You are on page 1of 34

KÜLTÜR TARİHİ

Kü ltü r; Gü nlü k konuşmalarda sanat ve bilim çalışmalarında kullanılan Latince kö kenli bir sö zcü ktü r.
Tü rkçeye Fransızcadan geçen kü ltü r kelimesinin sö zlü k anlamı “toprağ a bir şeyler ekip ü rü n almak,
ü retmektir”. Ancak Voltaire kü ltü rü “insan zekâ sının oluşumunu ve gelişimini belirleyen” bir terim
olarak kullanınca sö zcü k değ işik bir anlam kazanmış oldu. Daha sonraları Kü ltü rü ilk kez bilimsel bir
temele dayandıran, aynı zamanda en yaygın olan ve bugü n de kabul edilen tanımını E. B. Tylor yapmıştır.
Ona gö re kü ltü r ya da medeniyet, “İnsanın bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak,
gelenek ve göreneklerle her türlü beceri ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütündür
Gittler’e gö re kü ltü r, “İnsanın oluşturduğu yaşam biçimidir.” Linton ise kü ltü rü , “öğrenilmiş tavır ve
hareketlerin ve bunların sonuçlarının dış şekli” olarak tanımlar. Allport’a gö re de kü ltü r, “Yaşam
probleminin hazır cevaplarıdır.” Eliot ise kavramı, “Doğumdan ölüme, sabahtan akşama kadar bir halkın
sahip olduğu inancı, bir bakıma bütün yaşama şekli olarak görebiliriz ve bu yaşam şekline de kültür
diyebiliriz.” şeklinde tanımlanmaktadır. İngiliz antropolog Tylor’un kü ltü r kavramına bilimsel bir içerik
kazandırması ile kavramın ö nemi gittikçe arttı ve ö nemli bir uğ raş alanı hâ line geldi. Kü ltü r sö zcü ğ ü nü
karşılamak için Tü rkçede ö nce “ekin” kelimesi kullanılmıştır.
Kü ltü rü bir araya getiren unsurlar, belli bir toplumun ü yelerince paylaşılır ve aktarılır. Kü ltü r yemek
yeme, giyim, kullanılan dil, evlenme, ö lü gö mme, kitap okuma vs.yi içine alan bir kavramdır.
Kü ltü rü n doğ uştan değ il, fakat eğ itim ve ö ğ retim yoluyla kazanıldığ ını ve “sosyal miras” olarak
aktarıldığ ını belirten Malinowski ise kü ltü rü açıklarken bir ö rnekten hareket eder: Ö rneğ in bir zenci
çocuk yaşadığ ı sosyal çevresinden alınarak Fransa’ya gö tü rü ldü ğ ü takdirde, kendi ü lkesinde alacağ ından
çok farklı bir kişilik kazanacaktır. Farklı bir dil, değ işik inanç ve gelenekler, değ er hü kü mleri ile farklı
sosyal bü tü nü n, organizasyonun ortak kü ltü rü nü taşıyacak hâ le gelecek olan zenci çocuk, kendi
ü lkesinden farklı bir sosyal miras ile temas hâ linde olacaktır. Bö ylece kü ltü rü n saklanması ve
kazanılması biyolojik olmayıp sosyal bir sü reç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ö zelliğ i dolayısıyla
kü ltü re sosyal miras da denilmektedir.
Kısaca ifade edecek olursak “Kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek hâlinde devam eden her türlü dil,
duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış unsurlarının tamamıdır.” diyebiliriz.

KÜLTÜRÜ OLUŞTURAN UNSURLAR


Kü ltü r kavramı çok anlamlı ve geniş kapsamlı bir kavram olduğ undan onun içeriğ ini daha iyi
anlayabilmek için yaygın bir şekilde yapılan kü ltü r unsurlarının incelenmesinde maddi ve manevi kü ltü r
ayrımı karşımıza çıkar. Bu ayrım ile kü ltü rü n iki temel unsurundan bahsedilmektedir.
1.)Maddi kü ltü r ö ğ eleri, insanın doğ a ile ilişkisi sonucu oluşturduğ u bü tü n araç ve gereçleri ifade
eder.
2.)Manevi kü ltü r ö ğ eleri ise insanlar arasındaki ilişkiler sonucunda ortaya çıkan yazılı, yazısız
bü tü n değ er ve normları ifade eder.
KÜLTÜR VE MEDENİYET AYRIMI
Kü ltü r ve medeniyet kavramları arasında bir ilişkiden sö z edebileceğ imiz gibi bir ayrımdan da sö z
edebiliriz. Medeniyet kelimesinin sö zlü k anlamı, “şehirleşmek, şehre uymak, şehirli gibi ince zarif
olmak”; ö zel anlamda ise bü tü n insanlar için gerekli olan yaşam şekli, demektir. Kü ltü r her toplumun
kendisine ö zgü dü r, yani millî bir niteliğ e sahiptir. Medeniyet ise millî kü ltü rlerin birleşmesinden oluşan
evrensel değ erleri ifade eder. Medeniyeti de kü ltü rü de ortaya çıkaran, insanların birbirleriyle girdikleri
sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilerdir. Ziya Gökalp kültür konusunda “hars” (kültür) ve “medeniyet”
ayrımı yapmıştır. Gö kalp, hars ile millî kü ltü rü anlatmaya çalışır. Hars, bir milletin kendine ö zgü olan dil,
hukuk, ahlak, sanat ve din gibi unsurların bü tü nü dü r. Medeniyet ise kü ltü rü n evrensel yö nü nü ifade eder.
Ö te yandan Ziya Gö kalp, medeniyet ile hars arasındaki farkları ise şö yle sıralamaktadır:

 Medeniyet milletlerarası olduğ u hâ lde, hars millîdir.


 Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçmez.
 Bir millet medeniyetini değ iştirebilir, fakat harsını değ iştiremez.
 Medeniyet yö ntem ve akıl vasıtası ile yapılabilir. Oysa hars, ilham ve seziş vasıtası ile yapılır.
 Medeniyet iktisadî, dinî, hukukî, ahlakî vs. fikirlerin toplamıdır.
 Hars, dinî, hukukî, bediî (sanatsal) duyguların toplamıdır.

İngiliz tarihçi A. Toynbee de kü ltü r ile medeniyet kavramlarını birbirinden ayıran dü şü nü rler arasında
yer alır. Ona gö re kü ltü r, bir toplumun ü yelerinin açıkça soya çekimden gelen dü zenli davranışları
dışında kalan içsel ve dışsal davranış dü zenlilikleridir. Medeniyet ise belki içinde bü tü n insanlığ ın,
herkesi kapsayan tek bir ailenin ü yeleri olarak, tam bir uyum hâ linde yaşayabilecekleri bir toplum
durumunu oluşturmak için girişilmiş bir çaba şeklinde tanımlanabilir.
Ö te yandan kü ltü rü medeniyetten daha kapsamlı bir kavram olarak gö ren dü şü nü rler de olmuştur.
Ö rneğ in Spengler kü ltü rü , tarihi belirleyen ve ona şekil veren ilkeler, diye tanımlamış ve onu çok
kapsamlı bir kavram olarak değ erlendirmeye çalışmıştır. Spengler’e gö re bir toplum tarafından meydana
getirilen kü ltü r diğ er kü ltü rlerle ilişki içine girer. Bu ilişkide gü çlü kü ltü rler varlıklarını sü rdü rü rken,
zayıf kü ltü rler hayatiyetlerini kaybederler. Kü ltü rler belirli aşamalardan sonra yok olurlar. Bu bağ lamda
dünya tarihi bir kültürler mezarlığıdır. Medeniyet, kü ltü rlerin ö lü mü nü ifade eder. Medeniyetlerin ise
değ iştiğ ini kabul etmek ö zde kalıcı kü ltü rlerin olmadığ ını kabul etmek anlamına gelir. Yine Spengler
gö re, çağ daş insan makineye tutsak olmuştur. İnsanların makineye tutsak olmaları kadar saçma bir şey
olamaz.

KÜLTÜRÜN ÖZELLİKLERİ
Kültür Toplumsaldır: Toplumların doğ al varlık alanında var olması gibi kü ltü rler de toplumsal varlık
alanında var olurlar.

 Kültür Tarihseldir: Her kü ltü r ve kü ltü r ö ğ esini, toplumların tarihsel gelişim sü reçleri oluşturur.
 Kültür Öğrenilir: Bü tü n canlı varlıklar içerisinde insan kazandığ ı davranışları ve ö ğ rendiğ i yeni
bilgileri tü mü yle yavrusuna geçiren tek varlıktır. İnsanın bu alandaki ü stü nlü ğ ü ve biricikliğ i
belki de bir dili konuşma yeteneğ inden gelir.
 Kültür Değişir: Her toplumsal olgu ve değ er gibi kü ltü rü n de belirgin bir ö zelliğ i değ işken
olmasıdır. Birey kendisine aktarılan kü ltü rü yeniden ö ğ renir, yaşar ve yaşatırken farkında
olmadan onda kü çü k de olsa bazı değ işiklikler yapar ve kendisinden sonraki kuşaklara bu
değ işiklik biçimleriyle aktarır.
 Kültür İşlevseldir: Kü ltü rü n bir başka ö zelliğ i de toplum yaşamında bir yerinin, gö revinin
bulunması yani işlevselliğ idir. Kü ltü r ö ğ eleri, toplum hâ linde yaşayan bireylerin belli bir yaşam
biçimini birlikte sü rdü rmeleri sırasında baş gö steren bedensel, ruhsal ve dü şü nsel ihtiyaçlarını
kapsayan araçlar, davranışlar ve değ erlerdir.
 Kültür İhtiyaçları Karşılayıcı ve Doyum Sağlayıcıdır: Kü ltü r temel bir takım biyolojik ihtiyaçları ve
bunlardan doğ an ikinci dereceden ihtiyaçları, ö nemli ö lçü de karşılar. Kü ltü rel kurumlar ve
ilkeler, başarısı denenmiş çö zü m yollarıdır. Doyum, alışkanlıkları destekler ve pekiştirir.
Doyumun yokluğ u ise alışkanlıkların kaybolmasına yol açabilir.
 Kültür Bir Soyutlamadır: Kü ltü r bü tü nü yle gö zlemlenebilir bir olgu olarak değ erlendirilemez.
Kü ltü r, soyut bir kavramdır. Kü ltü r, soyutlamayı yapan kişilerin zihinlerinde bir kavram olarak
vardır.
 Kültür Birlik İçinde Çokluktur: Toplumların kü ltü rleri daha dar kapsamlı birtakım kü ltü rlerden
oluşmaktadır. Çü nkü toplum içindeki kırsal ve kentsel çevrelere, toplumsal sınıflara, dinlere,
mesleklere, parasal olanaklara, dü şü n ve sanat akımlarına gö re sü reklilik gö steren birçok ö zel
kü ltü rler ortaya çıkmaktadır.
 Kültür Örüntülüdür: Kü ltü rler gelişigü zel toplanmış gö renek, inançlar olarak
değ erlendirilmemelidir. Aksine kü ltü rler bü tü nleşmiş ö rü ntü lü sistemlerdir. Bunun anlamı bir
toplumdaki â detler, değ erler, kurumlar, inançlar birbiriyle bağ lantılıdır.

KÜLTÜRÜN İŞLEVLERİ
Fichter’e gö re kü ltü rü n işlevleri şunlardır:

 Kü ltü r, toplumsal davranışları dü zenler. Toplumsal davranışın çeşitli parçalarını birbirleriyle


ilişkilendirerek bir bü tü n hâ line getirir.
 Kü ltü r, toplumsal dayanışmanın temellerinden birini oluşturur.
 Kü ltü r, toplumları birbirinden ayırmaya yarayan bir işaret gibidir.
 Kü ltü r, toplum değ erlerini bir bü tü n hâ line getirir.
 Kü ltü r, toplumsal kişiliğ in oluşmasında temel faktö rdü r. Buna gö re her toplumun insanı, o
toplumun kü ltü rü nü taşır. Dolayısıyla kü ltü r insanların kimlik kartı gibidir.

KÜLTÜR SINIFLAMALARI
Dü nyada var olan toplumların sayısı kadar kü ltü rlerin bulunacağ ı, kü ltü r hakkında yapılan tanımlardan
anlaşılmaktadır. Bu bağ lamda kü ltü rleri çeşitli sınıflamalara tâ bi tutmak mü mkü ndü r. Kültürleri basit ve
karmaşık, çok dinamik ve az dinamik, ilkel ve uygar olmak üzere sınıflandırabiliriz. Kü ltü r açısından bir
ayrım da “yaşayan” ve “ö lü ” kü ltü r kavramlarıdır. İnsanların uyguladıkları kü ltü re yaşayan kültür
denmektedir. Kaybolmuş sanatlardan, hukuktan ve diğ erlerinden oluşmuş uygulanmayan kü ltü rlere ise
ölü kültürler adı verilmektedir. Ancak ö lü sayılan kü ltü rler araştırıcılarca keşfedilerek, yeniden hayata
kavuşturulabilir. Ö rneğ in bu şekilde keşfedilerek, hayata kavuşturulmuş eski sanatlar çoktur.Tarihte
sekiz yü ksek kü ltü rü n olduğ unu belirten Spengler’e gö re bunlar, Mısır, Babil, Çin, Hint, Klasik İlk Çağ
(Yunan-Roma), Majik (Bü yü lü kü ltü r, Arap kü ltü rü ), Meksika ve Batı kü ltü rleridir.
Toynbee kü ltü r sınıflamasında Spengler’in gö rü şlerini eleştirerek, “kü ltü r” yerine “medeniyet” kavramını
daha kapsamlı bulur ve yeryü zü medeniyetlerinde yeni bir sınıflandırmaya yö nelir. Çoğ unlukla Spengler
ile birleşen Toynbee, kü ltü r ve medeniyet anlayışında ondan ayrılmaktadır. Spengler, kü ltü rü , tarihi
oluşturan ve ona biçim veren bir unsur olarak ele alıyordu. Medeniyeti ise canlılığ ını yitiren kü ltü rü n son
evresi, uzantısı olarak niteliyordu. Toynbee ise tarihte ana kavram ya da ana etken olarak medeniyeti
bulmaktadır. Ona gö re dü nya tarihi birbirinden bağ ımsız medeniyetlerden oluşmaktadır. O, medeniyetin
anlaşılabilir bir inceleme alanı olarak tanımlanabileceğ ini sö ylemektedir.

TÜRK KÜLTÜRÜ
Erol Gü ngö r’e gö re Tü rk kü ltü rü nü n ü ç ana kaynağ ı vardır. Bunlardan birincisi Tü rklerin ortak tarih ve
dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yani Anadolu’ya
yerleşen Tü rklerin kavmi ö zellikleri, ikincisi İslâ m medeniyeti, ü çü ncü sü de Anadolu’da ve Rumeli’de
geçen uzun bir tarih boyunca edinilen bilgi ve tecrü beler.

DÜNYA DİLLERİNE GENEL BİR BAKIŞ


Yapı Bakımından Diller
Dü nya dilleri, dili oluşturan kelimelerin, eklerin, bu eklerin kuruluş ve işleyişleri gibi yapı bakımından
gö sterdikleri benzerliklerine gö re ü ç gruba ayrılır. Bunlar; tek heceli diller, eklemeli diller ve çekimli dillerdir.
 Tek heceli diller ; Bu gruptaki dillerde kelimeler bir heceden oluşmaktadır. Cü mleyi meydana getiren
kelimeler ek almazlar ve şekil değ işikliğ ine uğ ramazlar.
 Eklemeli diller ; Bu gruptaki dillerde tek veya çok heceli kelime kö kleriyle ekler vardır. Tü retme veya
çekim sırasında kö kte bir değ işme olmaz. Tü rkçemiz bu grubun en belirgin ö rneğ idir.
 Çekimli diller ; Çekimli dillerde de kelime kö kleriyle ekler vardır. Fakat yeni kelimeler tü retilirken
veya çekim yapılırken kelime kö kü nde değ işiklikler olur.
Kaynak Bakımından Diller
Kaynak bakımından birbirine yakın olan diller bir aile oluşturur. Aynı kaynaktan beslenen diller bu
şekilde farklı dil ailelerine ayrılır. Bir dil ailesi, tarihin bilinmeyen dö nemlerinde bir ana dilden tü reyen
dillerin oluşturduğ u topluluktur. Dü nyadaki başlıca dil aileleri şunlardır:
 Hint-Avrupa dilleri ailesi; Hint-Avrupa dil ailesi dü nyanın en bü yü k dil ailesidir. Yü zlerce dil ve
lehçe içerir. Dü nyada 2,5 milyardan fazla insanın ana dili Hint-Avrupa dil ailesine aittir.
Gü nü mü zde dü nyada en çok konuşulan yirmi dilden on ikisi Hint-Avrupa dil grubuna aittir.
Bunlar İngilizce, İspanyolca, Hintçe, Portekizce, Bengalce, Rusça, Almanca, Fransızca, Marati,
İtalyanca, Puncapca ve Urducadır.
 Hami-Sami dilleri; Orta Doğ u ve Kuzey Afrika'ya yayılmış çeşitli topluluklarca konuşulan
yaklaşık 250 dilden oluşur. Hami ve Sami alt grupları olmak ü zere ikiye ayrılır:
Hami dilleri: Eski Mısır dili, Kuşi dili, Libya-Berber dili, Çad dili
Sami dilleri: Arapça, İbranice (Kenanca), Habeşçe, Akatça.Bu ailenin yaşayan en ö nemli dilleri
Arapça ve İbranicedir.
 Bantu dilleri; Bantu dilleri Orta ve Gü ney Afrika'da yaşayan kabilelerin konuştukları 400'den
fazla dile verilen addır. Lingalaca, Lubaca, Kongoca, Swahili (Svahili), Pö lce, Susuca, Gurca,
Akanca Bantu dilleri grubundandır.
 Çin-Tibet dilleri ;Çin (Sin) ve Tibet-Burma dilleri gruplarında yer alan 300 Doğ u Asya dilinden
oluşur. Çince, Tibetçe, Dzongka, Birmanca, Vietnamca ve Kmerce bu gruba girer.
 Ural-Altay dilleri ;Ural ve Altay dilleri akrabalığ ı ö teden beri tartışma konusu olmuştur. Genel
gö rü şe gö re bu iki kol tek kaynaktan çıkmış, ancak bu kolların zamanla akrabalık bağ ları çok
zayıflamıştır.
Ural kolu: Fince, Macarca, Estonca
Altay kolu: Tü rkçe, Moğ olca, Mançuca, Tunguzca, Japonca ve Korece

TÜRKÇENİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ


Tü rkçe yukarıda belirtilen dil ailelerinden Ural-Altay dilleri grubuna girer. Ural-Altay dilleri bahsi geçen
dil aileleri gibi sağ lam bir dil ailesi yapısı gö stermez. Bu nedenle Ural-Altay dillerini bir dil ailesi olarak
değ il, bir dil grubu olarak gö rmek daha yerinde olur. Dil bilginlerinin yaptıkları çalışmalar sonucunda
Ural-Altay dillerinin bir aile olarak gö rü lemeyeceğ inin sebepleri şu şekilde ifade edilmiştir:
1. Ü ç Altay dilinde (Tü rk, Moğ ol, Mançu-Tunguz) de ortak olan hiçbir ek yoktur.
2. Sayılar arasında başka dil ailelerinde bulunan benzerlik Altay dillerinde yoktur.
3. Yine başka dillerin aile sayılma ö lçü sü olan ortak adlandırmalar bu dillerde yoktur.
Dil bilginlerinin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde Ural-Altay dilleri, Ural ve Altay dilleri olmak ü zere iki
gruba ayrılmıştır. Bu ayrımı yapan ilk kişi ise Wilhelm Schoot (1802-1889)’tur.
Tü rkçe, Ural-Altay dilleri grubunun Altay dilleri kolunda yer alır.

Türk Dilinin Tarihsel Dönemleri


 Altay Dil Birliğ i dö nemi
 İlk Tü rkçe dö nemi Çuvaş-Tü rk Dil Birliğ i dö nemi (Pre-Turkic)
 Ana Tü rkçe dö nemi (Proto-Tü rkçe)
 Eski Tü rkçe dö nemi (VI-X. yü zyıl)
 Orta Tü rkçe dö nemi (XI-XVI. yü zyıl)
 Yeni Tü rkçe (Yeni Yazı Dilleri) dö nemi (XVI. yü zyıl ve sonrası)
 Modern Tü rkçe dö nemi (XX. yü zyıl ve sonrası)
Tü rk dili tarihinde en erken dö nemi Altay Dil Birliğ i dö nemidir. Bu dö nem, Tü rk, Moğ ol, Tunguz ve
Kore ile Japon dillerinin ortak olduğ u zamandır.
Kuramsal Altay dilinden ilk olarak Japoncanın, ardından Korecenin ayrıldığ ı dü şü nü lmektedir. Ö te
taraftan aynı şekilde Tü rkçenin Altay dil birliğ inden ayrıldığ ı devir, Tü rkçenin tarihî devirleri içinde
İlk Tü rkçe devri olarak adlandırılır. İlk Tü rkçe (Pre-Turkic) dö neminin başlangıcı kesin olarak
bilinmemekle birlikte; MÖ . birkaç bin yıllık dö nemi kapsadığ ı tahmin edilmekte ve Milat sıralarında
sona erdiğ i dü şü nü lmektedir. İlk Tü rkçe dö nemi Tü rkçenin Ana Altaycadan ayrıldıktan sonraki ilk
dö nemi kabul edilebilir. Bu dö neme Çuvaş-Tü rk Dil Birliğ i dö nemi adı da verilmektedir.
Milat sıralarında başladığ ı kabul edilen Ana Tü rkçe (Proto-Tü rkçe) dö nemi ise Hun çağ ı ile
ilişkilendirilmektedir.

