You are on page 1of 25

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ


MİMARLIK ANA BİLİM DALI

SEMİNER DERSİ RAPORU


Bitlis Kent Merkezi: Dere Üstü Yapılaşmanın Dönüşümünün Kent
Belleği Bağlamında İncelenmesi

Danışman:
Doç. Dr. Arzu ÖZEN YAVUZ

Meryem Güler ÇETİNKAYA İLKILIÇ


208311216

2021
Bitlis Kent Merkezi: Dere Üstü Yapılaşmanın Dönüşümünün Kent Belleği
Bağlamında İncelenmesi

Özet
Bellek, disiplinler arası araştırmaların ortak nesnesi olmuş ve birçok çalışmada ele
alınmış bir kavramdır. Bellek, anlatılara dayalı, yakın ve uzak geçmişe dair
anımsamalardır. Belleği mekana bağlı veya mekana dair bir hatırlama eylemi olarak
tanımlamak mümkündür. Çünkü, mekânsal bir çerçevede vuku bulur. Günlük yaşam
pratiklerimiz birbiri üzerine katlanarak belleği inşa eder. Bir kentin yaşayan belleği de o
kentin kimliğini, dolayısıyla da kültürünü oluşturur. Yani, bellek, kimlik ve kültür olguları
arasında yadsınamayacak bir analoji vardır. Zaman ve mekan düzleminde, birbirlerinden
doğar ve birbirlerinden beslenirler. Palimpsest ise sembolik anlamı ile birçok disiplinde
ele alınan, mimarlıkta da sıkça kullandığımız bir nosyondur. Bu çalışmanın konusu,
palimpsest özelliğine sahip olduğu düşünülen Bitlis tarihi kent merkezidir. Burada
gerçekleştirilmekte olan kentsel dönüşüm faaliyetleri, belirlenen bellek, kimlik, kültür gibi
parametreler üzerinden ele alınacak, yapılan dönüşüm uygulamasıyla kentin bu
değerlerini ne derece koruyabildiği araştırılacaktır.
Anahtar kelimeler: Bitlis, kentsel bellek,kent kimliği, kent kültürü,kentsel dönüşüm,
palimpsest.

Bellek Kavramı
Toplumsal yaşantının vazgeçilmez bir parçası olan bellek kavramı tarihsel, sosyolojik,
psikolojik, politik, coğrafi, kentsel ve mekânsal pek çok araştırmaya konu edilmiş ve
disiplinler arası bir kavram olarak ele alınmıştır.
Bellek kavramı semantik (anlamsal) ve epizodik (olaysal) olmak üzere iki şekilde
tanımlanmıştır. Anlamsal bellek soyut bilgileri ve gerçekleri içerir. Örneğin, bireyin
Pisagor teoremini hatırlaması, genellikle kişisel geçmiş deneyimi hatırlamaya bağlı
değildir. Bireyin deneyimlediği bir anın hatırası değildir ve hatırlanması için bir bireyin
geçmiş deneyimlerinin anılarıyla herhangi bir ilişkisi olması gerekmez. Olaysal bellek,
tersine, bireylerin geçmiş kişisel deneyimleri hatırlamalarına ve geçmiş zamanı zihinsel
olarak yeniden inşa etmelerine izin verir. Geçmişte yapılan bir geziyi hatırlamak gibi. Bu
durumda, olaysal bellek, bir kişiden diğerine aktarılamaz, kişisel ve öznelken, anlamsal
bellek son derece nesneldir (Russell, 2006).
Sigmund Freud’a göre bellek; bireyseldir, hatırlama ve unutma eylemleriyle birebir ilişkili
ve bireysel seçimlerin bir sonucudur. Bilinçaltı, hatırlamak istemediklerini bastırır ve
unutma eylemi gerçekleşmiş olur. Bu durum aynı zamanda kişinin kendini korumasının bir
yoludur (Çalak, 2012).
Henri Bergson, belleği algılama sonrasında gerçeği temsilen zihinde oluşan imgeler
üzerinden yorumlar. Geçmişin imgelerinin kendilerini başka türlü koruduklarını savunur ve
bu doğrultuda iki hipotez geliştirir. İlk hipotezine göre, geçmişin, devindirici
mekanizmalar ve bağımsız anılar olmak üzere iki farklı şekilde oluştuğunu öne sürer. Buna
göre, belleğin pratik işlemi, yani tanıma, iki şekilde meydana gelmelidir. Tanıma, kimi
zaman eylemin içinde olur ve koşullara uygun mekanizma tamamen otomatik olarak işin
içine girer; kimi zaman ise bir tin çalışmasını gerektirir ve tin, güncel duruma dahil olmaya
en fazla yatkın tasarımları bulup, şimdiki zamana yöneltmek için geçmişte aramaya girişir.
Bu noktada ikinci önermeyi şöyle tanımlar: “Mevcut bir nesnenin tanınması, nesneden
kaynaklanıyorsa hareketlerle, özneden kaynaklanıyorsa tasarımlarla olur.” (Bergson,
2007). Bu durumda, bedeni geçmiş ile gelecek arasında hareketli bir sınır olarak
tanımlarsak, beden, geçmişimizin sürekli olarak geleceğimize ittiği bir sınırdır.
Ayrıca, Bergson, belleğin bir çekmece veya ambar olarak ele alınmaması gerektiğini,
çünkü bu tür nosyonların zamanın yanlış biçimde mekansal olarak
kavramsallaştırılmasından kaynaklandığını ileri sürüyor. Bellek hiç bir öğenin basitçe
bulunmadığı, ancak, geçmişten gelen yeni öğelerin birikmesiyle değiştirildiği, geçmişin
geçmiş üzerinde yığılması olarak, zamansal açıdan ele alınması gerektiğini söylüyor.
Bergson’un çözümlemesinde zaman niteliksel, fakat mekan soyut ve niceliksel açıdan ele
alınır (Urry, 2018).
Maurice Halbwachs, bireysel belleğin tamamen izole ve kapalı olmadığını savunur. Çünkü,
insan kendi geçmişinden bahsederken başkalarının hatıralarından da faydalanır. Toplum
tarafından belirlenmiş referans noktalarına yönelir (Halbwachs, 2019). Bireyler, tekil ya da
birlikte davranışlarıyla toplumu yeniden üretirler. Değişen zaman ve mekân içerisinde
sosyal pratikler, alışkanlıklar ve rutinlerle birlikte yeniden üretilirler. Dolayısıyla, toplum
bireylerin eylemliliklerinin bir ürünüdür. Birey ise, bir toplumsal üründür (Uludağ & Aycı,
2016). Yani, bireysel bellek bireyin kendisinin icat etmediği ama parçası olduğu ortamdan
ödünç aldığı kelimeler ve fikirler gibi araçlar olmadan işleyemez (Halbwachs, 2019).
Halbwachs’a göre bellek, her türlü toplumsal, kolektif bir üretimdir. Bireysel belleğin
toplumsal bellekten soyutlanması pek mümkün değildir. Kolektif bellek bireysel belleğin
içinde biriktirdiklerini de kapsar. Sonuçta bireysel belleğin de, bireyin sosyal ve fiziksel
çevresine göre şekillendiği düşünüldüğünde, bu oluşumun kolektif bellek olarak
adlandırılması gerektiğini savunur. Kolektif bellek geçmişte belirli bir sınıra kadar geriye
gidebilir, yani, onu meydana getiren grupların belleğinin eriştiği yere kadar uzanır.
Bireysel belleğe oranla mekânsal ve zamansal sınırı daha geniştir (Halbwachs, 2019).
Diğer taraftan, kolektif bellek, mekansal bir çerçevede vuku bulur ve mekansal bir
bileşenle ortaya çıkar. Halbwachs’a göre belleğin taşıyıcısı bireyler, toplum ve zaman
olduğu kadar mekanlardır. Mekansal imgelerin kolektif bellek üzerinde önemli bir rolü
vardır.
Aldo Rossi’ye göre belleğin tanımı Halbwachs’a göre daha mekansaldır. Kentler yaşayan
organizmalardır ve mimariyle birlikte belleğin öznesi olarak değerlendirilir. Kolektif bellek
mekan içerisinde vuku bulur ve hatırlanabilir kılınır. Kendi içerisinde özelleşmiş kimliği
olan mekanlar değil de her yerde tekdüze mekanlar olsaydı, izlenimlerimiz birbirini
kovalar, hiç birşey aklımızda kalmazdı. Geçmişi hatırlayabildiğimizi bile anlayamazdık
(Halbwachs, 2019). Kent, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel birçok disiplini içinde
barındırır ve bu disiplinler kentten, kent mekanından beslenir. Belleğin oluştuğu düzlem
kent mekanlarıdır ve hatırlama eylemi de mekanlar aracılığıyla yapılır. Kentte yaşanan bir
değişim zaman içerisinde bellekte de bir değişim yaratır (Ünlü, 2017). Diğer taraftan, yerin
zaman içinde biriktirdikleri onun anlamını ruhunu oluşturur. Dolayısıyla, kent kendi
belleğini oluşturur ve literatürde “kentsel bellek” olarak ifade edilmeye başlanır (Çalak,
2012).

