Professional Documents
Culture Documents
ÖZGÜN ADI
LA TURQUIE
ÇEViRi
ŞiRiN TEKELi
DÜZELTİ
GÖKHAN CENÇAY
KiTAP TASARIMI
YETKiN BAŞARIR
KAPAK
UMUT SÜOÜAK
TASARIM DANIŞMANtıeı
BE•
KAPAK FOToeAAFI
ALİ ÖZ
1. BASIM
NİSAN 2010, ISTANBUL
ISBN 978-605-105-049-2
YAYlN YÖNETMENİ
ÇAt.ATAY ANADOL
Aıi l<AZANCIGİL
ÇEVİRİ
ŞİRİN TEKELİ
KitapvAvıNEVİ
Aıi l<AZANCIGİL
Siyaset bilimci, 1967-71 yıllarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde öğre
tim üyesi ve Le Monde gazetesinin Türkiye muhabiri idi. l972'den beri Pa
ris'te yaşamaktadır.1972-2002 arasında U NESCO' da Intemational Social
Science fo um al ın ve Sosyal Bilimler Programlannın yönetmenliğini, son
'
GEÇMİŞ
"TÜRKLER, ÖNCE BARBAR SONRA DA BÜYÜK İMPARATORLUK KURUCUSU OLARAK
ALGILANDILAR." 15
"OSMANLI İKTİDARI DOGU DESPOTİZMİNİN EN GÜÇLÜ ÖRNEGİYDİ." 21
"OSMANLI IMPARATORLUGU AVRUPA'NIN 'HASTA ADAMI'YDI." 26
"MUSTAFA KEMAL ATATÜRK MODERN TÜRKİYE'NİN KURUCUSUDUR." 32
KİMLİKLER
"TÜRKLERİN ÇOGUNLUGU MİLLİYETÇİDİR." 39
"TÜRKLERİN YÜZDE 99'UNDAN FAZLASI MüSLÜMAN'DIR." 43
"DEVLET, FARKLI KİMLİKLERİ, ÖZELLİKLE KÜRK KİMLİGİNİ TANIMAYI REDDETMEKTEDİR." 47
MODERNLİK
"TÜRKİYE GERÇEK BİR DEMOKRASİ DEGİLDİR." 55
"GECEYARISI EKSPRESİ TÜRKİYE'DEKİ İNSAN HAKLARININ DURUMUNU
GÖZLER ÖNÖNE SERMEKTEDİR." 63
"lsLAMCILIK TÜRK LAİKLİGİNİ TEHDİT ETMEKTEDİR." 67
"TüRKİYE'NİN AVRUPA 8İRLİGİ İÇİNDE YERİ YOKTUR." 74
"CUMHURİYET, OSMANLI ERMENİLERİNİN UGRADIGI KATLİAMI TANIMAYI
REDDETMEKTEDİR." 83
TOPLUM
"TÜRK KADINLARI ATAERKİL VE ISLAMİ GELENEKLERİN BASKISI ALTINDA
YAŞAMAYA DEVAM ETMEKTEDİRLER." 93
"lsTANBUL'UN MOVİDA'SI İLE DERİN ANADOLU ARASINDA BİR UÇURUM VARDIR." ·98
"TOR.KİYE KÖKENLİ GÖÇMENLER FRANSIZ TOPLUMUNA UYUM SAGLAMAKTA
GÜÇLÜK ÇEKMEKTEDİRLER." 102
SONUÇ
"KÖKLÜ SOSYAL DÖNÜŞÜMLER GEÇİRMEKTE OLAN BİR TOPLUM." 106
ALİ l<AzANCIGİL
Paris, Aralık 2009
8
GiRİŞ
O
• •
10
eserlerin tercüme edildikleri ülkeler arasında Türkiye 7. sırada geliyor, Çin,
Yunanistan, Polonya, Brezilya ya da Portekiz gibi ülkelerin önünde yer alı
yordu. Paris'in yanıtı hiç de Türklerin Fransız kültürüne gösterdikleri "te
veccühle" orantılı değildir. Fransa'da düzenlenen "Türkiye Yılı" (Nisan
2009-Mart 2010) Avrupa seçimleri bahanesiyle, dokuz ay sürecek olan
"Türkiye Mevsimi"ne indirgendi. Devlet Başkanı Sarkozy Türkiye'nin Av
rupa Birliği'ne üyelik perspektifine şiddetle karşı çıkmaktadır. Eğer Fransa
bu dışlayıcı tutumunu devam ettirecek olursa Türkiye'deki, kökleri 18. yüz
yıla dayanan kültürel mevcudiyeti ile beraber, güncel diplomatik ve ekono
mik çıkarlarını da tehlikeye düşürecektir.
Buna karşılık, cesaret verici ve olumlu bir durum Fransız sivil top
lumunun ve halkının Temmuz 2009-Mart 2010 arasındaki "Türkiye Mev
simi" (Saison de la Turquie) çerçevesinde yapılan kültür ve sanat etkinlikle
rine gösterdikleri çok büyük ilgidir. Hiç kimsenin öngöremediği bu derin
ilgi iki ülke arasındaki başlangıcı 16. yüzyıla giden ilişkilerde, Cumhurba�
kanı Nicolas Sarkozy'nin saplantı haline gelen ve tamamen iç politika oyun·
lan ile izah edilebilecek Türkiye karşıtlığının yüzeysel ve geçici bir olay ol·
duğunu göstermektedir.
16
söz konusu ara bölgeyi bu güç altında birleştirmek üzere yararlandılar. lN·
lam öncesi Türklerin, Selçukluların, İranlıların, Arapların ve DoAu lfoıııalı·
lann farklı devlet ve kültür gelenekleri arasında gerçekleştirmeyi baş:mlık·
lan sentez sayesinde bu hedefe ulaşmaları mümkün oldu.
Osmanlılarla Bizanslılar arasında savaşlar ve ittifaklar li:ıı•rirı<lı•n
kurulan etkileşim çok erken bir tarihte başladı. Bunun en iyi örneklerinden
biri şudur: Osmanlıların ikinci padişahı Orhan, Bizans Basileus'u loannis
VI. Kantakuzinos'un kızı Prenses Teodora ile evlenmişti.1346'da Sırplara
karşı savaşmakta olan haşmetli kaympederinin yardım talebi üzerine Or
han ordularının başında Çanakkale Boğazı'nın batı yakasına geçti. Böylece
tarihin bir cilvesi denebilecek şekilde, Osmanlılar sonradan birçok açıdan
halefi olacakları Doğu Roma İmparatoru'na yardım etmek için Avrupa'ya
ayak bastılar. Zamanla Osmanlıların ele geçirdikleri topraklar eski Bizans
topraklarıyla örtüştü. Bizans uygarlığı ve kurumlan Osmanlı imparatorluk
sentezinde önemli bir yer tutmuş ve merkezi yönetim, ordu, vergi sistemi,
siyasi iktidar ile din arasındaki ilişkiler, mimari ve müzik gibi alanlarda et
kili olmuştur. Osmanlı kurumlan 15. yüzyılda çoketnili ve çokdinli impara
torluk bünyesinde merkezi bir yönetim kuran Fatih Sultan Mehmed tara
fından güçlendirilmiştir. Onun padişahlığı döneminde oluşturulan millet
sistemi gayrimüslim topluluklara -Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler- dini
önderlerinin yönetiminde iç işlerini kendilerinin düzenlemesine olanak ve
ren bir özerklik statüsü tanımaktaydı. Bu toplulukların mensupları tıpkı Bi
zans İmparatorluğu'nda Hıristiyan olmayanların ödedikleri vergiye (kepha
leion) benzer özel bir vergi (cizye) ödemekteydiler. Osmanlıların barbarlığı
nın bir işareti olarak gördükleri için Avrupalılarca çok eleştirilen bir başka
kurum da devşirme uygulamasıydı. Devşirme kurumu Balkan delikanlıla
rının zorla (ancak uygulama sıkı kurallara bağlıydı ve zaman zaman taraf
ların pazarlık yapmasına da imkan vermekteydi) devlet hizmetine alınma
ları, Müslümanlaştınlmalan ve Osmanlı ordusunun seçkin tabakası olan
yeniçerilere katılmak üzere yetiştirilmelerini öngörmekteydi. 14. yüzyılın
sonunda üçüncü padişah 1. Murad (1362-1389) tarafından kurulan devşir
me sistemi en yetenekli devşirmelerin saray bürokrasisine girmelerine ola
nak vermekteydi. Bu sistemden 17. yüzyılda vazgeçildi. Konstantinopolis'in
0
TÜRKİYE ÜZ E R İ N E BASMAKAL IP D ÜŞÜNC E LE R 17
fethini izleyen iki yüzyıl boyunca görev yapan kırk dokuz sadrazamdan sa
dece beşi Türk idi, geri kalanların hepsi Arnavut, Rum, Ermeni ya da Sırp
kökenli devşirmeler arasından bu mevkiye yükselen kişilerdi. "Kelle başı
na" ödenen vergi gibi bu uygulamanın da Osmanlılar tarafından "ara böl
gede" geçerli olan imparatorluk geleneğinden devralındığı anlaşılmaktadır.
Nitekim, Habsburg İmparatoru 1. Ferdinand'ın Kanuni Sultan Süley
man'ın sarayına elçi olarak gönderdiği, Roma İmparatorluğu tarihini çok
iyi bilen Baron Ogier Gislain de Busbecq, Türk Mektuplan adlı eserinde, Ro
malıların da benzeri bir zorla askere alma sistemi geliştirdiklerini ileri sür
müştür.
