You are on page 1of 146

NÜKLEER SAVAŞ

VE
GEZEGENİMİZİN
BİYOLOJİK - İKLİMSEL DEĞİŞİMİ

SEROL TEBER
yeni dizi: 29
mayıs 1985
bilgi: 6

de yayınevi: vilayet han, cağaloğlu - İstanbul □ dizgi-basku


kent basımevi, 528 08 15 □ kapak düzeni: ferit erkman Q
kapak baskısı: reyo basımevi, 520 55 42 Q cilt: dostlar ciltevi
SEROL TEBER

NÜKLEER SAVAŞ
VE
GEZEGENİMİZİN
BİYOLOJİK - İKLİMSEL
DEĞİŞİMİ

DE YAYINEVİ
“Ben de büyük Amerikalı Benjamin
Franklin’le aynı kanıdayım: hiçbir
zaman iyi bir savaş ve hiçbir zaman
kötü bir barış olmamıştır... Ben ba­
rış için savaşmak istiyorum. İnsan­
lar, kendileri karşı çıkmadıkları sü­
rece, hiçbir şey savaşları ortadan kal­
dırmaz...
Savaş için hiç direnmeden verdiğimiz
kurbanları, barış için vermeye hazır
olmalıyız. Benim için bundan daha ö-
nemli hiçbir şey yoktur...1”
Albert Einstein

GİRİŞ

Helsinki Banş Sözleşmesi’nin daha mürekkebi kuruma­


dan, tarihte bugüne değin bir örneği görülmemiş yeni bir
soğuk savaş dönemine girildi... Beş milyar yaşındaki geze­
genimiz ve üç milyon yıllık insan soyu, gerçekten tarihleri­
nin en karanlık ve zor günlerini yaşıyorlar...
İnsanlar günümüzden 40 yıl önce, tüm canlı dünyası ile
birlikte kendilerini de ortadan kaldırabilecek nükleer gücü
buldular. Ve hemen de kullandılar...
İnsanlık, tam 40 yıldır bu ölümcül nükleer gücün göl­
gesinde yaşıyor.
Ancak, özellikle son on yılda, bu nükleer gücün üreti­
mi ve etkinliği, on binlerce Megatonluk boyutlara ulaştı...
Şimdi, buna bir de, uzayın silahlanması, “Yıldızlar Savaşı”
ekleniyor... Bu çok büyük nükleer güçlerle, üzerinde yaşa­
dığımız mavi gezegeni, bir anda, birkaç kez tahrip etmek
olası...
Günümüzde, nükleer silahlarla başlayacak bir savaşın
hiçbir sınırının ve kuralının olamayacağı ve her şeyin bir­
kaç dakikalık bir zaman dilimi içinde noktalanacağı ve son
zamanların güncelleşen deyimiyle, yaşayanların ölenlere
imreneceği koşulların ortaya çıkacağı bilinmektedir... Ve
yine çok iyi bilinmektedir ki, böylesi bir savaş, giderek, de­
ğil salt insanların, yeryüzündeki tüm canlı yaşamın ve bu­
nu doğuran fiziksel iklimsel koşulların da sonu olacaktır...
Gerçekten yitirilecek tek bir saniyenin olmadığını her
geçen gün daha çok insan anlıyor ve bunun acısını yüre­
ğinde duyuyor...
Biz bu uğraşımızda, sıradan bir mavi gezegenli, bir in­
san, bir baba, bir hekim, bir psikyatr, bir barışsever olarak,
2. Dünya Savaşı’mn sona erişinin ve Hiroşima ile Nagazaki’
ye uygulanan büyük insanlık ağlatısınm-trajedişinin 40. yı­
lında, içinde bulunulan koşullan ve sorunlarımızın boyutla­
rını, bir kez daha ve elden geldiğince, ayrıca sıkıcı ve kor­
kutucu olmamaya çalışarak anımsatmayı ahlaksal bir zo­
runluluk gördük...

Serol Teber
Nisan 1985
1. BÖLÜM

GENEL TARİHSEL ANIM SATM A

Tüm insanlığı ve üzerinde yaşadığımız gezegen­


deki doğal biyolojik kültürel yaşamı tehdit eden nük­
leer savaş koşullarını tartışmadan önce, böylesi bir so­
nucu koşullama potansiyelini içinde taşıyan nükleer
gücün temelini oluşturan, doğal radyoaktivitenin bu­
lunuşunu ve nükleer enerjinin üretim öyküsünü kısa­
ca anımsamak yararlı olabilir...

1.1. DOĞAL RADYOAKTİVİTENİN BULUNUŞU

Canlılara zarar vermesi olası pek çok uyaran, ken­


dilerini, genellikle ilk kez, ağrı, acı ya da benzeri du­
yularla önceden belli ederler. Başka bir tür söylem ey­
le, canlılar, ancak bu tür duyularla kendilerini zarar­
lı uyarımlardan koruyabilirler... Bir anlamda, canlı ya­
şam, ancak, böylesi algılama ve savunma aygıtlarının
yeterli düzeylerde işlev görebilmeleriyle olası kılın­
mıştır... Bu tür savunma düzeylerinin bozulduğu ya
da yeterince işlev görem ediği durumlarda, insanlar
kendilerine zarar verici uyarımları algılayamaz ve
bunlardan kendilerini koruyamazlar; çok kez de bu­
nun sonucu olarak yaşamlarını yitirirler...
Ancak, yüz yıla yakın bir zamandan beri, evrende
ve yerküresindeki bazı uyarımların, insanların ve di­
ğer öteki canlıların algılama ve duyum yetenekleri­
nin ötesinde işlev gördükleri öğrenilmeye başlanmış­
tır...
Bu tür uyarımları insanların duyu organları, sa­
vunma düzenleri algılayamamakta ve bunlar, insan­
ları önceden uyarmadan ve varlıklarını belli etmeden,
canlı dokulara az ya da çok zarar vermekte ve de gi­
derek insanları öldürebilmektedirler...
İçinde yaşadığımız tarihi günlerin en temel sorun­
larından birini oluşturan radyoaktivitenin işte bu tür
bir özelliği, niteliği vardır...

*■

İnsanların, doğal radyoaktivite olayını irdeleme­


ye başlama öyküsü geçen yüzyılın ortalarına kadar
uzanm aktadır...
Örneğin, Bonn’lu cam cı ustası Heinrich Gessler,
kendisinin eritip ürettiği cam borulara ilk kez belli
yoğunluklarda-oranlarda metal gazı doldurduktan
sonra, boru içinden elektrik akımı geçirdiğinde, içi gaz
dolu cam borunun ışıdığını görmüştür... Günümüzün,
neon ya da reklam lambalarının ilk öncülerinden olan
bu buluş, ilk denendiği günlerde bile çevresinde bü­
yük bir ilgiyle karşılanmıştır...
Ancak, bu alanda çağ açan büyük deney, 8 Ka­
sım 1895 tarihinde, o zamanlar W ürzburg’da çalışan
W ilhelm Röntgen (1845-1923) tarafından gerçekleştiril­
miştir.
Röntgen, deney odasında, kendi ürettiği “Röntgen
Tüpünden” çıkan ışınların Baryumplatincyanid emdi­
rilmiş kartonlar üzerinde ışıdığını görmüştür... Rönt­
gen, tüpten çıkan ışınların Baryumplatincyanid em di­
rilmiş kartonlar üzerinde ne tür bir etki-gölge yaptığı­
nı araştırmak amacıyla, ışın kaynağı ile karton arasına
kitap, odun parçaları, vb. gibi maddeler koymuş, ancak
bu ara kendi elini uzattığında, karton üzerinde el ke­
miklerinin kalıcı izler bıraktığını görm üştür...
W ilhelm Röntgen, yedi hafta kadar, laboratuva-
nndan hemen hiç çıkmadan deneylerini gece gündüz
tekrarlamış ve bulduklarını ancak 1896 yılının Ocak
ayında dünya kamuoyuna açıklamıştır...
W ilhelm Röntgen’in buluşlarmı açıkladığı ve de
özellikle hekimler arasında büyük yankılar bulduğu
günlerde, Paris’te Fransız fizikçisi Henri Becquerl
(1852-1908) bazı minerallerin ışınımı sorunu üzerine
çalışmalarına başlamıştı...
Becquerl, ilk başlarda, güneş ışığına tuttuktan son­
ra fotoğraf kâğıdına sardığı kimi fosforlu mineraller­
den bazılarının bir süre sonra, fotoğraf kâğıdı üzerin­
de ışınım sonucu izler bıraktıklarını saptamıştır...
Becquerl, Röntgen’in yazısını okuduktan son­
ra hazırlığına başladığı yeni bir seri deneyi sür­
dürebilmek için, 1896 yılı Şubat ayının son günle­
rinde, daha değişik çeşitli mineralleri yine fotoğraf
kağıdına sarmış, fakat kapalı Paris ilkyazında güne­
şin açmasını beklemek için, bunları laboratuvar dola­
bının gözlerine koym uştur... Ancak, Becquerl, 1 Mart
1896 tarihinde, laboratuvar dolabının karanlık gözle­
rinde fotoğraf kâğıdına sanlı duran Uran gibi bazı
minerallerin de, güneş ışığının hemen hiç etkisi ol­
madan, fotoğraf kağıdı üzerinde çok kuvvetli kalıcı
ışının izleri bıraktıklarını görm üştür...
Röntgen’in buluşundan tam üç ay sonra Bec-
queri’in gerçekleştirdiği devrimsel nitelikli yeni sap­
tamalar bu alandaki gelişmelere yeni bir ivme ver­
miştir...
Ancak, bu alandaki tarihsel sıçrama, 7 Kasım
1867’de Varşova’da doğan ve sonradan, Maria Curie
adıyla efsaneleşen büyük bilim emekçisi M arya Sklo-
dowska’nm, 1894 yılında Fransa’da Sorbonne Üniver-
sitesi’ni bitirdikten sonra Pierre Curie’nin yanında ça­
lışmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir...
Maria Curie, Pierre Curie’nin yanında çalışmaya
başladığı daha ilk gün, Becquerl’in ışınım deneylerini
temel araştırma konusu yapmak istediğini söylemiş­
tir. ..
M aria Curie, olağanüstü bir çalışm ayla'den eylere
başlamış; ve Uran’dan başka Toryum ’un da benzer ışı­
nım lar saldığını bulmuştur... Maria Curie, ayrıca o
zamanlara değin tanınmayan, ancak oldukça güçlü
ışınım veren başka bir element daha bulmuş ve buna,
onun anavatanının anısına Polonyum adı verilmiştir...
Özellikle, Maria Curie’nin deneylerinden sonra,
bazı elementlerin doğal koşullar altında da, enerji
yüklü ışınımlar yaydıkları kesinlik kazanmıştır...
M aria Curie, bazı elementlerdeki bu doğal ışıma-
radyasyon olayına, Yunanca “ radıus” (ışıma) kelime­
sinden üretilen Radyoaktivite adının verilmesini öner­
miştir. ..

İzleyen zaman dilimleri içindeki çalışmalarda, rad­


yoaktivite olayının gizleri biraz daha aydınlanmış ve
radyoaktif elementlerin ışıma-radyasyon yoluyla, za­
man içinde başka elementlere dönüştükleri bulunm uş­
tur... Bu çok önemli bulgu, başka türlü betimlenmeye
çalışıldığında, dingin, dengeli atomlardan oluşmayan
radyoaktif elementler, belli zaman dilimleri içinde, do­
ğal ışıma radyasyon yoluyla enerji yitirerek, görece
daha dingin, sabit atomlar içeren elementlere dönüş­
mektedirler...
Ancak, her radyoaktif elementin ışıması ayrı ayrı
olduğundan, bunların doğal ışıma yoluyla başka ele­
mentlere dönüşmeleri çok değişik zamanlarda gerçek­
leşmektedir...
Bu konuya daha bir açıklık getirmek için, ünlü
fizikçi Rutherford, 1904 yılında, radyoaktif maddele­
rin “ yarılanma süreleri” kavramını önermiştir... “Y a­
rılanma süresi” kavramıyla, bir radyoaktif elementin,
doğal ışıma yoluyla başka elementlere dönüşerek ya­
rısının yok olması için geçen ya da geçmesi gereken
zaman diliminin betimlenmesi amaçlanmıştır...
Ayrıca, radyoaktif elementlerin doğal yarılanma
sürelerinin, basınç, ısı, vb. gibi bilinen kaba dış etken­

li
lere bağlı olmadığı, hemen tümüyle maddenin atom
yapısıyla koşullu olduğu öngörülmüştür...
Bir radyoaktif elementin yanlanm a süresini bul-
ın 2 0,6931
mak için, T 1/2 = --------- = ---------- = r. 0,6931
l l
denklemi kullanılmaktadır...
Burada \ radyoaktif elementlerin bozulma sabite-
si, kostantı, r söz konusu elementin yarılanma süre­
sini vermektedir. Bu koşullarda örneğin, Baryum’un
yanlanm a süresi 12,8 gün; Uranas’in 4,5 milyon yıl;
PlutonyunW un 24.000 yıl oldukları bulunmuştur...

Rutherford, doğal radyoaktivite olayı üzerine yap­


tığı ayrıntılı çalışmalarda, bu ışınım lann tekdüze dal­
ga boyları üzerinden giden bir bütünlük içermediğini
göstermiştir. Rutherford, radyoaktif ışımada, Yunan
alfabesinin ilk üç harfiyle, a alfa, ß beta ve ô gam a
olarak adlandırdığı üç a y n tür ışıma saptamıştır...
Bunlardan, alfa ışınlarının pozitif elektrikle yüklü ol-
duklan, saniyede 15.000 km. kadar hızla yayıldıklan,
ancak kısa uzaklıklar içinde dağıldıklan; Beta ışınla­
rının oldukça az olmasına karşın, oldukça geniş alan­
lara yayılabildikleri gösterilmiştir... Araştırmacılar,
alfa ve beta ışınlannın küçük parçacıklardan oluşan
korpüsküler özellikte olduklarını, buna karşın gam a
ışınlarının elektromagnetik niteliklerde dalgalardan
oluştuğunu saptamışlardır...
Dalganın canlı
türü havada dokuda kurşunda

A lfa ışını 2,5 cm. 0,1 mm milimetrenin


birkaç binde
biri kadar

Beta ışını 7,0 m. 7,0 mm. 0,8 mm.

G am a ışını 10 met. tümü birkaç cm.


fazla bedeni
geçebilir.

Atom çekirdeğindeki radyoaktif dönüşümlerin is­


tatistik yasalara uygun biçimde devindiği gösterilmiş­
tir. Ancak, belli bir zaman dilimi içinde ne kadar çe­
kirdeğin radyoaktif dönüşüme uğrayabileceği hesap­
lanmasına karşın, hangi çekirdeklerin bunu gerçek­
leştireceğini önceden saptamak olası değildir...
Bir elementin radyoaktif dönüşümü, N - N ° . eK +
denklem i üzerinden hesaplanmaktadır. Burada, No, O
zamanında henüz radyoaktif dönüşüm yapmamış atom
sayısı; N, t zamanında radyoaktif dönüşüm yapan
atom sayısı, ve ^ radyoaktif dönüşüm sabitesidir...
*
Doğal koşullar altmda da olsa, radyoaktif karar­
sız elementlerin, daha kararlı konumlara geçebilmek
için sürdürdükleri radyoaktif dönüşüm ya da radyo­
aktif bozulma sırasında çıkardıkları enerji yüklü ışın­
ların canlı dokular, canlı yaşam için son kerte tehli-
keli oldukları saptanmıştır. Bu tür ışınımların etki­
sinde kalan canlıların, bitkilerin, hayvanların ya da
insanların ağır hastalıklara uğradıkları veya çok kez
yaşamlarını yitirdikleri görülmüştür...
Bilinçli olarak, radyoaktif ışıma etkisinde kalm a­
yı göze alıp, bunun karşılığında ağır bedensel hastalık­
lar gösteren ve hatta bunu bizzat yaşamıyla ödeyen
ilk insanların başında Pierre ve de özellikle Maria
Curie gelmektedir...
İçinde çalıştıkları koşullar altında, bu büyük bilim
emekçilerinin salt bedenleri değil, çalıştıkları labora-
tuvann havası iyonlaşmış, eşyaları, aygıtlar bile y o­
ğun bir radyoaktivite ile yüklenmiştir. Hatta, Curie’
lerin üzerinde çalıştıkları ve kurşun sandıklar içinde
saklanan not defterlerinin bugün bile radyoaktivite ile
yüklü oldukları görülmektedir. Bu defterlere yaklaştı­
rılan bir ölçü aygıtı hâlâ büyük gürültüler kopararak
çalışmaktadır... A ynca, bu defterlerin üzerinden alı­
nan radyoaktif fotoğraflarda, Curie’lerin parmak iz­
lerini saptamak mümkün olmuştur...
Curie’ler, uzun süreler radyoaktif elementlerle ça­
lışmalarına karşın, başlangıçta önemli sağlık bozuk­
lukları göstermemişlerdir. Ancak, izleyen zaman di­
limleri içinde, özellikle M aria Curie, ellerinde kabuk­
lanma ve pullanmalardan, parmak uçlarında, eklem ­
lerinde ağrılardan, uzun süreli yangı-iltihaplardan ve
zaman zam an tüm vücudu kaplayan ağrılardan, yor­
gunluklardan yakınm aya başlamışlardır...
Bu arada, Pierre Curie, radyoaktivitenin canlı d o­
kular üzerindeki etkisini araştırmak için, ilk kez ken­
di kolunu saatlerce radyasyon etkisinde tutmuş ve
saptayabildiği değişiklikleri ve duyumları laboratuvar
tutanaklarına geçirm iştir...
Pierre Curie, bulgularını şöyle tanımlamıştır.-
... deri sekiz santimetrekarelik bir alan­
da yüzeysel olarak kızardı. Dış görünüm ü
yanık benzeri... Fakat deride ağrı ya da acı
duymuyorum... A cılı bir duygu yok... Ancak,
kırmızüık birkaç gün sonra çoğaldı... Yirmi
gün kadar sonra, kırmızı bölge ilk kez ka­
buklandı ya da kabuk benzeri bir dokuya
dönüştü... Sonra da yara oldu... Yara yeri„
bir süre sonra tedaviyle geçti...
(Pierre Curie’nin 1900 yılı notlarından...)
Ancak, bu ara Pierre Curie’nin 1906 yılında ina­
nılmaz ölümünden sonra, çalışmaların hemen tüm ü­
nü Maria Curie omuzlamak zorunda kalmış, fakat be­
densel yakınmaları her geçen gün artmış, zaman za­
man dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır... Hekimlerin
çok kez romatizma sandıklan ağrılan, yanm alan, il­
tihaplan, eklem bozukluklan ve genel yorgunluk şi­
kâyetleri çoğalan Maria Curie, 1934 yılında, etkisinde
kaldığı radyonlar ile koşullu kan hastalığından ölmüş*
tür...

Curie’lerin bizzat kendi üzerlerinde yaptıklan de­


neylerden sonra radyoaktif ışınların canlı dokular
üzerindeki etkilerini araştıran çalışmalar yoğunlaş­
mış ve bu konudaki bilgiler çoğalmıştır...
Radyoaktivite etkisindeki canlı doku hücrelerinde
ilk kez bölgesel bozukluklar görülmekte, ancak ışıma­
nın süresinin ya da miktarının artırıldığı durumlar­
da genel olarak tüm vücudu kapsayan doku ve hüc­
re bozuklukları ortaya çıkmaktadır...
Canlı dokulardaki bozukluklar genel olarak şöyle
bir görünüm sergilemektedirler:
Görece hafif ışınlanmalarda, deri kızarmakta, böl­
gesel ve geçici yanıklar oluşmaktadır. Sonradan bu­
nu, göz merceğinin normal gün ışığını geçirm e yete­
neğinin azalması ya da yitimi, matlaşması izlemekte...
Daha ağır durumlarda, bulantı, kusma, kıllarm-saçla-
n n dökülmesi, kemik iliği, kandokusu bozuklukları
özellikle akyuvarların ve trombositlerin azalması, ağız-
burun kanamaları, kadınlarda zamansız adet kana­
maları görülmektedir...
Ancak, az miktarlarda ışın etkisinde kalanlarda
bile, çok kez, yıllarca sonra, özellikle kan dokusu ve
solunum yollan-akciğer kanserleri ortaya çıkabilm ek­
tedir...
Radyoaktif ışınlar, cinsel organları ya da yum ur­
talıkları etkilediğinde, hemen çok kez, geçici veya sü­
rekli kısırlıklar, olası doğumlarda, çocuklarda beden­
sel bozukluklar-anomaliler, zekâ gerilikleri saptan­
maktadır...
A n ca k .bir kez daha vurgularsak, tüm bu belirti­
lerin ortaya çıkma olasılığı, hemen her zaman etkisin­
de kalman ışınım-radyasyon miktarı ve süresiyle oran­
tılı olarak artmaktadır...
Bu konuda uluslararası bir söyleşi ve anlatım k o ­
laylığı sağlayabilmek amacıyla çeşitli ölçü birimleri
kullanılmaktadır...
Bugün en çok kullanılan radyoaktif ışm-radyas-
yon birimleri, Röntgen, rem (Röntgen absorbierte Do-
sis), rad, Curie, Sievert, gibi ölçülerdir...
1 Röntgen, 1,293 mg. havayı iyonize etmek için
gerekli radyoaktif ışıma miktarıdır. Bu miktar, 31.12.
1985 tarihine kadar geçerli olan uluslararası belirlen­
mesinde, 1 R = 258 10-’ C /k g ’dır. 1 rem = 0,01 J /k g ’dır.
Ayrıca, 1 rem = 1000 Milirem (m rem )... olarak da
kullanılmakta. Ancak, 1.1.1986 tarihinden sonra, İs­
veçli fizikçi Sievert’in anısma, 100 rem = 1 Sievert
(Sv) olarak da kullanılacaktır...
Bugün bir cismin soğurduğu ışımanın miktarını
ölçmede en çok kullanılan birimlerden biri de Rad.’
dır. 1 Rad., İyonlaştırıcı ışımanın türüne bakılmaksızın,
bunun etkisinde kalan cisimlerin bir gramının soğur­
duğu 100 erg’lik bir enerji ile eşdeğerlidir...
Günlük hekimlik pratiğinde, tedavi amacıyla u y­
gulanan ışımlandırmalarda en çok 10-40 rad. arası
miktarlar kullanılmaktadır...
A ynca, Curie’lerin anısına, radyoaktive ölçüsü
olarak Curie (Ci) birimi de kullanılmaktadır. 1 Curie
(Ci), doğal yollardan 37 milyar (3,7.1010) miktarında
dönüşüme uğrayan atomun yaptığı etkiyi belirlemek­
tedir. ..

rad — (absorbierte Röntgendosis)


R (Röntgen) — 0,87 rad.
rem — (aequi valente Dosis)
Uluslararası araştırmalarda kabul edilen ölçüler
uzantısında, bir insanın kısa süreli etkisinde kaldığı
rem (Aequivalente Dosis) miktarına göre ortaya çı­
kan belirtiler şöyle saptanmaktadır...

20 rem. Çok kez, hemen belirlenebilen bir be­


lirti ortaya çıkmamaktadır...
50 rem.’e kadar: Çok kez, kan bulgularında bazı deği­
şimler ortaya çıkmaktadır...
120 rem.’e kadar: Bazı insanlarda bulantı, kusma ve yor­
gunluk belirtileri ortaya çıkmaktadır.
170 rem.’e kadar: Bu düzeyde radyasyon altında kalan
hemen tüm insanlarda, oldukça şiddet­
li bulantı, kusma, yorgunluk halleri,
saçların, kılların dökülmesi görülm ek­
tedir...
250 rem .’e kadar: Radyasyon etkisinde kalanlarda ölüm
olayları görülebilmektedir. Ancak, he­
m en her durumda, ağır bulantı ve kus­
malar ortaya çıkmaktadır...
350 rem.’e kadar: Radyasyon alan tüm insanlarda, ağır
bulantı ve kusmalar... Bunların bir kıs­
mındaki şikâyetler üç ay içinde geçe­
bilmekte; ancak her beş kişiden biri 2
ya da 6 hafta içinde ölmektedir...
500 rem.’e kadar: Radyasyon etkisinde kalan insanların
yarısından çoğu bir ay içinde ölmekte­
dir. Yaşayabilenlerin şikâyetleri altı ay
kadar sonra azalmakta veya geçebil­
mektedir...
750 rem .’e kadar: Radyasyon etkisinde kalan hiçbir insa­
nın yaşama olanağı yoktur...

750 rem.’in üzerinde radyasyon etkisinde kalan hiçbir in­


şanın yaşama şansı yoktur...
(Kaynak: Schultz/Voght,. Lexikon der Kernenergie...)

Anımsatmakta yarar olabilir ki, burada ortaya


çıkan belirtiler, çok kısa süreli fakat değişik miktar­
larda ışınlamalar-radyasyonlar etkisinde kalmış olan­
ların şikâyetlerini kapsamaktadır. Ayrıca, bu belirti­
lerin yanında, yine çok az bir radyasyon etkisinde kal­
mış insanlarda, uzun süreler, hatta onlarca yıl sonra
bile, önceden hemen hiç anlaşılamayan, daha pek çok
yakınmalar, bulgular ortaya çıkmaktadır. Bunların ba­
şında, kan bozuklukları, kan dokusu kanserleri ve çe­
şitli organ kanserleri gelmektedir...
Bu tür doku bozuklukları çok kez, ışınlanmadan
10 yıl kadar sonra ortaya çıkmaktadır. Ancak, ışın­
lanma etkisinde kalan bir insanda sonradan ne tür
bulgular ortaya çıkacağını ya da kanser olup ol­
mayacağını önceden saptayacak bir yöntem şimdilik
bilinm em ektedir...

*
Bugün, nükleer enerjinin yapay yollardan üre­
tilmeye başlanmasından önce de, yerküresi üzerinde
radyoaktif elementlerin doğal yollardan ve çok yavaş
parçalanmaları sonucu oluşan belli bir doğal radyo­
aktif radyasyonun varlığı bilinmektedir...
Örneğin, 1 gram Uran, her bir saniyede, 10.000
atom çekirdeği üzerinden radyoaktif dönüşüme uğra­
maktadır. Uran’m radyoaktif etkinliği, Radium’dan bir
kaç milyon kez daha azdır. Uran’m yanlanm a zam a­
nının 4,5 milyar yıl olmasına karşın, bu süre Radium’
da 1620 yıldır. Thorium’da 14 milyar yıllık bir y a n ­
lanma süresi sonunda, atom çekirdeği son kerte den­
geli olan kurşuna dönüşür... Gerçekte tüm radyoaktif
elementler sonunda kurşuna dönüşmektedirler... Ör­
neğin, Uran, 13 aşamadan, çeşitli ara kademelerden
geçerek kurşuna dönüşmesine karşm, Thorium, an­
cak 10 aşamadan geçerek kurşunlaşmaktadır...
Doğal radyoaktivitenin yerküresi üzerindeki da­
ğılımında önemli değişiklikler görülmüştür. Örneğin,
Orta Avrupa’da yaşayan bir insanın, yılda 110 m.rem
kadar doğal radyasyon etkisinde kaldığı hesaplanmak­
tadır. Bu nedenle, örneğin, Federal Alm anya’da sap­
tanan her 500 kanser vakasından birinin bu doğal
radyasyon etkisiyle ortaya çıktığı varsayılmaktadır.
Başka bir deneyle, Federal Alm anya’da yılda ortala­
ma 400 kişi, bu doğal radyasyon etkisiyle kanser ol­
maktadır. ..
Doğal radyasyon miktan, ayn ca deniz düzeyle­
rinden yükseldikçe de çoğalmaktadır. Örneğin, Batı
A vrupa’da deniz düzeyinde 30 m.rem olan radyas­
yon, Karaormanlar’da 1493 metre yüksekliklerde 54
mrem ’e çıkmakta, Alpler’in 2962 metre yüksekliğin­
de 162 m.rem’e ulaşmaktadır... Buna karşın, Brezilya’
nın Atlantik kıyılarında 1000 m.rem, Orta Fransa’da
250 m.rem, Himalaya dağlarında 4000 m.rem olarak
saptanmaktadır...
Yeryüzündeki bu doğal radyasyonun oluşundan,
en çok, Uran, Thorium, ve bazı Kalsium türlerinin
sorumlu olduğu öngörülmektedir... Ayrıca, Çekoslo­
vakya ya da Am erika Birleşik Devletleri gibi bazı
Uran yatağı olan bölgelerde doğal radyasyon, diğer y ö ­
relere oranla çok daha fazla olmakta, ve buralarda g ö­
rülen kanser vakaları büyük boyutlara ulaşm aktadır...

