You are on page 1of 21

SİYASETİN TANIMI ve ÇEVRESİ. SİYASET BİLİMİNİN KONUSU ve GELİŞİMİ.

SİYASET BİLİMİNDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ ve YAKLAŞIMLAR

Siyasetin Tanımı

Tek bir genel geçer siyaset tanımı yoktur, çok sayıda siyaset tanımları vardır.
Bunlardan bazıları benzer tanımlardır, bazıları ise birbirlerinden çok farklıdır. Bu tanımları
“çatışmacı/rekabetçi”, “uyuşmacı” ve “katılımcı” tanımlar olarak üç grupta toplamak
mümkündür.
Rekabetçi tanımlara göre siyaset; bireyler, toplumsal gruplar ve toplumsal sınıflar
arasında gerçekleşen iktidarı ele geçirme mücadelesidir. Bu iktidar mücadelesinin temel
nedeni, kaynakların kıt olmasıdır. Amaç, kıt kaynaklar üzerinde egemenlik kurmaktır.
Uyuşmacı tanımlara göre siyaset; farklı toplumsal grupların ve sınıfların farklı /
çatışan talepleri ve çıkarları arasında uyum sağlamaktır. Ancak bu şekilde toplumsal uyum,
barış ve düzen oluşur. Aksi taktirde toplum krize girer ve dağılır. Yani bu tanıma göre siyaset,
bir toplum içinde uyumu, uzlaşmayı, düzeni ve devamlılığı sağlar.
Katılımcı tanımlara göre ise siyaset; bireylerin, toplumsal grupların ve sınıfların
toplumsal meseleler hakkında karar alma sürecine katılmasıdır. Bu katılım, doğrudan
gerçekleşebileceği gibi, dolaylı olarak da gerçekleşebilir. Referandum sırasında, çeşitli
mitinglerde, yürüyüşlerde veya imza kampanyalarında vatandaşlar / bireyler doğrudan katılım
gerçekleştirmiş olurlar. Çünkü tüm bunlar, karar alma sürecini (yöneticilerin karar almasını)
etkiler. Ama günümüzde katılım daha çok dolaylı olarak gerçekleşiyor. Bu konuda en önemli
kurum parlamento ve siyasal partilerdir. Bireyler, toplumsal gruplar ve toplumsal sınıflar,
kendi temsilcilerini parlamentoya göndererek karar alma sürecine dolaylı olarak katılmış
olurlar. Bu süreçte siyasal partiler, dolaylı katılımı sağlayan modern siyasal kurumlardır.

Çeşitli siyaset tanımlarından bazı örnekler aşağıdaki gibidir:

Esat Çam (1929-2003): Toplumu oluşturan bireyler ve gruplar arasındaki ilişkileri son
aşamada yasal fiziki zora başvurarak düzenleyen eylemler bütünüdür.
Maurice Duverger (1917-): İnsanlar ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çeşitli
büyüklüklerde gruplar halinde bir araya gelirler. Bu nedenle bir toplumda siyaset; örgütlü
iktidar, yetki ve denetim kurumlarıdır.
Karl Marx (1818-1883): Sınıflı toplumlarda siyaset, egemen (sömüren) sınıf ile
egemen olmayan (sömürülen) sınıf arasında siyasal iktidarı (devleti) ele geçirme
mücadelesidir. Sınıfsız toplumda (komünist toplumda) ise siyaset, toplumun özyönetimi
(toplumun kendi kendisini yönetmesi) ve bireylerin toplumsal konular ile ilgili karar alma
sürecine katılmalarıdır.
Aristoteles (M.Ö. 384-M.Ö. 322): Polisin (kent-devletin) yönetimi.
Max Weber (1864- 1920): “Devletler arasında ya da devlet içindeki gruplar arasında
gücü paylaşmaya ya da gücün dağılımını etkilemeye çalışmak”. “Devlet, belli bir arazi içinde
fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğudur”.
Gabriel Almond (1911-2002): Meşru fiziki zora başvurmanın tekelleşmesidir.
Robert Alan Dahl (1915-): İktidar ile ilgili insan ilişkileridir.
Peter H. Merkl: Belli bir görüş doğrultusunda topluma bir düzen verme sürecidir.
Crick ve Bendix: Toplumu yöneten devletin işleyiş süreci.
Greer ve Orleans: İktidarın gelişmesi ve kullanılması olgusudur.
David Easton (1917-): Toplum içinde değerlerin ve ayrıcalıkların otoriter yöntemle
dağıtımını yapan süreçtir.
V. Dyke: Toplumdaki güç bölüşümüne göre değerlerin otoriter dağıtımıdır.
Jean Baechler: Bir grubun iç uyumunu ve dış güvenliğini sağlayan insani faaliyetler.
Hannah Arendt (1906-1975): Siyaset, salt bir iktidar ilişkisi / mücadelesi değildir.
Siyaset, insan yaşamının daha yüksek potansiyellerinin gerçekleştirildiği bir sahnedir.
Dolayısıyla siyaset için (yani insan yaşamının daha yüksek potansiyellerinin
gerçekleştirilebilmesi için) herşeyden önce çoğulculuk, farklılık, diyalog, düşünce ve
örgütlenme özgürlüğü ve tüm vatandaşlara, değişik düşüncelere açık olan bir kamusal alan
gerekir. “Siyset ve özgürlük” adeta iç içe geçmiştir. Çünkü özgürlüğün olmadığı yerde siyaset
de olamaz. Çünkü insanların siyaset yapabilmeleri için öncelikle özgürce eylemde
bulunmaları gerekir. Özgür eylemde bulunamayan kişi siyaset de yapamaz. Siyaset ise,
özgürlüğün gerçekleştirilebileceği bir alandır. Yani siyaset, özgürlüğün ortaya çıkması ve
korunması için gerekli olan koşulları yaratabilir.
Tüm bu tanımlardan hareketle siyaseti;
- siyasal iktidarı ele geçrme mücadelesi,
- farklı toplumsal kesimler arasında uyum / uzlaşı sağlama süreci,
- vatandaşların kamusal meseleler hakkında karar alma süreçlerine katılımları,
- toplum içinde değerlerin ve ayrıcalıkların otoriter biçimde dağıtılması süreci
olarak tanımlayabiliriz.
Siyaset Tarzları

Genel olarak üç “siyaset tarzı/tipi” vardır: (1) Totaliter siyaset, (2) otoriter siyaset ve
(3) demokratik siyaset.
Totaliter siyaset; iktidarı elinde bulunduran partinin, grubun veya sınıfın, belli bir
ideolojiye veya inanca göre toplumu dizayn etmesi sürecidir. Otoriter siyaset; iktidarı elinde
bulunduran partinin, grubun veya sınıfın, toplumu kontrol edip yönettiği ve vatandaşların
karar alma süreçlerine dâhil edilmediği (veya çok sınırlı olarak dâhil edildiği) siyaset tarzıdır.
Demokratik siyaset ise; temel hak ve özgürlüklerin geniş tutulduğu, vatandaşların karar alma
süreçlerine dâhil edildiği ve bunun için gerekli kurumların ve yöntemlerin geliştirildiği
siyasettir.
Devletçi sosyalist sistemlerin çoğunluğu totaliter siyaset uygulamıştır: Stalin dönemi
SSCB (1925-1953), Mao Zedong dönemi Çin (1949-1976), Enver Hoca dönemi Arnavutluk
(1945-1985), Todor Jivkov dönemi Bulgaristan (1954-1989), Nikolay Çavuşesku dönemi
Romanya (1965-1989), günümüzde Kuzey Kore buna örnektir.
Faşist sistemlerin tamamı totaliter siyaset uygulamıştır: Hitler dönemi Almanya (1933-
1945), Benito Mussolini dönemi İtalya (1922-1945), General Francisco Franco dönemi
İspanya (1936-1975), Antonio Salazar dönemi Portekiz (1932-1970) buna örnektir.
Ayrıca günümüzde İran, Suudi Arabistan, Sudan gibi İslamcı teokratik sistemler de
totaliter siyaset uyguluyorlar. Yakın zamanda alınan bir kararla, İran’da “kadınların kamuya
açık alanlarda bisiklet kullanmalarının yasaklanması”, totaliter siyasete bir örnektir. Ayrıca
“kadınların başları açık sokağa çıkmalarının yasak olması” da totaliter siyasete bir örnektir.
Kapitalist sistemlerin büyük çoğunluğu ise, “şu veya bu düzeyde” otoriter siyaset
uygular: Brezilya, Arjantin, Meksika, Mısır, Endonezya, Malezya, Güney Kore, Hindistan,
Pakistan, Rusya, Çin, Türkiye ve hatta “liberal ABD” bile buna örnek gösterilebilir. Çünkü
kapitalist sistemin iki amacı vardır: Sermaye birikimini devam ettirmek (ekonomik amaç) ve
kapitalist sınıfın iktidarını devam ettirmek (siyasal amaç). Bu iki amaca ulaşmak için, emekçi
kitlelerin siyasal-ekonomik karar alma süreçlerine dâhil edilmemeleri veya düşük düzeyde
dâhil edilmeleri gerekir. Kapitalist sistem, bazen ideolojik araçları bazen de şiddet araçlarını
kullanarak emekçi kitlelerin karar alma süreçlerine aktif olarak katılmalarını
engeller/sınırlandırır. Bu nedenle kapitalist sistemlerde uygulanan siyaset tarzı, az veya çok
otoriter olur.
Kapitalist sistemlerde “otoriterliğin seviyesini” belirleyen temel etken, kapitalist
sınıfın hâkimiyetine ve sömürüye karşı gelişen “toplumsal muhalefetin seviyesi ve
başarısıdır”. Dolayısıyla tüm kapitalist ülkelerde siyasetin otoriter yapısı eşit seviyede
değildir: Batılı merkez (gelişmiş) kapitalist ülkelerde otoriter siyaset daha düşük
seviyedeyken, çevre (azgelişmiş-bağımlı) kapitalist ülkelerde otoriter siyaset daha şiddetlidir.
Tarihsel süreçte gerçekleşmiş olan demokrasi mücadeleleri, sosyalist mücadeleler ve işçi
hareketleri, Batılı merkez kapitalist ülkelerin otoriter siyasetlerini yumuşattı ve kısmen
demokratikleştirdi. Günümüzdeki Batı Avrupa ülkeleri ve ABD buna örnektir. Bu ülkelerde
19. yüzyıldan itibaren yaşanılan demokratik, sosyalist ve işçi mücadeleleri/muhalefeti
nedeniyle, otoriter siyaset geriledi/yumuşadı. Böylece bu ülkelerde zaman içerisinde (özellikle
de 2. Dünya Savaşı sonrasında) liberal demokrasi ve sosyal demokrasi (özellikle Kuzey
Avrupa ülkelerinde) gelişti.