Bellek eşittir hayal dünyasıdır, hatırlamayan biri hayal edemez. Mimarlık ile bellek
arasındaki bağı ele aldığımızda; Pallasma, mimari görüntüler ve metaforları önemli bellek
cihazları olarak tanımlamış ve bunların bellek ile hatırlama eylemine üç şekilde hizmet
verdiğini belirtmiştir. İlk olarak, mimari nesneler zamanın akışını gerçekleştirir, korur ve
görünür kılar. İkinci olarak, anıları barındırarak ve yansıtarak hatırlamayı somutlaştırır.
Son olarak da, hayal etmek ve hatırlamak için teşvik eder ve ilham verir. Bu bağlamda,
tüm binalar zamansal süre ve derinlik algımızı koruyarak, kültürel ve insani anlatıları
kaydeder, hafızayı kolaylaştırır (Pallasmaa, 2009).

Marc Auge, unutma ile bellek arasındaki ilişkiyi yaşam ve ölüm arasındaki ilişkiye
benzetir. Zamanın eksiksiz bir şekilde değerlendirilebilmesi için unutma ve belleğin
birlikte hareket etmesi gerekmektedir. Belleği ve merak duygusunu kaybetmemek için
unutmak gereklidir. Unutma bizi şimdiki zamana getirir ama, bu onun tüm zamanlarda
çekimlenmesine engel teşkil etmez (Auge, 2019). Auge’ın düşüncesine göre, yakın geçmiş
bilinçle ve iradeyle unutulursa, şimdiki anın gerçeğe yakın tutulmasını ve uzak geçmişe
karıştığında eksiltilmeden anımsanmasını sağlar.

Belleğin önemli belirleyicilerinden biri de kamusal alanlardır. Sosyal ve mekânsal


pratiklerin üretim mekanları kentlerin kamusal alanlarıdır. Kamusal alanlar, geçmişle
bugün ve gelecek arasında kurulan ilişkilerin önemli bağlayıcılarıdır. Geçmiş ile kurulan
ilişki, gelecek ile kurulacak ilişki için de referans noktaları oluşturur. Dolayısıyla bu
alanlar kentler için kimlik kurucu noktalar olmasının yanı sıra, aynı zamanda o toplumun
kolektif belleğini ve kentlilik bilincini yansıtan özgün yaşam alanları olarak ortaya
çıkmaktadır (Al, 2011). Kamusal alanların tasarımı ve gelişimi kentler için önemlidir.
Çünkü, bu alanlar, sokaklar, caddeler, parklar kentsel hayatın geçtiği, gündelik yaşam
pratiklerinin gerçekleştiği, kolektif belleğin en yoğun şekillendiği yerlerdir. Bu durumda,
kent mekanları, kamusal alanlar, kentin ve kentsel belleğin üretimini ve sürekliliğini
sağlayan, geçmişi geleceğe aktaran ortamlardır.

Paul Riccour, günlük hayatta anıların tek kişiye veya birden fazla kişiye
atfedilebileceğinden bahsederek, eğer tek kişiye yapılan bir atıftan söz ediliyorsa, bunu
kişisel anılar olarak tanımlıyor. Eğer birden fazla kişiye anı atfediliyorsa, bunları kolektif
anılar olarak sınıflandırıyor. Bu durumda, söz konusu değerlendirmeden kişisel belleğin
unutulabileceği ve ölümle nihayete ereceği, ancak, kolektif hafızanın kişisellikten bağımsız
olduğu çıkarımını yapabiliriz (Russell, 2006).

Kimlik Kavramı

Kelime anlamı olarak kimlik, “1- Toplumsal bir varlık olarak insanın nasıl bir kimse
olduğunu gösteren belirti, 2- Nitelik ve özelliklerin bütünü, herhangi bir nesneyi
belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü” olarak tanımlanmaktadır (TDK).

Kimlik, canlılar veya nesneler için ayırt edici, farklılık yaratan özelliklerin bütünüdür.
Aynı zamanda kimlik kavramı, benzerler arasında kıyaslamayı getirir ve benzerine göre
sahip olunan ayırt edici özellikleri ortaya koymaktadır. Kentsel imgeler kent kimliğini
belirleyen ögelerdir. Bu imgeler karşılığını çoğu zaman mimari temsillerde bulur. Sosyal
yaşam şekilleri, kültür ögeleri ve coğrafi koşullar kentin kimliğini oluşturan diğer
belirleyicilerdir (Ulu & Karakoç, 2004).

Weber’e göre, ticaret alışveriş ve bunlarla ilgili tüm etkinlikler kente özel bir karakter
kazandırır. Kimlik, insanların kente yüklediği anlamla oluşur. Kamusal alanların niteliği ve
korunması kentin sosyo-kültürel sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir (Oktay,
2009).

Kentsel mekan gündelik yaşam pratikleriyle her defasında yeniden üretilir. Mekana ait
imgeler de bu üretim sürecinde fiziksel mekanın ve kolektif belleğin devamlılığı
çerçevesinde sürekliliğini koruyacaktır. Bu durumda kentsel mekanlar, kentsel belleğin
olduğu gibi kentsel imgelerin de üreticileridir. Kent imgeleri bulunduğu kentin fiziksel
değişimlerinden, tarihinden, kullanılma biçiminden etkilenir ve buna dair kodlar taşır (Al,
2011).

Lynch, kimliği bir nesnenin özgünlüğü, diğerlerinden farklı olma durumu olarak tanımlar.
Kent kimliği oluşumu değerlendirmelerini ise imgeler üzerinden yapar. Birey yaşadığı
kenti deneyimlemeli, çevresiyle her zaman bağları olmalıdır. Bir kent ancak geçmiş
deneyimlerin hatırasıyla algılanabilir. Böylece, kişinin yaşadığı yerle olan iletişimi ile
kente dair imgeler anlamlarla yüklenecektir (Lynch, 2020). Yaşanan kent veya sosyal
çevreye ilişkin temsiller, bu temsili paylaşan grupların kolektif kimliklerinin inşasında
etken rol oynar. Kentin kimliği o kent ile ilişkili insanların ürettikleri veya taşıdıkları
zihinsel yapıdır. Zihinsel yapıda bulunan imaj ve temsiller kentte vücut bulur (Bilgin,
2011).

Lynch, “Kentin İmgesi” adlı kitabında, mekanın kent ölçeğinde tanımlanabilmesi için beş
bileşen önermiştir. Bu bileşenler, yollar, yüzey, bölge, düğüm noktası ve landmarklar
olarak sınıflandırılmıştır. Bu kavramlar, kent kimliğinin oluşmasında birer unsurdur.
Yollar, kentte hareket halindeyken kenti keşfetmemizi, kenti bir bütün olarak algılamamızı
ve aynı zamanda diğer çevresel imgeleri de fark etmemizi sağlayan kent elemanlarıdır.
Kenarlar, iki bölge arasındaki sınırlardır. Sürekliliği doğrusal olarak bölerler. Bir ulaşım
aksı değildirler. Kıyılar, demiryolları veya duvarlar buna örnek olabilir. Bölgeler, kentin
orta ve büyük ölçekli bölümlerini oluşturan iki boyutlu alanlardır. Kentsel eylemlerin
gerçekleştiği konut, sanayi alanları, eğitim yerleşkeleri bölgelere örnek olarak verilebilecek
alanlardır. Düğüm/odak noktaları, bazen kentin bir bölümünden diğerine geçişi sağlayan,
ulaşım sisteminde kesintiye sebep olan odaklardır. Bazen ise, fiziksel özelliklerin ve
kullanımların yoğunlaştığı alanlardır. Bu alanlar düğüm noktası olmaktan çıkar ve kentsel
yaşama katılma alanları olma özelliği taşıdığından odak noktası olarak adlandırılır. İşaret
öğerleri/landmarklar, mekânsal organizasyon içindeki farklılaşmadır. Bunlar binalar
olabileceği gibi çeşme, ağaç, kent mobilyası gibi çeşitli yapısal öğeler de olabilir. Kent bu
nirengiler yardımıyla tanımlanır. Kente dair bu elemanlar categorize edilmiş ise de, aslında
aralarında böyle bir izolasyondan yoktur. Bu elemanlar kent mekanında birbiri içine
geçebilir, birbiri üstüne binebilir (Lynch, 2020).
Massey’e göre, mekan ve kullanıcısı arasındaki iletişime bağlı olarak mekanın kimliği
oluşur. Kent mekanı yalnızca mimari elemanlardan oluşan bir yer değildir. İnsanların
çevresiyle ilişkisini şekillendiren, gündelik yaşam pratiklerinin gerçekleştiği, sosyal ve
kültürel bir olgudur. Sosyal pratiklerin oluşabilmesi için sosyal aktörler yani, bireyler ve
bireylerin ait oldukları bir araya geldikleri paylaşımda bulundukları yer ve zaman
bileşenleri gereklidir. Bir kentin kimliği ancak insan eliyle değiştirilebilir. Dolayısıyla kent
kimliği, kentsel mekan ve kentsel kültürle yakından ilişkilidir. Bir kentin kimliği, orada
yaşamayı anlamlı hale getiren kentin ruhu gibidir. Kentli yaşadığı kent ile duygusal bir bağ
kurmalıdır. (Oğurlu, 2014).

