Professional Documents
Culture Documents
• Kültür ve Medeniyet
İÇİNDEKİLER
• Kültür
• Medeniyet
• Kültür-Medeniyet İlişkisi İSLAM
• Medeniyetlerin Doğuşu
• İslam Medeniyeti KURUMLARI
• Tanım
• Doğduğu Ortam
• Tarihî Çevre
ve
• Coğrafî Çevre
MEDENİYETİ
TARİHİ
1
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
GİRİŞ
Dinler, sadece bireysel inanç, düşünce veya eylemi ortaya koyma,
benimsetme veya uygulatma gayesinde olmamışlardır. Tam tersine dinlerin, her
zaman hayata ve topluma dönük bir yönleri vardır. İslamiyet de salt iman etme ve
buna bağlı olarak yapılması istenilen birtakım ibadetlerden ibaret değildir; aynı
zamanda, yönetim, hukuk, düşünce ve sanat sistemini oluşturan, şekillendiren,
bunlara ayrı bir kimlik kazandıran boyutu da vardır. Dinlerin şekillendirdiği
toplumlar, sahip oldukları değerlerden hareketle kültür ve medeniyetlerini
oluşturmuşlardır. Bu açıdan dinler, medeniyetlerin oluşmasında bir bakıma dinamo
rolü üstlenmişlerdir. Dinlere atıfla yapılan medeniyet isimlendirmelerinde (Yahudi,
Hıristiyan, İslam gibi) herhangi bir coğrafya veya ırk ekseninde olmaksızın dinin
yerleştirdiği veya şekillendirdiği medeniyetler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu
medeniyetler, Grek (Eski Yunan), Hint, Mısır, Çin gibi millet ve coğrafyalara atıfla
yapılan medeniyetlerden içerik ve nitelik bakımından ayrılmaktadırlar.
İslam medeniyeti, kendine has kurumları, bilim, sanat ve mimarî eserleri,
sosyal hayatı, düşünce yapısı ile dünya tarihinin yaklaşık on iki asrına damgasını
vurmuş, gerilemesine rağmen bugün hala etkisini sürdürmekte olan büyük
medeniyetlerden biridir. Din olarak İslam’ın insanlığa katkısının boyutlarını
anlayabilmek için, prensipleri doğrultusunda şekillenen medeniyetini de çok iyi
etüt etmek gerektiği muhakkaktır. Özellikle de günümüzde İslam’ın medeniyet
boyutunun inkâra kalkışıldığı bir ortamda bu gereklilik ayrı bir önem kazanmıştır.
KÜLTÜR VE MEDENİYET
Kültür
Latince asıllı “kültür (cultur)” kelimesi, “ziraatçılık, ekim” anlamlarına
gelmektedir. Bu bağlamda Arapçada “Hars” kelimesi de,“ziraat için toprağı sürmek,
mal, sermaye, iyi amel” gibi anlamlara gelmektedir. Bugünkü Arapçada kültür
karşılığı olarak “sekâfe” kelimesi de kullanılmaktadır. Kültür, kelime olarak ilk
kullanılmaya başlanmasından itibaren farklı manalarda kullanılmıştır. Bunlar
arasında;“insanın farklı yollarla kendisini geliştirmesi, insanlar arasındaki
gelişmişliği, sanat dalları, inançlar, kurumlar, toplumların kendine özgü özellikleri”
gibi anlamlarını sayabiliriz. Bu kelime aynı zamanda Tıp, Biyoloji gibi bilimlerde
farklı içerik kullanımlarına da sahiptir.
Kültürün kavramsal karşılığı konusunda ise değişik ilimler tarafından onlarca
tarif yapılmıştır. Yapılan bu tariflere şunları örnek olarak verebiliriz: “Bir toplumun
sahip olduğu, tarih boyunca meydana getirdiği fikir, sanat, duyuş ve değerlerin
tümü”, “Toplumların yaşadığı ve paylaştığı ortak değerler”, “Bir toplumda varlığını
sürdüren ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat,
yaşayış unsurların tamamı”, “Sosyal hayatın dil, düşünce, gelenek, görenek,
kurumlar, yasalar, sanat yapıtları gibi her türlü maddî ve manevî ürünlerin toplamı”
gibi tanımlamaları zikredebiliriz. Yapılan bu tanımların ortak noktasından hareketle
kültürü, “Toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî
değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma
yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü” şeklinde tanımlamak
mümkündür.
Toplumlar, bir taraftan geçmişten gelen değerlerini benimseyip, koruyup,
aktarırken diğer taraftan da yaşadıkları zamanın şartlarına göre kültürüne yeni
unsurlar ekler veya mevcudun üzerinde değişiklikler yaparlar. Böylece her nesil
miras aldığı kültüre maddî ve manevî katkıda bulunur ve bir sonraki nesle aktarır.
Bütün bu işlem sürecinde tek tek bireylerin değil, toplumun genelinin kabulünün
geçerli olduğu da unutulmamalıdır.
Medeniyet
“Medeniyet” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı Latince “şehirli” anlamına
gelen “civil” kökünden türetilmiş olan “civilisation”dur ve “şehirleşme” demektir.
Arapçada “yerleşik, göçebe olmayan” anlamındaki “el-Hadara”kelimesi de aynı
kavramı ifade için kullanılmaktadır. Türkçede ise “medeniyet” kelimesi kullanıldığı
gibi “uygarlık” kelimesi de kullanılır ve kelime olarak “şehirli, şehirde oturan”
anlamına gelir.
Kültürde olduğu gibi “medeniyet”in kavramsal tanımı konusunda da farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Yapılan tanımlar, kavramı ele alan ilimlerin veya ilim
adamlarının bakış açılarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber en
çok dile getirilen anlamları olarak; “Bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî
değerlerin tümü”, “Farklı milletlerin birlikte yaşayarak veya katkı sağlayarak
oluşturdukları değerler”, “Maddî-manevî bütün yansımaları ile yaşam tarzı”
şeklindeki tanımlamaları sayabiliriz. Yapılan bu tanımların kültürle benzer bir
içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Kültürle arasındaki farkı vurgulama açısından
medeniyeti, “Evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin
oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların
bütünü” şeklinde tarif etmek mümkündür.
Bu tanıma göre medeniyetlerin maddî ve manevî olmak üzere iki ana
tezahürü vardır:
Maddî Tezahürleri:
Sosyal hayat,
Bilim,
Kurumlar,
Mimarî,
Manevî Tezahürleri:
Din-Ahlak,
Düşünce,
Hukuk,
Yaşam algısı.
Medeniyetlerin bu tezahürleri, hem ilgili medeniyetlerin ulaştığı gücü, hem
de diğer medeniyetlerle arasındaki farklılıkları ortaya koyan özelliklerdir. Bir
medeniyet üzerinde araştırma yapılması bu hususların incelenmesi demektir.
Medeniyet üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en
önemli husus ise; bu tezahürleri birbirinden bağımsız olarak değil, bir bütünün
parçaları olarak değerlendirmek gerekliliğidir. Hiçbir medeniyetin örneğin hukuku
veya sanatı, ilgili medeniyetin benimsediği dininden, kurumlarından veya düşünce
yapısından, yaşam biçimden bağımsız olarak gelişmiş değildir.
Kültür-Medeniyet İlişkisi
Kültürle medeniyetin aynı mı yoksa farklı mı olduğu tartışılmış ve halen
tartışılmaya devam etmektedir. Kültürle medeniyet arasındaki ilişki konusunda
yaşanan bu tartışmanın ilgili kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğduğu
anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile sorun; tanım problemidir. Bu anlam
yüklemelerine paralel olarak da medeniyetle kültürün aynı olduğunu savunanlar
çıkmıştır. Ancak genel kabul; ikisi arasında farklılıklar olduğu yönündedir. Kültür,
insanın gelişimi ile alakalı bir kavram olduğu için her insan topluluğunun mutlaka
kültürü vardır. Kültürle medeniyetin ayrıştığı esas nokta işte burasıdır. Zira her
insan topluluğunun kültürü olduğu halde bir medeniyeti olmayabilir.
Medeniyetler, birçok ulusun ortak malıdır. Medeniyetleri farklı milletler
birlikte üretmişler, kendi renklerini bağlı oldukları medeniyete yansıtmışlar,
medeniyetlerinin zenginliğine katkıda bulunmuşlardır. Bu yüzden de medeniyetler
evrenseldir. Ancak bu evrensel özelliğe sahip medeniyetlerin, her millette
görünümü farklılık gösterir ki, bu da kültürdür.
Medeniyetlerin Doğuşu
Kurulmaları, gelişmeleri ve kalıcı bir hale gelebilmeleri için medeniyetlerin
birtakım şartlara ihtiyaçları vardır. Her medeniyetin doğuşuna ayrı ayrı etki eden
faktörler olmakla beraber, genel olarak medeniyetlerin ortaya çıkmalarında,
gelişmelerinde etkili olan ortak bazı unsurlar vardır. Bu unsurlar ana hatları ile
şunlardır:
Din, Ahlak, Kültür gibi Manevî Değerler: İnsanların birbirleri ile ilişkilerini
düzene koyan kurallar olmaksızın sağlıklı bir siyasî, sosyal, ekonomik sistem
oluşturulamaz. Belli bir yönetim ve yaşam düzenine sahip olmayan kaos ve
karmaşanın hâkim olduğu milletlerin bir medeniyet kurmaları da haliyle mümkün
değildir. Din, ahlak, kültür, örf ve gelenekler, toplumları şekillendiren değerlerdir.
Aynı zamanda bunlar medeniyetlere kendi renklerini katıp, oluşum ve gelişim
aşamalarındaki süreci yönlendirirler. Netice itibariyle sosyal çevre, din, inanç,
düşünce özgürlüğü, adalet, bilimsellik gibi manevî değerlerden yoksun ise herhangi
bir medeniyet oluşturması son derece güçtür.
Siyaset, Ekonomi, Eğitim, İmar gibi Maddî Değerler: Medeniyetlerin
oluşumunda bu tür maddî değerler onların sağlam bir zeminde yükselmelerine
katkıda bulunurlar. Ekonomik açıdan yeterli seviyeye ulaşamamış, siyasî açıdan
istikrarı yakalayamamış, adaletsizliklerin yaşandığı, ciddi ve yeterli eğitimden
mahrum insan topluluklarının evrensel bir medeniyet kurup, bunu insanlık
tarihinde kalıcı hale getirmeleri mümkün değildir.
Bütün bunlar bir medeniyetin inşası için gerekli olan ilk şartlardır. Ancak
bunlar tek başlarına bir medeniyet oluşturamazlar. Bunları bir araya getirecek,
üretime (sosyal, siyasal, ekonomik, sanat vb.) geçirecek olan ortak bir amacın da
benimsenmesi gerekmektedir ki, bunu da daha çok din, ahlak, ortak ülkü gibi
manevî değerler sağlar. Asırlardır Araplar aynı coğrafyada, aynı dili konuşarak
yaşamalarına rağmen bir medeniyet kurabilmiş değillerdi. Arapları harekete
geçiren, parlak bir medeniyet kurduran; dinî ve toplumsal yapılarını değiştirmiş
olan İslam’dır.
Farklı coğrafyalar ve farklı insan toplulukları tarafından kurulmuş olan
medeniyetlerin ortak özellikleri de vardır. Bu ortak özellikleri de şu şekilde
sıralamamız mümkündür:
Evrensel Olmaları: Hiçbir medeniyet sınırlarını dışa kapatmış değildir.
Bilakis coğrafya ve tarihle sınırlı olmaksızın, farklı tarih dönemlerinde farklı
coğrafyalarda izlerini, etkilerini sürdürmüşler, kendisinden sonraki medeniyetleri
etkilemişlerdir. Öyle ki bugün tamamen izleri silinmiş gibi görünen birçok
medeniyetin mutlak anlamda ortadan yok olduklarını söylemek zordur. Çünkü tarih
ve antropoloji çalışmaları, yeni bulgularla beraber medeniyetlerin birbirleriyle olan
bağlantılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedirler. Dolayısı ile salt bilgi
yetersizliği yüzünden bir medeniyetin tamamen tasfiye olduğundan bahsetmek,
bilimsel bir yaklaşım olmayacağı gibi, ilgili medeniyetin insanlık mirasına muhtemel
katkısına da ciddi haksızlık olacaktır.
Etkileşim İçerisinde Olmaları: Her medeniyet bir öncekinden faydalandığı
gibi bir sonrakini de etkileme gibi bir fonksiyonu icra etmiştir. Bu durum söz
konusu medeniyeti taklitçi yapmadığı, orijinalitesini ortadan kaldırmadığı gibi bir
öncekine de eksiklik getirmez. Çünkü medeniyetler, insanlığın gelişim sürecinin
birbirinden ayrılmaz halkaları konumundadırlar. Her medeniyet, kendisinden önce
insanlığın ulaştığı medenî seviye üzerine kurulmuş, onların ürünlerinden
faydalanmıştır. Doğal olarak bilgi-tecrübe transferinde bulunan bir medeniyet,
aldıklarını kendi değerler sistemi içerisinde eriterek, kendi öz parametrelerini
ekleyerek yeniden dizayn eder, üretir ve sonraki döneme aktarır. İslam medeniyeti,
felsefe, tıp, astronomi, matematik, mimarî gibi alanlarda Eski Yunan, Mısır, Hint ve
Çin medeniyetlerinden faydalanırken, aldıklarını olduğu gibi benimsememiş,
doğrudan nakletmemiş tam tersine bunları geliştirmiş, tashih etmiş,kendi
tespitlerini eklemiş, kendi değerleri çerçevesinde kendi kimliğini katarak
içselleştirmiştir. Aynı şekilde bütün inkâra rağmen bugünkü Batı medeniyetinin
oluşmasında da İslam medeniyetinin ürünleri olan bilim ve değerlerin ciddi rolü
olduğu açıktır. Bu yüzden taassupla hareket eden bazı Batılı araştırmacıların İslam
medeniyetini görmezden gelerek medeniyetlerini Eski Yunan medeniyetine
bağlama çabalarının, tarihî ve bilimsel bir zemine sahip olmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Kendine Münhasır Olmaları: Her medeniyet, farklı medeniyetlerden
beslenmesine, teşekkülüne farklı milletlerin katkı sağlamasına karşın kendine has
Bâbil medeniyeti,
İran medeniyeti,
Çin medeniyeti,
Hint medeniyeti,
İslam medeniyeti.
Bu büyük medeniyetlere ek olarak coğrafya ve zaman açısından etkileri daha
sınırlı olan başka medeniyetler de vardır. Bunları üç ana grupta toplamak
mümkündür:
Eski Anadolu medeniyetleri (Eti, Hitit, Fenike gibi),
İSLAM MEDENİYETİ
Tanım
İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar
uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin
olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ
devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları
medeniyetin adıdır.
İslam medeniyetini kendi içerisinde alt başlıklara ayırmamız mümkündür:
Arab-İslam medeniyeti,
Türk-İslam medeniyeti,
İran-İslam medeniyeti,
Endülüs-İslam medeniyeti.
Başlangıçta Müslüman Arapların siyasî himayelerinde gelişen İslam
medeniyeti; Arap, Türk, İran, Mısır ve diğer farklı milletlerin katkı ve destekleri ile
oluşturulmuş bir medeniyettir. Şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslamiyet
belirlemiş, açık bir şekilde her alanda tesirini göstermiştir.
Doğduğu Ortam
Medeniyetleri doğru konumlandırabilmek için tarihî ve coğrafî çerçevelerinin
iyi çizilmesi şarttır. İslam medeniyeti, VIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar yaklaşık on iki
asır boyunca hâkimiyetini sürdürmüş, birçok alanda medeniyet tarihine eşsiz
eserler kazandırmıştır. Dolayısı ile İslam medeniyetinin doğduğu ortam üzerinde
kısaca durmamız, onun hangi tarihî ve coğrafî temel üzerinde teşekkül ettiğini
anlamak için gereklidir.
Tarihî Çevre
Hz. Muhammed’in vefatından sonraki kısa bir süre içerisinde Müslümanlar
batıda Fransa’ya, doğuda Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük bir coğrafyayı
hâkimiyetleri altına almıştır. Müslümanlar, fethedilen bu coğrafyadaki halka
müsamaha göstermişler, onların dinlerine, inançlarına, ibadet yerlerine
karışmamışlar, hatta bunları kendi korumaları altına almışlardır. Müslümanlar elde
ettikleri bu siyasî, askerî, iktisadî ve ictimaî güçle beraber onlarca ilimde, sanatta,
mimarîde söz sahibi olmuşlar, kendi değerleri ile yoğurdukları büyük bir medeniyet
kurmuşlardır.
Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslamiyet, başlangıçta ciddi
bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu
kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet)
Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar,
yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet
çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır.
Hz. Muhammed vefat ettiği sırada Arap yarımadasının önemli bir kısmı
İslamiyet’i kabul etmiş durumdaydı. Hz. Muhammed’den sonra devletin başına
geçen Hz. Ebu Bekir döneminde hem Arap yarımadasındaki ayrılıkçı hareketler
bastırılmış, hem de kuzey yönünde Suriye, Filistin, Irak taraflarına ilk fetih
hareketleri başlatılmıştır. Hz. Ömer döneminde ise fetih hareketi devam ettiği gibi,
fetihlerin getirdiği ihtiyaçlara binaen kurumsallaşmaya da yönelinmiştir.
Hz. Ömer döneminde, Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarına karşı elde edilen
askerî ve siyasî başarılar neticesinde; Irak, İran, el-Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır
toprakları Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu. Arap yarımadası dışında
birbirini takip eden bu fetihler esnasında ve sonrasında, İslam Devleti hâkimiyeti
altına giren değişik milletlerin, dinî, siyasî, iktisadî ve medenî statülerinin tespit
edilmesi gerekliliği kendisini hissettirmişti. Devletin gerek Müslümanlarla, gerek
gayr-ı müslimlerle alakalı olmak üzere ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarını gören Hz.
biridir. Her ne kadar Abbasi hanedanı 1517 yılında kadar Mısır’da varlıklığını devam
ettirmişse de bu dönemde ne siyasî ne de askerî bir etkinliği kalmamıştı. Abbasi
halîfeleri, Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han’ın gelişine kadar yani 1258 yılına kadar
saltanatlarını devam ettirmişlerdir. 524 yıllık bu dönemde toplam 37 halife iktidara
gelmiştir.
İslam medeniyetinin tarih sahnesinde ortaya çıkma zamanı/etkili olmaya
başladığı Abbasiler dönemidir. Nitekim Halife Mehdî ve Hârûn Reşîd dönemi
sadece askerî zaferlerin, malî zenginliğin arttığı dönem değil, aynı zamanda kültür
ve medeniyette yükselişin dönemidir.
Siyer, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslam’ın kendi bünyesinden doğmuş
olan dinî ilimleri hariç tutacak olursak başlangıçta Müslüman Arapların özellikle de
fen bilimlerinde sistematik bir ilmî geleneğe sahip olduklarını söylemek zordur.
Ancak Müslümanlar diğer ilimlerde de İslam’ın öğretileri doğrultusunda son derece
araştırma ve öğrenme arzusuna sahiptiler. Bu nedenle hem fethettikleri bölgelerde
yaşayanların bilgi ve tecrübelerinden istifade ile hem de geçmiş veya çağdaş
medeniyetlerin ürünleri olan kitapların Arapçaya çevrilmesi ile kısa süre içerisinde
kendi özgün bilimsel anlayışlarını ortaya koymuşlar, kendilerine ulaşan ilim, fikir ve
sanat gibi birçok alanda çağlarını aşan bir ilerleme kaydetmişlerdir.
Abbasi hilâfeti döneminde merkezde değişik iktidar dönemleri yaşandığı gibi,
diğer bölgelerde de birçok devlet kurulmuştur. Hiç şüphesiz İslam medeniyeti
açısından bunlar içerisinde en önemlisi Endülüs’tür. Emeviler döneminde
fethedilen ve Emevi ailesine mensup I. Abdurrahman’a kadar valiler tarafından
yönetilen Endülüs, İslam medeniyetinin Batı’ya açılan kapısı konumundaydı.
Abbasilerin Emevileri yıkmasından sonra İslam dünyasının doğusuna Abbasiler
hâkim olurken, batısında yer alan Endülüs Emevileri onlardan ayrılmışlar, bağımsız
olarak hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevileri bölgede seksen yıl devlet
olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Endülüs Müslümanları, Emevilerinden
sonra da Tavâif-i Mulûk, Murabıtlar ve Muvahhider gibi devletlerle XVI. yüzyıla
kadar siyasî varlıklarını; XVIII. yüzyıla kadar da dinî ve sosyal varlıklarını birçok
zorluklarla beraber sürdürmeyi başarmışlardır. Endülüs, siyasî, ilmî ve sanat
çevreleri, çeviriler, kurumlar, sanat eserleri, mimarî ve birçok ilim dalında ortaya
koydukları onlarca eserle İslam medeniyetine büyük katkı sağlamıştır. Doğuda
Abbasi idaresi altında gelişen İslam medeniyeti, neredeyse eş zamanlı olarak
Endülüs aracılığı ile de Batı’ya aktarılmıştır.
Müslüman ilim adamları bu dönemde yapılan çevirilerle geçmiş
medeniyetlerin birikimlerini öğrenmişler, eksik gördüklerini tamamlamışlar,
hatalarını düzeltmişler, kendi buluş ve görüşlerini bu birikim üzerine ekleyerek daha
ileriye götürmüşlerdir. Yaklaşık olarak 750-850 yılları arasını sürdürülen çeviri
hareketini, orijinal bilimsel eserlerin verildiği dönem takip etmiştir. Bu dönemde
devletin başında bulunan halifeler de ilmî çalışmalara ayrı bir önem vermişlerdir.
Çevirilerin sağlıklı yapılabilmesi için kurumlar teşkil ettirilmiş, âlimler teşvik edilmiş,
bu konuda maddî imkânlar seferber edilmiştir. Öyle ki bu dönemde ilmî, edebî
kitapların getirtilmesi için Doğu Roma gibi çevre ülkelere heyetler dahi
gönderilmiştir.
Abbasilerin zayıflaması ile beraber yeni bir siyasî güç olarak Selçukluların
ortaya çıktığı görülmektedir. Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah gibi ünlü
hükümdarlara sahip olan Selçuklular, Moğol saldırılarına kadar İslam coğrafyasında
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hemen belirtelim ki Selçuklular da ilimden sanata
birçok alanda İslam medeniyetine büyük hizmetler sunmuşlardır. Özellikle de
Anadolu Selçuklularının Haçlılara karşı direnişlerini Müslüman Türklerin İslam
medeniyetini koruma konusunda verdikleri en önemli hizmet olarak
değerlendirmek gerekir.
Selçuklulardan sonra ise Memluklular ve Osmanlılar siyasî hâkimiyeti ele
geçirmişlerdir. Osmanlılar, İslam kültür ve medeniyetini daha da geliştirdikleri gibi
Avrupa’ya taşımakla İslam medeniyetini yayma, XX. yüzyılın başına kadar Batı’dan
gelen saldırılara karşı koymakla da koruma görevini yerine getirmişlerdir.
Coğrafî Çevre
Müslümanlar, siyasî anlamda en geniş sınırlarına ulaşmakla beş farklı
medeniyetin coğrafî mirası üzerine oturuyor veya onlarla komşu oluyorlardı.
Fetihlerle Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına,
Grek/Roma medeniyetlerinin bir kısmına hâkim olurken, Hint ve Çin ile de komşu
olmuşlardır. Böylece İskenderiyye, Cundişapur, Harran gibi ilim ve kültür
merkezleri Müslümanların idaresine geçmiş oluyordu. Buralardaki Hıristiyan,
Süryani, Yahudi âlimlerin, Eski Yunan filozoflarının eserleri artık Müslüman
Arapların elindeydi ve Müslümanlar bunları anlamak için yoğun bir çaba
harcayacaklardı. Bu anlama süreci çeviri, şerh ve tashihle devam edecek, eleştiri ve
yeniden üretme ile de geliştirilecekti.
Müslümanlar, karşılaştıkları bu medeniyetlerin bilgi birikimlerinden,
ürünlerinden, tecrübelerinden faydalanmışlardır. Bu çerçevede İslam
medeniyetinin faydalandığı medeniyetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Hint medeniyeti,
Çin medeniyeti.
Fetihler: İslam fetihlerinin hiçbir zaman Haçlı veya Moğol saldırıları gibi
yıkıcı, tahrip edici etkisi olmamıştır. Bilakis fetihler, fethedilen bölgelerdeki artık
unutulmaya yüz tutmuş değerlerin ortaya çıkmasına aracı olmuştur. Müslüman
Araplar, âlimlerin dinlerine bakmaksızın onlardan yararlanma yoluna gitmişler, bir
Hıristiyan edip, bir Yahudi doktor, bir Süryani mütercim pekâlâ toplumda kendisine
yer bulabilmiş, büyük bir hoşgörü ve müsamaha içerisinde kendi ilmî birikimlerini
Maddî kaynakların üretime aktarılması yerine, lüks bir yaşam uğruna israf
edilmesi,
Başlangıçtaki düşünce ve ifade özgürlüğünün zamanla kısıtlanması,
Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi dinî ilimlere verilen önemin, Felsefe, Astronomi,
Coğrafya gibi beşerî ilimlere verilmemesi, zaman içerisinde bunların ihmal
edilmesi,
Müslümanların bilim ve teknolojiyi üretemedikleri gibi, takip de
edememeleri,
Dış Sebepler
Haçlı ve Moğol saldırılarının yıkıcı etkileri,
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi kültürle medeniyet arasındaki ilişki bağlamında
Değerlendirme dile getirilemez?
sorularını sistemde ilgili
a) Kültürle medeniyet arasındaki temel ayrışma kavramlara yüklenen
ünite başlığı altında yer
anlam farklılıklarından doğmaktadır.
alan “bölüm sonu testi” b) Medeniyet evrensel, kültür millîdir.
bölümünde etkileşimli c) Milletler kültürlerini değiştirebilirler, medeniyetlerini
olarak değiştiremezler.
cevaplayabilirsiniz. d) Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler.
e) Kültürle medeniyet birbirinden farklı kavramlardır.
