You are on page 1of 12

İlim Meclisi Telegram Kanalı

BAKARA SÛRESİ 285-286

ÂMENE’R-RASÛLU

1. Fazileti

Buhârî ile Müslim, sahihlerinde Ebû Mes’ûd el-Bedrî’nin Peygamber sallallâhu aleyhi ve
sellem’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

‘‘Bakara Sûresi’nin sonunda iki âyet vardır ki, kim onları gece okursa, ona
yeterler.’’

Ebû Bekir en-Nakkâş da şöyle demiştir: ‘‘Yani gece namazı yerine yeterler.’’ (Ebu’l-
Ferec İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr)

Bazı tefsircilere göre, bu âyetten başka Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetlerini Cebrail (a.s),
Peygamberimize getirmiştir. Yalnız bu âyeti Peygamberimiz Mi’râc gecesi bizzat vasıtasız
işitmiştir. (Semerkandî, Bahru’l-Ulûm)

2. Nüzûl Sebebi

ِِ ِ ِ ِ
ُ=ّٰ‫‘‘ َواْن ﺗـُْﺒُﺪوا َﻣﺎ ِٓﰲ اَﻧْـُﻔﺴُﻜْﻢ اَْو ُﲣُْﻔﻮﻩُ ُﳛَﺎﺳْﺒُﻜْﻢ ﺑﻪ ا‬İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de
Allah sizi ondan hesaba çeker’’ (Bakara, 284) âyeti inince bu, Peygamber sallallâhu aleyhi ve
sellem’in ashabına zor geldi. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip önünde diz çöktüler
ve: ‘‘Allah sana bu âyeti indirdi, bizim ise ona gücümüz yetmez’’ dediler. O da: ‘‘Sizden önceki
iki kitap sahiplerinin dediği, ‘‘İşittik ve isyan ettik” demek mi istiyorsunuz? ‘‘İşittik ve
itaat ettik, Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır” deyiniz, dedi. Onlar da
bunu deyip de dilleri iyice alışınca, Allah Teâlâ arkasından ‘‘Âmene’r-Resûlü” âyetini indirdi.

3. Münâsebeti

Bu âyetlerin hem sûrenin başıyla hem de önceki âyetlerle münâsebeti vardır.

3. 1. Sûrenin Başıyla Münâsebeti

Sûrenin başında, mü’minlerin Hz. Peygamber’e ve O’ndan önce indirilenlere îmân


ettikleri zikredilmiştir. Sûrenin sonunda ise, mü’minlerin Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve
resullerine îmân ettikleri zikredilmiştir. Bu vecihle sûrenin başıyla münâsebeti vardır.

1
İlim Meclisi Telegram Kanalı

Keza sûrenin başında, mü’minlerin gayba îmân ettikleri zikredilmiştir. Sûrenin sonunda
ise, mü’minlerin Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine îmân ettikleri zikredilmiştir ki
tüm bunlar gayptandır.

Bir başka münâsebet yönü de şöyledir: Sûrenin başında kâfirler zikredilmiştir:

‫ُْﻢ اَْم َﱂْ ﺗـُْﻨِﺬْرُﻫْﻢ َﻻ ﻳـُْﺆِﻣﻨُﻮَن‬Nَ‫اِﱠن اﻟﱠِﺬﻳَﻦ َﻛَﻔُﺮوا َﺳَٓﻮاءٌ َﻋﻠَْﻴِﻬْﻢ ءَاَﻧَْﺬْر‬

ِ ِ
َ ‫ َﻋﻠَﻰ اﻟَْﻘْﻮم اﻟَْﻜﺎﻓِﺮﻳ‬Wَ‫ﺼْﺮ‬
Sûrenin sonunda ise kâfirlere karşı zafer niyâzında bulunulmuştur: ‫ﻦ‬ ُ ْ‫ﻓَﺎﻧ‬
(Fâdıl es-Sâmerrâî, et-Tenâsub Beyne’s-Suver)

Bir başka vecih: Bakara Sûresi’nde birçok hükümler ve kıssalar zikredilince, sûrenin

sonunda ‫اَٰﻣَﻦ اﻟﱠﺮُﺳﻮُل ِﲟَٓﺎ اُﻧِْﺰَل اِﻟَْﻴِﻪ ِﻣْﻦ َرﺑِّﻪ َواﻟُْﻤْﺆِﻣﻨُﻮَن‬ buyurularak, buraya kadar zikredilen bütün

hükümlere îmân edildiği belirtilmiştir.

