You are on page 1of 194

SOSYAL BİLİMLER VE FELSEFE

KiTAP YAYINEVI - 238


İNSAN VE TOPLUM DİZİSİ - 57

SOSYAL BİLİMLER VE FELSEFE I LÜTFÜ ŞİMŞEK

© 2011, LÜTFÜ ŞİMŞEK


© 2011, KİTAP YAYINEVİ LTD.
TANITIM İÇİN YAPILACAK KISA ALINTILAR DIŞINDA HİÇBİR YÖNTEMLE ÇOtALTILAMAZ

YAYINA HAZIRLAYAN
GÖKHAN GENÇAY

KİTAP TASARIMI
YETKİN BAŞARIR

TASARIM DANIŞMANLl�I
BEK

KAPAK
DİLEK ÇETİNKAYA

GRAFİK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACILIK A.Ş.
KA�ıT HANE BİNASI
HAMİOİYE MAHALLESİ, SO�UKSU CADDESİ NO.]
34408 KAtıTHANE
SERTİFİKA NO. 12055
T: 0212 294 10 00 F: 212 294 90 80
E: INFO@MASMAT.COM.TR

1. BASIM
MART 2011, İSTANBUL

978-605-105-066-9

YAYIN YÖNETMENİ
ÇAlATAY ANADOL

KİTAP YAYINEVİ LTD.


KA�IT HANE BİNASI
HAMİDİYE MAHALLESİ, soGUKSU CADDESİ NO. 3/ı·A
34408 K.AGITHANE İSTANBUL
SERTİFİKA NO. 12348
T: 212 294 65 55 F: 212 294 65 56
E: kitap@kitapyayinevi.com
w: www.kitapyayinevi.com
Sosyal Bilimler
ve Felsefe
LÜTFÜ ŞİMŞEK

KARTAL
HALK KÜTÜPHANESi
Kayıt No:
,
Tasnif No: ..

<
Sicil �:: ; '> l l, "l
- -�- .. _,.,�J

KitapvAYINEVi
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ 7
ı- BİLİŞSEL BİR SisTEM OIARAK MODERN BiLİM n

I.I· FELSEFE VE BİLİM 22


I.2- SOSYAL BİLİMLER FELSEFESİ 26
1.3- BİLİMSEL DEVRİM 30

r.4- COPERNICUSÇU DEVRİM 37


r.5- FRANCIS BACON 42
r.6- RENE DESCARTES 48

ı.7- EMPİRİZM VE RASYONALİZM AKIMIARININ MODERN BİLİM İÇİN ANIAMI 54


ı.8- SOSYAL FİZİK: THOMAS HOBBES 57
r.9- AYDINIANMA 61
I.10· isAAC NEWTON 64
!.il- jOHN LOCKE 68
I.12- NEWTONCU BİR FİLOZOF: DAVID HUME 71
2- SOSYAL BİLİMLERİN DOGA BİLİMLERİ MODELİNDE KURULUŞUNUN
iLK ÔRNEGİ ÜIARAK KIASİK EKONOMİ POLİTİK 80
2.1· TOPLUMSAL ÇEKİM KANUNU: KİŞİSEL KAZANÇ KAVRAMI 82
2.2- ADAM SMITH 83
2.3- DEGER TEORİSİ 92
2.4- TOPRAK RANTI 97
2.5- NÜFUS VE ÜCRET 100
2.6- GENEL DENGE 103
2.7- KIAsİK EKONOMİ PoLİTİGİN FELSEFİ ELEŞTİRİSİ 105

3- MARKSİZM VE SOSYAL BİLİMLER 110


3.1- HEGEL DİYALEKTİGİNİN MARKSİST YORUMU 113
3.2- META TAHLİLİ 116
3-J· pARA II8
3.4- ARTI DEGER 120
3.5- TARİHSEL MATERYALİZM 127
J.6- SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM 134
3.7- MARKSİST OOGA ANIAYIŞI 138
3.8- MARKSİZM0İN FELSEFİ KATKISI 142

4- SOSYAL BİLİMLERDE ANIAM SORUNU VE HERMENEUTİK GELENEK 147


4.1- IMMANUEL KANT 149
4.2- DILTHEY VE SOSYAL BİLİMLERDE HERMENEUTİK 157

4.3- MAX WEBER 162

SONSÖZ 179
KAYNAKÇA 187
DİZİN 191
GiRİŞ
osyal bilimler felsefe ilişkisi çoklarınca bitmiş bir ilişki gibi görülür.

S Biz bu kitapta bu ilişkinin ihmal edilmiş olduğunu öne sürdük.


Sosyal bilimler ve felsefe arasında bir bağlantı olmadığı düşüncesi
karşısında bu kitabın ana amacı çağdaş sosyal bilimlerin özünde bir
felsefe yorumundan başka bir şey olmadığını göstermektir. Felsefe açısın­
dan bakıldığında sosyal bilimler 19. yüzyıl Avrupa'sı problemlerine çö­
züm arayışı içinde Rasyonalist Ampirist felsefe geleneğinin pozitivist yo­
rumu üzerine kurulmuşlardır. Başka felsefeler de vardır ve başka 'bilim­
ler' mümkündür.
Bilimin ne olduğu ya da özel olarak sosyal bilimler söz konusu ol­
duğunda sosyal bilimlerin iddia ettikleri "bilimselliğin" ne olduğu soruları
bu anlamda öncelik kazanmaktadır. Çalışmamızda sosyal bilimlerin "bilim­
sellik" idealinin Avrupa merkezli modern bilimin ifşa edilen kimliğiyle ör­
tüştüğünü öne sürerek başlangıçta doğanın zihinsel kavranışının yöntemi
olarak gelişen bu etkinliğin toplumsal araştırmaya taşınmasından kaynak­
lanan problemleri ele aldık. Bu iddiamızın dayanaklarını tarihsel bir giriş
içinde birinci bölümde gösterdik.
Rönesans dönemi bilimsel gelişmelerini ele alarak incelemeye baş­
ladığımız modern bilim tarihi içinde, felsefe ve bilimin iç içe geçerek bü­
tünlüklü bir sistem oluşturduğunu, Galileo'nun Hobbes ve Descartes'ın
Newton'a etkisi gibi pek çok örnekle ortaya koyınaya çalıştık. Pratik ihtiyaç­
lar temelinde gelişen modern bilimin, felsefi bir sistematiğe kavuşarak Ye­
niçağ zihnini karakterize eden en temel kurum haline geldiğini gösterdik.
Aydınlanma'ya kadar uzanan süreçte matematiksel kesinlik, mekanizm,
gözlem ve deney, bilim ve din arasında ayrım, eşitlikçilik, ilerleme, akla ve
insana güven gibi sosyal bilimlerin yapıtaşları olan temel kavramların bi­
lim-felsefe tarihi içinde ortaya çıkışının izini sürdük.
Modern bilim tarihi ile bilgi teorisi tarihinin birlikte ele alındığı bi­
rinci bölümde son olarak, rasyonalizm ve empirizm akımlarının sosyal bi­
limler açısından anlamını vurguladık. Söz konusu akımlar, akıl ve evren­
sellik gibi kavramlar dışında güncel eleştirilerin hedefi olan doğa metafi-

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E L S E F E 7
ziğinin de kaynağı olmuşlardır. Doğayı maddi cisimlerin hacim ve kütle
gibi hesaplanabilir niteliklerine indirgeyerek fiziksel yasalarla hareket
eden mekanik süreçlere dönüştüren Kartezyen Felsefe; gözlem ve deney
konusu yapılamayan her şeyi metafizik sayarak reddeden Empirizm, 19.
yüzyılda ortaya çıkan pozitivist sosyal bilim disiplinlerinin teorik kaynak­
ları oldular.
Bu iddiamızı çalışmamızın ikinci bölümünde, doğa bilimleri mode­
linde ilk bağımsız sosyal bilim disiplini olarak kurulan ekonomi politiğin
temel kuramları temelinde açıklamaya çalıştık. Birinci bölümde değindiği­
miz felsefi kavramların kurucu rolünü göstererek, felsefe- bilim ayrımının
özsel bir ayrım olmadığını ve felsefenin bilimlerin gelişiminde engelleyici
bir rol oynamadığını; tam tersine felsefeden bağımsızlık iddiasının mutlak­
laştırılmış felsefi kavramlara bir tutsaklığa dönüştüğünü öne sürdük. Ayrı­
ca, etik değerlerden ve normatif yargılardan bağımsız nesnel bilgi iddiasına
karşın, klasik ekonomi politiğin temel teoremleri üzerinde bunun gerçek­
dışılığını göstermeye çalıştık. Dahası, 'olması gerek' ile değil 'olan' ile ilgi­
lendiği iddiasındaki iktisadın, bizzat kendisinin 'olması gerekeni' belirle­
meye kalkıştığını; bir başka deyişle, normatif yargılardan bağımsızlık iddi­
asının sonuçta normatif yargılar kurmaya dönüştüğünü vurguladık.
Aydınlanma felsefesinin amacı olan insanın, iktisat teorisinin soyut
bilimsel modellerinde şeyleşerek, yalnızca sistemin içinde ve sistem için bir
unsur haline gelmesinin ortaya çıkardığı sorunlara bu bağlamda değindik.
Çalışmamızın ilk iki bölümünde, böylelikle, felsefenin sosyal bilimler üze­
rindeki belirleyiciliğini ve vazgeçilmezliğini ortaya koyarken, klasik iktisat
örneğinde sosyal bilimlerin felsefeden bağımsızlık iddiasına rağmen özün­
de bir felsefe yorumundan ibaret olduğunu gösterdik.
Sosyal bilimlerin pozitivist bilim yöntemi ve toplum kavrayışının
taşıdığı sorunlar; üçüncü bölümde pozitivist bilim anlayışının eleştirisi
olarak gelişen Marksizm'in bilim yöntemi ve dördüncü bölümde toplu­
mun tümüyle kendine özgü yöntemlerle incelenmesi gerektiğini öne sü­
ren Hermeneutik gelenek bağlamında tartışılarak farklı felsefe anlayışla­
rıyla farklı 'bilim'lerin mümkün olduğu iddiamızın dayanakları gösteril­
meye çalışıldı.

8 GiRİŞ
Marksizm; bilimi diğer kültürel ve siyasal kurumlar gibi toplumun
yapısal bir parçası olarak gördüğü için, etik değerlerden ve normatif yargı­
lardan bağımsız bir bilim olabileceğini kabul etmez. Sosyal bilimler değer­
lerden bağımsız olduklarını öne sürseler de o toplumun maddi yaşamını
üretim tarzınca tarihsel olarak belirlenirler. Toplumsal yasalar zaman ve
toplumüstü kesinlikler değil; her toplumsal aşamada yeniden oluşan göre­
liliklerdir. Bu nedenle evrensellik iddiası ancak bir ideal olabilir.
Doğayı 'şey'leştiren pozitivizmin aksine Marksizm'de doğa toplum
tarafından hükmedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil; toplumun içinde
yaşadığı ve kendisi de yaşayan bir varlık alanıdır. Doğaya, ancak onu tanıdı­
ğımız ölçüde ve onun izin verdiği şekilde yaklaşabiliriz. İnsan toplumsal bir
doğa varlığıdır. Toplumsallığıyla doğanın bir parçasıdır.
Klasik iktisat üzerine incelememizde gösterdiğimiz gibi, sosyal bi­
limlerin doğa bilimleri modelinde kuruluşundan kaynaklanan problemler
toplumsal gerçekliğin "bilimsel" araştırmanın konusu olup olamayacağı
tartışmasını ortaya çıkarmıştır. Eleştirilerine rağmen Marksizm de poziti­
vizm gibi bir bilim idealine sahiptir ve toplumun bilimsel olarak incelene­
bileceğini kabul eder. Toplumu ve toplumsal etkinliği konu edinen sosyal
bilim disiplinlerinin doğa bilimlerinin yöntemleriyle incelenemeyeceği;
toplumun özsel olarak farklı bir yapısı olduğu ve kendine özgü yöntemlere
sahip disiplinlerce araştırılması gerektiğini savunan Hermeneutik geleneği
bu bağlamda dördüncü bölümde ele aldık.
Toplumsal fenomenlerin özgün bir yöntemle araştırılması gerekti­
ğini öne süren Yeni Kantçı okul, pozitivist bilim felsefesinin tek bilim an­
layışını eleştirerek doğa ve toplum için iki ayrı yöntemin gerekliliğini savu­
nur. Yeni Kantçı okula göre, toplumsal fenomenler, insana özgü, amaç-ey­
lem bağlantısı içinde kavranabilecek, doğal yasalara tabi olmayan tinsel bir
dünya oluştururlar ve bu fenomenlerin incelenmesinde nedensellik türün­
deki doğa yasaları, yerini bireyin amaçlı eylemini dikkate alan anlama yön­
temine bırakmalıdır.
Güncel bir sorundan çıkış bulan çalışmamız, felsefi içeriğine ve kav­
ramsal bir çalışma olmasına rağmen, bu sorunlar karşısında bir çözüm de­
ğeri de taşımaktadır. Öncelikle felsefenin gerekliliğini göstererek, felsefi

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E LSEFE 9
kavramların tarihselliğini vurgulamakta, böylelikle felsefeden koparılan,
mutlaklaşhnlmış kavramlarla yapılan felsefe eleştirilerini yanıtlamaktadır.
Felsefi sorgulamadan yoksunluğun, bilimler için kaçınılmaz olarak episte­
molojik ve metodolojik sorunlara yol açtığını klasik iktisat örneğinde göste­
rerek; bu problemin, aynı yöntemi kullanan bütün sosyal bilim disiplinleri
için geçerli olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ayrıca ele alınan tüm okul­
ların ve bilim yöntemlerinin felsefe tarihi içerisine yerleştirilmesi ve doğru­
dan felsefe bağlantılarının gösterilmesiyle, felsefeyle sosyal bilimlerin bü­
tünlüğünü de ortaya koymayı amaçlamaktadır.

10 GiRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM

BİLİŞSEL BİR SİSTEM OLARAK


MODERN BİLİM
osyal bilimlerin doğası üzerine yapılmış bir çalışma öncelikle bu di­

S siplinlerin "bilimsellik" iddiasını ele almak zorundadır. Bu nedenle,


öncelikle, bilim kavramı üzerinde durarak Rönesans Avrupa'sında
doğanın zihinsel kavranışının yöntemi olarak gelişen bu etkinliğin top­
lumsal araştırmaya taşınmasından kaynaklanan problemlere değineceğiz.
Sosyal bilimlerin bilim ideali, modern doğa biliminin ifşa edilen
kimliğiyle örtüşür. Gerçekliğin akılsal ve yasalı bir yapısı olduğunu, ve bu ya­
pının insan aklı tarafından kavranılabilir olduğunu kabul eden modem bili­
min amacı, açıklama ve öngörüdür. Rönesans'tan itibaren bu bilim anlayışı­
nın elde ettiği maddi başarılar, "bilimsel" bilginin, gerçekliğin mutlak ve ob­
jektif bilgisi olduğu inancıyla, ayrıcalıklı bir yer kazanmasını sağlamıştır.
Modern bilim, yalnızca ulaştığı pratik başarının büyüleyici etkisiyle
değil, gelişim sürecindeki teorik inşasıyla da yeni bir dünya imgesinin kav­
ramsal temellerini attı. Gözlem ve deney, gerçekliğin keşfedilmesinin, kut­
sal metinler ve Tanrı sözü dışında başka yöntemleri olabileceği fikrinin ya­
yılmasını sağladı.
Doğanın araştırılmasında gözlem ve deneyin kullanılmaya başlan­
ması kilise otoritesini zayıflatıcı bir rol oynadı. Daha önceleri kutsal metin­
lerde yazılı hakikatin anahtarının yalnızca kilise babalarının elinde olduğu
ve gerçekliğin bilgisine sadece onların ulaşabileceği düşünülürken deney
ve gözlem ile gerçeğin bilgisine ulaşılabileceği ve bunun bütün insanlar
için aynı derecede mümkün olduğunun kabulü, insanlar arasında eşitlik
fikrinin gelişmesine katkıda bulundu. Doğa bilimlerinin kilise etkisi üze­
rindeki bu aşındırıcı etkisi olmadan kilisenin doğrudan egemenlik alanına
giren konularla uğraşan sosyal bilimlerin ortaya çıkması düşünülemezdi.
Doğa bilimlerinin gelişimi bu anlamda sosyal bilimlerin kavramsal alt ya­
pısını oluşturmanın ötesinde, bu disiplinlerin varlık koşullarını sağlamak
gibi çok daha hayati bir rol oynadı.
SOSYAL BİLİ M L E R VE F E LSEFE il
Kilise monist anlayışı gereği siyaset ve etik gibi konulardaki otorite­
sini de yitirmesine yol açacağı kaygısıyla doğa bilimlerindeki otoritesinden
vazgeçmek istemediği için "Deneysel modem doğa bilimi, anti-otoriter, ile­
rici ve anti-elitist bir hareket olarak doğdu ve sosyal reforma dayalı bir eği­
tim programı üzerinde şekillendi." (Delanty, l99Tl8)
Kilise otoritesine karşı anti-otoriter, sektiler ve eşitlikçi bir girişim
olarak gelişen modem bilim, din içerisinde imanın temellendirilmesi tar­
tışması içinde şekillenmişti. Modem bilimin kuruluş amacı, dinsel hakika­
te, yani Tanrı'nın varlığının delillerine kutsal metinler dışında, doğanın;
gözlem ve deneyle araştırılması yoluyla da ulaşılabileceğini göstermekti.
Mutlak hakikat ideali, bilimsel bilginin tarihselliğinin, yani zaman ve me­
kanla sınırlanmış olduğunun unutulmasına neden oldu. Modem bilim, bü­
yük ölçüde din etkisiyle öne sürdüğü evrensellik ve nesnellik iddialarına
rağmen tarihsel olarak o toplumun entelektüel formasyonu ve algısıyla sı­
nırlı kaldığını göremedi.
Çok daha geç bir tarihte, 19. yüzyılda Avrupa merkezli toplumsal dö­
nüşümün yarattığı sosyal problemleri anlama ve çözüm bulma çabası için­
de doğan sosyal bilimler, modem bilimin kavramsal çerçevesi içinde şekil­
lendiler ve bu bilimin açıklama ve öngörü idealini korudular. Ancak, doğa
bilimleri modeli üzerinde kurulan sosyal bilimlerin, toplum ve doğa arasın­
da yöntemsel bir birliğin temeli olabilecek bir benzerliğin bulunup bulun­
madığı sorununu ortaya çıkarması kaçınılmazdı.
Toplumsal fenomenler en küçük parçaları dahi bütüne bilinçle,
kendi iradeleri doğrultusunda katılan insanlar tarafından oluşturulur ve bu
yönüyle modem bilimin asıl konusu olan doğadan çok farklı bir karakter ta­
şırlar. Toplumu oluşturan bireyler, doğadaki cisimler gibi belirli yasalar
uyarınca bilinçsizce etkileşen nesneler değildir, iradeleri doğrultusunda ey­
lemde bulunurlar. Toplumsallık insanlar tarafından imal edilmişliği anla­
mında yapay; doğanın içinde kurulmuşluğuyla doğaldır. Doğal süreçlerden
daha karmaşık ve öngörülmesi daha zor bir biçimde gelişir.
Toplumsal fenomenlerin bu özsel farklılıkları, doğa bilimlerinin
yöntemlerinin uygulanmasını problemli kılar. Gözlemlenmesi, gözlemci­
nin bu süreçlerin dışında yer almasının güçlüğü nedeniyle daha zor, deney

12 BiLİŞSEL B i R SİSTEM ÜLARAK M O D E R N B i L M


yapılması çok kere imkansız ve empirik malzemenin toplanması sayısız
güçlüklerle doludur. Doğa bilimlerinin temel yöntemi olan deneyin sosyal
bilimlerde aynı şekilde uygulanması çok kere imkansızdır.
Felsefe açısından kavramsal bir ilginin konusu olan bilimin doğası,
mutlak bilgi sorunu, sosyal bilimlerin doğa bilimleri modelinde kurulması­
na toplumsallığın yapısal olarak izin verip vermediği konuları bugün aynı
zamanda pratik bir ilginin konusudur. Çünkü, günümüzde sosyal bilim di­
siplinlerin konusunu açıklama ve öngörüde bulunabilme yeteneklerine
kuşkuyla yaklaşılmakta, bu disiplinlerin bu açıdan bir bunalım içinde ol­
dukları kabul edilmektedir.
Zihin dışındaki bir gerçekliği, akılsal olarak kavranabilir olduğu var­
sayımıyla araşhran bilimsel etkinlik, sosyal bilimlerin günümüzdeki görünü­
münde kendi içine dönmüş ve gerçeklikle olan bağlanhsını bütünüyle yitir­
miş durumdadır. Bilimsel açıklamanın amacı, sınanması ve ispah tümüyle
kendisi olmuş, bilimsel araştırma kendi içinde kapalı, formüller ve modelle­
rin incelenmesinden ibaret bir etkinliğe dönüşmüştür. Gerçekliğe ilişkin
açıklama ve öngörüde bulunabilme yeteneğini bütünüyle yitirdiğini düşün­
düğü iktisat konusunda Nobel ödüllü iktisatçı Leontief şunları söylemektedir:

Profesyonel iktisat dergileri sayfalar dolusu formülle doludur. Oku­


yucu bir ölçüde inandırıcı ama özünde tümüyle keyfi olan kabulle­
re dayanan bu formüllerden giderek, bu kabullerle hiç ilgisi olma­
yan mutlak teorik sonuçlara yönledirilir ... İktisat teorisyenleri yıllar
boyunca yeni matematik modeller üretip bunları biçimsel özellikle­
riyle en ince ayrıntısına kadar araştırmış; ekonometristler mümkün
bütün şekillerdeki cebirsel formülleri özünde aynı veri kümelerine
uydurup durmuş; ancak gerçek ekonomik sistemin işleyişi ve yapı­
sına ilişkin sistematik bir kavrayış geliştirmek açısından hiçbir iler­
leme kaydedememişlerdir. (Aktaran:Lawson, 1997:4)

Yaşadığımız yüzyılda meydana gelen toplumsal ve bilimsel gelişme­


lerle birlikte toplum yaşamında düşünsel ve pratik pek çok sorun ve olum­
suzluklar ortaya çıkmasına karşın, sosyal bilimlerin bu sorunları değerlen-

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E LSEFE 13
dirmekte yetersiz kalışı Leontiefin iktisat eleştirisinin sosyal bilim disiplin­
leri için genel olarak geçerli olduğu düşüncesini doğurmaktadır.
Sosyal bilimler yöntemsel ve kavramsal bir gelişme gösteremedikle­
ri için etkileşimleri ve gelişimiyle devasa bir organik bütün görünümünde­
ki dünyanın toplumsal süreçlerini halen 17. ve 18. yüzyıl Avrupa' sına ait ka­
tegorilere sığdırmaya çalışmaktadırlar. Üstelik söz konusu kategorilerin o
toplumu o tarihsel dönemde dahi bütünüyle içermediği bugün artık yaygın
biçimde kabul edilmektedir.
Kadını, sınıfları, Batı dışı toplumları ve doğayı tahlillerine dahil et­
meyen sosyal bilimlerin dünyası dar ve yüzeyseldir. Söz konusu bilimlerin
tahlillerine dahil etmedikleri bu kategorilere ilişkin yaklaşımlarının ideolo­
jik olduğu eleştirisi günümüzde oldukça yaygındır. Kadının dışlanmasına
karşı tepki olarak gelişen feminist hareketin karşı çıkışını ve kadını toplum­
sal olarak 'görünür' kılma çabasını Berktay şöyle aktarmaktadır:

Feminist teorisyenler, bilimlerin yerleşik normlarına, yöntemlerine,


yaklaşımlarına ciddi eleştiriler getirdiler ve önemli sorular sordular.
Bilimler alanındaki eleştirinin en çarpıcı sonuçlarından biri, kadın­
ların, bilgi üretimi sürecinden dışlanmışlığına ve dünyayı tanımla­
ma, anlamlandırma olanağından yoksun bırakılarak deneyimlerinin
görünmez kılındığına dikkat çekmek oldu. (Berktay, 2003 :26-27)

Bu tür dışlamalar üzerine kurulu sosyal bilimlerin ortaya koydukları


toplum tablosu sayısız eksikliklerle doludur. Feminist eleştiriler, bilgi üreti­
mi sürecindeki bir sorunu, cinsiyetçiliğin ortaya çıkarılmasını sağlamış, "nor­
mal bilimin kadınlara ilişkin olarak bilim değil, ideoloji olarak işlediğini ser­
gilemek" (lbid., s.27) yoluyla kadını "görünür kılmaya" çalışmışlardır. Teori­
deki bu sorunun kaynağı, kadının asıl olarak topluma kahlmayışındadır.
Kadınların, bir "özel" alana -aile, çocuklar ve evin önemli olduğu ev
içindeki dünyaya- hapsedilmiş olma eğiliminin bugün bile var olduğu ile­
ri sürülebilir. Erkekler, öte yandan, bir "kamu" yaşamında daha fazla yer
alırlar ve servet ile gücün nasıl dağıtıldığını belirleyebilirler. Onların dünya­
sı, ücretli işler, sanayi ve politikaların dünyasıdır. (Giddens, 2000:279)

B i L İ ŞSEL BiR S İ ST E M OLAR A K M O D E R N BiLM


Sanayi Devrimi, ulus devlet, devlet ve sivil toplum arasındaki geri­
limler ve toplumsal ilişkilerin kapitalist dönüşümü gibi 19. yüzyıl Avru­
pa'sına özgü sorunlar içinde şekillenen (Rundell, 2001:13) söz konusu di­
siplinler halen kavram örgüleri, yöntemleri ve birbirleriyle olan ilişkileri
açısından bu toplumsal yapının ve içinde doğdukları toplumun çerçevesiy­
le sınırlı olmalarına karşın evrensellik ve mutlak bilgi iddiasını sürdürmek­
tedirler. Felsefe açısından objektif ve mutlak bilgi sadece bir ideal olabilir ve
mutlaklaştırılması dogmatizme yol açar.
Leontief'in iktisat eleştirisi, sosyal bilimlerin gerçeklikle kopan bağ­
lantısına, işaret ederken feminist eleştiriler sosyal bilimlerin ideolojilere
doğru savrulduğunu kendi inşa ettikleri gerçekliklerinde kadına, sınıflara
başka uluslara yer vermediğini vurgulamaktadır.
Söz konusu iki temel probleme sosyal bilim disiplinlerinin aşın ve
anlamsız parçalanmışlığını da eklemek gerekir. Farklı görünümleri içinde,
toplum ve bireyi, doğa ve toplum etkileşimi içinde incelemelerine karşın;
sosyal bilimler çok sayıda alt disipline ayrılmış, zamanla uzmanlaşma yö­
nünde aşırı bir ilerleme göstererek adeta teknik birer araştırma kollarına dö­
nüşmüşlerdir. Bu aşın bölünmeye uzmanlaşmanın getirdiği derinleşme eş­
lik etmemektedir. Ayrıntıya inildikçe yeni bağlantılar keşfedilip yeni köprü­
ler kurulması gerekirken bilimsel gelişme tam aksi yönde seyretmektedir:

İşe dışarıdan bakan bazı kimseler, bilim camiasının kendi içinde ne


kadar dar kapsamlı bir bölünmüşlük manzarası gösterdiğini fark et­
miş, bilim disiplinlerini sanki zırhlı bir harp gemisinde birinden di­
ğerine su geçmemesi için özel kapılarla ayrılmış bölmelere benzet­
mişlerdir. (Gleick, 2000:28)

Çeşitli bilim disiplinleri, bağımsızlıklarını kendilerini diğer disip­


linlerden ayırdıkları ölçüde kazanabilecekleri düşüncesiyle, diğer disiplin­
lerle aralarında sınır çekmiş ve kendini bu sınırların güçlendirilmesine ada­
mışlardır. Arat'ın sözleriyle:

Geçen yüzyıllarda sıra sıra kurulan bilimler, bağımsızlıklarını, ken­


dilerini öteki bilimlerden ayıran Çin sedleri kurmakla elde edebile-
SOSYAL BİLİ M LE R VE FELSEFE 15
ceklerine inandılar...Ama, ne var ki bunun sonunda her bilim, pen­
cereleri olmayan birer monad şeklini aldı. Bu bir yerde bilimler için
en büyük çekinceyi işaret ediyordu. Bilimlerin araştırdığı gerçeklik,
nasıl karşılıklı girişim ve gereçlerin ortaya çıkardığı bir bütünlüğü
gösteriyorsa, bu gerçekliğe açılan bilimlerin de birbirlerine açılma­
ları, birbirine yaklaşmaları gerekirdi. Ama, ...bağımsızlık saplantısı
uğruna monadlaşmayı yeğlediler. (Arat, 1986:12)

Kendi içine kapalı monadlara dönüşen bilimsel disiplinlerin üniver­


sitelerdeki yapay sınıflandırılması ile yaşam çok farklı yönde gelişmektedir.
Üniversite bünyesindeki mekanik sınıflandırma yaşamın içinde bazen ta­
mamen anlamsızlaşmakta, araştırma konusunun hangi sosyal bilim disip­
line ait olduğu bir yana, doğa bilimi mi yoksa sosyal bilim mi sayılması ge­
rektiği dahi belirsizleşebilmektedir.
Yeni bir bilim dalı olan kriminoloji üzerine yazılmış ders kitapları­
na göz attığımızda ele alınan konuların parmak izi araştırma, patlayıcılar,
motorlu araçlar, olay yeri incelemesi, sosyalleşme sürecinin suçun oluşu­
muna etkisi, suçlu psikolojisi, ikamet çevresi ve suçluluk gibi başlıklar al­
tında toplandığını görürüz. Klasik tanımı içerisinde coğrafya, sosyoloji. psi­
koloji. kimya, hukuk, tıp gibi çok farklı disiplinleri içeren kriminolojinin
mevcut sınıflandırma içinde kendine bir yer bulabilmesi oldukça zordur.
ideolojilere sürüklenme, aşırı parçalanmışlık ve nihayetinde top­
lumsal gerçekliği anlama ve açıklama yeteneğini yitirme olgusuyla yüz yü­
ze gelen sosyal bilimlerin bu problemlerinin kaynağı, felsefe-bilim ayrımı­
nın mutlaklaşmasıdır. Yaşayan ve üzerinde yaşadığımız gezegenin ihtiyaç­
ları doğrultusunda bu kez Avrupa toplumunun sınırlı kategorilerini aşan
evrensel ve çoğulcu bir bilim anlayışı, felsefenin sistematik ve bütüncül kat­
kısıyla üretilebilir. Elbette ki bu salt felsefi bir kaygı değildir, söz konusu bi­
limlerin bütünsel birliği aynı gerçekliği incelemelerinden kaynaklanan on­
tolojik bir zorunluluktur ve bunun gösterilmesi evrensel bir nesnelliği
mümkün kılar: " Sosyal bilimleri bilginin parçalanmasına karşı mücadeleye
yöneltmek, aynı zamanda onları anlamlı bir nesnellik düzeyine yöneltmek
de olacaktır." (Gulbenkian Komisyonu, 1996:87)

16 B i L İ ŞS E L Bi• S İ ST E M ÜLARAK M O D E R N B i L M
Aynı gerçekliği değişik görünümleriyle ele almaktan dolayı tüm çe­
şitliliğine karşın sosyal bilimlerin farklı disiplinleri arasındaki organik bağ­
lantıyı tespit etmek hem bu disiplinlerin her birine katılan hem de tümünü
birleştiren felsefeyle mümkündür.
Felsefenin katkısıyla evrensellik ve akıl gibi sosyal bilimlerin üzerin­
de yükseldiği temelleri muhafaza etmeye devam ederken, bu kavranılan şu
anda içermedikleri kategorilerle zenginleştirerek çoğulcu, evrensel ve eleş­
tirel bir bilim idealine doğru ilerleyebiliriz. Çoğulcu ve evrensel bir bilim
idealine yapılan gönderme, bilimsel bir kaygı olmanın ötesinde, içinde ya­
şadığımız dünyanın ihtiyaçlarından kaynaklanan bir gerekliliktir.

"Günümüzde çeşitliliğe ve çoğulluğa yapılan vurgu sadece bir terci­


hi veya niyeti belirtmiyor; daha önemli olarak, içinde yaşadığımız
kültürel çeşitlilik çağında, kişilerin salt yerel bölge ve grup yurttaşla­
rı değil, birbiriyle sıkıca ilişkili karmaşık bir dünyanın yurttaşları ol­
ma zorunluluğundan kaynaklanıyor...Aydınlanma'nın gerçekleşme­
miş vaatlerine bağlı kalarak barış ve adaletin sağlanması umudunu
canlı tutmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var" (Berktay,
2006:90)

Felsefenin eleştirel sorgulaması, sosyal bilimlerin yapısal bir dönü­


şüme ihtiyaç duydukları günümüzde özellikle önem taşımaktadır. Felsefe
içinde doğarak, felsefi kavramlar üzerinde kurulan sosyal bilimler, sanki
felsefeyi aşarak kurulmuşlar yanılgısıyla felsefenin boyunduruğundan
kurtulduklarını ilan etmişlerdir. Felsefe-bilim ayrımının yerleşmesi, bilim
insanlarının felsefi yetersizliklerinin giderek doğal kabul edilmesine yol
açmıştır.
Onlar bilim felsefesini, Holton'un ifadesiyle "Güçten düşüren bir
bunaklık" olarak görürler ve görünüşe göre kuantum mekaniğinde çalışan
bir fizikçi sıradan bir makinistten daha çok felsefe bilmez. Günümüzde yal­
nızca bilim adamlarının büyük bölümü felsefenin cahili değillerdir, aynı
zamanda bilim de felsefi kuşkulardan tamamen bağışık hale gelmiştir.
(Wolpert, 1 994:126)

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E
Oysa, belirttiğimiz gibi, felsefe, sosyal bilim disiplinleri için bir zo­
nmluluktur ve sosyal bilim disiplinleri ile gerçeklik arasında kopan bağın
nedeni felsefe ile bu disiplinler arasındaki kopukluktur. Felsefe-bilim ayrı­
mının mutlaklaştırılması bilimin kendini algılayışında bir yanılgıya yol
açar. Bu yanılgı, sosyal bilimlerin zaten bir felsefe üzerine kurulu olduğu
gerçeğini görmez. Akıl, yasa, ilerleme, denge, nedensellik vb. kavramlar
üzerinde kurulan sosyal bilimler, bu kavramların felsefi içeriğini değerlen­
direbilmekten uzaktır. Söz konusu yanılgı nedeniyle günümüzde tümüyle
yeni anlamlar kazanmış bu kavramlar, felsefi bir sorgulamanın konusu ya­
pılmadan, eski felsefe geleneklerinin yorumları değil de hakikati ifade eden
mutlak kavramlarmış gibi kalmaya devam etmektedirler.
Değişen toplumsal hayatımız bir yana, doğa bilimlerinde meydana
gelen gelişmeler bu bilimlerden mekanik bir şekilde aktarılan kavramların
eski biçimleriyle kullanılmasını imkansız kılmaktadır. Zaman ve mekanı
çözümlemesine dahil etmeyen Newtoncu mekaniğin sosyal bilimlere taşın­
ması çabasıyla şekillenen nomotetik epistemolojiler, doğa bilimlerinde 20.
yüzyılda gerçekleşen gelişmelerden dolayı ayaklarını bastıkları zemini yitir­
mişlerdir. Statik doğa anlayışının yerini bıraktığı dinamik sistemlerle bir­
likte çok yönlü içsel ve dışsal etkilerin etkileşiminde ortaya çıkan süreçler
zaman-mekan bağlantısıyla birlikte incelenmektedir.
Başlangıçta bir sistemin yapısı dendiğinde onun mekan içindeki dü­
zenlenişi ve organizasyon biçimi anlaşılmaktaydı. Dinamik sistemlerle bir­
likte zaman-mekan yapısı, yani süreçlerin zaman-mekan içindeki düzeni
öne çıktı. Öyleyse, zaman-mekan açısından yapı, sistemin hem işlevini
hem organizasyonunu içerir; sistemin iç durumu ve çevre ilişkileri de bu­
na dahildir. (Cramer, 1998:180)
Yeni bilim anlayışında doğa artık işlenmeyi bekleyen edilgin ve me­
kanik yasaların hakim olduğu bir nesne olarak değil, toplumu yaratma po­
tansiyelini içinde taşıyan etkin bir yapı olarak kabul edilmektedir. Aynı şe­
kilde toplumsal eylemler ya da toplumsal yaşam tek bir ilke ya da yasaya da­
yanılarak açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Ceteris Paribus· kabullerle
* Bütün diğer değişkenler sabitken. Sosyal bilimlerde kullanılan bir analiz yöntemi. incelenen değiş­

ken dışındaki tüm değişkenler sabit kabul edilir.

18 B i L İ Ş S E L BiR S İ ST E M OLARAK M O D E R N B i L M
şekillenen kapalı, statik sistemler öğretici varsayımlar olmanın ötesinde bir
değer taşımazlar. Bilimsel yasalar kesinlikler değil, belirli bir yer ve zaman
diliminde sadece burada ve bu zamanda geçerli olan olasılıklardır. "Denge­
sizliğin gelmesiyle doğa yasaları yeni bir anlam kazanır. Bundan böyle ola­
sılıkları ifade eder." (Prigogine, 1 999:12)
Sosyal bilim disiplinleri arasındaki ayrımlar belirsizleşip bazen ge­
çiş noktalarında yeni disiplinlerle yeni bağlantılar oluşurken, bir yandan da
doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki sınırlar bulanıklaşmakta, biyo­
ekonomi gibi yeni disiplinler ortaya çıkmaktadır. Sosyal bilimler, insan bi­
limleri ve doğa bilimleri şeklindeki ayrımlaşmanın sürdürülmesinin güçlü­
ğü bütüncül bir bakışa doğru kendiliğinden bir evrimleşmeye yol açmakta­
dır. "Doğa bilimcilerin yeni iddiaları, doğa ve sosyal bilimleri iki ayrı alan
olarak bölen derin örgütsel ayrımı yerle bir ettiyse, kültürel araştırmaları sa­
vunanların iddiaları da, sosyal bilimlerle insan bilimlerini iki ayrı alan şek­
linde bölen örgütsel ayrımı yıktı." (Gulbenkian Komisyonu, 1996:66)
Eğitim sisteminin, özellikle sosyal bilimler alanındaki eğitim siste­
minin felsefeyle şekillendirilmemiş olması nedeniyle felsefi temellerinin
belirleyiciliğini gözden kaçıran sosyal bilimler teorik temellendirmelerden
ve bağlantılardan yoksun kalmıştır. Felsefi sorgulamanın eksikliği bir yan­
dan dogmatizmin yolunu açmış diğer yandan bir bütün olarak bilim ve ev­
rensellik ideallerinin de modası geçmiş kavramlar olarak damgalanmasına
giden süreci başlatmıştır.
Sosyal bilimlerin güncel problemleri, bilimin olanağını ve gereklili­
ğini ortadan kaldıran türde değildir. Çok sık kullandığımız bilimsel analo­
jilere bir yenisini eklersek, klasik fizik ve kuantum fiziğini karşılaştırabili­
riz. Kuantum fiziğinde, fiziksel ölçümlerin gözlemciye göre değişebileceği­
ni ya da şöyle söyleyelim farklı noktalardaki iki kişinin aynı olayı ölçümleri­
nin sonuçlarının farklı olabileceği kabul edilir. Klasik fizikte ise iki farklı
noktadaki iki farklı kişi, uzay ve zaman değişkenlerinden bağımsız olarak
hep aynı sonuçları elde eder.
Gözlemcinin hareketinin ve bulunduğu noktanın ölçüm sonuçları­
nı etkileyebileceğini söyleyen kuantum fiziği, klasik fiziğin yanlışlığını de­
ğil, sınırlılığını gösterir. Kütlenin uzay zamanı eğip bükebildiği kuramı,

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E LSEFE
kütlenin ihmal edilebilir büyüklükte olduğu durumlarda klasik fiziğin ge­
çerliliğini kabul eder. Görelilik kuramı, klasik fiziğe rağmen değil, onun
üzerinde kurulmuştur. Onu reddetmez, içerir.
Sınırlı bir coğrafyada belirli tarihsel koşullarda gelişen sosyal bilim­
lerin problemi de bu tarihselliğin bilincinde olunmamasıdır. Felsefenin
sosyal bilim disiplinleri karşısındaki sorumluluğu bu disiplinlere sınırları­
nı ve sorunlarını gösterirken, kazanımlarını da korumaktır. Aydınlanma ça­
ğında akıl "insanın ergin olmama durumuna" son vermişti; ondan yoksun
kalmak, insanı yine eski durumuna düşürür.
Felsefe ve sosyal bilimler ilişkisinden bahsetmek; felsefe, bilim ve
sosyal bilim kavramları üzerinde durmayı zorunlu kılmaktadır. Bu kavram­
lar üzerinden geçerek sosyal bilimlerin "bilimsellik" iddiasını tartışabiliriz.
Sosyal bilimler- felsefe ilişkisi günümüzde belirttiğimiz nedenlerden dola­
yı ilk anda çelişkili görünür, çünkü sosyal bilimler, felsefeden koparak ge­
lişmiş ve felsefeden bağımsızlaştıkları ölçüde kurumsallaşmışlardır. Günü­
müz sosyal bilim disiplinlerinin büyük oranda belirginleşip seçilmeye baş­
landığı 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyılın ilk yıllarında felsefenin bittiği ve bi­
limle birlikte artık felsefeye gerek kalmadığı çokça dile getirilmiştir.
Bu yaklaşımlar, bilimin gelişimiyle birlikte farklı bilimsel disiplinle­
rin gerçekliği çeşitli görünümleri içinde zaten incelemekte olduğunu öne
sürerler. İktisat ekonomik yasalarını araştırırken, coğrafya yerkürenin yapı­
sını, antropoloji farklı toplumların kültürlerini incelemekte ve sosyal bilim­
ler her biri kendi açısından topluma hareket veren yasaları anlama yolunda
önemli adımlar atmaktadır. Duverger "felsefi tutumun" ağır bastığını söy­
lediği dönemde toplumu olduğu biçimde değil, nasıl olması gerektiğine da­
ir ilke ve kurallar belirlemeye çalışarak ele alan araştırmayı bilimsel olarak
görmez. Ona göre bilimsel tutum ancak 18. yüzyıldan itibaren egemen ola­
bilmiştir (Duverger, 2002:9). Felsefe üzerine tartışmanın faydasız bir za­
man kaybı olduğunu öne süren Gerring ise bilim felsefesinin sosyal bilim­
lere somut katkılarının olmadığını iddia etmektedir:

Bilim felsefesi uzun uzun tartışılabilir. Ve çeşitli felsefelerin değişik


yorumlan benim burada yaptığım gibi kabaca bir araya yığılmadan,

20 B i L İ ŞS E L B İ R S İ ST E M OLARAK M O D E R N B i L M
seçkin zihinsel çalışmaların örnekleri olarak ele alınabilir. Yine de
varacağımız sonuç değişmeden kalır. Birkaç istisna dışında (örne­
ğin, Popper ve Lakatos'un ve onların takipçilerinin çalışmaları) bi­
lim felsefesi bize sosyal bilimlerdeki çalışmamızı nasıl geliştireceği­
mizi, ya da iyi çalışmayı kötüsünden ayırmayı öğretmek konusunda
pek yardımcı olmaz; çünkü bunlar genellikle azametli ("felsefi") dü­
zeydedirler. (Gerring,2001:17)

Bilişsel bir sistem olarak sosyal bilimlerin felsefe ile ilişkisi ve böy­
le bir ilişkinin gerekliliği bu bağlamda tartışılmaya muhtaçtır. Felsefe ve
bilimi birbirini dışlayan iki farklı bilgi türü olarak kabul eden yaklaşımlar,
felsefenin "boyunduruğundan" kurtuldukları andan itibaren bilimlerin
gelişmeye başladığını savunur. Doğrusu o ki, doğa bilimlerinin felsefeden
kaynaklanması gibi sosyal bilimler de doğa bilimleri modeli üzerinde şe­
killenmişlerdir ve bugünkü yapıları çerçevesinde bu yargı büyük oranda
geçerlidir.
2500 yıllık Batı düşünce tarihinde .. .felsefe-bilim ayrımına ancak
son 300 yıl içerisinde rastlıyoruz. Oysa bilimi var kılan ilkeler, dün olduğu
gibi bugün de felsefi karakterli ilkelerdir. Bilim, kendisini var kılan ilkeler
"üstüne" düşünmez; düşündüğü anda felsefeye eklemlenmiş olur. Ve bi­
lim... başı her sıkıştığında, kendisi "üstüne" düşünmeye, yani felsefeye ek­
lemlenmeye başlar ve felsefeden kopamayacağını anlar... Bu ayrım sahte bir
ayrımdır. (Özlem, 2002:297-98)
Felsefe-bilim ilişkisini anlayabilmek ve bağlantılarını gösterebilmek
için sosyal bilimlerin tarihine göz atmak daha sağlıklı değerlendirmeler
yapmamızı sağlayacaktır. Böyle bir tarih incelemesi, insanların içinde yaşa­
dıkları toplumu bilimsel araştırmanın konusu yapabilecekleri düşüncesi­
nin kökeninin İlkçağ Yunan felsefesine kadar uzandığını, başka bir deyiş­
le, bilim tarihinin aynı anda bir felsefe tarihi olduğunu gösterir. Bu bütün­
selliği göstermesinin yanı sıra felsefe-bilim ayrımının, bilimin normatif te­
melleri sorununa yol açtığını da belirteceğiz. Felsefeden ayrılarak kendi ba­
şına bir değer haline gelmek isteyen bilimciliğin karşılaştığı sorunlara bu
bağlamda değinmek gerekir.

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 21
Öyleyse, felsefe ve bilim kavramlarından hareketle felsefe- bilim iliş­
kisini tarhşarak başlayabilir ve bu temellerde sosyal bilimler felsefesinin
olanağını ele alabiliriz. Bu tanışmanın ışığında sosyal bilimler tarihi ince­
lemesi, görüşlerimizin dayanaklarını ortaya koymamızı sağlayacaktır. Böy­
lelikle sosyal bilimlerin felsefe olmadan anlaşılamayacağı iddiamızı geniş
bir tarih döneminden örneklerle göstermiş olacağız.

I.I FELSEFE VE BİLİM


Sokrates'in "sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez" ve H erak­
leitos'un "Kendi kendimi araştırdım" ifadeleri, felsefenin en temel özellik­
lerine işaret eder. Bunlar, kendine dönme ve bütüncül eleştiridir. Felsefe
kendiliğindenliğin karşısında farkındalık; sistemli ve eleştirel bakıştır. İnsa­
nı asıl araştırma konusu olarak seçen Sokrates, bu eleştiriyi insan hayatın­
da sürdürüyor ve insanı her yönüyle tartışıyordu. Eleştirel sorgulama, akıl­
sal ve bütüncül bakışıyla belirgindir.
Herakleitos, görünürdeki fenomenlerin oluşunu ve düzenini Lo­
gos'ta bulur. Logos şeylerin varoluşunun uyumu ve yasasıdır. Her insan ken­
dine ait ayrı bir aklı olduğunu zanneder; ama, aslında herkes ortak akıldan,
Logos'tan pay alır. Herakleitos'un sözleriyle söylersek, "Ortaklaşa olan şeye
uymalıdır; fakat logos ortaklaşa olduğu halde çokluk kendilerine özgü düşün­
meleri varmış gibi yaşıyor -Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak
ateşleşirler, uzaklaştırılınca da sönerlerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ar­
dından giderse !ogos'tan pay alır, ayrılırsa !ogos'suzdur." (Kranz, 1984:62)
Her şeyin ölçüsü ve değişimin düzeni olan Logos'a uygun yaşamak,
doğaya uygun yaşamak ve ölçülü olmak, bilgeliktir. "Bilgelik doğaya kulak
vererek hakikati söylemek ve doğru olanı yapmaktır." ( H eraleitos,
2oos:261). Akıl, Logos'a, doğanın düzenine katıldıkça ve ondan pay aldığı
oranda gelişir. " Beni değil logos'u işiterek her şeyin bir olduğunu kabul et­
mek bilgeliktir." ( Ibid.s,131) Aklın bilgeliği çok şey bilmesi değil, her şeyin
bir olduğunu anlamasıdır.
Herakleitos'un ve Sokrates'in izindeki felsefe, görünür olanın ötesi­
ne geçmek ve onun varlığa gelişini belirleyen özü anlayabilmek için evrene
akılla yönelir. Felsefeyi daha önceki düşünce biçimlerinden ayıran budur.

22 B i L İ Ş S E L B i R SiSTEM OLARAK M O D E R N B i L M
Mitolojide toplum ve doğa olayları tanrılar arasındaki ilişkilerle açıklanıyor­
du. Doğal afetlerin nedeni tanrıların öfkeleri ya da kavgalarıydı. İnsanın sa­
dece bir figüran olduğu mitolojik kurguda evren bir defada kuşahcı olarak
açıklanmış olmakla tüketilmişti ve aynca bir araştırmanın konusu olması­
na gerek yoktu.
Fenomenlerin altında yatan nedenleri sistematik bir açıklama için­
de birleştirmek çabası daha önceleri yalnızca pratik bir değeri olan bilgilere
teorik bir nitelik kazandırmış; felsefenin akılsal temellendirmesi bilimi
mümkün kılmıştır. Bu anlamda felsefe bilimin yolunu açmış, onu müm­
kün kılmıştır. Eski Mısır'da Nil'in yükselmelerini ölçmek için yapılan he­
saplamalar, ilkçağ Yunanistan'ında pratik ihtiyaçların ötesinde kavramsal­
laştırılarak geometri seviyesine yükselmiştir.
Felsefe, bilimin yolunu açmakla kalmamış onu belirlemiştir de. Fel­
sefe, görünür olanın altındaki özün akılla aranması çabasıdır. Felsefe ken­
diliğindenliğe izin vermez, varoluşa dahil olur ve onu sorgular. Felsefe, far­
kına varmak, farkında olmaktır. Felsefeyi farkındalık olarak tanımlamakla
onun bir zorunluluğuna daha işaret ediyoruz. Farkındalık belirli düzeyde
zihinsel bir olgunluk gerektirir. Felsefe ancak belirli bir entelektüel olgun­
luk düzeyinde ve bu inceleme için gerekli kavramlara sahip olunduğu ko­
şullarda ortaya çıkar.
Sosyal bilimlerin problemlerinin özsel olmadığı düşüncesinden ha­
reketle, bu problemleri bizzat sosyal bilim disiplinlerinin kendilerinin ele
alabileceği ve bunun için özel olarak felsefeye ve felsefecilere ihtiyaç olma­
dığı düşüncesi, bu bilimlerin kendilerini incelemeye başladıkları anda fel­
sefeye dönüştükleri gerçeğini görmez. Felsefe bir farkındalıkhr ve bu an­
lamda kendi farkına varmış olan bilim de felsefeye dönüşür: Sosyal bilim­
ler toplumu inceler; sosyal bilimler felsefesi sosyal bilimleri.
Her bilim disiplininin özgül sorunlarıyla içeriği zenginleşecek olan
felsefe bilgi süreçlerinin genel bilimi olma sıfahyla varlığın (oluşun) farklı
yönlerini inceleyen tek tek bilimlerin de aynı öze yönelmiş olmalarından
dolayı birleştirici bir öğedir. Aynı öze yönelmiş olmalarından dolayı bilim­
lerin sürekli birbirlerine yaklaşmaları ve aralarındaki ayrımlar bulanıklaşır­
ken, bağlantıların kuvvetlenmesi olgusu da bu duruma işaret eder.

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE FELSEFE 23
Evrenselliğe yönelen felsefe, oluş halindeki varlığın bütününe yöne­
lir ve konusu tarafından belirlenir, bütüncül bir sistem kurma çabası, par­
çanın anlaşılması zorunluluğuyla; mutlaklığın reddi, gerçeğe yaklaşma ül­
küsüyle, çelişkili ve güdüleyici bir birlik oluşturur.
Eleştirellikle yönelen ve tartışmayla gelişen felsefe, oluşu konu edi­
nir ve yenilik peşindedir; çünkü gerçekliğin ve insanın tüketilemeyeceğinin
bilincindedir. Felsefenin koşulsuzluğu ve konusuna eleştiriyle yönelmesi
bilim çevrelerinde felsefeye karşı duyulan rahatsızlığın kökeninde statüko­
nun korunması isteğinin rol oynadığını da düşündürmektedir. "Olağan bi­
lim, ne olgu ne de kuram düzeyinde yenilik bulma peşinde değildir ve za­
ten başarılı olması da yenilik bulmamasına bağlıdır." (Kuhn, 1991:75)
Felsefe açısından bilim, toplumsal veya doğaüstü herhangi bir oto­
riteye dayanmadan konusunun düzenini zihinsel olarak kavramaya çalışan
bir etkinliktir. Bilim kavramı üzerine yapılacak tartışma, özellikle ele aldı­
ğımız konunun niteliği açısından önemlidir. Burada esas olarak, modern
bilim kavramı tarafından belirlenmiş sosyal bilimler üzerinde durduğumu­
za göre, modern bilimin asıl çözümleme konusu olması gerekmektedir.
Sosyal bilimlere çağdaş kimliğini veren modern bilim anlayışının tarihsel
gelişimini izlemek ve bu tarihe felsefi eleştiriyle eşlik etmek, bilim kavra­
mın daha verimli tartışılmasını sağlayacaktır.
Modern bilimin amacı, yasalı bilgiye ulaşmaktır. Teorik içeriğine
karşın, empirik temellidir. Gözlem ve deney aracılığıyla evrenin yasalı bil­
gisine ulaşarak elde ettiği teorik açıklama gücünü, tekrar olgusallığı açıkla­
mak için kullanır. Nesnelliğinin kaynağı, empirik olarak sınanabilmesidir.
Bir önermenin bilimsel olması deney ve gözleme konu olabilmesi demek­
tir. Örneğin cisimlerin boşlukta sabit bir hızla düşecekleri önermesi, yanlış
bile olsa, bilimsel bir önermedir. Öte yandan bir insanın bu dünyadaki gü­
nahları için öbür dünyada cezalandırılacağı, doğru bile olsa, bilimsel değil­
dir; çünkü empirik olarak test edilemez.
Genel geçer, evrensel, zorunlu ve objektif olmak, bilimsel bilginin
temel amacıdır. Bilim, gücünü olguların empirik incelenmesinden ve elde
ettiği sonuçlarla henüz meydana gelmemiş olguları öngörebilme yetene­
ğinden alır. Bilim, olgusal düzeyde araştırdığı evrensel süreçleri kavramsal

BiLİŞSEL BiR SiSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


düzeyde genellemeler yoluyla kurmaya çalışan, yasalılık ve öngörüde bulu­
nabilmeyi amaçlayan bilişsel bir sistemdir.
Bu tanımla iki yönlü bir ayrıma dikkat çekiyoruz: Olgular ve kav­
ramlar. Bilimin bunu nasıl yapacağı, yani yaşadığımız dünyayı kavramsal
düzeyde nasıl kuracağı sorunu aslında bir yöntem sorunudur. Çünkü prob­
lem tanımda belirtilmiş ve bir hedef olarak ortaya konmuştur: Hedef, ger­
çekliği anlamaktır; elde ettiğimiz bilginin aslına uygun olması gereklidir.
Elbette bu teorik bir kaygı olmasının yanı sıra pratik bir zorunluluktur.
Ayın ve dünyanın uzaydaki konumlarına ilişkin bilgimiz doğru olmasaydı,
aya astronot gönderemezdik. Teorik bilgilerimizin doğruluğu sorunu bu
nedenle yaşamsal bir sorundur.
Öte yandan, bilimin olgusal gerçekliğin nesnel ve objektif bilgisi ol­
duğu anlayışına yönelik eleştiriler eksik değildir. Ernst Cassirer için, " Bi­
lim, insanın anlıksal (mental) gelişiminde son adımdır. O, insan kültürü­
nün en yüksek ve en özyapısal akılsallığı olarak ele alınabilir" (Cassi­
rer,1997:24 1); Hannah Arendt ise, bilimin yansız ve nesnel bir sistem oluş­
turmadığı, bizzat kendisinin zamanla bir paradigmaya dönüşerek asli göre­
vini, yani doğayı anlamayı bir yana bıraktığı ve kendi paradigmasını doğa­
ya dayattığını savunur; zamanla bir ideolojiye dönüştüğüne inandığı bu tür
bilim yapma biçimi için: " Bilim adanılan deneylerini düzenlemek için hi­
potezler formüle ederler ve daha sonra bu hipotezlerini verilerini doğrula­
mak için kullanırlar; açıkçası bütün bu işler boyunca sadece varsayımsal bir
doğa ile ilişki içindedirler" (Arendt, 1958:287) der. Yukarıda Kuhn'un ola­
ğan bilimin yenilik peşinde olmadığı iddiasını da aktarmışhk.
Bilimin sürekli gelişen içeriği, mutlak ve kalıcı bir tanımı zorlaşhr­
maktadır. Ancak, bilimin olanağını sağladığı ölçüde felsefe üzerindeki açıkla­
malarımızın bizi bilime de yaklaşhrdığını söyleyebiliriz. Bilimsel bilgiyi bü­
yüden ya da gündelik bilgiden ayıran ve elde ettiği bilgiyi güvenilir ve düzen­
li kılan, yöntemidir. Yöntem kavramı, günümüzde oldukça belirsizleşmiş,
farklı görüşlerin varlığı koşullarında tarhşmalı bir nitelik kazanmışhr. Bu tar­
hşmalardan yöntemin gereksizliği sonucu çıkarılamaz; çünkü bu bilimsel
bilginin olanağının da reddi anlamına gelir. Dahası felsefe için söylediğimiz
bilim için de geçerlidir. Konusu ona niteliğini vermektedir. Amacı olgusal bil-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE
gi elde etmektir ve kaos koşullarında dahi olgusallığın yasalarından söz edil­
diğine göre, olgusallığı anlamaya yönelen bilim için yöntem zorunludur.
Buna göre bilimin amacı evreni ve evrende meydana gelen süreçle­
ri anlamaktır. Başlıca özgünlüğü ise sınama-yanılma-sınama sürecinde ge­
lişen bir problem çözme etkinliği olmasıdır. Bilim empirik yöntemlerden
hareketle ulaştığı açıklama gücünü, gerektiğinde tekrar olgusallıkla sınar.

I.2 SOSYAL BİLİMLER FELSEFESİ


Felsefe ve bilim üzerine açıklamalarımız, bilim ve felsefe terimleri­
ni içeren sosyal bilimler felsefesinin içeriğine bizi yaklaştırmış olabilir mi?
Ya da böyle söylendiğinde bilimi ve felsefeyi tanımlayarak sosyal bilimler
felsefesini de tanımlamış olur muyuz? Bu soruların olumlu ya da olumsuz
yanıh yoktur. Ya da evet ve hayır diye cevap vermek gerekir. Evet, felsefeyi
tanımlamak, onun temel özellikleri üzerinde durmak. 'felsefe'lik iddiasın­
da bulunan her türlü düşünceyi açıklamak anlamına gelir; bilimi tartışmak,
bilimsellik iddiası taşıyan disiplinlerin temel özelliklerini tartışmak anlamı­
na gelir; Hayır, sosyal bilimler felsefesi yalnızca felsefe ya da yalnızca bilim
değildir. O kendine özgü konusunu yine kendine özgü yöntemlerle incele­
yen özel bir felsefedir.
Felsefe ve bilimin genel özelliklerini paylaşmakla birlikte, konusuyla
özgündür, incelediği gerçeklik her biri kendi iradesiyle karar alabilen ve bü­
tüne kendi iradeleri doğrultusunda katılan insanların oluşturduğu toplumsal
varlıktır. Bunun yarattığı güçlükler sosyal bilimler disiplinlerinin nasıl bir ni­
telik taşıması gerektiğine ilişkin tartışmaların üzerinde durduğu konulardır.
Araşhrmacının arasına bir mesafe koyması gereken konusunun parçası ol­
ması, araşhrmanın araçlarının ve kavramsal malzemenin, inceleme konusu
tarafından belirlenmiş olması ve öte yandan konu üzerine elde edilen sonuç­
ların toplumun tepkileri dikkate alınarak ortaya konması gibi güçlükler de
sosyal bilim disiplinlerinin dikkate almak zorunda olduğu özgül sorunlardır.
Sosyal bilim disiplinlerinin mantığı ve yöntemini kendine konu edi­
nen sosyal bilimler felsefesi, "tarihsel olarak bakıldığında... toplumsal bilgi­
nin bilimsel statüsü problemi üzerinde" (Turner&Roth, 20op) kurulmuş­
tur. Bu temelde, doğa bilimleri dışında ayrı bir kategori olarak sosyal bilim-

26 BiLİ ŞSE L BiR S İ STEM ÜLARAK MODERN BiLM


lerin mümkün olup olmadığı; sosyal bilimlerin kendilerine özgü yöntemle­
ri; toplumsal fenomenlerin nedensel açıklamasının olanağı; toplum ve do­
ğa ilişkisi, bilimde değer yargılarının etkisi ya da bilimin normatif temel­
lendirilmesi gibi sorunlar; sosyal bilimler felsefesinin ilgi alanı içine girer.
Sosyal bilimlerin teori ve yöntemini konu edinen sosyal bilimler fel­
sefesinin, bu disiplinlerin bilgisine sahip olması ve bu disiplinlerden empi­
rik olarak beslenmesi gerektiği açıktır. Bu nedenle çalışmamızda çıkış nok­
tası olarak klasik ekonomi politik örneğinden yararlandık. Öte yandan, felse­
fe kavramsal bir çalışmadır ve pratik, teoride yalnızca içerilmiştir. Hiç kuş­
kusuz, felsefe, kendisini söz konusu disiplinlerin sınırlarına hapsedemez.
Felsefe eleştirel bir sorgulama yöntemidir.
Sosyal bilimlerin niteliğini ele alan felsefe, ilk olarak bu disiplinlerin,
bilimsellik iddiasıyla karşılaşır. Bilim kavramının doğanın zihinsel araştırıl­
ması olarak gelişmiş olması, bu yöntemin sosyal bilimlere de uygulanıp uy­
gulanamayacağı sorusuna neden olmaktadır. Sosyal bilimler ve doğa bilim­
leri arasındaki ilişki, bu felsefenin farklı yönelişlerinin ilk başlangıç kaynağı­
dır. Natüralist başlığı altında yerleştirebileceğimiz birinci gruba göre, doğa
bilimleri modelinde bir sosyal bilim mümkündür. Doğal fenomenlerin ince­
lenmesinde kullanılan yöntemler, sosyal fenomenlerin araştırılmasına da ta­
şınabilir. Sosyal bilimler, doğa bilimleri gibi nomolojik açıklama ve öngörü
gücüne sahip olmalıdır. "Kısacası... iktisat, tıpkı fizik bilimler gibi "nesnel"
bir bilim olabilir" (Friedman, 1994:647). Her iki alan arasındaki yapısal fark­
lılıklar, yöntemlerin farklılaştırılmasını gerektirecek düzeyde değildir. Mo­
dem sosyal bilimlerin ilk şekillenişinde etkili olan bu görüşü, Helvetius şöy­
le ifade etmektedir: "Fizikte hareket neyse etikte tutku odur. Fizik her şeyi
yaratır, yıkar, korur ve canlandırır ve o olmadan her şey ölüdür. İnsan dün­
yasına hayat veren de tutkulardır" (Aktaran: Collinicos,1999:16).
Bu yaklaşım, doğabilimi örneğinde geçerliliği ispatlanmış yöntem­
lerin sosyal bilimlere taşınmasını savunur. Doğa bilimlerinin başarıların­
dan etkilenen bu yaklaşım, toplumsal olguların gözlemlenmesinde aynı
yöntemi kullandığı takdirde sosyal bilimlerin de sürekli bir ilerlemeyle, ger­
çekliğe her geçen gün daha yaklaşacağı ve sürekli bir ilerlemeyle kesinliğe
ulaşacağını kabul eder:

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E LSEFE
Neredeyse bütünüyle bizim dönemimizde yarahlan ve hedefi bizzat
insan olan ve doğrudan insanının mutluluğunu amaçlayan bu bi­
limler, kesinlikle fiziksel bilimlerden aşağı kalmayan bir ilerleme
yaşayacaklardır. Bizden sonra gelenlerin bilgi ve aydınlanmada bizi
aşmaları düşüncesinin bir yanılsama olmaması fikri o kadar güzel
ki. Moral bilimlerin doğası üzerine düşünürken insan onların da fi.
zik bilimler gibi olguların gözlemlenmesiyle temellendirildiklerine
göre aynı yöntemi izlemesi gerektiğini görmeden edemiyor. Aynı
şekilde kesin ve hassas bir dil bulmalı ve aynı kesinlik derecesine
ulaşmalılar (Condorcet, aktaran Gerring, 2ooı:xi).

İkinci olarak, toplumsal olguların bütünüyle farklı bir nitelik taşıdık­


ları iddiasıyla karakterize olan ve 'Anlamacı' başlığı alhnda sınıflandırabile­
ceğimiz yaklaşım gelmektedir. Toplumun kendi iradeleri doğrultusunda et­
kinlikte bulunan insanların amaçlı eylemlerinden meydana geldiğini savu­
nan bu yaklaşım, doğa bilimlerindeki nedenselliğin, sosyal bilimlerde yerini
amaçlı insan eylemine bırakhğını savunur. Anlamacı yaklaşım, sosyal araş­
hrmanın amacının insan eyleminin arkasındaki motifi, kültürel bağlamı
içinde anlamak olduğunu kabul eder. Toplumsal olgular ve edebi metinler
arasında bir benzerlik kuran bu yaklaşıma göre araşhrmacının amacı, yo­
rumsal anlama olmalıdır. Hermeneutik yöntemi benimseyen yorumlayıcı
yaklaşıma göre, araşhrmacı belirli bir davranış biçiminin alhndaki belirleyi­
ci anlamlan o kültürel değerler sistemi içinde anlamaya çalışmalıdır.
Sosyal bilimler, toplumsal olguların oluşturucusu insanı ve onun
güdülerini anlamaya yönelmeli, nedensel bakış açısıyla yasalar aramak ye­
rine, insanın bakış açısını ve kaygılarını yorumlamaya çalışmalıdır. Top­
lumsal olguların yasalarca yönetilmediğini savunan Hermeneutik gelenek,
deney ve gözlemin sosyal bilimlerce kullanılmasını kabul etmez. Bilimcili­
ği savunan pozitivist yaklaşıma karşı bu geleneğin itirazını Benton ve Cra­
ib şöyle özetlemektedir:

Sosyal bilimciler arasında en yaygın yapılan ve kabul edilmiş bulu­


nan eleştiriler, bilimsel yöntemlerin insanın toplumsal yaşamına ta-

28 BiLİŞSE L BiR S İ STEM OLARAK MODERN BiLM


şınmasından endişe duyarlar. Bu tür argümanları savunan anİi-po­
zitivistler insanın toplumsal yaşamıyla doğa bilimlerinin konusu
olan doğal olgular arasındaki farklılığa işaret ederler. Bu farklılıklar,
irade sahibi olmamızdan kaynaklanan insan davranışının öngörüle­
mezliği iddiası, toplumsal yaşamın ayırt edici bir özelliği olarak 'ya­
sayla yönetilen' değil 'kuralla yönetilen' yapısı ve insan toplumunda
bilinç ve anlamdır. (Benton & Craib, 2001:28)

Eleştirel sosyal bilim savunucuları, sınıf, ırk, cinsiyet gibi yüzeye


çıkmayan ama zihnimize yön veren ayrımların sosyal bilimlerin bilimselli­
ğini zedelediğini sosyal bilimler felsefesinin bunları bilince çıkarması ge­
rektiğini öne sürmüştür.
Sosyal bilimler felsefesi içindeki diğer bir ayrımlaşma ise araştırma
yönteminin çıkış noktası konusundadır. Sosyal fenomenlerin, toplum kav­
ramından yola çıkılarak ya da bireyden hareket edilerek anlaşılacağı düşün­
cesiyle birbirlerinden farklılaşan iki yaklaşım, bütüncül ve bireyci olarak ad­
landırılır.
Bireyci yöntem, bireysel olguları, toplumsallığın kurucu unsuru ola­
rak görür. Toplumsal olguları, bireysel iradelere ve eylemlere indirgeyerek
açıklar. Ayrıca, toplumsal yasaları, bireyin doğasına ilişkin varsayımlar üze­
rine kurar. Bütüncül yöntem, toplumu bireylerin toplamından daha farklı
bir olgu olarak kabul eder. Sosyal fenomenler, onları oluşturan unsurlara
indirgenemezler. Ayrıca, bireysel eylemler de toplumsallık tarafından ko­
şullandırılmaktadır.
Sosyal bilimlerin özgünlüğü ve sosyal bilimler disiplinlerinin so­
runlarına ilişkin bu farklı yaklaşımlardan hareketle bize hareket olanağı
sağlaması amacıyla bu noktada genel bir tanımla yetinmek yeterli olacak­
tır: Sosyal bilimler felsefesi, sosyal bilimlerin doğasını anlamaya yönele­
rek, genel metodolojiye ilişkin sorunlar yanında sosyal bilimlerin kendile­
rine yönelik algılarının ne olduğu, kurumsal yapılarının teorik yapıları
üzerindeki etkileri, sosyal bilimlerin toplumsal rolü gibi konuları ele alır.
Aynca çok kere farklı yöntemlerin çeşitli biçimlerde bir arada kullanılma­
sı da mümkündür.

