You are on page 1of 26

2.

Hafta ses kaydı


İlk 50 dk dersin işleyişi muhtevası konusu vs dan bahsediliyor.

Medeniyet Nedir?

Medeniyet Osmanlıca bir ibaredir kökeni Arapçadır. ‫(ﻣﺪﯾﻨﺔ‬şehir) kelimesinden


türetilmiştir. Türkçedeki medeniyet İngilizcedeki haliyle her iki şekilde de şehir şehirli
anlamına gelen bir kelimeden türetilmiş kavramlardır. Bu da bize gösteriyor ki;
medeniyet dediğimiz şeyin aslında şehirle, şehir hayatıyla şehir kültürüyle çok
yakından ilişkisi vardır. Yani bir yerde medeniyetten bahsediliyorsa orada ilk
aranılması gereken şey şehir ve şehir hayatı olmalıdır. Mutlak manada bu “şehirli
olmayan medeni değildir” anlamına gelmez fakat medeniyetlerin ortaya çıkışı,
kuruluşu yayılış süreci kendilerini üretme ve yenileme süreçlerinin şehirle çok
yakından doğrudan irtibatta olduğu anlamına gelir. Arapçada medeniyet “hadara”dır.
Arapça metinlerde böyle geçer. İbn Haldun “Ümran” kelimesini “medeniyet” kavramı
olarak kullanmıştır. Medeniyet, şehir hayatının sosyal siyasal entelektüel kurumsal
teknik ekonomik vs alanlarda mümkün kıldığı düzey birikim ve fırsatları ifade eder
diyebiliriz. (En geniş anlamda bu şekilde ifade edebiliriz)
Günümüzde medeniyet dendiğinde birbirine yakın ve aynı zamanda birbirinden farklı
3 anlamda kullanıyoruz;
1.Tanım; medeni insan” deyiminde olduğu gibi başkalarına karşı görgülü davranma
konusunda insana kendini kontrol etme yeteneği veren kural ve değerler bütünüdür.
Bu şekilde tamamen medeniyeti öznel bir şekilde kullanırız. (İslam Medeniyeti
tarihinde kastedeceğimiz anlamı bu değildir. )
2.tanım; Gelişmiş olarak kabul edilen toplumu gelişmemiş sayılan toplumlardan
ayıran özelliklerdir. Bu anlamıyla medeniyet insanlığın ulaştığı birikim ve gelişmişlik
düzeyini ifade ettiği gibi bu düzeyin Batılı toplumlarca kaydedildiği telakkisiyle
zaman zaman modern Batılı medeniyetiyle özdeş anlamda kullanılmaktadır.
Medeniyet bu şekilde kullanıldığında Batı kastedilir. Burada medeniyet tek bir devlete
bir millete mal edilir.
3.tanım; Her biri diğerine eşdeğer olan, kendi içinde anlamlı bütünler teşkil eden ve
unsurları açısından birbiri arasında ileri geri gibi değerlendirici hükümlerin konusu
olmaksızın ancak kendi içerisinde yükselme ve zayıflaması söz konusu edebilen,
genellikle de bir dine nispetle isimlendirilen (İslam Medeniyeti vs) büyük tarih
oluşumlar.

Burada tek bir medeni toplumdan bahsedilemez. Gelişilmişliği tek bir toplum temsil
etmez birden fazla toplumun bu gelişmişlik düzeyine ulaşabildiği ve birden fazla
medeniyetin var olduğu düşünülür ve buna göre kullanılır. Yani burada medeni olmak
veya medeniyet sahibi olmak gibi tekil değil “medeniyetler” medeniyetlerden biri
olmak ya da mensubu olmak gibi çoğul bir medeniyet anlayışı ve tasavvuru
oluşmuştur. Medeniyetler dediğimiz şey birbiriyle mukayese edilebilir ama birinin
diğerinden düşük olduğu birinin daha büyük bir medeniyet olduğu gibi
değerlendirmelere burada yer yoktur. Yani mukayese yapılabilir ama değer yüklü
cümleler kurulamaz. “Hint medeniyeti daha büyük ve iyi bir medeniyettir” gibi
yargılar söz konusu olamaz. Medeniyetler geçmişte parlak bir dönemdeyken şu sn
durağan olabilirler, güçlülük ve zayıflık gibi şeyler medeniyetlerin kendi içinde anlam
ifade eden hususlardır, bu anlamda birbirleriyle yarıştırılamazlar.

Soru:Bir medeniyetin ortaya çıkış ve gelişimini etkileyen faktörler nelerdir?


Yerleşik hayat; insan sosyal bir varlıktır. İnsanın normlarını geliştirebilmesi ,norm
ortaya koyabilmesi, bir değer bir davranış biçimleri yaratabilmesi için sosyalleşmesi
lazımdır. İnsanlar ancak birbirleriyle yaşama tecrübesi edinerek bu normu
geliştirebilirler. Sadece göçebe bir hayatla bu etkileşim gerçeklemez çünkü daha sınırlı
gündeme gelir ama yerleşik hayatta daha kompleks ilişkiler gündeme gelir.
Coğrafi Konum: Yaşamaya elverişli ortamlarda coğrafyalarda sosyalleşmenin daha
güçlü olduğu görülür ticaret merkezleri, tarım alanları sulak yerler göçlerin geçiş
güzergahları mümbit araziler iklimi müsait yerler gibi..
Din: dinin prensipleri insanların hayatlarını doğrudan doğruya etkileyen yön veren
şekillendiren hususlardır. O yüzden inanç ve din medeniyetlerin ortaya çıkış ve gelişim
sürecini son derece etkileyici hususlardır.
İktisadi Şartlar (İhtiyaçları) Ekonomik Durum
Yer Değiştirme (Göç, Hicret, Fetih); medeniyetlerin değişim ve dönüşümlerine etki
eden en önemli faktördür.fetihlerle beraber farklı coğrafyalara intikal ederek farklı
kültürlerin etkileşim haline gelmiştir. Müslümanların oralara giderek yaşamları islam
medeniyetinin değişimine farklı katkılar sundukları bir döneme geçmelerini sağladı.
İskender Helenistik kültürü başlattığı kabul edilir. Bunu büyük ölçüde fetihleriyle
sağladı. Askeri gücüyle bunu birleştirdi. Fakat kalıcılığı sağlayan şey asker ve ordudan
çok daha fazlasıdır. Asker sadece bir faktördür.
2.HAFTA

Geçen hafta medeniyet tanımı üzerinde durmuştuk. Biz medeniyet kavramını 3 şekilde
kullanıyoruz demiştik ve 3 husus üzerinde durmakla yetinmiştik.