«fc**

1.2. NÜKLEER ENERJİNİN ÜRETİMİ

Doğada bulunan kimi elementlerin enerji yüklü


ışınımlar saldıkları doğal radyoaktivite olayının bu ­
lunmasından sonra, hemen tüm bilimsel disiplinlerin,
hatta bazı sanat akımlarının ilgisi giderek artan öl­
çülerde yeniden atom çekirdeği üzerine yoğunlaşmış
ve Antik Çağ Yunan düşünürlerinden beri bu konu
üzerinde derlenen bilgi birikimleri yeniden gözden ge­
çirilmeye, kıyasıya tartışılmaya başlanmıştır...
İnsanlık tarihinde, bu konuya ilk kez, büyük bir
olasılıkla, günümüzden 2500 yıl kadar önce Hint’li dü­
şünür Kapila çağdaş bir yaklaşımla değinmiş ve, "...
hiçbir şey öncesiz ve sonrasız değildir. Hiçbir şey
hiçten çıkamaz ve hiçbir şey hiçe indirgenemez...
şeyler tahrip edildikleri zaman tümüyle yok olmuş ol­
mazlar, başka şeylerin yapıldığı maddelere dönerler...”
diyerek insan düşüncesinden bağımsız maddenin var­
lığına ve atom kavram ına yaklaşmıştır.
Ancak, Antik Çağ büyük Yunan düşünürü De-
mokritos (MÖ. 460-370) günümüzden 2500 yıl önce,
maddenin öncesiz ve sonrasız, yok edilemez ve değiş­
mez -Yunanca artık bölünemez anlamına gelen- Ato-
mos’lardan oluştuğunu söylemiştir...
Spontan Materyalist İyonya’lı düşünürlerin savla­
rını bilinçli bir materyalizme ve tanntanımazlığa-
ateizme ulaştıran Demokritos, atom ’u maddenin en
küçük ve artık daha küçük parçalara ayrılamaz par­
çacığı olarak tanımlamıştır. Demokritos’a göre, m ad­
deler, çeşitli büyüklükte ve biçimde, farklı atomlar­
dan oluşmuşlardır... Y a da daha doğru bir demeyle,
farklı büyüklük, biçim -form ve ilişki içindeki atom ­
ların birleşmelerinden yeryüzünde görülen çeşitli
maddeler ortaya çıkmışlardır... Aynı biçim, büyük­
lük ve düzen ilişkisi içinde bulunan atomlardan hep
aynı elementler ya da m addeler oluşurlar...
Ancak, Demokritos, atomların, içlerinde boşluk bu­
lunmayan, som-kompakt yapılar olduklarını ve bu ne­
denle de, artık daha küçük yapılara-parçacıklara bö-
lünemediklerini söylemiş; ve som yapılar olan Atom-
lar’m karşıtı olarak da, uzayı, boşluğu düşünmüştür...
Demokritos’tan sonra atom kavramını savunan,
Antik Çağın en orjinal beyinlerinden, Rom a’lı Luc­
retius, «Şeylerin Doğası ya da Evrenin Yapısı» adlı ün­
lü, uzun ve uyaklı dizelerinde, soruna, ozanca ve çok
görkemli bir biçem ve yöntemle yaklaşmıştır... Luc-
retius, günümüz düşün dünyasına bile ışık tutacak
nitelikteki bu yapıtında şöyle diyor:

Başlayacağım işe. Sana atomları açıklayacağım,


ki
Doğa her şeyi onlarla yaratır, besler, onlara
Ayrıştırır tükenince-onlara hammadde ya da
Genellikle doğurgan gövdeler derim, yerine
göre-
Nesnelerin tohumlan diye de adlandıracağım
Onlar vardır, her şey onlardan oluşur aslında...

Öyleyse iki türdür bütün nesneler:


Atomlar ve onlardan oluşan bileşikler
Çünkü hiçbir güç yıkamaz atomları
Saltık somluk sonsuza dek korur onları. .. i23)

Feodal toplumsal-ekonomik biçimlenmelerin ko-


şulladığı ortamda, Rom a’lı Lucretius’tan sonra yüz­
lerce yıl atom kuramı üzerine yazgı belirleyici he­
men hiçbir nitel öneri gelişmemiştir... Ancak büyük
Fransız ve sanayi devrimleriyle birlikte, yeni bir de­
vinim kazanan yaşamda, İngiliz düşünürü-fizikçisi
John Dalton (1766-1844), 1800 yülarmda, maddenin en
küçük birimler olan atomlardan oluştuğunu ve atom ­
ların da birleşerek molekülleri oluşturduklarını yaz­
mıştır. Dalton, ayrıca dünyada varolan elementleri
birbirlerinden ayıran niteliğin, bunların atom ağır­
lıklarındaki ve büyüklüklerindeki farklılıklardan orta­
y a çıktığını söylemiştir...
Dalton’un savlan, Dimitri îvanoviç M endeleev'
de yeni bir nitelik kazanmıştır. Mendeleev, dünyada
varolan tüm elementleri atom ağırlıklarına ve kimi
fizik-kimyasal niteliklerine göre düzenleyen “ element­
lerin periyodik çizelgesini” önermiştir... Mendeleev,
ayrıca büyük bir bilimsel öngörüyle, düzenlediği bu
periyodik çizelge aracılığıyla, burada yer alması g e ­
rekli, ancak o zamana değin dünyada henüz bulun­
mamış pek çok elementin, atom ağırlıklarını ve diğer
kimi özelliklerini önceden tanımlamıştır. Gerçekten
de, sonradan bulunan pek çok elementin, hem atom
ağırlıkları, hem de fiziksel ve kimyasal nitelikleri şa­
şılacak düzeyde M endeleev’in öngörülerine benzerlik
göstermişlerdir.
Ancak, izleyen yıllardaki bilgi birikimleri uzan­
tısında, araştırmalar, elementlerin atom ağırlıkların­
dan ve kimi fizik ve kimyasal özelliklerinden çok, ato­
mun iç yapısını daha ayrıntılı irdelemeye yönelmiş­
tir. ..
Dalton’un da atom modelinin Antik Çağ düşü-
nürlerininki gibi, som ve küre biçiminde olmasına
karşın, Manchester’li öğretim üyesi Ernest Ruther­
ford (1871-1937), yeni bir sav geliştirerek, atomun ya­
pısını gezegenler sistemi gibi düşlemiş ve tüm ağır­
lığın çekirdekte bulunduğunu, elektronların ise bun­
ların çevresinde devindiklerini savunmuştur. Bu sı­
ralarda, Rutherford ile aynı laboratuvarda çalışan
J.J. Thomson, elektronu bularak, atomun yapısı üze­
rindeki tartışmalann yeni bir niteliğe sıçramasını sağ­
lamıştır...
Kuşkusuz bu arada, Einstein’in, 1906 ve 1916 yıl-
lannda Özel ve Genel Görelilik kuramlarını yayın­
laması ve maddeyi bir anlamda enerjinin yoğunlaş­
mış bir biçimi olarak tanımlaması ve ünlü E = m.C2
denklemini önermesi, tüm dünya düşün tarihine yeni
bir nitel boyut ve devinim getirmiştir...
Bu yeni koşullarda, kuramsal bilgiye ve pratik
çalışmalara yeterli yanıtı verm eyen Rutherford’un
atom modelini, 23 yaşındaki DanimarkalI Niels Bohr
(1885-1962), Einstein benzeri düşünsel deneylerden
yaptığı çıkarsamalarla, M ax Planck’m kuantum ku­
ramıyla birleştirip yeni nitel bir düzeye geliştirmiş­
tir...
*

Fakat, bilimsel gelişmelerin soluk kesen bir hızla


devindiği bu tarihsel dönemlerde, kapitalizm, yeniden
ağır bir krize girmiş ve pek çok Batı Avrupa ülke­
sinde, ancak militarizmin, nasyonal-sosyalizm biçim in­
de ete-kemiğe bürünüp, Hitler-Mussolini olup görün­
mesi ve toplumsal-ekonomik yapıyı yeni bir dünya
savaşma doğru yönlendirmeye başlamasıyla bu ağır
dirimsel sorunların altından kalkma olasılığını dene­
mek zorunda kalmıştır...
Bu aşamadan sonra, nükleer fizik ve militarizm­
deki gelişmelerin birlikteliği, insanlık tarihinde eşine
az rastgelinen diyalektik bir yöndeşlik ve ağlatısal-
trajik bir ivme çizmiştir...
*

Daha 1910 yıllarında ilk çağdaş atom modelini ön­


gören ünlü fizikçi Rutherford’un 1933 yılında bir arka-
dem ik konuşmada, “ atom enerjisinin kesinlikle ger­
çek olm adığını” söylemesinden bir yıl kadar sonra,
M acar asıllı diğer bir ünlü fizikçi Leo Szilard, “ bir
nötronla bombardıman edilen atom çekirdeğinde zin­
cirleme reaksiyonların başlayabileceğini” düşünmüş
ve 1934 yılında savının patentini almış; ancak bulgu­
larının Einstein’m ünlü E = m.C2 denklemiyle birleş­
tiğinde ne anlama gelebileceğini kavramış ve paten­
tini ancak savaştan sonra açılması koşuluyla İngiliz
Donanma Kuvvetlerine teslim etmiştir. Szilard bu ara­
da aynca, o sıralarda Paris’te benzer şeyleri düşün­
düğünü, hatta denemeye başladığını duyduğu Joliot
Curie’ye başvurarak bu tür yayınların ve çalışmaların
gizli tutulmaları için ondan yardım istemiştir...
Ancak, Leo Szilard’m savlarını gerçekleştirdiği
.günlerde ünlü İtalyan fizikçisi Enrico Fermi de ben­
zer deneylere başlamış ve hatta kimi çok önemli so­
nuçlara ulaşmıştır. Fermi; Uran gibi karmaşık atom
yapılı elementlerin daha az karmaşık ya da görece
stabil elementler durumuna geçebilmeleri için, bun­
ların atom çekirdeklerini, grafit reaktörlerde hızlan
yavaşlatılmış nötronlarla bombardıman ederek, atom-
lannın çekirdeğini parçalama ve giderek zincirleme
reaksiyonları başlatma aşamasına çok yaklaşmıştır...
Ancak, Fermi, sonraki yıllarda bu konuda daha da
ileri giderek, bir süre sonra, bu süreç içinde, karma­
şık yapılı atom lan olan elementleri, nötronlar ile bom ­
bardıman edip, daha basit yapılı elementlere dönüş­
türmeye çalışırken, bu arada, Plutonyum gibi normal
koşullarda doğada bulunmayan yeni radyoaktif ele­
mentler üretmiştir...
Fakat, insanlar bu büyük bilimsel üretkenliklere
sevinmek için çok zaman bulamamışlar; Fermi’nin de­
ney odalarında ürettiği radyoaktif elementlerden Plu-
tonyum, Nagazaki’ye atılan atom bombasının yapı­
mında kullanılmıştır...
Tüm bu gelişmelerin değişik ortamlarda ve baş­
ka başka amaçlarla tartışılma sürecinde, Hitler A l­
m anya'sında da benzer araştırmaların başladığı y o­
lunda haberler gelmiştir.
Gerçekten de, faşizmin yönetime gelmesinden son­
ra da Alm anya’da kalıp çalışmalarını burada sürdü­
ren az sayıdaki bilim adammdan Otto Hahn, Fritz
Strassman, Carl Friedrich von W eizsäcker, vb. Uran­
yum çekirdeğini nötronla bombardıman ettikten son­
ra, radyasyon ile alfa ve beta ışınlarının yanm da Bar­
yum elementinin ortaya çıktığını görm üşler ve bu ye­
ni bulguya, o günlerin koşullarında gerekli anlamı ve­
rememişlerdir. ..
Ancak, sonraki yıllarda, bu konu üzerinde yapı­
lan çeşitli tartışmalarda, kimi bilim adamları, Otto
Hahn ve arkadaşlarının bu yaptıkları deneyin gerçek
anlamını görece de olsa kavramışlar, ancak, bulgula­
rını ve düşüncelerini, ellerinden geldiğince, Nasyonal
Sosyalist yöneticilerden gizlemişler, hatta onları yan­
lış konular üzerinde tartışmalara yönlendirmişlerdir...
Kimi bilim adamları ve tarihçilerse, Otto Hahn ve ar­
kadaşlarının başından beri yaptıkları bu deneyleri
doğru bir biçimde yorumlayamamışlar ve gerçek anla­
mını verememişlerdir...
Son günlerde, özellikle 2. Dünya Savaşı’nm sona
ermesi nedeniyle yapılan çeşitli toplantı ve söyleşi­
lerden birinde televizyonda yapılan bir konuşmada
yine bu konuya değinildi ve W eizsäcker, az bulunur
bir açık yüreklilikle, o zamanlar, ne Otto Hahn’m ne
de diğer bir başkasının sürdürdükleri benzer deney­
lere gerçek anlamını veremediklerini söyledi... Böyle-
ce bu sorun, bizzat bu çalışmalarda yer almış bir bi­
lim adamı tarafından açıklığa kavuşturulmuş oldu...
Günümüzün önde gelen banş savaşçılarından biri
olan W eizsäcker, bu önemli televizyon konuşmasın­
da ayrıca, Federal Alm anya’daki son Cumhurbaşkan­
lığı seçimlerinden, daha doğrusu, şimdiki Cumhurbaş­
kanı ağabeyi Richard von W eizsäcker’in seçilmesin­
den önce, hem CDU hem de, özellikle SPD yönetici­
lerinin bu görevi kendisine teklif ettiklerini, ancak
bu arada, özellikle ban ş üzerine yazacağı bazı kitap­
ların hazırlığı içinde olduğu ve bu iş için ayıracak
zamanı bulunmadığından, önerileri geri çevirdiğini
söyledi...
Kendilerine uzatılan birer küçücük “mavi bon­
cuk” için, en yakınlarından başlayarak, güçlerinin
yettiğince olmadık namussuzlukları yapabilen nicele­
rinin bulunduğu ortamlarda, hiç de birinci sınıf bir
düşünür olmamasına karşın, Carl Friedrich von W eiz­
säcker’in, kendisine Önerilen “ Federal Alm anya Cum­
hurbaşkanlığını” , bu işe ayıracak zamanım yok, di­
yerek kabul etmemesinin, yine de, pek kolay göz ardı
edilecek bir davranış olm adığı kanısındayım...

*
Ancak, Niels Bohr, Otto Hahn ve arkadaşlarının
ürettikleri yeni bulgulan Danimarka’da duyunca ger­
çek niteliği ve bunların getirdiği büyük mesajı kav­
ramış ve hemen Am erika Birleşik Devletleri’ne gide­
rek durumu Einstein, Fermi ve Szilard gibi barış yan­
lısı bilim adam lanna anlatmış ve daha sonra da, bu
konuda çeşitli üniversitelerde daha açık anlaşılabilen
konuşmalar yapmıştır...
Bu arada, kimi gizli haber alma örgütlerinin de,
Niels Bohr’un anlattıklannı doğrular niteliklerde ve­
riler getirmeleri üzerine, Szilard, Fermi ile de konuş­
tuktan sonra, ve büyük bir olasılıkla birlikte hazır-
ladıklan ünlü mektubu Einstein’a imzalatıp Başkan
Roosevelt’e gönderm işlerdir...
Einstein, daha sonraki yıllarda, yaptığı çeşitli söy­
leşilerde, böylesi bir mektubu nasıl olup da imzala­
dığı sorularına, “ ...deneylerin başanya ulaşması du­
rumunda, bunun insanlık için ne denli korkunç bir
yıkım olacağının bilincindeydim. Buna karşın, Alman-
lann da, üzerinde çalıştığı bu konuda başanlı olma-
la n olasılığı karşısında bu adımı atmayı zorunlu gör­
düm ... Eğer, Alm anlann atom bombası yapam ayacak­
larını bilseydim, bu iş için hiçbir girişimde bulunmaz­
dım ...” yanıtını vermiştir.
Einstein’ın mektubu başlangıçta gereken ilgiyi çek­
memiş, fakat, bu ara, Japonlar’m, Pearl Harbour sal-
dınsı üzerine sorunu yeniden gündeme getiren A m e­
rika Birleşik Devletleri savunma bakanlığı, 1942 yılı
başlarında, “ Manhattan Projesi” gizli adı altında,
atom bombasının yapımına başlamasını kararlaştır­
mıştır... Manhattan Projesinin genel denetimini ABD
adm a savunma bakanlığı üstlenmiş ve General Gro-
ves’i denetleme kurulu başkanlığına atamıştır...
Bir süre sonra, ünlü fizikçi Robert Oppenheimer,
Manhattan Projesinin bilimsel-beyinsel araştırma b ö­
lümünün başına getirilmiş ve çalışmalara New M ek­
sika, Los Alamos bölgesinde kurulan özel deney ev­
lerinde başlanmıştır...
Bu arada ayrıca, pek çok üniversitede konuya ek
yardımcı araştırmaları sürdürecek yeni yeni bilim-
araştırma gruplan oluşturulmuştur. Gittikçe büyüyen
bu dev projede çalışanlann sayısı bir ara 15Q.000 do­
laylarına ulaşmıştır... Gerçekten bu çok kapsamlı ça­
lışmalar, ABD’de yapılmış ve finanse edilmiş olm a­
sına karşın, dünyanın hemen her yerinden gelen en
seçkin bilim adamlarının faşizme karşı ortaklaşa sür­
dürdükleri örnek bir uluslararası dayanışmanın ürü­
nü olmuştur...
Gelişmelerin bu aşamasında, Fermi, Otto Hahn’m
deneylerini yenilemeye başlamış ve bu amaçla sür­
dürdüğü çalışm alannm sonunda, 2 Aralık 1942’de,
Chicago Üniversitesi Laboratuvarlannda, Uranaso ato­
munun çekirdeğini, grafit banyosunun içinden geçi­
rilerek yavaşlatılmış nötronlarla bombardıman etti­
ğinde, zincirleme reaksiyon fizyonuyla, E = m .C “ denk­
lemi doğrultusunda oluşan büyük bir enerji sağlana­
bileceğini kanıtlamıştır...
*

Bu konulara ilgi duyanlarımızın kolayca anımsa­


yabilecekleri gibi, bir atom çekirdeğinin, bir nötronla
bombalanması durumunda, atom çekirdeği ikiye ya­
rılır ya da daha çok kullanılan bir demeyle, iki par­
çaya bölünebilir ve bu arada çok küçük bir kütle par­
çası da enerjiye dönüşür... Bu çok küçük parçanın -
kütlenin enerji eşdeğeri ortalama 200 milyon Elektron-
volt (200 Mev.) dir... Ancak bu süreç içinde, atom çe­
kirdeğinden sıçrayan nötronlar, diğer atom çekirdek­
lerini de benzer biçimlerde bom bardım an ederek, on­
lardan da yeni enerjiler üretebilirler... Ve bu reaksi­
yon böylece zincirleme bir biçimde sürer gider...
Sonuç olarak, çok kısa bir zaman dilimi içinde
olağanüstü düzeyde bir enerji üretimi ortaya çıkar.
Örneğin, bir M egatonluk bir nükleer bom banın patla­
masıyla, 1 m ilyon ton TNT (Trinitrotoluol) eşdeğerin­
de enerji açığa çıkmaktadır...

Bir Uran atom çekirdeğinin nötron bombalanması sonucu iki


ayrı parçaya bölünüşü ve bu süreç içinde iki yeni nötronun, ye­
ni reaksiyonlar başlatmak için sıçrayışları...
Bir zincirleme reaksiyonun şematik ömeklenişi. Başlangıçta
bir tek nötronun bir tek atom çekirdeğine çarpması ve bunu iki­
ye ayırmasıyla başlayan reaksiyon büyük bir hızla çoğalmakta
ve E = M.C2 denklemi doğrultusunda olağanüstü bir enerji üre­
tilmektedir...

Ancak, zincirleme reaksiyonun, başlatılıp sürdü­


rülebilmesi için, radyoaktif maddenin, reaksiyon sü­
resince sıçrayan nötronları dışarıya kaçırmayacak
“ Kritik Bir Büyüklükte” olması gerekmektedir... Zin­
cirleme reaksiyonun başlayıp sürebildiği bu zorunlu
madde miktarına “ kritik kütle” denilmektedir... Bu­
güne değin resmi bir açıklama yapılmamış olmasına
karşm, Hiroşima’ya atılan jıükleer bombanın kritik
kütlesinin 15 kilogram dolaylarında UranzM içerdiği
varsayılmaktadır...
Hiroşima’da patlatılan nükleer
bombanın kritik kütlesi
Patlama öncesi Patlamanın başlangıcı
Kural olarak, nükleer bombalarda, patlama sürecinin başlama­
sından önce, kendiliğinden başlaması olası zincirleme reaksiyon­
ları önlemek için, radyoaktif kritik kütle, iki ayrı “kritik kütle
altı” konumlarda tutulur. Patlama anında bunlar birleştirilip
kritik kütleyi oluşturduklarında zincirleme reaksiyon başlatılır...
*

Ancak, bu arada, 2. Dünya Savaşı’nın dönüm nok­


tasına gelinmiş ve Almanların, artık böylesi bir bom ­
bayı üretme olanaklarının bulunmadığı kesinlikle an­
laşılmıştır. .. Gelişmelerin bu' aşamasında, bilim adam ­
larından büyük bir bölümü, atom bombası üzerindeki
çalışmaların hemen durdurulmasını istemişler; fakat
toplanan çeşitli bilimsel ve askersel komisyonlar, bu-
nun olanaksızlığını vurgulayıp, çalışmaların sürdürül­
mesi kararını almışlardır*... Bu ara, başta yine Szilard
olmak üzere bir grup araştırmacı, Einstein’a gidip, du­
rumu başkan Roosweelt’e anlatmasını istemişlerdir.
Einstein ve Szilard, Başkan’a yeni bir mektup yaza­
rak nükleer bombanın üretilmesi durumunda ortaya
çıkacak sakıncaları anlatmaya çalışmışlar, ancak 12
Nisan 1945 tarihinde Başkan FLoosevelt, bu mektubu
okuyamadan ölmüş ve yerine, örnek bir taşra politi­
kacısı Truman başkan olmuştur...

* Burada, Robert Oppenheimer’in tarihsel konumunu bir kez


daha anımsamak yararlı olabilir. Sonunda, MacCarthy dal­
gası nedeniyle yargıç önine çıkan Robert Oppenheimer, her
zaman barışseverler arasında önemli bir yer almış, saygıyla
anılmıştır... Ancak, gerçekte, Robert Oppenheimer, pek çok
ünlü bilim adamının, düşünürün dirimsel çabalarla karşı çık­
tıkları, atom bombasının yapım ve kullanım tartışmalarında,
o, her zaman, bombanın atılmasından yana oy kullanmış, on­
ların yanında yer almıştır... Bu nedenle, hiç kuşkusuz, Ed­
ward Teller’den hallice olmasına karşın, Robert Oppenhei-
mer’i, hiçbir zaman, Leo Szilard’m, Einstein’m, Neils Bohr’un.
Enrico Fermi’nin çizgisine koymaya olanak yoktur... Robert
Oppenheimer, ancak Hidrojen bombasının üretim çalışmala­
rına katılmaktan kaçınmış ve bu zamana değin, genellikle
“Şahinler” ile birlikte oy kullanmış olmasına karşın, yine de
MacCarthy’cilerin elinden kurtulamamıştır... Onun yaşamının
belki de, en acı ve de en öğretici yanı burada düğümlenmek­
tedir...
1940-50’lerin en yüzkarası fizikçisinin Edward Teller olduğu
söylenir. Teller, her zaman en gözüpek önerilere katılmış, atom
bombasından sonra, Hidrojen bombasının yapımını üstlenmiş,
Robert Oppenheimer’e karşı açılan çirkin davada, tüm dün­
yanın gözlerinin içine baka baka, Oppenheimer aleyhine ya­
lancı tanıkliK etmiştir... Teller, tüm bunların üstüne üstlük,
bugün Başkan Reagan’m danışmanlığım da üstlenmiştir...
(Albert Einstein’in Başkan Roosevelt’e yazdığı tarihsel mektup)
A lb ert X ln ste la
Old Orove 34*
la ssaa Poiat
F eooa lc, Long Islan*
August 2nd, 1939

T .D . R ooa evelt»
P resid en t o f the United S tates»
"Shlte House
W a sh in g to n , D .C .

S lrı

Some recent work by E.?er"Bİ and L. S z ila r d , which has been ooa-
BUflioated to a « İn m anuscript» İH d a me to expect that th« element urtn->
iuiD may be turned Into a new and important source o f energy In the im­
mediate fu t u r e . C ertain aepecta o f the s itu a tio n which has a rise n sees
t o c a l l f o r w atchfulness and, i f neoeasary, quick a c tio n on the part
o f the A d n in istra tio n . I b e lie v e th e re fo re that i t la tay duty to b rin g
to your a tte n tio n the fo llo w in g fa c t s and recommendations!
In the course o f the l a s t fo u r months I t has bsen sad* probabla -
through the work o f J o l lo t in Trance as w e ll ae ? e r a i and S zila rd la
America - that It nay become p o s s ib le to se t up a nu clear chain re a ctio n
in a la r g e b a s s o f uranium,by which vast amounts o f power and la rg e quant­
i t i e s o f new rad ium -like element* would b e generated. How it appears
almost c e r ta in that th le cou ld be achieved in the immediate future*
This new pheaonenon would a ls o lead to the con stru ction o f bombe»
and i t is con ceiva b le - though such le e * ce r ta in - that extrem ely pover~
f u l bonbs o f a new type nay thus be con stru cted . A s in g le boob o f t h is
type i ca rr ie d b y boat and exploded la a port* sig h t very w e ll d estroy

the whole p o rt togeth er with, some o f the surrounding t e r r i t o r y . However*


such bombs might very w e ll prove to be too heavy f o r tra n sp orta tio n by
s Jr .
Almanların 8 Mayıs 1945 tarihinde koşulsuz tes­
lim olmalarından sonra yapılan tartışmalar da sonuç­
suz kalmış ve 16 Temmuz 1945 tarihinde, sabah saat
05.30’da insanlık tarihinde ilk kez bir nükleer silah de­
nemesi Los Alam os’ta yapılmıştır...
Am erika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı,
aynı gün aldığı bir kararla, kesin tarihi sonradan sap-
The United State* hss only very poor ore* o f uraalua la aoderat*
q u a n titie s . There 1« som* good ore in Canada aûd the fo r a e r C seoh oslorakla,
while the c o s t important source o f uranlua is Belgian Congo.
In T ie * o f th is s itu a tio n you may think i t d esira b le to bars soss
yeraaaeat con tact maintained between ths Adm inistration and th* group
o f p h y s ic is ts working bn chair, rea ction s in A oerlca . One p o s s lb la way
o f achievin g th is rai^ht be f o r you t o entruet with th i* task a parson
vho hr,s your con fiden oe and «b o cou ld perhap* s err* in an I n o f f i c i a l
ca p a c ity . Hit task rai^ht comprise the fo llo w in g !
a) to approach Government Departments» keep thea in fom sd o f ths
fu rth e r deYelopnent, and put fe rn a r t xecottnendations f o r frovsmment a o tio n ,
¿ i r i n s p a rtic u la r a tte n tio n to the problem o f securing a supply o f uran­
ium ore f o r the United S ta tesi
b ) to epead uo the experim ental work»which la a t present bein g ca r«
rle d on w ithin the lim it s o f the budgets o f U niversity la b o r a to rie s » by
p roriu in a funds» i f such funds be required» through h is con ta cts with
p riv a te persons who are w i l l i n c to ra&ke con trib u tion s f o r th is cause«
and perhaps a lso by obtaining the co -op era tion o f in d u stria l la b o r a to rie s
which have the necessary equipment.
I understand that Gerr»any has a ctu a lly stoppsd the s a ls o f uraplua
from the Czechoslovakian nines which she has taken o v er. That she should
have taken such e a rly a ctio n might perhaps be understood on th* ground
that the son o f the German U nder-Secretary *cf S ta te, von T sissa ok sr, la
attached to the K a issr-W ilh elm -In stitu t in B erlin where sobs o f ths

American work on uraoiua is now bein g repeated.