Eski Türkçe dönemi


Proto Tü rkçe diğ er bir deyişle Ana Tü rkçe dö neminden sonra gelen ve Tü rkçenin yazılı metinlerle
bilinen en eski devresi Eski Tü rkçe dö nemidir. Bu dö nem Tü rk dilinin bilinen en eski yazılı belgelerinin
bulunduğ u devreyi oluşturur.
Eski Tü rkçe dö neminde yaşanan ö nemli olaylardan biri Tü rk yazı dilinin başlangıcı olarak sayılabilecek
metinlerin bulunmasıdır. Eski Tü rk çağ larından bugü ne kalan metinler, Tü rklerin kendi dillerinin
yazımında birden çok alfabeyi kullandıklarını gö stermektedir. Gö ktü rk dö nemine ait metinlerin hemen
hemen hepsi Tü rk Runik yazısıyla yazılmıştır. Bir anlamda Eski Tü rk çağ ında Runik yazısı Tü rklerin asıl
kullandığ ı alfabe değ erinde olmuştur. Yine Eski Tü rk çağ ında oluşan yeni din çevreleri (Maniheizm,
Budhizm) yeni alfabeleri de peşinden getirmiştir. Runik yazısından sonra Eski Tü rkçe dö neminde Mani
ve Uygur yazısı Tü rkçenin yazımında kullanılmıştır. Yine bu çağ da Hristiyan olan Tü rklerin Uygur
alfabesi yanında Sü ryani alfabesini de kullandıkları elde mevcut olan metinlerden anlaşılmaktadır. Yine
Sogd, Brahmi, Tibet ve Çin yazılarının Tü rkçenin yazımı için az da olsa kullanıldığ ını belgeleyen metinler
bugü n elimizde mevcuttur.
Eski Tü rkçe, yazı dili olarak Gö ktü rklerin diliyle (552–745) bunların yerini alıp 840 yılına kadar siyasî
varlık gö stermiş olan Uygurların dilini içine alan iki bü yü k kol meydana getirmiştir. Eski Tü rkçe
dö nemine VI. yü zyılda Kırgızların Yenisey kıyısındaki mezar taşlarını dâ hil etmeliyiz. Çü nkü bu taşlar da
Gö ktü rk harfleriyle yazılmıştır. Yenisey Kitabeleri ö lenler için dikilmiş mezar taşlarıdır. Kuzeyden
gü neye bü tü n Yenisey Irmağ ı çevresinde yer alırlar. Bu taşlardan ö nemli olanlarının isimleri şunlardır:
Uybat, Tuba, Oya, Arhan, Kayabaşı, Elegeş, Talas, Çakul, Otagtaş, Turan, Karasu, Akyü z, Karayü z, Begre,
Çirgak, Taşeba, Koysarı, Gü rbelcin. Eski Tü rkçe dö neminin dil, kü ltü r ve edebiyat ö zelliklerini başarılı bir
şekilde yansıtan ve Tü rk yazı dilinin başlangıcı olarak kabul edilen eser Orhun Yazıtları’dır. Bu yazıtlar,
başta Tü rk dilinin tarihî gelişimi, Tü rk tarihi, kü ltü rü ve edebiyatı olmak ü zere birçok hususta aydınlatıcı
bilgiler vermektedir ve bilimsel çalışmalarda çok ö nemli bir değ ere sahiptir.
Bugü n için bilinen en uzun ve korunmuş yazıtlar Orhun Yazıtları’dır. Gö ktü rk veya Orhun Yazıtları’nın
bulunması, Tü rk yazı dili ve kü ltü rü açısından son derece ö nemlidir. Yazıtlar, Tü rkoloji çalışmalarına
yeni bir boyut getirmiş ve açıklık kazandırmıştır. Ö zellikle Wilhelm Thomsen’in yazıtların alfabesini
1893’te deşifre etmesinden ve bu runik yazılı belgelerin Tü rklere ait olduğ unun anlaşılmasından sonra
Tü rkoloji alanına dü nya bilim çevresinde ö zel bir ilgi gö sterilmiş, Tü rkoloji araştırmaları hızla
ilerlemiştir. Gö ktü rk alfabesi, bugü ne kadar bilinen Tü rkçenin yazımı için Tü rkler tarafından kullanılmış
ilk alfabedir. Bugü n için Tü rkologlarca bu alfabeye, Tü rk runik alfabesi veya runik denmesinin nedeni, bu
harflerin runik adı verilen eski İskandinav kitabelerinin yazımında kullanılan harflere benzemesidir.
Gö ktü rk alfabesi otuz sekiz harf ve işaretten oluşur. Bunlardan dö rdü ü nlü , otuzu ü nsü z, dö rdü de hece
işaretleridir. Harfler bitiştirilmeyip ayrı ayrı yazılır. Sö zcü kler aralarına iki nokta ü st ü ste konarak ayrılır.
Sö zcü k başı ve içindeki ü nlü ler yazılmazken sondakiler yazılır.Eski Tü rkçe dö neminin ikinci ö nemli kolu
ise Uygur Tü rkçesi dö nemidir. Uygurlar birçok milletle ticarî, kü ltü rel ve siyasî mü nasebetler kurmuş;
kendi Gö k Tanrı dini dışında Budizm’e, Maniheizm’e ve Hristiyanlığ a inanmışlardır. Uygurların
kendilerine has Uygur alfabeleri vardır. Bu alfabe ile eser verdikleri gibi Sogd, Sü ryani, Nesturi
alfabelerini kullanarak da eserler yazmışlardır. Uygurlardan kalma ü ç bü yü k kitabe bulunmaktadır. Bu
kitabeler şunlardır;

 Suci
 Şine-Usu
 Karabalgasun
Uygurlardan kalan metin ve kitapların bü yü k bir bö lü mü dinî mahiyettedir. Bunun dışında matematiğ e,
astronomiye ait birçok eser yazmışlardır. Ö nemlileri şunlardır:
 Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın): Çinceden çevrilen Sekiz Yü kmek’te Burkancılığ a ait dinî-ahlakî
inanışlar ve bazı pratik bilgiler vardır. Uygurlar arasında çok yayılan bu eser; kısa cü mleleriyle,
içten anlatımı ve zengin sö z varlığ ıyla dikkati çeker.
 Altun Yaruk (Altın Işık): Sıngku Seli Tutung tarafından Çinceden Uygurcaya çevrilen en hacimli
sudurdur. Burkancılığ ın temellerini, felsefesini ve Buda’nın menkıbelerini içerir. En meşhur
hikâ yeleri Şehzade ile Aç Pars Hikâ yesi, Dantipali Bey Hikâ yesi ve Çaştani Bey Hikâ yesi’dir.
 Irk Bitig (Fal Kitabı): Gö ktü rk yazısıyla yazılmış bir fal kitabıdır. Her biri ayrı fal olarak yazılan
altmış beş paragraftan oluşur. Çeşitli inanışlar ve masal unsurlarının bulunduğ u kitapta gü nlü k
dile ait pek çok kelime de vardır.
 Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi (İyi Düşünceli Şehzade ile Kötü Düşünceli Şehzade):
Burkancılığ a ait bir menkıbenin hikâ yesidir: İyi dü şü nceli şehzadenin bü tü n canlılara yardım
etmek ve canlıların birbirlerini ö ldü rmelerini engellemek için bir mü cevheri elde etmek ü zere
yaptığ ı maceralı yolculuk anlatılır.
Uygurlar, yazılarında Uygur alfabesini kullanmışlardır. Uygurların ü çü ü nlü , on biri ü nsü z olmak ü zere
on dö rt harften oluşan bir alfabesi vardır. Harf sayısı daha sonraları on sekize kadar çıkmıştır. Sağ dan
sola doğ ru yazılır. Harfler, sö zcü ğ ü n başında, ortasında ve sonunda değ işik şekiller alırlar. Uzun sü re
Asya gö çebe devletleri tarafından kullanılmıştır. Tü rklerin İslâ miyet’i benimsemelerinden sonra da uzun
sü re yaşamıştır. Bugü n elimizde Uygurca yazılmış pek çok metin bulunmaktadır.
Uygurlar, bu yazı ile kü tü phaneler dolusu edebiyat, sanat, din, hukuk konularında kitaplar yazmışlardır.
Uygur Tü rkleri Çin, Hint ve İran kü ltü rlerinin etkisinde kalmış ve çok renkli bir kü ltü r geliştirmişlerdir.
Orta Türkçe dönemi
Eski Tü rkçe dö neminden itibaren sü regelen yazı dili geleneğ i Tü rklerin X. yü zyılda İslâ miyet’i kabul
ederek girmiş olduğ u çevrede de devam etmiştir. Fakat Eski Tü rkçe dö nemi İslâ miyet’in kabulü yle
kapanmış, Orta Tü rkçe dö nemi (XI-XVI. yü zyıl) başlamıştır.
Bu dö nemdeki yazı dillerini şu şekilde sıralamak mü mkü ndü r:
 Karahanlı Türkçesi (XI-XIII. yüzyıl)
 Harezm Türkçesi (XIV. yüzyıl)
 Kıpçak Türkçesi (Altın Orda Kıpçak Türkçesi) (XIII-XVI. yüzyıl), Memlûk Kıpçak Türkçesi (XIV-XVI. yüzyıl), Ermeni
Kıpçakçası (XVI-XVII. yüzyıl)
 Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV. yüzyıl)
 Çağatay Türkçesi (XV-XIX. yüzyıl)
Karahanlı Türkçesi
Karahanlı Türkçesi, Hakaniye Türkçesi veya Karluk-Uygur Türkçesi diye anılan dil, Karahanlı Devleti’nin
diliydi. Bu alanda çalışan araştırmacıların bir kısmı Karahanlı Tü rkçesini Eski Uygur Tü rkçesinin İslâ mî
şekil altındaki devamı olarak saymışlardır. Ancak bu gö rü şü n bazı yö nlerden dü zeltilmesi
gerekmektedir. Karahanlı ve Uygur Tü rkçesi arasında bü yü k benzerlikler bulunmaktadır. Ses ve şekil
bilgisi bakımından pek fark yokken Uygurların sahip oldukları medeniyet alanı ile Karahanlı Tü rklerinin
bağ lı olduğ u medeniyet alanı, ister istemez kelime hazinesinde ve kavramlarda birtakım farklılıklar
gö stermektedir. Ayrıca Karahanlı Tü rkçesini meydana getiren Tü rk etnik unsuru ile Uygur Tü rkçesini
oluşturan etnik unsur arasındaki farklılık da ister istemez bu iki dö nem Tü rkçesi arasında bazı
farklılıklar doğ urmuştur. Yine de Karahanlı Tü rkçesi dil ö zellikleri bakımından Doğ u Tü rkistan’daki Eski
Uygur Tü rkçesinin devamı olarak sayılabilir. Karahanlı Tü rkçesi temelde Uygurcaya dayanır. Gramer
ö zellikleri bakımından Uygurcanın devamıdır. Karahanlı yazı dili X. asırdan XIII. asra kadar devam
etmiştir. Dö nemin ö nemli eserleri ise şunlardır:
 Kaşgarlı Mahmud – Dîvâ nü Lû gati’t:Tü rk Kaşgarlı Mahmud’u dilcilik alanına ve bilim dü nyasına
tanıtan bu eser, Tü rk dilinin ansiklopedik bir sö zlü ğ ü dü r. Kaşgarlı bu eserini 1072 yılında
yazmaya başlamış ve 1074 yılında tamamlayabilmiştir. Kaşgarlı’nın eserini Bağ dat’ta mı, yoksa
Kaşgar’da mı yazdığ ı belli değ ildir. Kaşgarlı, bu eserini yazabilmek için o dö nem Tü rk dü nyasını
adım adım dolaşarak pek çok notlar almış, dil malzemeleri toplamış, sonra bu malzemeyi
işleyerek ve çok iyi bildiğ i Arap dilinin kurallarına gö re dü zenleyerek bir sö zlü k hâ line
getirmiştir
 Yusuf Has Hacib – Kutadgu Bilig: her iki dü nyada da mutluluğ a kavuşmak için gidilmesi gereken
yolu gö stermek amacıyla kaleme alınmıştır. Yusuf Has Hacib'e gö re, ahireti kazanmak için bu
dü nyadan el etek çekerek sadece ibâ detle zaman geçirmek yanlıştır. Zira bö yle bir insanın ne
kendisine ne de toplumuna bir yararı olur. Oysa başka insanlara faydalı olmayan kişiler ö lü leri
andırır; bir insanın erdemi ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kö tü leri
iyileştirmek, cefaya karşı vefa gö stermek ve yanlışları bağ ışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet
etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi hem bu dü nyada hem de ö teki dü nyada mutlu
kılacaktır.
 Edip Ahmed Yü knekî – Atebetü ’l-Hakayık (Gerçeklerin Eşiği): Edip Ahmed Yü knekî'nin, Karahanlı
beylerinden Muhammed Dâ d Sipehsalar'a sunduğ u, hadislere dayanarak yazdığ ı şiirlerle, insan
olmanın yollarını, ahlak kurallarını açıklamış, çeşitli ahlakî nasihatler vermiş ve bu yö nü yle
insanlara yol gö sterici olmuştur. Eser ö nceleri "Hibetü 'l-Hakayık" veya "Aybetü 'l-Akayık"
şeklinde isimlendirmiştir. Eserde dü nya ve ahireti bilmenin sadece ilim yoluyla mü mkü n olacağ ı,
bilginin faydaları, bilgisizliğ in ise zararları ele alınmıştır.
 Ahmed Yesevi – Dîvâ n-ı Hikmet :Yesevilik tarikatının kurucusu Ahmet Yesevi tarafından
yazılmıştır. Genel olarak dervişlik hakkında ö vgü lerden, bu dü nyadan şikâ yetten cennet ve
cehennem tasvirlerinden, Peygamber’in hayatından ve mucizelerinden bahsedilir. Dinî ve ahlakî
ö ğ ü tler veren şiirlere de yer vermiştir.
Harezm Türkçesi
Harezm Tü rkçesi, Tü rk dilinin Karahanlı Tü rkçesinden Çağ atay Tü rkçesine bir geçiş dö nemi olması
açısından ö nem taşır. Bu dö nem, ü zerinde az çalışılmış sahalardan biridir. Harezm Tü rkçesiyle yazılmış
olan Kısasü 'l-Enbiya, Nehcü ‘l-Feradis, Muînü ‘l-Mü rîd ve Mukaddimetü 'l-Edeb dö nem açısından çok
ö nemlidir.Tü rk yazı dili geleneğ i XI. yü zyılda, Orta Asya’da, yazı dili-edebî dil seviyesinde iki ayrı sahada
kendine gelişme yolu çizmiştir. Bunlardan doğ uda olanının merkezi Kaşgar’ken, batıda yer alan sahanın
merkezleri Harezm ve Sirderya Irmağ ı’nın gü neyindeki Yedisu, Merv ve Buhara gibi şehirler olmuştur.
Kaşgar bö lgesinde gelişen Karahanlı Tü rk edebî dili, temelde eski Uygur Tü rkçesine bağ lı idi ve Tü rklerin
İslâ miyet’e girmesiyle birlikte İslâ mî bir ö zellik de kazanmıştı. XII. yü zyıldan sonra Orta Asya’daki Tü rk
edebî dilinin gelişme sahası Harezm bö lgesi olmuş ve bu sahada gelenek olarak Karahanlı Tü rkçesine
bağ lı, bunun yanında Kıpçak-Oğ uz unsurları yanında kendine has dil ö zellikleri olan ve geçiş Tü rkçesi
ö zelliğ i taşıyan Harezm Tü rkçesi şekillenmiştir.Harezm Tü rkçesi, XIII. yü zyılda Harezm ile ona bağ lı
Aşağ ı Sirderya (Seyhun) Irmağ ı bö lgesinde, Karahanlı yazı dili geleneğ ine bağ lı olmakla birlikte Oğ uz-
Kıpçak lehçelerinin de etkilerini içine alarak kurulup gelişen yazı dilidir . Daha ö ncesinde İran asıllı
unsurların elinde bulunan Harezm bö lgesi, 1017 tarihinde Gazneli Mahmud tarafından fethedilmişti.
Gazneliler dö neminde bu bö lgenin idaresi Tü rk asıllı valilere verilmiştir. Bu bö lgeye fiilen Selçuklular
egemen oldukları gibi Oğ uz, Kıpçak, Kanglı, Kalaç, Kimek gibi ö teki Tü rk boylarına bağ lı pek çok halk da
buraya gelip yerleşmiştir. Tü rk boylarının bu bö lgeye gelip yerleşmesiyle birlikte Harezm bö lgesi XI-XII.
yü zyıllarda yoğ un bir şekilde Tü rkleşmiştir. Bir yandan Karahanlı Tü rkçesinden Çağ atay Tü rkçesine
uzanan geçişi sağ larken bir yandan da Oğ uz ve Kıpçak unsurlarının yoğ unluğ u nedeniyle bu lehçelere
bağ lı yeni yazı dillerinin oluşmasına beşiklik ve kaynaklık etmiş olması dil tarihi açısından bü yü k bir
ö nem taşımaktadır. Bu dö nemde Oğ uzca kendi varlığ ını hissedilir derece ortaya koyarak, daha ö nceki
dö nemlerde olduğ u gibi ö teki yazı dillerinin etkisinde kalmamıştır. Bu dö nemde Oğ uzca doğ rudan
doğ ruya Harezm Tü rkçesini temsil eden Kısasü‘l-Enbiya, Nehcü‘l-Feradis, Muînü‘l-Mürîd gibi eserler
ü zerinde de etkisini gö stermeye başlamıştır. Hatta bu etki ö nceki Karahanlı Tü rkçesini temsil eden
Kutadgu Bilig ve Atebetü‘l-Hakayık gibi eserlerde de kendini gö stermektedir.
Kıpçak Türkçesi
Tü rk dilinin yayılma alanlarına bakıldığ ında Kıpçak Tü rkçesinin hem geçmişte hem de gü nü mü zde
oldukça geniş bir alanı kapsadığ ı anlaşılmaktadır. Orta Asya’nın batısından başlayıp Tuna kıyılarına,
kuzeyde Orta İdil bö lgesine, gü neyde Kırım’a kadar uzanan Deşt-i Kıpçak bö lgesi ile yakın doğ uda
ö zellikle Mısır ve Suriye’de varlıklarını yü zyıllarca sü rdü rmü ş olan Kıpçak Tü rklerinden gü nü mü ze
kalmış eser sayısı oldukça sınırlıdır. Elde olan eserlere bakıldığ ında bunlarla ilgili yapılan çalışmaların
bü yü k çoğ unluğ unun yurt dışında yapıldığ ı anlaşılmaktadır. Bunun sebebi gü nü mü ze kalan eserlerin
nü shalarının bir kısmının yurt dışında bulunması ve ö zellikle Tü rkoloji çalışmalarının yurt dışında
Tü rkiye’den daha ö nce başlamış olmasıdır. Batılı ü lkelerin dil ve din tarihlerini ilgilendiren bilgileri
içerdiğ i için Codex Comanicus gibi bazı eserler ise batılı araştırmacıların ilgi odağ ı olmuştur.
Konuları açısından Kıpçak sahası eserlerini şu şekilde ifade edebiliriz:
Sö zlü k ve Gramerler
 Kitâ bü 'l-İdrâ k Li-Lisâ ni'l-Etrâ k
 Kitâ b-ı Mecmû -ı Tercü mâ n-ı Tü rkî ve Acemî ve Mugalî
 Et-Tuhfeti'z-Zekiyye fi'l-Lû gati't-Tü rkiyye
 El-Kavâ nînü 'l-Kü lliyye Li-Zabti'l-Lû gati't-Tü rkiyye
 Ed-Dü rretü 'l-Mudiyye fi'l-Lû gati't-Tü rkiyye

Fıkıh Eserleri
 İrşâ dü 'l-Mü lû k ve's-Selâ tin
 Kitâ b-ı Mukaddime-i Ebû 'l-Leysi's-Semerkandî
 Kitâ b fi'l-fıkh
 Kitâ b fi'l-Fıkh bi-Lisâ ni't-Tü rkî
 Mukaddemetü 'l-Gaznevi fi'l-İbâ dâ t (Ziyâ 'u'l-Ma'nevî) Tercü mesi
 Şerhü 'l-Menâ r
Okçuluk ve Atla İlgili Eserler
 Baytaratü 'l-Vâ zıh
 Mü nyetü 'l-Guzâ t
 Kitâ bü 'l-Hayl
 Kitâ b fi-ilmi'n-Nü şşâ b (Hulâ sa)
Edebî Eserler
 Gü listan Tercü mesi

Eski Anadolu Türkçesi


Anadolu, Oğ uz Tü rkçesinin XI-XIII. yü zyıllardaki yoğ un gö çlerle başlı başına bağ ımsız bir yazı dili
durumuna geldiğ i bir bö lgedir. XIII. yü zyıldan XV. yü zyıl ortalarına kadar sü ren bu dö nem Eski Anadolu
Türkçesi veya Eski Türkiye Türkçesi diye adlandırılır. Eski Anadolu Tü rkçesi, Oğ uz Tü rkçesinin tarihî
gelişim sü reci içerisinde niteliğ i bakımından bir dö nü m noktasıdır. Çü nkü Eski Anadolu Tü rkçesi, Oğ uz
yazı dilinin bu zamandan sonraki dallanmalarında temel yapı olma rolü nü ü stlenmiştir.
Eski Anadolu Tü rkçesi kendi içerisinde ü ç alt başlığ a ayrılmaktadır:
 Selçuklu dönemi Türkçesi
 Beylikler dönemi Türkçesi
 Osmanlı dönemi Türkçesi

Selçuklu dönemi Türkçesi


Bu dö nem XII-XIII. yü zyılları içine alır. Bu dö neme Selçuklu dö nemi Tü rkçesi denir. Temsilcileri Mevlana,
Sultan Veled, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza ve Hoca Dehhanî’dir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin resmî dili Farsçaydı. Dış yazışmalarda, dinî ve ilmî konularda ise Arapçanın
ö nemli bir yeri vardı. Fakat her ne kadar resmî, dinî ve ilmî alanlarda Tü rkçe kullanılmasa da Selçuklu
halkı Tü rkçe konuştuğ u için devlet, halkla olan ilişkilerinde Tü rkçeyi kullanmaktaydı. Aynı zamanda
halkın, dinî ve tasavvufî eğ itiminin sağ lanmasında kullanılan eserlerin dili de Tü rkçe idi. Destanî
nitelikteki eserler ile bazı halk edebiyatı ü rü nleri de bu eserler içerisinde sayılabilir .
Selçuklu Dö nemi’nden gü nü mü ze kadar gelebilmiş eserleri şu şekilde başlıklandırabiliriz

 Ahmed Fakih’in Çarhnâme’si ile Kitâbu Evsaf-ı Mesacidi‘ş-Şerife’si


 Hoca Dehhanî’nin manzumeleri
 Şeyyat Hamza’nın Yusuf ve Zeliha’sı ile Dâstân-ı Sultan Mahmud Mesnevisi
 Mevlana ve Sultan Veled’in Tü rkçe beyit ve manzumeleri
 Yunus Emre’nin Dîvân’ı ve Risaletü‘n-Nushiyye adlı ahlakî nitelikteki mesnevisi

Beylikler dönemi Türkçesi


Beylikler dö nemi Tü rkçe, eski Doğ u Tü rkçesinin kalıntılarından ayıklanarak Oğ uzcaya dayalı yepyeni
yazı dilinin kurulduğ u dö nemdir. Bu dö nemde Tü rkçe, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılıp
parçalanmasıyla (MS. 1307) ortaya çıkan Anadolu Beylikleri dö nemini temsil eder. Beylikler dö nemi
Tü rkçesi XIII. yü zyıl sonlarından XV. yü zyıl başlarına, yani Osmanlı Beyliğ i’nin ö teki beyliklerin varlığ ına
son vererek gü çlü bir devlet durumuna geldiğ i zamana kadar uzanır. Her ne kadar Beylikler dö nemi
Tü rkçesinin başlangıç ve bitiş noktasıyla ilgili tarihler verilse de Selçuklu Tü rkçesinin bitişi ile Beylikler
dö nemi Tü rkçesinin başlangıcını birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mü mkü n değ ildir. XIII. yü zyıl sonu,
bu iki dö nemi birbirine kaynaştıran bir halka durumundadır.

Osmanlı dönemi Türkçesi


Bu dö nem Osmanlıların Anadolu Beylikleri’nin siyasî varlıklarına son verip kendi idareleri altına
almalarıyla başlamaktadır. XV. yü zyılın ikinci yarısını kaplayan bu dö nemde, dil yapısı bakımından Eski
Anadolu Tü rkçesini Osmanlı Tü rkçesine bağ layan bir geçiş evresi yaşanmıştır. Bu geçiş evresine Osmanlı
Tü rkçesine geçiş evresi denilebilir. Bu dö nemde dile Arapça ve Farsça kelimeler girmeye başlamıştır.
Osmanlı Tü rkçesine geçiş evresinden sonra Arap ve Fars dilleri Tü rk yazı dilini o devrin kü ltü r yapısını
oluşturan etkenlerden dolayı yoğ un ö lçü de etkileri altına almış; bu dillerden çok sayıda sö z varlığ ı ve
ekler Tü rkçeye aktarılmıştır. Saray ve aydınlar topluluğ unda Osmanlı-İslâ m sisteminin egemen olması,
Osmanlıca diye adlandırılan bu dö nemin dilini Eski Anadolu Tü rkçesinden kesin çizgilerle ayırmış ve
Tü rkçe, Arapça ve Farsçadan oluşan karma bir yazı dili biçimine sokmuştur. Her ne kadar Osmanlı
Tü rkçesi edebiyat, bilim ve sanat alanlarında bü yü k bir gelişme gö stererek ü st dü zeyde, işlenmiş bir yazı
dili durumuna ulaşmış ise de bu durum Tü rkçenin aleyhine yol alan bir gelişme olmuştur. Aynı zamanda
yazı dili ile konuşma dili kesin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu durum Millî Edebiyat dö nemine
kadar bö yle devam etmiştir.
Çağatay Türkçesi
Orta Tü rkçenin son dö nemini temsil eden Çağ atay Tü rkçesi, XIII. yü zyıldan XX. yü zyıl başlarına kadar
devam eden yazı dili dö nemidir. Çağ atay edebî dili, bir yandan Hakaniye (Karahanlı), diğ er yandan da
Harezm Tü rkçesi tesiri altında Çağ atay ulusunun meydana getirdiğ i yazı dilidir. Bu terim geniş mâ nâ sıyla
Moğ ol istilasından sonra Orta Asya’da meydana gelmiş Tü rk edebiyatı, dar anlamıyla Timurlular (1405-
1502) devrinde meydana getirilen dil ve edebiyatı karşılamıştır.
Kö prü lü Çağ atay sö zcü ğ ü nü n anlamını genişleterek bu dö nemi beş devreye ayırır:
 İlk Çağ atay devri (XIII-XIV. yü zyıllar)
 Klasik Çağ atay devrinin başlangıcı (XV. yü zyılın ilk yarısı- Nevaî’ye kadar)
 Klasik Çağ atay devri (XV. yü zyılın son yarısı-Nevaî devri)
 Klasik devrin devamı (XVI. yü zyıl Babur ve Şeybanlılar devri)
 Gerileme ve Çö kme devri (XVII-XIX. yü zyıllar)

Yeni Türkçe Dönemi


Orta Tü rkçe dö nemindeki Tü rk lehçelerinin, edebiyatlarının gelişerek devam ettiğ i dö nemdir. Bu
dö nemi, dil bilgisi yapısı bakımından belli farklılıklar olmakla birlikte Orta Tü rkçe dö neminden kesin
çizgilerle ayırmak pek mü mkü n değ ildir. Ancak Tü rkçenin dış etkiler sebebiyle bazı değ işikliklere
uğ radığ ı zamanlar bu dö nem içinde değ erlendirilebilir.
Bu dö nemde bir tarafta Orhun, Uygur, Karahanlı Tü rkçeleri, Harezm Tü rkçesi ve onun devamı niteliğ inde
olan ve geçmişteki ses ve yapı bilgisi ö zelliklerini koruyan Çağ atay Tü rkçesi gelişmesini sü rdü rü rken,
diğ er tarafta Anadolu Selçuklularıyla birlikte Oğ uz ağ zı yazı dili olmaya başlamış ve kısa sü rede bü yü k
gelişmeler gö stererek Tü rkçenin ikinci bü yü k, edebî yazı dili olmuştur.