Siyasetin Çevresi

Siyasetin çevresi; siyaseti, zamana ve mekâna göre değişik düzeylerde etkileyen


unsurlardır.
(1) Coğrafi Çevre: Coğrafi çevre; iklim, madenler, toprak yapısı, enerji kaynakları,
mevki (ülkenin dünya üzerindeki yeri) unsurlarını içerir. Tüm bu unsurlar siyaseti düşük veya
yüksek düzeyde doğrudan veya dolaylı biçimde etkiler. Örneğin; petrol zengini Arap
ülkelerinde hem iç siyaset hem dış siyaset büyük ölçüde petrol merkezlidir. Coğrafyanın
siyaset üzerindeki etkisinden dolayı siyasi coğrafya ve jeopolitik denilen ayrı bir bilim dalları
ortaya çıkmıştır. Siyasi coğrafya, siyaset ile coğrafya arasındaki ilişkiyi inceler ve açıklar.
Jeopolitik ise, coğrafya ile devletlerin dış politikaları arasındaki ilişkiyi, coğrafyanın dış
politikaya etkisini inceler ve açıklar.
(2) Biyolojik Çevre (Nüfus): Nüfusun miktarı, eğitim düzeyi, yaş yapısı, dinsel yapısı,
etnik yapısı, kültürel yapısı, kentli veya köylü olması siyaseti doğrudan ve yüksek düzeyde
etkiler. Bir ülkede etnik, dinsel ve kültürel yapı homojen ise o ülkede siyasal birliğin
kurulması ve ortak bir siyasal kültürün oluşması daha kolay olur; ve bunun tersi…
(3) Ekonomik Çevre: GSMH, kişi başına düşen GSMH, zenginliğin dağılım biçimi,
üretim tarzı (kapitalizm, feodalizm, köleci, vs…), ekonomik faaliyetlerin sektörel dağılımı
(tarım, sanayi, hizmet), ekonomik mücadeleler (işçiler ile patronlar arasında, şirketler
arasında, köylüler ile toprak ağları arasında, feodal beylerle serfler arasındaki mücadeleler),
vergiler, işsizlik düzeyi, ekonomik yatırımların niteliği ve düzeyi, ücretlerin genel seviyesi
doğrudan ve yüksek düzeyde siyaseti etkiler. Nitekim Karl Marx’a ve Marksistlere göre bir
toplumda ekonomi, alt yapıyı oluşturur. Ekonomi; değerlerin üretimi, dolaşımı ve bölüşümü
sürecidir. Ekonomi dışındaki her şey (siyaset, hukuk, kültür, din) üst yapıyı oluşturur. Üst
yapı, alt yapı (ekonomi) tarafından şekillenir ve belirlenir. Fakat üstyapının da ekonomiye
etkisi vardır. Ama bu ilişki içinde asıl belirleyici olan alt yapı yani ekonomidir. Bu Marxist
görüşe göre, siyaseti en çok etkileyen çevre ekonomidir.
(4) Teknik ve Bilimsel Çevre: Teknoloji ve bilim alanındaki gelişmeler hem insan ile
doğa arasındaki ilişkileri, hem toplumsal ilişkileri hem de devletler arası ilişkileri doğrudan ve
yüksek düzeyde etkiler. Dolayısıyla siyaset de, teknoloji ve bilim alanındaki gelişmelerden
etkilenir. Örneğin; siyasi partiler ve siyasetçiler, seçmenleri ve genel olarak toplumu
etkileyebilmek için, iletişim teknolojisindeki gelişmelere bağlı olarak değişik propaganda
yöntemleri kullanırlar. 19. yüzyılda propaganda yapmak için gazeteler kullanılıyordu. 20.
yüzyılın ilk yarısında gazetelere ilaveten radyo da siyasal propaganda aracı olarak
kullanılmaya başlandı. 1970 sonrasında ise, televizyonun kullanım alanı yayıldıkça,
televizyon kanalları, siyasette daha çok kullanılır hale geldi. Günümüzde ise sosyal medya
(internet); siyasal partiler, siyasetçiler ve hükümetler tarafından siyasal propaganda aracı
olarak etkin biçimde kullanılmaya başlandı. Yani teknolojik gelişim/değişim, doğrudan
siyasal partilerin, siyasetçilerin, hükümetlerin ve devletlerin siyasal faaliyetlerini
etkilemektedir.
(5) İdeolojik Çevre: Tek bir ideoloji tanımı yoktur. Değişik yazarlar ideolojiyi değişik
biçimlerde tanımlayıp açıklıyorlar. Örneğin Ahmet Taner Kışlalı’ya göre ideoloji; “benzer
koşullarda yaşayanların bu koşullardan doğan ortak gereksinimlerini karşılayan kendi içinde
tutarlı inanç sistemleridir.” Liberalizm, sosyalizm, faşizm, sosyal demokrasi, milliyetçilik gibi
ideolojiler doğrudan ve yüksek düzeyde siyasetle ilgilidir, siyasetle iç içedir ve siyaseti
etkiler. Ayrıca ideoloji, siyaset biliminin konularından birisidir.
(6) Kültürel Çevre: Kültürün biçimi siyaseti doğrudan ve yüksek düzeyde etkiler.
Ulusal kültür, karşıt-kültür, alt-kültür, üst-kültür, evrensel kültür, sınıfsal kültür, egemen
kültür gibi kültür kategorileri tanımlanır. Kültür, değişik yazarlar tarafından değişik şekillerde
tanımlanır ve açıklanır. Ahmet Taner Kışlalı’ya göre kültür; duyuş, düşünüş ve davranış
birliği ve benzerliğidir. Esat Çam’a göre kültür; ortak veya benzer fikirler, beklentiler,
inançlar ve davranışlar bütünüdür. Siyasal kültür ise; siyaset ile ilgili ortak veya benzer
fikirler, beklentiler, inançlar ve davranışlar bütünüdür.
Gabriel Almond ve Sidney Verba’ya göre kültür; “toplumsal objelere ve süreçlere
yönelik belli bir yönelimler (bilgiler, duygular, değerlendirmeler) setidir.” Siyasal kültür ise;
“siyasal yapıya yönelik belli bir yönelimler (bilgiler, duygular, değerlendirmeler) setidir”.
Gabriel Almond ve Sidney Verba’ya göre siyasal kültür ile siyasal sistem birbirine uyumlu
olursa siyasal istikrar oluşur, eğer uyumlu olmaz ise siyasal istikrar bozulur. Her siyasal
sistemde belli bir siyasal kültür vardır. Bu siyasal kültür, siyasal sistemin meşruiyetini ve
saygınlığını sağlar. Ayrıca siyasal kültür, siyasal sistem içindeki kurumların ve siyasal
davranışların da meşruiyetini ve saygınlığını sağlar. Bu nedenle bir siyasal sitemin devam
edebilmesi için ve işleyebilmesi için siyasal sistem ile siyasal kültür arasında asgari bir uyum
gerekir. Eğer siyasal sistem ile siyasal kültür arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkarsa siyasal
sistem işleyemez, devam edemez. Çünkü siyasal sistem ile siyasal kültür arasında bir
uyumsuzluk ortaya çıkarsa siyasal sistem kitleler nezdinde saygınlığını ve meşruiyetini yitirir.
Siyasal sistemde değişik nedenlerden dolayı değişim yaşanılabilir: Toplum içinde
yaşanılan ekonomik ve toplumsal gelişim, karar alıcı mercilerin yaptığı reformlar, devrim,
dışarıdan gelen bir işgal, dışarıdan dayatılan reformlar gibi… Ayrıca siyasal kültür de değişik
nedenlerden dolayı değişebilir: Toplum içinde yaşanılan ekonomik ve toplumsal gelişim,
dışarıdan gelen bir işgalci gücün kendi siyasal kültürünü dayatması, uluslararası ilişkiler
yoluyla meydana gelen etkileşim gibi…
Bu gibi nedenlerden dolayı siyasal sistemde veya siyasal kültürde değişim
yaşandığında, bu iki alan arasında uyumsuzluk ortaya çıkar. Dolayısıyla eğer siyasal sistem
değişirse, siyasal kültürün de yeni sisteme göre değiştirilmesi gerekecektir. Veya eğer siyasal
kültür değişirse, siyasal sistemin de siyasal kültüre uygun olarak reforme edilmesi gerekir.
Aksi takdirde siyasal sistem ile siyasal kültür arasında uyumsuzluk giderilemez, böylece
siyasal istikrar sağlanamaz.
(7) Hukuki Çevre: İç hukuk ve uluslararası hukuk siyaseti doğrudan ve yüksek
düzeyde etkiler. İç hukuk; “bir ülkedeki gerçek kişiler ve tüzel kişiler arasındaki ilişkileri
düzenleyen ve bu kişilere uygulanan uyulması zorunlu kurallar bütünüdür.” İç hukuk, devletin
yasam organı (meclis) tarafından oluşturulur ve geliştirilir. Yani iç hukukun kaynağı yasama
organıdır.
Uluslararası hukuk ise; esas olarak “devletler ve uluslararası örgütler arasındaki
ilişkileri düzenleyen ve devletlere ve uluslararası örgütlere uygulanan kurallar bütünüdür.”
Bazı durumlarda uluslararası hukuk, gerçek ve tüzel kişilere de uygulanır. Uluslararası
hukuku oluşturan ve geliştiren öğeler (yani uluslararası hukukun kaynakları) şunlardır:
- Adlaşmalar: Devletler veya uluslararası örgütler arasında uluslararası hukuka uygun olarak
yapılan, hak ve yükümlülük doğuran, bunları değiştiren veya sona erdiren yazılı ortak irade
uyuşmasıdır.
- Yapılageliş Kuralları (Teamüller): Devletlerin ve uluslararası örgütlerin çoğunluğunun
sürekli biçimde gerçekleştirdikleri tutum ve davranışları sonucunda oluşmuş yazılı olmayan
kurallardır. Devletler arasında uygulanan “mütekabiliyet” ilkesi ve “iç işlerine karışmama”
kuralı buna örnektir.
- Genel Hukuk İlkeleri: Birçok ulusal hukuk düzeninde yer alan, uluslararası hukuk düzenine
aktarılmasında hukuksal ve devletlerin değer yargıları bakımından bir engel bulunmayan ve
devletlerin ortak hukuk değerlerini içeren kurallardır. “İyi niyet”, “ahde vefa” ilkeleri buna
örneklerdir.
- Mahkeme Kararları (İçtihatlar): Uluslararası mahkemeler ve uluslararası hakemlik organları
tarafından alınmış kararlar.
- Öğreti (Doktrin): Uzman hukukçuların ve hukuk kuruluşlarının uluslararası hukuk ile ilgili
geliştirdikleri görüşler ve raporlar.
Bunlardan ilk üçü, uluslararası hukukun asıl kaynaklardır; son ikisi ise yardımcı
kaynaklardır. Asıl kaynaklar, doğrudan uluslararası hukuk kuralı yaratan kaynaklardır.
Yardımcı kaynaklar ise; doğrudan uluslararası hukuk kuralı yaratmaz, ama bu kuralların
içeriğini saptarken kendisinden yararlanılan kaynaklardır.
(8) Devlet yöneticilerinin nitelikleri: Devlet yöneticilerinin kişilikleri, duyguları,
düşünceleri, inançları, amaçları, bilgileri, tecrübeleri ve ideolojileri hem iç siyaseti hem de
devletin dış siyasetini yakından ve doğrudan etkiler.