Batı Avrupalılar Osmanlı Türklerinin Avrupa topraklarında geçici
olarak bulunmadıklarını, yerleşmek niyetiyle geldiklerini, ele geçirdikleri
topraklan devamlı şekilde genişleteceklerini ve iyi yönettiklerini anlamakta
gecikmediler. Avrupa direnişini Katolik Kilisesi'nin önderliği altında örgüt
lerken Osmanlılar da Ortodoksluğu savundular ve daha sonra Macaristan,
özellikle Erdel (Transilvanya) ve Debreçin'de (Debrecen) Protestanlığın yer
leşmesini desteklediler. Buna koşut olarak Avrupalılar Osmanlıları kendi
kurucu efsanelerine dahil ederek onu bir dış düşmandan iç düşmana çevir
meye çalıştılar.14. yüzyılda Venedik Cumhuriyeti'nin seçilmiş yöneticisi
(doge) Dandolo, "Osmanlıların kökeninin Troya Kralı Priamus'un oğlu Tro
ilos'un oğlu Turkos'a dayandığını" iddia edecekti (zikreden S. Yerasimos,
a.g.e.). Başkaları efsaneyi, Telamonos'un oğlu, Aias'ın [Lat. Ajax] kardeşi ve
Romalıların atası olduğu iddia edilen Teukros'un [Lat. Teucer] adından tü
rediği düşünülen Teukri-Turki benzerliğine vurgu yaparak daha da geliştir
diler. Konstantinopolis' in, 1453'te Osmanlılara geçmesinden yirmi yıl ka
dar önce "Türklerin Troya'nın öcünü alacakları" yolunda bir rivayet dolaşı
yordu. Fatih Sultan Mehmed'in de Konstantinopolis'i ele geçirdikten sonra
Troya'nın yıkıntıları önünde: " Tanrı bana ( ... ) bu şehrin ve sakinlerinin
öcünü almayı nasip etti. Geçmişte bu topraklan yakıp yıkanlar Grekler, Te
salyalılar ve Peloponezlilerdi ve benim çabam sayesinde gerek onlar gerek
soydaşları, o zaman ve sonradan Asyalılara yaptıkları haksızlıkların (... ) ce
zasını çekiyorlar" dediği rivayet ediliyordu. Oysa aynı padişah -ki, Rumca
konuşur, Latince ve İtalyanca metinleri okur, Büyük İskender'e hayran ol-
18
duğu ve Batı kültürüne derin ilgisi olduğu bilinirdi- Venedikli ressam Gen
tile Bellini'yi İstanbul'a davet etmiş, ona portresini yaptırmıştı. Osmanlı pa
yitahtını ziyaret eden Floransalı Benedetto Dei'ye "İskender ve Kserkes,
Kartacalı Hannibal ve Scipio Africanus, Pyrrhos ve daha nice senyör gibi ol
mak isterim..." diyen de oydu(zikreden S. Yerasimos, a.g.e.).
Osmanlı padişahları kendilerini Doğu Roma İmparatorluğu (Bi
zanslılara Rum, yani "Romalı" derlerdi) ve daha önceki Büyük Roma İmpa
ratorluğu'nun varisi olarak görmekte ve meşruiyetlerinin temelini Üçüncü
Roma İmparatorluğu olmakta aramaktaydılar. 1395'te, tarihin parlak ve tra
jik şahsiyetlerinden biri olan 1. Bayezid(Avrupalıların Bajazet dedikleri pa
dişah) Kahire'deki halife tarafından Sultan-ı Rum ("Romalıların Sultanı")
olarak tanınmak istemiş ama başarılı olamamıştı. Konstantinopolis'in fet
hinden sonra il. Mehmed, kendini sezarların halefi, Doğu Roma lmpara
torluğu'nun varisi ve evrensel bir imparatorluğun başı olarak ilan etti. Papa
il. Pius da bu görüşü benimsemiş olmalı ki, 146ı'de il. Mehmed'e yazdı�ı
bir mektupta -muhatabına gönderilip gönderilmediği bilinmemektedir
eğer Hıristiyanlığı kabul ederse, dünyanın tek imparatoru olabileceAi yo
lunda onu ikna etmeye çalışmaktadır. Bu mektupta şöyle denilmektedir:
"Ölümlülerin en büyüğü, en güçlüsü ve en ünlüsü olabilmen için(... ) kil·
çücük bir şey yeterlidir. Bu da vaftiz olman için bir damla sudan ibarettir
(... ) Eğer bunu yaparsan, Augustus'un Altın Çağı'na geri döneriz." Bir süre
sonra babası il. Mehmed'ten sonra tahta çıkan il. Bayezid kendisine impa
ratorluğu aralarında paylaşmayı teklif eden kardeşi Cem Sultan'a (Batılıla
rın Zizim dedikleri Cem Sultan hakkında bkz. E. Sablier, Le Prisonnier de
Bourganeuf Djem Sultan, 1459-1495, 2000) bir mektup göndererek, "kişver
[devlet]-i Rum" iki hükümdar tarafından yönetilemez· demişti.
16. yüzyılda bu düşünce, özellikle Türk İmparatorluğu'nu Romalıla
ra özgü erdemlere sahip, dolayısıyla onlara halef olabilecek uluslar arasın
da gören Machiavelli tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Venedikli
Francesco Sansovino 156o'ta şunları yazmaktaydı: "Dünya devletleri arasın
da(...) halkının ona gösterdiği itaat ve halkın bütününün sahip olduğu iyi
* "Bu kişver-i Rüm bir ser-i püşide-i arüs [gelin]-i pür namustur ki, ilci climad hutbesine tab götürmez."
20
"OSMANLI İKTİ DARI DoG-u DESPOTİZM İ N İ N
E N GÜÇLÜ ÖRNEGİ ini . "
Despotik bir yönetimde KORK U olmalıdır... orada erdeme...
hiç gerek yoktur ve şeref tehlikelidir.
MoNTESQUIEU, De l'esprit des lois, 1748
22
kavramının saçma olduğunu, zira tebaasının malına ve canına despotun el
koyduğu, ona esir muamelesi yaptığı bir rejimin kendi kuyusunu kazacağı
nı savunuyordu.
Ne var ki, 17. ve 18. yüzyılın yazarlan, sanatçılan ve müzisyerıleri
Osmaıılı dünyasına ve sanatlarına ilgi göstermekten geri kalmıyorlardı. Os
manlılardaki müzik, kıyafet, dekoratif sanatlar ve çini gibi dallara duyulan
ilgi yoluyla, Avrupa'da, sanat, edebiyat ve müzik alaıılannda "Turqueries"
(Türkvari) adı verilen bir akım çok moda olmuştu. 17. yüzyıldan iki ünlü ti
yatro oyununu örnek verebiliriz: Racine'in Bajazet(1672) ve Moliere'in Ki
barlık Budalası piyesleri(1670) . Müzik alanında 18. yüzyıl "Türkvari" motif
ler yönünden çok zengindir. 1716'da Vivaldi, Venedik'in Babıali'yle ilişkile
rinin bir metaforu olarak tasarlanan juditha Triumphans askeri oratoryosu
nu besteledi. Venedik Cumhuriyeti'ni temsil eden güzel Judith, halkını teh
dit eden ve Osmanlı lmparatorluğu'nu temsil eden Holophern ile bir gece
geçirerek bekaretini feda eder ve o uykuya daldığında başını keser. 1735'll'
gene Vivaldi "müzikli bir trajedi" diye tanımladığı Bajazet operasını bestclrr.
Bajazet, ya da Osmanlı padişahını esir edip ölümüne sebep olan Orta Asya
lı Tamerlano (fimurlenk) ile ilgili olarak, 17. asrın sonuna kadar, Haen
del'in bir operası da dahil, sayılan elliye varan müzik eseri uyarlanmıştır.
Mozart da başyapıtlarından bazılarında Osmaıılı müziğinden esinlenmiş
tir. Buıılardan biri K 331(1781-1783) sayılı ve son bölümü "Alla Turca" baş
lığını taşıyan piyano sonatıdır. Saraydan Kız Kaçırma operasından (1782)
önce Mozart daha az bilinen ve az çok aynı temayı işleyen bir başka opera
daha bestelemiştir: Zaide (1780) . Benzer temaları işleyen çok sayıda başka
opera da bestelenmiştir: Gazzaniga'nın Osman'ın Sarayı, Rossini'nin Ceza
yir'de Bir İtalyan (1813) , Mayr'ın Ormus'un Sarayı ya da Basili'nin Halife ve
Şiava operası gibi...
Aydınlanma filozofları Avrupa modelinin evrensel olduğuna ve iler
lemenin temelini oluşturduğuna inanıyorlardı. Oıılara göre despotizm ol
gusu geri geleneklerden kurtulamamak ve ilerlemeyi kabullenememekle
açıklanabilirdi. Kuşkusuz, Osmanlı imparatorluğu duraklamıştı, ama iler
leme düşüncesine tamamen kapalı olduğu söylenebilir miydi? Aslına bakı
lırsa 17. yüzyıl imparatorluğun gerilemesinin nedenleri üzerine bir sorgu-
Kollanmızda çok hasta bir adam... var; gerekli olan bütün önlemler alın-
madan onu elimizden kaçınrsak... çok yazık olur.
ÇAR 1. NıKOIA, 1853
zikreden R. Mantran(der.) , Histoire de L'Empire Ottoman, 1989
28
eleştiren ve değiştirmek isteyen bir Osmanlı intelejensiya'sı yarattı. Bu Genç
Osmanlılar özgürlük ve eşitlik düşüncelerinin cazibesine kapılmışlardı.
Ne var ki, yüzyılın sonuna denk gelen bu dönemde milliyetçiliklerin
uyanışı imparatorluğun her yanında hissedilir olmuştu. Reform yolunda
hayli mesafe alınmışh ve modernleşmeci seçkinlerin sayısı ve gücü artmış
h. Artık geriye dönmek için çok geçti. Aslına bakılırsa, il. Abdülhamid'in
saltanatı sırasında Bahlılaşma reformları önceye kıyasla daha da hızlandı ve
derinlik kazandı. Azınlıklar sorunuyla baş etmedeki aczine ilaveten Os
manlı yönetimi ekonomi alanında da çok başarısızdı; bu da Avrupalı güçle
re Osmanlı'nın ekonomik kaynaklarını vesayet alhna alma imkanını tanıdı.
Avrupalı güçler ilk başta (16. yüzyıl) Fransızlara bir ayrıcalık olarak tanın
mış ve sonradan baskı alhnda başka Avrupa ülkelerine de verilmiş kapitü
lasyonlar sayesinde zaten pek çok ticari avantajdan yararlanıyorlardı. Kapi
tülasyonlardan yararlanan Avrupalı tacirler ve Osmanlı tebaasından olan
gayrimüslim ortakları düşük oranda vergi ödüyor, kendi sefaretlerinin ko-
rumasından yararlanıyorlardı. Bu ayrıcalıklara Lozan Anlaşması ile ve
1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından son verildi.
1875'te borç alhnda kıvranan Osmanlı devleti iflasını istedi. Borç veren ül
keler ı88ı'de Düyun-ı Umumiye idaresini kurdular; bu kurum, alacaklıla
rın borçlarını tahsil edebilmeleri için Osmanlı ekonomisinin yönetimini
denetim alhna aldı.
189o'lı yıllarda Bahlıların Jön Türk adını verdikleri reformcu seç
kirıler iktidara karşı çıkabilmek için İttihat ve Terakki Komitesi'ni kurdular.
