You are on page 1of 38

Tapınaklar, Sütunlar ve Simgeler Üzerine…

Tasarımlarda, yaradılıştaki kaosta sulardan yükselerek beliren kutsal tepeyi simgelemek üzere
ortaya bir kutsal nokta konmuş olduğu benimsenmişti. Bu “kutsal nokta” sonradan kendini taş
ve sütun biçiminde göstermişti. Bunun son aldığı şekil “tapınak” olmuştu.

İnsanın yaradılışı ve dünya üzerinde var oluşundan beri, kendi üstündeki hayal edemediği güç
ile iletişim kurma yerleri, hemen her kültürde aşağı yukarı aynı şekilde gelişti. Kapsamında pek
benzer hatta tıpatıp aynı simgeselliği barındırdı. Burası, tanrısallığın bulunduğu yer olarak
nitelendirildi.

Kimileri bu anlatıma karşı çıkar ve “yaratıcı ilke”nin sadece tek bir mekânla sınırlandırılmış
oluşunun olamayacağını ileri sürer.

Kimileri de yaratıcı ilkenin sadece tapınakta değil, evrende, her yerde olabileceğini belirtir

Diğerleri, yaratıcı ilkenin asıl insanın içindeki tapınakta, bir kavram, bir simge olduğunu söyler.

Bir başka bakış açısıyla, tapınak kavramı, tüm inanç sistemlerinin temelini oluşturan öğeleri
içermektedir.

Belki de kutsal nitelikli kavramların hepsi tek bir ana kavram ve simgenin içinde binlerce yıldır
gerçek anlamını bulmuş ve korunmuştur. Bu çerçeve içinde en derin ve doğru anlamları
tutabilmiş, daha iyi anlaşılmış ve kitlelere yayılabilmiştir.

1
Simge Olarak Tapınak

Tarihin en eski dönemlerinden kalan kültürler incelendiğinde, Kapsamlarında “kütüphanecilik”


diyebileceğimiz bir anlayışın bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

Nitekim ilk tapınaklar, bu kültürü yansıtır bir tarzda oluşturulmuştu. Bunlar, halk arasında
“yaşam evleri” olarak biliniyordu.

Bu kavramı günümüzün anlayışıyla sadece kitaplardan ve benzeri yayınlardan öğrenilen


düşünce ve gizemler olarak algılamak yanlış olur.

Tapınaklar insanlığın gelişiminde çok önemli bir yer tutmuştur.

Dilimizde tapınak ya da mabet sözcüğünün Batı dillerindeki karşılıklarına bakıldığında,


bunların etimolojik kökeninin Latince “templum” sözcüğüne dayandığı görülür.

Templum, aslında “tapınılan yer” değil, “bir yere verilen ad” anlamındadır. Öyle olsa da bu
anlamın kutsallık ile bir ilişkisi olduğu, işaretlenmiş bir zeminin ya da insanı düşünmeye yöneltme
gibi birtakım şeyler ile bağlantılı bir amacın dile getirilmesi için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Bazı tanımlarından, bu sözcüğün, insanı tapınağın daha henüz ortaya çıkmadığı zamanlardan
gelen düşünceye yöneltmek için kullanılmış bir mekân anlamını taşıdığı düşünülmüştür.

Latin kökenli “temp” (kesmekten türeyen şekli ile Yunanca “temmo” ve ondan türeyen şekli ile
“temenos”) bir tür toprak parçasını belirtmek için kullanılmıştır.

Bu algılanış ve kullanılış şekli ile temenos, ortak kullanıma yasak koyan ve Tanrı’ya adanan
yani sıradan halkın kullanımına kapalı olan, sadece ilâhîlik ile bir olunduğu yer olarak da kabul
görmüştür.

Günümüzdeki algılanış şekli ile temenos, tapınağın üzerine inşa edildiği platform anlamına
gelmektedir. Bir tür mimarî yapı anlamını da içerir. Binanın ortak günlük kullanım ve yaşamdan,
onların etkinliklerinden ayrılmış olmanın belirtilmesi için de kullanılır.

Tarihsel bakımdan daha eskilere uzanılınca, sözcüğün Yunanca kökeninin kendisinden çok
zaman önce yaşamış olan Sümerlerin “temen” sözcüğünden geldiğini düşünmek olanaklıdır.
Sümer inançlarında bu sözcük, üst üste yığılmış, yükselti biçimini almış bir toprak birikimini
yansıtmak için kullanılmıştır; bir höyük hatta bir kule gibi…

Nitekim bu sözcüğün kökeni Sümerlerdeki kullanım şekli ile incelendiğinde, ortaya daha ilginç
bir durum çıkmaktadır: Temen, aynı zamanda genelde ziggurat, özelde Babil Kulesi’ne verilen
genel addır. Devrin folklorik anlatımlarından anıldığı şekli ile “Bel-temen-avm-ki” (göklerin
ve dünyanın temeli) şekliyle söylenişi gibidir.

***

2
M.Ö. 1. yüzyılın Romalı yazarı Marcus Terentius Varro, “Lingua Latina” (Latin Dili) adlı
yapıtında, göksel, dünyevî ve yer altı âlemiyle bağlantılı olarak üç tür tapınaktan söz eder. Bu
anlatım, Antik Babil anlatımlarındaki folklorik “mana” ile uyuşmaktadır. Nitekim eskilerden
günümüze doğru hep üç dünyadan, üç boyuttan, üç noktadan, bu arada gökyüzü, yeryüzü ve
yeraltı âlemlerinin tek bir kavramda birleştiği tapınaktan söz edilmektedir. Böylece ortaya,
tapınak kavramı çerçevesinde değişik mekân ve boyutların birleştiği, sütunları da içeren bir
simgesel anlatım çıkmaktadır.

Buna benzer bir anlatım eski İskandinav inançlarındaki ağaç kavramı ve simgelenmesinde de
görülür. Üç dünyayı tek simgede birleştiren ağaçta, tapınak kavramının yorumu da yer alır.
Tapınakların sütunlarının simgesel içeriği yeraltı dünyasına kadar uzanmakta, yaratılıştaki
mitolojik kavramlar ve simgelerle dünya ile gökyüzü birleştirilmektedir.

Avrupa’nın folklorik geleneklerindeki simgesel nitelikli sütunlar günümüzde bile varlığını


sürdürür. Bunlardan en ilginç olanları, Romen din tarihi profesörü Mircea Eliade’nin anlattığı
şekliyle, Romen halk inançlarında yer alan köknar ağacından kesilip yontulmuş bir direktir. Bu,
Hıristiyan törenlerine özgü daha önceki bir antik gelenek olarak nitelendirilebilecek Hermetik
sütun uygulamalarının bir yansımasıdır. Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim Kiliseler
bu uygulamaya şiddetle tepki göstermiş, bir ölçüde başarılı da olmuşlardır.

17. yüzyılda yer yer uygulanmış olan, daha önceki inançlardan gelmiş özellikler sonradan yok
olmuştur. Romen halk inançlarının başka alanlarında, yılın belirli günlerinde tüm köy halkının
katılmasıyla alegorik olarak oynanan folklorik canlandırmalarda, Antik Mısır’daki Osiris’in
başından geçenler gibi tahta bir fallus yapılması, bunun belirli bir ritüelik dizge içinde dramatik
biçimde anlatılması, kimi araştırmacılar tarafından “erginleşme ritüeli” olarak nitelendirilir.

***

Mısırlıların kullandığı şekli ile “hwt” ve “ner” sözcükleri, “tanrıların konağı ya da oturdukları
yer” anlamına gelirdi. Edfu’daki Ptoleme döneminden kalma tapınağın iç duvarlarına kazınmış
bir yazıda, “Başlangıçlar tanrısının temeli” anlamına gelen bir söz yer alır.

Aynı tapınakta, daha içerilerde bir bölümün “yüksek oturma yeri” ya da “yüksek koltuk” olarak
adlandırılışı, araştırmacıların bunun mitolojik anlatımlardaki “sulardan yükselen kaya parçası”
anlatımı ile birleştirmelerine neden olmuştur.

