You are on page 1of 8

 ATATÜRK MODELİ ile BÖLGESELLEŞME

 ÜNİTER DEVLET
 AVRUPA’NIN İSLAM İLE SINAVI

Küreselleşme dönemine girilmesiyle beraber, buna paralel olarak bir de bölgeselleşme süreci ortaya
çıkmıştır. Son on beş senedir, uluslar arası tekelci şirketlere pazar açabilmek için küresel sermayenin
güdümündeki medya aracılığı ile bütün insanlığın beyni yıkanmış ve halk kitlelerine küreselleşme zorunlu
durum olarak benimsetilmeğe çalışılmıştır. İnsanlığın önündeki tek seçenek sanki küreselleşme imiş gibi bir
durum yaratılmış ve beyin yıkama, zihin yönlendirme doğrultusunda yapılan yayınlar ile insanlar küreselleşmeye
tanrı buyruğu olarak inandırılmışlardır. Bu doğrultuda basın ve medya araçlarıyla ciddî bir psikolojik savaş
yürütülmüş, tarihin sona erdiği safsatası ile tekelci sermayenin güdümünde bir dünya imparatorluğu yaratılmak
istenmiştir. Eski dönemden kalan her şey, bütün değerler ve siyasal yapıların geride kaldığı ileri sürülmüş ve
küreselleşme ile beraber yeni bir dünya düzeni oluşturulacağı açıkça ilân edilmiştir. Buna göre, artık hiç bir
devlet kendine yeten bir siyasal yapı içinde geleceğe doğru yaşamını sürdüremeyecek, hepsi dışarıya açılacak ve
küresel ekonominin gerekleri doğrultusunda bir bütünleşme yaşanacaktır. Var olan devlet yapıları bu süreç
içerisinde çözülecek, giderek uluslar arası ekonominin istekleri doğrultusunda bir yeni yapılanma gündeme
gelecektir

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan şaşkınlık döneminden yararlanan küreselleşme akımı
iki binli yıllara gelindiğinde bir duraklama aşamasına gelmiş ve bu noktada çeşitli tepkiler gündeme gelmiştir.
Bütün insanlığa bir cennet vaadi ve dünyaya yeni bir düzen önerisi ile ortaya çıkan küreselleşme akımının kısa
bir zaman süreci içinde yeni bir emperyalizm olması, halk kitlelerinde ve dünya devletlerinde bazı haklı tepkilere
yol açmıştır. Elini verenin kolunu kaptırdığı, hoşgörü gösterenin teslim olmak zorunda kaldığı küresel saldırıya
karşı çeşitli tepkiler zaman içinde etkili olmaya başlamış ve alternatif bazı arayışları hızlandırmıştır. Soğuk savaş
sonrasının iki kutuplu dünyasından uzaklaşan bir süreçte dıştan zorlanan küreselleşme ile bir yerlere
gidilemeyeceği ortaya çıktıkça, emperyalist saldırı karşısında kalan dünya ülkeleri bir araya gelerek yeni yollar
ve stratejiler aramaya başlamışlardır. Dünya Bankası 73. Uluslar Arası Para Fonu’nun çok uluslu tekellerin
çıkarları doğrultusundaki ekonomik program dayatmaları, ulus devletleri sarstıkça giderek yıkılmaktan korkan
küçük ve orta boy devletler bir araya gelerek bu gidişe karşı bir çıkış yolu aramışlar, küreselleşmenin esiri
olmaktan kurtulabilmek için yeni bir yaklaşım denemelerine girişmişlerdir.

Yeni emperyalizmin küresel saldırısından kurtulmak isteyen dünya devletlerinin, bulundukları


bölgelerin ülkeleri ile bir araya gelerek, dıştan gelen zorlamalara karcı iş birliği içine girmeleri, dayanışma
içerisinde kendi bölgelerinde değişik yapılanmalara gitmeleri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Sovyetler
Birliği bir ideolojik devletler birliği olarak ortadan kalkarken, hemen yanı başındaki Avrupa ülkelerinin bir
kutsal birlik olarak Avrupa Birliği’ne yönelmeleri, küreselleşme aşamasında bu sürece paralel olarak ortaya
çıkan yeni bir siyasal yapılandadır. Belirli sermaye merkezleri bütün dünyayı küreselleşmeye doğru sürüklerken
dünyanın çeşitli bölgelerinde bu gidişe karşı tepkiler ortaya çıkmış, küresel emperyalizm karşısında ezilmek
istemeyen dünya ülkeleri bulundukları bölgelerdeki komşuları ile bir araya gelerek, çok güçlü saldırgan
girişimlere karşı kendilerini korumak istemişlerdir. Bazen bir ülkenin öncülüğünde, bazen de aynı bölgede
bulunan ve benzeri bir gereksinmeyi duyan ülkelerin kendiliğinden bir araya gelmeleri ile bölgeselleşmeye giden
yol açılmıştır.

Avrupa ülkelerinin, Sovyetler Birliği sonrasında Amerikan üstünlüğüne karşı bir araya gelerek
Amerikan üstünlüğüne karşı çıkmak ve güçlerini birleştirerek birleşik bir Avrupa devleti kurarak Amerikan
Birleşik Devletleri ile rekabet etmek istedikleri yeni bir döneme girilmiştir. Avrupa ülkelerinin kendisine karşı
birleştiğini gören Amerika Birleşik Devletleri ise üstünlüğünü korumak ve geliştirmek üzere, Kuzey Amerika
ülkeleri olan Meksika ve Kanada ile bir araya gelerek Kuzey Amerika Serbest Ticaret bölgesini NAFTA adı ile
oluşturmuştur. Kanada ve Meksika gibi iki büyük ülkeyi yanına alarak bir büyük Kuzey Amerika Birliğine
gidilmesi ile ABD, Avrupa'nın eski emperyalist ülkelerinin kendisine karşı birleşmeleri sürecinde yeniden kendi
üstünlüğünü sağlamayı ve dengeleri kendisinin güçlülüğü ve alternatifsizliği, çizgisinde geliştirmeyi hedeflediği
görülmektedir. ABD gibi dünyanın süper gücü olduğunu ileri süren bir büyük; ülkenin bile iki komşusunu
yanına alarak bölgesel birlik kurmak zorunda kalması, dünya hegemonya mücadelesinde tek başına ülkelerin
rekabet edemediğini ve bu doğrultuda komşu ülkeler bir araya gelerek bölgesel birlik kurmak zorunda
kaldıklarını göstermektedir. ABD’nin NAFTA ile Avrupa Birliği’ne karşı bir alternatif bölgeselleşme olgusunu
gündeme getirmesi dünyanın diğer bölgeleri ve kıtaları için de örnek olmuştur. Güney Amerika kıtasındaki
ülkeler hemen bir araya gelerek kendi aralarında bir ortak pazarın temellerini atmışlar, Asya’da ise iki dev ülke
olan Çin ve Rusya’nın bir araya gelmeleri ile ABD ve Avrupa Birliği’ne karşı Şangay Örgütü ile gene alternatif
bir bölgeselleşme süreci gündeme getirilmiştir. Orta Asya ülkelerinin de zaman içinde bu birliği üye olmaları ile
bir Asya Birliğine giden yolun temelleri atılmıştır. Şangay örgütünün gelecekte bir Asya birliğine
dönüşmesi, batının üstünlüğüne son verebilecek niteliktedir.