Aralarından pek çoğu, onlardan yirmi yıl kadar önce Genç Osmarılıların da
yaptıkları gibi Paris'e sığınmışh. Talepleri ve imparatorluk rejimi yetkilile
rine karşı düzenledikleri suikastlar karşısında korkan il. Abdülhamid (otuz
yıldan uzun süredir iktidardaydı) 1908 yılında 1876'da ilan edilip rafa kal
dırılan anayasayı yeniden yürürlüğe koydu ve yeni parlamento seçimleri ya
pıldı.1909'da da tutucu bir ayaklanmayı desteklemekle suçlanınca tahttan
feragat etmek zorunda kaldı. İmparatorluğun çökmesine kadar geçen süre
de onu izleyen padişahların hükümrarılığı yok gibiydi. Jön Türklerin devri
mi memlekette olsun Paris'te olsun, "Doğu'daki Fransız Devrimi" olarak
alkışlandı. İmparatorlukta "özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet" haykırışla-
30
rüyor, aynca bir Kürt devleti kurulması olasılığına yeşil ışık yakıyordu.
Türklere sadece İç Anadolu yaylasının bu devletlerce çepeçevre sarılmış, ço
rak ve doğal kaynaklardan yoksun bir bölgesi bırakılmaktaydı.
Avrupa ülkelerinin kamuoyları Türkler aleyhine zincirinden boşan
mış gibi husumet kusuyordu. Yüzyıllardır birikmiş düşmanca duyguların
ve basmakalıp düşüncelerin doruğa çıktığı bir dönemden geçiliyordu. Bü
yük bir şiddet içeren bu söylemin gerisinde aslında Birinci Dünya Sava
şı'ndan galip çıkan büyük güçlerin çıkarları yatıyordu. Kuşkusuz, savaşta
Osmanlı 1mparatorluğu'nun Almanya'nın yanında düşman cephede yer al
ması ve Anadolu'da gerçekleşen katliamların da bunda bir etkisi vardı.
1908 ile 1912 arasında yapılan reformlar tamamen unuhılmuştu. Pierre Lo
ti gibi birkaç istisna dışında herkes Türklerin yok edilmelerinin gerekli ol
duğuna karar vermişti. Batı muhayyilesi eski, durağan Türk düşüncesine
sarılmıştı: " Bu halk başlangıcından beri şimdi olduğu gibidir ( ... ) ilerleme
ve modern uygarlık temelinde yeni bir yola girmesi imkansızdır. " Zekası
kıttır: 'Tarih göstermiştir ki, Türk'ün entelektüel kapasitesi yoktur. " Ekono
mi konusunda beceriksizdir: "Türk ticaretin lafından ( ... ) bile tiksinir."
Türk yırtıcı bir hayvan gibidir: "Hıristiyan avına saldırıp kanını emmek için
fırsat kollayan bir sürüngenden farkı yoktur." Böyle olunca hakkında veri
len hüküm kesindir: "Türk halkı suçludur ve cezalandırılmalıdır." Ceza da
bellidir: " Akınlarına başladıkları Orta Asya ( ...) onların yurdu olmakta de
vam ediyor. Oraya dönmeliler. Er ya da geç, Küçük Asya'nın ( ... ) büyük uy
garlık çemberinin parçası olan topraklan uygarlığa, yani bize iade edilmeli
dir." Ve eğer umulan tehcir uygulamaya konulamayacak olursa, Amerikalı
bir diplomatın önerisi işe yarayabilirdi. Bu diplomat, Amerika Birleşik Dev
letleri'nin Amerika yerlilerine yaptığı gibi rezervler kurularak Türklerin bu
ralara kapatılmasını önermekteydi (alıntılar için bkz. S. Yerasimos, a.g.e.).
"Avrupa'nın hasta adamı" iyileşmek için çok çaba harcamış, ama elde etti
ği sonuç hayal kırıklığı yarattığından Avrupalı "hastabakıcılannı" tatmin et
mekten uzak kalmıştı. 1914-1918 arasında hastalık fena depreşti. Bunun
üzerine "doktorları" onu ölüme mahkıim ettiler. Ancak hasta ölmemekte
direniyordu, mücadele etmeye başladı ve bir cumhuriyete dönüşerek sağlı
ğına kavuştu.
'
TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKA L I P DÜŞÜNCELER }I
"MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
MODERN TÜRKİYE1NİN KURUCUSUDUR. "
32
lılar(1860-1880) ve Jön Türkler(1890-1918) olarak anılan devlet seçkinleri
nin mirasçısıydılar. 1908 devrimine katılmışlardı. Mustafa Kemal şahsen,
İttihat ve Terakki yönetimine karşı mesafeli dursa da, Kemalist hareketin
önde gelen liderleri -ki hareket 1919'dan itibaren oluşmuştu- Jön Türk ik
tidarı altında önemli sorumluluklar almışlardı. Mustafa Kemal İttihatçıla
rın modernleşmeci-radikal kanadından etkilenmiş, milliyetçiliğini de onlar
dan almıştı. Yirmili ve otuzlu yıllarda uygulamaya koyacağı reformlardan
bazıları 191o'lu yıllarda, dönemin önemli bir entelektüeli olan Abdullah
Cevdet tarafından yapılması öngörülen değişikliklerdi.
Bununla birlikte Mustafa Kemal'in hukuk ve kültür alanında ger
çekleştirdiği devrim hız ve çap yönünden daha önce yapılan reformların
hepsinden daha etkileyiciydi. Akılcı, pozitivist, Aydınlanma fılozoflarını ve
August Comte'u dikkatle okumuş. Leon Bourgeois'nın dayanışmacılığın
dan etkilenmiş aydın bir otokrattı. Milliyetçiydi, tek parti rejimi çerçevesin·
de karizmatik ve diktatoryal bir iktidar kurmuş, otoritesine karşı çıkanlara
ve hasımlarına karşı zaman zaman kaba kuvvete başvurmuş, yirmili ve
otuzlu yıllarda baş gösteren Kürt isyanlarını acımasızca bastırmıştı. Büyük
Savaş sırasında 1915'te Çanakkale' de, 1916'da Suriye cephesinde ve özellik·
le 1919-1922 arasında Anadolu' da verilen Kurtuluş Savaşı'nda kazandığı as·
keri zaferlerin ona halk ve seçkinler nezdinde sağladığı derin saygı sayesin
de ondan başka kimsenin yapamayacağı reformları -ki kimi yakınlarını ra
hatsız edecek ve ondan uzaklaştıracak kadar radikal olanları vardı- uygula
maya koydu. Yaşadığı süre boyunca şahsı kültleştirildi, pek çok yere heykel
leri dikildi ve kültleştirmenin bir simgesi olarak Büyük Millet Meclis'i
1934'te ona Türklerin atası anlamında "Atatürk" adını verdi. Bu kültleştir
me 1938'deki ölümünden sonra da devam etti ve Ankara'da bir tepeye inşa
edilen, naaşının 195J'te nakledildiği Anıtkabir bir tür tapınağa dönüştü.
Ancak altı çizilmesi gereken çok önemli bir husus vardır ve bu onu, döne
minde Avrupa'yı kasıp kavuran diğer diktatörlerden farklı kılmaktadır. Di
ğer diktatörlerin gözünde kurdukları rej im kendi başına bir amaç iken,
Mustafa Kemal otoriter bir rejimin hızlandırılmış bir modernleşme süreci
ni uygulamak için şart olduğunu düşünmekteydi. Ancak bu rejim geçici
olacaktı, zira reformlarının amacı nihai olarak bir demokrasi kurmaktı. İk-
Biz hiç şüphesiz milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizi bir arada tutan unsurdur.
İSM ET İNÖNÜ, Başbakan, 1925
Zikr. H. Bozarslan, Histoire de la Turquie contemporaine, 2004
Y rine göre çağdaş Türkiye, dini açıdan türdeş bir ülkedir. Böyle bir
izlenimin doğmasında şüphesiz, iki faktör etkili olmuştur. ilkin,
Sünnilik ezici ve görünür bir çoğunluktur. İkinci olarak, Osmanlı İ mpa
ratorluğu döneminde Anadolu'da yaşayan çok sayıda gayrimüslim bugün
Cumhuriyet nüfusunun sadece % o,2'sini oluşturmaktadır ve bu orana, Er
menistan'dan, Gürcistan'dan ve Moldovya'dan gelen çok sayıda göçmen de
dahildir. Aslında dini türdeşlik düşüncesini çürüten, başlıca özelliği çoğul
culuk olan Türk lslamı'nın kendisidir. Sünni Müslümanlar nüfusun % 75
ile % 8o'ini oluşturmakla birlikte, iman anlayışı bakımından iki farklı grup
tan oluşmaktadırlar. Ulemanın savunduğu geleneksel Sünnilik, aşın kural
cı, şekilci ve iktidara bağlıdır. Ancak Sünniliğin içinde, hem bu ülkede hem
da başka Müslüman toplumlarda mistik ve aşkıncı (ruhani) bir anlayış ve
uygulama da vardır: Tasavvufçuluk / Sufilik. Ayrıca, halkın geri kalam için
de % 20- % 25 olarak tahmin edilen bir bölüm de heterodoks bir inanç sis
temi olan Aleviliği benimsemiştir. Kesin sayılarım bilmek mümkün değil
dir, zira nüfus sayımlarında onlar da, pek çoğunun itirazına rağmen, dini
"İslam" olarak gösterilmektedir. Anadolu'daki çeşitli dinsel toplulukların
tarihi çok eskiye gider; en eskilerinden biri Tarsuslu Aziz Pavlus tarafından
kurulan Hıristiyan topluluktur. Pavlus, Tarsus'a komşu Antakya şehrinden
yola çıkarak Anadolu'nun bahsına ve daha öteye doğru birçok yolculuk yap-
44
alanında teşhis edilmelerini mümkün kılan görünür bir işaretleri yoktur.