Cevaplar Anahtarı
1-c, 2-e, 3-b, 4-d, 5-a, 6-a, 7-d, 8-e, 9-a, 10-c
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Arnold, T. Walker. (1982). İntişar-ı İslam Tarihi. (çev. Hasan Gündüzler). Ankara:
Akçağ Yayınları.
Ana Britannica. (1990). “Kültür”. (XX, 119-123). İstanbul: Ana Yayıncılık.
Avcı, Casim. (2003). İslam Bizans İlişkileri. İstanbul: Klasik Yayınları.
Baltacı, Cahit. (2007). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Yayınları.
Barthold, W. Wiladimir. (1984). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Fuat Köprülü).
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Behiy, Muhammed. (1992). İslam Düşüncesinin İlahi Yönü. (çev. Sabri Hizmetli).
Ankara: Fecr Yayınları.
Corci Zeydan. (1972). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Z. Megamez). İstanbul: Üçdal
Neşriyat.
Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul:
Birleşik Yayıncılık.
Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev.Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips
Yayınları.
Gökalp, Ziya. (1991). Türk Uygarlığı Tarihi. (haz. Yusuf Çotuksöken). İstanbul: Toker
Yayınları.
Gökalp, Ziya. (1995). Hars ve Medeniyet. (haz. Yalçın Toker). İstanbul: Toker
Yayınları.
Hitti, Philip K. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul:
Boğaziçi Yayınları.
İbn Haldun. (2004). Mukaddime. (çev. Halil Kendir). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.
Kafesoğlu, İbrahim. (2007). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Kayaoğlu, İsmet. (1986). “İslam Kültürünün Doğuşu”. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XXVIII, 205-211.
Kazıcı, Ziya. (2003). “İslam Medeniyeti”. Köprü, 81.
Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVIII, 296-297).
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Lewis, Bernard. (2000). Tarihte Araplar. (çev. H. Dursun Yıldız). İstanbul: Anka
Yayınları.
Meydan Larousse. (1972). “Kültür”. (VII, 724-725). İstanbul: Meydan Yayınevi.
2
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
GİRİŞ
Bir önceki ünitede kültür ve medeniyet kavramları için pek çok farklı tanım
verildiğini görmüştünüz. Aslına bakılacak olursa medeniyet tarihi bir bütün olarak
ele alındığında medeniyetin, insanlığın ortak malı olduğu anlaşılacaktır. İlk
insandan itibaren ortaya konulan her bir bilgi, her bir tecrübe ve gözlemin nesilden
nesile, asırlardan asırlara, coğrafyalardan coğrafyalara ve nihayet medeniyetlerden
medeniyetlere aktarılışıyla ilgili mutlaka bir öyküsü bulunmaktadır. Medeniyet
kavramıyla ilgili tanım farklılıklarının, medeniyetlerin birbirine karşı üstünlüğü veya
önceliği ile ilgili tartışmalardan ve çoğu zaman ideolojik bakış açısından
kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Bu bakımdan hangisi olursa olsun herhangi bir medeniyeti, insanlık tarihinin
akışı içersinde birbirine geçmiş zincir halkalarından sadece birisi olarak düşünmek
daha gerçekçi olmamızı sağlayacaktır.
Dolayısıyla tarihin derinliklerinde kalan veya yeni oluşan bir medeniyete; bir
dinin, bir milletin veya bir coğrafyanın, geçmişten gelen birikimler ve bünyesinde
bulunan tüm insanlarla birlikte asırlar içerisinde oluşturduğu veya oluşturacağı
maddi ve manevi tüm değerlerin bileşkesi olarak bakmak daha doğru olacaktır.
İslam Medeniyeti
Birinci ünitede İslam medeniyetinin tanımı verilirken “İslam medeniyeti,
miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede
hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı
medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik
unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır.” ifadesine yer
verilerek“farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyet”e
vurgu yapılmıştı. Bu ünitede, “İslam medeniyeti” kavramını zihnimizde
kurgulamaya çalışırken şu hususları da ilave ederek tanımımızı zenginleştirmeye
çalışacağız.
Bir din olarak İslamiyet asırlar içinde çok farklı kültür ve medeniyetleri
bünyesinde barındıran “yedi iklime” yayılmış ve bu coğrafyaların büyük bir kısmını
hâkimiyeti altında bulundurmuştur. Bu coğrafyalarda yaşayan birbirinden oldukça
farklı inanç ve kültüre sahip insanların bir kısmı İslam dinini benimsemiş; bir kısmı
da zimmî olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı kabul etmiştir. Bu bakımdan
İslam toplumunun,
Ana unsurunu Arapların teşkil ettiği, buna ilave olarak asırlar içerisinde farklı
ırk ve kültürlere mensup olmalarına karşın İslamiyet’i kabul eden
İslam medeniyetini Müslümanlardan,
oluşturan İslam
toplumu, Müslümanlar dışındaki İslam hâkimiyetinde yaşamayı kabul etmiş olan farklı
müslümanlardan din, inanç, ırk ve kültüre mensup insanlardan, yani en geniş anlamıyla
gayrimüslimlerden ve gayrimüslimlerden,
kölelerden
oluşmaktadır. Bir de inançları ve ırkları ne olursa olsun kölelerden oluştuğunu dikkate
almamız gerekmektedir.
Hiç kuşkusuz bu gruplardan her biri sahip olduğu değerler ve birikimler ile
İslam toplumuna katkıda bulunmuşlardır. Sosyal grupların ve yapıların farkına
varsınlar veya varmasınlar karşılıklı olarak birbirlerini etkiledikleri hepimiz
tarafından bilinen bir husustur.
Buna bağlı olarak İslam hâkimiyetinin şemsiyesi altında yaşayan tüm insan
unsurlarının geçmişten getirdikleri farklı gelenek, inanç ve kültürleriyle asırlar
içinde birbirinden istifade etmek suretiyle ürettikleri medeniyete “İslam
medeniyeti” adını vermek daha doğru olacaktır. Bir diğer ifadeyle İslam medeniyeti,
özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek
İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete
mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır.
İslam medeniyeti kavramının zihnimizde daha iyi şekillenmesi için bazı
örnekler vermek istiyorum:
İslam medeniyeti, başta İlk olarak mimariyle ilgili bir örnek üzerinde duralım. Hepimizin bildiği üzere
müslümanlar olmak Hz. Muhammed döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile
üzere İslâm
asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler
toplumunda yaşayan
herkesin katkısıyla birbirinden farklıdır. Bu duruma, coğrafyadan kaynaklanan ihtiyaçlar, yaşanılan
vücuda getirilmiştir. coğrafyanın malzeme faktörü, o coğrafyada mevcut olan geçmiş medeniyetlerin
mimari alandaki etkisi ve estetik algısının değişimi gibi birçok faktör etki etmiştir.
Bireysel Etkinlik
hekimleri biliyor musunuz? Onların tercüme faaliyetlerine nasıl bir katkı
yapmış olabileceğini düşünüyorsunuz? Yardımcı olmak üzere şu makaleyi
okuyabilirsiniz: Levent Öztürk, "Abbâsîler Döneminde Yaşayan Hristiyan
Doktorların İslâm Toplumuna Katkıları", İstem (Konya 2004), III, 71-79.
• Dünyanın her yerinde namaza çağrı olan ezan Arapça okunur. Bunun
Bireysel Etkinlik
“insanlar için ortaya çıkarılmış” seçkin bir toplum olma ruhu, daima canlı kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in insana eşref-i mahlûkât olarak bakması ve her bir ferdi, tüm
insanlığa bedel olarak görmesi; insandaki benlik algısı, kendisini ve karşısındakini
değerli hissetme duygusu bakımından önemli bir iç dinamizm kazandırmıştır.
Sorumluluk hissiyle beslenmiş olan bu güç, Müslümanların mutlak üstünlüğü
inancını ve her türlü sorunu Allah’ın yardımıyla göğüsleme fikrini ilham etmiştir.
Her bir ferdin, kendisini büyük bir ümmetin üyesi olarak algılaması da bu üstünlüğü
pekiştirmiştir. Bütün bunlar, insanlık için çalışmayı, iyi şeyler üretmeyi, insanların
tüm ihtiyaçlarını en güzel bir biçimde karşılamayı beraberinde getirmiştir. Sonuç
olarak ideal ölçütlerdeki insan ve toplum unsuru, İslam medeniyetini oluşturan
önemli temel taşlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fetihler
İslam medeniyetinin oluşumuna kaynaklık teşkil eden önemli unsurlardan
birisi de Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetih sürecidir. Bu yeni
durum öncelikle Müslümanların hâkimiyet ve üstünlük duygularını pekiştirmiştir.
Müslümanlar bu hâkimiyet kurma mücadelesi esnasında ve sonrasında
asırlar boyunca, ele geçirdikleri bölgelerdeki farklı din, kültür ve medeniyetlere ait
mimarî eserlere, kütüphanelere, bilim ve sanat ürünlerine zarar vermemişlerdir.
Müslümanlar ilk İslam Aslına bakılacak olursa fetih ve hâkimiyet sürecinde bu varlıklar yok olabilirdi.
fetihleriyle birlikte bir Ancak asırlar boyunca varlığını koruyarak günümüze gelmeyi başaran milyonlarca
anda kadim
belge, kitap ve eser, Müslümanların bu husustaki tavrını çok açık bir şekilde
medeniyetlerin ve
kültürlerin beşiği olan göstermesi bakımından yeterli olacaktır. Bugün İslam’dan önceki Sümer, Hint, Mısır
coğrafyaları ellerine gibi birçok medeniyete dair bilgilerimizi, günümüze kadar varlığını koruyan bu
geçirmişlerdi. malzemeler üzerinden kurguladığımızı dikkatlerden kaçırmamamız gerekir.
Müslümanlar ele geçirdikleri yerlerdeki maddi ve manevi medeniyet unsurlarını
yok etmiş olsalardı hâlihazırda bu medeniyetlerle ilgili birçok bilgiye ulaşma
imkânımız olmayacaktı.
Dolayısıyla Müslümanlar, öncelikle fetihlerle başlayan ve günümüze kadar
uzanan zaman diliminde bu malzemeleri tahrip etmeyerek maddi ve manevi yapıyı
korumuşlar ve yeri gelince kendi ilgi ve ihtiyaçlarına göre bu malzemelerden
istifade etme başarısını göstermişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed’in vefatından
sonra gerçekleşen fetihler, birtakım yeni oluşumların, uygulamaların ve kurumların
ortaya çıkmasına da katkı sağlamıştır.
Tercüme Faaliyetleri
Medeniyetlerin oluşumunda veya zenginleşmesinde, diğer kültür ve
medeniyetlerden yapılan tercüme faaliyetlerinin önemli bir yeri bulunmaktadır.
Yunanlıların Sümer, Hint ve Mısır medeniyetlerine ait eserleri tercüme etmeleri ve
Tercüme faaliyetleri, bir bunlardan istifade ederek yeni fikirler üretmeleri burada örnek olarak
toplumun kültür ve hatırlanabilir. İslam medeniyetinin oluşumunda ve zenginleşmesinde de tercüme
medeniyet bakımından
faaliyetleri önem arz etmiştir. Bilim ve felsefe geleneğine sahip olmayan
şekillenmesinde ve
gelişmesinde önemli bir Müslümanlar, bu yolla diğer medeniyetlere ait eserler ve görüşler hakkında bilgi
rol oynar. sahibi olmuşlardır.
İslam dünyasında gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerine hızlıca göz atacak
olursak Hulefâ-yı Râşidîn ve ardından gelen Emeviler döneminde tercüme edilen
eser sayısının oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Tercüme faaliyetleri Abbasi Halifesi
Hârûnürreşîd zamanında Beytülhikme’nin kurulmasıyla en yüksek seviyesine
çıkmıştı. Bu döneme kadar yapılanlar ya halifelerin veya veliahtların, ya da bazı
meraklı şahısların özel gayretleriyle gerçekleşmiştir. Bugünkü bilgilerimize göre ilk
tercüme teşebbüsü, Emevi veliahtlarından Hâlid b. Yezîd’in (ö.85/704)
destekleriyle gerçekleşmiştir. Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem, Ömer b.
Tercüme faaliyetleri Abdülazîz ve Hişâm b. Abdülmelik döneminde birkaç tıp risalesi ile bazı felsefe
Abbasi halifesi metinlerinin tercüme edildiği bilinmektedir. Emeviler döneminin siyasi çatışmalar
Hârûnürreşîd ve istikrarsız devlet yapısıyla bilim çalışmalarına yeterince ilgi duymadığı
tarafından tesis edilen
söylenebilir.
ve haleflerinin desteği
ile büyüyen Abbasi halifeleriyle birlikte Cündîşâpûr’dan saraya getirtilen Hıristiyan
Beytülhikme’de hekimlerin (özellikle Buhtîşû ailesinin)ve saraya davet edilen diğer milletlere
kurumsallaşmış ve mensup bilim insanlarının halifelere sundukları tercüme eserler, başlangıçta ihtiyaç
İslam bilim dünyasına
duyulan alanlarla, Mesela, tıp, matematik, astronomi vb. alanlarla sınırlı kalmıştır.
önemli katkılarda
bulunmuştur. Ancak bir yandan Halife Mansûr tarafından sarayda kütüphane oluşturulması
(Hızânetü’l-Hikme), diğer yandan gittikçe artan ilginin Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd
sınırlı sayıda olup özel gayretlerle gerçekleşmiştir. Bunları ilk sürgünler ve çınar
ağacının yavaş yavaş boy atması olarak nitelemek mümkündür.
• Son bir yıl içinde deprem, tusunami, kuraklık ve açlık gibi doğal afetlerden
etkilenen ülkeleri ve onlara yardım elini uzatan ülkeleri araştırınız. Buna
ilave olarak Selçuklu dönemi kervansarayları ile günümüzde birçok kurumun
açmış olduğu misafirhane ve yurtları, yardımlaşma ve vakıf hizmeti
bakımından inceleyiniz.
Yine hepimizin kabul edeceği üzere insanları liyakat esasına göre göreve
getirmek temel değerlerden birisidir. Hiç kuşkusuz bu değeri canlı tutan toplumlar
hızlı bir şekilde yükselirler. Bunu çiğneyen toplumlar ve dönemler ise kısır
çekişmeler içinde tıkanıp kalırlar.
Bireysel Etkinlik
• Hz. Ömer dönemi ile Emevi halifelerinden Muaviye ve Yezid
dönemlerini, vali görevlendirmeleri arasındaki temel farkları tespit
etmek üzere inceleyiniz. Bulduğunuz farkları karşılaştırmalı bir liste
halinde yazınız.
İslam medeniyeti, insana değer veren bir medeniyettir: İnsan mukaddes bir
varlıktır. Yeryüzündeki her şey onun için hazırlanmıştır (Bakara/2: 29; Lokman/31:
20). Bu dünya hayatı da onun mutluğunu sağlamak için sunulmuştur. Bu temel
çerçeve içinde vahye mazhar olan insan, kendisine verilen kıymetten dolayı başta
şahsı olmak üzere tüm insanlara ve onlar tarafından üretilen şeylere değer verir. O,
öncelikle iman kardeşliğini esas alır. Kabile kardeşliğinden, haksız koruma ve
savunmalardan uzak durur. Sınıf ve sınıflaşmaya müsaade etmez. İnsana sunulan
din özgürlüğünden dolayı kendi inancından farklı inanç sahiplerini küçümsemez.
İnsana verilen değerin bir ifadesi olarak hoşgörü anlayışına sahiptir. Bunun bir
neticesi olarak kendisinden önceki her bir insanın veya diğer inanç ve kültürleri
temsil eden insanların ürettiklerini değerli bulur.
Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu anlayış, fetihlerle ele geçirilen
bölgelerdeki maddi ve manevi değerlerin yok olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla
fethedilen coğrafyalarda yaşayan tüm insanların ve sahip oldukları maddi-manevi
değerlerin koruma altına alınması, zamanla Müslümanların ihtiyaç duydukları
hususlarda bunlardan istifade etmesi sonucunu doğurmuştur. Ayrıca sınıflaşmanın
olmaması sebebiyle köle kökenli veya mevlâ kökenli bazı insanlar, birçok ilim
dalında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme Hindistan’da ve Arabistan’da kullanılan bir takım bitkisel ilaçlar, aynı anda
sorularını sistemde Yunan tabipleri tarafından aranıyor ve Yunan pazarlarında kendisine yer
ilgili ünite başlığı buluyordu.
altında yer alan “bölüm 1. Yukarıda yer alan bilgiler çerçevesinde aşağıdakilerden hangisi
söylenemez?
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak a) Bir takım bitkisel ilaçların Hindistan, Arabistan ve Yunan coğrafyasında
cevaplayabilirsiniz. kullanıldığı
b) Yunanlı tabiplerin bir takım bitkisel ilaçları farklı coğrafyalarda yetişen
bitkilerden elde ettikleri
c) Yunanlı tabiplerin diğer coğrafyalardaki bilimsel gelişmelere açık
oldukları
d) Yunan pazarlarında farklı coğrafyalara ait ürünlerin satıldığı
e) Yunanlı tabiplerin farklı coğrafyalarda yetişen bitkisel ilaçları Yunan
pazarlarından aldıkları
Yunan bilimi Hint ve Mısır medeniyetine ait kitaplardan; İslâm bilimi Yunan
medeniyetine ait kitaplardan; Batı bilimi de İslâm medeniyetine ait
kitaplardan tercüme yapmak suretiyle gelişmiştir.
7. Yukarıda yer alan cümleye göre aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılabilir?
a) Yunan, İslâm ve Batı medeniyetleri birbirinin takipçisidir.
b) Yukarıda yer alan medeniyetlerden hiçbiri orijinal değildir.
c) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri geliştirir.
d) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri diğer
medeniyetlere bağlı kılar.
e) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme edenler medeniyet seviyesine
ulaşırlar.
Cevap Anahtarı
1-b, 2-c, 3-b, 4-d, 5-c, 6-e, 7-c, 8-a, 9-d, 10-a
İSLAM KURUMLARI
İÇİNDEKİLER
3
kurumları arasındaki bağlantıyı
değerlendirebileceksiniz.
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
GİRİŞ
Arabistan; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği bölgede yer alan,
doğusunda Basra Körfezi ve Umân Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise
Kızıldeniz ile sınırlı 1.700.000 km2 genişliğinde bir yarımadadır. Arabistan, tarih
boyunca gerek yabancı, gerekse İslam coğrafyacıları tarafından çeşitli bölgelere
ayrılmışsa da, yaygın anlayış bu coğrafyanın Güney Arabistan, Kuzey Arabistan ve
Orta Arabistan (Hicaz) olarak ayrıldığı şeklindedir. Bu bölge dünyanın en eski tarih
alanlarından olduğu gibi aynı zamanda kültür ve kurumların kendini gösterdiği
hayat sahalarından da biridir.
Güney Arabistan
Yemen, Hadramevt ve Umân gibi üç bölgeden meydana gelen Güney Arabistan,
asırlar boyunca güçlü devletlere ev sahipliği yapmıştır. İslam'ın doğuşundan önceki
asırlarda Güney Arabistan'da Mainîler, Sebeliler ve Himyerliler adlarında üç
Güney Arabistan’ın büyük devlet hüküm sürmüştür.
medeniyet merkezleri: Asıllarının Amâlika Arapları olduğu anlaşılan Mainîler, Güney Arabistan’da
Yemen-Hadramut MÖ. 1400 ile 650 arasında yaşamışlardır. Main Devleti, bir ticaret devleti olduğu
için hâkimiyetini askerî fetihlere değil, ticarete dayandırmıştır. Bu sebeple onların
ekonomik nüfuzu Akdeniz ve Kızıldeniz yoluyla Basra Körfezi kıyılarına kadar
ulaşmıştır. Bölge halkı, Arabistan ürünleriyle Hint ve Çin'den getirilen ticaret
mallarını Mısır, Filistin ve Suriye’ye ulaştırmıştır.
Mainîler’den sonra Arap yarımadasının güney-batı bölgesini yurt edinen
Sebeliler, medeniyet eşiğine adım atan ilk Arabistanlılar olarak kabul edilir.
Başkentleri, Me’rib şehridir. Sebe Devleti, Mainîler’de olduğu gibi bir ticaret
devletiydi ve onlar, yaşadıkları dönemde özellikle Güney Arabistan ticaretini
tamamen ellerinde tuttular. Bu sebeple Sebeliler, güney denizlerinin Fenikelileri
olarak tanınmışlardır. Öyle ki, yaşadıkları dönemde Yemen'den harekete geçen
ticaret gemileri, Güney Arabistan yoluyla Akdeniz sahillerine, ardından da zamanın
önemli ticaret merkezlerinden biri olan Gazze'ye kadar ulaşmıştır. Bu şekilde
Sebe halkı, Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkelerine kadar uzanıp Afrika'nın kıyı ve
hatta iç bölgeleriyle de ilişkiler geliştirmiş, ticaret vesilesiyle geniş bir coğrafyada
faaliyet göstermiştir.
Tarih sahnesinde yedi asırdan fazla kalan Sebe Devleti döneminde
gerçekleşen tarihi hadiselere dair ne Arap tarihlerinde, ne de keşfedilen
kalıntılarda yeterli bilgilere sahibiz. Ancak bu devletin ortadan kalkma sebebi
olarak Me’rib Seddi'nin (baraj) yıkılışı, yani Arîm Seli hadisesi gösterilmektedir.
Kuzey Arabistan
Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, Grek ve Fars
kaynaklarında bulunan bilgilere göre, İslam’ın ortaya çıkışına kadar bölgede dört
siyasî birlik kurulmuştur. Bunlar Nabâtîler, Tedmürlüler, Gassânîler ve Hîrelilerdir.
Tarih kayıtlarında Arabistan’ın kuzeyinde bilinen en eski devlet, Filistin’in
güneyinde kurulan Nabâtî Krallığı kabul edilir. Nabâtîler, hüküm sürdükleri dönem
boyunca Roma İmparatorluğu ile Hicaz bölgesi arasında tampon görevini
üstlenmişlerdir. Ancak Nabâtîler ile Romalılar arasındaki iyi ilişkiler uzun süre
devam etmemiş, siyasî ve iktisadî sebepler yüzünden anlaşmazlıklar baş
göstermiştir. Nitekim onlar, hükümdarları IV. Hâris devrinde Romalılarla kanlı
savaşlara girişmişlerdir.
IV. Hâris'ten sonra Nabâtî Devleti hakkında tarih kitaplarında fazla bilgi
yoktur. Ancak, Mîladî 40 yılından sonra krallık zayıflayıp yıkılmaya yüz tuttuğu
anlaşılmaktadır. Nabâtîlerin son hükümdarı olan III. Mâlik döneminde (saltanatı
Miladî 101 -106) Roma imparatoru Traianus’un (Miladî 98-117) emriyle onun
Suriye'deki vekili Kornelyus Palma adındaki komutan, başkent Petra'yı ele geçirmek
suretiyle Nabâtîler devletine son vermiştir. (Miladî 106).
Ticari faaliyetleri ile tanınan Nâbâtîler, Kızıldeniz’den geçen İpek Yolu’nun ve
Arap yarımadası üzerinden gelen Baharat Yolu’nun Batıya açıldığı son durakları
ellerinde bulundurmuşlardır. Bu yol üzerinde hareket eden kervanların ve
Hindistan’a oradan da Uzakdoğu’ya giden ticaret gemilerinin birçoğunun onlara ait
olduğu kaydedilmektedir.
Kuzey Arabistan’da Eski Arap devletleri arasında tarihleri en iyi bilinenler
Tedmürlülerdir. Nabâtî Krallığı’nın sonlarına doğru Kuzey Arabistan’da M.Ö. I.
yüzyılda kurulan bu krallığın merkezi olan Tedmür şehri, Şam’ın 260 km.
kuzeydoğusunda yer alır. Greko-Romen çağda Palmira denilen bu vahaya Araplar
Tedmür adını vermişlerdir.
Genel anlamda Roma’nın stratejik ortağı gibi görülen Tedmür Devleti,
bununla birlikte fırsat buldukça Romalılara karşı bağımsızlık adımları atmaktan da
geri durmamıştır. Nitekim Romalıların komutan seviyesine getirdikleri Tedmürlü
Uzeyne b. Hayrân, Mîladî III. asrın sonlarına doğru Romalıları ülkesinden çıkarmak
üzere gizli faaliyet başlatmış, ancak girişimi başarısızlıkla neticelenince
öldürülmüştür. Bu hadise Tedmür halkının bağımsızlık düşüncesini daha da
kuvvetlendirmiştir. Bunu fırsat bilen Uzeyne’nin kendi adını alan oğlu Uzeyne
(Odenat) babasının intikamını almak ve ülkesine bağımsızlık kazandırmak
hedefiyle dağlara çekilerek isyan başlatmıştır. Miladî 267 yılında kocasının yerine
Tedmür tahtına geçen kraliçe Zenubiya, tarihte görülen kadınlar arasında müstesna
bir şahsiyet kabul edilir. Roma imparatorlarından Gallienus ve II. Claude dönemlerinde
Tedmür’de bağımsız olarak saltanat süren Zenubiya, genişleme siyaseti takip
Vaha’da bir medeniyet ederek Miladî 271 veya 272 başlarında, ordusunu harekete geçirerek Mısır’ı zapt
şaheseri: Tedmür etti. Kraliçe bu başarısından aldığı cesaretle yeni hedef olarak Anadolu topraklarını
belirledi. Onun orduları kısa sürede Ankara’ya kadar ulaştı. Roma İmparatoru
Aurelianus, kendisine meydan okuyan, üstelik Roma’nın hâkimiyeti altında bulunan
Asya'daki toprakları da tehdit etmeye başlayan Zenubiya’ya karşı büyük bir orduyla
doğu seferi başlattı. İki taraf arasında Humus şehri yakınlarında büyük bir savaş
gerçekleşti. Çarpışmalar sonucunda mağlup duruma düşen Tedmürlüler,
başkentlerine çekilmek zorunda kaldılar. Kısa süre içinde Roma ordusu Tedmür
kalesini muhasara altına aldı. Kuşatma neticesinde yenilginin muhakkak olduğunu
fark eden kraliçe Zenubiya, İran hükümdarından yardım talep etmek için gizlice
kaleyi terk ederek Fırat Nehri’ne kadar ulaştı. Ancak takip eden Roma askerleri onu
yakalayarak Roma kralının huzuruna getirdiler. Kraliçelerinin yakalandığını haber
alan şehir halkı, muhasaracılardan af dileyerek barış yapılmasını talep ettiler.