On beşinci yüzyıldan sonra başlayan Batı emperyalizmi dünyanın çeşitli bölgelerini uzun süre işgal
etmiş ve buralardan daha sonra geri çekilmek zorunda kalınca eski sömürgelerini bölerek ve parçalayarak ortaya
yeni devletlerin çıkmasına neden olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken dünyada yirmi devlet varken, bu yüzyıldan
çıkarken devlet sayısı iki yüzü aşmıştır. Yüz yıllık bir süre içinde devlet sayısı yirmiden iki yüze çıkarken dünya
daha fazla parçalı bir siyasal yapıya doğru yönlendirilmiştir. Emperyalizmin böl ve yönet ilkesi doğrultusunda
dünya ülkeleri ve halkları daha küçük yapılara doğru sürüklenmişler ve bu nedenle de zayıflayarak emperyal
güçlere karşı direnme gücünü yitirmişlerdir. Yirminci yüzyılın başlarında gündeme gelen hegemonya
hesaplaşması iki büyük dünya savaşına neden olurken, daha sonraları iki kutuplu bir dünya düzenine geçilmiş,
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra da ABD üstünlüğüne karşı direniş, küreselleşmeye paralel bir olgu
olarak bölgeselleşmeyi ortaya çıkarmıştır. ABD hegomanyası doğrultusunda gündeme gelen saldırganlığa karşı
her devlet yanı başındaki komşuları ile bir araya gelerek daha büyük organizasyonlar aracılığı ile Atlantik
emperyalizminin baskılarından kurtulmak istemiştir.

Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri için kendiliğinden ortaya çıkan bir süreç içinde
bölgeselleşme bir hak olarak ortaya çıkmasına rağmen, dünyanın merkezi bölgesinde var olan ülkeler için
böylesine bir hak ya da alternatif görülmek istenmemiş ve emperyalist saldırılarla, merkezi bölgedeki ülkelerin
kendiliğinden bir araya gelerek bir bölgesel çatı altında kendilerine bir ortak gelecek aramaları alternatifi ortadan
kaldırılmaları istenmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra dünyanın
jeopolitik merkezine saldıran batı emperyalizmi, yirmi birinci yüzyıla girerken bu kez de Sovyetler Birliği’nin
dağılması üzerine gene aynı yolu izleyerek yeniden aynı bölgeye saldırmıştır. Eskiden Atlantik emperyalizmini
temsil eden İngiltere nasıl Orta Doğu’ya saldırmışsa bu kez Atlantik emperyalizminin yeni temsilcisi olan ABD
benzeri yoldan giderek Irak’a bir askerî işgal harekâtı ile saldırganlığı tekrarlamıştır. Eskiden Osmanlı
İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yer alan dünyanın jeopolitik merkezi böylesine büyük bir devlet ya da
askerî gücün denetimi dışında kalınca, batılı emperyal güçler hemen harekete geçerek dünyanın merkezî
alanlarını işgal etmeye yönelmektedirler. Çünkü bu bölgede var olan ülkelerin bir araya gelerek, merkezî bir
birlik oluşturmalarını, dünyamı merkez alanında yaratılacak bir bölgeselleşme ile kendi hegemonyalarının devre
dışı kalmasını istememektedirler. Dünya hegemonyası için merkezi bölgeyi kendi kontrolleri altına almak
isteyen batılı emperyalistler, merkez alan içindeki ülkelerin birleşerek bölgeselleşmesine kesinlikle izin
vermemektedirler.

Dünyanın orta yerinde hegemonyacı güç olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla bu bölgede
yeni bir bölgeselleşme modeli soğuk savaş döneminde gündeme gelmemiştir. İmparatorluğun dağılmasından
sonra geri kalan topraklarda, batı emperyalizmine karşı savaşılarak bir orta boy devlet kurulabilmiştir. Sovyetler
Birliği gibi bir büyük dev ülkenin yanı başında orta boy bir ülke olarak kalan Türkiye Cumhuriyeti bir
bölgeselleşme süreci yaratamamış, ancak kendi güvenliğini dünya dengelerine oynayarak sağlayabilmiştir. Rus
devrimi Doğu Avrupa ve Kuzey Asya’da bir ideolojik imparatorluk ile bölgeselleşme yaratmıştır ama sistemin
çökmesi üzerine bu bölgedeki devletle gene kendi başlarına kalmışlardır. İdeolojik devlet modeli belirli anlamda
bölgeselleşme yaratmıştır ama sistem çökünce gene devletlerin bölgesel bir yapının dışında kaldığı görülmüştür.
Küreselleşme döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin eski Sovyet alanına saldırması üzerine Rusya
Federasyonu hızla yakın çevre doktrinini ileri sürerek, sınır komşusu olan eski Sovyet ülkeleri üzerinde hak ileri
sürmüş ve bu bölgeyi batılı emperyalistlere terk etmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Rusya böylece kendi
bölgesindeki etkisini koruyarak kendi insiyatifi dışında ortaya çıkabilecek yeni bir bölgeselleşme olgusunun
Rusya Federasyonunun egemenliğini tehdit etmesine izin vermemiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılması Kuzey Yarım Küre’de olduğu gibi dünyanın merkez coğrafyasında da
yeni değişikliklere neden olmuştur. Osmanlı boşluğunu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal,
İkinci Dünya Savaşı öncesinde İran ve Irak ile bir araya gelerek Sadabat Paktı aracılığı ile doldurmak istemiştir.
İkinci Dünaya Savaşı sonrasında bu pakt geçersiz kalınca, bölgeye gelen İsrail devletini korumak amacıyla
İngiltere ve ABB’nin öncülüğünde Bağdat Paktı kurulmuş ama bu 1958 yılındaki Sovyetlerin Bağdat darbesine
kadar sürmüştür. bu olaydan sonra Bağdat Paktı Cento adı ile bir merkezî savunma örgütüne dönüşmüş, daha
sonrada bölgesel kalkınma örgütü adı altında benzeri bir yapılanma devam etmiştir. Bu gibi örgütlenmeler soğuk
savaş yıllarında Sovyetler Birliği’nin dünyanın merkezi alanına egemen olmasını önlemek için birbirini
izlemiştir. Bütün mesele Osmanlı sonrası dönemde ortaya çıkan küçük Orta Doğu devletlerinin bulunduğu
bölgenin denetim altına alınması ve bunun da batılı devletlerin hegemonyası altında sağlanması biçiminde
gelişmiştir. Önce İngiltere daha sonra da Amerika Birleşik Devletleri dünyanın merkez alanında kendi
kontrolleri altında bir bölgesel hegemonya kurabilmenin yollarını aramışlardır. Bu bölgenin kendi haline
bırakılması noktasında ortaya çıkabilecek bir Arap ya da “İslam Birliği” kesinlikle batılı devletler tarafından
önlenmek istenmiştir. Eğer böylesine bir bölgeselleşme meydana çıkarsa, İsrail’in bir Yahudi devleti olarak Orta
Doğu’da ayakta kalabilmesi zorlaşacaktır. İsrail’i korumak ve güvence sağlamak için merkez alan, bölge
ülkelerinin birleşmesine karşı denetim altında tutulmuştur.