Aynca, Osmanlı döneminde ve hatta cumhuriyet yıllarında ayırımcılık ve
dinsizlikle suçlandı.klan için, kendilerini görünmez kılmayı öğrenmek zo
runda kalmışlardır. Ancak, son yirmi yıldır haklarının tanınmasını açıkça
talep etmeye başladılar. Alevilik kendi içinde türdeş bir topluluk oluşturmu
yor; siyasi ve ruhani bakımdan birbirinden farklılaşan birçok akımdan mey
dana geliyor. Alevilerin büyük çoğunluğu laiklikten yana tavır almakta ve
İslamcılığa çok kesin biçimde karşı çıkmaktalar. Alevi heterodoksluğu, ken
dini bir din ya da mezhep içinde hapsetmek yerine, ruhani bir yaklaşım, bir
felsefe ve bir kültür olarak görme eğilimindedir. Alevilik, kadınlarla erkek
ler arasında eşitlik öngörmektedir ve başları örtülü olmayan Alevi kadınlar,
dini törenlerde erkeklerin yanında durmakta, onlarla birlikte dua etmekte,
şarkı söylemektedirler. Bu törenler (ayinler) camilerde değil, cemevi denen
özel mekanlarda yapılır. Ruhani liderleri erkek olabileceği gibi (dede), ka
dın da olabilir (ana). Aleviler, Şiizm'den (özellikle Tanrı'nın peygamberi
olarak kabul ettikleri Muhammed'in damadı Ali'ye bağlıdırlar) , sufılikten,
Türk şamanizminden, Kürt zoroastrizminden, aynca Yahudilikten ve H ı·
ristiyanlıktan pek çok unsur almışlardır. Alevi akımlarından biri Allah'ın,
Muhammed'in ve Ali'nin tek bir ilahi bütün oluşturduklarını ileri süren bir
teslise inanır. Azizleri, dini hiyerarşileri vardır ve ruhların başka bedenler
de yeniden yaşadığına inanırlar. Şunu da eklemek gerekir: Türk ve Kürt
milliyetçiliklerinin ikisi de Aleviliğe sahip çıkmakta ve onu kendi tarihinin
ve kültürünün bir parçası kabul etmektedir. Bu nedenle, PKK ile Türk or
dusu arasındaki savaşın doruk noktasına çıktığı doksanlı yıllar, Aleviliğin
en çok araçsallaşhnldığı dönem olmuştur.
Türkiye'dek:i dini çeşitliliğin bir başka veçhesini, geniş bir tabana
yaslanan tarikatlar şeklinde örgütlenmiş sufı akımlar oluşturmaktadır. Bu
akımlar, Türk:iye'nin toplumunda ve popüler kültüründe her zaman köklü
bir yer tutan, zaman zaman toplumun yapısını da belirleyen oluşumlardır.
Sufilik birçok açıdan geleneksel ve aynı zamanda resmi İslam'dan uzakla
şan, İ slamiyet'in mistik, hümanist ve aşk yönünü temsil eden veçhesidir.
Sufi olan kişi genellikle bireysel aşkınlık arayışında, imanla ilişkisinde da
ha cemaatçi ve kuralcı olan Sünni Müslüman' dan çok daha ileri gider. Dün-
50
ğiştirdi. Ancak 1999'da lideri A. Öcalan'ın tutuklanmasından sonra zor du
ruma düştü. PKK, Türk ordusunu yenemeyeceğini bilmektedir, ancak şid
det eylemlerine son vermesi ölüm fermanını imzalamak olacaktır. Çünkü
Türkiye Kürtlerinin her geçen gün, çıkarlarını Türk parlamenter sistemi
içinde savunan siyasi partilere doğru meylettiğinin farkındadır. Kürt soru
nunun demokratik gündemin parçası olması, bunu kendi varlığı için bir
tehdit olarak gören PKK dışında herkes için iyi bir şeydir. Diğer taraftan,
son zamanlarda Ergenokon davasının da ortaya çıkardığı gibi, "derin devlet'
denilen aşın ulusalcı örgüt ve çetelerin Türkler ile Kürtler arasında gergin
lik yaratmak için işledikleri cinayetler ve yaptıkları bombalı saldırılar, dev
letin içinde ve etrafında Kürt Sorunu'nun ve bu konudaki şiddetin devam
etmesini isteyen güçlerin varlığını kanıtladı.
Türk kamuoyunun aşın milliyetçi kanat dışında kalan kesimi, Kürt
sorununa askeri bir çözümün söz konusu olmadığını kavramıştır. Türk ve
Kürt halkları arasındaki tarihi bağlar ve ülkenin batısındaki büyük şehirler
de yaşayan Kürtlerin önemli bölümünün toplum ve ekonomiyle bütünleş
tiği göz önüne alınacak olursa, siyasi çözümün kaçınılmazlığı açıkça görül
mektedir. Siyasi bir çözüm, dağa çıkmış silahlı Kürtler için de bir çözüm
getirecektir. Kürt sorunu hem ulusal hem de bölgesel nitelikte bir sorun
dur. Kürt "azınlık" kendi içinde mütecanis bir bütün değildir. Farklılıkları
na bağlı olan ve bunların tanınmasını haklı olarak talep eden Kürtlerin Tür
kiye hallo.nın bir parçası olduğundan şüphe edilemez. Özgüllüğünün ta
nınması ve toplumla bütünleşmesi arasında aşılamayacak bir çelişki yok
tur. Yakın zamana kadar Kürt çıkarlarını temsil eden DTP (Demokratik
Toplum Partisi) 2007 Temmuz seçimleri ertesinde parlamentoda yirmi
milletvekilli bir grup kurmayı başarması siyasal bir çözümün bulunmasını
kolaylaştırabilirdi (Ancak bu parti de Anayasa Mahkemesi'nce 2009 sonun
da kapatıldı). Bu seçimlerde ortaya çıkan şaşırtıcı bir sonuç da, iktidardaki
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde
Demokratik Toplum Partisi'nden daha yüksek oranda oy almasıdır. Bu so
nuç, Kürt kökenli seçmenlerin silahlı mücadeleye karşı, demokratik çö
zümden yana tercih yaptıkları şeklinde yorumlanabilir. Öyle görünüyor ki,
Kürtlerin çoğunluğu temel haklarına bütünüyle saygı gösterilmesi, başka
58
duydukları Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink İstanbul'da, gene 17 yaşında
bir genç adam tarafından katledildi. Bu son katili yönlendiren ve silahını
sağlayan örgütün, İtalyan rahibi öldüren katile silahını veren örgütle aynı
olduğu anlaşıldı ve her ilci cinayette de, verilecek cezanın daha az olmasını
sağlamak amacıyla katillerin reşit olmayan gençler arasından seçildiği sap
tandı. Gene 2007'de Malatya'da, üç Protestan misyoner -biri Alman, ilcisi
Türk- bir grup genç tarafından boğazlan kesilerek öldürüldü. Gizli örgütler
tarafından planlandığı anlaşılan bütün bu suç olaylarında suçu fiilen işle
yenler yakalanıp mahkfun edilirken bunları planlayan ve canilere emir ve
renler, derin devletin "görünen" devletle kurduğu bağlar sayesinde korun
dular, yakalanmadılar. Demokrasinin sağlamlaşhrılması için, faşist nitelik
li bu derin devletin yok edilmesi ve onun da ötesinde ordunun siyaset üze
rindeki vesayetine son verilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan aşırı sağcıla
rın çok sevdikleri mitos uyarınca adını "Türk ırkı"nın ortaya çıktığı Orta As
ya'daki hayali yer olan "Ergenekon"dan alan örgütün dağıhlması ve örgüte
üye olan emekli generallerle halen görevde olan subayların 2008 Şubat'ın
dan itibaren yargı önüne çıkarılmaları çok önemlidir.
Bu faşist örgütlerin mensubu veya destekçisi olan yüzlerce kişinin
yargılandığı devasa davanın Türkiye Cumhuriyeti tarihinde benzeri yoktur.
Bu dava "derin devlet"in dokunulmazlığına son vermekte, liberal demokra
si ve gerçek bir hukuk devletinin önünü açmaktadır. Gerçi davanın yürütü
lüş şekli ve siyasal boyutu eleştirilmektedir. Zira bu davayı, AKP hüküme
tini 2008'de laikliğe aykırı davranışları dolayısıyla kapahlması için, ordu
nun da ısrarı ile yargı önüne çıkaran Anayasa Mahkemesi'ne karşı yapılan
bir misilleme olarak görenler de vardır. Bilindiği gibi, 2007'de % 47 ora
nında oy alarak iktidara gelmiş bir partiyi kapatma girişimi Türk demokra
sisi için çok kötü bir darbe olabilecekken başarısızlıkla sonuçlandı. Bu da
gösteriyor ki, toplum Silahlı Kuvvetler'in demokratik sistem üzerindeki ve
sayetini artık kabul etmiyor.
Silahlı Kuvvetler demokratik süreci, 1960, 1971 ve 198o'de yapılan
askeri darbelerle, 1997'de de hükümeti istifaya zorlayan bir "ültimatom
darbesi" ile kesintiye uğrattı. 2007 başında basın, belgelere dayanarak, üst
rütbeli subayların 2003-2004'te bir askeri darbe planladıklarını, fakat bu-
60
zırlayıp kabul ettirdiği 1982 Anayası'nın yerini alacak yeni bir anayasayı da
kapsayan demokratik reformlara başlayacağını bildirmişti. Kamuoyunun
desteğine rağmen milliyetçi partilerin ve ordunun sert direnişi karşısında
bu reformlardan vazgeçildi. Bu ortamda reformcu girişimleri destekleyen
güçlü bir sosyal demokrat akımın yokluğu özellikle hissedildi. Her şeye rağ
men, 2007-2008'in siyasi gerginliklerinin üstesinden gelinmesiyla reform
cu girişimler 2009'da "Kürt açılımı" etrafında yeniden gündeme geldi.
Türkiye'de demokratikleşme süreci, varış noktası belli olmayan, gü
zergahında yokuşlar, inişler, geriye dönüşler ve hatta zoraki duraklamalar
(askeri darbeler) bulunan bir engelli koşuya benzemektedir. Demokrasiye
geçiş, 1876'da başlayan uzun bir demokrasi öncesi dönemin ardından çok
partili rejime geçilmesiyle 1946'da başladı. Altmış küsur yıl sonra, hiç kü
çümsenmemesi gereken bir yolun kat edilmesine rağmen ülke henüz Batı
Avrupa'da geçerli olan demokrasiye benzer bir demokratik rejim kurama
dı. Batı Avrupa demokrasisi derken kastettiğimiz şey, sadece özgür seçim
lerin yapılması değil, bunun ötesinde hukuk devleti, bireysel hak ve özgür
lüklere eksiksiz saygı gösterilmesi ve aynca, vatandaşların kamu alanında
tartışarak oluşturdukları görüşlere iktidarın saygı göstermesini öngören bir
demokrasi modelidir. Türk demokrasisi daha o düzeye erişemedi. Fakat,
2007 ile 2009 arasındaki siyasal krizlerin demokratik kurumlar çerçevesin
de üstesinden gelinmesi ve Silahlı Kuvvetler'in vesayetinin sonunun gel
mesi olasılığı rejimin bu hedefe varma şansının güçlendiğini gösteriyor.