İmparator barışı kabul edip şehrin yağmalanmasına izin vermedi. (Miladî 272).
Tedmür’ü ele geçirdikten sonra devletin muazzam hazineleri ve esir
kraliçe Zenubiya’yı yanına alarak geri dönen Roma kralı Tuna Nehri kıyısına
yüzyılın başlarında Yemen'den göç ederek Irak'a yerleşmiştir. Bunlar burada bir
süre Sâsânîlere bağlı olarak yaşamışlar ve göçebe Arapların saldırılarına karşı İran
sınırlarını korumuşlardır.
Lahmî Krallığı’na başkentlik yapmış olan Hîre, günümüzde Irak'ın Necef iline
bağlı bir kaza merkezi olup Kûfe'nin 5 km. güneyinde Fırat Nehri kenarında yer alan
geniş bir ovada kurulmuştur. Şehir ilk defa Mîladî 240 yıllarında Sâsânîlerin verdiği
kral unvanıyla burada bir emirlik kuran Lahmîler zamanında adını duyurmaya
başlamıştır. Şehir, Lahmî emiri III. Münzir döneminde (Miladî 503-554) en şaşaalı
dönemini yaşamıştır.
Tarihi kayıtlara göre sayılarının yirmi olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının
en meşhuru İmriu’l-Kays’tır. Mîladî 288-328 yılları arasında hüküm sürmüş, idaresi
döneminde Sâsânîlerin yanı sıra Bizans ile de diplomatik faaliyetler
gerçekleştirmiştir. Numan el-Aver de (Miladî 403-431) Hîre hükümdarlarının en
meşhurlarındandır. Cesaretiyle tanınan hükümdar, defalarca Suriye üzerine
seferler gerçekleştirmiştir. Sonuçta Cezîre bölgesi, Bahreyn dolayları ve Suriye
çöllerinde yaşayan Arapları cizyeye bağlamıştır.
Mîladî VI. yüzyılın ilk yarısında Hîre tahtına yine büyük bir hükümdar kabul
edilen III. Münzir geçmiştir. Onun saltanatı süreci Hîre Devleti için zirve dönemi
kabul edilir. Nitekim Münzir, özellikle Bizanslılara karşı önemli başarılar elde etmiş,
531 yılında Urfa'nın güneyinde Fırat Nehri kıyısında yapılan Kallinikum savaşında
Doğu Roma ordusunu yenerek büyük bir zafer kazanmıştır. Onun Mîladî 539'da
Gassânî Kralı Hâris ile girdiği çatışma, 545 yılına kadar süren Sâsânî-Bizans savaşına
dönüşmüş, kendisi de 554 yılında Gassânîlerle gerçekleştirdiği savaş esnasında
Kinnesrin yakınlarında öldürülmüştür.
Babasının ölümünden sonra Lahmî hükümdarı olan III. Numân b. Münzir
(Miladî 580-602) başlangıçta kendisine karşı çıkan Arap kabilelerini itaat altına
aldıktan sonra Lahmî hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. Onun döneminde Hîre,
zamanın başlıca kültür merkezlerinden biri haline de gelmiştir. Ancak aynı süreçte
ülkenin İran ile ilişkileri bozulmuştur. Bunun sebebi Kisra’nın, Numân b. Münzir’in
kızını kendisine göndermesini istemesi, onun da olumsuz cevap vermesidir. Bunun
üzerine Pervîz, Numan’ı Medâin'e çağırdı. Kral başına gelecek felâketi tahmin ettiği
için ailesini ve hazinesini bölgenin büyük Arap kabilesi Şeybânîlere emanet ederek
Sâsânî başkentine gitti. Burada bir süre tutuklu kaldıktan sonra idam edildi. (Miladî
602). Bu şekilde Lahmî hanedanı son bulmuş oldu. Hîre ve civarındaki topraklar
(H.12/M.633) yılında Hâlid b. Velîd’in seferleri neticesinde Müslümanların
hâkimiyetine geçmiştir.
Hicaz
Hicaz, Arap yarımadasının ortasında Kızıldeniz tarafında yer alıp, Necid
yaylalarıyla sahildeki Tihâme ovaları arasında bulunan coğrafî bölgeye isim olarak
verilmektedir. Hicaz’ın en önemli merkezleri Mekke, Medine ve Taif’tir.
Mekke, güneyde Yemen'e, kuzeyde Akdeniz'e, doğuda Basra körfezi’ne,
batıda Kızıldeniz Limanı Cidde'ye komşu olan ve Afrika istikametinde giden ana
yolların kesişme noktasında yer alan bir şehirdir. Burası aynı zamanda Hicaz’ın en
önemli dinî ve ticarî merkezidir. Burada Kâbe, Mescid-i Harâm, Safâ ve Merve adlı
kutsal mekânlar Mekke’de bulunduğu gibi, hac vazifelerinin geri kalan kısımlarının
îfâ edildiği Arafat, Müzdelife ve Mina da bu şehrin civarında yer almaktadır.
Mekke‘nin tarihi M.Ö. V. yüzyılın ortalarına kadar ulaşır. Burayı ilk yurt
edinenler Güney Arabistan asıllı Amâlikalılardır. Amâlikalılardan sonra Mekke’ye
yine Güney Arabistan menşeli Cürhüm kabilesi yerleşmiştir. Bu şekilde Harem
etrafında başlayan iskân faaliyeti ile Mekke bir yerleşim merkezi haline gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İsmail'in Hz. İbrahim tarafından Mekke'ye getirildiği ve
burada Kâbe'yi inşa ettiği zikredilir. Hz. İsmail burada kabilenin reisi olan Mudad’ın
kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık kurmuş, bir peygamber olarak
Kâbe ve hac vazifelerini yerine getirmiştir. Onun ardından bu görevler oğulları
tarafından yürütülmüştür. İsmailoğulları, zamanla şehirde çoğalarak İsmailîler,
Adnânî, Maadî veya Nizarî adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllar sonra aynı topraklarda
peygamberlik görevini üstlenecek olan Hz. Muhammed’in yakın ataları olan Kureyş
kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen
İsmailoğulları soyundan meydana gelmiştir.
Mekke'de kısa sürede güç kazanan ve önceleri Hz. İsmail'in tebliğ ettiği dini
benimseyen Cürhümlüler, zamanla Mekke'ye dışarıdan gelen insanlara kötü
davranmaya başladılar. Bu esnada Güney Arabistan’dan Hicaz’a doğru göç eden
Huzâalılar, kendilerine uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Mekke civarında
kalmak için Cürhümlülerden müsaade istediler. Ancak bu talepleri kabul
edilmeyince meydana gelen çatışmalarda Huzâalılar üstün gelerek Cürhümlüleri
Mekke’den uzaklaştırdılar. Şehrin idaresini rakiplerine terk etmek zorunda kalan
Cürhümlüler, Mekke’den ayrılırken Zemzem kuyusunu da işlemez hale getirdiler.
Huzâalılar Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırırken, onların akrabası olan
İsmailoğulları’nın şehirde kalmalarına izin verdiler.
Mekke’de üç asır süren Huzâa hâkimiyeti Hz. Muhammed’in beşinci dedesi
olan Kusay b. Kilab vasıtasıyla sona erdirilip Kureyş idaresine geçilmiştir. Kureyş
kabileleri, Huzâalıların hâkimiyeti boyunca Mekke çevresinde ve yakın akrabası
Arap Yarımadasının Dini olan Kinâneoğulları’nın arasında dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. Bu soya adını
merkezi: Mekke veren Fihr b. Mâlik’in altıncı nesilden torunu olan Kusay b. Kilâb, Mekke ve
Kâbe’nin yönetimini ele geçirmeyi başardı. Bundan sonra Mekke’de Huzâa idaresi
yerine Kureyş hâkimiyeti dönemi başladı.
Kusay, Mekke’de idareyi eline alır almaz, daha önce şehrin çevresinde
dağınık bir şekilde yarı göçebe hayatı yaşayan Kureyş kabilesini bir araya getirerek
Mekke’nin Harem bölgesine yerleştirdi. Kureyş kabilesinin boylarını bir araya
getirmesi sebebiyle kendisine “Mücemmi'” (Birleştirici) unvanı verilmiştir.
Mekke’den sonra önem derecesinde Hicaz’ın ikinci şehri Yesrib’dir. Burası
Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km.
uzaklıkta, Mekke'nin 350 km. kadar kuzeyinde yer alır. Anavatanları Yemen olan
Evs ve Hazrec kabileleri Arîm Seli’nden sonra muhtemelen Mîladî V. yüzyılda Yesrib
ve civarına yerleşmişlerdir. Ancak bir süre sonra Yahudilerin kışkırtması ile bu iki
kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca savaşmışlardır. Ayrıca sayıca daha
az olan Evsliler Kureyza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynuka ile ittifak
kurmuşlardır. İslam'ın doğuşuna kadar Evs ve Hazrec mücadelesi bazen Evs,
bazen de Hazrecliler lehine sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonuncusu ve en kanlısı
olan Buâs, Hicret’ten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazreclilerin mağ-
lubiyetiyle neticelenmiştir.
Medine’nin Araplarla birlikte diğer sakinleri ise Yahudilerdir. Onların
Medine'ye gelişini Hz. Mûsâ dönemine kadar götürenler olduğu gibi, Suriye'nin
Yunanlılar veya Filistin'in Romalılar tarafından işgaliyle bağlantılı görenler de vardır.
Buna göre MÖ. VI. yüzyılın başlarında Kudüs’ü işgal eden Babil Kralı Buhtunnasr
işgalin ardından Yahudileri kendi ülkesine götürünce, onun elinden kurtulanların
bir kısmı daha güvenli buldukları Hicaz’a gelerek Yesrib, Hayber ve Fedek gibi
şehirlere yerleşmişlerdir. Yahudilerin Filistin’den Arabistan’a göç etmelerini
zorunlu hale getiren sürgün ve baskılar daha sonra da devam etmiş, özellikle Roma
İmparatorlarından Adriyanus’a (Miladî 117-138) karşı yapılan ayaklanmanın
başarısız olması üzerine Yahudilerin birçoğu Arabistan’a sığınmak zorunda
kalmışlardır. Hıristiyanlığın Suriye’de yayılmasının ardından Romalıların dinî
baskısına maruz kalan Yahudiler de kendileri için daha güvenli buldukları Hicaz’a
gelmişler, bilhassa bölgenin kuzey kısımlarına yerleşmişlerdir.
Hicaz’ın üçüncü önemli merkezi olan Taif, Mekke‘nin yaklaşık 120 km
güneydoğusunda Irak-Yemen ticaret yolu üzerinde Sakîf kabilesinin yurdudur.
Sakîfliler arazilerinin verimliliği ve şehirlerinin ticaret yolu üzerinde olması
sebebiyle ekonomik anlamda zaman zaman Mekke ile yarışabilecek hale
gelmişlerdir. Şehir ahalisinin mahalli ve mevsimlik panayırlar sebebiyle Mekke
halkıyla sağlam bağlarının bulunduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim bu iki şehir
Karyetân (iki karye) veya Mekketân (iki Mekke) adıyla anılmıştır.
Sosyal Hayat
Cahiliye Kültürü
Cahiliye sözlükte, bilmemek, tanımamak ve kaba davranmak gibi anlamlara
gelir. Ayrıca bu tabir bilginin zıddı olarak bilgisizlik, kendini bilmezlik gibi farklı
manalara da gelmektedir. İslami dönemde ortaya çıkmış bir tabir olan Cahiliye,
gerek Kur'ân’da, gerekse hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve
davranışlarını İslamî devirdekinden ayırt etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu sebeple
genellikle Arapların İslam'dan önceki dönemine "Cahiliye Çağı" denilmiş, bu
süreçte faaliyet gösteren şairlere de “Cahiliye şairleri” adı verilmiştir. Genel
anlamda Cahiliye kelimesiyle İslam öncesi, yani Arapların Milâdî 610 yılında vahyin
inmeye başlamasından önce yaşadıkları devir kastedilmiştir. Arapların İslam'dan
önceki tarihlerinin Cahiliye kelimesiyle ifade edilmesinin sebepleri arasında onların
hayat tarzına bedevîliğin hâkim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre
medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve yarı
göçebe hayat yaşamaları gösterilmiştir.
Kabile ve Yönetim
İslam öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal bir model
olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen
ve aralarında neseb irtibatı bulunan insan topluluklarına verilen ortak isimdir. Arap
toplumunda kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve
kendilerine “şeyh” veya “seyyid” adı verilen kişiler tarafından idare edilmiştir.
“Şeyh” Arapçada “yaşlı adam” anlamına geldiği gibi, “ileri gelen” anlamına da
gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı özelliklere sahip adaylar arasından yaşça
büyük olan üyenin riyasete getirilmesini intaç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve
özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle hiçbir zaman kral yetki ve otoritesine
sahip kişiler tarafından yönetilmeye razı olmamışlar, reislerini de kendilerinden
daha üstün veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki
birinciler olarak kabul etmişlerdir.
Kabilede reisin aslî görevi, sülâle ileri gelenlerinin tabiî üyesi oldukları istişare
heyetini organize etmektir. Onun sorumluluğuna emretmek değil, kabilesini diğer
kabilelere karşı temsil etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış
anlaşması yapar, kabilenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misafirleri ağırlar,
kabile adına elçilik vazifesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında
kabile reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen
fedakâr adamlar olarak şöhret bulmuşlardır. Kabile ileri gelenlerinin bunca az
yetkiye sahip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve manevî sorumluluk altına
Aile
Cahiliye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez. Çünkü çöl
ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple
Araplar, geniş çerçeveli ataerkil aile şeklinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Başka bir
ifadeyle aileler ancak daha büyük aile demek olan bir kabilenin parçası olmakla
varlık kazanabilmişlerdir. Bütün toplumlarda olduğu gibi Araplarda da kabilede en
küçük birim aile kabul edilir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir. Dolayısıyla
Araplar arasında erkeğin tartışılmaz üstünlüğü vardır. Bu sebeple ataerkil bir
Araplar, ataerkil aile
toplum yapısını benimseyen Araplarda yakınlık ilişkisi erkek akrabalar (asabe)
sistemine sahiptirler.
yoluyla kurulmuştur. Cahiliye Arapları erkek cinsini üstün tutarken, buna karşılık kız
çocuğuna sahip olmaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Özellikle göçebe Araplar
arasında kızların aileye yük olduğu düşüncesi yaygındır. Zira kadının, kabileyi
koruyabilecek gücü bulunmadığı gibi, onun esir duruma düşmesi soyun zarar
görmesine de sebep olabilirdi. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına oranla
erkeğe daha çok değer verilmesi sonucunu getirmiştir.
Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdetine “ve'd”,
gömülen kız çocuklarına da “mevûde” adı verilmiştir. Araplarda kız çocukları
hakkındaki olumsuz düşünceye rağmen onların canlı olarak gömülmesi âdeti
bilhassa Temîm kabilesi dışında diğer Arap kabileleri arasında çok yaygın olarak
görülmemiştir. Üstelik Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek
istenen kız çocuklarını babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini
üstlenmişlerdir. (Buhârî/Menâkıbu’l-Ensâr: 24).
Kültürel Hayat
İslam öncesinde Araplar, yarımadanın sınırlı miktardaki yerleşik hayata ve
ziraata elverişli yerleri hariç olmak üzere genel olarak göçebe hayatı süren bir
kavim olarak bilinir. Dolayısıyla bu coğrafyadaki kültür hareketleri, hemen
Orta Arapça,
Yeni (modern) Arapça,
Bu son iki safhada edebî yazı diline bağlı olarak devamlı gelişen mahallî
lehçeler.
Eski Arapçanın özellikleri ve zamanla geçirdiği safhalar hakkındaki bilgiler
daha ziyade bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplarla münasebetleri
olmuş kavimlerin metinlerinde geçen kabile, şahıs ve yer adlarına dayanır.
Günümüzde en eski Arapça vesika, milâttan önce 853-626 yılları arasında
Asurluların Aribilere karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinlerinde geçen kırk
kadar isimdir.
Klasik Arapça tabiriyle bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur'ân-ı
Kerim'de ve hadislerde gördüğümüz, daha sonraları da Arapçanın yayıldığı yerlerde
din, edebiyat ve ilim dili olarak devam eden lehçeler üstü Arapça kastedilir. Klasik
Arapçayı temsil eden eski metinler kadîm şairlerin şiirleri, Kur'ân-ı Kerîm, Hz.
Muhammed'in ve ilk halifelerin resmî haberleşmeleri, Arap kabileleri arasındaki
savaşları ifade eden Eyyâmü'l-Arab'a dair yazılı parçalardır.
İlim
İslam öncesi Araplar’da özellikle astronomi ilmi alanında önemli bir birikim
bulunmaktadır. Arabistan gecelerinin ekseriyetle sıcak, berrak ve bulutsuz
atmosferi, çölde göçebe hayatı süren Arapların az veya çok astronomi bilmesini
gerekli kılıyordu. Uçsuz bucaksız çölde, kum tepelerinin rüzgâr sebebiyle sürekli yer
Araplar, tıp ilmini değiştirmesi, tabiî yol bulma imkânını tamamen ortadan kaldırıyordu. Ayrıca
Babillilerden aldılar. bedevîler genellikle kendilerini ve bineklerini gündüzün kavurucu sıcağından
koruyup kurtarmak üzere geceleri seyahat ederlerdi. Yolculuk esnasında karanlık
olduğu için yeryüzü şekilleri ve tabiî işaretlerden istifade mümkün değildi. Bu
durumda yön tayini için tek yol, gökyüzünden istifade etmekti. Araplar bu sebeple
çöl yolculuklarında sabit yıldızlardan istifadeye çalışırlardı. Bu sebeple sürekli ay ve
yıldızların hareketini tahmin eden Araplar, astronomik bilgiler açısından çağdaşları
milletlere göre daha üstün derecede idiler. Onlar, bu ilmi Keldanîler ve
Babillilerden almışlardır. Bunun en büyük delili ise Arap dilinde geçen belli başlı
yıldızların pek çoğunun adı veya adının delâlet ettiği mânanın Keldalilerin diliyle
hemen hemen aynı olmasıdır.
Araplar, tıb ilmini de Babillilerden öğrenmişlerdir. Ayrıca çağdaşları
İranlılardan da tıb bilimi konusunda bazı şeyler alarak onları, daha önce
Babillilerden ithal ettikleri bilgi ve tecrübelere katmışlar, nihayet bu birikimlere
kendilerinin buldukları yeni tedavi yöntemlerini de dahil ederek Cahiliye Çağı tıp
bilimini ortaya çıkardılar. Araplarda yaygın olarak iki çeşit tedavi metodu
uygulanıyordu. Bunlardan ilki kâhinlerin usulü, öteki ise tıbbî metod yani ilâçla
tedavidir. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban
adayıp dua etmek, yahut nüsha (muska) yazmak gibi uygulamalarla iyileştirmeye
çalışırlardı. Bu uygulama sadece Araplara has bir yöntem olmayıp, bütün eski
milletlerde yaygın olarak görülen bir tedavi anlayışıdır.
Arap tabipler arasında gerçekten yaşadığı bilinenlerin en meşhuru ise
Eymü’r-Rebab kabilesine mensup İbn Huzeym’dir. Hâris b. Kelde es-Sakafî Cahiliye
Çağının son ünlü tabiplerinden biridir.
İslam öncesi dönemde Araplara ait beşeri bilimlerin başında kehanet ve
arafet gelir. Kehanet ve arafet genelde aynı anlamda kullanılmış olmakla birlikte
bazıları kehanetin geçmişe arafetin ise gelecekteki olaylara ait bilgi verme
anlamına geldiği kanaatindedirler. Cahiliye Çağında Araplar kâhinlerin olağanüstü
güçlere sahip olduklarına inandıklarından her işlerinde onlara müracaat ederlerdi.
Bilhassa aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların yardımına ve neticede
verecekleri hükümlere önem verirlerdi. Onlar hasta oldukları zaman da kâhinlerin
tavsiyeleriyle şifa bulmaya çalışırlardı. Ayrıca kendi başlarında çözemedikleri her
türlü konuda onlara fikir danışırlar, gördükleri rüyaları onlara yordururlar, hatta
gelecekte başlarına gelecekler hakkında da onlardan bilgi almaya çalışırlardı. Bu ba-
kımdan kâhinler Cahiliye Çağı Araplarında, felsefe, hukuk, tababet gibi faaliyetlerle
meşgul olan, aynı zamanda din adamları sınıfını, yani bu alanlarda uğraşma
imtiyazını ellerinde bulunduran ruhanî başkanları temsil ediyorlardı.
Hukuk
İslam öncesi dönemde bilhassa Hicaz bölgesinde teşkilatlı siyasî bir otorite
ve devletin olmaması, yargı faaliyetlerini yürütecek hukuk organının da yokluğuna
sebep oluyordu. Bunun yerine kabile hakemleri tahkim ifade olunan bir sistem
içinde hukukî faaliyetleri yürütüyorlardı. Dolayısıyla hakemler, devlet otoritesine
dayalı bir adliyenin yerine getireceği işleri üstlenirlerdi.
Araplarda kabile içinde çıkan hukukî ihtilâflar, yine kabileye mensup hikmet
sahibi hakemlere götürülüyordu. Hakemler tanınmış, emin, tecrübeli ve şahsiyet
sahibi insanlardan oluşuyordu. Neredeyse her kabilenin en az bir hakemi
bulunuyordu. Bunlar aynı zamanda kâhin olarak da tanınmışlardır. Ancak
bunlardan başka bazı hakemler bütün kabileler üzerinde güven kazandıkları için,
sıradan şahıslar yerine daha ziyade kabileler arasında meydana gelen daha büyük
davalara bakarlardı. Zaman zaman büyük kabile anlaşmazlıklarında çözüm için
taraflarla hiç akrabalığı bulunmayan ve daha uzak beldelerde yaşayan hakemlere
ihtiyaç duyulurdu. Çünkü ancak o durumda mutlak tarafsızlığın gerçekleşeceğine
inanırlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib ile diğer Mekkeliler,
Zemzem kuyusunun sahipliği konusunda düştükleri ihtilâfın çözümü için Mekke’de
veya civarda yaşayan bir hakeme değil, çok uzak bir yolu göze alarak Şam’da
bulunan Sa’dü Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye karar vermişlerdir. Çünkü
onlara göre Mekkeli veya yakın bir beldede yaşayan hakemin taraflardan birine
uzaktan da olsa akraba olma ihtimali tam anlamıyla tarafsız ve yansızlığa halel
getirebilirdi.
İslam öncesi Arabistan’da hakemlerin tatbik edecekleri yazılı bir kanun
bulunmuyordu. Bundan dolayı hakemler bunun yerine şahsi görüş, örf ve âdete
göre hüküm verirlerdi. Ayrıca onların mahkeme sonucunda verdikleri karar, icra ve
infaz edilmekten de mahrumdu. Zira bunu gerçekleştirecek bir hukuk organı yoktu.
Dolayısıyla hükmün icrası ancak tarafların iyi niyetlerine ve taraflardan lehine
hükmolunanın üstün kuvvetine bağlı idi. Bununla birlikte kamuoyu baskısı ve
Arapların şereflerine verdikleri önem, alınan kararın icrasını neredeyse garanti
ediyordu.
Hz. Muhammed’in gençliği döneminde faaliyete başlayan Hilfü’l-Fudül
cemiyeti, Arap toplumu içinde alışılmışın dışında yeni bir hukuk kurumu olarak
faaliyet göstermiştir. Bu da korumasız bir şahsın hakkının onunla akrabalık bağı
Hilfü’l-Fudul: Erdemliler olmayan farklı kişiler tarafından alınması girişimidir. Hz. Muhammed’in 20 yaşında
ittifakı olduğu sırada gerçekleşen bu hadisenin sebebi, ticaret amacıyla Yemen’den
Mekke‘ye gelen bir tüccarın Sehm kabilesi reislerinden Âs b. Vâil’e satmış olduğu
malının parasını tahsil edememesidir. Mağdur Yemenli bunun üzerine
Kureyşlilerden kendisine yardımcı olmalarını isteyince, onun çağrısına ilk cevap
Teym kabilesi reisi Abdullah b. Cüdân’dan gelmiştir. Daha sonra başta
Hâşimoğulları olmak üzere başka Kureyş boyları da buna dâhil olmuşlardır.
Abdullah b. Cudân’ın evinde bir araya gelen bu topluluk, Mekke’de haksızlığa
uğrayan herkese yardımcı olacaklarına dair söz vermişlerdir. Bu sözleşme
Mekke’de Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler ittifakı=Erdemliler birliği) olarak
isimlendirilmiştir. Hz. Muhammed de bu organizasyona bizzat iştirak etmiş,
peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüştür. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 140-142; İbn
Sa’d, et-Tabakât, I,128-129)
Din
Başta gök cisimlerine tapınmak gibi pek çok kadim inanç sisteminin
görüldüğü İslam öncesi Arap toplumunda, bunlardan başka Yahudilik, Hıristiyanlık,
Mecusilik, Sâbiilik, Hanîflik ve putperestlik gibi inançlar faaliyet göstermiştir.
Yahudilik eski ilâhi kaynaklı büyük dinlerden biridir. Milattan önce ikinci bin
yılın başlarında Yahudilik, Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan
sonra yerine Yakûb geçmiştir. Bu din daha ziyade İsrailoğulları’nın Babil'de
geçirdikleri sürgünden sonra yayılma göstermiştir. Milattan önce iki binlere kadar
İsrailoğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi görmüşler, burada adeta tutsak
hayatı yaşamışlardır. Nihayet kavmin içinden çıkan Mûsâ (as), Firavun'un zulmüne
karşı gelerek onların kurtuluşunu sağlamıştır. İsrailoğulları buradan Mûsâ’nın
liderliğinde Ken'an iline ulaşarak kurtulmuşlardır. Ken'an ülkesinde başta
Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler,
M.Ö. 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet
kurmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra Kudüs merkezli olarak bölgede geniş bir
yayılma faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Onlar bilhassa Filistin ve Şam topraklarında
etkinlikleri artırmışlardır. Bu din İslam’dan önceki dönemde Arabistan’a da
girmiştir. Nitekim Hz. Peygmaber’in tebliğe başladığı zamanda Arap yarımadasının
dört köşesinde Yahudilere tesadüf edilir. Yahudilik, Arap yarımadasında Medine ve
çevresinden başka bu dine mensup tüccarların faaliyetleri neticesinde Yemen’de
de yayılma fırsatı bulmuştur.
