You are on page 1of 340

M EB Y A Y IN L A R I

TÜRK KLASİKLERİ
M İLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI YAYINLARI: 374
BİLtM ve KÜLTÜR ESERLERİ D İZ İS İ: 37
Türk K lasikleri: 17

K ita bın adt


TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR
Y aytn kodu
92.34.Y.0002.656
ISBN 975.11.0354.1
B askı yılı
1992
B asta ad edi
20.000
D izgi, baskı, cü t
MİLLİ EĞİTİM BASIMEVİ

Y ayım lar D airesi B aşkanltğı’nm


14.10.1991 tarih v e 9411 sayd ı ya zılan ite
üçüncü d efa 20.000 a d et basılm tşttr.
Türk Klasiklen

TÜRK
TARİHÎNDEN
YAPRAKLAR

Yılmaz Öztuna

İstanbul, 1992
İÇİNDEKİLER

TARİH ve TA R İH İM İZ//
Tarihin Tiaman İçindeki Yeri/S
Tarih Nasıl bir llim dir/8
TÜRK DESTANLARI//3
Ergenekon Destâm/15
Kürşad İhtilâli/J8
Orhun Abidelerl/2S
Göç Destânı/28
Oğuz Han Destânı/31
? TÜRKLER’in ve TÜRKlYE’nin M E N ŞE L E R İ/.»
Türkler’in Menşei/57
Huniar Çağında Türklük/41
Türkler Niçin Müslüman O ldular?/.^
Tarihte Anadolu’nun Jeopolitik Durumu/49
Türkiye Devleti Nasıl Kuruldu?/C3
OsmanlılarTn Menşei/58
OsmanlI Devleti Nasıl Kuruldu/62
TÜRK DEVLET ÎDARESÎ/69
Alfteddin Keykubâd/71
Memlûk Sultanlığı Nlcbı Yıloldı?/7fi
Bâbur Şâh/79
Kanuni Sultan Süleyman Devrinin Tablosu/89
Türkler’tn Don - Volğa Kanalı Teşebbiisü/88
Sokollu’nun gahsiyeti/92
HL Sultan Murad ve Kraliçe Elizabeth/9€
Köprülü Nasıl Sadrâzam Oldu7/100
Osmanlılar'da Devlet Arşlvl/i0£
TÜRK ZAFERLE R İ/İ09
Malâzgirt Zaferi/III
Birinci Haçlı Seferi/115
Osmanlılar’ın Yükseliş Çağında Türk Savaş
Taktiği/İI9
Haçlı Koalisyonu ve Fâtih Sultan Mehmed/1S4
Fâtih Devrinde Türk Akıncılan/12fi
Kanuni’nin Estergon Seferiy i s i
Vâdisseyl Zaferi/,135
Haçova Zaferi/IS9
Kanije Z aferi/I .43
Baltacı ve Katerina/147
Akıncı Ocağı'nın S5nmesl/I5I
TÜRK DEN lZCtLtGl/755
Aydınoğlu Gazi Umur Bey ve îzmlr/157
Osmanlılar’ın Yükseliş Çağında Türk Deniz
Teşkİlâb/fŞJ
Oruç Rels’ln ölümü/165
Cezâyir Beylerbeyiliği/169
Prevezp Zaferl/178
Barbaros Fransa’da/177
Turgut Reis/182
Şeydi-A li Reis/187
Cerbe Zaferi/I9I
Bir Venedik Korsanlığı/195
Orta Afrika’da Türkler/199
Doğu Afrika’da Türkler/202
Osmanlı Türkleri’nin îndonezya Seferleri/205
Atlas Okyanusu’nda Türkler/209

TÜRK İNKILÂBININ MENŞE’L E R l/2/4


IL Osman’m inkılâp Tasanlan/217
Lâle Devri/22J
Kabakçı thtilâli/225
III. Selim’ln ölümü/229
Alemdar Mustafa Paşa’nın ülUmü/£84
m

Vak’a-i Hayriye/238
IL Mahmud Devri Yenileşme Hareketlerî/2^8
TÜRK KÜLTÜR ve SAN’AT HAYATI/2^7
Mevlânâ Celâleddin Rûml/249
OsmanlI Saray üniversitesi: Enderûn/254
Mimar Sinan/260
Tâc - Mahall/263
TÜRK MUSlKlSl/269
İlk Türk Bestekârlan/271
Itri/275
Hacı A rif Bey/279
TÜRK CEMİYET HAYATI/28J
Eski Türkler’de Ticaret Hayatı/285
Mete Zamanmda Türk Cemiyeti/289
Göktürkler’de Cemiyet Hayatı/293
OsmanlI Sarayı’nda Kadın/298
Sultan Cem’in Roma’daki Hayatı/302
Edirne'de B&yazid Küüiyesi/306
Kanuni Devrinde lstanbul/310
Sehzâde Mehmed’in Sünnet DUğünü/31^
X V n. Asırda Türkiye’de Cemiyet Hayatı/318
XVH. Asırda Edirne/321
Nointel Markisi’nin İstanbul Büyükelçlliii/324
XVII, Asırda Paris’te bir Türk Elçisi/328
TARİH ve TARİHİMİZ
TARİHİN ZAM AN İÇİNDEKİ Y E R İ

Tarih yazı ile başlar.


Ezelde kâinat yaratıldı. Dünyamız bir m ilyar
y ıl önce teşekkül etti, ilk deniz hayvanlan yarım mil­
yar, ilk kara hayvanlan 350 m ilyon yıl önce ortaya
çıktı. İlk memeliler 70 milyon, ilk insan yarım mil­
yon yıl önce göründü. İnsanoğlu, 500.000 yıl “ tarih­
öncesi” devirlerini yaşadı ve “ tarih" devresine geç­
mek için şart olan yazıyı bulmak yolunda 500.000 yıl
geçirdi.
Tarih, bundan 6.000 yıl kadar önce Mezopotam­
ya ’da Sümer’de başladı. Sonra Mısır ve diğer Yakın
Doğu ülkeleri tarih devresine girdiler. Şu halde tarih
denen ilim, insanoğlunun dünya üzerinde zamanımı­
za kadar yaşadığı müddetin ancak takriben 80 de
birini inceleyen bir bilgidir.
Mensup olduğumuz Türk kavmi, tarihe ancak
4.000 yıl önce giriyor. Fakat biz, Türklerin tarihini,
ilk imparatorluklarım kurdukları M. ö . m. yüzyıl­
dan, ilk “ Büyük Türk Hakanı” Tuman (Teoman)
Yabgu’dan beri biliyoruz. Şu halde Türklerin tarih
içindeki hikâyeleri, zamanımıza kadar gelen son 2.200
yılın çerçevesine girmektedir.
H er devirde insanoğlu, insanlık tarihinin son
devrelerini yaşadığı gibi bir duyguya kapılmıştır.
Bizde de, Türk tarihi sanki devrini tamamlamak üze­
4 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

re olduğu gibi bir duygu var. Türklerin başka hiç bir


milletle mukayese edilemeyecek büyüklükte bir coğ­
rafya alanı üzerinde, akıl almaz batıp çıkmalarla
yüklü macerası, bizdeki bu belirsiz duyguyu destek­
lemektedir. Fakat bu duygu, hiç bir müspet ve ilmî
temele dayanmamaktadır. Zira önümüzdeki yüzyıllar,
geride bıraktıklarımızın yanında, şüphesiz çok daha
fazladır.
Bize tarihin sanki son devresinde yaşıyormuşuz
duygusunu veren başlıca sebep, insanlığın gittikçe
baş döndürücü bir hızla ilerlemesidir, ö y le ki, gelişme
mefhumu, zamanla yaptığı yarışı kazanmış durum­
dadır. Söylediğimiz gibi yazıyı bulmak için 500.000
yıl bekleyen insanoğlu, daha yüzyıl öncesine kadar
en hızlı ulaştırma, hattâ haberleşme vasıtası olarak
ata sahipti. Bugün ses duvarı çoktan asılm ıştır ve
insanoğlunun imam, ışık duvarının aşılabileceğine
inanmak derecesinde güc kazanmıştır.
Barutun topa uygulanması X V . yüzyılda, buha­
rın makineye tatbiki X V III. yüzyılın sonlarındadır.
Elektrik, sanayie X IX . yüzyılın sonlarında girm iş,
atom çekirdeği, ancak içinde bulunduğumuz yüzyılda
parçalanabilmiştir. Gündelik hayatımızı değiştiren
veya etkileyen değişikliklerin hemen hepsi son 200
yıl içinde, en büyükleriyse son yarım yüzyılda ol­
muştur. Eski Rom a toplumuyla X V I. yüzyıl toplu­
nunum gündelik hayat bakımından pek az farkı ol­
masına rağmen, büyükbabalarımızın geçen yüzyılda­
ki yaşayışlanyle bizim bugünkü yaşayışımız arasında­
k i fark çok büyüktür.
İnsanlık tarihinin içinde çok kısa bir devre teşkil
eden bu son çağ, Türk tarihinde bir gerileme, hattâ
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 5

çözülme ve çökme devresine tesadüf etmiştir. Ancak


daha önemli olan çağ bundan önceki değil, bundan
sonrakidir. Gelecek zaman, geçmiş olandan şüphesiz
çok daha fazla şey getirecektir. Esasen dünyamızın
yaşı, bilginlere göre, bir m ilyar yıl olduğu halde,
daha dört m ilyar yıl ömrü vardır. D ört m ilyar yıl
sonra da şüphesiz değil yalnız Güneş Sistemi, fakat
Kâinatın büyük bir parçası fethedilecektir. Üzerinde
yaşadığımız dünyanın hayatı, çok uzun da olsa, sınırlı
olabilir. Fakat Kâinat, ebedîdir. Ezelî olduğu gibi.
Tarih cağlarının zaman içindeki yerinin ne de­
rece küçük ve ehemmiyetsiz olduğunu gördük. Dün­
ya, Güneş Sistemi ve Güneş Sistemi de Kâinat içinde
ne derecede önemsizse, tarih çağlan da zaman için­
de aynı durumdadır. Türk tarihinin tarih içindeki
yerine gelince, tarihin en büyük bahislerinden biri
olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Türk tarihinin, 2.200 yıl boyunca muntazam
diyebileceğimiz bir akışı vardır. 2.200 yıl öncş Teo­
man ve oğlu Mete’nin Büyük Türk Hakanlığı gerçi
A sya kıt’asmm bütün kuzey yarısını kaplıyordu. Fa­
kat Türklerin ağırlık noktası, anayurtları Kuzeydo­
ğu A sya, bugünku Moğolistan, Çin’in kuzeyi idil Bü­
yük Türk Hakanhğı’nı kuran Hun hanedanının yerine
geçen sırasıyle Tabgaç, A var ve Göktürk hanedan­
ları zamanında da durum aynıdır. Türk İmparatorlu­
ğunun merkezi, daima Baykal Gölü’ne dökülen Or­
hun ırm ağı çevresindedir. Türkler, esas "bakımdan
bir Uzak Doğu kavmidir. Kendüerine en yakın açık
deniz, Büyük Okyanus’tur. Göktürkleriin yerine ge­
çen Uygur hanedanında da bu durum yüzyıl,|çm.de­
ğişmez. Ancak 845 yılında Uygurlar, şimdiki M oğo­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

listan’dan güneybatıya, Doğu Türkistan’ın kuzey­


doğusuna inerler. Bu suretle Büyük Türk Hakanlı­
ğın ın Moğolistan çevresini anayurt edindiği 1.065 yıl­
lık devre son bulur. Türklerin ağırlık merkezleri,
Doğu Türkistan’a, tam Orta Asya’ya, tamamen ka­
palı kıt’aya doğru kayar. Uygurlar’m yerine geçen
ve Müslüman dinini kabul ederek Türklerin günümü­
ze kadar istikbalini tayin eden Karahanlı haneda­
nında da durum aynıdır. Ancak Karahanlılar, Batı
Türkistan’a gelerek, Büyük Türk Hakanhğı’ıun ağır­
lık merkezini biraz daha Yakın Doğu’ya doğru kay­
dırırlar.
1040 yılında Karah anlılar1ın yerine geçen Sel­
çuklular, artık Büyük Türk Hakanlığı’m Akdeniz’e
çıkartmak suretiyle tamamen bir Yakın Doğu devleti
haline getirirler. Türkleri açık denize çıkaran Selçuk­
lular, Türk tarihinin dönüm noktasını teşkil ederler.
Çünkü üstelik Anadolu’yu fethetm işler, bu ülkeyi
ikinci ve ebedî Türk anayurdu hâline getirm işler ve
Türkiye devleti kurmuşlardır. Selçuklular’dan sonra
Türkistan, yani Doğu Türk âlemi, ikinci derecede
kalır.
Türk tarihinin bu umumî akışının dışında kalan
bir Türk tarihi de vardır ve son derece haşmetlidir.
Çin’de saltanat sürmüş Türk hanedanlarım sayma-
sak büe, başbbaşına, yüzyıllar süren bir Hindistan,
bir Mısır, bir Doğu Avrupa Türk tarihi vardır. Sel­
çukluların bıraktığı yerden Türk tarihinin tabiî yo­
lunu devam ettiren hanedan ise, Osmanoğullan’dır.
Tarihî ehemmiyet bakımından Osm anlı tarihi, bütün
Türk tarihinin yüzde ellisinden fazlasını toplar. Os­
manlI tarihi, Selçuklu, Beylikler ve Cumhuriyet de­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 7

virleri dışındaki Türkiye tarihini teşkil eder ve Tür­


kiye tarihinin münakaşamız şekilde en büyük bahsi­
dir. Türk Osmanlı Cihan İmparatorluğu, tarihin
6.000 yıldan beri gördüğü en azametli devletlerden
biri, belki birincisidir.
TARİH N ASIL BİR İLİMDİR

Hiç bir hâldin, tarihçi kadar uçsuz bucaksız


alanlarda hükmetmemiş, karar vermemiştir. Tarih­
çi, geçmişin muhasebe ve muhakemesini yapmakta,
hadiseler, şahıslar ve m illetler hakkında hükümler
vermektedir. Hükümleriyle bazen topyekûn bir top ­
lumu mahkûm etmekte, bir diğer emniyeti şan ve
şerefe boğmaktadır. Hadiseler değişmez. Şüphesiz
tarihi yapan şahıslar ve topluluklar da aynı şahıs
ve topluluklar olarak kalır. Fakat değer hükümleri,
tarihçiden tarihçiye, bazen hayret uyandıracak de­
recede değişir. Onun içindir ki Atatürk “ tarih yaz­
mak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan, yapana
sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşır­
tacak bir m ahiyet alır” demiştir. Bilgisinin yanında
vicdanı ile de başbaşa olmayan bir tarihçi, milletine
olduğu kadar insanlığa da ihanet etmiştir.
Tarihe içinden bakmak, yani ele alınan devrin
şahıslanyle haşır neşir olmak, devrin toplumunun
bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akün
ve eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele
alınan konuya, tabir caizse, bir de yüksekten, zirve­
den bakmak lâzımdır. Ancak zirve noktasından çev­
re, 360 derecelik bir görüşle görülebilir. Nihayet de­
ğer hükümleri, o çağlara, o çağlardaki insanlığın du­
rumuna göre verilmek icap eder. Bu ölçüyü bulama­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 9

yan tarihçi, gerçek bir tarihçi değildir. Bugün bir


lise öğrencisi, A risto’dan daha iyi fizik, Hipokrates’-
ten daha iyi tıb bilmektedir. Fakat bugün eriştiği­
miz bilgi derecem, bu gibi şahısların sayesinde müm­
kün olabilm iştir. Günümüzün kurmayları belki stra­
teji ve tabiye kurallarım Alparslan’dan, Süleyman
Şah’tan, Fâtih’ten ve Yavuz’dan iyi büebilirler. Ama
Türkiye devletini bu adamlar kurmuşlar, sınırlarımı­
zı bunlar tespit etmişlerdir. Millet oluşumuz ve bu­
gün millet hâlinde yaşamaya devam etme hakkı­
mız bu şahısların ve benzerlerinin öncülüğüyle ger­
çekleşebilmiştir.
Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek
için, sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır. Başa­
rdı ve büyük devlet adamları, iyi tarih bilen adam­
lardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek
hedefi bulmanın imkânı yoktur. Bugün “ gelişmiş ül­
ke’’ diye anılan ve sayılan 144 dünya devleti arasın­
da hiç bir zaman 20 - 25 i geçmeyen devletlerde tarih
ilmi, son derece ileri emiştir. Bu milletler, tarihlerini
en ince teferruatına kadar incelemişler, bütün tarih
kaynaklarım yayınlamışlar, ilmî eserlerin bile halka
mahsus baskılarım yapmışlardır. N etice itibariyle,
bu milletlerde, çok canlı bir tarih şuuru teşekkül et­
miştir. Misal olarak Avrupa ve Amerika’dan değil,
medeniyetler beşiği Asya’dan örnek vermek istiyoruz.
Bugün gelişmiş devletler arasında sayılan yalnız iki
A sya devleti vardır: kıt’anın doğu ucunda Japonya
ve batı ucunda İsrail. H er ikisinde de tarih şuuru, en
ileri derecededir ve her iki ülkede de yalnız millî ta­
rih değil, cihan tarihi İncelenmektedir. Meselâ Türk
tarihi, her iki ülkede, uzman tarihçiler tarafından
10 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

İncelenmekte ve önemli eserler ortaya konmaktadır,


tarihçi müşavir veya yazan vardır. Tarih bahisleri,
birçok az gelişmiş ülkede olduğu gibi romancılar ve
fık ra yazarları tarafından kaleme alınmamaktadır.
Esasen İsrail’in 2.000 yıl sonra mucizeye benzer bir
şekilde yeniden doğmasının sim , tarih şuurunun bu
çok uzun zaman içinde, bir an bile zayıflan amasm-
dadır.
Binaenaleyh tarih ilmi, insan cemiyetlerinin ha­
yatında, belki ilk bakışta farkına varılamayan, son
derece önemli bir rol oynamaktadır.
Türk tarihi, çağdaş tarih ilminin geri kalmış
dallarından biridir. Bunun sebeplerinden biri, Türk-
lerin çok geniş coğrafya alanlarında yaşamaları, A t­
las Okyanusu ile Büyük Okyanus, Kuzey Buz Denizi
üe Hint Okyanusu arasında büyük devletler kurma­
ları, her m illetle çok yakından temasları olmasıdır.
B öylece Türk tarihinin kaynaklan, pek çeşitli dillerde
ve çok dağınık durumdadır.
Türk tarih incelemelerinin geri kalmasının diğer
bir önemli sebebi, m odem tarihçiliğin ve tarih m eto­
dunun Türkiye’de pek yakın bir geçm işi olmasıdır.
Batılı mânada tarihçilerim iz geç yetişm iştir ve yeti­
şenler de, Avrupa’daki meslektaşlarının araştırma
imkânlarının önemli bir kısmından mahrumdur. Bir
milletin tarihini, en çok o milletin bilginleri inceler.
Bütün büyük m ületleıden Alman tarihi uzmanı ye­
tişm iştir ama, Alman tarihini, rakipsiz olarak en
iyi yazanlar, Almanlar’dır. Bu, bütün m illetler için
böyledir. Onun için, Batı’da birçok Türk tarihi uz­
manı olmasına rağmen, ası1 büyük iş, Türk tarihçi­
lerine düşmektedir.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 11

Belirttiğim iz zorluklar kargısında tarihçilerimiz,


az istisna ile, kompozisyon eserleri yazmaktan ve fi­
kir tarihçiliği yapmaktan kaçınmışlar, fakat çok de­
ğerli m onografiler ortaya koymuşlardır. Tarihçiliği­
miz kompozisyon ve fikir tarihçiliği seviyesine yük­
seldiği zaman, ne olup ne olmadığımızı çok iyi anla­
yacak duruma geleceğiz.
Tarih ilmi Türkiye’de gittikçe gelişmekle bera­
ber, Atatürk’ün ölümünden sonra, şaşüacak derece­
de halkla ilgisini kesmiş, âdeta kendi kendini taşlaş­
maya mahkûm etmiştir. Geleceğimizi şiddetle ilgi­
lendiren hemen hiç bir konuda, tarihçilerimizin ses­
leri işitilmemektedir.
Türk tarihi daha ne yazılmış, ne de değerlendi­
rilmiş değildir. AvrupalIların büyük dâhi diye tak­
dim edegeldikleri insanların benzerleri, Türk cemi­
yetinden de çıkmıştır. Henüz pek kısa bir geçmişi
olan milletlerarası medenî münasebetler ilerledikçe
ve biz de şuur ve azimle çalıştıkça, gerçek değerle­
rimiz ve büyüklüğümüz, bu arada kusurlarımız orta­
ya çıkacaktır. Ancak o zaman kendi kendimizi tanı­
mış ve bütün dünyaya tanıtmış olacağız.
TÜRK DESTANLARI
ERGENEKON DESTÂNI

Türk kavimlerinden Göktürkler’i konu alan E r-


genekon Destanı, Büyük Türk Destanı nın bir parça­
sıdır. VI. yüzyıl ortalarında Türkleri yeniden birleş­
tiren Göktürkler’in menşeini açıklamak isteyen bu
destanın özeti şöyledir:
Türk illerinde Gökıtürkler’e baş eğmeyen bir yer
yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler, birleşerek
Göktürkler’in üzerine yürüdüler. Maksatları öc al­
maktı. Göktürkler, çadırlarım ve sürülerini bir yere
topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düş­
man gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruşuldu.
Sonunda Göktürkler, üstün geldi.
Bu yenügiden sonra yabancı kavimlerin hanları
ve beyleri, av yerinde toplanıp konuştular. “ G öktiir-
ler’e hile yapmazsak sonunda işimiz yaman olur”
dediler. Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlık­
larını bırakıp kaçtılar. Göktürkler, “ Bunların vuruş­
ma gücü bitti, kaçıyorlar!” deyip, arkalarına düştü­
ler. Düşman, Göktürkler’i görünce, birden döndü.
G afil avlanan Göktürkler, yenik düştü. Hepsi teker
teker öldürüldü. Çadırları alındı. Bir tek ev kurtula­
madı. Büyüklerinin hepsi kılıçtan geçirildi. Küçükleri
kul yapıldı.
Göktürkler’in başında, Î1 Han vardı. Çocukları
çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada, bir tanesi dışın­
da, hepsi öldü. “ î£ayı” adım taşıyan bu oğul, o yıl
16 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

evlenmişti. İl Han'ın, “ Dokuz Oğuz” adında bir de


yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz Oğuz, düşmana esir
düşmüşlerdi. Fakat on gün geçmeden bir gece, ikisi-
de, kadınlan ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Esir­
likten kurtuldular. Göktürk yurduna geldiler. Bura­
da düşmandan kaçıp gelen birçok deve, at, öküz ve
koyun buldular. “ D ört taraftaki illerin hepsi bize
düşman, dediler; gereği odur ki, dağların içinde in­
san yolu düşmez bir yer itieyip oturalım !” Sürülerini
alıp, dağa doğru göçtüler.
Geldikleri yoldan başka geçilecek yeri olmayan
bir ülkeye vardılar. Bu yol öyle sarptı ki, bir deve
veya at güçlükle yürürdü. Ayağım yanlış bassa pa­
ram parça olurdu. Göktürkler’in vardıkları ülkede
akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaç­
lar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, Ulu Tan-
n ’ya şükürler ettiler. Yeni ülkelerinin hayvanlarının
kışın etini yediler; yazı sütünü içtiler. Derisini giy­
diler. Bu ülkeye, “ Ergenekon” adım koydular.
İki Göktürk prensinin, zamanla Ergenekon’da
çocukları çoğaldı. Kayı Han’ın çok çocuğu oldu. Do­
kuz Oğuz Han'ın daha az çocuğu doğdu. Çok yıllar
bu iki hanm çocukları Ergenekon’da kaldılar ve ço­
ğaldıkça çoğaldılar.
D ört yüz yü sonra kendileri ve sürüleri o kadar
fazlalaştı ki, Ergenekon’a sığışamaz oldular. Çare
bulmak için, kurultay toplandı. Dediler k i: “ Ataları­
mızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, gü­
zel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o
yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım.
Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında
her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla
vuruşalım !”
TÜRK TARliIlN DEN YAPRAKLAR 17

Kurultay bu karan alınca Göktürkler, Ergene-


kon’dan çıkmak için yol aradılar, fakat bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi k i: “ Bu dağda demir ma­
deni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini
eritsek, belki dağ bize geçit verirdi!” Göktürkler,
vanp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler.
Demircinin tedbirini beğendiler. Dağın geniş yerine
b ir kat odun, bir kat köm ür dizdiler. Dağın üstünü,
altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle dol­
durdular. Yetm iş deriden büyük körükler yapıp yet­
m iş yere koydular. Odun ve kömürü ateşleyip, kö­
rüklemeye başladılar.
Tanrı’mn gücü ve in&yeti üe ateş kızdı. Kızdıkça
dem ir eridi, akıverdi. D ağ delindi. Bir yüklü deve
çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal aynım,
kutsal gününün, kutsal saatinde Göktürkler, Erge-
nekon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan
sonra Göktürkler’de bayram günü oldu. H er yıl o
gün gelince, büyük törenler yapıldı. Bir parça demir
alınıp ateşte kızdırıldı. Bu demiri önce Göktürk Hâ-
kanı kıskaçla tutup örse koyup, çekiçle döğerdi. On­
dan sonra Türk beyleri de böyle yapıp şenlikler baş­
lardı.
Ergenekon’dan çıkınca, Göktürkler’in ulu hakanı
Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler
gönderdi. Göktürkler’in Ergenekon’dan çıktıklarım
bildirdi. Bütün iller, Türklerin Ergenekon’dan çıktı­
ğım öğrenip baş eğdiler. Büyük Türk Hakanı Börte-
çine’ye saygı sunup ululadılar. K ore’den Karadeniz’e
kadar bütün ülkeler, yeniden Türk buyruğuna girdi.
D ört yüz yıl Ergenekon’da bekleyen Türkler, eskisi
gibi, dünyanın en büyük milleti oldular.
s
KÜR ŞAD IHTtT,AT,1

Teoman Yabgu’nun Kuzey A sya’da Büyük Türk


Hakanlığı’nı kurduğu yıldan, MUât’tan önce 220 yı­
lından, 854 yıl geçm işti. Milâd’m 634. yılında Büyük
Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girm işti.
Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı'mn başında Gök­
türk hanedanı bulunuyordu. Türklerin en büyük v e
an’anevî düşmanı, Çin İm paratorluğu idi. Göktürk
hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk
Kağanı Çinliler, bir Çin prensesi olan eşi İçing Ha­
tun eliyle zehirletmişlerdi. 621 de zehirlenerek ölen
Çuluk Kağan’m yerine kardeşi Kara Kağan geçti
ve İçing Hatun’la, yani dul yengesiyle evlendi. K ara
Kağan, zayıf bir şehsiyetti. Çinli eşinin entrikalanyle
büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. U st-
üste gelen soğuklar ve kıtlık yıllan da Türk illerinde
büyiik zararlar meydana getirdi. Bu durumdan fa y ­
dalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir
ordu gönderdüer. Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle
beraber Çinlilere esir oldu. 4 yü Çin’de yaşadı. Ke­
derinden öldü.
Çinliler, Kara Kağan’m yerine D oğu Göktürk
prenslerinden Sirba Kağan’ı Türk im paratoru ilân
ettiler. Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. H ayatı
9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin’e tâbi oldu­
ğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 1»

Çin'in ve bütün A sya’nın efendisi olan Türkler, bu


utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat göz­
lüyor, kendilerine bir lider anyorlardı. Bu lider, or­
taya çıkmakta geçikmedi. Bu kahraman, Çuluk Ka-
gan’m küçük oğlu, Içing Hatun’un üvey oğlu ve Kara
K ağan’m yeğeni, genç bir Türk imparatorluk pren­
siydi. A dı K ür Şad’dı. 40 kişilik bir ihtilâl kom itesi
kuruldu ve K ür Şad’ı, çeşitli meriyetlerinden ötürü
komitenin başbuğu seçti. Çinlüer’i Türk yurdundan
kovm ak ve Çin’de esir yaşayan Türkleri kurtarm ayı
am aç edinen bu ihtilâl komitesi başan kazanırsa,
K ür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti.
Zira ihtilâlin tamamen m illî bir gaye ile yapıldığın­
dan, hiç b ir Türk’ün gönlüne şüphe düşmemesi lâ­
zımdı. K ür Şad’ın im parator olm ak gayesiyle başa
geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce kom ite üyele­
rinden birkaçı, K ür Şad’m müstakbel hakan olarak
ilân edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad
tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine,
ihtilâl başarıya ulaşırsa, K ür Şad’m ağabeyinin oğlu,
yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı.
Bu sıralarda Çin’de 18. imparatorluk hanedanı
olan Tanglar’dan 2. im parator L i Şüh-min hüküm sü­
rüyordu. L i Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri
tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyle dünyanın en ka­
labalık devletiydi. Kuzey Çin’de boyunduruk altında
yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek teh­
likesiyle karşı karşıyaydı.
Türk ihtilâl komitesinin planı şöyleydi: im pa­
rator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırıla­
cak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri ge­
lenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk topraklan ile
20 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

değiştirilecekti. İhtilâl başarıya ulaşır ulaşmaz, yani


Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler
ayaklanacaklar, rastladıkları Çinli’yi öldürüp is­
tiklâl kazanacaklardı.
Çin İm paratoru’nun her gece kılık değiştirerek
başkenti Çangan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafın­
dan haber alınmıştı. Bir sokak baskımyle tm parator’-
un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin ya­
pılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, bü­
yük bir fırtına patlak verd i im parator sarayından
çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilâlin duyulacağın­
dan ve Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu.
Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayım basıp
İmparatordu silâh kuvvetiyle ele geçirm ek kararını
verdi. Arkadaşlarının, Ç inlilerle kıyas kabul etm ez
derecede iyi silâh kullanmalarına güveniyordu.
Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin impa­
ratorluk sarayım bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu.
Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türk’ün keskin nişancılı­
ğı ve vuruş mahareti karşısında can verd i Türk ok­
ları ve kılıçları, yıldırım lar gibi yağıyor ve değdiği
yerden sütunlar hâlinde kan boşanıyordu. Ancak
Çin im paratoru’nun hassa kuvvetleri, yerden mantar
bitercesine çoğalıyor, bir ölü muhafızın yerini on kişi
alıyordu, ö y le bir an geldi ki, Kür Şad, îm parator’un
ele geçirilmesine imkân olmadığını anladı. Sarayı,
terk etmek, emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçma­
ya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak
icap ediyordu. Sarayı basan Türkler, sokaklarda g ö­
ze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sara­
yın has ahınnı basıp at ele geçirmekti, öy ie yapıldı,
im paratorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arka­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 21

daşı, seyisleri öldürdüler. Buldukları atlara atladılar.


Bütün muhafız duvarlarım parçalayarak saraydan
çıkıp gittüer. Şehir surlarının bir kapışım zorlayıp
Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bü­
tün bir Çin ordusu geliyordu. V ey ırm ağı kıyısına
gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma hâlini
aldı. İrm ağa varan K ür Şad ve 39 yoldaşı, suyu ge­
çemeden Çinliler tarafından durduruldular. Birkaç
yüz Çin askeri, Türk oklanyle vurulup düştü. Fakat
40 Türkte artık değü döğüşecek, yay çekip kılıç sa­
vuracak takat kalmamışta. Göz yaşartıcı, pek haşmet­
li bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınlan
karanlığın perdesini yırtm aya başladığı anlarda Kür
Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar
pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar.
H er dakika bir Türk, Vey ırmağının san topraklan
iizerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak
fırsata bulan ve vücudunda düşman süâhı değmemiş
yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sal­
layan kimse görem edi Arkadaşlarının hepsi ölmüş­
tü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarım, Teoman’ı,
Oğuz Han’ı, Bumin ve İstem i Kağanlar’ı hatınna ge­
tirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefalı gö­
ğüslerine doğru düştü.

İhtilâl başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki


Türkler sinmedi. Bütün Türk illerinde, hiç bir kuv­
vet tarafından karşı konulmasına imkân olmayan bir
istiklâl rüzgârı e sti 639 yılının karanlık ve fırtınalı
bir gecesinde 40 Türkün hayalden dahi geçirilemeyen
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

baskını, Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar tit­


retti. Tiirkler, Kür Şad’ın kardeşleri ve yeğenleri, pek
şanlı Göktürk hanedanından yeni başbuğlar buldu­
lar. İstiklâl ülküsü, yeniden taşmak, bütün Çin’i bas­
mak, yine A sya’nın efendisi olmak derecesinde coş­
tu.
ORHUN A t t ln F T .F R t

Çar Petro'nun İsveç kralı Demirbaş Şarl’ı yen­


diği 8 Temmuz 1709 Poltava savaşında, Johann von
Strahlenberg (Yohan fon Ştrâlenberg) admda A l­
man asıllı bir İsveç subayı, Ruslar’a esir düştü. Sibir­
y a ’ya sürüldü ve orada serbestçe dolaşmasına izin
verildi. 13 yıl Sibirya’da gezen bu subay, 1722 de İs­
veç’e döndü. 1730 da gezilerini anlatan ünlü Almanca
eserini yayınladı. Bu kitapta, şimdiki M oğolistan’da,
Orhun ırm ağı çevresinde bulduğu birtakım meçhul
işaretler kazılmış taşlardan bahsediyor, hattâ bu taş­
lardan kopya ettiği bazı işaretleri de yayınlıyordu.
K itap, XV ili. yüzyıl Avrupa’sında ilgiyle okundu.
Fakat gezginin naklettiği işaretlere kimse bir mâna
veremedi. A ynı yüzyılın sonlarında Rus gezgini Pal-
las ve 1822 de Spassky de Orhun çevresini ziyaret
edip bu taşlan gördüler. Hattâ sonuncu bilgin, 22
adet yazılı taşın kopyasını yayınladı. 1825 te Fransız
D oğu bilgini Abel Remusat, bu yazıh taşların bulun­
duğu çevrenin “ Tiirklerin eski ülkesi” olduğunu ileri
sürdü ve kitabelerin Türklere ait olabileceğini söyle­
di. X IX . yüzyılın sonlarında Fin bilgini Heikel, bü­
tün yazdı taşların kopyasını dikkatle aldı ve bütün
Avrupa akademi ve üniversitelerine dağıttı. Birçok
bilgin, bu meçhul işaretler üzerinde çalıştdar. Fakat
hiç biri bir sonuç alamadı.
24 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

Nihayet Danimarka Akademisi Başkam Thom-


sen, 1893 te Orhun yazıtlarının kaleme alındığı al­
fabeyi çözdü, ön ce “Türk, Tengri (yani Tanrı) ve
Kül Tigin” kelimelerini okumaya muvaffak oldu.
Diğer kelimeleri, bu kelimelerle muakeyese ederek
okudu. Çünkü andığımız üç kelime, kitabelerde pek
çok defa geçiyordu. Kitabelerin Türkçe olduğu an-
laşüdı. Türkçe metinler, Avrupa dillerine çevirile­
riyle birlikte yayınlandı ve o tarihten beri yüzlerce
türkolog, bu abidelerin üzerinde çalıştı.
İlim tarihinin harikulâde keşiflerinden birine
konu olan kitabeler, Baykal Gölü’nün güneyinde,
şimdiki Moğolistan topraklarında, Göktürklerin mer­
kezi ötüken yakınlarındaydı. “ Göktürk Alfabesi” de­
nen millî Türk alfabesiyle yazılmıştı. Bu alfabeyi
yapanların, Türkçe’nin ses bilgisini çok iyi bilen in­
sanlar oldukları anlaşılıyor. Çünkü Göktürk alfabesi,
Türkçe’yi doğru olarak yazmak için, sonradan kul­
lanılan Arap alfabesinden daha elverişlidir.
Bu Orhun abidelerinden, XTTT. yüzyıl başlarında
M oğollar’m tarihini yazan Iranh büyük tarihçi Cü-
veynî de bahsetmişti. Çünkü abideler, Cengiz’in baş­
kenti Karakurum’a hayli yakındı. Oriıun abideleri,
3 tanedir. 3 abidenin en temiz ve sağlam olanı Kül
Tigin abidesi olup 3,75 metre yükseklikte, yani iki
insan boyundan uzundur. Yukarıdan aşağıya doğru
kalınlaşan bu abidenin tepede genişliği 1,22 metre,,
tabanda 1,32 metredir. A z ötesindeki Bilge Kağan
abidesinin de ölçüleri aynıdır. Abidelerin yakınların­
da birçok heykel, bilhassa Kül Tigin’in bir heykeli
vardır. Türkler’in heykeltıraşlıkta çok ileri oldukla­
rım gösteren bu eserlerin bir kısmı, son yıllarda Çek
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 25

arkeologları tarafından bulunmuştur. Göktürkler


çağından kalma 3 abideden başka daha yüzlerce ki­
tabe elimizdedir. Ancak bunlardan hiç biri Orhun
abideleri derecesinde önemli değildir.
Zaten Orhun veya Göktürk abideleri’nin önemi,
Türk edebiyatında başka hiç bir eserle ölçülemeye­
cek derecede büyüktür. Bu hususiyet, abidenin ya­
zan Göktürk prenslerinden Yulug Tigin’i, Türk edip­
lerinin en büyüğü saymamıza kâfidir. Kitabelerde
kullanılan dil, hayran olunmak bir yana, hayret edi­
lecek derecede mükemmeldir. X X . yüzyılın büyük
Türk yazarlarının kullandıkları Türkçe derecesinde
işlek bir nesir dili görülür. Bu dil, her cümlesinde
şiir kokar. Cümleler kısa, kesik, fevkalâde mâna
yüklüdür. Hehangi bir kelime çıkarılıp eklendiği tak­
dirde, cümlelerin dengesi derhal bozulur. V ill. yüz­
yılda bulunduğumuz düşünülürse, anlatılan fikirler
hayrete değer. Koyu bir m illiyetçilik, kitabelerin ru­
huna işlemiştir. Şüphesiz nesir dili gibi bu fikirler
de yüzyıllardan süzülmüş bir gelişmenin sonucudur.
İfade, son derece realisttir. Yüzyıllarca işlenmeksi-
zin bir dilin böyle bir mükemmellik kazanmasına ve
böyle bir fikir seviyesine erişmesine imkân yoktur.
Orhun abidelerinden ilki, 730 yılında Büyük
Türk Hâkanı Bilge Kağan’m başbakanı Bilge Tonyu-
kuk tarafından, İkincisi 732 yılında BUge Kağan ta­
rafından, düşmanla savaşırken kahramanca ölen kar­
deşi Kül Tigin adına, üçüncüsü de 735 yılında BUge
Kağan adım dikilmiştir. Abidelerin yazan, BUge Ka­
ğan Ue Kül Tigin’in amca oğlu olduğu sandan Yuluğ
Tigin’dir. Bu ölümsüz eserlerde BUge Kağan, yüz­
yıllar ötesine şöyle seslenmektedir:
26 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

“ Ben, Tann’ya benzer, T ann’dan olmuş Türk


Bilge Kağan, Tann irâde ettiği için, hâkanlık tahtı­
na oturdum. Ey milletim, ey hanedanım! Sözlerin
dikkatle dinleyin!
“ Beride gün doğusuna, güneyde gün ortasına,
batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar
bütün milletler şimdi bana tâbidir. Bugünkü gibi
kargaşalık olmaksızın Türk Hakanı ötüken’de otu­
rursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben, ötüken’de
■oturarak yurdumu yönelttim, ginliler’in altınına,
gümüşüne, ipeğine, tatlı sözüne, değerli hediyesine
kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türk’ün can
verdiğini, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutma­
dım . Tann yardım etti, Türk Hakanı oldum. Dağıl­
m ış milletimi bir araya topladım . Fakir milletimi zen­
gin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım . Atalarım Bu-
min Kağan’a, İstemi Kağan’a lâyık bir oğul olm aya
çalıştım .
“ Atalarım Türk yurdunu öyle sıkı tuttular, öyle
bilgelikle, öyle güzel törelerle yönettiler ki, Türk
m illeti bahtiyar oldu, onların ölümlerine candan ağ­
ladı. Atalarıma tâbi olan bütün yabancı milletler,
Çinliler, Tibetliler, M oğollar bile onların çağında ya­
şadıktan mesut hayatı unutmadılar. Atalarım o ka­
dar ünlü hakanlardı. Sonradan bilgisiz ve kötü İm­
kanlar ulu Türk tahtına oturdular. Onların kötü ida­
resi ve Çinlilerim hilesi yüzünden Türk milleti, zen­
gin ülkelerini kaybetti. Türk hakanlarının cihanı tu­
tan ünleri geçm işe karıştı.
“ Bu yüzden, Çinliler’e beylik eden Türk kişizâ-
deleri köle, Türk kızları câriye oldu. Türk beyleri,
şanlı isimlerini bıraktı. Çince isimler kullanmaya
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 27

bağladı. Doğu Türkleri, Çin hakanına tâbi olup 50


yıl onun acıklı ve utandırıcı idaresinde yaşadı.
"F akat Gök Tanrı, Türk’ün bu hâline acıdı.
Türk milleti yok olmasın, eskisi gibi cihânın en yüce
m illeti olsun diye, babam llteriş Kağan’la anam El-
büğe Hâtun’u Türkler’e hakan kıldı. Tanrı güc ver­
di, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanlan
koyun oldu. Düşmanlar, m ırt önünden kağan koyun­
lar gibi dağılıp gitti. Hakan babam, doğudan batıya
at koşturup Türk milletini tekrar topladı, birleştirdi,
Türk devletini diriltti
“ E y Türk Oğuz Beyleri! Üstten gök çökmedik­
çe, alttan yer delinmedikçe, bU ki, Türk milleti, Türk
yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. E y ölüm­
süz Türk m illeti! Kendine dön! Su gibi akıttığın ka­
nına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine lâyık ol!
“ E y milletim ! BU ki ben, zengin ve parlak bir
miEete hakan olmadım. Zayıf ve zavallı bir milletin
başına geçip tahta oturdum. Kardeşim Kül Tigin ve
yeğenlerim olan iki prensle and içtik; babanım,
amcamın hayatlarım verdikleri millet uğruna biz de
bütün gücümüzle çalıştık.
“ Başına geçtiğim Tıirk milletinin birliği ve yü­
celiği için gece uyumadım, gündüz oturmadım, ö le ­
siye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım
yâr oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk m ille­
tini bütün milletlerden üstün kıldım !"
GÜÇ DESTANI

Türk tarihinde Göktürk çağıran millî destanı


nasıl Ergenekon Destanı ise, U ygur çağımnki de
Göç Destanıdır. Bu destanın hülâsası şöyledir:
Eski Hun hükümdarlarından birinin, çok giizel
iki kızı vardı. Bu kızlar o kadar güzeldi ki, ancak
üâhlarla evlenmek için yaratıldıklarına inanılıyordu.
Kızların babası olan Hun hükümdarı da böyle düşün­
dü. Kızlarım insanlardan uzak tutmak için, ülkesinin
kuzey taraflarında yüksek bir kule yaptırdı. Kızlarım
bu kuleye bıraktı. Hükümdarın, kızları ile evlenmesi
için yakarışlarla çağırdığı Tanrı, nihayet bir Bozkurt
şeklinde geldi. Bozkurt, bu kızlarla evlendi. Bu ev­
lenmeden, 9 tane Oğuz ve 10 tane U ygur doğdu. Do­
kuz Oğuzlar ile On Uygurlar’m çocukları, birer boz­
kurt sesi ve bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.
Uygur ilinde, Hulın adında bir dağ vardı. Bu
dağdan, Tuğla ve Selenge adında iki ırmak çıkardı.
Bir gece, bu iki ırmak arasındaki bir ağacın üzerine,
gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan
halk, bunu dikkatle tâkip etti. Kutsal ışık, ağacın
gövdesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi gittikçe
kabardı. Güzel musiki sesleri gelmeye, geceleri, otuz
adım çevresine ışık saçmaya başladı. Bir gün ağacın
gövdesi yarıldı. İçinden beş çocuk çıktı. Bunlar, ışık­
tan doğmuş, kutsal çocuklardı. Herkes bu çocuklara
T Ü R K TARİHİNDEN YAPRAKLAR 29

Düyük saygı gösterdi. Çocukların isimleri, sırayla


Sungur Tekin, Kutur Tekin, Tiirek Tekin, U r Tekin
ve Bögü Tekin idi. Çocukların Tanrı tarafından gön­
derildiğine inanan Türkler, bunlardan birini, hüküm­
dar yapmak istediler. Bögü Tekin, güzellik, zekâ ve
ehliyetçe ötekilerden üstün olduğu için, onu oy bir­
liğiyle hâkan seçtiler. Büyük tören yaparak tahta
oturttular.
Aradan uzun zamanlar geçti. B ir gün, U ygur
tahtına yeni bir hâkan oturdu. Bu hâkan, Çinliler’le
yapılan sürekli savaşlara bir son vermek için, oğlu
Gah Tekin’e “ Kiyu-Liyen” adındaki Çin prensesini
almayı düşündü. Bu prenses, sarayım Hatun Dağı’n-
da kurdu. O çevrede, “Tanrı Dağı” adında başka bir
dağ ve onun güneyinde de “Kutlu Dağ” adım taşıyan
büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla bera­
ber geldiler. Bakıcılar dediler ki: “ Hatun Dağı’nın
bahtiyarlığı, bu kayaya bağlıdır. Türk Devleti’ni güç­
süz kılmak için, bu kayayı yok etm eü!” Bunun üze­
rine Çinliler, prenseslerine karşılık, bu kayayı iste­
diler. Yeni Türk hakanı, yurt içindeki bu taş parça­
sının Çinliler’e verilmesinde bir sakınca görmedi.
Halbuki bu kaya, kutsal bir taştı. Türk ülkesinin
esenliği, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün ve bir­
liğinin timasâli olan bu kayanın, yurtta kalmasına
bağlıydı. Kaya giderse, Türk illerinden bahtiyarlık
da giderdi. Çinli prensesin tesirinden kurtulamayan
ve millî duygulan azalan hâkan, milletinin bu inanı­
şına değer vermedi.
Kutsal taş, kolayca götürülemeyecek derecede bü­
yüktü. Onun için Çinliler, kayanın çevresine odunaan
tepeler yaptılar. Odunlara ateş verdiler. Taşı iyice
30 T ü r k t a r ih in d e n y a p r a k l a r

kızdırdıktan sonra, üzerine keskin sirke dökerek


parçaladılar. Parçalan arabalarına koydular. Birer
birer Çin’e taşıdılar. Bu başan, bütün Çin’i sevindir­
di. Çünkü Türkler’in kutsal taşı ele geçirilm işti.
Olay, büyük yankılar yaptı. Türk vatanındaki
kuşlar, hayvanlar ve bitkiler, kendi dilleriyle, bu ka­
yanın gidişme ağladılar. Bundan yedi gün sonra da
hâkan öldü. Türk ülkeleri üzerinden felâket yeli geç­
ti. Türk milletinde rahatsızlık, huzursuzluk, bereket­
sizlik başladı. Türk hâk anlan, tahta oturduktan bir
müddet sonra ölmeye başladılar.
Nihayet Bögü Kağan’ın çocuklarından biri Türk
tahtına çıktı. Onun zamanında Türk illerinde ehli
ve vahşî bütün hayvanlar, yırtıcı ve uysal bütün
kuşlar, hattâ konuşmasını bilmeyen küçük çocuklar:
“ Göç, g ö ç!” diye bağırmaya başladılar. U ygur Türk-
leri, Tann’dan gelen bu işaret üzerine, yurtlarını
bırakıp- gittiler. Nerede durmak isterlerse, göç
etmeyi buyuran aynı kutsal sesi duydular. So­
nunda Beşbalık şehrinin bulunduğu ülkeye vardılar.
Burada göç emreden sesler kesüdi. Bu illerde durdu­
lar. Beşbalık şehrini kurdular. Yeniden, güçlü bir
Türk devleti doğdu ve Büyük Türk Hâkankğı’nın
şanlı geleneklerini devam ettirdi.
OĞUZ HÂN DESTANI

2.200 yıl önce Kuzeydoğu Asya’daki Türk dev­


letini, Asya’nın bütün kuzey yansını kaplayan bir
imparatorluk durumuna getiren Mete, Türk milleti­
nin vicdanında “ Oğuz Han’ ’ adiyle ölümsüzleştiril-
miştir. “ Oğuz Kağan” veya “ Oğuz Han” Destâm’nda
Mete, Türkler’in en büyük kahramanı olarak sunul­
muş, bir masal ve destan havası içinde, Çin’e, Hind’e,
Avrupa kapılarına, Kuzey A sya’nın buzlu ülkelerine
kadar uzanan fetihleri anlatılmıştır. Ergenekon Des­
tanı gibi, Oğuz Han Destanı da, Türk milletinin tari­
hî gelişmesi ve karakterini açıklayan çok kuvvetli
bir edebî vesikadır. Mete’nin “ Oğuz Han” adiyle ade­
tâ kutsallaştirıldığı, Türk milletinin ortaklaşa malı
olan bu güzel destan kısaca şöyledir:
“ Günlerden bir gün A y Han, bir erkek çocuk
doğurdu. Çocuk, kara saçlı, kara kaşlı, ala gözlü,
kızıl ağızlı idi. Perilerden bile güzeldi. Çocuk, ana­
sından yalnız bir defa süt emdi. B ir daha emmedi.
Konuşmaya başladı. Çiğ et ve içki istedi. K ırk gün­
den sonra büyüdü. Yürüdü. Oynadı. A ta bindi. Geyik
avına çıktı. Günlerden sonra, gecelerden sonra, tam
bir yiğit oldu. Bahâdır oldu.
“ Oğuz Han” denen bu bahâdır, bir gün Tann’ya
yakarıyordu. Birdenbire çevresi kapkaranlık kesildi.
Gökten bir ışık düştü. Bu ışık, aydan ve güneşten
32 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

bile parlaktı. Oğuz Han, ışığın içinde bir kız gördü.


Bu kız, çok güzeldi Yüzünde, ışık saçan bir beni
vardı. Çoban Yıldızı'na benziyordu. Gülünce, mavi
gök de gülüyor, ağlayınca, mavi gök de ağlıyordu.
Oğuz Han, bu kızı görünce aklı başından git-
ti. Kıra sevdi, aldı. Kız, Oğuz Han’a üç erkek çocuk
doğurdu. Birincisine “ Gün” , İkincisine “ A y” , üçün-
cüsüne “ Yıldız” adını koydular.
Oğuz Han, günlerden bir gün, ava g itti Gölün
yanında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız
oturuyordu. Çok güzeldi Saçları bir ırmağın akışı­
na, dişleri inciye, gözleri, gökyüzünün mavisine ben­
ziyordu.
Oğuz Han’ın aklı başından gitti. Yüreğine od
düştü. Kızı sevdi, aldı. Bu kız da Oğuz Han’a üç er­
kek çocuk doğurdu. Birincisine “ Gök” , İkincisine
“ D ağ” , üçüncüsüne “ Deniz” adım verdiler.
Bu çağda, sağ yönde “ Altın Han” denen bir ha­
kan vardı. Altın Han, Oğuz Han’a elçi gönderdi. Pek
çok altın ve gümüş yolladı. Pek çok kız, yakut ve
gümüş sundu. Oğuz Han’a saygı gösterdi. Bağ eğdi.
Oğuz Han, Altın Han’ın baş eğmesini kabul etti.
Sonra kırk gün kuzeye yürüdü. “ Buz Dağı” denen
dağa geldi. Çok soğuktu. Otağım kurdurdu.
Tan yeri ağardı. Oğuz Han’ın otağına güneş gibi
bir ışık girdi. O ışıktan; gök tüylü, gök yeleli, bü­
yük bir erkek kurt çıktı. Kurt, Oğuz Han’a dedi ki:
“ E y Oğuz, artık ben önünde yürüyeceğim !”
Bundan sonra Oğuz Han, çadırları toplattı. Y ola
koyuldu. Türk ordusunun önünde gök tüylü, gök ye­
leli, büyük erkek kurt yürüyordu.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 33

Nice günlerden sonra kök tüylü, gök yeleli, bü­


yük erkek kurt durdu. Oğuz Han da Türk ordusunu
durdurdu, önlerinden “ İtil” denen ırmak akıyordu.
Oğuz Han, burada Yağı ile vuruştu. Savaş çok çetin
oldu. İtil suyu, yağı kaniyle kıpkızıl aktı. Vuruşma­
da Oğuz Han, üstün geldi. Başarı, Türk oklarında
ve kılıçlarında kaldı.
Gök tüylü, gök yeleli kurt, yine öne düştü. Oğuz
Han’ı güneyin sıcak ülkelerine götürdü. Oğuz Han,
burada da çok yerler aldı. Çok yağı yendi Türk ha­
kanlığım bu yönde de çok büyüttü. Ger’ döndü.
Oğuz Han’ın yanında, ak sakallı, boz saçlı, çok
bilge bir kişi vardı. Anlayışlı ve doğru bir adamdı.
Oğuz Han’ın danışmanıydı. A dı “ Uluğ Türk” idi.
Uluğ Türk, günlerden bir gün, düşünde bir al­
tın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay, gün doğu­
sundan gün batısına dek uzanıyordu. U ç gümüş ok
da kuzeye doğru gidiyordu. Uluğ Türk, uykudan
uyandı. Düşte gördüklerini Oğuz Han’a anlattı: “ Ey
Hâkaanım, dedi; Gök Tann’mn sana verdikleri, ha­
yırlı olsun! Gök Tann, düşümde gördüklerimi yerine
getirsin! Dilediği yeri sana versin!”
Oğuz Han, Uluğ Türk’ün sözlerini çok beğendi.
Bilgeliğini öğdü. öğüdünü dinledi. Oğullarım topla­
dı. Dedi ki: “ E y oğullarım ! Gönlüm av diliyor. K o-
cadım. Gücümü yitirdim. Gün, A y ve Yıldız, siz do­
ğuya varın. Gök, Dağ ve Deniz, siz batıya gidin!”
Bunun üzerine Oğuz Han'ın üç oğlu doğuya, üç
oğlu batıya gitti. Gün Han, A y Han ve Yıldız Han,
bol bol avlandıktan sonra, yolda bir altın yay buldu­
lar. Yayı aldılar. Babalan Oğuz Han’a verdiler. Oğuz
Han sevindi Y ayı üç parça etti ve: “ E y büyük kar­
3
34 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

deşler, dedi; yay sizin olsun!" — Gök Han, Dağ Han


ve Eteniz Han, bol bol avlandıktan sonra, yolda, üç
gümüş ok buldular. Oklan aldılar. Babalan Oğuz
Han'a verdiler. Oğuz Han sevindi. O klan onlara pay
edip “ E y küçük kardeşler, dedi; bu oklar sizin ol­
sun!” — Oğuz Han, bundan sonra Ulu Kurultay’ı
topladı. Halkı da çağırdı. Büyük danışma yapıldı.
Oğuz Han, yurdunu, oğullarına pay etti. Dedi k i:
"E y oğullar, çoik yaşadım. Çok savaşlar gördüm.
Çok ok attım. Kılıç salladım. A ta bindim. Yağılarım ı
ağlattım. Dostlarımı güldürdüm. Gök Tann’ya bor­
cumu edâ ettim. Sîzlere de yurdumu veriyorum. Yur­
dumuzun üzerinde bilgelik ve bahtiyarlılda yaşayın.
Gök Tann’mn buyruğundan çıkmayın. Elsen kalın!"'
Sonra Gök renkli gözlerini kapattı."
TÜRKLER’in ve TÜRKİYE’nin
MENŞELERİ
TÜRKLER’in MENŞEİ

Türkler, beyaz ve brakisefal, yani geniş kafalı


bir ırktır, timin bugünkü durumuna ve Rus arkeo­
loglarının son yıllardaki kazı ve araştırmalarına gö­
re, bu arkeologların “ Andronovo İnşam” dedikleri
tipin temsil ettiği beyaz ve brakisefal bir ırk, bundan
dört bin yıl kadar önce Orta A sya’da yaşıyordu. Bu
ırkın, Türkler’in iptidai tipi olduğu kuvvetle sanıl­
maktadır.
Bu ırk, çevresindeki ülkelerde yaşayan doli­
kosefal yani uzun kafalı ırklardan kesin çizgilerle
ayrılıyordu. Bu Proto-Türkler, Tanrı D ağlan üe A l-
tay D ağlan arasındaki geniş ülkede, bugünkü Çun-
garya’da, D oğu Türkistan’ın lcızey kesimlerinde ya­
şıyorlardı. D ört tarafa doğru yayılm a belirtileri gös­
term ekteydiler.
Bu ırk, sığın ve deveyi evcilleştirmişti. A vcı ve
savaşçı bir kavimdi. Kartalı kutsal tanıyor ve mezar­
larına kartal pençesi koyuyordu. Bazı bölgelerde Ren
geyiğini ve yak öküzünü de evcilleştirm eyi başarmış­
tı. Bakırdan bıçak ve başka âletler yapabiliyordu.
Birkaç yüzyıl sonra, koyundan faydalanm ayı da öğ­
renmişti.
Bu Proto-Türk kültürünü temsil ettiği sanılan
Anav’da, bugünkü Türkmenistan'ın başkenti Aşka-
bad çevresinde, ilk kültür tabakasına 6.000. yülık bir
38 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

tarih biçilmiştir. Anav kültürünün IV. katı ise, Milât


sıralarına kadar dayanmaktadır. Tarihçiler, Orta
Asya kavimlerinin kültürlerini, Anav medeniyeti ta­
bakalarına göre tarihlendirmeye ve bu tabakalarla
mukayese etmeye çalışırlar.
M. ö . H. Bin’de, yani M. Ö. 2000-1000 yıllan
arasında, Altaylılar’daki medeniyet, daha canlılaş-
makta, daha çeşitlenmekte ve zenginleşmektedir.
Arkeolojik buluntular çoğalmaktadır. Bakınn yanın­
da tunç ve altın da işlenmekte, bıçakların yanında
yüzük, bilezik gibi süs eşyası yapılmaktadır. EL Bin’de
dünya altın endüstrisinin ağırlık merkezi, Altaylar’da
yaşayan bu Proto - Türkler’dedir. Bu kavim, bu çağ­
da kuzeye, A ltaylar dışına, Sibirya Ovası’nın güne­
yine de taşmıştır. M. ö . 1700 yıllarından başlayarak
Güney Sibirya, Proto - Türk buluntulanyle dolup ta­
şar. Tunç çağı başlamıştır. P roto - Türkler, göçebe
bir kavimdir. Yerleşik hayatı nadiren tercih etmek­
tedirler.
P roto - Türk sanatında esas unsur, hayvan m o­
tifleridir. Bu m otifler, fevkalâde bir sanatkârlıkla
işleniyor ve hemen her eşyada kullanılıyordu. “H ay­
van üslûbu” denen bu üslûp, hızla çok batıya, Kara­
deniz kuzeyine doğru yayılıyordu.
P ıyto - Türkler, gittikçe askerî ve siyasî güc ka­
zanıyor, M oğollar ve Mançular gibi çevrelerinde ya­
şayan, kendilerinden daha geri medeniyetleri temsü
eden kavimleri hâkimiyetleri altına alıyorlardı. M.
ö . 1766 ya doğru Çin vekaayî-nâmeleri, Proto - Türk-
ler*den bahsetmeye başlarlar. Zira Çin’i tehdit ede­
cek bir kudret derecesine erişmişlerdir. Türklerini
tarih öncesi çağlan, M. ö . 220 yılına kadar uzanır.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 39

Bu yıl, ortaya Teoman veya Tuman Yabgu çıkarak,


Türk kavimlerini ve çevredeki diğer toplulukları bir
araya toplar. Bizim “Büyük Türk Hakanlığı” dedi­
ğim iz büyük ve devamlı Orta Asya Türk İm parator­
luğu kurulur. “ Oğuz Han” da denen Mete, bu Teoman
Y abgu’nun oğludur ve Türk İmparatorluğunun sınır­
larım Pasifik’ten Hazar Denizi’ne, Sibirya buzulla­
rından Çin ve Hindistan'ın kuzeyine kadar genişletir;
Asya'nın yansım elde eder.
Bu ilk Türk İmparatorluğu, başındaki hanedanın
adiyle, “ Kim” yahut “ Hım” diye anılmaktadır. Baş­
langıçta “ Türk” adı, Türkçe konuşan kavimlerden
yalnız birinin ismiydi. Sonradan bütün Türkçe konu­
şanlara Türk denmiştir. Kelime “ kuvvetli” demektir
ve ilk çağlarda “ Türük” şeklinde söyleniyordu. Bu
kelime, şimdiki bügüerimize göre ilk defa M. ö .
1328 e doğru bir Çin vekaayî-nâmesinde geçmektedir.
Türkler, gene Çin tarihlerinden öğrendiğimize göre,
M. Ö. 781 den başlayarak Çin’in Uk eyaletlerini d e
geçirmişlerdir.
Türk fetihlerinin karanlık çağlarına ait izler,
Türk destanlarına aksetmiştir. “Ergenekon Destanı”
nın bir m otifi, Türkler’in düşmanlan tarafından kü­
çük bir alana sıkıştırıldıktan sonra çoğalm alan, de­
m ir madenini eriterek yol bulup dış dünyaya açılıp
yayılm alan m otifi çok önemlidir. Türkler’de nüfus
kesafetinin fazlalılığmdan doğan yayılm a arzusunu,
fatihlik fikrini, en kötü şartlardan bile sıyrılm a az­
mini, madene hâkim olup üstün tekniği elde tutmak
ihtirasım gösterir. Türkler’in birçok kavimleri hâki­
miyetlerine alıp büyük imparatorluklar kurmalan,
en eski çağlarda bile yabancı milletlerin dikkatini
40 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

çekmiş, bunu, yalnız Türkler’in elinde bulunan ve


“ yada taşı” denen sihirli bir taşla açıklamak iste­
mişlerdir. Çin kaynaklan, Türkler’in fatihlik ve ci­
hangirlik vasfım açıklamada daha gerçekçi davran­
mışlardır. Çinliler'e göre Türkler’i yabancı kavimler
üzerine hâkim kılan, onlann süvarilik vasfıdır. Ati;
Türk ordusu, o çağların en sür’atli savaş unsuru
olarak, en geniş ülkeleri tutabilmiştir.
Atalanm ızm tarihin karanlıklarında kaybolan
başka bir hususiyetleri de, demire hâkimiyetleri, bu
madenden yaptıkları süâhlar ve her türlü eşya idi.
Demir madenlerine sahip olmaları ve yüzyıllardan
gelen alışkanlık ve ustalıkla demiri işlemeleri, onlara
emsalsiz bir güc kazandırmıştır. Türkler’in en az
4.000 yıldan beri bu madeni tanıyıp işledikleri ve bu
hususta Hititler’den önce geldikleri ileri sürülmek­
tedir.
Türkler’in cihangirlik vasfı, onlann en eski ge­
leneğidir. Tann tarafından efendi kavim olarak se­
çildiklerine inanırlardı. Kâşgarlı Mahmud’un, M. ö .
VII. yüzyıldaki bir Türk hükümdan, belki de sadece
efsânevî bir şahsiyet olan Alp-Er-Tunga için “ A jun
Beği” yani “ Dünya Hükümdan” demesiyle, Osmanlı
padişahlarına verilen ‘T âdşâh-ı Cihan” yani “ Ci­
han İm paratoru” sıfatı arasında hiç bir fark yoktur.
HUNLAR ÇAĞINDA TÜRKLÜK

Türkler, tarih devrine Orta A sya’da Büyük Türk


Hâkanlığı’nı kuran Hunlar’la girerler. Hunlar’m ilk
imparatorları, Teoman ve bunun oğlu Mete, diğer
bir deyişle Oğuz Han’dır. Hunlar’dan önceki çağ,
Türkler’in tarih öncesidir. Çin kaynaklan bile, VL
asırdaki Göktürkler’i, Hunlar’dan inmiş olarak gös­
terirler. Mete üe Hunlar, Büyük Türk Hakanhğı’nı
cihan ölçüsünde bir devlet derecesine yükseltmişler­
dir. Mete’nin M. 0 .1 7 7 deki seferinde Hazar Denizi’-
ns, Avrupa kapılarına kadar erişmesi, onu, Yakın
Doğu’nun da ilgilendiği bir şahsiyet yapmıştır. Bu
devirde Büyük Türk Hakankğı’nın genişliği, İran,
İskender ve Rom a imparatorluklarım geçm iştir. Me­
te, strateji bakımından, K iniş, İskender ve Sezar’-
dan üstün görünmektedir. Çünkü bu cihangirler,
dünya coğrafyası üzerinde Mete derecesinde geniş,
askerî hareketlere girişemişlendir. Mete’yi kuzeyde
buzullar, güneyde Himalayalar, doğuda Büyük Okya­
nus, batıda Hazar ve Urallar durdurabilmiştir. Me­
te ve kendisi gibi 35 yıl tahtta kalan torunu Kün>
Yabgu, Hun çağı Türklerinin büyük teşkilâtçılan-
dır. Onların askerlik, teşkilât ve devlet adamlığı
dehâsı sayesinde Türkler, 20 milyon kilom etre ka­
reyi aşan büyüklükte bir imparatorluğa sahip oldu­
lar. Hunlar, 436 yıl iktidarda kaldılar. Osmanoğul-
42 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lariından sonra Türk tarihinde en çok iktidarda ka­


lan hanedan, Hunlaridır. Zaten büyük Alman tarih­
çisi Otto Franke: “Hunlar, ancak Osmanh Türkleri
ile mukayese edilebilirler” demiştir.
Hunlar. o zamana kadar dağınık.kültür merkez-
Iprj teşkil eden Tiîrlf kfivîmİPT-jni ve çplann kültürle­
rini birleştirdiler. JBmsuretle Türk’lüğün millet hâlm-
de ortaya çıkmasında birinci derecede rol oynadılar.
A rkeolojik keşifler, bühassa son yıllarda î)rta~ A s-
ya ’da çok bol ve çeşitli İran ve Çin eşyası ortaya çı­
kardı. Bu, Hunlar devrinde ticaret münasebetlerinin
kesafetini gösterir. Bu çağ T ürkleri, Uzak Doğu ve
Yakın D oğu kültürleri arasında teması sağlamak
bakımından da insanlık tarihine hizmet ettiler; o za­
manki dünyanın iki ucu arasında kültür alışverişine
zemin hazırladılar. “ İpek Y olu” Orta Asya'dan geç­
tiği için, transit ticareti Türkler’i çok zenginleştirdi.
Hunlar çağında Türklerini başında, “ Yabgu”
denen bir büyük bâkan vardı. Yabgu’nun Gök Tanrı'-
nın yeryüzündeki veküi olduğuna inanılırdı. Devlet
ve ordu teşkilâtı mükemmeldi. Kahramanlık ve şö­
valyelik, ideal hayatın esası sayılırdı. Kahramanlara
“ Alp” denirdi.
Hunlar çağında Tiirkler, nüfus bakımından da
fevkalâde çoğaldılar. Altaylaridan sonra Tanrı Dağ­
lan bölgesi, nihayet Sibirya ve Baykal Gölü çevresi
Türkleşti. Buralarda yaşayan M oğol oym aklan, do­
ğuya doğru itildi. Türkler’de ilk çekik gözlülük de
bu çağda M oğol kavimleri üe karışma neticesinde
meydana geldi. Hunlar çağından kalan iskeletlerin
antropolojik incelenmesi bunu göstermektedir. Bu
karışma, Baykal Gölü çevresinde ve Yenisey vâdisin-
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 47

d e oldu. Altaylar’daM Tiirkler hâlâ eski Türk tipini


m uhafaza ettiler.
Bu çağ Türk sanatı, Karadeniz kuzeyinden Bü­
yük Okyanus kıyılarına kadar hâkim bir sanat de­
recesine yükseldi. Türk kavimlerinin sanatları ara­
sında üslûp birliği teşekkül etti ki, büyük bir Türk
İmparatorluğunun sağladığı nimetlerdendir. Vahşî
hayvanların mücadelelerini işleyen tunç eserler, çağın
karakteristik Türk sanat mahsulleridir. A t güreşi
sahneleri, yalnız bu çağ Türk eserlerinde görülür.
Deve ve kaplanların mücadele sahneleri de sık sık
ele alınmıştır.
Selenge ırm ağı yakınlarında Noyun-Ula dağın­
da bulunan Hun kurgan-mezarlannda, bol sanat
eserlerine tesadüf edilmiştir. Bu kurganlardan 5 ta­
nesi, Hun imparatorluk prenslerinin mezarlarıdır.
A ltaylar’da da bu devirden kalma prens mezarlarında
Türk iskeletleri ve kılıçlan bulunmuştur, iskeletlerin
ortalam a boyunun 1 metre 80 santime yakın olması,
Türkler’in uzun boyluluğunu göstermektedir.
Hun çağında Türkler, Kore’den Macar Ovası’-
na kadar olan alana sulh, sükûn ve refah getirdiler.
Mete, Çin imparatoruna yazdığı bir mektupta, hâki­
miyetinde bulunan çeşitli kavimlerin, kudretli bir im­
paratorluğun sağladığı bütün nimetlerden faydalan­
dıklarını, sulh ve saadet içinde yaşadıklarım, bilhassa
belirtm eye dikkat etm iştir.
Türk devletini büyük tor imparatorluk hâline
getiren Mete, Türkler tarafından “ Oğuz Han” adiyle
ölümsüzleştirilmiştir. Türk mületinin müşterek eseri
olan “ Oğuz Kağan Destanı” nda Mete’nin Çin’e,
Hind’e, Avrupa kapılarına, Kuzey Asya'nın buzlu ül­
44 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

kelerine kadar uzanan fetihleri terennüm edilmiştir.


Bu destanda, Türk’lüğün bütün hususiyetleri işlen­
m iştir. Destanın sonunda Oğuz Han, ölüm döşeğinde
oğullarına, şu sözleri söyler: “E y oğullar, ben çok
yaşadım . Çok savaşlar gördüm. Çok ok attım. Çok
ata bindim. Düşmanlarımı ağlattım. Dostlarımı gül­
dürdüm. Gök Tann’ya borcumu ödedim. Sizlere yur­
dumu emanet ediyorum.”
TÜRKLER NİÇİN MÜSLÜMAN
OLDULAR?