3
Sütunlar

Bazı Antik Mısır Sütun Türleri

İnsan için sütunlar, güç, kudret, sağlamlık, görkem gibi anlamlar taşırken, mimarîde binaların
gücünün bir açılımı, yapının sahibi ya da onları yapanın devlet içindeki yerinin önem ve
değerinin vurgulanması amacıyla kullanılmıştır.
Samson’un Filistinlilerin tutsağı iken Dagon Tapınağı’nın sütunlarını tek başına yıkarak
devirmesi, böylece tüm düşmanlarını yenmesi, Tevrat’taki anlatımlardan zamanımıza kadar
gelmiş bir alegoridir. (Hâkimler 16:28-30)
Sütun, bir simgedir. Kutsal taş, kutsal tepecik ve ağaç biçimindeki simgelerle insan bilincinde
ve bilinçaltında yerleşmiştir. Sütunlara atfedilen şekliyle, bilinmeyen, ilâhî güç ve enerji ile
iletişim kurabilmek, ona ulaşabilmek için kullanılmıştır.
Araştırmacılar, sütun tarzındaki simge ile eski kültürlein doğurganlık ve bereket kavramlarının
bir karışımı olan fallus geleneğinin bağlantısını kurmuştur. Bu, özellikle Antik Mısır ve Yunan
uygarlıkları için ileri sürülmüştür.
Antik Mısır’da sütun, “Osiris’in omuriliği” olarak da yorumlanmaktaydı. Bir ölü bedeninin
canlanması, ritüelik olarak, yatay durumdan dikey duruma getirilen bir sütun biçiminde
gösterilirdi. [Bu konu “Taş Gelenekleri” başlıklı yazıda incelenmiştir.]
Yunan kültüründe de Demeter’in ve ardından Hermes’in ikonografik anlatımlarında, hep sütun
simgesi ile özdeşleştirilmeleri, bu kültürde ve Antik Mısır inançlarında sütunun ilâhî ilkeye
ulaşma ve onunla bütünleşmeyi sağlayan bir simge olduğunu göstermektedir.
Afrika ve erken Hint inançlarında görülen çeşitli simgesel sütun yorumları, Kelt kültüründeki
“Yaşam Ağacı” ve dünyanın ekseni anlatımları, tek bir anlatımı beslemektedir. Bu, sütunun
toprağa basan yerinin dünyevî yaşamı, toprağın altında kalan bölümünün ise bu iki âlem ile
ilâhî mekânları birbirine bağlayan bir köprü şeklinde değerlendirilmesidir.
Brahma’nın üstünde doğduğu sütundan Şamanların kampın ortasına diktikleri tomruğa kadar
insan zihni hep aynı şeyi düşünmüştür: Bulunduğu yerden gördüğü, ilâhîlikle özdeşleştirdiği
yerlere ulaşma dileği… Bu simgesel düşünüş, binlerce yıl sonrasının İbranî inançlarında sütun
ya da yaşam ağacı tarzında bir simgeyle kendini gösterip, dünya ve kozmos arasında bir köprü
oluşumunu bir kez daha üstlenecektir.

4
Sütun biçimindeki simgeyi taş ya da aynı anlamda olmak üzere tapınak tarzındaki simgeden
ayrı tutmamalı… Bu, bütün inançları kontrol altında tutan, yaşamın sürekliliğini sağlayan,
insanlığın ortak biçiminin geliştirdiği bir simgedir.

Bu ortak simge, insan zihninin karanlık tortularının arasında tek bir yoruma yön verir: Var
olduğumuz dünyadan bir başka boyuta geçmek için düşünülen pasaj ve yol...

Avusturalya’nın ilginç yerlileri Aborjinlerin inisiyatik ritüellerinde bir direkten söz edilirdi.
Çevresine dünyanın inşa edildiği varsayılanbu direğin kırılması, dünyanın sonunun gelmesi ile
aynı anlamdaydı. Direğin kırılması ile ortaya çıkacak durum şöyle dile getirilirdi:

“Acının taşan suları geri dönecek ilkel kaosa.”

Sütun, bu inançtaki bütün ilkelerin temelini oluşturmaktaydı. Bu sütunun kırılması ya da yıkılması


şeklindeki korku ile oluşturulan düşünce, kendini diğer uygarlıklarda da göstermiştir.

Örneğin Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında kırık ya da devrilmiş sütunlar, Tanrı’nın gazabının
ortaya çıktığı, bunların bulunduğu alanlar da tekin olmayan yerler olarak görülürdü. Bu düşünüş,
günümüzdeki Masonluğa bile yansımıştır.

Asya kavimlerinden Samaye ve Yurakların çadırlarının orta direği, sütun tarzındaki simgenin
benzeriydi; üzerinde gökyüzünü taşıyan direkti bu... Şamanın göğe yükselebilmesi için gerekli
bir araçtı. Çadırlardaki duman deliği de Şaman’ın göğe çıktığı yerin karşılığıydı.

Benzer inanış, Ur ve Altay kültürlerinde de görülür. Sütunlar, gökyüzünü desteklemekteydi.


Bu, bir tür merkez ya da eksen şeklinde algılanmaktaydı ve üzerinde cennetin döndüğüne
inanılırdı. Nitekim Kuzey Yıldızı’nın da görünmez bir sütun üzerinde durduğu düşünülürdü.

***

İlkel çağlarda, cennet ile dünya arasındaki bağlantıyı temsil ettiği düşünülen sütun ve dikitlerin
en üst noktasında, sonraları hemen dibinde, hayvanların Tanrı’ya kurban edildiği ve sütun ya da
direğin kanlar ile sıvandığı belirmektedir.

Bu önceleri öyleydi ama sonradan sütun, tanrısal amaçlı doğurganlık, bolluk ve bereket simgesi
olarak kullanıldı, Daha sonraki dönemlerde de menhir, obelisk, monolit, ziggurat, çan kulesi ve
minare gibi biçimler aldı. İnsanın göğe çıkıp tanrılaşma dileğinin simgesi...

5
Fallus Geleneği
Kimi araştırmacılar, sütun simgesinin fallus geleneği yoluyla kültürden kültüre aktarılması
olarak da yorumlamıştır. Sütun başlıkları ve bunların üzerinde değişik nedenlerle yer alan ağaç
ve meyve motifleri ile farklı objelerin, bu geleneğin simgeselliğinde değerlendirildiği görülür.

Antik Mısır, Anadolu, Yunan, Roma ve Dionysos inançlarındaki törenlerde taşınan dev fallus
içeren heykellerin tapınaklarda kullanılması, yaratıcılık ve bereket simgeciliğinin örnekleridir.
Bunların arasında Antik Mısır inançlarındaki Tanrı Amon-Min, Yunan tanrılarından Priapos,
Hindulardaki Tanrı Şiva ve dev boyutlu Linga sayılabilir.

Amon Min Dev Fallus Priapos

Şiva Linga

Benzer inançlar ve uygulamalar, Çin’in kuzeyinde, Mançurya ve Moğolistan ile Orta Asya’nın
çeşitli yerlerinde de görülür.

6
Musevî İnançlarında Sütunlar
Direkler ve sütunlar ile bağlantılı olmak üzere, Musevî inançlarına bakıldığında, başka ilginç
ayrıntılar görülür.

“Bilge Süleyman Firavun Nehao’nun kızıyla evlendiği gün baş melek Mikail gökten indi, denize
büyük bir kazık çaktı ve onu bu kazığın yanında gelip biriken sık bir sazlığa çevirdi. Burası
Roma’nın kurulduğu yerdi.”

Bu konu Eski Ahit anlatımlarında geçmez. Orada sadece şöyle bir söz vardır: “Süleymanın,
karı olarak almış olduğu Firavun kızı için de bu eyvan gibi bir ev yaptı.” (1. Krallar 7:8)

6. yüzyılın Bizanslı tarihçisi Josephus Menandros, Hiram’ın Sur’daki Zeus Tapınağı’na altın
bir sütun dikmiş olduğundan söz eder. * 1. yüzyılda yaşamış Yahudi yazar Evpolemos’tan alıntı
yapan Keseryalı Evsebios’a göre, bu altın sütunu Sur’a Kral Süleyman göndermiştir.