3. 2. Önceki Âyetlerle Münâsebeti

Bunda birkaç vecih vardır:

Birinci vecih: Hak Teâlâ önceki âyette mülkünün, ilminin ve kudretinin kemâlini beyân
edince, bunun peşinden hemen, mü’minlerin de Allah’a son derece bağlı, itaatkâr ve boyun
eğmiş olduğunu, bunun da kulluğun kemâli olduğunu beyan etmiştir. Yani Allah Teâlâ, kendi
rubûbiyyetinin kemâlini izhâr edince, bizden de, kulluğun kemâlini izhâr etmiştir. Biz de O
Rabbu’l-âlemîn’den, kıyamet gününde bize inayet, rahmet ve ihsanın kemâlini izhar etmesini
niyaz ediyoruz.

İkinci vecih: Allah Teâlâ, bir önceki âyette: ُ=ّٰ‫ا‬ ‫َواِْن ﺗـُْﺒُﺪوا َﻣﺎ ِٓﰲ اَﻧْـُﻔِﺴُﻜْﻢ اَْو ُﲣُْﻔﻮﻩُ ُﳛَﺎِﺳْﺒُﻜْﻢ ﺑِِﻪ‬
‘‘Siz, İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker’’ (Bakara.
284) buyurunca, bizim ne gizli, ne açık, ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O’na asla gizli
kalamayacağını beyan etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bizim için bir medih ve övgü ifâde
eden açıklamaları getirerek, ‘‘O Peygamber de kendisine (Rabbinden indirilene İmân etti,
mü'minler de’’ (Bakara, 285) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak sanki, lütfü ve keremi vesilesiyle
şöyle demektedir: ‘‘Kulum, her ne kadar ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan
ancak, senin için bir medh ü sena olacak olanları zikrederim… Öyle ki sen böylece benim,
mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi, aynı şekilde cömertlik ve

2
İlim Meclisi Telegram Kanalı

merhamet, iyilikleri izhar ve hataları da örtme hususunda da kemâl sahibi olduğumu bilir,
anlarsın!’’

Üçüncü vecih: Cenâb-ı Hak Bakara Sûresi’ne, gayba iman eden, namazlarını dosdoğru
kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerinden infâk eden muttakîleri methederek başlamış;
sûrenin sonunda da, başında medh ü sena ettiği kimselerin, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve
sellem)’in ümmeti olduğunu beyân ederek, ‘‘...Mü'minler de (onlardan) her biri, Allah'a,
O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun peygamberlerinden
hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız", (hepsine inanırız derler)’’ (Bakara, 285) buyurmuştur.
İşte, Cenâb-ı Hakk'ın sûrenin başındaki, "ki onlar gayba imân ederler" (Bakara. 3) âyetinden
muradı da budur.

İşte kim bu sûrenin nazmı, yani kelamın dizilmesindeki incelikler ve tertibinin eşsizliği
hususunda iyiden iyiye düşünürse, Kur'ân-ı Kerim'in lafızlarının fesahati ve manalarının
üstünlüğü yönünden bir mucize olduğu gibi, tertibi ve âyetlerinin nazmı (dizilmesi) bakımından
da bir mucize olduğunu anlar. Şâir şöyle demiştir:

ِ ِ ِ ِ ْ‫واﻟﻨﱠﺠﻢ ﺗَﺴﺘﺼﻐِﺮ اﻷَﺑﺼﺎر رْؤﻳـﺘﻪ … واﻟﱠﺬﻧ‬


ّ ‫ﺐ ﻟﻠﻄﱠَﺮف َﻻ ﻟﻠﻨﱠْﺠِﻢ ِﰲ اﻟ‬
‫ﺼﻐَِﺮ‬ ُ َ ُ ََ ُ ُ َ ْ ُ ْ َ ْ ُ ْ َ

‘‘Gözler yıldızı küçük görür. Küçük görmenin günahı yıldıza değil göze aittir.’’

(Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

3
İlim Meclisi Telegram Kanalı

TEFSİR

285. ÂYET

‫ﲔ اََﺣٍﺪ ِﻣْﻦ ُرُﺳﻠِﻪ َوﻗَﺎﻟُﻮا‬ ِ ِ ِٓ ِ ِ ِِِ ِ


َ َْ‫ّٰ= َوَﻣٰﻠﺌَﻜﺘﻪ َوُﻛﺘُﺒِﻪ َوُرُﺳﻠﻪ َﻻ ﻧـَُﻔِّﺮُق ﺑ‬iِ ‫اَٰﻣَﻦ اﻟﱠﺮُﺳﻮُل ﲟَٓﺎ اُﻧِْﺰَل اﻟَْﻴﻪ ﻣْﻦ َرﺑِّﻪ َواﻟُْﻤْﺆﻣﻨُﻮَن ُﻛﻞﱞ اَٰﻣَﻦ‬
ِ
﴾٢٨٥﴿ ُ‫ﻚ اﻟَْﻤﺼﲑ‬ َ َ‫َِﲰْﻌﻨَﺎ َواَﻃَْﻌﻨَﺎ ﻏُْﻔَﺮاﻧ‬
َ ‫ﻚ َرﺑـﱠﻨَﺎ َواﻟَْﻴ‬

(285) Allah’ın Resûlü ve müminler, Rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar. “O’nun elçileri arasında
ayırım yapmayız” ve “İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz Rabbimiz, gidiş sanadır”
dediler.