Siyaset Biliminin Konusu

Tek bir genel geçer siyaset tanımı olmadığı için “siyaset biliminin konusu” hakkında
da değişik görüşler vardır. Bu görüşleri “geleneksel yaklaşım” ve “modern yaklaşım” olarak
ikiye ayırabiliriz.
(1) Geleneksel yaklaşım: Geleneksel yaklaşım ikiye ayrılır:
(a) Siyaset bilimini “devlet bilimi” olarak algılayan yaklaşım ilk yaklaşımdı. Bu
yaklaşıma mensup olan Marcel Prelot’ya göre “siyaset bilimi, devletle ilgili olguların sistemli
ve düzenli bilgisidir”. Bu anlayışa göre “siyaset bilimi, bir devlet bilimidir”. Yani siyaset
biliminin konusu sadece “devleti incelemek ve açıklamak”tır. Bu anlayış, siyaset biliminin
alanını devlet ile sınırlar. Oysa siyaset, sadece devlet içinde değil, aynı zamanda devlet
dışında da vardır.
(b) Siyaset bilimini “iktidar bilimi” olarak algılayan yaklaşım, 2. Dünya Savaşı
sonrasında Fransa’da ortaya çıktı ve gelişti. Bu yaklaşıma göre siyaset biliminin konusu
sadece “iktidar ve iktidar ilişkileri”dir. Örneğin Raymond Aron’a göre; “Siyaset bilimi,
bireyler ve gruplar arasındaki otorite ilişkilerini, sayısız ve karmaşık tüm topluluklarda oluşan
iktidar hiyerarşisini inceleyen bilimdir”. G. Vendel’e göre siyaset biliminin konusu, “bir
toplumda görülen iktidar yani kumanda olgusunu incelemektir”. Ahmet Taner Kışlalı’ya göre
siyaset bilimi, “siyasal otorite ile ilgili kurumları ve bu kurumların oluşmasında ve
işlemesinde rol oynayan davranışları inceleyen ve açıklayan bilim dalıdır”. Fransız Maurice
Duverger (1917-), ABD’li H. Laswell ve Robert Alan Dahl (1915-) da benzer şekilde
düşünüyorlar. Bu anlayış, siyaseti, sadece bir “iktidar ilişkisi ve iktidar mücadelesi” olarak
görür. Oysa siyaset, sadece iktidar ilişkisi ve mücadelesi değildir. Dolayısıyla bu yaklaşım,
siyaset bilimini çok sınırlıyor ve basite indirgiyor.
(2) Modern Yaklaşım
Modern yaklaşım, siyaset biliminin konusunu “devlet” ve “iktidar” ile sınırlı tutmaz,
daha geniş tutar. Örneğin 1948’de UNESCO (BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) siyaset
bilimi ile ilgi bir çalışma yaptırdı. Bu çalışmayı yapan heyet, siyaset biliminin konularını dört
kategoriye ayırdı:
1. Siyaset kuramı: Genel olarak siyaset kuramı ve siyasal düşünceler tarihi
2. Siyasal kurumlar: Anayasa, devlet kurumları, yerel ve bölgesel yönetimler, kamu
yönetimi, devletin ekonomik ve sosyal görevleri, karşılaştırmalı siyasal kurumlar.
3. Siyasal partiler, siyasal gruplar, kamuoyu, seçimler
4. Uluslararası ilişkiler: Uluslararası siyaset, uluslararası örgütler, devletler hukuku.
Amerikan Siyaset Bilimi Derneği ise, siyaset biliminin konularını 1973’te sekiz
kategoriye topladı:
1. Siyasal kurumlar ve davranışlar
2. Uluslararası hukuk, örgütler ve siyaset
3. Yöntembilim (Metodoloji)
4. Siyasal istikrar, istikrarsızlık, değişim
5. Siyaset kuramı
6. Kamu siyaseti
7. Kamu yönetimi
8. ABD’de siyasal kurumlar, siyasal süreçler ve siyasal davranış