Yahudilikten sonraki ikinci büyük semavi din olan Hıristiyanlık, Filistin
bölgesinde doğmuş ilahi kaynaklı evrensel bir inanç sistemidir. Filistin’de doğan
Hıristiyanlık daha sonra çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, bilhassa Roma’nın
desteğini aldıktan sonra bu imparatorluğun hâkimiyeti altında yaşayan milletlerin
resmî dini haline gelmiştir. Hıristiyanlık dördüncü miladî asırdan itibaren de Arap
yarımadası’na kuzeyde Şam beldeleri, güneyde ise Habeşistan üzerinden girmiştir.
Başlangıçta Suriye kanalıyla Arabistan’a ulaşan ilk Hıristiyanlar, doğu kiliseleri
arasındaki mezhep ihtilâfları sebebiyle İmparatorluk topraklarında barınamayan
muhalif gruplara mensuptur. Onların çabalarıyla bu din Kuzey Arabistan’da sakin
Gassânî ve Hîre Arapları arasında yayılmıştır. Irak bölgesinde Hıristiyan olan
Arapların çoğu Nastûrî mezhebini benimsemiş ve onlar eliyle Hîre’de hatırı sayılır
bir Hıristiyan Arap topluluğu meydan gelmiştir.
Hıristiyanlık Kuzey Arabistan’dan başka Yemen’de de büyük ölçüde yayılma
imkânı bulmuştur. Bu dinin bölgeye ne zaman ve ne şekilde girdiği kesin olarak
bilinmemekle birlikte, Bizans Hükümdarı Justinianus zamanında (527-565) Bizans'a
Güney Arabistan’ın bağlı ülkelerden kaçarak Kuzey Yemen'deki Necran'a gelen monofızitler sayesinde
Hıristiyanlık merkezi: Hıristiyanlığın burada yer edinmeye başladığı görüşü yaygındır.
Necran
İslam'ın doğduğu sırada Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dini olan Mecûsîlik,
yarımadadaki Araplar arasında pek fazla ilgi görmemiştir. Bununla birlikte
Arabistan’ın bilhassa güneydoğu bölgeleri içinde yer alan Hecer ve Bahreyn’de
yaşayan bazı Arap kabilelerinin sınırlı da olsa bu dine girdikleri görülmüştür. Bu
dinin Arabistan’da ilgi görmemesinde Sâsânîlerin bu inanç sistemini ulusal din
olarak kabul edip başka milletler arasında yaymaya çalışmamalarının, ayrıca siyasî
ve ekonomik hâkimiyeti dinlerini yaymaya tercih etmelerinin büyük etkisi vardır.
İslam öncesi inançları arasında Hanîflik de öne çıkmaktadır. İslam'ın ilk
yıllarına ait şiirlerde hanîf kelimesine farklı, hatta birbirine zıt anlamlar verildiği
görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili olarak hem putperest, hem de tevhid ehli
şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.
Mekkeli bir Hanîf:
Varaka b. Nevfel Hanîf kelimesi Kur’ân'da bir taraftan Hz. İbrahim'in imanını ifade etmek için
ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim'in Yahudi ve
Hıristiyan olmadığı (Âl-i İmrân/3: 67; Bakara/2: 135), Ehl-i kitabın Hanîfler olarak
Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan
Amâlikalıların putlara taptıklarını görmüş, bunun üzerine kendisine de bir put
vermelerini talep etmiştir. Amr onların hediye ettikleri Hübel (Ha-Ba’l) isimli putu
Kâbe’ye getirerek Zemzem kuyusunun üst tarafına yerleştirip halkına bu puta
ibadet etmelerini emretmiştir. Mekke’de putperestliğin sadece liderin bir
davranışıyla başladığını ileri sürmek eksik bir hüküm olur. Anlaşılan bu dönemde
Mekke’de şirk için uygun bir ortam vardı. Nitekim Araplar, Amr’ın Şam’dan
getirdiği Hübel ile iktifa etmeyip zamanla Kâbe’yi sayıları 360’ı bulan putlarla
doldurmuşlar, ayrıca Safâ’ya İsâf, Merve’ye ise Nâile isimli putları
yerleştirmişlerdir.
Taif’te yaşayan Sakîf kabilesi Lât, Medine ve civarında yaşayan müşrik
Araplar ise Menât isimli putlara tapmışlardır. Böylece her kabilenin, hatta zamanla
her ailenin kendine ait bir putu olmuştur. Kur’ân’da müşriklerin taptıkları Vedd,
Araplarda en yaygın Süvâ, Yeğûs ve Nesr isimli put adları da geçmektedir. (Nûh/84: 23)
inanç sistemi
putperestliktir. Genel anlamda putperest olan Arapların belirgin ortak bir inanç anlayışı
yoktu. Onlardan bazıları Tanrı kavramını kökten inkâr etmek suretiyle materyalist
bir anlayışla zamana ve tabiata tapınmışlardır. Diğer bir kısmı ise kısmı ise Allah’ın
âlemin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim onlar diğer
tanrı ve put adlarından ayrı olarak en yüce yaratıcı Tanrı’yı ifade etmek üzere Allah
kelimesini de kullanmışlar, özellikle dualarında “yâ Allah” ve daha sık olarak
“Allâhümme” tabirlerine yer vermişler. Bu konuda en açık deliller ise Kur’ân’da
zikredilir:
unutuyorlardı. Varlığını hatırladıklarında ise doğrudan tek ve mutlak güç sahibi olan
Allah’a inanıp bağlanmak yerine, O’nunla kendi aralarında bağ kurduğuna
inandıkları ikinci dereceden tanrıları aracı kılıyorlar, kısacası Allah’a ortak (şirk)
koşuyorlardı.
Şirk, ulûhiyette ve ibadette Allah’ın dışında başka varlıkları ortak koşmak
demektir. Onların şirke vesile saydıkları varlık put olabildiği gibi, bir melek, şeytan
ya da tabiat güçlerinden biri de olabilirdi. Müşriklerin Allah’a ortak koştukları
varlıkların başında ise putlar gelir. Müşrik Araplar önemli işlerinin hallinde
putlardan yardım dilemiş, onların önünde çektikleri fal okları ile problemlerine
çözüm arayışına girmişler, üstelik bu faaliyeti dinî bir vecibe olarak kabul
etmişlerdir. Mekke‘de bu tür uygulamaların gerçekleştirdiği yer ise Hübel putunun
bulunduğu mekândır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Cahiliye Arap
toplumunda hem semavî hem de beşerî dinler var olmakla birlikte, bilhassa Mekke
merkezli Hicaz’da hâkim inanç putperestlikti.
Ödev
dönemi sosyal hayatını 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili 1. Aşağıdaki devletlerden hangisi Güney Arabistan’da kurulmuştur?
ünite başlığı altında yer a) Hireliler
alan “bölüm sonu testi” b) Nabatiler
bölümünde etkileşimli
c) Gassaniler
olarak
cevaplayabilirsiniz. d) Himyerliler
e) Tedmürlüler
Cevap Anahtarı
1-d; 2-e; 3-b, 4-c; 5-d; 6-a; 7-b; 8-e; 9-c; 10-a
• Dini Kurumlar
• Namaz ve Mescid
İÇİNDEKİLER
• Zekât
• Hac İSLAM KURUMLARI
• Eğitim-Öğretim ve Kültür
• Eğitim-Öğretim
ve
• Kültür
• Adalet Kurumu
MEDENİYETİ
• Merkez TARİHİ
• Taşra
• Hz Peygamber’in Kâdîları
ve fonksiyonunu kavrayabilecek,
• Hz. Peygamber dönemindeki eğitim-öğretim kurum
ve faaliyetleri ile dönem kültürünün genel
özelliklerini kavrayabilecek,
• Hz. Peygamber dönemindeki adli kurumların yeri ve
gerekliliğini anlayabilecek,
• Hz. Peygamber döneminin din, öğretim ve adliye
kurumları arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz.
ÜNİTE
4
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
GİRİŞ
Bu ünitede Hz. Peygamber dönemindeki dini, kültürel ve adli kurumlar ele
alınarak, işleyişleri ve görevlileri hakkında bilgi verilecektir. Şüphesiz hiçbir kurum
ve yapı tek başına anlamlı değildir. Diğer kurumlarla birlikte ve kendi sistemi içinde
değerlendirilmelidir. Bu yüzden Allah Resulü’nün hayatını, dönemini ve zamanında
oluşturduğu yapı ve kurumları bir bütün olarak ve tüm sistemi birlikte
düşünmelidir.
DİNİ KURUMLAR
İnsanın yaratılışında inanma, ibadet etme veya tapınma ihtiyacı vardır. Yani
insan, aklını, kalbini ve midesini gerekli şeylerle doldurmaya muhtaçtır. İnsanı
hangi yönden ele alırsak alalım, bir ihtiyaç içindedir. İnsanın canlılığını devam
ettirebilmesi için midesini doyurması, orada hazmedilen yiyeceklerin vücudun belli
yerlerine dağılması ve bunlar sayesinde vücudun fizyolojik fonksiyonlarını yerine
getirmesi şarttır. Nasıl ki insan, az veya çok, yeterli veya yetersiz gıda almaya
mecbursa; yaratılıştan kendine verilen inanma ve ibadet etme ihtiyacını da
gidermeye mecburdur. Yemek, içmek vakıası gibi iman ve ibadet vakası da
reddedilemez bir şekilde sürüp gelmiştir. Asırlar boyunca bu ihtiyacı, Allah’ın dini
veya batıl dinlerle gideren insan topluluklarını görüyoruz. Yüce Allah’ın gönderdiği
peygamberler, insanlara hak dini tebliğ etmek ve bu dinin ibadetlerinin nasıl
yapıldığını göstermek vazifesini yerine getirdiler. Peygamberler zincirinin son
halkası olan Hz. Peygamber de, kendinden önceki peygamberler gibi bu vazifesini
en güzel bir şekilde yerine getirdi. Ümmetine namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat
vermeyi, kurban kesmeyi, bayram etmeyi, hac ve umre yapmayı öğretti. Yüce
Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in de nasıl yapılacağını öğrettiği ibadetlerin
başında namaz gelir.
Namaz
Sözlükte namaz, dua etmek, övmek, tazim etmek, hayır duada bulunmak gibi
manalara gelir. Yüce Allah, bir ayette meal olarak şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed! Sen) onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir
huzurdur.” (Tevbe/9: 103)
Dini bir terim olarak namaz, tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan özel fiil
ve sözlerden ibaret bir ibadettir.
İslam dininde farzların en önemlisi namazdır. Kıyamet gününde insanın ilk
hesaba çekileceği konu namaz olacaktır. Namaz, inancın dışa ve topluma yansıyan
belirtilerinin başında gelir. Namaz kalbin nuru, gönlün süruru, ruhun gıdası,
müminin miracı, kulun yüce yaratıcı ile aracısız buluşma ve konuşma halidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde, İslam’dan önceki ilahi dinlerde de
namazın emredildiği haber verilir. Önceki peygamberlerin kıldıkları ve
ümmetlerinden de kılmalarını istedikleri namaz, Mekke’de Hz. Peygamber’in
peygamberliğinin başlangıç yıllarında kılınması istenen bir ibadettir. Mekke
döneminin başlangıç yıllarında Cebrail , Hz. Peygamber’e gelerek, onu Akabe
denilen yere götürmüş, orada fışkıran su ile önce Hz. Cebrail, sonra Hz. Peygamber
abdest almış ve birlikte iki rekat namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber, sevinçli bir
halde eve gelmiş ve eşi Hz. Hatice’yi de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki
rekat namaz kılmışlardı. Kimi alimlere göre aşağıdaki ayet mealleri, bu gizli namaz
dönemiyle ilgilidir:
İslam’ın ilk yıllarında namaz, genel kabule göre yalnız sabah güneşin
doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra olmak üzere ikişer rekat
kılınıyordu. Daha sonra Miraç gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Yaygın kabule
göre Hz. Cebrail’in, Hz. Peygamber’e Kabe’de, namaz vakitlerini göstermek üzere
imamlık etmesi Miraç olayının ertesi günü olmuştur. Namazın farz olması kitap,
sünnet ve icmâ ile sabittir. Cuma namazı ve bayram namazlarının dışındaki
namazlar münferiden kılınabileceği gibi cemaat halinde kılınması daha makbuldür
ve sevabı daha çoktur. Cemaat halinde kılınan namazın en güzeli de, camide
imamın arkasında kılınanıdır.
Mescid: Müslümanların topluca ibadet ettikleri yere “mescid” veya “cami”
denilmektedir. Bu iki kavram birbirinin yerinde kullanıldığı gibi bazen ikisi birlikte
“el-mescidü’l-cami” şeklinde de kullanılmıştır. İslam’ın ilk devirlerinde
ibadethaneler, “mescid” diye anılırken daha sonra küçük ibadethaneler “mescid”,
cuma ve bayram namazlarının kılındığı büyük ibadethaneler de “cami” diye
anılmaya başlamıştır. Bununla birlikte bazı İslam memleketlerinde küçük-büyük
bütün ibadethanelerin “mescid” adıyla anıldığı müşahede edilmektedir.
Mescid kelimesi, Arapçada “eğilmek, baş eğmek, alnı ve burnu birlikte yere
koymak” manalarına gelen “scd” sülasi kökünden ism-i mekandır. “Secde edilen
yer” manasına gelir. Cami kelimesi ise Arapçada “parçaları bir araya toplamak, bir
şeyin bir kısmını diğer kısmına koymak, uzlaştırmak, barıştırmak, bir işe azmetmek
ve elbise giymek” manalarına gelen “cma” sülasi kökünden ism-i faildir. “Bir araya
toplayan, bir arada uzlaştıran” manasına gelir. Bu kelime, Hicri dördüncü asırdan
itibaren kullanılmaya başlamıştır.
Mescid kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, cemi ve izafet terkibi şeklinde
yirmi beş yerde geçmektedir. Hadis kitaplarında ve diğer İslam kaynaklarında da
“Mescid ” kelimesi, mabed manasında kullanılmıştır.
Yeryüzünde yapılan ilk mabed, Mekke’deki Kabe olduğu gibi; İslam tarihinde
özel mahiyetteki ilk mescid de Mekke’de, Ammar b. Yasir’in evinin bir köşesinde
yaptığı mesciddir. Bundan ayrı yine Mekke’de, Hz. Ebu Bekir’in evinin bir bölümünü
mescid olarak ayırdığı bilinmektedir. Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke’den
Medine’ye hicret ettiğinde Medine topraklarındaki Kuba köyünde, Gülsüm b.
Hidm’in evine misafir olmuş ve burada Kur’ân-ı Kerîm’de “takva üzere inşa olunan
mescid” diye bahsedilen İslam tarihinin ilk mescidini yapmıştır. Hacca ve umreye
gidenlerin ziyaret ettikleri “Kuba Mescidi” işte bu mesciddir.
Hz. Peygamber, Kuba’da beş gün kaldıktan sonra Medine’ye hareket etti.
Medine’ye geldiğinde serbest bıraktığı devesi, Neccar oğullarının boş bir arsasına
çöktü. Bu arsa, Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşe aitti. Hz. Peygamber,
çocuklardan bu arsayı bedelini ödeyerek satın almak istedi. Çocuklar, arsayı parasız
vermek istedilerse de Hz. Peygamber kabul etmedi. On dinara (altın) alınan arsanın
bedelini Hz. Ebu Bekir ödedi. Bu arsaya en yakın ev, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin eviydi.
Hz. Peygamber, bu arsa üzerinde başlattığı mescid inşaatı tamamlanıncaya kadar
Ebu Eyyub’a misafir oldu. Bu arsa üzerine yapılacak mescidin planını bizzat Hz.
Peygamber çizdi bu plana göre yapılacak mescid üç ana bölümden oluşmaktaydı:
Mescid
Suffa
Hucurat
Bu mescidin temelleri taştan, duvarları da kerpiçten yapıldı. Üzeri de hurma
gövdesi, dalları ve yaprakları ile kapatıldı. İlk zamanlar kıblesi, Kudüs’e doğru idi.
Hicretin on altıncı ayında gelen ayet ile kıblesi Mekke’ye/Mescid-i Haram’a yani
Kâbe’ye doğru çevrildi. Mescidin doğu tarafına Hz. Peygamber’in odaları yapıldı.
Giriş tarafındaki gölgelik (zulla) de “Suffa” olarak tarihe geçti. İnşaatın tamamı yedi
ay içerisinde bitirildi. İnşaat bittikten sonra Hz. Peygamber, Mekke’den getirttiği eşi
Sevde’yi ve çocuklarını kendi evine yerleştirdi. Sonradan evlendiği her eşi için
buraya bir “oda” (hucre/hucurât) daha yaptırdı.
Ezanın meşru kılınmasından sonra Hz. Bilal, günde beş vakit ezan okuyor ve
bu mescid arı kovanı gibi dolup taşıyordu. Medineliler, günde beş vakit namaz için
burada toplanıyorlardı. Hz. Peygamber ile görüşüyorlar ve onun yaptıkları
sohbetlerden istifade ediyorlardı. Cuma günü de Medine’nin çevresindeki
Zekat
Zekat, sözlükte “artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme” manalarına gelir.
Bir fıkıh terimi olarak zekat şöyle tarif edilir: “Belli mal çeşitlerinin belirli bir
bölümünü, yüce Allah’ın belirlediği Müslümanlara mülk olarak vermektir.”
Müminlerin, Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için zekata
“sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi, zekattan daha kapsamlı
olup, vacip ve nafile kabilinden olan bağışları da içine alır.
Allah rızası için ayrılıp verilen mala zekat denilmesi, geride kalanı arıtması ve
afetlerden koruması yüzündendir. Şu ayet-i kerimede bu anlamı görmek
mümkündür:
Hac
Hac sözlükte “kast etmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak
hac şöyle tarif edilir; “Mekke deki Kâbe’yi ve çevresindeki kutsal sayılan özel
yerleri, belirli vakitte, önceden hac niyetiyle ihrama girerek, usulüne göre, yani
vakfe ve tavaf yaparak ziyaret etmekten ibaret olan ve İslam’ın şartlarından birisini
teşkil eden mali ve bedeni bir ibadettir.”
Hac ibadeti, Hz. İbrahim ile başladı; Hz. Peygamber’e kadar devam etti. Hz.
Peygamber, Cahiliye devrinde bozulan ve saptırılan hac ibadetini asli şekline
döndürdü. Hicretin dokuzuncu senesinde farz olan hac ibadeti, Hz. Ebu Bekir’in
idaresinde yapıldı. Onuncu senede de bu ibadeti bizzat Hz. Peygamber’in kendisi
idare etti. Hz. Ebu Bekir’in “emir” olarak tayin edilmesi, bu ibadetin devlet eliyle
yönlendirilmesi gereken bir kurum olduğunu göstermektedir. Veda Haccı’nda da
işin başında Hz. Peygamber vardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da bu görevi
ya halifeler veya halifelerin tayin ettiği “hac emirleri” yerine getirirdi. Tayin edilen
hac emirlerinin görevi, bu ibadetin emniyet ve huzur içinde yerine getirilmesidir.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, halifeliklerinin ilk yılında hac emiri tayin edip
ertesi yıl bizzat hacca gitmişler; Hz Osman halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl
hacca gitmiş; Hz. Ali ise, iç karışıklıklar sebebiyle hilafet yılları içinde hacca gitmeye
hiç fırsat bulamamıştır. Dört halifenin bu uygulaması, sonradan gelen halifeler için
uyulması gereken bir yol olmuştur. Özellikle Osmanlı sultanları, bu konuda Hz.
Ali’nin yolunu takip etmişlerdir.
Hz. Peygamber, Veda Haccı’nda zaman zaman değişik yerlerde yaptığı
konuşmalarda, Müslümanları hac ibadeti hakkında bilgilendirdi. Ayrıca kendisine
sorulan sorulara cevap verdi ve haccın nasıl yapılacağını bizzat gösterdi. Hac ibadeti
bugüne kadar onun yaptığı ve gösterdiği şekilde yapıldı, kıyamete kadar da onun
gösterdiği şekilde yapılmaya devam edecektir.
EĞİTİM-ÖĞRETİM VE KÜLTÜR
Eğitim-Öğretim
Hz. Peygamber, çevresindeki insanların eğitim ve öğretimine çok önem
verdi. İnsanların bilgi ve amel seviyesini yükseltmek için çok uğraştı; bunu da
başardı. Hz. Peygamber’in en büyük başarılarından biri de budur. O, Cahiliye
toplumundan sahabe nesli gibi mümtaz bir nesil çıkarmıştır. Hem de az zamanda,
az masrafla, ama çok gayretle bu neticeyi elde etmiştir. Bugün devletlerin eğitim-
öğretim için ayırdıkları bütçelere ve yapılan masraflara baktığımızda bu başarı daha
iyi anlaşılmaktadır.
Bilindiği gibi bu dinin ilk emri “Oku!” emri ile başlamaktadır. Okumak,
“Allah, hakkında hayır dilediği kimseye, din hususunda derin bir anlayış
verir.” (Buhari/İlim: 10)
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Birincisi Allah’ın kendisine ihsan ettiği
malı hak yolunda harcayıp tüketen kimsedir. İkincisi de, Allah’ın kendisine
verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimsedir.”
(Buhari/İlim: 15)
“Kim ilim tahsili için yola çıkarsa, Allah o kişiye cennetin yolunu
kolaylaştırır.” (Müslim/Zikir: 39)
Kültür
Cahiliye kültürüyle yetişmiş olan Arap toplumunun yaşantısını değiştirmek
ADALET KURUMU
Merkez
Hz. Peygamber, İslam devletinde yargı organının başı olarak kaza
fonksiyonunu ifa ediyordu. Her türlü dava ve ihtilaflar onun tarafından çözüme
kavuşturuluyordu. O, gerek hukuki ve gerek cezai davaları Kur’ân hükümleri
çerçevesinde hallediyordu. Kendisine gelen bütün olaylara Kur’ân’ın hükümlerini
uyguluyordu. Bu arada Kur’ân’da hükmü bulunmayan olaylar için de bizzat kendisi
hukuki hükümler koyuyordu.
Hz. Peygamber’e gelen hırsızlık, zina, sarhoşluk, adam öldürme, yaralama ve
buna benzer cemiyetin huzur ve sükununu kaçıran hadiselerde, suçlulara Kur’ân’ın
tespit ettiği cezalar uygulanıyordu. Bu ararda davaları çözüme kavuştururken,
gelecek asırlardaki İslam hâkimlerinin takip etmesi gerekli muhakeme usulü
hakkında da prensipler ortaya koyuyordu.
Safvan b. Ümeyye’nin elbisesini çalan hırsız, Hz. Muhammed’in huzuruna
çıkarıldı. Yapılan muhakeme sonunda hırsızlık suçu tespit olundu ve hırsız, el kesme
cezasına çarptırıldı. Mekke fethinde zengin bir kadın hırsızlık edince, Hz.
Peygamber ona da aynı cezayı verdi. Başka birisine ait bir malı çalıp mahkeme
huzurunda suçunu da itiraf eden birini, Hz. Peygamber aynı şekilde el kesme
cezasına çarptırdı.
Hz. Peygamber, zina suçunu işleyenleri recim cezasına çarptırıyordu. Nitekim
Eslem kabilesinden bir şahıs ile Maiz b. Malik’e recim cezası uygulamıştı. Gebe
olduğu halde zina suçu tespit edilen bir kadın, çocuğunu doğurduktan sonra
recmedildi. Bekar olduğu halde zina ettiği tespit olunan bir şahsa yüz değnek
vuruldu. Bir öldürme vakasında suç failini yüz deve vermekle cezalandırdı. Ebu
Nu’aym isminde bir şahıs içki içtiği için adalet huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber
ona ceza olarak kırk değnek vurulmasına karar verdi. Hilal b. Ümeyye, karısının zina
ettiğini mahkemeye ihbar etti. Yapılan muhakemede kadının zina ettiğini
ispatlayamayınca, iftira suçuna (hadd-i kazif) çarptırıldı ve seksen değnek vuruldu.
İslam devletinin her köşesinden Hz. Peygamber’e hukuk davaları da
getiriliyordu. Hz. Peygamber, hukuk davalarını çözerken de hukuk muhakemeleri
hakkında birtakım prensip ve kaideler koydu. Ona gelen hukuk davaları arasında
miras ihtilafları, toprak mülkiyeti, su kuyusu mülkiyeti, su hakkı ihtilafları, nesep,
borç, vs. bulunuyordu.
Taşra
Hicretten sonra Medine’de gayri müslimlere tanınan adli, hukuki ve dini
muhtariyetin aynısı, sonradan İslam devletine idari ve siyasi yönden bağlılığı söz
Hz Peygamber’in Kadıları
Arap yarımadası, Hz. Peygamber’in vefatına yakın sıralarda büyük oranda
İslam devletinin hâkimiyeti altına girmişti. Takdir edilir ki, bu kadar geniş toprakları
içine alan bir ülkenin idaresinin tek kişi tarafından yürütülmesi imkansızdır. Bu
sebeple Hz. Peygamber her fethedilen veya kendi rızalarıyla Müslüman olarak
İslam hâkimiyeti altında yaşamayı arzu eden her bölgeye bir vali tayin ediyordu.