MEDENİYET KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ


Medeniyet kavramı çok yeni bir kavram sayılır. Bilinen insanlık tarihinin genel hatlarıyla
incelenmesi bize medeniyet diye bir kavramın çok yeni bir kullanım şekli olduğunu söylüyor.
Yaklaşık 18. Yüzyılın ortalarında yani 1700 lerin ortalarında, (1757 diye tarihlendirilir daha
çok). İlk defa batıda Fransızca karşılığıyla insanlığın gündemine geldi. Ve daha sonra da yoğun
bir şekilde bunu kullanmışlar. Bu tarihten önce insan toplulukları kendilerini ya da başkalarını
tanımlarken medeniyet kavramını kullanmıyorlardı. İslam medeniyeti batı medeniyeti diye
bir kavram yoktu. Farabinin, ibn haldunun medeniyete yakın bir kavram kullandığı iddia
edilir. Bu yüzden islam dünyasında medeniyet teorisi dendiğinde ilk akla gelen bu iki isim
olur. Ama modern anlamda medeniyet kavramının 18. yy’ın ortalarında kullanılmaya
başlandığını görüyoruz. Bir kavramın bir tarihten sonra kullanılması o kavramın arka planının
daha önce hiç olmadığı anlamına gelmez. 18. Yüzyılın ortalarında medeniyet kavramı
kullanılmaya başlandığına göre bundan önce insanlar medeniyeti tarif ederken ön plana
çıkardığı hususları taşımıyorlardı anlamına gelmez bu. Kavramsallaştırma bir noktada işin
nihai noktasını temsil eder. O yüzden kavramın bu tarihten itibaren kullanılıyor olması bu
tarihten önceki insan topluluklarının medeniyet fikrinden uzak, bu değerlerden mahrum
oldukları anlamına gelmez. Yaklaşık bir 10 yıl sonra da İngilizce metinlerde kullanılmaya
başlıyor bu kavram. Batının medeniyet fikrinin merkezine aldığı zümre doğrudan doğruya
kendisi. Kendini medeni bir toplum olarak telakki ediyor bu kavramdan sonra. Kendisi
dışındaki zümrelerin medeniyet kavramının kendileri için kullanılamayacağı zümreler olduğu
fikrinden hareket ediyorlar. İnsanlık tarihinin en mükemmel yılları olduğu fikrinden hareketle
üretilmiştir bu kavram. Bu sürekli böyledir. (Batı sürekli ilerlemeci bir tarih anlayışıyla her
geçen zamanın, her katedilen dönemin aslında en mükemmel dönem olduğunu, dolayısıyla
insanlığın(batının) iyiye ve mükemmele doğru evrilmeye devam ettiği fikrinden hareketle
doğmuştur medeniyet kavramı. Batı medeniyetleri dışındaki zümreler medenileştirilmeye
muhtaç zümrelerdir. Batı diğer yerleri medenileştirmelidir. Medeni ve batılı olmayan
toplumlar batının medeniliğinden nasiplenmelidirler. Onların da hakkıdır medenileşmek.
Batının diğer toplumları medenileştirme çabalarının modern dönemde somut karşılığı
emperyalizm ve sömürgeciliktir. Arapçada sömürgecilik isti’mar demektir. İsti’mar, bir yeri
mamur etmek, geliştirmek, imar etmek demek kelime anlamıyla. Batının diğer toplumları
medenileştirmeye dönük hareketinin arap dünyasında istimar şeklinde karşılanmış olması
aslında sömürgen zümrelerinde bu sömürgecilik faaliyetini tıpkı batıda kullanıldığı gibi bir
yeri güzelleştirme yükseltme anlamında karşılanmış olması çok ilginçtir. Burada medeniyet
derken kastedilen 1 medeniyet ve medeni olan 1 toplum var(ilk defa kullanılmaya başlandığı
dönemde).
İstiklal marşında medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar derken Akif’in kastettiği aslında
tam da bu kavramsal bağlamdır. Burada kastettiği batıdır. Batılı değerlerdir. Batının islam
dünyasına dönük yüzüdür medeniyet derken kastettiği.
20.yy. başlarına gelindiğinde 1900’lerin başlarında artık medeniyet kavramının mutlak ve
tekil anlamının yanında çoğul anlamlarda da kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Artık
medeniyet değil medeniyetler cümlesi yavaş yavaş kurulmaya başlanıyor. Fakat burada
medeniyetler derken kullanıma giren genellikle Grek medeniyeti, Roma medeniyeti. Üç
medeniyetten bahsedilmeye başlandığı bir dönemden bahsediyoruz 20. Yy.ın başlarından
itibaren. Grek ve Roma medeniyeti bu anlamda tedavüle giriyor. Burada kastedilen şu(grek
ve roma medeniyetinden kasıt) her iki medeniyet de batı medeniyetini hazırlayan
medeniyetler olarak değerlendiriliyor. 20. Yy’a gelindiğinde bu iki medeniyet de yaşamıyor
ama bu medeniyetler tarihin bir döneminde varlardı. Fakat zaman içerisinde önce grek sonra
roma, modern dönemde batı medeniyetini ortaya çıkardılar. Batı medeniyetinin öncülleri gibi
değerlendiriliyorlar. Dolayısıyla medeniyet hâlâ tek bir toplum için kullanılmaya devam
ediyor. Burada problem nerede ortaya çıkıyor? İslam dünyası dendiğinde problem ortaya
çıkıyor. Çünkü grek ve roma için(medeniyet olarak yaklaşıldığında) şunlar rahat söylenebilir:
batı medeniyetini doğuran medeniyetler olarak bunları ele almak bir ölçüde çok yanlış değil
çünkü batı medeniyeti grek ve roma medeniyetinin oluşturduğu değerler üzerinden
yükseldiği bir medeniyet olarak ele alınabilir. Modern batı tüm itibariyle grek ve roma
medeniyetinin değerleri değil ancak etkilenme itibariyle bu önemli bir şey. İslam medeniyeti
söz konusu olduğunda böyle bir ilişki kurulması mümkün değil çünkü Müslüman dünya
avrupanın beslendiği ne tarihten ne kültürden hatta daha da önemlisi ne bilgiden ne aynı
kültürden ne aynı tarihten ne de aynı kaynaktan beslenir. İslam toplumu bambaşka bir
zeminden neşet etmiş.
İslam medeniyetiyle batı arasında zamansal paralellik de var. Dolayısıyla batının islam
medeniyeti üzerinde yükseldiği de söylenemez. Batı bu dönemde islam medeniyetinin
orjinalliğini sorgulamaya başlıyor. İslam toplumu diye bir toplum var, islam medeniyeti diye
bir medeniyet var, islam kültürü diye bir kültür var belki ama aslında Müslümanlar bu
medeniyeti kendileri bulmadılar, orijinal olarak ortaya çıkarmış değiller diyor batı. Her şeyi
romadan bizanstan antik mısırdan devşirdiğini, islam medeniyetinin hiçbir şekilde
orjinalliğinden bahsedilemeyeceğini söylüyorlar. Her şeyi diğer toplumlardan öğrendiler
dolayısıyla islam medeniyeti diye bir medeniyetten bahsetmek çok doğru değil diyorlar. Bu
yine aslında tek bir medeniyet var demek. Yine bütün yollar batıya çıkıyor bu dönemde.
Fakat 20. Yy.ın ilerleyen dönemlerinde birden fazla medeniyetin aynı anda varlığı fikri artık
yerleşmeye başlıyor. Buna etki eden önemli olaylar var. Bu olayların başında dünya savaşları
geliyor. Bu döneme kadar medeniyet tasavvuru şunu söylüyordu ‘insanlık tarihinin gelmiş
olduğu en yüksek noktayı(her anlamda) batı temsil ediyor. Batı kültürü temsil ediyor. Bu
anlamda medeniyet bir toplum için kullanılacaksa o ancak batı olabilirdi bu döneme gelene
kadar.
Dünya savaşları gösterdi ki bu anlayışta bir problem var. Batı hep insanlığın en mükemmel
değerlerini temsil ettiğini iddia ediyordu. İnsanlığa daha güzel günler daha güzel değerler
vadediyordu. Bunu da hatta bir misyon olarak benimsemişti ‘diğer toplumları
medenileştirme’ yani onların da batının sahip olduğu değerlerle bezenmesi gerektiği
fikrinden hareketle o toplumları da kalkındıracağı düşünülüyordu. Ancak gelinen noktada
meselenin bütün dünyayı adeta mahfeden, belki milyonlarca insanın ölmesine sebep olan,
medeniyet fikrini taşıyan en önemli unsurlar olan şehirlerin yok olmasına, kültürel mirasın
yok olmasına varmış olması batıda bazı sorgulamaları beraberinde getiriyor. Demek ki batı
insanlığı aslında dünya tarihinin gördüğü en iyi seviyeye ulaştıramayacak çünkü ulaştıramadı!
Ulaştırdığı nokta iki tane büyük dünya savaşı. Burada sorgulama başlıyor. Acaba dünyada
başka medeniyetlerin varlığından söz edebilir miyiz? Bahsedeceksek acaba bu
medeniyetlerin bize söyleyeceği bir şeyler olabilir mi? Bize sunabileceği fikrî, düşünsel, belki
inanç, mimari, kültür,sanat imkanları olabilir mi? Diğer medeniyetlerden öğrenilecek şeyler
olabilir mi fikri önem kazanıyor ve diğer medeniyetlere bakılması gerektiği gündeme gelmeye
başlıyor. Ve burada artık medeniyetlerden bahseder oluyoruz. Sadece batı medeniyetinden
değil, batı dışındaki medeniyetlerden de bahsedildiği bir döneme geçiyoruz. Eski
medeniyetler araştırılıyor ve bir anlam katmanı kazanıyor adeta medeniyet. Antik mısır,
Helenistik vs. bu medeniyetler bugün bize bir şeyler söyler mi konusu insanlığın gündemine
geliyor. Burada önem kazanan temel fikirlerden bir tanesi de şu: medeniyetler prensip olarak
birbirleriyle yarıştırılamayacak oluşumlar olarak değerlendiriliyor. Yani birbirleriyle mukayese
edildiğinde ileri geri gibi mukayeselerin yapılamayacağı oluşumlar olarak değerlendirilmeye
başlıyor. Birden fazla medeniyet hep vardı ve olmaya da devam edecek. Bize bunu anlatıyor
bu anlayış. 21. Asra geldiğimizde medeniyetlerin çatışması fikri ortaya çıkıyor. Bu fikri ilk defa
ortaya atan yine batılılar. Bu fikrin ortaya çıkmasıyla artık birden fazla medeniyet olduğunu
kabul ediyoruz. Bu mücadele iki şekilde olabilir. 1-kırıcı olabilir. Kırıcı/yakıcı/dökücü bir hâl
alabilir. 2-Ya da bu medeniyetler birbirleriyle diyalog kurup işbirliği yapabilir.
İslam medneiyeti tarih boyunca kendi özgüveniyle hareket etmiş bir medeniyet. Diğer
kültürlerle iletişime girme konusunda kendini hep güçlü görmüş ve bundan geri durmamıştır.
Çatışma islam kültürüne çok uygun bir kavram değilmiş gibi geliyor bana(dedi hocamız). Bu
çatışma fikri biraz tuzak bir kavramsallaştırma gibi geliyor ancak Müslümanlar bu kavramı
modern dönemde biraz fazla önemsediler ve sanki biraz batının tuzağına düşmüşüz gibi bir
durum var. Bu medeniyetlerin çatışma fikri sadece teorik bir tartışma değil. Kitaplardan
öğrenilecek bir durumdan ibaret değil bu mesele. Bugün batı kendini nihai bir toplum olarak
görmeye büyük ölçüde devam ediyor. İslam medeniyetinin orjinalliği hâlâ sorgulanıyor.
Medeniyetler fikri altı tam doldurulabilmiş bir zemin hâlâ değil.

1. İlk defa Fransızca <<civilisation>> kelimesiyle 1757’de batı merkezli medeniyet


tasavvuru
2. 20.yy’dan itibaren <<medeniyetler>> fikri ortaya çıktı. Mesela Grek ve Roma
medeniyetleri
3. İslam dünyası ve medeniyetine bakış: İslam medeniyetinin orjinalliğini sorgulama
4. 20.yüzyılın ilerleyen dönemlerinde birden fazla medeniyetin varlığının pekişmesi/ iki
dünya savaşı
5. 21.yy ve medeniyetler çatışması fikri

MEDENİYET İNTİKAL EDER Mİ? NASIL?

1. Bilgi, Kitap, İlim, Alim


2. Savaşlar
3. Ticaret

İntikal eder. medeniyetlerin taşıdığı değerler intikal eder. Ben burada 3 başlık paylaştım siz
bunları artırabilirsiniz de. Nasıl intikal eder? Yukarıdaki şekillerle intikal eder. Bilgi intikal
ettiği anda medeniyet ve medeniyet birikimi de coğrafyalar, bölgeler, milletler arasında
intikal eder. Belki de bilgi, kitap, ilim ve alimler yoluyla medeniyetin intikal etmesi,
medeniyetlerin intikal etme biçiminin en güçlü şeklidir. İslam medeniyeti de böyle oluştu
tarihte. Hem Müslümanlar başka medeniyetlerin üretmiş oldukları kitaplardan metinlerden
bilgiye ilme dair ne varsa bunları aldılar benimsediler. Başkalarının birikimleri Müslümanlara
intikal etti hem de Müslümanlar başka bölgeleri biçimlendirdiler. İslam medeniyetini
buralara taşıdılar. Bu batı için de aynı şekilde geçerli.
Bir adamın Müslüman olması o adamı o kişiyi ya da o toplumu islam medeniyetinin parçası
yapmaya yeter mi?
Yetmez. Bir adamın Müslüman olması o adamın bütün yapıp etmeleriyle islam
medeniyetinin parçası olduğu, ona hizmet ettiği anlamına gelmez. Ne olması lazım? İslamın
ve islamın ortaya koyduğu medeniyetin sizin bütün yapıp etmelerinize etki etmesi lazım. Sizin
davranışlarınızı biçimlendiriyor olması lazım. Dolayısıyla dini aidiyet medeniyet aidiyeti
anlamına gelmeyebilir.
2. savaşlar → islam fetihleri/iskenderin seferleri medeniyetin intikalinin birer örneği olabilir.
İskenden makedonyadan Hindistan çine kadar bu bölgeleri ele geçiriyor ve dünya tarihinde
Helenizm denen başlatıyor.
3 → tüccarlar islamın yayılmasında en az alimler kadar etkili olmuş adamlardır. Çünkü bir
yere ilk giden tüccarlar olur. Savaşçı zümrelerden de alimlerden de önce giderler.

İslam ahlak ve amelle yayılmıştır. Müslümanlar bir yeri fethettikten sonra oraya amellerini
götürmüşlerdir. Ondan sonra ilim gitmiştir.

