُؤ ََٓل ٍِء ْالقَ ْو ِم‬
ٍِ ‫ّللا فَ َما‬
ٍِ‫ّه‬
ٍ‫ول َو َك ٰفى‬ ٍ‫س ً ه‬ُ ‫اس َر‬ ٍ ِ ‫َاك ِللنا‬ ٍَ ‫س ْلن‬ ٍَ ‫ن نَ ْفس ه‬
َ ‫ِك َوا َ ْر‬ ٍْ ‫سيِئَةٍ فَ ِم‬ َ ‫ن‬ ٍْ ‫ك ِم‬ ٍَ َ‫صاب‬َ َ ‫ّللا َو ََٓما ا‬ ٍِ‫ّه‬
‫﴾ا‬٧٩﴿ ‫اّلل ش َ۪هيدًا‬ ٍِّ ِ‫ب‬
Meali: Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler
içinde bulunun, ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar: “Bu,
Allah’tandır” derler. Başlarına bir kötülük gelince de “Bu, senin yüzündendir”
derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır!” Fakat bu topluma ne oluyor ki, bir türlü sözü
anlamaya yanaşmıyorlar? ﴾78﴿ Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her
kötülük de nefsindendir. Resulüm! Seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik.
Buna şâhit olarak Allah yeter. ﴾79﴿
Cevap: İlk ayet mucid, ikincisi sâil ve isteyen nokta-i nazarından mülahaza
edilebilir. Yani, icad bakımından hem hasene hem de seyyie ilahî izne istinad eder
ki bu vecih Teğabün Sûresi’nin 11. ayeti ile teyid edilir. Diğer yandan, istemek ve
gerektirmek yönünden -önceki cevapta geçtiği gibi- seyyie insana, hasene ise ilahî
rahmete bağlanmıştır.
Sual: Bu cevap kabul edildiğinde bir müşkil ortaya çıkmaktadır. Zira Nisâ
Sûresi’nin 78. ayetinde icad itibarıyla hasene ve seyyienin Allah’tan olduğuna
ٍِ ‫ن ِع ْن ٍِد ّ ه‬
“inde” lafzıyla < ‫ّللا‬ ٍْ ُ‫ >ق‬işaret edilmiştir. Halbuki Âl-i İmrân Sûresi’nin
ٍْ ‫ل ُكلٍ ِم‬
165. ayetinde aynı lafız insan hakkında kullanılmıştır?

ٍ‫ن ِع ْن ٍِد ا َ ْنفُ ِس ُك ه ْم‬ ٍْ ُ‫ص ْبت ُ ٍْم ِمثْلَ ْي َهاٍ قُ ْلت ُ ٍْم اَنّى ٰهذَهٍا ق‬
ٍْ ‫ل ُه َوٍ ِم‬ َ َ ‫ا َ َولَ َٓاما ا‬
َ َ ‫صا َبتْ ُك ٍْم ُم ۪صي َبةٍ قَ ٍْد ا‬
ٍ‫ّللا‬
ِّ ‫ن‬ ٍِ ‫ان فَ ِب ِا ْذ‬ٍِ ‫صا َب ُك ٍْم َي ْو ٍَم ْالتَقَى ْال َج ْم َع‬
َ َ ‫﴾ َو ََٓما ا‬١٦٥﴿ ٍ‫ش ْيءٍ قَد۪ ير‬ َ ‫ل‬ ٍِ ‫ع ٰلى ُك‬ َ َ‫ّللا‬
ٍّ ‫ِن‬ ٍ‫ا ا‬
﴾١٦٦﴿ ٍَ‫َو ِل َي ْعلَ ٍَم ْال ُمؤْ ِمن۪ ين‬
Meali: Onların (müşriklerin) başına (Bedir'de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet
(Uhud'da) sizin başınıza geldiğinde, "Bu, nereden başımıza geldi?" dediniz, öyle
mi? De ki: "O (musibet), kendinizdendir." Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla
yeter. ﴾165﴿ İki topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelen, ancak Allah'ın
izniyle olmuştur ki (O), inananları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın). ﴾166﴿