Modern Türkçe Dönemi


Modern Tü rk dili Balkanlar’dan Bü yü k Okyanus’a; Kuzey Buz Denizi’nden Tibet'e kadar uzanan geniş bir
coğ rafyada etkisini gö stermektedir. Tü rk dili tarihsel gelişimi içerisinde içeriden ve dışarıdan
gerçekleşen etkileşimlerle farklı kollara ayrılmıştır. Tü rkçenin bu farklı kolları bugü n pek çok devletin
millî, edebiyat ve resmî dili olarak kullanılmaktadır.
Modern Tü rk dili alanı dil bilim temelinde incelendiğ inde altı gruba ayrılmaktadır:

 Gü neybatı Tü rk - Oğ uz Tü rk Lehçeleri
 Gü neydoğ u - Uygur - Karluk Lehçeleri
 Kuzeybatı - Kıpçak Tü rk Lehçeleri
 Kuzeydoğ u - Sibirya Tü rk Lehçeleri
 Çuvaşça
 Halaçça

Tü rk lehçeleri ve bunların konuşulma sahaları ise aşağ ıdaki gibidir:


Güneybatı Türk Lehçeleri (Oğuz)

 Tü rkiye Tü rkçesi
 Azerice
 Gagauzca
 Tü rkmence
 Horasanca
Kuzeybatı - Kıpçak Türk Lehçeleri
 Tatarca
 Başkurtça
 Kırgızca
 Kazakça
 Karakalpakça
 Nogayca
 Karaçay-Balkarca
 Kumukça
 Karayimce
 Kırım Tatarcası

Güneydoğu - Uygur - Karluk Lehçeleri


 Ö zbekçe
 Uygurca
 Sarı Uygurca
 Salarca

Kuzeydoğ u - Sibirya Tü rk Lehçeleri


 Yakutça (Sahaca)
 Tuvaca
 Hakasça
 Altayca

Tarihi Süreç İçerisinde Yazının Gelişimi


İnsanoğ lunun tekerleğ i bulma ve ateşi kontrol etme gibi keşiflerinin yanında en ö nemli buluşlarından
biri de yazıdır. Düşüncenin belirli işaretlerle tespit edilmesi olan yazı, insana bilgiyi biriktirme ve aktarma
imkânı sağlamış, medeniyetlerin oluşmasında ve gelişmesinde en önemli rolü üstlenmiştir.
Yazının doğ uşu, gelişmesi ve yayılmasıyla ilgili dilciler, tarihçiler, sanat tarihçileri farklı gö rü şler ileri
sü rseler de çok eski dö nemlere ait yeterince yazılı belgenin olmaması, olanların da bir kısmının henü z
çö zü lememiş olmasından dolayı yazının tarihiyle ilgili şu ana kadar kesin bir bilgi ortaya
konulamamıştır. Geçmişte pek çok konuda olduğu gibi yazının kaynağı da mitolojiyle açıklanmaya
çalışılmıştır. Birçok kü ltü r yazının kaynağ ını kendi inanç sistemi ve figü rleriyle izah etme yoluna
gitmiştir. Eski Mısır’da yazının kaynağ ı Tanrı Thoth veya Tanrıça İsis ile; Babil’de Narduk’un oğ lu Tanrı
Nebu ile; eski İbranilerde Hz. Musa ile; eski Yunan’da da Hermes ile ilişkilendirilmiş ve bunların her biri
kendi kü ltü rlerinde yazıyı ilk bulan kişiler ya da Tanrılar olarak kabul edilmiştir. Eski Çin ve Hint
kültürlerinde de pek çok kültürde olduğu gibi yazının ilahî bir kavram olduğuna inanılmıştır. Eski Mısır
kültüründe yazıya “mdw-ntr” (Tanrıların sözü) denmesi, Heredotos’un aynı yazıyı “hiyeroglif” (kutsal nakış)
olarak nitelemesi, İskandinav kültürlerinin yazıyı “esrarengiz, mistik” anlamlarına gelen “runik” kelimesiyle
karşılaması, kültürlerin yazı kavramını algı biçimini göstermesi bakımından önemlidir.
Kü ltü rler, fonolojik ya da fonetik alfabe kavramına çok uzun bir sü rede ve farklı aşamalardan geçerek
ulaşmışlardır. Madde yazısından günümüzdeki harf yazısına ulaşıncaya kadar alfabenin genellikle beş aşamadan
geçtiği kabul edilmektedir. Bunlar: Madde yazısı resim yazısı düşün yazısı hece
yazısı harf yazısıdır.

 Madde yazısı: Anlatılmak istenen kavramın, ortamda bulunan birtakım nesnelerle, sembollerle ifade
edilmek istenmesidir. Ö rneğ in gidilecek yö nü gö stermek için yere eğ ik bir sopanın dikilmesi, herhangi bir
nesnenin sayısını belirtmek için ipe dü ğ ü mler atılması, dallara sarılan değ işik renk ve biçimlerdeki
iplikler, bezler taşıdıkları mesaj itibarıyla madde yazısı olarak kabul edilmektedir.

 Resim yazısı (pictographie): Grafik yazının ilk basamağı olarak kabul edilen kaya üstü tasvirler/
petroglifler, kavramların işaretlenmesi / kalıcılığının sağlanması ve gelecek nesillere aktarılması itibarıyla
sosyal ve kültürel açıdan büyük önem taşır. Halkların yaşam biçimleri, inanç sistemleri, dü nyayı algılama
biçimleri ve estetik anlayışlarına dair ö nemli bilgileri geçmişten gü nü mü ze taşıyan kaya ü stü tasvirler,
kullanıldıkları dö nemlerin kü ltü r ve uygarlığ ının gü nü mü z dü nyasındaki şahitleridir. Yer aldıkları
bö lgelerin coğ rafî ö zelliklerini de yansıtan kaya ü stü tasvirler, aynı zamanda dö nemlerine ait canlı tü rleri
ve kü ltü rlerin sö z konusu canlıları algılama biçimleri hakkında da değ erli bilgiler sunar.
Asya, Afrika, Amerika ve Avustralya’daki eski yaşam alanlarının pek çoğ unda karşımıza çıkan kaya ü stü
tasvirlerin bir kısmı iletişim amacıyla yapılmış olsa da kutsal sayılan bö lgelerdeki kaya ü stü tasvirlerin
dinî inanışlar çerçevesinde yapıldığ ı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kutsal olarak algılanan bu alanlardaki
hayvan figü rleri ile av ve savaş sahnelerinin, sö z konusu inanç sistemi çerçevesindeki uygulamalar olarak
değ erlendirilmesi gerekmektedir. Zira o dö nemde insanlar, dualarını, Tanrı için yaptıkları faaliyetleri,
Tanrı’ya ya da kutsal ruhlara sundukları ö geleri, Tanrı’yla paylaşmak istedikleri mesajları / sö z konusu
kutsal alanlara kazıyarak somutlaştırma gereğ i duymuşlar; bö ylece yü zyıllarca sü ren uygulamalar
sonucunda aynı alanda binlerce kaya ü stü tasvir oluşmuştur. Kültürlerin yaşayış ve inanışının ürünü
petroglifler, tarihî süreçte yazı dilinde birim zamanda en az çaba ile en fazla mesajı iletme amacına bağlı
olarak taşıdıkları bilgiye göre daha ekonomik mesaj vasıtaları olan fikir yazısına (ideogram) dönüşmüştür.

 Fikir yazısı (ideogram): Çin, eski Mısır, Mezopotamya, Hitit, Maya-Aztek gibi bazı kültürlerde görüldüğü
gibi harflerin bulunmadığı, bir resim ile kavramın çağrıştırıldığı ideografik yazı sisteminde, bir sözcüğü
veya bir fikri temsil eden grafiksel semboller kullanılmış; birbirine bağlı bir dizi resim ile bir olay
anlatılmıştır. Ö rneğ in bir başak resmiyle “tahıl”, balık resmiyle “yü zme” ya da bir yıldızlı gö kyü zü
resmiyle “gece”, “karanlık” ve “siyah” ifade edilmiştir. Yani yazı kavramı bir ö nceki aşamasına gö re biraz
daha soyutlaşmış, biraz daha gelişmiştir.

 Hece yazısı (phonographie): Resimlerin çizgiye dö nü ştü ğ ü bu aşama, grafik alfabenin resimden fonetik
alfabeye giden yolda en ö nemli basamaklarından birini teşkil eder. Kelime değeri taşıyan sembollerin ses
değeri kazandığı bu aşamada yazı, eklenen her karakter (logogram) ile ünsüz ve ünlüyü birlikte karşılayan
bir hece seviyesine ulaşmıştır. Bazen soyut bir dü şü nceyi temsil eden bir kelime ya da ideogram olarak da
tanımlanan logogramlar, bu aşamada hem semantik hem de fonetik değ er taşıyan semboller hâ line
gelmiştir. Günümüzde logografik yazılara Çince, Korece, Japonca ve diğer doğu Asya dilleri için kullanılan
ve farklı seviyelerde birtakım değişiklikler gösteren yazı sistemleri örnek olarak gösterilebilir.

 Harf yazısı (alfabe): Grafik yazının ulaştığı bu aşama, harfin kavramdan bağımsız, sadece bir ses değeri
taşıdığı son aşamadır. Fonetik alfabeye ilk önce hangi kültürün ulaştığı konusunda kesin bir görüş
bulunmamakla birlikte yaygın görüş, MÖ. 1700’lerde Batı Samilerden Kenanîlerin geliştirdiği yönündedir.
İlk ö rneklerine, Tû risînâ ’nın gü neyindeki Serâ bîtü lhâ dim harabelerinde bulunan birtakım eşyalar ve
tapınak duvarları ü zerinde rastlanılan Kenanî yazısı, gö çler nedeniyle iki ayrı yö nde yayılma gö stermiş
ve gü neyde Maîn-Sebe, Himyerî, Habeş yazılarının, kuzeyde ise Kuzey Sami alfabe sisteminin temelini
oluşturmuştur. Kuzey Sami alfabe sistemine bağ lı yazıların en ö nemlileri dü nyadaki pek çok alfabenin de
temelini teşkil eden Fenike ve bu yazı sisteminden geliştirilen Arami yazılarıdır.
Sonuç olarak yazının gelişimiyle ilgili şunlar sö ylenebilir: Çin, Mezopotamya ve Maya-Aztek yazı
sistemlerinin birbirinden bağımsız geliştiği sanılmaktadır. Yazının asıl doğ up geliştiğ i, aşamalarının takip
edilebildiğ i bö lge Orta Doğ u coğ rafyasıdır. Mezopotamya‘da Sü merler ile başlayan piktografi denen
resim yazısı, çivi ve hiyeroglif diye iki yö nde gelişmiştir. Çivi yazısını Sümerler dışında Akadlar, Babiller,
Asurlar, Hititler, Hurriler, Elamlar, Mitanniler, Luviler, Urartular ve Persler de kullanmışlardır. MÖ. VII-IV.
yüzyıllarda Aramicenin bölgede ortak iletişim dili hâline gelmesiyle çivi yazısı kullanımdan kalkmıştır.
Yazı, ticaretin geliştiği bölgelerde tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ve yayılmasıyla geniş kitlelere
ulaşmaya başlamıştır. Mısır, Fenike ve Mezopotamya uygarlıklarının diğer bölgelere göre ticarette
ilerlemeler kaydetmesi ve tek tanrılı dinlerin söz konusu coğrafyada doğup yayılması, yazının da bu bölgede
halkın seviyesine inmesini ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Yazının Akdeniz ve Avrupa’da
yayılmasını büyük oranda Mısır ve Mezopotamya’dan aldıkları resim yazısı, hiyeroglif yazı ve çivi yazılarını
harflere dönüştüren Fenikeliler gerçekleştirirken, yazının Asya’daki yayılmasını da büyük oranda İpek Yolu
üzerinde ticarî faaliyette bulunan Soğd tüccarları yapmışlardır.
Orta Doğu’da Yunan ve Arami alfabeleri, bugün yeryüzünde kullanılan alfabelerin büyük bir kısmına
kaynaklık etmiştir. Yunan alfabesinden hareketle oluşturulan Latin ve Slav alfabeleri, Avrupa ve
Amerika’dan sonra Asya ve Afrika’da da yayılmıştır. Arami kolundaki değ işme ve gelişmeler de İbrani,
Soğ d, Ermeni, Gü rcü ve Arap alfabelerini doğ urarak daha çok Orta Doğ u`da yayılmış ve Afrika`yı da
etkilemiştir.
Her sesin bir harf ile karşılandığı fonetik alfabe, yazının gelişmesinde son aşamayı oluşturmaktadır. Bu
simgeler dizisinde ilk işaretlere Yunancada “alfa”, “beta”, Arapçada “elif”, “be” denildiğ i için tü m dizgenin
adı Arapçada “elifba” olmuştur. Tü rkçeye bu biçimde geçen kelime, Tü rkçedeki ses uyumunun etkisiyle
“alfabe”ye dö nü şmü ştü r.