1. Bu âyette evvela Resûlullâh’ın iman ettiği bildirilmiştir. Çünkü bir kimse kendi
davasına inanmazsa, başkalarını bu dava etrafında toplayamaz. Bundandır ki âyet-i kerîmede
ilk olarak peygamberin iman ettiği ifade edilmiştir. Nitekim o kutlu Nebi sallallâhu aleyhi ve
sellem, İslâm davasına inanmasaydı, uğruna canlarını ve mallarını feda eden yiğitleri bu dava
etrafında toplayamazdı.

2. Peygamberimizin sallallâhu aleyhi ve sellem, burada, şanlı şerefli bir Kitâb ve yeni bir

şeriat sahibi olduğunu belirten risâlet (‫ﺳﻮُل‬ ِِ ‫ِﲟَٓﺎ اُﻧِْﺰَل‬


ُ ‫ )اﻟﱠﺮ‬unvanıyla zikredilmesi, ‘‘‫اﻟَْﻴﻪ‬ / kendisine

indirilene’’ ifadesine bir hazırlık ve ilâve bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz sallallâhu
aleyhi ve sellem de kendilerine imân edilen Peygamberlere dahildir. (Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-
Akli’s-Selîm)

3. Âyette Hz. Peygamber’in Resûl sıfatı zikredilerek teşrif ve tazim edilmiştir. Keza Rab

ismine izafesi de (‫ )رﺑِّﻪ‬O’nun teşrif edilmesidir. (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî)


َ
Aynı zamanda Kur’ân’ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilâhî bir terbiye ve kemâle
erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

4. İmân konusunun (‫اِﻟَْﻴِﻪ‬ ‫ِﲟَٓﺎ اُﻧِْﺰَل‬/Rabbinden kendisine indirilen), matuftan

(‫َواﻟُْﻤْﺆِﻣﻨُﻮَن‬/mü’minler kelimesinden) önce zikredilmiş olması, imânın şânına olan ilgiden ve bu

imânda, Peygamber'in sallallâhu aleyhi ve sellem imânının asıl olduğunu zımnen bildirmek
istenmiş olmasındandır. (Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

4
İlim Meclisi Telegram Kanalı

5. Mü’minlerin, îmân hususlarında Hz. Peygamber’le sallallâhu aleyhi ve sellem birlikte


zikredilmeleri onlar için bir iftihar ve övünçtür. (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî)

6. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in sallallâhu aleyhi ve sellem
îmânı, mü’minlerin imanından çok daha yücedir. Zira O, müşâhede ile iman etmişken,
mü’minler hüccet ve delillerle iman etmiştir. (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî)

7. ‫ اﻟُْﻤْﺆِﻣﻨُﻮَن‬lafzı, Allah’a ve Resûlü’ne icabet etmiş kimselerin lakabıdır. Bu sebeple burada

fâil olarak zikredilmesinde bir fayda hâsıl olmuştur. Ancak ‫ﻗَﺎَم اﻟَﻘﺎﺋُِﻤﻮَن‬ cümlesinde ‫اَﻟَﻘﺎﺋُِﻤﻮَن‬
kelimesini fail yapmakta bir fayda yoktur. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr)

8. Allah’a imân, en temel esas olduğu için takdim edilmiştir. Allah’tan vahyi ve kitapları
resullere getiren melek olduğu için ikinci mertebe meleklere imân olmuştur. Meleklerin rusul-
i kirâma getirdikleri vahiy, kitap olduğundan üçüncü mertebe kitaplara imân olmuştur.
Mü’minleri hakka davet eden rüsul-ü kirâm olduklarından, dördüncü mertebe resullere imân
olmuştur. (Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsatu’l-Beyân)

9. Allah’a imân, O’nun varlığına, sıfatlarına (selbî-subûtî), fiillerine, hükümlerine ve


isimlerine imândan ibarettir.

10. Meleklere imân da, şu dört mertebede olur:

Birinci mertebe: Meleklerin varlığına imân etmektir.

İkinci mertebe: Onların masum ve temiz olduklarını bilmektir.

Üçüncü mertebe: Melekler, Allah ile kul arasında vasıtadırlar. Onlardan her bir kısmı,
bu âlemin kısımlarından bir kısmın işlerini idare etmekle görevlendirilmişlerdir.

Dördüncü mertebe: Allah'ın indirmiş olduğu kitapları, peygamberlere ancak melekler


vasıtasıyla ulaşır.

11. Kitaplara imâna gelince, bu hususta da mutlaka şu dört mertebenin bulunması gerekir:

Birinci mertebe: İnsanın, bu kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy


mahsulü olduğunu, onun kehânet, sihir ve şeytanlara kötü ruhların ilkâsı kabilinden bir şey
olmadığını bilmesidir.

