You are on page 1of 7

Boşluk, Latincede “Spatium”, İngilizcede “Space” ve Arapçada ise “Mekan”

olarak tercü me edilir. Aynı zamanda espas, mesafe, boyut, ara, aralık, uzaklık,
genişlik, yer, meydan, saha, zaman, süre, bir kitlenin büyümesi, genişlemesi veya
uzaklaşması anlamlarına gelir.
Toplumlara ve tarihsel sü rece gö re boşluk farklı şekillerde tanımlanmış ve
farklı kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Toplumların yaşama ve varlığ a karşı
aldıkları tavır ile boşluk algısı şekillenmiştir. Batı uygarlığ ında daha çok mekâ n,
zaman, hareket gibi kavramlar ü zerinden ele alınırken, Uzak Doğ u
uygarlıklarında hiçlik ve boşluk, varlık algısının temeli olarak tanımlanır. İki
farklı algı kü ltü rü arasında kalan Orta Doğ u ve Tü rk kü ltü rü nde ise her iki
anlayıştan etkilenildiğ i, boşluk algısının yaşam alanlarında farklı şekillerde
deneyimlendiğ i sö ylenebilir.
Geometri boşluğ u nesnelerin şeklini, konumunu, birbirleri ile olan
ilişkilerini tanımlayabileceğ imiz ü ç boyutlu uzam olarak tanımlar. Gü ndelik
yaşamın içinde biz geometrinin tanımladığ ı bu boşluk içinde hareket eder,
konumumuzu belirler, diğ er varlıklarla ilişkimizi dü zenleriz. Fiziksel olarak ise
genel olarak boşluk diye tanımladığ ımız çeşitli gaz molekü lleri ve partikü ller ile
dolu dü nya atmosferi içinde bu molekü llerin hareketliliğ i sayesinde yerimizi
değ iştirebilir, hareket edebiliriz. Kısacası bizim boşluk olarak ele aldığ ımız içinde
hareket ettiğ imiz atmosfer aslında gerçek anlamda boş değ ildir.
Dolu kavramının karşıtı olan boşluk terimi, içerisinde hiçbir ö zdeğ in
bulunmadığ ı uzayı akla getirir. Evrende boşluğ un olup olmadığ ı tartışması Antik
Çağ Yunan Felsefesinden gü mü mü ze tartışılmaya devam etmektedir. Boşluk
kavramına felsefede ö ncü l oluşturan ilk yaklaşımlardan biri, evreni bir sayı
uyumu olarak gö ren Pythagoras’ın etrafımızı saran evrene ilk kez “kozmos” adını
vermesidir. Ruh ve ö zü n kavramlarının birim olan sayısı bir sayısıdır. Tek
sayıların, bir orta ve bir sona sahip oldukları için tam olduğ unu sö yleyen
dü şü nü r, bu sayıların olgunluk ilkesinin tekliğ e sahiptir dü şü ncesindedir. Bu
teklik dü şü ncesi sonradan inançlarda, edebiyatta temel dayanak noktası ve esin
kaynağ ı oldu. Atomculuk ö ğ retisi ö ncü lerinden Leukippos ve ö ğ rencisi
Demokritos ve Epicurus’a gö re evren yalnızca atomlardan ve boşluktan
oluşmuştur. Varlığın karşılığ ını dolu, yokluğun karşılığ ını ise boş olarak
tanımlarlar. Boşluğ un atomların devinimi için zorunlu olduğ unu, boşluk olmazsa
ö zdeksel ö ğ elerin hareket edemeyeceğ i kanısındaydılar Felsefi bakışın eş
zamanlı değ işimiyle boşluk kavramı da farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu
bö lü mde felsefede ve bilimde farklı çağ ve toplumların boşluk kavramına
yü klediğ i belli başlı anlamlar ve bunların sanatsal, estetik, biçimsel anlayışa nasıl
yansıdığ ı çeşitli dü şü nü rler, yapıtlar ve toplumsal yansımaları ile ele alınıyor.
Sanatçıların boşluğ u kavramaları zamanın ve içinde yaşadıkları kü ltü rü n
değ işimine gö re şekillenmiştir. Felsefe, matematik ve fizikte kavramın
tanımlanma şekillerine koşut olarak sanat algılarına yansımıştır.
DÜŞÜNCE TARİHİNDE BOŞLUK KAVRAMINA FARKLI YAKLAŞIMLAR
Batı dü alist (ikicilik) felsefesine gö re boşluğ un tanımlanabilmesi nesnenin
varlığ ıyla mü mkü ndü r. Boşluk kavramı, hareket ve zaman kavramlarıyla birlikte
ele alınır.