Valiler idari işlerle meşgul oluyorlardı. Valiler, vazife yaptıkları bölgelerde kazai
işleri bazen kendileri yapıyorlardı. Bazen de İslam hükümeti tarafından sırf kazai
işlerle görevli memurlar yani hâkimler gönderiliyordu. Hatta Hz. Peygamber
Medine’de kazai işlerin çoğalması sebebiyle önceden hâkim sıfatıyla taşımakta
olduğu görevlerden bir kısmını sahabilerine devretmişti. Amir eş-Şa’bi’den gelen
bir rivayete göre, Peygamber devrinde dört kadi vardı. Bunlar Hz. Ömer, Ali, Zeyd
b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari idi. Mesruk ve Katade, Peygamber zamanında altı
tane kadı olduğunu zikrediyorlar. Bu kadılar Ömer, Ali, Abdullah b. Mes’ud, Übey b.
Ka’b, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Bu rivayetler Hz. Peygamber
zamanında hâkimlerin mevcut olduğunu gösteriyor ve ispat ediyor. Ancak bu iki
rivayet Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yapmış şahısların bir kısmının listesini
vermektedir. Serahsi ilk zamanlarda kadıların müfti olarak adlandırıldığına dikkati
çekmektedir. Kanaatimizce ilk devirlerde kadıların ekseriya müftiler arasından tayin
edilişi, kadılara müfti diye isim verilmesine sebep olmuştur. Kaynaklardan tespit
edildiğine göre peygamber devrinde 140 müftiden ekserisinin kadılık vazifesi
yaptığını kabul etmek mecburiyetinde kalırız. Gerek Şa’bi’nin ve gerek Mesruk ve
Katade’nin hâkim olarak gösterdikleri şahıslar da bu 140 kişi arasındadır.
Peygamber zamanında dört veya altı tane kadı var denilmesi o şahısların
vazifelerinde başarı elde etmeleri ve şöhret bulmalarıyla tefsir olunabilir. Aksi
halde vesikalar arasında onlardan başka yer alan hâkimlerin durumunu izah etmek
mümkün olmaz.
Hz. Peygamber’in sahabilerinden ekserisine kazai sahada görev tevdi ettiğini
tarihi vesikalarla izah edebiliriz. Bir gün iki şahıs aralarındaki ihtilafı Hz.
Peygamber’e getirdiler ve, “biz önce bu ihtilaf için ilim sahibi şahıslara müracaat
ettik, onlar bize ihtilafın çözümü hakkında şöyle bir hüküm verdiler.” dediler. Hz.
Peygamber’in ihtilafı getiren şahısları dinledikten sonra, verilen kararı yerinde
bulup, taktir edilen cezayı da derhal infaz etmesi, hâkimlerin kararlarına yapılan
itirazları tetkik ettiğini göstermektedir. Müellif Hamidullah bu hususa işaretle, “ilk
anlarda, Hz. Peygamber’in kendisi nihai istinaf veya temyiz olmak üzere, nakibler
onun emri altında hâkim olarak vazife görmüşe benzemektedir. … Tedricen,
Medine’de kazai işlerin miktarı artmış ve Hz. Peygamber hâkim sıfatıyla taşımakta
olduğu yetkilerden bir kısmını başkalarına devretmek ve kazai hususta sadece
temyiz yetkisini kullanmakta iktifa etmeğe mecbur olmuştur.” demektedir.
Ukbe b. Amir şunları anlatıyor: “Bir gün Resulullah’ın yanında otururken iki
şahıs aralarındaki bir ihtilafı ona getirdiler. Hz. Peygamber bana hitaben: “Ey Ukbe!
Kalk ve bu iki kişi arasındaki ihtilaf hakkında hükmet!” dedi. Ben, “Ey Allah’ın
Resulü, bu hususta sen benden daha salahiyetli ve daha liyakatlisin!” dedim.
Resulullah sözüne devam ederek: “Ey Ukbe, eğer onların arasında hükmedersen
içtihat etmeğe ihtiyaç duyduğun için, içtihat edip de gayene isabet edersen on
sevap mükafatına nail olursun. Şayet içtihadında çalışmana ve cehdine rağmen
hata edersen -çalışman karşılığı olarak- bir sevap mükafatı elde edersin.” dedi.
Hz. Peygamber bir davada da hüküm vermekle Amr b. As’ı görevlendirdi.
Amr, ihtilafın çözümüne memur edilince: “Ey Allah’ın Resulü! Senin yanında ve
huzurunda mı davacılar arasında ihtilafa bakmam gerekiyor?” dedi. Hz. Peygamber
cevaben: “Evet, benim huzurumda davaya bakacaksın!” dedi. Amr, tekrar
Peygamber’e sordu: “Ya Resulallah hangi esas üzerine hüküm vereceğim?” Hz.
Peygamber: “Şayet sen, davacıları dinledikten sonra aralarında karar vermek için
içtihat edersen bir sevap (başka bir rivayette iki sevap) mükafatını elde edersin!”
dedi.
İki kardeşin müşterek mülkiyetlerinde bir arazi parçası vardı, burada bir
kulübe inşa edildi. İki kardeşin varisleri bu kulübenin hangi kardeşe ait olduğu
hususunda ihtilafa düştüler. Bu meselenin çözümü için Hz. Peygamber’e geldiler.
Hz. Peygamber davaya bakmakla Huzeyfe b. Yeman’ı görevlendirdi. Huzeyfe, bizzat
dava edilen kulübenin mahalline gitti. Gerekli keşiften sonra, ihtilafı bir çözüme
bağladı ve tekrar Medine’ye döndü. Verdiği kararı Hz. Peygamber’in tasviplerine
sundu. Hz. Peygamber verilen kararı temyiz ederek tasdik etti.
Hz. Osman hilafet mevkiinde iken, Hz.Ömer’in oğlu Abdullah’ı hâkim olarak
tayin etti. Abdullah b. Ömer görevden affedilmesini istedi. Gerekçe olarak da kaza
fonksiyonunun mes’uliyetli bir fonksiyon olduğunu ileri sürdü. Hz. Osman,
Abdullah b. Ömer’e: “Niçin görevden affını istiyorsun? Halbuki baban bile hâkimlik
yapmıştı.” dedi. Abdullah b. Ömer cevaben şöyle dedi: “Evet, babamın hâkimlik
yaptığını biliyorum. Fakat herhangi bir müşkil esnasında hemen Hz. Peygamber’e
soruyor ve o meselenin çözümünü O’ndan öğreniyordu.” Müellifler bu rivayet ile
Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yaptığına hükmederler. Diğer bazı
rivayetlerde de Hz. Ömer’in kadı tayin edildiği belirtilir. Bu arada Hz. Ömer’in
11/632 yılında amil olarak taşra vilayetlerine gönderildiğini de hatırlatalım.
Hz. Peygamber, taşra vilayet ve eyaletlerinde adli işlerin yürütülmesini
valilere ek görev olarak tevdi ediyordu. Fakat oralara sırf kazai ve adli işleri
yürütecek memurlar da gönderdi. Hz. Peygamber tarafından sırf adli işlerle
görevlendirdiği hâkimlerin Yemen’in çeşitli bölgelerinde görev yaptıklarını
görüyoruz. Hz.Peygamber tarafından sırf adli görevle tayin edilen ilk hâkim
Hz.Ali’dir. Hz. Ali, kadı tayin edilmeden önce Yemene bir askeri birliğin kumandanı
olarak gönderilmişti.
Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi Yemen’in Necran bölgesine kadı tayin ettiği zaman
Hz. Ali böyle bir görevi önceden ifa etmediği için tereddüt etti ve şöyle dedi: “Ya
Resulallah! Beni her bakımdan bilgili bir topluluğa hâkim tayin ediyorsun, hâlbuki
ben gencim ve adli idare muhakeme usulü hakkında bir bilgim yoktur.” Bu söz
üzerine Hz. Peygamber, önce elini göğsüme koydu ve şöyle dedi: “Allah’ım! Bu
gencin dilinin belagatini artır, kalbini hidayetten ayırma ve gayesine ulaştır!” Hz.
Peygamber, böyle dua ederek bu hususta bana cesaret verdi. Ve ayrıca şu
nasihatte bulundu: “İki tarafı da dinlemeden aralarında sakın hükmetme! Bu
alınması gerekli kararı tayin etmede sana daha elverişlidir.” Hz. Ali, konuşmasına
şunları da ilave ediyor: “Ben bu andan itibaren hüküm vermeğe devam ettim, asla
bir şüphe ve tereddüde düşmedim.”
Hz. Ali’nin Yemen’de kaç sene hâkimlik görevi yaptığını tesbit etmek güçtür.
Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre orada bir seneden fazla bu görevde
kalmadığı anlaşılıyor. Hz. Ali Yemen’de hâkimlik yaparken taraflar onun verdiği bazı
kararlara itiraz edip Hz. Peygamber’e temyiz edilmek üzere götürmüşlerdir. Hz.
Peygamber, Hz. Ali’nin vermiş olduğu kararları temyiz etmiş ve bütün kararların
hukuki usul ve kaidelere uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta onun vermiş olduğu
kararlarda büyük bir isabet kaydettiğini ifade etmiştir.
Hz. Peygamber zamanında hâkim olarak temayüz etmiş şahsiyetlerden biri
de Muaz b. Cebel’dir. Muaz, Mekke ve Yemen bölgelerinde dini eğitim ve öğretim
görevlerinde bulunmuş, dolayısıyla bilgi ve tecrübesi artmıştı. Hukuk sahasında
nazari ve tatbiki bilgisiyle Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Muaz’ın, Yemen’in
Cened bölgesine tayin edildiğini görüyoruz. Hz. Peygamber kendilerine Yemen’e
kadı olarak tayin ettiği haberini verdikten sonra İslam mahkemelerinde tatbik
edilecek kanunları sordu. Bu soruya verilecek cevap müstakbel hâkimlerin, İslam
mahkemelerinde uygulayacakları kanunları teşkil edecektir. Hz. Peygamber’in
sorusu bu gayeye matuf ve mebnidir. Muaz’ın, Peygamber’in sorusuna verdiği
cevap, çok yerinde ve ilginç sayılır. Resulullah, Muaz’a şöyle sordu: “Hangi esasa
göre hüküm vereceksin ya Muaz?” Muaz, bu soruya “Allah’ın Kitabına (Kur’ân’a)
göre” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, bu sefer: “Onda o hadiseyle ilgili bir hüküm
bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya:
“Peygamber’in Sünneti ile” diye cevap verdi. Bu sefer Hz. Peygamber: “Ya onda da
bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya da:
“Kendi içtihadımla hükmederim.” diye cevap verdi. Hz. Peygamber Muaz’ın bu
şekilde olgun ve kemal-i dikkatle verdiği cevaplara karşılık büyük bir memnuniyet
hissetmiş ve ona şöyle dua etmiştir:
Muaz, adli ve kazai işler yanında mali, dini, eğitim ve öğretim işlerini de
yürütüyordu. Muaz’ın, Yemen bölgesinde hâkimlik yaptığı zamana ait vermiş
olduğu mahkeme içtihatları bugün elimizdedir. Hz. Peygamber, Yemenlilere bir yazı
(mektup) göndererek Muaz’ın kendi bölgelerinde hâkim olarak vazife yapacağını
bildirmiştir.
Ma’kıl b. Yesar, kendi kabilesi Müzeyne’de hâkimlik yapmak üzere Hz.
Peygamber tarafından tayin edilmişti. Ma’kıl’ın kazai faaliyeti ve içtihatları
hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Herhalde olağanüstü sayılacak bir faaliyette
bulunmamıştır.
Vesikalar arasında Ebu Musa el-Eşari’nin, Yemen’de Peygamber zamanında
hâkimlik ve öğretmenlik yaptığı geçmektedir. Ebu Musa’nın içtihadları ve adli idare
konusunda yaptığı faaliyet hakkında herhangi bir haber bize ulaşmamıştır. Ancak,
Hz. Ömer zamanında adli idaredeki aktif faaliyeti kaynaklar arasında geçmektedir.
Bazı kaynaklarda, Attab b. Esid’in Mekke’ye hâkim olarak tayin edildiği
gösterilmektedir. Daha ziyade onun Mekke’ye vali, olarak gönderildiği kabul edilir.
Attab’ın Mekke’ye kadı değil, vali tayin edildiğini kabul etmek daha doğru olur. Bu
şekilde kabul edilirken, valilik görevini ifa ederken ek görev olarak da adli işleri
yürüttüğünü düşünebiliriz.
Hz. Peygamber tayin ettiği hâkimlere birtakım tavsiye ve direktiflerde
bulunuyordu. Yukarıda Hz. Ali ve Muaz’a yaptığı tavsiyeleri zikretmiştik, aynı
şekilde Ubeyde’yi Necran’a hâkim olarak gönderirken: “Onların sana dava olarak
getirecekleri şeyler hususunda adaletle hükmet!” dedi. Hz. Peygamber, başka bir
tayin sırasında: “Hâkimin, muhakeme esnasında alış-veriş yapamayacağını” tenbih
etmiştir. Ayrıca hâkimin, muhakeme esnasında öfkeli ve sinirli bir halde iken
hüküm vermesini yasaklamıştır. Başka bir tayin esnasında da: “Kim olursa olsun,
İslam kanunlarına göre hareket etmeyen görevinden alınacaktır.” demiştir. (Bu
dersin “Adalet Kurumu” bölümü, Fahrettin Atar’ın “İslam Adliye Teşkilatı” isimli
kitabının 33-49. sayfaları arası özetlenerek hazırlanmıştır.)
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Mekke’de evlerinin bir bölümünü mescid haline getiren iki shâbî kimdir?
Değerlendirme
a) Hz. Ömer ve Hz. Ali
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer b) Hz.Osman ve Hz. Talha
alan “bölüm sonu testi” c) Hz. Câfer ve Hz. Abbas
bölümünde etkileşimli
d) Hz. Sâlim ve Hz. Bilal
olarak
cevaplayabilirsiniz. e) Hz. Ebû Bekir ve Hz.Ammâr
Cevap Anahtarı
1e, 2a, 3b, 4c, 5b, 6b, 7b, 8c, 9d, 10e
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
ÜNİTE
5
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde bir
devlet ve devlet geleneği yoktu. Yarımadanın üç tarafında üç imparatorluk hüküm
sürmesine rağmen, yarımadanın tamamına hakim olan bir devlet yoktu. Yemen
bölgesine zaman zaman Sâsânî İmparatorluğu, zaman zaman da Habeş
İmparatorluğu hâkim olurdu. Kuzey Arabistan’da da Bizans İmparatorluğu’nun ve
Sâsânî İmparatorluğu’nun hakimiyeti vardı. Orta Arabistan’da ve Hicaz bölgesinde
ise bütün işler kabile geleneğine göre yapılıyordu.
Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Medine’de bir
devlet kurdu. Bu devletin kuruluşu öyle birden bire değil, yavaş yavaş oldu; uzun
zaman geçtikten sonra ve ihtiyaç duyuldukça kurumlar yerine oturabildi. Hz.
Peygamber bu kurumları kurarken çevre devletlerin etkisinde kalmadı. Arap
yarımadasında var olan kabile geleneğinin etkisinde de kalmadı. Her şeyini
bağımsız ve hür olarak kurdu.
Suyun suya benzediği gibi insan insana, devlet devlete, kurum da kuruma
elbette benzeyecektir. Hz. Peygamber’in kurduğu devlette var olan bazı kurumların
çevre devletlerde veya kabile geleneğinde var olması Hz. Peygamber’in oralardan
etkilendiği ve bu kurumları oralardan almış olduğu manasına gelmez. Bu kurumlar
tamamen Hz. Peygamber’e mahsustur. Onun kurduğu devletin yapısında var olan
kurumlardan birkaçı şunlardır:
İDARİ YAPI
Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği peygamberlerden bazıları dini lider,
bazıları da hem dini hem de siyasi lider olarak insanlara hizmet etmişlerdir. Hz.
Muhammed, hem dini hem de siyasi liderliğe sahip olanlardan biridir. Bilindiği gibi
Hz. Peygamber’in hayatı, Mekke dönemi ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır. O,
Mekke döneminde putları terk edip Yüce Allah’a inananlara başkanlık ediyordu.
İslam dinini kabul edenlerden biat alıyordu. Mekke döneminin son yıllarında
Akabe’de bazı Medinelilerden de kendisine itaat edeceklerine dair söz aldı.
Hac mevsiminde Mekke yakınındaki Mina bölgesinin Akabe mevkiinde
görüştüğü Medinelilerden dini, siyasi ve idari bağlılık anlamına gelen biat aldı. Son
Akabe Biatı’nda, Medine’yi İslamlaştıracak ve kendisiyle irtibatı sağlayacak on iki
nakîb (gözcü, temsilci) seçilmesini istedi. Son Akabe Biatı’na katılan yetmiş beş
Medineli içerisinden seçilen bu nakîblerin dokuzu Hazrec kabilesinden, üçü de Evs
kabilesindendi. Bunlar, başkanları Es’ad b. Zürare’nin ve muallim Mus’ab b.
Umeyr’in üstün gayretleriyle kısa zamanda Medine’nin İslamlaşmasını sağladılar ve
burayı hicrete hazır hale getirdiler.
Devletin İlkeleri
Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkeler,
Kur’ân-ı Kerîm’de çerçevesi çizilen şu ilkelerdir: Meşruiyet, adalet, ehliyet/liyakat,
istişare, ahlak ve insana saygı.
Meşruiyet
Meşruiyyet, idarede halkın desteğini almak demektir. Hicretten sonra
Medine’de bir devlet kuran Hz. Peygamber, her şeyden önce idaresinin
meşruluğunu gözetmiştir. Halkın desteğini almayan idarelerin kalıcı olamayacağını
düşünmüştür. Onun idaresinde Meşruiyet aracı, bugünkü anlamında dar seçim
diyebileceğimiz biattır. Bilindiği gibi biat, bağlılık akdi ve itaat yemini demektir.
Türkçede “biat” şeklinde telaffuz edilen kelimenin Arapça aslı “bey’at”tır.
Bey’at, İslam devletinde, “idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim ve
bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akittir.” Hz. Peygamber, kendisini Allah’ın
elçisi olarak tasdik edenlerden biat alıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi
biat, aslında Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a
edilmektedir. Asr-ı Saadet’te sadece erkekler değil, kadınlar da biat etmekle
mükellef idiler. Hz. Peygamber’den sonra biat, İslam devletlerinde idarecilerle halk
arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan bir akit olarak devam
etmiştir.
Adalet
Adalet, mülkün temelidir. Buradaki mülk, idare ve saltanat demektir. Yani
idarenin ve saltanatın temeli adalettir. Kur’ân-ı Kerîm’deki yüzlerce ayet-i kerime
ve Hz. Peygamber’in bir hayli hadis-i şerifi, İslam’da adaletin önemini ortaya
koymaktadır. Hz. Peygamber’in idaresi, işte bu adaletin en güzel bir şekilde tatbik
edildiği bir idaredir. O’nun idare anlayışını ve uygulamalarının esasını adalet
oluşturuyordu. O, idare ettiği insanlar arasında ayrım gözetmeden, hepsine adil
davranmıştır. Bunun en bariz örneği, hicretten hemen sonra kaleme alınan Medine
Vesikası ve O’nun Medine dönemindeki uygulamalarıdır.
Ehliyet
Hz. Peygamber, çeşitli görevlere tayin ettiği kişilerde ehliyet ve liyakat arardı.
Daha Mekke’de bir cemaat reisi iken Medine’ye göndereceği muallimi (öğretmeni)
ince eleyip sık dokuyarak seçmiş ve bu görevi Mus’ab b. Umeyr’e vermiştir.
Medine’de İslam’ın kısa zamanda yayılması Hz. Peygamber’in bu tayinde ne kadar
isabetli olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra
orduya komutanlar, vilayetlere valiler, zekat toplamak için amiller, insanlara
Kur’ân-ı Kerîm öğretmek için öğretmenler tayin etmiştir. Bunların hepsinde de
ehliyet ve liyakate önem vermiştir. Görevi isteyene değil; ehil olana vermiştir.
Zaman zaman kendisinden görev isteyenler olmuştur, ehil görmediği için onlara
görev vermemiştir.
İstişare
İstişare, idare edilenlerin yönetiminde söz sahibi olmasına imkan tanıyan bir
uygulamadır. Bir diğer ifadeyle siyasal katılımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de istişarenin
üzerinde çok durulur; Yüce Allah tarafından bizzat Hz. Peygamber’e idare işlerinde
çevresi ile istişare etmesi emrolunur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber’in idaresi,
istişare üzerine kurulmuştur. Onun istişaresi, dünyevi meseleleri kapsadığı gibi,
bazen hakkında vahiy gelmeyen dini hususları da içeriyordu. Hz. Ebu Hureyre,
“Resulullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiç kimse görmedim.”
demektedir.
Ahlak
Ahlak, devletin her türlü muamelesinde, kişilerle, kurumlarla ve devletlerle
olan ilişkilerinde dürüst davranması demektir. İdarenin başarısı, kendisini ahlaki
temeller üzerine oturtması ve istihdam ettiği insanlarda bu ilkeleri gözetmesine
bağlıdır. Başka bir ifade ile hükmi şahsiyet olan idare ile idarecilerin ahlaklı
olmaları, hem söz konusu medeniyetin başarısını, hem de toplumun barış, huzur ve
refahını sağlar.
Kendisi güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan ve bu konuda
gerçekten başarılı olmuş olan Hz. Peygamber de idaresinde, ahlakın başta gelen
umdelerinden doğruluk, şefkat, merhamet ve güven gibi hususları esas almıştır.
O’nun, şahsı adına ve devlet adına verdiği sözden döndüğü görülmemiştir.
Hudeybiye musalahası ve devamında olup bitenler, bunun en büyük delilidir. Bu
sebepten dolayı düşmanları bile O’nun üstün bir ahlak sahibi olduğunu kabul
etmişlerdir. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
“Muhakkak ki sen, üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68: 4)
İnsana Saygı
Hz. Peygamber, idarede asıl hedef olan insana saygıyı daima göz önünde
bulundurmuştur. O’nun idaresinde insana saygı, iki türlü tezahür etmiştir. Bir
yandan Müslümanları şefkat ve merhametle kucaklarken, diğer yandan da
Müslüman olmayanların temel hak ve hürriyetlerini gözetmiştir. Prensip olarak
savaşlarda karşılaştığı düşmanı bile yok etmeyi değil, kazanmayı gaye edinmiştir.
Bunun en büyük delili onun katıldığı savaşlarda iki taraftan da çok az insanın kayıp
verilmesidir.
Vatandaşın Hakları
Hz. Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin hudutları
içerisinde yaşayan insanlar, insan olmanın ve O’nun devletinin vatandaşı olmanın
zevkini ve lezzetini yaşadılar. Önceden elde edemedikleri birtakım hakları, bu
Kardeşlik
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat/49:
10) buyurmakta; Hz. Peygamber de, “Müslüman Müslümanın kardeşidir.”
(Buhari/Mezalim: 3; Müslim/Birr: 58) buyurmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatında
ümmet ve devlet, kardeşlik ilkesi sayesinde tek bir aile oldu. Hz. Peygamber,
hicretten sonra Mühacir ve Ensarı, evlerini ve mallarını birbiri ile paylaşan
kardeşler yaptı. Bu kardeşler, birbirleri ile öz kardeşlerden daha iyi geçindiler.
Mümin olmayanlara da kardeş (insan kardeşi) muamelesi yapıldı.
Eşitlik
İslam dinine göre insanlar kanun önünde eşittir; birinin diğerine karşı
üstünlüğü yoktur. Haklar verilirken ve adalet dağıtılırken herkese eşit verilirdi; sınıf,
ırk ve din ayrımı yapılmazdı.
Vergiler de ayrım yapılmaksızın herkesten eşit olarak alınırdı. Müslüman
olanlardan malı çok olanın zekatı çok, malı az olanın da zekatı az olurdu. Müslüman
olmayan vatandaşlardan alınan vergiler de gelirlerine göre olurdu.
Hürriyet
Cahiliye döneminin en büyük ayıplardan biri, insanı köleleştirmesi ve
hürriyetini elinden almasıdır. İslam’ın en başta gelen güzelliklerinden biri de insanı
hürriyete kavuşturmasıdır. İslam, insanın hem bedenini hem aklını hem inanç ve
düşünce dünyasını hürriyete kavuşturmuştur. Ayrıca İslam, köleliğe giden bütün
yolları kapatmış, kölelikten kurtuluş yollarını da çoğaltmış ve genişletmiştir.
Bir insan için en önemli hürriyet din ve inanç özgürlüğüdür. Yüce Allah,
insanlara din ve inanç hürriyeti de vermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Öyle ise, dileyen iman etsin, dileyen inkar
etsin.” (Kehf/18: 29)
etmişlerdir. Hz. Peygamber’in, Müslüman olmadığı için bir ehl-i kitabı öldürdüğü
veya istediği şekilde ibadet etmesine mani olduğu görülmemiştir. Onun kilise ve
sinagog gibi gayri müslim mabetlerini yıktığı da olmamıştır. O, bu konuda Yüce
Allah’ın şu ayetine uymuştur:
“Kim, bir zimmiyi rahatsız ederse, karşısında beni bulur.” (Acluni: II,218)
Bürokrasi
Girişte kaydettiğimiz gibi Hz. Peygamber’in doğduğu zaman, Arap
yarımadasının üç tarafında üç ayrı imparatorluk bulunmasına rağmen, Mekke’de ve
Medine’de kurulu bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Hicaz bölgesinde ilk devleti
hicretten sonra Hz. Peygamber kurdu. Temelini attığı devletin yapısını da kendisi
oluşturdu. Hz. Peygamber, Medine’de kurduğu devleti yalnız idare ediyordu; tayin
edilmiş bir yardımcısı, bir veziri yoktu. Yapılması gereken işler için görevliler,
komutanlar, öğretmenler, elçiler, mürşitler tayin ediyordu. Yeri geldiği zaman
çevresindekilerin fikirlerine müracaat ediyor, herkesi işin içine katıyordu. Daha
ziyade de ilk Müslümanlara ve Medine’nin ileri gelenlerine danışıyordu. Yaptığı
istişarelerin sonunda nihai kararı kendisi veriyordu. Çünkü Yüce Allah, kendisine
şöyle emretmişti:
“Devlet işleri hakkında onlarla iştişare et. Kararını verdiğin zaman da artık
Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i
İmran/3: 159)
bölgeyi Hz. Peygamber adına idare ederlerdi. Zekat toplama memurları halktan
zekat toplarlar ve yoksulların ihtiyacından geri kalanı devletin genel maslahatında
kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in tayin ettiği valiler ve
bu valilerin gönderildiği bölgeler şunlardır:
Attab b. Esid, Mekke; Ebu Müsa el-Eş’ari, Yemen’in Ma’rib; Muhacir b. Ebi
Ümeyye, Yemen’in San’a şehirlerinde; Ziyad b. Lebid, Hadramevt; Adiy b. Hatem,
Tayy kabilesinin yaşadığı bölgede; A’la b. Hadrami, Bahreyn’de görev yapıyor ve
Muaz b. Cebel ise Hadremevt ve Bahreyn arasında gezgin muallim olarak
çalışıyordu.