SOSYAL BİLİ M LE R VE F ELSEFE


Sosyal bilimler felsefesinin bugün en önemli problemi, gerekliliği­
ni ispatlamaktır. Sosyal bilimciler, doğa bilimcileri gibi kullandıkları kav­
ramların tarafsız ve nesnel olduğunu, bunların tıpkı deney araçları gibi de­
ğer yargısı içermeyen nesnel aletler olduğunu öne sürer ve sosyal bilimler
felsefesini gereksiz görürler. Onlara göre kullandıkları yöntemlerin felsefi
bir sorgulamadan geçirilmesi anlamsızdır. Felsefe ise, ne araştıran ne de
araştırılanın araştırma sürecinde soyut, yalıtılmış bir gerçekliği yaşamadı­
ğını, bilimsel ve kültürel atmosferin kullanılan araçlardan araştırmanın
yöntemine kadar tüm niteliğini etkilediğini göstermelidir.
Doğduktan sonra bir dili öğrenen bebek yalnızca kelimeler duyar,
ama o kelimeleri birbirine bağlayan grameri de öğrenir. Kelimeler gramer­
le birlikte var olurlar ve bu gramerin taşıyıcısıdırlar. Sosyal bilimler felsefe­
si; gerçeklik, akıl, ilerleme, insan doğası vb. kavramların tarihselliğini vurgu­
layarak, farklı dönemlerde kazandıkları anlamlarla bilimin yapısı ve yönte­
mi üzerinde nasıl belirleyici olduklarını gösterir. Çünkü, doğa bilimleri de
sosyal bilimler de özsel olarak araştırma konusunun kavramsal düzeyde ye­
niden kurulmasıdır.
Kullanılan kavramların bilincinde olmak, bilimin ilk koşuludur;
çünkü zorunlu olmalarına rağmen değer yüklüdürler ve önkabullere daya­
nırlar ve bu anlamda yanılgıya açıktırlar. Zorunludurlar; çünkü tekil somut
olayları anlayabilmek için kavramsal yapılara başvurulması gerekir. Bir in­
şaat ustası duvarı örmeden önce onu zihninde oluşturur ve tuğlaları zihnin­
deki plana göre yerleştirir. Bir bilim insanı da çalıştığı alana ilişkin zihinsel
kategorilere sahip olmak zorundadır ve bu kategorilerin sınırları içinde ça­
lışır. Bir taraftan söz konusu kavramlara sahip olma zorunluluğu, diğer
yandan onlarla belirlenmiş ve yönlendirilmiş olma olgusu çelişkili gibi gö­
rünür; fakat kaçınılmazdır.

ı.3 BİLİMSEL DEVRİM


Özel olarak sosyal bilimler söz konusu olduğunda felsefe açısından
önemli olan değer yargılarının ve kavram yapılarının belirleyiciliğini göster­
mek üzere sosyal bilimlerin oluşum sürecinin Avrupa egemenliğinin bü­
tün dünyaya yayılmaya başladığı bir dönemde gerçekleştiğini göstermektir.

30 B i Lİ ŞS E L BiR SİSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


Toplumsal yapıda nitel değişimleri zorunlu ve mümkün kılan bu süreçle
birlikte insana ve onun toplum içindeki yerine ve toplum- doğa ilişkisine
bakış, bütünüyle yeni baştan şekillenmiştir.
Felsefi kavramların sosyal bilimlerin doğuşundan itibaren bu bilim­
ler içinde taşıdığı anlamların kavranabilmesi için konuyu tarihselliği içinde
ele alacağız. Bu tarihsel giriş, felsefi özü itibariyle eleştirel olmak zorunda­
dır. Hem sosyal bilimlere hem de bizzat felsefeye karşı eleştirel bir tutum
sağlıklı bir çözümlemenin zorunlu koşuludur.
Sosyal bilimlerin doğası ve yöntemi üzerine yaptığımız bu araştır­
manın kendisini belirli bir coğrafya ile sınırlandırmasına karşın genel öner­
melerde bulunması çelişkili görünse de zorunludur. Çünkü, çağdaş sosyal
bilimler Avrupa' da ortaya çıkmış ve bu haliyle bütün dünyada geçerlilik ka­
zanmışlardır. " .. Bir bütün olarak ele alındığında 1845-1970 döneminde Av­
rupa ve Kuzey Amerika'da egemen olan sosyal bilim düşüncelerinin Batı
dışı dünyada da egemen oldukları söylenebilir" (Gulbenkian Komisyonu,
1996:53). Bu durum sosyal bilimlerin günümüzde ihtiyaç duydukları dönü­
şümün gerekçelerinden de birisidir. Evrensellik idealinin gerçekleşmesi
için bu bilimlerin yerelliklerinden kurtulmaları gerekmektedir.
Benzer bir gerekçeyle 19. yüzyıla kadar felsefeden bağımsız bir sos­
yal bilim disiplininin bulunmayışı nedeniyle, sosyal bilimlerin doğası üze­
rine tartışmamızı doğa bilimleri ve felsefe incelemesiyle başlatıyoruz. Fel­
sefe günümüzde, diğer bilgi türlerinden ayrı özel bir disiplindir. Dini ya da
bilimsel bilginin felsefi bilgiden farklı olduğu bugün bize açık görünmek­
tedir; fakat 18. yüzyıldan önce durum çok farklıydı; felsefe-bilim ayrımı di­
ye bir şey yoktu. ilk Yunan filozofları dünyanın maddi yapısını araştıran te­
orisyenlerdi. Pythagoras ve Platon matematikçi; Aristoteles günümüzde
mevcut disiplinler içersinde tek bir kategoriye sığdıramayacağımız bir doğa
bilginiydi. Benzer şekilde bir matematikçi olan Descartes'ın ilgilendiği ko­
nular, modern bilimin kurucusu Newton'un Doğa Felsefesinin İlkeleri kita­
bında ele aldığı konulardan çok da farklı değildi.
On dördüncü ve on beşinci yüzyıllar boyunca Avrupa'da yaşanan
büyük toplumsal dönüşüm, insanın dünyaya bakışını ve kendisinin bu
dünyadaki duruşunun anlamına ilişkin kavrayışını tamamen değiştirdi. Sa-

SOSYAL BİLİ M LE R VE F E LSEFE 31


nat, siyaset, edebiyat gibi tüm entelektüel etkinliklerde bu değişen kavrayı­
şın izlerini sürmek mümkündür.
Bu dönüşümün sosyal bilimler üzerindeki izdüşümü bizim için ön­
celikle önemlidir. Yeni yaşam biçimi ve gelişen toplumsal ihtiyaçların bi­
limsel gelişme üzerindeki etkisi yalnızca "ilk itkiyi" sağlamanın ötesinde bu
disiplinlerin kimliklerini belirleyici bir rol oynamıştır. Bu sözlerimiz, Bi­
limsel Devrim'in ya da onu gerçekleştiren bilim insanlarının rolünü önem­
semediğimiz anlamına gelmez. Fikirler zihinlerde ortaya çıkar ve bu an­
lamda zihinsel fenomenlerdir; ancak o zihinlerin dahil oldukları kültürel
ortamla birlikte toplumsal fenomenlerdir. Zihin bu anlamda toplumsal ola­
nı içerir ya da başka bir deyişle oradan beslenir. İlgilendiğimiz dönem üze­
rine Britannica Ansiklopedisi şunları söylemektedir:

Tarımsal verimliliği geliştirme çabaları, barutun artan kullanımıyla


ateşli silahların gelişimi ve bunun ortaya çıkardığı balistik problem­
ler; yükselen ticarete bağlı olarak gemiciliğin yaygınlaşması ve teles­
kop gibi araçlarla deniz yolculuklarının kolaylaşması. Mimari, mü­
hendislik, optik ve saat yapımı gibi bir dizi mekanik sanatın gelişi­
mi... tüm bunlar mekanik, fizik, astronomi ve o dönemin kimyası­
nın işleyişine ilişkin temel ilkelerin pragmatik ve işlevsel düzeyde
de olsa önemini ortaya çıkarmıştı. '

Toplumsal ihtiyaçlar ne olursa olsun Ortaçağ'da kilisenin onayın­


dan geçmemiş hiçbir şey var olma hakkı kazanamazdı. Kilisenin tepkisini
çekebilecek sanatsal, felsefi ya da bilimsel herhangi bir etkinliğin yürütüle­
bilmesi imkansızdı. Bilimin teolojiden dayanak bulması zorunluydu ve
kendini kilise nezdinde meşrulaştırması gerekiyordu. İnancın kökeni üze­
rine tartışmalar bilimin dinsel inancın bir parçası olarak kabul edilmesini
sağladı. Şimdi bunun nasıl yapıldığına bakalım.
Tanrı inancının nasıl temellendirileceği tartışması bu soruya verilen
cevaba göre içinde iki farklı eğilim barındırır. Bunlardan birincisi, inancın
Tanrı sözüyle temellendirilebileceğini öne sürer ve Tanrı sözlerinin yer al­
dığı kutsal kitapların okunmasıyla, hakikate ve Tanrı'nın varlığına ulaşaca­
ğımızı savunur. İkinci yanıt, Tanrı'nın doğayı bir plana göre, bir düzen için-
BiLİŞSEL BiR SiSTEM OLARAK MODERN B i L M
de yarattığını ve doğayı inceleyerek onun varlığının kanıtlarına ulaşabilece­
ğimizi söyler. Tann'nın yaratısı olan doğayı araştırarak akıl aracılığıyla
onun varlığının delillerine ulaşabiliriz. Bilim insanları doğayı inceleyerek,
gözlem ve deneyle, Tann'nın doğanın düzeninde gizli varlığının delillerini
ortaya çıkarabilirler.
Bu yorum sayesinde bilim, Tanrı'ya ulaşmanın farklı bir yolu olarak
kilise nezdinde var olmaya hak kazanır. Bilim insanları da kilise babalan gi­
bi hakikate erişebilir; çünkü doğa Tann'nın varlığının gizli delilleriyle dolu­
dur. Böylece, gözlem ve deney dinsel bir amaca hizmet etmekle meşruluk
kazanmakta ve hakikatin bilgisine ulaşma tekeli kilisenin tekelinden alına­
rak, bilim insanlarına da verilmektedir. İnanca sektiler bir temellendirme
sağlayan bu yöntem, bununla birlikte bilime dinsel hakikati keşfetme göre­
vi vermektedir.
Doğa bilimleri böylece kutsal metinlere değil, doğaya yönelerek
Tanrı'nın eserini empirik yöntemlerle ortaya çıkarma işine girişebilirdi.
Burada tüm bilimlerden değil, sadece doğa bilimlerinden bahsediyoruz;
sosyal bilimlerin ilgi alanları kilisenin otoritesi üzerinde doğrudan etkili
olabilecek konulara uzandığı için bu disiplinlerin ortaya çıkması henüz
mümkün değildi. Öte yandan, sektiler kavramların doğa bilimleri içinde ol­
gunlaşması sosyal bilimlerin zeminini sağlamlaştırıcı bir rol oynadı. Bilim­
sel bilgiye ulaşmada deney ve gözlemin önem kazanması, hiç değilse doğa
bilimi alanında kilisenin dışında gerçeğe ulaşmanın ikinci bir ölçütü olabi­
leceği fikrini zihinlere yerleştirdi.
Bilimsel devrim, insan ve evrene bakışın köklü bir değişikliğe uğra­
dığı büyük bir toplumsal dönüşümün parçasıdır. İnsanın kendine ve için­
de yaşadığı dünyaya bakışının bu büyük devrimsel dönüşümüne Rönesans
diyoruz. Fransızca'da yeniden doğuş anlamına gelen ve başlangıçta sadece
italya'da tarihsel bir dönemi tanımlamak için kullanılan Rönesans daha
sonra bütün Avrupa'ya yayılarak Reformasyon'un yolunu açmıştır. Bu an­
lamda, bilimde deney ve gözlemin öne çıkmasıyla olduğu kadar, klasik filo­
zoflara dönüşle ve başta resim olmak üzere sanatsal gelişmelerle de karak­
terize olan Rönesans'ın öne çıkan özelliğini sekülerlik olarak belirtmek
yanlış olmaz.

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LSEFE 33
Rönesans doğa bilginleri, bilimsel etkinlikleriyle devlet ve dinin ay­
rılmasına giden sosyal içerikli daha büyük bir hareketi de başlatmış oldular.
Dini otoritenin doğrularının yerini, deneyle elde edilen bilimsel bilginin
doğrularının alması, sonraki dönemlerde sosyal bilimlerin oluşumunda da
oldukça belirleyici bir rol oynadı.
Doğa bilimleri Ortaçağ'ın eski tek biçimli hiyerarşik evreninin yeri­
ni çoğulculuğa bırakhğı bir dönemde, insanın özgüvenini kazandığı, kendi
ayaklan üzerinde durduğu bir süreçte gelişti. Tüm sorulara insanın aklıyla
yanıt bulmak istediği bu dönem, dini de kişisellik zemininde kurmak isti­
yordu ve bu alanda da kilisenin boyunduruğuna karşı bir başkaldınydı. Bu
anlamda söylendiğinde bizzat dinin kiliseye isyanı, dinin kilisenin boyun­
duruğundan kurtarılması çabasıydı aslında. Din de dahil olmak üzere Rö­
nesans ile birlikte ortaya çıkan bütün düşünce biçimlerinde "bu dünyalılık"
ile karşılaşırız. (Gökberk, 1996, 203)
Bilimsel devrimin kavramsal gelişimi, doğa bilimlerinin sektiler,
ilerici ve eşitlikçi niteliğini çok açık bir şekilde ortaya koyar. Bu kavramla­
rın, çağdaş sosyal bilimler açısından kurucu anlamını Gordon şöyle yorum­
lamaktadır:

Sosyal bilimler tarihini, Batı entelektüel tarihinin genel çerçevesi


içinde bir yere oturtabilmek için, sosyal bilimler tarihiyle değil, Rö­
nesans döneminde doğal bilimlerin gelişimiyle başlamak gerekir;
çünkü bu bilimler yalnızca insanın doğaya karşı görüşlerini değil,
insanın kendine ve topluma bakışını da derin bir şekilde değiştir­
miştir (Gordon,1991:15)

Sosyal bilimlerin üzerinde kurulduğu felsefi kavramlar büyük ölçü­


de Rönesans'la birlikte gelişen bilimsel devrimde ve farklılaşan toplumsal
süreçlerde oluşturuldu. Toplumsal dönüşüm eski felsefi açıklamaları yeter­
siz kılıyordu. Copernicusçu sistemin bilimsel kanıtlarına dayanan Galileo,
göksel cisimlerin yeryüzündeki nesnelerle aynı yasalara tabi olduğunu ve
bu yasaların matematiksel olarak ifade edilebileceğini göstermişti. Doğayı
"matematik dilinde yazılmış" bir kitaba benzeten Galileo'ya göre insan zih-

34 B i LİŞSEL BiR SİSTEM OLARAK MODERN BiLM


ni bilim aracılığıyla bu mutlak hakikate ulaşabilirdi. Hiyerarşik insan mer­
kezli evren anlayışının yıkılışıyla birlikte bu anlayışa göre şekillenen top­
lumsal yapı da aklın mahkemesine çıkmak zorunda kaldı.
Rönesans doğa biliminin ana karakteristikleri ve onu Ortaçağ dü­
şüncesinden ayıran özellikleri üzerinde durmakla, yalnızca sosyal bilimle­
rin gelişimini mümkün kılan koşulları açıklamış olmakla kalmıyor; aynı za­
manda sosyal bilimlerin temel kavramlarını da ele almış oluyoruz. Çünkü,
16. yüzyılla birlikte yaşadığı doğayı, yeryüzünü ve gökyüzünü, keşfetmeye
koyulan insan, doğayı incelerken kullandığı yöntemlerle bu kez toplumu,
toplumsal kurumları, devleti, dini, ahlakı ve bizzat kendini araştırmaya gi­
rişti. Bu nedenle şimdi doğa bilimleri üzerinde duracağız.

ı .3.1 Leonardo da Vinci ve Andreas Vesel ius'un Katkısı


Ortaçağ evreni, organik ve hiyerarşik bir evrendi. Rönesans evreni
ise, matematik bir düzene sahip, mekanik ve çoğulcu bir evrendir. Ortaçağ
bilginleri nitelikler toplamı olarak gördükleri doğada, kutsal iradeyi ve onun
amaçlarını ararken, Rönesans bilginlerinin nicelikler olarak gördükleri do­
ğada aradıkları; fiziksel nedenler, kuvvetler ve mekanik etkileşimlerdi. Flo­
ransalı sanatçı, bilim ve mekanik dehası Leonardo da Vinci (1452-1519) , bu
yeni tutumun en önde gelen isimlerinden biriydi; matematik ya da matema­
tik temelli bir yöntemle sınanmamış hiçbir bilginin kesin bilgi olmayacağı­
nı; mekaniğin tüm bilimlerin en üstünü olduğunu düşünüyordu.
Leonardo her yönüyle tam bir Rönesans düşünürüydü. Bilgiye olan
tutkusu nedeniyle sanatın dışında bilimsel çalışmalar da yaptı. Ressam ve
sanatçı kişiliğiyle görmenin önemini kavramış olması, duyuların bilgi edin­
medeki rolü üzerinde düşünmesini sağladı. Gözlerimizin bize gerçeği gös­
terdiğine inanıyordu. Olağanüstü gözlem gücünü güzel sanatlar dışında
doğanın incelenmesinde de kullandı.
Anatomi eğitimi de almış olan Leonardo, insanı resmedebilmek için,
anatomi bilmek gerektiğini düşünüyordu ve bu konuda deneysel çalışmalar
yaph. Not defterlerinde insanın anatomik yapısı ve iskeletini konu edinen
pek çok çizim bulunan Leonardo'nun resim tekniğinin özünde insan yüzün­
de doğanın gizli mekaniğini araşhrmak olduğu da ileri sürülmüştür:

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 35
Başarılı bir gözlemin yüzeyin altında yatanı araştırmayı gerektirdiği­
ni. ..Korkan veya kızan ya da huzurlu bir yüzü çizebilmek için, deri­
nin altındaki yüz kaslarının bilinmesi gerekir. Leonardo sanatına yar­
dımcı olması için anotomik araştırmalara yöneldi; ama yaptığı şey
özünde doğanın gizli mekaniğini araştırmaktı (Gordon, r99r:r7).

Doğanın mekanik düzenini insan anatomisinde arayan Leonar­


do'nun empirik yöntemi ve sanatçı kişiliğinden gelen gözlem gücü Röne­
sans düşüncesinin temel niteliklerindendir. Leonardo'nun zengin potansi­
yellere sahip düşüncesinin empirik, mekanik ve matematiksel öğeleri Yeni­
çağ filozoflarınca derinlemesine işlenerek geliştirildi. Şu sözler çalışmaları­
nın olağanüstü etkisini göstermektedir:

Leonardo'nın her bir tezinden Rönesans felsefesinin büyük akımla­


rından biri doğdu: Empirizm prensibinden Francis Bacon'un çalış­
ması; mekanizmden Thomas Hobbes'un çalışması ve matematiksel
açıklamadan Rene Descartes'ın eseri.,

Rönesans'ın diğer bir ilginç kişiliği ise bir doktor olan Andreas Ve­
selius'tu (r514-r564). Tıbbi araştırmaları için insan anatomisiyle ilgileniyor­
du. Bugün bize anlamlı ve doğal görünse de bir doktorun anatomi merakı
o gün için pek olağan sayılmıyordu. Ortaçağ'da tıp eğitimi için anatomi zo­
runlu bir ders değildi; tıp eğitimi Galen'in kitaplarının okunmasından ve
kuşaklar arasında aktarılmasından ibaretti. Anatomiye derslerinde yer ve­
ren hocalar ise bunu yalnızca Galen'in teorisini asistanlarına yaptırdıkları
diseksiyonla açıklamak için kullanıyorlardı.
Vesalius, diseksiyonu bizzat yaparak elde ettiği bulgular üzerinde
gözlemlerde bulundu. Çalışmaları, deneysel araştırma ve gözlemin yeni bi­
lim anlayışı içerisinde yer etmesine önemli katkı sağladı. Galen'in belki de
hiç insan bedeni üzerinde inceleme yapmadığı ve anatomik tanımlarının
büyük ölçüde çeşitli hayvanlardan alındığı sonucuna ulaştı. 1543 yılında ya­
yınladığı De Humani Corporis Fabrica adlı eserinde anatominin sadece doğ­
rudan gözlemle öğrenilebileceğini savundu.

BiLİ ŞSEL BiR SİSTEM OLARAK MODERN BiLM


Amacı Galen'in koltuğuna oturup yeni bir otorite olmak değildi; de­
neyim ve gözlemin bilgi edinmenin temel aracı olduğunu ve hp için bunun
yönteminin diseksiyon olduğunu öne sürüyordu. Öğrencilerine anatomiy­
le ilgilenmeleri ve ruh konusuyla uğraşmamalarını tavsiye etmesi, din ile
bilim arasında ayrım konusundaki tutumunu göstermektedir.

r.4 CoPERNıcusçu DEVRİM


Gözlem ve deneyin bilimsel yöntemin temel araçları olarak yerleş­
mesindeki katkılarıyla Leonardo ve Vesalius, modern bilimin kuruluşunda
oldukça önemli bir rol oynamışlardır. Ancak modern bilimin kurucusu hiç
kuşkusuz Nicolaus Copernicus'tur (1473-1543). Copernicus, Ptolemaios'un
dünya merkezli eski evren anlayışına son vererek Ortaçağ'ın antroposentrik
dünya görüşünün temellerini yıkmıştır.
Ptolemaios sistemi, kapalı bir matematik model olması ve asıl ola­
rak sistemsel bütünlüğünü korumayı amaçlamasıyla, günümüz çağdaş bi­
limini andırır. Ptolemaios sistemi de hiç kuşkusuz işlevsel bir değer taşı­
yordu. Büyük keşiflerle okyanus aşırı yolculuklar başlayıncaya kadar deniz­
ciler bu sistemi kullanabiliyor ve gökyüzünde izlenebilen cisimlerin hare­
ketleri bu sistemle açıklanabiliyordu. Ancak sistem özünde bağımsız mate­
matiksel bir modeldi ve kendi iç tutarlığı yoluyla mükemmel bir teori ol­
mak asıl amacıydı. Bu nedenle sistemin teorik kabulleri, olgulardan daha
önemliydi ve kutsal sayıldıkları için sorgulanmıyordu. Gökyüzünde yeni bir
hareketle karşılaşıldığında sistem içerisinde kalınarak bu yeni hareketin de
açıklanması ve deyim yerindeyse görünüşün kurtarılması amaçlanıyordu.
Sonuçta sistem sürekli büyüyerek karmaşıklaşmaktan ve çeşitli güçlüklere
düşmekten kurtulamadı. Copernicus'un asıl itirazı da sistemin bu aşırı kar­
maşıklığına yapılmıştı ve daha basit daha tutarlı bir teoriyle gökyüzünü
açıklama iddiasındaydı.
Copemicus kendi sistemini 1543 yılında, yani Veselius'un De Hu­
mani Corporis Fabrica sı ile aynı yıl yayınladığı De revolutionibus orbium co­
'

elestium (Göksel Kürelerin Dönmeleri Hakkında) isimli kitabında açıkladı.


Kitap dönemin geleneğine uygun bir şekilde yayın izni için Papa'ya sunul­
du. Bu nedenle kitapta son derece ihtiyatlı bir dil kullanmıştı. Protestan re-

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E LSEFE 37
formuyla başı ağrımış kilisenin tepkisini çekmek istemediği için Papa'ya
özel olarak gönderdiği mektupta kendi sisteminin daha basit bir açıklama
modeli getiren varsayımlardan ibaret olduğunu yazmıştı.
Filozofların elime geçirdiğim bütün kitaplarını okudum ve öğren­
dim ki Ciceron, H icetas ve Plutarkhos ve başka bazıları dünyanın hareket
ettiğini düşündüklerini söylüyorlar. Onun için ben de bunun olanağını an­
ladım ve dünyanın hareketi hakkında düşünmeye başladım. Sonunda
uzun, çok uzun gözlemler sonunda keşfettim ki. .. eğer öteki gezegenlerin
hareketleri dünyanın ekseni etrafındaki hareketiyle birlikte alınarak bu ha­
rekete göre hesap edilirse, yalnız öteki gezegenlere ait olayları bu hesaptan
çıkarmak değil, belki göğün düzenini ve bütün gezegenlerin hacim ve bü­
yüklüklerinin birbirine sıkı bir surette bağlı olduğunu anlamak da olasıdır.
(Aktaran: Adıvar, 1 994:124)
Copernicus sisteminde dünya evrenin merkezi değil, sıradan bir ge­
zegendir. Copernicus "Yerküreyi temellerinden söküp göklere savurmuş­
hı" (Koyre, 2oop6) James T. Cushing, Pythagoras'çılardan etkilendiğini
her zaman belirten Copernicus'un güneş merkezli evren kuramını Aris­
tarchus'tan aldığını söylemektedir. "Aristarchus'un evrenin güneş merkez­
li kuramının farkına vardı ve hayatının geri kalan kısmında gökbilimine ak­
tif ilgi duydu." (Cushing, 2003:91) Bütün gök cisimlerinin ateşten bir to­
pun etrafında döndüğünü söyleyen Pythagoras'çılara, Copernicus dünya­
nın bir de kendi ekseni etrafında döndüğünü eklemişti yalnızca.
Copernicus sisteminin iddiasını destekleyecek maddi kanıtlar henüz
yoktu. Temel önermeleri Ortaçağ fiziğiyle çelişkiliydi. Eylemsizlik ilkesi he­
nüz kabul edilmemişti ve bir cismin harekete geçirilmesi için dışarıdan bir
itkiye ihtiyaç olduğu düşünülüyordu. Hareketin koşulu itmeydi ve dünya ha­
reket ediyor olsaydı, insanlar bunu hissedebilirlerdi. Copernicus'un sistemi
sağduyuya her bakımdan ters düşüyordu ve aslında yeni bilimin ilerleyebil­
mesi için gerekli olan da buydu. Yeni bilim sağduyuya dayanarak değil, göz­
lem ve deneyden elde edilecek sonuçlara göre kurulmalıydı.
Göksel Kürelerin Dönmeleri Hakkında, 1543 yılında yayımlandı ve bu­
gün pek çok kaynakta bilimsel devrimin başlangıcı olarak bu tarih kabul edi­
lir. Aslında, kitap yayımlandıktan sonra gerçekten bir devrim meydana gele-

BiLİŞSEL B i R SİSTEM OLARAK MODERN BiLM


bilmesi için 50 yıl beklemek gerekmişti. Copemicus sisteminin problemleri
üzerinde çalışan ve bu sistemi geliştirmeye kendilerini adayan J ohannes
Kepler (1571-163 0) ve Galileo Galilei (1564-1642) Copemicus'un sistemini
geliştirerek teorinin devrimci potansiyelini gerçekleştiren kişiler oldular.
Gerçi bu işi, Copemicus'çuluğu, ustanın belki de kabul edemeyece­
ği biçimde, değiştirerek yaptılar. Copemicus'un kendisi Aristocu bilimin
benimsenmiş çerçevesinin çizdiği geniş sınırlar içinde sınırlı bir reform
önermişti. Kepler ve Galileo'dan sonra ise, bu sınırlı reform köktenci bir
devrim haline gelmiş ve modern bilimin yapılanışı için temel hazırlayan 17.
yüzyıl çalışması, Kepler ve Galileo'nun ortaya çıkardığı sorunların izini sür­
mekten oluşmuştur. (Westfall, 1 992:2)
Ptolemaios'un göksel cisimlerin hareketlerinin dairesel olduğu dü­
şüncesi öylesine tartışılmaz bir gerçek olarak kabul ediliyordu ki Kepler de
tıpkı Copernicus gibi önce bu varsayımı temel aldı. İki yıl marsı inceledik­
ten sonra istediği sonuçlara ulaşamayınca bu kez dünyanın yörüngesi üze­
rinde çalışmaya başladı. Dünyanın güneşin yörüngesinde dönerken kut­
bun güneşe dönük olduğu yarım boyunca güneşe çekildiğini ve ikinci ya­
rımda ise güneşin dünyayı ittiğini anladığında dairesel yörüngenin teorik
bir dayanağı olmadığını gördü. Dünyanın güneş etrafındaki yörüngesinin
biçimi elipsti.
Kepler'in üç ünlü yasasından birincisi budur. Gezegenler güneş et­
rafında dairesel değil, elips biçimli bir yörünge takip eder ve güneş bu elip­
sin odak noktalarından birinde yer alır. Bize bugün son derece basit görü­
nen bu yasa, daireyi kusursuzluğun ve güzelliğin geometrik simgesi sayan
Ortaçağ bilginleri için pek kabul edilebilir bir önerme değildi. Ortaçağ bi­
lim anlayışında estetik kaygıların belirleyici bir etkisi vardı. Copernicus'un
izinden yürüyen Kepler bunların yerine gözlemden elde ettiği verilerden
yola çıkarak sağduyuyla çelişen yeni bir kuram oluşturdu.
Galileo Galilei (1564-1642) Copernicus'çu devrimin bütün potansi­
yelini ortaya çıkaran kişi oldu. Galileo hareketi matematikselleştiren ilk bil­
gindi. Aristoteles, sadece akıl yürütmeye dayanarak ağır cisimlerin hafif ci­
simlerden daha hızlı düşeceğini söylemişti. Galileo yaptığı deneyleri göz­
lemleyerek onun yanılgısını ortaya çıkardı; ama asıl önemli olan vardığı so-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 39


nuçlardan çok kullandığı yöntemdi. Doğayı geometrik harflerle yazılmış bir
kitaba benzeten Galileo, "Matematiksel bilgide tanrısal anlığın yetkinliğine
ulaştığına" ( Koyre, 200Tı82) inanıyordu. İnsan sayıların yapısını kavraya­
bildiği ölçüde Tanrı'ya yaklaşabilirdi. Doğanın matematiğinin kavranması
için dikkatli bir şekilde gözlemlenmesi gerekliydi.
Galileo eski impetus kavramının yerine eylemsizlik kuramını geçir­
di. Yani bir cismin ancak fiziksel bir etkiyle harekete geçirilebileceği düşün­
cesinin yerini, hareket eden cismin önüne bir engel çıkmadıkça ideal koşul­
larda hareketi sonsuza kadar sürdürebileceği düşüncesi aldı. Günlük yaşan­
tımızda nesnenin doğal hali dinginliktir ve hareket ettirilebilmesi için dı­
şardan bir etki gerekir. Bu nedenle Aristoteles'in prensibi sağduyuya uy­
gundur ve gündelik kavrayışımıza hitap eder. Galileo ile birlikte gündelik
hayatın bilim üzerindeki belirleyici etkisinin tümüyle kırıldığını söylemek
yanlış olmayacaktır.
Kendi yaptığı teleskop ile gökyüzünü inceleyerek birtakım yeni bul­
gulara ulaşan Galileo, teleskop sayesinde elde ettiği kanıtlarla, Copernicus­
çu astronominin doğruluğunu ispatladı, üstelik yaşayan en büyük astrono­
mun, Johannes Kepler'in (1571-1630) desteğine sahipti. Copernicusçu siste­
min bilimsel delillerini ortaya koyarak eski evren anlayışına tamamen son
veren Galileo'nun adı bu nedenle modern bilimle özdeşleşmiştir adeta. Mo­
dern bilimin temel varsayımları olan doğanın yasalılıklarla hareket ettiği,
göksel cisimlerin ve dünyadaki basit, sıradan nesnelerin aynı yasalara tabi
olduğu ve bu matematiksel olarak ifadelendirilmesi mümkün yasaların in­
san zihni tarafından bilinebileceği Galileo'nun ortaya koyduğu ilkelerdir. O
ve ardılları için "matematik dilinde yazılmış" bu kitabın mutlak hakikati bi­
lim aracılığıyla ulaşılabilir bir şeydi. (Şimşek,2001:8)
Galileo'nun yeni bilimi gündelik bilincin dini inançla düzenlenme­
sinden meydana gelen kilise dogmalarıyla çeliştiği için doğal olarak kilisey­
le karşı karşıya geldi. Özellikle doğa olaylarının birtakım yasalarla yönetil­
diği fikri. dine karşı bir saldırı sayılıyor ve dinin metafizik karakteriyle
uyuşmaz kabul ediliyordu. Sistemi büyük tartışmalara yol açmadan önce
Galileo, Kopernik sistemini ve çağdaşı Kepler'in yasalarını tümüyle benim­
semiş ve ispatlamış bulunuyordu.

BiLİŞSEL BiR SİSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


Galileo'nun ünlü yargılanması iyi bilinmektedir. Kilise için önemli
olanı vurgulaması açısından vazgeçmesi istenen düşünceleri, aynı zaman­
da düşüncesinin en önemli özelliklerini de gösterdiği için hatırlayalım:

Güneşin, evrenin merkezi olduğunu, güneşin yerini değiştirmedi­


ğini, hareket etmediğini ileri süren tez abestir. Felsefe bakımından
yanlıştır ve kesin olarak dinsizliğe götürücüdür. Çünkü Kutsal Ki­
tap'a açıkça aykırıdır. Dünyanın, evrenin merkezi olmadığına ve ha­
reket ettiğine ilişkin tez abestir. Felsefe açısından yanlıştır. Ve iman
bakımından yanılgıya sürükler. (Adıvar, 1994:135)

Galileo'nun çalışmalarıyla birlikte Rönesans biliminin temel katkı­


larını bütünlüğü içinde değerlendirebilme olanağı sağladık. Yeni bilim,
pratik ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenmesi ve yeni teorik kavrayışlarla
ilerlemesi bağlamında Yeniçağ'ın karakterini haber vermektedir. Matema­
tiksel kesinlik, mekanizm, gözlem ve deney, bilim ve din arasında ayrım,
otoritenin sorgulanması, eşitlikçilik, akla ve insana güven gibi Yeniçağ fel­
sefesine hayat veren bütün kavramlar bilimsel düşüncenin gelişimi içinde
filizlenmiştir.
Bilimsel devrim, duyulara ve sağduyuya dayanan bilgilerin yanılgı­
larla dolu olduğunu; matematiği temel alan bir yöntemle, deney ve gözlem
aracılığıyla gerçek bilgiye erişebileceğimizi göstererek, önemli bir zihinsel
dönüşüm yarattı. Empirizm ve rasyonalizm, bir bakıma bu bilimsel dönü­
şümün farklı yönlerine ağırlık verilerek felsefeleştirilmesidir.
Modern felsefe genellikle İngiltere'de Francis Bacon (1561-1626),
Fransa'da ise Rene Descartes (1596-1650) ile başlatılır. İki filozof Kıta ve
Ada Felsefesi diye bilinen iki geleneğin de kurucusu sayılırlar. Hobbes,
Locke ve Fransız materyalistleri Francis Bacon'ın açtığı yoldan yürürken;
Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalist filozoflar da Descartes felsefesinin izin­
den yürümüştür.
Sosyal bilim disiplinleri üzerindeki etkilerini görmek üzere bu filo­
zofların düşünceleri üzerinde ayrıntıyla duracağız. Her iki filozof arasında­
ki temel ayrım matematik ile fizik arasındaki ayrımdır bir bakıma. Descar-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 41


tes matematiğe, Bacon ise fiziğe öncelik tanır. Ancak bütünlüğü içinde ba­
kıldığında her iki filozofun düşüncelerinin birlikte modern bilimin felsefi
temellerini oluşturduğunu söylemek mümkündür. Modern bilim, Ba­
con'ın empirik tümevarımcı yöntemi ile Descartes'ın matematik tümden­
gelim yöntemlerin üzerinde yükselir.

r.5 FRANCIS BACON


Modern bilimin, deneysel bir nitelik kazanmasını borçlu olduğu­
muz, Rönesans empirizminin kurucusu Sir Francis Bacon (1561-1626), fel­
sefe aracılığıyla doğa bilimlerini sağlam temeller üzerinde kurmayı amaçlar.
Felsefenin amacı doğa fenomenlerini akılla kavramaktır. Onun gözünde
gerçek bilim, deneye dayanan bilimdir. Duyularımız bütün bilgilerimizin
kaynağıdır ve bilim de duyu verilerine akılsal bir içerik kazandırma yöntemi­
dir. Gözlem ve deney, tümevarım akılcı yöntemin başlıca koşullarıdır. Tıpkı
bir arının topladığı çiçek özlerinden bal yapması gibi, zihnin deneyimi işle­
yerek bilgi üretmesi gerekir. Bu anlamda bilgi, insan anlığının etkinliğidir.
Bilimleri inceleyenler ya empristler ya da dogmatikler olmuştur. Em­
piristler karıncaya benzerler, yalnızca yığarlar ve stoklarını kullanırlar. Dog­
matikler, örümcekler gibi kendi ağlarını örerler. An, her ikisi arasındadır.
Bahçenin ve çevrenin çiçeklerden alması gereken şeyi seçip alır; ama çalışır
ve onu kendi çabalarıyla biçimlendirir. Felsefenin gerçek işi annınkine ben­
zer, çünkü o, ne tamamen ne de yalnızca zihin gücüne güvenir; ne de ken­
di doğal hali içinde doğa tarihi ve mekaniğin deneyleri aracılığıyla verilmiş
konuyu bellekte tutar. Fakat anlık, onu değiştirir ve işletir. (Bacon, 1999:66)
Bacon'ın empirizmi olguların önceliği ve gözlemin bu olgulardan
giderek tümele varabileceği inancına dayanır. Felsefe açısından önemi, ge­
çerli tek bilgi kaynağı olarak deneyi kabul etmesine ve doğa bilimleriyle ev­
rensel genel geçer bilgiye ulaşılabileceğini savunmasıdır. Bacon'un empirik
yöntemi gerek bilim felsefesi gerek sosyal bilimler formasyonu üzerinde
önemli bir etki kaynağı olmuştur.
Çok kere karikatürleştirilen kaba bir empirizmle Bacon'un ilgisi
yoktur. Yalnız başına tikelin bilgisi kusurlu bir bilgidir ve mükemmellikten
uzaktır. Gerçek bilgi görünüşteki farklılığa rağmen ortak birliği kavramayı

42 BiLİŞSEL BiR S İ STEM OLARAK MODERN BiLM


başarabilen formların bilgisidir. "Her bilgi dalında bizzat yasa, yasanın
araştırılması, keşfi ve gelişmesi, hem teorinin hem de pratiğin temelidir."
(ibid., s. ıoo)
Bacon, bilgiyi bir güç olarak görür, bir çıkara hizmet etmeyen bilgi­
yi anlamsız bulur. Bilginin özsel niteliği fayda ve doğa üzerinde hakimiyet­
tir. Eski bilgiyi tamamen bir yana bırakarak insan bilgisini yeni baştan kur­
mak gibi iddialı bir işe girişir. Kendi dönemine kadar gelen bilgiyi yanlış sa­
yıp bir yana bırakması ve insanın gereksindiği kesin bilginin temeli olarak
insanı göstermesi ve insanın bu bilgiye kendi başına ulaşabilmek için yeter­
li güç ve yeteneğe sahip olduğunu söylemesi Bacon'ın yönteminin radikal
özüdür. Bacon felsefesi gücünü bu radikallikten alır. Bilgiyi bir güç olarak
görmesi ve doğanın kontrolü için bir araç olarak kabul etmesi, aklı araçsal­
laştırma yolunda ilk adımı attığı iddiasıyla eleştirilmesine neden olmuşhır.
Bacon için, bilgi kontrol ve öndeyiye eşdeğerdir, dolayısıyla bilgi, an­
cak insanlığın doğa üzerindeki gücü arttığı ölçüde artabilir. Bacon'ın, bilgi­
nin insanın durumunun iyileşmesini temin etmek için var olduğu düşün­
cesi, teknokrasi, bilimsel ütopyacılık ve toplum mühendisliği, pratik ve mo­
ral olanın teknik olana indirgenmesi doğrulhısunda ilk adım ve böylelikle
de, modern araçsal ya da teknolojik rasyonalitenin başlangıcıdır. (Hollin­
ger,2005, 38)
Bacon, Ortaçağ felsefesini reddetmekle, ilkçağ felsefesinin Ortaçağ
yorumunu reddeder. Çünkü Ortaçağ felsefesi bir bakıma ilkçağ felsefesiyle
Hıristiyanlığın karışımından başka bir şey değildir. Klasik felsefenin bilgi
oluşhırmak adına iddiası yokhır; çünkü gerçeği araştırmaktan ziyade kav­
ramlar üzerindeki kökleşmiş hataları derinleştirmekle meşguldürler. Ona
göre, Platon ve Aristoteles'in felsefesi gereksiz tartışmalar ve boş sözlerden
ibarettir. Bu nedenle Ortaçağ eleştirisine, bu çağ üzerindeki büyük etkile­
rinden dolayı Platon ve Aristoteles'i eleştirerek başlarken, bir yandan da de­
neyciliğinin köklerini bulduğu ilkçağ atomcularını onayladığını ve örnek al­
dığını belirtir.
Sahip olduğumuz bilimler, özellikle, Eski Yunan düşüncesinden
devşirilmiştir... Böyle oldukları için Eski Yunan buluşunun temeli üzerine
kurulmuşlardır. Halbuki, eski Yunan bilgeliği öğretici ve tartışmacıdır.

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 43


Böylece gerçekliğin araştırılmasına zıt düşmektedir... Belirli felsefe sektleri
ve dogmaları kurup ve savunarak her konuyu tartışmalara indirgediler... Fa­
kat, Empedokles, Anaxagoras, Leucippus, Demokritos, Parmenidas, Herak­
leitos, Xenophanes, Philoaus ve diğerleri ( Pitagoras, batıl inançlı olduğu
için belirtmedim) gibi daha eski Yunanlılar okul açmadılar, fakat büyük bir
sessizlikle, daha sade ve daha basit bir biçimde, kendilerini gerçekliğin
araştırmasına verdiler ve bunu daha yapmacıksız ve daha gösterişsiz bir ta­
vırla yaptılar. Biz bu nedenle onların daha akıllıca hareket ettiklerini düşü­
nüyoruz. (Bacon, 1999:38-39)
Ortaçağ bilimi araştırmaya nesnelerden, gerçekliğin kendisinin ince­
lenmesinden başlamaz, genel kabullerden kalkarak gerçekliği bu kabuller­
den açıklamak ister. Yani tümevarımdan değil, tümdengelimden hareket
eder. Ortaçağ bilimi olgulara tekabül etmeyen genel önermelerden kalkarak
bunları kesinlikler gibi kabul etmiş ve bu temel üzerinde bir bilim kurmaya
çalışmıştır. Baştan sorunlu bir yöntem olan tümdengelim üzerine bir bilim
kurulamaz. Bu temeller üzerine kurulmuş bir bilim anlayışının düzeltilme­
si veya onarılması mümkün değildir ve bütünüyle terk edilmesi gerekir:

Eğer, bütün çağların bütün olanakları birleştirilse, birbirine bağlan­


sa ve yapılan bütün işler birbirlerine aktarılsa dahi, bilgide öncele­
meler yaparak büyük bir ilerleme sağlanamaz. Çünkü, köklü hatalar
ve zihnin ilk süreçlerinde ortaya çıkan şeyler, sonraki araçlar ne ka­
dar iyi olsa da iyileştirilemezler. Bilimlerde eski bilgilerin üzerine
yeni bilgiler ekleyerek ve aşılayarak, büyük bir ilerleme beklemek
boşunadır. Yalnızca birkaç önemsiz ve değersiz ilerleme yaparak,
sürekli bir fasit daire içinde dönmeyi istemiyorsak, temelden bir ye­
nileme yapılmalıdır. (lbid., s. 1 3-14)

Bacon eski bilimin yanlışlığının o bilimin temellerinde olduğunu id­


dia ederken bir yandan da yeni bilim için gerekli koşulların ve öğrenebilme
yeteneğinin insanın doğasında zaten mevcut olduğunu söyler. Fakat insanın
bunu gerçekleştirebilmesi, önyargılarla, yanlış inanç ve fikirlerle ve gelene­
ğin şablonlarıyla sınırlanmış zihnini temizlemesi ile mümkün olabilir.

44 BiLİŞSEL BiR S İ STEM ÜLARAK MODERN BiLM


Bacon zihni sınırlayan bu engelleri putlar olarak adlandırır ve doğ­
ru bir doğa bilimi için zihnimizi bunlardan arındırmamız gerektiğini ileri
sürer. Çünkü "İnsan zihninin idolleri ile Tanrısal zihnin (Divine mind) ide­
aları arasında; yani, belirli boş dogmalar ile nesnelerin tabiatta bulundukla­
rı haliyle, gerçek damgası ve izlenimi arasında önemli bir farklılık vardır."
( Ibid.,s.12) Novum Organum un amacı da bunu aşacak yöntemi göstermek­
'

tir. Yöntem, "Doğayı görmemizi engelleyen zihnimizin hilelerinin bir ara­


ya gelişi, bir tür ilk günah" (Brehier, 2000:29) olan idollerden zihnimizin
temizlenmesidir. Bacon bu idolleri dört gruba ayırır: soy idolleri, mağara
idolleri, çarşı idolleri ve tiyatro idolleri.
Soy idolleri bütün insan soyu için ortak olan idollerdir. Bu idoller
yüzünden nesneleri kendimize benzetir, doğayı insan biçimli görürüz. Hal­
buki insanın düşünce ve duyguları gerçekliğin ölçüsü olamaz.
Soy idolleri; insanın doğasında ve bizzat insanın soy veya ırkının do­
ğasında vardır. Çünkü insan, anlamsız bir biçimde 'şey'lerin ölçüsü oldu­
ğunu iddia eder, üstelik bununla da kalmaz, hem duyuların hem de zihnin
bütün algılarının kaynağı olarak evreni değil, insanı gösterir. İnsan zihni,
ışınları yayması, çarpıtması ve şeklini bozması bakımından kendi özellikle­
rini farklı nesnelere veren içbükey ve dışbükey aynalara benzer. (Bacon,
1 999:15-16)
İkinci grup idollerin kaynağı bütün olarak insanlık değil, tek tek birey­
lerdir, her insanın kendi doğası, kendi bireyselliğidir. Platon'un mağara ben­
zetmesine gönderme yapan Bacon bu idollere mağara idolleri adını verir:

Mağara idolleri; her biri bireysel olan idollerdir. Çünkü, herkes (in­
san ırkında ortak olan hatalara ek olarak) ya kendine özgü ve tek
olan yaratılışından dolayı, ya eğitimi ve diğer kişilerle olan ilişkile­
rinden dolayı, ya okuduklarından dolayı ve bireyin hayranlık ve say­
gı duyduğu kişilerin otoritelerinden dolayı, ya zihinde meydana ge­
tirilen farklı etkilerden dolayı önceden işgal edilmiş ve önceden yer­
leştirilmiş ya da düzenli ve sakin bir şekilde vb. olduğu için, tabiahn
ışığını durduran ve bozan kendi bireysel mağarasına sahiptir.
(Ibid.,s. 16)

SOSYAL BiLİ M LER VE FELSEFE 45


Üçüncü grup idoller, sözcüklerin insan zihni üzerindeki etkilerin­
den kaynaklanır. İnsanların ticari ve toplumsal ilişkilerde birbirleriyle söz­
cükler aracılığıyla kurduğu iletişim bozukluklarından kaynaklandıkları için
Bacon bunlara çarşı/ pazar idolleri der. Sözcükler üzerinden taşınan an­
lamlar büyük yanlışlıklara sebep olabilirler. Çünkü muğlak ve belirsizdirler,
karşılıklı konuşan iki insan kullandıkları kelimelere farklı anlamlar yükle­
yebilir ve anlaşhklarını sandıkları halde hiç ortak bir noktada buluşamamış
olabilirler. Bazen insanlar sadece kurgusal anlamlara işaret eden sözcükle­
ri kendi başına gerçeklikler gibi görebilirler. Sonuç olarak sözcükler üzerin­
de şekillenen bir kaosa sürüklenmek mümkündür.

.. .insanlar dil vasıtasıyla anlaşırlar. Ama kelimeler, çoğunluğun iste­


diği gibi biçimlenmiştir ve zihin için şaşırtıcı bir engel olan kelime­
lerin kötü ve uygunsuz yapılanması da zihinde ortaya çıkar. .. Kelime­
ler, her şeyi karışıklığa iterek insanları boş ve sayısız tartışmaya ve
yanlışa sürüklediği için anlığı durmadan ve açıkça zorlar. (Ibid.,s.17)

Sonuncu idol türü geçmiş felsefe sistemlerinin ve diğer dogmaların


insan zihni üzerinde bırakhğı etkiyi ifade etmek üzere ve bunların tümüy­
le düşsel çarpıtmalar olduğunu vurgulamak için tiyatro idolleri olarak ad­
landırılır.
Tiyatro idolleri; insan zihnini kendine özgü felsefe sistemlerinin çe­
şitli dogmalarından sarmış olan idoller olduğu gibi, kusurlu ispat kuralla­
rından kaynaklanarak sarmış olan idoller de vardır. İşte bizim tiyatro idol­
leri adını verdiklerimiz bunlardır. (Ibid.,s. 17)
Bacon, idoller eleştirisiyle insan zihnini yanlış inançlardan, önyargı­
lardan, mantık hatalarından, geleneğin olumsuz ağırlığından kurtardıktan
sonra tabula rasa haline getirdiği bu zihin üzerinde yeni bir bilim sistemi
kurmaya girişir. Bu çabasında da bize Descartes'ı haber verir gibidir. Ancak
bir farkla ki, rasyonalist Descartes yeni bilimin temellerini insan aklının
araştırılmasıyla atar ve oradan giderek yeni bir sistem kurarken; empirist
Bacon insanı nesnelere yöneltir. O kavramları akıldan değil nesnelerden çı­
karmak yöntemini benimser: " Biz insanları tikellere ve tikellerin düzenli

B i L İ Ş S E L B i R S İ ST E M OLARAK M O D E RN BiLM
serilerine ve sıralarına yöneltmeliyiz; ve insanlar sahip oldukları kavramla­
rı bütünüyle bırakıp 'şeyleri' tanımaya başlamalıdırlar." (Ibid., s. r4)
Gözlem, Bacon için ilk adımdır, ama yasalarla uyumlaştırılması ge­
rekir. Duyu verilerinden doğru ve sağlam bilgiye ulaşabilmek için bunların
bir biçimde düzenlenmesi gerektiği açıktır. İnsan verili bir nesneyi genel
bir tabiat içine yerleştirmek ister, yani onu bir form içinde anlar; ancak bu
form farklı bir gerçeklik alanına ait değildir. Sadece araştırılan fenomene
ilişkin soyut bir kavram, bir matematikselleştirmedir ve bu anlamıyla form,
fiziki bir özellik, bir anlamıyla bütünselliği içinde doğanın yasalılığıdır. " Isı
formu, veya ışık formu, ısı kanunu veya ışık kanunundan daha fazla bir şey
demek değildir." (Ibid., s. 138)
Bacon; felsefenin bilime, felsefecilerin bilim insanlarına dönüşme­
sini sağlayan kişidir. (Stephen, 2oor:22r) Ancak, doğa biliminde gözlem ve
deneyin önemini vurgulayarak modern deneyci bilimin temellerini atan ve
tümevarım yöntemini bilimin merkezine yerleştiren Bacon bile, Skolastik
felsefenin en temel kavramı olan tözü felsefesinden çıkaramamıştır. Bacon
evrenin oluşturucu unsurunun bireysel tözler olduğunu kabul eder. Ba­
con'cu bir bilim insanı eğer insanı araştırıyorsa, tek tek insanlardan gide­
rek insanları insan yapan tözü arar. Halbuki uyguladığı yeni yöntemi, yeni
bir gerçeklik anlayışı gerektirmektedir. Epistemolojisi ve metodolojisiyle
ontolojisi arasındaki kopukluğa ilişkin W.T. Jones'un eleştirisini Ahmet
Cevizci aktarmaktadır:

Geçmişin neredeyse bütün filozoflarının . . . varoluşları konusunda


tam bir mutabakat içinde oldukları eski dostlarımız tümeller işte
karşımızda . . . Bacon'ın kendisine tümellerin var olup olmadıklarını
sorusunu sormamış olması, fakat sadece bu tümelleri keşfetmenin
doğru yöntemini bulup bulamadıkları sorusuyla yetinmesi şaşırtıcı
değildir... Onun önerdiği şey, doğaları veya özleri keşfetmenin yeni
bir yöntemiydi.(Aktaran: Cevizci, 2001 :29)

Jones'un eleştirisi Bacon felsefesinde asıl önemli olanı, Yeniçağ'ın


gerçek özgünlüğünü de göstermektedir. Bacon felsefesinde ve giderek bü-

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 47
tün Yeniçağ boyunca Ortaçağ'ın izlerine rastlarız, tarihi kesin çizgilerle bö­
lümlere ayıramayız. Töz kavramı yalnız Bacon'da değil, Descartes'da da
karşımıza çıkar. Yeniçağ'ın ve özel olarak Bacon'ın devrimciliği yeni yön­
tem anlayışındadır. Bu yeni yöntem anlayışının başlattığı dönüşüm, niha­
yetinde bu felsefenin kendisini de aşmasının yolunu açmıştır.

ı.6 RENE D ESCARTES


Descartes (1596-1650) gelenek eleştirisi üzerinde insan merkezli bir
felsefe kurmayı amaçlamıştır. Matematiksel doğa anlayışının kapsamlı bir
felsefe sistemi biçiminde ilk ifade edilişi olan Descartes felsefesinin temel
problemi bilgide kesinlik arayışıdır. On yedinci yüzyıl felsefesindeki kesin­
lik arayışını, Avrupa'yı dinsel doktrin ve siyasal meşruiyet çatışmasına so­
kan otuz yıl savaşları bağlamında değerlendiren Delanty, rasyonalizmi kili­
se dogmasının dışında, gerçekliğin üzerine kurulabileceği bir zemin arama
çabası olarak değerlendirmektedir (Delanty, 199Tı7).
Descartes, insanın zihin yapısının özsel ilkeleri çözümlendiğinde ve
doğasının temel nitelikleri kavrandığında, daha karmaşık fikirlerin bu te­
mel niteliklerden geometrik bir tümdengelim yöntemiyle türetilebileceğini
savundu. Descartes'ın soyadının Latince söylenişine atfen Kartezyen felse­
fe adıyla anılan, Descartes felsefesi akıl aracılığıyla tüm felsefeyi matema­
tiksel idelerin yardımıyla yeniden kurma girişimidir.
Descartes'ın yöntemli kuşku yolu üzerinde bulduğu tek sağlam sı­
ğınak, cogito ergo sum'dur ve bu kesinlik, mantık ve matematik ilkeleri gibi,
bize "doğuştan" verilmiş olan rasyonel nitelikteki idelerle bir arada, en açık
ve seçik şeylerdendir. " Doğanın doğru dili" matematiktir ve böyle olduğu
içindir ki, fiziksel dünya, matematiksel idelerin yardımıyla ve desteğiyle, bu
dünyayı nedenleriyle bilmek için gözleme başvurularak "bilimsel" yoldan
ele alınabilir; çünkü doğal olgulardaki düzen, matematiksel yoldan ifade
edilebilir bir düzendir. Descartes'ın tüm çabası, böyle bir modele göre fel­
sefeyi reforma tabi tutmaktır. (Özlem, 2000:65)
Descartes'tan sonra gelen her felsefe onunla uyumlu ya da karşıt,
kendisini Kartezyen felsefeye göre, tartışarak ya da benimseyerek; ama
onun etkisinde kurmak zorunda kalmıştır. Descartes daha önce de belirtti-

BiLİŞSEL B i R SİSTEM OLARAK MODERN BiLM


ğimiz gibi bir filozof olmanın yanı sıra bir bilim insanıydı ve bu kimliğiyle
Newton'u da etkilemiştir.
Descartes'ın sistemi, bir entelektüel güç gösterisiydi ve ortaya çıktı­
ğı zaman muazzam etki yarattı. Copemik teorisini desteklediği açıktı ve te­
orinin birçok akademik çevrede kabul görmesine yardım etti. Yoksa, Coper­
nik'in teorisi bu çevrelerde bilinmeden kalmaya devam edecekti. Descartes
sistemi, Cambridge Üniversitesi'nde iyi karşılandı ve öğrencilere öğretildi.
Bu öğrencilerden biri de Isaac Newton idi. (Ronan, 2oon85)
Descartes'ın felsefesinin temel problemi, yine söyleyelim, kesin bil­
giye ulaşmaktır. Kesin bilgiye ulaşabilmek için, doğru bilgiyi yanlış bilgiden
ayırmamızı sağlayacak bir ölçüt bulmamız gereklidir. Doğru bilginin ta­
nımlanması, bu bilginin hangi temeller üzerine oturtulacağını da gösterir.
Doğru bilginin üzerine oturtulacağı bir temel bulunduğunda tümdenge­
limle diğer bilgilerimizi bunun üzerine inşa edebiliriz.
Descartes, yeni bir bilgi sistemi kurabilmek için öncelikle gelenek­
sel eğitimi reddeder. "İşte bunun için, hocalarıma bağlılıktan kurtulmaya
elverişli bir yaşa gelince kitapları incelemeyi tümüyle bıraktım." (Descartes,
1994:14) Amacı, dünyayı dolaşarak karşılaştığı şeylerden edindiği bilgilerle
düşüncesini geliştirmektir. Yine de aradığı kesin bilgiye ulaşamaz. " Fakat,
dünya kitabında bu şekilde incelemelerde bulunmak ve biraz deneyim
edinmek için birkaç yıl tükettikten sonra, bir gün kendi kendimi de incele­
meye ve zihnimin bütün kuvvetlerini izleyeceğim yolu seçmek için kullan­
maya karar verdim." (Ibid.,s.15)
Descartes felsefe incelemesinin gerektirdiği kesinliğe ulaşmak
için kendisini araştırmaya şüphe yöntemiyle başlar. Descartesçı şüphe ge­
lişigüzel bir şüphe değil; yöntemli bir şüphedir. Önyargılardan, yanlış ka­
nılardan kurtulmak için uygulanır; mantık, matematik ve geometriye da­
yanır. Descartes, yönteminde kullandığı mantık ve geometrik yöntemi, yi­
nelemelerle dolu ve bilgi vermeyen eskilerin yönteminden ayırmak gere­
ği duyar.
Gençliğimde felsefe disiplinleri arasından mantığı, matematik bi­
limler arasından da geometricilerin analizi ile cebiri biraz incelemiştim.
Bunlar tasarımın gerçekleşmesinde işime yarayabilecek üç sanat ya da bi-

SOSYAL BİLİ M LER VE FELSEFE 49


limdi. Ama, yakından inceleyince gördüm ki, kıyasları (syllogismes) ve da­
ha bir sürü kurallarıyla mantık, yeni bir şey öğretmekten çok, bilinen şeyle­
ri başkalarına açıklamak ya da Lullus'un sanatı gibi, bilinmeyen şeyler hak­
kında bilgi verecek yerde, muhakeme yürütmeksizin söz söylemekten baş­
ka bir şeye yaramıyor. (Ibid.,s.20)
Eski malzeme bu haliyle kullanılamayacağından Descartes dört te­
mel ilkeye dayanan kendi yöntemini geliştirir. Bu yöntemin ilk adımı kesin
olarak bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemektir. Ancak kendilerin­
den şüphe edilemeyecek kadar açık ve seçik olarak kavranabilen şeyler bil­
ginin temeline yerleştirilebilir.
Araştırma konusunun bölünebilecek en küçük birimlerine kadar ay­
rıştırılması ve bu basit ilkelerden giderek "tıpkı bir merdivenden basamak
basamak çıkar gibi" (lbid. ,s.22) bileşik bilginin oluşturulması bu yöntemin
diğer adımlarıdır. Descartes "Geometricilerin, en güç kanıtlamalara ulaş­
makta kullana geldikleri bu uzun ama pek basit muhakeme silsileleri"nde
(lbid.,s. 22) aradığı yöntemi bulur. Son olarak, bizzat bu yöntemin de sık
sık kontrol edilmesi gerekmektedir.
Bunlar Descartes'ın yeni felsefesini kuracağı ilkelerdir; ama o hala
eski felsefenin içinde olduğuna göre ilk olarak ondan kurtulması gerekir.
"Nihayet, nasıl oturduğumuz evi yeniden yapmaya başlamazdan önce, onu
yıkmak...gerekirse" (Ibid., s. 25) Descartes kendi felsefesini Ortaçağ felsefe­
sinin eleştirisi üzerine kurmaz, Ortaçağ felsefesini bütünüyle reddetme id­
diasındadır.
Ona göre şüphe öncelikle duyumlara yönelir ve duyumların aldatıcı
olduğunu ortaya çıkarır. Sıcak bulduğumuz bir şey başka bir zamanda bize
sıcak gelmeyebilir, ya da beğendiğimiz bir tadı hastayken başka türlü algı­
larız. Hem yalnızca dışsal duyu algıları değil, içsel duyu algıları da bizi al­
databilirler, kollan ya da bacakları kesilmiş insanlar sanki bu uzuvları yerin­
deymiş gibi hissetmeye devam ederler.
Şüphenin sorgulamadığı hiçbir şey yoktur, Tanrı'nın da zihin karşı­
sında varlığını ispatlaması gereklidir; çünkü " Kendilerinden en ufak bir bi­
çimde kuşkulandığımız her şeyi bu şekilde yanlış göreceğimiz gibi aynı za­
manda geri de çevirebileceğimizi varsayarken, ne Tanrı, ne gök ne de yerin

Bİ LİŞSEL BiR SİSTEM ÜLARAK M O D E R N BiLM


var olmadığını ve bir bedenimizin de olmadığını kolayca kabul ediyoruz."
(Descartes,1992:57)
Şüphe yöntemi en nihayetinde gelip benim varlığıma dayanır ve
şüphe etme işlemi gerçek olduğuna göre, şüphe eden benim varlığımın zo­
runlu olduğu bilgisi açık seçik ve kesin bir bilgidir.
Ancak aynı biçimde tüm bu şeylerin gerçeğinden kuşkulanırken var
olmadığımızı varsayamayız. Çünkü düşünen nesnenin, düşünürken ger­
çekten var olmadığını kavramak bize o denli aykırı geliyor ki, en şaşılası var­
sayımlara karşın şu, düşünüyorum, o halde varım, sonucunun doğru oldu­
ğuna ve bunun, düşüncelerini bir sıra içinde yönlendiren ve yöneten bir
kimseye görünen ilk doğru sonuç olduğuna inanmaktan kendimizi alıkoya­
mıyoruz. (Descartes, 1992:57)
Kendi özvarlığı, kendi özbilinci kuşkusuz en mutlak gerçektir. Bi­
reysel bilinci belirleyen başka hiçbir şey yoktur. Bireysel bilinç aslında ben­
dir. Yani ben, özü düşünmek olan bir şeyse, düşünmek ben olmanın kanı­
tıysa ikisi aynılaşır ve gerçekliğin üzerine kurulduğu temel haline gelir.
Düşünüyorum ve varım tek şeydir. Bir başka deyişle, düşünüyorum
derken de varım derken de aynı şeyi anlatmış oluyorum. İkisinin ayrı şey­
ler gibi görünmesi dilin bir oyunudur, yoksa ikisi de aynı özü, beni dile ge­
tirirler. (Timuçin, 2000:107)
Descartes felsefesinin temeli bendir ve bunu bilmek iyi felsefe yap­
manın koşuludur. "İlkin doğası ve özü düşünmek olan bir varlık olduğu­
muzu ve sonra varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz bir Tanrı olduğu­
nu öğreniyoruz." (Descartes, 1992:ıo7). Descartes'ın deyişi açıktır, önce
ben, sonra Tanrı gelir. Tanrı'dan giderek beni açıklamayız, beni kesin bir
bilgi olarak inşa ettikten sonra Tanrı düşüncesine ulaşırız.
İnsan zihninde Tanrı kavramı bulunduğuna göre, sonlu ve eksik bir
varlık olan insan, kendi ruhuna Tanrı gibi "sonsuz ve yetkin" varlık tasarı­
mını yerleştiremez. Tanrı'nın varlığı geometrik bir zorunluluktur.
Örneğin, bir üçgen varsayarsak, onun üç açısının iki dik açıya eşit
olması gerektiğini pek iyi gördüğüm halde, yeryüzünde ü bir şe-
yin bulunduğunu bana temin eden herhangi bir şey ·· j,ij� bu-
ki, mükemmel bir varlık fikrini incelediğimde, varl -� � !Srr -
genden edindiğim fikirde üç açının iki dik açıya eşit olması bulunduğu gi­
bi, hatta daha da apaçık olarak, bulunduğunu görüyorum. Dolayısıyla da,
bu mükemmel varlığın, yani Tanrı'nın var olması, hiç değilse en az herhan­
gi bir geometri kanıtlaması kadar kesindi. (Descartes, 1 994:36)
Descartes şüphesi sonucunda apaçık bir bilgi olan, ben fikrine
ulaşmış ve kendi varlığını bu ben üzerine kurmuştu. Şimdi doğuştan ge­
len düşünceler kavramıyla hareket ederek ve zihnimizde bulunan en az
onun kadar apaçık Tanrı fikrine ulaşır. Ben fikri araştırmanın temelinde­
dir ama Tanrı fikri de ben fikrinin temelini oluşturur. Tanrı'nın varlığının
ispatlanması dış dünyaya ilişkin algılarımızın da teminatıdır. Tanrı'nın
varlığından bu algıların uygunluğunu da anlarız. Çünkü Tanrı aldatıcı bir
ruh değildir.
Nesnelere ilişkin algımızın doğrulanmasının temelinde Tanrı var­
dır. Bunun dışında sahip olduğumuz ve bildiğimiz tek şey algılarımızdır.
Ama bu algıların temelinde bambaşka şeyler olabilir. Halüsinasyonlar, rü­
yalar gibi birçok şey bizi yanıltarak olmayan şeyleri varmış sanmamıza ne­
den olabilirler. Algılarımız kesinliklerin değil belirsizliklerin dünyasına ait­
tir. Düşünce dünyasında ise kesinliklere ulaşmak mümkündür.

