You are on page 1of 79

BURAK TURNA

METAL FIRTINA
7
ATEŞ KAPANI

E-KİTAP

SANAI BURAK TURNA


ROBOTTO PUBLISHING
LONDON
SANAI BURAK TURNA
ROBOTTO PUBLISHING
LONDON

Published in UK by Sanai Burak Turna, 2016


Text Copyright ©Sanai Burak Turna , 2016
robottobooks@gmail.com

The right of Sanai Burak Turna to be identified as the Author of the Work has been asserted
by him in accordance with the Copyright, Designs, and Patents Act 1988.
The moral rights of the author is asserted.

All rights reserved. Apart from any use permitted under UK copyright law no part of this
publication maybe reproduced, stored in a retrievial system or transmitted, in any form or by
any means without the prior written permission of the publisher, nor be otherwise circulated
in any form of binding or cover other than that in which it is published and without a similar
condition being imposed on the subsequent purchaser.

This novel published in e-book format has been written in Turkish language and intended
for Turkish-reading audience all over the world.

A CIP Catalogue record for this e-book is available from the British Library
ISBN : 978-0-9954593-3-5 (E-book)

© Sanai Burak Turna is the publisher and the author of this e-book. Robotto
Publishing is UK trading name. He uses ©Burak Turna as his writer (pen)
name. All rights reserved.
Bu kitabın PDF versiyonu özel olarak www.robottopub.com adresi üzerinden
satılmak üzere biçimlendirilmiştir. Başka bir kaynakta izinsiz olarak
dağıtılması, yayınlanması suçtur. Ancak kitabı satın alan kişi, kendi kişisel
kullanımı için istediği biçimde dosyayı kullanma hakkına sahiptir.
Yazar / Burak Turna
Kitap / Metal Fırtına 7 - Ateş Kapanı
Kapak Tasarım / Kenan Özcan

© Bu e-kitabın tüm hakları Sanai Burak Turna’ya aittir. Yazılı izin


olmaksızın başkası tarafından herhangi bir formda yayınlanamaz,
kopyalanamaz ve çoğaltılamaz. Ancak kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
1.
Yaşlı adam, huzurlu bir rüzgarın estiği, 460 yıl önce inşa
edilmiş, zamanın yüküyle kararmaya yüz tutmuş taş duvarlı şatonun
önündeki geniş çimen kaplı bahçeyi ortadan kesen ince taş yolda
yürüyordu.
Şatonun etrafını saran ağaçlar, küçük süs havuzları ve
heykeller, ihtişamlı ama acılar ve komplolarla dolu bir geçmişin
izlerini taşıyordu. Evin büyük kısmı boş gibiydi, geçmişin karanlık
mahzenlerinde yaşayan hayaletlere ev sahipliği yapma dışında,
değeri milyonlarca dolar olarak kabul edilen, tablolara koruma
görevi sağladığını biliyordu.
Şato ve çevresindeki arazi tam 420 yıldır aynı aileye aitti. Yaşlı
adam o şatonun, toprakların ve onlarla beraber soyluluk ünvanının
şimdiki taşıyıcısı olan kişiyi ziyarete gelmişti.
Evin giriş kapısına geldiğinde durdu, içine temiz havayı,
sessizliği, huzuru çekti ve kapıyı çaldı. Bir süre bekledikten sonra
kapı açıldı. Yaşlı adamı karşılayan hizmetçi kız, tıpkı tarihi filmlerde
olduğu gibi giyinmişti ama davranışları gayet moderndi. Yaptığı işten
iyi para kazandığı ve eğlendiği anlaşılıyordu. En azından muhteşem
bir şatoda bolca zaman geçirme imkanına sahipti.
Hizmetçi kız yaşlı adamı içeri buyur etti ve kendisini takip
etmesini istedi. Beraber, duvarlarında ailenin geçmiş
jenerasyonlarının üyelerinin tablolarının bulunduğu geniş camlı
koridorlardan geçerek bir odaya geldiler. Kız, adamı odaya buyur etti
ve oturacağı yeri gösterdi. Adam ona başıyla hafifçe selam verdi ve
18.yy'dan kalma, altın kakmalı koltuğa oturup beklemeye başladı.
Biraz sonra yeryüzünde bulunabilecek en pahalı porselen çaydanlık
ve fincanlarda çayı geldi, yanında tarçınlı küçük kurabiyeleri ile
birlikte hem de. Yine başıyla hafifçe selam vererek teşekkür etti. Bu
sefer gerçekten teşekkür etmişti, hayatta en sevdiği şeylerden birisi
çay ve yanında tarçınlı kurabiyelerdi.
Bekleyişi uzun sürmedi, ilk fincan çayı bitirmek üzereydi ki,
içeriye sıradan bir kot pantolon ve tişört giymiş, orta yaşlarında bir
adam girdi. O bu evin sahibi ve ailenin 11.kuşaktan varisiydi. Ancak
soyluluk her zaman nakit para anlamına gelmiyordu. Mal varlığı on
milyonlarca dolardı ancak evi ziyarete gelen turistlerden alınan bilet
ücretleri ve kendi işlettiği taşımacılık firmasının gelirleri ile
geçiniyordu soylu adam. Tabii, güç sadece para ile ölçülemezdi.
Ailesinin geçmişi ve genlerine işlemiş olan yetenekleri dolayısıyla
sahip oldukları geniş bağlantılar ağı, farklı ve kimsenin bilmediği
dünyaların kapısını kolayca açıyordu.
Yüzünde geniş bir gülümseme ile yaşla adama yaklaştı. Adam
ayağa kalktı ve saygıyla eğildi.
"Beni kabul ettiğiniz için minnettarım lordum."
"Aah, lütfen böyle konuşma Joram... Biliyorsun utanıyorum."
Joram Soljick, şeytani bir sırıtma ile eğilerek elini sıktı. Soylu
adam karşısında eğilen yaşlı Joram'a sevecenlikle baktı, onun
oturmasına yardımcı oldu ve karşısındaki koltuğa geçti. Yüzü
ciddileşti. Onun buraya boşa gelmediğini biliyordu.
Joram, pürüzlü bir ses tonuyla yavaş yavaş, tane tane
konuşmaya başladı.
"Saygıdeğer lordum, aileniz ve onun mensuplarının benim için
ne derece önemli olduğunu biliyorsunuz. Ülkemde ailenize ait olan ve
savaşla kazanılmış topraklarınızdan feragat ettiniz. Benim atalarım
da o toprakları işleyerek bizleri yetiştirdi. Bu nedenle, ne kadar
şükran etsek azdır."
"Joram, gerçekten, tüm bunlar tarihte olmuş ve bitmiş. Artık
teşekkür etmene gerek yok... Merak ettim, ziyaret sebebin...?"
"Efendim, Vatikan kaynaklarıma göre zaman geldi... Bunu size
bildirmek benim boynumun borcu. Zira Türkiye'de bazı
yatırımlarınız olduğunu biliyorum. O yatırımlarınızı çekmenizde
fayda var."
Soylu adamın yüzünde hoşnutsuzluk ifadesi belirdi. Bu iyi bir
haber değildi.
"Demek öyle... Neyin zamanının geldiğini sormamda bir sakınca
var mı?"
"Bu konuda tahmin edersiniz ki, fazla detay sızmıyordur ancak
kısaca özetlemem gerekirse sonun zamanı geldi..."
Soylu adamın yüzüne hüzünlü bir gölge çöktü. Bu çok kötü bir
haberdi, pek çok insanın hayatının mahvolması anlamına gelecekti ve
yapabileceği hiç bir şey yoktu. Yoksa var mıydı?
"Joram, bunu bana bildirdiğin için teşekkür ederim. Bu
bağlantıları nasıl kurduğunu bilmiyorum ama ailemin topraklarını
sizlere terk etmiş olmasından her zaman memnun olmama neden
oluyorsun. Peki, Türkiye'deki yatırımlarımı derhal satıp çıkacağım."
Yaşlı adam gülerek ayağa kalktı, saygıyla eğildi ve kapının
önünde bekleyen hizmetçinin peşine takılarak şatodan ayrıldı.
Soylu adam ise düşünceleriyle başbaşa kalmıştı. Açıkçası
yatırımları küçüktü ve çok umurunda değildi. Hemen telefona sarıldı.
Telefonun ucundaki kişi açtı ama cevap vermedi.
"Benim neden yeni haberim oluyor Bay Luigi, İtalyan
dostlarımız yine kendi başına işler mi karıştırıyor?"
Karşı taraf telefona cevap vermeden kapadı... Sinirli ve gergin
olmalıydı İtalyanlar, yoksa MI6 içindeki dostlarına cevap
vermemezlik yapmazlardı.

2.
Gökhan Birdağ, delirmek üzereydi. Bu duruma nasıl düşmüştü.
Kötü sıkışmışlardı. Mahalle tamamen sarılmış olmalıydı ve evleri tek
tek aradıklarını görebiliyordu. İtalyan Dış İstihbarat ve Güvenlik
Örgütü AISE'nin şefi General Massimo elindeydi ama konuşmamakta
ısrarcıydı.
Bu işte bir gariplik olduğunu düşünmeye başladı Gökhan.
Aklının almadığı bir oyun var gibiydi. O mu İtalyan istihbarat şefini
ele geçirmişti yoksa onu ele geçirirken kendisi mi yakalanmıştı?
Birileri Gökhan'ı yakalamak için General Massimo'yu yem olarak
kullanmış olabilir miydi?
Birden zihninde bir şimşek çaktı Gökhan'ın.
Lora Wilkins...
MI6 ajanı tarafından mı bu işe itilmişti... Lora ona Generali
yakalaması için yardım ederken aslında Gökhan'ın yakalanmasın mıı
sağlıyordu? Peki, Türklerin Anadolu'dan çıkarılmasıyla ilgili plan...
Öyle bir plan yok muydu? Bunlar Lora Wilkins'in uydurması mıydı?
Yoksa... Yoksa, yoksa demekten beyni zonklamaya başladı. Evin
içinde anlamsızca dönüp dolaşıyordu
"Bay Birdağ... Kafanız çok karışık gördüğüm kadarıyla, size
yardımcı olmak isterim."
"Sen mi bana yardım edeceksin, bu işlere bugün başlamadık..."
Gökhanın ağzından bu sözler dökülürken, birden aklına bir şey
gelmiş gibi oldu. General'e döndü.
"Bay Birdağ, siz bu işler derken, istihbarat dünyası hakkında
hiç bir fikriniz olmadığı belli, haha..."
"Bir dakika, bir dakika... Sen benim soyadımı nereden
biliyorsun?"
Gökhan, General'e yaklaştı, üzerine doğru eğildi.
"Bana bak, general, benim soyadımı nereden biliyorsun ki?"
"Aaa.. Nasıl söylesem bilmiyorum..."
"Bunun tek bir açıklaması var... Beni bekliyordun, beni
tanıyordun... Beni nereden tanıyorsunuz? Neden beni bu duruma
düşürdünüz?"
"Gökhan... Bak, bana teslim olursan, sana yardım etmek
istiyorum. Çok zor durumdasın..."
"Beni boş ver... Bana sadece Türkiye'nin başına geleceklerden
bahset... Ne planlanıyor onu söyle..."
"Gökhan, bunu söyleyemem... Yanii...Biliyorsun, bunlar gizli
şeyler..."
"Allah kahretsin sizi, beni nerden tanıyorsun? Söyle dedim..."
"Seni nasıl tanımam Gökhan, senin işe alınış onayını ben
verdim..."
Gökhan birden beyninden vurulmuşa döndü... Sinirlendi... Hafif
bir gülme geldi...
"Lan, dalga geçme benle. Bak, polis mahalleyi sardı diye şu an
sana işkence yapamıyorum."
"Bana hiç bir şey yapamazsın Gökhan... Hiç bir şey... Kurt var ya
Kurt..."
Gökhan'ın gözleri faltaşı gibi açıldı...
"Kurt... Kurt'u nereden biliyorsun?"
General Massimo'nun yakasına yapıştı Gökhan...
"Bana bak... Onun öldürülmesinde bir sorumluluğun var mı?"
General, hiç bir şey umursamıyor gibiydi. Yüzünde Gökhan'a
acır bir ifade vardı...
"Hatırlamıyorum ama bunu yapmamıza gerek yoktu. Çünkü
kurt benim adamlarımdandı...Bazen kendi adamlarımızı da
öldürebiliriz."
Gökhan yüzüne sert bir tokat attı General Massimo'nun,
adamın dudağı kanamıştı... Başını yana çevirip kanı tükürdü.
"Bence kendine hakim olmayı öğrenmelisin. Seni işe alma
sebebimi söyleyeyim mi?"
Gökhan, karşısındaki adamın doğru söylediğini hissetmeye
başlamıştı. Hayır, bu istihbarat dünyasının oyunlarından birisi
olamazdı. General Massimo, Gökhan'ın psikolojik olarak çökmeye
başladığını fark etmişti. Bu nedenle konuşmaya devam etti. Onun
herşeyi duymak istediğini biliyordu. Elindeki bilgiler, Gökhan'ın
gerçekleriydi. Onlara kayıtsız kalması beklenemezdi.
"Seni işe aldım Gökhan, çünkü sen tam bir gerizekalıydın..."
Gökhan ona boş gözlerle bakıyordu. Ancak içten içe
sinirleniyor, damarları kanla dolup şişiyordu.
"Öyleydin ve tam olarak da beklediğim gibi çıktın. Asla
sorgulamadın Gökhan, sana ne söylendiyse inandın. Sen tam bir
salaktın, ama çok yetenekli bir salaktın. Üstelik karakterin de
bozuktu...Hahahahaha...Hem Mert'i de..."
Gökhan tekrar enerjiyle doldu... General'in yanına geldi...
"Mert'i de biliyorsun demek... Ama onu nasıl bilebilirsin ki?
Okyanusta suyun dibinde onu kaybettim..."
"Artık şaşırmayı kes Gökhan, sana yakışmıyor. Senin hakkında
olan ama senin bilmediğin şeylerden bahsediyorum. Mert'i kontrol
edemiyoruz... O da sistemin farkında değil ama açıkçası bizim
kontrolümüz dışında gösterdiği başarıyla bulunduğu konuma geldi.
Onu engelleyemedik, engelleseydik, etkimizin farkına varanlar
olabilirdi. Bunu bazen yapıyoruz zira hiç bir güç dünyadaki
gelişmeleri mutlak kontrol edemez."
"Mert nerede?"
"Şu sıralarda ölmüş olmalı. Uçağı düşürülecekti..."
Gökhan'ın gözlerinden ateş çıkıyordu.
"Ne? Bir uçağı sadece Mert için mi düşürüyorsunuz?"
"Buraya geliyordu. Kontrolümde olmayan, yetenekli bir
savaşçıyla uğraşmaya ne gerek var ki?"
"Sen.. Sen insan değilsin..."
"Gökhan, gerçeğe fazla yaklaşma... Fazla yaklaşıyorsun..."
"Allahın cezası, ben gerçeği umursamıyorum, senin leşini
istiyorum artık."
"Alabilirsin, elindeyim... Ama bana zarar verirsen, bizimkiler,
size karşı ekstra acımasız olacaktır. Haha, ekstra soslu gibi bir cümle
oldu."
General Massimo'nun rengi griye kaçan, soğuk ve robotsu
gözleri, Gökhan'ın tüylerini ürpertiyordu.
Nasıl bir tuzak içindeydi Gökhan?
Bir an önce buradan kurtulmalıydı. Aslında istediği iki bilgiden
birisini almıştı. Mert'in bir uçakla Roma'ya geldiğini biliyordu.
Türkiye'ye ne olacağı ile ilgili sorunun cevabını alamamıştı... O cevabı
alamayacağını hissetmişti. Mert'e ulaşması gerekiyordu. Ama nasıl?
Lora Wilkins'i aramalıydı. Ona hiç güvenmiyordu hatta fena
şekilde kendisini tuzağa düşürdüğünü düşünüyordu ama ondan
başka yolu da yoktu.Kötü bir seçenek hiç seçenek olmamasından
iyiydi. Lora'yı aradı.
"Bana bak, beni buradan çıkartmak için bir şey yapmayı
düşünüyor musun?"
"Bilemiyorum, polisler senin bulunduğun eve yaklaştı, her an
kapınızı çalabilirler. Aslında yapacağın şey basit."
"Nedir, çabuk söyle."
"Gazı aç ve evi havaya uçur. Arada kaynarsın..."
"Oo, gerçekten güzel fikirmiş. Kendi kafama sıkarsam da
buradan kurtulabilirim aslında. Bunu istiyorsan söyle, seçeneğim
kalmadıysa uğraştırma beni."
"Seni tuzağa düşürmekle mi itham ediyorsun beni?"
"Burada olmamın sebebi sensin."
"Generali konuşturabildin mi?"
"Tam sayılmaz. Mert, bir uçakla buraya doğru geliyormuş. Onu
öğrendim. Ama Türkiye'ye ne olacağı ile ilgili bir bilgi yok."
Lora Wilkins, içinde kahretsin, dedi... Gökhan onun fısıldayarak
söylediği bu sözü duymuştu.
"Beni bilgi almak için kullanmana bir şey demem, ama buradan
çıkmama yardım et şimdi."
"Of, Gökhan, kendimi riske atmam demek olur bu."
"Bunu sana öderim Lora Wilkins."
Lora bir an düşündü. Gökhan, telefonun başında gözlerini
kapatıp bekledi. Polislerin ayak seslerini ve konuşmalarını
duyabiliyordu artık. General Massimo da, olacakları merak ediyor
gibiydi.
Odayı bir anda ardı ardına ateşlenen otomatik bir silahın ses
doldurdu. 50 metre öteden ateşlenmiş gibiydi. Polislerden bir kaçı
vurulmuş olmalıydı. Çığlıklar atarak bağırıyorlardı.
Gökhan aniden evden fırladı ve olanca hızıyla hiç bir şey
düşünmeden polislerin geldiği tarafın tersi yönde koşmaya başladı.
Sokakta birden müthiş bir hareketlenme olmuştu. Mermilerden
korunmaya çalışan gölgeler sağa sola kaçışırken, Gökhan'ın silueti de
o karmaşa içinde gözlerden kayboldu.

3.
Mert, uçakta öylesine rahatlamıştı ki, o kadar felaketin
ardından ilk kez bu kadar derin bir uyku uyuyormuş gibi
hissediyordu. Bulutlara bakarken limonlu çayını içmiş, ve sonra adeta
kendini kaybetmişti.
Taa ki, şiddetli bir sarsıntı ve çığlıklarla beraber uyanana
kadar. Sarsıntı ve bağırışlar, önce bir rüya olarak beyninde zuhur
etmiş, sonra bilinci bunun dış etkenli bir hal olduğunun farkına varıp
gözlerini açma emri göndermişti. Gözlerini açtığında Mert, önce
kabullenmek istemedi ama uçağın penceresinden gördüğü alevlerin
tek bir açıklaması vardı, düşmekteydiler...
Sıkıca koltuğa tutundu, hayır, şimdi olamazdı, olmamalıydı gibi
geliyordu. Buraya kadar mıydı yani? Uçağın düşmesini sağlayacak
lazer silahının ateşlenmesi için akdenizde seyreden gemide neler
yaşandığından ise hiç bir zaman haberdar olamayacaktı.
Uçağın tek motoru yanıyordu, uçak yana yatmıştı ama hala
havadaydılar. Pilot yaptığı anonsla herkesi sakin olmaya çağırmıştı.
Tek motorları hala sağlamdı ve o tek motorla inmeyi
deneyeceklerdi... Yolcu uçakları bu ihtimale karşı dizayn edilmişti
ama uçağın sadece motoru değil, kanadı da yara almış gibiydi.
Mert'in aklından binlerce şey geçiyordu, hayır, İtalyanlara bu
şekilde yakalanamazdı.... Ölüm? Aklına bile gelmiyordu.
Uçak o kadar sarsılıyordu ki, hemen yanıbaşında oturan yaşlı
adam ön koltuğa yapışmış adeta kaskatı kesilmişti. Durmadan bir
şeyler mırıldanıyordu, dua ediyor olmalıydı. Arada sırada uçak ani ve
şiddetli sarsıntılara girdiğinde tüm kabinden çığlıklar ve ağlayışlar
duyulmaktaydı.
Belki çılgıncaydı ama uçağa her ne olduysa, bu sayede Mert için
bir şans doğmuştu. Roma'ya indiğinde, büyük ihtimalle
yakalanacağını düşünüyordu. Şimdi bir şansı vardı. Biraz tehlikeyle
gelmişti bu şans ama buna da şükretmek gerekiyordu. O kadar hızlı
düşünüyordu ki, etrafındaki karmaşa bile birden gözüne güzel
görünmeye başlamıştı. Yüzünde delice görünebilecek bir gülümseme
oluşmuştu bile. Çok fazla düşünmeden plan yapmayı severdi, bir kaç
saniye sonra planı hazırdı. Uçağı havaalanı dışında bir yere indirmesi
gerekiyordu. Böylece rahatlıkla sıvışabilirdi. Etrafı kolaçan etti.
Böylesine çılgın bir plan için bundan daha güzel bir ortam olamazdı.
Mert yerinden kalktı ve kabine gitti. Kapıyı çaldı. Hostes o
sırada yanına gelip kabine giremeyeceğini söyledi.
"Bakın, bu konuda özel eğitimim var. Tek motorla bir uçağı
nasıl indireceğime dair aylarca eğitim aldım. Yanlarında olursam
yardımcı olabilirim."
Hostes ne yapacağını bilmiyordu. Gözlerine baktı Mert'in,
durum kötüydü. Başını salladı ve pilot kabininin kapısını çaldı. Kapı
içerden açılınca hostes, kapıyı açan yardımcı pilota bir şeyler söyledi.
Yardımcı pilot uçağın kontrolünde çok zor anlar yaşaan kaptan pilota
seslendi ve cevabını hemen aldı. Kan ter içinde kalmış deneyimli
yardımcı pilot Mert'i içeri davet etti ve aceleyle yerine geçti.
"Evet, bayım, olduğunu iddia ettiğiniz özel eğitiminize binayen
soruyorum. Ne yapmamızı öneriyorsunuz."
Mert ne diyeceğini bilemiyordu. Bu uçağı uçurmak konusunda
hiç bir fikri yoktu. Tek bildiği, uçağın havaalanı dışında bir yere
indirilmesi, yada çok fazla hasar almayacak şekilde düşmesi
gerektiğiydi.

4.
Gökhan, Roma'nın karanlık sokaklarında izini kaybettirdiğini
biliyordu. Bulunduğu mahallede her şey yolunda gözüküyordu.
Kafasını toplamaya çalıştı. Bir şeyler yapmalıydı. Ah, evet, Lora
Wilkins'i aramalıydı. Hemen telefonunu çıkarıp numarasını çevirdi.
Bir kaça kez çaldı telefon. Telefon açıldı ama ses gelmedi. Gökhan ses
gelmesini beklemedi.
"Teşekkür ederim..."
Kızın sesi duyulmadı bir süre daha. Hala yaptığını sorguluyor
olmalıydı.
"Önemli değil... Aslına bakarsan önemli... Ama bilmiyorum
yapmam gerekiyormuş gibi geldi. Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum.
Merkezden beni aramadılar bile. Tamamen vazgeçmiş olabilirler."
"Lora, bu mümkün değil. Bu işin o kadar kolay olmadığını
ikimizde biliyoruz. Eğer MI6 sessizse, bu yaptığını onaylıyorlar
anlamına gelir."
"Ya da beni öldürmesi için İtalyan istihbaratına terk etmiş
oldukları anlamına..."
"Hayır... Eğer ölmen gerekseydi, bunu başkasına
bırakmazlardı..."
Lora Wilkins yine sessizliğe gömüldü. Gökhan, hemen ona
ulaşması gerektiğini biliyordu.
"Peki ne yapmamız gerekiyor?"
Şaşırdı Gökhan, onun bu kadar çabuk yola gelmesini
beklemiyordu.
"Sanırım önce buluşmamız gerekiyor."
"Bundan emin değilim Gökhan, seninle tekrar bir araya
gelirsem, bu farklı anlaşılabilir. Artık yalnız başına kalmalısın."
Gökhan'ın yüzü düştü, bu James Bond nasıl oluyor da kızları
hemen yola getiriyordu. Kendisinin bu konuda fazla zorlandığını
düşündü.
"Bak Lora, eğer bana yardım etmezsen, insanığın başına
gelecek bir felaketten sorumlu olabilirsin. Lütfen, sadece bir kaç
dakikalığına..."
Hayır, bir kadına yalvarmak, onu ikna etmek için yapılacak en
son hareketlerden birisiydi ama o an aklına hiç bir şey gelmiyordu
Gökhan'ın.
"Sana nasıl yardım edebilirim ki, İtalya ile İngiltere arasında bir
krize sebebiyet vermiş olabilirim. Neler olduğu konusunda en ufak
bir fikrim yok."
"Bak Lora, General Massimo'yu uzun bir süre sorguladım. O
adamın bildiği çok önemli bir şey var ve bu ülkemle ilgili."
"Ne yapabilirim, her yıl bir ülke, rejim yada örgüt yok olur
gider. Hayat kaldığı yerden devam eder. Beni aşan şeyler isteme.
Sadece işimi yapmaya çalışıyorum."
Gökhan, onun hiç bir şekilde ikna olmaya niyetini olmadığını
anladığı an küçük bir fenalık geçirdi. Eli ayağı boşalmıştı. Titredi, o an
aklına bir şey geldi.
"Lora, özür dilerim ama bana yardım etmezsen gidip İtalyan
istihbaratına teslim olurum."
"Gökhan, bunu yaparsan, sana engel olmam. Belki de doğru
olandır."
"Bak Lora, teslim olurum ve senin İtalya'ya o İngiliz denizaltısı
yoluyla girdiğini söylemek durumunda kalırım. İtalyanlar bu giriş
yöntemine karşı daha uyanık olur ve böylece o çok önemli giriş
yolunu kaybetmiş olursunuz ve patronların buna sebep olana çok
olumlu yaklaşmaz."
Lora şok olmuş gibi bir ses tonuyla;
"Ne? Beni tehdit mi ediyorsun? İnanamıyorum buna, nerede
kaldı senin romantikliğin?"
"Lora, ne romantizminden bahsediyorsun burada can
çekişiyorum."
"Ne yani şimdi kuzu kuzu gelip seninle buluşacak mıyım?
Bitmiş bir adamın esiri mi olayım yani?"
"Lora beni kırma. Sinir sistemim çökmek üzere. Yakın zaman
içinde nükleer bir patlamanın şok dalgalarına maruz kalmış yaşlı bir
adama yardım etmen gerekiyor."
Lora fazla uzatmadı. Gökhan'ın tehdidini umursamadığı
belliydi, ama henüz belirsiz bir sebeple kabul etti.
"Peki, şimdi on dakika içinde şehir merkezinde adresini sana
vereceğim kafeye gel, üst katına çık. Orada pek kimse olmaz bu
saatte."
"Harikasın hemen geliyorum."

Gökhan tam 12 dakika sonra belirtilen adresteki kafenin üst


katında kapuçinosunu yudumluyordu. İtalyan garson kızla
konuşmaya dalmıştı. Herhalde şimdiye kadar gördüğü en güzel
garson oydu. Francesca, esasen Milano'luydu ama Roma'ya
üniversitede resim okumak için gelmişti.