Tekeli’ye göre kentlerin kimliğinden söz ettiğimizde, kente yüklenen bir idealleştirmeden,
kentte yaşayanların onda buldukları bir değerler, amaçlar kümesinden bahsetmiş oluruz.
Tekeli, kent kimliği kavramını o kente yakıştırılan bir şey olarak değerlendirmekte, kentte
yaşayanların onda bulduğu değerler, kente yüklenen anlamlar bütünü olarak
açıklamaktadır. Kişilik ve kimlik kavramlarını birbirinden ayırır. Kimlik kente yakıştırılan
ise, kişilik direkt olarak kentte gözlenendir. Kimlik, yalnızca fiziki çevreden doğmaz, insan
etkinlikleri ve yaşam biçimlerinden beslenir. Bu noktada, kent kimliği bireysel kent
deneyimleriyle değil, kenti deneyimleyen insanların birbirlerine aktardıklarıyla oluşur.
Yani, Tekeli kimliğin toplumsal olarak üretilen tarihsel bir olgu olduğundan bahseder.
Zaman içinde üretilir ve zamanla değişebilir. Uzun tarihsel bir geçmişi olan kentlerin
zamanın değişik katmanlarının üst üste birikmesiyle oluşmuş bir kimliği olduğu ve oldukça
iyi koruduğu söylenebilir (Tekeli, 1991). Kimlik de tıpkı bellek gibi toplumsal olarak
üretilen bir nosyondur (Tekeli, 1991).

Kimlik ve kişilik kavramlarını Güvenç de şu şekilde ele alıyor: “Toplumsal kişilik


(karakter) yapısı, nesnel, gözlemlenebilir bir gerçeklik alanı olarak anlaşılırsa; kimlik, bu
gerçekliğin dışa vurması; ülke veya toplum imajı (imgesi) bu gerçekliğin, dışardan ve
yabancılarca algılanmasıdır. İşte bu bağlamda, kimlik ile imaj özdeş değildir. İmaj
varlığın dışardan algılanması, kimlik ise varlığın kendi kendisini tanımlamasıdır.”
(Güvenç, 1995). Bu durumda kimlik, kişilik, imge, imaj birbirine benzeyen ve birbiriyle
etkileşim halinde olan ancak, farklı kavramlarıdır.

Lefebvre, kenti insanların sosyal ilişkileriyle üretilen sanat eserine yakın bir yapıt olarak
görür. Kentlerin bir tarihi vardır. O süre içerisinde insan faaliyetleriyle oluşmuş ve
şekillenmiştir (Lefebvre, 2016).

Castells’e göre kimlik, insanların anlam ve tecrübe kaynağıdır. Toplumsal aktörlerin


içselleştirmeleriyle anlamını bulur ve kimlik haline gelir. Asıl mesele ise kimliklerin, nasıl,
nereden hareketle, kim tarafından ve ne için üretildiğidir. Kimliklerin inşası, tarihten
coğrafyadan, kolektif hafızadan, dinsel vahiylerden ve kişisel deneyimlerden malzemeler
kullanır (Castells, 2006).

Bir kentin kimliğinin oluşumunu sadece fiziksel ögeleriyle sınırlı tutmak kentin ruhuna
haksızlık olur. Fiziksel bileşenler kentin strüktürünü oluşturur. Ancak, kentler, içinde
yaşayan insanlardan ve insanların kentlere müdahalesinden doğar, beslenir ve biçimlenir.
Bir kentin kimliğinin oluşumunda mekanlar ve bu mekanlarda sürekli devinim halinde olan
insanlar başrolü üstlenmektedir. Zaman boyutunu da eklediğimizde, kültür birikmesi
kimlik oluşumu gerçekleşir. Bir kentin kimliği beraberinde yerellik ve gelenekselliği de
getirir. Topografya, iklim, sosyal yapı gibi değerler yerelliği temsil eden elemanlardır
(Oktay, 2011).

Kimlik oluşumunun beslendiği kaynak bellektir. Kimliğin oluşum sürecinde, yaşanmakta


olan her anı kaydederek depolayan bellek, eş zamanlı olarak geçmiş zamanın üzerine
katlanarak, gelecekten gelen an için yer açmaktadır. Bu dönüşümün içerisinde, şimdiki
zamanda sıkışan anın bilincine varmak için Marc Auge unutma eyleminin toplumsal bir
zorunluluk olduğunu söyler (Al, 2011).

Bellek, Kimlik ve Kültür İlişkisi


Adorno, kültürden söz ederken yönetimi de kültürün bir parçası olarak ele almıştır. Felsefe,
din, bilim, sanat, yaşam tarzı gibi birbirinden farklı olguların, kültür adı altında temsil
edilmesinin arkasında, tüm bunları bir araya toplayıp organize eden idari bir bakışın
olduğunu iddia eder. Adorno’ya göre kültür, “dokunulamayan, herhangi taktik veya teknik
kaygıyla üzerinde oynanamayacak daha yüksek ve daha saf bir şeydir.” İnsanın saf özünün
tezahürüdür (Adorno, 2011). Bunlara ek olarak, kültürün planlanıp yönetildiğinde zarar
göreceğini, ancak, kendi haline bırakıldığında da kültürel olan ne varsa sadece etkisini
değil varlığını da kaybedeceğini savunur (Basa, 2011).

Kimlik toplumların kültürüyle şekillenir. Bireyleri toplumlaştıran ortak paylaşımların tümü


olarak değerlendirilir. Kamusal alanlar, meydanlar, kentsel objeler kentlere kimlik
kazandıran önemli kültürel ögelerdir (Güneroğlu & Bekar, 2017). Kültür, bir toplumun
geleneğini, göreneğini, yaşam şeklini, alışkanlıklarını kapsadığından, kültür ile kimlik
arasında önemli bir bağ vardır. Bir kentin mekanı, kent kimliğinin yapı taşlarını oluşturur.
Kent kimliği de, kentlinin yaşam kültürü hakkında bilgi verir (Oğurlu, 2014).

Kent, toplumsal ekonomik ve kültürel farklılıkların mekanıdır. Kentlere özgü olan, kentsel
deneyimi özgün kılan da bu farklılıklardır (Geniş, 2011). Kültür, kentleri anlamak için
önemli bir kavramdır. Kent kültürü, kentte yaşayan insanların ortak üretimi olan maddi ve
manevi sürecin kendisidir. Kültürler kentte doğar, yaşar ve kente katkı sağlar. Kentler
kültürün bir simgesi olarak değerlendirilir (Hayta, 2016).

Kent belleği, kentte meydana gelen mekânsal ve toplumsal değişimlerin kentli üzerindeki
tezahürüdür. Bu etki toplumlar arasında sözlü tarih olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Söz
konusu değişimlerin can bulduğu kentsel mekanı oluşturan imgelerin sürece eklenmesiyle
bir kentin kültür kimliği oluşmuş olur (Bilsel, 2017). Yani, bellek, kültür ve kimlik
arasında yakın bir etkileşim vardır. Üç olgu birbirinden beslenir ve birbirinin sonucudur.

Kültürün ortaya koymuş olduğu toplumsallık, sosyallik ve zaman sürekliği ile ortaya çıkan,
kurallar ve bu kurallar sayesinde şekillenen mekanlar, insanlar tarafından
kişiselleştirilmekte ve aidiyet duygusu ile birlikte kimlik denilen olgu karşımıza
çıkmaktadır. Yani kimlik; canlılar veya nesneler için ayırt edici kavramların bütünüdür.
İnsanlar içinde bulundukları mekanların, çevrelerin sahip olduğu özelliklere göre
biçimlenir ve bireysel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Kimlik olgusu, hem genelden özele,
hem de özelden genele doğru ilerler.

Palimsest Kavramı

Palimpsest eski zamanlarda kullanılan bir çeşit parşömendir. Kelime kökeni Yunancadır.
Yeniden anlamına gelen “palin” ve kazınmış anlamına gelen “psestos” kelimelerinden
türetilmiştir.
Yüzyıllar önce kağıt olarak kullanılan papürüs ve parşömenler malzeme sıkıntısı nedeniyle
tekrar tekrar kullanılmıştır. Yazılı zeminlerin mürekkepleri kazınarak veya suyla silinerek
zemin temizlenip yeniden yazılmıştır. Çoğu zaman çizgiler ve yazılar tam olarak silinmez
ve onlardan arta kalanlar yenilerle karışır (Tümer, 2008). Hatta ikincil yazı kazınarak ilk
metne dönmek bile mümkündür. Bu şekilde meydana gelen kitaplar palimpsest olarak
adlandırılmıştır (Apaydın, 2019).