Siyaset Biliminin Gelişimi

Eski Yunan Medeniyeti Dönemi


Bugünkü Yunanistan anakarası, İyonya Denizi ve Ege Denizi coğrafyasında M.Ö. 8.
yy’da polisler (kent-devletleri) kuruldu. M.Ö. 339’da Makedonya İmparatorluğu Yunan kent-
devletlerini ele geçirdi. M.Ö. 146’da ise bölge Roma’nın eline geçti. Eski Yunan
medeniyetinde en güçlü iki polis Sparta ve Atina idi.
Siyaset bilimi Eski Yunan medeniyetinde Aristotales (M.Ö. 384-322) ile birlikte
başladı. Aristo’dan önce Platon (M.Ö. 427-347) “Devlet” adlı meşhur kitabını yazdı. Bu
kitapta Palton, “olan” durumu değil, “olması gereken ideal devleti” anlattı. Bu nedenle
Platon’un “Devlet” adlı kitabı, bir “siyaset bilimi” çalışma değil, “siyaset felsefesi” çalışması
idi.
Aristo ise, “Politika” adlı kitabında, Eski Yunan medeniyetindeki polislerin (kent-
devletlerin) ve diğer devletlerin anayasalarını ve hükümet biçimlerini ayrı ayrı ele alıp
inceledi, açıkladı ve birbirleriyle karşılaştırdı. Aynı zamanda “olması gereken ideal anayasa”
ve “ideal hükümet biçimi” üzerinde de durdu. Yani Aristo, kitabında, “olan” ile “olması
gereken” arasında ayırım yapmış, hem “mevcut durumu (olanı)” analiz etmiş hem de “olması
gerekeni (ideal hükümet biçimini, ideal anayasayı)” açıklamıştır. Aristo, “Politika” adlı
kitabında “mevcut hükümet biçimlerini ve anayasaları” ineceleyip açıkladığı için, tarihteki ilk
siyaset bilimcinin Aristo olduğunu ve ilk siyaset bilimi kitabının da “Politika” kitabı olduğunu
söyleyebiliriz. Aristo’ya göre siyaset, polisin yönetilmesi ile ilgili faaliyetlerdir. Siyaset bilimi
ise, polisin kuruluşu, örgütlenişi ve yönetilişi ile ilgili bilgiyi edinmeye çalışır. Bu bağlamda,
Aristo’ya göre en önemli/üstün bilim dalı siyasettir.

Roma Medeniyeti Dönemi


Roma Medeniyeti’nin üç dönemi vardır: Krallık dönemi (M.Ö. 753-509); Cumhuriyet
dönemi (M.Ö. 509-27); İmparatorluk dönemi (M.Ö. 27 - M.S. 476). Yani Roma devleti önce
bir krallık olarak kuruldu, ardından bir cumhuriyete dönüştü ve en son bir imparatorluk haline
geldi. Bu süreçte Romalılar çeşitli siyasal kurumlar ve gelişmiş bir hukuk düzeni oluşturdular.
Polybios (M.Ö. 204-120), Seneca (M.Ö. 4 - M.S. 65), Cicero (M.Ö. 106-44) gibi Romalı
düşünürler ve hukukçular, siyasal kurumlar ve hukuk düzen hakkında önemli incelemeler
yaptılar ve önemli düşünceler geliştirdiler. Böylece devlet (state), vatandaş (citizen), halk
(public), hükümet (government), cumhuriyet (republic), emperyalizm (imperialism), anayasa
(constitution), özgürlük ve haklar, senatör gibi günümüzde siyaset biliminde ve siyasette
kullanılan çok sayıda kavram ve uygulama Roma döneminde ortaya çıktı ve gelişti.

Ortaçağ Dönemi
Bu dönem, M.S. 476’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla başlar 1453’te
İstanbul’un fethi ile sona erer. Bu çağda Avrupa’da St. Augustinus (354-430), Gelasius (5.
yy), Salisburyli John (1115-1180), Aquinumlu St. Thomas (1225-1274), Parisli John (14. yy)
gibi önemli Hırıstiyan din adamları; siyaset, toplum, devlet, kilisenin iktidarı ve kralın
iktidarı, eşitsizlik ve eşitlik, adalet, savaş (meşru savaş – haksız savaş) gibi konularda önemli
çalışmalar yaptılar ve eserler yazdılar. Bu kişiler, siyasete “dinsel yorum” getirdiler. Tüm bu
çalışmalar, her ne kadar dinsel yorumu içerse de, siyaset biliminin gelişimine katkı sağladı.
Ortaçağ’da, Avrupa dışında yapılan çalışmalar da siyaset biliminin gelişimine büyük
katkı sağladı. Örneğin Tunuslu İbni Haldun (1332-1406), “Mukaddime” adlı eserinde,
toplumun oluşumu, devlet kurumu, uygarlık, devletlerin ve uygarlıkların doğuşu, gelişimi ve
ölümü, toplumsal gelişme (bedevilik, kabile, devlet), toplumsal işbölümü, devlet yöneticileri
ve siyasi liderlik gibi pek çok önemli konuyu inceleyip açıkladı. Bu inceleme ve açıklamaları
yaparken İbni Haldun, hem kendi dönemindeki hem de tarihteki devletleri, uygarlıkları,
toplumları inceledi. Bu çalışmalarıyla İbni Haldun, modern siyaset biliminin önemli tarihsel
kaynaklarından birisi oldu.

Yeniçağ Dönemi
Yeni Çağ, 1453’te İstanbul’un fethi ile başlar 1789 Fransa Burjuva Devrimi ile sona
erer. Bu çağda yaşamış önemli düşünürlerinden bazıları; İtalyan Nicolo Machiavelli (1469-
1527), Fransız Jean Bodin (1530-1596), İngiliz Thomas Hobbes (1588-1679), İngiliz John
Locke (1632-1704), İskoç Adam Smith (1723-1790), Fransız Charles Montesquieu (1689-
1755), Fransız Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Alman Immanuel Kant (1724-1804) idi.
Bu düşünürler, çok çeşitli konularda çalışmalar yaptılar ve fikirler geliştirdiler: Devlet,
kralın iktidarı, kilisenin iktidarı, yöneticilerin yetkileri, devlet ve din işlerinin birbirinden
ayrılması, devlet içinde yasam-yürütme-yargı erkleri arasındaki ilişkiler, devletin
işlevleri/görevleri/sorumlulukları, toplumun oluşması, siyaset ile coğrafya, iklim, kültür, tarih
arasındaki ilişki, vatandaş, ulus, ulusal ve siyasal birleşme, bireysel haklar ve özgürlükler,
halkın yönetimi, toplumsal ve siyasal eşitlik / eşitsizlik, anayasa ve yasalar, adalet, vb… Yeni
Çağ boyunca özellikle Batı Avrupa’da yapılan tüm çalışmalar, modern siyaset biliminin
oluşumuna ve gelişimine büyük kaynak oluşturdu.

Yakınçağ Dönemi
Bu çağda yaşanılan önemli olaylar/gelişmeler siyaset biliminin gelişimine ve
olgunlaşmasına doğrudan etkide bulundu: (1) 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimleri, (2)
Batı Avrupa ve ABD’de sanayi devrimi, (3) kapitalizmin gelişmesi, (4) kapitalizmin
gelişmesiyle eş zamanlı olarak kapitalist ve işçi sınıflarının gelişmesi, (5) kentleşme ve
kentleşme ile birlikte kent-kır ayırımı ve çelişkisinin gelişmesi, (6) siyasal partilerin
oluşması/gelişmesi, (7) parlamenter rejimlerin kurulması, (8) liberalizm, sosyalizm, sosyal
demokrasi, milliyetçilik, faşizm, ırkçılık gibi siyasal ideolojilerin ve hareketlerin gelişmesi,
(9) ulus-devlet modelinin gelişmesi ve yaygınlaşması, (10) deniz aşırı sömürgecilik, (11)
sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri ve 2. Dünya Savalı sonrasında sömürgelerin
bağımsızlıklarını kazanmaları sonucunda çok sayıda yeni devletlerin ortaya çıkması, (12)
1917 SSCB devrimi, (13) sendikacılık hareketinin gelişmesi, (14) 19. yy’da fizik, sosyoloji,
ekonomi bilimlerinin gelişmesi, (15) pozitivizm, diyalektik materyalizm ve karşılaştırmalı
araştırma yöntemlerinin gelişmesi.

