You are on page 1of 120

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI

ÇAĞDAŞ EPİSTEMOLOJİDE
İÇSELCİLİK/DIŞSALCILIK TARTIŞMASI

Doktora Tezi

Ahmet Cüneyt GÜLTEKİN

Ankara-2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI

ÇAĞDAŞ EPİSTEMOLOJİDE
İÇSELCİLİK/DIŞSALCILIK TARTIŞMASI

Doktora Tezi

Ahmet Cüneyt GÜLTEKİN

Tez Danışmanı
Prof. Dr. Erdal CENGİZ

Ankara-2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI

ÇAĞDAŞ EPİSTEMOLOJİDE
İÇSELCİLİK/DIŞSALCILIK TARTIŞMASI

Doktora Tezi

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Erdal CENGİZ

Tez Jürisi Üyeleri


Adı ve Soyadı İmzası
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... ........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................
.................................................................... .........................................

Tez Sınavı Tarihi ..................................


İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………...i

GİRİŞ……………………………………………………………………………….1

I. BÖLÜM

DIŞSAL TEMELLER……………………………………………………………..11

1.1. Bilgi ve Gerekçelendirme Sorunu…….…………………………………...11

1.2. Epistemik Gerekçelendirme...………………………………………….......14

1.2.1. Gerekçelendirme ve Doğruluk…….……….……………………....16

1.2.2. Gerekçelendirme Standartları…….……………………………......18

1.3. Temellendiricilik…….…………………………………………………......22

1.3.1. Epistemik Gerileme Sorunu……………………………………......25

1.3.2. Temellendiricilik Türleri……..………………………………….....28

1.3.3. Temellendiricilik Eleştirisi…...………………………………….....30

1.4. Dışsalcılık………………………………………………………………......34

1.4.1. Güvenilircilik…………………………………………...…………..39

1.4.2. Dışsalcılık Eleştirisi.....……………………………………………..43

II. BÖLÜM

İÇSEL BAĞDAŞIMLAR…………………………………………………………..54

2.1. Bağdaşımcılık………………..……………………………………………..54

2.1.1. Kanısal Varsayım…………...……………………………………...62

2.2. İçselcilik………………...………………………………………………….67

2.2.1. İçselciliğin Belirlenmesi………………………………….………..68

i
2.2.1.1. İçselciliğin Motivasyonu…………………………………..73

2.3. İçselcilik Türleri…………………………………………………................74

2.3.1. Perspektivist İçselcilik….…………………....…………………….76

2.3.2. Erişim İçselciliği……………………………………...……............81

2.4. Deontolojik Gerekçelendirme ve İçselcilik.……………………………….83

2.4.1. Epistemik Sorumluluk………..……………………………………88

2.5. Bilinebilirlik Koşulu ve İçselcilik….……………………………..………..91

2.5.1. Güçlü İçselcilik…………………………………………………….94

2.5.2. Dolaylı Bilinebilirlik ve Zayıf İçselcilik……...................................96

2.6. İçselci Farkındalık…………………………………………………………100

SONUÇ…………………………………………………………………………….103

ÖZET……………………………………………………………………………....108

ABSTRACT……………………………………………………………………….109

KAYNAKÇA……………………………………………………………………...110

ii
GİRİŞ

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ve yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında, yani son

otuz-kırk yıllık süre içerisinde, epistemoloji disiplini verimli ve komplike

tartışmalara sahne olmaktadır. Özellikle dikkati çeken nokta, epistemoloji

terminolojisindeki önemli ve büyük dönüşümlerdir. Yaşanan süreç her ne kadar

geleneksel bilgi sorunlarının bir devamı olarak yorumlanabilecek olsa da, söz konusu

terminoloji değişikliği ve zenginliği, sorunların daha açık kılınmasına ve alanın

derinleştirilmesine katkıda bulunmaktadır. Dolayısıyla son yıllarda üretilmiş olan

geniş epistemoloji literatüründe, idealizm-realizm ve rasyonalizm-empirizm

ayrımları artık yerlerini, daha çok çağdaş epistemoloji özelinde temellendiricilik-

bağdaşımcılık ve dışsalcılık-içselcilik ayrımlarına bırakmıştır. Bu ayrımlar temelinde

getirilen yaklaşım ve çözüm önerileri de özellikle gerekçelendirme sorununa

odaklanmaktadır.

Bu bağlamda epistemolojinin merkezi sorunu, dünyaya ilişkin inançlarımızın doğru

olup olmadığı, yani bilgi sahibi olduğumuzu düşünmemiz için iyi nedenlere sahip

olup olmadığımız sorunudur. Bu sorun yoluyla, inançlarımızın statüsü ve epistemik

gerekçelendirilebilirliği soruşturulmaktadır. Bu çerçevede çağdaş epistemolojinin

özellikle bilgi ve gerekçelendirilmiş inanca ilişkin bir araştırma alanı olduğunu

söylemek olanaklıdır. Bu araştırma alanının konusu, şu soruların yanıtlanma

çabasıyla belirlenebilir:
1- Bilgi nedir?

2- Neleri biliyoruz?

3- Bir inanç için gerekçelendirilmiş olmak ne demektir?

4- Hangi inançlarımız gerekçelendirilmiştir?

İlk soru, bilgi kavramının tanımlanmasıyla ilgiliyken; ikincisi, bilginin sınırlarının

belirlenmesine ilişkindir. İşte içselcilik ve dışsalcılık tartışması bağlamında asıl sorun

konusu edilecek olan gerekçelendirme sorununa ise, üçüncü ve dördüncü sorularla

yanıt aranmaya çalışılır. Üçüncü soru, gerekçelendirme kavramının analizi yoluyla,

inançların ne zaman gerekçelendirilmiş ya da gerekçelendirilmemiş olduğunu ortaya

çıkarabileceğimiz koşulların belirlenmesine ilişkindir. Dördüncü soru ise,

inançlarımızın gerekçelendirilmesinin sınırlarını çizme girişimini ifade etmektedir

(Steup, 1998: 1). Çağdaş epistemolojide bilginin bir koşulu olarak kendisini gösteren

gerekçelendirme anlayışı da, bilginin inançların gerekçelendirilmesiyle olanaklı

olduğunu ortaya koymaktadır.

Açıkça görülmektedir ki, birinci ve ikinci soruların yanıtlanabilmesi, üçüncü ve

dördüncü soruların yanıtlanabilmesine bağlıdır. Bu son iki sorunun, yani doğrudan

gerekçelendirme sorunuyla ilişkili olan bu soruların yanıtlanma çabası, bilginin ne

olduğuna ilişkin bir açımlama sağlamaktadır. Bu doğrultuda gerekçelendirme

sorununa ilişkin bir araştırmanın, bilginin ne’liğine ilişkin bir araştırmadan önce

gelmesi daha uygun bir yol gibi görünmektedir.

2
Çağdaş epistemolojide bilgi sorunu geleneksel ya da standart bir analiz olarak,

yaygın bir şekilde kabul gören bir şekilde gerekçelendirilmiş doğru inanç sorunu

olarak ele alınmaktadır. Bu doğrultuda önermesel bilginin geleneksel analizi, bilgiyi

inancın bir türü olarak konumlandırır (Moser, Mulder & Trout, 1998: 14). Böylece

bilmek için inanmanın zorunlu bir koşul olarak sunulması, inançlarımızın bilgi

statüsünü nasıl kazandığını ya da nasıl kazanabileceğini bir sorun olarak gündeme

getirmektedir.

Gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak tanımlanan bilgi yaklaşımındaki en önemli

unsur, gerekçelendirme olarak kendisini gösterir. Hatta bilginin açıklanmasına ilişkin

kuramların birçoğu, inançların ne zaman ve ne şekilde gerekçelendirilmiş

sayılabileceğini ortaya koyan gerekçelendirme kuramlarıyla örtüşmektedir (Morton,

2003: 7). Dolayısıyla epistemik gerekçelendirme sorununun açımlanması

çerçevesinde, içselcilik-dışsalcılık tartışması verimli bir araştırma alanı olarak

kendisini gösterir. Bir bakıma çağdaş epistemolojide kendisini içselcilik-dışsalcılık

karşıtlığı olarak gösteren başat tartışma, inancın ne şekilde gerekçelendirilebileceğine

ilişkin bir araştırmanın uzantısı olarak görülebilir.

Bu çerçevede çağdaş epistemoloji temelde, “S, p’yi bilir” şeklindeki bir kalıba

sokulabilen tümcelerin kullanımları ve anlamlarına ilişkin genel bir araştırma alanına

dönüşmüştür. Edmund Gettier’den1 sonra sorun, yaygın bir şekilde şu formülasyon

1
Çağdaş epistemolojinin önemli bir kısmı, gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak belirlenen bilgi
tanımının yeterli olmadığını ortaya koyan Gettier karşı-örneklerinin gündeme getirdiği soruna
getirilmeye çalışılan bir yanıt olarak da görülebilir. Bu bağlamda içselci ve dışsalcı yaklaşımlar, söz

3
içinde gösterilmeye başlanmıştır: S, p’yi bilir = S, belirli bir C koşulunu sağlayan

gerekçelendirilmiş bir doğru inanca (p) sahiptir.

İşte epistemolojideki çağdaş tartışmalar, bu C koşulu üzerinde yoğunlaşır. Bu tanım

çerçevesinde gündeme gelen koşulun ne olduğu ya da ne olması gerektiğine ilişkin

soruşturmalarda birçok farklı görüş ortaya konulmuştur. Bu noktada incelenmesi

gereken ve esas sorunun etrafında döndüğü nosyon, gerekçelendirilmişlik

(justifiedness) olarak belirlenebilir (Castañeda, 1988: 211). Tek başına doğru inanç,

destekleyici nedenler olmaksızın bilgi için yeterli olmamaktadır.

Gerekçelendirilmemiş doğru inanç da, şanslı bir tahminden öteye geçmemektedir

(Steup, 1998: 4). Sorun bu çerçevede ele alındığından, epistemolojide üzerinde

yoğun bir şekilde tartışılan gerekçelendirme sorunu, bu koşulun incelenmesi olarak

da düşünülebilir.

İçselcilik ile dışsalcılık arasındaki tartışmaların temel sorunsalı, inancın

gerekçelendirilmesinde bilen öznenin ne şekilde ve hangi sınırlamalar çerçevesinde

rol aldığıdır. İçselciler gerekçe oluşturan süreçlerin veya bilişsel unsurların öznenin

erişiminde olması gerektiği tezini savunurken; dışsalcılar bu süreç ve unsurların

öznenin bilişselliğinin dışında kalması durumunda bile gerekçelendirmenin

gerçekleşebileceğini savunurlar. Öznenin rolü ile nesnel bilgi edinme süreçleri

odağında yürütülen tartışma; gerekçelendirmenin ve bu yolla bilginin olanağını

soruşturmaktadır. Dolayısıyla bilen öznenin perspektifine ya da nesnel bilgi

konusu sorunla ilişkilendirilebilmekle birlikte, içselcilik-dışsalcılık tartışması özellikle


gerekçelendirme sorununu ayrıntılandıran bir içerime sahip olarak değerlendirilmektedir.

4
oluşturma sürecine vurgu yapan yaklaşımların, bilen özneye ‘içsel olan’ ya da bilen

özneye ‘dışsal olan’ koşul ya da durumlardan ne anladıkları önem kazanmaktadır.

İçsel olanın ve dışsal olanın ne şekilde anlaşıldığına bağlı olarak, içselci ve dışsalcı

yaklaşımlar da farklılaşmaktadır.

Çağdaş epistemolojinin söz konusu tartışmalar ışığında yürütülen ve geliştirilen

gerekçelendirme sorununa bakışı çerçevesinde belirlenen içselcilik-dışsalcılık

tartışması etrafında kümelenebilecek sorunlar, ilişkili farklı yaklaşımları da gündeme

getirmeye rahatlıkla olanak sağlayabilmektedir. Bu bağlamda içselcilik ve dışsalcılık

yaklaşımları, bağdaşımcılık ve temellendiricilik yaklaşımlarına koşut olarak ele

alınacaktır. Bu iki yaklaşımın da içselcilik-dışsalcılık tartışmasına koşut olarak ele

alınması, söz konusu tartışmanın aydınlatılmasında önemli bir katkı sağlamaktadır.

Bu yolla gerekçelendirilme koşuluna ilişkin iki temel yaklaşım olarak içselcilik ve

dışsalcılık görüşleri, belirli sınırlar içerisinde çeşitli yorumlarıyla birlikte

serimlenecektir.

Öncelikle bu merkezi epistemolojik sorunla doğrudan ilişkili olan ve birbirine karşıt

olarak konumlandırılan iki ana yaklaşımı açımlamak gerekmektedir. Bu kutuplar

temellendiricilik ve bağdaşımcılık olarak ortaya konulan ana yaklaşımlardır. Her iki

ana yaklaşım da, bilginin elde edilme süreci ve gerekçelendirmenin yapısıyla

ilgilidir. Bu doğrultuda temellendiricilik, dışsalcılıkla bağlantılandırılacaktır.

5
Bağdaşımcılık ise, içselcilikle bağlantılandırılacaktır.2 Temellendiricilik açımlanarak,

dışsalcı yaklaşımın iddialarına olan yakınlığı sergilenecek ve dışsalcılık,

temellendiricilik çerçevesinde anlaşılmaya çalışılacaktır. Bağdaşımcılık açımlanarak

da, içselci yaklaşımın iddialarına olan yakınlığı sergilenecek ve içselcilik,

bağdaşımcılık çerçevesinde anlaşılmaya çalışılacaktır. Bir bakıma temellendirici bir

dışsalcılık ve bağdaşımcı bir içselcilik kutuplarında tartışma yürütülecektir.

Tartışmanın ana sorunsalını, bilginin kuşkucu bir tehdit karşısında savunulması

oluşturmaktadır. Bu bağlamda söz konusu olan sorun, gerekçelendirmenin sonsuz

gerilemesi sorunudur. İnançların geçerli bir şekilde gerekçelendirilebilmesi için,

sonsuz gerileme sorununun üstesinden gelinmesi gerekmektedir ki; hem

temellendiricilik hem de bağdaşımcılık, bilginin kuşkucu bir tehdit karşısında

savunulmasında önemli bir strateji olarak kullanılmaktadır.

Empirik bir inancın doğru olduğunu düşünmemizi haklı kılan ve gerekçelendirmeyi

sağlayan gerekçenin (nedenin) kendisi, gerekçelendirici bir öncül olarak

kullanılmadan önce, gerekçelendirilmiş olması gereken bir başka empirik inançtan

çıkarsanmaktadır. Bu ikinci inancın gerekçelendirilmesi için de, aynı şekilde

gerekçelendirilmeye ihtiyaç duyan bir başka inanca başvurmak gerektiğinden,

2
Descartes, Locke, Chisholm ile örneklendirilebilecek olan klasik temellendiricilik aynı zamanda
içselci bir konuma yerleştirilmiş (Plantinga, 1993) ve genellikle bu doğrultuda değerlendirilmiştir. Bu
örnekler düşünüldüğünde içselci türden geleneksel bir temellendiricilikle karşılaşılmaktadır. Ancak
içselcilik-dışsalcılık tartışmasının ışığında dışsalcılığın temellendiricilik ile olan yakınlığını göstermek
daha kritik bir öneme sahip görünmektedir ve bu iki yaklaşımın birbirleriyle daha uyumlu olduğu
düşünülmektedir.
Ayrıca son dönemlerde temellendiricilerin büyük çoğunluğu karşımıza dışsalcı bir yaklaşımla
çıkmaktadırlar. Bir temellendiricilik biçimi olarak görülebilecek güvenilircilik de dışsalcılığın en
temel biçimlerinden birisidir (Langsam, 2008: 81).

6
empirik bilgi gerekçelendirmenin sonsuz gerilemesi tehdidiyle karşı karşıya

kalmaktadır. Sırasıyla her inancın gerekçelendirilmesi bir önceki inanca bağlı

olduğundan, gerekçelendirmenin nasıl başlayacağı konusundaki sıkıntı; empirik

bilginin olanaklı olmadığı iddiasındaki kuşkucu bir sonucu doğurmaktadır. Yani

gerekçelendirmenin sonsuz gerilemesi olarak ifade edilen sorun; belirli bir inancın

doğru olduğunu düşünmek için, gerçek bir nedene sahip olmadığımızı iddia

etmektedir.

Tarihsel olarak bu sorunun standart çözümü temellendiriciliktir. Örneğin “Varım” ve

“Düşünüyorum” gibi yanılmaz kesinliklerden yola çıkan Kartezyen görüş, bu türden

bir gerekçelendirmenin bir örneğini oluşturmaktadır. Yanılmaz kesinlikler olarak

sunulan söz konusu önermeler, özel bir statüsü olan temel inançlar olarak

konumlandırılırlar. Bu doğrultuda temellendiricilik, belirli türden inançların (temel

inançların), başka inançlardan çıkarsanmaya dayanmaksızın, bir şekilde

gerekçelendirildiği; daha doğrusu kendinden gerekçelendirilmiş olduğu görüşünü

savunur. Yani gerekçelendirme sürecindeki sonsuz gerileme bir noktada

durdurulmaktadır. Asıl sorun, bu özel türden inançların herhangi bir inanca

başvurmaya gerek olmaksızın gerekçelendirilmiş olduğu varsayımı üzerinde

odaklanmaktadır.

Diğer tüm inançlar için gerekçelendirme sağlayan, ancak kendilerinin

gerekçelendirilmesine gerek olmayan bu temellendirici inançların savunulabilir olup

olmadığı tartışmasının diğer ucunda ise bağdaşımcılık yer alır. Temellendiriciliğin

7
kuşkucu olmayan bir alternatifi olarak bağdaşımcılık, gerekçelendirmedeki

gerilemenin açık bir doğrusallıkta sonsuzca ilerlediği düşüncesi yerine, kapalı bir

eğri içinde hareket ettiği düşüncesini ortaya koyar. Bu biçimde anlaşılan bir

gerekçelendirme, sonsuz gerilemenin döngüselliğinden kurtulup, bir şekilde tutarlı

bir yapıya kavuşma olanağı bulmaktadır.

Bağdaşımcılığın üstesinden gelmek zorunda olduğu sorun ise, neden bu yolla

gerekçelendirilen inançların, kısırdöngüsel olmasa bile, doğru olduğunu düşünmemiz

gerektiği sorunudur. Yani bağdaşımcılığın sözünü ettiği gerekçelendirme yoluyla, bir

inancın doğruluğuna ilişkin bilginin geçerli bir gerekçesi nasıl sağlanmaktadır?

Bu sorunlar eşliğinde temellendiricilik ve bağdaşımcılık karşıtlığı, içselci bir

bağdaşımcılık olarak kendisini gösteren Laurence BonJour’un yaklaşımı

doğrultusunda serimlenecektir. Temellendiriciliğin ana iddiaları ortaya konulduktan

sonra, temellendiricilik karşıtı argümanlar ele alınacak ve dışsalcılığın önemli

temsilcilerinden David Armstrong’un dışsalcı görüşleri gündeme getirilecektir. Yine

bir dışsalcılık biçimi olan güvenilircilik, Alvin Goldman’ın yaklaşımıyla sınırlı

kalacak şekilde ele alınacak ve bu çerçevede bir dışsalcılık eleştirisi geliştirilecektir.

Böylece dışsal temeller olarak belirlenen ilk bölümde sergilenen temellendirici

dışsalcılık, savunulacak olan içselci yaklaşım için bir hazırlık oluşturmaktadır.

8
İçsel bağdaşımlar olarak belirlenen ikinci bölümde ise, temellendiriciliğin alternatifi

olarak bağdaşımcılık açımlanacak ve gerekçelendirmenin gerilemesi sorunu

karşısındaki tutumu belirlenecektir. Sonrasında bağdaşımcılıkla bağlantılandırılacak

olan içselci yaklaşım, ayrıntılı bir şekilde ele alınacak ve farklı içselcilik versiyonları

ortaya konulacaktır. Özellikle William Alston’un perspektivist içselcilik ve erişim

içselciliği olarak yaptığı ayrım üzerinde durulacaktır. Bu çerçevede

gerekçelendirmeye ilişkin deontolojik yaklaşımın içselcilikle olan uyumu tespit

edilerek, epistemik sorumluluk düşüncesinin önemi ortaya koyulacaktır. İçselcilik ve

epistemik deontoloji arasındaki bağlantı serimlenerek; gerekçelendirmeye ilişkin

içselci bir kutupta konumlanmanın, epistemik ödev ve sorumluluk anlayışıyla

uyumlu bir gerekçelendirme yaklaşımını gerektirdiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Bu bağlamda içselci yaklaşımın ana motivasyonlarını açığa çıkarmak üzere,

Goldman’ın içselciliğin temel yapısını nasıl serimlediği gösterilerek, içselciliğe

yaptığı eleştirileri değerlendirilecektir. Alston tarafından yapılan perspektivist ve

erişim içselciliği ayrımına paralel olarak görülebilecek olan Goldman’ın yaptığı

güçlü ve zayıf içselcilik ayrımı üzerinden, söz konusu eleştiriler yanıtlanmaya

çalışılacaktır. Bu doğrultuda içselci bir farkındalığın, epistemik gerekçelendirme

etkinliğindeki işlevi ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Sonuç olarak epistemolojik rasyonellik ve sorumluluk anlayışı çerçevesinde ortaya

konulacak olan içselciliğin, dışsalcılığa karşı üstün olduğu noktaların bir

değerlendirilmesi yapılacaktır. Böylece çağdaş epistemolojide önemli bir alan

9
oluşturan içselcilik-dışsalcılık tartışması, dışsal temeller ve içsel bağdaşımlar olarak

belirlenen iki ana karşıt kutup ya da bölüm çerçevesinde ele alınıp, bağdaşımcı bir

içselcilik lehine sonuçlandırılmaya çalışılacaktır.

10
I. BÖLÜM

DIŞSAL TEMELLER

1.1. Bilgi ve Gerekçelendirme Sorunu

Bilgiye ilişkin felsefi yaklaşımlarda ortaya konması gereken ilk şey, ne tür bir

bilgiden söz edildiğidir. ‘Bilme’ ve ‘bilgi’ sözcükleri açık ve net bir şekilde

kullanılmalıdır. Tartışılan sorunlar çerçevesinde bilgi denilince, özellikle ‘önermesel

bilgi’ anlaşılmalıdır. Önermesel bilgi, bir duruma ilişkin belirli bir önermenin

doğruluğuna ilişkin bir bilgidir. Bilgiye ilişkin yaygın olarak kabul görmüş

geleneksel kavramsallaştırmada söz konusu edilen bilgi de önermesel bilgidir.

Epistemolojide en temelde tartışma konusu olmuş olan sorun, önermesel bir bilginin

edinildiğine ilişkin bir iddiada bulunmanın koşullarının ne olduğu sorunudur.

Üzerinde çok fazla tartışma yürütülüyor olsa da, bu soruna karşı getirilmiş ve genel

olarak kabul görmüş olan yanıt, hem önermesel bilginin ne olduğunu ilk planda

aydınlatmakta hem de tartışmanın temel öğelerini sağlamaktadır. Bu doğrultuda hem

gerekçelendirme sorununun hem de içselcilik-dışsalcılık tartışmasının çerçevesini

oluşturan geleneksel bilgi tanımı şu şekilde yapılmaktadır:

A kişisinin P önermesini bilmesi üç koşulu karşılaması anlamına gelmektedir:


1- A, P’ye güvenilir bir şekilde inanıyor olmalıdır.

2- P doğru olmalıdır.

3- A’nın P’ye olan inancı yeterli bir şekilde gerekçelendirilmiş olmalıdır.

Bu durumda bilgi, gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak karşımıza çıkar.3 Bu

bağlamda epistemik gerekçelendirmeye ilişkin genel anlayış; doğru inançla birlikte

gerekçelendirmenin bilgiyi sağladığı şeklindedir (Porter, 2006: 10). Bu geleneksel

görüşe göre doğru inanç tek başına bilgiyi sağlamakta yeterli olmamaktadır.

Önermesel bilgi kavramının bu tanımını, BonJour’un verdiği örnek üzerinden

açımlamak ilerleyen tartışmalar açısından yararlı olacaktır.

Evimin penceresinden gördüğüm ağacın salkım söğüt olduğunu bildiğimi

varsayalım. Verilen bilgi tanımlamasına göre bu bilgi atfının doğru olması için

sağlanması gereken durum nedir?

Öncelikle penceremden gördüğüm ağacın salkım söğüt olduğuna güvenilir bir

şekilde inanmalı ve söz konusu önermeyi herhangi bir kuşkuya yer olmaksızın kabul

etmeliyim. Yani ağacın salkım söğüt olduğuna bilişsel bir tavır olarak ikna olmuş

olmam gerekir.

3
Bu tanım, literatürde önermesel bilginin geleneksel analizi, ya da içerdiği üç koşul dikkate alınarak,
bilginin üçlü/üç kısımlı analizi olarak adlandırılır.

12
İkinci olarak, penceremin dışındaki ağacın salkım söğüt olduğu doğru olmalıdır, yani

gerçeklikte salkım söğüt türünde bir ağaç evimin önünde dikili olmalıdır. Bu şekilde

ortaya konulan ikinci koşul, inanç ve dünya arasında karşılıklılık ilişkisi olduğunu

savlayan klasik realist yaklaşımı varsaymaktadır (BonJour, 1985: 4). Buna göre

öznel zihinsel durumuma ilişkin önerme içeriği, bilişsel etkinliğimden bağımsız

olarak dünyayı betimlemektedir. Her ne kadar birçok karşı çıkış söz konusu olsa da,

bu doğruluk anlayışı, çoğu felsefe geleneği ve sağduyu tarafından kabul görmektedir.

Dışsalcılığın özellikle vurgu yaptığı öğe de, bu olmaktadır.

Üçüncü olarak, penceremin dışındaki ağacın salkım söğüt olduğuna ilişkin inancımı

yeterli bir şekilde gerekçelendirmiş olmam gerekir. Bu noktada inancı basit bir

tahmin ya da rastgele bir ikna olmuşluktan ayıran şey, gerekçelendirilmiş olmasıdır.

Gördüğüm ağacın salkım söğüt olduğuna ilişkin inancım için makul ve tutarlı bir

neden, temel ya da güvence olmalıdır. Bu bağlamda gerekçelendirmeyi sağlayan

nedenlerin geçerlilik derecesi, asıl ana tartışma konusunu oluşturmaktadır ki;

gerekçelendirmeye ilişkin yaklaşımlar olarak ele alınacak olan içselcilik-dışsalcılık

görüşleri bu doğrultuda okunacak ve ele alınacaktır.

Bu bağlamda bilgiye ilişkin geleneksel kavramsallaştırmada en önemli öğe

gerekçelendirme koşulu gibi durmakta ve gerekçelendirme konusu çağdaş

epistemolojinin merkezinde yer almaktadır. Elbette ki söz konusu gerekçelendirme,

epistemik gerekçelendirmedir ve çağdaş epistemolojide en önemli sorunlardan birisi

olan içselcilik-dışsalcılık tartışmasıyla kritik bağlantıları vardır. Ayrıca bu tartışmaya

13
paralel olarak temellendiricilik ve bağdaşımcılık yaklaşımları da önem

kazanmaktadır. Her iki yaklaşım da gerekçelendirme prosedürlerine ilişkin

geliştirilmiş görüşler olarak, tartışmada kendilerine yer edinmektedir.