 Aristoteles (MÖ 384-322): Aristo’ya gö re boşluk ‘’... için de hiçbir duyulur


cismin bulunmadığ ı aralık, ara nesnedir’’ (Aristoteles, 2001: 161). Ona
gö re boşluk ne bir nesne ne de bir varlık bulundurmaz. Bu tanım her
nesnenin mutlak bir mekanının olması gerektiğ ini vurgular. Boşluğ un
kabulü aynı zamanda varlığ ın kabulü nü de gö sterir. Mekanı ‘’cismi saran,
cisimle birleştiği sınır’’ olarak tanımlar (Aristoteles, 2001: 153).

Batı rasyonalist dü şü nü rlerin boşluğ u fiziksel bir zemin ü zerinden ele


almalarına karşı İslam filozofları boşluk kavramını daha tasavvufi (içsel) açıdan
ele almışlardır. Ö zellikte Antik Çağ felsefecilerinden Aristo’dan etkilerin
gö rü ldü ğ ü İslam filozoflarında boşluğ un var olan ile ilişkisi araştırılmıştır.

 Farabi (872-950): Boşluk kavramını aklın kavrayabileceği varlık kavramı


ü zerinden tanımlama yolunu seçmiştir. Akıl ile kavranacak ilk varlığ ın
tanrı olduğ unu ve nesneler dü nyasına indiğ imizde toprak, su, hava ve ateş
gibi dö rt unsurun her birinin sıcak ve soğ uk gibi karşıtlıkla birleşerek
maddeyi oluşturduğ unu sö yler. Bu dü şü ncesi Platon’un nesne tanımında,
nesnenin dö rt temel elementin (ateş, hava, su, toprak) belirli oranda
karışmalarından meydana geldiğ i savının devamı niteliğ indedir.
Farabi’de evrenin maddelerden oluştuğ unu ve bu nedenle evrende
boşluğ a yer olmadığ ını savunmuştur.

