You are on page 1of 26

Ünite 2

Türkiye Cumhuriyeti Değişim ve dönüşüm (1923-1945)


Yönlendirici soru:

Atatürk döneminde değişim, Türk toplumun, kültürün ve kimliğinin çağdaş anlayışlarını şekillendirmede ne
ölçüde yardımcı oldu?

Kültür ve Sosyal Değişim

Tablo: Çeşitli Kültür Kavramları ve Anlamları

Kullanma Özel
Genel Nitelikler - Görevler
Alanlarına Göre
Çin, Hint, Fransız, Batı ve İslam kültür Tarihsel, bütünsel ve evrimsel.
Bilimsel alanda Uygarlık
uygarlığı gibi.
Genel, mesleki ve teknik eğitim; tıp, hukuk,
Beşeri alanda ve Değerlendirici, eleştirici, geliştirici,
Eğitim din, sanat ve fen eğitimi; örgün ve yaygın
günlük dilde öğretici ve yayıcı.
eğitim ya da öğretim gibi.
Gotik, Barok, Rönesans ve Modern Sanat; Eleştirici, yaratıcı, eğitici,
Estetik alanında Sanat resim sanatı, müzik sanatı, ilkel ve modern
değerlendirici güzel ya da
sanat; romantik ve gerçekçi sanat gibi. güzelleştirici, estetik.
Günlük toplumsal yaşamı
Maddi (teknolojik) Avcılıki, tarım ve endüstri kültürü, “mikrop
Üretim destekleyici: üretici, deneyci,
ve biyolojik alanda kültürü”, “ekin kültürü” gibi.
çoğaltıcı, yoğaltıcı ve besleyici.

Kaynak: Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul: Boyut: 2010, s. 98.

Kültür bir yaşam tasarımı ve insanların davranışlarını koordine eden ortak anlayıştır. Sosyalleşme ile kazanılan
kültür, ortak anlayışları paylaşan insanların bir grup içindeki davranışlarının ne olması gerektiğini ortaya koyar.
Ne düşündüğümüzü, nasıl davrandığımızı ve neye sahip olduğumuzu kapsayan bir sözcüktür. Geçmişle olan
bağımız ve hem de gelecek için kılavuzumuzdur. “Kültürün ne olduğunu tamamen anlamak için, hem
düşünceleri hem de nesneleri değerlendirmeliyiz. Maddi olmayan kültür, bir toplumun üyeleri tarafından
geliştirilen fikirlerdir ve bu fikirler sanattan Budist Okulu Zen’e kadar farklılık gösterir. Maddi kültür ise tam
tersine bir toplumun üyeleri tarafından üretilen fiziksel şeylerdir ve bu nesneler koltuktan fermuara her şeydir.

Maddi ve manevi kültür

Maddi kültür ise, kısaca manevi kültürün dışındaki kültürsel unsurlar olarak tarif edilebilir. Örneğin: Binalar, her
türlü araç-gereç, giysiler vb. ... Manevi kültür, bir milleti diğer milletlerden ayırt etme imkanı veren örf, adetler,
davranışlar, ahlak anlayışı, değerler, sosyal normlar ve zihniyet değişiklikleridir.

Kültürel yozlaşma
Bir kültürün kökeninden koparak kendine yabancılaşmasına ve asli kültürel formlarının başkalaşarak
bozulmasına denir. Bir kültürün kendini başka kültürlerin etkisinden korumak için başka kültürlerin özelliklerine
kapılarını kapatması ya da bir toplumun kültürüne, özellikle daha gelişmiş bir toplum kültüründen bazı maddi ve
manevi ögelerin girmesine ve o kültürün uyumlu bütünlüğünün bozulmasına denir.

Kültürel gecikme

Kültürel değişme sürecinde kültürün maddi unsurlarının manevi unsurlarından daha hızlı değişmesinin ortaya
çıkardığı durumdur. Kültürel gecikme “anomi” adı verilen kuralsızlık ve kargaşa halinin nedeni olarak
görülmektedir.

Benzeşme/Özümseme (assimilation)

Bir kültürün başka bir kültürü egemenliği altına alarak kendine benzetmesidir. Asimilasyon herhangi bir zorlama
olmaksızın sosyal ilişkiye giren taraflar arasında kendiliğinden ve iki yönlü olarak gelişen bir durumdur.Örneğin,
kırsal kesimden kentlere göç edenler zamanla kent kültürünü kazanırken, kent kültürüne de köye özgü kültürel
özellikleri kazandırarak onun da değişmesine neden olurlar. Asimilasyon kültürel ilişkiye giren taraflar
arasında cereyan eden ve tarafların kaynaşmasıyla sonuçlanan doğal bir süreçtir. Asimilasyonun ilk aşaması
önceki kültürün unutulması, ikinci aşaması ise yeni kültürün benimsenmesidir.

Kültür şoku (cultureshock)

Yeni bir kültüre uyum güçlükleridir. Sıkıntı, bunalım ve benzeri biçimlerde etki yaratan durumlardır.

Kültür taassubu (ethnocentrism)

Fertlerin kendi kültürünü başka kültürlerden üstün tutmasıdır. Etnosantrizm belli ölçülerde toplumun hayatiyetini
devam ettirmesine hizmet ederken, katı bir taassup da kültürün kendini yenileme kapasitesini yok ederek
olumsuzluklara yol açabilir.
Etnosantrizm, kendi kültürüne sahiplenme anlamında olumlu, başka kültürlere düşmanlık noktasında olumsuz
değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

Yabancı hayranlığı (xenocentrism)

Etnosantrizmin karşıtı olan bir kavramdır. Başka kültürlere hayran olma, kendi kültürünü aşağılama,
yabancıların yaşama tarzına özenme halini ifade eder. Körü körüne bir yabancı hayranlığı kültürel dejenerasyona
ve başka kültürlerin hegemonyasına yol açan olumsuz bir durumdur.

Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne aktarılan sosyal yapı

Tanzimat Dönemi (1839-1876)

Tanzimat Fermanı 1839’da Sultan Abdülmecid’in tahtta olduğu sırada, Gülhane Parkı’nda dönemin sadrazamı
Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilmiştir.

Fermanın belli başlı maddeleri şöyledir:

1) Müslüman, gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin zorunlu askerlik uygulaması getirilmiştir.


Daha önce gayrimüslimleri askerlikten muaf tutan millet sistemi dışın da atılmış önemli bir adımdır ancak
başarılı bir şekilde uygulanamamıştır.

2) Mali alan da reform yapılmış, doğrudan vergilendirme sistemine geçilmiştir.

Doğrudan vergilendirme, bugün de geçerli vergi sistemidir.

Vergi mükelleflerinin doğrudan doğruya devletin vergi memuruna nakit olarak vergi ödemesi ve ödenen verginin
tek merkezde toplanması esası üzerine oturur.

Devlet ve vergi mükellefi arasında hiçbir aracı yoktur.

Bu sistem merkezî devletin kasasına akan nakit miktarını artırır.

Bu reform mali bunalımı aşmayı hedeflemektedir fakat bu sistem de geniş ve ulaşım olanaklarının kısıtlı olduğu
Osmanlı topraklarında başarılı olamamıştır.

3) Hukuksal alanda iki önemli reform yapılmış ve şu esaslar getirilmiştir:

a) Müslüman ve gayrimüslim tüm Osmanlı tebaasının can, mal ve namusu devletin güvencesi altına alınmıştır.

Bu durum Osmanlı tarihinde ilk kez kişi hak ve özgürlüklerinin tanınması anlamına gelir.

b) Tüm Osmanlı vatandaşlarının yasa önünde eşit olduğu ilkesi benimsenmiştir.

Bu ilke sultan da herkesin hukuka tabii olması yani hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmesi anlamına gelir.

Tüm bu hukuki düzenlemeler ile millet sistemi sona ermiş ve modern vatandaş kavramı hayata geçirilmeye
çalışılmıştır.

Bu vatandaşlık hakları ve sorumlulukları sadece Osmanlı erkekleri için tanımlanmıştır ve kadınlar kapsam
dışıdır.

Müslüman - gayrimüslim ayrımına bakmaksızın tüm Osmanlı tebaasını yasa önünde eşit kılmayı ve modern
vatandaşlık ilkesi etrafında birleştirmeyi hedefleyen Osmanlıcılık fikrinin Tanzimat döneminde devlet
politikasını etkilediğini gösterir.

 Tanzimat reformları ile milliyetçiliğin etkisi ile art arda isyan eden gayrimüslim cemaatlerin bağlılığını
kazanmayı dolayısıyla bu isyanları engellemeyi hedeflediği söylenebilir. Ancak bu başarılamamış,
isyanlar sürmüştür.

 19 . yüzyıl da milliyetçilik öyle güçlü ve başat bir ideoloji hâlini almıştır ki imparatorluk bütünlüğünü
korumayı hedefleyen Osmanlıcılık, dünya tarihini şekillendiren bu dalganın önünde duramamıştır.

Tanzimat dönemi başka açılardan da Batılılaşma tarihimizde bir dönüm noktasıdır.

 Gündelik yaşam açısından gayrimüslim grubun zengin kesimlerinde ve Osmanlı sarayında başlayan
Batılı ilişki, alışkanlık ve düşünme tarzı, bu dönemde ilk kez üst düzey Türk Müslüman kesim arasında
da yaygınlaştı.

 Geleneksel bir hayat tarzı içinde yaşayan geniş Müslüman halk kesimleri ile Batılılaşmış aydınlar -
yöneticiler arasında bir kültürel uçurum oluşmasını da beraberinde getirdi.

 Batılı yaşam biçiminin yarattığı gerilimler geleneksel, alışıldık yaşam biçiminin sarsılması ve uygarlık
çerçevesinin hızla değişmesi, Batılılaşma karşısındaki hevese eşlik eden bir tepki, korku ve tedirginliği
de beraberinde getirmiştir.
 Batı ve Doğu, modern ve geleneksel uygarlık çerçevelerinin arasındaki gerilim; hangisini seçsek daha
iyi ve mutlu yaşayabileceğimiz sorusunu bugün de önemli kılmakta verilen farklı yanıtlar ve tartışmalar
halen devam etmektedir.

 Şinasi ya da Namık Kemal gibi kimi aydınlar ilk kez bu dönemde etkili olmuş ve ilk kez saray dışında
da siyaset tartışılan bir alan oluşmuştur.

 Roman vb. gibi yeni edebî türler ortaya çıkmış; aydınlar toplumsal konulara eğilmiş; basın hayatı
renklenmiş ve canlılık kazanmıştır.

 Tercüman - ı Ahval (Durumun Tercümesi) adlı ilk muhalif ve sivil gazete de bu dönemde Şinasi
tarafından kurulmuştur. Ayrıca yine bu dönemde Genç Osmanlılar adı altında (Namık Kemal ve
Şinasi’nin de üye olduğu) ilk sivil muhalif siyasal örgüt kurulmuştur.

 19. yüzyıl padişahı olmanın en temel paradokslarından birini de açığa çıkarmıştır. Devleti
modernleştirmek attıkları her adım kendilerine alternatif ( muhalif) yeni toplumsal güçleri
doğurmaktadır.

Yine bu dönemde ekonomik alanda da Osmanlı üzerindeki Batı etkisi artmıştır. Özellikle de o sırada Sanayi
Devrimi’nin en hararetli günlerini yaşayan İngilizlerin etkisi en üst düzeye çıkar.

 Sanayi Devrimi’nin Osmanlı ekonomisi içinde olumlu ve olumsuz sonuçlar doğuran çift taraflı bir etkisi
olmuştur.
 Tanzimat, Osmanlı’nın bazı bölgelerinde tarımsal üretim ve ticari etkinliklerin arttığı ancak bunun
kapitülasyonlarla ve yarı-sömürge bir ekonomi konumuna düşme ile iç içe gerçekleştiği bir dönemdir.
 İlk ciddi kapitülasyonlar (daha düşük gümrük vergisi verme avantajına dayanan ticari ayrıcalıklar) 1838
Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile başlar ve bir dizi benzeri antlaşma ile Tanzimat dönemi boyunca
devam eder.
 1856’da Sultan Abdülmecid zamanında Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Siyasi kuruluşlar, kişi hakları ve
yeni kurumların kurulması konularında yapılması düşünülen köklü değişiklikler barındıran fermanın
asıl hitap ettiği kesim gayrimüslim ve yabancı azınlıklar olmuştur. 
 Kimi tarihçiler açısından Tanzimat, ekonomik açıdan dışa bağımlılığın, kimileri açısından aşırı
Batılılaşmanın dönemidir; başka tarihçiler ise Tanzimat’ın ülkenin dışa açıldığı, ekonomik açıdan
modernleştiği, temel hak ve özgürlüklerin tanındığı, imparatorluğu oluşturan farklı etnik gruplar
arasında bir barış ve birlik ortamının arandığı bir dönem olduğunu iddia etmektedirler.
 II. Abdülhamit Genç Osmanlıların desteği ile 1876’da tahta çıkmış ve kendisini tahta çıkartmaları
karşılığında vaat ettiği meşrutiyet yönetimini kurarak işe başlamıştır. Böylece Müslüman dünyanın ilk
anayasası da olan ‘Kanun-u Esasi’ ilan edilmiştir.
 II. Abdülhamit 1876’da açılan parlamentoyu Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle baştan aldığı bir yetkiyi
kullanarak 1877 yılında lağvetmiştir.
 Meşrutiyet, monarkın (padişahın-kralın) yetkilerinin bir meclis ve anayasa ile sınırlandığı yani hem
monark hem de meclis ve anayasanın aynı anda var olduğu devlet biçiminin adıdır.

19 . Yüzyılın İkinci Yarısından 20. Yüzyıl Başına Fikir Hareketleri

Devlet ve toplum sorunları üzerine düşünen ve eser veren aydınları, aralarındaki fikir ayrılıklarına rağmen
birleştiren bazı temel kaygılar ve sorunlar mevcuttur.

Dönem aydınlarının tamamının temel sorunu Osmanlı Devleti’ni bulunduğu kötü durumdan kurtarmaktır.

Bu aydınların tamamı devlet merkezli düşünen ve devleti değişimin tek meşru aracı olarak gören kişilerdir (Oysa
örneğin Avrupa entelektüel tarihinde daha toplum merkezli bir aydın tipolojisi hâkimdir).
Aydınların çoğunluğu ya sivil veya askerî bürokrasiden gelmektedir ya da aileleri bürokrasi kökenlidir.