İlerleyen yıllar içinde Hıristiyan ilâhiyatçılar, altın sütun ve üzerine heykel dikme işlemlerini
geçmiş putperest geleneklerin devamı olarak nitelemiştir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ilişkin
anlatımlarda Büyük Konstantin’in diktirdiği ünlü Çemberlitaş sütunundan şöyle söz edilir:

“… ve Konstantin forumun orta yerine kızıl somakiden yapılma muhteşem bir sütun diktirdi.
Sütunun üstüne başında yedi isim bulunan ve Frigya’daki İyon heykeltıraşlarının elinden çıkma
bir heykelini koydurttu. Aynı Kostantin Roma’dan gizlice kaçırdığı Palladion denilen heykelini,
inşa ettiği forumda, kendi heykelini taşıyan sütunun altına yerleştirdi.”

Demek oluyor ki, İznik’teki ünlü konsülden sonra Hıristiyan Kilisesi’nin tam olarak kuruluşunu
sağlamış olan bu imparator, eski Pagan inançlarındaki gibi kendi heykelini sütunun üstüne
diktirmiş ve üzerine Güneş Tanrısı Apollon’unkini andıran yedi ışınlı bir taş koydurmuştur.
Sonunda da bu sütunun inşa edildiği yerin altına gene eski kökenli inançlardan gelen temel
atma, temel taşı yerleştirme geleneğinin bir başka şekli olan bir putu gizlice yerleştirmiştir.

Bu put, tarihçilerin anlatımlarında Roma’dan getirilen “Palladion”


olarak anılmaktadır. Değişik kaynaklarda sütunun aslında Roma’da
yaptırıldığı ve şehre üç yılda denizden getirildiği ya da temelinde
sadece bir put değil ayrıca çarmıh parçaları, içinde ekmek kırıntıları
bulunan sepetler, kaymak taşından yapılan kutsal yağ kesesi ve birtakım
başka taştan heykellerin de konulduğu anlatılmaktadır.

Bu konu, yüzlerce yıl boyunca İstanbul’da yaşayanların belleğine


Çemberlitaş'ın altında bir hazine olup olmadığının düşünülmesi
şeklinde yansımıştır.

* Antik Fenikeliler’de Hiram, pek yaygın bir isimdir. Buradaki Hiram, M.Ö. 10. yüzyıldaki Sur
Kralı Hiram olsa gerektir.

7
İbranîlerin Musa’nın yolunu tam olarak izlemeye başlamalarından önceki dönemde, eski
inançlarına ilişkin hayli ilginç ayrıntılar vardır.

Musevîlerin Mısır’dan çıkmasıyla, artık önceki inançlarına bir set çekip sadece Musa’yı izledikleri,
her şeyi gören ve bilen, evrenin ve her şeyin tek hâkimi, başlangıcı ve sonu olmayan Rabbe
taptıkları sanılmamalıdır. Musa ile birlikte Mısır’dan ayrılan topluluğun eski inançlarına olan
düşkünlükleri yüzünden Rab tarafından defalarca cezalandırıldığı, Musa’nın hep Rabbin öfkesini
önlemeye çalıştığı anlatılır. Bu alışkanlıkları ve dolayısıyla isyanları, hem oradan oraya dolaşan
kavmin büyük bir kısmının Musa’nın vaat edilen topraklara ulaşmasından önce yok olması ile
sonuçlanacaktır. (Tevrat’ta öyle yazıyor.)

Yazılı bilgilerden, eski İbranîlerin inanç sistemlerinde, şöyle birtakım değişik uygulamaların
Mısır’dan çıkışlarından sonra da uzunca bir süre yer aldığını anlıyoruz: “Beelsephon” adlı tanrı,
bir köpek şeklinde betimlenirmiş. Çoğu anlatımlarda, bunun bir çeşit astrolojik bir benzerlik
ya da yıldızların tasarımsal betimleme ve yorumları ile bağlantılı bir tanrısal ikonografi olduğu
fikrini uyandırdığından söz edilir.

Mısır’dan çıkış sırasında adı geçen bir başka tanrı da kayalıklar üzerinde dağlarda yaşayan
“Beelphegor”… Bu, komşu kültürlerden İbranî kültürüne geçmiş olan, öncelikle Filistinlilerin
taptığı “Dagon” adlı tanrıça, uzun balık kuyruklu, şekilsiz ve orantısız bedeni ile ilginç bir
görünüm sergiler.

Bu tanrı ile ilgili bir Ortaçağ betimlemesi, Tanrı’nın oğullarının gökyüzünden aşağılara varıp
yeryüzüne indiklerinde, insanoğullarının sarı saçlı kadınlarına âşık olup onlar ile birleştiklerini,
nitekim bu yüzden cennetten kovulduklarını anlatan Essen kültürüne ilişkin Enoş kitabındaki
melekler konusunu anımsatır.

“Apokratif birikim” olarak bilinen bu kitapta, sonradan doğan garip azman karışımı Titanvarî
birtakım varlıklardan söz edilir. Anlatımlardan, bu tanrının ise güzel bir kadın şeklinde
betimlendiği anlaşılıyor.

İbranîleri Babil tanrılarından Succot Benoth, Emathieslerin tanrısı Asima (keçi şekilli),
Anamelech (at şekilli) ve Samaritanların Mergali (horoz şekilli) adlı tanrılarının ya da bunların
görüntülerinin de etkilediği, bunların da devrin inançlarında önemli bir yer tuttuğu görülüyor.

8
İsrail krallarından Achaz’ın, hastalığının tedavisi için “Beelzebub” adlı sinek tanrıdan medet
umduğundan söz ediliyor.

Beelzebub

Bu arada elbette Fenikeliler’in “Baal” adlı ünlü tanrısının babası olduğu belirtilen “Dagon”
adlı tanrıdan söz etmeden geçilemez.

-
Dagon

Tüm bu tanrı idolleri arasında belki de en korkulanı, Ammoniklerin “Moloch” adlı çocuk
hırsızı tanrıdır. Bu tanrının hiçbir tapınakta yeri yoktur. Himmon adlı bir ailede ona ilişkin bir
demir heykel ya da imajın bulunduğu belirtilmiştir. Onunla bağlantılı bilgilerde bu sözcüğün
daha sonra dile “Melech” (kral) ve ondan sonra da aynı anlamda Arap diline “Malik” olarak
girdiği görülür.

Moloch

Ondan beklenen, krala uzun ve sağlıklı bir yaşam için yardımcı olmasıydı. Fakat bunun için
ödenmesi gereken bedel, köylülerin kendi çocuklarını yakmalarıydı. Adı da bu yüzden çocuk
hırsızı olmuştu.

9
Mandala

Hint kaynaklı olan Mandala, tapınak mimarisinde kutsal geometrinin ortaya konma tarzıdır.
Gizemli, güçlü bir şekildir. Temel olarak iç içe geçmiş bir kare ile bir daireden oluşur.

Burada daire göksel cennetin, göksel cisimlerin, belki de atomların dönüşmelerinin bir simgesi
olurken, kare isi dünyanın yüzeyinin biçimini simgeler.

Mandalalar, doğaüstü özelliklerin grafiksel aynaları ve kozmosun haritaları olarak, yapılacak


binanın kozmik bütünün bir parçası olabilmesini sağlamak amacıyla kullanılırdı. Aynı zamanda
binayı (tapınağı) evrenin merkezi haline getirme ve dünya ağacı, kutsal ağaç tarzındaki simgeler
gibi, evrenin üç değişik katmanı ile dünyanın dört bölgesini bir araya getirmek görevini de
üstlenmişlerdi.

Mandala ile birlikte “Mantra” kavramıyla da karşılaşılır. Mantra, Tantrizm ve Budizmde


mimarinin ötesine geçip insan bedenine yansımaları içeriyordu. Bu, mandalaya ilişkin tapınak
mimarisinde boyanan ya da işaretlenen her yerin insan bedeninde “Şakra” denilen belirli bir
yerde ortaya çıktığı noktadır.

Tantrizmde mandala, insan bedeninde meditasyon, teknik ve ilkelerin odaklandığı bir


yoğunlaşma noktasıdır.

Aslında inisiyenin kendi bilincindeki yolculuğu ve inisiyasyonu bakımından mandalaya gerek


yoktur. Mandalaya ilişkin mimarî ayrıntılar, görüş ve algılama olgularının içinde zaten vardır.
İnisiyasyon sırasında, inisiyenin bedeni bir tür mandala yeri olmaktadır; böylece mandala bir
tür psikokozmogram olarak kabul edilmektedir.