"Francesca, umarım bir gün resmimi çizersin."

"Ah tabii çok memnun olurum."

"Gerçekten memnun mu olursun?"

"Evet tabii, çok ilginç bir yüzünüz var, derin çizgiler falan."

"Ne yani, bana yaşlı mı demek istedin?"


"Ah hayır ben sadece..."

"Olsun önemli değil haklısın."

Gökhan birden her şeyi bırakıp onunla olmak istedi. Ah şu


insani duygular yok muydu, zaman zaman bıçak gibi giriyordu
kalbine ama kalbinde delinmedik yer kalmamıştı artık.
"Sevgilin var mı?"
Hayır, soru Gökhan'dan gelmemişti. Francesca soruyordu bu
soruyu. Gökhan ne diyeceğini bilemedi. Bir an hayatını düşündü, bu
kadar masum bir soruya cevap verecek halde bile değildi. Gökhan bir
çeşit ölüydü aslında, yaşayan bir ölü.
"Zor soru, cevabı da uzun aslında ama ben kısaca cevaplayayım.
Yok."
Francesca kahkahayı koyvermişti. Kıkırdıyarak uzun süre
gülmüş, bir yandan da işini yapmaya devam etmişti.
"Peki senin var mı?"
Omuz silkti Francesca;
"Aa, evet aslında Milano'da var ama onu çok fazla
umursamıyorum açıkçası."
"O çocuk adına üzüldüm açıkçası."
"Boşverin, üzülmeye gerek yok. Eminim şu anda birisini
bulmuştur."
Francesca bir yandan tezgahın arkasında bir şeyler
hazırlıyordu. Sonra Gökhan'ın yanına gelip masanın üzerine bir kağıt
bıraktı. Üzerinde telefon numarası yazıyordu. Gökhan gerçekten olan
bitene inanmıyordu. Açıkçası bu kadar güzel ve genç bir kıza hitap
edebileceğine dair en ufak bir inancı kalmamıştı içinde. Kağıdı hemen
alıp cebine koydu. Francesca ona çapkın bir gülümsemeyle baktı ve
tezgaha geri döndü. Bu sırada içeri giren müşteri çifti karşıladı.
Gökhan'la iletişimi kesmişti, bundan sonra top ondaydı.
Gökhan kapuçinoyu bitirmek üzereydi ki, içeriye çekingen
tavırlarla Lora Wilkins girdi. Gökhan'ı gayet umursamaz bir halde
elinde fincanla görünce biraz rahatlar gibi oldu ve seri adımlarla
onun yanına gelip oturdu.
"Gökhan, bu ne rahatlık. Avrupa'nın en tehlikeli istihbarata
örgütü her yerde seni arıyor ve sen onların merkezine bir kaç
kilometre mesafede kafede kahve içiyorsun."
"Lora ne yapabilirim. Açıkçası biraz dikkat bozukluğu sorunum
var. Yani... bu tehlike açıkçası çok dikkatimi çekmiyor artık."
"Sen hastasın..."
"Bilemiyorum belki de... Belki de benimle ilgili söylenenler
doğru. Şimdiye kadar olduğunu sandığım her şey bir yalandan
ibaretti. Belki de ben olduğunu sandığım kişi değilim."
"Beni bu saçmalıkları söylemek için mi çağırdın?"
"Hayır, General Massimo'yu yakalamak için sana ihtiyacım var."
Tam bu sırada Francesca yanlarına geldi. Lora biraz sessizleşti.
Garson kız pek memnun görünmüyordu durumdan, kinayeli
bakışlarla süzdü Gökhan'ı ve ona bakarak;
"Hanımefendi sipariş vermek ister mi?"
Gökhan durumu anlamıştı. Francesca'ya sadece arkadaşız
demeye çalışırken abuk subuk el hareketleri yapmıştı. Lora durumu
önce anlamadı. Sonra gözleri faltaşı gibi açıldı.
"Sen gerçek manada bir Türksün."
Gökhan, Francesca'ya bakarak;
"Lütfen ona da benimkinin aynısından getirir misin?"
Francesca, dudağını buruşturup uzaklaştı. Kapuçinoyu
hazırlarken biraz özensiz davranıyor gibiydi.
Lora, kendine geldi.
"Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Daha da garip olan ben burada
ne yapıyorum?..."
Gökhan gülmeye başladı.
"Bana bak Gökhan, o saçma sapan tehdidini umursadığımı
zannediyorsan gerçekten hayal görüyorsun demektir."
"Hayır hayır, böyle bir şey yapmam mümkün değil. Asla teslim
olmamak gibi kötü bir huyum var. Aslında teslim olsam keyfime
bakabilirim ama bir çeşiyt hastalık benim ki."
"Hastalık mı yoksa tutku mu?"
Bunu söylerken salına salına kapuçinoyu getiren Francesca'ya
baktı.
"Bu kadınların kıskançlığı yüzünden geliyor başıma her şey."
Francesca kapuçinoyu getirip masaya bıraktı ve dönüp
uzaklaştı.
"General Massimo'yu tekrar ele geçirmemiz gerekiyor Lora.
Eğer onu burada konuşturamazsak Türkiye'ye götürmeliyim."
"Sen çıldırmış olmalısın, Generalin kaçırıldığı basına sızmasın
diye ne kadar uğraştıklarını tahmin bile edemezsin. Onu kimbilir
nasıl koruyorlardır."
"Hayır. General akıllı bir adam, her akıllı adam gibi aynı yere iki
kez yıldırım düşmeyeceğini zannediyor. Oysa biz deliler yıldırım olup
yağarız aynı noktaya."
Lora onu şaşkınlıkla dinlerken fincandan bir yudum aldı.
Yüzünü buruşturdu.
"Bu ne? Buz gibi..."
Gökhan kahkahayı bastı. Francesca da hınzırca sırıtıyordu. Bu
sırada derinlerden gelen şiddetli bir ses duyuldu. Hepsi dikkat kesildi
ama ne olduğunu çıkaramamışlardı. Patlamaya benziyordu ama çok
uzaklardan gelmişti. Gökhan ve Lora birbirine baktılar. Bir anlam
verememişlerdi.
Birden Lora'nın yüzü kireç gibi oldu. Gökhan ona ne olduğunu
anlamaya çalışırken televizyona kilitlendiğini gördü. Francesca da
duvara monte televizyona bakarak yanlarına doğru yürüdü. Gökhan
yavaşça başını çevirdiğinde televizyonda son dakika olarak geçen
yazı ve görüntüye baktı... Heyecandan ağzı burnuna gelmişti
neredeyse... Vatikan alevler içindeydi... Uçak düşmüştü...
Lora ve Francesca adeta şoka girmişlerdi. Lora konuşamıyordu,
ağzı açık bir halde Gökhan'a baktı. Gözlerinde sebebini anlama isteği
vardı. Gökhan onun gözlerinin içine baktı...
"Lora hemen oraya gitmeliyiz..."
"Ne.. Ne.. Ned...Neden?..."
Kadın gerçek manada şoka girmiş gibiydi.
"Mert geldi..."
Lora, bu kez kesinlikle şoka girmişti... Neyin içine düşmüştü
böyle?

5.
General Massimo televizyondan olayı öğrendiğinde kendisini
çok güçsüz hissetmişti. Ne kadar çok güce sahip olursa olsun insanın
kontrol edemeyeceği faktörler olacaktı. Bunu anlamıştı. Hayır, bu hiç
aklına gelebilecek bir şey değildi. Sebeplerini, neden olduğunu
bilmiyordu ama yıkılmıştı.
Sonra tarih bilinci devreye girdi. Evet, İtalya, Osmanlı'yı
yıkmaya karar verip harekete geçtiğinde de benzer olaylar olmaya
başlamıştı. Büyük felekatler sarmıştı her yanı, Papa aniden ölmüş,
gerçek ölü sayısı hala saklanan dev bir deprem sebebiyle yerle bir
olmuştu Sicilya. Osmanlı haritadan silinmesine silinmişti ama bunu
yapanlar bedelini kat kat ödemişti. Osmanlı halkını adeta kılıçtan
geçiren Ruslar Komünist rejim altında adeta kahrolmuş, 2.Dünya
savaşında Nazi orduları tarafından sadece savaş alanında 11 milyon
askerini yitirmişti.
General Massimo, bunu biliyor ve benzer olaylar bekliyordu.
Türkiye'ye yapacakları operasyonun geri dönüşü mutlaka olacaktı.
Bir an önce oraya gitmeli ve olayla bizzat yakından ilgilenmeliydi.
Odasının kapısını açtığında durumu kendisine haber vermek için
gelen yardımcısı ile karşılaştı. Yüzlerinde büyük bir hüzün vardı.
Konuşmaya bile gerek duymadan Generalin aracına gitmek üzere
koşar adım yola çıktılar.
Alevler geniş bir alana doğru yayılmıştı... Mert enkazın bir hayli
uzağındaydı ama etraf öyle bir yıkıntıya dönmüştü ki, enkazın nerede
olduğunu dahi bilmiyordu. Aslına bakılırsa şu anda orada nasıl
bulunduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Yalnız tek bildiği bir şey
vardı o da İtalyan sınırını sorun yaşamadan geçmişti. Ah... Yani
nispeten sorun yaşamadan... Şimdi yapması gereken tek bir şey vardı,
resmi görevliler tarafından hastaneye götürülmemek... Umarım
Gökhan geldiğimi anlamıştır diye düşünüyordu. Kendisine
saklanabileceği bir nokta buldu yıkılmış bir dikili taşın arkasına
saklanıp etrafı gözlemlemeye başladı. Kurtarma görevlilerinin onu
bulmaması için de üzerini uaktan fırlayan bavullardan bir kısmıyla
örttü. Kulaklarına dolan çığlıklar nedeniyle biraz sarsılıyor ve
zorlanıyordu ama beklemek zorundaydı.
Kurtarma görevlileri ondan uzakta çalışıyordu. Uçağın sadece
bir kısmı kötü durumdaydı ve oradaki yaralıları kurtarmak için
uğraşıyorlardı. Uçağa hasar veren ve düşmeye başlamasına neden
olan olayı hala çok merak ediyordu. Akdeniz'den hızla uzaklaşmakta
olan ve üzerinde gizli bir lazer silahı taşıyan Amerikan
destroyerinden ve içinde olup bitenlerden haberi yoktu.
Gökhan ve Lora Wilkins enkazın bulunduğu alana uzak bir
noktada, bir binanın çatısından dürbünle gözlem yapıyorlardı.
"Gökhan sen çıldırmış olmalsın. Burada ne arıyoruz biz?"
Gökhan dikkatlice enkaz bölgesini gözlemlemeye devam etti.
Açıkçası Mert'in orada olduğundan hiç şüphesi yoktu. Nedenini de
çok bilmiyordu doğrusu. Birden durdu dikkat kesildi. Lora da
şaşırmıştı.
"Ne oldu? Yoksa...Yoksa Mert'i mi gördün"
"Hayır ama başka birisini görüyorum şu anda."
"Kimi?"
"General Massimo özel bir araba ve yanında sadece tek bir
korumayla bölgeye geldi."
Lora duyduklarına inanamıyordu. Hadi canım, bu adam bu
kadar da şanslı mıydı? Peşinde olduğu General ayağına gelmişti.
"Peki ne yapmayı düşünüyorsun?"
"Şimdilik hiç bir şey. Bir an önce Mert'i bulmalıyım."
Gökhan milyonlarca hesaplamayı aynı anda yapıyor gibiydi. Bir
yandan da hızlı hareketlerle alanın her noktasını görmeye
çalışıyordu. O kadar çok kurtarma aracı vardı ki, bu karmaşada
birisini bulmak mümkün değildi. Ancak Gökhan'ın ikinci kez dikkat
kesilmesi boşuna değildi. Bu sefer şakak damarları da şişmiş, terleyip
heyecanlanmıştı. Bir hayalin gerçekleşmesi anında verilebilecek
tepkiler veriyordu Gökhan. Yüzüne geniş bir gülümseme oturdu.
Dürbünü indirip Lora'ya döndü.
"Buna inanmayacaksın."
"Neye?"
"Mert'i buldum. Gel bak..."
Lora gerçekten gözlerine inanamıyordu. Alanın en uç kısmında
yıkılmış bir dikilitaşın sütünunun arkasında yardım istemek yerine
gizlenen bir adam vardı. Gökhan haklıydı. Bu hiç de normal bir
hareket değildi. Lora istihbarat dünyasında bir çözmez olduğu
hissine kapılmıştı iyiden iyiye. Bu hoş değildi, başka örgütlerin
etkisine girmeye giden yolun ilk taşı özgüven eksikliğiydi.
"Bir planın var mı?"
"Var. Sen Mert'e gidecek ve onu oradan çıkaracaksın. Baksana
çocuk kurtarma görevlileri onu bulmasın diye nasıl da uğraşıyor."
"Peki sen?"
"Ben de General'i yarma korumasının elinden alıp geleceğim. O
adamdan öğrenmem gereken bir şey var."
"Ama elimizde hiç silah yok, nasıl yapacaksın?"
Gökhan daha o konuşurken 45 kalibrelik bir glock tabancayı
çıkarıp gösterdi. Lora, şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı.
"Ama bu nasıl olabilir? Ne zaman?"
"Lora casusluk karanlık bir sanattır, sen henüz bu sanatların
pek azından haberdarsın."
"Tamam tamam anlaşıldı. Soru sormayacağım. Ben Mert'in
yanına gidiyorum o zaman."
"Anlaştık."
Gökhan'ın yüzünde gerçekten manyakça bir gülüş vardı. Lora,
nasıl olup da hala hayatta kalmış olduğuna şaşıyordu onun. Hızla
çatısında bulundukları apartmanın merdivenlerinden inerek işlerine
baktılar. İkisi de profesyoneldi, hayatları yaptıkları şeyden ibaretti.
Lora, dumanın ve çığlıkların arasında yürürken, kendinden
geçecek gibi oldu. Bir felaketin ortasında kalmıştı ve aniden
karşılaştığı bu tablo...Sesler, kokular ve hisler... Geçmişte yaşadıkları
canlanıp anıları zihnine hücum etmişti. Garip bir şok haline geçmek
üzereydi. Kendini toparlamaya çalıştı. Mert'i görüyordu, daha
doğrusu saklandığı yerden zaman zaman çıkan kolunu. Bulunduğu
noktada dönüp duruyor ve kendisini daha iyi saklamaya çalışıyordu.
Lora ona iyice yaklaşmıştı şimdi, tam olarak ne söyleyeceğini
bilmiyordu. Mert'in başına gelip ona bakmaya başladı. Nasıl tepki
vereceğini bilmiyordu. Mert önce olduğu yerden durdu, sonra
yavaşça dönüp Lora'nın gözlerinin içine baktı, güldü ve elini ona
uzattı.
Lora yine şaşırmıştı. Mert sanki onun ne için geldiğini ilk
saniyede anlamış gibiydi. Elinden tutup onu kaldırdı.
"İyi misiniz?"
"Bu nasıl oldu bilmiyorum ama gayet iyiyim. Gökhan nerede?"
Lora gerçekten bunun olduğuna inanmak istemiyordu. Gözleri
faltaşı gibi açıldı.
"Şimdilik benimle gelmeniz gerekiyor."
Mert başını salladı ve hemen Lora Wilkins'in peşine düştü.
Biraz sonra, az önce Gökhan'la bulundukları binanın çatısındaydılar.
Şimdi Mert dürbünü almış Gökhan'ı bulmaya çalışıyordu. Lora
bu çılgınlığın bir parçası olmaması gerektiğini düşünüyordu ama bir
yandan da dışında kalmayı da kendine yediremiyordu. Londra'da
onun hakkında ne düşündüklerini bilmiyordu. Belki de çoktan
dosyası kapatılmış ve bir hain olarak damgalanmıştı. Ancak
Gökhan'ın söylediği doğruysa ve Roma'nın gerçekleştirmekte olduğu
çok gizli bi operasyonu patronlarına götürebilirse belk, gözlerinde
bozulan imajını düzeltebilirdi.
Bir korna sesi duydular. Mert dürbünü bırakıp apartmanın
önünden geçen yola baktı. Mert eski bir arabadan başını çıkarmış
aşağıya gelmelerini işaret ediyordu. Mert Lora'ya döndü.
"Gidiyoruz."
Kadının cevap vermeye bile fırsatı olmadan bileğinden
yakalayıp kaldırdı. Lora Mert'in sert tutumuna karşı koyamamıştı.
Gökhan gibi değildi, başka türlü bir yaratıktı Mert; gelişinden de
belliydi zaten.
Arabanın içine bindikleri Lora onların birbirine sarılacağını, bu
mucizeyi nasıl yaşadıklarını konuşacaklarını falan düşünüyordu.
Ancak Mert arabaya binince Gökhan'la selamlaşmamıştı bile. Sanki 3
dakikalığına bir yere gidip gelmiş gibi rahat biçimde;
"Suratı dağılmış bu adam kim?" diye sormuştu.
"General Massimo. Hemen ağzından almamız gereken bir bakla
var. Durum sanılandan kötü.
General Massimo'nun yüzü gerçekten kötüydü, Gökhan
korumasını kafasından vurduktan sonra, onun direncini kırmak için
biraz uğraşmıştı. Ne olduğunu anlamadan araya girmeye çalışan 2
kurtarma görevlisi de yaralı haldeydi.
"Umarım bu halde konuşturabiliriz."
"Aah, biliyorum yapmamalıydım ama bana ikinci kez
yakalanmak gibi küçük düşürücü bir durumdan kurtulmak için çok
çırpındı."
Mert adama küçümser gibi baktı.
"İkinci kez mi yakalandı. Utanmıyor musun lan sen?"
Lora onların bu ilişkisini anlayamayacağını düşündü.
"Kadın kim?"
"İngiliz istihbaratından."
"Kafasına sıkıyım mı?"
"Saçmalama o olmasa bu adamı bulmam mümkün olmazdı."
"O zaman çıkma teklif ediyorum."
"Ööf ne istersen yap."
Lora sormadan edemedi.
"Gökhan afedersin ama nereye gidiyoruz?"
"Merak etmeyin güvenli bir yere."

Karanlık çökmüştü, önünde durdukları evin neresi olduğu


konusunda en ufak bir fikri yoktu Lora'nın. Gökhan ve Mert General
Massimo'yu taşıyarak merdivenlerden çıkardılar. Gökhan kapıyı
vurdu. Bir kaç adım gerilerinde Lora ne olacağını merakla bekliyordu.
Kapı açıldı. Kapıda öğlenki garson kız duruyordu. Üzerinde
sadece bir gömlek vardı ve duştan çıkmış gibiydi. O da ne olduğunu
anlamamış, gözleri korkuyla açılmıştı. Her an çığlığı basacak gibiydi.
Gökhan hemen atılıp onu yakaladı ve ağzını kapatıp ses
çıkarmamasını istedi.
Mert, General'i eve taşırken, garson kız şoka girmek üzereydi.
Gökhan onu içeri odaya sürükledi. Lora da peşinden atıldı.
"Hayır Lora. Merak etmene gerek yok, kıza zarar gelmeyecek."
Lora, Gökhan'a hemen kapının dışındayım der gibi baktı.
Gökhan da başını salladı.
Odaya girince kızın kulağına yaklaştı.
"Ağzını bırakacağım ama sakın bağırma tamam mı?"
Kız başını salladı. Gökhan yavaşça kızın ağzını bıraktı. İncecik
bedeni tir tir titriyordu kızın.
"Ne..Neler oluyor?" diyebildi, titrek bir sesle.
"Bak... Bu tamamen şans. Seninle ilgili bir durum yok. Senden
sadece ses çıkarmadan beklemeni istiyorum. Zarar gelmeyecek sana.
Hiç bir suça falan da karışmıyorsun. İçerideki adam sizin
istihbaratınızın başındaki adam. Onu öldürmeyeceğiz, sadece bir şey
öğrenmemiz gerekiyor. Dolayısıyla senin bu işin içinde olmadığını
biliyor. Tamam mı?
Garson kız fazla şansı olmadığını biliyordu tamam manasında
salladı başını yine.
"Sen burada bekle ve hiç bir şey yapmaya çalışma tamam mı?
Hiç gerek yok buna."
Kız hareket edebilecek durumda değildi. Boş gözlerle Gökhan'a
baktı. Gökhan yavaşça ondan ayrılıp kapıdan çıktı, hemen dışarıda
Lora onları dinlemişti. Yavaşça kapıyı kapadılar. Lora bu sırada
kafasını uzatıp, sakin ol dedi, bu kıza biraz iyi gelmiş gibiydi.
Garson kızın salon olarak kullandığı alan bir haylü küçüktü.
Ama Mert General Massimo'yu hemen kanepeye oturtmuş ve onu
biraz kendine getirmeyi başarmıştı.
General'in yüzünde büyük bir hayal kırıklığı vardı. Nasıl olur da
küçümsediği bu insanın eline düşerdi. Demek artık bırakma zamanı
gelmişti, tabii buradan canlı olarak kurtulmayı başarabilirse.
Gökhan gelip yanına oturdu.
"Bak General, sana boşuna uğraşma demiştim. Bin kez de
elimden kaçsan seni yine gelir alırım. Şimdi bana istediğimi söyle ve
ben de seni bırakayım."
General gülümsedi. Biraz zorlamaydı.
"Ah... Seni tebrik etmem gerek. Büyük bir başarı gösterdin
ama..."
"Ama ne?"
"Ama bayım... artık çok geç... Yani benden öğreneceklerin bir
şey değiştirmez... Aslına bakarsan olacakların olacağı çok önceden
belirlenmişti. Sen doğduğundan beri planın içinde yaşıyorsun. Sen
planın bir parçasısın... Planı bozmak için gereken şey senin kendini
yok etmen."
"Bana bak General saçmalamayı kes ve bana bildiklerini anlat."
General hızlı bir şekilde
"Hah ha. Baksana Gökhan beni anlamıyorsun ve hiç
anlamayacaksın. Sizin kodlarınızı biz yazdık. Sana gerçeği
söylememin bühiç bi anlamı yok."
Gökhan ve Mert birbirine baktı. Lora, oh hayır olamaz diye
düşündü. General'e iyi davranmayacaklarını biliyordu.
"Bak General, umurumuzda olan tek şey basit elle tutulur
gerçeklik. Bize felsefe yapma tamam mı? Benim yada bizim ekibin
geçmişi ile elde ettiğin bilgileri bana karşı kullanamazsın. Söyle,
Türkiye'ye ne yapmayı düşünüyorsunuz?"
General başını eğdi, Lora Wilkins ile göz göze geldi. Canlı
kurtulursa onu bitirecekti. Bu sırada şiddetli bir tokat sesi duyuldu.
General'in dünyası kararmış ve bilinci uyuşmuştu. Mert'in kalın
elinden yüzüne aktarılan enerji olağanüstüydü. O tokat sesiyle
beraber Lora ve içerdeki Garson kızdan da küçük birer çığlık
kopmuştu. Generalin kendine gelmesi bir kaç dakika almıştı. Lora
söze girmek zorunda hissetti kendisini.
"Gökhan, zaman değerli, şu anda tüm Roma'da bir insan avı
başlatılmıştır ve bu olayın uçak düşürmeyle bağlantısı da mutlaka
kurulacaktır."
"Merak etme onu şimdi..."
Mert, ökhan'ın lafını kesti.
"Bir dakika.. Sen az önce ne dedin? Uçağın düşürüldüğünü
nereden biliyorsun?"
Lora birden donup kaldı. Sadece Lora değil adeta zaman ve
mekan donmuştu. Gökhan'ın gözlerindeki bakışlar... O an
anlamışlardı... Bulundukları odadan çıktıklarında çok başka insanlar
olacaklardı, belki de başka boyutların insanları.
Gökhan adeta robotik bir tavır takındı. Lora'yı adeta tamamen
gözardı etti ve General'e döndü. Ondan alacağı şey tüm Türkiye'nin
geleceğini ilgilendiriyordu.
General, Lora'ya dikkatlice baktı.
"Peki size istediğinizi söyleyeceğim."
"Hadi konuş çabuk." Gökhan'ın ses tonu değişmeye başlamıştı.
İyice şiddet eğilimine girmek üzereydi. Lora'nın da yüz ifadesi
değişmişti. Ettiği lafın altında kalabilirdi. Mert, ona bakıyordu dik dik.
En ufak yanlış bir hareketinde acımayacağını biliyordu. Odanın
içindeki negatif elektrik dayanılmaz boyutlardaydı.
"Plan...100 yıl önce uygulamaya koyuldu ve başarılı oldu. Onu
her yüzyılda bir yeniden uygulama kararı aldık. Şimdi yine
uygulamaya alındı. Türkiye'ye bitirici bir saldırı başlamak üzere..."
"Ne saldırısı olacak bu? Kim saldıracak?"
"Herkes... Herkes... Kurtuluşunuz yok Gökhan. Herşey plana
göre yapıldı. Yüzyıldır her şey plana uygun yürüdü. Sen ve arkadaşın..
Bilinciniz... Düşünceleriniz... hepsi planın parçası..."
"Ne zaman başlayacak saldırı...?"
General zorlanıyor gibiydi. Garip hareketler yapmaya
başlamıştı. Hafifçe öne doğru bükülmüş, ayaklarını yere iyice
bastırıyordu. Gökhan, Mert'e buna ne oluyor der gibi baktı. Yoksa
beyin kanaması falan mı geçiriyordu?
Birden...
Aniden çakan bir flaş ve şiddetli bir patlama sesi... Kimse ne
olduğunu anlamamıştı bile. Gözleri aniden körleşmiş ve bedenlerinde
delikler açılmıştı. Sadece General Massimo'nun bir şeyi yok gibiydi.
Gökhan ve Mert vücutlarına saplanan çelik parçalarının açtığı
yaralardan yoğun kan kaybediyordu. Lora Wilkins de yaralıydı ama
çok kötü sayılmazdı. Gözlerini kapatmış ve kasılmış kalmıştı. Garson
kız ise içeride ne olduğunu bilmediği için çığlık atıp duruyordu.
General ayağa kalktı. Ayakkabısının tabanındaki özel
patlayıcıyı patlatmıştı. Patlayıcının yerleşim pozisyonu nedeniyle 2
metre yarıçağındaki alanda herkes yaralanıyor ama o tabanın
üstündeki kişiye zarar gelmiyordu.
"Hahahaha, gerizekalılar sizi, hahahaha. İkinci kez aynı tuzağa
düşecek kadar aptal mı sandınız siz beni?"
Gökhan'ın silahı yerde duruyordu. General eğilip aldı. Mert'in
başına gitti.
"Şu yerde yatan beyinsiz değil ama sen biraz korkutucu bir
adamsın." dedi, silahı Mert'in başına doğrulttu ve ateşledi. Mert'in
beyni parçalandı ve hemen oracıkta öldü. Gökhan hayır diye çığlık
attı. Gözlerinden yaşlar geldi. bu olanlara inanamıyordu. General
çıldırmış gibiydi. Gökhan'ın yanına geldi ve bacağına ateş etti. Gökhan
acıyla çığlık attı. Mermi bacağını kırmış olmalıydı. Çok kötü bir
yaraydı bu. General bilerek o noktaya ateş etmişti.
"Dur bakalım Gökhan, senin hemen ölmeni istemiyorum."
Gidip Lora'yı yerden kaldırdı. Yüzünden akan anları sildi. Kız
derin bir şok içindeydi. Yüzüne tükürdü Massimo ve onu kanepeye
fırlattı. Hızlı hareketlerle içeri odaya girdi. Yaşadıklarının şokuyla ve
attığı çığlıklar nedeniyle garson kızın sesi kısılmış ve tamamen
sessizleşmişti. Massimo onu bileğinden tutup içeriye sürükledi.
"Söyle bu adamlarla ne bağlantın var? Onlar için mi
çalışıyorsun?"
"Hayır, hayır, onu tanımıyorum?"
"Yalancı seni."
Massimo kızın kafasına tabancanın kabzasıyla sertçe vurdu. O
kadar sert vurmuştu ki, genç kız hemen oracıkta hayatını
kaybetmişti. General onun bedenini yere fırlatıp Lora'nın üzerine
yürüdü. Silahın kabzasıyla onun da suratına vurmaya başladı. Lora,
ağzından burnun boşalan oluk oluk kan nedeniyle boğulmaya
başlamıştı.
"Görüyor musun Gökhan... Sen kaybettin... Pislik..."
Silahını Lora'nın kafasına doğrulttu ve tetiğe bir kez dokundu.
Bu yetmişti. Kafasının arkasından giren mermi, Lora'nın alnından
çıkmıştı. Yerde kaskatı kesilip kalmıştı öylece. Bedenin istemsiz
kasılmaları dışında hiç bir hareket kalmamıştı.
Massimo, Gökhan'ın başına geldi. Gökhan bittiğini biliyordu.
Hep merak ettiği an, gelip onu bulmuştu. Roma... Belki de o ve Mert,
Roma'nın fethinin başlangıç noktasını oluşturacaklardı.
"Nasılmış dostum. Şimdi anladın mı ne demek istediğimi? Bu
kafayla giderseniz daha çok uzun süre bu numaraları yutacak gibi
duruyorsunuz ha ha ha..."
Silahı, Gökhan'ın yüzüne doğrulttu... Ve tetiğe bastı... Mermi
Gökhan'ın kafatasını parçalayarak dışarı çıktı, yere çarpıp sekti ve
pencereden gitti. General'in hoşuna gitmişti. Silahı ardı ardına
ateşledi. Gökhan ölmüştü...

