You are on page 1of 112

•ITAll' YAYINIVI - 220

11'.. AN v• ıo•LUM DiZiSi - 51

1111110 lllUINt IAtMAKAL.. D0,0NCELER /ALI KAZANCIGİL

ÖZGÜN ADI
LA TURQUIE

() 2008, LE CAVALIER BLEU


IUllN 11111�· IA tl MI YAYINCIYLA YAPILAN ANLAŞMA GEREl:INCE GERÇEKLEŞTiRiLMiŞTiR
() 2010, KiTAP YAYINEVI LTD.
tANlflM l\IN VAl'ILACAK KISA ALINTILAR DIŞINDA HiÇBiR YÖNTEMLE çoeALTILAMAZ

ÇEViRi
ŞiRiN TEKELi

DÜZELTİ
GÖKHAN CENÇAY

KiTAP TASARIMI
YETKiN BAŞARIR

KAPAK
UMUT SÜOÜAK

TASARIM DANIŞMANtıeı
BE•

KAPAK FOToeAAFI
ALİ ÖZ

GRAFiK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACILIK A.Ş.
dl:ıTHANE BINASI
HAMI DiYE MAHALLESi, sol:uKSU CADDESi NO. 3
34408 KAl:ITHANE-ISTANBUL
SERTiFiKA NO: 12055
T: (0212) 294 10 10 F: (0212) 294 90 80
o: INFo@MASMAT.COM.TR

1. BASIM
NİSAN 2010, ISTANBUL

ISBN 978-605-105-049-2

YAYlN YÖNETMENİ
ÇAt.ATAY ANADOL

KİTAP YAYIN EVİ LTD.


dıITHANE BİNASI
HAMIDIYE MAHAUISI, soı:u1:su CADDESi NO. 3/l·A
34408 ıJ.ı:ITHANE·iSTANBUL
SEııTiFİl:A NO: 12}48
r. (0212) 29 4 65 55 F: (0212) 294 65 56
&: KlTAP@ı<ITAPYAYİNEVl.coM
w: W'llW.kiTAPYAYİNEVi.COM
Türkiye Ü zerine
Basmakalıp Düşünceler

Aıi l<AZANCIGİL

ÇEVİRİ
ŞİRİN TEKELİ

KitapvAvıNEVİ
Aıi l<AZANCIGİL
Siyaset bilimci, 1967-71 yıllarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde öğre­
tim üyesi ve Le Monde gazetesinin Türkiye muhabiri idi. l972'den beri Pa­
ris'te yaşamaktadır.1972-2002 arasında U NESCO' da Intemational Social
Science fo um al ın ve Sosyal Bilimler Programlannın yönetmenliğini, son­
'

ra da 2003-2007 arasında Uluslararası Sosyal Bilimler Konseyi'nin genel


sekreterliğini yaptı. Halen, bir jeopolitik dergisi olan Anatoli: De l'Adriati­
que a la Caspienne'i.n yönetmenidir. Çoğunluğu siyaset bilimi ve tarihsel
sosyoloji alanında olan çalışmaları devlet, yönetişim, demokratikleşme ve
sekülerleşme konularına odaklanmıştır.

Son yıllardaki yayınlan


World Social Science Report (D. Makinson ile), Paris,
Unesco Publishing/Elsevier, 1999·
La Turquie au toumant du siede, Paris, l'Harmattan, 2004.
La Gouvemance: un concept et ses applications
(G. Hermet ve J.-F. Prud'homme ile ), Paris, Karthala, 2005.
Regulating Globalization: Critical Approaches to Global Govemance
(P. de Senarclens ile), Tokyo, United Nations University Press, 2007.
Seaılarisation et democratisation dans les societes musulmanes
(Semih Vaner ve D. Heradstveit ile) , Brüksel, Peter Lang, 2008.
La Gouvemance: pour ou contre la democratie?, Paris,
Armand Colin, (2010).
İÇİNDEKİLE R
TÜRKÇE YAYINA ÖNSÖZ 7
GİRİŞ
TüRKİYE'NİN ÖTEKİLİGİ ONTOLOJİK MİDİR? 9

GEÇMİŞ
"TÜRKLER, ÖNCE BARBAR SONRA DA BÜYÜK İMPARATORLUK KURUCUSU OLARAK
ALGILANDILAR." 15
"OSMANLI İKTİDARI DOGU DESPOTİZMİNİN EN GÜÇLÜ ÖRNEGİYDİ." 21
"OSMANLI IMPARATORLUGU AVRUPA'NIN 'HASTA ADAMI'YDI." 26
"MUSTAFA KEMAL ATATÜRK MODERN TÜRKİYE'NİN KURUCUSUDUR." 32

KİMLİKLER
"TÜRKLERİN ÇOGUNLUGU MİLLİYETÇİDİR." 39
"TÜRKLERİN YÜZDE 99'UNDAN FAZLASI MüSLÜMAN'DIR." 43
"DEVLET, FARKLI KİMLİKLERİ, ÖZELLİKLE KÜRK KİMLİGİNİ TANIMAYI REDDETMEKTEDİR." 47

MODERNLİK
"TÜRKİYE GERÇEK BİR DEMOKRASİ DEGİLDİR." 55
"GECEYARISI EKSPRESİ TÜRKİYE'DEKİ İNSAN HAKLARININ DURUMUNU
GÖZLER ÖNÖNE SERMEKTEDİR." 63
"lsLAMCILIK TÜRK LAİKLİGİNİ TEHDİT ETMEKTEDİR." 67
"TüRKİYE'NİN AVRUPA 8İRLİGİ İÇİNDE YERİ YOKTUR." 74
"CUMHURİYET, OSMANLI ERMENİLERİNİN UGRADIGI KATLİAMI TANIMAYI
REDDETMEKTEDİR." 83

TOPLUM
"TÜRK KADINLARI ATAERKİL VE ISLAMİ GELENEKLERİN BASKISI ALTINDA
YAŞAMAYA DEVAM ETMEKTEDİRLER." 93
"lsTANBUL'UN MOVİDA'SI İLE DERİN ANADOLU ARASINDA BİR UÇURUM VARDIR." ·98
"TOR.KİYE KÖKENLİ GÖÇMENLER FRANSIZ TOPLUMUNA UYUM SAGLAMAKTA
GÜÇLÜK ÇEKMEKTEDİRLER." 102

SONUÇ
"KÖKLÜ SOSYAL DÖNÜŞÜMLER GEÇİRMEKTE OLAN BİR TOPLUM." 106

DAHA DERİNE İNMEK İÇİN 109


TÜRKÇE YAYINA ÖNSÖZ
oplum bilimlerinde "stereotip" diye adlandırılan kalıplaşmış dü­

T şüncelerin ve görüşlerin genellikle bir konu veya bir ülke hakkın­


da çok fazla bilgisi olmayan ve onlara uzaktan bakan kişilerin zih­
ninde oluştukları varsayılır. Toplumun içinde yayılıp kabul gördükten
sonra, onların yanlış yönlerini işaretleyen ve doğrulan ortaya çıkaran sağ­
lam bilgiler ve veriler mevcut olsa bile, bu "kulaktan dolma" ve "hazır" fi­
kirlerden kurtulmak kolay değildir. Bu kitabın, Paris'teki Le Cavalier Bleu
Yayınevi'nin daveti üzerine giriştiğim yazımına, Fransızların Türkiye ve
Türkler hakkındaki kalıplaşmış görüşlerini düşünerek başladım. Ne var
ki, bir toplumun içinde yaşayan bireylerin de o toplumun geçmişi ve gün­
celi üzerinde kalıplaşmış görüşleri vardır. Çalışmam ve yazımını ilerledik­
çe, bu olgu bana daha açık şekilde göründü. Bu açıdan, kitabın Türk okur­
larının da ilgisini çekeceğini umuyorum. Bu kitabı Türk okuruna sunmak
sevindirici. Fakat, asıl önemli olan bu okurun Türkiye'nin tarihi. devlrti,
toplumu ve kültürü üzerindeki kendi görüşleri ile kitabın yaklaşım ve yo­
rumlarını karşılaştırması ve bu suretle içinde yaşadığı ülke ile ilgili kişist•I
irdelemelerini akılcı kıstaslarla sorgulamasıdır. Bu, çağdaş düşüncenin
temeli olan eleştirel aklın gereğidir. Demokratik rejimlerin ve açık top­
lumların otoriter rejimlere ve içine kapanmış toplumlara üstünlüğünün
temelindeki en önemli unsur, bireylerin içinde yaşadıkları evreni kişisel
açıdan akılcılıkla irdeleyip yorumlamaları ve kamu alanında özgürce tar­
tışmalarıdır.
Le Cavalier Bleu'nün Kalıplaşmış Düşünceler Dizisi kitaplarının hac­
mi küçük olduğundan bazı önemli konuları ele alamadık. Bunların en baş­
ta geleni modem Türkiye'de adeta uzaydaki "kara delikler" gibi görünmez
olan, daha da doğrusu pek de görülmek ve tartışılmak istenmeyen sosyal
sorundur. Bu alanda sadece Türk kadınının toplumsal statüsü incelenmiş.
fakat fakirlik, aşırı eşitsizlik, eğitim ve sağlık benzeri temel kamu servisle­
rinin büyük yetersizliği gibi çok önemli sorunlar kenarda kalmıştır. Diğer
ele alınamayan önemli bir konu da Türk ekonomisinin son yıllardaki çok
hızlı gelişmesidir.
,
TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKALI P DÜŞÜNCELER 7
Bu kitap Paris'te 2008'de yayımlandı. 2010 baharında İspanyolca ve
Türkçe çeviriler yayımlanacak. İspanyolca için metni güncelleştirdim.
Burada, çok takdir ettiğim meslektaşım ve arkadaşım siyaset bilim­
ci Şirin Tekeli'ye şükranlarımı sunmak isterim. Tekeli, bu kitabın Türki­
ye'de yayımlanması için başarılı bir girişimde bulundu. Üstelik de bu çevi­
riyi bizzat yaparak hem beni onurlandırdı, hem de Türk okuruna yüksek
kaliteli bir çeviri sunmamızı sağladı. Aynca Kitap Yayınevi'ne ve yöneticisi
Çağatay Anadol'a da teşekkürlerimi ifade etmek isterim.

ALİ l<AzANCIGİL
Paris, Aralık 2009

8
GiRİŞ

TüRKİYE1NİN ÖTEKİ LİGİ ONTOLOJİ K M İ D İ R?


teden beri Türkiye ve Türkler hakkında Avrupa' da basmakalıp dü­

O
• •

şünceler oluşmuştur. Elinizdeki kitapta bunlardan on beşini, her


birinin gerçeği ne kadar yansıttığını, ne kadar hatalı olduğunu or­
taya çıkarmak üzere mercek alhna aldık. Amacımız okurun bu ülke hak­
kında aklıselime dayanan bir fikir edinmesini sağlamaya yardımcı olmak.
Önyargılar farklılıktan beslenir. Farklılık ötekine göre gerçek ya da
hayali bir uzaklık içerir. Ne var ki, Türk imgesi Avrupa muhayyilesinin hiç
bir zaman içinden çıkamadığı bir paradoks içermektedir: Türk, ötekinin en
iyi örneği olarak hayal edilmekle beraber, uzun zamandan beri, diğer Avru­
palılarla sayısız siyasal (ki siyaset, Clausewitz'in kavramlaşhrdığı biçimde sa­
vaşları da içerir) ve kültürel etkileşim içinde bulunduğu gibi, Avrupalılaşma
iradesine de sahip çıkhğı için, gerçekte onların çok yakınında bulunmaktadır.
Türklerin ve ülkelerinin özellikle Bah Avrupa'ya kıyasla farklılıklar
taşıdığı (birkaç yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nun parçası olan Güneydo�u
Avrupa söz konusu olduğunda farklar daha azdır) inkar edilemeyecek bir
gerçektir. Kaldı ki, bu hiç de istisnai bir durum değildir. Avrupa Birliği'nin
içinde Bulgarları İrlandalılardan, İsveçlileri Portekizlilerden ya da Fransız­
ları İngilizlerden ayıran pek çok yerel özellik vardır. Ancak üye ülkeler ara­
sındaki bu farkların göreli olduğuna ve zamanla azalacağına inanılmakta­
dır. Nitekim, Avrupa halklarının birlik kurma ve aralarında sürekli bir ba­
rış sağlama ideali, halkları birbirinden ayırma tehlikesi içerdiği düşünülen
kimliğe dayanan özelliklerin, evrensel ilkelere göre tanımlanan Avrupa va­
tandaşlığı tarafından çerçevelenmesini öngörmektedir. Peki bu durumda
Türklerin kimliği ve ötekiliği hakkında ne düşünmeli? Bunları Avrupa Bir­
liği içinde görülen, göreli ve değişmeye açık kimliklerle karşılaşhrabilir mi­
yiz? Yoksa Türklere gelince sorun değişip, ontolojik, yani öz ile ilgili bir ni­
telik mi alıyor?
Buna benzer sorgulamalar çok eskiden beri yapılmaktadır. Kısa sü­
re önce Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmasının gündeme gelmesiyle
birlikte bu sorgulama yeniden alevlenmiştir. Bah Avrupa'daki muhafazakar

TÜRKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP 00ŞÜ NCELER 9


çevreler Türkiye'nin kimliğinin Avrupa-dışı bir öze sahip olduğuna (Doğu
ve Merkezi Avrupa'nın yeni üyeleri arasında bu yöndeki inanç fazla kuvvet­
li değildir) inanıyorlar. Onlara göre bu ülkeyi Avrupa Birliği'nden dışlayan
ve siyaset ötesinde yer alan mutlak, metafizik, değiştirilemez ve aşılamaz
bir ötekilik söz konusudur. Ne var ki, bu söylem sosyal ve insan bilimleri­
nin bulgularını görmezden gelmektedir. Bu bulgular kültürler, toplumlar
ve bireylerle ilgili böylesi ontolojik bir kavramsallaştırmayı geçersiz kılmak­
tadır. Zaman zaman cehennemi bir döngü halini alan kimlik-ötekilik kav­
ramları toplumsal bir kurgudur, dolayısıyla tanım gereği değişmeye mah­
kılmdur. Son iki yüzyılda Osmanlı-Türk kimliğinin izlediği güzergah bu­
nun iyi bir kanıtıdır. İslam dinini benimsemiş, kültüründe İslam-öncesi
Türklerin, İran'ın, Arapların, Bizans'ın, Rumların ve Ermenilerin kültürle­
rinden unsurlar taşıyan, daha sonra Aydınlanma'dan, 1789 Devrimi'nden
ve Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nden (1871-1940) etkilenen reformcu Os­
manlı kuşaklan, Fransa'yı model olarak almışlardır. Tamamen Avrupa'dan
esinlenen bu modernleşme süreci laik bir cumhuriyetin kurulmasıyla ve
demokratikleşmeyle sonuçlandı. Bu uzun vadeli değişim sürecinin bugün­
kü aşamasını Avrupa Birliği'yle bütünleşme oluşturuyor.
Tarihteki bu ayrıcalıklı ve sıkı ilişki, yöneticilerin ve medya mensup­
larının önemli bir bölümü de dahil olmak üzere Fransızlar tarafından göz
ardı edilmektedir. Çağdaş Türkiye söz konusu olduğunda yöneticilerin ona
gösterdikleri ilgi ya hayli zayıfur ya da açıkça dışlama biçimini almaktadır.
Medyanın ona ayırdığı yere gelince, Anglosakson ve Alman medyalanyla kı­
yaslandığında çok yetersizdir. Buna karşılık Fransız şirketleri Türkiye'ye ya­
tının yapan yabancılar arasında başı çekmektedir ve Fransız kültürü bu ül­
kede hatırı sayılır bir yere sahiptir. Örneğin, yüksek öğrenim alanındaki en
iyi kurumlardan biri Fransızca eğitim veren, Fransa ile yapılan bir işbirliği
sonucu kurulmuş Galatasaray Üniversitesi'dir. Başka üniversitelerde de
Fransızca eğitim veren bölümler vardır ve Fransız ve Türk üniversiteleri
arasında öğrencilerin, araştırmacıların, öğretim üyelerinin karşılıklı ziyare­
tini öngören programlar bulunmaktadır. Birçok büyük şehirde Fransızca
eğitim veren çok sayıda lise vardır. Fransız düşüncesi ve edebiyatı Türkler
tarafından ilgiyle izlenmektedir. 2006'da Fransa'da yayımlanmış edebi

10
eserlerin tercüme edildikleri ülkeler arasında Türkiye 7. sırada geliyor, Çin,
Yunanistan, Polonya, Brezilya ya da Portekiz gibi ülkelerin önünde yer alı­
yordu. Paris'in yanıtı hiç de Türklerin Fransız kültürüne gösterdikleri "te­
veccühle" orantılı değildir. Fransa'da düzenlenen "Türkiye Yılı" (Nisan
2009-Mart 2010) Avrupa seçimleri bahanesiyle, dokuz ay sürecek olan
"Türkiye Mevsimi"ne indirgendi. Devlet Başkanı Sarkozy Türkiye'nin Av­
rupa Birliği'ne üyelik perspektifine şiddetle karşı çıkmaktadır. Eğer Fransa
bu dışlayıcı tutumunu devam ettirecek olursa Türkiye'deki, kökleri 18. yüz­
yıla dayanan kültürel mevcudiyeti ile beraber, güncel diplomatik ve ekono­
mik çıkarlarını da tehlikeye düşürecektir.
Buna karşılık, cesaret verici ve olumlu bir durum Fransız sivil top­
lumunun ve halkının Temmuz 2009-Mart 2010 arasındaki "Türkiye Mev­
simi" (Saison de la Turquie) çerçevesinde yapılan kültür ve sanat etkinlikle­
rine gösterdikleri çok büyük ilgidir. Hiç kimsenin öngöremediği bu derin
ilgi iki ülke arasındaki başlangıcı 16. yüzyıla giden ilişkilerde, Cumhurba�­
kanı Nicolas Sarkozy'nin saplantı haline gelen ve tamamen iç politika oyun·
lan ile izah edilebilecek Türkiye karşıtlığının yüzeysel ve geçici bir olay ol·
duğunu göstermektedir.

TÜ R K İ YE ÜZE R İ N E 8AS MAKALIP D Ü Ş Ü N C E L E R il


GEÇMİŞ
"TÜRKLER, ÖNCE BARBAR, SONRA DA
BÜYÜK İ M PARATORLUK KURUCUSU O LARAK
ALGILAN DILAR"

Bu halklar öyle aşağılık ve kaba sabaydı ki, tıpkı hayvanlar gibi


berbat bir hayat yaşıyorlardı.
GunIAUME DE TYR, Chronıque de la conquete de Jerusalem XV. siede,
zikreden S. Yerasimos, Les Turcs, 1994

Aslında Osmanlı imparatoru evrensel bir monarşi kurabilirdi.


Bu soruyu sormak mantık dışı değildir.
MARCANTONIO BARBARO
Venedik'in Babıali nezdindeki büyükelçisi 1568-1571 (a.g.e.)

vrupalıların yüzyıllar boyunca Türkler hakkında birbiriyle çelişen

A hükümlere varmaları, muhtemelen onların kimliğini yerli yerine


oturtmakta devamlı şekilde zorlanmalarıyla açıklanabilir. Tarihi
güzergahları ve dinleri bakımından farklı olan Türkler Avrupa toprağında
14. yüzyıldan beri mevcuttular. Onları Avrupa'ya dahil etmek mi yoksa dış­
lamak mı gerekiyordu? Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı mıydı. yoksa sade­
ce Avrupa'da mıydı? Avrupalıların anlamakta zorluk çektikleri bir başka öz­
güllük daha vardı: Bütün Müslümanların halifesi olan, yani Muhammed
peygamberin ardılı olup Müslümanlar üzerinde tek ruhani yetkili olan -Ya­
vuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesinden sonra halifelik makamı
Kahire' den İstanbul'a taşınmışh- Padişah (Avrupalılar Sultan derlerdi) tara­
fından yönetilmekle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu her zaman kozmopo­
lit niteliğini korumuştu. İmparatorluk, bünyesindeki inançların hepsine ve
etnik gruplara bir bütünün parçası olarak yaklaşmış ve Müslümanları, Hı­
ristiyan Ortodoksları ve Yahudileri aynı siyasal birim içinde yaşatmayı ba­
şarmışh. Bu son iki topluluğun bu siyasal birim içinde "korunan" cemaat
statüsü vardı. İmparatorluk meşruiyetini evrensel bir düzen (nizam-ı alem)

TOAKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALI P D Ü Ş Ü N CELER


kurma iradesine dayandırdığından kendini "Üçüncü Roma" (Büyük Roma
ve Doğu Roma/Bizans lmparatorluklan'nın devamı) olarak görmekteydi.
Yoğunluk merkezi ve ikinci ile üçüncü başkentleri -Edime ve İstanbul- Av­
rupa topraklarında yer almaktaydı.
Feodal Batı Avrupa ile Selçuklu Türklerinin Anadolu'da ilk kez kar­
şı karşıya gelmeleri, Birinci Haçlı Seferi sırasında,1096-1097'da, savaş ko­
şullarında olmuştu. İkinci ve Üçüncü Haçlı Seferleri sırasında da taraflar
karşı karşıya geldiler ve bu askeri karşılaşmalar Avrupalıların muhayyile­
sinde Türkler hakkında, etkisini uzun süre koruyacak izler bıraktı. Kuşku­
suz Türkler için de aynı algılama geçerliydi.
Anadolu'nun kuzeybatısında bulunan Bizans'ın Bitinya eyaletinin
sınırında yer alan ve 13. yüzyıl ortasında bir Selçuklu askeri komutanın eli­
ne geçen küçük bir toprak parçası, tarihte olağanüstü bir kadere sahip ola­
caktı. Gerçekten de bu komutanın oğlu Osman çevredeki birkaç Bizans şeh­
rini ele geçirerek, 1299'da kendi adını taşıyacak olan Osmanlı İmparatorlu­
ğu'nu kurdu. Bu imparatorluğu, 1922'deki yıkılışına kadar, hiç kesintisiz
olarak Osmanlı hanedanı yönetecekti. Osmanlı İmparatorluğu'nun ortaya
çıkışı askeri istila yoluyla olmamıştı. Orta Asya' dan gelmiş, fakat iki yüzyıl­
dan beri Bizans İmparatorluğu'na komşu bir bölgede yerleşik düzene geç­
miş halkların içinde gelişen, yerel nitelikli bir sürecin sonucu idi. Anadolu
çoketnili ve çokdinli olmayı sürdürmekteydi; ne var ki, bir süre sonra Avru­
palılar bu topraklan "Türkiye" diye adlandırmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu, merkezi Konstantinopolis olan ve onun ya­
kın çevresini teşkil eden ve üç kıtaya yayılan -Orta ve Doğu Avrupa, Batı As­
ya ve Kuzey Afrika- "ara imparatorluk bölgesi"nde egemen güç durumuna
geldi. Antik çağdan beri bu bölgeyi peş peşe, kısmi olarak Persler (eski İran­
lılar), Büyük İskender, Büyük Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma/Bizans
İmparatorluğu birleştirmişlerdi. Ancak Bizans'ın 13. yüzyıl boyunca siyase­
ten gerilemesi ve topraklarını kaybetmesiyle bu geniş bölgede bir iktidar
boşluğu ortaya çıktı. Konstantinopolis'e çok yakın olması hasebiyle ayrıca­
lıklı bir coğrafi konuma sahip olan ve bu fırsatı Bizans kurumlarını yakın­
dan gözlemlemek üzere kullanan Osmanlılar, bütün bunlardan Doğu Ro­
ma İmparatorluğu'nun yerine yeni bir imparatorluk gücü oluşturmak ve

16
söz konusu ara bölgeyi bu güç altında birleştirmek üzere yararlandılar. lN·
lam öncesi Türklerin, Selçukluların, İranlıların, Arapların ve DoAu lfoıııalı·
lann farklı devlet ve kültür gelenekleri arasında gerçekleştirmeyi baş:mlık·
lan sentez sayesinde bu hedefe ulaşmaları mümkün oldu.
Osmanlılarla Bizanslılar arasında savaşlar ve ittifaklar li:ıı•rirı<lı•n
kurulan etkileşim çok erken bir tarihte başladı. Bunun en iyi örneklerinden
biri şudur: Osmanlıların ikinci padişahı Orhan, Bizans Basileus'u loannis
VI. Kantakuzinos'un kızı Prenses Teodora ile evlenmişti.1346'da Sırplara
karşı savaşmakta olan haşmetli kaympederinin yardım talebi üzerine Or­
han ordularının başında Çanakkale Boğazı'nın batı yakasına geçti. Böylece
tarihin bir cilvesi denebilecek şekilde, Osmanlılar sonradan birçok açıdan
halefi olacakları Doğu Roma İmparatoru'na yardım etmek için Avrupa'ya
ayak bastılar. Zamanla Osmanlıların ele geçirdikleri topraklar eski Bizans
topraklarıyla örtüştü. Bizans uygarlığı ve kurumlan Osmanlı imparatorluk
sentezinde önemli bir yer tutmuş ve merkezi yönetim, ordu, vergi sistemi,
siyasi iktidar ile din arasındaki ilişkiler, mimari ve müzik gibi alanlarda et­
kili olmuştur. Osmanlı kurumlan 15. yüzyılda çoketnili ve çokdinli impara­
torluk bünyesinde merkezi bir yönetim kuran Fatih Sultan Mehmed tara­
fından güçlendirilmiştir. Onun padişahlığı döneminde oluşturulan millet
sistemi gayrimüslim topluluklara -Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler- dini
önderlerinin yönetiminde iç işlerini kendilerinin düzenlemesine olanak ve­
ren bir özerklik statüsü tanımaktaydı. Bu toplulukların mensupları tıpkı Bi­
zans İmparatorluğu'nda Hıristiyan olmayanların ödedikleri vergiye (kepha­
leion) benzer özel bir vergi (cizye) ödemekteydiler. Osmanlıların barbarlığı­
nın bir işareti olarak gördükleri için Avrupalılarca çok eleştirilen bir başka
kurum da devşirme uygulamasıydı. Devşirme kurumu Balkan delikanlıla­
rının zorla (ancak uygulama sıkı kurallara bağlıydı ve zaman zaman taraf­
ların pazarlık yapmasına da imkan vermekteydi) devlet hizmetine alınma­
ları, Müslümanlaştınlmalan ve Osmanlı ordusunun seçkin tabakası olan
yeniçerilere katılmak üzere yetiştirilmelerini öngörmekteydi. 14. yüzyılın
sonunda üçüncü padişah 1. Murad (1362-1389) tarafından kurulan devşir­
me sistemi en yetenekli devşirmelerin saray bürokrasisine girmelerine ola­
nak vermekteydi. Bu sistemden 17. yüzyılda vazgeçildi. Konstantinopolis'in
0
TÜRKİYE ÜZ E R İ N E BASMAKAL IP D ÜŞÜNC E LE R 17
fethini izleyen iki yüzyıl boyunca görev yapan kırk dokuz sadrazamdan sa­
dece beşi Türk idi, geri kalanların hepsi Arnavut, Rum, Ermeni ya da Sırp
kökenli devşirmeler arasından bu mevkiye yükselen kişilerdi. "Kelle başı­
na" ödenen vergi gibi bu uygulamanın da Osmanlılar tarafından "ara böl­
gede" geçerli olan imparatorluk geleneğinden devralındığı anlaşılmaktadır.
Nitekim, Habsburg İmparatoru 1. Ferdinand'ın Kanuni Sultan Süley­
man'ın sarayına elçi olarak gönderdiği, Roma İmparatorluğu tarihini çok
iyi bilen Baron Ogier Gislain de Busbecq, Türk Mektuplan adlı eserinde, Ro­
malıların da benzeri bir zorla askere alma sistemi geliştirdiklerini ileri sür­
müştür.
Batı Avrupalılar Osmanlı Türklerinin Avrupa topraklarında geçici
olarak bulunmadıklarını, yerleşmek niyetiyle geldiklerini, ele geçirdikleri
topraklan devamlı şekilde genişleteceklerini ve iyi yönettiklerini anlamakta
gecikmediler. Avrupa direnişini Katolik Kilisesi'nin önderliği altında örgüt­
lerken Osmanlılar da Ortodoksluğu savundular ve daha sonra Macaristan,
özellikle Erdel (Transilvanya) ve Debreçin'de (Debrecen) Protestanlığın yer­
leşmesini desteklediler. Buna koşut olarak Avrupalılar Osmanlıları kendi
kurucu efsanelerine dahil ederek onu bir dış düşmandan iç düşmana çevir­
meye çalıştılar.14. yüzyılda Venedik Cumhuriyeti'nin seçilmiş yöneticisi
(doge) Dandolo, "Osmanlıların kökeninin Troya Kralı Priamus'un oğlu Tro­
ilos'un oğlu Turkos'a dayandığını" iddia edecekti (zikreden S. Yerasimos,
a.g.e.). Başkaları efsaneyi, Telamonos'un oğlu, Aias'ın [Lat. Ajax] kardeşi ve
Romalıların atası olduğu iddia edilen Teukros'un [Lat. Teucer] adından tü­
rediği düşünülen Teukri-Turki benzerliğine vurgu yaparak daha da geliştir­
diler. Konstantinopolis' in, 1453'te Osmanlılara geçmesinden yirmi yıl ka­
dar önce "Türklerin Troya'nın öcünü alacakları" yolunda bir rivayet dolaşı­
yordu. Fatih Sultan Mehmed'in de Konstantinopolis'i ele geçirdikten sonra
Troya'nın yıkıntıları önünde: " Tanrı bana ( ... ) bu şehrin ve sakinlerinin
öcünü almayı nasip etti. Geçmişte bu topraklan yakıp yıkanlar Grekler, Te­
salyalılar ve Peloponezlilerdi ve benim çabam sayesinde gerek onlar gerek
soydaşları, o zaman ve sonradan Asyalılara yaptıkları haksızlıkların (... ) ce­
zasını çekiyorlar" dediği rivayet ediliyordu. Oysa aynı padişah -ki, Rumca
konuşur, Latince ve İtalyanca metinleri okur, Büyük İskender'e hayran ol-

18
duğu ve Batı kültürüne derin ilgisi olduğu bilinirdi- Venedikli ressam Gen­
tile Bellini'yi İstanbul'a davet etmiş, ona portresini yaptırmıştı. Osmanlı pa­
yitahtını ziyaret eden Floransalı Benedetto Dei'ye "İskender ve Kserkes,
Kartacalı Hannibal ve Scipio Africanus, Pyrrhos ve daha nice senyör gibi ol­
mak isterim..." diyen de oydu(zikreden S. Yerasimos, a.g.e.).
Osmanlı padişahları kendilerini Doğu Roma İmparatorluğu (Bi­
zanslılara Rum, yani "Romalı" derlerdi) ve daha önceki Büyük Roma İmpa­
ratorluğu'nun varisi olarak görmekte ve meşruiyetlerinin temelini Üçüncü
Roma İmparatorluğu olmakta aramaktaydılar. 1395'te, tarihin parlak ve tra­
jik şahsiyetlerinden biri olan 1. Bayezid(Avrupalıların Bajazet dedikleri pa­
dişah) Kahire'deki halife tarafından Sultan-ı Rum ("Romalıların Sultanı")
olarak tanınmak istemiş ama başarılı olamamıştı. Konstantinopolis'in fet­
hinden sonra il. Mehmed, kendini sezarların halefi, Doğu Roma lmpara­
torluğu'nun varisi ve evrensel bir imparatorluğun başı olarak ilan etti. Papa
il. Pius da bu görüşü benimsemiş olmalı ki, 146ı'de il. Mehmed'e yazdı�ı
bir mektupta -muhatabına gönderilip gönderilmediği bilinmemektedir­
eğer Hıristiyanlığı kabul ederse, dünyanın tek imparatoru olabileceAi yo­
lunda onu ikna etmeye çalışmaktadır. Bu mektupta şöyle denilmektedir:
"Ölümlülerin en büyüğü, en güçlüsü ve en ünlüsü olabilmen için(... ) kil·
çücük bir şey yeterlidir. Bu da vaftiz olman için bir damla sudan ibarettir
(... ) Eğer bunu yaparsan, Augustus'un Altın Çağı'na geri döneriz." Bir süre
sonra babası il. Mehmed'ten sonra tahta çıkan il. Bayezid kendisine impa­
ratorluğu aralarında paylaşmayı teklif eden kardeşi Cem Sultan'a (Batılıla­
rın Zizim dedikleri Cem Sultan hakkında bkz. E. Sablier, Le Prisonnier de
Bourganeuf Djem Sultan, 1459-1495, 2000) bir mektup göndererek, "kişver
[devlet]-i Rum" iki hükümdar tarafından yönetilemez· demişti.
16. yüzyılda bu düşünce, özellikle Türk İmparatorluğu'nu Romalıla­
ra özgü erdemlere sahip, dolayısıyla onlara halef olabilecek uluslar arasın­
da gören Machiavelli tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Venedikli
Francesco Sansovino 156o'ta şunları yazmaktaydı: "Dünya devletleri arasın­
da(...) halkının ona gösterdiği itaat ve halkın bütününün sahip olduğu iyi

* "Bu kişver-i Rüm bir ser-i püşide-i arüs [gelin]-i pür namustur ki, ilci climad hutbesine tab götürmez."