Tours very tr u ly ,

(A lbert X in stsln )

tanmak üzere, atom bombasının Japonya’ya atılmasını


onaylam ıştır...
Başta, büyük barışsever örnek bilim adamı Szi­
lard ve Einstein olmak üzere, yine pek çok bilim ada­
mı bu gereksiz saldırıyı önlemeye çalışmışlar ve Ja-
poya’dan davet edilecek bir grup bilim adamı ve
politikacının önünde yeni bir deneme yapılarak duru­
mun kendilerine gösterilmesini önermişlerdir...
36
Ancak, gerçekten bu tarihsel dönemde atom bom ­
basının atılmasını gerektirecek hiçbir haklı neden
bulunmamasına karşın, ABD Savunma Bakanlığı ka­
rarından dönmemiş ve 2 Ağustos 1945 tarihinde, Hava
Kuvvetlerinin 20. Bölüğüne gönderdiği gizli bir k o­
mutta son hazırlıklara başlanması istenmiştir...
Bu aşamada ilk hedefler olarak, Hiroşima. Koku-
ra, Niiguta ve Kyoto kentleri öngörülmüş; fakat, Kyo-
to kentinin tarihi, dinsel, kültürel önemi ve burasının
bombalanması durumunda, Japonlarda oluşması olası
uzun süreli olumsuz tepkiler düşünülerek, bu kent
listeden çıkarılmış ve yerine Nagazaki konmuştur...
*

ABD Savunma Bakanlığı’ndan sonradan gelen 13


numaralı komutta, birinci hedef olarak Hiroşima, ye­
dek hedef kentler olarak Nagazaki ve Kokura’nm sap­
tandıkları belirtilmiştir...
Saldırı için, ilk kez 3 Ağustos 1945 tarihi öngörül­
müş, ancak sonradan hava koşullarının uygunsuzlu­
ğu nedeniyle bu saptama yeni bir tarihe ertelenmiş­
tir. ..
Fakat, bu arada, Pasifik’te küçük Titian A da­
sındaki hava kuvvetlerine son hazırlıkların yapılm a­
sı komutu gelmiştir...
*
6 Ağustos 1945 tarihinde, sabahın erken saatle­
rinde “Enola G ay” adlı B 29 ağır bombardıman uçağı­
na beş ton kadar ağırlığındaki “Little Boy” adlı atom
bombası yerleştirilmiştir...
Saat 07:09’da gelen son hava raporunda, Hiroşima
üzerinde havanın bulutsuz, görüş alanının açık oldu
ğu bildirilmiştir...

6 Ağustos 1945, saat 08:15; Hiroşima’da patlayan nükleer bomba


nın oluşturduğu “ Atom M antarı...” (17)
6 Ağustos 1945 tarihinde, sabah saat 08:13’te Hi­
roşima kenti üzerine gelen B 29 ağır bombardıman
uçağı, saat 08:14’te bomba taşıyan bölümün kapakları­
nı açmış... Ve insanlık tarihinin ilk atom bombası, saat
08:15’te Hiroşima kentinin 580 metre kadar üzerinde
özel bir ateşleme düzeniyle patlatılmıştır... Aynı an­
da, kent üzerinde, gözlemcilerin 'ölüm güneşi” adını
verdikleri ve normal güneşten en az 1000-600 kez da­
ha güçlü, büyük bir parlaklık-ışık oluşmuştur...

Hiroşima’da nükleer bombanın patladığı saat 08:15’te kömürle­


şen ve bu tarihi an’ı bir anlamda anıtsallaştıran bir kol saati...
Hiroşima’daki görevinden dönen Enola Gray uça­
ğının komutanı, Titian Adasındaki hava kuvvetlerine
gönderdiği haberde, her şeyin öngörüldüğü biçim ­
de yerine getirildiği ve başarının tam olduğu...” bil­
dirmiştir.
Haber, hemen Augusta Zırhlısı ile Postdamen
Konferansı’ndan Am erika Birleşik Devletleri’ne dön­
mekte olan Başkan Truman’a bildirilmiştir...
Başkan Truman, bu tarihi olayla ilgili olarak, anı­
larında,
“ ... öğle yemeğindeyken ulak Frank Grahan ta­
rihi haberi getirdi ve ‘sayın Başkan, bomba atıldı,
başarı önceki deneylerden ve öngörülenlerden de bü ­
yük oldu’ dedi... Ben, hemen -Başkan Truman ola­
rak- kadehlere şampanya koydum ve ‘Beyler, biz, bi­
raz önce Japonya’ya tahrip gücü 20.000 TNT olan bir
bomba attık. Atom Bom basıdır...’ dedim !” ... diye an­
latmıştır.
Hiroşima ile de yetinilmemiş ve 9 Ağustos 1945
tarihinde, saat ll:0 2 ’de tahrip gücü bir öncekinden
de çok olan “ Fat M an” adlı ikinci bir bom ba Naga-
zaki’ye atılmıştır.
Büyük bir olasılıkla, kadehlere yeniden şampan­
yalar konulmuş ve bu kez, toplam çeyrek milyon in­
sanı öldürmenin mutluluğuna içilmiştir...
*
Alm anya’nın koşulsuz teslim olmasından, Japon­
ya’nın bu alanda önemli girişimlerde bulunmaya baş­
lamasından, öncesi, bir anlamda, 2. Dünya Savaşı’nm
pratik olarak sona ermesinden sonra, nükleer silah­
ların Hiroşima ve Nagazaki’de çeyrek milyon insanın
ölümleri pahasına neden kullanıldıkları sorunu, gü ­
nümüzde de önemli tartışmalara neden olmaktadır...
Günümüz araştırmacılarının önemli bir bölümü,
bu saldırganlığın gerçek nedeninin, savaştan, beklene­
nin tersine, güçlenerek çıkan Sovyetler Birliği’ne
karşı yöneltilen bir güç gösterisi niteliğinde olduğunu
vurgulamışlardır... Daha açık sözlü bazı tarihçiler ve
politikacılar ise, atom bombasının gerçek adresinin
Japonya, Hiroşima-Nagazaki değil, Sovyetler Birliği.
Moskova olduğunu söylemektedirler...
Gerçekten de, bu konuda yakın zamanlarda açık­
lanan kimi gizli belgeler de, tüm bu savları destekler
niteliklerde ayrıntılı ve somut bilgiler getirmiştir...
Örneğin, Am erika Birleşik Devletleri, daha 3 Kasım
1945 tarihinde yaptığı bir planlamada (Dokument Nr.
329) Sovyetler Birliği’ndeki en önemli 20 hedefi bom ­
balamayı öngörmüş. Ancak, 15 Aralık 1945 tarihinde
yapılan yeni bir düzenlemede (Nr. 432 D) 196 atom
bombasıyla, Sovyetler Birliği’ndeki başlıca endüstri
merkezlerinin tahribi ve nüfusunun önemli bir bölü­
münün yok edilmesi planlanmıştır... (16)
Fakat, gelişmeler bu düzeylerde kalmamış, Sov­
yetler Birliği öngörülen zamanlardan çok önce Atom
Bombasını üretmiş, Am erika Birleşik Devletleri hızla
Hidrojen Bombasının yapımını sürdürmüş... ve tüm
dünyadaki barışsever güçlerin, düşün, bilim, sanat in­
sanlarının karşı koymalarına rağmen, nükleer silah­
lanma yarışı, kendi iç yasallıklannm mantığı ya da
daha doğru bir demeyle, mantıksızlığı içindeki akıl
almaz boyutlardaki gelişmesini sürdürmeye, devinm e­
ye başlamıştır...
*
Albert Einstein, Hidrojen Bombasının üretimine karşı (15.2.1952)
yaptığı konuşma sırasında...
2. BÖLÜM

NÜKLEER BOMBANIN ETKİLERİ

Nükleer silahların etkilerini tartışmaya genellik­


le Hiroşima ile Nagazaki deneylerinden yararlanarak
başlamak gelenekselleşmiştir. Ancak, bir kez daha
anımsatılması gerekir ki, bugün üretilen ve olası bir
savaşta kullanılması öngörülen nükleer bombaların
tahrip güçleri yanında Hiroşima ile N agazaki’ye atı­
lanlar çok küçük ve sembolik boyutlarda kalmakta­
dırlar.
Hiroşima’ya 6 Ağustos 1945 tarihinde atılan ve
araştırmacıların “ Little Boy” admı verdikleri atom
bombasının, üç metre kadar boyunda, 1,5 metre ça­
pında ve 4000 kilogram kadar ağırlığında olduğu ve
bunun tahrip gücünün, 12.000 ton ya da 12 kliton TNT
dolaylarında bulunduğu bildirilmiştir... Daha önce de
anımsattığımız gibi, bu konuda resmi bir açıklama ya­
pılmamış olmasına karşın, “Little Boy”un radyoaktif
kritik kütlesinin 15 ile 20 kilogram dolaylarında
Uran23s’den oluştuğu varsayılmaktadır... 113)
9 Ağustos 1945 tarihinde, saat ll:0 2 ’de Nagazaki’
ye atılan atom bombası, kentin 550 metre üzerinde
patlatılmıştır... Bu bombanın, tahrip gücünün 22.000
ton TNT dolaylarında olduğu hesaplanmıştır... Boyu
3 metre, çapı 1,5 metre ve ağırlığı 4500 kilogram do­
laylarında olan bu bombaya, kimilerine göre Hiroşima’
ya atılandan biraz daha büyük olduğu için, kimilerine
göreyse, zamanın İngiliz Başbakanı Churchill’in anısı­
na “ Şişko" anlamına gelen “Fat M an” adı verilmiştir...
Bombanın patladığı saatlerde, Hiroşima kentinde
350.000 kadar insanın bulunduğu varsayılmaktadır...
Bombanın üzerinde patladığı kent merkezinden ya da
O-Sıfır noktasından 500 metrelik bir alan içinde bu­
lunanların tümü ölmüşlerdir. O-Sıfır noktasından iki
kilometrelik bir alan içindekilerin yüzde 75’i, ilk 25
saat içinde ölmüşlerdir... Kesin sayının bugün de bi­
linmemesine karşın, 1945 yılının sonuna değin, 350.000
nüfuslu kentten 140.000 kişinin öldüğü saptanmıştır...
Ancak, 1950 yılında yapılan özel bir sayımda bile hâlâ
binlerce kayıp insanın bulunduğu görülm üştür...
Nagazaki’ye atom bombası atıldığı saatlerde, kent­
te 280.000 insanın yaşadığı varsayılmıştır. Burada da,
benzer gelişmelerden sonra, 1945 yılının sonunda ya ­
pılan sayımda 74.000 insanın öldükleri saptanmıştır...
Böylece, “ Delikanlı” ve “ Şişko”nun patlamaları
sonucu çeyrek milyon kadar insan yaşamlarını yitir­
mişlerdir. ..
Nükleer bombaların patlamalarından sonra orta­
ya çıkan etkileri dört temel başlık altında toplamak,
gerçeği tümüyle yansıtmasa da, öğretici olm aktadır...
Bu etkiler:
1. Basınç dalgası.
2. Isı dalgası ya da termal radyasyon.
3. Kısa sürede ortaya çıkan ani ışıma-radyasyon
etkileri.
4. Uzun süreli ışıma-radyasyon etkileri...
Ancak, bunlara bir de, nükleer bombaların pat­
lamalarından sonra ortaya çıkan elektromanyetik et­
kiler eklenebilir. Fakat, elektromanyetik etkiler daha
çok elektronik aygıtları, haberleşme düzenlerini, ula­
şım araçlarını bozup, çalışmaz duruma getirerek bom ­
balanan kenti dolaylı yollardan felce uğratmaktadır­
lar...
Bir nükleer bombanın patlamasından sonra ortaya
çıkan etkilerin yüzde 84 kadarına, basınç ve ısı dal­
gaları neden olmaktadır... Bunun da, yüzde 50’sinden
basınç dalgalan sorumludur...
Bir nükleer bombanın patladığı bölgelerde, ba­
sınç dalgası birkaç milyon Milibarı bulmaktadır. Bu
basınç dalgası, ilk kez ses hızına eşit bir güçle çev­
reye dağılmakta, yayılmaktadır... Basınç dalgasının
ilk on saniyede 4 kilometre kadar yayıldığı, sonraki
30 sanjyede bu hızının 11 kilometreye düştüğü ve g i­
derek baştaki etkinliğini yitirdiği saptanmaktadır.
Nükleer bombanın patladığı ilk 1,3 kilometreka­
relik alan içinde metrekare başına 7 ton kadar basınç
dalgası etkisi olduğu ve burada, bu dalganın 120/sn.’
lik bir hızla devindiği hesaplanmaktadır...
Bu bölgelerde, hemen tüm insanlar, araçlar, taş­
lar, eşyalar havalarda uçmakta, bu büyük hızla
% 35. Isı dalgası,
etkisi

% 10. Sonradan
etkileyen
% 50. Basın radyoaktif
dalgası radyasyon

% 5. Hemen
etkileyen „
rakyoaktif
radyasyon

Atom ve Hidrojen bombalarının etki alanlarının dağılımı...

% 25. Isı dalgasr

% 40. Basınç
% 5. Sonradan
dalgası
etkileyen
radyoaktif
radyasyon

% 30. Hemen etkileyen radyoaktif


radyasyon

Nötron bombasının etki alanının dağılımı...


birbirlerine çarpmakta, büyük sayıda ölüm ler ya d a
ağır yaralanmalar ortaya çıkmaktadır...
Hiroşima’da, ilk 500 metrekarelik bir alan içinde
bu büyük basınç dalgasının etkisiyle hiçbir sağlam
yapı kalmamıştır... Sonraki 800 metrekarelik yerler­
de bazı çelik bina parçalan varlıklannı koruyabilm iş­
lerdir. ..
Özetle, nükleer bombanın patlamasıyla birlikte,
birden çok büyük bir yüksek basm ç oluşmaktadır.
Salt bu basm ç dalgası nedeniyle Hiroşima’da 0-Sıfır
noktası çevresindeki 13, Nagazaki’de 7 km. karelik bir
alandaki hemen tüm yapılar yıkılmışlardır. Basınç dal­
gası bölgenin doğal durumuna uygun devinmektedir.
Düz alanlarda, bu basınç dalgası, dev bir hava basmç
d u van gibi, ve ortalama 30 saniyede 11 km.’lik bir
hızla gitmekte ve belli bir süreden sonra, yine çok
hızlı esen orkan benzeri rüzgarlara, hava akım lanna
dönüşmektedir. Ancak, bir süre sonra, bu basm ç dal­
gası ve ardılı rüzgarlar yön değiştirmekte, ve bu kez

Nükleer bombanın havada patlamasından sonra basınç dalgala­


rının yayılışı...
de ters yönden gelen b ir basınç dalgası ve rüzgârla
bölge yen iden etkilenm ektedir...
Bu bü yü k basın ç dalgasının dolaysız etkisinde k a ­
lan insanlarda bile, çok kez, a k ciğ er kanam aları, k a ­
raciğer, dalak, böbrek yırtılm aları, kalın ve irice b a r­
sak kanam aları ortaya çıkm aktadır...

N ükleer b ir bom banın patlam asından sonra orta ­


ya çıkan d iğer en bü yü k etkiyi ısı dalgası y a da ter­
m al radyasyon yapm ak tadır... Isı dalgasının yaptığı
etki, n ük leer bom banın getirdiği tahribatın yüzde
35-40’m a neden olm aktadır.
N ükleer bom ban ın patlam asıyla saniyede 400 m et­
re k ad ar hızla, ortalam a 5000 derecelik b ir ısı dalgası
çevrey e doğ ru yayılm aya başlam aktadır... Bu ısının
gücü, nükleer b om ban ın patladığı yerin 500 m etrelik
bölgesind e n orm al güneş ısısının 1000 ile 600 kez fa z ­
lasına u laşm aktadır...
N ükleer b om ban ın patladığı yerde, ısı b irkaç m il­
yon d ereceye k adar ulaşm aktadır. Isı dalgası ilk a n ­
da, 1/10.000 saniye içinde 28 m etre çapında b ir alan
üzerinde 300.000 dereceye ulaşm aktadır. 1/100 saniye
sonra, 180 m etre çapındaki b ir alan içinde, ısı 1700 de­
receye, 3/10 saniye sonra yeniden 7000 derecelik bir
düzeye çıkm aktadır. 280 m etrelik bir alan içinde ısı
5000 derece olm aktadır. v
Isı dalgasının b u büyük etkisi ilk ü ç saniye için ­
de, O-Sıfır noktasından 4 km . uzaklıkta bulunan in­
sanları bile yakarak kavurm aktadır. İlk 3 saniye için ­
de, 3,5 km.’lik bir alan içindeki hemen tüm maddeler
yanmaya ya da erimeye başlamışlardır. Bu bölge için­
deki tüm canlı organik maddeler, birden kömür tozu
haline dönüşmüşlerdir. Bunlardan bir kısmının, bu
ani radyasyon sonucu, duvarlarda salt izleri kalmış,
kendileri toz olmuşlardır... İlk 4 km. alan içindeki
tüm yanıcı maddeler yanmışlardır.

7 Ağustos Hiroşima. Binlerce insan, ağır yanık yararalarıyla ça­


resizlikler içinde bakımsız kalmışlar; ve bunların hemen tümü,
izleyen saat ve günlerde, çeşme suyu gibi, en elementer gerek­
sinimlerini bile gideremeden yaşamlarım yitirmişlerdir...
c
a) Hiroşima’da nükleer bombanın patladığı O-Sıfır noktasın­
dan 250 metre kadar uzaklıkta, bir insanın merdivenlere vur­
muş gölgesi -bir anlamda röntgeni-; bu insanın cesedini
bulmak mümkün olmamıştır,
b ve c) Hiroşima’da nükleer bombanın patladığı yerden 2,1 km.
uzaklıkta bulunan bir merdivenin ve bir vananın duvarlara
yansımış gölgeleri... Bu röntgen türü gölgeler termal rad­
yasyon etkisiyle oluşmuşlardır.
Ozan, Tam iki Hara, nük leer patlam a sonucu o r­
taya çıkan bü yü k yıkım koşullarındaki acılardan ve
iniltilerden esinlenerek ya zdığı “ Bana Su V e r ” şiirin­
de, h em içerik hem de b içim yönünden, gerçeğe y a ­
kın b ir ritim yaka la m a ya çalışm ıştır... Biz de, O zanın
ve şiir severlerin hoşgörülerin e sığınarak, ben zer b ir
ritm i ve içeriği aktarm aya çabalayarak, şiiri A lm an-
casından çevirm eye uğraştık...

B A N A S U VER

Bana su ver!
Oh, su ver bana içmek için
Sadece bir yudum!
Ölmek istiyorum —
Oh!
Bana yardım edin, yardım edin bana!
Su!
Sadece bir yudum!
Sana yalvarıyorum.
Beni kimse duymuyor mu?

Oh—oh—oh—oh
Oh—oh—oh—oh

Gökyüzü parçalandı,
Sokaklar çöktü,
Irmak,
İrmak akmayı sürdürüyor.
Oh—oh—oh—oh
Oh—oh—oh—oh

Gece!
gece, hu sönmüş, yanmış gözlerin,
parçalanmış dudakların üzerine indi...
Oh, hiT adamın iniltileri;
sallanan,
yüzü
yanmış, parçalanmış hir adamın;
Bu parçalanmış yüzlü adamın!

Tamiki Hara

¥■
N agazak i’d e ortaya çıkan ısı dalgasının gücü,
bom banın yapılış niteliğiyle koşullu olarak, H iroşim a’
dakinden iki kez k ad a r d a h a fa zla olm uştur...
H iroşim a ile N agazak i’de ortaya çıkan bu ısı d a l­
g a la n ortalam a yarım saat k ada r sürm üş, sonra bunu,
y oğ u n b ir y a ğ m u r izlem iştir... A ncak, gözlem cilerin
“ k ara y a ğ m u r” adını verdikleri bu olay, adından da
anlaşılabileceği gibi, h iç de bilinen ve bolluk-bereket
getiren türden b ir yağış olm am ıştır... 50 ile 150 ra d ’
lık radyoaktivite içeren bu ölü m cü l yağm ur, ayrıca
yeniden pek çok insanın ölm esine veya a ğır ra d y oa k ­
tif y an ıklar alm asm a neden olm uştur...
A ncak, pratikte basınç ve ısı dalgalarının etkileri
hem en h er zam an birlikte orta ya çıkm ışlardır. Ö rn e­
ğin, yapılar, b ir yan dan basın ç dalgasının etkisiyle
yıkılırken, öte yandan d a ya n m aya başlam ışlardır...
İnsanlar, basın ç dalgasına g örece d a h a çok diren ç g ö s­
terebilm elerine karşın, ısı etkisiyle çok ça b u k yanıp
k öm ü rleşm işlerdir...

N ü k leer b ir bom banın patlam asından sonra olu ­


şan enerjinin yüzde 15 k adarı ra d yoa k tif radyasyon a
dönüşm ektedir. Bunun d a üçte b ir k ad a n , bom banın
patlam asından hem en son ra etkisini gösterm eye b a ş­
lam akta, d iğ e r bölüm üyse, izleyen zam an dilim lerin­
de ve çeşitli biçim lerde, insanlara ve d oğ a y a zararlı
ve ço k kez de ölüm cül etkilerde bulunm aktadırlar...
H iroşim a’d a nük leer bom ba n ın patlam asıyla b ir­
likte, 0-Sıfır noktasında ortalam a 100.000 ra d ’lık b ir
10 Ağustos 1945 Nagazaki. Ağır yaraları olan bu kadın uzun sü­
reler “ bir yudum su” diye yalvarmış; uzatılan bir kaptan, ger­
çekten ancak tek bir yudum içmeye olanak bulabilmiş ve bir da­
kika kadar sonra ölmüştür...
radyasyon-ışım a ortaya çıkm ıştır. Bu ortam da hiçb ir
can lı yaşam ın varlığını sürdürm esine olan ak yoktur...
N ükleer bom ba n ın patlam asıyla ortaya çıkan
radyasyon ile koşullu bedensel ve ruhsal belirtiler, in ­
sanların O-Sıfır noktasm a olan uzaklıkları ve etkisin­
de kaldıkları ışım a-radyasyon ile b ağın tılıd ır... Bu k o ­
nu d a ço k değişik yaklaşım lar getirilm ektedir. A n cak
bunların en yalınında, tüm belirtiler dört tem le g ru p ­
ta toplanabilm ektedir:

1. M erkez sinir sistem inin tahrip olm asıyla k o ­


şullu durum lar. B om banın patladığı m erkeze yakın
duru m d a bulunanlarda, ço k kez 5000 rad. dola yla rın ­
da radyasyon etkisinde kalanlarda, en çok 24 ile 48
saat arasın da ölüm görülm ektedir. Bu m iktarda bir
radyasyon etkisinde kalan h içb ir can lm m yaşam a
şansı yoktur. B urada orta ya çık an belirtiler m er­
kez sinir sistem inin bozukluğu ile koşulludur. Başlıca
görün üm ler, a ğ ır b ir bulantı, kusm a, ishal, huzursuz­
luk, el-k ol ve tüm bedeni kapsayan titrem eler, sancı­
lar, yanılsam alar, hezeyanlar, sara benzeri çırpın m a­
lar, çılgm lık-deliryum , ruhsal ve bedensel b ir tüken­
m e ile derinleşen b ir k om a ile yaşam nok talanm ak ­
tadır. ..

2. K em ik iliğinin ölüm ü ile koşullu durum lar.


N ük leer bom banın patladığı m erkezden g örece uzak
duru m d a bulu nan larda ve 1000 rad. dolaylarında ra d ­
yasyon etkisinde kalanlarda ortaya çıkan belirtileri
k apsam aktadır... Bu durum da, ra dya syon etkisiyle k e­
m ik iliğinde al, ak yuvarları, trom bositleri üreten ana
h ü creler ölm ekte ya da h em en tüm üyle görev-işlev y a -
pam az düzeyde bozulm aktadırlar. Bu koşullarda, d u r­
duru lam ayan k anam alar ile hastalar çok kez birkaç
saat içinde yitirilm ektedirler. A yrıca, b u kanam alara
eşlik eden, çeşitli bu laşıcı hastalıklar ölüm olaylarını
h ızlan dırm aktadır...

3. Sindirim sistem i yollarının ölüm ü ile k oşullu


durum lar. 1000 ile 450 rad. arasında b ir radyasyon et­
kisinde k alan larda ortaya çık an belirtilerin bü yü k bir
bölüm ü, sindirim sistemi aygıtının iç yüzü nü k a p la ­
y a n m u k oza tabakasının hem en tüm üyle işlev g öre-

1 Megatonluk bir nükleer bombanın patlamasından sonra, orta­


lama saatte 24 km. hızla esen bir rüzgarın etkisi altında radyo-
aktiv tozlarının dağılımı...
Kaynak: S. Fetter and K. Tsipis, Cambridge, USA, 1982. Dept,
of Physics, Massachusetts Inst., of Yechnology.
m ez düzeylerde bozulm ası ya d a ölm esiyle orta ya çık ­
m aktadır... Bu durum da, a ğır bulantı, kusma, ishal,
ateş gib i başlangıç belirtilerine a ğır k anam alar eşlik
etm ede ve hasta birkaç saat içinde yitirilm ektedir. Bu
hastalarda ağır k an am alar ile koşullu ölüm ler g e n e l­
likle radyasyon un 30 günü ortaya çıkm aktadır... A n ­
cak, araya giren bulaşıcı hastalıklar çok kez bu sü re­
yi kısaltm aktadır...
250 rad. dolaylarında radyasyon etkisinde k alan ­
larda d a kem ik iliği ve sindirim sistemi kanalı b ozu k ­
lukları en tem el görü n ü m leri oluşturm alarına karşın
çok iyi bakım la bu hastaların b ir bölüm ünün k u rta ­
rılm ası, dah a d oğru b ir deneyle, akut belirtilerinin
sağıltılm aları kim i kez m üm kün olm aktadır...

4. H a fif g eçen radyasyon etkileri... O rtalam a 1


rad.’lık b ir rad yasyon etkisinde kalanlarda ilk 24 ile
48 saat içinde, nedeni b u gü n de yeterince bilinm eyen
koşullardan, bulantı, kusm a, ishal, h a fif ateş, halsiz­
lik duru m ları .ortaya çık m ak tadır... G enel sağlık d u ­
rum ları iyi olanların, yeterli b ir bakım la bu belirtileri
geçiştirm eleri olasıdır. A ncak, bu insanların ya şam la­
rının sonraki dön em lerinde olası bozuk luklar için ö n ­
ced en h erhangi b ir şey ön görm ek olanaksızdır...
Ancak, h er şeye karşın, bu k onuda biraz daha
ayrıntılı anım satm alar yapm ak yararlı olabilir...
Radyoaktif radyasyon etkisinde ortaya çıkmış bölgesel deri de­
ğişimleri...
3. BÖLÜM

HEKİMLER VE NÜKLEER SAVAŞ

Nükleer silahlar ve insanlık


uzun süreler birlikte ve
bir arada varolamazlar...
B. Lcnvn - ABD (Prof. Dr. M ed)

S orunun bu raya k adark i bölüm üyle, nük leer b ir


savaşta kuşkusuz, hekim lerin h iç de özel bir k on u m ­
larının varlığından söz edilem ez. Bu koşullarda, h e ­
k im ler de d iğ er tüm gezegen lilerin yazgılarını ve s o ­
rum luluklarını ayrıcalıksız paylaşm a du ru m u n dadır­
la r...
Fakat, sorun bununla bitm em ekte ve özellikle son
yıllarda A m erik a Birleşik D evletleri’nde ve Batı A v ­
rupa ülkelerinde artan nük leer savaş tehlikesiyle b ir ­
likte geniş h alk yığınlarında gittikçe çoğa la n k ork u ­
ları ve direniş hareketlerini bastırm ak am acıyla, b ü ­
yü k girişim lerle, b ir tür sivil savunm a ya d a “ B üyük
Y ıkım H ekim liği” (K atastrophenm edizin) g ib i yen i
sağlık örgütlenm eleri oluşturm aya başlanm ıştır...
Kim i hü kü m et yetkilileri, buralarda, taşra p oliti­
kacısı kurnazlığıyla, b ir yandan, olası toplum sal bir
paniği önlem ek am acıyla, bu yeni sağlık örgü tlen m e­
lerin in g erçek niteliklerini k am u oyla n n d a n gizlem eye
çalışırlarken, öte yan dan da, özünde sıradan b ir ilk
ya rd ım kuruluşu niteliğini aşm ayan b u tür örgü tlen ­
m eler aracılığıyla, olası b ir nük leer savaşın bazı “ k ü ­
ç ü k önlem lerle” k ola yca atlatılabileceği, yaralan an la­
ra ise en kısa zam an da hem en h er türlü b ü yü k sağ­
lık hizm etlerinin sunulacağı yolunda, h er şeyi toz
pem be gösteren, y a y gın ya yın lar üreterek insanların
k orkularını b ir ölçü de olsun giderm eye çalışm akta­
d ırla r...
Politikacıların, hekim ler adına, nesnel d o ğ ru la n
yansıtm ayan b u tür k on u şm a la n giderek tüm sağlık
em ekçileri arasında b ü yü k tepkilere y ol açm ış ve b u ­
nun uzantısında, bü yü k kitle iletişim araçları a ra cılı­
ğıyla, sorunların ne den li çarpıtıldığını, insanların en
saygısal korkularının n e denli söm ürüldüğünü, geniş
halk y ığ ın la n n a anlatm ak am acıyla, hekim ler, gerek
k endi aralarında, gerekse de, d iğ er b a n ş k uruluşla­
rıyla birlikte etkin b ir çalışm aya başlam ışlardır...
Burada sorun, hek im ler ve d iğ er tüm sağlık em ek ­
çileri için ilk kez, b ir insan olarak, gezegen in tüm
b iyolojik ve kültürel varlığını tahrip edebilecek b öy-
lesi b ir n ük leer savaş olasılığına karşı tavır almak,
öte yandan, k onunun k endi adlarına, kam uoyunu n
m addi ve m anevi söm ürü aracı yapılm asına karşı g e ­
rekli som ut y a n ıtla n verm ek giderek artan b ir in sa n ­
lık, b ir m eslek ve b ir ahlak zorunluluğuna d ön ü ş­
m üştür. ..
Bu am açla, “ N ük leer S avaşa Karşı U luslararası
H ekim ler Birliği” çalışm alarını çok boyutlu olarak g e ­
nişletm ek kararın ı alm ış ve dünyanın h em en h er y e ­
rinde yeni örgütlenm eler, eylem ler ön görm ü ştü r...
Buralarda, çeşitli uluslardan gelen hekim lerin ve
d iğer sağlık em ekçilerinin, psik ologların oluşturdukla­
rı örgütlenm eler, ırk, din, dil, cins, yaş, m eslek a y rı­
calığı yapm adan tüm insanlara ça ğ rı yaparak, y ü rü ­
yü şler düzenleyerek, konferanslar, yayın lar üreterek,
olası b ir nü k leer savaşm ve bunu izleyen günlerin g e ­
tireceği sorunları belgeleriyle dü n ya k am uoyuna a n ­
latm aya çalışm aktadırlar...