Demokratikleşme sürecinin başından bugüne kadar geçen süreyi
-altmıştan fazla yıl- çok uzun bulabilir ve Türkiye'nin günün birinde ger
çek bir demokrasiye kavuşmasından kuşkuya düşebiliriz. Ne var ki, demok
rasi bir günden öbürüne hemen kurulabilecek bir rejim olmadığı gibi, dı
şarıdan, baskı ve hele 2003'ten bu yana Iraklıların hergün ıstırap içinde
gördükleri gibi bombalar yoluyla dayatılması mümkün değildir. Demokra
siyi kurmak uzun soluklu bir uğraştır ve Türkiye'nin demokratikleşmede
harcadığı zaman, bazı Batı Avrupa ülkelerinde meydana gelen gelişmeler
gözönüne alındığında hiç de bir istisna gibi görülmemelidir. Örneğin, Al
manya'da çok partili düzene 187o'li yıllarda geçilmişti ama, istikrarlı bir de
mokrasinin kurulması ancak seksen yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın ar-
TO R K İY E ÜZ ER İ NE BASMAKALIP DOşONCELER 61
dından gündeme geldi ve demokrasi bu ülkede gerçek anlamda yetmişli yıl
lardan sonra yerleşti. Fransa'ya gelince, Fransız Devrimi ile 187ı'de III.
Cumhuriyet'in kurulması arasında seksen yıl geçti ve Fransa'daki demok
ratik rejimin olgunlaşabilmesi için uzun bir süre daha beklemek gerekti.
62
"GECEYARISI EKSPRESİ TÜRKİYE1DEKİ
İ N SAN HAKLARI NIN DURUMUNU
GÖZLER ÖNÜNE SERM E KTE DİR"
64
san haklarına saygı göstermeyen ülkeler listesinin en üstünde olmak gibi
utanç verici bir konuma geldi. Bu durum, Türkiye'ye uluslararası planda çok
büyük zarar vermekte, aynca ödemek zorunda kaldığı yüksek tazminatlar
kamu bütçesine yük olmaktadır. Genel olarak bu alanda sağlanan ilerleme
nin çok yavaş ve kısmi olduğunu belirtmeliyiz. Aynca insan haklan savunu
cularına sık sık saldırıldığı -zaman zaman saldırılar fiziki şiddet boyutuna
varmaktadır- ve haklarında davalar açıldığı görülmektedir.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye adaylığı statüsünü kazanmasın
dan sonra insan haklan tablosu 2000 yılından itibaren iyileşmeye başladı.
İnsan haklarını ilgilendiren bir dizi önemli anayasa ve yasa değişildiği ka
bul edildi. Ölüm cezası kaldırıldı, kadın haklan Avrupa normlarına uygun
şekilde iyileştirildi (örneğin, o vakte kadar kocaya ait olan aile reisliği statü
sü kaldırıldı), Kürtçe'nin özel kurumlar eliyle öğretilmesi ve bu dilde yapı
lan radyo ve televizyon programları yasallaştırıldı, azınlık dinlerini ilgilen
diren kısıtlayıcı yasalar daha liberal bir yönde değiştirildi. Yeni bir Ceza ve
Ceza Usul Kanunu kabul edildi, kamu görevlilerince işkence yapılması ya
saklandı ve o vakte kadar hiç gündeme gelmemiş olan işkencecilerin ceza
landırılması uygulaması başlatıldı.
Bütün bu ilerlemelere rağmen Türkiye'de insan hakları ve özgür
lüklerin durumu tatmin edici olmaktan uzaktır. Reformların uygulamaya
konulmasında aksaklıklar vardır. Kürtçe konuşan halka tanınan kültürel
haklar çok yetersizdir. Azırılık dinlerine mensup vatandaşların, Alevilerin,
Hıristiyanlann, Yahudilerin ibadet özgürlükleri için de aynı şey söylenebi
lir. Temel özgürlükler, eskisine göre çok daha demokratik olması beklenen
Ceza Kanunu'nda gene kısıtlanmıştır. Bu özellikle 301. madde için söz ko
nusudur. Bu madde sık sık, hayli muğlak bir kavram olan "Türklüğe haka
ret" gerekçesiyle kullanılmakta, adaletin saptırılmasına yol açmaktadır. Söz
konusu madde milliyetçi yargıçlar tarafından, kamu alanında Kürtlerin de
mokratik talepleri ya da Ermeni Soykırımı gibi konulan özgürce tartışmak
isteyen entelektüelleri, yazarları -2006 Nobel Edebiyat ödülünün sahibi
Orhan Pamuk gibi- gazetecileri ve yayıncıları yargı önüne çıkarmak için sık
ça başvurulan bir yasa hükmüdür. Avrupa Birliği'nin ve Türkiye'deki de
mokrat çevrelerin baskısıyla, çok muğlak olan bu madde daha kesin bir ifa-
66
" İ S LAMCILIK TÜRK LAİ KLİGİNİ
TEH D İT ETMEKTED İ R. "
68
tiklerini söylemektedirler. Oysa, teslim etmek gerekir ki, halkın çoğunluğu
nun Kemalist laikliği içine sindirememesi önemli ölçüde bu otoriter ve ka
h laiklik anlayışından kaynaklanmışhr. Laikliğin en büyük güvencesi bütün
sosyal ve etnik grupları içine alan özgürlükçü bir demokrasidir.
Öte yandan, Türkiye'deki laikliğin çok ciddi olarak reformdan geçi
rilmeye ihtiyacı vardır. Bu laiklik, devlet ile kiliseyi anayasal olarak birbi
rinden ayıran Fransız tarzı laiklik ile Osmanlıların dini yönetme tarzının
bir karışımıdır. Osmanlılar Bizans'tan sezaro-papizm denilen bir anlayışı
ödünç almışlardı. Buna göre siyasi iktidar kiliseyi kontrol etmekte idi ki,
bu anlayış Ortodoks dinine bağlı toplumlarda bugün de geçerlidir. Bu
Türk usulü laiklik, doğrudan laiklik kavramının kendisine, demokrasiye
ve insan haklarına ters düşen kimi özellikler taşımaktadır. Devlet Türki
ye'de mevcut olan değişik inançlara karşı eşitlikçi olmayan, ayırımcı bir ta
vır benimsemiştir. Farklı mezhepler arası ilişkileri yönetme durumunda
olan Diyanet işleri Başkanlığı, laik bir yüksek memur tarafından değil,
Sünni Müslüman bir din görevlisi (müftü) tarafından yönetilmektedir. Bu
teşkilatın kadrosu, maaşları devlet tarafından ödenen imamları da dahil
edince dev boyutlara erişmektedir. Diyanet işleri, her cuma camilerde ve
rilen vaazların konusunu tayin ederek, imanın içeriğine de müdahele et
mektedir. Böylece tutarsızlığın zirvesine çıkılmakta, laik devlet lslam'ın
nasıl yorumlanacağına bile karışmaktadır. Devlet lstanbul'daki Ortodoks
Patrikliği'nin iç işlerine de müdahale etmektedir. Tarihsel olarak ulusal
Ortodoks kiliseler arasında ueşitler arası birinci" (primus inter pares) olmak
gibi bir işlev yüklenmiş olan Patriklik -ki Rus Ortodoks Kilisesi bu ilkeyi
tanımamaktadır- ökümenik (evrensel) olma iddiasındadır. Oysa devlet, Or
todoks patriğini sadece ulusal bir kilisenin başı olarak tanımaktadır. Hey
beli Ada'daki Ortodoks papazları eğiten dini okul 197ı'den beri kapalıdır.
AKP hükümeti defalarca bu kurumun yeniden açılmasına izin vereceğini
açıkladı, fakat bunu şimdiye kadar gerçekleştirmedi. Camilerin bakımı
devlet tarafından yapılmakta, ama diğer inançlar, Aleviler, Hıristiyanlar ve
Yahudiler devletten tek bir kuruş bile yardım almamaktadırlar. Daha da
vahimi, gayrimüslim dini vakıflar 193o'lu yıllardan bu yana ayrımcılığa ta
bi tutuldular ve çeşitli bahanelerle sahibi oldukları taşınmaz mallara el
72
hiçbir şekilde, milliyetçi çevrelerin laikliği savunma adına öngördükleri
otoriter bir rejimden geçemez. Böyle bir yola girmek, demokrasinin gerile
mesine ve İslamcılığın yükselmesine yol açacaktır. Çözüm, aksine, olgun,
başka bir çağdan arta kalmış talantılardan kurtulmuş sağlam bir demolcra
sinin kurulmasından ve yasalarda laikliği 1920-3o'lu yılların otoriter niteli
ğinden arındıracak ciddi bir reform yapılmasından geçmektedir.
74
Türkiye'nin üyelik perspektifi, geçmişten gelen bazı önyargı ve kli
şelerin şaşırtıcı derecede güçlü, yer yer karikatüre varan biçimlerde günışı
ğına çıkmasını tetikledi. 2002-2003'te Avrupa'da yapılması çok yerinde
olan "Türkiye sorunu" ile ilgili tartışma kısa sürede siyaset alanından çıka
rak Türkiye'nin özü ve ait olduğu kültür yönünden Avrupa-dışı olduğunu
savunan kaygan bir alana oturdu. Öze dayalı görüşleri savunanlar Türki
ye'nin gerekli kriterleri yerine getirse bile hiçbir zaman Avrupa'ya üye ola
mayacağı savını bir dogma seklinde bastırmaya çalıştılar. Avrupa'nın altına
imza attığı bütün resmi taahhütleri ve Birliğin kurallarını hiçe sayarak Tür
kiye'nin üye olabilmesi yolundaki ilke kararının derhal terk edilmesini ta
lep ediyorlardı. İki taraf arasında müzakere ve uzlaşma konusu edilebile
cek, akılcı ve nesnel sorunların hepsi (insan haklarının durumu, 70 milyon
nüfuslu bir ülkeye Brüksel kurumlarında nasıl bir yer verileceği, işçilerin
serbest dolaşımı ya da tarıma ve yoksul bölgelere verilecek desteklerin ma
liyeti gibi konular) bir anda kamusal tartışma gündeminden düştü. Üyelik
karşıtı cenahın başını çeken Avrupalı muhafazakar partiler, özellikle Hıris
tiyan demokratlar (Fransa'da UDF ve UMP, Almanya' da CDU-CSU gibi),
Avrupa projesini tanımlayan, üyelerini bir arada tutan evrenselci ilkelere
sırtlarını dönerek kimlik ve cemaatçilik tezlerine öncelik vermeyi tercih et
tiler. Bunu yapmakla Avrupa Birliği'ni kendi içinde böldüler ve dış dünya
ya kapalı, kendi dar alanında hükümran olma peşinde, tedirgin bir Avrupa
imgesinin ortaya çıkmasına yol açtılar.