İkinci mertebe: İnsanın, bu kitapların vahyedilmesinin, her ne kadar temiz ve mutahhar


melekler tarafından olmuşsa da, Allah Teâlâ'nın bu temiz ve lekesiz vahyi indirmesi esnasında,

5
İlim Meclisi Telegram Kanalı

hiçbir şeytana sapıklıklarından hiçbir şeyi ilkâ etme fırsatını vermeyeceğini bilmesi ve
anlamasıdır.

Üçüncü mertebe: Bu Kur’ân’ın değiştirilmediğini ve tahrif edilmediğini bilmesidir.

Dördüncü mertebe: İnsanın, Kur’ân’ın muhkem ve müteşabih âyetleri kapsadığını, onun


muhkeminin, müteşabihin mânâsını beyân edip ortaya koyduğunu bilmesidir.

12. Peygamberlere İmân hususuna gelince, bu hususta da şu üç mertebenin bilinmesi


gerekir:

Birinci mertebe: İnsanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını bilmesidir.

İkinci mertebe: İnsanın, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu


bilmesidir.

Üçüncü mertebe: İnsanın, peygamberlerin bir kısmının bir kısmından üstün olduğunu
bilmesidir: ‘‘Resullerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık.’’ (Bakara, 253)

13. ‫ﺳﻠِﻪ‬
ُ ‫ُر‬ ‫ﲔ اََﺣٍﺪ ِﻣْﻦ‬
َ َْ‫ َﻻ ﻧـَُﻔِّﺮُق ﺑ‬kavli, mü’minlerin sözü olabilir. Buna göre bu ifadede iltifat
vardır. Ya da Allah Teâlâ’nın kavlinden olabilir. Buna göre mânâ şöyle olur: ‘‘Onlara iman
etmelerini biz emrettik. Çünkü biz Resullerin hiçbirini diğerinden ayırmayız.’’ (İbn Âşûr, et-
Tahrîr ve’t-Tenvîr)

14. Mü'minlerin, imânlarını “O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız” demek


sûretiyle takyit ve tahsis etmeleri, hakkı ortaya koymak ve iki Ehl-i Kitâb’ın (Yahudiler ile
Hıristiyanların) hatalarını açıklamak içindir. Nitekim her iki Ehl-i Kitâb da, Resûlullah’ı
sallallâhu aleyhi ve sellem inkâr noktasında birleşmişlerdir. Ayrıca Yahudiler, Hz. İsâ’yı da
aleyhi’s-selâm inkâr etmişlerdir. Kaldı ki, mü’minlerin bundan asıl maksatları, onların inkâr
ettikleri Peygamberimiz’in sallallâhu aleyhi ve sellem risâletine olan imânlarını açıklamaktır;
yoksa Ehl-i Kitâb’ın inandıkları hususlarda onlara muvafakatlerini belirtmek değildir. (Ebu’s-
Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm) Yani ‘‘Biz de Yahûdî ve Hristiyanların peygamberlerine imân
ederek onlara muvâfakat ettik’’ gayesiyle söylenmiş bir söz değildir.

15. Mü’minlerin, ilâhî kitaplar arasında da bir ayırım yapmadıklarından söz edilmemiştir.
Çünkü peygamberler arasında ayrım yapmamak, bunu zaten içermektedir. Çünkü ayırımda asıl
olan Peygamberlerdir. Ayırımı yapan Yahûdî ve Hristiyanların, kitapları inkâr etmeleri,
Peygamberleri inkâr etmelerindendir. (Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

6
İlim Meclisi Telegram Kanalı

16. Bu âyetteki ‫َﻻ‬ ‫ﲔ اََﺣٍﺪ ِﻣْﻦ ُرُﺳﻠِﻪ‬


َ َْ‫ ﻧـَُﻔِّﺮُق ﺑ‬ifadesiyle benzerlik arz eden;

‫ب َواْﻻَْﺳﺒَﺎِط َوَٓﻣﺎ اُوِﰐَ ُﻣﻮٰﺳﻰ َوِﻋﻴٰﺴﻰ َوَٓﻣﺎ‬ ِ ِ ٰ ْ ِ‫= وٓﻣﺎ اُﻧِْﺰَل اِﻟَﻴـﻨﺎ وٓﻣﺎ اُﻧِْﺰَل اِ ٰٓﱃ اِﺑـٰﺮِﻫﻴﻢ وا‬ِ ٓ
َ ‫ﲰﻌﻴَﻞ َواْﺳٰﺤَﻖ َوﻳـَْﻌُﻘﻮ‬ ََ ْ َ َ َْ َ َ ّٰ iِ ‫ﻗُﻮﻟُﻮا اَٰﻣﻨﱠﺎ‬
ۚ ِِ ِ
‫ﲔ اََﺣٍﺪ ِﻣ ْﻨـُﻬْﻢ َوَْﳓُﻦ ﻟَﻪُ ُﻣْﺴﻠُِﻤﻮَن‬
َ َْ‫ْﻢ َﻻ ﻧـَُﻔِّﺮُق ﺑ‬ƒّ‫اُوِﰐَ اﻟﻨﱠﺒِﻴﱡﻮَن ﻣْﻦ َر‬