Türklerini Müslüman din: ile ilk temaslar, V l


asnn sonlarından başlar. 610’da doğan ve 634’t.
Arabistan sınırlarım aşan Müslümanlık, VTL asır
soniarmda Horasan'a vardı ve Türklerle, Batı Türk
Hakanlığı üe temasa geçti. Bu tarihten itibaren
Müslüman dinini tanıyan Türkler, 150 yıl kadar,
bu yeni dini incelediler. Bu müddet içinde İslâm
imparatorluğunun hizmetine giren yüz binlerce
Türk, Müslüman oldu. Hattâ H alife’nin başkuman­
danlığı Türkler’in eline geçti. Mısır - Suriye’de ilk
Müslüman Türk devleti olan Tolunlu devleti, bir
Oğuz Türkü tarafından kuruldu.
Müslüman dini, Türkler’in yaşadığı Orta A sya
ülkelerinde de yavaş, fakat emin adımlarla yayıldı,
ön ce Türkler’in Karluk boyunun bir kısmı Müslü­
man oldu. Bu boyda Buda ve Mani dininden Bu-
distler ve Manihaistler de çoktu. Mâverâimnehir’de,
yani Amu-Deryâ üe Sır-Deryâ nehirleri arasında
kalan ülkelerde ve Sır-Deryâ’mn daha ötesinde
Türkler, birçok dine mensuptular. Hattâ bazı bölge­
lerde çeşitli dinlere mensup Türkler karışık yaşı­
yorlardı. Eski dinleri olan Şaman’hğı yavaş yavaş
bırakıyor, Budist ve Manihaist oluyorlardı. Müslü-
manlar daha azdı. Fakat bu çağda gene de Türk’­
lerin büyük ekseriyeti Şaman dinindendi.
46 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Araplar’ın Çinliler’e karşı kesin şekilde vaziyet


almaları, Türkler’le Müslümanlar’ı yaklaştırdı. X .
asnn ilk çeyreğinde Mâverâünnehir, tamamen bir
Müslüman ülkesiydi Bu ülkede yaşayan Iranlılar
ve sayılan onlarınkine yakın olan Türkler, Müslü­
man’dı. Bu halk, Sâmânî devletinin tab’ası idi. Mâ­
verâünnehir, daha önceden ve bin yıldan beri Bü­
yük Türk Hakanhğı’na ait olduğu halde, Arap fe t­
hinden sonra Sâmânîler’e geçm işti Bağdad’daki
Abbâsi Halîfesi’ne tâbi olduğunu söyleyen, fakat
gerçekte tamamen müstakil bulunan Sâmânîler,
kudretli bir Iranlı kırallıktL Türk İmparatorluğu,
Balasagun ve Kâşgar’ı taht şehri olarak seçince,
Sâmânüer’le karşı karşıya geldi. Jeopolotik zaruret­
ler, Sâmânüerle savaşı ve Mâverâünnehir’in fethini
icap ettiriyordu. Hunlar’dan Göktürkler’in yıkılışı­
na kadar bin yıl Türk idaresinde yaşamış olan bu
büyük ülkeyi geriye almak, Büyük Türk Hakan­
lığın ın geleceği için şarttı. Fakat Müslüman dininin
bünyesine ve Ortaçağ’ın rakipsiz şekilde en yüksek
medeniyet ve kültürüne sahip olan Müslüman cemi­
yetine girebilmek ve hâkim olabilmek için, bizzat
Müslüman olmak lâzımdı. Mâverâiinnehir’deki îran-
lılar’ın değil, Müslüman Türkler’in büe Şaman di­
ninden olan Büyük Türk Hakanlığı’na dahil olmak
istem eyecekleri ve şiddetle karşı koyacakları, şüp­
hesizdi. Halbuki Müslüman dininden bir Türk im­
paratorluğu, ya n yarıya Türkleşm iş bu eski Türk
ülkesini kolaylıkla ele geçirebilirdi. Sâmânîler as­
keri bakımdan ezilirse, halkın yeni hanedanı tanı­
maması için hiç bir sebep kalmazdı. Büyük Türk
Hakanhğı’nın yani Karahanlılar’ın Müslüman ol­
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR «
ması, Mâverâünnehir ve sonra Horasan’ı, Yakın.
D oğu ile Orta Doğu’nun geçit yerinde olan bu pek
zengin ve kalabalık ülkeleri, clgun birer meyve
halinde Türkler’in eline düşürecekti. Siyasî dehâya
sahip olan Türk hükümdarlarının, bu gerçeği an­
layamamış olmaları mümkün değildi.
Mâverâünnehir ve Horasan fethedilmedikçe,
Türk imparatorluğuna istikbal yoktu. Nitekim Ka-
rahanlılar’dan önce Büyük Türk Hakanlığının ba­
şında bulunan Uygurlar, cihangir bir devlete sahip
olamamışlardı. Uzak Doğu devleti olmak vasfım
bir müddetten beri kaybeden Türk imparatorluğu,
Orta A sya’ya tıkılıp kalamazdı. Böyle bir kara dev­
letinin, cihanşümul rol oynayabilmesine imkân yok­
tu. Türk imparatorluğunun cihanşümul ehemmiyet­
ten düşmesi ise, Türkler’in yüzlerce yıllık gelenek­
lerinin ve haysiyetlerinin çiğnenmesi demekti.
Müslüman dininin Büyük Türk Hakanlığı tara­
fından resmî din olarak kabulünün siyasî ve jeo­
politik sebepleri bunlar olmakla beraber, mesele
bundan ibaret değildir. Tâbir caizse, meselenin bir
de manevî cephesi vardır.
Türkler, eski Şaman dinlerini yavaş yavaş bı­
rakmaya başlamışlar, bir kısmı Budist ve Mani-
haist olmuştu. Başka dinlere intisap eden, Hıris­
tiyan ve Mûsevî olan Türkler de vardı. Türkler’deki
eski din birliği kalmamıştı. Buda ve Mani dinlerinin
Türk millî bünyesine uymadığı, daha bir asır geç­
meden anlaşılmıştı. Türkler’i yabancı kültürlere
iten, cihangirlik vasfım kaybettiren, hattâ ^askerî
meziyetlerine ve teşebbüs dehâlarına halel getiren
bu dinler, Şaman dininin kısmen terkedilmesinden
48 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

sonra, Türk cemiyetinde buhranlar doğurmuş ve


manevî değerleri değiştirmişti. Bununla da kalma­
m ış. Türk devletinin siyasî bünyesini âdeta tahrip
etmiş ve felce uğratmıştı. Fevkalâde pratik oluşu
ve Türkler’in öteden beri değer verdikleri manevî
kıymetlere bağlılığı bakımından Müslüman dini,
bütün bu kusurlardan ve eksikliklerden uzak ve
masûndu.
Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tah­
tında oturan Satuk Buğra Han'ın yüzlerce, hattâ
binlerce yıllık Şaman dinini bırakması, şahsen Müs­
lüman olmakla kalmayıp, bu dini Türk imparator­
luğunun resmî dini ilân etmesi, yüzyıllar süren bir
gelişmenin, yüksek millî ve siyasî menfaatlerin ese­
riydi Asla bir anlık bir olay ve tek kişinin kalbine
doğmuş bir ilham değildi. Bu fikrimizle Saltuk
Buğra Han’ın Türk tarihindeki emsalsiz değerini
küçültmek istemiyoruz. Türkler, Müslüman dinini
samimî olarak, kendi istekleriyle, hiç bir zorlama
ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince,
tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyor­
lardı. Bu yeni devre, X . asırdan önceki asgarî
1.200 yıllık devreden daha da şanlıydı. Müslüman­
lık, Türk millî bünyesi için uygun bir din haline
geldi. Türkler, Müslüman olmak suretiyle Türklük­
lerini kemâle erdirmiş, âdeta tamamlamışlardı.
TARİHTE ANADOLU’NUN JEOPOLİTİK
DURUMU

Anadolu, dünya çapındaki jeopolitik önemini


tarihin hiç bir devresinde kaybetmemiştir. Mısır ve
Mezopotamya üe birlikte en eski medeniyetler, Ana­
dolu’da kurulmuştur. Anadolu’nun bu önemi nere­
den gelm ektedir? Bu bahsimizde kısaca bu konuyu
işleyeceğiz.
Tarihte dağlar, istilâlara set çekmiş, medeni­
yetleri birbirinden ayırm ıştır. Akarsular ise, mede­
niyetleri yaklaştırır ve zengin yerleşm e alanları
yaratır. Deniz, ileri medeniyetin en büyük sebep­
lerinden biridir; ayıncı olmaktan fazla, medeniyet­
leri yaklaştıncı bir rol oynar. Dünya haritası üze­
rinde Anadolu ile onun tabu bir uzantısı durumunda
olan Trakya’ya baküacak olursa, bu toprakların
dünya ölçüsündeki önemi hemen görülür. Cihan
medeniyetinin çevresinde kurulduğu Akdeniz’de hiç
bir ülke, Anadolu - Trakya'nın jeopolitik şansına
malik olamamıştır. Bu şans, Anadolu'yu medeniyet­
lerin beşiği yapmış ve pek çok kavmin ihtirasım
üzerinde toplamıştır.
Bu toprakların emsalsiz jeopolitik durumu şun­
dan üeri gelir ki, A nadolu-T rakya; Asya ile Av­
rupa, Yakın Doğu De Balkanlar, Akdeniz üe Kara­
deniz arasında geçittir Marmara bölgesine doğru
gidildikçe bu jeopolitik önem, son derece artar. Bo-
4
50 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

gazlar, cihan hâkimiyetine erişmek isteyen ve cihan


imparatorluğunu elinde tutmak arzusunda bulunan,
devletlerin can noktası olmuştur. İstanbul Boğazı’-
mn Avrupa yakasında, boğazın her iki tarafına, ik£
kıt’aya, A sya ile Avrupa’ya, iki denize, Akdeniz ile-
Karadeniz’e hâkim olmak üzere kurulan İstanbul
şehrinin jeopolitik önemini tarihte başka hiç bir
beldenin taşımadığını, kesine yakın bir hükümle-
ileri sürebiliriz. Bu, yalnız eski devirler için veril­
m iş bir hüküm değüdir. Napoleon gibi en m odem
siyasîler, İstanbul hakkında “ cihan imparatorluğu­
nun başkenti olmaya lâyık tek şehir” demişlerdir.
Bugün de bu durum fazla değişmiş değildir. Boğaz­
la r düşünce, kuzeyden gelecek istilâyı ılık denizlerde-
durdurabilecek hiç bir kuvvet mevcut değüdir.
Marmara Denizi kadar küçük olup da bu de­
recede ehemmiyet taşıyan bir su, yeryüzü harita­
sında yoktur. Kocaeli ve Çatalca yarımadaları ile
Çanakkale ve Gelibolu yarımadaları, iki kıt’anın,
A sya üe Avrupa'nın birleştiği ülkelerdir. İmroz,
Bozcaada ve Limni, Çanakkale Boğazı’nın girişine
hâkim olan adalardır. Marmara’yı iç deniz haline
getiren, Boğazlar’a tamamen hâkim olan, bu geçit­
leri istediği gibi açıp kapayabüen ve İstanbul’u,
başkent edinen imparatorluklar, Karadeniz ile Ak­
deniz’i de içdeniz haline getirmek yolunu tutmuş­
lardır. Çünkü Asya ve Avrupa topraklan hiç bir-
yerden, İstanbul’dan olduğu kadar yakın ve kolay
kontrol edilemez. Balkanlar’m en güneydoğu ucun­
da yer almış olan bu şehir, Avrupa'nın, Balkan'ların,
Asya'nın, Yalan Doğu’nun herhangi bir yerine, iks
taraftan en merkezî yerdedir.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 51

Tarih boyunca Anadolu’da yerleşme bölgeleri


tabiatiyle çok değişmiş, ağırlık merkezleri oradan
buraya, buradan oraya oynamıştır. Bununla bera­
b er, umumî çizgileriyle, bazı devirler müstesna,
yoğun nüfusla iskân edüen bölgeler ve büyük şe­
hirlerin kurulduğu alanlar fazla değişmemiştir.
.Birinci derecede merkezler, Marmara üe Ege kıyı­
larında teşekkül etmiştir. Bu durum, Anadolu’nun
jeopolitik önemi kadar İktisadî ve ticarî ağırlığının
•da bu bölgede olmasıyla ilgilidir. İstanbul, İznik,
Bursa, E fes, Bergama, Foça, Edim e, İzmir gibi
•çeşitli devirlerde parlamış büyük tarihî merkezler,
b u bölgededir. Akdeniz, Orta Anadolu, kısmen Doğu
Anadolu’da ise büyük tarihî merkezler, daha seyrek
b ir coğrafî dağılışta olmuştur. Karadeniz bölgesi,
iç bölge olduğu ve geniş dünya parçalarıyla doğru­
dan doğruya ilgisi bulunmadığı için, yoğun nüfusu­
na rağmen, büyük merkezler vücude getirememiş­
tir. Bununla beraber, askerî ve ticarî zorunlüklar,
zaman zaman Sinop ve Trabzon gibi şehirlere birinci
•derecede önem kazandırmıştır.
Anadolu, coğrafya konuşundan başka, yeraltı
-ve yerüstü zenginlik ve servetleri bakımından da
«dünyanın müstesna bir köşesi olmuştur. Demir ta­
rihte belki Uk defa olarak Hititler tarafından bu
topraklarda işlenmiş ve dünya medeniyetinde, bil­
hassa savaş alanında büyük inkılâplardan biri, de-
.mirin bulunup işlenmesiyle bu topraklarda gerçek­
leşm iştir. Ziraatin her türlüsüne elverişli ve geniş
•otlaklarıyla büyük ölçüde hayvancılığa müsait olan
Anadolu ve Trakya, tarih boyunca, iyi sulandığı
«devirlerde bilhassa dünyanın belli başlı tahıl ülke­
52 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lerinden biri olmuştur. Ormanlardan faydalanm a


bakımından da Anadolu, binlerce yıl, Yakın Doğu’-
nun kereste, bilhassa gem i kerestesi ihtiyacım tek
başına karşılamıştır.
Anadolu’da tarihi merkezlerin kurulması ve
nüfusun kesifleşmesi, akarsu bölgelerine münhasır
kalmamış, içerilere, yüksek yaylalara, geçit bölgesi
olan alanlara kadar yayılm ıştır. Erzurum, Konya,
Sivas, Ankara gibi büyük tarihî merkezler, bin met­
reyi aşan yükseklikteki topraklarda ortaya çıkmış­
tır.
Bu yapıda olan ve X L yüzyıldan beri “ Tür­
kiye” denen Anadolu ve onun tamamlayıcı parçası
Trakya, tarih boyunca, hayrete şayan değişiklik­
lere sahne olmuş, cihan tarihinin en önemli toprak
parçalarından biridir.
TÜRKİYE DEVLETİ NASIL KURULDU?

Türkler, VIH. asırdan bulayarak, Abbasî H a-


lîfeliği’nin hizmetinde yüzyıllarca Toros yamaçların­
d a ve Fırat kıyılarında at koşturdular. Fakat X L
asra kadar Bizans İmparatorluğu, Anadolu’yu elin­
de tutmayı başardı. Anadolu’ya yapılan Arap ve
Türk seferleri, geçici birer akın olmaktan ileri gi­
demedi.
1018 yılında Selçukoğullan’nm idaresindeki
O ğuz Türkleri, Hazar Denizi’nin doğusundaki yurt­
larından kalkıp bütün İran’ı baştanbaşa geçerek
Anadolu’ya daldılar. Bu akınlar birkaç defa tek­
rarlandı. 1021’deki akma bizzat Ç ağn Bey komuta
-etti. Selçukoğlu Ç ağn Bey, tam yarım asır sonra
Anadolu’yu Türkler’e açacak olan Alp-Arslan’m
babasıdır.
Selçuklular, 1040 yılında Büyük Türk Hakan­
lığ ı tahtına oturarak İran ve Türkistan’ın en
önem li ülkelerine hâkim oldular. Selçukoğlu Tuğrul
Bey, ilk hakan, ağabeyi Ç ağn Bey de başkomutan
■oldu. 1049’da Selçukoğullan’ndan iki prens, Kutal-
mış ve İbrahim Yınal Beyler, Anadolu’ya ilk büyük
T ürk seferini yaptılar. 18 eylülde Pasinler’de Bi­
zans ordusunu yenerek Erzurum’a kadar geldiler.
1053’te Selçukoğlu Kutalmış Bey, Kars’ı kuşattı,
rfakat alamadı. 1054’te bizzat İm parator Tuğrul Bey,
A nadolu’ya geldi. Bayburt’a kadar ilerledi. 1061'den
84 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

başlayarak Kutalmış Bey, Anadolu seferlerini sık­


laştırdı. A rtık Türkler, her yıl Anadolu’ya giriyor,.
Bizans savunma noktalarını zayıflatıyor, ülkeyi ta­
nımaya çalışıyorlardı. Bu sıralarda Tuğrul Bey öl­
dü. Ağabeyi Çağrı Bey’in oğlu Alp-Anslan, Büyük.
Türk Hakanı oldu.
Sultan Alp-Arslan, Anadolu ile çok ilgileniyor­
du. Doğu Anadolu’da Bizans sınırındaki Türk ordu­
suna Kutalmış Bey’in oğlu Süleyman-Şah komuta,
ediyordu. Süleyman-Şah; Gümüştekin, A fşin Bey
gibi büyük komutanlarla beraber Orta Anadolu’ya
akınlar yapıyordu. 1070’de A fşin Bey, Denizli’ye-
kadar ilerledi. Bizans ordusu, ne zaman nerede gö­
rüneceği belli olmayan Türk akm alarım yakalıya-
m ıyor, durduramıyordu. Bu sıralarda Bizans tah­
tına geçen Romanos Diogenes, Türklerii Anadolu’­
dan uzaklaştırmaya kararlıydı. Türkler üzerine bir­
kaç başardı askerî hareket yaptı. Fakat A fşin Bey,
Bizans'ın Anadolu’daki belli başlı üslerinin tahrip
edildiğini, Bizans ordusu üzerinde bir zafer kazan­
mak mümkün olursa, Anadolu’da Türkler’e karşı
koyabilecek bir kuvvet kalmayacağım bildiren meş­
hur raporunu, Sultan Alp-Arslan’a yolladı.
26 ağustos 1071’de Doğu Anadolu’da M alaz-
girt’de cihanın en büyük askerî kuvvetleri olam
Türk ve Bizans orduları karşılaştı. Sultan Alp-Ars­
lan, Bizans ordusunu yok etti. İm parator, Türkler’e
esir düştü. Büyük Türk Hakanı, Kutalmışoğlu Sü-
leyman-Şah’a, Ege’ye, Marmara’ya kadar Anado­
lu'nun fethini emretti.
Kutalmışoğlu Süleyman-Şah, birkaç yıl içinde
bütün Anadolu’yu fethetti. Türkler, Üsküdar’a biler
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 56

girdiler ve Boğaz’ın karşı yakasından dünyama in­


cis i olan muhteşem İstanbul şehrini hasretle sey­
rettiler. Alp-Arslan’m yerine geçen oğlu Sultan
Melik-Şâh, 1077 yılında, Büyük Türk Hakanı şifa­
hiyle, Anadolu’yu Süleyman-Şâh’a verdi. Böylece
Anadolu Fâtihi Selçuklu Kutalmışoğlu Nâsıruddevle
Ebu’l-Fevâris Gazi Sultan L Süleyman-Şah, Tür-
h iye devletinin birinci hükümdarı oldu. Başkenti
İznik olmak üzere, ölümsüz Türkiye devleti zama
alımızdan tam 992 yıl önce kuruldu.
Anadolu Fâtihi Süleyman-Şâh’ın bir müddet
K onya’da oturduktan sonra taht şehri olarak Iz-
mik’i seçmesi çok mânalıydı. İznik, büyük, tarihî bir
şehirdi. Marmara Denizi’nin yanıbaşmdaydı. Dün­
yalım en hassas noktası olan Boğazlar’a çok yakın­
dı. Anadolu Fâtihi ve Türkiye Devleti’nin Kuru­
cusu, Boğazlar’ı ele geçiren kuvvetin cihanın birinci
devleti olacağını biliyordu.
Bu yıllar, Türkiye tarihinin sihirli yıllarıdır.
1085 yılında Avrupa’da artık Anadolu’ya “ Turkiya”
yani “ Türk Ülkesi” denmeye başlanmıştı. Süley-
man-Şah, Kapıdağı yarımadasını da aldı ve Çanak­
kale Boğazı’mn Asya kıyılarına erişti. İstanbul ve
Balkanlar, Türkler’e açılmıştı. Bugünkü Kartal Mal-
tepesi, Türkiye ile Bizans arasmda sınır kesildi.
Bu sırada Bizans tahtına, tarihinin en büyük
imparatorlarından biri, Aleksios Komminos oturdu.
İm parator, Türkler’i durdurmaya Bizans gücünün
yetm eyeceğini anlamıştı. Ne bahasına olursa olsun,
bütün Avrupa’yı Türkler’e karşı birleştirmek lâ­
zım dı. Bu inanılmaz iş oldu. Bütün Avrupa, Türk-
86 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

ler’i eski Bizans topraklarından söküp atmak içiıv


birleşti. Birinci Haçlı Seferi kuruldu. Süleyman-Şah
ölmüş, yerine genç oğlu I. Sultan Kılıç- Arslan geç­
mişti. Böylece Hıristiyanlar ile Türkler arasında
yüzyıllarca sürecek büyük bir mücadele devresi baş­
ladı. Bu yıllarda fethedilmesi icap eden İstanbul’un*
alınması, iki buçuk yüzyıl geri kaldı.
Birkaç asır içinde dünyadaki Türk nüfusunun*
belki üçte biri Anadolu’ya göçtü. Daha X I. asrın
sonlarında Anadolu, bir Türk ülkesi halindeydi.
Esasen Selçuklu fethinden önce de Anadolu’da hayli
Türk vardı Bunlar, Bulgarlar, Hazarlar, Pecenek-
ler, Kumanlar, Uzlar gibi Türk kavimleriydi ve-
Bizans tarafından Anadolu’ya yerleştirilmişlerdi. Ço­
ğu Hıristiyan olmakla beraber henüz Türkçe’yi unut­
mamışlardı. Selçuklu fethi üzerine Anadolu’daki
Hıristiyanlar, büyük kitleler halinde Balkanlar’a
çekildiler. Gene de Anadolu’da X X . yüzyıla kadar
önemli sayıda Rum ve Ermeni vardı. Türk siyase­
tinin özelliği yüzünden bu Rumlar ve Ernıeniler
arasında Müslüman olup Türk’leşenler pek azdır.
Ancak Millî Mücadele’den sonra Anadolu’daki Hı­
ristiyan ekalliyetler, Balkanlar’daki Türkler’le yer
değiştirdi
XHL yüzyılda Türk ülkelerine M oğol istilâsı
başlayınca, yeniden Türkistan’dan gelen milyonlar­
ca Türk, Anadolu’ya ve çevresindeki ülkelere yer­
leşti. Böylece Türkler, Anadolu’da daha ezici bir
ekseriyet kazandılar. ıGüneydoğu Anadolu’da eski­
den beri yaşayan KürtlgF~~ve Ar aplar da~ğüneye ve
doğuya çekildiler. ^Bu bölgede de Türkler, yer y e r
ekseriyeti elde ettiler.
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 57

Bugün Türkiye devletinin kuruluşu, 900 yıla


yaklaşmaktadır. Bu hadise, Türk milletinin tarih
boyunca yarattığı en büyük eserdir. Anadolu’nun
fethi için yüzyıllarca hazırlanan Türkler, 1077’de
Türkiye devletini kurduktan sonra da, yeni anayurt­
larını savunmak, geliştirmek, ayakta tutmak ve
büyük bir devlet haline getirmek için, akıl almaz
çileler çekmişler ve en büyük fedakârlıklara kat­
lanmışlardır. Üzerinde yaşadığımız topraklar, ata­
larımızın bizim hesabımıza yaptıkları sonsuz müca­
delelerin eseridir.
OSM AN U LAR’IN MENŞEİ

Osmanlılar’m menşei, bir hayli karanlıktır.


Devletin kuruluşundan ancak belirli bir zaman son­
radır ki açık ve kesin tarihî bilgilere malik olabili­
yoruz. Bunun sebebi, ilk zamanlarda, o çağ tarih­
çilerinden hiç birisinin bu küçücük devlete önem
vermemesi ve geleceğini tahmin edememesidir. Son­
radan gelen tarihçilerin Osmanliiar’ın ilk zamanlan
hakkında yazdıklarının önemli bir kısmının uydur­
ma olduğu. Türk ve AvrupalI tarihçilerin son çalış-
m alanyle, kesin şekilde anlaşılmıştır. İlk devirler,
hattâ umumî olarak İstanbul’un Fethi’nden önceki
çağ hakkmdaki bilgisizliğimizin bir sebebi de, 1402’
ye kadar toplanan Osmanlı devlet arşivinin, Timu
istilâsında Bursa yağmalanırken yakılmış olmasıdır
Bundan dolayı, 1402’den önceye ait elimizde pek az
resmî vesika vardır.
Devletin kurucusu olan Osman Bey’in menşei
de pek aydınlık değildir. Sonraki tarihçiler, Osman
Bey’e şeref kazandırmak için, sonu Oğuz Han’a ya­
ni Büyük Türk Hakanlığı’mn Teoman’dan sonraki
2. imparatoru Mete’ye dayanan şecereler uydurmuş­
lardır. Mete yahut Oğuz Han, M.Ö. 209’dan 174’e
kadar saltanat sürmüştür. Osman Bey’in babasmın
Ertuğrul Gazi olduğu kesin şekilde bilinmektedir.
Ertuğrul Gazi’nin babasının da Gündüz Alp olduğu
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

anlaşılmaktadır. Ertuğrul Gazi’nin babası olduğu


söylenegelen Süleyman-Şâh’m, Osmanoğullan’nın
atası olmadığı bugiin hemen hemen kesin şekilde
ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh, bugün Suriye’de
Rakka yakınlarında olan ve Lozan Andlaşması ile
Türkiye Cumhuriyeti toprağı sayılan Câber kalesi
yanındaki "Türk Mezarı” nın, Süleyman-Şâh'm ger­
çek değil, manevî bir mezarı, bir “ makam” olduğu
anlaşılmaktadır. Türkiye devlerinin kurucusu olan
Anadolu Fatihi Selçuklu Kutalmışoğlu Süleyman -
Şâh yani Türkiye’nin ilk hükümdarı, 1086 yılında
bu çevrede ölmüştü. İşte bu zat, halk muhayyile
sinde Osman Gazi’nin büyükbabası olup çıkm ıştır.
X V . asır sonlan Türk tarihçilerinden Bayari’-
ye göre Osman Gazi, Oğuz Han'ın yani Mete’nin
46. kuşaktan torunudur. Oğuz Han’la Osman Ga­
zi’nin doğum tarihleri arasında 1.500 y ıl kadar bir
zaman farkı vardır. Bu müddet 46’ya bölünürse,
32,5 yıl elde edilir. Bu rakam, bir kuşak için en
mâkul müddettir. Bayatî’ye göre Osman Gazi, E r­
tuğrul Gazi’nin, o Süleyman-Şâh’m, o Kaya-Alp’in
o Kızıl-Buğa’nm, o Baytem ir’in, o Aykuüuğ’un o
Tuğrul’un, o Kara-Batur’un, o da X . yüzyılda ya­
şamış olan Sakur’un oğludur. Bayatî, Osmanoğul-
la n ’nın Mete’ye kadar uzanan şeceresini, Fâtih’in
küçük oğlu Sultan Cem’in emriyle düzenlemiştir.
Fâtih’in son vezîr-i âzami yani başbakanı Mevlânâ
torunlarından Karamanlı Mehmed Paşa ile yine o
çağ tarihçilerinden Enverî ise, Ertuğrul Gazi’nin
babasını, doğru olarak Gündüz-Alp şeklinde kayde­
diyorlar. Enverî’ye göre Ertuğrul Gazi’nin büyük
babasının babası olan Çalış Han, Anadolu Fatihi
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Süleyman-Şâh’ın kızkandeşi ile evlenmiştir. Bu riva­


yetin de tarihi bir değeri yoktur. Osmanoğullan’m,
selefleri olan Selçukoğullan’na, Oğuzlar’m K ayı so­
yunu Kınık soyuna bağlamak için düzenlenmiştir.
O halde Osmanlılar’m gerçek menşei nedir?
Son araştırmalara göre, Osmanoğullan’nın ataları­
nın ve onların başında bulundukları Oğuzlar’m 24
boyundan K ayı boyuna ait bir oymağın içinde bu­
lunduğu 70.000 ev, yani en fazla 700,000 Türk,
1220 yılına doğru Merv civarında toplanmışlardı.
Bu topluluk, Cengiz’in ileri komutanları olan Cebe
ve Sübidey Noyanlar’ın, yani M oğol istilâsının önün­
den kaçıyorlardı. Ertuğrul Bey’in babası olan Gün­
düz A lp’in, bu topluluk içinde bir oym ak başkanı
bulunması çok muhtemeldir. İşte bu Türkistan Türk-
leri, İran’ı baştanbaşa ve herhalde kısa bir müddet
içinde geçtiler. Van Gölü’nün kuzeybatısındaki Ah­
lat’ta bir müddet durdular. Türkiye Büyük Hakan­
lığının sınırlarına erişmişlerdi. Kardeş Türkiye’ye
girmek için, Sultan Büyük Alâeddin Keykubâd’ın
iznini bekliyorlardı.
1230 Yassıçemen meydan muharebesinde Tür­
kistan’dan yeni gelen bu Türkler, Celâleddin Har-
zem-Şâh’a karşı Alâeddin Keykubâd’m saflarında
savaştılar. Şu halde bu tarihte daha Ahlat çevre­
sinde bulundukları anlaşılıyor. Yassıçemen, Erzin­
can yakınlarındadır. Bu sırada Gündüz Alp’in ölüp
yerine oğlu Ertuğrul Bey’in küçük Kayı oym ağı­
nın başına geçtiğini talimin etmek mümkündür. Ri­
vayete göre Ertuğrul Bey, çok yaşamış ve 90 ya­
şını geçm iştir. 90 yaşında öldüğünü kabul edersek,
1191 doğumlu olduğu anlaşılır. Yassıçemen muha­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 61

rebesinde de 39 yağında olmalıdır. Yassıçemen’de,


Kayıiar’ın Türkiye hakanı Alâeddin Keykubâd’ın
zafer kazanmasına hizmet ettikleri muhakkaktır.
Bundan sonra ihtimal diğer Oğuz boylarından
ayrılan Kayılar, Ertuğrul Bey’in başkanlığında An­
kara civanna geldiler. Sultan Alâeddin, bunlara
“ uc” da yani Bizans sınırında toprak verdi. Bu­
günkü Eskişehir - Bilecik - Kütahya illerinin sınırla­
rının birleştiği topraklarda “ yurd” edindiler. Demek
Osmanlılar, 1235 yıllarına doğru bu çevreye gel­
mişlerdir. 1281’de Ertuğrul Gazi öldüğü zaman,
Osmaiılılar’m elinde 4.800 kilometre kareden fazla
toprak olmadığı ve bu toprağın bile bir kısmının
Ertuğrul tarafından Bizans’tan fethedildiği anlaşıl­
maktadır. Selçuklu Sultanı’nın Kayılar’a verdiği
“ yurd” yani malikânenin 1.000, en iyim ser tahminle
2.000 kilometre kareden fazla olmadığı muhakkak­
ın İşte Osmanoğulları, üç buçuk yüzyıl içinde bu
“yurd” lannı 20.000 kere büyüteceklerdir. İnsanlık
tarihinde böyle bir şansa malik olmuş başka hiç
bir hanedan yoktur.
Ertuğrul Gazi, uc beylerinin en büyüğü olan
Kastamonu'daki Çobanoğullan’na tâbi idi ve hu
tâbüyet yanm yüzyıldan fazla sürdü. Çobanoğulları
da, Konya’daki Selçuklu sultanına yani Türkiye ha­
kanına tâbi idiler. Ertuğrul Bey, doğrudan doğruya
Selçukoğullan’na bağlı büyük uc beylerinden de­
ğildi. Daha sonra Osmanlılar, büyük uc beylerinden
Germiyanoğullan’na tâbi oldular. Ancak Osman
Bey’in beyliğinin ortalarına doğru Konya’ya bağlı
büyük uc beyi derecesine yükseldiler. Konya da
Tebriz’deki Ilhan’a ve Tebriz de Pekin’deki Büyük
Kağan'a bağlıydı.
OSMANLI D EVLETÎ N ASIL KURULDU?

XHL asrın ikinci yansında Anadolu Selçuklu-


la n ’nın idaresinde bulunan Türkiye devleti, tam. bir
Çöküntü devresine girm işti. Yüzyılın sonlarında
Selçukoğullan düşmek üzereydi ve onların Anado­
lu’yu birleştiren otoritesi yok olmuştu. Ülke, birçok
Türk beyliğine ayrılmış, birliğini kaybetmiştL Ana­
dolu Türkü’nün tek tesellisi, batıda, “ uc” denen
Bizans sınırmdaydı. Enerjik Türk kitleleri buralar­
da uc beylerinin hizmetine giriyor, gaza ve cihâd
üe ün ve bahtiyarlık kazanıyorlardı. Ege, Akdeniz
ve Karadeniz kıyılarının büyük kısmı Türkler’deydL
Marmara’ya da erişileceğine, dünyanın en hassas
noktası olan Boğazlar’a çıkılacağına hiç bir Türk’­
ün şüphesi yoktu. Bu işi başaran uc beyi, Selçuk-
oğullan’ndan boşalan büyük hakanlık tahtına otur­
m aya hak ve liyakat kazanacaktı.
Bütün uc beylerinin hayali, Selçukoğullan’ndan
boşalan tahta oturmaktı. Fakat Anadolu’yu Türk-
ler’in ikinci ve ebedî anayurdu yapan ve Türkiye
devletini kuran bu hanedanın erişilemez gibi görü­
nen ululuğu, onlardan boş kalan tahtın çekiciliğini,
ulaşılamaz bir zirveye yükseltiyordu. X III. asır
sonlarının Türkiye’si o kadar perişan ve parçalan­
m ış bir haldeydi ki, eski günler âdeta bir masal
gibi hatırlanıyordu. Anadolu Türkü, tasavvuf ve
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

gazâ ile teselli buluyordu. Selçukoğullan’nın bırak*


tıklan yerden 1500 yıllık Türk tarihinin tabü aki­
ğim devam ettirmesi mümkün m üydü? X III. asnn
sonlarında bu, hayal gibi bir şeydi. Anadolu’daki
Oğuz Türkü, Türkiye’nin birliğini yapacak, yeniden
bir cihan devletine sahip olacak, belki de tarihin
görüp işitmediği bir ululuğa erişecekti. Bu, derviş -
gazilerin müritlerine telkin ettikleri bir ideal, ma­
salımsı, efsanemsi bir hayaldi. Hangi kudret bu
hayali gerçekleştirebilirdi ? Bunu yapabüecek hiç
bir hanedan, hiç bir şahsiyet ortalıkta görünmü­
yordu. Fakat öbür taraftan ilham aldıkları söylenen
erenler, istikbalin müjdesini veriyorlardı. Böyle bir
kudret mevcuttu, vardı, hazırdı. Tann’nın takdir
ettiği an gelince, ortaya çıkacaktı.

1220 yıllarına doğru, Cengiz Han’m orduları


önünden kaçaD ve Türkistan’dan Türkiye’ye gelen
Türk oymakları arasında, Ertuğrul Gazi’nin de oy­
m ağı vardı. Bu oymak, Oğuzlar’ın Kayı boyuna
mensuptu. Ertuğrul Gazi, bu suretle Türkistan’dan
Anadolu’ya geldi. Henüz M oğol tahakkümüne düş­
memiş olan Selçuklu Sultanı’ndan yurt istedi. Sel­
çuklu Hakanı, bu küçük oym ağı, Bizans’la gazâ
etmek ve Türkiye’nin sınırım korumak üzere, Ku­
zeybatı Anadolu’ya yerleştirildi. Böylece Ertuğrul
Gazi, Batı Anadolu’daki Türk uc beyleri araşma
girdi. Ancak başında bulunduğu oymak o kadar
küçüktü ki, çağdaş tarihî eserlerde bahis konusu
edilmedi. Rivayete göre Oğuzlar’m Kayı boyundan
«4 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

olan bu küçük oymak 400 çadırdan, yani en fazla


kadınlı erkekli 4.000 kişiden ibaretti Onun için
Nâmık Kemâl’in:

Biz ol nesl-î kerîm-î dûde-î Osmâniyân’ız kim


Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-î şehâdet’-
den
Biz ol â’lî-himem, erbâb-ı cidd-û ictihâd’ız kim
Cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşîret’den

beyitleri, asla gerçeğe aykırı değildir.


Gündüz Alp oğlu Ertuğrul Gazi’nin taptaze
göçebe kuvveti de, uçlardaki diğer Türkmenler gibi,
nispeten enerjisi tavsamış yerleşik Türkler’den,
daha canlılık ve daha ateşle batı sınırım koruyordu.
Anayurtlarım bırakmalım kompleksi içinde cihâda
sarılıyorlardı. Göçebe Türkler, cahil olsalar bile,
irfan sahibi idiler. Devlet idare etmede ve teşkilât­
çılıkta emsalsiz bir sezgi ve kabiliyetleri vardı.
İslâmî Türk edebiyatının ilk eserinin Kutadgu Bilik
yani eski tâbirle “ hikmet-i hükümet” adım taşıması,
bir tesadüf eseri değildir.
Doğu’dan, Türkistan’dan gelen ve "H orasan
erenleri” denen ateşli tarikat propagandacıları, uç­
lardaki Türkler’e büyük bir ideal aşılamayı başar­
dılar. Bu ideal, cihaddı, Kızıl Elma idi, birlik ve
beraberlikti. “A lp” , "A bdal” , "E ren” diye anılan
gazi-dervişler, uçlardaki Türk kitlelerini teşkilâtlan­
dırıyor, onlara yol gösteriyorlardı. Bu suretle fet­
hedilen Bizans topraklan, az zamanda yerden biter-
cesine yükselen köyler, kasabalar, genişleyen şe-
hirlerie Türk yurdu haline geliyordu. Türk d erviş-
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 85

gazileri bir şehri, bir ülkeyi fetheder etmez, derhal


bir kısmı oraya yerleşiyor, kalan kısım, daha ileriye
doğru yürüyordu. Arkadan daima taze kuvvetler
geliyor ve en ateşli kitle en ileriye sevkedildiği için,
bu başardı yürüyüşün ardı kesilmiyordu. Bu Türk
kitleleri, milletin en teşebbüs sahibi ve enerjik ta­
bakası olduğu, ideal aşkına yerlerini yurtlarım ter-
kettikleri, gazâ ve şehâdet yoluyla bahtiyarlık ara­
dıkları için, daima m uvaffak oluyorlardı.
Kendiliğinden teslim olan bir şehrin yalnız en
büyük kilisesi cami yapılır, başka hiç bir şeküde
H ıristiyanların menfaatine dokunulmazdı. Şehir alı­
nır alınmaz sûrlanm n üzerinden ezanlar okunur,
sonra ük cuma günü büyük törenle camie çevril­
miş kilisede namaz kılınır, padişahın adı hutbede
anılır, bu başarıyı sağlayan Tann’ya şükürler edi­
lirdi. Artık şehirde ilk yerleşen Türk kolonisinin
büyük misyonu başlardı: ekseriya camiin ve büyük
şehirlerde camüerin çevresine medreseler ve mek­
tepler, yani orta ve ilköğretim kurumlan, şehrin
fethinde en büyük hizmeti gören gazi-dervişlerin
mensûb oldukları tarikatin tekkesi, hastahaneler,
kervansaraylar, imaretler, çeşmeler, hamamlar, yol­
lar, köprüler yapılırdı. Türkler, tarihin gördüğü en
im arcı mületlerden biridir.
Türkler, girdikleri toprağa sulh, huzur, asayiş,
refah, zenginlik, adalet ve bahtiyarlık getirirlerdi.
Y erli halk, yüzyıllardan beri dejenere olmuş Bizans
ve Balkanlı hâkimiyetinde unuttuğu asayiş ve hu­
zurun bütün nimetlerini toplardı.
Boylece Türkistan deposundan gelen ardı ar­
sa sı kesilmez Türk boylan, zamanla büyük kı»mı
6
66 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

harab olmuş ve boşalmış Hıristiyan topraklarına


gittikçe daha kesif olarak yerleşirlerdi Bu şekilde
Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi ve onun oğlu
Orhan Gazi, Anadolu'nun henüz Türk'leşmemiş k u -
zey-batı köşesini, Marmara bölgesindeki son Ana­
dolu topraklarım TürkTeştirm işlerdir. A rtık Osman-
oğullan'ndan gelen üçüncü hükümdara, I. Sultan
Murad Gazi’ye, Rumeli topraiklan için aynı misyon
yüklenmiş oluyordu.
Türk idaresinde yaşayan ve büyük ekseriyeti
Ortodoks mezhebinden Hıristiyan olan ahali, tam.
bir medeni hürriyet içinde hayatlarım devam ettir­
mişlerdir. ö y le ki, Hıristiyanlar kendi aralarındaki
her türlü dâvaya bile, kilise mahkemelerinde ba­
karlardı. Ancak bir Türk’le bir Hıristiyan'ın ara­
sındaki dava Türk mahkemelerinde görülürdü. Sa­
vaş halindeyken Hıristiyan topraklarından geçen
Türk askerinin halkı herhangi bir şekilde rahatsız;
etmesinin tek cezası idamdı. Kanuni Süleyman, dik­
katsizlikle atım bir Hıristiyan'ın tarlasına bırakıp
ekinini yedirten bir Yeniçeri’yi idam ettirmiştir.
Sulh zamanında ise bu gibi suçların takibi için,
Hıristiyan tab'anm bir Türk mahkemesine başvur­
ması kâfi idi. Dinî hiç bir baskı yapılmazdı. Dinî
baskı İslâm dini tarafından yasaklandığı gibi, Türk­
leşin binlerce yıllık gelenek ve karakterlerine de
uygun değildi. Bu suretle bugün Ispanya'da bir tek
Arap, Ukrayna’da bir tek Türk kalmadığı -halde,
Balkanlar’da yaşayan kavimler, 500 yıllık Türk hâ­
kimiyeti boyunca din ve geleneklerini aynen koru­
muşlardır. Bütün bunlardan ötürüdür ki, Balkan
kavimleri Türkler’in gelmesini büyük bir sevinçle
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 67

karşılamışlardır. Türkler, Balkanlar’ı fethetm ek için


yerli halkla değil, Hıristiyan hükümdarlarla çarpış­
m ışlardır.
Birçok tarihçinin insanlık tarihinin en büyük
v e hayrete değer olaylarından biri saydığı, cihan
tarihinin en muazzam im paratorluğu olan Türk -
■Osmanlı devleti, bu şartlar içinde kurulu. Böylece
Osm anoğullan, Bizans'a karşı en büyük zaferi ka­
zanan uc beyleri sıfatıyla, Selçukoğullan’ndan bo­
şalan büyük hakanlık tahtına oturdular. Zaten iki
■cepheli bir talih, çoktan Osmanoğullan’nın başma
konmuştu. Bunlardan biri, Boğazlar’ın yanı başma,
dünyanın en stratejik yerine konuşlan, diğeri de,
Osmanlı hanedanının tarihte hiç bir hanedana na-
sîb olmayacak derecede bol ve büyük bir seri dehâ
sahibi devlet adamı ve asker yetiştirm esidir. Bütün
bu çeşitli sebeplerin bir araya gelmesiyle, Türk -
Osmanlı cihan devleti ortaya çıktı.
TÜRK DEVLET İDARESİ
ALÂEDDIN keykubad

28 yaşında tahta geçen Sultan Alâeddin Key­


kubâd, Türkiye’de “ bilinci imparatorluk” dediğimiz
Selçuklu çağı hükümdarlarının en haşmetlisi, belki
en büyüğüdür. “ İkinci imparatorluk” olan Osmanlı
ça ğı Türkiye’sinde Kanunî Sultan Süleyman neyse,
Selçuklu Türkiyesi’nde de Alâeddin Keykubad odur.
1219 aralığından 30 mayıs 1237’de 45 yaşında ölü­
müne kadar 17 yıl, 5 ay tahtta kalmıştır.
Alâeddin Keykubâd, yaklaşan ve bütün dün­
yayı tehdit eden M oğol tehlikesine kargı tedbirler
aldıktan sonra, Uk iş olarak Akdeniz’in incisi Ka-
lonoros’u fethetti. Bu şirin limana onun adına iza­
fetle “ Alâiye” dendi; bugün “ Alanya” diyoruz. Bu
suretle Anadolu Türkleri, Akdeniz üzerinde Antal­
y a ’dan sonra ikinci bir limana ve deniz üssüne sa­
hip oldular. Alâeddin Keykubâd, bundan sonra kış
aylarının çoğunu bu tatlı iklimli Akdeniz şehrinde
geçirm eye başladı.
Daha sonra Çobanoğlu Hüsâmeddin Bey’in ko­
mutasında Kırım ’a denizden bir ordu şevketti. Bu
suretle Karadeniz hâkimiyetinin Türkler’de olduğu­
nu gösterdi. Bu Türk ordusu, Ukrayna içerilerine
kadar ilerledi. 1226’da Ertokuş Bey, Kilikya sefe­
rine başladı. Çavlı Bey de kuzeyden inerek Silifke’­
y e kadar olan Akdeniz kıyılan ele geçirildi. Bu çev­
m TÜRK TAKtHtNDEN YAPRAKLAR

rede hâlâ tutunmakta olan Ermenistan TCırniiıgı,


Türkiye’ye tâbi oldu.
Bundan sonra Alâeddin Keykubâd, Eyyûbî sul­
tanı Âdil’in kızıyla evlenerek Selçukoğullan ile E y-
yûboğullan’nm yaklaşmasını sağladı. Erzincan çev­
resindeki Türk beyliği Mengücekoğullan’nı da or­
tadan kaldırdı ve bu çevreyi doğrudan doğruya
Konya’ya bağladı. Bu sırada Karadeniz’deki Türk
sahilleri, ancak Ereğli ile Ünye arasında uzanıyor­
du. Ereğli’den batısı Bizans’ın, Ünye’den doğusu
da gene bir Bizans devleti olan Trabzon imparator­
luğunun elindeydi Türkiye Hakanı, Trabzon üzeri­
ne bir ordu şevketti Trabzon fethedilem edi; fakat
imparatoru, sıkı şartlarla Selçuklular’a tâbi olmayı,
Ermeni kıralı gibi yıllık vergi ve asker vermeyi
kabul etti.
Cengiz Han’ın önünden kaçan Doğu Türk Ha­
kanı Celâleddin Herzemşâh’ın Anadolu’ya yaklaş­
ması da iki Türk imparatorluğu arasında bir çatış­
maya sebep oldu. Alâeddin Keykubâd, önce Har-
zemşah’la Moğollar’a karşı işbirliği yapmak istedi.
Fakat büyük ve kahraman bir kumandan olmasına
rağmen siyasî görüşü kıt olan Sultan Celâleddin
buna yanaşmadı. 10 ağustos 1230’da Erzincan ya­
kınlarında Yassıçemen’de geçen fecî kardeş sava­
şında Alâeddin Keykubâd, Celâleddin Harzemşâh’ı
kesin şekilde yendi ve Türkiye topraklarından uzak­
laştırdı. Sonra Erzurum’a geldi. Bu çevrede salta­
nat süren amcasının oğlunu tahtından uzaklaştırdı
ve Erzurum’u da doğrudan doğruya Konya’ya bağ­
ladı. Türkiye Hakanlığının büyük güc kazanmasın­
dan ürken Mısır Sultanlığı, Alâeddin Keykubâd’a
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 73

karşı cephe aldı. Haleb yani Kuzey Suriye’deki


Eyyûbî devleti bile Mısır’a değil, Alâeddin Keyku-
bâd’a tâbi idi. Eyyûbî imparatoru Sultan Kâmil,
yanma 16 Eyyûbî melikini ve 100.000 kişilik ordu­
sunu alarak Anadolu’ya girm ek istedi. Fakat üst-
iiste Alâeddin Keykubâd’a yenilerek Anadolu’dan
atıldı. Bu suretle Suriye ve Kuzey Irak’taki Sel­
çuklu hâkimiyeti kesinleşti. Doğu sınırlan ise çok­
tan Van Gölii’nü aşmıştı. Suriye’ye bir sefere hazır­
lanan Alâeddin Keykubâd, Kayseri’de Şeker Bay-
ramı’nın 3. günü verdiği bir ziyafette öldü.
Türkiye birliğini kesin şekilde kuran Alâeddin
Keykubâd, devrinin en büyük hükümdarıydı. Bağ-
dad’daki Halîfe tarafından “ Sultânul-âzam ” yani
“ en büyük im parator” diye anılarak, resmen İslâm
hükümdarlarının en büyüğü olduğu tasdik edilmişti.
MoğoUar’ın Anadolu’nun kapışım çalmak üzere bu­
lundukları yıllarda böyle kudretli bir hükümdarın
genç yaşında Türkiye’nin başından uzaklaşması, fe ­
lâketli bir devrenin başlangıcı oldu.
Sultan Alâeddin, bilgin ve şairdi, tlim ve sanat
adamlarına karşı çok cöm ert davranmıştır. Heykel
ve resim de dahil olduğu halde güzel sanatları hi­
maye etti. Şöhretini duyduğu bir ilim ve sanat ada­
mım en uzak ülkelerden Konya’ya çağırır, bizzat
görüşürdü. Konya’ya gelen Bahâeddin Veled’le oğlu
Celâleddin Rûmî’ye büyük hürmet gösterm işti. Kı­
şın birkaç ayım Kayseri’de, yazlan Antalya ve
Alanya’da geçirm eyi severdi. Adalet işlerini dik­
katle izler, bir haksızlığı düzeltinceye kadar arka­
sını bırakmazdı. Ordu ve donanmaya çok itina eder,
askere pek iyi bakardı. Zamanında Türkiye’nin sa­
71 TÜRK TARİHÎNDEN Y A P R A K L A R

vunma bütçesi 100 milyon altını geçiyordu. Dâhice


bir ticaret ve iktisat siyaseti takip etmiş, Türkiye’­
y i cihanın en zengin ve m üreffeh ülkesi haline ge­
tirm işti. Altın, gümüş ve değerli taşların Türkiye’ye
sokulması gümrükten m uaftı. Ticaret eşyası, dev­
letin himayesi ve sigortası altındaydı; her türlü
tecavüzden masundu. Korsan ve eşkıya tecavüzüne
uğrayan ticaret malım Hazine, derhal sahibine taz­
m in ederdi. Dünyanın en muhteşem kervansaray­
ları ile ticaret yollan emniyet ve rahatlık altına
alınmıştı. Şeker, dokuma, silâh fabrikalarının ya­
nında pek muazzam bayındırlık eserleri yaptırmıştı.
Türk şehirleri, hattâ kasaba ve köyleri birer ma-
mûre haline gelmişti. Köylü, tahta sabam terket-
miş, madenî saban kullanmaya başlamıştı. Çağdaş
AvrupalIlar, o devir Türkiye’sinin zenginlik ve re­
fahını efsanevi bir şekilde tahayyül ediyorlardı.
Anadolu Türkü, Sultan Alâeddin’i “ Uluğ Keyku-
bâd” diye anmıştır. Emsalsiz bir saadet devrinin
hükümdarı olan Sultan Keykubâd, çeşitli meziyet­
leri ve büyük bir devleti idarede gösterdiği dehâ
ile, Türkler’in hâfızasında ölümsüz kalmıştır. Os­
manlI çağında Kanunî devri neyse, Selçuklu çağın­
da da Alâeddin Keykubâd devri odur.
MEMLÛK SULTANLIĞI NtÇtN YIKILD I?

Yavuz Sultan Selim’in Mısır-Suriye Memlûk


imparatorluğunu bir darbede yıkması, çok şaşırtıcı
bir olay olarak sunulmuş, fakat bu olayın sebepleri
üzerinde durulmamıştır. Gerçekte böyle eski ve pek
büyük bir imparatorluğun bir vuruşta tarih sahne­
sinden silinmesinin sebepleri, çok derinlerdedir.
Daha Yıldırım Bâyezid devrinde, büyük Arap ta­
rihçisi Ibnü Haldun: “Mısır için Osmanoğlu’ndan baş­
ka tehlike yoktur” demişti. Riddânîye meydan sava­
şında, Osmanlı topçusu ile Memlûk topçusu arasın­
daki en az yanm asırlık fark, derhal kendini gös­
terdi. Memlûk toplan, çakılı sahra toplarıydı. Ma­
nevra kabiliyetleri yoktu. İstenilen yöne çevrilebüen
hafif, fakat seri atışlı Osmanlı toplan ise, düşmana
yılgınlık verecek derecede etkili silâhlardı. Daha
1410’da, Yavuz Mısır’ı almadan yüzyıldan fazla bir
zaman önce Em ir Süleyman, Memlûk Sultanı’nın
ricası üzerine, Mısır’a Osmanlı topçuları ve deniz-
cüeri göndermişti. Demek daha o zamanda Türkiye,
Mısır’dan ileriydi. Mısır’ı fetheden Yavuz'un babası
H. Bâyezid, savaş durumunda olmadığı zamanlar,
M ısır’a sürekli şekilde topçu, gemici, teknik uzman
ve stratejik malzeme yollamıştı. Meselâ 1511 oca­
ğında, Yavuz’un fethinden ancak 6 yıl önce, Mısır’a
400 topla birlikte barut ve bakır göndermişti. Mem­
lûk Sultam, Osmanlı devletinde rütbesi bahriye san­
^6 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

cakbeyi yani tümamiral olan Kemal Reis’i, hüküm­


darlara mahsus şekilde ağırlamıştı. EL. Bâyezid,
F ırat ve Toroslar sının tutmakla yetinmek siyase­
tini güderken, Trabzon'daki Şehzade Selim, Mısır
fethinin planlarım düşünüyordu. Sultan Bâyezid,
Kemal Reis’ten başka, Aydın, Hâmid, Haşan Reis­
ler gibi en değerli OsmanlI amirallerini, Mısır Türk
imparatorluğuna göndermekten çekinm edi Zaten
bu tutumuyla, bütün İslâm dünyasının saygısını
kazanmıştı.
Timur’un ölümünden sonra Memlûkler’i ciddî
şekilde tehdit edebilecek hiç bir dış tehlike kalma­
mıştı. Memlûkler’in Mısır gibi, coğrafya bakımından
çok saldı bir ülkede barınmaları, onlan dışarıdan
gelecek tehlikeler karşısında uzun bir uyuşukluğa
şevketti. Her an düşmanlarla çevrili olan Osman-
lılar’daki uyanıklık ve aktif siyaset, Memlûkler’de
yoktu. Halbuki dünya şartlan değişiyordu. Osmanlı
Türkleri, sürekli şekilde derliyorlardı. Memlûk Türk-
leri ise, Halîfe’nin, Kutsal Şehirlerin, Kutsal Ema­
netlerin, Ezher Universitesi’nin, Kahire şehrinin
ellerinde olmasının gururu içinde vakit geçiriyorlar,
kendilerini Sultan Baybars çağındaki güçte sanı­
yorlardı. Belki o devirdeki kadar kudretüydiler. Fa­
kat Osmanhlar, çoktan o devri aşmışlar, yeryiiziin-
deki devletler arasında ilk defa Yeniçağ’a adım at­
mışlardı.
Osmanlılar’ın, Haçlı koalisyonlarına karşı za­
fe r kazanmaları, Avrupa’da fetihler yapmaları, İs­
lâm dünyasında büyük sevgi kazanmalarıyla sonuç­
lanmıştı. Rağbet daima kudretli tarafa karşı olduğu
için İslâm dünyası, Halîfe’yi ellerinin altında bulun­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 77

duran Mısır’ı değil, Türkiye’yi daha fazla seviyordu.


Bu durumdadır ki Hicaz, Yemen, Bingazi, Nubya»
Cezâyir gibi ülkeler, Yavuz Mısır’ı alır «İmaz, Os­
manlI hâkimiyetine geçtiklerini ilân etm işlerdi Bu
büyük ülkeleri imapartorluklanna katmak için Os­
manlIlar, bir tek asker harcamamışlardı.
İL Bâyezid devrinde Osmanh ordusu, topu,
meydan savaşlarında birinci derecede taktik silâh
olarak kullanmaya başlamıştı. Bu sırada top, Av­
rupa’da ve Mısır’da hâlâ kale savunmasında ve ku­
şatmasında kullanılan, meydan savaşlarına daha
çok manevî etkisi bakımından getirilen bir silâhtı.
Gene OsmanlIlar, H. Bâyezid zamanında tüfeği,
piyadenin birinci silâhı olarak kabul etmişlerdi.
Böyle bir orduya karşı hâlâ kılıç ve okla döğüşen
ordular karşı koyabilirler iniydi?
X V . asrın ikinci yansı, Osmanlılar’ın yükselme
devresidir. Memlûkler’de ise çöküntü açıktı. Bu iki
devrenin bütün tipik durumlan, iki tarafta görülü­
yordu. Nihayet OsmanlIlar, çok büyük ve dehâ sa­
hibi hükümdarlara sahip olmak şansım taşıyorlardı.
Osm anoğulları’nm yanında Memlûk Sultanları, dai­
ma mütevazı şahsiyetler olarak kalmaya mahkûm­
du. Üstelik Osmanh hükümdarı, kudretini Tan-
n ’dan alıyordu. Mısır’ın Türk veya Türk’leşmiş
Çerkeş hükümdarları ise, seçimle işbaşına geliyor­
lardı. Bu seçim hayat boyunca yapılmakla beraber,
Memlûk Sultanı, gene de kendini seçen Memlûk
emirlerini kollamaya mecburdu. Osmanh Sultanı ise,
tahtım kimseye borçlu değildi; makamım miras ola­
rak babasından almıştı. İstediği işi, istediği savaşı
ve sulhu, bu konularda iktidar sahibiyse, dilediği
ıs TÜ RK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

gibi yapması mümkündü. Ancak bütün bu şartlara


rağmen Memlûkler’in karşısına OsmanlI devleti gibi
cihan politikası güden bir imparatorluk çıkmasaydı,
şüphesiz Memlûk sultanlığı daha yüzyıllarca yaşar­
dı. Nitekim Memlûkler, saltanatlarım kaybettikten
sonra da yüzyıllarca Mısır’da mahallî nüfuzlarım
devam ettirdüer ve ancak X IX . yüzyıl başlarında
Mehmed A li Paşa tarafından yok edildiler. Bugün
tâle Mısırlı pek çok tanınmış aile, Memlûkler’den
inmiştir.
X V . asırda Mısır ekonomisi de bozuktu. Bozuk
olm asa büe, yeryüzünde hiç bir devlet, Türkiye’nin
İktisadî ve m alî gücüne sahip değildi. H iç bir teşeb­
büs tasavvur edilemezdi ki, Türk mâliyesi onu yü­
rütmek imkânından mahrum olsun. Osmanlılar’ın
ihtiyat hazînesi bile büyük meblâğlara ulaşıyordu.
M ısır’da ise bazı vergiler, bir yıl önceden peşin top­
lanıyordu. Zaten Memlûkler, Mısır’a dış ülkelerden
gelm iş en çok birkaç yüz bin Türk ve Türk’leşmiş
Çerkeş’ten ibaretti. Bu bir avuç insan, m ilyonlarca
yerli tab’aya hâkimdi. Osmanlı devleti ise, Anadolu
ve Rumeli’nin müyonlarca Türk’üne dayanan millî
b ir siyasî kuruluştu. Bu küçük hülâsamız, M oğol-
lar’ın ve Timur’un bile başaramadığı Mısır’ın Yavuz
tarafından bir hamlede fethedilmesinin gerçek se­
beplerini aydınlatmaya kâfidir sanıyoruz.
BÂBUB ŞAH

Zahîrüddin Muhammed Bâbur Mirza, 14 şubat


1483’te Türkistan’ın Fergana ülkesinde doğdu. Bü­
yük Timur’un 5. kuşaktan torunuydu. Babası Ömer -
Şeyh Mirza, Fergana hükümdarı idi. Sultan Ebû
Said Mirza’nm 4. oğlu olan Ömer-Şeyh Mirza, 2G
haziran 1494’te 38 yaşında Ahsı şehrinde ölünce,
3 oğlunun büyüğü olan Bâbur, Fergana tahtına
geçti. Semerkand’da Türkistan hakanlığı tahtında
oturan amcasını metbû tanıyordu. Henüz 11,5 ya­
şım büe tamamlamamıştı. Amcasının ölümünden
sonra, 3 defa Türkistan imparatorluk tahtına otur­
du; üçünde de atası Timur’un başkentinden kovul­
du. Bu şekilde Tim uroğullan’nm sonuncu Türkistan
hakanı oldu. 1504 haziranında yalnız imparatorluk
tahtım değil, baba mirası olan Fergana’yı büe ra­
kibi Şıban Han’a kaptırdı. Bu anda Sultan Bâbur’a,
mahvolmuş bir genç nazariyle bakılıyordu. 21 ya­
şındaydı. Çevresinden ayrılmayan ve şahsına şid­
detle bağh kalan bir avuç insanla güneye indi. 9
ekim 1504’te Kâbü’i fethedip kendisine başkent
yaptı. Aynı zamanda Gazne’yi aldı ve birkaç yıl
içinde Afganistan’ın büyük bir kısmmı içine alan
bir kim ilik kurdu. Ancak gözü, atalarının ülkesinde,
Türkistan’daydı. Bir ara İran’ın Türk Safevı hü­
kümdarı Şah İsmail tarafından desteklendi Ancak
Şah İsmail 1514’te Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim
80 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

tarafından ezilince Bâbur, Türkistan üzerindeki bü­


tün ümitlerini kaybetti.
Bu andan itibaren Bâbur, pek sevdiği Kabil’de
oturarak şahsına mahsus realist görüşle kuzeye,
Türkistan’a veda etti ve gözlerini güneye çevirdi;
istikbalini Hindistan’da aramaya karar verdi. 1508
nisanında kendisini “ Padişah ve Büyük Timur'un
Tek Vârisi” ilân etmişti. 1514’te, Belûcistan’dan
daha güneye inmeye başladı. 25 kasım 1519’da
Hayber Geçidi’ni geçerek Peşâver yakınlarına geldi.
Ardarda 5 defa Pencâb’a sefer açtı. 1524 başla-
bütün Pencâb’ı almış bulunuyordu. 17 kasım 1525’te
Hindistan’ı fethetm ek üzere KâbU’den hareket etti.
21 mayıs 1526’da, yani Batı Türkleri’nin Mohaç
zaferinden birkaç ay önce, Pânîpât meydan muha­
rebesini 7 saat içinde kazandı. Sultan İbrahim Lû-
dî’nin 100.000 asker ve 1.000 filden müteşekkil or­
dusunu yok etti. Bu anda Hindistan Türk impara­
torluğu tâcı, Lûdîler’den Bâbur’a, yani Timuroğul-
lan ’na geçm işti. Bâbur, atası Timur’dan 127 yd
sonra, Hindistan’ı fethetm işti. A gra’yı başkent
edindi.
Lûdîler, Hindistan’ın Racıstan ülkesinde kon­
trollerini kaybetmişler, buradaki Hindû hükümdar­
ları istiklâl kazanmışlardı. Rânâ Senka’mn çevre­
sinde toplanan Racput hükümdarları, 100.000 asker
ve birkaç yüz zırhlı fille yeni Hindistan Fâtihi’nin
üzerine yürüdüler. Çok kritik bir tarihî andı. Zira
Hindistan’daki 5 yüzyıllık Müslüman Türk hâkimi­
yeti, ilk defa olarak Hindûlar tarafından tehdit edi­
liyordu. Bâbur, 13.500 kişilik pek güçlü bir Tür­
kistan ath birliğiyle düşman üzerine yüriidü. Y a-
TOKK tarihinden yapraklar 81

nında, Osmanlı Türkleri’nden Mustafa Bey’in ku­


manda ettiği bir topçu birliği de vardı. Hindûlar’da
top ve tüfek, meçhul silâhlardı. Bâbur, büyük as­
kerlik dehâsı ve ordusunun savaş gücü sayesinde
düşmanı imha etti. 16 m art 1527’de, Pânîpât’tan
bir yıl geçmeden kazandığı bu zafer Bâbur’a Gaz*
neli Mahmud derecesinde ün kazandırdı. Hindistan’­
daki Türk hâkimiyetinin daha yüzyıllarca uzama­
sını sağladı. Bütün Müslüman hükümdarlarına za-
fem âm eler gönderildi. Bâbur Şah, resmen “ Gaazî”
unvanım aldı. Hayatımn geri kalan 4 yıh içinde,
Hindistan’da daha birçok ülke fethetti. 25 aralık
1530’da 48 yaşmda Agra’da öldü ve vasiyeti üzerine
Kabil’e götürülüp gömüldü. Yerine büyük oğlu Hü­
mâyûn Şah, Hindistan Türk imparatorluğu tahtına
oturdu.
Bâbur Şah, yalnız Türk’lüğün değil, cihan ta­
rihinin en seçkin şahsiyetlerinden biridir. Askerî,
siyasî ve idari büyük dehasının yanında, muazzam
bir edebî dehâya da sahipti. Bütün Türk edebiya­
tının en büyük şair ve ediplerinden biridir. Türkçe’­
nin Çağatay lehçesi üe şiir yazan şairler içinde
Bâbur, Nevâî’den sonra en büyüğüdür. “ B âbur-
JNâme” denen ve dünyanın bütün büyük dillerine
çevrilen hâtıraları ise, Türkçe nesrin şâhikalanndan
biridir. Hattâ Türkçe edebî nesrin, bütün Türk ede­
biyatındaki en büyük şaheseri sayılabilir. Bâbur’un
bu ölümsüz hâtıralarından ve şiirlerini toplayan
D îvân’ından başka, daha birkaç eseri vardır. Türk­
çe ’den başka mükemmel şekilde Farsça, Arapça ve
M oğolca konuşan, okuyan ve yazan Bâbur, aynı za­
m anda bir edebiyat nazariyecisi, bestekâr, hukukçu,
6
82 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

botanik ve zooloji bilgini, hattat ve bahçe mimarı


idi. Ancak zamanımıza hiç bir bestesi kalmamıştır.
Şiirleri bütün Tiirk dünyasında rağbetle okunmuş­
tur. Milletlerarası ününü ise, hâtıraları ile yapmış­
tır. Büyük Fransız bilgini Fem ard Grenard (F em ar
Grönar) Bâbur’un hâtıralarım açıklık, akıcılık ve
samimiyet balonundan Sezai'm “ Galya Seferi” adlı
hâtıralarından üstün bulmaktadır. Büyük Macaı
bilgini Râsonyi (Raşonyi) de bu eser için “ dünya
edebiyatının en enteresan eserlerinden biri” demek­
tedir. “ Bâbur” kelimesi Türkçe’de bir çeşit parsa
verilen addır.
kanuni s u l t a n Sü l e y m a n
DEVRİNİN TABLOSU

Bu yazımızda, “Kanun! Çağı” denen ve Türk’­


lerin 2.200 yıllık tarihleri boyunca erişebildikleri en
büyük bahtiyarlık devrinin kısa bir tablosunu çiz­
m ek istiyoruz. 46 yıl tamamen rakipsiz olarak Tür­
kiye tahtında kalmak ve Yavuz gibi bir babadan
kudretine son olmayan bir devleti teslim almak şans­
larına sahip olan Kanun! Sultan Süleyman'ın tarih
sahnesinden çekildiği 1566 yılında, Osmanh Türk
im paratorluğu gelişmesini tamamlamış değildi- Da­
ha çeyrek yüzyıl yükselmekte devam edecek, ondan
sonra, uzun bir duraklama devresine girecektir.
Ancak bu duraklama devresinin tohumlarım, henüz
filizlenmemiş de olsa, Kanunî devrinde, Türkiye
devletinin bütün tarih içinde her bakımdan akıl al­
maz bir büyüklüğe eriştiği çağda aramak ve bul­
m ak mümkündür. Bu yarım asrın birkaç sivri nok­
tasını belirtmek, bu iddiamızın gerçekliğini ortaya
koyabilir.
Devlet idaresine ilk defa kadın nüfuzu Hurrem
Haseki - Sultan’la girmiş ve son derecede zararlı
olmuştur. Veüaht - Şehzade Mustafa'nın idamı yal­
nız büyük bir haksızlık değü, aynı zamanda devletin
geleceği için uğursuz bir hadisedir. Ona yakın de­
ğerdeki Şehzade Mehmed ve Şehzade Bâyeâd de
84 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

öldüğü için “ Cihan Tahtı” denen Türkiye impara­


torluğu, Kanunî’nin oğullarından en az değerlisi
olan n . Selim’e kaldı, n . Selim’in birçok meziyet­
leri olmasına rağmen, kendinden önce sürekli şekil­
de 10 çok büyük hükümdara sahip olan Osman-
oğullan tahtı, onunla ilk defa olarak orta derecede
bir şahsiyet görmüştür. Orta derecede bir şahsiyet
ise, Cihan Devleti olan bir imparatorluk için, yeter­
siz bir şahsiyet demektir. II. Selim’e kadar birbiri
ardı sıra gelen 10 büyük padişahın dehâlarıdır ki, Tür­
kiye’yi cihan devleti yapmış ve Türk milletinin, tari­
hindeki en yüksek zirveye erişmesini sağlamıştır. II.
Selim’le artık ilk 10 OsmanlI hükümdarı çapında
bir padişah görm ek, arada bir rastlayan piyango
olmuştur. Şüphesiz bu durum Türkiye’nin gerilem e­
sinin başlıca, hattâ birinci sebebi değüdir. Birçok
sebeplerden biridir. Ancak Veliaht - Şehzade Mus­
tafa gibi 40 yaşına yaklaşmış ve bütün davranışla­
rıyla müstesna bir şahsiyet olduğunu gösterm iş bir
prensi taht ve taçtan mahrum etmek, devlet ve Os-
m anoğullan için çok uğursuz olmuştur.
Kanunî’nin karısı ve kızının da tesiriyle damadı
Rüstem Paşa gibi halk tarafından sevilmeyen bir
şahsı ısrarla iktidara getirm esi de zararlı bir dav­
ranış olmuştur. Üstelik Rüstem Paşa, ne büyük bir
devlet adamıydı, ne de büyük bir asker. Rüstem’i
tekrar iktidara getirebilmek için Dâmâd Kara Ah­
in ed Paşa gibi pek değerli bir sadrâzamı idam ettir­
mek de, büyük bir haksızlıktı.
Aslında Piri Paşa’yı da İbrahim Paşa’yı sad­
râzam yapabilmek için iktidardan uzaklaştırmak
doğru bir hareket değildi. Piri Paşa ölünceye kadar
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 85

iktidarda kalsa ve İbrahim Paşa, bu müddet içinde


vezir olarak onun yanında yetişse ve tecrübe görse,
iy i sonuçlar alınabilirdi.
Rüşvet almak ve mal toplamak hırsı, insanlıkla
başlar ve gene insanlıkla bitecektir. Ancak bu ahlâk
zaaflarım devletin bünyesine zarar verecek dere*
ceye çıkaran, Rüstem Paşa’dır. Gerçi sonraki yüz­
yıllarda bazı devlet adamları bu bahiste Rüstem
Paşa’ya rahmet okutmuşlardır. Ancak yolu, Rüs­
tem açmıştır.
Kanunî’nin deniz siyaseti, övülmeye değer. De­
hâsını gösterdiği başlıca alanlardan biri de bu ko­
nudur. Barbaros’a verdiği mevki ve onu en yakın
m üşaviri derecesine yükseltmesi unutulamaz. Ancak
Barbaros’un ölümüyle Dâmâd Piy&le Paşa’nm Türk
deniz kuvvetlerinin başına geçm esi arasındaki 8 yıl
içinde kapdân-ı deryalığın Sokollu Mehmed ve Sinan
Paşalar gibi iki generale verilmesi, doğru değildi.
Bu yıllarda, Turgut, Salih, Barbaros-zâde Haşan
Paşalar gibi çok büyük denizciler hayattaydı. Keza
P iri Reis gibi Türk’lüğün yüz aklarından pek büyük
bir bilgin amiralin 80 yaşlarında ve önemli hiç bir
suça dayanılmayarak idam edilmesi, bu çağın, acele
verilm iş zararlı kararlan arasındadır.
Bütün bu mütalâalardan sonra, Kanunî’nun
hemen her alanda pek kabiliyetli adamları bulup
■çıkarmasını, kullanmasını ve yükseltmesini bildiğini,
hem en ilâve etmek lâzımdır. Kanunî’nin bu alandaki
görüş enginliği, onun yetiştirdiği devlet adamları­
nın, yüzyılın sonuna kadar iktidarda kaim alarmı ve
im paratorluğu daha çeyrek asır ilerletmelerini sağ­
lam ıştır.
8€ TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Kanunî’nin, Şartken tehlikesini kelimenin bütün


m ânisiyle görm esi, yeni çıkan Protestan mezhebini
koruyarak Katolik âleminin parçalanmasına ve A l­
manya üe Ispanya'nın ayrılmasına sebep olması,
Türkiye’nin dış siyaset bakımından geleceğini temin
etmiştir. Keza Kanunî’nin Ebusssuud gibi pek muk­
tedir yardım cı ve müşavirleriyle birlikte giriştiği
kanunlaştırma hareketi, Türkiye’yi daha uzun müd­
det iç huzur içinde yaşatm ıştır. Nitekim Türk, mil­
leti, büyük hakanına ancak “ Kanunî” unvanım lâ­
yık görm üş, AvrupalIlar gibi “ Muhteşem” ve “ Bü­
yük” diye anmaya lüzum görm em iştir. Kanunî Sul­
tan Süleyman'ın Islâm hukuku üe “ örfî-sultânî hu­
kuk” denen Türk millî hukukunu zamanının ihti­
yaçlarım en iyi karşüayacak şekilde bağdaştırabilme­
ği, İndonezya üe Atlas Okyanusu, M oskova üe Orta
A frika arasında uzanan muazzam imparatorluğun
her ülkesi için en uygun kanunlar vaz’etmesi, ölçü­
lemeyecek derecede büyük basanlardır.
Mohaç’ta gösterdiği örnek imha muharebesi ve
diğer zaferleri Kanunî’yi bütün tarihin en namlı
askerleri araşma koyduğu gibi, devlet adamı ve
diplom at olarak, belki komutanlığından da üstün
bir varlık gösterm iştir. Nihayet hukuk ve edebiyat
gibi alanlarda büyük bir bilgin olduğunu da unut­
mamak lâzımdır. Kanunî’nin şüphesiz doğuş eseri
olan dehâsı bir yana, çalışkanlık, enerji, takip fik ­
ri, metod, intikal sür’ati gibi vasıflan, onun basa­
nlarının gerçek sebepleridir.
Kanunî devrinde Türkiye öyle bir güc derece­
sine erişti ki, dünyanın geri kalan bütün devlet­
lerinin güçlerinin toplamı, Osmanh im paratorluğu-
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 87

nunkinden aşağıda kalıyordu. Yukarıda andığımız


hataların yanm yüzyıllık oldukça uzun bir zamanda
ve Türk Cihan Devleti'nin sınırları gibi pek azamet­
li bir mekân içinde işlendikleri hatırlanacak olursa,
bu devir, “ ideal çağ” olarak kabul edilebilir. Çünkü
nice devlet adamı çıkm ıştır ki, birkaç yıl içinde, ve
pek dar şuurlar çerçevesinde, mantığın kabul ede-
m iyeceği derecede akılsız davranmışlardır.
TÜRELERİN DON-VOLGA KAN ALI
TEŞEBBÜSÜ