Batılılaşmanın kaçınılmaz olduğu konusunda da hemen tamamı hemfikirdir.

Düşüncelerinde Batı’nın Osmanlı yaşam biçimiyle nasıl uyarlanabileceği yönünde bir genel sorunsal hâkimdir.

Batı yandaşı ya da Batı karşıtı entelektüellere rastlansa da bunlar bir fikir akımı sayılamayacak kadar tek tük
örneklerdir.

Neredeyse tüm bu aydınlar aslında aynı sorunu çözmek için farklı öneriler getiren kişiler olarak görülebilir.

Aydınların ve geliştirdikleri fikir akımlarının ayırım noktası şu soruya verdikleri farklı yanıtlarda gizlidir.

“Osmanlı Devleti hangi bağlılık esasına dayanmalıdır? Vatandaşlık ilkesine mi? Dinsel kimliğe mi? Ulusal
birliğe mi?”

Bu akımların ayrıldığı bir diğer nokta da Batı’dan neyin, ne kadar ve nasıl alınacağı yani Batıcılığın ekseni,
dozajı ve yöntemidir.

Bu çerçevede üç temel fikir akımı karşımıza çıkar: İslamcılık, Osmanlıcılık, Milliyetçilik ve Pantürkizm.

Bu akımlar kimi dönemlerde devlet politikası üzerinde de etkili olmuştur.

1) İslamcılık :

İslamcılık çerçevesinde savunulan temel fikir imparatorluğun kurtuluşu için İslami değerlere dönmek gerektiği
ve imparatorluğu oluşturan müslüman halkların birliğidir.

İslamcıların tamamı Batı’ya tamamen karşıt bir tutum izlememiştir, bazıları daha radikal olsa da çoğu ılımlı bir
çizgi benimsemiştir.

Radikal İslamcılar Volkan, ılımlı bir çizgi benimseyenlerse Sırat -ı Müstakim dergisi etrafında toplanmıştır.
İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy da bu ikinci grup içinde yer almış, sonradan milliyetçilere
yaklaşmışsa da İslami fikirler inin etkisini daima taşımıştır.

2) Osmanlıcılık :

Tanzimat Fermanı’nın şekillenmesi üzerinde ve Tanzimat Dönemi’nde (1839 - 1876) etkili olmuştur. Ayrıca
1908-1913 yılları arasında da etkilidir.

Savunduğu temel düşünce tüm Osmanlı tebaasını inanç ve din farkı gözetmeyen, anayasaya bağlılık esasına
dayanan evrensel bir vatandaşlık ilkesi etrafında birleştirmektir.

Tebaa arasındaki tüm dinsel ve etnik farkları aşan bir Osmanlı Ulusu yaratmayı hedeflemektedir.

Osmanlı vatandaşlığı fikrini uygulama fikri hayata geçememiştir çünkü yükselen milliyetçilik karşısında bir
şansı olmamıştır.

3) Milliyetçilik ve Pantürkizm :

Milliyetçilik Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıl başından itibaren ortaya çıkmış bir ideolojidir.

İlk örnekleri Osmanlı’ya karşı ayaklanan Balkan milliyetçilikleri şeklinde gelişti.

Pantürkizm ise Türk milliyetçiliğinin özel bir biçimi idi; bu bağlamda Türk milliyetçiliği imparatorluk içinde en
geç gelişen milliyetçiliklerdendi.

Balkan Savaşları’ndan sonra siyasi bir nitelik kazanmıştır.


Balkan Savaşları sonunda birçok Jön Türk’ün doğduğu ve yüzyıllardır imparatorluğun merkezinde yer alan,
onun ayrılmaz bir parçası sayılan topraklar yitirilmiş ve bu sarsıcı durum o dönem aydınları üzerinde derin bir
etki yaratmıştır.

Türk milliyetçiliğinin artık tek kurtuluş yolu olarak görülmesine yol açmıştır.

Böylelikle İttihat Terakki Partisi’nin iktidarını kapsayan I. Dünya Savaşı yıllarında 1913-1918 arası devlet
ideolojisi niteliği kazanmıştır.

Pantürkizm hareketi Türkiye Cumhuriyeti ile oluşan milliyetçilik anlayışıyla karıştırmamak gerekir.

Pantürkizm, henüz dağılmamış bir imparatorluk ortamında geliştirilmişti ve asıl amacı imparatorluğu, onu
oluşturan tüm Türki halkları (yani Anadolu’daki ve Rusya sınırları içinde, Kafkaslar da vb. yaşayan Türkleri)
birleştirerek büyük bir Türk devleti kurmaktır.

Burada milleti tanımlayan unsur ırk birliğidir. Dolayısıyla Pantürkizm Türk milliyetçiliğinin özel bir türüdür ve
ilk örneğidir.

Türkiye Cumhuriyeti ile oluşan milliyetçilik sadece Anadolu’yu kapsayan ve en az etnik köken kadar ülkü
birliğine dayalı bir milliyetçilik anlayışını benimser.

Bu hareketin en önemli temsilcisi Ziya Gökalp’tir.

Osmanlı’da Modern Sosyolojinin Doğuşu ve İki Öncü: Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin

Batı’da sosyoloji 19 . yüzyıl da modernleşmenin ürünü olarak modern toplumun sorunlarını çözmeye yönelik bir
bilimsel girişim olarak ortaya çıktıysa Osmanlı’da da ilk örneklerini Batılılaşma süreci içinde başlamıştır.

Ziya Gökalp;

 Pozitivist bir anlayışa sahiptir, sosyolojinin siyasetçiye yön verecek mutlak bilgiyi üretebileceğini kabul
eder.
 Etkilendiği Durkheim düşüncesini Osmanlı - Türkiye bağlamına taşımıştır.
 Batı’da gelişen sosyolojik kavram ve kuramları Osmanlı/Türkiye’ye uyarlamak konusunda katkılarda
bulunmuştur.
 Türkiye’nin sadece Batı modeline bakarak anlaşılamayacak kendine özgü bir yapısı olduğunu
vurgulamıştır.
 Birey ve devlet arasında devletin önceliğinin altını çizmiştir.
 Batılılaşmanın da sınırsız gerçekleşmemesi gerektiğini, savunmuştur.
 Osmanlı/Türkiye’nin kısmen Batılılaşmasının daha yararlı olacağını savunmuştur.
 Batı’dan teknik vb. maddi ya da dışsal öğelerin (medeniyetin) alınıp kültürün (hars) ve manevi öğelerin
korunması gerektiğini iddia etmiştir.
 Gökalp, 19. yüzyıl Batı dünyasında İngiliz liberal modeline karşı alternatif bir modernleşme önerisi
teşkil eden Alman modeline yaklaşmaktadır.

Prens Sabahattin;

 LePlay’in sosyolojisinden etkilenmiştir.


 Türkiye’nin pekâlâ bir Batı ülkesi gibi olabileceğini düşünür.
 Reform programlarını geliştirmeden önce toplumsal yapıyı anlamak gerektiğini savunur.
 Osmanlı’da ilerlemenin yolu, şahsi girişimi teşvik etmektir.
 Devletin çıkarını bireyin çıkarı önüne koymaz, ona göre bu topraklarda da birey geliştirilmelidir ve
birey devletin değil, devlet bireyin hizmetinde olmalıdır.
 Düşünceleri, 19. yüzyıl sonlarına kadar rakipsiz bir hegemonik güç olan İngiltere ’nin liberal modeline
yakındır.

Prens Sabahattin’in Z.Gökalp’ten ayrılan görüşleri


Z.Gökalp Osmanlı’nın özgündür. Prens Sabahattin, Türkiye’nin pekâlâ bir Batı ülkesi gibi olabilir.

Z.Gökalp Reform programlarını geliştirilirken siyasal yapı önemsenmelidir. Prens Sabahattin, Reform
programlarını geliştirmeden toplumsal yapı farkları önemsenmelidir.

Z.Gökalp’ merkezî devlet ilerlemede belirleyicidir. Prens Sabahattin, ilerlemenin yolu, şahsi girişimi teşvik
etmektir. Yetkinin yerel yönetimlere daha çok devrettiği bir siyasal modelden yanadır.

Z.Gökalp’ Devletin çıkarı bireyin çıkarının önündedir. Prens Sabahattin, birey devletin değil, devlet bireyin
hizmetinde olmalıdır.

Türkiye’deki siyasal ortamın etkisi ile entelektüel ortamda da kimi zamanlarda biri, kimi zamanlarda diğeri
hatırlanmıştır. Örneğin milliyetçi fikirleriyle öne çıkan Gökalp, cumhuriyetin ilk yıllarında yeni bir ulus devletin
kurulduğu konjonktürde etkili olmuş , 1980’lere kadar bir hayli unutulmuş olan Prens Sabahattin ise ancak bu
yıllardan sonra Türkiye’de liberal bir iklimin yaygınlaşması ile yeniden keşfedilmiştir.

Osmanli Imparatorluğu’nda 19. Yüzyilda Değişim Süreci, Sosyal Ve Kültürel


Durum. (Mustafa Karabulut, Mecmua Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Güz 2016, Sayı 2, ÖZETİ)

Osmanlı’da Yenileşme İhtiyacı

19. yüzyılda çıkmazda olan Osmanlı, çareyi yüzünü Batı‟ya çevirmekte bulur.“Bu dönem reformları, yukarıdan
aşağıya doğru gerçekleştirilen ve eğitimden sağlığa, vergiden askerliğe, bürokrasiden gündelik hayatın tanzimine
kadar pek çok alana müdahale eden, toplumun tüm katmanlarını etkileyen bir niteliğe sahip olur.” (Saydam,
2002: 533)

Yapılan yenilikler önce İstanbul‟dan başlar ve diğer illere yayılır.

1.Osmanlı Aydınları, Gazetecilik, Edebiyat ve Tiyatro


Matbaanın yaygınlaşması ve Türk basınının gelişmesi ile aydın sınıfın da etkinliği artar. Türklerin
Batılılaşmasında matbaanın yeri ve önemi büyüktür.

II. Mahmut zamanında 1 Kasım 1831‟de ilk resmi Türkçe gazete Takvim-i Vekai yayımlanır.

Bu gazetenin amacı, devletin kanunları ve uygulamaları ile ilgili halkın bilgilendirilmesidir.

Basın hayatına yeni düzenlemeler 1857‟deki Matbaa Nizamnamesi ile getirilir. Bu nizamnamede, gazete
çıkarılmasında hükümetin izninin olması şartı en önemli husustur.

1860‟ta bağımsız ilk Türkçe gazete olan Tecüman-ı Ahval çıkarılır. Bu gazetenin sahibi Agâh Efendi, başyazarı
ise Şinasi‟dir. Gazetenin amacı, halkın anlayacağı dilden yazmaktır.

Tanzimat döneminde gazeteye büyük önem verilir. Zamanla halkın okur-yazarlığında önemli gelişmeler olur.
Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi‟nin yazdığı gazeteler oldukça ilgi görür. Tanzimat gazetelerinde
özellikle, hürriyet, eşitlik, aile hayatı, meşrutiyet, basın hakları, devlet yönetimi vb. konular ağırlıkta olarak
işlenir.
Gazetelerin sayısı artınca polemikler de kendini gösterir. Aydınlar padişahın halkına daha çok sahip olması
gerektiği fikrinde birleşirler. Zamanla basına sansürler de konulur.

Osmanlıda 19. asırda düşünce hayatında fikir adamlarıyla beraber edebiyatçıların da etkisi büyüktür.

Tanzimat şair ve yazarları Batı‟dan gelen sosyal ve felsefi konulara herhangi bir sebepten ve herhangi bir şekilde
ilgi duymuşlar, bunları fikir yazılarında olduğu kadar roman, hikâye, tiyatro hatta şiirlerinde de kullanmışlardır.

1859 yılı, Türk edebiyatındaki yeniden yapılanmanın miladı sayılmalıdır. “Zira bu tarihten itibaren, yeniliğin asıl
zeminini oluşturacak sanat ve düşünce alanlarındaki temasların ürünleri olarak ortaya çıkar;

Münif Paşa‟nın Volter, Fenelon ve Fontenel‟den seçilmiş felsefi diyalogları içeren Muhaverat-ı Hikemiyye
(1859) adlı çevirisi ve Yusuf Kamil Paşa‟nın Fenelon‟un Telemaque (1859) adlı eserini dilimize kazandırması;
yenileşme hareketlerinin sigortası sayılan düşünsel zeminini oluşturacaktı.” (Korkmaz, 2009: 25)

Türk edebiyatının da Batılılaşmaya başladığı görülür. Edebiyatımızda Batılı tarzda eserlerin ilk defa verilmeye
başladığı bu dönemde, hak, adalet, özgürlük, vatan vb. kavramları ilk defa kullanılmaya başlanır.

Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi halka yönelik eser verme gayretindeyken, Abdülhak
Hamit, Recaizâde Mahmut Ekrem daha çok ferdi konulara yönelir.

Tiyatro ilk defa Tanzimat döneminde bu dönemde görülmeye başlanır.

İlk tiyatro örneğini Şinasi Şair Evlenmesi ile verirken, sahneye konulan ilk eser olan Vatan yahut Silistre‟yi
Namık Kemal kaleme alır.

2. Alafranga Hayat
Modernleşme çabaları devam ederken evlerde/konaklarda kullanılan eşyalar tamamen Batı zevkine göre tanzim
edilir.

Kapısını ardına kadar Batılı yaşam tarzına açan aydınlar/zenginler zamanla alafrangalaşarak yeni bir tipin
oluşmasına zemin hazırlar.

Toplumun büyük tepkisiyle karşılaşan bu yeni insan tipi, bir bakıma aydın ile halk ilişkisinin de zarar görmesine
sebep olur.

“Avrupai tarz yaşam arzusu ve muaşeret kurallarının değişimi, azınlıklardan başlayarak toplumun üst
katmanlarından halka doğru yayılır. Azınlığın Avrupa ile olan iletişimi bunda etkili olur.” (Özer, 2005: 22)

Tanzimat öncesi Avrupai muaşeret usullerinin saraya girmesinde ise Avrupa‟ya giden elçilerin etkisi büyüktür.