1.2. Epistemik Gerekçelendirme

Diğer gerekçelendirme türlerinden farklı olarak epistemik gerekçelendirme, uygun

‘epistemik’ standartları karşılayan bir neden ya da güvencedir. Örneğin bir edimin

gerekçelendirilmesi söz konusu olduğunda, nasıl moral bir standarda başvurmak

gerekiyorsa, bilginin gerekçelendirilmesi için de bilgiye ilişkin, yani epistemik bir

standarda başvurmak gerekir. Epistemik gerekçelendirme, edimlere ya da kararlara

ilişkin değil; inançlara ya da yargılara ilişkin bir gerekçelendirmedir. Dolayısıyla

inançların gerekçelendirilmesi söz konusu olduğunda gerekli olan şey, epistemik

gerekçelendirmedir ve bu prosedür, epistemik olmayan başka türden

gerekçelendirmelerden faklıdır (Lemos, 2007: 13). Epistemik gerekçelendirmenin,

pratik, pragmatik ya da sağduyunun kullanıldığı gerekçelendirmelerden en önemli

farkı; bilgi kavramını ve doğruluğu merkeze almasıdır. Bir bakıma inançların

epistemik olarak gerekçelendirilmesi gerekliliğinin önemi, kognitif bir varlık olan

insan için bilmenin öneminden kaynaklanmaktadır. Bu doğrultuda gerekçelendirme

inançların dünyayı doğru bir şekilde betimlemesini ve en temelde doğruluğu

hedeflemektedir. Yani inancın gerekçelendirilmesi, doğruluk üreten bir prosedür ya

da süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.

14
Epistemik olarak gerekçelendirilmiş inançlar, hedeflediğimiz doğrulukla ilişkilidir ve

ancak bir gerekçe ile birlikte sunulan inançların doğru olduğunu düşünebiliriz. Aksi

durum, epistemik bir sorumsuzluk olarak görülür. Hiçbir gerekçelendirmeye,

denetlemeye ya da soruşturmaya gerek duymaksızın doğru olarak kabul edilen

rastgele inançlar, epistemik olarak sorumsuz inanmalardır. Aslında bilginin

geleneksel kavramı, epistemolojik bir ödev anlayışını ortaya koymaktadır. Daha

doğrusu gerekçelendirme kavramı ve düşüncesi, bilen özneye bir sorumluluk

yüklüyor gibi durmaktadır. Bir bakıma gerekçelendirme prosedürü, bilgi sahibi

olunduğu iddiasının sorumluluğunu yerine getirmek anlamına gelmektedir. Bu

doğrultuda doğruluğun sağlanabilmesi için öne sürülen epistemik gerekçelendirme

koşulu, epistemik bir sorumluluktur ve bu sorumluluk gerekçelendirmenin de ana

kavramıdır.

Peki inançların epistemolojik olarak gerekçelendirilebilmelerinin koşulları nelerdir?

Gerekçelendirmenin standartları ya da kriterleri nelerdir? İşte epistemolojinin temel

ödevi, bu sorulara yanıt verebilmektir. Öncelikle epistemik gerekçelendirmenin

standartlarına ilişkin bir açıklama ya da görüş oluşturulmalıdır. Ve ek olarak bunu

destekleyecek şekilde bir meta-gerekçelendirme sağlanmalıdır (BonJour, 1985: 9) .

Bu meta-gerekçelendirme, gerekçelendirme standartlarının yeterli bir şekilde

doğruluk üretebildiğini gösterme işlevi görmektedir. Bir bakıma temel kognitif hedef

olan doğru bilgiye ulaşmak için önerilen standartların doğrulanması gerekmektedir.

Bu noktada epistemolojinin en önemli görevi olarak konumlandırılabilecek bir

sorunsal karşımıza çıkmaktadır: gerekçelendirme ve doğruluk arasındaki açıklığı

kapatma ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi kurma sorunsalı.

15
1.2.1. Gerekçelendirme ve Doğruluk

Gerekçelendirme ve doğruluk arasındaki ilişkiyi kurma sorunu, yüzyılımızdaki en

önemli felsefi projelerden birisidir. Bu görevi başarmak çok zordur, ancak olanaksız

değildir; çünkü BonJour’a göre kısır döngüye girmeden argümanı oluşturmak için

kaynaklar sınırlıdır. Empirik bilgiye ilişkin gerekçelendirme standardına ilişkin meta-

gerekçelendirmede empirik öncüller kullanılmamalıdır. Bu da bir bakıma a priori bir

argümanı gerekli kılmaktadır. Aksi halde geçerli bir gerekçelendirme yapılmamış

olur. Yani aksi halde, elimizde gerekçelendirilmemiş bir inanç vardır ve sorgulanan

standarda başvurularak oluşturulmuş kısır döngüsel bir gerekçelendirme söz konusu

olmaktadır. Ya da başka bir standarda başvurularak bir gerekçelendirme yapılır ki, bu

durumda yine bu standarda ilişkin bir meta-gerekçelendirme yapmak gerekecektir

(1985: 10). Bonjour’un sözünü ettiği meta-gerekçelendirme görüşünün kritik tarafı,

epistemik gerekçelendirmenin doğruluk üretmesi ya da doğrulukla olan bağlantısı

noktasındadır.

Audi’ye göre söz konusu bağıntı her ne olursa olsun, gerekçelendirme kendi başına

doğruluk içermemektedir. Aslında epistemik gerekçelendirme ve doğruluğun

birbiriyle olan bağıntısı, gerekçelendirmenin doğruluğu hedeflemesiyle ilgilidir. Bu

bağlamda Audi, gerekçelendirmenin niteliği ve süreci olmak üzere iki yaklaşımda

bulunulabileceğini söyler. Bunların ilki ontolojik, ikincisi ise teleolojik yorumlardır

(Audi, 1988b: 3). Ontolojik yaklaşıma göre bir şey bir inancı gerekçelendirdiğinde, o

16
inanç doğru kabul edilmektedir. Teleolojik yaklaşıma göre ise, gerekçelendirme ile

doğruluk arasındaki kavramsal bağıntı gerekçelendirmenin doğruluğu hedeflemesi

anlamına gelir. Bu yaklaşım, gerekçelendirmeyi doğruluğu arama pratiğiyle

ilişkilendirmek demektir. Yani ontolojik yaklaşım, söz konusu inancın doğruluğunu

ilişkili bir takım olgu durumlarında temellendirirken; teleolojik yaklaşım, doğruluk

peşinde inançların taşıması gereken entelektüel özellikleri açığa çıkarmaya çalışır.

Bu bağlamda bir inancı gerekçelendirme etkinliği ile bir inancın gerekçelendirilmiş

olma niteliği arasındaki fark önemli görünmektedir. Bir inancı gerekçelendirme

etkinliğine girildiğinde, inancı destekleyen neden ya da kanıtlar ortaya konulmaya ya

da açıklanmaya çalışılır. Hedeflenen şey kişinin başkasını ya da kendisini, söz

konusu inancın gerekçelendirilmiş olduğuna ikna etmektir. Bu açıdan bir nitelik

olarak gerekçelendirme ile etkinlik olarak gerekçelendirme arasındaki ilişki

konusunda iki nokta öne çıkmaktadır. İlki, kişinin belirli bir inancı herhangi bir

gerekçelendirme etkinliğine girilmemiş olsa bile, gerekçelendirilmiş olma niteliğine

sahip olabileceğidir. İkincisi ise, belirli bir inanç gerçekte gerekçelendirilmiş olsa

bile, kişinin bu inancın nasıl gerekçelendirilmiş olduğuna ya da nasıl

gerekçelendirilebileceğine ilişkin hiçbir fikrinin olmayabileceğidir (Steup, 1998: 10).

Örneğin kişinin kitap okurken kitap okuduğuna ilişkin inancını düşünecek olursak,

bu inanç gerekçelendirilmiş bir inanç olarak görülebilir. Bu gerekçelendirmenin

sağlanabilmesi için, bu inancı destekleyen nedenlerin herhangi birisine açıklanma

ihtiyacı yoktur. Yani böylesi bir durumda bir gerekçelendirme etkinliğinden söz

konusu edilmeyebilir. Ya da bir epistemoloji sınıfında, ilk derste profesörün

öğrencilerine var olduklarına ilişkin inançlarını gerekçelendirmelerini sorduğunu

17
düşünelim. Öğrencilerin ilk tepkisi bir şaşkınlık olacak ve soruya hemen bir karşılık

vermekte zorlanacaklardır. Ancak yine bu durum, var olduklarına ilişkin inançlarında

gerekçelendirilmemiş olduklarını göstermemektedir; çünkü bir inanç için

gerekçelendirilmiş olmak ile inanan kişinin inancını gerekçelendirmesi farklı

şeylerdir.

Bu bağlamda Audi’nin ortaya koyduğu ontolojik yaklaşım, inancın

gerekçelendirilmiş olması niteliğiyle ilgilidir. Gerekçelendirmenin doğruluğu

hedefleme sürecini ifade eden teleolojik yaklaşım ise, inancın gerekçelendirilme

etkinliğine karşılık gelmektedir. Bu iki farklı durum, aynı zamanda

gerekçelendirmeye ilişkin dışsalcı ve içselci yaklaşımların da ayrıldıkları noktalardan

birisi olarak düşünülebilir. Bu doğrultuda şimdiden dışsalcığın daha çok

gerekçelendirilmiş olma niteliği ile, içselciliğin ise gerekçelendirmenin doğruya

yönelik bir etkinlik olması düşüncesiyle hareket ettiği söylenebilir. Bu iddia,

gerekçelendirmeye ilişkin söz konusu tartışmanın önemli bir ayrılma noktasını

belirlediğinden; tartışmanın bağlantılı kutuplarını serimlemekte hazırlayıcı bir işlev

taşımaktadır.

1.2.2. Gerekçelendirme Standartları

Doğrulukla ilişkisinde gerekçelendirme, inançlara hem bir nitelik kazandırmakta hem

de bir etkinlik yüklemektedir. Gerekçelendirmeye ilişkin her iki özellik de, belirli bir

18
çerçeve ve belirli standartlar yoluyla söz konusu prosedürü açıklamaya ihtiyaç

duymaktadır. Bu doğrultuda epistemik gerekçelendirmeye ilişkin yaklaşımlar,

temelde bir takım standartların ortaya koyulması olarak kendisini gösterir. Bu

standartlar gerekçelendirmenin nasıl sağlanabileceğine ilişkin kriterleri ifade ederler.

Bu açıdan eğer gerekçelendirme standartlarına ilişkin bir görüş oluşturulacaksa, bu

standartların doğruluk ve bilgiyle olan ilişkini ortaya koymak önemli bir girişim

olarak kendisini göstermektedir. BonJour’un bunu sağlama işlevini yerine getirmesi

gerektiğini iddia ettiği meta-gerekçelendirme anlayışı; farklı gerekçelendirme

yaklaşımlarının incelenmesini ve bunların bir değerlendirilmesini içermektedir.

BonJour meta-gerekçelendirmeye ilişkin sorunsalı aşmak için, temelde üç farklı

girişimde bulunulduğunu dile getirir (1985: 11). Ona göre tarihsel olarak öne çıkan

ilk yaklaşım, gerekçelendirmeyi doğruluğun zemini olarak betimler. Birçok defa

pragmatistler ve mutlak idealistler tarafından savunulmuş olan bu yaklaşımda,

gerekçelendirmenin doğruluk üretmede yeterli olduğu iddia edilmektedir.

Doğruluğun doğasına ilişkin yeni yaklaşımlarla desteklenen bu açıklama, aynı

zamanda gerekçelendirme ve doğruluk arasındaki ilişki sorununu da çözme

girişimidir.

BonJour’a göre ikinci yaklaşım, gerekçelendirme ve doğruluk arasındaki ilişki

sorunsalını çözmek yerine, sağduyuya başvurmak yoluyla ayrıştırmayı deneyen G. E.

Moore’un yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın günümüzdeki en önemli temsilcisi olan

19
Roderick Chisholm aşılmaya çalışılan güçlüğü “kriter sorunu” olarak

adlandırmaktadır (1985: 11). Sorun temel olarak iki soru aracılığıyla ortaya konulur.

1- Ne biliyoruz? Yani bilgimizin sınırı nedir?

2- Herhangi bir şeyi bilip bilmediğimize nasıl karar veriyoruz? Yani bilginin ya da

gerekçelendirmenin kriterleri ya da standartları nelerdir?

Bu noktada Chisholm’un görüşüne göre, epistemolojide temel ve kaçınılmaz bir

dilemayla karşı karşıya kalınmaktadır:

Eğer bu sorulardan birisinin yanıtını bilirsek, diğer soruyu yanıtlamamıza olanak


sağlayacak bir prosedür geliştirmek söz konusu olabilir. Eğer bilginin kriterini
belirleyebilirsek, bilgimizin nereye kadar uzandığına karar vermenin bir yoluna sahip
olabiliriz. Ya da bilgimizin nereye kadar uzandığını bilirsek ve bildiklerimizin neler
olduğunu söyleyebilirsek, bildiklerimizi ve bilmediklerimizi ayırabileceğimiz bir kriter
formüle edebiliriz.

Fakat ilk sorunun yanıtına sahip değilsek, o zaman ikinci soruyu hiçbir şekilde
yanıtlayamayız gibi görünüyor. Ve ikinci soruya yanıt veremiyorsak da, ilk soruyu hiçbir
şekilde yanıtlayamayız (1985: 12).

BonJour’a göre Chisholm, ilk seçeneği daha makul bulmaktadır. Bu doğrultuda

Chisholm, doğrulukları ‘apaçık’ olan çeşitli türden inançlar temelinde epistemik

ilkeler ortaya koyan bir yaklaşımı savunmaktadır. Bu ilkelerin epistemik

gerekçelendirmenin standartlarına ilişkin bir açıklama sağladığı iddia edilmektedir.

Ancak bu açıklama, bilgimizin sınırları konusunda sağduyu temele alındığı takdirde

iş görmektedir. Fakat bu durumda, gerekçelendirme ile doğruluk arasındaki bağlantı

da koparılmış olur (Kornblith, 2003: 595). Doğruluk ve ‘apaçıklık’ arasındaki

bağlantı sorunu bir çözüme kavuşturulamamakta ve ‘sağduyu’ya başvurulması

inançların gerekçelendirilmesinde iyi nedenlere olan ihtiyacı sağlayamamaktadır.

20
Sağduyu doğruluk üretme temelinde değil, doğru sonuçlara yol açtığı varsayımıyla

ele alındığından dogmatik bir karakter taşımaktadır.

Kriter sorununa ilişkin bir diğer alternatif yaklaşım ise, Chisholm’un görüşünde

olduğu gibi sağduyuya merkezi bir rol vermemekte, bütünsel çerçevede bir önem

atfetmektedir. Bu alternatif yaklaşımda; sağduyunun bilgimizin sınırına ilişkin genel

anlamda doğru olduğu ve bu varsayıma bağlı olarak kuşkuculuğun yanlış olduğu

varsayımı yapılmaktadır. Sağduyuyla uzlaşan sonuçları ortaya koyan epistemik

gerekçelendirme standartlarına ilişkin bir açıklama sağlama konusundaki başarısızlık

sonucunda bu varsayımdan vazgeçilebileceği gibi, bu varsayım aynı zamanda felsefi

bir argümanla da savunulabilir (1985: 14). Yani epistemolojik araştırmaya anlamını

veren bir etkinlik olarak kuşkucu iddiaları ciddiye almak ve sahip olduğumuz

inançların gerekçelendirilmesinin doğasını ve derecelerini incelemek görevi, bu

yaklaşımla daha uygun bir yola girmektedir. Dolayısıyla BonJour’un benimsemiş

olduğu bu yaklaşım, doğruluk bağlantısını kurmayı savlamaktadır. Bu belirlemeler

ışığında gerekçelendirme sorunu, temel bir tartışma alanı olarak görülmekte ve ele

alınacak olan farklı yaklaşımların açıklama girişimleri, gerekçelendirmeye ilişkin

görüşler olarak düşünülmektedir.

Gerekçelendirmeye ilişkin görüşlerin temel çıkış noktası, gerekçelendirme

standartlarının belirlenmesi girişimleri olarak görülebilir. İşte temellendiricilik ve

bağdaşımcılık da, bu sorunlar çerçevesinde ortaya konulmuştur. Bu doğrultuda her

21
iki yaklaşım da, epistemik gerekçelendirme sorunuyla bağlantısında ele alınacak ve

birbirlerine karşıt olarak konumlandırılacaklardır.

1.3. Temellendiricilik

Temellendiricilik ve bağdaşımcılık görüşleri, epistemik gerekçelendirmenin

standartlarına ilişkin bir yaklaşım geliştirme sorunudur. Bu sorunun temeli, empirik

bilgi dizgesinin genel gerekçelendirme yapısıyla bağlantılıdır. Epistemik

gerekçelendirme nasıl yapılmaktadır? Elbette ki bir inançtan ya da bir inanç

kümesinden bir diğerine çıkarımsal bağlantılar yoluyla gerekçelendirme yapmak

olanaklıdır. Ancak gerekçelendirme başlangıcını nereden alır? Özel statüsü olan bir

empirik inanç kümesinden mi? A priori ilkelerden mi? Bilgi dizgesine dışsal bir

öğeden mi? Bir bütün olarak bilgi dizgesinin kendisinden mi? Ya da bir başka

kaynaktan mı? Bu soruya verilen farklı yanıtlar farklı yaklaşımları gündeme

getirmektedir. Bu doğrultuda gerekçelendirmeyle ilgili felsefi yaklaşımların, iki ana

kutupta toplandığını söylemek olanaklıdır.

Bu kutuplardan ilk olarak incelenecek olan temellendiricilik, gerekçelendirmenin

olanağı için özel statüsü olan bir inanç kümesinden söz eder.4 Bu inanç kümesi,

4
Bu türden bir gerekçelendirmenin en iyi örneklerinden birisi, Descartes’ın epistemolojisinde ortaya
konulmuştur. Bu türden bir yaklaşımda, belirli bir inancın gerekçelendiricisi inanan kişiye doğruluğun
garantisini sağlamadıkça, gerekçelendirilmiş sayılmamaktadır. Literatüre klasik temellendiricilik
olarak geçen bu Kartezyen görüşte, gerekçelendiriciler olarak özel statüdeki temel inançlar yanılmaz
(infallible) olmalı ve temel-olmayan diğer inançlar da yanlış olması olanaklı olmayan bu temel
inançlardan çıkarım yoluyla elde edilmelidirler (Steup, 1998: 105). Descartes, İlk Felsefe Üzerine

22
dolaysız olarak gerekçelendirilmiş inançlardan oluşmaktadır ve bunlar temellendirici

inançlar olarak iş görür. Dolaysız olmayan gerekçelendirilmiş inançlar da, bu inanç

kümesine bağımlı olarak gerekçelendirilebilmektedir (Audi, 1988a: 87).

Epistemolojik temellendiriciliğin iki ana tezi, BonJour’a göre şu şekilde

özetlenebilir:

(a) Bazı empirik inançlar, diğer empirik inançlar yoluyla gerekçelendirilmeye bağımlı
olmaksızın, kendiliğinden dolaysız bir şekilde epistemik gerekçelendirme kriterine
sahiptirler.

(b) Bu ‘temel inançlar’ tüm empirik bilginin nihai gerekçelendirilme kaynağıdırlar. Bu


görüşe göre diğer tüm empirik inançlar, epistemik olarak özel statüde olan bu ‘temel
inançlar’la uygun çıkarımsal ilişkiler aracılığıyla türetilerek gerekçelendirilirler. Ve bunlar
empirik bilginin dayandığı temeli oluştururlar (1985: 17).

Bu genel açıklama modeli doğrultusunda temellendiricilik, epistemik

gerekçelendirmenin yapısını açıklama iddiasında olan en yaygın yaklaşımlardan

birisi olarak kendisini göstermektedir. Kuramı adlandırmak için kullanılan terim de,

açıklama biçimine uygun bir şekilde yapısal bir metafor olarak görülmektedir

(Fumerton, 2002: 210). Bu bağlamda temellendirici yaklaşıma göre gerekçelendirme,

doğruluğun bir garantisi olarak görülmektedir.

Çağdaş epistemolojide temellendiricilik bir bakıma geleneksel kutuplaşmalardan

farklı bir doğrultu izlemektedir. Temellendirici yaklaşım, hem rasyonalist hem de

empirist kuramın ortak olarak paylaşabildiği bir kavrayışı ifade etmektedir.

Meditasyonlar’da dış dünyanın varlığını “Varım” ve “Düşünüyorum” gibi yanılmaz kesinliklerden


yola çıkarak kanıtlamaya girişmiştir.

23
Empiristler, deneyimin temel inançların garantisi olduğunu iddia ederler.

Rasyonalistler ise temel inançların garantisinin akıl olduğunu iddia ederler. (Lehrer,

1990: 42). Gerekçelendirme konusunda temel inançlara biçilen bu işlev, her iki kutbu

birleştirmektedir.

Bilgi ve gerekçelendirmeye ilişkin empirist kurama göre, temel inançların içeriğini

oluşturan empirik önermeler vardır. Bu önermelerin doğru olduğuna ilişkin inanç,

kendinden gerekçelendirilmiş bir temel inanç olarak ele alınır. Yani bu türden

empirik önermelerin kabulü temelde durmaktadır. Farklı empirist yaklaşımların duyu

deneyiminin nesnesinin ne olduğuna ilişkin (fiziksel nesne, görünüş ya da duyu-

verisi gibi) farklı görüşleri olmasına karşın, temellendirici tutumları

değişmemektedir. Ayrıca bu temellendirici yaklaşımın, mantıksal ya da tarihsel

olarak yalnızca empirizmle sınırlandırılması da söz konusu değildir (1990:41).

Epistemolojik olarak temellendirici bir özellik gösteren rasyonalist kuramlar da

bulunmaktadır. Bu türden bir rasyonalizme göre ise, temel inançlar ve bunların diğer

inançlar için sağladığı gerekçelendirme akıl yoluyla elde edilmektedir.

Bu doğrultuda çağdaş epistemolojideki temellendirici ve bağdaşımcı ayrımı,

epistemolojiyi empirizm ve rasyonalizm arasındaki bir tartışma alanı olmaktan

çıkaran bir perspektif ortaya koymaktadır. Dolayısıyla söz konusu geleneksel ayrımla

ilişkisini koparan bu farklı yaklaşım biçiminde, bağdaşımcılığın karşısında

konumlandırılan temellendiriciliğin ana iddiası olarak doğruluklarının güvencesini

kendinde taşıyan ‘temel inançlar’ın bulunduğu düşüncesi kritik bir öneme sahip

24
olmaktadır. Bu iddianın daha iyi anlaşılabilmesi için, temel inançlar düşüncesiyle

ilişkili olan epistemik gerileme sorununu açımlamak gerekmektedir.

1.3.1. Epistemik Gerileme Sorunu

Empirik bilgiye bir temel ya da dayanak bulunmasına ilişkin girişim, klasik

epistemik gerileme sorununu ele almayı gerektirir. Bu sorun bilginin koşulu olarak

gerekçelendirme sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. İnançların yeterli bir şekilde

gerekçelendirilebilmesi için ihtiyaç duyulan gerekçelendirici argümanın sonsuz

gerilemeye düşmesi, kuşkucu sorunları beraberinde getirmekte ve inançların

gerekçelendirilmesini olanaklı olmaktan çıkarmaktadır. En temelde bilgi sahibi

olduğumuz iddiası, birtakım önermeleri bildiğimiz düşüncesini içerir. Dolayısıyla P

gibi bir önermeyi bildiğimizi iddia edebilmemiz için, bu P önermesini bir takım

kanıtlar sağlayarak destekleyen bir Q nedenine ihtiyaç duyulmaktadır. Ve bir önerme

ancak kendisini destekleyen bir başka önerme varsa bir neden olarak işlev görebilir.

Bu durumda Q önermesini destekleyen bir başka R nedenine sahip olmak gerekir ki;

bu durum böyle sürüp gidecektir (Cling, 2008: 402). Yani sonsuz bir gerileme

nedeniyle, P önermesini gerçekten de gerekçelendirecek bir destek

sağlayamayacağımıza göre, P’yi bildiğimiz iddiası geçersiz kalmaktadır.

P inancının gerekçelendirilmesi için, bir başka empirik inanç olan Q’ya başvurulması

ve P’nin kabul edilebilir bir şekilde Q’dan çıkarılabilir olması; tipik bir

25
gerekçelendirici argümandır. Yani Q önermesi ya da inancı, P’nin kabul edilebilmesi

için bir neden ya da gerekçe olarak sunulur. Yalnız bu türden bir çıkarımsal

gerekçelendirmenin yeterli olması için, Q’nun da bir şekilde gerekçelendirilmiş

olması, yani desteklenmemiş bir tahmin ya da önsezi olmaması gerekmektedir. Bu

durumda bir inancın çıkarımsal gerekçelendirilmesi; bu çıkarımın öncüllerinin

gerekçelendirilip gerekçelendirilmediği ve gerekçelendirildiyse nasıl

gerekçelendirilmiş olduğu sorununu açığa çıkarmaktadır. Bunun yanıtı, yeniden bir

çıkarımsal gerekçelendirmeye başvurmayı gerektirecektir. Teorik olarak Q inancının

da bir başka öncül-inanç olan R yoluyla gerekçelendirilmesi beklenir. Fakat bu yeni

R inancının gerekçelendirilmesi için de, yine aynı soru kendini göstermektedir. Bu

durum belirsiz bir şekilde sürüp gitme potansiyeli taşır. Audi, inançların birbirlerini

destekleyerek her birinin bir öncekine bağlandığı ve bir şekilde bilgi oluşturma

iddiası içinde olan bu yapıya ‘epistemik zincir’ demektedir (Audi, 2003: 188).

Dolayısıyla bu epistemik zinciri oluşturan halkalar olarak inançların statüsü, bu

doğrultuda belirlenmelidir.

Bu noktada empirik bilgi, epistemik gerekçelendirmenin kısır bir döngüsü ya da

sonsuz bir gerilemesi nedeniyle tehdit altındadır; çünkü her inanç ancak ve ancak

kendisine dayandırılan öncül inanç gerekçelendirilmiş ise gerekçelendirilebilir. Ve

epistemik olarak öncül olan inanç da, yine daha önceden bir başka gerekçelendirilmiş

inanç yoluyla gerekçelendirilmiş olmalıdır. Böylece çıkarımsal karakterdeki

gerekçelendirme hiçbir zaman başlayamaz. Sonuç olarak bu yaklaşıma göre, empirik

bir gerekçelendirme ve dolayısıyla empirik bilgi olanaksız olarak görünmektedir. İşte

26
tam da bu noktada, temellendirici argüman bu kuşkucu sonuçtan kaçınmanın bir

stratejisi olarak işlev görmektedir.

BonJour temellendirici yaklaşımın pozisyonunu daha ayrıntılı olarak açımlamak için,

gerekçelendirmenin söz konusu epistemik gerilemesi konusunda olası dört durum

ortaya koyar:

1- Gerileme daha önceki inançlar için sunulan gerekçelendirici öncüllerde son bulabilir,
fakat bu öncüller için daha fazla herhangi bir gerekçelendirmeye ulaşılamaz.

2- Gerileme yeni empirik öncül inançlar ortaya kondukça, belirsiz bir şekilde geriye doğru
sürebilir; fakat bu sıralamada ne herhangi bir inanç yinelenir ne de herhangi bir sona
ulaşılabilir.