1556 yılında Ruslar, Hazar Denizi’nin kuze­


yinde bir Türk devleti olan Astırhan hanlığını al­
mışlardı. Osmanlı İmparatorluğu, bu tarihten 13
yıl sonra, 1569’da, Astırhan’ı Ruslar’dan kurtarmak
için, bir sefer düzenlemeye karar verdi. Ancak asıl
hedef, Don-Volga kanalım açmaktı. Astırhan’ın
fethi, ikinci derecede bir iş sayılıyordu. Bu kanal
açılırsa, Astırhan ve Kuzey Kafkasya, tabii şekilde
Osmanlılar’ a geçecekti. Karadeniz’le Hazar Denizi’ni
birleştirmenin tek yolu, Don ve V olga nehirlerini
b ir kanalla birbirine bağlamaktı. İki nehir, bir nok­
tada karşılıklı dirsek yapıyor ve birbirine 50 küo-
m etre kadar yaklaşıyordu. Bu suretle Karadeniz’in
kuzeyindeki Azak Denizi’nden Don nehrine .giren
Osmanlı gemileri, V olga yoluyle Hazar Denizi’ne
inebilecekti. Kanal kazıldığı takdirde, 950 kilom etre
kadar tutan Azak-Astırhan nehir yolu açılacaktı.
Azak, Don nehrinin ağzında, şimdi R ostov’un ban­
liyösü olan bir Türk şehriydi. Ruslar’ın ele geçirdik­
leri Astırhan ise, Volga’nm Hazar’a döküldüğü delta
üzerinde bulunuyordu. V olga’nm Don’a yaklaştığı
dirseğin dış kıyısında şimdi eski adlan “ Çaritsin”
ve “ Stalingrad” olan Volgagrad şehri vardır. Tiirk-
ler, kanalı, bu şehrin yakınlarından geçireceklerdi.
Böyle bir kanalın kazılması kolay değildi. Ruslar’m
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

bu kanalı ancak 1952 yılında gerçekleştirebildikleri


hatırlanırsa, meselenin önemi anlaşılır. Ancak ka­
nal açılırsa, Ruslar’ın Hazar’a, K afkasya ve İran
ile Türkistan’a giden yollan kesilmiş, Türkiye ve
Türkistan arasında doğrudan doğruya bağlılık ku­
rulmuş olacaktı. Askerî, siyasî ve stratejik olduğu
kadar, büyük İktisadî menfaatler de sağlanacaktı.
Sadrâzam Dâmâd Sokollu Mehmed Paşa, bu işi
Şıkk-ı Sânı D efterdân yani maliye müsteşarı Çer­
keş Kasım Bey’e verdi. Bu şah^s, asker değildi;
üstelik devletin ikinci derecede görevlilerinden bi­
riydi. Kasım Bey’e, K efe beylerbeyliği yani orge­
nerallik pâyesi verilerek “ Kasım Paşa’’ yapıldı. An­
cak maliyecilikten yetişmiş olan bu zat, hiç bilme­
diği bir ülkede, hiç anlamadığı bir işle vazifelendi-
rilmişti. Böyle bir adamın Kırım ham Devlet Giray’a
söz geçirebilmesi zordu. D on-Volga kanalım açtır­
mayı Kanunî Sultan Süleyman düşünmüş, fakat
proje onun ölümünden 3 yıl sonra yürürlüğe kona-
bilmişti. Kanunî’nin oğlu ve Sokollu’nun kaym pe­
deri olan n . Selim, bu işe büyük önem veriyordu.
Astırhan seferine çıkacak donanma, 4 ağustos
1569’da İstanbul’dan hareket etti. Azak limanına,
yani Don nehrinin ağzına geldi. Donanmayı Kap-
dân-ı Derya Müezzin-zâde A li Paşa, Azak’a getir­
m işti; fakat onıpı kanal işiyle bir ilgisi yoktu. Ka­
nalı Kasım Paşa açtıracak, Devlet Giray Han da,
kanalın Hazar Denizi’ndeki ucu olacak Astırhan’ı
fethedecekti. Osmanh donanması, bu işler için Azak’a
20.000 tımarlı sipahisi, 8.000 yeniçeri, birkaç bin
teknik personel ve usta çıkartmıştı. Devlet Giray:
Han da, 30.000 Kırım atlısıyle gelmiş, yerli halter
90 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

tan 30.000 kadar işçi yazılmıştı. Kanal ve A stır-


han'ın fethi için ayrılan asker ve işçi sayısı,
100.000’e yaklaşıyordu.
Kanalın kazılmasına ve Astırhan’ın kuşatılma­
sına, eylül gibi geç bir tarihte başlanıldı. Kanalın
kazılması için hazırlıklar başlarken iş yüzüstü bı­
rakıldı. İşçiler, Volga Sırtları’ndan esen korkunç
soğuklara dayanamamış ve büyük telefat verilmişti.
Kanal projesi gerçekleştiği takdirde Kırım 'ın önemi
kalmayacağım sanan Devlet Giray Han da işi ha­
fiften alıyordu. Bu sıralarda Yemen meselesinin
birinci derecede ehemmiyet kazanması üzerine, ka­
zanması üzerine, kanal yarıda bırakıldı. Muazzam
emekler boşa gitti. Fakat Ruslar’m modern teknik­
le ancak 383 yıl sonra gerçekleştirebildikleri bu
kanal işini Türklerini X V I. asırda ele almaları ve
kazıya başlamaları, bu çağ Türkiyesi’nin kudreti
hakkında bir fik ir vermeye yeter. Bu projenin son­
radan üzerinde durulmam ası, Türkiye tarihi balo­
nundan, başka herhangi bir meselenin başarısızlı­
ğından daha zararlı olmuştur. Bu suretle Rusya ve
Iran, Türk âleminin ortasına kesin şekilde yerleşmiş
ve Türkiye ile Türkistan'ın bütün ügisi kesilmiştir.
II. Selim, bu projenin başarısızlığından çok ke­
derlendi ve: “ cümle m asarif ve zâyi’ât görülüp sen­
den tazmin olunmalıdır” ’ diyerek, bütün sorumlu­
luğun damadı Sokollu Mehmed Paşa’ya ait bulun­
duğunu açıkça söyledi. Kâtib Çelebi de, bu işe Ka­
sım Paşa gibi bir adamı memur ettiği için S okollu-
yu şöyle tenkit etm ektedir: “ Kıssadan hisse bu-
dur ki, küçük adamla büyük işe mübaşeret caiz de­
ğildir. Maslahatın münâsib ser-kân gerek. Zikrolu-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR
•1 *
»1

nan husûsa bir pâdşâh vanp zamâniyle mübaşeret


etse, ancak uhdesinden gelebilir ve bu makimle
işler, sâhib-himmet pâdşâh işidir, vüzerâ ve ser­
dârlar kân değildir” .
“ Müthiş” diye anılan Çar IV. Ivan, bu proje­
den fena halde ürktü. Birkaç ay sonra, 1570 baha­
rında İstanbul’a bir elçi gönderdi. Karşılığı ne olursa
olsun Türk dostluğunu muhafaza etmek azminde
olduğunu bildirdi. II. Selim’in Çar’a yazdığı mek­
tupta, Türkistan yolunu kapamaktan çekinmesi ha­
tırlatıldı. Rusya, henüz Kırım’a yıllık vergi verir
bir devlet olduğu için, bu nâme-i hümâyûn, tâbi bir
hükümdara hitap eder tarzda kaleme alınmıştı.
Bundan sonra Türkiye, Kıbrıs'ın fethi ve fetihten
doğan Avrupa savaşına daldı. Rusya meselesiyle
uğraşmak, Kırım ’a bırakıldı. Devlet Giray Han,
Moskova’ya girerek R usları ağır şekilde yendi. An­
cak Kazan ve Astırhan gibi iki Türk ülkesinin R us-
lar’dan kurtarılması mümkün olamadı.
SOKOLLU’nun ŞAHSİYETİ

Türk Osmanlı tarihinin en ünlü vezirlerinden So-


kullu Mehmed Paşa, bir Boşnak devşirmesi olarak
Saray’a ahndı. Burada öğrenim ve eğitim gördü. Bir­
çok Saray hizmetlerinde bulunduktan sonra, Barba­
ros’un yerine, hiç anlamadığı kapdân-ı deıyâlık ma­
kamına getirildi. Sonradan vezir oldu. V eliaht-Şeh­
zade Selim’in büyük kızı Ismihan Sultan’la evlendi.
Kanunî’nin son yıllarında sadrazamlığa yükseldi
Yaşça kendisinden küçük olan kayınpederi £L Se­
lim tahta geçince, yeni hükümdarı sindirecek bütün
tedbirlere baş vurdu, n . Selim’in bütün saltanatı bo­
yunca, imparatorluğu, tam bir diktatör yetki ve dav-
ranışıyle yönetti. HL Murad tahta çıkınca, kudretli
eniştesini, iktidar makamında bırakmaya mecbur
kaldı. Ancak bu devirde artık Sokollu’nun muhalif­
leri büyük güç kazanmışlardı. Bu muhalefet, m. Mu­
rad tarafından alttan alta iyice desteklendi Padi­
şahın hocası olan müstakbel Şeyhülislâm Sâdeddin
Efendi, padişah musâhibi Isfendiyâroğlu Vezir Şemsî
Paşa gibi devlet adamları, UL Murad’ı Sokollu’ya
karşı harekete geçirm ek istiyorlardı. B ir defasında
Şemsî Paşa, hükümdarı şu sözlerle uyarm ıştı: “ Ve-
zîr-i âzamımza inanman! Size arz eylediği ahvâli doğ­
ru söylemez. Halkın işleriyle bizzat mukayyed olma­
nız, işleri vezîre bırakmamanız münâsibdir!” Ancak
Sokollu taraftarlan da kudretliydi A rtık ihtiyarla­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 93

yan Sadrâzam, büyük bir servet edinm işti Yıllık ge­


liri bugünkü satmalma gücüyle aşağı yukarı 600 mil­
yon TL.’na yükselmişti, ölüm ünde bıraktığı servet,
bugünkü parayla 9 m ilyar TL. olarak hesaplanmıştır.
Sokollu gibi bir devletlinin devrinde yaşayan
birçok tarihçi, şüphesiz bu veziri göklere çıkarmış­
lardır. Fakat A lî gibi çok büyük ve Sokollu’yu şah­
sen tanıyan bir tarihçi de onu yerin dibine batırmış
ve şiddetle tenkit etmiştir. Sokollu’nun küçük yeğeni
olan tarihçi Peçevî İbrahim Efendi inle, eserinde
Sokollu’yu yer yer kınamıştır. Peçevî, eserini Sokol­
lu’nun ölümünden çok sonra yazdığı için, tarafsız bir
tarihçi sıfatıyle bu tenkitleri yapabilmiştir. Tarihini
Sokollu’nun hayatında kaleme alsaydı, böyle dav­
ranabileceği çok şüpheliydi. Büyük tarihçi, eserinin
bir yerinde, kendisinin de mensup olduğu Sokollu-zâ-
deler’den şöyle bahseder: “ Kendi akraba ve yakınla­
rını üeri çektiğinden gayri Sokollu ailesinden iki sâ-
hib-devlet vezîr-i âzam olmuş ve beş devletlü dahi
vezâret rütbesine ermişdir ve on kimse vardır ki
beylerbeyilik unvanın bulmuştur; ümerâ ve şâir âyân
mazbûtumuz değildir.”
Modern tarihçUer de umumî olarak Sokollu’yu
göklere çıkarm ayı âdet edinmişler, bu konudaki klişe
fikirleri biribirlerinden almışlar, fakat olayların akı­
şı içinde Sokollu’nun durumunu incelemeye ve çö­
zümlemeye lüzum görmemişlerdir. Çok garip bir
davranışla devrin Türk Cihan devletinin eşsiz kudre­
tinden doğan bütün başarılar Sokollu’ya mal edilmiş,
bazı başarısızlıklarsa devrin hükümdarlarına, bilhas­
sa II. Selim’e yüklenmiştir. Halbuki Soköilu’nun ik­
tidar yıllarındaki başarıların çoğu, IL Selim ve HL
94 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Murad’ın sadrâzama karşı tutum lanyle gerçekleşebil­


miştir. Kıbrıs’ın fethi inisyatifi ve şerefi, doğrudan
doğruya II. Selim’e aittir. Sokollu, Kıbrıs’ın fethine
şiddetle muhalifti, Çünkü bizzat sefere çıkmadığı
için, K ıbns fatihliğini kazanacak paşanın karşısına
raklb olarak dikilmesinden çekiniyordu. înebahtı boz­
gununun birinci derecede sorumlusu, donanmaya, ne
bahasına olursa olsun taarruz ferm anı gönderen So-
kollu’dur. Kaptân-ı Derya harp meclisinde taarruza
geçmezse sadrâzamın başım kestireceğini açıkça söy­
lemiştir. Astırhan’ın fethi ve Don-Volga kanalı gibi
devletin geleceğiyle ilgili son derece önemli bir teşeb­
büsü Sokollu, maliyecilikten yetişmiş üçüncü sınıf
bir devlet adamına vermiştir. Bütün bunlar, Sokollu’-
nun, iddia edilegeldiği gibi büyük bir diplomat ve de­
hâ sahibi bir devlet adamı olduğunu gösterecek de­
liller değüdir.
Sokollu, Kanunî devrinde yetişmiş vezirler ara­
sında, ancak orta çapta bir devlet adamı ve komutan
olarak kabul edilebilir. Zeki olduğu kadar kurnaz,
haris ve icabında zalim olmasını bilmesi, Yeniçeri
Ocağı’na dayanarak birtakım devlet adamlanyle be­
raber muhaliflerine ve hattâ iki hükümdara karşı
cephe alması sayesinde 14 yıl, 3 ay, 15 gün gibi uzun
bir müddet iktidarda kalmıştır. Esasen mesele çıkar­
maktan hoşlanmayan enerjik bir şahsiyet olmayan
II. Selim, daha tahta oturduğu günlerde Yeniçeri pa-
tırtısıyle gözü korkutulduğu için, Sokollu’yu azletme­
yi düşünmemiştir. Halefi olan oğlu, genç ve nispeten
enerjik olduğu için bunu düşünmüş, fakat Sokollu
taraftarlarının kudretinden ürkmüştür. Onun için
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 95

eniştesini açıkça azletmek yerine, bir suikast düzen­


lemeyi daha uygun görmüştür.
Sokollu, 12 Ekim 1579 günü Dîvân-ı Hümâyun
toplantısından çıkarken deli olduğu iddia edilen bir
Boşnak dervişi tarafından hançerlenmiştir. Sokollu
bir defa hayatım kaybedince de Yeniçeri Ocağı, lü­
zumsuz bir ayaklanma yerine, işbirliği yapacak yeni
vezirler aramayı tercih etmiştir.
m . SULTAN MURAD VE KRALİÇE
FI.IZARKTH

Bütün X V I. asır boyunca en kudretli Hıristiyan


devleti, İspanya idi. Dünyanın en kudretli devleti ise,
Türk Osmanlı İm paratorluğu bulunuyordu. Bütün
bir asır, bu iki devlet arasında savaş, mücadele ve
rekabetle geçti. Bu düşmanlık, Orta Avrupa’da, k u ­
zey A frika’da, Akdeniz’de, Hind Okyanusu’nda büyük
çapta çekişmelere sebep oldu. İstanbul’un siyaseti,
Ispanya'nın daha fazla genişlemesini önlemek, kom­
şularım yutmasına engel olmaktı. Kanunî, yaptığı
yardımlarla Fransa’yı kurtardı. Kanunî’nin torunu
m . Sultan Murad zamanında ise, Türk yardımı daha
fazla İngiltere’ye aktı. Şarlken’in oğlu ve halefi IL
Felipe, İngiltere’yi yutmak istiyordu. Evlenme yo-
luyle İngiltere’yi ele geçiremeyince, zora baş vurdu.
Protestan ve denizci Ingütere, Ispanya'nın karşısına
dikilmişti. Ancak kaynaklan, İspanya gibi bir devle
uğraşacak durumda değüdi. Türkiye’nin Kuzey
Fas’ta Portekiz kralı ile ordusunu yok etmesinden
sonra İspanya, zamanın büyük bir devleti olan Por­
tekiz ve sömürgelerine de el koydu. D. Felipe, aynı
zamanda Portekiz kralı ilân edildi. İngiltere ve Fran­
sa kralı da olmak istiyordu. Bu defa Türk siyaseti,
henüz ortadan kaldırdığı Portekiz’in istiklâlini
iade etmek . oldu. Portekiz’de Ispanya’ya karşı
m illiyetçi hareketi desteklemeye başladı. Portekiz,
TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR , *7

Türk ve İngiliz ajanlanyle doldu. II. Felipe, İngilte­


re’yi istilâ etmeye hazırlanıyordu. TUrkler’e kargı
Akdeniz’de ve Kuzey A frika’da bir bağan kazanmak­
tan ümidini kesmişti.
Türkiye, evvelce Fransa’ya yaptığı gibi, İngil­
tere’ye de iktisadı yardımda bulunarak işe başladı.
Ispanya’ya karşı kalkınabilmesi için, İngiliz ticare­
tini destekledi. Dîvân-ı Hümâyûn yani Osmanlı im­
paratorluk hükümeti, 11 eylül 1581 de, Venedik ve
Fransa’dan sonra üçüncü Avrupa devleti olarak In-
gütere’ye, İngiliz bayrağı altında Türkiye limanların­
da serbest ticaret yapmak hakkım tanıdı. Bu hak,
yalnız Akdeniz içindi Tamamen birer Türk iç denizi
olan Karadeniz’le Kızıldeniz’de, yalnız Türk ticaret
gemileri işliyordu. Ancak Akdeniz kıyılarının en bü­
yük kısmı Türk imparatorluğuna dahil olduğu için,
gene de İngiltere’ye tanınan imtiyaz, çok önemliydi.
Bu tarihten itibaren, Londra’da “ Turkey Company”
Kuruldu.
Bu destekle rahatlayan Kraliçe Elizabeth’in Pa­
ris’teki büyükelçisi Cobham, olağanüstü misyonla
Fransız başkentine gönderilen A li ve Haşan Ağalar’-
la, İngiltere’nin daha ne şeküde yardım alabileceği
konusunda müzakereye başladı. H. Felipe ise, Tür­
kiye ile sulh yapıp İngiltere karşısında yalnız kal­
mak için, büyük bir diplomatik çaba gösteriyordu.
Ancak Dîvân-ı Hümâyûn, hiç bir zaman İspanya ile
sulha yanaşmadı. Zira İngiltere’yi ezen ve daha da
kuvvetlenecek olan bir İspanya, önce Türkiye’nin
karşısına dikilecekti. Türkler, bütün denizlerde İs­
panyol gemilerini vuruyorlar, Tilrkler’inkinden son­
ra en güçlü donanmaya sahip olan Ispanyollar’ın de­
7
98 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

niz kudretini zayıflatm aya çalışıyorlardı. 1586 ya­


zında Yemen beylerbeyisi Vezir Haşan Paşa, Hind
Okyanusu’nda stratejik malzeme yüklü dört büyük
İspanyol kadırgasını ele geçirerek İstanbul’a yolladı.
Haşan Paşanın bu başarısı Londra'da sevinçle kar­
şılanırken, Madrid’de büyük kuşkular doğurdu.
Londra ve Paris, Dîvân-ı Hümâyûn’un İspanya ile
sulh yapacağı endişesiyle titriyordu. Bu takdirde,
aynı hanedanın başında bulunduğu İspanya ile A l­
manya, Fransa ve İngiltere’yi yutacaklardı. Hattâ
İL Felip’e’nin İngiltere’yi, alelade bir eyalet şeklinde
ilhak edeceği söyleniyordu. Kraliçe Elizabeth’in İs­
tanbul büyükelçisi Sir William Harborne, II. Felipe’-
nin İstanbul’a yolladığı Giovanni Stephano (Ciovanni
S tefano)’ nun eli boş döndüğünü Londra’ya bildirin­
ce, Kraliçe ile başbakanı Walshingham. rahat nefes
aldılar.
Kraliçe Elizabeth, yalnız padişaha değil, Vâlide -
Sultan’a, Sadrâzam’a, Padişahın hocası Sâdeddir.
Efendi’ye, vezirlere ve aynı zamanda Cezayir beyler­
beyisi olan Kapdân-ı Derya Kılıç •A li Paşa’ya da ağır
hediyeler gönderdi, m . Murad’a yolladığı mücevherli
saat, bilhassa dikkati çekiyordu. Kraliçe, Türkiye
Hâkam’na gönderdiği mektupta, “ Putperestler” dedi­
ğ i Katolikler’e karşı Türk yardımı istiyor ve Protes-
tanlar’da da Müslümanhk’ta olduğu gibi resimlere
ibâdetin yasak olduğunu söylüyordu. Yeni İngiliz
büyükelçisi Barton, pek iyi bildiği Türkçe ile m. Mu­
rad’a bir dilekçe sunuyor, burada: “ Kraliçem, diyor­
du; Zât-ı Şahaneleri tarafından vuku bulan küçücük
bir işaretle, 7 yıldan beri İspanya Kralı’na karşı sa­
vaşmaktadır. Kraliçem, Zât-ı Şâhâneleri’nin yardım
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 99

vâdine dayanarak, İspanya ile sulh hâline son ver­


m işti.’'
Portekiz taht müddeîsi Don Antonio’nun Türk-
ler’e sığındığı bu günlerde, Kraliçe Elizabeth, acele
donanma yardımı istiyordu. HL Murad, Kraliçe’ye
gönderdiği nâme-i hümâyûn’da şöyle diyordu: “ Siz
dahi südde-i sa’âdetime itâ’at ve inkıyâdda sâbit-ka-
dem olup, ol câniblerde vâkıf ve muttali’ olduğunuz
ahbân, arz ve î’lâm etmekden hâli olm ıyasız!”
Bilindiği gibi İspanya, İngiltere'yi istilâ teşebbü­
sünde başarısızlığa uğramış ve bu olay, İspanya ta ­
rihinde olduğu kadar, İngiltere tarihinde de bir dö­
nüm noktası olmuştur. III. Murad Türkiyesi’nin des­
teğinin, meselenin bu şekilde çözümlenmesindeki ro­
lü büyüktür.
KÖPRÜLÜ N ASIL SADRÂZAM OLDU?

1656 yılında, dünyanın en büyıik devleti olan


Türk Osmanlı İmparatorluğu tam bir anarşi için­
deydi. Padişah olan IV. Mehmed çocuktu. Annesi
Turhan Valide - Sultan saltanat nâibeliği yapıyordu.
Zorbalık ve haksızlık alıp yürümüş, devlet düzeni
çığırından çıkmıştı. 29 yaşındaki Hadice Turhan Sul­
tan, sadrâzam olarak kimi iktidara getirdiyse hayal
kırıklığına uğramıştı. Genç Saltanat Nâibesi’nin baş­
lıca müşavirleri Kasım A ğa ile S olak -zade idi.
Uzun yıllar hassa sermimarhğı yani bir çeşit
bayındırlık bakanlığı yapan Kasım A ğa, 1651 de
Turhan Sultan nâibe olunca, onun kethudâlığına ge­
tirild i Bu sırada 76 yaşında, devrinin en ünlü mi­
m arı idi. Zekâsı, bilgisi, tecrübesi, soğukkanlılığı,
ağırbaşlılığı, vatenseverliği, yüksek ahlâkiyle, az za­
manda genç ve tecrübesiz Vâlide - Sultan’m en yakın
müşaviri oldu. Bu yakınlığını şahsî m enfaatleri için
kullanmayı aklından bile geçirmedi ve bu sebeple
büsbütün itibar kazandı. Ancak onun ıslahat fikirler,
birçok devlet adamının menfaatine uymuyor, Kasım
A ğa’yı bunamış olmakla itham ediyorlar, hafife alı­
yorlar, bazen tehdit ederek Saltanat Nâibesi’ne ya­
lan yanlış fikirler vermemesini öğütlüyorlardı. Ka­
sım Ağa, korkusuz bir adamdı. Anarşinin koca im­
paratorluğu nasıl kemirdiğini çok iyi biliyordu. İnan­
dığı yoldan dönmedi. Vezirler, kendi işlerini beğen­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 101

meyen, Vâlide - Sultan’a kötüleyen, “ Köprülü Meh­


med Paşa” adındaki pek silik geçmişi olan bir ihti­
yarı bıkıp usanmadan öne süren Kasım A ğa’yı, Vâ­
lide Kethudâlığmdan azlettirdiler. Ancak Kasım Ağa,
bundan da korkmadı. Vâlide - Sultan’la haftada bir­
kaç defa görüşüyor ve üzerindeki nüfuzunu muha­
faza ediyordu. Her yeni sadrâzam, Kasım A ğa'ya ih­
tiyar başını kaybetmek istemezse bunakça tavsiye­
lerinden vazgeçmesi lâzım geldiğini söylüyor, fakat
beriki bunlara kulak asmıyordu.
Vâlide - Sultan’ın iki numaralı has müşaviri ise,
bir Enderûn mensubu olan Solak - zade Mehmed
Hemdemî Efendi idi. Bu zat, tarihçi, bestekâr, sâ-
zende, nakkaş ve şairdi. Meşhur bir Osmanlı tarihi
yazmış ve zamanımıza kadar gelen güzel peşrevler
ve saz semaîleri bestelemiştir. O da Köprülü’nün
dostuydu.
Bu iki ihtiyar sanat adamının şiddetle destekle­
dikleri ve iktidara getirebilmek için Vâlide - Sultan
üzerinde bütün nüfuzlarını bıkıp usanmadan kullan­
dıkları Köprülü Mehmed Paşa kim di? Samsun yakın­
larında sonradan kendisine izafetle “ Vezirköprü”
denen kasabadan yetişmiş bir askerdi. Tahsili olma­
dığı için çok yavaş yükseldi. Ancak 56 yaşında san­
cakbeyi yani tümgeneral, 66 yaşında beylerbeyi (or­
general), 74 yaşında vezir (m areşal) olabildi. Daima
ikinci derecede eyaletlerde kullanıldı ve mühim bir
iş yaptığı ne görüldü, ne işitildi. Bir ara, böyle silik
bir şahsiyete her dediğini yaptırabileceğini uman
sadrâzamlardan biri, onu kubbe veziri olarak İstan­
bul'a getirtti. Köprülü, Dîvân-ı Hümâyûn yani bar­
bakanlar kurulu üyesi olarak da az konuşur, hanen
102 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

hiç bir işe karışmaz, âdeta elinden hiç bh ^ey gel­


mez, aklı fa d a şeylere ermez, fakat sert, hattâ nob­
ran bir vezir hüviyetini muhafaza etti. Ancak bu ih­
tiyar vezir, Kasım Ağa, S olak-zade, Evliyâ Çelebi
gibi sanat ve ilim adamlanyle arkadaşça konuşur,
hususî meclislerde onlara devlet idaresi hakkındaki
fikirlerini açıkladı. Bu fikirleri hükümet müzakere­
lerinde ağzına bile almazdı. Çünkü tehlikeli olmasa
bile lüzumsuz olduğuna inanmıştı. Cahil olmakla be­
raber ilme büyük sevgisi vardı. Cehaletini saklamaz,
bundan dolayı yamp yakılır, oğullarım çok iyi okut­
tuğundan bahsederdi. İddiasızlığı ve sert, hattâ kaba
şahsiyeti içindeki tevazuu, bu hava içinde devlet ida­
resi hakkında ileri sürdüğü fikirler, hiç bir zaman
siyasî bir rol oynamaları düşünülmeyen bu gibi ilim
ve sanat adamlarım şiddetle etkilemişti. Köprülü’nün,
devleti düştüğü anarşi uçurumundan kurtarabilmek
için ileri sürdüğü fikirler, fazla orijinal şeyler değil­
d i Aşağı yukarı IV . Murad’m yaptıklarının aynıydı.
Zaten ihtiyar Köprülü’ye göre gerçek hükümdar ve
devlet adamı, genç IV . Murad’d ı; 8 padişah gören
Köprülü’nün en beğendiği hükümdar oydu. IV . Mu-
rad çok bilgili ve kültürlü, Köprülü cahildi Ancak
IV . Murad, çok genç bir adam, Köprülü, 78 yaşında,
görüp işitm ediği şey kalmamış, pek tecrübeli bir ih­
tiyardı. İm paratorluğu kurtarmak için IV . Murad’m
yaptıklarım yapmaktan başka çare olmadığı fikri,
Köprülü’ye has bir fikir değildi. Bunu herkes bili­
yordu. Yalnız ortada tatbik edecek adam yoktu.
Adam olsa bile, salâhiyetleri kâfi gelmiyordu. Demek
ki genç Turhan Vâlide’nin Köprülü’yü iktidara ge­
tirm esi fazla bir mâna ifade etmezdi. Sadrâzam öy-
TÜRK tarihinden yapraklar 103

leşine salâhiyetlerle teçhiz etmeliydi ki, istenen şey­


leri başarabilsin. Turhan Sultan da bu salâhiyetleri
vermesini bilecek derecede açık fikirli ve vatansever
bir imparatoriçe idi.
Turhan Sultan, Köprülü'nün sadâreti sevinçle
kabul edeceğini sanıyordu. Halbuki öyle olmadı. İh­
tiyar vezir, bu makamı kabul etmek için, Türkiye
tarihinde hiç bir başbakanın istemeye cesaret ede­
mediği salâhiyetleri istedi Köprülü, bu salâhiyetleri
almadan sadârete getirilmesinin hiç bir değer ifade
etmediğini ileri sürüyordu. Turhan Sultan, istenen bü­
tün yetkileri verdi. 15 eylül 1656 da, son yılların nis­
peten en iyi sadrâzamı olan Boynueğri Mehmed Pa-
şa ’dan mühr-i hümâyûn alındı, Köprülü’ye verildi.
29 yaşındaki Vâlide - Sultan’m eteğini öpen ihtiyar
Köprülü, Dîvân-ı Hümâyûn’a gidip makamına otur­
du. Türkiye tarihinde, İkinci Viyana Muhasarasına
kadar 27 yıl devam eden ve “ Köprülüler Devri” denen
pek parlak bir devir başlamıştı.
O SM AN U LAR’da DEVLET ARŞİVİ

Bugün başta dünyanın en büyük bir arşivi olan


Başbakanlık Arşivi olmak üzere Türkiye arşivlerin­
de, milyarlarca yaprak tarihî vesika bulunmaktadır.
Bu zenginlik, atalarımızın, OsmanlI Türkleri’nin ya­
zılı kâğıda karşı gösterdikleri dikkat ve sevginin
sonucudur. Osmanlı devlet teşkilâtında vesikaların
ne kadar itina ile yazılıp korunduğu hakkında kısa
bir fik ir edinmemiz, bu iddiamızı ispat etmeye kâfi­
dir.
Osmanlılar’da devlet vesikaları ya yaprak veya
ciltli defter halinde düzenlenip muhafaza edilirdi.
Defterler, yıllara göre sıralanarak evrak mahzenle­
rinde saklanırdı. Yapraklarsa, vesikanın önemine gö­
re atlas veya âdi kumaştan keselere konurdu. Ke­
seler, Osmanlı hanedanının rengi olan al renkteydi.
Birkaç kese bir torba hâline getirilir, birkaç torba
da bir sandığa yerleştirilirdi. Torbaların üzerine mü­
rekkeple ve sandıkların üzerine de etiket yapıştırı­
larak muhteviyatları belli edilirdi Devletin her dai­
resinde umumiyetle bir günün evrakı bir tomar, bir
ayın evrakı bir torba, bir yılın evrakı ise bir veya
birkaç sandık teşkil ederdi. Sandıklar, ya Topkapı
Sarayı’ndaki padişah arşivine veya Paşa Kapısı’ndaki
sadâret yani başbakanlık arşivine gönderilirdi
Eski vesikalardan incelenmek üzere hakanlıklara
ve kalemlere getirilenler, gece getirildikleri yerde bı­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 105

rakılmazlar, incelenme bitmemişse bile arşiv mah­


zenlerindeki yerlerine konup ertesi sabah tekrar çı­
karılırlardı. Bu kanuna sadrâzam bile uymaya mec­
burdu.

Osmanlı devletinde “ hazine” adı verilen üç te­


şekkülden biri de, “ Defter-hâne Hazînesi” denen bu­
günkü mânasıyle büyük arşivdi. Arşive "hazine”
denmesi bile, ne derecede değer verildiğini göster­
m eye kâridir. Bu hâzinenin vesikaları, çeşit bakımın­
dan, sayılamayacak derecede çoktur. Başta, padi­
şahların elyazılarıyle “ irâde” denen emirlerini muh­
tevi hatt-ı hümâyûnlar gelirdi. Sonra, Dîvân-ı Hü-
mâyûn’un yani imparatorluk bakanlar kurulunun
müzakere zabıtlarım içine alan “ Mühimme D efterleri”
vardı. Nihayet, gene en önemli vesika çeşitleri ara­
sında, “ m ufassal” denen defterler bulunurdu. Bu bü­
yük defterler, belirli bir İdarî bölgenin sayımını bü­
tün tafsilâtıyle gösterirdi. Her sancağın yani ilin her
kazasındaki bütün vergi ve resimler, mahalle ve köy
köy kaydedilirdi Vergi mükelleflerinin hepsi isim­
leriyle yazılırdı. Vergiden çeşitli sebeplerle m uaf olan
şahıs, köy, otlak ve bölgeler de teker teker, m uafiyet
fermanlarının kayıtlan düşülerek sayılırdı. Gümrük
vc transit gelirleri dikkatle işlenirdi. H er sancak ve
eyalete ait özel kanun-nâmeler, bu defterlerin başına
dercedilirdi. Her defter, sayım görevlileri tarafından
doldurulduktan ve gerekli tasdik şerhleri aldıktan
sonra, bizzat padişahın mührüyle mühürlenip arşive
konurdu. Bugün hemen hepsi elimizde olan bu def­
terler, Osmanlı İmparatorluğunun İçtimaî yapısını
inceleyecek tarihçiler için, en önemli belgeleri teşkil
etmektedir.
106 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Yukarıda mahiyetleri anlatılan her mufassal


defterin bir de “ mücmel” denen özeti vardı. Mücmel
defterlerde şahıslar teker teker gösterilmez, vergileı
köy ve şehirlere göre toplanarak kaydedilirdi. Müc­
meller, hükümdar, sadrâzım ve diğer büyük görev­
lilerin incelemesi için hazırlanmış belgelerdi. Çünkü
bu şahısların, mufassal defterleri tetkik edecek va­
kitleri yoktu.
Her zümreye, meselâ haslara, ziâmetlere, tımar­
lara, yeniçerilere, yürüklere, akıncılara, her daireye
ait “ rûznâmçe” denen defterler de önemliydi. Niha­
yet mahkeme zabıtları “ kadı sicilleri” denen binler­
ce sayfalık, defterlerde toplanıp ciltlenir, vakıfname­
ler tom ar nâlinde saklanır, gelen mektuplar ve giden
mektupların kopyalan özenle muhafaza edilirdi. A s­
ya, Avrupa ve Afrika'nın pek çok ülkesi yüzlerce
y ıl Türk idaresinde kaldıktan için, bu ülkelerin o
asırlara ait tarih belgeleri bugün o devletlerde değü,
Türkiye arşivlerinde bulunmaktadır. Bazı defterler
iki nüsha olarak yazdıp, bir nüshası, ait olduğu eya­
let ve vilâyetlerin merkezlerine gönderilirdi.
Defter-Hâne Hazinesi’nın en büyük âmiri, “ ni­
şancı” denen ve Dîvân-ı Hümâyûn yani kabine üyesi
bulunan devlet bakanı idi. Ancak arşivin idari işle­
rinden “ D efter Emini” denen yüksek memur sorum­
luydu. Bir defter, hattâ alelade bir yaprağın incelen­
mek için bu arşivden çıkarılması, ince kurallara bağ­
lanmış ve bu kurallar, yazıh kanunlar hâlinde tespit
edilmişti. Bizzat sadrâzamın yazılı emri olmaksızın,
nişancı paşa bile hiç bir vesikayı arşiv dışına çıkara­
m az ve hiç bir vesika üzerinde kalemle bir harf bile
değiştiremezdi. Sözlü emirle arşivden belge çıkart-
TCRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 107

Tıiak hakkı yalnız hükümdara aitti. Bir kayıt işlen­


mek veya incelenmek üzere arşivden vesikanın çı­
karılması şöyle olurdu: Sadrâzam, istediği defteri
kaydederea çucartılması için nişancı paşaya bir fer­
man gönderir, bu fermanın üzerine nişancı paşa el-
yazısıyle “ defteri gele” kaydını koyup D efter Emîni’-
ne yollardı. D efter Emini, belgeyi çıkartarak nişancı,
paşaya verir, nişancı paşa da sadrâzama bizzat gö­
türüp teslim ederdi. Eğer belge sadrâzamdan başka
bir bakan tarafından istenmişse nişancı paşa, o ba­
kanı makamına çağırıp defteri verirdi. Divan kâtip­
leri tarafından vesikaların çalınması, saklanması ve
tahrif edilmesinin cezası idamdı. Bu yüzden 1580 yı­
lında 3 divan yani bakanlar kurulu kâtibi idam edil­
miş, bundan haberi olup da ihbâr etmeyen 6 kâtibin
de tek elleri kesilip devlet hizmetinden çıkarılmış­
lardı.
TÜRK ZAFERLERİ
M ALAZGİRT ZAFERİ

1040 yılında kazandıkları Dandânakan zaferiyle


Büyük Türk Hakanlığı tahtına yerleşen Selçukoğlu
Tuğrul Bey üe halefi olan yeğeni Alp-Arslan za­
manlarında Türkler, Bizans’la karşı karşıya gelmiş­
lerdi. 30 yıl içinde Selçuklu Oğuz Türkleri, her yıl
biraz daha büyük çapta olmak üzere birçok Anadolu
akım ve seferleri yapmışlar, bu büyük ülkeyi olgun
bir meyve hâline getirmişlerdi. Son bin yıllık Türk
tarihinin umumî akışı, güneybatıya, açık denize,
Anadolu’ya doğru olmuş, Selçuklular bu akışa, önü­
ne geçilmez bir tufan derecesinde güc kazandır­
mışlardı. Türk akıncıları, Ege’ye kadar her yıl
Anadolu’yu tanyor, Bizans hakimiyetini yıkmak için
zemin hazırlıyorlardı. Bizans tahtında oturan İm­
parator Romanos Diogenes, Türklere karşı sefere
çıktıysa da bir sonuç alamadı. Nihayet Selçuklular’a
darbe vurmak karanyle 13 m art 1071 günü büyük
ordusuyle başkenti İstanbul’dan ayrıldı.
İmparatorun gaye ve ümitleri o derece büyüktü
ki, İslâm dininin ortaya çıkmasından önce Bizans’a
ait olan Suriye, Filistin, hattâ Mısır’ı, hattâ hiç bir
zaman Bizans’a ait bulunmamış Irak ile İran’ı alma­
yı tasarlıyordu. Bu ülkelere şimdiden BizanslI umu­
mî valiler bile atamıştı. — Diğer taraftan Sultan
Alp-Arslan, Bizans'ın Doğu Anadolu’daki en önemli
üslerinden biri olan Malazgirt kalesini almıştı. M a-
112 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lazgirt’ten Haleb’e giderken, A fşin Bey’den, Ana­


dolu’daki belli başlı düşman üslerinin tahrip edildiği,
esas Bizans ordusu yenilirse Anadolu’nun Türklere
açılacağını bildiren ünlü rapor geldi. Büyük Türk
Hakanı Alp-Arslan, bu raporu ahr almaz, Bizans
İm paratoru’nu karşılamak üzere D oğu Anadolu’ya
yöneldi.
Bizans ordusu 200.000 kişiydi. Ordunun ağırlık­
larını 3.000 araba ve on binlerce hayvan taşıyordu.
Orduda bütün savaş vasıtaları, bu arada 1.200 kişi
tarafından idare edilen ve devrinin en büyük silâhı
sayılan bir mancınık vardı. Bizans ordusu, Bizans­
lIlardan başka Franklar, Norm anlar, Slavlar, Gür­
cüler, Abhazlar, Ermeniler, hattâ Müslüman olmayan
Peçenek ve Uzlar gibi AvrupalI Oğuz Türklerinden
müteşekkildi. Bu bakımdan tek elden yöneltilmeye
elverişli değildi. İm parator da ünlü bir hanedandan
gelmediği için yüksek otorite ve saygıyı sağlayama­
m ıştır.
İstanbul’dan gelen Bizans ordusu ile Haleb’den
ilerleyen Türk ordusu, 26 oğustos cuma sabahı gün
ışırken, 7-8 kilometre uzakta biribirlerini gördüler.
Bulundukları yer, Van Gölü’nün 45 kilometre kadar
kuzeyinde, Murat Suyu yakınlarında, deniz seviye­
sinden 1.500 m etre yükseklikteydi. Yam başılannda
Malazgirt kalesi yükseliyordu. Türk ordusu, 50.000
kişilik yalnız Müslüman Oğuz Türklerinden müteşek­
kil yekvücut bir kitleydi. Zayıf ve yorgun birlikleri
Sultan Alp-Arslan, savaş alanına getirmemiş, ya ter­
his etmiş, veya veziri Nizâmülmülk’le Hemedân’a
göndermişti. Türk ordusunda hakana itaat ve saygı,
mutlak mahiyetteydi. Anadolu’ya yaptıkları'akm larla
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 113

pişmiş ve bu ülkeyi yurt edinmeyi kararlaştırmış olan


Türkler, yurt kurma enerjisinin ateşiyle yanıyorlardı.
Bir gün önce İmparator, Sav Tigin’in başkanlı­
ğında sulh teklifine gelen Türk elçilerini şiddetle
reddetmiş ve elçi yollanmasını Türklerin korktuğuna
yorarak sevinmişti. İmparator, Sav Tigin’e : “ Sulta­
nınıza söyleyin, dem işti; kendisiyle sulh müzakere­
lerini R ey’de yapacağım, ordumu İsfahan’da kışla­
tacağım ve hayvanlarımı Hemedan’da sulayacağım ."
Sert karakteri kadar zekâsı da kuvvetli olan Sav
Tigin, — nezakete ve diplomasiye uymasa d a — şu
çok esprili cevabı vermekten kendini alamamıştı:
“ Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de
eminim; fakat Haşmetmeâblan’nın nerede kışlaya­
caklarını bilemiyorum.”
Güneş ortaya çıkınca Alp-Arslan, ordusunu he­
yecanlandıran kısa ve veciz bir hitabede bulundu. Şe­
hit düşerse vurulduğu yere gömülmesini, hemen oğlu
Melik-Şâh’ın çevresinde toplanılmasını, Türk Hakan­
lığın ın birliğinin bozulmamasını vasiyet etti. Namaz
kıldıktan sonra ön saflara geçti. Bu sıralarda Bizans
ordusundan İlâhîler yükseliyor, râhipler askerleri tak­
dis ediyorlardı. Türk ordusunda da hocalar, saflan
dolaşıp âyetler okuyorlardı. — öğleyi 2 saat geçe
savaş başladı. Daha ilk anda, Bizans ordusunda
ücretli olarak bulunan Müslüman olmamış Avrupalı
Oğuz Türkler’inden Peçenek ve Uzlar, Bizans ordu­
sundan aynlarak soydaşlanna katıldılar. Alp-Ars-
lan’ın huzurunda yer öpen Peçenek ve Uz reisleri,
Bizans ordusu hakkında çok değerli bilgiler de ver­
diler. Bu olay. Bizans ordusunda mânevi gücün sar­
sılmasına sebep oldu. Vuruşma, Türk atlılarının
8
114 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

kitle hâlinde ok taarruzu ile başladı. Bizanslılar’m


yabancı oldukları Türklerin bozkır taktiği ve Alp -
Arslan’ın strateji dehâsı sonunda, karanlık bastığı
zaman, savaş alanında muazzam Bizans ordusundan
eser kalmamış, bizzat im parator esir edilip Alp -
Arslan’ın huzuruna getirilm işti. Büyük Türk Ha­
kanı, Roma imparatoruna çok nazik muamele etti
ve kendisini bir muahede imzalattıktan sonra salı­
verdi.
Bütün tarihçiler, Malazgirt’in dünya tarihinin dö­
nüm noktalarından biri olduğunda birleşmektedirler.
Bu zafer, Anadolu'nun fethini ve Türkiye devletinin
kurulmasını sağlamıştır. Türklerin tarih boyunca ka­
zandıkları meydan muharebelerinin hiç biri, istikbal­
leri için bu derecede tesirli olmamıştır. Türk tarihinde
M alazgirt'ten önemli tek olay varsa, o da İstanbul’un
Fethi’dir. Dandânakan’da kazanılan zaferi Malazgirt
tamamlamış, İstanbul taçlandırmıştır. Malazgit’ten
6 yıl sonra ölümsüz Türkiye devleti kurulmuş ve O s-
m anoğullan çağında bir cihan imparatorluğu, tarihin
gördüğü en muazzam siyam teşekkül durumuna yük­
selmiştir. Alp-Arslan, Romanos Diogenes’le yapılan
muaheyeyi Bizans’ın tanımaması üzerine, müstakbel
Anadolu Fatihi ve Türkiye devletinin kurucusu olan
kuzeni Kutlamışoğlu Süleyman-Şâh’a, Ege’ye, Mar­
m ara’ya kadar Anadolu’nun açılmasını emretmiştir.
BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ

1071 Malazgirt zaferinden 10 yıl sonra Türkler,


Marmara’ya eriştiler. İznik başkent olmak üzere
Türkiye devleti kuruldu. Anadolu’da Türkiye devlet-
tinin kurulması ve dünyanın en enerjik milletinin
Küçük-Asya’yı ikinci bir anayurt hâline getirmesi,
Avrupa’yı dehşet içinde bıraktı. Eki büyük Hıristi­
yan devleti olan Bizans’ın da Türklerin eline geçe­
ceğinden kimsenin şüphesi kalmadı. Hıristiyanlar, ne
pahasına olursa olsun Türklerin Rumeli’ne atlama­
larına engel olmak, hattâ onlan Anadolu ve Akdeniz
çevresinden de sürüp atmak istiyorlardı. Böyle bir
hareketi ancak bütün Avrupa devletleri bir araya
gelirlerse başarabilirlerdi Papa, bu işe önayak oldu
ve Bizans dahil bütün Hıristiyan devletlerini Türklere
karşı birleştirdi. Bu suretle Türklere, Müslüman di­
ninin sanuvunulması görevi de düşüyordu.
Bu şekilde doğan Haçlı Seferleri’nin bir sebebi
de İktisadîdir. X I. asırda Avrupa, çok fakir bir kıt’a
idi. Hükümdar sarayları bile çıplak taş yığınından
İbaretti. Altın ve değerli taşlar, ham ve işlenmiş
maddeler, Türklerin ve diğer Doğu milletlerinin elin­
de birikmişti. Dünya ticaret yollan tamamen Müslü­
m anların elindeydi. 3 asırdan beri Avrupa’da bir tek
altın sikke kesilem em iştl Avrupa’da İstanbul dışın­
da nüfusu 100.000 in üzerinde hiç bir şehir yoktu.
Şehir ekonomisi ve orta sınıf teşekkül edememişti.
116 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

İlim ve teknik Avrupa’da değil, A sya’daydı. En bü­


yük Avrupa devletlerinin geliri, mütevazi bir Türk
beyliğinin gelirinden azdı. H iç bir Hıristiyan devleti­
nin nüfusu 10 milyona yaklaşmıyordu. Nüfusu mil­
yonu geçenler büe sayılıydı.
Papa’nm teşvikiyle yüz binlerce kişiden ibaret
bir sürü, Türkleri Anadolu’dan atmak, Kudüs’ü alıp
Cennet’e kavuşmak ümidiyle Balkanlar’a geldi. Bu
sefiller kalabalığı karşısında irkilen zengin Bizans,
bunları Yalova’da Anadolu topraklarına çıkarmakta
acele etti. Malazgirt zaferinin üzerinden tam 25 ve
Türkiye devletinin kuruluşundan beri 19 yıl geç­
mişti. Haçlılar, Türk devletinin başkenti İznik’i
almak sevdasıyle bu şâ ire doğru yürüdüler. 1096
eylülünde Türkiye’nin ikinci hükümdarı olan 1. Sul­
tan Kılıç - Aralan tarafından İznik yakınlarında yol­
lan kesildi. Tamamen kılıçtan geçirilen bu zavallıla-
nn kurtulabilenleri esir edildi.
Fakat bu sürünün arkasından, Avrupa'nın bütün
eli silâh tutanlarından, şövalyelerden, kontlardan ve
dukalardan müteşekkil gerçek bir ordu geliyordu.
Birinci Haçlı Seferi’nin ikinci dalgası olan bu ordu
Bizans’a yaklaştığı zaman, 600.000 kişiyi bulmuştu.
Tabiî bunların hepsi meslekten asker değü, çoğu ça­
pulcuydu. Gûya Bizans’ı kurtarmak için gelen bu
sürü, İm parator Aleksios Komninos’u ürküttü. Haç­
lı kom utaıılanyle acele bir anlaşma yapan genç İm­
parator, onları derhal Anadolu’ya, Türk topraklarına
geçirdi. Yapılan anlaşmaya göre Haçlılar, Anadolu’­
da Türklerden koparabildikleri ülkeleri Bizans’a ve­
recek, ancak Anadolu dışında fetihler yaparlarsa,
kendileri için alakoyacaklardı.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 117

1097 mayısında Haçlılar, Türkiye’nin taht şâ iri


îznik’i kuşatmaya başladılar. 600.000 kişilik bir sü­
rüye karşı Sultan K ılıç - Arslan’ın onda bir oranında
verdiği muharebeler İznik’i kurtaramadı. İznik, bizzat
İm parator Aleksios’a teslim oldu. Türk başkenti
K onya’ya nakledildi. Düşmanın kahredici sayı üstün­
lüğü karşısında meydan muharebelerinden bir sonuç
alamayacağım anlayan Sultan Kılıç - Arslan, gerilla
savaşma karar verdi ve Eskişehir’e doğru çekildi.
30 haziran 1097 de Eskişehir y atanlarında Türk-
ler, H açlılarla karşı karşıya geldi. Yarım milyonluk
bir sürüyü karşılarında gören en cesur Türk komu­
tanları bile dehşet içinde kalmışlardı. Sultan Kılıç -
Arslan, komutanlarına şöyle dedi: “ Gördüğünüz gi­
bi göz alabildiğine dağlar, tepeler, ovalar, vadiler,
düşman sürüleriyle dolmuş. Fakat ordumuzu, bu sü-
riinün elinden kurtaracağız. Sözlerimi iyi dinler ve
bana inanırsanız, yurdumuzu da kurtarırız.” Bu su­
retle çok kanlı Eskişehir muharebesi başladı. H aç-
lılar’a büyük zayiat verdirmesine rağmen Sultan
K ılıç - Arslan, düşmanı yok edemedi ve geri çekildi.
Bundan sonra Haçlılar’la Türkler arasında Anadolu
yaylalarında amansız bir gerilla savaşı başladı. Yaz
sıcağı altında Türkler, yakalayabildikleri yerde bas­
tan tarzında düşman birliklerini çevirip kısa vuruş­
malarla imha ediyorlardı. Am asya yakınlarında
Türkler, tekrar Haçhlar’la karşılaştılar. îyice yıp­
ranmış olan düşman, Sultan Kılıç - Arslan karşısında
300.000 zayiat vererek güneye doğru çekilmeye baş­
lardı.
Türkler, bir yandan birleşmiş Avrupa kuvvetle­
rini, diğer taraftan Bizans ordularına karşı genç dev­
118 TÜRK TARİHİNDEN YAPRj* «■'LAR

letlerini savunuyorlardı. Anadolu'daki Türk ordusu­


nun tamamının 150.000 kişiyi geçmediği hatırlamışa,
çeyrek asırlık bir geçmişe sahip olan yeni Türkiye
devletinin tamamen bir ölüm kalım mücadelesi yap­
tığı anlaşılır. Anadolu kıyıların? kaybetmekle bera­
ber Türkler, bu mücadeleden zaferle çıktılar ve Tür­
kiye devletini ölümsüz kıldılar. Antakya’yı kuşatmak
üzere Anadolu topraklarını terk eden Haçlı kuvvet­
leri, artık 100.000 kişiye inmiş bulunuyordu. Sultan
Kılıç - Arslan, Anadolu yaylalarında yarım milyon­
dan fasla Haçlı’yı yok etmiş ve tarihin rai kritik say­
falarından birini zaferle kapamışta
Osmanlılar’m Yükseliş Çağında

TÜRK SAVAŞ TAKTİĞİ

Osmanlı Türklerinin, yükseliş çağlarında, X V . ve


X V I. asırlarda kazandıkları savaşların gerçekçi bir
açıklaması yapılmış değildir. Türk ordusunun, çok
defa kendinden kalabalık bağlaşık Avrupa orduları­
n ı yendiğini yazan tarihler, bu zaferleri, Türk as­
kerinin kahramanlığının ötesinde bir açıklamaya
bağlamak lüzumunu duymamışlardır. Halbuki Os­
manlI Cihan İmparatorluğunun kurulmasını sağla­
yan bu zaferlerin sırlan, sanıldığından daha girift­
tir.
Osmanlı Türkleri’nin yükseliş çağlarında bir sa­
vaşın, önce siyasî hazırlığı yapılırdı. Savaşılacak dev­
let ve çok defa devletlerin jeopolitik durumları göz
önüne alınır, bağlaşıklarından ayrılmaya çalışırlar,
büyük bir diplomatik gayret sarfedilirdi. Bu, çok
dikkat ve incelik isteyen bir işti. Çünkü Türkiye im ­
paratorluğu bazen, Fâtih Sultan Mehmed zamanında
olduğu gibi, 20 küsur devletle birden savaş hâlinde
bulunurdu.
Savaşılacak kuvvetlerin hesabı iyice yapıldık­
tan sonra, Türk ordusunu savaşa hazırlama çalış­
m aları başlardı. Türk ordusu, daima savaşa hazır,
meslekleri askerlik olan bir kitleden müteşekkil bir
120 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

kuruluştu. Ancak orduyu, toplamak ve savaş alan­


larına götürmek meseleleri önemliydi. Ne kadar kuv­
vetin ne zaman ve nerede yığm ak yapacağı ve hangi
yolların geçileceği kararlaştırılırdı. Bu yolların hangi
konaklarında ne m iktar yiyecek, yem ve cephane
bulundurulmak icap edeceği hesaplanır, oraların
sancak ve alay beylerine, kadı ve naiplerine em irler
gönderilirdi. Y ol üzerindeki depoların mevcudu öğ­
rendirdi. Geçilecek yollann durumu, köprülerin va­
ziyeti, ne kadar zamanda ne kadar kuvveti geçirebi­
leceği İncelenirdi. Çok defa ordu yürüyüşe geçmeden
önce yollar, son bir bakım ve kontroldan daha ge­
çirilirdi.
Seferin nereye yapılacağı çok defa aylarca önce
beylerbeyi ve sancak beylerine büdirilir, fakat bazen
de son âna kadar gizli tutulurdu. Meselâ Fâtih, se­
ferin nereye olduğunu gizli tutardı. Akkoyunlular’a
karşı Otlukbeli savaşırım hazırlıklarının hangi devlete
karşı yapıldığı, padişahtan başka herkesin meçhu­
lüydü. Trabzon İmparatorluğuna karşı seferinde de
böyle yapmış ve düşmanı pek gafil avlamıştı. Nitekim
son çıktığı seferin nereye olduğuna, günümüze kadar
tarihçiler karar verememişlerdir. Çünkü seferin da­
ha başında Fâtih, ölmüştü. Yavuz da, Mısır seferine
çıkarken, İran üzerinde gidüdiği propagandasını
yaptırm ıştır. Sultan İbrahim zamanında, Girit sefe­
rine giden Türk Donanması, Malta’ya gidiyor sanılı­
yordu. Girit sularına iyice yaklaşırken Kapdân-ı Der­
ya Yusuf Paşa, padişahın mühürlü hatt-ı hümâyûnu­
nu açmış, amiraller, seferin Girit üzerine olduğunu
öğrenmişlerdi. Bu gizlilik, yabancı haber alma teşki­
lâtlarına karşıydı. Türklerin Avrupa’da son derece
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 121

mükemmel bir haberalma teşkilâtı olduğu gibi, Av­


rupalIların da Türkiye’de aynı işi göre casusları
vardı. Fakat Türk haber alması, çok üstündü. Av­
rupa devletlerinin son durumlarım, bütün teferrua-
tıyle Dîvân-ı Hümâyûn’a, yani hükümete büdirirdi.
Ordu birliklerini toplam aya memur komutanla­
rın sorumluluğu büyüktü. B ir tek gün kaybı için başı
kesilen komutanlar vardır. Y ıldırım Bâyezid, Niğbolu
savaşı için 43 günde yığınak yapm ıştır ki, o çağ Av­
rupa'sının akimın alamayacağı bir şeydi. Yığmak
alanları, her ihtimal göz önünde bulundurularak se­
çilirdi. Yığmak alanı çok da emniyetli sayılsa, gene
bütün ihtiyat ve korunma tedbirleri ihmal edilmezdi.
Yığm ak yapan birlikler, derece derece biribirine bağ­
lıydı. Yığınak bitmeden, savaş kabul edilmezdi. Son­
raki asırlarda yığmak bitmeden savaşı kabul eden
birkaç Türk başkomutanı, yenilmiştir. Türk ordusu
normal olarak günde 20 - 25 kilometre yürürdü. Aynı
çağda Avrupa birliklerinin günlük ortalama yürüyü­
şü ise ancak 10 kilometre idi. Bu hususiyet, bütün
manevra ve teşebbüs kabiliyetinin Tiirklerin tarafın­
da olması demekti.
Türk ordusunun vasıflarına sahip bir ordu, düş­
man pek üstün olmadığı, takdirde, daima zafer ka­
zanacak bir orduydu. AvrupalIların XVL yüzyıl stra­
teji kaideleri “ toplanmak, yavaş ve az yürümek,
uygun yerde durup beklemek” ti. Türklerin strateji
kaideleri ise, şimdiki kaidelere daha uygun olup
“ çabuk toplanmak, mümkün olabilen hızla yürümek,,
düşmanı hemen yakalayıp yok etmek” ten ibaretti-
Düşman henüz birleşmemişse, parça parça yok edü-
mesine çalışılırdı. Türk ordusu, savaş alanında d ö rt
M22 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

«bölüme ayrılırdı: Merkez, sağ ve sol kanatlarda ih­


tiyat. İhtiyat birliklerine çok önem verilirdi. Düş­
man, büyük Türk ihtiyatını yok sanarak Türk şaf­
tlarına iyice dalınca, çok üstün olan Türk toplanyle
^yıpratılır, sonra merkezde bulunan padişahın veya
“ serdâr-ı ekran” denen başkomutanın emriyle ih­
tiyat kuvvetleri işe karışırdı
İhtiyat kuvvetleri son anda işe karışınca, baş-
komutan iki kanadı kıskaç gibi kapatarak düşmanı
;y ok ederdi. Türk başkomutanı, ordusunun bütün bir­
liklerine hâkimdi. Emirleri dakikası dakikasma ye­
rine getirilir, birliklerini dama taşı gibi oynatır, bu-
■tün komutanlarım tanırdı. Türk ordusunun en büyük
üstünlüklerinden biri de bu hususiyetti. Çünkü Av­
rupa orduları, birleşik kuvvetler, dilleri, milliyetleri,
hükümdarları, komutanları ayrı bildikler hâlinde
1Türk ordusunun karşısına çıkıyordu. Her komutan
ancak kendi birliğine söz geçirebiliyor, başkomutan
unvanım taşıyan Avrupa hükümdarının iktidarı,
«doğrudan doğruya kendine bağlı kuvvetlerden öteye
gidemiyordu.
Asrımıza kadar İngiliz ordusunda olduğu gibi,
'T ürk ordusunda da askerlik, bir meslekti. Yani sa-
-vaş çıkınca asker toplanmaz, bu işi meslek seçmiş
- ve devletçe belirli yerlere yerleştirilmiş maaşlı veya
"tımarlı muharipler toplanırdı. Sulh zamanında talim
ve terbiye çok sıkı tutulurdu. Türk silâhlan, daima
en modern silâhlardı. En küçük yıpranmada değiş-
"tirilir, yenileri verilirdi. Bu işle “ cebeci” sınıfı uğra­
t ır d ı. Nihayet Osmanlı Türk İmparatorluğunun bit­
m ek tükenmek bilmeyen mâlî ve İktisadî kaynaklan,
•>en büyük ve mükemmel ordu ve donanmadan en iyi
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 123'

şekilde savaş alanına götürebilecek güc ve kudret­


teydi.
Osmanlı Türklerinin yükselme çağlarında yap­
tıkları savaşlar, XVT1L ve X IX . asırlarda Büyük.
Friedıieh, Napoleon gibi büyük AvrupalI komutan­
ların yaptıkları savaşlardan gerek alınan sonuçlar,,
gerek savaşa katılan kuvvetlerin sayısı bakımındao.
çok daha büyük ve önemlidir.
HAÇLI KOALİSYONU VE FÂTİH SULTAN
MKHMED

İstanbul’un Fetihi’nden tam 10 yıl sonra, 1463 te,


Türkiye ile Venedik arasında savaş çıktı. Az zaman­
da 25 den fazla devlet Venedik’le birleşerek Türki­
ye’ye savaş açtı. Bu büyük savaş tam 16 yıl sürdü ve
1479 da bitti. M üttefiksiz olan Türkiye’nin karşısın­
da “ büyük devlet” lerden tam 8 i yer aldı: Venedik,
Macaristan, Almanya, Lehistan, Napoli, Kastilya,
Aragon ve İran. Bu koalisyona, ikinci derecede daha
birçok devlet katıldı: Papalık, Kıbrıs, Rodos, Flo­
ransa, MUano, Savua, Ferara, Modena, Siena, Luka,
Pisa, Mantua, Trento, Burgonya, Ceneviz, Gürcistan
ve Karaman. Türkiye’yle savaşa girişmeyen Fransa,
İngiltere gibi devletlerin tutumu da, koalisyonu des­
tekler mahiyetteydi. Türkiye, her tarafından düş­
manlarla sarılmıştı. Anadolu’da İran -T ü rk İmpa­
ratorluğu yani Akkoyunlular, Karamanlı Türk Kral­
lığı, Ortodoks Gürcistan Krallığı, Osm anlı Türkiye’­
sini tehdit ediyordu. Balkanlar’da, o çağ Avrupa'sı­
nın en büyük devletleri olan Venedik Cumhuriyeti,
Macaristan Krallığı, Almanya İmparatorluğu, Lehis­
tan Krallığı bütün kara ve deniz kuvvetlerini sefer­
ber etmişlerdi. Akdeniz’de Napoli, Aragon ve Kas­
tilya krallıkları üe Papalık, Rodos şövalyeleri ve Kıb­
rıs Krallığı, Türkiye’ye karşı birleşmişlerdi. Bu koa­
lisyon, Arnavutluk, Hersek ve Moldavya gibi yeni
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 125

Türk hakimiyetine geçmiş ülkelerde de büyük ölçü­


de isyanlar çıkarttı.
Bu harikulâde koalisyon, uzun bir çalışmanın
eseriydi. Daha İstanbul’un Fethi'nin üzerinden bir
yıl geçmeden, 1454 nisanında Regensburg’ta topla­
nan Alman İmparatorluk Meclisi’nde İm parator İÜ .
Friedrich ve Napoli kralı V. Alfonso, böyle bir koa­
lisyona ön ayak oldular. Türkleri Avrupa’dan sö­
küp atmak için, bütün Hıristiyan devletler arasında
5 yıl mütareke yapılması kararlaştırıldı. 1457 de Pa­
pa m . Calnctus, ittifakı Asya devletlerine de teşmil
etti. OsmanlIların en büyük rakibi olan Akkoyunlu
Türklerinin imparatoru Uzun Haşan ve Gürcistan
Kralı üe müzakerelere girişti. Uzun Haşan, İran,
Irak, Doğu Anadolu, Kafkasya gibi ülkeleri elinde
tutan çok kudretli bir hükümdardı. HL Calixtus’un
halefi Papa D. Pius, OsmanlIlara karşı bir Haçlı se­
feri açılması için Mantua’da bir kongre topladı. Son­
raki papalar, II. Paulus Ue IV. Sixtus, bu siyasete
devam etüler. 1463 te, Türklerin Bosna’yı alması
üzerine Avrupa'nın en kudretli askerî devletleri olan
Venedik’le Macaristan birleştiler. Koalisyon, tam
mânasıyle teşekkül etti; hattâ savaştan sonra O s-
manlı Türkiyesi’nin ne şeküde bölüşüleceği karar­
laştırıldı. Venedik Mora, Attika, Tesalya, Epir’i, A r­
navutluk’ta ihtilâl çıkartan İskender Bey Arnavut­
luk ve Makedonya’yı, Macaristan ise Sırbistan, Bosna,
Güney Romanya ve Bulgaristan’ı, yani arslan payım,
alacaktı. Merkezi İstanbul olmak üzere Trakya’da
Bizans İmparatorluğu da ihya edüecekti. Türklerin
Avrupa’dan tamamen sürülmeleri karar altına alın­
mıştı. Uzun Haşan da Osmanlılar’ı Anadolu’dan
-426 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

.Balkanlar’a atmak azminde olduğuna göre, Osmanlı


devletine hiç bir hayat hakkı tanınmadığı anlaşılır.
Bu durum, Türkiye’nin başında bulunan Fâtih Sul.
'tan Mehmed’in ne derecelerde nazik vaziyette bulun,
duğunu açıklamaya fazlaaıyle yeter.
Fâtih, en çok Bizans İmparatorluğunun ihyası
-projesinden çekiniyordu. Çünkü bu projede Avrupa
devletleri Üe Akkoyunlular ve onların peşinden gi­
den Karamanoğullan arasında tam bir görüş birliği
vardı. Akkoyusılu Uzun Haşan, İstanbul ve Trabzon’­
da, kendi himayesi altında iki Kum İmparatorluğu
vücude getirmek istiyordu. Esasen Fâtih’in Trabzon
tahtından uzaklaştırdığı Konininos hanedanı üe bir­
çok akrabalık bağlan vardı. Uzun Haşan, Osmanl
devletini Türk geleneklerinden uzaklaştırmakla it­
ham ediyor, Batı Türklerini kendi idaresi altında
toplamak istiyor, bunun için Balkanlar’ı Avrupa’ya
peşkeş çekmekte beis görmüyordu.
Avrupa, Uzun Hasan’ı yeni bir Timur rolünde
görüyordu. Avrupa devletleri, OsmanlIlar’a Anadolu
tarafından darbe vurulmadıkça, bütün kuvvetlerini
Tbir araya getirseler dahi savaşı kazanamayacakları­
nı, pek pahalı tecrübeler sonunda iyice anlaşmışlardı.
'Onun için, Akkoyunlu ve Karamanlı ittifakına dört
-elle sarıldılar. Uzun Hasan’ın başkenti Tebriz üe Av­
rupa başkentleri arasında elçüer gidip geliyor, savaş
planlan geliştiriliyordu.
Düşman faaliyetini Fâtih Mehmed, günü gününe
vhaber alıyordu. Osmanlı casus şebekesi, bütür^ A v-
vupa’ya yayılmıştı. Avrupa'nın birçok sarayında
^Fâtih’in haber kaynaklan vardı. Büyük Türk Haka-
m ı’nın en büyük endişesi, aynı anda Anadolu ve
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR ızv
Rumeli’nde düşmanla çarpışmaya mecbur kalm aktı»
Bunu önleyebilmek için, bütün dehâsını kullanmış­
tır. L Haçlı Seferi’nden beri Türkiye devletini tehdit
eden bu en büyük koalisyon, Fâtih’in müstesna as­
kerlik ve siyaset dehâsı sayesinde kırıldı ve yeniidi.-
Fâtin’in bu husustaki faaliyeti, Avrupa devletlerdi
arasmdaki siyasî dâva ve anlaşmazlıkları ne dereceye-
kadar bütün incelikleriyle büdiğini gösterm ek bakı­
mından da mühimdir. Türkiye Hakam’nm her taraf
ta düşmanlarım yenmesi üzerine Papa n . Pius, ke­
derinden öldü. Halefleri olan papalar, ondan dalıa .
iyi günler görem edi. Fâtih, bir ara Venedik’e M ora'-
yı, sonra Macaristan’a Bosna’yı vâdetmek suretiy­
le onları uyuttu. Düşman bu vaatlerin zaman kazan­
maktan ibaret olduğunu kavradığı anda Fâtih, en*
büyük ve kudretli düşmanı olan Sultan Uzun Hasan'ı
Otlukbeli sahrâsında m ahvetm işti Karaman devleti­
ni de Osmanh topraklarına katan Fâtih, Akkoyun--
lular’m Orta Anadolu üzerindeki bütün emellerink
kırdı. Sonra Venedik üzerine döndü. Akıncı ordulany- •
le Venedik şehrinin varoşlarına kadar Cumhuriyet’in
bütün topraklarını tahrip ettirdi. 1479 da 16 yıllık
amansız bir mücadeleden sonra tarihin gördüğü en
kudretli koalisyonlardan biri, kırılmış ve yenilm işti;
Türkiye’den sulh istiyordu, ölümünden 2 yıl önce-
Fâtih, kudretine son olmayan bir devlet; ve Yavuz’­
la Kanunî’ye, temellerini attığı, “ Cihan İmparator­
luğu” mm gerçekleştirilmesi işini bırakıyordu.
FÂTİH DEVRİNDE TÜRK AKINCILARI

Osmanlı devletinin Avrupa’da yaptığı baş dön­


dürücü fetihlerin sırlarından biri, “ akıncı” denen as­
ileri sınıfın varlığıdır. Bugünün “ komando” lanna
karşılık olan akıncılar, düşmanın İktisadî ve manevî
yapısını altüst ederek, savaşm kazanılmasında pek
•önemli bir rol oynarlardı. Türk akın tekniği şöyleydi:
Alımcı ordusu, belirli yerlerde parçalara ayrılır, o
parçalar gene belirli yerlerde daha küçük birliklere
"bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin
tahrip edeceği şehir ve kasabalar önceden kararlaş­
tırılırdı. Dönüşte birlikler, gene belirli yerlerde fakat
•evvelce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere bir­
leşirler, birkaç birleşmeden sonra tekrar tek ordu
hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum,
düşman ülkesini dehşet içinde bırakır, yıldırımlar ve
kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne
‘zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüz­
lerce söylenti çıkardı.
Fâtih Sultan Mehmed, son yıllarında, 25 kadar
•devletle birden tek başına savaşa girişm işti. Bu sa­
vaşı kazanmak için, akıncı ordusundan pek çok fay­
dalandı. Venedik, Macaristan, Polonya ve Almanya
gibi Türkiye Ue savaş durumunda bulunan büyük
Avrupa devletleri, akıncılarla yıldırıldı. Bu akınlarm
•önemi hakkında bir fikir edinebilmek için, büyük
akıncı beylerinden Mihaloğiu Gazi Alâeddin Ali
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 129