MALİ YAPI
Yüce Allah, insanların dünya ve ahiret saadetini elde edebilmeleri için
kendilerine din göndermiştir. Bu dinin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlara
dünya saadetinin yollarını öğretmiş, Hz. Peygamber de bu yolları hayatında
yaşayarak göstermiştir. İslam, insanın hem manevi dünyasını hem de maddi
dünyasını imar ve ihya eden bir dindir. Dinimiz, yemeye, içmeye, giymeye, ikram
etmeye önem veren bir dindir. Dinimize göre insan, her türlü ihtiyacını helal
yollardan gidermelidir. İhtiyacını giderirken de aşırı bir şekilde israfa gitmemelidir.
“Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” (A’raf/7: 30) buyuran Rabbimiz, Kur’ân-ı
Kerîm’de, İslam ekonomisinin temel ilkelerini belirlemiştir. Hz. Peygamber de
sözleri ve fiilleri ile birer ekonomik değer olan üretim, tüketim, emek ve buna
benzer konularda önemli ilkeler ve uygulamalar ortaya koymuştur. Onun,
ekonomik anlamda üzerinde durduğu hususlardan birisi çalışmadır. O, Kur’ân-ı
Kerîm’in çalışma prensibi ile ilgili ayetlerini kendi hayatında uygulamıştır. Kişinin,
ailesini geçindirmek ve bir de yoksula yardım etmek için çalışmasını, Allah yolunda
cihad etmek ve gündüzleri oruç tutup geceleri de namaz kılmakla bir tutmuştur.
Hz. Peygamber, devamlı olarak çevresindeki insanları çalışmaya ve kazanmaya
teşvik etmiştir.
Bilindiği gibi Mekkeliler ticaretle, Medineliler de ziraatla meşgul olurlardı.
Ticareti iyi bilen Mekkeli Muhacirler, Medine’ye geldikten sonra oradaki ticaret
hayatını Yahudilerden aldı ve pazara hakim oldular.
Ticaret
Hicaz bölgesinin şehirlerinden Mekke’de ticaret, Medine’de de ziraat
yapılırdı. Mekke’de ziraat yoktur, çünkü arazisi ziraate elverişli değildir. Yüce
Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de de haber verdiği gibi Mekkeliler, yazın kuzeye; kışın da
güneye giderek ticaret yapar ve çok para kazanırlardı. Hz. Peygamber’in
dedelerinden Haşim’in (Abdülmüttalib’in babası), Mekkelilere kazandırdığı “îlâf”
(ticarette serbest dolaşım) , bu şehirde yaşayanlar için büyük bir ticari açılım oldu.
Medine Pazarı
Hicretten önce, Medine şehrindeki pazarlar, genellikle müşriklerin ve
Yahudilerin kontrolündeydi. Bu iki sınıf, ticari faaliyetlerinde kendi dini
anlayışlarına ve Cahiliye adetlerine göre hareket ediyorlardı. Hz. Peygamber,
Medine’deki mevcut pazarları gezip gördükten sonra buraların Müslüman pazarı
olamayacağını söyledi. İslam’ın ekonomik konulardaki hükümlerini uygulayabilmek
için Müslümanların kendi pazarlarını kurmalarına gerek duydu. Saide oğullarının
oturduğu bölgede bulunan açık bir alanı pazar yeri olarak seçti ve bir pazar
nizamnamesi hazırladı. Bu pazarda esnafın sabit mekanlar edinmesini yasakladı ve
vergi alınmayacağını ilan etti. Kendisi de çok iyi bir tacir olan Hz. Peygamber, vergi
alınmadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edeceklerini biliyordu. Nitekim
ticaret yapanlar, Müslümanların kurduğu pazara rağbet göstermiş ve burası yeterli
müşteri bulmuştur. Hz. Peygamber, Medine pazarı canlandıktan sonra burayı
kontrol için görevliler tayin etmiştir. Bunlardan biri Hz. Ömer, diğeri de Semra bint
Nuheykil ismindeki bir hanım sahabidir. Fetihten sonra da Said b. As’ı Mekke
çarşısını kontrol için görevlendirilmiştir.
kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden
vazgeçerse, artık önceden aldığı kendisinindir ve onun durumu da Allah’a kalmıştır
(İnşaallah Allah onu affeder). Kim, tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliktir.
Orada ebedi kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder (Faiz karışan malın
bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkar
nankörü sevmez.” (Bakara/2: 275-276)
Hz. Peygamber, bu ayetle gelen faiz yasağını bütün Müslümanlara bildirdi ve
onlardan bu yasağa uymalarını istedi. Ayrıca Veda Hutbesi’nde bu yasağı bir kez
daha hatırlattı. Bütün yasaklara titizlikle uydukları gibi faiz yasağına da aynı titizlikle
uyan Müslümanlar, ticarete ve helal kazanca önem verdiler. Kısa zamanda
Medine’de ticareti ellerine geçirdiler. Hicretten sonra Medine, hem ticaretin hem
de hayvancılığın merkezi haline geldi. İnsanlara dinlerini öğreten Hz. Peygamber,
dünyalarını da öğretti. Ekonomik hayatla ilgili hükümler koydu. Müslümanlar da
Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in talimatlarının ışığı altında hareket ederek ekonomik
hayatı canlandırdılar.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir araya getirilen sonra da tasnif edilen
hadislerin konu başlıklarına baktığımızda, İslam’ın ekonomik hayata ne kadar önem
verdiği ortaya çıkmaktadır. Bu konu başlıklarından birkaçı şöyledir: Kitabu’l-büyü,
Kitabu’l-icare, Kitabu’s-selem…
İşçi Hakları
Cahiliye döneminde ve Asr-ı Saadet’te, Hicaz bölgesinin üç şehri olan Mekke,
Medine ve Taif’te canlı bir ekonomik hayat vardı. Mekke’de ticaret, Medine’de
ziraat ve hayvancılık, Taif’te de ziraat ve hayvancılık ön plandaydı. Her üç şehirde
zenginlerin yanında karın tokluğuna çalışan köleler, evlerde temizlik işlerinde
çalışan cariyeler vardı. Mekke’nin zengin tüccarları, Medine ve Taif’in toprak
ağaları bu işçilere çok kötü davranıyor ve onlara zulmediyorlardı. İslam, var olan
ekonomik hayatı baltalamadan bu insanların haklarını görüp gözetti. Cahiliye
dönemindeki haksız uygulamaları çok yakından bilen Hz. Peygamber de ücretle iş
yaptırma ve işçi çalıştırmaya toptan karşı çıkmamış; işçilere ağır iş yüklenmesi,
ücretin geciktirilmesi, kaybolan malın haksız yere işçiye ödetilmesi gibi
uygulamaları yasaklamıştır. İşçilere adaletli bir şekilde davranılmasını ve kardeş
muamelesi yapılmasını emretmiş ve bunları da hayatında uygulamıştır. Modern
dünyanın işçi haklarını gündeme almasından bin dört yüz yıl önce, işçilere
alınlarının teri kurumadan ücretlerinin adil bir şekilde verilmesini istemiştir.
Ganimet
İslam dini, insanlık tarihi kadar eski olan savaşa bir çeki-düzen vermiş;
sebeplerini, seyrini ve neticesini belli hükümler çerçevesinde düzenleme altına
almıştır. Bu düzenlemeye göre savaşın neticesinde alınan ganimetler şu üç
maddeden oluşmaktadır.
Savaş esirleri,
Gayrimenkul mallar (arazi),
Menkul mallar.
Yüce Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de belirlediği düzenlemeye göre ganimetler
beşe ayrılacak, dört hissesi savaşa katılan gazilere, humus adı verilen beşte biri de
devlete gelir olarak kaydedilecektir. Bu konuda ki ayetin meali şöyledir:
“Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka
Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.
Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfal/8: 41)
Cizye
Cizye, İslam devletindeki Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan baş
vergisidir. Akil, baliğ, hür, maddi, gücü yerinde ve sağlıklı olan gayrimüslim
erkeklerden alınan bir vergidir. Gözleri görmeyen, felçli, yaşlı, çalışmaktan aciz ve
yoksul kimseler, cizye vermekle mükellef değildi. Cizye, Müslümanlığı kabul eden
zimmilerden alınmaz. Cizye karşılığında zimmilerin can, mal ve inanç hürriyetleri
emniyet altına alınır. Ehli kitaptan olan kimselere önce Müslüman olmaları teklif
edilir, kabul etmezlerse cizye vermeleri istenir, bunu da kabul etmezlerse onlarla
savaşılır. Konu ile ilgili ayetin meali şöyledir:
9/630 yılında yapılan Tebük Seferi esnasında inen bu ayetten sonra Hz.
Peygamber, aynı yıl Eyle, Ezruh, Cerba ve Dümetulcendel, ertesi yıl Necran, Yemen,
Bahreyn, Makna, Teyma ve Hecer’deki gayrimüslimlerle cizye antlaşmaları
yapmıştır. Bunlardan Eyle, Ezruh, Dümetulcendel ve Necran halkı Hıristiyan; Teyma
Harac
Harac, gayrimüslimlerin topraklarından alınan vergidir. Hz. Peygamber
döneminde ganimet olarak elde edilen toprakların bir kısmı ganimet statüsüne tabi
tutulmuş, bir kısmı eski sahipleri üzerinde bırakılarak vergilendirilmiş, az bir kısmı
da Hz. Peygamber’e tahsis edilmiş; o da kendisine tahsis edilenlerden elde edilen
gelirleri kendi ailesi, yoksullar ve devlet giderleri için harcamıştır. Medine’den
sürgün edilen üç Yahudi kabilesinin ve Hayber Yahudilerin arazisi bu cümledendir.
Hz. Ömer zamanında gayrimüslimlerin ellerindeki topraklardan alınan vergiye
harac adı verilmiştir.
Zekat
İslam devletinin gelir kaynaklarından birini teşkil eden zekat, Müslümanların
mallarından alınan bir vergidir. Zekat, Müslümanlar için bir ibadet, devlet içinde bir
gelir kaynağıdır. Altın, gümüş, madeni ve kağıt nakit paralar nisab miktarına
ulaştığında, üzerinden bir yıl geçtikten sonra kırkta biri, yani yüzde iki buçuk miktarı
zekat alarak verilir. Ticaret malları da böyledir. Müslümanların arazi gelirlerinden
alınan zekata da öşür denilir. Öşür, yağmur suyu ile sulanan topraklardan yüzde on,
emek sonucu sulanan topraklardan ise yüzde beş nispetinde alınır. Nisab miktarına
ulaştığında hayvanların zekatı ise cinsine ve miktarına göre değişir.
Zekat, hicretin ikinci yılında farz kılınmasından itibaren bizzat Hz. Peygamber
tarafından toplanmış ve gerekli yerlere dağıtılmıştır. İlk yıllarda zengin
Müslümanlar zekatlarını bizzat getirip Hz. Peygamber’e teslim ediyorlardı. İslam
dininin Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmasından sonra Hz. Peygamber,
zekatları toplamak için memurlar tayin etti. Bu memurların topladığı zekat,
öncelikle mahallindeki yoksullara dağıtılır kalanı da merkeze getirilirdi.
ASKERİ YAPI
İslam’da esas olan sulhtur, barış içinde yaşamaktır. Savaş, arızi bir durumdur.
Fıtrata uygun olan, insanların emniyet ve barış içinde yaşamalarıdır. Fakat ne var ki,
savaş da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. İnananların vatanlarını ve sahip
oldukları her türlü değerlerini düşmandan korumaları ve kendilerini savunmaları da
bir vazifedir. Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet kurduktan sonra bu devleti
dışarıya karşı korumak için Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi ile saldırmazlık
antlaşması yaptı. Daha sonra da Kureyş müşriklerinin, Müslümanlara ve dolayısıyla
Medine şehrine olan saldırılarına karşı koydu.
İslam dininde barış esas olmakla birlikte, gerektiğinde savaşa hazır olunması
ve mecbur kalındığında savaşılması da emredilmiştir. Bu konuda Yüce Allah, şöyle
buyurmaktadır:
Ayrıca savaş sonrası uygulamalarla ilgili temel ilkelerin neler olduğu da Yüce
Allah’ın talimatları ve Hz. Peygamber’in kavli ve fiili sünnetiyle tespit olunmuştur.
Ordu
Medine döneminde Müslümanlar devlet kurup bir vatana sahip olunca yurt
savunması anlayışı geliştirilmiş ve bunun için gerekli adımlar atılmıştır. Elbette bu
adımların ilki, vatanı savunmak için asker hazırlamaktır. Hz. Peygamber zamanında
özel olarak muvazzaf bir ordu mevcut değildi. İç güvenliği sağlamak için polis
teşkilatı da yoktu. Eli silah tutan her Müslüman, vatan savunmasına katıldığı gibi
asayişi sağlamak için de zaman zaman görevlendirilirdi. Bir sefer tertiplemek veya
bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde Hz. Peygamber, gönüllüleri çağırır; bir kayıt
defteri açılır ve her aday buraya adını kaydettirirdi. Tespit edilen günde gönüllüler,
silahları, binekleri ve yol boyunca yiyecekleri azıkları ile şehir dışında bir karargahta
toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, orduyu teftiş ederdi. Her sefer için gerekli
asker sayısını kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkanlarıyla teçhizatını alamayanları
devlet bütçesinden donatırdı. Bunun en güzel örneği Tebük Seferi’nde görülür.
Asker toplama işi kabile başkanları tarafından yapılırdı. Hz. Peygamber,
hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve emniyetli yoldan
ulaştıracak bir kılavuz tayin eder, onun rehberliğinde hareket ederdi. Kendisi
Medine’de kalacaksa sefere çıkacak bir ordunun komutanını yine kendisi tayin
ederdi. Bizzat kendisi orduya katılmışsa, bu sefer de kendisine bağlı komutanları
tayin ederdi.
Ordu, klasik şekilde öncü ardcı, sağ kanat, sol kanat ve merkez olmak üzere
beş kısma ayrılırdı. Askeri birlik ve kıtaların toparlanması ve teşkili genellikle
kabilelere bırakılırdı. Şayet bazı kabilelerden gelenler çok az ise, bunlar diğerleriyle
birleştirildi. Sefere çıkan ordu içinde, kesin çizgiler olmamakla birlikte, çeşitli
komuta kademeleri vardı. Ordunun karargahı, nöbetçiler vasıtasıyla gece-gündüz
korunurdu. Esirler sorguya çekilerek veya ileri keşif kolları gönderilerek sefere
çıkılmadan önce düşmanın durumu hakkında bilgi toplanırdı. Keşif birlikleri
vasıtasıyla düşmanın izini sürme, pusu kurma ve casusluk gibi savaş taktikleri
biliniyordu. Hz. Peygamber bilgi toplamak için casus kullandığı gibi, düşman
casuslarına karşı da casusluk tedbirleri alıyordu. Üsame b. Zeyd’i, Suriye’ye sevk
ederken ondan kılavuzlar kiralamasını, önden gözcüler göndermesini istemişti.
Taktik ve Strateji
Düşmanın, kan dökülmeden teslim olmasını sağlamak için, içeceği suya
engel olmak da dahil bazı tedbirlere başvuruluyordu. Hz. Peygamber, daha çok
düşmanı şaşırtma metotlarını uygulardı. Medine’den ayrılmadan önce asıl
gayesinden başka bir maksadı varmış gibi bir şayi’a yaydırırdı. Başlangıçta, asıl
hedefinden başka bir istikamete yürürdü. Sonra bir dönüş yaparak yolunu
değiştirdi. Tahmini mümkün olmayan tenha yolları seçerdi. Tebük Seferi hariç, asıl
hedefini genellikle gizli tutardı.
Hz. Peygamber, hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği
seriyyelerde bayrak (liva) ve sancak (raye) kullanmıştır. Her zaman savaştan önce
düşmanı yeniden ve bir kere daha İslam’a davet ederdi. Şayet kendisi sefere
çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu kurala uymaları için kesin talimat verirdi.
Hz. Peygamber iklim şartlarının savaşan askerler üzerindeki etkilerini
biliyordu. O dönemde savaşlar, Hendek, Taif ve Hayber kuşatmaları hariç,
SOSYAL YAPI
Devlet, büyük bir ailedir. Bu aileyi meydana getiren küçük aileler vardır. Bu
küçük aileler de devletin kurumları sayılır. Bu küçük aileleri meydana getiren
fertlerin dini, ekonomik ve sosyal durumları, her zaman için devletin üs kademesini
etkiler.
Aile
Aile, sosyal yapının çekirdeğidir. İslam dinine göre toplumun temeli ailedir.
Aile toplumu, toplum da milleti, millet de devleti meydana getirir. Aile yapısı
sağlam olanların devleti de sağlam olur. Müslümanlar aileyi küçük bir millet, milleti
de büyük bir aile kabul ederler.
Aile, anne- baba ve çocuklardan meydana gelir. Çatının kurulması, yani anne
ve babanın bir araya gelmesi nikahla olur. Nikah, yüce Allah’ın emri ve Hz.
“Kim, güç yetirirse evlensin. Zira evlenme, gözü haramdan uzak tutar,
iffeti korur.”
Müslümanlar
Hz. Peygamber döneminde toplumu oluşturan unsurların başında
Müslümanlar gelirdi. Müslümanların büyük çoğunluğu da Araplardan
oluşmaktaydı. Toplumda Habeş, Fars ve Rum kökenli Müslümanlar da vardı.
Toplumu oluşturan unsurların başında gelen Müslümanların bir kısmı
şehirlerde bir kısmı da köylerde yaşardı. Şehirlerde yaşayanlara hadari, köylerde
yaşayanlara da bedevi denirdi. Ayrıca Müslümanlar hukuki ve sosyal açıdan da
hürler, mevlalar ve köleler olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hürler kabilenin esas
üyesi sıfatıyla diğer iki sınıfa mensup insanlardan üstün kabul edilirdi. Köleler,
sahibinin malı olarak nesilden nesile intikal ederdi. Mevlalar (Mevali) ise hürler ve
köleler arasında bir sınıftı. Bunlar; sahiplerinin serbest bırakması veya anlaşma
yoluyla sahibine para ödemek gibi çeşitli yollarla hürriyetine kavuşmuş kimselerdi.
İslam toplumunda hicretten sonra Medine döneminde büyük ölçüde eşraf
anlamında “Ensar” , “Muhacir” , “Ehl-i Bedir” gibi yeni zümreler ortaya çıkmıştır ki,
bunların faziletlerine İslam’ın temel kaynaklarında deliller bulunmaktadır. Bu
noktada fazilet ölçüsü, cahiliye toplumundaki üstünlük telakkilerinden farklı olarak,
İslam’a hizmettir. Ensar ve Muhacir, Medine İslam toplumunu meydana getiren iki
kardeş sınıftır. Savaşlarda bunların sancakları ve komutanları ayrı olurdu. Ama bu
ayrılık iki toplumu birbirinden ayırmaz, üstelik iyice birbirine kaynaştırırdı.
Gayrimüslimler
İslam, Müslümanların oluşturduğu toplumda bu inancı paylaşmayanların
inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkan
tanımıştır. Hz. Peygamber de bu imkanı gerçekleştirmiştir. Hicretten hemen sonra
Medine’de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile bir sözleşme yaparak bu
uygulamanın ilk adımını atmıştır. Bu suretle birçok dini, kültürel gurubun bir arada
yaşamasını mümkün kılan bir yapı oluşturmuştur. Bununla beraber başşehir
dışında Hayber, Vadilkura, Fedek, Makna ve Teyma da Yahudiler; Eyle, Ezruh,
Dümetülcendel ve Necran’da Hıristiyanlar, ayrıca Hecer ve Bahreyn’de kısmen
Mecusiler oturuyordu. Buraların halkıyla yapılan anlaşmalar sayesinde
gayrimüslimler dini ve hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini koruyarak İslam
toplumunun içinde yaşamaya devam etmişlerdir.
Hz. Peygamber, antlaşmalarda zimmilerin canlarını, mallarını, dinlerini, ayin
ve ibadetlerini, mabetlerini ve din adamlarını hukukun himayesi altına almıştır.
Müslümanlar dışında kalan ve daha çok Yahudiler, Hıristiyanlar, küçük azınlıklar
şeklinde de Sabiiler ve Mecusiler cizye vergisi ödeyen hür tebaa statüsünde
yaşıyorlar, bunlar “zimmi” diye adlandırılıyordu.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârın birbiri ile kardeş yapılmasına ne
adı verilir?
Değerlendirme
a) Musâlaha
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer b) Muâhât
alan “bölüm sonu testi” c) Muâhede
bölümünde etkileşimli
d) Mâmele
olarak
cevaplayabilirsiniz. e) Mubâyaa
Cevap Anahtarı
1 b, 2 c, 3 e, 4 a, 5 e, 6 e, 7 a, 8 d, 9 c, 10 d.
İSLAM KURUMLARI
İÇİNDEKİLER
• Hilafet
• Hilafetin Şartları ve Hükümleri
• Halifenin Taşıması Gereken Şartlar
• Halifenin Seçimi, Azli ve Vazifeleri
ve
• Raşit Halifelerin Kısa Tarihi MEDENİYETİ
• Raşit Halifeler Döneminde Siyasi,
İdari Yapı ve Kurumlar TARİHİ
• Raşit Halifeler Döneminde Kültür ve
İlim Hayatı
GİRİŞ
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi 11/632 yılında vefat eden Hz. Peygamber’in yerine
geçen Hz. Ebu Bekir’le başlayıp Hz. Ali’nin 40/661 yılında vefatıyla veya Hz.
Hasan’ın Muaviye ile antlaşmasıyla (41/662) son bulmaktadır. Bu dönem tüm
İslam dinî ve ilmî geleneği için Asrı Saadet’ten sonraki en önemli dönemi ve süreci
ifade eder ve ümmet için özel bir anlamı haizdir. Bu yüzden Asrı Saadet kadar bu
dönemin de, her yönüyle çok iyi bilinmesi ve anlaşılıp anlamlandırılması
gerekmektedir.
Bu ünite, Raşid halifelerle başlayan Hilafet kurumu hakkındaki klasik
görüşlerin özetini vererek, ilgili yapıyı ve özelliklerini öğrenciye kısaca
hatırlatmaktadır. Daha sonra Raşid Halifeler dönemi özetlenerek, dönemlerindeki
siyasi ve idari yapı ile kültürel ve dinî ilimlerin durumu kısaca ele alınmaktadır.
HİLAFET
Lügat manası “bir kimsenin peşinden gelmek, ona halef olmak, onu temsil
etmek” olan ’hilafet’ kelimesi, ıstılahta muradifi olan ‘imamet’ (el-İmametü’l/ez-
Zeâmetü’l- Kübrâ/Uzma), terimleriyle birlikte, “Peygambere halef olarak, din ve
Hilafet, “Peygambere dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan
halef olarak, din ve kimseye de ‘halife’ denir. Bu manasıyla, yani ‘İmâmü’l-Müslimin’ olarak halife
dünya işlerinde riyâset-i lakabı, ilk defa Hz. Ebu Bekir hakkında (Halifetu Resulillah) kullanılmıştır. ‘Emirü’l-
âmme sıfatı ile ona Mü’minin’ lakabı ise, ‘Halifetu Halifeti Resulillah’ yerine ilk olarak Hz. Ömer
naiplik etmek” olup, hakkında kullanılmış, daha sonraki halifeler hakkında da aynen kullanılmaya devam
bunu yapan kimseye de etmiştir.
‘halife’ denir.
Halifenin Seçimi
İlk halife Hz. Ebu Bekir’in seçimi hakkında muhtelif rivayetler arasında
müşterek olan hususları kısaca şöyle tespit edebiliriz: Hz. Muhammed vefat ettiği
gün (Hicretin 11. senesi 12 Rebiülevvel Pazartesi günü) tüm Müslümanlar Mescid-i
Nebi’de büyük bir teessür içindeydiler. Hz. Ali, Zübeyr, Talhâ ve Resulullah’ın diğer
yakın akrabalarından bazı Haşimîler, Fatıma’nın evinde toplanmış ve Arapların
geleneği üzere, cenazenin defin ve techiz işleriyle meşguldüler. Ensardan bazıları
ise hilâfet meselesini görüşmek üzere ‘Sa’ideoğulları’nın Çardağı’nda (Sakifetü Benî
Sâ’ide) toplanmış, Allah Resulu’nün yerine devletin başına kimin geçmesi
gerektiğini görüşüyorlardı. Bu arada Ensardan birkaç kişi bunu Hz. Ebu Bekir’e
bildirerek, duruma müdahil olmasını istediler. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu
Ubeyde b. Cerrah’la birlikte Sakife’ye geldi. O sırada Ensar, hasta olduğu için
örtülere sarılmış halde oraya getirilmiş bulunan Hazreçli Sa’d b. Ubade’nin
başkanlığına karar vermek üzereydiler. Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları oraya
HİLAFETİN HÜKMÜ
Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber’den sonra bir halifenin nasbı
vaciptir, farz-ı kifâyedir, şâri’ bu mükellefiyeti herhangi bir kimseye yüklemez, fakat
cemaat halinde bütün Müslümanları mükellef tutar. Sahabe ve Tabiinin halife
nasbındaki ittifakı buna delildir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün sahabe
çarçabuk Ebu Bekir’e bey’at ederek bir halife seçtiler. Bundan sonrada hep böyle
devam etti. Müslümanlar bu vecibeyi yerine getirmezlerse günahkâr olurlar.