6.
Sarıço esrar dumanı sinmiş odanın camını açtı. Duman
kokusunun yerini hızla, beş para etmez mahallesinin gerginlik kokan
sesleri almaya başladı. Küçük bağırışlar, sinirlenmeler, öfkeli telefon
konuşmaları...
Kafası fenaydı, cebinde beş kuruş yoktu. Evin penceresinden,
yığma çer çöp binaların arasından Taksim meydanının küçücük bir
kesiti görülüyordu. Kalabalık olmalıydı meydan. Ama oraya gidip ne
yapacaktı. Bir hiçti sarıço, bir bok yoktu elinde, kafası boştu. Kimse
yetiştirmemişti, adam etmemişti onu.
Dönüp koltuk üzerinde sızmış elemanlara baktı. Kafasız ve
Dümbük. Bir de az ötede yer yatağında adını bilmediği bir fahişe
yatıyordu. Para vermemişlerdi, bir de para mı vereceklerdi, erkek mi
kadın mı ne olduğu belli değil, bir ucubeydi adeta.
Normal bir insan olsaydı Sarıço, orada delirmesi, kasılıp
kalması gerekirdi ama ona hiç bir şey olmuyordu, hiç bir şey
hissetmiyordu. Ne yaparsa yapsın, içinde acıma duygusu, yada vicdan
sesi duymuyordu. Babasıydı hep nedeni, o pezevenk anasını vurup
ortadan kaybolmuştu. Polis bile anasını umursamamış gibi gelmişti
Sarıço'ya, dünya üzerine çökmüştü. Ondan sonra ne yapsa umrunda
olmamıştı. Birikmişti dünya içinde, yaşanmamış bir hayat birikmişti
içinde. Biriktikçe pisliğe, çöpe, atığa dönüşmüştü.
Böyle düşünüyordu ama belki de hayat değildi böyle olmasının
sebebi. Belki ne olursa olsun yine içi nefret dolu bir yaratık olacaktı.
Çünkü aklı başında hiç bir kadının 10 metre bile yakınına yaklaşmak
istemeyeceği kadar çirkindi Sarıço.
Kafasız ve Dümbükle sokaklarda karşılaşmış, kafaları uymuştu.
Herşeyi yapıyorlardı para için, polis hep enselerindeydi.
Dilencilerden, sokak satıcılarından haraç alıyorlardı. Aldıkları para da
zaten merete gidiyordu çoğunlukla.
Kafese kapatılmış vahşi bir köpek gibiydi. İnsanlara özel bir
nefreti vardı, sebepsiz... Belki de bir sebebi vardı ama onu düşünecek
durumda değildi.
Ah ulan, şu polisler olmasaydı var ya... Ona artistik taslayan o
kendini beğenmişler... Hepsine diz çöktürürdü. Hele ona bir atıkmış
gibi bakan kadınlar, kızlar...
Onlarla arasında polisler vardı, devlet vardı...
Ah ulan ah, şu polisler, devlet olmasaydı...
Sarıço, bir an daldığı fantaziden, sokaktan geçen polis aracının
sesiyle uyandı. Öfke doldu gözlerine.
Bir gariplik vardı, araç hızla basıp gitmişti. Sanki bir yere
yetişmeye çalışıyordu.
Şiddetli bir patlama duydu. Sarsıldı, tırstı hatta.
"Noluyor lan böyle."
İyice dikkat kesildi. Ardı ardına patlamalar gelmeye başladı.
Sanki silah atışları... Sonra şiddetli bir patlama daha. Evlerin
camlarının inmesiyle beraber mahallelerden kadın çığlıklarının
yükselmesi aynı ana denk gelmiş gibiydi.
Kafasız ve Dümbük de uyanmışlardı şimdi... Pencereye gelip
uyku sersemi neler döndüğünü anlamaya çalışıyorlardı. Gerçekten de
cinsiyeti tam belli olmayan fahişe de uyanmış ve giyinmişti. O da
gelip pencereden ne olduğuna bakınca Sarıço'nun kontağı attı. Döndü
karşısındakine baktı. O nasıl bir bakışsa, korkmuştu fahişe. Suratında
patlayan tokatla neye uğradığını şaşırdı, bağırarak evden dışarıya
kaçarken, arkasından Sarıço tekme savuruyordu.
"Vurma lan karıya" dedi Kafasız, geniz eti nedeniyle sürekli
burnu tıkalı gibi konuşuyordu. Çok sigara içtiği için de boğazı hep
doluydu, gözleri kıpkırmızı keserdi, yanına yaklaşanı bayıltacak bir
kokusu vardı.
Sarıço ondan da pek hoşlanmıyordu, atıp tutanları sevmezdi.
Bir de arada vicdanı varmış gibi yapıyor, para kazanmalarına engel
oluyordu.
"Ne vurmayacam lan, sanane Kafasız..."
Kafasız pıstı. Dümbük de ona gülüyordu pis pis.
"Tamam lan vur napıyosan yap." dedi, mutfağa gitti.
"Sarıço ne iş lan, bi saldırı falan oldu galiba." dedi Dümbük.
"Çok sakat bir şey oldu ama ne oldu bilmiyorum. Baksana siyah
dumanlar yükseliyor. Hala da sesler geliyor..."
"Gidip baksak mı?" Dümbük iyice meraklanmıştı. Sarıço'ya
yalakalık yapmadan durmazdı. Beceriksizdi, Sarıço her istediğini
yapıyor diye onu yanında tutuyordu, sokağa salsa 3 günde yem
olurdu kurda kuşa.
"Banane lan Dümbük ne bakıcam, ne olduysa oldu, hiç
umurumda değil."
"Ben bakayım istersen..."
"İyi lan git bak hadi, koduğum dünyayı siz kurtaracaksınız
sanki, burada ölseniz kılını kıpırdatmaz kimse, sevinir hatta bir pislik
temizlendi diye."
Dümbük yan yan baka baka dışarı çıktı, meraktan ölüyordu.
7.
Garipti, kuşlar sessizliğe bürünmüştü. Bu kadar sessiz
olduklarını hiç hatırlamıyordu Yüzbaşı Fevzi. İçi ürperdi. Elini
sırtında asılı duran otomatik tüfeğine götürüp sert bir hareketle
önüne aldı. Onun bu hareketini gören Üsteğmen Anıl, Yüzbaşı'nın
gergin olduğunu anladı. O da silahını önüne doğru alıp, komutanının
yanına doğru gitti.
"Sessizliği sevmiyorsun değil mi komutanım?"
"Yok, severim aslında. Ama kuşların sessizliğini sevmem,
hoşuma gitmeyen bir şeyler var."
Üsteğmen başını kaldırıp havaya baktı, etrafa göz gezdirdi.
Yüzbaşı haklıydı, hep orda olan yerleşik kuşlar sanki göç etmişti.
Tekrar komutanına baktı, başını hafifçe, haklısın, der gibi salladı.
Üsteğmen Anıl, yüzünü birliğin içinden geçen nehre doğru
çevirmişti ki suratına doğru aniden fışkıran bir sıvı nedeniyle gözleri
kapandı, şaşırmıştı. Bu da nereden çıktı diye elini yüzüne getirip
gözlerini temizlemeye çalıştı. Gözkapaklarını kaldırdığında
karşısında gördüğü manzara nedeniyle bir şok dalgası bedenini
yalayıp geçti. Yüzbaşı Fevzi, kafası patlamış bir halde yerde
yatıyordu. Anıl onun üzerine kapandı.
"Komutanım!" diye bağırdı, sesi gırtlağını terk ederken
gözünün bir santim yanından vahşice vınlayarak geçen bir mermi az
daha onu da şehit edecekti.
Kendisini yere attı...
Merminin nerden geldiğini anlamaya fırsat bile bulamadan,
yağmur gibi metal parçaları etrafına düşmeye, kafasının bir kaç
santim üzerinden uçmaya başladı. Mermilerin çarptıkları yerlerden
koparttıkları taş parçaları kafasına çarpıp sekiyordu. Yıllar süren
Özel Kuvvetler eğitimi o an devreye girdi ve kasları şokun yarattığı
travmayı atlatıp tekrar kanla doldu.
"Saldırı var! Saldırı var! Herkes silah başına!!" diye olanca
gücüyle bağırdı. Sesin yankılanması ile karakoldaki askerler zaten
kendilerinden uzak tutmadıkları silahları hızla kuşanıp, etrafta
koşuşturmaya başladı. Ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı, saldırının
nereden geldiği, nasıl bir saldırı olduğu belli değildi...
Teğmen Bilal, makineli tüfeğinin mermi kuşağını takmaya
çalışırken bir yandan da Üsteğmen Anıl'ın yanına doğru koşuyordu.
Onu gören Anıl sinirlendi.
"Yatsana lan yere, mermi yağıyor."
"Nereden geliyor komutanım, çabuk söyleyin bana, indireyim
şerefsizleri."
Anıl'ın tekrar yat diye bağırmasına fırsat kalmadan Teğmen
Bilal'in bedeninde korkunç bir değişim yaşandı. Belinden altı
paramparça halde etrafa dağılmıştı. Anıl'ın ağzından istemsiz bir
çığlık çıktı. Arkadaşının parçalanan iç organları etrafa dağılmış,
bedensel bütünlüğü yerle bir olmuştu.
Bunu ancak elli kalibrelik bir keskin nişancı tüfeği yapabilirdi.
Teğmen Bilal'den canhıraş feryatlar çıkıyordu. Nasıl olduysa
ölmemişti. Anıl'ın gözleri karardı, kulakları duymaz oldu. Karşısında
duran görüntüye, tüm eğitimine rağmen dayanması mümkün değildi.
Teğmen Bilal'in belinden üstünü kollarından tutarak biraz ilerideki
ağaçların arkasına çekmeye çalıştı. Onu çekerken geride kan ve iç
organ dolu bir iz bırakıyorlardı.
Ardı ardına patlama sesleri geliyordu, nereden geldiği belli
olmayan küçük çaplı bombaların metal parçacıkları askerlerin
kollarına, bacaklarına, yüzüne saplanıyor, onları yaralıyor, savaş dışı
bırakıyordu. Üsteğmen Anıl, bu görüntüye hiç bir eğitimin
hazırlayamayacağını düşündü. Birden içine bir rahatlık geldi, Allah
onun gönlüne bir sakinlik vermişti sanki. Bilinci çok büyük bir olayın
başlangıç noktasında olduklarını algılamıştı. Yaşadıkları herneyse,
sıradan bir terör eylemi değildi.
"Yardım isteyeceğim, dayanın yiğitlerim..."
Uzun süredir var olan istihbaratlar nedeniyle Karakola ek
olarak gönderilmiş olan Özel Kuvvetler timinin komutanı Binbaşı
Zafer'in sesindeki o güçlü tını, Jandarma Komando Üsteğmen Bilal'e
biraz güç verdi ve silahını doğrultup düşmanı aramaya başladı.
Göremiyordu, hiç bir şey göremiyordu. Nereden ateş açıldığını
bulmaları gerekiyordu. Hiç bir şey görünmüyordu.
Ateş durdu... Sessizlik yine kalın bir perde gibi çekildi
üzerlerine. Havadaki ölüm kokusu ise dayanılır gibi değildi.
Hava kararmaya başlamıştı. Üsteğmen Anıl, biraz rahatlar gibi
oldu. Yoksa... Yoksa saldırı sona mı ermişti? Sürünerek karakol
binasına doğru gitti.
"Komutanım!" diye seslendi.
Özel Kuvvet timinin komutanı Binbaşı Zafer, AR-15 tüfeğinin
gece görüş dürbünüyle etrafı gözlüyor, ateş açacak bir hedef
belirlemeye çalışıyordu. Komutan bir süre daha gözlem yaptıktan
sonra Anıl'a döndü.
"Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum."
"Telsiz bağlantısı ne durumda?"
"Telsiz bağlantısı falan yok. Çok garip cızırtı bile gelmiyor."
"Bu mümkün mü efendim?"
"Mümkünmüş demek ki ama daha önceden bilmiyordum
açıkçası. Fakat bize saldırması muhtemel terör örgütlerinden hangisi
bu kadar gelişmiş bir teknoloji kullanıyor olabilir ki?"
Birbirlerine baktılar. Korkunç şüpheler içindeydiler.
Karşılarında artık eskiden beri mücadele ettikleri insanlar yok
gibiydi. Gece karanlığı hızla çökerken, bu geceyi sağ atlatıp
atlatamayacaklarından emin değildiler.
"Komutanım, Hava Kuvvetlerimiz neden yardımımıza gelmedi,
bize açılan ateş o kadar yoğundu ki, sesleri ve haberi şehre ulaşmış
olmalı."
"Telsizlerimizden gık çıkmıyor olması ile hava kuvvetlerinin
bize yardıma gelmemesi arasında bir bağlantı olduğundan şüphem
yok."
İki saat kadar sonra...
Zifiri karanlık içerisinde, kendilerini korumaya aldıklarını
düşünen askerler hiç bir yere kımıldayamıyordu. Hayatta kalmak için
savaş sanatının tüm inceliklerini kullanmak zorundaydılar.
Sonra aniden...
"İçerdeleeeer!" diye başlayan haykırış, sonrasında hırıltılı
çığlığa dönüşmüştü.
O an gelmişti, artık düşmanla yani ölümle burun burunaydılar.
Beyinleri tüm yüklerinden kurtulmuştu, vahşi, hayvani bir hayatta
kalma güdüsüyle hareket etmeye başladılar. Üsteğmen Anıl, ilk
bağırışın geldiği yöne doğru koşmaya başladı, karakol binasının uzak
köşesinde gördüğü gölgeye ateş etmek istiyordu ama kendi
adamlarından birisi olma ihtimali yüzünden ateş edemiyordu.
"Pat.Pat."
Bir kaç metre ötesinde patlayan silah sesleri ile irkildi, hızla
geriye döndü ve silahını o tarafa doğru boşalttı. Mermiler karanlığın
içinde kaybolup gitti.
"Allah kahretsin, çıkın lan ortaya şerefsizler! Komutanım
nerdesiniz?"
Binbaşı Zaferi arıyordu gözleri ama göremiyordu, ses de
vermemişti. O an Fırat nehrinin suları içerisinde Ayışığının
oluşturduğu aydınlık bir alanda suyun üzerine çıkıp, geri giren bir
gölge gördü. Evet, işte onlara saldıranlar; demek nehrin içinden çıkıp
ateş etmişti. Bu yüzden onları görememişlerdi. Büyük bir öfke ile
bıçağını çıkardı, silahını attı ve suya doğru koşmaya başladı. Ama bir
kaç metre gitmişti ki tökezleyip yere yuvarlandı.
Bu sırada duyduğu farklı bir sesin ardından gökyüzünde bir
aydınlık oldu. Bulundukları yerin hemen üzerinde bir aydınlatma
fişeği yanmıştı. Ortalık gündüz gibi aydınlandı. Anıl dizleri üzerine
kalkıp etrafına baktı. Orada çalıların arasında... gördüğü şeyi
algılamasına fırsat kalmadan göğsüne sanki bir balyozla vurulmuş
gibi oldu. Gözünü kırpıp açtığında yerde yatıyordu. Yere nasıl
düştüğünü bile anlamamıştı ama nefes alamadığını çok iyi biliyordu.
Üsteğmen Anıl, şehit olurken, kafasındaki binlerce soru da hızla
ölmekte olan beyin hücreleriyle beraber buharlaşıp, karanlığa karıştı.

8.
Dümbük sokağa adım atar atmaz bir gariplik olduğunu
anlamıştı. Duyulan patlama dolayısyla herkes korkuya kapılmıştı.
Dümbük silah seslerini duyunca hemen duvar kenarına pıstı.
Pısmak... Hep yaptığı şeydi... Silah sesleri ardı ardına patladıkça,
babasının anasını beylik silahıyla delik deşik ettiği gece geliyordu
aklına. O yüzden midir nedir, hiç umursamıyordu ve tek yaptığı
pısmak oluyordu. İçinde garip bir mutluluk vardı. Niye olduğunu
bilmiyordu. Kimbilir belki de ona iğrenerek bakan insanların şimdi
korku içinde sağa sola kaçışmalarını, yüzlerindeki kaygı ifadesini
görmek hoşuna gidiyor olmalıydı.
Herkes ona doğru kaçarken o yavaş adımlarla sokağın içinde
ilerledi. Hafif bir yokuşu tırmandığı için hala neler olduğunu
göremiyordu. Meydanı görebileceği noktaya gelince adeta şok oldu.
Sokaklarda şiddetli bir çatışma vardı. Koşarak Sarıço'nun yanına, eve
döndü. Sarıço ve kafasız evin içinde dört dönüyorlardı.
"Ne oldu lan ne gördün?" Sarıço da merak etmişti.
"Olum ortalık kan gövdeyi götürüyor."
"Kim saldırıyor?"
"Bilmiyorum, göremedim ama çok fena bir çatışma var..."
"Hadi ya...Ne yapsak acaba? Yağma yapılabilir mi? Polisin başı
doludur şimdi..."
"Valla, yağma mağma her şey yapılır. Bu halde polis hiç bir işle
uğraşamaz."
"Aklıma bir şey geldi. Dur bakayım bir arayayım 155'i."
Sarıço hemen telefonunu çıkartıp polisi aradı. O telefonu da
küçük bir çocuğa bıçak çekip gasp etmişti zaten.
"Çalıyor ama cevap veren yok oğlum yaşadık."
"Haydi lan bakkalı soyalım ilk..."Kafasız da heyecanlanmıştı.
Sarıçoya garip bir şeyler oluyordu, yüzü kızarmıştı. Korkutucu
garip bir sevinme hali yaşıyordu.
"Lan...bu beklediğimiz gün işte... Kafesimizin kapısı açıldı..."
"Hadi be Sarıço, fırsat bu fırsat soyalım mahalledeki bakkalı."
"Lan gerizekalı, mal, bakkal makkal keser mi lan beni... Seslere
baksana, bu olan her neyse büyük bir şey... Kısa sürecek bir şeye
benzemiyor."
Sonra sesler birden durdu. Sonra şiddetli bir patlama ile
camları zangırdadı. Biraz korkmuşlardı bu sefer. Ne patladığını
bilmiyorlardı ama onların mahallesine yakın bir yerdeydi.
Sarıço diğer ikisine döndü.
"Bu çok sakattı..."
"Harbi lan, üçbuçuk attım."
"Gidiyoruz..." dedi sarıço...
"Nereye gidiyoruz?"
"Hatırlıyor musunuz lan, hani ara sokaktaki lisenin
bahçesinden kızlar bana küfür edip dalga geçmişlerdi. Ben bıçağı
çekince polis gelmiş almış, sabaha kadar dayak yemiştim."
"Hee... 3 gün salak salak gezdin..."
"Özellikle bir tanesi vardı. Onların yüzünü asla unutmayacağım.
Onun mavi gözlerini asla unutmayacağım. Bana karşı ne kadar
acımasız olduğunu da...Şimdi acımasız olma sırası bende..."

9.
Merve ve arkadaşları okulun bahçesinde oturmuş akıllı
telefonlarından neler olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Hepsi çok
korkmuştu. Okul görevlileri kapıyı kapatmıştı. Ailelerine ulaşmaya
çalışıyorlardı ama bulundukları bölgeye giriş çıkış yapmak mümkün
değildi. Kaosun tam merkezindeydiler.
"Yaa, çok korkuyorum bitsin artık bu ne be." dedi Merve,
dizlerindeki titremeyi arkadaşlarına göstermemeye çalışarak.
"Ya Merve baksana telefonumda hat yok. Gidip gidip geliyor
sen de var mı?"
"Ben de nasıl olsun kızım. Babama ulaşmaya çalışıyorum."
Okul bahçesinde onlardan başka duran bir kaç öğrenci daha
vardı. Herkes okul içindeydi, dışarı çıkmak istemiyorlardı.
"Hah geldi internet. Babama whatsapptan mesaj attım."

-Baba beni hemen alabilir misin?


-Kızım gelemiyorum, trafik kilit bütün yollar kapalı.
Trafikteyim.Siz okuldan ayrılmayın.
-Ya baba ama korkuyorum.
-Korkma güzel kızım, her kimse o adamlar polis işlerini bitirir
yakında. Ben yoldayım, yol açılır açılmaz yanındayım bitanem.

Merve yüzünü buruşturdu.


"Ne oldu gelmiyor mu baban" dedi Yeşim.
"Ya trafik varmış hareket bile edemiyorlarmış."
"Benimki de öyle söylüyor. Yandık kanka ya."
Merve kolundaki heavy metal dövmesini eliyle kaşıdı. Narin
teni hemen kızarıvermişti. Boyayla yapılan dövmeydi. Lise biter
bitmez gerçek bir tane yaptıracaktı. Okuldaki herkes aşıktı Merve'ye
ama o tam bir serseriydi... Onun yanında erkekler bir kıza, o ise
bıçkın bir delikanlıya dönüşüyordu.
Yeşim'in yüzünde umutsuz ve üzgün bir ifade vardı. Fransızca
küfür etti. Kolejin en güzel fransızca konuşan öğrencisiydi. Merve de
ona fransıca karşılık verdi. Gülüştüler. Henüz üzerlerine gelmekte
olan felaketten haberleri yoktu...
Sarıço, bir çakal gibi etrafı kollayarak ilerliyordu, polislerin
karmaşayla uğraşırken başka hiç bir şeyle uğraşamayacaklarını
biliyordu. Çok büük şeyler oluyordu. Aslına bakılırsa ne olduğuna
dair en ufak bir fikri yoktu Sarıço'nun ve umurunda da değildi. Tek
umurunda olan şey, hep ondan nefret eden insanların başının belada
olduğu ve onu aşağılayan kolejli kızların korumasız kalmış olma
ihtimaliydi.
Sarıço'nun zihnine doluşan vahşi tecavüz fantazileri nedeniyle
alın damarları şişmiş kızarmış, öfkelenmişti. Bozuk karakteri ve
kotrolsüz öfke hali, dışarıya garip görünüyor olmalıydı. Dümbük ve
Kafasıza zaman zaman çıkıyor ondan önde gitmelerine rağmen çabuk
olmalarını söylüyordu. Çatışma ve karmaşanın olduğu alanın
etrafından dolaşıp arka sokaklarda kolejin olduğu ara sokağa gitmeyi
planlamıştı. Eğer düşüncesi doğruysa okuldakiler mahsur kalmı
olmalıydı. en azından bunu umuyordu.
"Bak lan sarıço yerde biri yatıyor, ölmüş galiba."
Durdular, Sarıço adamın yanına gitti. Başına çöktü. Ağır
yaralıydı, karnından kan geliyordu, vurulmuştu. Adam başına
çömelen garip görünüşlü serserinin yüzüne boş gözlerle bakıyordu.
Sarıço onun ceplerini karıştırmaya başladı. Sonra bir şey buldu,
çıkarttı. Cüzdanıydı. Hemen açıp karıştırdı.
"Ahaa, baksanıza lan sivil polismiş..."
"Bırak oğlum bırak çabuk bizden bilirler."
Birbirine korkuyla baktı iki yardakçı, Sarıço sessizce orda
durmuş adamın başında bekliyordu. Ne yapacağını tahmin
edemiyorlardı. Adamın üzerini yokladı. Silahını bulmuştu, dönüp
çürük dişlerini göstererek sırıttı yardakçılarına.
Silahı yaralı polisin boğazına dayadı.
"Lan, beni ne dövdünüz lan. Niye dövdünüz oluuum..."
Silahı gitgide daha çok bastırıyordu polisin boğazına,
kontrolden çıkmıştı, her an her şeyi yapabilirdi. Bağırmaya
başlamıştı. Korkuyordu arkasında bekleyen iki adamı, eğer polisler
onları görürse hiç acımaz, hemen indirirlerdi.
Şiddetli bir patlamayla Kafasız ve dümbük olduğu yerde
sıçradı. İnanamıyorlardı gördüklerine, Sarıço yaralı polisin beynini
uçurmuştu. Üstü başı kan içindeydi. Sarıço, korku filminden fırlamış
gibi duruyordu. Onlara döndü.
"Sakın beni durdurmayın. Kafesimin kilidi açıldı artık."
Kimsenin onu durdurmak gibi bir niyeti yoktu. Hava
kararmaya başlamıştı, güneş hızla batıyordu.
"Hadi lan çabuk o kolejin olduğu yere sızalım. Bu çatışmalar
devam edecek gibi duruyor. Kaçırmayalım o kızları..."
Üçü de vahşi etçiller gibi sokak aralarına daldı. Burunlarına kan
kokusu geliyordu.