5
Cevap: Her iki “inde” de masdar anlamında olup birbirini teyid ettiğinden bu
noktada müşkil yoktur. Zira seyyie ve şerler ekseriyetle adem ve yokluk nev’inden
olduğundan, insan nefsi seyyiede bir terkle fail olabilir. Ancak insan, vücudî olduğu
için hasenata masdar olamaz.
Seyyie mevzubahis olduğunda, Nisâ Sûresi’ndeki mezkûr ayetlerde “inde” lafzı
masdar ve fail olarak ilahî kudrete râci iken Âl-i İmrân Sûresi’nde neden insana
râci olmasının -Allah’u a’lem- bir veçhi:
Her iki “inde” ile farklı gaye takip edilmiştir. Zira Nisâ Sûresi’ndeki ayetler talim ve
ıztırar, Âl-i İmrân Sûresi’ndeki ayet ise tedip ve kesb/ihtiyar makamındadır.
Malûm kader ıztırari ve ihtiyari olarak tasavvur edilebilir. Ancak ihtiyarın yine de
ilahî izin ile kayıtlı olduğunu Âl-i İmrân Sûresi’nin 166. ayeti tenbih etmektedir.
Zira, mükerreren zikredildiği gibi, hiçbir musibet yoktur ki ilahî izin ile olmasın.
Sual: Seyyienin bîçare insanlara isabet etmesinin bir hikmeti ne olabilir?
Cevap: İnsanın aslî vazifesi iman ve ibadettir. İbadetin özü insanın acizliğini ve
fakirliğini derk etmesidir. Bu derk ise yalnızca tasavvur gibi bir seviyede
gerçekleşmez. Bizatihi tecrübe edilir. Belâ ve külfet de budur ki insan bu yükten
kaçınamaz. Musibet bu tecrübeyi temin eder. Ferdin kendi musibetine ibadet
kastıyla bakabilmesi gerekir ki bundan istifade etsin. İbadet edebi ise, kaderin âdil
olduğunu teslimle, hadisede sebep ne olursa olsun, kendi kusurunu görmeyi ve
tevbe etmeyi iktiza eder. Böylelikle, insan-ı âbid seyyieye merci olduğunu kabul
ederek Rabbini tenzih eder.
Sual: Her musibet hatanın neticesi midir?
Cevap: Şûra Sûresi’nin 30. ayetinde ve bu mealdeki diğer ayetlerde başımıza gelen
musibetlerin kendi işlediklerimiz sebebiyle olduğu haber verilmiştir.
Şûra Sûresi’nin 30. ayeti:

َ ‫ت أَ ْيدِي ُك ٍْم َويَ ْعفُو‬


ٍ ِ‫عن َكث‬
‫ير‬ َ ‫صيبَةٍ فَ ِب َما َك‬
ٍْ َ‫سب‬ َ َ‫َو َما أ‬
ِ ‫صابَ ُكم ِمن ُّم‬
Meali: Başınıza ne musibet geldiyse kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.
Oysa birçoğunu da bağışlıyor.
Kesbettiklerimizin yani kendi ellerimizle kazandıklarımızın ise hem dinî hem de
kevnî hataları kuşattığı anlaşılmaktadır. Zira, yukarda geçen Âl-i İmrân Sûresi’nin
165. ayetinde Uhud Gazvesi’nin ahirindeki mağlubiyetin malum sebebi, tekvinî
şeriata uyulmamasının sonuçlarını ihtar etmektedir.
Önceki cevapta denildiği gibi, musibette sebep ne olursa olsun, ibadet cihetiyle,
kendini kusurlu bilmek ve istiğfar etmek gerektir. Diğer yandan, ayetin mutlak
olduğu nazara alınarak hitabın yalnız günahkarlara müteveccih olduğu da
mülahaza edilebilir. Burada takyidin delili ise; kefferat’üz-zünub gibi bir sebebe ek