Bu değişim, zamanla Batı taklidi bir yaşamı da beraberinde getirir. “1754‟te İstanbul‟a gelen Baron De Tott‟un
karısı ziyaretine gittiği Üçüncü Ahmet‟in kızının yaşadığı mekânın Fransız dekoruyla döşendiğini hayretle
izler.” (Karabıyık, 1995: 110)

II. Mahmut döneminde özellikle kılık-kıyafette, yani şekilde önemli değişiklikler yapılır. Kıyafet değişiminin
zihniyette bir değişime yol açması da muhtemel bir durumdur.

“Namık Paşa, miralay rütbesiyle başında bulunduğu Üçüncü Hassa Alayı‟nın tanzimini Batı orduları usulünde
yaparken, askerlerin başlarını dik tutabilmeleri için ceketlerinin yakalarını çok sert kumaştan yaptırır.” (Saydam,
2002: 550)
Taklitçi yaşama şekli bir alışkanlığa dönüşür. Önceleri önemsenmeyen fes bile zamanla vazgeçilmez bir
aksesuar halini alır.

19. yüzyılın sonlarında daha da belirginleşen yanlış Batılılaşma veya Batı‟yı yanlış anlama, dejenere kişilerin
ortaya çıkmasın sebep olur. İstanbul hayatında sık rastlanır hale gelen bu kişiler, romanlarda da sık sık işlenir.

Recaizade‟nin Araba Sevdası adlı romanında asıl kahraman Bihruz Bey, Batı değerlerine hayran, yüzeysel
kültüre sahip alafranga züppe tipidir. O, kendisine kalan mirası Batılı yaşama arzusuyla kısa sürede tüketen ve
sonunda sefil olan bir tiptir. Bildiği yarım Fransızcasıyla tam bir taklitçi örneğidir.

Bihruz Bey, Doğu ile Batı kültürü arasında bocalayan haliyle Ahmet Mithat‟ın Felatun Bey‟inin ikiz kardeşi
gibidir. Tanzimat döneminde ve sonrasında Bihruz ve Felatun Beylere sık sık rastlanır. Ahmet Mithat bu
dejenere tipin karşısına ideal bir şahıs ortaya koyar: Rakım Efendi. Bu şahsiyet ise değerlerine bağlı ama yeniliğe
açık, yani yazarının takdirini toplayan biridir.

Alafranga ve lüks yaşama isteği, aşırı lükse ve israfa sebep olur.

3. Eğitim-Öğretim ve Okullar
17. yüzyılın sonlarında belirginleşen yenilik ihtiyacı, bilgi ve teknolojide Avrupa‟nın takip edilmesini gerekli
kılar.

Yapılacak yeniliklerde eğitim ve öğretime öncelik verilmesi gerektiği düşüncesi ağırlık kazanır.

Batı tarzında öğretim yapan okulların açılması, medreselerin de çağın şartlarına uygun eğitim yapması fikrini
doğurur.

1773‟te Mekteb-i Riyaziye, 1776‟da Hendese Odası adıyla mühendislik okulu, 1783‟te Mühendishane-i Bahr-ı
Hümayun açılır.” (Bostan, 1992: 70)

II. Mahmut, eski ilmiye kurumlarına alternatif olarak eğitilmiş başka bir insan grubu kurar. “Bu amaçla öncelikle
memur yetiştirecek olan Mekteb-i Maarif-i Adliye, Harbiye, Tıbbiye, Dârü‟l-Muallimin, Dârü‟l-Muallimat,
Dârü‟l-Fünun, Galatasaray Sultanisi, rüştiye ve idadiler açılır.

1857 yılına kadar nispeten plânsız ve dağınık olarak gerçekleştirilen eğitim reformları, bu yıl kabineye dâhil
edilen Maarif-i Umumiye Nezareti‟nin uhdesine terk edilir.” (Saydam, 2002: 551)

1862‟den itibaren kız öğrencilerin ortaöğrenim görmeleri önemli bir aşamadır. İlk kez bir kadın öğretmenin
ataması 1873‟te olur.

Tanzimattan önce kurulan Mühendishane, Harbiye ve Tıbbiye gibi okullar daha da gelişir. 1846-1850 yılları
arasında, bu bölümlerden mezun birçok kişi Avrupa‟ya gönderilir. Tıbbiye‟nin ilk mezunları arasında Hayrullah
Efendi, Hekim İsmail Paşa ve Fuat Paşa da yer alır.

Osmanlı topraklarında kurulan Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman, İtalyan ve Avusturya okullarıyla, Osmanlı
Devleti içerisinde Amerikan usulü eğitim vermek üzere 1863 yılında İstanbul‟da kurulmuş okul olan Robert
Koleji, eğitim alanında etkili olur.

Bu okulların kurulmasında etkili olan teşkilatlar, misyonerler ve yabancı devletler bunları maddi bakımdan da
destekler.
“1897 yılında ülkede 63 idadi (8305 öğrenci), 74 rüştiye (6557) öğrenci), 246 iptidai (16.697 öğrenci) mevcuttur
” (Saydam, 2002: 554). Durum öyle bir hal alır ki ülkede kontrolü sağlanamayan okullar devleti sıkıntıya sokar.
Böylece yabancı okullar meselesi ortaya çıkar.

Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, öğretimi ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim olarak üç ana kategoride
toplar. Nezaret‟in hazırladığı 1869 nizamnamesi Osmanlı eğitim sistemini önemli ölçüde yeniden düzenler. Bu
dönemde meslek okullarına ağırlık verilir.

Mesleki ve teknik öğretim kurumları; belirli bir sisteme göre değil, genellikle bazı teşkilatların kendi iç
bünyelerindeki eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla açılmışlardır. (Vahapoğlu, 2005: 87) Bu okullar, meslek
okulları, erkek teknik öğretim okulları, kız teknik öğretim okulları, ticaret okulları ve ziraat ve orman okullarıdır.

4. Kent/İnsan
Başkent İstanbul Tanzimat döneminde de revaçtadır. Rahat yaşama isteği bu kenti her zaman cazibe merkezi
yapmıştır. Şehirleşme, beraberinde aşırı nüfus artışını getirir.

İstanbul‟a yurdun her tarafından önemli sayılabilecek göçler olur. Öyle ki bu kente giriş ve yerleşim denetim
altına alınmaya başlanır, hatta fermanlar ilan edilir.

İstanbul‟a gelmek isteyen ailelerin öncelikle vergi ile alakalı bir sorunlarının olmamasına dikkat edilir, tezkere
verileceklerin, memleketlerinde topraklarını ekip biçecek kimseleri olan kişiler olmasına özen gösterilir.
(Demirtaş, 2009: 740)

Toprağın işlenmemesinin vergileri azaltacağı ve ekonominin zarar göreceği endişesi bunda etkili olur. Bundan
dolayı köylünün izinsiz olarak toprağını bırakıp şehre yerleşmesi önlenmeye çalışılır.

Bütün yasaklamalara rağmen İstanbul plansız ve programsız bir şekilde büyümeye devam eder. 19. yüzyılda
başta İstanbul olmak üzere büyük kentler yabancı sermayenin etkisini hisseder.

Batılı devletlerin açtığı bankalar yeni girişimleri de beraberinde getirir. Zamanla ülkede iş hanları çoğalır, ulaşım
ağı gelişir, fabrikalar, hastaneler, kışlalar vb. sayıca artar.

Ülkeye birçok yabancı iş adamı, tüccar, devlet adamı ve seyyah gelir. Ulaşım ağının gelişmesi büyük kentlerin
sayısını artırır.

Kentleşmeyle beraber ihtiyaçların da artması kaçınılmaz olur. Alt yapı, su, tramvay havagazı hizmetlerin
sağlanması en önemli gelişmelerdendir. Şehir yönetim tarzının yeniden düzenlenmesi zorunluluğu duyulur ve
modern belediyelerin kurulması fikri ön plana çıkar.

5. Aile
Osmanlının geleneksel aile kuruluşu, evlenecek olan kız ve erkeğin iradeleri ve büyüklerinin onayına göreydi.
Nikâh işlemleri yetkili kişilerce şehir merkezlerinde mahkeme tarafından yerine getirilir ve şer‟iye sicillerine
kaydedilirdi. Din adamı ise ancak hâkim kontrolünde nikâh kıyabilirdi. Evlenecek taraflar kadıdan bir belge
getirmek zorundaydı.

Osmanlı ağırlıklı olarak tek evliliği tavsiye etmiştir. Bazı zengin ailelerin ve üst düzey yöneticileri dışında çok
eşlilik fazla görülmez.

Osmanlıda kadın genellikle evinden ve çocuklarından sorumludur. Köylerde ve diğer kırsal kesimlerde tarla, bağ
ve bahçe işlerinde çalışmaktadır.
II. Meşrutiyet‟in ilanına kadar olan süreçte kadın özellikle kent kadını toplumsal hayatta çok silik olarak yer
almıştır. Meşrutiyet‟in ilanıyla kadınlar artık kendilerine geleneksel düzen tarafından biçilmiş ev içi
tanımlamaların dışına çıkmaya başlayacaklardır.

Yenileşme döneminde kadınları iş hayatında ve sosyal yaşamda daha çok görürüz. Batılı yaşam tarzı zengin ve
bürokratik ailelerde açıkça görülür. Bu kesimin eşleri ve kızları eğlence yerlerine, tiyatroya, balelere ve diğer
toplantılara görünür olmaya başlar.

Batı toplumlarında kadının çalışma hayatında görülmesi, zamanla Türk kadınına da yansır. Batılılaşma
çerçevesinde değişen ailede bireyler arasındaki ilişkiler değişir. Kadın erkek ilişkileri eski hayat biçiminden
uzaklaşır. Yeni aile yapısı içerisinde kimsesiz kalan çocuklar için 1860‟lardan itibaren Islahhaneler; yaşlılar için
de 1895‟te Dârülaceze kurulur.

6. Nüfus
19. yüzyılda yenileşme hareketleri toplum hayatına her yönden yansır. Ülkedeki değişimler nüfus sayımının
yapılma fikrini geliştirir.

1844‟te ülkenin genel nüfusunun 35.350.000 civarındadır. Sayımı yapılmamış olanlarla birlikte ülkenin
nüfusunun 45-50 milyon civarında olduğu tahmin edilir.

1882 yılında başlayıp 1890‟da tamamlanan sayım, kadın ve erkek nüfusun birlikte kaydedildiği ilk nüfus
sayımıdır. Kaydı yapılan herkese bir nüfus tezkeresi verilir. Bundan böyle, resmi muamelelerde bu belgenin
gösterilmesi zorunlu olur.

7. Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Kurulan Yabancı ve Kültürel Müesseseler


19. yüzyılda, yabancı devletler Osmanlıda her türlü siyasi, iktisadi ve kültürel faaliyet içine girerler.
Yabancıların faaliyetleri özellikle dini ve eğitim kurumları üzerinde yoğunlaşır. Misyonerlik faliyeti olarak
özellikle okullaşma faaliyetleri gerçekleştirirler.

1894 yılına gelindiğinde ülkede 427 yabancı okul bulunduğu görülür. 1912 yılında Osmanlı topraklarında
bulunan Fransız okulu 370 iken bu okullarda okuyan öğrenci sayısı 108.122‟dir. 1903 yılında 266 Amerikan
okulu, 1902‟de 39 Alman okulu mevcuttur. (Şişman, 2002: 598)

1863 yılında çıkan Gümrük Nizamnamesi ve 7 Eylül 1869 tarihli Maarif Nizamnamesi‟nde yabancı okullar
konusunda gerekli tedbirler alınırsa da baskılar nedeniyle istenilen kontrol sağlanamaz.

8. Mali Yapı
Osmanlı Devleti‟nde mali yapı gelir gider dengesi ile alakalıdır. Osmanlı maliyesi, merkez maliyesi, tımar
sistemi ve vakıflar üzerine kuruludur. 19. yüzyıldaki köklü değişimler içerisinde yer alan maliyeyi güçlendirme
çabaları olumlu bir neticeye varamaz. Gelir-gider dengesinin bozulması dış borçlarının artmasına bu da ülkenin
Batı‟ya daha çok bağlı kalmasına sebep olur.

Batılı anlamda ilk bütçe 1863 yılında oluşturulur. Böylece giderlerin öncelikli olduğu bir bütçe anlayışı gelişir.

1856 Kırım Savaşı‟ndan sonra başlayan dış borçlanma ile Osmanlının klasik mali yapısı bozulur. Zaten alınan
borçlar bu savaşın masraflarına ancak yeter. Bundan sonra hızlı bir borçlanma sürecine girilir. Devletin tüm
gelirlerini teminat olarak göstermesine kadar varan borçlanma Düyûn-ı Umumiye kavramını ortaya çıkarır.
Devlet ekonomik yapının bozulmasıyla yabancı sermayenin etkisine girer.

9. Üretim, Ulaşım ve Ticari Durum


Osmanlıda üretim yapısını zirai üretim, hayvancılık, sınaî üretim oluşturur.
1768‟den sonra kaybedilen savaşların getirdiği talepler üretimin gerilemesine sebep olur. Toprak sistemindeki
bozulmalar ve köyden kente göç tarım ve hayvancılığın gerilemesine ve gelir kaybına yol açar.

Batı sanayisiyle rekabet edebilecek bir imkan yoktur. Bazı fabrikalar açılmasına rağmen ülkede 19. yüzyılın
sonlarına kadar küçük işletmeler ağırlıktadır.

1860‟lardan itibaren demiryollarının hizmete girmesiyle şehirler arasında ulaşım gelişir. İç güvenliğin
sağlanmasında, asker sevkinde, tarım ve sanayi ürünlerinin dağıtımında ve ulaşımda önemli katkısı olan
demiryolları, yabancı mamullerin ülkeye girmesinde ve dış pazarlara yönelmede büyük pay sahibi olur.

1872‟den itibaren bugünkü İETT‟nin başlangıcını teşkil eden İstanbul‟da, İstanbul Tramvay Şirketi kurulur.
(Tabakoğlu, 2002: 635)

I. Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında toplumsal yapı

Savaşın Nedenleri ve Genel Tablosu

Emperyalist rekabet yani Batı’nın sanayileşme sonrası sömürgelerini genişletme ve dünyanın henüz
sömürgeleştirip paylaşmadığı, Ortadoğu - Balkanlar gibi Avusturya - Macaristan ve Osmanlı yönetimindeki
bölgelerini sömürgeleştirme arzusu sonucu Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.

1871’de Batı’nın ulusal birliğini en geç sağlayan ülkelerinden Almanya kurulduktan sonra bu rekabeti savaş dışı
yollarla çözmenin koşulu kalmamıştı.