ı .6.ı Doğa M etafiziği


Bilinç alanındaki kesinlikler, bilinçdışına çıkıldığında nesneler dün­
yasında kaybolur. Öznenin kendi bilinç durumlarını ben'le olan ilişkisi için­
de bilmesi, dış dünyaya, yani nesneye ilişkin bilgimizden farklıdır. Zihin
kendini doğrudan gözlemleyebildiği halde nesneye dolaylı olarak yönelir.
Artık bilen ve bilinenin farklılaşması kadar, duyuların yanıltıcılığı da kesin
bilginin önünde bir engeldir.
Descartes nesneye ilişkin düşüncelerini balmumu örneğiyle açıklar;
balmumu henüz tadını ve kokusunu taşırken, bir biçime ve boyutlara sa­
hiptir, katıdır ve bir ısısı vardır. Aynı balmumunu ateşte erittiğimizde ren­
gi ve biçimi kaybolur, sıvılaşır. Ama bütün bu dönüşümlere rağmen yine de
balmumu olarak kalmaya devam eder. Balmumunun özü, onda açık seçik
kavranan şey nedir öyleyse? Descartes, bu soruyu "duyumlarımız aracılığıy­
la ulaştığımız hiçbir şey değil" diyerek cevaplar.

52 BiLİŞSEL B i • SİSTEM ÜLARAK M ODERN BiLM


Descartes, balmumunun duyulara gelen sıradan özelliklerinin,
onun özsel doğası hakkında bize hiçbir şey söylemediğini öne sürmektedir.
Bundan, balmumunun tek özsel niteliğinin onun yayılımı (mekanı) olduğu
sonucu çıkmaktadır; balmumu yalın olarak bir "res extensa dır, uzunluğu,
"

genişliği ve derinliği olan yayılımlı bir şeydir, belirsiz sayıda geometrik şek­
le sahip olabilir... gerçekte, balmumunun açık seçik algıladığımız özellikle­
ri matematikseldir ve daha özelde geometrik özelliklerdir; balmumu özsel
olarak üç boyutlu yayılıma sahip bir şeydir. (Cottingham, 1995:46)
Cottingham'ın belirttiği gibi Descartes; nesneyi, kavranılmaya bü­
tün yönleriyle ve bütün nitelikleriyle açık bir şey olarak görmez. Nesnenin
özü, onda kavranabilir olandır. Duyular nesnelerin özünü veremezler. Çün­
kü nesnenin özü sertlik, ağırlık, renk vs. gibi ikincil nitelikler değil, uzam­
dır. Nesne var olmak için ne sertliğe ne de ağırlığa ihtiyaç duymaz, o, özü
uzam olan bir tözden başka bir şey değildir.
Descartes felsefesi için önemli olan tözdür. Descartes dış dünyayı,
uzama sahip olmakla geometrik olarak kavranan, bir boyuta, bir biçime sa­
hip olmakla, bir yerde olmakla anlaşılan ölçülebilir bir nesne olarak anlar.
Aristoteles için bir cismin rengi onun doğasıydı. Bir şeyin kırmızı olmasının
nedeni onun doğasında kırmızılık olmasıydı. Descartes için ise nitelikler bir
varlığa sahip değildir. Cisimlerin bütün görünür özellikleri, bunların du­
yumlarımız üzerinde oluşturduğu etkilerden ibaret, değişken yanılsamalar­
dır. Nesneler dünyası tek özelliği uzam olan ve ilk itkiyi aldıktan sonra hare­
ket halindeki maddenin etkileşimlerinden ibaret mekanik bir dünyadır.
Böylece, alışık olduğumuz duyusal deneyimler dünyası, tıpkı Röne­
sans naturalizminin esrarlı güçleri gibi, bir hayal oluyordu. Dünya fiziksel
zorunluluklar sonucu hareket eden, eylemsiz cisimlerden oluşmuş bir ma­
kineydi ve düşünen nesnelerin varlığından etkilenmezdi. Mekanikçi doğa
felsefesinin temel önermesi işte böyleydi. (Westfall, 1987=36)
Descartes felsefesinin, doğayı cisimlerin mekanik etkileşimlerine
indirgediği eleştirisini yapan Kuhn, bu yeni sistemin evrene varlığın ilkesi­
ni dikte etmek anlamında metafizik olduğunu söylerken; yöntem açısından
ise mutlak yasalarıyla maddenin hareketinin bu yasalara uydurulması şek­
linde geliştiğini söylemektedir:

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE
Descartes'ın muazzam etkileyici bilimsel yazılarının çıkmasından
sonra, fizikçilerin çoğu evrenin mikroskopik cisimciklerden oluştu­
ğunu ve tüm doğal görüngülerin bu cisimciklere ilişkin şekil, boyut,
hareket ve etkileşim kavramlarıyla açıklanabileceğini varsaymaya
başladı. Bu ilkelerin kaynağı da göründüğü kadarıyla hem metafizik
hem de yöntemseldi. Metafizik açısından, ilkeler bilim adamına ev­
renin hangi tür nesneleri içerip, hangilerini içermediğini 'dikte' edi­
yordu: Kısacası var olan sadece hareket halindeki madde idi. Yön­
tem açısından ise . . .yasalar cisimciklerin hareketlerini ve etkileşim­
lerini belirlemeli, açıklama ise 'verilmiş' herhangi bir doğal görün­
güyü maddenin bu yasalara uyan hareketlerine indirgemeliydi.
(Kuhn, 1991:67)

Her iki eleştirinin ortak noktası, modern bilimin Descartes olmadan


anlaşılamayacağıdır. Bu yargıya felsefeyi de eklemek gerekir. Descartes son­
rası hiçbir felsefeyi Descartes felsefesi olmadan anlayamayız. Bu felsefenin
bilimsel sonuçlarına ilişkin değerlendirmeler, çağının bilimiyle sınırlı olan
Descartes felsefesini eleştirirken temel özelliği kuşku olan bir filozofu eleş­
tirdiklerini unutuyormuş gibi görünüyorlar. Ortaçağ felsefesi için Aristote­
les'i eleştirmek ne kadar yanlışsa, çağdaş bilimin içine düştüğü metafizik
için Descartes'ı eleştirmek de o kadar yanlış görünmektedir. Doğanın süreç­
lerden değil, şeylerden oluştuğunun kabul edildiği bir dönemde Descar­
tes'ın doğayı mekanik düşünmesi ve diğer yandan hareketi göz ardı etmesi
bu anlamda anlaşılır bir şey olarak görülmelidir. Engels'in sözleriyle, hare­
keti anlayabilmek için önce onu durdurmak ve şeyleri anlamak gereklidir.

1 .7 EMPİRİZM VE RASYONALİZM AKI M LARININ MODERN B İ Lİ M İ ÇİN ANLAMI


Descartes ve Bacon felsefelerinde ifade bulan rasyonalizm-empi­
rizm akımları, bilgi ediminin farklı yönlerine öncelik tanımalarıyla birbi­
rinden ayrılırken, öznelliği ifade etmeleriyle birbirlerine yaklaşırlar. Ras­
yonalizm için bilginin temelinde özne yer alır ve bilgiye öznenin bilinç ya­
pılarının çözümlenmesi yoluyla ulaşılır. Empirizm ise duyu verilerinin bil­
ginin oluşumunda asıl belirleyici olduğunu kabul eder. Rasyonalizmle

54 BiLİŞSEL BiR S İ STEM Ü LARAK MODERN BiLM


karşılaştırıldığında empirizm geçmişten daha radikal bir kopuşu ifade et­
mektedir.
Empirizm ile birlikte Yeniçağ felsefesi ilk kez gerçekten Yeniçağ fel­
sefesi olur. Onunla birlikte Leibniz'e kadar bütün Batı düşüncesine hakim
olan Platon-Aristoteles metafizik geleneğiyle ilk kez radikal bir kopuşu ger­
çekleşir. Şimdi artık hiçbir metafizik kalmamıştır, hiçbir aşkın ve her şey­
den öte hiçbir ebedi doğru yoktur. ( Hirscberger, 2000:188)
Hirscberger'in iddiasının tümüyle doğru olmadığını, Bacon'ın de­
neyciliğinde töz öğretisinin izlerinin olduğunu biliyoruz; ancak özsel olarak
söylenen doğrudur ve bir vuruşta bütün bağlantıları koparmış değilse de
Empirizm Ortaçağ metafiziğiyle köklü bir ayrışma anlamına gelir.
Bu iki akım, bilginin temeline duyulan ya da aklı yerleştirmeleriyle
birbirlerinden ayrılır. Duyular yoluyla kazanılan bilgi her iki akım için farklı
anlamlar taşır. Rasyonalizm için duyu bilgisi; bulanık ve belirsizdir. Bilim ve
doğru zihnin özünde, varoluş biçimlerinde ve yaratılannda gizlidir. Empirizm
ise, duyu verilerinden edinilen bilgiyi güvenilir kabul eder. Duyularımız bize
doğruyu verebilir. Ancak, her iki akım da modem dünya göıüşünün temel
karakteristiği olan öznellikte buluşurlar. Dinsel dünya göıüşünden kopuşu
ve öznelliği vurgulamalarıyla birbirlerine yaklaşırlar. Göıünüşteki karşıtlık,
modem bilimin varlığında bir birlikteliğe dönüşür. Karşıtlıkları içinde bir sis­
tem oluştururlar. Başaran'ın vurgusuyla söylersek, "Dikkati çekmek istediği­
miz şey yalnızca, saf, mutlak, birbirinden parça taşımayan karşıt kutupların
olamayacağı, bir şeyin itilip dışlandıkça yine garip bir içsel ekonomi gereği ya­
pıya dahil olacağı saptamasından ibarettir." (Başaran; ı99r88)
Empirizm, Rönesans'la birlikte yaşanan bilimsel devrimde kendine
büyük bir dayanak noktası bulur. Klasik fizikte cisimlerin hareketleri ince­
lenirken özne ikinci planda kalır. Cisimlerin hareketleri onları gözlemleye­
ne kayıtsızdır. Bilim insanı, nesnel süreçleri gözlemleyerek, deneyle tekrar­
layarak doğanın düzenliliklerini anlamaya çalışır. Gözlem ve deneyden ge­
nel bilgiye ulaşır. Empirizm bu bilim anlayışının felsefi ifadesidir.
Klasik mekanik, fiziksel cisimlerin maddi etkileşimlerini inceler.
Bu cisimlerin nitelikleri uzam, yoğunluk ve biçim gibi özelliklerdir. Aynı
şekilde cisimlerin duyu organları üzerindeki etkileri birincil ve temel bilgi

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 55
türü kabul edilen algılardır. Bilginin temelinde bunlar yer alır, diğer kav­
ramlarımızı da bu algılara dayanarak oluştururuz.
Empirizm ve modern bilim tanımları birbirine oldukça yaklaşır.
Empirizm için yeni doğan bir bebeğin zihni boş bir sayfa gibidir ve ancak
yaşamı boyunca dış dünyadan edindiği algılarla doldurulabilir. Zihnin sa­
hip olduğu tüm bilginin kaynağında gözlem ve deney vardır. Deney ve
gözlem yoluyla tikel olaylar hakkında genellemelere giderek bilimsel yasa­
lara ulaşırız. Bir fenomenin bilimselliği onun yasalılığıdır. Bilimsellik ve
dolayısıyla yasallık mümkünse bundan gelecekte fenomenlerin nasıl ger­
çekleşeceğine dair öngörüde bulunabileceğimiz sonucu çıkar. Öngörü test
edilebilir, olgusal önermelere dayanıyor olmasıyla kehanetten farklı bir
şeydir ve nesnel yargılarla öznel değer yargılarının birbirleriyle karıştırıl­
maması gerekir.
Bu kabullerden de görüleceği üzere, modern bilimin epistemolojik
temelleri, Francis Bacon'a çok şey borçludur. Bacon'ın, bilimin olgulardan
hareketle tümevarım yöntemiyle genel yasalara ulaştığını kabul ettiğini gör­
müştük. Ancak, hipotez ve teori onun için ikinci planda kalıyordu. Bu ise,
modern bilimin önemli bir aracıdır. Bacon'un tümevarım yöntemi olgula­
ra dayanarak bazı sonuçlar elde edebilme yeteneğine sahip olmasına kar­
şın, bu sonuçlar hiçbir zaman kesin bir mutlaklık taşımazlar. Halbuki mo­
dern bilimin ideal amacı kesin bilgidir.
Rasyonalizm bu kesinliği matematikte bulur. Doğanın formunun
matematiksel olarak ifade edilebilir olduğunu kabul eden rasyonalizm, ma­
tematiksel ilk ilkelerden giderek fiziksel fenomenleri açıklamayı benimser.
Modern bilim böylece bu iki akımın üzerinde ve birlikteliğinde gelişir.
Yeniçağ fiziği dendiğinde aklımıza hemen gelen Newton fiziği, bu
yüzyıllar için "bilim"den anlaşılan şeyin somut örneği sayılmışhr. Öyle ki,
bu yüzyıllar için "bilim" demek "Newton fiziği" demektir. Newton fiziğini
biraz analiz ettiğimizde, burada F. Bacon'ın öncülüğünü yaptığı tümeva­
rımcı/deneyci yöntem ile Descartes'ın temsilciliğini yaptığı analitik/mate­
matiksel yöntemin birleştirildiğini görürüz. (Özlem, 2002:272-273)
Modern bilim tarihi, bilgi teorisi tarihiyle iç içe geçmiştir. Bu neden­
le uzunca bir tarih dönemi boyunca felsefe tarihiyle birlikte, ya da daha doğ-

BiLİŞSEL BiR S İ STEM ÜLARAK MODERN BiLM


rusu felsefe tarihi olarak ele aldık. Bu yönüyle empirizm-rasyonalizm ayrı­
mında tümevarım ve tümdengelim yöntemlerinin üzerinde durulması bi­
lim metodolojisi üzerinde bir tartışmadır. Modern bilim, 18. yüzyıla kadar
henüz belirgin bir şekilde seçilemese de felsefi temelleri Yeniçağ felsefesin­
de çoktan ortaya konmuştu.

ı.8 SosYAL F iziK: THOMAS H o BBES


Thomas Hobbes (1588-1679), modem bilimin geometrik yöntemini
siyaset bilimine uygulayarak, sosyal bilimlerde kullanımının olanağını sağ­
lamıştır. Hobbes, Galileo'nun mekanik yöntemini benimseyerek, geomet­
riyi felsefeye uygulamıştır. Hobbes felsefesinde yalnızca Galileo değil, Ba­
con'dan Descartes'a kadar bütün Yeniçağ filozoflarının etkisi görülür. Sı­
nıflandırılması zor bir filozof olan Hobbes, tüm bu felsefelerden beslenen
özgün bir felsefe kurmuştur.
Bacon'ın metaryalizmini sistemleştiren Hobbes, Russel'ın belirttiği
gibi Galileo'ya daha yakındır (Russel,1996:297). Bacon'ın fizik hareketi ye­
rini geometrinin soyut ve matematik hareketine bırakır. Bacon'dan hareket
eden Hobbes, bütün bilgilerimiz duyulardan çıkıyorsa, sezgi, fikir ve imge­
lem gibi soyut zihinsel biçimlerin de maddi dünyadan kaynaklandığı sonu­
cuna varır. Bunlar maddi dünyanın görüntülerinden başka bir şey değildir.
Ruhu da cisim olarak gören Hobbes, üç cismin varlığını kabul eder.
Bunlar, evreni oluşturan madde, insanı meydana getiren beden ve toplumu
meydana getiren siyasi kurumlardır. Hobbes'un amacı, bu cisimlerin iç
bağlantısını göstererek siyasal kurumların insan doğasından insan doğası­
,

nın ise içinde yaşadığı evrenin temel ilkelerinden kaynaklandığını göster­


mek ve böylece bütünlüklü bir felsefe sistemi kurmaktır. Gökberk, bu sis­
temi şöyle tanımlar:

Felsefe, etkileri ya da fenomenleri nedenlerden çıkarıp bilmedir ve


nedenleri de gözlenen etkilerden doğru sonuç-çıkarmaların yardı­
mıyla öğrenmedir. Felsefe, geometrideki construction'lar gibi bir
construction olmalı, nesnelerin meydana gelişinin (generatio) bir
tekrarlanması olmalıdır. Felsefenin amacı, etkileri önceden görebil-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 57


me ve bu önceden görmeyi hayatta kullanabilmedir; konusu da,
meydana gelişi kavranabilen ve akıllı construction'u yapabilen her
cisimdir. (Gökberk, 1996:282)

Hobbes yalnızca cisimlerin gerçekliğini kabul eder. Dünya maddi­


dir ve maddi olmakla bir cisimdir. İnsanla doğa arasındaki kesintisiz bağ­
lantının kaynağı maddi bir cisim olan ruhtur. Cisimler öğretisi de diyebile­
ceğimiz Hobbes felsefesi toplum ve doğa dünyasını felsefenin iki kolu ha­
linde inceler. Doğal cisimleri, doğa felsefesi; yapma cisimleri, yani siyasi
kurumları ise devlet felsefesinde ele alır.
Geometri yöntemini kullanan Hobbes, temel önermelerden genel
yargılara varır. "Onun yöntemi şu halde, özellikle durumun yeni baştan ku­
ruluşu açısından, on yedinci yüzyılın hemen tüm düşünürleri için sonuçla­
rı kesin, a priori birkaç ilkeden çıkarsanabilir ve doğru olan bir bilim anla­
mına gelen geometrinin yöntemidir." (Cevizci:2ooı, 35)
1636 yılında İtalya'ya yaptığı ziyarette Galileo ile tanışmış ve Gali­
leo'nun bilimsel yöntemini kendisinden dinlemişti. Daha sonra Gali­
leo'nun balistikte hareket biçimlerini incelemek için kullandığı 'analiz-sen­
tez' yöntemini toplumsal analize uyguladı. Bu yöntem bir fenomenin açık­
lanabilir en basit bileşenlerine ayrılmasından sonra yeniden bir araya geti­
rilerek bütünsel açıklamaya ulaşılmasına dayanıyordu.
Bu yöntemin topluma uygulanması, toplumun bireylere çözümle­
nebileceği ve bireylerin doğasına ilişkin verilerden toplumu bütünlüğü
içinde açıklamanın mümkün olacağı sonucuna varıyordu. "Devlet yapma
bir cisim"di ve tıpkı doğada asıl gerçek olanın tikel cisimler olması gibi top­
lumda da asıl gerçek olan bireylerdi. Bu atomistik yöntemi daha sonra psi­
kolojiden iktisata kadar pek çok farklı disiplinde uygulanan Hobbes mo­
dern siyaset biliminin kurucularından biri sayılır " ...yeni fiziğin yöntemine
ve analojilerine büyük bir inanç" (Manicas:ı987, 28) besleyen Hobbesçu
felsefe, etiği ve siyaseti olduğu kadar geometri ve mekaniği de bütüncül bir
sistemde birleştirmişti.
Bütün insanların doğası ortak olduğuna göre, bir insan içe bakışla
kendini inceleyerek genel olarak insan doğasına ilişkin empirik veriler elde

BiLİ ŞSEL B i R SİSTEM ÜLARAK MODERN B i L M


edebilir ve insanların; arzu, istek ve korkularına ilişkin genel sonuçlara ula­
şabilir. Bu genellemeler bizi Hobbes'un bireyin doğası üzerine şekillenen
siyaset felsefesine götürmektedir.
Bireylerin eylemlerinin altında yatan güdüler anlaşıldığında top­
lumsal eylemi de anlayabiliriz. Bireyler kendi amaçları ya da çıkarları doğ­
rultusunda rasyonel olarak davranırlar. Mutlak monarşiyi savunduğu Le­
viathan (1651) İngiltere'de iç savaşın devam ettiği koşullarda yazılmıştı.
İçinde yaşadığı karmaşa döneminin, teorisinin şekillenmesinde rol oyna­
dığı ve istikrarı katı bir disiplin içinde aramasına yol açtığı kuşkusuzdur.
Ama Leviathan'ın asıl özü önerdiği mutlak monarşi değil getirdiği eşitlik­
çiliktir.
Hobbes, insan davranışını, bu sıralarda yeni yeni zuhur etmekte
olan fizik biliminin terimleriyle yorumlamaya kalkışmıştır. Onun materya­
lizminin, insan varlıklarının kompleks fiziki sistemler oldukları düşüncesi­
nin, sosyal bilimlerde derin etkileri olmuştu. Ama Hobbes, aynı zamanda
rasyonel seçim teorisinin kurucusuydu. O, insan davranışının nedenleri
olarak, haz ve acıyı gösterir ve bu dürtülerin akıl tarafından yumuşatılması
gerektiğine inanır. Rasyonel özçıkar, bütün insanların aşağı yukarı eşit güç­
lere ve arzulara sahip olduğu, kaynakları kıt bir dünyada yaşadığımız için
kaçınılmazdır (Hollinger, 20on9)
Leviathan'da insanlar öncelikle kendi varlığını sürdürmeye ve her
koşulda en yüksek tatmini elde etmeye çalışan bireyler olarak tanımlanır.
Herkesin amacının bu olduğu koşullarda rekabet ve giderek çatışma kaçı­
nılmazdır. Devletin olmadığı böyle bir durum insanlar için bir savaş halin­
den başka bir şey değildir. Bu savaş 'herkesin herkese karşı savaşıdır." An­
cak her insan kendi varlığını sürdürmek istiyorsa, bu savaş durumu insan­
ların çıkarıyla çelişir ve insanlar yine bencilliklerinin kaynağı olan varlığını
koruma güdüsüyle bir araya gelerek tamamen tek bir kişiye tabi olmak,
onun otoritesini kabul etmek üzere anlaşırlar. Hükümdarın mutlak otorite­
si altında herkes eşittir.
İnsanlar doğuştan eşittir. Doğa, insanları, bedensel ve zihinsel yete­
nekler bakımından öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bir başkasına göre beden­
ce çok daha güçlü veya daha çabuk düşünebilen birisi bulunsa bile, her şey

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 59


göz önüne alındığında, iki insan arasındaki fark, bunlardan birinin diğerin­
de bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu iddia etmesine yetecek kadar
fazla değildir. (Hobbes, 2004:92)
Bütün iktidar, hükümdara devredilmiş olsa da amaç savaş halinde
yoksul, sefil ve kısa süren insan yaşamını iyileştirmek ve uzatmaktır. Hob­
bes, iktidarı bireyin ihtiyaçları ve yapısı doğrultusunda hükümdara teslim
ederken, onu dini otoritenin de üstüne yerleştirir. Hükümdarın meşruiye­
tinin kaynağı arhk dinsel değil, toplumsaldır.
Felsefeyi doğa ve devlet felsefesi olarak ikiye ayıran Hobbes, devlet
felsefesinde de fiziği devam ettirir. Manicas, Hobbes'un yeni fiziğin ana­
lojileri ve yöntemlerini kurarak bir 'sosyal fizik' (Manicas, ı98T30) kurdu­
ğunu söylemektedir. Bu anlamda Hobbes felsefesinin bir yapı fikrini içer­
diğini de ekleyebiliriz. Hobbes'un devlet felsefesi ve geometri arasında
kurduğu benzerlik bunu göstermektedir: Nitekim Manicas, Hobbes'tan şu
alıntıyı yapar: "Geometri gösterilebilir; çünkü üzerinde akıl yürüttüğümüz
çizgileri ve şekilleri biz tanımlarız; siyaset felsefesi gösterilebilir, çünkü
ulusu oluşturanlar bizleriz." (Manicas,ı98T29) Tıpkı doğadaki cisimlerin
bir sistem meydana getirecek şekilde birleşmiş oldukları ve bir yapı oluş­
turmaları gibi toplumda da bir yapı ve sistem vardır. Yapı ve sistem fikri­
nin sosyal bilimler alanındaki etkisi ve anlamı fizyokratlardan başlanarak
izlenebilir.
Hobbes'un siyaset felsefesi Aydınlanma'nın ön adımı gibidir. Hü­
kümdarın otoritesi dinsel ya da doğaüstü bir kaynağa dayanmaz. Doğa fel­
sefesinde Tanrı düşüncesine yer vermeyen Hobbes, dini, devlet felsefesi­
ne de sokmaz. Hükümdarın otoritesinin kaynağı özgür ve eşit insanların
doğal durum üzerinde akıl yürütmeleridir. Habermas, Hobbes'un siyaset
felsefesini bu anlamda "anıtsal bir adım olarak" görür. Hobbes'un yaptı­
ğı bilinç ve vicdanı, kanaat kavramında birleştirmektir. Hobbes bu sayede
inanç, yargı ve görüş gibi tüm kavramları aynı seviyeye getirir ve dini
inancı ayrıcalıklı olmaktan çıkarır, kanaati onun seviyesine getirir. (Ha­
bermas, 2oo s ; ı84) Devlet ve toplumu ayırması ve devletin varlığını insan­
ların bir arada uyum içinde yaşamaları olarak kabul etmesi de bir o kadar
önemlidir.

60 8 İ LİŞSEL BiR S İSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


1. 9 AYDINLANMA
Alda duyulan güven, ilerleme, doğa bilimlerinin önceliği, toplumsal
ilişkilerde ve siyasette toleransın öne çıkması gibi kavramlarla simgeleşen
Aydınlanma çağı "Bacon ve Descartes'ın geliştirdiği rasyonel mantığın in­
sana ve topluma uygulanmasıyla karakterize olur" (Smith, 1 99 8: 5 8) . Bacon
ve Descartes'ın yalnızca doğanın araştırılmasının yöntemi olarak geliştir­
dikleri akılsallık ve deney Hıristiyan inancıyla uyumu gözetirken, Aydınlan­
ma filozofları dine karşı açıkça tavır almaktan çekinmemişlerdir.
Aydınlanma 17. yüzyılın ortalarında Avrupa'da Newton ve Locke ile
başladı ve 18. yüzyıl boyunca devam etti. Bu iki yüz yıl boyunca Tanrı, akıl,
doğa ve insan üzerine bütün fikirler önceki dönemlerin birikimiyle yeniden
tanımlandı ve bu yeni kavrayış üzerinde sanat, felsefe ve siyaset alanların­
da devrimsel dönüşümler yaşandı. Kant'ın "Aydınlanma, insanın kendi su­
çu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu er­
gin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır" (Kant, l 9 8r213) tanımını esas alırsak,
Aydınlanma düşüncesinin en önemli unsuru aklın yüceltilmesi ve dinsel
sınırların dışına çıkmasıdır. Aydınlanma'nın amacı bilginin ilerlemesiyle
insanın mutluluğa ve özgürlüğe kavuşmasını sağlamaktır. Descartes ile fel­
sefenin merkezine yerleşen insan; Aydınlanma'da yaşamın amacı olur. Ay­
dınlanma ile birlikte bu anlamda teori pratiğe dönüşür.
Aydınlanma düşüncesinin hakkını hiç kimse veremez ve bu konu­
da hiçbir özet yeterli olamaz. Ancak belki şu dört önerme, dönemin hava­
sını diğerlerinden daha iyi kavratabilir. Bir kere, doğaüstünün doğalla, di­
nin bilimle, tanrısal buyruğun doğa yasasıyla ve din adamlarının filozof­
larla yer değiştirmesi söz konusuydu. İkinci olarak, sosyal, siyasal ve hatta
dinsel bütün sorunların çözümünde bir araç olarak deneyin rehberliğinde­
ki aklın yüceltilmesi geliyordu. Üçüncüsü, insanın ve toplumun mükem­
melleştirilebileceğine ve dolayısıyla insan soyunun gelişmesine inanılıyor­
du. Ve son olarak Fransız Devrimi'nde kanla talep edilen, özellikle yöneti­
min baskı ve kötülüklerinden uzak tutulma hakkı olmak üzere, insanın
haklarına ilişkin insancıl ve insanlaştırıcı saygı söz konusuydu. (Bierstedt,
2002:1 9)
SOSYAL BİLİ M LER VE FELSEFE 61
Ortaçağ'ın uzun süren etkisi Rönesans'ta sarsıntıya uğrayınca, önce
Platon ve Aristoteles ve daha sonra da Kartezyen felsefe, Aydınlanma'ya ka­
dar toplum ve bilim düşüncesi üzerinde hakim oldu. Toplum üzerine ileri
sürülen görüşler Platon ve Aristoteles'in çeşitli yorumlarından ileri geçme­
di. Galileo'nun Platonculuğuna ve Platoncu Galileo'nun Hobbes'a etkisine
yukarıda değindiğimiz bu bağlamda hatırlanmalıdır.
Descartes'çı düalizm ise, en temel ilkelerden giderek tümdengelim
yoluyla gerçekliği açıklamak istiyordu. Bu gerçeklik, doğuştan var olan, zih­
nin içinde barındırdığı bir gizdi ve bulunması için zihnin araştırılması ge­
rekiyordu. Maddi koşullar sosyal bilimlerin gelişimi için yeterli veriyi sağla­
dığı halde i lkçağ metafiziği ve Descartes felsefesi bu disiplinlerin gelişimi­
ni engelledi. Hakim bilim anlayışı için zihinsel kategoriler empirik veriler­
den daha önemliydi ve dolayısıyla gözlem ve deney ikinci planda kaldı. 17.
yüzyılda sosyal bilimlerin analizleri için malzeme sağlayacak veriler mevcut
olmasına rağmen egemen felsefe tarzı, bunları gerektiği gibi değerlendire­
miyordu.
Ulus devletin ortaya çıkışıyla, sürekli büyüyen bürokrasiler oluşmuş,
bunlar da doğa bilimcilerin verilere başvurması gibi başlıca vergi, nüfus sa­
yımı ve ticari amaçlarla sürekli bilgi toplamaya kendilerini adamışlardı. 15.
yüzyılda başlayan büyük keşif yolculuklarının muazzam hacimlerdeki anla­
tıları yayımlanmış; ilkel ve Avrupalı olmayan diğer topluluklarla mecburen
sık sık ve uzun süreli ilişkiler kuran askerlerin, kaşiflerin ve misyonerlerin
yazdıklarıyla önemli miktarlarda veri birikmişti. Bilimsel yöntemlerle yarar­
lanılabilecek tüm bu veriler iki yüz yıl sonra sosyal bilimler tarafından kulla­
nılıncaya kadar beklemek zorunda kaldı. Klasiklerin metinlerinin büyüsü ve
Kartezyencilerin katı rasyonalistik ve aşırı derecede tümdengelimciliği nede­
niyle bu veriler 19. yüzyıla kadar eğer kullanıldıysalar bile, bu sosyal filozof­
ların yazılarında ve yalnızca betimleme amacıyla yapıldı.3
Rönesans felsefe ve bilimi modern bilimi kavramsal olarak hazırla­
yıcı bir rol oynamıştı. 18. yüzyıl büyük filozofların yüzyılı olmaya adeta zo­
runluydu. Doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin kazandığı başarı, bu
yöntem modelinde insan ve toplumsal etkinliğin de incelenebileceği dü­
şüncesine yol açarak insan doğası gibi kavramların ortaya çıkmasına neden

62 BiLİŞSEL BiR SİSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


oldu. Doğa bilimlerinin gelişimiyle birlikte doğada düzen ve yasalılığının
fark edildiği bu dönemde toplumsallık, karışıklıklar ve çalkantıların hüküm
alanı gibi görülüyordu.
Sosyal bilimlerin kurucuları Aydınlanma filozofları değildir, ancak
çalışmalarıyla bu disiplinlerin kavramsal ilk adımlarını atmışlardır. Bu bağ­
lamda, Hobbes'un toplum felsefesi, bu felsefenin eşitlikçi, sektiler ve sis­
temli yapısı, ilk akla gelen örnektir. Bunun dışında büyük deniz yolculukla­
rı ve keşiflerle birlikte karşılaşılan farklı toplumlar, toplumsal etkinliğin ne
kadar farklı biçimlere bürünebileceğini göstererek bu konuda bir ilgi uyan­
masını sağladı. Toplumların farklı yaşam biçimleri ve etkinlikleri, her top­
lumda din, kültür gibi kurumların kazandığı farklı nitelikler, bunların de­
ğişiminin mümkün olduğunu gösterdi. Din ve iktidar savaşlarıyla çalkala­
nan Avrupa'da doğrusu o ki, bu bir ihtiyaçtı ve Aydınlanma filozofları bu
dönüşümün kavramsal çatısını oluşhırdular.
Özellikle Hobbes felsefesinde karşılaştığımız toplumların bir anlaş­
ma ve belirli ilkeler üzerinde kurulu sistemli yapılar olduğu fikri sosyal bi­
lim disiplinlerinin gelişiminde önemli bir rol oynadı; belirli bir insan doğa­
sı üzerine inşa edilen toplumsal yapı fikri, insan psikolojisiyle toplumu bir­
birine bağlayan bir köprü gibiydi. Doğa bilimlerinden alınan ve doğanın
akılsal bir sistematikle ifade edilebilen yapısı olduğu fikri siyaset, ekonomi
ve toplum düşüncesi üzerinde etkili oldu.
İlerleme ideali, Aydınlanma'nın iyimserliğinin ve kendine duyduğu
güvenin bir göstergesiydi. 18. yüzyıl Aydınlanma anlayışı, ilerleme kavra­
mıyla, insanlığın tarih boyunca gösterdiği gelişmelerle, yine insanların et­
kinlikleriyle ve toplumların kendi iç dinamikleriyle açıklanıyordu. Sosyal bi­
limlerin ortaya çıkışı ve toplumun bilimsel olarak incelenebilecek kurgusal
bir yapı olduğu fikri, ilerleme düşüncesini bizzat besliyordu; bu anlamda
her ikisi arasında birbirlerini gerektiren bir bağlantı bulunuyordu:

Sosyal bilimlerin ortaya çıkışı da ilerleme düşüncesi için zorun­


luydu. Bilim aklın en gelişmiş biçimi olarak anlaşılıyordu ve bi­
limsel ilerlemenin genişleyerek yönetimsel ve moral-henüz baş­
lamakta olan- konuları da içermesi uygarlığın ilerlemesinin ana

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE


beklentisiydi. Aynı şekilde, sosyal bilimlerin görevi dı:: modern Av­
rupa'yı ilerleten güçleri anlamak ve geleceğinde ona rehberlik et­
mekti.4

Toplumsal ilerleme ve gelişme kavramının genellikle biyolojik ev­


rim düşüncesiyle oluşturulmuş bir görüş olduğu ileri sürülmüşse de biyo­
lojide böyle bir kavram kullanılmadan çok önce toplumsal kurumların za­
man içinde birbirlerinden çıkarak geliştikleri ve farklılaşhkları fikrine Ay­
dınlanma düşüncesiyle birlikte rastlarız.
Bu fikirler Avrupa'daki siyasal sistemlerin ve toplumların eleştiri­
sinde yaygın bir şekilde kullanılıyordu. Ütopyaları hatırlatır bir şekilde mev­
cut sistemi eleştiren filozofların; Hobbes'un, Locke'un, Rousseau ve Adam
Smith'in de ideal toplum kavramları ve öngörüleri vardı; daha iyi ve daha
insancıl bir toplumu arıyorlardı ve insan ya da toplum doğası üzerine felse­
fi araştırmalarının amacı yaşadıkları toplumsal yapıyı ilerletmek ve geliştir­
mek fikriydi. Sonuçta bu fikirler, 19. yüzyılda ortaya çıkan sosyal bilim di­
siplinlerinin de temel yapıtaşları oldular.

I.10 I SAAC N EWfON


Isaac Newton (164 3-1727), 17.yüzyılda yaşamış olmasına karşın Ay­
dınlanma'nın gerçek kurucularından sayılabilir. Newton çağının bilimsel
birikimini çok iyi değerlendirdi ve bir anlamda ona yeni bir biçim kazandır­
dı. Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (1687; Doğa Felsefesinin
Matematik İlkeleri) isimli kitabında Copernicus, Galileo ve Descartes'ın
izinden giderek doğanın araştırılmasında matematik yöntemlerden yarar­
landı. Newton, Principia'da amacını şöyle açıklar:

Antik çağ düşünürlerinin mekanik bilimini doğal olguların araştı­


rılmasında en önemli araç olarak görmüş olmaları, doğadışı tanım­
lamaları yadsıyan çağdaş bilim adamlarının da bu olguları mate­
matik yasaları ile açıklamaya çalışmaları nedeniyle bu kitapta ma­
tematiği felsefe ile bağlantılı olarak ele almayı uygun buldum. (Ber­
na!, 1996, 235)

BiLİŞSEL BiR S İ STEM ÜLARAK MODERN BiLM


Copernicus, Kepler, Bacon, Galileo, Descartes; tüm bu düşünürler
doğayı matematik dilinde yazılmış bir kitap gibi görüyor ve sırlarını mate­
matikle ortaya çıkarmayı umuyorlardı. Newton'un bütüncül mekanik siste­
mi bu çabanın en sonunda bir nihayete ulaşması gibiydi. Bu kabulün Loc­
ke'dan Kant'a kadar tüm düşünürler üzerinde önemli ve belirleyici bir etki­
si olduğu çok açıktır. Klasik iktisat'ın kabulleri Newtoncu değişmez, statik
ve akılsal evren üzerine kuruludur. 18. yüzyılla birlikte akla duyulan güven
17. yüzyılda Descartes'ta karşılaştığımız türden metafizik bir inanç olmak­
tan çıkar; çünkü Newton, doğayı akılla açıklamayı başarmış ve aklın gücü­
nü somut bir biçimde ortaya koymuştur.
Newton, l661'de Cambridge Üniversitesi'ndeki öğrenimine başla­
dığında bilimsel devrim oldukça ilerlemiş bir durumdaydı; Copernicus ve
Kepler dünya merkezli evren anlayışına son vermiş ve Galileo hareketsizlik
ilkesine dayalı yeni mekaniği kurmuştu. Descartes, zihin ve maddeyi birbi­
rinden ayırmış; doğa yasalara bağlı olarak gelişen mekanik süreçlere indir­
genmişti. Üniversitelerde ise hala Aristoteles hakimdi. Bilim dünyasında
nicelik terimleriyle ifade edilen, üniversitelerde hala nitelik olarak anlaşılı­
yordu. Newton her yönüyle verimli bir düşünsel iklime doğmuştu. Koyre,
Newton Sentezinin Değeri başlıklı makalesinde bu durumu, "Newton kendi
gördüğü kadar uzağı ve kendinden öncekilerden çok daha uzağı görmüşse,
bunun nedeni onun başka devlerin omuzlarında duran bir dev olmasıydı"
sözleriyle belirtir. (Koyre, 2006:19)
Resmi eğitiminde Aristoteles ile tanışan Newton, dönemin entelek­
tüel iklimine katılarak Descartes felsefesini de öğrendi. Her iki kaynak da
Newton'un bilim anlayışında belirleyici oldu. Newton'un Aristoteles'in Pla­
ton için söylediği bir sözü değiştirerek not defterine şöyle düşmesi anlam­
lıdır: "Amicus Plato amicus Aristoteles magis amica veritas" ("Platon dos­
tumdur, Aristoteles dostumdur; ama en iyi dostum gerçektir").Bu alıntıdan
da anlaşıldığı üzere Newton yeni bilimi anlayışını benimsediği halde Aris­
toteles ve Platon'dan da yararlanmayı ihmal etmiyordu.
Newton fiziğinin empirik temelli olduğu, deney ve gözlemi asıl yön­
tem olarak belirlediği doğrudur; ama o aynı zamanda Descartes'ı da biliyordu
ve deney ile matematiği birlikte kullanıyordu. Deney kadar matematik de bil-

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E LSEFE
gi edinmede önemli bir araçtı. Astronomi gibi deney yapılması mümkün ol­
mayan bilirrılerde bunun önemi oldukça büyüktür. Sonuçta bütünlüğü içinde
balaldığında Newton'un kurduğu bilim, doğayı yöneten genel yasaların bu­
lunması ve gerçekliğin bu yasalara göre anlaşılmasıdır. Bugün adeta bilim ke­
limesiyle eşanlarrılı kullanılan Newtoncu fizik, Bacon felsefesinin tümevarım­
cı yöntemiyle, Descartes'ın matematiksel analiz yönteminin birleşimidir.
Newton'un çekim yasası ile doğa bütünlüğü içinde açıklanabilir bir
sisteme dönüşmüştür. Böylece doğada rastlantı ve belirsizlik yerini düzen
ve uyuma bırakmıştır. Newton fiziğinde tüm doğal fenomenler doğa yasa­
larına göre kusursuz bir düzen içinde meydana gelir.
Doğanın düzenini öğrenerek, sahip olduğu yasaları tanıyan ve bunu
kendi amaçları için kullanan insan aynı şeyi toplum için de yapıp yapama­
yacağını merak etti. Toplumsal düzenin keşfedilip, bu düzeni yöneten yasa­
ları bularak, toplumsal yaşamdaki görünürde hüküm süren keyfiliğe, akıl
ve bilgiyle müdahale edilebileceği fikri filozofların eserlerinde bu dönem
sık karşılaşılan bir olgudur. Doğa bilimlerinin sahip olduğu saygınlığın
kaynağı, doğal fenomenleri yönlendiren yasaların temel bir ilkeye bağlana­
bilmesi ve bu temel ilkeden hareketle evrenin bütünsel bir açıklama içinde
birleştirilebilmesiydi.
Aynı yöntemle insan doğası çözümlendiğinde bireyleri harekete ge­
çiren ve toplum içindeki etkileşimlerini yönlendiren yasaların bulunacağı
fikri ve bu yasaların bulunmasıyla toplumsal hareketi açıklamanın da ola­
naklı hale geleceği düşüncesi kendiliğinden yerleşti. Temel araç doğal ola­
rak, gözlem ve deneydi. Bu tutumun sorunlarını ve sosyal bilimler üzerin­
deki etkisini tartışan Koyre, insan faktörünü dikkate almayan ve insanlar
arası ilişkiyi mekanik ilkelerle etkileşen cisimlere indirgeyen bir eğilime yol
açtığını ileri sürer .

... toplumu her biri kendi içinde tam ve bağımsız ve yalnızca karşı­
lıklı olarak birbirlerini çeken ve iten bir insan atomları kümesine in­
dirgeyen atomik toplumbilimimiz de oldu... bunu nitelik ve duyu al­
gısı dünyamızın, içinde yaşadığımız, sevdiğimiz ve öldüğümüz bir
dünyanın yerine bir başkasını, yani niceliğin, somutlaştırılmış ge-

66 BiLİ ŞSEL BiR S İSTEM ÜLARAK MODERN BiLM


ometrinin dünyasını, içinde her şeye yer olmasına karşın insana yer
olmayan bir dünyayı geçirerek yaptı. Böylece bilimin dünyası, yani
olgusal dünya, bilimin açıklamayı ve hatta onu "öznel" diye adlandı­
rarak geçiştirmeyi bile başaramamış olduğu yaşam dünyasından
uzaklaşmış ve tam olarak kopmuş oldu. (Koyre, 2006:33-3 4)

Aydınlanma'nın felsefi içeriği üzerine söylenebilecek çok şey vardır,


insanlığın bütün bilgi alanlarının gözden geçirildiği ve Kant'ın sözleriyle
"erişkin insan" tarafından yeniden kalıba döküldüğü bu dönem felsefe ala­
nında sayısız fikirler ortaya koymuştur. Aydınlanma felsefesi üzerine bir
incelemede iki ülke, İskoçya ve Fransa öne çıkar. Bunu, siyasal sorunların
devrimler yoluyla çözümünün Aydınlanma'nın radikal fikirleri için gerekli
özgürlük ortamını yaratmak açısından bir zorunluluk olduğu şeklinde de
yorumlamak mümkündür. Aydınlanma fikirleri, eski toplum düzeni içinde
dillendirilmesi mümkün olmayacak kadar radikal fikirlerdi. Her iki ülkede­
ki siyasal gelişmeler Aydınlanma akımını mümkün kılmak yanında siyasal
koşullarıyla farklı özellikler kazanmasını sağladı.
İskoçya, modem sosyal bilimlerin formasyonunda öncü bir rol oy­
nadı. i skoçya'da bu bilimler sektiler üniversitelerde gelişti. Fransa'da saray
çevresinde tomurcuklanan Aydınlanma, hızla büyüyen ve yeni toplumsal
söylemlerle karakterize olan sivil toplum içinde gelişti. (Delanty, 1997=22)
Felsefede Kıta ve Ada Aydınlanmalan olarak anılan iki Aydınlan­
ma'dan söz edilir. " Birincisi toplumun akılsal yeniden inşasına (Kıta Avru­
pa'sı ya da Fransız Aydınlanması) vurgu yaparken, ikincisi eleştirel araştır­
mayı vurgulamış ve bireyin 'iyi hayatı' bilinçli bir çabayla kurabilme olana­
ğına şüpheyle yaklaşmıştır (İskoç Aydınlanması) ." (Smith, 1998:60) Fran­
sa'da saray çevresinde gelişen Aydınlanma, Fransız devleti için toplumsal
fenomenleri düzenlemek amacıyla sosyal bilimleri kullanmak fikrine yol
açarken, İskoçya'da sektiler üniversitelerde gelişen Aydınlanma, liberal filo­
zofların görüşlerinin temeli oldu. Sosyal bilimlerin Fransa'da Napolyon'la
birlikte, pozitivist bir bakışla devletin toplum mühendisliği amacıyla ihtiyaç
duyduğu bilgiyi sağlamakla görevlendirilmesine uzanan evrimi çalışmamız
açısından ikinci planda kalacaktır.

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE


Özsel olarak iki ülkede de sert din eleştirisiyle karakterize olan
akılsallık, rasyonalizm ve empirizm felsefeleri üzerinde pozitivizme evri­
lerek sosyal bilimlerin doğa bilimleri modelinde kuruluşunu sağlamıştır.
Sosyal bilim kavramını ilk kez Fransa'da Condorcet kullandı, terim daha
sonra İngilizceye geçti. Pozitivist açıdan ilk kez fizyokratlar kurdukları bir
modelle toplumu açıklamayı denediler. Fizyokratların Ekonomik Tablosu
iktisat tarihinde ekonominin işleyişini analitik bir yöntemle açıklayan ilk
girişimdi.
Newtoncu devrim ve doğanın akılla kavranabilir geometrik bir dü­
zeni olduğu fikri, çokça konuşulan aklın felsefe açısından sorgulanması ve
insan doğasının çözümlenmesinde nasıl kullanılacağının da tartışılmasını
gerektiriyordu. John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme'de (1690) aklı;
David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'de insan doğasını araştırdı.
Hume'un kitabına koyduğu alt başlık. Newton fiziğinin etkisini yeterince
açıklıkla göstermektedir: " Deneysel Yöntemin İnsan Doğasını Açıklamak
için Kullanılması."

ı.ıı JoHN LocKE


John Locke (1632-17 04), Descartes'tan itibaren felsefenin temel
problemi olan bilgi problemini ele alarak, bilgi teorisini felsefenin özel bir
disiplini haline dönüştürdü. .. .insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve ge­
"

nişliğini, bunun yanında da inancın, sanının (opinion) ve onaylamanın te­


mellerini araştırmak. . . " ( Locke, 1992:57) amacıyla yazdığı İnsan Anlığı Üze­
rine Bir Deneme (1690) isimli kitabında geçerli bilginin tek kaynağı olarak
deneyime ve duyu verilerine işaret eder. Kitabın, 18. yüzyıl için anlamı ko­
nusunda, Marx ve Engels şunları söylemektedir:

1 7 . yüzyıl tanrıbilim ve metafiziğinin olumsuz çürütülmesinin ya­


nında, olumlu bir anti-metafizik sistem gerekiyordu. Çağın canlı
pratiğini sistemleştirecek ve ona teorik bir temel verecek bir kitaba
gereksinme vardı. Locke'un İnsan Anlığı Üzerine Deneme adlı yapıtı,
Manş ötesinden tam zamanında geldi. Yapıt, sabırsızlıkla beklenen
bir konuk gibi heyecanla karşılandı. (Marx&Engels, 1994:1 7 1)

68 B i LİŞSEL BiR S İ STEM OLARAK MODERN BiLM


Bilginin temelinin duyu verileri olduğu önermesi bilgiyi tüm insan­
lara eşit uzaklıkta bir şeye dönüştürmekle insanlar arasında eşitlik fikrini
de güçlendirir. Hobbes, Bacon'ı sistemleştirerek, bundan bir siyaset teorisi
kurmuştu; ancak onun bilgi ve fikirlerimizin kökeninin duyulur dünyada
bulunduğu temel ilkesinin doğruluğunu belirgin bir şekilde sistemleştir­
memişti. (lbid., s.172) Locke, bu anlamda Hobbes'un eksik bıraktığını ta­
mamlar ve her iki filozofun, yani Bacon ve Hobbes'un felsefelerine bir te­
mel kazandırır. Zihnin doğuştan boş bir levhaya benzediği iddiası ise, eği­
timle istendiği gibi biçimlendirilebileceği anlamına gelir ve aynı şekilde li­
beral çağrışımları bulunmaktadır.
A priori bilgiyi kabul etmeyen Locke, doğuştan gelen düşüncelerin
olmadığını göstermek için kitabının ilk bölümünde insanların yalnızca do­
ğal yeteneklerini kullanarak a priori unsurlar olmadan bütün bilgilerini na­
sıl oluşturabileceklerini araştırır. Sorunun bilgi teorisinin ötesine taşan an­
lamları da bu noktada belirmeye başlar. Locke, Tanrı idesinin de doğuştan
gelen bir ide olmadığını öne sürerek bunun kanıtını, denizcilerin din ve
Tanrı kavramına sahip olmayan ilkel toplulukların varlığını bildirmelerinde
bulur. Yazının bilinmediği, bilimsel ve düşünsel üretimlerin olmadığı bu
topluluklar Tanrı idesini oluşturmak için gerekli entelektüel birikimden yok­
sun oldukları için tek Tanrı idesi henüz oluşmamıştır düşüncesini savunur.
Bu örneklerle güçlendirdiği alıntısını bir bebek zihni örneğinde tar­
tışan Locke, yeni doğan bebeğin zihnini boş bir kağıda benzetir ve sahip ol­
duğu ideleri deneyim yoluyla edindiğini öne sürer.
Bilgimizin tümünün temelinde deneyim vardır ve o gereçlerin hep­
si de oradan türetilmiştir. Anlığımızı düşüncenin bütün gereçleriyle dona­
tan şey, ya dışsal duyulur şeyler üzerinde ya da zihnimizin algıladığımız ya
da düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak yaptığı içsel işlemler üzerinde yap­
tığımız gözlemlerdir. (Locke, 1 992:85)
Duyu verileri kadar akıl yürütme gücü de önemlidir. Akıl ve duyu­
lar birlikte bilgiyi oluşturur. Zihnimizdeki kavramların, aklımızın ürünü
olması bunların akılla birlikte doğuştan geldiği anlamına gelmez. Akıl, ti­
kel bilgileri birleştirerek, soyutlamalarla yeni sentezlere ulaşabilir. Bir doğ­
runun doğuştan gelen sıfatını hak etmesi için düşüncenin ilk nesnesi olma-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E
sı, yani üretilmemiş olması gerekirdi. Locke, zihnin duyu verilerini alma
aşamasında pasif olsa da basit idelerden karmaşık ideleri oluştururken ak­
tif hale geçtiğini söyler:

(1) Birçok basit ideyi bir birleşik idede birleştirmek, bütün karmaşık
ideler böyle yapılmıştır. (2) İkincisi, basit ya da karmaşık iki ideyi
alıp, onları bir tek idede birleştirmeksizin, ikisinin birlikte bir görü­
nüşünü elde edecek biçimde yan yana getirmektir; zihin bütün ba­
ğıntı idelerini bu yoldan edinir. (3) Üçüncüsü, ideleri kendi gerçek
varoluşlarında onlara eşlik eden bütün öteki idelerden ayırmaktır;
buna soyutlama denir. Zihnin bütün genel ideleri böyle yapılmıştır.
(Ibid., s.129)

Rasyonalizmin sosyal bilimlerin gelişimi üzerindeki etkisi empirik


araştırmanın gelişimini önleyici nitelikteydi. Bu anlamda Locke felsefesi,
yeni çağın elde ettiği muazzam verilerden nasıl faydalanacağını da göstere­
rek empirik araştırmalara felsefi bir dayanak sunmuş; hatta kendi siyaset
teorisiyle bu felsefenin nasıl kullanılacağını da bizzat göstermiştir.
Locke'un siyaset teorisi bilgi teorisinin izlerini taşır. Bilginin geçer­
li tek kriterinin duyu verisi olması, dini ve resmi otoriteye karşı bilginin de­
mokratik doğasını savunmak anlamına geliyordu. "Tabiat ışığı ne gelenek­
tir (tradition) ne de doğuştan zihinlerimize yazılmış ahlaki bir prensip; bu
nedenle tabiat ışığının açıklanmasında kullanılmak üzere, geriye akıl ve du­
yu algısından başka bir şey kalmamaktadır. " (Ibid., s. 4 1) Akıl tüm insanlar­
da ortak olduğuna göre bütün insanlar bilgiye eşit mesafededir ve bilgi; di­
ni ya da siyasi birtakım seçkinlerin tekelinde değildir. " Locke'un empirizmi
liberal ve anti-dogmatik bir bilim kavrayışıdır." (Delanty, 1 99T21) Siyaset
felsefesinde bunun açıkça ifadelendirildiğini görürüz.
Locke'un Two Treatises of Government (1690) adlı çalışmasıyla orta­
ya koyduğu toplum ve siyaset teorisi doğa durumu teorisine dayanır. Doğa
durumunda ortaya çıkabilecek çatışmaların zararlarından kaçınmak isteyen
insanlar akıl ve duyu bilgisine dayanarak doğa yasasını en iyi uygulayacak
bir hakem seçerler. Ama böylece hakem olarak egemen kılınan kişiye sahip

BiLİ ŞSE L BiR S İ STEM OLARAK MODERN BiLM


olmadığı bir yetki verilmiş olur; çünkü insanlar kendilerini bireysel olarak
korumakla yükümlüdürler ve bu haklarından vazgeçmeleri yanlıştır.
Öyleyse mutlak bir egemene boyun eğmek için sözleşme yapan biri
(büyük olasılıkla isteksizce) egemene sahip olmadığı bir şeyi vermek için
sözleşme yapmıştır; bu durumda sözleşme geçersiz olur; sözleşme sonucu
kurulan yönetim de elbette meşru değildir. Locke'un söylemek istediği,
mutlakiyetçi yönetimlerin var olmadığı değildir. Söylediği bunların hiçbir
zaman meşru olamayacağıdır. ( Hampsher-Monk, 2004:120)
Yönetim biçimlerine bir anlamda deneme yanılma yoluyla karar ve­
rilir; başlangıçta yönetimin gücü üzerinde sınırlayıcı mekanizmalar kon­
madan iktidarın teslim edildiği egemenlerin zamanla yozlaşarak tiranlara
dönüşmeleri bir yana, egemene boyun eğmek yolunda sözleşme yapmak
mantıklı değildir.
Siyasal bir topluluk oluşturulabilmesi için insanların özgür ve ba­
ğımsız olduklarının kabulü ve egemenin buyruklarıyla değil genel yasalar­
la yönetilmesi gerekir. Yasalar herkes için aynı derecede bağlayıcıdır. Yasa­
ları yapanlar da bu yasalarla bağlıdırlar. Bunun için yasama ve yürütme ik­
tidarının tek elde toplanması önlenmeli, bu iki erk birbirinden ayrılmalıdır.
Bilgi teorisinde bilginin kaynağını akıl ve duyu verilerinde bulan
Locke, siyaset teorisinde de meşruluk kaynağı olarak aklı ve doğal hak kav­
ramına göre oluşturulan genel yasaları gösterir. Yasa ve yürütmenin ayrıl­
ması yürütmenin yasanın altına yerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Di­
ğer bir deyişle akıl yalnızca bilgi teorisinde değil, siyaset alanında da belir­
leyicidir.

r.12 NEwroNcu B İ R FİLOZOF: DAvıo H u M E


Empirist gelenek içinde tarihi "bilimselleştirmek" yolunda ilk giri­
şim Hume'dan gelir. Hume'a(r7rr-r776) göre, dağınık, düzensiz, bireysel
bir malzeme yığını olarak görünen tarihsel olaylara nüfuz edebilmek için,
bu olayların taşıyıcısı olan insan doğası kavramından hareket etmek gerekli­
dir; çünkü tarihsel olaylan da insan davranışları ve "iradi insan eylemleri"
yönlendirir. İnsan doğası bu niteliğiyle, bütün bilimlerin temelidir; çünkü
bütün bilimler insanın 'bilgi erimi' içindedir.