Paşa’nın hayatı boyunca Tuna’yı kuzeye doğru tam


330 defa geçtiğini hatırlamak kâfidir. A li Paşa, bu
altınlarından birinde Macaristan kralının kızını esir
almıştı. “ Mehtâb Hanım” adım alan bu prenses,
A li Paşa ile evlendi ve Gazi Haşan Bey, Gazi Ahmed
Bey, Gazi Mehmed Bey, Gazi Hızır Bey, Gazi Kara
M ustafa Bey adlarındaki 5 ünlü akıncı beyi, bu ev*
lenmeden doğdu. Bu 5 kardeş de, Kanunî'nin ilk
yıllarında ve çeşitli akmlarda şehit olmuşlar, hiç
biri yatağında ölmemiştir.
A li Paşa’nm 1473 Macaristan akınmda Varadin
şehri zaptedildi ve 18.000 Türk akıncısı, 60.000 esir
ve 900.000 baş hayvanla Türkiye’ye dönüldü. Bu ra­
kamlar, düşmanın İktisadî gücünün, sonuç bakımın­
dan da savaş kabiliyetinin ne derecelerde kemirildi-
ğini açıkça gösterir. 1478 Venedik akınına, 15.000 ki­
şi katıldı. Başkomutan, İskender Paşa idi. Yanında
Mihaloğlu Ali, Malkoçoğlu Bali Beyler vardı. Friul’-
den sonra Gorizia şehrini düşüren akıncılar, Isonzo
ırm ağına varınca, yeni katılan birliklerle 30.000 kişiyi
buldular. Tlirklerin "A ksu” dedikleri Isonzo’ya ge­
lince, 150.000 akıncı bu suyu atladı. Diğer 15.000 i,
ırmağın berisindeki ülkede kaldı. Çok sarp edan ve
yayaların bile geçemediği yerlerden akıncılar, atlarım
kayalardan ve yarlardan atlatarak geçiyorlardı. Ve­
nedik Ovası’nı yakan bu korkunç akın, Venedik dev­
letini savaşta saf dışı bırakan ve sulh istemeye mec­
bur eden başlıca askerî hareketlerden biri oldu. 1479
yazında yapılan akın, Türk tarihinin en büyük akın
hareketlerinden biridir. Bu akın, tam kadro, 43.000
akıncı üe yapıldı. Venedik tarafında serbest kalan
Türkiye, artık bütün gücüyle Macaristan ve Alman­
ya’ya yükleniyordu. Türklerin “ Erdel” dedikleri
9
130 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Transilvanya’daki altın ve gümüş madenlerinin tah­


ribini hedef tutan bu akında, kuzeye doğru 310i alın­
dıkça birçok kola ayrılan akm aların başında tam 12
sancak beyi yani akıncı tümgenerali bulunuyordu.
Başlıcaları, Mihaloğlu  li Paşa, Mihaloğlu İskender
Bey, Malkoçoğlu Balı Bey, İsa Bey ve Haşan Bey
idi. Bu beyler, meselâ A li Paşa, Macarca ve Romence
dahil, birkaç Avrupa dilini, Türkçe derecesinde ko­
nuşuyorlardı. Bu alanda, bütün Transilvanya çiğ­
nendi. Almanya ve Macaristan’ın nefesini kesen ve
savaşm Türklerce kazanılmasını sağlayan bu akın,
OsmanlIlar için de zayiattı oldu. 43.000 akıncının
20.000 i, Büyük Macar Ovası’nın zümrüt rengindekî
topraklarında can verdi.
Almanya’ya ve Polonya’ya yapılan akınlar da.
düşmanı, iktisadı bakımdan yıkıma götürdü. 1480 de
akıncılar, 5. defa olarak K am iol’e, 4. defa olarak
îstirya’ya girdiler. Avusturya'nın Graz şehrine ka­
dar uzanan bu akında Dâvud Paşa, Hırvatistan, Slo-
venya ve îllirya gibi ülkeleri altüst etti.
Osmanh tarihçilerinin ifadesine göre “ köpekleri
domuzlara ve domuzlan köpeklere düşürerek” Fâ­
tih’in kazandığı bu 16 yıl süren ve 25 kadar devlete
açılmış olan Büyük Savaş, Türkiye’yi, bütün dünya­
nın ümit ettiğinin aksine, büyük bir galibiyetin tem -
sücisi durumuna yükseltti. Fâtih Sultan Mehmed’in
askeri ve siyasî dehâsının yanında, akıncıların da
paylannın büyük olduğu bu savaş, Türk Osmanlı ta­
rihinin dönüm noktalarından biri oldu. Türkiye’yi,
emsalsiz parlaklıkta bir geleceğe doğru itti ve Os­
manlI gücünün miinakaşasız şekilde cihan çapında
olduğunu, hiç bir m üttefikler koalisyonu tarafından
yenilemeyeceğini açık ve seçik olarak gösterdi.
KAirUNl’nin ESTEKGON SEFERİ

Kanunî Sultan Süleyman Han'ın onuncu seferi,


OsmanlI tarihlerinde “ Estergon Sefer-i Hümâyûnu”
diye anılır. Bu sefer, Macaristan’da Estergon ve Is-
tolni - Belgrad kalelerinin fethi kadar, Türk ordusu­
nun gösterdiği ihtişamla da meşhurdur. 23 nisan
1543 te Orduy-ı Hümâyûn, Macaristan’a gitmek üze­
re Edirne’den ayrılırken yapılan geçit resmi ve tö­
ren, tarihe, Türk debdebe ve gösterişinin parlak bir
örneği olarak geçm iştir.
En önde, ordunun su taşıyan saka sınıfına men­
sup bölükleri Uerliyordu. Bunların ardından, padişa­
ha mahsus hazîneyi, parayı ve eşyayı taşıyan 2.100
katır geliyordu. Bu hayvanlar, 300’ erden 7 bölük
teşkil edecek şekilde düzenlenmişti. Sonra 900 kişi­
lik bir atlı hassa taburu bunları takip ediyordu. Bu
tabur 100 diziden kurulmuştu ve her dizide 9 ath
vardı. Ordunun bir kısım yiyecek ve cephanesini
taşıyan 5.400 deve, her dizide 6 hayvan bulunmak
üzere 900 sıra halindeydi. Bu hecinsüvar levazım
tugayım 1.000 kişilik cebeci taburu, 500 kişilik lâ­
ğım cı (istihkâm ) taburu, 400 kişilik arabacı (nakli­
ye) taburu takip ediyordu. Her birliğin başında, tö­
ren üniformalarını giym iş subaylar yer alıyordu.
Daha sonra, ordunun ruhu ve esası olan tımarl si­
pahi tümenleri geliyordu. Bunlar, Anadolu tımarlıları
idi. Rumeli tımarlıları, Sofya’da katılmak üzere bu
132 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

şehirde toplanmışlardı. Tımarlıların ardından, bütün


maiyet halkı ile muhteşem bir kalabalık teşkil eden
nişancı (devlet bakanı), başdefterdar (m aliye baka­
n ı), Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, nihayet 4 vezir
at sürüyordu. Her vezirin önünde tuğlarım taşıyan
3 tuğcu, beylerbeyilerin önünde 2 tuğcu, sancak bey­
lerinin önünde ise 1 tuğcu görünüyordu. Bu gene­
rallerin hemen arkasında, kalabalık bir kurmay su­
baylar, yaverler ve emir subayları yer alıyordu.
Bunlardan sonra padişahın şahsına bağlı saray
birlikleri geliyordu. Hükümdarın şahsî hizmetkârları,
sonra “ çavuş” ve “ kapıcıbaşı” denen-ve sayılan 300 ü
bulan hassa yaver ve emir subayları derliyordu.
Bunlar, göz kam aştıncı üniform alar giym işlerdi;
elbiseleri en usta terziler elinden çıkmış ve en değerli
kumaşlardan dikilmişti. 12.000 kişilik tam kadrolu
Türk ağır piyade tümenini teşkü eden Yeniçeriler,
ortalar (taburlar) hâlinde yürüyorlardı. Bazı Yeni­
çeri birlikleri tüfekli, bazıları sadece kılıç, ok ve
yayh idi. Yeniçerileri 7 sırmalı sancak ve 7 tuğ ta­
şıyan 14 sancakdar ve tuğcu izliyor ve hükümdarın
şahsına mahsus olan bu “ 7” sayısı, padişahın yak­
laşmakta olduğunu haber veriyordu.
200 kişilik mehter takımı, mehterbaşımn baş­
kanlığında, yeri ve göğü inleten havalar çalarak,
korkunç denecek derecede muhteşem ve muntazam
adımlarla derliyordu. Mehterlerin sazlan, altm zen-
cirlerle boyunlarına asılmıştı. Daha sonra 400 kişi­
den ibaret “ solak” denen başka bir hassa taburu yer
alıyordu. Solakların kılık kıyafeti, bahar güneşi al­
tında pınl pınl yanıyordu. Başlarında tavus tüyün­
den sorguçlar vardı. Yalnız böyle bir birliği geçir-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 133

mekf o devirde, ancak büyük bir imparatorluğun


harcıydı. Ardlanndan gelen 150 hassa yaveri ve pro­
tokol subayının üniformaları ise mücevhere boğul­
muştu. Elbiselerinin düğmeleri elmastandı. Geçtik­
leri yere, gözleri kör eden bir ışık deryası yayılıyor­
du. Bunların başında “ çavuşbaşı” denen mâbeyn-i
hümâyûn mareşali vardı. Daha sonra, 70 kişiden
ibaret “ peyk” denen bir hassa takımı geliyordu.
Bunlar, 35 i sağda, 35 i solda olmak üzere yürüyor
ve aralarında “ Cihan Padişahı” Kanunî Sultan Sü­
leyman Han at sürüyordu. Bilhassa yabancılar pa­
dişahın mücevherler içinde geçeceğini sanırlarken ilk
defa olarak hayal kırıklığına uğruyorlardı. Çünkü
hükümdar, sade bir elbise giym işti. Bütün ihtişamı,
görülmemiş güzellikteki atmdaydı. Bu at, akıl almaz
büyüklükçe inci, pırlanta ve zümrütler kakılmış ko­
şumlar taşıyordu. 48 yaşına gelen ve 46 yıllık salta­
natının 23. yılında bulunan Kanunî’nin yüz ifadesi,
asık çehreli denecek kadar ciddî ve vekarlı idi. Ha­
fifçe önüne bakıyor, buna rağmen, bütün ordusuna
hâkim bir başkumandan olduğu hemen anlaşılıyordu.
Daha sonra topçu, “ azab” denen h a fif piyade
alayları geçiyordu. Ordunun diğer birlikleri, bitmek
tükenmek bilmez dizüer hâlinde yürüşlerine devam
ediyorlardı. O zaman dünyanın en büyük şehirlerin­
den biri olan Edirne’nin halkı, biribirleri üzerine yı­
ğılm ış azametli bir kitle hâlinde, fakat dikkat çekici
bir sessizlik içinde, ordularım seyrediyorlardı. Yalnız
gözlerinden bu manzara üe öğündükleri anlaşılıyor­
du. Alkış vc gösteri yoktu. Atların nal sesleri büe
hafifçe duyuluyordu İşitilen tek şey, Mehtertıâne-i
Hâkaanî’nin ceng havalan idi. Ordunun geçişini iz­
134 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lemek için İstanbul’dan gelmiş olan yabancı diplom at


ve tacirleri en çok şaşırtan, bu mutlak sessizlikti-
Avrupa ordularının kulakları sağır eden gürültüle­
rine alışan yabancılar, Türk ordusunun ve milletinin
sükûneti karşısında, başka bir âleme geçmiş gibi
oluyorlardı.
VÂDİSSEYL ZAFERİ

X V I. asır sonlannın cihan tarihi çapında en


önemli hadiselerden biri. 1499 dan beri dünyanın
büyük devletleri arasında bulunan Portekiz’in siyasî
varlığının son bulmasıdır. Bütün X V I. asrı dolduran
bir mücadeleye rağmen Hind Okyanusu’nda Porte-
kızlüer’i yok edemeyen Türkler, A frika’nın kuzey­
batı ucunda, Fas’ta bu işi başardılar.
Fas, 1553 te Cezayir beylerbeyisi Salih Paşa ta­
rafından Türk Osmanlı imparatorluğuna bağlanmış,
fakat bir müddet sonra aradaki bu bağ kopmuştu.
O zaman büyük devletler arasında sayılan Fas sul­
tanlığı, Türkiye’nin Cezayir eyaleti ile yakın ügilere
sahipti. 1574 te Fas sultanı I. Abdullah öldü. Oğlu
H I. Muhammed tahta çıktı. Ancak amcaları Abdül-
m elik ve Ahmed, m . Muhammed’in hükümdarlığım
tanımadılar. Bunlardan büyüğü olan Abdiilmelik,
İstanbul’a geldi. III. Sultan Murad tarafından kabul
edildi. Padişaha tâbi olmak ve yıllık vergi vermek
şartıyle kendisinin atalarının tahtına çıkarılmasını
istedi. Abdülmelik, öteden beri Türklerle dosttu.
Uzun yülar siyasî mülteci olarak Cezâyir’de otur­
muştu. Kapdân-ı Derya Kılıç A li Paşa’nın dostluğunu
kazanmıştı. Osmanlı hükümeti, Abdülmelik’i destek­
lem eye karar verdi. Ancak bu, pek kolay bir iş değildi.
İstanbul - Fas yolu kuşuçuşıı 3.000 kilometreydi. Hü­
kümet, bu nazik işi, en değerli Türk amirallerinden
136 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

birine, Ramazan Paşa’ya verdi. Ramazan Paşa, 14.700


kişilik bir Türk ordusuyle Fas’a ayak bastı. Abdül-
melik, yanındaydı. Türkler, m . Muhammed’in 60.000
kişilik ordusunu kolayca dağıtıp, amcası Abdülme-
lik’i Fas İmparatorluğu tahtrna oturttular, 9 mart
1576 da Abdülmelik, sultan ilân edildi.
Sultan Abdülmelik, akıllı bir hükümdardı. Vak­
tiyle Ispanya’ya, Portekiz'e, Kuzey A frika’ya hâ­
kim olan Fas İmparatorluğunun çöküntü devresinde
olduğunu biliyordu. Üstelik yeğeninin İspanya ve
Portekiz'le işbirliği yaparak tahtım elde etmek iste­
yeceğini de kestiriyordu. Esasen Türk dostuydu.
Türk desteğine mutlak bir ihtiyacı vardı. Yıllık ver­
gisini İstanbul’a yollamakta acele etti. Türk teşkilâ­
tım örnek alarak Fas’ta geniş ölçüde reform hare­
ketlerine girişti. Yüzlerce Türk subay, teknisyen ve
sanatkârı Fas’a gelip Sultan Abdülmelik’in hizmeti­
ne girdi.
D iğer taraftan m . Muhammed, amcasını de­
virmek için Portekiz’den yardım istemişti. Uzun za­
mandan beri böyle bir fırsat gözleyen Portekiz, 3
yıldan beri Fas seferine hazırlanıyordu. Portekiz
kralı Don Sebastiao, devrin en kudretli Hıristiyan
hükümdarı olan İspanya kralı m. Felipe’den de yar­
dım istedi, m . Felipe, 50 kadırga ve 5.600 kara as­
keriyle PortekizHler’i desteklemeyi kabul etti. Yapı­
lan anlaşmaya göre Fas’ın Akdeniz ve Atlantik kı­
yılan Portekiz’e katüacak, bir kara devleti hâline
getirilecek olan Fas sultanlığı da Portekiz himayesini
kabul edecek, Türk himaye rejim i kaldırılacaktı.
Bizzat K ral’m komuta ettiği Portekiz ordusu 4
haziran 1578 de donanmaya bindirildi Tanca’mn az
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 137

güneybatısında Fas topraklarına çıktı. Güneydeki


Arâiş limanım almak istiyordu. Fakat Ramazan Pa-
şa’nın komuta ettiği T ü rk -F a s ordusunun üzerine
geldiğini öğrenince, güneydoğuya, İspanyolların
“ Alcazarquivir” , Araplar’ın “ Kasrulkebîr” dedikleri
şehrin yambaşındaki Vâdisseyl ovasına indi. Türkiye
Ue Portekiz arasındaki 60 yıldan beri süregelen bü­
yük mücadelenin kesin sonucu, bu ovada alınacaktı.
Portekiz - İspanyol ordusu 80.000 asker ve 360
toptan ibaretti. Bu orduda Papalık, İtalyan, Alman,
hattâ Fransız birlikleri de vardı. Büyük Portekiz -
İspanyol armadası, Fas'ın Atlas Okyanusu kıyılann-
daydı. Ramazan Paşa, ancak 30.000 Türk ve 30.000
Arap askeri toplayabilmişti. Cezayir’deki Türk do­
nanmasına da Fas kıyılarına yaklaşması emrini ver­
di. Batıklar, 4 ağustos.1578 Vâdisseyl meydan mu­
harebesine “ Üç Kral Muharebesi” de derler. Çünkü
düşman ordusunda Portekiz Kralı ile eski Fas sul­
tam m . Muhammed, Türk- ordusunda Sultan A bdiil-
melik bulunuyordu. Sultan Abdülmelik’in kardeşi
olan müstakbel -Fas sultam n . Ahmed de Türk ordu-
sundaydı.
Ramazan Paşa’nın askerlik dehasıyle Portekiz
ordusu, birkaç saat içinde yede edildi. 20.000 ölü,
40.000 esir veren düşmanının ancak 20.000 i dağınık
bir halde vuruşma alanından kaçtı. Kıyıya can atıp
kendilerini bekleyen Portekiz donanmasına bindi,
ölü ler arasında Portekiz’in genç kralı Ue en büyük
devlet adamları ve asilzadeler vardı. Ülkeye H ıristi-
yanları çağıran ve onlarla işbirliği yapan İÜ. Mu-
hammed’i Ramazan Paşa, muharebe meydanında der­
hal öldürttü. Sultan Abdülmelik’e gelince, hasta ol-
138 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

duğu halde, Fas birliklerinin başında bulunmak için


savaşa katılmıştı. Fakat son derece ümitsizdi. Küçük
Türk ordusunun muazzam Portekiz ve müttefikleri
ordusunu yenemeyeceğini, atalarının ülkesinin Hıris­
tiyan boyunduruğuna gireceğini sanıyordu. Sultan
Abdülmelik’e göre en iyi sonuç, Portekizlilere yenil­
memek olabilirdi. Ramazan Paşa’nm kesin sonuç al­
dığım ve K ral’ın bile vuruşma alanında kaldığım gö­
rünce o derece sevindi ki, heyecandan oracıkta öldü.
Türk zaferi, bununla da kalmadı. Atlas Okyanusu
kıyısındaki Portekiz donanması, m uzaffer krallarım
beklerken 20.000 döküntü ile karşılaşınca, bütün ma­
nevî gücünü yitirmişti. Ramazan Paşa, bu fırsatı
kaçırmadı. Sinan Reis’in komutasındaki Türk donan­
masına derhal taarruz emri verdi. Sinan Reis, düş­
man donanmasını bozdu. Birçok Portekiz kadırgası
batınldı ve binlerce kişi öldü. 500 ü denizden toplan­
mak suretiyle esir alınarak Türk gemilerine çıkarıl­
dı. Türkler, hiç bir gemi kaybetmediler. Vâdisseyl’de
ele geçen muhteşem Portekiz hâzinesinden ve 360
toptan başka, bu deniz zaferinde de pek çok ganimet
alındı. XVI. asnn en büyük devletlerinden biri olan
Portekiz, bu müthiş darbeye dayanamadı, istik­
lâlini kaybetti ve Ispanya tarafından yutuldu. 60
yıllık bir mücadeleden sonra, Türk Osmanlı im para­
torluğu için bir Portekiz meselesi kalmamış, A frika
kıt'asınm medeni âlemce bilmen bütün ülkeleri, Türk
hakimiyetine geçmişti.
IIAÇOVA ZAFERİ

12 ekim 1596 da, m . Sultan Mehmed Hân’ın ko­


mutasındaki Türk Osmanlı ordusu, Kuzeydoğu Ma­
caristan’daki E ğri kalesini, Almanlar’dan almıştı.
Bunun üzerine, Almanya İmparatoru, kardeşi A rşi­
dük Maximilien’in başında bulunduğu büyük bir or­
duyu, Türklerin üzerine gönderdi. 25 ekim cuma gü­
nü, iki ordu, Haçova sahrasında karşı karşıya geldi
Düşman ordusunda, çeşitli Alman devletlerinin kuv­
vetlerinden başka, İspanyol, Papalık, Floransa, Leh,
Çek, Slovak, İtalyan, Holanda, Belçika birlikleri, hat­
tâ Fransız gönüllüleri vardı. 100 top taşıyorlardı.
Türkler, 60.000 tımarlı sipâhîsi, 55.000 Kapıkulu ve
25.000 Kırrnı atlısı olmak üzere 140.000 kişiden iba­
retti.
26 ekim sabahı, her iki ordu, savaş düzenine gir­
di ve birbirine yaklaşmaya başladı. Türk ordusunun
merkezinde 111. Mehmed, yanında Sadrâzam Dâmâd
İbrahim Paşa, Hoca Sâdeddin Efendi, Kazaskerler
ve Vezirleı bulunuyordu. Sağ kanada Anadolu bey-
lerbeyisi Vezir Mehmed Paşa, sol kanada Vezir So-
kollu - zâde Haşan Paşa komuta ediyordu. Kırım at­
lılarının başında, Gazi Giray Hân’ın kardeşi Fetih
Giray vardı. Savaşı bize anlatan ünlü tarihçi Peçevî
İbrahim, sol kanatta, muharip subaylar arasındaydı.
Büyük meydan savaşı, Alman taarruzuyle baş­
ladı. Türk ordusu, bu taarruzla sarsıldı. Almanlar,
140 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Tiirk merkezine derinlemesine girdiler. Arşidük


Maximilien’in emrine karşı olarak düşman askeri.
Türk merkezindeki çadırları yağmalamaya başladı.
III. Mehmed, geri çekildi ve otağına girdi. Sadrâzam,
m erkez birliklerinin arkasına sığındı. Almanlar, Türk
cephane sandıklarının üzerine çıkmış, keyiflerinden
dans ediyorlardı. Padişah, otağ-ı hümâyûnunda, sır­
tına Peygamber’in hırkasını giym iş, eline Peygam­
berim mızrağını almış, duâ ediyordu. Otağa giren
Sadrâzam İbrahim Paşa, in . Mehmed’in duasını ya­
n d a kesti. Derhal geriye çekilmesinin gerektiğini,
askeri bir zorunluk olarak bildirdi. E sir düşerek bü­
tün Türk İmparatorluğunun başım büyük bir belâya
sokmak istemeyen m. Mehmed, geri çekilmeye ha­
zırlanıp atma bindi. Tam bu sırada, padişahın hocası
Sâdeddin Efendi, hükümdarın atının gemlerine ya­
pıştı: “ Padşâhım, dedi; nereye gidersiz? Çengin hâli
budur, hâtır-ı şerifinizi hoşça tutun. Lâzım olan, ye­
rinizde sâbit ve ber-karâr olmakdır. Peygamberimiz’in
m û’cizeleriyle, nusrat-u zafer bizdedir!”
Hoca Sâdeddin Efendi, bu müdahalesiyle, Os­
manlI tarihinin büyük zaferlerinden birini sağladığı
gibi savaşın kaybedilmesini de önledi. Bu sırada Or-
duy-ı Hümâyûn vâm Şeyh Hızır Efendi, 10 müridiyle,
ön saflara atılmıştı. Şeyh ve müritleri, ellerinde kılıç,
âyetler okuyarak askeri savaşa çağırıyor, kaçanların
üzerine Peygam ber’in lânetini isteyen beddualar yağ­
dırıyorlardı. Bu derviş - gazilerin hemen hepsi Ön
saflarda şehit düştü, m. Mehmed’i dimdik atının
üzerinde, Hoca Efendi’yi onun yanı başında atının
gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kınm atlıları,
zaferi elde ettiğini Banan düşmana dehşetli bir taar-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 141

niza başladılar. Neye uğradığını anlayamayan Arşi­


dük, birliklerine hâkim olamadı. “ K âfir kaçdı!”
“ Nemçelü sındı!” diye haykıran Türkler, yanm saat
içinde 20.000 düşman atlısını Haçova kenarındaki
bataklığa sürüp yök ettiler. 50.000 düşman da savaş
meydanında öldürüldü. 100 Alman topu, Tiirklerin
eline geçti. Topçusunu ve süvarisini kaybeden, piya­
desi de büyük kayıp veren Arşidük, savaş alanından
çekildi.
26 ekim akşamı, güneş batmadan, bütün Haçova,
göz alabildiğine düşman cesetleriyle dolmuştu. Türk­
ler, birkaç bin şehit vermişlerdi. Alman ordu hazînesi
ve ağırlıkları, Ösmanlılar'ın eline geçmişti. Kaçan
düşmanın bir kısmı dâ takip edilerek esir alındı. Bu
suretle Osmanlı fütuhat tarihinin son büyük mey­
dan savaşı, kesin şekilde kazanılmış oldu. Fetih Gi­
ray ve öncü komutanı olarak Cağaloğlu Sinan Paşa,
büyük başarı göstermişlerdi.
Ordunun merkezi bozuldu diye, diğer kanatlar ve
öncü, yerinde sâbitken, hükümdara ric’at tavsiye
edecek kadar telâşlı bir sadrâzamın bulunduğu Türk
ordusu, elbette böyle büyük bir zaferi değerlendire­
mezdi. Geçmişte kazanılan ve ilk Osmanlı hâkanlan
gibi en büyük çapta askerlerin komuta ettiği mey­
dan savaşlarında da bazı kanatlar şu veya bu şekil­
de sarsılmış, hattâ bozulmuş, fakat sonunda, düş­
man yok edilmişti. Muharebe meydanına hâkim olan
Türk hakanı, düşmanı takip etmiş, boş ve müda­
faasız kalan ülkelere girm iş, sulh şartlarını dilediği
gibi dikte edebilmişti. Haçova’dan sonra, böyle ol­
madı. Kazanılan zaferle sarhoş olan vezirlerin bütün
endîşesi, bir gün önce İstanbul’a dönmekten ibaret
142 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

kaldL D çğil ülke fethetm ek, yıllarca süren savaşa


son vermek ve en iyi şartlarla sulh yapmak bile dü­
şünülmedi. Haçova zaferine katılan büyük tarihçi
Peçevî, bu başarının, Mohaç zaferinden daha az
önemli olmadığını, fakat sonucunun alınamadığım
yazmaktadır. Peçevi’ye göre o kışı Belgrad’da geçi­
rip baharda Viyana’ya gidilse, Alman im paratorluğu­
nun başkenti, kendini savunmaktan âciz kalırdı. Am a
Türk ordusunda, bunları düşünecek, düşünse büe
uygulayacak bir tek büyük komutan yoktu. Zaten
Haçova, H oca Sâdeddin Efendi’nin azmi sayesinde
kazanılmışta. H oca Efendi de asker değfldi. Türkler,
henüz büyük zaferler kazanabiliyorlardı. Fakat za­
ferlerin meyvasını toplamayı unutmuşlardı.
R A N İJ£ ZAFERİ

Büyük Türkiye - Almanya savaşı, 1593 ten beri


devam ediyordu. Müstakbel imparator Arşidük Fer-
dinand, bir kış sürpriz taarruzuyle Kanije kalesini
almak üzere 100.000 asker ve 47 ağır topla harekete
geçti. Ordusunda Almanlar’dan başka, İtalyan, Pa­
palık. İspanyol, Maltız ve Fransız birlikleri de vardı.
Bu kuvvetlere karşı Kanije beylerbeyisi yetmişlik Tir­
yaki Haşan Paşa, 9.000 asker ve 100 küçük kale to-
puyle karşı koyacaktı. Almanlar, 9 eylülde Kanije
önlerine geldiler ve günde 1.000 ilâ 2.000 gülle ata­
rak Türk kalesini döğmeye başladılar. Devamlı atış­
lar sonunda Türklerin barutu tükendi. Kanije’de
Uzun Ahmed adında barut yapmasını bilen bir yeni­
çeri vardı. Tiryâki Haşan Paşa, hemen bir barut
imalâthanesi kurdurdu ve bol miktarda barut yapı­
mına başlandı. Bu işler olurken Türk ordusu, Kani-
je'ye 265 kilometre uzakta, Belgrad yakınlarınday­
dı. Sodrâzam Dâmad Yemişçi Haşan Paşa, eylül için­
de Kanije’nin imdadına koşabilirdi. Ancak çabuk ha­
rekete geçmedi ve harekâtın çok zor olduğu bol ya­
ğışlı aylar gelip çattı. Sadrâzam, imdada gelemeye­
ceğini Tiryâki Haşan Paşa’ya resmen bildirdi
Tiryâki Haşan Paşa, Sadrâzam’m mektubunu
gizli tuttu. Sahte bir mektup yazarak bizzat askere
okudu. Bu mektupta Sadrâzam gûyâ, Kanije’ye gel­
mek üzere yola çıktığını bildiriyordu. Almanlar, bir
114 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Türk beylerbeyisini şehit etmiş, başını mızrağın ucu»


na dikip Kanije surları üzerindeki Türklere gösteri»
yorlardı. Haşan Paşa, başı kesildiği iddia edüen bey­
lerbeyinin kırk yıllık dostu olduğunu, düşmanın her­
hangi bir kelleyi beylerbeyi kellesi diye teşhir ettiğini
askerine bildirdi. Ancak bir Türk kürtünüyle ölen
Alman ordusundaki Papa’mn yeğeninin ölümünü A r­
şidük Ferdinahd, aynı başanyle gizleyemedi.
Tiryaki Haşan Paşa, maddî gücünün düşmana
nazaran çok zayıf olduğunu büiyor, daha çok psiko­
loji savaşı yapıyordu. Bazı yanlış bilgiler edinmele­
rine müsaade ettikten sonra, birkaç düşman esirinin
kaleden kaçıp öğrendiklerini Alınanlara bildirmeleri­
ni sağladı. Türk şehitlerinin koynuna, kalede duru­
mun pek mükemmel olduğunu bildiren gûya sadrâ­
zama hitaben yazılmış sahte mektuplar koydurdu.
Muhasaranın, Peygamber’in doğduğu 12 rebîülevvei
gününe isabet ettiğini ve âkıbetin Hıristiyan'lar için
çok karanlık olacağım askerine söyledi. Arşidük Fer-
dinand ise, Haşan Paşa'nın başını kesecek askere
40 köy ihsan edeceğini üân ediyordu. Günde 2.000
gülle yiyen Kanije kalesinin durumu kötüydü. Surlar
delik deşik olmuştu. Kaledeki birkaç yüz sivil Türk,
geceleri asker dinlenirken çalışıp surların en tehlike­
li geldiklerini kapatmaya uğraşıyordu. Ham madde
tükendiği için barut imâli gittikçe bir problem hâline
geliyordu. Kış iyice yaklaşmıştı. Düşmanın eline geç­
mesini temin ettiği sahte mektuplarla Hasah Paşa,
Almanların nasıl olsa soğuktan kırılacaklarını, boşu­
na zahmet edip Kanije’ye gelmemesini sadrâzama
bildiriyordu. Her gün yetişeceği iddia edilen sadrâ­
zamın bir türlü görünmemesinden dolayı sevinen düş­
manın bu neş’eâi, bu mektuptan sonra lrn-ıMı.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 145

Almanlar, sadrâzamın K anije yakınlarına kadar


geldiğini sanıyorlardı. Halbuki Yem işçi Haşan Paşa,
Belgrad’a dönüp kışlamaya ve “ Kanije’yi Cenâb-ı
Bâri’ye ısmarlamaya" karar verm işti. Sadrâzamın
kışlağa çekilmesinin düşman tarafından duyulmasın­
daki tehlikeyi anlayan, esasen cephane ve yiyeceği
tükenen Tiryaki Haşan Paşa, düşmanı bir huruç
hareketiyle dağıtamazsa kalenin düşeceğim anlamıştı.
Muhasara 2 ay, 8 günden beri devam ediyordu.
17 kasım günü Kanije Ovası, göz alabildiğine bembe­
yaz bir kar tabakasıyle örtülmüştü. Almanlar, soğuk­
tan çadırlarına ve tahta barakalarına sığınmışlardı.
Gece olunca Tiryaki Haşan Paşa, akıncı subayların­
dan Gazi Kara Ömer A ğa’yı, 800 askerle kaleden çı­
karttı. Bu beklenmedik huruç hareketiyle düşman
ordugâhı karıştı. Haşan Paşa, Kanije’dekı bütün top­
la n ateşleyerek son barutunu harcadı ve gûya kale­
ye varan sadrâzamın ordusunu selâmladı. Bir yandan
da mehter takımı yeri gökü inleten havalar çalıyor,
Türkler: “ Serdâr Hazretleri yetm iştir!" diye bağıra­
rak gece karanlığında düşmanın mâneviyatını altüst
ediyorlardı.
Daha ilk hamlede Türkler, düşmamn bütün ağır­
lıklarını, yiyecek, cephane ve barutunu ele geçirdiler.
Kanije topçu kumandam İnce Kara, düşmamn bütün
toplarını zaptetti. Düşman ordugâhı, Türklerin eline
geçti. Sadrâzamın muhayyel ordusunun baskınına
uğradığından zerre kadar şüphe etmeyen düşman,
18.000 ölü bırakarak darmadağınık hâlde kaçmaya
başladı. 18 kasım günü, düşman siperleri tamamen
işgal edilmişti. O gün öğleye kadar daha 30.000 Al­
man, takibe çıkan Türk birlikleri tarafından imha
10
146 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

edildi. Alman imparatorluk ordusunun ancak küçük


bir kısmı, Kanije'nin 50 kilometre ötesinde olan
Avusturya’ya yani Alman topraklarına can atabüdi.
80.000 zayiat veren Almanlar, bir tek top ve tüfek
bile götüremediler. Üzerlerinde imparatorun arması
bulunan korkunç büyüklükte 47 muhasara topu,
14.000 tüfek, 60.000 çadır, 14.000 kazma ve kürek,
binlerce araba dolusu yiyecek, ilâç, barut ve silâh
Türklerin eline geçti. Ancak en büyük ganimet, müs­
takbel im parator Arşidük Ferdinand’m otağındaydı.
Bir altın ve bir gümüş taht, 12 kürsü, mücevherler,
altınlar ve ordu hâzinesi, olduğu gibi Haşan Paşa’y a
teslim edildi. Alman başkumandanı, gecelik kıyafe­
tiyle atma atlayıp canını zor kurtarmıştı, öğleye doğ­
ru Arşidük’ün otağına giren Tiryaki Haşan Paşa,
kısa bir hitabede bulundu ve Allah’a şükür maka­
mında hemen oracıkta maiyetiyle beraber bir namaz
kıldı. Kara Ömer A ğa ise, 3.000 askerle Avusturya’y a
dalmıştı. 3.000 kadar Alman köyü, Türk topraklan
içine alındı.
Kara Ömer A ğa’ya Peç sancak beyliği yani
tümgenerallik verildi. Tiryâki Haşan Paşa ise, o ya­
şına kadar erişemediği vezirlik (mareşallik) pâyesiy-
le mükâfatlandırıldı. ITT. Sultan Mehmed, aynca mü­
cevherli bir kılıç ve diğer hediyelerle ihtiyar vezirinin
gönlünü aldı. Tiryâki Haşan Paşa’ya bir hatt-ı hümâ­
yûn göndererek dualar etti. Haşan Paşa “ bu kadar-
cık bir hizmet için padişah bize vezirlik verm iş!” di­
yerek III. Mehmed’in hatt-ı hümâyûnunu sevinç göz
yaşlan dökerek askerine okudu.
BALTACI VE KATERİNA

Çar Petro’nun sürekli kışkırtmaları sonunda,


Türkiye, Rusya’ya savaş açtı. Sadrâzam Baltacı
Mehmed Paşa’ya “ serdâr-ı ekrem” samyle başkomu­
tanlık verildi. Baltacı, 9 nisan 1711de İstanbul’dan
hareket etti. 19 temmuzda Orduy-ı Hümâyûn, Çar
Petro’nun bizzat komuta ettiği Rus ordusunun kar­
şısında yer almış bulunuyordu.
Çar, oldukça gafil avlanmıştı. İki yıl önce rakibi
İsveç kralı XII. Karl’ın Poltava’da yaptığı hatayı
tekrarlamış, bütün ordusunu toplayamadan, 60.000
kişiyle Türk topraklarına girm işti. Diğer Rus birlik­
leri, Türkiye’nin bir eyaleti olan Romanya’yı ele ge­
çirm eye çalışıyorlardı. Baltacı’mn, 140.000 askeri
vardı.
Sadrâzam’m Çar’ı yakaladığı yetin topografik
durumu da Ruslar’ın aleyhindeydi. Çar, adetâ kendi
ayağıyle kapana girmişti. Prut nehri üzerinde, Ka­
las ve Yaş şehirlerinin ortasına düşen bu yer, “ Falcı”
adını taşıyordu. Prut’un bir kıyısı Moldavya, karşı
kıyısı Besarabya idi. Ruslar, karşı kıyıda bulunu­
yorlardı. Çar, Türkleri karşıya geçirmemek için bü­
yük çaba harcadı. Fakat Baltacı, 19 temmuz gecesi
kurdurduğu dört köprü üzerinden bir hamlede 40.000
askeri geçirmeyi başardı. Çar, ordusunu hemen kaz­
dırdığı tabyaların arkasına çekti. Ertesi sabah ta­
mamı karşı kıyıya geçen Türkler, Ruslar’ı kuşattı-
148 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lar. Kırım hanı Devlet Giray da, uzak mesafeden,


Ruslar’m arkasını gözlediği için, düşmanın bütün
yollan kesilmişti. Baltacı, Rus ordusunu yok etmek
için askerini üç defa taarruza geçirdi. Ancak Yeni­
çeriler, açık şekilde gayretsizlik gösterdiler ve Rus
tabyalarına girilemedi. Çar, askerini tabyalardan
çıkarmaya cesaret edemiyordu. Fakat ordusunu so­
nuna kadar savunmaya kararlıydı. Baltacı, yeni bir
taarruzda, savaşa isteksiz olan Yeniçeriler’in bozula­
cağı endişesi içindeydi. Ancak taarruzu tekrarlamak­
tan başka çaresi yoktu. Tam yeni bir hücum için
emir verecekken, Rus murahhastan, sulh istemek için
çıkageldiler.
Bu sırada Çar Petro, ümitsiz bir durumdaydı.
Cesur bir adam olmasına rağmen, kederini unutmak
için içiyor ve durumu kurtarabilecek hiç bir teşebbüs
düşünemiyordu. Yalnız son askerine kadar ordusunu
savunacağım söylüyordu. Sonradan Çar’la evlenen,
hattâ onun ölümünden sonra tahta geçen m etresi
Katerina, daha azimliydi. Mücevherlerini ve orduda
ele geçirebildiği değerli şeyleri toplamış, Türklere
yollamıştı. Olaylann gidişinden, Ordu reîsülküttâbı
Ömer Efendi ile sadâret mektupçusu yani özel kalem
müdürü Osman Ağa’mn, bu hediyelerin önemli bir
kısmını şahıslan için rüşvet olarak aldıktan anlaşıl­
maktadır. Tereddütte olan Baltacı Mehmed Paşa’yı,
düşmanın sulh şartlarına kandıran ve Çar’ı yok et­
mek veya esir almak teşebbüsünün kötü sonuçlar
verebileceğini ileri süren, bu iki şahıstır. Baltacı, ge­
len mücevherlerden şahsı için hiç bir şey almadı.
Onun rüşvetle elde edüdiği hakkmdaki söylentinin
iftira olduğu, bugün kesin şekilde anlaşılmıştır.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 149

Hele Baltacı ile Katerina’nm buluşmaları hak-


iundaki dedikodu, bir masaldan ibarettir. Katerina,
ne Rus ordugâhından çıkmış, ne de Serdâr-ı Ekrem
veya başka Tiirkle yüz yüze gelmiştir. Mücevherleri­
ni,' Başbakan Baron Ş a firofla Türklere yollamıştır.
Esasen Baltacı’ıun Katerina ile buluştuğu söylentisi
yeni bir şeydir ve o zamanki hiç bir Türk ve Avru­
palI kaynakta bu rivayet yoktur. Prut seferi sıra­
sında gerek Türklerin, gerek Rusların günlük not
hâlinde tuttukları rûz-nâmeler, iki taraftan savaşa
katılanlann yazdıkları raporlar ve hâtıralar, elimiz­
dedir. Bunların hiç birinde müstakbel Çariçe ile Sad-
râzam’ın buluştukları hakkında bir şey yoktur. Prut
seferinden hemen sonra, Baltacı Mehmed Paşa’yı
düşürmek için, çeşitli iftiralar yapıldı. Bu faaliyete
katılanlann başmda Türkiye’de m isafir bulunan İs­
veç kralı Türklerin “ Dem iıbaş Şarl” dedikleri XIL
Kari ile Kırım Ham vardı. Sonradan bazı romancılar,
bir Baltacı-Katerma buluşması tasavvur ettiler ve
bu hayalî buluşma, İlmî olmayan kitaplarda da yer
aldı.
Baltacı Mehmed Paşa’nın suçu, Ömer Efendi ile
Osman A ğa’ya kapılması ve küçük m enfaatler karşı­
lığında Çar’ı ve ordusunu salıvermesidir. Zira bu sa­
lıvermenin karşılığında elde edüen tek gerçek men­
faat, şimdi Rostov’un bir banliyösü olan Azak kale­
sinin Türkiye’ye geri verilmesi ve Ruslar’m Azak
Denizi ağzından çekilmelerinden ibarettir. Sulhun di­
ğer maddeleri, Türkiye’ye ancak önemsiz şeyler sağ­
lıyordu.
Ancak bir müddetten beri Türk ordusunda, düş­
manı yok etme fik ir ve kabiliyeti kaybolmuştu. Sonra
150 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

bir Rus ordusunun yok edilmesi ve Çar’ın esir alın­


ması da, Rusya'nın ortadan kaldırılması demek de­
ğ ild i Nitekim Baltacı, iki taraf arasında sulh müza­
kere edilirken son bir teşebbüs yapmaya karar verdi.
Askerini taarruza geçirdi Fakat 120 den fazla Rus
topunun ateşine dayanamayan Yeniçeriler, karışık
halde geri çekildiler. Bu sırada ortalık karardığı için
bu durum, Ruslar’ın gözünden kaçtı. 21 temmuz ak­
şamı Rus başbakanı Baron ŞafiroFla Türk devlet
adamları arasında, Prut Sulhu’nun esasları karar­
laştırıldı. Sulh şartlan yerine getirilinceye kadar
Başbakanla Mareşal Şerem etof, Türklerde rehin re­
hin kalacaklardı. İsveç kralı X II. Kari, sulh karan
verildikten sonra Türk ordugâhına yetişebildi ve
sulhu kabıü ettiği için Sadrâzam’la şiddetli bir mü­
nakaşa yaptıktan sonra öfke içinde geri döndü. Prut
Sulhu, İstanbul’da öğrenilince, III. Sultan Ahmed
Han, şenlik yapılmasını emretti. Ancak düşmanlan-
nm kışkırtması sonunda, 20 kasım 1711 de, Edirne’­
ye gelmiş bulunan Baltacı Mehmed Paşa’yı azletti.
AKINCI OCAGl'NIN SÖNMESİ

X V I. asır sonlarında, Türkler’in “E flâk” dedikleri


Güney Romanya’nın voyvodası Mihai, devlete isyan
etti. Sadrâzam Sinan Paşa, 100.000 kişilik bir or­
duyla Romanya’ya girdi. Türk ordusu karşısında
ezilmek istemeyen Mihai, Türkler ilerledikçe, geri
çekiliyordu. Sinan Paşa, Romen isyanım bastırdığını
sanarak, geri dönmeye başladı. Satırcı Mehmed
Paşa’yı, sadece 2.000 askerle Bükreş’te bırakmıştı.
Sadrâzam’m bütün harekâtım casusları aracı-
lığıyle günü gününe, hattâ saati saatine haber alan
âsi voyvoda Mihai, Sinan Paşa, Targovişte şehrin­
den ayrılır ayrılmaz E flâk’a girdi. Türk ordusunu,
icabında kaçabilmek için, 24 saatlik mesafeden ta­
kip ediyordu. 19 ekim 1595 günü Mihai, Targovişte’-
ye girdi. Şehri savunan 3.500 Türk’ten Ali Paşa,
K oçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subaylar, hafif
ateşte çevrile çevrile kızartıldıktan sonra, Mihai ve
m aiyeti tarafından büyük bir iştiha ile yenildiler.
D iğer Türkler, kazığa oturtuldu. Bu suretle, Ka­
zıldı Voyvoda’dan bir buçuk yüzyıl sonra, Roraen-
ler’in barbarlıkta bir nebze geriye gitmedikleri an­
laşıldı. Esasen hepsi vahşî olan Balkan kavimcik-
lerini bu gibi alışkanlıklarından alakoyan, Türk ida­
resiyd i Hortlak ve vampir hikâyelerinin, bütün
dünyaya Romanya’dan yayılması, bir tesadüf de­
ğildir.
152 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

Bu facia olurken, gafil Sinan Paşa, Tuna’rmı


kuzey kıyısına erişmiş, Yerköyü kalesine gelmişti.
Yerköyii’niin karşısında, Tuna’nın öbür kıyısındaki
Ruscuk’a geçecekti, önce kendisi ve maiyeti Tuna’yı
geçerek Ruscuk’a erişti. Ordunun ve ağırlıkların
geçmesi, 3 gün, 3 gece sürecekti. Ordunun ardım
korumakla görevli akıncı sınıfı, en son köprüyü g e ­
çecek ve onlar da geçince, köprü atılacaktı. Türk
askeri, bilhassa akıncılar, büyük ölçüde ganimet al­
mışlardı. İktidarım her zaman için servetine borçlu
olan Sinan Paşa, bu ganimetten beşte bir devlet
payı, bilhassa serdâr payını kaçırmamak için, köprü
başlarına tahsildarlar koydu. Savaş alanında bulu­
nan bir ordudan ganimet payının o zamana kadar
bu şekilde toplandığı görülmüş bir şey değildi; Si­
nan Paşa’nın. icadıydı. Tahsildarlar, köprüden ge­
çen her askerin eşyasım yoklayıp, hazine ve serdâr
payını aldıktan sonra salıveriyorlardı. Â si voyvoda
Mihai’nin 70.000 kişiyle gittikçe yaklaştığı bilinir
yordu. Bu durumda ordunun Tuna'mn iki yakasında
ikiye ayrılmasının •çok tehlikeli olduğu, birkaç defa
Sinan Paşa’ya hatırlatıldı. Ancak ihtiyar Sadrâzam,,
bu sözlere kulak asmadı. .Mihai, Türk ordusu ge­
çinceye kadar, harekete başlamadı. Akıncılar hariç
bütün, ordu geçince, top ateşi açtırdı. Akıncıların can
vermeden silâhlarım teslim etmemelerinin ocakları­
nın geleneği olduğunu büen Voyvoda, yüzlerce met­
relik köprü üzerinden akıncıları Tuna’ya dökmek is­
tiyordu. Düşman toplarının sesleri duyulunca, Sinan
Paşa, ganimet toplamaktan vazgeçtiğini bildirdi.
Ancak bu emir, çok geç verilmişti. Birkaç isabet,
alan tahta köprü, çöktü. Binlerce ve binlerce akıncı,
TÜRK TARİHİNDEN Y a FRAKLAR 153

sonbahar coşkunluğuyla kaynayan “ kanlı Tuna der-


yâsının” dalgalarına gömüklü Henüz geçemeyen
birkaç bin akmcı da, düşman kılıçlan altında can
verdi. “ Bu suretle akmcı taifesinin ekseri karşı ya­
kada bulunmakla, hiç ferd halâs olmayıp, ol zamanda
akmcı kökü kesilip münkariz oldu. Ve bir mertebe
musibet ve hasâret oldu ki, bir asrda nazîri vâki*'
ve bir târîhde böyle inhizâm şâyî’ ohnamışdı” .
Bu suretle X V I. asnn son yıllarında, Türk
akmcı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı bir
darbe yedi. X VII. asırda akmcılık, geçen iki yüz­
yıldaki bütün önemini kaybetmişti. Bu faciada dü-
yük sorumluluk, Sinan Paşa’dadır. Diğer ihanetle­
rine rahmet okutan bu son marifetinden fazla bir
üzüntü gösterm eyen Paşa’nın tek endişesi, köprü
faciasının iktidardan düşmesine sebep verip ver­
m eyeceği problem iydi Ordu, “ yapdığın rezaleti
g ö r!" diye Sadrâzam’ın aleyhinde gösteri yaptıysa
da, seksenlik ihtiyar, buna da aldırmadı. Subaylar,
Sadrâzam’dan izin almaya lüzum bile duymadan, bir­
likleriyle, kışlamak üzere, şuraya buraya dağıldılar.
8 kasım 1595’te Sinan Paşa, Rusçuk’tan ayrıldı.
Rusçuk - İstanbul yolunda tek düşüncesi, sebep olduğu
yıkımları ne şeküde açıklayacağı, iktidarda nasıl
kalabileceği ve muhaliflerini nasıl korkutacağı veya
satın alacağı idi. Ancak, daha İstanbul’a varmadan,
yolda azledildi. Sebep olduğu faciaların onda oiri
kadar suç işleyen paşaların hayatlarım koruyama­
dıkları X V I. yüzyılda Sinan Paşa, Malkara’daki ünlü
malikânesine çekildi. Tek endişesi, beşinci defa nasıl
sadrâzam olabileceği düşüncesiydi. Bu inanılmaz iş
de oldu. Sinan Paşa’nm halefi, çok değerli bir adam
154 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

olan Lala Mehmed Paşa, ancak 9 günlük bir sad­


razamlıktan sonra öldü. Sinan Paşa, gene sadâret
makamına çağırıldı. 4 ay, 5 gün sonra, bu görevde
iken, seksen küsur yaşında öldü ve bu şeküde uzun
siyasî hayatım kapattı.
TÜRK DENİZCİLİĞİ
AYDINOGLU GAZI UMUR BEY ve İZMİR

İzmir, 1076 yılında, Türkiye devletinin kurucusu


Anadolu Fâtihi Selçükoğlu I. Sultan Süleyman - Şah
tarafından fethedildi. Süleyman - Şah, İzmir valili­
ğini, büyük komutanlarından Çaka veya Çakan Bey’e
verdi. Çaka Bey, Süleyman - Şah’ın oğlu ve halefi
I. Sultan Kılıç - Arslan’ı km yle evlendirerek, hüküm­
dar hanedanına büsbütün yaklaştı. İzmir'de büyük
bir donanma yaptırdı. Bu donanmayla Sakız, Midilli,
Rodos ve Sisam adalarım fethetti. Am iral Niketas
Kastamonites’in kumandasındaki büyük Bizans do­
nanmasını büyük bir yenügiye uğrattı. Bu başarı­
lardan cesaretlenen Çaka Bey, Bizans’ı fethedip Rom a
imparatoru olmayı bile tasarladı. Ancak hükümdar­
lık peşinde koşması yüzünden, 1093 yılında, damadı
I. Kılıçarslan tarafından öldürüldü. Bundan birkaç
yıl sonra da I. Haçlı seferi Anadolu’yu istilâya baş­
ladı. Bütün bir Avrupa’ya ve Bizans’a karşı henüz
20 yıllık bir geçmişi olan genç Türkiye devletini
başarıyle savunan I. Kılıç - Aralan, Anadolu kıyı­
larım Bizans’ a bırakmaya mecbur oldu. Bu arada
1097’de İzmir de tekrar Bizans’a geçti. Şehirdeki
ilk Türk hâkimiyeti ancak 21 yıl sürmüştü.
İzmir, Türkler tarafından 223 yıl sonra Aydın-
oğlu Gazi Umur Bey eüyle 1320 yılında, Bursa’nın
fethinden 6 yıl Önce, tekrar fethedildi. Bu sırada
İzmir’in hâkimi BizanslIlar değil, Latin yani K a-
158 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

tolık Avrupalılar’dı. Bunlar, 24 yıl sonra, 28 ekim


1344’te büyük bir donanmayla İzm ir’i ansızın bas­
tılar. Teşebbüsün başında, Rodos’ta üslenen Saint-
Jean Şövalyeleri bulunuyordu. A sk eri-d in î bir
devlet kuran bu Şövalyelerim amacı, Türklerile sa­
vaşmaktan ibaretti. Bütün Avrupa, bilhassa Papa­
lık tarafından destekleniyorlardı. Nitekim İzmir bas­
kılımda da bütün Avrupa devletlerinden asker, gemi
ve malzeme yardım ı almışlardı. Bu baskında İzmir’­
deki Aydınoğullan’nm donanma ve tersaneleri de
yakıldı. Um an, Şövalyelerim eline geçti. Ancak
Haçlılar, yukarı kaleyi alamadılar. Bu kale, Türk-
ler’de kaldı. Bu suretle İzmir şehri, bir kısmı Hıris-
tiyanlarida, bir kısmı Aydınoğullarinda olmak üze­
re ikiye bölündü ve tam 59 yü bu durum devam etti.
Türkler, Şövalyelerim elinde bulunan liman kısmına
"G âvur İzmir” , kendi ellerinde bulunan kısma da
“ Müslüman İzmir” diyorlardı. Vaktiyle Samsun şehri
de Türkler ve Cenevizliler arasında bu şekilde ikiye
bölünmüştü.
Şövalyeler, İzm ir limanında pek sağlam bir kale
yaptılar ve fevkalâde tahkim ettiler. Aydın oğlu
Gazi Umur Bey, bu kaleyi alabilmek ve Hıristiyan-
lariı Anadolu kıyısından kovmak için, tekrar Kuv­
vetli bir donanma meydana getirmenin şart oldu­
ğunu büiyordu. Az zamanda böyle bir donanma
hazırladı. 1328 - 29’da bu donanma ile Bozcaada'ya
çıktı. 1332’de, 75 parça donanmasıyle Semendirek
adaşım bastı ve Batı Trakya’da Gümülcine’ye asker
şevk etti Bu sırada Osmanoğullan, henüz Rumeli’ne
geçmemişler, hattâ Çanakkale Boğazı’na erişmemiş­
lerdi. Orhan Gazi’nin ilk yıllarıydı ve Çanakkale
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 159

çevresi başka bir Türk prensliğinin, Karasıoğullan’-


mn elindeydi.
Umur Bey, teşebbüslerine devam etti. 1332 son­
baharında 250 parçalık büyük bir donanma ile Ege
Adalan’na, bu adaların en büyüğü olan A ğnboz’a
ve Yunanistan’a asker çıkardı. Bu suretle ilk defa
olarak Ege Denizi’ni doğudan batıya geçmiş ve üze­
rinde Atina şehrinin bulunduğu Attika yarımadasına
ayak basmış oluyordu. 1333’te 170 parçalık donan
masiyle Mora yarımadasına çıktı. Aynı yılın sonba­
harında, merkezi Manisa olan Saruhanoğlullan'ndan
Süleyman Bey’le beraber Yunanistan ve M ora'ya
yeni bir sefer yaptı. 1336’da Foça’da İm parator
loannis Kantakuzinos’la buluşup görüştü. 1338 de
tekrar Yunanistan ve Ege Adalan’nı dolaştı. 1339’da
teşebbüsünü çok daha ileri götürüp Balkanlar’ın ku­
zeyine kadar ilerledi ve Güney Romanya’ya girdi.
1342’de Girit ve K ıbns sahillerini yaktı. 1345’te Ma­
kedonya’ya asker çıkardı. Bu seferde, m ütefikı olan
Saruhanoğlu Gazi Süleyman Bey şehit düştü. Bul­
garistan krallığı ile başa çıkamayan Bizans impara­
toru loannis Kantakuzinos, Umur Bey’den yardım
istedi. Umur Bey, 32 savaş gemisi ve 29.000 askerle
Avrupa kıt’asma ayak bastı. Dimetoka’yı Bulgar-
lar’dan alıp, m üttefiki olan Bizans’a verdi. Ertesi
yıl, 1342’de Kantakuzinos, bu defa rakibi olan Pa-
leologoslar’a karşı Türk hükümdarından yardım di­
ledi. Bu suretle Türkler, Bizans’m iç işlerine karış­
m aya başladılar. Aydın oğlu Umur Bey, Rumeli’ne
geçip İm parator’a istediği yardımı yaptı. Osman-
oğullan, Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa üe Kar­
deşi I. Sultan Murad, Gazi Umur Bey’in açtığı yol­
160 i ürk tarihinden yapraklar

dan yürüyerek adım adım Rumeli’ni fethetm işler ve


Aydınoğullan’nın teşebbüslerini taçlandırmışlardır.
Osmanoğlu Gazi Süleyman Paşa, Umur Bey’in ölü­
münden 6 yıl sonra Gelibolu’yu alarak köprübaşını
tutmuştur.
Umur Bey, artık İzmir’in Şövalyeler elinde bu­
lunan kısmım geri almanın zamanı geldiğine ina­
narak 1348’de şehre yürüdü. Ancak kalenin önünde
şehit düştü. Böylece Ege çevresindeki Türk siyaseti,
durgunluk devresine girdi. Büyük Osmanlı fetihleri
başlayıncaya kadar Hıristiyanlar, birkaç yıl rahat
nefes aldılar. Daha 1344’te Bizans İmparatoru, Umur
Bey’den tekrar yardım istediği zaman, Aydın hü­
kümdarı, İzm ir meselesiyle uğraştığı için, İmpara-
tor'a Osmanoğlu Orhan Bey’e başvurmasını tavsiye
etmişti. Menteşeoğullan, Karasıoğullan ve Saruhaiı-
oğullan gibi Batı Anadolu’da kıyılan olan Türk
beyliklerinin Aydınoğulları’m donanmalanyle destek­
lemeleri, Umur Bey’in bağanlarım sağlamıştır. Bu
çağda bu Türk beyliklerinin m üttefik donanmalan,
Ege Denizi’ne hâkimdi. Henüz Osmanlılar’ın donan­
m alan yoktu. — İzmir’in Şövalyeler’in elinde bulunan
kalesi ve limanı, 1403 yılının ilk günlerinde, Ana­
dolu’ya gelmiş bulunan Timur tarafından fethedildi
ve şehrin tamamı Türkler’in eline geçti.
Gazi Umur Bey’in hayatı, X V . asır Türk şair­
lerinden Enverî tarafından destanlaştırılmış bir şiir
diliyle anlatılmıştı. Yakınlarda Fransızca'ya da çev­
rilen bu manzum destan - tarih, Türkiye’nin kuruluş
devresinde Türk teşebbüs ve kabiliyetinin en mükem­
m el örneklerinden biri (dan Umur Bey’in adım
ölümsüzleştirilmiştir.
OSM ANIJLAR’uı YÜKSELİŞ ÇAĞINDA
TÜRK DENİZ T E Ş K İL Â T I

X V . asır sonlarından XVIII. asra kadar Türk


Donanması, dünyanın en büyük deniz kuvvetiydi.
Bilhassa X V I. yüzyılda Türk - Osmanlı deniz gücü,
dünyanın gerikalan bütün devletlerinin deniz güçleri­
nin toplamından fazlaydı. Bu büyük donanma, mu­
azzam bir teşkilâta dayanıyordu.
Türk deniz kuvvetlerinin başı, halk arasında
“ Kapdan-paşa” denen Kapdân-ı Derya idi X V I. asır
sonlarına kadar beylerbeyi (oram iral) rütbesini ta­
şırdı. Bu tarihten başlayarak çok kere vezir (büyük
amiral) rütbesi verildi. Dîvân-ı Hümâyûn’un yaııi
takanlar kurulunun tabiî üyesiydi Kapdân-ı Deryâ,
Akdeniz ve Karadeniz’deki Türk deniz kuvvetlerine
komuta ederdi. Atlas Okyanusu’na çıkan Türk filo­
ları da Cezâyir beylerbeyiliğine, dolayısıyle Kapdân-ı
Deryâ’ya bağlıydı. A yrıca Kapdân-ı Deryâ’ya değil,
doğrudan doğruya hükümete bağlı 4 amirallik vardı:
Tuna Kapdanhğı, Hind Kapdanhğı, F ırat Kapdanlığı
veH azar Kapdanlığı.
Tuna Kapdanı, Tuna nehrinin üzerinde bulunan
Türk ince donanmasının amiraliydi. Tuna deltasın­
dan Budapeşte'ye kadar Tuna nehrini kontrol ederdi.
— Hind Kapdanı’na “ Süveyş Kapdanı", “Mısır Kap-
dam’ ’ da denirdi. Hind Okyanusu, Umman Denizi,
Kızıldeniz ve Basra K örfezi’ne bakardı. ■— Fırat
n
lffg TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Kapdanı, Fırat ve Şattularab Özerindeki nehir tra­


fiğini kontrol ederdi — Hazar Kapdanlığım, XVI.
asır sonlarında özdem iroğlu Osman Paşa kurmuştu.
Merkezi Bakû idi.
“ Donanmay-ı Hümâyûn” denen Osmanlı impa­
ratorluk donanmasının gemileri, her 7 - 8 yılda bir
yenilenirdi. Bir tekneyi 8 yıldan fazla kullanmak
kanıma aykırıydı. X VII. asır ortalarına kadar her
yıl 40 savaş gemisi ve ihtiyacı karşılayacak sayıda
küçük gemi yapılırdı. X VII. asır ortalarında bu ka­
nun bırakıldı ve Türk Donanması, eski önemini Kay­
betti. Olağanüstü durumlarda 100, hattâ 200 savaş
gemisi yapıp donatmak devletin iktidarı dahilin-
deydi ki, dünyanın başka hiçbir devletinin gücü böyle
bir şeye yetmezdi. Padişahlar, orduya verdikleri
önemin aynını donamaya da verirlerdi. İL Selim,
Haliç’teki hasbahçesinin bir kısmım Tersâne’ye bı­
rakarak, fazladan 8 kadırganın tezgâhlanmasını sağ­
lamıştı.
Bir Türk Savaş gemisinde en az bir imam, bir
müezzin, bir doktor, bir operatör, levazım subaylan
ve başka yardım cılar bulunurdu. Orta büyüklükte
bir kadırganın mürettebatı, forsalar dışında 750 ki­
şiydi. Bir kadırgada 200, büyük bir baştardada 504
forsa kürek çekerdi Bazan çok büyük bastardalar
yapılır ve bunlarda forsalarla beraber 3.300’den fazla
insan bulunurdu. Türkler’in 3.000 küsur tonluk ge­
mileri olduğunu biliyoruz ki, esas yapı malzemesinin
kereste olduğu o devre göre çok büyük bir tonajdır.
Türk Donanm asinin eski önemini kaybetmiş ol­
duğu X V III. asır başlarında büe Türk savaş gemileri,
dünyanın en büyük ve bakımlı tekneleriydi Bu yıl­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 163

larda İstanbul’a gelen İngiliz gezgini Richard' Po-


cocke, İstanbul limanında yatan bazı Türk savaş
gemilerinin, devrin en büyük İngiliz savaş gemisi
olan Royal Sovereign’den daha büyük olduğunu ya­
zar. Aynı gezgin, 1.600 mürettebatı, 110 topu olan
bir Türk teknesini anlatır ve komuta güvertesinden
başka üç güvertesi ve bir yedek güvertesi olduğunu,
boyunun 56 metre, genişliğinin 15 metre, derinliği­
nin 6,5 metre bulunduğunu yazar. Pococke’tan bir
çeyrek asır önce İstanbul’a gelen Fransız gezgini
de la Montraye (dö la M oııre), limanda gördüğü
Türk Donanması’nı şöyle anlatır: “ Gemiler her za­
man için harekete hazır ve silahbaşı durumundaydı.
Türk kadırgaları çok büyüktü.- Çok bakımlıydılar.
Mürettebatın kılık kıyaîeti de pek düzgündü. Tek­
nelerin üzerinde Türk üslûbunda, göz kamaştırıcı
bir güzellikte yaldızlı nakışlar ve oym alar vardı” .
imparatorluğun yüze yakın kıyı şehrinde ter­
sane ve tezgâhlar vardı. Bunların en büyüğü, İstan­
bul’daki Haliç Tersinesi idi. Avrupa devletleri bile
bu tersaneye gemi ısmarlarlardı. Esasen 7 - 8 yıl
Türk Donanması’nda hizmet gören gemiler, toplan
çıkarıldıktan sonra, ya Türk armatörlerine veya Av­
rupa’ya satılırdı.
Haliç Tersânesi’nin âmiri, "Tersâne Emini” de­
nen bahriye müsteşarıydı. Tersâne Emini amiraller­
den değil, daha çok sivillerden, bilhassa maliyeciler­
den seçilirdi. Tersâne ve Donanma’nın her türlü
masrafından sorumluydu. Maiyetinde liman kapdan-
lan, mühendisler ve yüzlerce memur bulunurdu.
Tersâne’nin teknik âmiri ise, “ Ser-Mîmâr-ı Tersâne-i
Am ire” denen gemi inşaat başm ühendisiydi Em­
164 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

rinde 10 mühendis ve 400 usta vardı. Elinde gü­


müş bir asâ taşırdı. Tersâne’deki esir işçilerden
“ Forsa Zindânı Kâtibi” denen yüksek memur so­
rumluydu. “ Mahzen Kâtibi” , seferden dönen gemi­
lerin onarılmasına bakar, getirdikleri ganimetten
devlet hissesi olan beşte bire de Hazîne namına el-
koyardı. Bütün bu memurlar, Tersane Emîni’ne
istediği anda doğru ve düzenli bilgi vermekle mü­
kellefti. Haliç Tersanesi, 137 savaş gemisini aynı
anda tezgâha koyup birkaç ay içinde indirmeye
yeterli kapasitede, dünyanın en büyük gem i inşaat
kurumuydu.
Kapdân-ı Derya da, denizde olmadığı ve hükü­
met toplantılarına katılamadığı zamanlarda Tersane
yakınlarında, Kasımpaşa’daki makamında otururdu.
Kasımpaşa ve yakın çevresinde 100.000 kişi yaşardı.
Tersanedeki işçilerin sayısı 30.000 i esir forsa, 30.000 i
Türk olmak üzere 60.000 kadardı. Forsalar Avru­
pa’da olduğu gibi boğaz tokluğuna ölünceye kadar
çalıştırılmaz, hür işçiler gibi ücret alırlardı. Ü cret­
lerini biriktirenler değerlerini ödeyerek hürriyetle­
rine kavuşurlardı. Haliç çevresinin asayişinden
Kapdân-ı Derya sorumluydu. Her gece kapdanlar­
dan 35 i, yanında 300 bahriye azabı (deniz pi­
yadesi) olduğu halde nöbet bekler ve sokakları do­
laşırdı.
İmparatorluğun çeşitli yerlerinde Türk Donan-
ması’nın kürek, yelkenbezi, çuha fabrikaları ve dö­
kümhaneleri vardı. Devlet gerileyip para kaynak­
lan azalınca, bu muazzam teşkilât gittikçe küçüldü
ve Türk Donanması, eski önemini kaybetti.
ORUÇ REIS’In ÖLÜMÜ

Oruç Reis, Türkiye'den gelerek Cezayir'de kendi


hesabına devlet kuran bir denizciydi. Büyük bir te­
şebbüs dehasıyle birkaç yıl içinde bütün Cezayir'i
ele geçirmiş, bir avuç Anadolulu levendle büyük bir
ülkeye hakim olmuştu. Cezâyir kıyılan, devrin en
kuvvetli Hıristiyan devletinin, Ispanya'nın hâkimi­
yeti altındaydı. Ispanyollar, yerli Araplar'a kan kus­
turuyorlardı. Onun için Araplar, Türkler’i bir kur-
ta n cı olarak karşıladılar. Fakat birtakım menfaat­
ler dolayısıyle, Ispanyollar’ı tutan yerliler de vardı.
Oruç Reis, Fas sınırlan yakınlarında Tlemsen’i
de aldı. Ispanyollar, Kuzey Afrika'nın bu büyük şeh­
rini Türkler’den almak için Oruç Reis’in üzerine
yürüdüler. Don Martin’in kumanda ettiği düşman or­
dusu 11.500 İspanyol ve 35.000 Arap’tan meydana
gelm işti. İspanyol piyadesi, tüfekle silâhlanmıştı.
Topçu birlikleri de vardı. Oruç’un kuvvetleri çok
azdı. Emrindeki Arap gönüllerine de güvenemiyordu.
Böyle olduğu halde, Tlemsen’i savunmaya karar
verdi.
Tlemsen şehrini sokak sokak müdafaa eden
Türlder, düşmanın sayı çokluğu karşısında şehrin
kalesine çekildiler. Arap gönüllüleri, kısım kısım
kaçarak Türkler’i yalnız bıraktüar. Türk levendleri,
ağır zayiat vermişti. Aylar süren vuruşmalardan
sonra Oruç Reis’in yalnız 500 levendi kaldı. Türk
166 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

denizcisi, bu kuvvetle düşmanı püskiirtemeyeceğini


biliyordu. Fakat bazı ümitleri vardı. Cezâyir şeh­
rindeki kardeşi Hızır Hayreddin Reis’ten ve Fas Sul­
tanından yardım bekliyordu. Gerçekte Fas Sulta-
m’nın yardıma niyeti olduğu bile şüpheliydi. Hızır
Reis, istikbalin Barbaros Hayreddin Paşa’sı da çok
müşkül şartlar içindeydi ve bütün gayretlerine rağ­
men Tlemsen gibi çok uzak bir mesafeye erişip ağa­
beyine yardıma geleceği zayıf bir ihtimaldi. İspanyol
bombardımanından yılan ve millî bir duygu taşıma­
yan Tlemsenliler, Şeker Bayramı günü, bayram na­
mazından sonra Türk levendlerine saldırıp haylisini
öldürdüler. Şaşıran ve böylece bir şey beklemeyen
Türkler, zorlukla ayaklanmayı bastırdılar. Fauat
her an yeni bir ihanet bekleyen Oruç, kaleyi daha
fazla tutamayacağım anladı. Kuşatmayı yarıp dı­
şarıya çıkmaktan başka çare kalmamıştı. Bir gün
elbette Tlemsen’e dönerdi.
Ispanyollar, devamU takviye alıyorlardı. A fri­
ka’daki en büyük İspanyol kumandam olan Oran
genel valisi Gomares Markisi de Tlemsen’e gelip
savaşın idaresini eline aldı. Oruç Reis, bir huruç
hareketi yaptı. Ansızın kaleden çıktı. Neye uğra­
dığım şaşıran düşman, 700 ölü ve 100 esir verdi.
Fakat muhasara, 6. ayım tamamlamak üzereydi.
Oruç Reis’in yalnız 40 levendi kalmıştı. Gerisi şehid
olmuştu. Yiyecek ve cephane tükenmişti.
B ir gece sabaha karşı 40 yiğit, İspanyolların
ağır uykulu bir gaflet ânında kuşatma hatlarını yardı.
Bu, çok büyük bir başarıydı. îspanyollar, 2 saatlik
bir gecikmeyle Türkler’i takibe başladılar.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 167

Takip müfrezesinin başında Garsia dö Tineo


adında bir İspanyol asilzadesi bulunuyordu. Goma-
res Markisi’nden, Oruç’u canlı, mümkün olmazsa ölü
olarak getiremediği takdirde geri dönmemesi em­
rini almıştı. Benî Âm ir oymağına mensup Araplar
da, 40 bedbaht Türk'ün üzerlerindekileri yağmala­
mak gayesiyle, İspanyolların peşine takıldılar. Oruç
Reis, levendlerine üzerlerinde silâhtan başka ne varsa
çıkarıp atmalarım em retti Öyle yapıldı. Bedevi
Araplar, bunları yağmalamak için epey vakit geçirip
geride kaldılar. Fakat İspanyol kumandanı, buna
aldanmadı. Oruç bir defa daha ellerinden kurtulursa,
ne yapıp yapıp kayıplarını geri alacağım biliyordu.
Nihayet R io Salado ırmağına varıldı. Hepsi
ağır yaralı, aç, uykusuz ve perişan denecek derecede
yorgun olan levendlerin takriben yansı, 20 kadarı
ırmağı geçti. Bunlara kurtulmuş gözüyle bakılabi­
lirdi. Ancak gerideki levendler, Garsia dö Tineo’nun
45 atlısı tarafından yakalandı. Bunlar: "Baba, bizi
bırakm a!" diyerek, karşı yakaya geçm iş olan Oruç
Reis’ten imdad dilediler. Bu feryat, büyük fatih
denizcinin mahvına sebep oldu Kim olursa olsun,
kaçar ve sonradan yoldaşlarının öcünü almak için
hazırlıklı olarak düşmanın karşısına çıkardı. Fakat
levendlerine karşı gerçek bir baba ruhu taşıyan Oruç
Reis, bunu yapamadı. Irm ağı gerisin geriye geçmek
emrini verdi Bu emrin ne demek olduğu malûmdu.
Buna rağmen hiç bir levendin aklından itiraz etmek
geçmedi.
Oruç Reis, 20 levendiyle geri döndüğü zaman,
İspanyolların eline düşen diğer 20 levendin zaten
çoğu şehid olmuştu. Levendlerin, kılıçlarım kaldıra­
168 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

cak giicleri kalmamıştı. Müthiş kan kaybetmiş ve


günlerce bir şey yememişlerdi. Sonbahar olmasına
rağmen, korkunç bir A frika güneşi başlarının üze­
rine ateş yağdırıyordu. Oruç, son levendinin de şehit
düştüğünü yaşlı gözlerle seyretti. Fakat teslim ol­
madı. Bizzat Don Garsia’nın fırlattığı bir mızrakla
göğsünden ağır şekilde yaralandı. Yaralandığım bile
farketmedi. Eskisi gibi, tek koluyla döğüşmeye de­
vam etti. Nihayet Don Garsia, büyük denizcinin
kalbine kılıcını soktu. Oruç Reis, derin bir nefes
aldı. Kendinden önce gazâ ve cihad yolunda, Ak­
deniz’in dalgalan ve Afrika'nın çölleri arasında şe­
hit düşen kardeşlerini, llyas ve İshak R eisleri
hatırladı. Cezâyir’de bulunan hayattaki tek kardeşi
Hızır Reis’i imana benzer bir ümitle hayalinden ge ­
çirdi. Anadolu’nun m or sünbüllü dağlarım düşündü.
Gözlerini yumdu. Mübarek başı gövdesinden aynlıp
Ispanya’ya götürüldü. Vüeudü, Cezayir’in Fas’a çok
yakın bir bölgesinde, Afrika'nın kızgın toprakları
üzerinde kaldı. 10 ekim 1518 günü geçen bu feda-
dakârlık, boşa gitmedi. Kuzey. A frika’daki birkaç
yüzyıllık Türk hakimiyetinin gerçek temeli oldu.
CEZÂYİR BEYLERBEYILIGİ

Cezayir’i, kendi hesabına Oruç Reis fethetti.