Hindu tapınaklarının ana yerleşimi “Vastupurusamandala” adı verilen bir mandalaya göre
ayarlanmıştır. Sözcüğün parçaları incelendiğinde, şu anlamlar çıkmaktadır:

Vastu: Düzen halinde olan; var olan.

Purusa: Evrensel, olağanüstü kozmik insan.

Mandala: Çeşitli şekillere sahip olan.

Aslında Vastupurusamandala kare şeklindedir çünkü Hindistan’da kare yetkin, eksiksiz şekil,
düzen hali, sonuca ulaşmak anlamına gelmektedir.

Daire ise, kareden kaynaklanmaktadır ve büyüme, gelişme, hareket halinde olmayı simgeler.

Daire, aynı zamanda şimdiki zamanımızın karşılığıdır. Yuvarlak dünya ile kare şeklindeki ideal
dünya yani kare şekli ile cennet mekânı, göksel köken, içsel yetkinlik şeklinde idealdeki dünya,
birbirlerine “asal noktalar”(kardinal noktalar) denilen dört noktadan dokunmaktadır.

10
Bu asal noktalar, ana kavram olarak aynı zamanda doğu ve batı yani güneşin doğup battığı yön,
bir diğer deyişle cennet ile dünyanın birbirine en çok yaklaştığı yerleri simgeleir.

Gerek Mandala gerek Vastupurusamandala ile bağlantılı olmak üzere birçok renklendirilmiş
çizim vardır. İnternette bulunabilir. Burada bunlardan birer örnek vermekle yetineceğiz.

MANDALA

VASTUPURUSAMANDALA

11
Hıristiyanlıkta Mandala

Kutsal geometrinin mimarîye uygulanış şekliyle, Mandala, köklerini ilk Hıristiyan kilise
mimarîsinde de bulur.

Kilisenin içindeki dört bölüm, dört ana yönü simgeler. Evreni de simgelemektedir.

Sunak, doğudaki cennettir. Tapınağın kapısına “cennetin kapısı” da denir. Paskalya haftasında
bu kapı hep açık tutulur. Arkasında İsa’nın mezardan kalkıp insanlara cennetin kapılarını
açtığına ilişkin inanç vardır.

Batı ise, tam tersine kıyamet gününün ve bedenlerin dirilmesini bekleyen ölülerin ebedî
dinlenme yerlerinin, büyük acı ve ölüm karanlıklarının bölgesidir.

Yapının ortası yeryüzüdür. Cosmas Indicopleustes* anlayışına göre, yeryüzü dikdörtgen


şeklindedir ve üstlerine bir kubbe bindirilmiş olan dört duvar ile sınırlandırılmıştır. Kilisenin
içindeki dört bölüm, dört yön, dört güç ve dört büyük meleği simgelemektedir.

Bu uygulamanın en güzel örneklerinden biri İtalya’nın Ravenna kentinde 6. yüzyılda yapılmış


olan “San Vitale” adlı kilisede görülür.

Bu kilisede, ana sunağın hemen üzerinde bulunan kemerli mahzenden başka, dehşetli güzellikteki
mozaik işçiliği, bu anlamı işaret eder.

* Cosmas Indicopleustes: Sözlük anlamı bakımından “Hindistan’a yelken açan” demek ise de
6. yüzyılda doğuya, Hindistan’a kadar gitmiş olan Yunan asıllı İskenderiyeli bir tüccarın adıdır.

12
Hıristiyan ilâhiyatında İsa, Mandala anlayışının tam göbeğinde yer alır; “Tanrının kuzusu”
olarak simgelenmiştir. Bu simge aynı zamanda yıldızlarla dolu gökleri ve göksel kiliseyi de
içermektedir. 4 köşedeki ana meleklerin taşıdığı cennetsel mahzen ve en ortada yer alan kuzu
ile onu çevreleyen yıldızlar, aynı zamanda ölümden sonraki doğuşu simgeler.

Göklerdeki ahit sandığı, genelde geçmişteki cennetsel yaşamın anılarını taşımaktadır. Türlü
türlü bitki ve hayvanların, bunun içinde olduğu varsayılmıştır. Bu betimleme, tapınak ile
simgelenmiştir.

Tapınak, bir tür enerji üreteci gibidir; hem yaşam kazandırma hem yaşam verme gücünü içinde
barındırır ama tehlikelidir de... Normal ölümlüler hatta rahipler bile tapınağa eskilerden gelen
dikkatlice hesaplanmış ve hazırlanmış ritüelik yöntemlerle yanaşır; bir arınma ya da özel giysiler,
belirli ritüelik hareketler (Mundra), ritüelik söylevler (Mantra), görsel simgeler (Yantra) ve
grupsal katılımlar şeklindedir. Bu ritüeller yeni bulunmuş ya da sonradan uydurulmuş bir
hareketler dizini ya da artistik gösteriler değildir. Onlarda, geleneklerden gelen ve o topluluğun
en yaşlılarından aktarılan, genelde gizli olarak kabul edilen, halkın bilmesinden sakınılan ve
sadece inisiye edilmiş olanlara açıklanabilen sırlar bulunmaktadır.

Ritüeller, insanlar için yaşamın ötesindeki güçler ile temasa geçip haberleşmek için tek yoldur.
Bir başka görüş şekli ile bunlar, eskiler tarafından ruhsal güçlerle buluşabilmenin tek yolu
sayılmaktaydı. İnsanların görünmeyen güçlere gelişigüzel bir şekilde kavuşması, onlara basit
yöntemlerle ulaşması, olacak şey değildi. Nitekim insanlar atalar ve ilâhî güç ile birdenbire
temasa geçemeyeceklerine inanıyordu. Ancak bu temasın mümkün olduğuna da inanıyorlardı.
Hiç kuşkusuz geçmişten gelen bazı yazılı kuralları ve yöntemleri öğrenmek, bunları eski bilge
üstatlardan almak gerekiyordu.

Bu gelenek, ancak ritüellerin sürekli olarak uygulanışı ile tapınaklarda canlı tutulabilirdi.
Ritüellerin bir tür yaklaşma ve varış aracı olduğu buradan ortaya çıkmaktadır. Hatta el gücü
kullanmadan inşa edilen tapınak kavramı yani psikokozmogram tanımlamasında bile bir şekilde
içsel mandala ya da Kabalistik geleneğin inisiyeye yol göstermesi gerekmektedir.

13
Ritüelik Uygulamalar

Ritüellere özgü bilgilerin, tapınakların kütüphanelerinde, el yazmalarında, duvarlarda bir çeşit


yazılı şekiller ile saklanmış oldukları görülür. Ritüellerdeki hareket şekilleri incelendiğinde,
belirli genellemeler ile karşılaşılır.

Genel olarak hemen her inanç yapılanmasında var olan kutsal dağ, cennetsel dairesel hareket
ve güneşin izlediği dairesel dönüş, her yerde kendini belli eder.

Bu üç tercih, ritüelik hareketlerin temelini oluşturan dairesel dönme (tavaf) uygulamasını


açıklayabilir. Dönme hareketi, -ister bireyin kendi etrafında ister başka bir şeyin çevresinde
olsun- ilâhîlikle bir olma, yetkinleşme, içsel evrim, sahip olma işlevlerini içermektedir.

Bir başka ritüelik hareket şekli de, yukarıya doğru yürümektir. Belki de bunun arkasında kutsal
dağa tırmanma tasarımı yer almaktadır.

Bir diğeri, kutsal mekânlarda içerilere doğru yürümek, mesafe almaktır. Burada, aranan kutsal
yerin bulunması amacı saklıdır.

Bazı geleneklerde, bu üç ritüelik hareketin birden aynı zaman diliminde uygulaması da vardır.
Örneğin Antik Mısır’daki uygulamalarda bu ritüelik harekette aşağı yukarı yürünüp her ayrı
kutsal bölümde aynı zamanda hem basılan yer olarak öncekinden daha yüksekçe bir düzeye
hem ruhsal evrim açısından daha ileri evrelere ilerlemek söz konusuydu. Bu ilerleme, tapınağın
en içlerindeki ve en yüksekteki yani ilk yaradılıştaki kutsal tepe biçimindeki simgenin bulunduğu
noktaya kadar sürüyordu.

Başka ritüelik hareket şekillerinin dans etme, söylev, içten gelen anlamsız hareketler şeklinde
olduğu söylenebilir. Bunların hepsi bir grup içinde olduğundan, güçlü bir sosyal bağ yaratma
olgusu da amaçlardan biri olarak ortaya çıkar.