Palimpsest kavramı aslında teknik bir terim iken, aynı zamanda birbiri üzerine inşa edilen
birçok anlam özelliğine ve üslup türüne sahip sanat eseri gibi bir kavramdır. Eski ile yeniyi
aynı anda bünyesinde barındırır. İki ruhun tek bedende taşınması gibi sembolik anlamları
çağrıştırdığından disiplinler arası kullanılan bir kavram olmuştur (Yıldırım, 2009).

Fransız şair Baudelaire, palimpsest ile bellek arasında bir analoji kurar. Palimpsest eskinin
tam olarak silinemediği yeninin de eski üzerine bindirildiği bir katmanlar bütünüdür.
Bellek, her an üstüne eklenen anılardan oluşur. Bu anılar geri getirilemez, değiştirilemez
ancak, hiçbir yere de gitmez, yok edilip yıkılamaz. Bu bağlamda değerlendirildiğinde
palimpsest ile bellek kavramları birbirine benzemektedir (Özkan, Özdemir, 2017).
Baudelaire, bu durumu Les Paradis Artificiels adlı eserinde, “Benim beynim de seninki de
bir palimpsesttir. Sayısız düşünce, görüntü ve duygu bir ışık kadar usulca beyninize
doluşur ve her biri öncülünün üstüne biner ancak gerçekte hiçbiri yok olmaz.”
cümleleriyle ifade etmiştir (Yavuz & Aksu, 2019).

Palimpsest kavramının karşılaşıldığı bir başka alan da sinemadır. Yönetmenliğini Konrad


Niewolski’nin yaptığı 2006 yapımı “Palimpsest” filmiyle gerçek ve hayal arasındaki
sınırlar tartışılmış, gerçeklik ve fantazmagoria (düşteki gibi görünen tutarsız hayaller)
sorgulanmıştır. Gerçek ve psikolojik duyguların oluşturduğu iki ayrı durumun birbirine
geçmişliğini ele alır (Yıldırım, 2009).

Palimpsest kavramını taşıdığı anlam bakımından mimarlık ile birlikte kullanabilir ve bazı
konulara bu açıdan bakabiliriz. Mekanın palimpsest olarak yorumlanması, eski ile yeninin
bir arada okunduğu bir tür katmanlaşma, kısacası yeni bir kimlik halidir (Apaydın, 2019).
Kent mekanının palimpsest olarak okunması fiziksel bir sürekliliği akla getirir. Eskinin
kalıntıları üzerine yeninin inşa edilmesi ile ortaya çıkan bir katmanlaşma halidir. Ancak, bu
katmanlaşma durumunu sadece fiziksel olarak değerlendirmek eksik olacaktır. Bir kentin
veya kent mekanının palimpsest olma durumunun fiziksel olduğu kadar kavramsal bir
boyutu da vardır ki, burada bellek, kimlik, kültür, yaşam pratikleri gibi kavramsal
karşılıklar devreye girer. Böylece, kenti bellek, kimlik, kültür gibi palimpsestle ilişkili
kavramlar üzerinden okumak, daha zengin bir bakış açısı sunar (Özkan Tuba 2017).

Tümer’e göre, mimarlık muhtelif, yani, çeşitlidir. Elli, yüz, belki yüz elli tane mimarlık
türü vardır. İşte tam bu değerlendirmenin üzerine, aynı arsanın üzerine yıkıp yıkıp yeniden
bina inşa etmeyi de palimpsest mimarlığı olarak adlandırıyor. İspanyol yazar, Juan
Goytisolo bir yazısında ‘Estambul ciudad palimsesto’ (İstanbul Palimpsest Kent) demiştir.
Bu iyi bir örnektir. Doğu ve batıyı birbirine bağlayan içerisinde birçok medeniyet ve
kültürü besleyen İstanbul’un palimpsest kent olarak değerlendirilmesi çok doğru bir
tespittir. Öyleki, Ayasofya’nın altında bir önceki Ayasofyanın izleri vardır. Troya’da
palimpsest kentlere iyi bir örnek olacaktır. Aynı alanda neredeyse on kez yeniden, yeniden
kurulmuştur (Tümer, 2008).

Kentsel Dönüşüm

Türk Dil Kurumu’nun güncel Türkçe Sözlüğüne göre kentsel dönüşüm kavramı, “imar
planına uymayan, ruhsatsız binaların yıkılıp, planlara uygun olarak toplu yerleşim
alanlarının oluşturulması” olarak tanımlamaktadır (TDK). Başka bir tanıma göre, kentsel
dönüşümün sadece mekânsal olarak görülemeyeceği, sosyal anlamda kalkınmayı da
kapsayacağı düşünülerek; “çökme ve bozulma olan kentsel mekânın ekonomik, toplumsal,
fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik
uygulanan strateji ve eylemlerin bütünüdür.” olarak tanımlanmıştır (Akkar, 2006).

Ayrıca, “kentin eskimiş veya kullanılamaz hale gelmiş bir bölgesinin yaşama
kazandırılması” , “kentsel dönüşüm, kentsel çöküntü alanlarında yoğunlaşan sorunların
eşgüdümlü çözümüne yönelik yöntemdir” şeklinde tanımlamalar da yapılmıştır (Özay &
Demirbaş, 2017).
Kentsel dönüşüm alanı İBB Terimler Sözlüğünde; imar planı olsun veya olmasın, kentsel
veya kırsal bölgelerde bilim, teknik, sanat ve sağlık kurallarına uygun bir şekilde; afetlere,
kentsel risklere duyarlı yaşam alanlarının oluşturulması için ya da fiziki eskime, sosyal
teknik altyapının yetersiz ve niteliksiz bulunduğu alanların iyileştirme, tasfiye, yenileme ve
gelişimini sağlamak için ilgili idareler tarafından belirlenmiş alan olarak tanımlanmaktadır
(Kaymak, 2018).
Akademik ve mesleki literatürde, kentsel dönüşüme ilişkin çeşitli tanımlar yer almaktadır.
Bu çeşitliliğe rağmen, herkes tarafından kabul edilen bir tanıma rastlanmamaktadır. Bu
durum, esasında kentsel dönüşümün yenileme, yeniden canlandırma, eski haline getirme,
soylulaştırma vb. gibi farklı faaliyetlerden oluşan çatı nitelikte bir kavram olmasından
kaynaklanmaktadır. Ayrıca, kentsel dönüşümün hangi disiplin bakımından ele alındığı da
tanımını farklılaştırabilmektedir.

Dünyada Kentsel Dönüşümün Ortaya Çıkışı


Kentsel dönüşüm olgusu ilk kez gelişmiş Batılı ülkelerin kentlerinde sosyal ve ekonomik
açıdan çöküntü alanlarının yeniden canlandırılmasına yönelik müdahaleler yapılmasıyla
başlamıştır. Genelde kentin, nüfusunu kaybetmiş ya da düşük gelir gruplarının kötü
ekonomik ve fiziksel şartlarda yaşadıkları ve sosyal dayanışmanın kaybolduğu konut
alanlarında, eski boş liman ve sanayi alanlarında kentin ekonomik gelişimine katkıda
bulunacak projelerin uygulanması biçiminde olmuştur. Batı kentlerinin mekânsal
biçimlenmesine müdahale yöntemleri, yapılan hatalardan alınan derslerle zaman içerisinde
o toplumlara özgü kurumsal yapıların varlığına ve toplumsal dinamiklerine göre
geliştirilmeye başlanmıştır (Aydinli & Turan, 2012).
19. yüzyılda Avrupa’da yaşanan kentsel büyüme hareketleri sonucunda bazı bölgelerin
yıkılıp yeniden yapılması (kentsel yenileme) şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, 1850-
1860 yılları arasında Hausmann’ın Paris uygulamaları sonucunda kentte yeni bulvarlar ve
geniş caddeler açılmış ve bu caddeler üzerinde apartmanlar inşa edilmiştir (Daşkıran & Ak,
2015).
Endüstri Devrimi sonrasında, Avrupa’nın büyük kentlerinde işçi sınıfının içinde bulunduğu
insanlık dışı koşullar, birçok plancıyı etkilemiş ve ilk kentsel dönüşüm fikrinin ortaya
çıkmasını hızlandırmıştır. Zaman içinde kentsel dönüşüm sürecinin politik ve ekonomik
yapısı, ulusal gelişimden, küresel bütünleşme hedefine yönelerek, kentsel planlama
sürecini de değiştirmiştir (Şişman & Kibaroğlu, 2009).
Kentsel çöküntünün ortaya çıkma nedenleri, gelişmiş Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da
sanayileşmenin getirdiği hızlı değişim ve dönüşümlerle ilişkilendirilebilir. Bu ülkelerde
kentsel çöküntüye yol açan çok önemli bir diğer faktör ise, II. Dünya Savaşı olmuştur.
Bombalanarak yıkılan şehirlerin yeniden inşası beraberinde kentlerin yeniden
canlandırılması, rehabilitasyonu, dönüşümü, yenilenmesi gibi tartışmaları getirmiştir.
Savaş’tan büyük hasarla çıkan ve tarihi zenginlikleri dolayısıyla büyük önem taşıyan
kentlerde yaşanan kentsel çöküntü, ilgili çevreleri çözüm arayışlarına itmiştir (Aydinli &
Turan, 2012).