Fransa’da, Paris’te yapılan, hüküm et sorum lula­


rı ile hek im ler arasındaki b ir toplantıda “ resm i a ğ ız­
l a r c a nü kleer savaş tehlikesinin ve ardm dan g elecek
sakıncaların h iç de b u denli k ork u la ca k v e abartıla­
cak şeyler olm adığın ın söylenm esi üzerine, orada b u lu ­
nan nü k leer savaş karşıtı bir hekim , «öyleyse bu b ü ­
y ü k yık ım hekim liğini neden örgütlem e gereğin i d u ­
yu yorsu n u z... Yoksa, Eyfel K ulesi’nin yakınlarda b ir
yan ard ağa dön üşü p tüm Paris üzerine lav k u saca ­
ğından m ı k ork u yorsu n u z?” diye sorunca, “resm i a ğ ız­
la r” b ir d ah a bu tü r toplantılara katılm am ak üzere,
salonu terk edip gitm ek zoru n da k alm ışlardır...
Bugün, IPPN W (International Physicians fo r the
P revention o f N u clear W a r) — N ük leer Savaşa Karşı
U luslararası H ekim ler Birliği adlı m eslek kuruluşu­
nun orta ya çıkış öyküsü, gerçekte yirm i yıl öncesine
k ad a r uzanm aktadır...
Bu kuruluşun ilk çekirdeği, 1962 yılında, A m eri­
ka Birleşik D evletleri’nde, Boston kentinde, PSR
(Physicians fo r S ocial Responsibility) H ekim lerin T op­
lum sal Sorum luluğu adı altında örgütlenm iştir. A y ­
nı yıllarda, sonradan IPPN W ’nin tem elini atacak olan
saygın bilim adam larından ünlü kalp hastalıkları u z­
m anı Prof. Dr. B ernard Lown, N ew England Journal
o f M edicin e (NEJM) adlı ya ym organında, “ T erm o­
n ük leer Bir Savaş Sonrası H ekim lik” adı altında seri
ya zılar yayınlam ıştır.
A yrıca, bu kuruluş, 1964 yılında, nük leer silahla­
rın üretim lerinin durdurulm ası eylem lerinde de etkin
katılım larda bulunm uştur.
A n ca k d ah a sonraki yıllarda, bu kuruluş uzun sü­
reler ön em li b ir etkinlik gösterem em iştir.
D aha sonra, A vu stu ralya’lı çocu k hastalıkları u z ­
m anı H elen Caldiott, Fransızların G üney Pasifik A d a ­
ların da sürdürdükleri a tom bom ba sı denem elerine
karşı b ir k am p an ya başlatm ış ve 1979 yılından sonra
da, PSR, n ü k leer en erji santrallarm m ve tüm a tom

Nükleer Savaşa Karşı Uluslararası Hekimler Birliği amblemi...


kü llerinin toplum sağlığına getirdiği büyük sakın ca­
lar üzerine önem li k am u oyu du yuruları yapm ıştır...
Bernard Lown, 1979 yılında, S ovyetler B irliği’nden
ö z e l arkadaşı b ir d iğ er ünlü k alb hastalıkları uzm anı
Jew gen i T sch asow ’a gön d erd iğ i m ektupta, artan so­
ğ u k savaş gelişm eleri ve nü k leer silahların getirdiği
teh lik e son ucu ulaşılan uluslararası ortam da insanla­
rın geleceği üzerine kaygılarını dile getirm iş ve
N ü k leer Bir Savaşı Ö nlem ek İçin H ekim lerin birlikte
■çalışmalarına katkıda bulunm asını istem iştir...
B ernard Lown, Jew geni T schasow ’a ya zd ığı m ek ­
tubunda özetle şöyle dem iştir: “ Son b irkaç yıldan beri
d ü n y a d a k i silahlanm a harcam aları görülm em iş dü ­
zey lerd e artm ıştır. İnsanlık tarihinde, 1978 yılında, bu
alanda görü lm em iş trajik b ir rek or kırıldı. A n cak y a ­
zık ki, insanlar bu durum u çok az önem siyorlar. D ü n ­
y a d a askeri harca m a lar için ayrılan giderler günde
b ir m ilyar doları bulm uştur. Bu gelişm elerin uzantı­
sında, içinde bulu nduğum uz yüzyılın sonuna u laşm a­
dan, d ü n ya b ir term onük leer yık ım la karşılaşabilir...
Buna karşın, hek im ler bu k on u d a yeterli ilgiyi g ö s­
term iyorlar. K anım ca, bu k onuda insanları u yarm ak
d a bizim m esleki sorum luluk alanım ıza girm ektedir...
H ekim lerin, toplum ları uyarm ada, etkilem ede özel ve
önem li bir etkinliklerinin bulunduğuna in an ıyoru m ...
S ov y etler B irliği’nden, A m erik a Birleşik D evletleri’n-
den, Japonya’dan gelebilecek hekim lerden oluşturu­
la ca k b ir konferansın, nük leer silahların getireceği
tehlikeler üzerine dü n ya k am uoylarını u yarm ada o l­
d u k ça etken ola ca ğı k anısındayım ...
N ükleer Savaşa K arşı U luslararası H ekim ler B ir­
liğ i’nin 1980’de Boston’d a düzenlediği ve içlerinde 4
N obel arm ağan ı sahibi hekim in bulunduğu k on fera n s­
ta, 700 k adar sağlık em ekçisi, nük leer savaşın sakın­
calarını, ölü m cül etkilerini ayrıntıları ile tartışmış
ve sorunun önem ini “ İnsanlığın K arşılaşacağı Son Epi-
d em i-S algın ” başlığı altında basm a, dünya k am u oyu ­
n a duyurm uşlardır. Toplantının kapanış bildirgesi, za ­
m anın ABD başkanı J. C arter ile SSCB KP. G enel Sek­
reteri L. B rejn ev’e gönderilm iştir...
Başkan Carter, bu konuda, Beyaz S aray’d a b ir tar­
tışm a açılm asını istemiş, Brejnev, kendisine gelen
m ektubun tam m etin halinde P ravda’nın birinci sa yfa ­
sında yayınlanm asını sağlam ıştır...
1980 yılı A ralık ayında İsviçre’nin G en f kentinde
yapılan toplantıda, N ükleer Savaşa Karşı U luslararası
H ekim ler Birliği’nin tem eli dünya ölçeğinde genişle­
tilm iş ve A B D ’den B. Lown, J. M uller ve E. C hivian ile
SSC B'den J. Tschasow, L. İljin ve M. Kusin k urulu­
şun başkan ve başkan yardım cılıklarına getirilm iş­
lerdir. ..
Buradan, tüm dünyadaki, 3 m ilyondan fa zla heki­
me yapılan çağrıda, gezegenim izi b ir nük leer savaş­
tan korum ak am acına yönelik çalışm aların salt bir
insanlık sorunu değil, m esleki b ir zorunluluk ve görev
olduğu anım satılm ıştır...

Bernard Lown, 1981 yılı M ayıs ayında, Jew geni


T sch asow ’a gön d erdiği yen i b ir m ektupta, nükleer sa­
vaşa karşı m ücadele sürdüren hekim lerin büyük ba-
şa n la r sağladıklarını vurgu lam ış ve ABD ’de N isan
1981’d e yapılan b ir k onferansa 1200 delegenin katıl­
dığını, benzerlerinin C hicago, Los A ngeles ve C leve-
la n d ’da da sürdürüleceğini, a y n c a öğren ciler için de
eğitici sem inerler düzenlendiğini yazm ıştır...
1981 yılında, N ükleer S avaşa K arşı U luslararas
H ekim ler Birliğince, A B D ’de, K an ada’da, J ap on y a ’da,
İngiltere’d e ve Federal A lm a n ya ’da önem li toplantılar
düzenlenm iştir. Federal A lm a n ya ’d a 1981 yılı gü zü n de
H am bu rg kentinde düzenlenen toplantıya 4000’den
ço k sağlık em ekçisi katılm ıştır...
S ovyetler B irliği’nde, D ünyayı N ükleer Bir S avaş­
tan K orum a B irliğ in in düzenlediği toplantıya 20.000
hekim ve bilim adam ı katılm ışlardır...
Tüm bu gelişm eler uzantısında, 1981 yılında, D ün­
y a Sağlık Ö rgü tü W H O , konuyu gündem ine alm ış v e
ayrıntılı b ir çalışm a yapılm asını istem iştir... Sorun
a y n ca , yine D ünya Sağlık Ö rgü tü üzerinden, Birleş­
m iş M illetler’e iletilm iş ve üzerinde önem le du ru lm a­
sının gereği vu rgu lanm ıştır...
N ükleer Savaşa Karşı U luslararası H ekim ler Bir-
liğ i’n in 11. K ongresi 1982 yılı 3-6 N isan tarihleri a ra ­
sında İngiltere’de C am bridge’de yapılm ıştır.
1983 yılı M ayıs ayında, D ünya Sağlık Ö rgü tü W H O
sorunu yeniden gündem ine getirm iştir...
N ükleer Savaşa K arşı U luslararası H ekim ler Bir-
liğ i’nin 3. bü yü k toplantısı H aziran 1983 tarihinde
A m sterdam ’d a toplanm ıştır. Bu toplantıya, D ünya S a ğ ­
lık Ö rgütünden Dr. Lam bo, Birleşm iş M illetlerden G e­
nel Sekreter Perez de Cuellar, K atolik v e Y unan O r­
todoks kilisesinden tem silciler, ABD ve SSCB’den h ü ­
küm et sorum luları, İsveç’ten başbakan O lof Palme,
ABD ’den em ekli am iral D.N. G ayler, Federal A lm a n ­
ya ’dan SPD’li Egon Bahr, gib i uluslararası düzeyde
tanınm ış k işü er k atılm ışlard ır... T oplantıda özellikle
Batı A v ru p a ülkelerine yerleştirilm ek istenen ABD
P ershing II füzelerinin getireceği sorunlar tartışılmış
ve bu n u n A v ru p a A nak arası için gerçek b ir intihar
anlam ına geldiği vu rgulanm ıştır...
İçinde yaşadığım ız günlerde de, dünyanın hem en
tüm dem ok ratik ülkelerinde, bu b ü yü k uluslararası
kuruluş içinde çalışan hekim lerin ve d iğer sağlık
em ekçilerinin sayısı giderek çoğalm akta, etkinliği art­
m aktadır...
*

Yazar ve filozof Günter Anâers’in 1982 yılında Viyct-


nada önerdiği kamuoyu açıklaması 6000 hekim tara­
fından benimsendi, onaylandı ve imzalandı. Bu açık­
lamada özetle şöyle denilmektedir...

Sevgili hastalar,
Bizler açıklarız k i...
t

Bir atom savaşından sonra,


hiçbir hekim,
hiçbir sağlık kuruluşu,
hiçbir hastane,
sizlere en küçük bir yardım yapabilme
yeteneğinde, olamayacaktır...
Bizler de sizler gibi öleceğiz...
Bir atom savaşı,
atom roketlerini çoğaltarak,
ve karşı tarafı tahrik ederek başlatılır...
Atom roketlerini yok edelim ...
Bu gerçek, sîzleri, sîzlerin çocuklarını ve sîzlerin
çocuklarının çocuklarını çok yakından
ilgilendirir kanısındayız...
Yurttaş, insan ve ana-baba olarak,
Avrupa topraklarını atom silahlarından
arındıralım...

G ünüm üzde olası b ir nükleer savaşın ortaya ç ı­


k aracağı b ü yü k yıkım ı ve sağlık sorunlarını tüm b o ­
yutlarıyla tek b ir çalışm anın sın ırla n içinde, göreceli
de olsa, tartışm ak hem en hem en olanaksızdır...
Sorun çok geniş kapsam lıdır. V e bu gerçeğin u za n ­
tısında, bu alanda yapılan yayınlar, bilim sel tartışm a­
lar, k on feran slar y a da söyleşiler üzerinde, zorunlu
olarak konu nu n an cak belli önem li noktaları irdele-
n ebilm ek ted ir...
A ncak, sorunlara değişik açılardan yaklaşan ç e ­
şitli araştırm alarla toplanan bilgi birikim lerinin u za n ­
tısında, am açlanan genel b ir bütünlüğe ulaşm ak m üm ­
kün olm aktadır...
G erçekten, gün ü m üzde üretilen nük leer silahların
etkinlik, tahrip gü çleri yanında, H iroşim a ile N aga-
za k i’de kullanılanlar b ir anlam da a n cak folk lorik b ir
değ er taşım aktadırlar... H iroşim a ile N agazaki örn ek ­
lerinden devinerek, günüm üzde olası b ir nük leer sa­
vaşı tartışm ak olduk ça zordu r... Kırk yıl öncesinin
verileri çok tan aşılmış, yeterli çıkarsam aları sağla­
m aktan uzaklaşm ıştır...
G ü nüm üzün ortalam a büyüklükteki b ir nükleer
b om bası 1 M egaton gücündedir. Bu, H iroşim a’ya atı­
lan b om bad an en az 100 kez d ah a fa zla b ir nicel g ü ­
cü sim gelem ektedir. Bir nük leer gü cü n bu denli artışı,
kuşkusuz salt nicel değil, bunun ya n ın da yen i nitel
etkileri de birlikte getirm ektedir... Fakat, bizler, b u ­
gün, kim i ço k gen el çıkarsam alarla, bu yeni nitel et­
kin likler üzerinde an cak kaba varsayım larda buluna­
bilecek durum dayız.
Bu k on ularda araştırm a yapan, çalışan hem en
tüm uzm anlar, bilim adam ları, günüm üzde olası b ir
nükleer savaşm etkinliklerinin önceden ön görü len en
gözü p ek ön görü lerden de çok daha değişik boyu tlar­
da olacağının altını çizm ektedirler... Özetle, gü n ü m ü z­
deki gerçek durum , 40 yıl öncesinde de olduğu gibi,
bilinenlerden ya da öngörü lenlerden çok daha büyük
olum suzlukları içerm ektedir...

G ünüm üzde bu konularda gen el yaklaşım larda


bulunanlar çok kez, çeşitli olasılıkları içeren senar­
y ola r düşünerek sorunlara yaklaşm ayı yeğlem ek te­
dirler. ..
A ncak, bunların en yalın ve öğretici olanı, b u gü ­
nün n ükleer silahlarının ortalam a birim ini oluşturan
1 M egatonluk b ir bom banın, 1 M ilyon nüfuslu b ir k en ­
tin üzerinde patlam ası durum unda orta ya çıkacak
sağlık sorunlarını en genel çizgiler içinde tartışm akla
olasıdır...

1 M egaton lu k b ir nük leer bom banın, 1 M ilyonluk


b ir n ü fus barındıran b ir kentin üzerinde patlam ası
durum unda, basınç v e ısı d a lgası-rad y asyon la n etk i­
siyle hem en 350.000 k ad a r insanm öleceğine kesin g ö ­
züyle bakılm aktadır... Bunun dışm da, 200.000 kişinin,
yanm a, çarpm a g ib i etkenlerle çok a ğır yaralanacağı,
an cak g örece d a h a h a fif yaralanm alarla birlikte bu
sayının 400.000 dolaylarında ola ca ğı öngörülm ektedir...
Böylece, 1 M egatonluk b ir nük leer bom banın, 1
M ilyon n üfu slu b ir kent üzerinde h a vad a patlam asın­
dan sonra salt basın ç ve ısı radyasyonu etk i­
sinde kalan 750.000 kişinin h em en öleceği ya da ağır
yara lan a ca ğı hesap edilm ektedir...
K uşkusuz burada, erken ra d yoa k tif radyasyon et­
kisiyle de ortalam a yüzde 5 ile yüzde 10 k adar insa­
nın yaralanabilecekleri ya d a hem en ölecekleri bilin­
mektedir. Fakat, bu insanların asıl ölüm cül darbeyi
rad yoa k tif radyasyon dan çok, basınç ve ısı ra d ya syo­
nunun etkisinden alacağı öngörü lm ektedir...
1 M egatonluk b ir nük leer bom banın, 1 M ilyon n ü ­
fuslu b ir kent ü zerinde havada patlam asından sonra
ortaya çık acak erk en ra d yoa k tif radyasyon etkisi, in ­
sanların b om ban ın patladığı O-Sıfır noktasına olan
uzaklıklarına göre değişebilecektir...
N ükleer bom banın patladığı O-Sıfır m erkez alınır­
sa, bunun çevresindeki 900 kilom etrekarelik b ir alan
içinde bulunan insanların hem en hiçbirinin kurtul­
m a olanakları yoktur. E ğer kentin d oğ a l-coğ ra fi ya p ı­
sı engebesiz, g örece düz, ova benzeri b ir alanı içeri­
yorsa, bu 900 km. karelik alanın, 2000 km. k areye k a ­
dar uzanabileceği hesaplanm aktadır...
Bu koşullarda, b ir bölüm ü zaten ilk anda, basınç
ve ısı dalgalarının etkisiyle hem en ölm üş y a d a a ğır
yaralanm ış kent nü fusun dan geriye kalan en az 70
bin kişinin de bu kez erken radyoa k tif radyasyon et­
kisiyle koşullu “R adyasyon H astalığından” en g eç b ir
a y içinde yaşam larm ı yitirecekleri öngörü lm ektedir...
A n ca k bu sayı, sonraki aylarda d ah a da artacak ve
bü yü k b ir olasılıkla yüzbinlere ulaşacaktır...
Bu b ölü m ü b ir k ez daha som utlaştırırsak, 1 M e­
gatonluk b ir n ü k leer bom banın patlam asından sonra,
O-Sıfır noktasının çevresindeki ilk 1 kilom etrekarelik
alafı içinde binlerce ra d ’lık, 1,700 kilom etrekarelik
alan içinde en az 600 rad.’lık radyoa k tif radyasyon
bulun acak ve bu ralarda canlı yaşam için h içb ir ola ­
nak, şans söz konusu olam ayacaktır... 0-Sıfır n ok ta­
sından sonraki 2.600 kilom etrekarelik alanlar içinde
ortalam a 400 rad.’lık b ir radyasyon u n bu lu n acağı h e­
saplanm aktadır. Bu orandaki b ir radyasyon bile ca n ­
lı yaşam için ço k kez öldürücü olabilm ektedir... 0-Sı-
fır noktasından 350 kilom etre uzaklıklarda bile bu lu ­
n abilecek radyasyon ortalam ası 300 rad. dolaylarında
o la ca k tır...
Burada aktardığım ız veriler hem en tüm araştır-
m a cü a r tarafından benim senen ortalam a bulguları
kapsam aktadır. Ö rneğin, A m erik a Birleşik D evletle-
ri’nde, K on greye sunulan raporda, 1 M egatonluk b ir
n ükleer bom ban ın D etroit kentinin üzerinde patla­
m ası d uru m u n da 470.000 hem en ölüm, 630.000 ağır y a ­
ralı, San Francisco kentinin üzerinde patlam ası d u ­
rum unda ise, 624.000 hem en ölüm ve 306.000 ağır y a ­
ralının olabileceği öngörü lm üştür... Federal A lm an­
y a ’d a k i araştırm acılar d a b en zer çıkarsam alar y a p ­
m ışlar ve M ünih y a d a H am burg kentlerinin üzerin­
de patlayacak 1 M egatonluk b ir nük leer bom badan
sonra, ilk anda yarım m ilyon k adar insanın hem en,
yarım m ilyon k ada r insanın d a ağır yaralanm alar s o ­
nucu, izleyen gü n ler içinde öleceği ve böylece, ilk
b ir aylık b ir zam an dilim i içinde yitirilen insan sayı­
sının 1 m ilyon u b u lacağı hesaplanm ıştır...

Bir nü k leer bom banın patlam asından sonra orta ­


ya çıkan erken radyasyon etkileri içinde, yakın y ıl­
larda toplanan bilgilerle giderek daha çok önem se­
nen d iğ e r bir sağlık sorununun, İyod™ radyoa k tif izo ­
topu üzerinden olacağı hesaplanm aktadır...
D oğal koşullarda yeryüzünde pek bulunm ayan,
ancak n ükleer patlam alardan sonra ortaya çıkan ve
ortalam a 40-100 qm. büyüklüğünde partiküller-par-
ça cık lar halinde, atom m antarından veya radyoa k tif
dolu bulutlardan yeryüzüne düşen îyodm izotoplarının
ç o k geniş alanlara yayılabildikleri, buralarda otlayan
hayvanların etlerine ve sütlerine karıştıkları saptan­
m ıştır...
Y a n la n m a süresi dört hafta k adar olan bu ra d ­
yoa k tif iyod, hayvan larm sütleri ve etleri aracılığı ile
kısa zam anda, çok geniş b ir tüketici kitleye dağıla-
bilm ektedir... Ancak, bu ra d yoa k tif m adde dolu süt­
leri içenlerd e ya da etleri yiyenlerde, b ir süre sonra
kanserleşm e eğilim i taşıyan hastalıklı dok u lar ortaya
çıkm aktadır... Bu tür sütlerin ve etlerin özellikle, k ü ­
çü k çocu k la r ve gebe kadınlar için çok büyük tehli­
keler içerdiği kesinlikle bilinm ektedir... Bu ra d yoa k ­
tif m addeyi içeren sütlerden içen kadınlarda, ölü d o ­
ğu m la r çoğalm akta, norm al zam anında d oğa n ço cu k ­
ların hem en tüm ünde, organ bozuklukları-deform as-
yonlar, beynin norm alden küçük gelişm esi - m ikrose-
fa li du ru m ları ve geri zekâlılıklar ortaya çıkm akta­
d ır...

N ükleer b ir savaş sonrasının etkileri tüm bu anım ­


satılanlarla sınırlı kalm am akta, hatta b ir anlam da b a ­
zıları ancak bu aşam alardan sonra başlam aktadır...
Hekim leri en çok ilgilendiren ve de özellikle v u r­
gulam ak gereğin i duydukları sorunlar genellikle bu
dönem lerde ortaya çıkm aktadır...
D aha önce de değindiğim iz gibi, gerek A m erika
Birleşik D evletleri’nde v e gerekse de pek çok Batı A v ­
rupa ülkesinde, büyük kitle iletişim araçlarıyla sürdü­
rülen çok yönlü propagandalarda, oluşturulan yeni
sağlık örgütlenm eleri aracılığıyla, nükleer savaş b ö l­
gesinde bulunan insanlara olası en kısa zam anlarda
her türlü yardım ın ya pılacağı söylenm ektedir...
A ncak, b ir kez d aha vurgulanm ası gerek ir ki, en
gelişm iş sağlık düzenlerini, en kusursuz biçim lerde
kurm uş ülkelerde bile, böyle b ir şeyin olasılığı tü ­
m ü yle gerçek dışıdır...
İlk kez, nü k leer bom ban ın y a d a bom baların p a t­
lam asından son ra orta ya çık an bü yü k elektrom anye­
tik dalgaların etkisiyle, o kentteki tüm elektronik a y ­
gıtların, haberleşm e düzenlerinin ve bu arada hasta­
n e aletlerinin çalışm aları bozulacaktır. En basit bir
aspiratörü ya d a stalizatörü çalıştırm ak olan ak dışı­
d ır... G ünüm üzde, b u artık çok bilinen b ir doğrudur.
Hatta yine b u süreç içinde tüm bölgede otom obillerin
m otorları bile çalışam az duru m a gelm ektedir...
Bu k on u d a yapılan b ir toplantıda, b ir konuşm acı,
nük leer savaş sonrası koşullarında, yerlilerin kullan­
d ık la rı du m an y a d a posta güvercinlerinin en gü v en ­
celi haberleşm e yöntem lerini oluşturacağını söylem iş­
tir. ..
A yrıca, hastanelerin hem en tüm ü yıkılacak ya da
kullanılam az k onu m lara geleceklerdir. Sağlam kalm ış
sağlık kuruluşlarındaki çalışm a koşullan, birden en
a za inecek, buralardaki hasta-hekim ilişkisi tüm üyle
olan ak sızlaşacak tır...
Bir nü k leer savaştan sonra, çok b ü yü k sayılarda
sağlık personeline gereksinim olm asına karşın, bun-
la n n yüzd e 80’i ölm üş y a d a çalışam az durum larda
ola ca k la rd ır... Ö rneğin, H iroşim a’d a nükleer bom ba
patladıktan sonra, kentte göre yapan 150 hekim den
65’i ve 1780 hem şireden 1654’ü d iğ er kentdaşları gibi
hem en ölm üşlerdir... Sağlık k u ru lu şlan n m tüm ü ya
bütünüyle ya d a görece, çalışam az, işlev görem ez d ü ­
zey d e hasar görm ü şlerdir...
Bu k on u d a yapılan genel b ir çıkarsam ada, yaşa­
yan b ir hekim in, gü nde yirm i saat çalışm ası koşulu
ve h er b ir hastaya a n ca k 5 y a d a 10 dakikalık b ir za ­
m an ayırm asıyla haftalar, aylar b oyu g ö re v başında
kalm ası g erek m ek tedir...

Bu koşu llar altında, nükleer b ir savaş geçirm iş


bir toplum da, en sık rastgelinen sağlık sorunları:
a ğ ır bulantı, kusm a, halsizlik, kanam alar, vb. gibi şi­
kâyetlerle süren çeşitli derecelerdek i radyasyon b e ­
lirtileri, şoklar, vücut, yüz g öz yanıkları, geçici y a da
sürekli körlükler, k adm larda a ğır kanam alar, g eb eler­
de düşükler, k afatası kırıkları, bilinç bozuklukları, si­
nir kesilleri, felçler, a ğ n lı şikâyetler, ... ve tüm b u n ­
ların üstüne üstlük pek çok cerrah i girişim , am eliyat
zoru n lu lu ğu ... Belki tüm bunlardan da önem li ve zor
olanı, bunların am eliyat sonrası bak ım ları... Serum,
antibiyotik, hatta tem iz su bulm a zorlu ğu ... ya da o la ­
naksızlığı. ..
Bir n ük leer bom banın patlam asından sonra orta ­
y a çık an radyasyonlar, insanların en çok, çeşitli m ik ­
rop lara karşı dirençlerini, bağışıklıklarım sağlayan
ak k an hücrelerini, trom bositlerini ve bunların ç o ğ u ­
n u n üretim y eri olan kem ik iliğini tahrip ettiklerin­
den , radyasyon etkisinde kalanlarda, bu n lar şayet h e ­
m en ölm em iş ve de hâlâ yaşam ayı sürdürüyorlarsa,
ağır m ikrobik hastalıklar, kanam alar ve bunlarla k o ­
şu llu bü yü k salgınlar ortaya çıkm aktadır...