İsrail'in bir devlet olarak ilân edilmesinden, sonra Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin hemen tanıması,
Orta Doğu’daki Yahudi devleti gibi bir yapay unsura bölge ülkelerinin bölgesel dayanışma içinde karşı
çıkmalarını önlemiştir. Orta Doğu’nun en küçük devleti olan İsrail elli yıl içinde devlet kuruluşunu
tamamladıktan sonra etrafına bakmaya başlamış, komşusu olan ülkeleri dağıtarak küçültmek ve kendisine
bağlamak üzere Lübnan üzeriden terör hareketleri bütün merkezî alana yayılmak istenmiştir. Üç yüz yıllık bir
proje ile İsrail devleti kurulurken böylesine küçük bir devlet hedeflememiş, başlangıçta küçük devletle işe
girişilmiş ama daha sonrası için büyük İsrail projesi amaçlanmıştır. Büyük İsrail projesine göre eski Osmanlı
topraklarında kurulmuş olan Müslüman devletler alt kimliklerle karıştırılacak, Lübnan üzerinden terör bütün
bölge ülkelerine yayılacak ve daha sonra da alt kimlikçi terör aracılığı ile Orta Doğu devletleri parçalanarak
gelecekte İsrail’in merkezinde yer alacağı Kudüs’ün bütün bölgenin başkenti olacağı bir Orta Doğu birleşik
devletleri alt kimlikli eyaletlerin katılacağı bir bölgesel federasyon olarak kurulacaktı. Amerika Birleşik
Devletleri’nin devlet modelinin benzeri İsrail’in öncülüğünde eski Osmanlı hinterlandında gerçekleştirilecek ve
böylece dünyanın merkezi bölgesinde yeni bir dünya gücü olacak kadar büyük ve güçlü bir bölgesel federasyon
oluşturulacaktı.

Büyük İsrail projesi, Orta Doğu halklarının büyük çoğunluğunun Arap ve Müslüman asıllı olması
gerçeğini dikkate alan bir yaklaşımdır. Eğer Mısır ya da Irak ’ın öncülüğünde bir “Arap Birliği” kurulursa
böylesine bir milli unsura dayanan birlik içerisinde İsrail dışlanacağı için, iki yüz milyonluk Arap halkları
el1iden fazla ülkeye bölünerek birleşmeleri önlenmiştir. Ayrıca, gene benzeri doğrultuda İran gibi büyük bir
Müslüman devletin öncülüğünde bir “İslâm Birliği” federasyonu kurulursa gene farklı bir dinden gelen İsrail
gene bu bölgede barınamayacaktır. Bir Yahudi devleti olarak İsrail’in bölgede kalıcı olabilmesi için “Arap
Birliği” oluşumu gibi “İslâm Birliği” projesinin de önüne geçilmesi gerekmektedir. İsrail’in kurucuları bu
hesapları yaparak İngiltere’nin yönetiminde bölgeye gelmişler daha sonra da Amerika Birleşik Devletleri’nin
gücünden yararlanarak devlet olma hakkını elde etmişler. Daha sonra kendi büyük projeleri doğrultusunda
bölgeselleşmenin gerçekleşebilmesi için milli devlet politikaları doğrultusunda komşularına müdahale etmeye
başlamışlardır. Bugün İsrail’in müdahale etmediği hiç bir Orta Doğu ülkesi kalmamıştır. Bu durumdan da en çok
Türkiye zararlı çakmıştır çünkü Türkiye Cumhuriyetinin lâik rejimini İsrail İslâm dünyasına karşı bir kalkan ya
da şemsiye olarak kullanmasını bilmiş ve böylece daha sonraları ılımlı İslâm’a giden yolu da açık tutmuştur.
Geleneksel İslâm düzenini geride bırakmak isteyen İsrail kendisini kabul edecek bir ılımlı İslâm projesini, ABD
üzerinden Türkiye aracılığı ile bölgeye getirmiş ve diğer Müslüman ülkelere empoze etmiştir.

Dünyanın merkezî bölgesinde bir Arap ya da “İslâm Birliği” projelerine karşı çıkarak varlığını
sürdürmeye kararlı olan İsrail, kendisinin merkezinde yer alacağı bir Orta Doğu Birleşik Devletleri projesini,
küreselleşmenin ideolojisi hâline gelen çok kültürcülük anlayışı çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu
doğrultuda kendi denetimi altında olan medya kanalları ile bu ideolojiyi Türkiye ve çevre ülkelerinde sürekli
olarak gündemde tutmuş, Arap ve “İslam Birliği”ne karşı çok kültürlü bir kozmopolit konfederasyonun
oluşabilmesi için yoğun çaba göstermiştir. Türkiye’de medya ve basında egemen olan İsrail lobileri aracılığı ile
alt ve üst kimlik tartışmaları başlatılmış çok kültürlü ve kozmopolit bir toplum yapısına bölgenin kavuşabilmesi
için Türk toplumunun ulusal birlik ve bütünlüğü hedef alınmıştır. Osmanlının yıkılış döneminde ortaya çıkan
Türkçülük akımının daha sonraları bir ulusal kurtuluş savaşının ideolojisi hâline gelmesi ve zafere ulaşıldıktan
sonra da bir millî devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmuş olması Türk üst kimliğini bir ulusal oluşumun
özü hâline getirmiştir. Kurtuluş Savaşı sonrasında devletin kurucusu Atatürk bu nedenle yeni devlete Türkiye
Cumhuriyeti adını koymuştur. Böylesine bir ad seçilirken hem ülkenin Türk dünyasını tam merkezinde yer
alması hem de tarih, sahnesine bir Kurtuluş Savaşı vererek çıkan ulusun Türk adını taşımasıdır. Bu aşamadan
sonra Türk ulusu ile Türkiye Cumhuriyeti özdeş bir duruma gelmişlerdir.