MEDENİYETLERE BAKIŞ

1. GÜÇLÜ VE SERT: HİND VE BATI MEDENİYETİ


2. GÜÇLÜ VE ESNEK: İSKENDER VE İSLAM MEDENİYETİ
3. GÜÇLÜ VE YEREL: ÇİN MEDENİYETİ
4. ZAYIF VE SERT: MOĞOLLAR VE GERMENLER
5. ZAYIF VE ESNEK: AFRİKA MEDENİYETİ VE ABORJİNLER

Medeniyetleri 5 şekilde değerlendirebiliriz:

1. Güçlü ve sert medeniyetler


Felsefi ve metafizik açıdan köklü, kapsamlı, tutarlı dünya görüşüne sahip medeniyetlerdir.
Bütüncül bir şekilde bu dünya görüşünü yansıtıyorlar ve taşıyorlar. Felsefi açıdan da
gerçekten güçlü bir kaynaktan besleniyorlar. Diğer medeniyetleri dışlayıcı olmaları itibariyle
de sert medeniyetler olarak isimlendirilir bu medeniyetler. Bu medeniyetlerin en güzel iki
örneği Hind ve Batı medeniyetidir. Diğer medeniyetlerle karışmaya, etkileşime girmeye kapalı
yapılardır bunlar. Batı’nın bu noktada geliştirdiği iki refleks var. Birincisi: batı bir yeri
sömürgeleştirdiği zaman bir yere ulaştığı zaman orayı ya tamamen dönüştürür ve merkezin
bir parçası haline getirir. Şayet bunu yapamazsa orada hiç kalmaz fakat orayı ekonomik
olarak sömürmeye devam eder. Birinciye örnek: Avustralya, yeni Zelanda. İkinciye örnek:
Hindistan, Cezayir.
2. Güçlü ve Esnek Medeniyetler
Esnek olmaları, etkileşime açık, nüfuz edilebilir olmalarıdır. İki örnek İslam medeniyeti ve
İskender medeniyetidir. İskender fetihleri medeniyetleri yok etmemiş etkileşimi başlatmıştır.
İslam medeniyetinin de hiçbir zaman kültür ve medeniyeti ortadan kaldırma
düşüncesi/amacı olmamıştır. Aksine onlardan alabileceği bir şey var mı hep ona bakmıştır.
Mevcut medeniyet havzalarını korumuştur İslam. İslam medeniyeti ile İskender medeniyeti
arasında fark vardır. İslam medeniyeti kalıcı bir medeniyettir, İskender ise o kadar kalıcı
olmamıştır. Etkileri devam etmiştir ama İskenderin kurduğu yapı İskenderden sonra
dağılmıştır. Bunun sebebi İslamın güçlü bir dini yapıdan besleniyor olmasıdır. Bir inanç
sistemine dayanıyor olmasıdır.
3. Güçlü ve Yerel medeniyetler
Yerel bir coğrafyayla sınırlı medeniyetlerdir bunlar. Kendi havzaları dışında hegemonik bir
iddiaları yoktur. Bu medeniyetlerin kendi havzalarına kendi siyasetlerine duyulan güven ve
üstünlük duygusu o kadar güçlü ve fazladır ki diğer medeniyetlerin tesirinden bilinçli olarak
kaçınmaya çalışırlar. Örneğin çin medeniyeti. Coğrafyayla medeniyet arasında aynilik kuran
medeniyetlerdir. Bu medeniyetlerin batı gibi İslam gibi İskender gibi başka coğrafyalara bir
şey söyleme iddiaları yoktur. Çin medeniyetinin genel motivasyonu yerel muhafazadır.
Yerelliği kutsallaştırır biraz çin. Dışlayıcıdır biraz. Batı da dışlayıcıdır ama ikisinin dışlayıcılık
motivasyonu birbirinden farklıdır. Batı dışlayıcı olurken diğerini yok etmeye dönüştürmeye
yönelik bir dışlayıcılığı vardır.
4. Zayıf ve Sert medeniyetler
Zayıf oluşları ilk üçte tarif ettiğimiz güçlünün tam tersini ifade eder. Dünya görüşü açısından
basit, metafizik açıdan da tekdüze, derinliksiz. Güçlü bir felsefi arka plana, dini inanışa
dayanmayan medeniyetler olarak isimlendirilebilir bunlar. Sert medeniyetlerdir tıpkı batıda
gördüğümüz gibi. Sertlikleri diğer medeniyetleri çözücü olduğundan ileri gelir. Örn Moğollar
ve Germenler. Her ikisi de zayıf oluşları itibariyle, bir inanca, bir felsefi sisteme, güçlü bir
dünya görüşüne sahip olmamaları sebebiyle işgal ettikleri coğrafyalardaki medeniyetler ve
kültürler tarafından asimile edilmişlerdir. Moğollar islam dünyasını 13.yy da büyük ölçüde
işgal ediyorlar ye yaklaşık 100 yıla yakın bir süre İslam dünyasında büyük ölçüde bir
tahakküm kurmalarına rağmen zaman içerisinde işgal ettikleri coğrafyalardaki güçlü islam
medeniyeti onları çözmüş ve İslamlaştırmıştır.
5 Zayıf ve Esnek medeniyetler
Bunlar tarihin en talihsiz unsurları. Tıpkı islam medeniyeti ve İskender gibi esnek
medeniyetler. Çok rahatlıkla nüfuz edilebilir medeniyetler bunlar fakat zaafları zayıf oluşları.
Hem esnek hem de zayıf olursanız, güçlü bir inanca, güçlü bir felsefi arka plana, bilgiye, bir
dünya görüşüne, insanlığa dair güçlü bir tasavvura sahip değilseniz, esnekliği bilgiyle
beslemiyorsanız esneklik sizin en büyük zaafınız haline gelir ve birçok Afrika medeniyeti,
Avustralyadaki Aborjinler buna örnektir.
İslam Medeniyeti Tarihi 6. Hafta dersi
İslam Medeniyeti:
 İslam insanların yaşadığı ve ürettiği şeylerin bir parçası olmayıp onların bütün
faaliyetlerinin zeminini teşkil etmesi dolayısıyla kültür ve medeniyetin önüne geçen
(onları kuran, üreten) bir konumdadır. Bu noktada, İslam vasfı belirleyici ve aslidir ve
İslam Medeniyeti kavramından İslam sıfatı çıkarıldığında, bu terkibin altını dolduran
hiçbir şey kalmayacaktır.
 Medeniyetlerin çoğu kuruldukları coğrafyaya nispetle anılmıştır. Bu noktada İslam dine
nispetle anılan medeniyetlerden (neredeyse yok) olduğu için önemli bir istisnadır. Bu
nedenle Müslüman toplumlarda İslam, medeniyetin kurucu unsurudur. Batı medeniyeti
için aynı şey söz konusu olamaz çünkü, Hristiyanlık olmasa da batı medeniyeti
mevcudiyetini sürdürür. Ve hatta günümüzdeki modern batı, Hristiyanlıktan ayrıştığı
ölçüde var olmuş bir medeniyettir. Diğer medeniyetlerin (Hint, Çin vs.) teşekkülünde de
din belirleyici bir unsur olmamıştır.
 İslamiyet’in en önemli özelliklerinden biri, ulaştığı insan ve toplumları dönüştürerek
onlar arasında daha önce bulunmayan tayin edici müşterekler ortaya çıkarmasıdır. Hz.
Peygamber döneminden başlayan bir süreçle İslam, çok geniş bir coğrafyada, çok farklı
dilleri konuşan, çok farklı kültürlere ait olan toplumlar tarafından benimsenmiştir. İslam,
daha önce hiçbir bağı ve irtibatı olmayan milletler arasında ortak değerler kurmayı
başaran bir dindir. Farklı coğrafya ve kültürlerde ortak bir zemini teşkil eder. İslam
medeniyetinin ortaya çıkardığı unsurlar yer yer görünüşte farklı olsalar da taşıdıkları
amaç, anlam ve değer yönünden birdirler. Buna cami mimarilerini örnek gösterebiliriz.
Birçok farklı tasarım ve inşa görsek de, camiler insanları aynı paydaya taşımaktadır.
Madden de camiyi oluşturan uzuvlar yine tek bir amaca hizmete eder; mihrap her yerde
mihraptır.
 Diğer medeniyetlerle mukayese ve diğer medeniyetlerle yüzleşme. İslam medeniyeti
ilk fetihlerden itibaren farklı medeniyetlerle, farklı kültürlerle, farklı felsefi ve dini
birikimlerle karşı karşıya gelmekten çekinmemiştir. Ulema tarafından farklı
medeniyetlerdeki unsurların tartışılması, kimisinin benimsenmesi ya da reddedilmesi de
İslam medeniyetinin bu etkileşimden hiçbir zaman geri durmadığını gösterir. Bu anlamda
İslam medeniyeti esnek ve öz güveni yüksek bir medeniyettir.
 İslam medeniyeti ve diğer medeniyetler arasında gerçekleşen bu yüzleşme ve etkileşim
bir tercih değil, mecburiyettir. Çünkü Hz. Peygamber İslam’ı evrensel bir din olarak
anlattı ve bu doğrultuda yaşadı. İslam’ın tüm insanlar ya da milletler tarafından
yaşanabilen bir din olma sıfatından dolayı bu etkileşimler pratikte bir mecburiyet
olmuştur. İslam’ın temel prensibi olan evrensellik, Müslümanlar tarafından bu
etkileşimlerle ispatlanması gerekiyordu ve de ispatlanmıştır. İslam medeniyeti daha önce
tanımamış olduğu inanç ve fikirlerle karşılaştığında, bu değerleri kendi bulunduğu
pozisyondan değerlendirmiş ve olumlu ya da olumsuz cevap vermiştir. (benimseme,
reddetme)
 İslam’ın farklı coğrafyalarda farklı görünümlerinin ortaya çıkması, Müslümanların,
İslam’ın her coğrafyada yaşanılabilir olduğunu ispat etme çabasının bir sonucudur.
Hem itikadi hem de fıkhi mezheplerin ortaya çıkışı bu bağlamda değerlendirilebilir.
Ortaya çıkan farklı görünümler, İslam medeniyetinin sadece farklı coğrafyalarda değil
farklı zaman ve dönemlerde de yaşanılabirliği, zenginliği ve esnekliğinin ürünüdür.
 İslam tarihin sadece bir zamanında tüm özellikleriyle görünmüş donuk bir din değildir.
İslam, dinin değişmeyecek temel unsurlarının belirlediği değişken bir alan oluşturmuş ve
daima kendini yenilemiştir. Bu sayede, her devirde parlak bir medeniyet olarak varlığını
sürdürmeyi başarmıştır. Müslümanların, dinin bu temel unsurlarının değişken unsurlar
meydana getirebilmesini engelledikleri durumda, İslam inkıraza uğramış denilebilir. Bu
düşünce İslam’ı donuk bir din haline getirir.
 İslam medeniyetini daha esnek yapan iki temel unsur vardır. Birincisi, özel bir ırk, kabile
ya da sosyal grubun seçilmiş ve üstün olduğu inancına dayanmayan İslam toplumuna
nüfuz edebilmenin mümkün olmasıdır. İkincisi ise; farklı inançlara mensup
toplulukların özel hukuki statülerle sistem içinde kendi hayat tarzlarını yeniden
üretebilme şansı elde etmiş olmalarıdır. Bunların İslam toplumunda nasıl yaşayacağına
dair son derece gelişmiş bir hukuk sistemi vardır. Bu hukuk düzeni, farklı din
mensuplarının İslam medeniyeti içerisinde nasıllarsa öyle yaşamalarını teminat eder.
Osmanlı’dan da bu konuda örnekler görebiliriz; gayrimüslim hukuku ya da ehli zimme
grubu gibi.
 Hz. Peygamber’den itibaren Müslümanların vazifesi İslam’ı tebliğ etmek, İslam’ın
değerleriyle insanları karşılaştırmaktır. Bu noktadan sonraki kısım Müslümanların
değil muhataplarının karar vereceği bir durumdu. Müslümanların, insanları zorla dine
sokmak gibi bir mesuliyeti yoktur. Farklı din mensupları tebliğe olumlu cevap
vermezlerse İslam toplumu içinde oldukları gibi yaşamaya devam ederler. Şayet İslam’ı
kabul etseler dahi, kendi sahip oldukları kültürel ve toplumsal değerleri terk etmek
zorunda bırakılmazlar. Daha önceden sahip oldukları ve İslam’a aykırı olmayan her türlü
değeri İslam toplumunda Müslüman olduktan sonra da yaşayabilirler. Bu İslam
medeniyetinin çeşitliliğine ve renkliliğine çok büyük zemin oluşturmuştur. Bu çeşitlilik,
İslam medeniyetinin dinamik olmasının ve her devirde yaşanılabilir olma becerisinin
altında yatan en önemli unsurlardandır.
 İslam’ın Müslümanlar tarafından yayılması sadece savaşlar sayesinde olmamıştır.
Geçmişe dair malumatlar tebliğin sadece savaşlarla olduğunu düşündürse de aslında
yapılan tebliğin kalıcı ve değerli olmasını sağlayan şey savaş dışındaki faaliyetlerdir.
Cihat çoğu zaman tebliğin önündeki engeli kaldıran bir araç olmuştur ancak asla
tek ve en belirleyici unsur olmamıştır.
 İslam medeniyeti ve bunun görünümlerini var edenler sadece Müslümanlar değillerdir.
İslam coğrafyasında üretilen her türlü değer İslam medeniyetinin bir parçasını
teşkil eder ve bu üreticiler bazen gayrimüslimler de olabilir. Tarihteki örneklere bakıldığı
zaman da, İslam medeniyetinin olduğu toplumlarla yaşan farklı din mensupları (Hristiyan
Araplar, Mısır’daki Kıptiler vs.) diğer dindaşlarından farklılık gösterir. Bu noktada İslam
medeniyetinin oluşum ve teşekkülünde ve gelişiminde farklı din mensuplarının da katkısı
var denilebilir.
 Medeniyete mensubiyet sadece dini aidiyet üzerinden değerlendirilemez. Müslüman
olup sanatı, giyinişi, davranışı ve bütün her şeyiyle batılıya benzeyen birinin İslam
medeniyetine ait olduğu söylenemez. İslam medeniyeti mensubiyetinin belirleyiciliği,
İslam’ın, kişinin hayatında ve davranışlarında ne kadar tesir ettiği ile ortaya çıkar.
Müslüman bir kişi inancı dışında, bir batılıdan ya da bir Hindu’dan ya da başka bir
mensubiyetten hiçbir şekilde ayırt edilemiyorsa o kişinin İslam medeniyetini
benimsediğinden bahsedilemez, sadece Müslümandır.
İslam Medeniyeti - Diğer Medeniyetler (kısa bir mukayese):