3- Gerileme kendi üstüne doğru kapanabilir, yani gerekçelendirme yeteri kadar ilerletildiği
zaman, gerekçelendirici argüman zinciri sırasında daha önceden öncüller olarak ortaya
çıkmış olan inançlar (bunlar da bir başka inanç tarafından gerekçelendirilmişlerdir),
yeniden gerekçelendirici öncüller olarak kullanılırlar.

4- Gerileme nihayet son bulabilir; çünkü ‘temel’ empirik inançlara ulaşılmıştır ve bu


inançlar diğer empirik inançlara çıkarımsal olarak bağımlı olmayan bir şekilde epistemik
gerekçelendirme özelliğine sahiptirler. Böylece daha öte bir empirik gerekçelendirmeye
ihtiyaç duyulmaz (1985: 21).

Temellendirici yaklaşım sonuncu alternatifi öngörmektedir ve diğer alternatiflerin

kaçınılmaz bir şekilde kuşkuculukla karşı karşıya kalacağını iddia eder. Bu

doğrultuda empirik bilgi söz konusu edilecekse, epistemik gerileme sorununu çözen

tek yaklaşım temellendiricilik olarak ortaya koyulur. Temellendiriciliğin hangi olası

alternatif görüşlere karşı ileri sürüldüğünün açımlanması, yaklaşımın dinamiğini

anlamak açısından önemlidir. İşte dördüncü alternatif, temellendiriciliğin genel

iddiasını dile getirmektedir. Temellendirici bilgi ya da bilgiyi oluşturan inançlar,

epistemik zincirin son halkasında bulunurlar (Audi, 2003: 192). Temel inançlar,

27
gerekçelendirme zincirinde diğer inançlar için geçerli bir neden olarak işlev görürler.

Temellendiricilik, ‘temel’ empirik inançların sahip olduğu iddia edilen çıkarımsal

olmayan epistemik gerekçelendirme özelliğinin derecelerine göre üç farklı

versiyonda karşımıza çıkmaktadır.

1.3.2. Temellendiricilik Türleri

Temellendiriciliğin ılımlı versiyonunda, ‘temel inançların’ sahip olduğu çıkarımsal

olmayan güvencenin kendisi, bilgi için gerekçelendirme koşulunu yeterli bir şekilde

sağlamaktadır. Yani ‘temel inanç’ kendi başına diğer empirik inançların

gerekçelendirilmesinde kabul edilebilir bir öncül olarak konumlandırılmaktadır.

Temel inanç, gerekçelendirilme ihtiyacı konusunda diğer empirik inançlardan

bağımsız olduğundan, açık bir şekilde temel olma işlevini taşır (BonJour, 1985: 26).

Bu inançların sadece yeterli bir şekilde kendinden gerekçelendirilmiş olduğunun

değil, aynı zamanda mantıksal olarak da yanılmaz (infallible), kesin ve kuşku

götürmez olduğunun iddia edilmesi ise, güçlü temellendiricilik versiyonunun

iddiasıdır. Ancak temellendirici yaklaşımın ilk savunucularının temel inançlara

yanılmazlık ve kesinlik atfetmesi, yandaş ve karşıt görüşler arasında birçok

tartışmaya neden olmuş ve asıl temellendiriciliğin ana iddiasını taşıyan ılımlı

temellendiricilik versiyonunun kabul edilebilir olup olmadığı sorununu kısmen de

olsa gündemden düşürmüştür. BonJour’a göre, temel inançlara mantıksal yanılmazlık

28
özelliği atfetmek çok güçlü ve aşırı bir iddia taşımaktadır ve epistemik gerileme

sorununa bir yanıt olarak getirilmiş olan temellendirici yaklaşım için gerekli de

değildir; çünkü asıl önemli ve yeterli iddia, temel inançların kendinden

gerekçelendirilmiş olduğu iddiasıdır (BonJour, 1985: 28).

Üçüncü versiyon olan zayıf temellendiricilik ise, ılımlı temellendirici yaklaşımın

temel inançlara atfettiği içsel ve çıkarımsal olmayan gerekçelendirme özelliğini de

gerekli bulmamaktadır. Buna göre temel inançlar yalnızca düşük düzey bir epistemik

gerekçelendirme özelliği taşımaktadır ki, bu gerekçelendirme derecesi bilgi için

yeterli gerekçelendirme koşulunu sağlayamamakta ve kendilerinden çıkarılması

olanaklı diğer inançlar için kabul edilebilir öncüller olarak görülmemektedirler. Zayıf

temellendiricilikte bu inançlar ancak başlangıçta geçici olarak güvenilir sayılırlar.

Fakat yine de bu yaklaşımın temellendiriciliğin bir versiyonu olarak ele alınmasının

nedeni, görece düşük düzeyde de olsa gerekçelendirici temel inançları varsayıyor

olmasıdır. Yalnız bu temel inançlar, epistemik gerileme sorununa son noktayı koyan,

kendinden gerekçelendirme özelliği taşıyan ılımlı temellendiriciliğin temel inançları

olmadığından; aynı zamanda temel olmayan inançların da desteğine başvurulmak

zorunda kalınır. Kendilerinden diğer bütün inançların gerekçelendirilebileceği temel

inançlar olduğu iddiasını benimsemeyen zayıf temellendirici görüş; böylelikle,

gerekçelendirmenin temel ve temel-olmayan inançların bağdaşımı yoluyla olanaklı

olabileceği iddiasını ortaya atar (BonJour, 1985: 29). Bir bakıma başlangıçtaki yarı-

temel inançlar diğer inançlarla olan bağdaşımı yoluyla güçlendirilmektedir. Sonuç

olarak zayıf temellendirici yaklaşım, ılımlı temellendiricilik ile bağdaşımcı kuramlar

arasında bir ara versiyon olarak görülebilir.

29
Bu noktada gerekçelendirme ve bilgi sorunu; epistemik gerileme sorununa verilmiş

bir yanıt olarak ele alınmış olan temellendirici yaklaşımın en temel iddialarını içeren

ılımlı temellendiricilik doğrultusunda ele alınacaktır. Bu temel iddialar

doğrultusunda temellendiriciliğe yapılan karşı çıkışların incelenmesi,

gerekçelendirme sorununu dışsalcılık tartışması bağlamında anlayabilmek açısından

önemli görünmektedir.

1.3.3. Temellendiricilik Eleştirisi

Empirik bilgiye güvenilir bir temel sağlayacak ve gerekçelendirmenin sonsuz

gerilemesinin önüne geçecek temel empirik inançların varlığı, ılımlı

temellendiriciliğin temel iddiasıdır. Ancak bu temel inançların varlığı iddiası,

epistemik olarak paradoksal bir yapı içermektedir. Daha fazla empirik öncüle gerek

duyulmaksızın bu temel inançlar nasıl gerekçelendirilmektedir ya da kendinden

gerekçelendirilmiş sayılmaktadırlar? Bu temel inançlar için çıkarımsal olmayan

gerekçelendirme nereden sağlanmaktadır? Epistemik gerekçelendirmenin temel

işlevi bilginin doğrulukla ilişkilendirilmesi olduğundan ve empirik bilgi için

gerekçelendirme standartlarının doğruluğa yönlendirecek özellikte olması

gerektiğinden; temel inançların da doğru olduğunu düşünmek için iyi nedenler

bulunması gerekmektedir.

30
Temel inançların doğru olduğunu düşünmek için gerekli olan gerekçeler nasıl

sağlanacaktır? BonJour ılımlı temellendiricilikle ilgili sorunları açımlamak için, her

durumda temel inançları sıradan empirik inançlardan ayıran bir özellik olması

gerektiğini ortaya koyar (1985: 31). Ona göre eğer bu özelliğe φ dersek ve B’yi

temel bir inanç olarak belirlersek; kabul edilebilir bir temellendirici görüş, aşağıdaki

argümanın öncüllerini gerekçelendirebiliyor olmalıdır:

(1) B, φ özelliğine sahiptir.

(2) φ özelliğine sahip olan inançlar yüksek olasılıkla doğrudur.

O halde, B yüksek olasılıkla doğrudur.

Argümana göre, eğer B temel bir inanç ise ilk öncül doğru olmalıdır. Fakat asıl

sorun, B’yi temel bir inanç olarak kabul etmemizi sağlayan ve diğer inançları

gerekçelendirmek için kullanmamızı meşru kılan nedenlerin ne olduğudur.

Öncüllerden birincisi φ özelliğine bağlı olarak a priori temelde

gerekçelendirilebiliyor olarak düşünülse de, her iki öncülün de bu şekilde

gerekçelendirilebileceğini iddia etmek olanaklı değildir. Bu noktada Bonjour, kabul

edilebilir bir temellendirici yaklaşıma göre öncüllerden en az birisinin empirik

olması gerektiğini söyler. Bir diğer sorun ise; B inancının belirli bir A kişisi için

gerekçelendirilebilmesi için, A kişisinin bu gerekçelendirmenin kognitif olarak

farkında olması gerektiğidir. Yani gerekçelendirme basamaklarının soyut bir şekilde

var olması bir şey ifade etmeyecektir. Gerekçelendirmeye kognitif olarak sahip

olmak demek de, (1) ve (2) öncüllerine inanmak ve onları gerekçelendirebiliyor

31
olmak anlamına gelmektedir. Bu koşul sağlanmadıkça; yani A kişisinin söz konusu

gerekçelendirmeye ve argümantasyona kognitif erişimi olmadıkça, inançların kabul

edilmesinde epistemik sorumluluktan söz edilemez (1985: 31). Tüm bunların

ışığında BonJour’a göre, B’nin gerekçelendirilmesi için, bir başka empirik inanca

duyulan ihtiyaçtan dolayı, B artık temel inanç olarak görülemeyecektir. Dolayısıyla

ılımlı temellendiricilik de, gerileme sorununa karşı geçerli bir yanıt olmaktan

çıkmaktadır.

BonJour tarafından formüle edildiği şekliyle, temellendiricilik karşıtı bu argümanın

daha ayrıntılı olarak ele alınması; gerekçelendirme sorunuyla bağlantılı olarak

dışsalcılık ve içselcilik tartışmasına geçişte kritik bir önem taşır. Aynı zamanda

BonJour’un argümantasyonu, temellendirici yaklaşımın yandaş ve karşıt görüşler

çerçevesinde nasıl ele alındığını da ortaya koymaktadır.

(1) Temel empirik inançlar olduğunu varsayalım; bunlar a) epistemik olarak


gerekçelendirilen empirik inançlar ve b) gerekçelendirilmesi başka herhangi bir empirik
inanca dayanmayan empirik inançlar olsun.

(2) Bir inancın epistemik olarak gerekçelendirilmesi için, bu inancın doğru olduğuna
ilişkin bir neden gereklidir.

(3) Bir inancın belirli bir kişi için epistemik olarak gerekçelendirilmesi için, bu kişinin bu
nedene kognitif olarak erişimi olması gerekir.

(4) Böyle bir nedene kognitif olarak erişim içinde olmanın tek yolu, inancın doğru olduğu
çıkarımını sağlayan öncüllere gerekçelendirme yoluyla inanmaktır.

(5) Empirik bir inanç için, bu türden bir gerekçelendirici argümanın öncülleri tamamen a
priori olamaz; en azından bir öncül empirik olmalıdır.

O halde; söz konusu temel empirik inancın gerekçelendirilmesi, en azından bir diğer
empirik inancın gerekçelendirilmesine bağımlı olmaktadır ki; bu (1) ile çelişir. Bu
durumda, temel inançlar olanaklı değildir (BonJour, 1985: 31).

32
Temellendiricilerin bu argümanın sonucunu reddetmeleri için; öncüllerden birisini ya

da daha fazlasını reddetmeleri gerekmektedir. Öncül (1) temellendirici yaklaşımın

ana tezidir. Öncül (2) de, gerekçelendirmenin bir bakıma anlamı ve amacını ifade

etmektedir. Empirik bilgi ve empirik inançlar söz konusu olduğundan, öncül (5)’in

reddedilmesi de düşünülemez. Dolayısıyla temellendirici yaklaşımın kabul edilebilir

olması için, geriye öncül (3) ya da (4)’ün reddedilmesinden başka bir yol

kalmamaktadır.

Geleneksel temellendirici yaklaşım, temellendiricilik karşıtı argümanın (4) numaralı

öncülünü reddeder. Buna göre, bir inancın temel olması için söz konusu kişinin

gerekçelendirmeye kognitif erişimi olması gerekir; ancak inanan kişinin

gerekçelendirmeye ilişkin kognitif kavrayışı, gerekçelendirme gerektiren daha öte bir

empirik inancı gerekli kılmaz. Yani inancın doğru olduğunu sağlayan daha fazla

öncüllere ve bunların da gerekçelendirilmesine ihtiyaç yoktur. Söz konusu olan şey,

gerekçelendirme gerektirmeyen daha temel türden bir kognitif durumdur (BonJour,

1985: 33). Bu kognitif durumlar epistemik gerekçelendirmenin nihai kaynakları

olarak sunulur. Bir bakıma temel inançlara koşut olarak temel kognitif durumlar

(sezgi, dolaysız kavrayış, doğrudan farkındalık vb.) gündeme getirilmektedir.

Ancak son zamanlarda temellendirici yaklaşımın birçok temsilcisi daha yaygın

olarak öncül (3)’ü reddetmektedir. Bu versiyona göre, bir inancın

gerekçelendirilmesi ve aynı zamanda temel olması için yukarıdaki argüman belirli

bir anlamda sağlanmalıdır; ancak temel inançla ilişkilendirilen kişinin bu argümanın

33
öncüllerini bilmesi ya da gerekçelendirerek inanması, hatta sadece inanması bile

gerekli değildir. Gerçekte herhangi bir kişinin bu öncülleri bilmesi ya da

gerekçelendirerek inanması zorunlu değildir. Bu görüşe göre, temel inançlar için söz

konusu öncüllerin, herhangi bir kişi farkında olsun ya da olmasın, sadece doğru

olması yeterlidir (BonJour, 1985: 33). Bu yaklaşımın en önemli savunucusu David

Armstrong, bu görüşe dışsalcılık adını verir; çünkü temel bir inancı gerekçelendiren

şey, inanan kişinin duruma ilişkin kavrayışına dışsal olan uygun olgulardır.

Temellendirici yaklaşımın dışsalcılıkla bağlandığı bu noktada, dışsalcılığın

motivasyonu daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Dolayısıyla dışsalcılığın bu yolla

daha anlaşılır bir şekilde ele alınmasının zemini oluşturulmuş olmaktadır. Bu

yaklaşım en önemli temsilcilerinden birisi olan Armstrong’un görüşleri öne

çıkarılarak örneklendirilecek ve sorun bu yolla incelenerek derinleştirilecektir.

1.4. Dışsalcılık

Gerekçelendirmenin sonsuz gerilemesi sorunu karşısında, temellendirici yaklaşımın

ortaya attığı iddiayı güçlü bir zemine oturtmak adına geliştirilen dışsalcılık; çağdaş

epistemolojide son dönemlerde formüle edilmiş ve hala güçlendirilmeye uğraşılan bir

yaklaşımdır. Daha fazla gerekçelendirilmeye ihtiyaç duymayan basit ve temel

inançların bir şekilde açıklanması gerekliliği; dışsalcı bir alternatif yaklaşımın

üretilmesine neden olmuştur. Yani esas sorun, inanan kişinin söz konusu temel

34
inançlarının doğru olduğunu düşünmesinin bir gerekçesi olarak, yeniden

gerekçelendirilmiş inançlara duyulan ihtiyacın önüne geçme sorunudur.

Bu bağlamda dışsalcılık, bilen öznenin bilgi alanı içinde olması gerekmeyen dışsal

bir gerekçelendirme koşulu arayışına girmiştir. Dolayısıyla temellendiricilik karşıtı

argümanın şu (3) numaralı öncülünün reddedilmesi bu anlama gelir:

(3) Bir inancın belirli bir kişi için epistemik olarak gerekçelendirilmesi için, bu

kişinin bu nedene kognitif olarak erişimi olması gerekir.

Ancak bu önermenin reddedilmesi, hala bir inancın neden doğru olduğuna ilişkin bir

gerekçeye olan ihtiyacı ortadan kaldırmamaktadır; çünkü (2) numaralı öncüle göre,

bir inancın epistemik olarak gerekçelendirilmesi için, bu inancın neden doğru

olduğuna ilişkin bir neden gereklidir.

İşte dışsalcılık, (2) numaralı öncülün gerekli olduğunu iddia ettiği koşulu ortaya

koyma girişimidir. Bu neden ya da gerekçenin temel karakteristiği ise, inanan kişiye

‘dışsal’ olmasıdır. “Temel empirik bir inancın epistemik gerekçelendirilmesi; inanan

kişi ile dünya arasındaki nedensel ya da nomolojik karakterdeki uygun bir ilişkinin

sağlanması yoluyla olanaklıdır” (BonJour, 1985: 34). Bilgi ve doğruluk arasındaki

ilişki böyle kurulmaktadır. Temel inanç, inanca sahip olan kişinin kavramasının

gerekli olmadığı bir neden ya da ilişki yoluyla gerekçelendirilmektedir. Böylece

temel inançların gerekçelendirilmesi için, daha başka bir inanca ya da kognitif

duruma ihtiyaç kalmamakta ve epistemik gerilemeye ilişkin temellendirici sorun

35
çözülmüş olmaktadır. Bu yolla temellendiriciliğin, dışsalcılıkla olan bağlantısı açıkça

görülmektedir.

İnançların gerekçelendirilmesi söz konusunda olduğunda en önemli sorun epistemik

gerileme sorunu olduğundan, dışsalcılığın bu sorun karşısındaki yaklaşımı ve bu

soruna karşı geliştirdiği strateji kritik bir değer taşır. Bu bağlamda dışsalcılık,

özellikle temellendiricilikle ve epistemik gerileme sorunuyla ilişkisinde ele alınmalı

ve karşısında konumlanan içselcilik de öncelikle bu dolayım yoluyla incelenmelidir.

Dışsalcılık5 bu açıdan, genel olarak ancak birtakım dışsal koşulları sağlayan temel

inançların, epistemik olarak gerekçelendirilmiş olduğunu iddia eder. Armstrong bu

dışsalcı yaklaşımı, İnanç, Doğruluk ve Bilgi adlı yapıtında ortaya koymuştur. Ona

göre temel bir inancın gerekçelendirilmesi, inanan kişi ve inancı ile dünya arasındaki

dışsal ve yasa benzeri bir ilişkiye başvurularak yapılmaktadır.

“Olgu durumları olarak Bap (a’nın p’ye inanıyor olması) ile ‘p’yi doğru kılan olgu

durumları arasında yasa-benzeri bir bağlantı olmalıdır. Yani Bap söz konusu

olduğunda; durum da, ‘p’ olmalıdır” (Armstrong, 1973: 166). Armstrong bu

açıklamaya çıkarımsal olmayan bilginin ya da gerekçelendirmenin “termometre

modeli” adını verir. Nasıl ki güvenilir bir termometrenin ölçümleri sıcaklığı yasal

5
‘Dışsalcılık’ terimi, ilk defa Armstrong (1973) tarafından bilgiye ilişkin bir görüş olarak ortaya
konulmuştur. BonJour, Armstrong’un kullandığı bu terimi kendi düşüncesine uyarlayarak bir
gerekçelendirme anlayışı çerçevesinde ele almıştır.

36
olarak yansıtıyorsa; kişinin temel inançları da bunları doğru kılan olgu durumlarını

yasal olarak yansıtmaktadır. Bu durumda inançları bu koşulları sağlayan kişi,

güvenilir bir kognitif araç olarak konumlandırılmaktadır. Bunun için Armstrong

herhangi belirli bir inanan kişiyi şart koşmasa da, yine de inanan kişinin ve inancının

belirli özellikleri taşıması gerektiğini söylemek durumundadır.

Kişinin inancı, ancak ve ancak bu özellikleri sağladığı zaman yasa-benzeri bağlantı

yoluyla gerekçelendirilmiş sayılır. Bu bakımdan inanç ve bu inancı doğru kılan

nomolojik bağlantı, güvenilir bir göstergeye dayanmalıdır (Armstrong, 1973: 182).

Yani inancın bilgi sayılabilmesi için, inancın doğruluğunun doğa yasaları yoluyla

garanti edilmesi ve inancın doğruluğu için, nomolojik olarak yeterli özelliklere sahip

olması gerekmektedir. Armstrong’un güvenilir bir işaret düşüncesi, çıkarımsal

olmayan bilgi konusundaki yaklaşımında belirleyicidir. Buna göre bilen kişi, bildiği

şey hakkında bir kanıt sahibi olmak durumunda değildir. “Kişinin kendi inanç

durumu, içinde bulunduğu koşullarla birlikte, bir başkası adına tamamen güvenilir

bir kanıt olarak işlev görebilir ve özellikle inandığı şeyin doğruluğuna ilişkin

tamamen güvenilir bir işarettir” (Armstrong, 1973: 183). Armstrong’a göre bilginin

güvenilir göstergesi, ancak bu şekilde sağlanabilir. Kişinin inancına ilişkin, yani

inancının doğru olduğuna ilişkin, inancının karşılık geldiği olgu dışında bir şeye

sahip olmasını gerektirmeyen bu yaklaşım, dışsalcılığın temel iddiasını taşımaktadır.

Armstrong, dışsalcı savını şu şekilde netleştirir: “Öznenin inançları bir nedene

dayanmaz, fakat bunu iddia etmek makuldur (gerekçelendiricidir); çünkü o bir

37
göstergedir, tamamen güvenilir bir gösterge, var olduğuna inanılan durumun

gerçekten de var olduğunu ortaya koyan bir göstergedir” (Armstrong, 1973: 183).

İnanç ve olgu arasındaki yasal bağlantı yoluyla, daha öte bir gerekçeye ihtiyaç

duyulmaksızın, gerekçelendirmenin gerilemesi sonlandırılmış olmaktadır. Yani

Armstrong’un gerileme sorununu çözümü, basit algı yargıları olarak sınırlandırılan

bir inançlar kümesinde temellenen bir bilgi yaklaşımıyla geliştirilmiş olmaktadır.

A’nın p’ye inanıyor olması, yani Bap durumunda söz konusu olan inanç, bir algı

yargısıdır. Bu inanç, Bap olgu durumu ile p’yi doğru kılan olgu arasındaki yasa-

benzeri bağlantı ile bilgi statüsünü kazanır.

Armstrong’un bu yaklaşımında yasa-benzeri bağlantının varlığı, inancın doğruluğu

için yeterlidir, yani geçerli bir gerekçelendirme sağlamaktadır. Aynı zamanda bu

bağlantının varlığı, özneye inancı konusunda yeterli bir kanıt sağlamak zorunda

olmamakta, hatta öznenin bu bağlantının varlığına inanması bile gerekmemektedir

(Zalabardo, 2006: 138). Böylece söz konusu gerileme sorununu çözmek adına;

gerekçelendirme için öznenin herhangi bir kanıta ihtiyacının olmadığını ortaya koyan

dışsalcı bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Dışsalcı gerekçelendirme yaklaşımı,

tamamen öznel kavrayışa dışsal olarak kendisini göstermekte ve gerekçelendirme

etkinliğinde inanan kişinin rolünü ortadan kaldırma eğilimini sergilemektedir.

Bu bağlamda BonJour, Armstrong’un ortaya koyduğu nomolojik bağlantının

tamamen ‘güvenilir’ bir gösterge ile sınırlandırılmış olması noktasında, sorunu inanç

ve doğruluğu sağlayan dışsal olgu arasındaki bağlantı noktasında derinleştirir.

38
BonJour’a göre bu sınırlandırma; inancın kendisinin, kendisini doğru kılan olgulara

neden olduğu durumları dışarıda bırakma amacını taşımaktadır (1985: 36). Böyle bir

durumda inanç ve doğruluk arasındaki ilişki sorunlu hale gelmektedir. BonJour’un

yaptığı dışsalcılık eleştirisi, genel olarak bu vurgu üzerinden yürütülmektedir. Aynı

zamanda Armstrong’un ortaya koyduğu yaklaşıma paralel iddialar geliştiren

güvenilircilik de, bir dışsalcılık biçimi olarak BonJour’un eleştirilerinin hedefi

olmaktadır.

1.4.1. Güvenilircilik

Dışsalcı yaklaşımın önemli versiyonlarından birisi olan güvenilircilik6,

Armstrong’un temel iddialarıyla paralellik göstermektedir ve dışsalcı yaklaşımla olan

sıkı ilişkisi bağlamında ele alınmalıdır. Güvenilirciliğin ana hatlarını yaklaşımın

önemli isimlerinden olan Alvin Goldman, “What Is Justified Belief” adlı

makalesinde, gerekçelendirmeye ilişkin bir kuram ortaya koyma girişiminde

bulunarak belirlemiştir. Bu bağlamda dışsalcı yaklaşımın gerekçelendirme

hakkındaki tezleri, güvenilirci gerekçelendirme yaklaşımının ele alınmasıyla daha net

bir şekilde ortaya konulabilecek ve içselci yaklaşımla karşılaştırılabilecektir.

6
‘Güvenilircilik’, başlangıçta bilgi için gerekçelendirme gerekliliğini reddeden bir kuram olarak
ortaya atılmıştır. Armstrong’a göre bilgiye ilişkin bu türden bir yaklaşımda bilgi için gerekli olan şey,
dünya ile uygun bir şekilde bağlantı içinde olan doğru inançlardır (Kornblith, 2001b: 2). Fakat
sonrasında güvenilircilik genel olarak bir gerekçelendirme kuramı olarak geliştirilmiştir. En önemli
temsilcilerinden olan Goldman (1979), güvenilirciliği gerekçelendirmenin en uygun kuramı olarak
savunmuştur.

39
Goldman öncelikle gerekçelendirmenin nasıl anlaşılmış olduğunu ortaya koyar. Buna

göre kişi gerekçelendirilmiş bir inanca sahip olduğunda, inancının gerekçelendirilmiş

olduğunu ve gerekçelendirmenin ne olduğunu bilmektedir. Goldman’a göre bu

yaklaşımda gerekçelendirme; inancın desteklenmesinde bir argüman, savunma ya da

bir dizi neden olarak işlev görmektedir. Yani kişi, inancının gerekçelendirilmesi

konusunda bir iddia ve açıklama sahibi olarak konumlandırılmaktadır. Ancak

Goldman bu görüşlerin aksine; bir inanç gerekçelendirildiği zaman, inanan kişinin

bunu bilip bilmediği konusunu bir kenara bırakır.

Aynı şekilde, bir inancın gerekçelendirilmiş olduğu durumda, inanan kişinin bu

gerekçelendirmeye ilişkin bir farkındalık sahibi olup olmadığıyla da ilgilenmez

(Goldman, 1979: 2). Yani ona göre, bir inancın gerekçelendirildiği düşünüldüğü

zaman; inanan kişinin sahip olduğu ya da inanan kişinin bilincinde olduğu

‘gerekçelendirme’ denilebilecek bir şeyi varsaymaya gerek yoktur.

Bu bağlamda Goldman’ın güvenilirciliği, inancın gerekçelendirilmesini güvenilir bir

inanç-üretme sürecine bağlamaktadır. Bu işlem yeterli derecede yüksek doğruluk

oranına sahip olduğunda güvenilir olarak belirlenir (Altschul, 2011: 258). Kişinin

inancı, gerekçelendirilme statüsünü, onu gerekçelendirilmiş kılan işlemden

almaktadır. “Bir takım gerekçelendirme-oluşturan işlemler ya da özellikler olmalıdır.

Fakat bu durum, inanma noktasında inanan kişi tarafından sahip olunan bir argüman,

neden ya da başka bir şey olması gerektiği anlamına gelmez” (Goldman, 1979: 2).