Batılı emperyalistler Osmanlı İmparatorluğu’nu çok uluslu kozmopolit bir büyük devlet olarak
görmeye alıştıkları için İmparatorluğun çöküşünden sonra onun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti’ne de aynı
gözle bakmak istemişler ve bu nedenle bir türlü Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk ulusunun öz devleti olduğu
gerçeğini kavrayamamışlardır. Aslında gerçeği görmelerine rağmen kendi emperyalist çıkarları yüzünden bunu
görmezden gelmişler ve gene merkezî alanda hegemonya kurmak amacı doğrultusunda Türk ulusunun dünyanın
merkezinde kendi ulusal devletini kurmasını hazmedememişlerdir. Sevr haritası doğrultusunda parçalı bir yapıyı
gündeme getirmek için çaba sarf eden batılı emperyal güçler Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bir türlü tarihsel bir
gerçek olarak kabul edememişlerdir. Lozan görüşmeleri sırasında gene alt kimlikli etnik devletçikleri
oluşturabilmek için baskı yapmışlar ama Türk heyetinin direnmesi sayesinde bu amaçlarını
gerçekleştirememişlerdir. Lozan sonrasında ise ikinci Dünya Savaşı araya girince bu politikalarına bir süre için
son vermişler ama daha sonra eski politikalarına dönerek Türkiye’yi eyaletler düzeyinde parçalamaya götürecek
Yugoslavyalaştırma çabalarını sürdürmüşlerdir. Bu sürecin en son halkası olarak Kopenhag kriterleri Türklere
zorla dışarıdan dayatmadır. Savaş alanında bölemedikleri Türkiye’yi barış masasında bölerek kendi
bölgeselleştirme plânlarını öne çıkarmak istemektedirler.

Osmanlı sonrasında gerçekleştiremedikleri kendi bölgeselleşme planlarını Sovyetler Birliği sonrasında


başarabilmek için var güçleri il asılmaktadırlar. Arap ve “İslâm Birliği” dışında sanki başka bölgeselleşme
politikası yokmuş gibi hareket eden emperyal ve Siyonist güçler büyük İsrail projesine paralel olarak “Yeni
Bizans ya da Büyük Orta Doğu” gibi yeni projelerini Türkiye üzerinden gerçekleştirebilmenin yollarını
aramışlardır. Avrupa Birliği, Vatikan ve Fener Rum Patrikhanesi ile iş birliği içinde hristiyan misyonerliğini
destekleyerek Anadolu halkının Hristiyan olmasını sağlayarak kilise üzerinden yeni bir Bizans projesinin
dünyanın merkezinde ortaya çıkması doğrultusunda çalışmalarını sürdürmüştür. Amerika Birleşik Devletleri ise
küreselleşme sürecinde İslâm dünyasını Avrupa ve Asya’nın büyük ülkelerine kaptırmamak için Türkiye
üzerinden Büyük Orta Doğu Projesini ortaya çıkarmış ve bu doğrultuda Türkiye’de bir ılımlı İslâm iktidarının
oluşumuna dışarıdan destek vermiştir. Irak savaşı sırasında İslâm dünyasına yönelik bir Haçlı Seferi sırasında
Türkiye'yi bir Müslüman ülke olarak askerî üs hâline getirmek isteyen girişimlere Türkiye Cumhuriyeti
parlamentosu karşı çıkmıştır.

On beş yıllık zorlamalara rağmen, “Yeni Bizans, Büyük İsrail ve Büyük Orta Doğu” projelerinin
gerçekleşememesi artık bu bölgede nasıl bir bölgeselleşme olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Var olan
devletlerin başkentlerini dışlayarak bu başkentlerdeki kurulu bulunan devletleri görmezden gelerek, dışarıdan
estirilen rüzgârlarla, sınır ötesi yayın yapan medya projeleri ile bir yerlere kadar gelen bu emperyal projeler artık
bir durma aşamasına gelmiştir. Osmanlı ve Selçuklu hinterlandında bulunan Türk ve Müslüman devletlere ters
gelen bu gibi emperyal rüzgârların artık terör ve savaş destekli yürütülmek istenmesi, Irak'ın işgalinden sonra
diğer komşu devletlere de yeni işgal plânlarının dayatılması karşısında Irak gibi yıkılmak istemeyen bölge
devletleri bir araya gelerek iş birliği ve dayanışma girişimlerine kalkışmışlardır. Mısır ve Suudi Arabistan bir
araya gelerek açıkça “Büyük Orta Doğu Projesi”ne karşı çıkmışlardır. İran ise Suriye ile savunma ve güvenlik
antlaşması imzalamıştır. Irak'ın durumuna düşmek istemeyen bölge ülkeleri bir araya gelerek kendilerini
savunma konumuna yönelirken, eski bir NATO üyesi olan Türkiye NATO’nun patronlarının bu bölgede
emperyalist işgale kalkıştığı bir aşamada arada kalmış ve komşuları gibi kendisini savunacak bir birliğe
yönelmesine izin verilmemiştir. Türkiye bölgeyi işgal eden batılı emperyal güçlerin bölgedeki askerî üssü
konumuna getirilerek, komşuları ile savaşa zorlanan bir olumsuz aşamaya getirilmiştir.

Atlantik emperyalizminin Siyonist güçlerle iş birliği yaparak dünyanın merkezî alanını işgale
yönelmesi projesi çerçevesinde bir bölge ülkesi olarak Türkiye son derece zor bir konuma düşürülmüştür. Eski
dönemden kalma müttefikler merkezî alanı işgale kalkıştıklarında, Türkiye hem bir eski müttefik hem de bir
bölge ülkesi durumunda olduğu için arada kalmaktadır. Bölgeyi işgal için saldıran Atlantik güçleri ile var olan
eski ittifak, aynı zamanda bir bölge ülkesi olan Türkiye'nin de dolaylı yollardan işgal edilmesine giden yolu
açmaktadır. Türkiye'yi merkezde bir üs ve hareket alanı olarak kullanan Atlantik emperyalistleri, müttefikleri
İsrail'in çıkarları doğrultusunda da manevralar yapmaktalar ve bu yüzden Türkiye'nin komşuları ile düşman
durumuna sürüklenmesine neden olmaktadırlar. Irak'a saldırı hareketinin Türkiye üzerinden yapılmak istenmesi
İran ve Suriye'ye yapılması düşünülen saldırılarda Türkiye'nin gene bir üs olarak kullanılmak istenmesi bir bölge
ülkesi olan Türkiye'nin bölgeden kopartılmasına neden olmakta ve Türkiye kendi çıkarları doğrultusunda,
emperyalistlere karşı kendisini koruyabilmek için bölge ülkeleri iş birliği ve dayanışma içine girecekken,
Türkiye'yi içeriden işgal eden emperyal güçlerler Türk ülkesini bölgesel işgalin ana merkezi hâline getirmek
istemekteler ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye ederek ülkesini merkezî bir askerî alan olarak
kullanabilmenin plânlarını zorla uygulamak istemektedirler.