Savaşın bir diğer nedeni, Doğu sorununu kalıcı bir şekilde çözmek isteğiydi ki bu da emperyalist rekabet ile iç
içe idi.

Batı dünyasının hemen doğusunda yer alan Avusturya - Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun millî
ayaklanmalarla parçalanmasının yarattığı istikrarsızlık önemli bir diplomatik sorundu.

Emperyalist devletlerin belli milliyetçi hareketleri himaye altına alarak nüfuz alanları yaratmak istemesi de Doğu
sorununu karmaşıklaştırıyordu.

Doğu sorununa nihai çözüm getirmekle kast edilen, Batı’nın doğusundaki imparatorlukların ulus devletlere
parçalanma sürecini noktalamaktı.

Savaş aynı zamanda Almanya ve İngiltere’nin temsil ettiği iki modernlik modelinin çarpışması idi.

İngiltere liberal bir pazar ekonomisine dayanan, birey haklarını tanıyan ancak derin sınıf eşitsizlikleri ve
emperyalizm yaratan bir modeli temsil ediyordu. Almanya İngiltere’nin saldırgan ekonomisine karşı savunmacı
ve birey değil, devlet merkezli, daha denetimci bir modelin temsilcisi idi.

Savaş 1914 - 1918 arasında sürdü. Osmanlı Almanya’nın başını çektiği ittifak grubu , İngiltere’nin başını çektiği
itilaf grubuna karşı savaştı.

Savaş devam ederken 1917’de Rusya’da (Karl Marx’ın fikirlerinden esinlenen) sosyalist devrim oldu ve Rusya
savaşın sonu gelmeden çekildi. Bu olay aynı zamanda kapitalizme alternatif yeni bir ekonomik kalkınma ve
modern siyaset modelinin bir devlette cisimleşmesi anlamına geliyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sosyologlar açısından bir diğer önemi, ilk kapsamlı topyekûn savaş olması idi.

Topyekûn savaş iki özelliği ile tanımlanır: savaşın bitmez tükenmez ihtiyaçlarını karşılama sürecinde cephe ile
cephe gerisi arasındaki farkın belirsizleşmeye başlaması ve cephe gerisinin etkin savaş sürecine katkı yapan
önemli bir bileşen hâline gelmesi.
Bu süreçte askerî teknik terminolojide askerlik çağındakilerin silah altına çağrılması demek olan seferberlik
kavramı da artık çok daha genel bir toplumsal süreci betimlemek için kullanılmaya başlanır ve aşağıdaki
unsurları da kapsamaya başlar:

Cephe için sürekli insan seferber etme ,

Savaşın finansmanı için neredeyse bütün bir ekonomik alanın savaşa kanalize edilmesi ,

Basın ve kültür alanının savaş propagandası için kullanılması: kamuoyunda savaş için meşruiyet oluşturulması,
düşmanın mutlak bir öteki olarak kabul ettirilmesi ve sivil toplumdan savaş çabasına her türlü maddi - manevi
destek toplanması ,

Savaşa giden erkek iş gücü yerine kadın emeğinin kullanılması ,

İç güvenlik amaçlı zorunlu göç ettirmeler

Sonuçta tüm bu seferberlik ve topyekûn savaş süreci dolayısıyla iki dünya savaşı modern toplumsal yapı
üzerinde derin izler bırakmıştır.

Siyasette ve reklamcılıkta kullanılan modern propaganda teknikleri, birçok modern teknoloji, kadınların iş
yaşamına katılması, göç ettirmeler sonucu nüfusun etnik yapısındaki dönüşüm dünya savaşlarının günümüz
dünyasına bıraktığı birkaç etkiden biridir.

Savaşın Sonuçları

Savaşın ilk ve en önemli sonucu, önemli bir kısmını sivillerin oluşturduğu 13 milyon insanın bazıları gaz
bombası gibi korkunç silahlarla hayatını yitirmesidir.

Osmanlı’nın da arasında bulunduğu itilaf devletleri savaştan yenilerek çıktı.

Esasında savaşın net bir galibi de yoktu. Askerî açıdan açık bir üstünlükle sonuçlanmamasına rağmen itilaf
devletlerine hâkim olan İngiltere ağır barış antlaşmaları dayattı.

Ulus devletler dengesine dayalı yeni bir emperyalist anlayışı yansıtan ve ABD başkanı tarafından ortaya atılan
Wilson İlkeleri’ne rağmen ortaya çıkan anlaşmalar yüzünden savaşı başlatan uluslararası sorunlardan hiçbiri
çözülemedi

İkinci bir savaşın çıkışını engelleyebilecek bir uluslar arası sistem oturmadı.

Savaş, Osmanlı Devleti’nin ve Avusturya - Macaristan’ın ulus devletlere parçalanmasını sağladı ancak bu, söz
konusu imparatorlukların çeşitli coğrafyalarında hak iddia eden millî hareketlerin katıldığı bir görüşme süreci
içinde gerçekleşmediği için kalıcı ve istikrarlı sonuçlar doğurmadı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumu ise bu genel tablonun dışında kaldı.

Türk milliyetçiliği dayatılan Sevr Antlaşması’na karşı bir kurtuluş mücadelesi yürüttü ve kendisinin Lozan’da
görüşmelere katılmasını sağlamış oldu.

Kurtuluş Savaşı da pekâlâ Birinci Dünya Savaşı’nın son çarpışması sayılabileceğinden Birinci Dünya Savaşı
sonunda imzalanıp bugün hâlen geçerliliği olan tek uluslararası antlaşma Türkiye’nin kurucu antlaşması Lozan
oldu.

Savaş ayrıca kadınların toplumsal konumunun değişmesi, yeni bir savaş karşıtı edebiyatın oluşması ve Batı’da
modernliğin temellerini sorgulayan bir entelektüel iklimin oluşması gibi toplumsal, entelektüel sonuçlar da
doğurmuştur.
Yeni Bir Devlet, Yeni Bir Toplum: Erken Cumhuriyet Yıllarında Türkiye
Cumhuriyet kurulduğunda Batılı bir yaşam tarzının örnekleri, kavramları, gerilimleri, entelektüel hayatı ya da
parlamento, siyasal parti gibi kurumlar zaten biliniyordu. Değişim süreci yukarıdan değişim modeline yakın
olduğu ve devletin öncülüğünde gerçekleştiği için de benziyordu.

Ancak bundan sonra bir ayrışma başlıyor;

Osmanlı’nın reformcu modernleşmesine karşılık cumhuriyet devrimci bir değişim modeli öngörüyordu: Kökten
hukuksal adımlarla gündelik yaşamın ince ayrıntılarına dek etki edecek bir değişim hamlesi başlattı; eski
kurumları yapabildiği kadar tasfiye etti.

Osmanlı’da değişim orta - üst ve üst sınıf bürokrat ailelerle sınırlı kalmıştı; cumhuriyet bu dalgayı biraz daha
genişletti ve kentli, okumuş, orta sınıf genç nesli değişim dalgasının içine aldı.(Ancak Türkiye nüfusunun geniş
kesimlerini oluşturan köylüler hâlen modern yaşamın etkisinden uzaktı; bunun için 1950’lerde başlayan bir
dönemi beklemek gerekecekti.)

Son olarak Genç Türkiye kendi modernlik anlayışını Osmanlı’dakinden keskin biçimde ayrıştırıyor ,
Osmanlı’daki Batılılaşmayı yapmacık, yüzeysel ve yoz buluyordu çünkü piyasanın kendiliğindenliğine terk
edilmiş, denetlenmeyen bir Batılılaşma idi bu. Oysa cumhuriyet, merkezî devletin denetimi altında ve onun
tarafından planlanan bir model önermekteydi.

Erken Cumhuriyet Döneminde İç Siyaset

İtilaf devletleriyle bu kez Lozan’da karşı karşıya gelindi ve bugünkü Türkiye’yi kapsayan topraklar için pazarlık
edildi; böylece I. Dünya Savaşı’nı noktalayan asıl antlaşma Lozan oldu. Bugün bazı çevrelerin Misak - ı Milli
den fazlaca taviz verildiğini düşünerek eleştirdikleri bazı çevrelerinse o koşullar içinde olabilecek en iyi
antlaşma olarak nitelendirdikleri Lozan, Hatay dışında bugünkü Türkiye’nin sınırlarını çizdi, Türkiye’nin
uluslararası planda tanınmasını ve (6 yıllık bir gecikme şartıyla) yabancılara tanınan ekonomik ayrıcalıkların
tamamen kalkmasını sağladı.

Bu yıllarda iç siyasette önemli gelişmeler yaşandı.

1 Kasım 1922’de saltanat ve hilafet ayrıldı ve saltanat kaldırıldı.

Sultan Vahdettin İngiltere’nin yardımıyla ülkeyi terk etti. Hilafet makamına da Vahdettin’in amcasının oğlu
Abdülmecid getirildi. Ardından Kurtuluş Savaşı’nı yürüten meclis fesih etti ve yeni seçimlerle yeni bir meclis
oluşturuldu.

Mustafa Kemal, I. meclis içindeki gruplaşmada liderliğini üstlendiği Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk
Grubu’nu Halk Fırkası adı altında partileştirdi. Ankara’nın başkent ilan edilmesinden 16 gün sonra bir hükûmet
bunalımı vesilesiyle yeni bir rejim, cumhuriyet ilan edildi.

Cumhurbaşkanlığı ve Hilafet arasında çıkabilecek iktidar çekişmesi ise 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla
son buldu.

Öte yandan bu dönemde iktidardaki Halk Fırkasına alternatif iki siyasal parti kuruldu. Birincisi 1924 yılında
kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası idi. Partinin kurucuları Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in
yanında savaşmış yakın arkadaşları idi. Ancak 1925’te çıkan etnik ve dinsel temalı Şeyh Sait İsyanının yarattığı
ortamda parti kapatıldı. 1926’da İzmir’de, Mustafa Kemal’e yönelik bir suikastın ortaya çıkmasının ardından
parti kapatıldı.

Terakkiperver Fırka aslında tüm devrimlerde görülen bir sürecin Türkiye’deki yansıması idi: İhtilali yani
devrime yol açan mücadeleyi birlikte gerçekleştirmiş kadrolar, değişimin nasıl olması gerektiği konusunda
ayrışıyordu. Bu bakımdan Terakkiperver Fırka Kurtuluş Savaşı’nda yan yana gelmiş Kemalist ve İttihatçı
kadroların ayrışması idi.
1930’da bu kez Mustafa Kemal’in isteği ile yeniden bir parti kuruldu: Serbest Cumhuriyet Fırkası. Fakat bu parti
de hem devrimlere hem de 1929 ekonomik krizine tepki duyan geniş kitlelerin desteğini aldıktan sonra kendi
kendini feshetti. Ardından on beş yıl devam edecek kesinti siz tek parti yönetimi başladı.

Tüm bu muhalefet partisi girişimleri halk fırkası içinden çıkmış kadrolarca kurulmuştu ve cumhuriyetin temel
ilkelerini benimsiyordu. Merkezî devletin etkinlik alanını kısıtlayan daha liberal görüşlerden yanaydılar; örneğin
devletçiliğe karşı serbest girişimi savunuyorlardı. Değişime karşı değillerdi ama daha yavaş ve tabanla istişare
içinde bir değişimden yanaydılar. Her ikisi de Mustafa Kemal tarafından desteklenmese de varlıkları devrimin
niteliği hakkında önemli bir unsuru, farklı bir arayışı gösteriyordu ancak sonuçta kısa ömürlü denemeler oldular.
Bu ise erken cumhuriyet rejiminin hemen tüm devrimci iktidarlar gibi devrim ve demokrasi sarkacında
kısıldığını gösteriyordu: Demokrasi olunca devrim , devrim olunca demokrasi olmuyordu oysa devrim de
demokrasi de modern ve Batılı fikirlerdi.

Erken Cumhuriyet Döneminde Dış Siyaset

Dünya Savaşı antlaşmalarının geçersiz kalacağı bu tarihte çoktan anlaşılmıştı.

Faşist diktatörlükler yayılmacı ve saldırgan bir dış politika izliyordu. Kısaca belli ki yeni bir savaşın eli
kulağındaydı. İşte 1923’ten 1939’a dek Türkiye Cumhuriyeti’nin dış siyaseti, bu koşullar altında ve iki temel
eksende şekillendi: bir yandan Lozan Antlaşması’na bağlı, Musul ve Hatay gibi pürüzler giderilmeye çalışıldı,
bir yandan yükselen savaş tehdidine karşı ortak savunma antlaşmaları benzeri önlemler alındı.

Ama devrimin iki önemli lideri İsmet İnönü ve Mustafa Kemal arasında dış siyaset konusunda uyuşmazlık vardı.
Mustafa Kemal misak-ı milli ye dayalı, daha aktif bir dış politika anlayışını savunuyordu.

İnönü ise kendi mimarı olduğu Lozan Antlaşması’ndaki statükonun korunmasından yanaydı. Ekonomi
alanındaki görüşleri de farklıydı: İnönü için devletçilik kalıcı bir seçim, Mustafa Kemal içinse krize verilmiş
geçici bir tepkiydi. Gerilim sonunda 1937 yılında İsmet İnönü’nün başbakanlıktan istifasıyla noktalandı.

Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonomi

Ekonomi alanında da önemli yenilikler yapıldı. Türkiye, Osmanlı’dan tarıma dayalı, teknolojik olarak geri,
merkezî devletin ve küçük üreticiliğin güçlü olduğu bir ekonomi devraldı. Ayrıca 1923 yılına gelindiğinde
mevcut altyapı ve iş gücü yani nüfus savaşların etkisiyle harap olmuştu ve Türkiye Osmanlı borçlarının bir
kısmını ödemekle yükümlüydü.

Henüz cumhuriyet bile kurulmadan yani devletin şekli bile belirlenmeden 17 Şubat 1923’te İzmir’de bir İktisat
Kongresi toplandı. Kongre’nin bu kadar acele toplanmasının temel nedeni Lozan görüşmeleri sürerken Kurtuluş
Savaşı sırasındaki yakınlaşmaya rağmen Türkiye’nin Sovyet sosyalist modelini seçmeyeceğinin tüm dünyaya
duyurulmak istenmesiydi.