‘‘Biz Allah'a; bize indirilene, İbrâhîm’e, İsmail’e, İshâk’a, Yakûb’a ve onların


torunlarına indirilenlere; Mûsâ ve İsa’ya verilenlere ve Rablerinden diğer nebilere
verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O’na teslim olmuş

Müslümanlarız.’’ (Bakara 2/136) mealindeki âyette, Peygamberler, ‘‘‫ ’’ِﻣ ْﻨـُﻬْﻢ‬zamiri ile ifâde

edilmiş iken, burada ‘‘ve kütübihi ve rusulihi"den sonra zamir kullanılmayıp ‘‘‫ﺳﻠِﻪ‬
ُ ‫ُر‬ ‫’’ِﻣْﻦ‬
ifadesinin tercih edilmesi;

• Ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü âyette


meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması hâlinde zamirin melekleri de
kapsadığı vehmi doğabilirdi)
• Ya aralarında ayrım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller
kelimesi kullanıldığından, ‘‘Hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım
yapmayız’’ anlamı ifâde edilmiş olur)
• Ya da ayırım konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, Peygamberler
arasında peygamberlik (risâlet) bakımından hiçbir ayırma yapmamaktır. Fakat bu
Peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz
etmedikleri anlamına gelmez. (Ebu’s-Suûd, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

17. ‫َواَﻃَْﻌﻨَﺎ‬ ‫ َِﲰْﻌﻨَﺎ‬ifadelerinin mâzi fiil olarak gelmeleri, itaatin onlarda kökleştiği anlamına
gelmektedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr)

18. ‫َِﲰْﻌﻨَﺎ َواَﻃَْﻌﻨَﺎ‬ ifadelerinde mefuller hazfedilmiştir. Bu hazif daha evladır. Çünkü, bu

َِ ‘‘Sözünü işittik ve emrine itaat ettik’’ şeklinde yapıldığında,


ifadenin takdiri, ُ‫ﲰْﻌﻨَﺎ ﻗَـْﻮﻟَﻪُ َواَﻃَْﻌﻨَﺎ أَْﻣﺮﻩ‬
َ
bu durumda burada Allah Teâlâ’nın sözünden ayrı bir söz ve O’nun emrinin dışında, itaat edilen
başka bir emrin varlığı söz konusu olabilir. Fakat meful takdir edilmediğinde, bu söz topyekûn
varlıkta Allah’ın buyruğundan başka işitilecek bir söz, O'nun emrinden başka, mukabilinde,

7
İlim Meclisi Telegram Kanalı

‘‘emredersiniz’’ denilecek bir emrin bulunmadığına delâlet eder. Binâenaleyh burada mefulü
hem şeklen, hem de mânâ bakımından hazfetmek daha uygundur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

19. İşitmek ve itaat etmek, Allah’tan mağfiret dilemenin önüne alınmıştır. Çünkü istenen

şeyden önce, o şeye vesile olanı zikretmek, kabule ve icabete daha yakındır. Ve ‫ َرﺑـﱠﻨَﺎ‬şeklinde
Rab lafzına kendilerini izafe etmeleri, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifâde etmek içindir.
(Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

20. İnsan ne kadar gayret etse de kusurdan hâli olamayacağı için ‫‘‘ َِﲰْﻌﻨَﺎ َواَﻃَْﻌﻨَﺎ‬İşittik ve

itaat ettik’’ dedikten sonra ‫ﻚ َرﺑـﱠﻨَﺎ‬


َ َ‫ﻏُْﻔَﺮاﻧ‬ ‘‘Mağfiretini isteriz Rabbimiz’’ kavliyle mağfiret

istemektedirler. Yani insan ibadet cihetinden her ne kadar terakkiye mâlik olsa dahi, mağfiret
talebini tek etmemelidir. (Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsatu’l-Beyân)

ِ ‫اﻟْﻤ‬
20. ‫ﺼﲑ‬ َ ‫‘‘ َوإِﻟَْﻴ‬Dönüş yalnızca sanadır’’ ifadesi, efendisinden kaçan köle gibi sanki
‫ﻚ‬
ُ َ
‘‘Biz de İslâm’dan önce senden kaçanlar gibiydik. Şimdi iman ederek sana döndük’’ manasını
taşımaktadır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr)

َ ‫ )إِﻟَْﻴ‬takdimi, hasr ifade eder. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr)