Türkiye’de Kentsel Dönüşüm


Kentsel dönüşüm ve gelişim uygulamaları Avrupa ülkeleri ve ABD’de uzun yıllar önce
tartışılıp, yasal ve kurumsal bir yapıya kavuşmasına karşın, ülkemizde 1950 ve 1980’li
yıllardan itibaren kısmen, 2000’li yıllardan sonra ise yoğun bir şekilde gündemdeki yerini
almıştır (Aydinli & Turan, 2012).
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde başlayan, 1950’lerde sanayileşme ile birlikte ivme
kazanan kentleşme süreci beraberinde Ankara, İzmir, İstanbul gibi büyük kentlerin
kontrolsüz bir biçimde büyümesine sebep olmuştur. Küçük yerleşim birimlerinden büyük
kent merkezlerine yapılan göçler neticesinde ekonomik, sosyo- kültürel sorunların yanında
en temel sorun olarak barınma sorunu karşımıza çıkmaktadır. Barınma ihtiyacının kısa
dönemde çözülmesi amacıyla ortaya çıkan sağlıksız ve yasadışı konutlar, altyapı sorunları,
tahrip edilen kültür mirası, düşük fiziksel standartlar, sağlık ve beslenme koşullarında
yetersizlikler bir araya gelerek kentsel yoksunluğun ve dönüşüm ihtiyacının temellerini
oluşturmuştur (Özden, 2006).
1950’ler ve onu takip eden yıllarda ülkenin sosyo-ekonomik yapısında yaşanmaya
başlayan gelişmeler kentleşme hızının ve kentsel nüfusun artışına neden olurken, kentler
bu yıllardan itibaren hiç görmedikleri ölçüde hızlı bir dönüşüm sürecine de girmişlerdir.
Bu süreçte yeni merkezler ortaya çıkmış, kentlerin gelişme yönleri degişmiş, merkezi iş
alanı içinde kentsel rantların artmasıyla ekonomik ömrünü tamamlamadan binaların çoğu
yıkılarak yerlerine çok katlı yapılar inşa edilmiş, yeşil alanlar ve tarım toprakları gibi
yerleşime uygun olmayan alanlar konutlarla kaplanmaya baslanmış, kent merkezleri daha
kalabalık ve değerli hale gelmiştir. Bu dönüşüm sürecinde kentler plansız gelişmeleri
yanında hem doğal, tarihi ve kültürel çevreyi hem de afet risklerini göz ardı ederek
büyümüşlerdir. 1950 ve 60’lı yıllardan itibaren İstanbul ve Ankara başta olmak üzere,
büyük kentler bu dönüşümün simgesi haline gelmiştir. Kent içinin dönüşümünün yanında
1980 sonrasında kentler, çevrelerine eklenen yeni oluşumlarla (gecekondu alanları, sanayi
bölgeleri, devlet kurumları, üniversite kampusları vb.) “yağ lekesi” gibi, boşluksuz
büyümeye baslamışlardır. Gecekondulaşma sorunu, bu yıllardan itibaren ekonomik ve
sosyal yapıyla bağları çerçevesinde kentsel bir olgu haline gelirken, yaygınlaşmıştır (Genç,
2008).
1990’larda küreselleşmenin etkileri ülkemizde daha çok görülmeye başlanmış, ayrıca
Avrupa Birliği’ne geçiş süreci, uyum politikaları, kentsel dönüşüm uygulamalarının öne
çıkmasına neden olmuştur.
2000 sonrası dönemdeki en önemli gelişme kentsel dönüşümün yasalarda yer almasıdır.
Buna paralel olarak daha önce yerel girişimlerde uygulanmaya başlanan katılımcı yaklaşım
ve katılım araçları kentsel planlama gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Stratejik
planlama yaklaşımı, katılımcı koruma politikaları, bununla birlikte çok aktörlü karar alma
süreçleri, sivil güçlenme gibi çabalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Ayrıca, hızla devam eden
göç ve yerleşim alanlarına yansıyan sosyo-ekonomik kutuplaşmalar kentsel dönüşümün
gerekçelerini oluşturmuştur (Ataöv & Osmay, 2007).
Kentsel dönüşüm projeleri fiziki mekan düzenlemeleri değildir. Esas alınacak ölçütler
düzenleme yapılan yerin sosyal, kültürel ve ekonomik durumlarının göz ardı
eldilmemesidir (Güneroğlu, Bekar, 2017). Dönüşüm uygulamaları ile birlikte kentlerin
yalnızca çehresi değil, mekansal ve sosyal pratikleri de dönüşüme uğramaktadır.

Bitlis Kentinin Tarihi Oluşum Süreci

Bitlis ve yöresinin yazılı tarih öncesi oldukça karanlıktır. En önemli nedenleri yüzeydeki
buluntuların az olması ve bugüne kadar gerçekçi bir arkeolojik çalışma yapılmamasıdır.
Neolitik Çağ, M.Ö. 3000 yıllarında sona ermiştir. Bu tarihi baz aldığımızda Bitlis’in 5 000
yıllık bir tarihe ve geçmişe sahip olduğunu görmekteyiz (Oğuz, 2011).

Kent, dağların arasında bir vadide ve önemli ticaret-maden yolları üzerinde kurulmuştur.
Konum olarak stratejik bir öneme sahiptir. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin kesişiminde,
bölgeye hakim bir konumda olduğundan devletlerin ilgi odağı olmuştur. Etrafı surlarla
çevrili korunaklı bir yapısı vardır. Kent merkezinde bulunan ve günümüze ulaşan en eski
yapı M.Ö. 312 yılında Büyük İskender tarafından yaptırıldığı rivayet edilen Bitlis
Kalesi’dir. Kale, kentin içinden akan Bitlis suyu kollarından iki derenin birleştiği yerde
yapılmış olup, sarp kayalıklar üzerinde bulunmaktadır (Gelişkan, 2015). Tarih boyunca,
bütün sosyal ve kültürel yaşam kale etrafında toplanmış ve günümüze kadar da
süregelmiştir.

Olfert Dapper’in 1702 tarihli Bitlis gravürü (Gelişkan, 2015)

Farklı birçok medeniyete ev sahipliği yapan Bitlis’deki günümüze ulaşan anıtsal mimari
eserlerin çoğunluğu Selçuklular döneminden kalmıştır. Şehrin gelişiminin parlak olduğu
diğer dönem ise Şerefhanlar Dönemidir (Oğuz, 2011).

Topografyanın etkisinde Bitlis, iki dağ arasında çukur bir alanda kurulmuştur. Bu durum,
kentin, dışarıdan gelecek çeşitli saldırılara karşı korunaklı kalmasını sağlamıştır. Ayrıca,
çukurda kurulmasının bir avantajı da yoğun kış şartlarının etkisini en aza indirmesidir.
Türkiye’de yıllık en fazla kar yağışı alan il Bitlis’tir. İklim koşulları küresel ısınmanın
etkisiyle değişime uğramış olsa da, tarihi süreçte kenti ve kentliyi oldukça zorlamıştır.

Kent ilk oluşumunda Kale ve etrafını çevreleyen surlar ile var olmuştur. Kaleiçi yaşam ve
sur içi yaşam mevcut iken, artan nüfus ve alınan göç ile birlikte surların dışında yerleşim
birimleri oluşmaya başlamıştır. Matrakçı Nasuh tarafından resmedilen Bitlis kenti
minyatürü ile Evliya Çelebi tarafından resmedilen Bitlis gravürü arasında ortalama 200
yıllık bir zaman farkı olduğunu varsayarsak kent yapısının bu süreçte değişmediğini, Kale,
İç kale ve sur dışı yerleşimi biçiminde var olduğunu anlayabiliriz. Kent ilk oluştuğu
zamandan itibaren, Kale bölgesinin işlevi her dönemde aynı kalmıştır. Yerleşim ve ticaret
kentin coğrafik yapısına (dereler, dağlar, iklim gibi) göre şekillenerek, dönemin şartlarına
göre gelişim göstermiştir. Yapılar, öncelikle coğrafi şartlara uygun olarak kalenin etrafına
ve kentin içinden akan dere yataklarının yanına inşa edilmiştir. Kale çevresine yapılan ve
dere yataklarına paralel olan yapılar genelde ticari amaçlı kullanılan yapılar olup, kırsal
kesimden gelen, kentte bulunan ve kenti geçiş güzergahı olarak kullanan herkesin uğrak
noktası olmuştur.