T Ü R K İ YE ÜZE Rİ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜ NCELER 19


talih nedeniyle Türk hükümdarının büyük bir saygıyı hak ettiğini düşün­
müşümdür." Aynı dönemde Jean Bodin de benzer bir değerlendirme yap­
maktaydı: "Eğer yeryüzünde imparatorluk ya da gerçek bir monarşi adını
hak eden bir yetkili varsa, o yetkilinin Sultan olduğunu düşünürüm. Türk­
lerin sultanını Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak düşünmek hakkani­
yetli olacaktır" (zikreden S. Yerasimos, a.g.e.). Osmanlılar da kendilerine ya­
kıştırdıkları sıfatlar konusunda onlardan geri kalmıyordu. Avrupa'ya kıyas­
la kendilerini daha üstün gören Osmanlılar, dünyaya egemen olduklarını
düşünürlerdi. Nitekim, 16. yüzyıl Osmanlı uygarlığının siyasi, askeri ve
kültürel açılardan zirveye çıktığı çağ oldu. Babıali en büyük güçtü ve Avru­
pa Osmanlıların refahına ve hayat tarzına gıpta ediyordu. Gene de, o çağda
bile Avrupalıların algılan çelişkiliydi. Ortalıkta Tann'nın yolundan çıkmış,
sahte bir dine inanan Osmanlıların ya Tann'nın gazabına uğrayacaklarını
ya da Hıristiyanlığı benimsemelerinin an meselesi olduğunu savunan yüz­
lerce Osmanlı aleyhtarı kitapçık dolanıyordu. 1529'da Viyana kapılarına da­
yanan Osmanlı yayılmacılığının Avrupalıları ürküttüğü bir gerçekti. Ancak
diplomasi alanında gerçekçilik ağır basıyordu. Nitekim, 1. François, Kanu­
ni Sultan Süleyman ile ortak düşmanları olan Charles Quinte'e (V. Kari)
karşı bir ittifak yapmaktan çekinmedi. Hıristiyanlar arası dayanışmaya son
veren bu adım, modem Avrupa'nın doğuşunun habercisiydi. Böylece 1.
François'ya padişahlık payesi verildi; Avrupalı krallar arasında bu olağanüs­
tü ayrıcalıktan yararlanan tek hükümdar oydu. Bu olay, daha önceki ve son­
raki pek çok başka olay gibi. Babıali'nin Avrupalı devletlerarası ilişkilere yal­
nız savaşlarla değil, ittifaklarla da derinlemesine katıldığını göstermektey­
di. Bu gerçek sonraki yüzyıllarda da doğrulanmaya devam edecekti.

20
"OSMANLI İKTİ DARI DoG-u DESPOTİZM İ N İ N
E N GÜÇLÜ ÖRNEGİ ini . "
Despotik bir yönetimde KORK U olmalıdır... orada erdeme...
hiç gerek yoktur ve şeref tehlikelidir.
MoNTESQUIEU, De l'esprit des lois, 1748

17. yüzyıldan beri... Avrupa 'yı bir hayalet tehdit ediyor:


Despotizmin hayaleti.
A. GROSRICHARD, Sultan'ın Sarayı, 2004

smanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda en geniş sınırlarına ulaşmıştı

O ve hala güçlüydü. Toprak kayıpları l699'dan itibaren başlayacak


ve imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortadan kalk­
masına dek sürecekti. Bununla birlikte imparatorluk artık gerilemeye ba�­
lamışh ve giderek güçlenen mutlakiyetçi devletlerin Avrupa'sı ile gerile­
yen Osmanlılar arasındaki güç ilişkisi tersine döndü. Korkulan ama gıpta
edilen Türk imgesi, yerini nefret edilen Türk imgesine bırakmaya başla­
dı. Osmanlı yönetimini ilk kez "mutlak ve despotik iktidar" şeklinde ta­
nımlayanlar Venediklilerdi. Bir yandan özgürlük ile insanları esarete
mahkfım eden despotik yönetim arasındaki, diğer yandan da Bah ile Do­
ğu arasındaki karşıtlığın kuramcısı Aristotoles'den esinlenerek "Doğu
despotluğu " kavramını icat ettiler.
Bu ideolojik ortamda, XIV. Louis, büyük bir gizlilik içinde Konstan­
tinopolis'i ele geçirme ve burada bir Doğu Fransız İmparatorluğu kurma
projesini geliştirdi. Gerekçesi, gerçeklerle hiç ilgisi olmayan ve onu sözde
Bizans Basileus'unun ahfadı gibi gösteren bir görüşe yaslanarak Avrupalı­
lar tarafından "Büyük Türk" adıyla anılan Osmanlı hükümdarının haksız
yere kullandığı Doğu İmparatoru lakabını geri almakh. O sırada Osmanlı
İmparatorluğu'nun, Fransa Krallığı ve Habsburg İmparatorluğu'nun yanı
sıra Avrupa'nın üç büyük gücünden biri olduğu açıkh. XIV. Louis'den ön­
ce, iV. Henri'nin nazın Sully, Avrupalıları içinde toplayacak bir "iyi Hıris-

TO R K İ YE ÜZER İ N E 8ASMAKALIP DOŞÜNCELER 21


tiyanlar cumhuriyeti" kurma projesi geliştirmişti. Osmanlılar da bu cum­
huriyete dahil olabileceklerdi, ama bunun koşulu Batı Hıristiyanlığı'nın üç
dalından birini, Katolikliği, Kalvinist ya da Lutheryen Protestanlığı'nı kabul
etmeleriydi; tercih onlara kalmıştı. Eğer bu koşulu yerine getirmezlerse Av­
rupa'dan atılacaklardı. Bu düşmanca ortamda, ender olsa da, değişik sesler
de çıkmıyor değildi. Örneğin 162fte Emeric Cruce adlı bir düşünür, XIII.
Louis'ye hitaben bir genel barış planı kaleme almıştı. Önerisi gerçek anlam­
da devrimciydi: Üyeleri arasında Hıristiyan Avrupa'nın hükümdarlarının
yanında Osmanlı, İran, Çin ve Japon İmparatorlukları'nın yöneticilerinin
da bulunacağı ve daimi barışı hakemlikle sağlayacak bir dünya örgütünün
kurulması. Bu dünya meclisinin merkezi Venedik'te olacaktı. Meclisin baş­
kanlığına gelince, Cruce'nin ortaya attığı düşünce o devirde akıllara dur­
gunluk verecek cinstendi: Amacın Hıristiyanların üstünlüğünü kurmak ol­
madığını kanıtlamak için başkanlık Osmanlı imparatoruna verilecek, yar­
dımcılıklarını da Papa ve Kutsal Roma-Cermen lmparatorluğu'nun impa­
ratoru üstlenecekti. Dönemin zihniyetine ters düşen bir başka proje de
1693'te William Penn tarafından önerildi. O da bir Avrupa diyeti(meclisi)
kurulmasını öneriyor, bu diyete üye olacak Osmanlı lmparatorluğu'nun
Fransa ve İspanya kadar oya sahip olmasını öngörüyordu.
Aydınlanma çağı, Osmanlılardan duyulan nefreti, Venediklilerden
ödünç alınan Doğu despotizmi kavramını kuramsallaştırmakla sistemli hale
getirdi. Montesquieu, Doğu despotizmini, meşru telakki ettiği üç yönetim
tarzının -demokrasi, aristokrasi ve monarşi(krallık)- dışında kalan canavar­
ca bir yönetim tarzı olarak tanımladı. Onu ilgilendiren bu rejimin olgusal
temellerini ortaya koymak değildi; rejimi kaba gücün saf hali, yani bir fan­
tezi olarak kavramsallaştırdı. Oysa A. H. Anquetil-Duperron gibi Doğu'da­
ki yönetim sistemlerinin temel ilkelerini incelemek üzere o ülkeleri ziyaret
etmiş olan 18. yüzyıl şarkiyatçıları, Avrupa'da anlatılan hayali despotizm
modelinin Osmanlılar kadar İranlıların ve Hintlilerin de siyasi rejimleri
hakkında yanlış fikirler oluşturduğunu açıklamaktaydılar. Doğu'da da tebaa
kadar hükümdarı da bağlayan yazılı metinler, yasalar vardı. Voltaire'e gelin­
ce, Montesquieu'yü sırf Fransız monarşisini eleştirmek için "karşı çıktığı
korkunç bir hayalet icat etmekle" suçlamaktaydı. Voltaire mutlak despotizm

22
kavramının saçma olduğunu, zira tebaasının malına ve canına despotun el
koyduğu, ona esir muamelesi yaptığı bir rejimin kendi kuyusunu kazacağı­
nı savunuyordu.
Ne var ki, 17. ve 18. yüzyılın yazarlan, sanatçılan ve müzisyerıleri
Osmaıılı dünyasına ve sanatlarına ilgi göstermekten geri kalmıyorlardı. Os­
manlılardaki müzik, kıyafet, dekoratif sanatlar ve çini gibi dallara duyulan
ilgi yoluyla, Avrupa'da, sanat, edebiyat ve müzik alaıılannda "Turqueries"
(Türkvari) adı verilen bir akım çok moda olmuştu. 17. yüzyıldan iki ünlü ti­
yatro oyununu örnek verebiliriz: Racine'in Bajazet(1672) ve Moliere'in Ki­
barlık Budalası piyesleri(1670) . Müzik alanında 18. yüzyıl "Türkvari" motif­
ler yönünden çok zengindir. 1716'da Vivaldi, Venedik'in Babıali'yle ilişkile­
rinin bir metaforu olarak tasarlanan juditha Triumphans askeri oratoryosu­
nu besteledi. Venedik Cumhuriyeti'ni temsil eden güzel Judith, halkını teh­
dit eden ve Osmanlı lmparatorluğu'nu temsil eden Holophern ile bir gece
geçirerek bekaretini feda eder ve o uykuya daldığında başını keser. 1735'll'
gene Vivaldi "müzikli bir trajedi" diye tanımladığı Bajazet operasını bestclrr.
Bajazet, ya da Osmanlı padişahını esir edip ölümüne sebep olan Orta Asya­
lı Tamerlano (fimurlenk) ile ilgili olarak, 17. asrın sonuna kadar, Haen­
del'in bir operası da dahil, sayılan elliye varan müzik eseri uyarlanmıştır.
Mozart da başyapıtlarından bazılarında Osmaıılı müziğinden esinlenmiş­
tir. Buıılardan biri K 331(1781-1783) sayılı ve son bölümü "Alla Turca" baş­
lığını taşıyan piyano sonatıdır. Saraydan Kız Kaçırma operasından (1782)
önce Mozart daha az bilinen ve az çok aynı temayı işleyen bir başka opera
daha bestelemiştir: Zaide (1780) . Benzer temaları işleyen çok sayıda başka
opera da bestelenmiştir: Gazzaniga'nın Osman'ın Sarayı, Rossini'nin Ceza­
yir'de Bir İtalyan (1813) , Mayr'ın Ormus'un Sarayı ya da Basili'nin Halife ve
Şiava operası gibi...
Aydınlanma filozofları Avrupa modelinin evrensel olduğuna ve iler­
lemenin temelini oluşturduğuna inanıyorlardı. Oıılara göre despotizm ol­
gusu geri geleneklerden kurtulamamak ve ilerlemeyi kabullenememekle
açıklanabilirdi. Kuşkusuz, Osmanlı imparatorluğu duraklamıştı, ama iler­
leme düşüncesine tamamen kapalı olduğu söylenebilir miydi? Aslına bakı­
lırsa 17. yüzyıl imparatorluğun gerilemesinin nedenleri üzerine bir sorgu-

TORKİYE Ü Z E R İ N E BASMAKALIP DÜŞÜ NCELER 23


lama dönemi olmuş, ı8. yüzyılda ise Aydınlanma düşüncelerinin Osmanlı
seçkinleri arasında yayıldığına tanık olunmuştu. 17. yüzyılda Osmanlı'nın
gücündeki ve kurumlarındaki duraksama Osmanlı tarihçileri ve üst kade­
me yöneticilerini bu konuda kafa yormaya ve hükümdara tavsiyelerde bu­
lunmaya yöneltti. "Tann'nın yeryüzündeki gölgesi" olan padişahın mutla­
kıyetçiliğini sınırlayabilmek için adalet ve yasa kavranılan açısından düşü­
nülmeye başlandı. Buna karşılık 18. yüzyılda padişahın danışmanlan, o sı­
rada çok zayıflamış olan merkezi iktidarı güçlendirmek için önlemler ara­
maya koyulacaklardı. Hukuk, bir yandan zaman zaman "taviz verilse" de
ilahi kökeni nedeniyle dokunulamaz nitelikte olan şeriatla, il. Mehmed ta­
rafından oluşturulup 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman zamanında sağ­
lamlaştırılan -Kanuni adını da buradan almaktaydı- sektiler nitelikli ka­
nunlardan meydana geliyordu. Demek ki, reformcular daima tutucuların
saldırısına hedef olsalar da, ilerleme ve değişim yolu kapalı değildi. Muha­
fazakarlar gerilemenin kökeninde imanın zayıflamasının bulunduğunu
düşünüyor ve çözümün İslam'ın başlangıçtaki ilkelerine dönülmesinde
aranması gerektiğini savunuyorlardı. Onların muhalefetine rağmen, 1656
ve 1697 arasında peş peşe işbaşına gelen Köprülü ailesinden sadrazamların
çabalarıyla reformlar yapıldı ama, imparatorluğun gerilemesi durdurula­
madı. Avrupa'ya kıyasla geri kalışın büyüdüğü yolundaki bilinç her geçen
gün biraz daha güçlenmekteydi.
İmparatorluk bir yandan toprak kaybeder bir yandan da kurumlan
çözülürken, yönetici çevreler giderek Avrupa düşüncelerini benimser ol­
muşlardı. 18. yüzyılın ilk otuz yılı, kültürel planda ve hayat tarzı bakımın­
dan parlak bir dönemdi. "Lale Devri" denilen bu dönem adını aydın bir pa­
dişah olan III. Ahmed devrinde sarayı ve yüksek kademe görevlilerini saran
farklı renklerde, özellikle siyah renkte laleler yetiştirme tutkusundan alıyor­
du. Osmanlı seçkinleri bu dönemde Haliç kıyılarında güzel sahilsaraylar in­
şa ettiler ve ihtişamlı davetler verdiler. Bu davetlerde Fransız markileri gibi
giyinme adeti yayılmıştı. Sanki, "Turqueries" modası vasıtasıyla meraklarını
tatmin eden Avrupalılara, Osmanlı seçkinleri Fransız aristokrasinin giyim
ve tavırlarını egzotizm simgesi gibi kullanarak karşılık veriyorlardı.
Aynı dönemde saray ve üst bürokrasi Avrupa modelinden esinlenen
önlemler aldı. Paris'e ve başka Avrupa başkentlerine daimi elçiler gönderil­
di; bu da Avrupa'daki düşünceler, kurumlar ve uygulamalar hakkında bi­
rinci elden bilgi toplamaya olanak verdi. "Lale Devrin yeniçerilerin ayaklan­
ması ve III. Ahmed'i öldürmeleriyle son buldu, ama Batı'dan gelen mo­
dernleştirici düşünceler imparatorlukta tohumlarını bırakmayı sürdürdü­
ler. 1789'da Avrupa'dan gelen düşüncelere açık bir padişah olan III. Se­
lim'in tahta çıkmasıyla reformcu kanat güçlendi. Yeniliklere karşı çıkan ye­
niçerilerin gücünü kırmak için III. Selim "Nizam-ı Ceditn (Yeni Düzen) adı
verilen yeni bir ordu kurdu. Sonradan bu yenilik, 19. yüzyılın reform hare­
ketinin ilk adımı olarak kabul edilecekti. Saray ve reformcu çevreler Fran­
sız Devrimi boyunca yaşananları dikkatle izliyordu. 1794'te İstanbul'daki
Fransız topluluğuna mensup Jakobenler Fransız Büyükelçiliği'nin bahçesi­
ne bir "özgürlük ağacı" diktiklerinde "liberten sözü ilk defa "serbesti" söz­
cüğü ile Türkçeye tercüme edildi ve alenen telaffuz edildi. Daha da ilgi çe­
kici bir olay şudur: 1799'da Suriye, Bonaparte'ın orduları tarafından işgal
edilince Babıali'nin bu eyalette yaşayanlara hitaben yayınladığı bildiride,
"Fransızlara göre bütün insanlar eşit doğar ve hukuk önünde eşittir; kimsl'
doğuştan ya da sonradan edindiği mevki nedeniyle başkalarına üstün deAil­
dir ve herkes hayatı boyunca canına ve malına istediği gibi tasarruf etmek­
te serbesttirn denilmektedir. Görüldüğü gibi Aydınlanma düşüncesi Os­
manlı devleti ve toplumuna nüfuz etmeye başlamıştı. Zamanla özgürlük ve
eşitlik 19. yüzyıl reformcularının ağızlarından düşürmedikleri iki sözcük
olacaktı. Bu dönem, Osmanlıların bir sonraki yüzyıla adım atarken yaşadık­
ları yenilenme hareketinin provası gibiydi. Aydınlanma düşüncesi yönetici
seçkinlerin bir bölümü tarafından içselleştirilmişti ve Osmanlı İmparator­
luğu'nun Aydınlanmacıların hayal ettikleri Doğu despotizmi denilen baskı­
cı, ilerlemeyi reddeden durağanlık cehennemi ile artık uzaktan yakından
alakası kalmamıştı.

TORKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP DOŞÜ NCELER


"OSMANLI İ M PARATORLUGU
AvRUPA' NıN 'HASTA ADAMı'yoı. "

Kollanmızda çok hasta bir adam... var; gerekli olan bütün önlemler alın-
madan onu elimizden kaçınrsak... çok yazık olur.
ÇAR 1. NıKOIA, 1853
zikreden R. Mantran(der.) , Histoire de L'Empire Ottoman, 1989

Çapulcu, hırsız ve açgözlü katil; ancak gırtlağına kadar


kana battığında mutlu olur.
Karikatür yazısı, Pemot Almanak'ı, 1919, zikreden S. Yerasimos, a.g.e.

smanlılar 19. yüzyıl boyunca, kendi icatları olan bir terimle

O "garplılaşma" (Cumhuriyet döneminde "Batılılaşma") adını ver­


dikleri reform hareketini sürdürdüler. Aynı dönemde yaygın bir
Avrupa söylemi onları her tür kötülükle suçluyor, adeta şeytanlaştırıyor­
du. Kuşkusuz bu saldırılan büyük güçler ve onların propagandaları yön­
lendirmekteydi. Ancak, "milliyetlerin uyanışı" da imparatorluk toprakla­
rına ulaşmış, Yunanlıların başlattıkları isyan hareketini, Sırplar, Bulgar­
lar, Makedonyalılar, Arnavutlar, hatta Boşnaklar gibi hakimiyet altında
yaşayan bütün Balkan halklarının ayaklanması izlemişti. Bu ayaklanma­
lar kimi savaşlara ve kanlı bastırma eylemlerine yol açtığından Avrupa'da
öfke yaratmış ve çok olumsuz kalıp yargıların yayılmasına neden olmuş­
tu. Dönemin şarkiyatçılığı, seyahatnameleri ve Byron, Chateaubriand ya
da Hugo gibi romantiklerin görüşleri de aynı yönde etkili olmaktaydı. 19.
yüzyıl yazar ve sanatçıları, Osmanlıları antik uygarlığı yok eden mezar
kazıcıları olarak görmüş olan Voltaire'in fikrini paylaşıyorlardı. Hugo,
Türk'ün geçtiği yerde bir daha ot bitmediğinden dem vuruyor, Delacroix
1824'te resmettiği Sakız Katliamı adlı tablosunda 1822'deki Yunan Ba­
ğımsızlık Savaşı sırasında Sakız Adası'nda Osmanlı ordusunun yaphkla­
rını çarpıcı biçimde gösteriyordu. Türk'ü hırpalamadıklannda da Avnı-
palılar Ingres'in Türk Hamamı (1862) tablosuna bakarak haremi düşle­
mekteydiler.
İmparatorluk ve egemen halk olan Türkler, inim inim inlettikleri
boyun eğmiş halklara yer açmak için yok olmalıydılar. Ne var ki, Batılı ül­
kelerin kendilerine boyun eğmiş başka halklar üzerinde Osmanlılarınkin­
den geri kalmayan vahşeti, aynı şekilde telin edilmiyordu. Belçikalıların
Kongo'da, Almanların Namibya'da, İngilizlerin Hindistan'da yaptıkları kit­
lesel katliamlar görmezden gelinmekteydi. Oysa İngilizlerin Hindistan'da­
ki Sipayes (Sipahi) ayaklanmasını bashrmalan sırasında on yılda milyonlar­
ca Hintli katledilmişti. Aynı şekilde Fransız generali Bugeaud'nun askerle­
rinin ve ardıllarının Cezayir'e ve onun geleneksel toplumuna çektirdikleri
acılar unutulmuştu. Büyük Fransız düşünürü de Tocqueville'in "toprakla­
rındaki Kızılderili soyunu" tamamen yok etmeyi başardılar dediği Amerika­
lılar hakkında da fazla bir laf edildiği yoktu. Pek az Avrupalı Fransa'nırı
1881-1930 arasında önce Cezayir'de, daha sonra sömürge imparatorlu�u·
nun her yanında yürürlüğe soktuğu "Yerliler Yasası" aracılığıyla, yerli hal­
ka Fransızlar için mevcut olmayan suçlar ve cezalar öngörmesinin yol açtı­
ğı çelişkinin farkındaydı. Oysa bu sırada Osmanlılar Fransız Devrimi'nden
esinlenen ve yasa önünde Müslüman ve gayrimüslim tebaaya eşitlik tanı­
yan reformlar yapıyorlardı.
Avrupalıların aşağılamasına rağmen Osmanlılar yenilenme çabala­
rını, yer yer kanlı yöntemlere başvurarak da olsa sürdürmekteydiler. Örne­
ğin l826'da il. Mahmut yeniçeri ordusunu tek bir yeniçeri bile hayatta kal­
mamacasına ortadan kaldırmışh. Oğlu 1. Abdülmecid l839'da ilan ettiği bir
fermanla Tanzimat dönemini açıyordu; bu fermanı l856'da ikinci bir fer­
man izleyecekti. Bu iki padişah fermanı sayesinde mülkiyet hakkı üzerin­
deki kısıtlamalar kaldırıldı, din ve etni ayrımı güdülmeksizin bütün insan­
lar eşit sayıldı, seküler mahkemeler ve eğitim kurumlan oluşturuldu. Ön­
lemlerden bazıları uygulamaya girmemiş olsa bile, bu kararlar bir tür Os­
manlı insan ve yurttaş haklan bildirgesi niteliği taşıyordu. İktidarın önem­
li bir bölümü padişahın elinden çıkarak, sarayın keyfi müdahalelerine kar­
şı belirli güvencelere kavuşmuş, modernleşmiş bürokrasinin eline geçti.
İmparatorluğun güçlü şahsiyetleri bundan böyle gerçek anlamda bir başba-

T Ü R K İ YE ÜZE R İ N E BASMAKALIP DOŞÜ NCELER 27


kan haline dönüşen reformcu sadrazamlar olacaktı. Günlük hayat ve seç­
kinlerin giyim kuşamı da Avrupalılaşh.
Avrupalı güçlerin gerçekleştirilmesi için bastırdıkları Tanzimat re­
formları Osmanlı İmparatorluğu'na resmen Avrupalı devletler çevresine
kahlma olanağını tanıdı. Rusya'ya karşı İngiltere, Fransa ve Osmanlı İmpa­
ratorluğu'nun oluşturdukları ittifakça kazanılan Kırım Savaşı'nın ardından
toplanan 1856 Paris Kongresi'nde Osmanlı devleti "Avrupa ittifakı"nın üye­
si olarak kabul gördü. Ama, dünyayı egemenliği alhnda tutan büyük devlet­
lerin oluşturduğu bu "yönetim kurulu"na dahil edilmesine rağmen, Os­
manlı Devleti hala vesayet altında tutulması gereken "Avrupa'nın hasta ada­
mı" muamelesi görmekteydi. 1. Nikola'nın yaphğı benzetme pek tutmuştu.
Bir çok türevinin üretilmesine olanak verdiği gibi, diplomatik eylem alanı­
nı da mükemmelen özetliyordu. Gerçekten de Avrupalı güçler azınlıklar so­
runundan imparatorluğun iç işlerine müdahale etmek için alabildiğine ya­
rarlandılar. Azınlıklarla ilgili sorun ciddiydi, zira millet sistemi denilen ce­
maat örgütlenmesi milliyetçilik çağında her bir ulus için taşınması zor bir
yük olmuştu. Bu sorunu gerekçe olarak kullanan büyük güçler, içişlere mü­
dahale yoluyla siyasi ve ekonomik çıkarlarını kollama siyasetini diplomasi­
lerinin ana unsuru haline getirmekte çok başarılı oldular.
Osmanlı reformlarının başlıca amacı, 19. yüzyıl başından beri çok
zayıflamış ve şiddete başvurmadan meşru otorite kullanmakta acze düş­
müş devleti kurtarmakh. Doğrudan halklarla ilgili olmadıkları için eksik ka­
lan bu refornılar, beklenenin tersine bir sonuç verdi. Merkezkaç dinamik­
ler üstün geldi. Dini ve etnik grupların ahenkli bir şekilde yan yana yaşama­
sına izin vereceği düşünülen çok milletli bir yurttaşlık içinde erime düşün­
cesini reddeden gayrimüslim cemaatler, Osmanlı geleneğinde köklü bir
geçmişi olan dini kimliklerinden vazgeçerek milliyetçi kimlikler edinme yo­
luna gittiler. İktidar, otoritesini sağlamlaşhracak yerde siyasi ve sosyal bağ­
ların çözülmesine tanık oluyordu ki, bu da kanlı bir isyan ve bastırma dön­
güsünü davet etti.
Refornılann beklenmedik bir sonucu da Osmanlı seçkinlerini ilgilen­
diriyordu. Rejime bağlı, ehil modem bürokratlar yetiştirmek üzere Fransız
modeline uygun olarak tasarlanmış sivil ve askeri okullar, yerleşik düzeni

28
eleştiren ve değiştirmek isteyen bir Osmanlı intelejensiya'sı yarattı. Bu Genç
Osmanlılar özgürlük ve eşitlik düşüncelerinin cazibesine kapılmışlardı.
Ne var ki, yüzyılın sonuna denk gelen bu dönemde milliyetçiliklerin
uyanışı imparatorluğun her yanında hissedilir olmuştu. Reform yolunda
hayli mesafe alınmışh ve modernleşmeci seçkinlerin sayısı ve gücü artmış­
h. Artık geriye dönmek için çok geçti. Aslına bakılırsa, il. Abdülhamid'in
saltanatı sırasında Bahlılaşma reformları önceye kıyasla daha da hızlandı ve
derinlik kazandı. Azınlıklar sorunuyla baş etmedeki aczine ilaveten Os­
manlı yönetimi ekonomi alanında da çok başarısızdı; bu da Avrupalı güçle­
re Osmanlı'nın ekonomik kaynaklarını vesayet alhna alma imkanını tanıdı.
Avrupalı güçler ilk başta (16. yüzyıl) Fransızlara bir ayrıcalık olarak tanın­
mış ve sonradan baskı alhnda başka Avrupa ülkelerine de verilmiş kapitü­
lasyonlar sayesinde zaten pek çok ticari avantajdan yararlanıyorlardı. Kapi­
tülasyonlardan yararlanan Avrupalı tacirler ve Osmanlı tebaasından olan
gayrimüslim ortakları düşük oranda vergi ödüyor, kendi sefaretlerinin ko-
rumasından yararlanıyorlardı. Bu ayrıcalıklara Lozan Anlaşması ile ve
1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından son verildi.
1875'te borç alhnda kıvranan Osmanlı devleti iflasını istedi. Borç veren ül­
keler ı88ı'de Düyun-ı Umumiye idaresini kurdular; bu kurum, alacaklıla­
rın borçlarını tahsil edebilmeleri için Osmanlı ekonomisinin yönetimini
denetim alhna aldı.
189o'lı yıllarda Bahlıların Jön Türk adını verdikleri reformcu seç­
kirıler iktidara karşı çıkabilmek için İttihat ve Terakki Komitesi'ni kurdular.
Aralarından pek çoğu, onlardan yirmi yıl kadar önce Genç Osmarılıların da
yaptıkları gibi Paris'e sığınmışh. Talepleri ve imparatorluk rejimi yetkilile­
rine karşı düzenledikleri suikastlar karşısında korkan il. Abdülhamid (otuz
yıldan uzun süredir iktidardaydı) 1908 yılında 1876'da ilan edilip rafa kal­
dırılan anayasayı yeniden yürürlüğe koydu ve yeni parlamento seçimleri ya­
pıldı.1909'da da tutucu bir ayaklanmayı desteklemekle suçlanınca tahttan
feragat etmek zorunda kaldı. İmparatorluğun çökmesine kadar geçen süre­
de onu izleyen padişahların hükümrarılığı yok gibiydi. Jön Türklerin devri­
mi memlekette olsun Paris'te olsun, "Doğu'daki Fransız Devrimi" olarak
alkışlandı. İmparatorlukta "özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet" haykırışla-

T Ü R K İ YE ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜ NCELER


rıyla selamlanan bir özgürlük havası esmeye başladı. Kısa sürede, bütün ce­
maatleri temsil eden siyasi örgütler, özgür bir basın, sendikalar ve kadın ör­
gütleri kuruldu. Bunların hepsi, modernleşmeci reformlar sayesinde top­
lumda meydana gelen değişimlere işaret ediyordu. İmparatorluk elinde ka­
lan son toprak parçalarını kaybederken, bir yandan da tarihinde ilk kez öz­
gürlük havasını solumaktaydı. 1912-1913 Balkan Savaşları'ndaki yenilginin
ardından Osmanlıların 1346'dan beri Balkanlarda süren varlığı sona erdi.
1909'da seçilen Meclis çokulusluydu, farklı azınlıklara mensup me­
busların sayısı az çok Türk mebuslarınkine eşitti. Ancak milliyetçilik çağın­
da artık yenilenmiş bir Osmanlılık fikrini canlandırmak için çok geç kalın­
mışh. Gene de iki siyasi parti barındıran canlı bir parlamenter rejim kurul­
muştu. Merkeziyetçi ve milliyetçi İttihat ve Terakki Komitesi iktidardaydı;
özel girişim ve ademimerkeziyetçiliği savunan dolayısıyla liberalizmden ya­
na görünen Hürriyetperver Fırka da muhalefette yer alıyordu. Pozitivizm,
Bergsonculuk, Daıwinizm ya da maddecilik etrafında dönen tartışmalar
çok hareketli bir entelektüel hayata işaret ediyordu. İstanbul bu dönemde
Doğu Akdeniz'in Paris'i olmuştu. İttihat ve Terakki Komitesi iktidarı kendi
içindeki çelişkilerle boğuşmaktaydı. Avrupa yanlısı modernleşmeci bir
alcım laikleşme ve kadın haklarının geliştirilmesinden yanaydı. Eğitim, der­
nekleşme hakkı -Fransa' da 19oı'de kabul edilen dernekler yasasından esin­
lenilmişti- ve aile hukuku konularında refomılar önerildi. Çokeşlilik, kadın­
ların kapatılması ve örtünme aleyhtarı kampanyalar açıldı. Ancak, neredey­
se ırkçı bir ton taşıyan milliyetçi alcım Komite içinde ağır bash ve İttihatçı
yönetim giderek otoriterleşti. 19ıfte Komite'nin üç yöneticisi, Enver, Talat
ve Cemal Paşalar bir hükümet darbesi gerçekleştirerek işi kan dökmeye var­
dıran diktatoryal bir rejim kurdular. İmparatorluğu Almanya'nın safında
1914-1918 savaşına sürüklediler ve 1915'te Ermeni Soykırımı'nı gerçekleş­
tirdiler. 1918'de savaştan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu can çekişiyor­
du. İstanbul ve Anadolu galip devletlerce işgal edildi. Londra ve Paris
1916'da akdettikleri gizli Sykes-Picot Anlaşması uyarınca imparatorluğun
Arabistan'daki topraklarını paylaştılar. Versailles barış görüşmeleri çerçeve­
sinde 192o'de imzalanan Sevr Antlaşması, Anadolu'nun Ege'ye açılan batı­
sını Yunanlılara veriyor, doğuda bir Ermeni devletinin kurulmasını öngö-

30
rüyor, aynca bir Kürt devleti kurulması olasılığına yeşil ışık yakıyordu.
Türklere sadece İç Anadolu yaylasının bu devletlerce çepeçevre sarılmış, ço­
rak ve doğal kaynaklardan yoksun bir bölgesi bırakılmaktaydı.
Avrupa ülkelerinin kamuoyları Türkler aleyhine zincirinden boşan­
mış gibi husumet kusuyordu. Yüzyıllardır birikmiş düşmanca duyguların
ve basmakalıp düşüncelerin doruğa çıktığı bir dönemden geçiliyordu. Bü­
yük bir şiddet içeren bu söylemin gerisinde aslında Birinci Dünya Sava­
şı'ndan galip çıkan büyük güçlerin çıkarları yatıyordu. Kuşkusuz, savaşta
Osmanlı 1mparatorluğu'nun Almanya'nın yanında düşman cephede yer al­
ması ve Anadolu'da gerçekleşen katliamların da bunda bir etkisi vardı.
1908 ile 1912 arasında yapılan reformlar tamamen unuhılmuştu. Pierre Lo­
ti gibi birkaç istisna dışında herkes Türklerin yok edilmelerinin gerekli ol­
duğuna karar vermişti. Batı muhayyilesi eski, durağan Türk düşüncesine
sarılmıştı: " Bu halk başlangıcından beri şimdi olduğu gibidir ( ... ) ilerleme
ve modern uygarlık temelinde yeni bir yola girmesi imkansızdır. " Zekası
kıttır: 'Tarih göstermiştir ki, Türk'ün entelektüel kapasitesi yoktur. " Ekono­
mi konusunda beceriksizdir: "Türk ticaretin lafından ( ... ) bile tiksinir."
Türk yırtıcı bir hayvan gibidir: "Hıristiyan avına saldırıp kanını emmek için
fırsat kollayan bir sürüngenden farkı yoktur." Böyle olunca hakkında veri­
len hüküm kesindir: "Türk halkı suçludur ve cezalandırılmalıdır." Ceza da
bellidir: " Akınlarına başladıkları Orta Asya ( ...) onların yurdu olmakta de­
vam ediyor. Oraya dönmeliler. Er ya da geç, Küçük Asya'nın ( ... ) büyük uy­
garlık çemberinin parçası olan topraklan uygarlığa, yani bize iade edilmeli­
dir." Ve eğer umulan tehcir uygulamaya konulamayacak olursa, Amerikalı
bir diplomatın önerisi işe yarayabilirdi. Bu diplomat, Amerika Birleşik Dev­
letleri'nin Amerika yerlilerine yaptığı gibi rezervler kurularak Türklerin bu­
ralara kapatılmasını önermekteydi (alıntılar için bkz. S. Yerasimos, a.g.e.).
"Avrupa'nın hasta adamı" iyileşmek için çok çaba harcamış, ama elde etti­
ği sonuç hayal kırıklığı yarattığından Avrupalı "hastabakıcılannı" tatmin et­
mekten uzak kalmıştı. 1914-1918 arasında hastalık fena depreşti. Bunun
üzerine "doktorları" onu ölüme mahkıim ettiler. Ancak hasta ölmemekte
direniyordu, mücadele etmeye başladı ve bir cumhuriyete dönüşerek sağlı­
ğına kavuştu.