21. Câr ve mecrûrun (‫ﻚ‬

Arapçada normal durumlarda câr ve mecrûr, müteallaktan (yani mana olarak bağlandığı
kelimeden) sonra gelir. Ancak cümleye hasr mânâsı katmak gayesiyle, müteallakın önüne
alınabilir. Buna göre cümleye hasr manası kazandırılarak ‘‘Dönüş yalnızca Sanadır’’ denmiş
ِ ‫ اَﻟْﻤ‬denseydi, mana: ‘‘Dönüş Sanadır’’ şeklinde
َ ‫ﺼﲑ إِﻟَْﻴ‬
olur. Şayet câr ve mecrûr öne alınmadan ‫ﻚ‬ َ ُ
olurdu ve bu, sanki O’ndan başkasına da dönüşlerin olacağı anlamına gelirdi. Fakat ‘‘Dönüş
yalnızca Sanadır’’ cümlesi, Allah Teâlâ’dan başka hiç kimseye dönüşün olmadığını, dönüşün
bir tek O’na olacağını belirtmektedir.

8
İlim Meclisi Telegram Kanalı

286. ÂYET

‫ َرﺑـﱠﻨَﺎ َوَﻻ َْﲢِﻤْﻞ‬Wَْ‫ إِْن ﻧَِﺴﻴﻨَﺎ أَْو أَْﺧﻄَﺄ‬Wَ‫ﺖ َرﺑـﱠﻨَﺎ َﻻ ﺗـَُﺆاِﺧْﺬ‬ ِ


ْ َ‫ﻒ اﱠ=ُ ﻧـَْﻔًﺴﺎ إِﱠﻻ ُوْﺳَﻌَﻬﺎ َﳍَﺎ َﻣﺎ َﻛَﺴﺒ‬
ْ َ‫ﺖ َوَﻋﻠَْﻴـَﻬﺎ َﻣﺎ اْﻛﺘََﺴﺒ‬ ُ ّ‫َﻻ ﻳَُﻜﻠ‬
ِ ِ ِ ِ ِ ِ
ُ ‫ﺻًﺮا َﻛَﻤﺎ َﲪَْﻠﺘَﻪُ َﻋﻠَﻰ اﻟﱠﺬﻳَﻦ ﻣْﻦ ﻗَـْﺒﻠﻨَﺎ َرﺑـﱠﻨَﺎ َوَﻻ ُﲢَّﻤْﻠﻨَﺎ َﻣﺎ َﻻ ﻃَﺎﻗَﺔَ ﻟَﻨَﺎ ﺑِﻪ َواْﻋ‬
َ ْ‫ﻒ َﻋﻨﱠﺎ َواْﻏﻔْﺮ ﻟَﻨَﺎ َواْرَﲪْﻨَﺎ أَﻧ‬
Wَ‫ﺖ َﻣْﻮَﻻ‬ ْ ِ‫َﻋﻠَْﻴـﻨَﺎ إ‬
‫ َﻋﻠَﻰ اﻟَْﻘْﻮِم اﻟَْﻜﺎﻓِِﺮﻳَﻦ‬Wَ‫ﺼْﺮ‬
ُ ْ‫ﻓَﺎﻧ‬

(286) Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde
olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbimiz! Unutur
veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük
yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla,
ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve
yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!

Münâsebeti

Bu cümle, mü’minlerin sözünün devamı olabilir. Buna göre münâsebet şöyle olur:

1. Bir önceki âyette mü’minler Allah’ın mağfiretini talep edince, bunu istemelerinin
gerekçesini belirtmek maksadıyla ‘‘Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle
yükümlü kılmaz’’ dediler.
2. Hz. Peygamber’in, Allah’ın kalplerde meydana gelen vesveselerden ötürü kulu sorumlu
tutmayacağını haber vermesi üzerine, mü’minler de Allah’tan bunu istediklerini
belirtecek bir tarzda bunu söylemiştir.
3. Muhataptan gaybete iltifatın sebebi, Allah Teâlâ’nın azamet sıfatlarına iltica edip af ve
mağfiretini talep etmektir.

İkinci görüşe göre bu cümle Allah Teâlâ’nın kavlindendir. Böylece münâsebet şöyle olur:

1. 284. âyette mü’minlere zor ve ağır gelen hususun bu müjdeyle ortadan kaldırılması söz

konusudur. Bu da mü’minlerin ‫َِﲰْﻌﻨَﺎ َوأَﻃَْﻌﻨَﺎ‬ sözlerinin içerisindeki teslimiyetin bir

mükâfatıdır. Hâlbuki İsrâiloğulları ‫ﺼْﻴـﻨَﺎ‬


َ ‫َوَﻋ‬ ‫[ َِﲰْﻌﻨَﺎ‬Bakara, 94] demişlerdi.
2. Bu âyet, Allah Teâlâ’nın, mü’minlerin dualarına icabet ettiğini haber verir. Yani
mü’minler, Allah’ın verdiği yükümlülükleri böyle güzel bir boyun eğiş duygusuyla
kabullenip âhiret hayatının varlığına kesin inandıkları ve bu kesin inançla Allah’tan
bağışlanma istedikleri için, Allah’ın rahmetinden bir iltifât ile cevaba nail oldular.