Bu durumda dışsalcı yaklaşımı belirleyen şey, inancın gerekçelendirilebilmesi için

40
inanan kişinin öznel erişiminin olmasına gerek olmayan birtakım işlemler ya da

özelliklerin yeterli olduğu iddiasıdır.

Söz konusu inanç-üretme işlemleri Goldman’a göre organizmanın sinir sisteminde

gerçekleşmekte ve öznenin bu olayların farkında olması gerekmemektedir. Yani

inanç-üretme işlemlerinin güvenilir olması gerekçelendirmeyi sağlamakta ve bu

işlemlerin güvenilirliğine öznenin inanıp inanmaması gerekçelendirmenin

geçerliliğiyle ilişkili olmamaktadır (Swinburne, 2001: 11,12). Bu doğrultuda

Goldman’ın temel savı şöyledir: “Bir inancın gerekçelendirilme statüsü, ona neden

olan işlem ya da işlemlerin güvenilirliğinin bir fonksiyonudur ve güvenilirlik bir

işlemin yanlış inançlardan çok, doğru inançlar üretme eğiliminden ibarettir” (1979:

10). Yani gerekçelendirilmiş inançlar yüksek olasılıkla doğru olmaktadırlar.

Aynı zamanda temellendirici bir özellik de gösteren yaklaşıma göre, inançtan

bağımsız işlemler ve inanca bağımlı işlemler sonucu oluşmuş olmak üzere, iki farklı

türden gerekçelendirilmiş inanç vardır. Bunların ilki, inanç-olmayan ‘veri’leri uyaran

olarak alan beynin ‘yazılımı’ tarafından üretilmiş olan inançlardır. İkincisi ise, bu ilk

türden inançları ‘veri’ olarak alan işlemler tarafından üretilmiş olan inançlardır. Bu

modele göre, belirli duyu verileriyle karşılaştığımızda; dolaysız ve refleksif olmayan

bir şekilde dışsal nesneler hakkında sonuçlara ulaşabilecek şekilde evrimleşmiş

güvenilir mekanizmalara sahip olduğumuz ve bu yolla üretilmiş olan inançların

çoğunlukla doğru olduğu bir dünyada yaşadığımız varsayılmaktadır (Fumerton,

2002: 220).

41
Bu anlamda inançların güvenilir bir biçimde üretilmiş olmaları, gerekçelendirilmiş

olmalarını sağlamaktadır ve bu türden bir dışsalcı yaklaşımda bu şekilde

oluşturulmuş olan inançlar çoğunlukla doğrudur. Doğru olmaya yakın olan bu

inançlar; refleksiyona, iç gözleme ya da öznenin herhangi bir erişimine de açık

değildir (Alston, 2004: 43).

Dolayısıyla bir dışsalcılık biçimi olarak güvenilirciliğin gerekçelendirme sorunuyla

bu düzeyde ilişkilendirilmesi; karşı kutupta yer alan içselci yaklaşımla olan

farklılığını da açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu açıdan hem Armstrong hem de

Goldman, gerekçelendirmeye ilişkin dışsalcı bir konumda yer almaktadırlar.

Armstrong inançların gerekçelendirilme statülerini karşılık geldikleri dışsal olgulara

bağlarken; Goldman ise inanç-üretme mekanizmalarının güvenilirliğine

bağlamaktadır. Bu noktada dışsalcı yaklaşım, BonJour’un karşı çıkışı doğrultusunda

ve onun geliştirdiği argümanla sınırlandırılarak eleştirilecek ve bu yolla bağdaşımcı

bir içselci yaklaşımın sergilenmesi için zemin hazırlanacaktır.

42
1.4.2. Dışsalcılık Eleştirisi

BonJour, Armstrong’un dışsalcı yaklaşımına ve bir dışsalcılık biçimi olarak

görülebilecek olan güvenilirciliğe karşı, epistemik rasyonalite ve sorumluluğu öne

çıkaran içselci bir eleştiri ortaya koymaktadır. Geliştirdiği dışsalcılık karşıtı argüman,

inanan kişinin epistemik durumuna ilişkin öznel bir kavrayışa bağlı bir ussallık

anlayışıyla şekillendirilir. Bu doğrultuda kendi olgu durumlarına neden olan ya da

kendi olgu durumlarını doğuran ve dolayısıyla gerekçelendirme sayılamayacak

durumlara odaklanan BonJour, dışsalcı gerekçelendirmeye ilişkin açıklamanın

sıkıntılarını ortaya koyar.

Dışsalcılığa getirilen bu eleştiriler, gerekçelendirici argümanın empirik bilgiye ilişkin

temel arayışına yöneliktir. Bu bağlamda BonJour, bir düşünce deneyi yoluyla bir dizi

örnek durum ortaya koyar. Dışsalcı bir gerekçelendirmenin olanaklılığına ilişkin

ortaya koyduğu örneklerde, söz konusu inançların gerekçelendirilmiş sayılamayacağı

doğrultusunda bir argüman geliştirmektedir.

Örneklerini durugörü (clairvoyance) bilgisi dediği durumlar üzerinden seçen

BonJour, dışsalcılığın zayıf yönlerini gösterme stratejisi belirlemiştir. Bu bağlamda

durugörü, uzak olgu durumlarının varlığını ve niteliklerini herhangi bir duyusal

girdinin yardımı olmaksızın algılamayı ya da sezmeyi sağlayan psişik bir güç olarak

sunulur. BonJour’un bu türden tartışmalı bir bilgi türünü ele almasının nedeni,

43
empirik bilginin temellerine ilişkin felsefi bir görüş olarak dışsalcılığın; varlığı

kuşkulu da olsa çıkarımsal olmayan bir bilgi türü olarak durugörü durumlarını da

açıklayabilir olması gerektiği doğrultusundadır (1985: 38). Bu örneklerde

BonJour’un öne çıkardığı şey, dışsalcı yaklaşımda gerekçelendirme prosedürünün

inanan kişinin kavrayışını dışarıda bırakmasıdır.

Dışsalcı görüşe göre; kişi bir inancı kabul ederken duruma ilişkin kendi öznel

kavrayışı bakımından irrasyonel ve sorumsuz olabildiği halde, Armstrong’cu

kriterlere göre inancı hala epistemik olarak gerekçelendirilmiş sayılabilmektedir.

Yani inancının güvenilir olduğunu düşünmek için bir nedeni olmasa da, hatta

güvenilir olmadığına ilişkin bir nedeni olsa bile inancı güvenilir sayılmaktadır. Fakat

BonJour’a göre bu durum, bir inancın kabul edilmesinde ve gerekçelendirilmiş

olduğunun iddia edilmesinde epistemik sorumluluğu dışarıda bırakmanın yol açtığı

kabul edilemez sıkıntıları açıkça ortaya koymaktadır (1985: 38). Bu açıdan

Armstrongcu dışsalcılıkla ilgili sorunları daha açık bir şekilde ortaya koyan örnek

durumlar, dışsalcılığa karşı getirilmiş güçlü bir eleştiri olarak kendisini

göstermektedir.

BonJour ilk örnek-durumunu, ne lehte ne aleyhte herhangi bir nedene sahip

olmaksızın bir durugörü gücüne sahip olduğuna inanan ve Samantha adını verdiği bir

kişiyi ele alarak ortaya koyar. Samantha bir gün görünüşte bir neden olmaksızın, tüm

medyanın söylediklerinin aksine, Amerikan Başkanı’nın New York şehrinde

olduğunu iddia eder. Basında ve haberlerde Başkan’ın Washington D.C.’de olduğuna

44
dair tüm belge ve kanıtlara rağmen, bu inancını söz konusu durugörü gücüne

dayanarak sürdürür. Ancak Başkan’a yönelik bir suikast tehdidi olduğundan tüm

medyanın yanlış yönlendirilmiş olduğunu ve gerçekten de Başkan’ın New York’ta

bulunduğunu düşünelim. Bu koşullarda Samantha’nın güvenilir bir durugörü gücüne

sahip olduğu ve Başkan’a ilişkin inancına bu yeti yoluyla ulaştığı düşünülebilir.

BonJour’un aktardığı bu örnek-durumda (1985: 38), Samantha’nın inancının neden

doğru olduğunu gösteren ve bu inanca karşılık gelen bir olgu durumu vardır. Yani

Samantha her ne kadar sahip olduğuna inandığı durugörü gücüne başvurarak bu

inancını ortaya koymuş olsa da, Armstrong’cu güvenilirlik kriteri sağlanmaktadır;

çünkü Başkan gerçekten de New York’tadır ve bu durum inancın gerekçelendirilmiş

sayılması için dışsalcı açıdan yeterli olmaktadır.

BonJour’a göre böyle olsa bile, bu durum gerekçelendirilmiş bir inanç ya da bilgi

olarak sayılamaz. Samantha hiçbir gerekçeye sahip olmaksızın sahip olduğuna

inandığı durugörü gücüne dayanarak, Başkan’ın New York’ta olmadığına ilişkin tüm

kanıtları hiçe sayarak irrasyonel ve sorumsuz bir epistemik tavır göstermiştir ve

inancının doğru çıkması bu irrasyonelliği geçersiz kılamaz. Bundan dolayı BonJour’a

göre, söz konusu irrasyonellik ve sorumsuzluk, inancın epistemik olarak

gerekçelendirilmiş sayılmasının önüne geçmektedir.

45
Kişinin bu türden bir inancı, yanlış olduğunu düşündürecek tutarlı nedenler olmasına

rağmen kabul etmesi; dışsalcı gerekçelendirme koşullarının geçersiz kılamayacağı

bir irrasyonel tutum olmaktadır. BonJour’un yorumuna göre, Armstrong’un koşulu

gerekçelendirme için yeterli olmamaktadır (1985: 39). Bu örnek-durumdaki sorun,

kişinin bir inancı doğru ve gerekçelendirilmiş kabul ettiği halde, aynı zamanda bu

inancın yanlış olduğuna ilişkin tutarlı nedenlere de sahip olmasıdır. Aynı zamanda

Samantha’nın varsayılan bir durugörü gücü iddiasıyla ortaya koyduğu inanç, aslında

herhangi bir inanç ya da deneyime dayanmamaktadır ve bu sözde inanç, özne

tarafından anlaşılabilir ya da kavranılabilir bir özellik göstermemektedir (Alston,

2001: 98).

BonJour’un dışsalcı yaklaşımdaki zayıflığı ortaya koymak için tasarladığı ikinci

örnek-durum ise şu şekildedir: Casper, Samantha’dan farklı olarak aleyhte birçok

neden olsa da bir durugörü gücüne sahip olduğuna inanmaktadır. Çünkü durugörü

gücüne dayanarak kabul ettiği inançları birçok durumda yanlış çıkmıştır, fakat o yine

de bu güce sahip olduğuna inanmaya devam eder. Yine Samantha gibi bir gün

durugörü gücüne başvurarak Başkan’ın New York şehrinde olduğunu iddia eder ve

Başkan gerçekten de New York’tadır. Bu durumda Casper’ın inancına kaynaklık

eden durugörü gücü güvenilir bir temel olmaktadır ve diğer durugörü inançlarının

yanlışlığı, gücünü yanlış koşullarda kullanmasından ya da yanlış

yönlendirilmesinden kaynaklanmış olarak görülmektedir (1985: 39) .

46
Yine Armstrong’a göre, Casper’ın da inancı gerekçelendirmiş sayılacaktır. Hatta bu

örnek-durumda BonJour’un eklediği, inanan kişinin inancının yanlış olduğuna ilişkin

nedenlere sahip olmaması gerektiği koşulu da sağlanmaktadır; yani Casper için

Başkan’ın New York’ta olmadığını düşündürecek nedenler de yoktur. Ancak yine de

BonJour için, Casper’ın inancının gerekçelendirilmiş olduğunu söylemek olanaklı

değildir. Casper epistemik açıdan bu türden inançlarının güvenilir olmadığını

gösteren örnekleri yok saydığı için, irrasyonel ve sorumsuz bir şekilde inanç sahibi

olmaktadır ve bu nedenle inancı gerekçelendirilmiş olarak kabul edilemez.

BonJour bir üçüncü örneğinde ise Maud adlı kişi, sahip olduğuna inandığı durugörü

gücünün olanaksızlığına ilişkin birçok bilimsel kanıt olmasına rağmen, bu inancını

sürdürmektedir. Durugörü gücüne dayanarak destekleyici hiçbir neden olmaksızın

Başkan’ın New York’ta olduğuna inanır. İşte yine Başkan’ın gerçekten de New

York’ta olması durumunda, Armstrong’cu koşul sağlanmış olacaktır. Ancak sahip

olduğuna inandığı kognitif gücün olanaklı olmadığını düşündürecek birçok neden

olmasına karşın, Maud’nun bu kuşkulu temele dayanarak inancını sürdürmesi;

irrasyonel ve sorumsuz bir kabul olarak ortaya konmaktadır (1985: 40). Yani Maud

için de inancının gerekçelendirilmiş olduğunu söylemek olanaklı değildir.

BonJour bu örnek-durumlar ışığında, Armstrong’un yaklaşımına birtakım değişikler

eklenmesini önerir. Yani inanç ve olgu-durumu arasındaki yasa-benzeri bağlantıya

ek olarak; inanca karşıt neden ya da gerekçelerin bulunmaması ve söz konusu inanan

47
kişinin yasa-benzeri bağlantının var olmadığına ya da bu türden inançların güvenilir

olmayacağına ilişkin nedenlere sahip olmaması koşulu ortaya konulur.

Bu değişikler Armstrong’cu dışsalcı kriteri, BonJour’un verdiği örnek-durumlara

karşı daha dirençli ve tutarlı hale getirmektedir. Ancak dışsalcılığı bu örnekler

yoluyla sınama stratejisine giden BonJour, öznel irrasyonellik durumlarında dışsal ya

da nesnel güvenilirliğin yeterli bir gerekçelendirme olarak görülemeyeceği

düşüncesini sürdürmektedir. Armstrong’cu dışsalcılığın eleştirisi konusunda ele

alınabilecek ve kendi eklediği koşulları da sağlayan bir örnek-durum daha ortaya

koyar.

Bu sefer belirli koşullarda ve belirli konularda tamamen güvenilir bir durugörü

gücüne sahip olan Norman adlı bir kişiyi örnek verir. Norman ne lehte ne de aleyhte

bu türden bir gücün olanaklılığına karşı bir kanıt ya da nedene sahip değildir. Bir gün

herhangi bir kanıtı olmamasına karşın, Başkan’ın New York’ta olduğuna inanır.

Başkan Norman’ın bu inancı taşıdığı sırada gerçekten de New York’tadır. Sonuç

olarak gerçekten de inancı doğru çıkmıştır ve bu inancını durugörü yoluyla ortaya

koymuştur (BonJour, 1985: 41).

BonJour’un yaptığı eklemelerle değiştirilmiş olan dışsalcı görüşe göre, Norman’ın

inancı gerekçelendirilmiş sayılmalıdır. Ne Norman’ın inancına karşıt gerekçeler

vardır, ne durugörü gücünün olanaksızlığına ilişkin nedenler vardır, ne de bu yolla

48
ulaşılan inançların güvenilir olmadığına ilişkin örnekler vardır. Ancak bu noktada

BonJour, dışsalcılığın en temel sıkıntısı olan inanan kişinin devre dışı bırakılması

konusunda kritik bir noktaya işaret eder: Norman’ın herhangi bir gerekçesi

olmamasına karşın, durugörü gücüne sahip olup olmadığı konusunda kendisine

inanıp inanmadığı noktası (1985: 42). Her iki durumda da, yani böyle bir güce sahip

olduğuna inansa da inanmasa da, durugörü gücüne sahip olduğuna ilişkin inancı

gerekçelendirilmiş değildir.

Norman’ın durugörüsüne ilişkin inancı gerekçelendirilmiş değilse, bu yolla ulaştığı

inançları da gerekçelendirilmiş sayılamaz. Epistemik sorumluluk ve

gerekçelendirilmiş inanç arasındaki sıkı bağlantı, gerekçelendirme için epistemik

ödevleri yerine getirmeyi gerektirmektedir. Norman kişinin inançları üzerine

refleksiyon yapması şeklinde belirlenen epistemik ödevi yerine getirmemiştir ve bu

epistemik sorumsuzluk, inancını şanslı bir tahminden öteye taşıyamaz (Kornblith,

2012: 10).

Bu noktada BonJour, dışsalcı yaklaşımın epistemik gerilemeyi durdurmakta başarılı

olmadığını düşünmektedir. Norman böyle bir gücün olanaklı olduğunu düşünse bile,

herhangi bir neden olmaksızın böyle bir inancı taşıması, onu epistemik açıdan

irrasyonel olmaktan kurtaramamaktadır. Durugörü gücü bir bakıma dışarıdan

verilmiş ve Norman’ın bilmesinin olanaklı olmadığı bir şey gibi durmaktadır.

Bilmesi ve gerekçelendirilmesi Norman’ın bilme alanının dışında olan böyle bir

49
inanca dayanarak ortaya konulan iddiaların gerekçelendirilmiş sayılması da söz

konusu olamaz.

Alışılmadık fakat güvenilir bir kognitif yeti olarak sunulan durugörü örnekleri

yoluyla, gerekçelendirme prosedürlerinin güvenilirliğinin inançların

gerekçelendirilebilmesi için yeterli olmadığı gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu

düşünceden hareketle, epistemik gerekçelendirmenin sağlanabilmesi için inanan

kişinin farkındalığına ilişkin bir gereklilik ortaya konulur. Yani gerekçelendirmenin

gerçekleştirilmesi, kişinin inançlarının doğru olduğunu düşünmesi için kişinin bu

inançlara ilişkin neden ya da gerekçelere bir erişimi olmasını ya da bunların

farkındalığına sahip olmasını gerektirmektedir (Madison, 2010: 841).

Kısacası BonJour, dışsalcı gerekçelendirme analizinin ortaya koyduğu koşulların

sağlanmış olduğu, fakat bu koşulları sağlayan kişinin hala gerekçelendirilmiş bir

inanca sahip olmadığını düşündürecek varsayımsal örneklerle dışsalcılığın zayıf

taraflarını göstermektedir (Fumerton, 2006: 96). Armstrong’un yasa-benzeri bağlantı

dediği inanç ve olgu arasındaki ilişki de, inanan kişinin bilgi alanı ya da erişimi

içinde bulunmamaktadır. Yani yasa-benzeri bağlantının kendisi yasal değildir.

Her ne kadar dışsalcı yaklaşıma göre, inanan kişinin gerekçelendirme prosedürüne

kognitif erişim içinde olması gerektiği iddia edilmese de; söz konusu inancın

rasyonelliği Norman’ın kendi öznel perspektifinden değerlendirilmediği için, dışsalcı

50
gerekçelendirme görüşü bilgi için yeterli olmamaktadır. Bu örneklere göre, inanan

kişinin bilgi alanı içinde olmasını gerektirmeyen dışsal gerekçelendirme koşulları,

söz konusu inançların gerekçelendirilmiş sayılması için yeterli değildir. Yani dışsalcı

yaklaşımın çizdiği çerçeve doğrultusunda, durugörü gücüne dayalı olarak güvenilir

bir şekilde oluşturulmuş olan Norman’ın inancı gerekçelendirilmiş olarak görülemez.

BonJour’a göre temel inançların neye dayanarak kabul edildiğine ilişkin inanan

kişinin perspektifinden yanıt veremeyen dışsalcı yaklaşım, inancın neden kabul

edildiğine ilişkin bir açıklama ya da gerekçe verememektedir. Yani durugörü

örnekleri düşünülecek olursa; söz konusu inançlar güvenilir bir durugörü gücünün

sonuçları da olsa, bu inançlara karşılık gelen olgu durumları inançların

gerekçelendirilmiş olması için yeterli olamamaktadır. İnanan kişinin perspektifinden

değerlendirildiğinde kendisini gösteren irrasyonellik, dışsal gerekçelendirme

koşullarının inanan kişiyi tamamen dışarıda bırakması anlamına gelmektedir.

Bu eleştiriler sonucunda, dışsalcı yaklaşım doğrultusunda inanca ne şekilde ulaşıldığı

ya da neye dayanarak iddiada bulunulduğunun gözetilmediği ortaya çıkarılmış olur.

Bu strateji yoluyla hem dışsalcı yaklaşımın gerileme sorununa getirdiği çözümün,

hem de güvenilirciliğin altı oyulmuş olmaktadır (Zalabardo, 2006: 140). Bu

bağlamda gerekçelendirmeye ilişkin içselci yaklaşımın, dışsalcılık karşısındaki

pozisyonu da açık bir hale gelmektedir.

51
BonJour’un bu tespitleri, Schmitt’in epistemik perspektivizm olarak adlandırdığı

görüşle de benzerlikler göstermektedir ve her iki düşünürün iddiaları da

gerekçelendirmeye içselci bir yaklaşımda bulunmaktadır. Epistemik perspektivizm,

bilgi için gerekli olan gerekçelendirilmiş olma özelliğini belirli bir bakışa göre

değerlendiren bir görüştür. Bu bakış, öznenin inancının gerekçelendirilmiş olup

olmadığının yine öznenin, yani inanan kişinin bakışından ya da perspektifinden

onaylanabileceğini ortaya koymaktadır. Buna göre, ancak p gibi bir inancın

‘güvenilir’ olduğuna inandığımız takdirde, p’ye olan inancımızda gerekçelendirilmiş

sayılabiliriz. “Gerekçelendirilmiş inanç doğası gereği perspektifseldir; yani öznenin

gerekçelendirmeye ilişkin yargıları ya da bunlarla ilişkili gerekçelendirici özellikler

(ya da öznenin epistemik olarak yönlendirici kavrayışı) yoluyla, öznenin epistemik

perspektifi tarafından onaylanan inançlardır” (Schmitt, 2001:180). Schmitt’e göre,

BonJour’un Empirik Bilginin Yapısı adlı yapıtında inanan kişinin perspektifine

yaptığı vurgu, bu bağlamda epistemik perspektivizmle örtüşmekte (2001: 180) ve bu

vurgu içselciliğin temel düşüncesini oluşturmaktadır.

Sonuç olarak BonJour, savunulabilecek bir dışsalcı konumun, geleneksel epistemik

gerekçelendirme düşüncesini terk etmekle olanaklı olabileceğini ve dışsalcılığı

savunanların tam da bunu yaptıklarını dile getirir. Bu durum da, dışsalcı bir

yaklaşımla gerekçelendirmeden söz edildiğinde, tamamen farklı bir prosedürün söz

konusu olduğu anlamına gelmektedir. Bu doğrultuda BonJour’a göre, Kartezyen tarzı

bir gerekçelendirmeyi reddeden Alvin Goldman gibi dışsalcıların, epistemik

rasyonalite düşüncesinden de vazgeçip vazgeçmedikleri kuşkulu hale gelmektedir.

52
Dolayısıyla bilginin geleneksel kavramsallaştırılması çerçevesinde kendisini gösteren

epistemik gerileme sorununa bir çözüm getirdiği iddiasında olan dışsalcı yaklaşım,

esasında bu kavrayışı reddetmekte ve buradan doğan tüm sorunları da dışarıda

bırakmaktadır (BonJour, 2001: 31). Doğruluk sağladığı iddia edilen olgularla

güvenilir bir şekilde üretilmiş olan inançlar, inanan kişi bu süreçlerin güvenilir

olduğuna inanmakta bir nedene sahip olmadıkça, geçerli bir gerekçelendirme

koşuluna ulaşamamaktadır (Fumerton, 2006: 97). Böylece içselci yaklaşımın

açıklama biçimi ve koşullarını gündeme getirmek gerekmektedir.

Gerekçelendirme sorununa ilişkin temellendirici ve dışsalcı yaklaşımların birbirlerine

paralel iddialarının ortaya koyulması ve değerlendirilmesi sonrasında,

bağdaşımcılığın alternatif yaklaşımı ele alınmak durumundadır. Bu doğrultuda

bağdaşımcılıkla ilişkilendirilecek olan içselciliğin ana tezleri incelenecek ve

dışsalcılık karşısındaki konumu ve iddiaları açımlanacaktır.

53
II. BÖLÜM

İÇSEL BAĞDAŞIMLAR

2.1. Bağdaşımcılık

Bağdaşımcılık her şeyden önce, epistemik gerileme sorununa temellendiricilikten

farklı bir çözüm getirme girişimini temsil eder. Bu alternatif çözüm getirme girişimi,

nihai olarak inançları gerekçelendiren temel, doğrudan ve çıkarımsal olmayan

inançlara dayanmamaktadır. Bağdaşımcı yaklaşıma göre, bilginin

gerekçelendirilmesinde temelde duran ve gerekçelendirilmeye ihtiyaç duymayan bir

takım inançlara ya da önermelere yer yoktur. Bu açıdan bağdaşımcı kuramlar,

temellendirici yaklaşımdan farklı olarak, özel statüsü olan ve temelde duran bir bilgi

olanağını reddederler. Çağdaş epistemolojide bu karşıtlık giderek güçlenmekte ve bu

iki yaklaşım uzlaştırılamaz iki ana kuram gibi görünmektedir (Audi, 1980: 612).

Kornblith de, bu iki yaklaşımın, Kantçı bir çatışkının iki tarafı olarak

değerlendirilebileceğini dile getirir. Her iki görüş, argümanını diğer görüşün

savunulamaz olduğunu iddia ederek geliştirme çabasındadır (1980: 598).

Bu bağlamda bağdaşımcılığın epistemik gerileme sorunu karşısındaki duruşu, bu

temel karşıtlıktan ya da karşılıklı konumlandırmadan yola çıkarak daha rahat


anlaşılabilir. Bağdaşımcı yaklaşım, temellendiriciliğin açıklamasının kabul edilemez

olduğunu savunmaktadır. Bu yüzden bağdaşımcılar, epistemik gerekçelendirmenin

gerilemesi sorununun temel empirik inançlarda son bulamayacağını iddia ederler. O

halde, epistemik gerileme ya gerekçelendirilmemiş inançlarda son bulacak, ya

sonsuza kadar gerileme devam edecek, ya da bir şekilde kendi üzerine geri

katlanacaktır. Birinci ve ikinci alternatif kuşkucu bir sonuca yol açtığından; geriye

bilgi sorununda kuşkucu bir yaklaşımın önüne geçen üçüncü alternatif kalmaktadır

ve bu da bağdaşımcılığın temel iddiasını oluşturur.

Gerekçelendirilmiş inançların sonsuz bir dizisi olanaklı olmadığından,

gerekçelendirme sınırlı bir empirik inançlar kümesi içinde yapılmak durumundadır.

Bağdaşımcılığa göre, inançların birbiriyle olan ilişkileri bağdaşan bir yapı

sergilediğinde bir inanç dizgesi söz konusu demektir ve her inanç dizge içindeki

diğer inançlara başvurularak gerekçelendirilmektedir. Yani bir inanç dizgesinin

gerekçelendirilmesi için temel olan şey ‘bağdaşım’ düşüncesidir (BonJour, 1985:

88). Bu doğrultuda bağdaşımcılık, inançlar arasındaki bağdaşım ilişkileri yoluyla,

inanç dizgesine bağımlı bir gerekçelendirme anlayışı sunar ve gerileme sorununa bir

yanıt olarak kendisini gösterir (Moser, Mulder & Trout, 1998: 82). Gerilemeyi

durduran özel türden inançları devre dışı bırakan bu yaklaşımda, inançların

gerekçelendirilmesi diğer inançlarla olan bağdaşımsal bağlantıya dayanarak

sağlanmaktadır.