Emperyalistler ve Siyonistler barış içinde kendi bölgesellerine plânlarını dünyanın merkezî alanında
gerçekleştiremeyence, bu kez terör ve işgal yolları ile bir kez daha hegemonya plânlarını yaşama geçirmenin
yollarını aramışlardır. Savaş son bir çare olarak Irak'ta başlatılmış ve İran ile Suriye üzerinden bütün bölgeye
taşınmak istenmektedir. Barış yolu ile kendi bölgesel plânlarını başarıya ulaştıramayanlar şimdi de savaş yolu ile
bir bölgeselleşmeyi zorla bölge ülkelerine dayatmaktadırlar. Barış yolu ile aldatılmaya direnen bölge ülkelerinin
savaşa karşı direnemeyecekleri hesap edilmektedir. Savaş yolu ile var olan devletlerin ortadan kaldırılması ve alt
kimliklere dayanan küçük küçük eyaletlerin oluşturulması plânlanmaktadır. Bunun ilk denemesi Kuzey Irak'taki
kukla etnik petrol devleti ile uygulama alanına getirilmiştir. Buradan hareket edilerek diğer üç devlette de benzer
parçalanmalar bu bölgede yaşayan etnik kimlikli halk kullanılarak yaratılmak istenmektedir. Bir büyük “İslam
Birliği” ya da “Arap Birliği” projelerinin devre dışı kalabilmesi için alt kimlikçiliğin hortlatılması ve her etnik
ya da dinsel cemaat gruplarına kendi küçük devletçiklerini kurma hakkı gündeme getirilmektedir. Bu da insan
hakları kılıfı altında sürdürülmekte ve emperyal plâna insan hakları gibi kutsal bir kavram alet edilmektedir.

Bölgesel hegemonya plânları doğrultusunda dünyanın merkezî alanındaki ülkelere zorla dayatılan
emperyal plânlara karşı, merkezi ülkelerin de bir araya gelerek uygulayabilecekleri bir alternatif olarak devreye
sokabilecekleri “Merkezi Devletler Birliği” projesi ortaya atılabilir. Böylesine bir proje Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Mustafa Kemal’in dış politikasına geri dönülmesidir. Batılı emperyalistlere karşı savaşarak Türkiye
Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak kuran Atatürk, İkinci Dünya Savaşı’nın geldiğini görünce komşu
ülkelerle bir araya gelerek bölgesel paktlar kurmuştur. Hitler ve Mussolini gibi iki çılgın siyasetçinin
maceralarını Balkanlarda durdurmak üzere bir Balkan Paktı’nı Balkan ülkeleri ile kuran Mustafa Kemal,
Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Orta Doğu'da meydana gelen otorite boşluğunu gidermek üzere, İsrail'in
kuruluşundan önce İran ve Irak ile bir araya gelerek Sadabat Paktı’nı bir bölgesel ittifak olarak
gerçekleştirmiştir. Sadabat Paktı, dünyanın merkezindeki otorite boşluğunun giderilmesi amacıyla bölge
devletlerinin bir araya gelmesini hedeflemektedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, İtalya Fransa
İngiltere ve Sovyet Rusya gibi emperyalist devletlerin Orta Doğu bölgesine gelmelerini ve bir işgale
kalkışmalarını engellemek üzere düşünülmüş bir bölgesel pakttır. Sadabat Paktı tamamen bölge ülkelerinin
emperyalist saldırı tehlikelerine karşı kendilerini koruyabilmek için gündeme getirdikleri savunmacı
bölgeselleşme plânıdır. Atatürk'ün “yurtta barış ve dünyada barış” ilkesine uygun olarak, bölgede barışı
gerçekleştirebilmek üzere kurulmuş ve savunulmuştur.

Osmanlı sonrasında dünyanın merkezî alanındaki bölgeselleşmedeki Türk plânı Atatürk'ün


antiemperyalist dış politikası ile ortaya konulmuştur. Orta Doğu'da bölgeselleşme sürecinde Atatürk’ün modeli
bölge ülkelerinin oldukları gibi kabul edilmesini esas almaktadır. Kurtuluş Savaş sırasında Iraklı ve Suriyeli
vatanseverlerin Atatürk'ten yardım istemeleri üzerine, Türkiye'nin kurucusu her ülkenin kendi kurtuluşunu
gerçekleştirmesi gerektiğini vurgulamış ve daha sonra bölge ülkelerinin bir araya gelerek bir bölgesel federasyon
çatısı altında yaşayabileceklerini açıkça dile getirmiştir. Atlantik, Avrupa emperyalizmleri ile beraber İsrail
Siyonizm de bölge ülkelerinin parçalanmasını alt kimliklerle küçük eyaletlerin oluşturulmasını ve bunların ya
Kudüs'e ya da Yeni Bizans’ın merkezi konumuna getirilmek istenen İstanbul'a bağlanmasını istemektedirler.
Emperyalistler parçalayarak kendi kontrolleri altında bir bölgeselleşmeyi dayatırlarken, bölge ülkelerinin tamamı
yok olma ve dağılma tehlikesi içine girmektedirler. Böylesine bir dıştan zorlamaya karşı bölge ülkelerinin ilk
yapacakları işin bir araya gelmek olduğu açıktır. Ancak bu yoldan emperyalist saldırı ve işgallere karşı
direnebilirler.