Kardeşi Hızır Reis, müstakbel Kapdân-ı D eıyâ Bar­
baros Hayreddin Paşa, ülkenin fethini tamamladı ve
Yavuz Sultan Selim’e tâbi oldu. Böyleee Cezâyir’ de
tarihte ilk defa olarak Türk hâkimiyeti kuruldu.
Kanunî devrinde Cezayir, bir Türk beylerbeyliği
yani eyaleti şeklinde teşkilâtlandırıldı ve 1830’a kadar
Türk idaresinde kaldı.
AvrupalIlar tarafından krallık sayılan ve İkti­
sadî, askerî gücü bakımından bir Avrupa krallığına
denk kuvvette olan Cezâyir eyaleti, hemen daima
denizcilikten yetişmiş beylerbeyüerin idaresine ve­
rilirdi. Ülke, 5 sancağa yani vilâyete ayrılmıştı.
Her sancağın başında, Cezâyir şehrinde oturan oey-
lerbeyinden emir alan bir bahriye sancakbeyi (tüm­
am iral) vardı. Sancaklar kaaidliklere, kaaidlikler de
şeyhliklere ayrılırdı. Bunlar kaymakam ve nahiye
müdürü derecesinde idare âmirleriydi ve ekseriya
yerlilerden seçilirlerdi.
Cezâyir şehrinde Mâliki ve Hanefî mezheple­
rinden iki büyük müftü bulunur, diğer müftüleri
bunlar atarlardı. Mâlikîlik yerli halkın, Hanerilik
ise Türkler’in mezhebiydi. Türk tesiriyle, şehir halkı
içinde Hanefî olmuş yerliler de vardı.
Cezâyir şehrinde, cuma ve salı günleri dışında
haftada 5 gün bir meclis toplanır ve eyaletin iç iş-
170 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

leriyle uğraşırdı. Salı günleri aynı meclis, Cenine


Sarayı’nda, bizzat beylerbeyinin veya vekilinin baş­
kanlığında toplanır, alınan kararlar beylerbeyinin
tasdikine sunulurdu. Beylerbeyi, yalnız yüksek si­
yasî ve askeri işlerle uğraşırdı. Meclisin üyeleri olan
yüksek görevlilerin hepsi Türk’tü. Başlıcalan, Ha­
nefî büyük kadısı, maliye işlerine bakan defterdar,
Yeniçeri Ağası, yerlilerin işleriyle uğraşan “ Arap
Ağası” , donanmanın idari ve malî işleriyle görevli
“ yalı vekilharcı” , hazîneye ait mallara bakan “ hazi­
neci” , vakıflara ve sosyal yardım işlerine nezaret
eden “ beytülmâlci” idi. Bu mecliste, kâtip ve yar­
dımcı olarak 200 kadar memur çalışırdı. İstanbul’­
dan atanan büyük-kadı, ülkenin adalet ve eğitim
işleriyle uğraşır, sancak ve kazâ kadılarını tayin
ederdi.
Cezâyir beylerbeyiliğinin donanması, Avrupa
büyük devletlerinin donanması gücünde, çok büyük
bir deniz kuvvetiydi. Kaptan ve levendlerin hepsi
Türk’tü. Bu donanmalım çeşitli filoları, yalnız Ak­
deniz’de değil, Atlas Okyanusu’nda ve okyanusa bağlı
denizlerde daimî şekilde faaliyet gösterirlerdi. Kara
kuvveti, ikinci derecede geliyordu. İlk muntazam
kara kuvvetini, hayatının sonlarına doğru Barbaros
Hayreddin Paşa kurdurdu. Bu kuvvet, 6.000 kişi­
den ibaretti ve “ Yeniçeri” adım aldı. Halbuki İs­
tanbul’daki Yeniçerilerin ekserisi gibi devşirme de­
ğil, Anadolulu Türk idiler. Yalnız teşkilât bakımından,
İstanbul’daki Yeniçeri Ocağı örnek alınmıştı. Ce­
zâyir Yeniçeri Ağası, doğrudan doğruya Cezâyir
beylerbeyinden emir alırdı; İstanbul’daki büyük Ye­
niçeri Ağası ile hiç bir ilgisi yoktu. Cezâyir Y e-
TÜRK TARlHlNDEN YAPRAKLAR 171

nigeri Ağası’nın, İstanbul, İzmir ve Antalya’da birer


temsilcisi vardı. Bunlar, Cezayir Yeniçeri O cağına
yazılmak isteyen gönüllüleri seçer, masraflarını ve­
rerek ihtiyaç oranında Cezayir’e gönderirlerdi. Bun­
lar Cezâyir’de ya Türk kızlan veya Arap kızlan ile
evlenirlerdi. Çocukları Türk anadan doğmuşsa gene
Yeniçeri olur, Arap veya Berberi anadan doğmuşsa
"K uloğlu” adiyle diğer bir piyade sınıfına yazılır­
lardı. Kuloğullan’mn, Yeniçeler derecesinde ehem­
m iyeti yoktu. Türkçe konuşan levend, yeniçeri ve
kuloğlu sınıflarından başka, eyalette Arapça konuşan
yerliler de gönüllü asker yazdırdı. Bunlar bilhassa
Ispanya’dan kovulan Endülüslü Müslümanlar ve
Berber! kabilelerden gelen gönüllülerdi. Yerli Arap-
lar, askerliğe heves etmiyorlardı.
Nihayet eyaletin topçu kuvvetleri vardı. Ce­
zayir’deki Türk topçusu üç kısımdı: deniz topçusu,
kale topçusu ve seyyar topçu. Seyyar topçuyu,
Yavuz’un gönderdiği Osmanlı topçu subayları Kur­
muştu.
Cezayir, devrinin en büyük şehirlerinden bi­
riyd i Şehrin belediyesi ve bu belediyenin büyük bir
büdcesi vardı. Belediye başkanına "şeyhul-beıed”
denir ve çoğunlukla yerli Araplar arasından beyler­
beyi tarafından seçilirdi. Ülkedeki Türkler’in çoğu
Cezayir şehrinde yaşarlardı. Diğer şehirlerdeki Tiirk-
ler, azınlıktı ve resmî görevlilerle askerlerden iba­
retti. Cezâyir şehrinde, pek çok milletten halk ya­
şardı. Türkler ve onlar gibi Türkçe konuşan Kul-
oğullan yani yerli anadan doğmuş Türk çocukların­
dan başka Araplar, Arap’laşmış veya daha Berberi
dilini konuşmakta devam eden Berberüer, Arapça
ra TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

konuşan Endülüslü göçmenler, yerli veya İspanya


ve Portekiz’den kovulmuş Yahudiler, nihayet ticaretle
uğraşan AvrupalIlar vardı. Bunlara, dünyanın he­
men bütün milletlerinden bol örnekleri içine alan
on binlerce esiri ilâve etmek lâzımdır.
Şehirde muazzam bir ticaret ve bilhassa esir
ticareti yapıldığı için asayişe çok dikkat edilirdi.
Şehrin asayişinden “ çavuş” denen yüksek rütbeli 8
Türk subayı sorumluydu. Bunlar, bugünkü Ingüiz
polisi gibi hiç bir silâh taşımazlardı. Fakat bir
çavuşa itaatsizlik etmek bile büyük bir suç sayılır,
hattâ idam cezası görürdü. Halktan yardımım is­
teyeceği her şahıs, çavuşa, elinden gelen yardımı
yapmakla mükellefti. Şehrin geniş banliyölerinde
inzibat işlerine “ fahs kaaidi” denen bir yerli memur
bakardı. Bu banliyölerde XVI. asır sonlarında
10.000 bahçe, 12.000 ev, 25.000 çiftlik vardı. Ce-
zâyir şehrinin nüfusu 100 ile 150 bin arasında değiş­
mekle beraber, uzak banliyölerle beraber bu rakam,
iki mislini buluyordu.
Cezayir beylerbeyiliğinin idaresi, anahatlanm
özetlediğimiz bu şekliyle, 1830’da kıyıdan başlayan
ve gittikçe içerilere doğru ilerleyen Fransız işga­
line kadar devam etti.
PREVEZE ZAFERİ

1538 eylülünde Vezir Süleyman Paşa’nın Hind


Okyanusu donanması, Hindistan’da Gucarat kıyıla­
rına Türk ordusunu çıkardı. Kanunî Sultan Süley­
man’sa 8. sefer-i hümâyûnunu tamamlamıştı; Ku­
zey - doğu Romanya’daydı. Aynı günlerde Akdeniz
donanması, Kapdân-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Pa-
şa’nın komutasında, cihan tarihinin en büyük deniz
vuruşmalarından biri, belki birincisini yapacağı ânı
bekliyordu.
1538 yazında, dünya tarihinde o zamana kadar
görülen en büyük armada, hemen bütün Avrupa
devletlerinin katılmasıyle ortaya çıkmış, Akdeniz’de
Donanmay-ı Hümâyûn’u arıyordu. Almanya impa­
ratoru ve İspanya kralı Charles - Quint (Şarlkcn),
bu korkunç deniz kuvvetine Andrea Doria’yı başko­
mutan tayin etti. Armada, başlıca İspanya, Almanya,
Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta
donanmalarından müteşekkildi. Bunlardan tek ba­
şına İspanya donanması, yeryüzünün Türkiye’den
sonra ikinci, Venedik donanması ise üçüncü deniz
kuvvetini teşkil ediyordu. Andrea Doria ise, Hıristi­
yan âleminin X V I. asırda yetiştirdiği en büyük ami­
raldi.
Dîvân-ı Hümâyûn, yani Türk Osmanlı impara­
torluk hükümeti, Haçlı armadasının Yunan Deni-
zi’nde toplamakta olduğunu bildirdiği zaman, Kerpe
174 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

ve Kaşot adalarının fethinden dönen Barbaros fia y -


reddin Paşa, donanmanın esas parçasıyle Istanköy
K örfezi’ndeydi. Haberi alınca, Ege Denizi'ni kuzey­
batıya doğru geçip A ğnboz limanına geld i Anurea
Doria’nm, Yunan Denizi üzerindeki en önemli Türk
deniz üssü olan Preveze’yi bombardıman ettiği öğ­
renildi. Barbaros, 20 parçalık bir keşif filosunu fu r-
gut Reis’e vererek, Yunan Denizi’ne gönderdi, iu r -
gut, düşmanın kuvveti ve pozisyonu hakkında tam
bir keşif yapıp dönecekti Barbaros, A ğnboz’dan
ayrıldı. Mora’nın doğu kıyılarından inerek yarım ­
adanın güneyindeki Modon üssüne geldi. Bu sırada
Turgut, lyonya Adalan’nın en güneyindeki Zanta
adası açıklarında Haçhlar’ın 40 parçalık öncü filo­
sunu görmüştü. Barbaros’un yaklaştığım öğrenen
Andrea Doria, Preveze kuşatmasmı kaldırdı ve do-
nanmasım K orfu’da toplamak üzere kuzeye çekildi.
Mora’ıun güney ve batı kıyılarım takip eden Bar­
baros da Zanta’yı geçti; Venedik’e ait Kefalonya
adaşım bombardıman ettikten sonra Preveze’ye geldi.
Donanmay-ı Hümâyûn, Arta K örfezi’ne girdi ki,
Preveze üssü, bu körfezin kuzey-batı ucundaki
burunun üzerindedir. Körfezin medhali olan boğaz
o kadar dardır ki, Preveze üssündeki Türk topçu­
sunu susturmadan hiç bir düşman bu boğazı cebren
geçemezdi. Nitekim 25 eylül sabahı Haçlı donan­
ması giiney-doğuya kayıp Preveze önlerine geldiği
zaman, Andrea Doria bu fikirdeydi. Türkler’in Kör­
fezden çıkıp açık denizde pek üstün Hıristiyan do­
nanın asiyle vuruşmayı göze alacaklarım akimdan
geçirmiyordu. Ona göre Türk donanması burada
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 175

hapis kalacak, kendisi de Türk kıyılarını istediği


gibi yakıp yıkacaktı.
Haçlı armada, 600’den fazla gemiden kurul­
muştu. Bunlardan 308 i saff-ı harb gemisi, gerisi
küçük savaş ve nakliye tekneleri idi. Kürek çeken
on binlerce forsadan başka Armada’ya 60.000 as-
keı- bindirilmişti. Armada’da, 20’ye yakın dev gemi
vardı İd, her biri 2.000’den fazla asker taşıyordu.
Türk Donanması, 122 parçadan ve forsalar dışında
20.000 askerden ibaretti. Bu suretle forsalarla be­
raber iki taraftan en az 120.000 insan deniz üze­
rinde karşı karşıya gelmiş oluyordu ki. şimdiye ka­
dar görülüp işitilmiş bir şey değildi.
Barbaros, bütün amirallerini kapdân-ı derya
baştardasına çağırdı. Mecliste ileri sürülen fikirler,
düşman beklemekten usanıp defoluncaya kadar kör­
fezden çıkılmaması esası üzerinde toplanıyordu. Bar­
baros, bu fikri kabul etmedi. Boğazdan çıkacağım
ve düşmana taarruz edeceğini bildirdi. Düşmanın
3 - 4 misli olan silâh üstünlüğünün, tabiye üstün­
lüğüyle bertaraf edileceğini söyledi. Cihan tarihinde
o âna kadar bu kadar büyük bir armadanın bir
araya gelmemiş olmasını Barbaros bir felâket gibi
değil, talihin bir lutfu gibi telâkki ediyordu. Bu
armada yenilirse, Akdeniz’deki Türk üstünlüğünün
artık uzun zaman için münakaşa konusu olama­
yacağım biliyordu.
28 eylül cumartesi sabahı iki donanma, karşı
karşıya geldi. Türk orta kanadında Kapdân-ı Deryâ
ve Cezâyir beylerbeyisi Barbaros Hayreddin Paşa
bulunuyordu. Yanında oğlu Haşan Reis ve mânevi
oğlu diğer Haşan Reis vardı. Sağ kanada Sâlih Reis,
176 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

sol kanada büyük coğrafya ve matematik bilgim


Ş eydi- A li Reis komuta ediyordu. Turgut Reis, ih­
tiyat filosunun başındaydı. Yanında Murad, Sâdık
ve Güzelce Mahmed Reisler vardı. Türk üstünlüğü­
nün en önemli âmili, Barbaros’un büyük tabiye deha-
sındaydı. Türk kapdân-ı deryası, bütün kanatlara
hâkimdi. Andrea Doria bu bakımdan avantajsızdı.
Komuta ettiği armada, millî bir donanma değüdi.
Çeşitli milletlerin amiralleri arasında rekabet vardı.
Türkler’e zaferi kazandıran ikinci sebep, gemilerinin
hafif, çok yollu ve yürük, manevra kabiliyetleri üs­
tün tekneler olmasıydı. Büyük düşman kadırgaları
ağır ağır hareket ederken Türk gemileri onlan iste­
dikleri gibi çevirip top ateşine alıyordu. Üçüncü üs­
tünlük, Türk deniz toplarının menzil uzunluğunda;
üeri geliyordu. Barbaros, gemüerini öyle bir mesa­
fede tutuyordu ki, düşmanı rahatça döğebiliyor, hal­
buki düşman toplarının menzil uzunluğunun dışında
kalıyordu. Bu suretle başlayan muharebe, Türk za­
feriyle bitti. Armadasının yansı sulara gömülen
Andrea Doria, gece karanlığından faydalandı; bütün
fenerlerin söndürülmesini emrederek ric’ate başladı.
Açık denizin Haçlılar için pek hazin olan manzarası,
göz alabildiğine uzanıyordu. 5 saatte bu sonucu alan
Barbaros, kendi tâbiyesini düşmana kabul ettirmek
ve inisyatifi asla karşı tarafa bırakmamak prensi­
bini deniz savaşlarında bir kanun haline getirdi.
BARBAROS FRANSA’DA

Kapdân-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, son


deniz seferine çıkmak üzere 28 mayıs 1543’te İstan­
bul’dan ayrıldı. Kumanda ettiği Türk Donanma-
sı’nda 154 parça savaş gemisi vardı. Seferin hedefi,
Fransa’ya yardım etmek, bu devletin İmparator
Şarlken tarafından yutulmasını önlemekti.
Barbaros, İtalya ile Sicilya’yı ayıran Messina
Boğazı’m geçerken, boğazın iki kıyısındaki Messina
ve Reggio şehirlerini zaptetti. Sonra kuzey-batıya
doğru İtalya kıyılarını takip ederek ilerledi. Napoli ile
Rom a arasındaki Gaeta şehrini aldı. Roma’nın 15
kilometre ötesinde, Tiber ırmağı ağzında bir liman
olan Ostia’da demirledi Roma’yı almak istiyordu.
Fakat Türk Donanması’ndaki Fransız elçisi Polin,
Barbaros’un ayaklarına kapanarak bu işten "vazgeç­
mesini diledi. Fransa, Türkler Rcm a’ya girerse bü­
tün Hıristiyan âleminin nefretini üzerine çekece­
ğinden korkuyordu. Barbaros, şehrin işgalinden
vazgeçti. Ostia ve çevredeki şehirlerin halkı, Türk
denizcilerine yiyecek, içecek hediye ederek dostluk
gösterdiler.
Türk Donanması, on bir temmuzda Fransa’nın
Tulon limanına vardı. Burada birkaç gün kalıp ha­
reket etti. Ayın 20. günü Marsilya limanına girdi.
44 parçalık Fransa Donanması buradaydı. Direk­
lerine Türk bayrağı çekip toplarım ateşleyerek Türk
12
178 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Donanması’m selâmladı. Barbaros, Fransa’da ve


Avrupa’da hâlâ eskisi gibi “ Cezayir kralı” diye anı­
lıyordu. Onun için bir krala yapılan törenle karşı­
landı. Fransa Hanedanı’ndan bir prens olan Angen
Dukası, Kral I. François namına Barbaros’u karşı­
layıp: “hoş geldiniz!” dedi. Türk donanmasını ve
levendlerini görm ek için, bütün K ot Dazür halkı
kıyılara dökülmüştü. 21 temmuzda Barbaros, büyük
törenle, yanında amiralleri olduğu halde Marsilya’ya
çıktı. Şerefine verilen ziyafetten sonra, bastardasına
döndü.
Türk Donanması, Marsilya’da 16 gün kaldı. Le-
vendler, şehri ve çevresini gezdiler. 5 ağustosta.
Sultan Süleyman da Estergon’u fethetm işti. Barba-
Marsilya’dan Tulon’a hareket etti. 10 ağustosta
M üttefik Donanma Tulon’a girdiği gün, Kanunî
Sultan Süleyman da Estergon’u fethetm işti. Barba­
ros, o zaman Şariken’in himayesinde olan Nis şeh­
rini alarak Fransa’ya vermek istiyordu. Türk Kap-
dân-ı Deryâsı, Nis’in etrafına çepçevre tabyalar yap­
tırıp hendekler kazdırdı. Böyle şeylerin bu derecede
sür’ acle yapılabileceğine inanmayan Fransızlar, hay­
ret içinde kaldılar. Şehir 20 ağustosta teslim oıdu.
Barbaros Hayreddin Paşa, Nis’in anahtarlarım, Kar
nunî Sultan Süleyman adına kabul etti. Anahtarları
sunan şehrin valisi, Nis’in affedilm esi ricasında bu­
lundu. Şehir kendiliğinden teslim olduğu için Bar­
baros, bu isteği kabûl etti. Nis’i Fransızlar’a bırakıp
ayrıldı. Ancak Türkler çekildikten sonra Fransızlar
şehri dehşetli şekilde yağm a ettiler. K ot Dazür’ün
incisi olan bu şehrin fethi, Türkler’e 100 şehide mal
olmuştu.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 179

Bandan sonra K ot Dazıir limanlarını dolaşan


Tiirk Donanması, kışı geçirmek üzere Tulon limanına
girdi. Fransa kralı I. François, şehri ve çevresini
geçici olarak Türkler’e bırakmıştı. 16 eylül 1543’te.
Tulon ve çevresinin, Türk Donanması Fransa'da kal­
dıkça Türk hâkimiyetinde olacağım bildiren andıaş­
ma imza edildi. Şehre Türk bayrakları çekildi. Beş
vakit ezan okunmaya başladı. Şehir ve çevrem, o
yılki vergilerini Türk tahsildarlarına ödediler. Bu
olayın hâtırasını yaşatmak için sonradan Fransızlar.
Tulon Belediye Sarayı'na, Türk D onanm asını liman­
larında gösteren b ir tablo yaptırıp astılar. Tablonun
üzerinde b ir Fransız şairinin bu m ünasebetle yazdığı
şiir vardı. Bu şiirin son iki m ısraında şöyle deni­
yordu: "B u gördüğünüz, hepim izin im dadına gelm iş
olan Barbaros ve ordusudur".
Türkler, Tulon’da 8 ay kaldılar. Bu müddet için­
de Barbaros-zâd e Haşan Reis ve Salih Reis gibi en
değerli Türk amiralleri, İspanya ve İtalya kıyılarım
bombardıman ettiler. Zaten Türk Donanması’mn,
başında Barbaros gibi bir şahsiyet olduğu halde
Tulon’da üslenip kışlaması, im parator Şarlken'e en
acı günlerini yaşatmıştı. İkinci bir Preveze mace­
rasına hevesli görünmeyen düşman donanmamdan
iz yoktu.
-Barbaros’un Fransa seferine katılan büyük
Türk bilgini Matrakçı Nasûh’un bizzat yaptığı min­
yatürler, bugün elimizdedir. Nasûh, bu m inyatür­
leri Fransız limanlarına bir Türk gemisinden baka­
rak yapmıştır. Fransız tarihçisi Madam Jeanne La-
roche bu minyatürlerin, Fransız limanlarının X V I.
asır ortalarındaki topografyasını bütün teferrüatiyle
180 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

dikkate değer bir doğrulukla aksettirdiğini yazmakta­


dır. Marsilya, Tulon, Nis, Antib gibi şehirler, liman­
larında yatan Türk Donanması ile beraber, zarif
çizgiler ve parlak renklerle gösterilm iştir. Matrakçı
Nasûh, matematikçi, coğrafyacı, asker, silâh uzmam,
ressam, büyük bir şahsiyetti. Denizi, gümüş ve gök­
leri altın yaldızla boyamıştır. Yeşil, mavi, pembe
renklerdeki dağların dalgalı ahengi çok cazip gö­
rünmektedir. Evlerin kırmızı kiremit damları, kili­
selerin maviye boyanmış çan kuleleri arasına ser­
piştirilmiştir.
Matrakçı Nasûh, kısmen manzum, kısmen men-
sûr olarak, Türk Donanmasının Fransa seferini de
anlatıyor. Fransız limanlarının Türk gemileriyle uç­
suz bucaksız bir lâle tarlasına benzediğini yazıyor.
A l renge ve yaldıza boğulmuş Türk bayrakları ve
sancakları hatırlanırsa, yazarın benzetmesinin gü­
zelliği anlaşılır. O zaman Tulon, 5.000 nüfuslu küçük
bir limandı. Türk Donanmasındaysa, forsalar dı­
şında 29.440 kişi vardı. Bu nüfus, bir yıl için, Tu-
lon’daki Fransızlariı azaldıkta bıraktı. Fakat levend-
lerin çoğu gemilerinde kalıyorlardı. Fransız halkı,
Türk idaresinin getirdiği yeniliklerden çok memnun­
du. En küçük bir zabıta olayının geçmediği bu bir
yıl içinde Tulon ve çevresinde, tam bir huzur ve sü­
kûnet hüküm sürdü.
Fransa'nın mütefekkir tarihçi ve coğrafyacısı
Grenard, Türlder’in Fransa seferiyle, Türk haşme­
tinin zirvesine çıktığım, Tulon’un küçük bir İstanbul
olduğunu, Şarlken’in cihan ölçüsündeki strateji ala-
hinr Kanuni Sultan Süleyman’a bıraktığını yazar.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 181

Türk Donanması, 1544 yılı nisan ayında Tulon’-


dan ayrıldı. Bir yıl, üç ay süren bir seferden sonra
İstanbul’a döndü. İstanbullular, donanmalarım sey­
retm ek için sahillere yığılmışlardı. Bu, 72 yaşlarında
bulunan Barbaros Hayreddin Paşa’ıun denizlerde g?
çen hayatının son seferi oldu. Artık yeni bir seferi,
çıkamadı. İstanbul'a döndükten 2 yıl sonra ölerek
şan ve şeref içinde geçen hayatım tamamladı.
TURGUT REİS

1485 yıllarına doğru, Muğla’nın Seroloz nahi­


yesinin bir köyünde, Velî adında, kendi halinde bir
çobanın bir erkek çocuğu doğdu. Bu çocuğun, tari­
hin tanıdığı en büyük amirallerden biri olacağını
kimse, aklından bile geçirmiyordu Turgut adı ve­
rilen çocuk büyüdü, delikanlı oldu. Babası gibi ço­
banlık yapmak niyetinde değildi. Alelade bir levend
olarak, Türk korsan kadırgalarından birine yazıldı.
Az zamanda, akıl almaz cesareti ve erişüemeyen
zekâsıyle ün yaptı. Türk denizciliğinin büyük koru­
yucusu, Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi Sultan K or-
kut’un dikkatini çektiği zaman, henüz 25 yaşında
yoktu. Oruç Reis, o ölünce kardeşi Hızır Reis yani
müstakbel Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut’u
himaye ettiler. B ir müddet Barbaros Kardeşler’in
kaptanı olan Turgut, Cezayir’deki hayatı bile sıkıcı
buldu. Kendi hesabma Orta ve Batı Akdeniz’de
korsanlığa başladı. Fakat Barbaros kendisini çağı­
rınca Cezâyir’e geliyordu.
Barbaros Hayrettin Paşa, kapdân-ı derya ola­
rak İstanbul’a gelince, Tuıgut Reis’i de 19 amira­
linden biri olarak Cihan Hakanı Kanunî Sultan
Süleyman’a takdim etti. Bu sıralarda Turgut, 50
yaşına yaklaşmış, pek namlı bir denizciydi Kanu-
nî’nin sancakbeyi, yani tümamiral rütbesini verdiği
Turgut, Avrupa’da “D ragut” olarak tanınıyordu.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 183

Birçok zaferler kazanmış, maceralar geçirmişti.


1528’de, 43 yaşlarındayken, arkadaşı Salih Reis’le
beraber Korsika’da “ sulanırken” , Cenevizliler’e. esir
düşmüş, forsa olarak bir Ceneviz kadırgasına ve­
rilmişti. Forsalık hayatı 3 yıla yakın sürmüştü. Bu
müddet içinde Turgut, çakıldığı kasarada, kendisini
görm ek için meraktan ölen Avrupa’nın en ünlü
şahsiyetlerinin ziyaretlerini kabul etmişti. Bir gün
Barbaros, ansızın donanmasıyle Genova önlerine
geldi. Birkaç saat için Turgut kendisine teslim edil
mezse, şehirde taş üstüne taş bırakmayacağını bil­
dirdi. Doç, yani Ceneviz cumhur başkanı, Turgut’u,
Barbaros’un kadırgasına yollamaya mecbur oldu.
Türk denizcileri, amirallerinden levendlerine ka­
dar, Barbaros’tan sonra ikinci başbuğ olarak Tur­
gut Reis’i Osmanlı resmî vesikalarında anıldığı is­
miyle Turgutça Bey’i tanıyorlardı. Turgut’a gelince,
İstanbul’daki girift kapdân-ı deryalık, yani Türk
imparatorluk deniz kuvvetleri komutanlığı teşkilâ­
tından ve Saray protokolünden ne derecede çekini­
yorsa, İstanbul'daki devlet adamları da, kıyafeti ve
konuşması kendilerininkine benzemeyen, vezirler,
yani mareşallerle arkadaşı, hattâ emrindeki kap­
tanlar gibi konuşan bu amiralden ürküyorlardı.
Turgut, mağrur, fakat deha sahibi insanların çoğu
gibi mahcuptu. Padişahtan bile bir şey istemek ağı­
rına gidiyordu. Fakat istediği şeyin anlaşılıp, ken­
disine verilmesini istiyordu. Dehasına uygun bir
alan arzu ediyordu. Üstadı Barbaros, İbrahim Paşa
giibd oğlu yerinde, mazisiz ve nesepsiz bir vezirin
elini, devlet mefhumuna verdiği önem sebebiyle
öpmekten çekinmeyecek derecede uysallık göster-
184 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

iniş, yeryüzünün en kudretli donanmasının başında


ölümüne kadar kalmış, Kanunî’den, bütün vezirlerin
ve sadrâzamların üstünde Utifat, hattâ saygı gör­
müştü. Turgut’a gelince, karakteri yüzünden nispe­
ten köşede kalmıştı. Ancak yaşı iyice ilerledikten
sonra Osmanh protokolünün içine girebildi Çünkü,
şimdiye kadar kalıba girmeyişinin, şahsından fazla
Türk denizciliğine zarar verdiğini kavramıştı. Kendi
yetiştirdiği denizcilerin yetiştirdiklerinin büe Türk
devlet teşküâtmda mevki ve makam sahibi olduk­
larım gördükten sonra durumu kavradı. Preveze’de
Türk ihtiyat füosuna komuta etmiş, zaferin elde
edilmesinde en büyük rollerden birini oynamıştı.
Üstadı Barbaros öldükten sonra, Sokollu Mehmed
Paşa gibi ömründe denize açılmamış bir generalin
kapdân-ı deryâlığa getirildiğini teessürle gördü. Sad­
râzam Dâmâd Rüstem Paşa’nm, şahsına karşı bes­
lediği nefretten kılgınlık duydu. Rüstem Paşa ta­
rafından, Turgut’un kapdân-ı deryâhk yapamaya­
cak derecede âsî ruhlu ve protokol fikrinden mah­
rum bir adam olduğuna kandırılan Kanunî, buna
rağmen Turgut’a olan sevgisini muhafaza ediyordu.
Kanunî’nin, denizciliğe verdiği önem ve denizcilere
olan düşkünlüğü, vezirleri ürkütüyordu. Barbaros’­
un padişah üzerindeki sadrâzamlarmkini gölgede
bırakan nüfuzundan kurtuldukları zaman geniş ne­
fes alan vezirler, Barbaros’la ölçülemeyecek dere­
cede sert, hattâ alisi bir adam olan Tuıgut’u İs­
tanbul’a getirtmemek için birleşmişlerdi.
Sokollu’nun 4 yıllık kapdân-ı deryâlığmdan son­
ra Rüstem Paşa’nın bu makama gene bir generali,
kardeşi olan Sinan Paşa’yı getirmesine Türk deniz-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 185

çileri çok kızmışlardı. Ancak padişah irâdesi ve


Divân-ı Hümâyun’un, yani hükümetin emri kutsal
sayıldığı için, durum, memnuniyetsizlikten ileri git­
medi. Bu yıllarda Turgut, Türk korsanlarının, yani
deniz komando sınıfının amirali olarak, Akdeniz’i
altüst ediyor, mümkün olduğu kadar İstanbul’a uğ­
ramaktan kaçmıyordu. Tunus’un büyük bir kısmım
fethetm işti. Üzerine gelen birleşik Avrupa donan­
malarını birkaç defa yenmişti. Malta, Sicilya, Sar­
dunya, Korsika, Balear adaları, İspanya, İtalya kı­
yılarını, Türkiye’nin savaş halinde bulunduğu en
kudretli Hıristiyan devleti Ispanya’ya ait bütün bu
adaları ve ülkeleri devamlı şekilde vuruyordu.
Nihayet Turgut Reis, Donanmay-ı Hümâyûn’-
un, Türk imparatorluk donanmasının başında. Mal
ta Şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarb’i,
şimdiki Libya’yı fethetti. Kapdân-ı Derya Sinan Pa­
şa, ağabeyi Rüstem Paşa’dan aldığı emre uyarak,
Murad Paşa’yı bu yeni eyaletin ilk beylerbeyisi ilân
etti. Halbuki Kanunî, Trablus’u fethederse kendisini
beylerbeyi yapacağım Turgut’a vâdetmişti. Turgut,
bu durumdan çok müteessir oldu. Fakat tek keli­
meyle olsun itiraz etmeyi onuruna yediremedi. Fi­
losuyla Trablus önlerinden ayrılırken, o zamana
kadar Osmanlı tarihinde vuku bulmak şöyle dur­
sun, vukuu hayalden bile geçirilemez bir olay oldu.
Bütün Donanmay-ı Hümâyûn, Sinan Paşa’yı karada
bırakıp, Turgut’un peşine takıldı. Turgut, Türk ami­
rallerini, uzun münakaşalardan sonra ve Sinan Pa-
şa’nın yalvarm alar üzerine, bu hareketlerinin dev­
lete isyan demek olduğu hususunda ikna etti. Artık
186 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

İstanbul’a gidip derdini bizzat padişaha anlatmaya


artık karar verm işti
Bir müddet sonra Turgut, at üzerinde giden
Kanunî Sultan Süleyman'ın atının dizginlerine ya­
pıştı, eyerini öperek, veciz birkaç cümleyle derdini
anlattı. Padişahın atım durdurmak, herhangi bir
fâni için, sonu idamla sonuçlanacak bir suçtu. Tur­
gut’un cür’eti karşısında donup kalan padişahın
yanındakiler, hükümdarın Türk denizcisine gülüm­
sediğini ve yatıştırıcı sözler söylediğini hayretle
gördüler. İhtimal Kanunî, Turgut’un protokole so-
kulamaz bir karakterde olduğu hususunda, damadı
Rüstem Paşa’ya içinden hak verdi Fakat dehasına
saygı göstererek, Turgut’u, kayd-ı hayat şartıyle,
ölünceye kadar Trablusgarb beylerbeyisi yaptı.
Böylece 1556’da, ancak 71 yaşmda Turgut, beyler­
beyi ve paşa, yani oramiral oldu. Malta’da şehit
oluncaya kadar geçen 9 yıllık artakalan ömrünü,
şan ve şeref içinde tamamladı.
ŞEYDİ - ALI BEİS

XVL asrın büyük denizcilerinden biri de Sey-


dî-Alj Reis’tir. Gerek babası, gerek büyük babası
bahriye müsteşarı olan bu denizci çocuğu, 1498
yıllarına doğru Istanbuul’da doğdu. 1522 Rodos
fethine deniz subayı olarak katıldı. Kapdân-ı derya
Barbaros Hayrettin Paşa’nın yanında yetişti. Ken­
disini çok takdir eden Barbaros, cihan tarihinin en
büyük deniz vuruşmalarından biri olan 1538 Pre-
veze savaşında, Türk Donanmasının sol kanat ami­
ralliğini Şeydi-Ali Reis’e verdi. Az zamanda Kanuni
Sultan Süleyman'ın da dikkatini çekti. Kanunî, İran
seferine çıkarken müşavir olarak onu da yanına
aldı. Asrının en büyük hükümdarı olan Kanuni, bu
bilgin, şair, güzel konuşan ve zeki amiralden çok
hoşlanıyor, sık sık sohbet etmek üzere otağına ça­
ğırıyordu. Gene bir gün Haleb’de konuşurlarken,
Kanunî kendisini Hint Okyanusu amiralliğine getir­
mek istediğini bildirdi Seydî-Ali Reis’e yeni görevi
6 aralık 1553 günü resmen tevcih edildi. Bu sıra­
da 55-56 yaşlarında olması lâzım gelen Türk De­
nizcisi, ertesi gün Haleb’den hareket e tti 58 günde
Bağdad yoluyle Basra’ya geldi. Bu limanda bulunan
15 kadırgadan müteşekkil Türk savaş filosunu ala­
rak denize açıldı.
Basra K örfezi’nden çıkıp Aden K örfezi’ne gir­
mek üzereyken, 9 ağustos 1554 günü 25 kadırga­
188 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

dan ibaret Portekiz donanması ile karşılaştı. Vu­


ruşmada Portekizliler’in bir kadırgası batınca düş­
man, Türk filosunun önünden çekildi 25 Ağustos­
ta Seydî-Ali Reis, Aden K örfezi’nden Umman de-
nizi’ne geçmişti. 34 kadırgadan müteşekkil daha
büyük bir Portekiz donanması ile karşılaştı. Türk­
leşin iki mislinden fazla olan düşmanla dehşetli bir
deniz savaşı başladı. 18 saat aralıksız devam eden
savaş sonunda Türkler’in 7 ve Portekizliler’in 6
Kadırgası battı, lld tarafın forsalarında da kürek
çekecek güc ve topçularda top ateşleyecek takat
kalmadı. Türkler’i yok edemeyeceklerini anlayan
kıral naibi Alfonso dö Noronha’nın oğlu Don Fer-
nando’nun komutasındaki Portekizliler, geri çekil­
diler.
On bir kadııgası kalan Seydî-Ali Reis, birkaç
gün sonra da “ tûfân-ı 131” denen korkunç bir Hinci
Okyanusu tayfunu ile karşılaştı. Biraz da dalga­
ların esiri olan Türk filosu, güneydoğuya doğru yol
alarak Hindistan kıyılarına vardı. 3 kadırga da bu­
rada karaya vurdu. Geri kalan ve onarılması az
zaman içinde mümkün olmayan 8 kadırgayı S eydî-
A li Reis, toplanyle beraber, Türkiye’nin öteden beri
desteklediği Gucarat Sultanlığına verdi. İstanbul’a
dönünce hükümete gösterm ek üzere bir makbuz
aldı. Seydî-Ali Reis, hayatta kalan levendlerinin
çoğunu da Gucarat Sultanlığı hizmetine verdi.
Esasen yarım yüzyıldan beri bu Müslüman Hind
devletinin amiralleri ve topçu generalleri hep Os­
manlI Türkü idi. Seydî-Ali, 50 levendiyle Hindis­
tan’a daldı. Aylarca süren bir seyahatten sonra,
Hindistan Türk İmparatorluğunun başkenti olan
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 189

A gra’ya vardı. Timuroğlu Hümâyûn Şah, Türkler’i


sevinçle karşıladı. Bâbur Şâh’ın oğlu olan bu hü­
kümdar, Türk Amiraline vezirlik bile teklif etti.
Ancak Hümâyûn 26 ocak 1556 günü, kütüphane­
sinin üst raflarından bir kitap almak üzere tırman­
dığı merdivenden düşerek 48 yaşında öldü. Ş eydi-
A li" üe 50 levendine gene yolculuk görünmüştü.
Türk denizcileri, 5 ay sürecek yeni sayahatlerine
başladılar. A gra’dan hareket ederek Lâhûr’a ve Kâ-
bil’e geldiler. Afganistan’dan Türkistan’a geçtiler.
Semerkand, Buhara ve Hıyve’den İran’a indiler.
Meşhed’den İran Türk İmparatorluğunun başkenti
olan Kazvîn’e vardılar. Şah Tahmasb tarafından
kabul edilen Seydı-Ali Reis, Şah İsmail’in oğlu ve
yeıyüzünün Kanunî’den sonra gelen en kudretli hü­
kümdarı olan Safevî imparatorundan da iltifat gör­
dü. Tebriz’den Türkiye topraklarına g ird i B ağdad-
Musul - Diyarbakır - Ankara yoluyle İstanbul’a gel­
d i Fakat Kanunî, Edirne'deydi. 1 Mayıs 1557’de
Galata’daki konağına inen Seydî-Ali Reis, bir hafta
sonra Edirne’deydi. Kanunî Sultan Süleyman’a Ha-
leb’de veda etmesinin üzerinden tam 3 yıl, 5 ay
geçm işti. Denizcilere büyük zaafı olan Kanunî, Sey­
dî-Ali Reis’i birçok defalar kabul ederek bütün ma­
cerasını dinledi ve bu seyahatini kaleme almasını
emretti. Seydî-Ali Reis, Kanunî’ye, Türkistan Ha­
kanı ve Gucarat Şahı’ndan Hint Racalarına kadar
büyüklü küçüklü hükümdarlardan 30 kadar mek­
tup getirmişti. Bunların kimi İktisadî veya askeri
yardım istiyor, kimi dostluk ve kulluk arzediyordu.
Bundan sonra Seydî-Ali Reis, 1560 Cerbe savaşma
katıldı. Preveze’den sonra Türkler’in tarihleri bo­
190 TÜRK TAHlHlNDEN YAPRAKLAR

yunca kazandıkları en büyük deniz zaferi olan bu


savaşta da amirallik etti. 1563 yılının ocak ayında,
takriben 65 yaşında, Galata’daki devrinin denizci,
bilgin ve şairlerinin toplantı yeri olan büyük kona­
ğında huzur, şan ve şeref içinde öldü. Seydî-Ali
Reis, « ı az amiralliği derecesinde coğrafya, mate­
matik ve astronomi bilgini olmakla da ünlüdür.
A ynca şair olarak da devrinde büyük şöhret yap­
mıştır. Büyük Türk astronomu A li Kuşçu’nun
Fâtih’in emriyle yazdığı Fethiye adlı ünlü astro­
nomi kitabım Farsça’dan Türkçe’ye çevirmiştir.
Mir’ât-ı Kâinat adında bir matematik kitabı yazmış­
tır. Fakat dünyaca meşhur eserleri Muhit adlı de­
niz coğrafyasına ait kitabiyle Hindistan gerisini
anlatan Mir’âtu’l-Memâlik (Ülkelerin aynası)’idir.
Bu eserler, Türk amiralini XVI. asrm en büyük
bilginlerinden biri derecesine ulaştırmaktadır. Sey-
di-Ali Reis’in bu kitapları Almanca’ya İngilizce’ye,
Fransızca’ya, Özbekçe’ye, İtalyanca’ya çevrilerek bir­
çok defalar basılmıştır.
ÇERDE ZAFERİ

10 şubat 1560’da büyük bir armada Sicilya'­


dan hareket etti. Başta İspanya olmak üzere A l­
manya, Papalık, Malta, Toskana, Ceneviz gibi dev­
letlerin donanmalarından meydana gelen bu arma­
dada 200 gemi vardı. Forsalar dışında 30.000 as­
ker taşıyordu. 22 yıldan, Preveze’den beri Hıristi­
yan âleminin çıkardığı en büyük deniz kuvvetiydi.
2 martta Haçlılar, Tunus’un güneyinde bir Türk
deniz üssü olan Cerbe adasına geldiler. Trablusgarb
baylcrbeyisi Turgut Paşa, durumu İstanbul’a bil­
dirdi.
Cerbe’deki Türk deniz üsstünü düşüren Haç­
lılar, Turgut Paşa’nın elinden Trablusgarb’i almak
için hareket etmek üzereydiler ki, 120 parçadan
müteşekkil Türk donanmasının İstanbul’dan ayrıl­
dığı haberi geldi. Donanmay-ı Hümâyûn’un başında
Kapdân-ı Derya Piyâle Paşa bulunuyordu. Bunun
üzerine Haçlılar, Türk donanmamın hareketini iz­
lemek üzere Cerbe’de kalmaya karar verdiler. A ğ-
nboz’da ağzına kadar cephane ve erzak yüklü 24
nakliye gemisini de beraberine alan Piyâle Paşa,
İstanbul’dan ayrıldığının 33. günü 7 mayısta Malta’ya,
2 gün sonra da Cerbe’ye geld i Turgut Paşa’nın
donanmayla birleşmek üzere Trablus’tan ayrıldığı,
fakat henüz erişemediğini Öğrendi. Piyâle Paşa,
bastardasına amirallerini çağırdı. Harb meclisinde,
192 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

düşman armadasının yok edilmesine ve bunun için


Barbaros Hayreddin Paşa’mn Preveze'de kullandığı
taktiğin uygulanmasına karar verildi. Sol kanada
İzmir bahriye sancak beyi Uluç-Ali Reis, sol ka­
nada da Hindistan’dan dönen Seydî-Ali Reis komu­
ta edeceklerdi. Bu sırada Piyâle Paşa 45, Turgut
Paşa 75, Seydî-Ali Reis 62, Uluç-Ali Reis ise 53
yaşlarında idiler.
Preveze’nin üzerinden 21 yıl, 7 ay, 13 gün
geçmigti ki, Güney Akdeniz’in kızgın sularında,
dünya tarihinin en büyük deniz vuruşmalarından
biri başladı. 14 mayıs 1560 günü Piyâle Paşa ve
amiralleri, Haçlı armadasını birkaç saat içinde boz­
dular. Türk deniz taktiği kusursuz ve tamamen
harikulade idi. Forsalar dışında 30.000 kişi olan
düşman askerinin 20.000’i öldü, boğuldu veya esir
ecüldi. Geri kalanların çoğu, yaralı ve perişan bir
şekilde her biri Türk toplanyle delik deşik olmuş
gemilerine can attı. Armadaya komuta eden Gian
Andrea Doria ile Sicilya kıral nâibi Medinaceli Du­
kası, birer kayığa atlayıp canlarım kurtardılar. Esir­
ler arasında Don Alvaro de Sandi, Sicilya kuvvet­
leri komutam Don Sanchcz de Levia, Napoli kuv­
vetleri komutanı Don Berenger de Requeses, bunun
damadı Don Juan de Cardona, Sicilya Kıral Nâibi
Medinaceli Duka’sınm oğlu Don Gaston gibi Ispan­
ya'nın en büyük askerleri ve daha sürüyle tanınmış
asilzade bulunuyordu. Papalık filosuna komuta eden
Prens Flaminio Orsini öldü. Muharebeyi takip eden
günlerde Piyâle Paşa, düşman donanmasının bat­
maktan kurtulan parçasının peşine takıldı ve ağır
zayiat verdirdi. Kaçamayacaklarım anlayan düşman
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR m

askerleri, Cerbe kalesine sığındılar. Ceneviz, Sicilya


ve Napoli amirallik bastardaları, Türkler’in eline
geçti. 5.000’den fazla Haçlı, Türkler’e esir düştü.
Bu sırada Turgut Paşa 12 kadırgayla geldi ve de­
nizin, alabildiğine gemi ve insan kalm tılanyle dolu
manzarasını seyretti. Türk zayiatı, Preveze’de ol­
duğu gibi şaşılacak derecede azdı. Ancak birkaç
küçük gemi batmıştı. Şehitlerin sayısı 1.000’i bul­
muyordu.
Bozgun haberi, Avrupa’y ı altüst etti. İspanya
kıralı ve seferin düzenleyicisi n . Felipe, çok mü­
teessir oldu. Küçük yeğeninin zaferi için dua eden
pek yaşlı Andrea Doria, kederinden hastalanıp öldü.
Bundan sonra Piyâle Paşa, 30 temmuzda Cerbe
kalesini Ispanyollar’dan aldı. Kaleyi savunan 8.800
İspanyol’un hepsi öldü veya esir edildi. Kalenin al­
tına sığınan İspanyol gemileri Türkler’in eline geçti.
Piyâle Paşa, 27 eylül sabahı, m uzaffer donanma-
sıyle İstanbul’a döndü.
Kanunî Sultan Süleyman, yanında vezirler ve
elçiler olduğu halde, donanmayı seyretmek için Sa-
raybum u’na inmişti. Donanma-yı Hümâyûn’un önün­
de, seren direkleri kırılmış 19 muazzam düşman
gemisi gidiyordu. Bu gemilerin güvertelerinde baş­
lan açık binlerce düşman esiri doldurulmuştu. İç­
lerinde Avrupa'nın en tanınmış prens, asilzade, ge­
neral ve amiralleri bulunuyordu. Büyük düşman
bayraklan, kadırgaların arkasından denize seril­
mişti. Donanmay-ı Hümâyûn, bütün toplannı kuru
sıkı ateşleyerek “ Cihan Hâkanı” Kanunî Sultan
Süleyman’ı selâmladı. Manzara, hayaline bile cesa­
ret edilemeyecek bir haşmet arzediyordu. Kanunî,
13
194 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

bu manzara karşısında yanındaki vezirlere ve elçi­


lere şöyle dedi: “ İşte insan bütün bunları görüp de
gurura kapılmamalı; her şeyin Cenâb-ı Hakk’rn
inayetiyle olduğunu hatrlayıp Allah'a şükürler et­
m elidir!’'.
Divan-ı Hümâyûn, m uzaffer kapdân-ı deryaya
“ vezir” yani büyük-amiral payesinin verilmesini
Kanunî’ye arzetti. Ancak Kanunî, Piyâle Paşa’nm
genç olduğunu, henüz beylerbeyiliğine yani orami-
ralliğe iki yıl önce yükseldiğini söyledi; vezâret
rütbesinin haysiyetinin düşeceğini düşündü ve hü­
kümet teklifini tasdik etmedi. Kapdân-ı deryâyı şah­
sen mükâfatlandırmak yoluna gitti. Kendisini to­
runu Gevherhan Sultan’la evlendirdi ve “ dâmâd”
yaptı.
Cerhe, Türkler’in tarihleri boyunca Preveze’den
sonra kazandıkları en büyük deniz zaferidir. Cerbe’-
de bulunmak, vaktiyle Preveze’de bulunmak gibi,
Türk levendleri arasmda büyük bir şeref sayıldı. Şu
veya bu levend, “ Preveze’de veya Cerbe’de bulunmuş­
tur” diye övüldü. Her ikisinde de bulunan Türk le-
vendleri, arkadaşları arasında, gıpta edilmeye değer
kahramanlar derecesine yükseltildi.
BİR VENEDİK KORSANLIĞI

X V I. asır, korsanlığın bütün tarih boyunca en


çak geliştiği çağdır. İM türlü korsan vardı: devlete
bağlı korsanlar ve şahıslan için denizlerde haydut­
luk yapan korsanlar, tikine Fransızlar “ corsaire”
(k orser), İkincisine “ pirate” (pirat) diyorlardı.
Türkçe’de “ korsan” kelimesi, ilk mânada kullanı­
lıyor ve karadaM “ akıncı” Binitinin denizdeM kar­
şılığı olan teşkilât için “ korsan” deniyordu. Keli­
mede hiç bir küçültücü mâna yoktu. EsM tarihle­
rimiz “ Barbaros ve Turgut yaman korsanlardı” şek­
linde övgülerle doludur. Deniz hırsızı olan korsan­
lar, XVL asır Türk dünyasında meçhuldü.
Avrupa devletlerinde, deniz kuvvetlerine bağlı
korsanlar olduğu gibi, deniz haydutları da vardı.
A tlas Okyanusu’nda, bilhassa Amerika sularında ve
Karayıp Denizi’nde İspanyol korsanlan hâkimdi.
Yüzyılın sonlarına doğru Felemenk ve İngiliz kor­
sanlan, Ispanyollar’la çekişmeye başlamışlardı.
Fransız korsanlan da vardı. Portekizliler, daha çok
Hind denizlerinde faaliyet gösteriyorlardı.
O çağ dünyasının deniz trafiğinin en yoğun
olduğu Akdeniz’e Türk denizcileri hâkimdi. İkinci
derecede Venedikliler, sonra Ispanyollar, Fransızlar
ve Cenevizliler geliyordu. Türk korsanlan, Atlas ve
Hind okyanuslannda da dolaşmakla beraber, bü-
hassa Akdeniz’de geziyorlardı. Boğazlar’dan Cebe-
196 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lüttânk’a kadar koca Akdeniz, TCrk korsanlarının


dolaşma alanı idi. Csmanlı devletinin himayesinde
ve dost olan Fransız gemilerine dokunulmazdı. Ve­
nedik gemileri, ancak bu devletle savaşıldığı zaman­
lar taarruza uğruyordu. Türk korsanlan daha çok
İspanyol ve İspanya ittifakı devletlerinin gemilerine
hücum ederlerdi.
XVL asır sonlarında, m. Sultan Murad Han
devrinde, T ürk-V enedik münasebetleri oldukça iyi
idi. Birkaç defa durum gerginleştiyse de savaş ol­
madı. Padişahın gözde zevcesi Safîye Haseki-Sultan,
Venedikli büyük ailelerden B a ffa la n n kızı olduğu
için, Venedik’e dost bir siyaset izlenmesinde rol oy­
nuyordu. m. Murad devrinde iki devlet arasındaki
en ciddî olay, bir Türk gemisinin Venedikli korsan­
lar tarafından zaptı ve içindekilerin fecî şekilde öl­
dürülmesidir:
Ramazan Paşa, Cezayir beylerbeyisi idi. V â-
dî’s-Seyl meydan muharebesinde Portekiz ordu ve
donanmasını kıratları ile beraber yok eden ve Por­
tekiz devletinin siyam varlığına son veren, Fas’ı
Türk imparatorluğunun sınırlan içine alan Rama­
zan Paşa, 1589’da mahallî bir ayaklanmayı bastı­
rırken Cezayir’de bir kaza kurşunu ile şehit oldu;
Cezayir'e gömüldü. Ramazan Paşa’mn adım bilme­
diğimiz pek genç hanımı, Paşa’mn bütün servetini
ve henüz süt çocuğu olan oğlunu alıp, yerleşmek
üzere, Cezayir’den İstanbul’a doğru hareket etti.
Ramazan Paşa, çok zengindi. Bilhassa Vâdı’s-Seyl
zaferindeki Portekiz ganimetlerinden payına düşen
servet, pek büyük olmuştu. Şimdi bu servet, genç
hanımının elindeydi. Zavallı kadın, kocasını kaybet­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAıvLAR 197

menin üzüntüsü içindeydi. Büyük servetinden fay­


dalanmak ve oğlunu babasına lâyık bir şekilde ye­
tiştirmek için İstanbul’a gideceği için nispeten te­
selli buluyordu. Türk beylerbeyisinin hanımının bin­
diği gemi gibi bir gemiyi ele geçirmek, o çağda her
korsanın hayaliydi. Ancak Türkiye ile Venedik, sulh
halindeydi. Türkler, Venedik gemilerine taarruz et­
medikleri gibi, Venedikliler de böyle bir şey yapa­
mazlardı.
Ramazan Paşa’mn hanımının bindiği gemiye
yüklediği servet, 400 köle ve 40 câriye dışında,
800.000 dukaya, bugünkü satınaima gücüyle 400
milyon TL.’na baliğ oluyordu. Gemi, Zanta adasına
uğradı. Adanın Venedikli kumandanı, hanımefendi­
ye saygüannı sundu. Ancak geminin yüklendiği
serveti duyan Venedikli amiral Emmo, Kefalonya
adası açıklarında, Türk teknesine ta m ız etti. Ge­
mideki 250 Türk denizcisi, tamamen şehit oluncaya
kadar pek üstün düşmana karşı vuruştu. Sonunda
tekne, Venedikliler’in eline geçti. Paşa’mn hanımı,
kendini savunurken vuruldu; kucağındaki oğlu Ue
beraber öldü. 40 cariye, tecavüze uğradıktan sonra
öldürülüp denize atıldı. Bu suretle olay hakkında
iddiada bulunacak şahit bırakılmamış oluyordu. Ve­
nedikliler, gemideki serveti alıp, tekneyi batırdılar.
Ancak Türkler tarafından şahitlik edecek tek
şahsın hayatta bırakılmamasına rağmen Divan-ı
Hümâyûn, olayın bütün tafsilâtım öğrendi. İstan­
bul halkı arasında, Venedik aleyhine büyük kay­
naşma oldu. Halk, Venedik büyükelçisini öldürmek
istedi. Safiye Haseki-Sultan’ın aracılığı ile Venedik
balyozunun hayatı kurtarıldı. İyice dayak yedikten
198 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

sonra, İstanbul’daki Venedik Sarayı’ndan alınıp


Yedikule’ye götürüldü; oraya hapsedildi. Padişah
yaverlerinden Haşan Çavuş, dehşetli tahditler taşı­
yan bir mektupla, Venedik Senatosu’na gönderildi.
Senato, korktu. Amiral Emmo başta olmak üzere
bütün olaya katılanlan Haşan Çavuş’un gözleri
önünde idam ettirdi. Emmo’nun elkoyduğu 800.000
duka ile 400 köle, Ramazan Paşa’nın varislerine,
varis yoksa Hazîne-i Hümâyûn’a verilmek üzere,
Preveze Kadısı’na teslim edildi Emmo, 400 köleyi
serbest bıraktığı için, Venedik, bunlann yerine baş­
ka 400 köle bulup göndermişti. Senato, bununla
yetinmedi. Bir İspanyol gemisinden ele geçirdiği
39 Türk esirini, yaranmak kasdıyle İstanbul’a yol­
ladı. Bu suretle, Venedik için Girit’in kaybıyle so­
nuçlanacak bir savaş önlenmiş oldu.
ORTA AFRİKA’DA TÜRELER

“ Türk asrı” denen X V I. asırda Osmanlı Türk-


leri, Orta A frika ile de ilgilenmişlerdir. Orta A fri­
ka o çağda tamamen veya kısmen bilinmeyen top­
raklar arasında sayılıyordu. İlk Orta A frika siya­
setini ağan, en büyük Türk amirallerinden biri olan
Salih Paşa’dır. 1551’den 1556’ya kadar Cezâyir bey-
lerbeyiliği yapmıştır. Bu sırada, 4.000 Türk ve Em ir
Abdülaziz komutasında 8.000 Arap gönüllüsü ile
ilk defa olarak Güney Cezâyir’e indi Sâlih Paşa,
kuzeyden güneye doğru önce Teli A tlaslan’nı, sonra
Sahra A tlaslan’m geçti. Tuggurt vahasına geldi.
Buradan daha da güneye ilerledi ve Vargla vaha­
sına erişti. Burada bir müddet kaldıktan sonra
güneye doğru yoluna devam etti. Büyük Sahrâ’ya
geldi. Tuareg ırkından 5.000 Berberi ve Zenci’yi
esir alıp Cezâyir şehrine döndü. Büyük Sahrâ’daki
kabilelerin yıllık v e re y e bağlandığı bu sefer, coğ­
rafî keşifler tarihi bakımından çok önemlidir. Zira
tarihte ilk defa olarak A frikalı olmayan bir ka­
vim , yani Türkler, Büyük Sahrâ’da bu kadar gü­
neye inmişlerdi.
Salih Paşa’nm en yakın ark adaşlarından olan
diğer bir Türk amirali, ünlü Turgut Paşa da Orta
A frika üe ilgilendi Hattâ bu ilgi, Sâlih Paşa’nın-
kinden birkaç yıl daha öncedir. Turgut Reis, bu
sıralarda “ paşa” yani oram iral olmuş, bugün "L ib-
290 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

ya” dediğimiz Tarablusgarb eyaletinin başına geti­


rilmişti. Bu Türk eyaletinin güney sınırlan da Bü­
yük Salırâ’ya dayanıyordu. 3.400 metreye kadar
yükselen Tibesti D ağlan, Trablusgarb üe bir Müs­
lüman Zenci kırallığı olan B om u’yu ayınyordu. Bu
devletin merkezi Kuka şehri, Çad Gölü’nün güney­
batı kıyısındaydı. Devlet, bugünkü N ijerya, N ijer,
Çad ve Kamerun devletlerinin bir kısım topraklan
üzerinde kurulmuştu. 1000 yıllarına doğru kurulan
bu Müslüman Zenci kır allığında yüksek tabaka az
çok Arapça biliyordu. Sünni-M âliki mezhebi yayıl­
mıştı. 1194’te Seyfî hanedanı düşmüş, onun yerine,
1846’ya kadar 652 yıl iktidarda kalacak olan Bu-
lâla hanedanı geçm işti. İşte Ekvator’un 8 derece
kuzeyindeki enleme kadar güneye inen bu mühim
ve eski devlet, Trablusgarb beylerbeyisi Turgut Pa-
şa’nın başhca hedefi oldu.
Turgut Paşa, B om u’da Türk yüksek hâkimi­
yetini kurabilmek için savaşçı bir siyaset gütmedi.
Dostluk gösterdi. Hattâ Bom u hükümdarına teknik
yardımda bulundu. Bom u’ tahtında bulunan Melik
Muhammed, 1550’de Trablusgarb’e elçi göndererek
Türk yüksek hâkimiyetini tanıdığını bildirdi. Onun
yerine tahta geçen yeğeni Melik IH. îdris Amsâmi
Alaöma ise, 1557’de İstanbul’a elçi yolladı ve kesin
şekilde Kanunî Sultan Süleyman’a tâbüyetini ar-
zetti. Türk hâkimiyeti, Doğu A frika’da olduğu gibi
Orta A frika’da da Ekvator çizgisine yaklaşmış olu­
yordu.
Türkler, Bom u’nun zengin ham maddelerini
alıyor, sanayi mamulâtı satıyorlardı. Tarihte ilk
defa olarak Turgut Paşa’nm yolladığı ateşli silâh­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 801

lar, Orta A frika'ya girdi. Trablusgarb beylerbeyisi­


ne bağlı Fizan sancak beyi, Bom u devletini kon­
trolle görevliydi. Büyük Sahrâ’nın ortasındaki ehem­
m iyetsiz bir Türk sancak beyi yani valisinin böyle
eski ve kudretli bir kırallığı kontrol etmesi, X V I-
asır Türk kudretinin derecesini gösteren tipik olay­
lardan biridir. Ancak m odem çağda da söm ürgeci
devletlerin sömürgelerini çok küçük kuvvetlerle kon­
trol edebildikleri hatırlanırsa, bu olaya fazla şaşıl­
maz. Bundan böyle Bom u üzerindeki Türk yüksek,
hâkimiyeti, birçok fâsıla ile, X IX . asır sonlarına,.
Sultan Abdulaziz devrine kadar devam etti.
Bu suretle X V I. asırda Türkler, A frika kıt’a—
sının yarısından büyük bir parçasını doğrudan doğ­
ruya veya dolayısıyle kontrol edebiliyorlardı. K ıt’-
anın geri kalan orta ve güney bölgeleri ise, tamamen,
meçhul ve kapalıydı. Merkezleri Cezayir, Tunus,.
Trablusgarb, Kahire ve Massava şehirlerinde bulu­
nan 5 Türk beylerbeyiliği yani eyaleti, doğrudan,
doğruya idareleri altında tuttukları ülkeler dışında,
birçok yerli A frika devletini kontrolleri altında bu­
lunduruyorlardı. Doğrudan doğruya Türk Osm anlı
idaresinde bulunan A frika ülkeleri Cezayir, Tunus,.
Libya, Mısır, Kuzey Sudan, E ritre ve Somali’den.
ibaretti. Diğer Afrika ülkeleri, tâbiiyet yoluyle Tür­
kiye’ye bağlıydı. Türkiye’nin A frika’daki en kud­
retli tâbii, başb başına büyük devletler arasında
sayılan Fas Arap imparatorluğu idi ki, bu devlet
de kendi hesabına Batı ve Orta A frika’da birçok
ülkeyi kontrol ediyordu. X V I. asırda Türkler, A f­
rika’da, Gine’ye, Kamerun’a, Mozambik güneylerine-
kadar yüksek hâkimiyetlerini tanıtmışlardı.
DOĞU AFRİKA’D A TÜRLER

Kanunî Sultan Süleyman zamanında özdem ir


Paga ve oğlu özdem iroğlu Osman Paşa, D oğu A f­
rika'da E ritre’yi, Somali’yi, Habeşistan'ın büyük bir
toölümünü Osmanlı Türk imparatorluğuna katmış­
lardı. Bu suretle Kuzey, Batı ve Orta A frika’dan
.sonra Doğu A frika'nın da en büyük ülkeleri' ya
•doğrudan doğruya devlete ilhak edilmiş, veya tâbii­
yet yoluyle İstanbul’a bağlanmıştı. A frika kıt’ası-
3iın geri kalan ülkeleri zaten henüz meçhuldü.
Kanunîden sonra Osmanlı Türkleri, Doğu A f­
rika’da daha da güneye inmek için birkaç tecrübe
yaptılar. Bilhassa X V I. asrın sonlarına doğru A li
B ey adında bir Türk amiralinin IEL Sultan Murad
zamanındaki teşebbüsleri, coğrafya ve keşifler ta­
rihi bakımından çok ilgi çekicidir. Sâlih Paşa’nm
Büyük Salırâ, özdem ir Paşa ile oğlu Osman Paşa’-
nın Sudan ve Somali keşif seferlerinden sonra A li
B ey’in Doğu A frika kıyılarım dolaşması, A frika
k ıt’asının medenî dünya tarafından biraz daha iyi
tanınmasını mümkün kılmıştır.
A li Bey’in seferleri hakkında Türk kaynakla­
rında fazla bir şey yoktur. Bu seferler hakkındaki
bilgilerimizi, daha çok o çağda yazılmış Portekiz
kaynaklarından ediniyoruz. Ali Bey, Yemen eyale­
tinin vilâyetlerinden birinin sancak beyiydi. îlk ünü­
nü, Ummân’ın Maskat limanım fethederek yaptı.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 20»

Maskat’ı vaktiyle Piri Reis almış, fakat sonradan'


Portekizliler ele geçirmişlerdi. Bundan sonra A li
Bey, 1584 yılm da Aden limanından hareket etti.
Aden K örfezi’nden H int Okyanusu’na çıktı. Güney­
doğuya doğru yol alıyordu. Somali kıyılarım baş­
tan başa geçti. E kvator çizgisini güneye doğru aştı..
Kenya kıyılarım takip ederek güneye doğru indi.
Mombasa’run 100 kilometre kuzeyinde Malindi li­
manına demir attı. Burada Zencilerle beraber bir'
m iktar da Arap ve Arap-Zenci melezi yaşıyordu..
Bunlar, Türk denizcüerini sevinçle karşıladılar. Bü-
hassa Araplar, gönüllü olarak Türk hizmetine gir­
diler. Böylece oldukça önemli bir kuvvete sahip olan-
A li Bey, hemen bütün Kenya kıyılarında egemenlik
kurdu. Kuzeyde Lamu adası, güneyde Mombasa.
limanı, Türkler’in eline geçti. A li Bey, Aden'e dön­
dü. Bıraktığı memurlar, Kenya kıyılarında Türk:
idaresini devam ettirdiler.
1584 seferinin başarısı üzerine Yemen Beyler­
bey isi, 5 yıl sonra, 1589 başında A li Bey’i teşeb­
büsünü genişletmek üzere tekrar D oğu A frika'ya,
gönderdi. 4 kadırga ve birçok küçük savaş ve taşıt
gem isiyle A li Bey, gene Kenya’ya geldi. İngiliz ta­
rihçisi Dam es: “ bu sırada Osmanlı hükümeti Hind
Okyanusu’na daha büyük bir filo gönderebilseydi,.
bütün Doğu A frika, Afrika'nın diğer ülkeleri g ib i
yüzyıllarca Türkler’in olurdu” demektedir.
Bu sıralarda Ramazan Paşa’mn bir tek mey­
dan muharebesiyle siyasî varlığına son verdiği P or­
tekiz devleti, Ispanya’ya katılmıştı. D oğu A frika
halkının çoğu da Türkler’i iyi karşılıyorlardı. A ncak
İstanbul hükümeti, bu uzak ve kısır topraklara em
204 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

küçük bir ilgi gösterm iyordu. Portekizlilerle birçok


defalar vuruşan A li Bey, Mombasa’ya geld i Türk
amiralinin başarısından ürken Portekiz K ıral Naibi,
İspanya Kıralı’ndan aldığı emir üzerine, kardeşi
D on Thome de Souza Countinho’yu bir filo ile A li
B ey’in üzerine gönderdi 5 mart 1589’da Portekiz
donanması, Mombasa’ya girdi. Baskına uğrayan
Türk filosu yakıldı. Mombasa, Türkler’den alındı.
A li Bey esir edildi ve Lizbon’a götürüldü. Türk le-
vendieri, güneybatya, Tanganyika içerilerine kaç­
tılar. Fakat Güneydoğu A frika’yı harabeye çeviren
Bantu ırkından Zimbaslar’ın eline düştüler. Yam ­
yam olan Zimbasılar, Türk levendlerini kızartıp ye­
diler.
Osmanlı Türkleri’nin hâkimiyeti, X V I. asır
içinde Kenya kıyılarından çok daha güneye de indi.
Tanganyika ve Mozambik kıyılarını ellerinde tutan
A rap Şîrâzî devleti, birçok defalar Yavuz’a, Kanu-
nî’ye ÜT. Murad’a tâbiiyetini arzetti. Bu suretle
D oğu Afrika'da Türk hâkimiyeti, ekvatorun 20-25
derece güneyine kadar inmiş oldu.
OSM ANLI TÜ R KLER İN İN İNDONEZYA
SEFERLERİ

X V I. asırda Türk Osm anlı Cihan devletinin en


büyük düşman ve rakiplerinden biri de Portekiz
kıratlığı idi. Bilhassa deniz gücü ve deniz ticareti
bakımından büyük devletler arasmda bulunan P or­
tekiz, Hind Okyanusu’nda yaptığı ticaretle çok zen­
ginleşm işti Portekiz, Hind denizlerinde yalnız tica­
ret yapmakla kalm ıyor, zayıf Müslüman devletlerine
de musallat oluyordu. Hindistan ve İndonezya’da
bulunan bu devletler, halifelik sıfatını da taşıyan
yeryüzünün en kudretli hükümdarı olan Türkiye
hakanından yardım istiyorlardı. Bu yardım ı sağla­
mak için, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Hind
Okyanusu’na, Hindistan’a, hattâ İndonezya’ya b ir-
çok sefer yapıldı. Bu yazımızda, Osmanlı T ürkleri­
nin İndonezya seferlerinden bahsedeceğiz.
Türkler, Portekiz donanmasını Atlas Okyanu­
su’nda, Ümit Bum u-Lizbcn yolunda, Fas kıyıların­
da, Hind Okyanusu’nda ve çevresindeki denizlerde-
iyice hırpaladılar. Türk donanması, bu denizlerde
Portekizliler’e o derecede zarar verdi ki, Portekiz,.
Hind ticaretinden elde ettiği kânn önemli bir bölü­
münü, T ürklerle savaşabilmek için harcamaya baş­
ladı. Gerçekten Atlas Okyanusu’nda Lizbon-Ü m it
Burnu yolundaki Türk filoları üe mücadele etmek*
Portekiz’e şimdiki değerle yılda 180 m üyon TL.’-
306 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

na mal oluyordu; o zaman için büyük bir paraydı.