Antik Yunan kökenli dram şeklindeki oyun geleneğinin, Dionysos’a atfedilen inisiyasyon
ritüellerinden kaynaklandığı düşünülmektedir.

Dionysos ve Orfe ritüellerinin ana teması, Delphi, Eliosis ve Agrae’de uygulanıyordu.


İzleyicileri şuna inanıyordu:

“Onlar aynen Dionysos ve Orfe’nin başına gelenleri paylaşıyor, onlarla bir oluyorlar.”

Bu, tıpkı Antik Mısır’da inisiyelerin Osiris’in başından geçenleri paylaşması ve yaşamasıdır.
Daha sonraki geleneklerde, Mitra’nın ya da İsa’nın başından geçenlerin yaşanıp paylaşılması
şeklini alır. Antik Mısır kökenli ritüeller bugün, günümüze kadar getirebilmiş olan Ölüler
Kitabı’nın sayfalarında Osiris ve İsis’in başından geçenlerde devrin ritüellerinin en önemli
ağırlığını oluşturmaktaydı.

***

14
Dionysos ile bağlantılı ritüellerde, belirgin bir şekilde pantomim uygulamaları vardı. Bunlarda
inisiye, o tanrının çevresinde gelişen olayları anlatırken ya da doğrudan kendisi bu uygulamanın
içinde yer alırken, sırayla değişik tanrıların kimliklerine bürünür, onlarda âdeta bütünleşirdi.
Bunların hepsi belli bir dramatik anlatım içeriyordu. Bunun sonucu olarak da, inisiyenin
ölümün etkilerinden kurtulacağına inanılıyordu. 2. yüzyıl başlarının ünlü tarihçisi Plutark bile,
kızları öldüğünde karısını teselli ederken ona Dionysos’un inisyasyon ritüellerini hatırlamasını
söylemiş, oradaki mistik simgeleri bir kez daha anımsatmıştı.

Omphalos ya da dünyanın merkezi olan ilk kaya veya tepecik biçimindeki simge uygulamasında,
inisiye, Omphalos’un önüne kendinden geçmişçesine ritüelik dansını yaparak yaklaşırdı. Bir
Yunan vazosunda, inisiye bu şekilde oturan Dionysos’un önüne yaklaşırken betimlenmiştir. Bu
inisiyasyon, bir şekilde kâhinlik kurumu, yaşam, ölüm ve bilinen dünyalardan öteki bilgilerin
açıklanması ya da farkına varılması temaları üzerine kurulmuştu.

Araştırmacılar, İslâm geleneğinde Kâbe’yi 7 kez tavaf etmenin insanın cennetsel kökeninden
kaynaklandığını, nasıl cennette melekler ilâhî hâkimin çevresinde dönüyorsa dünyada da
cennetsel krallığın dünyadaki modeli olan tapınağın çevresinde dönmeyle bir özdeşleştirme
yapıldığı konusunda birleşmektedir.

Buradaki kilit sayı: 7… Bu sayının dünyevî varlığı temsil eden bir simge olduğu, dünyayı
çevreleyen 70 bin melek ile bağlantısı bulunduğu, tanrısallığın yedi özelliği olduğu, yaratıcı
ilkeyi insandan ayıran yedi gece olduğu konusunda yorumlar yapılmıştır. Her ritüel gibi bu da
bir kutsal geometrik içerik taşımaktadır.

Tavaf, ezoterik nitelikli İslâmî anlayışta sadece cennetsel hareketi paylaşma ve tekrar etme
etkinliğinden ibaret değildir. Ayrıca, varlığın tümünü ele geçirme, tam olma, evrensel hâkim
tarafından sahiplenilmek gibi tasarımları da içermektedir. Kişinin içindeki beyaz incinin korunması
ve siyah taştan (Hecerü’l Esved) alınan cennetsel kaynaklı ışığın bireyin benliğinde tutulması
işlevlerini görmektedir.

15
Çift Sütun Biçimindeki Simgeler

Sütun konusu, Tevrat’ın birçok yerinde geçer. Şöyle birkaç örnek verebiliriz:

- Yakup’un Luz ya da Bethel adlı sütunu dikmesi. (Tekvin 28:18 )

- Yakup’un Laban ile anlaşmasını onurlandırmak için bir sütun dikmesi. (Tekvin 31:45)

- Yeşu’nun Gilgal’de Ürdün’den mucizevi geçişi anımsamak için bir sütun dikmesi.
(Yeşu 4:20)

- Samuel’in kutsal kurban tören ve mekanını simgelemek için Mitspa ile Şen arasına bir sütun
dikmesi (1. Samuel 7:12).

- İbranîlerin çöllerde dolaşmaları sırasında sürekli olarak, sabah akşam kendilerine eşlik eden,
yol gösteren ve onları koruyan, bir çeşit sığınak görevi yapan bulut sütunu ile ateş sütunu.
(Çıkış 13:21-22)

Sütunlar İbranîleri Mısırlılardan, güneşten, sıcaktan korumuş, akşamları onlara ışık vermiştir.
Büyü güçleri elbiselerin yıpranmasını önlemiş hatta önlerine çıkan engelleri havaya kaldırıp
indirerek yolculuğu kolaylaştırmıştır.

Bunlar tek sütundur. Fakat İbranîlerdeki en önemli sütunlar, belki de ünlü Süleyman Tapınağı’nın
hemen girişine dikildiği Tevrat’ta da, aslında gene Tevrat kaynaklı olmakla birlikte daha başka
yerlerde de öykülenen çift sütundur.

Tunçtan dökme olduğu söylenen bu iki sütun, günümüze kadar gelmiş en önemli simgesel
anlatımlardan birini yansıtır. Tapınağın girişine, kapının her iki yanına yerleştirilmiş, biri
“Jackhin” (birliktelik ve düzen ) diğeri “Boaz” (tam güçte) olarak adlandırılmıştır. Kısaca J ve
B sütunu olarak anılırlar. Bunların simgesel karşılıkları günümüzdeki Masonlukta da görülür.
Nitekim her mason mabedinin giriş kapısının yanı başında böyle iki sütun bulundurulur.

Araştırmacılar, tapınağın girişine göre (karşıdan bakışta) bu iki sütundan hangisinin sağda
hangisinin solda olduğu konusunda hayli kafa patlatmış, ortak bir görüşe varamamışlardır;
sanki çok önemliymiş gibi… Oysa asıl önemli olan, bu sütunlarla anlatılmak istenendir.

16
Bazı anlatımlarda, bu sütunların adı olan iki sözcüğün yan yana gelmesi, Tanrı’nın gücünün
yerinde olduğu ve tapınağın kurulup en ortasında tapınmayı sağladığını vurgular. Bazı kaynaklarda
ise, Yahudilerin tarihi göz önünde tutularak bu iki sütuna B ve J adları verilmiş olmasının
aslında birbirleriyle bir türlü geçinememiş olan Benjamin ve Yahuda (Judah) kavimlerini
Süleyman Tapınağı’nda bir araya getirmeyi amaçladığı ileri sürülür.

Kabalistik bilgilerde bu J ve B sütunun sembolizması ile yorumları o kadar zengin bir boyuta
ulaşmıştır ki, belli bir kronolojik akım içinde sıralanması neredeyse olanaksızdır.

Kimi yerde bu sütunlar, Tevrat’ta tunçtan dökme oldukları belirtiliyorsa da beyaz ve kırmızı
renkli olarak tasarımlanır. Jachin’in güneş renginin kırmızılığı ile etkin ve erkeksel güçleri,
buna karşılık Boaz’ın ise ay, beyaz rengi ile pasif, dişisel, düşünsel erdemleri simgelediği ileri
sürülür.

Bu sütunların, bir başka görünüşe göre insanın egosu ile evrenin değişik katmanları arasındaki
bağlantıyı simgelediği tarzında bir yorum da yapılmıştır. Enerjilerin onların bünyesinde birleştiği,
kozmik ana ve ruhsal enerji ile bütünleştiği benimsenmiştir.