Matrakçı Nasuh’un Bitlis tasviri ve Evliya Çelebi döneminde Bitlis gravürü(Fotoğraf:


Bitlis Tarihi Araştırmalar Platformu)
1934 yılına ait bir görünüm, Kale yönünden bakış (Fotoğraf: Bitlis Tarihi Araştırmalar
Platformu)

Dere Üstü Kapanıyor…

Cumhuriyet Dönemi ve sonrasında kent merkezi, var olan alan çevresinde gelişimini
devam ettirmiş ve sosyal hayat bu çevrede şekillenmiştir. Kırsal kesimin kente göç etmesi
ile birlikte adeta kentin kalbi olan kale çevresi ve dere yataklarının bulunduğu alanlar, dar
gelmeye başlamıştır. Kentin topografyası kentin yayılarak büyümesine elverişli değildir.
Diğer taraftan, kentin kuzey bölümü ova olmasına rağmen, bu alana doğru genişlemeye de
iklim şartları müsaade etmemiştir. Ağır kış şartları, kar ve tipi gibi parametreler sözü
edilen düzlük alanda yerleşmeye müsaade etmemiştir. Bu düzlük alanın sert kış koşulları
ve asla yerleşmeye imkan tanımadığı yapılan halk röportajlarına konu olmuştur. Belirtilen
sebepler çerçevesinde, kentin nasıl büyüyebileceğine ilişkin yeni arayışlar meydana gelmiş
ve dere yatağının üzerine yapılar inşa etme fikri doğmuştur. Lefebvre, tarihsel dönemlerde
gündelik hayatın bağrında nelerin su yüzüne çıktığı konusunda fikir verecek tek şeyin
reklamlar, gazetelerdeki günlük haberler, kıyıda köşede kalmış bilgi parçacıkları olduğunu
söylemiştir (Lefebvre, 2016). Dere üstünün kapanmasının topluma nasıl tezahür ettiğini
anlamak için yapılan gazete arşivleri taramasında, bu fikrin yöre halkını
heyecanlandırdığını anlıyoruz. Söz konusu yapıların inşasının gecikmesi, 1961 yılında
dönemin yerel gazetesine yansımıştır. Gazetede kentin gelişiminin tek çaresinin dere
üstünün kapatılması olduğu belirtilmiş ve imara açılan dere üstü parsellerinde bir an önce
yapım işine başlanılması gerektiği vurgulanmıştır.
Kale altı kent merkezi, Dere üstünün yapılaşmadan önceki hali (Fotoğraf: Bitlis Tarihi
Araştırmalar Platformu)
19 Nisan 1961 Dideban Gazetesi (Özcan ERBOY’un kişisel arşivinden).

Kale çevresi ve dere üstü ticari mekanları içine alan çalışma alanını inceleyecek olursak;
alan tam olarak kentin merkezi konumundadır. İl ve ilçe bağlantı yollarının kesişiminde
konumlandığından, civar kentlerden veya köylerden gelen insanların buluşma noktası ve
günlük ihtiyaç, ticaret, sosyal aktivite gibi gündelik eylemlerin gerçekleştirildiği odak
özelliğindedir. Tarihin her döneminde de bu özelliğini korumuştur. Kent nüfusunun ve
kente giriş çıkışların artması ile ticari fonksiyonlu birimler zamanla yetersiz hale gelmiştir.
İhtiyaca cevap verebilmek için dere üstü büyük ölçekli yapılarla kapatılarak ticari alanlar,
kamusal alanlar oluşturulmuştur. Ancak, dere üstleri yapılaşmaya başlarken kentin
geçmişinden gelen tarihi eser niteliğindeki yapılar yeni yapılan yapıların gölgesinde eski
niteliğini kaybederek değersiz hale getirilmiş, inşa edilen yüksek yapılarla adeta
perdelenmiştir.
Bitlis Kentinin Topografik Haritası gösterilmiştir. Daire içine alınan alan gelişim bölgesi
olan Rahva Ovasıdır (Google Earth).

İnceleme alanı, dere üstünde yıkımı gerçekleşen bina ve kale ve çevresindeki tarihi eserler
gösterilmiştir (Fotoğraf: Bitlis Tarihi Araştırmalar Platformu).
Bellek Yıkımı mı?

Kentler, tarihi süreçlerde hep büyüme eğilimi göstermişlerdir. Günümüz itibariyle, gelişen
teknoloji ve küresel ısınma ile birlikte değişen hava şartları Bitlis’in gelişimini önemli
derecede etkilemiş, artan kentleşme ve yapılan kentsel dönüşüm faaliyetleri ile birlikte,
tarihler boyunca merkez olarak kullanılan alan, artık yeterli olamamış, kent, kuzey
tarafında yer alan Rahva Ovası yönüne taşınmaya başlamıştır. Önce konut yerleşkeleri,
ardından kamu binaları derken birden kent merkezi odağı değişkenlik göstermiştir. Bu
durum halkın gündelik yaşantısına yansımış, daha evvel bütün ticaretin döndüğü,
insanların buluşma veya uğrak noktası olan kentin kamusal alanları ıssızlaşmaya
başlamıştır.

Zukin’e göre, mekan ve zamanın görsel tüketimi, endüstriyel üretim mantığından hareketle
hız kazanmıştır. Bu durum, kentin postmodern tüketim olarak yeniden yapılanmasına yol
açmış ve kent bir gösteriye, görsel tüketimin bir düşsel peyzajına dönüşmüştür. Bu düşsel
peyzajlar, tarihsel olarak yer üzerine, insanların ait oldukları ya da taşındıkları yer üzerine
kurulmuş olan kimliğe ilişkin önemli sorunlar ortaya çıkarır. Açıkçası buralar, insanların
artık ait olmadığı ya da yaşamadığı toplumsal kimlik duygusu sunmayan yerler olarak
değerlendirilmektedir (Urry, 2018).
Bir kentin farklılaşması, içindeki işlevlerin ve toplumsal geleneklerin çeşitliliğinin bir
sonucudur, ancak, grup olgunlaşırken kent, dış görünüşü itibariyle daha yavaş değişim
gösterir. Yerel alışkanlıklar onları dönüştürme eğiliminde olan güçlere karşı direnç gösterir
ve bu direnç, bunun gibi gruplarda kolektif belleğin mekânsal imgelerden ne kadar destek
aldığını daha iyi fark etmemizi sağlar (Halbwachs, 2019). Ancak şu ifade edilebilir ki,
Türkiye’de kollektif hafızanın mekanla birlikte, hatta mekan sayesinde var olan bir değer
olarak algılanması, pek çok kentsel dönüşüm projesinin aldatıcı ve yapay parlak ışıkları
altında baskılanmaktadır (Basa, 2015). Hızlı kentsel dönüşümler, ardında bıraktığına
bakmaksızın ileri bir noktayı işaret eder. Mekana ait belleğin sürekliliği onu istila eden
yeni kurgunun baskısıyla aşınır. Ancak, kentsel bellek somut karşılığını gündeliklik
kesitlerinde bulabildiğinde sürekliliğini korur.

Devlet tarafından yapılması planlanan “dere üstü ıslah projesi “uzun yıllardır kentin ve
siyasilerin gündemini işgal etmiş, yeni bir Bitlis vaadiyle söz konusu projede somut
adımlar ilk olarak 10 yıl önce atılmış ve projenin gerçekleştiği takdirde kentin nasıl bir
görünüme kavuşacağının görselleri oluşturulmuştur (URL)(1). Ayrıca, dere üstünde
bulunan iş yerlerine ait mülk sahipleri ile toplantılar yapılmış ve iş yerleri yıkılmadan
kendilerine yeni binalar inşa edilmesi sağlanarak vatandaş ikna edilmeye çalışılmıştır
(URL)(2). Kentlinin, özellikle o bölgede ticaret yapan esnafın, yapılacak dönüşüme karşı
tepkili olması söz konusu projeye başlanmasını geciktirmiş, ancak, Eylül 2019 tarihinde
kentin merkezinden geçen derelerin birleşme noktasında olan 5 katlı ve 10 bin metrekare
alana sahip yapı yıkılarak, uygulanacak projeye dair ilk adım atılmıştır. (URL)(3). Dere
üstünde bulunan bu binaların yıkılmasındaki amaç, Bitlis’i eski tarihi dokusuna
kavuşturmak, otantik görünümü sağlamak ve yerli ve yabancı turistleri bu bölgeye
çekmektir (URL)(4). Zengin bir tarihe sahip olan kentin tarihi güzelliklerinin ortaya
çıkarılarak merkezin turizm merkezi haline getirilmesi olumlu bir adım olarak görünse de
çok uzun yıllarca ticaretin gerçekleştiği kent merkezinin bu fonksiyonunun alınarak başka
bir yere taşınması, kent belleği bağlamında incelediğimiz alanımızda adeta bir bellek
yıkımını gerçekleştirmektedir. Bellek yıkımı olarak nitelendirilen bu projeye karşı yöre
halkı ikiye bölünmüş olup, bir kesim tamamen desteklerken diğer kesim söz konusu
yapıların yıkılması durumunda hem ekonomik olarak halkın olumsuz etkileneceğini hem
de şehrin kimliğini kaybedeceğini savunmaktadır. Bu ayrışmaya yaş gruplarına göre
baktığımızda, genç nesil projeyi olumlu bulup desteklerken, üst yaş grubu büyük oranda
karşı çıkıp direnmektedir. Halk röportajlarından edinilen bilgiler doğrultusunda, bu
çalışmaların on yılı aşkın süredir var olduğu ancak, kentlinin bu değişimi istememesi
üzerine bu döneme kadar sonuç alınamadığı öğrenilmektedir (URL)(5).