'
TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKA L I P DÜŞÜNCELER }I
"MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
MODERN TÜRKİYE1NİN KURUCUSUDUR. "

Atatürk, son derece gerçekçi... bir devlet adamıydı.


Ama her şeyden önemlisi o bir Aydınlanma insanıydı.
Ve Aydınlanma'yı yapanlar aziz değildiler.
A. MANGO
Atatürk, John Murray, I 999

Mustafa Kemal'e göre ya Batı'da ya da Doğu'da olunabilirdi.


FALİH RIFKI ATAY
zikreden Th. Zarcone, La Turquie: de l'Empire ottoman
a la Republique d'Atatürk, 2005

ustafa Kemal'in öyküsü, sıradışı bir şahsiyetle bir dünya impara­

M torluğunun çöküşü sürecinde ortaya çıkan olağandışı tarihsel


koşulların karşılaşmasının ürünüdür. Bu karşılaşma, imparator­
luk ordularında parlak bir kariyer yapması beklenen yetenekli bir subayın,
bir halkın bağımsızlık davasına önayak olması ve modem bir cumhuriyet
kurmasıyla sonuçlanacaktı. Çok bariz farklara rağmen, Mustafa Kemal'in
bazı özellikleri ve eylemleri onu devlet adamı ve ulusal bağımsızlığın sim­
gesi olmuş bir başka askerle yakınlaştırmaktadır: General de Gaulle. Ara­
larındaki benzerlikler, tarihi bir misyonla görevlendirildiği yolundaki sar­
sılmaz inanç, siyasi ve stratejik eylemi pragmatik açıdan algılamak ve ka­
rizmatik iktidarı kurumsallaştırma kapasitesi olarak özetlenebilir.
Mustafa Kemal, I 88I'de, o sırada imparatorluk sınırlan içinde yer
alan Selanik'te, Osmanlı gümrük idaresinde görevli bir mütevazı memur
ailesinde doğdu. İstanbul Harp Akademisi'de tamamladığı parlak eğitimin
ardından ordudaki kariyerine başladı. Mustafa Kemal ve yakın dostları Os­
maıılı İmparatorluğu'nu reformdan geçirmeye çalışan fakat kurtarmayı ba­
şaramayan modernleşme yanlısı Tanzimatçılar(I830-I850) , Genç Osman-

32
lılar(1860-1880) ve Jön Türkler(1890-1918) olarak anılan devlet seçkinleri­
nin mirasçısıydılar. 1908 devrimine katılmışlardı. Mustafa Kemal şahsen,
İttihat ve Terakki yönetimine karşı mesafeli dursa da, Kemalist hareketin
önde gelen liderleri -ki hareket 1919'dan itibaren oluşmuştu- Jön Türk ik­
tidarı altında önemli sorumluluklar almışlardı. Mustafa Kemal İttihatçıla­
rın modernleşmeci-radikal kanadından etkilenmiş, milliyetçiliğini de onlar­
dan almıştı. Yirmili ve otuzlu yıllarda uygulamaya koyacağı reformlardan
bazıları 191o'lu yıllarda, dönemin önemli bir entelektüeli olan Abdullah
Cevdet tarafından yapılması öngörülen değişikliklerdi.
Bununla birlikte Mustafa Kemal'in hukuk ve kültür alanında ger­
çekleştirdiği devrim hız ve çap yönünden daha önce yapılan reformların
hepsinden daha etkileyiciydi. Akılcı, pozitivist, Aydınlanma fılozoflarını ve
August Comte'u dikkatle okumuş. Leon Bourgeois'nın dayanışmacılığın­
dan etkilenmiş aydın bir otokrattı. Milliyetçiydi, tek parti rejimi çerçevesin·
de karizmatik ve diktatoryal bir iktidar kurmuş, otoritesine karşı çıkanlara
ve hasımlarına karşı zaman zaman kaba kuvvete başvurmuş, yirmili ve
otuzlu yıllarda baş gösteren Kürt isyanlarını acımasızca bastırmıştı. Büyük
Savaş sırasında 1915'te Çanakkale' de, 1916'da Suriye cephesinde ve özellik·
le 1919-1922 arasında Anadolu' da verilen Kurtuluş Savaşı'nda kazandığı as·
keri zaferlerin ona halk ve seçkinler nezdinde sağladığı derin saygı sayesin­
de ondan başka kimsenin yapamayacağı reformları -ki kimi yakınlarını ra­
hatsız edecek ve ondan uzaklaştıracak kadar radikal olanları vardı- uygula­
maya koydu. Yaşadığı süre boyunca şahsı kültleştirildi, pek çok yere heykel­
leri dikildi ve kültleştirmenin bir simgesi olarak Büyük Millet Meclis'i
1934'te ona Türklerin atası anlamında "Atatürk" adını verdi. Bu kültleştir­
me 1938'deki ölümünden sonra da devam etti ve Ankara'da bir tepeye inşa
edilen, naaşının 195J'te nakledildiği Anıtkabir bir tür tapınağa dönüştü.
Ancak altı çizilmesi gereken çok önemli bir husus vardır ve bu onu, döne­
minde Avrupa'yı kasıp kavuran diğer diktatörlerden farklı kılmaktadır. Di­
ğer diktatörlerin gözünde kurdukları rej im kendi başına bir amaç iken,
Mustafa Kemal otoriter bir rejimin hızlandırılmış bir modernleşme süreci­
ni uygulamak için şart olduğunu düşünmekteydi. Ancak bu rejim geçici
olacaktı, zira reformlarının amacı nihai olarak bir demokrasi kurmaktı. İk-

TÜRKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALI P DÜŞÜNCELER n


tidann gözetimi altında bir muhalefet partisi oluşturmak için 1925 ve
l93o'da iki deneme yapıldı. Ama ikisi de kısa sürede başarısızlığa uğradı.
Çok partili bir rejime geçebilmek için l946'yı beklemek gerekecekti.
l919'da onun ola�anüstü yeteneklerinin farlanda olan padişah tara­
fından Anadolu'daki askeri birlikleri teftiş etmek üzere müfettiş olarak ta­
yin edildi. Padişah aynı zamanda, büyük saygınlığı olan ve Osmanlı başşeh­
rini işgal etmiş 1 tilaf devletlerine boyun eğdiği için kendisini eleştiren genç
generali İstanbul'dan uzaklaştırmak istemiş de olabilir. Mayıs ayında yeni
görevine başlayan Mustafa Kemal derhal direnişi örgütlemeye girişti. Ordu­
dan istifa etti; imparatorluğa ihanet ettiği gerekçesiyle gıyaben ölüme mah­
rum edildi. Anadolu'nun Türk ve Kürt eşrafının ve halkının desteğini sağ­
layabilmek için işgal kuvvetlerine karşı savaşın devam ettiği sürece Türk
milliyetçiliği yerine daha birleştirici İslami simgelerden yararlanma yoluna
gitti. l92o'de oluşum halindeki yeni Türkiye'nin kurucu ilkelerinden ikisi­
ni hayata geçirdi. Bunlardan ilki, direnişe siyasi meşnıiyet kazandırmak
için orta Anadolu'daki küçük bir şehir olan Ankara'da Büyük Millet Mecli­
si'nin kurulmasıydı; Ankara daha sonra modern Türkiye'nin başkenti ola­
caktı. Direnişe katılan Türk, Kürt ve başka etnik kökenlerden Müslümanla­
rın hepsinin temsil edildiği bu meclis, altı yüzyıldır Osmanlı padişahlarının
benimsedikleri dine dayalı egemenlik yerine halkın egemenliği ilkesine da­
yandırılmıştı. İkinci olarak Misak-ı Milli'yi ilan ederek, imparatorlukta ya­
pısal olarak mevcut olan yayılmacılığın tersine, ulusal devletin sınırlarını ve
yetineceği topraklan belirledi. 1922 Eylül ayında Yunan işgal kuvvetlerine
karşı zaferin kazanılmasından ve bu zaferin 1923 Temmuz ayında imzala­
nan Lozan Antlaşması'yla uluslararası planda tanınmasından sonra Musta­
fa Kemal enerjisini reform programını uygulamaya hasretti.
1923 Ekim'inde Cumhuriyet'in ilan edilmesi cüretkar bir adımdı; zi­
ra arkadaşlarından pek çoğu Jön Türklerin kurdukları anayasal monarşi re­
jimini modernleştirerek ve kuvvetlendirerek devam ettirmek yanlısıydı. Ar­
tık ne imparatorluk ne de padişah vardı; bu makamdaki son kişinin yetkisi
halifelikle sınırlıydı. Böylece 1299'dan beri hiç aralıksız devam etmiş olan
Osmanlı hanedanı sona ermişti. Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'i ilk
cumhurbaşkanı olarak seçti. Ölümüne kadar da peş peşe cumhurbaşkanlı-
ğına seçilecekti. 1924'te liberal denebilecek bir anayasa kabul edildi ve aynı
yıl, Millet Meclisi Mustafa Kemal'in önerisi üzerine işgalcilerle işbirliği
yaptığı için saygınlığını yitirmiş bir hanedana son verilmesinden daha radi­
kal ve muhafazakar Müslümanları irkilten bir değişikliği oyladı: Hilafetin
kaldırılması.
Türkiye'de bu karara tepkiler sınırlı kaldı. Sünni İslam'ın, başka
bir deyişle sünnete, yani peygamberin sözlerine sadık kalan, Ortodoks
mezhebin merkezi bir kurumunu ortadan kaldıran bu önlem, laikliğin
önünü açmaktaydı. Din ile siyasi iktidarın iç içe geçmesinin Müslüman ül­
kelerin geri kalmalarına yol açan nedenlerden biri olduğunu düşünen
Mustafa Kemal, dini kamu alanından çıkarıp özel alanın sınırları içine
çekmek demek olan laikliğin gereğine inanmıştı. Ona göre bu reform, di­
ğer reformları yönlendirecek önemde bir temel reformdu. 1924 Anayasa­
sı'nın devletin dininin İ slam olduğunu hükme bağlayan maddesi 1927'de
kaldırıldı ve 1937'de yapılan yeni bir değişiklikle Cumhuriyet'in laik oklu­
ğu ilan edildi. Kemalist iktidar İslam'ın mali ve hukuki temellerini de ht>·
def aldı. İslami vakıflar ve İslami mahkemeler kaldırıldı. Tevhid-i tedrisat
yasasına göre eğitim laikleşiyordu ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetimi
altında karma okullarda verilecekti. İslami tekkeler kapatıldı, mallarına el
konuldu. Sünni İslam, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri İdaresi'nin dene­
timi altına girdi. Devlet memuru haline gelen imamlar için okullar açıldı
ve geleneksel dini eğitim kurumlarının (medreseler) yerini alan bir İlahi­
yat Fakültesi kuruldu. 1928'de Latin alfabesi Arap alfabesinin yerini aldı.
Önemli reformlardan biri de Türkçe ile ilgiliydi; Arapça ve Farsça kökenli
kelimelerin yerine Türkçelerini koymayı hedefliyordu. Arap takviminin
yerini Batı takvimi aldı ve haftalık tatil günü Cuma'dan Pazar'a değiştiril­
di. Kılık kıyafet ve başlıklar da bundan böyle Avrupalılarınkine benzeye­
cekti. Avrupa tarzında üniversiteler, akademiler ve yüksek okullar açıldı.
İsviçre'den örnek alınan yeni bir Medeni Kanun kabul edildi. Müslüman
bir toplumda tarihte ilk kez aile hukuku sekülerleşmişti. Kadınlar yeni
haklar elde ettiler; bunlardan en önemlisi 193o'da belediye seçirnle­
ri,1934'te de milletvekili seçimleri düzeyinde geçerli olmak üzere elde et­
tikleri oy hakkıydı. Bu hakkı aralarında Fransa'nın da bulunduğu birçok

T Ü R K İ YE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜNCELER


Avrupa ülkesinden önce kazanmışlardı. Buna karşılık yeni Ceza Kanunu
faşist İtalya'dan esinlenilerek yapılmışh.
1923 ile 1937 arasında gerçekleştirilen bu otoriter modernleşmeci
reformlar fımnası sayesinde Türkiye'nin çehresi değişti. Ancak reformların
toplumun derinliklerine nüfuz etmesi zaman alacak ve kısmi olacakh. Ke­
malist rejim aynca ulusal ekonominin temellerini ath ve sonradan piyasa
ekonomisinin gelişmesine zemin hazırlayan sanayileşme hamlesini başlat­
h. ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye demokratikleşme yoluna girdi
ve toplumun derinlemesine değişmesine tanık olundu. Böylece post-Kema­
list aşamaya geçen toplumda dinin kamu alanına dönüş yaptığı, Kemalist
miras ile siyasal lslam arasındaki gerilimin siyasal hayata damgasını vurdu­
ğu görüldü. Kemalizm, bir ideoloj i olarak geçmişe aittir, ancak reformları
Türk modernleşmesine uzun dönemli olarak damgasını vurmuştur. Fakat
günümüzde, Kemalizm, çahk kaşlı bir milliyetçilik ve askeri bürokrasinin
demokrasi üzerinde icra ettiği vesayet gibi sorunlu ve zamana ters düşen
amaçlarla kullanılmaktadır. Mustafa Kemal'in akılcı şüpheciliğine ve prag­
matizmine tamamen ters düşen milliyetçilerin Kemalizm'i dogmatik bir
doktrine dönüştürmeye çalışbklan görülmektedir ki, bunun sonuçlan dev­
letin kutsallaşması ve demokratik rejimin zayıflamasıdır.
KİM LİKLER
"TÜRKLE Rİ N ÇoG.uN LUGU M İ LLİYETÇ İ D İ R. "

Biz hiç şüphesiz milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizi bir arada tutan unsurdur.
İSM ET İNÖNÜ, Başbakan, 1925
Zikr. H. Bozarslan, Histoire de la Turquie contemporaine, 2004

Ulusun en geniş şekilde paylaştığı değer olan milliyetçilik, siyaset ve


bellek konulan etrafinda radikalleştiği zaman sorun olmaktadır.
J. P. BuRDY (yön.), Les mots de la Turquie, 2006.

odern Türkiye'nin tarihi kuruluş koşullan, milliyetçiliği Cumhu­

M riyet'in ideolojik temeli yapmakta rol oynadı. Osmanlı fmpara­


torluğu'nda Osmanlılığa bağlı kalan Türkler milliyetlerin uyanış
hareketine hayli geç bir tarihte kahlmışlardı. Türk milliyetçiliğinin ilk ide·
ologlan, l 89o'lı yıllarda yazmaya başlayan, Tatarlar ve Azeriler gibi Rus·
ya'da yaşayan Türkçe konuşan insanlardı. Onları, Kürt kökenden gelen bir
Durkheimcı sosyolog olan ve düşünceleriyle önce Jön Türkleri, daha sonra
da Cumhuriyet'in kurucularını derinden etkileyen Ziya Gökalp izledi. Ara­
larından pek çoğu 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Paris'e sürgün giden
bu Türk milliyetçiliği kuramcıları, A. Comte, E. Durkheim ve E. Renan' dan
çok etkilenmişlerdi.
Jön Türk iktidarı(1908-1918) döneminde siyaset hayahna damgası­
nı vuran iki milliyetçilik akımı öne çıktı. Bunlardan Türkçülük, Türkleşmiş,
İslamlaşmış ve modernleşmiş bir imparatorluk öngörmekteyken, pantür­
kizm, Orta Asya'da bütün Türkleri birleştirecek yeni bir imparatorluk haya­
li görüyordu. Kemalist Cumhuriyet, pantürkizmi reddederek, birinci akı­
mın mirasına sahip çıktı.
Kemalistler, Fransa kökenli bir düşünce olan "tek devlet, tek milletn
anlayışına bağlıydılar.1923 yılında buna uygun bir "üniter devletn kuruldu.
Ancak Türk milletinin oluşturulması gerekiyordu; bunun için de, gene ba­
zı Avrupa örneklerinden esinlenerek millete bir kuruluş efsanesinden türe-

T Ü RKİYE ÜZER.İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 19


tilen, onu temellendiren ve meşrulaşhran kökenler icad edilmeliydi. Türk
halkına, imparatorluAun son demlerinde yaşanan yenilgiler, trajediler so­
nucu kaybettiği onuru ve kendine güveni yeniden kazandırmak gerekiyor­
du. Millet, etnik kimlikle (Türklük) ve dini aidiyetle (Sünni İslam) tanım­
landı. Bu tercih, anayasada siyasi ölçütlerle tanımlanan cumhuriyet vatan­
daşlığında kimi çelişkilere yol açmaktaydı. Bunlardan en çarpıcı olanı, mil­
let tanımında etnik unsurun ön plana çıkmasının, Cumhuriyet'in Kürt, Er­
meni, Rum, Asuri-Keldani ve Yahudi kökenli vatandaşlarının, bu kimlikle­
ri tanınarak vatandaş kabul edilmelerini imkansız kılmasıydı.
Türk milliyetçiliğinin yüzleşmek zorunda kaldığı bir başka soru da,
Anadolu'ya kimin daha önce yerleştiğiyle ilgili tarihsel "öncelik" tartışma­
sıydı. Pek çok Batılı bu toprakların antik Yunan-Roma dünyasına ait oldu­
ğu kanısındaydı ve Türklerin aynı toprakları kendi yurtları olarak görmesi­
nin meşruluğuna itiraz ediyordu. Mustafa Kemal bu itirazlara cevap olarak.
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran halk medenidir.Tarih boyunca medeni idi,
gerçekte de medenidir" diyordu. Buna uygun bir milliyetçi mitoloji yarahl­
dı: Anadolu'da tö 2ooo'li yıllarda büyük bir medeniyet yaratan Hititlerin
Orta Asya'dan gelmiş Türkler olduğu ileri sürüldü. Ayrıca, Türkçe, dünya
dillerinin hepsinin kökeni olarak ilan edildi. Bu son efsanenin, pek çok baş­
ka şey gibi Fransa'dan ödünç alınıp alınmadığı sorusu akla geliyor. Zira,
"bazı Fransızların Gal dilinin insanlığın ilk dili olarak tanınmasını istedik­
leri" (bkz. J .-L. Nancy, Le Monde, 4 Kasım 2004) bilindiği gibi, Almanlar da
kendi dillerinin Adem'in dili olduğunu ileri sürmekteydiler.
Cumhuriyet milliyetçiliğinin üstesinden gelmesi gereken bir çelişki
daha vardı. Cumhuriyet meşruiyetini emperyalistlere karşı kazanılmış bir
bağımsızlık savaşından almaktaydı. Ne var ki, Mustafa Kemal, aynı zaman­
daTürk milletinin önüne "muasır medeniyet seviyesini" yakalama hedefini
koymuştu. O sırada muasır/çağdaş medeniyeti cisimleştiren ülkeler ise, İn­
giltere ve Fransa idi. Atatürk'ün ünlü, aynı zamanda da çelişkili yorumlara
açık "Ne mutlu Türküm diyene!" formülünde ifadesini bulan güçlü milli­
yetçilik ile, Kemalizmin Türkiye'yi Aydınlanma'nın evrensel ilkeleri ışığın­
da Avrupalılaşarak yeniden yaratma yolundaki aynı derecede güçlü hedefi
arasındaki çelişkiyi Cumhuriyet hiç bir zaman aşamadı. Uygulamada, ken-
dine Türk diyen bir birey için geçerli olabilecek ilci vatandaşlık tanımından
etnik olanı, daima seçime dayalı tanımın önüne geçti. İkinci Dünya Sava­
şı'ndan sonra çok partili hayata ve demolcrasiye geçiş, ideolojik çoğulculu­
ğu da beraberinde getirdi; ancak milliyetçilik zayıflamadı. Tersine, seksen­
li yılların ortasından itibaren, Kürt milliyetçiliğini temsil eden PKK'nın baş­
lattığı silahlı mücadeleye koşut olarak Türk milliyetçiliğinin egemen konu­
mu daha da güçlendi.
Milliyetçiliğin güçlenmesinde etkili olan iki faktörden daha söz edi­
lebilir. Bunlardan ilki, ders kitaplarında işlenen milliyetçilik anlayışının ne­
redeyse yabancı düşmanlığının sınırında gezinmesidir. İkincisi de, devletin
Türk toplumuna kendi tarihi hakkında gerçekleri saptıran bir anlayış dayat­
ması ve geçmişin, Ermeni Soykırımı gibi, kimi karanlık sayfalarını özgürce
tartışmayı engellemesidir.
1999 sonunda gündeme gelen ve o sırada halkın % 65 ile % 70
arasında bir kesimi tarafından desteklenen Avrupa Birliği'ne olası bir üye­
lik perspektifi ve 2000-2004 arasında gerçekleştirilen önemli demokra tik
reformlar, egemen konumdaki milliyetçiliği geriletme yönünde etkili ol­
du. Bununla birlikte 2005'ten bu yana milliyetçiliğin Avrupa'ya ve demok­
ratikleşmeye karşıt çevreler tarafından yeniden ve sistemli biçimde kışkır­
tıldığı görülüyor. Avrupalı muhafazakarların dile getirdikleri Türkiye'yi
dışlama yönünde söylemlerin de milliyetçiliğin yükselişine destek sağla­
dığı açıktır. Gene de, 2000-2004 arası dönem, Türklerin çoğunlukla mil­
liyetçi düşüncelere duyarlı ve bayrak, milli marş gibi sembollere bağlı ol­
makla birlikte, demokrasinin, otoriter ve özgürlük düşmanı eğilimlere
baskın çıktığı zamanlarda dünyaya açık vatandaşlar olarak davranma be­
cerisini gösterdiklerini ortaya koydu. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin,
mevcut siyasi partiler arasındaki en az milliyetçi ve Türkiye'nin Avrupa
Birliği üyeliğine en sıcak bakan kuruluş olan Adalet ve Kalkınma Partisi
(AKP) tarafından kazanılmış olması bu gözlemi doğulayan bir kanıttır.
Ancak sarkaç, kısa bir süre sonra, 2007 sonbaharında P KK'nın gerçekleş­
tirdiği ölümcül saldırılar ve bunların aşın milliyetçi çevrelerle, bu görüşü
paylaşan medya tarafından sömürülmesi sonucu öbür yana döndü. Bu
çevreler dağıtılmadıkları sürece Türkiye, eski Fransa Cumhurbaşkanı F.

TÜRKİYE ÜZE RİN .; 8ASMAKALIP 00ŞÜNCELER


Mitterrand'ın deyimi ile "milletin hastalığı" olan milliyetçilikten kurtula­
mayacak gibi görünüyor.
Ancak, aşın milliyetçi güç odaklarına ve kanundışı örgütlere yargı
sisteminin gösterdiği hoşgörü ve takındığı pasif tutum, işledikleri cinayet­
lerin ve yaptıkları saldırıların günışığına çıkmasıyla değişti. Bu çevreler,
uzun sürecek ve " Ergenekon" diye adlandırılan dev bir davada yargılanma­
ya başladı. Diğer taraftan, Kürt Sorunu ve 1915 Soykırımı'nın tanınmasıyla
yakından ilişkili olan Ermenistan Cumhuriyeti ile ilişkiler gibi, aşın milli­
yetçilerce milli duyguları körüklemek için istismar edilen konularda
2009'da önemli açılımlar ve ilerlemeler gerçekleşti. Bu olumlu gelişmeler
başarılı olursa, Türk ulusu bu "hastalıktan" kurtulabilir.
"TÜRKLERİN YÜZDE 9 9 'UNDAN FAZLASI
M ÜSLÜMAN1DIR"
Çoğulculuk... Türk İslamı'nın başta gelen özgünlüğüdür.
TH. ZARCONE, La Turquie moderne et l'islam, 2004

Avrupa'da, halkın önemli bir bölümünün -Aleviler- Sünni değil de,


heterodoks olduğunu kim biliyor acaba?
EusE MAssıcARD, Türkiye'den Avrupa'ya Alevi Hareketinin
Siyasallaşması, 2007

. aygın olduğu kadar yanıltıcı da olan basmakalıp düşüncelerden bi­

Y rine göre çağdaş Türkiye, dini açıdan türdeş bir ülkedir. Böyle bir
izlenimin doğmasında şüphesiz, iki faktör etkili olmuştur. ilkin,
Sünnilik ezici ve görünür bir çoğunluktur. İkinci olarak, Osmanlı İ mpa­
ratorluğu döneminde Anadolu'da yaşayan çok sayıda gayrimüslim bugün
Cumhuriyet nüfusunun sadece % o,2'sini oluşturmaktadır ve bu orana, Er­
menistan'dan, Gürcistan'dan ve Moldovya'dan gelen çok sayıda göçmen de
dahildir. Aslında dini türdeşlik düşüncesini çürüten, başlıca özelliği çoğul­
culuk olan Türk lslamı'nın kendisidir. Sünni Müslümanlar nüfusun % 75
ile % 8o'ini oluşturmakla birlikte, iman anlayışı bakımından iki farklı grup­
tan oluşmaktadırlar. Ulemanın savunduğu geleneksel Sünnilik, aşın kural­
cı, şekilci ve iktidara bağlıdır. Ancak Sünniliğin içinde, hem bu ülkede hem
da başka Müslüman toplumlarda mistik ve aşkıncı (ruhani) bir anlayış ve
uygulama da vardır: Tasavvufçuluk / Sufilik. Ayrıca, halkın geri kalam için­
de % 20- % 25 olarak tahmin edilen bir bölüm de heterodoks bir inanç sis­
temi olan Aleviliği benimsemiştir. Kesin sayılarım bilmek mümkün değil­
dir, zira nüfus sayımlarında onlar da, pek çoğunun itirazına rağmen, dini
"İslam" olarak gösterilmektedir. Anadolu'daki çeşitli dinsel toplulukların
tarihi çok eskiye gider; en eskilerinden biri Tarsuslu Aziz Pavlus tarafından
kurulan Hıristiyan topluluktur. Pavlus, Tarsus'a komşu Antakya şehrinden
yola çıkarak Anadolu'nun bahsına ve daha öteye doğru birçok yolculuk yap-

TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELE R 43


mış, dinini yaymaya çalışmışhr. Anadolu'nun yerlisi Hıristiyan gruplar
içinde, Süryanileri, Ortodoks Rumları ve Ermenileri ve aynca heterodoks
bir topluluk olan Yezidileri de zikretmek gerekir. Doğu Anadolu'nun yerli
halkı olan Kürtler, Anadolu'ya 11. yüzyılda gelen Selçuklular ve onları izle­
yen Osmanlılar gibi Sünni idi. Buna karşılık Kafkasya'da ve İran' da yaşayan
Azeriler gibi Türkçe konuşan bazı halklar, İ slam'ın Sünnilikten sonraki
ikinci mezhebi olan, müminleri peygamberin gerçek mirasçısı olarak Mu­
hammed'in damadı Ali'yi tanıyan Şiiliği benimsemişlerdir. Başka Türk top­
lulukları da, kısmen Kürtlerin de benimsedikleri, Alevi mezhebini geliştir­
mişlerdir. Yahudilere gelince,15. yüzyılda İspanya ve Portekiz'den kovul­
duktan sonra onlara Osmanlı İmparatorluğu kucak açh.
Anadolu'ya ait bir kültürel ve ruhani olgu olup, daha çok Türklerin,
onların yanı sıra bir kısım Kürtlerin kabul ettikleri ve Balkanlarda da yayıl­
mış olan Aleviliği tanımlamak çok kolay değildir. Aleviliğin Araplar arasın­
da, özellikle Suriye' de mevcut, farklı özellikler taşıyan bir kolu daha vardır:
Alauitler. Alevilik 15. yüzyılın sonunda, Anadolu'da, kızılbaş (başlarına tak­
hklan başlığın renginden dolayı) adı alhnda ortaya çıktı. Bu inancı benim­
seyenler, orta ve güney Anadolu'da yaşayan, Türkçe konuşan Safevi göçer­
lerle Türkmen savaşçılardı. Şefleri İsmail, 15oı'de İran'da iktidarı ele geçi­
recek, Safevi hanedanını kuracak ve 12 lmam'a inanan (kaybolduğuna ina­
nılan 12. İmam'ın dönüşünü İran halkı hala beklemektedir) Şiiliği, o vakte
kadar Sünni olan İran'da devlet dini olarak kabul ettirecekti. Alevilere gelin­
ce, zamanla farklı dinlerden alınan unsurları birleştirerek ve Anadolu'da
yaygın bir sufi tarikati olan Bektaşilik ile yakınlaşarak, hakim inançlardan
özerk, kendine özgü bir mezhep geliştirdiler. Heterodoks özelliklere sahip
bu mezhep, 13. yüzyıldan itibaren Osmanlı yönetiminin İslam'ın değişik
eğilimlerine mensup dini topluluklar arasındaki karmaşık ilişkileri yürüt­
mesinde çok önemli bir rol oynadı. Aynı zamanda da, özellikle onların Sa­
fevi İran taraftan olduklarından kuşkulanan Yavuz Sultan Selim tarafından
katliama uğratıldılar.
Cumhuriyet Türkiye'sinde belli başlı Alevi örgütleri, 2004'te Avru­
pa Komisyonu'nun Alevileri şaşırtıcı biçimde bir azınlık olarak tarif etme­
sine rağmen, "azınlık" tanımlamasını kabul etmiyorlar. Alevilerin kamu

44
alanında teşhis edilmelerini mümkün kılan görünür bir işaretleri yoktur.
Aynca, Osmanlı döneminde ve hatta cumhuriyet yıllarında ayırımcılık ve
dinsizlikle suçlandı.klan için, kendilerini görünmez kılmayı öğrenmek zo­
runda kalmışlardır. Ancak, son yirmi yıldır haklarının tanınmasını açıkça
talep etmeye başladılar. Alevilik kendi içinde türdeş bir topluluk oluşturmu­
yor; siyasi ve ruhani bakımdan birbirinden farklılaşan birçok akımdan mey­
dana geliyor. Alevilerin büyük çoğunluğu laiklikten yana tavır almakta ve
İslamcılığa çok kesin biçimde karşı çıkmaktalar. Alevi heterodoksluğu, ken­
dini bir din ya da mezhep içinde hapsetmek yerine, ruhani bir yaklaşım, bir
felsefe ve bir kültür olarak görme eğilimindedir. Alevilik, kadınlarla erkek­
ler arasında eşitlik öngörmektedir ve başları örtülü olmayan Alevi kadınlar,
dini törenlerde erkeklerin yanında durmakta, onlarla birlikte dua etmekte,
şarkı söylemektedirler. Bu törenler (ayinler) camilerde değil, cemevi denen
özel mekanlarda yapılır. Ruhani liderleri erkek olabileceği gibi (dede), ka­
dın da olabilir (ana). Aleviler, Şiizm'den (özellikle Tanrı'nın peygamberi
olarak kabul ettikleri Muhammed'in damadı Ali'ye bağlıdırlar) , sufılikten,
Türk şamanizminden, Kürt zoroastrizminden, aynca Yahudilikten ve H ı·
ristiyanlıktan pek çok unsur almışlardır. Alevi akımlarından biri Allah'ın,
Muhammed'in ve Ali'nin tek bir ilahi bütün oluşturduklarını ileri süren bir
teslise inanır. Azizleri, dini hiyerarşileri vardır ve ruhların başka bedenler­
de yeniden yaşadığına inanırlar. Şunu da eklemek gerekir: Türk ve Kürt
milliyetçiliklerinin ikisi de Aleviliğe sahip çıkmakta ve onu kendi tarihinin
ve kültürünün bir parçası kabul etmektedir. Bu nedenle, PKK ile Türk or­
dusu arasındaki savaşın doruk noktasına çıktığı doksanlı yıllar, Aleviliğin
en çok araçsallaşhnldığı dönem olmuştur.
Türkiye'dek:i dini çeşitliliğin bir başka veçhesini, geniş bir tabana
yaslanan tarikatlar şeklinde örgütlenmiş sufı akımlar oluşturmaktadır. Bu
akımlar, Türk:iye'nin toplumunda ve popüler kültüründe her zaman köklü
bir yer tutan, zaman zaman toplumun yapısını da belirleyen oluşumlardır.
Sufilik birçok açıdan geleneksel ve aynı zamanda resmi İslam'dan uzakla­
şan, İ slamiyet'in mistik, hümanist ve aşk yönünü temsil eden veçhesidir.
Sufi olan kişi genellikle bireysel aşkınlık arayışında, imanla ilişkisinde da­
ha cemaatçi ve kuralcı olan Sünni Müslüman' dan çok daha ileri gider. Dün-

TÜ RKİYE ÜZERİ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜNCELER 4S


yadan el etek çekip çilecilik yolunu seçer; durmadan dua eder, hücresine bir
keşiş gibi kapanır, zaman zaman da 13. yüzyılda Konya'da yaşamış büyük
sufı Mevlana Celaleddin Rumi'nin piri olduğu Mevleviler gibi dönerek
dans ederken vecde erer. Cumhuriyet 1925'te sufı tarikatleri yasakladı. An­
cak tarikatler faaliyetlerini, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel hayatı etki­
leyecek biçimde sürdürdüler. Aralarından Nakşibendiler gibi bazıları siyasi
partilerde çok etkilidirler. Sahip oldukları günlük gazete ve özel televizyon
kanalları vardır. Başkaları, eski Yunan akılcılığının varisleri, İbn-i Sina gibi
İran, ya da İbn-i Rüşt gibi Arap düşünürlerin izinden giderek dini dogma­
ları eleştiriyor, hatta Muhammed'in ölümünden iki yüzyıl sonra siyasal ne­
denlerle dayatılan, Kuran'ın Tanrı sözü olduğu yollu dogmaya hepten karşı
çıkıyor, cennet ve cehennemin varlığını inkar ediyor, dünyanın üç tektanrı­
lı dinin iddia ettiğinin aksine daima varolacağını savunuyorlardı. Alevilerle
aynı azizlere saygı gösteren Bektaşiler de, onlar gibi heterodokstur. Bunun
yanı sıra Nurcu tarikatının içinden çıkmış, eğitim alanında faal olan, Bal­
kanlar'da, Asya'da ve Afrika'da laik liseler kuran Fethullahçılar gibi modem
tarikat olguları da gündemdedir.
İslamiyet içindeki büyük parçalanma ve çeşitlilik gözönüne alındı­
ğında, mezhep cemaatleri, farklı fıkıh okullarına bağlı ortodoks Sünniler
(Türkler çoğunlukla Hanefı'dir), sufıler, 12 İmamcı Şiiler ve Aleviler arasın­
daki ilişkileri anlamak hiç de kolay değildir. En muhafazakar Sünniler,
bunların hepsini kötü Müslümanlar olarak görme eğilimindedir. Geçmişte
Alevilere karşı şiddet eylemleri yapılmıştır. 1978'de Kahramanmaraş'ta
yüzlerce Alevi öldürülmüş, 1993'te Sivas'ta Madımak Oteli'nde toplanmış
Alevi yazar ve sanatçılar, otelin ateşe verilmesi sonucu yanmış, aralarından
36'sı ölmüştür. 2ooo'li yıllardan beri farklı Alevi kuruluşları Alevi kimliği­
ni daha açıktan savunmaya başladılar ve kendi inançlarına Sünni İslam ile
aynı muamelenin yapılmasını talep etmekteler; yetkililer de bu yeni veriyi
ister istemez dikkate almak durumundadır.
"DEVLET, FARKLI Kİ M Lİ KLERİ ,
ÖZE LLİ KLE KÜRT Kİ M LİGİNİ TANI MAYI
REDDETM EKTEDİR"
. .. Türk halkını türdeş... bir bütün olarak gören yaklaşımı
tartışmaya açmak.
E. MAssıcARD, a.g.e.