A m erika Birleşik D evletleri’nden, iki ünlü araştır­


m acı, A bram s ve Kaenel, bu dirim sel nok taya d eğin ­
m işler ve b ir nü k leer b om ba patlam ası sonunda, y a ­
şayabilen lerin en az, yüzde 15 ile 25’inin izleyen g ü n ­
lerde ortaya çık acak salgın hastalıklardan yitirilece-
ğini belirtm işlerdir...
Tüm bunlara, ayrıca, ağır yanıklar sonucu orta ya
çık acak yangılar-iltihaplar-infeksiyonlar ve şoklar e k ­
len in ce genel du ru m gerçekten de çok daha olumsuz,
boyutlara u laşacak tır...
Bu tür salgın hastalıklara tutulm uş ya da ağır
ya n ık la n ola n la n n kurtulm aları için, bun lan n , h a f­
talar ve a y la r b oyu am eliyathane salonlarından bile
çok tem iz-steril özel bakım odalannda, sürekli serum
ve antibiyotik tedavisi altında tutulm aları gerek m ek ­
tedir... A ncak, b ir nükleer savaş geçirm iş b ir ülkede,
b ir kentte bu tü r olanakların bulunm ası olasılığı h e­
m en y o k den ecek düzeyde azdır.
Bu koşullarda, bü yü k özen gösterilm esi gerekli
yüz binlerce hastanın-yaralının bakım ı, en gelişm iş
ülkelerde bile düş olm anm ötesine gidem em ekted ir...
Bu açık ve yalın gerçeğin belleklerden çıkm am ası g e ­
rekir. Y in e H iroşim a ile N agazak i’yi anım sarsak, b u ­
ralarda, pek ço k hasta, salt içecek tem iz m usluk su­
yu bulam adıkları için yitip gitm işlerdir... Sorun bu
denli çıplaktır...

Buraya değin anım satm aya çalıştıklarım ıza birin­


c i elden tanık olmuş, içinde yaşam ış, ünlü Japon h e­
kim i Shuntara H ida’nm anıları-gözlem leri; gerçekleri
som utlaştırm am ıza b iraz daha yardım edebilir...
G ünüm üzde, J ap on ya’daki A tom ve H idrojen B om ­
baların a karşı olan b a n ş kuruluşlarının genel b aş­
k anlığını sürdüren ve 1982 yılında Batı A vrupa ve Fe­
deral A lm a n y a ’da başlayan bü yü k barış hareketleri­
ne katılm ak için bu yaşlı an ak araya gelip buradaki
barışsever dostlarıyla d a kucaklaşan Dr. Shuntara
Hida, g e n ç b ir askeri hekim olarak, H iroşim a A s­
k er Hastanesinde görevliyken, atom . bom basını ve
bunun yaptığı çeşitli etkileri yakından görm ü ş...
Ö ykünün gerisini Dr. Shuntara H ida’nın ağzından
dinleyelim :

1945 yılı, 5-6 Ağustos gecesi, görevli bulun­


duğum Askeri Hastanenin 3 km. kadar uza­
ğındaki Hesaka köyünden acil bir olay için
çağrıldım. Bu nedenle de hastaneden ayrıldım
ve yakındaki köye gittim. Yoksa, ben de sîzle­
re bu anıları anlatacak durumda olamayacak, H i­
roşima kurbanları arasında bulunacaktım. . .

6 Ağustos günü, saat 0 8 .1 5’te uzakta bir bom~


banın patladığını gördüm. Bu milyonlarca şim-
şeğin bir anda çakması gibi bir şeydi. Bunu,
olağanüstü bir sıcaklık dalgası ve birkaç sani­
ye sonra da, orkan benzeri ve etkisine dayanıl­
ması zor bir basınç dalgası izledi... Bulundu­
ğum köyün evleri, bu basınç dalgasının etkisiy­
le ezildiler, dağıldılar... Hemen önümdeki bir
evin damı havalandı ve 10 metre kadar öteye
u çtu ...
Bulunduğum yerden, atom mantarının büyü­
düğünü ve yükseldiğini gördüm. Bu büyük
mantar, yükseldi, yükseldi, çeşitli renklere dö­
nüştü, yine yükseldi, tüm Hiroşima’nın üstüne
dağıldı. . .

Ben bir askeri hekim olarak, hepten bulun­


duğum köyden yanan kente doğru koşmaya
başladım... En kısa zamanda, bana, hekime ge­
reksinimi olan insanların yanma koşmak, onla­
ra ulaşmak istiyordum... Ancak, yan yola gel­
meden ilk kurbanlara rastgelmeye başladım. İlk
anda, bunların korkunç yaratıklar olabileceğini
düşündüm... Çünkü bunların, ne kadın, ne
erkek, ne yaşlı, ne genç, ne sivil, ne de asker
olduklarım anlamak mümkün değildi... Bun­
ların tüm bedenleri, derileri yanmış, kavndmuş-
lardt. Bunlar, kanayan ve kokan bir et yığını­
na dönüşmüşlerdi... Sonra diğer kurbanları,
önceleri tek tek, sonra da yığınlar halinde gör­
meye başladım... H em en tüm kent, bu tür yan­
mış, kavrulmuş, kömürleşmiş insanlarla ödlüy­
d ü ... Bunların kimilerinden iniltiler, çığlıklar
çıkıyor. Bazıları s u ... s u ... diye yalvarıyorlar­
d ı ... Yollar cesetlerle doluydu. Yığılmış ceset­
lerden ve yıkıntılardan yolda yürümek mümkün
değildi. Bu nedenle, ben de hemen Ohta Irma­
ğına atladım ve yüzerek kent merkezine geç­
meye çalıştım... Ancak tüm kent alev denizine
dönmüştü. H er taraf ateş, duman, is içinde yan­
mış insan eti kokuyor, çığlıklar, iniltiler tüm
kenti kaplıyordu...
Kent merkezinde yapacak bir iş, barınabile­
cek bir yer bulamayınca, geldiğim Hesaka kö­
yüne dönüp, orada bir sahra hastanesi örgütle­
meyi kararlaştırdım... Köyün ilkokulunda, böy­
le bir sağlık merkezi kurmaya çalışarak, eldeki
tüm olanakları kullanıp gece gündüz yaralılara
yardım etmeye, onlara bir şeyler vermeye ça­
lıştık...
On gün sonra Japonya, koşulsuz teslim oldu...
V e “barış” yapıldı. Ancak, atom bombası kur­
banları için, barış hiçbir zaman gelm edi...
Biz, tüm olanaklarımızla, yaralılara yardım
etmeyi sürdürdük. Bazı yanık vakaları, hatta,
bazı ağır yaralar bile düzelmeye yüz tuttu.
Ancak, başlangıçtaki bu sevindirici gelişme­
ler, sonradan hepimizi üzüntülere boğmaya baş­
ladı...
Radyoaktivite etkisinde kalmış insanlar, deri­
lerindeki yaralar düzelmiş olsa da, daha sonra
birden ölüyorlardı...
Hiç unutmayacağım, genç bir ananın ya­
ralan hemen tümüyle iyileşmişti... Sonradan
ne oldu anlayamadık, birden öldü... Sahra has­
tanesi konumuna getirdiğimiz ilkokulda yerler­
de yatan insanlar, hirbiri ardından ölmeye baş­
ladılar. ..
Başka bir genç kadın, kucağında küçük bir
çocuğuyla geldi: “Doktor bey, bana yardım
ed in ... diğer üç çocuğumu, kurtaramadım, öl­
düler. Ancak bunu kurtarabildim... biraz ya­
ralı ama yaşıyor... bunu kurtarın. Bana, çocu­
ğa yardım ed in ... bu yaşasın doktor b e y ... ne
olur, doktor b e y .. . ” diye durmadan yalvarıyor­
du. ..
N e yapacağımızı şaşırmıştık. N e yapabilirdik
ki? Elimizden gelenleri ardımıza koymayarak,
bir şeyler yapmaya çalıştık. Ancak çocuk, ana­
sının kollan arasında yitip gitti. .. Ana çok ağ­
ladı. Çok üzüldü. Ancak, o da yapılacak bir şe­
yin olmadığını anladı. Bize anlayışlı davranma­
ya başladı. Onun da yaraları artık düzeliyordu...
Bizim yanımızda kalarak, hastane işlerinde biz-
lere yardım ediyordu... Ancak, birkaç gün son­
ra birden tüm saçlarının, kirpiklerinin dökülüp,
ağzından ve burnundan kan boşanarak 15 da­
kika içinde öldüğünü duydum ... Kimse bir şey
yapamamış, birden cansız yere düşüvermişti. . .
Bu süreç içinde pek çok benzer olayla kar­
şılaştım. Bir subay arkadaşım, karısı ile birlikte,
bombanın ışığını görmüşler ve görünürde çok
yüzeysel yaralarını göstermek için, bizim sahra
hastanesine uğramışlardı... Yaraları ayakta tı­
mar edildikten sonra, evlerine gittiler... Genel
durumları çok iyiyd i... Fakat, iki hafta sonra,
ikisinin birden, ağız ve burnundan kan boşan­
maya başlamış ve her İkisi de 2 0 dakika içinde
cansız yere düşmüşler...
Klasik savaş araçları, pek çok insanı, savaşta
ya da savaş gerisinde öldürüyor. Ancak, atom si­
lahlan ve bunların getirdiği çok yönlü sağlık
bozuklukları, insanları, savaş sonrasında, “barış”
dönemlerinde de öldürmeye devam ediyor...

H iroşim a ile N agazak i’ye atılan atom b o m b a la n


salt in sa n la n öldürm ekle kalm am ış, ölüm den k u r­
tulan p ek ço k insanda b ü yü k toplum sal-ruhsal sorun­
ların orta ya çıkm asına neden olm uştur...
Bu insanlara bugün Japon dilinde H ibakusha adı
verilm ektedir...
H ibakusha, H iroşim a ile N agazak i’de atom b om ­
bası sald ın sın dan sonra, ölm eyip, aldıkları büyük b e ­
densel ve ruhsal yaralarla yaşam larını büyük zorlu k ­
lar içinde sürdürm eye çalışan insanlara verilen a d ­
dır. ..
J apon y a’d a 1981 yılında yapılan özel b ir sayımda,
halen (1981 yılında) yaşayan en az 300.000 k adar Hi-
b ak ush a’nın bulunduğu saptanmıştır.
H ibakusha’la n n en az yüzde 60 k a d a n ağır b e­
densel hastalıklar gösterm ekte ve de h er yıl bu n lar­
dan 2500 k a d a n genellikle çeşitli organ kanserlerin­
d en ölm ektedirler...
H ibakusha’lar b azı törenlerde, “ bü yü k barış k a h ­
ra m a n la n ” ola ra k tanıtılmış olm alarına karşın, b u n ­
ların g erçek yaşam ları, bugün bile b ü yü k yoksulluk­
lar, acılar, hatta açlık içinde geçm ek tedir...
Bunlardan büyü k b ir bölüm ü, öm ürleri boyunca,
hem en hiçb ir yerden, h içb ir yardım alam am ışlar,
h içb ir iş bulam am ışlardır... Hekim , hastane giderleri­
ni bile ço k kez kendileri karşılam ak zorunda kalan
H ibakusha’la n n hem en tüm geçim olan ağı dilencilik
ve “ b ir türlü iyileşm em iş y a ra la n n ın ” resim lerini çe k ­
tirerek A B D ’li turistlerden topladıkları bahşişler o l­
muştur.
A m erik a Birleşik D evletleri’yle 1951 yılında y a p ­
tığı e k b ir b a n ş anlaşm asıyla, A B D ’deki tüm yara lı­
ların a cı ve tedavi giderlerini ödem ekle yüküm lenen
Japon ya hüküm eti sorum luları, H ibakusha’la n n bu
anlaşm a h ü k ü m leri k apsam ına girm edikleri g erek çe­
siyle, bundan böyle, b u n la n n ne sağlık, ne de bakım
giderlerini üstlenm e gereğini du ym u ştu r... Bu k o ­
şullarda, H ibakusha’lara devlet eliyle yapılan hem en
tüm yardım lar kesilm iştir...
Ancak, dem okrat, barışsever H iroşim a’lı dok tor-
lan n , 1955 yılından sonra kurdukları, “ H iroshim a
C ity C ou n cil” sağlık örgütü, ola n a k la n ölçüsünde, az
sayıdaki h astalan n bakım larını üstlenm eye çalışm ış­
tır... A yrıca, bizzat H ibakusha’lardan, K. Y oshuka
ile ya za r S. T oge ve T. T am ashira’nın birlikte örgü t­
ledikleri, kim i k ü çü k çaplı yardım kuruluşları, b u n ­
lara birazcık olsun insan onuru na yakışan yaklaşım ­
larda bulun m aya başlam ışlardır...

G ünüm üzde bile, H ibakusha’la n n yaşam koşulla­


rı ve çektikleri m addi-m anevi acılar, “Japon m u cize"
sinin ardın da saklanm aya, unutturulm aya çalışılan,
insanlık tarihinin en acı bölüm lerinden birini oluş­
turm aktadır. ..

A ncak, b ir nü k leer savaş sonrası ortaya çıkan


sağlık sorunları yine de bitip tükenm em ektedir. Ö r­
neğin, böylesi b ir yıkım dan sonra a ğ ır v ey a h a fif b e ­
densel yara alm ış ya d a hiç yaralanm adan k urtulabi­
len pek ço k insanda izleyen aylar ve yıllarda çeşitli
ruhsal aksaklıklar, davranış bozuklukları ortaya çık ­
m aktadır... Böylesine b ir yıkım ı yakından görenler,
bu olağanüstü boyutlardaki yaşantıyı çok kez öm ü r­
leri b oy u n ca u n utam am ak tadırlar...

Bu koşullar altm da, insanlarda, pek çok d eğer öl­


çüsü yitirilm ekte, ön ceden bü yü k a n la m la n olan k i­
şisel, toplum sal, kültürel öğeler yitip gitm ektedir...
G erçekten, günüm üzde bile, sürekli b ir nük leer savaş
tehlikesi altında yaşam anın getirdiği belki de en b ü ­
yük sakıncalardan biri, insanların toplum sal değer
ölçülerine olan güvenlerinin sarsılm asından k a yn a k ­
lanm aktadır. D iğer b ir dem eyle, bu koşullarda, insan­
lar, tarihe, insan toplum lann a, kültüre olan gü ven le­
rini yitirm ektedirler...
N ük leer savaş sonrası görü len en önem li d a v ra ­
nış bozuklukları, çok kez öm ü r b oyu süren nörotik
şikâyetler, du ygusal küntlükler, unutkanlıklar, u yk u ­
suzluklar, kim i zam anlar intihar girişim lerine k adar
uzanan a ğ ır korku ve depresyonlar, yeni yeni yık ım ­
ların gelm esini beklem e biçim in de ortaya çıkan san­
cılar, hezeyanlar, paran oid yanılsam alı düşünceler,
a ğır psikoz duru m larıdır...
A yrıca, bunlara, kendilerinde ve yakınlarındaki
a ğ ır bedensel yaralanm alar, kusurlar, d eform asyon lar
olan insanların ruhsal duru m ları d a eklendiğinde, g e ­
nel duru m d a h a da a çık som utlaşabilm ektedir...
Y akınlarını yitirm iş, çocuklarının köm ürleşm iş
cesetlerini gü nlerce kucaklarında taşım ış anaların
için de bulundukları suçluluk duyguları, ruhsal bu n a ­
lım ları bugüne d eğin hem en h iç düzelm eden süregel­
m iştir. ..
1977 yılında J a p on y a ’da yapılan bir uluslararası
K ongrede, d aha ön ce sürdürülen ayrıntılı araştırm a­
lara ek olarak, içinde bulundukları bedensel-ruhsal
du ru m ları “ yaşam ile ölüm ” arasında gidip gelm e ola ­
rak nitelendiren 470 hastanın şikâyetleri yeniden sap­
tanm ış ve tüm bedensel, ruhsal belirtilerin 62 temel
gru p altm da toplanm asına k arar verilm iştir...

1. Sürekli h a fif üşüm eler, sıklıkla nezle benzeri has­


talanm alar.
2. Burun akm ası, burun tıkanıklığı, hapşırık.
3. Ö ksürük, kanlı salgılar, kanlı balgam .
4. G ırtlakta a ğ rı ve şişlik duygusu.
5. Ses kısıklığı.
6. Astım krizlerine ben zer soluk alıp-verm e ya k ın ­
m aları...
7. Y üzde, bacak larda şişkinlikler, ödem ler (ellerde).
8. K alp çarpıntısı, aritmi, ekstrasistol...
9. Soluk alıp verm e, m erdiven çıkm a, k oşm a zo r­
luğu.
10. G öğüste a ğ n la r ...
11. Ellerin, ayakların, parm akların, burnun, vücudun
sivri yerlerin in m orarm ası, üşüm esi, hissizleş-
m esi...
12. Bacakların, ellerin birden kızarm ası, şişmesi, m o­
rarm ası, beyazlaşm ası...
13. Tüm bedenin birden titrem esi-terlem esi... Y üzde
v e göğüste yanm a, ya da ateş basm ası du ygu su ...
14. Sıklıkla a ğ ır baş dönm eleri...
15. B aşdönm esi sonucu yere düşm eler, bayılm alar.
16. Baş a ğ rıla n ...
17. Başta ağırlık d u ygu su ...
18. Bedende, bacaklarda güçsüzlük, k uvvetsizlik...
19. Beceri, yetenek yitim i. Bunlar kim i zam an gelip
geçici, kim i zam an sürekli ve kalıcı olabilm ekte­
d ir...
20. S a b a h la n yataktan h iç kalkam am a, kendini yor­
gu n hissetme, y a d a zorlukla kalk m a...
21. G özlerin ışığa karşı aşırı duyarlı duru m a gelm e­
si... K im i zam anlar p arlak ışığa h iç bakam am a...
G özlerin çabu k yorulm ası...
22. G örm e gü cü n ü n azalm ası...
23. G özlerin önünde sürekli y a d a geçici sinek u ça r
gibi şeyler görm e...
24. Sıklıkla çift görm e...
25. Sıklıkla işitm e zorlu ğu ... K ulaklarm işitm e g ü cü ­
n ü n azalm ası... U ğultulu du ym a ...
26. K ulak yollarında tıkanıklık d u ygu su ... Y a d a sık­
lıkla kulak yollarının fa zla akıntı ile tıkanm ası...
27. Ense sertliği... O m uzlarda sertlik... A ğ rı...
28. K olların, bacak kem iklerinin, eklem lerin ağrılı
şişliği...
29. Bilinç b u la n ık lığ ı... Bayılm a d u ygu su ... Y a da g e r­
çekten bayılm alar...
30. K ekem elik ve benzeri konuşm a bozu k lu kları...
31. Bedenin ve ellerin titrem esi...
32. El ve ayak kaslarında kasılm alar, ağrılar...
33. Sıklıkla idrar etm e d u ygu su ... N orm al idrar et­
m ede artış...
34. A ğ rılı id rar etm e... İdrar ederken ağrı d u ygu su ...
35. Sıklıkla susam a du ygu su ... Ç ok su içilm esine k a r­
şın dindirilem eyen b ir susuzluk...
36. Diş etlerinde, burunda, deri ve m ukozadan, d ışk ı­
dan k an gelm esi...
37. Çeşitli d eri döküntüleri... İltihaplar, kaşm m alar,
a ğ rü a r...
38. İlaçlara, kokulara, güneş ışığına... vb. gibi hem en
h er türlü dış u yaranlara karşı a ş ın d u ya rlık ...
39. Diş etlerinde şişm e ve a ğ n la r ... K anam alar...
40. A ğız boşluğunda, ağız m ukozasm da a ğ n , yangı,
iltihap...
41. Bulantı, kusm a ile birlikte y a da tek başına güneş
yanm asın a ben zer d eri döküntüleri...
42. K arın a ğ rıla n ...
43. K a m ın y u k a n kısım larında a ş m duyarlık, a ğ n ...
44. Karında, barsak larda şişkinlik, ga z...
45. S an lık ...
46. A şırı zayıflık y a d a şişm anlık...
47. Cinsel g ü çsü zlü k ... Cinsel istem de küntleşm e...
48. U n utkanlık...
49. K an -dam ar dolaşım bozuk lukları... Beceri yitimi..
İrade-istem azalm a v e zayıflam ası...
50. Ç abuk heyecanlanm alar, kızgınlık nöbetleri...
51. D epresyonlar...
52. K orku, sıkıntı, huzursuzluk...
53. M ide-barsak, kalp-dam ar sistem lerinden nörotik
yakınm alar.
54. D ürtü yitim i, ilgisizlik, unutkanlık...
55. ilgisizlik, gerçek yaşam dan k opukluk...
56. D iğer insanlara karşı aşırı b ir kuşku, huzursuz­
luk, k ork u ...
57 U yku su zlu k...
58. D iğer insanlara' gü ven yitim i... G üvensizlik...
59. Y aşam ı hep olum suz yönlerinden görm e, toplum ­
sal d eğ er ölçülerinin yitim i... U m utsuzluk...
<>0. Y alnızlık duygusu, depresyonlar...
61. Sürekli b ir suçluluk du ygu su ... A cı veren a n ’ larm
sürekli anım sanışı, bellekten atılam ayışı...
62. Çeşitli psikozlar, hezeyanlar, davranış bozukluk-
l a n ...

G ünüm üzde bile bazı politikacılar, nükleer b o m ­


banın patladığı yerlerden biraz uzaklarda, k ü çü k bir
sığm akta k apalı kalan insanların, birkaç haftalık b ir
dön em den sonra yeniden norm al yaşam koşullarına
döneb ilecek lerin i ve bunun için de, evlerinin altına,
bahçelerin e k ü çü k sığm aklar yapm alarını öğütlem ek­
tedirler. ..
Bu savlar, kuşkusuz çok yön lü yanlışlıklar içer­
m ektedir... A n ca k bunların b ir kısmı, yazık ki ya şa ­
narak sınandı ve gerçeklerin ne denli kıyıcı olduğunu
görm ek isteyen tüm dünyalıların gözleri önüne sergi­
ledi...
A m erika Birleşik D evletleri, 1954 yılında Pasifik
O kyanu su’nda yen i b ir nük leer b om ba denem esi y a p ­
m ış ve bunun, söylencelere göre rüzgârların aniden
yö n değiştirm esi gibi bazı “ k ü çü k ” beklenm eyen ya
d a sorunları daha yakından inceleyebilm ek için b ile­
rek g öz ardı edilen etkileri Bikini-M arshall adaları y e r­
lilerinde görülm eye başlanm ıştır...
A d a yerlilerinde ilk kez, deri-cilt, m ukoza y a ra ­
ları, saç dökülm eleri, k em ik ve tiroid bezi b ü yü m e­
leri, deform asyon ları ve de b u n la n izleyen çok sayı­
d a kanser olaylarına rastgelinm eye başlanm ıştır...
A d a yerlileri hem en başka yerlere taşınm ış ve ik i
yıl k ad ar sonra, A d a ’d a en duyarlı aygıtlarla yapılan-
tüm araştırm alarda h içb ir ra d yoa k tif m addenin k al­
m adığı saptandıktan sonra yine de b ir süre daha b e k ­
lenm iş ve sonunda 1958 yılında yerliler yeniden eski
adalarına geri getirilm işlerdir...
Fakat oldu kça kısa b ir süre sonra, A d a yerlileri­
nin yeniden hastalandıkları ve bunların dışkı ve id ­
rarların da y oğ u n b ir düzeyde Zelsium ve Strancium
rad yoa k tif m addelerinin bulunduğu saptanm ıştır...
Y erlilerde yeniden deri, m ukoza bozuklukları, saç d ö ­
külm eleri ve başta tiroid olm ak üzere çeşitli orga n
kanserleri görü lm eye b a şla n m ıştır...(*)

* Bu acılı ve öğretici deneyimin bir video-filmini ilgilenenlere?


her zaman göstermeye hazırım... s.t.
A raştırm acılar, bu yeniden ra d yoa k tif yü k len m e­
nin, y a n la n m a süreleri ortalam a 29-30 yü k adar olan
bu m addelerin yeşil bitkiler tarafından topraktan alm -
d ık la n ve m eyvaları a racılığıyla yeniden insanlara
geçtikleri şeklinde yoru m lar getirm işlerdir.
A ncak, g erçek çok açıktır. G örece k ü çü k çaplı bir
nük leer bom banın patlam asından sonra, oldukça u zak ­
lardaki b ir ad aya düşen ra d yoa k tif serpintiler bile,
b u ra la n uzun yıllar yaşam anaz hale getirm ektedir...
Bugün yapılan yaklaşım larda, bu adaların en az 30
yü insan ve h ayvan yaşam ı için bü yü k tehlikeler içe­
receği yolu ndadır...
Bu olguyu, başk a b ir araştırm acının bulgularıyla
d ü n ya ölçeğin d e som utlaştırırsak... Ö rneğin, İngiliz
rön tgen uzm anı G oggle-Lindop, b ir nük leer savaştan
sonra yeryüzün de yaşam a ola n ağı bulabilen insanlar­
dan en az 13 m ilyonunun sonradan k anser olacakla­
rın ı 17 ile 31 m ilyon k adar insanın öm ü r boyu kısır
kalacağın ı ve böylesi b ir savaşı izleyen 100 yıl için ­
de d oğ a ca k çocu k la rda n en az 6,4 ile 16,3 m ilyon ka-
d a n n ın sakat ve eksik orga n lı olacaklarını söylem iş­
tir...
4. BÖLÜM

BİYOLOGLAR, FİZİK, KİMYA, YER, GÖK,


ÇEVREBİLİMCİLERİ...
VE NÜKLEER SAVAŞ

O lası b ir n ükleer savaşın getirebileceği kısa ve


uzun erim li etkileri değişik yönlerden ve boyutlardan
inceleyen çalışm aların getirdiği bilgi birikim leri, b u ­
nun, şim diye d eğin görün en ve bilinen savaşlardan
bü yü k nitel fark lılık lar göstereceğin i kanıtlam akta­
dır. ..
İlk kez, sınırlı kalm ası ne denli istenirse istensin,
nük leer b ir savaşın sınırlarını ve kurallarını belirle­
m enin olanak dişiliği artık gittikçe anlaşılm aktadır.
Bu yalın gerçek, b u gü n hem en tüm politikacılar ta­
rafın dan d a kabul edilm ektedir...
A n ım san acağı gibi, 1. D ünya Savaşı ortalam a
200.000 kilom etrekarelik b ir alanda sürmüş; buna k a r­
şın, 2. D ünya Savaşı, 3,3 m ilyon kilom etrekarelik b ir
b ö lg e y i kapsam ıştır... O lası b ir nükleer savaşın sınır­
larının ise, gezegen im izin boyutlarının ötesine, uzay
alanlarına y a yıla ca ğı daha şim diden bilinm ektedir...
A yrıca, gün ü m ü zün bazı “ resm i savaş u zm a n la n ” ,
norm al insan düşüncesinin ve ahlakının k olayca k a v ­
ra ya m aya ca ğı bazı h esaplam alar sonucu, 1. ve 2. D ün­
y a S avaşlan n dan son ra görü len yüzde 10’luk nüfus
k ay ıp la n n ın gerçekte bazı sanayi ülkelerinin gelişm e­
sini “ olu m lu ” yön de etkilediğini, örneğin F. A lm anya
ve J apon ya’d a önem li ek onom ik sıçra m a lan koşulla-
dığı söylem ektedirler...
Ancak, sorun lar bu kez biraz değişik boyutlara
uzan m a eğilim i gösterm ekte ve nük leer b ir savaştan
sonra, özellikle K uzey Y an m k ü resin dek i nüfusun en
az yüzde 50’sinin hem en yitirileceğine kesin gözüyle
bak ılm ak tad ır...

D ü nya Sağlık Ö rgü tü (W H O ), M ayıs 1981 tarihli


toplantısında, n ükleer b ir savaş sonucu ortaya çık a ­
ca k sağlık ve toplum sal soru n la n görüşm eye başlam ış
ve a y n ca , b u k onuda Birleşm iş M illetler Ö rgütü
(U N O ) ile de yakın ilişkiler kurulm ası kararı alm ış­
tır... Tüm bu çalışm alar sürecinde, ortaya 150 sayfa
tutarında b ir ilk ön çalışm a çıkm ış ve burada, n ü k ­
leer silah lan n kullanılm aya başlanm asm dan sonra o r ­
taya çıkacak çeşitli olasılıklar olduk ça ayrıntılı b içim ­
lerde tartışılm ıştır...
M ayıs 1983 tarihinde toplanan D ünya Sağlık Ö r­
gütü, derlediği bilgileri yen iden değerlendirm iş ve
bunların Birleşmiş M illetler’in A ralık 1988 tarihinde
ya p acağ ı toplantıya iletilm esini kararlaştırm ıştır...