55
Söz konusu bağdaşımsal bağlantı düşüncesi, temellendiriciliğin ana iddialarıyla bir

karşıtlık içerisinde konumlandırılabilir. Bu bağlamda, temellendiriciliğe göre,

temelde duran ve herhangi bir inanca dayanmaksızın kendinden gerekçelendirilmiş

sayılan özel statüdeki temel inançların en yaygın adayı algısal inançlar olarak iddia

edilmektedir. Ancak herhangi bir bağlantı söz konusu olmaksızın sadece yalıtılmış

bir algısal veri yoluyla bir inanç elde edilebileceği düşüncesinde ciddi sorunlar

kendisini gösterir.

Örneğin parmaklarımın altında bir klavye olduğuna ilişkin bir inanca sahip

olduğumu düşünelim (Lehrer, 1990: 64). Bu inancımın gerekçelendirilmesi için, yani

parmaklarımın altındaki klavyeye benzeyen nesnenin bir klavye olduğuna ilişkin bir

bilgiden söz edebilmek için, gördüğüm şeye ilişkin algıdan bağımsız farklı türden bir

bilgiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu türden bir nesne gördüğümde, bu türden bir nesne

görüyor olduğuma ilişkin inancımın gerekçelendirilmesi; bu türden nesnelerin nasıl

göründüğüne ilişkin farklı bir bilgiyi gerektirmektedir. Temellendirici anlayışa göre

ise, gördüğüm şeyin belirli türden bir nesne olduğuna ilişkin inancımın

gerekçelendirilmesi yalnızca yalıtılmış bir algının sonucunda gerçekleşebilmektedir.

Bağımsız ve yalıtılmış algı iddiası ise kritik bir sorunsal olarak karşımıza çıkar.

Lehrer herhangi bir inanca bağımlı olmaksızın kendinden gerekçelendirilmiş olarak

sunulan temel inançlar düşüncesine karşı başka bir örnek daha verir. Bu sefer klavye

örneğinden daha basit bir inanç için bile, aynı sorunların kendisini göstereceğini

ortaya koymayı hedeflemektedir. Kırmızı bir şey gördüğüme ilişkin bir inancı örnek

56
olarak ele alan Lehrer (1990: 64), bu yolla temellendirici yaklaşımın ortaya koyduğu

temel inançların yanılabilir ya da hataya açık olduğunu gösterdiği gibi, söz konusu

sorunun gerekçelendirmenin gerilemesi sorunuyla olan ilişkisini de analiz etmeye

olanak sağlamaktadır.

Lehrer’in örneğine göre gördüğüm şeyin kırmızı bir şey olduğunu belirlemek için,

kırmızı şeylerin nasıl göründüğüne ilişkin bir bilgiye de sahip olmam gereklidir.

Aynı zamanda farklı koşullarda da kırmızı şeylerin nasıl göründüğünü bilmem

gerekir. Bir şeyin kırmızı olması standart koşullar altında ve normal gözlemciler için

o şeyin kırmızı olarak görünmesi şeklinde düşünülse bile; gördüğüm şeyin kırmızı

olduğunu belirlemek için, bu sefer de standart koşulların ve normal gözlemcinin ne

olduğunu bilmem gerekmektedir. Dolayısıyla bir şeyin bir kimseye kırmızı olarak

görünmesi durumunda, söz konusu kişi kırmızı şeylerin standart koşullarda normal

gözlemcilere kırmızı göründüğü formülünden yola çıkarak gördüğü şeyin kırmızı

olduğunu gerekçelendiremez. Bu gerekçelendirmeyi yapabilmek için kişinin ayrıca

içinde bulunduğu koşulların standart olduğunu ve kendisinin de normal olduğunu

bilmesi gerekmektedir. Bunun dışında söz konusu koşulların standart olduğunun

bilinmesi ve kişinin kendisinin normal bir gözlemci olduğunu bilmesi de yine birçok

farklı inancın devreye girmesini gündeme getirmektedir. Yani söz konusu algısal

inancın gerekçelendirilebilmesi için Lehrer’in doğrudan bir kaynak olarak algıdan

ayırdığı ve algıdan bağımsız bir veri olarak belirlediği bir bilgiye ihtiyaç

duyulmaktadır. Bu veri, algının sağlayamadığı bir şey olarak, hem kişinin kendisine

ilişkin hem de algının koşullarına ilişkin bir inanç olarak kendisini gösterir (1990:

64).

57
Bu bağlamda algısal inançların gerekçelendirilebilmesi için algının koşullarına ve

kişinin kendisine ilişkin bilgilere de ihtiyaç duyulması, algısal inançların temel inanç

olarak konumlandırılmasının altını oymaktadır. Bu yolla yalıtılmış ve diğer

algılardan bağımsız bir algısal inancın olanaksızlığı gösterilmiş olmakta ve temel

olduğu iddia edilen inançların diğer inançlarla olan bağlantısı ortaya konulmuş olur.

Dolayısıyla algısal inançlar da diğer inançlarla olan bağdaşımsal bağlantıları yoluyla

gerekçelendirilebilirler. Bu türden inançların gerekçelendirilebilmesi için de, söz

edilen kişinin kendisine ilişkin inancı, içselci bir koşul olarak yorumlanabilmektedir;

çünkü kişinin kendi durumuna ilişkin bilgisi aynı zamanda kişinin sahip olduğu

inançları anlamına gelmekte ve bunları içermektedir.

Kırmızı bir şey gördüğüme ilişkin algısal inancım, bir şeyin hangi koşullar altında kırmızı
olduğunu söyleyebileceğimi ortaya koyan bir inançlar dizgesiyle olan bağdaşımı yoluyla
gerekçelendirilebilmektedir. Gerekçelendirmeyi sağlayan şey, bir çıkarım ya da
argümantasyon olarak değil, bir bağdaşım olarak kendisini gösterir (Lehrer, 1990: 14).

Lehrer’in örnekleri, gerekçelendirmeye ilişkin bağdaşımcı bir yaklaşımı ortaya

koymaktadır. Bu türden bir bağdaşımcılık, gerekçelendirmenin gerilemesini

önleyecek temel inançlara başvurmaya gerek kalmaksızın, inançları ilişkili olduğu

başka inançlar dizgesine bağlamaktadır. İnançlar arasında kurulmuş bağdaşımsal bir

bağlantı olarak bu bağ, temellendiricilikte olduğu gibi belirli inançlara epistemik bir

öncelik vererek hiçbir inancı temele almamaktadır.

58
Gerekçelendirmeye ilişkin dışsalcı konumun kabul edilemezliği üzerinden yola çıkan

BonJour da, bağdaşımcı gerekçelendirmenin ilkece inanan kişinin erişiminde olması

gerektiğini dile getirir (1985: 89). Bağdaşımcılık temellendirici yaklaşımın karşısında

konumlandırıldığı gibi, aynı zamanda dışsalcı yaklaşımın da karşısında

konumlandırılmaktadır. Bir bakıma bağdaşımcılıkla içselci yaklaşım birbirine

yaklaştırılmaktadır.

Öncelikle bağdaşımcı kuramın epistemik gerileme sorununa nasıl bir çözüm ürettiği,

birincil önemde kendini göstermektedir. Bu durumda bağdaşımcı yaklaşım,

gerekçelendirmenin gerilemesinin kendi içine kapanan bir şekilde hareket etmesi

gerektiğini iddia etmektedir. Gerekçelendirme zinciri kendi içinde döngüsel bir yapı

sergilemektedir. Bu iddia, doğrusal-olmayan bir gerekçelendirme

kavramsallaştırmasıyla desteklenir. Aksi halde temellendirici yaklaşımın doğrusal

gerekçelendirme anlayışı, gerileme sorununun temel nedeni olduğundan; bu türden

bir doğrusal gerekçelendirme yoluyla bağdaşımcılığın bu sorunla başa çıkması

olanaklı değildir.

Bu durumda bağdaşımcı yaklaşımın temel düşüncesi, sistematik ve bütünsel bir

karakter taşıyan alternatif bir gerekçelendirmenin olanaklılığıdır. Doğrusal olmayan

bu alternatif yaklaşımda, inançlar çıkarımsal olarak diğer inançlarla ilişkisinde tutarlı

bir sistemin bütünsel bağlamında gerekçelendirilirler. BonJour bu gerekçelendirmeye

‘global’ gerekçelendirme demektedir ve empirik inançlar dizgesinin bütünsel

gerekçelendirilmesini ifade eder (1985: 91). Bu türden bir bağdaşımcı dizgede

59
inançlar arasındaki ilişki doğrusal bir bağımlılık şeklinde değil, karşılıklı bir destek

şeklinde ortaya konulur. İnanç dizgesinde herhangi bir ‘epistemik öncelik’ ilişkisi

söz konusu değildir ve dolayısıyla epistemik gerileme için olası bir zemin de ortadan

kaldırılmış olmaktadır. Belirli bir inancın gerekçelendirilmesi, doğrusal bir

gerekçelendirme anlayışıyla diğer belirli inançlara bağımlı değildir; bütün bir

dizgeye ve onun tutarlılığına bağlıdır. Bu karşılıklı destek düşüncesi ya da bir başka

deyişle, gerekçelendirmeyi sağlayan ilişkilerin karşılıklılığı düşüncesi;

temellendiriciliğin ana tezinin reddedilmesinden başka bir şey değildir (Bender,

1989: 1).

Bağdaşımcı yaklaşıma göre, belirli bir empirik inancın gerekçelendirilmesi için dört

temel basamak söz konusudur:

1- Söz konusu belirli inancın diğer belirli inançlardan ve inançlar arasındaki ilişkilerden
çıkarılabilir olması.

2- Empirik inançların bütünsel dizgesinin tutarlılığı.

3 Empirik inançların bütünsel dizgesinin gerekçelendirilmesi.

4- Söz konusu belirli inancın dizge içindeki konumu yoluyla gerekçelendirilmesi (BonJour,
1985: 92).

Bu noktada bağdaşımcı yaklaşımda, belirli bir inanç kümesini oluşturan inançların

birbirleriyle iyi organize olmuş bir yapı içinde bir arada bulunması gerekmektedir.

Bu yapı, dizgenin üyelerinin kendi içinde birbirleriyle olan bağdaşmasını ifade eder.

Yani belirli bir inancın gerekçelendirilmesi, bütün dizgeye ve inancın dizgeyle olan

bağdaşımına bağlıdır.

60
Aynı zamanda dışsalcılığa karşı bir yaklaşım olarak oluşturulan bağdaşımcılığın

içeriminde, ancak sorumlu bir şekilde sahip olunan ve inanılan bir inancın

gerekçelendirilebileceği düşüncesi vardır. Sorumluluk, inancın doğru olduğunu

düşünecek iyi bir nedene sahip olmak anlamına gelmektedir ve bu bağlamda bir

inancın doğru olduğunu düşünmeyi sağlayan şey de, söz konusu inancın tutarlı bir

inanç dizgesinin bir parçası olmasıdır (Plantinga, 1993: 90).

BonJour’un bağdaşımcı gerekçelendirme anlayışında kritik bir nokta söz konusudur.

Bu kritik nokta, sürdürdüğümüz tartışmada aynı zamanda içselci yaklaşım açısından

da önem kazanmaktadır. BonJour’a göre bağdaşımcı yaklaşımda, empirik bir

gerekçelendirme için kişinin kendi inanç dizgesine ilişkin bir kavrayışa sahip olması

gerektiğini varsaymak gerekir (1985: 101). Eğer empirik bir inancın

gerekçelendirilmesi için, söz konusu inancın inanan kişinin tüm inanç dizgesiyle

bağdaşması gerekiyorsa; inancın kabul edilmesi için bu durumun inanan kişinin

kognitif olarak erişiminde olması gerekli olmaktadır. Aksi halde inanan kişi belirli

bir inancı kabul etmek için herhangi bir nedene sahip olmayacaktır. Yani belirli bir

inancın tüm inanç dizgesiyle olan bağdaşımının inanan kişinin erişiminde olması,

inanan kişinin kendi inanç dizgesinin bütününe ilişkin de bir kavrayışa sahip

olmasını beraberinde getirmektedir.

Bu bağlamda inanan kişinin kendi inanç dizgesine ilişkin kavrayışı, herhangi bir

bağdaşım düşüncesi temelinde oluşturulamayacağına göre; belirli bir inancın

61
dizgenin bütünüyle olan bağdaşımından önce sağlanması gereken bir koşul olarak

ortaya çıkmaktadır. Bu durumda bağdaşımcı bir yaklaşımda, kişinin kendi inanç

dizgesine ilişkin kavrayışı varsayılmak durumundadır.

2.1.1. Kanısal Varsayım

Bağdaşımcı yaklaşımın gerekçelendirme anlayışı, sahip olunan inançlara ilişkin bir

kavrayışı gerektirmektedir. Nasıl ki temellendirici yaklaşımda daha öte bir

gerekçelendirmeye ihtiyaç duymayan temel inançların bulunduğu varsayılıyorsa;

bağdaşımcı yaklaşımdaki varsayım inanç dizgesinin bütünü olmaktadır. BonJour bu

inanç dizgesinin bütününün inanan kişinin erişimi ve kavrayışı içinde olduğu

varsayımına kanısal varsayım (doxastic presumption) demektedir.

Bağdaşımcı kuram için gerekçelendirmenin temel birimi inançların bütünsel dizgesi


olduğundan, bu durum bağlamındaki eşdeğer iddia empirik gerekçelendirmenin belirli bir
empirik inançlar sisteminin varlığını varsayması gerektiğidir. ... Ve eğer bağdaşım
olgusuna kognitif bir erişim içinde olacaksam, gerekli olan kendi inanç dizgeme ilişkin
kavrayışım bir anlamda bu Kanısal Varsayım yoluyla yeterli bir şekilde açıklanmak
durumundadır ve ona bağlı olmaktadır (1985: 103).

Empirik bir inancın epistemik gerekçelendirilmesi, inanan kişinin empirik inançlar

dizgesinin bütünüyle olan bağdaşımı yoluyla sağlandığından ve bu dizgenin dışında

herhangi bir koşula başvurulması gerekmediğinden; bu türden bir bağdaşımcı

yaklaşım içselcilikle koşutluk göstermektedir. Dışsalcı bir temellendiricilik eleştirisi

üzerinden hareket eden BonJour, bu doğrultuda içselci yaklaşımların perspektifinde

62
konumlanmaktadır. Bağdaşımcı kuramın dışsalcılığa düşmesinin önüne geçmek için

ortaya konulan ‘kanısal varsayım’ düşüncesi de, kendi inanç dizgemin bütününe

ilişkin kendi tasarımımın yaklaşık olarak doğru olduğunu iddia etmektedir. “Kanısal

varsayım bir öncül olarak işlev görmez. Daha çok bağdaşımcı kuramın bakış

açısından kognitif pratiğin temel ve karşı konulamaz bir özelliğidir” (104). Söz

konusu varsayımın öne sürdüğü tasarım içgözlem gibi işlemektedir; ancak sıradan

içgözlemsel inançlardan farklı olarak gerekçelendirme sürecinin başlaması için, söz

konusu tasarım doğru olarak varsayılmayı gerektirir. Bu bağlamda belirli bir inanca

ilişkin olarak bu inancın kişinin inanç dizgesiyle bağdaşımı yoluyla sağlanan

gerekçelendirilmesinin gerekçelendirici bir işlev görebilmesi için, inanan kişinin

kendi inanç dizgesine ilişkin bir farkındalığı olması gerekmektedir.

Söz konusu sorun, inançlar hakkında bir inanç olarak tanımlanabilecek olan meta-

inanç nosyonuyla ilişkilidir. Meta-inançlar sahip olduğumuz belirli inançlara ilişkin

olabileceği gibi, genel olarak tüm inançlarıma ilişkin de olabilir. Örneğin hayaletlerin

var olduğuna ilişkin inancımın asılsız olduğuna inanabilirim. Bu durumda hayaletlere

ilişkin inancıma ilişkin inancım, bir meta-inanç olarak işlev görmektedir (O’Brien,

2006: 85). Bağdaşımcı yaklaşıma göre, gerekçelendirilmiş inançlara sahip olmanın

koşulu, genel inanç dizgesinin bağdaşımsallığına ilişkin bir meta-inanca sahip

olmaktır. Belirli bir inancın gerekçelendirilmesinin koşulu ise, bu inancın söz konusu

inanç dizgesiyle bağdaştığına ve bu inancın bütünsel inanç dizgesinin

bağdaşımsallığına yaptığı katkıya ilişkin bir inanca sahip olmak olacaktır. İşte temel

sorun, bu meta-inançların da gerekçelendirilmesi gerektiği iddiasında bulunmaktadır.

Meta-inançların gerekçelendirilmesi, bütünsel inanç dizgesinin içsel tutarlılığının

63
ortaya konulmasıyla olanaklı görünmekte ve bu da dizgeye ilişkin bir farkındalığın

gündeme getirilmesini gerektirmektedir. Bu noktada BonJour ‘kanısal varsayım’ı,

kişinin inanç dizgesine ilişkin meta-inançların doğru olduğunun ve kişinin sahip

olduğu inançlarının nasıl bir ilişki içinde bir arada bulunduğuna ilişkin bir

farkındalığı bulunduğunun kabul edilmesi şeklinde betimlemektedir (2006: 85).

Ana iddia şu şekildedir: “İnanç dizgeme ilişkin bütünsel kavrayışımı oluşturan

inançların doğru olduğunu varsayarım” (BonJour, 1985: 105). Aksi halde

gerekçelendirmeye ilişkin bir başlangıç yapmak olanaklı değildir. Bağdaşımcı bir

şekilde gerekçelendirmenin inanan kişi tarafından kognitif olarak erişilebilir olması

gerektiği talebi, kişinin kendi inançlarına ilişkin bir kavrayışı olmasını

gerektirmektedir (Kornblith, 2001a: 113). Bu bağlamda bağdaşımcılık, içselci bir

duruş noktasından desteklenmek durumundadır. Bu durum, inanan kişinin

inançlarının gerekçelendirilmiş olmasını sağlayan şey üzerinde refleksiyon

yapabiliyor olması gerektiği anlamına gelmektedir. Yani bağdaşımcı yaklaşımda

gerekçelendirme prosedürü, içselciliğin iddiası doğrultusunda inanan kişinin

erişiminde olmak durumundadır. BonJour’un ortaya koyduğu bu erişilebilirlik

gerekliliği, temellendiriciliğe karşı çıkışı bağlamında içselcilik lehine dışsalcılığın bir

reddi olarak kendisini göstermektedir. Bu yüzden savunulan bağdaşımcı yaklaşım,

içselci bir bağdaşımcılık olarak konumlandırılmaktadır (Swain, 1989: 117).

Ancak bağdaşımcı kuramın geçerliliği adına ortaya koyulan ve kognitif pratiğin bir

işleyişi olarak sunulan ‘kanısal varsayım’ iddiasının kendi içinde bir takım sorunları

64
vardır. BonJour kanısal varsayımın statüsünü net olarak belirlememiştir. Kanısal

varsayım eğer inançların gerekçelendirilmesinde destek sağlayan bir meta-inanç

olarak işlev görüyorsa; bu meta-inanç belirli bir inancın gerekçelendirilmesinde ve

inanç dizgesinin bütünüyle bağdaşımında rol oynayacaktır. Bu durumda varsayımın

kendisi bir meta-inanç olduğu için, gerekçelendirilmeye ihtiyaç duyacak ve

epistemik gerileme sorunu yeniden gündeme gelecektir.

Michael Williams’a göre BonJour’un bağdaşımcı yaklaşım bağlamında reddettiği

‘epistemik öncelik’ nosyonu, kanısal varsayım sorunsalı bağlamında yeniden kendini

göstermektedir.

Eğer meta-inançlar temellendirici ya da bağdaşımcı bir yolla gerekçelendirilemiyorsa; bu


durumda BonJour’un içselci duruş noktasından da gerekçelendirilemezler. Bu açıdan
bakıldığında ‘kanısal varsayım’ terimi, bu durumu her iki yolla da sağlama isteğini
gösteriyor gibi durmaktadır (Williams, 1995: 297).

Williams’a göre inanç dizgesinin bütününe ilişkin kavrayışın yaklaşık olarak doğru

olduğu düşüncesi (kanısal varsayım) üzerinden hareket eden bağdaşımcı yaklaşımın

da, temellendirici yaklaşımın karşılaştığı güçlüklerle karşılaşması kaçınılmaz

olmaktadır. Bir bakıma temellendiriciliğin varsayımlarını kullanmaksızın, içselci

içerimleri olan bir bağdaşımcılık olanaklı görünmemektedir (1995: 297). Kornblith’e

göre de, BonJour her ne kadar bağdaşımcı bir kuramcı da olsa, epistemolojik

konumunda temellendirici bir boyut söz konusudur. Nasıl ki Kartezyen görüşte

kişinin zihin içeriklerine ilişkin inançları bir temel olarak işlev görüyorsa;

BonJour’un durumunda da kişinin inançlarına ilişkin kavrayışı, yani meta-inançları

65
temellendirici bir işlev görmektedir (2001a: 122). Ancak bir varsayım olarak ortaya

konulan bu iddianın, BonJour’u temellendirici bir yaklaşımın tarafına sürüklemek

gibi bir tehlikesi yoktur. Kanısal varsayım düşüncesi, içselci bir yaklaşımla uyumlu

olacak şekilde gerekçelendirme prosedürüne olan kognitif erişim düşüncesini

güçlendirmek adına ortaya konulmuştur. Söz konusu sıkıntı BonJour’un

bağdaşımcılığını baltalamaktan çok, onun içselci yaklaşımını pekiştirmektedir.

Her ne kadar kişinin inançlarının bağdaşımına ilişkin bir kavrayışın olanağının çok

zor olduğu iddia edilse de (Kornblith, 2002: 124); kanısal varsayım kognitif pratiğin

bir özelliği olarak sunulmaktadır. Kanısal varsayımda her ne kadar meta-inançlar

temelde duruyor gibi görünse de, bu durum gerekçelendirme anlayışının bağdaşımcı

yaklaşımına aykırı düşmemektedir. Meta-inançların varsayılması,

gerekçelendirmenin gerilemesini sonlandıran temellendirici inançların

varsayılmasından çok farklıdır. Bağdaşımcılığın bu vurguyla ortaya konulması, daha

çok kişinin inançlarını gerekçelendiren şeyler üzerinde refleksiyon yapabilmeyi

öngören bir düşüncenin sonucu olarak görünmektedir (O’Brien, 2006: 85). İnançların

gerekçelendirilmesi üzerine refleksiyon yapılması düşüncesi, yani

gerekçelendirmenin kognitif erişime açık olması düşüncesi de, içselciliğin en temel

tezi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda bağdaşımcı yaklaşımın, içselci iddialarla daha yakından ilişkili olduğu

görülmektedir. Bu doğrultuda asıl önemli ve öne çıkarılmak istenen nokta,

bağdaşımcı yaklaşımın içselcilikle kurulabilecek olan bağlantısıdır. Dolayısıyla bu

66
bağlantının ortaya konulması sonrasında, içselci yaklaşımın ele alınması için gerekli

zemin hazırlanmış olmaktadır.

2.2. İçselcilik

Özellikle Armstrong ve Goldman tarafından geliştirilmiş şekliyle dışsalcılık,

içselcilik-dışsalcılık tartışmasını büyük ölçüde etkilemiş ve belirlemiştir. İçselci

yaklaşımın dışsalcılıkla karşılaştırılarak ele alınması, bu anlamda kritik bir önem

taşır. BonJour’un gerekçelendirmeye ilişkin dışsalcı kuramı eleştirmesi ve içselci

yaklaşımda tuttuğu önemli konum, söz konusu çatışmanın taraflarını

netleştirmektedir. Dolayısıyla çağdaş epistemolojide özellikle Goldman ve BonJour

bu ayrımı karşılıklı olarak adlandıran iki önemli isim olarak görünmektedir.

Goldman gerekçelendirmeye ilişkin savunulabilir bir yaklaşımın içselciliği

reddetmesi gerektiğini iddia ederken; BonJour dışsalcılığın reddedilmesi gerektiğini

savunur (Kornblith, 2001b: 4). Bu doğrultuda içselcilik, dışsalcı yaklaşıma karşı bir

görüş olarak konumlandırılarak anlaşılmak durumundadır.

Dışsalcılığa göre ‘güvenilir’ işlemlerin sonucu olarak sahip olunan inançlar, kişi

herhangi bir farkındalığa sahip olmasa da gerekçelendirilmiş olabilmektedir. Yani

kişinin inançlarının gerekçelendirilmiş olma statüsü, epistemik olarak

içselleştirilmeye ihtiyaç bırakmayacak bir şekilde dışsal koşullara

dayandırılmaktadır. Bunun aksine içselci yaklaşımda, inanç sahibi kişiye ilişkin bir

67
içselleştirme talebiyle, inanan kişi ön plana çıkarılmaktadır (Hetherington, 1991:

856). İnançların gerekçelendirilebilmesi için dışsalcılığın gereksiz bulduğu, inanca

kognitif olarak erişim koşulu, içselcilik için gerekçelendirmeye getirilmiş bir

kısıtlama olarak ortaya çıkmaktadır (Porter, 2006: 25). Bu bağlamda içselciliğin

temel tezi, gerekçelendirmenin olanaklı olabilmesi için inanca ilişkin nedenlerin

özneye açık ya da ‘içsel’ olması gerektiğidir.

2.2.1. İçselciliğin Belirlenmesi

Çağdaş epistemolojide kendisini gösteren ‘içsel’ ve ‘dışsal’ terimlerinin ayrımı, çok

net bir şekilde belirlenemeyebilmektedir. Farklı yaklaşımlar bu terimlere faklı

anlamlar yüklediğinden sınırların net bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Bu

sınırların belirlenmesinin yolu, söz konusu terimlerin adlandırdığı yaklaşımların

konu edindikleri sorunların belirlenmesi ve sınırlandırılmasıdır. Bu terimlerle

belirlenen iki ana yaklaşım, temelde epistemik gerekçelendirmeye ilişkin farklı

argümanları içerir; ancak ‘içselci’ ve ‘dışsalcı’ terimlerinin kullanımı epistemik

gerekçelendirmeye ilişkin yaklaşımları sınıflandırmak için sonradan dolaşıma

sokulmuş yeni bir gelişmedir.

Gerekçelendirme kuramlarının birçok savunucusu, görüşlerini içselci ya da dışsalcı

olarak sınıflandırmamıştır. Conee ve Feldman’a göre ayrımın doğasına ilişkin

bilginin en iyi kaynağını, bu doğrultuda yakın dönem literatürü oluşturmaktadır

68
(2001: 232). Conee ve Feldman, ayrımın anlaşılabilmesi adına ne türden bir

içselciliğin ele alındığının netleştirilmesi gerektiğinden; içselciliğin ne şekilde

tanımlandığına ilişkin son dönem literatürde öne çıkan belli başlı isimlerden farklı

yaklaşım örnekleri sıralamıştır.

İlkin kritik bir pasajla BonJour’un içselcilikten ne anladığını ortaya koymak uygun

olacaktır: “Genel olarak en fazla kabul edilen görüş ... bir gerekçelendirme

kuramının; ancak ve ancak bir inancın belirli bir kişi için epistemik olarak

gerekçelendirilebilmesi için, ihtiyaç duyulan tüm koşulların söz konusu kişinin

kognitif olarak erişiminde olmasının, yani kognitif perspektifine içsel olmasının

gerekli olarak görülmesi durumda içselci olduğu yolundadır” (Conee ve Feldman:

2001: 232).