6
olarak sabır, sevap ve derece yükseltmek gibi esbaba binaen gelen musibetlerin
vücududur. İbn-i Hibban’ın Sahih’inde kayıtlı olan bir hadiste, en şiddetli belâya
nebilerin ve sonra onlara benzeyenlerin maruz kaldığı bildirilmektedir. Bu vecih
nedeniyle; bir ferd kendi nefsini levmedip istiğfar etmekle birlikte, muayyen bir
musibetzedeye isabet edenin, onun belirli bir günahı sebebiyle geldiğine kati
hükmedemez. Öyleyse; “Sabır ile mukabele et, tezyid-i derecattır” demeli, “Şu
günahından yüzünden bu sana geldi” dememeli. Benzer şekilde, isabet edenin
yalnız hatalılara ya da kafirlere isabet ettiğini düşünmek de doğru değildir. Ancak,
muayyen bir ferde karşı olmayan umumî bir hitabında, su-i niyet olmamak
şartıyla, bir müminin “Islahımız için bir ikazdır, herkes muhasebesini yapmalı”
demesinin uygun olmadığını dava etmek hatadır. Bu noktada büyük hatalardan
bazısı ise; musibetleri yalnızca maddî sebepler ve âlemin kanunları ile kısıtlı bir
cihetten görerek hikmet nazarıyla hadiseleri okumamak, ders çıkarmamak;
dünyanın faniliğini, insanın acizliğini düşünmemek ve tevbe ile Hakk’a
yönelmemektir.
Elbette ibadet nokta-i nazarı meselenin diğer veçhelerini yok saymayı icap
ettirmez. Bizim için, ibadet ve itikad dairesinin yanında kendine has hükümleri
bulunan esbap dairesi de vardır. Bu dairede ise beşerin zulmü bulunabilir. Zâlim
kim ise mesuliyeti o deruhte eder. Kimse başkasının suçunu yüklenmez. Yine bu
dairede sünnetullah hükmünü icra eder. Yani, âlemdeki unsurlar umumî nizama
tebaiyetle vazifelerini yaparlar. Mesela; arz hareketine, levhalar seyrine ve fay
mukavemetine devam eder. Bu küllî vazifelerin ifası esnasında kulların terbiyesine
vesile hâdisat olabilir. Bunlardan biri diğerini iptal etmez. Yani fay kırılması ile
“elimizle kazandıklarımız” sebebiyle gelen musibet birbirini iptal eden karşıt
şıklar olarak düşünülemez. Ayrıca, ne ibadet dairesi ne de sebepler dairesi bizden
sorumluluğun düşmesi için bahane kılınamaz.
Binaenaleyh, nefsimizin ve beşerin zulmü ile kaderin hükmünü, ibadet dairesi ile
esbap dairesini birbiriyle karıştırmamak elzemdir.
Sual: Takyidin delilinde “sabır, sevap ve derece yükseltmek gibi esbaba binaen
gelen musibetler”den bahsedildi. Benzer bir husus olarak, şer’an mükellef
olmayanlara veya ismet sahibi nebilere gelen musibetler nazara alındığında
mâsiyetten bahsetmek mümkün olmuyor?
Cevap: Evvela şunu hatırda tutmak gerekir: Başa gelen musibette şer’an mükellef
sayılan birisi, bizzat o hâdisede kusurlu olup olmadığına bakmaksızın, hasbe'l-
beşeriye noksan olduğunu veya şer’î olsun ya da olmasın önceki hatalarını dikkate
alarak seyyieye merciiyeti kabul edip istiğfar edebilir. Zaten, bilhassa umumî bir
musibette bizatihi kendi elimizle kazandığımız hangi kusurun buna yol açtığını
yakînen bilmek mümkün olmayabilir. Zira perde arkasını görmüyoruz. Hem de
musibet umumîleşip “fitne” olduğunda, bir zulmün bizzat irtikabı da gerekmez.