9
İlim Meclisi Telegram Kanalı

TEFSİR

‫ﻒ‬ ِ
1. ُ ّ‫َﻻ ﻳَُﻜﻠ‬ ifadesi ‘‘yükleyemez’’ değil, ‘‘yüklemez’’ anlamındadır. Böyle olması,

Allah’ın buna kudreti olmadığından değil, sırf Allah’ın ikram ve rahmetindendir.


(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili)
2. Bu âyetten anlaşıldığı üzere, Allah’ın kullarına verdiği kudret ve güç, yüklediği
sorumluluklardan geniştir/fazladır. Bu sayede onlara, görevlerini yaptıktan sonra
dinlenecek veya yükümlü olmadıkları başka hayırlar yapmaya yetecek güç
kalabilecektir. Nitekim farz ve gerekli görevleri yerine getirdikten sonra, daha birçok
şey yapabilirler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili)
3. Hayırda kesb, şerde ise iktisâb fiilinin kullanılması: Şer için iktisâb kelimesi
kullanılmıştır. Çünkü iktisâbta, işi benimsemek anlamı vardır ki bu da nefsin şerre
fazla ilgi göstermesinden ve tahsili için fazla çaba harcamasından ileri gelmektedir.
(Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)
4. Şerri kesbetmek, nefsin arzusu lüzumundan ziyade şevk ve muhabbetle olduğundan
ziyâde manaya delâlet eden iktisâb kelimesiyle gelmiştir. Ama hayır, genellikle nefsin
arzusuyla olmadığından, asıl manaya delâlet eden kesb lafzıyla vârid olmuştur.
(Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsatu’l-Beyân)

5. Kesb’in ‫ﺖ‬
ْ َ‫َﻣﺎ َﻛﺴﺒ‬ ‫ َﳍَﺎ‬şeklinde ‫ ل‬harfi cerriyle kullanılması, işlenen hayırların insanın
َ
mülkü gibi olup ona yarar sağlayacağına; iktisâb’ın ise ‫ﺖ‬
ْ َ‫اْﻛﺘَﺴﺒ‬ ‫ َوَﻋﻠَْﻴـَﻬﺎ َﻣﺎ‬şeklinde ‫ﻋﻠﻰ‬
َ
harfi cerriyle kullanılması ise işlenen günahların insanın sırtında yük olduğuna ve
insanın o yükün altında ezildiğine işarettir. (Muhammed Emîn el-Hererî, Hadâiku’r-
Ravhi ve’r-Reyhân)
6. Unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmaya aklen bir engel yoktur. Zira
günahlar zehirler gibidir. Bu itibârla unutarak veya yanılarak da olsa, günahlara
bulaşmak bile azab sebebi olabilir. (Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

ُ ‫‘‘ ُرﻓَِﻊ َﻋْﻦ أُﱠﻣِﱵ اﳋَﻄَﺄُ واﻟﻨِّْﺴﻴَﺎ‬Ümmetimden


7. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‫ن‬

hatâ ve nisyandan doğan sorumluluk kaldırılmıştır’’ şeklindeki sözleri de bu


hakikati açıklar. Şu hâlde mü’minlerin, unutma ve yanılma sonucu olarak işledikleri
günahlardan sorumlu tutulmayacaklarını bildikleri hâlde bu duada bulunmaları, bu

10
İlim Meclisi Telegram Kanalı

lütfun devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem vermek anlamındadır. (Ebu’s-
Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

8. Dua cümleleri arasına ‫ َرﺑـﱠﻨَﺎ‬şeklinde nidanın girmesi (Ey Rabbimiz! denmesi), yakarışı

(tazarruu) daha fazla tebarüz ettirmek içindir. (Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-


Selîm)
9. Bu duada af ve mağfiret talebi, rahmet talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü tahliye,

(ُ‫ﺨﻠِﻴَﺔ‬ ِ
ْ ‫ )اﻟﺘﱠ‬tahliyeden (ُ‫اﻟﺘﱠْﺤﻠﻴَﺔ‬/süslemeden) önce gelir. (Bir mekân önce tahliye edilir,
sonra güzelleştirilir.) (Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm)

10. Bir Soru: Cenâb-ı Hak ‫ﺻًﺮا َﻛَﻤﺎ َﲪَْﻠﺘَﻪُ َﻋﻠَﻰ اﻟﱠِﺬﻳَﻦ ِﻣْﻦ ﻗَـْﺒﻠِﻨَﺎ‬ ِ
ْ ِ‫ َرﺑـﱠﻨَﺎ َوَﻻ َﲢْﻤْﻞ َﻋﻠَْﻴـﻨَﺎ إ‬cümlesinde
‫ َوَﻻ َْﲢِﻤْﻞ‬buyurmuşken, ‫ َرﺑـﱠﻨَﺎ َوَﻻ ُﲢَِّﻤْﻠﻨَﺎ َﻣﺎ َﻻ ﻃَﺎﻗَﺔَ ﻟَﻨَﺎ ﺑِِﻪ‬cümlesinde niçin ‫ َوَﻻ ُﲢَِّﻤْﻠﻨَﺎ‬demiştir?