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE


Açıktır ki tüm bilimlerin insan doğası ile önemli ya da önemsiz bir
ilişkileri vardır; ve bunlardan herhangi biri ondan ne denli uzaklaşıyor gö­
rünürse görünsün, gene de şu ya da bu geçit yoluyla ona geri dönerler. Gi­
derek matematik, doğal felsefe ve doğal din bile, belli bir ölçüde İ NSAN bi­
limine bağımlıdır; çünkü insanların bilgi erimleri altında yatarlar ve onla­
rın güç ve yetileri tarafından yargılanırlar. ( Hume:1997, 4 0)
İnsan bilimine verebileceğimiz "biricik sağlam temel deneyim ve
gözlem" (lbid.) üzerine kurulabilir. Bu bilim insan doğasını açıklarken "ger­
çekte bilimlerin hemen hemen bütünüyle yeni ve üzerinde... güvenle dura­
bilecekleri bir temel üzerine kurulmuş tam bir dizgesini" (Ibid,s.4 1) sunar.
İnsan bilimi, insani eylemlerin ve davranış tarzlarının kökeninde yatan iç­
sel motifleri psikolojiyle anlamaya çalışır. Tarihsel olayların niteliğini ve bu
olaylardaki nedenselliği kavrayabilmek için, bu olaylarda yer alan "aktörle­
rin," yani insanların eylemlerinin hangi psikolojik etkenlere bağlı olduğu­
nu saptamak gerekir. Böylece tarihçilik, Hume için psikolojiyle ilişkilendi­
rilebildiği ölçüde "bilimselleşir"; çünkü doğanın bir parçası olan insan psi­
kolojisiyle doğaya bağlıdır ve bu psikolojik yasalar ortaya çıkarıldıkça, tarih­
sel olayların niteliği de daha açık olarak anlaşılacaktır. (Özlem, 2000:58)
Hume bir Hıristiyan değildi ve din üzerine görüşleri kilisenin tep­
kisini çekiyordu. Bu nedenle kilise l761'de bütün kitaplarını yasakladı. İs­
koçya'nın düşünsel atmosferi açısından kilise ile Hume ilişkisini yorumla­
yan Scott Gordon'un şu sözleri önemlidir:

İskoçya Kilisesi, l755-57'de onu aforoz etmeyi denedi. Hume'un ki­


lise hukuku içinde yargılanabileceği gibi anakronistik bir kabul içer­
mesi nedeniyle bu çaba başarısız oldu. Başka bir çağda ya da başka
bir ülkede olsa, Hume kitaplarıyla birlikte yakılırdı; ama 18. yüzyıl
lskoçya'sında Kilise Genel Kurulu sadece kendini aptal bir konuma
düşürmekle kaldı. Yine de Hume'un şüpheciliğine ve onun din gö­
rüşlerine karşı muhalefet onun çok istediği üniversitede görev al­
masını engelleyebildi. (Gordon, l99r:ıı3)

Newton'un bilimsel yöntemini ve Locke'un bilgi teorisini kendine


örnek alan David Hume (17 ıı-76) felsefeyi insari doğasını araştıran deneyci
BiLİŞSEL Bi• S İ STEM OLARAK MODERN BiLM
bir bilim olarak görüyordu. Ama o kendisini daha çok yeni bir insan bilimi
kurucusu, bir "moralist" olarak kabul ediyordu. Günümüzde "ahlak" karşı­
lığı kullandığımız bu kelimenin kapsamı 18. yüzyılda çok genişti ve bugün
felsefe başlığı altında topladığımız bütün konuları ve sosyal bilimleri de içe­
ren bir anlam taşıyordu.
Kuşkucu bir empirist filozof olan Hume, zihnin bilgi edinme süreç­
lerini incelerken insan doğasının deneye dayalı bilgisiyle, Aydınlanma'nın
genel eğilimi olduğu üzere bireysel veya toplumsal hiçbir insani etkinliğin
dinsel temellendirmeye ihtiyaç duymadığını göstermeyi amaçlıyordu. "Mo­
ral" terimi bütün genişliği içinde tüm bu girişimleri bir başlık altında top­
luyordu.
Terimin bu farklı anlamı tüm sosyal bilimlerin etikten çıktığı anla­
mında değil, ahlak felsefesinin bütün bir insan ve toplum bilimleri için kul­
lanılan ortak bir terim olduğu anlamında anlaşılmalıdır. "Moral" terimini
geniş anlamıyla birlikte düşündüğümüzde İnsan Doğası Üzerine Bir İncele­
me'nin alt başlığı, Hume'un büyük projesini tüm açıklığıyla ortaya koyar:
Moral Bilimlere (sosyal bilimlere) Deneysel Akıl Yürütmenin Uygulanmasına
Giriş Denemesi.
Hume, insan zihnini ve toplumsal süreçleri yöneten yasaları doğal
süreçler tarafından harekete geçirilen etkenler olarak görür. Dışsal cisimler
doğa kanunları gereğince zorunluluk içinde hareket ederler ve duyularımız
üzerinde etki ederek bizde birtakım duygulanımlara yol açarlar. Aklın yap­
tığı bunları tespit etmekten ibarettir. Akıl, Hume felsefesinde tutkunun ya­
nında ikinci plana düşer: "İlkin, aklın yalnız başına hiçbir zaman istencin
herhangi bir eylemi için bir güdü olamayacağını ve ikinci olarak onun hiç­
bir zaman istencin yönetiminde tutkuya karşı çıkamayacağını kanıtlamaya
çalışacağım." (Hume, r99T364 ) Ya da şöyle söyleyelim insanı harekete ge­
çiren tutkulardır.
Hume, iradeyi yönlendirenin tutkular olduğunu ve bunun dışsal ci­
simler tarafından belirlendiğini söyleyerek oldukça mekanik bir açıklama
getirir. Bu durumda insanın aldığı kararlar ve davranış biçimleri de tıpkı
herhangi bir cismin belirli koşullarda nasıl tepki vereceğinin söylenebilme­
si gibi öngörülebilir olmaktadır. İnsanın özgürlüğü böylece problemli bir

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 73
hale gelir. Hume için özgürlük iradenin belirlenimlerine karşı koyabilme
yetisidir. İradeyi belirleyen dışsal nedenlerin ve psikolojik süreçlerin oldu­
ğu da göz önüne alındığında, özgürlük olasılığı determinizm koşullarında
sağlanmış olur.
Hume'un kullandığı insan doğası terimi, insanın da araştırılabilecek
bir nesne olduğu düşüncesini akla getirmektedir. Bu anlamda insanı kut­
sallıkla, ilahi terimlerle anlamlandırmak yerine seküler bir yöntemin be­
nimsenmesidir. İnsan da diğer hayvanlar gibi sıradan bir canlıdır ve dinle­
rin iddia ettiği gibi diğer canlıların üzerinde ayrıcalıklı bir konumu yoktur.
Doğa kelimesi, belirli yasaları olan davranış biçimlerine sahip, bir araştır­
ma alanını akla getirmektedir. Böylece insanı bilimsel araştırmanın konu­
su haline getirdiğimize göre, tıpkı doğayı incelediğimiz gibi toplumu da in­
celeyebiliriz. Gözlem ve deney bunun başlıca araçlarıdır ve dinsel temellen­
dirmeye ihtiyaç duymaz. "Hume'un toplumbilime gerçek katkısı gözden
kaçırılmıştır: Empirik, sektiler ve yasal ve tüm ahlaki yükümlülüklerin, top­
lumsal bağ ve kuralların merkezi olarak tek boyutlu bir toplum fikri. Hume
açısından Tanrı'nın yönettiği bir toplum fikri anlamsızdı."5 Bu anlamda ah­
lak felsefesi doğa bilimlerinin içinde insanı inceleyen bir disipline dönüşür.
İnsanın bilimsel bir araştırmanın konusu haline getirilebilmesi için
her insan bireyinde ortak olan yan gösterilmelidir. Bilim, çünkü tikelde tü­
mel olanı arar. İnsan bilimde farklılığıyla değil bir biçimli oluşuyla, benzer­
liğiyle ele alınabilir. İnsanların böyle bir ortak doğaya sahip olduğunun ve
bilimsel araştırmanın konusu haline gelebileceğinin ispatını Hume tarih
aracılığıyla göstermek ister. Tarih bu yönüyle Hume açısından empirik
malzeme sağlayan bir bilimdir. Kendi sözleriyle:

Bütün zamanlarda ve her yerde insanlar o kadar aynıdırlar ki, tarih


bize bu bağlamda yeni ya da alışılmamış hiçbir özellikten söz et­
mez. Tarihin başlıca yararı yalnızca insanları çok değişik koşul ve
durumlarda sergileyerek ve bize gözlemlerimizi dayandırabileceği­
miz malzeme sunarak, insan eylem ve davranışının düzenli kaynak­
larıyla bizi tanıştırarak, insan doğasının düzenli ve evrensel ilkeleri­
ni keşfetmemizi sağlamaktadır. (Aktaran: Bierstedt, 2002:42)

74 B i LİŞSEL BiR SiSTEM OLARAK MODERN BiLM


Tıpkı Newton'un çekim kanunuyla bütün farklı cisimleri hepsinde
ortak olan tek bir özelliklerini dikkate alarak sınıflamasında olduğu gibi in­
san doğası kavramı da belirli bir model kabul eder ve bu modelin bütün in­
sanlar için değişmez olduğu varsayımı üzerinde kuruludur. Toplumsal ya­
salardan söz edebilmek için bu bir zorunluluktur. Tıpkı hacimleri, biçimle­
ri ve özellikleri ne kadar farklı olursa olsun kütleye sahip olmakla tüm ci­
simlerin çekim yasasıyla açıklanabilmesinde olduğu gibi bireysel farklılık­
larına karşın tüm insanları belirli bir açıklama modeli içinde birleştirecek
bir yasa arayışı yeni bir bilgi sistemi için bir temel arayışıdır. Bu yeni bili­
min üzerinde yükseleceği en temel araçlar ise doğa bilimleri örneğinde ba­
şarısı ispatlanmış gözlem ve deneydir:

Öyleyse insan doğasının ilkelerini açıklamayı öne sürerken, gerçekte


bilimlerin hemen hemen bütünüyle yeni ve üzerinde herhangi bir
güvenlikle durabilecekleri bir temel üzerine kurulmuş tam bir dizge­
sini öneriyoruz. Ve insan bilimi öteki bilimler için biricik sağlam te­
mel olduğu için, bu bilimin kendisine verebileceğimiz biricik sağlam
temel de deneyim ve gözlem üzerine kurulmalıdır. (Hume, 1997 :4 1)

Adam Smith, Hume felsefesi üzerine kurduğu teorisiyle klasik ikti-


sat okulunun kurucusu oldu. Smith, insan doğasının toplumsallığı müm­
kün ve gerekli kılan özellikleri üzerinde durmuştur. Smith'in iktisat kura­
mını incelerken bunu ayrıntılı olarak göreceğiz.
İnsanın toplumsal bir varlık olduğu fikri İskoç Aydınlanması'nın
ortak kabulüdür. Hobbes'un iddia ettiği gibi toplumsallık öncesi bir aşama
yoktur. İnsanlar yalnızca toplumsallaşmakla kalmamış, toplumları daha iyi
yönetebilmek ve geliştirebilmek için kurumlar oluşturmuşlardır. Toplum­
sallaşma yapay bir anlaşma ile değil, insan doğasından kaynaklanan gelişme
süreçleri sonucunda ulaşılmış bir aşamadır. Toplumu da doğa dünyasını ci­
simlerin öz niteliklerinden kaynaklanan yasaların yönettiği gibi kökenini
insan doğasının özsel niteliklerinde bulan yasalar yönetir. Hume, klasik ik­
tisat okulunu hazırladığı felsefesinde hükümdarların ve yöneticilerin yap­
tıkları yasalarla yapay olarak kurulan toplum fikrini benimsemez. Hume
için toplumsallık doğal olarak gelişen bir süreçtir.
SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 75
Hume'un sosyal bilimler açısından önemi, Hobbes'in yöntemsel bi­
reyciliğini reddetmiş olmasından ileri gelir... Hume'un insana toplumsal
bakışı, toplumun parçalarının toplamından daha fazla bir şey olduğunu
göstermek için insan doğasına ilişkin genel kanunlar aramasında da görü­
lebilir. Bu girişimin en ünlü örneği Uluslann Zenginliğinin Doğası ve Neden­
leri Üzerine Bir İnceleme'yi yazan Hume'un çağdaşı Smith'dır. Hume'un sa­
vunduğu empirizm ve deneysel yöntemin kullanıldığı bu kitap yeni moral
bilimlerin klasik bir örneği olmuştur. (Delanty, l 9 9T22)
Hume için, toplumsallık insanın doğasıdır. İnsanın varlığının teme­
lindeki zorunluluktan "eşler arasındaki doğal itki"den kaynaklanır. Bu itki
onun varlığı için doğal bir sebep olmakla birlikte, toplumsallık başka her ba­
kımdan doğadaki diğer canlılann altında yer alan insana bir araya gelerek za­
yıflıklarının üstesinden gelebilme olanağı sağlar. insanın ancak toplum içinde
birleşerek üstesinden geldiği zayıflıklan; güçsüzlüğü, yeteneğinin sınırlı olu­
şu ve doğanın keyfiliğine maruz olmaktan kaynaklanan güvenlik sorunudur.
Toplum bu üç uygunsuzluk için bir çare sağlar. Kuvvelerin birlikte­
liği yoluyla gücümüz artar: İşlerin paylaşılması yoluyla, yeteneğimiz artar:
Ve karşılıklı yardımlaşma yoluyla talih ve kazalara daha az açık oluruz. Bu
ek kuvvet, yetenek ve güvenlik yoluyladır ki, toplum üstünlük sağlayıcı olur.
(Hume,1997:4 20-21)
Toplumsallığın kökeni insan doğası olsa da insan doğasının koşulları
bir birliği ne denli zorunlu kılarsa kılsın, taşıdığı bazı eğilimler nedeniyle
yine aynı insan doğası toplumsallığı zayıflatır. Bencillik, toplumsallığın ko­
şullarını zayıflatan insan doğasının böyle bir özelliğidir. insanın bencilliği
ve kendini düşünmesi, toplumun diğer üyelerine karşı girişimlerde bulun­
masına yol açar. Bencilliğe rağmen toplumun birliğini mümkün kılan den­
geleyici duygularımız olmasaydı bir arada yaşayamazdık. İnsanlann kendi­
leri dışındaki kimselere karşı sevgi duyabilmelerine bu bağlamda değinir ve
aileyi bu düşüncesine örnek olarak gösterir. Ailemiz söz konusu olduğun­
da aile bireylerine duyduğumuz sevgi çok kere kendi çıkarlarımızın dışın­
da davranmamıza neden olur.
Aile gibi en küçük toplum biriminde sevgi, bencilliği dengeleyici bir
rol oynasa da toplumun bütünü içinde düşünüldüğünde bu duygu tek ba-

BiLİŞSEL BiR SİSTEM OLARAK MODERN BiLM


şına yeterli değildir. Toplum içinde bencilliğimizi dengeleyecek tek şey yi­
ne bu bencilliğin kendisidir. Kendini düşünen ve bireysel faydasını arayan
birey toplumsallığın bu açıdan kendisi için önemini kavrar ve toplumu ko­
rumaktaki çıkarını görür. Toplumsallığın zayıflaması bireyin aleyhinedir,
bu nedenle korunması gerekir. Bir aradalığın önündeki en büyük tehdit,
her bireyin kazanç amacıyla sadece kendini düşünerek hareket etmesi du­
rumunda tüm toplum üyelerinin çıkarlarının tehdit altında olmasıdır. Aynı
şey herkes için geçerli olduğuna göre, kişisel çıkarı korumanın şartı başka­
larının çıkarlarıyla çatışmamaktır. Hume 'kazanç sevgisine' kendi başına
iyi ya da kötü gibi bir değer yüklemez; bu onun için önemsizdir. O burada
yalnızca 'kazanç sevgisinin' fiziksel bir yasa gibi düzenleyici bir rol oynadı­
ğını tespit eder.
Açıktır ki, insan anlığının hiçbir duygusunun ..... kazanç sevgisine
karşı dengeleyici olmak için ve insanları toplumun uygun üyeleri yapmak
için hem yeterli bir gücü hem de doğru bir yönü yoktur. ...öyleyse çıkar
duygusunu denetleyebilmek için yönü değiştirilmiş bu duygunun kendi­
sinden başka hiçbir tutku yoktur....çünkü açıktır ki, tutku kısıtlaması yo­
luyla. . . daha iyi doyurulur. .. ve toplumu koruma yoluyla iyelikler kazanma­
da yapılacak ilerlemeler. .. yalnızlık ve terk edilmişlik koşuluna düşme du­
rumunda olduğundan çok daha büyük olur. Öyleyse insan doğasının kötü­
lük ya da iyiliği sorusu toplumun kökeni sorusuna en küçük biçimde in­
dirgenemez ... Çünkü öz çıkar tutkusu ister erdemsiz isterse erdemli sayıl­
sın, durum değişmez; çünkü onu yalnızca kendisi kısıtlar. (Hume,
I 99T4 26,427)
Belirli bir insan doğası kabulü ve kazanç sevgisinin o doğanın özsel
niteliği olduğu varsayımı, iktisadi insan kabulünün temel varsayımıdır. Kla­
sik iktisadın en temel önermesi, felsefi bir önermedir. Gordon, Hume'un
işbölümü fikrini Adam Smith'e ilham ettiğini öne sürer. İşbölümü, birey­
sel insanın çıkarını maksimize etmesinin en önemli aracıdır. İnsan başka
türlü karşısında güçsüz kalacağı diğer hayvanlarla yalnızca toplumsal ör­
gütlenme yoluyla yarışabilir ve işbölümüyle sınırsız başarılar elde edebilir.
Hume, fonksiyonel uzmanlaşmanın ('iş bölümü') insanın muazzam
üretken gücünün kaynağı olduğunu kabul etmesiyle; uzmanlaşmanın tica-

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 77


reti gerektirdiğini görmesiyle ve devlet otoritesi tarafından kurulup idare
edilen genel bir çerçeve olmaksızın bir piyasalar sisteminin işleyemeyece­
ğini anlamasıyla Adam Smith'i haber verir. (Gordon, 1991:124 )
Hume felsefesi; insan doğası, kazanç, işbölümü gibi kavramlarda,
klasik iktisat okulunun bütün teorik altyapısını hazırlamıştır. Atomistik de­
neyci doğa bilimin felsefi temellendirilmesi, Hume'dan sonra klasik eko­
nomi politikte pozitif bir sosyal bilimin kavramsal temellerine dönüşür.
Hume'un olan ve olması gereken arasında yaptığı ayrım da bilim ve değerler
ayrımının yerleşmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Bugüne kadar karşılaştığım bütün ahlak dizgelerinde hep şunu göz­
lemledim: Yazar başlangıçta normal akıl yürütme yöntemini takip eder ve­
ya Tanrı'nın varlığını temellendirir ya da insanların dünyevi meselelerine
ilişkin gözlemler yapar. Daha sonra birden şaşkınlıkla önermelerin normal
mantığı içinde gelmesi gereken -dir ve değildir eklerinin yerini -malıdır ve -
mamalıdır eklerine bıraktığını fark ettim. (Hume,199T4 08)
Hume, bunun algılanamaz bir değişim olduğunu belirtir. Olgulara
dayalı önermenin taşındığı yeni düzlemde yeniden gözlemlenmesi ve açık­
lanması gerekir; ancak, bu yeni düzlemde olması gereken üzerine yapılan
çıkanının, kendisinden bütünüyle farklı olan önermelerden nasıl tümden­
gelim yoluyla çıkarıldığı konusu hiç aydınlatılmamıştır. Dolayısıyla Hume,
bu iki düzlem arasında geçiş yapılamayacağını düşünür.
İktisatçılar açısından problem, ekonominin geçmiş ve şimdiki du­
rumlarına ilişkin değerlendirmelerde bulunarak, gelecekte meydana gele­
cek olaylar hakkında öngörülerde bulunmalarına, yani olgular üzerinde ko­
nuşmalarına rağmen, bireylere bu öngörülere ulaşılabilmesi için nasıl dav­
ranılması gerektiğini de buyurmaya kalkmalarıdır. Bu noktada olgular düz­
leminden olması gereken düzlemine geçerler (Roy, 1991:18). Bu konuyu
ikinci bölümde ele alacağız.

B i Lİ Ş S E L BiR SiSTEM OLARAK MODERN BiLM


NOTLAR
"Social Science." Encyclopaedia Britannica 2007 Ultimate Reference Suite
2 "Philosophy, history of." Encyclopaedia Britannica 2007 Ultimate Reference Suite
"Social Science." Encyclopaedia Britannica 2007 Ultimate Reference Suite
4 "Progress: History of the Concept" International Encyclopedia of Social Sciences, Vol. VII, David L.
Shils& W. Place (ed), McMillan and Free Pres, 1968, ss12ı73
"Hume, David," Routledge Encyclopedia of Philosophy, Version ı.o

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 79
İ KİNCİ BÖLÜM

SOSYAL BİLİMLERİN
DOGA BİLİMLERİ MODELİNDE
KURULUŞUNUN İLK ÖRNEGİ OLARAK
KLASİK İKTİSAT
uraya kadar daha çok bir felsefe tarihi görünümündeki çalışmamı­

B zın bu bölümünde, bu tarih içinde gelişimlerini incelediğimiz kav­


ramların klasik iktisat örneğinde felsefeden bağımsız bir disiplin
oluşturmak üzere bir araya gelişi üzerinde duracağız. Söz konusu kavram-
ların kurucu ve belirleyici rolü görüldüğünde, çalışmanın buraya kadar
olan kısmının bir iktisat ön tarihi gibi okunabileceği de kabul edilecektir.
Klasik iktisada göre serbest rekabete dayalı piyasa sistemi, rekabetin
yarattığı görünürdeki kaosunun altında insanların ihtiyaçlarını en uygun
şekilde karşılamalarını sağlayan mekanizmalara sahiptir. Klasikler, siste­
min sağlıklı işleyişinin güvencesinin toplumun doğal işleyişinde yattığına
inanırlar. Buna göre, her biri kendi çıkarlarını tatmin peşinde koşan birey­
lerin hareketi, toplumsal yasalarca görünmez bir el bütün görünürdeki kar­
maşayı bir düzene getiriyormuşçasına düzenli işleyen bir toplum yapısı or­
taya çıkarır.
Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, en başından itibaren klasik ik­
tisadın teorik formasyonunda felsefi kavramlar kadar önemli bir rol oyna­
dılar. Sanayi Devrimi'yle birlikte teknolojik gelişmeler ve bunların sanayiye
uygulanması büyük bir artış gösterirken; Fransız Devrimi, Ortaçağ kurum­
larına büyük bir darbe vurarak birey ve onun hakları kavramı üzerine siya­
sal bir rejim kurdu.
Burada, siyasal gelişmeleri ve toplumsal koşulları hatırlatmanın ça­
lışmamız açısından �ir yöntem değişikliği anlamına gelmediğini; iktisa­
dın konusunun özgünlüğü nedeniyle, sosyal bir bilim olma iddiasıyla or­
taya çıktığı andan itibaren toplumsal çıkarların bilim üzerinden ifade edil­
diği ya da çatıştığı entelektüel bir zemine dönüştüğüne işaret etmeyi
80 SosYAL B İ Lİ M LE R İ N Doi';A B İ L İ M LE R İ MODELİ N D E İ LK Ö R N E /'; i OLARAK KLASİ K İ KTİSAT
amaçladığını belirtelim. Klasik iktisadın Laissezfaire ideolojisi ve serbest
dış ticaret ilkesini fızyokratlardan aldığını belirten Kazgan, bunu şöyle
açıklar:

18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere hala, ayrıcalıklı sınıfların ege­


menliğindedir. Oysa, iktisadi adam, Sanayi Devrimi'yle beraber, da­
ha doğrusu onun öncüsü rolünde artık doğmaktadır. Yürürlükteki
ayrıcalıklara merkantilizmden artakalan dış ticaretteki ve işgücü ar­
zı üzerindeki tekelci sınırlamalara karşı bu yeni doğan öncü sınıfın
savunulması, bireyciliğin faydalarının ve iktisadi özgürlüğün savu­
nulmasını gerektirir. Henüz devlet gücü ayrıcalıklı sınıflardan yana
olduğu için, amaç, devlet müdahalesini minimuma indiren laisser­
faire' dir. ( Kazgan, 2002:70)

'İktisadi adam' terimi, kapitalist girişimci için kullanılan bir ifade­


dir. Kazgan, ayrıca 'yeni doğan öncü sınıfın' iktisadi çıkarlarının klasik ikti­
sat tarafından dile getirildiğini belirtmektedir. Klasik iktisadın yeni yükse­
len burjuva sınıfının çıkarlarının teorisi olması, bu okulu eleştirmek için
kendi başına yeterli bir neden değildir; çünkü insanlığın bütün fikirleri ay­
nı zorunluluğa uyar, belirli bir yerde, belirli bir zamanda ve belirli bir grup
tarafından dile getirilirler. Asıl sorulması gereken, bu düşüncelerin o tarih­
sel koşullarda o topluma özgü geçici çözümler mi, yoksa o problemlerden
hareketle ifade edilmiş evrensel doğrular mı olduğudur.
Modem bilimin, çerçevesi içinde ve onun yöntemini kullanarak,
kendi yöntemini geliştiren klasikler; durağan ve sabit bir evren görürler.
Sistem kendi içinde kapalıdır ve değişimi öngörmez. Sistem tıpkı, doğada
olduğu gibi bir kez keşfedildikten sonra her şeyin açıklanmasını sağlayan,
statik bir yapı taşır.
Klasikler pek çok konuda olduğu gibi Newton etkisiyle inceledikleri
sistemi değişime kapalı görürler. "Klasikler, gelişmeyle uğraşmalarına rağ­
men, sistemin ya da (Smith ve Malthus dışında) iktisadi yapının değişebi­
leceği üzerinde durmamışlar, serbest rekabete dayanan kapitalizmin aynen
devam edeceğini varsaymışlardır." (Ibid., s.71)

SOSYAL B İ L İ M LER VE F E LSEFE 81


2. I TOPLUMSAL ÇEKİM KANUNU: KİŞİSEL KAZANÇ KAVRAM I
David Hume felsefesinde, Newton fiziğinin etkisiyle bencilliğin, do­
ğadaki çekim kuvveti gibi, toplumsallığı düzenleyici bir ilke olarak kabul
edildiğini tekrar hatırlayalım. 'Sınırsız kazanma açlığı'nın, insan doğasına
ait değişmez bir özellik olduğu konusunda Max Weber de, David Hume'a
katılır. Weber için de bu tarihsel bir döneme ait insanın duygu durumu de­
ğil, 'her tür ve koşuldaki insan için' bütün çağlarda ve bütün ülkelerde ge­
çerli bir duygudur.
" Elde etme güdüsü"nün, "kazanç uğraşısı"nın, kar uğraşısının,
olanaklı en fazla miktar parayı kazanma uğraşısının kendi içinde kapita­
lizm ile doğrudan hiçbir ilgisi yoktur. Bu uğraşı, şimdi olduğu gibi eski­
den de ... "Her tür ve koşuldaki insanlar" için yeryüzünün bütün çağların­
da ve ülkelerinde vardı ve olacaktır da ... Sınırsız kazanma açlığı, hiçbir bi­
çimde, kapitalizm ile aynı şey değildir, ne de onun "ruhu" ile aynıdır. (We­
ber, ı99T r6-ı 7)
Çağdaşı oldukları insanın psikolojisini, sonuç değil, başlangıç nok­
tası olarak alan Weber ve Hume, bu insanı tarih üstü kılmakla aynı yanılgı­
yı paylaşırlar. Kapitalizmin bir adım öncesinde, Ortaçağ'da kişisel kazanç
fikri, kutsanmak bir yana, ayıplanır. Kazanç kavramının Ortaçağ'dan itiba­
ren geçirdiği değişimi izleyen Heilbroner (2003), Ortaçağ'da kazanma iste­
ğinin şeytani bir duygu olarak küçümsendiğini söylemektedir.
Ölümlü Dünya'nın, 'Ölümsüz Yaşam'ın sıkıntılı bir başlangıcın­
dan ibaret olduğu yollu temel inanış devam ettiği sürece, ticaret ruhu ne
cesaretleniyor ne de besleniyordu... Sınırsız kazanç anlayışı, daha önce de­
ğindiğimiz gibi, Tanrı'ya sövmek gibi bir şeydi. Kazanç için genel bir mü­
cadelenin toplumu bir arada tutabileceği şeklindeki daha genelleyici bir
düşünce ise, biraz akıldan noksanlık gibi görülmüştü. (Heilbroner,
2003:25-26)
Toprağın alım-satım konusu yapılmadığı ve zenginliğin soyut para­
sal biçimlerinin mevcut olmadığı bir çağda bu olağan karşılanmalıdır. Ka­
zanç fikrinin insan doğasının değişmez bir özelliği sayılabilmesi için topra­
ğın ticarileşmesi, daha önceden sadece arazi parçası olarak görülen topra­
ğın gelir kaynağına dönüşmesi, piyasanın işleyişine dahil olması gerekir.
82 SOSYAL B İ L İ M LE R İ N DOCA B İ L İ M LERİ M O D E L İ N D E İ LK Ô RNEGİ OLARAK KLAS İ K İ KTİSAT
Bu ise Sanayi Devrimi'yle birlikte büyük ölçüde gerçekleşmeye başlamıştı.
Her şeyin parasal değeriyle dahil olabildiği piyasa sisteminin işleyişi özün­
de kazanç üzerine kuruldu. Böyle bir sistemde, kazanç isteğinin, insan do­
ğasının bir parçası olduğu öne sürülebilirdi.
Uzun ve sancılı süren doğum dönemiyle birlikte oluşan piyasa sis­
teminin hakim olması, kazanma düşüncesinin de meşrulaştırılmasını ge­
rektiriyordu: Ve sistemin altında yatan kazanma düşüncesinin insan doğa­
sının ölümsüz, her yerde hazır ve nazır bir parçası olduğunun yine insan­
lar tarafından kuvvetli bir biçimde hemen kanıtlanacağı inancı son derece
sağlam bir şekilde kökleşti. (Heilbroner, 2oon5)
Kazanç kavramı, insan doğasının ve rasyonelliğin amacı olarak kut­
sanır. Klasik iktisat, kazanç kavramını, toplumu düzenleyici bir ilkesi ola­
rak görmekle kalmaz, rasyonel insanın, kazancını maksimize etmesi ge­
rektiğini öne sürer. Çünkü, her rasyonel insan, kazanç güdüsüyle, kazan­
cını maksimize etmek için yaşar ve bu tutku, çekim kuvvetinin doğadaki
fonksiyonuna benzer bir şekilde toplumu düzenleyici bir rol oynar.

2.2 ADAM S M ITH


Klasik iktisadı temel teorileri etrafında kavramsal olarak incelemeyi
tercih ettiğimiz halde, Hume ve felsefe etkisi belirgin biçimde izlenebilen,
bu anlamda filozof-iktisatçı diyebileceğimiz Adam Smith'i iddialarımızı da­
ha kolay gösterebilmek için ayrı bir başlık altında ele alacağız. Böylece ikti­
sadın toplumsal yaşamı nedensel ilişkiler bağlamında soyut yapılar olarak
ele aldığı "bilimsel" söylemin soğukluğundan da kaçınmış olacağız. Aynca,
sosyal bilimlerin özel bir disiplini olarak iktisadın kurucusu olan Adam
Smith, böyle bir girişi de hak etmektedir. Geçiş noktası olması itibariyle es­
kinin ve yeninin birbirine kavuştuğu ve ayrıştığı, bu anlamda her ikisinin
birlikte gözlenebileceği bir düşünürdür.
Adam Smith için sadece iktisatçı demenin onu eksik tanımlamak
olduğunu söylemeliyiz. Glasgow Üniversitesi'nde uzun yıllar moral felse­
fesi konusunda dersler verdi. Daha önce de değindiğimiz gibi moral felse­
fesi, o dönemde sadece etik değil, hukuk, iktisat gibi konuları da içeriyor­
du. İnsanın içinde yaşadığı toplumla kişisel uyumundan, davranış biçim-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E
!erine ve hayatını kazanma mücadelesine kadar her şey bu dersin konusu
içindeydi.
Gerçekten Uluslann Zenginliği ve Theory of Moral Sentiments,
Smith'in bir iktisatçıdan çok daha öte birisi olduğunu gösterir. O, insani
güdüler, tarihsel "aşamalar" ve ekonomik mekanizmaların dahil olduğu,
kendi adlandırmasıyla Doğanın Büyük Mimarı'nın planını anlatan bir ön­
görü tasarlamış bir filozof-psikolog-tarihçi-sosyologdur. (Heilbroner,
2003 :66)
İskoç Aydınlanması içinde değerlendirebileceğimiz Smith'in teori­
sinde tüm bunların izleri belirgin biçimde görülür. Kendisinden önce Loc­
ke, Quesnay, Hume tarafından formüle edilen düşünceler üzerinde ve on­
ların düşünceleriyle tartışma içinde kendi görüşlerini olgunlaştırmıştır. Ki­
lise tarafından yasaklanan ve kitapları yakılan David Hume'un kitabını üni­
versitedeki odasında bulundurduğu için üniversiteden atılma tehlikesi da­
hi yaşamıştır.
Adam Smith bir Newtoncudur. Newton'a olan hayranlığını gerek
onun doğa bilimi modelinde kurduğu ekonomi- politik sisteminde, gerek
yazılarında açıkça görürüz. Newton'un çekim kanunun, insan tarafından
yapılmış en büyük buluş. günlük yaşantının bütün deneyimini tek bir harf­
le birbirine bağlayan, en yüce gerçeklerin muazzam zincirinin keşfi oldu­
ğunu kabul eder. Gerçek bir felsefe incelemesinin amacı, Newton'un yaptı­
ğı gibi, görünürdeki fenomenlerin arkasında yatan işleyişi belirleyen genel
yasaları bulmaktır.
Smith'in ideali ise toplumsal olguları düzenleyen yasaları ortaya çı­
karmaktır. Bunun için Hobbes felsefesinde gördüğümüz, bireysel psikolo­
jiler üzerine kurulu sistem fikrinden yararlanır. Hobbes tüm farklılıklarına
rağmen bütün insanların, ortak saydığı tek bir doğaları olduğu kabulü üze­
rine siyaset felsefesini kurmuştu. Bilimde Galileo ve Newton'u kendine ör­
nek alan Adam Smith, teorik modellerin gözlemle test edildiği sistem dü­
şüncesini benimser. Gordon, Adam Smith'in sistem anlayışı üzerine şun­
ları söyler:
Sistemler pek çok bakımdan makinelere benzer. Bir makine, zana­
atkarın yönlendirdiği küçük hareketleri ve eylemleri yapan ve bunları birbi-

84 SOSYAL B İ L İ M LE R İ N Do�A B İ L İ M LERİ MOD E L İ N D E İLK Ô RNE�İ OLARAK KLASİ K İ KTİ SAT
rine bağlayan küçük bir sistemdir. Bir sistem, gerçeklikte meydana gelen
farklı hareket ve etkileri hayalimizde birbirine bağlamak için icat edilmiş
hayali bir makinedir. (Gordon, 1 991:132)

Model düşüncesinin onun için anlamını gösteren bu alıntı, Adam


Smith'in bilimsel yönteminin niteliğini de vurgular. Bütün insanlarda or­
tak olduğunu kabul ettiği insan doğasını, çıkış noktası yapan Smith, birey
temelli olduğu kadar, sistem düşüncesine de dayanan bir öğreti oluştur­
muştur. Tıpkı bir makinenin işleyiş ilkesinin parçaların fonksiyonlarının
anlaşılmasını kolaylaştırmasında olduğu gibi sistem ve yapı kavramının da
bilimsel yöntemin araçları olarak tikel olguları anlamakta kullanılabileceği­
ni düşünür.
İlk çalışması The Theory of Moral Sentiments'i 1759 yılı:pda yayınla­
yan Smith, bu kitapta Uluslann Zenginliği'nde kullanacağı yöntemin psiko­
lojik temellerini atmıştır. Bu çalışmada döneminin diğer filozofları gibi
değişmez, ebedi ve bütün insanlarda ortak saydığı insan doğasını araştır­
mıştı. Daha sonraki iktisat teorisini tamamen bu insan anlayışı üzerine
kurdu.
Theory of Moral Sentiments'de özel olarak üzerinde durduğu konu,
İskoç geleneğinin yaygın problemi olan, bireyin bencilliği ile toplumsallığı
arasındaki gerilimdi. Çıkarları peşindeki insanın, ahlaki yargıda bulunabil­
me yeteneğini, yani kendi kişisel çıkarları dışında yargıda bulunabilme ye­
teneğini, insanın başkalarını düşünebilme, kendini başkasının yerine koya­
bilme yeteneğinde, yani sempatide bulur: İnsan sempatiyle, başkalarının
mutluluğundan sevinç; üzüntülerinden keder duyabilir.
İnsanın ne kadar bencil olduğu düşünülürse düşünülsün, onun
doğasında başkalarının talihleriyle ilgilenmesini sağlayan ve onların mut­
luluğunu insan için gerekli kılan bazı prensipler vardır. Üstelik bu durum­
dan hoşnutluk duymak dışında bir çıkarı yoktur. Merhamet veya acıma,
başkalarının sefaletini gördüğümüzde ya da düşündüğümüzde hissettiği­
miz böyle duygulardır. Başkalarının acılarından kendimize acılar çıkardı­
ğımız o kadar açıktır ki, bunu herhangi bir şekilde kanıtlamaya çalışmak
gereksizdir.'

SOSYAL B İ Lİ M LE R V E F E L S E F E 85
İktisat teorisinde, bencil insanın, bu doğrultudaki hareketlerinin di­
ğer insanların ihtiyaçlarını karşılamasını; ve bu davranış biçiminin toplu­
mun işleyişini düzenleyen bir mekanizma gibi çalışmasını anlahr. Bu saye­
de insanın toplumsallığı da açıklanmış olmaktadır. Buğra'nın sözleriyle:

Smith'in kendiliğinden bir düzenin belirleyici davranış ilkesi ola­


rak ele aldığı ilke "sempati"dir. Ama bunun yanında "kendini sev­
me" (self love) ilkesi de açıklayıcı bir unsur olarak yer alır. insan
sosyal bir varlık olduğu, yani başkaları tarafından bakılan ve değer­
lendirilen, bu bakışlara ve değerlendirmelere her şeyden fazla
önem veren bir varlık olduğu için, bu iki ilke birbiriyle çelişmez.
(Buğra, 99:96)

Adam Smith Uluslann Zenginliği ni ı776'da yayımladı. Bu kitap, pi­


'

yasanın işleyişi sorununu ele alıyordu. Felsefi anlamda özgünlük taşıma­


masına karşın, bu kitap, toplumsal fenomenlerin akıldışı görünümlerine
rağmen, akılsal olarak kavranabilmesini sağlayan bir sistemin, ekonomi po­
litiğin ilk kitabıdır. Bu sistemde insanlar çıkarlarını elde etme ya da zarar­
dan kaçınma güdüsü içinde, tıpkı doğada çekim kuvvetiyle hareket eden ci­
simler gibi davranıyorlardı.
Büyük sistem, insan tarafından yönlendirildiği, yönetildiği için de­
ğil, öz çıkar ve rekabet, söz konusu partikülleri doğru yöne çekerek doğru
kutupta topladığı için işler; burada, insanın elinden gelen, bu doğal toplum­
sal mıknatıslamaya yardımcı olmak, özgürce işleyen bu toplumsal fiziğin
önüne çıkan her türlü engeli kaldırmak ve onun kölesi olmaktan kurtulma
gibi yanıltıcı çabaları terk etmektir. (Heilbroner, 2003, 64)
Adam Smith'in amacı, tıpkı Newton fiziğinde, yerçekiminin doğa­
daki cisimleri birbirine yaklaştırıp uzaklaştırması gibi, bireylerin eylemleri­
ni açıklayacak genel bir ilke bulmaktır. Böylece, insan "partiküllerini" iten
ve çeken bu ilkenin; kişisel çıkar duygusu olduğu düşüncesini geliştirir. in­
sanlar fayda elde etmek amacıyla bir amaca yönelirken, zarardan kaçınma
duygusuyla ondan uzaklaşırlar. Hume'un, tutkuların dışsal nesnelerin etki­
siyle harekete geçirildiğini ve davranışlarımızı belirlediğini ve bu anlamda

86 SOSYAL B İ Lİ M LE R İ N Do/:;A B İ L İ M LERİ MODELİ N DE İ LK Ô R N E /:; İ ÜLARAK KLASİ K İ KTİSAT


akıldan daha etkili olduklarını söylediğini hatırlayalım. Aklın yapabileceği,
bu durumu tespit etmekten ibarettir.
Adam S mith'in toplumsal atomculuğu, gözlemlenebilen nitelikler­
den, gözlemleyemediklerimizi de kapsayacak genellemeler yapmasına ola­
nak tanır. Böylelikle toplumsal yapı asıl olarak, gözlemlenebilir 'nesnel ol­
gular' üzerinde kurulur. Bireyleri gözlemleyerek, onların eylemlerini belir­
leyen etkenleri yine onların doğasıyla açıkladığımızda sistem tamamlanır.
Smith'in, kendini sevme ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sahip ol­
dukları malları değiş tokuş etme arzusunu, bu türden hareket ilkeleri ola­
rak kabul ettiğini biliyoruz. Toplumun ilk aşamalarından başlayarak bir ti­
caret toplumu aşamasına kadar gelişebilmesini sağlayan insanın bu psiko­
lojik özellikleridir. Yarar elde etme ve değiş tokuş isteği, kaçınılmaz olarak
işbölümünü yaratır. İşbölümü ise bir pazarın varlığını gerektirir. Pazar her­
kesin zenginliği ölçüsünde satın alma gücüne sahip olduğu yerdir. Bu nok­
tada, mülkiyet anlayışı bakımından John Locke ile Adam Smith arasındaki
bir farklılık göze çarpar.
John Locke mülkiyeti doğal bir hak sayar. Özel mülkiyet kamusal
zenginliğe yapılmış bir katkıdır. Çünkü toprağın etrafını çitle örerek onu
mülkiyeti ilan eden kişi işlenmeyen topraklarla karşılaştırıldığında çok da­
ha yüksek verim elde eder, yani emeğimizle bir zenginlik yaratabildiğimize
göre ona sahip olmak doğal hakkına da sahibiz. Ancak mülkiyet hakkının
asıl kökeni, yaşamak için mülkiyetin zorunlu oluşudur. İnsan doğası, bunu
gerektirdiği için mülkiyet hakkı da doğal bir haktır.
Adam Smith ise mülkiyet ve zenginliği doğal bir hak olarak görmez.
İnsanların yetenekleri birbirinden farklıdır ve sahip oldukları zenginlikle­
rin miktarı da aynı olamaz. İnsanlar arasındaki eşitlik, psikolojik temellidir.
Yani bütün insanların, ortak bir psikolojik doğası olduğunu varsayar. Bu
eşitlik, insan olmaktan kaynaklanan bir hak eşitliği değil; mal değiş toku­
şunda gerçekleşen bir eşitliktir.
Aslında her biri değişik miktarlarda insan emeğinin somutlaşması
olan çeşitli ürünler, değişim oranları zamanla dalgalanabildiği için, kendi­
liğinden bir değere sahipmiş gibi algılanır ve insanlar arasındaki bir ilişki
şeyler arasındaki ilişkiye dönüşür. Daha sonra da bunlar arasında kurulan

SOSYAL BİLİM LER VE FELSEFE


eşitliğin insanlar arasında kurulmuş bir eşitlik olduğu sayılır. Değişim iliş­
kisi yeniden Aydınlanmacı terimlerle açıklanmak isteseydi, yani insan ol­
maktan kaynaklanan haklardan söz edilebilseydi pazarda bu anlamda bir
eşitlikten söz edilmez; değişim işleminin iki yanında hangi tarafların oldu­
ğu önem kazanırdı. Karşı taraftakinin, çocuk, yaşlı, sakat ya da bir yetişkin
olduğu durumlarda hep farklı değişim oranlarının söz konusu olacağı ken­
diliğinden açıktır.
Değiş tokuş, iş bölümünü yaratır. İşbölümü sayesinde, insan ihtiyaç­
larının büyük kısmını pazardan satın alır. Sahip olduğu zenginlik miktarı
bu ihtiyaçlarını karşılama düzeyini belirler. Locke'daki insan olmaktan kay­
naklanan doğal hak kavramı, Adam Smith'e geldiğimizde kaybolur.
Görüldüğü gibi, Adam Smith'in öngördüğü toplum modeli, kendi­
liğinden doğal bir yasayla adeta bir makine gibi işleyen ve etik kaygılar içer­
meyen bir sistemdir. Adam Smith'in teorisinde evrensel bir geçerliliğe sa­
hip olan toplumun doğal kanunlarının bulunması asıl amaçtır. Tekil olgu­
lardan gidilerek ulaşılan bu yasalar, daha sonra toplumun işleyişini açıkla­
mak için kullanılır. Bu yasalar hakkında, iyi ya da kötü gibi yargılarda bu­
lunmak anlamsızdır. Bunlar insan iradesi dışında doğa kanunları gibi ken­
diliğinden hareketlerin ifadesi olarak kabul edilir.
Smith'in daha önceki çalışmasında ortaya attığı temel problemi, bi­
reysel çıkarların merkezkaç kuvvetiyle dağılmadan, toplumsal yarar ilkesiyle,
bir arada tutulabilmesi sorunu, Uluslann Zenginliği'nde gerçek çözümüne
kavuşur. Hobbes ya da Locke'da olduğu gibi bu gerilimi yapay siyasal sistem­
lerle çözmeyi denemez. İnsan doğasına dayandırdığı piyasanın işleyiş kural­
larıyla, bu sorunun kendiliğinden çözüldüğünü öne sürer. Aynı dürtülere sa­
hip bireyler, bireysel çıkarlarını karşılamak istediklerinde birbirleriyle reka­
bet içine girerler ve bu rekabet toplumun ihtiyaç duyduğu malların ödeyebi­
leceği fiyatlarda ve gereksindiği miktarda üretilmesini sağlar.
Genellikle ne toplum çıkarını gözetir ne de bunu ne ölçüde yaptığı­
nı bilir. Yabancı sanayilerin yerine iç sanayiyi desteklemeyi tercih ederek,
sadece kendi güvenliğini düşünür ve bu sanayinin üretiminin belki de en
büyük değere sahip olmasını sağlayacak şekilde yönetirken sadece kendi
kazancını düşünür. Ve işte başka durumlarda olduğu gibi burada da görün-

88 SOSYAL B İ L İ M L E R İ N Dol'.:A B İ L İ M LERİ M O DELİ N D E İ LK Ô R N E C'.: İ Ü LARAK KLASİK İ KTİSAT


mez bir el onu hiç amaçlamadığı bir sonuca götürür. Bunun amaçlanma­
mış olması toplum için de daha kötü değildir. Kendi çıkarlarının peşinden
giderken toplumun çıkarını da, gerçekten buna niyetlenmiş olacağından
daha büyük ölçüde geliştirir. 2

Kişisel çıkar bütün insanlar için ortak bir amaçtır. Sofralarımızda


bulduğumuz yiyecekler, kasabın ya da fırıncının iyi kalpli insanlar olması
nedeniyle değil, her birinin kendi çıkarını düşünmelerinden dolayı sofra­
mıza gelir. İhtiyaç duyduğumuz şeyleri üretirken bize karşı bir sevgi ya da
iyi niyet beslemezler. Amaçları kendi yaşamlarını kazanmaktır; ancak bunu
yaparken bizim ihtiyaç duyduğumuz şeyleri de üretirler. Toplumsal meka­
nizma, dışarıdan hiçbir müdahale olmadan kendi işleyişine bırakıldığında,
tüm insanların ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılar.
Smith'in amacı toplumun doğal işleyişinin ilkelerini ortaya koymak­
tır. Sınıf ayrımı yapmasına karşın belirli bir sınıfın sözcülüğünü üstlenmez
ve toplumu bütün sınıfların oluşturduğu bir bütün gibi düşünür. Ancak,
toplumsal gelişme söz konusu olduğunda, girişimcinin çıkarlarının toplu­
mun çıkarlarıyla örtüştüğünü ve onu geliştirdiğini söyler. Buna karşın, giri­
şimcinin denetlenmediği zaman yozlaşma eğilimi taşıdığını bilir. ilgilendi­
ği şey bütün toplumun refahı olduğu için, yozlaşma eğilimi gösterdiğinde,
yani ekonominin işleyişini engellediğinde sermaye sınıfını da eleştirir.
Aynı işi yapan insanlar nadiren eğlence ve oyalanmak için bir araya
gelseler bile konuşma, topluma karşı bir komplo, ya da fiyatları yükseltmek
için bir planla biter. Bu tür toplantıları yasayla yasaklamak ya da suç saymak
özgürlük ve adalet kavramlarıyla tutarsızlığa düşmektir. Yasa aynı işi yapan
insanların bir araya gelmesine mani olamasa bile en azından bunları kolay­
laştırmamalı ve zorunluluğa dönüşmemesini sağlamalıdır.3
Bireylerin kazanç elde etme güdüsünün, toplumun güvenliğini sağ­
layıcı bir rolü de vardır. İnsanın temel amacı kazançhr; ama herkesin birbi­
rinin boğazına sarıldığı bir anarşi ortamı bunun için uygun bir ortam değil­
dir. Piyasada herkes kazanç amacıyla bir araya geldiğine göre, rakiplerinin
davranışlarını da gözetmek zorundadır. Pazara getirdiği malı çok yüksek fi­
yatlara satmak isteyen bir satıcı rakiplerinin çok üzerinde bir fiyat istediğin­
de, müşteri bulamayacak; çalıştırdığı işçilere çok düşük ücret ödemeye kal-

SOSYAL BİLİ M LER VE F E LSEFE


karsa çalıştıracak işçi bulamayacaktır. Bu durum, bencil duyguların denet­
lenmesi gereğine işaret eder. Toplumsal mekanizma kendiliğinden bireyle­
rin aşınlıklannı giderir. Böylece insanların bencil güdüleri -karşılıklı etki­
leşim yoluyla- en beklenmedik sonuca, toplumsal uyuma dönüştürülür.
Piyasa kuralları, ürünlerin fiyatlarının oluşmasında olduğu kadar
hangi malın ne kadar üretileceğinde de düzenleyici bir görev yaparlar. Piya­
sa kuralları sayesinde üreticiler toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak buna
uygun miktarlarda üretim yaparlar. Örneğin, piyasada gereksinen eldiven
ihtiyacından daha fazla eldiven üretildiğini ve piyasada gereksinenden da­
ha az ayakkabı üretildiğini varsayalım. Ayakkabılar az olduğu için herkes
bir an önce ayakkabı edinmek isteyecek. öte yandan eldivenlerin fazlası
stoklarda kalacaktır. Eldivenin fiyatı düşerken ayakkabının fiyatı yüksele­
cektir. Üreticiler fiyatları düşen ve kar etme olanağı kalmayan eldiven üre­
timini bırakarak, ayakkabı üretimine yönelecek ve böylece her üründen ih­
tiyaç duyulduğu kadar üretilmiş olacaktır.
Girişimcilerin amacı üretim değil. üretim yoluyla sermayelerini ar­
tırmaktır. Sermaye, işbölümünü geliştirerek daha fazla miktarda üretimi
mümkün kıldığı için toplumsal açıdan faydalıdır ve bu nedenle önerilir.
Sermayenin amacı toplumsal faydadır, sermayesini kişisel ihtiyaçları için
harcayan bir girişimci Smith'e göre "Dini bir kuruluşun gelirlerini dindışı,
sapkın amaçlar için kullanan birisine benzerdi, kendilerini adeta sanayinin
korunmasına adamış atalarının tutumluluğu sayesinde oluşan fonlarla boş
gezenlerin ücretini ödemiş olurdu." ( Heilbroner, 2003:S.58)
Toplumda her şey matematiksel bir düzen ve kesinlikle işler. Piyasa
kendiliğinden emek ve sermaye kazançlarını eşitlemekte, çeşitli mallara gös­
terilen talebi saptamakta ve bunların düşük ya da yüksek miktarlarda üretil­
mesini engelleyerek üreticilerin zarar etmesini engellemektedir. Herhangi
bir sapma olduğunda, piyasa bunu tekrar doğal seviyesine çekmekte, servet
birikiminin artışıyla birlikte, işbölümü ve dolayısıyla refah da artmaktadır.
Sermayesinin büyümesiyle birlikte daha fazla yatırım yapmak iste­
yen girişimci, daha çok işçiye ihtiyaç duyar ve işçilerin ücreti, tıpkı talebin
arttığı diğer mallarda olduğu gibi yükselir. Ama ücretler artınca birikim
yapmak çekiciliğini yitirir ve sistem ücret seviyesini düşürme eğilimine gi-

90 SOSYAL B İ Lİ M LE R İ N DOCA B İ L İ M LERİ MODELİ N D E İ L K Ö R N E G İ OLARAK KLASİ K İ KTİSAT


rer. İşçi cephesinde ise yüksek ücretler sayesinde çocuklar daha iyi bakılır,
düzelen hayat koşullarında yaşam süresi uzar, nüfus artışı olur ve işgücü
daha kolay bulunur hale gelir. Böylece birikim yeniden devam eder ve yeni
bir spiral halka, yeni bir gelişim aşaması başlar.
Sermayenin büyümesiyle teknolojik ilerleme arasında doğrudan bir
bağ kurması Smith'in teorisinin aslında metafizik bir kabulüdür ve siste­
min genel işleyiş mantığıyla da çatışmaktadır; çünkü girişimcinin asıl he­
def kar etmek ve sermayesini büyütmektir. Teknolojinin daha fazla kar an­
lamına geleceğini ise her koşulda söylemek sorunlu görünmektedir: Nite­
kim Hobsbawn bu düşünceyi şöyle eleştirir:

Akıllı bir işadamı, eğer tercih imkanı varsa, ucuz kol saatleri yerine,
aristokratlar için çok pahalı mücevher saatler üretecek, ve piyasada
devrim yapan ucuz malların üretimine geçmenin maliyeti ne kadar
yüksekse, parasını bu ürüne yatırarak riske atmakta ölçüde tered­
dütlü davranacaktır. 19.yüzyılda, modern endüstriyelizm için çok el­
verişli olmayan bir ülkede faaliyet gösteren bir işadamı bunu çok
güzel bir biçimde ifade etmiştir. Büyük Rothschild " Paranızı kaybet­
menin üç yolu vardır"der, " Kadınlar, kumar ve mühendisler. Bunla­
rın ilk ikisi hoş, üçüncüsü ise en kesin yoldur." Hiç kimse bir
Rothschild'i en yüksek karı elde etmenin yolunu bilmemekle suçla­
yamaz. ( Hobsbawn, 2oon9)

Bütünlüğü içinde düşünüldüğünde Smith'in sistemi bir anlamda


akılcılığın ve düzenin, düzensizliğe karşı kaçınılmaz zaferine duyulan 18.
yüzyıl inancının bir örneğidir. Ancak, insanı sistemin dışına atmakla Ay­
dınlanma'dan ayrılır. Özgür düşünceyi insanın ödevi sayan Kant'la karşılaş­
tırdığımızda, Smith'in sistemi, toplumsal mekanizmaların mekanik işleyi­
şinin bir açıklaması olmaktan ileri gitmez. İnsanı amaç edinen Aydınlanma
felsefesinden sonra, Adam Smith'in toplum teorisinde insan hesaplanabi­
lir bir sistem unsuruna dönüştürülür.
Söylemin nesnelleşmesi, toplumsal gerçek olarak özerkleşmesi için,
Buğra'nın belirttiği gibi "insanların içinde yaşadıkları toplumu hangi amaç-

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 91
lar ve değerler çerçevesinde, nasıl kurduklarına bakmadan, basit bir neden­
sellik ilişkisi temelinde evrensel bir ekonomi kuramı" oluşturmaları gere­
kir. Bu nedensellik ilişkisi insanların iradeleri dışında oluşmalı, yani top­
lum doğal toplumsal kanunlann belirlediği nesnel nedensellik ilişkisinin
ürünü olarak ortaya çıkmalıdır. İşte siyasal iktisada bir asır boyunca şevki­
ni vermiş olan, bu bilimsel kurallara uygun şekilde tanımlanmış bir kura­
mın oluşturulabileceğine olan inançtır. (İnsel. 2003:56-57)
Toplum için iyi olanın, sistemin doğal işleyişinden zorunlulukla tü­
reyeceğini düşünen Adam Smith'e göre toplumsal doğru. sözleşmeyle ya
da siyasi iradeyle yaratılacak bir şey değildir; toplumsal işleyişin mekaniz­
masında gizlidir. İnsanın müdahalesine açık değildir. Halbuki, Hobbes'un
mutlak otoriteye sahip hükümdarını bile insanlar kendileri seçerler ve mut­
lak otoritenin amacı insandır. Adam Smith'e geldiğimizde, insan iradesi
toplum üzerinde belirleyici irade olmaktan çıkar ve doğa kanunlarına ben­
zeyen toplum kanunlarına tabi olur. Toplum yasalarının mantığını açıkla­
mak ise bu yasaları araştıran ekonomi politiğin görevidir.
Newton'un statik evreninde değişimin olmaması gibi, Adam
Smith'in toplum sistemi de r8. yüzyılın kapitalist toplumunun başka bir
sisteme doğru evrimleşebileceğini öngörmez. Gelişme niceliksel olarak
hangi boyutlara ulaşırsa ulaşsın, niteliksel bir dönüşüm meydana getirmez.
Toplumsal dinamikler, toplumsal yapıyı başka bir aşamaya dönüştürecek
kadar güçlü değildir. Klasik iktisadın diğer teorisyenleri tarafından da de­
vam ettirilen bu yaklaşım, toplumu soyut modellerle açıklamayı dener. Mo­
delin işleyişini sağlayacak ilkeler bulma çabası, zamanla modelin asıl amaç
haline dönüşmesine dönüşür. Aşağıda inceleyeceğimiz temel kuramlarda
da görüleceği üzere felsefenin insana duyduğu açık ilgi, iktisat teorilerinde
ortadan kaybolarak, yerini modelin işleyişini sağlayan ilkelerin hesaplana­
bilir ölçütlerini bulmaya bırakır.

2.3 DEGER TEORİSİ


Klasik okul, değer teorisi ile nesnelerin maliyet fiyatını belirleyen
doğal bir ölçü bularak, değişimi objektif rasyonel yasalarla açıklamak ister.
Amaçları doğal bir değişken bulmaktır ve bunun emek olduğunu düşünür-

92 SOSYAL B İ L İ M LE R İ N DocA B İ L İ M L E Rİ MODELİ N D E İ LK Ö R N E G İ OLARAK KLASİK İ KTİSAT


ler. Toplumsal alanı da doğa gibi kanunlarla açıklama çabası içinde, ticare­
te konu olan malların kendi içlerinde somutlaşan emek miktarı ile ölçülen
sabit bir değere sahip oldukları kabul edilir. İktisadi ilişkiyi toplumsallaşma
süreci olarak görmeleri nedeniyle klasikler için değer teorisinin anlamı,
toplumsal ilişkiyi nesnelerin değişimi üzerinden açıklayabilmektir. Kendi
bireysel çıkarlarını gerçekleştirme çabası içindeki insanlar arasındaki ilişki­
nin toplumsallık olarak kabul edilmesiyle değer teorisi de bunun düzenle­
yici ilkelerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Ekonomi politik, özerk bir münferit özneyle, seçim ve hesap yoluy­
la rasyonelleştirilmiş hedefler için üretilmiş nesnenin ilişkisini, yani iktisa­
di ilişkiyi toplumsallaşma süreci olarak görür. Ekonomi politik ve onun mo­
deli üzerine kurulan günümüzün toplumbilimlerinin temel uğraşı, ... tüm
davranışlara sonradan bir rasyonellik, yani nesnel ihtiyaçlara uygun bir iş­
levsellik kılıfı bulmaktır. (İnsel, 2003:97)
Doğa bilimleri örneğinde olduğu gibi rasyonel ve nedensel açıklama
çabası içindeki klasikler, değeri, kullanım değeri ve değişim değeri olarak
ikiye ayırırlar. Kullanım değeri, ürünün tüketimiyle gerçekleşen faydadır.
Adam Smith kullanım değeriyle fazla ilgilenmemiş, değişim değeri açısın­
dan kullanım değerinin bir anlam ifade etmediğini öne sürmüştür. Ricar­
do ise, ancak kullanım değerine sahip malların değişim değerleri olabilece­
ğini söyler. Fakat, sonuç olarak Klasik Okul asıl olarak değişim değeri üze­
rinde durmuştur.
Bir malın değişim değeri, onun fiyatıdır. "Aradıkları, gerçekte piya­
sadaki fiyatların meyledeceği uzun dönem denge fiyatı ve bunu, neyin be­
lirlediğidir." ( Kazgan, 2002:74) İki tür fiyat vardır: Dışsal etkenlere, örne­
ğin talebe göre değişebilen piyasa fiyatı kısa dönem fiyattır ve çeşitli etken­
lere göre dalgalanma eğilimi gösterir. Arz, talebi aşarsa fiyat düşer, tersi du­
rumda yükselir. Doğal fiyat, denge fiyatıdır ve piyasada uzun dönemde do­
ğal fiyata gelmeye eğilim gösterir. Üretim maliyeti, uzun dönemde fiyatı,
doğal fiyata doğru çeker.
Doğal fiyat- piyasa fiyatı ayrımı, toplumsal olguların doğa kanunları
gibi insan iradesi dışında zorunluluklara bağlanması anlamında Newtoncu
bir anlayışı gösterir. Toplumsal süreçler kendiliğinden bir işleyişle, fiyatla-

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E LS E F E 93
rı "doğal olarak" belirli bir noktaya doğru taşıma eğilimindedir. Eğilim, en­
gellenmediği ya da kontrol edilmediğinde zorunlulukla bir sonuca doğru
ilerleyen süreçtir. Eğilim kavramının klasiklerdeki anlamını tartışan Mani­
cas, bir merkez etrafında dönen bir cismin merkezkaç kuvvetiyle uzaklaş­
ma eğiliminde olmasına rağmen çekim kuvvetiyle yörüngede tutulması ör­
neğini vererek, eğilim kavramının nedenselliği barındırdığını söyler.
Bu engellenmediği sürece belirli bir sonucu üretecek bir şeyin şim­
diki mevcut durumudur. Şöyle diyelim, bir sistemin nedensel gücüdür. Bu
anlamda bir eğilim asla gerçekleşmeyebilir; çünkü her zaman onun gerçek­
leşmesini önleyebilecek başka nedenlerin olması mümkündür. Bu durum­
da sonuç başka bir şey olur. Eğilim gerçektir; ama sonuç, engellenebilir.
(Manicas, 1 987:41)
Nedensel açıklama, Newtoncu açıklamadır ve ekonomik süreçlerin
işleyişinin nedensel açıklamalarla doğal eğilimler üzerine kurulması, bun­
lara bir tür mutlaklık statüsü kazandırır. Ricardo'nun sözleriyle; "malların
değişim değerinden ya da başkasının sahibi olduğu bir malı satın alma gü­
cünden bahsederken daima geçici veya arızi bir nedenle saptırılmadığı ko­
şullarda doğal olarak sahip olacağı satın alma gücünden, doğal fiyatından
bahsediyorum." (ibid: s.41)
İktisadi ilişkiyi toplumsal ilişki olarak kavrayan klasik iktisat, ticare­
ti yani nesnelerin değişimini, toplumsallık olarak görür. İnsel'in deyişiyle
"İktisat alanından hareket edilerek tanımlanan toplumsallık meta değişimi
dışında ıssız bir çöldür." (İnsel, 2oop22)
Adam Smith, üretim maliyetini, kapitalist birikim öncesi ve sonrası
olarak ikiye ayırdığı iki farklı dönemde farklı şekillerde inceler ve sermaye
birikiminin olmadığı, toprakların üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı
ilk dönemde malların mübadelesinin üretimlerinde harcanan emekle öl­
çüldüğünü söyler. Bu aşamada üretimleri için harcanan emek miktarı, mal­
ların değişim değerlerini de belirlemektedir.
Örneğin bir avcılar ulusunda, bir kunduzu öldürmek bir geyiği öl­
dürmenin iki katına mal oluyorsa bir kunduzun iki geyik değerinde olma­
sı bir başka deyişle iki geyik karşılığında değiştirilmesi doğaldır. İki gün ya
da iki saatte üretilen bir şeyin bir günde ya da bir saatte üretilene göre de-

94 SOSYAL BİLİ M LE R İ N Dol'.A B İ Lİ M L E R İ MODELİ N D E İ LK Ö RN El'.İ ÜLARAK KLAS İ K İ KTİSAT


ğerinin iki kat olması doğaldır...... Bu koşullarda, emeğin bütün ürünü,
emekçiye aittir ve bir malı elde etmek ya da üretmek için kullanılan emek
miktarı, bu malın satın alabileceği, kontrol edebileceği ve değişilebileceği
emek miktarını belirleyen tek ölçüdür.4
Kapitalizm öncesi toplumlarda, mallar, üretimlerinde harcanan
emek miktarı ölçüt alınarak değiştirilirler. Farklı emek miktarlarını içeren
farklı mallar arasında değişim sırasında eşitlik kurulur. Belirli bir emek
miktarıyla satın alınabilecek mal miktarı, tıpkı bir malın içerdiği emek mik­
tarı gibi sabittir. Emeğin değeri satın alabileceği mal miktarını belirler.
"Smith'den farklı olarak Ricardo bu iddianın, toplumun 'erken ve ilkel' du­
rumunda olduğu gibi, kapitalist bir toplum için de geçerli olduğuna inan­
dı." (Hunt, 2oop42)
Kapitalizmde emek, bir malın değişim değerini belirleyen tek etken
değildir. Çünkü emeğin ürünü artık önceden olduğu gibi emeğe ait değil­
dir. Birikim yapabilen insanlar, sermaye sahibi olarak bazı kişileri çalışma­
ları için gerekli malzeme ve geçim ihtiyaçlarıyla donatır ve emirlerinde ça­
lıştırırlar. Gerekli malzemeleri sağlayanlar onlar olduğu ve çalışanların üc­
retlerini verdikleri için çalışma sürecinde üretilen malların sahibidirler. Bu
malları satarken yaptıkları ilaveyle kar elde ederler. Satılan ürünün reel ge­
tirisi sadece emekçiye ait değildir ve iki ayrı kategoriye ayrılır: Kar ve ücret:
Buna toprağın geliri olan rantı da eklemek gereklidir. "Smith, bütün malla­
rın reel değerlerinin ücret, kar ve ranta ayrılabileceğini; bunların, sadece üç
toplumsal sınıfın geliri değil, mübadele değerinin üç ilksel kaynağı da sa­
yıldığını gösterir." (Kazgan, 2002:76)
Bütün malların reel değerleri; ücret, kar ve rant olmak üzere üçe ay­
rılır. Bu üç gelir türü, üç farklı toplumsal sınıfın geliridir. Smith, doğal fiyat
için sabit ve değişmez bir ölçü aramasına karşın, kapitalist toplumda mal­
ların fiyatlarıyla emek arasında doğrudan bir bağ kurulamayacağı sonucu­
na ulaşır.
Smith'in değer teorisi, değişikliklere uğrasa da Ricardo'nun teori­
sinde özsel olarak korunur. Ricardo, emek miktarının değişim değerini be­
lirlediği görüşünü, kapitalist ekonomiyi kapsayacak şekilde genişletir. Ona
göre değişim değerini belirleyen şey, kıtlık ya da emektir. Kıtlıktan, çoğaltı-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 95


lamayan mallan; antika eşyaları ve sanat ürünlerini anlar. Bunların değeri
nadir olmalarından ve sahn alanların bunları elde etme arzularından gelir;
fakat kapitalist ekonominin genel çerçevesi içinde anlamlı bir büyüklük
oluşturmazlar.
Çoğaltılabilen mallarda ise, içerdikleri emek miktarının hem deği­
şim değerini belirlemek hem de mutlak değerin ölçüsü olmak işlevi vardır.
Emek miktarının değişim değerini belirlemesi, özetle, serbest piyasada tam
rekabet koşullan alhnda, emeğin ücretinin her yerde eşit olacağı ve bu ne­
denle ücretin değişim değerine dahil edilmeyeceği kabulüne dayanır. Bu
durumda hacanan emek miktarı ölçü olarak alınır. Emek girdisi işçiye öde­
nen ücret değil, harcanan emektir. Yani karşısındaki malın iki katı emek
içeren bir mal onun iki katı fiyata sahip olacaktır.
Smith'in değer teorisinde, bir malın sahn alabileceği emeğin, değerin
mutlak ölçüsü olduğunu söylemesi; başka bir deyişle bu malın pazardaki de­
ğişimde kumanda edeceği emek miktarının onun değerini belirttiğini söyle­
mesini Ricardo kabul etmez; çünkü asıl ilgisi toplam ürünün bölüşümüdür
ve bunun için değişmeyecek bir sabit bulmak ister. Smith'in teorisini malla­
rın değerini ücrete tabi kıldığı için eleştirir. Çünkü emeğin değeri pazarda ku­
manda edebildiği mal miktarı olursa, sahn alınabilen mal miktarı, emeğin
ücreti iki kahna çıkhğında, iki kat artar. Bu da değişebilen bir değerdir.
Adam Smith de Ricardo da emeği, değerin ilk kaynağı ve temeli sa­
yarlar, onlar için mülkiyetin kaynağında harcanan emek vardır ve emeğin
ürününe sahip çıkmak herkesin doğal hakkıdır. Bunun için tam özgürlük
ve laisserfaire ideolojisini savunurlar.
Doğal fiyat, emek-değer teorisi gibi klasik değer teorisinin belke­
miğini oluşturan teoriler, tam rekabetin olduğu serbest piyasa varsayımı
üzerinde yükselir. Adam Smith işbölümüyle birlikte artan teknoloji kulla­
nımı ve getirinin artması gibi konularla ilgilendiği ve Ricardo da büyüyen
firma ölçeğinin sağladığı tasarruflar üzerinde durduğu halde, klasikler te­
kelci piyasayı tahlillerine dahil etmemişlerdir. "Tekeli, devletin verdiği ay­
rıcalıklara bağlamak, bu yoldan, hem tekele hem devlet müdahalesine
karşı laisserfaire'i savunmak, hemen hepsine hakim görüş olmuştur."
(Kazgan, 200279)

96 SOSYAL BiLİ M LE R İ N Do�A BİLİ M LERİ MODELİ N D E İ LK Ô RNE�İ OLARAK KLASİ K i KTİSAT
2.4 TOPRAK RANTI
Adam Smith'in teorisinde toplum uyumlu bir bütündür ve sınıfsal
aynın gözetmeden ekonomi geliştikçe herkesin bundan yararlanacağını ön­
görür. Üretim fonksiyonu artan getiriye tabi olduğu için gelişen ekonomiy­
le birlikte üretimin maliyetinin düşeceğini kabul eder. Bunun nedeni işbö­
lümüyle birlikte makineleşmenin artışı ve teknolojinin gelişimidir. İşbölü­
münün artışıyla birlikte daha az insan daha kısa sürede üretim yapar; ma­
liyetler düşer ve toplumsal refah herkes için artar.
Ricardo'nun üretim fonksiyonu teorisi, iktisat tarihinde Adam
Smith'in teorisinin aksine çok daha etkili olmuştur. Ricardo, tarımda ve sa­
nayide üretim fonksiyonunun getirisinin farklı kanunlara bağlı olduğunu,
ekonominin bütününde geçerli üretim kanununun uzun dönemde tarımın
üretim kanunu olduğunu ileri sürer.
Toprağın her yerinde verimlilik aynı olmadığı ve arzı da değiştirile­
meyebileceği için tarımda üretim fonksiyonu azalan getiriye sahiptir. Ta­
rımsal ürünlerin üretiminde azalan getiri geçerlidir. Üretim teknolojisinde­
ki değişikliklerle bu süreç yavaşlatılabilirse de değiştirilemez; tarımda üre­
tim maliyeti gittikçe yükselir. Sermaye ve nüfus artışı devam ederken sana­
yi ürünlerinde, tarımsal ürünlerin aksine fiyatlar düşme eğilimi gösterir.
Bunların imalatlarında kullanılan tarımsal hammaddelerin fiyatının yük­
selmesine rağmen makineleşme ve işbölümü nedeniyle meydana gelen fi­
yat düşmeleri bunu fazlasıyla telafi eder.
Klasik rant teorisi dendiğinde Ricardo'nun rant teorisi anlaşılır. Ri­
cardo, rant teorisini, tarımdaki azalan getiri yasası, büyüme teorisi ve ikti­
sat politikası önerileriyle tutarlı bir şekilde birleştirmeyi başarmıştır. Toplu­
mu bu teorilerle kavrayan Ricardo, bundan kapitalizmin işleyişine ilişkin
soyut bir model oluşturmuş ve kullandığı yöntemle sosyal bilimler üzerin­
de bugün bile devam eden bir etki bırakmıştır.
Kapitalizmin nasıl işlediğine ilişkin soyut bir model kurma ve son­
ra bütün mantıksal yansımalarını tanımlamadaki yeteneği kendi zamanın­
da rakipsizdi. Üstelik, onun iktisadi kuram oluşturması günümüze kadar
iktisat kuramına hakim olan iktisadi modeller tarzını yerleştirdi. (Hunt,
2oo p 30)
SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 97
Ricardo'nun modelinde toprak, kıt bir üretim girdisi olarak kabul
edilir. Ricardo, aynca toprağı tüketilmez bir üretim unsuru olarak kabul et­
mektedir. Nüfus ve talep artışı ise sürekli devam eder. Bu da üretimin daha
verimli topraklardan daha az verimli topraklara doğru kaymasına ve verim
düşüklüğünden dolayı bu topraklarda maliyetin artmasına yol açar. Ürün fı­
yah da verimliliği en düşük topraktaki üreticinin, emek ve sermayeden olu­
şan maliyetlerini karşılayacak miktarda oluşur. Yani, ürünün fıyah verimli
topraklarda üretim yapan üreticilerin birim maliyetinden daha yüksektir. İş­
te bu fiyatla verimli topraklarda yapılan üretim maliyeti arasındaki fark Ri­
cardocu ranttır. Bu durumda verimi düşük topraklarda rant elde edilmez.
"Örneğin, 1.2.3 No'lu topraklar aynı miktar emek ve kapital kullanı­
mıyla ıoo, 90, 80 karter hububatı safı hasıla olarak versin. Nüfusa nazaran
verimli toprakların çok bol olduğu yeni bir ülkede, sadece ı. No'lu toprakla­
rı işlemek gerekecektir; bütün safı hasıla üreticiye ait ve onun avans verdi­
ği kapitalin karı olacaktır. Nüfus, 2.No'lu toprakların işlenmesini gerektire­
cek kadar arttığı zaman, ı No'lu toprakta artan rant başlayacaktır." (aktaran:
kazgan, 2002:83)
Bu nedenle nüfus yoğunluğu ve artan talep önce verimli alanlardan
daha fazla emek ve sermaye çekmesine neden olur. ı No'lu toprakta kulla­
nılan sermayeyi iki katına çıkardığımızda verim artışı da iki kat olmayabi­
lir. Ama 2 No'lu toprağın üretime açılmasıyla elde edilecek verimden faz­
laysa, önce bunun denenmesi gerekir. 2 No'lu toprak ancak ı No'lu toprak
üzerinde elde edilecek verim artışından daha fazla getiri getirdiği koşullar­
da üretime açılır.
Bu teori, nüfus artışıyla verimsiz topraklara doğru kayma yükseldik­
çe mutlak rantın da artacağını öngörür. ı No'lu toprakta ıoo lira elde edili­
yorsa, ikinci de 90, üçüncüde 80 ve azalan şekilde devam eder. İkinci dere­
cede verimli toprakların üretime açıldığı durumda rant ı o , üçüncü derece­
de verimli toprakların üretime açıldığı durumda 20 olur.
Teorik olarak bakıldığında çok yalın gelen bu olgulardan Ricardo,
toplumsal bir felaket tablosu çıkarır. Ona göre ekonomi gelişme eğilimin­
dedir ve gelişen ekonomiyle birlikte artan sermaye birikimi yeni iş alanları
açar. Artan işgücü talebiyle ücretler yükselir ve tüketim artar. Ricardo'nun

98 SOSYAL B İ L İ M L E R İ N Dol'.:A B İ Lİ M LE R İ MODELİ N D E İ LK Ö R N E l'.: İ OLARAK KLASİ K İ KTİSAT


karamsarlığının başladığı yer de burasıdır; çünkü toprak aynı şekilde artırı­
labilir bir kaynak değildir. Bu nedenle, artan tahıl ihtiyacı, daha az verimli
toprakların ekime açılmasıyla karşılanmak istenir ve tahıl üretim maliyeti
artar. Bu hem kapitalistler için hem de işçiler için maddi zorlukların baş­
langıcıdır. Artan gıda ürünleri nedeniyle işçi yalnızca yaşamını sürdürebi­
lecek kadar kazanırken, kapitalist de artan maliyetlerinin yanı sıra işçiye de
daha yüksek ücret ödemek zorundadır. Toprak sahipleri ise yeni açılan da­
ha verimsiz topraklarla birlikte karlarını artan oranlarda yükseltirler.
Ricardo'nun rant teorisinde sınıflar arasındaki çıkar çatışmaları öne
çıkar. Rant ve kar gelirleri arasında yaptığı ayrımda, iki farklı sınıfın toplum
çıkan karşısındaki konumlarını sorgular. Gıda maddelerinin fiyatlarının dü­
şük olması, girişimci için arzulanır bir şeydir; çünkü gıda maddelerinin fiya­
tı artarsa, işçi ücretlerinin de artarak bunu telafi etmesi gerekir. Toplumun
genel çıkarıyla girişimcinin çıkarı burada örtüşmektedir. Ricardo, buna da­
yanarak serbest dış ticaretin savunulması gerektiğini savunur. Bu şekilde it­
halat üzerindeki vergiler kaldırıldığında gıda maddeleri düşük fiyatla diğer
ülkelerden satın alınır ve gıda maddelerinin fiyatları da yükselmemiş olur.
ithalat üzerindeki vergilerin kaldırılmasını isteyen Ricardo, rant
üzerine konan vergilerin de yükseltilmesi gerektiğini savunur. Bunun ne­
denini ise şöyle açıklamaktadır: Tarımda toprak arzı esnek değildir. Talep
artışı ve teknolojik yeniliklerle birlikte mutlak rant yükseldiği halde ilave bir
maliyet yüklenmezler. Topraktan elde edilen tüm gelir ranttır. Öyleyse top­
rak rantı üzerine konan vergi, toprağın arzını etkilemez. Ama karlar üzeri­
ne konan vergi, kar hadlerini düşürür; bu nedenle toprak rantı üzerine ko­
nulacak vergi daha tercih edilir bir vergidir. Toprak sahiplerinden alınacak
vergi, toplumun gelişmesi açısından bir anlam taşımamasına karşın, giri­
şimcilerden alınacak vergiler toplumsal gelişmeyi olumsuz etkilemektedir.
Adam Smith'in dünyasında hüküm süren uyum, Ricardo'da yerini
sınıflar arası çatışmaya bırakır. Ricardo için toplum savaşan sınıflara bölün­
müştür ve çıkarlarını geliştirmeleri ancak diğer sınıfların aleyhine müm­
kündür. Toprak sahiplerinin çıkarları toplumun çıkarıyla çelişir. Gıda mad­
delerinin fiyatlarının yükselmesi toplum zararına olduğu halde, toprak sa­
hiplerinin bunda çıkarı vardır. Toprak sahiplerinin çıkarları, diğer her sını-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 99


fın çıkarlarına aykırıdır diyen Ricardo, yaşanılan dünyanın "olası bütün
dünyaların en iyisi" olduğu inancını da yıkar.