 Diğer medeniyetlerle mukayese yapıldığında İslam medeniyetini ayıran hususlar:

1. Mekan: “Doğu da Batı da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün Allah oradadır..” (el-
Bakara, 2:115) Bu ayet, İslam’ın mekan tasavvurunu, mekan idrakini yansıtan en
önemli göstergelerden biri sayılabilir.
 Daha önceki derslerde bahsedildiği üzere; Çin medeniyeti bulunduğu mekanı kutsayan,
bulunduğu mekanla arasında ayniilik kuran bir medeniyettir ve bu durumda, Çin
medeniyeti diğer medeniyetleri dışlar.
 Batı medeniyetinin ise; bir merkez bir de çevre coğrafyası vardır ve batı medeniyeti,
merkez coğrafyadaki (bugünkü Avrupa ve Amerika) değerleri çevre coğrafyalara taşıma
misyonu içindedir. Batı, bu taşımayla, oradaki kültür ve medeniyetleri yok ederek çevre
coğrafyaları bütünüyle dönüştürmeye çalışır. Batı medeniyeti bu tasarruf hakkını
kendinde görür. Bu şekilde bir sömürge ilişkisiyle çevre medeniyetlerle bağını sürdürür.
 İslam’da, yukarıda anlatılan medeniyetlerin uyguladığı gibi bir mekan algısı yoktur. İslam
dini dünyanın neresine ulaşırsa ulaşsın, o coğrafya İslam’ın en iyi şekilde yaşanabileceği,
modellenebileceği coğrafyadır. Kişinin Mekke’de ya da herhangi bir köyde yaşıyor
olması tek başına bir anlam ifade etmez. Kişinin Allah’a ulaşmasında, Müslüman
olarak varlığını devam ettirmesinde mekanın, kategorik olarak, doğrudan doğruya
bir anlamı yoktur. Mekan Allah’a aittir, dünyanın bütünü Allah’a aittir ve
Müslüman ayak bastığı mekanı en doğru yer olarak kabul eder ve her zaman
benimser. Bu bağlamda, zikredilen ayet, Müslümanın hangi coğrafyada olursa olsun dini
yaşamada zorluk çekmeyeceğinin bir delilidir. İslam’ın yayılış hikayesi de,
Müslümanların olması gerektiği gibi bir mekan algısıyla hareket ettiğinin göstergesidir.
Fetihler sayesinde gittikleri yeri bütünüyle benimsemişler ve dinin yaşanması için o
bölgelerde gerekli kurumları inşa etmişlerdir. Hiçbir zaman merkez-çevre tasavvuru
geliştirmemişlerdir.

2. Zaman: Zamansal herhangi bir hiyerarşi yoktur.


 Batı medeniyetinin zaman algısında içinde yaşanılan zaman en iyi zamandır ve insanlık
gelişerek devam eder. Geçmişte kötüydük, gelişerek şuan iyi olduk ve gelecekte çok daha
iyi olacağız şeklinde bir yol izlerler. Bu yüzdendir ki batı toplumlarında ‘ütopya’ fikri
vardır. Ütopya, hiç yaşanmamış ancak yaşanması beklenen en mükemmel zaman
tasviridir. Yani batının en mükemmel zamanları yaşanmamıştır, hep gelecektedir.
 İslam’da daha iyiye, daha doğruya giden bir zaman tasarrufu yoktur. Ve hatta
Müslümanlar ilginç bir şekilde, parlak dönemleri daha çok geçmişte ararlar ve insanlığın
daha kötüye gidildiğine inanırlar. Bu da tersten ve doğru olmayan bir hiyerarşidir. Asr-ı
Saadet için Müslümanların en parlak dönemi denilir ve aslında gerçekten de öyledir.
Müslümanların örnek dönemini teşkil eder. Batıya karşı olarak Müslümanların en
mükemmel zamanları yaşanmış olan zamanlardır. Ancak insanlığın sürekli kötüye
gittiğini düşünerek yaşamak Müslümanca bir tavır değildir. Bu anlamda İslam
medeniyeti zincir şekilde ne iyiye ne de kötüye giden hiçbir zamansal hiyerarşiyi
kabul etmez. İslam medeniyeti zamanın dışında yaşar. Müslümanlar zamanla daha
iyiye gitme hedefi ve çabası içinde olabilir ancak bunu zaman merkezli düşünerek
yaşamak İslam medeniyetinde yoktur. Yani zamanın ilerlemesi İslam medeniyetini daha
iyiye taşımayacaktır.
3. Bilgi: İslam medeniyetinde bilginin temel kaynağı metindir, yani Kuran-ı
Kerim’dir. Diğer bilgi kaynakları: vahiy, akıl, beş duyu.
 Bu madde İslam medeniyeti ve diğer medeniyetler arasındaki en kritik farkı teşkil eder.
İslam’ın aksine tarih boyunca batı medeniyetinde bilgi kaynağı bir kurum (kilise)
olmuştur. Kilisenin söyledikleri tanrısaldır. Bu yüzden kiliseye karşı çıkmak aslında
Allah’a karşı çıkmaktır ve nihayetinde ceza vardır. Kilise, kendisini İncil metinlerini en
doğru ve yanlışsız anlayan kurum olarak görüyordu ve sadece Hristiyanlığa, dine dair
değil her türlü bilginin kaynağı konumundaydı. Bu sebepledir ki; ortaçağda bilimsel
faaliyetlerde bulunan insanlar kilisenin gadrına uğramış ve çeşitli suçlamalara maruz
kalmışlardır. (Galileo ‘dünya dönüyor’ dediğinde en büyük muhalefeti kiliseden almıştır,
çünkü bunların ve her şeyin kararını veren, bilen kilseydi. Bu yüzden de papazların çoğu
bilimle iştigal eden kimseler olmuştur.)
 İslam’da hiçbir zaman böyle bir durumla karşılaşılmamıştır. İslam’da bilgi, ilim ve
lengüistik birikime sahip olan herkes metinle doğrudan doğruya iletişim kurabilir,
metni anlayabilir. (Kuran-ı Kerim’i okuyabilir.) Bu durum bilginin tek ele
indirgenmesinin önüne geçer. Ancak bu, herkesin söylediği, metinden çıkardığı
yorum, mutlak doğrudur anlamına gelmez. Vahiyle yorum arasındaki fark son derece
nettir. Ortada bir ayet ve ayetin tefsiri olduğunu herkes kabul eder. Her mezhebin görüşü
o mezhebin müntesipleri için kesinlikle bağlayıcıdır, ancak mezhep, ayetten çıkardığı
hükmün diğer mezheplerin hükümlerini yanlış çıkaracak şekilde bir iddiada bulunmaz,
bulunamaz. Kimse kendi bulunduğu noktanın Allah’ın muradının tam karşılığı,
diğerlerinin ise yüzde yüz yanlış olduğunu söylemez. Netice itibariyle ortada bir yorumlar
yığını vardır. Bu yorumları birikimleri sayesinde ortaya çıkaranlara da fakih, alim denir.
İslam medeniyetinde, yorumunu mutlak doğru kabul eden ve yorumu geleneğe
yaslanmayan alimlerin hükümleri kabul edilemez.
 Bilgi kaynaklarından olan akıl ve beş duyu mutlak doğru olan vahyin anlaşılmasında işe
yarar. Müslümanlar fizik, kimya, matematik gibi bilimsel keşifleri yaparken illa
doğrudan doğruya vahiy ya da Kuran’dan tanrısal bir işaret aramazlar. Neticede
her şeyi yaratanın Allah olduğuna ve bu yaratılmışların arasında bir sebep sonuç ilişkisi
olduğuna (sünnetullah) inanırlar. Ancak keşif yaparken Kuran’dan bir referans aramazlar.
 Temel bilgi kaynağının bir kurum ya da zümre değil de metin olması sosyopolitik ve
sosyoekonomik bir güç yapılanmasının da önüne geçmiştir. Örneğin; batıda kilise
kendisini tanrıyla irtibatlandırarak uzunca yıllar batı toplumu üzerinde bir tahakküm
kurmuştur.