Müslümanların mükellef oldukları dini vecibelerin ifası, ümmetin huzur ve saadeti
bir halifenin varlığı ile mümkündür. Bir halife bulunmazsa Müslümanların emniyeti
ve asayişi demek olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifeleri ifa
olunamaz.
Bazı alimler ve bazı mezhepler imam nasb etmenin vacip olmadığı
kanaatindedirler; Bazı Mutezile ve Hariciler bu görüştedirler. Bunlara göre vacip
olan, şer’i hükümlerin yerine getirilmesidir. Ümmet adaletin ve Allah’ın
hükümlerinin yerine getirilmesinde ittifak ederse imama hacet kalmaz; böyle
olunca imam nasbı da vacip olmaz.
Hür olmak,
Müslüman olmak,
Adil olmak,
HALİFENİN TAYİNİ
Halifenin tayin yolu ve hilafet makamının doldurulması için üç esas kabul
edilmiştir. Bu esasların her birinin de birtakım hükümleri vardır.
Seçim (İntihab) Usulü: Ehlü’l-hal ve’l-akd denen adil, halife adaylarının
durumunu iyi bilen, bunlar arasında en layığını seçebilecek kabiliyetteki
seçkin topluluğun, hilafet şartlarını kendisinde toplayan birini seçmeleri ve
her birinin onun hilafetine rızalarını göstermeleri, yani bey’at etmeleridir.
Halife seçimine gidilebilmesi için:
Önceki halifenin, kendisinden sonraki halifeyi seçmeden ölmüş olması
HALİFENİN VAZİFELERİ
Dinin aslî şekliyle korunması,
İslam ülkesinde emniyetin sağlanması,
Sınırların tahkimi ve korunması,
İki el veya iki ayağının yokluğu gibi rahat hareket etmeğe mani hallerde de
halife vazifesinden ayrılır.
HİLAFETİN TARİHÇESİ
Hilafetin tarihçesinden kastettiğimiz, ilk halifenin seçiminden sonraki süreçtir
ve bu süreç, Hz. Ebu Bekir’le başlayıp, Osmanlı Devleti’nin son hükümdar-halifesi
Vahdeddin’e kadar devam etmektedir. Dolayısıyla ‘hilafetin tarihi veya halifeler
tarihi’ denince herhangi bir ayrıma girmeden bu süreci gözetmek gerekmektedir.
Ancak geleneksel olarak bu süreç, ‘Hanedanların Tarihi’ olarak algılanmakta ve
buna uygun olarak da çeşitli tasnifler yapılmaktadır. Bütün bu tasniflere göre de,
unutulmaması gereken husus, her halükarda halifelerin tarihinin izlenebileceğidir.
Bu tasniflerden biri de genelde çalışmalarımızda benimsediğimiz biçim olup, şu
şekildedir:
Raşid Halifeler Devri
Emeviler Devri
Taif valisi olan Osman b. Ebi’l-As, Hz. Muhammed tarafından tayin edilmişti.
Mekke’de de Hz. Muhammed’in tayin ettiği Attab b. Esîd vali idi.
Hz. Peygamberin San’a valiliğine tayin ettiği Kays b. Abdi Yeğus el-Muradî,
Hz.Ebu Bekir tarafından değiştirildi ve yerine Feyrûz ed-Deylemî gönderildi.
Yemen’de vuku bulan ridde hadiselerinde, San’a’ya el-Muhacir b. Ebî
Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehil komutan olarak vazifelendirildiler.
Hadramevt valisi, Ziyad b. Lebîd el-Ensarî; Havlan valisi Ya’lâ b. Münye; Zebid
ve Rima’a valisi, Ebu Musa el-Eş’ari; Cened valisi, Mu’az b. Cebel; Necrân
valisi, Cerir b. Abdillah; Cüreş valisi, Abdullah b. Sevr; Bahreyn valisi, el-A’lâ
b. el-Hadramî; Dumetü’l-Cendel valisi, İyaz b. Ganm idiler.
Şam bölgesi henüz İslam devletine katılmamıştı. Oradaki orduların başında
Ebu Ubeyde, Şurahbil, Yezid ve Amr komutan idiler. Başkomutan Halid b.
Hz. Ebu Bekir devrinin Velid idi. Fethedilen yerlerin idaresi fetheden komutanlara aitti.
en önemli olayları:
İç isyanların (Ridde) Hz. Ebu. Bekir’in Kadıları
bastırılması Hz. Ebu Bekir halife olarak bizzat bazı hukukî ve cezaî davalara bakıyor, bazı
Devletin istikrarının ihtilafları çözüyordu. Bir katil olayı, bir hırsızlık olayı ve bir zina davasını hükme
ve yapısının bağlamıştır. Ebu Bekir davalarda güç durumda kalırsa, aynı zamanda müftileri olan
korunması Ömer, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz, Übey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit gibi alim
sahabeye sorardı. Medine kadılığına Ömer’i tayin etti. Ömer bu görevde bir yıl
Hz. Peygamber kaldığı halde kendisine hiç dava gelmemiştir. Vilayetlere kaza vazifesi için (Bahreyn
zamanında tamamı hâkimi Enes b. Malik hariç) hususi memurlar, hâkimler tayin edilmemiş olsa da, bu
yazıya geçirilen vazifeyi her vilayetin valileri yerine getirmekteydiler.
Kur’an-ı Kerim’in, iki
Ebu Ubeyde, beytülmal sorumlusuydu.
kapak arasına
toplanması. Ali b. Ebî Talib, Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan katiplik (kitabet) vazifesini
yürütüyorlardı.
Hz. Ömer’in hilâfet yılları, İslam devletinin büyük fetihlerle gelişip yayıldığı
yıllarıdır. Ömer devleti teşkilatlandırmış, yeni müesseseler kurmuştur. Bu teşkilat
ve müesseselere gelmeden önce, kısaca Ömer zamanındaki fütuhat ve önemli
olaylara tarih sırasıyla işaret edelim:
14/635 yılında Dımaşk, Hıms, Ba’lebek, Busra fethedildi, Basra şehrinin
inşasına başlandı. 15/636 yılında Ürdün tamamen alındı, Yermuk ve Kadisiyye
zaferleri kazanıldı. Kufe şehri inşa edildi. Divanlar kurularak Müslümanlara
hizmetleri ve derecelerine göre maaş bağlandı. 16/637 yılında, Ehvâz ve Medâin
şehirleri fethedildi, Celulâ harbi kazanıldı. İran meliki Yezdicerd hezimete uğratıldı,
Tikrit fethedildi. Kudüs bizzat Halife tarafından alındı. Kınnisrin, Halep, Antakya ve
Menbic şehirleri fethedildi. Hz. Muhammed’in Mekke’den, Medine’ye hicreti
takvim başlangıcı kabul edildi. Resmi yazılarda gün, ay ve seneyi gösteren tarih
kullanılmaya başladı. Halid b. Velid başkomutanlıktan azledildi. 17/638 yılında da
Mescid-i Nebevi genişletildi. Şam’da Ta’un salgınında Ebu Ubeyde, Mu’az b. Cebel
ve 25.000 kişi öldü. Basra’da da felaket aynı büyüklükte idi. Şam’da çıkan bu veba
salgını sırasında Hz. Ömer Şam’a gitmek için yola çıkmışken, oradaki veba salgını
haberiyle geri döndü. 18/639 yılında Cündişabur, Hulvan (Irak’ta), Ruha (Urfa),
Hz. Ömer devrinin en Sümeysat, Harran ve Nusaybin ile el-Cezire’nin (Dicle ile Fırat arasındaki şehirler)
önemli olayları: bir kısmı, Musul ve civarı fethedildi. Medine’de büyük kıtlık oldu. Mısır’dan buraya
erzak gönderildi. 19/640 yılında Kaysariyye (Suriye) alındı. 20/640 yılında Mısır ve
Fetihler
Tüster fethedildi. 21/641 yılında İskenderiye, Nihavend, Berke alındı. Halid b. Velid
Devletin yapısında vefat etti ve Hıms’da defnedildi. 22/642 yılında Azarbeycan, Dinever, Hemedan,
yenileşme ve ilaveler Trablus ve Rey fethedildi. 23/643 yılında Kirman, Sicistan ve İsfehan civarı
Divanların teşkili. fethedildi. Bu yılın sonunda Zilhicce ayında Hz. Ömer şehid edildi ve Mescid-i
Nebi’nin yanında Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildi.
Fetva Teşkilatı
İslam’ın ilk devirlerinde teşekkül eden ve kaza teşkilatına önemli yardımları
olan bir müessesedir. Hz. Peygamber hem kadı hem müfti idi. Bu müessese Hz.
Ömer zamanında tanzim edilmiş ve bazı esaslara bağlanmıştır. Fetihlerin genişliği
ve Müslüman sayısının artmasıyla fetvaya olan ihtiyaç da artmaktaydı. Buna
rağmen Ömer, herkesin fetva vermesini istemezdi. Ali, Osman, Muaz, Abdurrahman
b. Avf, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hüreyre, Ebu’d-Derdâ fetva salahiyeti olan
meşhur isimlerdi. Kendiliğinden fetva verenler, gerektiğinde imtihan edilir ve
fetvadan menedilebilirlerdi. Fetva salahiyeti olanların isimleri halka duyurulurdu.
Şurta (Polis)
Her ne kadar güvenlik görevlileri Hz. Peygamber zamanından itibaren
görülmeye başlamışsa da, Şurtanın teşkilatlandırılması ve geliştirilmesinin Hz.
Ömer’e ait bir hadise olduğunu belirtmelidir.
Hz. Ömer, suçluları takip, cezaları tatbik için hususi bir daire teşkil etmişti.
Zina ve hırsızlık gibi cürümlere hâkimler bakarlar, ilk araştırma ise, ‘Ahdas’ veya
‘Şurta’ adı verilen güvenlik görevlileri tarafından yürütülür, cezalar da onlar
tarafından infaz olunurdu. Şurta idaresi kazaya bağlı bir kuruluştu.
Hisbe (İhtisab)
Bir hukuk müessesesi olarak ‘hisbe’, “devlet reisliğince hükmedileni icrâ, ona
muhalif düşeni men’, ma’rufu emir ve münkeri nehy bakımından takarrür edeni
tenfiz suretiyle şehir halkının işlerini gece ve gündüz murakabe etmektir.”
Hz. Ömer zamanında Hz. Peygamber zamanından itibaren şurta ve hisbenin işleri ve salahiyetleri
oluşturulan ve birbirine benzediği ve bazen bir kişiye birkaç iş birden verildiği için, Ebu Bekir
geliştirilen kurumlar zamanında ‘ases’ diye vazifelendirilen Abdullah b. Mes’ud’u aynı zamanda
arasında en önemlisi muhtesib olarak da zikredebiliriz.
adliye teşkilatı ve ilgili
Hz. Ömer ise bu vazifeyi kendisi, kölesi Eslem ve Abdurrahman b. Avf ile
birimleridir.
birlikte bizzat yapar ve çok kez çarşı ve pazarları gezerken ölçü ve tartıları da
kontrol ederdi. Devesine ağır yük vuran bir adamı ve sattığı gıda maddelerini
sokağa serip yolu kapayan bir tüccarı te’dip ettiği rivayet edilir.
Hapishaneler
Hz. Peygamber zamanında çok az ihtiyaç duyulmuş ve hapishane olarak
mescitten ve evlerden istifade edilmiştir. Hz. Ömer, müstakil hapishanelere ihtiyaç
duymuş olacak ki, Saffan b. Umeyye’nin evini 4.000 dirheme satın alıp orayı
hapishane olarak kullanmıştır. Kadı Şureyh (Kufe’de), borçlarını vermeyenleri
hapse mahkum etmiş ve muhtemelen bu cezayı camide tenfiz etmişti. Basra’da
Daru’l-İmare denilen yerde hapishane vardı.
Sürgün cezası da ilk defa Hz. Peygamber zamanında tatbik edilmiş ve Hz.
Ömer’de buna binaen sürgün cezası vermiştir.
Beytülmal
Bu müessese, kuruluşu itibariyle en eski ve fonksiyonu bakımından en
mühim müessesedir. Unsurları hakkında çok sayıda ayet ve hadis vardır. Hz. Ebu.
Bekir zamanında bir değişiklik olmadan aynen Peygamber zamanında olduğu
şekliyle korunmuş, fazlaca ihtiyaç olmamakla beraber bu hizmetler için bir mekân
bile tahsis edilmiştir.
Beytülmal müessesesi Hz. Ömer zamanında gelişip teşkilatlanmıştır.
Vilayetlerden merkeze gelen gelirler, ganimetler gibi taksim edilip dağıtılmayınca
çoğalarak Ebu Bekir’in tahsis ettiği binada toplanmıştır. Burada toplanan bu
varidat, bir deftere kaydedilerek sarfiyattan fazlasının burada muhafazası usulü
getirilmiştir. İdarenin başına Abdullah b. Erkam ve iki yardımcı tayin edilmiştir.
Ebi Serh valilik yaptılar. Hz. Ali zamanında birçok vilayetlerde valilerin diğer
hizmetleri de yürüttükleri anlaşılmaktadır.
Mısır’da Ebu’l-Esved ed-Düeli kadı; Ebu Râfi ise beytülmal hâzini idi.
Kaza Teşkilatı
Hz. Ali Kufe’yi merkez ittihaz ederek memleketin kendisine bağlı olan
kısımlarını buradan idare ediyordu. Onun bilhassa kaza işlerinde mütebahhir bir
âlim olduğu malumdur. Bu sahada tecrübesi de vardı; zira Hz. Peygamber ve Ömer
zamanlarında kadılık yapmıştı. Hilafeti zamanında da hüküm verdiği, adli işlerle
bizzat meşgul olduğu bilinir. Hz. Ali’nin mahkeme içtihatlarını bir kitapta topladığı
da rivayet edilmektedir.
Hz. Ali, hâkim tayinlerine itina eder, en bilgili ve liyakatli olanları seçer,
başarılı olanları terfii ettirir ve maaşlarını arttırırdı.
Her vilayete kadı tayin edemediği hallerde, valiyi kaza ile de tavzif ederdi.
Nitekim Muhammed b. Ebi Bekir’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman ona kaza işlerini de
yüklemiş ve bu hususta ona bir de talimatnâme vermişti.
Hz. Ali muhakeme esnasında davacı ve davalıyı, birbirlerini görmeden onları
ayrı ayrı dinleme usulünü getirmiş, aynı usulü şahitler için de uygulamıştı.
Hz. Ali kaza dışında diğer memuriyetlere de önem verir, devlet hizmetlerinin
doğruluk ve emniyetle yürümesini isterdi. Ka’b b. Malik’e gönderdiği bir emirle,
ondan, bütün Irak’ı gezmesini, halkın devlet memurları hakkındaki kanaatlerini
dinlemesini, memurların tavır ve hareketlerini tetkik etmesini istemiştir.
Amcazadesi İbn Abbas’ın beytülmaldan aldığı bir miktar paranın hesabını
kendisinden sormuş, İbn Abbas hakkını almış olmasına rağmen, korkusundan
Mekke’ye gitmişti.
Sınırda askeri merkezler te’sis etmjş olan Hz. Ali, stratejik önemi olan
yerlerde kaleler de inşa ettirmiştir.
Bayrak ve Sancaklar
Cahiliyye devri Arapları, eskiden beri ‘bayrak’ (livâ) ve ‘sancak’ (râye)
kullanıyor ve bunlara oldukça büyük değer veriyorlardı. Anlaşıldığına göre ‘livâ’,
askeri sancak; ‘râye’ ise ordu komutanının alamet ve timsali olan bir bayraktır. Hz.
Peygamber de her zaman ve muhtelif sebeplerle çıkarılan seriyyelerde ‘râye’ ve
beyaz renkli bir ‘liva’ kullanmıştır.
Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da, bir yere bir ordu sevk edildiği zaman
halifeler, kumandanlara sancaklar verirler ve bu sırada askerin muzafferiyeti için
dua ederler ve tavsiyelerde bulunurlardı.Hz. Ömer sancak tevdiinde, askerin
maneviyatını yükseltecek veciz hitabede bulunurdu.
Kaynaklar askeri teşkilat hususunda en çok Hz. Peygamber ve II. Halife Ömer
dönemleri için bilgi vermektedirler. Öyle sanıyoruz ki, Hz. Peygamber’in her
yaptığını hiç değiştirmeden tatbik eden Hz. Ebu Bekir, askeri teşkilatta da herhangi
bir değişiklik yapmamıştır. Hz. Ömer’in halefleri Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında
da bu teşkilatta ciddi bir değişiklik yapılmış olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz.
Silahlar
Araplarda Cahiliyye döneminde, kılıç, kargı, yay ve kalkandan başka silah
yoktu onlar bu silahları büyük bir maharetle kullanırlardı. Bilhassa yay kullanmakta
çok usta idiler. İslamiyet’in zuhuru sırasında da Müslüman muhariplerin silahları
bunlardan ibaretti.
Araplar kılıcı, silahların en şereflisi sayarlar, kargıları at üzerinde kullanılırdı.
Gerek Cahiliyye döneminde, gerek İslam devletinin ilk zamanlarında kargı, kullanışlı
Şiir, ensâb ve eyyamü’l-Arab’ı iyi bilen, tefsir, feraiz, meğazi gibi ilimlerde de
âlim olan Abdullah b. Abbas’ın rivayetlerinin bir deve yükü teşkil ettiği söylenir.
Başka şehirlerden ilim talipleri Abdullah’a gelirler ve o, onlara hadis okurdu.
Ensabu’l-Arabı en bilenlerden biri olan Ebu Bekir, Hz. Peygamber’e ihtiyaç duyduğu
zamanlarda kabileler hakkında bilgiler verirdi.
Mugire b. Şu’be, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Hureyre, diğer ilimler yanında,
bilhassa hadis ilmiyle iştigal etmiş büyük âlim sahabelerdi.
Fethedilen bölgelere gönderilen ve oralarda Kur’ân, Hadis ve ihtiyaç duyulan
dinî ilimleri öğreten sahabeden de bahsetmek istiyoruz:
Yemen ve civarına Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Hemmam b.
Münebbih gönderilmişler ve orada dinî ilimleri öğretip yaymışlardı.
Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i, Ebu’d-Derdâ’yı ve Ubade b. es-Samit’i Suriye’ye
gönderdi. Şam’da Ebu’d-Derdâ, Ebu Zer el-Gıfarî, Muaviye b. Ebi Süfyan, Usame b.
Zeyd, Bilal b. Rebah el-Habeşî hadis rivayet etmişler ve dinî ilimleri öğretmişlerdir.
Hıms’da Ubade b. es-Samit, Filistin’de Muaz b. Cebel ve Şeddad b. Evs bulunmuşlar
ve aynı ilmî faaliyetleri göstermişlerdir.
Basra’da Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eş’ari, İmran b. el-Husayn, Muğire b.
Şu’be, Nufeyl b. Haris, Semure b. Cündüb, bilhassa hadis öğretimi ile meşgul
olmuşlardı.
Kufe’de,Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari, Muğire b. Şu’be, Semure b. Cündüb, Cerir
b. Abdillah, Selman el-Farisî, Ammar b. Yasir devlet hizmetleri ve idarî faaliyetleri
yanında Kur’ân ve hadis ilimlerini öğretmek hizmetini de yürütmüşlerdir.
Medayin’de Selman ve Huzeyfe’nin varlıklarına rağmen ilmi gelişme olmadı.
Mısır’da hadis ve dini ilimler Abdullah b. Amr b. el-Âs vasıtasıyla yayıldı.
Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde
konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Fetva, ancak Kur’ân’ı çok okuyan,
ona ait ilimleri, Mekkî ve Medenîyi, nüzul sebeplerini, müteşâbihi ve muhkemi
bilen, bunları Peygamberden öğrenmiş olan sahabenin salahiyetindeki bir işti.Bu
âlim sahabeler, İslam ülkesinin muhtelif yerlerinde, bilhassa büyük şehirlerde,
camilerde ders halkaları kurar ve talebelerine Kur’ân okuturlardı. Ebu‘d-Derda’nın
Dımaşk Mescidindeki dersleri sabah namazından öyleye kadar devam ederdi.
Abdullah b. Abbas Mekke’de, Abdullah b. Mes’ud Kufe’de, Ebu Musa el-Eş’arî Basra
Camii’nde halka Kur’ân ve Kur’ân ilimleri öğretiyorlardı.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hilafet kelimesinin terim anlamını karşılar?
Değerlendirme a) İslam devletinde Dört Halifeyi ifade eder.
sorularını sistemde ilgili b) Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme
ünite başlığı altında yer sıfatı ile ona nâiplik etmeyi ifade eder.
alan “bölüm sonu testi” c) İslam devlet geleneğinde riyaseti amme sıfatıyla Müslüman halkı
bölümünde etkileşimli temsil eden makamı ifade eder.
olarak d) Bir kimsenin ardından gelen ve onu temsil eden kurumu ifade
cevaplayabilirsiniz. eder.
e) İslam devlet geleneğinde meclisi ifade eder.
Cevap Anahtarı
1. b, 2. d, 3. b, 4. e, 5. a, 6. c, 7. e, 8. a, 9. b, 10. e
• Kur’ân İlimleri
• Hadis
• Fıkıh
ve
• Kelam MEDENİYETİ
• Tarih
• Dil ve Edebiyat TARİHİ
• Ulûmu’l-Evâil
GİRİŞ
İslamiyet’in ilme verdiği önem ve teşvikler sonucunda daha Hz. Peygamber
döneminden itibaren Müslümanlar ilim tahsil etmeye başlamışlardır. Çeşitli yön-
temler kullanılarak sayıları hızla artan okuma yazma bilenlerin sadece okuma yaz-
ma öğrenmekle kalmayıp özellikle Kur’ân ve Hadisle ilgili bilgileri öğrenme ve öğ-
retmede aktif olarak rol aldıkları görülmektedir.
Raşid halifeler zamanında da ilmi gelişmeler devam etmiş, adeta bir ilim se-
ferberliği ile Müslümanların ilmi bakımdan gelişimi devam ettirilmiştir. Her biri ilmi
yönden toplumda saygın yere sahip olan Raşid halifelerin Hz. Peygamber tarafın-
dan temeli atılan ilim faaliyetlerini sürdürdükleri görülmektedir. Nitekim Hz. Ömer,
“Çocuklarınıza yüzmeyi ve ata binmeyi öğretiniz. Onlara yaygın halde olan Arap
atasözlerini (darb-ı mesel) ve güzel şiirlerini naklederek öğretiniz” diyerek çocukla-
rın eğitilmesi üzerinde durmuştur. Hz. Ömer tarafından adeta ders içeriği veya
müfredatı olarak tavsiye edilen konularda zamanla gelişmeler olmuş; yazı, hesap,
yüzme, Kur’ân-ı Kerîm, seçkin kimselerin anlamlı sözleri, salihlerin menkıbeleri,
bazı dini hükümler, şiir ve Arap dili de öğretilecek dersler arasına dahil edilmiştir.
Hz. Peygamber tarafından başlatılan ve Hulefâ-yi Râşidîn zamanında artarak
devam eden ilmi gelişmeler Emeviler dönemi ilmi faaliyetleri için temel oluştur-
muştur. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan ve Müslümanları
meşgul eden dahili problemler ve iç savaşların ardından Muaviye zamanında yeni-
den tesis edilen siyasi birlik sayesinde pek çok sahada olduğu gibi eğitim öğretim
sahasında da önemli faaliyetler başlamıştır.
Emeviler dönemi, özellikle dini ilimlerin temelinin atıldığı bir dönemdir. Bu
devlet zamanında büyük alimlerin yaşaması, İslamiyet’in geniş alanlara yayılması,
Müslümanların farklı kültürlerle tanışarak onlardan bazı konularda etkilenmeleri ve
henüz tedvin ve tasnif edilmeyen hadislerin kaybolma endişesi gibi sebeplerle ilmi
faaliyetler hız kazanmıştır. Başta Medine olmak üzere pek çok bölgeye dağılan sa-
habilerin etrafında ilim halkaları oluşmaya başlamış ve bu merkezler hareketli birer
ilim merkezleri haline gelmiştir. Belli şehirlerde ilim meclisleri oluşmuştur.
Emeviler Dönemi Aişe bnt. Ebî Bekir, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas,
Hucr b. Adiy, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Said b. Cübeyr, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şü-
reyh, Tâvus b. Keysân, Muhammed b. Sirîn, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebî Rebâh, Zührî,
Eb’an b. Osman, Ma’mer b. Raşid ve Ebû Hanife gibi bir kısmı sahabi de olan pek
çok meşhur alimin yaşadığı ve ilimleriyle etrafındakileri aydınlattığı, verdikleri soh-
bet ve derslerle Müslümanların bilimsel anlamda yetişmeleri için harekete geçtik-
leri bir dönem olması bakımından da önemlidir. İsmi zikredilen şahıslar dini ilimler
bakımından önemli faaliyetlerde bulunmuşlar; Peygamber sonrası Müslüman top-
lumun ihtiyaç duyduğu dini sahalardaki bilgi eksikliğini gidererek insanların Tefsir,
Hadis, İslam Tarihi, Kelam vb. sahalarda bilgi sahibi olabilmelerini temin edebilmek
için gayret göstermişlerdir. Böylece Emeviler devri, alimlerin çokluğu bakımından
olduğu kadar ilimi faaliyetlerin çokluğu ve farklılığıyla da oldukça verimli bir dönem
olmuştur. Emeviler dönemindeki ilmi gelişmeler sadece söz konusu dönemle sınırlı
kalmamış, yukarıda isimlerinden bazıları verilen pek çok alim tarafından gerçekleş-
tirilen ilmi faaliyetler sonraki devirlerde de Müslümanların ilmi açıdan gelişmesine
katkı sağlamıştır. Bu devletin hükümranlığı dönemindeki ilmi çalışmalarla Hz. Pey-
gamber ve Raşid Halifeler devrindeki bilgi ve birikim daha da geliştirilerek sonraki
kuşaklara aktarılmış, böylece Emeviler önceki kuşaklarla sonrakiler arasında ilmin
intikali hususunda bir köprü görevi görmüşlerdir.