Türkiye parçalanıyor sendromu saplantıya dönüşmüş. . .


H. BozARSIAN, a.g.e., 2007

erkeziyetçi ve üniter cumhuriyet devleti, Osmanlı İmparatorlu­

M ğu'nun son dönemine damgasını vuran azınlıklar sorunuyla ilgi­


li korkulu kabusundan uyanamamaktadır. Bu yüzden, siyasi, sos­
yal, etnik ya da kültürel olsun, her alandaki çeşitlilikten korkmaktadır. Gü­
nümüzde "Sevr sendromu" adı verilen bu korkunun temelinde 192o'de ya­
pılan Sevr Antlaşması yatıyor. Bilindiği gibi bu antlaşma Anadolu'nun bü­
yük bölümünü, Fransa, İtalya, Yunanistan'a ve kurulması öngörülen Erme­
ni ve Kürt devletlerine veriyor, Türkiye'ye Orta Anadolu'daki küçük bir top­
rak parçasını bırakıyordu. Bu durum Cumhuriyet'in kurucularını bu toprak­
lardaki kadim gerçeği, Türkiye'nin sahip olduğu etnik çeşitliliği inkar etme­
ye götürdü. Önce Jön Türklere, daha sonra da Kemalistlere göre Türkçülük
milletin çimentosu olacaktı. Bu yeni milletin türdeşliğinin, diğer kimliklerin
yok sayılması pahasına icat edilmesi ve dayatılması gerekiyordu. Devlet bazı
dönemlerde, özellikle İkinci Dünya Savaşı günlerinde Ermeni, Rum ve Ya­
hudilerin mal varlıklarına el konulmasına yol açan "Varlık Vergisi" uygula­
ması ya da Kıbrıs sorunu bağlamında yöneticiler tarafından kışkırtılan gü­
ruhların 6-7 Eylül 1955'te İstanbul' da Rum ve diğer gayrimüslim cemaatlere
ait ibadet yerlerini ve mağazaları tahrip ve talan etmesi gibi olaylar sırasında
utanç verici ve yabancı düşmanlığı kokan tavırlar sergiledi.
Ezici çoğunluğu oluşturan Anadolu Türklerinin yanı sıra Türkiye'de
halen farklı büyüklükte, kimisi coğrafi açıdan dağılmış elliye yakın etnik grup

TÜ RKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 47


yaşamaktadır. Bunlar arasında Türklerin ardından gelen ikinci büyük grubu,
yaklaşık 15 milyon dolayındaki, başka bir deyişle toplam nüfusun % 2o'sini
meydana getiren ve uzun bir süreden beri etnik kimliklerinin tanınmasını ta­
lep eden Kürtler oluşturuyor. Bunun dışında, etnik köken itibariyle Türk ol­
sun, olmasın hepsi Müslüman olan, Kafkasya ya da Karadeniz'den (Azeri,
Laz, Çerkes, Abaza, Çeçen, Ubuk), Güney Rusya'dan (Tatar, Nogay, Başlar),
Orta Asya'dan (Kazak, Kırlaz, Uzbek) , Çin'den (Uygur), Balkanlardan (Arna­
vut, Boşnak, Pomak) ve Suriye'den (Arap) gelmiş pek çok başka grup vardır.
Bu grupların toplam nüfus içindeki paylarını bilmek zordur; zira aralarından
pek çoğu yıllar önce gelip toplumla bütünleşmiş ve kimliklerinin tanınması
talebinden vazgeçmişlerdir. Çoğunun nüfusu azdır; Türkiye-Suriye sınırında
yaşayan Araplar, muhtemelen en kalabalık grubu oluşturmaktadır.
Kendine model olarak aldığı Fransa devleti gibi modern Türkiye
devleti de, azınlıkları tanımamaktadır: Bunun tek istisnası, Lozan Antlaş­
ması (1923) ile azınlık statüsü tanınan üç tarihi gayrimüslim cemaat, Erme­
niler, Rumlar ve Yahudilerdir. Sahip oldukları özel statü uyarınca, dini işle­
rinin yürütülmesinde Rum ve Ermeni Patriklerine ve Hahamlığa tanınan
özerkliklerden yararlanmakta, aynı şekilde cemaat okullarını kendileri yö­
netmektedirler. Bir başka tarihi azınlık olan Asuri-Keldaniler (diğer adlarıy­
la Süryaniler) bu süreçte unutulmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu döne­
minde birkaç milyon oldukları tahmin edilen bu azınlıkların bugünkü nü­
fusu toplam nüfusun % o,ı'i ile % o,2'si arasındadır ve birkaç on bini geç­
mez. Zaman zaman kamu yöneticilerinin savunma gereğini duydukları
eşit cumhuriyet vatandaşlığı ilkesine rağmen, bu gayrimüslim vatandaşlar
siyasi topluluğun ve devlet bürokrasisinin dışında tutulmuşlardır. Seçimle
gelinen görevlere çok ender olarak gelebilmişler, buna karşılık, ordu, ada­
let, bakanlıklar ya da içişleri teşkilatında sorumluluk mevkiine gelmelerine
izin verilmemiştir. Aleviler de bu gibi sorumluluklardan dışlanmışlardır.
Kürtlere gelince, sadece kimliklerini savunmayanlar, cumhurbaşkanlığı da
dahil olmak üzere, yüksek mevkilere gelebilmişlerdir. 1989-1993 arasında
cumhurbaşkanı olan Turgut Özal için olduğu gibi...
Günümüzde Cumhuriyet'in üniter devlet olma iddiasının karşısında
büyük bir engel vardır. Türkiye bu engeli ancak çoketnikli yapısını inkar po-
litikasından vazgeçerek aşabilir.Türkiye Kürtlerinin çoğunluğu, Cumhuri­
yet'in kurucu unsurlarından biri olarak kimliklerinin ve haklarının tanınma­
sını talep ediyorlar. Demografik ağırlıkları ve toplumda tuttukları yerin öne­
mi düşünüldüğünde, kimlikle ilgili siyasi taleplerinin Türkiye devleti kadar
demokrasiyi de birinci derecede etkileyeceğini kestirmek zor değil. Kürtler
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu eylemi olan Kurtuluş Savaşı'nda önemli
bir rol oynadılar. Bu savaş sırasında Kürtlerin yaptıkları katkıyı Kemalistler
de tanıdılar. Nitekim, o sırada en üst direniş ve siyasal karar mercii olan Bü­
yük Millet Meclisi'nde Kürtler bu kimlikle temsil edilmekteydi. Savaşın za­
ferle bitmesi ve l923'te Cumhuriyet'in kurulmasının ardından Türk milli­
yetçiliği egemen oldu ve Kürtlerin haklan görmezden gelindi. Bu yoksanma,
l925'te Doğu Anadolu'da, bir Kürt dini önderinin, Şeyh Sait'in başını çekti­
ği büyük bir isyana yol açtı. İ syan, 1930 ve l938'de patlak veren iki isyan gi­
bi çok sert şekilde bastırıldı. "Dağ Türkleri" diye adlandırılmaya başlayan
Kürtlerin varlığı bile inkar edildi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da daha çok
Kürtlerin yaşadıkları bölgeler uzun yıllar sıkıyönetim altında ve ekonomik
kalkınma çabalarının dışında tutuldu. Bölgede okur-yazarlık düşük, yoksul­
luk vahim boyutlardaydı. Cumhuriyet rejimi büyük toprak ağalan ve aşiret
reisleriyle işbirliği yapmayı, onları bakan atayarak ya da milletvekili seçtire­
rek kendi içine almayı seçti ve Kürt halkını denetim altında tutma görevini
onlara devretti. l96o'lı yıllarda çok büyük çaplı ve uzun süreli bir proje (Gü­
neydoğu Anadolu Projesi, GAP) başlatıldı. Buna göre elektrik üretmek ve
bölgenin tanına elverişli topraklarını sulamak amacıyla Fırat ve Dicle nehir­
leri üzerinde yirmi bir baraj kurulacaktı. Proje kuşkusuz kimi iyileşmeler
sağladı ama, bölgeyi yoksulluktan kurtarmayı başaramadı. Kaldı ki soruna,
çok önemli olmasına rağmen, sadece sosyo-ekonomik açıdan yaklaşmak, za­
man içinde ön plana geçen kimlik meselesini çözmeye yeterli değildir.
1980-1983 askeri cuntası döneminde yeraltındaki Kürt hareketi çok
büyük baskı gördü. l984'te PKK ( Kürdistan İ şçi Partisi) lideri Abdullah
Öcalan'ın yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı bir gerilla savaşı baş­
lattı. P KK ve Türk ordusu arasındaki mücadele bugüne kadar 35 binden faz­
la kişinin ölmesine, bunun yanı sıra her iki hasım tarafından gerçekleştiri­
len cinayet ve benzeri tedhiş olaylarına yol açtı. Üç binden fazla Kürt köyü

TÜ RKİYE Ü Z E R İ N E 8ASMAKALI P DÜŞÜNCELER 49


yıkıldı ve çoğunluğu Kürt olan iki milyondan fazla insan, savaş nedeniyle
bölgeden kaçarak ülkenin batısındaki büyük şehirlere göç etti. Savaşın ma­
liyeti yüz milyar dolardan fazla bir miktara ulaştı. H EP, DEP, ÖZDER, HA­
DEP, DTP gibi değişik adlar altında kurulan Kürt yanlısı siyasi partiler peş
peşe kapatıldı.199o'lı yılların başında, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, seçil­
miş Kürt milletvekillerinin gözetimi altında gerçekleşecek yerel özerlik ve
PKK gerillaları için af öngören, müzakereye dayalı bir çözüm fikrini günde­
me getirdi. Ancak, 1993'te kuşku uyandıran koşullar içinde ölmesiyle bu
süreç yanın kaldı. Abdullah Öcalan'ın 1999'da yakalanması, yargılanıp ölü­
me mahkılm edilmesi fakat bu cezanın sonradan yaşam boyu hapis cezası­
na dönüştürülmesi, gerilla savaşına geçici bir süre ara verdi. Silahlı PKK
elemanları Türkiye sınırına yakın Kuzey Irak dağlarına çekildiler. Ne var ki,
Türk yetkililer çatışmaların sönmeye yüz tuttuğu bu ara dönemi, büyük öl­
çüde askerlerin ve milliyetçi güçlerin karşı çıkması nedeniyle siyasi bir çö­
züm bulunması için değerlendiremediler. 2004 yılından itibaren PKK ge­
rilla savaşına ve saldınlanna yeniden hız verdi.1980-2002 yıllan arasında
çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı illerde uygulanan sıkıyönetim kaldırıldı, an­
cak suikastlerin yeniden başlaması üzerine ordu 2007'de geçici olarak üç
güvenlik bölgesi oluşturdu. Bu, olağanüstü önlemlere geri dönüldüğü izle­
nimi yarattı. Aynı yılın ekim ayında parlamento, gerek duyulursa PKK'nın
şiddet eylemlerine son vermek amacıyla ordunun Kuzey Irak'a girmesine
izin veren bir karar aldı. Aslında 1984'ten beri Türk birlikleri, PKK militan­
larını kovalamak üzere sının geçmekteydiler. Ne var ki, daha kapsamlı bir
istilanın tüm bölgenin dengesini altüst edeceği açıktır.
Baştan beri, Türk ordusu ve PKK siyasi çözüme karşıydılar, zira böy­
le bir çözüm her ikisinin de çıkarlarına ters düşmekteydi. Her ikisini de ha­
rekete geçiren ideoloji milliyetçiliktir. Türk ordusunun etki alanı PKK mili­
tanları ölümcül saldırılar düzenledikleri zamanlar genişlemekte, öte yan­
dan PKK, Türk devletinin demokratik bir çözümü reddettiği zamanlarda
Kürtler nezdindeki gerilla mücadelesini sürdürme yönünde bulduğu meş­
ruiyeti en üst düzeyine çıkarmaktadır. PKK ,1984'te Türk devletine karşı
mücadelesini çok belirli bir hedef güderek başlattı: Türkiye Kürdistan'ının
bağımsızlığı. Zaman içinde bu hedefi Türk-Kürt federasyonu şeklinde de-

50
ğiştirdi. Ancak 1999'da lideri A. Öcalan'ın tutuklanmasından sonra zor du­
ruma düştü. PKK, Türk ordusunu yenemeyeceğini bilmektedir, ancak şid­
det eylemlerine son vermesi ölüm fermanını imzalamak olacaktır. Çünkü
Türkiye Kürtlerinin her geçen gün, çıkarlarını Türk parlamenter sistemi
içinde savunan siyasi partilere doğru meylettiğinin farkındadır. Kürt soru­
nunun demokratik gündemin parçası olması, bunu kendi varlığı için bir
tehdit olarak gören PKK dışında herkes için iyi bir şeydir. Diğer taraftan,
son zamanlarda Ergenokon davasının da ortaya çıkardığı gibi, "derin devlet'
denilen aşın ulusalcı örgüt ve çetelerin Türkler ile Kürtler arasında gergin­
lik yaratmak için işledikleri cinayetler ve yaptıkları bombalı saldırılar, dev­
letin içinde ve etrafında Kürt Sorunu'nun ve bu konudaki şiddetin devam
etmesini isteyen güçlerin varlığını kanıtladı.
Türk kamuoyunun aşın milliyetçi kanat dışında kalan kesimi, Kürt
sorununa askeri bir çözümün söz konusu olmadığını kavramıştır. Türk ve
Kürt halkları arasındaki tarihi bağlar ve ülkenin batısındaki büyük şehirler­
de yaşayan Kürtlerin önemli bölümünün toplum ve ekonomiyle bütünleş­
tiği göz önüne alınacak olursa, siyasi çözümün kaçınılmazlığı açıkça görül­
mektedir. Siyasi bir çözüm, dağa çıkmış silahlı Kürtler için de bir çözüm
getirecektir. Kürt sorunu hem ulusal hem de bölgesel nitelikte bir sorun­
dur. Kürt "azınlık" kendi içinde mütecanis bir bütün değildir. Farklılıkları­
na bağlı olan ve bunların tanınmasını haklı olarak talep eden Kürtlerin Tür­
kiye hallo.nın bir parçası olduğundan şüphe edilemez. Özgüllüğünün ta­
nınması ve toplumla bütünleşmesi arasında aşılamayacak bir çelişki yok­
tur. Yakın zamana kadar Kürt çıkarlarını temsil eden DTP (Demokratik
Toplum Partisi) 2007 Temmuz seçimleri ertesinde parlamentoda yirmi
milletvekilli bir grup kurmayı başarması siyasal bir çözümün bulunmasını
kolaylaştırabilirdi (Ancak bu parti de Anayasa Mahkemesi'nce 2009 sonun­
da kapatıldı). Bu seçimlerde ortaya çıkan şaşırtıcı bir sonuç da, iktidardaki
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde
Demokratik Toplum Partisi'nden daha yüksek oranda oy almasıdır. Bu so­
nuç, Kürt kökenli seçmenlerin silahlı mücadeleye karşı, demokratik çö­
zümden yana tercih yaptıkları şeklinde yorumlanabilir. Öyle görünüyor ki,
Kürtlerin çoğunluğu temel haklarına bütünüyle saygı gösterilmesi, başka

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKALI P D Ü ŞÜNC E LE R


bir deyişle 2004 yılında Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği bağlamında,
Kürtçe eğitim ve radyo ve televizyonda Kürtçe yayınlara kontrollü biçimde
geçilmesi gibi kimi ileri adımlann ötesine gidilmesi durumunda, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamayı kabul ediyorlar. Kürt sorunu, Türk
devleti Kürt halkının kimliğini ve haklannı tanıma yolunda adım atmadık­
ça çözülemeyecektir. Böyle bir adımın atılmasından önce gündeme gelen
önkoşul ise, çok zayıflamış olan PKK'nın siyasi yollardan, özellikle hemen
uygulanacak ve A. Öcalan ve az sayıdaki yönetici dışındaki bütün gerilla ele­
manlannı kapsayacak bir genel af yoluyla etkisiz kılınmasıdır. Liderlerin af­
fı daha sonra gündeme getirilebilir.
Nitekim, 2007 yılından itibaren, Başbakan Erdoğan'ın PKK ile ilgi­
li yeni bir af kanunu hazırladığını açıklaması ile yavaş fakat olumlu yönde
bir süreç başladı. Ağustos 2009'da hükümet kanlı eylemlere katılmamış
PKK elemanlarını af kapsamına alan, Kürtçe eğitimde ve yayınlardaki ya­
saklamalann tümünü kaldıran, değiştirilmiş yer isimlerinin Kürtçe karşı­
lıklannın kullanılması, üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin
kurulması gibi özgürlükçü tedbirler içeren bir planı kamuoyuna açıkladı.
Türkiye ile Kuzey Irak'taki yerel Kürt yönetimi arasındaki ilşkilerin düzel­
mesi de, Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözülmesi yönünde
olumlu bir unsur oldu. Hapiste olan PKK lideri Öcalan da bu sürece olum­
lu yaklaşıyor ve katkıda bulunuyordu. Ancak bu süreç de büyük zorluklarla
karsilaşıyor ve tıkanma ihtimali yüksek. Kürt sorunu henüz bir çözüme ka­
vuşmadı, fakat bu konudaki umutlar her zamankinden daha kuvvetli. Tür­
kiye Curnhuriyeti'nin toplum içindeki çoğulculuğu inkar eden tutumun­
dan vazgeçmesi ve kimlikleri ne olursa olsun tüm vatandaşlanna eşit mu­
amele yapmasının gerekli olduğunu yavaş yavaş kabul etmeye başlaması
çok olumlu bir gelişmedir.
MODERNLİK
"TÜRKİYE GERÇEK B İ R DEMOKRASİ DEGİ LD İ R."

. . . Türk anayasacılık hareketi. . . uzun bir tarihin ürünüdür... zahmetli


fakat hiç vazgeçilmeyen, uzun bir demokrasi arayışıdır.
J. MARCOU
Yirmi Birinci Yüzyıl Başında Türkiye (der. S. Vaner), 2009

... görünüşte demokrat... Türkiye, gerçekte hiç demokrasi


olmamıştır...
A. DEL VALLE
La Turquie en Europe, 2004

ürkiye bir demokrasidir, fakat Avrupa normlarına uymak için daha

T atması gereken epeyce adım vardır. Türkiye demokrasisini tarihte


uzun bir geçmişi olan anayasal ve parlamenter harekete dayandır­
mak mümkündür. 1876 Aralık ayında Osmanlı İmparatorluğu, tahta yeni
çıkmış il. Abdülhamid'e o dönemin modernleşmeci seçkinleri olan Genç
Osmanlılar tarafından dayatılan anayasal monarşi (meşrutiyet) rejimini be­
nimsedi. Padişah tarafından bir anayasa ilan edildi ve 1877'de kısıtlı oyla da
olsa bir Meclis-i Mebusan seçildi. Belçika Krallığı anayasasından esinlenen
bu temel yasa hayli liberaldi, ancak egemenlik padişaha aitti. Görevlerini
çok ciddiye alan mebuslar padişahın iktidarını eleştirmeye başladılar, bu da
Sultan'ın gidişattan rahatsız olmasına yol açh. Nitekim Şubat 1878'de Rus­
ya ile başlayan savaşı bahane ederek anayasayı askıya aldı ve parlamentoyu
kapattı. Anayasa, 1908 devriminin ardından değiştirilmiş biçimiyle yeni­
den yürürlüğe kondu; bu metindeki en önemli yenilik, ilk defa halkın ege­
menliği kavramına yer verilmesiydi. 1908'den 19ıfe kadar geçerli olan
İkinci Meşrutiyet gerçek bir parlamento deneyiminin yaşanmasına zemin
hazırladı. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte üçüncü bir anayasal ve parla­
menter dönem açıldı. 1924'te Büyük Millet Meclisi, "hakimiyetin kayıtsız
şartsız millete ait olduğu" hükmünü içeren yeni bir anayasa kabul etti. Bu

TÜRKİYE ÜZ E R İ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜNCELER


anayasa, Fransız Devrimi'nin 1792-1794 yıllarındaki Konvansiyon rejimini
hatırlatan ve meclise mutlak üstünlük tanıyan bir düzen öngörmekteydi.
Ancak bu meclis eliyle yönetim tarzı, tek parti olan Cumhuriyet Halk Par­
tisi'nin (CHP) sıkı denetimi altında işlemekteydi ve bu durum l95o'ye ka­
dar sürdü. 1925 ve 193o'da kontrol altında tutulan süreçlerle muhalefet par­
tisi yaratma yolundaki iki deneme kısa sürede rafa kaldırıldı. l946'da çok
partili düzene atım atılması demokrasiye geçişin başlangıcını oluşturdu.
Muhalefet partisi, 1946 seçimlerinde yenildikten sonra 1950 seçimlerini
kazandı ve iktidar ilk kez demokratik yoldan el değiştirdi. Bunu takip eden
demokratik süreç pek çok zorluk ve çelişkiyle doluydu.
Türk siyasi rejimi bir demokraside bulunması gereken birçok özelli­
ğe sahiptir. Bunların başlıcaları, iktidarın seçimler yoluyla el değiştirmesinin
olağanlaşması, farklı çıkarları temsil eden ve farklı ideolojileri olan siyasi
partilerin varlığı, çok sesli bir medya, örgütlü bir sivil toplumun mevcudiye­
ti ve nihayet, sekülerleşme ve bireyselleşme süreçlerinin giderek güçlenme­
sidir. Türkiye demokrasisinin önemli başarılarından biri, siyasi İslam' dan ve
şeriat yasalarından esinlenen bir rejim dayatmayı öngören İslamcı ideolojiyi
savunan siyasal partileri marjinalleştirebilip, tüm Müslüman toplumların
derdi olan bu akımı demokrasi içinde eritebilmiş olmasıdır. İslamcılık için­
deki bir bölünmeden sonra kurulan ve 2002'den beri iktidarda olan Adalet
ve Kalkınma Partisi (AKP) bugün merkez sağda yer alan, toplumsal açıdan
çok muhafazakar, ekonomide ise liberal olan bir partidir. Nitekim, kendini
muhafazakar-demokrat ve Avrupa yanlısı olarak tanımlamakta, Avrupa med­
yasıyla Türkiye'deki muhaliflerinin pek düşkün oldukları "ılımlı İslamcı"
parti nitelemesini ise reddetmektedir. Hatta, Avrupa Birliği içindeki muha­
fazakar partilerle ilişkilerinde, AKP kendisini Hıristiyan demokrat partilerin
Müslüman toplumundaki karşılığı olarak tanıtmıştır.
Ne var ki, Türkiye'de demokrasinin ciddi eksikleri de vardır. Güçler
ayrılığı, özellikle bağımsızlığı sınırlı kalan yargı açısından tam olarak gü­
vence altında değildir. Muhafazakar merkez sağa iktidar alternatifi oluştu­
rabilecek sosyal demokrat bir partinin yokluğu, demokrasiyi tek bacağı olan
bir özürlü durumuna düşürmektedir. Gerçekten de, siyasal ve sendikal sol,
1980-1983 arasında ülkeyi yöneten askeri diktatörlük altında gördüğü ağır
ve kanlı baskı nedeniyle etkisi 30 yıldır devam eden bir darbe almıştır. Şüp­
hesiz, Türk solu Jön Türkler dönemindeki ilk parlamenter dönemden beri
devamlı ezilmiş, güçsüz kalmıştı. Türkiye Komünist Partisi (TKP), Sovyet­
ler Birliği'nin 1991'de dağılmasına kadar gelen süre içinde yeraltında faali­
yet göstermek zorunda kaldı. Marksist bir partinin (Türkiye İşçi Partisi,
Tİ P) parlamentoya milletvekili gönderilebilmesi için altmışlı yıllan bekle­
mek gerekmiştir. Ancak, TİP 1971-73, solun bütünü de 1980-83 askeri dik­
tatörlükleri altında ezilerek tarihe karışmışlardır.
Yeterince örgütlü bir sendikacılığın yokluğunda, sosyal demokrat
alam da örgütlenme sorunlarını ve iç bölünmeleri aşmakta zorlukla karşılaş­
mıştır. İktidar, yetmişli yıllarda CHP'nin bir koalisyon hükümetini yönettiği
ve sosyal demokrat söylemin işitildiği kısa bir süre bir yana bırakılırsa, her
zaman sağ partilerin elinde kalmıştır. Aynca, kabul etmek gerekir ki, CHP
çoğunlukla halka rağmen halkın refahını sağlayan, onun çıkarlarını ondan
daha iyi bildiği hayaline kapılmış olduğundan ve kendini önderlik rolüne la­
yık bir hareket, Fransızca deyimi ile avant-garde, gibi gördüğünden demok­
ratik sol konumuna gelememiş ve toplumda kök salamamıştır.
Türk solunun bir bölümü, toplumsal mühendisliğe dayanan düşün­
ce yapısı yüzünden, bugün hala toplumun dönüşümlerini kavramakta zor­
lanmakta ve kendi içinde umeleklerin cinsiyeti" türü tartışmalara saplanıp
kalmaktadır.
Sağa partilerin hakimiyetinin ve toplumda kökleşmesinin ardında ta­
rihi bir neden vardır. İçinde Bonapartist ve Orleanist alarnlan barındıran
Fransız sağı gibi Türkiye sağı da, Osmanlı İmparatorluğu zamanında Jön
Türklerin kurdukları 1908-1913 arasındaki parlamenter rejiminden beri var
olan ve cumhuriyet döneminde de devam eden iki alamın sürekliliğinden
güç almıştır. Bu alarnlardan, merkeziyetçi ve devlete yalan duranı önce İtti­
hat ve Terakki Komitesi, sonradan cumhuriyet döneminde ise CHP tarafın­
dan temsil edilmiştir. Jön Türkler zamanında hanedan ailesinden Prens Sa­
bahattin tarafından kurulan liberal eğilimli Hürriyetperver Fırka'nın görüş­
leri ise, cumhuriyet döneminde önce Demokrat Parti (DP, ellili yıllar) , daha
sonra Adalet Partisi (AP, altmışlı/yetmişli yıllar), ardındarı Doğu Yol Partisi
(DYP) ve Arıavatan Partisi (ANAP, 198ften sonra) ve nihayet Adalet ve Kal-

TORKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP DOŞÜNCELER 57


kırıma Partisi (AKP, 2ooı'den bu yana) tarafından dillendirilmiştir. Bu so­
nuncu parti günümüzde merkez sağın tümünü kapsayan başlıca formasyon­
dur. Siyasi partilerle ilgili iki önemli sorun daha vardır. Bunlar, patronaj iliş­
kilerinin (Fransizcada cliente'lisme) yaygınlığı ve parti içi işleyişin demokratik
olmayışıdır. Dünyada bir başka örneği daha bulunmayan, milletvekili seçtire­
bilmek için bir partinin ulusal planda geçerli oyların en az % ıo'unu almış
olmasını öngören kural, pek çok siyasi akımın TBMM'inde temsil edilmesi­
ni önlemektedir. Militarist anlayışı yansıtan 1982 Anayasası, demolaatikleş­
menin önünde bir engel oluşturmuştur. İnsan haklan, azınlık haklan ve ge­
nel olarak temel özgürlükler ayaklar altına alınmıştır. Hukuk devleti kendi
içindeki "derin devlet" denilen, ordu ve güvenlik güçlerinin bazı kesimleriy­
le milliyetçi aşın sağ partilerin kendi çıkarlarına -haklı olarak- karşı olduğu­
nu düşündükleri demokratikleşmenin önünü kesmek için oluşturdukları
suç örgütleri tarafından kanlı yöntemler de kullanılarak baltalanmaktadır.
Türkiye'de demokrasi üzerinde baskısı en fazla hissedilen kurum,
vesayet uygulamaktan vazgeçmeyen ve hukuk devleti ile demokratik meş­
ruiyetin aleyhine olarak "güvenlik devleti" kavramına öncelik veren ordu­
dur. Bu güvenlik ideolojisi otoritarizmi, milliyetçiliği ve militarizmi güçlen­
dirmektedir. Bu ideolojiye, adli ve paramiliter aygıtlara, aralarında jandar­
manın, polisin ve istihbarat örgütlerine, aşın sağcı siyasi partiler ve onların
"Ülkü Ocakları" gibi gençlik teşkilatlarına mensup elemanların oluşturduk­
ları örgütler de arka çıkmaktadır. Resmi devletin bazı aygıtları tarafından da
desteklenen bu örgütlere medya "derin devlet" adını takmıştır. Demolaatik
sistemi zayıflatmak amacıyla, gerçek bir gerilim stratejisi ve sürekli kriz or­
tamı yaratmak için işlenen cinayetlerin ve saldınlann arkasında yatan ope­
rasyonel araç budur. İşledikleri bazı cinayetler kamuoyunda büyük bir tep­
ki yaratmıştır. Örneğin 2005 yılında iki jandarma astsubayı güneydoğuda
nüfusunun büyük bölümü Kürt olan Şırnak ilinde bombalı bir saldın ger­
çekleştirdi; 2006'da bir avukat, İslamcı sloganlar atarak Danıştay'a saldın
düzenledi, bir yargıcı öldürdü ve sonradan aşın milliyetçi bazı emekli su­
bayların kurdukları bir derneğin üyesi olduğu ortaya çıktı; gene 2006'da
Trabzon'da 17 yaşında bir genç şehirdeki kiliselerden birinin İtalyan rahibi­
ni öldürdü; 2007 Ocak ayında Türkiye'nin bütün demokratlarının saygı