D ü nya Sağlık Ö rgütü (W H O ) uzm anları, olası b ir


nükleer savaştan sonra, çoğu n lu ğu k u zey yarım k ü re­
sinde olm ak üzere, tüm dü n yada 1,1 m ilyar insanın
h em en ve 1,1 m ilyar insanın d a izleyen en yakın za ­
m an dilim leri içinde öleceğin i ön görm ü şlerdir... B öy-
lece, D ünya Sağlık Ö rgütü g ib i k ü çü k politik çıkar
çabalarm dan uzak uluslararası düzeyde saygın b ir k u ­
ruluşun araştırm alarının genel çıkarsam aları uzantı­
sında “ orta b o y ” b ir nük leer savaştan sonra, dünyada
ortalam a 2,5 m ilyar k ad a r insan yaşam larını hem en
yitirecek tir...
A ncak, özellikle, 1980 yıllarının başlarından sonra,
dü nyan ın çeşitli yerlerinde sürdürülen ayrıntılı a raş­
tırm alarda, değişik çalışm a alanlarından gelen pek çok
bilim adam ının yaptıkları ortak toplantılarda, soru n ­
lar ço k yönlü ele alındığında, olası b ir nük leer savaş­
tan son ra orta ya çıkacak yıkım ın salt 2,5 m ilyar insa­
nın yitirilm esiyle sınırlı kalm ayacağı, boyutlarının çok
dah a geniş kapsam lı ola ca ğı ve belki de, 2,5 m ilyar
insanın ölüm ünün, bu insanlık ağlatısının en “ h a fif”
atlatılan bölüm ün ü oluşturacağı kanısına varılm ıştır...
Bu alanda yapılan önem li toplantılardan biri, b i­
yoloji, tıp, fizik, kim ya, yer, gök ve çevrebilim leri u z­
m anlarından oluşan 100 k adar bilim adam ının k atıl­
m asıyla 22-26 N isan 1983 tarihinde C am bridge (M as-
sa ch u sets)’te yapılm ıştır. Burada saptanan başlıca
veriler, 1 K asım 1983 tarihinde W a sh in gton ’d a yapılan
b ir basm toplantısm da dünya kam u oyu n a yansıtılm ış­
tır... Y apılan açıklam aların b ir bölüm ü, b ir grup araş­
tırm acı tarafın dan iki ayrı ya zı başlığı altında A m e ­
rika Birleşik D evletlerin d ek i ünlü Science dergisinin
A ralık 1983 tarihli sayısında yayınlanm ıştır...
Bu ve benzeri toplantılara katılan bilim adam ları,
ön görd ü k leri çeşitli olasılıkları-senaryoları ve bu n la­
rın getirebileceği son u çlan , kim ilerine göre din gin bir
bilim sel ağırbaşlılık, kim ilerine g öre “ an im al” b ir cid ­
diyetle fa k a t h içb ir abartm a, saptırm a ya da yan ılt­
m a am acı gü tm eden ve de elden geldiğince “ a y rıca ”
kork utu cu olm aya çalışm adan, ancak geniş halk y ı­
ğınların ın d a anlaya ca ğı b ir dille anlatm aya çalışm ış­
la rd ır...
A y n ca , özellikle son iki yılda, J apon ya’d a da, pek
ç o k araştırm acı, h üküm et yetkilisi uzm an, b ir n ü k ­
leer savaş sonrasında ortaya çıkm ası olası çevrebilim ­
sel iklim sel-biyolojik yıkım üzerinde ayrıntılı bilgiler
verm eye, toplantılar, televizyon yayın ları düzenlem e­
ye başlam ışlardır...

Bugün en iyim ser batılı politikacılar ve bunlara


yakın “ resm i dan ışm anlar” , depolardaki tüm strate­
jik ve taktik n ük leer silah lan n kullanılm asını g erek ­
tirm eyecek, olası b ir “ orta b o y ” nükleer savaş süresin­
ce 5-7 bin M egatonluk bir nük leer g ü cü n kullanıla­
bileceğini düşünm ektedirler...
Bu bilim sel toplantılara katılan bilim adam ları,
politikacı ve “ resm i danışm an-uzm anların” ön görd ü k ­
leri 5 ile 7 bin M egatonluk nükleer g ü cü n yarısından
da az, 2000 M egatonluk nükleer patlam aların ortaya
çık arabileceği sorunları çok yön lü araştırm ışlardır...

Bugün tüm dünyada, çoğu n lu ğu kuzey yarım k ü ­


resinde olm ak üzere, yüz binin üzerinde nüfus b a ­
rındıran 2500 k adar bü yü k yerleşim yeri, kent b u ­
lunm aktadır. Bu nedenle de nük leer b ir savaşın a ğ ır­
lık m erkezini bu b ü yü k kentlerin ve çevresindeki k u ­
ruluşların, orm anlık b ölgelerin oluşturacağı hep b ilin ­
m ektedir...
A raştırm acılar, gerçekleri hiç zorlam adan, çok ılım ­
lı ve ortalam a çıkarsam alarla, 12.000 kilom etrekarelik
bir kentin tahrip olm ası, yanm ası durum unda, orta ­
lam a olarak h er b ir santim etrekarede 10 gram k adar
ya n ıcı m adde bu lu nduğunu hesaplam ışlardır. A yrıca,
kentlerin çevresindeki orm anların ve diğer yanıcı ele­
m entlerin de h er b ir santim etrekaresinde 1,5 gram k a ­
dar y an ıcı m adde bulunduğu öngörü lm ek tedir...
Böylece, toplam , 250.000 k ilom etrekarelik bir kent
ve çevresin deki alanlarda, santim etrekare başına
ortalam a 1,5 gram lık yanıcı m adde bulunduğu hesap­
lanm aktad ır... Bu y a n ıcı m addelerin yanm ası d u ru ­
m unda ve yine ortalam a b ir betim lem eyle bunların
d a en az, yüzd e 3,5’luk b ir bölüm ü dum an, is, yanm ış
m adde karışım larına dönüşeceklerdir... A yrıca, b u n ­
lara, büyük kentlerin çevresinde depolanan, ortalam a
300 m ilyon tonluk, yağ-benzin-m otorin, vb. gibi a k a r­
yakıt depoların daki y a n ıcı-p a tla y ıcı. m addeler de e k ­
lendiğinde, genel durum daha da b eterleşm ektedir...
Y ine gü nü m ü z yapı tekniğinde, özellikle bü yü k
k entlerdeki okul, işyeri, otel, hastane, vb. gibi b ü yü k
yapılarda-inşaatlarda giderek artan oranlarda, ço k
y oğ u n b ir zehirli gaz-du m an çıkararak g örece k ola y
yan an P rotoxin m addesi kullanılm aktadır. Bu n e ­
denle de, bü yü k kentlerdeki yen i yapılardan, otel-
okul-hastane yan gın larında bu P rotoxin m addesinin
çabu k yanm ası ve yoğ u n zehirli gaz çıkarm ası n ed e­
niyle, ön ceden öngörü lenlerden daha çok insan yiti­
rilm ektedir. ..
A yrıca, h er bir M egaton bom basının patlam asın­
da, deneysel verilerden de sağlanan bilgilerden y a p ı­
lan en iyim ser çıkarsam alarda, yerden 250.000 ton k a ­
dar k ü çü k toz parçası atm osfere doğru çekilm ektedir...
Ç ok kez, y oğ u n bir radyoaktivite de içeren bu toz b u ­
lutunun içindeki a ğ ır p a rçacık lar bir süre sonra y e ­
niden yeryüzü n e düşerlerse de, küçükleri, rüzgârların
d a etkisiyle uzun süreler, a ylarca hatta yıllarca atm os­
ferde k ala bilm ek ted irler...
Bu toz bulutunun, yağ-is-dum an gib i d iğ er yan ıcı
m adde artıkları-parçacıklarıyla karışm ası durum unda
oldu k ça k alın ca b ir tabaka oluşturup atm osferin üst
katm anlarında kalm a süreleri d a h a da uzayabilm ek -
ted ir...
Bunların tüm ü birlikte değerlendirildiğinde, h e r
bir M egatonluk bom banın patlam ası durum unda, o r ­
talam a olarak 150.000 ton k adar k ü çü k toz partikülü-
parçacığı, is, yağ, du m an katm anı, atm osferin üst k at­
m anlarında uzun süreli b ir birikim ya p a ca k la rd ır...
U zm anlarca, n ük leer bom baların patlam asından
sonra ortaya çık an “ radyoaktivite y a ğm u ru ” anlam ı­
na gelen “fall-out” denilen bu “nükleer bulut”un yük­
sek oranlarda radyoaktivite içermesi ve uzun süreler
atmosferde kalıp yeryüzünü sürekli olarak yoğun bir
radyasyon etkisinde bırakması nedeniyle de ayrıca
olağanüstü tehlikeli olacağı saptanmaktadır...
Araştırmacılar, 500 ile 2000 Megatonluk nükleer
patlamalar sonucu, atmosferde toplanmaya başlayan
bu “nükleer bulut”un yeryüzü atmosferinin güneş
ışınlarının geçirgenlik dengesini bozacağını ve büyük
iklimsel-biyolojik yıkımlara neden olacağını belirtmiş­
lerdir...
Gerçekten, ortalama 2000 Megatonluk bir nük­
leer patlamadan sonra ortaya çıkacak en büyük yı­
kımlardan birinin dünyanın atmosferindeki ozon gazı
tabakalarında görülebileceği saptanmıştır...
Çoğunluğumuzun kolayca anımsayacağı gibi, ozon
gazı 03 milyonlarca yılda atmosferde toplanan oksijen
gazından (O2) güneş ışınlarının etkisiyle oluşmuştur...
Uzun bir doğal tarihsel birikim süreci içinde, at-
mosferin üst katmanlarında toplanan ozon gazı, gü­
neşten gelen özellikle mor ötesi ışınların büyük bir
bölümünü soğurarak, bunların yeryüzüne gelişlerini
görece engelleyip Dünya’da daha gelişmiş canlıların
evrimlerine uygun, elverişli dengeli bir iklimsel-biyo­
lojik ortamın oluşmasını koşullamıştır...
Ozon gazının belli bir tabaka oluşturabilecek bi­
çimde atmosferin üst katmanlarında yoğunlaşmasın­
dan sonra, yeryüzündeki canlı yaşamın enerji üretim
ve kullanım kaynaklan genişlemiş, özellikle fotosen­
tez üretimi için çok daha geniş olanaklar sağlanmış­
tır. Evrimsel gelişmelerin bu aşamasından sonra, yer­
yüzü üzerindeki bitkisel ve hayvansal gelişmeler çok
daha hızlı bir devinim kazanmışlardır...
Atmosferdeki ozon gazı tabakasının en küçük bir
bozukluğu ya da yeteri düzeylerde işlev göremez du­
rumlara gelmesiyle yeryüzündeki enerji kaynakları­
nın büyük bir bölümünün tahrip olacağı, fotosentez
üretiminin hemen tümüyle aksayacağı ve tüm bun­
ların dünyadaki canlı yaşamın önemli bir bölümünün
yazgısını belirleyeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır.
Bu konuda, tüm bilimsel disiplinlerin temsilcileri gö­
rüş birliği içindedirler...
Bu Ozon katmanının bozulması durumunda, Dün-
ya’ya gelen Güneş ışınlarının, özellikle mor ötesi ışın­
larının yoğunluğunda önemli değişmeler olacaktır.
Bu koşullarda, ilk kez, geçirgenliği yer yer bozulmuş-
artmış Ozon gazı katmanından kimi kereler kısa sü­
reli de olsa, yeryüzündeki hemen tüm proteinleri hat­
ta bunların temel yapı taşları olan nükleik asitleri
yok etmeye yetecek düzeylerde mor ötesi ışm akımı
olabilecektir. Salt bu olgu bile, yeryüzündeki yaşamın,
tümüyle olmasa bile, hemen hemen sonu olacaktır...
Araştırmacıların genel kanısına göre, nükleer
bombaların patlamasından, atom mantarlarının kısa
sürelerdeki öldürücü etkilerinden sonra, bu nükleer
bulutun uzun süreli sonuçlan yeryüzü ölçeğinde çok
daha yıkıcı olacaktır.
Atmosferde Ozon gazı katmanındaki işlevsel bo­
zukluklar ile birlikte koyu siyah renkli “nükleer bu­
lut” hem tüm gezegenin üzerini örtecek biçimde da­
ğılacak ve hem de Güneş ışınlarının yeryüzüne gelme­
lerini önleyecek ve son günlerin sık kullanılan bir de­
yimiyle “nükleer kış”ın ortaya çıkışını koşullayacak-
tır...
Uzmanların yaptıkları varsayımlara göre, büyük
ölçüde rüzgârların hızıyla da koşullu olarak, yoğun
radyoaktivite içeren bu karanlık nükleer bulut, bir
kaç gün, ya da ortalama dört hafta içinde tüm geze­
genin atmosferine yayılacaktır...
Bu koşullarda, bir nükleer savaştan dört hafta
kadar sonra, bir yaz günü, Dünya’ya gelmesi gerekli
Güneş ışınlarının yüzde doksanı, bu karanlık nükleer
bulut tarafından soğurulacaktır. Dünya’da yaz-kış ve
gece-gündüz ayrımı kalmayacaktır. Yeryüzü sürekli
olarak, karanlık ve yoğun bir soğuk havanın etkisin­
de kalacaktır... Bilim adamlarının ortak toplantıların­
da yaptıkları çıkarsamalarda, bu tür bir nükleer sa­
vaştan dört hafta kadar sonra, yeryüzündeki bazı
kentlerin yaz mevsimi ortalamaları şöyle olacaktır...
New York —50, Paris —20, Moskova ve Stockholm
—30, Riad —16, Yeni Delhi —8, Tokyo —5...
Tüm bunların üstüne üstlük, gezegenin üzerinde
uzun süreler kalacak olan bu karanlık nükleer bulut
içerdiği radyoaktiviteyle, başlangıçtaki yıkımlara ek
olarak, yeryüzünü sürekli 20 ile 100 rem’lik bir rad­
yasyon etkisinde tutacaktır...
İsveç, Stockholm Üniversitesi meteoroloji uzmanı
Henning Kodhe, geliştirdiği özel bir bilgisayar araş­
tırma yöntemiyle yaptığı çıkarsamaları Sovyet bilim
adamlarının onayını aldıktan sonra açıklamıştır. Bu­
na göre, başlangıç dönemlerindeki etkiler dışmda, bir
nükleer savaşın Batı Avrupa ya da Sovyetler Birliği
topraklan üzerinde olmasının çokça bir ayrıcalığı yok­
tur... İzleyen günlerdeki yıkım sonuçları değişme-
mekte ve tüm Kuzey Yanmküresinin üzeri bu radyo­
aktif radyasyon yağdıran karanlık nükleer bulutla
kaplanmaktadır...
Aynca, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan nük­
leer enerji reaktörleri-santralları da nükleer savaşın
en önde gelen hedefleri olmalan nedeniyle büyük so­
runlar ortaya çıkaracaktır. Verilen genel bilgilere gö­
re, bugün, Amerika Birleşik Devletleri’nde 85, İngil­
tere’de 35, Sovyetler Birliği’nde 35, Fransa’da 35, Ja­
ponya’da 27 kadar nükleer santral işlev görmek­
tedir... İngiliz atom fizikçisi Frank Banaby, bir nük­
leer savaş sırasında tahrip edilecek bu nükleer sant-
rallardan çıkacak Strantium 90 ve Zeasium 137 rad­
yoaktif izotoplarının — 25 ile 30 yıldan az olmamak
üzere — uzun süreler çok tehlikeli radyasyon yayma­
yı sürdüreceklerini ve bunlar ile karışmış pek çok fall­
out parçacığmın-bulutunun uzun zamanlar gezegenin
atmosferinde kalacağını söylemiştir...
Son yıllarda, Japonya’da tanm bakanlığı uzman­
lan, uzun yıllardan beri sürdürdükleri çalışmalarını
nihayet dünya kamuoyuna açıklamaya başlamışlardır.
Topladıklan yoğun bilgi birikimleri sonucu geliştirdik­
leri öngörülere göre, olası bir nükleer savaştan sonra,
en az 50 rem.’lik bir radyoaktivite içeren bir “yağmur
bulutunun” Kuzey Yarımküresini en az üç yıl et­
kileyebileceğine kesin gözüyle bakılmaktadır... Sap­
tanan bulgulara göre, yeryüzündeki yeşil yapraklı bit­
kiler, gerek bu üç yıl içinde, gerekse de, daha sonraki
yıllarda, uzun süreler klorofil üretemeyecekler, tohum­
ların büyük bir bölümü hemen hiç çimlenmeyecektir...
Bütün bu olumsuz koşullara karşın, büyüme olanağı
bulabilen bazı tahıllı bitkilerin, örneğin buğdayların
yaprakları ve tohum-dane taşıyan başakları büyük
ölçülerde tanınmayacak biçimlerde hastalıklı “defor­
me” gelişmeler gösterecektir. Japon araştırmacıları­
nın bu savları, deneysel verilerle ve televizyonlar ara­
cılığıyla dünya kamuoyuna sergilenmiştir...
Radyasyon etkisinde kalmış ve hemen kurumamış
kimi büyük ağaçlar, uzun yıllar radyoaktif radyasyon
yaymayı sürdürmektedir. Hiroşima ile Nagazaki’deki
benzer ağaçların radyoaktivite yayma, salgılama sü­
resinin ortalama 18 yıl dolaylarında olduğu saptanmış­
tır. Bu süreç içinde bu ağaçların yemişlerinden, yap­
raklarından, köklerinden, vb. yiyen canlılarda başta ti-
roid bezi olmak üzere çeşitli organ kanserleri ortaya
çıkmıştır...
Bitkiler dışında, 10 ile 500 rem.’lik bir radyoakti­
vite etkisi altmda kalan hayvanların büyük bir bölü­
mü hemen ya da izleyen en kısa zaman dilimleri için­
de ölmektedirler... Yaşayanların yumurtaları bozul­
makta, çok sık sakat doğumlar olmaktadır. 250 rem.’
lik bir radyoaktivite etkisinde kalan göl ve sular­
daki balıkların tümü ölmektedir... 50 rem.’lik bir rad­
yoaktivite etkisinde kalmış sulardaki sazan balıkları­
nın tüm yumurtaları bozulmuş; yumurtadan çıkabilen
az sayıdaki yavruların tümünün gözsüz oldukları sap­
tanmıştır...
Hiroşima Üniversitesi röntgen kürsüsü öğretim
üyelerinden Takeshi Ohkita, 30 yıllık araştırmaların­
dan sonra, Hiroşima’da 100 rem.’lik bir radyoaktivite
etkisinde kalanlarda bile, sonradan kan kanseri olma
olasılığının, diğer kontrol gruplarına oranla en az 15
kez yüksek olduğunun saptandığını açıklamıştır...
Biyo log George W ood well, bir nükleer savaştan
sonra, ancak bazı ilkel mantarlarm yaşamlarını sür­
dürebileceklerini söylemiştir. Woodwell’in kanısına
göre, bir nükleer savaş sonunda ortaya çıkacak yeni
iklimsel biyolojik koşullarda ancak çok kısa ömürlü
ve çabuk çoğalabilen canlılar yaşayabileceklerdir...
Ancak, pek çok nükleer bombanın patladığı bir ortam­
da, binlerce kilometrekarelik alanlarda, uzun süreler,
hiçbir, canlı türü yaşama olanağı, “yaşam şansı” bula­
mayacaktır... Bu bölgeler, uzun süreler, hiçbir canlı
yaşamm bannamayacağı düzeylerde çoraklaşacaktır...
W ood well ayrıca, canlılarda, nükleer savaş son­
rası mutasyon oranının, cLoğaPbiyolojik-toplumsal ya-
sallıkların koşulladığı düzeylerin çok ötelerinde hızla­
nacağını ve bunun ise, canlıların evrimlerini geliştir­
mek yerine, kanserli dokuların ve deforme yavruların
ortaya çıkmalarına neden olarak organik dünyayı bu
yönden de bozacağmı vurgulamıştır...
Bazı araştırmacılar, 500 ile 2000 Megatonluk bir
nükleer patlayıcı maddenin kullanıldığı bir savaştan
sonra, her şeye karşın, çoğunluğu Güney Yarımküre­
sinde olmak üzere tüm dünyada bir milyar kadar in­
sanın yaşam olanağı bulabileceğini varsaymışlar ya
da doğru bir demeyle, böyle bir şeyin olabileceğine
inanmak istediklerini söylemişlerdir...
Fakat, biyolog Paul Ehrlich, bu iyimser kanıyı
paylaşmadığını, ancak yeryüzündeki bazı mağara ve
sığmakların altma yuva yapmış hamamböceği türün­
den ve radyoaktiviteye karşı görece dirençli kabuklu-
lann, buralara sığınmış insanların cesetlerini yiyerek
yaşamlarını sürdürebileceklerini savunmuştur...
Paul Ehrlich’ten başka daha pek çok biyolog ve
çevrebilimci, bir nükleer savaştan sonra, bugün bili­
nen canlıların çoğunun tümüyle toptan yok olacak­
larını ya da sayılarının çok azalacağını ve de bunlar­
dan birkaç kuşak daha ürün verebilenlerin hemen
tümünün yavrularının hastalıklı ve sakat doğacağını
açıklamışlardır...
Ortalama bir çıkarsamayla, “orta boy” bir nük­
leer savaştan sonra bile, yosunlar, bakteriler, viruslar
ve bazı kabuklular dışındaki canlıların yaşam şans­
larının çok az olacağı, doğa bilimcileri tarafından ge­
nellikle kabul edilmektedir..;

Artık kolayca görülebileceği gibi, son zamanlar­


da Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin ivedi gün­
deme getirdiği “ilk darbe" vurmayı amaçlayan sal­
dın yöntemlerinin ya da “Yıldızlar Savaşı” girişimle­
rinin hiçbir ülke yönünden yazgı belirleyici bir an­
lamı kalmamıştır... Olası bir nükleer savaştan değil
zaferle çıkmanın, canlı olarak ayakta kalmanın bile
olanağı yoktur...

Ancak tüm bunlara karşm, insanların yine de bü­


yük bir bölümünün, nükleer savaş tehlikesine karşı
ilgisiz kalışlannı açıklamak yine de kolay olmamak -
tadır... Belki de, “Ertesi Gün” “The Day A f ter” filmi­
ni eleştiren bir Fransız yazarının da vurguladığı gibi,
özellikle ABD gibi, tüketim toplumlannda, insanlar,
içinde bulundukları yabancılaşmış yaşamı sürdürmek-
tense, bilinçli ya da bilinçsiz olarak toptan ve kısa
yoldan bir ölümün özlemi içine girmektedirler... Bu­
rada ölümünün 40. yılında, Adolf Hitler’in, “yönetilen­
lerin düşünmemek için ısrarlı tutumları, yönetenler
için ne büyük şans” sözü belki de ilk söylendiği gün-
lerdekinden çok daha anlam kazanmaktadır...

Ancak, bir kez daha vurgulamak gerekirse, biz,


Mavi Gezegenliler için tek kurtuluş yolu ya da ilk ve
son seçenek, bir nükleer savaşı başlamadan önlemek­
tir. ..
BİR A N I M S A T M A V E
BÎR Ö N E R İ ...

Federal Almanya da Ereiburg kentinin İsviçre sının


yakınlarındaki dağların altına dünyada belki de ilk kez,
sanat ve kültür ürünlerinin depolandığı hir sığınak yapıl­
mıştır.... Yeryüzünden 400 metre aşağıda ve dağların al­
tına doğru oyulmuş bu sığınağa dokuz yıldan beri, özel­
likle Orta Avrupa-Alman kültür ve sanatının en seçikti
örneklerinin mikro filmleri depolanmaktadır... Artık tüm
insanlığın malı olmuş, Goethe’den H ein eye, Hegel’den
Marx’a ... uzanan yazar, sanatkâr ve düşünürlerin ürün­
lerinin, ünlü resim, yontu, mimari ve tarihsel belgelerin
mikro filmlerini içeren 33 milyondan çok doküman ayrıca
birkaç kat çelik kasa içinde bu kültür sığınağına depolan­
maktadır..
Sorumlular, sığınağın amacının; olası bir nükleer sa­
vaştan sonra, son bir umutla, bu kültür ve sanat ürünle­
rinin, tarihi belgelerin hiç olmazsa mikro filmler aracılı­
ğıyla, günün birinde buralardan geçenlere, sığınağı bulan­
lara bir zamanlar bu gezegende nelerin yapıldığını göster­
meye yönelik olduğunu bildirmişlerdir...

Bu olağanüstü anlamlı girişimi gördükten sonra, in­


sanın —değil önermeye— düşünmeye bile yüreği elvermi­
yor; ne var ki, acaba bizler de çevremizdeki kimi görkem-
li ürünlerin mikro filmlerini çekip bir yerlere gömmenin
yollarım arasak nasıl olur?., diye düşünmekten kendimizi
alamıyoruz...
Belki de günün birinde, bizim oralardan da geçenler
olursa, Anadolu insanının neler yaptığını, Çatal Höyük-
lülerin, Kütahyalı çinicilerin, Koca Sinan'ların ürünlerini
görmüş, öğrenmiş olurlardı.. .!

*
5. BÖLÜM

DİN ADAMLARI, RUHBİLİM CİLERİ...