4. İnsan-Tabiat: Tabiat yaratıcı kudretin tecelli ettiği bir işaretler bütünüdür.


 Dünya’da yaratılmış ne varsa Allah tarafından yaratılmıştır. Bu bakımdan kişinin
kendisiyle tabiat arasında ontolojik olarak bir farklılık yoktur. Her şey
‘yaratılmış’tır. Bu yüzden dünyadaki her şeye, Allah’ın yaratmış olduğu gözüyle
bakılmalı ve o şekilde muamele edilmelidir. İslam medeniyeti, batının yaptığı gibi
merkez-çevre algısıyla diğer medeniyetlere her türlü hareketin mubah olduğu düşüncesine
kapılmamalıdır. Bu tarz bir özne-nesne iletişimi İslam medeniyetinde bulunmaz. Her
şeyin ontolojik eşitliğini bilen Müslümanlar tabiata ve medeniyetlere bu eşitlik
doğrultusunda yaklaşır.
5. Allah-İnsan: Allah hem her şeyi kuşatır hem de insana şahdamarından daha yakındır.
 Müslüman Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğu bilinciyle yaşar. Allah’ın
olmadığı bir an ve mekan hiçbir şekilde düşünülemez.
 Allah kuşatılamaz ancak insana Allah’tan daha yakın da hiçbir şey yoktur. Bu
durum -kendisini yaratmış olan aşkın varlığın aynı zamanda kendisine en yakın
varlık olması- insana özgüven duygusu kazandırır ve Müslüman başına ne gelirse
gelsin hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın özgüvenle hareket eder. Çünkü Müslüman
Allah’ı her zaman yanında hisseder, hissetmelidir.
 Müslümanın Allah ile olan iletişiminde hiçbir kurum ve aracı gerekmez. İbadetler
vasıtasıyla Allah’la doğrudan doğruya irtibat kurar.

6. İnsan-İnsan: İslam kardeşliğe ve takva esasına dayalı bir tasavvurdur.


 İslam toplumunda, doğuştan gelen, kalıtsal olarak ortaya çıkan üstün grup, ayrıcalıklı
zümre gibi oluşumlar hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Üstünlük ancak takvadadır. Bu
anlamda da İslam kardeşliği esastır. Bunun dışında geliştirilen herhangi bir ilişkinin
üstünlük değeri olamaz. İslam’ın benimsediği bu esas, farklı kültürlere ait insanların
da İslam coğrafyası ve medeniyeti içerisinde yer edinmesini sağlamıştır. Bu esas bir
motivasyon olmuştur. Takva ve İslam kardeşliği bilinci, vahyin ilk muhatapları Araplar
olmasına karşın, sonradan İslam’a giren kişilerin din karşısında kendilerini dışlanmış
hissetmemelerini sağlamıştır. İslam medeniyetinde her birey kendi Müslümanlığını ispat
ettiği noktada medeniyetteki en değerli birey haline gelir.
 Kişi, dini ya da dünyevi anlamda kimden doğarsa doğsun, dünyaya geldikten sonraki
kazandığı niteliklerle İslam medeniyeti adına değerli bir konuma gelebilir. Bu anlamda,
İslam medeniyetinde insan-insan ilişkilisinde takva temel dinamiği oluşturur.

Ders sonunda yapılan genel değerlendirmeler:


 Yukarıda zikri geçen bütün etkileşim ve kavramların temeli, özü İslam’ın tevhid inancına
çıkar.
 Batı medeniyetinin üstün olma çabasından dolayı kendi içinde aynı din ya da aynı ırk
mensupları arasında bile çekişmeler ortaya çıkmaktadır. Batı medeniyetinde İncil’in
değil kilisenin İncil’den anlayıp söyledikleri dayatıldığı için de çekişmeler ırkçılık vs.
ortaya çıkmıştır. Modern dönemde kilisenin bu belirleyiciliğini kırmak için İncil’in başka
dillere tercüme edilmesi önemli bir aşamayı temsil eder. Modern batının yükselişi
kilisenin ve İncil’in konumlarının yeniden belirlenmesiyle olmuştur. Kilise
belirleyiciliğini kaybetmiş, modern bilim kiliseden tamamen ayrılmıştır ve aslında bu
durum modern batının kendisini oluşturmuştur.
 Bugünkü modern batı kilisenin otoritesini yıkarak, kiliseyi hayatın dışına iterek, kiliseye
rağmen var olmuştur denilebilir. Bir nevi, İslam medeniyetinin ortaya çıkış ilkesindeki
dinin olmazsa olmaz rolünün aksine, batı medeniyeti Hristiyanlıktan kurtularak ortaya
çıkmıştır. İslam medeniyeti ise İslam sayesinde ortaya çıkmıştır.
İSLAM MEDENİYET TARİHİ 5.HAFTA

Bu haftaki derste İslam tarihine coğrafi ve kronolojik olarak kısa hızlı bir bakış yapacağız.
Roma ve Sasaniler
İslam’ın ortaya çıktığı dönemi ele aldığımızda kuzey batı da Roma İmparatorluğu var , daha
Kuzey doğuda ise ikinci büyük imparatorluk olan sasani imparatorluğu var. Biri Pers kökenli
biri Latin Rum kökenli bir imparatorluk. İki güçlü imparatorluk iki güçlü medeniyet birikimi
var İslam’ın doğduğu dönemde.
Arabistan Çevresi
Coğrafi olarak bakarsak Mekke ve Medine bu iki güçlü medeniyetin etkisi altında olan merkez
coğrafyaların biraz altında kalıyor. Bu durum İslam’ın yayılışında toplum ve medeniyet
açısından büyük kolaylık sağlıyor.
Din açısından baktığımızda Roma Hristiyanlık sasaniler Maniheizm ve Yahudilik görüyoruz bu
3 dinde tanrı ve ahiret inancına sahip dinlerdir İslamiyet’in yayılış tarihi açısından etkisi olmuş
olabilir

Daha Başka bir açıdan baktığımızda imparatorlukların tarımsal olarak verimli yerlerde
yaşadıklarını görüyoruz ama Arabistan Yarımadası kırsal bir bölgedir yani tarıma elverişli
değildir Bu sebeple biriken nüfus fazlalığı bazı zamanlarda ekonomik sebeplerden dolayı
dışarıya göç etmiştir. Yine böyle bir durum İslam’ın yayıldığı bir zamanda gerçekleşmiştir
onun da motivasyonuyla fetihlerle dışarıya çıkılmıştır bu da İslam’ın yayılışında etkili
olmuştur. Bu teorilerden biridir.
Konu başlıkları artırılabilir ve üzerinde uzun uzun konuşulabilir bugün kısaca bahsetmiş olduk.
Soru :

İslam o gün Mekke Medine, Hicaz değil de mesela Konstantinopolis’te yada o


imparatorlukların merkez şehirlerinden birinde ortaya çıkmış olsaydı, ilk vahiy orada gelmiş
olsaydı neler olabilirdi sizce?
Müslümanlar açısından nasıl avantajları veya dezavantajları olurdu?
Ya da Mekke’de gelmesini nasıl avantajları veya dezavantajları oldu?
Hiç düşündünüz mü bu konuyu?
( arkadaşlarımız bu konu hakkında bazı görüşler ortaya koydular Hoca çoğuna Evet olabilir
dedi
• bir arkadaşımız otoriter bir güçle karşı karşıya kalmak İslam’ın yayılamadan Yok olmasına
neden olabilirdi dedi hoca buna cevap olarak nereden baktığınıza bağlı eğer o otoriter güç o
dini benimserse işler tersine dönebilir Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı kabul etmesiyle
Hristiyanlığın yayılıp güçlenmesi gibi dedi.
• başka bir arkadaş, köklü bir din var yeni dininin kabulü zor dedi. Hoca bu fikri beğendi ve
ekledi Başka bir açıdan da Ahiret inancı olan tek tanrıya inanan yani belli bir din temeli olan
bir topluma bu dini kabul ettirmek Daha kolay olabilir yani putpereste nazaran bunu da
düşünmek lazım dedi

İslam’ın içine doğduğu bölge şehir bölgenin siyasi Dini ekonomik askeri problemleri bunlarla
ilgili hususlar ancak bir arada değerlendirildiğinde İslam’ın yayılış tarihi gerçekten doğru bir
şekilde anlaşılabilir bu sorulara cevap vermeden o süreci anlayıp anlamlandırmak mümkün
değildir.
Bunlar zaten İslam Tarihi dersinde uzun uzadıya konuştuğumuz konulardı.
İslam bu büyük imparatorlukların etkisi altındaki yerlerden uzak bir yerde ortaya çıktı,
şekillendi, kendi mükemmeliyetini orada kurdu ve inşa etmeyi başardı. İslam kendini
gerçekleştirdi din tamamlandı. Müslümanlar hicaz da bu donanımı elde ettiler ve başka
medeniyetlerle karşılaşmaya ve yüzleşmeye hazır hale geldiler hulefa-i raşidin döneminde.
Hulefa-i Raşidin
Hulefa-i raşidin dönemi Peygamber döneminin de olduğu gibi İslam tarihinin sonraki
dönemleri için çok belirleyici bir dönemdir. Hulefa-i raşidin döneminden sonra Emeviler
ortaya çıkıyor.
Emeviler
Emeviler hem siyasi yayılmayı hem de devletleşme sürecinin tekrar evrimleşmesi sürecini
ifade ediyor. Farklı kültürlerle etkileşim özellikle Emeviler döneminde daha belirgin hale
geliyor. İslam’ın tek bir siyasi organizasyonla tek bir askeri yapıyla en geniş sınırlara ulaştığı
dönem Emeviler dönemidir .
Abbasiler

Abbasiler dönemine geldiğimizde yönetici zümrenin halktan tamamen ayrılmış olduğunu


görebiliriz tabii bu Emeviler döneminde başlayan ve birikimli bir şekilde Abbasîlere uzanan
bir durumdur. Artık halife kolay ulaşılabilen biri olmaktan çıkmıştır. Emevi Devleti 90 yıl
boyunca yaşamış ve topraklarının büyük miktarını Abbasîlere bırakmıştır (Endülüs hariç ).
Abbasi Devleti ise 450 yıl boyunca yaşamış 13 yüzyıla kadar uzanmıştır ama onuncu yıla
doğru Müslümanları tek çatıda toplayan yapısı dağılmaya başlamıştır. Türklerin islam
dünyasında siyasi hegemonya kurdukları dönem Abbasiler döneminde denk gelir. Abbasilerin
sonunu getiren Abbasîleri tarihten silen Moğol İstilası bu dönemde gerçekleşmiştir. Abbasiler
döneminde sanatta mimaride ve siyasette İran Pers etkisi görürüz.