Türklerin Tarih Boyunca Kullandığı Alfabeler

 Gö ktü rk Alfabesi : Tü rkler tarafından Tü rkçeye uygulanan ilk alfabe, Gö ktü rk alfabesi olarak bilinen eski
Tü rk alfabesidir. Konuyla ilgili olarak Dr. Cengiz Alyılmaz, (Kök)türk Harfli Yazıtların İzinde adlı eserinde
şu bilgilere yer verir: “Eski Tü rk kü ltü r ve uygarlığ ına ait yazıtların bü yü k bir bö lü mü fonetik esaslı,
çekmeli (sağ dan sola doğ ru yazılan) ve bitişken olmayan bir alfabe ile yazılmıştır. Bu alfabe, yerli ve
yabancı bilim adamları tarafından “Orhun alfabesi”, “Runik Türk alfabesi”, Türk yazısı” “Göktürk yazısı”,
“Türk alfabesi”, “Göktürk alfabesi” “Köktürk alfabesi”… şeklinde adlandırılmaktadır.Kazakistan’daki Esik
Kurganı’ndan çıkarılan arkeolojik buluntular içinde yer alan gümüş bir kap üzerindeki yirmi altı harflik
yazıt, Göktürk alfabesinin kullanıldığı ilk örnek olarak değerlendirilmektedir. Yazıtı inceleyen bilim
adamlarının bir kısmı, yazıtın Saka dö nemine ait olabileceğ ini; bir kısmı ise, bu yazıtın Tü rklere ait
olduğ unu ve Kö k(Tü rk) alfabesinin erken dö nemlerde (MÖ . 500-600’lü yıllarda) kullanılan şekliyle
yazıldığ ını kaydetmektedirler. Orhun Yazıtları olarak bilinen Köl Tigin, Bilge Kağan ve Bilge Tonyukuk
Yazıtları’nda otuz sekiz harf kullanılmıştır. Bu yazı sisteminde sekiz ünlüyü karşılamak üzere dört adet
işaret bulunmaktadır.
 Uygur Alfabesi : XX. yüzyıla kadar dünyadaki alfabe değişiklikleri genellikle dinî gerekçelerle yapılmıştır.
Türklerin Göktürk alfabesinden Uygur alfabesine, Uygur alfabesinden Arap alfabesine geçmelerinin de
temel nedeni dinîdir. Uygurların Soğ d kö kenli bu alfabeyi ilk olarak ne zaman kullandıkları konusunda
kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak ö zellikle İpek Yolu aracılığ ıyla Soğ dlarla Tü rkler arasında Uygur
dö neminden de ö nceye uzanan ciddi dü zeyde dinî, ticarî ve kü ltü rel ilişkilerin bulunduğ u bilinmektedir.
Zira Türklerin Soğd kökenli bu alfabeyi kabul etmeleri sürecinde Budizm’le olan ilişkiler, Soğd kökenli
bürokratların daima Türk devletlerinde etkin rol oynamaları, İpek Yolu üzerinde gerçekleştirilen ticaret ve
763 yılında Bögü Kağan’ın Maniheizm’i bir fermanla devlet dini olarak ilan etmesi etkili olmuştur. Soğd
kökenli Uygur alfabesinde on sekiz harf bulunmaktadır. Sağdan sola yazılan ve Arap alfabesi gibi bitişken
harflerden oluşan Uygur alfabesinde de harflerin başta, ortada ve sonda yazılış şekilleri farklılık arz
etmektedir. Uygur alfabesi Tü rkçenin seslerini karşılama konusunda yetersiz bir alfabedir.
 Arap Alfabesi: Kuzey Sami alfabesinin Arami koluna bağlı bir yazı sistemi olan Arap alfabesi, Nebatilerin
yazılarından geliştirilmiştir. Sadece ü nsü zlerin işaretlendiğ i Arap alfabesinin aslı yirmi iki harfe sahiptir.
Ancak alfabenin bu şekli Arapçanın seslerini karşılama konusunda yetersiz olduğ undan alfabeye
sonradan altı harf daha eklenmiştir. Eskiden noktasız ve harekesiz olan Arap alfabesine, birbirine
benzeyen harflerle ilgili karışıklığ ı ö nlemek ve ü nlü lerin eksikliğ inden kaynaklanan anlaşılabilirlik
sorununu çö zmek için Sü ryani alfabesinin etkisiyle nokta ve hareke eklendiğ i dü şü nü lmektedir.Habeşçe
dışındaki bü tü n Sami dilleri gibi Arapça da sağ dan sola doğ ru yazılan (çekmeli) bir alfabedir. Harflerin
kelime başında, ortasında ve sonunda yazılış biçimlerinde farklılık gö rü len Arap alfabesinde bazı harfler
kendinden sonra gelen harflerle bitişmez.Farslar İslâmiyet’i kabul ettiklerinde Arap alfabesini de dillerine
uygularken Farsçanın seslerini karşılayabilmek için alfabeye dört harf daha eklemişlerdir. Farsların
alfabeye eklediği harfler şunlardır: ‫ پ‬/ (p), ‫ژ‬/ (j), ‫ گ‬/ (kaf-ı Farisî denilen ince g) ve ‫ ݘ‬/ (ç). Söz konusu
eklemeyle Farsların kullandığı Arap alfabesindeki harf sayısı böylece lamelif ‫ لل‬hariç otuz ikiye
çıkmıştır.Türkler de İranlılar gibi İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Arap alfabesinin Farsçaya uygulanan
şeklini almışlar ve bu alfabeye ñ (geniz n’si) harfini eklemişlerdir. Bö ylece Tü rklerin kullandığ ı alfabedeki
harf sayısı da lamelif ‫ ال‬hariç otuz ü ç olmuştur. Ancak bu harf sadece Batı Tü rkleri tarafından kullanılmış,
aynı ses Uygurca, Çağ atayca gibi yazı dillerinde (‫ ) ن ك‬şeklinde gö sterilmiştir.Tü rklerin ilk olarak X.
yü zyılın ortalarında Arap alfabesini Tü rkçeye uyguladıkları bilinen bir bilgi olsa da X. yü zyıldan ya da XI.
yü zyılın ilk yarısından gü nü mü ze kalan bir yazma eser bulunmamaktadır. Zira XI. yü zyıla ait eserlerden
Dîvâ nü Lû gati’t-Tü rk’ü n elimizdeki nü shası 1265; Kutadgu Bilig’in Kahire nü shası ise XVI. yü zyıldan
kalma kopyalardır.Tü rklerin İslâ miyet ile temasları her ne kadar VIII. yü zyılın başlarına kadar gitse de
devlet seviyesinde İslâ miyet’i kabul etmeleri Karahanlı dö neminde gerçekleşmiştir. Bu dö nemde tıpkı
daha ö nce Uygur alfabesinin yanında Gö ktü rk alfabesinin ö nemli bir sü re varlığ ını sü rdü rmesi gibi Arap
alfabesine paralel olarak Uygur alfabesi de kullanılmıştır. X. yü zyıl ortalarından XX. yü zyıl ortalarına
kadar yaklaşık bin yıl kullanılan Arap alfabesi Tü rkçenin en uzun sü re kullanıldığ ı alfabe unvanına da
sahiptir. Arap alfabesi Türkiye Cumhuriyeti’ndeki alfabe değişikliği ile yerini Latin alfabesine bırakmış olsa
da Türk kültür coğrafyasında Kuzey Irak’ta Türkmenler, İran’da Azeri Türkleri, Doğu Türkistan’da da
Uygur ve Kazak Türkleri tarafından günümüzde de Türkçenin yazımında kullanılmaktadır.
 Latin Alfabesi: En eski uygulamaları MÖ. VI.-VII. yüzyıllara ait olan Latin alfabesinin kökeni Grek alfabesine
dayanmaktadır. Gü nü mü zde pek çok Latin harflerinin adları Etrü sklerden alınmış olduğ u için Etrü sk
alfabesinin Grek ve Latin alfabeleri arasında bir kö prü işlevi gö rdü ğ ü dü şü nü lmektedir.Türk kültür
coğrafyasında Latin alfabesini ilk kullananlar geçici bir süre için de olsa Yakut ve Azerbaycan Türkleri
olmuştur. 1926 Bakü Türkoloji Kongresi’nin ardından 1927-1932 yılları arasında Sovyetler Birliği
tarafından aşamalı olarak Latin alfabesine geçirilen Türk lehçeleri; 1938-1940 yıllarında da yine Sovyetler
Birliği tarafından Kiril alfabesine aktarılmışlardır. Latin alfabesinin Tü rkçeye uygulanması, Tü rkiye
Cumhuriyeti’nin alfabe devriminden yaklaşık yedi yü z yıl ö nceye gitmektedir. XIV. yüzyılda Aşağı Volga
bölgesinde Kıpçaklar arasında Hristiyanlığı yaymak isteyen Fransiskan misyonerleri Türkçe öğrenmişler ve
birçok dinî metni, ilahileri Latin alfabesiyle Türkçeye aktararak Codex Cumanicus adlı eseri vücuda
getirmişlerdir. Osmanlılar dö neminde XV-XVI. yü zyıllardan itibaren hem İstanbul’da hem de Avrupa’da
yabancılar tarafından Latin alfabesiyle Tü rkçe kitaplar yazılmıştır.Latin alfabesinin kabulüyle ilgili
tartışmalar II. Meşrutiyet dönemine kadar uzanır. Osmanlı Devleti’nde alfabe ıslahı konusu, ilk kez eğitim
sisteminde yapılan yenilikler kapsamında 1862 yılında Münif Efendi’nin Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de
verdiği bir konferansta dile getirilmiştir. Aynı yıllarda Ahundzade Mirza Feth-Ali, Namık Kemal, İranlı
Melkun Han, Celal Nuri (İleri), Hü seyin Cahit (Yalçın) ve Kılıçzâ de Hakkı gibi isimler hem dü nya ile
bü tü nleşme hem de fonetik gerekçelerle Latin alfabesine geçilmesi dü şü ncesini savunmuşlardır. Aynı
yıllarda bir kesim de Kur’an-ı Kerim’in Arap harfleriyle yazılmasına bağ lı olarak bu yazının
bırakılmasının hem İslâ m dü nyası ile bağ ları zayıflatacağ ını hem de -X. yü zyıldan beri bu alfabe ile
yazılan Tü rkçe eserleri dikkate alarak- kü ltü r tarihi açısından sakıncalı bir durumun ortaya çıkacağ ını
ileri sü rmü ştü r. Bunların yanında Arap alfabesinden tamamen vazgeçmek yerine Tü rkçenin fonetik
ö zelliklerine gö re yapılandırılarak kullanılması dü şü ncesi de ö nerilmiştir. Arap alfabesinin
yapılandırılmasıyla da alfabeden kaynaklanan problemlerin çö zü lemeyeceğ ine inanan Celal Nuri (İleri),
Hü seyin Cahit (Yalçın) ve Kılıçzâ de Hakkı gibi aydınlar problemin çö zü mü için en kısa yolun Latin
alfabesine geçmek olduğ unu ileri sü rmü şlerdir.Arap alfabesinin değ iştirilmesiyle ilgili ilk resmî girişim
1909’da Maarif Nezareti’nde kurulan “İmla Komisyonu” tarafından, bir başka girişim de Recaizâ de
Mahmut Ekrem Bey’in liderliğ inde 1911 yılında kurulan Islah-ı Hurû f Cemiyeti adlı dernek tarafından
yapılmıştır. 1910’dan itibaren yoğ un bir şekilde tartışılan bu konuya Abdullah Cevdet, Refet Avni,
Mustafa Hamit ve İzmir Mebusu Şü krü Saraçoğ lu gibi isimler destek verirken aynı dö nemde Ali Canip, Ali
Ekrem, Muallim Cevdet, İbrahim Alaaddin, Necip Asım, Avram Galanti, Veled Çelebi, İbrahim Necmi, Halid
Ziya, Kâzım Karabekir… konunun kültür tarihi ve İslâm dünyasıyla ilişkili boyutunu dikkate alarak karşı
çıkmışlardır. Konu 1926 yılında Hâ kimiyet-i Milliye, Cumhuriyet, Milliyet, Vakit ve İkdam gazetelerinde
ve aydın kesim arasında yoğ un bir şekilde tartışılırken Bakü ’de yapılan Tü rkoloji Kongresi’nde Sovyetler
Birliğ i sınırları içinde yaşayan Tü rk gruplarının Latin alfabesine geçmeleri kararı alınmıştır. Tü rkiye’deki
konuyla ilgili gelişmeleri de ciddi dü zeyde etkileyen bu kararın ardından Latin alfabesinin Tü rkçeye
uyarlanmasına dair çalışmalar hız kazanmıştır. 1927 yılında Latin alfabesine geçilmesi kararını alan
Mustafa Kemal konunun uzmanları, yazar ve aydın kesimle görüşerek çalışmalarını yoğunlaştırmış ve
konunun ilk adımı olarak da 20 Mayıs 1928’de TBMM’de uluslararası rakamların alınmasını öngören 1288
sayılı yasa kabul edilmiştir. Harf İnkılabı’nın ilk resmî hazırlıkları Bakanlar Kurulu kararıyla yapılmış ve
Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Yakup Kadri, Mehmet Engin, İhsan (Sungu), Ragıp (Hulusi) Ahmet Cevat, İbrahim
(Grandi) ve Hü seyin Cahit Beyler’den oluşan bir komisyon kurulmuştur. Komisyon, Mustafa Kemal
başkanlığında çalışmış ve 1 Kasım 1928’de Latin alfabesi 1353 sayılı kanun ile kabul edilmiştir.
Türklerde Matbaa ve Yayın Faaliyetleri
Konuyla ilgili kaynaklara gö re kâ ğ ıt, ilk kez MS. 105 yılında Çin’de Ts’ay Lun adlı hü kü mdarın saray
muhafız alayından bir zanaatkâ r tarafından bitki kabukları, bö ğ ü rtlen lifleri, pamuklu kumaşlar ve
balıkçı ağ ları kullanılarak icat edilmiştir. Çin’de icat edilen kâğıt, Talas Savaşı’nda esir düşen Çinliler
aracılığıyla Araplara, İpek Yolu ile de Fars ve Akdeniz kültürlerine ulaşmış; buradan da dünyaya yayılmıştır.
İslâ m dü nyasında bilinen en eski yazılı kâ ğ ıt MS. 879 yılına ait ü zerinde Bin Bir Gece’den bir iki satırlık
Arapça metin bulunan kâ ğ ıt parçasıdır. Bunu MS. 1080 yılına ait Karahanlı Tü rkçesiyle yazılmış Uygur
harfli bir alışveriş senedi izler. Çin dışındaki en eski yazılı kâ ğ ıtlar bunlardır. 1100’lü yıllarda Mü slü man
İspanya’ya ulaşan kâ ğ ıt oradan da Avrupa’ya ve dü nyaya yayılmıştır.
Selçuklu dö neminde kâ ğ ıt ü retimiyle ilgili herhangi bir kayda rastlanılmamaktadır. Osmanlı’da ise
imparatorluğ un ilk yıllarında kâ ğ ıdın İslâ m coğ rafyasından ithal edildiğ i 1400’lü yıllardan sonra da
Amasya ve Bursa’da ü retilmeye başlandığ ı bilinmektedir.
845 sonrası Turfan coğ rafyasına gelen Uygurlar burada Çinceden hareketle “kegde” olarak
adlandırdıkları kâ ğ ıtla ve “mekke” olarak adlandırdıkları mü rekkeple karşılaşırlar. Çin ve Soğ d
kü ltü rlerinin etkisiyle kâ ğ ıt kü ltü rü nü geliştiren Uygurlar bu dö nemde Maniheizm, Budizm ve
Hristiyanlık’la ilgili pek çok eseri kâ ğ ıda aktarmışlardır.
Gö ktü rklerde “yaz-“ fiilinin karşılığ ı olarak “biti-“ fiili, “yazı” için de “biti-“ fiilinden tü retilmiş “bitig”
kelimesi kullanılmıştır. Turfan coğ rafyasında ise bitig (yazı, yazılı eser, kitap) kelimesi genellikle
Soğ dcadan alınan “nom” kelimesiyle birlikte “nom bitig” şeklinde kullanılmıştır.
Asya’da günümüzdeki matbaaların ilkel şekli Gutenberg’den önce MS. XI. asırda Çin’de icat edilmiş,
Çinlilerden de Uygurlara geçmiştir. Zira arkeolojik buluntular arasında yer alan madenî harfler, şimşir
ağacından yapılan harf ve harf grupları ve bu malzemelerle yapılan baskılardaki harfler arasında yer alan
boşluklar bu bilgiyi ispat etmektedir. Uygurlar ö zellikle Budist metinlerin çoğ altılmasında bu teknik
yanında tahtadan oyularak yapılan ve “tamga” olarak adlandırılan kalıplar aracılığ ıyla da baskı
yapmışlardır.Avrupa’da matbaa Alman J. Gutenberg tarafından 1440 yılında geliştirilmesine rağmen
Osmanlı Devleti’ne matbaanın gelişi yaklaşık üç yüz yıl gecikmeyle 1727 yılında gerçekleşmiştir. Matbaanın
Avrupa’da bulunması ve yaygınlaşması, Osmanlı Devleti’nin en parlak dö nemine rastlamasına rağ men bu
kadar gecikmeyle gelmiş olması Tü rk kü ltü r tarihi açısından da ciddi bir sorundur.
Matbaanın Osmanlı Devleti’ne gelişi hattatlığın yaygın bir meslek olması, dinsel tutuculuk ve yasaklamalar,
matbaaya uygun kâğıdın ve yetişmiş iş gücünün bulunmaması, halkta okuryazar oranının düşük olması ve
okuma alışkanlığının yeterince gelişmemiş olması gibi nedenlerle gecikmiştir. II. Bayezid zamanında baskı
yasaklanmış, hatta bu yasağ a uymayanların ö lü mle cezalandırılacakları bir fermanla ilan edilmiştir. I.
Selim zamanında bazı kitapların ö zel izin ile basılmasının ö nü açılmışsa da 1515 yılında bundan
vazgeçilmiştir. Osmanlılarda bu ve benzeri yasaklamalar 1727 yılına kadar devam etmiştir. 1727 yılında
ilk kez III. Ahmed zamanında fıkıh, tefsir, hadis ve kelam kitaplarının basılmasının ö nü açılmıştır. Dinî
eserlerin basılmasına dair yasaklamalar III. Selim zamanına kadar devam etmiş; ilk dinî eser de 1803
yılında basılmıştır.Arap alfabesiyle ilk kitap 1514 yılında İtalya’da basılmıştır. İlk Kur’an-ı Kerim basımı ise
1640 yılında yine İtalya’da gerçekleştirilmiştir. XVII. yü zyılda Osmanlı Devleti’nin uluslararasındaki siyasî
gü cü nü n etkisiyle İtalya ve Fransa’da pek çok Tü rkçe gramer kitabı yayımlanmıştır. III. Murad
zamanında 1588 yılında gü mrü k parası ö demeksizin ü lkeye kitap getirmeye ve satmaya bir fermanla izin
verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde matbaanın gelişmesinde ve yayılmasında bu uygulamaların ciddi
dü zeyde etkisi olmuştur.Osmanlı Devleti’nde matbaayı önce Yahudi cemaati kullanmış; onları Rumlar ve
Ermeniler izlemiştir. Osmanlı Devleti’nde ilk matbaa, Gutenberg’in Avrupa’da 1455 yılında ilk kitap olarak
İncil’i basmasından 38 yıl sonra, 1493 yılında İspanya’dan sürgün edilen Yahudi cemaatinden Musevi
hahamı Gerson tarafından İstanbul’da kurulmuştur. Yahudiler 1510’da Selanik’te, 1554’te Edirne’de,
1605’te Şam’da, 1646 yılında da İzmir’de gizli bir şekilde kurdukları matbaalarında yasal olmayan
yollarla pek çok dinî, tarihî vs. kitap basmışlardır.İstanbul’da ilk Ermeni basımevi 1567’de, ilk Rum
basımevi ise 1627’de kurulmuştur. 1494-1729 yılları arasında azınlıklar ve yabancılar tarafından
Osmanlı Devleti’nde açılan basımevi sayısının otuz yedi civarında olduğ u sanılmaktadır.
Lale Devri’ne tekabü l eden III. Ahmed ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa dö neminde Batıyla ilişkilerin
gelişmesiyle ilk Tü rk matbaasının kurulmasına da izin verilmiştir. Fransa elçisi Mehmet Efendi’nin oğ lu
Said Efendi ile ortak bir matbaa kurma konusunda anlaşan İbrahim Mü teferrika matbaanın yararlarını
içeren geniş bir rapor hazırlayarak İbrahim Paşa’ya sunmuştur. Sadrazamın konuya olumlu yaklaşması
ve Said Efendi’nin de çabalarıyla dö nemin şeyhü lislâ mı, matbaa kurulmasında dinî açıdan herhangi bir
sakınca olmadığ ı konusunda fetva vermiştir. Bu fetvanın ardından da Padişah III. Ahmed 1727 yılı
Temmuz ayında dinî kitaplar basılmaması şartıyla matbaa açılabileceğ ine dair fermanını yayımlamıştır.
İlk Türk basımevinin kurulma çalışmaları, İbrahim Müteferrika ve Said Efendi tarafından İbrahim
Müteferrika’nın evinin altında 14-16 Aralık 1727 tarihlerinde başlamış ve basımevinin adı da Darü’t-
tıbaatü’l Âmire olmuştur. Söz konusu matbaada 11 Ocak 1729 tarihinde yayımlanan ilk eser Vankulu
Lûgati’dir. Matbaada 1729-1741 yılları arasında dil, tarih, coğ rafya, askerlik, fen, eğ itim, matematik vs.
konularıyla ilgili on yedi kitap yayımlanmıştır. Tanzimat’a kadar yılda ortalama on kitap basılırken
Tanzimat’tan sonraki ilk yirmi yılda bu sayı kırkı aşmıştır. Meşrutiyet yıllarında ise yıllık yayımlanan
kitap sayısı ü ç yü zü geçmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet dö nemlerinde basılan kitaplar genellikle şiir,
roman, ö ykü , tiyatro vs. tü rlerle ilgilidir.
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Basın Yayın
Osmanlı Devleti’nde basın yayın, yabancı dilde yayımlananlar ve Türkçe yayımlananlar olmak üzere ikiye
ayrılır. Osmanlılarda ilk iki gazete İstanbul’da 1795 ve 1796 yıllarında “Bulletin des Nouvelles / Haberler
Bülteni” ve “Gazete Française de Constantinople / İstanbul’un Fransız Gazetesi” adlarıyla Fransız elçiliği
tarafından yayımlanmıştır. Bu gazeteleri İzmir’de 1821 yılında yayımlanmaya başlanan haftalık gazete
“Le Spectateur Oriental” ve 1824’te de aylık yayımlanan “Le Smyrne” takip etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde yayım dilinde Türkçenin kullanıldığı ilk gazete, Mısır valisi Kavalalı Ali Paşa tarafından
1828 yılında Kahire’de Türkçe-Arapça olarak haftalık çıkan Vakayi-i Mısriye gazetesidir. Anadolu’da ilk
Tü rkçe gazete ise 11 Kasım 1831 tarihinde yayımlanmaya başlanan Takvim-i Vakayi / Olayların
Takvimi’dir. İç ve dış gelişmeler konusunda halkı bilgilendirmek amacıyla haftalık olarak çıkarılan
gazete, 1892 yılında bir baskı hatası nedeniyle kapatılır. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla tekrar
yayın hayatına başlayan gazete 1860 tarihinden itibaren Resmî Gazete’ye dö nü ştü rü lü r ve haber sunma
ö zelliğ ini kaybeder. Yaklaşık yü z yıl yayımlanan Takvim-i Vakayi, 24 Kasım 1922 tarihinde tamamen
kapatılır. Takvim-i Vakayi gazetesinin yayımdan kaldırılmasının ardından yerine TBMM tarafından 1920
yılında Ceride-i Resmîye gazetesi kurulur. 1922 yılında adı Resmî Ceride olarak değ iştirilen gazete, 1928
yılında TBMM tarafından Resmî Gazete’ye dö nü ştü rü lü r. Resmî Gazete 1928 yılından beri aynı isim ile
dü zenli olarak yayımlanmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde özel sektör eliyle çıkarılan ilk gazete ise Ceride-i Havadis’tir. İngiliz gazetesi Morning
Herald muhabiri William Churchill tarafından çıkarılan ve aldığ ı devlet desteğ inin ardından yarı resmî
bir hü viyete bü rü nen gazete, dış haberlere bü yü k ö nem veren, yurt dışında muhabirler bulunduran
ö zelliğ i ile dikkatleri çeker. William Churchill’in ö lmesiyle gazete oğ lu Alfred Churchill’e kalır. O da
Ceride-i Havadis’i kapatarak yerine Ruznâ me-i Ceride-i Havadis adlı gazeteyi çıkarmaya başlar. Ancak
Tercü man-ı Ahval gazetesinin yayın hayatına başlamasıyla Ruznâ me-i Ceride-i Havadis geriler ve zaman
içinde kendiliğ inden kapanır.
Türk gazeteciliğinin üstadı olarak nitelenen Âgâh Efendi tarafından hazine yardımı alınmaksızın yayın
hayatına başlayan Tercüman-ı Ahval, önceki gazetelerin resmî ya da yarı resmî özellikleri dikkate
alındığında Türk basın tarihinin özel sektör eliyle çıkarılan ilk Türkçe gazetesi olarak kabul edilir. 21 Ekim
1860 tarihinde yayın hayatına başlayan ve fikir gazeteciliğ i niteliğ i ile okuyucuların dikkatini çeken
Tercü man-ı Ahval’de, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa ve Namık Kemal’in makaleleri yayımlanır. İç ve dış
haberlerin yanında resmî haberler, tü zü kler, antlaşmalar, ekonomi haberlerine de yer veren gazete
çıkarıldıktan beş yıl sonra 11 Mart 1866 yılında kapanır.
1860 sonrasında Osmanlı Devleti’nde gazete sayısı artmaya başlar. 27 Haziran 1862 tarihinde
yayımladığ ı Tasvir-i Efkâ r gazetesinde “millet” kavramını ilk kullanan yazarlardan olan Şinasi,
yazılarında ö zgü rlü kler ve devlet-millet ilişkisi konularına ağ ırlık verir. Şinasi’nin Paris’e gitmek zorunda
kalmasıyla gazetenin başına Namık Kemal geçer. Bu dö nemde yayım hayatına başlayan bir diğ er gazete
ise Muhbir’dir. Bu gazete de Ali Suavi’nin hü kü metin ve Sadrazam Ali Paşa’nın Girit politikasını eleştiren
yazılarından dolayı 8 Mart 1867 tarihinde kapatılır.
1860’tan II. Meşrutiyet’e kadar pek çok yayın sansü re uğ rar, gazeteciler sü rgü ne gö nderilir ya da hapse
atılır. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilerek 1876 Anayasası’na gö re seçimlerin yapılacağ ı ilan
edilir. Bunun üzerine 25 Temmuz 1908’de uzun bir sürenin ardından ilk kez gazeteler sansürsüz
yayımlanır. Bundan dolayı “24 Temmuz”lar Türkiye’de “Basın Bayramı” olarak kutlanmaktadır.
Meşrutiyet’in ilan edildiğ i dö nemde İstanbul’da İkdam, Sabah, Tercü man ve Saadet olmak ü zere dö rt
gazete vardır. Ancak II. Meşrutiyet’in ardından ortaya çıkan ö zgü rlü k ortamıyla gazete sayısı iki yü zü
aşar. Bu yayın organlarının en ö nemlileri şunlardır:
 Gazeteler: Tanin, Mizan, Serbestî, Şura-yı Ü mmet, Volkan, Tercü man.
 Dinî Gazeteler ve Dergiler: Sırat-ı Mü stakim, Sebilü rreşat; Sadâ y-ı Din, Tarîk-i Hidayet, Medrese,
İlmiye…
 Edebiyat ve Dü şü nce Dergileri: Genç Kalemler, Yeni Mecmua, Tü rk Yurdu, İçtihat, Musavver.
II. Meşrutiyet dö neminde Tü rk basın tarihi açısından en ö nemli gelişmelerden biri de 1911 yılında
kurulan Osmanlı Millî Telgraf Ajansı’dır. II. Meşrutiyet’ten sonra ü lkedeki siyasî kamplaşmalar basına da
yansır ve gazeteler siyasî olayların birer parçası hâ line gelir. Parti şeklinde ö rgü tlenen İttihat ve Terakki
Cemiyeti Tanin ve Şura-yı Ü mmet gazetelerini kendi yayın organları olarak kullanır. Fedakaran-ı Millet
adlı ö rgü t Hukuk-ı Umumiye ve Serbestî gazeteleriyle İttihat ve Terakki Partisi’ni eleştirir. Aynı dö nemde
ademi merkeziyetçiliğ i savunan Prens Sabahattin taraftarları Ahrar Partisi’ni kurarlar; bunların da yayın
organları Osmanlı gazetesidir. Bu ve benzeri karşıt gö rü şlerin yayın organlarıyla çarpıştığ ı bir dö nemde
siyasî tarihimizin en ö nemli olaylarından biri olan 31 Mart Vak’ası gerçekleşir. Bu olayın ardından da 28
Nisan 1909’da II. Abdü lhamid tahttan indirilerek yerine V. Mehmed Reşad padişah ilan edilir. Kurtuluş
Savaşı’na kadar ü lkedeki siyasî ortama bağ lı olarak sık sık sansü r sınırının daraltıldığ ı gö rü lü r. Kurtuluş
Savaşı sırasında yayın yapan en ö nemli yayın organları şunlardır: Vakit, Yeni Gü n, Akşam, İleri, İkdam,
Gü leryü z, Bü yü k Mecmua, Tanin, Tasvir-i Efkâ r…
Kurtuluş Savaşı sırasında da basın ikiye bölünür. Bir kısmı Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkarken önemli bir
kısmı da verilen mücadeleyi destekler. İstanbul’un işgalinin ardından İngilizler yüz kırka yakın gazeteci,
aydın ve yöneticiyi Malta Adası’na sürgüne gönderirler. Anadolu’nun mü cadelesini destekleyen İleri, Yeni
Gü n, Akşam, Vakit, Tasvir-i Efkâ r, Tevhid-i Efkâ r, İstiklal, İkdam ve Tercü man-ı Hakikat gazeteleri de sık
sık sansü re uğ rarlar. Anadolu’nun işgalcilere karşı yaptığı mücadeleye şiddetle karşı çıkan gazeteler ise
Peyam-ı Sabah, Alemdar ve İstanbul gazeteleridir.
Tü rk basın tarihindeki en ö nemli gelişmelerden biri de 6 Nisan 1920’de Ankara’da Atatü rk’ü n kararıyla
kurulan Anadolu Ajansı’dır. Tü rk Kurtuluş Savaşı’nın haklı gerekçelerini dü nyaya duyurmak ü zere
kurulan Anadolu Ajansı o zamandan gü nü mü ze yurt içi ve yurt dışındaki muhabirleriyle en ö nemli haber
ajanslarından biri olma ö zelliğ ini sü rdü rmektedir.
Kurtuluş Savaşı dö neminde yayın yapan dergilerden bazıları da şunlardır:
 Mizah dergisi: Diken
 Kadın dergileri: İnci, Yeni İnci, Hanım
 Çocuk dergisi: Hacıyatmaz
 Edebiyat dergisi: Ü mid
 Mizah dergisi: Aydede
 Bilim ve edebiyat dergisi: Bü yü k Mecmua.
Dinin Tarifi Ve Dinlerin Sınıflandırılması
Din, fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir â mil olduğ u gibi; toplumları
yü kselten, onların gelişmesini sağ layan bir kurumdur. Din aynı zamanda ahlakî bir mü essese olarak
insanlara yö n veren, kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yö nlendiren bir disiplindir. İnsanlık tarihi
boyunca yeryü zü ne yayılmış farklı dillere, farklı kü ltü rlere, farklı yaşayış tarzlarına sahip insan
toplulukları, yine birbirinden farklı inanışlara sahip olmuş ve her dinî inanış ö zel bir isimle anılmıştır.
Dinin Tarifi
R. Otto: “Din, insanın kutsal saydığ ı şeylerle olan ilişkisidir.”
M. Mü ller: “Din, insanın sonsuzu kavramasını sağ layan, akıl ve mantığ a tâ bi olmayan, zihnî bir meleke ve
yetenektir.”
E. Durkheim: “Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağ layan â yin ve inançlar sistemidir.”
Feuerbach: “Din, dua, kurban ve inançla kendini gö steren bir arzudur.”
Dinin Kaynağı
İslâm âlimlerine göre dinin kaynağı: İslâ m inancına gö re dinin kurucusu Allah'tır; bü tü n sahih dinler
Allah'tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sü rece yü rü rlü kte kalmışlardır. İslâ mî inanışa gö re Hz.
Adem'den Hz. Muhammed'e kadar bü tü n peygamberlerin getirdiğ i hak dinlerin ortak adı İslâ m'dır. Bu
sebeple herhangi bir hak dinin, peygamberine veya ortaya çıktığ ı kavme nispet edilerek adlandırılması
İslâ mî telakkiyle bağ daşmaz. Bö yle bir adlandırma ancak muharref veya bâ tıl dinler için mü mkü ndü r.
Batılı bilginlere göre dinin kaynağı: Batılı bilginlerce geçmişteki milletlerin, hatta tarih ö ncesi toplumların
dinleri ve inançlarının kaynağ ı ü zerine şu tezler ileri sü rü lmü ştü r:
 E. Burnette Taylor’a gö re dinin kaynağ ı animizm (ruhculuk)dir. Bu dü şü nceye gö re maddi
şeylere şekil veren ruhlar vardır. Kendisinde bedeninden ayrı bir ruh fark eden insan,
çevresindeki canlı ve cansız varlıklarda da bö yle bir cevher bulunduğ unu dü şü nmü ştü r. Ö lü
ruhlarının bedensiz varlıklarını devam ettirecekleri inancı atalara tapma kü ltü nü doğ urmuş,
buradan tabiat gü çlerini idare eden tanrıların varlığ ına geçilmiş, zamanla çeşitli tanrıların
niteliklerinin bir tanrıda birleşmesiyle de tek tanrıcılık ortaya çıkmıştır.
 R. R. Marett'in ortaya attığ ı animatizm nazariyesine gö re dinin kaynağ ı, kendini alışılmamış
nesne ve olaylarda gö steren ve olağ anü stü etkilere sebep olan, ancak bir şahsiyeti bulunmayan
umumî dinamik gü çte (mâ nâ ) aranmalıdır.
 H. Spencer, evrimde ilk merhalenin atalara tapınma olduğ unu ileri sü rmü ştü r. J. Frazer ise ilk
tezahü rü n bü yü olduğ u, insanın bü yü hareketleriyle diğ er varlıkları kontrol altına almaya
çalıştığ ını, ancak bunlar etkisiz kalınca dine dö ndü ğ ü gö rü şü nü savunmuştur.
 W. R. Smith ileri sü rdü ğ ü totemci gö rü şe gö re başlangıçta çeşitli kabileler, kendilerini belli bir
hayvan veya bitkiyle (totem) kan bağ ı içinde akraba saymış ve toteme saygılarını tapınma ile
gö stermişlerdir.
 E. Durkheim'e gö re dinin temel fikrî, kutsallıktır.
Dinin kaynağ ını açıklamada yukarıda zikredilenlere karşı bir de ilkel monoteizm tezi vardır. Bu teze gö re
insanoğ lunun en eski inancı tek Tanrı itikadıdır. A.Lang, insanların ahlakî â daba uyup uymadıklarını
denetleyen ve gö kte bulunan bir Yü ce Tanrı kavramına her yerde rastlandığ ını ortaya koymuş daha
sonra bu anlayışı pekiştiren R. Pettazzoni her şeyi gö ren, bilen bir Tanrı'nın orijinal bir olgu olduğ unu
savunmuştur. G. Widengren, da onun Gö k Tanrı konusundaki yorumlarını "Yü ce Tanrı" tabirini
kullanarak geliştirmiştir.
Dinlerin Sınıflandırılması
Tanrı kavramına gö re şö yle bir tasnif yapılmıştır: Tek tanrılı dinler (ü ç ilahî din), çok tanrılı dinler (Eski
Yunan ve Roma dinleri gibi), Tanrı'yı belirli bir şahsiyet olarak gö stermeyen dinler (Hint-Uzak Doğ u
dinleri gibi), dü aü st dinler (Zerdü ştîlik, Hinduizm gibi).
Dinlerin tasnifinde coğ rafî durumu ö n planda tutarak bü yü k dinler için ü ç bö lge tespit edip şö yle bir yol
tutanlar da vardır:
 Orta Doğ u veya Sami grubu: Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâ m.
 Hint grubu: Hinduizm, Budizm, Caynizm.
 Çin-Japon grubu: Konfü çyü sçü lü k, Taoizm ve Şintoizm.