Robert Audi ise şöyle demektedir: “Bazı örnekler gerekçelendirmenin tümüyle zihne

içsel olan şeyde temellendiğini önermektedir, bir anlamda özne tarafından içgözleme

ya da refleksiyona açık olduğu kastedilmektedir. Bu görüşe gerekçelendirme

konusunda içselcilik diyebiliriz” (Conee ve Feldman, 2001: 232).

Alvin Plantinga şöyle yazar: “Epistemolojide içselciliğin temel iddiası; inanca

güvence sağlayan özelliklerin, inanan kişinin bazı özel türden epistemik erişimi olan

özellikler olduğu iddiasıdır” (Conee ve Feldman, 2001: 232).

69
Matthias Steup içselciliği şu şekilde betimlemektedir: “Bir gerekçelendirme

yaklaşımını içselci yapan şey; bir inancın gerekçelendirilmiş olup olmadığını

belirleyen faktörler üzerinde belirli bir koşulu şart koşuyor olmasıdır. Bu faktörler –

bunlara ‘G-faktörleri’ diyelim – inançlar, deneyimler ya da epistemik standartlar

olabilir. Söz konusu koşul ise, G-faktörlerinin öznenin zihnine içsel olmasını ya da

başka bir deyişle refleksiyona açık olmasını şart koşmaktadır” (Conee ve Feldman,

2001: 232).

John Pollock ise şu şekilde ifade eder: “Epistemolojide içselcilik, kavrayan kişinin

(cognizer) hangi inançlarının gerekçelendirilmiş olduğunun belirlenmesinde sadece

kişinin içsel durumlarının bağlantılı olabileceğini ortaya koyan yaklaşımdır” (Conee

ve Feldman, 2001: 233).

Son olarak Ernest Sosa, içselciliğin bir türünü şöyle açıklar: “Gerekçelendirme özne

tarafından gerçekten doğru bir düşünceyi gerektirir. Eğer inanan bir kişi inancını

tümüyle uygun bir düşünce yoluyla edinmiş ve sürdürüyorsa, söz konusu kişi

inancında gerekçelendirilmiş demektir; düşüncenin uygunluğu ise tamamen öznenin

zihnine içsel bir konudur, bunun ötesinde bir şeye bağlı değildir” (Conee ve

Feldman, 2001: 233).

Tüm bu farklı ifadelerde ortak olan şey, inancın epistemik olarak

gerekçelendirilmesinin kişinin erişimine açık olması düşüncesidir. Bir bakıma

70
epistemik gerekçelendirmenin olanaklılık koşulu; gerekçelendirme koşullarının

kişinin kognitif erişimine açık olmasıdır. İçselcilikte doğrudan olsun ya da olmasın,

öznenin inancına ilişkin gerekçelere erişimi söz konusu olmalıdır.

Örneğin BonJour inancın gerekçelendirilebilmesi için gereken koşulların kesinlikle

öznenin erişiminde olmasını savunmakta ve bu durumu öznenin zihnine içsel olmak

şeklinde yorumlamaktadır. Audi ise bu durumu gerekçelendirme sürecinin içgözleme

ya da refleksiyona açık olması gerektiği şeklinde betimlemektedir. Onun için de

içgözleme ya da refleksiyona açık olmak, gerekçelendirmenin zihne içsel olan şeyde

temellendiği anlamına gelmektedir. Benzer şekilde Plantinga da, yalnızca öznenin

epistemik erişimi olan özelliklerin inanca güvence sağlayabileceğini ifade

etmektedir. Bu üç düşünür de içselci yaklaşımı betimlerken, gerekçelendirme

konusunda öznenin erişimine vurgu yapmakta ve inancın bilgi statüsüne ulaşması

noktasında kişinin farkındalığını öne çıkarmaktadırlar. Bu bağlamda

gerekçelendirmenin özneye açık olması (accessible), yani öznenin erişiminde olması;

içselci yaklaşımın en temel iddiası olmaktadır.

Öznenin erişiminde olmak, aynı zamanda öznenin zihnine içsel olmakla sıkı bir

bağlantı içindedir. Bu durum, inanan kişinin inançlarını kendi zihnine içsel olan

şeylerle gerekçelendirebileceği anlamına gelir. Başka bir deyişle, gerekçelendirme

sürecinin ya da gerekçelendirme koşullarının inanan kişinin zihnine içsel olduğu

anlamına gelmektedir. Steup G-faktörler adını verdiği, inançların gerekçelendirilmiş

olup olmadığını belirleyen faktörlerin, öznenin zihnine içsel olması gerektiğini

71
söylemektedir. G-faktörler ona göre inançlar, deneyimler ya da epistemik standartlar

olabilir ve inançları gerekçelendirmede kullanılan bu standartlar özneden bağımsız

değildir. Yine Pollock içselciliğin, inançların gerekçelendirilmiş olup olmadığını

belirleyen şeyin kişinin içsel durumları olduğunu iddia ettiğini ortaya koymaktadır.

Bu düşünürlerden Sosa da, içselcilikte inancın gerekçelendirilmiş olmasının zihne

içsel bir konu olduğunu vurgulamaktadır. Bu durumda içselci yaklaşımın ikinci en

temel iddiasının, gerekçelendirmenin zihne içsel olması gerektiği iddiası olduğunu

söyleyebiliriz.

Bu bağlamda öznenin erişiminde olmak ve zihne içsel olmak şeklindeki

belirlemelerin ortaya koyduğu içsellik nosyonu, temelde epistemik bir nosyondur. Bu

içsel olma özelliği, örneğin kişinin kalbinin büyüklüğünün ya da kanının pH

seviyesinin kişiye içsel olmasından çok farklıdır. İnanca ilişkin gerekçelendiricilerin

içsel olması, inanan kişinin farkında olabileceği, kognitif ya da epistemik

erişilebilirliği olan ve üzerinde refleksiyon yapabileceği durum ve koşulları ifade

etmektedir (Plantinga, 1993: 5). Yani epistemik bir nosyon olarak içsellik, belirli

türden bir içselliğe işaret etmektedir ve bu gerekçelendirme sürecine olan epistemik

erişime karşılık gelmektedir.

72
2.2.1.1. İçselciliğin Motivasyonu

Epistemolojide içselciliğin nasıl algılandığına ve betimlendiğine ilişkin bu genel

açıklamalar; içselciliğin nasıl ve ne tür bir yaklaşımla ortaya çıktığını daha açık bir

hale getirmektedir. Özellikle gerekçelendirme konusundaki düşüncelere ilişkin bir

yaklaşım olarak kullanılan ve geliştirilen içselcilik, doğal olarak reddettiği bir

yaklaşım karşısında, bir karşı argüman olarak kendisini göstermiştir. Elbette ki

reddedilen bu yaklaşım, dışsalcılıktır. Dışsalcılığın temel tezi olan, güvenilir inanç-

üretme mekanizmaları aracılığıyla inanan kişinin epistemik kavrayışını dışarıda

bırakarak, inanç ve dünya arasındaki ilişkiyi kurma düşüncesine karşı çıkılmaktadır.

Bu doğrultuda içselciliğin temel motivasyonu, dışsalcılığın öne sürdüğü

gerekçelendirme koşullarını çürütmek ve inancın bilgi statüsüne gelmesinde öznenin

rolünü ve epistemik sorumluluğunu ortaya koymak olmuştur. Dolayısıyla içselcilik,

epistemik gerekçelendirme konusundaki sorunlara ilişkin temel bir tartışmanın tarafı

olarak göz önünde bulundurulmalıdır. İçselciliğin dışsalcı yaklaşıma karşı bir tepki

olarak kendisini sunması, tartışmanın belirleyici özelliklerindendir.

William Alston’a göre içselcilik-dışsalcılık tartışması, bir dışsalcılık türü olan

güvenilirciliğin, gerekçelendirme sorununda içselci kısıtlamaları ihlal ettiği ve

öznenin perspektifine dışsal olan koşulları öne sürdüğü şeklindeki eleştirilerle

gündeme gelmiştir (Alston, 2001: 68). Genel olarak içselci yaklaşım açısından

tartışma, dışsalcı kanadın içselci gerekçelendirme kriterlerini sağlayamadığı karşı

73
çıkışıyla kendisini gösterir. Ancak içselci ve dışsalcı yaklaşımlar arasındaki ayrım;

daha doğrusu içsel-dışsal epistemolojik ayrımı bir şekilde sınırlandırılmalıdır.

‘İçselcilik’ sözcüğünün de imlediği gibi, içselci konum gerekçelendiricileri

(justifiers) bir şey ile beraber, yani bir şeyin içinde, özellikle de öznenin içinde

olacak şekilde kısıtlamaktadır. Yine de bilen öznenin içinde, başka bir deyişle

kontrolünde olan her şey, içselci kanat tarafından gerekçelendirici olarak da kabul

edilmez. Örneğin Plantinga’nın da tespit ettiği gibi (1993); öznenin içinde bulunan,

fakat kendisinin hiç de bilmediği fizyolojik süreçler gerekçelendirici olarak

sayılmazlar. Bu durumda Alston şu kritik soruyu sorar: “O halde içselci testi geçmek

için bir şeyin nerede, nasıl ya da hangi anlamda ‘öznenin içinde’ olması

gerekmektedir?” (2001: 68). İçsel-dışsal ayrımına ilişkin söz konusu belirsizlik tam

da bu noktayla ilgilidir. ‘Öznenin içinde’ ve ‘öznenin dışında’ olmak ne demektir?

İçselcilik-dışsalcılık tartışmasının netleştirilmesi ve daha sağlam bir zemine

oturtulması için bu sorular yanıtlanmalı ve soruşturma bu doğrultuda yürütülmelidir.

2.3. İçselcilik Türleri

Tartışmanın öne çıkan yorumcularından Alston’a göre, öznenin içinde olmanın nasıl

anlaşılması gerektiğine ilişkin iki ana yaklaşım söz konusudur. İlki

gerekçelendirmenin sağlanabilmesi için, epistemik alana ilişkin şeylerin öznenin

perspektifinde ya da bakış açısında olması gerektiği düşüncesidir. Bu epistemik alan

74
öznenin bildiği, inandığı ya da gerekçelendirerek inandığı şeyler olarak

düşünülebilir. Yani söz konusu alan, öznenin bilgi alanı içinde farkında olduğu bir

şey olmalıdır. İkinci yaklaşım ise, gerekçelendirmenin sağlanabilmesi için; epistemik

alana ilişkin şeylerin özne tarafından belirli bir şekilde erişilebilir olması gerektiği

düşüncesidir (Alston, 2001: 69). Yani söz konusu alan, inanan kişinin erişimi içinde

olmalıdır. Alston’un içselciliğe ilişkin ortaya koyduğu bu iki yaklaşım, Conee ve

Feldman’ın içselciliğin iki temel iddiası olan gerekçelendirmenin zihne içsel olması

ve gerekçelendirmenin öznenin erişiminde olması gerektiği şeklindeki

belirlemeleriyle (2001: 233) paralellik gösterir.

İçselciliğin iki farklı versiyonunu ortaya koyan Alston’un bu yaklaşımı, bu iki temel

belirlemeyle paralellik göstermektedir. ‘Perspektivist içselcilik’ ve ‘erişim içselciliği’

olarak adlandırılan bu iki versiyon, “Epistemolojide İçselcilik ve Dışsalcılık” adlı

makalede ortaya konulmaktadır. Bu makalede Alston, ilkin BonJour’un

temellendiricilik karşıtı yaklaşımından yola çıkarak temel inançların onaylanması

noktasında, epistemik olarak rasyonel ve sorumlu olmak adına, bu inançların da

gerekçelendirilmesi gerektiğinden ve bu gerekçelendirmenin de diğer inançlara

başvurulmasını zorunlu kıldığını dile getirir. İşte içselcilikte bu gerekçelendirme

koşulu, “dünyaya ilişkin bir perspektif” olarak inanan kişinin gerekçelendirme

prosedüründe yer almak durumundadır (Alston, 2001: 69).

Bu noktada kişinin epistemik duruma ilişkin, öznenin kavramsallaştırmasına dışsal

olan bir gerekçelendirme prosedürünün, yani dışsalcılı prosedürün, Batı epistemoloji

75
geleneğinde radikal ve yeni bir yaklaşım olduğu tespiti yapılır. Kişinin inançlarının

öznel kavrayışa dışsal olgu ya da ilişkiler yoluyla gerekçelendirilebileceği yaklaşımı,

yakın zamana kadar felsefeciler arasında bir alternatif olarak bile düşünülmemiştir.

İşte bu yüzden kendini yeni bir argüman olarak sunan dışsalcığın çıkışından sonra,

içselcilik de kendini revize ederek karşı savunmaya geçmiştir.

Bu savunmanın temelinde de, içselciliğe göre kişinin inancını gerekçelendiren şey

her ne ise, buna ilişkin kognitif bir kavrayışının söz konusu olduğu iddiası vardır. Bu

bağlamda Alvin Goldman’a göre, içselciliğin epistemolojiyi domine eden bu

yaklaşımının çıkışı Descartes’a kadar götürülebilir. Geleneksel epistemolojinin

dışsalcılığı dışlayan perspektifi egosentrik ve içselcidir. Bir bakıma içselciliğe göre

epistemolojinin görevi, inanca ilişkin bir ilke ya da prosedürü içerden, yani kişinin

bakış noktasından inşa etmeye çalışmaktır (Goldman, 2001a: 36).

2.3.1. Perspektivist İçselcilik

BonJour ve Goldman’ın bu belirlemelerinden de yola çıkan Alston, içselciliğe ilişkin

şu formülasyonu ortaya koyar ve buna perspektivist içselcilik adını verir:

“Yalnızca öznenin ‘perspektifi’ içinde olan şey, bir inancın gerekçelendirilmesini

belirleyebilir” (Alston, 2001: 70).

76
Bu noktada Alston öznenin perspektifinde olan şeyi, öncelikle gerekçelendirilmiş

inanç olarak ele almayı seçmiş ve formülasyonu şu şekilde dönüştürmüştür:

“Yalnızca öznenin gerekçelendirilmiş inançları, öznenin daha başka inançlarının

gerekçelendirilmesini belirleyebilir” (2001: 71).

Peki, bu türden bir perspektif, özneye ait olan bir inancın gerekçelendirilmesini ne

şekilde sağlamakta ya da belirlemektedir? Alston algısal inanca ilişkin bir örnek

üzerinden değerlendirme yapmaktadır. Örneğin kişinin önünde bir ağaç olduğuna

ilişkin algısal inancı, bu inancın kendisinden çıktığı bir duyu deneyimine

dayandırılabilir. Bu noktada perspektivist içselciliğin bu inancın

gerekçelendirilmesine ilişkin yaklaşımı şu şekildedir: Elbette ki inanç deneyim

yoluyla gerekçelendirilmektedir; ancak özne bu inancın söz konusu deneyimden

kaynaklandığına inanıyor ise gerekçelendirilmiş bir inanca ulaşılmış sayılır. İnancın

söz konusu deneyimden kaynaklandığına inanmak, kişinin önünde bir ağaç olduğuna

ilişkin algısal inancının bir gerekçelendirmesini oluşturmaktadır. Ancak Alston’a

göre perspektifin belirlediği bu gerekçelendirme yaklaşımında, perspektifin dışında

da bazı öğeler gerekçelendirici olarak işlev göstermektedir (2001: 72). Buradaki

sorun, inancın söz konusu deneyimden kaynaklandığına olan inanca ilişkindir. Bu

ikinci inanç kaynağını nereden almaktadır? Bu ikinci inancın gerekçelendirilmesi ne

şekilde olanaklı olmaktadır?

Bu sorulara yanıt verebilmek için dolaylı gerekçelendirme ve bağdaşımcı yaklaşımın

desteğine ihtiyaç duyulur. İçselciliğin bu anlamıyla savunulabilir bir biçimi,

77
bağdaşımcı bir yaklaşımla olanaklı görünmektedir. Bu anlamda içselciliğin

bağdaşımcı bir şekilde geliştirilmesi, perspektivist içselciliğe de uygun düşmektedir.

Bu doğrultuda öznenin perspektifinden ele alınan gerekçelendirme yaklaşımını

imleyen perspektivist içselci yaklaşım, öznenin öne çıkarıldığı bir zeminde, özne

tarafından sahip olunan inançlar arasında da bir bağdaşımı gözetmek durumundadır.

Bağdaşımcı bir yaklaşımla ele alındığında, dolaysız gerekçelendirme olanaklı

değildir. Yani doğrudan olmayan bir gerekçelendirmeyi ortaya koyan bağdaşım

yaklaşımı, bir inancın gerekçelendirilmesini ilişkili diğer gerekçelendirilmiş

inançlara ve bütünsel inanç dizgesine bağlamaktadır. Bu durumda algısal bir inancı

gerekçelendiren şey; deneyimin kendisi değil, deneyimin söz konusu inanca neden

olduğuna ilişkin destekleyici inançtır. İlgili örnek üzerinden düşünecek olursak;

ancak ve ancak kişi söz konusu deneyime sahip olduğuna inanırsa, algısal inancında

gerekçelendirilmiş sayılabilir. İşte söz konusu deneyime sahip olunduğuna ilişkin

inanç, benzer türden diğer gerekçelendirilmiş inançlardan oluşan dizge yoluyla

desteklenmekte ve gerekçelendirilebilmektedir. Temellendiriciliğe karşıt olarak bu

yaklaşımda öne çıkan şey, inancın dolaysız bir şekilde kendiliğinden

gerekçelendirilebilmesinin reddedilmesidir.

Bu bağlamda Alston’un algı durumlarındaki anormallikler karşısındaki açıklaması,

içselciliğin vurgusunu daha iyi anlayabilmek için önemli görünmektedir. Nasıl ki

normal algı durumlarında sahip olunan deneyime ilişkin inanç bir gerekçelendirme

olarak iş görüyorsa, duyusal yanılgıların söz konusu olduğu durumlarda da yine

78
öznenin perspektifi belirleyici olmaktadır. Söz konusu sorun, algının yanlış işlemesi

durumundaki anormalliklerde gerekçelendirmenin perspektivist içselciliğe göre ne

şekilde sağlanacağıdır. Bu anormal durumlarda gerekçelendirme geçersiz kılınmış

olmayacak mıdır?

Nasıl ki bir inancın yüksek bir güvenilirlik yoluyla üretilmiş olması, inancın
gerekçelendirilmiş olmasını sağlamıyorsa; benzer şekilde bir inancın güvenilir olmayan bir
yolla üretilmiş olması da bu inancı geçersiz kılmaz. Her iki durumda da gerekçelendirme
ya da gerekçelendirmenin eksikliği, durumun öznenin perspektifinden nasıl göründüğüne
bağlıdır, yani durum hakkında ne bildiğime ya da gerekçelendirilmiş bir şekilde neye
inandığıma bağlıdır (2001: 73).

Alston’a göre, ancak ve ancak algı durumuna ilişkin kuşkulu bir şey olduğunu

düşünmek için yeterli bir nedene sahipsem gerekçelendirme geçersiz kılınmış

demektir. Alston’un yorumu içselcilikle ilgili temel bir kavrayışı açıkça ortaya

koymaktadır. Gerekçelendirme için önemli olan şey, öznenin perspektifidir, yani

öznenin duruma ilişkin inançları ve bu inançları epistemize ederken kendi bakış

açısıdır.

Bu noktada perspektivist içselcilik, bağdaşımcı bir kuram yoluyla desteklendiği, daha

doğrusu birlikte ele alındığı takdirde, gerekçelendirme sorununa tutarlı bir açıklama

getirebilmektedir. Bu türden bir bağdaşımcı kuram, verili bir inancın özneye içsel

olan gerekçelendirme sürecinde, bir inançlar dizgesi içindeki ilişkisi yoluyla

gerekçelendirilebileceğini iddia etmektedir.

79
Aynı zamanda bu türden bir içselcilik, epistemik gerekçelendirmeyi öznenin

normatif bir durumu olarak da yorumlamayı gerektirmektedir. Alston buna,

epistemik gerekçelendirmenin deontolojik kavramsallaştırılması adını vermektedir

(2001: 81). Bu yorum, gerekçelendirmenin ne olması gerektiğine ilişkin normatif bir

yaklaşımdır. Öznenin bir şeye nasıl inandığına ilişkin entelektüel normları, yani

standartları ve koşulları belirler. Bu bağlamda perspektivist içselciliğin

gerekçelendirmenin olanaklılığı için öne sürdüğü kısıtlamalar, bir inancın

gerekçelendirilmesinin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, inancın gerekçelendirilebilmesi için gerekli olan şey, öznenin hali

hazırdaki inançlarının bütününe başvurmaktır. Bu durumda bağdaşımcı bir

yaklaşımın öngördüğü içselcilikte söz konusu edilen ‘perspektif’in, öznenin belirli

bir inancının gerekçelendirilmesinde başvurduğu inançlar dizgesi olduğunu

söyleyebiliriz. Daha önceden ortaya konduğu gibi, Alston’un içselciliğe ilişkin olarak

ortaya koyduğu formülasyonu şu biçimde de ifade etmek olanaklı hale gelmektedir:

Bir inancın gerekçelendirilmesini, söz konusu edilen kişinin inançlar dizgesi, yani

perspektifi belirlemektedir. Bu doğrultuda bağdaşımcı bir içselci yaklaşım elde

edilmiş olmakta ve gerekçelendirme sorununa ilişkin içselcilik ve bağdaşımcılığın

birbirini tamamladığı ve birlikte ele alınabileceği gösterilmiş olmaktadır.

80
2.3.2. Erişim İçselciliği

Alston’un ortaya koyduğu diğer bir içselcilik versiyonu olan erişim içselciliği,

öznenin gerekçelendiricilere erişimi olması gerektiğini vurgular (2001: 91). İçselci

yaklaşımın gerektirdiği epistemik süreçlerin özneye içsel olduğu düşüncesi, inanan

kişinin belirli bir inancının ne şekilde ve nasıl gerekçelendirilmiş kabul edileceğine

ilişkin duruma, öznenin erişimi olması gerektiği düşüncesini de beraberinde

getirmektedir. Erişim içselciliğinde özne, gerekçelendirme sürecinde

gerekçelendiricilere refleksiyon yoluyla erişebiliyor olmalıdır.

Erişim içselciliği, perspektivist içselciliğin genişletilmiş bir versiyonu olarak da

görülebilir; çünkü öznenin yalnızca refleksiyon yoluyla ayırdında olduğu şeyler, aynı

zamanda öznenin sadece refleksiyon yoluyla perspektifinde olan şeyler olarak da

düşünülebilir. Erişim içselciliği ‘öznenin perspektifi’ kavramsallaştırmasını, yalnızca

bu perspektifte olan şeyleri içerecek şekilde değil, öznenin dikkatini

yönlendirdiğinde fark edebileceği, yani erişebileceği şeyleri de içine alacak şekilde

genişletir (2001: 93).

Bu açıdan perspektivist içselcilik, erişim içselciliğiyle karşılaştırıldığında daha

kısıtlayıcı koşulları öne sürmektedir. Alston’un belirlediği ayrıma göre, perspektivist

içselcilik güçlü bir içselcilik versiyonu olarak değerlendirilirken, erişim içselciliği ise

zayıf bir içselcilik biçimi olarak konumlandırılmaktadır. Alston’un perspektivist

81
içselciliğinde kognitif erişim koşulu, inançların gerekçelerine ilişkin aktüel bir

farkındalığını gerektirmektedir (Vahid, 1998: 237). Bu açıdan sadece öznenin

perspektifi içinde olan şeyler, inancın gerekçelendirilmesini belirleyebilir ki; öznenin

perspektifi de sahip olduğu inançların bütünüdür.

Erişim içselciliği ise, inanan kişinin gerekçelendiricilerin aktüel olarak farkında

olmasını değil, sadece farkında olabilmesini gerektirmektedir (Vahid, 1998: 238).

Yani inanan kişinin dikkatini yönlendirdiğinde gerekçelendiricilere kognitif olarak

erişebiliyor olması yeterli olmaktadır. Bu anlamda erişim içselciliği inançların

gerekçelendirilmesinde, sürekli ve eşzamanlı olarak sahip olunan tüm diğer inançlara

ilişkin refleksiyon yapılmasını şart koşmamaktadır. Böylece BonJour’un kanısal

varsayım düşüncesi de; inançların bütününe ilişkin her daim kognitif bir erişimi ya

da kavrayışı zorunlu kılmayacak bir şekilde yorumlanabilir gibi görünmektedir. Bu

yaklaşım inanan kişinin belirli bir inancı gerekçelendirme sürecinde, belirli

gerekçelendiricilere ilgili bir bağlamda epistemik olarak erişebiliyor olması şeklinde

ortaya konulabilir. Dolayısıyla zayıf bir içselcilik biçimi olarak erişim içselciliği,

daha uygun bir içselci gerekçelendirme yaklaşımı göstermektedir.

Bu noktada temel iddia gerekçelendiricilerin refleksiyon yoluyla erişilebilir, yani

tanınabilir olması gerektiğidir ve yine erişim içselciliği de deontolojik bir

gerekçelendirme yaklaşımı içine girmektedir. Bu noktada gerekçelendirmeye ilişkin

deontolojik yaklaşımın açımlanması ve içselcilikle olan bağı ortaya konulmak

durumundadır.

82
2.4. Deontolojik Gerekçelendirme ve İçselcilik

Gerekçelendirmeye ilişkin yaklaşımlar genel olarak iki farklı kutupta kendisini

göstermektedir ve bu yolda değerlendirilebilirler. İlki gerekçelendirmenin normatif

karakterine vurgu yaparken, ikincisi ise gerekçelendirmenin doğrulukla olan

bağlantısına vurgu yapmaktadır (Audi, 1988b: 1). Audi bu iki karşıt yaklaşımı

deontolojizm ve güvenilircilik olarak ifade etmektedir. Güvenilircilik bir inancın

gerekçelendirilmesini, inançların oluşturulduğu işlemlerin ya da süreçlerin

güvenilirliği tarafından belirlenen bir prosedür şeklinde ele almaktadır. Bu

yaklaşımda gerekçelendirme ile doğruluk arasında, inanca karşılık gelen olgu

durumları yoluyla bir bağlantının sağlanması girişimi söz konusudur ve bu bağlantı

dışsalcı bir yaklaşımın uzantısı olarak kendisini gösterir. Deontolojizm ise bir inancın

gerekçelendirilmesini, o inançla ilişkili olarak öznenin sağlaması gereken epistemik

zorunluluklara bağlar.

Aynı zamanda bu zorunluluklar, içselciliğin gerekçelendirmeye getirdiği kısıtlamalar

olarak kendisini gösterir. Dolayısıyla gerekçelendirmeyi bu şekilde dışsal koşulların

belirleyiciliğinden çıkaran bu yaklaşım da, içselciliğin bir karakteristiği olarak

gündeme gelmektedir. Plantinga’ya göre de deontolojizm, epistemik

gerekçelendirmeye ilişkin içselci bir yaklaşımı içermektedir (Brueckner, 1996: 527).