Kimi araştırmacılar, bu sütunları, Tevrat’ın egzoterik anlatımlarında olduğu üzere sadece


tapınağın girişine görkem kazandıran birer süsleme öğesi olarak kabul eder. Nitekim tarih
boyunca birçok tapınağın hatta önemli binaların ana giriş kapısının her iki yanına bunun gibi
iki sütun dikilerek, girişe görkem kazandıran birçok örnek vardır. Ancak bu görüşte olanlar bile
bu sütunların işlevleri üzerinde durmaktan kendini alamamıştır. Yine sözcüklere dönerek,
Jachin’in “kurul, ortaya çık”, Boaz’ın da “güçlen” tarzında öneri getirdiğini belirtmişlerdir.

Bir başka anlatımda ise Jachin “Tanrı Jehovah’ın kurduğu”, Boaz da “güç ve enerji” anlamına
çekilip, ikisinin bir arada olmasının insandaki madde ve ruh âlemini ya da dünyada görülen ve
görülmeyen âlemleri temsil ettiği ileri sürülmüştür.

Bu ikilemin bir başka yorumu da, insanın bünyesindeki maddeye bağlı olan kısım ile manevî
dünyasındaki değerlerin birbirleri arasındaki zıtlığa ve bunların diyalektik oluşumuna dikkat
çekmektedir.

***

Tarihsel kaynaklara dönüldüğünde, Süleyman Tapınağı’nın girişindeki tunç sütunların aslında


Şit ve Enoş ya da Hermes’e ait oldukları anlaşılır.

Masonluğun 15. yüzyıl başlarında kaleme alınmış olan “Cooke El Yazması” adlı bir kitabında
şöyle bir anlatım geçer:

“Bütün bilgiler ve ilimler ateş ve sular tarafından yok edilmeyen iki sütuna yazılmıştı ve tufandan
sonra bu sütunlar bir sahilde Hermes tarafından bulunmuştu. Bunlar hem Pitagor hem Hermes’in
daha sonra deşifre edilmesiyle bu antik dünyanın tüm bilgilerinin günümüze gelmesine vesile
olmuştu.” [Bütünü “Masonluğun En Eski El Yazmaları” başlıklı yazıda okunabilir.]

17
Aynı dönemlerde var olmuş iki ayrı uygarlığın inançlarında, Kalde’de “Mnizouris”, Fenike’de
“Baetylia” adı verilmiş olan ve aynı işlevi üstlenmiş taş sütunlar, her nedense araştırmacıların
üzerinden çok çabuk geçtiği, belki pek değer vermedikleri, ancak önemli bir tarihsel olgudur.
Bu iki kültürün Ortadoğu’daki varlığı İbranîlerden çok daha öncedir.

Bazı irdelemelerde, Enoş’un ilâhi kaynaklardan aldığı bilgileri ve göksel katmanlara yaptığı
ziyarette elde ettiği tüm gizemleri taştan bir sütunun üzerine kazıyıp yazdığı, bunun daha
sonraki nesillere kaldığından söz edilir.

Kabalistik geleneğe ilişkin en büyük teori, “gizli öğreti” olarak bilinen gizemli bir bilgelik
düzeyinin varlığı, buna erişmek için önerilen yol ve yöntemin insanlığın başından beri kuşaktan
kuşağa aktarılmasıdır. Zaman değişmekte, mekân ve kültürler farklılaşabilmekte fakat gizli
öğreti hep aynı kalmaktadır; yaratıcı ilkenin isteği ve buyrultusu doğrultusunda bir kültürden
ötekine atlayabilmekte, böylece tüm gizli tutulan bilgilerin içeriğini oluşturmaktadır.

Zohar’ın bir hipotezine göre; Âdem’e her türlü bilgi yaradılışta verilmişti. Âdem’in cennetten
kovuluşu ile Melek Raziel tarafından alıkonulan bu bilgilerin içerdiği kitap, önce Şit’e ve sonra
Enoş’a aktarılmıştı. Bu kitap, göksel cennete ulaşabilmenin gizli olanaklarını içeriyordu.
Enoş’dan İbrahim’e geçen bu kitap, sonraları “Enoş’un Kitabı” olarak bilinecekti.

Enoş, kitabını tıpkı Mısırlı Hermes-Thot gibi rüyasında başından geçen mistik deneyime
benzeyen bir şekilde kaleme almış. Bunların benzerlikleri çok fazla; sadece sözü edilmeyen bir
bölüm var ki, o da cennetteki mekânlarından aşağıda dünyalılar ile birleşip çoğalmak için kaçan
200 kadar melek ve onların cezalandırılmaları konusu…

Bütün bilgilerin, yaklaşan Tufan’da yitirilmesin diye iki sütun üzerine işlendiği, birçok
kaynakta anlatılır.

Şunu sormak gerek: «Nasıl olur da bir sütunun üstüne bütün bilgiler yazılabilir?»

Somut olarak elbette yazılamaz. Bu, her türlü mantığa aykırıdır. Burada olsa olsa gizli bir
simgesel anlatım söz konusudur. Tıpkı sözü edilen şu kuşaktan kuşağa, elden ele geçen kitabın
aslında somut bir kitap olmayıp, simgesel bir nitelik taşıdığı gibi…

İşte bu da kabalistik inançların temelini oluşturan, beri yanda birçok ezoterik kurumun değişik
aşamalarında bambaşka anlam ve yorumlarda kullanılan simgesel ve alegorik anlatımları
oluşturan bir yazılım gibidir.

İnsanı atalarının geçmişteki bilgilerine bağlayan, ortak belleğini oluşturan, ilâhî dünyalara
açılımını sağlayan bir simge olarak çift sütun ile ancak bu ikisinin arasından geçebilenler için ve
geçtikten sonra içeriye girdiklerinin (inisiyasyonun) kanıtlandığı bir olgunun yansıyışıdır bu…

Okült kaynaklardaki anlatımlara göre, Enoş, Merkür ya da Şit’in sütunları altında değerli
kitaplar bulmuştu. Böylece bütün bilgilere ulaşmıştı. 1. yüzyılın ünlü tarihçisi Josephus, bunların
Şit tarafından yazıldığını anlatır.

18
Josephus, bu iki sütundaki ikonografinin tümüyle hiyerogliflerle dolu olduğunu ve daha sonra
Mısır tapınaklarının her birinde yeniden kayda geçirildiklerini belirtmiştir.

Bu sütunların üzerindeki yazıların Hz. Musa’nın getirdiği, üstlerinde 10 emrin yazılı olduğu taş
levhalar ile aynı şeyleri içerdiği de kimi akademisyenlerin ileri sürdüğü tezlerdendir.

İster yorumları araştırmacıların eserlerinde ortaya çıksın ister tarihsel kayıtlarda olsun, simgesel
anlatım şekli ile bu sütunların ilâhî dünya ile bağlantısı her devirde kendini göstermiştir.

Tarih boyunca inşaat işçilerinin en önemli ve en zor işlerinden birinin, bir bina ya da tapınağın
sütunlarından birinin kırılması ya da çatlaması durumunda onu değiştirmekti. Şöyle düşünün:
Deprem ya da benzeri bir olayda bir binanın ana kolonlarından biri kırılıyor; yeniden yapımı
gerekiyor… Teknik olarak yapılabilir ama zor ve tehlikeli bir iş… Fakat bunu bir de simgesel
anlamda düşünün: Bu sütun yaşamın temel ilkelerinden biri olsun. İşte o durumda onun yeniden
yapımı, çok daha zor ve çok daha tehlikeli bir iş olur.

***

Almanya’nın Würzburg , Avrupa’nın en eski gotik yapılarından biri olan katedral, iki eski ve
hayli değişik sütun vardır. Başlangıçta girişin her iki yanında yer alırlarken, sonradan yapılan
genişletilme ile şimdiki mimarî yapının içinde kolayca görülemeyecek bir noktasında kalmışlardır.

Bu iki sütundan birinin üzerinde “Boaz”, diğerinde “Jachim” (n harfi yerine yanlışlıkla m)
yazılıdır. (Yakın geçmişimizde bu sütunlar, yukarıdaki eski fotoğrafta görüldükleri yerden de
alınmış, katedrale sonradan eklenmiş olan müzeye kaldırılmıştır.)

Boaz adlı sütun üç bölümden oluşmaktadır ama bir bütün halindedir. Uç kısmının birbirinin
içine geçer şekilde olması, Tanrı’nın başlangıçsız ve sonsuz olması biçiminde yorumlanmıştır.
Jachin adlı sütunun iki parça olması ise, insanın bedeni ile ruhunu simgelemektedir.