2.5 NÜFUS VE Ü CRET


Klasikler ücret ve nüfus arasında doğrudan bir bağlantı kurmuşlar­
dır. Karın bir fonksiyonu olarak kabul ettikleri ücretin belirlenmesinde iş­
çinin geçimini sağlayacak bir miktar belirlenmesini yeterli görürler. Serma­
ye ve bağlı ücret fonu büyümedikçe ücret hadleri de artırılmaz. Adam
Smith ve David Ricardo da bu konuda üzerinde durmuş olmalarına rağmen
bütünlüklü ve tutarlı bir nüfus teorisi oluşturan kişi M althus olmuştur.
Smith, ücret haddinin nüfusun büyüklüğü üzerinde doğrudan etki­
si olduğunu kabul eder. Tıpkı herhangi bir canlının yaşamını sürdürmesi­
ni sağlayacak ürünlerin bollaşmasına bağlı olarak azalıp çoğalması gibi üc­
retin artırılması da insanların ihtiyaçlarını karşılayabilmesini sağlayarak,
evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı teşvik eder. Fakat ücretler, insanların ya­
şamlarını sürdürmek için zorunlu olarak edinmeleri gereken miktarın altı­
na düşemez. Bu durumda geçimlik ücret, işçilerin sayıca artmadan ya da
çoğalmadan varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayan ücrettir.
Kapitalizm koşullarında birikim arttıkça işçilerin ücretleri de yük­
selir ve yükselen ücretlerle birlikte işçi sayısı artar. İşçilerin sayısı da her­
hangi bir malın fiyatının piyasada arz ve talebe göre dalgalanmasında oldu­
ğu gibi azalır veya çoğalırlar. Ücret arttığında, işçi sayısı artar; düştüğünde
azalır. Piyasa mekanizması her şey gibi işçi nüfusunu da kendi gereklerine
göre ayarlayacak bir işleyişe sahiptir. Bunun üstünde ya da altındaki oyna­
malar hemen kontrol altına alınır. Tıpkı fiyatlar yükseldiğinde eldiven üre­
timinin artması ve fiyatların düşmesi yönünde bir baskı oluşturması gibi
yüksek ücretler de işçi sayısının artmasına ve işçi sayısındaki artış da tam
tersine yol açar.
Ricardo da, Smith'in görüşünü devam ettirmekle beraber termino­
loji değişikliğine gitmiş; doğal ücret ve piyasa ücreti kavramlarını kullanmış­
tır. Doğal ücret, işçilerin sayılarında bir artma ya da yükselme olmadan ne­
sillerini sürdürebilmesini sağlayan ücrettir. Piyasa ücreti ise arz ve talep
uyarınca belirlenir.

100 SOSYAL B İ Lİ M LE R İ N Do(';A B İ Lİ M LE R İ MODELİ N D E İ LK Ô RNE(';İ ÜLARAK KLASİK İ KTİSAT


Piyasa ücreti, doğal ücretin üstüne çıkarsa işçi göreli bir refaha kavu­
şur, daha fazla geçim malı sahn alabilir ve daha mutlu yaşar. Ama bu da iş­
çi sayısının ve emeğin arzının artmasına yol açarsa, ücretler tekrar düşer ve
doğal seviyesine ya da onun da alhna düşebilir.
Önceki sayfalarda doğal fiyat ve piyasa fiyatı ayrımında sistemin te­
meline nedensel süreçlerin konmasının anlamı üzerinde durmuştuk. Nü­
fus teorisine geldiğimizde insanın sistemin tamamen dışına çıkarıldığını
ve sadece ekonomik süreçlerin bir parçası derecesine indirgendiğini görü­
yoruz. Arz ve talep yasası yalnızca belirli malların hangi ölçülerde üretilece­
ğini değil, nüfusun azalıp çoğalmasını da belirlemektedir. Bir anlamda do­
ğal nüfus gibi bir kavrama doğru gidilmekte ve olması gereken nüfus bü­
yüklüğü iktisadi arz ve talep kavramları doğrultusunda belirlenmektedir.
Toplumsal kanunların insan iradesinin üzerine çıkmasıyla, insan yaşamı
insanın kontrolünden çıkmış, bu kanunların denetimine girmiştir. Aydın­
lanma'nın amacı insandı; ancak iktisat bilimine geldiğimizde, insanın, ik­
tisadi süreçlerin işleyişi içinde bir unsura dönüştüğünü görürüz. Malt­
hus'un nüfus teorisinde, bu durum apaçık bir şekilde teorileştirilir.
Malthus'un Nüfusun İlkesi Üzerine Bir Deneme' de ortaya attığı nüfus
teorisinin temelinde nüfusun geometrik bir diziye göre (2, 4, 8, 16, 32 ..... )
gıda maddeleri üretiminin ise aritmetik bir diziye göre (ı, 2, 3, 4, 5 .... ) arttı­
ğı iddiası vardır. Nüfus, doğanın sunduğu geçim vasıtalarından daha büyük
bir hızla arttığı için toplum sürekli ilerlemek bir yana, kendini beslemeyi bi­
le başaramayacağı bir noktaya doğru yuvarlanmaktadır.
İnsanlık sürekli artan açların, sürekli azalan kaynaklara ulaşmak için
birbirini boğazlamasına doğru giden bir süreçte ilerlemektedir Yiyeceksiz
yaşamak mümkün olmadığına göre bu gidişin durdurulması için nüfus ar­
tışının her yol denenerek engellenmesi gereklidir. Savaş, bulaşıcı hastalıklar,
içki, uyuşturucu gibi yaşam kalitesini ve süresini azaltan ya da yok eden et­
kenler, nüfusu dünyadaki yiyecek miktarı seviyesine çeken toplumsal meka-
nizmalardır. Bunlar önlenmeye çalışılmamalı, tam tersi n deva-
mını sağlayan zorunluluklar olarak kabul edilmelidirl Ot}1u� � ··

celerle İngiltere'deki Yoksul Kanunları'na da karşı ç1-nı-.::1t1


genel refahı üzerinde olumsuz bir etki yaphğını sa
İngiltere'nin Yoksul Kanunları hiç şüphesiz en samimi yardımse­
verlik duygularıyla çıkarılmıştır, bunların yokluğunda yaşanabilecek bü­
yük acıları hafıflettiklerine kuşku yoktur; yine de kilise cemaatleri tarafın­
dan desteklenen yoksulların durumları tüm boyutlarıyla düşünüldüğün­
de halen büyük bir sefalettir. Bu sisteme yapılan temel itirazlardan biri,
yoksulların bazılarının aldığı ve yeterli olduğu kuşkulu yardımların, İngil­
tere'nin bütünü için rahatsız edici, merhametsiz ve tiranik kanunlar an­
lamına geldiğidir; bu anayasanın ruhuna aykırıdır... Yoksul Kanunları bu
ülkede hiç olmasaydı, her ne kadar bazı büyük acılar yaşansa bile, toplu­
mun genelindeki mutluluk, toplam olarak şimdikinden çok daha fazla
olurdu.5
Adam Smith'in Uluslann Zenginliği yayımlamasından yalnızca 30
yıl sonra yayımlanan denemede toplum kavrayışında meydana gelen deği­
şim çarpıcıdır. Adam Smith'in dünyasında toplum bir aile, bir bütündür.
Malthus ise bu gelişmenin bazıları için sefalet anlamına geldiğini ve toplu­
mun "toplam mutluluğu" için bunun zorunlu olduğunu söylerken, hasta­
lıkları, içki ve uyuşturucuyu nüfusun yoksul kesimlerinin nüfusunu denge­
leyen mekanizmalar olarak görür. Bu çözüm önerisi artık objektif bir bili­
me dönüştüğü ve sadece toplumsal kanunları ifade ettiği kabul edilen eko­
nomi politik açısından makuldür.
Klasik iktisada göre temel sorun toplam sefaleti artıran nüfus fazla­
lığı olduğuna göre, nüfusu artıran her şey toplam mutluluğu düşürür. So­
runa tamamen 'bilimsel' açıdan bakan klasik iktisat, sorunu bu yönüyle tar­
tışarak akılsal olanı gösterir. Akılsal olan ile insani olanın örtüşüp örtüşme­
diği ise iktisadın konusu içine girmez.
Malhus ile birlikte Aydınlanma'nın toplumun bütün halinde ilerleye­
ceği ve hep daha iyiye gideceği inancı da kaybolur. Toplumsal gelişme hep
birlikte daha iyiye doğru bir ilerleme değil, bazıları için artan sefalet anlamı­
na gelmektedir ve bu insanların artan sayılan toplumun toplam refahını teh­
dit etmektedir. Denis'in söylediği gibi " İnsan nüfusunun doğal bir artışın­
dan söz etmek, insanı doğal üreme yasaları araştırılıp ortaya konabilen bitki­
sel ya da hayvansal bir organizmaya eş tutmak anlamına gelir sadece" (De­
nis, 1997:314).

102 SOSYAL B İ Lİ M LE R İ N ÜO�A B İ L İ M LERİ MODELİ N DE İ L K Ô R N E � İ ÜLARAK KLASİ K İ KTİSAT


Adam Smith'in ekonomik sisteminde yaşayan insanlardan oluşan
toplum Malthus ve Ricardo'nun sistemlerinde yerini varsayımsal soyut in­
sanın kuru ve anlamsız evrenine bırakır.
Sadece bir ilke, bir aydın tarafından açıklanan ve günlük hayatın de­
ğişen akışından daha kalıcı bir şey üzerinde yoğunlaşan soyut bir ilke var­
dır. Bu Eukleides kadar temel, yalın, süssüz ve mimaridir ama saf bir ge­
ometrik önermeler bütününün tersine, insani seslere sahiptir; trajik bir sis­
temdir. (Heilbroner, 2003:85)
Ekonomi politiği bilim seviyesine yükselten şey tam da bu trajedi­
dir. İnsanın dünyasını, içine insanı katmadan soyut bir model etrafında
açıklayan iktisat; basitleştirilmiş akıl yürütme yöntemiyle yalnızca rantın
ekonomik anlamını ve kurallarını açıklamakla kalmaz; vergi, iktisat politi­
kası, iç ve dış ticaret gibi insani konuları da bu soyut modelin içine sokarak
ruhsuzlaştırır.

2.6 GENEL DENGE


iktisat yasalarının doğa yasaları gibi nesnel olarak işlediklerine duy­
dukları güven, klasik iktisatçıların ekonominin kendiliğinden dengeye ge­
leceğine duydukları güvenin de kaynağıdır. Bu nedenle ekonominin reka­
bete dayalı kendi işleyişi içinde fiyat mekanizmasıyla dengeye yöneleceği
konusunda hemfikirdirler. "Tabiattaki dengeyi gözleyerek topluma uygula­
maları, bunların çok sayıda bireyin faaliyetinin fiyat mekanizması sayesin­
de toplumda uyum içinde bulunduğunu söyleyebilmelerini sağlamıştır."
( Kazgan, 2002:102) Klasik ekol, Malthus haricinde piyasanın efektif talebi
tam kapasite kullanımı için gerekli düzeye yükseltebileceğini kabul eder.
Say'ın mahreçler kanunu, ekonominin dengesinin bozulsa bile ken­
diliğinden dengeye geleceğini ve tam kapasiteye döneceğini savunur. Arzın
talebi yarattığını savunan Say, üretimin, üretilen ürünlerin satılabilmesi
için gerekli satın alma gücünü de yarattığını öne sürer.
Bir ürünün yaratıldığı andan itibaren piyasada kendi değeri ölçü­
sünde bir talep yarattığını belirtmeliyiz. Üretici, ürünü üzerinde son rötu­
şu da yaptıktan sonra, elinde değerini yitirip ziyan olmasını engellemek
için bir an önce bunu satmak ister. Aynı şekilde eline geçen paradan da he-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 103


men kurtulmak ister; çünkü paranın da değeri azalabilir. Paradan kurtul­
manın tek yolu şu veya bu ürünü satın almaktır. Böylece, sadece bir ürünün
üretimiyle, diğer ürünler için de bir yol açılmış olur.6
Say'ın teorisi klasiklerce genel kabul gördüğü halde, Malthus'un bu
konuda onlardan farklılaştığı göze çarpar. Malthus efektif talebin yetersiz
kalabileceğini ve bu nedenle tam kapasite kullanımında ekonominin den­
geye gelmeyebileceğini söyler. Bu farklılığın asıl nedeni Malthus'un diğer
klasikler gibi liberalizmi benimsememiş olmasıdır. Bu nedenle liberaliz­
min genel kabulleriyle kendini sınırlamak ihtiyacı duymaz. Malthus diğer
klasikler gibi sanayicilerin değil, soylular sınıfının tarafını tutar. Denge ko­
nusundaki düşüncesinde refah döneminde sermaye sahiplerinin gelir artı­
şı ile birlikte tasarrufa ve dolayısıyla yatırıma fırsat bulacaklarını ve böylece
piyasada mal bolluğu oluşacağını savunur. Talep ise arzdaki bu hızı yakala­
yamaz ve tüketim alışkanlıklarını değiştirmenin zorluğu gibi nedenlerle
efektif talep düşer. Sistem durgunluğa girer, üretim azalır. Görüldüğü gibi
Malthus efektif talebin tüketimi, tüketimin de üretimi belirlediğini söyle­
mektedir. Ancak bunu teorik olarak temellendirmemiştir. Onun çabası, da­
ha ziyade soyluların tüketici görünümlerinin toplum çıkarıyla bir uzlaştırıl­
ması denemesi olarak kabul edilmelidir.
Denge konusunda Malthus ve klasikler arasındaki farklılığı, klasik­
lerin liberalizmle çelişmeme kaygısına bağlayan Kazgan bu konuda şunla­
rı söylemektedir:

Klasikler, kapitalistin yaptığı tasarrufa övgüler düzerken, tasarrufun


zararlı, soyluların tüketiminin faydalı olabileceğini söyleyen Malt­
hus'u kabul etmeleri, kendileriyle tutarsızlığa düşmek olurdu. Niha­
yet laissezfaire, sistemin kendini tam kapasite kullanımında denge­
ye getirecek piyasa güçleri işliyorsa savunabilir. Klasikler, liberal fel­
sefe gereğince böyle bir dengenin müdahale olmaksızın kurulabile­
ceğine inanmak durumundadır. ( Kazgan, 2002:104)

Klasik iktisadın temel kavramlarını belirgin isimlerinin teorilerinde


inceledik. Görüldüğü gibi empirist ve rasyonalist felsefelerin bir tür poziti-

104 SOSYAL B İ L İ M L E R İ N DocA B İ L İ M LE R İ MODELİ N DE İ LK Ô R N EG İ ÜLARAK KLAS İ K İ KTİSAT


vist yorumu üzerinde şekillenen bu ekol, Adam Smith'de Hume etkisi açık­
ça gözlenebilecek kadar felsefe ağırlıklıyken, yine Adam Smith'den başlaya­
rak toplumsal süreçleri toplumu yöneten toplumsal yasalarla açıklama kay­
gısıyla süreç içerisinde 'saf bilime' doğru evrilmişlerdir. Bu anlamda örne­
ğin Ricardo'da toplumun incelenmesi artık bütünüyle modellerin incelen­
mesine dönüşmektedir.
Toplumsal gelişmeye ve yaşanan dönüşümlere bağlı olarak farklı sı­
nıfların işbirliği ve çatışmalarının, teoriye yansımasını Ricardo'nun toprak
sahiplerine karşı açıkça kapitalistlerin sözcülüğünü yapmasında ya da Malt­
hus, talebi ön plana çıkarırken diğer klasiklerin yukarıdaki alıntıda belirtil­
diği gibi tasarrufu ve mahreçler kanunu savunmasında izledik. Bu bizi ba­
ğımsız bir sosyal bilim disiplini olarak kurulan iktisadın daha ilk kurulu­
şunda objektiflik iddiasından şüphelenmeye ve teorinin gerçeklikle uyumu­
nu sorgulamaya kadar getirdi.

2.7 KLASİ K E KONOMİ POLİTİGİN F ELSEFİ ELEŞTİ RİSİ


Felsefeyi farkındalık olarak tanımlarken, kendine dönen bir disipli­
nin felsefeye dönüşeceğini öne sürmüştük. Kendisini incelemeye yönelen
bilimin eleştirisinde bütüncül davranması, kendisinden belirli bir mesafe­
ye çekilmesi, yöntemini, epistemolojisini ve ontolojisini sorgulaması gere­
ği onu felsefeye dönüştürür. Sokrates'in "kendimi araştırdım" sözünü fel­
sefenin en temel belirleyicisi olarak kabul etmemiz dışında; felsefe yöntem­
sel, epistemolojik ve ontolojik bir sorgulamadır. Önerilerimizin açılımı,
kendini tanımak isteyen bilimin felsefeden geçmesinin zorunlu olduğudur.
Bunun yokluğunda bilimsel disiplinler klasik iktisat örneğinde incelediği­
miz problemlerle karşı karşıya kalmaktadırlar.
İnceleme konusunun bir disipline kimliğini verdiği iddiamıza bağ­
lı kalırsak, konusu iktisat olan felsefe, iktisat felsefesidir. İktisat felsefesi,
iktisadın kavramları, kurumları, metodolojisi ve bütün olarak sosyal bilim­
ler içindeki yeri gibi konulan ele alır. İktisat felsefesi yapabilmek için ikti­
sadın dışına çıkılması belki de bu disiplinle gerçeklik arasında her geçen
gün zayıflayan bağlantının güçlendirilmesini de sağlayacaktır. Sosyal bilim
disiplinlerinin tamamı gibi iktisat da felsefeden doğmuştur. Felsefi kav-

SOSYAL B İ L İ M LER VE FELSEFE 1 05


ramlar doğrultusunda şekillenmiştir. Yukarıda bunu yeterince güçlü bir bi­
çimde ortaya koyduk.
Belirttiğimiz gibi, 18. yüzyıl filozofları Newtoncu bir atmosferde ya­
zıyorlardı. Newton'un bilimsel başarıları ve düşüncesi bütün diğer düşün­
ce alanlarını etkisi altına almıştı. Newtoncu bilimin ilkeleri doğrultusunda
toplumsal konuları incelemek isteyen David Hume, bireylerin eylemlerinin
ve düşüncelerinin altındaki temel ilkeleri bulup, işin içine "değerleri kat­
madan" bilimsel bir yöntemle bu ilkelerden bir toplum bilim oluşturmak
istedi. Kazanç arzusunu böyle belirleyici bir ilke olarak almasını ve bunun
iktisat disiplini içinde oynadığı önemli rolü gördük.
Tıpkı, cisimlerin hareket ve çekim yasalarından gezegenlerin hare­
ketlerini yöneten kanunlara ulaşılabilmesi gibi iktisatçılar da ekonomik ya­
şamda karşılaşılan olguları, soyut birey kabullerinin doğasından çıkardıkla­
rı temel ilkelerle açıklamayı ummuşlardır. Gördüğümüz gibi, Hobbes ve
David Hume, her biri kendi ölçülerinde bunun için katkı sağlamışlardı. An­
cak özellikle, Hume'un ahlak alanıyla doğa alanı arasında ayrım yaptığı ve
nedensellik ilkesini eleştirirken buna da değindiğini hatırlamak gerekir.
Adam Smith Uluslann Zenginliği nde Hume'un yöntemini ve felse­
'

fesini kullanarak zenginliklerin kaynağını ve ekonominin yapısını bireye


dayalı, özünde psikolojik bir yöntemle açıklamaya çalıştı. Buradaki varsa­
yım bireysel seçimlerin toplam sonuçlarının bilinçsiz olduğu şeklinde
özetlenebilir. Yurtdışından ithal ettikleri altınları harcayan tüccarlar aslın­
da fiyatları yükseltmek istemezler; fakat sonuçta buna yol açarlar. Böyle
bakıldığında bireylerin bilinçli eylemlerinin istenmeyen sonuçları, tıpkı
doğa kanunlarının insanlar üzerinde hüküm sürmesi gibi toplumları yön­
lendirmektedir.
Hume ve Adam Smith arasında kurulan bağ bir eşitlik anlamına
gelmez. Hume'un felsefesi bu açıdan değerlerle kesinliklerinin insan zih­
ninde birbirine karışabileceği konusunda uyarılarla doludur. Hume felsefe­
si ve Adam Smith'in iktisat kuramı birincisinin etkisi ne kadar güçlü olur­
sa olsun, iki ayrı sistemdir. Hume'un, idama götürülen bir mahkumun akıl
yürütmesini tasvir ettiği aşağıdaki alıntı, iktisatçıların bireyin doğasından
toplumsal kanunlar çıkarmalarına bir uyarı gibi de düşünülebilir. Hume

106 SOSYAL B İ L İ M LE R İ N ÜOGA B İ L İ M LERİ M O D E L İ N D E İ LK Ô R N EG İ ÜLARAK KLA S İ K İ KTİSAT


burada zihnin, akıl yürütürken bir halkadan diğerine, aradaki geçişleri gör­
meden tek ve düz bir hat üzerinde ilerleyebileceği uyarısını yapar.
Mahkı1m darağacına götürüldüğü zaman ... anlığı belli düşünceler
zinciri içinden geçer: Askerlerin kaçışına göz yummayı yadsımaları, cella­
dın eylemi; kafa ve bedenin ayrılması; kanama, kasılma ve ölüm. Burada
doğal nedenlerin ve istemli eylemlerin bağıntılı bir zinciri vardır; ama an­
lık bir halkadan başkasına geçerken aralarında hiçbir ayrım duymaz. (Hu­
me, 1 997=359)
Nedensellik kavramını eleştiren Hume, neden ve etki olarak bir ara­
da görmeye alıştığımız iki şey arasında, kesin bir bağlantı kurmanın zihni­
mizin bir yanılgısı olduğunu belirtir. Nedensellik, buna karşın Klasik ikti­
sat Okulu'nun temel yöntemlerindendir.
Birine neden ve ötekine etki dediğimiz tüm nesneler, kendilerinde
görüldüklerinde, birbirinden doğadaki herhangi iki şey denli değişik ve ay­
rıdırlar, ne de onların en doğru gözlemi yoluyla birinin varoluşunu öteki­
ninkinden çıkarsayabiliriz. Yalnızca deneyimden ve değişmez birliklerinin
gözleminden bu çıkarsamayı oluşturmayı başarabiliriz ....burada neden ve
etki düşüncesinin değişmez olarak birleşmiş nesnelerden doğduğunu söy­
lemekle yetinmemeliyiz; ... ama yalnızca anlığın bir algısı olduğunu ileri
sürmeliyiz. (Ibid.s, 358)
Klasik iktisadın teorik kabulleri kuşkusuz pek çok dönüşümden geç­
miş ve pek çok eleştiriyle yenilenmiştir. Ancak yöntemi, temel teorik kabul­
leri ile söz konusu okulun pozitif bilim anlayışının günümüzde halen ikti­
sat biliminin temel biçimlenişini belirlediği kuşkusuzdur. Çağdaş iktisatçı­
lardan Friedman'ın aşağıdaki alıntısı bu sözlerimizin iyi bir örneğidir.
Pozitif iktisat, ilkesel olarak her türlü etik konumdan ya da norma­
tif yargılardan bağımsızdır. Keynes'in dediği gibi "Nedir" sorusu ile uğra­
şır, "Ne olmalı" sorusu ile değil. Amacı, mevcut koşullarda meydana gele­
cek herhangi bir değişiklik sonucunda doğru öngörüde bulunabilmemizi
sağlayacak bir genellemeler sistemi kurmaktır. Görevini yerine getirip ge­
tirmediğinin ölçüsü, öngörü, kapsam ve öngörü ile ulaştığı sonuç arasında­
ki uygunluktur. Kısacası, pozitif iktisat, tıpkı fizik bilimler gibi "nesnel" bir
bilim olabilir ve gerçekte öyledir de. (Friedman, 1994:647-648)

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E LS E F E
Bu alıntıdan hareketle ve Klasik İktisat Okulu'nun ele aldığımız ku­
ramları doğrultusunda felsefe açısından ilk eleştirimiz; iktisatçıların iktisat
teorisinin etik değerlerle ilgilenmeden, yalnızca ekonominin işleyiş kanun­
larını bilimsel yöntemlerle araştırdığını iddia etmeleridir. Aslında piyasa
mekanizması insanların bireysel yaşantıları üzerinde belirleyici bir rol oy­
narken; iktisatçılar, yalnızca 'Nedir' sorusu ile ilgilendiklerini söyleseler de
özgürlük, adalet, toplumsal refah gibi pek çok problemde aslında 'Ne olma­
lı" sorusuna ilişkin yargılarda bulunurlar. Doğrusu odur ki piyasanın işle­
yişi sürecinde pek çok etik sorun ortaya çıkar ve bunlar 'bilimsel' olarak de­
ğerlendirilmek üzere iktisatçıların eline bırakılamazlar.
Klasik İktisat Okulu'ndan günümüze kadar gelen çağdaş bir kabul de
rasyonel seçim teorisidir. İnsana karını maksimize etmesi gerektiğini ve bu­
nun da akılsal olan olduğunu vaaz eden iktisat; belirli bir insan psikolojisi­
ni, insanın değişmez doğası olarak kabul etmekle kalmaz; akılsal olduğunu
öne sürdüğü insanın elinden karar verme yetkisini çekip alır. Akıl sahibi in­
sana nasıl davranması gerektiğini göstermeye girişir. Bu da 'Ne olmalı' so­
rusu ile ilgilidir ve iktisadın iddia ettiği nesnelliğe gölge düşürmektedir.
Son olarak, bilim felsefesi anlamında ortaya çıkan metodolojik so­
runlara değinmemiz gerekmektedir. Her bilişsel etkinlik gibi, bir sosyal bi­
lim disiplini olan iktisat da epistemolojik sorunlara yol açmaktadır. Doğa
bilimleri metodolojisinin, olduğu gibi aktarılmasından kaynaklanan bu so­
runların en başında nedensellik sorunu gelmektedir. İktisadi etkinlik için­
deki insanın akılsal davrandığının kabul edildiğini biliyoruz. Ama bu akıl­
sallığı belirleyen nedenler ve bu akılsallığın ortaya çıkardığı sonuçların ge­
nel tablosunun nedensel kavranışı, doğa bilimleri yöntemlerinin tıkanma­
sına yol açar.
Pek çok iktisadi genelleme, nedensellik kabulü üzerinde kurulur;
ancak pek çok değişkenin söz konusu olduğu toplumsal alanda, bu tür be­
lirlenimler oldukça kuşkuludur. İktisat, bu nedenle Ceteris Paribus varsa­
yımlarda bulunur. Yani, iktisadi kabullerin, bozucu şartlar olmadığında ge­
çerli olduğu varsayılır. Bunun için katı soyutlamalar ve idealleştirmeler kul­
lanır. İktisadi modeller insanların akılsal davrandığı ve etkinlikte bulunur­
ken piyasa koşullarının eksiksiz bilgisine sahip olduğu varsayımı üzerine

108 SOSYAL B İ L İ M LE R İ N DocA BİLİ M LERİ MODELİ N DE İLK Ô R N E G İ ÜLARAK KLASİ K İ KTİSAT
kuruludur. Bu tür kabullerin ve varsayımların yanlış olduğu çok açıktır. Son
olarak, iktisatta yapı kavramının ortaya çıkardığı sorunlara değinebiliriz.
Son derece sistematik bir yapısı olan klasik iktisadın atomistik yöntemi, di­
ğer yandan bir sistem düşüncesini varsayar. Yukarıda temel kabullerinin
sorunlu yapısını verdiğimiz bu okulun, bu kabuller üzerine kurulu yapısı­
nın da sorunlu olduğu ve iktisadi dünyaya hükmeden teorik yapıların tü­
müyle metafizik kabullere dayandığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak klasik iktisadın, akıl çağında bilim idealinin yükselişi­
nin kurumlaşma aşamasına vardığı 19. yüzyılda tamamlanmasının, teorik
kavrayışının biçimlenmesinde önemli bir rolü olduğunu belirtmek gerekir.
19. yüzyılda, tüm sosyal fenomenleri, ahlakı ve toplumsal kurumlan, doğa
bilimlerinin yöntemiyle incelemek düşüncesi, bu anlamda son derece belir­
leyici olmuştur. 19. yüzyıldan önce, bilim ve felsefe arasında ayrım yapmak
pek mümkün değildi; iktisatla birlikte bu konuda kesin bir ayrımın yerleş­
tiğini söyleyebiliriz.

NOTLAR
The Theory of Moral Sentiments. Library of Economics and Liberty. Çevrimiçi: http://www.econ­
lib.org/LI BRARY/Smith/smM Sı.htınl
2 An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Library of Economics and Liberty,
çevrimiçi: http://www.econlib.org/library/Smith/smWN4.html
An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Library of Economics and Liberty,
çevrim içi: http://www .econlib.org/library/Smith/smWN4.html
4 An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Library of Economics and Liberty.
çevrim içi, http://www .econlib.org/library/Smith/smWN 2.htınl
An Essay on the Principle of Population. Library of Economics and Liberty. çevrimiçi,
h ttp://www.econlib.org/LIB RARY/ Malthus/mal Popı .html
6 A Treatise on Political Economy. Library of Economics and Liberty, çevrimiçi: http://www.econ­
lib.org/library/Say/sayT15.htınl

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E 109
Ü ÇÜNCÜ BÖLÜM

MARKSİZM VE SOSYAL BİLİMLER


üşünürleri içinde yaşadıkları toplumsal ve tarihsel koşullan dikka­

D te alarak araştırmak, sadece ele aldıkları problemleri okumaktansa,


bu problemleri onların önüne çıkaran koşullara bakmak önemlidir.
Diğer yandan felsefe tarihinin de kendi içinde bir bütünlüğü, bir sistema­
tiği olduğunu unutmamak gerekir. Bu anlamda felsefe tarihi filozoflar ara­
sı bir diyalog tarihidir. Bu diyalog, Locke ve Leibniz arasında olduğu gibi ki­
tap isimlerinde bir atışma; ya da Hume'un, Kant'ı içine düştüğü uykudan
uyandırması şeklinde olabilir; ancak bu diyalogun sürekliliği kesindir.
Marksizm, bu anlamda, Avrupa toplumunun ve tarihinin sorunlarıy­
la örülmüş, o kıtanın zihniyle şekillenmiş ve o felsefe geleneğinden beslen­
miş bir felsefedir. "Marx'ın kuramı, her şeyden önce zamanının felsefesin­
den, tarih incelemelerinden ve sosyal bilimlerinden alınmış fikirlerin önem­
li bir bileşimidir." ( Bottomore, 2002:130) Tormey, Marksizm'in kapsamlı
kapitalizm eleştirisinin teorik temellerinin " İngiliz ekonomi politiği, Fransız
sosyolojisi ve Alman felsefesi"ne (Tormey, 2002:50) dayandığını söyler.
Kari Marx (1818-1883) ve Frederich Engels'in(1820-1895) ortak ku­
ramları bugün Marksizm adıyla anılmaktadır. İki filozof arasında ayrım
yapmanın güçlüğü ve sistemlerini ortaklık içinde geliştirmelerinden dolayı,
çalışmamızda Marksizm'den Marx ve Engels'in birlikte ya da tek tek yaz­
dıklarını anlayacağız.
Marksist felsefede Kant'ın eleştirel felsefesine kadar geri giden bir
felsefe geleneğinin ve Marksist iktisat kuramında klasik ekonomi politiğin
etkisi izlenebilir. İnsanın pratik etkinliğinin toplum kurucu niteliği bu an­
lamda, köklerini Kant'ın eleştirel felsefesinde bulurken; Marksist sosyal bi­
limin amacı olan toplumsal özgürlük fikri Fransız sosyalizminden gelir.
Marx ve Engels'in doğaya bakışları ise Avrupamerkezli diğer gele­
neklerden çok farklı ve yenidir. Doğaya duydukları ilgi doğa bilimlerinin üs­
tünlüğüne duyulan hayranlıktan kaynaklanan sıradan öykünmelerin ötesi­
ne geçer. Engels'in, doğa bilimleri üzerine yazdığı Doğanın Diyalektiği, ko-

IIO MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M L E R


nuya uzaktan bir bakış değil, alanın problemleri üzerine derinlikli bir dü­
şünmedir. Gerek doğaya bakış gerek doğa bilimlerindeki diyalektik yön­
temleriyle bu konuda oldukça özgün bir görüş oluşturmuşlardır. Doğayı ya­
şayan bir organizma olarak gören Engels, insanın doğaya asla bir fatih gibi
egemen olamayacağını söylerken; Marx, sadece kısa vadeli kar amacıyla ha­
reket eden kapitalist girişimcinin doğayı tahrip etmesinin yarathğı prob­
lemler üzerinde durur.
Marksist felsefe çağının sorunlarından hareket eder, bunun üzerine
bir felsefe kurar. Sosyal bilimlerin 19. yüzyıldaki temel amacı, eski düzen
ile yeni düzen arasındaki geçiş sürecinden kaynaklanan problemleri anla­
mak ve çözüm üretebilmekti. Fransız Devrimi'nin siyasal etkileri daha du­
rulmadan gelen Sanayi Devrimi, yarattığı toplumsal sorunlarla Avrupa'da
büyük bir sarsıntı yarattı. Feodalizmin kontrol altında tuttuğu bütün güçler
serbest kaldı. Din ve soyluluk güçlerini yitirirken burjuvazi gücüne güç ka­
tarak zenginleşti. Zenginlik el değiştirirken, biçim de değiştiriyordu. Tarih
boyunca toprak gibi somut biçimlerde var olan mülkiyet, toprak sahiplerin­
den burjuvalara aktarılırken, hisse senetleri, kar paylan ve gibi soyut biçim­
lere bürünmüştü. Servetin kazandığı bu yeni biçim, finansal spekülasyon­
ların önünü açarak ve zenginliklerin her geçen gün daha küçük bir azınlı­
ğın elinde yoğunlaşması sürecini hızlandırıyordu. Elbette bu sürecin siya­
sal sonuçları da vardı. Yeni gelişen bu sınıf, servetten pay aldığı ölçüde ik­
tidara da daha fazla ortak olmak istiyordu.
Zenginliğin soyut biçimlerde yoğunlaşması ve sanayileşme süreci­
ne, nüfusun şehirlerde yoğunlaşması ve hızlı nüfus artışı eşlik ediyordu.
Avrupa nüfusu, Amerika'ya göç dalgasına rağmen, 1750 ile 1850 arasında­
ki yüz yıllık dönemde 140 milyondan 260 milyona yükselmişti. Çok ağır
şartlarda yaşayan işçilerin bir yandan sayıları artıyor bir yandan da yaşam
koşulları sürekli kötüleşiyordu. Yeni ortaya çıkan bu sınıfın sistemdeki ge­
leceği konusunda kimsenin bir öngörüsü yoktu. Toplumsal süreçler, kont­
rolsüz bir şekilde kendi iradeleriyle ilerliyor ve insan, kendi oluşturduğu
toplumun işleyişine müdahale edemiyordu. Şehirleşmeyle birlikte Batı Av­
rupa kent merkezlerindeki insan yığılması, önceki çağlarda uygarlık, düzen
ve ahengin merkezi gibi görülen şehirlerin sefaletin ve cehaletin hakim ol-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LSEFE ili


duğu bölgelere dönüşmesine yol açtı. Eski köy ilişkilerini koparan kapita­
lizm, şehirlerde yeni ilişkiler yaratamadığı için insanlar giderek yalnızlaştı.
Ağır çalışma şartlan, aile bireylerinin tümünün çalışmak zorunda kalması
ailelerin parçalanmasına, bireylerin atomlaşmasına yol açtı. Kapitalizm bu
insanların elinden sahip oldukları zenginlikleri alarak yoksullaştırmış olsa
da onları şehirlerde bir araya getirerek yeni bir toplumsal güç oluşturmala­
rını sağlamıştı.'
19. yüzyıl düşünce tarihinde bu toplumsal gelişmeler kadar, bunla­
ra duyulan tepkiler de belirleyici oldu. Açıklanmaya muhtaç konular, yal­
nızca siyasi ve iktisadi sorunlardan ibaret değildi. Eski düzenin yıkılışıyla
birlikte yitirilen aidiyet duygusunun yerine Aydınlanma'nın akıl ideali geçi­
rilememişti ve insanlar yitirdikleri eski dünyalarının ardından tıpkı başları­
nı sokacak bir ev arar gibi, binlerce yıldır sahip oldukları güven ve aidiyet
duygusunu kendilerine geri verecek yeni düşünceler arıyorlardı.
Toplumsal dönüşümün, ortaya koyduğu yeni problemler ve sundu­
ğu yeni perspektiflerle sosyal bilimleri etkilemesi kaçınılmazdı. Kapitaliz­
min geliştiği İngiltere'de ekonomik konuları inceleyen iktisat, saygın bir
sosyal bilim disiplini olarak öne çıktı. Kapitalizmin yeterince gelişmediği
Almanya' da ise felsefe, bilim ve teknolojiden çok, bilgi ve sanat sorunlarına
yöneldi. Yukarıda sözünü ettiğimiz işçilerin şehirlerde toplanması süreci,
yaşam koşullarının ağırlığıyla birleşince şehirler, sosyalizm fikrinin kolay
zemin bulacağı yerler olarak ortaya çıktı.
Kendiliğinden ve denetimsiz toplumsal süreçlerin insan üzerindeki
yıkıcı etkisinin bir eleştirisi olarak ortaya çıkan Marksizm, bu süreçleri bi­
limsel açıklama çabası olarak sürdü. Aydınlanma'nın akıl ve bilim idealine
bağlı kalan Marksist felsefe, diğer yandan 19. yüzyılda akılsallığın, akılsal­
lık dışına dönüştüğü eleştirisini yapar. Aydınlanma'nın akıl ve ilerleme ide­
aline bağlanan Marksizm için sorun, insan doğasının tarihsel bir dönemine
ait kavramların, ölümsüz evrensel yasalara dönüştürülmek istenmesinden
kaynaklanmaktadır.
"Toplumun, iktisadi biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süre­
ci olarak gören" (Marx, 1986:18) Marksist iktisat eleştirisi, bütünlüklü bir
kapitalizm tahlili olarak başlar ve soyut meta kavramı odaklı kapitalizm

112 MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LER


eleştirisinden hareketle bütünlüklü bir tarih, toplum ve doğa anlayışına ula­
şır. Çalışmamızda biz de bu yöntemi izleyeceğiz; ancak öncelikle bu eleşti­
rinin yöntemi ve felsefi kabulleri üzerinde kısaca durmak meta tahlilinin,
sistemin mantığının sergilenmesi olarak kullanıldığı yöntemi daha iyi kav­
ramamızı sağlayacaktır.

J.1 H EGEL DiYALEKTİGİNİN MARKSİST YORUMU


Hegel'in, fenomeni kendi iç dinamikleriyle kavrayan diyalektik
yöntemini benimseyen Marx, toplumsal analizde diyalektiği, Hegel'inkine
tamamen karşıt bir biçimde kullanır. Hegel, tarihi, ideanın kendi dışında­
ki akılsal serüveni olarak görür. "Tarih felsefesinin amacı, geçmişte olup
biten insansal olayların akılsal bir kavrayışının olanaklılık koşullarını bul­
mak ve çözümlemektir." (D' Hondt, 1994 : 92) Tarih araştırması, öznelliğin
peşinde tikel nedenleri amaçlamaz. Tarih, dünyanın son ereğinin akılsal
olarak aranmasıdır ve bu akılsallığın koşulları, amacı yine kendisi olan ide­
ada bulunur.
Akılsal olan kendinde ve kendisi için var olandır, her şey burada de­
ğerini bulur. Akılsallık türlü kılıklara girer, ama hiçbirinde halklar dediği­
miz, çeşitli oluşumlarda olduğu gibi kendi ereğini açıkça ortaya koyup gös­
termez. İstenç dünyasının raslantıya bırakılmamış olduğu inanç ve düşün­
cesini tarihe getirmeliyiz. Halkların başından geçenlerde son bir ereğin ol­
duğu, dünya tarihinde aklın -tikel bir öznenin aklı değil, fakat tanrısal, sal­
tık aklın- bulunduğunu varsaydığımız doğrudur: Bunun kanıtı, dünya ta­
rihinin kendi açıklanmasıdır; aklın benzeri ve eylemidir o. Fakat daha doğ­
ru olarak asıl kanıt bilgisinin kendisindedir; dünya tarihinde ise bu kanıt
ortaya çıkar. Dünya tarihi yalnızca bu tek aklın görünüşüdür, kendisini
açıkladığı tikel oluşumlardan biri...akıl kendisinde durur ve ereği kendinde­
dir; kendini var kılar, gerçekleştirir. Düşünme, aklın bu ereğinin bilincine
sahip olmaktır. (Hegel, 1991:33)
Bu tarih öte yandan bir iç gelişme, birbirine zincirlenmiş bir bağlan­
tılar bütünüdür. Hegelci diyalektik, tarihi, ideanın bir serüveni olarak "baş
aşağı edilmiş" bir biçimde kavramasına karşın, kesintisiz geçişlerden olu­
şan bir bütünlüklü bir süreç olarak tanımlamasıyla Marksizm'i belirler.

SOSYAL B İ L İ M LER VE F E LS E F E
Hegel bir fenomene, bir süreç olarak, sürekli değişen, sürekli gelişen
bir şey olarak bakıyordu. Her fenomen yalnız önce değişmelerin ürünü ol­
makla kalmaz, aynı zamanda kendi içinde gelecekteki değişmelerin tohumu­
nu da taşır. Herhangi bir evrede durup kalmaz. Varılan denge, daha ileri bir
uzlaşmaya, daha ileri bir senteze, ve çok daha yüksek bir düzeyde daha ileri
bir bölünmeye yol açan yeni bir çatışma tarafından bozulur. Hasılı, tüm ge­
lişmenin kaynağı zıtlar arasındaki bu mücadeledir. (Riazanov, 1990:53)
Marx ve Engels'in bütün yazılarında Hegel felsefesinin izlerini gör­
mek mümkündür. Hegel gibi toplumu bitmiş şeylerin bir aradalığı olarak
değil, kesintisiz geçişlerden oluşan bir süreçler toplamı olarak görürler. He­
gelci diyalektiğin devrimci içeriğinin farkına varan Marx, bunu ekonomi
politik eleştirisinde kullanır. Hegel felsefesinde var olan her şeyin iki nite­
liği vardır: akılsallık ve tarihsellik. Dolayısıyla, diyalektik yöntemde eleştiri
iki farklı biçimde yürütülebilir: tarihsel ve mantıksal (akılsal) ; birincisi ko­
nusunun gelişimini izleyerek aşamalı bir biçimde gelişir; zincirleme bir
bağlantı olduğu için hareketinin bağlantısı içinde kolay takip edilebilir. An­
cak, tarih zikzaklarla ve kopmalarla, bazen durarak bazen sıçrayarak ilerler
ve onu tüm biçimleri içinde izlemeye kalkışmak ve altında duran zincirle­
me geçişlerin akılsal bağlantısını göstermek, sonu gelmez yorucu bir çaba­
ya dönüşme tehlikesini de içinde taşır.
Marx bu nedenle, ekonomik sorunların incelenmesinde mantıksal
yöntemi kullanmayı tercih eder. Çünkü, mantıksal olan, tarihsel olanın so­
yut ve teorik olarak tutarlı bir biçiminden başka bir şey değildir. Tarihsel
olanın bir aşaması olmakla, mantıksal olan, tarihsel olanı içerir. Fikirlerin
tarihine, bu fikirlerin incelediği şeyle başlamak, tarihsel gelişim sürecinin
soyut ve tutarlı bir teorik bütünlük olarak kurulabilmesini sağlar.
Demek ki, ekonominin eleştirisini incelemede biricik elverişli tarz,
mantıki tarzdır. Ama bu tarz, gerçekte, yalnızca tarihsel seyrin soyut ve te­
orik bakımdan tutarlı bir biçimden ve tersi raslantılardan arındırılmış tarih­
sel tarzdan başka bir şey değildir. (Marx, 1 99J:J5)
Mantıksal soyutlama, somut bir ilişkiden hareket eder ve somut iliş­
kileri tahlil eder. Ekonomi politik örneğinde bu soyutlama meta tahliliyle yü­
rütülür. Meta, toplumsal bir ilişki biçimini varsayar. Çünkü bir ürüne meta

MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LE R
niteliğini kazandıran şey, onun tüketilmesinin dışında, diğer insanların
emek ürünleri için evrensel bir eşdeğer niteliği de taşımasından kaynaklanan
değişim değeridir. İnsanlararası bir ilişkinin tarihsel bir anı olmakla manbk­
sal olarak kavranabilen meta, bu nedenle yalnız bu ilişkilerin değil; bu ilişki
biçimini koşullandıran tarihselliğin de somut bir biçimi olarak düşünülür.
Somut meta kavramının tahliliyle ulaşılan çelişkili içeriği, bu nedenle soyut
bir nitelik de taşır ve o toplum biçiminin tarihselliğini ortaya koyar.
Meta, değişime sokulmuş kullanım değerine sahip bir üründür.
Meta niteliğini insanlar arasındaki değişim ilişkisi içinde kazanır. Tek bir
şahısta, ürüne eklenemeyen meta özelliği, ancak üretici ve tüketici arasın­
daki ilişkide ortaya çıkar. Ekonomi incelemesine meta tahliliyle başlayan
Marksist iktisat, bu anlamda meta tahlilinde aslında şeyleri değil; insanlar
arasındaki ilişkileri ve son tahlilde sınıflar arası ilişkileri konu edinir. B u
ilişkilerin her zaman nesnelere bağlı olması, Engels'e göre, önceki iktisat­
çıların göremediği bir şeydir. Çünkü, "bu ilişkiler her zaman, nesneye bağlı­
dırlar ve nesne gibi gözükürler" (Ibid .. s.35). Sınıfsal ilişkilerin somutlaştığı
ekonominin en küçük birimi olarak meta soyutlaması, Marksizm için bu
ilişkilerin anahtarı olmak gibi bir nitelik taşır.
Meta tahlili, o tarihsel süreçte metada somutlaşan ilişkiler ve bu iliş­
kilerin o tarihsel anda kazandıkları görünümleri açısından bir anlam taşır.
Sosyal bilim açısından önemli olan maddi biçimler içinde kavranan bu sü­
reçlerin tahlilidir. Meta tahlilinde bu süreçler, mantıksal olarak kavranır.
Maddi terimi, Marx ve Engels için insanların yaşamlarını sürdürmek için
gerçekleştirdikleri somut faaliyetlerine işaret eder. Meta tahlili, somut bir
şeyin incelenmesi anlamında maddi bir nitelik taşısa da, sosyal bilim açı­
sından anlamı, soyut tarihsel süreçlerin somut bir biçimi olmasıdır. Maddi
terimi bu anlamda tarihin amacını, tarihin dışında, i.deada arayan Hegel fel­
sefesine karşı bir vurgu gibi anlaşılır.
Kapital, M arksist yönteminin canlı bir örneği olarak oldukça ilgi çe­
kici bir kitaptır. Kapitalizmin tahlili için önce bu üretim biçiminin bütün
görünümleriyle en iyi tahlil edilebileceği İngiltere model olarak alınır. Bu­
nun nedeni İngiltere'nin küresel bir nitelik kazanmış bir üretim biçiminin
temsilcisi olmasıdır. Hobsbawn'ın sözleriyle "Britanya, her şeyden önce,

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 115


küresel ekonominin önemli bir parçası ve özellikle de, zenginliğinin büyük
ölçüde dayandığı o çok büyük, resmi ve gayriresmi 'imparatorluğun' mer­
kezi"dir (Hobsbawn: 2005, 19).
Amaç, kapitalizmin sistematik bir sentezine varmak olduğu için,
herhangi bir üretim aşaması ya da bölümü özel olarak incelenmez, kapita­
list üretim biçiminin bütün özelliklerinin izinin sürülebileceği kavram ola­
rak, meta kavramı seçilir. Meta tahlilinde Marx'ın gerçek amacı "genel bir
toplum ve tarih analizi"dir (Gordon, 1991:319).

J.2 META TAH Lİ Lİ

Kapitalizm, farklı sınıflar arasında sayısız ilişkiyle karakterize olan,


pek çok sürecin karşılaştığı ve çatıştığı karmaşık bir toplumsal sistemdir.
Marksist iktisat, bütün bu farklılıklar içinde özsel olanı bulmayı ve modern
kapitalist toplumun temel hareket yasasını yönlendiren etkenleri ortaya çı­
karmayı amaçlar.
Metayı bu nedenle, bütün bir kapitalist sistemin parçası ve onun iç­
sel bağlantılarının somutlaştığı bir örnek olarak alınır. Marx, empirik mal­
zemeyi önceki klasiklerin aksine tarihten toplayarak işe başlamaz. Hatırla­
nacağı gibi, Hume, tarihi toplum bilimlerinin empirik malzeme toplama
aracı olarak görüyordu ve bu düşünce başta Adam Smith olmak üzere kla­
siklerce de benimsenmişti. Marx ise verili toplumdan hareket eder, malze­
mesini bugünden sağlar ve soyutlamanın gerektirdiği ölçüde geriye gider.
Kapitalist toplum bir meta üretim sistemidir. Kapitalizmi önceki
toplum biçimlerinden ayıran özgünlüğü, meta kavramının toplumu bütü­
nüyle ifade edebilen evrensel bir kategoriye dönüşmüş olmasıdır. tik bakış­
ta basit ve kolay bir kavram gibi görünen meta, diğer yandan gizemli bir gö­
rünüm taşır; çünkü toplumsal insan emeği, metanın içeriğinde nesnel bir
özellik kazanır. Kapitalizmi ifade edebilen bir kategori seviyesine yükselen
meta tahlilinin amacı kapitalizm tahlilidir.
Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği,
kendini "muazzam bir meta birikimi" olarak göstermektedir, bunun birimi
tek bir metadır. Araştırmalarımızın, bu nedenle, metanın tahlili ile başlama­
sı gerekir. (Marx, 1 986:49)

116 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M LER


Marx'ın meta kavramı klasiklerin emek-değer teorisi üzerine kuru­
ludur. Ancak, değerin kaynağı olarak emeği gören Smith ve Ricardo, eme­
ğin değer ölçüsü olarak kabul edilmesiyle birlikte ortaya çıkan sorunları çö­
zememişlerdi. M arx ise, meta tahlilini kapitalizmin bütünlüklü yapısı için­
de ele aldığı için bu problemi çözebildiğine inanır. Pazara getirilen bir ürii­
nün, aynı anda kullanım değeri ve değişim değeri olarak iki farklı niteliğe
sahip olduğunu söyleyen Marx için, bu ikilik son derece önemlidir.
İnsan gereksinimlerini gidermek üzere üretilen her nesne bir ihti­
yacı karşılaması anlamında yararlıdır ve bir kullanım değerine sahiptir. Bi­
zim için bir kullanım değeri taşıyan nesneler, bunun yanı sıra başka özel­
likler de taşırlar. Aynı şey nitelik açısından bakıldığında farklı, nicelik açı­
sından bakıldığında farklı bir anlam taşır.
Kullanım değeri tüketilerek gerçekleştirilir. Bir masa ya da bir san­
dalyenin kullanım değerini bunları tüketerek gerçekleştiririz. Kullanım de­
ğerine sahip olan üriinler, başka nesnelerin değerlerinin ölçüsü olarak dü­
şünüldüklerinde artık bir değişim değeri olarak anlam kazanırlar. Kullanım
değeri olarak birbirlerinden farklılaşan değişik özelliklerdeki sayısız mal,
değişim değeri açısından bakıldığında hepsini birleştiren ortak bir öze sa­
hiptir. Masa değişim değeri olarak dört ayaklı işlevselliğinin dışında tama­
men farklı soyut bir nitelik kazanır ve bir marangoz için ihtiyaç duyduğu
bütün tüketim nesneleri göriinümüne büriinür. Tüm metaların birbiriyle
eşitlik ilişkisine girebilmesini sağlayan şey, içlerinde somutlaşmış olan top­
lumsal insan emeğidir.
Aynı nesne farklı nesnelerle değişime sokulabilir, bir çuval buğday
karşılığında bir çift ayakkabı, bir ceket ya da başka bir şeyin değiştirilmesi
mümkündür. Değişimin zorunlu tek koşulu bu farklı nesneler arasında bir
eşitliğin kurulabilmesi ve hepsinde ortak bir payda bulunmasıdır. Ancak, de­
ğişim oranları toplumlara ve zamana göre farklılaşabildiği için, sanki ortak
bir payda yokmuş da bu değişim tesadüfi ve dışsal bir şeymiş gibi algılanır.
Marx, farklı niteliklerdeki nesnelerin birbirleriyle değiştirilebilmesi­
nin bir soyutlamayı, bunlar arasında bir eşitlik varsayımını gerekli kıldığını
söyler ve çokgenlerin alanının, bunların üçgenlere ayrılması yoluyla hesaplan­
ması örneğini verir (Marx, 1986:51); insan emeği de benzer bir rol oynamak-

SOSYAL B İ Lİ M LER VE F E LSEFE


ta ve metalar arasında değişimin soyut ölçüsü olmaktadır. "Kullanım değeri
olarak metalar, her şeyden önce birbirinden farklı niteliklerdir; ama değişim
değerleri olarak yalnızca farklı miktarlardır." (İbid., s.52) Değişim değeri ola­
rak metalar yalnızca soyut insan emeğinin farklı miktarlarından ibarettirler.
Değişim değeri açısından baktığımızda bütün metalar emek ürünü
olmaları anlamında, soyut insan emeğinin niceliksel ifadeleridir. Değişim
değerinden söz edildiğinde metaların maddi özellikleri önemsizleşir. Bir
ekmek. fırıncı için ekmek değil; ama satın alacağı diğer metalar ve servet
anlamına gelir. Öyleyse fırıncı için metaların değeri tesadüfi değildir ve ek­
mekte somutlaşan kendi emeğiyle ölçülür ve aynı şey bütün toplum için ge­
çerlidir. Bundan bütün insan emeğini kapsayacak ikinci bir sonuç daha çı­
kar. Değişim değerinin ölçüsü, kullanım değeri olduğuna göre insan eme­
ği, değişim değeri ve kullanım değeri olarak iki farklı anlama sahiptir.
Her metanın kullanım değerinde, belirli bir türde ve belirli bir ama­
ca yönelmiş üretken faaliyet vardır. İçlerinde somutlaşan yararlı emek, her
birinde nitel olarak farklı olmasaydı, kullanım değerleri, birbirlerinin karşı­
sında meta olarak duramazlardı. Ürünleri genel olarak meta biçimini alan
bir toplulukta, yani bir meta üreticileri topluluğunda, her biri kendi hesabı­
na çalışan üreticilerin bağımsız olarak yürüttükleri yararlı emekler arasın­
daki bu nitelik farkı, karmaşık bir sistem, bir toplumsal işbölümü meyda­
na getirecek biçimde gelişir. (İbid., s. 57)

3-3 PARA
Kendi başlarına yalnızca kullanım değeri olan metalar birbirleriyle
değişim ilişkisine sokulduklarında her metanın kullanım değeri diğerleri için
bir eşdeğere dönüşür. Eşdeğer metanın maddi biçimi, birinci meta için soyut
değer biçimine dönüşür. Bir metanın maddi kullanım değeri, diğerinin soyut
değişim değerinin ölçüsü olur. Marx bunu şu örnekle açıklamaktadır:
Bir kesme şeker cisim olduğu için ağırdır, ve bu nedenle bir ağırlı­
ğı vardır; ama biz bu ağırlığı ne görebiliriz, ne de ona dokunabili­
riz ... Demir, demir olarak bir kesme şekerden daha fazla ağırlığın
görünüş biçimi değildir. Ne var ki, şekerin şu kadar ağırlığı olduğu­
nu ifade etmek için, onunla demir arasında bir ağırlık ilişkisi kura-

118 MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LER


nz. Bu ilişkide demir, ağırlıktan başka hiç bir şey temsil etmeyen bir
cisim olarak iş görür. Bu nedenle, belli bir nicelikte demir, şekerin
ağırlığının ölçülmesine yarar ve kesme şeker ile ilişkisinde, ağırlığın
somutlaşmasını, ağırlığın ortaya çıkış biçimini temsil eder ... Her
ikisi de ağırlık olmasaydı, bu ilişki içine giremezlerdi ve biri öteki­
nin ağırlık ifadesi olarak işe yarayamazdı. (Ibid s.71)

Demirin bir ağırlık ölçüsü olarak şekerle ilişkisinde soyut ağırlığı


temsil etmesi gibi, eşdeğer ödevini gören meta da soyut insan emeğini tem­
sil eder. Eşdeğer meta, bu ilişkide yalnızca soyut değişim değeri olarak bu­
lunmaktadır. Her meta soyut insan emeğinin niceliği olmakla, eşdeğer me­
ta olarak işlem görebilir.
Metalar arası değişimin sistemleştiği toplumlarda, her metanın gö­
rebileceği evrensel eşdeğer görevini, zamanla diğerleri arasından sıyrılarak
öne geçen bir meta üstlenir; çünkü temel özelliği meta üretimi olan kapita­
lizmde tüm metalar için ölçü olarak kullanılabilecek evrensel bir eşdeğer bi­
çimine ihtiyaç vardır. Bir metanın evrensel eşdeğer olarak ortaya çıkabilme­
si için diğerlerinden ayrı tutulması gerekir. Bu özelliği kazanan meta para
adını alır ve genel bir değer ölçüsü olarak benimsenir.
Para bu anlamda, meta değişimi sürecinin doğasından kaynaklanan
bir sonuçtur. Ancak paranın kapitalist toplumda, kağıt para şeklinde soyut­
lanması; altın, gümüş gibi metaların eşdeğer olarak kullanılmasından baş­
layan uzun bir süreçten sonra gerçekleştiği için parayı ortaya çıkaran koşul­
lar unutulur ve paranın kendiliğinden bir değere sahip olduğu yanılgısı or­
taya çıkar. " Para temsil ettiği nesnelerin değerini yüklenir, değerin kendisi­
ni yaratabilen bir güç gibi görünür." (Cox, 20o s;s 9)
Meta tahlili, basit görünüşüne karşın bu kavramın karmaşıklıklarla
dolu olduğunu ve herhangi bir insan ürününün, meta olarak pazara çıktığı
andan itibaren somut niteliğinin dışında tamamen soyut bir özellik kazana­
rak, mistik bir biçime büründüğünü gösterir. Pazarda meta değişimi nes­
neler arasındaki bir ilişki gibi görünür; aslında nesneler soyut toplumsal in­
san emeğinin niceliği olarak orada bulunmaktadırlar ve ilişki aslında insan­
lar arasında gerçekleşmektedir. Son olarak evrensel eşdeğer biçimi olarak

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELS EFE


paranın ortaya çıkması, değişim ilişkisinin doğasında bulunan bulanıklığı
daha da koyulaştırır ve değerin nesnenin doğasından kaynaklandığı ve pa­
ranın da bunun tek ölçüsü olduğu sanısını kurumsallaştırır.
Marx'a göre klasik ekonomi politiğin talihsizliği, tam bu noktada ya­
ni iktisadi ilişkilerin üzerinin para tarafından örtüldüğü ve bulanıklaştığı
noktada ortaya çıkmasıdır. Klasik ekonomi politik bu gecikme nedeniyle
nesneleri inceleyen bir bilime dönüşür; konusunun tarihselliğini dikkate
almaz ve önünde hazır bulduğu kategorileri ezeli ve ebedi kabul ederek, ta­
rihsel olarak geçici olan ilişkilerden bütün evren ve bütün zaman için ge­
çerli toplumsal yasalara varmak ister.
İnsanın ihtiyaçlarını karşılamak için ürettiği nesnelerin, somutlaşmış
emeğin görünümleri olarak diğer metalarla girdiği ilişki, aslında insanlar ara­
sında ürünler üzerinden kurulmuş bir ilişkidir. İnsanlar birbirleriyle metalar
üzerinden ilişki kurarlar. Bu da değerin nesnenin özsel bir niteliğiymiş gibi
algılanmasına yol açar. Halbuki, "Tümüyle ürünlerin nesnel özelliği gibi gös­
terilen değer aslında dil gibi toplumsal bir üründür" (Marx: 1986, 89). Marx,
meta fetişizmi olarak adlandırdığı bu olgunun kökeninde, metanın değerinin
toplumsal insan emeğinden kaynaklandığının fark edilmemesi ve değerin
nesneye ait bir şey gibi algılanmasının yattığını düşünür (Ibid.s.87).
Marx, meta fetişizmi kavramından toplumsal ilişkilerin algısındaki
çarpıklığı anlar. Kapitalizmin yüzeydeki süreçleri ile özsel işleyişi arasında
bir farklılık, insanlar arasındaki toplumsal ilişkinin, onların gözünde şeyler
arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünmesine ve şeyler arasındaki ilişki
gibi görünerek; cansız, kuru süreçlere indirgenmesine yol açar. Bu süreçte
"Sosyal ilişkiler ve sosyal olarak sahiplenilmiş nitelik ve özellikler doğal fe­
nomenler olarak görülür" (Keat ve Urry, 1994:121). Marx, bunu insan bey­
ninin ürünlerinin bağımsız canlı varlıklar gibi göründüğü dine benzetir.
Metalar da insanın karşısında bağımsız bir varlık kazanarak, insan yaşamı­
nı belirlemeye başlarlar.