Emevilerden önce özellikle dini sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmala-
rı Emeviler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân ilim-
leri (Tefsir, Kıraat), Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dini ilimler Emeviler zama-
nında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dini ilim-
lerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensab vb.) dini ilimler
kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevi hanedan mensupları
ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi
alanları dini ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. Emevilerin yö-
netime geliş şekli kadar iktidarda bulundukları zaman zarfındaki uygulamaları se-
bebiyle de iktidara karşı çıkan ve zaman zaman idarecileri sert ifadelerle ikaz eden
hatta Haricilerin isyanları dışındaki isyanlara destek veren ulemanın ilmi faaliyetle-
rine Emevi idareciler ciddi anlamda destek vermemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz,
Abdülmelik b. Mervan ve Hişam b. Abdülmelik gibi birkaç halife dışındaki Emevi
halifeleri dini ilimlerle meşgul olan ulemaya mesafeli durmuşlar, onlara ilmi çalış-
maları esnasında yardımcı olmamışlardır. Emevilerin din bilginlerine mesafeli duru-
şunda genel anlamda onların ilme önem vermeyen, bunun yerine idarecilik, asker-
lik ve ticareti daha önemseyen bakış açılarının da etkili olduğu söylenebilir. Emevi-
ler genel olarak idarecilik, askerlik ve ticareti ilmi çalışmalara tercih etmişlerdir. Bu
sebeple de ilimle meşgul olan alimler yerine idarecilik, askerlik ve ticarette maha-
ret kazanmış kimselere daha fazla itibar etmişlerdir. Dönemin idarecileri ilmi ba-
kımdan dini ilimler yerine edebiyat sahasındaki ilimlere, özellikle de şiir ve hitabete
ve bunlarla meşgul olan şair ve hatiplere önem vermişler, bu doğrultudaki çalışma-
ları desteklemişlerdir.
İktidarın dini ilimlere, ilmi çalışma ve alimlere bakışı pek olumlu olmayınca,
çıkan dini problemlere çözüm bulma, mevcut dini bilgileri toplama, ayıklama ve
nakletme görevini dönemin uleması üstlenmek zorunda kalmıştır. Böylece İslam
ilimleri devlet idarecilerinden bağımsız bir şekilde ve onların ciddi destekleri ol-
maksızın ulemanın gayretleri ile gelişimini sürdürmüştür. Alimlerin ders halkalarını
toplumun her kesimine açık tutmaları, hiç kimseye dersleri takip hususunda engel
olmamaları onların halk nazarında çok sevilip takdir görmelerine yol açmıştır. Dini
Sarayda devlet işleri görüşülürken idari konularla ilgili tecrübe sahibi olmala-
rı istenilen veliahtların babalarının yanında yer almalarına özen gösterilmiştir. İlme
merakıyla bilinen bazı halifelerin sarayda kendileri için özel hocalar tuttuklarına
dair bilgilere de rastlanılmaktadır. Fasih ve beliğ bir şekilde Arapça konuşabilmek
için çocukluğunda yeterli eğitimi almayan Velid b. Abdülmelik’in halife olduktan
sonra söz konusu eksikliği telafi etmek maksadıyla birçok Arapça gramer hocası
tutarak onlardan nahiv dersi aldığı ve gramerini geliştirmeye çalıştığı ifade edilmiş-
tir. Dolayısıyla saray Emeviler döneminde en önemli ilim mekanları arasında yer
almıştır.
Abdülmelik b. Mervan zamanından itibaren sarayda sürekli görev yapan bir
eğitimci (müeddib) bulundurulmuştur. Söz konusu hocaların mevcut birikimleri ile
halife çocuklarını eğitmesi istenilirken aynı zamanda halifelerin bizzat kendileri de
müeddiblere zaman zaman çocuklarının eğitimi hususunda telkinlerde bulunarak
onların eğitimlerine dair özen gösterilmesi gereken konulara dikkat çekmişlerdir.
Hulefâ-yi Râşidîn çocuklarını eğitim konusunda herhangi bir ayrıcalıklı uygu-
lamada bulunamamışlar, evlatlarının diğer Müslümanların çocukları ile aynı ortam-
da aynı hocalardan aynı müfredata göre eğitilmelerini sağlamışlardır. Oysa Emevi
halifeleri halktan kopuk bir şekilde yaşamanın bir sonucu olarak çocuklarını da
halktan koparmışlardır. Sarayda özel hocaların eğitimi altında yetiştirilen halife
çocukları halktan daha da uzaklaşmışlardır.
Emeviler dönemi eğitim mekanlarından birisi de çöldür. Arap geleneği bakı-
mından çöl bedeni bakımdan sıhhati, dil bakımından ise fesahati temsil etmektedir.
İslam öncesinde olduğu gibi İslamiyet döneminde de Araplar çocuklarının bedenen
sıhhatli yetişmesi ve fasih Arapçayı öğrenebilmeleri için küçük yaşlardayken çöle
gönderirlerdi. Çöl sadece hayatta kalabilmek için zorunlu olan atıcılık, binicilik,
dövüşçülük ve yüzücülüğün öğrenildiği bir yer olmayıp aynı zamanda şiir, musiki,
fasih ve beliğ konuşma gibi sanatların da en güzel şekliyle öğrenilip icra edildiği bir
mekandı. Bu sebeple Emevi halifeleri de evlatlarını çöle göndererek onların söz
konusu bilgi ve becerileri öğrenmelerini istemişlerdir. Eğitim için çocuğunu çöle
gönderen ilk halife Muaviye olmuştur. O, oğlu Yezid’i daha küçük yaşındayken çöle
dayılarının yanına göndermiştir. Çölde verilen eğitimin öneminin anlaşılması bakı-
mından Abdülmelik b. Mervan’ın, “Velid’e olan sevgimiz ona zarar verdi”, yani ona
olan düşkünlüğümüz sebebiyle çöle göndermediğimiz oğlumuz Velid için iyi olmadı,
bu durum ona zarar verdi” demesi manidardır. Çöl ortamında fasih Arapça öğren-
me imkanı elde edemeyen Velid’in bunu telafi etmek üzere hilafeti döneminde
kendisine özel hocalar tutarak fasih konuşabilmek üzere dersler aldığı ifade edil-
miştir. Dolayısıyla Emeviler döneminde çöl sadece geleceğin devlet yöneticisi olan
çocukların değil halktan pek çok kimsenin de çocuklarının eğitimi için önemli me-
kanlar arasında yer almıştır. Özellikle fetihlerin yoğun bir şekilde devam ettiği bu
dönemde çölde binicilik, kılıç kullanma, ok atabilme daha da önemlisi çölün zorlu
Nakli (şer’i/dini) ilimler: Tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, kelam, nahiv, lügat,
edebiyat vb.
Akli ilimler: Felsefe, matematik, astronomi, tıp, coğrafya, kimya, biyoloji, bo-
tanik, zooloji, eczacılık, musiki, tarih.
Diğer taraftan Dil ve Edebiyat (Şiir, Gazel, Hitabet ve Nahiv), Dini ilimler
(Kraat-Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam) ve diğer ilimler (Tarih, Ulumu’l-Evâil: Felsefe,
Kimya, Tıp ve Eczacılık, Astronomi vb.) şeklinde bir gruplandırma da söz konusudur.
Yukarıdaki tasnifin dışında bizim de benimsediğimiz bir tasnif daha bulun-
maktadır. Bu tasnife göre ilimler; “dini ve sosyal ilimler” ile “Ulûmü’l-Evâil” şeklin-
de iki guruba ayrılarak mütalaa edilmiştir.
Kur’ân İlimleri
Dini ilimlerin başında Kur’ân ilimleri gelmektedir. Kur’ân’la ilgili ilimler onun
okunmasına dair kıraat ve yorumuna dair tefsirdir. Bu iki ilim dalının temelleri as-
lında Hz. Peygamber tarafından atılmış daha sonra gelişmiştir.
İslam medeniyetinin birçok ilim ve sanat şubesinin hareket noktası Kur’ân-ı
Kerîm olmuştur. Sadece tefsir, kıraat gibi doğrudan Kur’ân’la ilgili ilim dalları değil
dil, gramer, imla gibi Filoloji ile ilgili ilim dalları da Kur’an’dan etkilenmiştir. Arap
dili ve edebiyatının oluşumunda Kur’ân’ın önemli bir payı olduğu gibi Müslümanla-
rın konuştukları diller ve yaşadıkları kültürlerde de Kur’ân’ın değişik oranlarda pa-
yının olduğu görülmektedir.
Kıraat
Hz. Osman tarafından Kureyş lehçesi esas alınmak suretiyle çoğaltılan Kur’ân
nüshaları Kur’ân’ın tek bir lehçe ile okunmasını sağladığı gibi lehçe farklılıkları se-
bebiyle çıkabilecek tartışmaları da sona erdirmiştir.
Değişik bölgelere gönderilen ve resmi hüviyete haiz olan bu nüshalara bağlı
olarak Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi için Emeviler döneminde muallimler gö-
revlendirilmiştir. Bu dönemde çok sayıda Kur’ân nüshası istinsah edilerek Kur’ân
üzerindeki ihtilaflar en aza indirildi. Böylece Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e geldiği şek-
liyle sonraki kuşaklara intikali sağlandı. Kur’ân’ın okunuşunu yani kıraat ilmini iyi
Tefsir
Kur’ân ayetlerinin muhkem veya müteşabih, mücmel veya mufassal oluşu
gerek anlaşılması gerekse uygulanması bakımından birtakım farklılıklara ve tartış-
malara yol açmıştır. Bu durum tefsir ilminin doğmasında etkili olmuştur. Hz. Pey-
gamber hayatta iken Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili problemleri kendisi çözüyordu,
ondan sonra ise Kur’ân hususunda otoriter olan müfessir sahabiler bu işi üstlen-
mişlerdir. Müfessir sahabiler Kur’ân’ı tefsir ettikleri gibi çok sayıda talebe de yetiş-
tirerek kendilerinden sonraki dönemlerde Kur’ân’ın anlaşılmasına katkı sağlayacak
bir nesil bırakmaya çalışmışlardır. Tabiinden olan bu müfessirler, yerleştikleri böl-
gelerde farklı ekoller oluşturarak Kur’ân’ın anlaşılması yönünde çalışmalarını sür-
dürmüşlerdir. Bu dönemde Mekke, Medine ve Kûfe’de tefsir çalışmaları yoğunluk
kazanmıştır.
Mekke tefsir ekolünün kurucusu sayılan ve “müfessirlerin sultanı”, ve “
Kur’ân tercümanı” olarak bilinen Abdullah İbn Abbas ve onun öğrencilerinden Atâ
b. Ebû Rebâh, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, İkrime vb. tefsir alanında önemli
hizmetlerde bulunmuşlardır. Benzer şekilde Übey b. Kâ’b öncülüğünde Medine’de
de tefsir çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmiştir. Sahabilerin çoğu bu şehirde
Hadis
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini aktaran, değerlendiren ve tasnif
eden bilim dalı olarak daha Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren ortaya çıkan
hadis ilmi Emeviler döneminde de muhaddis sahabiler öncülüğünde gelişimini sür-
dürmüştür.
Hadislerin kitap oluşturacak boyutta olmasa bile sahifeler halinde yoğun bir
şekilde yazıldığı Emeviler devrinde, tedvini de gerçekleştirilmeye başlamıştır. Emevi
halifelerinden Ömer b. Abdülaziz halifeliği sırasında hadis alimlerinin vefatı sebe-
biyle ortaya çıkabilecek mahzurları göz önünde bulundurarak vilayetlerdeki valiler
ve hadis alimlerine mektuplar yazarak Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerin
toplanmasını istemiştir. Böylece hadis sayfaları bir araya getirilerek tedvin dönemi
başlatılmıştır. Bu emir doğrultusunda ilk olarak eser yazan kişi İbn Şihâb ez-Zührî
(ö. 124/742) olmuştur. Hadislerin tedvin edilmesi ileride, Abbasiler döneminde
hadislerin konularına göre tasnif edilmesi böylece hadis külliyatının oluşturulması-
na büyük katkılar sağlamıştır.
Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde yaşanılan siyasi ve dini tartışmalar
esnasında bazı kimselerin hadis uydurma yoluna gitmesi sebebiyle hadislerin sıhha-
ti önemli bir konu olarak gündeme gelmiştir. Sahih hadislerin uydurma olanlardan
ayırt edilebilmesi için hadisi söyleyene nispet ederek hadisin sıhhatini tespit etme-
ye yarayan isnad sistemi Emeviler döneminde geliştirilmeye başlandı. Emeviler
dönemi muhaddisleri arasında ez-Zührî’den başka Abdullah b. Amr b. el-Âs, Abdul-
lah b. Abbas, Semüre b. Cündeb ve Câbir b. Abdullah, Hemmâm b. Münebbih gibi
şahıslar sayılabilirler.
Fıkıh
Emeviler devri fıkhın müstakil olarak bir ilim dalı haline geldiği dönem olarak
kabul edilmektedir. Bu esnada tabiin nesline mensup pek çok fakih, çeşitli bölge-
lerdeki fakih sahabilerin ders halkalarına katılmışlar, onlardan aldıkları bilgileri ge-
liştirerek sonraki nesillere aktarmışlardır. Tabiin fakihleri değişik bölge ve çevreler-
Kelam
Emeviler dönemi, kelam tarihi bakımından itikadi konularda tartışmaların
başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devir olarak kabul edilmektedir.
Söz konusu dönemde kişiler bazında bazı tartışmalar ve gruplaşmalar olmuşsa da
büyük itikadi ekoller henüz teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Emeviler devri kelam
ilminin hazırlayıcı merhalesi olarak nitelendirilebilir. Kelam ve mütekellim ifadele-
rinin Abbasi halifelerinden Harunürreşid (170-193/786-809) döneminde yaygın-
laşmış olması da Emeviler döneminin kelam ilmi bakımından hazırlık safhasının
yaşandığı devir olarak kabul edilmektedir.
Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasi ve fikri ayrılıklar zamanla
itikadi mahiyet kazanmıştır. Son iki Raşid halife döneminde yaşanılan dahili prob-
lemler, Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesi, Hz. Ali’nin cemel ashabıyla
mücadelesi, Sıffın ve Nehrevân Savaşı, tahkim vb. gibi olaylar kelamın konusuna
giren kader, irade, iman, küfür gibi kavramların ortaya çıkmasına ve kelam ilminin
doğuşuna tesir eden Şia, Hariciler, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi grupların oluş-
masına zemin hazırlamıştır.
Emeviler döneminde kader konusunu gündeme getirerek insan hürriyetini
savunan ilk kişilerin Ma’bed el-Cühenî ile Gaylân ed-Dımeşkî, cebir görüşünü des-
tekleyenlerin Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân olduğu, mutezililiği ilk savunan
şahsın da Vâsıl b. Atâ olduğu kabul edilir. Bu dönemde yaşanılan itikadi tartışma-
larda görüşleriyle adlarından sıkça bahsettiren en önemli alimler ise Hasan-ı Basrî
ve Ebû Hanîfe’dir.
Kelam ilminin Emeviler döneminde ortaya çıkmaya başlamasında söz konusu
zaman diliminde fetihler neticesinde farklı kültür, inanç ve felsefeye sahip kişilerin
İslam toplumuna dahil olması veya Müslümanlarla ilişki kurmaya başlamalarının da
etkisi vardır. Zira gerek Müslümanlığı benimseyen ancak eski inanç ve düşüncesin-
den de tamamen kurtulamayan yeni Müslümanlar gerekse İslamiyet’i fikir ve dü-
şünce platformunda yıpratmaya çalışanlara karşı İslam dininin entelektüel boyutta
anlatılması ve savunulabilmesi için kelam ilmine ihtiyaç duyulmuştur.
Tarih
İslam tarihçiliği siyer ve meğaziye dair Hadis-i Şeriflerin bir araya getirilip ka-
tegorize edilmesiyle başlamıştır. Daha Hz. Peygamber hayatta iken bazı sahabiler
siyer ve meğaziye dair hadisleri yazıyorlardı. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr b.
el-Âs, Ber’â b. Âzib gibi sahabilerin siyere dair pek çok hadisi yazdıkları bilinmekte-
dir. Söz konusu sahalardaki çalışmalar Emeviler döneminde büyük bir yoğunluk
kazandı. Tabiin tabakasından olan zamanın alimleri siyer ve meğazi ilmini öğrenme
uğrunda büyük bir gayret içerisine girdiler. Bu dönemde yazılan siyer ve meğazi
kitapları günümüze ulaşmamakla birlikte bunlardan yararlanan alimlerin eserleri
vasıtasıyla söz konusu sahabilerin yazdıkları eserlerle bunlardan haberdar olabil-
mekteyiz. Emeviler dönemindeki çalışmalarla siyer ve meğazi ilminin temelleri
atılmış, bu temel üzerine Abbasiler devrinde gerçekleştirilen katkılarla İslam tarihi-
nin çok zengin ve güvenilir kaynaklarının teşekkülü söz konusu olabilmiştir.
Emeviler dönemi ilk siyer ve meğazi müellifleri arasında Hz. Osman’ın oğlu
Eb’ân b. Osman (ö.105/723), Hz. Aişe’nin yeğeni Urve b. Zübeyr (ö.94/712), İbn
Şihâb ez-Zührî, Vehb b. Münebbih, Katâde, Musa b. Ukbe, Ma’mer b. Raşid ve İbn
İshak vb. sayılabilirler.
Diğer taraftan Emeviler dönemi sadece siyer ve meğaziye dair değil diğer ta-
rihi alanlarla ilgili de eserlerin yazılmaya başlandığı bir devir olmuştur. Nitekim
Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî ve Dağfel b. Hanzala gibi tarihçiler Cahiliye dönemine
dair eserler yazarken Vehb b. Münebbih gibi ehl-i kitaba mensup bazı kimseler ise
geçmiş milletler ve peygamberlerin tarihlerine dair eserler kaleme almışlardır. Ben-
zer şekilde Emeviler döneminde cereyan eden savaşlar ve diğer siyasi olaylar da
bazı tarihçiler tarafından kayda geçirilerek kitaplaştırılmışlardır. Avâne b. el-Hakem
ve Ebû Mıhnef bu alanda eserler yazanlar arasında en sık isimleri duyulan kimse-
lerdir. Şehir tarihi, genel tarih, mahalli tarih ve kültür tarihine dair eserlerin de
Emeviler döneminden itibaren yazılmaya başlandığını görmekteyiz.
Dil ve Edebiyat
Emeviler döneminde dini, siyasi ve sosyal gelişmelerden etkilenen Arap şiiri
yeni temalar ve yönelişler kazanmıştır. Fetihlerle yeni Müslüman olan mevali grup-
ların Müslüman Araplarla bir arada yaşamaya başlamalarından sonra Arap şiirine
değişik kültür ve medeniyetlerden yeni kavramların ve anlayışların dahil olmasına
yol açmıştır. Din, bu dönemde de toplumsal hayatta önemli bir kavram olarak in-
sanların gündemlerini belirlemeye devam etmiştir. Müslümanlar duygu ve düşün-
celerini, savaş ve barışla alakalı hislerini ifade ederken dini ölçüler çerçevesinde
şiiri kullanmışlardır. Diğer taraftan bu dönem zarfında yaşanılan siyasi ve itikadi
rekabet, asabiyetten kaynaklanan kabileler arası mücadeleler de fiili mücadeleden
daha çok şiir ve edebiyatın diğer türleriyle gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar da
Arap şiirinin teşekkülünde etkili olmuştur. Hz. Ömer’in emriyle Rumca, Farsça ve
Kıptice tutulan divan kayıtlarının Abdülmelik b. Mervân’ın halifeliğinde onun emriy-
le Arapça tutulması da Arapçanın edebi gelişimi bakımından önemli olmuştur.
Emeviler zamanında çok sayıda hiciv ve medih şairi yetişmiştir. Devlet idare-
sinde bulunan kimseler için yazdıkları medhiyeler sayesinde büyük bahşiş ve ödül-
ler alan şairler yanında hiciv şiirinde de maharetli çok sayıda şairin yine aynı devir-
de isimlerinin ön plana çıktıkları görülmektedir. Hiciv şiirlerinin oluşumunda kabile-
cilik anlayışının büyük tesiri vardır. Diğer taraftan Emeviler zamanında, hem medih
hem de hiciv şiirinde aynı anda şöhret kazanan ve Arap şiirinin en önemlileri ara-
sında gösterilen, “nekâiz” şairleri olarak kabul edilen şairler de vardır. Üçü de
Irak’da doğan ve yetişen bu şairler, Ahtal, Ferazdak ve Cerir b. Atıyye’dir.
Emeviler dönemi şiirini içerik olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür:
aşk şiiri, siyasi şiir.
Her iki şiir türünün gelişmesinde de halifelerin ve hanedan mensupların kat-
kıları olmuştur. Muaviye döneminde başlayan sarayda gece tertip edilen meclisler-
de ilgi gören ve takdir edilerek ödüllendirilen şairler ve hatipler en güzel şiirler
arasında yer alacak şiirlerini inşad etmek için büyük bir gayret içerisine girmişlerdir.
Kendisi de bir şair olan Yezid b. Muaviye ve diğer bazı halifelerin desteği ile sarayda
düzenlenen meclislerde söylenilen şiirler ve bunların bestelenmesiyle oluşturulan
şarkılar, gazeller ön plana çıkmıştır.
Emeviler dönemi edebiyatı bakımından sadece şiirler değil edebiyatın diğer
türlerinden olan edebi mektuplar, hutbeler ve nesir de oldukça gelişmiştir. Ömer b.
Abdülaziz, Ziyad b. Ebîhi, Haccac b. Yusuf, Hasan- ı Basrî ve daha başka şahısların
Arap edebiyatı bakımından şaheser olarak kabul edilen pek çok hutbeleri ve veciz
konuşmaları bulunmaktadır. Kamuoyunu yönlendirmede Muaviye şair ve hatipleri
kendi siyaseti doğrultusunda kullanmakta mahir bir kimse olarak bilinmektedir.
Ondan sonra iş başına gelen diğer Emevi halifeleri de benzer şekilde hareket ede-
rek şair ve hatipleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlar, onların aracılığıyla propa-
gandalarını halk kitlelerine ulaştırmak ve benimsetmek için uğraşmışlardır.
Emeviler zamanında Arap dilinin kurallarının oluşumu bakımından önemli
olan Nahiv ilminin gelişmesine yönelik adımların atıldığı görülmektedir. Arap olma-
yan Müslümanların (mevali) Arapçayı öğrenmekte karşılaştıkları güçlükler ve farklı
lehçelerle konuşan Arapların bir arada yaşamaları esnasında ortaya çıkan i’rab
hataları nahivle ilgili çalışmalara başlanılmasında etkili oldu. Diğer taraftan
Kur’ân’ın dil hatalarından korunabilmesi için de Arapçanın kurallara uygun bir şe-
kilde yazılması ve okunması önem arz etmekteydi. Nahiv ilminin temelleri din, dil
ve ırk yönünden oldukça karışık olduğu Basra’da Ebü’l-Esved ed-Düeli ve arkadaşla-
rı tarafından atılmıştır. Kur’ân’ın birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak
üzere noktaları kullanan Nasr b. Âsım da bu dönemde yaşayan ünlü nahiv alimle-
rindendir.
ULUMU’L-EVÂİL
Emeviler zamanında sadece dini ve sosyal ilimler değil başta felsefe, astro-
nomi, matematik, tıp ve kimya gibi akli ilimler sahasında da önemli çalışmaların
başladığı görülmektedir. Roma imparatoru İskender’in fetihleri ile birlikte Mısır,
Suriye ve Batı Asya’da tanınmaya başlanan Yunan kültürü, tercümeler yoluyla Müs-
lümanların da istifadesine sunulmuştur. Mezhep anlaşmazlıkları yüzünden 489’da
Edessa’dan (Urfa) sürülen Nasturiler ile putperest kabul edildikleri için 529’da Ati-
na’dan sürgün edilen Yeni Eflatuncu sekiz felsefeci İran’daki Huzistân bölgesindeki
Cündişâpûr’a yerleşmişti. Böylece Hıristiyan, Suriyeli, Hintli, Yunanlı ve İranlı bilim
adamları burada toplanmıştı. İslam dünyasında Enüşirvân-ı Âdil diye bilinen I. Hüs-
rev (531-579) Cündişâpûr’da felsefe, tıp ve diğer ilimlerin okutulduğu bir mektep
kurmuş ve onun zamanında şehir büyük bir ilim merkezi haline gelmiştir. Aristo ve
Eflatun’un bazı eserleriyle Kelile ve Dimne bu devirde Farsça’ya çevrilmiştir. I. Hüs-
rev’in kurduğu bu okulda Hintli doktorların yanında Yunanlı doktorlar da görev
yapmışlardır. Söz konusu okul Müslüman tıp kültürünün oluşmasında önemli rol
oynamıştır. Hz. Peygamber döneminden itibaren Arabistan’da Cündişâpûr medre-
sesinde tabiplik yapan bazı kimselerin görev aldıklarına dair kaynaklarda bilgilere
rastlanılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminin meşhur tabiplerinden Hâris
b. Kelede söz konusu okul da tahsil gören kimselerdendir.
Cündişâpûr, Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Fe-
tihten sonra da Cündişâpûr bilim bakımından önemini korumuş ve burada gördük-
leri tahsil ile pek çok bilim adamı yetişmiştir. Emevi halifelerinden Muaviye b. Ebî
Süfyan’ın doktoru İbn Esâl en-Nasrânî Cündişâpûr’da yetişmiştir. Cündişâpûr’da tıp
okulunun dışında felsefe ve din eğitimi veren okullar da vardı. Diğer taraftan Irak’ta
Harran da Yunan kültürünün merkezlerindendi. Harrân halkı Sabiilerden (melek ve
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi ilim ve kültür hayatına katkı
Değerlendirme sorula- sağlayan şehirler arasında yer almaz?
rını sistemde ilgili ünite a) İskenderiye
başlığı altında yer alan b) Şam
“bölüm sonu testi”
c) Cündişâpûr
bölümünde etkileşimli
olarak cevaplayabilirsi- d) Kûfe
niz. e) İstanbul
c) Cerir
d) Habbâbe
e) Yezid b. Ebî Süfyan
Cevap Anahtarı
1 e, 2 d, 3 c, 4 e, 5 c, 6 e, 7 a, 8 b, 9 e, 10 b