Niye, birincisini ‘‘haml’’ (‫ )اﳊَْﻤﻞ‬kelimesine; ikincisini de ‘‘tahmil’’ (‫ﺤِﻤﻴﻞ‬


ْ ‫)اﻟﺘﱠ‬
ُ ُ
kelimesine tahsis etmiştir?
Cevap: Güç olanın taşınması (haml), zor da olsa mümkündür. Ancak takat
getirilemeyene gelince, bunu taşımak (haml) mümkün değildir. Takat getirilemeyen
şeyde söz konusu olan ise onun sadece ‘‘yüklenmesi’’ (tahmîl)’dir. Zor ve meşakkatli
olan şeye gelince, bunu hem taşımak (haml), yüklenmek; hem de başkasına yüklemek
(tahmîl) mümkündür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak son âyet-i kerimede ‘‘tahmil’’
(yüklemek) kelimesini zikretmiştir. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
11. Bir Soru: Allah Teâlâ, mü’minlerden, onların cemî sığasıyla, ‘‘Eğer unuttuk yahut
yanıldıysak, bizi tutup azarlama’’, ‘‘Bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze
ağır bir yük yükleme’’ ve ‘‘Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme’’ diyerek,
toplu bir biçimde bu duaları yaptıklarını nakletmiştir. Duâ zamanında bir araya
gelmenin faydası nedir?
Cevap: Bundan maksat, duanın kabulünün topluca yapılınca daha mükemmel
olacağını beyan etmektir. Bu böyledir. Çünkü her insanın himmet ve gayretinin ayrı
ayrı tesirleri vardır. Bunlar ve sebepler tek bir şey üzerinde bir araya geldiklerinde, o
şeyin tahakkuku daha mükemmel olur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
12. Önceki üç çeşit duada talep edilen şey, Allah Teâlâ’nın yapmaması, o şeyleri terk
etmesidir. Bu dualarda ‘‘Rabbimiz’’ lafzına bitişik olarak gelmiştir. Fakat ‘‘Bizi
bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur’’ şeklindeki dördüncü

11
İlim Meclisi Telegram Kanalı

duada ‘‘Rabbimiz’’ lafzı bulunmamaktadır; zahiri de Allah’ın bir şeyi yapmasını


istemeye delâlet etmektedir. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
13. Nida etmeye ancak, uzaklık söz konusu olduğu zaman ihtiyaç duyulur. Nida edilen
şey yakın olduğunda ise, nidaya ihtiyaç duyulmaz. Bu duada ‘‘Rabbimiz’’ nidası,
kulun yalvarıp yakarmaya devam ettiğinde Allah’a kurbiyyete nail olacağını
bildirmek için hazfedilmiştir. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
14. Bir Soru: ‘‘Af’’, ‘‘mağfiret’’ ve ‘‘rahmet’’ kelimeleri arasında ne fark vardır?
Cevap: Af, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırmak ve rezil-rüsva
etmekten koruyarak, onun suçunu örtmektir. Buna göre kul sanki şöyle demektedir:
‘‘Senden af diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört!’’ Çünkü, kabir azabından
halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, hoş olur.
Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azaptır. Kul her ikisinden de kurtulunca,
mükâfât istemeye yönelir. Bundan sonra da ‘‘Bize merhamet et’’ diyerek Allah’tan
mükâfat istemiş olurlar. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
15. Af; azâbın düşürülmesidir. Mağfiret; rezil rüsva olmaktan kurtarmak için günahı
setretmektir. Rahmet; sevap ve lütf-u ihsandır. Şu hâlde bu âyette kul için evvelen;
cismânî azâbın düşürülmesini, sâniyen; ruhânî azâbın izâlesini, sâlisen; ilâhî
nimetlere nâil olmasını istemek lazımdır. Çünkü necasete benzeyen günahtan taharet
kesbetmeyince, nimete müstahak olunamayacağından, ilk önce günahtan nefsini
temizlemek lazımdır. Zira; her tarafı necasetle kirlenen bir kimse, ipekle döşenmiş bir
konağa münasip görülemez. Belki hamama gider yıkanır, ondan sonra o konağa
münasip görülür. İşte bunun gibi insan günahlarından temizlenmeyince, indallah
makbul bir kul olamayacağından, en tâhir mahal olan Cennet’e münasip olamaz.
(Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsatu’l-Beyân)

Ömer ÇINAR

12

You might also like