Tolunoğulları, Saffariler, Sâmâniler


Tolunoğulları Mısır’da ortaya çıkmıştır safariler ve samaniler Doğu orta Asya’da ortaya
çıkmıştır bu dönemden sonra bütün Müslümanları bir arada tutan siyasi bir yapı bir daha
sağlanamamıştır.

İhşidler ,Hamdaniler, Büveyhiler ve Fatımıler


İhşidler Tolunoğulları’ndan sonra Mısır’da hakimiyet kurmuşlardır. Hamdaniler el-cezeri
bölgesindeki devlettir bu bölgeye daha sonra büveyhiler gelecektir. Hamdaniler, Büveyhiler
ve fatımîler Şii hanedandırlar. Büveyhiler ve Fatımıler şiiliğin farklı mezheplerindendir. Bu
dönem İslam coğrafyalarından en önemli merkezlerinin Şii hanedanlar tarafından yönetildiği
bir dönemdir 10.YY ın ikinci yarısı ve 11.YY başı yani yüzyıllık bir dönem. Bu yüzden İslam
tarihinin bu dönemine bazı tarihçiler Şii yüzyılı Şii asrı derler. Bu dönemin sonunu getiren
Selçuklulardır.
Selçuklular (1040-1308)
Tuğrul Bey Bagdata girerek büveyhilerin sonunu getirmiştir. Şama girmiştir. Bölgedeki Fatımı
nüfuzunu kırmıştır. Selçukluların Türk İslam tarihi açısından yaptığı en önemli şeylerden biri
Şii nüfuzunu kırmaktır.
Selçuklu Abbasi ilişkileri her zaman sütliman olmamıştır Selçuklular dışarıda fatımilere içerde
batınilere karşı savaşmıştır. Anadolu’nun islamlaşma süreci Selçuklular ile başlar. Eğitimde
kurumsallaşma yine Selçuklular ile başlamıştır. Selçuklular döneminde çok önemli bilim ve
ilim adamları yetişmiştir Gazali, Cüveyni, Fahrettin Razı gibi..
Zengiler ve Eyyubiler
Selçuklu otoritesinin dağıldı bir zamanda Şam’ve Mısır’da ortaya çıkmışlardır. Eyyübilerin
kurucusu Selahattin Eyyubi. Zengilerin ise İmadettin Zengi ve oğlu Nureddin Zengi bilinen
isimleridir. Haçlı seferlerine karşı mücadeleleri ile bilinirler. Anadolu Selçukluları, Zengiler ve
Eyyubiler için haçlılara karşı İslam’ın koruyucuları diyebiliriz.
Memlükler
Memlükler Hanedan değillerdir veraset babadan oğula geçmez. Haçlıları İslam dünyasından
tamamen atan devlettir. Memlüklerde Sultan halife değildir halife Abbasi soyundan biridir ve
Sultan’ın yanında bulunur -Osmanlı halifeliği memlüklerden aldı deriz ama aslında halife
Abbasi kökenlidir- Memlüklerde halifenin çok bir yetkisi yoktur Sultan’ın yanında temsilen
bulunur.
En nihayetinde müslümanlar çok geniş coğrafyalara yayılmışlardır.

(Osmanlı zamanına kadar işledik sonrasını biliyoruz zaten dedi hoca. )


İSLAM MEDENİYETİ 6 HAFTA

İslam Siyaset Düşüncesi


Hz peygamberin vefatından sonra devlet yönetiminde oluşan otorite boşluğu ile devletin
nasıl yonetilececegi ,işlerin nasıl yürütüleceği fikri ortaya çıkmıştır. Müslümanlar
arasında ki ilk siyasi mesele Halifelik!
Peygamber den sonra kim geçecek? Bundan sonra ümmetin idaresinin nasıl olacağı
müslümanların ilk karşılaştığı ciddi bir problemdir.
Son yıllarda ortaya koyulan metinlerde İslam'ın ilk dönemlerinde sadece siyasi
problemlerin yaşandığı kanısına varılabilir. Yaşanan bütün problemlerin arkasında siyasi
problem vardı ! Anacak böyle değildir. Sanıldığı kadar müslümanların hayatında siyasi
problemlerin belirleyici bir rolü yoktur.

SİYASET- HİLAFET

Hilafet Hz peygamber den sonra devlet yonetimini üstlenmesi ile ilk Hulafaei Rasidin ile
başlamış Emevi, Abbasi, Memlükler, ve Osmanlıya geçmiştir.

SİYASET
Tanım

Sözlük. Kuran-Hadis. Fıkıh

● Siyasetin sözlük anlamı bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bırakmak için
gözetlemek korumak . Bunun dışında seyislik atı terbiye etme anlamı da var.
Kavramsal olarak siyaset toplumun işini yürütme, yönetme sanatı.
● Kur'an da siyaset kelimesi geçmiyor. Hadislerde 2 anlamda geçiyor. Birincisi
Halkın işlerini yürütme ikincisi atı terbiye etme anlamında kullanılmıştır.
Fıkıh ta siyaset ; Kamu otoritesinin dinin temel ilkelerine ters düşmeyecek şekilde
düzenlemer yapmasıdır.

Siyaset denilince aklımıza İslam siyasetinde halife , hükümdar, devlet yönetici gelir.
İslam toplumunda halife denildiğinde kullandığımız kavramlar var .
1. İmam
2. Halife
3. Emirul müminin
4. Ulul emr
5. Sultan
6. Melik
Bu unvanlar İslam dininin müslümanlara vermiş olduğu özgüven meselesidir.
Buradaki unvanlar siyasi kültüre, bölgeye ve zamana göre değişiklik arz edebilir.
Buveyhiler halife unvanını kullanmadılar onun yerine Sultan, Melik unvanını
kullanmadılar.
Fatiimiler halife unvanını kullanmıştır.
İslam medeniyetinin hiçbir döneminde kurumlar mueseseler aynı seyirde devam
etmmeistir. Donuk bir yapı arz etmez hiçbir medeniyet arz etmez. Sürekli
yenilenen ve değişiklik arz eden bir yapıdır. Mesela kadılık her dönemde İslam
medeniyetinde olagelmiştir. Ancak aynı isleyisle devam etmemiştir.

İslam'ın siyasete bakış açısını gösteren noktalara deginelim;


1. İslam düşüncesinde siyaset kurumu Allah insan ilişkilerini ,insan toplum ve Allah
toplum arasındaki ilişkileriyle alakalı bir alandır.
2. İslam düşüncesinde siyaset Fıkıh,kelam ,ahlak ve felsefenin birlikte şekillendirdiği
bir alandır. Yani siyaset tek başına bir alan değildir.
3. İslam'ın siyasete bakışı tayin edici değil ilkeseldir. İslam doğrudan tavırlar
benimsemez. Mesela İslam bir devlet yöneticisinin adil olup zulmetmeyen bir
yönetici olmasını söyler ama böyle bir devlet başkanına nasıl ulaşacağımızı , bu
sürecin nasıl ilerleyecegini söylemez pratiğe dökmez.Bundan dolayı İslam
siyasetinde istişare önemlidir.
4. Cuveyni ve Gazalî nin Katiyyat ve Zanniyat ayrımı . Katiyyat İslam da
kesinleşmiş, değişmesi soz konusu olmayan, Zanniyat ise üzerinde konuşabilir
yorumlanabilir meselerdir. Bir devlet yöneticisinin adil olması katidir. Ama bu kişi
kim olacak nasıl başa geçecek konusu Zanniyat dur.
5. Siyasetin temel amacı dinin korunması ve dünya işlerinin yürütülmesi