 İbn-i Sina (980-1037): O’na gö re boşluk kavramı için boyut ve sınırlar sö z


konusu değ ildir. Bu yü zden boşluğ un gerçeklik olarak
dü şü nü lemeyeceğ ini sö yler. Boşluğ u mutlak bir varlık olarak gö rmez.
Ancak mekâ nda doluluktan sö z edilebileceğ ini savunur. İbn-i Sina
mekâ nın tanımını yaparken, cisim ile mekâ n arasındaki ilişkiyi belirleyen
şartları 4 grup olarak ayırmaktadır. İlki cismin mekâ nda yer alması, bir
yerinden mekâ na dokunması gerekliliğ i; ikincisinde cismin mekâ nda yer
değ iştirebilmesi, hareket edebilir olması; ü çü ncü sü cismin mekanda
bulunurken aynı anda orada başka bir cismin bulunamayacağ ı ve son
olarak da cismin mekandan ayrıldığ ında mekanın cisim ile birlikte yok
olmadığ ıdır. Bu da cismin mekâ ndan ayrıldığ ında, bu cismin yerinin
başka bir cisim tarafından doldurabilir olduğ u anlamına gelir.
Boşluk kavramı Uzak Doğ u felsefesinde çoğ unlukla Taocu felsefenin etkisi
ile şekillenmiştir. Taocu felsefe boşluk ü zerinden bü tü ne ulaşmaya çalışır. Boşluk
kavramı hiçlik, gö kyü zü -toprak varlığ ından ö nce gelir (Cheng ve Ö : 57). Bu
yaşamın ö ncü lü olarak tanımlanan boşluk, ilk nefes olarak da tanımlanır. Yaşam
bu ilk nefes ile başlar. Taocu felsefenin ö nde gelen dü şü nü rlerden Lao-Tzu
bü tü nlü ğ ü “temel bü tü nlü k, gö rü nü rdeki boşluktur, tü kenmez olandır.” (S: 60)
biçiminde tanımlarken boşluk-doluluk arasındaki zıtlıkları birer tamamlayıcı
eleman olarak alır. Bu ö ncü l boşluk kavramı, karşıtı olan doluyu yaratmıştır.
Yaşamın karşıt gü çlerin dinamiğ i (Ying-Yang) ile işlediğ i ü zerine kurulu
Uzak Doğ u felsefesinde varlığ ın oluşmasının nedeni olarak ele alınan boşluk
kavramı sanat ve edebiyat anlayışında da çok etkin rol oynamıştır. Uzak Doğ u
sanat insanları, şiirde kelimelerin arasındaki boşluğ a ve gö rsel sanatlarda
ö zellikle kaligrafide harfi çevreleyen boş alanlara eserin bü tü nlü ğ ü nü sağ layan
ana eleman olarak değ er vermişlerdir.
Japoncada “Zen” meditasyon anlamına gelir. Meditasyon ise insanın bu
dü nyaya ait acılar, zorluklar, sıkıntılar ile tecrü be ettiğ i varlığ ından sıyrılması
olarak tanımlanır. Bu varoluş ile araya mesafe koyarak tecrü be edilen şey Zen
Budizm’ine gö re hiçliktir. Aslında mü kemmel olan, varlıktan arınarak o hiçlik
noktasına ulaşmadan geçer.
Zen Budizminde boşluk kavramı ile 19. yy. da tanışan Batı medeniyeti
felsefe de olduğ u gibi sanatsal ifadede bu hiçlik kavramını çeşitli açılardan ele
almıştır.
Modern felsefenin babası olarak nitelenen Fransız dü şü nü r ve
matematikçi René Descartes 1596-1650 (Latincesi: Renatus Cartesius) belli bir
konumdaki nokta, çizgi, eğ ri ve yü zeylerin, belli bir referans noktasına gö re
yerlerinin, kesişen dik eksenler ü zerinde sayısal olarak ifade edilmelerini
saylayan Kartezyen koordinat sisteminin isim babasıdır. Bu matematiksel
çıkarımları sonucunda ona gö re boş mekâ n yoktu, çü nkü mekâ n ve madde aynı
şeylerdi. Ona gö re mekâ n baştan aşağ ı madde ile doludur. 17. Yy Aydınlanma
çağ ı olarak anılmasında Descartes’in evrene matematiksel bir bakış açısı ile
bakmasının bü yü k rolü olmuştur.
Aydınlanma çağ ı ile felsefe ile başlayan bilimsellik temelli yaşamı algılama
biçimi Kant’ın bilgiye ve dü şü nceye eleştirel yaklaşımı ile şekillendi. 19. yy. ın
sonunda Martin Heidegger’in (1889-1976) Aristo’dan beri sü regelen Kant ile
devam eden Kartezyen temelli ö zne-nesne ayrımına karşı çıkması bilimsel bakış
açısında devrimsel nitelikte yenilik getirdi. Heidegger ö zne merkezli metafizik
varlık anlayışı yerine ontoloji temelli bir yaklaşım ile varlığ ın ele alınması
gerektiğ ini ö ne sü rdü . Bu ö n kabulü reddeden doğ a, madde ilişkisine gö zlem ve
deney ile yaklaşma prensibi 20. yy. da maddeyi yeniden anlamlandırmamıza
neden olan, fizik biliminin devrimsel nitelikteki buluşlarına zemin hazırladı.
Max Planck’ın kuantum, Albert Einstein’in gö recelik ve Werner