Buna ek olarak, Türkiye'ye kuşkuyla bakan F. Bayrou ve A. Lamasso
ure gibi bazı sağcı siyasetçiler bu kültürcü yaklaşımlara jeopolitik ve strate
jik elbiseler giydirmeye çalıştılar. Onlara göre Avrupa ile Asya arasındaki sı
nır İ stanbul Boğazı'ndan geçmekteydi, dolayısıyla topraklarının % 9o'ı As
ya'da yer alan Türkiye Avrupa'da değildi. Oysa bilindiği gibi sınırlar siyasi
uzlaşmalarla veya savaşlarla belirlenir. Altmışlı yıllarda de Gaulle, Avru
pa'nın Atlantik'ten Ural'a (Türkiye'nin doğu sınırlarının çok daha doğusun
da yer alan sıradağlar...) uzandığını söylerken kimse bunu tuhaf bulmamış
tı. Öte yandan, Türkiye'ye "evet" denilmesinin ileride, Ukrayna'ya, Rusya'ya,
Gürcistan'a, Ermenistan'a, İsrail'e ve Fas'a "hayır" demeyi imkansız kılaca
ğı yolundaki itirazın da gerçeklerle sınandığında iler tutar tarafı kalmamak-
80
hütlerini yerine getirmediği gerekçesiyle gümrük birliğini, sadece Kıbns dı
şında kalan Avrupa'ya yeni üye olmuş ülkelere açtı. Bu olumsuz tavır nede
niyle Avrupa Birliği 2006 yılının sonunda Türkiye ile açılması beklenen se
kiz müzakere başlığını açmamaya karar verdi. Burılar, taşımacılık ve ticaret
gibi Gümrük Birliği'ni ilgilendiren başlıklardı. AB bu konuda Ankara'ya
2009 sonuna kadar zaman tanıdı ve sorun çözülmeyince de, öngörülmüş
olmasına rağmen Türkiye ile üyelik müzakerelerini kesmeyi göze alamadı.
2009'da Kıbns Cumhuriyeti ve KKTC Başkanlan'nın ikili görüşmeler yü
rütmelerine rağmen sorun tam anlamıyla çıkmazdadır.
Öte yandan, Türk devletinin toplum içinde Ermeni Soykırımı konu
sunda tarihsel gerçekler ve bellekle ilgili tartışmaları özgürce yapabilmesi
nin koşullarını hazırlaması gerekmektedir. Avrupa Birliği'nin de kendi
bünyesi içinde, müzakereler etrafında yaratılan kaypak iklime bir son ver
mesi çok önemlidir. Gerçekten de, müzakereler fazlasıyla yavaş ilerlemek
tedir ve kamu alanındaki tartışmaların akılcılıktan çıkıp öz üzerinde odak
lanmasının kurbanı olan müzakere süreci konusunda güven tazelemek ge
rekmektedir. Avrupa, müzakerelerin bitiş tarihini mutlaka belirlemelidir;
Türkler bu bakımdan cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2023
tarihini telaffuz etmeye başlamışlardır. Her ilci tarafın çıkan, müzakerele
rin düzgün koşullarda yürümesini gerektiriyor ki, bu koşullar mevcut değil
dir. Müzakerelerde başarısızlığa uğranması Türkiye tarafından bakıldığın
da her açıdan olumsuz sonuçlar verecektir. Öte yandan, Avrupa Birliği de
kendi iç bütünlüğü ve dünya çapında oynayabileceği rol bakımından hayli
yüksek bir bedel ödemek zorunda kalacaktır. Zira halen, Alman sosyolog
W. Lepenies'in "dünyanın Avrupa dışılaşmasın ve Hintli tarihçi D. Chakra
barty'nin "Avrupa'nın taşralaşması" adını verdikleri uzun vadeli bir geliş
me yaşanmaktadır. Müzakereler ise o kadar yavaş ilerlemektedir ki, dur
muş olduklarından bile söz edilebilir. Bu durgunluk özellikle Almanya'da
ve Fransa'da Türkiye'nin üye olmasına ilke olarak karşı olan Angela Merkel
ile Nicolas Sarkozy'nin iktidara gelmeleriyle belirginleşmiştir. Müzakere
başlıklarının neredeyse yarısı bloke edilmiş durumdadır. Üyeleri, küresel
iktisadi kriz, enerji politikaları, Türkiye ile ilişkiler gibi en önemli konular
da bölünmüş olan AB her açıdan yan felç haldedir. Lizbon Anlaşması'nın
82
"CUMHURİYET, OSMAN LI E RMENİLE RİNİN
UGRADIGI KATLİAM I TANI MAYI
REDDETM EKTEDİR."
... Ermenileri katlanılması imkansız şartlara...
mahkum eden korkunç suçlar işlenmiştir.
General Mustafa Kemal tarafından, Ocak 1919'da,
İstanbul'daki Osmanlı Askeri Mahkemesi'ne verilen ifade
84
kının kavramı, kuşkusuz 1915 olaylarından sonra geliştirilmiştir. Geriye dö
nük olarak işletilemez ve soykırımdan doğrudan sorumlu olan Osmanlı
İmparatorluğu da tarihe kanşmışbr. Ermeni Soykırımı meselesi günümüz
de varlığını, tarih, bellek (anı ) ve etik açılarından korumaktadır, ayrıca si
yasi ve diplomatik boyutları vardır.Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası
hukuk açısından bu soykırımda direkt sorumluluğu yoktur. Buna karşılık
Cumhuriyet'in, mallarına el konmuş Ermeni ailelerinin varislerine tazmi
nat ödemesi etik ve hakkaniyet gereğidir.
Peki, katliamlardan sonra kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti
soykırımı neden inkar etmektedir? Cumhuriyet, iki tarafın da katliam yap
tığını, Osmanlı yönetiminin 1914-1918 savaşı bağlamında Rus işgal kuv
vetleriyle işbirliği yapan ve sivil Türkleri öldüren Ermeni milislerine kar
şı kendini savunduğunu ileri sürmektedir. Bu milislerin varlığı ve vahşet
yaptıkları doğrudur. Ne var ki bu gruplar bir azınlık oluşturmaktaydı; oy
sa tehcir ve katliamlar Ermeni nüfusunun savaş bölgelerinden çok uzakta
yaşayanlarla birlikte tümünü hedeflemişti. Bir devlet tarafından uygula
nan kitlesel kıyımla silahlı çeteler tarafından yapılan katliamlar aynı kefe
ye konulabilir mi? Osmanlı yönetimi, büyük çoğunluğu silahlı eylemlere
karışmayan Ermeniler de dahil olmak üzere, tüm vatandaşlarını koru
makla yükümlü değil miydi? Bu trajediyi mutlak bir tabu haline getirip bir
tür devlet gerçeği olarak dayatmak ve Türkiye sivil toplumunu dilsizleştir
mek niye? Cumhuriyet'i kuruluşundan önce, 1915'te meydana gelmiş ol
guları inkar etmeye ve onu uluslararası toplumda köşeye sıkıştıran böyle
sine ağır bir sorumluluğu üstlenmeye iten nedir? Bilindiği gibi, araların
da Fransa'nın da bulunduğu yirmi ülke Ermeni Soykınmı'nı tanımıştır ve
bazı ülkelerde (İsviçre gibi) soykırımın inkarı cezayı gerektiren bir suç sa
yılmıştır. Yakın bir gelecekte Avrupa Birliği'ne üye yirmi yedi ülke de ben
zer bir karar alabilir. Nitekim, 2007 M ayıs'ında Avrupa Bakanlar Konse
yi, insanlığa karşı işlenmiş suçların inkarını cezai müeyyideye bağlayan
bir yönerge kabul etti. Bu yönergenin bir özelliği geriye dönük zaman sı
nın getirmemesi ise ikinci bir özelliği de önümüzdeki iki yıl içinde üye ül
kelerin hepsinin ulusal yasalarına dahil edilmesinin öngörülmüş olması
dır. Amerika Birleşik Devletleri Kongresi de Ermeni Soykınmı'nı tanıma-
86
kendine güvenen modern bir Türk milleti yaratmaktı.Yeni ulusu yücelt
mek, kendine saygı ve onur duygularını kazandırabilmek için kökenleriyle
ilgili efsanevi bir büyük anlatı yaratmak söz konusu idi. Ermenileri imha et
mek kadar büyük bir suçun işlendiğini ve buna sonradan Cumhuriyet'in
yöneticisi olacak kişilerin katıldıklarını kabul etmek, bu kurucu efsane ile
çelişecekti. Bu nedenle bu tabu, devlet kadrolarının düşünce yapılarına de
rinden işledi. Birbirini izleyen birçok kuşaktan Türk, okulda "sözde soykı
nm"dan dem vuran ve Ermenileri Türkiye'nin düşmanı gibi gösteren res
mi "gerçeği" öğrenerek yetişti.
Ne var ki, son birkaç yıldır Ermeni Soykırımı etrafında oluşturulan,
neredeyse Stalinci paranoya iklimi değişmeye, sessizlik duvarı çatlamaya
başladı. 2ooo'li yıllardan bu yana meydana gelen pek çok olumlu gelişme
gibi bu değişimin de arkasında Avrupa Birliği'ne katılma perspektifi vardı.
Fakat asıl neden, iki oluşuma bağlı olarak Türk sivil toplumunda meydana
gelen bilinçlenme idi. ilk olarak, küçük bir grup Türk tarihçi ve toplumda
saygınlığı olan birkaç entelektüel ve gazeteci topluma, 1915-1916'da gerçek
ten neler yaşandığını anlatmaya başladılar. Aynı derecede etkili olan bir
başka gelişme de, bir avuç insanın anılarını yayımlamaya başlamasıdır. Bu
yazarlar, büyükannelerinin tehcir sırasında kaçırılan ya da kurtarılan, son
radan Müslümanlaştırılan ve ailenin bir genciyle evlendirilen küçük Erme
ni kızlan olduğunu keşfetmişlerdi. İlki Fethiye Çetin'in Anneannem (Metis,
2004, 8. baskı 2008) kitabı olan bu eserlerden bazıları çoksatan kitaplar lis
telerine girdi ve anlatılardan giderek soykırımın vahşetini ve yol açtığı
dramları kavramaya başlayan kamuoyunu çok duygulandırdı. Türkiye top
lumunun o vakte kadar iflah olmaz düşmanlar gibi algılayageldiği Ermeni
lerle olan ilişkisi insanileşti. Konuya bağımsız Türk tarihçiler de sahip çık
tılar. 2005'in Eylül ayında Türkiye'de ilk kez, Ermeni Soykınmı'nı ele alan
bir uluslararası tarihçiler konferansı toplandı.