7
Zulmü desteklemek, taraftar olmak hatta kayıtsız kalmak suretiyle zulme ortak
olmak mümkün olduğu gibi gelen o fitne masumlara da isabet eder. Mesela:
Hûd Sûresi’nin 113. ayeti:

‫ن أَ ْو ِليَا ٍء‬
ٍْ ‫ُون ّللاٍِ ِم‬ ٍ ‫ارٍ َو َما لَ ُكم ِم‬
ٍِ ‫ن د‬ ُ ‫س ُك ٍُم النا‬ َ ٍَ‫لَ تَ ْر َكنُوٍاْ إِلَى الاذِين‬
‫ظلَ ُموٍاْ فَتَ َم ا‬ ٍ ‫َو‬
ٍَ‫ص ُرون‬ َ ‫لَ تُن‬ ٍ ‫ث ُ اٍم‬
Meali: Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan
başka yardımcılarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.
Enfal Sûresi’nin 25. ayeti:

ٍِ ‫شدِي ٍدُ ْال ِعقَا‬


‫ب‬ َ َ‫ّللا‬
ٍ ‫ن‬ ٍ‫ص ٍةً َوا ْعلَ ُموٍاْ أَ ا‬ َ ٍَ‫ن الاذِين‬
‫ظلَ ُموٍاْ ِمن ُك ٍْم خَآ ا‬ ٍ ً‫َواتاقُوٍاْ ِفتْنَ ٍة‬
ِ ُ ‫لا ت‬
ٍ‫صي َب ا‬
Meali: Öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla
kalmaz. Ve bilin ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.
Dolayısıyla, nebiler umumî musibetten hissedar olabilirler. Ayrıca, büyük zâtlar
için bazen, başkaları için mübah olan bir şey noksanlık olabilir. Şöyle denir: Ebrar
için hasenât sayılan birtakım harekât vardır ki bunların mukarrebînden sudûru
kabahat sayılır. Nebileri kendi manevi mertebelerine nispetle düşünmek gerektir.
Hem de, zikredildiği gibi, seyyieye merci olduğunu kabul ile istiğfar etmek
ibadettir. Bunun için, bir günaha düşmek gerekmez, kendini kusurlu saymak
yeterlidir. Kuddüs, Subhân ve Zü’l-Kemal yalnız Rahman’dır.
Şer’an mükellef olmayanlar hakkında ise; bunların mesul olacakları bir kusurdan
söz edilemez. Zira medar-ı sevap ve ikab olacak surette elleriyle kazanamazlar. O
halde kendisi hakkında kesbten söz edilemeyenleri, kesb etmeye kâbil olanlara
hitap eden Şûra Sûresi’nin 30. ayetinin ikazıyla irtibatlandırma imkânı kalmaz.
Ancak bunlar yine de hilkaten mükelleftirler. Yani bir çocuk elini ateşe sokarsa acı
hisseder. Böyle durumlarda ya da fitne suretindeki musibetler bunlara isabet
ettiğinde, elem çekerlerse de bunun taraf-ı ilahîden telafi edileceği umulur. Zira
Malik’ül-Mülk Âdil-i Mutlak’tır. Nisâ Sûresi’nin 77. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

ً‫ل‬ ْ ُ ‫لَ ت‬
ٍ ‫ظلَ ُمونٍَ فَ ِتي‬ ٍ ‫َو‬
Meali: Hurma çekirdeğinin içindeki lif kadar size haksızlık edilmez.
Peygamberine isyanda direten bir kavmin helaki gibi hadisat hariç olmak üzere,
fitne geldiğinde masumlar da zarar görebilmekle birlikte bunların o gibi
musibetten zarar görmelerinin hikmetleri vardır. Zira o hadiseden istisna
kılınmaları harikulade olurdu. Harikulade olarak masumların ya da hayvanların o
musibetlerden apaçık surette hariç tutulması ve kâinatta işletilen kanunların
dışına çıkılması; gaybî imana, imtihan sırrına ve teklife uygun düşmediği gibi
nizamı sıklıkla kesintiye uğratırdı. Nizamın kesintiye uğraması büyük sonuçları