Tüm bu gelişmeler, siyaset biliminin gelişimine etkide bulundu ve siyaset bilimine


şekil verdi. Bu gelişmeler sonucunda siyaset biliminin konusu, “devlet ve iktidar” konusunun
dışına taştı. Böylece siyaset bilimi; devlet dışı sivil toplumsal alanı, devlet dışı toplumsal
aktörleri ve devlet yönetimi dışında gerçekleşen toplumsal olayları da incelemeye başladı.
Bu dönemde Alman G. W. F. Hegel (1770-1831), Fransız Auguste Comte (1789-
1857), Karl Marx (1818-1883), Fransız Alexis de Tocqueville (1805-1859), Alman Max
Weber (1864- 1920), Fransız Émile Durkheim (1858-1917), İtalyan Vilfredo F. D. Pareto
(1848–1923), İtalyan Antonio Gramsci (1891-1937), Maurice Duverger (1917-), ABD’li
Robert Alan Dahl (1915-) gibi isimler siyaset biliminin gelişmesine/olgunlaşmasına büyük
katkı sağladılar. Bu düşünürler / bilim insanları; devlet kurumları, devletin işlevleri, siyasi
partiler ve baskı grupları, seçimler (seçim türleri ve teknikleri), toplumsal sınıflar ve gruplar,
iktidar, siyaset-ekonomi-kültür-din-coğrafya arasındaki ilişkiler, anayasalar, demokrasi,
bireysel hak ve özgürlükler, toplumsal-ekonomik-siyasal değişim gibi çok çeşitli konularda
çalışmalar yaptılar. Böylece siyaset biliminin alanı devlet dışına taştı.
Yukarıda açıkladığımız tüm bu gelişmeler ve çalışmalar sonucunda, 19. yüzyılın ikinci
yarısında siyaset bilimi bağımsız bir bilimsel disiplin haline geldi. 1890’larda ilk defa
ABD’de üniversitelerde siyaset bilimi bölümleri kuruldu. 1948’de UNESCO himayesinde
“Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği” kuruldu. Bu derneğin kurulması ve çalışmaları, siyaset
biliminin bağımsız bir bilim dalı olarak kurumsallaşmasına, içerik bakımından gelişmesine ve
dünya çapında yaygınlaşmasına büyük katkı sağladı.

Siyaset Bilimden Kullanılan Araştırma Yöntemleri

Bilim; toplumsal veya doğasal bir olayın/olgunun neden ve nasıl gerçekleştiğini,


gözleme, deneye ve somut verilere dayanarak açıklamaktır. Yapılan açıklama, “yanlışlanmaya
(çürütülmeye)” açık olmalıdır. “Yanlışlanmaya kapalı” olan açıklamalar bilimsel değildir.
Dolayısıyla bilimsel çalışma/açıklama, muhakkak gözleme, deneye ve somut verilere
dayanmalıdır ve yanlışlanmaya açık olmalıdır.
Bilimsel Yöntem, birbiriyle bağlantılı üç aşamadan oluşur:
(1) Sorunun belirlenmesi.
(2) Sorunu açıklayan bir kuramın geliştirilmesi.
(3) Sorunu açıklayan kuramın doğrulanması için gözlemlerin/deneylerin yapılması.
Siyaset biliminde (ve diğer sosyal bilimlerde) 19. yüzyıldan itibaren çeşitli araştırma
yöntemleri geliştirildi ve kullanıldı:
Pozitivizm
Pozitivizm yöntemi ve düşüncesi, 19. yüzyılda Fransız sosyolog ve düşünür August
Comte (1798-1857) tarafından geliştirildi. Ayrıca pozitivizmin temelinde Bacon, Hobbes,
Locke ve Hume gibi “ampirist” filozoflar vardır. Pozitivizmin temel görüşleri şunlardır:
(1) İnsan aklı “boş bir levhadır”. Yani insan aklı doğuştan bilgi içermez. Dolayısıyla bilgi a
posteriori’dir, yani sonradan gözlem ve deney yoluyla öğrenilir.
(2) Bilimsel araştırma ve bilimsel bilgi muhakkak deneye, gözleme ve nicel ölçüme
dayanmalıdır. Çünkü doğru bilgi, deney ve gözlem yoluyla elde edilir (bilginin kaynağı
gözlem ve deneydir).
(3) Bilim, gözlemlenebilir ve nicel olarak ölçülebiliri / açıklanabilir olgu ve olayları
incelemelidir.
(4) Olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi vardır. Araştırmacı, bu neden-sonuç ilişkisini ortaya
çıkarmalı/açıklamalıdır.
(5) Pozitivizm, katı bir “değer - olgu/olay ayrıştırması” yapar yani “değer” ve “olgu/olay”
farklı kategorilerdir. Araştırmacı her türlü değeri, araştırdığı olgudan/olaydan ayrı tutmalıdır.
Araştırmacı, araştırma sırasında nesnel olmalıdır yani her türlü ideolojik, felsefi, dinsel,
duygusal, ahlaksal değerlerden uzak olmalıdır.
(6) Bilimsel bilginin nesnel ve evrensel olması gerekir.
(7) Pozitivizm metod olarak tümevarımcıdır (özelden genele, parçadan bütüne varma
yöntemi).
(8) Sosyal bilimlerinin gelişmesi, sosyal olgulara ve topluma da yansıyacaktır ve böylece
toplumsal gelişmeye katkı sağlayacaktır.

Diyalektik Materyalizm
Diyalektik materyalizm, toplumu ve toplumsal ilişkileri araştırma, anlama ve açıklama
yönetmidir. Bu yöntem 19. yüzyılda Karl Marx (1818-1883) tarafından geliştirildi. Diyalektik
materyalizmin temel tezleri şunlardır:
(1) Madde düşünceden önce gelir. Yani düşünce, maddi şartlardan doğar ve maddi
şartlar düşünceyi şekillendirir. Maddi şartlar değişince düşünceler de değişir. Ama
düşüncenin, maddi şartları etkileme kabiliyeti de vardır. Yani maddi şartlar ile düşünceler
arasında karşılıklı (diyalektik) etkileşim vardır. Ama bu diyalektik etkileşim sürecinde asıl
belirleyici (daha etkili) olan maddi şartlardır.
(2) Toplum, “alt yapı” ve “üst yapı”dan oluşur. Alt yapı, ekonomidir. Üst yapı,
ekonomi dışındaki diğer alanları (siyaset, hukuk, ideolojiler, kültür, sanat, din) kapsar. Alt
yapı, üst yapıyı belirler. Ama bir kez üst yapı oluştuktan sonra, üst yapı da alt yapıya etki
eder. Yani alt yapı ile üst yapı arasında karşılıklı (diyalektik) etkileşim vardır. Ama asıl
belirleyici olan (yani bu etkileşim içinde daha baskın/etkili olan) alt yapıdır. Dolayısıyla alt
yapı (ekonomik ilişkiler) değişince üst yapı da (siyaset, hukuk, ideolojiler, kültür, sanat, din)
kaçınılmaz olarak değişir.
(3) Hem doğa hem toplum sürekli değişir. Değişimi sağlayan faktör, “karşıtlıklar arası
mücadeleler”dir. Karşıtlıklar arası mücadeleler sonucunda bir sentez oluşur. Ama her ortaya
çıkan sentez, beraberinde kendi içinden kendi karşıtını doğurur. Böylece yeni bir karşıtlıklar
arası mücadele başlar. Böylece doğada ve toplumda sürekli değişim gerçekleşir.
(4) Toplumda değişimi sağlayan temel faktör karşıt sınıflar arasında mücadelelerdir.
Köle sahipleri ile köleler, feodal beyler ile serfler, toprak ağları ile köylüler, kapitalistler ile
işçiler arasındaki mücadeleler… Bu sınıfsal mücadeleler sonucunda ekonomi, siyaset, kültür,
hukuk yani bir bütün olarak toplum değişir. Yani toplumsal değişimin temelinde sınıfsal
karşıtlıklar ve mücadeleler yatar.
(5) Dolayısıyla sınıfsal mücadeleler, “tarihin devindirici/itici gücü”dür. Tarihi
şekillendiren temel etken karşıt sınıflar arası mücadeleleridir.