Heisenberg’in belirsizlik kuramları bilim dü nyasında olduğ u kadar dü şü n
dü nyasının varlık algısına yansıdı. Planck’ın kuantum kuramı, Aristoteles’ten
gelen ‘’doğada sıçrama yoktur’’ dü şü ncesine karşı kuantum sıçramaları ile doğada
sürekliliğin kesildiğ ini sö yler (Tunalı, 2012). Ö zellikle Einstein’in uzay ve gö receli
(rö latif) zaman kavramını getirmesi, yü zlerce yıldır geliştirilmiş gerçeklik
anlayışını kö kten değ işime uğ rattı.
Bilim ve dü şü n dü nyasında olan bu çarpıcı gelişmeler neredeyse eş zamanlı
olarak sanat dü nyasında karşılığ ını buldu. Epicurus (M.Ö 360) maddenin
bö lü nemez en kü çü k yapı taşına Yunanca bö lü nemez anlamına gelen Atom adını
vermişti. Kuantum teorisine kadar atomun bö lü nmez bü tü nlü ğ ü nü temel alan
dü şü nce sistemi çağ lar boyu varlık algısının temeli oldu. Kuantum ile bu temel
bü tü nlü k param parça olmuştu. Sanatçılar doğ aya ve evrene dü şü ncenin bu
inanılmaz değ işimi ile bakmaya başladılar ve onu yeniden anlamlandırdılar.
Mimaride Boşluk
Mimari yapılar ve kentsel dü zenlemeler boş ve dolulukların bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. Yapılar için boşluk mekâ nı oluşturan temel ö ğ edir.
Boşluk ve doluluk arasındaki karşılıklı denge ilişkisi insanın içinde yaşamını
sü rdü rdü ğ ü hareket ettiğ i boşlukları anlamlı kılar. Mekâ nı yaratan boşluk,
mimari ile biçimlenerek insanın insanlarla ve nesnelerle kurduğ u ilişkiyi
dü zenlemenin yanı sıra nesneler arasındaki ilişkinin dü zenlenmesini de
kurgulamış olur. Boşluğ un bu şekilde kurgulanması boşluğ a form verilmesi
anlamına gelir. Bu bir tasarımdır. Felsefi olarak ele alındığ ında yaratılan form bir
varlıktır. Bu durumda boşluk varlığ a dair bir anlam kazanmış olur.
Mekâ n boşluğ a koşullu olarak varlık kazandığ ından, mekâ n kavramı boşluk
olmadan anlamlandırılamaz. Boş ve doluyu birlikte barındıran mekâ nlar dolu -
boş ilişkisini kentin tasarımı ile birleştirir. Boş ve dolu kavramları karşıtlıklarıyla
birbirlerini var ederler. Ö te yandan, mekâ n tasarımında birbirleri ile olan ilişki
ve oranın tasarımına gö sterilen ö zen ve ö nem, bu mekanlarla oluşmuş kentlerin
işlevselliğ i ve estetiğ inin başarısını belirler.
Yaratılan mimari mekâ n, içinde yer aldığ ı çevreyle ilişki içerisinde olmanın
ö tesinde bu çevrenin biçiminin bir parçasıdır. Bir kentin boş alanlarından birine
yerleştirilen yapı, kendi içinde boşluklar oluştururken kentin içinde diğ er yapılar
ile ilişkilendirildiğ inde dolunun bir parçası olur. Başka bir dedikte mimari form
sadece kendi iç boşluklarını yaratmaz, aynı zamanda içerisinde bulunduğ u
çevrenin de oluşumuna katkı sağ lar.
Mimarideki boşluk ile resimsel boşluk birbirlerinden farklı kavramlardır;
 Mimari boşluk fiziksel olarak içerisine girip deneyimleyebileceğimiz
bir uzam içerir.
 Resim alandaki boşluk gerçek anlamda uzam içermeyen, iki boyutlu
bir düzlem üzerinde var olan görme duyusu ile algıladığımız
yanılsamadır.
Mimari boşluk duyularımızın çoğ u ile duyumsayabileceğ imiz uyaranlar
içerirken, resimsel boşluk sadece gö rme duygusu ile duyumsanabilir. Mimari
mekâ nın dolu tarafı resim sanatının uzamını da oluşturur. Mimari mekâ n içinde
var olan resmi gö rü nü r kılan mimari yapının dolu olan tarafıdır. Boş tarafı ise o
resmin bulunduğ u uzama ek olarak bakış açısını ve algımızı yö netir.
Mimari mekâ n boş-dolu ilişkisi ile tasarlanmıştır. Aynı durum resim sanatı
için de geçerlidir. Bir ressam, iki boyutun sınırları ile belirlenmiş boşluğ u
doldurarak organize eder. Dü zlem boşluğ un ışığ ıdır. Işık alanına yapılan her
mü dahale yü zeyin yarattığ ı boşluk psikolojisini etkileyerek değ işime uğ ratır ve
yeni iç boşluklar oluşmasına neden olur. Başlangıçta ressam için boşluğ un ışığ ı,
yü zeye resim yapmaya karar vermeyi zorlaştıran şeydir. O nedenle genellikle
ressamlar boşluğ un ışığ ını koyu bir renkle kapatarak onun ü zerine ışık ekleyip
mekâ n oluşturmayı tercih ederler.