Kongre boyunca liberal bir ekonomi politikasının mı devlet müdahaleciliğinin mi uygulanması gerektiği
tartışıldı. Kongre kararları bu ikisinin başka bir deyişle o dönemde geçerli olan kapitalizm ve sosyalizmin
karışımından oluşan bir karma ekonomi politikasına dayanıyordu. Ancak yine de bu politika, temelde özel
mülkiyet ve özel girişime dayalı olması nedeniyle kapitalizmin önceliklerini koruyordu.

1923 - 1939 arası dönemde devletin ekonomi politikaları şu temel hedeflere kilitlenmişti:

Tam bağımsız, kendi kendine yeterli bir ekonomi oluşturmak ve ulusal kalkınma hamlesini gerçekleştirmek.

Bu hedefler doğrultusunda benimsenen stratejiler ise şöyleydi:

-Yerel sanayinin korunması ancak ayrıcalık gösterilmemesi şartıyla yabancı yatırımlara izin verilmesi; yine de
özel sermayenin karşılayamayacağı ve sanayi atılımın temeli olan demir çelik ve demiryolu gibi büyük
yatırımları devletin karşılaması.

-Dengeli bütçe oluşturulması çalışılacak, düşük enflasyon hedefi doğrultusunda bir politika izlenecek ve sıkı bir
para siyaseti ile Türk Lirası korunacak ve güçlendirilecekti. Aslında tüm bu dönemde Türkiye’nin temel
ekonomik hedefini devletin kontrolü altındaki bir kapitalizmin ve yerli bir sanayinin ve girişimci sınıfının
oluşturulması şeklinde özetleyebiliriz. Bu stratejiler İkinci Dünya Savaşı yıllarına dek başarıyla hayata geçirildi
ve temel hedefler büyük ölçüde gerçekleştirildi.

-Liberalizm - devletçilik sentezinden oluşan karma ekonominin 1929’a dek liberal yanı, 1929 sonrasıysa devletçi
yanı ağır basar. 1929 yılında üretimin talebi aşması nedeniyle tüm dünyayı saran ekonomik bunalım, yeni
kurulan ve emekleme devresinde olan Türkiye’yi de çok olumsuz yönde etkiledi. Türkiye bu krizle birçok
azgelişmiş ülkenin aksine içine kapanarak baş etme yolunu seçti ve bu politikalarında çok başarılı oldu.

-1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi’nde de benimsendiği üzere Türkiye devletçi bir ekonomi
politikasına yöneldi. Bu politikaya göre devlet ekonomiye müdahale edecek, onu denetim altında tutacaktı.

1914 - 1918 arası İttihat ve Terakki döneminde izlenen devletçilik politikalarının aksine devlet aynı zamanda
ekonomiye bizzat üretici bir güç olarak girecekti. Dolayısıyla devletçilik özel sektörü tanıyan ancak onun
gücünün yetmediği yerde gelişme için yapılması gerekli yatırımları devletin üstlenmesi gereğini savunan bir
politikadır ve Türkiye’de uygulandığı hâliyle devletçilik ılımlı - mutedil bir modeldir. Bu dönemde birçok KİT
(Kamu İktisadî Teşekkülü) açıldı ve yerli bir sanayinin ihtiyacı olan makine ve enerji girdilerini sağlayabilecek
ve devlet dışında hiçbir gücün yatırım yapamayacağı demir çelik ve kömür işleme gibi alanlarda büyük sanayi
kuruluşları kuruldu. Ayrıca devletçilik kapsamında, liberalizmin aksin e ekonomiyi tamamen piyasa koşullarına
terk etmek yerine belli bir merkezden planlama da yapıldı.

Cumhuriyet Devrimleri ve Devrimlerin Değerlendirilmesi


Siyasal devrimler ve ekonomik yenilikler, toplumsal ve kültürel alanlarda, eğitim alanında yapılan başka
devrimlerle de tamamlandı. Bunlar daha çok hukukun araçları kullanılarak (yasalar çıkartılarak) gerçekleştirilen
devrimlerdi.

Bu yönleriyle bazı tarihçiler bu yeniliklerin devrim sayılamayacaklarını çünkü ekonomik yapıda ya da daha
doğru bir ifadeyle toplumdaki mevcut ekonomik sınıflarda herhangi bir köklü değişiklik gerçekleştirmediklerini
öne sürmüştür. Bu , kuşkusuz devrim denilen kavramın teorik olarak nasıl tanımlandığıyla ilgili bir tartışmadır.
Bir değişimin devrim sayılması için sınıfsal yapının değiştirilmesi şartı koşulduğunda bu yargı doğru olacaktır
ancak cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan bu değişikliklerin son derece köklü ve kalıcı olduğunu, bu anlamda da
devrim sayılabilecekleri de iddia edilebilir.

Öte yandan bu değişimler halk tarafından talep edilen yenilikler değildi hatta yüzyıllara dayanan gelenekleri
parçaladıkları için bazıları sıradan halkın tepkisini de çekiyordu. Dolayısıyla devrimler kimi tarihçiler tarafından
bir grup seçkinin toplumsal değişimi şu ya da bu nedenle zorunlu gördüğü için hayata geçirdiği yukarıdan
devrim modeline daha yakın bulunmuştur ve bu yönüyle Osmanlı reform süreciyle ortaklık taşır.

Üstelik toplumsal kurumların tamamı da hukuk kadar hızlı ve kolay şekilde değişmez , iktidar sahiplerinin şu ya
da bu yasayı çıkarmaları tüm toplumun bir anda o yasaya uymaya başlamalarını da garantilemez. Bu anlamda
devrimler çok önemli bir dönüşümü başarmış, uzun vadede Türk toplumunun günlük hayatını köklü şekilde
dönüştüren değişimlere öncülük etmiştir , örneğin kadının kamusal alanda görünürlüğü konusunda önemli
adımlar atılmıştır. Ancak birçok başka örnekte de görüldüğü gibi bu değişimler istediği hızda ve tam anlamıyla
gerçekleşmemiştir. Zira toplumlar liderlerin etkisinde değişirler ancak onların istedikleri gibi şekil
veremeyecekleri kadar da karmaşık yapılardır.

Kaldı ki bu devrimler hedeflendiği gibi büyük halk yığınlarından çok, ilk elde büyük kentlerde yaşayan seçkin
bir gruba ulaşmıştır ancak orada yavaş yavaş oluşan hayat tarzı daha sonrası için bir model oluşturmuştur.
Dolayısıyla Osmanlı’daki reform süreci bürokratik seçkinleri etkilemiş; erken cumhuriyet döneminde bu kentli,
genç ve tahsilli orta sınıflara yayılmış ancak geniş köylü kitlelerin yaşamında gözle görülür bir değişim
yaşanmamıştır.

Esasen Türkiye’de modernleşmenin büyük kitlelere uzanması, 1945 sonrası gelen ekonomik dönüşüm ve göç
dalgası ile gerçekleşmiştir. Ancak Türkiye toplumu bu dönüşümü karşılarken de Kemalist devrimin kaydettiği
ilerlemeden yararlanmış ve Kemalist devrimin oluşturduğu ana hayat modelinden işe başlamıştır fakat tüm bu
farklı değişim dalgaları sonuçta Türkiye toplumu içinde ikili, gelenek ve modernlik arasında bir yapı
doğurmuştur. Bu ikilik bireysel düzeyde de yaşanmıştır. Türk toplumunda seçkinlerin özlediği ve büyük
yığınların yaşadığı hayat arasındaki (biraz da Osmanlı’dan devralınan) bu açı çağdaş Türkiye kültürünü ve
siyasetini her zaman etkilemiş, bu kültür ve siyasetin temel çatışma noktalarından biri olmuştur ve bu çatışmanın
- kırılmanın etkileri, beraberinde getirdiği kültürel ve siyasal krizler şu ya da bu gündem maddesi etrafında
günümüze dek sürmektedir.

Tüm bu devrimlerle amaçlanan üç temel hedef vardı: modernleşme, hayatın çeşitli alanları ve siyaset üzerinde
dinin geleneksel etkisini azaltmak anlamında laikleşme ve millî kimliğin oluşturulması. Bunlardan ilk ikisine
zaten ağır aksak adımlarla da olsa 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı’da başlanmıştı zira Batı’nın artık
gözle görünür hâle gelen üstünlüğü bu modeli taklit etmeyi neredeyse kaçınılmaz kılmıştı. Aynı şekilde Balkan
Savaşlarından bu yana Türk milliyetçiliği de çok daha yaygın olarak gündemde olan bir konuydu ve İttihat
Terakki döneminde bu milliyetçiliğin bir biçimi devlet politikası hâlini de almıştı.

Dolayısıyla ne Batılılaşma ne laiklik ne de milliyetçilik Türkiye topraklarında ilk kez Kemalist hareketle birlikte
gündeme geldi ancak Kemalist hareket ona emsallerinden farklı yeni bir biçim ve içerik kazandırdı ve daha da
önemlisi artık kurulmuş bir ulus devlet çerçevesinde önceki örneklerden çok daha net bir ideolojik berraklık
içinde gerçekleştirdi ve bunları çok daha etkin araçlarla hayata geçirmeyi başardı.

Devrim sürecinde devlet, Osmanlı reform sürecinde başlatılan bir eğilimi devam ettirdi ve genişletti , geleneksel
devletten farklı olarak hayatın çok daha geniş alanlarına aktif olarak müdahale etmeye çalıştı. En başta
Osmanlı’da reform modeli içinde eski kurumlara dokunulmamıştı. Oysa cumhuriyet eski kurumları tasfiye etti.

Örneğin üniversitede köklü dönüşüm gerçekleştirirken medreseleri kapattı. Doğrudan tasfiye edebileceği
kurumlar dışında kalan geleneksel yapılarla kimi kez mücadele etti, kimi kez de onları unutulmaya terk etti. Bu
arada da kendisi de daha yeni, daha modern ve daha laik bir gelenek oluşturmaya çalıştı.

Fakat bu hedefler de kendi içinde belli çelişkiler taşıyordu. Her şeyden önce Batılı bir modeli takip eden
modernleşme hedefiyle sadece kendine özgü (demek ki Batı’dan da farklı olan) bir kimlik yaratmayı isteyen
milliyetçilik birbiriyle belli iç gerilimler içeriyordu. Bu gerilimin nasıl çözülmesi ya da Batılılaşmaya
nasıl/nerede sınır konulması gerektiği dönemin ideolojik tartışmalarına damgasını vuran ana konulardan biriydi.

Aynı şekilde aslında devrimin kurguladığı gibi homojen bir Batı da yoktu: Batı geniş bir coğrafyaydı, birçok
ülkeden ve bu ülkeler içinde farklı hayat biçimlerine sahip farklı sınıflardan oluşuyordu, çok daha geniş bir
çeşitlilik içeriyordu. Dolayısıyla bu dönemde Batı, Batı’nın kendi karmaşık gerçekliğinden çok hayal edilmiş bir
coğrafyaya gönderme yapıyordu.

Bu anlamda modele en çok esin veren görüş Batılı orta sınıf muhafazakârlığı ve radikal bir pozitivizm ve
akılcılıktı. Dolayısıyla Batılılaşma hedefi pek de Batılı olmayan araçlarla gerçekleştirildi, örneğin bu dönemde
yine en yaygın örneklerini bazı Avrupa ülkelerinde görebileceğimiz demokrasi denendi ama mutlak bir
zorunluluk olarak görülmedi.

Devlet- birey ilişkileri de Batılı liberal modelden çok o dönem Batı’da yaygın olan tek parti yönetimlerinden
esinlenilerek oluşturuldu: Birey devlet için vardı, tersi değil.

Tabii, devrimin bu şekilde değerlendirilmesine karşı çıkan yaygın görüşler de mevcuttur. Bu görüşler
devrimlerin zaten Batılılaşmak dışında bir şansı olmadığını, 1920’lerde Batılılaşmanın artık bir tercih değil, bir
zorunluluk olduğunu vurgularlar. Bu kaçınılmaz zorunluluğu hayata geçirirken de Osmanlı’nın reform modeline
göre yürüttüğü Batılılaşma tarihinden de çıkarılmış dersler, dönemin koşulları, toplumdaki güçlü gelenek vb.
karşısında yukarıdan devrim modeli dışında yapılabilecek fazla bir şey olmadığının altını çizerler. Kaldı ki tüm
devrimlerde belli bir ki zorlama boyutu vardır ve Kemalist devrim yine de bu zorlamayı olabilecek en düşük
düzeyde tutmuş bir deneyimdir.

Üstelik bu yıllarda başta Almanya ve İtalya olmak üzere Batı’da da yukarıdan modernleşme modeli uygulayan
örnekler mevcuttur ve bunların başarıları o yıllar için göz kamaştırıcıdır. 1930’larda henüz bu başarılı sonucun
(II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımına dek varan) korkunç insani, toplumsal ve siyasal bedelleri
görülmemişti ve o yıllarda hızla modernleşmek isteyen yeni bir devletin tek parti modelini benimsemesi oldukça
anlaşılırdı. Üstelik

Türkiye Cumhuriyeti bu ülkelerdeki gibi tek parti yönetimini benimsese bile faşist bir karakter arz etmemiş, sık
sık alternatif arayışlara girişmiş, çok partili hayata geçiş denemeleri yapmıştır
Üstelik erken cumhuriyet yıllarının kentlerde kendisine inanmış bir genç nesil yaratmış olduğunu ve bu neslin
Türkiye’de gündelik yaşamın örgütlenmesinden kadın - erkek ilişkilerine, bilimsel alandan devlet yönetimine
dek yeni bir modelin şekillenmesinde etkili olduğunu unutmamak gerekir. Doğrusu yanlışı ile bu model,
Türkiye’nin gelişmesine katkı yapmıştır. Bu modelin yanlışlarını eleştirmek tabi ve gereklidir ancak katkılarını
inkâr etmek de haksızlık olur.

Devrimlerin toplumsal etkileri

Eğitimde yenilikler

Eğitimde yapılan yeniklerle amaçlananlar:

1. Laik ve çağdaş bir eğitimi sağlamak.


2. Bilimsel ve geleceğe yönelik eğitimi sağlamak.
3. Eğitimde birlik ve beraberliği sağlamak.
4. Kız ve erkek çocuklar arasında eğitim eşitliği sağlamak.
5. Eğitimi kolaylaştırmak ve yaygınlaştırmak.
6. Her alanda teknik eleman yetiştirmek geleceğe yönelik hazırlamak.
7. Eğitimi millileştirmek.