Bu iki sütun ile bağlantılı olmak üzere çok yorum yapılmıştır.

Germanik halkların inançlarda kutsal bir sütun olan “Irminsul” kozmik dünyevî sütun
biçimindeki simgelerin belki de en güzel örneğiydi. 772 yılında Şarlman Erisburg’daki tapınağı
yıkarken, bu sütun ile bununla birlikte bulunan kutsal odunları da yok etmişti.

19
Araştırmacılar, bu sütunun her şeyi taşıyan evrenin kolonu olduğunu ve evrenin merkezinden
geçen ekseni temsil ettiğini belirtir. Bir diğer deyişle, bu sütun ile dünyevî tapınağın etrafında
oluşan küresel yörüngeler ortaya konulmaktaydı. Sütuna çakılan çiviler ile yıldızlar işaretlenir
ve Asya’daki inanışa göre bu sütunda Şaman, göksel cennete yükselirdi. Bu sütun, dünyadaki
değişik âlemleri birbirine bağlamaktaydı yani sütunun yer altına kadar uzandığı varsayılıyordu.
Böylece, -daha önce de değinilmiş olduğu üzere- sütun yer altı, yeryüzü ve göksel cennetteki
bilinmeyen yerleri birbirine birleştiriyordu. Peygamber, kral ya da şaman, genellikle geceleyin
tapınağa ilâhî mesajlar içeren rüyaları görmek için girerdi.

***

Ortadoğu mitoslarının her birinde rüya ve kutsal ilham ile ilgili birtakım motifler vardır.

Nitekim Hz. Yakup’un serüveni de böyle bir boyut taşır. Başını tarih öncesi (primordial) bir
taşın üzerine koyup uyuyunca, rüyasında önünde yerden göklerdeki bulutların içine kadar
uzanan bir merdiven belirdiğini görür. Bu merdivenden sürekli bir şekilde melekler inip
çıkmaktadır. Tanrı bu esnada ona bir mesaj yollar ve «Üzerinde yattığın bu toprakları sana ve
seni takip edecek nesillere vereceğim.» der.

Bir William Blake yapıtı

Yakup uyandığında, bulunduğu yerin garipliğini düşünürken burasının Tanrı’nın evinden başka
bir yer olmadığını, bunun da aynı zamanda cennetin kapısı olduğunu düşünür. Bu nedenle
orasını “Bethel” yani Tanrı’nın evi olarak adlandırır.

Bu gelenek “mesih” kavramının oluşmasına kadar sürer.

Mesih sözcüğü, eskilerden gelen bir geleneğin devamıdır. Sözlük anlamı bakımından kutsal
kralların yağla sıvazlanmış olduğunu belirtmek üzere “kutsal yağ sürülmüş” (meshedilmiş)
demektir. Aslı böyledir ama sonradan “beklenen bir peygamber ya da kurtarıcı” anlamına
çekilmiş hatta Hıristiyanlıkta doğrudan ve yalnızca İsa’yı nitelemek üzere kullanılmıştır. Kimi
zaman egzoterik bir olgunun altında eski gelenek sürdürülmektedir ama kimi zaman da gelenek
yozlaştırılıp simge ortadan kaldırılır ve görünüm âdeta somut bir biçime sokulur.

20
Sütun - Taş - Tapınak - Kutsal Ağaç

Mısırlılara ilişkin geleneklerin günümüze gelmesini sağlayan İbranî geleneğindeki “sütun-taş-


tapınak-kutsal ağaç” tarzındaki simgelenme de ilginçtir.

Örneğin ağaç, Cennet Bahçesi’nde, içinde hem iyi hem kötü bilgilerin olduğu, insanoğlunun
binlerce yıldır peşinde koştuğu ilâhî bilgileri de içeren bir öğe olarak belirir. Âdem ile Havva’ya
cennetteki yaşamları sırasında bu ağacın meyvesini yememeleri, yerlerse ölecekleri söylenir;
buna karşın yılan Havva’yı kandırır ve ona o meyveyi yedirir. Havva ise meyveyi yedikten
sonra hem Âdem’e hem bütün kuşlara yedirir. Böylece insanın cennet mekânındaki yaşamı,
oradan kovulmayla son bulur.

Egzoterik ortamda bu gerçek bir olay olarak nitelenir. Ezoterik bakımdan ise bir
alegoridir ve bununla ne denilmek istendiğini anlamak gerekir.

Hayat ağacı meyvesinin ne olduğu konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun pek
popüler olan benimseyişteki gibi elma mı yoksa başka bir meyve mi olduğu ya da okült ve
gizlenmiş olarak “bilgi” kavramını belirtip belirtmediği hususunda birçok farklı görüş vardır.

Bu konunun asıl önemli olan yönü, bir simge olarak hayat ağacının aynı zamanda sütun,
tapınak, taş gibi tanrısallığa ulaşma merdiveni ya da yolu olarak görülmesidir. Bu betimleme,
Türk halı ve kilim sanatının simgesel anlatımlarına kadar çevre kültürlere girmiş bir kavramdır.

Anadolu kilimlerinde Hayat Ağacı temasının bir örneği

21
İbranî anlatımlarında, dikilen sütunlardan söz edilme sıklığı hayli dikkat çekicidir.

Örneğin Tevrat’ta Yakub’un, karısı Raşel’in ölümünün anısına diktiği bir taş sütundan da söz
edilmektedir. Kimi araştırmacılar, insanoğlunun en eski ritüellerinden biri olan ölülerin
mezarlarına taş koyma geleneğinin kökünü bu anlatıma dayandırmaya çalışır. Bu, gerekçesi
belirsiz bir yaklaşımdır çünkü bu taş koyma geleneği, köklerini İbranîlerden ve folklorik
inançlardan çok önceki tarihlerde oluşturulmuş bulunan, kökünü Hermetik uygulamalardan
almış bir gelenektir.

Yeşu’nun Musevîlerin Ürdün topraklarındaki gezintileri esnasındaki mucizevi geçişlerini


anımsamak için diktiği 12 sütun, bu geleneğin bir de astroloji ya da zodyak ile bağlantısını
ortaya koymaktadır.

İbranîlerin ilk kralı Saul’un Carmel’de Amalekitlere karşı kazandığı savaşın anısına diktirdiği
sütun, tıpkı Mısırlı ve Babilli hükümdarların içinden geldikleri gelenekleri, «İşte ben geldim ve
şu savaşı kazandım ve bunun anısına da şurada bu sütunu diktim.» dedikleri gibi bir anlatım
amacını içermektedir.

Hz. Yakup’un “Bethel” adlı sütunu dikmesi (Tekvin 28:18), sonra da Laban ile yaptığı
anlaşmayı onurlandırmak amacıyla bir diğer sütun dikmesi (Tekvin 31:46) bu geleneğin en
güzel örneklerindendir.

***

Sümerlerden hatta onlardan da önceki kültürlerden kalmış olan bir gelenekte; yıkılmış, yok
olmuş, yıkıntı halindeki eski tapınakların üzerine yeni bir tapınağın inşa edilmesi söz konusudur.
Bundan amaç, hem daha öncekilere ait olan kutsallığı hem ona ait güçleri sahiplenmektir.

Eski binanın bulunduğu yerdeki toprak ve artık, tuğlalar ile doldurulur; üstü düzeltilir ve bir
platform oluşturulur, sonra da bunun üzerine yeni tapınak kurulurdu. İlk Sümer kenti olan
Eridu’da bu uygulamaya ilişkin ayrıntılı anlatımları içeren yazıtlar bulunmuştur. Uruk ve diğer
kentlerde de benzer uygulamalar gözlemlenmiştir.

Klasik Yunan tapınaklarının büyük bir bölümü, daha önceki Miken tapınaklarının bulunduğu
noktalardaki yıkıntıların üzerine yapılmıştır.

Kudüs dağının havada asılı duran kayasının bulunduğu tapınağın, en azından 4000 yıllık bir
geçmişi vardır.