83
Yani epistemik ödev ve sorumluluk anlayışıyla uyumlu bir gerekçelendirme

yaklaşımı, gerekçelendirmeye ilişkin içselci kutupta konumlanmayı gerektirir.7

Deontolojik yaklaşımın temel düşüncesi, bir inancı kabul etmekte gerekçelendirilmiş

olmanın; bu inancın oluşturulması ya da sürdürülmesinde epistemik ödevlerin yerine

getirilmiş olmasıyla ilgili olduğudur. Bu bağlamda içselcilik ve epistemik deontoloji

arasında bir bağlantı vardır (Plantinga, 1993: 3). Bu bağlamda Plantinga, Batı

epistemolojisinin iki ana kaynağı olan Descartes ve Locke’un yapıtlarında içerilmiş

olan deontolojik vurguyu dile getirir. “Anlaşılması gereken ilk şey, Descartes ve

Locke için ödev ve yükümlülük düşüncelerinin inanca ilişkin tüm yaklaşımlarda

merkezi bir rol oynadığıdır” (1993: 12). Bu belirleme inançların epistemik olarak

gerekçelendirilmesindeki normatif karakteri ortaya koyma girişiminin bir parçası

olarak görülebilir.

Örneğin Descartes’a göre yanlışın kaynağı özgür istencin kötüye kullanılmasıdır ve

bunun sorumlusu inanan kişinin kendisidir. Yeterli bir açıklık ve seçiklikle

kavranılmadığı takdirde bir inancın kabul edilmemesi, kişinin bir yükümlüğü olarak

ortaya konulur. Yine Locke için, inançlar ancak zihnin rasyonel olarak ödevini yerine

getirmesi yoluyla, yani aklın yönlendirmesiyle onaylanmalıdır. Dolayısıyla

doğruluğu hedefleyen entelektüel yetilerimiz bu ödevi yerine getirmekle sorumludur.

Bu bağlamda gerekçelendirme prosedürü, inanan kişinin bir yükümlülüğü olarak

7
Plantinga (1993) gerekçelendirmeye ilişkin deontolojik kavrayış ile içselcilik arasında bir bağlantı
olduğunu iddia eder. Bu bağlantıya aynı zamanda BonJour (1985), Alston (2001) ve Goldman (2001b)
da işaret etmektedir.

84
belirgin bir farkındalık çabası şeklinde düşünülebilir. Yani gerekçelendirme, inanan

kişinin inançlarına ilişkin olarak gerçekleştirdiği ve kendi kontrolü altında olan bir

etkinlik olarak sunulmaktadır.

Çağdaş epistemolojide ise bu yaklaşımın en önemli ve ilk savunucularından birisi

Roderick Chisholm olmuştur. Bilen kişinin bildiği şeye ilişkin davranışının ne

olduğunu ya da olması gerektiğini etik terimlerle soruşturan Chisholm, belirli bir

önermenin doğru olduğunu bilen bir kişinin bu önermeyi kabul etmesini ya da bu

önermeye inanmasını bir ödev olarak ortaya koymuştur. “S, h’nin doğru olduğunu şu

koşullar karşılandığında bilir: (1) S, h’yi kabul eder ya da h’ye inanır; (2) h,

doğrudur; (3) S, h’yi kabul etme ya da h’ye inanma ödevine sahiptir” (1966: 12). Bu

doğrultuda inanma, entelektüel bir sorumluluk olarak ele alınmaktadır. Yani

Locke’un belirlediği şekilde yapabildiğimiz en iyi şekilde doğruluğu arama ödevi;

Chisholm’a göre sadece doğru olduğunu düşündüğümüz önermelere inanma

sorumluluğuyla paralellik göstermektedir (Steup, 1998: 71).

Bu doğrultuda temel sorun olarak ele alınan gerekçelendirme sorununda

‘gerekçelendirilmiş’ olma özelliği, genellikle normatif bir özellik taşımaktadır.

Gerçekten de inancın doğru olduğunu ortaya koymak için sunulan gerekçe

düşüncesinin doğasında normatif bir unsur bulunuyor gibi görünmektedir.8

8
Gerekçelendirme (justification) sözcüğünün etimolojisine bakılacak olursa da, söz konusu
prosedürün bir değer terimi ile ifade edildiği dikkat çekmektedir. Bu bakımdan epistemologlar, kişinin
belirli bir gerekçe yoluyla belirli bir p inancına ilişkin gerekçelendirilip gerekçelendirilmemiş
olduğuna ilişkin soruyu; kişinin söz konusu gerekçe nedeniyle p’ye inanması gerekip gerekmediği
sorusuyla bağlantılandırmaktadırlar (Fumerton, 2002: 207).

85
Gerekçelendirme deontolojik bir yolda; gereklilik, izin, ödev, sorumluluk gibi

terimlerle bağlantılı olarak incelenmektedir. Aslında bu yaklaşım, edimlerin

gerekçelendirilmesiyle ilgili etik yapının epistemolojiye bir aktarılmasıdır. Nasıl bir

edimin gerekçelendirilmesinde belirli kuralların, düzenlemelerin, yasaların,

gerekliliklerin veya ödevlerin ihlal edilmemesi gerekiyorsa; inançların

gerekçelendirilmesi de bu yolda açıklanmaktadır. Bu durumda epistemik

gerekçelendirme söz konusu olduğunda, inançların gerekçelendirilmesi sorunu,

belirli ilkeler dizgesinin izin verdiği ya da yönlendirdiği bir prosedür olarak ortaya

çıkmaktadır.

Epistemik bir bakış açısından kritik olan nokta, doğru olana inanmak ve yanlış olana

inanmamak şeklinde ifade edilen inanmanın ikili hedefidir (Alston: 1988: 257-258).

Gerekçelendirmeye ilişkin deontolojik yaklaşım, yanlış olması olası olacak şekilde

oluşturulmuş inançları yasaklayan ve doğru olması olası olacak şekilde oluşturulmuş

inançlara izin veren ilkeler ve koşullar ortaya koymaktadır. Yani bir inancın

gerekçelendirilmiş olması, farklı yaklaşımlara göre değişen belirli epistemik ilke ya

da koşulları ihlal etmemesine bağlıdır. Normatif karakterdeki bu ilkeler, yeterli bir

şekilde doğru olduğu ortaya konabilen inançların kabul edilmesine izin verir. Bu

bağlamda epistemolojide kuramsal çalışmaların önemli bir kısmının, ideal akıl

yürütmelerin ve gerekçelendirme prosedürlerinin kurallarını ortaya koymak olduğu

söylenmektedir (Kornblith, 1983: 33). Eğer öznenin söz konusu kurallar

çerçevesinde inançlarını değerlendirerek bir çıkarım yapması gerekiyorsa,

gerekçelendirme prosedürünün deontolojik bir işlem olduğu söylenmek

durumundadır.

86
Bu bağlamda deontolojik epistemik gerekçelendirme kavrayışına uygun düşen içselci

yaklaşımın, epistemolojinin klasik hedeflerine ulaşmaya çabaladığını söyleyebiliriz.

Bu doğrultudaki gerekçelendirme kuramları, bilginin bir analizini yapmayı görev

edinir. Bu analiz, inancın hangi koşullarda gerekçelendirilmiş sayılabileceğini ortaya

koyma girişimidir. Dolayısıyla inancın bilgi düzeyinde sayılabilmesi için gerekli olan

gerekçelendirme prosedürü çerçevesinde belirlenen koşullar, epistemologlar için en

temel konuyu oluşturmaktadır (Goldman, 2001a: 38). Goldman bu koşulları ‘kanısal

karar ilkeleri’ (doxastic decision principles) olarak adlandırır. Bu ilkeler inancın

oluşturulmasına ilişkin ilkelerdir. Örneğin Goldman, Descartes’ın açıklık ve seçiklik

testini deontolojik bir yaklaşım olarak, neye inanılması gerektiğine ilişkin karar

vermekte kullanılan bir kriter olarak yorumlamaktadır.

Bu bağlamda önermesel bilginin analiziyle ilişkili olan gerekçelendirme nosyonu,

gerekçelendirmeye düzenleyici bir işlev de yüklemektedir. Bu düzenleyici işlev de

esasında gerekçelendirme sorununa deontolojik bir yaklaşımın ifadesidir. Bu

doğrultuda düzenleyici işlevin kendisine yüklendiği epistemik gerekçelendirme,

temelde normatif bir kavramdır ve epistemik ya da entelektüel bir bakış açısından

kişinin sorumlu olduğu yükümlülükler ve ödevleriyle ilişkilidir (BonJour, 2001: 12).

Böylece genel anlamda söz konusu düzenleyici işlevin yerine getirilmesi ya da

gerekçelendirme ilkelerinin uygulanması, inanç sahibi kişinin taşıması gereken

sorumluluğu gündeme getirmektedir. Gerekçelendirme bu türden bir epistemik

sorumluluk anlayışı olmaksızın eksik kalacaktır.

87
2.4.1. Epistemik Sorumluluk

Deontolojik yaklaşımın öne çıkardığı epistemik sorumluluk kavramı, tartışmanın

içselci kanadını daha iyi anlamak ve dışsalcılıkla karşılaştırabilmek için merkezi bir

öneme sahiptir. Epistemik sorumluluk düşüncesi, özellikle BonJour tarafından

vurgulanmıştır. Ona göre bu düşünce, epistemik gerekçelendirmenin ayırıcı özelliği

olan doğruluk nosyonuyla da yakından ilişkilidir. Bu bağlamda gerekçelendirme,

yalnızca doğru olduğunu düşünmek için iyi nedenlere sahip olduğumuz inançları

kabul etmek şeklinde betimlenir; çünkü ancak gerekçelendirme yoluyla kognitif bir

hedef olarak doğruluğa ulaşmak olanaklıdır. Bu hedefe yönelmenin göstergesi, sahip

olduğumuz inançların doğru olduğunu düşündürecek nedenlerin varlığına ya da

yokluğuna göre davranmaktır.

BonJour bu doğrultuda epistemik sorumlulukla ilgili şu tespiti yapar: “Belirli bir

nedenin yokluğunda bir inancı kabul etmek, bu kabul her ne kadar farklı bir yaklaşım

noktasından isteyerek ya da hatta zorlayıcı bile olsa, doğruluk arayışını bir kenara

bırakmak demektir. Bu kabulün epistemik olarak sorumsuzluk olduğu söylenebilir”

(1985: 8). Bu bağlamda kişinin inançlarıyla ilgili olarak epistemik anlamda sorumlu

olması, epistemik gerekçelendirmenin temelini oluşturmaktadır.

Epistemik olarak sorumlu özne, doğru inançlara sahip olmayı, yani kendisini doğru

inançlara götürecek olan prosedürler yoluyla inançlarını değerlendirmeyi ister. “Bir

88
öznenin inancının gerekçelendirilmiş olup olmadığını sorduğumuzda; sormayı

kastettiğimiz şey, inancın epistemik olarak sorumlu bir edimin sonucu olup

olmadığıdır” (Kornblith, 1983: 34). Bu doğrultuda kişinin inançlarının

gerekçelendirilmesi sorunu, doğru inançlara ulaşmak konusunda yapılması

gerekenlerin de hesaba katılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla gerekçelendirme

düşüncesi, bu gereklilikler aracılığıyla epistemik sorumluluk düşüncesiyle sıkı bir

ilişki içindedir.

Kornblith’e göre, epistemik sorumluluğun getirdiği gereklilikler sadece düzgün bir

şekilde akıl yürütmek ya da uygun mantıksal ilişkiler kurmak değildir. Bunlar kadar

önemli olan bir diğer gereklilik, inançla ilişkili kanıtları toplamak ve söz konusu

edilebilecek hiçbir kanıtı ya da delili görmezden gelmemektir (1983: 35). Yani

epistemik olarak sorumlu bir edimin sonuçları olmayan inançlar, gerekçelendirilmiş

sayılmamalıdırlar. Aynı şekilde Foley de, gerekçelendirilmiş inançların, inanan

kişinin sorumlu olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir (Foley, 2002: 198). Bu

bakımdan sorumlu bir inanan kişi, inançlarının statüsüne ilişkin uygun ve dikkatli

değerlendirmelerde bulunan kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bakış açısı, BonJour’un dışsalcılık karşıtı olarak verdiği durugörü örneklerinde de

söz konusudur. Söz konusu düşünce örneklerinde bir inancın kabul edilmesinde ve

gerekçelendirilmiş olduğunun iddia edilmesinde bir dayanak ve neden olması

gerektiğine ilişkin iddia, epistemik bir sorumluluk anlayışı çerçevesinde sunulur

(1985: 38). Dışsalcı gerekçelendirme ölçütlerine karşı getirilen bu eleştiri, tam da bu

89
sorumluluk anlayışı çerçevesinde ortaya konulmuştur. Yani bir neden ya da kanıt

yoluyla gerekçelendirilmiş şeylere inanmak ve bu şekilde desteklenmeyen şeylere

inanmamak entelektüel bir gerekliliktir ve epistemik sorumluluğu yerine getirmeyi

ifade eder. Bu sorumluluk, yalın bir şekilde güvenilir olduğuna ‘inandığımız’

inançlara inanmak anlamına gelir.

Schmitt, BonJour’un epistemik sorumlulukla ilgili argümanını şu şekilde formüle

etmektedir: “Epistemik olarak sorumlu inanç olarak gerekçelendirilmiş inanç: S,

ancak p’ye inanmakta epistemik olarak sorumlu olduğu zaman; p’ye inanmakta

gerekçelendirilmiş sayılabilir” (Schmitt, 2001: 187).

Schmitt’in bir diğer formülasyonu da şu şekildedir: “S, ancak p inancının doğruya

yakın olduğuna inanmakta gerekçelendirildiği zaman; p’ye inanmakla doğru olan

şeye inanmayı hedeflemiş sayılabilir” (2001: 187).

Bu iki önerme yoluyla, BonJour’un epistemik gerekçelendirmenin hedefi olarak

doğruluk anlayışı ile gerekçelendirmenin koşulu olarak sorumluluk anlayışını

bağlantılandırmak olanaklıdır. O halde şu şekilde bir birleştirme yapılabilir:

S, ancak p inancının doğruya yakın olduğuna inanmakta gerekçelendirildiği zaman;

p’ye olan inancı konusunda sorumluluğunu yerine getirmiş sayılabilir.

90
Dolayısıyla epistemik sorumluluğun, bilginin bir koşulu olan gerekçelendirmenin de

koşulu olduğu söylenebilir (Corlett, 2008: 179). Doğru inançlara sahip olma ve

hatadan kaçınma çabası olarak sorumluluk, gerekçelendirmede öznenin etkinliğini

ortaya koymaktadır.

Söz konusu epistemik sorumluluk anlayışı, aynı zamanda içselcilikle de tutarlı bir

yaklaşım oluşturur. Bu sorumluluk dolayımında gerekçelendirme, dışsal koşulların

belirleyiciliğine bırakılmaz ve inancın güvence altına alınması öznenin kendi

denetimi altında olan içsel durumlarıyla bağlantılandırılır. Dolayısıyla BonJour’un

epistemik olarak sorumlu inanç olarak değerlendirdiği gerekçelendirilmiş inanç

kavrayışı, içselci argümanlarla koşutluk içindedir.

2.5. Bilinebilirlik Koşulu Ve İçselcilik

Deontolojik bir karakter gösteren epistemik sorumluluk anlayışı, gerekçelendirmeye

ilişkin içselci yaklaşımın genel iddialarıyla uyumlu görünmektedir. Öznenin

perspektifi içinde ve erişiminde olması gerektiği iddia edilen gerekçelendirme

prosedürü, içsel bir koşul olarak yorumlanabilecek epistemik sorumluluk koşulunu

içermektedir.

91
Bu bağlamda Alvin Goldman’ın içselciliğin genel yapısına ilişkin analizi önemli

görünmektedir. Bu analiz yoluyla, içselci yaklaşımın temel karakteristiğinin ortaya

konulması ve değerlendirilmesi yoluna gitmek uygun bir strateji olarak

düşünülmektedir. Goldman yaygın olarak kabul gördüğünü iddia ettiği ve içselciliği

açımlayan bu yapıyı şu şekilde analiz eder:

1- Gerekçelendirmenin yönlendirici-deontolojik yaklaşımı (YD) ortaya konulur.

2- Gerekçelendirmenin belirleyicilerine ilişkin belirli bir kısıtlama, YD yaklaşımından


türetilir. Ve bu kısıtlama, bütün gerekçelendirme belirleyicilerinin epistemik özne
tarafından erişilebilir ya da bilinebilir olmasını ifade eder.

3- Erişilebilirlik ya da bilinebilirlik kısıtlaması, sadece içsel koşulların geçerli


gerekçelendirme koşulları olarak görülebileceği anlamına gelecek şekilde ele alınmaktadır.
Yani gerekçelendirme tamamen içsel bir ilişki olmak durumundadır (Goldman, 2001b:
207).

Bu durumda Goldman’a göre içselciliğin epistemik gerekçelendirme kısıtlaması,

geçerli gerekçelendirme koşulları olarak içsel koşulları ortaya koymaktadır.

Yönlendirici-deontolojik yaklaşımın bir sonucu olan bu kısıtlama, gerekçelendirme

koşullarının özne tarafından erişilebilir ya da bilinebilir olmasını şart koşar. Böylece

geçerli gerekçelendirme koşulları olarak sadece içsel koşullar öne sürülebilmektedir.

Gerekçelendirme bu yaklaşım çerçevesinde, neye inanmamız gerektiğini belirleyen

bir prosedür olarak inancı yönlendiren bir etkinlik olmaktadır. Gerekçelendirmenin

bu yönlendirici işlevi, deontolojik bir işlev olarak kendisini göstermektedir. Goldman

bu yaklaşım çerçevesinde, inançların gerekçelendirilmesini belirleyen epistemik

92
koşulların uygulanmasının, kişinin epistemik ödevi olduğunu savlar. Epistemik

deontolojiye göre, p önermesine inanmakta gerekçelendirilmiş olmak, p’ye inanmaya

hak kazanmış ya da onay almış olmak anlamına gelmektedir. P önermesine olan

inancın gerekçelendirilmemiş olması ise, p’ye inanmaya izni olmamak ya da bu

inancın yasaklanmış olması anlamına gelmektedir. Yani kişinin bir önermeye olan

inancı gerekçelendirilmemiş ise, öznenin ödevi bu önermeye inanmamaktır (2001b:

208).

Goldman’a göre YD (yönlendirici-deontolojik) yaklaşımı, kişinin epistemik ödevleri

doğrultusunda inançların gerekçelendirilme statülerini belirleyen gerekçelendiricileri

ortaya koyar. Gerekçelendiriciler, epistemik özne için belirli bir zamanda belirli bir

önermenin gerekçelendirilmiş olup olmadığını belirlemek için kullanılan olgu

durumlarıdır. Yani gerekçelendiriciler önermelerin epistemik statülerini belirlerler.

İşte içselci yaklaşıma göre, YD yaklaşımının gerekçelendiriciler için iddia ettiği

kısıtlama, özne tarafından erişilebilirlik ya da bilinebilirlik olarak belirlenir. Eğer

kabul edeceğimiz ya da terk edeceğimiz inançlarımızı gerekçelendirme

gerekliliklerine uygun olarak belirlemek durumundaysak; belirli bir zamanda belirli

bir önerme için bizi gerekçelendirilmiş ya da gerekçelendirilmemiş kılan olgular,

bilinebilir ya da erişilebilir olgular olmak zorundadır (2001b: 209). Bunun için aynı

zamanda, epistemik ödevlerimizi de biliyor olmamız gerekir. Eğer belirli bir

zamanda belirli inançlar söz konusu olduğunda epistemik ödevlerimizi bilmiyorsak,

herhangi bir sorumluluktan da söz edilemez.

93
Gerekçelendirme sorununda YD yaklaşımının gerekçelendiriciler için zorunlu

tuttuğu özne tarafından erişilebilir olma koşulu, inancın kabul ya da reddedilmesiyle

ilgili sorumluluğu açıklamaktadır. Goldman, YD yaklaşımından türetilen

gerekçelendiriciler üzerindeki kısıtlamaya ilişkin şöyle bir formülasyon oluşturur:

“Sadece öznenin t zamanında, p’ye inanmasının gerekçelendiricileri olarak

nitelendirilebilecek olgular; öznenin halihazırda, t anında, elde ettiğini ya da

etmediğini bilebildiği olgulardır” (2001b: 210).

Bu bağlamda bu türden gerekçelendiricilerin bilinmesi, epistemik ödevin de ne

olduğunu bilmek açısından önemlidir. İçselciliğin bu şekilde betimlenmesi,

dışsalcılık karşısındaki bir üstünlüğü de ortaya koymaktadır. Çünkü dışsal olguların

özne tarafından bilinemediği bir durum söz konusuyken, içsel olgular için böyle bir

sorun yoktur. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre, yani bilinebilirlik kısıtlamasına göre,

içsel olgular uygun gerekçelendiriciler olarak görünmektedir.

2.5.1. Güçlü İçselcilik

Goldman, geçerli gerekçelendirme koşulları olarak bilinebilirlik kısıtlamalarını, iki

farklı içselcilik versiyonuyla ayrıntılandırma yoluna gider. Güçlü içselcilik olarak

adlandırdığı versiyonda, öznenin halihazırda t anında doğrudan bilebildiği olgular

geçerli gerekçelendiriciler olarak kabul edilir (2001b: 211). Doğrudan bilinebilir

olgular da, içgözlem ve refleksiyonla sınırlandırılmaktadır. Bu durumda güçlü

94
içselcilik; t anında öznenin inançlarının gerekçelendiricileri olarak, yalnızca öznenin

bilinçli durumlarıyla ilişkili olguları kabul etmektedir. Bu belirleme, Vahid’in

perspektivist ve erişim içselciliğini, sırasıyla güçlü ve zayıf versiyonlar olarak

ayırmasıyla (1998: 237) da paralellik göstermektedir. Goldman’ın belirlediği şekliyle

güçlü içselcilik, Alston’un betimlediği perspektivist içselcilikte olduğu gibi,

gerekçelendiricilere ilişkin aktüel bir kavrayışı talep etmektedir.

Ancak Goldman’a göre gerekçelendiricileri bu şekilde sıkı bir şekilde kısıtlamak,

inançların gerekçelendirilmesini oldukça zorlaştırmakta; hatta kuşkucu sonuçlara yol

açacak şekilde olanaksız hale getirmektedir; çünkü belirli bir zamanda kişinin

inançlarının büyük çoğunluğu bellekte depolanmış bir şekilde bulunmakta; aktif ya

da hazır bir şekilde bulunmamaktadır. Örneğin kişinin kimlik bilgilerine ilişkin

inançları, dünya tarihine, coğrafyaya, çevresindeki insanlarla olan faklı türden

ilişkilerine ilişkin inançları; herhangi belirli bir anda hazır bulunmaktan çok, bellekte

depolanmış bir şekilde bulunur. Bu durumda bu inançlar herhangi bir anda, öznenin

bilinçli durumları yoluyla doğrudan bilinmiş olmadığı zaman gerekçelendirme söz

konusu olamayacaktır. Yani kişinin belirli bir zamandaki bilinçli durumları, söz

konusu inançların gerekçelendirilmesini sağlayacak herhangi bir şey

içermeyebilecektir.

Goldman buna, depolanmış inançlar sorunu demektedir (2001b: 213). Seçilmiş

herhangi bir zamanda ne duyu deneyimi ne de farkında olunan o anki bellek içeriği,

inancın gerekçelendirilmesini sağlamak için yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla güçlü

95
içselciliğe göre, belirli bir anda doğrudan bilinebilir olan olgular her zaman için söz

konusu olmadığından, inançlar gerekçelendirilemeyecektir. Fakat içselciliğin bu katı

yorumu, içselciliğin kabul etmek durumunda olduğu ve üstesinde gelemeyeceği bir

yaklaşım değildir.

2.5.2. Dolaylı Bilinebilirlik Ve Zayıf İçselcilik

Goldman güçlü içselciliğin bilinebilirlik kısıtlamasının karşılanmasındaki

zorluklardan dolayı, bu kısıtlamanın esnetilmiş bir versiyonundan söz eder. Güçlü

içselcilik olarak sunulan yaklaşım, çok katı bir içselcilik yorumu olmanın ötesine

geçmemektedir. Ortaya konulan koşullar, inançlar genelde depolanmış bir şekilde

bellekte tutulduğundan, çok sınırlı bir inançlar kümesi için geçerli olmakta ve

gerekçelendirme yalnızca bu daraltılmış inançlar kümesi için sağlanabilmektedir.

Güçlü içselci yaklaşımın karşılaştığı bu sorundan dolayı, Goldman’ın betimlediği

zayıf içselci versiyonda; öznenin halihazırda hem doğrudan hem de dolaylı olarak

bilebildiği olgular, geçerli gerekçelendiriciler olarak iddia edilebilmektedir. Yani

öznenin t zamanında p’ye inanmasının gerekçelendiricileri olarak nitelendirilebilecek

olgular; öznenin halihazırda, t anında, elde ettiğini ya da etmediğini doğrudan ya da

dolaylı olarak bilebildiği olgulardır (2001b: 214). Bu yolla depolanmış inançlar

sorunu, bellekteki inançları çağırma yoluyla dolaylı bilmenin olanağını ortaya

koyarak çözülmeye çalışılır.

96
İçgözlem ve belleğe erişimin kabul edilmesiyle güçlü içselcilikten daha fazla

işleyebilir bir yaklaşım olarak zayıf içselciliğin öne sürdüğü koşullar, içselci

yaklaşımın temel iddiasıyla çelişmemektedir. Bellekteki inançların çağrılması ya da

belleğe erişim, içsel koşulların sağlanması olarak iş görmektedir. Bu durumda zayıf

içselcilik, t anında öznenin inançlarının gerekçelendiricisi olarak, yine t anında

öznenin bilinçli ya da depolanmış mental durumlarına ilişkin olguları kabul

etmektedir (2001b: 214). Depolanmış inançlar da içsel durumlar olduğundan, zayıf

içselcilik Goldman’a göre içselciliğin geçerli bir biçimi olmaktadır. Bu yaklaşım da,

Alston’un erişim içselciliği olarak belirlediği versiyona karşılık geliyor olarak

düşünülebilir.

Ancak zayıf içselciliğe getirilen bir eleştiri de, bellekten depolanmış inançların

çağrılamadığı unutma durumlarıdır. Goldman buna da unutulmuş kanıt sorunu

demektedir. Orijinal kanıtların unutulduğu inançların gerekçelendirilmiş

sayılamayacağı şeklinde ortaya konulan sorun, geçmişte gerekçe olarak kullanılan,

fakat unutulan kanıtların artık dışsal olgular olduğu şeklinde ortaya konulmaktadır.

Bir diğer eleştiri de, eşzamanlı geri çağırma sorunu olarak adlandırılır. Bu sorun;

depolanmış birçok inancın, belirli bir başka inancın gerekçelendirilmesinde ihtiyaç

duyulduğunda, aynı zamanda bellekten çağrılamayacağına ilişkindir (2001b: 215-

216). Ancak Goldman’ın içselciliğin yapısına ilişkin ortaya koyduğu analizi genel

anlamda kabul edilmekle ve içselciliğin temel iddialarını uygun bir şekilde formüle

ettiği düşünülmekle beraber; içselciliğe karşı çıkışı haklı görünmemektedir. Özellikle

97
ılımlı bir içselcilik versiyonu olarak sunulan zayıf içselcilik, içselci görüşün tutarlı

bir modeli olarak ve epistemik gerekçelendirme sorununa getirdiği açıklama gücü

yüksek özellikleriyle savunulabilir bir yorum olarak değerlendirilebilir.