1. Tevhid-i Tedrisat kanunuyla (3 Mart 1924) Öğretim birleştirilerek bütün eğitim kurumları MEB’ e
bağlanmıştır.Medreseler kapatılarak laik eğitim anlayışı etkili hale getirilmiş.Azınlık okullarında ve yabancı
okullarda dini ve siyasî amaçlı eğitim verilmesi önlenmiştir.

2. Maarif Teşkilatı Hakkında Kanunuyla (2 Mart 1926) İlk, orta, lise ve yüksekokulların belli esaslara göre
düzenlenmesi amaçlanmıştır.

3. Yeni Türk Harflerinin Kabulüyle (1 Kasım 1928) Batılılaşma alanında atılan önemli bir adımdır. Okuma- yazma
kolaylaşmıştır. Basılan kitap sayısı artmış, Avrupa ile bilgi ve kültür aktarımı kolaylaşmıştır.

Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ümmetçi tarih anlayışı yerine, laik ve milli bir tarih anlayışı getirilmiştir.Türk
Dil Kurumu’nun Kurulması ,Türkçe’yi yabancı kelimelerden kurtarmayı,Türkçe’nin zenginliğini ortaya koyarak,
Türk dilinin dünya üzerindeki saygınlığını artırmayı hedeflemektedir.

Eğitim alanında yapılan devrimlerin sosyal etkileri

• Eğitim alanında yeni kurumlar ve sivil toplum örgütleri kuruldu

• Öğrencilerin Batı tarzı eğitim görmesi sağlandı, kız ve erkek öğrenciler yeni eğitim sisteminde beraber okula
başladı.

• Yeni eğitim sisteminde öğretmenler çağdaş eğitim amacına uygun davranış değişiklikleri gösterdi.

• Eğitim kurumlarının yapısal olarak değişim gerçekleşti, din dersleri veren okulların kapatıldı.
Hukuk alanındaki yenilikler

İslam vakıflarının devlet idaresine alınması 1924 de, İsviçre Medeni Kanunundan çevrilerek hazırlanan Medeni
Kanun'un kabulü 1926 da,İtalyan Ceza Kanunu'ndan çevrilerek hazırlanan Türk Ceza Kanunu'nun kabulü 1927
de gerçekleşmiştir.

Cumhuriyet öncesinde yargı işleri din adamları tarafından görülürdü. Kadı adı verilen yargıçlar din kurallarına
göre karar verirdi.

Hukuk alanında yapılan değişiklikle eski mahkemeler kapatılmış, eski yasalar yürürlükten kaldırılmıştır.

Mecelle kaldırılmış ve Türk medeni kanunu getirilmiştir. Aile hayatından siyasi haklara, eğitimden özel haklara
bir çok yönüyle modernleşmenin önü açılmıştır. Ayrıca laikliğin hukuk düzenine uygulanması da gerçekleşmiştir.
Miras konusunda kadın ve erkek eşit pay almayası, boşanma, miras, ceza hukuku yeniden düzenlenmesi
sağlanmıştır. Kadınlar da erkekler gibi seçme ve seçilme hakkına kavuşmuş, hukuk alanındaki bu yeniliklerle
kadın - erkek arasında eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır.

Cumhuriyet kadınları ve çocukları

Medeni Kanunun kabulüyle (17 Şubat 1926) Küçük yaşta evliliğin yasaklanması, miras hukukunda cinsiyet
ayrımının kaldırılması, birden fazla kadınla evlenmenin yasaklanması gibi ilerici kararlar alınmıştır.

Türk kadınına belediye seçimlerine katılma hakkının tanınması 1930 da, muhtarlık seçimlerine katılma hakkının
tanınması 1933 de, milletvekili seçme ve seçime katılma hakkının tanınması 1934 de tanınmıştır.

Genç cumhuriyet için kadınlar ve gençler büyük önem taşımakta, milli egemenliğin esasları arasında yer
almaktadır. Kadınların oy kullanması simgeleştirilmesi, serbest meslek sahibi olmaları özendirilmesi kadınların
çağdaşlaşmanın modeli sayılması anlamına da gelmektedir.

• Türkiye’nin ilk kadın belediye başkanı seçildi (1930)


• Türkiye’de ilk kadın yargıçlar atandı (1930)
• Türkiye’nin ilk kadın cerrahı çalışmaya başladı (1931)
• Türkiye’nin ilk kadın muhtarı seçildi (1933)
• Sabiha Güreyman Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu (1933)
• Yapılan seçimlerde TBMM’ye 18 kadın milletvekili girdi (1935)
• İlk kadın doğum uzmanı Dr. Pakize İzzet Tarzı kadın hastalıkları ve doğum alanında uzmanlık eğitimini
tamamladı (1935)
• Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotu oldu (1936)

“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa
boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden
çok şey bekliyoruz.”

Mustafa Kemal Atatürk

…Türkiye Cumhuriyeti’nin lirik bir üslüpla yeni doǧan bir çocuk şeklinde tasavvur edilmesi ve
çocukluǧa atfedilen bütün olumlu referansların ve yan anlamlarin yeni kurulan devlete de teçmil
edilmesi cumhuriyetin kurucu anlaşı içinde kolaylikla tespit edilebilir bir durumdur. Türkiye
Cumhuriyeti, Romantizmin ilerlemeye ve olgunlaşmaya ‘yozlaşma’ ve ‘özbenliǧinden
uzaklaşma’ gibi olumsuz anlamlar yükleyen yaklaçimi çerçevesinde dünyanin ‘yorgun’ ve
‘yaşlı/yetişkin’ toplumlarının ve devletlerinin aksine, kirli ve sıkıntı verici bir geçmişe deǧil fakat
yalnızca parlak ve umut vaadeden bir geleceǧe sahip yeni doǧmuş bir çocuǧa benzetilmektedir.
Çocuk olmak hali romantize edilip Türk toplumunun ve onun çiçeǧi burnunda ulus−devletinin
enerjik, dinç ve dinamik niteliklerinin altını çizen söylemsel bir enstrüman olarak hizmete
sokulmaktadir.
Cumhuriyeti, yetişkinlerin deǧerini içindeki çocukla ve özbenliǧiyle ilişkisinin canlılıǧiı üzerinden ölçen
Romantizmin prizmasindan yansitarak çocuk olarak resmetmek, yeni rejimin devrimci ve geliçmeci/ilerlemeci
ruhunun daima canlı tutulacaǧına dair bir imayı ve iddiayı da içinde taşımakta ve son derece verimli bir
metafor olarak işlemektedir. Bir başka deyişle çocukluk cumhuriyetin kurucu elitleri tarafindan geçmişi, bugünü
ve geleceǧi yapibozuma uǧratmak ve ardindan yeniden yapilandirmak için söylemsel bir uzam olarak
kullanilmaktadir.

Erken Cumhuriyet Döneminde Modern Çocukluk Nosyonunun Görünümü Üzerine Bir Analiz Nazan Çiçek, Ankara Üniversitesi
SBF,

Türk Tarih Kurumu

Türk Tarih Kurumu, ülkemizde bizzat Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kurumların başında gelmektedir.
Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve
“barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığının, cihan
tarihinde en eski çağlardan beri hakiki yerinin ne olduğunun ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun
araştırılması gerektiğine inanmaktaydı.

Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nun şu konuları aydınlatmasını istemişti;

 Türk kültürünün en eski uygarlıklardan biri olduğunun ispatlanması


 Türk tarihinin bir hanedan ya da din tarihiyle sınırlandırılmayıp milli tarih anlayışıyla araştırılması
 Türklerin dünya medeniyetlerine katkılarının belirlenmesi
 Türk yurdu hakkındaki kuşkuların giderilmesi

15 Nisan 1931 tarihinde Türk Tarih Kurumu kurulmuş, Türk tarihinin aydınlatılması ve bu olgunun genç
kuşaklara aktarılması sağlanmaya çalışılmıştır.

1932 de I.Türk Tarih Kongresi düzenlenmiştir. Yapılan toplantılarla birlikte Türk Tarih Tezi’nin ana esası
belirlenmiştir. Buna göre;
Türk tarihi sadece Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok eskidir ve üstün kültürel değerlere
sahiptir. Ayrıca Türk ırkı, sarı ırka değil, beyaz ırka mensuptur. Türklerin anayurdu Orta Asya’dır. Göçler
sonucunda Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini götürmüşlerdir. Anadolu’nun ilk otokton (yerli) halkı
olan Hititler ve ilk medeni kavim olan Sümerler Türklerin atalarıdır.

Türk Tarih Kurumu, 1931 yılındaki kuruluş gayesi olan Türk ve Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları,
Türklerin medeniyete hizmetlerini ibilimsel yoldan incelemek, araştırmak, tanıtmak, yaymak ve yayımlar
yapmak, bunlara dayanarak da Türk tarihini ve Türkiye tarihini yazmak konusunda çalışmalarını günümüze
kadar sürdürmeye devam etmektedir.

 22 Ağustos 1935’te Kurum’un kendi parası ve kendi elemanlarıyla başlattığı ilk kazı olan “Alacahöyük
Kazısı”ndan ayrı olarak Trakya ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde arkeolojik araştırmalar sürdürülmüştür. Bu
kazılardan çıkan eserler pek çok müzemizi süslemektedir. 
Türk Tarih Kurumu, amaçları doğrultusunda Türk tarihinin pek çok meselesine ışık tutmak maksadıyla
hazırlanan projeleri de desteklemektedir.

Türk Dil Kurumu


   Türk tarihiyle birlikte Türk dilinin de dünyadaki en eski ve sistemli dillerden biri olduğunun ispatlanması için
çalışmalar yapılmıştır.İslamiyet’in kabulünden sonra Arapça ve Farsçadan bir çok kelime Türkçeye girmiş ve
Türkçenin bazı kurallarının bozulmasına neden olmuştur.
   Toplum hayatında kullanılan dilin toplumun gerçek anlamda bağımsızlığının bir göstergesi olduğuna inanan
Atatürk Türk dilinin gelişmesini sağlamak için 12 Temmuz 1932’de Türk dil Kurumunu kurmuştur.
   Atatürk’ün isteği ile kurulan Türk dil kurumunun amaçları şunlardır:
•   Halk tarafından benimsenmemiş yabancı kelimelerin kullanımdan çıkarılarak Türkçe kelimelerin
yaygınlaşmasını sağlamak
•   Yazı dili ile konuşma dilinin aynı olmasını sağlamak
•   Türkçenin zenginliğini ortaya koyarak Türk dilinin dünya üzerindeki saygınlığını artırmak
•   Türkçeyi bilimsel ve ekonomik alanlarda da etkili zengin bir dil haline getirmek
NOT:Türk Tarih Kurumu ve Türk dil Kurumu Atatürk’ün milliyetçilik ilkesi doğrultusunda kurulmuşlardır.
Eğitimle İlgili diğer yenilikler
   1925’te Türkiye’nin ilk yüksek okulu olan Ankara Hukuk Mektebi açıldı.Osmanlı devletinin kurmuş olduğu
Darül Funün kaldırılarak yerine 1933’te İstanbul Üniversitesi kuruldu.Aynı yıl Ankara’da Dil,Tarih,Coğrafya
Fakültesi ile Yüksek ziraat Enstitüsü açıldı.1924’te Sanayi-i Nefise Mektebi, Güzel Sanatlar akademisi olarak
düzenlendi

Halkevleri
Genç cumhuriyetin gereksinim duyduğu yurttaş tipi eğitimli, modern, devrimleri anlamış, rejimin ilke ve
düşünce sistemini benimsemiş bir bireydi ve Halkevleri bunu sağlayacaktı.

Halkevleri, Cumhuriyet döneminde ülkenin sosyal ve kültürel kalkınmasında, Cumhuriyetin getirdiği değerlerin
geniş halk kitlelerine ulaşmasında son derece önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Bu evler ve daha sonra kurulan
odalar sayesinde Anadolu'nun kent, kasaba hattâ köylerine kadar çağdaş bilimin ışığı sızabilmiş, yurdun her
köşesinde çıkan halkevi dergileri de bu ışığın taşıyıcıları olmuşlardır. Tarih, edebiyat, güzel sanatlar, folklor gibi
alanlarda Halkevlerinin yürüttüğü çalışmalar, ulusal değerlerimizin yalnız günümüze değil, yarına da
aktarılmasında büyük ve tarihsel bir görevi yerine getirmişlerdir.

19 Şubat 1932 günü başta Ankara olmak üzere 14 il merkezinde Halkevlerinin açılış töreni yapıldı.
Genel Sekreter Recep Peker, Halkevlerinin kuruluşundaki amacı ve çalışmasından beklenen verimi anlatırken
şöyle diyordu."...Bu asırda milletleşmek için, milletçe kitleleşmek için, mektep tahsilinin yanında ve ondan sonra
mutlaka bir halk terbiyesi yapmak ve halkı bir arada ve birlikte çalıştırmak esasının kurulması lazımdır.

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Halkın Evi başlığını taşıyan kapsamlı araştırmasında Halkevlerinin ne olduğu
sorusuna yanıt ararken öncelikle buraların ne olmadığı sorusundan hareket etmektedir. Ona göre Halkevleri bir
üniversite değildir. Ne yerleri ne buralara devam edenleri, ne üyeleri, ne de örgütlenmeleri buna elverişlidir.
Halkevleri lise, ortaokul ya da başka bir okul da değildir. Yine halkevleri şehir tiyatrosu, şehir konservatuvarı
gibi profesyonellerin çalışacağı bir yer de değildir, vb. Peki o halde halkevi nedir? "Halkevleri her şeyden önce
bir ev olmalıdır. Ev, ay kandan gelen fertlerin toplandığı yerdir. Halkevi de aynı kültürden gelen insanların
toplandığı yerdir. Öyleyse halkevi bir kültür evidir."Yine Baltacıoğlu'na göre: "Halkevleri her şeyden önce
kültür yaşama yerlerdir. Gayesi öğretmekten önce, yaşatmaktır. Öğretme yerleri okullardır. Bu işte en
mütehassıs olan kurum okullardır. Halkevi de herhangi bir okul olmamalıdır... Halkevleri için en doğru türe
"yaşamak ve yaşatmaktır"...

DP iktidara geldikten sonra, 8 Ağustos 1951 tarihli ve 5830 sayılı yasa ile etkinlikleri durdurulan Halkevlerine
yönelik en büyük eleştiri, bunların CHP'nin yan kuruluşları olarak çalışmaları ve sözkonusu partiyle organik bir
bağlantı içinde bulunmaları idi.