Ancak Türk devleti bu sorunla ilgili kamuoyu önünde yapılan tartış
maları engellemekten vazgeçmedi. Soykırım adını telaffuz eden entelektü
eller, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk da dahil olmak üzere ad
li kovuşturmaya uğradılar ve devletin bazı güvenlik aygıtları tarafından des
teklenen aşın milliyetçilerden ölüm tehdidi aldılar. Nitekim bu çevreler
88
landırılan, iki ülkenin milli takımlarının maçı vesilesiyle Türkiye Cumhur
başkanı Abdullah Gül'ün Erivan'a gitmesiyle gerçekleşti. ABD'de Ermeni
Soykırımı'nın tanınmasına taraftar olan B. Obama'nın başkan seçilmesi,
Ankara'yı Erivan ile yakınlaşma sürecini hızlandırmaya ve 2009 sonunda
ortak sınırın açılacağını ve 1915 katliamlarını araşhrmak için ortak bir tarih
çiler komisyonunun kurulacağını açıklamaya götürdü. Nitekim 2009
Ekim'inde Zürih'te iki ülkenin Dışişleri Bakanları diplomatik ilişkilerin ye
niden başlamasını ve sınırların açılmasını öngören iki protokol imzaladılar.
Yakın zamanlara kadar kimsenin hayal edemeyeceği bu netice iki halkın
barışmasına gidebilecek bir süreci başlath. Fakat bu süreç çok kırılgan. Tür
kiye açısından, bu protokollerin yürürlüğe girmesi Karabağ ihtilafının çö
zümüne doğru ilerlemelerin olmasına ve Ermenistan ordusunun Azerbay
can' da Karabağ dışında işgal ettiği topraklardan çekilmesine bağlı. Diğer ta
raftan Ermeni diyasporası, soykırımı zikretmeyen bu protokollere kesin şe
kilde karşı.
Osmanlı Ermenilerine verilmiş olan muazzam acıların tanınması
için, Türk toplumunun içinde meydana gelen gelişmeler diplomasi alanın
dakiler kadar, belki onlardan da önemlidir. Bu bağlamda Aralık 2008'de,
dört Türk entelektüeli basında ve intemette, sonradan 30.344 yurttaş tara
fından imzalanan kısa, fakat çok etkin bir bildiri yayımladı. Bu metinde,
"1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket'e duyarsız ka
lınmasını, bunun inkar edilmesini benim vicdanım kabul etmiyor ( . . . )" ve
" Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyo
rum" diyerek, soykırımı diplomatik ve hukuksal alandaki sağırlar diyalogu
nun ötesinde yer alan bireysel ve etik düzeye taşıdılar. Yurttaşlarının vicda
nına seslenip her birinin kişisel olarak 1915 katliamlarının belleği ve gerçe
ğiyle ilgilenmelerinin gereğini hahrlathlar. Bu mütevazı görünen bildiri
cumhuriyetin kurulduğu yıllardan beri devletin Ermeni Soykırımı konu
sunda topluma dayattığı tabuya indirilen en ciddi darbedir. Türk toplumu
nun 1915 katliamlarını soykırım olarak kabul etmesi kolay olmayacak ve za
man alacakhr. Ama, hiç değilse bu konuda tarhşma başladı ve Ermeniler ile
diyalog kurma hedefi bir ütopya olmaktan çıkh.
T uzun bir geçmişi vardır. Cins eşitliğinin gerekli temeli olan hukuk
alanında sağlanan gerçek ilerlemelere rağmen çok yavaş değişen
zihinsel yapılanmadan kaynaklanan sorun olduğu gibi duruyor. Türki
ye'de kadınların çok büyük çoğunluğu l.ki geleneğin, ataerkil ve İ slami ge
leneklerin baskısı altında yaşamayı sürdürüyor. Bunlardan ilki daha eski
dir ve kadınlara gerek özel gerek kamusal alanda verilen düşük statüyü be
lirleyen asıl gelenektir; İ slami gelenek de bunu beslemektedir. Otuzlu yıl
larda şair Nazım Hikmet, Anadolu kadınıyla ilgili olarak "sofradaki yeri
öküzümüzden sonra gelen kadınlanmız" dizelerini yazmıştı. Ataerkil zih
niyetle ilgili olarak etnolog Germaine Tillion, Harem ve Kuzenler (1966,
Türkçesi 2006) adlı kitabında "Cebelitarık'tan lstanbul'a ( . . . ) Akdeniz'de
( ... ) görülen bir olgu, abartılı bir alınganlığın erkek hoyratlığına eşlik etme
sidir ( . . . ) bunu tamamlayan bir olgu da kadın iffetinin dramatikleştirilme
sidirn (s. 89) diye yazar. Erkek namusunun kefaretini ödemek gibi ağır bir
yük altında ezilen kadınlar zihni ve bedensel özgürlüklerinden yoksun bı
rakılmışlardır.
94
olunmuştu, ama bunlar bağımsız (otonom) örgütler değildi. Bağlı oldukla
rı Marksist ve komünist örgütler ise kadınların kurtuluşunun ancak prole
tarya devriminin gerçekleşmesiyle mümkün olabileceğine inanıyorlardı.
Türk kadınlan bağımsız bir feminist hareket oluşturmaya 1980-1983
arasında, askeri diktatörlük yıllarında başladılar. Amaçlan, kadın haklarını
ve toplumdaki yerlerini iyileştirmeyi, geçmişte olduğu gibi tepeden inme
yöntemlerle değil, kendi verecekleri mücadeleler yoluyla sağlamaktı.Yaşa
dıkları ezilmenin hakim sınıflardan ziyade, ataerkil sistemden, bu sistemin
egemenleri olan erkeklerden kaynaklandığının bilincine vardılar. Kendileri
ni, devlet, millet, siyasi ideolojiler ve ahlak konularında erkekler tarafından
kurgulanmış egemen söylemlerin etkisinden kurtardılar. Çok sayıda femi
nist örgüt, kadınların siyasal hayata katılımı konusuna odaklanan KA-DER
ya da erkek şiddetinin kurbanı olmuş kadınlan savunan "Mor Çatı" gibi der
nekler oluşturdular, dergiler çıkardılar, yayınevleri kurdular. Kamu alanında
ataerkil ahlakı eleştirmek için, genelevlerin önünde "Hepimiz fahişeyiz" di
ye bağırmaya bile cüret ettiler. 199o'lı yıllarda Türkiye'nin gördüğü gerçek
anlamda ilk demokratik ve çoğulcu hareketi onlar yarattı. Hareket içinde "ra
dikal" feministlerle, "eşitlikçi" (Kemalizmin içinden gelen) feministler, "İs
lami" feministler ve "Kürt " feministleri yan yana geldiler, kadınlara yönelik
şiddete karşı mücadeleyi birlikte yürüttüler. Hareket artık batının büyük şe
hirlerinden taşmış ve Anadolu'ya yayılmaya başlamıştı.
2ooı'de muhafazakarların çoğunlukta olduğu bir Türkiye Büyük Mil
let Meclisi'nin, kadın hareketinin baskısıyla, Medeni Kanun'un kocayı ailenin
reisi kabul eden hükmünü ortadan kaldıran bir değişikliği kabul etmesi, ka
zandıkları en önemli başarılardan biridir. 2003'te, 1981'de kabul edilmiş kür
taj hakkını ortadan kaldırmaya çalışan AKP hükümetini geri adım atmaya zor
ladılar. 2004'te bir kez daha dev bir kampanya düzenlediler; bu kez konu, ka
dın zinasını (erkek zinasından farklı olarak) yeniden suç haline getirmek iste
yen AKP önerisiydi ve hükümet söz konusu maddeden vazgeçmek zorunda
kaldı. 2005'te yürürlüğe giren yeni Ceza Kanunu kadın haklarına saygı esası
na göre düzenlenmişti ve bu haklan Avrupa normları düzeyine getirdi.
Fakat yasa, tek başına sosyal gerçekliği değiştirmeye yetmez. Seç
kinler bir yana bırakılırsa, Türkiye'de cinsler arası eşitlik, gerçekleşmesi da-
irçok Avrupalı'nın gözünde Türkiye' de iki ayrı dünya yan yana ya
100
nin, kırsal bölgelerin, bunların yanı sıra da bütün büyük şehirleri çepeçev
re saran dev gecekondu mahallelerinin ortadan kalkması, Türkiye'nin an
cak uzun vadede üstesinden gelebileceği çok büyük bir meseledir. Kişi ba
şına gelir üzerinden hesaplandığında zengin batı bölgeleriyle yoksul doğu
arasındaki fark ı'e ıo'dur. Zengin bölgelerde okur yazarlık oranı % ıoo'e
ulaşmış iken öteki bölgelerde bu oran % 70 dolayındadır.
Fransa'daki Türkiye kökenli göç içinde büyük çeşitlilik taşıdığı için ... ,
tipik bir Türk göçmeni profili yoktur.
G. PETEK
Turcs en France: Album de familles, Elele, 2006
102
EHESS (Sosyal Bilimler Yüksek Araştırma Enstitüsü) , Siyaset Bilimi Oku
lu gibi kurumlarda araştırmacı, Paris Üniversitesi nöro-cerrahi bölümünde
hekim, Milli Eğitim Bakanlığı'nda müfettiş, Fransa'nın en büyük fotoğraf
ajansının kurucusu, Fransız basınında gazeteci ya da karikatürcü, demek
yöneticisi, modacı ya da yazar, piyanist, ressam olarak mesleklerini icra
eden bir zümredir. Karşılaştıkları özel bir sorun yoktur. Topluma entegre
olmuş ve Fransız seçkinlerinin bir parçası haline gelmişlerdir.