Atatürk modeli ile bölgeselleşme onun ilkelerinin esas alınmasını gerektirir. Atatürk ilkeleri bir bütün
olarak diğer siyasal sistemlerden farklı bir yapıyı gündeme getirmektedir. antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı
tutum bu açıdan önem taşımaktadır. Onun devletçilik ilkesi, empeyal güçlerin baskı ve saldırılarına karşı
halkların ve ulusların kendi kaderlerine sahip olabilmeleri açısından önem taşımaktadır. Güçlü bir devlet ile
bağımsızlığın gerçekleşebileceğini, bu çerçevede Batı’nın dev şirketlerine karşı halkların ve ulusların ortak
çıkarlarının ancak güçlü devlet yapılanmaları ile korunabileceği Atatürk’ün deneyimlerinde görülmektedir.
Yıkılan bir İmparatorluğ’un topraklarında Atatürk yeni bir siyasal düzen kurmuştur. Bu düzeni kurarken hiç bir
ülkeyi taklit etmemiş ve tamamen Türkiye'nin özel koşullarına uygun hareket etmiştir. Bu çerçevede her ülkenin
kendi özel koşullarına göre hareket etmek ve hiç kimseyi taklit ekmemek gibi bir hakkının bulunduğu dış güçlere
karşı savunulmuştur. Türkiye'nin hiç bir ülkeye benzemediği gibi diğer ülkelerin de başkalarına benzemeyen
yanları bulunmaktadır. Bu doğrultuda her ülkenin hiç bir dış modele uymadan kendi yolunu seçmek ve özel
koşulları doğrultusunda en uygun hareket biçimini belirlemeye hakkı bulunmaktadır. Devletçilik ilkesi bu
doğrultuda bütün ülkelere yol göstermektedir. Neoliberal felsefe ile özel sektörcülük devletlere ve devletçilik
uygulamalarına karşı savaş açarken, uluslar arası tekelci şirketlerin önünü açmakta ve devletlerin giderek
zayıflamasına neden olmaktadır. Küresel politikalar tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda bir dünya pazarı
yaratırken kendi haklarının korumasını yapan devletleri devre dışı bırakmakta ve bu doğrultuda devlet
düşmanlığı neoliberal politikalarla körüklenmektedir. İşte bu emperyalist ve sömürgeci gelişmeye karşı
Atatürk'ün devletçiliği devreye girmekte ve bir avuç para babasından oluşan zengin azınlığın dünya nimetlerine
el koymasına izin vermemektedir. Her ülke halkı kendi devletini güçlendirerek ulusal çıkarların korunması
doğrultusunda güçlü bir şemsiye yaratmakta ve devlet koruması altında halk kitlelerinin çıkarları emperyalist
tekellere karşı daha güvenli bir biçimde korunabilmektedir. Dünya ekonomik krizinin atlatılması sırasında
devletçiliğe önem veren Atatürk daha sonraları bu politikayı sistemleştirerek Türkiye için bir yaşam düzenine
dönüştürmüştür. Onun zamanında Türkiye'nin çok hızlı kalkınması bu yollardan gerçekleştirilmiş ve Türkiye
Cumhuriyeti kısa zamanda batının dışındaki bir ülke olarak diğer batılı olmayan ülkelerin çağdaş dünyaya
açılmaları açısından model ülke konumuna gelmiştir. Batının yanı başında batı standartlarının yakalanabilmesi
için güçlü bir devletçilik böylesine olumlu bir sonuç yarattığı için, dünyanın merkezî bölgesindeki devletlerin bir
araya gelerek bölgeselleşmeleri doğrultusunda devletçi politikalarla güçlendirilmiş devlet yapılarına gerek
bulunmaktadır. Neoliberal politikalarla teslim alınan ülkelerde zayıflayan devlet yapıları sömürgeci şirketlerin
bölge bekçisine dönüştüğü için, bağımsız bir bölgeselleşme sürecide güçlü devletlerin varlığı esastır, bunun
içinde bilinçli bir doğrultuda ulusal devletçiliğin izlenmesi zorunlu bulunmaktadır. Atatürk modeli bu açıdan yol
gösterici olduğu için, emperyalizmin papağanı konumundaki neoliberaller ciddi bir Atatürk karşıtlığı hatta daha
da ileri giderek düşmanlığı yapmaktadırlar.

Atatürk ulusçuluğu ve halkçılığı da beraberce ele alındığında gene merkezî devletler için yol
göstericidir. Merkezdeki ulus devletler açısından onun ulusçuluğu, ülke devletleri açısından da halkçılığı kesin
olarak yol göstericidir. Ulus devletlerin ulusal çıkarlara öncelik tanıyan, dış baskılara karşı çıkan ulusun
egemenliğini devlet yönetiminde esas kılan politikaları Atatürk modelinde olduğu gibi bölge ülkeleri açısından
yön göstericidir. Ulusal bir toplum yapısına sahip olan ülkelerin devletleri kendi uluslarını üne çıkaracak ve
ulusal çıkarlar doğrultusunda ülke ve devlet işleri yürütülecektir. Ulusal çıkarların korunmasını faşizm diye
karalayarak, tekelci şirketlerin menfaatlerini savunan mandacı ve iş birlikçi kesimlere karşı ciddî bir ulusal
savunma ve uygulama gündeme getirilecektir. Bir ulusun varlığı ve yaşamı en kutsal değer olarak kabul
edilecektir. Tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda ulus devletlerin ortadan kalkmasına neden olan küresel
politikalara izin verilmeyecektir. Bir toplumun ulusal varlığını tasfiye etmekte kullanılan alt kimlikçiliğin
gelişmesine izin verilmeyecek, insan hakları ya kültürel haklar görünümünde alt kimlikçilik yapılarak ulusların
tasfiye edilmesine giden yolun önü kesilecektir. Sermaye sahibi azınlığın denetiminde sermaye egemenliğinin
oluşturulması doğrultusunda ulusal egemenliğin ortadan kalkmasına giden yola ve politikalara kesinlikle izin
verilmeyecektir.

Halkçılık açısından da Atatürk modeli merkezî devletler için önemli bir örnek oluşturmaktadır. Küresel
emperyalizmin para babalarının çıkarları doğrultusunda halkları ezen ve kitlelerin çıkarlarına ters düşen
politikalarına karşı halk yığınlarının çıkarlarına öncelik veren politikaların gündemde tutulması ve bunların
bilinçli bir devlet politikası ile istikrarlı bir düzene kavuşturulması Atatürk’ün modelinin esaslarından birisidir.
Her ülke kendi halkına daha iyi yaşam koşullarını sağlayacak, halkına daha fazla çıkar sağlayacak politikalara
öncelik vermek zorundadır. Bu gibi politikalara popülizm adı altında karşı çıkan emperyalizmle iş birlikçilik
yapan mandacı çevrelerin kendilerini besleyen tekelci şirketlerin çıkarlarına öncelik verirken bunu ekonomik
rasyonalizm perdelemesi ile halkın gözünden kaçırarak uygulama alanına getirdikleri görülmektedir. Yalan ve
sahtekarlığa dayanan bu gibi çıkar politikalarının daha fazla haksızlık yaratmaması için popülist suçlamalarından
çekinmeden halk kitlelerinin çıkarlarına öncelik veren, politikalar uygulanmalıdır. Son dönemlerde Türkiye'de
orta tabakaların çökmesi de, küresel politikaların ne derece halk kitlelerinin çıkarlarına ters düştüğünü ve
Atatürk'ün halkçı modelinin ne kadar haklı ve doğru olduğunu açıkça göstermektedir. Doktriner sosyalizme karşı
bir uygulamacı halkçılık anlayışı Atatürk döneminde Türk halkının bütün gereksinmelerini karşılamıştır.
Günümüzde sosyalist modelin devre dışı kaldığı bu aşamada Mustafa Kemal'i gerçekçi halkçılık anlayışı hem
merkez ülkelere hem de batının dışında kalan bütün mazlum uluslara yon göstermektedir.