CHP'nin kültür kolu olarak faaliyete geçirilmesi, parti-halkevi ilişkileri eleştiriye açık olmakla birlikte,
Halkevlerinin halk aydınlanmasında sağladığı katkı ve başarı ve hizmetleriyle önemli bir işlevi yerine
getirmiştir.

Üniversite reformları

Maarif Vekili Dr. Reşit Galip, 1.8.1933’te yeni İstanbul Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşmasından

“Memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar olmaktaydı. Üniversite (Darülfünun) bunun karşısında
tarafsız bir seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişmeler olmaktaydı. Darülfünun bunlarla
tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders
programlarına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı; Darülfünun
bununla hiçbir surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirilmesi ulusal bir hareket anlamında bütün
ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için, üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek
gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış
dünyadan tamamen koptu”

Atatürk Döneminde Eğitim Alanında Yaşanan Gelişmeler (Bahattin Demirtaş)

…Eğitimin bir başka gelişmesi ise yükseköğretimde gerçekleşmiştir. Bu amaçla 1925’te Ankara’da Hukuk
Mektebi’nin açılışını, 1926’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nün, 1930’da Yüksek Ziraat Okulu’nun ve 1933’de Osmanlı
döneminde ismi Darü’l-fünûn olan İstanbul Üniversitesi’nin açılışı takip etmiştir. 1934’te Ankara Millî Musiki ve
Temsil Akademisi açılırken, 1935’te İstanbul’da bulunan Mülkiye Mektebinin adı Siyasal Bilgiler okullarına
çevrilerek Ankara’ya taşınmıştır. Atatürk’ün öncülüğünde 1933’ten itibaren yapılan üniversite reformu, 9 Ocak
1936’da Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin açılışı ile devam etmiştir. Üniversite reformu sayesinde yabancı
uzman ve öğretim üyelerinin çeşitli fakültelerde ders vermeleri sağlanmıştır. (Bu tarihlerde Almanya’dan Nazi
Rejiminden kaçarak Türkiye’ye gelen çoğunluğu Yahudi asıllı bilim adamlarının ülkemizde bilimsel ve çağdaş
demokratik esaslara dayalı bir üniversite kurulmasında büyük katkıları olmuştur.)
Ayrıca eğitim ve kültür reformunu tamamlayacak şekilde John Dewey, Kühne, Omer Buyse, Albert Malche, Beryl
Parker gibi uzmanların ve Amerikan Heyetlerinin görüşlerine müracaat edilmiştir. Bunlardan ilk olarak John
Dewey iki ayrı rapor hazırlamıştır. Birinci rapor bir memorandum niteliğinde olup daha çok millî eğitim bütçesi
ve harcama sahaları üzerinedir. İkinci rapor ise çok daha kapsamlıdır. Rapor kurulacak olan Türk millî eğitim
sisteminin ve millî eğitim yönetim sisteminin nasıl olması gerektiğine dair önerileri kapsamaktadır. 1925’te
Alman Ticaret ve Sanayi Danışmanı Prof. Kühne Türkiye’ye geldikten sonra özellikle mesleki ve teknik eğitime
yönelik bir rapor hazırlamıştır. Kühne’nin bu yöndeki raporunu 1927 yılında Belçika meslek öğretimi genel
müdürü olan Omer Buyse’nin raporu takip etmiştir. Onların yönetim, program, öğretmen yetiştirme, denetim,
yüksek öğretim reformu gibi konularda hazırladıkları raporlar çağdaş bir eğitim için yol gösterici olmuştur.
Atatürk’ün eğitim politikasında izlenecek yol ile ilgili olarak üzerinde durduğu diğer nokta, yabancı ülkelerden
Türkiye’ye eğitim uzmanı ve öğretim üyesi getirilmesi olduğu kadar yabancı ülkelere Türk öğrencilerin
gönderilmesi olmuştur. 1924’te çıkarılan yasa gereğince ilk olarak 1927-1928 eğitimöğretim yılında sekiz değişik
ülkeye toplam 42 öğrenci gönderilmiştir. Bu sayı yıllar geçtikçe artmıştır. 1929-1930 eğitim-öğretim yılında,
yabancı ülkeler de öğrenim gören öğrenci sayısı 288’e ulaşmıştır. 1937-1938 eğitim-öğretim yı lına gelindiğinde
bu sayı 204’tür. Bu öğrencilerin 97’si Almanya, 44’ü Fransa, 21’i Belçika, 15’i Amerika, 13’ü İsviçre, 14’ü
Avusturya, İtalya, İngiltere, Macaristan ve Rusya’ya gönderilmiştir. Burada Türk öğrencilerin %86.77’nin
tahsilde bulunduğu ülkeler Almanya, Fransa, Belçika ve Amerika olarak dikkat çekmektedir.

Basın ve radyo
Cumhuriyetin ilk yıllarında basın, sadece halkın bilgilendirilmesi görevini üstlenmemiş aynı zamanda yeni
devletin biçimlenmesine temel oluşturan ilkelerin, devrimlerin ve uygulamaların yerleşmesinde ve halka
aktarılmasında önemli görevleri üstlenmiştir. Aynı zamanda dönemin gazeteleri ve dergileri yalnızca
yönetimden halka haber akışını gerçekleştirmekle kalmamakta, batılı toplumların yaşamlarından sayfalarına
taşıdıkları yazılı ve görsel kesitlere: oyun, öykü, çizgi bant, çizgi roman, karikatür gibi gülmece ve eğlence
öğelerini içeren yazınsal türlerle halkın gündelik yaşam pratiklerini biçimlendirmeye dönük bolca malzeme
sunmaktaydılar

…Bu dönemde basının rolü ile ilgili Atatürk verdiği demeçte şöyle demektedir: “Arkadaşlar, Türk basını,
milletin gerçek seda ve iradesinin kendini belirtmesi şekli olarak, Cumhuriyet’inçevresinde çelikten bir kale
vücuda getirmelidir, bir fikir kalesi, Cumhuriyet’in hakkıdır. Bütün milletin samimi bir birlik ve dayanışma
içinde bulunması bir zaruriyettir. Umumun selamet ve saadeti bundadır. Mücadele bitmemiştir. Gerçekleri
milletin kulağına ve vicdanına gereği gibi ulaştırmakta basının çok, çok önemli bir görevidir….”

…Türkiye’de basının gerçek anlamda kurumsal bir nitelik kazanma süreci 1930’lu yıllar ile başlar. Esasen
Cumhuriyet döneminde üretilen basın politikasının amaçladığı şey, basının kurumsal bir kimlik kazanması
ve devrimin temel değerlerini halka ulaştırma konusunda aktif rol almasıdır. Bu tarihten itibaren basına,
toplumsal sorumluluk bağlamında bir takım görev ve sorumlulukların yüklemesi söz konusu olmuştur
Türk basının kurumsallaşması seyri 1881 sayılı Matbuat Kanunu ile hukuksal boyut kazanmıştır. 1931 yılı Türk
basının genel seyrini değiştirerek basına ilişkin ilk kapsamlı kanun çıkartıldığı yıldır.
Yazılı basınla ilgili olarak Matbuat Umum Müdürlüğü ve Anadolu Ajansı’nı düşündüğümüzde, bu kurumların
gazeteler ile doğrudan bağlantıları vardır. Bu kurumların yaptıkları yönlendirmeler ve geçtikleri haberler
sayesinde Türk basını haber kaynaklarını zenginleştirmiştir. Bu bağlamda basın, ideolojik aygıt olarak hizmet
görerek toplumun bilgilendirmesi, halkın eğitilmesi ve aydınlatılması için önemli görevler üstlenmişlerdir. 282
Gelişme aracı modeli: Basın, kimi zaman otoriter olabilen bir hükümet kontrolünde işler. Basının, çoğunlukla
hükümetin bir organı gibi çalışması istenirken, öte yandan gazeteciler bilgi toplama ve yaymada kısmen de olsa
özgürdürler. Ancak topluma ve onun gelişimine karşı sorumludurlar. Bu modelde; tüm kitle iletişim araçları
ulusal yapılanma sürecine yardımcı olacak biçimde merkezi hükümet tarafından seferber edilir. Basın özgürlüğü
bu doğrultuda toplumun gelişme ihtiyaçları dikkate alınarak hükümet tarafından sınırlanabilir.

Türk Telsiz Telefon Şirketi tarafından 1927’de Ankara Radyosu kurulmuştur.


Radyo aracılığıyla yapılan musiki inkılabının önemli bir boyutunu da halkın ve özellikle de çocukların musiki
terbiyesi almalarını sağlamak oluşturmaktadır. Bu anlamda öncelikle radyoda çalınacak parçaların izahı
yapıldıktan sonra çalınmalarını sağlamak, eğitimli öğretmenler aracılığıyla musiki derslerinin verilmesi ve
derslerde keman, viyolonsel ve piyano gibi müzik aletlerinin öğretilmesi ve Türk ezgilerinin Garp ilim
metotlarıyla yeniden tespit edilmesini sağlamak amaçlanmıştır. Bu amaçları gerçekleştirmek amacıyla Ankara’da
Kültür Bakanı başkanlığında yapılan toplantıda ulusal musiki hazırlık programı adı altında kararlar alınmış ve
görev yapacak teşkilatın tespiti yapılmıştır.

Radyonun kurulduğu 1927 yılından 1934 yılına kadar müzik yayınlarının toplam yayın süresinin %71 ila 95’ini
kapsadığı düşünülecek olursa radyo yayıncılığının önemli ölçüde müzik yayınlarından oluştuğu söylenebilir. Bu
oran Türk müziğinin yasaklandığı 1934-1936 yılları arasında azalmış ve söz yayınlarında artış olmuştur. Ancak
bu söz programlarına verilen önemden ziyade, Türk müziğinin yasaklanmasından doğan boşluğun doldurulması
zorunluluğundandır.

Radyonun yayıncılık anlayışı bu şekilde bir gelişim göstermekle birlikte halkın radyodan ne derece faydalandığı
daha önemlidir. Türkiye’de radyonun kurulduğu 1927 yılı sonunda yaklaşık 2000 radyo alıcısının bulunduğu
tahmin edilmektedir. O yıllar için oldukça pahalı bir araç olan radyo alıcısı sayısı, 1931 yılında ancak iki katına
çıkabilmiştir. 

Atatürk inkılaplarının gerçekleştirilmesi veya diğer bir deyişle Türkiye’nin modernleşmesi kapsamında radyo
konusunu incelediğimizde, radyonun Atatürk inkılaplarının önemli ölçüde gerçekleştirildiği bir dönemde yurda
girmiş olduğunu görmekteyiz. Üstelik radyo yayıncılığının ve kullanımının etkin hale gelmesi için de bir süre
geçmesi gerekmiştir ki, neredeyse sosyal ve kültürel alandaki değişimin tüm araçlarının hazır olduğu bir ortama
kendisi de o araçlardan biri olarak dahil olmuştur. İki savaş arası dönemde dünyadaki tek parti idarelerine paralel
olarak Türkiye’deki idari yapı da otoriter bir görünüm sergilemektedir. Parti-devlet bütünleşmesi anlayışı radyo
yayıncılığında da etkisini kuvvetle hissettirmiş ve uzun bir süre radyo, devlet ve parti tekelinden
kurtulamamıştır. 

Batılılaşma Serüveni

Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesi ister istemez bir daralma özelliği gösterir. Bu daralmayı Üç Tarz-ı
Siyaset’in formülasyonunda da görebiliriz. Söz konusu dönemde;

Türk milliyetçiliği Turancılıktan uzaklaşır ve mevcut sınırlar içerisinde, hatta daha da daraltılarak Anadolu
Türkçülüğü biçimine tahvil edilir. İslamcılık, ulusalcı bir karakter arz eder.

Yeni kurulan devlet, ülke sınırları dışındaki olaylara bir anlamda kapalı kalır. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”
vecizesini de bu daralmanın bir işareti olarak almak mümkündür. Belli sınırlar içinde kalsa dahi devletin
varlığının sürdürülebilmesi için gerekli bir toprak bütünlüğünün teminat altına alınabilmiş olmasının
başlıbaşına bir başarı olarak görülmesi ve bu mevcudiyeti tehlikeye atabilecek her tür girişimden özenle uzak
durulması yaklaşımı sanki bu dönem açısından belirleyici olmuş gibidir.

Her türlü enternasyonalizm bu anlamda şüpheyle karşılanır ve maceracılık olarak nitelenir. Türk
milliyetçilerinin Turancılık siyasetine yönelik eleştirileri ya da İslamcılığının ümmetçi boyutuna şüpheyle
karşılanması bu duruma verilebilecek örneklerdendir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden yılları şöyle bir hatırlayalım: 1920’li yılların ikinci yarısı, yeni
rejimin oturtulmasına yönelik düzenlemelerin gerçekleştirildiği yıllardır. 1930’lu yıllar ise daha çok yeni
düzenin düşünsel temellerinin oluşturulmaya çalışıldığı, başka bir deyişle, yeni cumhuriyetin kimlik ve
ideolojisinin temellendirilmeye çalışıldığı yıllar olarak değerlendirilebilir.

Mete Tunçay, 1923-1931 arasını Türkiye’de “tek parti yönetiminin kuruluşu” olarak adlandırır ve bu süreçte
Türkiye’de yaşanmış olan siyasal gelişmeleri ve gerçekleştirilen tartışmaları aynı adı taşıyan eserinde ele alır. 35
Bu dönemde yapılanları ise şöylece özetleyebiliriz:

Cumhuriyet ilan edildi. Devletin dininin İslam olduğu ibaresi anayasadan çıkarıldı, ardından da TC devletinin
laik bir devlet olduğu ibaresi anayasaya sokuldu. Hilafet kaldırıldı. Hanedan-i Osmani ülke dışına çıkarıldı.

Kılık kıyafeti, tevhid-i tedrisat vb. alanları düzenleyen kanunlar çıkarıldı. Bütün bu düzenlemelerin sert bir
biçimde uygulandığı ise konu ile ilgili literatürde bulunmaktadır. Yine bu dönemde, kurulan yeni rejim
Osmanlı’dan kalan ve ciddi bir muhalefet olma potansiyel tehlikesi taşıyan kesimleri tasfiye sürecine de
girmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyimi, Şeyh Said İsyanı, Menemen olayları ve İzmir suikasti gibi
gelişmeler de onlara bu düşüncelerini gerçekleştirmek için olabildiğince müsait bir ortam hazırlamıştı.