ADALET: Siyasetin esası


EHLİYET: İş ehil olamayana verildiğinde kıyameti bekle ( Buhari ilim 2)
BİAT: Toplumsal meşruiyetin temeli hükümdarın mutmain olmasını sağlar.
İSTİŞARE: Ortak aklın hakimiyeti , yönetilenlerin de soz sahibi olduğunu gösterir.
İSLAM SİYASET DÜŞÜNCESİNE GİRİŞ
Siyaset ve Literatür
Siyaset ve literatür söz konusu olduğunda aklımıza gelen ilk metinler daha çok bu
konuda yazılmış müstakil eserlerdir. Siyaset adına teorik tartışmaları da dile getiren bu
eserlerin ve metinlerin ilk defa yazılmaya başladığı dönemler özellikle 10.yy sonları-11.yy
başlarıdır. Müstakil eserlerin bu dönemde yazılmaya başlanmasının sebebi, bu dönemde İslam
dünyasının daha özelde halifelik-hilafet kurumunun içerisinde bulunduğu durumdur. Buradaki
krizin temel nedeni de artık halifelik yahut hilafet kurumunun İslam dünyasındaki siyasi birliği
sağlayabilme ve temsil edebilme özelliğini, ümmeti bir arada tutma gücünü kaybetmeye
başlamasıdır. Böyle bir ortamda bu metinlerin yazıldığı bilincine sahip olmak metinleri
değerlendirmede büyük önem arz etmektedir.
1- Müstakil Siyaset Literatürü: -Dönem ve Şartlar- Yukarıda bu eserlerin halifenin
ve hilafet kurumunun İslam dünyasının birliğini temsil etme gücünü kaybetmiş, hilafet
kurumunun Müslümanların ümmet olma vasfını kaybetmesine yol açacak derecede işlevini
yitirmiş olduğu bir dönemde yazıldığını söylemiştik. Dolayısıyla bu ilk müstakil eserler özellikle
Abbasiler’e ait halifelik kurumunu yeniden güçlendirmek, dayanak teşkil edebilmek amacıyla
yazılmıştır. Bunun da en önemli örneği Maverdî’nin Ahkâmü’s Sultaniyye adlı eseridir. Maverdî
eserinde temel olarak şu noktalara vurgu yapmıştır;
• Halifeliğin icmâen sabit olduğu iddiası. İcmâen sabit olmasından kasıt,
yokluğunun düşünülemeyeceğidir. Maverdî, bu iddiasıyla yeryüzünde mutlaka bir halifenin
olması gerektiğini savunmuştur. Bunu söylerken de “Bu dünyada halifeye ihtiyaç yoktur”
görüşüne sahip Hariciler’e doğrudan doğruya bir cevap vermiştir.
• Halifenin seçimle iş başına gelmesi gerektiğini iddia eder. O yüzden ehlü’l hal
ve’l akd adında bir zümreden bahseder ve halifenin bunlar tarafından seçilip yine bunlar
tarafından azledilebileceğini ifade eder. Maverdî’nin burada anlatmak istediği temel şey
aslında halifelik kurumunun seçimle tayin edilmesi gerektiği, dolayısıyla halifeliğin Şia’nın iddia
ettiği gibi ilahi bir temele dayanmadığıdır.
• Yeryüzünde birden fazla halife olamayacağını savunur. Eserde dile getirdiği bu
görüşüyle de Bağdat’ta Abbasi halifesi varken aynı anda Mısır’daki Şii-Fatimi halifeliğine,
Endülüs’teki devlet başkanlarının ve bazı yerel küçük hükümdarlıkların “halife” unvanını
kullanmaya başlamalarına cevap verir. O bu iddiasıyla yeryüzünde bir tane halifenin
Müslümanların tümünü temsil ettiğini ve Abbasi halifeliğinin tartışılmaz bir konumda
olduğunu göstermeye çalışmıştır.
• Halifeliğin Kureyşî bir soya mensup kimseler tarafından sürdürülebileceğini
iddia eder. Bu iddiasıyla da yine “Bu dünyada halifeye ihtiyaç yoktur fakat olacaksa da Kureyşî
olmak zorunda değildir” diyen Hariciler’e ve Kureyşiliği halifelikte şart koşmayan Muteziler’e
cevap verir.
Maverdî dışında bu alandaki önemli bir diğer eser de Nizamülmülk’ün kaleme aldığı es-
Siyasetname’dir.
2- Fıkıh: Şeriatın uygulanması sorunu. es-Siyasetü’ş-Şer’iyye/İbn Teymiyye. İbn
Teymiyye bu eserini tam Moğollar’ın İslâm dünyasını işgal ettiği bir dönemde yazmıştır. Eseri
değerlendirirken bu bağlamı göz önünde bulundurmak gerekir. Kaldı ki eserin içeriği de bu
konuya çözümler arayan bir mahiyettedir. İbn Teymiyye’nin eserini “Moğollar’ın istila ettiği
İslam dünyasında Müslümanlar Müslüman olarak kalmaya nasıl devam edecekler, işlerini nasıl
yürütecekler, cezai konularda nasıl davranacaklar?” gibi problemler teşkil eder. Daha
öncesinde her ne kadar Şam defalarca el değiştirmiş olsa da yönetenler hep Müslüman
olmuştu ve müslümanların hayatında İslam’ı yaşama, İslam’ın hükümlerine göre sosyal hayatı
düzenleme bakımından herhangi bir zorlukla karşılaşılmamıştı. Fakat Moğollarla birlikte
Müslümanlar kafir bir yönetici ile karşı karşıya kalmıştır. İşte tam böyle bir ortamda
Müslümanların nasıl var olacağına, devletle ilişkilerini nasıl yürüteceğine dair hayati önem
taşıyan konularda İbn Teymiyye gibi fukahadan isimler metinler telif etmişlerdir.
3- Kelam: İmamın nasla tayini konusuyla kelam doğrudan ilgilenmektedir. Şiilikte
imamın Allah tarafından görevlendirilmesi konusuna inanmak bir inanç meselesidir. Sünnilikte
ise halifeliğe Tanrısal bir güç atfedilmemiştir. İşte bu imametin belirleyiciliği, dinin ve dinin
esasları bakımından kritik bir noktaya taşınmış olması Kelam disiplininde “İmamet bahsi”
başlığı altında çokça tartışılmıştır. Müslümanlar arasında siyaset alanında başlayan ayrılıklar
ilerleyen dönemlerde dini ayrılıklara dönüşmüştür.
4- Felsefe: İnsanın mutluluğu ve devlet: Farabi- Erdemli Şehir ya da İbn Haldun-
Umran. İslam öncesi dönemde Platon gibi filozoflar siyaset konusunda eserler yazmıştır. İslami
dönemde de filozoflar söz söylemeye devam etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi el-Medinetü’l-
Fazıla eseriyle Farabi’dir. Farabi, insanın bu dünyada mutlu olmasını sağlayan unsurun ideal ya
da erdemli bir devlet olduğunu iddia eder. Bu erdemli devletinde ancak erdemli bir
hükümdarla mümkün olabileceğini savunur. Erdemli bir hükümdarda amelî ve nazarî ilimlere
hakim olan kimsedir. Ancak öyle bir hükümdar başa geçtiğinde onun devleti erdemli bir
devlete dönüşebilir. Bu erdemli devlette yaşayan toplumlar da erdemli, mutlu insanlara
dönüşürler. Farabi islama doğrudan doğruya vurgu yapmaz, son derece teorik bir çerçeveyle
meseleyi ele alır. Ama İslam filozofları ve Müslümanlar Farabi’nin çizdiği bu çerçeveden
etkilenerek kendi siyaset felsefelerini şekillendirmişlerdir. Bir diğeri de İbn Haldun’ur. O da
Umran teorisini bedâvet (bedevilik) ve hadâret (medenilik) ilişkisi/zıtlığı üzerinden açıklar.
Devlet mekanizmasının yönetimin ortaya çıkışı, yükselişi, kemale ermesi daha sonra da çöküşe
geçmesi bedâvet ve hadâret ikilemi ile gerçekleşir. Umran ilminin de bu konu ile ilgilendiğini
söyler. Umran ilmi, devlet ve siyaset felsefesinin temelini teşkil eder.