8
olan bir hadisedir. Bu hususa aşağıda bir nebze temas edilmiştir. Ancak kanun ve
nizam fikri “ilahî bir mecburiyet” de vehmettirmemelidir Rahman’ın hususi ihsan
ve imdad kapıları daima açıktır. Hem, geçtiği gibi, her şeyin karşılığının verileceği
haber verilmektedir.
Sual: Musibetlerde zulüm mümkün müdür?
Cevap: Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Mülk O’nundur. Mülk’te
hakiki payı olduğunu vehmeden birisi, diğer mahlukat ve insanların da aynı
durumda olduğunu zannetmekten kendini alamaz. Mülk’ü böyle şeriklere taksim
ettikten sonra bir kalbin hakiki rahat bulması imkân dışıdır.
Mülk’ün Mâliki ise hiçbir tasarrufu için mesul tutulamaz, sual olunamaz. Zira
tasarrufunda bir hakkın zayi olmasından söz edilemez. Bir hakkın gasbı ya da zayi
olması için önce bir şeye mâlik olmak gerekir. Mahlukat ise malik değil memluk
olduğundan, zulümden bahsedemezler. O halde kendisine musibet isabet edenin
hakkı istircadır. İstirca ayeti:
Bakara Sûresi’nin 156. ayeti:

ٍِ ِ ‫صيبَةٍ قَالُوٍاْ ِإناا‬


ِ ‫ّلل َو ِإناا ِإلَ ْي ٍِه َر‬
ٍَ‫اجعون‬ َ َ‫الاذِينٍَ ِإذٍَا أ‬
ِ ‫صابَتْ ُهم ُّم‬
Meali: Başlarına bir musibet geldiği vakit "Biz Allah’ınız ve nihayet O’na döneceğiz"
derler.
İstirca’nın, nefsin malikiyet vehminin musibetle terk edilmesinin bir ifadesi olması
muhtemeldir. Bu mühim mana ile devamındaki ayetteki büyük müjdenin sebebi
anlaşılmaktadır.
Bakara Sûresi’nin 157. ayeti:

ٍَ ِ‫صلَ َواتٍ ِمن ار ِب ِه ٍْم َو َر ْح َم ٍة َوأُولَئ‬


ٍَ‫ك ُه ٍُم ْال ُم ْهتَدُون‬ َ ‫علَ ْي ِه ٍْم‬ ٍَ ِ‫أُولَئ‬
َ ‫ك‬
Meali: İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola
ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.
Sahih-i Müslim gibi hadis kitaplarında geçen sahih bir hadiste istirca edenin
musibetine nisbetle daha hayırlı imkânlara kavuşturulacağı bildirilmektedir.
Sual: Musibetler zulüm değilse bile şefkat ve rikkat bizi yakmaktadır?
Cevap: İlk olarak; bu suali mümkün kılan, hemcinsine ve halka gelen musibetten
hissedar eden şefkat ve diğerkâmlık gibi hissiyattır. Bunların insanda
bulunmasının “hayatta kalma mücadelesi” gibi bir fikirle izah edilmesi mümkün
olmadığı gibi, anılan hislerin insana bahşedilmesi mühim gayeleri ve hikmetleri
ihtar eder. Musibetzedeye gelenden duyulan elem, ümitsizliğe ya da isyana değil,
hakiki bir devaya sevk etmek için var olmak gerektir. Öyleyse şefkatin, Vâhid-i
Rahîm’e isal eden keskin ve geniş bir tarik olduğu nazara alınarak ondan istifade

9
edilmelidir. Zira şefkat hissi hakikatin tesellisiyle teskin edilebilir, hakikatsiz
teselliyle, gafletle ve türlü sarhoşluklarla değil.
İkinci olarak; hâdisatın içyüzüne nüfuz etmek çaba ister. Bir olayın içyüzü ve perde
arkası bilinmeden sağlıklı ve kâmil bir muhakeme yapmak mümkün değildir.
Öyleyse âkıbeti görmeyen hissiyat, kâinatta cereyan eden nizama ölçü ve
mühendis kılınamaz.
Kehf Sûresi’nin 68. ayeti:

ٍْ ‫علَى َما لَ ٍْم ت ُ ِح‬


‫ط ِب ٍِه ُخب ًْرٍا‬ ٍَ ‫َو َكي‬
ْ َ‫ْف ت‬
َ ‫ص ِب ٍُر‬
ً ‫ ُخب‬lafzı dikkati caliptir. Zira kavramak manasının yanı sıra haberdar
Ayetteki ‫ْرٍا‬
edilmek manasını da ifade etmektedir. Böylelikle ayetin meali: “Haberdar edilerek
içyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” olur. O halde, dış duyularla
veya zahiren kuşatılamayan bir hadiseye nüfuz etmek esasen haberdar edilmeye
bağlıdır. Bu noktadan hareketle, musibetleri sabırla karşılamak ve anlamak için
bâtın hakkında verilen haberlere bakmak gerekir. Musibetlerin içyüzünden
verilen haberlerde ise büyük mükafat ve karşılıklar müjdelenmektedir. Mesela:
Tirmizî’de hasen-garip bir senetle rivayet edilmekle birlikte, musibet ve belalarla
ilgili diğer ayetler ve hadisler de dikkate alındığında göz ardı edilmesi mümkün
olmayan ve bu hususta en önemli derslerden birini veren bir hadis-i şerifin meali
şudur: “Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, belâ ehline sevapları verilince, dünyada
iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.” Güçlü bir senede
sahip başka bir hadisin Ebu Davud’da geçtiği şekliyle meali ise: “Bilesiniz: Tâundan
ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, zatulcenbten ölen şehittir, batın hastalığından
ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, yıkık altında ölen şehittir, çocuk karnında olarak
ölen kadın şehittir.”
Dünyevi en büyük ıstıraplara razı eden bir mükafatın keyfiyetini tasavvur
edemediğimize remzeden ve meşakkatli ölümlerin yakînen kıymeti bilinmeyen
şehadet gibi bir mevhibeye kavuşturduğuna beyan eden mezkûr haberler; şer
görünen ve bize ıstırap veren hadiselerin zahirine göre hükmetmenin eksik ve
hatalı olduğunu ders vermektedir. Zira akıbete bakıldığında mümin için bu
hadiseler hayra tebdil olunmaktadır. Musibet darbesini yiyen masumlar ve
hayvanlar için de aynı nazarla hadiseye bakmak gerekir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: Uzun süreli veya ağır
ıstıraplar, şefkatte ölçüsüzlüğün yol açtığı zanlarla değerlendirilmemelidir. Zira
hariçten bakarak bir şahsın ne hissettiğiyle ya da ne denli hissettiğiyle ilgili
hükümler kesinlikten uzaktır. Acı duyumunun fiziken ölçümü mümkün olsaydı
dahi, şahsın şuuruna ulaşan ve bizatihi tecrübe edilen yine bilinemeyecekti. Hem
de, şuur bazı zamanlarda inceleşerek ve bulanıklaşarak hissedilene kayıt çeker.
Şahıs hissetmek istese bile o his ondan giderilebilir. Her şey bir ölçü ve kader ile