3.4 ARTI DEGER


Marx, insan üretiminin bağımsızlaşarak insan üzerinde bir güce dö­
nüşmesini yabancılaşma kavramı ile açıklamaktadır. Metanın, kapitalizmi

120 MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LE R


tanımlayan genel kategori olarak insanlararası ilişkiyi gizlediğini ve zaman­
la topluma hükmetmeye doğru evrildiğine kısaca değinmiş olduk. Kapita­
lizm koşullarında her şey bir meta olarak anlamlıdır ve meta olarak sahip
olduğu niteliğiyle bir değeri vardır. Bu durum aynı şekilde insan emeği için
de geçerlidir. M etaların bu hükmetme ilişkisinden kaynaklanan ve insan
emek gücünün de diğer metalar arasında bir meta sayılmasından kaynak­
lanan yanılgı kapitalist artı değer sömürüsüne yol açar. İnsanın emek gücü
de diğer metalarla aynı özelliklere sahip kabul edilir ve değeri üretimi için
gerekli soyut toplumsal insan emeği ile hesaplanır.
Marx'a göre insan emek gücünün özgünlüğüne rağmen sıradan bir
meta kabul edilmesi, artı değer sömürüsünün kaynağıdır. Her metanın de­
ğerinin, içinde somutlaşan emekle ölçüldüğü doğruysa ve insan emeğinin
ölçüsü yine soyut insan emeğiyse, sekiz saatlik emek harcamanın karşılığı
yine sekiz saatlik emek olmalıdır. Ancak bu bir totoloji olur. Nedeni ise, sa­
tılan şeyin emek gücü olmasına rağmen, emeğin kendisiymiş gibi kabul
edilmesinden kaynaklanır.
Emek gücünün değeri hesaplanırken işçinin yaşayabilmek ve çalış­
masını sürdürebilmek için gerekli ihtiyaçlarının maliyeti hesaplanır. Bir iş­
çinin kendi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek, yaşantısını sürdürebilmek
ve çalışmasını devam ettirebilmek için yarım gün çalışmasının yeterli oldu­
ğunu ve bunun ücret karşılığının ıo lira olduğunu varsayalım. Her meta
üretimi için gerekli emek değeriyle ölçüldüğüne göre işçi harcadığı emek
karşılığında ıo lirayı alıp günün geri kalanında işine bakabilir.
Diğer metalarda olduğu gibi emek satışında da aynı kurallar geçerli
olsaydı işverenin bundan bir kazancı olmayacaktı; halbuki, emek gücü ta­
mamen özel bir metadır ve onun üretilmesi için gerekli harcamayla onun
gerçekleştirdiği etkinlik birbirinden farklıdır. Emek gücünün özgünlüğünü
Marx şöyle açıklamaktadır:

İşgücünün gündelik ya da haftalık değeri, bu gücün gündelik ya da


haftalık olarak işe koşulmasından çok başka bir şeydir; tıpkı, bir atın
gereksindiği besin ile, o atın binicisini taşıyabileceği zamanın birbi­
rinden tamamıyla ayrı iki şey oluşları gibi. İşçinin işgücünün değeri-

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 121


ni sınırlandıran emek miktarı, hiçbir şekilde, onun işgücünün ger­
çekleştireceği emek miktarının sınırını meydana getirmez. (Marx:
1977· 7 °)

İşgücünün her gün yenilenebilmesi için gerekli miktar lO lira olsun


ve bunun sağlanabilmesi için yanın günü yeterli sayalım, ama işgücü bü­
tün bir gün için kiralanır ve geriye çalışması gereken yarım gün kalır. Arh
değerin kaynağı iş gününün bu ikinci kısmıdır. İşçi, yarım günlük çalışma­
nın sonunda emeğinin karşılığını aldığını düşünür; ama aldığı şey emek
gücünün karşılığıdır. Sermayedarın karı her ne kadar çalışmanın yalnızca
bir bölümünü ödemesinden kaynaklanıyorsa da tamamını ödüyor gibi gö­
rünür. Emek gücünün fiyatı emeğin fiyatıymış gibi görünür ve her gün iş­
çinin cebinden çıkan lO lira sermayedarın cebine girer. İşçinin emeği her
gün ondan koparak emrinde çalıştığı sermayeye katılır. Sermayenin emrin­
de çalışan işçi onu büyütmektedir. Emeği her gün emrinde çalıştığı serma­
yeye dönüşmekte ve kendisini esir almaktadır.
Feodal toplumda, ürünü satarak karşılığını alan işçinin etkinliği, ka­
pitalizm koşullarında yabancılaşarak sermayeye katılır. işçi çalıştıkça ser­
maye büyür ve üretimi kendi ihtiyaçlarına göre belirler. Metaların iki farklı
değere sahip olmalarıyla daha üretildikleri anda dışsal bir nitelik kazandık­
larını ve giderek bağımsız bir varoluşa sahip olduklarını biliyoruz. Şimdi,
insanın kendi emeği yabancılaşarak dışsal bir varoluş kazanmakta ve insan
emeğine el koymak üzere sermaye olarak cisimleşmektedir.
Özel bir meta olarak insan emek gücü artı değerin ve dolayısıyla
sermayenin kaynağını oluşturur. Emek gücünün ürünü olan sermaye ise
aynı zamanda onun patronudur. Paranın ortaya çıkışı sermayenin ilk bi­
çimidir. Sermaye ortaya çıktıktan sonra para karşılığında emek satın alır
ve parasal olarak daha da büyür. Sermayenin eğilimi ve varlık koşulu bü­
yümektir.
Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin öz­
gür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu emekçinin iki anlamda öz­
gür olması demektir: Hem emek gücünü kendi öz meta gibi satabilecek du­
rumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir

122 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M LE R


meta olmaması, emek gücünü gerçekleştirmesi için gerekli her şeyden yok­
sun olması gerekir. (Marx, 1986:184)
Sermaye demek ki, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan işçi
sınıfının oluşmuş olduğunu varsayar. En genel kavramlarla tarif ettiğimiz
bu sürecin Sanayi Devrimi'yle birlikte büyük sanayi merkezlerinde bürün­
düğü somut biçim bu yabancılaşmanın boyutlarını bütün açıklığıyla ortaya
koymaktadır. Sermaye ayrı bir varoluş kazanıp bağımsızlaştıktan sonra
kendi başına ve kendi için bir şeye dönüşür.
Meta ...bir bütünle, bir totallikle, ekonomik, politik ve toplumsal bir
sistem olarak kapitalizmle ilişkili olması gereken bir parçadır. Dolayısıyla
Marx'ın yöntemi, bütün kavramını, parçalarının basit toplamı olarak tanım­
layan felsefelere olduğu kadar, metodolojik bireyciliğin (Örneğin: faydacı­
lık, rasyonalizm) atomistik yaklaşımına da karşıydı: Marx'a göre, totallik, fe­
nomenlerin karşılıklı bağlılığıyla bir yapıya kavuşur; olgular yalıtılmış ve
dışsal veriler değil, ondan bağımsızlık kazanmasına rağmen, bütünle zo­
runlu bir ilişki içinde var olan, içsel bakımdan ilintili öğelerdir. Marx, "Her
toplumun üretim ilişkileri bir bütün oluşturur ve yalnızca bu anlamda kav­
ranıp analiz edilebilir" diye yazmıştı. (Swingewood, 1998:106)
Nitekim, artı değer teorisi, sermayenin yapısı ve tarihsel eğilimi
üzerindeki belirleyiciliğiyle, kapitalizmin tarihsel bir sistem olarak üzerine
kurulu olduğu çelişkiyi ve o sistemin doğası gereği yok oluşa mahkum ol­
duğunu göstermek için kullanılır.
Artı değerin ortaya çıktığı üretim süreci değerlendirildiğinde serma­
yenin yapısında iki farklı bölüm ayırt edilir. Birincisi, üretim araçlarına har­
canan sabit sermayedir ve bunun değeri sermaye içinde değişmeden muha­
faza edilir. Üretilen ürünün fiyatının belirlenmesinde, aşınma payı olarak
ifade bulan bu sermaye, bu yönüyle sabit sermayedir ve artı değer sürecin­
de edilgen bir nitelik taşır.
Sermayenin diğer kısmı ise emek gücüne yapılan harcamadır. Bu
ikincisi, yukarıda da gördüğümüz gibi değişken bir nitelik taşır. Üretim sü­
reci içinde yarattığı artı değer ile büyür. Öyleyse, sermayenin büyümesinin
kaynağı, değişken sermaye, bir başka deyişle emek gücüdür. Büyümek iste­
yen sermayenin, değişken sermayeyi, yani artı değeri artırması gerekir.

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 123


Sermayenin yalnızca artı değer ile büyüyebilmesi olgusu, meta de­
ğişimi ve sermayenin niteliği üzerine bir sorgulamayı zorunlu kılar. "Meta
dolaşımı, sermayenin çıkış noktasıdır." (Marx, 1986:160) Meta dolaşımının
(metaların değişim süreci) vardığı noktanın para olduğunu yukarıda göster­
dik. "Meta dolaşımının bu son ürünü, sermayenin göründüğü ilk biçim­
dir." (Ibid.) Sermayenin büyümesi süreci, iki özgür iradenin varlığını ge­
rektirir: sermaye ve işçi. İşçinin iradesi iki kez özgür olmalıdır. Hem kendi
emek gücünü satarken bütün sınırlamalardan özgür olmalı, hem de toprak­
tan ve üretim araçlarından kopmuş olması anlamında özgür olmalıdır; ya­
ni ancak emek gücünü satarak varlığını sürdürebilmelidir.
Bu eşit ilişki, doğası gereği, emek gücünün ve sermayenin özgünlük­
lerinden kaynaklanan, ve diğer tüm meta değişimlerinden ayırt edilmesini
sağlayan bir nitelik taşır. Emek gücünün bu özgünlüğünü inceledik. Serma­
yenin özgünlüğü ise, toprak mülkiyenin aksine daha başlangıçta para biçi­
mini almış olmasıdır. Öte yandan sermaye, yalnızca para demek değildir ve
paradan farklı bir özellik taşır. Marx, bu farklılığı şöyle açıklamaktadır:

Metanın en basit dolaşım biçimi M-P-M (Meta-Para-Meta), metanın


paraya dönüşmesi, ve paranın gerisin geriye meta haline gelmesi­
dir; ya da satın almak için satmaktır. Ama, bu biçimin yanı sıra on­
dan tamamen farklı başka bir biçim görüyoruz: P-M-P (Para-Meta­
Para) , paranın metaya dönüşümü ve tekrar para halini alışı; ya da
satmak için satın almak. Bu ikinci biçimde dolaşımını tamamlayan
para, böylece sermayeye dönüşür, sermaye halini alır ve zaten aslın­
da sermaye olma özelliğindedir.(lbıd., s.161)

Yakından bakıldığında P-M evresinde, paranın, yani sermayenin sa­


tın almayla metaya dönüştüğü, ikinci aşamada M-P evresindeki satış ile ye­
niden para haline geldiğini görüyoruz. Para önce metayla ve elde edilen
meta daha sonra tekrar parayla değiştirilir. Meta satılmak üzere satın alın­
makta ve para kendisine tekrar geri dönmektedir. Bu değişimi basit meta
değişimi süreciyle karşılaştırdığımızda, meta değişimi sürecinin iki ucun­
da iki farklı nitelikte meta ile karşılaşırız ve değişimin amacı bu farklı nite-

124 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M LER


liklere duyulan ihtiyaçtır. Oysa P-M-P, değişim sürecinin iki ucunda da ay­
nı nitelik, yani para yer almaktadır. Nitelikler aynı olduğuna göre, bu dola­
şımın anlamlı olabilmesi için, sürecin iki ucunda farklı miktarlarda para ol­
malıdır; yani basit meta değişiminde amaç farklı niteliklerin, P-M-P değişi­
minde ise farklı niceliklerin değişimidir. Doğru ifadesiyle bu süreç P-M-P
olarak simgeleştirilmelidir.
Bu tümüyle yeni bir olgudur, farklı bir kullanım değeri amaçlama­
yan sermaye yalnızca nicelik olarak büyümek amacıyla dolaşıma girer ve so­
nuçta yine başladığı yere döner. Yani tekrar değişime girerek, büyümesi ge­
rekir. Sermayenin değişim sürecindeki niceliksel büyümesinin kaynağının
emek gücünün tamamen özgün bir meta olmasından kaynaklanan artı de­
ğer sürecindeki sömürü olduğunu biliyoruz. " Para, hareketini ancak yeni­
den başlamak üzere sona erdirir." (Ibid, s.165) Basit meta değişimi, farklı
bir metanın kullanım değerine sahip olmak için, yani bir ihtiyacın karşılan­
masını amaçlarken; paranın sermaye olarak dolaşımı kendi başına ve ken­
disi için bir amaçtır.
P-M- P dolaşımının nesnel ya da esas kaynağı olan değerin büyüme­
si, kapitalistin öznel amacı halini alır; gitgide daha fazla soyut servete sahip
olma faaliyetlerinin tek dürtüsü haline geldiği ölçüde o, bir kapitalist olarak,
yani bir kişiliğe bürünmüş, bilinç ve iradeye sahip sermaye olarak işlev ya­
par... Onun biricik amacı kar etmenin, durup dinlenmeyen, bitip tükenme­
yen sürecidir. Bu sınırsız zenginlik hırsı, bu değişim değeri avcılığı tutku­
su, kapitalist ile cimride ortak bir yandır; ne var ki cimri, çılgın bir kapita­
list olduğu halde, kapitalist akıllı bir cimridir. Cimrinin, parasını dolaşım­
dan çekmek suretiyle sonu gelmez değişim değeri biriktirme amacını, on­
dan daha akıllı ve kurnaz kapitalist, parayı tekrar tekrar dolaşıma sokmak
suretiyle gerçekleştirir. (Ibid.s., 1 67)
Sermayenin çelişkili doğası, değişim sürecinin dışında oluşmuş ol­
masına karşın, var olmak ve büyüyebilmek için dolaşıma ihtiyaç duymasın­
dan kaynaklanır. Bu büyümenin kaynağı emek gücünün özgünlüğüdür. Bu
sonuçlardan hareketle, Marx'ın sermayenin birikimi tahliline ulaşılır. Marx,
artı değer sürecinde emek gücünün değişen sermayeyi oluşturduğunu söyle­
yerek, ve dahası bu değişen sermayenin, sermayenin büyümesinin kaynağı

SOSYAL BİLİ M LE R VE FELSEFE 125


olduğunu belirterek, tamamen yeni bir kavram ortaya koymuş oldu. Kapita­
lizmin tarihsel eğilimi açısından bunun anlamı; üretim araçları ve değişen
sermaye olarak bölünen sermayede, teknolojik gelişmelere ve üretimin örgüt­
lenmesine bağlı olarak, değişmeyen sermayenin oranının sürekli artmasıdır.
Teknolojik gelişmelere bağlı olarak, yükselen makineleşme ile bir­
likte, kapitalizm; zenginlik ve yoksulluğu aynı anda yaratır. Sermaye biriki­
mi giderek daha az işçiye ihtiyaç duyduğu için, "yedek bir emek ordusu" ya­
ratarak, aşırı nüfus artışına neden olur. Tüm bunlar, sermayenin büyük bir
hızla üretimini genişletmesine; toprağı, üretim araçlarını ve her şeyi büyük
bir hızla yutmasına yol açar. Değişim sürecinin dışında, 'ilkel birikim' ola­
rak biriken sermaye, değişim sürecinde, büyük bir hızla büyür.
Emekçiler, proleteryaya ve onlara ait emek araçları sermayeye çevri­
lir çevrilmez, kapitalist üretim tarzı, kendi ayakları üzerinde duracak hale
gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer
üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla or­
tak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dö­
nüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri
yeni bir biçim alır. (lbid, s.782)
Bu mülksüzleştirmenin kaynağı kapitalist üretim biçiminin doğa­
sından ve sermayenin yapısından kaynaklanır. Herakleitos'un ateş benzet­
mesiyle söylersek, sermayeyle karşılaşan her şey sermayeye dönüşür. Söz
konusu süreç, emek sürecinin fabrikalarda örgütlenmesi, bilimin teknolo­
jiye uygulanması, toprağın yeni yöntemlerle işlenmesiyle daha verimli kul­
lanılması gibi nedenlere bağlı olarak, kapitalizmin genişlemesine ve ulus­
lararası bir nitelik kazanmasına kadar gelişir. Sürekli olarak merkezileşen
bu üretim biçimi, değişmeyen sermayenin artan payına bağlı olarak, gittik­
çe daha az insana ihtiyaç duyar. Zenginlik ve yoksulluk birlikte büyürler.
Zenginliğin büyümesine, servetin gittikçe daha az elde toplanması; yoksul­
luğun büyümesine, gittikçe daha büyük sayılarda insanı kaplaması eşlik
eder. "Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en
sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ula­
şır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır.
Mülksüzleştirenler, mülksüzleştirilirler." (Ibid.)

126 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M L E R


Bu sü�ecin belirleyici unsuru, emek ve sermaye arasındaki çelişki­
dir. Sistem çelişkiyle var olur. İki sınıf arasındaki mücadele kapitalizme ka­
rakterini verir. Sermaye, ancak emek sömürüsüyle var olabilir; fakat emek
sömürüsü, emeğin toplumsallaşmasını sağlar ve böylece kendi sonunu da
hazırlar. Marksizm, ne bu çelişkiyi, ne de ondan kaynaklanan çatışmayı
yadsımaz, tam tersine tarihin ilerlemesi çelişkinin ortaya çıkarılması ve ça­
tışmaya çevrilmesiyle olur ve bu anlamda ileri bir adımdır. Eski toplum bi­
çiminin kendi sonunu hazırlamış olması, aynı zamanda onun yeni bir top­
lum biçiminin temellerini yaratmış olması anlamına da gelir. Çünkü hiçbir
yeni toplumsal yapı, maddi temelleri eski toplumun bağrında oluşmadığı
sürece ortaya çıkamaz.
Meta tahliliyle başlayan ve meta dolaşımı ve artı değer teorilerinden
elde edilen sonuçlar üzerine kurulan teori; küresel bir kapitalizm tahliline
dönüşür. Ekonomi kitabı olarak başlayan Kapital, kapitalizmin sosyolojisi
ve bir tarih felsefesi olarak sürer. Bir şeyi kendi iç bağlantıları içinde ince­
lemeye dayanan diyalektik yöntem, somut meta örneğinde, sistematik bir
kapitalizm açıklamasına dönüşerek, kapitalizmin üzerine kurulduğu çeliş­
kiler nedeniyle sonlanmaya mahkum olduğunu göstermek için kullanılır.
" Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı, kapita­
list özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel
mülkiyetin ilk yadsımasıdır. Ama kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçı­
nılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Bu, yadsımanın yad­
sınmasıdır." (lbid.s.783)

3·5 TARİ HSEL MATERYALİZM


Tarih incelemesinde karşılaştığımız yöntem, meta tahlili üzerinde
gelişen kapitalizm eleştirisiyle bağlantılıdır. Kapitalizm eleştirisi ve tarih
felsefesi iç içe geçer birbirlerinden beslenirler. Her ikisi de öncelikle bire­
yin yaşamsal faaliyetlerini temel alırlar. Bu düşünce ilk kez Alman İdeoloji­
si'nde ortaya konmuştur.
Tüm insan tarihinin ilk öncülü, doğal olarak, canlı insan bireyleri­
nin varlığıdır. Şu halde saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel
örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu ortaya çıkan, doğanın geri kalan

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE FELS E F E 127


bölümüyle olan ilişkileridir.... Her tarih yazımı, bu doğal temellerden ve ta­
rih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişiklikler­
den hareket etmek zorundadır. (Marx&Engels, 1 992:36-37)
İnsan bireyinin varlığı ve bu varlığın sürdürülmesi için gerekli ya­
şamsal faaliyetlerin niteliği, toplumsal araştırmanın hareket noktasıdır.
Toplumsal araştırma, diyalektik yönteme dayanmalı, toplumu kendine öz­
gü zincirlenişi içinde incelemelidir. Filozoflar, bu zincirlenişi bilmedikleri
yerde, kendi ürettikleri fikirleri onun yerine koyarak tarihi kendi algılarıyla
sınırlamışlardır. "Böylece, tarih, bilinçsiz, ama zorunlu olarak, önsel olarak
saptanmış belli bir ülküsel erek doğrultusunda işliyordu, bu erek, örneğin
Hegel'de, kendi mutlak fikrinin gerçekleşmesi idi ve bu mutlak fikre doğ­
ru geri dönüşü olmayan gidiş, tarihsel olayların iç zincirlenişini oluşturu­
yordu." (Engels, 1992:46) Tarih alanında, filozofların zihnindeki imgelerin
yerine toplumun maddi yaşamının incelenmesinden elde edilen sonuçlar
geçmelidir. Bu nedenle "insanların karşılıklı eylemlerinin ürünü"
(Marx&Engels, 1976 :126) olan toplum; ancak insanların yaşamsal faaliyet­
lerini gerçekleştirme biçimleri temelinde incelenebilir.
Tarihin temeli üretim ilişkileridir ve insanlar kendilerini bu ilişkile­
rin içine doğmuş bulurlar. Daha önceki insan faaliyetinin ürünü olan üretim
ilişkileri, o kuşağın toplum biçimi tarafından belirlenmiştir. Her yeni kuşak,
bu anlamda önceki kuşak tarafından koşullanır ve tarih bu zincirleme bağ­
lantıdan oluşur. Bir önceki kuşağın üretim ilişkileri, sonraki kuşağın üretici
güçlerinin hammaddesidir. İnsanların somut ve bireysel faaliyetlerinin için­
de geliştiği maddi biçimler, insanlar bunun farkında olsa da olmasa da tarih­
sel olarak belirlenmiştir. " İnsanlar tarihlerine kendileri yaparlar, ama kendi
keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli
olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar." (Marx, 1990:13)
Tarihsel olarak belirlenmiş olmak, insan faaliyetinin kendi zincirle­
me bağlantısı içinde, yani diyalektik olarak ele alınışının ilk bulgusu ve ilk
adımıdır. Sonrasında, bu belirlenmişlik içinde insanların kendi tarihlerini
nasıl yaptıklarının açıklanması gelir. Toplum tarihini doğa tarihinin bir
parçası olarak gören Engels, toplum tarihinin görünüşündeki farklılığa rağ­
men doğa tarihi gibi yasalarla ele alınabileceğini bildirir. Doğadaki süreçler,

128 MARKSİZM VE SOSYAL BİLİMLER


etkileşim içindeki bilinçsiz nesnelerin, genel yasalar uyarınca hareketinden
meydana gelirler. Doğada hiçbir süreç bilinçli bir amaç doğrultusunda mey­
dana gelmez. Toplum ise, bu yönüyle doğadan farklı bir görünüme sahip­
tir; çünkü toplumsal fenomenlerin temelinde bilinçli bireylerin amaçlı ey­
lemleri bulunur. Ancak bütünü içinde baktığımızda tarihi kuranın bireyin
bu amaçlı eylemi olmadığı olgusuyla karşılaşırız.
Çünkü, burada da, bütün bireyler tarafından bilinçli olarak izlenen
ereklere karşın, genel bir biçimde, yüzeyde, görünüşte hüküm süren rast­
lantıdır. Ancak istenen erek çok seyrek olarak gerçekleşir; çoğunlukla, izle­
nen ereklerin çoğu birbirleriyle çaprazlaşır ve birbirlerine karşı dururlar, ya
kendileri önsel gerçekleşemez ereklerdir, ya da onları gerçekleştirecek araç­
lar henüz yetersizdir. Böyle olduğu içindir ki, sayısız bireysel irade ve ey­
lemlerin çatışmaları tarihsel alanda, bilinçsiz doğa alanında hüküm sür­
mekte olana tıpatıp benzer bir durum yaratır. Eylemlerin erekleri istenmiş
ereklerdir, ama bu eylemleri gerçekten izleyen sonuçlar istenen sonuçlar
değillerdir, ya da başlangıçta gene de güdülen amaca uyar gibi görünseler
de, sonunda istenmiş olanlardan bambaşka sonuçlara varırlar. Böylece ta­
rihsel olaylar da, aynı şekilde, büyük çapta rastlantıların hükmü altında gö­
rünürler. Ama rastlantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç
yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktır.
(Engels, 1992:46)
Söz konusu olan yalnızca tarih değil, genel olarak Marksist sosyal
bilim anlayışıdır. Marksist sosyal bilim, toplumsal yaşamın yüzeyde hü­
küm süren akışa yön veren yasaları bulup çıkarmayı amaçlar. İnsan toplu­
munu bireyin bilinçli eylemiyle doğadan ayıran Marksizm, tarih üzerinde
etkili olan bireysel iradelerin tutku ya da düşünmeyle belirlendiğini belirte­
rek bu tutku ve düşünmeyi belirleyen araçların niteliği üzerinde düşünme­
ye davet eder. "İnsanları harekete geçiren ne varsa, hepsi zorunlu olarak on­
ların beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim, koşullara çok bağ­
lıdır." (Engels, 1 992:49)
ilk kez Hegel'in ele aldığı bu soruna, Hegel'in verdiği yanıt, insan
zihnini belirleyen etkenin ideanın tarihsel yolculuğu olduğudur. Hegel'in
" .. .insan düşüncesinin ve insan eyleminin bütün sonuçlarının son ve kesin

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 129


olma niteliğine" (Ibid, s.12) son vermesini benimseyen Marx ve Engels, so­
ruyla birlikte Hegel'in bu soruya yanıtını almazlar ve onun yerine, insanın
maddi yaşam biçimini koyarlar.
Hegel felsefesinin devrimci niteliği. gerçeklik kelimesini herhangi
bir siyasal ya da toplumsal duruma, sonsuza kadar ait bir özellik olarak gör­
memesidir. Felsefe açısından gerçeklik, öğrenilmesi gereken bir 'şey'ler
toplamı değildir, biliş süreci içinde, bilimin tarihsel gelişmesi içinde yaratı­
lır. Aynı şekilde, tamamlanmış bir toplumsal aşama, eksiksiz bir toplum
yoktur. İnsan toplumu sonsuz bir gelişme içinde, her biri zorunlu olarak
geçici olan toplumsal aşamaların zincirlenişiyle gelişir. Her aşama zorun­
ludur ve bu anlamda varlığını borçlu olduğu önceki toplum biçimi karşısın­
da meşrudur; ama kendisinden sonra gelen aşama karşısında hükmünü yi­
tirir ve yerini ona bırakması gerekir. Hegel felsefesinde hiçbir şey mutlak
ve son değildir ve Hegel felsefesi bu sonsuz akışın felsefesi olur. Marx ve
Engels için, Hegel felsefesi her çağı meşru kılmasıyla tutucu olsa da, asıl
olarak devrimci niteliğiyle belirlenmiştir.
Her toplumsal aşama, tıpkı Hegel'de olduğu gibi Marksizm için de
önceki aşama tarafından belirlenir ve sonraki aşamaya kadar yalnızca geçi­
ci olarak var olur. Hegel'de ideanın belirlediği tarih, Marksizm'de insan
toplumsal yaşamını üretim biçimi tarafından belirlenir. İnsanın toplumsal
etkinliği tarihsellikle belirlenir; ama bu tarihsel gelişmeyi ve doğal olarak
bu gelişmenin insanın zihninde aldığı biçimi belirleyen insanın toplumsal
maddi yaşamıdır. Marx, bu konuda vardığı görüşleri Ekonomi Politiğin Eleş­
tirisine Katkı'da özetler:

Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu,


kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim
ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derece­
sine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi
yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki
ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.
Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve ente­
lektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen

1 30 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M L E R
şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, top­
lumsal varlıklarıdır. (Marx, 1 993:23)

Toplumun maddi yaşamının, toplumun siyasal-düşünsel kurumları­


nı belirlediği önermesi nedeniyle Marksizm, mekanik determinizmle suç­
lanmıştır. Bu eleştirilere göre, toplumun maddi yaşamının belirleyici oldu­
ğunu öne sürmek, insanı toplumsal süreçlerin elinde iradesiz bir nesneye
dönüştürmektedir. Ancak bu eleştiriler, Marksist tarihsel materyalizmin
Hegel diyalektiğiyle ve Hegel diyalektiğine karşı formüle edildiğini dikkate
almamaktadır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi H egel insan eylemlerini belirleyen
güdülerin arkasında başka güçlerin bulunduğunu ve asıl bunların araştırıl­
ması gerektiğini kabul eder; ama bunları tarihin dışında bir yerde, felsefe­
de bulur. Ona göre insanların zihnini belirleyen güdüleri kontrol eden ide­
adır. Marx, bu güçleri yeniden toplum dünyasına getirir. İnsanların güdü­
lerini belirleyen etkenler, toplum dışında değil, toplumsal yaşamın içinde
aranmalıdır. Dolayısıyla toplumsal maddi yaşama yapılmış vurguyu He­
gel'e karşı bir vurgu olarak anlamak gerekmektedir. Nitekim Engels, bu ko­
nuda şunları söyler:

Maddeci tarih görüşüne göre, tarihin belirleyici etkeni, nihai kade­


mede, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de
ben, bunun ötesinde bir şey söylemedik. Bundan sonra biri kalkar
da, bu önermeye, iktisadi etken tek belirleyici etkendir dedirtecek ka­
dar işkence ederse, onu, boş, soyut, saçma bir cümle haline getirir.
(Marx ve Engels, 1976:134)

Marx'ın öncelikle Alman tarih yazımına ve Hegelci tarih felsefesine


karşı olan eleştirel tavrının sonucu olarak kendi bilimini geliştirdiğini ve
kendi yönteminin maddeci temelini bu anlamda vurguladığını belirten Bot­
tomore, "'madde' terimininin yalnızca insan varlığının temel ve ilk koşulla­
rını belirtmek üzere kullanıldığını (Marx, 2oon3) söyler.
Üstyapının çeşitli unsurları da hiç kuşkusuz tarihin akışı üzerinde et­
ki ederler. Maddi ve düşünsel bütün etkenler karşılıklı bir etkileşim içinde
SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELS E F E 131
gelişir. Tarihsel materyalizmde amaç kaba bir determinizm değil; ekonomik
yapının işleyişini doğal bir tarihsel süreç olarak incelemektir. Böyle bir ince­
lemede, en temel, en belirleyici ilkeler üzerinde yoğunlaşır. Tarihi maddi sü­
reçlerin belirlediği, önemli tarihsel olayların belirleyici temel nedenlerinin
toplumun maddi yaşamında aranması gerektiği düşüncesi, öte yandan, üst­
yapı kurumlarının edilgin oldukları anlamına gelmemektedir. Çünkü, üstya­
pı kurumları da ortaya çıktıktan sonra kendine özgü bir organizma oluştura­
cak şekilde gelişmekte ve bağımsız bir yapı oluşturmaktadırlar.
Devlet, insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak kendini gösteriyor
bize. Toplum, dış ve iç saldırılara karşı, ortak çıkarlarını savunmak üzere
kendi kendine bir organizma yaratır. Bu organizma devlet iktidarıdır. Dev­
let daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar. .. Şu var ki, dev­
let bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de,
artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuram­
cıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle
örtbas ederler. Her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onay­
lanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından ....hu­
kuksal biçim, her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak duru­
mundadır. (Engels, 1 992:53)
Toplumun maddi yaşamı ve üstyapı kurumları arasındaki ilişkiyi,
iki farklı varlık alanı arasındaki etkileşim gibi değil, ama birlikte gelişen
yapıların organik ilişkisi olarak anlayan Marksist felsefenin, toplumsal
maddi yaşamın belirleyiciliğine yaptığı vurgu, sosyalizm düşüncesiyle bir­
leşince, determinizm yorumları ve tarihe amaçsal yaklaşıldığı eleştirisine
yol açmıştır. Hiç kuşkusuz bunun önemli bir nedeni, Marx'ın toplumsal
devrimler konusundaki düşünceleridir. Daha önce bir kısmını verdiğimiz
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı nın önsözünde devrim konusunda şun­
'

ları söylemektedir:

Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçle­


ri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri­
ne ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mül­
kiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçim-

MARKSİZM VE SOSYAL BİLİ M LER


leri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir
toplumsal devrim çağı başlar. ( Marx, 1993:23)

Biz burada, toplumun katı ve sonal bir gerçekliği olmadığı vurgu­


sunu ve toplumsallığın değişimle, tarihsellikle karakterize olduğu vurgu­
sunu görüyoruz. Toplumsal değişim ise, bir amaca bağlı olarak, örneğin
sosyalizm fikriyle ilişkilendirilmemektedir. Değişimin ve toplumsal dev­
rimin gerekçesi, toplumun yapısında barındırdığı çelişkidir. Toplumun
özünün çelişki olduğunu M arx, meta tahlili ve artı değer teorisinde gös­
termiştir.
Toplumsal araştırmada, Marx kendini doğa süreçlerini inceleyen bir
fizikçiye benzetir. Deneyin doğa bilimlerindeki kullanımı, incelenen olgu­
nun araştırılmak istenilen özelliğinin dışsal etkiler bir yana bırakılarak göz­
lemlenmesidir. Örneğin, kapitalizm incelemesi tamamen bu yönteme gö­
redir. Kapitalizmi en iyi gözlemleyebileceği İngiltere'yi empirik malzeme
sağladığı bir laboratuar gibi düşünür. Tıpkı tekil durumlarda gerçekleştiri­
len deneylerin sonuçlarının, soyutlanarak genellenmesinde olduğu gibi, İn­
giltere'den elde edilen sonuçlar da genel olarak bütün kapitalist toplumlar
için anlam ifade eden sonuçlar olur.
Belirli üretim tarzları ve değişim biçimleri için geçerli yasaların, ta­
rihin bu üretim tarzları ve değişim biçimlerine ortaklaşa sahip bulunan bü­
tün dönemleri için geçerli oldukları kendiliğinden anlaşılır. Böylece örne­
ğin maden paranın kullanılmaya başlanması maden paranın değişim aracı
görevini gördüğü bütün ülkeler ve bütün tarih aşamaları için geçerlikte ka­
lan bir dizi yasayı yürürlüğe sokar. (Engels, 1 97T250)
Marksizm'in doğal olarak gelişen toplumsal yasa kavramının Aydın­
lanma felsefesinden itibaren gelişen ve klasik iktisatçılar tarafından uygula­
nan, bütün toplumlar ve bütün zamanlar için geçerli toplum yasalarından
farklı olduğu burada göze çarpmaktadır. Bilimsel araştırmanın ulaşabilece­
ği, toplum yasaları, tarihsel ve maddi koşullarla sınırlıdır ve ancak ortak
özellikler gösteren benzer koşullara sahip toplumlarda geçerli olabilirler.
Bütün bir tarih ve bütün toplumlar için geçerli olan mutlak yasalar yoktur.
"Böyle soyut yasalar yoktur. Tersine, . . . her tarihsel dönemin kendi yasaları

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 1 33
vardır. ... Toplum belirli bir gelişme dönemini tamamlar tamamlamaz, be­
lirli bir aşamadan bir ötekine geçerken, başka yasaların da etkisi altına gir­
meye başlar." (Marx, 1986:27)
Toplumun sürekli bir gelişme ve evrim içinde olması nedeniyle ya­
salar görelidirler. Bu nedenle, amaç, belirli bir döneme ait geçici yasaları
bulmak değil, tüm bu değişme ve gelişmelerin bir biçimden diğerine, bir
üretim biçiminden yeni bir üretim biçime geçişini belirleyen hareketin ya­
sasını ortaya çıkarmak ve bunun toplumsal görünümlerini sergilemektir.
Mutlak olan tek şey, köklerini insanın toplumsal maddi yaşamının üreti­
minde bulan değişimdir. Marx, bu olguyu, farklı organizma türlerinde bit­
kilerde ve hayvanlarda yaşamın temelden farklı kurallara bağlı oluşuna rağ­
men, tümünün canlılık da birleşmesine benzetir.
Olguların daha derinlemesine bir tahlili, toplumsal organizmaların
kendi aralarında, bitkiler ya da hayvanlar kadar, temelden farklı olduğunu
gösterir. Dahası var, bir tür olarak bu organizmaların yapılarının farklı ol­
ması, tek tek organlarının gösterdiği değişiklikler, bu organların içinde iş­
ledikleri koşulların farklı olması sonucu, bir ve aynı olgu, tamamıyla farklı
yasaların egemenliği altına girer. (Ibid, s.28)
Diyalektik yöntem, tüm farklı görünümleri içinde incelediği konu­
nun içsel bağlantılarından, onun çevresiyle olan ilişkisi ve bütünlüğünü or­
taya çıkarmayı amaçlar. Meta analizi olarak başlayan Marksist analiz, kapi­
talizmin, sosyolojik ve iktisadi bir analizine ve bu analiz, tarih felsefesine
doğru gelişir.

3.6 SOSYAL B İ Lİ M LERDE YÖNTEM


Marksizm üzerine incelememizin buraya kadar olan kısmında, me­
ta tahlili ve artı değer teorilerinde, Marksist sosyal bilimin temel kavramları­
na da ulaştık. Özellikle tarih felsefesi, sosyal bilimlerin ontolojik ve metodo­
lojik malzemesini bütünüyle sağlamış görünüyor. Dikkatli bir bakış, günü­
müzde farklı disiplinlerin inceleme alanlarına giren bu konuların, Mark­
sizm'de organik bir bütün olarak bir araya getirildiğini fark edecektir. Tarih
felsefesinde, toplumsal yaşamın maddi üretimi, tarih incelemesinin ontolo­
jik temelidir. Dolayısıyla, Kapital' de karşılaştığımız meta tahlili eksenli kapi-

134 MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M L E R


talizm eleştirisi, kapitalizmi tarihsel bir sistem olarak kavramakla, tarih fel­
sefesinin bir parçasıdır.
Kapitalizmin işleyiş ve evriminin incelenmesi aynı zamanda üretim
biçimleri bakımından bir tür insanlık tarihi ortaya koyar. Kapital bir ekono­
mi kitabıdır, ama aynı zamanda kapitalizmin sosyolojisi ve kendi çatışma­
ları içinde sıkıntılı insanlığın, tarih öncesi dönem sonuna kadar felsefi tari­
hidir. (Aron, 2004:129)
Alman İdeolojisi nde Adam Smith gibi işbölümünün önemini vur­
'

gulayan Marx ve Engels, insan emeğinin yaratıcı niteliğine yaptıkları vur­


guyla ondan ayrılırlar. Klasik iktisat anlayışında, işbölümü, yalnızca verim­
liliği artırarak, üretimin merkezileşmesini sağlar. Marx ve Engels ise insa­
nın kendi yaratıcı etkinliğinin ürünü olduğunu kabul eder. İnsan, emeğiy­
le yalnız doğayı değil, kendisini de değiştirir.
İnsan, emeğiyle kendi dünyasını yaratır. Emek süreci toplumsal bir
süreçtir, insan başkalarıyla ilişkisi içerisinde ihtiyaçlarını karşılamak için
emek harcarken, kendini toplumun dışında düşünmez. Aksine, onun par­
çası olduğunu hisseder; çünkü üretim süreci, özünde insanlararası bir iliş­
kidir. İnsanlar topluma emekleriyle bağlanır ve bu etkinlikte kimliklerini
oluşturur, topluma katılırlar. Hegel'in "Özbilinç ancak başka bir özbilinç
için... var olduğu ölçüde kendinde ve kendi için vardır" (Aktaran Bumin,
l99P73) sözüyle birlikte düşünüldüğünde, insanlığın pratik etkinliği için­
de kendini yarattığı fikrinin, bir Hegel yorumu olduğunu görebiliriz.
İnsanların hayvanlardan herhangi bir şekilde kolayca ayırt edilebile­
ceğini bildiren Marx ve Engels, insanın kendisini "geçim araçlarını üretme­
ye başlar başlamaz, hayvanlardan ayırt etmeye başladıklarını" (Marx&En­
gels, 1 992:37) vurgular.
İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce
doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının
doğasına bağlıdır... Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının ye­
niden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu birey­
lerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir
yaşam biçimini, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde,
onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 135


ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin
maddi koşullarına bağlıdır. ( Ibid.)
Üretim biçiminin doğa tarafından koşullandırılması ve doğal ko­
şulların değişmesine bağlı olarak değişebileceğinin kabulü, toplumsal dev­
rim tanımıyla birlikte düşünüldüğünde, üretim sürecinin bütün olguları
tarihsel değişkenler olarak ortaya çıkar. Şöyle söyleyelim, üretim sürecin­
de insan emeğiyle kendi dünyasını yaratıyor, anlamlar oluşturuyor ve içi­
ne girebileceği kimlikler yaratıyorsa ve bu yaratılan gerçeklik, üretici güç­
lerin mevcut üretim ilişkilerini zorladıkları bir noktaya kadar gelişme eği­
limi taşıyorsa, tüm bu anlamlar tüm yeni toplumsal aşamalarda yeniden
oluşturulacaktır.
Toplumsal yapıların tarihselliği, Klasik iktisat ve Aydınlanma felse­
fesinde karşılaştığımız tarih üstü toplum yasalarının niteliğini kuşkulu ha­
le gelir. Kapitalizm de kendinden önceki tarihsel sistemler gibi tarihsel ve
geçicidir. Bu toplumsal sistemden elde edilen sonuçlar, tüm tarihe genelle­
nemez; çünkü kapitalizmin ebedi olduğu yanılgısı üzerine kuruludurlar.
Ekonomi politik, daha kafalarda 17. yüzyıl sonuna doğru doğmuş ol­
masına karşın, gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith'in vermiş
bulundukları olumlu formüller içinde, özsel olarak r8. yüzyılın çocuğudur
ve bu dönemin bütün üstünlük ve kusurlarıyla birlikte, bu çağda, büyük
Fransız Aydınlanma filozofları tarafından elde edilmiş başarılar dizisi içine
girer... Yeni bilim, onlar için, çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dı­
şavurumu değil, ama ölümsüz aklın dışavurumu idi; bu bilimin bulduğu
üretim ve değişim yasaları, bu eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir bi­
çimini değil, ama doğanın ölümsüz yasaları idiler; bu yasalar, insan doğa­
sından çıkarılıyorlardı. Ama bu insan, yakından bakılırsa, o zaman büyük
burjuva haline dönüşmekte bulunan orta burjuva idi, ve doğası da, çağın ta­
rihsel olarak belirlenmiş koşulları içinde üretimde bulunmaya ve ticaret
yapmaya dayanıyordu.(Engels, I97T255)
Tarihsel bir sistemi, ezeli ve ebedi bir toplum biçimi olarak kavra­
yan klasik iktisat, sistematik bir analize girişmez. Hazır bulduğu katego­
rileri, evrensel eşdeğer biçimi olarak para örneğinde gördüğümüz gibi,
mutlak kavramlar olarak kabul eder ve analizini buna dayandırır. "Ne var

MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M L E R
ki, metalar aleminin bu sonal para biçimi, aslında, özel emeğin toplum­
sal niteliğini ve tek tek üreticiler arasındaki toplumsal ilişkiyi aydınlatmak
ve açıklığa kavuşturmak yerine, örtbas eden öğe olmuştur." (Max,
1986:91) Sonuç olarak, Klasik İktisadın pozitivist yöntemi, yüzeydeki fe­
nomenlere takılır kalır ve asıl belirleyici olan süreçleri anlamak yolunda
çaba harcamaz. Halbuki görünürdeki olgular, görünürü belirleyen süreç­
lerin üstünü örterler. Bilimin yanılgısının nedeni, insanın toplumsal ya­
şamına ilişkin bilimsel incelemenin, bu yaşamın pratik niteliğiyle ters bir
yolda gelişmesidir.
Bilimin mutlak hakikatin elde edilmesinde yansız ve nesnel bir yön­
tem olduğu kabulünün Marksizm'de kendiliğinden bir kabul olmadığı ol­
gusuyla burada karşılaşırız. Algılanabilen toplumsal fenomenler, yüzeyin
altında rol oynayan asıl belirleyici süreçleri gizleyici bir nitelik kazanabilir­
ler. Marx, Klasik iktisadı tarihsel olarak belirlenmiş belirli bir üretim biçi­
minin yüzeydeki fenomenlerine takılıp kalmakla ve yüzeyde hüküm süren
süreçleri belirleyen asıl süreçleri görmemekle eleştirir.
İktisat, ekonomik hareketin toplumsal bilinci olarak adlandırılabilir­
se, Klasik iktisat yanlış bir bilinçtir. Üzeri örtülmüş, yani hangi gerçekler ta­
rafından belirlendiğinin farkında olmayan bir bilinçtir. Marx ve Engels için
bu bilimin ideolojiye kaymasının nedeni budur. "İdeoloji, sözde düşünü­
rün, herhalde bilinçli olarak, fakat yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir sü­
reçtir. Onu harekete geçiren gerçek itici güçler kendisi için meçhuldür; öy­
le olmasaydı zaten ideolojik bir süreç olmazdı. .. " (Marx&Engels, 1976:145)
Bilimsel etkinliği, toplumdan ve değerlerden bağımsız bir etkinlik
olarak görmeyen Marksizm için, sosyal bilimler söz konusu olduğunda,
toplumsal değer ve çıkarların, bilimsel etkinliğin nasıl bir nitelik kazanaca­
ğı üzerinde çok daha belirleyici olması kaçınılmazdır. Bilim insanını 'hare­
kete geçiren güçler', gerçekliğin algısını, kendi çıkarlarıyla uyum içinde
kurmak ister.
Ekonomi politik alanında özgür bilimsel araştırma, yalnızca öteki bü­
tün alanlarda karşılaşılan düşmanlarla yüz yüze gelmekle kalmaz. Ele alınan
malzemenin kendine özgü niteliği, insan yüreğinin en azgın, en bayağı ve
en uğursuz tutkularını, özel çıkar çılgınlıklarını, düşman olarak savaş alanı-

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 1 37


na aktarır. Resmi İngiliz Kilisesi, 39 kuralın 38'ine karşı yapılan saldınyı, ge­
lirinin l/39'una yapılan saldından daha kolay bağışlar. (Marx, 1986:18)
Bilim ve toplum ilişkisinin özel olarak konu edindiği ve bilimsel te­
orilerin oluşumunda toplumsal çıkarların belirleyici olduğu önermesi, po­
zitivist bilimin yansızlığı ve nesnelliği iddiası karşısında oldukça sarsıcı bir
bakış açısıdır. Ancak burada bilime karşı bir güvensizlik veya bilimsel yön­
temlerin reddi değil, bilimsel araştırmanın toplumsal bir etkinlik olduğu
vurgusu belirgindir. Toplumsal bir etkinlik olmasıyla, toplumsal çatışmala­
rın teorik bir ifadesi niteliği de kazanabilmektedir.
Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da
gitgide daha açık. .. biçimler aldı. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin
doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli
mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu
söz konusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaş­
malar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur
göstermeler almıştı. (Ibid., s.23)
Böyle bakıldığında sosyal bilimler, objektif olarak doğruyu arayan di­
siplinler olmak bir yana, belirli toplumsal çıkarların dile getiriliş biçimlerin­
den başka bir şey değildir. Bu ise gerçekliğin, bilimsel yöntemlerle ve ken­
dinde olduğu gibi kavranılması amacının, yerini sınıf çıkarlarının teorik ifa­
delendirilişi olan ideolojilere bırakması anlamına gelir. Ancak, bu sınıflı
toplumlarda bilimin kaçınılmaz olarak ideoloji niteliği kazanacağı anlamı­
na gelmez. Marksizm bu anlamda bilimin olanağını kabul eder. Sosyal bili­
min amacı, toplumsal gerçekliği kendi iç bağlantıları içinde kavrayarak, gö­
rünürdeki fenomenleri, hareket yasaları doğrultusunda açıklamaktır.

3.7 MARKSİST DOGA ANLAYIŞI


Marksist doğa felsefesinde de diyalektik yöntem kullanılır. Marx ve
Engels, toplumu doğanın bir parçası olarak gördükleri için, doğa bilimleri­
ne ilgi duymuş ve toplum teorilerinde, doğa bilimlerin ortaya çıkardığı do­
ğa modelinden yararlanmışlardır. İnsan ve doğal çevresi arasındaki dina­
mik ilişki, Yeniçağ bilim anlayışından oldukça farklıdır. Doğa, insan tara­
fından işlenmeyi bekleyen, mekanik süreçlerden ibaret, edilgin bir yapı de-

MARKSİZM VE SOSYAL Bi Lİ M LER


ğildir; ancak, Engels, doğayı mekanik süreçler olarak inceleyen Yeniçağ bi­
limini, bilimsel gelişmenin zorunlu bir aşaması olarak görür.
Süreçleri incelemeden önce şeyleri incelemek gerekiyordu. Bir şey­
de meydana gelen değişiklikleri gözlemlemeden önce, şu ya da bu şeyin ne
olduğunu bilmek gerekiyordu ... Ve gerçekten geçen yüzyılın sonuna dek,
doğabilim, her şeyden çok olguları toplayan bir bilim, bir tamamlanmış
şeyler bilimi olmasına karşın, yüzyılımızda ...bir süreçler bilimi, şeylerin kö­
keni ve gelişmesinin bilimi ve bu doğal süreçleri bir büyük bütün halinde
birbirine bağlayan bağlantının bilimidir. (Engels, 1992:44)
Diyalektiği, "doğal süreçleri bir büyük bütün halinde birbirine bağ­
layan bağlantının bilimi" olarak tanımlayan Engels, bunun aynı zamanda
modern bilimin gelişme çizgisinin geldiği bir aşama olduğunu düşünür.
Doğal süreçlerin, büyük bir bütün halinde iç içe geçen bağlantıların bilimi
olarak kavranmasını, üç büyük buluş sağlamıştır. Bunlar; hücrenin bulu­
nuşu, enerjinin dönüşümü ve üçüncü olarak da evrim teorisidir.
Bu üç büyük buluşun ve doğa bilimlerindeki çok büyük ilerlemele­
rin sayesinde, bugün, yalnızca ayrı ayrı ele alınan değişik alanlardaki doğa
görüngüleri arasındaki ardı ardına zincirleme sıralanışı değil, ama başka
başka alanlar arasındaki bağlantıyı da gösterebilecek ve böylece, ampirik do­
ğa biliminin bize sağladığı olgular yardımıyla, doğanın zincirlenişinin bir
bütün halinde tablosunu hemen hemen sistematik bir biçimde sunabilecek
durumdayız. (Ibid.S-45)
Hücrenin keşfiyle birlikte organik ve inorganik dünya arasındaki uçu­
rumun asgariye indiğini belirten Engels, bu üç buluşla birlikte, artık genel
hatlarıyla doğanın tam bir görünümüne ulaştığımızı kabul eder. Bu yeni do­
ğa anlayışında katılıklar ve kesinlikler giderilmiş, durağanlık yerini harekete
bırakmıştır. Organik ya da inorganik dünya aynını kaybolmuş, durağan olan
her şey ortadan kalkmıştır. Doğa artık sonsuz bir akım ve çevrimsel bir gidiş
içinde hareketli bir şey olarak ortaya çıkar. Böylece Yeniçağ biliminin, doğa­
nın mutlak değişmezliği ve ikiliğine dayanan metafiziği ortadan kalkar.
Böylece, Yunan felsefesinin büyük kurucularının görüş tarzına; en
küçük unsurdan en büyüğüne, kum zerreciklerinden güneşlere ... insana
kadar, doğanın tümünün, öncesiz ve sonrasız bir yaşama geliş ve gidişte,

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 1 39
kesintisiz bir akımda, bitmek bilmez bir hareket ve değişim içinde varlığa
sahip olduğu görüşüne bir kez daha dönmüş oluyoruz. Yalnızca temel bir
fark var: Yunanlılarda parlak bir sezgi olan şey, bizim için deneyle pekişti­
rilmiş kesin bir bilimsel araştırmanın sonucudur ve daha kesin, daha açık
bir biçimde ortaya çıkmaktadır. (Engels:r979, 48)
İnsanı, 'kum zerreciklerinden güneşlere kadar' uzayan zincirin bir
parçası olarak gören Engels, yeryüzünün hücrenin yaşamasına olanak tanı­
yacak kadar soğumasıyla birlikte, diğer kimyasal koşulların da ortaya çık­
masının ardından tekhücrelilerden başlayan canlılık zincirinin insana ka­
dar gelişimini doğal bir süreç olarak kavrar.
İnsan, elini kullanmakla, en nihayetinde doğaya damgasını vurabi­
leceği bir noktaya kadar uzanan süreci başlatır. El, hem emeği gerçekleşti­
ren organdır hem emek tarafından yaratılır. Elin gelişimi, karmaşık bir or­
ganizmanın parçası olarak bir anlam taşır. Eli geliştiren süreç, elin parçası
olduğu organizmayı da geliştirir. Elin gelişmesi, vücudun diğer kısımları
için de gözle görülebilir bir değişim ve gelişme anlamına gelir. Elin alet ya­
pımında kullanımının insan açısından anlamı büyüktür.
Çağdaş bilim, alet yapımının insanın evrimindeki önemi konusunda
Engels'e katılmaktadır. Alet yapımı, öncelikle insanın iki ayak üzerinde yü­
rümesini ve ellerinin serbest kalmasını gerektirir. Ancak, ellerin serbest kal­
ması kendi başına yeterli değildir. Sinir sisteminin de gelişmiş olması ve el
ile göz arasında bir koordinasyon kuracak aşamaya kadar gelmesi gerekir.
Bunun için gözler öne gelmeli ve üç boyutla görme yetisine sahip olmalıdır.
Alet yapmak, hazır nesnelerin kullanımından başlayarak daha gelişmiş aşa­
malara doğru geliştikçe insanın sinir sistemini ve beynini de geliştirir. "Alet
yapmak doğada bulunan bir nesneyi değiştirmek suretiyle ortaya yeni bir şey
çıkartmak, bir anlamda yeni yeni şeyler yaratmak olduğundan, bunun soyut­
layabilmeye bağlı olduğu da unutulmamalıdır." (Arsebük, 1 990:37)
insanın doğa üzerindeki egemenliği, emekle başlar ve elin gelişmesi­
ne paralel olarak gelişir. Emeğin süreç içerisinde zenginleşerek yoğunlaşması
ve bu becerilerin kalıtsal yoldan aktarılmasıyla insan eli gitgide daha ince bir
yetkinlik düzeyine ulaşır. Bu gelişme bütün vücudu etkiler. Sürüler halinde
yaşayan ilk insanlar elin kullanımının gelişmesi ve çeşitlenmesiyle doğal nes-

MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LE R
nelerin yeni özelliklerini keşfettiler. Ortaklaşa çalışma ve işbölümünün artma­
sı insanların iletişimini zorunlu kıldı, yani dili gereksindi. Böylece el ile başla­
yan toplumsal emek süreci dili ortaya çıkardı. (Engels, 1979:220)
Emek ile başlayan dilin gelişmesi süreci, insan beyninin de büyü­
mesini sağlamıştır. Dilin sürekli gelişmesinin kulağın hassasiyetini artır­
masında olduğu gibi beynin gelişmesine paralel olarak bütün duyu organ­
larında bir gelişme görülür.
Beyin ve duyuların gelişmesiyle durulaşan bilincin bu kez ters yön­
de soyutlama ve çıkarım gibi özellikleriyle emek ve dil üzerinde etkide bu­
lunması bunların daha da gelişmesi için sürekli bir itilim sağlar. Toplum­
sal yaşam, zihinsel gelişme ve becerilerin gittikçe daha karmaşık işlerin üs­
tesinden gelebilecek şekilde artması tüketilen yiyeceklerin de çeşitlenmesi­
ni sağladı. Tüm bunlar evrimleşmenin kimyasal hammaddelerinin vücuda
girmesini sağlıyordu. Ama bu yapılan işler henüz gerçek anlamda emek de­
ğildir, emek alet yapımıyla başlar. Bilinen ilk aletler avcılık ve balıkçılık
aletleridir. (Engels, 1979:222)
İnsan alet kullanarak, doğada değişikler yaratır ve onu kendi
amaçları için kullanır. İnsan, emeği yoluyla doğaya egemen olur. Ancak,
doğa karşısındaki egemenliğimiz, kesin değildir ve genellikle her zaferin
ardından doğa bunun öcünü almanın bir yolunu bulur. İnsanlar kısa va­
deli eylemlerle doğadan yararlanma yoluna gittiklerinde, genellikle bu ey­
lemlerinin yaratacağı uzun vadeli sonuçları düşünmezler. Mezopotamya
gibi yerlerde işlenecek toprak elde etmek amacıyla ormanları yakan insan­
lar, geçici olarak amaçlarına ulaşsalar da bu ülkelerin çölleşmesine giden
yolu açarlar. Ya da ormanların kesilmesiyle, hayvancılığın da kökü kuru­
tulmuş olur.
İ şte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka toplu­
luğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya ege­
men değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız,
onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik,
başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uy­
gulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öteye geçmez. (Engels,
1 979:229)

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LSEFE
Bilimsel gelişme, insanın bu yasaları her geçen gün daha doğru bir
şekilde öğrenmesini ve uygulanmasını sağlar. İnsan böylece doğaya müda­
halelerinin yakın ve uzak etkilerini bilebilir noktaya gelir. Doğa biliminin
ilerlemeleri yalnızca doğa yasalarını daha iyi tanıyarak, doğayı denetleyebil­
memizi sağlamakla kalmaz; bizim de bizzat bu doğanın bir parçası olduğu­
muzu ortaya koyar.
Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan iç içe durum­
larını yalnızca sezmekle kalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa'da kla­
sik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkta en yüce geliş­
me noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden ara­
sında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde ola­
naksız duruma geliyor. (lbid.)
Engels'in düşünceleri, felsefenin taşıdığı olanağı ve zenginliği gös­
termesi açısından çarpıcıdır. Günümüzde modern bilim ve felsefeye yönel­
tilen, eleştirilerin vazgeçemedikleri doğa ve insan arasındaki mutlak ayrım
kavramı, doğa bilimlerin anlamını yorumlayan Engels tarafından 19. yüz­
yılda dile getirilmiştir. Doğa egemenliği kavramını, insanın kendisinin de
bir doğa varlığı olmasıyla birlikte anlayan Engels, bu kavramın içeriğinin ol­
dukça dikkatli bir şekilde doldurulması gereğine dikkat çeker. Bacon'da ol­
duğu gibi doğa insan tarafından her türlü kullanıma açık ve kayıtsız bir şey
gibi değil; tepki veren o müdahaleyle şekillenen ve aslında hiçbir zaman fet­
hedemeyeceğimiz, bağrında yaşamak için kendisini öğrenmek zorunda ol­
duğumuz canlı bir organizma gibi düşünülür. İnsanın toplumsal bir doğa
varlığı olarak tanımlanması Marksizm'in ayırt edici bir özelliği olarak kar­
şımıza çıkmaktadır.

3.8 MARKSİZM 'iN F E LSEFİ KATKISI


Klasik iktisat çözümlememizin ardından, pozitivist nitelikteki bu
bilim yönteminin bir eleştirisi olarak Marksizm'i ele aldık. Kökleri Kant'a
uzanan eleştirel felsefe ve özellikle de Hegel felsefesiyle belirlenen Mark­
sizm, tümüyle özgün ve farklı bir sosyal bilim yöntemi ortaya koyar. Mark­
sizm'in, Klasik İktisat ve Alman felsefesine bağlanışı, başta da belirttiği­
miz gibi günümüzde kabul edilmiş bir olgudur. Biz çalışmamızda bu bağ-

MARKSİZM VE SOSYAL B İ L İ M LE R
lanhnın eleştiri üzerinde kurulduğunu vurguladık. Felsefi eleştiriyle Kant'a
bağlanan Marx ve Engels, ekonomi politik eleştirisiyle Klasik İktisat ekolü­
ne bağlanırlar.
Marksizm, Aydınlanma felsefesinin ürünü olmasıyla, Aydınlanma
geleneğinin akıl ve insancıllık ideallerine bağlı kalmışhr. Aklı değil, akıl
idealinin gerçekleştirilememiş olmasını eleştirir ve bunun nedenini, bu
kavramın evrensel olarak değil, belirli bir tarihsel dönemde belirli bir bakış
açısıyla sınırlı burjuvazinin bakış açısının, mutlak akıl yerine ikame edilme­
si olduğunu öne sürer.
Bugün, aklın bu egemenliğinin, burjuvazinin ülküselleştirilmiş
(idealize edilmiş) egemenliğinden başka bir şey olmadığını; ölümsüz ada­
letin, gerçekleşmesini burjuva adeletinde bulduğunu; eşitliğin, yasa
önünde burjuva eşitliğine vardığını; insanın temel haklarından biri olarak
burjuva mülkiyetinin ilan edildiğini; ve akılsal devletin, Rousseau'nun
toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak bir burjuva demokratik cumhuri­
yeti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebilecek olduğunu bi­
liyoruz. 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için
saptadığı engelleri, öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.(Engels,
1 977:67.)
Bilimin evrensellik ideali, insanın belirli bir çağın ve belirli koşulla­
rın insanı olunduğunun bilinciyle bir anlam taşır. Bütün çağların ve çeliş­
kilerin üzerinden atlamak isteyen düşünce, o çelişkilere takılıp kalır. "Bura­
da da, ... insan düşüncesinin zorunlu bir biçimde mutlak olarak tasarlanan
niteliği ile, onun salt sınırlı düşünceli bireylerde güncelleşmesi arasındaki
aynı çelişkiyi" (Ibid, s.167) buluruz. Aydınlanma çağı filozoflarının hatala­
rı, kendi sınırlılıklarının bilincinde olmadan, bütün insanlık için konuşma­
ya çalışmalarındadır.
Pozitivizmin aksine doğayı bir egemenlik konusu olarak görmeyen
Marksizm için doğa ve toplum, insan etkinliği yoluyla kendini ortaya koyan
diyalektik bir hareketin parçalarıdır. Doğa ve toplumu aynı sürecin parçala­
rı olarak gören diyalektik yöntem, insanın etkinliği yoluyla katıldığı bu sü­
reci belirlediği ve onun tarafından belirlendiğini savunur. "Marksizm yo­
rumlayan öznenin veya bilimin birliğini bir önkoşul olarak görmez. Bilim,

SOSYAL B İ L İ M LER YE FELSEFE 143


konusuna göre diyalektik olarak ilerler, onu oluşturur ve aynı zamanda
onun tarafından oluşturulur. Teori ve pratik karşılıklı olarak birbiriyle iç içe
girer." (Delanty, 199?: 61)
Marksizm, pozitivizmin bireyci yönteminden, toplumsallığa öncelik
veren bütüncül bakışıyla ayırt edilir. İnsan varoluş biçimi toplumsallıktır.
Bireyin psikolojisine ilişkin kabuller üzerine oturtulmaya çalışılan toplum
görüşleri bu nedenle kabul edilmez. Belirli bir tarihsel döneme ait bireyin
psikolojisinin mutlaklaştırılarak insan doğasına ilişkin bir dogmaya dönüş­
türülmesi, pozitivist bilim yönteminin hatasıdır.
Dil, insanın insanlaşma süreci içinde oluşan, toplumsallığın ortaya
çıkardığı bir üründür. Bilim de dil gibi insanın maddi yaşamı tarafından be­
lirlenir. Bilim bu nedenle, gerçekliğin araştırılmasının objektif yöntemi ola­
rak değil. üstyapı tarafından belirlenen, toplumun kültürel bir yaratısı ola­
rak anlam taşır. Sosyal bilimler söz konusu olduğunda bu belirleyicilik, bi­
limin toplumsal sınıfların çıkarlarının korunmasıyla görevlendirilmesine
kadar uzanır.
Sosyal bilimlerin gerçek amacı, toplumun yüzeydeki görüntüleri­
ni belirleyen yapısal yasalarını ortaya çıkarmak olmalıdır. Toplumsallığı
tarihsellikle anlayan ve her toplumsal aşamayı bir önceki ile bir sonraki
aşama arasındaki halka olarak kavrayan Marksizm için sosyal bilimler bu
hareketi ortaya çıkarmalıdır. Bilim, toplumun dışında durmaz, onun bir
parçasıdır. Marksist bilim anlayışı topluma aşkın değildir, toplumun en
ileri bilinç biçimi olarak onu dönüştürmeyi amaçlar. Bu anlamda, Mark­
sizm radikal konstrüktivizmi içerir. Her gözlem ve yorumlama bir tür
dünya kurgusudur. Çünkü gözlemler ve yorumlarken gerçekliği dönüştü­
rürüz. Marksist tarih anlayışı, bu niteliğiyle realist ve konstrüktivist öğe­
ler içerir. Toplumdan bağımsız bilim anlayışını reddederek, bilimin ama­
cını toplumsal dönüşüm olarak belirleyen Marksizm, bilime normatif bir
hedef de koyar.
Tarihin ideografik (tikelin bilgisi) ya da nomotetik (tümelin yasalı
bilgisi) bir bilim olduğu konusundaki tartışmalar söz konusu olduğunda,
Marksizm'i iki gruba da dahil etmek güçleşir. Belirli koşullarda incelenen
tarihsel bir durumun, aynı koşullara sahip başka ülkeler için de geçerli ola-

144 MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LE R


bileceğini, bu anlamda, tarihsel malzemenin belirli bir durumla sınırlı ol­
mak anlamında somut olmasına karşın; aynı koşullardaki başka toplumlar
için soyut bir model olabileceğini kabul eder. Somut örnek, genel yasaların
göstergesi olmak bakımından anlamlıdır.
Burada söz konusu olan, yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçla­
ra doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir. Sanayi yönünden da­
ha gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş bir ülkeye ancak kendi geleceğinin
imgesini gösterir. ...Alman okur, İngiliz sanayi ve tanın işçilerinin durumu­
na omuz silker, ya da iyimser bir biçimde kendini avutursa, ona açıkça şu­
nu söylemeliyim " De te fabula narratur!''* (Marx, 1986 :17)
Tarihsel materyalizmin diyalektik yöntemi, Hegel diyalektiğinin ak­
sine tarihi mutlak aklın açılımı olarak değil, insanın pratik hayatının, yaşa­
mını üretme biçiminin sonucu olarak algılar. İnsanın emeğiyle kendini ya­
ratması, tarihin oluşturucu gücüdür. Siyasal kültürel yapılar bu oluşturucu
gücün doğrultusunda ve onunla birlikte meydana gelirler.
Marksizm'in bir tarih felsefesi olarak kuruluşu, kapitalizm eleştiri­
sinden giderek ulaşılan bir noktadır. Sosyal bilim tanımı ve sosyal bilimle­
rin amacı bu doğrultuda anlam taşır. Kapitalizm sınıf çelişkileri üzerinde
yükselir. Kendini sürdürebilmesi için, bu çelişkinin üzerini örtmelidir ve
bunun için ideolojiye başvurur. İdeoloji, kendisini bilince getiren olguların
farkında olmayan düşüncedir.; sınıf egemenliğinin bir aracıdır ve toplum­
sal gerçekliğin çelişkili özünü gizleyecek şekilde onu yeniden kurar. Ger­
çekliğin kendisi ve ideolojideki algısı farklılaşır.
Sınıf çelişkileri üzerinde yükselen kapitalizm kendini sürdürebil­
mek için çelişkilerin üzerini ideolojiyle örtmeye ve bu sayede krizi engelle­
meye çalışırken Marksist sosyal bilimin amacı bu çelişkiyi ortaya çıkarabil­
mektir. Çelişkilerin kökeni emek sömürüsü üzerinde şekillenen sınıflı top­
lum yapısıdır. Çelişkinin çözülebilmesi için kriz noktasına vardırılarak ça­
tışmayla sonlandırılması gerekir.
Bu nedenle sosyal bilimlerin amacı, Hermeneutik'de olduğu gibi
kültürel bir yorum ya da pozitivizmde olduğu gibi bilimsel açıklama değil;
toplumun eleştirel dönüşümü ve bireyin özgürlüğüdür. Bu özellikler M ark­
sizmi, Hermeneutik ve pozitivist gelenekten önemli ölçüde ayırır. Yorum-

SOSYAL BİLİ M LE R VE FELSEFE 145


layıcı olmaktan çok açıklayıcı, değerlerden uzak durmak bir yana, belirli bir
bakış açısıyla yaklaşan bir felsefedir.