Karşılaştırmalı Araştırma Yöntemi


Birden çok benzer kurum veya olay birbirleriyle karşılaştırılır. Bu karşılaştırma
sonucunda bu kurumlar / olaylar ile ilgili bir genel açıklama yapılır ve böylece bir genel
kuram/teori geliştirilir. Fransız Alexis de Tocqueville (1805-1859), 1835 ve 1840 yıllarında
yayınladığı “Amerikan Demokrasisi” kitabında, Avrupa demokrasisi ile ABD demokrasisini,
Avrupa toplumu ile ABD toplumunu karşılaştırmalı olarak inceledi ve açıkladı. Böylece
siyaset biliminde karşılaştırmalı araştırma yöntemini ilk kullanan siyaset bilimci oldu.
Alman sosyolog Max Weber (1864-1920); devletler, toplumlar, kültürler, dinler
arasında karşılaştırmalı araştırmalar yaptı. Weber, dinler ve kültürler arasında yaptığı
karşılaştırmalı araştırmalar sonucunda şu sonuca vardı: Protestanlık dini ve kültürünün hakim
olduğu toplumlarda kapitalizmin gelişmesi daha kolaydır. Diğer dinlerin/kültürlerin hakim
olduğu toplumlarda ise kapitalizmin gelişmesi daha zordur. Ayrıca Weber, “siyasal otorite
biçimleri” arasında yaptığı karşılaştırmalı araştırmalar sonucunda “üç ideal otorite/iktidar tipi”
tanımladı: Geleneksel otorite, karizmatik otorite, bürokratik otorite. Bunlardan karizmatik
otorite, “kurumsallaşmış bürokratik yasal otorite” olduğu için diğer iki otorite tipinden daha
üstündür.
2. Dünya Savaşı sonrasında Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletler kuruldu. Bu
yeni devletler, 1960’larda gelişmiş Batılı devletler ile karşılaştırılmaya ve bu şekilde
incelenmeye başlandı. Böylece (özellikle ABD’de) karşılaştırmalı araştırma yöntemi
1960’larda yeniden önem kazandı.
Tarihsel Karşılaştırmalı Yöntem: Siyasal olayların ve kurumları tarihsel olarak
karşılaştırılması ve karşılaştırmalı olarak açıklanması.
Ampirizm Yöntemi: 1. ve 2. Dünya Savaşları arası dönemde “ampirizm yöntemi”
güç kazandı. Bu yöntem; genel bir siyasal kuram oluşturmaz, yani siyasal olayları kuramsal
olarak açıklamaz. Sadece tekil siyasal olayı, ayrıntılı biçimde gözler ve en ince ayrıntısına
kadar açıklar. Bu yöntem, sadece gözlemlenebilir, ölçülebilir ve nicel olarak açıklanabilir
siyasal olayları açıklar.
Ampirik Kuramsal Yöntem: 1960’larda “ampirik kuramsal yöntem” kullanılmaya
başlandı. Bu yöntemde önce tekil siyasal olaylar gözlemlenir. Ardından gözlemden elde
edilen bilgiler birleştirilir ve bir siyasal kuram oluşturulur. Yeni yapılan gözlemler ise, bu
kuram çerçevede gözlemlenir.
Alan Araştırması: Belli bir konuda belli bir grup üzerinde anket çalışması yapılır.
Örnek Olay Araştırması: Karşılaştırmalı araştırmalar, birden çok kurumu/olayı
inceler ve açıklar. Bu yöntem ise, sadece bir kurumu veya olayı inceler ve açıklar. Dolayısıyla
yapılan açıklama sadece incelen kurum / olay ile sınırlı kalır. Yani genel açıklama yapmaz ve
dolayısıyla genel bir kuram geliştirmez.
Tarihsel Araştırma: Bu yöntem, bir siyasal olayı veya kurumu, “tarihsel bağlamda”
(yani tarihsel arka planıyla birlikte) inceler ve “tarihsle olarak” açıklar. Bu amaçla arşivler ve
tarih eserleri/belgeler kullanılır.
Siyaset biliminde (daha doğrusu tüm sosyal bilimlerde) hangi araştırma yöntemi
kullanılırsa kullanılsın, karşılaşılan başlıca zorluklar şöyledir:
(1) Siyaset biliminde ve diğer sosyal bilimlerde, doğa bilimlerindeki gibi deney ve test
yapmak mümkün değildir.
(2) Araştırmayı yapan kişi, araştırılan siyasal-sosyal olayın bizzat içinde olabilir.
Böyle bir durumda araştırıcı, araştırdığı olayın doğrudan etkisi altında kalır ve nesnelliğini
kaybedebilir.
(3) Araştırmacı, belli bir toplum, kültür, ideoloji, din, vs. içinde yaşar. Bu nedenle
araştırmacı, içinde bulunduğu kültürden, toplumdan, ideolojiden, dinden, vs. etkilenir ve
böylece nesnelliğini kaybedebilir.
(4) Araştırmacı, bir siyasal-sosyal olayı veya kurumu inceler. Her siyasal-sosyal olay
ve kurum ile ilgili toplumda yerleşmiş bir takım önyargılar vardır. Bu “toplumsal önyargılar”,
araştırmacıyı etkileyebilir. Araştırmacının, kendisini bu toplumsal önyargılardan kurtarması
zordur.
Bu dört zorluktan dolayı, siyaset biliminde ve diğer sosyal bilimlerde “tam nesnellik”
çoğunlukla mümkün olmaz. Yani araştırmayı yapan bilim insanı, bu dört zorluktan dolayı tam
olarak nesnel davaranamayabilir. Bu nedenle siyaset biliminde ve diğer sosyal bilimlerde
“tam nesnellik”ten çok, genellikle “sınırlı nesnellik” söz konusudur.

Siyaset Biliminde Yaklaşımlar

Hukuksal Yaklaşım
Bu yaklaşım, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimleri sonrasında “anayasal
rejimlerin” kurulmasıyla birlikte 19. yüzyılın başında ortaya çıktı. Dolayısıyla bu yaklaşım,
siyaset bilimi içinde tarihsel olarak ilk yaklaşım olma özelliği taşır. Hukuksal yaklaşıma göre,
siyaset bilimi, “sadece” bir “devlet bilimi”dir. Yani bu yaklaşım, devlet dışı siyasal
kurumları/aktörleri incelemez. Devleti ise, “hukuksal-anayasal” çerçevede inceleyip açıklar.
Yani bu yaklaşım, devleti anlamak ve açıklamak için, “sadece” o devletin “anayasasına ve
hukuk yapısına” bakar.
Dolayısıyla hukuksal yaklaşım üç temel konuyu inceler: (1) Yöneten-yönetilen
ilişkisini hukuksal-anayasal çerçevede inceler. (2) Aynı dönemde birden çok devletin anayasal
yapısını karşılaştırmalı olarak inceler ve açıklar. (3) Bir devletin farklı dönemlerdeki anayasal
yapısını inceler ve açıklar.
Bu yaklaşımın iki önemli eksiği var: (1) Devlet dışı siyasal aktörleri (parti, baskı
grupları, vs.) incelemez. Oysa siyasetin içinde yer alan tek kurum/aktör devlet değildir. Devlet
dışı pek çok önemli/etkili siyasal aktörler vardır. (2) Kültür, ekonomi, din, toplum (sosyolojik
yapı, sosyal sınıflar), coğrafya, teknoloji gibi çok çeşitli faktörler siyaseti ve devleti (şu veya
bu düzeyde) etkiler ve şekillendirir. Oysa hukuksal yaklaşım, devleti incelerken sadece
hukuka ve anayasaya odaklanır, diğer faktörleri değerlendirmeye almaz. Bu nedenle hukuksal
yaklaşımın devlet analizi, sadece hukuksal düzeyde kalır. Oysa bir devleti, sadece anayasasına
bakarak açıklamak son derece sığı/yüzeysel bir açıklamadır.

Kurumsal Yaklaşım
19. yüzyılda ortaya çıkmış olan kurumsal yaklaşıma göre siyaset bilimi, sadece
“siyasal kurumları” incelemelidir. Yani bu yaklaşım, siyasal kurumların oluşumunu, evrimini
ve işleyişini inceler. Bu yaklaşıma göre, aynı siyasal kurumlar aynı sonuçları doğurur. Oysa
Batılı siyasal kurumlar, 19. yüzyılda Latin Amerika’da bağımsızlığını kazanan ülkelere ve 2.
Dünya Savaşı sonrasında Asya ve Afrika’da yeni kurulan devletlere aktarıldı. Fakat Batılı
kurumlar, Batı dışı ülkelerde Batı’daki gibi sonuçlar vermedi. Bunun üzerine kurumsalcı
yaklaşım 2. Dünya Savaşı sonrasında önemini ve etkisini yitirdi.