10.
General Massimo, evin önünde durmuş polisleri
yönlendiriyodu. Gökhan ve Mert'in cesetleri evden çıkarılırken
durmalarını istedi. Sedyenin yanına geldi, örtünün üzerini kaldırdı.
Gökhan'ın kanlı yüzündeki ifadeye baktı. İçine bi zafer duygusu
doldu. Bu kadar zorlu bir adamı, hem de en yakın islah arkadaşı ile
birlikte tek başına halletmişti. Ona yapılacak iltifatları düşündü.
Gerçekten büyük iş başarmıştı. Ancak henüz büyük olayın
başındaydılar. Aslına bakılırsa zor olmuştu ama iyi olmuştu. Gökhan
ve Mert'in cesetlerini kullanıp çok daha farklı bir senaryo sunarak,
yakında başlayacak Türkiye operasyonu içinde destekleyici bir
söylem oluşturabilirlerdi. Polislere döndü...
"Bu iki Türk'ün cesetlerini adamlarım gelip alacaklar. Resmi
kayıtlara girmesin. Bu iki kadın içinde uygun bir şeyler uydurun...
Zaten MI6 ile bir hayli kavga edeceğiz gibi duruyor..."
Polis başını salladı.
Mert ve Gökhan'ın cesetlerini girişten uzak bir yere götürdüler.
Biraz sonra gelen simsiyah vana yüklenen cesetler Roma dışında bir
eve götürüldü. Yanlarına kilolarca patlayıcı, silahlar koyuldu. Evin
girişleri sıkıcı kapatıldı.
Ve...
Kısa süre içinde İtalyan polisinin 2 teröristi Roma dışında bir
evde kıstırdığı haberi canlı yayında geçmeye başlamıştı. İtalyan Özel
Kuvvetleri evi sarmış ve operasyon başlatmak üzereydi. Tüm dünya
televizyona kitlendiğinde operasyon başladı. Patlayan bombalar,
otomatik silahlar... Eve camlardan, farklı açılardan giren simsiyah
maskelerle giren polisler...
Kısa bir süre sonra evin penceresinden çıkan bir polis, eliyle
hallettik işareti yapmıştı... ve böylece operasyon sona eriyordu.
Teröristlerin parçalanmış cesetleri dışarı çıkarılırken İtalyan polisi
teröristlerin kimliklerinin en yakın zamanda açıklanacağını
bildiriyordu...

11.
"Can... hadi yemeğini koydum masaya, gelsene oğlum!"
Annesinin sesini duymazlıktan gelen Can, odasına çekilmiş, ter
içinde kalmıştı. Bilgisayarı başından onu kaldırmak hayli güçtü
doğrusu. Bir yandan bilgisayarında Wolfteam oynuyor, bir yandan da
akıllı telefonundan mesaj yazıp duruyordu.
Günlerdir instagram'dan fotoğraflarını beğenip durduğu sınıf
arkadaşı Gizem nihayet attığı naber, nasılsın mesajlarına cevap
vermişti ki...
İnternet kesilmişti...
Elindeki akıllı telefonu neredeyse yere vurup parçalayacaktı.
Oysa internet paketini daha bugün yenilemişti, nasıl
kapanabilirdi ki...
Odanın kapısı açıldı.
"Oğlum, hadisene..."
"Ya tamam anne dur iki dakka yaa..."
Can'ın ses tonunda öfke vardı. Tam da Gizem ona cevap
vermişken...
"Havva bıraksana çocuğu acıkırsa gelir."
Can babasının içeriden verdiği destekle biraz moral bulmuştu.
Herhalde kız peşinde koştuğunu anlamış olmalıydı, erkek adamın
halinden erkek adam anlardı. Annesini kapıdan başını hole doğru
çevirip, kocasına bağırdı;
"Off Adem of, hep sen bu çocuğu şımartıyorsun. Baksana bu
ders mers çalışmıyor. Almış elinde sap gibi dolaşıyor o telefonla."
Anne, sinirle odanın kapısını kapatıp Can'ı kesik internetli akıllı
telefonu ile başbaşa bırakmıştı. Can'ın sorunlarından sadece birisi
çözülmüştü.
Baba içeride televizyon başındaydı. Ekrana anlamsız ve donuk
bir yüz ifadesiyle bakarken, eli istem dışı kasılmalarla uzaktan
kumandanın kanal geçme düğmesine basıp duruyordu.
Altyazılarda sürekli olarak çeşitli yerlerdeki terörist saldırılar
ve şiddetli çatışmalardan bahsediliyordu.
Havva gelip yanına oturdu. Elinde mutfakta kesip doğradığı
elmaların olduğu tabak vardı. Koltuğun önündeki sehpanın üzerine
koydu. Ekrana, kocası Adem'in bakışlarından çok daha donuk
ifadelerle bakarken, bir yandan elmaları yiyordu.
"Kız nerede kaldı, hale baksana. Ara sor niye geç kalmış."
Adem televizyondan gözünü ayırmadan sormuştu.
"Az önce mesaj atmış, anne taksimdeyim burada durum kötü,
dolmuşlara bineceğim ama çok sıra var, herkes evine dönmeye
çalışıyor diyor. "
Havva da aynı donuk ifadeyle cevap vermişti.
"Kızı öyle giydirip gönderiyorsun bir de."
"Nasıl giydiriyorum?"
"Ne o öyle daracık, sitreçmidir nedir? Her tarafı meydanda."
"Aman ne yapayım, arkadaşlarından görüyor, giymek istiyor."
Adem, iç çekti. en azından kaş kaldırmak için bile olsa
Havva'nın yüzüne bakmıştı. Ama bir karşılık görememişti.
Kanallardan birinde durdu Adem, Suriye'de paramparça olmuş
insan bedenleri, ölü çocuk görüntülerine bir süre bakakaldı. Karısı
dürtükledi, geç şunu der gibi. Adem zaplamaya devam etti. Hah,
bekledikleri yarışma başlamıştı. Keyifle yarışmanın olduğu kanalda
durdular...
Televizyondaki görüntü bozulmaya başladı. Bu beklenmedik
rahatsızlık karşısında önce durdular, sonra birbirlerine baktılar.
Televizyon görüntüsü hızla kötüleşti ve aniden kayboldu. Adem de
sinirle televizyon kanallarını çılgınca dolaşmaya başladı. Hayır, hiç
birinde bir şey yoktu.
"Ulan şimdi sırası mı..." diye başlayan kötü cümleler kurdu.
Havva da sanki dünden razıymış gibi koltuktan kalkıp elma tabağını
mutfağa götürdü. Bir gariplik sezinlemişti, içinde kötü bir his vardı
ama ne olduğunu daha anlayamamıştı.
Ve birden her yer zifiri karanlık oldu... Evin içini derin bir
sessizlik kaplamıştı. Adem iyice huylanmıştı. Havva, yanına geldi.
"Ne oluyor böyle ki?"
Can da odasından çıkıp salona geldi.
"Ne oluyor ya, internet kesik. Elektrikler kesik."
"Elektrikler kesilmeden önce televizyon yayını da kesildi." dedi
babası. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. Üçü birlikte camın önüne
gitti. Oturdukları yer, biraz yüksekteydi, binaların arasından şehrin
çukur bölgelerini görebiliyorlardı. Sadece sokak değil, göz
alabildiğine şehrin her yeri karanlık bir örtüye bürünmüştü.
Gökyüzünde tüm yıldızlar görülebiliyordu. Sessizlik o kadar derindi
ki, kendi sesleri hayvan postu gibi havada asılı kalıyordu.
Adem endişeli bir sesle, ağzı kurumuş bir halde;
"Kızı arasana" dedi eşine.
Havva hemen telefona yöneldi. Sağa sola çarparak bulabildi
telefonu. Ahizeyi kaldırdı. Bu sırada Adem ve Can camdan sokağa
bakıyordu. İnsanlar ne oluyor diyerek sokağa çıkmaya başlamıştı.
"Telefon kesik bey." diyebildi Havva. Sesi titriyordu.
Adem, hemen oğlu Can'a baktı.
"Cebinden ara bakayım."
Can hemen odasına gitti. Saniyeler sonra sesi geldi.
"Baba cep telefonundan da ses gelmiyor."
Adem, gözü mü kararıyordu yoksa karanlık sebepli bir his mi
tam anlayamadı ama kendisini iyi hissetmiyordu.
"Canan nasıl gelecek peki?"
O an herkesin içinde garip bir sızı oluştu.
"Baba Canan neredeymiş?"
"Taksimde dolmuş sırasındaymış."
"Ben gidip bakayım istersen."
"Ben de geleyim ama oğlum çatışma vardı o bitmiş midir? Polis
kimseyi yaklaştırmaz şimdi oralara."
"Ben evde ne yapacağım yalnız. Allahım, neler oluyor böyle?"
"Tamam Can, sen git. Nasıl gideceksin?"
"Arabayı..."
"Lan sen arabayı kullanmayı nereden biliyorsun?"
Can iyi ki etraf karanlık diye düşündü, yüzündeki ifade her şeyi
ele verirdi. Babası ondan gizli arabayla yaptıklarını bir bilse... Adem
durumu anlamıştı bozuntuya vermedi. Böyle detaylarla uğraşacak
hali yoktu, terlemeye başlamıştı, kalbi şiddetli çarpıyordu.
"Hadi al git lan arabayı."
Can hemen odasına gidip el yordamıyla bulduğu kıyafetleri
üzerine geçirdi. Kapıyı açtı ve hiç bir şey demeden apartmandan
aşağıya inmeye başladı. Komşuların bazıları kapılarını açıp, neler
oluyor diye soruyordu. O da fazla duraksamadan bilmiyorum deyip
geçiyordu.
Adem ve Havva, camdan oğullarını görmeye çalıştı. Sokağa
çıkışını ve arabanın yanına gelişini izlediler. Can arabaya yetenekli
bir şoför edasıyla oturdu. Onu izleyen anne babası da her şeyin
normal olması gerektiği gibi olmasını bekliyordu. Beklemeye de
devam ettiler. Ancak arabada herhangi bir hareket yoktu. Dakikalar
geçti. Can tekrar arabanın dışında göründü. Koşarak apartmana girdi.
Merdivenleri koşarak çıkışının sesi duyuluyordu. Biraz sonra nefes
nefese kapının önünde bitmişti. Havva da bu arada bir mum yakmayı
akıl etmişti.
"Baba. Baba. Araba çalışmıyor. Hiç bir ses gelmiyor arabadan."
Kapının önünde durmuşlardı, mumun zayıf ışığı üçünün
endişeli yüzlerini aydınlatıyordu. Adem iyice endişelenmeye
başlamıştı. Hem kızı için hem.. Hem her şey için..
"Lan nasıl olur bu. Ne oluyor lan bu memlekete?

12.

Milli İstihbarat Teşkilatı- Elektronik İstihbarat Birimi / Ankara


Murat bilgisayarı neredeyse yumruklamak üzereydi. Göktürk-2
uydusundan gelen görüntü donup kalmıştı. Telefonun ucundaki
Hakan Fidan, son derece sabırsız bir şekilde kendisine bilgi
verilmesini istiyordu.
"Efendim, uyduyu saldırıya uğrayan askeri birliğimize
yönlendirmek üzereydim ancak ekran dondu. Şu anda uyduyla hiç bir
bağlantı sağlayamıyorum."
"Nasıl olur Murat. Bekle, hemen geliyorum."
Hakan Fidan, uzay sistemleri mühendisi Murat'ın iş
istasyonunun yanına geldiğinde onu bir hayli endişeli bulmuştu.
Ofisin içini sadece bilgisayar ekranının ışığı aydınlatıyordu. Murat ve
Hakan Fidan'ın yüzüne yansıyan ışık, derin düşüncelere daldığını
gösteren yüz çizgilerini ortaya çıkarıyordu.
"Bu sorunun nereden kaynaklandığını buldun mu, bizdeki bir
teknik arıza mı yoksa uyduyla mı alakalı?"
"Uyduyla alakalı efendim. Ekranda bir sorun yok, başka
pencerelere geçebiliyorum ama uyduyla bağlantı kesilmiş
diyebilirim."
"Güneş Fırtınası olabilir mi? Geçici bir durum yani?"
"Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi ile görüştüm, güneş
fırtınası olmadığını söylediler. Zaten güneş fırtınasının böyle bir etki
yapması pek olası değil."
Hakan Fidan bir an rahatladı, eğer Amerikalılardan kaynaklı
ters bir durum olsaydı, güneş fırtınası olduğunu söylerlerdi. Oysa
Fidan zaten gelmeden önce Brüksel Nato karargahından güneş
fırtınası olmadığıyla ilgili bilgiyi almıştı. Amerikalılar doğruyu
söylediğine göre ortada teknik bir durum olmalıydı ama neden şimdi.
Az önce Suriye sınır bölgesinde olağanüstü bir takım hareketlilikler
olduğuyla ilgili bilgininin gelmesinin hemen ardından uydu
görüntülerinde donma meydana gelmesi.
Anlayamadığı bir şeyler vardı. Ama neydi? Doğru cevabı
bulmak için doğru soruyu sorması gerektiğini biliyordu Fidan.
Bu sırada Murat'ın masasında duran iç hat telefonu çaldı. Murat
ahizeyi kaldırıp dinledi. Sonra Hakan Fidan'a dönüp ona uzattı.
"Elektrik ve iletişim altyapısında ciddi sorunlar var efendim.
Elektrik kesilmeleri, faz dalgalanmaları..."
"En önemli sorunumuz ne şu anda?" diye sordu Fidan.
"Hiç bir yerden bilgi alamıyoruz efendim. Ülkeyle bağlantımız
tamamen kesilmiş durumda."
Odanın içinde ürpertici bir enerji dolaştı. Hakan Fidan, Milli
Güvenlik Kurulu'nun derhal toplanması gerektiğini biliyordu. Saatleri
belki de dakikaları kalmış olabilirdi. Derhal odasına gitti. MİT binası
içindeki görevliler onun yüz ifadesinden sıradışı bir durum olduğunu
anlamışlardı. Fidan yanlarından hızla geçerken;
"Kırmızı Kod" dedi.
Bu sözü duyanlar hızla bulundukları yerden kendi odalarına
doğru koşmaya başlıyordu. Binanın içinde yangın çıkmış gibiydi. MİT
görevlileri odalarında bulunan kilitli dolaplarda bulunan silahlarını,
çelik yeleklerini, özel miğferlerini, gece görüş dürbünlerini, mobil
uydu iletişim cihazlarını masalarının üzerine serdi. Kırmızı Kod
zamanı, herkes tek başına hayatta kalabilecek teçhizatı yanında
bulundurmalıydı. Kırmızı Kod, ölüm kalım savaşı başladı demekti...
Bu kodu kullanmak zorunda kalacaklarını biliyorlardı bir gün...
Hakan Fidan odasında bulunan gizli bölmeyi açtı. İçinde Türk
mühendisleri tarafından geliştirilen ve sadece dört kişide bulunan
kapalı telefon sisteminin ahizesini eline aldı. Teknolojisi gizliydi. O
kadar gizliydi ki, projede çalışan mühendisler öldürülmesin diye kapı
görevlisi olarak şirkete kayıt etmişlerdi. İçinden inşallah çalışır diye
dua etmeyi de unutmadı. Sistemin kapağını açtı ve düğmeyi çevirdi...

13.
İstanbul- Cihangir'de bir ev...
Elektriklerin kesilmesi ile Kemal'in elleri bilgisayarının
üzerinde kalakalmıştı. Ulan şimdi zamanı mı diye düşündü. Tam da
yapması gereken projenin son rötuşlarını bitirmek üzereydi. Off,
üstelik internette halletmesi gereken bir sürü bankacılık işlemleri...
Hayır, yarına kalsa bile geç kalmış sayılırdı; ondan para bekleyenler,
ona para yollaması gerekenler...
Küçük bir yapımcılık işi kurmuştu ama epey iş yükü oluyordu.
Şöyle 3 sene falan bu işi yapsam, belki küçük bir ev almak için
gereken kredinin peşin ödemesini toplarım diye düşünüyordu. Eh,
gözleri bozulacaktı, o zamana kadar bir ev alması gerekiyordu.
Masada oturmanın bir anlamı yoktu. Kalkıp el yordamıyla balkona
çıktı. Bir cigara yaktı. Zihni bulanıklıktan kurtulunca bir gariplik
olduğunu anladı. Sanki elektrikler kesilmemiş, şehrin üzerine bir
karanlık ve sessizlik örtüsü çekilmişti.
"Bu ne ki lan böyle."
Evinin balkonundan boğazın bir kısmı ve karşı taraf
görünüyordu.
"Bu nasıl elektrik kesintisi."
İçinde derin bir sıkıntı oluştu Kemal'in. Sokağa baktı. İnsanlar
dükkanlardan çıkıp sokakta bir araya gelmişlerdi. Ellerindeki
telefonların ışığı nedeniyle ateşböcekleri gibi görünüyorlardı. Kemal
onların sürekli homurdandığını fark etti. Kulak kabarttı, zaten
sessizlik nedeniyle konuşmalar kulağına kolayca ulaşıyordu.
Telefonların da çalışmadığından yakınıyorlardı. Sigarayı balkonda
bulunan masanın üzerindeki kül tablasının içine sertçe bastırdı ve
hızlı adımlarla telefonuna baktı. Cihaz çalışıyordu ama ne internet ne
de telefon bağlantısı yoktu. Bağlantı olmamanın da ötesinde, iletişim
hatları da yeryüzü gibi tam bir sessizliğe bürünmüştü. Tekrar
balkona çıkıp sokağa baktı. İnsanlar bir şeyler konuşup gülüyordu
ama seslerinde bir çeşit gerginliğin olduğu da seziliyordu. Hiç bir
yere, hiç bir tanıdıklarına ulaşamıyor olmak, ilk kez yaşadıkları bir
şeydi. Bu ilk kez yaşadıkları duyguyla nasıl başa çıkacaklarını
bilmiyor gibiydiler.
Kemal de ne yapacağını bilemiyordu. Sokağa baktı... Sonra
evlerin arasından görünen daha doğrusu karanlık içinde bir siluet
olarak ancak fark edilen boğaza.. Sonra yine sokağa... Sonra
Gökyüzüne baktı. Gökyüzü pırıl pırıldı. Ay görünmüyordu ama
yıldızlar bütün güzelliğiyle gökyüzünde parıldıyordu. Gözü bir şeye
takıldı. Yıldızların arasında ışığı yıldızlara benzeyen ama belli bir
yörüngede hareket eden bir şey vardı. Dikkatli bakınca ona benzeyen
ve ona yakın hareket eden iki ışık kaynağı daha dikkatini çekti.
"Bu ne ya, bir çeşit uydu kümesi olmalıydı."
Aniden çıkan bir gürültü ve ona eşlik eden ışık ile olduğu
yerden sıçradı. Balkonun demirleri alçaktı, dengesini kaybetse
düşebilirdi. Elleriyle balkon demirlerini sıkı sıkıya tuttu. Sokaktaki
insanlar, çığlık atmışlar, sokağın ortasında toplanmıştı.
Bir anlık sessizlik...
Sonra yine aynı şiddetli gürültü ve sokaktaki araçlardan
fışkıran kıvılcımlar sebebiyle oluşan korkutucu bir ışık hüzmesi
sokağı yalayıp geçti. Kemal'in kalbi deli gibi atmaya başladı. Aşağıya
mı inse yoksa banyoya kendini kilitleyip beklese mi emin olamıyordu.
"Ulan bunu yapan şey ne. Ne oluyor?"
Sokakta oluşan etki garip bir biçimde hareket ediyordu.
Sokağın en başından başlıyor ve Kemal'in evinin önünden geçerek
sokağın sonuna kadar gidiyor, oradan nerede bittiğini bilmediği bir
doğrultuda devam ediyordu. Adeta elektromanyetik bir kamçı yere
şaklatıyor ve tüm otomobillerin elektronik tesisatına işkence
yapıyordu.
Kemal buna neyin sebep olabileceğini bilemiyordu. Gözü
gökyüzündeki yıldız ışığı büyüklüğündeki hareket eden ışık
noktalarına gitti. Uzaklaşmışlardı. Ama elektromanyetik kamçı
belirlenmiş aralıklarla, adeta yeryüzünü tarıyor ve yolu üzerindeki
otomobillerin kıvılcım püskürtmesine neden oluyordu. Terledi
Kemal. Sırtından buz gibi ter akmış, tansiyonu düşmüştü. Korkudan
ne yapacağını bilemiyordu. Nereye gideceğini. Karanlık bir odanın
içinde nereden geldiğini bilmediği bir saldırı ile karşı karşıyaydı.
Sonra o evlerin aralığından görünen boğaz ve karşı manzarasına
takıldı yine, elektromanyetik kamçının çok uzak noktalardan
başlayıp, İstanbul'un tamamına yakınını taradığını fark etti. Çok hızlı
hareket ediyordu. İstanbul'un bir ucunda görünmesi ile kendi
sokağındaki arabaların acı içinde kıvılcım püskürtmesi arasında bir
saniye bile yoktu...
"Yangın söndürücü getirin" diye atılan bir çığlık duydu...
Aşağıya baktı. Hiç bakmasaydı keşke. Sokağı dolduran
arabalarda küçük yangınlar başlamıştı. Neredeyse hepsinde. Onları
ellerindeki küçük aletlerle söndürmeye çalışanların başarılı
olamayacağı açıktı. Çok da uzun bir süre geçmeden mahallenin, hatta
şehrin hiç de hoş görüntülere sahne olmayacağını anlamıştı.
İstanbul'un her yerinden, otomobillerde başlayan küçük yangınların
yansıması görülebiliyordu. Bir an önce bir şeyler yapmalıydı. Aklına
ilk geleni yaptı, içeri girdi ve kendisine bir acil durum çantası
hazırlamaya başladı.
Yatak odasında eşyaları karıştırıp ona en gerekli olabilecek
olanları yatağın üzerine serdi. Yanına ne alması gerektiğini
bilmiyordu, çünkü neyle karşı karşıya olduğu hakkında hiç bir fikri
yoktu. Bu arada dışarıdan gelen ses daha güçlü hale geliyor ve evin
içindeki elektrikli cihazlardan da garip cızırdamalar geliyordu. Gece
lambasına uzanıp prizini çıkarttı ama prizin içinden de hafif bir
duman çıkmaya başlamıştı. İstanbul'u vuran bu elektromanyetik
dalga her nereden geliyorsa, elektronik ve elektrikle ilgili her şeye
büyük zarar veriyordu.
Kemal, içgüdüsel olarak zamanının çok az kaldığını biliyordu.
Aceleyle çantayı hazırlamaya koyuldu. Gece dışarıda kalma
olasılığına karşı kalın kazak, bir fener, iki tane bir buçuk litrelik su, iç
çamaşırı, sabun... Birden durdu, ben ne yapıyorum ya, diye düşündü
bunlarla ne yapacaktı ki? Neden gece dışarda kalması gerekiyordu, ne
kadar dışarıda kalmalıydı, dışarıda kalması güvenli miydi?
Traaankçsss...
İrkildi kemal. Ses mutfaktan gelmişti. Hole vuran bir ışık vardı.
elektrikler henüz gelmemişti. Peki bu ışık kaynağı? Koşarak mutfağa
gitti. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama mutfakta bazı elektronik eşyalar
tutuşmuştu ve hızla döşemeyi yakmaya başlamıştı...
"Aah yardım etsin birileri!" diye saçma sapan bir çığlık attı.
Kendini kaybetmiş bir halde kapıya yöneldi, çantayı da
unutmuştu. Paltosunu alıp ayakkabılarını giydi ve kendini
apartmandan dışarı attı. Sokakta başlayan karmaşa giderek
artıyordu. Cihangir sakinleri neye uğradığını şaşırmış halde
evlerinden gece elbiseleriyle dışarıya çıkıyor ve yanmaya başlayan
arabalardan da uzak durmak için mücadele veriyordu. Ama sanki
gidilecek bir yer yok gibiydi. Karşı komşusu olan ünlü dizi oyuncusu
Kenan'ın yüzünde karmakarışık bir ifade vardı. Adam etrafında olup
bitenlere inanamıyor gibiydi. Kemal, onun yanına gitti.
"Buradan uzaklaş, çabuk uzaklaş."
"Nereye, nereye" diyordu adam ama gözleri bir yere
odaklanamıyordu. Onun dokunulmaz dünyasını karşı konulmaz bir
şekilde ortadan kaldıran bu olayı kabullenemiyor gibiydi.
Kemal, onu tutup sarsmak istedi ama cüssesi nedeniyle bu pek
mümkün değildi.
"Doğruymuş, söyledikleri doğruymuş" diyordu. Kemal
anlamadı. Doğru olan neydi, kim, ne söylemişti.
Yanlarına gelen çok çok ünlü yönetmen Sinan, terliklerinden
birini almayı unutup fırlamıştı evinden. Yokuşu çıkarken yorulmuş
olmalıydı.
"Sinan Bey, ne oluyor, aşağıda durum nasıl?" diye sordu Kemal.
Ünlü yönetmen Sinan Bey ağlıyordu, elleri titriyor, saçlarını
çekiştiriyordu.
"Aaağğğhh, yandı herşey yandı. Hepsi patladı, ne kadar ışık,
kamera varsa aniden alev aldı."
Kemal, bunlara inanamıyordu. Az önce sıcacık evinde oturmuş,
bilgisayarında çalışma yapıyordu. Uyumuş ve bir kabusun içine mi
uyanmıştı yoksa?
Ünlü dizi oyuncusu Kenan ve ünlü yönetmen Sinan, birbirlerine
sarılıp ağlamaya başladılar. Kemal onların bu hareketine anlam
verememişti. İnsanların şoka verdiği tepkiler çok farklıydı.
Etrafına bakındı, bir itfaiye aracı, ambulans yada ona benzer bir
şey arıyordu gözleri. Herkes neredeydi, aralarındaki iletişime ne
olmuştu. Elektrik hatları, internet, telefon sistemleri. Bunların ne
kadar önemli olduğunu o an anladı Kemal. Farkında olmadan
elektromanyetik bir ağın içine hapsolmuştu insanlar. Aralarındaki
tüm sosyal iletişim de şimdi artık sesi bile çıkmayan akıllı telefonlar
üzerinden oluşturulmuş olduğunu o an anladı. Sokaktaki komşularını
tanımıyordu, bir arada ortak hareket etme şansı yoktu. Kimse
birbirinin kim olduğunu bilmiyordu, güvenemiyordu

14.
Bu sırada bir kaç kilometre ötede...
Taksim'de dolmuş sırasındaki insanlar korkuyla bulundukları
yerin hemen yanındaki duvarın ve apartman girişlerinin içine
sığınmıştı. Dolmuş araçlarından çıkan kıvılcımlardan kendilerini
korumaya çalışıyorlardı. Öğle saatlerinde meydana gelen çatışmanın
üzerine bir de bu eklenmişti. İnsan zihninin kaldırmakta güçlük
çekeceği bir yük ortaya çıkmıştı. Ardı ardına psikoojisi yıkılan
insanlar vardı.
Canan da cep telefonundan evi, abisini aramak için uğraşıyordu
ama hiç bir şey olmuyordu işte. Karanlığın içinde yapayalnız kalmıştı.
14 yaşındaki bir kızın hayatta bulunmak isteyeceği son durumdaydı.
Tüm ailesinden uzakta, bütün iletişim sistemlerinden mahrum,
elektromanyetik bir felaketin tam ortasında...
Ve neler olduğu hakkında hiç bir fikri olmadan...
Dolmuşlardan birisi tutuşunca kahya bağırdı.
"Uzaklaşın. Patlayabilir."
Yolcular dağınık bir halde sağa sola kaçıştı. Zifiri bir karanlığa
doğru seyirten geceyi aydınlatan küçük alevler ve kıvılcımlar, gitgide
büyüyor ve gölgelerin dans ettiği bir arka zemin oluşturuyordu.
Canan nereye gideceğini bilmiyordu ki... Yanından koşuşarak
geçen koca adamlar ona çarpıyordu. Bir köşe buldu kendisine
insanlara bakmaya başladı. Ve birden korkunç bir patlama ile çığlığı
bastı. Az önce yanmaya başlayan dolmuş büyük bir gürültüyle
patlamıştı.
"Annemi istiyorum... Annemi istiyorum" diye bağırmaya
başladı. Artık yerinde duramazdı. Dolmuşun gaz deposu tutuşmuştu,
zaman zaman meydana gelen patlamalar etrafa bir sürü metal ve cam
parçası yolluyordu. Her biri mermi kadar öldürücüydü.
Tarlabaşı'ndaki binalarda başlayan küçük yangınlar da hızla
büyümekteydi. Gitgide ortalığı saran gri duman tabakası, alevin
parıltısı ve gecenin zifiri karanlığı ile birleşip, insanı adeta yutan bir
girdaba dönüşüyordu. Canan farkında olmadan Cihangir'e doğru
koşmaya başlamıştı.
Can, yapacak başka bir şeyi olmadığından bisiklete atlayıp yola
koyulmuştu. Kız kardeşine başka türlü ulaşamayacağını anlamıştı.
Eğer bir an önce taksime ulaşıp onu bulamazsa, belki de sonsuza
kadar onu kaybedeceklerdi. Hayır buna asla izin veremezdi, doğduğu
günden beri dizinin dibinden ayrılmayan kız kardeşinin öylece
hiçliğin içine doğru kapılıp gitmesine izin veremezdi.
Yokuş yukarı bisiklet sürmek sandığından zordu. Çok
yorulmuştu ama zihni kaslarından gelen yorgunluk mesajlarına
kapanmıştı. Az kalmıştı işte, neredeyse oradaydı.
Taksim meydanına geldiğinde gözlerine inanamadı. Bu
görüntüyü algılamaya çalışan beyni neredeyse aniden çıldırıp,
patlayacaktı. Meydandaki otel yanmaya başlamıştı. Otelin en üst
katından bir adamın yanarak aşağıya düşüşünü izledi. Birden
kulakları tıkandı. Kalp atışlarını kulaklarında hissetti. Sanki başına
bir şey çarpmıştı. Etrafına şaşkın şaşkın baktı. Elle tutulur hiç bir şey
yoktu havada. Ama sanki sert bir cisimle vurulmuş gibi kafatasında
bir acı hissediyordu.
Ama hiç bir şeyin önemi yoktu. Kız kardeşini bulmalıydı.
Nerede olduğunu bilmiyordu, bu kadar kaotik bir ortamda nasıl
bulacağını da bilmiyordu. Sinir sistemine saldıran korku kimyasalları
onun her an kaskatı kesilmesine neden olabilirdi. Hatta adımlarını
zor atar hale gelmişti bile. Direndi, koşmaya başladı, nereye
koştuğunu tam bilmiyordu ama Cihangir'e doğru koşuyordu.