.Papa, Hind sularında Türklerle vuruşurken ölen
Portekiz denizcilerinin Tann katında bütün günah­
larının affedileceğini, doğrudan doğruya Cennet’e
gideceklerini bir ferm an yayınlayarak ilân etti. Ni­
hayet Fas’ta Portekiz ordusunu, donanmasını, kıra­
lım, kumandan ve devlet adamlarım yok eden Türk­
üler, Portekiz’in İspanya tarafından ilhakım hazırla­
dılar. Devlet olarak büe hayatım ve istiklâlini de­
vam ettiremeyen Portekiz, Hind sularındaki zengin
ticaretinden gittikçe mahrum oldu.
X V I. asırda Indonezya, az nüfuslu bir adalar
ülkesiydi Birçok devletçiğe ayrılm ıştı. Bu devlet­
lerin en önem lisi A çe sultanlığı id i Sumatra ada­
sının kuzeyi üe Malaya yarımadasının güneybatı
kıyılarım içine alıyordu. A çe elçileri, daha Kanunî
:zamanmda yardım istemek üzere İstanbul’a gelmiş­
lerdi. Kanunî, küçük bir filo ile L utfî Beyü İndo-
nezya’ya yolladı. A çe'ye gelen L utfî Bey, sultana
« o n sistem 8 topla başka stratejik malzeme hediye
etti. Kaptanlarından Hayreddin Mehmed Reis’i, 600
"Türk levendi ile beraber A çe sultam Alâüddin Şâh’a
bıraktı. Hayreddin Mehmed Reis, az zamanda m o­
dem bir donanma meydana getirdi ve A çe devleti­
nin deniz kuvvetlerinin başına geçti. Portekizliler’i
A çe sularından uzaklaştırdığı gibi, hizmetine girdiği
devletin sınırlarını da genişletti Malaya yarımada­
sındaki yerli devletlerle savaştı ve onlardan aldığı
topraklan A çe’ye kattı. Alâüddin Şah, Türk yar­
dım ı sayesinde Güneydoğu A sya’mn en güçlü hü-
küm dan oldu. Bu çağda Açe, son derece gelişm iş
ücaretiyle, zengin bir devletti.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 207

1538’deki ilk Türk yardımından sonra A çe Sul­


tanı, Türkiye padişahına tâbi olduğunu üân ettL
Bu suretle OsmanlI şuurları, fiilen olmasa bile hu-
kukan Uzak Doğu’ya, Güneydoğu A sya’ya kadar
uzandı. 1567 seferinde A çe Sultam, ordusundaki
400 Türk levendinin savaş bilgisi sayesinde Malaya,
yarımadasında büyük askerî başarılar kazandı. Faa­
liyet alanım genişletmek için, metbûu olan Türki­
ye’den yeniden yardım istedi.
Kanunî’nin lutuflanndan cesaretlenen Sultan,,
bu defa daha geniş ölçüde bir yardım istiyordu.
İstedikleri arasında yalnız denizciler değil, topçu,
subayları, mühendisler, istihkâmcılar ve başka tek­
nik personel vardı. A çe Sultam, Kanunî’den, ken­
disini bir hükümdar gibi değil, Türkiye im parator­
luğunun bir beylerbeyisi, bir sancak beyi gibi telakki
etmesini, “ pâdşâhm kullan zümresinden” olduğunu
söylüyordu. A çe elçisi Hüseyin, İstanbul’a geldiği
zaman Kanunî Sultan Süleyman, Sigetvar seferki­
deydi. Türkiye hakanının Sigetvar’da savaş alanın­
da ölmesi üzerine, A çe’ye yapılacak yardım işi,
oğlu n . Selim’e kaldı.
n . Selim’in Açe’ye göndermeye karar verdiği,
yardım da bu sıralarda Yemen meselesinin ortaya,
çıkması dolayısıyle birkaç yıl gecikti. IL Selim,.
Sultan Alâüddin’e yazdığı nâme-i hümâyûn’da:
“ ferm ân-ı şerifim ne veçhile sâdır olursa, mu ci­
bince amel eyliyesiz!” diyordu Portekizliler’in Uzak
D oğu’daki faaliyetlerini derhal İstanbul’a bildirmesi
için de şu şekilde emir veriyordu: “ Ol diyânn ah-
vâl-u macerasın mufassal şerh ve atabe-i â’lem -pe-
nâhım ız cânibine inbâ olunmakdan hâli olunm ıya!” .
208 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Sumatra seferi için 22 savaş gemisi tahsis


«dildi. Kurd Reis oğlu Muslihuddin Reis oğlu Hızır
Hayreddin Reis, bu filo ile Türkiye’nin Hind deniz­
leri amiralliğinin merkezi olan Süveyş üssünden ay­
rıldı. Kızıldeniz’i baştanbaşa, kuzeyden güneye ge­
çerek Bâbühnendeb Boğazı’ndan Hint denizlerine
.girdi. Hint Okyanusu’nu batıdan doğuya doğru ge­
çip tamamladı ve A çe’ye erişti. Açeliler, Türkler’i
ço k candan karşıladılar. Türk amirali, getirdiği
yardım malzemesini Açe Sultam’na teslim etti. Y e­
niden yüzlerce Türk, A çe hizmetine g ird i Sultan,
bunlara devletinin en yüksek görevlerini ve pâye-
lerini verdi. A çeli kadınlarla evlenen Türk levend-
lerinin çoğu bir daha Türkiye’ye dönmediler. İçlerin­
den prensliğe yükselenler bile oldu. Açeliler, Türk
toplarım ve H. Selim’in gönderdiği Türk bayrağını,
samanımıza kadar kutsal bir hâtıra olarak sakla­
dılar. Bugün birçok Açeli, Türk levendlerinin torun­
la rı olduklarını söylemekte, fakat Türkçe’y i unut­
m uş bulunmaktadır.
ATLAS OKYANUSU’D A TÜRKLER

X V I. asırda Osmanlı Türkleri’nin Akdeniz’i ve


A kdeniz’e bağlı denizleri âdeta bir “ Türk gölü”
Thaline getirdiklerini herkes bilir. Aynı asırda Türk-
le r’in Hind Okyanusu’nda ve bu okyanusa bağlı
•denizlerdeki faaliyeti hakkında da epey yayın yapıl­
m ıştır. Ancak denizcilerimizin Atlas Okyanusu’n-
•daki seferleri pek az bilinmektedir. H attâ Türk
kaynaklarında, bu konuda hemen hemen hiç bir
•ciddî bilgi yoktur. Atalarım ızın Atlantik’teki sefer­
lerini ancak o devrin Avrupa kaynaklarından öğ­
reniyoruz. Bu hususta İngiliz kaynaklan, başta gel­
mektedir.
Bazı Avrupa tarihçilerinin “ Türk asn” veya
'“ Kanunî Süleyman asn’’ dedikleri X V I. asırda da
Türkiye, bir cihan siyaseti takip etmiş, dünyanın
.hemen her tarafıyle ilgilenmiştir. B u ilgi, biraz aza­
larak, XVH . asırda da devam etm iştir. Ancak İtal­
y a n devletleri gibi bir Akdeniz devleti olduğu için,
.açık denizlere Ispanya, Portekiz, Ingütere, Fransa,
'Holanda gibi Atlantik devletleri derecesinde ilgi
•duymamıştır. Esasen Atlantik ile Pasifik, Fas ile
^Malaya arasında yayılan bir imparatorluğun, küçük
'topraklara sığınmış Batı Avrupa devletleri gibi,
•dış ülkeler edinmeye ihtiyacı yoktu.
Bununla beraber Osmanlı Türkleri, Am erika'­
sını keşfi tarihinden başlayarak, Atlas Okyanusu’-
14
210 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

na ilgi duydular. Pîrî Reis, X V I. aBnn ilk yılların­


da Am erika’dan bahsetmiş, hattâ iki büyük Ame­
rika haritası çizmiştir. Arzın yuvarlak olduğunu
Türk bilginleri arasında ilk defa açıkça ileri süren
Pîrî Reis’in Am erika Haritaları, aynı yıllarda A v­
rupa’da çizilen Yeni Dünya haritalarından çok daha
doğrudur. Bütün Batılı büginler, bu noktada bir­
leşmişlerdir.
Barbaros Hayreddin Paşa da Yeni Dünya İle
ilgilenmiştir. Kapdân-ı derya atanmak üzere devrin
sadrâzamı Dâmâd İbrahim Paşa ile görüşm ek için
Haleb’e gittiği zaman, Türk imparatorluğunun kud­
retli başbakanına, Am erika’ya Ispanyollar gibi de­
niz seferleri yapılmasını teklif etmiş, fakat P aşa
buna lüzum görmemiş ve izin vermemiştir. Bu yıl­
larda henüz Ingilizler büe Am erika seferlerine baş­
lamamışlardı.
Gene Barbaros Hayreddin Paşa, dikte etm ek
suretiyle yazdırdığı “ Gazavât” adlı hâtıralarında.
Türkler’in “ Sebte B oğazı" dedikleri Cebelüttânk
Boğazı’ndan çıkarak Atlantik’e açıldığından birçok
defalar bahseder. Hattâ 1535 ağustosunda Cadiz.
K örfezi’ne çıkmış, Portekiz’in Atlantik üzerindeki
güney limanı olan Faro’yu bombardıman etm iştir.
Sinan Reis, Ahm edoğlu Aydın Reis, Kazdağlı
Sâlih Paşa, Turgut Paşa gibi Barbaros’un yanında
yetişen en tanınmış Türk amiralleri, birçok defalar
Atlantik’e çıkm ış, İspanya, Portekiz ve Fas’m bu
Okyanus kıyılarındaki limanlarına seferler yapmış­
lardır. Fas, önce Sâlih Paşa, yüzyılın sonlarında d a
kesin olarak Ramazan Paşa tarafından fethedilince,,
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 211

«Basen Türk imparatorluğunun sının da A tlas Ok-


yanusu’na dayanmıştır.
Murad Reis’in X V II. asnn ilk yansındaki A t­
lantik seferleri pek ünlüdür ve Batı edebiyatında
•derin tesirler yapm ıştır. Murad Reis. 1617’de Por­
tekiz’in A frika açıklarında bulunan, nefis şarapla-
<nyle ünlü Madeira adaşım zaptetmiş, 1.200 esir ala­
rak üssü olan Cezayir’e dönmüştür. A ynı amiral,
daha 1585’te Ispanya’ya ait, A frika açıklarındaki
Kanarya t akımadalarının en kuzeydoğusunda ola­
nını, Lanzarote adaşım zaptetmiş, 300 esirle Ceza­
y ir’e dönmüştü. Sonradan Murad Reis, faaliyet ve
teşebbüs alanını çok genişletmiş, Kuzey Atlantik’e
seferler düzenlemiştir.
Murad R eis’in seferlerinin en ünlüsü, 12 kadır­
gadan müteşekkil bir fü o ile yaptığı 1627 İzlanda
seferidir. Manş Denizi’nden Kuzey Denizi’ne geçerek
Danimarka ve N orveç kıyılarım bombardıman eden
T ürk amirali, 1627 yılının 20 haziran günü Kuzey
Kutup Dairesi’ne erişerek İzlanda kıyılarına demir
atm ıştır. Türkler, 16 temmuza kadar tam 26 gün
İzlanda’ya hâkim olmuş, 400 esir ve büyük gani­
m etle 12 ağustosta Cezayir’e dönmüşlerdir. 5.000
km .’den uzun olan İzlanda - Cezayir dönüş yolu 27
günde alınmıştır. Bu seferde Türkler’e esir düşüp
Cezayir’e getirilen O laf Egilson adındaki rahip,
sonradan kurtularak İzlanda’ya dönmüş ve Murad
R eis’in seferini İzlanda dilinde bir kitap halinde
kaleme almıştır.
İzlanda’ya A li Biçin Reis de bir sefer yapmış
v e 800 esirle Cezayir’e dönmüştür.
212 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Daha sonra Türk denizcileri, Newîoundlandl


adasına ve Kanada’nm Labrador ve St. Lavvrence:
kıyılarına seferler yaparak Amerika’ya erişmişler­
dir. Daha güneye, Virginia kıyılarına da inmişler,,
hattâ Virgıniah çok güzel bir İngiliz kızını ele ge­
çirerek, İstanbul’a padişahın haremine yollam ışlar­
dır. Türkler’in Karayib Denizi’ne yaklaştığını gören,
bu denizdeki Ispanyol korsanlan çok telâşlanmışlar
ve her yıl elde ettikleri ganimetten Cezâyir’e belirli
bir pay göndermek suretiyle, Türk denizcilerinim
Antiller’e gelmesini önlemişlerdir.
Bu seferleri, Türk deniz kuvvetlerinin “ korsan” "
denen sınıfı yapıyordu. Bu kelime bugün anladığı­
mız mânada olmayıp, deniz kuvvetlerine bağlı ko­
mando sınıfına verilen addı ve kara ordusundaki,
akıncı sınıfına karşılıktı. Akıncı ve korsanların ha­
reketlerinin gayesi, düşmanın İktisadî ve m anevi
gücünü yok etmekti.
1674’te bir Türk filosu, Lizbon önlerine gelmiş,.
Portekiz başkentinin üzerinde bulunduğu T ajo ha­
licindeki büyük bir Portekiz savaş gemisini, L iz-
bonlular’ın gözleri önünde zaptetmiştir. 1693’te*
Iberya yarımadasının kuzeybatı ucu olan Finisterre-
Burnu açıklarında bir Türk filosu, gene bir Portekiz,
savaş gemisini ele geçirm iştir. 1695 ocağında Ali.
Baha’nın kumandasındaki başka bir Türk floşu da
St. Vincent Burnu açıklarında 36 topla mücehhez:
bir Holanda gemisini zaptetmiştir.
Bu suretle Osmanlı devletiyle savaş halinde bu­
lunan devletlerin deniz ve iktisat gücü, korsan sı­
nıfı sayesinde geniş ölçüde hırpalanmıştır. 1613 -
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 213

1621 yıllan arasındaki 8 yılda yalnız Cezayir lim a-


mına ganimet olarak 936 Avrupa savaş ve ticaret
gem isinin getirildiği hatırlanırsa, yapılan işin çapı
.hakkında bir fik ir edinmek mümkün olur.
Bu bahsi, İngiltere ve İrlanda’ya yapılan Türk
seferlerinden de biraz bahsetmek suretiyle bitirmek
istiyorum . 1655’te Türkler, Bristol Kanalı üzerindeki
X<undy adaşım ele geçirerek burasım Kuzey Atlan-
ü k ’teki 30-40 kadırgadan müteşekkil filolarının üs­
s ü haline getirm işlerdir. İngiltere kıralı I. James
-ve oğlu L Charles’m bütün gayretlerine rağmen,
İngiltere kıyılarının sadece 10 km. ötesinde olan
hu ada, Türkler’den geri alınamamış, bu yüzden
birçok İngiliz amirali kıral tarafından azledilmiştir.
B u suretle İngiltere’nin Bristol, Plymouth, Sout-
hampton, İrlanda'nın Cork ve Baltimore gibi liman­
ları, Türk korsanlan tarafından birçok defalar vu­
rulmuş, Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, Ispan-
.yol ve Holanda gemisi ele geçirilm iştir. Yalnız 1627
-ağustosunda 10 gün içinde 27 Ingüiz gemisi, Türk­
le r tarafından zaptedilmiştir. 19 haziran 1631 ge­
ce s i İrlanda'nın Baltim ore limanının Türk korsan­
la n tarafından zaptı, derin etkiler yaratm ış, bu
•olayı ünlü şair Thom as U sbom e Daways, 56 m ıs-
râlık uzun bir şiir yazarak terennüm etm iştir.
Türklerini Atlantik seferleri, Türk halk şürin-
ıde de mâkesini bulmuştur. İşte Murad Reis’in bir
k ıral kızını esir ettiği, Akdeniz’in hasretiyle ağla­
dığı, on bir ay içinde yedi deniz geçerek yaptığı
b ir Atlantik seferinin, sefere katılan bir Türk le­
vendi tarafından şiir diline getirilişi:
214 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Onbir ay oturdum bir han içinde


Y edi derya geçdim bir gün içinde
Rabbim bize kısmet eyle karayı
Evvel karayı da sonra sılayı

Akdeniz üstünde sünbüllü dağlar


Murad Reis oturmuş dümende a ğlar
Kıral kızı karşısında başın bağlar
On bir ay dedikde göründü dağlar.
TÜ R K İNKILÂBININ
MENŞELERİ
İL OSMAN’ın İNKILÂP TASARILARI

II. Sultan Osman, 25 ocak 1622’de Polonya se- -


ferinden İstanbul’a döner dönmez, bu seferde edin­
diği tecrübelere de dayanarak, inkılâpçı fikirlerini
tatbika hazırlandı. Yalnız orduda değil, imparatorlu­
ğun müesseselerinde derin bir inkılâp hareketine
lüzum görüyordu. Bu inkılâp sathî değil, radikal b ir
değişme getirecek ve devlete, Kanunî devrindeki sağ­
lam yapışım kazandıracaktı. Yeniçeri ve diğer Kapı­
kulu O caklan’m ilga etmek isteyen genç hükümdar,
bunların yerine Anadolu, Suriye ve M ısır Türkleri’n-
den kurulu, yalnız askerlikle uğraşan, padişahın
emirlerine mutlak şekilde bağh yem bir piyade sını­
fı kurmak istiyordu. Saray’ı, hattâ Harem’i yeniden
teşkilâtlandırmak istiyor, kıyafette değişiklik yap­
mayı bile düşünüyordu. Bu reform ları gerçekleştire­
bilmek için hükümdarın çevresinde pek az adam var­
dı. Şeyhülislâm E s’ad Efendi’nin kudretli ellerinde -
olan ilm iye sınıfı çekimser, fakat Kapıkulu Ocakları,
açıkça m uhalifti. İL Osman'ın birçok kere Yeniçeri
ortalarını (taburlarını) bizzat teftiş edip yoklam a
yapması, Yeniçeri subaylarına birliklerinin önünde -
son derece ağır sörier söylem esi, hattâ askerlik de­
ğerlerini reddedip hakarette bulunması, hiç beğen­
m ediği böyle bir ordunun kıdem zamlarını onaylama­
ması, Kapıkulu Ocakları üe “ 1” numaralı Yeniçeri
sayılan padişahın arasım iyiden iyiye açmıştı.
::218 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Hele IL Osman’ın Haleb beylerbeyisine ve sair


. ilgililere yerli Türklerden asker yazmaları için gizli
bir emir göndermesi ve Saray’da adamları olan Y e­
niçeriler’in bunu duymaları, anlaşmazlığı tehlikeli
ih ir duruma getirdi. IL Osman, Cezayir ve Tunus
beylerbey ilerine birer hatt-ı hümâyûn göndererek,
donanmalarım Lübnan kıyılarında toplamalarım bil­
dirdi. İstanbul’daki büyük donanmaya da harekete
hazırlanmasını emretti. H acca gitm ek bahanesiyle
. İstanbul’dan çıkacak, Anadolu’dan piyade askeri ya-
■zıp tımarlı sipahüeri ve donanmayı da yanına alacak,
bu kuvvetlerle İstanbul’a dönünce, Kapıkulu Ocak-
lan ’na istediğini yaptıracaktı. Meydana getireceği
hu disiplinli ve m odem orduyla Baltık Denizi’ne çık­
m ayı düşünüyordu.
Genç hükümdarın kafasında olgunlaştırıp yakın
^müşavirlerine danıştığı inkılâplar, yalnız askerî alan-
<da değildi Padişahların cariyelerle evlenmeleri âde­
tine son verm eyi, X V I. asırdan önce olduğu gibi ta­
nınmış ailelerden kız almayı düşünüyordu. Nitekim
bizzat kendisi, Şeyhülislâm E s’ad E fendinin kızı
Ukayle Hatun’la evlendi Bu, gerçek bir inkılâptı.
"Çünkü şimdiye kadar bir Osmanoğlu’nun İstanbullu
' b ir ailenin kızıyle evlendiği görülm em işti II. Osman,
yeni, daha h a fif ve rahat bir giyim le dolaşıyor, hat­
tâ at koşumlarım sadeleştiriyordu. Bütün bunlar,
.geleneğe bağh olanlar arasında büyük dedikodular
-yaratıyordu. Zira henüz Türkler, dünyanın en ileri
ve medenî m illeti olduklarına inanıyorlar, dış durum
»da bunu gösteriyordu. Yarım asırdır devlet ve cemi­
yet yapışırım bozulmaya yüz tuttuğunu fark edebi-
ienler pek azdı.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 219^

Yeniçeriler, derhal karşı propagandaya girişti­


ler. Padişahın tutumunu büyük bir mübalâğayla kı­
namakla beraber, propaganda malzemesi olarak seç­
tikleri konular doğruydu. Meselâ yüzyıllardan beri
verilm esi âdet olan bahşişleri padişahın askerinden
esirgemiş olduğu doğruydu. Hotin seferinde 100
Yeniçeri’yi korkaklıkla itham edip öldürttüğü doğ­
ruydu. Fakat aynı padişahın aynı seferde yaralı ga­
zileri hastahane çadırlarında ziyaret ettiği taibiatiyle
saklanıyordu. İlm iye sınıfının salâhiyetlerini kıstığı,
şer’î kanunların bazılarım kaldırdığı, ulemâ’nın gö­
revlerini adetâ fetvâ ve ibadet işlerine inhisar ettir­
diği doğruydu. Veliaht-Şehzâde Mehmed gibi son de­
rece değerli bir prensi hiç bir suçu yokken öldürttüğü'
doğruydu. Kapıkulu emeklilerinden 2.000 kişinin
emekli maaşını, Vezir Nişancı Ahm ed Paşa’ya kafa
tuttukları için kestirdiği doğruydu. Şimdiye kadar
görülmemiş kılıkta, h a fif giyim le at üzerinde halkın
önünden geçtiği doğruydu. Türkler’den yaya ve gö­
çebe Türkmenler’den atlı asker yazmak üzere beyler-
beyüere gizli ferm anlar gönderdiği doğruydu. B ir
ara İstanbul’da Kapıkulu Ocakları arasında bir iş .
görem eyeceğini düşünüp taht şehrini geçici olarak
Bursa’ya nakletmek istediği doğruydu. Dinî tören­
lere ataları kadar uymayıp halkın duygularım incit­
tiği doğruydu. Yapacağı ıslahata karşı koydukları
takdirde Yeniçeri Ocağı gibi, Ulem â'yı da “ kırmak­
la” tehdit ettiği doğruydu. N ihayet dünya Müslü­
manlarının “ halîfe” sıfatıyle başı olduğu halde, dü­
şüncelerine aylnn bir fetvâ’yı bütün devlet adamla­
rının gözleri önünde yırtıp yere attığı doğruydu.
-320 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

II. Osman, gençliği ve tecrübesizliği, lüzumsuz


.-sertliği ve kendisine fazla güvenmesi yüzünden, dü­
şündüğü inkılâpları tatbik edemedi. 18 mayıs 1622
günü kopan korkunç ihtilâlde tahtıyle beraber ha­
yatım da kaybetti. Türkiye tarihinde ilk ciddî yeni­
leşme hamlesinin kahramanı, n . Sultan Osman’dır.
O tarihten bugüne kadar Türkiye’de daima iki fikir,
m uhafazakârlık ve inkılâpçılık karşı karşıya gelmiş­
tir. II. Abdülhamid hariç bütün padişahlar, inkılâpçı
fik ri tutmuş, hattâ bu fikrin öncülüğünü yapmışlar­
dır. Her iki taraf da sonsuz hatalara düştüğü için, bu
iki fikri XVH . asırdan beri gayet güzel bir denge
hâlinde tutan İngiltere’de olduğu gibi ileri bir de­
mokrasi kurulmamıştır. Osmanlı İmparatorluğunda
bir anavatan mefhumu olmaması, Avrupa devletle­
rindeki gibi devletin anavatan ve söm ürgeler olarak
ele alınmaması, esasen fik ir akımlarım dengeli ve
etkili bir şekilde kullanmayı imkânsız kılıyordu. II.
Osman’dan hemen sonra, ıslahat fikrinin K âtib Çe­
le b i ve K oçi B ey gibi düşünürleri yetiştiği halde, bu
dikirler, m illete mâl edilemedi.
LÂLE DEVRİ

21 temimiz 1718 Pasarofça Anlaşması İle 1 ekimi


1730 Patrona İhtilâli arasında geçen 12 yıl, 2 ay,..
11 gün, Türkiye tarihinde “Lâle Devri” diye andır.
Bu yıllar, Sadrâzam Dâmâd Nevşehirli İbrahim P a -
şa’nın iktidar yıllarıdır. Lâle Devri, savaşlardan ve
ihtilâllerden bunalan İstanbul’un ve onu taklit eden
diğer şehirlerin, İbrahim Paşa’mn öncülüğüyle haya­
tın maddî zevklerinden yararlanmak istemeleri şek­
linde tarif edilebilir. Bu akım, tabiatiyle sanata d a .
tesir etmiştir.
Devrin hükümdarı m . Ahmed, damadı olan .
Sadrâzam İbrahim Paşa ve çevrelerindeki devletlüler
tarafından olağanüstü maddî şartlarla himaye edi­
len şairler, yeni bir hamleye giriştiler. A rtık zirve­
sinden inmeye başladığı açıkça sezilen klasik T ürk,
şiirine bir canlılık, zarafet ve İstanbul inceliği geldi.
1712’de son büyük şairi Nâbî’yi kaybeden klasik Türk
şairi, Nedim’in şahsında, son büyük dehâlarından
birini verdi. Zaten Nedim dışındaki diğer bütün şair­
ler, güzel kaside ve gazeller yazabilmekle beraber,
gerçek şür dehâsından mahrumdular.
1716’da Naîmâ’yı kaybeden Türk tarihçiliği, de­
ğerli eserler ortaya koydu. Bunlarda Naîmâ’nın ince
tahlilleri, Müneccimbaşı’nın büyük bügisi görülmü­
yordu. Fakat gene de faydalı eserlerdi. Coğrafyaya.
olan ilgi de devam ediyordu. Müspet ilimler, bilhassa*.
:222 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

askerlikle alâkalı olanlar, belli bir seviyede, revaç­


taydı. Türk mimarisi, klasik yüceliğini kaybetmekle
beraber, A yasofya Çeşmesi, Üsküdar Çeşmesi, Gül-
nûş Vâlide Camii gibi son şâbeserlerini verebiliyordu.
Sivil mimarlıkta, ferahlık veren, zarif sâhil-saraylar,
yalılar, köşkler yapılıyordu. Bahçe m im arlığı çok ge­
lişiyordu. Çiçek, bilhassa lâle merakı, padişahından
en fak ir kayıkçıya kadar herkesi sarm ıştı. Yüzlerce
ve yüzlerce yeni çiçek çeşitleri elde edilmişti. Türk
m usikisi, 1711’de Itrî’y i kaybetmekle beraber, Ebû-
bekir A ğa başta olm ak üzere, bir seri büyük üst âdın
elinde, pek güzel eserler veriyordu. Kalabalık takım­
larla, muhteşem küme fasılları yapılıyordu. Fikirler
■açıktı. Halk eğleniyor, geziyor, dinleniyor, okuyor,
seyrediyordu. Avrupa ile ilgiler fazlalaşm ış, Batı’-
dan iktibaslar başlamıştı. Şüphesiz herkes hayatın­
dan memnun değildi. İçin için kaynayan bir tabaka
vardı. Bunlar, İbrahim Paşa rejim ine kin dolu na­
zarlarım çevirmişlerdi. Ancak büyük devlet adamının
a çtığı çığır öylesine güzel, zevkli, canlı ve köklüydü
k i, onun devrilmesinden sonra da gerçekte Lâle Dev­
l i , L Mahmud zamanında, bütün hususiyetiyle de­
vam e tti
L âle Devri’nin günümüze kadar gelen en önemli
yeniliği, şüphesiz ilk millî matbaanın açılmasıdır.
1727’de İbrahim M üteferrika ile arkadaşı Yirm isekiz-
çelebî-zâde Said Efendi, İstanbul’da ilk Türk mat­
baasını açtılar. Bunlardan Said Efendi, Paris büyük­
elçisi olan babası Mehmed E fendi Ue çok genç yaşın­
c a Fransa’ya gitm işti; sonradan sadrazamlığa ka­
d a r yükseldi. Matbaanın faydalı ve gerekli olduğuna
«dair ünlü fetvâyı, Şeyhülislâm Abdullah Efendi verdi.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 22ÎS

Gerçekte X V I. asırdan beri İstanbul’da ekalliyet:


(matbaaları olduğu gibi, Avrupa’da da Türkçe, Arap­
ça ve Farsça kitaplar basılıyor, bunlar İstanbul’dan
satılıyordu. Ancak bir Türk matbaası kurulmamıştı.
B u sanatın Avrupa’da ortaya çıktığı X V . asrın ikinci <
yansında ve geliştiği X V I. asırda, Türk kültürününı
seviyesi, Avrupa'dan ilerideydi. İlköğretim ve oku­
yup yazma, Avrupa’ya nazaran pek çok gelişm işti.
Aydın tabaka ve kitap okuyanlar da önemli bir sa­
yıdaydı. Avrupa’da bin yazma eseri bir araya getiren,
hükümdarlar parmakla gösterilirken, D oğu’da, or,.
binlerce yazmadan müteşekkil pek çok kitaplık var­
dı. XVT. asırda Avrupa’da basılan kitapların tirajı
da çok düşüktü. Bu tirajın çok fazlasını Türkiye'de*
hattatlar ortaya koyabiliyordu. K ont M arsigli (M ar-
sinyi) nin 1700 yıllarında İstanbul’da 90.000 hattatın
bulunduğundan bahsetmesi şüphesiz mübalâğalıdır.
Ancak bir gerçeği aksettirmektedir, önem li bölümü
üstelik sanat eseri de olan yazm a kitap, Türkiye’de*
m ütevazi şehir ve kasabalıların evine kadar girm iş­
ti. Avrupa’da baskı sayısı, XVTL, hattâ çarpıcı şe­
kilde ancak XVH L asırda arttı. M üteferrika Matba­
ası açıldığı zaman, şüphesiz Avrupa matbaalarının
baskı sayısı, Türk hattatlarının ortaya koydukları
kitap sayısının çok üzerindeydi. Ancak bu farkın
ortaya çıktığı zamanlarda binden millî bir matbaanın
kurulması kolay bir mesele değildi. Matbaa, büyük
b ir sosyal problem yaratıyordu. On binlerce hattat
işsiz kalacaktı. Onun için Abdullah Efendi’nin çok
akıllı bir görüşle kaleme aldığı fetvâsında, din kitap­
larının basılması yasaklanmıştı. Hattatlar, hiç ol­
m azsa bu alanda işlerine devam edebilm eliydiler..
3*24 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Ancak matbaacılık, Avrupa’daki hızlı gelişmesine


T ürkiye’de şahit olmadı. Bir asır kadar bir müddet,
taz sayıda eser basılabildi. H attat ordusu, birden
'değil, yavaş yavaş ortadan kalktı ve hiç bir sosyal
■krize sebep olmadı.
KABAKÇI İH TİLÂLİ

1807 baharında Osmanlı Türk İmparatorluğu,


Shem İngiltere, hem de Rusya üe savaş halindeydi.
'Devletin her eyaletinde huzursuzluk vardı. Birçok
valiler, âsî durumunda idiler. Bu ortamda, İstanbul'­
c a , 77 yıl önceki Patrona Ihtilâli’ne benzeyen, fakat
sonuçlan bakımından ondan çok daha vahim olan
bir ihtilâl koptu. Tam bir gericilik hareketi şeklinde
orta ya çıkan ve “ Kabakçı İhtilâli” diye tarihe geçen
bu hâdisenin sebepleri çeşitliydi. Bilhassa, inkılâpçı
hükümdar İÜ. Selim’in yaptığı, “ Nizâm-ı Cedîd”
denen inkılâpları hedef alıyordu.
Nizâm-ı Cedîd, çok düşman kazanmıştı. Küçüm­
senem eyecek bir başarı kazandığı, hattâ Türkiye ta­
rihinde yeni bir devre açtığı halde, birçok çevrede,
tepkiyle karşılanmıştı. Bazı beceriksizlikler ve suiis­
timaller, III. Selim’in daima sert tedbirlerden kaçın­
ması, m uhaliflere fırsat verm işti. Önceleri çekimser
olan, hattâ bazıları devrim leri destekleyen Ulemâ
•sınıfı, son yıllarda, gizliden gizliye m uhalefeti körük­
lemeye başlamıştı. İçlerinde açıkça Nizâm-ı Cedîd’e
•cephe alanlar da vardı. Yeniçeriler, son günlerinin
yaklaştığını hissediyorlardı. Devlete zararları bir
yana, hiç bir faydalan dokunmuyordu. Âdetleri, sa­
vaşta, düşman önünden kaçmak, barışta eşkıyalık ve
kabadayılık etmekti. En iyileri, mesleklerini bırakmış,
«esnaflık yapıyor, İstanbul halkım soyuyordu. Yeni­
15
226 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

çeri generalleri arasında durumun kötülüğünü fark:


edenler az değildi. Bunların içinde ocağın ortadan]
kaldırılmasından başka yol olmadığı kanaatini taşı­
yanlar bile vardı. Fakat m . Selim’in bir iç savaşı
göze almaması, Nizâm-ı Cedîd kuvvetleri ile yeniçe­
riliğe son vermek istememesi, zorbaları gittikçe az­
dırıyordu. Yobazlar, Nizâm-ı Cedîd askerinin pan-
talon giydiği için Müslüman sayılm ayacağını, padi­
şahın askerine şapka giydirm eye de karar verdiğini,,
din yolundan sapıtddığını yayıyorlardı. Muhalefetin
propagandası, bu tema üzerinde işliyordu.
Nizâm-ı Cedîd’e devlet, yılda 60.000 kese, yan i
3 m ilyar akça gibi, bugün Türkiye’nin savunma büt­
çesinden pek de az olmayan bir m eblâğ ayırm ıştı.
Bu meblâğ, son yıllara kadar yılda bir m ilyar akça,
iken, birden üç misli arttırılm ıştı. Bu durumda dev­
let, başta Yeniçeriler olmak üzere Kapıkulu Ocakla-
n ’na ulûfelerini verem eyecek duruma gelmişti. Do­
nanma m asrafları ve eyaletlerde yapılan yenilikler
de Nizâm-ı Cedîd bütçesinden karşılanıyordu. B u
Nizâm-ı Cedîd Hazînesi’nin padişah katında devletin
bütün harcamalarından önemli olması, birçoklarım
kızdırdığı gibi, menfaatlerini de baltalıyordu. Henüz
pek azametli bir imparatorluğun vatandaşları ve ger­
çek sahipleri olan halk da, “ Nizâm-ı Cedîd” denen
inkılâpların lüzumuna pek inanmış değildi. Hattâ
Avrupa usulü olduğu pek belli bu inkılâplar, mülî;
gururlarına dokunuyordu. İmparatorluk yapısının
çatırdadığı, Bâb-ı Â lî’nin İstanbul’un kaldırım kaba­
dayılarına bile söz geçiremediği, çok defa gözden
kaçınhyordu. Sadâret kaymakamı yani başbakan ve­
kili Vezir K öse Mûsâ Paşa, Şeyhülislâm Topal A tâ -
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 227

ullah Efendi, amca oğlu HJ. Selim’den şefkat dere­


cesinde sevgi ve özen görm esine rağmen Veliaht -
Şehzade M ustafa, gericileri kışkırtıyorlardı. Padişah
aleyhine çok ağır sözler söyleyen ilm iye mensuplan
a z değildi. Padişahın gâvur olduğunu iddia edenler
bile vardı. Halbuki Türkiye im paratoru «dan padişah,
aynı zamandaki yeryüzündeki bütün Sünnî Müslü­
m anların halîfesi, yani dinî başkanıydı. III. Selim’in
güzel sanatlara düşkünlüğü bile dedikoku konusu
oluyordu. H iç padişaha tanbur çalmak, ney üflemek,
şarkı söylemek, beste yapm ak gibi hafiflikler yakışır
m ıydı? Padişahın kız kardeşlerinin, Boğaziçi’nde A v­
rupa usulünde döşenmiş saraylarında serbest bir ha­
ya t yaşamaları, Melüng gibi AvrupalI ressamlarla
görüşm eleri, Şeyh Gaalib gibi şairlerle samimiyet
kurmaları, gericilere göre, yakışık alan hallerden
değildi. Şeyh Gaalib, H adîce Sultan’a aşk şiirleri ya­
zacak derecede işi ileri götürmemiş m iydi?
işte bu vasat içinde, 25 m ayıs 1808 sabahı, Bo­
ğaziçi’nde bulunan Karadenizli Yeniçeri yamakları,
isyan ettiler. Kendilerine, Kastamonulu Kabakçı
M ustafa adında bir neferi reis seçm işlerdi. Âsîler,
N izâm -ı Cedîd üniform ası giym eyi reddediyorlardı.
B oğaz nâzın, Ingiltere'de yüksek öğrenim yaptığı
İçin ' ‘Ingiliz” denen eski dışişleri bakanı Mahmud
B â if E fendi’y i parçaladılar. Büyükdere’de toplanan
birkaç yüz serseri, komutanları Haseki Halil A ğa’yı
d a parçaladıktan sonra, “ şerîati kurtarm ak için” ge­
ricilerin gerçek başı olan Kaymakam Köse Mûsâ
Paşa’dan em ir beklemeye başladılar. Paşa, koca N i-
zâm -ı Cedîd ordusuna, kışlalarından çıkmamaları
enirini verd i Sonra, âsîleri “ bostancı” denen saray
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKI AR

bahçelerinin muhafızları ile ezeceğini söyleyerek pa­


dişahı kandırdı. III. Selim’in, üzerine titrediği N i-
zâm-ı Cedîd ordusunu, birkaç yüz serseriye karşı
kullanıp kan dökmek istememesi, zorbaları kışkırtan
gerici devlet adamlarını yok etmemek zaafında bu­
lunması, yalnız kendi tahtına mâl olmakla kalmadı.
Türkiye tarihinde, tam 19 yıl sürecek uğursuz b ir
gericilik devresinin başlamasına yol açtı. Bu müddet
içinde Türkiye, pek çok şeyler ve büyük bir zaman
kaybetti ve Batı ile arasındaki m esafe, artık kapatıl­
ması imkânsız değilse bile, çok zor bir şekilde açıldı.
28 m ayısta Nizâm-ı Cedîd ilga edildi ve ertesi gün,
devrim ci Türkiye hâkanı, tahtından indirildi. Osman­
lI İmparatorluğunun bütün X V III. asır boyunca gör­
düğü en değerli, en aydın ve en üeri fikirli hükümdar,,
devlet başkanlığı makamından çekildi. HI. Selim’im
güzel eseri mahvolmuştu.
11L SELÎM’in ÖLÜMÜ

25 m ayıs 1807 Kabakçı M ustafa ihtilâli ile III.


Selim tahtından indirildi. İhtilâli çıkartan ve “ N i-
zâm -ı Cedîd” denen yenileşme hareketlerini durduran
gericiler, IV . M ustafa’yı padişah yaptılar. Nizâm-ı
Cedîd taraftarlarından ele geçirilenler parçalandı ve
m allan yağm a edildi. Ancak m . Selim’in en değer­
li yardım cılan kaçıp, Rusçuk’ta Vezir Alem dar Mus­
tafa Paşa’ya sığındılar. Bu zatlara, “ Rusçuk Yârânı”
denmektedir. Başlarına, III. Selim’i seven ve Nizâm-ı
Cedîd’e inanan Alemdar M ustafa Paşa geçti. — Rus­
çuk Yârânı, İstanbul’daki gerici idareyi yıkm aya ka­
rar verdi. Alem dar’m emrinde büyük kuvvetler bu­
lunuyordu. Ancak gene de böyle bir işi gerçekleştir­
m ek pek zordu. Alem dar M ustafa Paşa cahil, sâf,
h a ıis, fakat vatansever, cesur ve sadık bir askerdi.
İstanbul hakkında açık bir fik ri yoktu. Hayatı Tuna
yalılarında geçm işti. Rus savaşında gösterdiği ba­
şa rı üzerine H l. Selim tarafından vezirliğe yükseltil­
m işti Onun çevresinde toplanan ve hemen hepsi
gen ç adamlar olan Rusçuk Yârânı ise, merkezî ida­
rede pişmiş kimselerdi.
İşin kritik noktası, Alemdar’m ne şekilde İstan­
bul’a gelebileceği idi. Zorla ve izinsiz başkente yü-
rüse, büyük ölçüde kan dökülecek, üstelik Topkapı
Sarayı’nda oturtulan eski hükümdar HL Selim de
öldürülecek, maksat gerçekleşem eyecekti, İstanbul
230 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

hükümeti, Alemdar’ın gayesini bilmiyordu. Bu sırada


Rusçuk Yârânı’ndan bazıları, gizlice İstanbul’a geldi.
Saray ve Bâb-ı Â lî île tem aslar başladı. IV . M ustafa
bile, gericilerin tahakkümünden bıkmıştı. Kendisine,
meharetli bir şekilde, Alemdar, İstanbul’a çağırıla­
cak olursa, âsîleri iş başmdan uzaklaştıracağı telkin
edildi.
Osmanlı tarihinde o âna kadar her padişah,
kendisini tahta çıkaran ihtilâlcileri temizlemişti. IV .
M ustafa da aynı şeyi yapm ak istiyordu. Alem dar’ı
İstanbul’a çağırm aya razı oldu. 28 haziran 1808 gü­
nü ordusuyle Edirne’ye gelen Alemdar, Sadrâzam’ı
kandırdı. Sadrâzam Çelebi M ustafa Paşa da zorba­
ların tahakkümünden bıkm ıştı. 14 temmuzda Edir­
ne’den hareket eden Alemdar, 4 gün sonra İstan­
bul önlerine geldi. İhtilâlin başı olan Kabakçı Mus­
tafa adındaki serserinin üzerine 80 atlı göndererek,
başını kestirdi. IV . M ustafa, Dâvudpaşa Sarayı’na
inip Alemdar’ı kabul etti. Rusçuk Yârânı’ndan R â-
nıiz Efendi, padişahın bu fırsattan faydalanılarak
hemen tevkif edilmesi gerektiğini hatırlattı. Alem dar,
bunun m ertliğe sığm ayacağım söyleyerek reddetti.
Alemdar, Bu cevapla da, efendisi UL Selim’in felâ­
ketini hazırlamış oldu. Büyük bir fırsat kaçırılm ıştı.
Alem dar’a güvenen IV . M ustafa, bu gericileri
vazifelerinden azletti ve çoğunu sürdü. Böylece nor­
mal bir düzen kurulmuş oldu. Sadrâzam, hizmetlerin­
den dolayı Alem dar’a teşekkür etti ve artık Rusçuk’a
dönmesini em retti. Alemdar’m tam bir hafta maksat­
sız vakit geçirm esi ve sonunda böyle bir em ir alması,
büyük gafletti. Ancak 28 temmuz sabahı harekete
geçebildi 15.000 askeriyle Bâb-ı Â li’yi bastı ve S ad-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 231

trâzam’dan zorla m ühr-i hümâyûn’u aldı. Sonra Top-


kapı Sarayı’na yürüdü. Bâb-ı Â lî baskınını öğrenen
ve Alem dar’ın maksadını anlayan IV . M ustafa, sa­
ra y kapılanın kapatmış, uğursuz tedbirlerini almıştı.
Alem dar, son fırsatı da kullanamadı. Hemen kapılan
yıkıp padişahı tevkif edecek yerde, şeyhülislâmı gön­
derip, IV . M ustafa'nın tahttan feragat etmesini bil­
dirdi. Hükümdar, şeyhülislâmın sözlerini büe dinle­
meden, eski padişah m . Selim le, kendi kardeşi olan
Veliaht - Şehzade Mahmud’un öldürülmeleri emrini
verdi. H ayatta başka şehzade olm adığı için, bu cina­
yetler gerçekleştiği takdirde Alemdar, mecburen
TV. M ustafa'yı tanıyacaktı.
Başçuhadar Gürcü Abdülfettah, îm rahor K ör
Mehmed, Hazîne Kethüdası Ebe Selim, Tebdil Hase­
kisi Bağdadh H acı A li ve Bostancı Deli M ustafa ad­
larındaki Enderûn’un yüksek rütbeli subaylan, yan­
larına 20 kadar asker alıp m . Selim’in dairesine git­
tiler. Büyük hükümdar bu sırada ney üflüyordu. Ken­
disini korumak isteyen eşi Re’fet Kadmefendi’y i yere
fırlatıp padişahın hizmetçilerinden Pâkize U sta’nın
parmaklarım kılıçla doğrayan katiller, IH. Selim’in
lüzerine yürüdüler. Silâhı olmadığı için birkaç saniye
İkendini çaldığı sazla savunan padişah, sağ şakağına
yediği bir kılıç darbesiyle şehit edildi. Eşinin üzerine
kapanan Re’fe t Kadınefendi ile iki cariyeye dokun­
m ayan katiller, daireyi terk ettüer. H. Osman'ın şe­
h it edildiği Hâle-i Osmaniye’nin üzerinden tam 186
y ıl, 2 ay ve 9 gün geçm işti.
D iğer bir katiller sürüsü de, Veliaht-Şehzade
Mahmud’u avlamaya çalışıyordu Am ca oğlu m . Se-
fiim’in dairesinin basıldığım öğrenen 23 yaşındaki
232 TÜRlf TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Veliaht, elinde kılıç bekliyordu. Şehzade Mahmud’un


ağalan, kapılar tutulduğu için, efendilerini bacadan
dam a çıkarmak için çalışıyorlardı. Veliaht’m hayatı,
b ir veya iki dakikalık bir zamanın kazanılmasına
bağlıydı. Şehzade’nin hizmetkârlarından Çevri K alfa
adındaki Çerkeş cariyesinin mangaldaki kızgın kül­
leri kürekleyip katillerin gözlerine doğru serpmesi,
bu dakikaları kazandırdı. Bacadan dam a çıkan Sultan
Mahmud, Ebe Selim’in fırlattığı hançerle kolundan
yaralanmasına rağmen, lalası A ğa’nın dayadığı mer­
divenden, sarayın avlusuna indi.
IV . M ustafa, Alem dar’ın ümidini kırmak için,
m . Selim’in cesedini avluya naklettirm işt.. İlerleyen
Paşa, cenazeyi görünce: “ V ây Efendim , seni iclâs
içün bunca yerden geleyim de şu k ör olası gözlerim
seni bu halde görsün; hemân “Enderim Halkı” denen
hâinleri katl-i âm edip intikaamm alayım !” diyerek
m . Selim’in üzerine kapandı, ağlamaya başladı. Pa-
şa’nın maiyetindekiler, ağlamakla geçirilecek bir
saniye bile olmadığım, Veliaht-Şehzade’nin hayatının
kurtarılması icap ettiğini hatırlattılar.
Tam bu sırada uzaktan yarak ve perişan bir
halde Sultan Mahmud göründü. Veliahd’ı tanımayan
Alem dar: "A be bu da kim dir?” diye sorunca İmam
H âfız E fendi: “ Sultan Mahmud Han Efendim iz bu-
du r!” dedi. Derhal etek öpen Alemdar, Veliaht - Şeh*
zade’ye, padişah sıfatiyle biat etti.
Alemdar, Saray'a girip m . Selim’i şehit eden
Enderfmlular’ı kılıçtan geçirmek niyetindeyken Sul­
tan Mahmud: “ Sen o işle mukayyed olma, şimdi as­
kerini dağıt, arkamdan g e l!” emrini verdi. Askerini
•çeken Alem dar M ustafa Paşa, Sultan Selim’in hedi­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 233

yesi olan mücevherli hançerinden başka silâhlarım


çıkarıp yeni hükümdarın arkasından Hırka-i Saadet
Dâiresi’ne doğru yürüdü. Daha yolda n . Mahmud,
sadâreti Alemdar’a verdiğini bildirdi ve ilk irâde­
lerini tebliğ etti.
ALEM DAR M USTAFA PAŞA’nm ÖLÜMÜ

n . Sultan Mahmud tahta çıkınca sadrâzam olan.


Alem dar M ustafa Paşa, yenilik hareketine taraftar
bir asker görünmesine rağmen m. Selim’in başlattığı
reform lan başarıya ulaştıracak bir adam değildi.
Devletin merkezi idaresi hakkında bir şey bilmiyordu.
İstanbul’a yerleşen gönüllüleri de, Yeniçeriler dere­
cesinde zorbalığa başlamışlardı. Genç padişah, bü­
tün bunları önleyecek nüfuzu elde edememişti. Kapı­
kulu ocakları, başta yeniçeriler olm ak üzere, Alem ­
dardı yok etmek ve padişahı sindirmek için fırsat
kolluyorlardı, n . Mahmud da diktatörlüğe hevesle­
nen Alem dar’dan memnun değild i D iğer taraftan
eski hükümdar IV . M ustafa’nın taraftarları, onu ye­
niden tahta geçirm ek için, kesif bir çalışmaya giriş­
m işlerdi Bizzat IV . M ustafa, bu hareketin içindeydi
TL Mahmud, olayları dikkatle izliyor, yanlış ve acele
b ir adım atmamaya çalışıyordu. Alem dar Mustafa
Paşa, kendisi de aynı ocaktan yetişmesine rağmen
Yeniçerilerde önem verm iyor: “ manav ve leblebici
giirûhu” diyordu.
14 kasımı 15 kasıma bağlayan gece Alemdar,
Şeyhulislâm’ı ziyaret etmiş, Bâb-ı Â lî’deki sarayına
dönüyordu. Yeniçeriler, darbeyi o gece indirmek için
anlaşmışlardı. Yeniçeri ağası Mustafa Ağa bunu »öğ­
renip engel olmak istedi. Fakat derhal parçalandı.
Kendilerine katılan başıboş kimselerle büsbütün ka-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 235

1ab alıklaşan Yeniçeriler, Alemdar’ı, sarayında ku­


şattılar. Kadı Abdurrahman Paşa padişahı savunmak
içiıı, Segbân-ı Cedîd askeriyle, Topkapı Sarayının
kapılarını tuttu. Fakat hiç hoşlanmadığı Alemdar’ın
yardımına gitm edi. G afil Sadrâzam ise kurtarm ağa
gelecek kuvvetleri bekliyor ve çevresindeki bir avuç
adamıyle Yeniçerilerde kıyasıya dövüşüyordu.
Alem dar, bulunduğu yerin damının delinmekte
olduğunu görünce, getirttiği bir barut fıçısına taban-
casıyle ateş etti. Dehşetli bir patlama oldu. Damdaki
500’den fazla Yeniçeri, havaya uçarak öldü. Alem­
dar da, kendisini terk etmek istemeyen birkaç ya-
kınıyle şehit düştü.
Alem dar’m ölmesi üzerine zorbalar, azgınlıklarını
arttırdılar. Sadâret kethudâsı yani iç işleri bakanı
M ustafa R efik Efendi’yi parçaladılar. D efterdar yani
maliye bakam Tahsin Efendi üe Umûr-ı Cihâdîye nâ­
zın yani savunma bakanı Behic Efendi, canlanın zor
kurtarabilip İstanbul’dan kaçtılar. “ Rusçuk Yârânı”
denen ve III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd düzenini devam
ettirm ek isteyen yenilik taraftan bu gençler dağı­
lınca, gericilik hortladı. Devletin hayatmın söz ko­
nusu olan ıslahat, 18 yıl için gecikm iş oldu. Napo-
leon devrinin ve Fransız İhtilâli savaşlarının son bul­
duğu, Viyana Kongresi ile yeni bir düzenin kurul­
duğu bu yıllarda Avrupa, buhann sanayie tatbiki ile,
Osmanlı devletiyle arasındaki m esafeyi, bir daha
kapatılmamasına imkân olmayacak derecede açtı

Bu sırada IV. Mustafa idam edilmiş, ortada O s-


m anoğullan’ndan tek erkek olarak, tahttaki genç
236 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

hükümdar, II. Sultan Mahmud kalmıştı. Buna rağ­


men ihtilâlciler, padişahı öldürmek amacıyle saraya
hücum ettiler.
n . Mahmud’un 6 yaş büyük ablası, Kapdân-ı
Derya Küçük Hüseyin Paşa’dan dul kalan Esma
Sultan’ı tahta geçireceklerini söylüyorlardı. Kadı
Abdurrahman Paşa, 4.000 Segbân-ı Cedîd askeriyle,
Topkapı Sarayı’nı savunuyordu. îk i taraftan yüzler­
ce kişi ölmesine rağmen, asîler, sarayı ele geçireme­
diler. Bozulan ihtilâlcüer, m odem Segbân-ı Cedîd
kuvvetleri tarafından takip edildi. 3.000’den fazla
Yeniçeri ve serseri öldürüldü. Donanmay-ı Hümâyû­
ndun, Yeniçeri komutanhğuun bulunduğu A ğa Sara-
yı’nı bombardımanında bazı evler de zarar gördü.
Kendi gemilerinin ateşiyle karşılanan ve bütün ta­
rihleri boyunca böyle bir şey görm eyen İstanbullular,
sokaklara yığıldı, n . Mahmud’u alt edemeyeceklerini
anlayan âsiler, ulemânın aracılığım istediler. Bu ara­
cılıkla ateş kesildi ve korkunç iç savaş sona erdi.
Ne gericiler padişahı yenebilmişler, ne de padi­
şah onlan temizleyebilmişti. Bundan sonra, 18 yıla
yakın bir müddet, iki taraf, kıl kadar ince bir den­
geyle hayatlarını devam ettirebildiler. Bu dengenin
korunması, Sultan Mahmud Han'ın en önemli mese­
lesi haline geldi. Büyük bir sabırla, harekete geçeceği
âıiı beklemeye başladı. Asiler, Tophâne’yi ele geçirm iş,
Levend ve Selimiye kışlalarını yakmış, halkın evle­
rine tecavüz etmişlerdi, n . Mahmud, Kadı Abdurrah­
man ve Rusçuk Yâram ’ndan Râmiz Paşalar’ı, gizlice
Saraydan Rumeli’ne kaçırarak hayatlarını kurtardı.
18 kasımda, Segbân-ı Cedîd’i ilga ettiğini de bildir­
meye m ecbur oldu. Bunun üzerine ihtilâlciler, zaten
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR Î3 7

ortada tahta geçirecekleri bir şehzade olmadığı için,


n . Mahmud’un hiikümdarhğına razı oldular. Seg-
bân-ı Cedîd askeri, şuraya buraya dağıldı. Yüzlercesi,
Yeniçeriler’in eline geçerek öldürüldü. Osmanh ta-
rihl, 18 yıl için karanlık bir gericilik devresine girdi.
VAK’A -İ HAYRİYE

n . Sultan Mahmud, başta Yeniçeriler olm ak


üzere Kapıkulu O caklan’m kaldırmak için, tam 17
y ıl bekledi. Yunan İhtilâli ile başa çıkamayan bir or­
dunun, her an yeniden yeniye patlaması muhtemel
bir Rus savaşında ne yapabileceği, artık yalnız pa­
dişahı değil, bütün devlet adamlarım, hattâ Yeniçeri
generallerini düşündürür oldu. Bir zamanlar T ann’-
nrn emrinden hemen sonra geldiğine inanılan padi­
şah irâdesi yoluyle bu işi çözümlemek kabü değildi.
Yeniçeri Ocağı, böyle bir irâdeyi tanımayacağım,
birçok defalar, devletin en ağır zararları pah asma
gösterm işti. îşe gene III. Selim gibi modern bir or­
dunun çekirdeğini hazırlamakla girişmek gerekiyor­
du. m . Selim, tahttan indirildikten sonra, o zaman
veliaht-şehzâde olan ve oğlu gibi sevip yetiştirdiği
Sultan Mahmud’a, devletin geleceğinin bu noktada
düğümlendiğini açıkça anlatmıştı, m . Selim’in bütün
hatalarından ders aldığı için, n . Mahmud, kilit nok­
talarına, hattâ Yeniçeri generalliklerine, yeni bir or­
du kurulması gereğine içten inanmış kimseleri ge­
tirdi. Bu iş, burada söylendiği kadar basit, kolay ve
çabuk olmadı. H er an tetikte bekleyen ve kendi du­
rumlarını padişah derecesinde bilen Y eniçerileri
ürkütmemek için, çok dolambaçlı yollan dolaşmak
icap etti. Nihayet 25 mayıs 1825’te "Eşkinci Ocağı”
diye m odem bir asker ocağının kurulacağı büdirildi.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 23»

B u ocağa, Yeniçeriler de gönüllü girebüeceklerdi.


Şu son tedbir, ne derece ihtiyatla hareket edildiğini
gösterir. Buna rağmen Yeniçeriler, 14 haziran akşamı
ayaklandılar. Parçalanmaktan zor kurtulan Osmanlı
tarihinin son Yeniçeri Ağası Celâleddin A ğa, durumu
Sultan Mahmud’a bildirdi.
Türkiye tarihinin saydı günlerinden olan 15 ha­
ziran 1826 sabahı Yeniçeriler, ünlü kazanlarım E t-
meydanı’na çıkararak “ isterük!” veya “ istem ezük!”
şeklindeki uğursuz gösterilerine başladılar. Sadrâzam
Benderli Selim Paşa, A ğa Hüseyin ve İzzet Paşalar’a,
Boğaz’ın iki yakasından, askerleriyle şehre inmeleri
için em ir verdi. Şeyhülislâm Tâhir Efendi, yanma
kazaskerleri, belli başlı ulemâ’yı, yüksek medrese
öğrencilerinden 3.500’ünü alıp, Sultanahmed M eyda-
m ’nda Sancak-ı Şerif altına geldi. Halka ateşli nu­
tuklar söylem eye, devletin bugün ya batacağım, ya
çıkacağım anlatmaya başladı. Ulemâ’yı elde etme­
dikleri takdirde hiç bir ihtilâlde başan gösterm eyen
Yeniçeriler, bu defa kesin şekilde başarısızlığa uğra­
yacaklardı.
Bütün İstanbullular, Yeniçeriler’e diş biliyorlar­
dı. Bu ocağın şehirde yapmadığı edepsizlik kalmamış­
tı. En iyi Yeniçeriler, esnaflık yapıp halkı soyuyor­
lardı. Osmanlı tarihinde görülmemiş bir şey olarak,
kadınlar bile sokağa dökülüp Yeniçeriler’e karşı gös­
terilere katıldı. Tophane’den bataryalar çıkarıldı;
Yeniçeri kışlalarının bulunduğu Aksaray’a, Etm ey-
danı’na sevk edildi. Topçu yüzbaşısı Karacehemıem
İbrahim Ağa, kışlaları bombardıman etmeye başladı.
Şimdiye kadar hiç bir Yeniçeri ayaklanmasında, âsî­
lere karşı top ateşi açılmamıştı. Dârendeli İzzet ve
240 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

A ğa. Hüseyin Paşalar, arkalarında, edinebildikle­


ri silâhlarla kendilerini takip eden tahmini imkân­
sız sayıda bir halk kalabalığı ile, kışla kapılarına da­
yandılar. Kapılar yıkıldı. Karacehennem İbrahim
Ağa, topuğundan kurşunla yaralanmasına aldırma­
yarak kışladan içeri girdi. O zamana kadar Yeniçeri­
lerim müsaadesi olmaksızın, cebren kışlalarına gir­
mek, hiç bir fâninin haddi değildi. Tophane imâmı
Ham H âfız Abmed Efendi, askerin başında Yeniçe-
rilerie karşı ilerliyordu.
Akşama doğru artık yeryüzünde Yeniçeri Oca­
ğ ı diye bir şey kalmamıştı. 6.000 Yeniçeri öldürül­
müştü. Ertesi günden başlayarak, şuraya buraya si­
nen 20.000'den fazla Yeniçeri veya o iddiada bulu­
nan kabadayı tevkif edilerek uzak yerlere sürüldü.
Yeniçerilerim mensup olduklan Bektaşî dergâh­
ları kapatıldı. Karşı koyanlar yok edildi. — Yeniçeri
Ocağı’nın ortadan kaldırılması, Avrupa’da derin yan­
kılar yaptı. Gazeteler bu haberi, manşette verdiler.
İstanbul’daki elçiler, hükümdarları nâmına, n. Sul­
tan Mahmud Han’a tebriklerini sundular. 465 yıllık
Ocak, tarihe karıştı. “ Asâkir-i Mansûre-i Muhammt-
dîye” adiyle modern Türk ordusu kurulmaya başlan­
dı. Ağa Hüseyin Paşa, bu yeni ordunun kurulmasıyle
görevlendirildi. Beyazıt’ta şimdi Üniversite Merkez
Binası olan Eski Saray, seraskerlik (Savunma Ba­
kanlığı) yapıldı. Ağa Hüseyin Paşa, ilk serasker sı-
fatıyle Bâb-ı Seraskerî’ye yerleşti Süleymâniye’deki
Yeniçeri Ağalık Sarayı, Meşîhat’e, şeyhülislâma ve­
rildi.
Bu suretle II. Mahmud’un 17 yıl, 10 ay ve 18
gün süren birinci saltanat devresi kapandı. 13 yıl,
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR m

1 ay, 16 gün sürecek ikinci saltanat devresi başladı.


J3u tarihte padişah, 41 yaşındaydı. İkinci saltanat
•devresi, birincisinden de çetin olmakla beraber, tam
1 8 yıl iyice pişen Sultan Mahmud, Avrupa tarihle­
rinde kendine “ Büyük” unvanım kazandıracak şah­
siyetini, asıl bu devrede gösterdi. — “ Vak’a-i Hayri­
ye” diye anılan Yeniçeri ve diğer Kapıkulu O caklan’-
nın ortadan kaldırılması, Türkiye tarihinin büyük
•dönüm noktalarından biri, hattâ m odem devrin ger­
dek başlangıcı oldu. 1839 Tanzimat’ı, hattâ Cumhu­
riyet, Vak’a-i H ayriye’nin bir sonucu şeklinde açık­
lanabilir. Türkiye’de Batı medeniyeti, Vak’a-i Hay­
riye Ue başlar. Doğu medeniyetinde en üstün orta­
m a çıkan Türkler, Batı medeniyetinde neler yapabi­
leceklerini, Vak’a-i H ayriye’den bu yana geçen 143
yıldan beri tecrübe etmektedirler. Tarihî oluşum da­
ha tamamlanmadığı için, bu husustaki kesin hük­
m ü, birkaç kuşak sonraki tarihçiler verecektir.
II. MAHMUD DEVRİ YENİLEŞME
HAREKETLERİ

II. Sultan Mahmud Han, 3 m art 1829’da, Türkiye


tarihinin yenileşme hareketlerinde bir dönüm nok­
tası olan kıyafet kanununu yayınladı. Bu kanuna gö­
re bütün devlet görevlileri, ilm iye sınıfı dışında, fes,,
pantalon ve ceket giyeceklerdi. Sank ve cübbeyi an­
cak ilm iye sınfı taşıyabilecekti ki, bugün de B atı
din adamları, kıyafetleriyle ayrılmaktadırlar. Bu kı­
yafet inkılâbı, her vatandaşı kapsamıyordu. A ncak
devlet vezifelilerini belirli şekilde giyinm eye m ecbur
ediyordu. Gene de softalar, sangın yerine geçirilen
fes’e karşı büyük dedikodular yaptılar. Şapka inkılâ­
bında da aynı zihniyetin, bir asır önce beğenmediği
fes’i savunarak şapkaya karşı koyması, burada ha­
tırlanabilir.
Taassubu yenmek için resmini devlet dairelerine
astıran IL Mahmud, yenilik hareketleri aleyhinde
bulunanları şiddetle cezalandırdı. Devlet adamları­
nın hepsi bu inkılâplarda hükümdarla aynı fikirde de­
ğillerdi. Fakat korkularından seslerini çıkartam ıyor-
lardı. Halk da inkılâpların lüzumunu anlayabilmiş,
değildi, n . Mahmud’a “ gâvur padişah” diyorlardı.
A z önce Yeniçeri Ocağı’m kaldırarak modern
Türk ordusunu kurmaya başlayan IL Mahmud. bir
yandan da, bağlaşık Ingiliz - Fransız - Rus donanma­
larının Navarin’de yaktıkları Türk donanmasını y e -
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 243

iriden vücude getirm eye çalışıyordu. Vilâyetlerde,


hüküm et otoritesine kulak asmayan aileleri ve şahıs­
la n ezmek için de büyük çaba gösterdi. Tam olma­
m akla beraber, büyük başan elde etti ve 1839 Tan­
zim at’ına yol açmış oldu. Esasen ölmeseydi, Tanzi­
m at’ı kendisi ilân edecekti. Bilhassa m odem savaş
sanayiinin bütün dallanm Türkiye’de kurmaya önem
veriyordu. 13 ocak 1830’da Rusya büyükelçiliğinden
kapdân-ı deryâ olarak İstanbul’a gelen damadı Mü­
şir Halil R if’at Paşa’nın: “ Avrupa’ya benzemezsek,
A sya ’ya çekilmemizden başka çare yoktur” demesi
üzerine inkılâp hareketlerine hız verdi. Asırlardan
lıeri süregelen muhteşem Saray teşkilâtım lâğvetti
Büyük Avrupa devletlerinin saray teşkilâtına ben­
z e r bir teşkilât kurdu. Bakanlıkları yeniden örgütle­
d i. Reîsüküttâblık “ hâriciye nezareti” , sadâret ket-
hudâlığı “ dâhiliye nezareti” adlarım aldı. D iğer ne­
zaretler de kuruldu. Vilâyetlerde m eclisler teşekkül
etti. Başta İstanbul olmak üzere, binlerce bina ya­
pıldı ve onarıldı. Y ollar açıldı, köprüler inşa edildi
Buharlı gem üer ve makineler satm alındı. Daha m o­
d em bir m aliye idaresi posta ve karantina teşkilâtı
kuruldu. N üfus sayımı yapıldı. H attâ 30 m art
1838’de sadrâzamın adı “ başvekil” olarak değiştiril-
diyse de, bir müddet sonra bundan vazgeçildi. Ancak
kabine esasının tem elleri atılmış oldu. Yeni matbaa­
la r açıldı. 1 kasım 1831’den başlayarak Türkçe,
Fransızca, A rapça nüshalariyle Takvîm -i Vekaayî ga­
zetesi yayınlanmaya başlandı, n . Mahmud, bu gaze­
tenin yayınlanmasiyle görevlendirdiği ünlü bilgin
E s’ ad Efendi’y l halkın anlayamayacağı bir dil kul-
andığı için azarladı. Batı m usikisi piyano, bando,
244 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

orkestra, tiyatro, opera ve operet, kesin şekilde Tür­


kiye’ye girdi. Avrupa’dan getirtilen ünlü bestekâr
Donizetti’nin ağabeyi Donizetti Paşa, Mızıkay-ı Hü-
mâyûn’u kurdu. Birçok memur için Fransızca öğreni­
mi m ecburiyeti kondu ve Bâb-ı Â lî’de kurslar açıl­
dı. Tercüm eler yapıldı, kitaplar basıldı. Okullar açıl­
dı. Bugünkü Harbiye ve Tıbbiye kuruldu. Tıbbiye’de
öğrenim Fransızca olduğu için, Batı medeniyetine
içinden bakan bir kuşak yetişm eye başladı. Bu ku­
şak, Tanzimat yıllarında iktidara yükselerek II.
Mahmud’un eserini devam ettirdi
Burada anlatıldığı kadar kolay olmayan bu ye­
nileşme hareketleri, başta Rusya olmak üzere, A v­
rupa devletlerinin çoğunun düşman nazarları ve teh­
ditleri altında başarıldı. IL Mahmud Han, modern
Türk ordusunun yetiştirilm esi işine mistik denebüe-
cek bir enerjiyle sarılmıştı. B ir kışı, basit bir albay
gibi, Rami kışlasındaki taş bir odada geçirm iş, kar
ve yağm ur altında, çamurlar içinde, askerin başında
tâlime çıkmıştı.
Ancak bu gayretler, semeresini verdi. Türkiye
imparatorluğu, Türk halkının henüz birçok millet
gibi siyasî rüşdiinü tamamlayamadığı, Avrupa em­
peryalizminin azgın X IX . asrında dağılıp gitmekten
kurtuldu. Beklenen sonuçlar tamamiyle elde edileme-
diyse, bunun sebebi, Avrupa devletlerinin emperya­
list siyasetlerinin Türkiye’ye bir an bile rahat nefes
aldırmamasıdır. Bununla beraber bazı tarihçiler, bir
10 yıl daha yaşasaydı, II. Mahmud’un, saltanatının
son 10 yılında gerçekleştirdiği inkılâpların daha kök­
lülerini yapacağım , Türkiye’nin simasının tamamen
değişeceğini ileri sürmüşlerdir. Kendisinden sonra.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 245

Osm anoğullan’nm tahtı, aynı fikirlerle hareket eden


gene oğluna, Sultan Abdülmecid’e kaldı. Ancak go­
cu k yaşındaki bu genç hükümdarda, Sultan Mah-
mud’un dehâsı, azmi, enerjisi ve tecrübesi yoktu. Sa­
dece iyi niyet sahibiydi. İnkılâpçı sadrâzamların oto­
riteleri, padişahınki kadar olam ıyor ve esasen inkı­
lâpçıların yerine sık sık muhafazakâr, hattâ gerici­
le r de iktidara yükseliyordu. Muhafazakârlık ve ile­
ricilik, yüzlerce yıllık İngiltere demokrasisinde oldu­
ğu gibi denge durumunda, alışılmış ve mâkul had­
lere itilmiş bir halde olmadığı için, Türk im parator­
luğunda siyasî buhran, imparatorluğun düşmesine
kadar sürüp gitti.
TÜRK KÜLTÜR ve SAN’AT
HAYATI
M EVLAN A CELÂLEDDİN RÛMİ

Büyük Türk şair, mutasavvıf, bilgin ve düşü­


nürü Mevlânâ Celâleddin, 30 eylül 1207 giinü şimdi
Afganistan Tüskistanı’nda kalan çağının büyük kül­
tür merkezi Belh şehrinde doğdu. Babam “ sultânu’l -
ulemâ = bilginlerin sultânı” diye anılan Bahâeddin
Veled, anası Mü’mine Hâtun’dur. Babası, devrinin
büyük bilginlerindendi. Anası ise, Harzemşahlar
Türk imparatorluk hânedâmndan bir prensestir. Ce-
lâleddin, sonradan Anadolu’ya yerleşip burada ün
kazandığı için ‘‘Rûmî Anadolulu” diye anılmıştır.
“ Mevlânâ” ise, Arapça’da “ efendimiz” demektir.
Babası Bahâeddin Veled, mânevi nüfuzundan
çekinen Harzemşahlar’la arası açılıp Belh’ten ayrıl­
dığı sırada Mevlânâ Celâleddin, pek küçük bir ço­
cuktu. Babasıyle beraber İran’dan ve Bağdad’dan
geçip Hicaz’a geldi. Hac töreninde bulunduktan son­
ra, Şam yoluyle Türkiye’ye geçtiler.
Türkiye ’mparatoriuğunun büyüklük çağıydı.
Tahtta Sultan Alâeddin Keykubâd oturuyordu. Taht
şehri Konya’da Bahâeddin Veled, pek büyük saygıy-
le karşılandı. Bu sıralarda. 1228 yılında Mevlânâ Ce­
lâleddin, 21 yaşına erişmişti. Konya’ya gelmeden
Anadolu’nun birçok yerini gezmiş, bu arada Ka­
raman şehrinde Semerkandlı Şerefeddin’in kızı Cev­
her Iiâtun’la evlenmişti. Annesi Mü’mine Hâtûn, bu
250 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Karaman şehrinde öldü. Babası Bahâeddin Veled de,


23 şubat 1231’de Konya’da vefât etti.
Mevlânâ, babasından ve gittikleri her yerde en
büyük bilginlerden son derece mükemmel bir öğre­
nim ve eğitim gördü. Genç yaşında büyük bir bilgin
olarak tanındı. Babasının gördüğü büyük saygı ona
da gösterildi. Konya'nın en yüksek dereceli medre­
selerinde ders verm eye başladı.
Mevlânâ, öğrencilerine bir hocadan çok bir mür­
şit gibi davranıyor, etrafına topladığı seçkin kişilere
pek aydın ufuklar gösteriyor, Türkiye hakanım ve
vezirlerini bile aydınlatmaya çalışıyordu.
1244’te Konya’ya gelen Tebrizli Şemseddm Meh-
med adında esrarlı, pek yüksek fik ir ve duygulara
sahip bir derviş, Mevlânâ'mn hayatım tamamen de­
ğiştirdi. Mevlânâ, bu tarihe, yani 37 yaşma kadar
ciddî, büyük bir bilgindi, bir fik ir adamıydı. Tebrizli
Şems’in gelişi, onun duygu âlemini altüst etti, M ev-
lânâ’yı bir gönül adamı yaptı. O daha çocukken bu
dervişle Şam’da kısa müddet görüşmüştü. Bu defa
Şems, Mevlânâ’daki dehâ ateşini tamamen tutuştur­
du. Büyük bilgin, Şems’ten başka herkesi, dostlarım
ve öğlencilerini ihmâl etmeye başladı. Bunlar, Şems’i
ölümle tehdit ettiler. Bu durumdan sıkılan Şems,
1246’da Konya’dan gizlice Şam’a kaçtı.
Mevlânâ, Şems’le 15 ay süren sohbete doyam a-
mıştL Onun gitm esiyle perîşân oldu. Bu sonucu bek­
lemeyen müritleri, pişmanlık gösterdiler, Şam'da ol-
olduğu haber alman Şems, Mevlânâ’mn birçok mektu-
buna cevap vermedi. Fakat Mevlânâ’run oğlu Sultan
Veledün 20 kişilik bir toplulukla Şam’a gidip,-yalvar­
m ası üzerine 1246 yılının sonlarına doğru, 9 aylık
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 281

b ir ayrılıktan sonra Konya’ya döndü Konya’nın,


hattâ Türkiye’nin en yüksek tabakası, Mevlânâ gibi
bir adamın bu kadar saygı gösterdiği Şems’in mec­
lisine devama başladı. Fakat Mevlânâ, artık ders ve
vaiz vermiyordu, iç âlemine dalmıştı, öğrencileri ve
müritleri, bu durumdan şikâyet etmeye başladılar.
Gittikçe şiddetlenen bu memnuniyetsizlik havası kar­
şısında Şems, 1247’de birden esrarengiz şekilde ve
bir daha bulunmamak ve haber alının«mnlr üzere yok
oldu.
Bundan sonra bambaşka bir gönül adamı olan
Mevlânâ Celâleddin, bütün vaktini şiire ve semâa
verdi. Kendini Şems’le aynı varlık hâlinde görm eye,
şiirlerinde Şems’in admı, kendi adı gibi anmaya baş­
ladı.
1254’ten sonra Konyalı bir kuyumcu dian Salâ-
haddin Zerkûb, Mevlânâ’nm gözde müridi oldu. Bu­
nun kızı Fatma Hâtun’la, Mevlânâ’nm oğlu Sultan
Veled evlendi. Salâhaddin ölünce, yerine Türk Ali
oğlu Mehmed oğlu Urmiyeli Hüsâmeddin geçti.
Mevlânâ, 17 aralık 1273’te 66 yaşında Konya’da
öldü. Hastalığı, yüksek ateş yapan bir karaciğer ra­
hatsızlığıydı. Cenaze töreninde, Hıristiyanlar ve Y a-
hudiler de dahil, bütün Konya halkı bulundu. Türbe­
sini o zamanki Türkiye’nin başbakanı olan Vezir
Alemeddin Kayşar, Mimar Tebrizli Bedreddin’e yap­
tırdı. Daha sonra gelen birçok hükümdar, türbeye
ve çevresine birçok bina inşa ettirdiler. Bu arada
II. Selim. Mimar Sinan’a 2 minareli Selimiye Camii’ni
yaptırdı. Muhteşem sandukası üzerindeki örtü de
253 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

son defa II. Abdülhamid tarafından yenilendi. Bu


örtü, siyah Kadife üzerine altın telle işlenm iştir. Os­
manlI hükümdarları, D oğu seferlerine çıkarlarken,
bu örtünün saçaklarını öperlerdi. Mevlânâ Türbesi,
bugün de dünya ölçüsünde bir ziyaret yeridir.