VE N Ü KLEER SAVAŞ

İçinde yaşadığımız olağanüstü zor günlerde, Batı


Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, geniş halk
yığınlarının ve de özellikle genç kuşakların banş ha­
reketleriyle yakından ilgilenmeye başlamaları ve gi­
derek yaşamm tüm alanlarını kapsayan geniş açılı so­
rular üretmeleri, bu ülkelerde, gerek kişisel sorumlu­
luk duygulan uzantısında tek tek din adamlarının, ge­
rekse de kurum olarak Protestan ve Katolik kiliseleri­
nin silahsızlanma ve banş konulannda daha öncele­
rine oranlanmayacak boyutlarda ilgi duymaya başla­
malarını koşullamıştır...
Özellikle, 1980 yıllarından sonra, genel olarak he­
men tüm Batı Avrupa ülkelerinde Protestan ve Kato­
lik kiliselerinin geleneksel törenleri-bayramları, ger­
çek birer barış şöleni niteliğine dönüşmeye başlamış­
tır. Buralarda oluşturulan coşkuyu, barış özlemlerini
tanımlamak oldukça zordur... Papa bile, son paskalya
törenlerinde yaptığı konuşmaların büyük bir bölümün­
de, gittikçe yoğunlaşan bu banş istemlerini dile ge­
tirmek zorunda kalmıştır...
Gerçekler, hiç de zorlamadan, bir kez daha vur-
gulanabilinir ki, bugün Batı Avrupa ülkelerinde ve
Amerika Birleşik Devletleri’nde, kiliselerin büyük bir
çoğunluğu banş hareketlerinin yoğunlaştığı, hatta bir
anlamda örgütlendiği, desteklendiği ve de tüm olanak-
lanyla yaygınlaştmlmasma çalışıldığı kuruluşlar ha­
line gelmişlerdir... Kiliselerin bu tavırlannı kolayına
ucuzlamak ya da eskimiş betimlemelerle karalamaya
çalışmak kolay değildir...
Kuşkusuz, binlerce yıllık bu karanlık ve gerici ör­
gütlerin birden gökkuşağının altından geçmişçesine
nitelik değiştirip, banş güvercinleri üretmeye başla-
dıklannı savunmak safdillik olur. Ancak, günümüzün
kilise yöneticileri yaklaşan felâketi belki de pek çok
ateist-tanrıtanımazdan çok daha iyi görmekte ve ivedi
yapılması gerekenlere göre gündemlerini düzenlemek­
tedirler. ..
Böylesi bir toplantıda, Federal AlmanyalI bir Pro­
testan din adamı, sorunu oldukça yalm ve çıplak bir
biçimde somutlayıp, “günümüzde kilisenin varlığı, in­
sanın varlığına; insanın varlığı ise banşm korunma­
sına bağlıdır" demiştir... Banş sorununu, bugün poli­
tik kuruluşlar arasmda bile, bu denli anlamlı ve di­
rimsel koyan pek az kişiye rastgelinmektedir...
Bunlan biraz daha yakından anımsayıp, somutlaş­
tırmaya çalışırsak, örneğin... Demokratik Alman Cum­
huriyeti’nden Piskopos Albrecht, yaptığı bir konuşma­
da, “kiliselerin barış hareketlerinde yan tutmasını, ki­
lisenin politikaya karışması olarak yorumlamak ola­
naksızdır... Bugün sorun, en başta insanların yaşam sa­
vaşımı sorunudur... Artık hiçbir din adamı, politika dı­
şı kalma çabasıyla barış hareketlerini görmezlikten
gelemez. Bu tavır, insanı görmezlikten gelmek demek­
tir... Hristiyan ahlakı, giderek artan oranlarda, biz
din adamlarını da, barış hareketlerinin içinde yer al­
maya zorlamaktadır... Kutsal kitapların söylediklerine
uyalım ve ‘kılıçlardan saban demiri üretilmesine’ çalı­
şalım” demiştir.
Günümüz barış hareketlerinin önde gelen savu­
nucularından, yine Demokratik Alman Cumhuriyeti’n-
den genç din adamı Rainer Eppelmann, 1982 yılında
yaptığı konuşmalarda, özellikle “silahsızlanarak barı­
şı sağlayalım” belgisini savunmuş ve barış sorunları­
nın kamuoylarında yaygınlaşmasına çalışarak, binler­
ce imza toplamıştır... Eppelmann, konuşmalarında,
“ biz insanların, her konuda barış istemlerini söyleye­
bilmelerine olanak tanıyalım... Barıştan yana tavır al­
mak isteyenlere her olanağı sunalım. Kiliseleri gerçek
birer barış tapmağı haline getirelim... Bu yolda ilk
kez, çocuklarımıza, savaşları lanetleyen, barışı simge­
leyen oyuncaklar alalım... Okulları birer barış forumu
haline getirelim. Askerlik görevi yapanlara, kalıcı bir
barışın nasıl kurulabileceğinin yollarını anlatalım...
Askersel geçit törenlerini kaldıralım... Bu tür tören­
leri, barış ve kardeşlik gösterileri niteliğine dönüştü­
relim... Nükleer savaşlardan korunma önlemleri al­
mak ve bunları insanlara anlatmak yetersizdir. Çün­
kü bir nükleer savaşa karşı geçerli hiçbir önlem yok­
tur. Gerçek önlem, böylesi bir savaşı önlemektir. Bu­
nun için, silahsızlanarak barışı sağlayalım...” demiş­
tir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde de, din adamları­
nın, Piskoposların çıkışları kimi zamanlar oldukça
sert boyutlara varmaktadır...
Piskopos Richard McSorley, daha 1976 yılında yap­
tığı konuşma ve vaazlarda, en büyük günahın atom
silahları üretmek olduğunu söylemiş ve “toplumumuz-
daki baskı ve terör kendini en son olarak nükleer si­
lahların bu denli yoğun üretilmesinde belli ediyor.
Ancak, bu koşullarda bizler, nükleer silahlar karşı­
sındaki düşüncelerimizi ve tavrımızı açık ve namuslu
olarak belirlemezsek, ahlaksız bir konuma düşmüş
oluruz...” demiştir.
ABD’Ii Kardinal Krol, 1979 yılında Philadelphia’da
verdiği ünlü vaazda, sorunu çok somutlaştırmış ve
“ atom silahları üretmek ahlaksızlıktır” demiştir... Bü­
yük bir barış tartışması başlatan Kardinal Krol’un bu
tavrını daha pek çok yüksek rütbeli din adamı ve
Kardinal desteklemiştir...
Bugün, Amerika Birleşik Devletlerinin önde ge­
len din adamlarından biri olan Raynold G. Hunt-
hausen, 1981 yılından beri yaptığı hemen tüm konuş­
ma ve vaazları barış konuları üzerine yoğunlaştır­
maktadır. ..
Hunthausen, 1981 yüı haziran ayındaki vaazında,
ve İnanç ve Silahlanma adlı konuşmasında, o sıralar
üretimine hız verilen Trident atom denizaltılanna de­
ğinmiş ve “bir Trident denizaltısı 409 değişik hedefe
gidebilen nükleer başlık taşımaktadır. Bunların tah­
rip güçleri, Hiroşima’ya atılan atom bombasımnkinden
en az 5 kez daha çoktur. Bu denizaltılar, MX roketleri,
Persching füzeleri, akıl almaz hedef bulma olanakla­
rı ve yüksek tahrip güçleriyle ilk darbeyi vurmaya
hazırlanmaktadırlar... Atom silahlarıyla böylesi bir
hazırlık en büyük günahtır, ahlaksızlıktır... Silahlan­
ma harcamalarında indirim gereklidir... Nükleer yı­
kımlara karşı çıkmak gereklidir... Biz din adamlarına
bu konularda büyük görevler düşmektedir. Büyük so­
rumlulukların etkisi altındayız. Bu yeni silahlara, atom
denizaltılanna, MX roketlerine, füzelere karşı çıkmak
gerekmektedir... İsa, kılıcı değil, haçı seçmiştir... Bi­
zim tavrımız da, silahsızlanmadan, barıştan yanadır...
Biz Amerikalılar, başka ulusları tehdit etmekten vaz­
geçelim... Gerçekte atom silahları, ayrıcalıklı insan­
ların ve sömürünün yanmda, onların desteğindedir...
Ve benim buradaki tavrım açıktır. Ben, zorbalığa baş
vurmadan, silahlanmaya karşı çıkalım diyorum... Bu
konuda elimizde çok olanak var... Gerekirse vergi ver­
meyiz ve bizim felçli demokrasimize yeni bir şok te­
davisi uygularız... Yazı yazarız... Yürüyüş yaparız,
imza toplarız, vaaz veririz... Yasalar mutlak ve değiş­
mez değildir. İsa, Romalılar’m kendisine dayattıkları
yasaları, ölümü göze alarak kabul etmemiştir... İsa,
haksız Roma yasalarına karşı çıkmıştır... Kardeşimiz
Martin Luther King, bugünün yasalarına karşı çıkmış­
tır...” demiştir...

*
Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde daha yüz­
lerce Kardinal, Başpiskopos, Piskopos ve binlerce din
adamı benzer konuşmalar yapmakta, vaazlar vermek­
tedir. .. Örneğin, San Francisco’lu ünlü Başpiskopos
Quin, yaptığı hemen tüm konuşmalarda, Pentagon’un
askersel tırmanma politikasını en sert biçimlerde eleş­
tirmektedir. Başpiskopos Quin, “Bugün, nükleer sava­
şı önleme girişimlerinden daha kutsal ve yüksek bir
ahlak ilkesi, tanrısal buyruk yoktur” demiştir...
Ayrıca, pek çok katolik kadın örgütü, on binler­
ce üyesiyle ABD’deki barış hareketlerinde aktif görev
almakta, yayınladıkları ortak bildirilerde “nükleer si­
lahlanma girişimlerinin kesinlikle durdurulmasını ve
genel bir silahsızlanmaya gidilmesini” istemektedirler.
Ulusal Katolik Kadınlar Örgütü (National Council of
Catholic Women Organ) yönetimi, üyelerini “tüm
atom silahlarının kaldırılması için yorulmaz bir çaba
harcamaya’ ’ çağırmıştır...
ABD nükleer denizaltılarınm babası sayılan Ami­
ral Rickover, 1982 yılı Ocak ayında Kongrede yaptığı
bir konuşmada “ tüm nükleer denizaltıların batırılma­
sını” önermiştir... Eski Başkan J. Carter’m veda ko­
nuşması bile hemen tümüyle tam bir barış söylevi ni­
teliğine dönüşmüştür.
Bütün bunların üstüne üstlük, Güney Amerika ül­
kelerinin kilise kuruluşlarının giderek artan oranlar­
da, sömürünün ve savaş kışkırtıcılığının karşısında al­
dığı etkin ve olumlu tutumlar anımsandığmda, için­
de bulunduğumuz bu zor ve sıkıntılı günlerde, Hıris­
tiyan din adamlarının, hiç olmazsa bazılarının, sağ­
lıklı yaklaşımlarını saygıyla anmak gerekmektedir...

ııı
Ancak, bu güzel girişimlere karşın, özellikle İs­
lâm din adamlarının barış sorunlarına oldukça ilgisiz
kalmalarını ve kimilerinin göz ardı edilmeyecek sık­
lıkta “cihad” çağrılarında bulunmalarını anlamak hiç
de kolay olmamaktadır...

Ruhbilimciler, nükleer savaş konusunda, diğer


sağlık emekçileri ve hekimlerle birlikte paylaştıkları
genel sorumlulukların ötesinde, biraz* daha değişik
ve dirimsel kimi sorunların da ivedi irdelenmesi ge­
reğini vurgulamaktadırlar...
Bu aşamada, ruhbilimciler, ilk kez, tüm yığınsal
barış gösterilerine ve kamuoyu direnişlerine karşın,
yine de insanların göz ardı edilmeyecek bir bölümü­
nün, bu denli çıplak bir tehlike karşısında gösterdik­
leri ilgisizliği, bunun da ötesinde, kimi ülkelerde si­
lahlanmadan yana tavır alınmasını koşullayan neden­
lerin tartışılmasını gündeme getirmek istemektedir­
ler...
Bu alanda yapılan pek çok çalışmanın toplandığı
ortak paydayı bir kez daha anımsatırsak...
Saldırgan davranışlar, gerçekte, hep bilindiği gi­
bi, yabancılaşmış çalışmadan, yabancılaşmış yaşamdan
kaynaklanmaktadır... Üretime, yaşama, tcpluma ya­
bancılaşmış kişiliklerde saldırgan davranışlarda bu­
lunmaya yatkın bir potansiyel gelişmektedir... Özel­
likle, güvencesiz yaşam koşulları, üretim ve çalışma
sürecinden dışlanma korkusu, yabancılaşmayı ve sal­
dırganlığı büyük ölçülerde beslemektedir...
Gerçekte bu koşullarda, saldırganlık, hemen her
zaman işsizlik, üretim dışı kalma, güvencesiz yaşam
vb. gibi insanların en temel ve dirimsel gereksinme­
lerine ters düşen toplumsal durumların giderilmesi is­
temini yansıtmaktadır. Ancak, artık hep bilinmekte­
dir ki, bu temel ve dirimsel gereksinimler içgüdüsel
ya da dürtüsel değil, tümüyle tarihsel ve toplumsal kö­
kenlidirler... Ve burada görülen saldırganlıklar, ger­
çekte biyolojik kökenli davranışlar değil; insanm üre­
tim sürecinden dışlanması korkusuna karşın ortaya
çıkan toplumsal reaksiyonlardır... İnsanlar, toplum­
sal güvencelerini yitirdikleri ya da toplumdan yalıt -
lanacaklannı sezinledikleri zaman, son bir yedek sa­
vunma aracı olarak saldırganlığa sığınmaktadırlar...
Başka bir deyişle, saldırgan davranışlar, hemen her
zaman, temel bir toplumsal sürtüşmeyi izlemekte ve
yansıtmaktadır... Saldırganlığın mikropsikolojik irde-
lenmesinde her zaman, güvencesiz, ikircimli, korkulu
bir kişilik yapısı saptanmaktadır...
însan kişiliğini biçimlendiren bu temel nesnel ko­
şullar, tüketim toplumlarmın gerçek dışı felsefe, bi­
yoloji, sanat ürünleri, kitle iletişim ya da yapay bil­
gilendirme araçlarıyla da desteklenmekte, pompalan­
makta ve bir anlamda yasallaştırılmaya çalışılmakta­
dır...
Örneğin, son yıllarda giderek yaygınlaştırılmak
istenen bir tür Sosyaldarwinizm-biyolojizm savlarma
göre, yaşam, inorganik doğadan gelmiş ve yine inor­
ganik doğaya dönecektir; yaşamın amacı, ölüme ulaş­
maktır; ölüm isteği insanları saltık-mutlak esenliğe,
mutluluğa kavuşturur. Bu nedenle de, savaşlar, insan­
ların daha mutlu yaşayacakları yeni bir düzen, yeni
bir denge sağlarlar... İnsanların ve toplulukların için­
de bulunduğu sıkıntılar ancak yeni savaşlarla çözülür,
boşaltılır. Ünlü Nirvana ilkesi de, insanlara dünyadan
vazgeçmeyi, acıdan kaçmayı, ruhu bedenden ayırmayı,
dinlenmeyi ve bu yoldan evrenselleşmeyi öngörmek­
tedir... İşte bu saltık dinlenme ve evrenselleşme savı­
na inananlar için nükleer savaş en uygun çözüm yol­
larından biri olmaktadır...
Burada, toplumların silahlandırılması ile bireyle­
rin kişilikleri, tinsel-ruhsal aygıtlarının askerselleşti-
rilmeleri olağanüstü bir eşgüdüm içinde ve birlikte ör-
gütlenmektedir. Ve ancak, bu amaca ya da bu düzeye
ulaşıldıktan sonra, bireyleri ve toplumları yönlendir-
dirmek ya da daha doğru bir deyişle, istenen doğrul­
tularda “manupule” etmek kolaylaşmaktadır...
Bunun için, toplumsal saldırganlık duygularını ve
bireysel tinsel gerginliği sürekli olarak “alarm” du­
rumunda tutabilmek için, çok kez ortaya “ hayali düş­
man” tehlikeleri çıkarılmaktadır.
Günümüzde bu alanda, en çok, herhangi bir ül­
keden gelmesi olası ya da hemen yola çıkmak üzere
olan nükleer bomba söylenceleri kullanılmakta ve bu
yolla da, içinde yaşanan toplumun gelişmesine, varsıl­
lığına karşı oldukları öne sürülen bu yapay tehlike­
lerle, insanlar sürekli olarak saldırgan ve savaşa ha­
zır durumlara getirilmektedirler...
Ancak, bir yapay tehlikenin etkinliğinin giderek
azaldığı, önemini yitirir gibi olduğu durumlarda, bun­
dan bağımsızmış gibi görülen ve yine yapay olarak
çok abartılmış “damar sertliği” , “ şişmanlık” , “kanser”
ve hatta “ grip salgınları” gibi “ tehlikeler” ortaya atıl­
makta, toplumsal gerginlik sürekli pompalanmakta;
insanlar, bir ölçüde, sürekli korku altında tutulmak­
tadırlar... Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde
zaman zaman açıklanan belgelerde, belli bir toplum­
sal gerilim oluşturabilmek için “grip salgını ve aşılan­
ma seferberliği” girişimlerinin başlatıldığı ve bu yol­
dan toplumun sürekli bir korku krizi, kimilerine gö­
re korku nörozu altında tutulduğu açıklanmaktadır...
Bugün dünya üzerindeki insanların büyük bir bö­
lümünün yaşamını “korku doğması” belirlemektedir.
İnsanlar, sürekli olarak, kendilerine her an saldırma­
sı olası ölümcül bir düşmanla birlikte yaşama zorun­
da kalındığı izlenimi içinde bırakılmaktadırlar. Bu ko­
şullar altında insanlarda yığınsal bir “izlenme-takip
edilme hezeyanı” üretilmektedir... Burada, sürekli ola­
rak, değiştirilmesi, dost olunması olanaksız bir “düş­
man” üretilmekte; “düşmanın” gücü, etkinlikleri mis­
tik söylentilere dönüştürülmekte; her yerde bu “düş­
mandan izler” bulunmaktadır...
Bu koşullarda insanlar, yığınsal bir çılgınlığa sü­
rüklenmek istenmektedir... Bu durumda, pek çok in­
san, bu yanılsamalı karabasanın, hezeyanlı düşünce­
lerin etkisinde, bu korkulu durumlardan bir an önce
kurtulmanın çırpınışları içinde, en etkin silahların ya­
pılmasını ve de bunların bir an önce kullanılmalarını
ister durumlara gelmektedir...
Ünlü düşünür-fizikçi Carl Friedrich von Weiz­
säcker bu duruma, barış içinde yaşamama hastalığı
denmesini önermektedir. Bu barış içinde yaşamama
hastalığı ya da kollektif izlenme hezeyanı içindeki in­
sanlar, ne koşulda olursa olsun güçlü olmak, “ düş­
manı” ortadan kaldırmak ve bunun için de önerilen
her şeyi koşulsuz yerine getirmek zorunda bırakılmak­
tadırlar. Kişiliğin askerselleştirilmesiyle, salt kendi
yaşamını güvenceye alabilmek için, tüm dünyanın yok
olmasmı onaylayabilecek nitelikte kişiliklerin üretil­
mesine çalışılmakta ve bunda da göz ardı edilmeye­
cek başarılar kazanılmaktadır. Örneğin, bugün Ame­
rika Birleşik Devletleri Başkanma, “neden yeteri ka­
dar silahlanmıyoruz ve de Sovyetler Birliği’ni hemen
bombalamıyoruz?” diye Amerika Savunma Bakanlığı’
nı şikâyet eden mektupların yazıldığı bir gerçektir...
Bu alanda yapılan diğer önemli bir gözlemde, in­
sanların günlük konuşmalarındaki “doğal ölüm” söz­
cüklerinin yerinin giderek değiştiği ve bunların yeri­
ne “öldürmek” ya da “ öldürülmek” kavramlarının yer­
leşmeye başladığı saptanmaktadır. Örneğin, İsveç gi­
bi kültür düzeyi oldukça yüksek bir toplumda, 6 ile
12 yaşlan arasındaki okul çocuklannda sürdürülen
bir araştırmada, bunlann yüzde 40’ınm; ninelerini, de­
delerini ya da doğal nedenlerle yitirdikleri diğer her­
hangi bir yakınlarını “ binlerinin öldürdüğü” yanılsa-
malı düşüncesiyle “benim ninemi kim öldürdü” ya da
“benim dedemi kim öldürdü” diye sorduklan gözlen­
miştir. Araştırmayı sürdürenlerin kanısına göre, in­
sanlar giderek doğal ölümlere değil, “öldürülmelere”
alışmaya ve de bunlan günlük konuşmalarında yan­
sıtmaya başlamışlardır...
Tüm bu nedenlerle, ruhbilimciler, diğer tüm top­
lumbilimcilerle birlikte, kalıcı bir barışın sağlanmasın­
da, yapay olarak üretilen bu “düşman”ların gerçek
kimliklerini sergilemenin ve tinsel-ruhsal militarizmin,
bu alandaki çalışmaların en kalıcı ve tehlikelisini oluş­
turduğunu vurgulamanın ivedi önemini vurgulamak­
tadırlar...

Üzerinde ardıcıl tartışılması gereken günümüzün


diğer çok önemli bir sorunu, nükleer silahları, bunla­
rın kullanımını, gözleme-radar istasyonlarını denetle­
yen elektronik aygıtlarının duyarlılık ya da yanılgı
olasılığıdır. Günlük basma da yansıdığı kadarıyla, bu
son kerte duyarlı aygıtlar bile hiç de göz ardı edil­
meyecek sıklıkta yanlış değerlendirmeler yapabilmek­
tedirler. Kuşkusuz her aygıtın belli bir hata payı var­
dır. Fakat burada bir nükleer savaşı başlatabilecek
yanlışlık söz konusu olduğunda sorunun niteliği de­
ğişmektedir...
Bu konu hemen tüm dünyada tartışılmakta ve ki­
mi kereler bu aygıtları üreten fabrikaların sorumlu
kişilerinin bile açık yüreklilikle söyledikleri gibi, in­
sanlık tarihinin-gezegenin yazgısı hiç de güvenilir ay­
gıtlara bağlı olmadığı somut verilerle de sergilenmek­
tedir...
Ancak, tartışmaların bu aşamasmda, silahlanma
ve militarizm yanlısı kimi politikacılar ya da sorum­
suz sorumlular, sıklıkla nükleer başlıklı füzelerin de­
netiminin ya da bir nükleer savaş kararının, salt bu
elektronik aygıtlara bağlı olmadığı, bunların aynı za­
manda insanlar tarafından da gözlendiğini söylemek­
tedirler. ..
Günümüz ruhbilimcilerini de, konunun asıl bu
yanı olağanüstü ilgilendirmekte ve bir nükleer savaş
karan verebilecek kişilerin ya da füze, radar vb. gibi
askeri üsleri gözleyen, dirimsel nitelikli görevlerle do­
nanmış aygıtları denetleyen insanların psikolojik so-
runlannı kişilik yapılanm sergilemek istemektedir­
ler...
Yaşamöykülerinden, dil sürçmelerinden, şakala­
rından görüldüğü kadarıyla, Başkan Reagan ve yakın
çalışma arkadaşlarının özel konumları bir yana bıra­
kılırsa, örneğin, ABD savunma örgütünde görev ya-
panlann ruhsal konumlan ya da kişilik yapılanyla il­
gili ve üzerinde bizzat ABD Savunma Bakanlığı sorum­
luları tarafından da çok tartışılan kimi bilgileri anım­
samak yararlı olabilir...
Daha 1972 yılında Amerika Birleşik Devletleri or­
dusunda LSD, eroin, marihuana vb. gibi sert keyif ve­
ren uyuşturucu madde kullananların oranının yüzde
8 dolaylannda olduğu resmi sorumlularca açıklanmış­
tır... Bu konuda William Leavitt, Air Forces Magazin’
de ABD ordusunda uyuşturucu madde ve alkol kul­
lanımının son zamanlarda olağanüstü ve çok tehlikeli
boyutlarda arttığını yazmıştır...
New-York, WBNC radyo istasyonu, 27.4.1978 tarih­
li bir haber yorumunda, “Midway” uçak gemisinin
Singapur’da iken, tüm personelin yüzde 20’sinin
Opium kullandığının saptandığını duyurmuştur. ABC
Televizyonu, Berlin’deki ABD ordusundan General
Walter Adams kökenli bir haber-yorumunda, ordu
içinde uyuşturucu madde alışkanlığının çok yüksek ol­
duğunu bildirmiştir. Yorumcu, uyuşturucu madde kul-
lananlarm oranının yüzde 65 dolaylarında olabilece­
ğini söylemiştir...
Ayrıca, Orta Avrupa’da üstlenmiş ABD orduları
komutanlarından General Georg Blanchard, ordu için­
de yüzde 8 oranında opium, eroin vb. gibi sert uyuş­
turucu madde alışkanlığının bulunduğunu açıklamış­
tır...
ABD Savunma Bakanlığı, 1975-77 yılları arasında
5000 üst düzey personeline işten el çektirmiştir. Buna
gerekçe olarak, yüzde 35 alkol, yüzde 25-40 sert uyuş­
turucu madde alışkanlığı ve yüzde 25 oranında kişi­
lik bozuklukları, ruh-sinir hastalıkları gibi nedenler
.gösterilmiştir...
Ayrıca, ABD nükleer araştırma, denetleme vb. gi­
bi son kerte önemli görevlerde çalışan yüksek rütbeli
3 kişiye LSD, haşhaş gibi sert uyuşturucu madde kul­
landıkları gerekçesiyle işten el çektirilmiştir...
Tüm bunların üstüne üstlük, uzun süreler gözle -
me-radar üstlerinde çalışanlarda yapılan araştırma­
larda, bunlarda çalışma ortamı, çalışmanın niteliği vb.
gibi nedenlerle koşullu önemli ruh sağlığı bozukluk­
larının ortaya çıktığı saptanmıştır...
Amerikalı psikolog Irnin Altman, 20 günlük bir
yalıtlanmadan sonra bile, bu tür gözleme-radar üst­
lerinde çalışanlarda korkulu, sıkıntılı kavgacı ağır ki­
şilik krizleri, paranoid eğilimler ortaya çıktığını, bun­
larda alkol ve uyuşturucu madde kullanma eğilimle­
rinin arttığım saptamıştır...
Kuşkusuz bu tür örneklemeler çoğaltılabilir. An­
cak, sonuç olarak, gezegenin yazgısını belirleyecek ni­
telikte bu son kerte önemli görevlerde çalışan, aygıt -
lan denetleyen insanlann ruhsal yapılannm hiç de
güven verici bir düzeyde olmadığı bizzat bu kişileri de-
netleyenlerce de açıklanmaktadır...

İngiliz psikoloğu Humphrey, bir söyleşisinde, "...


Hiroşima’da patlayıp 130.000 kadar insanın ölümüne
yol açan bir nükleer bombanm özünü 25 gram Uran
oluşturmaktadır... Bu ortalama bir kriket topu bü­
yüklüğünde bir şeydir. Şimdi bir kriket topunu, bir
de bizim Cambridge’in nüfusu kadar olan 130.000 ki­
şiyi düşünüyorum... Ben bunlar arasında hiçbir iliş­
ki kuramıyorum. Bir küçük topun, tüm bir kenti or­
tadan kaldırabileceğini ve geride 130.000 ceset bıraka­
cağını düşünemiyorum... Ben zaten 130.000 cesedi bir
arada düşünemiyorum... Şu anda dünyada 5000 kez
Hiroşima’lar yaratabilecek bombaların varlığı söyle­
niyor. Bu, 700 milyon insan cesedi demektir... Bir
ulusun 50 milyon insandan oluştuğunu düşünürsek,
bu 14 ulusun yok olması ve geride 700 milyon ceset
bırakması demektir... Ben tüm bunlan kavrayamıyo­
rum, sizler kavrayabiliyor musunuz?...” diye sormuş­
tur...

*
6. BÖLÜM

G EN EL SÖYLEŞİ

Ancak, yeryüzündeki insanların büyük bir bölü­


mü, daha İngiliz psikologu Humphrey’in söylediklerini
anlamaya zaman bulamadan, bu kez, değil salt 700 mil­
yon insamn ölmesi, tüm gezegenin bir daha onarıl­
ması olanaksız bir biçimde yitip gidebileceğinin kav­
ranması sorunu ve sorumluluğu gündeme gelmiştir...
içinde yaşadığımız günlerde insanlık tarihi gerçek­
ten tam bir yol ayrımına gelmiş bulunmaktadır... Bir
yandan bilimsel teknik devrim tüm görkemiyle insan­
ların yaşamına girmeye başlamış; üretim araçlarındaki
gelişim, üretimin nicelik ve niteliğindeki artış, birkaç
yıl öncesine oranla düşlenemeyecek boyutlara varmış­
tır...
Bugün, bir küçük silisyum kristali -chip- üzerine
yüzbinlerce, hatta çok yakm bir gelecekte milyonlar­
ca informasyon-bilgi kaydı olası kılınmıştır. Bilimsel

121ı
teknik devrimin temelini oluşturan bu küçük silisyum
kristalleri üzerinde sürdürülen serüvenlerin nicel de­
ğişimleri bile günlük yaşamda pratikte çok kez, yeni
nitel gelişimleri-devinimleri koşullamakta, toplumsal
yaşamı çok yönlü etkilemektedir...
Ve tüm bu somut gelişmelerin uzantısında, insan­
ların artık istedikleri kadar çalışıp, diledikleri kadar
tüketebilecekleri günlere yakın bir gelecekte ulaşabi­
leceğini söylemek olasıdır. Geçen yüzyılda biçimlen­
meye başlayan bu öngörü, günümüz koşullarında, ete
kemiğe bürünüp günlük yaşamımızda görünmeye baş­
lamıştır.
Fakat tüm bu çağ açıcı nitelikteki görkemli geliş­
melere karşın, insanlar yine tarihlerinde ilk kez, üret­
tikleri nükleer enerji ile üzerinde yaşadıkları gezegen­
le birlikte kendilerini de yok edebilmenin eşiğine gel­
mişlerdir. ..
Bu korkunç çelişkiyi, bu karabasanı bir yerlerin­
den aşmanın olasılığı günümüzün en temel sorunu­
dur... Bilebildiğimiz kadarıyla insanlar, tarihlerinde
ilk kez, böylesine dirimsel ve yüzde yüz çözülmesi
gerekli bir yol ayrımına gelmemişlerdi...
Ancak tüm bu olumsuz gelişmelere karşın, içinde
yaşadığımız günlerin diyalektiği, geniş halk yığınları­
nın, barışseverlerin, bu büyük nükleer tehlikeyi orta­
dan kaldırmaya muktedir olduklarını göstermektedir..
Bugün her şeye karşın, savaş yanlısı güçler, tüm
istemlerini, böylesi bir nükleer savaşla çözümleyebi­
lecek ya da tüm gereksinimlerini diğer tüm insanlara
zorla benimsetebilecek konumda değillerdir... Artık,
yeryüzünde ortaya çıkan her bir önemli olayda, tüm
insanların söyleyecek sözleri vardır. Ve insanlar özel­
likle barış gibi dirimsel ve yazgı belirleyici bir konuda
tavır almak zorundadırlar...
Ancak, barışsever güçlerin de, her şeye karşın,
■olası bir nükleer savaş tehlikesini tümüyle ortadan
kaldıracak konumları henüz yoktur...
İnsanlık tarihinin bu belki de en kritik aşamasın­
da, son söz, en geniş anlamda, silahlanmadan, sa­
vaştan yana hiçbir kazancı olmayan insanlara, yani
bir anlamda gezegenimizin salt çoğunluğuna kalmak­
tadır. ..
Ve bu koşullarda, “ Badem gözlüm beni unut /
üstümüzden geçti bulut” demek istemeyenlerin nük­
leer savaş tırmanışlarına karşı kesin tavır alması ge­
rekmektedir...
Son günlerde sıkça anımsatıldığı gibi, Dinazor-
lar, çok zırhlı ve panzerli olmalarına karşın çok kü­
çük beyinli olduklarından, dünya üzerinden hemen
hiçbir iz bırakmadan yitip gitmişlerdir...
Dinazorlan kurtaramayan zırhların, panzerlerin,
insanlara bir yararı olacağını düşünmek mümkün de­
ğildir.
Gerçekten bu çok güzel, bu mavi gezegeni tümüy­
le yitirmek istemeyenlerin; büyük insan Albert Eins-
tein’m “ ...insanlık, yaşamını sürdürmek istiyorsa, yeni
bir düşünme yöntemine gereksinimi vardır...” sözleri­
ni biraz sıkça anımsamalarında yarar olabilir.