58
duydukları Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink İstanbul'da, gene 17 yaşında
bir genç adam tarafından katledildi. Bu son katili yönlendiren ve silahını
sağlayan örgütün, İtalyan rahibi öldüren katile silahını veren örgütle aynı
olduğu anlaşıldı ve her ilci cinayette de, verilecek cezanın daha az olmasını
sağlamak amacıyla katillerin reşit olmayan gençler arasından seçildiği sap­
tandı. Gene 2007'de Malatya'da, üç Protestan misyoner -biri Alman, ilcisi
Türk- bir grup genç tarafından boğazlan kesilerek öldürüldü. Gizli örgütler
tarafından planlandığı anlaşılan bütün bu suç olaylarında suçu fiilen işle­
yenler yakalanıp mahkfun edilirken bunları planlayan ve canilere emir ve­
renler, derin devletin "görünen" devletle kurduğu bağlar sayesinde korun­
dular, yakalanmadılar. Demokrasinin sağlamlaşhrılması için, faşist nitelik­
li bu derin devletin yok edilmesi ve onun da ötesinde ordunun siyaset üze­
rindeki vesayetine son verilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan aşırı sağcıla­
rın çok sevdikleri mitos uyarınca adını "Türk ırkı"nın ortaya çıktığı Orta As­
ya'daki hayali yer olan "Ergenekon"dan alan örgütün dağıhlması ve örgüte
üye olan emekli generallerle halen görevde olan subayların 2008 Şubat'ın­
dan itibaren yargı önüne çıkarılmaları çok önemlidir.
Bu faşist örgütlerin mensubu veya destekçisi olan yüzlerce kişinin
yargılandığı devasa davanın Türkiye Cumhuriyeti tarihinde benzeri yoktur.
Bu dava "derin devlet"in dokunulmazlığına son vermekte, liberal demokra­
si ve gerçek bir hukuk devletinin önünü açmaktadır. Gerçi davanın yürütü­
lüş şekli ve siyasal boyutu eleştirilmektedir. Zira bu davayı, AKP hüküme­
tini 2008'de laikliğe aykırı davranışları dolayısıyla kapahlması için, ordu­
nun da ısrarı ile yargı önüne çıkaran Anayasa Mahkemesi'ne karşı yapılan
bir misilleme olarak görenler de vardır. Bilindiği gibi, 2007'de % 47 ora­
nında oy alarak iktidara gelmiş bir partiyi kapatma girişimi Türk demokra­
sisi için çok kötü bir darbe olabilecekken başarısızlıkla sonuçlandı. Bu da
gösteriyor ki, toplum Silahlı Kuvvetler'in demokratik sistem üzerindeki ve­
sayetini artık kabul etmiyor.
Silahlı Kuvvetler demokratik süreci, 1960, 1971 ve 198o'de yapılan
askeri darbelerle, 1997'de de hükümeti istifaya zorlayan bir "ültimatom
darbesi" ile kesintiye uğrattı. 2007 başında basın, belgelere dayanarak, üst
rütbeli subayların 2003-2004'te bir askeri darbe planladıklarını, fakat bu-

TÜ RKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜNCELER


nun başarılı olmadığını günışığına çıkardı. Ordu 2007'de bir kez daha ülti­
matomla müdahalede bulunarak cumhurbaşkanının seçilme sürecini bir
süre için aksattı. Ancak, vesayetin etki alanının daralmakta olmasının bir
sonucu olarak hükümet ültimatoma direndi, Meclis'ten seçimleri erkene
alma karan çıkardı ve seçimleri AKP kazandı. Böylece ordunun bertaraf et­
meye çalıştığı AKP adayı Abdullah Gül, Temmuz 2007 milletvekili seçim­
lerinin ardından cumhurbaşkanı seçildi. 2009'da, Tarafgazetesi ordu için­
de, " İrtica ile mücadele" adı altında bir askeri darbe hazırlığı olduğunu, adı
geçen belge ile birlikte açıkladı. Belgeyi imzalayan albay yargı önüne çıka­
rıldı ve bu olay büyük bir skandal yaratmanın ötesinde, kamuoyu araştırma­
larının gösterdiği gibi, Silahlı Kuvvetler'in prestijini yaraladı. Bu olaylar
Türk demokrasisinin önemli ölçüde değiştiğini ve olgunlaştığını gösteren
işaretlerden bazıları. Bir yandan, şeçilmiş kurumlarla Silahlı Kuvvetler ara­
sındaki güç dengesi birinciler lehine değişiyor, diğer yandan da demokratik
rejim artık, geçmişte askeri darbeye yol açmış derin kurumsal krizlerden si­
yasi uzlaşma yoluyla çıkmayı başarabiliyor. Silahlı Kuvvetler'in, tüm de­
mokrasilerde olduğu gibi, siyaset üzerindeki vesayetinden vazgeçmeye
mecbur kalması ve meşru siyasal otoritenin kontrolu altına girmesi olası
hale geleli. Eski bir genelkurmay başkanının sözü ile artık Türkiye, " herke­
sin sadece bildiği işlerle uğraştığı bir ülken konumuna yaklaşmaktadır.
2000 ile 2004 arasında Avrupa Birliği üyeliğine götüren süreç için­
de gerçekleştirilen önemli reformlar insan ve azınlık haklarını genişleterek,
ölüm cezasını kaldırarak, ordunun siyasal hayata yasal müdahale yollarını
tam olarak ortadan kaldırmasa da hayli daraltarak (artık Milli Güvenlik
Konseyi bir danışma kurulundan öte bir nitelik taşımıyor) Türkiye demok­
rasisinin olumlu yönde ilerlemesini sağladı. 2007 Temmuz seçimleri ikti­
dardaki AKP'nin meşruiyetini sağlamlaştırdı. Bu parti toplumsal konular­
da çok muhafazakar, ekonomik açıdan ise neoliberaldir. Bu da pek çok de­
mokratı rahatsız etmektedir. Ancak partiler yelpazesinde, aşın milliyetçi
konuma gelmiş C H P ve bu akımın geleneksel temsilcisi M H P ile kıyaslan­
dığında AKP'nin en az milliyetçi, demokratik reformları yapmaya ve Avru­
pa ile entegrasyon sürecini sürdürmeye en kararlı parti olduğu görülmek­
tedir. 2007 seçimlerinin hemen ardından bu hükümet, askeri rejimin ha-

60
zırlayıp kabul ettirdiği 1982 Anayası'nın yerini alacak yeni bir anayasayı da
kapsayan demokratik reformlara başlayacağını bildirmişti. Kamuoyunun
desteğine rağmen milliyetçi partilerin ve ordunun sert direnişi karşısında
bu reformlardan vazgeçildi. Bu ortamda reformcu girişimleri destekleyen
güçlü bir sosyal demokrat akımın yokluğu özellikle hissedildi. Her şeye rağ­
men, 2007-2008'in siyasi gerginliklerinin üstesinden gelinmesiyla reform­
cu girişimler 2009'da "Kürt açılımı" etrafında yeniden gündeme geldi.
Türkiye'de demokratikleşme süreci, varış noktası belli olmayan, gü­
zergahında yokuşlar, inişler, geriye dönüşler ve hatta zoraki duraklamalar
(askeri darbeler) bulunan bir engelli koşuya benzemektedir. Demokrasiye
geçiş, 1876'da başlayan uzun bir demokrasi öncesi dönemin ardından çok
partili rejime geçilmesiyle 1946'da başladı. Altmış küsur yıl sonra, hiç kü­
çümsenmemesi gereken bir yolun kat edilmesine rağmen ülke henüz Batı
Avrupa'da geçerli olan demokrasiye benzer bir demokratik rejim kurama­
dı. Batı Avrupa demokrasisi derken kastettiğimiz şey, sadece özgür seçim­
lerin yapılması değil, bunun ötesinde hukuk devleti, bireysel hak ve özgür­
lüklere eksiksiz saygı gösterilmesi ve aynca, vatandaşların kamu alanında
tartışarak oluşturdukları görüşlere iktidarın saygı göstermesini öngören bir
demokrasi modelidir. Türk demokrasisi daha o düzeye erişemedi. Fakat,
2007 ile 2009 arasındaki siyasal krizlerin demokratik kurumlar çerçevesin­
de üstesinden gelinmesi ve Silahlı Kuvvetler'in vesayetinin sonunun gel­
mesi olasılığı rejimin bu hedefe varma şansının güçlendiğini gösteriyor.
Demokratikleşme sürecinin başından bugüne kadar geçen süreyi
-altmıştan fazla yıl- çok uzun bulabilir ve Türkiye'nin günün birinde ger­
çek bir demokrasiye kavuşmasından kuşkuya düşebiliriz. Ne var ki, demok­
rasi bir günden öbürüne hemen kurulabilecek bir rejim olmadığı gibi, dı­
şarıdan, baskı ve hele 2003'ten bu yana Iraklıların hergün ıstırap içinde
gördükleri gibi bombalar yoluyla dayatılması mümkün değildir. Demokra­
siyi kurmak uzun soluklu bir uğraştır ve Türkiye'nin demokratikleşmede
harcadığı zaman, bazı Batı Avrupa ülkelerinde meydana gelen gelişmeler
gözönüne alındığında hiç de bir istisna gibi görülmemelidir. Örneğin, Al­
manya'da çok partili düzene 187o'li yıllarda geçilmişti ama, istikrarlı bir de­
mokrasinin kurulması ancak seksen yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın ar-

TO R K İY E ÜZ ER İ NE BASMAKALIP DOşONCELER 61
dından gündeme geldi ve demokrasi bu ülkede gerçek anlamda yetmişli yıl­
lardan sonra yerleşti. Fransa'ya gelince, Fransız Devrimi ile 187ı'de III.
Cumhuriyet'in kurulması arasında seksen yıl geçti ve Fransa'daki demok­
ratik rejimin olgunlaşabilmesi için uzun bir süre daha beklemek gerekti.

62
"GECEYARISI EKSPRESİ TÜRKİYE1DEKİ
İ N SAN HAKLARI NIN DURUMUNU
GÖZLER ÖNÜNE SERM E KTE DİR"

Film Türkiye hakkında çok kötü bir imge yarattı;


bu Türk halkı için hakkaniyetli bir görüntü olmadığı gibi
benim tecrübemi de yansıtmıyordu.
Bill Hayes'in, kendi öyküsüne dayandınlan Geceyansı Ekspresi
filmiyle ilgili olarak düzenlediği basın toplanhsından
15 Haziran 2007, İstanbul

Türkiye ... sürekli olarak Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'ne


şikayet edildi.
R. BADINTER, Le Nouvel Observateur, 30 Eylül 2004

• ki sinemacının, yönetmen İngiliz Alan Parker ile senaryoyu yazan

I Amerikalı Oliver Stone'un ortak filmi olan Geceyansı Ekspresi (Mid­


night Express, 1978), Bill Hayes'in başına gelen talihsiz olayları anlat­
maktadır. ABD vatandaşı olan H ayes 197o'de, İstanbul'da üzerinde taşı­
dığı birkaç kilo uyuşturucuyla yakalandı, otuz yıl hapis cezasına mahkılm
oldu ve birkaç yıl sonra hapisten kaçmayı başardı. Film heyecanlı bir mace­
rayı anlatması ve her tür nüanstan yoksunluğuna rağmen, ya da belki bu
yüzden, uluslararası planda büyük haşan kazandı. Türkleri temsil eden bü­
tün karakterler filmde ya işkenceci ya da rüşvetle sahn alınan yoz tipler ola­
rak çizilmişti. Fakat, bu haksızlık bir yana, yetmişli yıllarda Türkiye'deki in­
san haklarının ve hapishanelerin durumunun kınanmayı gerektirdiği de
açıkhr. Sonradan Bill Hayes'in kendisi bile filmi eleştirdi. Geceyansı Ekspre­
si'nin aşınya kaçan yanlarını görmek için, edebi yönden olduğu kadar insa­
ni bakımdan da dikkate değer bir eser olan Daniel de Souza'nın kitabını
( Under the Crescent Moon -Hilalin Alhnda- Londra, Serpen't Tail, 1989) oku­
mak yeterlidir. Kitapta, Bill Hayes'den birkaç yıl sonra, l975'te, aynı gerek-

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP Dü ş ü NCELER


çeyle tutuklanmış ve hapishanede on iki yıl geçirmiş bir İngiliz kendi hika­
yesini anlatmaktadır. Türk hapishanelerinin o sırada ne halde olduklarını
göstermekle birlikte ("1979 başında İstanbul hapishanesi keşmekeş içinde
ve tehlikeli bir yerdi"), de Souza on iki yıl boyunca yan yana yaşadığı mah­
pusları ve gardiyanları içtenlikle ve duyarlılıkla tasvir etmiştir.
Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye' de de, insan haklan ve temel öz­
gürlükler sorunsalı demokrasi meselesinin kalbinde yatmaktadır. Tepeden
inme ve otoriter bir modernleşmeyi savunan Jakoben cumhuriyet anlayışı­
na göre devletin çıkarları, her zaman, her durumda, bireysel hakların ve öz­
gürlüklerin üstündedir.
Nitekim, 1980 darbesini yapan askerler temel hedeflerinin devleti
topluma karşı korumak olduğunu ilan etmişlerdi. Cumhuriyet her zaman
modem vatandaşlığı savunduğunu iddia ederken, bununla çelişkili olarak
bireyin siyasal ve sivil haklan kadar sosyo-ekonomik ve kültürel haklarının,
devlete karşı görevlerine tabi olması gerektiğini de vurgulamıştır. insan
haklan devletin yüce çıkarları karşısında önemsizdi. Bunun açıklaması,
devlet aygıtları ve seçkinleri arasında neredeyse paranoyaya varan bir kor­
kuda aranabilir. Bu korku, insan ve azınlık haklarının, tıpkı özgürlükler gi­
bi, Cumhuriyet'in üniter yapısını ve toprak bütünlüğünü tehdit ettiği yollu
inançtan kaynaklanmaktadır.
insan haklan meselesi Türk siyasi hayatında seksenli yılların ortasın­
dan sonra gözle görülür bir yer tutmaya başladı. Bir ara insan haklarından
sorumlu bir bakanlık kuruldu ve sivil toplum kuruluşları -örneğin insan
Haklan Derneği ve İslamcı hareket içinde oluşan Mazlum-Der gibi kuruluş­
lar- insan haklarıyla ilgili etkinlikler düzenlemeye başladılar.1988'de Türki­
ye, vatandaşlarının birey olarak Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'ne başvu­
ru yapma hakkını tanıdı. Böylece bu sorunu ciddiye alma zorunluluğunu ka­
bul etti. Strasbourg Mahkemesi tarafından en çok mahkılm edilen üye ülke
oldu ve olmaya devam ediyor. Mahkemede dava açan kişiler, Türkiye'deki
yargı yollarını tüketmiş ama uğradıkları haksızlıklar telafi edilmemiş, işken­
ce gördüklerinden, özgürlüklerinin çiğnenmesinden, ya da kamu liselerin­
deki zorunlu din derslerinden muaf tutulmak istedikleri halde bunun kabul
edilmemesinden şilci.yetçi olan insanlardı. Türkiye Avrupa Konseyi'nde in-

64
san haklarına saygı göstermeyen ülkeler listesinin en üstünde olmak gibi
utanç verici bir konuma geldi. Bu durum, Türkiye'ye uluslararası planda çok
büyük zarar vermekte, aynca ödemek zorunda kaldığı yüksek tazminatlar
kamu bütçesine yük olmaktadır. Genel olarak bu alanda sağlanan ilerleme­
nin çok yavaş ve kısmi olduğunu belirtmeliyiz. Aynca insan haklan savunu­
cularına sık sık saldırıldığı -zaman zaman saldırılar fiziki şiddet boyutuna
varmaktadır- ve haklarında davalar açıldığı görülmektedir.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye adaylığı statüsünü kazanmasın­
dan sonra insan haklan tablosu 2000 yılından itibaren iyileşmeye başladı.
İnsan haklarını ilgilendiren bir dizi önemli anayasa ve yasa değişildiği ka­
bul edildi. Ölüm cezası kaldırıldı, kadın haklan Avrupa normlarına uygun
şekilde iyileştirildi (örneğin, o vakte kadar kocaya ait olan aile reisliği statü­
sü kaldırıldı), Kürtçe'nin özel kurumlar eliyle öğretilmesi ve bu dilde yapı­
lan radyo ve televizyon programları yasallaştırıldı, azınlık dinlerini ilgilen­
diren kısıtlayıcı yasalar daha liberal bir yönde değiştirildi. Yeni bir Ceza ve
Ceza Usul Kanunu kabul edildi, kamu görevlilerince işkence yapılması ya­
saklandı ve o vakte kadar hiç gündeme gelmemiş olan işkencecilerin ceza­
landırılması uygulaması başlatıldı.
Bütün bu ilerlemelere rağmen Türkiye'de insan hakları ve özgür­
lüklerin durumu tatmin edici olmaktan uzaktır. Reformların uygulamaya
konulmasında aksaklıklar vardır. Kürtçe konuşan halka tanınan kültürel
haklar çok yetersizdir. Azırılık dinlerine mensup vatandaşların, Alevilerin,
Hıristiyanlann, Yahudilerin ibadet özgürlükleri için de aynı şey söylenebi­
lir. Temel özgürlükler, eskisine göre çok daha demokratik olması beklenen
Ceza Kanunu'nda gene kısıtlanmıştır. Bu özellikle 301. madde için söz ko­
nusudur. Bu madde sık sık, hayli muğlak bir kavram olan "Türklüğe haka­
ret" gerekçesiyle kullanılmakta, adaletin saptırılmasına yol açmaktadır. Söz
konusu madde milliyetçi yargıçlar tarafından, kamu alanında Kürtlerin de­
mokratik talepleri ya da Ermeni Soykırımı gibi konulan özgürce tartışmak
isteyen entelektüelleri, yazarları -2006 Nobel Edebiyat ödülünün sahibi
Orhan Pamuk gibi- gazetecileri ve yayıncıları yargı önüne çıkarmak için sık­
ça başvurulan bir yasa hükmüdür. Avrupa Birliği'nin ve Türkiye'deki de­
mokrat çevrelerin baskısıyla, çok muğlak olan bu madde daha kesin bir ifa-

TÜRKİYE ÜZERİ N E 8ASMAKA L I P DÜŞÜNCELER 65


deye kavuşturularak hukuka uygun şekilde değiştirildi. Sonuç olarak eskiye
göre çok daha az uygulanıyor, fakat asıl yapılması gereken, Ceza Kanu­
nu'nun bu ve benzeri demokrasi ve özgürlük karşıtı maddelerinin tama­
men kaldırılmasıdır. Temel özgürlüklere saygı tam olmaktan uzaktır ve bu,
2009'da You Tube un yasaklanması gibi gülünç yargı kararlarına yol aç­
'

maktadır. Türk demokratlarının umudu bu gibi yasa metinlerinin ve de­


mokrasi karşıtı uygulamaların Avrupa Birliği ile sürdürülen müzakereler
çerçevesinde adım adım sonlandınlmasıdır. Eğer bir gün bu gerçek olursa,
Türkiye kendini, otuz yıldır peşini bırakmayan Geceyansı Ekspresi sendro­
mundan nihayet kurtarabilecektir.

66
" İ S LAMCILIK TÜRK LAİ KLİGİNİ
TEH D İT ETMEKTED İ R. "

Çeşitliliği sadece laiklik... bütünleştirebilir... Fakat bunun için


jakobenizmle laikliği birbirine karıştırmaktan kurtulmak gerekir.
EDGAR MORIN
Le Monde des religions, Eylül-Ekim 2007

Laik bir toplumda bireylerin dini tercihleri yasa koyucuyu ilgilendirmez


... ve ... din devlete hakim değildir.
Anayasa Mahkemesi karan., 1989

ürkiye'de büyük şehirlerde örtünen, özellikle başlarını Türklerin

T türban dedikleri tarzda bağlamış, yani İslami tesettüre girmiş ka­


dınların sayısının gözle görülür şekilde artması ve İslamcı bir akı­
mın içinden gelen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin(AKP) iktidara gelmesi,
sık sık kamusal alanın yeniden İslamlaşması ve Kemalist laikliğin gerile­
mesinin açık kanıtlan olarak yorumlanmaktadır. Ciddi ve güvenilir kamu­
oyu yoklaması kurumlan tarafından yapılmış araşbrmalar örtünme konu­
sunda birbirleriyle çelişen rakamlar vermektedir. 2003-2007 yıllan arasını
kapsayan bir ankete göre saçlarını şu ya da bu biçimde örten kadınların sa­
yısı % 64,2'den % 61,4'e düşmüştür. Fakat, bu araştırmadan kısa zaman
sonra yapılmış ve gene aynı dönemi ele alan(2003-2007) başka bir anket,
örtünen kadın sayısının %64,2'den % 69,4'e yükseldiğini ve giderek daha
eğitimli, orta sınıftan kadınlan etkilediğini saptadı. Her iki araştırmanın or­
tak bir başka bulgusu ise, görünüşte az önce değinilen bulgularla çelişen şu
gözlemdi: Türk toplumunda sekülerleşme eğilimi ilerlemeyi sürdürmekte­
dir ve Türk seçmenlerinin çoğunluğu bugün eskiye kıyasla daha muhafaza­
kar olsa da, toplumun ne daha İslami, ne daha laiklik karşıtı ne de daha Ba­
b karşıtı olduğu söylenebilir. Bu gerçekler, örtünme ve İslamcılık, ya da
muhafazakarlık ve modernlik arasında varolduğu düşünülen, genellikle

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER


sezgilere dayalı ya da olgusal mesnetten yoksun bağlar hakkında pek çok
soru işareti uyandırmaktadır.
Türkiye devleti laiktir, fakat dindarlık ve kutsallık duygusu Türk top­
lumunda her zaman güçlü olmuştur. Sufi tekkeler, tarikatlar 1925'te yasak­
lanmış olsalar da, toplumsal dokudaki önemli yerlerini korumuşlardır. Bu­
gün zamanın havasına ters düşen otoriter laiklik, Cumhuriyet'in başlangıç
yıllarında dinden bağımsız bir siyasal alan yaratmak bakımından çok yarar­
lı olmuştur. Ancak laikliğin sözcüsü Kemalist seçkinler Türkler arasında İs­
lamiyet'in, hem din hem de kültür olarak ne kadar derinlere kök saldığını
tam hesaplayamamışlardır. Buna karşılık, 195o'den bu yana iktidarı nere­
deyse aralıksız kullanan muhafazakar siyasi kuruluşlar, laiklikle İslam'ı uz­
laştırmanın bir yolu bulunamazsa, demokrasinin kurulamayacağını iyi an­
lamışlardır. 2002'den beri iktidarda olan, geleneksel İslamcı hareketin için­
den çıktığı için laik çevreler tarafından laikliği ortadan kaldırmak istemek­
le suçlanan AKP de bu çizgide yer alıyor. Ancak AKP'nin laiklik kavramıy­
la ilgili yorumu hayli muğlaktır. Dinsel özgürlüklere saygılı olmasına rağ­
men kamu alanında sadece bir dinin, Sünni İslam'ın egemen olmasından
rahatsız olmamaktadır. AKP laikliğe bağlı olduğunu beyan etmektedir. Ge­
leneksel İslamcı akım ise laikliğe karşı olduğunu gizlememekte ve İslamcı­
lığın (siyasi İslam) ve Türk milliyetçiliğinin (Türkçülük) karışımından olu­
şan, "Milli Görüş" denilen dogmatik ideolojiden esinlenmektedir; 2002 ve
2007 seçimlerinde % 2 dolayında oy almıştır. Türkiye'de yakın bir gelecek­
te dogmatik İslamcılığın iktidara gelme ihtimali hemen hemen yok dene­
cek kadar azdır. Tehlike, radikal İslamcı bir hareketin güçlenmesinden kay­
naklanabilir mi? Böyle bir ihtimalin de çok düşük olduğu söylenmelidir.
Bununla birlikte, AKP tarzı muhafazakarlığın, özellikle toplumsal mesele­
ler söz konusu olduğunda yerel planda alınan önlemlerle (örneğin bazı be­
lediyeler kadınlar ve erkekler için ayn parklar oluşturmakta ya da alkol satı­
şını yasaklama yoluna gidebilmektedirler) kamusal alanın yeniden İslami­
leştirilmesiyle ve buna uygun bir ahlaki düzenin dayatılmasıyla sonuçlan­
ma riskini taşıdığı göz ardı edilemez. Bu ihtimal, laik cumhuriyetçileri te­
dirgin etmekte ve aralarından bazıları, ülkenin, yeniden İslamileşmesine
yol açacak bir demokrasidense otoriter bir rejimle yönetilmesini tercih et-

68
tiklerini söylemektedirler. Oysa, teslim etmek gerekir ki, halkın çoğunluğu­
nun Kemalist laikliği içine sindirememesi önemli ölçüde bu otoriter ve ka­
h laiklik anlayışından kaynaklanmışhr. Laikliğin en büyük güvencesi bütün
sosyal ve etnik grupları içine alan özgürlükçü bir demokrasidir.
Öte yandan, Türkiye'deki laikliğin çok ciddi olarak reformdan geçi­
rilmeye ihtiyacı vardır. Bu laiklik, devlet ile kiliseyi anayasal olarak birbi­
rinden ayıran Fransız tarzı laiklik ile Osmanlıların dini yönetme tarzının
bir karışımıdır. Osmanlılar Bizans'tan sezaro-papizm denilen bir anlayışı
ödünç almışlardı. Buna göre siyasi iktidar kiliseyi kontrol etmekte idi ki,
bu anlayış Ortodoks dinine bağlı toplumlarda bugün de geçerlidir. Bu
Türk usulü laiklik, doğrudan laiklik kavramının kendisine, demokrasiye
ve insan haklarına ters düşen kimi özellikler taşımaktadır. Devlet Türki­
ye'de mevcut olan değişik inançlara karşı eşitlikçi olmayan, ayırımcı bir ta­
vır benimsemiştir. Farklı mezhepler arası ilişkileri yönetme durumunda
olan Diyanet işleri Başkanlığı, laik bir yüksek memur tarafından değil,
Sünni Müslüman bir din görevlisi (müftü) tarafından yönetilmektedir. Bu
teşkilatın kadrosu, maaşları devlet tarafından ödenen imamları da dahil
edince dev boyutlara erişmektedir. Diyanet işleri, her cuma camilerde ve­
rilen vaazların konusunu tayin ederek, imanın içeriğine de müdahele et­
mektedir. Böylece tutarsızlığın zirvesine çıkılmakta, laik devlet lslam'ın
nasıl yorumlanacağına bile karışmaktadır. Devlet lstanbul'daki Ortodoks
Patrikliği'nin iç işlerine de müdahale etmektedir. Tarihsel olarak ulusal
Ortodoks kiliseler arasında ueşitler arası birinci" (primus inter pares) olmak
gibi bir işlev yüklenmiş olan Patriklik -ki Rus Ortodoks Kilisesi bu ilkeyi
tanımamaktadır- ökümenik (evrensel) olma iddiasındadır. Oysa devlet, Or­
todoks patriğini sadece ulusal bir kilisenin başı olarak tanımaktadır. Hey­
beli Ada'daki Ortodoks papazları eğiten dini okul 197ı'den beri kapalıdır.
AKP hükümeti defalarca bu kurumun yeniden açılmasına izin vereceğini
açıkladı, fakat bunu şimdiye kadar gerçekleştirmedi. Camilerin bakımı
devlet tarafından yapılmakta, ama diğer inançlar, Aleviler, Hıristiyanlar ve
Yahudiler devletten tek bir kuruş bile yardım almamaktadırlar. Daha da
vahimi, gayrimüslim dini vakıflar 193o'lu yıllardan bu yana ayrımcılığa ta­
bi tutuldular ve çeşitli bahanelerle sahibi oldukları taşınmaz mallara el

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER


kondu. Artık bu tür gasplara son verilmiş olmakla birlikte, bu vakıflarla il­
gili yasada yapılan değişiklik kısmi ve yetersizdir. Gayrimüslimler, kamu
üniversiteleri dışında hiçbir devlet dairesinde işe alınmazlar. Böylece ken­
dini laiklik ilkesine sonuna dek bağlı ilan eden devlet, gerçekte kendine
adeta resmi bir din seçmiş gibidir. Bu da, Sünni İslam'ın içindeki dört
okuldan biri olan Hanefi Sünni İslam'dır.
Laikliğe ters düşen ilci uygulamadan daha söz edilmelidir. Bunlar­
dan birincisi, nüfus cüzdanlarında dinin belirtiliyor olmasıdır. Gerçi, 2000
sonrası çıkanları bir yasa ile, dilekçe vererek din hanesi boş bıraktırılabili­
yor, fakat gereken nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılmasıdır.
İkincisi de, sadece Sünnilik eğitimi (Fransızca'da Katolik Kilisesi'nin uygu­
ladığı catichisme'le benzetilebilir) veren -aslında bunun yeri Kuran kursları­
dır- din derslerinin devletin resmi okullarında zorunlu hale getirilmesidir.
Bu uygulama, kendini her zaman laikliğin koruyucusu ilan etmiş olan or­
du tarafından, 1980-1983 döneminin cuntası eliyle başlatıldı. İşin ironisi
şurada ki, günümüzde kamu okullarında din derslerinin 1980 öncesinde
olduğu gibi seçmeli yapılmasını, İslamcılıkla suçlanan AKP hükümeti sa­
vunmaktadır. Aslında bu da yeterli değildir. Laik olduğunu iddia eden bir
cumhuriyette kamu eğitim sisteminde din derslerinin bir tek içeriği olabi­
lir: Tüm dinlerin (sadece Sünni İslam'ın değil) doktriner değil, tarihsel,
antropolojik ve sosyolojik açılardan öğretilmesi.
Devleti ve siyasal kurumlan birbirinden ayırmaya yönelik anayasal
ve yasal kurallarla düzenlenen laikliğin yanı sıra, sekülerleşme de Türki­
ye'de hayli yol almıştır. Bu, din, birey ve toplum arasındaki ilişkilerle ilgili
sosyolojik bir süreçtir. Sekülerleşme, demokratikleşme, bireyselleşme ve
şehirleşme süreçleriyle çok yakından ilişkilidir. Bu ortamda dinle ilişki de­
ğişmektedir. Dinsel pratikler giderek cemaatçi baskıdan çıkmakta, çok da­
ha bireyselleşmektedir. Dindar kesimlere mensup kadınlar kamusal alan­
da eskiye göre çok daha fazla görünür olmuştur. Doğu ve Orta Anadolu'da­
ki Kayseri ve Gaziantep gibi birçok şehir, çok muhafazakar ve sofu çevre­
lerden çıkan müteşebbisler sayesinde sanayi merkezlerine dönüşmüştür.
Onları nitelemek üzere "Anadolu kaplanları" ya da "İslami Kalvinistler" gi­
bi deyimler kullanılmaktadır. Buna benzer ekonomik dönüşümler toplum
ve siyaset üzerinde çok önemli sonuçlar yaratmıştır. Bu sosyal gruplar bu­
gün, cumhuriyeti 80 yıldır yönetmiş olan ekonomik ve siyasi seçkinlerle re­
kabet halindedirler. AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu
yeni seçkinlerin arasından çıkmışlardır. Geri kalmış ve modernlik düşma­
nı gibi görülüp aşağılanan bu çevreler, bunun rövanşını ekonomik ve sos­
yal alandaki başarılarıyla almaktadırlar. İmanlarıyla dünyevi başarılarını
birlikte yaşamayı sürdürüyorlar. Bu yoldan İslam ile modernliğin bağdaşa­
bilirliğini gözler önüne serdikten, Batılılaşmış seçkinlerin aşağılayıcı tavır­
larına karşı onurlarını kazandıktan ve onları temsil eden AKP hükümeti si­
yasi iktidarı ele geçirdikten sonra, gerisin geriye İslamcılığa rücu etmeleri
çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Buna karşılık, din kamusal alanda
daha görünür ve etkileyici bir konuma gelebilir ki, laikleri, onların arasın­
da da özellikle kadınları ürküten de budur.
Ancak unutulmamalıdır ki, Batı Avrupa, dünya genelinde dinsel
olanın kamu alanındaki varlığının çok radikal biçimde daraltıldığı tek yer­
dir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde toplum kuşkusuz sekülerleş­
miştir, ama din kamu alanında önemli bir yer işgal etmektedir. Bu konu­
mun Avrupa Birliği üyeleri arasında da, örneğin Katolik Polonya'da, ya da
Ortodoks Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerde de oldukça
görünür olduğunu biliyoruz.
AKP hükümetinin toplumsal ve ahlaki muhafazakarlığının laikleri
endişelendirmesi anlaşılır bir durumdur. Bu endişe, 2008'in Şubat ayında
AKP, aşın sağcı M H P tarafından desteklenen bir anayasa değişikliğini
TBMM'den geçirmeyi başardığında daha da artb. Söz konusu anayasa de­
ğişikliği örtünmüş kadınların üniversitelere kaydolmasına izin veriyordu.
Laik çevreler bu önlemin zamanla ilk ve orta öğrenime doğru genişletilece­
ğinden, AKP'nin açıkça laikliğin parçalanması ve kamu alanının İslamileş­
tirilmesi yolunda adımlar attığından korkmaya başladılar. Hükümet kendi
anayasa girişimini temel özgürlüklerin genişletilmesi yolunda bir adım gi­
bi savunsa da, bu girişimin özgürlükler konusunu pek de umursamayan
aşın milliyetçi bir partiyle birlikte yapılması, bu savın geçerliliğine gölge
düşürmektedir. Sonuçta, çeşitli yasalarda, özellikle yüksek öğrenim alanın­
da bir dizi karmaşık değişiklik gerektiren bu girişimden vazgeçildi.

TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER


İktidardaki AKP'nin niteliği Türkiye ve diğer ülkelerde tartışma ko­
nusu o1maya devam ediyor. AKP, İran rejiminin, Hizbullah'ın veya El-Ka­
ide'nin İslamcılığı ile karşılaşhnldığında "ılımlı" görünen, fakat özünde
İslamcı olan bir parti midir? Öte yandan medyanın ve siyasetçilerin çok sık
kullandıkları "ılımlı İslamcı" formülü de anlamsızdır. İslamcılık dini istis­
mar eden ve onu erk aracı olarak kullanan bir siyasi ideolojidir. Bir siyasal
akım ya İslamcıdır, ya da değildir. 2002'den beri iktidarda olan AKP ken­
disini daima muhafazakar demokrat diye tanımladı ve yöneticilerinin çok
inançlı Müslümanlar olmalarına karşın, partinin İslam ile ilgisi olmadığı­
nı belirtti. Bu partinin seçmenleri genellikle merkez sağ eğilimlidir. İs­
lamcılar AKP içinde azınlık konumundadır. Politikaları ve girişimlerinde
İslami sembolleri kullanarak bu dinin kamu alanındaki yerini genişlet­
mekle beraber, laik cumhuriyeti İslamcı bir rejime dönüştürmek gibi bir
projesi olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Seçimlerde İslamcı Saadet Parti­
si'nin aldığı çok düşük oy oranına bakınca, AKP liderliğinin bu ideolojiye
heveslenmesine pek ihtimal verilemez. Dış politika alanında AKP hükü­
meti Hamas ile ilişki kurdu, fakat aynı zamanda da Türkiye ile İsrail ara­
sındaki stratejik anlaşmayı devam ettirdi. Erdoğan'ın eski Danimarka Baş­
bakanı F. Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne getirilmesine, onun
peygamber Muhammed'in karikatürleri konusundaki tutumunu ileri sü­
rerek karşı çıkması büyük bir hataydı. Aslında Rasmussen ile ilgili sorun,
onun ülkesini yabancı düşmanlığı ırkçılığa varan aşın sağ bir parti ile bir­
likte yönetmiş olmasıydı. Aynı şekilde, bu iktidarın İsrail'in Gazze'deki
davranışlarını, Birleşmiş Milletler'in Goldstone raporu yerine dinsel bağ­
lar temelinde kınaması da doğru değildir. AKP'yi bir karşılaşhrmayla ta­
nımlamak gerekirse, Bavyera'daki CSU gibi çok muhafazakar bir Hıristi­
yan demokrat partiyi hahrlathğı söylenebilir. Ayrıca, onun Polonya gibi
AB üyesi ülkelerdeki Hıristiyan partilerden daha az muhafazakar olduğu
ve çoğu zaman AB'ye karşıt olan bu partilerin aksine AB taraftan olduğu­
nu söyleyebiliriz. AKP Müslüman demokrat bir parti görüntüsündedir; oy­
sa Avrupa'da bu iki kavramın tamamen karşıt olduğuna dair, hiçbir bilgi
veya analizin değiştiremeyeceği kadar kökleşmiş basmakalıp fikirler var­
dır. Diğer taraftan da, gerçek bir laikliği kurmanın ve yerleştirmenin yolu

72
hiçbir şekilde, milliyetçi çevrelerin laikliği savunma adına öngördükleri
otoriter bir rejimden geçemez. Böyle bir yola girmek, demokrasinin gerile­
mesine ve İslamcılığın yükselmesine yol açacaktır. Çözüm, aksine, olgun,
başka bir çağdan arta kalmış talantılardan kurtulmuş sağlam bir demolcra­
sinin kurulmasından ve yasalarda laikliği 1920-3o'lu yılların otoriter niteli­
ğinden arındıracak ciddi bir reform yapılmasından geçmektedir.

TÜ RKİYE ÜZERİ N E 8ASMAKALIP 00ŞÜNCELER 73


"TüRKİYE1NİN AVRUPA B İ RLİGİ İÇİNDE
YERİ YOKTUR"

Ôzü gereği (.. .), Türkiye (...) Avrupa dışındadır.


François Bayrou, Fransız Demokratlar Birliği Partisi (UDF) başkanı,
Le Figaro, 4 Ekim 2004

Türkiye'yi reddetmek, dünya çapında sorumluluk almaktan vazgeçmek


ve ufkumuzu kapatmak olur.
E. MORIN, J.-CH. RUFIN, G. SORMAN, A. TOURAINE
Le Monde, 1 2 1 3 Aralık 2004
-

ürkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin yol açlığı anlaşmaz­

T lıkları hahrlayınca işe, Türkiye'nin Avrupa' da yeri olmadığını ispat­


lamak isteyenler tarafından Fransa'da ve diğer bazı AB ülkelerinde
açılan ve gerçek anlamda bir "yanlış bilgilendirme" kampanyasına konu
olan olguları gözden geçirerek başlamakta yarar vardır. Türkiye ile, o za­
manki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1 96J'te bir ortaklık anlaşması
imzaladılar. Bu anlaşma, gerek ruhu gerek metninde yazılı olanlar itibariy­
le söz konusu ortaklığı, şartlar yerine geldiği zaman sonu üyeliğe varacak
bir geçiş süreci olarak tanımlıyordu (28. Madde) . Otuz yıl boyunca ortaklık
süreci ek anlaşmalar ve protokoller vasıtasıyla gelişti ve 1996'da bu geçici
dönemin tamamlanması anlamına gelen "Gümrük Birliği" safhasına varıl­
dı. Gümrük Birliği'nin işleyişi iki tarafı da tatmin ettiğinden, Aralık
1999'da Türkiye'ye aday üyelik statüsü verildi. Avrupa Komisyonu 2000-
2004 arasında gerçekleştirilen önemli reformlara bakarak Türkiye'nin Ko­
penhag siyasi kriterlerine -demokrasi, insan hakları, azınlık haklan gibi­
yeterince uyum sağladığı sonucuna vardı ve Avrupa Konseyi, Aralık 2004
tarihli toplanhsında Türkiye'nin üyelik müzakerelerine 2005 Ekim ayından
itibaren başlamasına oybirliği ile karar verdi.

74
Türkiye'nin üyelik perspektifi, geçmişten gelen bazı önyargı ve kli­
şelerin şaşırtıcı derecede güçlü, yer yer karikatüre varan biçimlerde günışı­
ğına çıkmasını tetikledi. 2002-2003'te Avrupa'da yapılması çok yerinde
olan "Türkiye sorunu" ile ilgili tartışma kısa sürede siyaset alanından çıka­
rak Türkiye'nin özü ve ait olduğu kültür yönünden Avrupa-dışı olduğunu
savunan kaygan bir alana oturdu. Öze dayalı görüşleri savunanlar Türki­
ye'nin gerekli kriterleri yerine getirse bile hiçbir zaman Avrupa'ya üye ola­
mayacağı savını bir dogma seklinde bastırmaya çalıştılar. Avrupa'nın altına
imza attığı bütün resmi taahhütleri ve Birliğin kurallarını hiçe sayarak Tür­
kiye'nin üye olabilmesi yolundaki ilke kararının derhal terk edilmesini ta­
lep ediyorlardı. İki taraf arasında müzakere ve uzlaşma konusu edilebile­
cek, akılcı ve nesnel sorunların hepsi (insan haklarının durumu, 70 milyon
nüfuslu bir ülkeye Brüksel kurumlarında nasıl bir yer verileceği, işçilerin
serbest dolaşımı ya da tarıma ve yoksul bölgelere verilecek desteklerin ma­
liyeti gibi konular) bir anda kamusal tartışma gündeminden düştü. Üyelik
karşıtı cenahın başını çeken Avrupalı muhafazakar partiler, özellikle Hıris­
tiyan demokratlar (Fransa'da UDF ve UMP, Almanya' da CDU-CSU gibi),
Avrupa projesini tanımlayan, üyelerini bir arada tutan evrenselci ilkelere
sırtlarını dönerek kimlik ve cemaatçilik tezlerine öncelik vermeyi tercih et­
tiler. Bunu yapmakla Avrupa Birliği'ni kendi içinde böldüler ve dış dünya­
ya kapalı, kendi dar alanında hükümran olma peşinde, tedirgin bir Avrupa
imgesinin ortaya çıkmasına yol açtılar.
Buna ek olarak, Türkiye'ye kuşkuyla bakan F. Bayrou ve A. Lamasso­
ure gibi bazı sağcı siyasetçiler bu kültürcü yaklaşımlara jeopolitik ve strate­
jik elbiseler giydirmeye çalıştılar. Onlara göre Avrupa ile Asya arasındaki sı­
nır İ stanbul Boğazı'ndan geçmekteydi, dolayısıyla topraklarının % 9o'ı As­
ya'da yer alan Türkiye Avrupa'da değildi. Oysa bilindiği gibi sınırlar siyasi
uzlaşmalarla veya savaşlarla belirlenir. Altmışlı yıllarda de Gaulle, Avru­
pa'nın Atlantik'ten Ural'a (Türkiye'nin doğu sınırlarının çok daha doğusun­
da yer alan sıradağlar...) uzandığını söylerken kimse bunu tuhaf bulmamış­
tı. Öte yandan, Türkiye'ye "evet" denilmesinin ileride, Ukrayna'ya, Rusya'ya,
Gürcistan'a, Ermenistan'a, İsrail'e ve Fas'a "hayır" demeyi imkansız kılaca­
ğı yolundaki itirazın da gerçeklerle sınandığında iler tutar tarafı kalmamak-

TÜRKİYE ÜZ E R İ N E BASMAKA L I P DÜŞÜNCELER 75


TüRKİYE'NiN ÜYELİGİNE KARŞI ÇIKAN GÖRÜŞLER

Le Monde gazetesinde 9 Kasım 2002'de yayınladığı bir makalede


V. Giscard-d'Estaing "Türkiye'nin Avrupa'ya üyeliği Avrupa Birliği'nin sonu
olur" görüşünü ileri sürerek tartışmayı başlattı. Birçok vesilesiyle Türkçe'nin
Hint-Avrupa kökenli bir dil olmadığını (tıpkı, Finlilerin, Estonyalıların ve Macar­
ların dillerinin de olmadığı gibi... ), Türkiye'nin başkentinin Avrupa'da olmadı­
ğını (peki, Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin başkenti Lefkoşe'nin An­
kara' nın biraz daha doğusunda kalmasına ne demeli?) ileri sürdü. Bir başka sa­
vı da, Türklerin Yunan-Roma mirasına, Rönesans ve Aydırılanma'ya uzak (bu
görüş pek doğru olmasa da) hatta akılcı ve bilimsel düşünceye yabancı oldukla­
rıydı. Eğer bu son sav -ya da önyargı- geçerli kabul edilecek olsa, Türklerin 14.
yüzyıldan beri Avrupa' da var olmalarına karşın bu tip görüş ve düşüncelerle hiç
karşılaşmamış olmaları nasıl açıklanabilecekti?
AB Komisyonu üyesi F.Bolkeistein, Türklere karşı ı68J'te Viyana önün­
de kazanılan zafer, eğer Türkler Birliğe kabul edilecek olurlarsa ne işe yaradı so­
rusunu sorarak tarihi tanık yaptı. O sırada Vatikan'da Katolik dininin doktriner
konularından sorumlu Kardinal Ratzinger, aynı mantık çerçevesinde, "Türkler
yüzyıllarca Avrupa ile savaştıkları göz önüne alınarak Avrupa' dan dışlanmalıdır­
lar," demekteydi. Ancak, XVI. Benoit adıyla papa olduktan sonra görüş değiştir­
diği arılaşılıyor. Zira 2007 Temmuz'unda Vatikan, Türkiye'nin Avrupa üyeliği­
ne artık karşı çıkılmadığını açıkladı.
Avrupa parlamenteri J .-L. Bourlanges zaman içinde daha da eskiye gide­
rek, Le Monde gazetesine, gene 2004 yılında, •Avrupalı olmak için on beş yüz­
yıldır Hıristiyan olmuş olmanın gerektiğini" açıklıyordu. Ama, bunu yaparken
sadece ıo. yüzyıldan beri Hıristiyan olan Macarların da Türkiye'ye karşı icat et­
tiği kıstasa uymadıklarını, aynca Avrupa' da Yahudi, Müslüman, Hindu ve hatta
tanrıtanımaz (ateist) yurttaşların yaşadığını unutuyordu. Bu çizgiyi sürdüren,
kendi kendini Türkiye uzmanı ilan etmiş S. Goulard, üyelik müzakerelerinin
başlamasından önce Türkiye'nin ülkesindeki lslam'ın olumlu bir yönde ilerledi­
ğine dair kanıtlar getirmesi gerektiğini ileri sürdü. R. Badinter, solcu bir şahsi­
yet olmasına rağmen 13 Aralık 2004 tarihli Le Figaro'da, Türkiye'nin Avrupa
üyeliğinin "saçmalık" olacağı beyanında bulundu. Nihayet, 2005 Eylül'ünde J.
Chirac'a hitaben kaleme alınmış bir açık mektupta iktidar partisi UMP'nin elli
kadar milletvekili, Türkiye'nin Avrupa üyeliği perspektifini "çok samimi olarak
tiksindirici" bulduklarını dile getirdiler.
tadır. Rusya bir imparatorluk olmaya deval etmektedir ve muhtemelen hiç­
bir zaman Avrupa Birliği hükümranlığına boyun eğmek istemeyecektir.
Öbür ülkelere gelince, yakın bir gelecekte hiçbirinin üyelik talebinde bulu­
nacak hali yoktur. Filistinlilerle içinden çıkılmaz bir çatışma içinde bulunan
İsrail için de aynı şey söz konusudur. Kaldı ki, kimse, sonradan Ukrayna'ya
"hayır diyemeyiz" diye bir gerekçeyle Polonya'ya "hayır" demeyi aklına getir­
memiştir.
Ayrıca, Türkiye, Avrupa Birliği'ne üye olursa, Avrupa, Suriye, Irak
ve İran ile komşu olacaktır, deniyor. Oysa, toprak ve sınırların öneminin
azaldığı bir küreselleşme çağında uzaklığın güvenlik açısından bir avantaj
olmaktan çıkması bir yana, Avrupa'ya üye bir Türkiye, Birliğin güneydoğu­
sunda geniş bir güvenlik bölgesi/tampon bölge oluşturacaktır. Her halükar­
da, bu coğrafi argümanın, ı
'
Mayıs 2004 te Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Avrupa
Birliği'ne üye olmasından sonra fazla bir önemi kalmamıştır. Kıbrıs, İstan­
bul'un yüzlerce kilometre güneydoğusundadır ve Suriye sahillerine altmış
deniz mili mesafededir.
Türkiye' nin adaylığına karşıt olanlar siyaset ve strateji planında bir
de, Birlik bünyesindeki Türkiye'nin ABD'nin beşinci kolu gibi davranacağı­
nı ve Avrupa'nın siyasi entegrasyonunu baltalayarak uluslararası bir güç ol­
masını engelleyeceğini ileri sürmüşlerdir. Oysa bu konuda İngilizleri kim
geçebilirdi ki! Üstelik, Türkiye'nin 2003 Mart'ında lrak'a karşı savaşa gir­
meyi reddederek Fransız-Alman çizgisine yaklaşmasından bu yana bu tür
kuşkulu imalar tüm inanırlıklarını yitirdi. Türkiye'nin Washington'la arası­
na soğukluk girdi. İlişkilerin düzelmesi için Barack Obama'nın ABD Baş­
kanlığı'na seçilmesini beklemek gerekti. Kaldı ki, NATO'nun ikinci büyük
ordusuna sahip olan bir ülke, Avrupa'nın savunma ve güvenlik politikasın­
da merkezi bir unsur olacaktır. Nihayet, Avrupa anayasal antlaşma projesi­
nin reddinin Türkiye sorunundan kaynaklandığını ileri sürenler de olmuş­
tur. Ama bu tamamen yanlıştır. Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü'nün siya­
set araştırmaları konusunda uzmanlaşmış CEVIPOF laboratuvarı tarafın­
dan 29 Mayıs 2005 referandumunda Fransız seçmenlerin davranışları üze­
rine yapılan çok ayrıntılı bir analiz, "Türkiye'nin adaylığının oy verme sıra­
sında merkezi önemde bir sorun olmadığını" kanıtlamıştır (A.Laurent ve

TÜRKİYE Ü Z E R İ N E BASMAKALIP DÜŞÜ NCELER 77


N. Sauger(yön.), "Le referendum de ratification du Traite constitutionnel
europeen: comprendre le "non" français", Les Cahiers du CEVIPOF, No 42,
Temmuz 2007).
Avrupa'da Türkiye'nin üyeliğine taraftar olanlar da vardır kuşkusuz,
ama onların sesi daha az işitilmektedir. Taraftarların argümanları alalcı ve
evrenselci kıstaslara dayalıdır. Türkiye'ye kuşkuyla yaklaşanlardan farklı
olarak - ki Türkiye'ye uygulanan ayrımcılığı eleştirmektedirler- bir süreç
olarak algılanan müzakerelere, tıpkı başka adaylar için olduğu gibi, zaman
tanınmasını, Türkiye'nin Avrupa normlarını içselleştirmesine fırsat veril­
mesini savunuyorlar. Onlara göre Türkiye'nin Birliğe üye olması, olmama­
sına kıyasla çok daha avantajlıdır. Bu avantaj Birliğin dünya genelinde ve
hele Ortadoğu'da oynaması gereken rolün yanı sıra, ekonomi ve enerji
alanlarında üstüne düşen sorumluluklar düşünüldüğünde daha da önem
kazanmaktadır. Gerçekten de, Türkiye Avrupa'nın altıncı büyük ekonomi­
sidir ve 2002 ile 2008 arasında gerçekleştirdiği yılda % 7,4 oranındaki bü­
yüme ile en dinamik ekonomilerden biridir. Aynca, Rusya'ya petrol ve do­
ğal gaz yönünden bağımlılığını azaltarak bu maddelere ulaşımı güvence al­
tına almak isteyen Avrupa için hayati bir enerji platformu oluşturmaktadır.
Ancak, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini destekleyen kesim­
lerde son zamanlarda bir düşüş eğilimi görülmektedir. Birliğe üye yirmi
yedi ülke kamuoylarında 2007'nin Ocak ayında olumlu yönde görüş belir­
tenlerin oranı % 46 iken, karşıtların oranı % 42'de kalmaktaydı. Eski ve
yeni üyelerin kamuoylarının eğilimleri arasında önemli farklar vardı. On
iki yeni üye ülkede kamuoyunun % 72'si Türkiye'den yana tavır sergiler­
ken, bu oran eski üyeler arasında % 4ı'e düşmekteydi. Hükümetler düze­
yinde bakıldığında ise, sadece yedi ülke Türkiye'nin üyeliğine muhalif bir
tutum sergilemekte: Almanya, Avusturya, Fransa, Danimarka, H ollanda,
Lüksemburg ve Kıbrıs Cumhuriyeti. N. Sarkozy'nin devlet başkanı seçil­
mesinden sonra Fransa bu grubun lideri oldu ve üyelik perspektifini ta­
mamen kapatan, yerine içeriğini hiç kimsenin tanımlayamadığı bir ayrıca­
lıklı ortaklık öneren çok katı bir söylem geliştirdi. Oysa Türkiye zaten, Av­
rupa'ya üye olmaksızın onunla Gümrük Birliği'ne girmiş tek ülke olarak
"ayrıcalıklı ortak" konumundadır. N. Sarkozy ayrıca, Birlik kuralları açı-
sından hiçbir meşru dayanak bulunmamasına rağmen, AB'nin ekonomik
ve parasal politikaları gibi, tam üyelikle doğrudan ilgili müzakere bölüm­
lerini engellemeye karar verdi. Oysa Avrupa Komisyonu bu teknik tartış­
mayı yapmaya hazır olduğunu bildirmişti. Ancak bu argüman, hedefi za­
ten üyeliğin sağlanması olarak kabul edilmiş olan resmi müzakere çerçe­
vesine ters düşmektedir. Gerçi bu resmi çerçeve, üyelik müzakerelerinin
sonunda "Türkiye üyelik vasfına bağlı yükümlülüklerin hepsini yerine ge­
tirecek duruma gelememiŞ se, Avrupa yapılarıyla en güçlü bir bağ ile bağ­
lı kalmasına özen gösterilmelidir" hükmüne de yer vermekteydi. Ancak
bu hükmün anlamı, böyle bir sona varılmışsa üyelik müzakerelerinin ka­
panması ve yerine, hedefi üyelikten başka bir şey olan yeni görüşmelerin
başlamasıdır. Bu açık hükme rağmen N. Sarkozy, 2007 Aralık ayında, yıl
sonunda yapılacak Avrupa zirvesinden kısa bir süre önce, Fransa'nın üye­
likle ilgili bütün müzakere başlıklarının açılmasını veto edeceğini, bu baş­
lıklardan sadece ayrıcalıklı ortaklıkla uyumlu olanların açılmasına izin ve­
receğini beyan etti. Türkiye'nin böyle bir formüle rıza göstermesi söz ko­
nusu olmadığı gibi, yirmi yedi üye ülkeden yirmisi de bu öneriye karşı çık­
maktadır. Avrupa'nın Türkiye'nin üyelik müzakerelerini başlatma yönün­
de oy birliğiyle aldığı karan ve Fransız hükümetinin 2004'te benimsediği
resmi taahhüdü hiçe sayan bu tek taraflı yaklaşım (ki, Alman Şansölyesi
Angela Merkel de ayrıcalıklı ortaklıktan yana olmasına rağmen, Alman
devletinin Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatma konusundaki taahü­
dünü tartışmaya açma noktasına gitmemiştir) Avrupa içinde ciddi bir ge­
rilim yaratmış ve Fransa'nın partnerlerini rahatsız etmiştir. Acaba Fransız
devlet başkanı, Türk sorununu bir yandan kendi iç politika amaçları, bir
yandan da ekonomik ve parasal konularda Avrupa Birliği'nden kimi taviz­
ler kopartabilmek için istismar ediyor olabilir mi? Hele N. Sarkozy'nin
Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkışını haklı kılmak için zaman zaman dile
getirdiği formüllerin kofluğu ve akılcı bir açıklamadan çok totolojik bir ke­
kelemenin ötesine gitmediği düşünülünce, neden olmasın diye düşünü­
yor, insan. İşte bu formüllerden birkaçı: "Türkiye Avrupalı olsaydı, bu bi­
linirdi", "Türkiye, Küçük Asya'da yer almaktadır" ve "Türkiye'nin Avru­
pa'da yeri yoktur" . . .

TÜ RKİYE ÜZER İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 79


Bazı Avrupa çevrelerinin, hatta kimi zaman hükümetlerin dile getir­
dikleri yer yer şiddet içeren dışlama söylemi Türkiye'de bir aşağılanma ola­
rak algılandı. Avrupa için hissedilen heyecan ve reform tutkusu zayıfladı;
kamuoyunda destek % 7o'ten % 5o'nin altına düştü. Gene de, 2007 seçim­
lerini büyük partilerden en Avrupa yanlısı görüneni olan AKP kazandıktan
sonra, hükümetin demokratik reformlar sürecini yeniden başlatması, Avru­
pa karşıtı çevrelerden daha kesin şekilde uzaklaşması, halkı aydınlatmak
için gerekli çabayı göstermesi, Avrupa konusunda daha yapıcı bir pedagoji
uygulaması umuluyordu. AKP iktidarının AB ile ilişkilere en yüksek önce­
liği verdiği iddialarına rağmen bu konuda 2002-2005 arasındaki kararlılığı­
nın zayıfladığı gözlenmektedir.
Aynca hükümetin, müzakere sürecinin resmi şartlarından olmasa
da, bu süreç üzerinde etkili olan iki konuda -Kıbrıs sorunu ve 1915 Ermeni
katliamları- kararlı bir tavır benimsemesi gerekmektedir. Bunlardan birin­
cisiyle ilgili olarak Türkiye'yi Kıbrıs Cumhuriyeti ile karşı karşıya getiren
anlaşmazlıktan çıkabilmek için gerekli her adım atılmalıdır. Bu anlaşmaz­
lığın kökleri ellili yıllara kadar uzanıyor, fakat bugüne ulaşan safhası,
1974'te Türk ordusunun adanın kuzeyini işgal edip orada 1983'te, dünyada
sadece Türkiye'nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurulmasına ze­
min hazırladığı dönemde açıldı. Adanın güneyinde konumlanmış Kıbrıs
Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği'ne girmesinden bir hafta önce, 24 Nisan
2004'te Birleşmiş Milletler tarafından adanın iki yarısını birleştirebilmek,
böylece adanın bütününün Avrupa Birliği'ne üye olmasını sağlamak ama­
cıyla düzenlenen son dakika çözümü niteliğindeki referandum sırasında
Türk tarafı "evet,n Rum tarafı ise "hayır" oyu vererek sorunu daha da için­
den çıkılmaz hale getirdi. Ama bu çatışmanın doğrudan üyelik müzakere­
leriyle ilişkili yanlan da vardır. Gerçekten de, Türkiye, Avrupa Birliği ile im­
zaladığı gümrük birliği anlaşmasını 2006 öncesinde Avrupa'nın bütün ye­
ni ülkelerine açmayı taahhüt etmişti. Buna karşılık Brüksel de, adanın ku­
zeyinde yaşayan Kıbrıslı Türklerin referandumda verdikleri birleşme yanlı­
sı oyu kaale alarak adanın Türk bölgesine uygulanan ticari ambargoyu ha­
fifletmeyi taahhüt etmekteydi. Ankara, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye'yi
AB Konseyi'nde veto etmesi nedeniyle Birliğin Kıbrıslı Türklere karşı taah-

80
hütlerini yerine getirmediği gerekçesiyle gümrük birliğini, sadece Kıbns dı­
şında kalan Avrupa'ya yeni üye olmuş ülkelere açtı. Bu olumsuz tavır nede­
niyle Avrupa Birliği 2006 yılının sonunda Türkiye ile açılması beklenen se­
kiz müzakere başlığını açmamaya karar verdi. Burılar, taşımacılık ve ticaret
gibi Gümrük Birliği'ni ilgilendiren başlıklardı. AB bu konuda Ankara'ya
2009 sonuna kadar zaman tanıdı ve sorun çözülmeyince de, öngörülmüş
olmasına rağmen Türkiye ile üyelik müzakerelerini kesmeyi göze alamadı.
2009'da Kıbns Cumhuriyeti ve KKTC Başkanlan'nın ikili görüşmeler yü­
rütmelerine rağmen sorun tam anlamıyla çıkmazdadır.
Öte yandan, Türk devletinin toplum içinde Ermeni Soykırımı konu­
sunda tarihsel gerçekler ve bellekle ilgili tartışmaları özgürce yapabilmesi­
nin koşullarını hazırlaması gerekmektedir. Avrupa Birliği'nin de kendi
bünyesi içinde, müzakereler etrafında yaratılan kaypak iklime bir son ver­
mesi çok önemlidir. Gerçekten de, müzakereler fazlasıyla yavaş ilerlemek­
tedir ve kamu alanındaki tartışmaların akılcılıktan çıkıp öz üzerinde odak­
lanmasının kurbanı olan müzakere süreci konusunda güven tazelemek ge­
rekmektedir. Avrupa, müzakerelerin bitiş tarihini mutlaka belirlemelidir;
Türkler bu bakımdan cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2023
tarihini telaffuz etmeye başlamışlardır. Her ilci tarafın çıkan, müzakerele­
rin düzgün koşullarda yürümesini gerektiriyor ki, bu koşullar mevcut değil­
dir. Müzakerelerde başarısızlığa uğranması Türkiye tarafından bakıldığın­
da her açıdan olumsuz sonuçlar verecektir. Öte yandan, Avrupa Birliği de
kendi iç bütünlüğü ve dünya çapında oynayabileceği rol bakımından hayli
yüksek bir bedel ödemek zorunda kalacaktır. Zira halen, Alman sosyolog
W. Lepenies'in "dünyanın Avrupa dışılaşmasın ve Hintli tarihçi D. Chakra­
barty'nin "Avrupa'nın taşralaşması" adını verdikleri uzun vadeli bir geliş­
me yaşanmaktadır. Müzakereler ise o kadar yavaş ilerlemektedir ki, dur­
muş olduklarından bile söz edilebilir. Bu durgunluk özellikle Almanya'da
ve Fransa'da Türkiye'nin üye olmasına ilke olarak karşı olan Angela Merkel
ile Nicolas Sarkozy'nin iktidara gelmeleriyle belirginleşmiştir. Müzakere
başlıklarının neredeyse yarısı bloke edilmiş durumdadır. Üyeleri, küresel
iktisadi kriz, enerji politikaları, Türkiye ile ilişkiler gibi en önemli konular­
da bölünmüş olan AB her açıdan yan felç haldedir. Lizbon Anlaşması'nın

TÜRKİYE ÜZERİ N E 8ASMAKALIP DOŞÜNCELER 81


Aralık 2009 da yürürlü�e girmesi AB'nin durumunu biraz iyileştirse bile,
bu durumu değiştirmeye muhtemelen yetmeyecektir. Diğer taraftan, Avru­
pa' dan duyduğu dışlayıcı söylemlerden bıkmış olan Türk kamuoyu Avrupa
ile ilgili beklenti ve hayallerinden vazgeçmiş görünmektedir. Türkiye-AB
müzakerelerinin kesilmesi iki taraf için de büyük kayıp olur.

82
"CUMHURİYET, OSMAN LI E RMENİLE RİNİN
UGRADIGI KATLİAM I TANI MAYI
REDDETM EKTEDİR."
... Ermenileri katlanılması imkansız şartlara...
mahkum eden korkunç suçlar işlenmiştir.
General Mustafa Kemal tarafından, Ocak 1919'da,
İstanbul'daki Osmanlı Askeri Mahkemesi'ne verilen ifade

... günümüz Türkiye 'sinin bir özelliği, geçmişe duyulan güvensizlik ve


o geçmişe eleştirel mesafeyle bakmakta zorlanmaktır ... bu şartlarda
farklı anılar ve anlatılara izin veren ... eleştirel bir tarih alanı
nasıl kurulabilecektir?
OLIVIER ABEL
"L'incontournable de'bat public sur l'histoire, "
A. Kazancıgil (yön.) La Turquie au tournant du siecle,
Paris l'Harmattan, 2004

smanlı İmparatorluğu'nun yılolması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin

O kurulması, tehcir, sürgün, katliam ve nüfus mübadelesi ile gerçek­


leşen etnik temizliklere yol açtı. Anadolu'da Ermeniler 1896, 1909
yıllarında yapılan katliamların ve 1915-1916'da gerçekleşen bir soylorımın
kurbanı oldular; Asuri-Keldaniler ve Karadeniz loyılannda yaşayan Pontus
Rumları de katliamlardan nasiplerini aldılar. Türkler de katliama uğradılar.
Türkiye'nin Rumları ile Yunanistan'ın Türkleri 192fte Türk ve Yunan hü­
kümetleri arasında imzalanmış, ancak ilgili insan grupları üzerinde yılocı
sonuçlan olduğu hiç düşünülmemiş antlaşmaların ardından mübadele edil­
diler. Balkanlarda Türk kökenli halklar, 1912-19ıfde yaşanan katliamların
eşlik ettiği sınır dışına sürülme olaylarına konu oldular. Osmanlı İmparator­
luğu'nun son dönemlerine ve modem Türkiye'nin doğuşuna rastlayan bu
dönemin etnik çatışmalarına odaklanan çalışmalarında Hollandalı tarihçi E.

TÜRKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜNCELER


J. Zürcher, bu korkunç olayların 1 850 ve 1950 arasında Almanya, Rusya, Po­
lonya, Çekoslovakya ve Romanya gibi başka Avrupa ülkelerinde de görülen
milliyetçi, etnik açıdan türdeşleştirici demografik mühendislik uygulamala­
rının örneklerinden olduğunu belirtmektedir. Bu uygulamalar, bazı halkla­
rın kitlesel kıyımına veya atalarının topraklarından sürülmesine yol açmıştır.
Siyaset bilimci Jean-François Bayart ise, bu Osmanlı kıyımlarının, merkezi
ve bürokratik ulus devletlerin kuruluş sürecine eşlik eden, örneğin Ameri­
kan yerlilerinin soykırıma uğratılması ya da sömürge savaşlarının yol açtığı
kıyımlar benzeri vahim olaylarla aynı tarihsel modele oturduğunu öne sür­
mektedir. Kuşkusuz, tarihsel sosyoloji alanında yürütülen analizlerle ilişkili
olan bu görüşler, insanlığa karşı suç işlemiş kimselerin suçluluklarını artır­
mak veya hafifletmek için istismar edilemez.
Bütün bu trajediler arasında en korkuncu, hiç tartışmasız, Osmanlı
topraklarında yaşayan Ermeni cemaatinin yıkımıyla ilgili olandır. İ ttihat ve
Terakki Komitesi'nin, ı913'te bir hükümet darbesiyle iktidarı ele geçiren tri­
umvirası (üçlü yönetim) ı915'te Doğu Anadolu' da yaşayan Ermenilerin Os­
manlı topraklarına girmiş bulunan Ruslara yardım edebilecekleri gerekçe­
siyle Suriye'ye sürülmelerine (tehcir edilmelerine) karar verdi. İçişleri Na­
zın olan Talat Paşa'nın kontrolü altında tasarlanan ve yürütülen tehcir, bü­
tün Ermenilerin yok edilmesine yönelik bir uygulamaya dönüştü. Kısa bir
süre içinde tehcir kararının uygulama alanı genişletilerek Rus işgal güçle­
rinden çok uzak vilayetlerde yaşayan Ermenileri de kapsamına aldı. Tehcir
uygulaması, öncelikle erkekleri ama onların yanı sıra kadın ve çocukları da
hedefleyen sistemli katliamlarla birlikte yürütülmekte, bu katliamlara Os­
manlı ordusunun dışında, kurbanların mallarına el koyma peşindeki Türk
ve Kürt sivil vatandaşlar da katılmaktaydı. Katliamlar sırasında hayatını kay­
bedenlerin sayısının 600.000 ile ı.500.000 arasında olduğu tahmin edil­
mektedir. Osmanlı Ermenilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bu katliam­
ların kasıtlı ve planlanmış, dolayısıyla soykırım denilen türde olduğu, Os­
manlı, İ ngiliz, Alman ve Rus arşivleri üzerinde çalışan, aralarında Türkle­
rin de bulunduğu bağımsız tarihçiler tarafından saptanmıştır. Son zaman­
larda, Osmanlı belgeleri üzerinde çalışan Taner Akçam gibi tarihçiler de ay­
nı sonuca varmışlardır. 1948 yılında uluslararası hukuka dahil edilen soy-

84
kının kavramı, kuşkusuz 1915 olaylarından sonra geliştirilmiştir. Geriye dö­
nük olarak işletilemez ve soykırımdan doğrudan sorumlu olan Osmanlı
İmparatorluğu da tarihe kanşmışbr. Ermeni Soykırımı meselesi günümüz­
de varlığını, tarih, bellek (anı ) ve etik açılarından korumaktadır, ayrıca si­
yasi ve diplomatik boyutları vardır.Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası
hukuk açısından bu soykırımda direkt sorumluluğu yoktur. Buna karşılık
Cumhuriyet'in, mallarına el konmuş Ermeni ailelerinin varislerine tazmi­
nat ödemesi etik ve hakkaniyet gereğidir.
Peki, katliamlardan sonra kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti
soykırımı neden inkar etmektedir? Cumhuriyet, iki tarafın da katliam yap­
tığını, Osmanlı yönetiminin 1914-1918 savaşı bağlamında Rus işgal kuv­
vetleriyle işbirliği yapan ve sivil Türkleri öldüren Ermeni milislerine kar­
şı kendini savunduğunu ileri sürmektedir. Bu milislerin varlığı ve vahşet
yaptıkları doğrudur. Ne var ki bu gruplar bir azınlık oluşturmaktaydı; oy­
sa tehcir ve katliamlar Ermeni nüfusunun savaş bölgelerinden çok uzakta
yaşayanlarla birlikte tümünü hedeflemişti. Bir devlet tarafından uygula­
nan kitlesel kıyımla silahlı çeteler tarafından yapılan katliamlar aynı kefe­
ye konulabilir mi? Osmanlı yönetimi, büyük çoğunluğu silahlı eylemlere
karışmayan Ermeniler de dahil olmak üzere, tüm vatandaşlarını koru­
makla yükümlü değil miydi? Bu trajediyi mutlak bir tabu haline getirip bir
tür devlet gerçeği olarak dayatmak ve Türkiye sivil toplumunu dilsizleştir­
mek niye? Cumhuriyet'i kuruluşundan önce, 1915'te meydana gelmiş ol­
guları inkar etmeye ve onu uluslararası toplumda köşeye sıkıştıran böyle­
sine ağır bir sorumluluğu üstlenmeye iten nedir? Bilindiği gibi, araların­
da Fransa'nın da bulunduğu yirmi ülke Ermeni Soykınmı'nı tanımıştır ve
bazı ülkelerde (İsviçre gibi) soykırımın inkarı cezayı gerektiren bir suç sa­
yılmıştır. Yakın bir gelecekte Avrupa Birliği'ne üye yirmi yedi ülke de ben­
zer bir karar alabilir. Nitekim, 2007 M ayıs'ında Avrupa Bakanlar Konse­
yi, insanlığa karşı işlenmiş suçların inkarını cezai müeyyideye bağlayan
bir yönerge kabul etti. Bu yönergenin bir özelliği geriye dönük zaman sı­
nın getirmemesi ise ikinci bir özelliği de önümüzdeki iki yıl içinde üye ül­
kelerin hepsinin ulusal yasalarına dahil edilmesinin öngörülmüş olması­
dır. Amerika Birleşik Devletleri Kongresi de Ermeni Soykınmı'nı tanıma-

TÜRKİYE ÜZE R İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER


yı gündemine almıştır. Günün birinde Birleşmiş Milletler Genel Kum­
lu'nun benzer bir karar alması hiç de ihtimal dışı değildir. Bu gelişmeler
karşısında Türk hükümetleri hiç şaşmadan, burada bir dünya savaşı bağ­
lamında yapılan karşılıklı katliamların söz konusu olduğunu tekrar ede­
gelmiştir. Kısa bir süre önce Ankara, Ermeni ve Türk devletlerinin gerçe­
ği ortaya çıkarmakla görevlendilecek bir uluslararası komisyon kurmaları­
nı önerdi. Ne var ki, devletler tarafından oluşturulacak böyle bir komisyo­
nun gerekli bağımsızlığa sahip olamayacağı açıktır. Her halükarda, ulus­
lararası planda bağımsız tarihçilerin bugüne kadar yürüttükleri araştırma­
lar, 1915-1916 katliamının soykırım özelliği taşıdığını günışığına çıkaran
yeterince bilgi toplamış bulunuyor. Daha genel olarak, hükümetlerin ve
parlamentoların, hukukla değil, etikle ve bellekle ilgili alanlarda yasa çıka­
rarak tarihsel olgulara müdahale girişimlerinin, başta tarihsel araştırma
alanında olmak üzere özgürlüklerle ilgili ciddi sorunlar yarattığı da göz
ardı edilemez.
Bu inkarcılığın açıklamasını Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş şart­
larında aramak gerekir. Mayıs 1919'da bağımsız bir Türkiye'yi yaşatabilmek
için verilen silahlı mücadeleyi başlatmazdan az önce, aynı yılın ocak ayında
Mustafa Kemal, Ermenilerin imha edilmelerini kınamış ve "utanç verici bir
eylem" olarak nitelemişti. Ancak Kurtuluş Savaşı'nı örgütlemeye başlar
başlamaz göz ardı edilemeyecek bir gerçeklikle karşı karşıya kaldı: Bu mü­
cadelede ona katılan askeri ve sivil kadroların yanı sıra direniş hareketini
desteklemeleri hayati bir önem taşıyan Anadolu'nun Türk ve Kürt eşrafın­
dan bir bölümü Ermenilerin imhasına bilfiil katılmışlardı. Dolayısıyla bu
konuda sessiz kalınması gerekiyordu. Cumhuriyetin kurulmasının ardın­
dan direnişe katılan kadrolar önemli görevlere getirildiler, bakan bile oldu­
lar. Bunların içinde Ermeni Soykırımı'nda rol oynamış olan kişiler de var­
dı. Aynca Ermenilere ve yalnız onlara değil, başka Hıristiyan azınlıklara ait
malların talan edilmesi, o sırada oluşum halinde olan Türk burjuvazisinin
ilksel sermaye birikimini gerçekleştirmesine yaradı. Böylece Ermenilerin
imha edilmeleri tabulaştırıldı. Öte yandan, Kemalistlerin hedefi, Osmanlı
İmparatorluğu'nun 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında hepsi yenilgiyle bi­
ten savaşlarından bitap düşmüş, cesaretini kaybetmiş Anadolu halkından,

86
kendine güvenen modern bir Türk milleti yaratmaktı.Yeni ulusu yücelt­
mek, kendine saygı ve onur duygularını kazandırabilmek için kökenleriyle
ilgili efsanevi bir büyük anlatı yaratmak söz konusu idi. Ermenileri imha et­
mek kadar büyük bir suçun işlendiğini ve buna sonradan Cumhuriyet'in
yöneticisi olacak kişilerin katıldıklarını kabul etmek, bu kurucu efsane ile
çelişecekti. Bu nedenle bu tabu, devlet kadrolarının düşünce yapılarına de­
rinden işledi. Birbirini izleyen birçok kuşaktan Türk, okulda "sözde soykı­
nm"dan dem vuran ve Ermenileri Türkiye'nin düşmanı gibi gösteren res­
mi "gerçeği" öğrenerek yetişti.
Ne var ki, son birkaç yıldır Ermeni Soykırımı etrafında oluşturulan,
neredeyse Stalinci paranoya iklimi değişmeye, sessizlik duvarı çatlamaya
başladı. 2ooo'li yıllardan bu yana meydana gelen pek çok olumlu gelişme
gibi bu değişimin de arkasında Avrupa Birliği'ne katılma perspektifi vardı.
Fakat asıl neden, iki oluşuma bağlı olarak Türk sivil toplumunda meydana
gelen bilinçlenme idi. ilk olarak, küçük bir grup Türk tarihçi ve toplumda
saygınlığı olan birkaç entelektüel ve gazeteci topluma, 1915-1916'da gerçek­
ten neler yaşandığını anlatmaya başladılar. Aynı derecede etkili olan bir
başka gelişme de, bir avuç insanın anılarını yayımlamaya başlamasıdır. Bu
yazarlar, büyükannelerinin tehcir sırasında kaçırılan ya da kurtarılan, son­
radan Müslümanlaştırılan ve ailenin bir genciyle evlendirilen küçük Erme­
ni kızlan olduğunu keşfetmişlerdi. İlki Fethiye Çetin'in Anneannem (Metis,
2004, 8. baskı 2008) kitabı olan bu eserlerden bazıları çoksatan kitaplar lis­
telerine girdi ve anlatılardan giderek soykırımın vahşetini ve yol açtığı
dramları kavramaya başlayan kamuoyunu çok duygulandırdı. Türkiye top­
lumunun o vakte kadar iflah olmaz düşmanlar gibi algılayageldiği Ermeni­
lerle olan ilişkisi insanileşti. Konuya bağımsız Türk tarihçiler de sahip çık­
tılar. 2005'in Eylül ayında Türkiye'de ilk kez, Ermeni Soykınmı'nı ele alan
bir uluslararası tarihçiler konferansı toplandı.
Ancak Türk devleti bu sorunla ilgili kamuoyu önünde yapılan tartış­
maları engellemekten vazgeçmedi. Soykırım adını telaffuz eden entelektü­
eller, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk da dahil olmak üzere ad­
li kovuşturmaya uğradılar ve devletin bazı güvenlik aygıtları tarafından des­
teklenen aşın milliyetçilerden ölüm tehdidi aldılar. Nitekim bu çevreler

TÜRKİYE Ü Z E R İ N E BASMAKALIP D ü Ş Ü N CELER


2007 Ocak ayında eyleme geçerek, Ermeni/Türk gazeteci Hrant Dink'i kat­
lettiler. Bu cinayet Türk kamuoyunu derinden sarstı.
Türk devletinin, bir yandan etik yükümlülüğü, bir yandan da diplo­
matik çıkarları nedenleriyle bugüne kadar benimsediği tavırda köklü bir de­
ğişiklik yapması gerekiyor. Bunun için öncelikle Ermenistan ile normal iliş­
kiler kurmak amacıyla sınırını açması ve diyaspora Ermenileriyle samimi
bir diyalog kurması bekleniyor. Öte yandan tarihçilerin araştırma yapmala­
rını engelleyen tüm hukuki ve güvenlik kaynaklı sınırlamaları kaldırmalı ve
kamuoyunun Türkiye tarihi konusunda serbestçe görüş belirtebilmesine
imkan vermelidir. İnkar politikası Ermenilerin soykırımın yasını tutmaları­
nı önlemekte dolayısıyla onları geçmişe hapsetmektedir. Türkiye toplumu
da tarihi bir yalanın kendisine dayatılmasından ötürü sıhhatsizdir. Milliyet­
çilik tuzağından kurtulamamakta ve dünya ile komşularıyla ve kendisiyle
banşamamaktadır. Gerçekten demokratikleşebilmesi ancak belleğiyle he­
saplaşmayı tamamladığı zaman gündeme gelebilecektir. Bunu yapabildiği
zamandır ki, Ermenilerin tarihten gelen yaralarını anlayabilecek, onlara eli­
ni uzatabilecek, affını isteyecek ve hakiki bir uzlaşma ve barış sürecini baş­
latabilecektir. İşte o zaman, iki halk, paylaşılan bir tarih anlatısından ve bel­
lekten yola çıkarak ortak bir geleceği birlikte inşa edebileceklerdir. Bunu ya­
pabilmek için ilci tarafın da geniş bir hayal gücünü ve diğerkamlığı hareke­
te geçirebilmesi gerekiyor. Burada, yüzyıllardan beri farklı kültürlerin kay­
naştı.klan bir pota olan Anadolu'da, özellikle Osmanlı İmparatorluğu döne­
minde, padişahlar, merkezi idare, taşra idareleri, maliye, ticaret, mimari,
sanatlar ve yemek kültürü gibi çok çeşitli alanlarda Ermeni tebanın oynadı­
ğı önemli rolü tanımak ve bu toprakların ortak kültürüne katkılarının hak­
kını vermek, atılması gereken ilk adımlardan biridir.
2008 sonbaharından itibaren Türkiye ve Ermenistan Cumhuriyetle­
ri arasındaki ilişkilerde ve 2ooo'li yıllarda Türk toplumunda başlamış olan
tartışma ve bellek çalışması konularında önemli gelişmeler oldu. Birinci ko­
nuda, Ermenistan ve Azerbeycan arasında 1991'de meydana gelen savaştan
sonra kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırının açılabilmesi konusunda Er­
meni ve Türk diplomatlarının İsviçre'nin aracılığıyla sürdürdükleri gizli gö­
rüşmelerde ilerleme kaydedildi. Bunun teyidi, "futbol diplomasisin diye ad-

88
landırılan, iki ülkenin milli takımlarının maçı vesilesiyle Türkiye Cumhur­
başkanı Abdullah Gül'ün Erivan'a gitmesiyle gerçekleşti. ABD'de Ermeni
Soykırımı'nın tanınmasına taraftar olan B. Obama'nın başkan seçilmesi,
Ankara'yı Erivan ile yakınlaşma sürecini hızlandırmaya ve 2009 sonunda
ortak sınırın açılacağını ve 1915 katliamlarını araşhrmak için ortak bir tarih­
çiler komisyonunun kurulacağını açıklamaya götürdü. Nitekim 2009
Ekim'inde Zürih'te iki ülkenin Dışişleri Bakanları diplomatik ilişkilerin ye­
niden başlamasını ve sınırların açılmasını öngören iki protokol imzaladılar.
Yakın zamanlara kadar kimsenin hayal edemeyeceği bu netice iki halkın
barışmasına gidebilecek bir süreci başlath. Fakat bu süreç çok kırılgan. Tür­
kiye açısından, bu protokollerin yürürlüğe girmesi Karabağ ihtilafının çö­
zümüne doğru ilerlemelerin olmasına ve Ermenistan ordusunun Azerbay­
can' da Karabağ dışında işgal ettiği topraklardan çekilmesine bağlı. Diğer ta­
raftan Ermeni diyasporası, soykırımı zikretmeyen bu protokollere kesin şe­
kilde karşı.
Osmanlı Ermenilerine verilmiş olan muazzam acıların tanınması
için, Türk toplumunun içinde meydana gelen gelişmeler diplomasi alanın­
dakiler kadar, belki onlardan da önemlidir. Bu bağlamda Aralık 2008'de,
dört Türk entelektüeli basında ve intemette, sonradan 30.344 yurttaş tara­
fından imzalanan kısa, fakat çok etkin bir bildiri yayımladı. Bu metinde,
"1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket'e duyarsız ka­
lınmasını, bunun inkar edilmesini benim vicdanım kabul etmiyor ( . . . )" ve
" Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyo­
rum" diyerek, soykırımı diplomatik ve hukuksal alandaki sağırlar diyalogu­
nun ötesinde yer alan bireysel ve etik düzeye taşıdılar. Yurttaşlarının vicda­
nına seslenip her birinin kişisel olarak 1915 katliamlarının belleği ve gerçe­
ğiyle ilgilenmelerinin gereğini hahrlathlar. Bu mütevazı görünen bildiri
cumhuriyetin kurulduğu yıllardan beri devletin Ermeni Soykırımı konu­
sunda topluma dayattığı tabuya indirilen en ciddi darbedir. Türk toplumu­
nun 1915 katliamlarını soykırım olarak kabul etmesi kolay olmayacak ve za­
man alacakhr. Ama, hiç değilse bu konuda tarhşma başladı ve Ermeniler ile
diyalog kurma hedefi bir ütopya olmaktan çıkh.

TÜRKİYE Ü Z E R İ N E BASMAKALI P DÜŞÜNCELER


TOPLUM
"TÜRK KADINLARI ATAE RKİ L VE
İ S LAM İ GELENEKLE RİN BASKISI ALTI NDA
YAŞAMAYA DEVAM ETM EKTEDİRLE R."

Değerli Türk kadınını eşitimiz yapmalıyız.


M . K. ATATÜRK
zilcr. Gaye Petek, A. Kazancıgil (yön.), a.g.e.

[Kadın haklan alanında] yapılan son reformlar ... , feminist örgütlerin


yürüttükleri... etkin bir kampanyanın ürünüdür.
Avrupa İstikrar Girişimi (European Stability Initiative) raporu,
Sex and Power in Turkey: Feminism, Islam and the Maturing of
Turkish Democracy, Berlin-lstanbul, Haziran 2007

ürkiye'de kadın haklan ve cinsler arası eşitlikten yana hareketin

T uzun bir geçmişi vardır. Cins eşitliğinin gerekli temeli olan hukuk
alanında sağlanan gerçek ilerlemelere rağmen çok yavaş değişen
zihinsel yapılanmadan kaynaklanan sorun olduğu gibi duruyor. Türki­
ye'de kadınların çok büyük çoğunluğu l.ki geleneğin, ataerkil ve İ slami ge­
leneklerin baskısı altında yaşamayı sürdürüyor. Bunlardan ilki daha eski­
dir ve kadınlara gerek özel gerek kamusal alanda verilen düşük statüyü be­
lirleyen asıl gelenektir; İ slami gelenek de bunu beslemektedir. Otuzlu yıl­
larda şair Nazım Hikmet, Anadolu kadınıyla ilgili olarak "sofradaki yeri
öküzümüzden sonra gelen kadınlanmız" dizelerini yazmıştı. Ataerkil zih­
niyetle ilgili olarak etnolog Germaine Tillion, Harem ve Kuzenler (1966,
Türkçesi 2006) adlı kitabında "Cebelitarık'tan lstanbul'a ( . . . ) Akdeniz'de
( ... ) görülen bir olgu, abartılı bir alınganlığın erkek hoyratlığına eşlik etme­
sidir ( . . . ) bunu tamamlayan bir olgu da kadın iffetinin dramatikleştirilme­
sidirn (s. 89) diye yazar. Erkek namusunun kefaretini ödemek gibi ağır bir
yük altında ezilen kadınlar zihni ve bedensel özgürlüklerinden yoksun bı­
rakılmışlardır.

TÜRKİYE Ü Z E R İ N E BASMAKALIP DüŞÜNCELER 93


1860-187o'li yıllardan başlayarak bir avuç eğitimli Osmanlı kadını
çokeşliliği (poligami) eleştirmeye ve dinin kadınların aleyhine işleyen yo­
rumlarına karşı mücadele etmeye başladı. 1911'de Osmanlı feministlerin­
den Fatma Nesibe Hanım kadınlara şu sözlerle seslenmekteydi: " Bir devri­
min eşiğindeyiz. Ama emin olunuz ki, bu devrim erkeklerin yaptıkları gibi
kanlı ve vahşi olmayacaktır" (Bkz. Bölümün başındaki alıntıda adı geçen ra­
pordan). Kız çocuklarının liselere (idadi) kaydolabilmesine 1862'de izin ve­
rildi; üniversitenin kapısı kadınlara 1914'te açıldı. Ancak Türk kadınlarının
haklarını kazanmak için 192o'li yıllarda gerçekleşen ilk hukuk devrimini
beklemeleri gerekti. Kemalist reformların en önemlilerinden biri, 1926'da
modem Medeni Kanun'un kabul edilmesidir ve bu yasa kadınlan şeriatın
boyunduruğundan kurtarmıştır. Çokeşlilik yasaklanmış, aile hukuku sekü­
lerleşmiş, eğitim ve çalışma hayatıyla ilgili ayırımcılıklara son verilmiştir.
Bir süre sonra kadınlar, 193o'da belediye seçimlerinde, 1934'te de milletve­
kili seçimlerinde seçme seçilme haklarını elde ederek erkeklerle tam eşit
yurttaş olma konumuna gelmişlerdir. 1935-1939 arasında Büyük Millet
Meclisi'ndeki kadın temsilcilerin oranı % 4,5 idi. Bu açıdan Türkiye pek çok
Batı Avrupa ülkesinden daha ilerideydi. Gene de hukuki eşitsizliklerin hep­
si sonlandırılmış değildi: Koca ailenin reisiydi, evli kadın onun soyadım ta­
şımak ve çalışabilmek için de onun iznini almak zorundaydı.
1935'ten 198o'e kadar "Erkekler Cumhuriyeti", 1920-193o'larda ka­
dınlara verilmiş haklardan ötürü kendinden pek hoşnut olduğu için, kadın­
lan ve sorunlarını unuttu. Oysa, o dönemde kazanılmış haklar ne kadar
önemli olursa olsun, yasalarla ilgili olarak yapılması gereken daha pek çok
değişiklik vardı. Aynca eski ataerkil gelenekler bir dönüşüme uğramadığı
gibi, modem görünümlü kurumlar eliyle yeniden üretilmekteydi. Kadınlar
hiç de iddia edildiği gibi kurtulmuş değildi. Tersine, 1950-1980 arasında
gerçekleşen sosyal dönüşümlerin yol açtığı kırdan kente kitlesel göç gibi ol­
gular, kadınların koşullarının kötüleşmesine yol açtı; aynı dönemde kadın­
ların siyasi temsili de geriye gitti.193o'lu yıllarda siyasi temsil yönünden ile­
ri bir noktada görünen Türkiye, 2ooo'li yılların başında 181 ülke arasında
154. sıraya, Pakistan, Tunus, Fas gibi ülkelerin gerisine düşmüştü. Gerçi
197o'li yıllarda solcu kadın dernekleri ve gruplarının faal olduklarına tanık

94
olunmuştu, ama bunlar bağımsız (otonom) örgütler değildi. Bağlı oldukla­
rı Marksist ve komünist örgütler ise kadınların kurtuluşunun ancak prole­
tarya devriminin gerçekleşmesiyle mümkün olabileceğine inanıyorlardı.
Türk kadınlan bağımsız bir feminist hareket oluşturmaya 1980-1983
arasında, askeri diktatörlük yıllarında başladılar. Amaçlan, kadın haklarını
ve toplumdaki yerlerini iyileştirmeyi, geçmişte olduğu gibi tepeden inme
yöntemlerle değil, kendi verecekleri mücadeleler yoluyla sağlamaktı.Yaşa­
dıkları ezilmenin hakim sınıflardan ziyade, ataerkil sistemden, bu sistemin
egemenleri olan erkeklerden kaynaklandığının bilincine vardılar. Kendileri­
ni, devlet, millet, siyasi ideolojiler ve ahlak konularında erkekler tarafından
kurgulanmış egemen söylemlerin etkisinden kurtardılar. Çok sayıda femi­
nist örgüt, kadınların siyasal hayata katılımı konusuna odaklanan KA-DER
ya da erkek şiddetinin kurbanı olmuş kadınlan savunan "Mor Çatı" gibi der­
nekler oluşturdular, dergiler çıkardılar, yayınevleri kurdular. Kamu alanında
ataerkil ahlakı eleştirmek için, genelevlerin önünde "Hepimiz fahişeyiz" di­
ye bağırmaya bile cüret ettiler. 199o'lı yıllarda Türkiye'nin gördüğü gerçek
anlamda ilk demokratik ve çoğulcu hareketi onlar yarattı. Hareket içinde "ra­
dikal" feministlerle, "eşitlikçi" (Kemalizmin içinden gelen) feministler, "İs­
lami" feministler ve "Kürt " feministleri yan yana geldiler, kadınlara yönelik
şiddete karşı mücadeleyi birlikte yürüttüler. Hareket artık batının büyük şe­
hirlerinden taşmış ve Anadolu'ya yayılmaya başlamıştı.
2ooı'de muhafazakarların çoğunlukta olduğu bir Türkiye Büyük Mil­
let Meclisi'nin, kadın hareketinin baskısıyla, Medeni Kanun'un kocayı ailenin
reisi kabul eden hükmünü ortadan kaldıran bir değişikliği kabul etmesi, ka­
zandıkları en önemli başarılardan biridir. 2003'te, 1981'de kabul edilmiş kür­
taj hakkını ortadan kaldırmaya çalışan AKP hükümetini geri adım atmaya zor­
ladılar. 2004'te bir kez daha dev bir kampanya düzenlediler; bu kez konu, ka­
dın zinasını (erkek zinasından farklı olarak) yeniden suç haline getirmek iste­
yen AKP önerisiydi ve hükümet söz konusu maddeden vazgeçmek zorunda
kaldı. 2005'te yürürlüğe giren yeni Ceza Kanunu kadın haklarına saygı esası­
na göre düzenlenmişti ve bu haklan Avrupa normları düzeyine getirdi.
Fakat yasa, tek başına sosyal gerçekliği değiştirmeye yetmez. Seç­
kinler bir yana bırakılırsa, Türkiye'de cinsler arası eşitlik, gerçekleşmesi da-

TÜRKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKALIP DÜŞÜ NCELER 95


ha çok zaman alacak ve çaba gerektirecek bir idealdir. Parlamentoda kadın
temsilcilerin sayısı 2007'de bir önceki meclise göre (2002-2007) bir kat art­
mış, % 4.5'ten % 9'a yükselmiştir ama bu ilerleme yeterli olmaktan uzak­
tır. Feminist örgütlerin yanısıra TÜS İAD gibi patron örgütleri de -ki, bu ör­
güt 2006'dan beri bir kadın tarafından yönetilmektedir-kadınların parla­
mentodaki temsil oranının % 30 ya da % 4o'a yükselmesi gerektiğini savu­
nuyorlar. İlginç olanı, işveren kadınların oranı ve cinsler arası ücret eşitliği
bakımından Türkiye'nin n5 ülke arasında 57. sırada (oldukça iyi bir yerde)
yer almasıdır. Fakat, toplumda iki cins arasında var olan farklılıklarla ilgili
parametrelerin bütününe bakıldığında tablo dehşet vericidir. Türkiye bu
açıdan n5 ülke arasında 105. sırada gelmektedir. Üniversitelerde kadın ho­
caların oranının % 40 dolayında olması bir yana bırakılırsa, Türkiye, cins­
ler arası eşitlik yönünden bütün Avrupa Birliği üyesi ülkelerin gerisinde
kalmaktadır. Bir avuç ayrıcalıklı kesim kadınının dışındaki ezici kadın ço­
ğunluğu ataerkil egemenlik altında yaşamakta ve erkek şiddetine boyun eğ­
mektedir. Özellikle namus cinayetlerinde, bu tür suçlan ağırlaştırılmış
mahkılmiyetle cezalandıran yeni yasanın kabul edilmiş olmasına rağmen
arhş görülmektedir. 2009'un ilk dokuz ayında işlenen namus cinayetleri­
nin sayısı 9oo'ü geçmişti. Çok yaygın olan aile içi şiddete gelince, bu soru­
nun beş aileden dördünü etkilediği tahmin edilmektedir.
Öte yandan kadınlar başörtüsü, özellikle laik ve muhafazakar kesimle­
ri karşı karşıya getiren İslami tesettür (türban) konusundaki kutuplaşma tara­
fından rehin alınmış durumdalar. Aslında yetişkin bir kadının örtünüp örtün­
memeye özgür iradesiyle karar vermesi bir haktır. Aynı şekilde örtünmemeyi
seçmek de bir hakhr. Mesele, kadınların bu konuda seçme özgürlüğüne ne öl­
çüde sahip olduklarını bilebilmekle ilgilidir; ne katlan kendi isteği ile, ne ka­
tlan da erkeklerin baslasıyla örtünüyor? 2007 yazında gerçekleştirilen bir
araştırmaya göre, örtünen kadınların oranı bekar kadınlar arasında % 31,8'e,
evli kadınlar arasında ise % 70,6'ya ulaşmaktadır. Bu sayılar örtünme ile ata­
erkil gelenek arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmektedir. Erkekler
kadınların özgürlüğüne saygı göstermedikleri, bedenleri ve beyinlerinin er­
keklere ait bir mülk olmadığını kabul etmedikleri sürece, örtünme kadınların
boyun eğişinin bir sembolü olmaya devam edecektir. Bununla birlikte İslami
tesettürün özellikle çok muhafazakar ve sofu çevrelerden gelip yeni orta sınıf­
lara dahil olan kadınlar açısından yararlı bir işlev görme ihtimali de göz ardı
edilmemelidir. Gerçekten de, tesettür bu kadınlara evin dışına çıkma, okuma,
çalışma ve belli bir bağımsızlık kazanma imkanını sağlıyor. Kamu alanının İs­
lamlaştırılmasından endişe etseler de, pek çok laik demokrabn örtünen kadın­
ların üniversiteye girebilmelerinin önündeki yasağın kaldırılmasından ve bu
kadınların da okuyabilmesinden yana tavır aldıklarını biliyoruz. Önde gelen
Türk sosyologlarından Şerif Mardin bu _bakış açısını en iyi dillendirenlerden
biridir: uôrtünen kadınların üniversiteye kabul edilmelerinden yanayım, fakat
aynı zamanda bu ülkede kadınların içinde yaşadıkları koşullarda çok ciddi bir
sorun olduğunu da düşünüyorum.n Yukarıda zikrettiğimiz araştırmada, hiç­
bir diploması olmayan kadınların (ki, bunların % 24'ü Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde yaşamaktadır ve okur-yazar bile değildir) % 90,8'inin
örtündükleri, buna karşılık lise diplomalı kadınlar arasında örtünenlerin ora­
nının % 24,5'e, üniversite diplomalı kadınlar arasında ise % ıq'e düştüğü
saptanmıştır. Bu sayılardan yola çıkarak örtünme meselesinin, kadınların kır­
sal kesimde yaşayanlar da dahil olmak üzere, Avrupa Birliği'nde geçerli olan
ortalama eğitim düzeyine eriştikleri gün siyasal bir sorun olmaktan çıkarak ki­
şisel özgürlükleri ilgilendiren bir tercih konusu olacağını söylemek mümkün­
dür. Tabii. aynı zamanda erkeklerin de eğitim düzeylerinin yükselmesi ve ka­
dın-erkek eşitliğini kabul etmeleri de gereklidir.
Çok açıkça görülüyor ki, eğitim cinsler arası eşitliğe doğru ilerleme­
yi belirleyen önemli bir faktördür. Cinsler arası eşitlik aynı zamanda, kadın­
ların çalışması ve siyasete katılabilmesinin önündeki kurumsal ve sosyal
engellerin kaldırılmasını da gerektirmektedir. Ancak, en belirleyici faktör
hiç kuşkusuz, yukarıdaki satırlarda davaya baş koymuş, örgütlü ve etkili ol­
duklarını belirttiğimiz kadınların kendilerinin, erkeklerin ataerkil zihniyeti
terk etmeleri için verecekleri mücadeledir. İşte bu mücadele istenen sonu­
ca vardığında Türkiye, ataerkilliği aşmış bir toplum olacak ve Türk İslamı
da kendini bu gelenekten beslenen yorum ve uygulamalardan kurtarıp ay­
dınlanmış bir inanç sistemi olabilecektir.

TÜRKİYE ÜZER İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 97


" İ sTANBUL'uN MOVİ DA' sı İLE
ANADO LU ARASINDA BİR UÇURUM VARDI R."