Laiklik açısından da Atatürk modelinin, merkez bölgede bulunan ülkelere örnek oluşturduğu açıktır.
Hristiyan Avrupa'nın yanı başında bir Müslüman halkın devleti olarak kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti
Batı emperyalizmine karşı savaşarak ortaya çıkmasına rağmen çağdaş uygarlığa dönük bir ülke olarak yoluna
devam etmiştir. Bu aşamada batıcılık ve çağdaşlık birbiriyle karıştırılmamıştır. Türkiye'yi Batı’nın sömürgesi
durusuna düşürecek bir Batı mandacılığı körükörüne savunulmamış ama kısa zamanda Orta Çağ toplumundan
çağdaş bir cumhuriyet yaratılmıştır. Böylece batıcılık ve çağdaşlık arasındaki fark ortaya konulmuş, Atatürk
modeli çağdaşlaşma ideali doğrultusunda bütün Türk ulusu tarafından benimsenmiştir. Köhnemiş bir
İmparatorluğu’n yıkıntıları üzerine kısa zamanda çağdaş bir cumhuriyet oluşturulurken lâiklik ilkesi yol gösterici
olmuş ve dini: devlet yönetimi üzerindeki etkisi devre dışı bırakılarak lâik bir sistem benimsenmiştir. Bu yönü ile
Atatürk modeli, Batı’nın yanı başındaki merkez ülkelerinin geleceği açısından vazgeçilemez bir yön göstericidir.
Türkiye bugün batı ülkeleri ile çağdaş bir düzeyde ilişkiler kurabiliyorsa her türlü emperyal baskıya rağmen,
kendisini modern dünyaya kabul ettirebiliyorsa bu çağdaş dünyanın lâiklik rejiminin benimsenmesiyle
sağlanabilen bir aşamadır. Özellikle, küresel imparatorluk peşinde koşan tekelci sermayenin ve uluslar arası
finans kapitalin, yeni dünya düzeni için yeniden dinci politikaları bütün ülkelere empoze etmesi ve bu doğrultuda
dünya egemenliği için bir yeni Orta Çağı dayatması gerçeği karşısında laiklik ilkesi çok önem kazanmaktadır.
Orta Çağ’dan çağdaş topluma lâiklik ilkesi ile yönelen Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Atatürk devrimi merkez
bölgedeki bütün Müslüman. ülkeler açısından gözden kaçırılamayacak kadar, önemli bir modeldir. Atatürk
modeli ile bütünleşecek merkezin Müslüman ülkeleri tıpkı onun ülkesi gibi çağdaş uygarlık düzeyine kısa
zamanda ulaşabilme şansını elde edebileceklerdir.

Merkez coğrafyada yer alan bütün ülkelerin cumhuriyet rejimi ile yönetildikleri dikkate alınırsa,
Atatürk'ün cumhuriyet modeli bu açıdan da yön gösterici olacaktır. Kendi ulusu için sonsuza kadar yaşayacak bir
cumhuriyet modelini benimserken, cumhuriyet rejiminin bir halk egemenliğine dayalı rejim olarak halkın
çıkarları için güvence oluşturacağını biliyordu. Halk egemenliği olarak tarih sahnesine çıkan cumhuriyet kavramı
daha sonraları gündeme gelen bir anglosakson demokrasi yaklaşımıyla devre dışı bırakılmıştır. Küresel
imparatorluk kurmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri yeni emperyal politikalarını yeni demokrasi projesi adı
altında bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışırken, halkın egemen olduğu cumhuriyet devletlerine demokrasi
görünümünde medya ve siyaset çıkarmaları yapmıştır. Cumhuriyet devletlerinin egemenliğine karşı çıkan
politikaları sivil toplum kuruluşu adı verilen emperyalizmin “Truva Atı” rolündeki kuruluşlar aracılığı ile
gündeme getiren küreselleşme süreci halk egemenliği yerine sermaye egemenliğini koyarken, cumhuriyet
devletlerini devre dışı bırakmak üzere toplum içinde kendine yandaş bazı kesimiler yaratmaktadır. Böylece,
cumhuriyetlerin demokrasi kavramının arkasına saklanmış yeni emperyal saldırı ile karşı karşıya kaldıkları
görülmektedir. Böylesine aldatıcı yaklaşımlara karşı batı emperyalizminin saldırı sürecinde cumhuriyet
devletlerinin güçlendirilmeleri gerekmektedir. Atatürk, bu nedenle merkezi otoriteyi örgütleyen güçlü bir
başkent modeli ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. İkinci Dünya Şavaşı sonrasında Atlantik ötesinden son
derece büyük bir emperyalist saldırı ile karşı karşıya kalmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin gene eskisi gibi
ayakta kalabilmesi, Atatürk’ün güçlü merkeziyetçilik anlayışına dayanan cumhuriyet rejimi sayesinde
sağlanabilmiştir. Merkezin güçlü olması devleti de güçlülüğünü beraberinde getirmekte ve bu doğrultuda
emperyalist sızmalara karşı rejim ve devlet kendisini daha rahat koruyabilmektedir. Fransız devriminden, gelen
jakoben bir anlayışla örgütlenecek güçlü cumhuriyet rejimleri ile emperyalizme karşı konulabileceği Atatürk
modeli ile Türkiye’de kanıtlamıştır. Orta Doğu'nun ve merkezi bölgelin cumhuriyet devletleri emperyalizmin
saldırganlığına karşı kendilerini korumak istiyorlarsa Atatürk'ün merkeziyetçi cumhuriyet modelini
benimsemelidirler. Ancak bu yoldan bölünme ve dağılma önlenebilecektir. Büyük Orta Doğu’ya büyük İsrail
projeleri doğrultusunda alt kimlikli cemaatlerin kışkırtılması ulus ve halk bütünlüğünü bozacak yeni etnik siyasal
yapıların oluşturulmaya çalışılmasına karşı Atatürk'ün merkeziyetçi ve bağımsızlıkçı cumhuriyet modeli merkez
ülkelerinin bölgeselleşmede yol gösterici olacaktır. Yeni demokrasi projeleri ile emperyalizmin böl ve yönet
politikalarının önüne geçilebilmesi için Atatürk cumhuriyeti çok başarılı bir siyasal modeldir.