Davranışsalcı Yaklaşım
Bu yaklaşımın temelinde “pozitivizm“ vardır. Yani davranışsalcı yaklaşım,
araştırmasürecinde “pozitivist yöntemi“ kullanan bir yaklaşımdır. Bu yönüyle
Davranışsalcılık, bir “teori“ olmaktan çok bir “araştırma yöntemi“dir.
Davranışsalcı yaklaşım, ilk olarak psikoloji biliminde ortaya çıktı: İnsan
davranışlarının gözlemlenmesi ve nicel olarak ölçülüp açıklanması. 2. Dünya Savaşı
sonrasında bu yaklaşım, sosyal bilimlere ve dolayısıyla siyaset bilimine uygulanmaya
başlandı. Siyaset biliminde bu yaklaşım; siyaset felsefesine, hukuksal yaklaşıma ve kurumsal
yaklaşıma tepki olarak doğdu.
Doğa bilimlerinde kullanılan araştırma yöntemlerinin sosyal bilimlerde ve siyaset
biliminde kullanılabileceğini söyler. Bu yaklaşıma göre, bilimsel olabilmek için sadece
“gözlemlenebilir ve nicel olarak ölçülebilir/açıklanabilir” olayları incelemek gerekir.
Dolayısıyla bir araştırmacı, “gözlenemeyen ve nicel olarak ölçülemeyen/açıklanamayan” bir
konuyu araştırmamalıdır. Matematik ve istatistik kullanarak olayları nicel olarak açıklamaya
çalışır. Bu nedenle kurumlar ve kurallardan çok, aktörlerin gözlemlenebilir davranışlarını
inceler ve açıklar.
Dolayısıyla, siyaset biliminde davranışsalcı yaklaşımın temel araştırma konusu,
“siyasal aktörlerin siyasal davranışları”dır. Siyasal aktörlerin (parti, sendika, seçmenler,
medya kuruluşları, siyasal seçkinler, vs.) siyasal davranışlarını matematik ve istatistik
kullanarak ölçer ve nicel olarak açıklar. Örneğin “seçmen davranışları”nın incelenmesi ve
açıklanması gibi…
Davranışsalcı yaklaşımın dört önemli eksiği vardır: (1) Matematiksel ve istatistiksel
olarak ölçülemeyen siyasal olayları/olguları araştıramaz. (2) Aktörlerin gözlemlenebilir
siyasal davranışları matematik ve istatistik kullanarak ölçer, ama siyasal olayların nedenlerini
tam olarak açıklayamaz. (3) Topladığı verilerden ve ürettiği bilgilerden hareketle bir “genel
kuram/teori” oluşturamıyor. Çünkü sadece tekil olaylara ilişkin ölçmeler yapıyor. (4) “Ahlaki,
kültürel, dinsel ve ideolojik değerlerin” siyasetteki rolünü/etkisini açıklayamıyor. Çünkü bu
değerleri “gözlemlemek ve nicel olarak ölçmek” pek mümkün değildir (veya çok zordur).
Oysa tüm bu değerler, siyaseti, siyasal sistemi, siyasal olayları ve siyasal davranışları
etkiliyor.
İşlevselci Yaklaşım
Davranışsalcı yaklaşıma tepki olarak oluştu.Bu yaklaşıma göre; toplumsal ve siyasal
olayları anlamak için bireylerin/aktörlerin/birimlerin davranışlarını değil, “toplumsal ve
siyasal işlevlerini” incelemek gerekir. İşlev; parçanın, ait olduğu bütün içerisinde görevini ve
rolünü yerine getirmek için yaptığı veya yapması gerektiği şeydir.
İşlevselci yaklaşım, biyolojinin topluma uygulanması sonucunda doğmuştur. Bu
görüşe göre; nasıl ki organizma organlardan oluşuyorsa, toplum da birimlerden oluşur. Nasıl
ki her organın organizma içerisinde belli bir işlevi veya işlevleri varsa, her toplumsal birimin
toplum içinde belli bir işlevi veya işlevleri vardır.
Dolayısıyla bu yaklaşıma göre; siyasal alan, bir takım siyasal birimlerden oluşur. Her
siyasal birimin, siyaset içinde belli bir işlevi veya işlevleri vardır. İşlevselci yaklaşım, iki alt
yaklaşımı içerir.
(1) Mutlak (Klasik) İşlevselcilik: Bu yaklaşımın kurucuları İngiliz Herbert Spencer
(1820-1903), Fransız Émile Durkheim (1858-1917) ve Polonyalı Bronisław Kasper
Malinowski (1884-1942)’dir. Bu yaklaşıma göre toplum, belirli işlevleri olan birimlerden
oluşur. Her birim, belli bir işlev görür. Başka bir ifadeyle; bir işlevi, belirli bir birim yerine
getirir. Toplumun devam etmesi ve varlığı, her birimin kendi işlevini yerine getirmesine
bağlıdır. Eğer birimler kendilerine düşen işlevleri yerine getirmezlerse toplumsal düzen
bozulur ve toplum dağılır.
Dolayısıyla siyasal alan da, belli işlevleri olan siyasal birimlerden oluşur. Her siyasal
birimin kendisine ait bir siyasal işlevi vardır. Yani her bir siyasal işlev (örneğin yasama
işlevi), belli bir siyasal birim (meclis) tarafından yerine getirilir. Siyasal birimler kendilerine
düşen işlevleri yerine getirirlerse siyasal yapı devam eder. Siyasal birimler kendi işlevlerini
yerine getirmezlerse siyasal yapı bozulup dağılır.
(2) Göreceli İşlevselcilik: Kurucusu ABD’li sosyolog Robert K. Merton’dur (1910-
2003). Göreceli işlevselciliğe göre (mutlak işlevselcilik gibi); toplum ve siyasal yapı, işlevleri
olan birimlerden oluşur. Ama Merton, “mutlak işlevselciği” dört yönden eleştirdi ve böylece
“göreceli işlevselcilik yaklaşımı”nı kurdu.
Birincisi; her birim sadece tek bir işlev görmez. Bazen tek bir birim, birden fazla işlev
görür. Örneğin demokratik rejimlerde meclis (parlamento), hem yasama (yasa yapma) işlevi
görür, hem de hükümeti denetleme (siyasal iktidarı sınırlandırma) işlevi görür hem “siyasal
katılımı” sağlar, hem de “siyasal birleşmeye/bütünleşmeye” yardımcı olur. Yani esas işlevi
“yasama erki” olan meclisin, yasa yapma dışında daha başka siyasal işlevleri de vardır.

İkincisi; her işlev için ayrı ve özel tek bir birim olmayabilir. Bazen aynı işlevi, değişik
birimler yerine getirir. Bu tür birimlere Merton, “işlevsel eşdeğerler” adını veriyor. Örneğin;
demokratik rejimlerde “siyasal iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılması” işlevini, birden
çok birim yerine getirir: Meclis, siyasal partiler, baskı grupları, anayasa mahkemesi, vs…
Üçüncüsü; her işlev, toplumsal ve siyasal düzenin destekleyicisi değildir. Bazı işlevler
toplumsal ve siyasal düzene karşıdır, düzeni tehdit eder, bozar ve çözer. Bu tür işlevlere
Merton, “disfonksiyon” adını veriyor. Merton’a göre “disfonksiyon”, toplumsal ve siyasal
değişimi yaratır. Disfonksiyonların olmadığı bir toplumda/siyasette değişim olmaz. Bu
nedenle “disfonksiyon”, değiştirici/dönüştürücü bir etki yapar. Örneğin; Osmanlı
İmparatorluğu’nda “Jön Türkler” hareketi/cemiyeti, bir “disfonksiyon” işlevi görmüştür.
Çünkü Jön Türklerin mücadelesi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal rejim
1908’de değişmiştir: Mutlak monarşi rejiminden meşruti monarşi rejimine geçilmiştir.
Dördüncüsü; toplumsal ve siyasal birimlerin sadece “açık işlevleri” yoktur. Ayrıca her
birimin “gizli işlevleri” vardır. Yani birim, sadece açık işlev yerine getirmez, ayrıca gizli işlev
yerine getirir. Açık işlev, “birimin amaçladığı ve bilinçli olarak yerine getirdiği işlev”dir.
Gizli işlev ise, “birimin amaçlamadığı ama bilinç ve irade dışı kendiliğinden meydana
getirdiği işlev”dir. Örneğin; okullarda okutulan tarih dersinin açık işlevi öğrenciye tarih
öğretmektir. Gizli işlev ise, çocuklara ve gençlere bir milli kimlik, milli bilinç ve milli kültür
vermektir. Örneğin; aile çocukları besler ve büyütür. Bu, ailenin açık işlevidir. Ama aile aynı
zamanda fakında olmadan (kendiliğinden) çocuğa toplumsal örf-adetleri ve milli kültürü
aşılar. Bu da ailenin toplumsal yapı içindeki gizli işlevidir.
Göreceli işlevselciliğin bir başka önemli temsilcisi Amerikalı sosyolog Talcott
Parsons’tur (1902-1979). Parsons’a göre her toplumda dört temel işlev vardır. (a) kuralların
sürdürülmesi, (b) bütünleşme, (c) amaca yönelme, (d) olanakları eyleme geçirme. Bu işlevler,
çeşitli toplumsal birimler tarafından yerine getirilir ve toplumu ayakta tutar.
İşlevselci yaklaşımın iki eksiği vardır: (1) Var olan kurumları ve bu kurumların
işlevlerini, toplumsal ve siyasal düzen için şart olduğunu düşünür. Bu nedenle de tutucudur.
Yani mevcut kurumları ve işlevleri korumaya çalışır, buna karşılık yeni kurumlara ve işlevlere
karşı çıkar. (2) Bu yaklaşım, Amerikan ve Batı Avrupa kurumlarını ve bu kurumların
işlevlerini, “ideal kurumlar ve ideal işlevler” olarak kabul eder. Bu nedenle diğer toplumların
da, Batılı kurumlara ve işlevlere sahip olması gerektiğini söyler. Böylece “Batı merkezli” bir
bakış açısı sunar. Bu nedenle de, işlevselci yaklaşım, Batı dışı toplumlarda var olan
kurumların ve işlevlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında yetersiz kalır.