Mevlânâ, pek kaba sofular dışında, İslâm ve


İslâm olmayan bütün insanlık tarafından beğenilmiş
bir fik ir ve sanat adamıdır. Büyük İngiliz Doğu bilgi­
ni A rberry onun için "dünyanın en büyük şairlerin­
den biri, eğer en büyüğü değilse...” demektedir.
Goethe başta olmak üzere birçok büyük şair arasın­
da Mevlânâ hayranlığı yaygındır. Rembrandt, onun
bir tablosunu yapmaktan kendini alamamıştır.
Mevlânâ’nm kişi ve fik ir hürriyetine verdiği
olağanüstü değer, insanoğlunu âdetâ kutsal bir var­
lık derecesine yükseltir. O, hiç bir doğuş farkı, son­
radan edinilmiş hiç bir fark tanımadan, bütün bir
insanlığa değer verir. En kötü inşam bile bağışlan­
m aya ve sevgiye lâyık görür. Tanrı aşkının inşam
ne derece yüceltebileceğim terennüm eder. Cihan me­
deniyetinin yetiştirdiği en büyük dehâlardan biri
olan Mevlânâ, İran'ın ve Türkler’in en büyük şairle­
rini, ateşli lirizm iyle etkilemiştir. Pakistan'ın mânevi
kurusucu Ikbâl’in düşünce sistemi, geniş ölçüde
Mevlânâ’ya dayanır. Onun kurulmasına zemin ha­
zırladığı Mevlevi tarikatı, bir Türk tarikatı olarak,
Türk kültürüne ölçülem eyecek derecede büyük hiz­
m ette bulunmuş, binlerce şair, bestekâr, sanatkâr
ve bilgin yetiştirm iştir. Osmanlı hükümdarlarının
çoğu da bu tarikata girm işlerdir.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 253

Mevlânâ soyu hâlâ devam etmektedir. Bu soy­


dan Osmanlı çağında yüzlerce devlet adamı ve sanat­
kâr yetiştirm iştir. Mevlânâ’da Türklük sevgisi çok
kuvvetlidir. Türk kavmiııi öğrnekter. hoşlanır. X III.
yüzyuda Anadolu’da Türkçe’nin dana ileri bir şiir
dili haline gelememesi yüzünden, şiirlerini Farsça
söylem iştir. Fakat Arapça, Türkçe, hattâ Yunanca şi­
irleri de vardır. Mesnevî’sinde “ E ğer bir Türk ses­
lenirse, der; Tann korusun, köpek değil, erkek ara­
lan bile kan kusar.” Bir yazısında “ Aslem Türkest
egerçi Hindû gûyem” yeni “ H er ne kadar Farsça söy­
lüyorsam da, aslım Türk’tür” der.
Mevlânâ’yı yeryüzünün en büyük şairleri ara­
sına koyan eseri, 40.380 beyitli büyük şiir külliyâtıdır.
Gazel ve rubâî’lerinde, sonsuz bir lirizmle tasavvuf
aşkını terennüm eder. Büyük tefekkür eseriyse, Mes­
nevisidir. 6 cilde ayrılmış olan bu eserde 25.700 be­
yit, yani 51.400 mısra vardır. Kur’an ve Hadis’ten
sonra bütün İslâmî edebiyatta en çok üzerinde du­
rulan eser, M esnevidir. Pek çok Doğu ve Batı di­
line, bu arada birçok defa Türkçe’ye çevrilmiş, Türk
tefekkür tarihinde derin izler bırakm ıştır. En ünlü
ve güzel Türkçe çevirisi, X V ili. asır başlan şairlerin­
den N ahifinin manzum tercümesidir. Şöyle başlar:

Dinle neyden kim hikâyet etmede


Ayrılıklardan şikâyet etmede

ölüm süz şiirleri, yüzlerce Türk bestekân tara­


fından bestelenmiştir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî,
Türk’lüğün insanlık âlemine kazandırdığı en büyük
isimlerden biridir.
OSMANLI SAR A Y ÜNİVERSİTESİ:
ENDERÜN

1839 Tanzimat inkılâbına kadar İstanbul’da T op-


kapı Sarayı’nda Osm anlı imparatorluğunun en yük­
sek dereceli öğrenim müesseselerinden biri bulunu­
yordu. Bu müessese, Enderun idi. Enderun’a gire­
bilmek için, Galata Sarayı, İbrahimpaşa Sarayı, İs­
kender Çelebi Sarayı, Eski Saray, Edirne Sarayı
gibi orta dereceli saray mekteplerinden çıkmış ol­
mak lâzımdı. Bu mekteplerden yetişen zekâ ve ka­
biliyet sahibi gençler, seçilerek Enderun’ a alınırdı.
Bazan büyük devlet adamlarının çocukları ve ünlü
sanatkârların doğrudan doğruya padişah emriyle
Enderûn’ a alındığı da olurdu.
Enderun, benzeri olmayan bir yüksek tahsil
miiessesesiydi. Teşkilât bakımından orijinaldi. Mü-
essesenin maksadı, yüksek devlet adamı ve kuman­
dan yetiştirm ekti. “ Oda” denen 7 daireye bölün­
müştü. Bir çeşit sınıf olan bu 7 odanm isimleri, ön
basitten en yüksek dereceliye doğru şöyleydi: Küçük
Oda, Büyük Oda, Doğancı Odası, Seferli Odası, Ki­
ler Odası, Hazine Odası ve Has Oda.
Küçük ve Büyük O dalarda, yani Enderûn Üni­
versitesinin ilk tahsil basamaklarında X V I. asır son­
larına kadar kadro, 160 öğrenciden ibaretti. Son­
radan 400’e kadar çıktı. Bu sınıflarda bulunan
gençler, Türk, Arap ve Fars dilleri ve edebiyatını,
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 255

dinî ve askeri ilimleri okur, spor yapar, her türlü


silâhı kullanmasını öğrenir, Saray protokolünün
bütün inceliklerini ezberlerlerdi. Kabiliyetleri olan­
lar, güzel sanatların musiki, hat, minyatür, tezhib
gibi çeşitli dallarına ayrılırlardı. Bir yandan öğre­
nim leri devam eder, bir yandan da fiilen Saray hiz­
meti görürler, bunun için şimdiki paramızla 80 lira
kadar tutan bir gündelik alırlardı.
Büyük Oda öğrenimini bitiren Enderûn öğren­
cisi, Doğancı Koğuşu’na geçerdi. Fakat bu sınıf
1675’te kaldırıldı ve Büyük Oda’yı bitirenler, 1635’te
kurulan Seferli Koğuşu’na alınmaya başlandı. 1831’e
kadar devam eden Seferli Koğuşu’nda X V II. asır
sonlarında 100 kadar öğrenci vardı. Seferli Koğu­
şu’na giren bir genç artık subay sayılırdı. Bu sınıfın
âmiri, “ Saray Kethüdası” denen albaydı. Kethüda
ile beraber daha 12 subay, Seferli Koğuşu öğrenci­
lerinin eğitim leriyle uğraşırlardı.
Seferli Koğuşu’ndan sonra gelen sın ıf K iler Odası
idi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kurulmuştu.
1772’de K iler Odası’nda 144 öğrenci vardı. “ K iler-
cibaşı” denen albayın 7 yüksek rütbeli subayla be­
raber sorumlu bulunduğu bu Oda’nın mensuplan,
bir yandan padişahın yiyeceğiyle ilgili hizmetlerde
bulunur, bir yandan da öğrenim ve eğitimlerine de­
vam ederlerdi.
K iler Odası’nın üstündeki Hazine Dairesi’ni de
Fâtih kurmuştur. Bu dairede 1772 yılında 157 öğ­
renci subay vardı. Dairenin âmiri, “ hazînedarbaşı”
denen ve rütbesi sancak beyine, yani tümgenerale
eşit bir subaydı. Maiyetinde 5 yüksek rütbeli subay
vardı. Hazine Dairesi’nden başka 2.000 kadar işçi
256 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

çalıştıran Saray atelyelerinden de sorumluydu. Ha­


zine Dairesi’nin en büyük ödevi, 2 daire hâlinde 4
büyük salonu kaplayan Enderûn hâzinelerini koru­
maktı. Bu hâzinelerde milyonlarca parça mücevher,
sandıklar dolusu altın ve gümüş para, pek değerli
kürkler, halılar, şallar, akla gelebilecek her türlü
antika eşya saklanırdı. Bu eşyanın bütün vasıfla-
n yle yazıh bulunduğu 2 büyük defterde yapılacak
en küçük bir kalem oynatması için başdefterdânn,
yani maliye bakanının imzası şarttı.
H er padişahın en az bir takım elbisesinin hâtıra
olarak Hazîne’de saklanması gelenekti. Hazînedar-
başı’mn günde 600 lira tutarında maaşı vardı. Saray
hizmetinden ayrılırsa beylerbeyi, yani orgeneral
olurdu. Hazîne Kethüdası denen yardımcısının da
rütbesi sancak beyi idi ve bu da yükselirse beyler-
beyiliğe atanırdı. Hazine’yi kapayıp açmak vazifesi,
Hazîne Kethudâsı’na aitti.
Yeryüzünde devrin padişahından başka hiç kimse
Hazîne Dairesi’ne yalnız sokulmazdı. Padişah isterse,
tek başına girebilirdi. Padişah bulunmadığı zaman
Hazîne’ye girmek icap edince, 20-30 kişinin birden
girm esi kanundu. “ Hazîne-i Hümâyûn” denen bu im­
paratorluk hazînesi, tahta çıkan her yeni padişaha
zabıt düzenlenerek teslim edilirdi. Millî müze mahi­
yetinde olduğu için, hükümdarın şahsî malı değ’ldL
Hazîne’deki tarihî eşyayı padişah satamaz ve kim­
seye veremezdi. Ancak nakit parayı harcayabilirdi.
Enderûn’un en yüksek kademesi, “ Has Oda”
denen sınıftı. Fâtih devrinde 32 subayla kurulmuş,
Yavuz’un emriyle subay sayısı 40’a yükseltilmişti.
A rtık bu sayı değiştirilmedi. Ancak padişah H as
TOHK TALİHİNDEN YAPRAKLAR 57

Oda’nın birinci subayı sayıldığı için, gerçekte Has


O da mensuplarının sayısı 39’dan ibaretti. Dairenin
en yüksek rütbeli subayları sırasıyle Hasodabaşı,
Silâhdar, Çuhadar ve Rikâbdar’dı. Bu generallere
“ A rz A ğalan” denirdi; çünkü kimseden izin almadan
hükümdarla görüşebilir, mâbeyncilik görevinde de
bulunurlardı. XVTII. yüzyıl başlannda Silâhdar,
H asodabeşı’nı geride bıraktı ve Has Oda’mn başı
oldu.
Has Oda’ya giren her subay, şahsen padişaha
takdim edilirdi Enderûn’un diğer dairelerinde böyle
bir âdet yoktu. “ Mukaddes Emânetler” denen ve
hâlâ Topkapı Sarayı’nda bulunan dinî büyük değer
taşıyan eşyamn muhafazasından Has Oda sorum­
luydu. 1772’de Hasodabaşı günde 375 lira, Silâhdar
300 lira, Çuhadar 175 lira alırdı. Daha önceleri maaş­
la rı daha da yüksekti. A yn ca başka gelirleri de
olur, sık sık padişah İhsam alırlardı.
Has Oda’mn diğer büyük subayları arasında
Hünkâr Müezzini, Sır Kâtibi, Sankçıbaşı, Başçuha-
dar, Kahvecibaşı, Berberbaşı, Tüfekçibaşı, Tım ak-
çıbaşı sayılabilir. Bunlann görevlerinin mahiyeti,
isimlerinden anlaşılmaktadır. Meselâ Berberbaşı,
padişahın saç ve sakal tıraşım yapardı. B ir şehzade­
nin ilk saç ve sakal tıraşım yapmak görevi de Ber-
berbaşı’na aitti ve bu takdirde 125.000 lira tutarında
büyük bir bahşiş alması gelenekti. Bu görevliler pa­
dişahla şahsen devamlı surette ilgüi oldukları için,
büyük nüfuz sahibiydiler.
Hasodabaşı ve Silâhdar’m rütbeleri vezire, yani
m areşale eşitti. Saray’dan çıkınca doğrudan doğruya
sadrâzam, yani başbakan olan hasodabaşılar ve si-
17
258 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lâhdarlar vardır. Esasen Has Oda’nın en kıdem siz


subayı bile Saray hizmetinden çıkınca alay beyi
olurdu.
B ir sınıftan diğer sınıfa geçmek için kabiliyet
ve başarıya bakılırdı. A ynı sınıfta uzun yıllar bu­
lunan bir Enderûnlu’nun yanında, birkaç yıl içinde
Has Oda’ya kadar ilerleyenler görülürdü.
Enderûn kanunları pek sıkıydı. Düzenlenmemiş,
tesadüfe bırakılmış hiç bir şey yoktu. Yatılacak,
kalkılacak, dinlenilecek zamanlar dakika şaşmazdı.
Enderun öğrencileri, ilm i öğrenimlerim, medreseler­
den getirilen müderrislerden, yani profesörlerden,
askerî eğitim ilerini ise yukarıda anılan subayların­
dan görürlerdi. Bütün dairelerdeki öğrencilerin ders­
lerinden ne dereceye kadar faydalandıklarım haber
vermeden teftişe Süâhdar A ğa yetkiliydi General
derecesindeki Enderûnlular, haftada bir geceyi Sa­
ray dışında geçirebilirlerdi. Yüksek rütbeli suoay-
larsa, gece Saray’a dönmek şartıyle haftada bir
gün izne çıkarlardı. Kıdemsiz subaylar, ancak ağa­
larının nezaretinde şehre inebilirlerdi General rüt­
besinde olmayanlar evlenemezler, evlenmek ister­
lerse, hemen rütbelerine uygun bir görevle Saray’­
dan çıkarılırlardı. Bu sıkı disiplinin amacı, Ende-
rûnlular’ın her çeşit insanla temas edip terbiyelerinin
bozulması, hükümdarın şahsına ait hizmetlerin ak­
saması ve Saray haberlerinin dışarıya «ızmnaı en-
dişesiydi.
Enderûnlular, müderrisler ve ünlü sanatkârlar
dışında genç adamlardı. Meselâ Dâmad Makbûl İb­
rahim Paşa, Hasodabaşıhk ’tan sadrâzam olduğu za­
man, ancak 28 yaşındaydı. Genel olarak Enderûn-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 259

Tular, yaşlan otuzu bulmadan dış görevlere atanarak


Saray’dan çıkarlardı. Enderûn’dan OsmanlI Türk
‘tarihinin en namlı komutanları, devlet adamları, dip­
lom atları, yazar ve sanatkârları yetişm iştir.
MİMAR SİNAN

Mimar Sinan, 29 mayıs 1490 günü Kayseri mer­


kez kazâsımn Keşi nahiyesinin Ağım as köyünde
doğdu. O gün, İstanbul’un Fetlû’nin 37. yıldönümü­
ne rastlıyordu. Sinan, orduya girdi ve istihkâm su­
bayı olarak yavaş, fakat muntazam bir şekilde yük­
seldi. II. Bâyezid’in ölümünde 22, Yavuz Sultan Se-
lim’in ölümünde 30 yaşındaydı. Yavuz’un Iran ve
Mısır seferlerine katıldı. Kanunî’nin Belgrat!, R odos,
Mohaç, Viyana, Bağdad seferlerine de iştirak etti.
Vezîr-i âzam Dâmad L utfî Paşa’ıun dikkatini çeke­
rek padişaha tanıtıldı, istidatları seçip yükseltmekte
büyük bir sezgisi olan Kanunî Sultan Süleyman,
yaşı 40’ı geçm iş bu istihkâm subayının mimarlık
ve mühendislik bilgisine, sanat zevkine, köprü kur­
maktaki maharetine hayran oldu. Sinan’ı ordudan
aldı; hassa ser-m im an yani bugünkü anlayışımıza
göre bayındırlık bakanı yaptı
Büyük dehâsının yanında tükenmek bilmez bir
enerjiye de sahip olan Sinan, biribirinden güzel eser­
lerden sonra Şehzade Camii’ni inşa edince ünü, im­
paratorluk sınırlan dışına, çıktı. Pek uzun bir öm­
rün bütün nimetlerinden faydalanan Sinan, görül­
memiş bir çalışkanlıkla Türk imparatorluğunu eser­
leriyle donatıyordu. Hassa ser-mimariığı makamını
Kanunî’den sonra n. Selim ve m. Murad devirlerinde
de, ölünceye kadar devam ettirdi. Her yeni hüküm-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 261

dardan en büyük iltifatlan gördü. Devrinin Türk


Cihan devletinin bütün kaynaklan emrindeydi. Eser­
lerinde istediği malzemeyi harcayabildiği gibi, en
büyük hattatlan, nakkaşları, oymacıları, çinicileri,
cam cılan da kullanabiliyordu. Süleymaniye Külliyesi,
ardından E dim e Selimiyesi’m inşa ederek sanatının
zirvesine yükseldi.
9 nisan 1588 günü İstanbul’da öldü. 97 yaşını
10 ay ve 11 gün geçiyordu. Süleymaniye Camü’nin
yanındaki zarif türbesine gömüldü. 2 defa evlenmiş,
çocuğu olmamıştı. Çok cöm ertti; onun için ölü­
münde borçlan, bıraktığı mirası geçm işti. 5 kuşak­
tan 5 padişah görm üş, yalnız Osmanlılar’m değil, bü­
tün Türk tarihinin en iyi, en parlak, en muhteşem,
en zengin, en büyük yüzyılında yaşam ıştı. İki ese­
rinde aynı planı kullanmamış, birçok yapısında, ci­
han mimarisinin en güzel nisbetlerine erişmişti. Bu
başarısını, bilgisi ve sanatı kadar, görgüsüne de borç­
ludur. Anadolu, İran, Mısır, Mezopotamya, Suriye,
Arabistan, Kırım, Macaristan, Orta Avrupa ve Bal-
kaniar’ı uzun yıllar gezip dolaşmış, çeşitli medeni­
yetlere ait binlerce eseri görüp incelemişti. Onun
için sanat ufku, yalnız İtalya’yı gören büyük R ö­
nesans mimarlarından daha geniş ve daha açık
oldu. Eski medeniyetlerin ortaya koyduğu mimar­
lık şaheserlerinin çoğunu gören Sinan, bunlardan
ilham almakla beraber, Anadolu Selçuklu mimari­
sinin yolunu takip etti. Büyük Selçuklular’ın Orta
A sya’dan getirip Anadolu’da geliştirdikleri bu sanat,
Sinan’dan önceki OsmanlI mimarları tarafından şe­
killendirilmiş, yumuşatılmış, ahenkleştirilmiş ve ol-
gunlaştınlm ıştı. Sinan, bu sanatı zirvesine çıkardı
v e ondan sonra hiçbir mimar, bu zirveyi aşamadı.
262 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Bursa, E dim e ve İstanbul’u süsleyen eserlerin


üslûbunu izleyen Sinan, bu üslûba erişilemez b ir
ahenk ve güzellik kazandırdı.
Batı tarihçilerinden bazılan Sinan’ı M ike-
en büyük mimar olarak vasıflandırm ışlardır. Eser­
lerinin sayısı ve kalitesi, bu görüşü doğrulamakta­
dır. Bıraktığı eserler, inşam şaşırtacak derecededir;
şöyle: 81 cami, 51 m escid, 81 medrese yani yüksek
veya orta dereceli oikul, 19 türbe, 17 imaret, 3 has­
talıane, 7 su kemeri ve su bendi yani baraj, 8 köprü,
18 kervansaray, 33 saray, 32 hamam ve 6 mahzen.
Bunların toplamı 356’dır. Köprülerin içinde bugün
Yugoslavya’da kalan Hersek Köprüsü, hamamların
içinde A yasofya Hamamı gibi inşam heyecanlandı­
racak derecede azametli âbideler vardır. Bu eserle­
rin bugün çoğu ayaktadır. Sinan’ın eserleri yalnız
bugünkü Türkiye sınırlan içinde kalm am aktadır;
birçok yapısı Yugoslavya, Macaristan, Yunanistan,
Rusya, Bulgaristan, Kıbrıs, İran, Irak, Suriye gib i
ülkelerdedir. Ancak eserlerinin yansından faziası
İstanbul’da bulunmaktadır. A yasofya’yı yeniden inşa
edercesine onaran ve ayakta durmasını sağlayan da
odur.
Sinan’ın yetiştirdiği mimarlar da sonradan bo­
calan derecesinde dehaya, o kadar geniş kaynaklara
ve pek az insana nasîb olan 98 yıllık bir ömre malik
olmamakla beraber, imparatorluğu çok değerli eser­
ler, Sultanahıned gibi şaheserlerle süslemekte devam
etmişlerdir. Hindistan’da Türk imparatoru Tim ur-
oğlu Şâh-ı Cihan nâmına A gra şehrin le inşa edilen
meşhur Tâc-MâhaU’i ve daha birçok âbideyi, İstan­
bul’dan giden Sinan'ın öğrencileri yapm ışlardır.
T Â C -M A H A L L

X V I. asır, Türkler’in 22 asırlık tarihlerinin en


büyük devresidir. X V II. asır da, Türkler’in büyük­
lük çağlarından biri sayılır. Bu asırda OsmanlI Türk
im paratorluğu h a fif bir gerileme gösterdiği halde,
Hindistan Türk imparatorluğu, yüzyılın son yıllarına
kadar yükselmekte ve gelişmekte devam etm iştir.
B u yazımızda, Hindistan Türk imparatorluğunun
XVTL asrın ikinci yansında gerçekleştirdiği bir sanat
şaheserinden, Tâc - Mahall’den bahsedeceğiz.
Bu yıllarda Hindistan Türk imparatorluğunun
başında Şâh-i Cihan vardı. Bu büyük hükümdar,
Tim ur’un 9. ve Timurlular’ı Türkistan’dan Hindis­
tan’a getiren Bâibur’un 4. kuşaktan torunudur. Eşi
Ercm end Bânû’ya olan sevgisiyle ünlüydü. “ Pâd-
şâ h -B eğ im ” yani “ im paratoriçe” sanım taşıyan ve
■“ Mümtaz - Mahall” diye nmlgn bu banım yaşadığı
müddetçe Şâh-i Cihan, başka b ir kadınla ilgilen­
m em işti B ir Türk kumandanının, Â sa f Han’m kızı
olan Ercm end Bânû, Şâh-i Cihan’dan bir yaş bü­
yüktü. 14. çocuğu olan C evh er-A ra Beğim ’i doğu­
rurken öldü. Şâh-i Cihan, sonsuz derecede keder­
lendi. Bu kederden, birçok mimarî tarihçisinin dün­
yanın en güzel mimarî eseri olduğunu söyledikleri
,Tâc - Mahal] doğdu.
Eşini kaybedince bütün saçları ağaracak dere­
cede üzülen Şâh-i Cihan, Ercm end Bânû’nun adını
264 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

ölümsüz kılmak için, büyük bir anıt - kabir yaptır­


m aya karar verdi. Bu anıt - kabir, firavunların pi-
ramidleri gibi muazzam bir taş yığınından ibaret
olmayacak, Ercm end Bânû’nun güzellik ve zerafetine
yakışıl- bir eser hâlinde, gelecek nesillerin hayran­
lığını kazanacaktı. Böyle bir eserin gerçekleştiril­
mesi için acele edilemezdi. Bütün dünyadan, Avru­
pa’dan, İran’dan, Türkiye’den, Türkistan’dan, Hin­
distan'ın her tarafından mimarlar ve sanatkârlar
çağırıldı. Hepsinden birer proje istendi. Şâh-i Cihân,
İstanbul’dan gelen ve Mimar Sinan'ın talebesi olan
Mehmed Isâ Efendi’nin projesini beğendi Bu pro­
jenin büyük bir maketi yapıldı ve bu maketin ay­
nen gerçekleştirilm esine karar verildi.
Bu suretle inşası 22 yıl devam edecek olan
dünyanın en zarif anıtına başlanıldı. Başmimar İs­
tanbullu Mehmed Isâ Efendi’ye Semerkandlı bir
Doğu Türkü olan Mimar Muhammed Şerif yardım
ediyordu. Eserin azametli kubbesi, kubbe mimar­
lığında büyük ihtisası olan gene Mimar Sinan’ın
talebesinden İstanbullu İsmail Efendi tarafından ya­
pılıyordu. Mermer üzerine oyulacak yazılar için. İs­
tanbul’dan Hattat Settâr Efendi getirilm işti. Tuğ­
raları, Emânet Han adında Şîraziı bir Iranlı sanat­
kâr çiziyor, mermerleri Muhammed Hanîf adında
Agralı bir Müslüman Hindli oyuyordu. Bu 6 büyük
sanatkârın beşi, ayda biner rupi, bugünkü paramızla
75.000 TL., kubbe mimarı İsmail Efendi ise, bu mik-
darın yansı kadar maaş alıyorlardı. Bu suretle 5
sanatkârın her birine 22 yılda toplam olarak on sekiz
m ilyon 900.000 TL. ödendiği anlaşılır. 6 sanatkârın
22 yıllık maaşlarının toplamı ise 101,250.000 TL. m
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 265

bulur. Eser tamamlandıktan sonra aldıkları hediye­


ler, bu rakamın dışındadır. İkinci derecede sanat­
kârlara ve binlerce işçiye de ödenen para hesap
edilirse, yalnız işçilik olarak bugünkü paramızla
yüz müyonlarca lira sarfedildiği anlaşılır.
Bu yazımızın başlıca kaynağını teşkil eden Hin­
distan Müslümanlan’ndan Mevlevi Muinüddîn A h -
med’in İngilizce ‘"The T aj” adlı eserinde belgeleriyle
yazdığına göre, Tâc - Mahall’e ve etrafındaki ilâve
anıtlara 30 m ilyon rupi, bugünkü paramızla takri­
ben 2 m ilyar 250 milyon TL. harcanmıştır. Bu mik­
tar, Tâc - Mahall’den yüzyıl kadar önce Kanunî Sul­
tan Süleyman’ın İstanbul’da yaptırdığı Süleymâniye
külliyesine harcanan paranın iki misli kadardır.
Tâc - M ahali, 11.881 metre kare bir alan kaplar.
Bu alan, asıl anıtın kapladığı sahadır. Büyük bah­
çesi ve bu bahçenin içindeki ek anıtlarla eserin
umumî heyeti, birkaç misli bir büyüklüktedir. Âbide,
iki muazzam tepsi üzerine inşa edilmiştir. Birinci
tepsi kırmızı taştan, daha üstte olan İkincisiyse,
beyaz mermerdendir, tik tepsi zeminden 1,5 m etre,
İkincisi, 6 m etre yüksekliktedir. Merdivenle çıkılır.
Birinci tepsi, her kenarı 109 metre olan bir karedir..
A sıl âbide, bu karenin üzerinde yükselir.
Tâc - Mahall’in kubbesinin yerden yüksekliği 82
metredir. Sultanahmed Camü’nin kubbe yüksekliği
43 metre olduğuna göre, hayli yüksek olduğu an­
laşılır. Fakat yanlara doğru fazla yayılmamış, bilâ­
kis toplanmıştır. İnşaatta son derece berrak, da­
dam arsız beyaz mermer kullanılmıştır. A ynı mermer­
den, anıtın çevresine 4 minare yapılm ıştır. Mina­
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

reler, İstanbul minareleri kadar yüksek ve ince de­


ğildir. Her biri 42 metredir. Gece, mehtabın ve
gündüz güneş ışığının m uhtelif saatlerde âbidenin
m uhtelif cephelerine aksi, Tâc - Mahali’in manzara­
sını her an değiştirmektedir. Âbidenin içinde bu­
lunduğu muazzam bahçe, ağaç ve çiçek tarhlariyle
pek güzel bir şekilde bezenmiştir. Hindistan Türk
imparatorluğunun o zamanki başkenti olan A gra
şehrine hâkim olan T âc-M ahall, Cemne nehrine da­
yanmaktadır. Bahçedeki mermer havuzda âbide,
elanca ihtişamiyle akis yapmaktadır.
Çok yüksek bir teknik bilginin eseri olarak ka-
bûl edilen kubbenin altında, dört yanda dört tane
dev kapı vardır. Her birinin yüksekliği 32 metredir.
Âbidenin dört tarafına, Yâ-Sîn sûresinin tamamı,
çok büyük ve eşsiz sanatkârlıkla yazılm ıştır. İstan­
bullu H attat Settâr Efendi’nin eseri olan bu yazı,
mermere o şekilde oyulmuştur ki, uzaktan kabartma
gib i görünmektedir. Uzaktan bakılınca, 30 metre
yüksekteki satırlar da, zemine yakın satırlar da, aynı
büyüklükte harflerle okunmaktadır. Settâr Efendi,
harflerin iriliklerini, bu şeküde ayarlamış, yükseğe
çıkıldıkça harfleri büyütmüştür.
Âbidenin duvarları ve iç bölmeleri, akustik ku­
rallarına son derece uygun bir şekilde yapılmıştır.
•Öyle ki, içinde Kur’ân okundukça, çok cazip ve
insanı büyüleyici yankılar, biribirini takip etmek­
tedir. Mermer duvarlara yüzbinleree akik, sedef,
zafir, yemeni, yeşim ve zeberced gömülmüştür. Bu
arada duvarlara gömülü 42 zümrüt, 142 yakut, 625
pırlanta ve 50 tane gayet iri inci, son yüzyıllardaki
karışıklıklarda yağma edilmiştir.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 267

Âbidenin en üst katında, her kenarı 4 metre


olan ve “ Mühaccer” denen, yerden 2 m etre yüksek­
likte, oyulmuş mermerden 3 kafesle süslü bloKta,
Tâc-M ahalTin şerefine inşa edildiği Ercmend Bânû
Pâdşâh-Beğim Türkmen’in mermer sandukası var­
dır. Ercemend Bânû’dan 36 yıl sonra 72 yaşında ölen
Şâh-i Cihan, Evrengezib Alem gîr Şah tarafından,
Muhaccer’in bir kenarındaki sandukanın altına g ö ­
mülmüştür. Alem gîr Şah, Şâh-i Cihan ile Ercmend
Bânû’nun oğludur. Bu suretle iki büyük âşık, ebedî
uykularına, yanyana uyumaktadırlar.
Tâc - Mahall’in inşaatında yalnız beyaz mermer
kullanılmıştır. Büyük mermer bloklar, A gra’ya, 350
km. uzakta bulunan bir ocaktan kesilmiş ve yontul­
muş olarak getirilm iştir. Âbidenin bahçesine, başlı
başına bir şaheser olan büyük bir cümle kapısından
girilmektedir. Bu bahçenin içinde bir cami ve daha
birçok bina vardır ki, hepsinin yapımına asıl âbide
kadar itina gösterilm iştir. Tâc - Mahall’in umumî gö­
rünüşü, bu binalarla beraber tam bir birlik meydana
getirmekte, her parça, diğerini tamamlamaktadır.
Tâ uzaktan T âc-M ah all’i gören, bahçesinin cümle
kapısmdan âbideye yaklaşmaya başlayan bir ziya­
retçi, her adımda yeni bir güzelliği farketm ekte ve
heyecandan heyecana düşmektedir.
Dünyanın belki en büyük mimarlık şaheseri
olan bu Türk âbidesi 22 yıllık bir çalışmadan sonra
bittiği zaman, Şâh-i Cihan çok sevinmiş ve şu mâ­
nâya gelen bir beyit söylem iştir:
“ Devir, Tann’nın kudretinin insanlar tarafından
gözle görülm esi için, bu âbideyi meydana getirm iştir” .
TÜRK MUSİKİSİ
İL E TÜRK BESTEKÂRLARI

Türk Musikisi sistemi, Batı Musikisi’nin 12 eşit


aralığa bölünmüş tanperemanlı sistemine karşılık,
24 eşit olmayan aralığa bölünmüş bir sisteme da­
yanır. Bu sistem, tabiatin verdiği seslere daha uygun
olduğu gibi, pek çok ve pek orijinal makamların te­
şekkülünü sağlar. Batı Musikisi’nin 2 makamı olan
M ajör ve Minör, Türk Musikisi’nde “ Çargah* ve
“ Bûselik” adlariyle mevcud olduğu gibi, bu ikisin­
den başka daha on bir basit makam vardır. Bun­
lar, Kürdi, Rast, Uşşak, Hüseynî, Nevâ, Sûznâk,
Karcığar, Hicaz, Hümâyûn, Uzzâl ve Zengûle’dir.
Bunlardan başka son derece güzel ve tesirli mürek­
kep makamlar da vardır. Ses ve makam zenginliği­
nin yanında usul zenginliği de fevkalâdedir. Türk
Musikisi sistemi, yeryüzünde Batı Musikisi sistemin­
den sonra en yaygın musiki sistemidir. Ancak tek­
seslilikten çoksesliliğe geçememesi ve milletlerarası
çapta ele alınmamış olması, bu emsalsiz zenginliği
gölgelemektedir.
Türk Musiki sistemi, Türkler’in Orta A sya’dan
getirdikleri ve Yakın Doğu’da geüştirdikleri bir sis­
temdir. Araplar’dan, Iranlılar’dan, Yunanlılar’dan
alınmış değildir. Bilakis bu milletler, Türkler, Yakın
Doğu’ya geldikten sonra eski musiki sistemlerini
bırakmışlar ve Türk Musikisi sistemini kullanmaya
başlamışlardır, Islâm milletlerinden başka, Balkan­
272 TÜRK TARİHİNDEN Y A P R A K L AR

lar ve Doğu Avrupa halk musikileri, tamamen Türk


Musikisi sisteminin tesirinde gelişmiştir. Bugün
■Ortodoks kileselerindeki âyinler bile Türk Musikisi
makamları ile okunmaktadır.
Türkler, günümüze kadar, bir kısmı kendi icat­
ları, bir kısmı yabancılardan alınmış bir düzineden
fazla nota yazısı kullanmışlardır. Ancak nota yazısı,
daha çok nazariyat eserlerinde kullanılan bir sistem
olmuş, pratikte yayılmamıştır. Onun içindir ki, ku­
laktan kulağa, hocadan öğrenciye geçen bu musiki­
nin yüzbiıılerce bestesi kaybolmuştur. Bugün on
binlerce güfte elimizdedir ki, hiç birinin bestesi za­
manımiza kadar gelmemiştir. X V I. asrın sonlarına
kadar notalariyle elimizde bulunan Türk Musikisi
ürünleri, şimdilik, son inceleme ve araştırmalarımıza
göre 92 parçadan ibarettir. XVIL asırla beraber,
zamanımıza kalan bestelerin sayısı esaslı şekilde
çoğalmaktadır. Onun için bu yazımızda “ ilk Türk
bestekârları” derken, bugün elimizde hiç olmazsa
bir tek eseri bulunan sanatkârlar düşünülmüştür.
Yoksa Orta Çağ Türk bestekârlarından birçoğunun
ismini biliyoruz ki, zamanımıza bir tek bestesi gel­
m iş değildir.
Elimizde Türk Musikisi’ne ait en eski parça,
1224’e doğru doğup 28 ocak 1294’te ölen Safîüddin
Abdülmü’min Urmevî’nin Remel usûlünde Nevrûz
Beste’sidir. Safîüddin, Azerbaycan’ın Urmiye şeh­
rindendir. Musiki nazariyatına, felsefeye ve mate­
m atiğe dair önemli eserler bırakmıştır. Ertuğrul
Gazi ve Osman Gazi’nin ilk yıllanyle çağdaştır, il­
li anlı Türk imparatorluğunda yaşam ıştır. — Ondan
sonraki bestekârımız. Mevlânâ’nın oğlu Sultan V e-
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 273

led’dir. 16 nisan 1226’da doğmuş, 15 kasım 1312’de


Konya’da ölmüştür. O da Ertuğrul Gazi ve Osman
Gazi ile çağdaştır. Anadolu Selçukluları çağı Tür­
kiye’sine mensuptur. Elimizdeki her iki parçası da
saz eseridir: D evr-i Kebîr usûlünde ve Acem maka­
mında bir Peşrev ile bir Irak Saz Semaîsi.
Elimizde X IV . asırdan kalma hiçbir nota yok­
tur. X V . asırdan, 6 bestekârın 46, X V I. asırdan 8
bestekârın 43 parça eseri elimizdedir. X V . asırdan
eserleri zamanımıza gelebilmiş bestekârlar, krono­
lo ji sırasiyle Abdüikaadir Merâğî, Aydınk Halveti
şeyhi Ömer Rûşenî-i Gülşenî, Em îr A li Şir Nevâî,
Sultan Hüseyin Baykara, II. Sultan Bâyezid ve Gu-
lâm Şâdî’dir.
Abdüikaadir Merâğî, Güney Azerbaycan'ın Me-
râga şehrindendir. Celâyirliler sarayından yetişmiş,
sonra Türkistan hakanı Timuroğlu Sultan Şahruh’un
ve Türkiye hakanı Osmanoğlu İL Murad’ın Herât
ve Bursa şehirlerindeki saraylarında yaşamıştır.
Bestekâr ve musiki bilgini olarak ünü, günümüze
kadar, eşsiz olmuştur. Nazariyat sistemi, Batılı
m üzikologlar tarafından birçok defa incelenmiştir.
Yazdığı pek değerli nazariyat kitaplarının çoğu eli­
mizdedir. H oca Abdüikaadir1in oğlu ve torunu İs­
tanbul’da yaşamış, Fâtih ve İL Bâyezid adlarına
bugün elimizde bulunan musiki nazariyat kitapları
yazm ışlardır; fakat hiçbir besteleri zamanımıza ka­
dar gelmemiştir. Abdüikaadir Merâğî’nin ise, biri­
kirinden güzel tam 30 güfteli eseri elimizdedir.
Diğer X V . asır bestekârlarımızdan Timuroğlu
Sultan Hüseyin Baykara, onun arkadaşı olan büyük
şair A li Şîr Nevâî ve Merâğî’nin öğrencisi olan Gu-
18
«74 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

lâm Şâdî, Türkistan'ın H erât sarayında yaşamış­


lardır. n . Sultan Bâyezid ile Ömer Rûşenî ise, Batr
Türk yani OsmanlI cemiyetine mensupturlar.
X V L asır bestekârlarımızın hepsi OsmanlI top-
lumundandır. Bunlar, kronolojik sırayla Yavuz’un,
ağabeyi ve aynı zamanda musiki bilgini olan Şehzade
Sultan Korkut, Kanunî’nin oğlu Şehzade Mehmed’in
mehterbaşısı N efiri Behrâm Ağa, Yavuz’un nedimi
ve Şeyhülislâm H oca Sâdeddin Efendi’nin babası
Haşan Can Çelebi, Şeyh Abdülali, Kemençeci Şâh -
Kulu, asıl adım bilmediğimiz Em ir-i Hac, Tanbûrî
H acı Kasım ve Kırım ham n . Gazi Giray’dır. Bun­
lardan n . Gazi Giray Han’dan sonra, Türk M usikisi­
nin XVH . asn başlar. Büyük bir asker ve devlet
adamı olan, M oskova sûrları önünde yaralandığı
için “ Bora” diye anılan Gazi Giray, M oskova Fatihi
I. Devlet Giray Han’ın oğludur. 22 peşrev ve saz
semaîsi elimizdedir. 3 dilde şair, hattat, bestekâr
ve sâzende idi.

Râyete meylederiz kaamet-i dil-cû yerine


Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine

diye başlayan kahramanlık gazeli, klasik Türk şiiri­


nin en güzel parçalarından biridir.
I T R İ

Buhûrî-zâde M ustafa Itrî Efendi, 1640 yıllarına


doğru İstanbul'da Mevlânekapısı'nda doğdu. Mü­
kemmel bir tabsü gördü. Yenikapı Mevlevîhânesi'ne
devam ederek Türk din musikisini öğrendi. Siyahi
Ahm ed Efendi’den edebiyat ve hattatlık, büyük bes­
tekâr H afız Post’tan musiki dersleri aldı. Genç yaşta
istidadiyle ilgi çek ti Bestekâr, gair ve büyük bir
kumandan olan Kınm ham I. Selim Giray tarafın­
dan himaye gördü. Sonra devrin hiiküm dan IV.
Sultan Mehmed’e kapılandı. Onun nedimi ve hânen-
desi oldu. Topkapı Sarayı’ndaki Enderûn üniver­
sitesinde de musiki dersleri veriyordu. 50 yağma
gelmeden Saray’dan ayrıldı. Kendi isteği üzerine,
devrinin en kârlı işlerinden biri olan esircüer kâh­
yalığına getirildi Hayatının geri kalan kısmım bu
görevde geçirdi. 1711 yılında, m . Sultan Ahmed
devrinde, takriben 71 yağında öldü. Edim ekapısı’na
gömüldü.
Itrî, bestekâr, hânende, neyzen, divan sahibi
şair ve talik yazıda önemli bir hattattır. Mevlevi
tarîkatine girm işti Bestekârımızın asıl adı “ Mus­
tafa” dır. “ Itrî” , şiirlerinde kullandığı mahlas, yani
takma isimdir ve bu şekilde ün kazanmıştır. Özel
zevkleri arasında, çiçekçilik ve m eyvecilik okluğunu
da biliyoruz. Hattâ “ Mustabey armudu” diye bir
çeşit armut yetiştirdiği rivayet edilir.
276 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Itrî, klasik Osmanlı musikisi bestekârlarının en


büyüğüdür.
H er çeşitte binden fazla eser bestelemiştir. Bes­
telerinin güftelerini de bazan kendi yazm ıştır. Kla­
sik form da büyük eserlerinin yanında h a fif şarkı
ve türküler de yapmış, fakat küçük form daki hiç­
bir eseri zamanımıza kadar gelmemiştir. Son araş­
tırmalara göre bugün notaları elimizde bulunan
eserlerinin sayısı 42 parçadan ibarettir. Bunlardan
10’u dinî eserdir. Hemen bütün İslâm dünyasında
yüzyıllardan beri okunan Segâh makamındaki Kur­
ban Bayramı Tekbîri, Segâh Salât-ı Ummîye, D il-
keş-Hâverân Gece Salâsı, “ Cami Musikisi” denen
bölümün en tanınmış eserleridir. Tasavvuf musi­
kisinde de güftesi Mevlânâ’ya ait olan Rast Nâat,.
Rast Tevşih, N ühüft Tevşih, N ühüft İlâhî, N ühüft
Durak, nihayet Segâh Mevlevi Âyini, Itrî’nin eli­
mizdeki eserleri arasında yer alır.
Din dışı musikiden elimizde bulunan 32 eserinin
4’ü saz eseri, 28’i güfteü parçalardır. Saz eserleri,
Bayatı, Rehâvî, N ühüft makamlarından birer peş-
rev’le, bir N ühüft Saz Semâîsi’nden ibarettir. G üf-
teli parçaların 2’si Kâr, 13’ü Beste, 13’ü Semâî’dir.
Din dışı eserlerinin en ünlüsü, Nevâ makamın­
daki K âr’dır. Farsça olan güftesi Şîrâzh H âfız’ın
en güzel gazellerinden birinden alınmıştır. Bu çok
güzel ve uzun eser, klasik Türk Musikisi’nin büyük
şaheserlerindendir; Nîm Sakiyi usûlüyle başlar: fa­
kat birçok usul ve makam dolaşır. Güftesi N ef’î’nin
olan Segâh Yürük Semâî’si de çok tutulmuş ve se­
vilm iştir.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 277

Yahyâ Kemal Beyatlı, 1940’ta yazdığı “ Itrî”


adındaki pek güzel poeminde, büyük bestekârı çok
kudretli mısra’larla terennüm etmiştir. Bahsimizi bu
şiirle bitirmek istiyoruz:

Büyük Itrî’ye eskiler derler


“ Bizim öz mûsikîmizin pîri”
O kadar halkı sevkedip yer yer
O şafak vaktinin cihangiri
N ice bayramların sabah erken
Göğü top sesleriyle gürlerken
Söylem iş saltanatlı Tekbîr’i

Tâ Budin’d e n / Irâk'a Mısr’a kadar


Fethedilm iş/ uzak diyarlardan
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr
Ses götürm üş bütün baharlardan
O dehâ öyle toplamış ki bizi
Yediyüz yıl süren hikâyemizi
D inlem iş/ ihtiyar çınarlardan

Mûsikıysinde bir tarafdan dîn


Bir tarafdan bütün hayât akmış
H er tarafdan B oğaz/ o şehrâyîn
Mâvi Tunca’yla gür F ırât akmış
N ice seslerle gök ve yerlerimiz
Hüznümüz şevkimiz zaferlerim iz
Bize benzer/ o kâinat akmış

Çok zaman dinledim Neva Kâr’ı


B ir terennüm ki hem geniş hem şûh
Dağılırken Nevâ’mn esrân
Başlıyor Şark ufuklarında vuzuh
Mest olup sözlerinde her heceden
Y ola düşmüş birer birer geceden
Y ürüyor fecre elli m ilyon ruh
278 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader


Belki binden ziyâde bestesini
Bize m îrâsı kaldı yirm i eser
Nâ’t ’ıd ır/ en mehîbi en derini
Vâkı’â ney kudüm gelince dile
f T ı mr i « a ■ t

O 'ki bir ihtişamlı dünyâya


Ses ve tel kudretiyle hâkimdi
 ’detâ benziyor mu’ammâya
Ulemâmız da bilm iyor kimdi
O eserler bugün define midir
Ebedîyetde bir hazîne midir
Bir bilen var mı nerdeler şimdi

ö y le b ir mûsikîyi örten ölüm


B ir teselli bırakmaz insanda
Muhtemel görm üyor henüz gönlüm
Çok sa’atler geçince hicranda
Düşülür bir hayâle zevk alınır
Belki hâlâ o besteler çalınır
Gemiler geçmiyen bir ummanda
HACI A R İF BEY

Türk Musikisi’nin büyük bestekârı Mehmed A rif


IBey, 1831’âe İstanbul’da Eyüpsultan’da doğdu. Daha
ilkokulda iken, sesinin güzelliği ve musiki istidadiyle
•çevresinde ün kazandı. A ynı mahallede oturan E y-
yûbî Mehmed B ey ve Zekâi Dede’den ders almaya
başladı. 13 yaşm da Mızıkay-ı Hümâyûn’a girdi.
Hâşim Bey’in derslerine devam etti. 20 yaşmda
iken Sultan Abdülmecid’e m âbeynci oldu. Sarayın
haremindeki cariyelere musiki öğretm eni tayin edildi.
Öğrencileri içinde “ Çeşm-i Dilber” adında 15 yaşın­
daki bir Çerkeş kızıyle ilgi kurdu. Bu kız için "G eçdi
zahm-î tîr-i hicrin tâ dü-î nâ-şâdıma” Kürdîli Hicaz-
kâr Şarkı’yı bestelemesi üzerine, Sultan Mecid tara­
fından Çeşm-i D ilberle evlendirildi ve 60 altın
m aaşla Saray’dan çıkarıldı. A rif Bey, 2 çocuğu ol­
duktan sonra, bu ilk eşinden ayrıldı. Evlilik ancak
2 yıl sürmüştü. Sultan Mecid’in armağanı olan
T aşlık’taki konağında sıkıntılı bir hayat yaşamaya
başladı. Yaşı 30’a yaklaşırken, padişah tarafından
mâbeynci sıfatiyle gene Saray’a alındı ve cariyelere
musiki öğretm eni oldu. Bu defa öğrencilerinden
■“ Zülf-i N igâr” adındaki Çerkeş güzeline gönlünü
kaptırdı. Dedikoduyu önlemek isteyen padişah, A rif
Bey’i bu kızla evlendirdi. Ancak, bir çocuk dünyaya
getiren Zülf-i N igâr Hanım, pek genç yaşta verem­
den öldü. “ Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme” Segâh
Şarkısı, bu olay üzerine bestelenmiştir.
280 TÜRK TARİHİNDEN YAFRAKLAR

1861’de Sultan Abdülmecid öldü ve bizzat bes­


tekâr ve sazende olan kardeşi Sultan Abdülaziz,
tahta çıktı. 30 yaşına gelen A rif Bey, üçüncü defa
Saray’a alındı. Hem ser-hânendelik, hem de cari-
yelere musiki öğretm enliği yapıyordu. Şöhreti, bü­
tün imparatorluğa yayılmıştı. En verimli çakın­
daydı. Günde birkaç şarkı bestelediği oluyordu.
Bestekârımız, bu defa da Pertevniyâl V a lid e-S u l-
tan’ın nedimelerinden “ Nigârnîk” adındaki Çerkeş
kızıyle Ugilendi. Vâlide - Sultan, nedimesini hemen
A rif Bey’le evlendirdi. Taşhk’taki konağım bırakan
bestekârımız, üçüncü eşiyle beraber Zencirlikuyu’daki
çiftliğine çekildi Saray’dan ayda 40 altın alıyordu.
Bazı görevlerde bulunduysa da sıkılıp ayrıldı. 1371’-
deki bu ayınlışı tam 10 yıl sürdü. Ancak 45 yaşm a
gelince IL Abdülhamid devrinde tekrar Saray’a alın­
dı. Şöhretinin doruğuna erişmişti. Iran Şâhı tara­
fından Tahran’a davet edildiyse de padişah izin
vermediği için gidem edi Bu arada Hicaz'a seyahat
edip hacı oldu. Hükümdarlardan nişanlar, devlet
adamlarından mücevherler alıyor, rahat bir hayat
geçiriyordu. Ancak asabi ve huzursuz olmuştu.
Saray hayatının eski renkliliği kalmadığı için sıkı­
lıyordu. Bir ara padişaha bile şımarıldık etti ve
50 gün Saray'ın bir odasına hapsedildi “ A hterı
düşkün garîb-û âşık-ı âvâreyim” Nihâvend Ş ark i­
sini sunması üzerine bağışlandı. Üçüncü eşinden de
bir kızı olmuştu. “ Gurûb etdî güneş dünyâ karardı”
Kürdîli Hicazkâr Şarkı’sını besteledikten bir müd­
det sonra 28 haziran 1885 günü 54 yaşında Saray’­
daki odasında öldü. Başiktaş’ta Yahyâ - E fendi D er­
gâh ın a gömüldü.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 28Î

A rif Bey, son derece yakışıklı, güzel yüzlü, ki­


bar, nazik, nükteci, fakat kaprisli ve huysuzdu. Hâ-
fızası ve zekâsı olağanüstü idi. Binlerce parçayı ez­
berden pürüzsüz okurdu. Musiki bilgisi hocaları
derecesinde olmamakla beraber, zevki ve bestekâr-
lık kabiliyeti onlardan üstündü. Okuyuşu falsosuz,
üslûbu çok kibardı. Tam bir meclis adamı olarak
ün yapmıştı. Bestekârlık dehası verimliydi. Bir
gece 8 şarkı birden bestelemiş, diğer bir gece, Sul­
tan A ziz’in verdiği bir güfteye 7 ayn beste yapmıştı.
“ Mecmû’a-i A rifi” adında 600 sayfalık bir güfte
dergisi yazıp bastırm ıştır. Kürdîli Hicazkâr makamı.
ile Müsemmen usûlünü bulup ilk defa kullanan A r if
Bey’dir. Başta Şevki Bey olmak üzere, pek çok
değerli öğrenci yetiştirm iştir.
A rif Bey, Türk Musikisi’nin en büyük şarkı bes­
tekârıdır. Bugün elimizde bulunan şarkıları 326 ta­
nedir. A yrıca diğer form larda yaptığı 10 eserin no­
taları da mevcuttur. 1.000 küsur şarkı ve bir hayli
ilâhî’sinden zamanımıza kalanlar bunlardan ibaret­
tir. Diğerleri, vaktiyle notaya alınamamak yüzünden»
bugün unutulmuştur.
A rif Bey, tek başına şarkı şeklini, Türk sanat
musikisinin en önemli dalı durumuna getirmiştir..
Ondan sonra gelen şarkı bestekârlarımızın en büyük
kısmı, A rif Bey’i taklid etmişler veya onun açtığı,
yoldan yürümüşlerdir. A rif Bey’in ekolüne biz “ Neo-
klasik Türk Musikisi” diyoruz. Bu ekol, klasik
ekol'den kesin şekilde ayrılır. Yalnız eserlerinin
harikulade güzelliği bakımından değil, yaptığı tesir
bakımından da pek az bestekârımız H acı A rif Bey’le
mukayese edilebilir.
TÜRK CEMİYET HAYATI
ESKİ T Ü R E LE R D E TİCARET H AYATI

Milât’tan ünce IEL yüzyılda Teoman ve oğiu


Mete çağında Türkler, büyük bir imparatorluk kur­
dular. Bu devlet, Büyük Okyanus ile Karadeniz
arasında uzanıyor, Asya'nın bütün kuzey yansını
kaplıyordu. Büyük Türk H akanlığının Müslüman
dinini kabul ettiği X . yüzyıla kadar 1.200 sene
Türkler, sarsıntılı devirler geçirm ekle beraber, A s­
ya’nın kuzey yansındaki devletlerini ve hâkimiyet­
lerini devam ettirdiler. Böyle sürekli ve istikrarlı
bir imparatorluğun varlığı, ticaret ve iktisat haya­
tına büyük bir canlılık getirdi. Bu canlılık, Büyük
Türk Hâkanhğı’m ayakta tutan başlıca güç kay­
naklarından biri oldu.
Türkler, Çin ile İran ve R om a-B izans, yani
Uzak Doğu ile Yakın D oğu ve Akdeniz âlemi, diğer
bir deyişle, o çağ dünyasının iki ucu arasında bu­
lunuyorlardı. Bu durumları, A sya ticaretinin geliş­
mesini sağlayan vasatı yarattı. “ İpek Y olu " denen
ve dünya ticaretinin şahdamarı olan Çin ile Bizans.
arasındaki büyük ticaret yolu, Türkler’in elindeydi.
Pekin’in az kuzeyinde başlayan Türk sınırları, İran’a,
Horasan’a, Ural Dağlar’ına, Hazar Denizi’ne kadar
uzanıyor, Karadeniz kıyılarına tem as ediyordu. Bu
suretle Türkler, eski dünyanın başhca devletleri
olan Çin, İran ve Bizans imparatorluklarının kom­
şusu idiler.
286 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Türkler’in ticaret sistem leri son derece pratik


olduğu gibi, iktisat hayatına da yenilik getirmiş­
lerdi. Ticaret, doğruluk ve güvene dayanıyordu.
İlkçağ sonunda ve Ortaçağ’ın ilk yansında ancak
Türk, Çin, İran, Rom a ve onun devamı olan Bizans
im paratorluklan gibi çok büyük, sürekli ve düzenli
devletler, büyük çapta ticaret aktivitesini ayakta
tutacak vasatı sağlayabiliyorlardı. Bu devletler,
merkezî otoriteleri kesin, bir emirle en uzak eya­
letlere istediğini yaptırabilen siyasî varlıklardı. Kü­
çük devletler, böyle bir düzen yaratam ıyorlardı.
Büyük imparatorluklar bile, asayişin bozulduğu ve
m erkez otoritesinin zayıfladığı zamanlarda, ticaret
hayatının bozulduğunu ve İktisadî güçlüklerin orta­
y a çıktığım görüyorlardı.
Türkler, çek vermek suretiyle tacirlerin karşı­
lıklı iş yapma usulünü bildikleri gibi, bu usulü A s­
y a ’da geniş alanlara da yaymışlardı. “ Çek” kelimesi
Avrupa dillerine, Arapça “ sak” kelimesinin İran
dilindeki söylenişinden Ortaçağ sonlarında geçm iş­
tir. Türkler, birkaç kere kâğıt para da yayınlamış­
lar, fakat tutturamamışlardı. Türk tacirleri, Çinü
v e Iranlı tacirlerle ortaklaşa büyük ticaret ortak­
lıkları kuruyor ve ticareti mümkün olduğu kadar
m illetlerarası bir hareket haline getirm eye çalışı­
yorlardı. Bu çeşit şirketlere Türkçe "ortak” deni­
yordu. Bu ortaklar, Akdeniz ile Büyük Okyanus
arasındaki A sya ticaretine ve Avrupa’nın ithale
m ecbur olduğu bütün maddelere hâkimdi. Ortak
teşkilâtı, Cengiz ve halefleri çağındaki M oğol cihan
imparatorluğunda da devam etti. M oğollar, diğer
medenî konularda olduğu gibi, ortak teşkilâtım da,
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 287

Dokuz-Oğuz-On-Uygur Türkleri’nden öğrenm işlerdi


Sonradan bu ortaklara, Arap tacirler de katıldı.
O rtağı teşkil eden hisse sahibi tacirlerden birinin,
basit bir yazık senedi, dünyanın öteki ucundaki di­
ğer * tacir tarafından, m ilyonlar değerinde malın
teslimini ve şevkini mümkün kılıyordu. Ortakların,
binlerce insan ve hayvandan kurulu kervanları, 5-
ay süren ticaret seyahatine çıkabiliyor, her şey ta­
şıyor ve hemen her malın ticaretini yapıyordu. Si­
birya içerilerine kadar gidilip kürk ve çeşitli ma­
denler almıyordu. Yerlerinde pek ucuz olan bu mad­
deler, uzak ülkelerde, büyük kârla satılıyordu. 921
yılında Harzem’den yani A ral Gölü’nün güneyinden
hareket eden ticaret kervanında, 5.000 kişi ve on
binlerce hayvan vardı. Bu kervan, Oğuzlar’m ülke­
sinden geçip, Bulgar Türkleri’nin ülkesine, yani
V olga boylarına gitm işti. İlkbaharda hareket etmiş,
sonbaharda Harzem’e dönmüştü. Böyle büyük ker­
vanlar, hiç tur zaman istisna teşkil etm iyor, Çin’le
Akdeniz arasında devamlı şekilde gidip geliyordu.
Bu “ ortak” denen şirketler, deniz ticaretine de-
el atmışlardı. Yüzlerce gem üeri vardı. Hind Okya­
nusu ticaretine hemen hemen hâkimdiler. Hind Ok-
yanusu’nun batı kesiminde çalışan Arap armatör­
leriyle işbirliği yapıyorlardı. Bu aktif deniz ticareti,
X V I. asrın ilk yıllarından başlayarak P ortekizliler­
in Hind Okyanusu ticaretini d e geçirmelerine kadar
sürdü.
Türk tacirleri, dürüstlüğü, başlıca ilke olarak
kabul etm işlerdi Arap ve Bizans tarihlerinde, Türk
tacirlerinin dürüstlüğünü öven kayıtlar az değildir.
288 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

T icaret ahlâkına uygunsuz hareket eden bir tacir,


■derhal ortak teşkilâtından çıkardırdı.
Türkler, İslâm medeniyetine geçtikten sonra,
"bu ticaret teşkilâtı şekil değiştirdi. Osmanlı impa­
ratorluğunda ticaret, daha fazla Akdeniz’e kaydı.
Fakat Kuzey A sya’daki eski ticaret hayatı, hiç bir
zaman O rtaçağ’daki hareket derecesini bulamadı.
Osmanlılar’m, Venedik ve Hindistan limanlarında
İnle ticari ajanları ve antrepoları vardı. Ancak bu
çağda Avrupaldar, bilhassa deniz ticaretine, gittikçe
.artan bir tem poyla el koydular. XV ili. asırda dün­
y a ticareti artık hemen hemen Avrupahlar’a geçm iş,
A sya fakirleşmeye, Avrupa iyiden iyiye zengüeş-
aneye yüz tutmuştu.
METE ZAMANINDA TÜRK CEMİYETİ

Tiirkler’in sonradan “ Oğuz Han" adiyle ölüm­


süzleştirdikleri Mete, M.Ö. 209 yılında Büyük Türk
K akanlığı’nın başına geçti. M.Ö. 174’e kadar 35 yıl
Türk devletinin başında kaldı. Asıl adı “Motun”
olm akla beraber, daha çok “ Mete” şekliyle tanın­
mıştır. Babası Tuman veya Teoman’dan sonra Türk
-tarihinin aydınlık çağının 2. hükümdarı sayılır.
O çağda, zamanımızdan 2.200 yıl önce Türk
hükümdarlarına henüz “ kağan” denmiyor, “ yabgu”
diye anılıyordu. Çinliler “ şenyu” diyorlardı. Türk
yabgusu kutsaldı; Türkçe “ Tannkut” , Çince “ Tan­
ju ” sanım taşırdı. Büyük oğlu, oğlu yoksa büyük
kardeşi valiaht sayılır, doğu ülkelerinin genel valisi
olurdu. Batı ülkeleri de imparatorluk hanedanından
bir prensin yüksek idaresine verilirdi. Merkezi, doğ­
rudan doğruya yabgu yöneltirdi.
Türk İm paratorluğu, Çin ve Onasya gibi kala­
balık değildi. Nüfus pek azdı. Halk kışın kışlaklarda
oturur, yazın yaylalara göçerdi. Şehirler, yazın ça­
dırlardan kurulmuş, gezgin yerleşme şekilleri duru­
m undaydı. Hayvancılık, en büyük geçim kaynağım
teşkil ediyordu. Silâh ve deri sanayileri, endüstrinin
en ileri gitm iş kollarıydı, çünkü doğrudan doğruya
m illî savunmayı ilgilendiriyordu. Lüks eşya, Çin’den
ve başka ülkelerden getirtiliyordu. Bu eşya çok
kere ganimet şeklinde Türk ülkelerine giriyor, sulh
19
290 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

zamanında değiştirme yoluyle de satın almıyordu.