Söz konusu projenin gecikmesinin ve kentlinin kabullenememesinin sebebi yüzyıllardır


aynı bölgede yaşanıyor olmasıyla açıklanabilir. Belleğin tarihi süreç içerisinde toplumlar
tarafından üretilen bir olgu olduğunu düşündüğümüzde, yaşanılan durumu belleğe sahip
çıkma olarak nitelendirebiliriz. Genç ve yaşlı herkes bu bölgeyi o kadar sahiplenmiştir ki,
gerek ekonomik gerek ise manevi nedenlerden dolayı bu projeye karşı çıkmışlardır.
Kentlinin belleğinde küçük yaşlardan itibaren bu bölge büyük bir yer edinmiş ve tüm
gündelik yaşam pratikleri bu bölgede gerçekleşmiştir. Dolayısıyla kent kimliği de bu
doğrultuda gelişmiştir. Yapılan dönüşüm çalışmalarıyla birlikte bir takım yıkım faaliyetleri
gerçekleşmekte, bu yıkım yalnızca fiziksel olarak binalarda değil, manevi olarak kentlinin
bütün yaşanmışlıklarında, belleğinde tezahür etmektedir. Bahse konu yıkım, kent
belleğinin, kolektif belleğin, kent kimliğinin yıkımıdır. Bu durumu bir örnekle
somutlaştıracak olursak; bölge halkının sosyalleşme şekli olan kahvehane kültürünün
geçmişi çok uzun yıllar önceye (net bir tarih verilemiyor) dayanmaktadır. Kahvehaneler,
halkın her yaş grubundan erkeklerinin gün içerisinde bir araya geldiği, sohbet ettiği,
dertleştiği sosyalleşme mekanlarıdır. Çalışmamıza konu edilen kent alanının dönüşüm
kapsamında yalnızlaştırılması ile bu kültür yerini yeni merkezde yapılan kafelere bırakarak
yok olmaya yüz tutmaktadır. Kafe kültürü üst yaş grubuna hitap etmediğinden, bu durum
özellikle onları olumsuz etkilemiştir. Yine kentte her şey belirli noktadadır. Herkesin gün
için öğrenilmiş alanı mevcuttur. Etini, kasaplar çarşısından almakta, öğle yemeğini
Büryancılar çarşısında yemekte, sebze-meyve alışverişini merkez halinden yapmakta ve
ibadetini yapacağı tarihi camilerde yine bu bölgede bulunmaktadır. Kent merkezini taşıma
projesi nihayete erdirildiğinde, yüzyıllardır süregelen tüm bu gündelik yaşam pratikleri de
mekan olarak yer değiştirecek, kentte ve kentlide yeni bir bellek oluşum süreci
başlayacaktır.
Bitlis Kent Belleği Röportajlarına Göre Kentlinin Yapılan Uygulama Üzerine
Görüşleri

Bitlis’in unutulmuş, unutturulmuş, kaybolmuş hafızasını geri getirmek amacıyla kurulmuş


olan Bitlis Kent Belleği oluşumunun kurucuları Bitlisli halk ile yapılan röportajlar da
tarihinin yaşanmışlıklarına ışık tutmaktadır. Yapılan alan çalışması kapsamında, bu
röportajlar kaynak alınarak, incelediğimiz alanda yapılan dönüşüm çalışmalarına ilişkin
halkın ne düşündüğü hakkında bilgi edinilmiştir.

Cahit Zülfikar, Bitlis kentindeki tüm ticaretin kale altı mevki ve meydan boğazı arasında
olduğunu ifade etmektedir. Tüm bunlar, bölgede ticari kolonilerin oluşmasına ve hanların
yapılmasına neden olmuştur diyerek, bölgedeki ticari yaşamın eskiye dayandığını
belirtmektedir (URL)(6).

Çalışma alanında (Kale altı mevkii) dükkan sahibi olan Selahattin Ölekli, kendisine
yöneltilen çarşı merkez hakkındaki soruya cevap olarak görüşlerini, “Buralar eskiden
böyle değildi binalar yoktu, önce dere üstünü yaptılar şimdide yıkacaklarını söylüyorlar.
Bu durum Bitlisi öldürür.” diyerek ifade etmektedir. Ayrıca, kentin taşındığı Rahva
Ovası’nın ağır kış şartlarını; “Bitlis merkezden Tatvan’a giderken yolda on dört ceset
saydığımı bilirim” sözleriyle açıklıyor. (URL)(7).

Çarşıda 60 yıldır esnaflık yapan Nuri Oto, dönüşüme konu edilen alanın gelişim sürecini
aktarıyor. Caddesi olmayan, araçların giremediği harabe bir yer olarak betimliyor çarşının
eski halini. Dere üstü kapandıktan sonra buraların güzelleştiğini ifade ediyor. Dere üstünün
yıkılmasını, Bitlis’in yıkılması olarak nitelendiriyor ve şehrin bu sebepten göç vereceğini
söylüyor. Kentin taşındığı yer, belleğinde köy olarak yer ettiğinden günümüzde de hala
öyle olduğunu değerlendiriyor (URL)(8).

Sonuç Olarak…

Urry’e göre, yeni mekânsal biçimler yaratılırken ekonomik belirleyiciler gereğinden çok
vurgulanmakta ve mekanı yapılandıran sosyal, politik ve kültürel etmenler göz ardı
edilmektedir. Yer’lerin kendileri özellikle görsel açıdan gerçek anlamıyla tüketilmektedir.
Bir yere ilişkin anlamlı bulunan bir şey (tarih, binalar, çevre vs.) zaman içinde anlamını
kaybedip, azalıp, tükenebilmektedir. Önemli olan hem ziyaretçilerin hem de yerel insanlara
yönelik çeşitli tüketici hizmetlerin sağlanmasıdır (Urry, 2018).
Soja’ya göre, toplumsal yeniden yapılaşma süreçleri, değişimin sanki kendiliğinden
gerçekleştiği ya da gelişmeye doğru kaçınılmaz bir tür ilerlemeyi taçlandırmak üzere
ortaya çıktığı, idealize edilmiş şemalar altında gizlenmiştir. Tarihselciliğin bir başka biçimi
olan bu gelişimsel idealizm, yeniden yapılandırmanın, eski ile yeni arasındaki ve
devralınmış düzen ile öngörülen düzen arasındaki rekabetçi çatışmada kökleşmiş olduğunu
saklar. Yeniden yapılanma, tezahürlerinin oluşturduğu hiyerarşi içinde, önceden var olan
toplumsal koşul ve pratiklerdeki ciddi sarsıntılara dayanan, bu sarsıntılara karşılık veren ve
maddi yaşamı şekillendiren kuvvetlerin denetlenmesi için rekabetçi mücadelelerin
yoğunlaşmasını tetikleyen bir şey olarak görülmelidir (Soja, 2019).