15.
Telefonda korkunç bir uğultu vardı. Hakan Fidan,
Cumhurbaşkanı'nın sesini güçlükle duyabiliyordu.
"Efendim, çok güçlü bir elektronik saldırı var. Sesimi
duyabiliyor musunuz?"
"...."
Cumhurbaşkanı'nın söyledikleri hiç bir şekilde
anlaşılamıyordu. Bir kaç denemeden sonra Fidan telefonu kapattı. Bir
an önce Cumhurbaşkanlığı Sarayında toplanmalıydılar. En güvendiği
adamlarından birisini Başbakanlığa gönderdi. Başbakanın da hemen
Saraya gelmesi gerekiyordu.
Fidan, çelik yeleğini giyip silahını aldıktan sonra koşarak
aracına gitti. MİT binasının içinde koşuşturmaca vardı. Türkiye'nin
hiç bir noktasından bilgi alamıyorlardı. Çoğu yerde elektriğin
tamamen gittiğini sistemlerden görebiliyorlardı. Tam bir felaket
yaşanıyordu, tepki vermek için ellerinde hiç bir veri yoktu. Bu çok
garip bir saldırıydı. Bildikleri hiç bir şeye benzemiyordu.
Ankara'nın kuru ayazı nedeniyle aracın camları buğulanmıştı.
Hakan Fidan bilgi iletişim sistemlerinden uzak kalmasının kendisi ve
kurumu için yok olmak anlamına geldiğini biliyordu. Yıllardır bilgi
işlem ve iletişim sistemlerinin üzerinde çalışmışlar, bu nedenle uzaya
uydu gönderip bunu garanti altına almak istemişlerdi. Ancak çok
garip, karmaşık ve kuvvetli bir elektronik müdahale vardı. Bunu
yapabilecek tek güç Amerika'ydı ama o bile tek başına bu kadar
şiddetli bir müdahale şansına sahip değildi. İnternetin tamamen
ortadan kalkmış olması Amerika'nın işi olamazdı. Başka devletlerden
de yardım alıyor olması gerekirdi.
Düşünceler beynine hücum edip dururken aracı
Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na geldi. Hızla arabadan inip koşarak
kapıya gitti. Görevliler onu bekliyordu. Koruma muhafız alayı
askerlerinin de tam teçhizatlı olarak sarayın çevresinde hazır hale
getirildiğini fark etti.
Sarayın kapısından geçip uzun mermer koridorda yürümeye
başladı ama koridoru yürüyerek geçmek zaman alacaktı, koşmaya
başladı. Cumhurbaşkanı'nın odasının önüne gelince durdu, üstüne
başına çeki düzen verdi. Yaver kapıyı açtı, kendisine içeri
girebileceğini işaret etti.
Cumhurbaşkanı, gözlüğünün üzerinden Fidan'a baktı. Ve eliyle
oturmasını istedi.
"Efendim, biliyorum bana kızacaksınız..." Dedi Hakan Fidan.
"Hayır, kızmayacağım. Sadece merak ediyorum şu an
karşılaştığımız konuyu tüm detayıyla biliyor muyuz?"
"Açıkçası bilemiyoruz efendim. Zira tüm iletişimimiz kesilmiş
durumda."
"Müttefiklerimizle olan bağlantılar?"
"Efendim açıkçası sanki tüm dünya kör, sağır ve dilsize dönmüş
durumda. Hiç bir mesajımız müttefik istihbarat birimlerinden cevap
alamıyor."
"Peki şu anda bize karşı girişilen elektronik saldırının
arkasında kim var ve bunu daha ne kadar sürdürmeyi planlıyor?"
"Sayın Cumhurbaşkanım, değerlendirmelerin boşa çıkmış
olması stratejide bir başka değerlendirmeye götürür bizi. Bu da
önceki doktrinin tamamen temelsiz olduğunu, ve hatta tam tersinin
geçerli olduğuna..."
"Her şey mi, her şey mi yalandı?"
"Say..."
Hakan Fidan sözünü bitirmeden Başbakan endişeli gözlerle
girdi ofise.
"Bazı yerlerden bilgi akışı sağlandı. Ancak çok az ve kesik kesik.
Akdeniz bölgesinden ve Suriye sınırından çok garip aktivite haberleri
geliyor."
Başbakan sözünü tamamladığı anda kapı bir kez daha açıldı ve
Genel Kurmay Başkanı da toplantıya katıldı.
"Afedersiniz efendim, Genel Kurmayda acil savaş durumu
talimatlarını bizzat vermem gerektiği için geciktim."
Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay Başkanı'na baktı.
"Savaşalım, ancak kiminle savaştığımızı henüz bilmiyoruz."
Hakan Fidan'ın telefonu çaldı. Bu saldırı başladığından beri
olmayan bir şeydi. Hemen telefonu açtı.
"Evet.. Tamam... Anlıyorum... Konuyu aktaracağım... Yerel Sivil
Savunma birimlerini gerekirse evlerine giderek toplayın ve derhal
yangınlara müdahale edin."
Hakan Fidan, telefonda konuşurken bir yandan da Başbakan ve
Cumhurbaşkanı ile göz göze onların onayını alıyordu. Uzun uzun
konuşacak vakit olmadığını artık herkes biliyordu.
"Eğer bu durumu fırsat olarak görüp kaos çıkartmak isteyen
gruplar olursa..." Hakan Fidan durakladı.
"Ateş emri verin..." cümleyi Cumhurbaşkanı tamamlamıştı.
Sıradışı bir şeyler olduğu belliydi. Nereden geldiği belli olmayan,
görünmez bir düşmanın, görünmez saldırısı...
Bu sırada kapı açıldı, yaver yanlarına geldi.
"Efendim, sizi görmek isteyen birisi var."
"Ne demek beni görmek isteyen birisi var, ülkenin güvenliği
tehlikede kim beni görmek istiyor?"
"Sizinle bu konuda görüşmek istiyormuş efendim. Zamanımız
çok az diyor."
Dört devlet idarecisi birbirlerine baktı.
"Gönder içeri" dedi Cumhurbaşkanı.
Yaver çıktıktan bir kaç dakika sonra yanında bir adamla geri
döndü. Üstü başı çok iyi durumda değildi ama elinden geldiğince
toplanmaya çalışmıştı. Son derece saygılı ama kendisine de aşırı bir
özgüven barındırdığı mimiklerinden anlaşılan, orta yaşlı birisiydi.
Yaverin gösterdiği yere oturdu. Devletin üst kademesi ile yüz
yüzeydi.
"Evet söyle bakalım, olan bitenle ilgili bilgi sahibiymişsin."
"Evet sayın cumhurbaşkanım. Haddimiz olmayarak..."
"Oğlum kes gevelemeyi, kimsin sen neler olduğunu nereden
biliyorsun?"
"Efendim uzun hikaye isterseniz hemen size neler olduğunu
anlatayım. Çünkü zamanımız çok ama çok az..."
"Neden az... ne olacak? Daha doğrusu ne oluyor?"
"Planda son aşamaya geçildi efendim."
"Plan mı? ne planı?"
"Roma İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'nu yutma
konusundaki son hamlesi... Olayın arkasında İtalya var. Şimdilik
sadece bunu bilmeniz yeterli. İtalya'daki Türk istihbaratçılar Gökhan
ve Mert öldürüldü..."
Devletin yöneticileri bu garip konuşan adama şaşkınlıkla
bakıyordu. Onun deli olduğunu düşündüklerine şüphe yoktu.
"Oğlum sen ne Roma İmparatorluğu'ndan, ne Osmanlı'dan
bahsediyorsun. Bak eğer saçmalayacaksan hemen göndereceğim
seni."
Aslında Cumhurbaşkanı karşısındaki kişide bir gariplik
olduğunu sezmişti. Bu nedenle konuşmasını istiyordu.
"Size açıklayabileceğim bunlar. Çünkü bana da bu kadarı
söylendi. Biz görevimizi sorgulamadan yaparız, o yüzden daha
fazlasını benden duymanız mümkün değil."
"Sürekli planlardan bahsediyorsun..."
"Hayır efendim... Plan dönemi bitti. Şu anda nihai saldırının
başladığını size haber vermeye geldim."
"Evet farkındayız saldırı olduğunun... Biz de onu çözmek için
bir aradayız..."
"Sayın devlet yöneticileri biliyorum bana inanmıyorsunuz ama
size sadece şunu söyleyebilirim, Roma imparatorluğu ordusunu tüm
dünyanın gözü önünde kurdu ve şu anda harekete geçirdi. Sizlere
anlatılan tarih bir yalandan ibaretti. Bu sebeple gerçekleri
göremediniz, önünüzde hazırlanan orduyu göremediniz."
"Nerede bu ordu peki?"
"Her yerde... Geliyorlar... Herkesi yok etmek için geliyorlar...
İnsanlığı adeta sihirlemek için bir yalan ormanına hapsettiler. Artık
işgal sonrasını planlamak zorundayız..."
"Nasıl konuşuyorsun sen? Kimsin sen söyle çabuk."
"Ben Agah... Tek söyleyebileceğim bu..."
Cumhurbaşkanı, MİT müsteşarı Hakan Fidan'a baktı.
Başbakan'ın yüzünde ise şaşkınlıkla beraber alaycı bir gülümseme
vardı. Genel Kurmay Başkanı ise karşılarında duran adamı analiz
eden bakışlarını muhafaza etmekteydi. Odanın içinde soğuk bir
rüzgar esti. Devletin başındaki dört kişi birbirlerine baktı. Tüyleri
diken diken olmuştu.
"Hakan Bey, derhal en güvenli yoldan İstanbul'a gidin. Biz
burada Genel Kurmay başkanımızla Ankara'yı koruma altına almak
üzere çalışmalara başlayacağız. Siz de İstanbul'da yeraltı direnişini
harekete geçirin. Her tü hazırlığı yapın ve eğer bu duyduklarımız
gerçekleşirse mücadeleye başlayın. Sayın Başbakan siz de İstanbul'a
gidin ve Hakan Bey'e yardımcı olun.
Toplantıdakilerin hepsi "Başüstüne Cumhurbaşkanım" diyerek
ayağa kalktı...
Agah da ayağa kalkmıştı. Cumhurbaşkanı ona eliyle oturmasını
işaret etti.
"Sen kal Agah, seninle konuşmak istediklerim var."
"Sayın Cumhurbaşkanım, bu söylediklerim dışında size bir
faydam olmaz. Bana inanırsanız önlem alın, yok inanmazsanız siz
bilirsiniz."
"Peki o zaman gidebilirsin."

16.
Kıbrıs / Girne Limanı
Ferdi, Girne'deki Amerikan Üniversitesi'nde okuyordu. İlk
yılıydı henüz. Girne limanındaki kafelerden birisine oturmuş, birasını
yudumluyordu. Ayaklarını uzatmış akşam dışarıda olmanın zorluk
yaratmadığı son gecelerin keyfini çıkarmak istiyordu. Her yer
kapanmış, sessizlik çökmüştü limana. Kendi oturduğu dahil açık olan
son bir iki mekan da kapatmaya hazırlanıyordu.
İngilizce hazırlıkta olduğu için fazla bir dersi yoktu. Olsa da pek
fazla kafasını derslerle doldurmak istemiyordu. Belki okul süresi
içinde gitar çalmayı öğrenir ve bir müzisyen olarak hayatını
sürdürebilirdi. Babasına böyle demiyordu tabii, onun zorlukla çalışıp
okul parasını ödemesinden ve aylık harçlık yollamasından
memnundu. Hayat öyle çok fazla kafa takmaya değmezdi.
Bu hovardaca duygular içerisindeyken canı Türkiye'deki kız
arkadaşını akıllı telefonundan aramak istedi. Telefondan hiç ses
gelmedi. Garipti, whatsapp'tan mesaj attı ama herhangi bir cevap
gelmiyordu. Bu saatte uyumadığını bilirdi. Ferdiyle konuşmadan
uyumazdı Sevgi. Sonra bir cızırtı oldu, telefon çalmaya başlamıştı.
Sevindi Ferdi. Telefon açıldı. Cızırtı devam ediyordu ama kız arkadaşı
sevginin sesini duyabiliyordu.
"Alo, sevgi nasılsın? Ses kötü geliyor."
Karşı taraftan gelen sesler garipti. Cızırtı ile karıştığı için tam
anlayamıyordu ama çığlıklar, bağırışlar duyuyordu. Gerilmişti,
ayaklarını uzattığı rahat pozisyonu bırakıp doğruldu, ahizeden gelen
sesleri algılamaya çalışıyordu.
"Alo Sevgi ne oluyor orada?" diye bağırdı. Yine cızırtılar.
"Ferdi, İmdaaat" diye bağırdı Sevgi.
"Ne oluyor, ne oluyor orada?"
"Bilemiyoruz, her yerde yangın var Ferdi, evlerimiz yanıyor."
"Nasıl her yerde? Ne oluyor sakin olup anlat."
"Ne sakini Ferdi, Allahım herkes boğuluyor! Aaaa"
Telefon kapandı. Ferdi'nin elleri, ayakları boşalmıştı birden.
"Anne.. Baba..."
Evi aramaya kalktı. Telefondan yine ses gelmiyordu.
Aklını yitirecek gibiydi Ferdi, masadan kalkmış yalpalayarak
yürümeye başlamıştı. Arkasından gelen garsona öyle bağırdı ki,
garson da sıradışı bir şeyler olduğunu anlamış ve ses çıkarmamayı
yeğlemişti.
Ferdi bir yandan telefonu parçalarcasına tekrar arıyor, bir
yandan bağırıyordu.
"Açın telefonu, neredesiniz? Neler oluyor orada?"
Tekrar kız arkadaşını aramaya çalıştı, bir yandan da
korkuyordu. Az önce duyduğu ses tonunu duymak istemiyordu. Ama
tek ulaşabildiği o olmuştu. Hayır, artık ona da ulaşamıyordu.
Arkadaşlarını aradı, limandaki kafelerde çalışanlar onun histerik
hareketlerinden şüphelenmeye başlamıştı. Yanına geldiler. Ferdi'nin
gözü dönmüş gibiydi.
"Ulaşamıyorum. Kimseye ulaşamıyorum. Bir şeyler oluyor.
Türkiye'de bir şeyler oluyor."
Garsonlardan birisi cep telefonunu çıkarıp yanına geldi.
"Kardeş nereyi arıyorsun sen?"
"İstanbul'u..."
"Al bakalım buradan ara belki telefonunda..."
"Yok abi yok, bir şeyler oluyor İstanbul'da. Büyük bir
yangından...Ölülerden bahsetti kız arkadaşım. Aileme ve
arkadaşlarıma ulaşamıyorum..."
Ferdi hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
"Dur bakalım Adana'yı arayalım." dedi garson. Hemen kendi
ailesinin telefonunu çevirdi. Bir yandan ferdiye yardım etmek istiyor
ama bir yandan da kendi evinde bir şeyler olup olmadığını kontrol
etmek istiyordu.
Telefon çalmaya başladı. Garson sevinmişti. Demek Adana'da
işler yolundaydı. Kim bilir belki de çocuk delinin tekiydi. Tam
telefonu kapatacakken karşı taraftan ahize kaldırıldı.
"Aloo, baba... Sen misin?" dedi garson.
Karşıdaki adam adeta fısıltıyla konuşarak;
"Oğlum tam arayacak zamanı buldun. Burada bir şeyler
oluyor."
"Neler oluyor baba?"
Garsonun bu sözünü duyan Ferdi de birden ağlamayı kesti ve
yanındaki adamın konuşmasına odaklandı. Diğer çalışanlar da gelmiş
ve etrafında toplanmıştı. Onlar da cep telefonlarını çıkartıp ailelerini
aramak üzere hazırlanıyorlardı.
Garson sesi daha iyi duymak için hoparlörü açmıştı, bu sayede
etrafındakiler de konuşmayı duyabildiler. Adamın babası adeta
fısıltıyla cevap veriyordu.
"Oğul, silahlı adamlar geldi. Çok garip adamlar. Buradaki polis
karakoluna bir şeyler attılar. Karakol patladı. İçinde bir sürü polis
vardı. Şimdi hiç ses gelmiyor. Mahallede dolaşıyorlar. Evlerin
kapılarını tekmeleyip içeri giriyorlar oğul. Hakkını helal et...Trak..."
Telefon kapanmıştı.
Adanalı garson elindeki telefona adeta kilitlenmiş gözlerle
bakıyordu. Ferdi de aynı dehşetli ifadeyle duyduklarını anlamaya
çalışıyordu.
"Neler oluyor lan? Neler oluyor?"
Az ötede diğer çalışanlar da telefonlarından bir yerleri aramaya
çalışıyorlar ama sonuç alamıyorlar yada garip şeyler duyuyorlardı.
Ferdi ne yapacağını bilmiyordu. Hemen İstanbul'a dönmesi
gerekiyordu. Ama nasıl? Bunu düşündüğü anda telefonu çaldı. Arayan
Girne'den arkadaşıydı.
"Abi hemen okul kampüsüne gelmemiz istendi."
"Ne var bu saatte. Çok kötü bir şeyler oluyor."
"Bilmiyorum abi, kampüse askeri bir kamyonla askerler gelmiş.
Hemen kampüse gelmemiz isteniyor."
Ferdi'nin eli ayağı boşaldı. Düşünemez bir halde koşmaya
başladı. Bu saatte nasıl gidecekti. Hemen bir taksi bulmalıydı.
Limanın en ucunda bir taksi bulabileceğini biliyordu.
Taksiye bindiğinde adamın radyoya vurup durduğunu fark etti.
Onun bindiğini fark etmemişti bile.
"Noluyor abi, beni hemen okul binasına götürürmüsün?"
Ferdi'nin sesi titriyordu. Acaba doğrudan havaalanına mı
gitseydi. Korkudan ne yapacağını şaşırmıştı.
"Bu Allahın cezası radyoya ne oldu? Tam önemli bir şey
söylüyordu. Kötü bir şeyler oluyor. Allah vermeye de Rumlar delirmiş
olmasa."
"Ne rumu abi, bir şey yoktu ki, neden delirsinler?"
"Ne bileyim be, tam radyo evlerinizden çıkmayın dedi, ondan
sonra cızırdamaya başladı."
"Abi nolur hemen beni okula götür. Yada havaalanına götür. Bu
saatte uçak var mıdır? Abi aileme ulaşmalıyım. Bizim orada çok kötü
şeyler olduğuna dair bir telefon aldım. Sonra iletişim kesildi. "
"Yok be en erken sabah 7'de vardır ama yer var mıdır?"
"Neden olmasın abi bu tarihte?"
"Akşamdan beri on kişi götürdü arkadaşlar."
"Abi o zaman okula gidelim, hemen nolursun."
"Tamam, ben de oradan eve gideceğim. Yolumun üzeri zaten."
Taksici gazı kökledi, araba uçarcasına dar Girne sokaklarının
arasında kayboldu.

17.
Hakan Fidan, el koyduğu sivil bir aracın içinde iki MiT
görevlisiyle beraber şehirlerarası yolda saate 220km hızla
ilerliyordu. Yağmurun ıslattığı yolda bu hızla ilerlemek son derece
tehlikeliydi.
“Müsteşarım biraz yavaşlasanız.”
“Şimdi zamanı değil. Bu saldırılar çok büyük bir olayın
başlangıcı olabilir. Park olayları demek ki top yekün bir saldırının
başlama vuruşuymuş. Aldığımız istihbarat, buzdağının görünen
yüzüymüş.”
Arka koltukta oturanlar birbirlerine baktı. Sanki bir şey
bekliyorlardı. Biri diğerine eliyle henüz değil işareti yaptı.
“Efendim barış sürecinin böyle saldırılara açık olduğunu
biliyorduk.”
“Bu olanların barış süreciyle bir ilgisi yok. Bu başka bir şey.
Türkiye’nin canına kast ediliyor.”
“Biraz abartmıyor musunuz? Efendim.”
Hakan Fidan dikiz aynasından arkadaki iki adam ile göz göze
geldi. Garip bir his vardı içinde. Eli silahına yakın duruyordu.
“Sayın müsteşarım bir şey dikkatinizi çekti mi?”
“Nedir?”
“Bizimle aynı hızda ilerleyen bir araç tarafından takip
ediliyoruz.”
Hakan Fidan, dikiz aynasından arkaya baktı. Doğruydu, takip
ediliyorlardı.
Hakan Fidan gaza asıldı iyice. Onları izleyen aracı atlatabilecek
gibi görünmüyordu.
“Müsteşarım, adamlar ciddi. Ben direksiyona geçeyim mi?”
Fidan, iyice şüphelenmeye başlamıştı.
“Yok, siz silahlarınızı hazırlayın. Bunlar kimse bizi avlamayı
kafalarına koymuşlar. Bari ucuza gitmeyelim.”
Arkadaki araç çok hızlıydı ve gitgide yaklaşıyordu. İki MİT
görevlisi birbirlerine baktı. Bu araç da nereden çıkmıştı böyle.
Pencereleri açıp dışarı uzandılar. Bir patlama sesi duyuldu ve
arkadaki ajanlardan biri cansız halde otomobilin arka penceresinde
asılı kaldı. İkinci bir patlama. Otomobilin arka camı tuzla buz oldu ve
diğer MİT görevlisi de ensesinden vurulup yana doğru düştü. Aracın
içi kıpkırmızı olmuştu.
Hakan Fidan pek kurtuluş şansının kalmadığını hissediyordu.
Bir patlama daha duydu. Bu sefer aracın tekerleklerinden birisi
vurulmuştu. Eğer bunu tahmin edip yavaşlamamış olsa aracın
kontrolden çıkıp parçalanması içten bile değildi. Yol kenarına çekip
bekledi. Bir şey hissetmiyordu. Sadece merak.
Kim olduklarını öğrenebilse, ölmek umurunda değildi. Aynadan
iki kişinin keskin nişancı dürbünü takılı otomatik silahlarını
doğrultmuş halde yaklaştığını gördü. Bağırarak araçtan çıkmasını
istediler. Fidan dışarı çıktı. Dikkatle gözlerine baktı. İki yağız adam
gayet rahat görünüyordu.
“Kimsiniz? Beni neden kaçırmak istiyorsunuz?”
“Gerçeği zamanı gelince anlayacaksınız. Şimdi direnmeden
bizimle gelin lütfen.”
Fidan şaşkındı. Bu adamlar neden bahsediyordu böyle. Onu
öldürmemişlerdi. Gerçekten kaçırıyorlardı.

18.
Sarıço, Kafasız ve Dümbük artık çok güçlü bir silaha sahipti...
Karanlık... Her yeri duman basmış, kaos varken karanlık yenilmez bir
silaha dönüşüyordu. Kolejin hemen arka sokağına gelmişlerdi. Sarıço
sevinçten deliye dönmüştü. Binanın ışıkları yanıyordu ve sınıfların
öğrencilerle dolu olduğuu görebiliyordu. Okul yönetimi güvenlik
sağlanana kadar öğrencileri bırakmamıştı. Aileleri de zaten okula
ulaşamıyordu.
"Sarıço, ne yapacağız lan. Baksana oğlum okul dolu."
Sarıço pis pis sırıtarak elindeki silahı gösterdi.
"Gelirken duydum, herkes telefonlarının çalışmadığından
bahsediyordu. Eğer telefonları çalışmıyorsa yardım da çağıramazlar.
Kızların hepsi sabah kadar bizim..."
Sesi gittikçe korkutucu bir hal alıyordu. Kafasız ve dümbük de
hayallerini kurdukları kızlara yakın olmanın verdiği çiğ hazzın
girdabına kapılmaktaydı. İstanbul'un üzerine çöken karabasan
dağılmak bilmiyor, her dakika daha da kuvvetleniyordu.
Bu sırada İstanbul'u vuran elektromanyetik kamçı tekrar
belirdi ve taksim üzerinden geçerken sokaklarda müthiş kıvılcımlar
oluşturdu. Bir anda elektrikler gitmişti... Okulun içinden çığlıklar
yükseldi... Sarıço pis pis sırıttı. Bir dakika sonra her sınıfı zayıf
biçimde aydınlatacak kadar elektrik üreten jeneratör devreye girdi.
Jeneratörün gürültüsü, karanlığı eklenecek ve böylece Sarıço'nun işi
daha da kolaylaşacaktı.
"Demiştim ulan, bugün benim günüm...Hadi gidiyoruz..."
Sarıço, önden yardakçıları peşinden birer gölge gibi okulun
kapısının önüne gittiler. Demir kapı kapalıydı. Sarıço yutkunarak
kapının önünde durdu zorladı. Kilitliydi. Bakıştılar, tam da buraya
kadar gelmişken, hevesleri kursaklarında mı kalacaktı lan. Kolay
bırakacak gibi durmuyordu Sarıço. Kapıyı vurdu, bekledi. Biraz daha
sert vurdu. Yine bekledi... Nihayet kapının arkasından görevlinin sesi
geldi.
"Kim o?"
Yardakçıları Sarıço'nun ne diyeceğini merak ederken, o
soğukkanlılıkla cevap vermişti bile.
"Polis. Açın kapıyı okulu boşaltacağız."
"Açamam, müdürü çağırmam lazım."
"Aç ulan kapıyı sıkarım kafana."
Görevli korkmuştu.
"Açamam abi kesin emir var."
"Al lan kimliğimi oku."
Görevli kapının üzerindeki küçük pencereyi açınca Sarıço yolda
öldürdüğü polisten aldığı kimliği uzattı. Adam kimliğe baktı ve kapıyı
açtı. Kapının kilidinin açılışı, adeta korkunç gecenin başlangıcını
haber veren bir zil sesini andırıyordu.