HİLAFET
1. Kavramsal Çerçeve
• Sözlük: “Birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak,
birinin ardından gelmek / gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek” gibi anlamlara
gelir.
• Terim: “İslâm devletlerinde Hz. Peygamber'den sonraki devlet başkanlığı
kurumu”nu ifade eder.
• Kur'an'da ve Hadiste hilafet: Kur’an’da hilafet kelimesi geçmemektedir. Halife
geçse de devlet başkanı anlamında kullanılmamıştır. Yani terim değil, sözlük anlamında
kullanılmıştır. Hadis kaynaklarında ise İmam, Emir kelimeleri halife, devlet başkanı anlamında
gelecek şekilde zikredilmiştir. Bu bakımdan halife, Rasullullah’ın risalet görevi hariç onun
dünyevi otoritesini temsil eden kişidir.
Hilafet Üzerine Kısa Bir Giriş
1- Hilafetin Gerekliliği: Hz.Peygamber hayatta iken hem dini bir otoriteydi
(Müslümanların dini konulardaki problemlerini çözüyordu) hem de döneminde kurulmuş olan
siyasi ve toplumsal yapı Müslümanların bu dünyadaki hayatlarını devam ettirebilmelerini
sağlıyordu. Fakat Peygamber’in vefatıyla birlikte Peygamberlik sona erdi ve vahiy bitti. Ancak
Müslümanların işlerinin deruhte edilmesi, sağlıklı ve düzenli bir hayatın devam ettirilebilmesi,
dini Müslümanca bir hayatın garanti altında bulunabilmesi için bir otoriteye ihtiyaç vardı.
Müslümanlar bu amaçla Hz.Ebubekir’i halife seçtiler. Bu bakımdan Hz.Ebubekir
Hz.Peygamber’in risalet görevi hariç bütün görevlerini üstlendi. Daha sonra Hulefa-ı Raşidin,
sonraki halifeler için de durum aynı şekilde geçerlidir.
2- İslamdaki hilafet düşüncesinin dönemiyle mukayesesi: İslam siyaset alanına
her zaman ilkesel yaklaşır. Bir meselede ilke ve prensipleri koyduktan sonra nasıl pratiğe
dönüşeceği konusunda Müslümanları kendi tecrübelerine bırakmıştır. Müslümanlar
Hz.Peygamber vefat ettiği dönemde ve sonrasında aslında başka yönetim biçimlerini,
başkanlık unvanlarını, kurumsallaşmış yapıları biliyorlardı (krallık, kabile şefliği, mutlakıyet ve
saltanat, hilafet kurumu gibi). Müslümanlar tüm bunları bilmelerine rağmen zaman içerisinde
“Ehlü’l hal vel hak” grubu ile halife seçimini oluşturmuş olmaları, halkın biatına dayalı bir
iktidardan bahsetmeleri, dini konuları çiğneyen halifenin azlinin gerekebileceği, halifenin ilahi
bir gücünün olmadığı dolayısıyla otoritesinin ilahi bir sebebe dayanmadığı ve Tanrı adına
konuşan bir konumda bulunmadığı, ümmete ait bir hakimiyeti temsil ettiği, ferdi olarak Allah’a
karşı sorumluluklarının bulunduğu bir yöneticiden söz etmişlerdir. Tüm bunlar
düşünüldüğünde görüyoruz ki halifeliğin ve hilafet kurumunun ortaya çıktığı dönemde İslam
dünyasının çevre coğrafyalarında bilinen yönetim biçimlerinden önemli ölçüde farklılaşmıştır.
Bu anlamda hilafet sistemi o dönemki dünya tarihinin tecrübesi ve mevcut tecrübe itibariyle
amme hukuku ve siyaset teorisi açısından ileri bir seviyeyi işaret eder.
3- İslam’ın Hilafete Bakışı: temel ilkeler ve kültür, sosyal değerlerin birlikte
şekillendirdikleri alan. Müslümanlar “Ehlü’l hal vel hak” grubu ile halife seçimini oluşturmuş,
halkın biatına dayalı bir iktidardan söz etmiş, dini konuları çiğneyen halifenin azlinin
gerekebileceğini, halifenin ilahi bir gücünün olmadığı dolayısıyla otoritesinin ilahi bir sebebe
dayanmadığını ve Tanrı adına konuşan bir konumda bulunmadığını, ümmete ait bir hakimiyeti
temsil ettiğini, ferdi olarak Allah’a karşı sorumluluklarının bulunduğunu kabul etmişler, böyle
bir hilafet sistemini benimsemişlerdir. Bu da İslam’ın hilafete bakış açısını göstermektedir.
4- Biat ve Siyasi Meşruiyet – halife ve reayanın hakları: Halife iş başına ister
seçimle, ister saltanatla ister güç kullanarak; nasıl gelmiş olursa olsun her zaman kendisini
halktan biat almak zorunda hissetmiştir. Bu hükümdarlık gücünün ilahi bir temele
dayanmadığını, iktidarın gücünü ümmetten ve toplumdan aldığını göstermektedir. Yani hilafet
reyadan, ümmetten devşirilen bir güçtür o sebeple biat almayan halife meşru kabul
edilmemiştir. Bu ümmeti fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekindiği için bunun bedelinin
Allah’ın kanunlarına karşı çıkmadığı müddetçe baştaki hükümdarın meşru olarak kabul
edilmesi de toplumun görevidir. Bu açıdan biat tek taraflı değildir. Her iki tarafı da sorumlu
tutar. Biat gerçekleştiği anda yönetilenler Allah’ın kanunlarına karşı çıkmadığı müddetçe
baştaki hükümdara isyan etmemek, itaat etmek, arkasından iş çevirmemek durumunda,
yönetici de yönetilenlere karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Biat, görüldüğü
gibi karşılıklı sorumluluk ilişkisi doğuran bir bağdır.
HİLAFETİN TARİHİ SÜRECİ
3)ABBASİLER DÖNEMİ
HİLAFETİN BAĞDAT’A İNTİKALİ
Emeviler döneminde Dımaşk(Şam) olan devlet merkezi Abbasiler döneminde
Bağdat(Irak) a taşınmıştır. Devlet merkezinin değişmesi devletin dayandığı güç
merkezinin de değişmesi anlamına gelir ve basit bir olay değildir. Muaviye’nin
geçmişte Şam valiliği yapması dolayısıyla Emeviler’in merkezi kuzeye taşıması da
şaşılacak bir durum değildir. Hz. Ali de aynı şekilde merkezi kendisini destekleyen
bölgeye yani Kufe’ye taşımıştır.
Abbasiler devlet merkezini kuzeye taşımakla İslam öncesi büyük devletlerden
olan, pars kültürüne sahip birçok devletle komşu olmuş ve o devletlerden siyasi,
askeri, ekonomik, mimari vs. birçok alanda etkilenmişlerdir.
BÜVEYHİLER
Şii bir hanedanlıktır. Bağdat’ı işgal etmişler fakat gücünden faydalanmak maksadıyla
halifeye dokunmamışlar fakat otorite altına almışlardır. Bu durum Selçukluların
yardımıyla son bulmuş bu da Şii iktidarının zayıflamasına yol açmıştır. Abbasi
halifesi Tuğrul Bey’i doğunun ve batının sultanı ilan etmiş veya etmek zorunda
kalmıştır.
HİLAFETİ İLAHİ TEMELE DAYANDIRMA
Abbasiler döneminde artış gösteren bir durumdur. Bazı devlet büyükleri devletin
sarsılan otoritesini kuvvetlendirmek adına bu yönteme başvurmuşlar ve halifelere
ilahi bir güç dayandırmaya çalışmışlardır. Halifetullah ünvanının Abbasi döneminde
sıkça kullanılması bunun göstergesidir. Abbasiler Dönemi halifeliğin toplumdan
iyice uzaklaştığı, halifeye olan tazimin artırıldığı ve halifenin yüceltildiği bir dönem
haline gelmiştir. Bunun sebebi ise devlet otoritesinin güçlenmesi, yerleşmesi ile
bürokrasinin gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Temelde ise Sasani Devleti’nden
etkilenmeleri vardır.
HALİFENİN HAKTAN AYRIŞMASI VE BÜROKRASİNİN GELİŞİMİ
Yukarıda bahsedilmiştir.
HALİFENİN DEVLETİ VE DİĞER DEVLETLER
Halifenin otoritesinin dışından birçok İslam devleti ortaya çıkmıştır.
HİLAFETİN SEMBOLLERİ
Para
Hutbe okutma
Asa
Mühür
Hırka
Bunlar hilafet sembollerinin en önemlilerindendir. Bunlar arasında ise Para ve hutbe
okutma ön plana çıkar. Paranın ve hutbenin farklı yerlere ulaşma kapasitesi daha
fazla olmuş oluyor. Bu sayede elden ele geçen para ve meydanlarda, camilerde
okunan hutbeler sayesinde halifenin ismi yayılmış ve bilinmiş hale geliyor. Halifeye
karşı olan kimselerin para ve hutbeden halifenin ismini, mührünü kaldırtması da
para ve hutbenin önemine işaret ediyor.
O zamanlar paranın yapıldığı madenin değerli olması hasebiyle halifenin değişmesi
sonucu geçmiş paralar atılmayıp eritilip yeni halini alıyor veya kullanılmaya devam
ediyordu.
HİLAFETİN EMPERYAL KARAKTERİ
HİLAFETİN BAŞARISI: EMPERYAL YAYILIM VE DİNİ MESAJIN AHENGİ
Müslümanlar 150 yıllık kısa bir sürede hem coğrafi hem ilmi kültürel olarak birçok
beldeye yayılmışlardır. Emperyal yayılım ve İslam dininin verdiği mesajdaki yüce
ahenk bu gelişmeye en büyük katkıyı sağlamışlardır. İkisi de aynı anda ortaya çıkmış
ve beraber devam etmişlerdir.
Bunun benzerini Roma Devleti’nde de görmekteyiz. Çünkü Roma da Hristiyanlığı
kabul etmekle birlikte dini bir ahenk yakalamıştır. Fakat Roma’da emperyal yayılım
ve dini mesajın ahengi aynı anda ortaya çıkmamış ve birlikte devam etmemişlerdir.
Şöyle ki Roma başta herkesin kendi putunun bulunduğu Pagan inancına sahiptiler.
Bir dini ahenge sahip değillerdi. Fakat emperyal yayılımları oldukça güçlüydü. Daha
sonra Hristiyanlığı kabul etmeleriyle birlikte dini bir ahenk yakalamışlar fakat
emperyal yayılımlarındaki başarıyı da kaybetmişlerdir.
HİLAFET SİSTEMİ VE ORTAYA ÇIKAN YENİ DÜZEN: MSL. BİR DÜNYA
EKONOMİSİ
Müslümanlar, değerleri ortak bir dil ile anlaşılabilecek bir dil ortaya çıkarmayı
başarmışlardır. Emeviler döneminde ortaya çıkan bu düzenle Bağdat’ta üretilen
metin Kahire’de, Hindistan’da üretilen metin İspanya’da okunabilmekteydi.
Müslümanlar bunu ilk iki asırda gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Ayrıca İslam parası
basılmış, devlet kaynakları tutulmaya başlanmış, bürokrasi ortaya çıkmış, adeta bir
dünya ekonomisi yaratılmıştır. Daha önce birbirlerinden haberi olmayan
medeniyetler birbirleriyle kesintisiz iletişime geçmişler ve ticaret ağında birleşme
imkânı bulmuşlardır.
Ticaret yolları üzerine hâkim olunması ekonominin gelişmesine ve ulaşılamayan
mallara kolaylıkla ulaşılabilmesine katkı sağlamıştır. Ayrıca bunun sayesinde
Müslüman toplumların lüks ve refahı artmıştır.
HİLAFET VE İLİM: BENİMSEME-DÖNÜŞTÜRME- YENİDEN ÜRETME
Müslümanlar farklı kültürleri kolayca benimsemişler, Müslümanlığa davet ile yeni
bir form kazandırarak dönüştürmüşler ve biyoloji, astronomi, kimya vb. ilimlerin
öğrenimiyle yeni şeyler ortaya koymuşlardır.
HALİFE YA DA SULTAN DEĞİL, ÜMMET YA DA MEDENİYET
Bugün bu kurumlar yok olmuş gibi gözükse de etkisi hala devam etmektedir.
DİĞER HALİFELİKLER
-Endülüs, Murabıtlar (Abbasiler’e bağlı), Muvvahhidler, Hafsiler
-Fatımiler
-Mısır Abbasi Hilafeti
OSMANLI DEVLETİ
Osmanlı hilafet kavramını Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethetmeden önce de
kullanıyordu.
Mısır’ın fethi ile hilafet tamamen Osmanlılara geçmiştir. Fakat sanıldığı gibi
Mısır’dan güçlü bir nüfuz geçmemiş, Osmanlı Devleti padişahları “halife” unvanını
sıkça kullanmamışlardır. Osmanlı Devleti 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile
büyük bir toprak kaybına uğramıştır. Kaybedilen topraklardaki Müslümanlar
gayrimüslimlerin idaresi altına girmiş ve bu Müslümanlar hilafet koruması altına
girme isteği duymuşlardır. Bununla birlikte zaten zayıflamış olan Osmanlı Devleti
hilafetin gücüne her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymuş ve halife unvanını
daha sık kullanmaya başlamışlardır.
3 Mart 1924 tarihi ile hilafet ilga olmuş ve meclise devredilmiştir. Bugün TBMM’de
manevi olarak yaşamaya devam etmektedir.
HİLAFETİN KUREYŞÎLİĞİ
1) ((İMAMLAR KUREYŞTENDİR)) HADİSİ
2) TARTIŞMANIN TARİHSEL BAĞLAMI( ABBASİ HİLAFETİNİN ZAYIFLAMASI):
Abbasi Devleti’nin ümmet üzerindeki güç ve otoritesini kaybetmesi ve yeni güçlü
devletlerin ortaya çıkması ile Abbasi hilafetini korumak adına ön plana çıkarılmıştır.
3) İMAM MATURİDİ: Soy ve takva, itibar, Kureyş’in diğer kabilelere göre
merkeziliği ve şöhreti, her zaman ehil birinin olacağı düşüncesi
İBN HALDUN: Asabiyet: Kureyş asabidir. Asabi toplumlar hadarilerin yerini alır ve
hadarileşmeye başlar. Daha asabi toplum da bu toplumun yerini alır. Bu böyle
devam eder. Kureyş’in durumu da böyledir. Başta iktidarı elinde tutmaya en layık
olan Kureyş’ti. Hadarileştiği vakit yerini daha asabi bir toplum alabilirdi ve almıştır.
4) OSMANLI SON DÖNEMİ VE SÖMÜRGECİLİK: Osmanlı Devleti döneminde
Hilafetin Kureyşiliği tartışması kızışmıştır. Gerileme döneminde gücünü halifelik
makamıyla ayakta tutmaya çalışan Osmanlı Devleti Batılıların müslümanları
“İmamlar Kureyştendir” hadisi ile kışkırtması sonucu devlet olumsuz etkilenmiştir.
HALİFEDE BULUNMASI GEREKEN ŞARTLAR
MAVERDİ (EL-AHKÂMÜ’S-SULTANİYYE)
1) Adil olmak
2) Hilafet işlerinde ve hükümlerinde içtihatta bulunabilecek derecede ilim sahibi
olmak
3) Kulak, göz, dil gibi beş duyusu sağlam olmak
4) Salim olmak, sakatlığı bulunmamak
5) Amme işlerini idareye, halkın sevk ve idaresini anlamaya yarayan fikir ve bilgi
sahibi olmak
6) Düşmanla harbe, topluluğu korumaya imkan veren güç ve kuvvete sahip olmak
7) Kureyşî olmak
İBN TIKTAKÂ (EL-FAHRİ Fİ’L-ÂDÂBİ’S-SULTANİYYE VE’DÜVELİ’L-
İSLAMİYYE)
1) Akıl
2) Adalet
3) İlim
4) Allah’tan korkmak
5) Suçları bağışlamak
6) Cömertlik kalpleri kazanır
7) Heybet devletin düzenini korur
8) Siyaset
9) Ahde vefa
10) Gizli işlerin farkında olmak
NOT: Halifeliği dini bir kurum olarak gözümüzde canlandırıyoruz. Halbuki siyaset
dini bir söylem üzerine anlaşılamayacak bir kurumdur.

You might also like