Bunlar yanında dinin tipolojik, morfolojik, fenomenolojik ö zellikleri gö z ö nü nde tutularak yapılan
tasnifler de vardır.
 İlkel kabile dinleri ;gelişmiş hayat tarzına ulaşamamış kü çü k topluluklardır. İlkel kabile
dinlerinden kasdedilen bazılarının evrimi bu alana da aksettirip, dinî gelişmenin ilk basamağ ı
olarak dü şü ndü kleri animizm, totemizm, naturizm, fetişizm gibi aslında sadece bir "kü lt" olarak
dikkate alınabilecek, geçen yü zyılda ileri sü rü lmü ş ve artık yıpranmış nazariyeler değ il; Nuer
Dini, Ga Dini, Dinka Dini, Ainu Dini, Maori Dini gibi ilkel kabile dinleridir. İlkel kabile dinleri iyi
incelendiği takdirde “Yüce Tanrı inancını” muhafaza ettikleri görülecektir. Bu da insanlığın
bidayetinde Yüce Tanrı inancının var olduğu tezini haklı çıkarmaktadır .
 Millî dinler ;Umumiyetle bir kurucusu sö z konusu olmayan geleneksel yapıdaki dinlerdir. Bü tü n
eski milletlerin dinleri, genellikle millî dinlerdir. Sadece bir ü lke ve bir millete mahsus olan bu
dinlerin mensupları ortak bir kurtuluş ve mutluluk prensibi içindedirler; dinlerini başka
milletlere tanıtmazlar, zorla kabul ettirmezler, hatta bazen saklı tutarlar. Gü nü mü zde de
yaşamakta olan millî dinlere Hinduizm, Caynizm, Sihizm, Parsilik, Şintoizm, Konfü çyü sçü lü k,
Taoizm, Şintoizm, Sabîlik, Zerdü ştîlik/Mazdeizm ve Geleneksel Tü rk Dini misal olarak verilebilir.
 Evrensel dinler; bir millete bağlı kalmayan, millî sınırları aşıp bir dünya dini hâline gelen dinlerdir.
Bu dinlerde fert ö n plandadır ve ferdin şahsî tecrü besi esastır. Bö yle olunca evrensel dinler,
çağ rılarını belli bir millete, halka, toplumsal tabakaya veya kü ltü rel çevreye değ il, bü tü n
insanlığ a yö neltmekte; bu bakımdan da onlar, yayılmacı bir karakter arz etmektedirler. Budizm,
Zerdü ştîlik, Manilik, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâ miyet evrensel dinler kategorisinde
değ erlendirilebilir.
Türklerde İslâmiyet Öncesi Din Ve İnanç Sistemleri
Tü rklerin geleneksel dinî inançlarında iki anlayış var olmuştur. Bunlardan biri, "şamanizm", “totemizm”
ve “politeizm”e ait unsurlara da yer veren Halk Dini; diğ eri, Şamanizm ve Totemizm karşıtı olan, Tek
Tanrıcılığ ı merkeze alan Devlet Dini’dir. Bu iki koldan birisi aşiret, diğ eri ise bü yü k devletlerin hayat
şartları altında gelişme gö stermiştir. Geçmişte Tü rk boyları arasında paylaşılan, bugü n Altay-Sibirya
Tü rkleri (Yakutlar, Tuvalar, Hakaslar, Şorlar, Altaylar) arasında da varlığ ını sü rdü ren Geleneksel Tü rk
Dini inançlarına Tü rklerin millî inançları demek de mü mkü ndü r. Bu millî inançlar yabancı dinlerden ve
kü ltü rlerden etkilendiğ i gibi, başka din ve kü ltü rleri de etkilemiştir. Bu noktadan hareketle Türklerin
İslâmiyet’ten önceki dinî tarihlerine “Geleneksel Türk Dini” diyebileceğimiz bir din anlayışının hâkim
olduğunu söyleyebiliriz.
Geleneksel Türk Dini: Gök Tanrı İnancı
Geleneksel Tü rk Dini’nin inanç esasları, tek bir Tanrı ve onun iradesinin herşeyi kuşattığ ı inancı
etrafında oluşmaktadır. Tü rkler, İslâ m dini dışında bazı dinlere girmiş olsalar da çoğ unluk “Gö k-Tanrı”
veya “Bir Tanrı” inancını ve ona bağ lı esasları korumuş ve devam ettirmişlerdir.
Dinî itikat olarak varlığ ının MÖ . V. yü zyıla kadar indiğ i sö ylenen Kö k Tengri’nin Asya Hunları arasında
bile tek bir ulu varlığ ı temsil ettiğ i kayıtlıdır. Gö kyü zü ndeki tabiat varlıklarının bü yü k rol oynadığ ı eski
halk dinlerinde gü neş, ay ve yıldızların tanrı olarak tanınmalarına karşılık, Tü rkler gö ğ ü bü tü n olarak
sembolleştirmişler ve Kö k Tengri itikadı ortaya çıkmıştır. Hunlar, Gö ktü rkler, Uygurlar gibi Tü rk
devletlerinde, Tü rk boylarının hemen hepsinde dinin merkezinde Gö k Tanrı inancı bulunmaktadır.
Tü rk lehçelerinde Tanrı: "Tengri", "Tangara", "Tingir", “Tangrı”, “Ture” "Gö k Tengirisi" ve bunlardan
tü reyen kelimelerle ifade edilmiştir. Gö k Tengri terimindeki Gö k'ü n, Tanrı'nın sıfatı olarak, "Yü ce"
anlamında kullanıldığ ı kabul edilmiştir. Tü rkçenin aslî kelimesi olan Tanrı’ya yazılı kayıt olarak, en eski
MÖ . III. yü zyılda rastlanmaktadır. Tanrı kelimesi yerine Oğuzlar “çalap” terimini kullanmışlardır. Eski
Tü rkçede “gö k” (sema) ve “en bü yü k yaratıcı” mefhumları tek bir kelimeyle ifade edilmiştir. İslâ m dinini
kabul eden Tü rkler ise “gö k” kelimesini “sema”, “tengri” kelimesini de “Allah” mefhumuna tahsis
etmişlerdir.
Orhun Kitabeleri'nde sıkça zikredilen "Tengri", bazen "Tü rk Tengrisi" şeklini almakta ve bir millî tanrı
niteliğ i taşımaktadır. Bu kitabelerdeki ifadelerde Tü rklerin inandığ ı Tanrı tektir, gö ktedir, ezelî ve
ebedîdir, eşi ve benzeri olmayandır, hayat verendir, yaratandır, ö ldü rendir, iradesine gö re hü kmedendir,
yardım edendir, cezalandırandır, kulun duasını kabul edendir, esirgeyen ve bağ ışlayandır, herşeyi en iyi
bilendir, insanlara bilgi veren ve yol gö sterendir. Tü rk kü ltü rü nde din ile gerçek hayat her zaman için
yanyana olmuş, bö ylece onlar bü tü n bu yü ce vasıfları atfettikleri "Tanrı"ya ve onun isteklerine uymada
bü yü k hassasiyet gö stermiştir .
Gü nü mü zde dü nyada mevcut bü tü n Tü rk boylarının % 98'inin dini hâ line gelmiş İslâ m'ın bu şekilde
kabulü , onların "Tek Tanrı"lı bir inancı devam ettirmelerine ve “Geleneksel Tü rk Dini” ile İslâ m arasında
bü yü k benzerliklerin olmasına bağ lanmıştır.
Gö k Tanrı Dini gü nü mü zde hâ lâ (Saha (Yakut), Altay, vb.) bazı Tü rk topluluklarında “Kamlık” adıyla
yaşatılmaktadır.
 Totemizm (Totemcilik): Totemizm kısaca, insanla hayvan ya da bitki gibi doğ al nesneler arasında
bir akrabalık ilişkisi ya da gizemli bir bağ bulunduğ u inancına dayanan dü şü nce ve davranış
sistemidir. Bu sistemde genel olarak, totem hayvan ya da bitkiyle topluluk ü yesi arasında bir
akrabalık ilişkisi kurulur ve ata ruhlarının bu hayvan ve ö zellikle bitki totemlerde eşleştiğ ine
inanılır.
 Şamanizm: Şamanizm’in, bü yü ye dayalı bir kabile dini olma ö zelliğ i taşıdığ ı sö ylense de aslında o
tam olarak dinî fenomeni ifade etmemektedir. Şamanizm, trans durumuna geçebilme
yeteneğindeki kimselerin, doğaüstü varlıklarla ilişki kurarak onların güçlerine sahip olmalarından,
bu güçleri toplum adına kullanmalarından ve bu amaçla yapılan dinsel-büyüsel pratik ve
törenlerden oluşan bir vecd ve trans tekniğidir.
 Animizm (Canlıcılık, Ruhçuluk): Animizm kısaca, ö lenlerin ruhlarının dü nyadan ayrılmadıkları,
ağ açlarda, bitkilerde ve giderek tü m doğ ada dolaştıkları ve bö ylece tü m doğ anın canlı olduğ u
algısından ibarettir. Psikolojik olaylarda olduğ u gibi hayatla ilgili olayları da bir ruhun
yö nettiğ ine inanılan bu sistemde insanlar; hayvanlar, bitkiler, kayalar, dağ lar, ırmaklar, yıldızlar
gibi çevrelerinde bulunan her şeyin bir ruhu olduğ una inanmışlardır.
Geleneksel Türk Dini’nde Kültler
Kült, yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve onlara tapınma anlamına
gelmektedir. Bu saygı ve tapınış, duası, kurbanı, dinsel tö reni olan belli ritü elleri gerektirmektedir.
Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, dağ , su, ateş, kü lt olarak kullanılmıştır. Kü ltü
uygulayan, topluluğ u yö neten bir başkan vardır. Kü ltü n uygulandığ ı bayram ve tö ren için belli zamanlar
seçilmekte, kü lt araçları bulundurulmaktadır.
 Tabiat kültü: Dinî tarihleri içerisinde çok eski dö nemlerden itibaren, tabiatın Tanrı tarafından
yaratıldığ ını kabul eden Tü rkler, tabiatta mevcut dağ , ağ aç, su, kaya vb. varlıkların birer ruhunun
bulunduğ unu tasavvur etmiş ve onlara kutsallık atfetmişlerdir.
Tabiatla ilgili kültler Türk yazıtlarında, “yer-su” adı altında toplanmıştır. Yer-su, yeryü zü nde yaşayan
Tanrı tarafından gö nderilmiş koruyucu iyi ruhların bü tü nü dü r. Tü rklerde yer-su ile ifade edilen kutsallık,
giderek bir yurt inancı hâ line dö nü şmü ştü r. Yer-su ruhlarının en ö nemli temsilcisi, dağ lardır. Orta
Asya’da eski Tü rklerin yaşadıkları çeşitli bö lgelerde dağ kü ltü ne mutlaka rastlandığ ı gö rü lmektedir
Dağ lar sadece, içinde var olduğ una inanılan ruhtan dolayı kutlu sayılmamış, yer altı ve yer ü stü unsurları
bü yü klü ğ ü yle birleştiren mitolojik bir varlık olarak da algılanmıştır.Türklerde dağ kültü, Gök Tanrı'ya
ibadetle ilgili hâle gelmiş ve Tengri'nin makamı olduğuna inanıldığı için her boyun bir kutsal dağı olmuştur.
Mukaddes kabul edilen dağ lara, yılın belirli zamanlarında, ziyaret yapılmış ve oralarda kurbanlar
sunulmuştur. Geleneksel Türk Dini içerisinde, tabiat kültlerine inanç çerçevesinde ilkel toplulukların orman
ürünleriyle, avcılıkla geçindikleri dönemin kalıntısı olan orman ve ağaç kültü de önemli bir yer tutmaktadır.
Türkler arasında önemli kültlerden biri de su ve ateştir. Orhun Yazıtları’nda kutsal su kaynaklarından sö z
edilmektedir. Su, yetiştiricidir, saf ve temizdir. Suyun bolluğ u, bilgeliğ in, akıllılığ ın ve gü cü n sembolü dü r.
Bu nedenle suların kirletilmesinden kaçınılır. Çağ ataylarda gü ndü z vakti, akan suya girmek yasaktır .
Ateş, en büyük temizleyicidir. Altaylılar ve Yakutlar ateşteki bu kutsal ve temizleyici gü ç ya da ruha "ot izi"
adını vermektedirler. Temizliğ inden şü phe edilen şeyler, iki ateş arasından geçirilerek temizlenmektedir.
"Tü tsü leme" de bir temizleme işlemidir. Yine ateşin insanı kö tü lü klerden koruyan ö zelliğ i bulunduğ una
da inanılmış, ateşin alevinden çeşitli anlamlar çıkarılmıştır. Türklerde ateş kültünün, "aile ocağı kültü" ile
yakından ilgili oluşu da dikkate değerdi. Ocak, ailenin direğ idir ve "tabu" anlayışı ile korunmaktadır. Ocak
kutsaldır, ocağ ı sö ndü rmek ve kü llerini dağ ıtmak ırkın yok olmasının sebebidir. Bundan dolayı ateşe su
dö kü lmesi, yanan ateşin sö ndü rü lmesi iyi gö rü lmemiştir.
Tü rklerde kâ inat, gö k ve yer gibi, iki dü zlemin kompozesi şeklinde tasvir edilmiş; gö kle yerin,
başlangıçta, yanyana bulunduğ una ve gö ğ ü n yedi basamağ ı olduğ una, ayın safhalarının uğ urlu ve
uğ ursuz olduğ una inanılmıştır .
 Atalar kültü: Geleneksel Tü rk inanışları arasında ö nemli bir yer tutan "atalar kü ltü ", ö lmü ş
ataları tazim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve â detidir. Ö len ataların ve ö zellikle babaların
ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kö tü lü klerinin dokunabileceğ i inancı, onlara karşı
duyulan minnet duygusu, atalar kü ltü nü n temelini oluşturmaktadır. Ataerkil ailede baba
hâ kimiyetinin inanç sahasındaki belirtisi sayılan bu kü ltte ataların, ö ldü kten sonra dahi ruhları
vasıtasıyla aile fertlerini korumaya devam ettiğ ine inanılmaktadır. Bu amaçla ataların figü r ve
maskeleri yapılmış, adlarına bayram ve tö renler dü zenlenmiştir. Diğ er taraftan atalar, dinsel ve
toplumsal buyrukların, gelenek ve gö reneklerin koruyucuları olarak kabul edilmişlerdir . Atalar
kü ltü , Tü rk topluluklarından Hunlar, eski çağ larda Orta Asya Tü rklerinde ve Gö ktü rklerde de
gö rü lmektedir.
Türklerde Diğer Dinî İnançlar
 Ahiret inancı: Tü rklerde insanın Tanrı'nın tayin ettiğ i sü re dolunca ö lmek ü zere doğ duğ una ve sadece
Tanrı'nın ö lü msü z olduğ una inanılmaktadır. Yine ö bü r dü nyada ikinci bir hayatın varlığ ı, iyilik ve
kö tü lü klere dair hesabın verileceğ i, "mahşer gü nü ", hesapların gö rü lmesi için mahkeme kurulacağ ı ve
ruhların ebedî olduğ u kabul edilmektedir.
 Ölüm: Eski Tü rkçede “ruh, can” mâ nâ sına gelen “tin” kelimesi kullanılmıştır. Bu aynı zamanda “nefes”
demekti. Ö lü mü nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp uçması şeklinde tasavvur etmiş, bazen ö lü
yerine “uçmak” tabirini kullanmışlardır. Ö lü lerin kefenlenerek gö mü lmesi geleneğ i vardı. Ö ldü kten sonra
dirileceklerine inandıklarından, ö lü lerini atı, eşyaları ve silahıyla birlikte gö mmü şlerdir. Mezarlara
ö lü nü n sağ lığ ında ö ldü rdü ğ ü dü şman sayısı kadar “Balbal” adı verilen kü çü k heykeller dikmişlerdir.
İnanışa gö re, yeniden dirilecek kişi atıyla cennete gidecek ve ö ldü rdü ğ ü dü şmanlar sonraki yaşamında
ona hizmet edeceklerdir. Yine Tü rkler, ö len atalar için at, sığ ır ve davar kurban etmiş, ö lü leri için “Yuğ ”
adı verilen cenaze tö renleri yapmış, "ö lü aşı" denilen ziyafetler vermişlerdir.
 Cennet ve cehennem inancı: Türkler cennete “uçmağ”, cehenneme ise “tamu” demiş, iyi ruhların cennete,
kötü ruhların cehenneme gideceğine inanmışlardır. Cennetin, gö ğ ü n yü ksekçe bir katında olduğ una, iyi
ruhların cennette ikamet ettiklerine inanan Tü rkler, ö lü ye kesilen kurbanları "ö lü nü n cennete giderken
bineceğ i hayvanlar" olarak kabul etmişlerdir.
 Melek inancı: Türklerde insanın yanında iki melek bulunduğu inancı vardır. Bunların ikisi de bü tü n hayatı
boyuncu insanı devamlı takip etmektedir. Sağ omuzun yanındaki Yayuçi, insanın iyi hareketlerini; sol
omzundaki Kö rmö s, kö tü işleri yazmaktadır. İnsanın ö lü mü nden sonraki hesabında Yayuçi ve Kö rmö s
şahitlik etmektedir.
 Kader: İslâ m'dan ö nce Tü rklerde gizli bir kuvvet şeklinde tasavvur edilen "kader" inancına da
rastlanmaktadır
Türklerde İbâdetler ve Gelenekler
Geleneksel Tü rk Dini’nde ibâ det karşılığ ında "alkış", "yü kü nme" ve "ö tü nme" gibi kelimeler
kullanılmıştır. Bu kelimeler, takdis, dua, ö vme, secde etme, dileme ve arzetme gibi anlamlara
gelmektedir. Tek Tanrı'ya inanan Tü rklerde ibâ det merkezi, Tanrı'dır ve onun rızasını kazanmak esastır.
Bunun yanında Tü rkler, atalara saygı duymuş ve onlarla bağ larını devam ettirecek dinî mahiyetli
uygulamaları devam ettirmiştir.
Tü rklerin gü nlü k muntazam ibâ detleri ve ibâ dethaneleri olduğ u konusu pek açık değ ildir. Ancak her
Tü rkü n ve Tü rk ailesinin şahsî ibâ deti olduğ u gibi, bizzat hakan tarafından yö netilen resmî ibâ detleri,
â yinleri de bulunmaktadır. Türkler dualarında Gök'e (Yüce Tanrı'ya) yönelmişlerdir. Mü şterek â yin ve
bayramlarında, kutsal yerlerde, kurbanlar sunarken, hakan tahta çıkarken, sefere çıkarken dualar
etmişlerdir. Tü rklerin ibâ detleri, belirli zamanlarda ve tesadü fî olaylar dolayısıyla yapılanlar şeklinde
olmak ü zere iki kısımdır. Belirli zamanlarda yapılanlar: İlkbahar, yaz ve sonbaharda yapılan â yin ve
tö renlerdir. Bunlar, resmî nitelikte yapılan bayramlardır. İkinci gruba giren â yinler ise kö tü ruhlara karşı
veya adak hayvanını başıboş bırakmak, kö tü ruhları kovmak ve yağ mur yağ dırmak amacıyla yapılmıştır.
Başıboş bırakılan hayvana “ıduk” denilmiştir. Iduk aslında salıverilen, gö nderilen (yani Allah için
salıverilen, Tanrı’ya gö nderilen) demek iken, Tü rklerin dinî dü şü ncelerinin olgunlaşması sonucu
"mü barek" ve "mukaddes" kavramlarını ifade etmiştir. Tü rklerin inançlarına gö re kö tü ruhlar, ö ldü kten
sonra yeraltına gider ve insanlara hastalık, ö lü m, fakirlik gibi belaların gelmesini sağ lar. Bunların
fenalıklarına uğ ramamak için insanın kö tü ruhları sayması, onlara baba ve reis demesi, bol bol kurban
(at, ö kü z, koyun) takdim etmesi gerekmektedir.
Ateşin herşeyi temizlediğ ine inanan Tü rkler, kö tü ruhları kovmada onu da kullanmışlardır. Başkurtlar ve
Kazaklar, bir yağ lı paçavrayı tutuşturup hastanın çevresinde "alas alas" diye dolaştırırlar. Buna
"alaslama" (Anadolu Tü rkçesinde "alazlama" şeklinde muhafaza edilmiştir) denilmektedir.
Tü rklerin meşhur â yinlerinden biri de yağ mur yağ dırmak, havayı istenilen şekle sokmak için yapılan
â yinlerdir. Bu â yinlerde ü zerinde "ism-i azam" duası yazılı olan bir taş kullanılır. Buna, "Yada Taşı" adı
verilir. İhtiyaç hâ linde bu yazılı taş ile Allah'a dua edilerek yağ mur yağ dırması beklenir. Fuat Kö prü lü ,
yağ mur taşı için, “Kolayca ufalanabilir, bü yü k bir kuş yumurtası kadar olup ü ç tü rlü dü r: Kırmızı
beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı yahut muhtelif renklerde. Şekli
hakkında muhtelif fikirler vardır.” demektedir.Tü rklerden bir isteğ i, bir dileğ i olanlar "saçı"
sunmuşlardır. Bü tü n Tü rk boylarında "kansız kurban" olarak kabul edilen “saçı”, her kavmin kendi
emeğ iyle kazandığ ı, kıymetli ve mü barek saydığ ı, nimetlerden biridir. Tü rkler, ö lü leri yıkamış ve
kefenlemişlerdir. Kefene, "esü k" veya "eşü k" denilmektedir. Ö lü yle beraber mezara, ö lü nü n bazı eşyaları,
silah malzemeleri de konulmuştur. Türklerde "yuğ" denilen cenaze âyinleri son derece önemlidir. Yuğ lar,
ö lenin mertebesine ve çeşitli yö relere gö re farklılık arzeder. Ö len için duyulan acı çeşitli şekillerde bazı
â yin ve tö renlerle ifade edilir. Tü rklerde yuğ tö renlerinin ö nemli bö lü mlerinden biri de ö lü nü n hatırasına
aş vermedir .
Türkler Ve Evrensel Dinler
 Budizm ;Buda tarafından kurulan ve MÖ . VI. yü zyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm, Orta Asya'ya,
Çin'e, sonra Kore ve Tibet'e kadar uzanmıştır. Batı Tü rkistan'da pek tutunamamış, Doğ u Tü rkistan'ın
yerleşik çevrelerinde kendine daha uygun muhitler elde etmiştir. Budist kü lliyeler Çin'e doğ ru uzanan
kervan yolları boyunca faaliyetlerini asırlarca sü rdü rmü şlerdir. "Vihara" denilen Budist manastırlarında
"Toyin" denilen Budist rahipler, bu dinin propagandalarını yapmışlardır , Budizm, bu propagandalarla
Asya ve Ö n Asya'ya doğ ru yayılırken, Batı Kırgızistan'da, daha sonra Doğ u Tü rkistan'da Tü rklerin bu
dinle tanıştıkları; Hunlar, Tabgaçlar, Gö ktü rkler, Karluklar ve Uygurların bazı boylarının sosyal ve siyasî
nedenlerle Budizm’in etki alanına girip onu kabul ettikleri gö rü lmektedir .Ancak Tü rkler aktiftir, bir
Tanrıya inanmakta ve ahiret hayatını kabul etmektedirler. Budizm, Tanrı anlayışını yansıtmamakta ve
ahiret hayatına ö nem vermemektedir. Dolayısıyla Budizm, Türklerin kendi dinî inançlarına, "töre"ye ve
karakterlerine aykırı olduğu için bu dinin tesiri daima sathî olmuştur. Onların daha sonra İslâ m'ı
benimsemelerinde Budizm'de gö ze çarpmayan, ancak hem eski Tü rklerde, hem de İslâ m'da bulunan
kuvvetli tek Tanrı inancı rol oynamıştır .Budizm, Orta Asya’da Tü rklerin arasında İslâ miyet ile rekabet
edememiş ve İslâ m dininin Tü rklerin arasında yayılmasına paralel olarak bazı izlerin dışında silinip
gitmiştir. Esasen Hindistan’dan Budizmi silenler de yine Tü rkler olmuştur Bugü n yalnızca Çin’de Sarı
Uygurların bir bö lü mü Buda dinine mensuptur.
 Zerdü ştîlik ;Zerdü şt tarafından eski İran dininin reforme edilmesi suretiyle oluşan ve İran'ın millî dini
olan Zerdü ştîlik, İran’dan kaçan veya ekonomik nedenlerle gelen Fars nü fus sebebiyle Tü rkistan’da
yayılmış, Orta Asya Tü rk kü ltü r ve sanatı ü zerinde de etkili olmuştur. Mesela Gö ktü rkler kendi tanrılarını
İran resim geleneğ ine gö re resmetmekteydiler . Gö ktü rk ve Hun devri kurganlarındaki (Tü rklerde
mezarlara verilen isim) kumaş ve eğ erler ü zerinde rastlanan cennet kuşu gibi Zerdü ştîliğ in de en ö nemli
sembolleri, Orta Asya’daki İranî etkileri gö stermektedir. Zerdü ştîlik’teki ateş kü ltü , İran kü ltü rü nde
tapınma objesidir. Tü rklerde ise ateş, temizleme aracıdır. Zerdü ştîliğ in etkileri İslâ miyet’in
yayılmasından sonra da az çok devam etmiş ve bu meyanda Şiiliğ e uygun bir ortam oluşmuştur .
 Maniheizm ;Pers İmparatorluğu içinde, Mani tarafından kurulduğu kabul edilen Mani dininin o güne dek
bilinen tüm dinî sistemlerin bir sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Çü nkü Maniheizm başta Hristiyanlık
olmak ü zere Mazdaizm, Zurvanizm, Budizm, Zerdü şt Dü alizmi, Babilonya folkloru, Budist ahlak ilkeleri
gibi unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde ö nde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve
kö tü nü n çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmacıları, Maniciliğ i bir tü r dinsel dü alizm (ikicilik)
olarak sınıflandırmışlardır. Mani, bü tü n cihana şamil bir din yaratmak istiyordu ve bunun için onu
muhtelif kavimlerin dinî fikirlerine ve teolojik ıstılahlarına uydurarak inşa etmeye çalışıyordu .Mani dini
en parlak dö nemini VIII. yü zyılda Uygur Devleti’nin millî dini olarak ilan edilmesi ile yaşamıştır. Uygur
kağ anı Bö ğ ü , 762 yılında Karabalgasun’da Maniheizm’i resmî din olarak ilan etmiştir. Mani dininin edebî
Uygur eserlerinin bir kısmında etkileri gö rü lmektedir.Bü yü k Uygur Kağ anlığ ı’nın yıkılmasından sonra
Koço Uygur Kağ anlığ ı’nda bir sü re varlığ ını sü rdü ren Mani dini, daha sonra tarih sahnesinden silinmiştir.
Akıncı ruhunu ö ldü ren, gnostik dü alizmi esas alan ve Tü rklerin ö zelliklerine aykırı olan Mani dini, Bö ğ ü
Kağ an'ın istemesine rağ men, Tü rklerin tamamının dini olamamış ve kabul edenler de uzun sü re
bağ lılıklarını devam ettirmemişlerdir.
 Hristiyanlık ;Tü rklerin, dinî tarihlerinde belli bir dö neminden itibaren temas ettikleri evrensel ve bü yü k
dinlerden biri de Hristiyanlık’tır. Tü rklerin Hristiyanlık’la olan temasları daha çok doğ u kiliseleri ile
olmuştur. Bu çerçevede Ortodoksluk birinci sırayı almaktadır. Bununla birlikte, Orta Asya sö z konusu
olduğ unda, Bizans Kilisesi değ il de Sasaniler dö neminde yakın takibe uğ rayan Nesturîler, ö nce İran'a
sığ ınmış, daha sonra Tü rklerin arasına girmişlerdir. Maveraü nnehir'e giren Hristiyanlık, Zerdü ştîlik’le
Budizm arasında yıllarca sü rü p giden mü cadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa
zamanda çevrede hâ kim bir din hâ line gelmiştir. Nesturî Hristiyanlar ö zellikle, Karluklar, Kırgızlar,
Uygurlar, Naymanlar, Kereitler ve Kumanların arasına da nü fuz etmeyi başarmışlardır. Nesturî
Hristiyanlar, Orta Asya'da Sü ryaniceden başka, Uygur Tü rkçesini de kullanmış, ö zellikle kitaplarını
Sü ryani alfabesi ile Uygurca yazmış, Sü ryaniceden birçok kitabı da Tü rkçeye çevirmişlerdir . Ortodoksluk
ve diğ er Hristiyan mezhepleri, Doğ u Avrupa'da Balkanlar'da, Anadolu'da, Rusya'da ve Sibirya'da
Tü rklerin arasına nü fuz etmeyi ve hatta kalıcı cemaatler oluşturmayı başarmıştır. Taşkent’te,
Semerkant’ta ve hatta bü tü n Tü rkistan’da Oğ uzlar arasında belli bir başarı elde etmiştir. Ancak
Hristiyanlık gö çebe Tü rkler arasına nü fuz edememiş ve İslâ miyet karşısında Budizm ve ö teki dinler gibi
Orta Asya’da başarısızlığ a uğ ramıştır .Hristiyanlık Balkanlar'a da erken dö nemlerden itibaren ulaşmış ve
IV. yü zyılda Trakya'da ö nemli bir yayılma gö stermiştir. Batıya yö nelen Peçenekler, Kıpçaklar ve Uzlar XI.
yü zyılın başlarından itibaren Hristiyan propagandasına maruz kalmışlardır. Ancak Hristiyanlığ a ve
ö zellikle de Ortodoksluğ a intisap eden bu Tü rk boyları birkaç istisna dışında genellikle sadece
Hristiyanlaşmakla kalmamış aynı zamanda onlar Tü rklü klerinden de uzaklaşmışlardır . Gü nü mü zde
Çuvaşlar, Moldovya’da yaşayan Gagavuz Tü rkleri ve Yunanistan’daki Karamanlılar, Ortodoks
Hristiyan’dır. Ayrıca Kuzey Irak Tü rkleri ile Saha (Yakut) Tü rkleri arasında da bazı kü çü k Hristiyan
topluluklar vardır. Fakat bunlar Hristiyanlardan farklı inanç ve ibâ detlere sahiptir. Gagavuzların kutsal
kitapları Tü rkçedir. Onlar, eski Tü rk kü ltü rü nü devam ettirmekte ve bu kü ltü rü Hristiyanlığ a hâ kim
kılmaktadırlar. Bunlardan başka, XVI. yü zyılda Rus hâ kimiyetine girmiş ve Rus Ortodoks misyonerleri
kanalıyla Hristiyanlaştırılmış Çuvaşlar vardır. Çuvaşlar da Gagavuzlar gibi Tü rk kü ltü rü ne ait bazı
ö zelliklerle İslâ m'a ait bazı terimleri yaşatmaktadırlar. Onlarda da Hristiyanlık yü zeysel kalmış ve
"Geleneksel Tü rk Dini inançları" canlılığ ını korumuştur.
 Musevîlik ;VIII. yü zyılda Yahudiliğ i tanıyan Hazar Tü rklerinden bir kısmı Yahudiliğ in Karaim mezhebine
bağ lanmışlardır. Ancak Musevîlik, Hazarların arasında, hakan ve çevresi veya en çok yö netici ve
aristokrat zü mreyle sınırlı kalmıştır. Bunlar da sadece Tevrat'la amel etmekte, Talmud'u kabul
etmemekte, kendilerini Yahudiler dışında gö rmekte ve Tü rk olduklarını vurgulamaktadırlar. Musevîlik,
Tü rklerin arasında sadece Hazarlarla sınırlı kalmamış; Hazar ve Karayların yanı sıra Kaliz, Kabar, Kıpçak
gibi bir kısım Tü rk boylarından da Musevî dinine girenler olmuştur . Musevîliğ e geçen Hazarlar, başka
dinlere geçen birçok Tü rklerde ö rneklerine rastladığ ımız gibi, İbrani yazısını kullanmışlar ancak
Tü rkçeyi de muhafaza etmişlerdir. Azerbaycan'daki Musevî kolonilerinin tarihi VII-X. yü zyıllara
uzanmaktadır. Azerbaycan'da "Dağ Yahudileri" adıyla bilinen bu Karaimlerin tarihi de muhtemelen
Hazar İmparatorluğ u'na bağ lanmaktadır. Bugü n Baltık Denizi ile Karadeniz arasındaki coğ rafî bö lgede
varlıklarını sü rdü ren Hazar Tü rklerine Litvanya, Polonya, Kırım ve Macaristan’da da rastlanmaktadır .
Tü rk boyları İslâ miyet hariç, diğ er dinlerin hiç birine hakanıyla ve halkıyla beraber iltifat etmemiştir.
Bü tü n gayretlere rağ men çok az bir kısım Budist olmuş, Hazarlardan çok az bir kısmı sadece Yahudiliğ in
Karaim mezhebini, Gagavuzlar ve Çuvaşlar da Hristiyanlığ ı din olarak benimsemişlerdir. Bu dine giren
Tü rklerin o dinlerle ilgili anlayışları hep kendilerine gö re olmuş ve bu durum, Tü rkleri o dinleri kabul
eden diğ er milletlerden/topluluklardan ayırmıştır. İslâ m dışındaki dinleri kabul eden Tü rk boylarının
toplamı genel Tü rk nü fusuna oranla % 2 civarındadır. Geri kalan bü yü k kitle Mü slü mandır.
Türklerin İslâm Dinine Yönelme Nedenleri
İlk planda geleneksel ve millî bir dine sahip olan ve daha sonra da dü nyanın evrensel karakterli bü yü k
dinleri ile temasa geçen Tü rkler, sonunda çok bü yü k bö lü mleri itibarıyla İslâ m dininde karar
kılmışlardır. Tü rk din tarihi içerisinde, belki de dü nyada bö ylesine zengin ve çeşitli dinî tecrü belerle
temasa geçmek imkâ nını elde etmiş başka bir millet mevcut değ ildir. Bu durumun, Tü rklerin arasında
hoşgö rü nü n, bir gelenek şeklinde Tü rk din tarihi ve kü ltü rü içerisinde ve hem de başka birçok toplumlar
ve kü ltü rlerde rastlanmayacak bir ö lçü de yer etmesinden kaynaklanmış olduğ u sö ylenebilir.
Pek çok din bilgini, dü şü nü r ve araştırmacı, Tü rklerin İslâ m dinini benimsemesi ve kabulü nde, din
â limlerinin ve sufilerin telkin ve tavsiyeleri, farklı siyasî, kü ltü rel ve ekonomik sebepler yanında şu
hususların etkili olduğ unu ifade etmişlerdir:
 İslâ m dininin ortaya koyduğ u esaslarla Tü rklerin inanç sistemleri arasındaki uyumun varlığ ı
 İslâ miyet’in kendi karakterlerine uygun dü şmesi
 İslâ miyet gibi Tü rklerin de geleneksel dinleri itibarıyla Tek Tanrı'ya (Gö k Tanrı) inanmaları
 Tü rklerin eski dinlerinin İslâ miyet gibi Tanrı'ya ibâ det konusuna yer vermesi
 İslâ miyet’te olduğ u gibi Tü rklerde de ruhun ö lmezliğ i ve ahiret inancının bulunması
 İslâ miyet’in ahlakî kaidelerinin eski Tü rklerin “alplik” anlayışına, adalet kavramının da eski Tü rk
tö resine uygunluğ u
 İslâ miyet’in cihat telakkisinin Tü rklerin fü tuhat ve cihan hâ kimiyeti gö rü şü ne benzeyişi