Hayat şartlan sert, bazen merhametsizdi. Kadınlar
da erkeklerin yatımda yorucu çalışma şartları için­
deydi.
Türk cemiyeti, aristokrat bir cem iyetti. Ancak
bin küsur yıl sonra, İslâm dinine girerek demokrat
ve halkçı bir cem iyet haline gelm iştir. Büyük askerî
makamlar, asil ailelerin tekelindeydi; çok defa va­
zifeler babadan oğula geçerdi. “ Tarhan” denen
asiller ve lüleleri, vergi ödemezlerdi. Subaylar tü -
menbeyi, binbaşı, yüzbaşı ve ellibaşı rütbelerindeydi;
sonra onbaşılar gelirdi. Bunlar, isimlerinin göster­
diği sayıda atlıya kom uta ederlerdi. Türk ordusu,
atlı bir ordu idi. Çok defa süvarilerin yedek atlan
da bulunurdu. Tümenler 10.000 kişilikti. Türk or­
dusunda 24 tümen vardı. Tümenbeylikleri, yüksek
asiller, çok defa hanedan üyesi prensler arasında
paylaşılırdı. Türk ordusunun manevra kabiliyeti tek
kelimeyle eşsizdi.
Türkler, aynı zamanda dünyanın en kalabalık
muharip kuvvetine sahipti. Orduda muharip olma­
yan sınıflar yoktur. H er Türk erkeği asker sayı­
lırdı. Eli süâh tutabilen herkes askerî eğitim gö­
rürdü. Başlıca silâhlar, ok, yay, mızrak, kılıç ve
bıçaktı. Türkler’in yaptıklan silâhlar çok meşhurdu
ve bütün dünyada aranırdı. Türkler’in ok çekişle­
riyle hiç bir kavim rekabet edemezdi.
Türkler, tabiat kuvvetlerine tapıyorlardı; yani
natüralist idiler. En büyük ilâhları Gök Tanrısı
idi. Çok kanaat sahibi bir millet olarak tanınmış­
la rd ı Millî gururlan olağanüstü yüksekti Dünyaya
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 291

hâkim olmak için yaratıldıklarına samimî şekilde


inanırlardı.
Türkler, değerine inandıkları başbuğlarına kö-
rükörüne denecek şekilde itaat gösterirlerdi. “ Bü­
yük Kurultay” denen bir asiller m eclisi vardı. Fa­
kat son söz Yabgu’nundu. Y abgu’nun iradesi üze­
rinde münakaşa edilemezdi. Tabiatiyle böyle bir
idare sisteminin üstün tarafları olduğu gibi, kötü
tarafları da vardı. En büyük kötülük şuradan ge­
lirdi ki, başbuğlar değersiz ve iktidarsız olunca Türk
kavimleri parçalanır, tekrar oym ak yaşayışına dö­
nerlerdi. Bir müddet sonra değerli bir başbuğ or­
taya çıkar, dağılmış Türk kavimlerini tekrar bir
araya toplardı.
Türkler’in en büyük millî ve İçtimaî dehâları,
teşkilâtçılıklarıydı. B ir avuç Türk, meselâ Çin, me­
selâ Hindistan gibi, kıt’a büyüklüğünde bir ülkeye
dalar, büyük bir devlet kurardı. Bu, Türk tarihinin
en olağan hâdiseleri arasmdaydL Türkler’in girdiği
her yerde düzen, huzur, asayiş hüküm sürerdi. Y erli
halkın dinlerine ve inanışlarına karşı saygılıydılar.
Daha doğrusu onların vicdanî kanaatleri ile hiç
ilgilenmezlerdi. Kendi dinlerini ve inanışlarım kabul
ettirm ek için değil baskı yapmak, ciddî bir gayret
büe göstermezlerdi. Türkler, coğrafya m esafelerin­
den asla ürkmeyen bir kavim olarak ilk ve ortaçağ
tarihine geçm işlerdir. En uzak ülkeye ayak basar
basmaz, sanki yüzyıllarca bu ülkelerdeymiş gibi tam
bir devlet teşküâtı kurarlardı. Türk kavimleri ve
komşuları birleşti, Büyük Türk Hakanlığı büyüdü
mü, daha uzak ülkelerin fethi başlardı. Yabancı ka-
vim lere iç işlerinde tam bir bağımsızlık tanırlar,
29 2 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

vergilerini verdikleri, düzeni bozmadıktan müddetçç


yüzyıllardan beri devam edegelen yaşayış ve âdet­
lerine karışmazlardı. H er hangi bir ayaklanma
olursa, şiddetle bastırırlardı. Yabancı kavimleri as­
kere almazlar ve o çağda bütün dünyada olduğunun
aksine ücretli asker kullanmazlardı. Türk ordusu,
tam mânâsiyle bir millî ordu hüviyetlerindeydi. Büyük
Türk H akanlığının güç kaynaklarından birini de
şüphesiz bu özellik teşkil ederdi.
Milâttan hemen önceki yüzyıllarda Büyük Ok­
yanusla Hazar Denizi, Sibirya buzulları ile Himalaya
D ağlan arasında uzanan Büyük Türk Hakanlığı,
Mete ve haleflerinin devrinde, bütün Kuzey A sya’ya
düzen getiren bir varlıktı.
GÖKTÜRKLER’DE CEMİYET HAYATI

Göktürkler, 552 yılından 745 yılına kadar 193


yıl Orta ve Kuzey A sya’daki Büyük Türk Hakan­
lığın ın başında bulunmuş olan hanedanın adıdır.
M .ö. 220 yılından beri devam eden Büyük Türk
Hakanlığı, Göktürkler çağında medenî ve siyasî ba­
kımlardan çok gelişm iştir. Sınırlan doğuda Büyük
Okyanus’u, batıda Karadeniz’e, güneyde Hindistan’a
dayanıyor, kuzeyde Kuzey Buz Denizi’ne yaklaşı­
yordu.
Göktürkler çağında da Türk ordusu, Türk ce­
m iyeti içinde en çok önem verilen sınıftı. Ordunun,
Asya'nın en güçlü silâhlı kuvveti olma vasfını kay­
betmemesi için her türlü itina gösterilirdi. Ordunun
üçte ikisinden fazlası atlı, üçte birinden azı yayaydı.
Uzak seferlerde yalnız atlı birlikler kullandırdı.
Makedonya ve Roma piyadesi neyse, Türk süvarisi
de oydu. Hiç bir kuvvetin Türk atlı ordusunu affe­
debileceği düşünülemezdi
Türk ordusıinun başarılarında en önemli unsur,
süratti. B ir askerî sefer sür’atle bitirilemediği,
baskm tarzında sürpriz olmaktan çıktığı takdirde,
felâket saydırdı. Türkler’in bu çağdaki başlıca düş­
manı olan Çin’in kesif nüfusuna karşı ancak böyle
bir taktikle başah kâzahmak mümkündü. Türk at­
lısı, gece gündüz duröıadan yol alır, ancak birkaç
saat atını dinlendiril1, o sırada kendisi de uyurdu.
294 TÜRK. TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Yanında daima yedek at bulunur, atlarından biri


yorulunca, diğerine binerdi Türk atlı ordusu, düş­
mana hiç bir haber alma şansı bırakmadan, en
ümit edilmedik anda üzerine çullanırdı. Eğer düş­
man ordusu yüzbinleri buluyorsa vuruşma kabul
edilmez, Türk ordusu kırdınlmazdı. Daima geri çe­
kilmek suretiyle uçsuz bucaksız Türk topraklan
içinde düşman şaşkma çevrilir, çete savaşıyle yıp­
ratılır, en yorgun anında, üssünden yüzlerce kilo­
m etre ötede birden taarruza geçilip yok edilirdi.
Düşman, mesafeden ürkerdi. Türkler’in en «irkme­
dikleri şeyse m esafeydi. Türk atlılan, Karadeniz'le
Pasifik arasında at koştururlardı. Göktürk ordusu,
230.000 kişiden ibaretti.
Türk hakanlan ve devlet adanılan, içinde ya­
şadıktan sert coğrafya şartlarının ve aldıklan eği­
timin sonucu olarak, realist adamlardı. Bilge K a-
ğan’ın realistliği ve olaylan en tipik açüardan gö­
rebilmesi, Orhun A nıtlan’nda açıkça belli olmakta­
dır.
Bu çağda Türkçe, Orhun Âbideleri’nin açıkça
ortaya koyduğu gibi, pek yüksek bir ifade derece­
sine erişmişti. Türkler, “ Göktürk Alfabesi” dediği­
niaz millî alfabelerini kullanırlardı. Okuyup yazma
oldukça yaygındı. Yalnız yüksek sınıf değil, halk
da okuyup yazma bilirdi. Talaş vâdisinde bir Türk
çiftçisinin taş üzerine kazdığı küçük bir yazıt eli­
mize geçm iştir ki burada çiftçi, çiftliğini ve sulama
şebekesini ne şekilde düzenlediğini anlatır.
Göktürkler’in 5 ayn değerde madenî parası da
elimize geçm iştir. Göktürk bayraklarında alem ola­
rak altından dökülmüş kurt başı vardı. Ergenekon
TÜRK TARİHİNDİN YAPRAKLAR 295

Destanı’ndan anlaşılacağı üzere bozkurt, Türkler’ce


kutsaldı. Türkler’in bayrak ve tuğlarından başka
mızraklarının ucuna astıkları ipek parçalan da
vardı ki bunlara “ batırm ak" kelimesinden türemiş
bir kelime olan “ batrak” , yani bugünkü söyleyişi­
m izle “ bayrak” diyorlardı.
Pek çok Göktürk heykeli de bulunmuştur. Ba-
zıla n yüksek bir sanat eseri olan bu heykellerde
görülen Türk tipi, bugünkü tipimize uygundur. Bir­
çok Göktürk şehri harabesi de bulunmuş ve Rus
arkeologlan tarafından incelenmiştir. Bunların en
meşhuru, Işık Göl yakınlarındaki Barshan hara­
beleridir.
Göktürkler tarafından açılmış sulama kanalla­
rının izleri de j'akm yıllarda Rus arkeologlan ta­
rafından bulunmuştur. Bunlardan Tötö Kanah’nm
10 kilometre olduğu görülmektedir, işlenmesi son
derece güç kayalık bir arazide açılarak iki vadiyi
birleştiren ve yüksek bir matematik bilgiye daya­
nan Tötö Kanalı, arkeologlan hayrette bırakmıştır.
1935’te aynı bölgeyi sulamak isteyen Ruslar, daha
iy i bir şekil bulunamayacağı kanaatine vararak, eski
G öktürk kanalım yenilemek yoluna gitmişlerdir.
Göktürkler’in kayalar üzerine yaptıkları resim­
lerden kıyafetleri de anlaşılmaktadır. Çizme, pan-
talon ve uzun kaftan giyiyor, saçlarım uzatıp ar­
kalarına bırakıyor, sakallarını tıraş ediyorlardı.
Başlarına kürkten yapılmış börk, savaş sırasında
tulga giyiyorlardı. Pantalon ve ceketin Türkler’e
mahsus olduğu ilim alemince kabul edilmektedir.
Avrupa’da Rom a çağının sonuna kadar harmâniye-
296 TÜRK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

lere sannıldığı, ceket ve pantalonun Hun Türkleri


tarafından Avrupa’ya sokulduğu malûmdur.
Türkler, madencilikte, bilhassa demircilikte çok
ileriydiler. A ltay ve Sayan D ağlan, Türk demir
madenlerinin bulunduğu bölgelerdi. Burada çıkan
demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tara­
fından çok iyi işlenmesi, Türk savaş sanayiinin en
büyült hususiyetiydi. Türk kılıçlan, emsalsiz gü­
zellikte hayvan ve bitki m otifleriyle süslü madenî
kap kaçak, bütün dünyada meşhurdu. Göktürkler
çağına ait Türk demir ocaklan ve dökümhaneleri
de bulunmuş ve Rus arkeologlan tarafından ince­
lenmiştir.
Türkler, demirden sapan, kürek, orak gibi zi­
raat vasıtalan yapmakta da ustaydılar. Başhca ge­
çim kaynaklan hayvancılık olmakla beraber, bil­
hassa güney bölgelerde çok gelişmiş bir ziraatleri
vardı.
Türk cemiyetinde de Avrupa cemiyetlerinde
olduğu gibi asillik vardı. "Tarhan” denen asiller
vergi vermezlerdi. Asüler piramidinin başmda ta-
biatiyle “ kağan” denen Türk hakanı vardı. Kutsal
sayılır ve çok büyük saygı görürdü. Kağanın zev­
cesine “ hatun” denirdi. Kadının cem iyetteki yeri
önemliydi. Erkeklerin yanında cem iyet hayatının
her çeşidine katılırdı. Türkler, İslâm dinini kabul
edince, bu dinde asillik olmadığı için, asalet orta­
dan kalktı. Fakat kadının cemiyet hayatmdaki yeri
biraz küçüldü.
Türk cemiyetinde fuhuş meçhuldü. Evli bir
kadına tecavüzün cezası idamdı. B ir genç kıza te­
cavüzse, genç kız evlenmeyi kabul etmezse, gene
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 297

aynı cezayla kargılık görürdü. Hırsızlık yapan, çal­


dığının on mislini öder ve cem iyetteki yerini kay­
bederdi. On misli ödeyecek serveti yoksa hürriye­
tini kaybeder, esir olarak satılırdı. Evlenme, servet
ve asillikçe yakın olanlar arasında ohırdu. Asü genç
kızlar, halktan erkeklerle evlenmezlerdi.
Göktürkler, yem eğe meraklıydı. Börek, kay­
mak, bal, tatlılar, gözde yemeklerdi. Fakat fakir»
zengin herkesin günde iki öğün yediği nesne, etti.
A z ekmek yerlerdi. Bekletilmiş kısrak sütünden ya­
pılan kımız içerlerdi Şarap da vardı. Sarhoş ola­
cak kadar içmek ayıptı. Yem ek yerken musiki çalar
ve garkı söylerlerdi Yemekten sonra eller yıkanır
ve temiz küçük havlularla kurulanıldı.
Kısa çizgilerle anlattığımız bu cem iyet ha­
yatı, ilri asır sürdü. İM asır Türkler, bu şartlarda
yaşadılar. Bu şartlar, daha önceki yüzyılların şart­
larından pek farklı değildi. Göktürkler’in yerine
geçen U ygur çağında da fazla bir değişiklik olmadı.
Fakat medeniyetin çeşitli alanlarında daha büyük,
gelişmeler kaydedildi
OSMANLI SABACTnda KADIN

X IV . ve X V . asırlarda Osmanoğullan haneda­


nına mensup Türk padişah ve şehzadeleri, Anadolu
Beylikleri hanedanlarından, bazen Hıristiyan hü­
kümdar ailelerinden kız alırlardı. X V I. asırda bütün
Anadolu Beylikleri ortadan kalktı. Bunun üzerine
•cariyeler, padişah zevceliğine yükseldiler. Padişah­
lar, birçok mahzuru olduğu için İstanbullu aileler­
den kız almaktan, onlarla akraba olmaktan çekmi­
yorlardı. “ Sultan” denen OsmanlI prensesleri ise,
ileri gelen Türk devlet adam lanyle evlendiriliyordu.
•Osmanlı hanedanına mensup bir sultanla bir şehza­
denin evlenmesi, çok az görülen bir olaydı. Böyle
•bir olay 1480’de vuku bulmuş, ondan sonra ancak
1920 tarihlerinde görülmüştür.
Bu gibi tedbirlerle Osmanoğullan, cihan tari­
hinde ilk defa olarak tam bir merkeziyet sistem i
kurmuşlar, devletin hanedanın ortak malı olmayıp,
yalnız hükümdara ait bulunduğu fikrini şiddetle
savunmuşlar, gerçekleştirm eyi başarmışlar ve bu
•suretle pek azametli ve sürekli bir imparatorluk
kurabilmişlerdir. Zira bu çağlarda gerek Doğu,
gerek Batı ülkelerinde devlet, hanedanın malı sayı­
lıyor ve prensler arasında parçalanıp gidiyordu.
Avrupa, X V III. yüzyıl sonlarına kadar hanedan ve­
raset savaşlarından kurtulamamıştır. Osırvınh dev­
letindeyse böyle bir şey görülmez.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 29»

OsmanlI hanedanının erkek üyesine, yani padi­


şah veya şehzade oğluna “ şehzade” denirdi. Şeh­
zade, İstanbul’un fethinden önce “ bey” , bazen “ çe­
lebi” diye anılırdı. Sonradan “ şehzade” , bazen pa­
dişahlar gibi “han” ve “ sultan” denmiştir. Ancak
Tanzimat’tan sonra “ efendi” denmeye başlandı.
“ Murad Efendi, Ahmed Efendi” gibi. Hanedanın
kadın üyesine, yani padişah ve şehzade kızma ön­
celeri “ hatun” , X V I. asırdan beri “ sultan” denmiş
ve böylece devam edip gitm iştir. “ A yşe Sultan,
Fatm a Sultan” gibi. Sultanlar, Türk im paratorluk
prensesleridir. Bunların kızlan da prenses sayılır
ve “ hanım-sultan” denirdi. Sultanların oğullan “ sul-
tan-zâde” , kocalan ise “ dâmâd” diye anılırdı. D â-
m atlar ve sultan-zadelere, eğer paşa değillerse, “ be­
yefendi” diye hitab edilirdi. Sultanlarla ve şehza­
delerde konuşurlarken, “ efendimiz” şeklinde hitab
edilirdi.
Padişah zevcesi olmak üzere hazırlanan ca ri-
yeler, küçük çocukken Saray’a alınırdı. Kusursuz
güzel olmaları şarttı. Derhal eğitim ve öğrenim lerine
başlanır, İslâm dinini, saray geleneklerini, güzel
konuşmasını öğrenirlerdi. İstidatlarına göre m usiki,
edebiyat, yabancı dil, raks, hattatlık, nakış öğre­
nenler de çoktu. Henüz padişah huzuruna çıkama­
yan eğitimini tamamlamamış cariyelere “ acemi kız” *
denirdi. Padişahın böyle bir kızla ilgilenmesi, gele­
neklere aykırı sayılırdı. Fakat ilgilenenler çıkm ıştır.
Padişah zevceliğine yükselen cariyeye “ haseki” ,
XVİLİ. asır başlayarak “ kadmefendi” denirdi. B ir
iki hasekinin ,<haseki-sultan” diye anıldığı vaki ise
de, bunlar nadirdir. Kadmefendiler, bir çeşit kıra-
3M TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

liçe sayılır, fakat asla im paratoriçe sayılmazdı. Tek


im paratoriçe, eğer hayattaysa, padişahın annem
olan hanımdı; buna “ vâlide-sultan” denirdi. Birkaç
kadmefendi olduğu zaman, bunlar başkadınefendi,
ikinci kadmefendL.. diye anılırlar ve protokolde bu
şekilde yer alırlardı.
Saray’da yüzlerce cariye vardı. Bunlar, padi­
şahın, şehzade ve sultanların, vâlide-sultan ve ka-
dmefendilerin hizmetinde bulunurlardı, istedikleri
anda “ çırağ edilirler" yani Saray dışında itibarlı bir
kimseyle evlendirilirlerdi. Çeyizleri, Saray’dan ve­
rilirdi. Saray’dan kız almak bir im tiyaz sayılırdı;
çünkü bu kızlar hem güzel, hem de çok iyi terbiye
edilmiş kimselerdi.
Padişah çocukları doğunca halk şenlik yapar,
böyle fırsatları kaçırmayarak bol bol eğlenirdi. Ba­
zen uzun müddet, hattâ bir defasında tam 36 yıl,
9 ay, 5 gün, Osmanoğullan’ndan hiç bir şehzade
ve sultan doğmadı. Bu durum, hanedanın kesileceği
endişesiyle ciddî üzüntüler yaratırdı. Halk bazen
eğlencede çok ileri gidince padişah şenlikleri dur­
dururdu. I. Abdülhamid’in 21 ağustos 1776’da Şeh­
zade Mehmed adlı oğlu doğduğu zaman padişah,
“ böyle maskaralık lâzım değildir!" diyerek şenlik­
leri durdurmuştu. Çünkü böyle şenliklerde padişah
hariç, herkesin taklitleri yapılır, aynen sadrâzam
ve şeyhülislâm gibi giyinen m askaralar eşeğe ters
binerek caddeleri dolaşırlar, hattâ sadrâzamın sa­
rayının kapısına kadar böyle alayla giderlerdi.
Harem’in her « türlü işinden sorumlu olan en
yüksek cariyeye “ başharinedar” denirdi. Bunda,
padişahın bir mührü bulunurdu. Protokolde vezir
v e müşirlerle eşit saydırdı. Padişahı ziyarete gelen
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 301

bütün hanımları, sultan olsalar bile başhaânedar


karşılar ve huzura çıkarırdı. Maiyetinde 6 hazine­
dar daha vardı. Son dört hazinedarın derecesi, alay
beylerine eşitti.
Sultanlar, yani Türk imparatorluk prensesleri,
evleninceye kadar Saray’daki dairelerinde, annele­
riyle beraber otururlardı. Bunların daireleri, vâli-
de-sultan dairesinin küçük bir örneği idi. H er sul­
tanın hizmetinde 40 kadar cariye bulunurdu. Ev­
lenen sultanlar Saray’dan çıkarılır, kendüerine,
ölünceye kadar oturmak şartıyle, padişah tarafın­
dan bir saray verilirdi. Sultan ölünce saray, çocuk­
larına geçmez, alınır, yeni evlenen başka bir sul­
tana verilirdi. Yani saraylar şahıs malı değil, millî
mal sayılırdı. Sultanlara ve şehzadelere, anneleri
bile saygıyle davranır, öz anneleri kendilerine isim­
leriyle hitab edemez, “ A yşe Sultan, Ahm ed Efendi”
diye çağırırdı. Çünkü anneler, hanedan dışından,
ancak hanedana mensup, sonradan hanedana gir­
miş, Osmanoğlu kam taşımayan hanımlardı.
B ir padişah ölünce, dul kalan zevcelerinden,
çocuğu olmayanlar, istedikleri takdirde, yeni tahta
çıkan padişah tarafından, en yüksek devlet adam­
larından biriyle evlendirilirlerdi. Fakat ekserisi
böyle bir arzuda bulunmazdı. Çocuk sahibi dul pa­
dişah zevcesi, asla evlenemezdi. Çünkü bu suretle
şehzade ve sultanların üvey babalan ortaya çıkar
ve hanedana karşı saygısız bir durum olmasından
korkulurdu.
K ısaca anlattığımız bu sistem, ufak tefek deği­
şiklikler ve modernleşmelerle, 1924’e, OsmanlI hane­
danının Türkiye’den ayrılmasına kadar devam etti.
SULTAN C E M İN K O M AD AK İ H AYA TI

Fâtih Sultan Mehmed 1481 yılında ölünce, bü­


yük oğlu IL Bâyezid tahta geçti. Küçük oğlu Sul­
tan Cem, ağabeyinin saltanatım kabul etmedi. An­
cak, birkaç teşebbüsten sonra babasının tahtına
oturam ayac ağını anladı. Rodos’a gitti. Fâtih'in oğ­
luna Rodos Şövalyeleri, bir çeşit esir muamelesi
yaptılar. R odos’tan Fransa’ya götürdüler. Nihayet
Papa ile anlaşarak, zavallı Şehzade’yi Fransa’da;
İtalya’ya naklettiler.
Sultan Cem, 13 mart 1489 günü Roma’ya var­
dı. Şehrin dışında, Papa’nm oğlu Francesco Cybo,
kardinaller ve büyük bir kalabalık tarafından kar­
şılandı. Halk kitleleri, Fâtih’in oğlunu görmek için
yollara yığılmışlardı. Büyük hükümdarlara yapılan
törenle Cem, Vatikan Sarayı’na girdi. Hükümdar­
lara mahsus dairelerden birine yerleştirildi. Bu an­
dan başlayarak Roma, Avrupa siyasetinin hareket
noktası durumuna geldi. Macaristan Kıralı ile Mem­
lûk Sultam, Cem’in kendilerine verilmesi için Pa-
pa’ya baskı yapmaya başladılar. Cem’in 6,5 yıl
süren Fransa ikameti bitmişti. Şimdi, Roma’ya ge­
lişinden ölümüne kadar sürecek olan 5 yıl, 11 ay,
14 günlük İtalya ikameti başlıyordu.
Şehzade’yi Roma dışında karşılayanlar içinde,
Memlûk Sultam’mn Papa’ya gönderdiği elçiler de
vardı. Memlûk elçileri, atının üzerinde bulunan
T ürk tarihînden yapraklar

Sultan Cem’i görünce, uzaktan toprağı öptüler.


Sonra ıraklaştılar; Şehzade’nin üzengide duran
ayaklarım öptüler. E rtesi gün Cem, Papa tarafın­
dan kabul edildi. Papa, kardinaller ve Roma’da
bulunan bütün elçiler, Şehzade’yi ayakta karşıla­
dılar. Papa, büyük tacım ve tören elbisesini giy­
m işti. Protokol görevlileri Cem’e, imparatorların
bile Papa’nın ayaklarım öptüklerini söyleyip, hiç
olmazsa Papa’mn karşısında eğilmesini rica ettiler.
Şehzade, babasından başka kimsenin önünde eğil­
memiş olduğunu, bundan böyle de eğilm eyeceğim
söyledi. Israr eden protokol görevlisine, aksi du­
rumda ölümü tercih ettiği cevabım verince, Şeh­
zade’nin durumu emrivaki’ haline geldi. Papa VilL.
Innocent, kendisini başıyle selâmlayan Cem’i kucak­
layıp öptü ki, bir Papa’mn, en büyük hükümdara
karşı gösterebileceği son ütifat derecesiydi
Bundan sonra 3 gün ve 3 gece, Şehzade’nin
şerefine yapılan şenlik ve ziyafetlerle geçti. Cem,
Vatikan Sarayı’mn dairesinde rahat, fakat huzur­
suzdu. Birçok defalar daha Papa tarafından davet
edüdi. Papa, Türkiye’ye karşı yapılacak bir Haçlı
seferi için, Sultan Cem’i elde etmek istiyordu. Fa­
kat bu konudaki düşüncesini üstü kapalı bir şekilde
açınca, Şehzade, karşısına dikildi. “ Dîn-i Mübîn-i
Islâm ” a ihanet edemeyeceğini söyledi Papa’mn da­
ha sonra bu konuda resmî ve özel bütün görüşme­
lerinden bir sonuç çıkmadı. Cem, bunca maceradan
sonra başına dünya tacım koysalar istemediğini,
tek isteğinin Kahire’ye gidip ailesinin yanında öm ­
rünü tamamlamak olduğunu söylüyordu. H attâ bir
defasında Papa m üteessir olup ağladı.
3M TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

1490 kasımında Roma’ya Sultan Bâyezid’in


elçisi Kapıcıbaşı M ustafa B ey geldi; bu şahıs, son­
radan “ K oca M ustafa Paşa” adiyle vezîr-i âzam
olm uştur. Sultan Cem’in 3 yıllık ödeneğini Papa’ya
teslim etti. A yn ca Hazret-i İsa’nın böğrüne sapla­
nan mızrak olduğuna inanılan bir kargıyı, IL Bâ-
yezid adına Papa’ya sundu. M ustafa Bey, Sultan
Cem tarafından da karşılandı. Şehzade’nin ayağım
öpen Türk elçisi, Sultan Bâyezid’in mektubunu ve
hediyelerini verdi.
Sultan Cem, iyi kalbliliğinden, Rom a’da gezin­
tiye çıktığı zaman, yollarda gördüğü fakirlere bü­
yük sadakalar dağıtıyordu. Avrupa'nın henüz bütün
insanlığa yaygın bir sevgi anlayışı olmadığı, her
şey din çerçevesi içinde mütalaa edildiği için, Rom a
halkı arasında, Şehzade’nin Hırisiyan’hğa m eylettiği
dedikodusu yayıldı. O kadar ki, Papa bile bu işi
kurcaladı. B ir gün Cem’i, açıkça Hıristiyan olm aya
davet e tti Şehzade, bu teklifi hakaret saydı; ayağa
kalkıp konuşmaya son verdi. İnce psikolog olan
Papa, hiddetlendiğini gördüğü Sultan Cem’i teselli
edici sözler söyledi.
1492 ağustosunda, Cem, Roma’ya geldikten 3
yıl, 5 ay sonra, Papa VlLL Innocent öldü. Yerine V I.
Alessandro Borgia, papa seçildi. Bu papanın za­
manında Cem, daha da serbest bir hayata kavuştu.
R om a şehri dışında atla gezinmesine bile izin ve­
rildi. Papa’mn oğlu Cesare Borgia, kardinaller ve
büyük asilzadelerle dost olan Cem, bunların en göz­
de davetlisi sıfatıyle açıkhava ve salon toplantıla­
rına katıldı. B ir söylentiye göre, Papa’mn k m L uc-
rezia Borgia, böyle bir toplantıda, Şahzade’nin kar-
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 305

«ısında çıplak dans etm iştir. İtalya’da Rönesans’ın


serbest havası esiyordu. Güzel sanatlarda büyük
ilerlemeler olurken, ahlâk, son haddine kadar düş­
müştü. Türk Şehzadesi, kendi millî hayatiyle hiç
b ir ügisi olmayan böyle bir atm osfer içinde, yıllar
geçirdi.
1494 ekiminde Fransa kıralı VHL Charles
{Ş a rl), fütuhat maksadıyle İtalya’ya girdi. Birkaç
yıldan beri Şehzade’nin oturmasına tahsis edilen
Ban Angelo Şatosu’ndaki Rodos Şövalyeleri, R o­
d o s’a gittiler. Şövalyeler, veda için karşısında diz
çöktükleri zaman iyi kalbli Cem, tessür gösterdi.
21 ocakta Papa, yanında Fransa Kıralı olduğu hal­
d e, San Angelo Şatosu’nda, Sultan Cem’i resmen
ziyaret etti. Büyük tören yapıldı. Papa, VTL. Char­
les'la Cem’i tanıştırdı. Bundan sonra V I. Alessandro
JBorgia, Fransa Kıralı’run baskısına dayanamadı;
Şehzade’yi, V III. Charles’a teslim e tti Fransa K ı­
ralı, güneye, Napoli’ye iniyordu. Cem’i yanına aldı.
Y old a Fâtih Sultan Mehmed’in küçük oğlu, hasta­
lan dı; öleceğini anladı. VUL Charies’in samimî ü-
gisine rağmen kurtulamadı. Sebebi yüzyıllardan
heri münakaşa edilen bir hastalıktan, 25 şubat
J.495 sabahı Napoli’de öldü. 85 yaşım 3 ay, 3 gün
geçiyordu. Avrupa’ya ayak bastığı tam 12 yıl, 4
n y, 29 gün olmuştu. Cenazesi, bir müddet sonra
T ürkiye’ye getirildi ve Bursa’ya, atalarının yanm a
göm üldü.

30
EDİRNE’DE BAYEZÎD KÜLLİYESt

Türkiye tarihinin büyük imarcılarmdan biri*


IL Sultan Bâyezid’dir. im am lık ta büyükbabası IL
Sultan Murad’ın ve babası Fâtih Sultan Mehmed’in
yolunu izlemiş ve onlardan geri kalmamıştır. Bes­
tekâr ve şair olan IL Bâyezid, babası Fâtih’ten
sonra Osmanlı hanedanından yetişen en büyük bil­
gin olarak da tanınır. Askerî hayatı, babası Fâtih
ve oğlu Yavuz derecesinde parlak değildir. F akat
çeşitli bakımlardan, büyük Türk hükümdarları ara­
sında sayılm aya lâyıktır. 31 yıl süren saltanatı
boyunca, başta İstanbul, Amasya, E dim e olm ak
üzere, Türkiye’nin hemen bütün şehirlerini yeni
bayındırlık eserleriyle donatmıştır. Bu bahsimizde,.
Edirne’de yaptırdığı Bâyezid Külliyesi’ni örnek ola­
rak inceliyeceğiz.
n . Bâyezid, daha saltanatının 3. yılında, 1484’-
te Edirne Sultan Bâyezid Külüyesi’ni yaptırm aya
başladı, inşaat, 1488'e kadar 4 yıl sürdü. Eserin
projelerini Mimar Hayreddin çizmişti. Külliye’nin en
büyük yapısı, Bâyezid Camii idi. 20,5 metre çapın­
da bir kubbeyle örtülmüştü. Bütün Külliye, 100 ka­
dar kubbeden meydana gelm işti ve bu kadar kub­
benin bir araya toplanması, daha uzak mesafeden
şahane bir manziara arzediyordu. Camiden başka.
Külliye’de bir hastane, bir imaret, birkaç medrese,,
çeşme, hamam ve benzeri yapılar bulunuyordu. Bu.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 301

triiyük hayır eseri, çok zengin gelirler vakfedilerek


•ölümsürieştirilmişti. Bizzat II. Bâyezdd’in yazdırdığı
vakfiye-nâmesine göre, KüUiye’de 167 görevli hiz­
m et edecekti. Zelzele ve yangın gibi âfetlere karşı
•eserin derhal onarılmasına yetecek derecede gelir,
v a k ıf çiftlikler, çarşılar, dükkânlar ve hanlarla sağ­
lanm ıştı. Külliye’ye dahil olan medreseler, üniver­
site derecesinde ve yüksek öğrenim veren kuruluş­
lardı. Kışın, camiin abdest almaya mahsus musluk­
larından sıcak su akıtılıyordu. İm arette, günde
yüzlerce fakir, muhtaç, yolcu ve medrese öğrencisi
[bedava yemek yiyorlardı. H er şahsa ne kadar ek­
m ek, et, püâv, şeker, tuz, baharat, meyve, sebze
v .s. verileceği, vakfiye-nâmede inceden inceye kay­
dedilm işti. Külliyetlin kervansarayında yolcular ve
ticaret kervanları, bedava yatıp kalkacak, yiyip içe­
cek, hayvanlan da aynı şekilde bakılacakta.
Külliyenin en ilgiye değer müessesesi, Türk
medeniyetinin yüzaklanndan olan ünlü Dârüşşifâ
yani hastaneydi Bu hastane, aynı zamanda medre­
senin tıp öğrencileri için tatbikat yeriyd i Hastane­
nin göz hastalıklarına mahsus kliniği ile akıl ve
ruh hastalanna ait bölümü, az zamanda dünya ça­
pında şöhret kazandı. E n değerli bilginler ve ta­
bipler bu müessesede görev almışlardı. Edirne’deki
Sultan-Bâyezid Dârüşşifâsı, bu şöhretini iki asır
boyunca devam ettirm iştir.
Edirne Dârüşşifâsı’nda akıl ve ruh hastalarının
tedavi sistem i, ancak zamanımızda bazı Batı nike­
llerinde uygulanmaktadır. Çiçeklerin yalnız manza-
zarasıyle değil, kokusuyla da hastalar tedavi edi­
liyordu. Bu iş için bilhassa sünbül, lâle, reyhan,
908 TÜ RK TARİHÎNDEN YAPRAKLAR

karanfil, şebboy, nesrin, yâsemen, m iişk-i rûmf„


deveboynu, sîm-u zerrin kullanılıyordu. Hastalar*
aynı zamanda, gayet ihtimamlı şekilde musiki ile
tedavi görüyorlardı. Bu iş iıgin hastaneye bağlı 10
hanende ve sazende vardı. Bunların 3’ü hanende,,
diğer 7’si ise ney, keman, mûsîkaar, santur, çeng„
çeng-i santûr ve ud çalan sazende idi. Tedavi için
bilhassa Neva, Rast, Dügâh, Segah, Çargâh v e
Sûznâk makamları kullanılıyordu. Zengûle, Buse­
lik ve Rast gibi basit makamlarla bunların ged-
lerinden yapılmış parçaların, bilhassa iyi sonuçlar
verdiğini kaynağımız kaydetmektedir. A kıl ve ruh
hastalarına, hastalıklarına göre keklik, turaç, sü­
lün, güvercin, üveyik, kaz, ördek ve bülbül eti ve­
riliyordu. Bu etler, mütehassıs hekimlerin tavsiye­
lerine göre pişiriliyordu. Bu suretle renk, koku v e
musiki ile, birçok hasta iyileşmişti. Burada, akıl
hastalarının X IX . yüzyıla kadar Avrupa’da hasta
değil, Şeytan’la işbirliği yapmış insanlar olarak
muamele gördüklerini, hattâ diri diri ateşte yakıl­
dıklarını kaydetmek icab eder.
Haftanın iki gününde, bu hastaneye bağlı ecza­
nede her isteyene bedava ilâç verilirdi. Eczaneden
bedava üâç almak için hiç bir form alite yoktu. B u
ilâçlar o derecede büyük bir m iktar tutardı ki, ha­
zırlanmaları için büyük ölçüde ham malzeme kul­
lanılırdı. Sultan Bâyezid, eczanenin bir duvarına b u
ilâçları hasta ve muhtaç olmaksızın ticaret veya,
bedava geçinmek m aks adiyle alanların gerçekten
fak ir ve hasta olmalarım temenni eden bir levha,
astırm ıştı. Padişah bedduası en büyük manevî fe ­
lâket sayıldığı için, aksine hareket eden görülmezdi..
TÜ RK TARİHİNDEN WAPRAKLAR JO )

!Evliyâ Çelebî, yapıldıktan bir buçuk asır sonra


3du hastaneyi ve külliyeyi bize canlı satırlarla Seyâ-
hat-Nâme’sinin m . cildinde tasvir etmekte ve II.
Sultan Bâyezid’in ruhuna rahmet okumaktadır. Bu
kadar yerinde bir rahmet, herhalde nadiren temenni
«olunmuştur.
KANUNİ DEVRİNDE İSTANBUL

Eski Avrupâlı seyyahların, geçm iş yüzyıllarda­


k i Türkiye hakkında yazdıkları eserler, çok ilgiye
değer bilgiler verir. Türkler’inkinden başka bir m e­
deniyetin mensubu olan AvrupalI, toplumlunuzu de­
ğişik bir açıdan görm üştür. İçlerinde geniş kültürlü
ve derin görüşlü olanlar, geçm iş yüzyıllardaki T ürk-
ler hakkında gerçekten önemli şeyler söylem işlerdir.
Bunlardan biri de Baron Büsbek’tir. Büsbek, Belçi­
kalı bir asilzadedir. Almanya imparatoru ve İspanya
kıralı Charles-Quint (Şarlken)’in hizmetine girm iş­
ti. En önemli memuriyeti, Almanya’nın Türkiye
büyükelçiliğidir. O devirde Türkiye imparatorluğu,,
azametinin zirvesine erişmişti. Tahtta, ihtiyar Ka­
nunî Sultan Süleyman bulunuyordu. Yalnız İstan­
bul’u değil, Anadolu’yu ve Türk imparatorluğunun:
birçok yerini gezen Büsbek, Anadolu bitküerini, bu
arada ilk defa olarak lâleyi ve leylâkı Avrupa’ya»
tanıtmış, Ankara’da Latin edebiyatının şaheserle­
rinden olan ünlü Avgustus Yazıtı’m bulmuştur.
Uzun yıllar Türkler arasında yaşayan bu bilgin
diplomat, dünyanın yansından fazlasını elinde tu­
tan Türkler hakkında ilgi veren düşünceler ilerâ
sürmektedir.
Almanya’nın XVI. asır İstanbul büyükelçisin
"Türkiye’de, diyor; Türk toplumunda, şahsî meri­
y et ve liyakat dışında hiç bir şeye değer verilm ez.
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 3U

A salet yoktur. Bunun tek istisnası, Osmanoğullan


hanedanıdır. Yalnız bu hanedana mensup olmak
insana doğrudan doğruya bir m evki sağlar. Y oksa
yükselebilm ek için, çalışmaktan ve değerini göstere­
bilm ekten başka yol yoktur” .
“ Türkler, ilme saygılı ve ince duygulu bir mil­
lettir. Yazılı bir kâğıdın ve gül gibi çiçeklerin yap­
raklarının üzerine basmazlar. Y olda yazdı bir kâğıt
görünce, alıp bir kenara koyarlar ki, kimse üzerin­
d en geçm esin” .
“ İstanbul şehrine gelince, tabiat burasını, ciha­
nım taht şehri olmak için yaratm ışa benzer. Daha
gü zel, daha iyi mevkide bir şehir tasavvur bile edi­
lemez. Padişahlar, yabani hayvanlan getirip şeh­
rin birkaç yerinde hayvanat bahçeleri yaptırm ışlar.
Türlü türlü vaşaklar, yaban kedileri, panterler, leo­
parlar, arslanlar gördüm. Arslanlardan biri o ka­
d a r iyi terbiye edilmişti ki, ziyaretim sırasında,
hayvanın mürebbisi yemek üzere ağzına büyük bir
koyun parçası verdi ve sonra bu parçayı geri aldı;
-arslan, kanın tadını almış olduğu halde, hiç sükû­
netini bozmadı. Dans eden ve top oynayan bir kü­
tçük fil yavrusu da gördüm, çok hoşuma g itti!”
“ İstanbul çarşılarında da vahşî hayvanlar sa­
tılır. Maymun, papağan, geyik, karaca, tilki, ayı,
-vaşak, sansar, samur gibi akla gelebilecek her hay­
vanı satan dükkânlar vardır. Bilhassa ecnebiler
huradan çok alışveriş yapıp, bu hayvanlan Avru­
p a ’ya götürürler. Türkler’in kuş pazarlan hariku­
ladedir. H er türlü kuşu bulmak mümkündür” .
"T ürk sistemini kendi sistemimizle m ukayese
«ettiğim zaman, gelecekte başımıza gelm esi muhtemel
312 TÜ R K TARİH İNDEN YAPRAKLAR

şeyleri düşünüp titriyorum . Türkler’in tarafında,


tarih boyunca tasavvur edilebilecek ordularm em
kudretlisi m evcut. İmparatorluğun bitmek tüken­
mek bilmek bütün kaynaklan bu ordunun em rinde.
Zafere aalışkanlık, devamlı seferlerin tecrübeleri,,
birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık, uyanıklık bu
büyük ordunun başlıca vasıflarını teşkil ediyor.
Bizim ordularımızsa f akir, m üsrif, mağlûbiyetler­
den maneviyatım yitirm iş, disiplinsiz, serkeş, sar­
hoş, sefih, tamah kârdır E ğer İran, doğudan Tür­
kiye’y i daimi şekilde tehdit etmese, Avrupa’nın iş i
çoktan bitm işti. Türkler, İran'la işlerini bitirdikleriı
gaman, hızım boğazım ıza atılacaklardır. Böyle b ir
atılmaya karşı ne derecelerde hazırlıksız olduğu­
muzu düşünüp titriyorum ” .
Bunlar, alelade bir adamın değü, A vrupa'nın
yansım ve bütün Am erika’yı elinde tutan Almanya,
ve Ispanya'nın büyük bir diplomatının görüşleridir.
Çöküş devirlerimizde biz Avrupa’ya nasıl bakıyor­
sak, yükselme devirlerimizde de Avrupa'nın bize-
aynı şekilde baktığı anlaşıbyor. Biisbek, görüş ve-
tahlillerine şöyle devam ediyor:
“ ilk dikkat ettiğim özellik, çeşitli sın ıflara
mensup Türk askerlerinin, kendi karargâhlarından
dışarıya çıkmamalarıydı. Bizim karargâhlarda olup-
bitenleri bilenler, buna inanmakta zorluk çekecek­
lerdir. On binlerce askerin bulunduğu Am asya or­
dugâhında, mutlak bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Kavgadan, münakaşadan, şiddetten, zorlamadan,,
eser yoktu. Yüksek sesle konuşana bile rastlama­
dım. H er taraf tertemizdi. En küçük bir süprüntü
görülm üyordu. Bu gibi şeyleri Türkler derhal y a -
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR SİS

k ıyor veya uzağa götürüp göm üyorlar, Türkler’de


her türlü kumar meçhuldü. Bizim ordugâhlarımız­
daysa, zar ve kâğıt oynanmayan, içki içilmeyen,
kavga çıkmayan çadır yoktur.”
düşm an ülkesinde bulundukları zaman Türk-
ler, ramazan ayma tesadüf ettiği takdirde, oruç
tutm uyorlardı, ö ğ le yem eğini padişah bizzat her­
kesin göreceği açık bir yerde yiyordu ki, bütün
ordu kendisini taklit etsin ve kimse taassuba ka­
pılıp oruç tutarak kuvvetten düşmesin. Bu oruçla­
rım Tiirkler, düşman ülkesinden çekildikten sonra
kaza ediyorlardı.”
“ En küçük bir disiplinsizlik derhal cezalandırı­
lıyor ve hiç bir suça göz yumulmuyordu. Ordugâh­
ta bir bayram namazının kılındığına şahit oldum.
Saflar, hayret edilecek derecede muntazamdı. U ç­
suz bucaksız bir kalabalık, göz alabildiğine dalga­
lanıyordu. Türlü türlü, renk renk, üniform alar, al­
tın, gümüş, lâl, ipek, saten panltılan içinde devam
edip gidiyordu. Bu servet ve ihtişam içinde herkes
mütevazı idi. Bu kudret ve zenginlik, onlar için
alışılmış, benimsenmiş şeylerdi. Uzakta tım arlı sü­
varilerin binlerce atı görünüyordu. G ayet güzel,
yüksek, bakımlı, hayvanlardı ve son derece bahah
b ir şekilde süslenmişler ve donatılmışlardı” .
“Türk cemiyetinin manzarası da, Türk ordu­
sunun manzarasından farksızdır. Aynı sessizlik,
Bervet içinde sadelik, kudretinden emin olanlara
mahsus tevazu, halk tabakalarına kadar yayılm ış­
tır. Tlirkler’den alacağımız dersler, sonsuzdur” .
ŞEHZADE M EHM EDİN SÜNNET
DÜĞÜNÜ

Osmanlı tarihînin en muhteşem düğünlerinden


biri,m. Sultan Murad Han’ın büyük oğlu Veliahd -
Şehzade Mehmed’in sünnet düğünüdür. Tören, İs­
tanbul'un Fethi’nin 129. yıldönümü olan 29 m ayıs
günü başladı ve 56 gün sürerek 24 temmuzda b itti
Bu sırada Şehzade Mehmed, 16 yaşım 3 gün geç­
mesine rağmen henüz sünnet olmamıştı. Operas­
yonu, 4. Vezir Cerrah Mehmed Paşa yaptı. Bugün
de İstanbul'un bir semtine adım veren Cerrah Paşa,
bu hizmetinden dolayı padişahtan 10.000 duka ya­
ni bugünkü rayiçle aşağı yukarı 5 m ilyon TL., ay­
rıca 30 top kumaş, som altından leğen ve ibrikle
değerli hıl’atler aldı. Istanbıü'da bulunan bütün
büyükelçiler, elçiler, siyasi tem silciler, Türkistan
Hakanı üe Fas Sultam’nın olağanüstü elçileri, dü­
ğüne katıldı. Düğüne, bütün devlet adamları, me­
murlar, halk, İstanbul’da bulunan herkes davetliydi
Bu iş için, o zaman “ Atmeydam” denen şimdiki
Sultanahmed Meydanı ayrıldı. Daha Sultan ah m ed
Camii olm adığı için, o zamanki meydan, bugünkün­
den genişti. Sonradan sadrâzam ve dâmâd olan
Rumeli beylerbeyisi İbrahim Paşa, “ düğüncübaşı”
sanıyle tören ve eğlencelerin düzenlenmesi görevini
aldı. Sokollu Mehmed Paşa’nm damadı* olan Anadolu
beylerbeyisi Cafer Paşa, “ şerbetçibaşı” yapıldı. Ya­
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 315

pılacak yapılarla Kapdân-ı Derya K ılış A li Paşa


uğraşıyordu. Sonradan sadrâzam olan Yeniçeri ağası
Ferhad Paşa da şehirde bir düzensizlik olmam asma
dikkat ediyordu.
Düğünü, Topkapı Sarayı’ndan, Atmeydam’nın
kenarında bulunan Makbûl İbrahim Paşa Sarayı’na
gelerek bizzat HL Sultan Murad açtı. Hemen arka­
sından, Veliaht-Şehzade Mehmed geliyordu. A ltın
iplikle işlenmiş ipekli bir elbise giym işti. Kavuğun­
daki sorguçta iki siyah tüy, sağ kulağında, son
derece değerli bir yakut küpe, sağ elinde şok iri
bir zümrüt yüzük vardı. Kılıcının kabzasına, en
değerli taşlar kakılmıştı. Veliahd’in, babasının elini
öpm esi üzerine mehter takımı çalmaya başladı. A r­
tık 56 gün boyunca Atmeydam’ndan mehter, ince
saz, köçekçe takımı gibi musiki topluluklarının sesi
kesilmedi.
Gerçek büyüklükleriyle şekerden 9 fil, 17 arslan,
19 pars, 22 at, 21 deve, 4 zürafe, 9 denizkızı, S
ördek, 11 leylek, 25 şahin, 8 turna yapılmıştı. Bun­
ların hepsi halka dağıtıldı. Sıra, vezirlerin, düğün
hediyelerini sunmalarına g eld i Sadrâzam K oca Si­
nan Paşa, 40.000 duka yani 20 milyon TL. değe­
rinde atlar mücevherli at takımları, 2. V erir Siyâ-
vuş Paşa, 20.000 duka değerinde at ve kumaş, 3.
V ezir Mesih Paşa, 30.000 duka değerinde 4 at v e
150 takım elbise, 4. V erir Cerrah Mehmed Paşa,
15.000 duka değerinde atlar, köleler, cariyeler, ku­
m aşlar ve gümüş eşya, K âhyabey yani içişleri ba­
kanı Osman A ğa 10.000 duka değerinde gümüş ye­
mek takımları ile Çerkeş ve Gürcü köleler sundu­
lar. Yalnız bu hediyelerin toplam ı 115.000 duka
SİS TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

yani şimdiki satmalına gücüyle aşağı yukarı 67,5


m ilyon TL. idi. D iğer devlet adamları, zengin ta­
cirler ve arm atörler de hediyeler vermişlerdi.
Düğün devam ettiği müddetçe her gece 1.000
ekmek, 1.000 tepsi pilav, 20 sığır ve bu ölçüde di­
ğ e r yiyecek ikram edildi. Sığırlar, boynuzlan dahil,
bütün olarak kızartılıp dağıtılıyordu. Türkler’den
sonra, yabancılar da hediyelerini sundular. Alman­
ya, Fransa, Polonya, Venedik, Türkistan ve İran
büyükelçilerinin hediyeleri dikkati çekiyordu. Fakat
Fas olağanüstü büyükelçisininkiler, hepsini gölgede
bıraktı. Fas Sultam’mn gönderdiği hediyelerin ba­
şında altın tellerle işlenmiş 2 halı, incilerle işlenmiş
bir mücevher kutusu, 4 ipek seccade, emsalsiz bir
pırlanta ile süslü bir sorguç, baştanbaşa m ücevher
kakılmış at takınılan, top top kumaşlar geliyordu.
Bu hediyelerden başka, Fas'ın yıllık vergisi 40.000
duka da Hazine’ye teslim edildi. Alm anya İm para-
toru’nun gönderdiği hediyelerin değeri 40.000 duka,
Venedik Doçu’nunkiler 8.000 duka tutuyordu.
Geceleri atılan fişekler, şehri gündüze çeviri­
yordu. Türk deniz kuvvetlerinin hazırladığı bu fi­
şekler atıldıktan sonra, yüzlerce metre yükseklikte
rengârenk dağlar, kaleler, gemiler, filler ve buna
benzer şeyler vücude geliyordu ki, X V I. yüzyıl
Türk teknik ve sanatının derecesini gösterm ek ba­
kımından ügi çekicidir. Sokollu Mehmed Paşa’dan
dul kalan padişahın kızkardeşi Ismihan Sultan’m
900 kölesi, çeşitli danslar yapıyor ve m itoloji ko­
nularım işleyen oyunlar oynuyorlardı. 16-17 hazi­
ran gecesi atılan çok büyük bir fişek, bütün Istan-
bullular’ı hayran bıraktı. Gökyüzü, tabii renkleriyle
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 317

Te çeşitli ağaçlariyle tam bir orman manzarasına


büründü. 7 temmuzda, Veliaht-Şehzade sünnet edil­
di. 22 temmuzda HL Sultan Murad, oğluyla beraber
Topkapı Sarayı’na döndü, ik i gün sonra da düğün
b itti Belki daha devam edecekti. Fakat 2 gün
önce doğan bir şehzadenin ölümü üzerine padişah,
düğüne son verilmesini emretti.
Veliaht-Şehzade Mehmed, sünnetinden 1 yıl, 5
ay, 11 gün sonra, 17 aralık 1583’te “ Saruhan tah-
ü ’nda oturmak üzere sancağa çıktı” . Yani Manisa
valiliğine atandı. 17 yaşmı 6 ay ve 23 gün geç­
mişti. Daha önceki şehzadelere göre biraz geç san­
cağa çıkan Veliahd’e 2.000 atlı ve yaya asker,
1.500 kişilik maiyeti, bu arada hocaları, lalaları, ya­
verleri, mabeyncileri, müşavirleri ve cariyeleri eşlik
ediyordu. Kapdân-ı Derya K ılıç A li Paşa’mn bas­
tardasına binen Veliahd’i, Sadrâzam, vezirler, ule­
mâ ve ileri gelenler, törenle uğurladılar. Padişahın
hocası Sâdeddin Efendi, Veliahd’e, nasıl davranması
icab edeceği üzerinde öğüt verdi ve dua etti. Şeh­
zade Mehmed, on bir yıl sonra, babasının ölümü
üzerine Manisa’dan döndü ve “ IH. Mehmed” sanıyla
Osm anoğullan tahtına oturdu.
XVH . ASIRDA TÜRKİYE’DE CEMİYET
H AYATI

XVÜ . asırda, IV. Sultan îJehmed devrinde, İn­


giltere büyükelçiliğinin baştercümam olarak uzun
^nllar Türkiye’de yaşayan Ricault (R ik o), Osmanb
tarihi üzerinde pek değerli kitaplar yazmış, birçok
■dillere çevrilen bu kitaplar pek çok defalar bası­
larak büyük rağbet görm üştür. Bu yazımızda,
bu değerli yazarın kendi şahsî görüşlerinden bazı­
larım naklederek, X VII. asırda Türkiye’de toplum
hayatı üzerinde bir fik ir vermeye çalışacağız.
Ricault, padişah hakkında şöyle diyor: “ Y er­
yüzünün en büyük bölümüne hükmeden Türk impa­
ratoru, mületi tarafından çok sevilir. Türkler, pa­
dişahın mensup olduğu OsmanlI hanedanına âdeta
kutsallık izafe ederler. Hıristiyan milletler, Türkler’in
bu davranışlarım örnek almalıdır. Bu kadar büyük bir
imparatorluğun dağılmadan korunabilmesinde şüp­
hesiz hükümdarlarına ve hanedanlarına gösterdik­
leri saygının önemi büyüktür. Türkler’in terbiye
sistem leri de, siyasetlerinin dayanaklarından birini
teşkü eder. Bu derece azametli imparatorluk kurup
yaşatabilmelerinin diğer bir s im da, cem iyet düzen­
lerinin bizdeld gibi asalete dayanmamasıdır. Türk
toplumunda her vatandaş eşittir ve şahsî kabiliyeti
derecesinde hükümdarlık hariç, akla gelebilecek her
makama yükselebilir. Meziyet, servetten üstün tu­
tulur.”
TÜ R K TARİHİNDEN YAPRAKLAR sı»
Ricaıüt, Türk cem iyeti hakkuıdaM müşahede­
lerine şöyle devam ediyor: “ Türkler, kendilerini
bütün milletlerden, bilhassa biz Hıristiyanlar’dan
çok üstün görürler. İmparatorluklarında bulunan
m ilyonlarca Hıristiyan, tam bir hürriyet ve adalet
içinde yaşamalarına rağmen, Türkler’in üstünlük
duygusu derhal sezilir. Bununla beraber Türkler,
çok terbiyeli bir millettir. Kendi tab’alan olsun,
AvrupalI olsun, Hıristiyanlar’a karşı çok nazik
muamele ederler. Esasen Türk halkının nezaket
kaideleri, dünyanın herhangi bir en medenî şehrin­
de takip edilen kaideler derecesinde mükemmeldir.”
“ Türkiye’de bilhassa dil öğretim ine büyük
önem verilir. Türkçe okuma yazmayı henüz bellemiş
çocuğa Arapça, bir müddet sonra da Farsça öğre­
tilm eye başlanır. Bu iki yabancı dili bilmek, devlet
görevlerinde olduğu kadar toplum içinde de b ir
şahsın yükselmesine ve sivrilmesine hizm et eder.
Saray hizmetine gireceklerden ayrıca yüksek b ir
ahlâk ve terbiye kaidelerinin en küçük inceliklerini
hiç ihmal etmeden uygulamak beklenir. Devlet
memuru olmanın itiban büyüktür ve küçük b ir
devlet memuru olmak bile pek kolay değildir. Diki­
nin hiç bir devletinde memur olmak için, Türkiye’­
deki derecede itina gösterildiğini sanmıyorum.”
“ Kuruluşları, gelişmeleri ve düzenleri birbirine
benzememekle beraber, Türk imparatorluğu, tarihte
ancak Rom a im paratorluğu ile mukayese edilebiür.
Türk padişahı da, Rom a imparatorları gibi kendini
cihanın en büyük hükümdarı görür. Bunda hakkı
d a vardır. Çünkü zamanımızda Avrupa'nın tek im­
paratoru olan Almanya hükümdarı, padişaha yıllık
vergi verm ektedir.”
820 TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

“ Türk imparatorluğunun Mısır, Macaristan,


Rumeli, Anadolu, Cezayir gibi öyle eyaletleri var­
dır ki, genişlik, nüfus ve zenginlik bakımından her
biri, herhangi bir Avrupa devleti ile mukayese edi­
lebilir. Bu muazzam imparatorluğun beyni, İstan­
bul’dur. İstanbul’a yeryüzünün her tarafından tica­
ret eşyası gelir ve dünyanın her tarafına ticaret
eşyası ihraç edilir. İstanbul’a yılda ortalama 20.000
esir geldiğini söylemek, bu konuda bir fik ir vere­
bilir. İstanbul, terbiyesi, giyim i ve kültürüyle bütün
im paratorluğa örnek durumundadır. Türk devletin­
de yaşayan Rumlar, Ermeniler, Slavlar ve başka
kavim ler, Türkçe öğrenmeye v e konuşmaya, Türk-
ler gibi giyinm eye, her hususta onlar gibi hareket
etm eye heves ederler. Vaktiyle Rom a imparatorlu­
ğunda da barbarlar böyle yaparlar, Latince öğre­
nirler, Romalüar’ı taklit ederlerdi.’ ’
“ Padişahların millî bir müze şeklinde toplayıp
biriktirdikleri servet, dünyanın hiç bir servetiyle
mukayese kabul etmez. Yeryüzünde en zengin Çin
porselenleri koleksiyonlarına Çin imparatoru değil,
Türk padişahı sahiptir. Bu koleksiyonda onbinlerce
parça bulunmaktadır. Her parçanın ortalama de­
ğeri 300-400 altından az değildir. Padişahın serveti,
bu örneğe göre kolayca düşünülebüir.’’
“ Padişahın herhangi bir emri, bu uçsuz bucak­
sız imparatorluğun herhangi bir köşesinde, inanıl­
m ayacak bir hızla uygulanır. Yeryüzünde hiç bir
hükümdarın bu derece büyük bir nüfuzu yoktur.
Türkler’i daha yakından tanımak, biz AvrupalIlar
için şarttır. En kısa zamanda İngiltere’de Türkçe
öğreten bir okıü açmamız lâzımdır’’.
X V IL ASIRD A EDİRNE

X V n . asırda Edirne, dünyanın en büyük şehir­


lerinden biriydi. IV . Mehmed devrinde, Köprülü-zâ-
d e Fâzıl Ahmed Paşa sadrâzamken Fransa büyük­
elçiliği baştercümanı olarak uzan yıllar Türkiye’de
bulunan Antoine Galland, bize bu çağ Edirne’si
üzerinde değerli bilgüer vermektedir. Binbir Gece
M asallan’nı ilk defa Fransızca’ya çevirerek büyük
b ir ün yapan Galland (“ Galan” ), ince bir gözlem­
cidir. IV. Mehmed’in Edirne’de Selimiye Camii’ne
bayram namazına gidişini şöyle anlatıyor:
“ Alayın baş taraflarında bir yerde Vezir Dâ-
m âd Musâhib Mustafa Paşa gidiyordu. Büyük bir
ihtişam içinde olmasına rağmen, bütün Türk dev­
let adamları gibi tevazu ile karışık bir ağırbaşlılığı
vardı. Çevresinde şâtırlar yürüyordu. Vezirlerin
yanında bulunan bu muhafızların hepsi uzun boylu
ve yakışıklı insanlardı. Üniformalarında yeşü, m or,
la m ım ve san renkler vardı. Gümüş ve altın tel­
lerle işlenmiş ipek iiniform alan, güneşin altında
parıl parıl yanıyordu. On veya on ikisi yanyana
yürüyorlardı. Sonra solak denen hassa askerleri
ilerliyordu. Bunlan “ çavuş” denen 9 padişah ya­
veri takip ediyordu. Bunlar at üzerinde değü, yaya
yürüyorlardı. H er biri elleriyle padişahın bir atını
yediyordu. 9 at da muhteşem hayvanlardı. İlk üç
.atın koşumları inciyle işlenmişti. D iğer üç atın üze­
21
S22 TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR

rinde elmaslar yanıp sönüyordu. Son üç atm ko­


şumlarıysa som altın olup üzerlerine m ücevherler
kakılmıştı. Çavuşları peykler takip ediyordu. H er
peykin elinde altın yaldızlı gümüş baltalar vardı.
Daha sonra padişah geliyordu. Anlatılamayacak;
derecede güzel, gümüş renginde bir ata binm işti.
Kavuğundaki sorguçta, balıkçıl tüyleri arasında,
çok iri bir elmas parlıyordu."
"Padişahın çehresi, bütün Anadolu halkı gib i
esmerce, dolgun, gözleri iri ve manalı idi. Hemen,
arkasında silâhdân geliyor ve kabzası baştanbaşa
yakutlarla örülm üş kılıcını taşıyordu. Çevresindeki)
askerlerin giyim i pek göz alıcıydı. İçi samur kapb
elbiselerinin düğmeleri elmastı. Böylece E dim e
Sarayı’ndan Selimiye Camn’nin kapışma gelindi.
Avlularına, caddelere kadar dulu olan camide bay­
ram namazı kılındı. Dönüşte padişah köprü üzerin­
den geçerken, bir kadın yaklaştı. Elindeki dilekçeyi!
padişaha verdi. Hükümdar hemen atını durdurarak
dilekçeyi oracıkta okudu. Edirne’deki bizim Fransa
büyükelçiliği binası yakınlarında da bir adam pa­
dişaha dilekçe vermek istedi. Bir kapıcıbaşı, yani
mâbeynci, atından inerek adamın elindeki kâğıdı
aldı; açmadan padişaha verdi. Bu sırada Edirne'de-
yer ve gök, atılan bayram toplarının sesleriyle inli­
yordu. 1672 yılının 8 nisam olan bugün, bir cu­
m artesiydi."
“ 7 mayıs 1672 günü IV. Sultan Mehmed, Po­
lonya seferine çıkmak üzere Edirne’den ayrıldı.
Hayatımda bundan daha güzel, daha muhteşem bir-
alay görmedim. Dünyanın hiç bir yerinde daha par­
lak, daha düzenli, daha zengin bir geçit resm i 31a -
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 323

pılam azdı. Ordunun bizzat padişahın komutası al­


tın da şehirden çıkışı, güneşin doğmasından başla­
ya ra k 5 saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan
m erkezlerdeki Türk birlikleri, yolda bu orduya ka­
tılacaklardı. Geçen asker kadar, atlan da muhte-
.şemdi. İnsan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu.
Hayvanların üzerlerinde muhteşem örtüler vardı.
.Ancak başlan ve bacaklan görünüyordu. Birçoğu
.-zırhlıydı. Zırhlı olmayanların sağrıları kaplan veya
pars postuyla örtülmüştü. Üzerlerindeki sipahiler,
kılıç, yay, sırma işlemeli ve içi okla dolu bir okluk
taşıyorlardı. Gayet güzel cilâlanmış kalkanlan da
'vardı. Tüfek taşıyan asker, yaya yürüyordu. A tlı­
la rın bir kısmı m ızraklıydı."
“ Hk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir meh­
t e r takımı yürümeye başladı. Hem yeniçeri adım-
.lanyle yürüyor, hem de çalıp okuyorlardı. K ösler
■ve davullar vurduğu zaman yer yerinden oynuyor-
•du. Gösterdikleri ihtişam, mucizeye benzer bir şeyd i
JMehter takımından sonra gene sonu gelmez gibi
görünen birlikler geçm eye başladı. Türk askerinin
demirden ve işlemeli zırhlan, yeşil, kırmızı ve san
satenden sanklan, ipek kordonlarla süslü kadife
•cepkenleri, en iyi şekilde imal edilmiş silâhlan, sey-
redenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bıra­
kıyordu. Silâhlanna o derecede özen gösterilm işti
ki, her ok, ayrı ayrı cilalanmış ve süslenm işti Eski
•çağda tasvir edilmiş şekliyle savaş tannsı olan Mars
gök ten inip bu manzarayı görse, utanç ve korku­
sundan, hemen geldiği yere dönerdi".
NOİNTEL ( “Nnantel” ) M ARK İSİN İN
İSTANBUL BÜYÜKELÇİLİĞİ

Fransa kralı X IV . Louis, bir müddetten beri


bozulan T ü rk -F ran sız ilişkilerini düzeltmek iğin,
İstanbul'a yeni bir büyükelçi göndermeye karar
vermişti. Bu göreve, 35 yaşında genç bir asilzade
olan Nointel Markisi’ni seçti. İstanbul büyükelçiliği,
Fransa’nın yabancı ülkelerde bulunan 7 büyükelçi­
liğinin en önem lisiydl Hiç bir yabancı başkentte
Fransa, İstanbul’da bulundurduğu kadar diplomat
bulundurmuyordu. Nointel, 4 savaş gem isi üe 21.
ağustos 1670’te Toulon'dan ayrıldı. N ointel’i, “ Prin-
cesse” adlı tekne taşıyordu. Büyükelçinin m aiyeti
arasında, sonradan eserleriyle dünya çapında ün
yapan iki genç Fransız, Antoine Galland ve Che-
valier de Chardin vardı. Nointel, 22 ekimde İstan­
bul’a geldi. IV . Sultan Mehmed, Edirne’d eyd i Fran­
sız gemUeri, bütün toplarım kurusıkı ateşleyerek
Türk başkentini selâmladı. Nointel, ancak 10 ka­
sımda Beyoğlu’ndaki elçiliğe gitmek üzere karaya
çıktı.
E rtesi gün, padişahın başyaveri olan Çavuşbaşı,
elçiliğe giderek, Nointel’e IV . Mehmed namına "h oş
geldiniz” dedi. Nointel, önce İstanbul’da saltanat
naibi ve sadâret kaymakamı olarak bulunan 3. V e­
zir M erzifonlu Kara M ustafa Paşa tarafından ka­
bul edilecekti X IV . Louis’nin büyükelçisini, İOO
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR $25

yeniçeri, 100 azab ve 100 çavuş, K ara M ustafa


Paşa’ya götürdüler. Türk subayları, pırlanta, züm­
rüt, yakut, firuze ve zebercedlerle işlenmiş tören
üniform alarım giym işlerdi. Atlarının koşumları da
mücevherliydi. Nointel’e, hepsi asilzade olan 30
Fransız diplomatı, bu arada kendi kardeşi eşlik
ediyordu. Arkadan İstanbul'daki Fransız kolonisi­
nin ileri gelenleri, kafileyi takip ediyordu. B ir Fran­
sız mızıkası, güzel havalar çalıyordu. Alayın geçtiği
caddeler, meraklılarla dolup taşıyor, Türk hanım­
ları, cumbalara hücum ediyordu. Topkapı Sarayı'-
nın kapısına gelince XTV. Louis’nin tem silcisi, 200
fişek atılarak karşılandı. Kara M ustafa Paşa, Noin-
tel’i yalnız başına kabûl etti. Büyükelçi, IV . M eh-
m ed’in huzuruna çıkıp kiralının ricalarım arzetmek
istediğini söyledi Ancak Kaymakam Paşa, daha
önce Sadrâzam’la görüşmesi gerektiğini bildirdi.
N ointei 15 ocak 1671’de Sadrâzam Köprülü -
zâde Fâzıl Ahmed Paşa tarafm dan kabûl edildi.
Sadrâzam, kiralından aldığı bütün talimatı Reîsül-
küttâb yani dışişleri bakam K oca M ustafa E fendi'-
y e bildirmeden padişahın huzuruna çıkamıyacağmı,
Fransız diplomatına hatırlattı. Sadrâzam’m bu is­
te ğ i bugünkü diplomatik kurallara da uygundu.
Bugün de elçiler, dışişleri bakanına büdirmedikleri
bir şeyi devlet başkanma söyleyemezler. Mülâkat,
sert geçti ve Köprülü-zâde, N ointel’e, seleflerine
yaptığından daha yumuşak bir muamelede bulun­
m aya lüzum görm edi. Bu arada Fransız diplomatı,
Şeyhülislâm Minkarî-zâde Yahyâ Efendi tarafından
da ^ kabûl edildi X IV . Louis, Şeyhülislâm’a ayrıca
bir mektup gönderm işti
K g TO R K TARİHİNDEN YAPRAKLAR

Nointel, nihayet IV . Mehmed’in huzuruna çık­


tı. Ancak huzur’da, Türk protokolünün icab ettir­
diği kadar eğilmediği için, “kapıcıbaşı” denen ma­
beyinciler, başını tutup o derecede şiddetle eğdiler
ki, N ointel yere kapaklandı ve zorlukla doğruldu.
Bu fiyaskodan sonra, asabiyet içinde, 15 dakika
süren nutkunu okudu. Dîvân-ı Hümâyûn Başterce-
mam, Fransızca nutkun bir iki dakikalık özetini
yapıp Sadrâzam’a bildirdi. Köprülü-zâde ise, bu
özeti sadece iki cümleyle kısaltıp padişaha arzetti.
Elçisinin hiç de iyi karşılanmamasına rağm en
X IV . Louis, Paris sokaklarında tellâllar bağırttı.
Fransızların “ Büyük Türk” dedikleri padişahla
kiralın barıştığı, hattâ ittifak ettiği halka duyu­
ruldu. Bu ikinci iddia, tam emiyle asılsızdı. Bununla
beraber Nointel, Türk-Fransız ilişkilerini düzeltmek
için ciddî çaba gösterdi Rubens’in öğrencileri olan
iki elçilik ressamına padişahla sadrâzamın portre­
lerini yaptırıp sefarethaneye astırdı. IV . Mehmed’i
E dim e gezilerinde takip etti. Onunla beraber yıl­
larca Edirne’de oturdu. Çeşitli Türk ülkelerini gez­
d i 17 ay, Osmanlı imparatorluğunu dolaşti.
Bu yıllarda İstanbul’daki diplomatik fa a liy eti
Fransız Akadem isinden büyük tarihçi A lbert Van-
dal, şöyle tasvir etm ektedir: “En medenî m illetler­
den en barbarlarına kadar dünyada her devlet, as­
keri gücünden korktukları Türkiye’nin karşısında
eğiliyor ve T ürklerle hoş geçinmeye çalışıyordu.
İstanbul her milletin diplom atlanyle dolup boşalan
bir m erkezdi Osmanoğullarimn tahtı önünde sec­
deye kapanmak için büyükelçüer, birbirleriyle yan ­
şıyorlardı. BİT tarafta, hükümdarının, “ halîfe” sı-
TÜ RK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 327

tfatını da taşıyan padişaha yüksek saygılarım sunan


Buhara elçisi, diğer tarafta tantanada birbirlerin­
den geri kalmamak için her şeyi göze alan Alm anya
Im paratoru’nun ve Polonya Kıralı’mn elçileri görü­
lüyordu. Polonya Büyükelçisinin m aiyeti o derece
kalabalıktı ki, İstanbul’a bir Leh ordusu geldiği
«anılabilirdi. İstanbul’daki büyükelçiliklerin bando
mızıkaları, özel savaş gem ileri ve her şeyleri vardı.
Törenlerde önlerinde H azret-i Meryem’in tasvirini
götürüyor, Türkler, hiç bir taassup eseri göster­
m eksizin bu alayları seyrediyorlardı. Büyükelçiler,
sadrâzam ın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda
yere kapanmak için acele ediyor, birbirlerini y i­
yorlardı".
X V H . ASIRDA PARİS’TE BİR TÜRK
ELÇİSİ

Çağının en kudretli Hıristiyan hükümdarı olan


X IV . Louis, mutaassıp bir Katolik’t i Fransa’nın
menfaatlerini çiğnemek bahasına, Girit savaşında
Türkiye’ye karşı Venediklileri destekliyordu. Bu
yüzden an’anevî T iirk -F ran sız dostluğu bozulmuş,
İstanbul’daki Fransız büyükelçisi, sadrâzam tara­
fından tokatlanmıştı. Türkler, -Akdeniz ve çevresin­
deki denizlerin üçte ikisine hâkimdiler. X IV . Louis’-
nin tutumu üzerine, Fransız ticaretini engelleyen
tedbirler aldılar. Bunun üzerine Fransa Kıralı te­
lâşa düştü. İstanbul’daki büyükelçisi L a Haye (L a­
lı e y ), Paris’e bir Türk elçisi yollandığı takdirde
bütün anlaşmazlıkların halledileceğini ileri sürdü.
N ihayet Dîvân-ı Hümâyûn, yani Osmanlı hükümeti,
büyükelçinin bu teklifini kabul etti. Fakat Fransa'­
nın istediği gibi yüksek rütbeli bir devlet adamını
değil, Süleyman A ğa adındaki bir m üteferrikayı
göndermeye karar verdi. M üteferrika Süleyman
A ğa, padişahın alelade emir subaylarındım biriydi.
Süleyman A ğa’ya 12 kişilik bir maiyet ve bir mik­
tar tahsisat verildi. Fransa, Türk elçisinin bütün
m asraflarım üzerine almayı kabul etti. Buna rağ­
men Fransızlar, Paris’te padişahın bir elçisini göre­
cekleri için gururlanıyorlardı.
TÜRK TARİHİNDEN YAPRAKLAR 329

Süleyman Ağa, 4 ağustos 1669’da Toulon lima­


nında Fransa’ya ayak bastı. Bir Türk elçisinin, ci­
hanın en büyük devletinin temsilcisinin gelişi, bu
konuyu orijinal Fransız arşiv belgelerinden inceli-
yen Fransız Akademisi üyesi büyük tarihçi A lbert
Vandal’a göre “ Fransız milletinin gururunu okşa-
m ıştı” . Halbuki Dîvân-ı Hümâyûn bilakis siyasî tu­
tumunu beğenmediği X IV . Louis’nin gururunu kır­
mak için, Süleyman Ağa adında adı sam işitilme­
miş, bugünkü anlayışımıza göre rütbesi ancak yüz­
başı olan bir padişah emir subayım yollam ıştı. A v­
rupa’ya geçici olarak yollanan elçiler çavuşlar yani
padişah yaverleri arasından seçilmek âdetken, bu
defa alt rütbede biri gönderiliyordu.
Süleyman A ğa’nın Fransa’daki faaliyetlerini,
Vandal’in eserinden özetliyerek naklediyoruz. Van­
dal’a göre Türk elçisi, hiç bir yabancı diplomata
nasîb olmıyan bir ilgiyle karşılandı. Şerefine balo­
lar verildi. Kendisine hediyeler sunmak için Fransız
asilzadeleri, birbirleriyle yanş ettiler. Marsilya ka­
pısında kendisini Kıral nâmına karşılıyan görevliye
Süleyman A ğa, atından inmiyerek hitab etti. Pro­
tokole aykırı bu davranışa rağmen Fransızlar, Türk
elçisine karşı ilgilerini eksiltmediler. Bilakis, elçiye
yapılan törenlerde Türk âdetleri taklîd edilmeye
çalışılarak, A ğa’nın gözüne girmek istendi. Türki­
ye’de yüzbaşı rütbesini taşıyan ve padişahın yüzler­
ce emir subayından biri olan Türk elçisi, kıralla
görüşmeden önce, Fransa başbakanını ziyaret et­
meyi reddetti. Ancak X IV . Louis tarafından kabul
edildikten sonra, en kudretli Hıristiyan devletinin
başbakanı ile görüştü. Albert Vandal, Süleyman
330 T Ü R K T A R İH İN D E N Y A P R A K L A R

Ağa’nın başbakanla karşılıklı oturup konuşmalarını


ve X IV . Louis tarafından kabûlünii gösteren o çağa
ait iki Fransız gravürünü de yayınlamıştır. Moli&re,
Bourgeois Gentilhomme adlı komedisinin ünlü sah­
nesini, bu kabulü gördükten sonra yazmış ve Fran-
sızlar’m Türk elçisine bu derecede rağbet etmeleriy­
le eğlenmiştir.
Süleyman Ağa, 5 eylül 1669’da Versailles Sa-
rayı’nda X IV . Louis tarafmdan kabûl edildi. Molt-
dre’in anılan piyesi de, aynı sarayda 14 ekim 1670’-
te ilk defa olarak kiralın huzurunda oynandı. X VII.
astın en büyük Batı bestekârı sayılan Lully, Türk
âdetlerinden ilham alarak besteler yaptı. “ Turque-
rie” denen Türk modası, hızla Paris sosyetesine
yayıldı. Türk âdet ve kıyafetleri, renkleri ve desen­
leri, davranış ve nezaket kuralları taklit ediliyordu.
Sonradan Fransa, Süleyman A ğa’nm Türk sa­
rayında “ dördüncü derecede bir subay” olduğunu
öğrendi ve gösterilen itibara pişman oldu. Vandal,
böyle yazıyor. Fakat biz buna ihtimal verm iyoruz.
Türk elçisinin Fransa’ya ayak basmasından önce
Fransız hükümetinin elçi hakkında bilgi edineme­
miş olması imkânsızdır. İstanbul’daki Fransız bü­
yükelçiliği, yüzlerce kişinin çalıştığı, Fransa’nın
yabancı ülkelerdeki en geniş kadrolu diplomatik
misyonuydu.
Süleyman A ğa, birkaç ay Paris’te kaldı. Sadâ­
ret kaymakamı 3. Vezir M erzifonlu Kara Mustafa
Paşa'nm verdiği talimata uyarak, Fransız gururunu
kıracak hiç bir fırsatı kaçırmadı. Kendisi padişahı
temsil ettiği için, yabancı hükümdarlara yapılan
törenin aynen şahsına da yapılmasını isteyecek ka­
T Ü K K T A R İH İN D İN Y A P R A K LA R 3S1

dar işi ileri götürdü. Fransa hükümeti, Süleyman


A ğa’nm Türkiye’deki gerçek rütbesini halka Uân
etm eye cesaret edemedi ve Türk elçinin bostancı-
başı olduğu yalanı, hükümet tebliğinde yer aldı. Bu
suretle Fransız muhayyilesinde Süleyman Ağa, yüz­
başılıktan orgeneralliğe yükseltilmiş oluyordu. Çün­
kü bostancıbaşmın rütbesi beylerbeyi yani orgene­
raldi.
Süleyman Ağa’nın Paris’e yaydığı modaların
çoğu, az zamanda unutuldu. Fakat onun Fransız-
lar’a tanıttığı bir şey vardır ki, bugün hâlâ Fran­
sa’da yaşamaktadır. Bu, kahvedir. Fransızlar, kah­
ve içmeyi ilk defa olarak Süleyman A ğa’dan gör­
düler ve bu yeni içkiyi çok sevdiler. Kahve, Fran-
sızlar’m hayatımn ayrılamaz bir parçası olarak,
İngiltere'de çay neyse, aynı rağbeti gördü. İstan­
bul’a girdikten 80 yıl sonra Paris’e giren ve ora­
dan Fransa’ya yayılan kahve, Fransızlar’ın günde­
lik hayatma Türkler’in hediye ettiği nesne oldu.
Birkaç yıl sonra başka bir Türk elçisi de aynı şeyi
Viyana’da yaptı. Almanlar, kahveyi, Süleyman A ğa’­
dan birkaç yıl sonra Viyana’ya giden Türk elçisi
Mehmed A ğa’dan öğrendiler.

SON

You might also like