19.
Genelkurmay Başkanlığının bir köşesindeki küçük bir odada
Genel Kurmay Başkanı(GKB) masasının başında oturmuş, toplanan
bilgileri küçük notlar halinde önündeki deftere yazıyordu. Yüzünde
etrafını saran kaostan eser yoktu. Önemli olan saldırı planlarının
ileriki aşamalarını tahmin etmekti. Bu nedenle en kötü anda bile
soğukkanlı olmak gerekiyordu.
Kısık gözlerle camdan dışarı bakıyor, sonra küçük bir not
alıyor, sonra yine pencereden dışarı bakarak düşüncelere dalıyordu.
Belli ki Türkiye’ye bir çeşit koalisyon saldırısı başlamıştı. Bunu
açıkça ordularını kullanarak yapma ihtimalleri yoktu, bu nedenle
karanlık savaş yöntemleri kullanarak rejimi değiştirmek ya da rejime
yük yaratmak istiyor olmalıydılar. Ancak hemen karar vermemek
gerekiyordu zira henüz ülkenin tamamında ne olduğu ile ilgili bilgi
yoktu elinde.
GKB'nın düşünceleri kapının vurulması ile dağıldı. Genel
Kurmay İstihbarat Sorumlusu Tuğgeneral içeri girdi. Kolunun altında
bazı dosyalar vardı.
“Gel, gel. Bırak o dosyaları şimdi. Çay koyuyorum.”
“Peki komutanım.”
“Bu işi kimin yaptığını düşünüyorsun.”
“Efendim, hala NATO müttefiklerimizle…”
“MİT Müsteşarı kaçırıldı. Bu işte bir gariplik var. Hakan
Fidan’ın kaçırılmasının diğer olaylardan ayrı bir organizasyon
olduğunu düşünüyorum. Bizi bizden iyi bilen birileri olmalı.”
“Pek anlayamadım efendim”
“Bir güç Türkiye’ye yapılan saldırıdaki dengelere müdahale
ediyor. Bunu yapanlar bizi çok iyi tanıyan birileri…Hakan Bey'i
yanındaki MİT görevlileri gibi öldürmemiş olmaları...Bana garip
geliyor açıkçası.”
Genel Kurmay Başkanı ve İstihbarat Komutanı çaylarından bir
yudum alıp sehpanın üzerine koydu. Komutan, bir ses duyar gibi
olmuştu, sanki koridorda yürüyen ayak sesleri. Hemen eli silahına
gitti. Sezgisel bir hareketti bu.
Tuğgeneral hemen ayağa kalkıp kapının arkasına geçti. Silahını
çıkarıp hazırladı.
GKB, kapının diğer yanına geçti. Ayak seslerine, açılıp kapanan
kapıların sesi karışmıştı. Biri onları arıyordu. Beklemeye karar
verdiler. General ile bakışlarıyla anlaştı. Ayak sesleri kendi
bulundukları kapı önüne gelince durdu. Sanki diğer tarafa kulağını
dayamış içerisini dinliyordu.
“Kim o?”
Ses gelmedi. Necdet Özel bu sefer daha sert bir şekilde bağırdı.
“Asker, sana emrediyorum, kendini tanıt?”
Bu sırada patlayan silah sesi ile kendilerini yere atıp, siper
aldılar. Kapının önündeki adam vurulmuştu. İstihbarat komutanı
kapıyı açınca ceset içeri yuvarlandı. Hemen koridora çıktılar. Ortada
kimse görünmüyordu. Suikastçiyi öldüren kişi ortadan kaybolmuştu.
Komutan, İstihbarat Komutanı generale baktı;
“Kim bu adamlar? Bizi neden koruyorlar? Ve neden bize uzak
duruyorlar?”
Nihayet...
Ellerinde biri vardı. Ölmüş de olsa bir ipucu elde edebilir ve bu
korkunç saldırıların arkasındaki yapı ortaya çıkabilirdi.
MİT hemen saldırganın bütün hayat hikayesini ortaya
dökmüştü. Ortaya şaşırtıcı bir sonuç çıkmıştı. Uzun yıllardır Genel
Kurmay’ın koridorlarında dolaşan ve tamamen sıradan bir hayat
yaşamakta olan bir asker.
Bir çeşit uyuyan casus şebekesi Genel Kurmay’ın resmi
koridorlarında varlığını sürdürmüştü. Kimler tarafından
beslenmekteydi ve ne için o güne kadar hiçbir olayda ortaya
çıkmamışlardı.
Cumhurbaşkanı olayı duymuş ve GKB'nını telefonla aramıştı.
“Geçmiş olsun Komutanım.”
“Sağolun efendim. Adamın niyeti kötüymüş.”
“Nasıl etkisiz hale getirdiniz?”
“Belki inanmayacaksınız, gerçekten çok ilginç. İstihbarat
komutanımla odadaydık. Kapının arkasında sesler duyduk. Kapılar
açılıp kapanıyordu. Birisinin bizi aradığını anladık. İstihbarat
komutanım hemen silahını çekti. Ben de tabi silaha sarıldım.
Beklemeye başladık.”
“Bu ne kadar alçakça bir suikast denemesi… Sonra… Kapıyı açıp
adamı öldürdünüz mü yani?”
“İnanmayacaksınız dediğim nokta da burası. Adamı biz
öldürmedik.”
“Nasıl yani. Siz öldürmediniz mi? Korumanız falan mı?”
“Yok efendim. Öldüren adamı bulamıyoruz. Kamera
kayıtlarında görünüyor. Tanımıyoruz. Yani Genel Kurmay’dan değil.
Adamı öldürüyor ve son hız ortadan kayboluyor. Çok garip.”
Cumhurbaşkanı telefonun öbür ucunda başını salladı...
Bilmedikleri güçlerin birbiri ile savaşında hangi tarafta olduklarından
emin değildi.

20.
Üniversite öğrencileri heyecanla kampüste toplanmışlardı.
Herkes bibirine ne olduğunu soruyor, ailelerine ulaşmaya
çalışıyordu. Pek azı bunu sağlıklı bir şekilde başarabilmişti.
Korkutucu hikayeler kampüs bahçesindeki öğrenciler arasında
yayılmaya başlamıştı bile. Yüzler asıktı ve kaygı dalgası hızla tüm
Kıbrıs'a yayılmaktaydı.
Ferdi, taksiden inip hemen bahçede toplanan arkadaşlarının
yanına gitti.
"Abi noluyormuş öğrenebildiniz mi?"
Çok endişeliydi. Herkes gibi..
"Abi bilmiyoruz. Burada toplanın dediler."
"Ne olacakmış. Abi hemen Türkiye'ye uçmamız lazım."
"Abi bilet yok. Aslında uçuşlar da durduruldu diyorlar.
Bilmiyoruz kii telefonları açık bırakmışlar havaalanında."
"Hassiktir oğlum bir felaket oluyor ama ne bilmiyorum. Bizim
ordan çok pis sesler geliyordu."
"Bizimkilerden haber alamadım abi. Hiç bir telefonlarına
ulaşamıyorum."
"Komutan geliyormuş bizimle konuşmaya..." dedi, onların
konuşmalarını dinleyen öğrencilerden birisi.
Bunu duyunca Ferdi'nin kalbi her zamankinden hızlı atmaya
başladı. Soğuk terleri hissetti sırtında. Evet, tahminlerinde doğruydu.
Olan şeyi hissediyor ama tanımlayamıyordu. O gelen komutanın bunu
tanımlayacağını hissediyordu.
Birazdan okulun giriş kapısından giren iki askeri jip hızla
öğrencilerin topladığı bahçeye yakın bir yerde durdu. Komutan
zıpkın gibi atladı jipten ve askerlerle beraber hızla koşarak
öğrencilerin yanına geldi. Öğrenciler onun etrafını sarınca yüksekçe
bir yer bulup oraya çıktı. Öğrencilerden soru yağıyordu.
"Komutanım neler oluyor?"
"Ne yapacağız komutanım?"
"Ailelerimize neden ulaşamıyoruz?"
Komutan bir süre onları dinledi sonra eliyle susturdu.
"Arkadaşlar sakin olmanızı rica ediyorum. Neler olduğunu tam
anlayamadık. Garip biçimde iletişimimizde büük sorunlar yaşanıyor.
Türkiye'de kaynağı belirsiz bir silahlı çatışma söz konusu. Aslına
bakılırsa Türkiye'de neler olduğundan tam olarak haberdar değiliz.
Dediğim gibi iletişimimiz kesik. Mersin'e yolladığımız sahil güvenlik
botu ile de iletişim kesildi. Bota ne olduğu konusunda da bir fikrimiz
yok."
Ferdi duyduklarına inanamıyordu. Titrek bir sesle;
"Komutanım adada mahsur mu kaldık?" diye sorabildi.
Komutanın yüzünde üzüntülü bir ifade vardı.
"O kadarla kalsa iyi... Rum ordusunda sıradışı bir hareketlilik
var... Ve..."
Öğrenciler artık tamamen sessizleşmişti. Adeta nefes almadan
komutanı izliyorlardı.
"Çok garip ama Mısır'a verilen dev çıkarma gemileri, içleri
Mısır kuvvetleriyle dolu olarak limanlarından ayrılmış. Akdeniz'de,
Kıbrıs doğrultusunda ilerlemekteymişler...Bu bilgiyi analiz etme
fırsatımız olmadan haberleşmeyi kaybettik. Dolayısıyla ben en kötü
ihtimale göre hareket etmek zorundayım..."
"Komutanım, ne demek istiyorsunuz? Lütfen açıklayın..." dedi
Ferdi, onun kaygısı şimdi diğer herkesi bastırmıştı.
"Çocuklar... Herkes kendisini Kıbrıs adasında gerçekleşecek
büyük bir savaşa hazırlamalı..."
Koyu, bir sessizlik çöktü öğrencilerin üzerine önce...
Zihinlerinin bunu algılaması neredeyse imkansızdı.
"Ama komutanım bu adada büyük bir askeri kuvvetimiz var..."
"Evet çocuklar öyle... Ancak anakara ile bağlantımız kesildi ve
neler olduğunu bilmiyoruz. Adadan yaptığımız gözlemler ve Mısır
kuvvetlerinin buraya yaklaşması... Sizler her halükarda hazır olun."
"Komutanım eve gitme şansımız yok mu?"
"Türkiye ile bağlantı sağlanmadan bu adadan uçak kalkması
mümkün değil... Astsubaylarımız size neler yapabileceğiniz
konusunda brifing verecekler. Bu nedenle hepinizin çok hızlı biçimde
okulun seminer salonuna gitmenizi istiyorum. Ne kadar süremiz
olduğunu bilemiyoruz. Saatler bile kıymetli olabilir..."
Öğrenciler hızla seminer salonuna yönelirken, Ferdi olduğu
yerde çakılı kalmıştı adeta... Zihnindeki gerçeklik duygusu bin
parçaya ayrılmıştı...

21.
Sami Begiç, yada İngiliz İstihbarat Teşkilatı MI6 tarafından
verilen takma ismiyle Ajan Elmakurdu ağaçların arasında sessizce
ilerleri. Gizli iletişim araçlarıyla dolu kayanın yanında gelince durup
etrafa baktı.
Sırbistan’ın ücra bir köşesi… Dünya üzerindeki isyanları
organize edip eğitim veren bu iyi kamufle olmuş merkez, 24 saat
boyunca, kaya biçiminde özel olarak imal edilmiş gizli bir kamera
sistemi tarafından izleniyordu.
Kameranın açısı bozulmuştu. Belki vahşi bir hayvan, belki de
yağan yağmurların sürüklediği toprak. Bunu düzeltmesi gerekiyordu.
Kayayı düzeltti. İstenen konuma geldiğinde dijital bir ses geldi
kayanın içinden. Üzerindeki kapağı zar zor açıp bir düğmeye bastı.
Kamera tekrar çalışmaya başlamıştı. Merkeze giren çıkan herkesin
görüntüleri anında kayıt altına alınıp bilinmeyen bir yere uydu
vasıtasıyla iletiliyordu.
Gecenin karanlığı Sami Begiç’in, ya da Ajan Elmakurdu’nun
gizlenmesine yardım ediyordu. Ancak buna fazla güvenmemeliydi.
Sırbistan’daki İngiliz Büyükelçiliğinin dışında bir yerde bulunan
güvenli MI6 istasyonu ile bağlantı kurdu. Kendisini idare eden
İstihbarat görevlisinden cevap bekledi. Biraz sonra şifreli sinyal
duyuldu. Bu onu duyduklarının göstergesiydi.
“Şirket bilindik yöntemlerinin dışına çıkıyor... Buradaki Türk
grup keskin nişancı olarak eğitiliyor. Tekrar ediyorum. Keskin nişancı
eğitimi alıyorlar. Eğitimi biten ilk grup Türkiye’ye yola çıkmak
üzere… Yakın iletişim durumu mevcut.. 8 kişilik kafile yarın
Türkiye’ye gidecek… Onları idare eden Hans kod adlı bir Alman.
Büyük ihtimalle Alman İstihbaratından… Amaçlarını bilmiyorum ama
çok büyük bir hedefleri olduğunu düşünüyorum.”
İletişime son verdi. Ağaçların arasında sessizce ilerleyerek
merkezin içinde yer alan odasına süzüldü. Bir saat kadar bekledi.
İnternette sürekli kullandıkları bir haber sitesini açtı. Sık sık sayfayı
yeniledi. Beklediği emir haber olarak siteye girmişti.
“Türkiye’ye giden elmalarda kurt olmasının insan sağlığına
faydalı olduğu, Amerikalı bilim adamlarınca tespit edildi.”
Görev anlaşılmıştı. O grubun içine sızıp Türkiye’ye gitmesi
istenmişti. Ajan Elma kurdu bunu yapacaktı.

22.
Zaman zaman sağlanan telefon iletişimi sayesinde az da ols
abilgi akışı gerçekleşiyordu. Operasyonu yürüten güç buna izin
vererek kendi istihbarat ihtiyaçları için veri topluyor olmalıydı.
MİT daire başkanı Cumhurbaşkanı'nı acil koduyla aramıştı.
“Cumhurbaşkanım, MİT müsteşarımızın şu anda nerede
olduğunu bilmiyoruz. Aracı yolda bulundu. İçindeki iki arkadaşımız
öldürülmüş haldeydi. Kendisi ise ortada yok. Bölgedeki izlerden bir
kaç kişi tarafından kaçırılmış ve bir araca bindirilmiş olduğu
sonucuna vardık.”
Cumhurbaşkanı başını salladı. Her habere hazır olması
gerektiğini biliyordu. Kimbilir daha ne haberler duyacaktı. Ne olursa
olsun devam etmeliydi.
“Eğer konuyu açıklığa kavuşturamazsak bizim için önemli bi
psikolojik darbe olur. Bir açıklama yapmayın, önce olayları kontrol
altına almaya çalışmalıyız.”
“Siz bilirsiniz Cumhurbaşkanım. Ama yine de insanları
rahatlatacak açıklamalar yapmak lazım. Bu tür bilgiler bizim
kontrolümüz dışında halka ulaşırsa daha büyük bir etki yaratır.”
"Oğlum halka ulaşacak hiç bir araç çalışmıyor ki."
"Efendim onu da haber vermek istedim. Elektromanyetik
saldırı zayıflamaya başladı. Uydudan TV iletişimi sağlayabiliyoruz."
“Anlıyorum. Bunu neden yapıyorlar peki?”
“Bilemiyoruz efendim. Açıkçası artık hiç bir müttefikimizden
cevap alamıyoruz.”
“Sanırım artık müttefikimiz kalmadı. Yada belki de hiç yoktu.
MİT artık bana bağlandı. Bunu ulaşabildiğiniz tüm birimlere bildirin.
Bu iletişim kanalı kurulmuşken mümkün olduğunca çok fazla bilgi
toplayın ve bu bilgileri yazılı olarak not edin.”
“Başüstüne Cumhurbaşkanım.”
“O zaman hemen halka bir konuşma yapmam için gereken TV
bağlantısını sağlayın. Halkın çoğunluğu merak içinde, evlerinde
devletin sesini duymayı bekliyor.”
“Haklısınız sayın Cumhurbaşkanım, gazeteci ordusu sarayın
hemen dışında bekliyor. Sizi hemen alabiliriz.”
“Tamam.”
Cumhurbaşkanı kameraların önüne geçti. Gazeteciler adeta
çıldırmıştı. Bir şeyler duymak istiyorlardı. Hem işleri için ama daha
çok da kendileri için.
“Türkiye Cumhuriyeti kaynağı belirsiz bir saldırıya
uğramaktadır. Bu suçu işlemekte olanlar devlet yada kişiler, cezasını
çekecekler...”
Cumhurbaşkanı yaveri subay konuşma sürerken yanına geldi.
Cumhurbaşkanı konuşmasının kesilmesinden rahatsız olmuştu.
Yaver kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Mikrofona tekrar
uzandı.
“Şimdi aldığım habere göre TBMM’de büyük bir yangın
başlamıştır. İtfaiye müdahale ediyor… Bu yangının içerden çıkarıldığı
söyleniyor. Umuyoruz ki bu yanlış bir bilgi olsun.”
Gazeteciler olanca hızlarıyla yangın mahalline gitmek üzere
çantalarını toplamaya başladı. Mecliste başlayan yangının alevleri
bulundukları yerden görülmeye başlamıştı.

23.
Kemal, cihnagirin ortasında kalakalmıştı. Ne evine girmeye
cesareti vardı ne de bir yere gitmeye. Mahalle yanmaya başlamıştı.
Fakir yazar çizer tayfasının çay içtiği bahçede toplanmışlar,
birbirlerine sokulmuşlar bekliyorlardı. Neyi beklediklerini
bilmiyorlardı ama durabilecekleri tek yer orası gibiydi. Evlerden
çıkan dumanlar nedeniyle gözgözü görmüyordu ama esen rüzgar
onların boğulmasını engelliyordu.
Silah seslerinin azalmasından dolayı biraz rahatlamışlardı.
Kemal kalabalıktan biraz uzaklaşıp ara sokaklara baktı. Acaba
buradan bir çıkış var mıydı? Gözüne biri çarptı. Ara sokağın birinde
köşeye büzüşmüş, öylece duruyordu. Canandı bu... Taksim'den
kaçmış, kendisini cihangirde bulmuştu. Korkudan titrer bir
haldeyken buldu onu Kemal. Yanına yaklaştı. Canan korkuyordu ama
hareket edecek halde de değildi.
"Sen ne yapıyorsun burada? Evin nerede?"
Canan konuşacak durumda değildi. Şok halindeydi. Bir şeyler
söylemek istedi ama konuşamıyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi.
Onu orada öylece bırakırsa başına her an her şey gelebilirdi. Elini
uzattı.
"Benimle gel..."
Canan, adeta başka bir boyuttaydı. Gördükleri, algılarına
yüklenen aşırı sesler, görüntüler ve stres nedeniyle sinir sistemi
adeta çökmüştü. Elini Kemal'e uzattı. Kemal onu elinden tutup, az
önce geldikleri kalabalığa doğru yürüdü. Canan adeta düşünemez
haldeydi. Etrafındaki insanlar canlarıyla o kadar meşguldü ki, çocuk
tacizcisi Kemal'in, tanımadığı bir kızı elinden tutmuş yanlarında
durduğundan ve tamamen başka bir bir zihinsel boyuta geçtiğinden
haberleri yoktu.

24.
Eğitim kampı dışarıdan bakıldığında çiftliği andırıyordu. Ancak
yapının içine girince durum biraz daha anlaşılabilir bir hal alıyordu.
Sami Begiç, ayak işi sayılabilecek dosyalama bölümünde çalışıyordu.
Ama en stratejik nokta orasıydı. Tabii MI6 için…
Bu sırada merkeze getirilen Türklerle çok iyi dost olmuştu, çünkü iyi
Türkçe konuşuyordu. Kendisini paradan başka derdi olmayan,
materyalist, hiçbir şey umurunda olmayan bir manyak olarak
tanıtmıştı. Böylece insanlarla kolay iletişim kurabilmiş ve ondan
şüphelenmesinin önüne geçmişti. Bulunduğu ortama son derece
uygun bir karakter yapısı çiziyordu.
Eğitim alan grubun akıl hocalığını yapan Alman ondan
hoşlanmamıştı ama şüphelenmesini gerektiren bir durum yoktu.
Nihayetinde merkezin güvendiği adamlardan şüphelenmesi
gerekmiyordu.
Eyleme katılacak Türkler ertesi gün yola çıkacakları için kendi
aralarında bir çeşit parti veriyordu. Kafaları iyice kıyak olmuştu.
Elmakurdu kapıyı çaldı. Partiye katılmak istediğini söyledi. Hiç
düşünmeden kabul ettiler.
Türkiye’deki kaostan bahsediyorlardı. Medyada duyulmayan
şeyleri konuştuklarından şüphesi yoktu. Sami Begiç için önemsiz
ayrıntılardı bunlar. O sadece hedefine odaklanmıştı.
“Ben de sizinle olmak için neler vermezdim bre.”
“Gitsene oğlum, Sami… Git oğlum, daha büyük olaylar olacak.
Sen de katıl, kaostan payını al...”
Kahkahayı koyverdiler. Sami Begiç de onlara katıldı.
“Yav bilmem ben oraları. Alın beni de götürün sıkıldım
buralardan be. Gidelim de biz de dünya gözüyle bir savaşa katılalım,
indirelim ganimetleri be.”
“Bilmem ki, Hans’a sormamız lazım.”
“E sorun be ne olacak, orada o kadar insan var, bir sami fazla
olsa ne olur?”
“Oğlum sami biliyorsun. Özel bir görev var. O görev için
gidiyoruz.”
“Lan ben sizin her şeyinizi biliyorum keratalar, geleyim işte
bende be.”
O sırada kapı açıldı. İçeriye giren Hans’ın yüzü asıldı.
“Lan Hans asılmasın yüzün bak bu kardeşimiz de bize katılmak
istiyor alalım mı?”
“Bu mümkün değil.”
“Alalım lan işte ne olacak?”
İçki etkisini göstermişti. Nihayetinde bu adamlar profesyonel
değildi. Bu iş için seçilip, eğitilen gençlerdi. Hans risk almak
istemiyordu ama grubun görevi önemliydi. Bu aptalın onlara ayak
bağı olmayacağını düşündü. Türkiye’de bir yerde bırakırlardı.
“Tamam. Gelsin o zaman. Ancak görev noktasına gelemez.”
“Yok oğlum, zaten gelmek isteyeceğini sanmam....”
“Tamam olur o zaman.”
Sami Begiç, havaya zıpladı. Bir gerizekalı görüntüsü veriyordu.
Hans da onun gerçek bir gerizekalı olduğunu düşünüyordu. Casus
olsa şu an bulunduğu noktayı bırakmak istemezdi. Eğitim kampında
görevlerinin keskin nişancı suikasti olduğunu konuşmuşlardı.
Grubun tarihin gördüğü en büyük bombalı aracı patlatacağını henüz
kimse bilmiyordu. Bilselerdi herhalde hiç biri orada olmak istemezdi.