Herhangi şekilde sınırlanmış insanların bir araya toplanabileceğ i
mekanların toplum yaşamı için ö nemini, insanoğ lu belki de bildiğ imiz en eski
kalıntılar olan 12 bin yıllık Gö bekli tepeden beri biliyor. Antik Yunan mimarisinin
gö rkemli bü yü k tapınakları çatısı ö rtü lmü ş, insanları bir araya aynı amaç için
toplamaya uygun gü nü mü ze kalan en eski kapalı mekanlar. İnsanların kalabalık
halde bir amaç uğ runa bir araya gelmesinin toplumsal yaşamı kurgulayanlar için
ö nemini kavrayan insanoğ lu- yö netici sınıflar, her çağ ve toplumda bu mimari
başarıya ulaşmak için çaba gö stermişlerdir. Topluluğ u aynı amaca ikna
edebilmek, topluluğ u yö netmek ve şekillendirmek adına en ö nemli sosyolojik
olgulardan biridir. Tapınaklar ve mabetler gibi Yunan tragedyası için inşa edilmiş
amfiteatrlar, Roma İmparatorluğ unda arenalar, gü nü mü zde ö zellikle futbol gibi
fanatik yaratan spor stadyumları insan eliyle yaratılmış iç boşluğ un azametine
koşut olarak insanda kendinden daha bü yü k bir şeyin parçası olduğ u duygusuna
hizmet eder.
Mimari değ erlerin zaman içinde değ işimi ile mekâ n yaratmaya dair
sorunlar da değ işmiştir. Ü zerinde yaşadığ ımız coğ rafya sadece fiziksel olarak
değ il, kü ltü rel olarak da Batı ile Doğ u arasında bir bağ lantı, geçiş alanıdır.
Yü zyıllardır Batı’nın dolu ile yoğ unlaşmış dü şü ncesine de Uzak Doğ u’nun boşluk
anlayışına da komşu olarak yaşamış her ikisinden de etkilenmiştir. Osmanlı
sü sleme sanatı ne kadar dolulukla ilgiliyse, mimarisi de o kadar boşluk ile
ilgilidir. Ö zellikle Ayasofya, Sultanahmet ve Sü leymaniye Camileri dü nya mimari
ve mü hendislik tarihi içinde, iç boşluğ u insan algısında belli dü şü nce ve
duyguları harekete geçirmek için olağ an ü stü bir deha ile ortaya koyan
yapılardır.
Mimari yapılar boşluğ u bö lerek yeni iç boşluklar oluştururlar. Mimarların
boşlukla olan ilişkisine gö k kubbede yeni boşluklar açmaları, boşluğ a yeniden
form vermeleri olarak bakarsak, bilimsel bulguların ışığ ında boşluğ un edilgen
olmadığ ını, tam tersine elektromanyetik çalkantıları harekete geçiren bir ortam
olduğ unu sö yleyebiliriz.
Mimari yapılarla ö rü lü kentlerde doğ up bü yü yen ve bu kent içinde yaşayan
bir insan ile doğ anın sonsuz uzamıyla her gü n yü zleşen bir kişinin boşluk
kavramı konusunda aynı dü şü nceye sahip olamayacağ ı gibi algısı da aynı
olamayacaktır. Kent yaşamı yatay ve dikey yapılar ile kurulu tasarlanmış bir
dü zendir. Bu insan eliyle tasarlanmış dü zen içerisinde biz koşullu olarak
boşlukları deneyimlemek durumundayız. Her geçen gü n kente eklenen mimari
yapılar kentin boşluğ unu yeniden kurgularken, dolu kısımlar ile yeniden kentin
dokusunu oluştururlar. Dolayısı ile şehir insanı çoğ u zaman ufuk çizgisini
deneyimleyemeden yaşama devam eder. Diğ er yandan doğ ada zaman geçiren
birisi için doğ anın ufuk çizgisi ile sınırlı sonsuzluğ u çağ rıştıran uzamı ve doğ anın
aynı gibi kalan ağ ır dö nü şü mü oldukça farklı psikolojik ve zihinsel algı
kaynağ ıdır.
Boşluk ile olan ilişkimiz bizim bü tü nle olan ilişkimizi de belirler. Boşluk da
gö lge gibi yaşamın sessiz eşlikçisi gibidir. Gö lgeyi kavramadan ışığ ı kavramanın
imkansızlığ ı gibi boşluğ u kavramadan bü tü nü kavramak da olanaklı değ ildir.
İnsanın duyumsama ile başlayıp dü şü nce ve kavram ü retmek ile sonuçlanan algı
sü recinde boşluğ a yapılan her mü dahale bizim algımızı yö nlendirmede rol oynar.
Bü tü ne ulaşmanın çok yö nlü bakma ile ilintili olduğ unu en gü zel tarif eden
ö rneklerden birisi orman algısının nasıl oluştuğ unu anlamaktır:
Gö rsel 6. ve 6. da ormanı kavramanın farklı bakışlarla olanaklı olduğ u
gö rsel olarak irdeleniyor. Nesnel dü nyaya dair bü tü nü kavramak nasıl farklı
bakışlar gerektiriyorsa, soyut kavramları, dü şü nce sistemlerini ve olguları
kavramak için de farklı yö nleri ile konuyu anlamaya çalışmadan doğ ru bir
bü tü ne varılamayacağ ı sonucuna ulaşmak kaçınılmaz gö zü kü yor.