10
takdir edilmiştir. Herkes ancak hissesine düşene kavuşur. Mâlik’ül- Mülk, Rabb-i
Rahîmdir.
Üçüncü olarak; musibet ukbadaki neticeleri cihetiyle hayır olduğu gibi, bu
dünyada da mühim vazifeleri ve hayırlı semereleri vardır. Bu husustaki tüm
mülahazalar bazı esaslara rücu eder. Bunları dikkate almadan bu hususta fikir
serdetmek noksanlıklara, hatalara ve sathiyete yol açar. Esaslar ise, bir koniye
benzetilebilecek biçimde, tabandan tepeye ve içiçe olmak üzere ayrılmaz çeşitli
tabakalar teşkil eder. Bu tabakalardan mesela üstte yer alan birinde bazı şerlere
şahit olup şefkat hissiyle onların olmamasını istemek ya da her şeye Kadîr’den
farklı bir hilkat beklemek alttaki bütün tabakaların tebdilini ve dönüştürülmesini
gerektirir. Zira esaslar birbirini doğurur, birbirine bağlıdır ve bir birlik teşkil eder.
Böylelikle söz ilahî iradeye döner. Kulluk ise aslen bu iradeye rızadâde olmaktır.
Esaslardan mühimleri:
1- Her şey meşiet ve iradeye dayanır.
2- Meşiet, âlemi inayet ve hikmet ile vücuda getirmek dilemiştir.
3- İnayet ve hikmet içre celalî ve cemalî sıfatların muktezalarıyla âlem terkip
edilmiştir.
4- Celalî ve cemalî sıfatlar esma-i hüsnayı tecelliye sevk edip esma nukuşunu
göstermiştir.
5- Esmanın muktezası olan mütehalif fiiller ile âlem tekamüle, insan tecrübe
ve imtihana tabi tutulmuştur.
6- Mütehalif fiiller ezdadı netice verip böylelikle âlemde tenevvü ve nispi
hakikatler zuhura getirilmiştir.
7- Nispi hakikatler âlemin nizamına sebep kılınmıştır.
Netice olarak, başa gelen bir musibet âlemdeki nizamla irtibatlıdır. Nizam ise nispi
hakikatlere, o da zıt unsurlara, o da birbirine muhalif faaliyetlere, o da esmaya, o
da celalî ve cemalî sıfatlara, o da hikmet-i ezeliyeye, o da meşiete istinad eder.
Fenleri mümkün kılan da nizam ve bu nizamdaki sürekliliktir. Yine bu sebeple
tedbir almak mümkün olmuştur. Yine bu sebeple âlem bir kitap suretini almıştır.
Yine bu sebeple esmayı okumak imkânı doğmuştur. Yine bu sebeple…
Bunlara istinaden; “Neden bebeklerin ve masumların zarar gördüğü ve elem
çektiği şu hadise oldu?” ya da “Bu hadise takdirle olamaz, olmamalıdır” ya da
“Başkasına gücü yetmiyor mu da böyle acı ve şer dolu bir âleme mecbur bırakıldık”
ya da “Şer varsa Cemîl-i Mutlak yoktur” gibi şüpheli itirazlar ve inkarlar bir
hakikate istinad edemezler. Zira bunların söylenmesi âlemin iptalini gerektirir.
İptal olunan âlemin yeniden insanî ölçücüklerle inşasına ve tasavvuruna imkân
yoktur. Böylelikle de “daha iyi” bir başka mümkün âlemden söz etmek muhaldir.

11
Sual: Musibetleri böyle izahtan maksat sorumluları temize çıkarmak mıdır?
Cevap: Hazır büyük musibetin şefkatleri ziyade tahrikiyle böyle manalara ihtiyaç
hasıl olmaktadır. Yine, dinî ve dünyevî çok cihetlerden ibret almak icap etmektedir.
Buradakiler evvela, bazı vecihler itibarıyla nefse bir derstir. Sonra yaygın
şüphelerden bir kısmına bir cevaptır. Hayra vesile olma ihtimaliyle de yazıya
dökülmüştür. Ayetlerden ve hadislerden anlaşılanlar yazarın kendi fehmidir;
hatalarından tevbe eder.

ٍُ ُ ‫ك َوأَت‬
ٍَ ‫وب ِإلَي‬
‫ْك‬ ٍَ ‫ أَ ْستَ ْغ ِف ُر‬، ‫ت‬
ٍَ ‫ن ل ِإلَ ٍهَ ِإل أَ ْن‬ ٍَ ‫َك اللا ُه اٍم َو ِب َح ْمد‬
ٍْ َ‫ أَ ْش َه ٍدُ أ‬، ‫ِك‬ ٍَ ‫س ْب َحان‬
ُ
Bundan sonra; maksat ne bir kısım nâsı tebriedir ne onlara destek çıkmaktır ne
dini alet etmektir. İtikad edilen hakikatleri; suistimal ya da alet edilmek ihtimali ya
da “sorumluların tebriesi için kaderle insanların uyutulduğu”na inanan zümreler
var diye söylemekten vazgeçemeyiz.
Burada anlatılan meseleler, Kuran’ı anlamaya vesile edilmek üzere asgari şu
risalelerden tahkik edilmelidir:
1-Şualar, 2. Şua’nın Birinci, İkinci ve Üçüncü Meyvesi.
2-Lemalar; 2. Lem’a, 13. Lem’a, 26. Lem’a’nın 13. Ricası.
3-Mektubat; 12. Mektub ve 24. Mektub.

Ebu Yahya Muhammed


6 Şaban 1444
****************

12

You might also like