25.
Barack Obama, Beyaz Saray’daki ofisinde oturuyordu,
mutsuzdu. Az sonra kendisini ziyarete gelecek olan kişiyi bekliyordu.
Hiçbir şey istediği gibi değildi. Amerikan Başkanı olurken ne hayaller
kurmuştu ama şimdi sadece kim olduğunu bilmediği insanların
aldıkları kararların altına imza atmaktan başka yaptığı bir şey yoktu.
Üstelik onun imzasıyla işlenen suçların haddi hesabı yoktu. Psikolojik
olarak o bir hiçti artık.
Kapı çalındı, içeriye kel kafalı, derin bakışlı biri girdi girdi.
Pentagon içerisindeki küçük bağımsız ofiste geleceği şekillendiren bir
ekibi idare ediyordu. Amerika Birleşik Devletlerinin tüm askeri ve
finansal stratejilerinde son kararını o ve ekibi veriyordu. Bu özel
danışman, dünya üzerindeki güçlerin sır küpü gibiydi. Göreve gelen
seçilmiş başkanların ilk yaptığı onun atamasını imzalamak olurdu.
Her başkan bunu yapmaya mecburdu.
Barack Obama onu görünce ayağa kalkıp yanına gitti. Son
derece nazik bir şekilde konukları için ayrılmış kanepeye buyur etti.
Kendisi de koltuğun karşısına geçti. Başkan’ın gergin olduğu her
halinden belliydi.
“Lütfen neler oluyor anlat bana.”
“Sevgili Barack rahatla biraz. Güç hala bizimle. Ama şiddetli bir
kırılma yaşanıyor. Bu kırılmayla uyumlu bir ruh haline
bürünmeliyiz.”
“CIA’i kontrol edemiyorum. Doğru bilgi aldığımdan emin
değilim. Türkiye’de olanları kontrol edemiyoruz. Oysa bu olanların
bizim kontrolümüzde gelişmesi gerekiyordu.”
“Bizim kontrolümüzde olmadığını mı düşünüyorsun?”
“Değil, Ancak hala saldırı devam ediyor. Saldırının kontrollü bir
şekilde olması gerekiyordu. Ancak kontrolsüz bir şekilde tüm sistemi
çökertecek gelişmeler yaşanıyor.”
“Barack, senin sorunun çok şey yapmak istemen. Biz
başkanların fazla şey bilmesini ve işe fazla karışmasını istemeyiz.
Onlara gerekmedikçe bir şey söylemeyiz. Bu zordur çünkü.”
“Bu ne anlama geliyor?” Başkan sinirlenmişti. Akıl danışmak
için çağırdığı adam kendisini aşağılıyordu.
“Barack, bu koca sistemin başına gelen birinin gücü
yönetmesine izin verilir mi sence. Mantıklı ol lütfen.”
“Neler saçmalıyorsun. Sen sadece bir danışmansın.”
“Ah sevgili Barack. Eğer kurallarına uymazsan dünyayı yöneten
bir devletin başında, bir dakika bile duramazsın. Söyle bana neden
ona yardım etmek istiyorsun?”
“Çünkü Pentagon'da yaptığımız strateji toplantıları…”
“Ha ha ha… Strateji toplantıları…”
“Neden gülüyorsun?”
“Bak işte bütün mesele o strateji toplantılarında… O strateji
toplantıları da aslında stratejinin bir parçası…”
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
“Churchill’in bir sözü var. Savaş zamanı gerçekler o kadar
değerlidir ki bir yalanlar ormanı tarafından korunmalıdır der.”
“Sen ne demek istiyorsun daha açık konuş.”
“Diyorum ki, senin o strateji toplantıların da aslında Türkiye'ye
kurulan tuzağın bir parçasıydı.”
“Ne? Ne yani, beni, koskoca Amerikan Başkanı’nı kandırdınız
mı?”
“Barack…Barack… Farkında mısın, hala mücadele ediyorsun.
Seni mücadele edesin diye getirmedik.”
“Bana bak, beni Amerikan halkı seçti sen de kim oluyorsun, seni
görevden alıyorum.”
Adam gülmeye başladı.
“Ahahaha gerçekten işi öğrenme niyetin yok. Beyler Lütfen
içeri buyurun.”
Kapı açıldı. Kimse haber vermemişti. Odaya Neo-Con’ların
tanınan ve ileri gelen isimleri girdi.
Barack Obama şaşkınlıktan bembeyaz olmuştu.
“Siz burada ne arıyorsunuz? Bu ayarlanmış bir toplantı değil.
Çabuk çıkın dışarı.”
Yaşlı adam gülmeye devam ederken ona odaya gelen Neo-
Conlar da katıldı.
“Sevgili Barack, hiçbir yere gitmiyorlar. İlk dönem, strateji
gereği senin dediklerin olmuştu. Bu dönem o dediklerin olmayacak,
dolayısıyla artık Dış politika konusunda cumhuriyetçi parti üyesi
dostlarımız aktif olacak. Sen rahat olabilirsin artık.”
“Bunu kabul etmiyorum. Ben Amerikan ordusu
Başkomutanıyım.”
Kapı tekrar açıldı. Herkesin başı kapıya çevrildi. İçeri gireni
görünce Obama bir kez daha şaşırmıştı. Kapının hemen girişinde eşi
Michelle Obama duruyordu.
“Gel Michelle, lütfen gel.” Dedi danışman...
Michelle Obama içeri girip, Barack Obama’nın yanına gitti.
Baışları her zaman olduğundan çok farklıydı.
“Michelle. Biz seninle Harvard Üniversitesi’ndeki yaz kampı
sırasında konuştuğumuzda Barack’ın ne kadar muhteşem bir insan
olduğundan ve onun sorun çıkartmayacağından söz etmiştin. Evet,
muhteşem bir insan ama sorun çıkartıyor. Cumhurbaşkanını
kandırmanın en etkili yolu, seni kandırmaktı Barack. Bizi
anlamalısın.”
Michelle, Başkan’a dönüp gözlerinin içine baktı.
“Onunla anlaşmak zorundasın. Biliyorum, kendini kullanılmış
hissediyorsun ama bir süper gücün yönetilmesi kolay bir şey değil.”
Başkan üzgün görünüyordu.
“Bana onunla konuştuğundan bahsetmemiştin.”
“Özür dilerim, gerçekten özür dilerim.”
“Bu yaptığınız… Bir... Bir darbe…”

26.
Okulun demir kapısının açılmas sesiyle, sanki Sarıço'nun
zihnindeki şeytanların kapısı da açılmıştı. Kapıyı ittirerek girdiler
içeriye. Kapı görevlisi fener ışığıyla onları görmeye çalışıyordu. Işığı
üzerlerine tuttuğu anda yaptığı hatayı fark etmişti, gözleri kocaman
açıldı ama artık çok geçti.
"Siz polis değilsiniz!" diyebildi.
"Kapat ulan o ışığı piç" diyen Sarıço elindeki silahın kabzasıyla
kafasına sert bir şekilde vurdu. Bu sırada bahçede dolaşan iki yabancı
kadın öğretmen onları görüp çığlığı basmıştı. Sarıço yanındakilere
döndü.
"Yakalayıp susturun lan şunları."
Kafasız ve Dümbük iplerinden boşalmış gibi gidip kadınları
yakaladılar. Biri yapılı bir İtalyan diğeri ise Fransızdı. Güçlü
kuvvetliydiler. Kafasız ve Dümbük sürekli spor yaptıkları belli olan
kadınlarla başa çıkamadıklarını görünce paniğe kapıldı. Çığlıkları
bahçenin duvarlarında yankılanıyor ve sınıflara çok gülü biçimde
gidiyordu.
Sarıço öfkeden kudurmuştu. Koşarak yanlarına gitti ve
kadınların kafalarına silahının kabzasıyla vurdu. Kadınlar daha da
fazla bağırmaya başlamıştı. Yüzleri kan içinde kalmıştı.
"Ulan bu işi beceremezseniz sizi gebertirim" diye bağırdı
yardakçılarına. Kafasız ve dümbük sokakların bedenlerine yüklediği
o deli kuvvetiyle saldırdı bu sefer; iyice korkmuş kadınları yere
yıktılar. Kendilerini kaybetmiş gibi saldırıyorlardı. İki öğretmenin
çığlıkları tekmelerin etkisiyle boğulmaya başlamıştı. Bu sefer
kafalarına çarpan tekmelerin sesi yankılanıyordu bahçede. İki
yardakçı kadınları bacaklarından tutarak bahçenin köşesine doğru
çekmeye başladı. Sarıço yukarı, sınıfların camlarına
baktı....Oradaydılar...
Merve ve Yeşim adeta şoka girmiş gibiydi. Sınıfın içinde
kızların küçük çığlıkları duyuluyordu. Bahçede meydana gelen şiddeti
göremiyor ama sesleri duyuyorlardı. Sınıflardan bahçeye yansıyan
ışıkların oluşturduğu gölgelerden neler olduğunu tahmin
edebiliyorlardı.
Merve hemen whatsapp'a sarıldı. Aslında kızların hemen
hemen hepsi öyle yapmıştı. Korkudan titreyerek sürekli iletişim
kurmaya çalıştıkları ailelerine durumu bildirmeliydiler. Ama
internette yine kesiklikler başlamıştı. Zaten ulaşabilselerdi de aileleri
onlara ulaşamazdı. İstanbul'daki araçların artık hareket edebilecek
durumu yoktu. Çoğu yanmaktaydı ve ulaşım sistemi tamamen
durmuştu.
Kolejde okuyan öğrenciler durumun farkında değildi.
Bulundukları bölgeden dumanların yükseldiğini, gökyüzünü
aydınlatan alevlerin yansımasını görebiliyorlardı. Erkekler biraz
daha güçlü görünüyordu ama yüzleri bembeyaz olmuş korkmuşlardı.
"Ya ulaşamıyorum babama. Kesik internet." dedi Merve. Dizleri
tutmuyordu korkudan.
Yeşim de farklı sayılmazdı. Hatta aklını yitirmiş gibiydi. Sürekli
bir şeyler söylüyor, arada kendi kendine konuşuyordu.
"Ya arıyorum arıyorum cevap gelmiyor. Şuna bir de mesaj
atayım. Ya neden bağırıyorlar bahçede korkuyorum."
Sarıço okulun içine girdi. Merdivenlerde karşılaştıklarına
ağzından köpükler saçarak bağırıyor ve sınıflarına kapanmalarını
söylüyordu. Onlar da... Onun söylediğini yapıyordu... Sarıço buna
inanmıyordu. Onu Sokak köpeğinden daha çok aşağılayan insanlar
şimdi ne derse yapıyordu. Beyni kısa devre yapmak üzereydi. Üst
kata çıktığında bir sınıfın kapısının yarı yarıya açık olduğunu gördü,
erkek öğrenciler kafalarını dışarı çıkartmış merakla dışarıyı
izliyordu. Sınıfın önünde bir öğretmen bekliyordu. Sarıço yukarı
çıkınca öğretmen karşısına geçti. Sarıço'nun gözü sınıftaydı.
Öğretmene odaklanamıyordu bile. Onun sınıfa baktığını gören
öğrenciler korkuyla kapıyı ittiler ama hala biraz aralıktı. Sarıço o
aralıktan görünen gözlerdeki korkuyu okuyordu. Kendisini tanıyordu
Sarıço, adeta bir vahşi hayvana dönüştüğünü. Onu bu hale neyin
getirdiğini bilmiyordu bile.
"Siz kimsiniz? Lütfen okulu terk edin" dedi öğretmen, yeni
öğrenilmiş bir Türkçeyle.
Sarıço ise sınıfın aralık kapısından bakıyordu..O an... Merve'nin
mavi gözleriyle kesiştiği o an... Onu tanımıştı... Okulun önündeki dar
sokaktan geçerken onunla dalga geçen kızlardan birisiydi...Aralarında
çok az bir mesafe kalmıştı.
Kaskatı kesildi. Bu neyin duygusuydu bilmiyordu, duyguları
bilmiyordu aslında, her duygu onun için yeni sayılırdı...
Elindeki silahı doğrulttu ve okul yöneticisine ateş etti. Sınıfın
içinden kopan çığlıklar ve hemen ardından sınıfın kapasının sıkıca
kapanması... Sarıço garip bir muytluluk hali yaşıyordu, kendinde
değildi. Şu an yaptığının yada yapacaklarının onu nereye götüreceğini
bilmiyordu. Olmayan aklı iyice bulanmıştı, sadec intikam istiyor
gibiydi. İntikamını nasıl alacağını ise hiç bilmiyordu.
Silahı kapıya çevirdi.
"Açın lan kapıyı diye bağırdı."
Kapı açılmadı. Ne o lan, yoksa Sarıço'nun yeni elde ettiği
iktidara karşı duran mı vardı. Elindeki silaha, elindeki güce baktı.
Onun tetiği olabilirdi ama Sarıço'nun beyninin tetiği yoktu.
Makinenin tetiğine bastı arka arkaya. Patlamalara sınıfın
içinden gelen korkunç feryatlar ve çığlıklar eklendi.
Sarıço kapıya geldi ve sert bir tekme attı. Kapı zorlandı, onu
kapalı tutmaya çalışan erkek öğrencilerden bazıları vurulmuş ve yere
düşmüştü. Mutlak bir kaos vardı sınıfın içinde ve yerde kan gölü
oluşmuştu. Sesler üzerine diğer sınıflardan çıkan öğrenciler elinde
silahla Sarıço'yu görünce sınıflarına kapanıp kapıları kapalı tutmaya
çalıştı. Şimdi bütün katta çocuklar çığlık atıyor ama onlara kimse
yanıt vermiyordu.
Sarıço zorlayarak sınıfa giince bütün öğrenciler titreyerek bi
duvarın köşesine çekilmişti.
"Nolur abi ateş etme nolur" diye yalvarıyorlardı. Sarıço bu
olana inanamıyordu. Ne olmuştu ki? Bu neyin kırılmasıydı? Bi gün
öncesinin gerçekliği nasıl olur da böyle kolay parçalanabilmişti?
Çürük sarı dişlerini göstererek güldü. Gözünü Merve'den ve
yanında duran Yeşimden alamıyordu. Birbirlerine sıkı sıkıya
sarılmışlar ve ayakta durmakta zorlanıyorlardı.
Sarıço onlara uzattı silahı.
"Siz ikiniz yanıma gelin." dedikten sonra pis bir kahkaha attı.
Merve ve Yeşim adeta duyduklarına inanamıyordu. O garip görünüşlü
çocuğun elinde silahla onları yanına çağırdığına inanamıyorlardı. Hiç
seslerini çıkarmadan kaskatı kesilmiş halde kaldılar.
"Demek gelmiyorsunuz... O zaman o iki kız dışında hepiniz
dışarı çıkın lan!"
Yine kimse hareket etmedi. Hepsi adeta şoka girmişti. Bu sırada
kapı açıldı. İçeriye Kafasız ve Dümbük girdi. Üstleri kan içindeydi.
Ellerinde kalın sopalar vardı. Okulun bahçesindeki küçük depodan
almışlardı. Kadın öğretmenleri de oraya götürmüş olmalıydılar.
Sarıço onlara döndü.
"Ne yaptınız lan siz?"
"Ben değil Sarıço, Kafasız yaptı."
"Ne yaptınız? O ne lan elinizdeki?"
Kafasız'ın elinde öğretmenlerden birisinin kafasına ait olan
koca bir elindeki saç parçalarını yere attı. Suratında şimdiye kadar
hiç görmedikleri bir ifade vardı. Sarıço bile tırsmıştı biraz.
"Daha yok mu? Of işte buraya bak depo var burda."
Kafasız yüzündeki kanı silip sınıftaki kızlara, erkeklere
bakmaya başladı. Beyni tamamen kapanmış gibiydi.
"Şu iki kız dışında hepsini dışarı çıkartın ne yaparsanız yapın.
Hareket edemiyorlar biraz yardımcı olun şu kolejli çocuklara."
Kafasız ve Dümbük ellerindeki sopalarla yaklaştılar erkeklere,
hepsi şoka girmiş terden sırılsıklam olmuştu. Kafasız ve dümbük
vargüçleriyle saldırdılar. Kalın sopaların genç insan bedenlerinde
çıkarttığı acımasız çatırtılar ve kemikleri kırılan çocukların bağırışları
o kadar yüksekti ki, duvara dayanmış olan kızların bazıları bayıldı.
Merve'nin de gözü kararmıştı, Yeşim ise kendini tamamen kaybetmiş
gibiydi. DIşarıdan duyulan silah seslerindeki artış ise onlara kimsenin
yardıma gelmesi ihtimalini her geçen saniye azaltıyordu.
Sınıftaki bütün erkekler artık yerde yatıyordu. Kafasız ve
Dümbük yerde yaralı yatan çocuklara vurmaya devam ediyordu.
Kendilerince kızlara hava atıyorlar, ne kadar güçlü olduklarını
göstermeye çalışıyorlardı.
"Tamam ulan vurmayın hepsi kıpırdayamaz hale geldi. Alın
kızları siktirin gidin burdan..."dedi Sarıço.
Kafasız ve Dümbük kızları çekiştirerek sınıfın dışına çıkarttı.
Sarıço karşısında tamamen korumasız kalmış olan iki kıza baktı.
Beyni kısa devre yapmak üzereydi. Bu nasıl olabilirdi? Devlet ortadan
kalkmıştı, yada her ne olduysa bilmiyordu ortada onu durdurabilecek
hiç bir şey kalmamıştı. Adeta burnundan soluyordu.
"Soyunun lan!" diye bağırdı. Her geçen saniye beynindeki
damarların daha da kanla dolduğunu duyumsuyordu. Gözlerinde
hafif kararmalar başlamıştı. Karşısında titremekten şoka girecek
kızlar kadar, bayılmaya yakındı. Hayır, onların hareket edecek
durumu yoktu. Sarıço yanlarına gitti. Onlara o kadar yaklaşmıştı ki,
Merve ve Yeşim'in kokularını duyabiliyordu. Onların bedenlerinden
yükselip, Sarıço'nun kıl ve kir dolu burnuna giren kokular, varoluşun
temellerinde şiddetli depremler yaratıyordu. Elini Merve'nin
boynuna götürdü. Beyni kesik kesik sinyaller gönderiyordu şimdi. O
kıza ne yapacağını düşünmek beyninde ölü hücreleri canlandırırken
aşırı hızda enerji kaybetmesine neden oluyordu. Ne yapmak istediği
konusunda bir fikri yoktu. Ona tecavüz etmek mi?... Yoksa onu
sindirmek mi?... Ona tecavüz etmek bir anlam ifade etmeyecekti. Onu
yemek istediğini düşündü. Koridordan gelen çığlıkları duymuyordu
Sarıço, Kafasız ve Dümbüğün oradaki çocuklara neler yaptıkları
konusunda en ufak fikri yoktu ve umursamıyordu. Tamamen
Merve'ye odaklanmıştı... Onu yemek ve sonsuza kadar onunla
bütünleşmek istiyordu... Yavaşça dudaklarına yaklaştı. Merve adeta
durmuştu; herşeyiyle tamamen durmuş gibiydi. Sadece kalbi
atıyordu, çılgınca... Sarıço, onun kalbini çılgınca attıran kişi olduğu
için kendisiyle gurur duyuyordu. İşte başarmıştı, herkesin aşık
olacağı bir kızın kalbinin çılgınca çarpmasına sebep olmayı
başarmıştı. Dişlerini onun dudaklarına geçirip parçalamak üzereydi
ki kapıya atılan sert bir tekme ile odağı bozuldu.
"Lan gavat sen dur bir bakayım..."
Sarıço aniden döndü, korkmuş bir yaban domuzu gibiydi.
Sınıfın kapısında, üstü başı perişan halde kıyafetlerle dolu, sokakta
yaşadığı her halinden belli olan ve elinde av tüfeği bulunan bir adam
duruyordu.
"Sen kimsin lan! Senin soyunu sopunu...." diyerek adama
saldırdığı anda elindeki tüfeği gördü. Hemen silahını doğrultmaya
yeltenmişti ki;
"Senin adın ne?" Dedi Yeşim.
Sarıço bi an için durdu ve ona baktı. O sırada yaşlı adam tüfeği
doğrultup tetiğe basacak zamanı bulmuştu. Av tüfeğinden çıkan
domuz mermisi Sarıço'nun bedeninin bir kızmını koparmış ve onu
hızla yere sermişti. Sarıço kendi kanından oluşan bir gölde son
nefesini vermek üzereydi.
Adam Merve ve Yeşim'in yanına geldi, sürekli olarak ağzında
bir şeyler mırıldanıyordu. Ben demiştim, ben demiştim gibi bir şeyler
söylüyordu. Kızların iyi olup olmadığını kontrol etti. İyi olduklarına
kanaat getirince;
"Sakın okuldan ayrılmayın. Dışarıda durum daha kötü" dedi ve
geldiği gibi hızla uzaklaştı. Sınıfa gelmeden hemen önce Kafasız ve
Dümbüğün beyinlerine vurduğu dipçik darbeleriyle onları da
öldürmüştü. Okulun bahçesinden geçerken köşede feci şekilde
tecavüz edilerek öldürülmüş, bedenlerinin formu bozulmuş iki
öğretmene baktı.
"Ben söylemiştim... Ben söylemiştim..." diyerek karanlık
sokağın içinde gözden kayboldu. Cihangir'e doğru gidiyordu, orada
çok kötü şeyler yaşandığı gelmişti kulağına. Belki birisini kurtarırım
diye düşünüyor ama mırıldanmayı hiç kesmiyordu.
"Ben söylemiştim...Ben söylemiştim..."

27.
General Massimo, çok gizli yeraltı karargahında uydudan gelen
görüntüleri takip ediyordu. Yanında askeri istihbarat ve savunma
bakanlığından bürokratlar da vardı. Tabii bir de Joram Soljick... Her
zaman ki şeytani bakışıyla, uydudan gelen görüntülere bakıyor,
General'in yüzündeki ifade değişikliklerini tartıyordu.
"Sistemin parçaları arasındaki bağlantı bir hayli zayıflamış
olmalı. Ama bilemiyorum, henüz indirilecek darbenin anlık olarak
kopartacağı kadar zayıfladı mı?"
"Bay Joram, bu konuda sizin getireceğiniz görüşlerin çok
önemli olduğunu biliyorsunuz. Bizler gerektiği takdirde eldeki tüm
gücü istenen noktaya yönlendiririz. Ancak alınacak sonucu
matematiksel olarak hesaplamak sizin yeteneğiniz."
"Hımmm... Bilmiyorum bilmiyorum, emin değilim. Kitlelerin
hareketlerini açıklamaya çalışan matematiksel modellere çok
güvenmiyorum doğrusu."
"Eğer merak ettiğiniz bir şey varsa cevaplayabilirim..."
"İstanbul'da durum nedir? Orada yaptığımız gezi çalışması
neticesinde şimdiye kadar kurulmuş olan bağları tam olarak yok
edebildik mi?"
"Bay Joram, saha ajanlarımızın verdiği raporlarda şunu açıkça
görüyoruz. Gezi ayaklanması sayesinde hayatı boyunca arkadaş olan
insanların birbiri ile arkadaşlıkları sona erdi. Birbirlerinin
sorgulamadıkları ve bilmedikleri ayırıcı özelliklerini öğrendiler.
Açıkçası aralarında pozitif anlamda bir bağ pek kalmadı...."
"Peki insanlar arasındaki bu bağların negatife geçip geçmediği
konusu ne durumda? Yani birbilerine düşman oldular mı? Yani biz
yüklendiğimizde, birbilerini öldürmelerine yetecek kadar bağların
ortadan kalktığını söyleyebilir miyiz?"
General Massimo, Joram'ın yüzüne baktı. Bu adam nasıl bir
beyne sahipti böyle?
"Bay Joram, buna nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum... Yani
bilemiyorum açıkçası..."
"Bakın General, Roma'nın varlığını görünmez bir halde
sürdürmesinin tek sebebi çok düşünmesi, çok akıl etmesidir. Yoksa
bir gün bile varlığını sürdüremez. Bize şu anki durumla ilgili bilgi
verin. İlk yapılan saldırılar sonucunda birbirlerini öldürmeye
başladılar mı?"
"Hayır Bay Joram, hayır... Böyle bir şey olmadı... Niye
bilmiyoruz...Sadece suçlu karakterli insanların devletin meşgul
olması neticesinde çılgınca suç işlediğini biliyoruz ama hepsi bu.
Kitlesel bir birbirine düşme görülmedi."
Joram, düşünceliydi... Bu istediği cevap değildi...
"O zaman bir şeyler yapmalı... Zira ana kuvvetimiz
yüklendiğinde kısa süre içinde sistem dağılmazsa..."
"Dağılmazsa..."
"Sonuçları çok kaotik olabilir... Unutmayın henüz insanları
tamamen robota dönüştüremedik. Her ne kadar akıllı telefonları
sayesinde beyinleri bir hayli durma noktasına yaklaştıysa da, hayır,
henüz robotlaştıramadık."

28.
Sami Begiç öğrendiği bilgi karşısında yerinde duramaz
olmuştu. Geç saatlerde bulundukları eve gelen adamlar onlara esas
görevi açıklamıştı. Gruptakiler emre boyun eğmek zorundaydı. Karşı
çıkamazlardı. Ürpermişti Ajan Elmakurdu. Bir bombalı araç saldırı
hücresinin tam ortasında durduğunu o an anlamıştı.
Saatler geçtikçe yine eğlence başlamıştı. Uyuşturucu ve içki
sayesinde yarın öleceklerini unutmaya çalışıyorlardı.
Ertesi gün Cumhurbaşkanlığı köşküne bir saldırı
düzenleyeceklerdi. Onlarca ton ağırlığında bombayı yükledikleri
aracı saraya sokmaya çalışacaklardı. Tabii Hans bunun pek mümkün
olmadığını biliyordu. Eğer başarırlarsa büyük bir darbe gerçekleşirdi.
En kötü ihtimal psikolojik bir yıkım hedefleniyordu. Hiç olmazsa
devletin üst kademesinden önemli isimleri ortadan kaldırmayı
hedefliyorlardı. Sami, bunları duyunca neredeyse kendisini belli
edecek kadar kimyası bozulmuştu. Çok büyük bir işti bu. Yaklaşık 68
ton patlayıcı yüklü bir tır hazır halde bekliyordu. Onun yolunu açmak
üzere iki greyder kiralanmıştı. Greyder önde gidip yol amaya
çalışacak, bombalı araçta peşinden gidecekti.
Geç saatlerde evdeki herkes uykuya dalmış, daha doğrusu
sızmıştı. Sami Begiç ne yapması gerektiğine bir türlü karar
veremiyordu. Bir an önce Sırbistan’daki ajanla bağlantı kurmalı ve
MI6’e haber vermeliydi. Sessizce ayağa kalktı. Gece boyunca
durmadan içilen içki nedeniyle kimsenin bir şey duyacak hali yoktu.
Alman istihbaratından olduğunu düşündüğü Hans’ı kaldırıp götürse
ruhu duymazdı, o derece baygın yatıyordu.
“Bu nasıl iş ya?” diye düşündü. "Saçmalık..."
Yavaş adımlarla evin içinde hareket ederek kapıya gitti. Yine
aynı dikkatle açtı kapıyı. Hafifçe aralık bırakarak sokağa çıktı. Kapının
önüne oturdu. Yakalanırsa sigara yakmaya çıktım diyecekti.
Sigarasını yakıp sokağı dinledi. Sessizdi. Uzaktan karmaşanın sesi
geliyordu. Hafiften burnunu yakan gazın kokusuna, sirenlerin sesi
karışıyordu.
“İşleri zor, büyük saldırı yiyorlar. Hemen güvenli bir telefon
bulmalıyım” diye düşünürken karşı evin giriş katı penceresinin
hafifçe aralandığını ve yaşlı bir teyzenin dışarı baktığını fark etti.
Gülümseyerek hem de. Yalnız başına yaşayan bir emekli olduğu
belliydi. Evin içinden zayıf bir ışık sızıyordu. O anda Sami Begiç’in
aklına çılgınca bir fikir geldi. Bu teyzenin telefonundan MI6 Londra
merkezine ulaşabilirdi. Eğer kimse o eve girdiğini görmezse sorun da
olmazdı. Ayağa kalkıp teyzenin yanına gitti.
“Teyzecim iyi akşamlar. Bana bir çay ikram eder misin? Yoldan
geldik yorgunum.”
“Gel oğlum, misafire hayır denür mü hiç?”
Bir dakika sonra Sami Begiç, küçük oturma odasında çayını
yudumluyordu. Camdan sokağı gözetliyor ve kimsenin onu aramaya
çıkıp çıkmadığını kontrol ediyordu. Küçük kırmızı bir telefon
yanındaki sehpanın üzerinde, işlemeli bir bezle örtülü halde
duruyordu. Kim bilir en son ne zaman çalmıştı zili. Belki hatta bağlı
bile değildi. Şansını denemek zorundaydı.
“Oğlum peynirli börek sarmıştım, hemen atıveriyim yağa da
kızartıyım mı?”
Sami Begiç sevinçten zıplayacaktı.
“Ah teyzecim, ne güzel olur. Bir telefon görüşmesi yapmam
lazım. Yurtdışında eniştem var. Onu aramama izin verir misin,
parasını öderim ben sana.”
“Ara tabii, olur mu hiç öyle şey. Misafirden para mı alacaz gari?”
Teyze kalkıp mutfağa giderken Sami biraz da utanarak telefonu
açtı. MI6’in giriş kapısında bekleyen güvenliğin numarasını çevirdi.
İşi biraz zor olacaktı. Ama herkesin ona yol açmasını sağlayacak
birkaç cümle şifreli bilgiye sahipti.
Yaklaşık 5 dakikalık mücadelenin ardından nihayet merkeze
ulaşabilmişti. Merkezde Sırbistan'daki ajanla bağlantı kurabilen bir
aracı ajan vardı. Ona ulaşmıştı. Evnde olmalıydı ama ancak merkezin
üzerinden bağlantı gerçekleşebiliyordu.
“Sen gerizekalı mısın? Nasıl böyle bir güvenlik açığı verirsin.
Hangi telefondan konuşuyorsun? Güvenli mi?”
“Merak etmeyin sanırım bulabileceğiniz en güvenli telefon
burasıdır. Beni dinleyin. Yarın Cumhurbaşkanlığı sarayına
saldıracaklar. Arasına karıştığım grup bombalı araç grubu çıktı.
Hedefleri devletin üst kademelerine ağır zayiat verdirmek.”
Gizli ajan bir süre düşündü.
“Tamam. Telefonda bekle.”
Sami Begiç gergin bir halde beklemeye başladı. Karşı tarafta
son derece karmaşık şifrelerle çalışan bir uydu iletişiminin
gerçekleştiğinden şüphesi yoktu. Üstelik o şifre kırılsa bile iletişimin
kendisi de şifreliydi.
“Hepsini yok edebilirsin.”
“Ne hepsini yok etmek mi? Nasıl?”
Telefon kapanmıştı. Sami Begiç soğuk terler dökmeye başladı.