Bitlis kent merkezinde yapılan kentsel dönüşüm çalışmaları kapsamında, dere üstünde
bulunan bu binaların yıkılmasındaki amaç, Bitlis’i eski tarihi dokusuna kavuşturmak,
otantik görünümü sağlamak ve yerli ve yabancı turistleri bu bölgeye çekmektir. Bitlis’in
tarihi dokusunun zenginliği ve bu zenginliklerin reklam malzemesi olarak kullanılarak
kentin turizme kazandırılmak istenmesi ilk başta kulağa hoş gelmektedir. Ancak, bu
yeniden yapılaşma sürecinde kentlinin tarih süreci boyunca inşa ettiği gündelik hayat
pratiklerindeki iz düşümler göz ardı edilerek bir toplumun belleğinin yok olmasına mı
sebep olmaktadır?
Çalışılacak olan tezin konusunu bu soru oluşturmaktadır. Bitlis kentinde
gerçekleştirilmekte olan dönüşüm çalışmaları neticesinde çalışmanın kavramsal
çerçevesini oluşturan kolektif bellek, kent kimliği ve kent kültürü gibi parametrelerin ne
ölçüde korunabildiği, gerçekleştirilen projelerin bu bağlamda sürdürülebilir olup olmadığı
değerlendirilerek, bir bakıma dönüşümün sosyal ve kavramsal açıdan başarısı
irdelenecektir.
Kaynaklar

1. Yeni Bitlis Herşey Hayalllerle Başlar. https://www.youtube.com/watch?v=bUBwW3s1LpQ


2. http://www.bitlis.gov.tr/bitlis-valisi-ve-belediye-baskan-vekili-ahmet-cinar-dere-ustunun-
yikilmasiyla-ilgili-hal-esnafiyla-bir-araya-geldi
3. https://www.haberler.com/bitlis-te-dere-ustu-islah-projesi-kapsaminda-ilk-12474924-haberi/
4. http://bitlis.gov.tr/bitliste-dere-ustu-islah-projesi-icin-ilk-yikim-basladi
5. https://www.youtube.com/watch?v=7FLJ52ghm2Q&t=13s
6. Cahit ZÜLFİKAR,Kent Belleği Röportajı. https://www.youtube.com/watch?v=Sgfg-UCt9m8
7. Selahattin ÖLEKLİ,Kent Belleği Röportajı. https://www.youtube.com/watch?v=p-nQYAPh6mw
8. Nuri OTO,Kent Belleği Röportajı. https://www.youtube.com/watch?v=Ctg3MEaerv8&t=1222s
Adorno, T. W. (2011). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi (M. T. Nihat Ülner, Elçin Gen, Trans.).
İletişim Yayınları.
Akkar, Z. M. (2006). Kentsel dönüșüm üzerine Batı’daki kavramlar, tanımlar, süreçler ve Türkiye.
Planlama, 2, 29-38.
Al, M. (2011). Kentte bellek yıkımı ve kimlik inşası–palimpsest: Ankara Atatürk bulvarı bağlamında
bir inceleme. İdealkent, 2(4), 22-36.
Apaydın, B. (2019). PALİMPSEST KAVRAMI VE MEKANSAL DÖNÜŞÜM. The Turkish Online Journal
of Design Art and Communication, 9(2), 90-103.
Ataöv, A., & Osmay, S. (2007). Türkiye'de kentsel dönüsüme yöntemsel bir yaklasim. Odtü
Mimarlik Fakültesi Dergisi= Metu journal of Faculty of Architecture, 24(2), 57-82.
Auge, M. (2019). Unutma Biçimleri (M. Sert, Trans.; 1. Baskı ed.). Yapı Kredi Yayınları.
Aydinli, H. I., & Turan, H. (2012). Kuramsal ve yasal çerçevede Türkiye’de kentsel dönüşüm. Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi(28), 61-70.
Basa, İ. (2011). Kültür Göndergesinin Karmaşıklığı: Kentsel (Gündelik) Yaşamın Aydınlanma Mekanı
veya Şenlikçi Alanı olarak Ankara Atatürk Kültür Merkezi. Dosya, TMMOB Mimarlar Odası
Ankara Şubesi, 27, 32-40.
Basa, İ. (2015). Kentsel Hafızanın Sürdürülebilirliği: Bir Mimarlık Stüdyosu Deneyimi. Sanat ve
Tasarım Dergisi, 1(15), 27-42.
Bergson, H. (2007). Madde ve Bellek [Işık Ergüden]. Dost Kitabevi Yayınları.
Bilgin, N. (2011). Sosyal düşüncede kent kimliği. İdealkent, 2(3), 20-47.
Bilsel, S. G. (2017). Kent ve Kentli Kültürü, Kimlik Sorunsalı, Yaşanılası Kentsel Mekan ve Ankara
üzerine. Sociologica, 44(3).
Castells, M. (2006). Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum, Kültür Cilt 2 Kimliğin Gücü (E. Kılıç,
Trans.). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Çalak, I. E. (2012). Kentsel ve kolektif belleğin sürekliliği bağlamında kamusal mekânlar: ULAP Platz
örneği, Almanya. tasarım+ kuram dergisi, 8(13), 34-47.
Daşkıran, F., & Ak, D. (2015). 6306 SAYILI KANUN KAPSAMINDA KENTSEL DÖNÜŞÜM. Yönetim ve
Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 13(3), 264-288.
Gelişkan, N. N. (2015). Matrakçı Nasuh Gözüyle Bitlis Fen Bilimleri Enstitüsü].
Genç, F. N. (2008). Türkiye’de kentsel dönüşüm: Mevzuat ve uygulamaların genel görünümü.
Yönetim ve Ekonomi: Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
15(1), 115-130.
Geniş, Ş. (2011). Küreselleşme, kent ve kültür. İdealkent, 2(3), 48-61.
Güneroğlu, N., & Bekar, M. (2017). Dönüşüm ve Kimlik Kavramı: Trabzon Örneği. Kastamonu
Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi, 17(4), 580-593.
Güvenç, B. (1995). Türk Kimliği Kültür Tarihinin Kaynakları. Remzi Kitabevi.
Halbwachs, M. (2019). Kolektif Bellek (Z. Karagöz, Trans.). Pinhan Yayıncılık
Hayta, Y. (2016). KENT KÜLTÜRÜ VE DEĞİŞEN KENT KAVRAMI. Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 5(2).
Kaymak, M. (2018). KENTSEL DÖNÜŞÜM: 6306 SAYILI KANUN KAPSAMINDA İSTANBUL’DAN
ÖRNEKLER İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ].
Lefebvre, H. (2016). Modern Dünyada Gündelik Hayat (I. Gürbüz, Trans.; 4. Baskı ed.). Metis
Yayınları.
Lynch, K. (2020). Kent İmgesi (İ. Başaran, Ed.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Oğurlu, İ. (2014). Çevre-kent imajı-kent kimliği-kent kültürü etkileşimlerine bir bakış.
Oğuz, G. P. (2011). Kentsel Koruma Çalışmalarında Mekansal-Sosyal Yapı İlişkisinin Bitlis Kent
Merkezinde Örneklenmesi Gazi Üniversitesi].
Oktay, D. (2009). Yerel bağlam ve kent kimliği: Ankara örneğinde bir tartışma. Dosya, 10, 35-43.
Oktay, D. (2011). Kent kimliğine bütüncül bir bakış. İdealkent, 2(3), 8-19.
Özay, O. L., & Demirbaş, F. (2017). 6306 SAYILI KANUN BAKIMINDAN KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİ
ve TAPU SİCİL İŞLEMLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ. İnönü Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, 8(2), 217-248.
Özden, P. (2006). Türkiye'de kentsel dönüşümün uygulanabilirliği üzerine düşünceler. İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi(35), 215-233.
Özkan Tuba , Ö. E. (2017). Tekinsiz bir Müphem Alan: Yedikule Gazhane Kompleksi. Mimarlık
Dergisi, Mimarlar Odası, 393.
Pallasmaa, J. (2009). Space, place, memory and imagination: the temporal dimension of existential
space. na.
Russell, N. (2006). Collective Memory before and after Halbwachs. The French Review, 792-804.
Şişman, A., & Kibaroğlu, D. (2009). Dünyada ve Türkiye’de kentsel dönüşüm uygulamaları.
TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, 12, 11-15.
Tekeli, İ. (1991). Bir kentin kimliği üzerine düşünceler. Kent Planlaması Konuşmaları, 79-89.
Tümer, G. (2008). Beş Mimarlık. Arkitera.
Ulu, A., & Karakoç, İ. (2004). Kentsel değişimin kent kimliğine etkisi. Planlama Dergisi, 3(29), 59-
66.
Uludağ, Z., & Aycı, H. (2016). Modernin Güçlü Sahnesi Erken Cumhuriyet Dönemi Ankara’sında
Kolektif Belleğin İnşası ve Toplumsal Unutma Süreci. İdealkent, 7(20), 746-773.
Urry, J. (2018). Mekanları Tüketmek (R. G. Öğdül, Trans.). Ayrıntı Yayınları.
Ünlü, T. S. (2017). Kent Kimliğinin Oluşumunda Kentsel Bellek ve Kentsel Mekan İlişkisi: Mersin
Örneği The Relation Between Urban Memory and Urban Space on Evolution of Urban
Character: Case of Mersin. Planlama, 27(1), 75-93.
Yavuz, Z., & Aksu, A. (2019). TARİHİ YAPILARA YAPILAN ÇAĞDAŞ EK/YAPININ PALİMPSEST
KAVRAMI ÖZELİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ: DANİEL LİBESKİND BERLİN YAHUDİ MÜZESİ.
ATA Planlama ve Tasarım Dergisi, 3(1), 31-37.
Yıldırım, G. (2009). Mekânların Dönüşüm Potansiyeli Ve Mimarlıkta ‘palimpsest’Kavramı Fen
Bilimleri Enstitüsü].

You might also like