Türklerin İslâm Dinine Girmelerinin Sonuçları


Tü rklerin İslâ miyet’ten ö nce de kü ltü rleri, medeniyetleri ve dinleri mevcuttu. Eski Tü rk Dini, ö rf ve
â detleri, kü ltü rü ve medeniyetinden birçok unsur Tü rkler Mü slü man olduktan sonra da hayatiyetini
sü rdü rmü ş ve hâ lâ da sü rdü rmektedir. Bununla birlikte, değ işimler çok kö klü olmuş ve bir zaman,
İslâ mlık Tü rklü kle eş anlamlı bir hâ le gelmiştir. Bu anlamda, belki de Mü slü man milletlerin arasından,
kendini İslâ mlıkla bu ö lçü de bir tutan başka bir millet yok gibidir.
İslâ m dini, Tü rklerin İslâ miyet’i kabul etmesiyle birlikte giderek onların umumî ve â deta millî dinleri
hâ line gelmiştir. Nitekim İslâ m’ı kabul eden Tü rk boylarından hiçbiri, diğ er dinleri kabul eden Macarlar,
Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler gibi millî varlıklarını kaybetmemişlerdir. Diğ er bir ifade ile dü nyanın
çeşitli ü lkelerine dağ ılmış olan Tü rk Milleti, varlığ ını İslâ m dini sayesinde koruyabilmiştir. İslâ miyet’in
bu mü spet tesiri, devlet idaresinden sanata kadar toplumun her alanında kendisini gö stermiştir. Tü rkler,
İslâ m dinine girmekle, bir yandan Hristiyan dü nyası ö te yandan Çin tarafından asimile edilmek
tehlikesinden kurtulmuş; İslâ m dininden aldıkları değ erler sayesinde millî benliklerini muhafaza etmek
ve geliştirmek imkâ nını elde etmişlerdir. İslâ miyet’in kabulü , çoğ u gö çebe olan Tü rklere yeni bir ruh ve
kuvvet verirken, bir taraftan onların yerleşik hayata geçiş sü reçlerini hızlandırmış, diğ er yandan Asya
steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan sahalarda bü yü k ve uzun ö mü rlü devletlerin kurulmasına
sebep olmuştur.
Bu bağ lamda tarihî sü reci takip ettiğ imizde Tü rklerin İslâ m’la kazandıkları ve İslâ m’a kazandırdıkları
hususlardan bazılarını şö yle sıralayabiliriz:
 Tü rkler Mü slü man olduktan sonra Abbasiler ve diğ er İslâ m devletlerinde, askerlik ve
bü rokraside etkili olmuş ve ö nemli hizmetler yapmışlardır.
 İslâ m’a ve yayılmasına hizmet eden Volga Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve
Osmanlılar gibi gü çlü , bü yü k Tü rk-İslâ m devletleri kurmuşlardır.
 Tü rkler gerileme yoluna girmiş İslâ m tarihi ve kü ltü rü ne yeni bir enerji ve atılım getirmişler, ilk
fetih harekâ tı sonrası, uzun sü ren yeni bir fetih harekâ tına başlamışlardır.
 Mü slü man Tü rkler, gayr-i mü slim Tü rklerin Mü slü man olmasına sebep oldukları gibi, Orta
Asya’dan, Hindistan kıtasından, Afrika’dan ve Balkanlar’dan farklı milletlerin de İslâ mlaşmasına
vesile olmuşlardır.
 Tü rkler ö ncelikle Gazneli ve Selçuklu Devletleri ile Sü nni İslâ m dü nyasının sembolü olan Abbasi
hilâ fetini Şiiliğ e karşı koruma altına aldıkları gibi, 1258’den sonra da hilâ fete sahip çıkmışlar,
1516’da hilâ fet Osmanlılara geçmiştir. Bö ylece 634’te başlayan “Arap halifeler dö nemi” 1516’da
sona ermiş ve “Tü rk halifeler dö nemi” başlamıştır.
 Tü rkler, devletleriyle İslâ m dü nyasının lideri ve yö neticisi olmuşlardır. Nitekim İslâ m
dü nyasının “Mü slü man Arap devri” liderliğ i (622-1055) 450 yıl kadar sü rerken, Selçuklu Devleti
ordularının 1055’te Bağ dat’a girmesiyle “İslâ m tarihi ve medeniyetinde Tü rk devri” başlamış ve
bu dö nem 1920’lere kadar sü rmü ştü r.
 Tü rk-İslâ m devletleri İpek Yolu ve Baharat Yolu gibi ticaret yollarına hâ kim olmuş, Tü rk milletini
açık denizlere ulaştırmış, bö ylece İslâ m dü nyasının zenginleşmesi ve ilerlemesi yü z yıllarca
sü rmü ştü r.
 Tü rkler İslâ m dü nyası için bü yü k tehlikeler oluşturan Haçlı Seferleri, Moğ ol istilası ve Rafizî
tehditlerine karşı, bir kale, zırh ve set olmuşlardır.
 Tü rklerin Mü slü man olması, “fethedilemez” denilen İstanbul’un fethine sebep olmuş, Rumeli ve
Balkanlar asırlarca İslâ m yurdu hü viyetini korumuştur.
Sonuçta Tü rkler Mü slü man olmakla, bir taraftan kendi içlerinde ve diğ er İslâ m milletleriyle kü ltü r
birliğ ini kazanırken, diğ er yandan İslâ miyet de kü ltü r ve medeniyetine asırlarca hizmet edecek enerjik ve
gü çlü bir millet kazanmıştır.
İslamiyet’ten Önce Türklerde Eğitim-Öğretim
İslâ miyet’ten ö nce Tü rklerde eğ itim denilince Hunlar, Gö ktü rkler ve Uygurlarda eğ itim akla gelmektedir.
Eğ itim ve ö ğ retim genelde toplulukların yaşam şekillerinin etkisiyle biçimlenmiştir. Toplum, gö çebe ya da
yerleşik olma durumuna gö re birtakım eğ itim koşullarına sahip olmuştur.
Hunlar, bu dö nemdeki birçok topluluk gibi gö çebe yaşam sü rdü rmektedirler. Hunlardaki eğ itim yapısına
bakıldığ ında Tü rk Milleti’nin temel ö zelliklerinden birinin, yani savaşçılık eğ itiminin ö n plana çıktığ ı
gö rü lü r. Ayrıca bugü nkü ordularda kullanılan onlu sistem ilk olarak Hun imparatoru Mete tarafından
uygulanmıştır. Bu da savaş eğ itiminde Hunların ne kadar ilerlediğ inin bir kanıtı olmaktadır. Yine yaralı
askerlerin tedavisinin yapıldığ ı hastaneler daha sonra genele yayılarak bü tü n halkın sağ lığ ı ile ilgilenmiş
ve tıp eğ itiminin varlığ ını ortaya koymuştur.
Hunlarda dikkati çeken diğ er bir eğ itim çeşidi de meslekî eğ itimdir. Savaşçı ve gö çebe bir toplum olmanın
gereğ i olarak hayvan ü rü nlerinin işlenmesi, savaş araç gereçlerinin ve gü ndelik eşyaların yapılması
meslekî eğ itimi doğ urmuştur. Bu eğ itim usta çırak ilişkisi biçiminde belirmiştir. Hunlar, maden
işlemeciliğ inde de ilerlemişler ö zellikle demirin işlenmesinde ö n plana çıkmışlardır. Çeşitli el sanatları da
bu eğ itimin bir parçası olmuştur. Hunların tarımla uğ raştıkları Çin kaynaklarından elde edilen bilgiler
arasındadır. Altay bö lgesinde bulunan bir takım sulama kanallarının Hunlar tarafından yapıldığ ı
dü şü nü lmektedir. Bu kanalların ilmî bir şekilde yapılması bir tarım eğ itiminin var olduğ unu
gö stermektedir. Hunlar sadece savaşçılık yeteneklerini geliştirmekle kalmamışlar, diplomatik ilişkiler
geliştirmişler ve komşu devletlerle çeşitli yazışmalarda bulunmuşlardır. Bu da okuma yazmanın varlığ ına
işaret etmişse de henü z ö rgü n eğ itim kurumlarının, yani okulların varlığ ı tespit edilememiştir.
Hunlar aile kurumuna ö nem vermişler, kadın ve erkek eşit olarak ele alınmış ve bü yü k bir çocuk sevgisi
gö rü lmü ştü r. Dede Korkut Hikâ yeleri bu durumun en ö nemli tanığ ıdır. Çocuk ve gençlerin, eğ itimi
toplumun tö resi içinde ele alınmıştır.
Hunlarda dinî inanışlar bir nevi eğ itim aracı olmuştur. Din gö revlileri olan şaman ya da kam toplumda
sihirbaz, saz şairi, kâ tip, ö ğ retmen gö revi gö rmü ş ve yaygın eğ itimci durumuna gelmiştir.
Hun Devleti dağ ıldıktan sonra Göktürk Devleti ortaya çıkmıştır. Gö ktü rkler kısa sü rede geniş bir alana
yayılmışlardır. Gö ktü rklerin yaşam biçimi ve eğ itimleri Hunlarla paralellik gö stermektedir. Onlar da
Hunlar gibi gö çebe bir yaşam tarzı benimsemişlerdir. Gö ktü rkler, ikili devlet yö netimi sistemini
geliştirerek Tü rk toplumsal yaşamını bir iş bö lü mü hâ line getirmişlerdir. Bö ylece boyların başında
bulunan beyler devlet kademelerinde bir takım unvanlarla gö rev almış ve yetki paylaşımına gidilmiştir.
Yetki paylaşımını dü zenleyen vezirlik ve memuriyet gibi gö revler de çok yö nlü bir eğ itimi gerekli
kılmıştır. Gö ktü rklerin Tü rk eğ itim hayatına en bü yü k katkıları kuşkusuz Gö ktü rk Kitabeleri ile olmuştur.
Tü rklere ait en eski yazılı belgeler VII. yü zyıla tarihlenen Yenisey Irmağ ı’ndaki Kırgız mezar taşlarıdır.
Gö ktü rk Kitabeleri ise tarihi bilinen en eski yazılı belgelerdir. VIII. yü zyıla ait bu kitabeler, Vezir
Tonyukuk, Kö l Tigin ve Bilge Kağ an adına dikilmiştir. Bu belgelerle Tü rk Milleti’nin, eğ itimin varlığ ının
gö stergesi olan yazıyı kullandığ ı ortaya çıkmıştır. Kitabelerde Tü rk Milleti’ne ö ğ ü tler verilmekte, tarihten
ders çıkarması gerektiğ i hatırlatılmaktadır. Burada Tü rklerin bilime ve bilgiye verdikleri ö nem ortaya
konulmakta, adı gibi kendisi de bilge olan hü kü mdar, halkının eğ itimcisi olarak davranmakta ve bir
hü kü mdarın ilk vazifelerinden birinin halkı eğ itmek olduğ unu gö stermektedir. Gö ktü rk yazısına mezar
taşları, sabit kayalar, ağ aç ve kemikler, gü ndelik eşyalar ü zerinde de rastlanmıştır. Gö ktü rkler, tarımla
uğ raşmıştır. Tarımla uğ raşmak bü yü k bir tecrü be gerektirdiğ inden, mevsim ve coğ rafya bilgisinin
kuşaklar arasında aktarımı da ancak eğ itim yoluyla gerçekleşebilecektir.
Gö ktü rk Devleti’nin 745 yılında yıkılmasıyla Uygur Devleti ortaya çıkmıştır. “Uygar” sö zcü ğ ü nü n tü retilen
Uygurlar, kentler kurup yerleşik yaşama geçmişlerdir. Tarım, el sanatları ve ticaret daha da
yaygınlaşmıştır. Uygurlar, diğ er topluluklara gö re başka kü ltü rlere daha fazla açılmışlar, Maniheizm ve
Budizm gibi dinleri kabul etmişlerdir. Bu dinlerin kutsal kitaplarına gereksinim onların kendilerine ö zgü
Uygur alfabesini ortaya çıkarmalarına neden olmuştur. Bu alfabeyle sanat, din ve edebiyat alanında
eserler vermişlerdir. Tahta oymacılığ ı, deri ve maden işçiliğ i, kâ ğ ıt, ipek, mimarî, mü zik gibi alanlar, zorlu
eğ itim sü reçleri sonunda ortaya koydukları sanatlardır. Uygurlarla birlikte bilgi daha da genişlemiştir.
Uygurlar, bilgi ve eğ itimdeki gü çleriyle devlet yıkıldıktan sonra bile ö nde gelen devletlerde kâ tiplik,
bü rokratlık, tercü manlık, danışmanlık, ö ğ retmenlik, kü ltü r elçiliğ i gibi gö revler almışlardır. Bu da
eğ itimin ve bilginin Uygurlar arasında değ erinin korunduğ una işaret etmektedir.
İslâ miyet’ten ö nce ortaya çıkan destanlarda toplumun nasıl bir insan yetiştirmek istediğ i
kavranmaktadır. Hunlara ait Oğuz Kağan, Göktürklere ait Ergenekon ve Bozkurt, Uygurlara ait Göç ve
Türeyiş Destanı yaygın eğ itim aracı olarak kullanılmış ve etkisi yü zyıllar boyu devam etmiştir.
Genel olarak bu dö nem eğ itimine baktığ ımızda yazı, okuma-yazma, devlet adamı yetiştirme, savaşçılık,
savaş araç ve gereçlerinin yapımı, hayvancılık ve el sanatları, toplumsal yaşam kuralları ve din ö n plana
çıkmaktadır. Bu dö nemde her ne kadar ö rgü n eğ itim kurumlarından bahsedilmese de yazının varlığ ı ve
yazıyla edebî eserlerin ortaya konması bö yle bir kurumun varlığ ını gerektirmektedir.
İslamiyet’ten Sonra Türklerde Eğitim ve Öğretim
Selçuklularda Eğitim ve Öğretim
İslâ miyet, 751 Talas Savaşı’ndan sonra Tü rkler arasında yayılmaya başlamıştır. İslâ miyet’le birlikte
Tü rkler farklı bir yaşam, eğitim ve kültür ortamına geçmişlerdir. Tü rkler, İslâ miyet’in eğ itime, bilime ve
bilgiye verdiğ i ö nemi gö rmü şler, bu ö zellikler de onların yeni dini benimsemelerinde ö nemli bir unsur
olmuştur. Tü rklerin İslâ miyet’i kabul etmesinden sonra eğ itim, daha bü yü k bir ö nem kazanmıştır.
Hicretten sonra Hz. Muhammed, Medine’de bir mescit yaptırmış ve bunun bir kısmını eğ itim ve ö ğ retime
ayırmıştır. Bö ylece câ mi içi ve dışı eğ itim mü esseselerinin modeli ortaya çıkmıştır. Fakat bu dö nemde
“medrese” kelimesi kullanılmamaktaydı. Bu kelime ilk olarak IX. asırda kullanılmaya başlanmış ve “ders
gö rü len yer” anlamında “deraseden” tü retilmiştir. Medreseler Karahanlılar, Sâ manoğ ulları ve Gazneliler
ile birlikte ö nemli bir eğ itim kurumu olarak belirmeye başlamıştır. Maveraü nnehir ve Horasan bö lgeleri
medresenin ilk çıkış noktası olmuştur. Bu bö lgelerde medreselerin açılış sebepleri arasında İslâm dinini
yaymak, Sünni-Şii çatışmasında Sünni akaidi desteklemek olduğu gibi Uygur Türklerine ait Budist
Viharaların (külliyelerin) varlığının da olabileceğ i ifade edilmiştir.
Selçukluların kurulmasıyla birlikte medreseler için yeni bir dö nem başlamıştır. İlk Selçuklu medresesi,
Tuğ rul Bey tarafından 1040 yılında Nişabur’da açılmıştır. Medrese denince akla gelen Nizamiye
Medreseleri ise ilk olarak ü nlü vezir Nizamülmülk tarafından Alparslan’ın hü kü mdarlığ ı zamanında 1067
yılında Bağ dat’ta kurulmuştur. Bu medreseyi İsfahan, Rey, Merv, Belh, Herat, Basra ve Musul gibi
şehirlerde kurulan medreseler takip etmiştir.Nizamü lmü lk bu okulları sistemli hâ le getirmiş ve bir
teşkilat kazandırmıştır. Bö ylece medreseler, vakıflar aracılığ ıyla finanse edilmiş, eğ itim ve ö ğ retim
kadrosuna maaş, ö ğ rencilerine parasız eğ itim, burs ve kalacak yer sağ lamıştır. Bu durum da eğ itimi bir
ayrıcalık olmaktan çıkarmış ve herkesin yararlanabileceğ i bir hak hâ line gelmiştir. Nizamiye
Medreseleri’nde Gazalî, Ebu İshak gibi ü nlü mü derrisler gö rev yapmıştır. Ö ğ retim programında din,
hukuk, dil, edebiyat, felsefe ve pozitif bilimler yer almıştır. Bü yü k Selçuklu Devleti’nin zayıflamasıyla
birlikte bu kurum da gü cü nü kaybetmeye başlamıştır.
Selçuklularda ilkö ğ retim dü zeyinde de okullar mevcuttur. Bu okullara kü ttap ya da mektep adı
verilmektedir. Okuma-yazma ö ğ retimi, temel dinî bilgilerin verilmesi, Kur’an eğ itimi bu okulların
amacını oluşturmaktadır. Bunun dışında evlerde ö zel hocalar tutularak eğ itim yapılmaktadır.
Selçuklularda eğ itim konusunda atabeyliği ve ahilik teşkilatını da belirtmek gerekmektedir. Atabey,
şehzadeyi eğ iterek ö nemli bir eğ itimci kimliğ i kazanmıştır. Ahiler ise Osmanlılara kadar uzanan
teşkilatlarıyla yaygın eğ itim kurumlarının ö nde gelenlerinden olmuştur.
Osmanlılarda Eğitim ve Öğretim (Medreseler ve Osmanlı Eğitim Öğretiminde Yapılan Yenilikler)
Osmanlılarda eğ itim kurumları Selçukluların devamı niteliğ indedir. Osmanlı klasik eğ itim kurumlarını
sıbyan mektepleri, medreseler ve Enderun oluşturmaktadır. Bunun dışında birçok kurum da okul ö zelliğ i
gö stermiştir. Bâ b-ı Â lî’deki kalemler kâ tipler için, Acemioğ lanlar Ocağ ı askerler için bir okul
niteliğ indedir. Câ miler, tekkeler, zâ viye ve dergâ hlar, kü tü phaneler, sahaflar, ö nemli adamların ve
bilginlerin evleri, kahvehaneler yaygın eğ itimin gö rü ldü ğ ü yerler olmuştur.
Osmanlılarda, ilkö ğ retim seviyesindeki okullara genel olarak sıbyan mektebi adı verilmiştir. Bunun
dışında dâ rü ttalim, mektep, taş mektep, mahalle mektebi, mektephane gibi isimlerle de anılmıştır. Bu
okullardaki amaç bir çocuğa okuma yazma ve İslâm dininin kurallarını öğretmek, Kur’an-ı Kerim’i
ezberletmekti. Bu mekteplere bakıldığ ında genel olarak câ milerin yanında, kü lliyelerin içerisinde veya
mü stakil yapı olarak kurulduğ u gö rü lü r. Çoğ unlukla tek katlı ve tek odalı taş binalardır. Mekteplerin
maliyet veya mekâ n açısından fazla bir kü lfeti olmadığ ından her köy, mahalle ve semtte açılmıştır.
Giderleri vakıflar ya da halk tarafından karşılanmıştır. Beş-altı yaşındaki kız veya erkek çocuklar bu
okullarda eğ itim almıştır. Kız-erkek karma eğitim yapılabildiğ i gibi, sadece kızlara ya da erkek çocuklara
mahsus sıbyan mektepleri de mevcuttur. Çocuklar mektebe “â min alayı” ya da “bed’i besmele” adı verilen
ö zel bir tö renle başlatılırdı. Bu tö ren ailelerin maddi gü cü ne gö re dü zenlenirdi. Bö ylece çocukta okula
karşı bir sevgi geliştirilmek istenmiştir. Ortalama eğ itim sü resi dö rt yıldır. Bu mekteplerin hocasına
muallim, yardımcısına da kalfa veya halife denilmiştir. Buradaki hocalar medrese eğ itimi gö rmü ş veya
okuma yazma bilen imam, mü ezzin, kayyum vb. kişilerden seçilebilirdi.
Fatih Sultan Mehmed, Eyü p ve Ayasofya Medreseleri’nde sıbyan mektebi muallimi olacak ö ğ renciler için,
genel medrese derslerinden farklı bir program çizmiş ve â dâ b-ı mubahese ve usû l-ı tedris (tartışma
kuralları ve ö ğ retim yö ntemleri) adında bir derse yer vermişti. Bö yle bir dersin mü fredatta yer alması
bulunduğ u çağ ve sonraki zamanlar için çok ö nemli bir yenilik olmuştur. Maalesef daha sonra bu
program bırakılarak, muallimler medreselerde biraz okumuş ya da kendi kendine okuma yazma
ö ğ renmiş kişilerden seçilmiştir. 1824 yılına gelindiğ inde II. Mahmud tarafından yayınlanan Ta’lîm-i
Sıbyan isimli fermanla ilkö ğ retimin zorunluluğ u kabul edilmiştir. Fermanda çocukların ergenlik çağ ına
gelmeden bu mekteplere gö nderilmeleri şart koşulmuş, çocukların okula gitmeden ö nce işe
verilmemeleri, esnafın da bu çocukları çırak kabul etmemeleri istenmiştir. Yalnız bu ferman çeşitli
zorluklardan İstanbul dışına çıkamamıştır. Tanzimat Fermanı’ndan sonra başlayan yeni dö nem, sıbyan
mekteplerinde ıslahat konularını sık sık gü ndeme getirmiştir. 1869 tarihli Maarif-i Umumiye
Nizamnâ mesi ü lkedeki diğ er okulları dü zenlediğ i gibi sıbyan mekteplerini de ele almıştır. Bu
nizamnâ meye gö re yeni usû l ü zerine eğ itim yapan okulların açılması için 1870 yılında teşebbü se
geçilmiş ve 1872 yılında İstanbul’da Nuruosmaniye Câ misi içinde bulunan binada ibtidaî okul açılmıştır.
Bö ylece ilkö ğ retimde eski usû l ü zere eğ itim yapan sıbyan mektepleri ve yeni usû l ü zere eğ itim veren
ibtidaî mektepler ikiliğ i başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ibtidaî ismi giderek yaygınlaşmıştır. 1913
yılında ise ibtidaî mektepler rü şdiyelerle birleştirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin bir diğ er klasik eğ itim kurumu medreselerdir. İlk Osmanlı medresesi, Orhan Bey
tarafından 1330 yılında İznik’te açılmıştır. Bu medresenin ilk mü derrisi de Davud Kayserî olmuştur.
Orhan Bey ikinci medresesini Bursa’da açmıştır. Daha sonra çeşitli Osmanlı padişahları Bursa ve
Edirne’de medreseler yaptırmışlardır. Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’da Sahn-ı Seman ve
Tetimme Medreseleri yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içindeki medreseler yeni bir teşkilata
kavuşmuştur. Sahn-ı Seman Medreseleri sekiz yüksek düzeydeki medreseden oluşmaktadır. Tetimme
Medreseleri de sekiz orta düzeydeki medreseden oluşmakta ve Sahn-ı Seman’a ö ğ renci hazırlamaktadır.
Sahn-ı Seman ve Tetimme Medreseleri muallimhane, kü tü phane, imaret ve aşevi, iki hamam, Dâ rü şşifa ve
misafirhaneler ile birlikte Fatih Külliyesi’ni oluşturmuştur. Kanunî Sultan Sü leyman’ın yaptırdığ ı
Süleymaniye Medreseleri ile Osmanlı medrese sistemi en yüksek noktaya ulaşmıştır. Sü leymaniye Kü lliyesi
içindeki bu medreseler dö rt genel medrese, bir tıp medresesi, dâ rü şşifa ile dâ rü lhadisten meydana
gelmiştir. Medrese hocalarına müderris ve yardımcısına da muid adı verilmiştir. Genelde bir medresede
bir mü derris bulunmaktadır. Selçuklu medreselerinde olduğ u gibi Osmanlı medreselerinin de giderleri
vakıflar aracılığ ıyla karşılanmıştır. Vakıflar ö ğ rencilere kalacak yer, yemek ve burs gibi imkâ nlar
sağ lamıştır. Medreselerde başlangıçta pozitif bilimler okutulmuşsa da sonraları daha çok tefsir, fıkıh,
hadis, kelam gibi dinî bilimlere yer vermişlerdir.
Başlangıçta iyi işleyen bu medrese sisteminde XVI. yü zyılın sonlarına doğ ru devletin diğ er kurumlarında
olduğ u gibi bozulmalar meydana gelmiştir. Bunun sebepleri olarak dö nemin â limleri, mülazemet
usûlünün bozulması (müderrisliğe atanma yönteminin bozulması), öğretim yöntemlerinin bozulması,
öğrencilerin ve müderrislerin disiplinin bozulması ve pozitif bilimlerden uzaklaşmak olarakgö stermişlerdir.
Ö zellikle bilenle bilmeyenlerin bir tutulmaması ve adam kayırmanın ö nü ne geçilmesi istenmiştir. Yıkılışa
kadar medreselerin ıslahı için bir takım çalışmalar yapılmıştır. 1914 yılına gelindiğ inde ise Islah-ı
Medaris Nizamnâ mesi yayınlanmış ve bununla İstanbul medreseleri, Dâ rü ’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi
adıyla birleştirilmiştir. Klasik eğ itim kurumlarının sonuncusu Enderun Mektebi’dir. Bu mektep, gayr-i
mü slim halk arasından seçilen yetenekli ve zeki çocukların devşirme yöntemi kullanılarak asker ve
gü venilir devlet adamı yetiştirildiğ i bir eğ itim kurumudur. Ü stü n zekâ lı ve yetenekli çocuklara eğ itim
verdiğ inden ö zel okul niteliğ i de taşımaktadır. Mektebin tam olarak ne zaman kurulduğ u netlik
kazanmamışsa da genel eğ ilim II. Murad dö neminde açıldığ ı, Fatih Sultan Mehmed dö neminde de gerçek
anlamda teşkilata kavuştuğ u şeklinde olmuştur. Bir çocuk Enderun’a gelene kadar bir takım aşamalardan
geçmektedir. Devşirilen bir çocuk Mü slü man ailenin yanına verilerek Türk-İslâm kültürü ö ğ retilir, oradan
Edirne, Galatasaray, İbrahim Paşa Sarayları’nda dersler alırdı. Bunlara “acemioğ lan” ismi verilirdi.
Acemioğ lanlar burada eğ itim gö rdü kten sonra “çıkma” adıyla askerî birliklere gö nderilirdi. Bunların
arasında ü stü n yetenekliler mevcutsa Enderun’a yü ksek eğ itim için seçilirdi. Daha sonraki dö nemlerde
okula Mü slü man ö ğ rencilerin alındığ ı gö rü lmü ştü r. Bu mektepte eğ itim çeşitli hizmetlerin öğretilmesi,
kuramsal olarak ders yapılması, beden ve sanat eğitimi şeklindedir. Kur’an, ilmihal, tecvid, tefsir, miras
hukuku, şiir, mü zik, matematik, coğ rafya, kelam, mantık, felsefe gibi dersler okutulmuştur. Mektep
giderek ö nemini kaybetmiş ve 1909 yılında kapatılmıştır. Osmanlı’da devletin organlarında bozulmalar
fark edilince ıslahat hareketleri başlamıştır. Bu ıslahat hareketlerinden eğ itim kurumları da nasibini
alacaktır. Başlangıçta ıslahatlar, eski dü zeni geri getirmeyi amaçlarken, sonraki yü zyıllarda Avrupa’nın
ü stü nlü ğ ü kabul edilmiş ve Batının bilim ve tekniğ i alınmak istenmiştir. Eğ itimde de ilk yenileşme
hareketleri askerî alanda başlamıştır. 1734 yılında Hendesehane açılmışsa da bu çok uzun ö mü rlü
olmamıştır. Batılı anlamda eğ itim veren okul olarak 1775’te açılmış olan Mühendishane-i Bahrî-i
Hümâyûn ve 1795’te açılan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn kabul edilmektedir. Bu okulları Tıphane-i
 mire ve Cerrahhane-i Mamure (1827), Mekteb-i Fü nû n-ı Harbiye (1834) takip etmiştir. Avrupa’ya