29.
Sekerek gidiyordu yaşlı adam Cihangir'e doğru... Ve sürekli
mırıldanıyordu..."Ben söylemiştim... Ben söylemiştim..."
Elindeki tüfeği doldurdu. Biliyordu, kötülüğün kafesini açmıştı
birileri... Masumiyeti yok etmek için harekete geçmişti şeytana tapan
benlikler... Ee, denize hep deniz yıldızı atmak değildi marifet.
Denizden çöp toplamak da gerekiyordu. O da biraz bunu yapacaktı.
Çok söylemişti, ama ona inanmamışlardı. O da bugünün geleceğini
bilerek bir köşede beklemişti.
Sokaklardaki karmaşanın nedeni ilk olarak pek çok evde garip
biçimde başlayan yangınlardı. İnsanlar kendi imkanlarıyla
söndürmeye çalışıyordu. Devletin elinde bulundurduğu imkanlar bu
ölçekte bir olaya karşı bir şey yapamazdı. Yapabilecek olsa da,
sokaklarda süren çatışmalar nedeniyle hareket etmek mümkün
görünmüyordu. Bir anda sokaklarda beliren, yabancı uyruklu tipler,
gördükleri her şeye ateş etmeye başlamıştı. Kim oldukları nereden
geldikleri belli değildi.
Cihangir'e geldiğinde midesi bulandı. Burada kötü insan
bulmakta zorluk çekmeyeceğini düşündü. Meydandaki çay
bahçesinde toplanan kalabalığın durumu içler acısıydı. Herkes şok
halindeydi. Ama orada elinden tuttuğu kızla sanki doğrudan
bağlantısı olmayan biri vardı. Gözü o adama takılmıştı. Etrafına garip
garip bakıyordu. Onları izlemeye başladı. Bu arada bazı evlerde
meydana gelen elektrik patlamaları nedeniyle bir hayli gürültü ve
bağırş çağırış yaşanmaktaydı. Gözüne kestirdiği adam etrafına iyice
baktıktan sonra kızı elinden tutup sürükleyerek kalabalıktan ayrıldı.
Yokuş aşağı karanlık sokağa doğru yürümeye başladılar. Kız
kendinde değil gibiydi. Titriyor ve aeta onu çektikleri yere doğru
sürükleniyordu. Karşı koyamıyordu ama gitmek de istemiyor gibiydi.
"Tipini s... senin." dedi içinden yaşlı adam. Hiç hoşlanmamıştı
ondan. Bir pislik olduğu belliydi. Onları takip etmeye başladı. Kemal
sinsice hareket ediyordu.
Adeta zifiri karanlığa bürünmüş bir sokağa gelmişlerdi. Duman
nedeniyle sokağa girenler gözden kayboluyordu. Kemal ve elinden
tutup sokağa soktuğu Canan da gözden kaybolmuştu. Yaşlı adam
elinde tüfeği ile dumanların arasına girdi... Bir an gözleri hiç bir şey
görmez oldu... Saniyeler sonra kendisini adeta dünyadan izole edilmiş
bir noktada bulmuştu. Sokağın iki tarafı dumanla mühürlenmişti.
Evlerde yanan ateşlerin ışığı dumanlara yansıyor, sokağın içinde
garip bir aydınlık oluşuyordu. Yaşlı adam, Kemal'i Canan'ı yere
yatırmış üzerindeki kıyafetleri zorla çıkarmaya çalışırken gördü.
Arkası ona dönüktü. Adam tamamen dokunulmaz hissediyor
olmalıydı kendisini... Canan ise kaskatı kesilmiş reddediyordu. Ancak
Kemal'in gücü ince kaslarının yavaş yavaş çözülmesine neden
oluyordu.
"Bak sen pezevenge..." dedi yaşlı adam. Kemal birden durdu.
Öylece, hiç nefes bile almadan... İnanamıyodu, nasıl olur da
yakalanmıştı. Bir şeyler yapmalıydı. Başını hafifçe çevirdi.
"Utanmıyor musun lan O..Ç.."
Kemal bağırarak adamın üzerine koşmaya başladı. Yaşlı adam
tüfeğini ateşledi ama çok yakınlardı, mermi Kemal'in kafasının çok
yakınından geçmişti. Ancak o kadar yakınından geçmişti ki, kulağının
bir kısmını koparmıştı. Ancak yaşlı adama çarpıp onu yere düşürmeyi
başarmıştı. Kemal elini kulağına götürdü. Oluk oluk kan akıyordu. O
an sonunun geldiğini hissetti O güne kadar işlediği günahlarından bi
şekilde sıyrıldığını zannetmişti, ama bugün; fak abastığı gündü. Hata
yaptığını anladı ama geç kalmıştı artık. Hayır, kurtuluşu yoktu.
Adama yumruklar atmaya başladı. Yaşlı adamın yüzü önce kıpkırmızı
oldu, sonra burnu kanamaya başladı ama bir hayli sert ve dayanıklı
görünüyordu. Kemal'in modern hayatın içinde gücünü kaybetmiş
kollarındaki güç hızla tükendi.
"Bu kadar mıydın lan?" dedi Yaşlı adam.
"O yüzden mi çoluk çocuğa tecavüze kalkışıyorsun?" diye
ekledi.
Sert bir hareketle kemali üzerinden attı. Canan parçalanmış
kıyafetlerini üzerine çekip duvar dibine sığınmıştı. Kemal nefes
nefeseydi, fenalaşmıştı. Duman etkisini göstermeye başlamıştı
ciğerlerinde. Sigarayla dolu ciğerlerin bile dayanmasının bir sınırı
vardı. Yere çöktü ve sırt üstü yattı.
Yaşlı adam tüfeğini alıp başucuna geldi.
"Bu olanda bir güzellik var biliyor musun? Bu olay olmasaydı,
senin daha on yıllarca yaşamaya devam ettiğini düşünmek bile
istemiyorum."
"Bana ne yapacaksın?" diye sordu Kemal, nefes nefese.
"Hah ha ha, gerizekalı bir de soruyor. Hiç düşünmeden seni
bitireceğim. Kızım sen başını öte yana çevir."
Canan başını çevirdi. Yaşlı adam tüfeği doğrulttu ve hiç
tereddüt etmeden kemalin beynini asfalta yapıştırdı. Hemen dönüp
Canan'ın yanına geldi.
"Sana kıyafet bulmamız lazım." Ayağa kalktı, yanında
durdukları evin kapısının kilidine ateş etti. Ev terk edilmiş
görünüyordu. Hızla içeri daldı. Bir kaç dakika sonra elinde bir takım
kıyafetlerle Canan'ın yanına geldi.
"Kusura bakma bunların içinde erkek çocuğu kıyafeti de var
herhalde."
Canan'ın yüzünde bir gülümseme belirdi... Hayata dönmeye
başlamıştı...

30.
Cumhurbaşkanı gizlice MİT merkezine gitmişti. Hem en güvenli
yer orasıydı hem de iletişim amaçlı geliştirilen tüm gizli aygıtlar
elinin altında olacaktı. Bu noktaya nasıl geldiklerini düşündü. Tek
başına kalmıştı, yola beraber çıktıkları insanlar yavaş yavaş ortadan
kaybolmuştu. Şimdi bunun bir anlamı olabileceğini düşünüyordu.
Elinde dev bir sistem vardı ve o tek başına kalmıştı.
“Durum nedir?”
Bilgisayarları başında Türkiye’nin stratejik bilgi işlem
altyapısını takip eden uzman, gözlerini ekrandan ayırmadan
cevapladı.
“Elektrik sağlayıcı sistemlerin bilgisayarlarına sızmaya
çalışıyorlar.”
“Elektrikleri tamamen mi kesmeye mi çalışıyorlar.”
“Evet Efendim. Türkiye’nin yarıya yakınında elektrik kesilmeye
çalışılıyor. Daha önceki saldırıda elektromanyetik dalgalar
kullanılmıştı. Eğer sistemlere sızarlarsa tekrar elektriğin gelmesi çok
uzun zaman alabilir.”
“Nereden giriyorlar sisteme?”
“Bize ulaşma sırasına göre tespit edebildiğimiz noktalar; Malta-
Roma-Berlin”
“Yani nerden giriyorlar?”
“Söylediğim noktalarda iz bırakarak ilerliyorlar. Nihai başlangıç
noktası neresi henüz belirleyemedim. Ama Berlin’den girilmiş gibi
görünüyor.”
Telefon çaldı. Cumhurbaşkanı atik bir hareketle telefonu
cebinden çıkarıp cevap verdi. Karşısındakini dinledikten sonra
uzmana doğru eğilip;
“BDDK başkanı aradı, Devlet bankalarının sistemlerine de
saldırılar varmış...”
“Banka sistemlerini bir süre kapatır sorunu çözeriz. Ancak
elektrik altyapısında böyle bir lüksümüz yok. Sisteme girilirse işimiz
biter.”
“Eğer elektrikler giderse bu karmaşayı kaosa çevirmek
isteyenler için büyük kazanç olur. Mutlaka engellememiz gerekli.”
“Merak etmeyin efendim. Yeterli kaynağımız mevcut.”
“Bu işten kurtulursak bütçenizi ikiye katlayacağım...Daha sonra
bana tekrar rapor ver tamam mı?”
"Başüstüne efendim."
Cumhurbaşkanı, uzmanın odasından çıktı. Korumalarına rahat
olmalarını yakınlarında bulunmalarına gerek olmadığını söylemişti.
Tüm MİT binası bir kaleye çevrilmişti, burada korunmasına gerek
yoktu.
Koridorda yürürken arkasından birisinin geldiğini duydu ama
dikkat etmedi. Arkasından yürüyen kişi o kadar yaklaşmıştı ki, bi
şeyler yapması gerektiğini düşündü. Hızla döndüğünde karşısında eli
silahı birisi duruyordu.
"Hemen benimle gelmeniz gerekiyor."
Cumhurbaşkanı adamın gözlerinin içine baktı. Hiç bir acil
durum belirtisi göstermiyordu.
"Bu silah da neyin nesi?"
"Zamanımız yok. Hemen koridorun sonundan sola döneceğiz.
En ufak bir hata yaparsanız, bunun bedelini ödersiniz."
Cumhurbaşkanı etrafa bakındı. Ortada kimse görünmüyordu.
Duruma bir anlam verememişti. Garip şeyler döndüğüne şüphe
yoktu. Döndü ve adamın dediği yönde yürümeye başladı...

31.
“Haydi herkes hazırlansın. Bitirelim bu işi.”
Sami Begiç, geceleyin eve geri döndükten sonra, arka tarafta bir
köşeye sızmış, kötü rüyalarla dolu bir uykuya dalmıştı.
Evin bulunduğu sokağın çıktığı ana caddeden kalabalık bir
grubun çığlıkları, sloganları yükseliyordu.
Ev de en az sokak kadar karışıktı. Herkes aceleyle hareket
ediyordu. Ev sahibinin verdiği uyuşturucuları çekip beyinlerini
düşünmez hale getirmeye çalışırken, Sami kendini tamamen
unutturmayı başarmıştı. Artık saldırı başlamak üzereydi, heyecandan
hiçbir şey umurlarında değildi.
Sami kapı aralığından salona baktı. Evin içinde dün akşam
görmediği pek çok kişi vardı.
Hans salonda silahlı gruba bir takım talimatlar veriyordu. Yazık
bu çocuklara, bunlar bilgisayar oyunu oynadığını zannediyor diye
düşündü Elmakurdu. Ne yapacağını bilmiyordu. Bu işlerde öğrendiği
bir şey varsa o da çok fazla düşünmemek gerekliliğiydi. Bir samuray
gibi olmalıydınız, hiç düşünmeden hareket etmeliydiniz.
O da öyle yaptı. Kapıyı açıp salona gitti. İçeride sadece silahlı
ekip ve ne idüğü belirsiz birkaç genç vardı. On kişi kadardılar.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi Hans’ın arkasına geçti, cebinden
çıkardığı bıçağı Hans’ın boğazına dayadı ve kesti. Damarın
patlamasıyla kan hortumdan püskürürmüş gibi dışarı boşalmaya
başladı. Herkes çığlık attı. Ev sahibi kız hemen düşüp bayılmıştı.
Silahları ellerinde olan gençler şoka uğramıştı. Hepsi titriyordu.
Sadece bir tanesi silahını Sami Begiç’e doğrultabilmişti. Ağızları
tutulmuş gibiydi, konuşamıyorlardı. Üstlerine sıçrayan kanı silmeye
uğraşıyordu bazıları. Aldıklarıuyuşturucunun da etkisiyle, doğru
düzgün bir tepki verememişlerdi. Patlayıcı dolu kamyonu kullanmak
için böyle olmaları gerekiyordu.
Sami’nin yüzünde sert ve anlamsız bir ifade vardı. Adam sanki
bir anda başka bir canlıya dönüşmüştü.
“İndir o tüfeği” diye bağırdı.
Tüfeğe doğru yürüdü.
“Bana bak velet. Sen gerçek hayatı bilgisayar oyunu mu
sandın.”
Tüfeği çekip elinden aldı. Suratına okkalı bir tokat patlattı.
Arkadaşları yere düşen adama dahi sadece dönüp bakabilmişti.
Sami Begiç bunları bu şekilde bırakamazdı. Silahı kurdu ve
üstlerine doğrulttu.
“Şimdi hepiniz köşeye geçin. Sen de bulabildiğin bütün ip ve
benzeri şeyi getir.”
Zar zor kendine gelebilen ev sahibi kız denileni hemen yaptı.
Sami Begiç hepsini sıkıca bağladı. Silahların önemli parçalarını alıp
bir çantaya attı. Artık hiç birisi çalışacak durumda değildi.
Evden çıktı. Sokağa çıkınca dün gece ziyaret ettiği yaşlı
teyzenin ona baktığını gördü. Sokak kalabalıktı. El sallayıp
uzaklaşacaktı ki, birden durdu. Adamları ortadan kaldırması
gerekiyordu ama o Hans'ın işini bitirince hafıza kaybına uğramış gibi
her şeyi unutmuştu. Ya ellerini çözmeyi başardılarsa. Kaygı kanına
verilen bir ilaç gibi tüm hücrelerini ele geçirdi. Geri dönüp eve girdi.
Herkesin yerde kıvranarak iplerden kurtulmaya çalıştığını gördü.
Bazıları bunu neredeyse başarmak üzereydi. Bıçağını çıkardı, yerde
kıvrananların tıkalı ağızlarından çıkan homurtulu çığlıklara aldırış
etmeden boğazlarını kesti.
Evdeki tüm alkol şişelerini alıp üzerlerine boşalttı ve ateşe
verdi. İçeriye gidip mutfaktaki gaz vanasına giden boruyu bıçakla
deldi ve hızla evi terk etti. O dışarı çıkarken karşı dairede yangın
belirgin hale gelmiş ve sokakta panik başlamıştı. Sokağın sonuna
geldiğinde ise şiddetli bir patlama oldu.
Durdu Sami Begiç. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Şimdi
içindeki ses geride iz kalmadığını fısıldıyordu. Tabii hala sokağın
arkasındaki bir açık arazide 60 ton bomba yüklü tırdan kimsenin
haberi yoktu. Sami, bu bilgiyle ne yapacağını bilmiyordu...Henüz...

32.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın gözleri bağlıydı. Nem ve küf
kokusuyla havası ağırlaşmış, uzun süredir kapalı olduğu belli olan bir
odanın içindeydi. Demek ki hazırlıklarını yapıp beklemeye
başlamışlar, olacakları önceden bilen adamlar, diye düşündü Fidan.
Bir süre yürütüldükten sonra yolda onları bekleyen külüstür
bir araca binmişlerdi. Adamları konuşturmaya çalışmıştı ama
ağızlarını bıçak açmıyordu. Çok disiplinliydiler.
Birkaç saat geçmişti. Gürültüler duyuyordu ama hiçbiri anlamlı
seslere dönüşecek kadar yakından gelmiyordu. Böyle bir hazırlığı
nasıl yakalayamamışlardı. Aklında pek çok olasılık vardı. Ya küresel
çapta bir oyunla karşı karşıya kalmışlardı ya da bütün sistemi aldatan
bir hareket ama bunu kim yapabilirdi?
Zihni bir sürü imge ile dolup boşalıyordu. Garip bir biçimde
kendisini güvende hissediyordu. Düşmanların ona bu kadar yumuşak
davranması garip olurdu, hayır, bunlar başkalarıydı. Ama kim?
Bu sırada çok yakınında..
Cumhurbaşkanı, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. O an
içinde bulunduğu yerin neresi olduğu ya da yanındakilere ne olduğu
konusunda hiç bir fikri yoktu.
Kapının açıldığını duydu. Başını çevirip baktı. İçeriye giren iki
adamın silueti gördü. Silahları vardı ama yerinde takılıydı. Açılan
kapıdan giren ışık gözlerini aldı.
“Kimsiniz siz, Ne yapacaksınız?
“Merak etmeyin, birazdan sizi yakın bir dostunuzun yanına
götüreceğiz.”
“Götürün, görelim bakalım.”
“Buyrun o zaman..”
Evin dışına çıktılar. Çok karanlıktı, Türkiye’nin üzerinde
geceleyin uçakla yolculuk ederken aşağıya baktığınızda gördüğünüz
uçsuz bucaksız karanlık bölgelerden birinin içinde olduğu belli olan,
bir çeşit çiftlik eviydi burası. Az ötede ki küçük kulübeye yöneldiler.
Bodruma giden merdivenden inip küçük bir kapıdan girdiler.
Cumhurbaşbakanı gözlerine inanamadı, MİT Müsteşarı Hakan
Fidan gözleri bağlı bir halde karşısında duruyordu.
Kapı üzerlerine kapandı. İçeride küçük bir lambanın ışığı vardı
sadece.
“Hakan Bey, benim. İyi misin?”
Hakan Fidan gözlerindeki kumaşı çıkaran kişinin yüzüne
bakınca şaşırdı.
“Cumhurbaşkanım?” Aniden sıçramıştı.
“Dur, dur sakin ol. Ellerini çözelim.”
Bir dakika sonra karşılıklı olarak küçük sandalyelerin üzerinde
oturmuş, hafif ışığın altında birbirlerine bakıyorlardı.
“Hakan Bey bu nasıl bir iş sen anladın mı?”
Hakan Fidan öfkeliydi. Böyle bir olayı haber alamadığı için
kendisini suçluyordu.
“İstihbarat çalışmalarında rastlamadığımız bir durum söz
konusu. Yada rastladık ama bir şekilde algılayamadık. Çok sıradışı bir
saldırı ile karşı karşıyayız. Çok boyutlu, sistemik bir saldırı. Bizim
düşünme biçimimizi zorlayan bir saldırı biçimi.”
“Merak etme elbet buradan da bir çıkış yolu bulunur. Eğer hala
yaşıyorsak bunun bir nedeni var.”
“Nedir efendim?”
“Bize ihtiyaçları var.”
“Cumhurbaşkanım… Bundan emin misiniz?”
“Bak Hakan bu işin arkasında kim varsa belli ki amacına sen ve
ben olmadan ulaşamaz. Aslına bakarsan bizi güvence altına almak
için kaçırdıklarını düşünüyorum.”
“Bunu kim ve neden yapabilir ki?”
Cumhurbaşkanı ayağa kalkıp kapıyı dinledi. Kısık sesle
konuşuyordu.
“MİT'in kalbine kadar sızıp beni oradan kaçırabilecek kadar
bize yakınlar. Olayların çıkacağını önceden biliyorlardı. Hatta belki de
en ince ayrıntısına kadar… Bilemiyorum... Belki de bize karşı
girişilecek bir saldırıyı engellemek için kaçırmış olabilirler.
GenelKurmay Başkanı'na gerçekleştirilmek üzere olan bir suikastte
kim olduğu belirsiz birisi tarafından engellendi.”
“Her ne olursa olsun, buradan kurtulmak zorundayız efendim."
Hakan Fidan ayağa kalktı. Odanın duvarlarına baktı. Zayıf bir
nokta arıyordu.
Cumhurbaşkanı oturduğu yerden kalkıp sakince kapının önüne
gitti. Kapının ortasında küçük bir delik vardı.
“Hakan Bey, adamlar bize bir mesaj veriyor. Kaçın diyorlar.”
“Bunu nerden çıkardınız efendim.”
Cumhurbaşkanı, kapıyı açtı. Hakan Fidan şaşırdı.
“Baksana adamlar kapıyı kilitlemediler.”
“Evet. Sanırım siz haklısınız. Peki, ikimizin de gitmesini mi
istiyorlar?”
“Hayır, bunu bize bırakıyorlar. Aslına bakılırsa bu adamlarla
konuşmam gerekiyor.”
“Tamam efendim. Ben hemen gidiyorum, o zaman. En yakın
zamanda buraya geri döneceğim.”
“Ankara’ya ulaşır ulaşmaz hükümet üyelerine şunu söyle;
Amerika’ya güvenmesinler. Obama bana verdiği sözleri tutmuyor
yada tutamıyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama adamın üzerinde
birileri baskı kurmuş olabilir.”
Hakan Fidan tam kapının dışına çıkmak üzereydi ki…
“Bir dakika bu ne acele…”
Adamın beyaz sakalları, dinç ve sportif bir görünümü vardı. 60
yaşlarındaydı. Sırtında asılı bir otomatik silah taşıyordu.
“Lütfen biraz oturur musunuz?”
Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı iskemlelere oturdu. Son derece
düzgün bir Türkçe ile konuşuyordu adam.
“Bize kim olduğunuzu söyleyin. Sizin düşman olmadığınızı
biliyorum” dedi Cumhurbaşkanı.
“Tabii ki düşman değiliz.”
“O zaman bizi neden kaçırdınız?”
Hakan Fidan her an bir şey yapacakmış gibiydi. Adam ona
döndü.
“Lütfen rahat olun Hakan Bey, sizin çalışmalarınızı da beğeniyle
takip ediyoruz. Sizi kaçırmadık desem…”
“Peki neden burada zorla tutuluyoruz?”
“Hayır zorla tutulmuyorsunuz. Sizleri kaçırmaktan ziyade
koruma altına almak için düzenledik bu operasyonu. Aynı biçimde
Genel Kurmay Başkanımıza suikast denemesini boşa çıkarttık ve
saldırgan öldürüldü. Sanırım olaydan haberiniz vardır... Ancak
Türkiye’ye başlayan bu saldırıyı mağlup etmek için uzun vadeli bir
strateji üretmelisiniz. Biz elimizden geleni yapıyoruz. Düşmanlar çok
güçlü ve inatçıdır. Onları iyi tanırız.”
Cumhurbaşkanı sabırla dinledi. Sonra başını hafifçe öne doğru
eğip adama doğru yaklaştı.
“Pardon da, siz kimsiniz?”
“Bunu öğrenmemeniz gerekiyor..."
"Neden? Hala bizi neden kaçırıdğınızı tam olarak
açıklamadınız"
"Sayın Cumhurbaşkanı, bu operasyonu yapmasaydık, yakın
çevrenize sızmış bir politikacı tarafından suikaste uğrayacaktınız. Ve
büyük ihtimalle ölmüş olacaktınız. Ve Sayın Fidan, arabanızı takip
eden arkadaşlarımız olmasaydı, yanınızda sizinle beraber yolculuk
eden iki MİT görevlisi tarafından öldürülecektiniz. O adamlar Roma
istihbaratına çalışan çift taraflı ajanlardı. Evet, olaylar çoğu zaman
göründüğü gibi değildir. Bunu siz de en az bizim kadar bilirsiniz.”
Konuşmasını bitirirken tüm olan bitene karşın keyfi yerinde bir
ifadeyle bakıyordu konuklarına.
“Bu söylediklerinize neden inanalım.”
“İnanmayın. Bizim görevimiz an itibariyle bitti. Yılanın başı
henüz ezilmedi. Ve kuyruğu sandığınızdan daha uzun. Meşakkatli ve
uzun süreli bir savaş olacağını unutmayın.”
“Peki siz ne yapacaksınız?”
“Bizim işimiz daha zor ama zamanımız da bol. Amacımızı
söylersek kimyanız bozulabilir. Bilmemeniz daha iyi.”
“Ne diyeceğimi bilmiyorum. Söyledikleriniz bir masal gibi
geliyor.”
“Merak etmeyin, bu sizinle son görüşmemiz değil. Şimdi gidin
lütfen, tekrar görüşmek üzere.”
Cumhurbaşkanı ve MİT müsteşarı bu konuşmayı hafızalarının
bir kenarına kazıyıp evi terk ettiler. Karanlıkta esen rüzgara karşı
yürümeye başladılar. Nereye doğru gideceklerini bilmiyorlardı.
"Hakan Bey, ne diyorsun bu işe?"
"Efendim, düşüncem odur ki, her ne oluyorsa, henüz daha yeni
başlıyor..."
"Haklısın... Umarım millet olarak bunun üstesinden
gelebiliriz..."
Yol kenarına gelip bir süre beklediler. Yoldan geçmekte olan bir
kamyonu durdurdular. Kamyoncu bu iki adama nereye gideceklerini
sormak için başını camdan çıkarınca küçük dilini yutacaktı. Birkaç
dakikalık şokun ardından Ankara yolundaydılar. Kamyoncu yolunu
değiştirmişti, kendisini bir James Bond filminin içinde hissediyordu.

33.
Hava karanlık ve deniz çalkantılıydı. Rüzgar poyrazdan sert
esiyordu, beraberinde yağmur bulutlarını da getirmişti... Hafiften
çizelemeye başlayan yağmur gittikçe hızını arttırdı. Akdeniz'in orta
yerinde, oluşmaya başlayan fırtına, binlerce tonluk çelik gemileri
sarsmaya başladı...
Gemiler sadece denizi değil, gecenin karanlığını da yırtarcasına
ilerliyor ve o an üzerinde bulunan doğa parçasında yaşamı imkansız
hale getiriyordu.
Bu gemiler gibi içinde taşıdığı insanlar da yaşamı yok etmek
üzere kurgulanmıştı. Gemiler sallandıkça onlar da sallanıyor,
öfkeleniyor, hastalanıyor ve kusuyorlardı.
Gemiler ürkütücü kıyafetlere ve silahlara bürünmüş insanlarla
doluydu. Zırhlı araçları, silahları, bombalarıyla adeta yürüyen
cephaneliktiler.
Gemilerin burnu Kıbrıs adasına doğru çevrilmişti...

You might also like