*
NÜKLEER SİLAHLANMA ÇALIŞMALARININ
GELİŞM ESİ ÜZERİNE BAZI KISA
ANIM SATMALAR...

1945 yılı haziran-temmuz aylarında ABD’de tah­


rip güçleri 12.500 ile 22.000 ton TNT arasın­
da olduğu varsayılan 3 nükleer bomba üre­
tildi. Bunlardan biri deneme olarak kulla­
nıldı...
Diğer ikisi Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldı.
1945-50 yıllan arasında ABD’de tahrip güçleri
20.000 ile 250.000 TNT arasında değişen yüz­
lerce nükleer bomba üretildi.
29.8.1949 tarihinde Sovyetler Birliği ilk nükleer bom­
ba denemesini yaptı ve ABD’nin bu alanda
tek olma, tekel konumunu kaldırdı.
1950-60 yıllan arasında ABD ve SSCB’nin nükleer si­
lah üretimlerinde olağanüstü bir artma gö­
rüldü. İlk kez, (A-Bomba) da denen atom
bombası ve sonra da, tahrip gücü çok daha
fazla olan ve (H-Bombası) olarak da tanım­
lanan Hidrojen Bombası üretilmeye başlan­
dı. Gerçekte, Hidrojen Bombasının gelişimi
1942 yılında Oppenheimer yönetiminde
atom bombasınınki ile birlikte başlamış, an­
cak sonradan Oppenheimer’in bu projeden
ayrılmasından sonra, H-Bombasını E. Teller
yönetimindeki çalışma grubu üretmiştir...
1952 yılında ABD, nitel bir gelişmeyle, Eniwetok-
Atoll bölgesinde ilk büyük termonükleer de­
nemelerine başlamıştır...
1953-54 yıllarında ABD Savunma Bakanlığı bir açık­
lama yaparak, ilk kez olası bir nükleer sa­
vaş üzerine hazırladığı “Yığınsal Misilleme”
planını oluşturmuştur...
1.3.1954 tarihinde ABD, Pasifik’te Bikini-Atoll ada­
sında ilk H-Bomba denemelerini sürdürmüş­
tür...
1952 yılında İngiltere, biraz geç kalmış yeni bir
güç olarak, ilk nükleer bomba denemelerine
başlamıştır...
1955 tarihinde SSCB nükleer TU 26 bombalarını
üretmeye başlamıştır.
1958 tarihinde ABD, ilk kez NATO aracılığıyla
Avrupa anakarasına da nükleer bomba yer­
leştirmeye başlamıştır. Bu amaçla, Thor-Ro-
ketleri İngiltere’de, Jüpiter-Roketleri İtalya
ve Türkiye’de üslendirilmiştir...
1959-60 yıllarında, buna yanıt olarak SSCB de A v­
rupa anakarasına yerleştirilmek üzere ‘SS-4’
ve ‘SS-5’ roketleri üretmeye başlamıştır.
1950 yıllarının sonlarına doğru nükleer bomba­
lar salt uçaklardan atılabilmişlerdir. Ve bu
amaçla ABD 1700, SSCB de 180 kadar özel
uçak üretmiştir.
1960-70 yıllan arasında en önemli gelişme, roket
tekniğinin ilerlemesinde görülmüştür. Daha
1960 yıllarının başlarında saptanan gelişme­
ler hızla devinmiş ve bu süreç içinde, ABD
ile SSCB olağanüstü yetkin roketler üret­
meye başlamışlardır... Ayrıca gelişmelere
yöndeş olarak, roketlerin üzerine konan
nükleer başlıkların tahrip güçleri artarken,
ağırlıkları ve hacımları azalmıştır. Bu aşa­
madan sonra, nükleer silahların uçaklardan
atılma dönemleri pratik olarak sona ermiş­
tir. Hızla kıtalar arası füzeler üretimine ge­
çilmiş ve nükleer başlıklar yeraltmdaki sı­
ğmaklarda ve denizaltılarda depolanmaya
başlanmıştır...
1960 yılında Fransa, ilk nükleer bomba deneme­
lerine başlamıştır...
25.3.1960 tarihinde Federal Almanya Parlamentosu,
SPD’nin karşı oylarına rağmen, Federal A l­
manya ordusunun nükleer silahlarla dona­
tılmasını onaylamıştır...
1962 yılında ABD, Pershing İA Roketlerini Batı
Avrupada üslendirme kararı almıştır.
1962 yılı Ekim ayında, buna karşılık olarak SSCB’
nin Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştir­
me girişimi üzerine “Küba Krizi” ortaya çık­
mış. Bunun üzerine nükleer başlıklı roket­
leri SSCB Küba’dan, ABD de İtalya ve Tür­
kiye’de çekme kararı almışlardır...
1964 yılında Çin, ilk nükleer denemesini gerçek­
leştirmiştir.
1967 yılında yine Çin bu kez de H-Bomba dene­
mesi yapmıştır...
1968 yılında Fransa, ilk kez H-Bomba denemesi
yapmıştır.
1970-80 yıllan arasında özellikle roket tekniği ve
nükleer bombaların tahrip güçleri olağa­
nüstü boyutlarda gelişmiştir...
Aynca, nükleer roket taşıyan denizaltılar
çok yetkinleştirilmiştir. Bugün, bu denizal­
tılar, su yüzüne çıkmadan, dünyanın hemen
tüm büyük kentlerini tahrip edebilecek güç­
teki füzelerini ateşleyebilecek duruma gel­
mişlerdir...
1974 yılında ABD, Pershing II Roketlerini üret­
meye başlamış; buna SSCB, SS-20 Roketleri
ile yanıt vermiştir.
1977 yılı haziran aymda ABD’de Nötron Bombası
üretilmesi ve bunlarm Avrupa’da üslenmiş.
Lance-Roketlerine konması öngörülmüştür...
12.12.1979 tarihinde NATO, Batı Avrupa’da 572 geliş­
tirilmiş Cruise Missile ve Pershing II Roket­
lerinin üslenmesi karannı almış ve bu ka­
rar, 1984 yılında uygulanmaya başlanmış­
tır... Aynca, yine bu tarihlerde, küçük boy
ve çanta içinde taşınmaya uygun nükleer
bombalann yeraltı silah satıcılarının elleri­
ne geçtiği haberleri günlük basında yer al­
maya başlamıştır...
1984-85 yıllarında insanlık tarihinde görülen nük­
leer silahlanma, yeni bir nitel sıçrama ile
‘Yıldızlar Savaşı” adı altında uzayın silah­
lanmasına doğru tırmanmaya başlamıştır...
*
Burada, dünyanın en büyük tahrip güçlü nükleer
bombalarını taşıyan füzelere adı verilen J.J. Pershing’in
kısa yaşamöyküsünü anımsamak; baştan beri tartışmak is­
tediklerimizi kavramaya görece bir açıklık getirebilir...

John Joseph Pershing, 13.9.1860 tarihinde Amerika


Birleşik Devletlerinde, Montana da doğmuştur. Kişiliğini
ve gerçek yeteneklerini daha 1886 yılında ve 26 yaşınday­
ken, 15.000 kişilik bir orduyla, Arizona da yerliler üzeri­
ne yaptıkları soykırım savaşlarında ortaya koymuş ve ar­
dından çok ölü bırakması, kıyıcılığı ve de acımasızlığı ne­
deniyle kendisine “Black Jack” adı verilmiştir... Pershing,
özellikle Batı Prearie yerlilerine karşı sürdürdüğü toptan
öldürme girişimleri sonunda ortaya çıkan tartışmalar sonu­
cu Washington a geri çağrılmış ve A B D içindeki görev­
lerine son verilmiştir... Ancak, “En güzel Indian, ölü
İndian’dır” sözü, eşine az rastgelinen bir kara mizah ör­
neği olarak Black Jack Pershing tarafından tarihe kazın­
mıştır. ..

Black Jack Pershing, 1898 tarihinde, o zamanlar Is­


panyol sömürgesi olan Küba’ya gitmiş ve Karibik Adaları­
nın Amerikanlaştırılması için savaşmıştır. 1904 yılında,
Rus-Japon savaşı başladığında, Tokyo’da ateşemiliter olan
Pershing, bu kez de Kore’nin Amerikanlaştırılması için
büyük çaba harcamıştır. 1914 yılında Meksika’da, Pancho
Villa yönetimindeki bağımsızlık hareketlerini bastırmak ve
Meksika petrollerine el koymak için giden ordunun ko­
mutanlığını da yine Black Jack Pershing üstlenmiştir...
Bütün bu üstün başarıları sonucu, ödüllendirilmek
amacıyla Avrupa daki Amerikan orduları komutanlığına
atanan Pershing, sonradan 1921-1924 yıllan arasında A m e­
rika Birleşik Devletleri Genel Kurmay Başkanlığına geti­
rilmiş ve 15.7.1948 tarihinde ölmüştür. Anısı, nükleer
başlıklı atom füzelerinde yaşatılmaktadır...
Kimi insanların adlan eğitim kuruluşlarına, müzele­
re, kültür merkelerine konur. Kimilerininse nükleer baş­
lıklı füzelere... Ancak, adının konduğu nükleer başlıklı
füzelerle kişiliği ve tüm yaşamöyküsü bu denli büyük bir
uyum gösteren ikinci bir örneği bulmanın zor olduğu ka­
rşındayız. ..

*
NÜKLEER SİLAHLANMA GİRİŞİMLERİNE KARŞI
SÜ RD Ü RÜ LEN BARIŞ HAREKETLERİ ÜZERİNE
BAZI KISA ANIMSATMALAR

Nükleer silahların üretilmeye başlanması ve Hi­


roşima - Nagazaki deneyimleri, hemen tüm dünya ka­
muoyunda geniş tepkilere yol açmıştır...
14.6.1946 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nde
Baruch-Planı adlı bir öneri gündeme gel­
miştir. Burada, nükleer bir silahsızlanma
öngörülmemiş, ancak atom bombası üreti­
mi, devlet içinde çeşitli aşamalarda çok
sıkı bir denetim gereği önerilmiştir. Bu öne­
rinin Sovyetler Birliği’ndeki benzeri, Gro-
myko-Planı olarak tanımlanmıştır. An­
cak, Gromyko-Planı’nda soruna çok daha
gerçekçi ve çözümleyici olarak yaklaşılmış
ve o zamana değin üretilmiş bulunan, son­
radan üretilmesi düşünülen tüm nükleer si­
lahların yasaklanması öngörülmüştür... N e
ki, her iki planm da uygulamaya konması
başanlamamıştır...
19.3.1950 Stockholm-Appell. Dünya Barış Konseyi ya­
yınladığı bir çağrıda tüm nükleer silahların
yasaklanmasını istemiştir.
Dünya Banş Konseyi’nin çağrısı tüm dün­
yada büyük yankılar bulmuş ve 500 mil­
yon insan tarafından imzalanmıştır. Bazı
Asya-Afrika ülkelerinde okuma-yazma bil­
meyen barışseverler, elden ele dolaştırdıkla­
rı tahta sopalar üzerine imza yerine geçen
çentikler açarak Dünya Banş Konseyi’nin
önerisinden yana olduklarını belgelemişler­
dir...
24.4.1955 tarihinde toplanan Asya-Afrika Bağlantısız­
lar Konferansı’nda, atom ve hidrojen bom­
balarının üretilmesi, denenmesi ve kullanı­
mının yasaklanması istenmiştir...
10.5.1955 tarihinde Sovyetler Birliği, nükleer silahla­
rın üretilmesinin yasaklanmasını ve bunun
için bir denetim komisyonunun kurulmasını
önermiştir...
11.5.1955 tarihinde toplanan NATO yetkilileri, SSCB’
nin önerisini incelemiş ve ilkesel olarak be­
nimsemiştir. Ancak üç ay sonra Ağustos
1955 tarihinde ABD’nin etkisiyle bu öneri
reddedilmiştir...
9.7.1955 tarihinde, dünya tarihine Einstein-Russel
Manifesti olarak geçen bir bildiri yayınlan­
mıştır. Aralarında Max Bom, P.W. Bridge-
man, Albert Einstein, L. Infelt, J.F. Joliot-
Curie, H.J. Muller, Linus Pauling, C.F. Po­
well, J. Rotblat, Bertrand Russell, Hideki Yu­
kawa gibi insanlığın yüzakı bilim ve düşün
adamları imzaladıkları bildiride, tüm nük­
leer silahların yapımının, denenmesinin ve
depolanmasının hemen ve kesinlikle yasak­
lanmasını istemişlerdir...
6.8.1955 tarihinde ilk nükleer bombanın atılışının
10. yılı anısına Hiroşima’da Uluslararası bir
Kongre toplanmış, burada da nükleer silah­
ların üretilmesinin hemen yasaklanması is­
tenmiş ve bu amaçla 32.380.000 imza toplan­
mıştır.
124.1957 tarihinde Federal Almanya’da, zamanın
Başbakanı Konrad Adenauer’un “ 5 Nisan
1957 tarihinde F. Almanya ordusunun nük­
leer silahlarla donanmasının gerektiği” ko­
nusunda yaptığı açıklama üzerine, araların­
da Max Bom, Fritz Bopp, Otto Hahn, Carl
Friedrich ve Weizsaecker, W erner Heisen­
berg, Fritz Strassmann, vb. gibi dünya ça­
pında ünlü 18 bilim adamı Göttinger Açık-
laması’nı yapmışlar ve F. Almanya ordusu­
na nükleer silahların sokulmasının yasak­
lanmasını istemişlerdir...
23.4.1957 tarihinde Albert Schweitzer, bir çağrıyla
tüm insanlığı nükleer savaş tehlikesine kar­
şı uyarmşıtır...
2.10.1957 tarihinde Polonya Dışişleri Bakanı Adam
Rapacki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’
na verdiği bir önergede, Polonya, DAC, Çe­
koslovakya ve Federal Almanya’yı kapsayan
Orta Avrupa bölgelerinin “Nükleer Silah­
lardan Arınmış Bölge” oluşturmasını öngör­
müştür...
16.12.1957 tarihinde Norveç hükümeti, ordusunun nük­
leer silahlardan arındırılacağım açıklamış­
tır...
14.1.1958 tarihinde, Nobel Kimya Ödülü sahibi ABD’
li Linus Pauling’in önerisi üzerinde 9335 bi­
lim adamı, tüm dünyadaki nükleer deneme­
lerin hemen durdurulmasını istemişlerdir...
21.1.1958 Sovyetler Birliği, Ortadoğu’da Nükleer Si-
lardan Arındırılmış Bölge oluşturulmasını
önermiştir...
30.1.1958 tarihinde İngiltere’de, sonraki günlerde İn­
giliz barış güçlerinin en önemli itici güçle­
rinden birini oluşturan “Nükleer Savaşlara
Karşı Savaşım” kurumu örgütlenmiştir...
4-7.4.1958 tarihlerinde Londra’da ilk Paskalya-Ostem
yürüyüş gösterileri başlamıştır...
30.7.1958 tarihinde Federal Almanya Anayasa Mah­
kemesi, Barış Komitesinin açtığı davayı gö­
rüşmüş ve ülke topraklarına nükleer başlık­
lı füzeler konması ve ordunun nükleer si­
lahlarla donanması için kamuoyu yoklama­
sı yapılmasının gereğini karara bağlamış­
tır...
17.9.1959 tarihinde Londra’da Trafalgar Alanı’nda 20
bin kişinin katıldığı ilk oturma gösterileri
düzenlenmeye başlanmıştır...
15-18.4.1960 tarihlerinde Federal Almanya ve tüm A v­
rupa düzeyinde Paskalya-Ostern yürüyüş­
leri başlamıştır... O zamandan beri düzenli
bir biçimde sürdürülen bu yürüyüşlere, gü­
nümüzde milyonlarca barışsever insan ka­
tılmaktadır...
1960 yılı yaz aylarında Norveç’te Nobel Ödülü
Dağıtım Komitesi, Nobel Ödülü almış bilim
adamı ve sanatkârlara çağrısında, nükleer
silahların üretim, kullanım ve deneme ça­
lışmalarına katılmamalarını istemiştir...
14.2.1967 tarihinde Latin Amerika Ülkelerinin atom
silahlarından arındırılması önerilmiştir...
Mayıs ’68 Sovyetler Birliği, Akdeniz bölgesinin nük­
leer silahlardan arındırılmasını önermiştir...
11.2.1971 tarihinde deniz diplerinin yığınsal yıkım si­
lahlarından arındırılması önerisi kabul edil­
miştir. I
30.9.1971 tarihinde ABD ile SSCB arasmda nükleer
savaş tehlikesi üzerine karşılıklı müzakere-
söyleşi gereksinimi başlamıştır.
9.12.1974 tarihinde Birleşmiş Milletler’de “Ortadoğu’
da nükleer silahlardan annmış bir bölge
oluşturulması” önerisi benimsendi...
6.8.1977 tarihinde, zamanın ABD Başkanı Carter’m,
Nötron bombasının üretimi konusundaki
açıklamaları üzerine tüm dünyada yığınsal
gösteriler başlamıştır...
1.8.1978 tarihinde Tokyo’da sürdürülen bir uluslarası
konferansta, tüm dünyadaki nükleer silah­
ların yapım ve kullanımının yasaklanması
istendi...
23.11.1978 tarihinde Varşova Paktı ülkeleri, her türlü
nükleer silah yapımının yasaklanmasını
önermiştir.
16.12.1978 tarihinde Amsterdam’da sürdürülen ulus­
lararası konferansta, Nötron bombası üreti­
minin hemen durdurulması istenmiştir...
24.11.1961 tarihinde Birleşmiş Milletler’in 16. Genel
Toplantısı’nda, Afrika anakarasının Nükleer
Silahlardan Arındırılmış Bölge olması öne­
rilmiştir...
28.5.1963 Finlandiya Devlet Başkanı Dr. U. Kekkonen,
Kuzey Avrupa’da Nükleer Silahlardan Arın­
dırılmış Bölge oluşturulmasını önermiştir...
6.10.1964 Danimarka Hükümeti, Danimarka’da nük­
leer silahların üslenmesine karşı karar al­
mıştır. ..
27.5.1967 Uzayın askersel amaçlarla kullanılmasını
yasaklayan karar alındı...
18.6.1979 tarihinde Viyana’da, Başkan Carter ile Ge­
nel Sekreter Brejnev arasında SALT II. ant­
laşma buluşması yapılmıştır...
1.9.1979 F. Almanya’nın Bonn kentinde, 2. Dünya
Savaşı’nın başlaması anısına yapılan top­
lantıya 25.000 barışsever katılmıştır...
16.1.1980 F. Almanya’da General Bastian, yeni nük­
leer başlıklı füzelerin F. Almanya’ya yer­
leştirilmesinin yasaklanmasını istemiş ve bu
tavn savunma bakanlığı tarafından çok
sert bir biçimde yanıtlanmıştır...
6.8.1980 tarihinde Hiroşima ağlatısının anısına he­
men tüm dünyada büyük gösteriler düzen­
lenmiştir...
16.11.1980 tarihinde ünlü KREFELD APPELL açıklan­
mıştır... Milyonlarca insan tarafından des­
teklenen bu APPELL’in çağrısı doğrultusun­
da düzenlenen gösterilere milyonlarca ba­
rışsever katılmış ve insanların el ele tutuş­
masıyla yüzlerce kilometrelik barış zincirle­
ri oluşturulmuştur...

Günümüzde de banş gösterileri tüm dünyada sür­


mektedir. Basın açıklamalarına göre, dünya kamuoy­
larının yüzde 80’i ülkelerine nükleer başlıklı füzelerin
konmasını istememektedir...
7. BÖLÜM

YARARLANDIĞIMIZ BAŞLICA
KAYNAKLAR

1. Albert Einstein ve Sigmund Freud Yazışmaları;


Barış ve Savaş Sorunu Üzerine, çev. Oğuz Özü-
gül, Yarın Yayınlan, 1985.
2. * Carl Sağan; Atomkrieg und Klimakatastrofhef
Knaur Verlag, 1984.
3. Daniel Frei; Der Ungewellte Atomkrieg / Eine
Risiko-Analyse, Beck Verlag, 1983.
4. Der Spiegel; Signal von der Basis / Amerikas
Kirchen formieren sich zum Widerstand, Spiegel,
Nr. 10, 1982.
5. Die taegliche Mobilmachung oder die Unfriede
liehen Strukturen der Massenmedien; Steidl Ver­
lag, 1984.
<6. Dumas-Lloyd Jeft; Menschliche Schwaechen und
atomare Aufrüstung als Auslöser eines Atomkri­
eges, Verlagsgellschaft Gesundheit, s. 84-95, 1983.
7. Engels, D.; Scheffan, J.; Sieker, E.; Die Front
im A l l ... Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, 1985.
8. Eppelmann, R.; Berliner Appell- Frieden schaffen
ohne W affen, DDR, Berlin Januar, 1982.
9. Güney Gönenç; H ep Aranızda Olacağım j Fré­
déric Joliot Curie nin Yaşamöyküsü, Bilim ve Sa­
nat Yayınlan, 1983.
10. Haluk Gerger; Nükleer Tehlike, Bilim ve Sanat
Yayınlan, 1983.
11. Hiroshima und (Hrsg.) Gerd und
Nagazaki,
Klaus Mannhardt Pahl-Rugenstein Verlag, 1982.
12. Horst E. Richter; Zur Psychologie des Friedens}
Rowohlt Verlag, 1982.
13. Horst E. Richter; Alle redeten vom Frieden,
Rowohlt Verlag, 1984.
14. Hunthausen, R. G.; Abrüstung-herausgeforderten
Glaube Orientierung, Baetter für wel­
Kathol,
tanschauliche Information, Zürich, Nr. 3, 1982.
15. Hunthausen, R.G.; zit. nach Psiegel-Gespraech.
Spiegel, Nr. 16, 1982.
16. Jegeni Tschasow, Leonid Iljin, Angelina Guskowa;
Nuklearkrieg: Medizinisch-Biologische Folgen,
APN Verlag, 1984.
17. Joachim Kahlert; Unheimliche Energie, Belkz Ver­
lag, 1984.
18. Johan Galtung; Strukturelle Gewalt, Rowohlt
Verlag, 1984.
19. Jonathan Schell; Das Schicksal der Erde / Gefahr
und Folgen eines Atomkrieges, dtv, 1984.
20. Kilian, M.; Die amerikanische Friedenbewegung-
Frühling in Amerika, (Hrsg.) Schweizerische
Friedensrat Nr. 5, 20.4.1982
21. Kreuzer, K.; Zivilschutz in einem Atomkrieg ln:
Die lebenden werden die Toten beneiden, Pahl-
Rugenstein Verlag Köln, 1982.
22. Krieg ist keine Krangheit / Medizin Zwischen
H ilfe und Beihilfe, (Hrsg.) Münchener-Aerzte-
Initiativen gegen die atomare Bedrohung, Verlag
Satz Kort, München, 1983.
23. Lucretius; Evrenin Yapısı, Çevirenler: Tomris
Uyar, Turgut Uyar; Hürriyet Yayınlan, Türkçe
basım: 1974, îst.
24. Medizin und Atomkrieg (Hilflos?) / Aerzte War­
nen von dem Atomkrieg, (Hrsg.) Berliner Aerzte-
initiative gegen Atomkrieg-Atomenergie, Verlags­
gesellschaft Gesundheit, 1983.
25. Militarisierte Wissenschaft, (Hrsg.) Wemar Butte,
Rowohlt Verlag, 1985.
26. Mobilmachung für die Heimutfront / Militarist
erung des Gesundheitswesen, (Hrsg.) Detlev Uh­
lenbrock Pahl-Rugenstein Verlag, 1983.
27. Nach dem Atomschlag / Eine Veröffentlichung
wom A M B IO Unter der Schirmherrschaft der
Schwedischen Akademie der Wissenschaften,
(Hrsg.) Jeanie Peterson; Pergamon Press, 1983.
28. Nikolai Iribaschakov; Antiker Materialismus Ak-
tuel / Demokrit- "der laechende Philosoph",
WMB, Frankfurt, 1983.
29. Philisophie im Friedenskampf (Hrsg.) Wolfgang
Eichhom-Hans Schultze, WMB, Frankfurt, 1984.
30. Quinn, J.; Wissenschafter, Fachleute und Bischfö/
in Amerika eine Friedensbewegung mit begrenzten
Ziel, Frankfurt Allgemeine Zeitung, 29.3.1982.
31. Schilder, P.; W e n n von Gott die Rede ist, Frank­
furter Allgemeine Zeitung, 29.5.1982.
32. Schonherr, A.; Über Auftrag und W e g der Kirche
in der sozialistischen Gesellschaft der DDR,
Frankfurter Rundschau, 8.5.1982.
33. Trost, F.J.; W ie sagt man Frieden auf Katolisch,
Vorwaerts, Nr. 24, 1982.
34. Ulrich Albrecht, Peter Loch, Herbert Wulf; M it
Rustung gegen Arbeitslosigkeit, Rowohlt Verlag,
1982.
35. Überlebenden W erden die Toten Beneiden:
Aerzte Warnen vor dem Atomkrieg. (Hrsg.) Ba­
yerische Aerztinnen und Aerzte gegen Atomenergie
Berliner Aerzteimtiative gegen Atomenergie, Ham­
burger Aerztemitiative gegen Atomenergie...
Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, 1984.
36. Warum nicht Frieden? Psychologie heute / Son­
derheft, Verlag Beltz, 1984.
37. Weizseacher, von Carl Friedrich; Der bedrochte
Friede, Hanser Verlag, München, 1981.
38. Weizseacher, von Carl Friedrich; Der Garten des
Menschlichen Beitrae zur geschlichlen Antropo-
logie, Fischer Verlag, 1984.
39. W ir W erden Euch Nicht Helfen Können / Aerzte
Gegen den Atomkrieg, (Hrsg.) Till Bastian, Edi­
tion Freitag, 1983.
40. Till Bastian: “Katastrophenmedizin' oder die End­
lösung der Menscheitsfrage Medizinische Folgen
des Atomkriegs... Bücherei Oberoaum 1982.
İçindekiler

GİRİŞ ........................................................................... -5

1 BÖLÜM:
GENEL TARİHSEL ANIMSATMA ........................... 7
1.1 Doğal Radyoaktivitenin Bulunuşu ................. 7
1.2 Nükleer Enerjinin Üretimi ................................ 21

2. BÖLÜM:
NÜKLEER BOMBANIN ETKİLERİ ......................... 43

3. BÖLÜM:
HEKİMLER VE NÜKLEER SAVAŞ ......................... 60-

4. BÖLÜM:
BİYOLOGLAR, FİZİK, KİMYA, YER, GÖK,
ÇEVREBİLİMCİLERİ... VE NÜKLEER SAVAŞ ... 90
Bir Anımsatma ve Bir Öneri .................................... 104

5. BÖLÜM:
DİN ADAMLARI, RUHBİLİMCİLERİ... VE
NÜKLEER SAVAŞ ...................................................... 106

6. BÖLÜM:
GENEL SÖYLEŞİ ...................................................... 121
Nükleer Silahlanma Çalışmalarının
Gelişmesi Üzerine Bazı Kısa Anımsatmalar ...... 124
Nükleer Silahlanma Girişimlerine Karşı
Sürdürülen Barış Hareketleri Üzerine Bazı
Kısa Anımsatmalar .................................................. 130

7. BÖLÜM:
YARARLANDIĞIMIZ BAŞLICA KAYNAKLAR ... 137
G ünüm üzde, nükleer silahlarla başlayacak
bir savaşın hiçbir sınır ve kuralının o la ­
m ayacağı ve her şeyin birkaç dakikalık bir za­
m an dilim i içinde noktalanacağı ve son za ­
m anların güncelleşen deyim iyle, yaşayanların
ölenlere im reneceği koşulların ortaya çıkaca­
ğı b ilin m ekted ir... Ve yine çok iyi bilinm ek­
tedir ki, böylesi bir savaşın giderek, değil salt
insanların, yeryüzündeki tüm canlı yaşamın ve
bunu doğuran fiziksel-iklim sel koşulların da
sonu o lacak tır...
Gerçekten yitirilecek tek bir saniyenin olm a­
dığını, her geçen gün daha çok insan anlıyor
ve bunun acısını yüreğinde d u yu yor...
Biz bu uğraşım ızda, sıradan bir m avi geze­
gen li, bir insan, bir baba, bir hekim , bir psi-
kyatr, bir barışsever olarak, İkinci D ünya Sa-
v a şı’nın sona erişinin ve H iroşim a ile N aga-
zak i’ye uygulanan büyük insanlık trajedisinin
40. yılında, içinde bulunulan k oşu llan ve so ­
runlarım ızın boyutlarını, bir kez daha ve el­
den geldiğince, ayrıca sıkıcı ve korkutucu o l­
m am aya çalışarak anım satm ayı ahlaksal bir
zorunluluk görd ü k ...
Serol Teber

K ap ak D ü zeni: F erit E rk m an

You might also like