Çıkarmış olduğu bir dizi kanun ve çeşitli olaylar vesilesiyle gerçekleştirmiş olduğu bu muhalefeti önleme
operasyonları sonrasında, 1930’lu yılların başından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen her alanda ciddi
bir üretim sürecine girdiği gözlemlenir.

1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti gibi kurumların kurulması ve bu
yıllarda her iki cemiyetin de ilk kongrelerini gerçekleştirmiş olmaları, bu dönemde Güneş Dil Tarih Tezi’nin
geliştirilmesi,36

1933’de üniversite reformunun gerçekleştirilmesi gibi uygulamalarla yeni devlet kendisine Osmanlı’dan apayrı
yeni bir kimlik arayışı üretme sürecine girdi. 1935’te kurulan DTCF de, yeni rejimin bu çabalarına, katkıda
bulunmak için tesis edilmişti. Rönesans hareketini fakat daha çok da Fransız İhtilali sonrasındaki Fransız
milliyetçilerinin tavrını ve kullandıkları yöntemleri örnek aldıkları izlenimi veren Osmanlı ve İslam geçmişini
atlayarak- bütünüyle laik bir milliyetçilik fikrinin geliştirilmesine matuf bu girişimler üzerinden yeni dönemde
ihtiyaç duyulan birlik, dayanışma ve sadakat tesis edilmeye gayret edilmiştir.

Kimlik ve kültür düzeyindeki bu çabalara; 1932’de açılmaya başlanan Halkevleri, aynı yıl çıkarılan Kadro ve
1933’te çıkarılan Ülkü gibi dergiler katkıda bulunmaya çalışmışlardır.

Bütün bu çabalarla, hurafeler ve cehalet üzerine kurulmuş olduğu düşünülen “eski yaşam tarzından vazgeçildiği
ilan edilmek istenmiştir. Yapılmak istenenler de, vazgeçilen bu yaşam tarzının yerine konulacak olan “akıl” ve
“bilim” üzerine dayalı olacağı varsayılan “yeni” yaşam tarzının temellerinin ne olacağının ya da bu yaşam
tarzına nasıl ulaşılacağının belirlenmesine yöneliktir.

Gerek dil ve gerekse de tarih kongrelerinde geliştirilen tezler de, en temelde, bu geçmişten kopuşu ve yeni yaşam
tarzlarına geçişin izlerini göstermektedir. Amaç, önceki dönemi belirleyen din temelli anlayışlara muhtaç
olmadan, hatta onlara karşıt olacak tarzda yeni bir anlayışın, yeni bir kimliğin oluşturulmasıdır. Bu amaç, “laik
bir milliyetçilik” anlayışının geliştirilmesi biçimindedir. Böylesi bir milli kimliğin geliştirilebilmesine izin
verecek yaklaşımlar da, bu kongreler ve oluşturulan yeni eğitim kurumları aracılığıyla gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. Yeni milli kimliğin temelleri arkeolojik kazılarda ve Anadolu’nun İslam öncesi tarihinde
aranmıştır.

Tarih ve medeniyet anlayışı evrimci bir doğrultuda kabul edilmiştir. Bu anlayışa göre, insanlık bir bütündür,
tektir. Tek bir medeniyet vardır. Türkiye de, kendisine, bu medeniyet içerisinde yer almayı bir hedef olarak
seçmiştir. Yaklaşım bu olunca, bu çizgisel tarih anlayışına göre her şey şekillendirilmeye başlanmıştır. Türklerin
tarihi, karanlık bir dönem olarak varsayılan İslamî dönem atlanarak evrensel medeniyetin kökleriyle gerek
coğrafya ve gerekse de dil aracılığıyla bağ kurulmak suretiyle yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Batı medeniyetinin bir parçası olmayı, kesin bir biçimde benimseyen yeni cumhuriyet, bu uğurda kültür
hayatının şekillenmesine ve ürünler verilmesine yönelik çalışmalara girişmiştir. 1930’ların ikinci yarısından
itibaren kültürel alanda atılan adımlar, temelde bu amaçları gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu bağlamda, bir
tercüme heyeti oluşturulup ağırlıklı olarak Batı dünyasının klasiklerinin tercüme edilmesine yönelinmesi, klasik
Batı müziği konservatuarlarının açılması ve köy enstitülerinin eğitime başlamasıyla paralel bir süreçtir. Aynı
amaç, bütün bu icraatları birbiriyle alakalı kılmaktadır.
Bu yıllarda sıkça kullanılan ideoloji haline dönüşmüş kavramsallaştırmalardan bir tanesi de Türk hümanizmi
kavramıdır. 1930’lu yıllarda kültür ve eğitim alanında atılan adımların, gerçekleştirilen uygulamaların tümünü
bu kavram çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Türk hümanizmi, “tüm olarak batılılaşma”dır, “yani
batının tekniğini ve somut kuruluşlarını kabul etmekle yetinmeyip onun iç evrenini de düşünsel içeriğini de
benimseyen batılılaşma hareketinin ilk sonucu, körükörüne taklitten, yabancı bir uygarlıktan alınan somut ve
soyut ögeleri kabaca uygulamaktan kurtulmaktır; çünkü manevi biçimlenimini de batılılaştıran bir toplumun -
sağlam bir düşünsel eğitim, yerleşmiş bir tarih bilinci ve gelişmiş dialektik yetenekler sayesinde- güçlü fikir
adamları yetiştirebileceği açıktır (...)

Böyle olunca, bütünüyle batılılaşmayı kabul eden bir toplum, batının istilasına uğrayacağını sandığı bir sırada,
yeni bir kişilik kazandığını, koruma içgüdüsü ile ya da ilintilik nitelikte başka gereksinmelerle başkalarını
körükörüne taklit etmekten kurtulduğunu, benimsediklerini bilerek, bilinçli olarak benimsediğini görecektir.
Böyle bir davranışın adı ise hümanizmdir.”

Geçmiş dönemin batılılaşma siyasetlerine yönelik eleştirileri de içeren bu yeni batılılaşma anlayışı;
batılılaşmayı Batı’yı taklit etmek değil, bilinçli olarak onu oluşturan temellerin benimsenmesi olarak
anlamaktadır: “Bir toplum batı dünyasına özgü düşünsel, ahlaksal ve estetik biçimlenimi bir kez ele geçirdi mi,
artık taklit ortadan kalkar; o andan itibaren o toplum batının şu ya da bu kuruluşunu, şu ya da bu tekniğini
değil, batının maddi ve manevi uygarlığını var eden ahlaksal ve düşünsel değerleri kendi girişimi ile bilinçli
olarak benimseme yoluna girer.”38

Türk hümanizmasına gönül verenler, çizgisel bir tarih anlayışına sahiptirler. Doğu medeniyeti, batı medeniyeti
diye bir ayırım yoktur onlara göre. İnsanlığın tek bir ortak tarihi vardır. Batı dünyası da bugün bu tarihin en
son halkasını oluşturmaktadır. Dönemin tartışmalarını en yetkin bir şekilde özetleyen Suat Sinanoğlu’nun
çalışmasından uzun bir alıntıyla bu tarihsel çizgiye eklemlenme meselesine açıklık getirmeye çalışalım:

“Bu açıdan bakıldığı zaman, batı uygarlığı tarihi en az otuz yüzyıldan beri süregelen şanlı bir evrim sürecinin
şanlı aşamaları görünümünü kazanmaktadır.

Aşamalar şunlardır: zihin özgürlüğüne dayanan ahlak kavramlarını bulgulayan Yunan dünyası; Yunan
düşüncesini benimseyen, buna ulusal özelliklerinden doğan değerleri katıp bütün Akdeniz bölgesine yayan Roma
dünyası; Yunan-Roma dünyasının kurduğu klasik değerleri yeniden bulgulayan ve Hıristiyan düşüncesinin
insanlığın evrim sürecine girmesini sağlayacak koşulları hazırlayan İtalyan hümanizmi; klasik değerleri Latin
dünyasına ve Fransa’nın derin etkisi altında bulunan İngiltere’ye yayan Fransız-İtalyan uyanış çağı; batı
düşüncesinin o güne kadar ortaya koyduğu gerçekleri uyumlu bir sistem biçiminde düzenlemek suretiyle, bu
düşüncenin ilerde daha büyük bir gelişme gücü kazanmasını sağlayan aydınlanma çağı; tarihsele açıdan yeni
bir değerlendirmeden geçirdiği klasik kültürü, güçlü kuramsal düşüncesi sayesinde Avrupa’nın, Hıristiyan
olmakla beraber, Roma’nın etki alanına hiçbir zaman girmemiş olan öbür bölgelerine yaymayı başaran, bu
suretle de batı düşüncesinin Hıristiyanlığın sınırlarına kadar yayılmasını sağlayan Alman neo-hümanizmi.

İşte Türk hümanizmi bu evrim aşamaları zincirine eklenen yeni bir halkadır. Çünkü Türk hümanizmi, klasik
düşünceyi daha doğrusu batı düşüncesini- Hristiyan batının sınırlarının da ötesine yaymayı amaç edinmiş bir
fikir akımı niteliğindedir. Dolayısıyla o, Türk toplumunu yalnızca teknik uygarlığa ayak uydurmaya zorlamakla
kalmamakta, aynı zamanda batının deneyimini yeniden değerlendirmekle, bu deneyim üzerine kendine özgü bir
görüş getirmektedir. (...)

Türk hümanizminin bu konuda eriştiği kendine özgü görüş ortaya bir takım gerçekler koymaktadır. Bunların ilki
şudur: Batı uygarlığı deyimi ile Avrupa’nın ve Amerika’nın bugünkü uygarlığı anlaşılıyorsa, bu uygarlık klasik
evrenle olan bağıntısı göz önüne tutulmadan kavranılamaz; öte yandan Yunan uygarlığından başlayarak Batı
uygarlıklarının bütünü olarak düşünülüyorsa, adının ‘Batı dünyası uygarlıklarının bütünü’ olması çok daha
uygun düşer; hatta ‘uygarlıklar’dan söz etmektense - çeşitli ülke ve çağlarda çeşitli ulusların katkıları ile
beslenmiş olması itibariyle- ‘insanlığın manevi gelişim tarihi’nden söz etmek çok daha yerinde olur.

Batı evreninin ne olduğu bu şekilde gerçeklere çok daha uygun olarak tanımlanınca, bundan hiç beklenmedik
sonuçların çıktığı görülecektir. Bu sonuçların ilki yanlış konulan bir sorunun –Batı uygarlığı ile doğu uygarlığı
arasındaki ilişkiler sorununun- anlamını yitirmesidir.”

Türk hümanizmine gönül verenler Doğu, Batı, Amerika ya da İslam uygarlığı gibi tanımlamalara itibar
etmemektedirler. Onlara göre “söz konusu olan insanlığın, en aşağı otuz yüzyıllık bir geçmişten başlayarak
günümüze kadar ulaşan düz bir çizgi gibi göz önüne getirebileceğimiz ilerleyişi ve manevi gelişimidir. Bu evrim
çizgisi karşısında uygarlıkları birbirleriyle karşılaştırmanın anlamı yoktur; onların değer ölçüsü, her birinin
insanlığın ilerleyişine getirdiği katkı payıdır.”40

Buradan hareketle, “batılılaşma” terimini sırf bir “taklitçilik” olarak değerlendirmektedirler ve “hümanizma”
kavramı ile toplumların “insanlığın evrim sürecine katılmaları”nı kastetmektedirler. Ayrıca, “Türk
hümanizması” kavramıyla, gruplaşmaları ortadan kaldırma ve Batı dışı toplumların da insanlığın evrensel
tarihine dahil olma imkânının ortaya çıkarıldığını iddia etmektedirler. Yöntem olarak önerdikleri de şudur: “Şu
halde batılı olmayan toplumlar, tarihsel bilincin yardımı ile, batı deneyimini bütün aşamaları boyunca fikir
düzeyinde yaşamalı ve bu deneyimin ideal değerlerinin hepsini soyutlayarak çıkarmalı ve onlara uymalıdırlar.
(...)

“Sonuç olarak, Türk toplumu batının kültür tarihinin çeşitli aşamalarını tarih düzeyinde yeniden yaşamak
durumu ile karşı karşıya değildir. Ona düşen – tıpkı bugünkü batılı kuşakların bizzat yaptıkları gibi, insanlığın
manevi gelişimine katkıda bulunmuş olan ulusların deneyimini düşünce düzeyinde yeniden yaşamaktır; bir
deneyimi tarih düzeyinde yaşamakla onu düşünce düzeyinde değerlendirmek ise bambaşka şeylerdir.”

Mustafa Kemal’in vefatı sonrasında, İkinci Savaş’ın yarattığı ortamın da etkisiyle bu kültür politikalarından
yavaşça vazgeçilmeye başlandığı görülüyor. Gerek savaş süresince ve gerekse de savaş sonrasında Türkiye
farklı bir görüntü sergiler. Çok partili hayata geçiş sürecinde, gerek siyasal hayatımız ve gerekse de düşünce
hayatımız farklılaşır. Bir önceki dönemde, takip edilen kültür politikalarına uygun olarak açılan eğitim
kurumlarından ve gerçekleştirilen uygulamalardan CHP hükümetleri eliyle yavaşça vazgeçilmeye başlandığı
gözlenir. Bu süreç, DP hükümetleri eliyle daha da hızlandırılır. Bu dönemde temelde ne batılılaşma hedefinden,
ne de toplumu batılılaştırma siyasetinden vazgeçme söz konusu olmamıştır. Ancak bu dönemde farklı bir
yöntemle ve daha uzun vadeli bir siyaset takip edilmek suretiyle batılılaşmanın toplumsal hayata
yaygınlaştırılmasına ve kabul ettirilmesine çalışılmıştır.
35 Mete Tunçay, T.C.’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul: Cem Yay., 2. bs., 1989.

36 Dil ve Tarih cemiyetlerinin kuruluşları, tertip edilen kongreler ve Güneş Dil-Tarih Tezi hakkında bkz. Büşra Ersanlı Behar, İktidar ve
Tarih: Türkiye'de "Resmi Tarih" Tezinin Oluşumu (1929-1937), İstanbul: AFA Yay., 1992.

37 Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, Ankara: TTK Yay., 1988, s. 89. 38 A.g.e., s. 90…112

You might also like