Ne var ki Türkiye'de demokrasiye geçilmesi ile beraber batı mandacısı kadrolar batılı emperyalist
merkezlerin desteği ile iş başına gelmişler ve Atatürk cumhuriyetinin bağımsızlığından önemli ölçüde ödünler
vermişlerdir. Basın ve medya satın alınarak bu gerçek, halkın gözünden kaçırılmak istenmiştir. Terör halkı
korkutmak için emperyal merkezler tarafından kullanılmıştır. Bu gibi yöntemlerle emperyalizm Türkiye'yi
içerden ele geçirmenin yollarını aramış ve bir ölçüde de başarılı olmuştur. Ne var ki bize dost ve müttefik
olduğunu söyleyen emperyal güçlere karşı Türk halkındaki olumsuz yaklaşım son zamanlarda yapılan kamuoyu
yoklamalarında neredeyse yüzde doksanlara varan bir tepki düzeyine gelmiştir. Böylece Türk halkı çıkarlarına
aykırı düşen bu gelişmeleri gördüğünü açıkça ortaya koyarak bu sömürgeci gidişe dur demiştir. Son yarım
yüzyılda iş başına, gelen yönetici kadroların büyük çoğunluğunun batı mandacısı kadrolar olması nedeniyle
Türkiye önemli ölçüde bocalamış ve bakımsızlığının bir kısmını yitirme noktasına gelmiştir. Bütün bu olumsuz
gelişmelere karşılık gene de Türkiye Cumhuriyet devleti bağımsız devlet statüsünü korumasını bilmiştir.
Türkiye'yi emperyalist savaş oyunlarına alet etmek isteyen dış baskılara Türk parlamentosu boyun eğmemiş bu
gibi baskılara karşı çıkmıştır. Elli yıllık baskı ve saldırıya rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlâ birlik ve
bütünlüğünü koruyabilmesi de Atatürk’ün cumhuriyet modelinin ne kadar güçlü olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Atatürk'ün cumhuriyet modeli ile varlığını ve birliğini koruyacak merkezî ülkeler birer cumhuriyet
devleti olarak bir araya gelebilecekler ve cumhuriyetçi bir dayanışma, düzeni içinde bölge halklarının çıkarları
doğrultusunda oluşturacakları bölgesel birlik ile emperyalizmi dünyanın merkezine girmesine karşı
koyabileceklerdir. Her türlü iç ve dış çekişme ve savaşa karşı cumhuriyetçi birlik ve bütünlük çerçevesinde karşı
çıkılacak, bölgesel iş birliği geliştirilerek ülke ve bölge güvenliği halk egemenliğinin göstergesi olan cumhuriyet
yönetimlerinin bağımsız iradeleri ile canlanacaktır. Bölge halklarının büyük çoğunluğunun Müslüman olması
Atatürk'ün cumhuriyet modelinin uygulanması açısından sorun olmayacaktır çünkü Türk toplumunun büyük
çoğunluğunun İslâmı kabul eden bir yapıda, bulunması da Müslüman toplumlar açısından Atatürk'ün cumhuriyet
modelinin gerçekçi biçimde uygulanabileceğini açıkça göstermektedir. Lâik devlet ve Müslüman toplumun bir
arada olabileceği Atatürk modeli açıkça kanıtlanmıştır. Bu noktada, İslâmî cemaatlerin Atatürk cumhuriyetine
karşı emperyal baskılarla kışkırtılması sonuçsuz kalacaktır. Yılların uygulaması lâik cumhuriyet ve Müslüman
toplum barışını bütün dünyaya açıkça göstermiştir.
Atatürk devriminin hedefi çağdaş uygarlığa erişmek ve uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olarak yola devam
etmektir. Bu çerçevede Batı’nın dışında bir ülke olmasına rağmen, Batı’nın sahip olduğu çağdaş uygarlığı
dikkate alan bir devrim Türkiye'de gerçekleştirilmiştir. Atatürk devrini tüm Asya-Afrika ülkeleri açısından örnek
bir modeldir. Bu yönü ile hem Müslüman toplumlara hem de merkez bölgedeki ülkelere de yön göstermektedir.
Çağdaş uygarlığa açılan bir bölgeselleşme dünyanın merkezî coğrafyasında ancak Atatürk modeli ile mümkün
olabilecektir. Bu gerçeği görecek Orta Doğu, Kafkasya hatta Balkan ülkeleri Türkiye ile bir araya gelebilir ve
Atatürk modeli çerçevesinde bir bölgeselleşmeye yönelebilirler. Onun zamanında kurulmuş olan Balkan Paktı ve
Sadabat Paktı ülkeleri dünyanın orta yerinde Atatürk modeli ile bir büyük birlik kurabilirler. Dünyanın çeşitli
bölgelerinde ortaya çıkan bölgeselleşme oluşumları dikkate alınarak küresel merkez alanda “Merkezi Devletler
Birliği” adı altında “Bağımsız Devletler Birliği” benzeri bir gevşek konfederasyon kurulabilir. Böylece,
emperyalist hegemonya peşinde koşan büyük ülkelerin dünyanın merkezî coğrafyasına saldırıları önlenebilir. Bir
büyük paylaşım savaşının önüne geçilebilir ve böylece dünya barışı güvence altına alınabilir. Böylesine
sonuçların alınabilmesi için, Atatürk modeli ile gerçekçi ve güçlü bir bölgesel paktın oluşumuna acilen öncelik
verilmelidir.

Emperyalist güçlerin kendi çıkarlarına, göre çizdikleri plân ve projeler ne Türkiye'nin ne de merkez
coğrafyada bulunan ülkelerin çıkarlarına uygun düşmemektedir. Bu gerçek artık bütün bölge halkları tarafından
bilindiğine göre artık nelerin olmaması gerektiği de açıkça ortaya çıkmıştır. Son haksız Irak saldırısı üzerine
şimdi nelerin olması gerektiği de açıkça görülmektedir. Dünyanın jeopolitik merkez alanında artık bir
emperyalist ya da Siyonist işgalin olmaması için, bölge ülkelerinin acilen bir araya gelerek merkezî bir birlik
çatısı altında ortak hareket etmeleri kaçınılmazdır. Böylesine bir bölgesel birliktelik, bu bölgede Batı
emperyalizmine karşı ilk karşı duran ve bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıran Mustafa Kemal
Atatürk’ün yolundan gidilerek gerçekleştirilebilecektir. Eski, Osmanlı ve Selçuklu topraklarında var olan ülke ve
devletler emperyalizme karşı var olabilmek için bu bölgede ilk antiemperyalist savaşı veren Atatürk'ün izinden
gidecekler ve onun modelini benimseyerek bir bölgesel birliktelik oluşturarak varlıklarını koruyabileceklerdir.
Atatürk modeli ile bölgeselleşme dünyanın geleceğinde barış şansını artıracak ve bütün dünya ülkeleri tarafından
desteklenmesi gereken bir çözüm olacaktır.

You might also like