NOTLAR
ı "Social Science, " Encyclopaedia Britannica 2007 Ultimare Reference Suire

MARKSİZM VE SOSYAL B İ Lİ M LER


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

SOSYAL BİLİMLERDE ANLAM SORUNU


VE HERMENEUTİK GELENEK
arihsel bir giriş içinde felsefe-bilim ilişkisi bağla�ında sosyal bi­

T limlerin kavramsal gelişimini ve bunların Klasik iktisat örneğinde


bağımsız bir disiplin olarak ilk kuruluşunu ele aldık. Amacımız ta­
rihsel bir anlatının ötesinde, sosyal bilimlerin temel kavramlarını oluşum­
larından itibaren takip ederek bağlantılarını ve bütünselliklerini göster­
mekti. Bu yöntem, belirli bir bilim tanımıyla sınırlı kalmadan, kendi serü­
veni içinde sosyal bilimin kavramlarını ve bu oluşumda felsefenin belirle­
yici etkisini ortaya koymamızı sağladı.
Klasik İktisadın doğa bilimleri modelinde empirist/rasyonalist bir
disiplin olarak kuruluşunda bu iddiamızı somut biçimde gösterme olanağı
bulduk. Bacon ve Descartes'tan başlayarak Hobbes, Locke ve Hume felse­
felerinden beslenen bilim anlayışı, genel hatlarıyla, doğanın yasalı ve akıl­
sal bir yapısı olduğunu ve bu yapının empirik araştırmayla keşfedilebilece­
ğini öne sürer. Empirik yöntemle elde edilecek verilerden tümevarımla do­
ğanın yasalılığının bilgisine ulaşılabilir. Bu bilim tarzının Yeniçağ ile birlik­
te elde ettiği büyük başarılar ve özellikle Newton'la kazandığı büyük otori­
te, toplumsallığın da bu model örneğinde araştırılabileceği ve sosyal bilim­
lerin bu model üzerinde kurulabileceği düşüncesini doğurdu.
Yine çalışmamız içinde değindiğimiz gibi Aydınlanma, farklı ülke­
lerde farklı biçimler altında ve farklı önceliklere sahip bir akım olarak geliş­
ti. Kendi içinde bütünlüğü olan kapalı bir sistem değildi, her şeyden önce
akla ve ilerlemeye duyulan büyük güvenle karakterize olan, farklı ülkelerde
farklı görünümlere sahip bir felsefe tarzıydı. İngiltere'de empirik bir karak­
ter kazanan Aydınlanma, Fransa' da akılcı bir çizgide gelişti. İngiliz empirik
geleneğinden fazlasıyla etkilenen klasik ekonomi politik bu yönüyle dikkat
çekerken, İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi ve Alman felsefesin­
den aynı anda etkilenen Marksizm, bu geleneğin belirlediği farklı bir felse­
fe olarak gelişti ve empirist/rasyonalist bilim gibi özne-nesne ayrımı üze-
SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 1 47
rinde değil, öznenin doğa içindeki yaratıcı etkinliği üzerine kurulu bir sos­
yal bilim anlayışı geliştirdi.
Bu çerçeve içinde her iki bilim anlayışı da bir ve aynı geleneğe bağ­
lanır ve toplumun, doğa bilimleri modelinde oluşturulmuş nomotetik yasa­
lara dayalı empirik bir toplumbilimin konusu olabileceğinde birleşirler. Ne­
densel açıklama ve empirik gözlemin niteliği ve anlamı konusunda ayrılsa­
lar da bilimin en kusursuz bilgi biçimi olduğu inancında birleşirler.
Bu bölümde bahsedilen her iki bilim anlayışını reddeden ve doğa­
toplum karşıtlığı nedeniyle toplumsal araştırma için tamamen özel bir kav­
rayış tarzı gerektiğini savunan Hermeneutik geleneği ele alacağız. Herme­
neutiğin anlamı ve kavramsal olarak bu gelenek içerisinde "toplumsal ve
ekonomik örgütlenme kuramının" temellerinin oluşumunu inceledikten
sonra, bu akımın önemli temsilcisi Max Weber'in sosyal bilim yöntemini
tartışacağız.
Kant'ın ardından Alman felsefesi Fichte, Hegel çizgisinde gelişerek
Marx ve Engels'e ulaşan bir çizgi izlemişti. Kant'tan kaynaklanan ikinci ge­
lenek ise özünde 19. yüzyılda ortaya çıkan toplumsal problemler, doğa bi­
limlerinin mutlak hakimiyeti ve pozitivist bilimin güçlenmesine karşı tep­
ki olarak yeniden Kant'a dönülmesi çağrısıyla ortaya çıktı. Kant'tan ilham
alan bu felsefe tarzı, toplumsal gerçekliğin tamamen farklı türde bir yön­
temle ele alınması gerektiği iddiasıyla iki ayrı bilime ihtiyaç olduğunu öne
sürdü. Onlara göre toplumsal gerçeklik, insana özgü, amaç-eylem bağlantı­
sı içinde kavranabilecek, yasalara tabi olmayan tinsel bir dünyaydı ve ince­
lenmesi doğadan tamamen farklı bir yöntemi gerektiriyordu.
Kant, tarih ve toplum alanının temeline insanın özgür iradesini ko­
yarak doğadan farklılığının ve özgünlüğünün altını çizmişti. Onun tinsel­
lik-olgusallık ayrımı daha sonra bütün Alman idealizminin çıkış noktası
oldu. Bir sistem olarak bunun en büyük kuruluşunu Alman idealizminin
en önemli ismi Hegel'de buluruz. Daha önce diyalektik yönteminin Mark­
sizm üzerindeki etkisi bağlamında ele aldığımız Hegel sisteminin en te­
mel karakteristiği, kendisine konu olarak öznenin yaratılarını temel alma­
sıdır. Özne kavramı, insanın yaratılan ve etkinliğinin oluşturduğu tinsel
dünyanın kurucu kavramı olarak düşünüldüğünde, Hegel felsefesinin ko-

SOSYAL B İ L İ M LERDE ANLAM SOR U N U VE H E R M EN EUTİK G ELENEK


nusu kendi iç dinamiğiyle kendini kurup geliştiren insan dünyasıdır. Bu
ayrım Dilthey'da belirgin şekilde ortaya çıkan tin bilimleri-doğa bilimleri
ayrımının ilk kendini duyuruşu olarak kabul edilebilir. Hegel, tinsel ger­
çekliği doğadan ayırıp, onun bilinebilmesi için empirik yöntemler dışında
bir yöntem geliştirerek bu adımı atmıştı. Bu anlamda Hegel sistemi, yön­
temsel olarak bir yanda Marksizm, diğer yanda Hermeneutik geleneğe
doğru çatallanır.
Çalışmamızın bu bölümünde Hermeneutik geleneği ele alarak,
toplum bilimleri için önerilen yöntemlerini tartışacağız. Bu bölümde, ince­
lediğimiz akımı daha iyi aktarabilmek için bu geleneğin kendi adlandırma­
sına bağlı kalarak, çalışmamız boyunca "sosyal bilimler" başlığı altında ele
aldığımız disiplinler için "kültür bilimleri" ve "tin bilimleri" adlandırması­
nı kullanacağız. Yeni Kantçı okul olarak da adlandırılan bu geleneği incele­
meye geçmeden önce önemini belirttiğimiz Kant felsefesini genel hatlarıy­
la gözden geçirmek faydalı olacaktır.

4.1 I M MANUEL KANT


Daha çok bir rasyonalizm eleştirisi olarak başlayan Kant felsefesi,
empirizm ve rasyonalizm ikilemini aşma yönünde bir girişim olmanın ya­
nı sıra insan bilgisinin gerçekliği temsil etme yeteneğinde olup olmadığını
sorgulayan ilk eleştirel felsefedir. Bilginin edinilmesi konusunda farklı yön­
temler benimsemiş olmalarına karşın rasyonalist ve empirist filozoflar, bil­
ginin gerçekliğin objektif bir ifadesi olduğu konusunda hemfikirdirler.
Kant'ın sorguladığı bu ortak kabulün, Klasik İ ktisat okulunda bir sosyal bi­
lim disiplini olarak vücuda gelişini ayrıntılarıyla tartıştık zaten.
Empirist ve rasyonalist felsefeler, görünürdeki uzlaşmazlıklarına
karşın ortak bir bilim anlayışı üzerinde birleşebiliyorlardı. Kartezyen anla­
yışta en somut ifadesini bulan bu bakışta özne-nesne ayrımı olarak ifade
edebileceğimiz, doğa- insan ikiliği altında, bilenin bilgide bilinenin tam
özüne nüfuz ettiği kabul ediliyordu. Bu anlamda empirizm de rasyonalizm
de birer ontolojiydiler. Cassirer'in sözleriyle; " Eski metafizik ontoloji idi. O,
hep 'varlık' üstüne genel bazı kanaatlerle işe başlar ve buradan hareketle
nesnelerin özel belirlenimlerinin bilgisine öngelen şeyleri arardı. Bu du-

SOSYAL B İ L İ M LE R VE FELSEFE 149


rum, kendileri 'empirist' olarak sunan öğretiler kadar, kendilerini 'rasyona­
list' sayan sistemler için de aslında yaklaşık olarak geçerliydi." (Cassirer,
1 996:158) Bu iki farklı sistem, bilgi anlayışı konusunda birbirlerinden fark­
lı çözümler önermiş olmalarına karşın, dışsal gerçekliğin varlığı ve düşün­
ceyle bu gerçekliği olduğu gibi kavrayabileceğimiz konusunda birbirleriyle
birleşirler. "İşte Kant'ın itirazı ve ilk talebi bu noktada yer alır. 'Nesnelerin
tümü' hakkında genel geçer ve zorunlu bilgiyi bir sistematik doktrin içinde
verme iddiasındaki bir ontolojinin mağrur adının yerini, daha alçakgönül­
lü bir ad 'salt akıl eleştirisi' almalıdır." (Cassirer, 1996:158)
Kant, her iki akımın üzerinde yükseldiği bu ortak kabulü eleştirerek
kendiyle onlar arasında bir sınır çekmiş olsa da, çabası bir anlamda bu iki
akımın sentezi olarak da yorumlanabilir. Bilgi teorisinde duyu verilerinin
akılla birlikte bilgiyi oluşturduğunu söylemektedir:

Bütün bilgimizin deneyimle başladığı konusunda hiçbir şüphe yok­


tur... Bununla birlikte, bilgimiz deneyimle ortaya çıksa da bu, bütün
bilgimizin deneyimden kaynaklandığı anlamına gelmez... Çünkü
empirik bilgi bile izlenimlerimiz ve bilgi yetimiz (duyum izlenimle­
ri sadece vesile olmaktadır) aracılığıyla algıladığımız bir şeydir.
( Kant, 1 974• 45)

Eleştirel felsefesinde aklın sınırlarını göstermeyi amaçlarken bir


yandan da doğa bilimi ve insan özgürlüğünü akılla temellendirmeyi amaç­
lar. Doğa biliminin akılla temellendirilmesi, rasyonalizmde olduğu gibi zi­
hinsel ve mantıksal çıkarımlar içinde kalarak varlığa nüfuz edilmesi anla­
mında değildir; çünkü ona göre mantığın ve gerçekliğin formları birbirin­
den farklıdır.
Kant, felsefesinde bilimsel bilginin gerçekliği temsil etme yeteneği­
ni sorgulayarak bilimin nesnelliği konusunu da tartışmıştır. Kant felsefesi,
sorduğu sorular kadar bu sorulara verdiği cevaplarla da yeni ve farklı bir bi­
limsellik anlayışının temelini oluşturma potansiyelini içinde taşıyordu.
Zengin çağrışımlarla yüklü bu felsefe içinde biz kendimizi esas olarak bil­
gi teorisi sınırlan içinde tutmaya çalışacağız.

SOSYAL B İ L İ M LE RDE AN LAM SORUNU VE H E R M E NEUTİK G E L E N E K


Yukarıda bahsedilen metafiziğin kökünü akılda bulan Kant, Salt Ak­
lın Eleştirisi ile insan aklını araştırarak ona sınırlarını göstermek ve böylece
metafiziği ortadan kaldırmak ister. Kitapta tarih boyunca insan aklını meş­
gul eden metafizik soruların, aklın kendi doğasından kaynaklanan çelişki­
lerden doğduğu, bu anlamda aklın metafiziğin temeli olduğu ileri sürülür.
Düşünce duyular dünyasının ötesine, aslında nüfuz edemeyeceği bir alana
geçmek ister ve kaçınılmaz olarak bir metafiziğe saplanır. Bu bir bakıma
aklın kaderidir:

İnsan aklı bilgisinin belli bir türünde özel bir kadere mahklımdur:
Bu, bir yandan aklın kendi doğasından geldiği için bir tarafa bırakı­
lamayan fakat diğer yandan aklın tüm yetilerini aşhkları için cevapla­
namayan soruların aklı rahatsız etmesidir. Kendini bu karmaşanın
içinde bulması aklın suçu değildir.Deneyim sırasında kullanılması
kaçınılmaz olan ve aynı zamanda bunları doğrulayan ilk ilkelerden
başlar. Bunların yardımıyla (ve kendi doğası nedeniyle) gittikçe daha
yüksek ve uzak koşullara hrmanır ... Böylece kendi kendini karanlığa
ve çelişkiye yuvarlar; aslında bunlardan kaçınabilir ve bunların içsel
hatalardan kaynaklandığını anlayabilecek olduğu halde bunun farkı­
na varacak bir durumda değildir. Çünkü tüm deneyimin sınırlarını
aşmasını sağlayan temel ilkeler artık deneyim tarafından denetlene­
mezler. Bu sonsuz çekişmelerin alanına metafizik denir. (Kant,
r974:ıı)

Salt Aklın Eleştirisi'nin ele aldığı başlıca problem budur. İnsan aklı
gerçekte sınırları olduğu halde bunun farkında değildir. Doğa bilimleri iler­
leyerek bilgilerini genişletirken, bilgiye açık olanın yalnızca duyu deneyimi­
ne açık olan olduğunu unuturlar. Gerçekliğin sının algılanabilir olanın sınır­
larından çok daha geniştir. İnsan aklının kaçınamadığı, gerçekliği olduğu gi­
bi kavrama çabası ise metafizik bir çabadır. Metafizik bütün insaniliğine kar­
şın bilimsel bir disiplin değildir; bilim bir sonuca ula ç · 'nde sü­
rekli ilerlerken, metafizik sürekli olarak, aklın sını ��� · inde
antinomilere düşer. Dolayısıyla bilim ilerleyerek titılıüklü ve ıi';:u m bir
sisteme doğru geliştiği halde metafizikte yalnızca çahşmalar buluruz. Sorun,
salt aklın anlayış yeteneğinin, kendi başına var olan duyularüstü dünyaya uy­
gulanmasından kaynaklanmaktadır. Bu problemi ve Kant'ın çözümünü gör­
mek için filozofun bilgi teorisinin temel kavramlarını ele alalım.

4.1 .ı A priori ve A posteriori Bilgi


Doğuştan gelen bilgi ile duyu verilerine dayanan bilgi ayrımı, hatır­
lanacağı gibi birincisinin genel ve zorunlu, ikincisinin ise duyu algılarına
bağlı olmakla değişken olduğu iki farklı bilgi türüydü. A priori bilgi, Kant
için de kesin bilgi anlamına gelir. Deneyimden ve duyu verilerinden bağım­
sız olan bu bilgi, bu özelliğiyle empirik bilgiden farklıdır. Kant kesin bilgi­
ye a priori bilgi, deneyimden edinilen bilgiye de sonradan kazanılması an­
lamında a posteriori bilgi adını verir. Deneyim bilgisi a posteriori bilgidir.
Deneyimden ve duyu verilerinden bağımsız a priori bilgi ise öte yandan, an­
cak deneyim ile harekete geçirilmekte ve sahip olduğu kesinlik özelliği ne­
deniyle kanıtlamaya ihtiyaç duymamaktadır.
Kant, deneyimde empiristlerin daha önce göremediği bir şey keşfe­
der. Deneyim ile elde edilen bilgi, duyu verilerinin basit bir yığınından iba­
ret değildir. Duyu verileri ham haliyle deneyimin ancak nesnesini oluşturur­
lar. Her deneyimde bizzat o anı aşan bir genellik, bir düzenlilik vardır. Baş­
ka bir deyişle deneyim bilgisi de bir form taşımaktadır. Rasyonalistler bu de­
neyim bilgisini daha baştan güvenilmez olarak damgaladıkları için, bunu gö­
remezler. Kant ise, duyu verilerinden gerçek bilgi elde edilmesi için bir bir­
leştirme, deneyimi aşan bir form olması gerektiği sonucuna varır. Diğer bir
deyişle, deneyimde de a priori bir yön olabileceğini söyler. Aslında doğa bi­
limleri doğanın matematik yapısını göstererek bunun anahtarını zaten ver­
mişlerdi. "O halde Kant'a göre, metafizik bilgi sorunları ile matematik ve
matematiksel doğa bilimleri, kendilerine özgü kesinliklerin kaynağında -ya­
ni, salt akla dayanmalannda- birleşiyorlar." (Heimsoeth, 1 986:69)
Aklı, doğa bilimlerinin de temeline getiren Kant, önceki filozofların
deneyimi tesadüfi ve gelip geçici bilginin kaynağı olarak değerlendirmeleri­
ni de eleştirir. Yeniçağ doğa bilimlerinin dünyayı bir matematik kitabı gibi
okumaları, Kant'ın konumunu güçlendiren bir olgudur. Bu iddia, yani do-

SOSYAL B İ L İ M LERDE AN LAM SOR U N U VE H E R M E N EUTİK G E LE N E K


ğanın matematik yasalarla temellendirilmesi doğru ise, a priori bilgi dene­
yimde de içkindir; çünkü matematik bilgisi a priori ilkelere dayanmaktadır.
A priori bilgi, doğa bilimlerinin yanı sıra anlama yetisinde de bulun­
duğuna göre, bilimin temellendirilmesi için insan aklının formlarını bul­
mak gerekir. A priori bilginin sadece doğa biliminde değil, anlama yetene­
ğinde de bulunduğundan hareketle, Kant insan aklında var olan bilgi form­
larını bulmayı amaçlar.
Kant felsefesinin önemli bir özelliği yargıları, analitik ve sentetik
olarak ikiye ayırmasıdır. Analitik yargılarda yüklem öznenin içinde zaten
içerilmiş olduğu için yeni bilgi içermez. Bunun için yalnızca çelişmezlik il­
kesine uyulması yeterlidir. Analitik yargılar, çelişmezlik ilkesiyle çelişme­
dikleri sürece öznede içerilmiş olan bilgiyi tekrar eden yargılardır. Bu an­
lamda bilgiyi ilerletmezler.
Sentetik yargılar ise, analitik yargılar gibi özneyi tekrar etmenin
ötesinde yeni bilgi veren, bilgimizi genişleten yargılardır. Bu yargılarda
şeyler arasındaki bağıntı ve ilişki gösterilir. iki yargı türünü Kant, cisim
kavramı üzerinde birbiriyle karşılaştırır ( Kant, 1 99p4). Cismin yer kapla­
dığı bilgisi analitik bir yargıdır ve cisim kavramında zaten içerilmiş bulu­
nan yer kaplama özelliğini tekrarlamakta ve yeni bir bilgi vermemektedir.
Bütün cisimlerin ağır olduğu yargısı ise, yeni bir bilgi verdiği ve cisim kav­
ramında olmayan bir bilgiyi ifade ettiği için sentetik bir yargıdır. Gazlar,
ağırlıkları yokmuş gibi havada yükselebilir. Bu nedenle ağırlık bilgisi ci­
sim kavramına yeni bir şey katmakta, onun hakkındaki bilgimizi genişlet­
mektedir.
Sentetik yargılar deneyimden gelen yargılardır. Deneyime dayanan
bu yargılarda, kavramlar duyu verileri aracılığıyla birbirine bağlanır. Anali­
tik yargılar ise mantık ilkelerine göre yapılan kavram çözümlemeleridir.
Burada metafizik bilginin deneyimin üstüne çıkmak ve genel geçer bilgi ol­
mak arzusunun ortaya çıkardığı problemle karşılaşırız. Metafizik yargılar
sağlam bilgi idealine ulaşmak istiyorlarsa a priori olmanın dışında sentetik
de olmalıdırlar. Ama bu mümkün müdür?
Doğa bilimlerinde sentetik a priori yargıların olanağı vardır. Bu bi­
limler matematiksel a priori kavramlar üzerine kuruludur. Matematik kav-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE FELSEFE 1 53
ramlar a prioridir; çünkü matematik deneyime başvurmaz. Doğa süreçleri­
ni zihnimizde bir araya getirdiğimiz nedensellik ilkesi de a priori bir ilke­
dir. Ama doğa bilimindeki yargılar bundan ibaret değildir; deneyler yaparak
yeni bilgilere erişiriz. Öyleyse doğa bilimin ve matematiğin alanında sente­
tik a priori yargıların mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Asıl problem meta­
fizik alanında ortaya çıkmaktadır ve bunun araştırılması gerekir. Bu araştır­
ma, matematik ve doğa bilimden giderek yürütülür.
Saf akıldan gelen bilgilerin gerçek sayıldığı analitik metoda göre, bu
soruyu yanıtlamaya geçerken, teorik bilginin .. .iki bilimine dayanabiliriz:
Saf matematiğe ve saf doğa bilimine. Çünkü sadece bu ikisi bize görüdeki
nesneleri, dolayısıyla onların içinde a priori bir bilgi olduğu zaman, o bilgi­
nin hakikatini ya da nesnesiyle çakışmasını, yani onun gerçekliğini somut
olarak gösterebilirler; daha sonra da bu gerçeklikten, analitik yolla onun
olanağının temeline gidilebilir. (Kant, 1995 :28)

4.ı .2 Zaman ve Mekan


Kant felsefesinin özgünlüğü, bilginin duyu verileri ve aklın ikili bü­
tünlüğü içinde oluştuğunu öne sürmesidir. Bilgi, aynı anda deneyime ve
aklın formlarına dayanmakta; algı ve kavram birlikteliğinde meydana gel­
mektedir. Bir yanda duyu verilerimizden edindiğimiz somutun algısı, diğer
yanda anlama yeteneğinin bağıntılar kurma, birleştirme yeteneği vardır.
Kant, ünlü "algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür" ( Kant,
1974:98) sözleriyle bunu ifade eder.
Bütün bilgimiz ister somut ister soyut olsun iki kaynaktan gelir.
Bunlar duyular ve anlama yeteneğimizdir. Duyu verileri bilgimizin elde
edilmesinin aracı, anlama yeteneğimiz ise bu veriler aracılığıyla kavramlar
kurma ve yargıda bulunma yeteneğidir. Yalnız, bilginin elde edilmesi sade­
ce anlığın işlemesiyle oluşmaz, algının da formları vardır. Bu formlar algı­
da zorunlu ve genel olanı meydana getirir. Algının bu formları zaman ve
mekandır. Dış duyumlarımızla elde ettiğimiz tüm bilgiler mekanda ve içsel
duyumlarımızda zamanda olup biterler.
Zaman ve mekan, Kant için varlıkları bize bağlı olan algının form­
larıdır. Bize bağlı olmakla birlikte a prioridirler.

1 54 SOSYAL BİLİ M LE R D E A N LAM SORUNU VE H E R M E N E UTİ K G ELENEK


Zaman ve mekan birer kavram değil, algıdırlar, onlar duyusal algı­
ların bir soyutlaması ya da indüktion'u ile elde edilmiş değildirler ... Salt
sentetik a priori yargılarla kurulan geometri ve mekanik gibi bilimlerin ola­
nağı bu algı formlarının bizim kendimizde a priori olarak hazır bulunması­
na dayanmaktadır. (Heimsoeth, 1 986:82)
Buna göre, zaman ve mekan mutlak anlamda gerçek varlıklar değil,
varlıkları bize bağlı ideal varlıklar olarak anlaşılır. Zaman ve mekan, duyu­
lar dünyamızın genel ve zorunlu formlarıdırlar. İçinde yaşadığımız, bilim­
sel yasalarla açıklamaya çalıştığımız bu dünya aslında insana bağlı bir dün­
yadır. Duyu verileri aracılığıyla algıladığımız gerçeklik, genellik ve zorunlu­
luğunu, bizden, yani bilen özneden almaktadır.
Zihin, kavramlar ve yargılar aracılığıyla bilginin oluşumuna etkin
olarak kahlır. Duyu verileri yoluyla bir nesnenin algılanabilmesi, anlama ye­
teneğinin duyu verilerini belirli bağlantılar içinde kavraması ile mümkün­
dür. Anlama yeteneği, duyu verilerini bir şeyin nitelikleri olarak ve o şeyle
ilişki içinde kavramamızı sağlayarak, algı ve deneyimde aktif bir rol oynar.
Anlama yetisi, duyu verilerinin bir ilişki ve bağlantılar olarak kav­
ranmasını sağlayarak deneyimi yönlendirir. Kant'ın Prologemena'da verdiği
örnekle söylersek, "Güneş bir cisme uzun süre vurduğunda bu cisim ısınır,
" önermesinde bildirilen neden kavramında bir zorunluluk bulunmaz; an­
cak "algıların sırf öznel bağlanhlılığı olan bu önerme, bir deney önermesi
olacaksa, bunun zorunlu ve genel geçer bir önerme olarak görülmesi gere­
kir. Böyle bir önerme ise şöyle olurdu: Güneş, ışığı aracılığıyla sıcaklığın
nedenidir." ( Kant, 1995:64)
İkinci önermede, sıradan bir empirik olgu, genel geçer bir yasaya
dönüşür. Düşünme, deneyim yargısında iki ayrı algıyı birleştirerek deneyi­
mi kavramlarla anlamlandırır. Duyular olmadan hiçbir nesneyi bilemezdik,
ve anlama yetisi olmadan hiçbir nesneyi kavrayamayız. Anlama yetisi güne­
şin görünmesi ve vurduğu şeyi ısıtması olgularını anlamlandırır ve deneyin
dağınık verilerini, a priori kavramlar altında bir araya getirir.
Demek ki genel olarak deneyin olanaklılığı aynı zamanda doğanın
da genel yasasıdır ve deney ilkelerinin kendileri doğanın yasalarıdır. Nite­
kim doğayı ancak görünüşlerin tümü, yani bizdeki tasarımların himü ola-

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE FELSEFE 155


rak biliyoruz; bu nedenle de bağlantılıklarının yasasını ancak bu bağlantı­
lılığın bizdeki ilkelerinden, yani deney olanağını oluşturan bir bilinçte zo­
runlu olarak birleştirilmelerinin koşullarından çıkarabiliriz. ( Kant,
1995=71)
Genel doğa yasalarının a priori olarak bilinebileceği düşüncesi, en
üst yasa koyucunun insanın anlama yeteneği olduğu anlamına gelir ve bu­
rada Kant'ın kategoriler öğretisine ulaşırız. Çünkü doğanın genel yasaları­
nın deney aracılığıyla doğada değil, kökenini insanın anlama yeteneğinde
bulan koşullarında aranması gerekmektedir. " Anlama yetisi (a priori) yasa­
larını doğadan almaz, onları doğaya buyurur." (Ibid s.72) Kant, salt anlama
yetisinin doğaya buyurduğu bu yasaların kavramlarına kategoriler der. Aris­
toteles'ten gelen bu terim, Aristoteles'te olduğu gibi varlığın en genel cins­
leri değil, düşünme etkinliğinin içinde hiçbir deneysellik taşımayan öğele­
ridir. Tüm deneyin olanağının a priori ilkeleri, başka bir deyişle geçerli de­
neysel bilginin olanağı da bu a priori ilkelerdir. "Çünkü bunlar, tüm algıla­
mayı ... anlama yetisinin o saf kavramları altına sokan önermelerden başka
bir şey değildir." (lbid s.53)
Empirizm ve rasyonalizm için, zihin özünde pasif bir yetiden ibaret­
ti: Ya doldurulması gereken boş bir sayfa ya da doğuştan gelen fikirlerden
tümdengelim yoluyla bilgilerimizi oluşturacağımız bir çerçeveydi. Kant ise
zihnin dünyaya yasalarını dikte ettiğini söyler. Daha önceki filozofların aksi­
ne, Kant zihnimizin deneyimin biçimlenmesindeki aktif katkısı üzerinde
durmuştur.
Kant, Salt Aklın Eleştirisi'nin ikinci baskısının önsözünde, kendisini
Copemicus ile karşılaştım. Kant'a gelinceye dek, bilgilerin nesnelere göre
düzenlenmesi gerektiği kabul edilmiştir. Kavramlardan nesnelerin a priori
bilgisine ulaşmak yolundaki çabalar ise sonuçsuz kalmıştır. Copemicus'un
yıldızların gözlemcinin çevresinde döndüğü kabulünün işe yaramadığını gö­
rünce, gözlemcinin yıldızların etrafında döndüğü varsayımıyla hareket et­
mesi gibi Kant da nesnelerin sujeye göre düzenlenmesi düşüncesine ulaş­
mıştı. "Düşünce tarzındaki devrim, bizim aklın bizzat kendi üstüne, onun
varsayım ve ilkelerine, onun problem ve görevlerine refleksiyonla yönelme­
ye başlamış olmamızla meydana çıkmaktadır." (Cassirer, 1996:163)

SOSYAL B İ L İ M LERDE ANLAM SORUNU VE H E R M E N EUTİK GELENEK


4.2 ÜILTHEY VE SOSYAL BİLİMLERDE H ERMENEUTİ K
Tanrıların habercisi Hermes, tanrıların mesajlarını ölümlülere ile­
tirken, bu mesajları onların anlayabileceği şekilde açıklamak ihtiyacı duyu­
yordu. Hermeneutik sözcüğünün kelime anlamı başka dünyaya ait bir an­
lamı, bir diğer dünyaya yorumlayarak aktarmaktır. İlk olarak Homeros'un
şiirlerinin yorumlanması sanatı olarak ortaya çıkan Hermeneutik, bir me­
tin çözümlemesi yöntemi olarak görüldüğü için başlangıçta filolojiyle sınır­
landırılıyordu. Reformasyonla birlikte Protestanların, geleneğin İncil üze­
rindeki tekelini tartışmaya açmasıyla birlikte dinsel tartışmalarda kullanı­
lan yöntem haline geldi.
19. yüzyılda pozitivizmin entelektüel egemenliğine ve doğa bilimle­
ri modelinde kurulan toplum bilimine karşı bir tepki olarak gelişen Herme­
neutik, tarih ve toplumsallığın doğa bilimleri modelinden farklı bir yöntem­
le araştırılması gerektiğini savunan bir felsefe akımına dönüştü.
Schleiermacher, Hermeneutiği evrensel bir anlama ve açıklama öğ­
retisi haline getirmeyi denedi. Yaşamanın tekilleştirici bir yöntemle anlaşı­
labileceğini savunan Schleiermacher, insanların birbirini anlaması üzerine
kurulu yeni bir Hermeneutik tanımı geliştirerek sözcüğün yeni bir anlam
kazanmasını sağladı ve Hermeneutiği tinsel bilimlere taşıdı. Schleiermac­
her'a gelinceye kadar teologlar ve filologlar için Hermeneutik, metinsel bir
çözümleme aracıydı; ama onunla birlikte yeni bir toplumsal araştırma yön­
temine giden yol açılmıştı.
Schleiermacher için bir anlam verme sanah olarak Hermeneutiğin
başvurduğu anlama yöntemi, evrensel bir yöntem olarak, tüm tinsel yarah­
ları, düşünce ürünlerini, bu yarah ve ürünleri onların yapıcıları ile özdeş­
leştirerek ve bu arada kendimizi de onlarla özdeşleştirerek yeniden zihni­
mizde kurma yöntemidir. Bu yöntemle ele alınacak olan yazılı metinler, as­
lında dilsel ürünlerdir ve dil, bireyin olduğu kadar, toplumun da evreni an­
lamlandırma ortamıdır. (Özlem, 2001:246)
Tin bilimlerini anlamacı bilimler olarak tanımlayan Wilhelm Dilt­
hey (1883-19n), Bacon'dan itibaren Bah felsefesinin bilim kavramından
yalnızca doğa bilimini anlamasını ve toplumsal olguları da bu bilimlerde ol­
duğu gibi nomotetik disiplinlerin konusu haline getirmesini eleştirir.
SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E LS E F E 157
"Comte ve pozitivistlerin, J.S. Mill ve empiristlerin bu sorulara verdikleri
yanıtlar, bana, tarihsel gerçekliği doğabilimsel kavram ve yöntemlere uy­
durma uğruna tahrif etmek olarak görünmektedir." (Dilthey, 1999:15)
Öte yandan, tekil bilimlerin hak ettikleri bağımsızlığa kavuşmaları­
nın bedeli, doğa bilimlerinin deneysel yönteminin gücünden vazgeçmek ol­
mamalıdır. Ona göre, tüm bilim özünde deneyseldir. Her türlü deneyin kö­
keni bilincimizde yer alır ve deneyin bağlamı bilincimizin belirlediği koşul­
lar içinde ortaya çıkar. Bilincimiz yaradılışımızın bütünlüğünün bir parça­
sıdır. Bu anlamda, tin bilimlerinin bağımsızlıklarının koşulları da insan bü­
tünlüğünün bir parçası olarak bilinçtir. Dilthey'in bilinci doğa bilimleri ile
tin bilimleri arasındaki ayrımın temeli olarak belirlemesini Manicas, Hegel
metafiziği ve materyalizm karşısında yeni bir arayış olarak değerlendirir:
"Dilthey'in insan biliminin temeli olarak metafiziği devre dışı bırakmak is­
tediği açıktır ve özellikle Hegel metafiziği ve 'materyalizmin'in metafiziğin­
den kurtulmak ister." (Manicas, 198T121)
Doğayı da bilincimize bağlı olgular temelinde, bilincimizdeki olgu­
ları denetleyerek biliriz; ancak 'kendinde şey' olarak doğanın bilinebilirliği­
nin sınırları vardır; nüfuz edilemezliği barındırır. Tin bilimleri bilinç olgu­
larının çözümlenmesi üzerine kurulur; tinsel dünyanın dayandığı ilkeler,
yine bu alanın içinden çıkarılır ve bunun üzerinde bağımsız bir tin bilimle­
ri sistemi mümkün olur. Tin bilimlerinin araştırma yöntemi yeni bir bilgi
kuramını, insan varlığının bütünlüğünün parçası olarak bilinci çözümle­
yen bir bilgi kuramını gereksinir; Bu düşüncesini şöyle temellendirir:

Locke, Hume ve Kant'ın tasarladıkları bilen öznenin (suje) damarla­


rında hiç de gerçek kan dolaşmaz; tersine, bu öznenin damarlarında
katkısız bir düşünme etkinliği sayılan aklın imbikten geçirilmiş/arın­
dırılmış özsuyu dolaşır. Oysa beni ilgilendiren, insanla tarihsel psiko­
lojik açıdan uğraşmaktır... Bu yönüyle insanı, isteyen, hisseden ve bir
şeyler planlayıp amaçlayan yönüyle insanı, bilginin ve bilgi kavramla­
rının da ... açıklanmasında temele koymak; bilginin kavramlarının sa­
dece algı, tasarım ve düşünme malzemesiyle dokunmuş şeyler olup
olmadığına yönelmek istiyorum. (Dilthey, 1999:18)

SOSYAL BİLİ MLERDE ANLAM S O R U N U VE H E R M E N EUTİK G E L E N E K


Bu anlamda tin bilimlerinin temeli, insan varoluşunun bütünlüğü­
dür ve bu bütünlük ancak dil ve tarih araştırmasıyla ortaya çıkarılabilir. İn­
sanın gerçek yaşam süreci, a priori bilgi kategorileriyle değil, bütünlüğün
çeşitliliği içinde kavranabilir. Bu bütünselin çeşitliliği, bu anlamda tarihsel
bilgi, bütün felsefi soruların da yanıtlanabileceği bir alandır. Tin bilimleri­
nin zemini olarak tarihsel- dilsel araştırma, doğa bilimlerinde hiçbir zaman
ulaşamayacağımız bir kesinliğe ulaşmamızı sağlar. Tarihselliği oluşturan
"isteyen-hisseden-amaçlayan" neliğimiz hakkındaki bilgi, doğrudan ve ke­
sinlik değeri yüksek bir veri olduğu halde, doğa için aynı şeyi söyleyemeyiz:

Çünkü bu nelik, tasarlanan bir gerçeklikten önce, yaşanan bir ger-


çekliğe aittir. Biz dış dünyadaki neden-etki. . .bağını veya bu bağa gö-
re oluşan süreci hiç de yeterince bilemeyiz. . . Dış dünya, bizim yaşa-
ma bütünlüğümüz aracılığıyla/sayesinde bize verilidir. Oysa o, ken­
dindeliği içinde, bizim yaşama bütünlüğümüzden farklı bir bütün­
lüğe sahip olabilir. (Ibid s.20)

Dilthey, bu alıntıda da görüldüğü üzere doğanın nüfuz edilemezliği


konusunda pozitivizmle hemfikirdir. Fenomenleri görebiliriz; ama nedenle­
rini ve kendinde şeyi bilemeyiz. Ama tin dünyasında durum böyle değildir.
Tarih ve toplum bilimlerinin konusu olan tinsel dünya bu anlamda kavra­
mak istediğimiz, doğrudan kavrayabileceğimiz bir dünyadır. Tarihsel olgu­
ları incelerken empirik yöntemleri bir yana bırakmamız gerekir, tarihselliği
içindeki insanın bütüncül varoluşuna ancak anlamayla yönelebiliriz. Tinsel
dünya Dilthey için bir olgu, bir empirik gerçeklik dünyası değil, bir anlam
dünyasıdır. Bu dünya, açıklanmayı değil, anlaşılmayı bekleyen bir dünyadır.
Doğa dünyası, tekrarlar ve süreklilikler üzerine kuruludur ve doğa
bilimleri bunlara dayanarak genel geçer doğa yasaları ortaya koyabilir. Bu
nedenle, empirik ve açıklayıcı olarak kurulan doğa yasaları, empirik yön­
temlerle ulaştığı yasa kavramından tümdengelimsel sonuçlara ulaşabilir.
Tinsel dünya ise, doğa bilimine has açıklama modeliyle anlaşılamaz. Tek­
rarlar ve sürekliliklerin olmadığı tinsel dünyada doğa bilimine özgü yasa­
lara yer yoktur. Tinsel dünyayı yönlendiren normlar ve ilkeler, yapısını in-

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE 1 59


sanda bulur ve simgeler, anlamlar olarak bilinebilirler. Bu nedenle her za­
man diliminde her toplumda değişik anlamlar kazanırlar. Tinsel gerçeklik
özü gereği tarihseldir. Tarihsellik, zaman içinde teklik anlamına geldiği
içindir ki insanların eylemlerini belirleyen zaman ve mekan üstü toplum­
sal yasalar da yoktur.
Tin bilimleri bu nedenle tümevarımsal yöntemleri kullanamazlar.
Onlar ancak anlama yöntemiyle çalışabilir. Anlama yöntemi, doğa bilimle­
rinin sebep-sonuç ilişkisine dayanan nedensellik kavramını anlam-eylem
olarak yeniden kurar. Çünkü eylemi motive eden şey anlamdır. Diğer yan­
dan tinselliğin tarihsel olduğunUn kabul edilmesi, anlama yöntemiyle elde
edilen nedenselliğin de tarihüstü bir geçerliğe sahip olmadığı anlamına ge­
lir. Her tarihsel dönem ve toplum kendi özgüllüğü içinde, kendi norm ve
kuralları bağlantısı içinde araştırılmalıdır.
Dilthey'in anlama yöntemi bu açıdan, bir Pozitivizm eleştirisi olarak
ortaya çıkar ve Pozitivizmin bilmeyi doğa bilimine içkin uğraşıdan elde
edilmiş kavramlarla sınırlamasını eleştirir. Bu bakımdan Dilthey'in bilim
tanımı da önemlidir. Bilim, belirli ilkeler topluluğundan hareketle kavram­
ların oluşturulduğu entelektüel bir etkinliktir. Bu ilkeler, tüm düşünsel iliş­
kiler bağlamı için genel geçer oldukları gibi parça ve bütün arasındaki iliş­
kiyi de kurarlar. Bu nedenle bilim bir tinsel olgular topluluğudur ve bilim
dendiğinde bu ilkelerce oluşturulmuş şey anlaşılır.
Dilthey, bilimi konusu itibariyle doğa bilimi ve tin bilimi olarak iki­
ye ayırır. Asıl çabası da tin bilimlerinin doğa bilimleri karşısındaki sınırla­
rını belirlemektir. Tinsel şeyler hakkındaki araştırma, insanın kendi bilinci
üzerine bir araştırmadır ve bu bilincin içinde yapılır. Bu bilincin irade öz­
gürlüğü insanı doğadan farklı kılar. İnsan bu yetisiyle doğa içinde olmakla
birlikte irade özgürlüğüyle kendisinin hakimidir. İ şte insan bilincinin tin­
selliği oluşturduğu nokta burasıdır .

...kendi olanaklarıyla bağımsız hareket eden bu tinsel dünya içinde,


insanın kendi eylemlerine koyduğu hedeflere göre oluşan bir değer,
bir yaşama amacı ortaya çıkar. O, bununla, bir nesnel zorunluluklar
alanı olarak doğa alanından ayrılıp yine bu doğa ortasında oluşan bir

160 SOSYAL B İ L İ M L E R D E ANLAM SORU N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K


şey olarak tarih alanına geçer. Özgürlük, bu tinsel bütünlüğün sayı­
sız noktalarında hep ışıldar... .insan burada, doğanın akışındaki boş
ve ıssız tekrarı bilinç yoluyla aşar ve bilincinin tasarımları altında
kendi tarihsel gelişimini kurar .. .işte, tin bilimlerinin konusu, tama­
men insani/tarihsel olan bu gerçekliktir. (Ibid, s:29)

Bu tanımlamayla birlikte tekrar gözden geçirecek olursak, insanlar


toplumsallığa geçtikleri andan itibaren, kendi koydukları kurallara ve sahip
oldukları değerlere göre, kendi oluşturdukları bir dünya içinde yaşarlar. İn­
sanlar bu kuralları koymakla birlikte aynı zamanda bunlar tarafından da be­
lirlenirler. İnsanlar bir anlamda kendi yarattıkları tinsellik içinde tutuklu­
durlar. Tinsellik onların yaşamlarını ve evreni algılayışlarını belirler.
İnsanın en temel özelliği toplumsallığı ve tarihselliği olduğuna gö­
re, artık bunu dışlayan Yeniçağ'ın doğa bilimine ait bilgi kuramının yeter­
sizliğini de görmek gerekir. Bu bilgi kuramı tamamen yadsınmasa bile ek­
sik olduğu ve ağacın dallarını gösterdiği halde kökleri hakkında bilgisiz ol­
duğu vurgulanır. Tüm bilim, deney bilimi olsa da bu deneyin koşulları ve
geçerliği insan bilinci ve insan yaradılışında yatar. Tin bilimleri Yeniçağ
bilimlerinden farklı olarak insan yaradılışını bütünlüğü içinde kavrama gi­
rişimidir.
Yaşam, zamanla sınırlandırılmıştır ve özü tarihsellik olduğu için ay­
nı kalmaz, sürekli değişir. Bu nedenle tarihsel/toplumsal gerçekliği bütün­
sel olarak kavramak ulaşılmaz bir ideal olarak kalmaya mahklımdur. Ayrı­
ca, geçmişi anlamaya yönelen bizler de belirli bir zaman içinde tutukluyuz
ve bugünün değerleriyle, bugünün tiniyle sınırlıyız; ama yine de bizzat
oluşturduğumuz bu gerçekliği anlamak çabasından vazgeçmeyiz; çünkü bu
gerçeklik, doğa gibi bize yabancı değil, kendimize ait bir gerçekliktir.
Dil, zamanla sınırlanan insanın başka tarihsel anları anlayabilmesi­
nin aracıdır. Belirli bir tarihsel döneme damgasını vuran değerler, o döne­
min anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde somutlaşırlar. Bu nedenle tin bilim­
lerinin ana malzemesi yazılı yapıtlardır. Bu nedenle dil çözümlemesi, ince­
lenen çağın başat norm ve değerlerinin öğrenilmesinin asıl yöntemi olarak
ortaya çıkar.

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E 161
4.3 MAX WEBER
Belirli bir felsefe akımı içerisinde sınıflandırılması güç olsa da, Max
Weber'in Kant idealizmi ve çağının Yeni Kantçı felsefesinden etkilendiğini
söylemek yanlış olmaz. Hermeneutiği bir yöntem olarak kullanan Weber'in
amacı metin çözümlemesi değil, anlama üzerine kurulu, amacı nedensel açık­
lama olan bir toplumbilimdir. "Toplumbilim ... toplumsal etkinliği yorumla­
ma yoluyla anlamak, (deutend verstehen) böylece akışını ve etkilerini nedensel
olarak açıklamak (ursachliche erkliiren) isteyen bir bilimdir." (Weber, l99po)
Yorumlama ve nedensel anlamaya dayalı bir toplumbilim tanımının
genel problemi, empirik niteliğini muhafaza ederken, toplumsallığın öz­
günlüğünü de dikkate alarak, konusunu amaçları açısından nedensel ola­
rak bilmek istemesidir. Heinrich Rickert (1863-1936) ,bu anlamda Weber'i
oldukça etkilemiştir.
Pozitivist doğa bilimi anlayışının, bilgi realizmi ve dogmatik natüra­
lizmini eleştiren Rickert, Dilthey'den farklı olarak "tin bilimi" yerine "kül­
tür bilimleri" adlandırmasını kullanmıştır. Doğa bilimleri ile kültür bilim­
leri arasındaki yöntemsel farklılıkları mantıksal düzeyde gidermeyi amaçla­
yan Rickert, kültür bilimlerine dayanak oluşhıracak mantıksal bir temel
kurmaya çalışır.
Bunun için öncelikle Francis Bacon'dan itibaren hakim olan ve in­
san aklının gerçekliği mutlak olarak bilebileceği inancı üzerinde yükselen
Pozitivizmi eleştirir. Ona göre zihnimizin yapısı ve gerçekliğin yapısı birbi­
rinden farklıdır ve bu temel ayrımın farkında olmayan Pozitivizm üzerinde
bilim yapılamaz. Kant'ın da gösterdiği gibi, biz şeylerin ne olduklarını, ya­
ni onların özsel doğalarını asla bilemeyiz, biz ancak fenomenleri, görünür­
de olup bitenleri bilebiliriz. Fenomenlere formlarını veren de anlama yeti­
si olduğu için, biz aslında gerçekliğe değil, bu gerçekliğin kendi zihnimiz­
de aldığı biçime yöneliriz. Rickert'in sözleriyle "Bilgi, empirik gerçekliğin
mantıksal formlar içerisinde ifade ettiği şeyden başka bir şey değildir" (Ak­
taran Özlem, 2001:39) . Bilgi dış dünyanın insan zihninde yeniden oluşhı­
rulmasıdır. Bu anlamda, bilgiyi inşa ederiz. Bilgiyi inşa etmemizi sağlayan
mantıksal formlarımız a priori ve deneyimüstü oldukları için, her türlü bil­
ginin temeli de bunlardır.
162 SOSYAL B İ L İ M L E R D E AN LAM SORU N U VE H E R M E N E UTİ K G E L E N E K
Doğa gerçekliğinde ve tarihsel/toplumsal gerçeklikte ortak olan,
nesnenin kavramsal bir inşa olarak bilinmesini sağlayan manhğın formla­
rıdır. Rickert, aynı kavramsal temelde yükselen bu iki bilim türünün fark­
lı yöntemlere sahip olmasının nedenini şöyle açıklar: " Kendisine genellik
açısından baktığımızda, gerçeklik doğadır; ama bireysellik ve kendine öz­
gülük açısından baktığımızda ise, gerçeklik tarihtir." (lbid, s.40) Genellik
içinde konusunu kavramaya yönelen doğa bilimleri, bu nedenle yasalar
oluşturmaya çalışırken, kültür bilimleri inceledikleri olguların tekilliği ve
tekrar edilemezliği gerekçesiyle bireyselleştirici bir yöntem benimserler.
Bilimler arasındaki ayrımın, Dilthey'de olduğu gibi bunların alanla­
rının farklılığı gözetilerek değil, hedeflerine göre yapılması gerektiğini sa­
vunur. Yalnızca doğa bilimlerine ya da yalnızca kültür bilimlerine ait yön­
temler yoktur. Doğa bilimleri, tekrarlarla dolu olduğu için doğayı yasalar al­
tında bilmeye yönelen genelleştirici bilimler olarak çalışırken; tarih bir de­
falık olguların bilimi olarak bireyselleştirici bir yöntem izler ve sonuçta do­
ğa bilimleri ve kültür bilimleri karşıt konumlara itilirler.
Doğada kendiliğindenlik hakim olduğu halde, toplumda değerleri
doğrultusunda amaçlar koyan insanın bilinçli yapıp etmeleri hüküm sürer.
Kültür gerçekliği bu anlamda değerler üzerinde yükselir. Eşitlik, özgürlük
gibi idelerin hiçbir empirik gerçekliği yoktur. Tarihsel/toplumsal olarak de­
ğişir, yeni anlamlar kazanırlar. Bu nedenle değerlerden yoksun doğa dün­
yasını inceleyen doğa bilimlerinin yöntemleriyle ele alınamazlar. Dilthey'in
üzerinde durduğu gibi ancak anlama (verstehen) konusu olabilirler.
Rickert, gerçekliğin yapısının özünde akılsal olmadığını söyler.
Doğa alanı da bireysel oluşlardan meydana gelen bir kaostur. Akılsal
olan, gerçeklik hakkında inşa ettiğimiz bilgimizdir. Doğa bir bireysellik­
ler yığını olduğu ve mutlak özdeşlikler olmadığı halde biz onu benzerlik­
leriyle düşünürüz. Başka bir deyişle, heterojen gerçekliği homojenleştire­
rek kavrarız.
Bu yüzden Rickert, Yeniçağ'ın "bilim yoluyla doğaya egemen ol­
ma" sloganı doğrultusunda sağlamış olduğu bilimsel başarıları, bizi aslın­
da gerçekliğin ayrıtürdenliğinden, süreksizliğinden, tekilliğinden uzaklaş­
tıran "pahalıya mal olmuş bir zafer" olarak niteler. Hatta bir adım daha

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E LS E F E
atarak, doğa biliminin bize sunduğu gerçeklik tablosunun, kendi içinde
rasyonel, ama gerçeklik karşısında irreel, gerçekdışı olduğunu belirtir.
(Özlem, 2001:44)
Doğa bilimlerinde akılsallığın temelini bu yönüyle insan zihninde
bulan Rickert, insanın seçiciliğiyle de gerçekliğin ancak belli bir bölümüne
yöneldiğini belirtir. Ancak tekil olgulara yönelen bilim yine de genel kav­
ramlara dayanır; çünkü kavramın mantıksal özü genel olmasıdır. Böylece
deneyimden hareketle oluşturulmuş olmalarına karşın, deneyimden kopuk
olması anlamında bilimsel kavramların genelliği, gerçeklikleri(reel) içinde
gerçekdışı ( irreel) olabilmektedir.
Bu gerekçelerle, özgünlüğün ve bireyselliğin hüküm sürdüğü kül­
tür alanı, doğa bilimi yöntemi üzerinde kurulamaz. Bu bilimler bireyselleş­
tirici olmak zorundadırlar. Ancak, bireyselin kavramından söz etmek, kav­
ramın tanımıyla çelişir; çünkü özü genelliğindedir. Rickert bu çelişkiyi, ge­
nel kavramları bireyselleştirici ilgi ve hedefler altında incelemek gerektiği­
ni söyleyerek çözer.
Kültür bilimlerinde kavram kurmanın temeli, insan eylemlerinin
motifleri durumundaki değerlerdir. Kültür bilimcinin görevi de değerlerle
eylemler arasındaki ilişkiyi tarihselliği içinde ele almaktır. Bunu yaparken
kendi değer yargılarını bir yana bırakması gerekir. Yani eşitlik kavramı doğ­
rultusunda tarihe yönelip, kendi eşitlik kavramının olmayışı bakımından
bir eleştiri yapamaz. Onun yapması gereken kültürel olgulardaki değer-ey­
lem ilişkisinin saptanmasından ibarettir.
Weber bu kaygılarla, Hermeneutik geleneğin doğa bilimleri-tin bi­
limleri ayrımını benimseyerek, kültür bilimlerinde araştırmacının inceledi­
ği toplumun bir parçası olması ve bu açıdan da araştırma nesnesinin konu­
su içinde yer alması problematiğini vurgular. Araştırmacı, seçiciliği ve algı­
sıyla konusunu oluştururken, diğer yandan onun içinde yer almakla konu­
su tarafından belirlenmektedir.
Weber'in Kantçı bilgi kuramını toplumun ve insan eyleminin ince­
lenmesine uyarladığını belirten Holton, şunları söyler: "Bunun anlamı,
toplum kuramcılarının ve aslında tüm aktörlerin, içinde yaşadıkları top­
lumsal dünyanın anlamını inşa ettikleridir. Bu anlam, toplumsal olgulara

SOSYAL B İ L İ M L E R D E AN LAM SOR U N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K


içkin ve şöyle söyleyelim, akılsal olarak keşfedilmeyi bekleyen hakikatler de­
ğildir." (Holton, 1997:41)
Onun açısından toplum biliminin temel sorunu anlam ve açıklama­
nın birleştirilmesi sorunudur. Çünkü ideografık (tarih) ya da nomotetik
(sosyoloji) tüm disiplinler, değer-eylem ilişkisinden hareket ettikleri için
anlamacı bilimlerdir. Öte yandan toplumbilim genellemeci karakteri nede­
niyle açıklayıcı da olmak zorundadır. Nedensel anlamayı da kapsaması ge­
reken sosyolojik açıklayıcı anlamayı Weber şöyle tanımlamaktadır:

Açıklayıcı anlama . 2x2=4 diyen ya da yazan etkinlik sahibinin bu


. .

önermeye bağladığı anlamı, onu buna yönelten güdüler açısından,


başka deyişle o sırada, o koşullar alhnda onu bu önermeyi yapmaya
neyin yönelttiğine bakarak anlarız. Eğer bilirsek ki, bir ticari muhase­
beye dalmış bulunuyor ya da . . .başka bir işe girişmiştir, o zaman bu­
radaki anlamıyla anlama sağlanmış olur. Bu, etkinliği anlaşılır ve da­
ha kapsamlı bir çerçeve içine yerleştirmeyi sağlayan 'güdüye bakarak
akılsal anlama' durumudur. (Weber, l99P9)

Weber, fılozof kimliğiyle Aydınlanma' dan itibaren egemen olan de­


ğersel-akılcı sistemden amaçsal-akılcı sisteme geçişten huzursuzluk duyar.
Bah toplumunun temel karakteristiği akılsallaştırma, dünyayı eski anlam­
lar düzeninden koparmış, büyüsünü bozmuştur. Arhk insanların eylemle­
rine yön veren ilkeler, ahlaki veya dinsel değildir. Bu yeni çağda, insan ey­
lemini belirleyen ilkeler, karşılıklı çıkarlara göre bir arada olmayı sağlaya­
cak akılcı ilke ve değerlerdir. Bu toplumda eylemler zorunlu olarak akılsal
motiflerle rasyonelleştirilmek zorundadır.
Weber'in Avrupa toplumunun rasyonelleşmesini eleştirmesi, bir
felsefe akımı olarak rasyonalizm eleştirisi değildir. Bu eleştiri, modern Av­
rupa toplumunun varoluş biçiminin eleştirisidir. Weber'in eleştirdiği ras­
yonellik, epistemolojik bir felsefi akımın ötesinde, bütün modern Avrupa
toplumunu biçimlendiren yaşama tarzıdır. Bu akılcı yaşam tarzının tek
amacı gerçekliğe egemen olmaktır ve bunu sağlamak için onu bir biçimli­
lik ve süreklilik tasarımı altında elinin altında tutmak ister.

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE FELSEFE 1 65
Doğayı bu bakışa sığdırmak ve egemen olmak isteyen modem Avru­
pa kültürü, kendi toplumsal ve siyasal örgütlenmesini, hiyerarşilerini ve in­
sanların ilişkilerini de akılsallığın egemenliğinde şekillendirir. Bu nedenle
bilim eleştirisi yapabilmek için toplumsal varoluşun akılsallık üzerine inşa
edilişini görmek gerekir. Olgusal gerçekliğin empirik yöntemle akılsal kav­
ranması çabası olarak bilim, bu bütünselliğin parçası olarak anlaşılabilir.
Temel kültür motifi olarak rasyonelleştirme, eylem düzleminde,
karşılıklı çıkar ve karşılıklı hak ve yükümlülükler anlayışının da temelinde­
dir. Düşünce düzleminde ise, düşünceye akılcılığın sokulmuş olmasıyla,
Batılı artık, bu dünyaya, dinsel, ahlaksal veya politik değerler ve idelerden
kaynaklanmış "maksimler"le bakmayı da bırakacak ve bu dünyayı, yalnızca
bir empirik veri, yalnızca bir olgu olarak görmeyi deneyecektir. .. "bilim" , bu
eğilimin bir sonucu olarak Batı kültüründe ortaya çıkmıştır. (Özlem,
2001:67)
Bu dünya onun için en yüce değerlerin ve erdemlerin toplum haya­
tından uzaklaştırıldığı ve ancak bireysel insan ilişkileri içerisinde varlık bu­
labildiği, tümüyle akılsallaştırılmış, büyüsünü yitirmiş bir dünyadır. Akıl­
sallaştırma kavramının buradaki kullanımı, Descartes'çı anlama yapılan bir
göndermedir. Hatırlanacağı gibi, Descartes, akıl kavramında duygu ve de­
ğerleri dışta bırakarak, sadece bazı zihin yetilerimize işaret ediyordu.
Rasyonalist bilim, evrende bir düzen görür ve olgusal gerçeklikte,
empirik yöntemlerle bu düzenin yasalarını arar. Yasalar kozmosun düzeni­
ni kavramamızı sağlar. Rasyonalist bilim kaotik bir akışı, akılla anlamaya
çalıştığı için akılsal olmayanı akılsal biçimler altında kavrar. Weber'in itira­
zı, Rickert'de olduğu gibi akılsal olmayan gerçekliğin, akılsal bir biçim için­
de kavranmasınadır. Değerlerden uzak olmak bilime bir soğukluk getirse
de olumlu bir anlam da taşır. Olgular kendi başlarına bir amaç ya da anlam
taşımazlar.
Toplumların bir değerler sistemi olmadan varlıklarını sürdüreme­
yecekleri, belirli idelere ihtiyaç duydukları göz önüne alındığında bilimsel
etkinlik olumlu bir çabadır. Çünkü bilimsel etkinlik dünyayı değerlerden
uzak olduğu haliyle kavramayı amaçlar. Akılla temellenmeyen herhangi bir
ideoloji, bir din de mantıksal kuruluşu bakımından akılsaldır ve dünya bu

166 SOSYAL B İ L İ M L E R D E A N LA M SOR U N U V E H E R M E N E UTİ K G E L E N E K


biçim altında da kavranabilir. Ama bu tip bir değerler sisteminin bakışı, ol­
gusal gerçekliğin olgusal olmayan ilahi güçlerle açıklandığı bir bakış oldu­
ğu için gerçekliğin dünyasını, insanların öznel istek ve amaçları doğrultu­
sunda biçimlendiren bir ideolojiye dönüşür.
Bugünlerde bilimin "önyargılardan arınmışlığı"ndan söz ediliyor.
Böyle bir şey olabilir mi? Yanıt, anlayışa göre değişecektir. Bütün bilimsel
çalışmalar, mantık ve yöntem kurallarının geçerliği olduğunu varsayar.... bi­
limin bir başka varsayımı da, bilimsel çalışmanın sonuçlarının önemli, ya­
ni "bilinmeye değer" olduğudur. Çünkü bu varsayım bilimsel yöntemlerle
tanıtlanamaz ...Yaşama karşı son çözümlemedeki tutumumuza göre o anla­
mı kabul ya da red ederiz... bilimlerin betimlediği dünyanın varlığının bir
değerinin bulunduğu, bir anlam taşıdığı ya da böyle bir dünyada yaşama­
nın anlamsız olmadığını tanıtlamak ise daha güçtür. Bilim bu tür soruların
yanıtlarıyla uğraşmaz. (Weber, 2005:220)
Bilimin soğukluğu bu anlamda bir olumluluk olarak öne çıkar; çün­
kü bu büyü ve hayal dünyasını rasyonelleştirerek, olgusal kavranışını müm­
kün kılmaktadır. Weber, bilimsel etkinliğin değerlerden arındırılmasının
önemini belirtir. Ona göre, ahlaki ya da dinsel amaçlarla bilim yapılmaz.
Çünkü bunlar olan ile değil olması gereken ile ilgilenirler. Olan ile olması
gereken yer değiştirdiğinde bilimin olanağı da ortadan kalkar.
Bilimsel etkinlik bu anlamda dünyayı yorumlamanın en iyi biçimi­
dir; ama tek biçimi değildir; ideoloj i ve din, başka biçimler altında aynı şe­
yi yaparlar. Bilim de onlar kadar, ait olduğu tarihsel/toplumsal dönemin bir
ürünüdür ve bunu üzerinde taşır. Pozitivizm, bilimsel etkinliğin kültürün
bir parçası olarak ait olduğu toplumu araştırdığını görmez. Bilimin bu iki­
li karakteri, onun insana ve topluma bağımlı olduğu ve bu aidiyet tarafın­
dan belirlendiğini gösterir.
Araştırmacı, yalnızca ilgileri doğrultusunda yönelimi ve seçiciliğiyle
değil, sonsuz olgular yığını içerisinden kendi kuramını doğrulayacak ve des­
tekleyecek nitelikte olanları ayırmasıyla da gerçekliği kendi zihni doğrultu­
sunda oluşturur. Bu anlamda gerçeklik, bilgi ile hiçbir zaman tam olarak ör­
tüşemez. Bilimsel etkinlik kendi başına biçimsiz bir olgular yığınından ibaret
olan gerçekliği bir biçim altında ona bir içerik kazandırarak inceler. Kant'ın

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E L S E F E
anlama yetisinin doğa dünyası üzerindeki belirleyiciliği düşüncesini hatırla­
mak, Weber'in bilimsel etkinlik tanımını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Öte yandan yine Kantçı bir anlamda sonsuz olgular içinden, bilgi
edinmek için izleyebileceğimiz başka bir yol da yoktur. Yanılma olasılığını
da içinde taşımasına karşın, evreni ancak zihnimizde mevcut bu çerçeveler
içinde kavrayabiliriz. Bu anlamda Pozitivizmin nesnellik tanımının da de­
ğiştirilmesi gereklidir; çünkü bilgiyle nesnesinin örtüşmesi anlamında bir
nesnellik söz konusu olamaz. Bilgi her zaman öznel olmak zorundadır.
Weber için nesnellik ancak öznelerarası bir temelde ortaya çıkabilir. Aynı
olgular kümesi farklı açıklamalara konu olabileceğine göre, bilginin "nes­
nelliğinden" bu farklı kuramların olguların öznelerarası denetlenmesi ölçü­
sünde söz edilebilir.
Olgusal malzemenin öznelerarası bir etkinlikte kurulan mantıksal
biçimler altında kavranışı olarak tanımlanan bilim, insan algısının zaman ve
mekan olarak kısıtlanmış olması nedeniyle nesnel bilgiye hiçbir zaman ula­
şamaz. Bilimsel bilginin nesnelliği bir ideal olarak kalmaya mahkumdur.
Weber, bu epistemoloji doğrultusunda pozitivist bilim anlayışını ve
bu bilim tarzının tin bilimlerini de kapsayacak şekilde genişletilmesini eleş­
tirir. Yukarıda da Dilthey'in bu yöntemi tarihsel gerçekliğin tahrif edilmesi,
bozulması olarak değerlendirdiğini gördük. Eski Yunanistan'a uzanan ve ev­
renin akılla kavranabilen yasalarca yönlendirildiği kabulünden hareket eden
pozitivist bilim, tarihsel/toplumsal olguların da bu aynı yöntemle incelene­
bileceğini kabul eder. Halbuki, kendisi de insan kültürünün bir parçası olan
bilim, insan yaratısı olan bireyselliklerin ve değerlerin hakim olduğu toplum
dünyasını değer-eylem, anlam-eylem bağlamı içinde ele almalıdır. Weber'de
toplumbilimin konusunu bir alt başlıkta daha ayrıntılı olarak ele alacağız.

4.3.ı Sosyal B i l i m lerin Konusu


Toplum, akılsal olarak davranan bireylerden meydana gelir. Weber,
toplum ve tarihi akılsal olarak davranan bu bireyin etkinliği temelinde açık­
lar. Weber'in yöntemi bu anlamda bireycidir ve toplumsallığı bütünden ha­
reketle açıklamaya çalışan Marksist yöntemin aksine bireyden hareket
eder. Asıl çözümleme birimi olarak bireyi gören Weber, Marksizm'deki sı-

168 SOSYAL B İ L İ M LE R D E AN LAM SO R U N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K


nıf kavramına benzer kolektif tanımlamaları toplumsal çözümlemenin ku­
rucu öğeleri olarak kabul etmez. Weber'de toplumbilimin yöntemsel birey­
ciliğini Gordon şöyle açıklamaktadır:

Weber fenomenin bileşenlerine indirgenmesini ister, ama bu indir­


geme belirli bir seviyeye kadar gitmeli, ötesine geçmemelidir. Sos­
yal fenomenin incelenmesinde, indirgeme bireysel bilinç seviyesine
kadar gidebilir. Sosyolojinin nomolojik önermeleri bireysel insanın
akılsal amaçlı etkinliği terimleriyle ifade edilmelidir. Weber, sosyal
bilimler tarihinde metodolojik bireyciliğin en ısrarlı taraftarlarından
biriydi. (Gordon, ı 99q69)

Bireyin akılla yönetilen anlamlı eyleminin anlaşılmasını toplumsal


çözümlemenin temeline yerleştiren Weber için toplumbilimin amacı bire­
yin anlamlı etkinliğinin açıklayıcı anlaşılmasıdır. Akılsallıkla yönlendirilen bi­
reyin etkinliğinden hareketle toplumsal etkinliği açıklayabileceğini düşü­
nür. Weber'in Pozitivizm karşıtlığı, Pozitivist dünya görüşü ve tümdenge­
limsel yönteme muhalefet etse de bireyi toplumsal çözümlemenin temeli­
ne yerleştirmesinden de anlaşılacağı üzere, Pozitivizmin deneysel yöntemi­
ni benimser. Fakat.Pozitivizmde olduğu gibi tekil olgulardan genel toplum­
sal yasalara ulaşılacağını öne sürmez. Bu anlamda Weberci toplumbilim
kuramı empirik denetlenebilirliğe yer vermesiyle Pozitivizme, toplumsal
olgunun ancak içsel bir gözlemle bireylerin etkinliğinin anlamlandırılma­
sıyla açıklanabileceği görüşüyle de Yeni Kantçı geleneğe yaklaşır.
Fizikte, en yalın nesne olarak atomun alınması gibi, toplumbilim de
empirik temelli kalmak istiyorsa bireyi model almalı, ondan hareket etme­
lidir. Öte yandan toplumbilim, doğayı değil tamamen farklı bir alanı, toplu­
mu incelediğine göre, farklı yöntemler geliştirmek zorundadır. Toplumbi­
limin konusunu oluşturan bireysel eylemler, atomların hareketlerinden
farklı olarak belirli bir amaca yönelen bireylerin irade içeren davranışları ol­
duğuna göre toplumbilim basit bir gözlemciliğin ötesine geçmeli, bu ey­
lemlerin altında yatan neden ve motifleri empirik olarak gözlenmesi olana­
ğı bulunmayan değer, inanç ve toplumsal normları dikkate almalıdır.