Bu noktada Goldman’ın eleştirileri, içselci yaklaşımı ve içselciliğin ortaya koyduğu

koşulları ortadan kaldırmaktan çok, bu koşulların ihlal edilme olanaklarını gündeme

getiriyor gibi görünmektedir. İçselci koşulların ihlal edilme biçim ve olanakları,

tutarlı ve kabul edilebilir bir içselcilik biçimi olarak ele alınan zayıf içselciliğin

savunulamaz bir yaklaşım olduğunu göstermemektedir. Kaldı ki; söz konusu

unutulmuş kanıt sorunu durumunda, öznenin inancının gerekçelendirilmemiş

olduğunu kabul etmek daha anlamlı ve içselci iddialara da zarar getirmeyen bir

düşünce olacaktır. Yani gündeme getirilen sorun, içselci yaklaşımın ortaya koyduğu

koşulların geçersizliğine karşı değil, bu koşulların karşılanamaması olasılığına karşı

getirilmiştir. Koşulların nasıl karşılanamayacağına ilişkin yapılan ayrıntılı

açıklamaların, gerekçelendirmeye ilişkin içselci yaklaşımın açıklamalarıyla ilişkisi

bulunmamaktadır.

Goldman’ın eşzamanlı geri çağırma sorunu olarak dile getirdiği itiraz ise, özellikle

bağdaşımcı bir karakter gösteren içselciliği hedef almaktadır. Ancak bu eleştiri,

belirli bir inancın epistemik statüsünün belirlenebilmesi için, bu statüyle ilişkili

olanlar dışında tüm diğer şeylerin de aynı anda çağrılmasının gerekli olmadığı

itirazıyla yanıtlanabilir (Conee & Feldman, 2001: 249). Örneğin B1 inancının

gerekçelendirilmesi için, B1’in kişinin sahip olduğu ilgili diğer bir B2 inancıyla

98
bağdaşması, B2 inancı daha önceden kişinin diğer inançlarıyla bağdaşmış olduğu

sürece yeterli olmaktadır. İnançların aşırı derecede komplike bağlantılar

gerektireceği şeklindeki bir itiraz ise, zayıf içselciliğin temel iddiaları açısından bir

tehlike oluşturmamaktadır. Kişinin inançlarıyla bağdaşmayan yeni bir inanç söz

konusu olduğunda, bu inanç gerekçelendirilememiş olarak yorumlanır ve elde

tutulmaz. İnançların gerekçelendirilebilmesi için, diğer inançların çağrılması

konusundaki karmaşıklık ve zorluk iddiası ise sorunla ilişkisizdir. Dolayısıyla Conee

ve Feldman’a göre erişilemeyen inanç kombinasyonları, içselciliğin gerekçelendirme

anlayışını baltalamamaktadır (2001: 250).

Goldman’ın içselciliğe yaptığı itirazlar, kendi ortaya koyduğu içselci betimlemelere

karşı yapılmış olsa da, bu itirazlar betimlemiş olduğu zayıf içselciliğin

gerekçelendirme anlayışını temelde ıskalamaktadır. Dolayısıyla Goldman’ın sunduğu

zayıf içselci yaklaşımın gerekçelendirmeye ilişkin açıklamasında, içselcilik adına bir

sıkıntı olmadığı düşünülmektedir. Bu noktada zayıf içselcilik olarak sunulan

yaklaşım, içselciliğin kabul edilebilir bir versiyonu olarak görülmektedir. Aynı

zamanda bu yolla, içselci yaklaşımın temel iddiaları kabul edilebilir bir şekilde

açımlanmış olmakta ve bu iddiaların inançların gerekçelendirilmesi sorununa

bakışının felsefi açıdan olumlu tarafları değerlendirilebilmektedir.

99
2.6. İçselci Farkındalık

Gerekçelendirmeye ilişkin içselci yaklaşım için önemli olan şey, inançların

gerekçelendirilmesinin kişinin kognitif olarak erişiminde olan içsel bir prosedür

olmasıdır. Bu doğrultuda inanan kişinin inandığı şeylere ilişkin gerekçelendirmesini;

her ne türden olursa olsun (verili olan duyu izlenimi, algı deneyimi veya rasyonel

sezgi vb. yoluyla) gerçekleştirirken, söz konusu gerekçelendirmeye ilişkin bir

kavrayışı olması beklenir. Bir bakıma belirli gerekçelendirici standartlar yoluyla, söz

konusu gerekçelendirmenin gerekçelendirilmiş inancı elde etmiş kişi tarafından

anlaşılmış olması gerekmektedir (Audi, 1988: 114). Bu durum, kişinin sahip olduğu

inançlara inanmaya hakkı olduğunu göstermesi anlamına gelir. Dışsalcı yaklaşımda

ise gerekçelendirme anlayışı, daha çok sahip olunan inançların inanan kişinin

farkındalığı söz konusu olmaksızın doğru olduğunu göstermeye yönelmiş gibi

durmaktadır. İçselcilik öznel bir yaklaşıma vurgu yaparken, aksine dışsalcılık

gerekçelendirmenin güvenilir olup olmadığı şeklindeki nesnel bir soruna vurgu

yapmaktadır.

Daha önceden gerekçelendirmenin niteliği ve süreci olarak yapılmış olan ayrım, bu

noktada açıklayıcı olmaktadır. Niteliği öne çıkaran dışsalcı yaklaşımda, inancın

dışsal bağlantılar yoluyla gerekçelendirilmesi işleminde yapılan vurgu, inancın

doğruluğu olmaktadır. Süreci öne çıkaran içselci yaklaşımda ise, inancın kognitif

erişim yoluyla gerekçelendirilmesi etkinliğinde yapılan vurgu, doğruluğu hedeflemek

olmaktadır. Yani içselci gerekçelendirme görüşünün, kişinin belirli bir şeye neden

100
inandığına ilişkin bir kavrayışa sahip olmasını talep etmesi, doğruluğa ilişkin bir

yönelimi ifade eder. Bu şekilde inancın doğru olması, inanan kişinin tamamen

dışarıda bırakıldığı bir nitelik olmaktan da çıkarılmış olmaktadır. Dolayısıyla inancın

doğrulukla olan ilişkisi, inançların gerekçelerine ilişkin bir kavrayış yoluyla

sağlanmaktadır.

Bu noktada temel iddia, kişinin sahip olduğu inançların neden doğru olduğunun

gerekçelerine ilişkin sürekli olarak refleksiyon yapması gerektiği değil; inançların

gerekçelendirilebilmesi söz konusu olduğunda kişinin bu türden bir refleksiyonu

yapabiliyor olmasıdır (O’Brien, 2006: 88). Bir etkinlik olarak gerekçelendirme

yoluyla, inançları destekleyen nedenlerin ya da gerekçelerin bilinçli bir şekilde

değerlendirilmesi yapılabilmekte ve sahip olunan inançların gerekçelerinin farkında

olunması sağlanabilmektedir; çünkü üzerine refleksiyon yapılmaksızın muhafaza

edilen inançlar bir anlam ifade etmemektedirler. Gerekçelendirmenin asıl işlevinin,

epistemik olarak sorumlu bir şekilde inanmanın ve sahip olunan inançların

statüsünün farkına varılmasının sağlanması olduğu düşünülmektedir.

Gerekçelendiricilerin farkında olunmadığı sürece, herhangi bir bilgi iddiası da ortaya

konulamaz. Bu açıdan geçerli gerekçelendirme yapıldığı halde ilerde yanlış çıkan

inançlar, içselci yaklaşımın doğruluğu hedefleme ve inançlara ilişkin farkındalık

temalarını zayıflatmamaktadır. İçselci yaklaşım için kritik olan öğe gerekçelendirme

ve gerekçelendirmenin anlaşılmasıdır; fakat dışsalcı yaklaşımın savunulması, bu

türden bir duyarlılığı ve izleği düşüncesinde barındırmamaktadır.

101
Bu durumda belirli bir inanca ilişkin gerekçelendirme sağlanabilmesi, inanan kişinin

söz konusu inanca rasyonel olarak inanması şeklinde düşünülebilir. İnandırıcılığın

rasyonel olarak sağlanması talebi de, içselci yaklaşımın içeriminde bulunmaktadır.

Dolayısıyla inancın epistemik konumunun içsel olması, yani gerekçelendirmenin

inanan kişinin kognitif erişiminde olması, söz konusu inanca ilişkin kavrayışı

sağlamaktadır (McGrew & McGrew, 2007: 54). Bir anlamda inancın rasyonel olarak

inandırıcılığını, bu türden bir gerekçelendirme sağlamaktadır. Kişinin bilgi

iddiasında bulunabilmesinin yolu, yapması gereken epistemik gerekçelendirmenin

kavrayışına içsel olmasından geçmektedir. Bu farkındalıkla yapılan gerekçelendirme

sonucunda, her ne kadar gerekçelendirilmiş yanlış inanç gibi bir durumla

karşılaşılma olasılığı söz konusu olsa da, bilmenin ve doğruluğu hedeflemenin

epistemik özneler için anlamlı olduğu bir etkinlik gerçekleştirilmiş olmaktadır.

102
SONUÇ

Bu çalışma çerçevesinde içsel ve dışsal ayrımının temel niyeti, özellikle

gerekçelendirme sorununa ilişkin farklı görüşleri karşıtlaştırmak ve bu farklı

yaklaşımları daha açık bir şekilde ortaya koymak olarak düşünülmüştür. Bu

doğrultuda inancın ya da genel kullanımıyla bilginin gerekçelendirilmesi ya da

haklılandırılması, içerisinde farklı epistemolojik yaklaşımları barındıran içselci ve

dışsalcı karşıtlığı bağlamında ele alınmalıdır. Çağdaş epistemolojinin başat

sorunlarından olan içselcilik ve dışsalcılık arasındaki tartışma, epistemik

gerekçelendirmenin doğasına ilişkin iki ana görüşün bir değerlendirilmesi olarak

sunulmuştur. Tartışmanın içselci kanadındaki bilgi kuramcıları, öznenin

gerekçelendirme prosedürüne kognitif olarak erişim içinde olması gerektiğini iddia

etmektedirler. Tartışmanın dışsalcı kanadındaki bilgi kuramcıları ise,

gerekçelendirmeyi özneye dışsal olan olgularla ilişkilendirmek yoluna

gitmektedirler.

Bilginin geleneksel tanımı çerçevesinde ele alınan gerekçelendirme anlayışında

kendisini gösteren en önemli nokta, gerekçelendirmenin gerilemesi sorunu olarak

belirlenmektedir. Bu doğrultuda gerileme sorununa karşı geliştirilmiş bir diğer iki

ana görüş öne çıkar. Temellendiricilik, gerilemeyi gerekçelendirmeye ihtiyaç

duymayan temel inançlar düşüncesiyle sonlandırmaya çalışırken; bağdaşımcılık ise,

gerekçelendirmeyi bağdaşım içinde olan bir inanç dizgesi içine yayarak gerilemeyi

kendi üstüne kapatır.


Bu noktada temellendiricilik, dışsalcı yaklaşımın bir açıklama biçimi olarak

görülmektedir. İnançlar arasındaki bağdaşımsal ilişkilerin değerlendirilmesi olarak

bağdaşımcılığın da, içselci yaklaşımla uyum içinde olduğu ortaya koyulmaktadır. Bu

yaklaşımların birbirleriyle uyumlu olduğu iddiası altında, tartışmanın kutupları dışsal

temeller ve içsel bağdaşımlar olarak adlandırılabilir. Böylece, bu çalışmada

bağdaşımcılığın temellendiricilik karşısında konumlandırılmasına koşut olarak,

içselcilik de dışsalcılığın karşısında konumlandırılarak açıklanma yoluna gidilmiştir.

Bu çerçevede temellendirici bir strateji sergileyen Armstrong’un dışsalcılığı ve aynı

kulvarda bir dışsalcılık versiyonu sergileyen Goldman’ın güvenilirciliği ele

alınmıştır. Özellikle BonJour’un bağdaşımcı içselciliğinden yola çıkılarak girişilen

dışsalcılık eleştirisi, düşünürün ünlü durugörü düşünce deneyi örneği yoluyla ortaya

koyulmaktadır. Bu yolla hem dışsalcı kriterlerin gerekçelendirme için yeterli

olmadığı gösterilmiş olmakta, hem de dışsalcı yönelimin inanan kişiyi

gerekçelendirmede devre dışı bıraktığı görülmektedir. Tüm çalışma boyunca altta

yatan gerekçelendirme bilinci ve epistemik sorumluluk düşüncesinin, dışsalcılığın

zayıf tarafları zemininde savunulabileceği ortaya konulmaya çalışılmıştır.

İçsel bağdaşımlar başlığı altında ortaya koyulan ve bağdaşımcı bir içselciliği

açımlayan bölümde, içselci bir konumu savunmanın olanağı doğrultusunda; hem

gerileme sorununa daha iyi bir çözüm getirilebildiği, hem de gerekçelendirme

etkinliğinin felsefi olarak daha verimli bir konuma yerleştirilebildiği gösterilmeye

104
çalışılmaktadır. Bu doğrultuda Goldman’ın ortaya koyduğu içselciliğin genel yapısı

temel hatlarıyla sergilenerek, getirdiği eleştirileri yine içselcilik lehine yanıtlanmıştır.

Bu bağlamda Alston’un betimlediği erişim içselciliği, Goldman’ın zayıf içselcilik

olarak aktardığı içselcilik versiyonuyla paralellik göstermektedir. Her iki yaklaşım

da, ılımlı içselcilik versiyonları olarak, gerekçelendiricilere kognitif olarak

‘erişilebilirlik’ kısıtlaması getirdiği şeklinde yorumlanmaktadır.

Zayıf içselcilik olarak sunulan yaklaşım, içselciliğin kabul edilebilir ve bağdaşımcı

bir versiyonu olarak görülmektedir. Aynı zamanda bu versiyon, deontolojik bir

gerekçelendirme yaklaşımı içerisine sokulabilmektedir. Epistemik inançların kabul

edilmesinde ve gerekçelendirilmiş olduğunun iddia edilmesinde bir dayanak ve

neden ortaya konulması gerektiği şeklindeki bir epistemik sorumluluk anlayışı, ancak

içselci bir yönelimle olanaklıdır.

Bu noktada, gerekçelendirme prosedürünün temelde öznenin zihnine içsel olmasını

ya da başka bir deyişle refleksiyona açık olmasını şart koştuğu düşünülen içselcilik,

dışsalcılık karşısında daha güçlü bir kavrayış sergilemektedir. Bağdaşımcı boyut ise,

inançlar arası bağdaşım ilişkilerinde yine refleksiyonun işlevini açımlar. Yani

inancın güvence altına alınması, öznenin kendi denetimi altında olan ve birbiriyle

bağdaşım içinde olması gereken içsel durumlarıyla bağlantılandırılır.

105
Sonuç olarak BonJour’cu bir bağdaşımcı içselcilik, bilgi için bir koşul olarak ortaya

konulan gerekçelendirmenin, inanan kişinin ‘birinci-şahıs kognitif perspektifine’

içsel olmasını talep etmektedir. Bu bağlamda içselci yaklaşım, epistemik

gerekçelendirme sorununu birinci-şahıs bakış açısından ele almakta ve

gerekçelendirme prosedüründe refleksiyonun önemine vurgu yapmaktadır.

(Kornblith, 2012: 34-35). Bu vurgu; inançlarımız, inançlarımızın nedenleri ve

inançlarımız arasındaki ilişkiler üzerine refleksiyon yapmamız gerektiğini dile

getirir. Bu doğrultuda kritik olan nokta, kişinin inançlarının gerekçelendirici

statüsünden çok, inançların epistemik olarak gerekçelendirilmesinde refleksiyona

biçilen işlev olmaktadır. Dolayısıyla epistemik bir sorumluluk ve rasyonellik

çerçevesinde gerçekleştirilmesi gerektiği düşünülen gerekçelendirme prosedürü,

içselci yaklaşımın duyarlılıklarına daha yakın ve içeriğiyle daha uyumlu

görünmektedir.

Gerekçelendirilmiş inancın rasyonel bir şekilde gerekçelendirilmesi, sahip

olduğumuz inançlara neden inandığımız ya da neden inanmamız (veya

inanmamamız) gerektiğine ilişkin daha bilinçli bir yaklaşım olarak düşünülmektedir.

Bu anlamda içselci yaklaşım, inançlarımızın doğru olduğunu iddia edebilmek için,

inançlarımıza ilişkin bilinçli bir düşünmenin gerektiğini ortaya koymaktadır

(Langsam, 2008: 100). Ancak bu yolla, inançlarımız ve inançlarımız arasındaki

ilişkiye ilişkin refleksiyona dayalı nedenlere ya da gerekçelere sahip olabiliriz.

106
Bu doğrultuda dışsalcı yaklaşımdan farklı olarak içselcilik, sahip olduğumuz

inançlara neden inandığımızı açıklayan nedenlerin farkındalığını talep etmektedir.

Böyle bir farkındalık, sahip olunan ve muhafaza edilen inançların hesabının

verilebilmesi anlamına gelir. Epistemik gerekçelendirme sorunu dolayımında bir

kısıtlama olarak görünen bu talep, insanın epistemik özne olarak sorgulayıcılığına

vurgu yapar. Dışsalcılığın karşısında, söz konusu içselci talebin altını çizdiği bu

vurgu, gerekçelendirilmemiş inançların inanılmaya değmeyeceğini sorun etmekte ve

bu soruna işaret edebilmektedir.

107
ÖZET

Bu tezin ana hedefi, epistemik gerekçelendirme sorununa ilişkin olarak içselcilik ve

dışsalcılık arasındaki tartışmayı ele almak ve içselciliğin epistemik sorumluluk ve

refleksiyon açısından güçlü konumunu ortaya koymaktır. Bu yaklaşımı sergilemek

için, dışsalcılığın temellendiricilik tarafından; içselciliğin de bağdaşımcılık

tarafından desteklendiği savlanır. Bu doğrultuda tezin ilk bölümünde, David

Armstrong ve Alvin Goldman’ın dışsalcı yaklaşımlarının bir eleştirisi sunulmaya

girişilmektedir. Bu amaçla Laurence BonJour’un, epistemik gerekçelendirmenin

dışsal temellerine ilişkin argümanları reddetme nedenleri araştırılmaktadır.

Tezin ikinci bölümünde ise, içselciliğin bağdaşımcılık ile olan ilişkisinde

serimlenmesi amaçlanmaktadır. Bu serimleme, William Alston ve Goldman’ın

betimlemelerini içermekte ve Goldman tarafından içselciliğe karşı dile getirilen

sorunlara yanıt verilmektedir. Bu çerçevede ılımlı bir versiyon olarak erişim

içselciliğinin iddia ettiği kognitif erişilebilirlik düşüncesi savunulmakta ve bu

düşünce, inanan kişinin epistemik farkındalığı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu

farkındalık bağlamında BonJour’un içselci bağdaşımcılığı, gerekçelendirmeye ilişkin

deontolojik yaklaşımın yardımıyla savunulabilir bir yaklaşım olarak kabul

edilmektedir. Tez sonuç olarak, inançlarını refleksif bir şekilde değerlendiren

epistemik öznelerin çabaları gözetilerek, tartışmanın içselci kanadının daha uygun bir

perspektif sunduğu düşüncesiyle bitirilmektedir.

108
ABSTRACT

The main goal of this thesis is to explicate the debate between internalism and

externalism over the problem of epistemic justification and to show the strong

position of the internalist accounts in terms of epistemic responsibility and reflection.

It is claimed that externalism is supported by foundationalism and internalism is

supported by coherentism. Therefore, in the first chapter of the thesis, I offer a

critique of the externalist theories of David Armstrong and Alvin Goldman. In this

connection, Laurence BonJour’s reasons for rejecting the arguments about the

external foundations of epistemic justification are examined.

In the second chapter of this thesis, I present internalism as in relation to

coherentism. It includes the description of internalism by William Alston and

Goldman. Within this framework, I respond to the problems against internalism

articulated by Goldman. The requirement of cognitive accessibility suggested by

access internalism as a weak form of internalism is defended and interpreted by

means of the epistemic awareness of the believer. With the support of the

deontological conception of justification, BonJour’s coherentist internalism is taken

as a tenable approach. Finally, this thesis concludes that, the internalist side of the

debate presents a more appropriate perspective, as it takes into account the efforts of

epistemic subjects who evaluate their beliefs reflectively.

109
KAYNAKÇA

Alston, Williams P., (1988), “The Deontological Conception of Epistemic

Justification”, Philosophical Perspectives, Vol. 2, Ridgeview Publishing

Company, s. 257-299.

Alston, Williams P., (2001), “Internalism and Externalism in Epistemology”,

Epistemology: Internalism and Externalism, Edited by Hilary Kornblith,

Blackwell Publishers, s. 68-110.

Alston, William P., (2004), “The Challenge of Externalism”, The Externalist

Challenge (Current Issues in Theoretical Philosophy, Vol. 2), Edited by

Richard Schantz, Walter de Gruyter, s. 37-52.

Altschul, Jon, (2011), “Reliabilism and Brains in Vats”, Acta Analytica, Vol. 26,

No. 3, Springer, s. 257-272.

Armstrong, David, (1973), Belief, Truth and Knowledge, Cambridge University

Press.

Audi, Robert, (1980), “Foundationalism and Epistemic Dependence”, The Journal

of Philosophy, Vol. 77, No. 10, Journal of Philosophy Inc., s. 612-613.

Audi, Robert, (1988a), Belief, Justification and Knowledge, An Introduction to

Epistemology, Wadsworth Publishing Company.

110
Audi, Robert, (1988b), “Justification, Truth and Reliability”, Philosophy and

Phenomenological Research, Vol. 49, No. 1, International Phenomenological

Society, s. 1-29.

Audi, Robert, (2003), Epistemology, A Contemporary Introduction to the Theory

of Knowledge, Routledge.

Bender, John W., (1989), “Coherence, Justification, and Knowledge: The Current

Debate”, The Current State of the Coherence Theory, Edited by J. W.

Bender, Kluwer Academic Publishers, s. 1-14.

BonJour, Laurence, (1985), The Structure of Empirical Knowledge, Harvard

University Press.

BonJour, Laurence, (2001), “Externalist Theories of Empirical Knowledge”,

Epistemology: Internalism and Externalism, Edited by Hilary Kornblith,

Blackwell Publishers, s. 10-35.

Brueckner, Anthony, (1996), “Deontologism and Internalism in Epistemology”,

Nous, Vol. 30, No. 4, Blackwell Publishing, s. 527-536.

Casteñeda, Hector-Neri, (1988), “Knowledge and Epistemic Obligation”,

Philosophical Perspectives, Vol. 2, Ridgeview Publishing Company, s. 211-

233.

Chisholm, Roderick M., (1966), Theory of Knowledge, Prentice-Hall, Inc.

111
Cling, Andrew D., (2008), “The Epistemic Regress Problem”, Philosophical

Studies: An International Journal for Philosophy in the Analytic

Tradition, Vol. 140, No. 3, Springer, s. 401-421.

Conee, Earl & Feldman, Richard, (2001), “Internalism Defended”, Epistemology:

Internalism and Externalism, Edited by Hilary Kornblith, Blackwell

Publishers, s. 231-260.

Corlett, J. Angelo, (2008), “Epistemic Responsibility”, International Journal of

Philosophical Studies, Vol. 16(2), Routledge, Taylor & Francis Group, s. 179-

200.

Foley, Richard, (2002), “Conceptual Diversity in Epistemology”, The Oxford

Handbook of Epistemology, Edited by Paul K. Moser, Oxford University

Press, s. 177-203.

Fumerton, Richard, (2002), “Theories of Justification”, The Oxford Handbook of

Epistemology, Edited by Paul K. Moser, Oxford University Press, s. 204-233.

Fumerton, Richard, (2006), Epistemology, Blackwell Publishing.

Goldman, Alvin, (1979), “What is Justified Belief”, Justification and Knowledge,

Edited by George S. Pappas, D. Reidel Publishing, s. 1-23.

Goldman, Alvin, (2001a), “The Internalist Conception of Justification”,

Epistemology: Internalism and Externalism, Edited by Hilary Kornblith,

Blackwell Publishers, s. 36-67.

112
Goldman, Alvin, (2001b), “Internalism Exposed”, Epistemology: Internalism and

Externalism, Edited by Hilary Kornblith, Blackwell Publishers, s. 207-230.

Hetherington, Stephen Cade, (1991), “On Being Epistemically Internal”, Philosophy

and Phenomenological Research, Vol. 51, No. 4, International Philosophical

Society, s. 855-871.

Kornblith, Hilary, (1980), “Beyond Foundationalism and the Coherence Theory”,

The Journal of Philosophy, Vol. 77, No. 10, Journal of Philosophy Inc., s.

597-612.

Kornblith, Hilary, (1983), “Justified Belief and Epistemically Responsible Action”,

Philosophical Review, Vol. 92, No. 1, Duke University Press, s. 33-48.

Kornblith, Hilary, (2001a), “How Internal Can You Get?”, Epistemology:

Internalism and Externalism, Edited by Hilary Kornblith, Blackwell

Publishers, s. 111-125.

Kornblith, Hilary, (2001b), “Internalism and Externalism: A Brief Historical

Introduction”, Epistemology: Internalism and Externalism, Edited by Hilary

Kornblith, Blackwell Publishers, s. 1-9.

Kornblith, Hilary, (2002), Knowledge and Its Place In Nature, Oxford University

Press.

Kornblith, Hilary, (2003), “Roderick Chisholm and the Shaping of American

Epistemology”, Meataphilosophy, Vol. 34, No. 5, LLC and Blackwell

Publishing, s. 582-602.

113
Kornblith, Hilary, (2012), On Reflection, Oxford University Press.

Langsam, Harold, (2008), “Rationality, Justification and the Internalism/Externalism

Debate”, Erkenn, Vol. 68, Springer, s. 79-101.

Lehrer, Keith, (1990), Theory of Knowledge, Westview Press.

Lemos, Noah, (2007), An Introduction to the Theory of Knowledge, Cambridge

University Press.

Madison, Brent J. C., (2010), “Epistemic Internalism”, Philosophy Compass, Vol.

5(10), s. 840-853.

McGrew, Timothy & McGrew Lydia, (2007), Internalism and Epistemology, The

Architecture of Reason, Routledge.

Morton, Adam, (2003), A Guide Through the Theory of Knowledge, Blackwell

Publishing.

Moser, Paul K. & Mulder, Dwayne H. & Trout, J. D., (1998), The Theory of

Knowledge: A Thematic Introduction, Oxford University Press.

O’Brien, Dan, (2006), An Introduction to the Theory of Knowledge, Polity Press.

Plantinga, Alvin, (1993), Warrant: The Current Debate, Oxford University Press.

Porter, Steven L., (2006), Restoring the Foundations of Epistemic Justification: A

Direct Realist and Conceptualist Theory of Foundationalism, Rowman &

Littlefield Publishers.

114
Schmitt, Frederick, (2001), “Epistemic Perspectivism”, Epistemology: Internalism

and Externalism, Hilary Kornblith, Blackwell Publishers, s. 180-206.

Steup, Matthias, (1998), An Introduction to Contemporary Epistemology,

Prentice Hall Inc.

Swain, Marshall, (1989), “BonJour’s Coherence Theory of Justification”, The

Current State of the Coherence Theory, Edited by J. W. Bender, Kluwer

Academic Publishers, s. 115-124.

Swinburne, Richard, (2001), Epistemic Justification, Oxford University Press.

Vahid, Hamid, (1998), “The Internalism/Externalism Controversy: The

Epistemization of an Older Debate”, Dialectica, Vol. 52, No. 3, s. 229-246.

Williams, Michael, (1995), Unnatural Doubts, Epistemological Realism and the

Basis of Scepticism, Princeton University Press.

Zalabardo, Jose L., (2006), “BonJour, Externalism and the Regress Problem”,

Synthese, Vol. 148, No. 1, Springer, s. 135-169.

115

You might also like