Gü nü mü zde farklı mimari tasarımlar ile kent yaşamının alışıla geldik dikey
yatay ilişkisine bir virgü l koyar. Kent insanına farklı bir gö rsel alan yaratma
amacı gü den bu yapılar dü nyanın farklı yerlerinde kü ltü r yaşamının birer
elemanı olarak yaşama katılmakta. Bu yapılar ait olduğ u kente varlığ ı ile yeni bir
kimlik kazandırarak kenti bir ilgi odağ ı haline dö nü ştü rü yorlar. (Gö rsel
Heykelde Boşluk
Plastik sanatlarda heykel doğ ası gereğ i boşlukla zorunlu bir etkileşim
içerisindedir. Hacimsel, elle tutulur, gö zle gö rü lü r her obje gibi heykel de boşluk
tarafından çepeçevre sarmalanır, sınırları belirlenir. 20.yy’la kadar boşluk
heykelin içinde bulunduğ u, biçimini gö rü nü r kılan bir şey olmanın ö tesinde bir
anlama sahip değ ildi.
Antik Çağ ’da heykelin ulaştığ ı mimetik, ü stü n anlatım başarısı, mimari gibi
Orta Çağ boyunca unutulmuştu. Uzun bir aradan sonra Gotik ile ilk ö rneklerini
kilise duvarı sü slemesi olarak gö rdü ğ ü mü z heykel sanatı, Rö nesans ile eski gö z
kamaştırıcı mimetik anlatımı yeniden yakaladı. Gotikten gelen gelenek ile
Rö nesans heykeli cepheden gö rü lmek ü zere dü zenlenmiştir. (Gö rsel.6).
Sanatın, bilimin, yaşamın devinimle ile şekillendiğ i Barok Çağ da heykel
mimariden tamamen bağ ımsızlaşarak etrafında dolaşılarak her açıdan algılanan
kendi başına anlam yü klenen bir sanat dalına dö nü şmü ştü r. Barok Çağ resim
sanatında konu edilen, değ işen dü nya algısını yansıtan hemen her şey heykel
sanatında da kendi dinamikleri ile ele alınmıştır. Yapıtlarda yansıtılan dramatize
vü cut dili adeta boşluğ u hareket ile yarıyormuş gibi durur.

You might also like