Yapısalcı Yaklaşım
Bu yaklaşım, davranışsalcı yaklaşıma tepki olarak oluştu.Bu yaklaşıma göre;
toplumsal ve siyasal olayları anlamak için, birimlerin/aktörlerin davranışlarını değil, bir bütün
olarak “toplumsal ve siyasal yapı”yı incelemek gerekir. “Toplumsal ve siyasal yapı”,
toplumsal ve siyasal birimler/aktörler (bireyler, ailler, toplumsal sınıflar, gruplar, çeşitli
kurumlar) arasında gerçekleşen ilişkiler ağıdır.
Ama toplumsal ve siyasal yapıyı, tek tek birimlere/aktörlere indirgemek mümkün
değildir. Yani “yapı, yapı içinde yer alan birmlerin toplamında daha fazlasıdır”. Yapı ile
birim/aktör arasında karşılıklı etkileşim vardır. Ama bu karşılıklı etkileşim içinde yapının
etkisi/belirleyiciliği daha fazladır. Örneğin; bir siyasal parti (siyasal birim/aktör), belli bir
ülkenin siyasal rejimi (yapı) içinde doğar. Bu nedenle bu parti, o ülkenin siyasal rejiminden
etkilenir. Ama parti (birim/aktör) de, bir kez kurulduktan sonra, içinde bulunduğu siyasal
rejimi (yapıyı) şu veya bu düzeyde etkiler.
Siyaset biliminde ilk yapısalcı incelemeyi gerçekleştiren düşünür, Fransız Charles
Montesquieu (1689-1755)’dur. Çünkü O’na göre devlet, bir “bütün”dür ve devlet, içinde yer
alan “birimlere indirgenemez”.
Siyaset biliminde (ve diğer sosyal bilimlerde) iki türlü yapısalcı yaklaşım vardır:
(1) Organizmacı Yapısalcılık: Bu yaklaşıma göre toplum bir organizma gibidir. Nasıl
ki organizma birbirine bağımlı organlardan oluşur ise, toplum da birbirine bağımlı
birimlerden oluşur. Nasıl ki organizma tek tek organlara indirgenemez ise, toplum da tek tek
toplumsal birimlere indirgenemez. Nasıl ki her bir organ ancak organizma içinde bir anlam
ifade ediyor ise, toplumsal birimler de ancak toplum içinde bir anlam ifade eder. Nasıl ki bir
organ, organizma dışında bir anlam ifade edemez ise; toplumsal birimler de, toplum dışında
tek başlarına bir anlam ifade edemezler. Bu yaklaşımın kurucusu İngiliz sosyolog ve düşünür
Herbert Spencer (1820-1903)’dir.
(2) Dilbilimci Yapısalcılık: Her dilin kendine has bir yapısı vardır. Bu yapı, kelimelere
ve harflere indirgenemez. Dolayısıyla toplum da bir yapıdır ve birimlere indirgenemez. Yapı,
görünen somut bir şey değildir. Çünkü yapı, görünen somut olayların içinde saklıdır. Yapı
görünüşte değil, özdedir. Bu öz (yapı), ilişkiler ağıdır. Yapıyı ( yani ilişkiler ağını) anlarsak ve
açıklarsak toplumu da anlamış ve açıklamış oluruz. Her birey ve her toplumsal-siyasal
birim/aktör (siyasal partiler, baskı grupları, aileler, çeşitli toplumsal-siyasal kurumlar, vs.),
belli bir “toplumsal-siyasal yapı” içinde ortaya çıkar. Bu yapı, birimleri/aktörleri etkiler,
şekillendirir ve sınırlandırır. Dolayısıyla birimlerin/aktörlerin davranışlarını anlayabilmek
için, birimleri/aktörleri kuşatan toplumsal-siyasal yapıyı anlamak gerekir. Bu yaklaşımın
kurucusu, Fransız sosyal bilimci ve düşünür Claude Levi-Strauss’tur (1908-2009).

Sistem Yaklaşımı
Bu yaklaşım, işlevselci yaklaşıma yönelik eleştiriler sonucunda gelişti. İşlevselci
yaklaşım, siyasal birimlerin siyasal işlevlerine vurgu yaparken, sistem yaklaşımı, adından da
belli olduğu gibi, siyasal sistemin kendisine vurgu yapar ve “siyasal sistemi” açıklamaya
çalışır. Genel olarak bir sistemin özellikleri şunlardır:
(1) Sistem, belli bir çevre içerisinde bulunur.
(2) Sistem, öğelerin/birimlerin birleşiminden oluşur, ama birimlerin toplamına indirgenemez.
Yani “sistem = birimlerin toplamı” demek değildir.
(3) Birimler/aktörler/kurumlar arasında karşılıklı bağımlılık (karşılıklı ilişkiler ve etkileşim)
vardır. Bu karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler belli bir düzenlilik arz eder. Yani ilişki ve
etkileşim “rastgele” değildir.
(4) Dolayısıyla bir bütün olarak sistemin kendisi belli kurallara dayanır. Yani sistemin
kuralları vardır, sistem rastgele işlemez, belli kurallara göre işler.
(5) Sistemin kuralları mantıksal biçimde ifade edilebilir.
(6) Sistem, kendine özgü farklılığı ile çevresinden (diğer sistemlerden) ayrılır.
(7) Sistem, diğer sistemler karşısında belli bir düzeyde (az veya çok) bağımsızlığa sahiptir.
(8) Sistem, dışarıdan (diğer sistemlerden) ve içeriden gelen etkilere açıktır.
(9) Sistem, dışarıdan ve içeriden gelen etkilere bütün halinde tepki gösterir.
Sistem yaklaşımı, siyaseti bir sistem olarak görür ve açıklar. Dolayısıyla her siyasal
sistem; belli bir çevrede bulunur, siyasal birimlerden oluşur, siyasal birimler / aktörler /
kurumlar arasında karşılıklı bağımlılık ilişkileri vardır, siyasal sistemin kendisine has kuralları
vardır, bu kurallar mantıksal biçimde açıklanabilir. Ayrıca siyasal sistem, çevresindeki diğer
sistemlerle (ekonomik sistem, kültür sistemi, hukuk sistemi, biyolojik sistem, ekolojik sistem,
uluslararası sistem) ilişki ve etkileşim içindedir. Bununla birlikte siyasal sistem, diğer
sistemlerden belli bir ölçüde bağımsızdır ve diğer sistemlerden gelen etkilere bir bütün olarak
tepki gösterir.
Sistem yaklaşımı; siyaset bilimine önemli katkı sağlamıştır: (1) Siyaseti dinamik süreç
olarak algılar, inceler ve açıklar. (2) Siyasette sürekliliği ve değişimi açıklar. (3) Bir siyasal
sistemin başarı veya başarısızlık nedenlerini açıklar. (4) Siyaseti açıklarken çok çeşitli
faktörleri (devlet, partiler, baskı grupları, eğitim, aile, iletişim, ekonomi, nüfus, vs.) analize
dahil eder. (5) Siyaseti, “toplum geneli/bütünü” içinde ele alır ve analiz eder. Yani siyasetin,
“genel toplumsal sistem” içindeki yerini ve bu genel toplumsal sistem ile olan ilişkilerini
inceleyip açıklar.
Sistem yaklaşımı, siyasal sistemi üç düzeyde inceler. Buna, “siyasal sistem analizinde
inceleme düzeyleri” adı verilir.
(1) Siyasal sistemin çevresi ile olan karşılıklı ilişkisi: Diğer sistemlerle haberleşme, diğer
sistemlerden kaynak alma ve diğer sistemlere kaynak dağıtma.
(2) Siyasal sistemin içsel çalışması/işleyişi: Toplumdan gelen taleplerin toplanması, seçilmesi,
uyumlaştırılması; program yapma, uygulama, uygulatma; sistemin kurallarının oluşturulması,
uygulatılması ve denetlenmesi.
(3) Sistemin sürmesi ve değişimi: Siyasal sosyalleşmenin sağlanması ve siyasal kadroların
oluşturulması.
Siyaset biliminde sistem yaklaşımının en önemli temsilcileri Kanadalı David Easton
(1917-), Fransız Maurice Duverger (1917-) ve Alman Karl Deutsch (1912-1992)’tur.
David Easton, siyasal sistemi şöyle tanımlıyor: “Genel toplum bütünü içinde otoriter
yöntemle değer ve varlık dağıtan, belirlenmiş roller ve roller arası ilişkilerden oluşan bir
birimler/öğeler dizisi”. Yani Easton’a göre siyasal sitem; (1) birimlerden oluşur, (2)
belirlenmiş rolleri içerir, (3) bu roller arasında ilişkiler vardır, (4) otoriter biçimde değerler ve
varlıklar dağıtır, (5) daha geniş bir toplumsal bütün içinde yer alır.

You might also like