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E L S E F E
İnsan eylemleri, ancak bu eylemlere neden olan toplumsal değerler
aracılığıyla bilinebilir. Bireysel eylemler özünde bir gözlem nesnesi değil,
bir anlama nesnesidir. Dolayısıyla, toplumbilimin konusunu oluşturan ol­
gular her türlü insan davranışı değil, diğer insanlara yönelmiş anlamlı top­
lumsal etkinlikler olmalıdır. Toplumbilimsel inceleme, bu etkinliği belirle­
yen değer ve motiflerle birlikte anlamayı amaçlar.
Bireyin anlamlı etkinliğinin, toplumbilimsel bir değer taşıması için
bu etkinliğin başka bir insana yöneltilmiş olması gerekir. "Öznel davranış
da, ancak başkasının davranışına yönelik olmak koşuluyla toplumsal nite­
likte sayılabilir." (Weber, 1995:41) Bisiklet süren iki kişinin çarpışması her­
hangi bir doğa olayı niteliğinde olduğu halde, böyle bir çarpışmadan ve bu­
nun yaratacağı olumsuzluklardan kaçınma çabası toplumsal etkinlik sayılır.
Toplumsal etkinlik, birçok kişinin aynı anda yaptığı tekbiçimli bir ha­
reket ya da bir hareketin topluca taklidi değildir. Yağmur yağmaya başladığın­
da insanlar şemsiyelerini açarlar. Ancak bu bireysel etkinlik başkalarına yönel­
mez, sadece kişinin ıslanmaktan kaçınmasıdır. Bu yığınca koşullandırılmış et­
kinliktir. "Yalnızca bir 'yığın'ın varlığı sonucu ortaya çıktığı ya da onunla bir­
likte koşullandığı için tepkisel biçimde beliren bu 'yığın' olgusuna anlamlı ola­
rak bağlanmayan bir etkinlik. .. toplumsal etkinlik değildir." (Ibid s.42)
Benzer şekilde, başkasının etkinliği, o kişiye anlamlı bir şekilde yö­
nelmeksizin ve yalnızca bir tepki olarak ortaya çıkmışsa, yani taklit edilmiş­
se toplumsal etkinlik sayılmaz. Bir birey, başka birinde gördüğü bir davra­
nışı kendisi için yararlı olacağı düşüncesiyle taklit ettiğinde, diğer kişinin
davranışı onu anlamlı bir şekilde etkilemiş olmaz. Burada sadece neden ol­
ma söz konusudur.
Weber, toplumbilimin konusunu belirleyen anlamlı insan etkinliği­
ni dört maddede inceler. Bunlar: a) Amaç bakımından akılsal, b) Değer ba­
kımından akılsal, c) Duygusal olarak akılsal ve d) Geleneksel olarak akılsal
etkinlik olarak sıralanır.
Geleneksel etkinlik, alışılmış uyaranlar karşısında verilen alışkanlı­
ğa dönüşmüş tepkilere verilen addır ve taklitle karıştırılması çok kolaydır.
"Alışkanlığa dönüşen günlük etkinliklerimizin pek büyük bölümü, yalnız
pek az görülen örnekler olduğu için değil, ama aynı zamanda alışkanlıkla-

SOSYAL B İ L İ M L E R D E A N LAM S O R U N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K
ra bağlanma değişik ölçü ve yönlerde bilinçli olarak sürdürülebileceği için
de bu düzenli çözümlemede yer alan örneğe yaklaşmaktadır." (lbid, s.45)
Belirli bir duyguyu yatışhrrnak için duygusal olarak akılsal etkinlik­
te bulunuruz. Bu etkinlik bazen amaç bakımından akılsal etkinliğe bazen
de değer bakımından etkinliğe yakın düşer:

Etkinliğin duygusal olarak yönlendirilmesi ile değer bakımından


akılsal yönlendirilmesi arasındaki fark, ikincisinde etkinliğin yönel­
diği üstün değerlerin bilinçli olarak hazırlanması ve bunlarla dizge­
sel bir tutarlılık içinde yürütülmesidir. Bunların ortak yanı ise, her
ikisinde de etkinliğin sonuçlarında değil, kendi başına özel bir et­
kinlik türü olmalarında yatmasıdır... öç alma, sevinme, adanma . . .
duygusal bir davranıştır. (Ibid, s. 46)

Etkinliğin, ikincil nitelikteki amaçlar, araçlar gözetilerek yönlendi­


rildiği ve bu amaç ve araçların da kendi aralarında akılsal olarak karşılaştı­
rıldığı etkinlik türü amaç bakımından akılsal etkinliktir. Böyle davranan bir
kişi, birbirleriyle çatışan ya da yarışan amaçlar arasında akılsal hesaplama­
larla seçim yapar. Bu akılsal seçim ya da sıralama çok değişik ölçütlere gö­
re yapılabilir, örneğin değerlere göre bir sıralama söz konusu olabilir ve
böyle düşünüldüğünde değerlere bağlı akılsallık ile amaçlara bağlı akılsal­
lık birbirlerine yaklaşırlar.
Bu farklı etkinlik türleri, toplumbilimin asıl konusunu oluşturan
anlamlı, akılsal ve toplumsal etkinliklerdir. Bireyin belirli bir anlam yükle­
diği, diğer insanlara yönelen ve belirli bir amaca yönelen davranışlar top­
lumbilimin konusunu oluşturur. Ancak, bunların hiçbiri toplumsal yaşam­
da tek başına değildir, birbirlerine karışır, sıklıkla birleşirler. Weber için bu
sınıflandırmanın anlamı, toplumbilimsel çözümlemede yardımcı kurgular
olmalarıdır.

4.3.2 Anlama ve Açı klama


Böylece, Weber için sosyal bilimlerin inceleme konusunu, bireyin
anlamlı toplumsal etkinliği olarak tanımladığımıza göre, şimdi bu gerçekli-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E
ğin incelenmesinin yöntemi üzerinde durabiliriz. Weber'in "verstehen"
sözcüğüyle ifade ettiği yöntemi, açıklayıcı anlama yöntemidir. Bununla kast
edilen, etkinliği gerçekleştiren bireyin zihninde onu buna yönlendiren ne­
denlerin bilinmesidir. Bireyin içinde eylemde bulunduğu tarihsel dönemi
ve mekanı, onu yönlendiren değerlerin ve zihinsel yapıların kavranmasıdır.
Anlama, her bilimsel gözlem gibi açıklığa ve kanıtlanabilir doğru­
luğa ulaşmayı amaçlar. Anlamada açıklığı iki şekilde sağlayabiliriz: Birin­
cisi, mantıksal ve matematiksel olmak üzere akıl yoluyla; ikincisi ise ken­
di yaşıyormuş gibi duyumsama, yani empati yoluyla olur. Bir etkinliğin
hedeflenen amaçları doğrultusunda tam bir zihinsel açıklıkla kavranma­
sı akılsal anlamadır. Empati yoluyla anlamada ise duyumsal katılım yo­
luyla, o olayı kendimizin de yaşadığı düşünerek anlarız. Bir kişinin bizim
de bildiğimiz deneyim olgularından hareketle belli amaçlara ulaşmaya
çalıştığında ne yapmak istediğini anlarız. Bur tür akılsal amaçlı etkinliğin
bu şekilde duyumsanarak yorumlanması en yüksek kanıtlama derecesi­
ne sahiptir.
Gerçek anlama için zihinsel kavramanın yanında, empati de gerek­
lidir. İnsan etkinliklerinin nedeni olan amaçlar ve değerler, zihinsel olarak
kavranabilse bile, bunlarla gözlemcinin değerleri arasında farklılık olduğu
zaman, gözlemcinin bunu tasarımsal olarak yaşayıp anlaması güçleşir. Din
uğruna kendini adamak gibi bir eylem, gözlemci bu duyguyu yaşamıyorsa
söylediğimize bir örnek olarak verilebilir. Böyle durumlarla karşılaşıldığın­
da yapılması gereken, her özel duruma ait değerleri zihinsel olarak anla­
makla yetinip, bunları veri olarak değerlendirmektir.
Araştırmacı kızgınlık, tutku, kıskançlık, intikam gibi duygusallıkla­
ra ne kadar açıksa, bunlarla yönlendirilen etkinliğe de o ölçüde katılabilir ve
bu tür davranışları açıklayabilir. Bu duygularla gösterilen tepkiler düşüne­
meyeceği boyutlara ulaştığında bile, bunların ifade ettikleri anlamı duygu
yoluyla kavrayabilir ve o eylemin akışı ve seçimleri üzerinde zihinsel olarak
değerlendirmede bulunabilir.
Bilimsel çözümlemenin amaçları açısından, bir eylemi etkileyen bü­
tün önemli akıldışı öğeleri çözümleyip ortaya koymanın yolu, bunları akılsal
biçimlerden sapmalar olarak görmek ve bu sapmaların olmadığı koşullarda

SOSYAL B İ L İ M L E R D E A N LAM S O R U N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K
ulaşılacak amaçlan araştırmak olmalıdır. Böyle durumlarda akılsal olarak
kurgulanan eylem bir ideal tip olarak işlev göıiir ve ideal tipi yaşanan örnek­
le karşılaştırarak, akıldışı etkenlerin bunu nasıl etkilediğine bakılır. We­
ber'in anlamacı toplumbilimi, yöntemsel anlamda akılsaldır. Weber bunu
şöyle açıklar:

İ şte yalnızca bu sınırlar içinde ve bu yöntembilimsel kolaylık nede­


niyledir ki, 'anlamaya yönelik' (verstehenden) toplumbilim 'akılsal­
cı'dır diyoruz... bu yalnızca yöntembilimsel bir araçtır. Yoksa, ger­
çek insan yaşamında akılsal öğelerin ağır bastığı yolunda bir inancı
içermez; çünkü akılsallığın payı konusunda hiçbir önermede bulun­
mamaktadır. (Weber, ı99p6)

Gözlemsel anlamada, bir kişinin eylemlerini gözlemleyerek yaptığı­


nı izleriz. Örneğin yol kenarında bekleyen bir grup insan gördüğümde, ne
yaptıklarını, birbirleriyle konuşup konuşmadıklarını ya da sessizce bekle­
diklerini gözlemler ve bu bilgiyi aktarırım. Açıklayıcı anlamada ise, orada
durmalarının nedeni önem kazanır. Burası bir otobüs durağı olabilir, oto­
büsün yönü iş merkeziyse, çalışmaya giden insanlar olabilirler. İçinde bu­
lunulan şehir ve olayın geçtiği saatleri bildiğimde yapabileceğim açıklama­
nın gücü daha da artar. Burada, etkinliğini açıklamak istediğim kişilerin
araçsal akılsal davrandıklarını ve amaçlarına ulaşmak için bir merdivenin
basamaklarını sırasıyla çıktıklarını varsayanm.

4·3-3 İ deal Tipler


Tarihsellik ve toplumsallık ilişkisini karşılaştırdığımızda Weber'in
tarihi bir defalık olup bitmelerin alanı, toplumbilimi ise tarihsel inceleme­
den elde ettiği sonuçlan genelleyen, olgulardan genelleştirmeye yükselen
bir bilim olarak kabul ettiğini görürüz. Bu nedenle birbirleriyle yakın ilişki
içindedirler. Toplumbilimin bir bilim olarak kurulmasının koşulu da tarih­
sel içeriği ideal tipler altında soyutlayabilme yeteneğine bağlıdır.
Toplumbilim . . . örnek (tip) kavramları geliştirir ve incelediği konu­
nun oluşumundaki genel kurallılıklan (düzenlilikleri) ortaya çıkarmayı

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE F E L S E F E 173
amaçlar. Onu, ekinsel açıdan önemli bireysel edimlerin, yapıların ve kişilik­
lerin çözümlemesini yapıp nedenlerini ortaya koymayı amaçlayan tarihten
ayırt eden özellik budur. Toplumbilime özgü kavramların geliştirilmesin­
de ...kullanılan gereçler, tarihin bakış açılan içinde önemli olan insan etkin­
liklerinin gerçekleridir. (Weber, 199 s :J6)
Toplumbilim evrensel bir bilim olabilmek için, tıpkı evrensel bilim
olan doğa bilimleri gibi, toplumsal olguları da genel kavramlar altında an­
lamaya yönelmelidir. Ancak insan tarafından oluşturulan bu kavramlar,
doğa bilimlerinin kavramlarından farklıdırlar. Böyle düşünüldüğünde We­
ber için toplumbilimin inşa edilmiş kavramlarla çalışan konstrüktif bir bi­
lim olduğu görülür.
Genelleştirmeyi arayan bir bilim olarak toplumbilimin konusu bi­
reyselliklerin ve farklılıkların oluşturduğu bireylerin dünyasıdır. Düzensiz­
likle karakterize olan bu dünyayı fizikte olduğu gibi kesinliklerle kavramak
mümkün değildir; toplum alanında ancak yaklaşıklıklardan söz edebiliriz.
Bu güçlüklere karşın, genelleştirmeler yapabilmenin yolu ideal tip kavram­
larını kullanmaktır.
Toplumbilim, tip kavramlarıyla oluşun genel düzenliliklerini arar.
Amacı, bu düzenliliğin kurallarıyla toplumsal fenomenlerin tarihsel neden­
sel açıklamasıdır. Her genelleştirici bilimin sorunu burada sosyolojinin de
karşısına çıkar ve tarihin somut gerçekliğini bu kavramların ideallerinden
kaynaklanan soyutluğu içinde kavramaya çalışır. Soyut kavramlar, somut
gerçekliğe yaklaşabildikleri oranda bilim idealine yaklaşılır.
Toplumbilimin bilimsellik ideali, kavram ve olgu arasındaki yakın­
laşmayı mümkün olduğunca artıracak şekilde ideal tiplerin geliştirilmesini
gerektirir. Gerçi toplumbilim mistik, duygusal fenomenlerle de ilgilenir ve
bunlar özü itibariyle akıldışı fenomenlerdir; ama toplumbilim bunlara her
defasında belirli bir form içinde yönelir. Bu form, tarihsel fenomenlerin bir
yaklaşıklık derecesi içinde ele alınmasına ve bir düzen içinde kavranması­
na olanak sağlar.
İdeal tip kavramının kullanılması zorunluluğu, anlamlarla yönetil­
mesine karşın empirik olarak ele alındığında bireylerin fiziksel etkileşimle­
rinin ötesine geçmeyen toplumsallık alanının bireylerin eylemlerini yön-

1 74 SOSYAL B İ L İ M LE R D E AN LAM S O R U N U VE H E R M E N E UT İ K G E L E N E K
lendiren motiflerle kavranması ihtiyacından doğar. insan eylemi, ancak bu
eylemlere neden olan motifler bilindiği sürece anlaşılabilir. Örneğin, nişan
almış ateş eden bir er, bir idam mangasında, aldığı emirler doğrultusuna
mahkılma ateş ediyor olabileceği gibi, düşmana karşı savaşıyor ya da inti­
kam amacıyla birini öldürmeyi arzuluyor olabilir. İnsan eylemlerini basit fi­
ziksel etkileşimler olarak değerlendiremeyiz ve bu anlamda, bunlar gözlem
nesnesi değil; ancak anlama nesnesi olabilirler.
Weber, ideal tip kavramını sosyal bilimlerde bir araç olarak kullanır.
ideal kelimesi Platoncu anlamda aşkın bir gerçekliği değil, toplum dünya­
sının basitleştirilerek teoriler yoluyla yeniden kurulmasını ifade eder. We­
ber toplumsal olguların kavranabilmesinde en iyi yöntemin, bu olgunun en
akılsal formu olan ideal tip altında düşünülmesi olduğunu öne sürer.
Weber'in ünlü bürokrasi tanımı, ne bürokrasi için bir model ne de
gerçek dünyada mevcut olan bir şeydir. Bu yalnızca akılsal bir inşa, akılsal
süreçler ve akılsal örgütlenmelerin birlikte düşünüldüğü bir formdur. İnce­
lenen fenomenler gerçek olgusallık içinde, farklı tarih ve mekanlarda deği­
şik biçimler almış olabilir. "Aynı tarihsel fenomen, örneğin kendi oluş sü­
recinin bir bölümü içerisinde, 'feodal', öbüründe 'patrimonyal', bir başka­
sında 'bürokratik', bir diğerinde 'karizmatik' olarak biçimlenmiş olabilir."
(Özlem, 2ooı:ı42) Toplumbilim, her türlü toplumsal olguyu ideal tipler
aracılığıyla kavrar. Olgusallık, bu soyut ve ideal formlar içinde, yaklaşık ola­
rak temsil edilir. Weber bunu fiziksel bir tepkimenin soyut olarak düşünül­
müş boş bir uzayda hesaplanmasına benzetir. ideal tipler, özünde inşa edil­
miş akılsal çerçeveler olmalarına karşın, gerçekliğe yaklaşan kavramlar ol­
dukları için bilimsel araçlar olarak kullanılırlar.
Toplumbilimin yapması gereken genel toplumsal ilişkileri ideal tip
kavramı altında kavramak ve bu kavramları kullanarak toplumsal eylemleri
nedenleriyle açıklamak olmalıdır. Bu anlamda akılsal olarak kurulan bu
kavramlar toplumbilim açısından sadece empirik gerçekliği incelemeyi sağ­
layan yöntemsel araçlar olarak bir anlam taşırlar.
ideal tiplere bir diğer örnek de Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapita­
lizmin Ruhu'nda kullandığı "kapitalizmin ruhu" kavramıdır. Bu tanım, za­
man ve mekandan bağımsız aşkın bir ruh kavramı değil, tarihsel bireye

SOSYAL B İ L İ M LE R VE F E L S E F E 1 75
bağlanan ve incelenen dönemin kültür anlamlarının kavramsal bir bütün
halinde birleştirildiği "tarihi gerçeklikte bulunan bağlantıların bir bileşimi"
(Weber, 1997:41) olarak işlev görür.
İçerik olarak tekil bir olguya işaret eden bu kavram, araştırmacının
bakış açısıyla oluşturulmaktadır. Başka bir deyişle, araştırılan dönemin ta­
rihsel bireyini konu edinen kavram, araştırmacının kapitalizmin "ru­
hu"ndan anladığını, ya da araştırmacının ilgilendiği şeyi belirtir. Araştırma­
cının ilgileri doğrultusunda, kendi tekliği içinde belirli bir tarihi gerçekliğe
ait parçalar bir bütün içinde bir araya getirilmiştir. Bu kavramsal bütün,
geçmişe değil, şimdiye aittir.
Öyleyse, "kapitalizmin ruhu" tanımı, her araştırmacının bulunduğu
kültürel gerçekliğe ve ilgilerine göre farklı anlamlar taşıyabilir. "Bu durum,
yöntemsel amaçları için hakikati soyut kavramlar çeşidi içine sıkıştırmayıp,
kaçınılmaz bir biçimde özel, bireysel bir özellik taşımaya uğraşan, onu so­
mut ortaya çıkış ilişkileri içinde ele alan 'tarihi kavram oluşumunun' yapı­
sı gereğidir." (lbid, s:42)
İdeal tip kuramı, zengin potansiyeliyle Weber için toplumbilimin
çekirdeğini oluşturur. Weber'in amacı, anlamacı ve nedensel olarak açıkla­
yıcı bir bilim oluşturmaktır. İdeal tipler bu anlamda genelleştirmeye olanak
tanımalarıyla toplumbilimin bir bilim olarak kuruluşunu sağlamak gibi bir
rol oynarlar.

4·3-4 N esnel l i k ve Değerler


Weber, Rickert'in kültür alanına ilişkin olgulara ancak değer ilişkisi
yoluyla nüfuz edilebileceği düşüncesini benimsemişti. Bir tarihsel döneme
ait değer yargıları, o döneme özgün anlamlardır ve yalnızca o döneme ait
bir değerler ağı oluştururlar. Araştırmacının bu nedenle, belirli bir döne­
min olgularına yönelirken, o tarihsel çerçeveyi belirleyen koşulları anlama
sorumluluğu vardır.
Bunun ortaya çıkardığı sorun ise, geçmişe bakışın bugünün değer
yargıları ve değerler ağıyla belirlenmiş olmasıdır, kültür bilimlerinde nes­
nellik sorunu bu yönüyle tekrar gündeme gelir. Weber kendi adıyla anılan
bu sorunu belirli bir değer yargısı söz konusu olduğunda, bireylerin bu de-

SOSYAL B İ L İ M L E R D E A N LA M SOR U N U VE H E R M E N E UTİ K G E L E N E K


ğerlere yükledikleri öznel anlamlara göre ele alır. Örneğin eşitlik sorununu
ele alırken, tarihçi incelediği dönemde buna verilen anlamlar üzerinde yo­
ğunlaşmalı, kendi görüşlerini parantez içine almalıdır. Bunun her zaman
mümkün olup olmayacağı konusu da ayrıca tartışmalıdır. Örneğin Avrupa­
lı bir tarihçinin Avrupa tarihine yöneldiği bir durumda bu sorun bütün çıp­
laklığıyla ortaya çıkar. Bu nedenle Weber, tüm geçmişin ve tüm toplumun
nesnel bir biliminin olamayacağını söylemiştir.
Weber bilimin nesnelliğine inanır. Ünlü konferansı "Bir Meslek
Olarak Bilim"de değerlerden bağımsız bir bilimi savunur. Ona göre mo­
dernizm rasyonelliği bilimsel, ahlaki-hukuki ve estetik olmak üzere üç
kısma ayırmıştır. Ona göre bilim yalnızca teknik bir uzmanlık alanı ola­
bilir, modern çağın "disenchantment"ını geri çeviremez. Bilim, savaşan
tanrılardan hangisine hizmet etmemiz gerektiğini açıklama yeteneğinde
değildir.
Yaşadığımız zamanların kaderi akılsallaşma ve mantıkla karakteri­
ze olmuştur, ama her şeyden çok "dünyanın büyüsünün bozulması"yla. En
üst ve en yüce değerlerimiz toplum yaşamından uzaklaşıp ya aşkın mistik
bir dünyaya ya da kişisel ilişkilerin sıcaklığına sığınmışlardır.'
Bu alıntıyı, Weber'in bilim insanına bilimden anlam çıkarmaya ça­
lışmaması mesajı olarak da okuyabiliriz. Bilimin söylemi de "disenchan­
ted" bir söylemdir. Bu noktada Dilthey ile Weber arasında bir karşılaştırma
yapmak anlamlı olabilir. Dilthey, insanın kendi ürünü olan tarih/top­
lum/kültür gerçekliğini ele aldıkları için insanın duygu, heyecan ve sezgi­
leriyle donanmış olması gerektiğini öne sürer, bunun aracı da Hermene­
utik bilimlerdir. Weber ise, tarihsel/toplumsal olguların anlaşılmasında an­
lama ve yorumlamanın önemini teslim etse de bunun akılcılık zemininde
çözülmesi gerektiğini söyler.
Bilimin görevi, nesneler karşısına değerleri savunmak değil, bu
nesnelerin bilgisine ulaşmak olmalıdır. Değerleri, olgulardan ayırabilmek
için yapılması gereken ise, bilme edimine akılsal bir içerik ve yöntem ka­
zandırmakla mümkündür. Bu nedenle, tarih/toplumu ele alan bilimler,
değer yargılarından arınmalıdırlar. Ancak yine aynı Weber'in de kabul et­
tiği gibi, hiçbir soru sorma biçimi, hiçbir bilimsel yöntem, değer yargıla-

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E LS E F E 177
rından bağışık değildir ve bu nedenle bilimin değerlerden uzak tutulması
amacı hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir ideal olarak kalır. "Bütün
teolojiler kutsal değerler birikiminin entelektüel rasyonalizasyonunu tem­
sil eder. Hiçbir bilim değer yargılarından mutlak biçimde arınmış değildir
ve hiçbir bilim temel değerini, onu reddeden kişiye ispatlayamaz."
(Weber, 2005:233)

NOTIAR
r Science as a Vocation, (Çevıimiçi) http://WW\'\'.ne.jıımıllhiLnıoıjyu_kiL_abukuma/w�erLl�çh!ITLsci�!l:
ç�.Ji:'!me,hwıJ

SOSYAL B İ Lİ M LE R D E A N LA M S O R U N U VE H E R M E N E U T İ K G E L E N E K
S oNsöz
osyal bilimler 21. yüzyılda çağdaş toplumun içinde bulunduğu geçiş

S sürecinin belirsizliğiyle derinleşen bir bunalım yaşıyorlar. Ulus dev­


let egemenliğinin gerilemesi, farklılaşan egemenlik biçimleri ve bi-
limsel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yeni doğa anlayışı gibi nedenler­
den dolayı, sosyal bilimlerin eski yapılan ve kategorilerinde köklü değişik­
likler yapılması gerektiği herkes tarafından kabul görüyor.
Bu kitapta sosyal bilimlerin kurumlaşmalarını felsefeden ayrılık
üzerine inşa etmelerinin güncel problemlerin asıl nedeni olduğunu göster­
meye çalıştık. Bunu yaparken ne sosyal bilimlerin güncel bunalımlarını çe­
şitli görünümleri içinde ele almayı, ne de güncel felsefi tartışmalara katıl­
mayı tercih ettik. Dahası, felsefe-bilim ayrımının artık iyice yerleşip mutlak­
laştığı günümüzde, kendimizi öncelikle sosyal bilimler için felsefenin ge­
rekliliğini ispatlamak zorunda hissettik. Bu amacımızı gerçekleştirmek için
felsefe-bilim tarihini uzunca bir bölüm içinde birlikte ele aldık. Doğal ola­
rak bu tarihe güncel problemlerden baktığımız için, öncelikle sosyal bilim
disiplinlerinin çağdaş kavramsal problemlerine değinmek gerekli oldu.
Bu alanda karşımıza çıkan ilk olgu, felsefe-bilim ayrımı, hatta 'kar­
şıtlığının' artık yerleşmiş bir kabule dönmüş olmasıydı. Bilimin ve özel ola­
rak sosyal bilimlerin zihin dışındaki bir gerçekliği araştırdığı ve bu gerçek­
liğin nesnel bilgisini keşfetme çabası içinde 'ne', 'nasıl' gibi sorulara yanıt
aradığı; felsefenin ise 'niçin' sorusuyla bilimin nesnelliğinden ayrılarak öz­
nelliğin alanına geçtiği eleştirileri, felsefeyi bilim için gereksiz bir uğraş sa­
yar. Başka bir deyişle, gerçekliğin kesin bilgisine ulaşmayı amaçlayan bili­
min, felsefeye ihtiyacı yoktur ve her ikisinin alanları birbirinden farklıdır.
Söz konusu iddialar; bilimin nesnel ve mutlak bilgi iddiasından baş­
layarak, bilginin niteliği, değerler ve bilim arasındaki ilişki ve normatif temel­
lendirme gibi pek çok konuda problemlidir. Sosyal bilimler söz konusu oldu­
ğunda; aynca, doğa bilimleri modelinde şekillenen modem bilimin, toplu­
munun araştırılmasına taşınmasından kaynaklanan problemlerle karşılaşı­
rız. "Öznel gerçekliğin nesnel olarak inşa edilmesi" olarak da tanımlanan sos­
yal bilimler, toplumsal fenomenlerin özgünlüğü sorunuyla karşılaşırlar.

SOSYAL B İ Lİ M L E R VE F E L S E F E 179
Toplumsal fenomenlerin, akılsal olarak ifade edilebilmesinin müm­
kün olup olmadığı problemi dışında; toplumun oluşturucu unsuru olan in­
sanın, eylemlerini basit nedensel etkileşimlere göre değil, iradi olarak ger­
çekleştirmesi de doğa yasalarının toplum alanına taşınması konusunu tar­
tışmalı kılar. Gözlem ve deney gibi bilimsel yöntemler, toplumsal araştır­
mada genellikle uygulanamaz ve araştırmacı genellikle konusundan etkile­
nir. Araştırmacının zihnindeki problemler ve bu problemlere getirdiği açık­
lamalar, hep araştırma konusu tarafından belirlenir.
Sosyal bilimlerin niteliği üzerine yapılacak bir kavramsal sorgula­
ma, söz konusu disiplinlerin kuruluş aşamalarından beri herhangi bir dö­
nüşüme tabi tutulmadığı olgusuna işaret eder. Günümüzde sosyal bilimle­
re yön veren belirleyici kavramlar olarak; gerçeklik, akıl, nesnellik, yasa, ne­
densellik, ilerleme vb. kavramlar sosyal bilimlerin kuruluşlarından itibaren
devraldıkları modern bilimin sorgulanmamış ve neredeyse mutlaklık ka­
zanmış kabulleridir. Başka bir deyişle sosyal bilimlerin güncel bunalımının
temel nedeni, bu disiplinlerin kavramsal çatısının her an sorgulanarak ye­
niden kurulması gereğinin yerine getirilmemiş olmasıdır.
Kurulduğu çağın toplumsal sorunlarına modern bilimin kavramsal
çerçevesi içinde çözüm arama çabası içinde şekillenen sosyal bilimlerin te­
orik yapısında, şimdiye dek belirli bir felsefe geleneğinin tek yönlü yorumu
egemen olmuştur. Klasik iktisat örneğinde sosyal bilimlerin temelinde em­
pirist-rasyonalist felsefe geleneğinin bulunduğunu söylemekle, çağdaş bili­
mi bir felsefi akıma bağlamış oluyoruz. Böylece çalışmamızın ilk adımında
felsefenin gerekliliğinin tartışılması bir yana, felsefenin zaten orada durdu­
ğu ve üstelik felsefi sorgulamanın yokluğunda, tarihsel kavramların mut­
laklaştırılarak; araştırmacıyı tutsak aldığı da gösterilmektedir. Çalışmamız
açısından önemli olan bir başka nokta, felsefenin modern bilim üzerindeki
etkisinin, yalnızca belirli bir felsefe geleneğiyle sınırlı olduğu; bilimin, fel­
sefeyle ve felsefi tartışmanın zenginliği içinde gelişmediğidir.
Çalışmamızın birinci bölümünde, felsefe ve bilim ilişkisini bu iki­
linin ortak tarihi kapsamında ele aldık. Kendiliğinden gelişimi içinde bilim­
sel devrim, felsefi olarak sistematikleştirilmediği sürece gerçek anlamına
kavuşamazdı, Bacon ve Descartes felsefelerinin belirleyici etkisi bunu açık-

180 SoNsöz
ça göstermektedir. Pozitivizmin temellerini oluşturan empirist-rasyonalist
felsefe geleneğinin Klasik İktisata bağlanışı, bu okulun ele aldığımız temel
teorilerinden de açıkça izlenebilmektedir.
Klasik iktisat incelememiz, aynı zamanda bir Pozitivizm eleştirisi
görünümü kazandı. ilk bağımsız sosyal bilim disiplini olarak ortaya çıkan
Klasik İktisat, kendini etik değerlerden bağımsız, nesnel bilgiyi arayan bir
disiplin olarak kabul eder; bilimin amacı piyasanın işleyişine ilişkin top­
lumsal yasaları bularak, bunları bilimsel yöntemlerle incelemektir. Çalış­
mamızda, piyasanın toplumsal yapının bir parçası olarak insanlarla kur­
duğu karmaşık ilişkiyi göstererek bu iddianın geçersiz olduğunu öne sür­
dük. Malthus'un nüfus teorisi örneğinde gördüğümüz gibi iktisat, insan­
ların günlük hayatını belirlemenin ötesine geçerek insan nüfusunu kont­
rol altına almaya kalkışmakta; özgürlük, adalet, toplumsal refah gibi pek
çok konuda etik önermelerde bulunmaktadır. Kısacası sosyal bilim disip­
lini olarak iktisadın etik değerlerden bağımsız olduğu iddiası, ortaya atıl­
dığı andan itibaren yanlıştır ve diğer sosyal bilim disiplinleri için de aynı
şey geçerlidir.
Maksimum fayda elde etmeye çalışan insan doğası varsayımı, özün­
de belirli bir çağa ait insan psikolojisi kabulünü, insanın değişmez doğası
olarak mutlaklaşhrmaktadır. Bu yöntemin metafizik özü bir yana, akılsal ol­
duğu varsayılan bir insana, faydasını maksimize etmesi gerektiğini öğütle­
mekle, iktisat normatif bir tavır takınmaktadır. Ücretleri düşürüldüğünde
daha çok çalışmayı değil, daha çok dinlenmeyi isteyen işçiler örneğimiz, bu
kabulün gözlemden kaynaklanmadığını gösterir. İktisadın soyut insan tanı­
mı, insanı bilimsel modellerin işleyişi içinde ve bu işleyiş için kavrar, insa­
nın kendisiyle ilgilenmez.
Klasik iktisat incelemesi, iktisadın bilişsel bir etkinlik olması nede­
niyle, epistemolojik ve metodolojik sorunlara da yol açhğını göstermiştir.
Bu sorunlar; doğa bilimlerine öykünmekten kaynaklanan ve nedensellik,
nesnellik, mutlak bilgi iddiası, toplumsal yasa gibi kavramlardan kaynakla­
nan sorunlardır. 19. yüzyılda ortaya çıkan iktisada yönelik bu değerlendir­
melerimiz, çağdaş sosyal bilim disiplinleri için günümüzde de dile getiril­
mekte ve bu anlamda bu sorunların kökenlerini göstermektedir.

SOSYAL B İ L İ M L E R VE F E L S E F E 181
Çalışmamız açısından felsefenin rolünü göstermek, felsefenin yal­
nızca belirleyiciliğini değil, etkisinin sınırlarını göstermek anlamına da ge­
lir. Şöyle söyleyelim; bilişsel bir sistem olarak bilimin doğasına ilişkin yuka­
rıda belirttiğimiz problemler ilk ortaya çıktığı andan itibaren felsefi eleştiri­
nin konusu olmuştur. İlk sosyal bilim disiplinlerinden biri olarak Klasik İk­
tisadın ortaya çıkardığı; toplumsal olguların niteliği, bilimcilik ideali, sosyal
bilimlerde nedensellik ve anlam sorunu gibi problemler Aydınlanma felse­
fesinden gelişen Marksist ve Hermeneutik gelenekler tarafından eleştirilmiş
ve tartışılmıştır. Bu eleştirilerin içeriği kadar yöntemi ve felsefi sorgulama
tarzları da sosyal bilimlerin güncel bunalımı açısından öğreticidir.
Klasik iktisat incelemesi ardından Marksizm'in ele alınmasının ne­
deni Marksizm'in, bu okulun ekonomi görüşlerinin felsefi eleştirisi üzeri­
ne kurulmuş olmasıdır. Marksizm'e göre, insanın özü toplumsal varlığıdır;
bu nedenle Klasik İktisadın, soyut insan doğası üzerinden toplum teorisi
oluşturmasını Robinsonlaştırma olarak küçümser. Marksizm için toplum dı­
şında bir birey düşünmek, bir arada yaşayan ve iletişim kuran insanlar ol­
madan dilin olabileceğini düşünmek kadar anlamsızdır.
İnsanı tarihsellikle anlayan Marksizm, soyut insan doğası varsayımı
üzerinde kurulu, her zaman ve her yerde geçerli soyut toplumsal yasa dü­
şüncesini kabul etmez. Sosyal bilimler açısından önemli olan, somut içeri­
ği farklı toplumsal formasyonlarda farklı biçimler kazanan toplumsal yasa­
ların insanın pratik etkinliği sürecinde toplumun maddi yaşamı tarafından
belirlendiğini göstermektir. Marksizm; dil, bilim ve gibi kültürel yapıları
toplumun bir parçası olarak görür. Toplumun siyasal ve entelektüel yaşamı­
nın, maddi hayatın üretim tarzıyla belirlendiğini kabul eder. Artı değer te­
orisinde ayrıntıyla açıkladığımız gibi insanın pratik etkinliği insanın üretti­
ği üründen yabancılaşmasına ve nihayetinde kendi ürününün nesnesi du­
rumuna dönüşmesine neden olur.
Marksist sosyal bilimdeki, insanın maddi yaşamının onun toplum­
sal bilincini belirlediği önermesi ve materyalizm vurgusunu, Hegelci ide­
alizme karşı bir itiraz olarak geliştiği için yapılmış bir vurgu olarak düşün­
mek gerekir. Tarih, Hegel'de olduğu gibi ideanın bir serüveni değil, insa­
nın yaratıcı etkinliği olarak görülür. Artı değer sömürüsü insanın ve doğa-

182 SON SÖZ


nın şeyleşmesini açıklayan bir mekanizmadır. Kapitalizm kendini sürdüre­
bilmek için artı değerin üretimi sürecinden kaynaklanan çelişkinin üzerini
ideolojileştirdiği bilimle örtmek ister. Marksizm açısından sosyal bilimin
görevi, toplumun temelindeki bu çelişkinin ortaya çıkarılmasıyla eleştirel
dönüşümüdür. Bilim insanı, bu anlamda konusunun bir parçasıdır ve öz­
gürlük gibi bir motifle hareket etmektedir. Konunun bilimi belirlemesi gi­
bi, bilim de konusunu belirler. Her gözlem ve yorum bir tür dünya kurucu
rol oynar; çünkü gözlem ve yorum yaparken bir yandan da gerçekliği dö­
nüştürmektedir.
Marksizm'in bir diğer ayırt edici özelliği, doğa karşısındaki tutumu­
dur. Toplum tarihi, doğa tarihinin bir parçası olarak anlaşıldığı için doğa,
toplumun dışında duran ve hükmedilmeyi bekleyen, mekanik süreçlerden
ibaret bir nesne değildir. Doğa ve toplum insanın yaratıcı etkinliğinde bir­
leşen diyalektik bir hareketin iki parçasıdır.
Tüm zamanlar ve yerler için geçerli mutlak toplumsal yasalar kabul
etmemesiyle pozitivizmden ayrılan Marksizm, toplumsal yasaların varlığı­
nı kabul etmesi ve bu yasayı bilimin amacı yapmasıyla pozitivizme yaklaşır.
Her iki bilim anlayışı da toplumun, doğa bilimlerinden esinlenen nomote­
tik-empirik bir araştırmanın konusu olabileceğinde birleşir. Üçüncü bölü­
müde ele aldığımız Hermeneutik gelenek, doğa ve toplum arasındaki özsel
farklılık nedeniyle bu yöntemin toplumsal araştırmaya taşınamayacağını ve
sosyal bilimlerin tamamen özgün bir yöntem benimsemesi gerektiğini sa­
vunmuştur.
Toplumsal gerçekliğin tamamen kendine özgü yorumlama yönte­
miyle ele alınması gerektiğini savunan Hermeneutik yaklaşımda, açıklama
yerini anlamaya bırakır. Hermeneutik gelenek bir anlam dünyası olarak
toplumsal gerçekliğin kuruluşunda dilin kurucu önemini vurgulayarak,
toplumsal gerçekliğin öznelerarasılığına dikkat çeker. Toplum dünyasında
anlam, gözlemle ulaşılabilir bir şey değildir. Toplumsal gerçeklik, insanın
yarattığı kültürel bir dünyadır ve gözlemle, anlam üzerine kurulu bu ger­
çekliğin bilgisine ulaşamayız. Bu gerçekliğin bilgisine ulaşabilmek için; in­
sanın amaç-eylem bağlantısını göz önüne alan yorumlayıcı bir bilime ihti­
yacımız vardır.

SOSYAL B İ Lİ M LER VE FELSEFE


Bu geleneğin felsefi başlangıcı hiç kuşkusuz Kant felsefesidir. Kant,
tarih ve toplumun temeline insanın özgür iradesini koyarak toplumun do­
ğadan farklılığını ve özgünlüğünü felsefi olarak temellendirmişti. Onun
tinsellik-olgusallık ayrımı daha sonra bütün Alman idealizminin çıkış nok­
tası oldu. Bu ayrım Dilthey'da belirgin şekilde gördüğümüz tin bilimleri­
doğa bilimleri ayrımının ilk tezahürü olarak kabul edilebilir. Hegel felsefe­
sinin konusu, kendi iç dinamiğiyle kendini geliştiren insan dünyasıdır. He­
gel'in, toplumsal gerçekliği doğadan ayırması ve bilinebilmesi için empirik
yöntemler dışında bir yöntem önermesi, bu yolda atılmış bir adım olarak
değerlendirilebilir. Hegel sistemi, bu anlamda, yöntemsel olarak bir yanda
Marksizm, diğer yanda Hermeneutik geleneği besler.
Olguların değerlerden ayrılması gerektiği iddiasıyla, sosyal bilimler
ve doğa bilimleri arasında kesin bir ayrım öneren Hermeneutik yaklaşım,
diğer yandan bilimin değerlerden bağımsız olabileceği iddiasıyla pozitiviz­
me yaklaşır. Aynı şekilde, toplumun insanın oluşturduğu bir anlamlar bü­
tünü olarak anlaşılması pozitivizmde olduğu gibi belirli bir insan doğası ka­
bulünü gerektirir.
Bu üç felsefe geleneğinin karşılaştırılması, sosyal bilimlere ilişkin
güncel tartışmaya bir katkı niteliği taşımaktadır. Öncelikle, sosyal bilim di­
siplinlerinin güncel bunalımının felsefeye fatura edilemeyeceğini göster­
mektedir. Toplumun doğadan farklılığı ve doğa bilimlerinin toplum alanı­
na taşınmasından kaynaklanan problemler kadar, doğaya bakış konusunda
da Aydınlanma felsefesinden kaynaklanan bu felsefeler birbirlerinden ol­
dukça farklı yaklaşımlara sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, doğanın tamam­
lanmış bir durağanlık değil, sürekli oluş içinde hareket eden ve toplumu ya­
ratma kapasitesini içinde taşıyan etkin bir yapı taşıdığı düşüncesi hemen
göze çarpmaktadır.
Çalışmamızda, güncel tartışmaların felsefeye yabancı olmakla, sos­
yal bilimlerin güncel problemlerine de yabancı kaldıklarını savunduk. Ay­
dınlanma felsefeleri bu problemlerin gerçek içerikleriyle anlaşılmasının
ötesinde, yöntemsel ve normatif olarak da yapıcı bir rol oynayabilir. Aynca,
sosyal bilimlerin felsefeyle normatif temellendirilmesi arayışı, bugün bu
düşünceyi kesin bir tutumla bilim dışı sayan bu disiplinlerin güncel prob-

S O N SÖZ
lemleri açısından önemlidir. Böylece sosyal bilimler toplumu, soyut insan
tanımları ve sayısallaştırmalar olarak değil, yaşayan ve hisseden insanların
oluşturduğu bir bütünlük olarak ele almaya başlayabilirler.
Felsefe, soyut ve uzak bir disiplin değil, gündelik yaşama işlemiş bir
sorgulama yöntemi olarak kabul edildiğinde, dini/etnik bölünmelerle çatış­
malara sürüklenen dünyamızda felsefe, doğası gereği güncel sorunlara ilgi
duyacaktır. Farklılıkların iç içe geçerek birlikte organik bir bütün oluşturdu­
ğu dünyamızda, felsefenin çoğulculuğu içeren evrenselliği ve akıl ideali,
tüm bu farklı kimlikleri dünya yurttaşlığı paydasında birleştirebilir. Çeşitli
görünümleri içinde ele aldığımız Aydınlanma felsefesinin günümüz açı­
sından sosyal bilimlere göstereceği normatif amaç budur.
Çalışmamızda Aydınlanma felsefesi içinde kalışımız, bu felsefenin
çeşitliliğinin bugün halen tüketilmemiş olduğunu ve bu zenginliğin güncel
sorunlar açısından taşıdığı potansiyeli göstermek amacını da taşımaktadır.
Günümüzün, etnik ve yerel kimliklerde silikleşen bireyi, bir dünya yurttaşı
seviyesine ancak felsefeyle yükseltilebilir. Amacımız, Aydınlanma'nın he­
nüz gerçekleşmemiş ideallerinin önemine işaret etmektir. Sosyal bilimlere
düşen görev, felsefenin kaygılarına kulak vererek, bunları tahlillerine dahil
etmektir. İncelediğimiz pozitivist, Marksist ve Hermeneutik felsefelerin
bütünlükçü, sistematik tavrı, bilimsel disiplinlerin günümüzdeki parçalan­
mışlığı karşısında yöntemsel bir çözüm değeri de taşımaktadır.
Çalışmamızın ortaya çıkardığı iki olguya da burada dikkat çekmek
istiyoruz. Bunlardan birincisi, sosyal bilim disiplinlerin aşırı parçalanmışlı­
ğıdır. Bu konu, çalışmamızda ele aldığımız 2 0 . yüzyıla kadar olan döneme
ilişkin bir problem değildir. Felsefenin kuşatıcı bakışının sosyal bilimlere
katılmasıyla bu konuda önemli adımlar atılması mümkün olmasına karşın,
20. yüzyılda üniversite sistemiyle kurumlaşması hızlanan bu olgunun aşıl­
masında üniversite sisteminin incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Sos­
yolojik bir incelemenin konusu olması gerektiğini düşündüğümüz bu
problemin ele alınmasının son derece yararlı olacağını düşünüyoruz.
Pratik sonuçlar ve somut başarılar peşinde koşan sosyal bilimlerin,
felsefenin özü olan "bilmek için bilmek" amacına yabancılaşması ve "ege­
men olmak için bilmeyi" amaçlamış olmaları, bu disiplinlerin ideolojileş-

SOSYAL B İ L İ M L E R V E F E L S E F E 18 5
mesinde önemli rol oynamıştır. Felsefeyle belirlenmiş bir eğitim, felsefe­
nin yalnızca sosyal bilimler tarafından değil, bizzat insan tarafından da
özümsenmesini sağlayabilir. Bu ise, ancak eğitim sürecinde kazandırılabi­
lecek bir özelliktir. Sosyal bilimler eğitiminin felsefeyle nasıl biçimlendiri­
leceğine ilişkin çalışmaların yapılması da bu anlamda önemli katkılar sağ­
layacaktır.

186 SON SÖZ


KAYNAKÇA
ARAT, Necla Etik ve Estetik Değerler, Say Yayınlan, lstanbul, 1986.
_
ARON, Raymond Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, lstanbul, Bilgi Yayı-
nevi, 2004.
ARENDT, Hannah The Human Condition, Chicago, The University of Chicago Press, 1958.
ARSEBÜK, Güven İnsan ve Evrim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990.
BACON, Francis Novum Oıganum, çev. Sema Önal Akkaş, Ankara, Doruk Yayınlan, 1999.
BAŞARAN, Melih Ve niçin (yine) felsefe: Yapıçözümler, Yapı Kredi Yayınlan, lst.anbul, 199J
BENTON, Ted& CRAIB, lan Philosophy ofSocial Science: The philosophical Foundations ofSocial Thought,
Londra, Palgrave, 2001.
BERKTAY, Fatmagül Tarihin Cinsiyeti, lstanbul. Metis Yayınlan, 2003.
BERKTAY, Fatmagül "Sahiplenici Bireyden Düşünen Yurttaşa, " Prof Dr. Bülent Tanör Armağanı, Ayrı
Basım, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2006.
BERNAL, J.D. Modem Çağ Ôncesi Fizik, çev. Deniz Yurtören, Ankara, TÜBİTAK Yayınlan.
BI ERSTEDT, Robert "18. Yüzyılda Sosyolojik Düşünce, " çev. Uygur Kocabaşoğlu, Sosyolojik Çözümle­
menin Tarihi, Bottomore, Tom& Nisbet Robert. çev. Mete Tunçay ve Aydın Uğur, Ankara, Ayraç
Yayınevi, 2002.
BOTTOMORE, Tom Toplumbilimsel Yazılar Seçme Metinler, çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İstanbul,
Cem Yayınevi, 2005.
BREHIER, Emile Histoire de la philosophie II, Paris, Presses Universitaires de France, 2000.
BUCRA, Ayşe iktisatçılar ve insanlar, İstanbul. iletişim Yayınlan, 1999.
BUMiN, Tülin "Hegel'de Köle Efendi Diyalektiği Üzerine Notlar", Hegel'i Okumak, çev. Tülin Bumin
(ed), İstanbul, Kabakı Yayınevi, 199J
CASSIRER, Emts insan Üstüne bir Deneme, çev.Necla Arat, İstanbul, Yapı Kredi Yayınlan, 1997.
CASSIRER, Emts Kant'ın Yaşamı ve Öğretisi, çev.Doğan Özlem, İstanbul, inkılap Kitabevi, 1996.
CEVİZCi. Ahmet On Yedinci Yüzyıl Felsefe Tarihi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001.
CALLINICOS, Alex Social Theory: A Historical Introduction, Cambridge, Polity, ı999.
COLLIN, A. Ronan Bilim Tarihi: Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişmesi, çev. Ekmeleddin lhsa-
noğlu; Feza Günergun, Ankara, TÜBİTAK, 2003.
COTTINGHAM, John Akılcılık, çev. Bülent Gözkan, İstanbul, Sarmal Yayınları, 1995.
COX, Judy "Marx'çı Düşünceye Genel Balaş ",çev.Deniz Kanıt, Felsefe Logos, 2005/1-2. s. 49-66.
CRAMER, Friedrich Kaos ve Düzen: Sırat Köprüsündeki Hayat, çev. Veysel Atayman; İstanbul. Alan Ya-
yıncılık, 1998.
CUSH ING, James T. Fizikte Felsefi Kavramlar: Felsefe ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki Tarihsel ilişki, çev.
B.Özgür Sanoğlu, İstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınlan, 2003.
DELANTY, Gerard Social Science Beyond Constructivism and Realism, Buckingham, Open University
Press, ı997.
DESCARTES, Rene Aklın Yönetimi için Kurallar, çev. Müntekim Ökmen, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1999.
DESCARTES, Rene Felsefenin ilkeleri, çev.Mesut Akın, İstanbul, Say, 1992.
DESCARTES, Rene Metot Üzerine Konuşma, çev. K. Sahir Sel, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1994.

SOSYAL B İ L İ M L E R V E F E L S E F E
D I LTHEY, Wilhelm Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul, Paradigma, 1999.
DUVERGER, Maurice Sosyal Bilimlere Giriş, çev. Ünsal Oskay, İstanbul, Bilgi Yaymevi, 2002.
ENGELS, Friedrich Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınlan, 1977.
ENGELS, Friedrich Doğanın Diyalektiği, çev.ArifGelen, Ankara, Sol Yayınlan, 1977.
ENGELS, Friedrich Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol Ya­
yınlan, 1992.
FRIEDMAN, Milton "The Methodology of Positive Economics" Readings in the Philosophy of Social Sci­
ence Ed.: Michael Martin & Lee C. Mcintyre, Massachusetts, The MiT Press, 1994.
GERRING, John Social Science Methodology: A Criterial Framework, Cambridge, Cambridge University
Press, 2001.
GIDDENS, Anthony Sosyoloji, Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal Güzel. Ankara, Ayraç Yayın-
ları, 2000.
GLEICK, James Kaos, çev. Fikret Üçcan, Ankara. TÜBİTAK, 2000.
GÖKBERK, Macit Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Yayınlan, 1996.
GORDON, Scott The History and Philosophy of Social Science, Londra, Routledge, 1993.
G U LBENKIAN KOMİSYONU Sosyal Bilimleri Açın, çev. Şirin Tekeli, İstanbul, Metis Yayınları, 1996.
HABERMAS, Jürgen Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev.Tanıl Bora. Mithat Sancar, İstanbul, iletişim
Yayınları, 2003.
HAMPSHER-MONK, lan Modem Siyasal Düşünce Tarihi, Yayına Hazırlayan: Necla Arat, İstanbul, Say
Yayınları, 2004.
HEG EL, G.W.F Tarihte Us, çev.Önay Sözer, lstanbul, Ara Yayınlan, 1991.
H E I LBRONER, Robert L. iktisat Düşünürleri, çev.Ali Tartanoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2003.
H E I MSOETH, Heinz lmmanuel Kant'ın Felsefesi: Kant'ı Anlamak için Anahtar Kitap, çev. Takiyettin
Mengüşoğlu, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986.
H ERAKLEITOS Fragmanlar, çev. Cengiz Çakmak, lstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005.
H I RSCHBERGER, Johannes Geshichte Der Philosophie, Freiburg, Kornet, 1980.
HOBBES, Thomas Leviathan, çev. Semih Lim, lstanbul. Yapı Kredi Yayınları, 2004.
HOBSBAWN, E.J. Sanayi ve imparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Ankara, Dost Kitapevi, 2005.
HOLLINGER, Robert Postmodemizm ve Sosyal Bilimler, çev. Ahmet Cevizci, lstanbul, Paradigma, 2005.
HOLLIS, Martin The Philosophy of Social Science: an lntroduction, Cambridge, Cambridge University
Press, 1994.
HOLTON, Robert J . "Classical Social Theory, " The Blackwell Companion to Social Theory, Ed. Bryan S.
Turner, Oxford, Blackwell Publishing, 1997.
D'HONDT, Jacques Hegel ve Hegelcilik, çev.Bayram Işık, lstanbul, iletişim Yayınları, 1994.
H U M E, David insan Doğası Üzerine Bir inceleme, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul, idea Yayınları, 1997.
H U NT, E.K. iktisadi Düşünce Tarihi, çev.Müfit Günay, Dost Kitabevi, Ankara, 2005.
iNSEL. Ahmet iktisat ideolojisinin Eleştirisi, lstanbul, Birikim Yayınlan, 2003.
KANT, l mmanuel "'Aydınlanma Nedir?'Sorusuna Yanıt ",Çev. Nejat Bozkurt, Seçilmiş Yazılar, lstanbul,
Remzi Kitabevi, 1984.
KANT, l mmanuel Gelecekte Bir Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prologemena, çev. lonna
Kuçuradi & Yusuf Örnek, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu. 1995.

188 KAYNAKÇA
KANT, l mmanuel kritik der reinen Vernunft, Frankfurt, Suhrkamp Verlag, 1974·
KAZGAN, Gülten iktisadi Düşünce veya Politik iktisadın Evrimi, lstanbul, Remzi Kitabevi, 2002.
KEAT Russel ve URRY john Bilim Olarak Sosyal Teori, çev.Nilgün Çelebi, Ankara, imge Kitabevi, 1994·
KOYRE. Alexandere Bilim ve Devrim: Newton, çev. Nur Küçük, l stanbul, Salyangoz Yayınlan, 2006.
KRANZ, Walther Antik Felsefe: Metinler ve Açıklamalar, çev.Suad Y. Baydur, lstanbul, Sosyal Yayınlar,
1984.
KUHN, Thomas S. Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev: N ilüfer Kuyaş, Alan Yayıncılık, 1991.
KUPPER, Adam; KUPPER, jessica (ed)The Social Scitnce Encyclopedia, Londra, Routledge,2003.
LOCKE, john insan Anlığı Üzerine Bir Deneme, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Ara Yayıncılık, 1992.
LOCKE, john Tabiat Kanunu Üzerine Denemeler, çev. lsmail Çetin, l stanbul, Paradigma, 1999·
LAWSON, Tony Economics 11( Reality, Routledge. Londra,1997.
MALTH US, Thomas Robert. An Essay on the Principle of Population. (Çevrimiçi) Library of Economics
and Liberty. (30 Kasım 2006) http://www.econlib.org/LIBRARY / Malthus/ma!Popı.html
MANICAS, Peter T. A History 11( Philosophy of the Social Scitnces, Oxford, Basil Blackwell, 1988.
MARX, Kari & ENGELS Friedrich Alman İdeolojisi, çev.Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınları, 1987.
MARX, Kari & ENGELS Friedrich Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştiri'nin Eleştirisi, çev.Kenan Somer, An-
kara, Sol Yayınları, 1994·
MARX, Kari & ENGELS Friedrich Felsefe İncelemeleri, çev.Cem Eroğul, Ankara, Doğan Yayınevi, 1976.
MARX, Kari Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. çev. Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınlan, 1993-
MARX, Kari Louis Bonapartt 'ın 18. Brumaire'i, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol Yayınlan, 1990.
MARX, Kari Kapital, Birinci Cilt. Çev. Alaattin Bilgi. Ankara, Sol Yayınlan, 1986.
MARX, Kari Toplumbilimsel Yazılar Sı:çme Metinler, çev. Özer Ozankaya, l stanbul, Cem Yayınevi, 2005.
OUTHWAITE, William "The Philosophy ofSocial Science, " The Blackwell Companion to Social Theory,
Tumer Bryan (ed), Oxford, Blackwell Publishing, 1997·
ÖZLEM, Doğan Max Weber'de Bilim ve Sosyoloji, lstanbul, inkılap Yayınlan, 2ooı.
ÖZLEM, Doğan Kavramlar ve Tarihleri I, lstanbul, inkılap Yayınlan, 2002.
ÖZLEM, Doğan Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, lstanbul, inkılap Yayınlan, 2000.
ÖZLEM, Doğan Tarih Felsefesi, İstanbul, inkılap Yayınları, 2ooı.
PRIGOGINE, llya: Kesinliklerin Sonu, çev. Siheyla Sarı, lstanbul, Sarmal Yayınlan, 1999.
RONAN, Colin A. Bilim Tarihi, çev. Ekmeleddin lhsanoğlu, Günergun Feza, TÜBİTAK, 2003.
ROOT, Michael Philosophy of Social Science, Oxford, Blackwell, 1993.
ROY, Subroto Philosophy of Economics: On the Scope of Reason in Economic Enquiry, Londra, Routledge,
1991.
RUNDELL, john " Modemity, Enlightenment, Revolution and Romanticism: Creating Social Theory ",
Handbook of Social Theory, Ritzer George & Smart Barry,Londra, Sage Publications, 2ooı.
RUSSEL, Bertrand Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muammer Sencer, lstanbul, Say Yayınlan, 1996.
S M ITH, Adam An Inquiry into the Nature and Causes ofıhe Wealth ofNations. (çevrimiçi) Library of Eco­
nomics and Liberty. http://www.econlib.org/library/Smith/smWNı.html, 2 Kasım 2006.
S M ITH, Adam The Theory of Moral Sentiments. Library of Economics and Liberty. (çevrimiçi)
http://www.econlib.org/LIBRARY/Smith/smMSı.html. 30 Ekim 2006.
S M ITH, Mark J. Social Science in Question, Londra, Sage Publications, 1998.

SOSYAL B İ L İ M L E R V E F E L S E F E
SWINGEWOOD, Alan Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat
Yayınlan, 1998.
Ş i M ŞEK, Lütfü "Descartes'tan Kant'a Modern Çağda özne Nesne Sorunu", Mersin Üniversitesi Sosyal Bi-
limler Enstitüsü.Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2ooı.
TiM UÇiN, Afşar Düşünce Tarihi 2, lstanbul, Bulut Yayınlan, 2000.
TiM UÇiN, Afşar Descartes'çı Bilgi Kuramının Temellendirilişi, lstanbul, Bulut Yayınlan, 2000.
TRIGG, Roger Sosyal Bilimleri Anlamak: Sosyal Bilimlere Felsefi Bir Bakış, çev.Beyza Sümer, Filiz ülgüt,
lstanbul, Babil Yayınlan, 2005.
SAY, jean-Baptiste A Treatise on Political Economy. (Çevrimiçi) Library of Economics and Li­
berty,http://www.econlib.org/library/Say/sayTtoc.html, 2 Kasım 2006.
STEP HEN, Gaukroger Francis Bacon il[ the Traniformation of Early-Modern Philosophy. Port Chester, NY,
USA, Cambridge University Press, 2ooı.
TORMEY, Simon "Kari Marx, " From Kant to Levi Staruss: The Background to Contemporary Critical The­
ory, Jon Simons (ed), Edingburgh University Press, Edinburg, 2002.
TURNER, Stephen P. "Cause, the Persistence of Teology, and the Origins of the Philosophy of Social
Science, " Blaclcwell Guide to the Social Sciences, Maiden, Blackwell Publishing, 200}­
WEBER,Max Protestaıı Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, lstanbul, Hil Yayınlan, 1997·
WEBER. Max Science as a Vocation, (çevrimiçi) http://www.ne.jp/asahi/moriyuki/abukuma/weber/lec-
hıre/science_frame.html, 7 Eylül 2006
WEBER, Max Sosyoloji Yazılan, lstanbul, iletişim Yayınları, 2005.
WEBER, Max Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Ankara, imge Kitabevi, 1995·
WESTFALL, Richard S. Modern Bilimin Oluşumu, çev. lsmail Hakkı Duru, Ankara, V Yayınlan, 1987.
WOLPERT, Lewis Bilimin Doğal Olmayan Doğası, çev.Evcimen Perçin, lstanbul, Sarmal Yayınlan, 1994·
YILDIRIM, Cemal "Bilimsel Yönteme 'Hayır'mı?", Felsefe Tartışmalan, 7. Kitap. s. 71-79, 1990.
Routledge Encyclopedia of Philosophy, Version ı.o, Londra: Routledge
Encyclopaedia Britannica 2007, Ultimate Reference Suite. Chicago: Encyclopaedia Britannica

KAYNAKÇA
çekim kanunu 75, 84 Çe
DİZİN çekim kuvveti 82-83, 86

Ap a posteriori 152 De humani Corporis Fabrica 36-37 De


a priori 69, 152-156, 159· 162 De revolutionibus orbium coelestium 37
açık ve seçile 5 o değer teorisi 95 aynca bkz. emek-değer teorisi
akıl yürütme 3 9 değişim değeri 95-96, ıı5. ıı7-ıı8
analitik yargılar l 5 3 Demokritos 44
Anaxagoras 44 deney ve gözlem 65
anlama yöntemi 157· 160 deneyim 68, lp-154
anlık 42 deneyim ve gözlem 72
antinomiler 151 Descartes felsefesi 51. 53-54, 62
antroposentrik 37 Descartes, Rene (1596-1650) 36, 41, 46, 48-50, 53-
araçsallaşhnna 43 54. 56-57. 61, 64-65, 147. 180
Aristarchus 38 Dilthey 149, 158-160, 163, 168, 177
Aristocu bilim 39 diyalektik yöntem m, rr3- ıı4, 127, 134, 138, 145· 148
Aristoteles 40, 43, 53-54, 62, 65 dogmatikler 42
arh değer 124; sömürüsü 121; teorileri 123, 1}3-134 doğa fenomenleri 42
Aydınlanma 60, 63-64, 67. n 102, II2, 147· 165; fel- doğal ücret roo-101
sefesi 91, 133· 136, 143· 182, 185; filozofları 63 doğuştan gelen düşünceler 69
azalan getiri 97 duyu verileri 42, 47. 68-70, 150. 152, 154-155

Ba Bacon felsefesi 54, 66 emek gücü 121-125


Bacon, Francis (1561-1626) 36, 41-43. 46-48, 55- emek-değer teorisi 96, ıı7 Em
57. 6 1 , 65. 69, 142, 147, 162, 180 Empedokles 44
bencillik 76, 82 empirik 42, 58, 74; tümevanmcı yöntem 42; yön-
bilgi problemi 68 tem 36, 42
bilgi teorisi 68-69 empirist 46, 70
bilimsel devrim 32-34, 41, 55 empirizm 42, 54-56, 68, 149· 156; prensibi 36, 41
bireyci yaklaşım 29 Engels, Frederich (1820-1895) ııo, rr4-ıı5, 128,
bireysel bilinç 51 130-131, 135· 137· 139-140, 142-143. 1 4 8
bütüncül mekanilc sistem 6 5 eşitlikçilik 4 1 , 59. 6 3
bütüncül yaklaşım 2 9 eyleınsizlilc ilkesi 3 8
eylemsizlik kuramı 40
Ci Ciceron 38
cogito ergo sum 48 fizyokratlar 68. 136
Condorcet 68 Fransız materyalistleri 41 Fi
Copemicus 64; sistemi 38-39
Copemicus, Nicolaus (1473-15 4 3) 37. 65, 156 Galen 36-37 Ga
Copemicusçu astronomi 40 Galilei, Galileo (1564-1642) 34, 39-41, 57-58. 62,
Copemicusçu sistem 34 64-65. 84

SOSYAL B İ Lİ M LE R VE FELS EFE 191


göksel cisimler 39 Locke, John (1632-1704) 41, 61, 64-65, 68-69, 72,
gözlem ve deney 38. 41, 47 . 55-56. 62, 66, 74-75. 87-88, ııo
180
mahreçler kanunu 103 Ma
He Hegel ıı3 . ıı4 . 129. 131 . 135 · 149, 158, 1 82; çizgisi Malthus 100-105. 181
148; felsefesi ıı4, 130, 142; sistemi 148 Marksist felsefe ıı o-ıı 2
Herakleitos 44, 126 Marksist iktisat ıı5; kuramı ııo
Hicetas 38 Marksizm ııo, ıı3, 133-134, 137-138, 142-145, 183-184
Hobbes 60; felsefesi 58, 63. 84, 147 Manı. Kari (1818-1883) ııo, ıı3-ıı7, 120-121, 123,
Hobbes, Thomas (1588-1679) 36, 41, 57-58, 62, 125, 130-131, 134-135. 137 · 143 · 148
64, 69, 88, 92. 106 matematik 42
Hume felsefesi 75, 78, 82, 147 matematiksel açıklama 36
Hume, David 68, 72-74, 77, 105-106, ııo, ıı6 matematiksel bilgi 40
matematiksel doğa anlayışı 48
il ilerleme 61 matematiksel kesinlik 41
iman 41 mekanikçi 53
insan bilimi 73 mekanizm 36, 41
insan doğası 57-58. 62-63, 66, 71-78, 82-83. 85, 87, meta fetişizmi 120
ıı2, 181-182. ı84; ilkeleri 75 meta tahlili ıı5-116, 119, 133-134
İskoç Aydınlanması 84 modem bilim 39-40, 42, 54, 56-57
işbölümü 7n8, 88, 97, 135 modem felsefe 41
mutlak hakikat 40
Ka kanaat kavramı 60
Kant 61, 65, 91. ııo, 148, 150, 152, 155-156, 167, nedensel açıklama 93-94 . 162, 174 Ne
184; felsefesi 149· 153-154, 184 nedensel an 162
kazanç 77-78, 82-83 nedensellik 107-108, 160, 181-182
kazanç arzusu 106 nesnellik ı 6 8
Kepler, Johannes (1571-1630) 39-40, 65 Newton etkisi 81
kesin bilgi. kesinlik 48-49, 52, 56 Newton fiziği 56, 82, 86
kişisel çıkar 89 Newton, lsaac (1643-1727) 49, 61, 65-66, 72, 75,
klasik ekonomi politik 120 84, 92
klasik fizik 55 Newtoncu 93, 106; devrim 68
klasik iktisat 65. 77-78, 80-81, 83, 135-137 . 142 ; Novum Organum 45
okulu 75
Klasik Okul 93 Ortaçağ bilimi 44 Or
kullanım değeri ıı5. ıı7-118, 125 Ortaçağ felsefesi 43, 50, 54

La laisser-faire 96 . 81 özne 55 Öz
Leibniz 41, 55, ııo
Leucippus 44 Pannenidas 44 Pa
Locke felsefesi 70, 147 Philoaus 44

DiZ İ R N
Philosophiae Naturalis Principia mathematica 64 Veselius, Andreas (1514-1564) 36-37 Ve
Pitagoras 44 Vinci, Leonardo da (1452-1519) 35 . 37
piyasa ücreti 100-101
Platon 43, 45, 62, 65 Weber, Max 82, 162, 164-1n 175-177 We
Platoncu 175 Xenophanes 44
Plutarkhos 38
Pozitivizm 143. 157, 159-160, 181 yabancılaşma 120 Ya
Protestan reformu 37 yasal 74
Ptolemaios 37. 39 yasallık 63
Pythagorasçılar 38 Yeni Kantçı gelenek 169
Yeniçağ felsefesi 5 5
Ra rasyonalizm 41, 48, 54. 56, 68, 70, 149-150, 156 Yoksul Kanurılan 101-102
rasyonelleşme 16 5 yöntemsel bireycilik 76
rasyonelleştirilme 165-167
Reformasyon 33. 157 zaman ve mekan 154. 155, 168 Za
Ricardo, David 93-95. 97 . 99-100. 103. 105, 1 17
Rickert 162-164. 166. 176
Rousseau 64
Rönesans 33-34. 42, 53. 55. 62; düşüncesi 36,
evreni 35

Sa sağduyu 38, 41
Sanayi Devrimi 83, ııı, 123
Say 103-104
Schleiermacher l 57
seküler 34, 63, 67, 74; kavramlar 33
sentetik yargılar 153
Skolastik felsefe 47
Smith, Adam 64, 75-76, 78, 83-89 . 91-97. 99-100,
102-103, 105, ıı6-ıı7, 135-136
sosyal fizik 60
Spinoza 41

Şü şüphe 50, 52 ; yöntemi 49. 51

Tı tıp eğitimi 36
tikel (ler) 46, 56; bilgisi 42
toplumsal fenemorıler 32
tümdengelim 44 . 49, 57; yöntemi 42
tümevanm 44, 57; yöntemi 47. 56, 66
üretim ilişkileri 128

SOSYAL B İ L İ M L E R V E F E L S E F E 1 93

You might also like