Günümüzde Fransa'da 350.000-400.000 arasında Türkiye kökenli
göçmen vardır. Bunlara sayıları 80 bin civarında tahmin edilen, "yasadışın
yollardan gelmiş göçmenler de eklenmelidir. Göçmenler arasında Fransız
vatandaşlığına geçmiş olan kadın ve erkekler azınlıktadır. Göçmenler ara
sındaki işsizlik oranı, Mağriplilerde olduğu gibi % 25'e ulaşmaktadır. Etnik
açıdan bakıldığında çoğunluk Türktür, ama aralarında çok sayıda Türkiye
kökenli Kürt bulunmaktadır. Göçmenlerin önemli bir bölümü, Paris'te
(" Küçük Türkiye" denilen Saint-Denis Mahallesi), Paris'in kuzeyindeki çev
re illerde ve Fransa'nın Rhone-Alpes ve Provence-Côte-d'Azur gibi bölgele
rinde yerleşmişlerdir. Göç dalgası 196o'lı yıllarda, kırsal kökenli vasıfsız iş
çilerin, ailelerini yanlarında getirmeden, fabrikalarda çalışmaya gelmeleriy
le başladı; tek amaçlan bir miktar para biriktirip bir an önce memlekete
dönmekti. 197o'li yıllarda sayıca daha kalabalık olan ikinci kuşak göçmen
ler, inşaat, çeşitli sanayi işletmeleri, konfeksiyon, hizmetler, ticaret, eğitim
ya da sosyal yardım alanlarında çalıştılar. Bu yeni gelen göçmenlerin % 60
kadarı Anadolu'nun doğusundan ya da ortasından gelmişti; eğitim ve hayat
seviyesi daha yüksek olan Ege kökenli göçmenlerin oranı ise % ıo'a düş
müştü. 1974'ten itibaren göçmenler ailelerin birleştirilmesi kararından ya
rarlandılar. Bu, göçmenlerin "memlekete dönmen ya da göç ülkesinde
"uzun süre kalman yolunda aldı.klan kararlar üzerinde çok belirleyici oldu.
Bu da, kuşkusuz, göçülen ülkeye entegre olma ya da en azından ayak uy
durma yönünde atılan adımlan etkiledi.
Türkiye kökenli göç hareketinde göç edilen ülkede yatırım yapma
projesini öngören müteşebbislik ruhu önemli bir rol oynadı. Ancak, böyle
bir proje için gereken birikimi sağlamak, genellikle öngörülenden daha
uzun süreli bir çabayı gerektiriyordu. Fransa'da kalma süresi buna bağlı
106
liği'ne üye ülkelerde yayımlanan yıllık toplam kitap sayısından yüksektir
çok canlı bir kültürel ve entelektüel hayatla da dikkat çekiyor. Tabandan ge
len bu hareket demokrasiden yanadır. Anadolu'nun belli bir refah düzeyi
ni yakalamış Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinin yam sıra Orta Anadolu,
Karadeniz ve ülkenin en yoksul kalmış Doğu ve Güneydoğu bölgeleri de
kallanmakta ve modemleşmektedir.
Fakat, Avrupa nomılanm yakalayabilmek için yapılması gereken da
ha pek çok reform vardır. Bunlar, hukuk devleti ve demokrasi ("derin dev
let"ten, askeri vesayetten ve milliyetçilikten kurtulmak için) , insan haklan
ve özgürlükler (Kürt, Alevi ve gayrimüslim vatandaşların taleplerine cevap
vermek ve temel özgürlükleri garanti altına almak için), belleğin sorgulan
ması (Ermeni Soykınmı'ından başlayarak geçmişte işlenmiş suçlan akılcı
lıkla ve sorumlulukla irdelemek için) , cinsler arası eşitlik (ataerkil gelenek
leri eğitim yoluyla ve feminist örgütleri destekleyerek geriletip yok etmek
için) ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler (gelir eşitsizliğini gidermek ve eğitim,
sağlık konularında herkesin kamu hizmetlerinden yararlanmasını sağla
mak için) konularında yoğunlaşmaktadır.
Türkiye, geçmişte yaşadığı ilerleme ve gerileme dönemlerinin birbi
rini izlemesi olgusundan bugün de masun değildir. Yirmi birinci yüzyıl ba
şında sorulması gereken en hayati soru şudur: Acaba demokrasi ve seküler
leşme uzun vadede toplumda hala mevcut olan otoritarizm unsurlarının
üstesinden gelecek midir, gelemeyecek midir? Bu soruya kesin bir cevap
verebilmek cesaret ister. Ancak, son yıllarda kat edilmiş yol göz önüne alın
dığında, ilerleme ihtimali, özellikle ufukta bir Avrupa üyeliği perspektifi
olacaksa, hayli yüksektir.
Önemi ne Türkiye ne de Avrupa Birliği açısından küçümsenebile
cek olan bu son noktayla ilgili olarak, Türkleri Türk oldukları için dışlayan
özcü Avrupalılara bir mesel ve çok güzel bir film üzerinde kafa yormaları
nı tavsiye ediyoruz.
Mesel, komşularından modemiteye ulaşmak için izlediği yol ile ayrı
lan bir ülkeye dair. Bu ülkede ulusun ve müteşebbis burjuvazinin oluşumu
gecikmiş, dolayısıyla sanayileşme ve demokratikleşmede geri kalınmıştır.
Sonunda bu süreç, askeri zümreyle büyük toprak sahiplerinin egemen ol-
108
DAHA DERİNE İ N M E K İÇİN
Türklerin Orta-Asya kökleriyle ilgili olarak; J.-P. Roux, Türklerin Ta
rihi: Pasi.fik'ten Akdeniz'e 2000 yıl, İstanbul, Kabalcı yayınevi, 2007.
Osmanlılardan önceki dönem için; C. Cahen, La Turquie pre-ottoma
ne, Istanbul, Institut Français d'etudes anatoliennes, 1988. R. Mantran
(yön.), Histoire de l'Empire ottoman, Paris, Fayard, 1989, en iyi Osmanlı uz
manı Fransız tarihçilerini bir araya getiren bu büyük sentez kitap Türkçeye
farklı yayınevleri tarafından çevrildiyse de ( Alkım, Adam vs.) mevcudu kal
mamıştır. D. Kitsikis, L'Empire ottoman, Paris, PUF, 1985, özellikle Bizans
ile devamlılığa dikkat çekmektedir (Türkçede, Türk-Yunan İmparatorluğu,
İletişim Yayınlan). XIV. Louis'nin kendini Doğu Roma İmparatoru ilan et
me niyetiyle ilgili bkz. F. Bilici, "Louis XIV et son projet de conquete d'Is
tanbul", Ankara, Türk Tarih Kurumu, 2004.
Osmanlıların Avrupa'daki varlığı için; A. Servantie (yön.), L'Empire
ottoman dans l'Europe de Renaissance, Louvain, Presses universitaires de Lo
uvain, 2005.
Despotizm konusunda iki önemli kitap: A. Grosrichard, Structure
du Serail : La fiction du despotisme asiatique dans l'Occident classique, Paris,
Seuil, 1 979 (Türkçesi, Sultan'ın Sarayı, İstanbul, Aykırı, 2004) ve L. Valen
si, Venise et la Sublime Porte, Paris, Hachette, 1 987.
Osmanlı iktidar yapısının Doğu despotizmine uymadığını gösteren
önemli bir kitap için; N. Vatin ve G. Veinstein, Le serail ebranli: Essaie sur les
morts, depositions et avenements des sultans ottomans, xıv. -xıx- siecles, Paris,
Fayard, 2003 (Osmanlılar ve ôlüm, İstanbul, İletişim, 2007); B. Braude ve
B. Lewis (yön.), Christians and jews in the Ottoman Empire: the Functioning
of a Plural Society, New York, Holmes and Meyer, 1982, " millet" sistemi
nin analizi için iyi bir kaynaktır.
Romantik çağın seyyahları ve Osmanlı İmparatorluğu ile Türkler ko
nusundaki kalıpyargılar için; J.-C. Berchet, le Voyage en Orient: anthologie des
voyageurs .français dans le Levant au xıx e siecle, Paris, R.Laffont, 1985.
İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçişle ve modernleşme süreciyle il
gili klasik bir eser için; B . Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Arkadaş,
110
mos tarafından yönetilen özel sayı) . D. Akagül ve S. Vaner, L'Europe avec ou
sans la Turquie?, Paris, ed. d'Organisation, 2005; E. Lannon ve J. Lebullen
ger (yön.), Les di.fis d'une adhision de la Turquie a l' Union europienne, B rük
sel, ed. Bruylant, 2006; D. Billion, L'enjeu turc, Paris, Armand Colin, 2 006.
Kadınların durumuyla ilgili olarak, gene çok aydınlatıcı bir başka Av
rupa İstikrar Girişimi (ESi) raporuna bkz: " Sex and Power in Turkey: Femi
nism, Islam and the Maturing of Turkish Democracy", Bedin-İstanbul,
2007; N. Göle, Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınlan,1991
(son baskısı 2008) ; feminist hareketin kadınlara yönelik şiddete karşı verdi
ği mücadele konusunda bkz. Yeşim Arat, Ayşe Gül Altınay,Türkiye'de Kadı
na Yönelik Şiddet, Metis, 2008. Ermeniler konusunda soykırımla ilgili olarak
bkz. V. Dadrian, Histoire du ginocide arminien, Paris, Stock, 1996 ve H.
Dink, Etre Arminien en Turquie, Chalon, ed. D. Fradet, 2007; Taner Akçam,
İnsan Haklan ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki'den Kurtuluş Savaşı'na, An
kara, İmge, 1998; A Shameful Act: The Armenian Genocide and the Question
of Turkish Responsibility, New York, Metropolitan Books, 2006. Ermenilerin
Osmanlı'daki rolü ile ilgili olarak, P. Carmont, Les Amirats; Seigneurs de L'Ar
minie ottomane, Paris, Salvator,1999; çağdaş dönemle ilgili olarak, F. Çe
tin'in büyüle yankı yaratan Ermeni kökeniyle ilgili anılan, Anneannem, Me
tis, 2004 (8. Baskı 2008) . İstanbul ile ilgili olarak, Nobel Edebiyat Ödüllü
Orhan Pamuk'un anılan: Istanbul: souvenirs d'une ville, Paris, Gallimard,
2007 (Türkçesi, İstanbul: Hatıralar ve Şehir, Yapı Kredi Yay., 2003, İletişim,
2006); D. Gürsoy, U. Hüküm, Istanbul: imergence d'une sociiti civile, Paris,
ed. Autrement, 2005; Ph. Mansel, Constantinople: La Ville que disirait le mon
de, 1453-1924, Paris, Seuil, 1997; G. Martin-Chauffier, Le Roman de Constan
tinople, ed. du Rochet, 2005.
Fransa'daki Türk göçü konusunda: S. de Tapia, Migrations et diaspo
ras turques, Paris, Maisonneuve-Larose, 2004; Elele, Turcs en France: albums
de Jamilles, Saint-Pourcin-sur-Seoule, Bleu Autour, 2006.
Son olarak, sözcüklerle ilgili çok yararlı bir çalışmadan söz etmeli
yiz: J.-P. Burdy (yön.), Les Mots de la Turquie, Toulouse, Presses Univer
sitaires du Mirail, 2006.