ö ğ renci gö nderilerek oradaki bilim ve teknik yakından takip edilmek istenmiştir. Ö rgü n eğ itim
kurumlarında yani sivil eğ itimde bu anlamda ilk yenilik Tanzimat’ın hemen ö ncesinde gerçekleşmiştir.
Açılacak ortaö ğ retim mektebinin ismi rüşdiye olacaktır. Padişah II. Mahmud’un isimlendirdiğ i rü şdiye
mektepleri devletin bü yü yen bü rokrasisine memur yetiştirmek, yü ksek okullara yeterli bilgide ö ğ renci
sağ layabilmek, halka Tü rkçe ö ğ retmek, tü ccar gibi kesimlere orta eğ itimin yeterli olması gibi sebeplerle
açılmıştır. 1839’da açılan ilk rü şdiye mektebi dü zeyindeki okullar Mekteb-i Maarif-i Adlî ve Ulum-ı
Edebiye-i Adlî olmuştur. Bunlar memur yetiştirmek için açılmış mekteplerdir. Mektebin mezun
ö ğ rencilerine hemen iş sağ laması bu mekteplere çok talep olmasına sebep olmuştur. Bu ilk rüşdiye
ö rneklerinden sonra hemen yeni mektepler açılamamıştır. Ancak 1847’de Davudpaşa’da yeni bir rü şdiye
mektebi açılmış ve bunu da beş yeni mektep takip etmiştir. 1848 yılında rü şdiye mekteplerine öğretmen
yetiştirmek amacıyla Dârülmuallimin kurulmuştur. Rü şdiye mekteplerinin ö ğ renci yetiştirmekteki
faydaları kısa sü rede gö rü lü nce bunların taşraya da yayılmalarına karar verilmiştir.
1850’de ise dö nemine gö re rü şdiyelerin ü stü nde eğ itim veren Dârülmaarif Mektebi açılmıştır. Bu arada
kızların eğ itimi unutulmamış, 1859’da Cevri Kalfa Kız Rüşdiyesi eğ itime başlamıştır. Bö ylece kızlar için ilk
defa ilkö ğ retim ü zerinde bir kurum meydana getirilmiştir. Kız rü şdiyelerinin yayılması diğ er nedenlerle
birlikte ö zellikle kadın öğretmen bulma zorluğundan dolayı hemen mü mkü n olmamıştır. 1870 yılında
Dârülmuallimat’ın açılmasıyla kız rü şdiyelerine ö ğ retmen yetiştirebilmiştir. Bir sü re sonra bu
mekteplerden istenilen sonucun elde edilememesi ıslahat fikirlerini ortaya çıkarmış ve 1913’e
gelindiğ inde rü şdiye mektepleri ibtidaî mekteplerle birleşerek, eğ itim ö ğ retim hayatındaki ö mrü nü
tamamlamıştır. Osmanlı eğ itimi ü zerindeki en etkili olaylardan biri, 1869 Maarif-i Umumiye
Nizamnâ mesi’nin yayınlanması olmuştur. Bu nizamnâ me ö rgü n eğ itim sistemini dü zenlemiş ve yıkılışa
kadar uygulamaları sü rmü ştü r. Buna gö re sıbyan (iptidaî) mektepleri ve rüşdiyeler ilköğretim, idadî ve
sultanî mektepleri ortaöğretimi, Dârülfünûn da yüksek öğretimi oluşturacaktır. Nizamnâ meyle rü şdiye
mektepleri yü ksek ö ğ retime yeterli dü zeyde ö ğ renci sağ layamadığ ından ortaö ğ retimden ilköğretimin
içine alınmıştır. Nizamnâ mede yeni bir orta ö ğ retim kurumu olarak idadîler gö rü lmü ştü r. Daha ö nce de
idadî ismiyle okullar mevcuttur. 1845’te İstanbul’da açılan askerî idadî, Mekteb-i Fü nû n-i İdadiye’dir.
Burada bahsedilen ise sivil anlamda ö rgü n eğ itim kurumudur. Bu okulla, Mü slim, gayr-i mü slim bü tü n
Osmanlı tebaasını kaynaştırmak ve ortak bir kü ltü rle yetiştirmek hedeflenmiştir.
Okula rü şdiye mezunlarının alınması kararlaştırılmış, fakat maddi imkâ nsızlıklar, ö ğ retmen yokluğ u gibi
sebepler yü zü nden okul hemen açılamamıştır. İlk sivil idadî, 1874 yılında Dârülmaarif Mektebi’nin idadî
mektebi hâline konmasıyla eğ itime başlamıştır. Taşrada da Mora Yarımadası’ndaki Yenişehir’de ilk idadî
mektebi gö rü lmü ştü r. İlk kız idadîsi İstanbul’da 1911 yılında açılmıştır.
Ortaö ğ retim kademesinin ikinci sırasını sultanî mektepleri oluşturmaktadır. Bu mekteplerin ilki, 1 Eylü l
1868’de yani Maarif-i Umumiye Nizamnâ mesi’nden ö nce açılmış olan Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’dir.
Bu okul, Tanzimat’la birlikte yerleşen Osmanlı vatandaşı kavramı etrafında gelişmiş ve bü tü n
vatandaşları bu dü şü nce bağ lamında birleştirmeyi hedeflemiştir. Okulun ö ğ retim dili Fransızcadır ve
Fransız Liseleri ö rneğ inde açılmıştır. Mü slim, gayr-i mü slim bü tü n Osmanlı tebaasına eğ itim vermesi
planlanmıştır. 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnâ mesi vilâ yet merkezlerinde sultanî mektebi açılmasını
kararlaştırmışsa da bu uzunca bir sü re gerçekleşmemiş, Girit dışında sultanî mektebi kurulamamıştır.
1908’lere gelindiğ inde on iki vilâ yetteki idadîlerin ismi sultaniye çevrilmiş ve bö ylece taşrada sultanî
açılabilmiştir. Kızlar için sultanî fikri gü ndeme gelmiş 1913-1914 ö ğ retim yılı başında bu konuda
çalışılarak İstanbul İnas Sultanîsi eğ itime başlamıştır.
Ö rgü n eğ itim sisteminin son basamağ ı olan Dârülfünûn kurulması kararı 1846 yılında alınmıştır. Hemen
bir bina yapımı planlanmış ve İtalyan Mimar Fossati gö revlendirilmiştir. Bu arada Dâ rü lfü nû n’a kitap
hazırlamak ve çeviri işleriyle meşgul olmak ü zere 1851’de Encümen-i Daniş isminde bir kurul
oluşturulmuştur. Fakat bu kurul Dâ rü lfü nû n açıldığ ında henü z bir kitap bile hazırlayamamıştır.
1863’te Dâ rü lfü nû n binasının tamamlanan kısımlarında derslerin başlamasına karar verilmiş, ilk dersler
halka açık konferanslar şeklinde dü zenlenmiştir. Dâ rü lfü nû n binası tamamlandıktan sonra Maliye
Nezareti’ne tahsis edilmiştir. Dâ rü lfü nû n’a yeni ve kü çü k bir bina yapımı dü şü nü lmü ş ve bina bitinceye
kadar eğ itime kiralık konaklarda devam edilmesi uygun gö rü lmü ştü r. 1865’te çıkan yangında
muhtemelen bina tahrip olunca eğ itim tatil edilmiştir.
Dâ rü lfü nû n 1869’da yeniden açılmıştır. 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnâ mesi’ne gö re Hukuk, Felsefe ve
Edebiyat, Ulum-ı Tabiiye ve Riyaziye olmak ü zere ü ç şubeye ayrılmıştır. Halka açık konferansların
birinde ders veren Cemaleddin Efganî’nin “Peygamberlik sanattır.” sö zü yanlış anlaşılmış ve bunun
ü zerine Efganî yurt dışına kaçmak zorunda kalmış, Dâ rü lfü nû n mü dü rü Hoca Tahsin Efendi de
azledilmiştir. Bundan bir sü re sonra da Dâ rü lfü nû n yine kapanmıştır. Bu şekilde Dâ rü lfü nû n eğ itimi
aralıklarla sü rdü rü lecek, farklı şubeler açılacak ve kesin bir istikrar yakalanamayacaktır.
Osmanlı’da yenileşme hareketleri içerisinde ö rgü n eğ itim sistemi yukarıda açıklanan şekilde gelişmiştir.
Bunun dışında da ü lkenin ihtiyacına uygun olarak teknik ve meslek okulları açılmıştır.
Bunun dışında ders araç gereçlerinde ve ö ğ retim yö ntemlerinde de Batı ö rnek alınmıştır. Batı usulü sıra,
masa, ö ğ retmen kü rsü sü , tahta ilk yenileşmenin başladığ ı askerî okullarda gö rü lmü ş sonra sivil okullara
geçmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla eğ itimde yeni bir dö nem açılmıştır. Bundan sonra eğ itim,
devletin geleceğ inin kurtarıcısı olarak gö rü lecek, açılan okullardan mezun olan ö ğ rencilerden Batı bilim
ve tekniğ ine ulaşması beklenecektir.
TÜRKLERDE BİLİMSEL FAALİYETLER
Bilim ve Kültür, Bilimsel Gelişmenin Şartları
Bilim ve kü ltü r kavramları, insanoğ lunun tarihsel sü recinde sü rekli tartıştığ ı kavramlar olmuştur. İlk
ö nce bu kavramların tanımlarının incelenmesi gerekmektedir. Bilim için, insanoğlunun evreni anlama,
doğal olayları ve bunlar arasındaki ilişkileri kavrama yolunda denediği akademik çabalar ve geliştirilen
bilgiler şeklinde tanımlamalar olmuştur. İnsanoğlunun çağlar boyunca biriktirdiği kaydedilmiş sistematik
bilgi de bu tanımlardan biridir.
Kü ltü r, bir insan topluluğunun, bir halkın, bir ulusun ve gitgide belli bir uluslar topluluğunun duyuş,
düşünüş ve değer birliğini meydana getiren düşünsel, sanatsal, felsefî, bilimsel ve teknik tüm üretim ve
varlıkları olarak tanımlanmaktadır.
Bilim ve kü ltü r ilişkisine bakıldığ ında yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağ ı ü zere kü ltü r, bilimsel
faaliyetleri de içine almaktadır. Bilimsel gelişmeler de kültürel yaşantıda bir takım değ işiklikler meydana
getirebilmektedir. Çoğ u zaman da bilim, insanoğ lunun ortak aklının bir ü rü nü olarak değ erlendirilmiş ve
tü m insanlığ a mal edilmiştir. Yani bilim evrensel bir nitelik kazanmış ve kü ltü rü n ü zerinde bir durum
olarak belirtilmiştir. İnsanoğ lunun bilimsel faaliyetleri, ortaya çıktığ ı andan itibaren meydana gelen bir
sü reçtir. Çü nkü insanoğ lunu doğ a karşısında koruyan, bilimsel faaliyetleri olmuştur. Çoğ u gelişmeler de
insanoğ lunun organlarındaki eksikleri gidermeye yö neliktir. Ö rneğ in tekerlek icat edilerek insanoğ lunun
bacaklarında olmayan gü ce arabayla kavuşulmuştur. İnsanoğ lunun bu eksiklikleri ona gü çsü zlü kten çok,
gü ç sağ lamış ve bilimsel ilerlemeyi tetiklemiştir.
Bilimsel gelişmenin temeline bakıldığ ında yaşamı gü venilir kılma ve dü nyayı anlama gibi iki temel
ihtiyaç bulunmaktadır. Bilimsel gelişme ile ilgili çeşitli gö rü şler mevcuttur. Bilimin, yavaş fakat sü rekli
ilerleyen bir bilgi ü retme ve çoğ altma sü reci olduğ u gö rü şlerden biridir. Diğ er gö rü ş ise bilimde
gelişmenin teorik dü zeyde yer alan kö klü dü şü nme değ işikliklerinin sonucu olduğ udur.
Toplumların bilimsel gelişme sağ layabilmesi için çeşitli şartların oluşması gerekmektedir. Bir toplumda
bilimin gelişebilmesi için o toplumda bilime değer verilmesi ve bilimsel etkinliklerin desteklenmesi
gerekmektedir. Bu da toplumun kü ltü rel durumuyla yakından ilgili olmuştur. Toplumda bö yle bir
kü ltü rel yaklaşım sö z konusuysa bilimsel gelişmeler desteklenmiştir.
Ekonomik koşullar da bilimsel gelişmeyi etkileyen unsurlardır. Bilimsel çalışmaların gerçekleşmesi için
paraya ihtiyaç vardır. Toplumun bilime değ er verdiğ i, himaye ettiğ i bilim adamları ve bunların kurmuş
olduğ u bilim mü esseselerinden de anlaşılmaktadır. Bilimsel faaliyetlerin geliştirilebilmesi için bir takım
mü esseselere ihtiyaç vardır. Ancak mü esseseler sayesinde bilgi birikimi oluşturulabilir, korunabilir ve
insan yetiştirilebilir.
Mü esseseler bu imkâ nları sağ lamakla birlikte bilimsel gelişme için tek başlarına yeterli değ ildir. Bunun
için belli bir zihniyetin, bilincin, bilim geleneklerinin mevcut olması gerekmektedir. Genel olarak ifade
edilecek olursa bir dünya görüşü yaratılmalıdır. Ö rneğ in dü nya gö rü şü nü n eksik olduğ u Osmanlı’nın son
dö nem cemiyetleri bilimsel araştırmaya yö nelmeden ortadan kalmak zorunda kalmıştır. Dü nya gö rü şü
tarihsel bir sü reç içerisinde oluştuğ undan bakış açısı anlamına da gelmektedir. Bakış açısı da problem
bilincini ve problemlere çö zü m bulma yö ntemlerini içermektedir.
Bilimin gelişmek için ö zgü r dü şü nce ortamına ihtiyacı vardır. Bu alandaki kısıtlamalar bilimi kısır dö ngü
içine sokup kendini tekrarlar hâ le getirmektedir.
Türklerde Bilim (İslâmiyet’ten Önce, İslâmiyet’ten Sonra Türk Devletlerinde Bilimsel Gelişmeler)
Tü rk tarihinin başlangıcında bilimsel gelişmeler hakkında bilgi vermek zor olmuştur. Genelde gö çebe
yaşam sü rdü rü ldü ğ ü nden kü ltü rel buluntular sınırlıdır. İlk dö nemlere ait arkeolojik kazılarda elle
yapılmış çeşitli araç-gereçler, boyalı çanak-çö mlekler, çakmak taşından ve taştan uçları sivriltilmiş veya
topuz şeklinde araçlar ele geçirilmiştir. Türkler daha ilk dönemlerde bazı madenleri kullanmaya
başlamışlar ve tunç adı verilen alaşımı ilk olarak kullanmışlardır. Bö lgelerinde bol miktâ rda demirin
bulunması ve işlenmesiyle birlikte Tü rkler zamanlarının savaş teknolojisinin ö nü nde olmuşlar, bu
bilimde ilerlemeleri sayesinde bü yü k devletler kurabilmişlerdir. Atı evcilleştirmişler ve ö zelikle hayvan
bakımı ve hastalıkları ile ilgili ö nemli bilgilere sahip olmuşlar bu da zooloji biliminin gelişmesine sebep
olmuştur. Tü rkler, gö çebe bir yaşam sü rdü rmü şlerse de yerleşik yaşama ait olan tarımsal faaliyetlerle
ilgilenmişler, buğ day ve arpa yetiştirmişlerdir.
Hunlar, ipek ve pamuk dokuma, ağ aç oymacılığ ı, boyaların kullanımı, ayna yapımı gibi faaliyetler
geliştirmişler, gö k bilimine ö nem vermişlerdir. Oğ uz Kağ an Destanı’nda kağ anın çocuklarının isimleri bu
duruma gü zel bir ö rnek oluşturmaktadır. Gö ktü rklere gelindiğ inde ise eğ itim hayatı hakkında bilgi
verilirken bahsedildiğ i gibi ilk olarak akla Göktürk Kitabeleri gelir. Kitabeler, Tü rklerdeki yazı ve dil
biliminin gelişmişliğ ini ortaya koymuştur. Gö ktü rkler, zaman hesabı için 12 Hayvanlı Takvimi
kullanmışlardır. Bu takvimde her yıl bir hayvan adıyla anılmış ve 12 yıllık devre esasına dayanmıştır.
Yılların adlarına gelince 1. Yıl şıçkan (fare), 2. Yıl ud (sığ ır, ö kü z), 3. Yıl pars, 4. Yıl tabışkan (tavşan), 5. Yıl
lu (ejder), 6. Yıl yılan, 7. Yıl yunt (at), 8. Yıl koyun, 9. Yıl biçin (maymun), 10. Yıl takagu (tavuk), 11. Yıl it,
12. Yıl tonguz (domuz)’dur. Bir yıl 12 aydan oluşmaktadır. Aylar birinç (birinci) ay, ikinç ay ve ü çü nç ay
vb. olarak sıralanmıştır. Yılbaşı 22 Aralık’tır. Gö ktü rkler, insan sağ lığ ına ö nem vermişler ve bazı
bitkilerden ilaçlar elde etmişlerdir. Gö ktü rklerden sonra ortaya çıkan Uygurlar, Gö ktü rk alfabesinden
farklı olarak yeni bir alfabe geliştirmişlerdir. Uygurlar yerleşik yaşama paralel olarak mimarî alanda
gelişme gö stermiş ve taş binalar, su kanalları, su kemerleri ve bü yü k mabetler inşa etmişlerdir. Tarımla
da uğ raştıklarından gerekli aletlerin yapımında demir vb. madenler kullanmışlar, altın gibi değ erli
taşlardan ziynet eşyaları yapmışlardır. Dokumacılık ve kâ ğ ıt yapımında yetiştirdikleri pamuğ u
kullanmışlardır. Uygur yazmalarında tıpla ilgili bilgiler ele geçirilmiştir. Bu yazmalarda çeşitli
hastalıkların tedavisi ve kullanılacak ilaçlar gö sterilmiştir. Tü rkler bu şekilde bilimsel katkılarla kö klü bir
medeniyet geliştirirken X. yü zyılda topluluklar hâ linde İslâ miyet’e girmişlerdir. Bundan sonraki sü reçte
Karahanlılarla başlayarak yü ksek bir Tü rk-İslâ m kü ltü rü geliştirmiş, ö nemli bilim adamları
yetiştirmişlerdir. Medreselerin kurulmasıyla birlikte buraları bilim merkezi işlevi de ü stlenmiştir. Bu
eğ itim ve bilim kurumlarında İslâ mî bilimlerin yanında matematik, astronomi ve filoloji gibi bilimler
tahsil edilmiştir. Bu dö nemin yetiştirdiğ i bilim adamlarından Farabî’ye felsefe ve bilimlerdeki derinliğ i
sebebiyle Aristoteles’den sonra gelen anlamında “muallim-i sâ nî” denmiştir. Yü zden fazla eser vermiştir.
Bu eserlerindeki konulardan bazıları felsefe, mantık, ahlak, psikoloji, metot, fizik, kimya, astronomi,
geometri, siyaset, sosyoloji, askerlik, din, tasavvuf, dil, edebiyat, musiki olmuştur. El- Medinet’ül Fazıla
eserlerinden biridir. İbni Sina, ö zellikle tıp alanında yaptığ ı çalışmalarla tanınmıştır. “Kanun” ve “Şifa”
adındaki eserleri uzunca yıllar Avrupa ü niversitelerinde okutulmuştur. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig
isimli eserini bu dö nemde yazmıştır. “Mutluluk veren bilgi” anlamına gelen Kutadgu Bilig Tü rkçe, Uygur
yazısıyla manzum olarak yazılmış ve Tü rklerin bilgiye ne kadar gü vendiklerini ve rehber olarak
edindiklerini gö stermiştir. Tü rklerin oluşturduğ u bilim ve kü ltü r ortamından yetişen bir diğ er ilim adamı
Kaşgarlı Mahmud olmuştur. Kaşgarlı Mahmud, Dîvânü Lûgati’t-Türk isimli eseriyle Araplara Tü rkçe
ö ğ retmek ve Tü rkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğ unu kanıtlamak istemiştir. Bu eser sadece bir
sö zlü k olmamış, Tü rk toplumlarının lehçelerini, yaşayışlarını, inanışlarını, tö relerini, atasö zlerini,
tarihlerini ve coğ rafyalarını ele alan değ erli bir ansiklopedidir.
Edip Ahmed bin Mahmud Yüknekî’nin eseri Atebetü’l-Hakayık (Gerçeklerin Eşiğ i) ve İmam Ebü lfutuh
Abdü lgafir’in Tarih-i Kaşgar’ı, Tü rkçe olarak kaleme alınmış eserlerdir.
Karahanlı hükümdarlarında olduğu gibi diğer Türk devletlerinin hükümdarları da bilimi desteklemişler ve
bilim adamlarının koruyucusu olmuşlardır. Bunlarda biri olan Gazneli Mahmud, Mü slü man bilginleri
başkent Gazne’de toplayarak burasını bilim ve kü ltü r yuvası hâ line getirmiştir. Matematik ve astronomi
bilgini Beyrunî de Tü rk yö netiminin sağ ladığ ı olanaklarla eserlerini verenler arasındadır. Selçuklu
hü kü mdarları da bilime gereken ö nemi vermiş ve Nizamiye Medreseleri’ni kurdurmuşlardır.
Bu dö nemin ö nemli bilim mü esseselerinden olan ilk gö zlem evi 1075 yılında Ö mer Hayyam’ın İsfahan’da
kurduğ u gö zlem evidir. Ö mer Hayyam buradaki gö zlemleriyle Celalî Takvimi’ni hazırlamıştır.
Selçuklular tıp bilimine bü yü k ö nem vermişler ve dâ rü şşifalar açmışlardır. Bu gelenek Anadolu’ya da
yayılmış; Diyarbakır, Mardin, Sivas, Konya, Tokat ve Kayseri’de ö rnekleri gö rü lmü ştü r. Kayseri’de
bulunan Gevher Nesibe Hatun Medresesi, tıp medresesi olarak da hizmet vermiştir. Bu dö nemde
matematikte Abdü lhamid İbn Tü rk, Harizmî, Kimya’da Cabir İbn Hayyan, astronomide Ferganî, Buzcanî
gibi bilginler yetiştirilmiştir. Timurluların bilgin hü kü mdarı Uluğ Bey, 1421 yılında Semerkant
Medresesi’ni kurdurmuştur. Bu medrese ve gö zlem evi birbirine bağ lı olarak çalışmış, astronomiyle ilgili
gelişmeler kaydedilmiştir. Uluğ Bey’in yetiştirdiğ i ö ğ renciler bilim anlamında Osmanlılara katkılar
sağ lamıştır. Osmanlılar, eğ itim hayatında olduğ u gibi bilim hayatında da Selçukluların mirasçısı
olmuşlardır. Kuruluştan yaklaşık XVII. yü zyıla kadar Orta Çağ İslâ m dü nyasının bilimsel birikimini
kullanmışlardır. Bu dö neme genellikle “klasik dö nem” adı verilmiştir. XVIII ve XIX. yü zyıllara
gelindiğ inde ise Batı’nın ü stü nlü ğ ü kabul edilmiş ve Osmanlı biliminde Batılılaşma Dönemi başlamıştır.
Klasik dö nemin ilk bilim kurumu Orhan Bey’in İznik’te kurduğu medrese olmuştur. Osmanlı ilim geleneğ i
ve anlayışı da bu medresenin mü derrisi olan Davud Kayserî ile başlatılmaktadır. Takip eden Osmanlı
padişahları da bilim mü esseseleri ve hayır kurumları yaptıracaklar ve imar faaliyetlerinde
bulunacaklardır. Bu dö nemde Osmanlı bilginleri, bilgilerini geliştirmek için ü lke dışındaki Mısır, Bağ dat,
Şam gibi ö nemli bilim merkezlerinde eğ itim almaktadırlar. Bu nedenle ilk dö nemlerde çok fazla bilimsel
çalışma sö z konusu değ ilse de coğ rafya ve tıp alanında çalışmalar yapılmıştır. Tıp eserleri arasında
Murad bin İshak’ın Edviye-i Mü frede adlı eseri mevcuttur. Cemaleddin Aksarayî de XIV. yü zyılın
yetiştirdiğ i ö nemli dü şü nü rlerden biridir.
Osmanlı bilimindeki asıl gelişme Fatih Sultan Mehmed’le başlamaktadır. Fatih, İstanbul’u fethettikten
sonra bu kentin dü nya bilim merkezi hâ line gelmesi için çalışmış, ö nemli bilginleri davet etmiş,
medreseler yaptırmıştır. Bundan sonradır ki Osmanlılarda bilim öğrenmek isteyenler ülke dışına çıkmamış
ve diğer ülkelerden bilim tahsili için İstanbul’a gelinir olmuştur.
İstanbul’un fethi sırasında kullanılan toplar, teknik alanda Osmanlıların ilerlemesini gö stermiştir.
Fatih’in felsefî, edebî, dinî ve ilmî sohbetleri sevmesi bunlara katılmaktan zevk alması bu konuların
gelişmesine sebep olmuştur. Yaptırdığ ı eğ itim kurumlarında da pozitif bilimlere ö zel ö nem verilmiştir.
Dö neminin en ü nlü matematik ve astronomi bilgini Uluğ Bey’in ö ğ rencisi Ali Kuşçuolmuştur. Ali Kuşçu,
Fatih’in medresesi olan Sahn-ı Seman’da dersler vermiştir. Ö nemli eserleri Fethiye ve Muhammediye’dir.
Devrin diğ er ö nemli astronom ve matematikçileri Mirim Çelebi, Sinan Paşa ve Molla Lü tfi’dir. Tıp
bilimine gelince Şerefeddin Sabuncuoğlu ismi ö n plana çıkmaktadır.
 XVI. yü zyılda bilim açısından ö nemli bir gelişme kaydedilmiş ve III. Murad, astronom ve
matematikçi Takiyü ddin’i gö zlem evi kurmakla gö revlendirmiştir. Takiyü ddin, 1575’te dü nyanın
en ö nemli gö zlem evlerinden birini kurmuştur. Osmanlı coğ rafyacıları denince akla Pîrî Reis, Seydi
Ali Reis, Mustafa İbn Ali ve Emir Mehmed Efendi gelir. Pîrî Reis’in eserleri iki adet dünya haritası
ve Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı)’dir. Seydi Ali Reis de Miratü’l-Memalik (Memleketlerin
Aynası) ve Muhit (Okyanus) isimli eserler vermiştir. XVII. yü zyılın ö nemli bilim adamlarından biri
Kâtip Çelebi olmuştur. Kısmen medrese kısmen de ö zel hocalardan ders almıştır. Cihannüma isimli
coğ rafya eseri ve Keşfüzzünun isimli bibliyografi eseri en bilinenleridir. Naklî bilimlerin yanında
pozitif bilimlerin ö ğ renilmesini istemiş ve bilimsel zihniyeti savunmuştur. XVIII. yü zyılda yaşamış
olan Erzurumlu İbrahim Hakkı, Batı ve Doğ u kü ltü rlerini bir arada aktarmaya çalışan
dü şü nü rlerden biridir. Eseri Marifetnâme’dir. Bu eserde en çok ü zerinde durulan konulardan biri
astronomidir. Osmanlı bilimi için ö nemli gelişmelerden biri modern anlamdaki matbaanın
Osmanlı Devleti’ne gelişi olmuştur. Matbaa Osmanlı Devleti’nde azınlıklar tarafından daha ö nce
kullanılmışsa da Mü slü manlar matbaayı daha geç almışlardır. Lale Devri’nde 1727 yılında İbrahim
Müteferrika ve Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed’in oğ lu Mehmed Said Efendi matbaayı kurmakla
gö revlendirilmiştir. Bu matbaanın 1729 yılında bastığ ı ilk kitap iki bü yü k ciltten oluşan Vankulu
Lûgatı’dır. Bu dö nemde Avrupa’nın bilim ve teknik ü stü nlü ğ ü kabul edilmiş ve ordu için
Avrupa’dan yabancı uzmanlar getirilmiştir. Zamanla bunların yeterli olmayacağ ı anlaşıldığ ından
yeni bilimsel bilgilerin ö ğ retilmesi için askerî teknik eğ itim kurumları olan Mühendishaneler
açılmıştır.
Daha sonraki dö nemde Batılı anlamdaki ilk Osmanlı ü niversitesi olan Dâ rü lfü nû n kurulmuştur. Bu okul
bü tü n ilimlerin ve fenlerin okutulacağ ı bir bilim yuvası olarak dü şü nü lmü ştü r. Avrupa’da olduğ u gibi
uygulamaya yö nelik tıp, astronomi, botanik, zooloji gibi modern bilim dallarında uygulamaya ağ ırlık
veren bilim mü esseseleri açılmıştır. 1867 yılında İstanbul Beyoğ lu’nda Rasathane-i Âmire adında bir
gö zlemevi kurulmuştur. Bu gö zlemevi Kandilli Rasathanesi’nin temelini oluşturmaktadır.

You might also like