Bütün halklar [İstanbul'a] gelip yerleştiyse... bunun nedeni yalnız bu


saltanat şehrinin iki kıtanın buluşma noktasında olması değildir.
Orada başka bir şey daha vardır.
DANIEL RoNDEAU
Istanbul, 2002

İstanbul'un kozmopolit çehresi... ve ... Anadolu'nun... ataerkil ve


İslami kültürü.
Avrupa İstikrar Girişimi Raporu, Islamic Calvinists: Change and
Conservatism in Central Anatolia, Berlin-Istanbul, Eylül 2005

irçok Avrupalı'nın gözünde Türkiye' de iki ayrı dünya yan yana ya­

B şamaktadır. Bir yanda büyük kent, peş peşe Bizans, Konstantino­


polis, İstanbul (ki, Yunancadaki 'şehre doğru' anlamına gelen eis
stin poli deyişinin bozulmuş biçimidir) gibi adlar almış "bin isimli şehir"
vardır. Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorlukları'nın göz kamaştıran baş­
kenti, aynı zamanda Balkan, Türk, Rus, Kafkas, İran, Arap dünyalarını bu­
luşturan çok geniş bir bölgenin kalbi olmuştur. O kadar olağanüstü bir ko­
numda yer alır ki, ünlü şair Mistral kendini " Ey Konstantinopolis, sen in­
sanı delirtecek kadar güzelsin!" demekten alamamıştır (zikr. A. Servantie,
Le voyage a Istanbul, 2003). 12-13 milyon nüfusuyla Avrupa'nın en kalaba­
lık metropolü olan bu dünya kenti, ekonomik ve kültürel ağırlığı, canlılığı,
orada yaşayan kırk kadar dil grubunun yarattığı çeşitlilik ve kozmopolitiz­
mi ile "Akdeniz'in New York'u" diye nitelenmektedir. Fakat günümüzün
kozmopolitizmi, geniş Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten cemaatlerini ba­
rındıran Bizans ve Osmanlı İmparatorluklan'ndaki yapıdan farklıdır; bu­
gün bütün bunlardan geriye çok küçük gruplar kalmıştır. Çinlilerin "şehir­
lerin şehri" diye gördükleri, Napolyon Bonapart'a "günün birinde bir dün-
ya devleti kurulursa başkenti Konstantinopolis olmalıdır" dedirttiği söyle­
nen bu bin yıllık kent uygarlığı gene de o dönemlerin havasından bir şey­
leri saklamıştır. Ancak 196o'tan bu yana on üç kat artan nüfusu, eskiden
olduğundan çok daha türdeştir; nüfusun hemen hemen tamamını Türkler
ve ikinci sırada gelen Kürtler oluşturmaktadır. Öte yanda ise, değerleri ve
yaşam tarzları ataerkillikle İslami geleneklerden izler taşıyan, değişmeye
karşı çıktıkları öne sürülen insanların yaşadıkları geniş Anadolu toprakla­
rı vardır.
Bu basmakalıp düşünce yanlış değildir, fakat çok daha karmaşık
olan gerçekliği yansıtmak için fazlasıyla basittir. İstanbul'un eteklerinde
yetmişli yıllardan beri kırsal kesimden gelerek yerleşmiş milyonlarca göç­
men yaşamaktadır. Öyle ki, kimileri şehrin "köyleşmesinden" söz eder ol­
muşlardır. Anadolu'da da son yirmi yıldır derin Türkiye'yi moderniteye
doğru çeken, "Anadolu İstanbulları" denebilecek modem şehirlerin sayısı
günden güne artmaktadır. Kuşkusuz bu iki dünya çok farklıdır, ama birbir­
lerine yaklaşmaktadırlar. Onlan uzun sürede birbirinden ayırmış olan uçu­
rum, son yirmi yılda meydana gelen sosyal dönüşümler sayesinde kapan­
maya başlamıştır. Bugünkü durumu anlatmak için, bir zamanlar Paris ile
Fransız taşrasının konumlarını anlatmak üzere kullanılan bir benzetmeyle
söyleyecek olursak, artık " İstanbul ve Türkiye çölü" türü bir ifade kullanıl­
ması mümkün değildir.
İstanbul ve bölgesi, ülke GSM H'nin % 35'ini üretmektedir. Büyüle
işletmelerin hemen tamamının merkezleri buradadır. Bilim ve teknik ala­
nında olduğu gibi, kültür, edebiyat, güzel sanatlar, müzik, sinema, göste­
ri sanatları, tasanın ya da moda konularında İstanbul hiç tartışmasız tek
önder konumundadır. Dış dünyadan gelen akımlar önce Boğaz kıyıların­
dan geçerek içeriye girmektedir. Uluslararası Müzik ve Sinema Festivalle­
ri, Uluslararası Tiyatro Bianeli gibi büyük sanat olayları İstanbul'da yapıl­
maktadır. On birincisi Eylül-Kasım 2009'da yapılan Uluslararası Çağdaş
Sanatlar Bienali dünya çapında ün kazanmıştır. Le Monde gazetesinin (21
Eylül 2 007) Bienal'e ayırdığı yazının başlığı "Çağdaş Sanat İstanbul'u kü­
reselleşmenin kalbine yerleştirdi" idi. 2005'ten bu yana İstanbul'da çağdaş
sanat müzeleri (Istanbul Modem, Santral İstanbul gibi...) açılmıştır. Ve ta-

TüAKİYE ÜZER İ N E 8ASMAKALIP DüŞÜNCELEA 99


bii İstanbul'un da movida'sı' vardır: H iç uyumayan bu şehrin gecelerini
canlandıran şey odur. Hoşgörülüdür ve "farklılığın" her çeşidine kucak
açar. Belediye başkanı laikler tarafından İslamcı olmakla eleştirilen çok
muhafazakar AKP'nin üyesi olsa da, şehirde kadın ve erkek eşcinsellerin,
transeksüellerin kulüpleri serbestçe faaliyette bulunabilmekte, gey-lezbi­
yen sinemaya adanmış bir O UTistanbul Festivali düzenlenmektedir.
Kuşkusuz, Anadolu başka bir şeydir. Gene de, dinamik ve modem
şehirleri sayesinde o da derin bir değişim süreci yaşamaktadır. Bursa ve Es­
kişehir'in yer aldıkları Kuzeybatı bölgesi, İzmir'in çevresinde canlanan Ege
bölgesi, Antalya ve Adana'nın dinamizminden beslenen Akdeniz bölgesi,
modem ve refahı yakalamış bölgelerdir. Aynı şey, başkent Ankara ve İç
Anadolu bölgesi için de söylenebilir. Uluslararası düzeyi yakalamış üniver­
sitelerden bazıları bu şehirlerde yer almaktadır. Fakat, son zamanlarda da­
ha dikkat çekici bir gelişme gündeme geldi. Orta Anadolu ve Güneydo­
ğu'nun geçmişte son derece muhafazakar ve durağan olan, Kayseri, Konya
ya da Gaziantep gibi şehirlerinin katı ve sofu bir İslam uygulayan sosyal
çevrelerinde çok ciddi bir müteşebbislik hamlesi gerçekleşti. Bu olgunun
sembolü haline gelen Kayseri'de yaşanan bu "sessiz İslami reformunnun
aktörleri başarılarını, Max Weber'e ve Calvin'in azla yetinme felsefesine
atıfla, "Protestan iş ahlakınndan etkilendiklerini söyleyerek açıklıyorlar. Di­
ni muhafazakarlıklarıyla modernliği bağdaştırabiliyorlar. Bu şehirler zen­
gin sanayi merkezleri oldular ve bu refah da sosyal ve kültürel alanda
önemli dönüşümlere olanak verdi. Bu sosyal grupların bir yandan modern­
likle buluşmaları, bir yandan da siyasi yönden tırmanışa geçmeleri -iktidar­
daki AKP'nin daha çok onların temsilcisi olduğu söylenmelidir- Türki­
ye'nin bütününü dönüştürmeye başlamıştır. Derin Anadolu artık ona her
zaman biraz küçümsemeyle bakmış İstanbul'un karşısına dikiliyor ve Av­
rupa'ya hiç komplekssiz bir gözle bakıyor.
Bütün bu gözlemlere rağmen "İki Türkiyennin son bulması daha
çok zaman gerektirecektir. Eşitsizliklerin kurbanı olmuş, yoksul ve gelenek­
selci Türkiye'nin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun bahtı kara bölgeleri-
* lspanya'da, özellikle Madrid"te Franco rejiminin çökmesinden sonra giinışığına çıkan. Almado·
var'ın birçok filminde anlatbğı büyülü şehir hayatına verilen ad (ç.n.)

100
nin, kırsal bölgelerin, bunların yanı sıra da bütün büyük şehirleri çepeçev­
re saran dev gecekondu mahallelerinin ortadan kalkması, Türkiye'nin an­
cak uzun vadede üstesinden gelebileceği çok büyük bir meseledir. Kişi ba­
şına gelir üzerinden hesaplandığında zengin batı bölgeleriyle yoksul doğu
arasındaki fark ı'e ıo'dur. Zengin bölgelerde okur yazarlık oranı % ıoo'e
ulaşmış iken öteki bölgelerde bu oran % 70 dolayındadır.

TÜ R K İY E ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 101


"TÜRKİYE KÖ KENLİ GÖÇM ENLE R
FRANSIZ TOPLUMUNA UYUM SAGLAMAKTA
GÜÇLÜK ÇEKM EKTEDİ RLER. "

Göç... aşamalı yerleşme ve asimilasyon süreçlerinden geçer.


Türklerin durumu bir istisnadır... ama ilerde mutlaka değişecektir ...
Göçmen, iki vatan arasında bir bileşim yaratmalı, kimliğini
pazarlık ederek kurmalıdır.
R. EsTABLET
Comment peut-on etre Français? 90 ouvriers turcs racontent, 1997

Fransa'daki Türkiye kökenli göç içinde büyük çeşitlilik taşıdığı için ... ,
tipik bir Türk göçmeni profili yoktur.
G. PETEK
Turcs en France: Album de familles, Elele, 2006

oksanlı yılların ortalarına kadar yapılan anket çalışmaları, Fran­

D sa' daki Türkiye göçünün Mağripliler ve Portekizliler gibi başka


göçmen gruplarıyla karşılaştırıldığında, çok güçlü bir ulusal kim­
lik, sosyalleşme ve hayat tarzı gibi özelliklerden dolayı, "kendi içine daha
kapalı" ve entegrasyona direnen bir yapıda olduğunu ortaya çıkarmıştı. An­
cak bu gibi özellikler zaman içinde pekala değişebilmektedir. Kaldı ki, göç­
le ilgili bu genel yargının göç sırasında geçilen çeşitli güzergahlar, ait olu­
nan kuşak, göç öncesi toplumsal konum ve eğitim düzeyi, göçmen olarak
geçirilen süre ya da ailevi ve mesleki stratejilere göre farklılaşabildiği bilin­
mektedir. Yukarıda belirtilen özellikler, göçmenler arasında çok ufak bir
azınlık oluşturan (2002'de % 2), üst denilen sosyal.mesleki tabakadan ge­
len -özel sektörde yöneticiler, mühendisler, doktorlar, akademisyenler,
araştırmacılar, sanatçılar, yazarlar ya da entelektüeller gibi- aralarından
pek çoğu Fransız vatandaşlığına geçmiş Türk göçmenleri için geçerli değil­
dir. Bunlar, üniversite başkanı, CNRS (Ulusal Araştır:nalar Merkezi),

102
EHESS (Sosyal Bilimler Yüksek Araştırma Enstitüsü) , Siyaset Bilimi Oku­
lu gibi kurumlarda araştırmacı, Paris Üniversitesi nöro-cerrahi bölümünde
hekim, Milli Eğitim Bakanlığı'nda müfettiş, Fransa'nın en büyük fotoğraf
ajansının kurucusu, Fransız basınında gazeteci ya da karikatürcü, demek
yöneticisi, modacı ya da yazar, piyanist, ressam olarak mesleklerini icra
eden bir zümredir. Karşılaştıkları özel bir sorun yoktur. Topluma entegre
olmuş ve Fransız seçkinlerinin bir parçası haline gelmişlerdir.
Günümüzde Fransa'da 350.000-400.000 arasında Türkiye kökenli
göçmen vardır. Bunlara sayıları 80 bin civarında tahmin edilen, "yasadışın
yollardan gelmiş göçmenler de eklenmelidir. Göçmenler arasında Fransız
vatandaşlığına geçmiş olan kadın ve erkekler azınlıktadır. Göçmenler ara­
sındaki işsizlik oranı, Mağriplilerde olduğu gibi % 25'e ulaşmaktadır. Etnik
açıdan bakıldığında çoğunluk Türktür, ama aralarında çok sayıda Türkiye
kökenli Kürt bulunmaktadır. Göçmenlerin önemli bir bölümü, Paris'te
(" Küçük Türkiye" denilen Saint-Denis Mahallesi), Paris'in kuzeyindeki çev­
re illerde ve Fransa'nın Rhone-Alpes ve Provence-Côte-d'Azur gibi bölgele­
rinde yerleşmişlerdir. Göç dalgası 196o'lı yıllarda, kırsal kökenli vasıfsız iş­
çilerin, ailelerini yanlarında getirmeden, fabrikalarda çalışmaya gelmeleriy­
le başladı; tek amaçlan bir miktar para biriktirip bir an önce memlekete
dönmekti. 197o'li yıllarda sayıca daha kalabalık olan ikinci kuşak göçmen­
ler, inşaat, çeşitli sanayi işletmeleri, konfeksiyon, hizmetler, ticaret, eğitim
ya da sosyal yardım alanlarında çalıştılar. Bu yeni gelen göçmenlerin % 60
kadarı Anadolu'nun doğusundan ya da ortasından gelmişti; eğitim ve hayat
seviyesi daha yüksek olan Ege kökenli göçmenlerin oranı ise % ıo'a düş­
müştü. 1974'ten itibaren göçmenler ailelerin birleştirilmesi kararından ya­
rarlandılar. Bu, göçmenlerin "memlekete dönmen ya da göç ülkesinde
"uzun süre kalman yolunda aldı.klan kararlar üzerinde çok belirleyici oldu.
Bu da, kuşkusuz, göçülen ülkeye entegre olma ya da en azından ayak uy­
durma yönünde atılan adımlan etkiledi.
Türkiye kökenli göç hareketinde göç edilen ülkede yatırım yapma
projesini öngören müteşebbislik ruhu önemli bir rol oynadı. Ancak, böyle
bir proje için gereken birikimi sağlamak, genellikle öngörülenden daha
uzun süreli bir çabayı gerektiriyordu. Fransa'da kalma süresi buna bağlı

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKALIP DÜŞÜ N C E L E R IOJ


olarak uzayınca, ilk başta hayal edilen memlekete en lasa sürede dönme ka­
ran da suya düştü. Fransa'daki göçmen topluluk içinde 198o'lerin ortala­
rından itibaren müteşebbislik yönünde giderek artan bir istek ortaya çıktı.
Bunda kuşkusuz aynı dönemde işsizliğin artmakta olmasının da bir rolü ol­
muştur.Türk göçmenler örgütlendiler ve cemaatin ekonomik ve sosyal var­
lığını destekleyen bir altyapı oluşturdular. 2002'de Türkiye kökenli göç­
menlerin % ı7'si zanaatkar, tüccar ya da işletme sahibiydi; bu oran, İspan­
yollar, İtalyanlar ve Portekizliler dahil olmak üzere toplam göçmen toplulu­
ğu içinde ulaşılan en yüksek orandır. Bu müteşebbisler kendi etnik çevre­
lerinin dışına çıkarak Fransızlara hitap etmeye başladılar. Duvar yapımı, al­
çı tavan süslemeleri, badana-boya işleri ya da turizm gibi belli alanlarda çok
rekabetçidirler ve turizm alanında Paşa Tur ve Marmara gibi büyük ve git­
tikçe büyüyen şirketler kurmuşlardır. Lokantacılık, gıda ticareti, konfeksi­
yon, orman zanaatları ve sanayii gibi dallarda da çok başarılı olmuşlardır.
Tek tek bireylerin de başarıyı yakaladıkları görülüyor: Şu şahıs, Paris'in gö­
beğinde yıldızların seçtikleri ünlü bir çizmeci olmuştur; bir başkası cum­
hurbaşkanlığı sarayında üniformalı güvenlik memurları arasında kendine
bir yer edinmeyi -ki bu bir kadındır- başarmıştır. Öte yandan, çoğu işçi sı­
nıfı kökenli olan bu müteşebbislerden bazıları, bir tür eşraflaşma sürecin­
den geçerek, cemaatleri içinde seçkin konuma gelmişler ve Fransız toplu­
mu ve devlet kademeleri nezdinde müzakerecilik ya da arabuluculuk yap­
ma sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Öte yandan Türkiye kökenli göçmen­
lerin üçte ikisi, % 33'ü vasıflı, % 3o'u vasıfsız olmak üzere işçidir. Sayılan
4oo'e ulaşan dernekler oldukça faal ve etkindir, fakat bunların büyük ço­
ğunluğu din ve ibadet konulan etrafında kurulmuştur.
Bütün göçmenler, kendi göç serüvenlerinin bir aşamasında mutlaka
kimlik, cemaat içi ilişkiler ve göç alan ülkenin kurumlarına muhatap olma
konularında zorlu müzakere süreçlerinden geçmektedirler. Ancak bu süreç­
te, entegrasyonun aleyhine işleyen de faktörler vardır. Fransa'daki göçmen­
lerin İslami kimlikleri genellikle -ve Türkiye'de olduğundan daha çok- Türk
kimliklerinin önüne geçmektedir. Burada ataerkil gelenekleri tehdit ettiğini
düşündükleri kamusal özgürlüklere karşı, geleneklerini ve ailelerini koruma
saplantısı etkili olmaktadır. Böylece İslam, "biz" ve "ötekiler" arasındaki sı-
nır çizgisi haline gelmektedir. Evlilikler genellikle akrabalık ilişkileri içinde
yapılmakta, gelin ve damatlar Türkiye'den seçilip getirilmekte, bu da zaman
zaman acılara, kopmalara ve şiddete yol açabilmektedir. Erkeklerin gelenek­
çiliği ve kadırılar üzerindeki egemenlikleri göç ortamında güçlenmektedir.
Bu nedenle birçok ailede göç tecrübesi, Fransa'da kalma karan alanlan bir
ölçüde değiştirse de, mutlaka bir modernleşme nedeni olmuyor. ikinci ku­
şak, yani Fransa'da doğmuş, ya da çok genç yaşta gelmiş olanlar sık sık kim­
lik bunalımı yaşıyorlar. Kökenlerinin bulunduğu ülke hakkında hemen he­
men hiç bir şey bilmiyorlar. Hem Fransa'da hem de Türkiye'de "yabancı"
olarak kabul ediliyorlar. Fransa'ya zorunlu okullaşma yoluyla entegre olan
bu çocuklar, aileleri tarafından Türk gelenek ve davranış kodlarına uygun
olarak davranmak zorunda bırakılıyorlar. Bu durumda, ya cemaat kimliğine
kilitleniyorlar ya da Fransız nomılannı şu ya da bu ölçüde kabul ederek en­
tegrasyon yolunu seçiyorlar. Üçüncü kuşağın, göçmenleri ağırlayan ülkenin
normlarına ve kültürüne ayak uydurma şansı daha fazladır.

TÜ R K İ YE ÜZERİ N E BASMAKA L I P DÜŞÜNCELER 105


SONUÇ
KÖKLÜ SOSYAL DÖNÜŞÜMLE R GEÇİRMEKTE
OLAN B İ R TOPLUM
zaktan bakıldığında Türkiye dikdörtgen biçimindeki toprakları­

U nın çağrıştırdığı gibi iki ayn evrenin, B alkanlar ile Kafkasya'nın ve


daha da geniş açıdan Avrupa ile Ortadoğu'nun arasındaki bir köp­
rü görüntüsündedir. Bu coğrafi benzetmeyi siyasal ve kültürel alanda sür­
düren bir dizi ikilemden söz edebiliriz: Modernliğe karşı gelenek, demok­
rasiye karşı otoritarizm, laikliğe karşı İslamcılık, ya da Avrupa'ya karşı As­
ya gibi... Bakış açınıza göre Türkiye'yi bu ikili karşıtlıkların bir ya da öbür ta­
rafına yerleştirebilirsiniz. Bu kutuplaşmalar yanlış değildir ama, fazlasıyla
basittir ve durağan bir yaklaşımla yorumlanmaktadır. Oysa gerçeklikte bu
karşıtlıklar dinamiktir, karşılıklı etkileşim içindedir, aynı anda hem iç içe
geçmekte hem de birbirini yadsımaktadır. Örneğin, modernliğe erişim sa­
dece Batı'nın norm ve kurallarının az çok tepeden inme bir yolla dayatılma­
sıyla gerçekleşmiş değildir. Modernliğe, onunla uyumsuz oldukları farz
edilen geleneklerin yenilenmesi ve değişmesi sürecinden geçerek de ulaşı­
labilmektedir. Bu ilk bakışta çelişkili gibi görünen durumu en iyi anlatan
örneklerden biri, Türkiye'de dindarlığın (İslamcı ideolojiyle karıştırılma­
malıdır) çok güçlü olduğu bir kamusal ortamda sekülerleşme ve bireyselleş­
me dinamiklerinin ilerlemekte olmasıdır. Halkın takriben % 5o'sini teş­
kil eden ve bir kısmı milliyetçi, bir kısmı da demokrat olan laiklerin birço­
ğu modernlik ile dindarlığın uyuşmasının imkansızlığına inandıkları ve bu
çelişkili dinamikleri sadece toplumun İslamlaşması şeklinde yorumladıkla­
rı için endişelenmektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti, ilk evresinde yukarıdan dayatılan otoriter bir
modernleşme ve laiklik uyguladı. Altmış yıldır süren demokratikleşmenin
ardından modernlik bugün artık, hızla gelişen pazar ekonomisinin de kat­
kısı ile dinamik bir görünüm almış olan -çok muhafazakar ve sofu kesim­
lerin de dahil oldukları- sivil toplumun içinde yaratılmaktadır. Söz konusu
sivil toplum, yılda yaklaşık 21 bin kitabın yayınlamdığı -ki bu sayı Arap Bir-

106
liği'ne üye ülkelerde yayımlanan yıllık toplam kitap sayısından yüksektir­
çok canlı bir kültürel ve entelektüel hayatla da dikkat çekiyor. Tabandan ge­
len bu hareket demokrasiden yanadır. Anadolu'nun belli bir refah düzeyi­
ni yakalamış Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinin yam sıra Orta Anadolu,
Karadeniz ve ülkenin en yoksul kalmış Doğu ve Güneydoğu bölgeleri de
kallanmakta ve modemleşmektedir.
Fakat, Avrupa nomılanm yakalayabilmek için yapılması gereken da­
ha pek çok reform vardır. Bunlar, hukuk devleti ve demokrasi ("derin dev­
let"ten, askeri vesayetten ve milliyetçilikten kurtulmak için) , insan haklan
ve özgürlükler (Kürt, Alevi ve gayrimüslim vatandaşların taleplerine cevap
vermek ve temel özgürlükleri garanti altına almak için), belleğin sorgulan­
ması (Ermeni Soykınmı'ından başlayarak geçmişte işlenmiş suçlan akılcı­
lıkla ve sorumlulukla irdelemek için) , cinsler arası eşitlik (ataerkil gelenek­
leri eğitim yoluyla ve feminist örgütleri destekleyerek geriletip yok etmek
için) ve sosyo-ekonomik eşitsizlikler (gelir eşitsizliğini gidermek ve eğitim,
sağlık konularında herkesin kamu hizmetlerinden yararlanmasını sağla­
mak için) konularında yoğunlaşmaktadır.
Türkiye, geçmişte yaşadığı ilerleme ve gerileme dönemlerinin birbi­
rini izlemesi olgusundan bugün de masun değildir. Yirmi birinci yüzyıl ba­
şında sorulması gereken en hayati soru şudur: Acaba demokrasi ve seküler­
leşme uzun vadede toplumda hala mevcut olan otoritarizm unsurlarının
üstesinden gelecek midir, gelemeyecek midir? Bu soruya kesin bir cevap
verebilmek cesaret ister. Ancak, son yıllarda kat edilmiş yol göz önüne alın­
dığında, ilerleme ihtimali, özellikle ufukta bir Avrupa üyeliği perspektifi
olacaksa, hayli yüksektir.
Önemi ne Türkiye ne de Avrupa Birliği açısından küçümsenebile­
cek olan bu son noktayla ilgili olarak, Türkleri Türk oldukları için dışlayan
özcü Avrupalılara bir mesel ve çok güzel bir film üzerinde kafa yormaları­
nı tavsiye ediyoruz.
Mesel, komşularından modemiteye ulaşmak için izlediği yol ile ayrı­
lan bir ülkeye dair. Bu ülkede ulusun ve müteşebbis burjuvazinin oluşumu
gecikmiş, dolayısıyla sanayileşme ve demokratikleşmede geri kalınmıştır.
Sonunda bu süreç, askeri zümreyle büyük toprak sahiplerinin egemen ol-

TÜRKİYE ÜZERİ N E BASMAKAL I P D ü ş O N C E L E R 107


duldan otoriter bir devletin kontrolü altında tamamlanmıştır. Onun için bu
ülke uzun yıllar aşın milliyetçiliğin, otoritarizmin damgasını vurduğu bir si­
yasi kültürün ve demokratik olmayan bir yönetim biçiminin cenderesinde sı­
kışıp kalmıştır. Bu ülke hangisidir? Hemen "Türkiye" denecek, kuşkusuz.
Yanılıyorsunuz. Zira bütün bu argümanlar ve itirazlar, 196o'lı yılların başı­
na kadar, o sırada Avrupalılar tarafından Batı Avrupa ülkeleri topluluğuna
alınmasına karşı çıkılan savaş sonrası Almanya'sı için ileri sürülmüştür
(bkz. Ulrich Beck, "Qu'est-ce que l'Union europeen?", Le Monde, 12 Aralık
2006). Bu mesel özcülere, bir halkın (buradaki örnekte Almanların fakat da­
ha genel olarak aralarında Türklerin de bulunduğu başka halkların) sonsuza
dek kökenlerine ve geçmişlerine hapsedilemeyeceklerini öğretebilmelidir.
Halklar değişirler ve hatta bazen bu değişim olumlu yönde olur!
Sözünü ettiğimiz film ise, 2007'de Cannes Film Festivali'nde en iyi
senaryo ödülünü alan Yaşamın Kıyısında adlı, Türkiye kökenli bir Alman si­
nemacı olan Fatih Akın'ın eseridir. Konusu hayli karmaşık ama iyi anlatıl­
mış bu film, sadece iki kültürden gelen bireylerin nasıl yan yana yaşadığını
anlatmıyor. Kimlik sorununun ötesine giden film -ki ona özgünlüğünü ve
evrensel niteliğini kazandıran da budur- sinema sanatı yoluyla Fatih
Akın'ın Avrupa ile ilgili düşünü ortaya koyuyor. Bu düş, insanların -bu fılm
bağlamında Almanların ve Türklerin- bir yerden ötekine gitmelerine, karşı­
laşmalarına, birbirlerini sevmelerine ve yaralamalanna zemin hazırlayan,
dini ve kültürel hoşgörüsüzlüklerden arınmış bir barış ve dayanışma orta­
mına dairdir. Farklılıklarının ötesinde, neşe ve hüznü, hayat ve ölümü pay­
laşan insanlar, onları birleşti.ren şeylerin ayırarılardan çok daha güçlü oldu­
ğunu yaşayarak kavramaktadırlar. Bu filmi görmeye giden özcü Avrupalıla­
rın at gözlüklerini çıkarıp gerçeği olduğu gibi görmelerini ummak isteriz:
Kimlikler ve ötekilikler ne ontolojikti.r ne de metafiziktir. Zaman ve mekan­
da pazarlık konusu edilir, uyum gösterir, kurulur ve çözülürler. Belki de bu
özcüler sonunda, kimliklerin önemini şu güzel formülle görelileştiren
Montesquieu ile hemfıkir bile olabilirler: " Ben, kaçınılmaz olarak insa­
nım... ve tesadüfen Fransızım." (C. S. de Montesquieu, Mes pensies, Galli­
mard, 1949).

108
DAHA DERİNE İ N M E K İÇİN
Türklerin Orta-Asya kökleriyle ilgili olarak; J.-P. Roux, Türklerin Ta­
rihi: Pasi.fik'ten Akdeniz'e 2000 yıl, İstanbul, Kabalcı yayınevi, 2007.
Osmanlılardan önceki dönem için; C. Cahen, La Turquie pre-ottoma­
ne, Istanbul, Institut Français d'etudes anatoliennes, 1988. R. Mantran
(yön.), Histoire de l'Empire ottoman, Paris, Fayard, 1989, en iyi Osmanlı uz­
manı Fransız tarihçilerini bir araya getiren bu büyük sentez kitap Türkçeye
farklı yayınevleri tarafından çevrildiyse de ( Alkım, Adam vs.) mevcudu kal­
mamıştır. D. Kitsikis, L'Empire ottoman, Paris, PUF, 1985, özellikle Bizans
ile devamlılığa dikkat çekmektedir (Türkçede, Türk-Yunan İmparatorluğu,
İletişim Yayınlan). XIV. Louis'nin kendini Doğu Roma İmparatoru ilan et­
me niyetiyle ilgili bkz. F. Bilici, "Louis XIV et son projet de conquete d'Is­
tanbul", Ankara, Türk Tarih Kurumu, 2004.
Osmanlıların Avrupa'daki varlığı için; A. Servantie (yön.), L'Empire
ottoman dans l'Europe de Renaissance, Louvain, Presses universitaires de Lo­
uvain, 2005.
Despotizm konusunda iki önemli kitap: A. Grosrichard, Structure
du Serail : La fiction du despotisme asiatique dans l'Occident classique, Paris,
Seuil, 1 979 (Türkçesi, Sultan'ın Sarayı, İstanbul, Aykırı, 2004) ve L. Valen­
si, Venise et la Sublime Porte, Paris, Hachette, 1 987.
Osmanlı iktidar yapısının Doğu despotizmine uymadığını gösteren
önemli bir kitap için; N. Vatin ve G. Veinstein, Le serail ebranli: Essaie sur les
morts, depositions et avenements des sultans ottomans, xıv. -xıx- siecles, Paris,
Fayard, 2003 (Osmanlılar ve ôlüm, İstanbul, İletişim, 2007); B. Braude ve
B. Lewis (yön.), Christians and jews in the Ottoman Empire: the Functioning
of a Plural Society, New York, Holmes and Meyer, 1982, " millet" sistemi­
nin analizi için iyi bir kaynaktır.
Romantik çağın seyyahları ve Osmanlı İmparatorluğu ile Türkler ko­
nusundaki kalıpyargılar için; J.-C. Berchet, le Voyage en Orient: anthologie des
voyageurs .français dans le Levant au xıx e siecle, Paris, R.Laffont, 1985.
İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçişle ve modernleşme süreciyle il­
gili klasik bir eser için; B . Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Arkadaş,

TÜ RKİYE ÜZER İ N E BASMAKALIP DÜŞÜNCELER 109


2009. Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak A. Jevakhoff, Kemal Atatürk: les
chemins de l'Occident, Paris, Tallandier, (2. baskı) 2004 (Kemal Atatürk, Ba­
tı'nın Yolu, İnkilap, 1998); A. Kazancıgil ve E. Özbudun, (yön.), Atatürk: Fo­
under ofa Modem State, Londra, Hurst, (2. baskı) 1 997.
Türkiye'nin ekonomik, siyasi, kültürel sorunlarından pek çoğu üze­
rine kapsamlı bir sentez çalışması için; S. Vaner (yön.), Yirmibirinci Yüzyı­
la Girerken Türkiye, Kitap Yayınevi, 2009. S. Yerasimos'un (yön.), Les Turcs:
Orient et Occident, islam et laicitt, Paris, Autrement, 1994, derlemesi birçok
açıdan çok değerli bir çalışmadır; Avrupa ile Türkler arasındaki ilişkilerin
ortaçağa kadar giden tarihine ışık tutar. Aynca bkz. 1. Rigoni (yön.), La Tur­
quie: les mille visages, Paris, ed. Sylleps, 2000; A. Kazancıgil (yön.), La Tur­
quie au toumant du siecle, Paris, l'Harmattan, 2004; H. Bozarslan, Histoire
de la Turquie contemporaine, Paris, La Decouverte, (2. Baskı) 2007; J .-F. Pe­
rouse, La Turquie en marche: les grandes mutations depuis 1980, Paris, La
Martiniere, 2004.
Etnik ve dini çoğulculuk meselesi için, Elise Massicard'ın çok değer­
li çalışması: Türkiye'den Avrupa'ya Alevi Hareketinin Siyasallaşması, lletişim,
2007. Kürt sorunuyla ilgili olarak bkz. K. Kirişçi ve G. M. Winrow, Kürt So­
runu, Kökeni ve Gelişmesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007; M. van Bruines­
sen, Kurdish Ethno-nationalism, Istanbul, ISIS, 2002. İslam, laiklik ve sekü­
lerleşme konularında bkz. Şerif Mardin, Religion, Society and Modemity in
Turkey, N. Y. Syracuse Univ. Press, 2004; Th. Zarcone, La Turquie modeme
et l'islam, Paris, Flammarion, 2004; "Laicite(s) en France et en Turquie ",
CEMOTI, No: 19, 1995 (J.-P.Burdy ve J. Marcou tarafından yönetilen özel
sayı) ve Avrupa İstikrar Girişimi (ESi) tarafından yayınlanmış önemli ra­
por: "Islamic Calvinists: Change and Conservatism in Central Anatolia",
Bedin-İstanbul, 2005.
Bireyselleşme konusu için; "L'individu en Turquie et en Iran", CE­
MOTI, No: 26, 1998 (A. Kazancıgil ve F. Kosrokhavar tarafından yönetilen
özel sayı).
Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler için; C. Aktar (yön.),
Lettres aux turco-sceptiques: La Turquie et l'Union europtenne, Arles, Actes
Sud, 2004. "Turquie: desir d'Europe?", CEMOTI, No: 36, 2003 (S. Yerasi-

110
mos tarafından yönetilen özel sayı) . D. Akagül ve S. Vaner, L'Europe avec ou
sans la Turquie?, Paris, ed. d'Organisation, 2005; E. Lannon ve J. Lebullen­
ger (yön.), Les di.fis d'une adhision de la Turquie a l' Union europienne, B rük­
sel, ed. Bruylant, 2006; D. Billion, L'enjeu turc, Paris, Armand Colin, 2 006.
Kadınların durumuyla ilgili olarak, gene çok aydınlatıcı bir başka Av­
rupa İstikrar Girişimi (ESi) raporuna bkz: " Sex and Power in Turkey: Femi­
nism, Islam and the Maturing of Turkish Democracy", Bedin-İstanbul,
2007; N. Göle, Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınlan,1991
(son baskısı 2008) ; feminist hareketin kadınlara yönelik şiddete karşı verdi­
ği mücadele konusunda bkz. Yeşim Arat, Ayşe Gül Altınay,Türkiye'de Kadı­
na Yönelik Şiddet, Metis, 2008. Ermeniler konusunda soykırımla ilgili olarak
bkz. V. Dadrian, Histoire du ginocide arminien, Paris, Stock, 1996 ve H.
Dink, Etre Arminien en Turquie, Chalon, ed. D. Fradet, 2007; Taner Akçam,
İnsan Haklan ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki'den Kurtuluş Savaşı'na, An­
kara, İmge, 1998; A Shameful Act: The Armenian Genocide and the Question
of Turkish Responsibility, New York, Metropolitan Books, 2006. Ermenilerin
Osmanlı'daki rolü ile ilgili olarak, P. Carmont, Les Amirats; Seigneurs de L'Ar­
minie ottomane, Paris, Salvator,1999; çağdaş dönemle ilgili olarak, F. Çe­
tin'in büyüle yankı yaratan Ermeni kökeniyle ilgili anılan, Anneannem, Me­
tis, 2004 (8. Baskı 2008) . İstanbul ile ilgili olarak, Nobel Edebiyat Ödüllü
Orhan Pamuk'un anılan: Istanbul: souvenirs d'une ville, Paris, Gallimard,
2007 (Türkçesi, İstanbul: Hatıralar ve Şehir, Yapı Kredi Yay., 2003, İletişim,
2006); D. Gürsoy, U. Hüküm, Istanbul: imergence d'une sociiti civile, Paris,
ed. Autrement, 2005; Ph. Mansel, Constantinople: La Ville que disirait le mon­
de, 1453-1924, Paris, Seuil, 1997; G. Martin-Chauffier, Le Roman de Constan­
tinople, ed. du Rochet, 2005.
Fransa'daki Türk göçü konusunda: S. de Tapia, Migrations et diaspo­
ras turques, Paris, Maisonneuve-Larose, 2004; Elele, Turcs en France: albums
de Jamilles, Saint-Pourcin-sur-Seoule, Bleu Autour, 2006.
Son olarak, sözcüklerle ilgili çok yararlı bir çalışmadan söz etmeli­
yiz: J.-P. Burdy (yön.), Les Mots de la Turquie, Toulouse, Presses Univer­
sitaires du Mirail, 2006.

TÜRKİYE ÜZE R İ N E 8ASMAKA L I P DÜŞÜ NCELER ili


1 1 1 1 1 1 1 111 1111 111
9 7860 5 1 0 50492

You might also like