Bu, hep böyledir ve bir tapınağın üzerine yenisinin, bir kentin üzerine sonrakinin yapılması
hatta bunun Truva gibi üst üste katlarca olması öncekini ortadan kaldırma amaçlı sanılmışsa da
bu yanlıştır. Tersine, amaç artık varlığını sürdüremeyecek duruma düşmüş olan öncekini tıpkı
bir konserve gibi koruma altına almaktır. Nitekim bu nedenle birçok yerde yeni sütunlar eski
sütunların üzerine dikilmiş, böylece sütunun yer altı ile yeryüzü ve göksel evren bağlantısını
sağlama işlevinin canlı tutulmasına çalışılmıştır.

22
Ancak bu konudaki bir söylentiye göre, Kral Süleyman bu geleneği bozmuştur. Önceleri
tapınağı Siyon Tepesi üzerine yaptırmayı öngörmüş fakat oradan eskiden kalma yıkıntıların
(olasılıkla daha eski bir tapınaktan kalıntıların) bulunması nedeniyle Moriah Dağı üzerine
aldırmıştır.

Tevrat’ta belirtilmekte olmasa da bu söylenti doğruysa, bu kez ortaya bambaşka bir gerekçe
çıkmaktadır ki, o da şöyle yorumlanabilir: “Eskiler ile bağlantısız, yepyeni, çok farklı amaçlı
ve çok farklı kapsamlı bir tapınağın yapımı!”

Kudüs’te, daha sonra değineceğimiz tapınaklar ise öncekinin yıkıntılarının üzerinde, aynı yerde
yapılmıştır.

***

Tarih boyunca yapılmış hemen her tapınakta birtakım dramlar oynanmıştır.

Burada “dram” sözcüğünü kullanmakla sakın dinsel ritüelleri küçümsediğimiz ya da alaya


aldığımız sanılmasın; dram zaten dinsel ritüelin bir bölümü hatta çoğu kez kaçınılmaz, olmazsa
olmaz bir parçasıdır.

Ritüelik dramlar kültürden kültüre birtakım değişiklikler gösterir ama genel olarak iki
kategoride toplananabilir.

Bunlardan ilki, yaradılış efsanelerine dayanarak birtakım ritüelik performansların sahneye


konulması şeklindedir.

İkincisi ise, yaşayanın bilgi ve yaşam sonrası gizemleri ile tanıştırılmasıdır.

Bundan ötürü Antik Mısır’ın ünlü Ölüler Kitabı’ndaki bilgi ve anlatımların asıl amacı, - basit
bir şekilde mumyanın yanına konulmasından öte- kişinin ruhsal zenginliğini yaşadığı sırada
geliştirmeye yönelik bilgiler olup, öldükten sonra onları anlayabilmesi için de ölmeden önce
neleri bilmesi gerektiğini yansıtmaktır.

Araştırmacılar, birçok konuda birbirlerinden ayrılır ve aralarında uyuşma sağlanamazken, bu


bağlamda tam bir fikir birliği içindedirler.

Antik Mısır’ın en iyi bilinen ritüelik dramı, M.Ö. 8. yüzyıl sonu ya da 7. yüzyıl başlarında
Firavun Shabaka tarafından bir taş üzerine yazdırılmıştır. Sonradan “Shabaka Taşı” olarak
anılarak adlandırılmış olan bu yazıt günümüze kadar gelebilmiştir.

Memphis ilâhiyatını anlatan bu yazıt, Memphis’teki bir tapınakta rastlantı sonucu bulunmuştur.
Üzerinde Memphis ekolünün gelenek ve inançlarının bir özeti verilmiş, yaradılış olayı da
tümüyle Memphis inançlarının bakış açısıyla anlatılmıştır.

Yazıtın detaylarından, buradaki bilgi ya da söylemlerin bir çeşit oyun ve canlandırma şeklinde
ortaya konulduğu, büyük olasılıkla rahipler tarafından dile getirildiği anlaşılmıştır.

23
Shabaka Taşı’nın genel görünümü

Taşın üzerindeki anlatımların bir bölümü

Yaradılış mitoslarının alegorik anlatımı ve yaşam sonrasının gizemlerinin eski tapınaklarda


inisiyeler tarafından üstlenilen bazı roller ile oynanması, belki de tapınağın yaratılması ile
ortaya çıkan kozmik bir bütünün parçası olmayı ya da zaten var olan kozmik bütünü
canlandırma şeklinde oluşan bir ana fikri temsil etmekteydi. Tapınaklar, sosyal yaşam
ortamında toplumların var oluşuyla örtüşüp, bir bakıma toplumu da kozmikleştiriyordu.

24
Kudüs Tapınakları

Kudüs, İncil’de Yuhanna’nın anlatımlarında zamanın sonu yaklaştığında dünyaya doğru alçalıyor
tarzında dile getirilmiştir. Kumran’da bulunmuş ve “Ölü Deniz Ruloları” olarak da anılan bir
yazıtta da kentin tümünün aslında bir tapınak olduğundan yani burasının kutsanmışlığından,
bunun bir kentin başına gelebilecek en büyük mutluluk olduğundan söz edilir.

Aslında Kudüs tapınaklarının her biri, kurban kültürünün ana tapınağı idi. Çok kez yıkılmış ve
tarih içinde defalarca yeniden inşa edilmesine girişilmişti. Somut olarak ilk kez Kral Süleyman
tarafından, yapılmış, buna göre de M.Ö. 10. yüzyıl ortalarında inşa edilmişti. Bu ilk tapınak,
“Süleyman Mabedi” olarak da anılmıştır. *

Babası Davut’un ölümünden sonra tahta geçen Süleyman zamanında Yahuda Krallığı öyle
ünlenmişti ki, Süleyman’ın ünü de tüm dünyaya yayılmıştı.

Onun, zamanında ülkesinin bütün bilge kişilerinden çok daha bilge olduğu düşünülmektedir.
Çevre kültürlerden çoğu kişi onu görebilmek için Kudüs’e gelir, diğer ülkelerin kralları onun
bilgeliğinden bir nebze olsun yararlanabilmek için ona özel elçiler gönderirdi. **

Buraya kadar tamam... Fakat bundan sonrası ya söylenti, ya efsane ya da İbranî geleneksel
benimseyişi...

***

Süleyman’a bu denli bilgeliği doğrudan Tanrı vermişti.

Bir gece rüyasında görünen Tanrı ona nasıl bir hediye istediğini sorar. Süleyman da bilgeliği
seçer. Tanrı da ona hem bilgelik hem ün ve zenginlik verir. Öylesine verir ki, hiç kimse bu ün
ve zenginliğe asla ulaşamayacaktır.

Süleyman, Yahuda Krallığı’ndaki kontrolü 12 yöneticiyle sağlar. Sürekli olarak bilgelik ve


mantık ışığını kullanır. 1400 atlı savaş arabası, 40 bin savaş arabası atı, 20 bin binek atı vardır.
Özel yemek masalarında her gün 100 kuzu yenir. Bütün kap ve kacaklar altındandır. Yaptırdığı
sarayına “Lübnan ormanları” anlamına gelen bir ad konmuştur. ***

* Kudüs’te Kral Süleyman tarafından bir tapınak yaptırılmış olduğuna ilişkin tek kaynak
Tevrat’tır. Kutsal kitapta öyle yazılmış oluşu, İbranî geleneklerinde bunun doğru olduğunu
benimsemeye yeter. Fakat M.Ö. 10. yüzyılda burada betimlendiği gibi bir tapınak yapılmış
olduğu gerek tarihsel gerekse arkeolojik bulgularla doğrulanamamıştır. Bu nedenle de bu
tapınağın bir “simge” olarak benimsenmesi söz konusu olabilir.
** Nitekim bu nedenle “Bilge Süleyman” ya da “Hz. Süleyman” olarak anılır.
*** Bu konu bir ayrıntı gibi görünüyorsa da Tevrat’taki tarihsel ayrıntılarda belirtildiği üzere
Gerek Süleyman’ın gerekse babası Davut’un Sur Kralı Hiram ile olan ilişkileri bakımından
önemlidir. Kudüs’te yeterince ağaç olmayışı, kerestenin Lübnan’dan gelişinden ötürüdür.

25
Lübnan dağlarından kesilmiş sedir ağaçlarından yapılma bir sürü ahşap sütun kullanılmış olan bu
sarayın bir eşini de evlendiği “Firavunun kızı” için yaptırır. 5000 dua oluşturup yazdırdığı söylenir.
Yazdıklarında, çevresindeki her şeyden, Lübnan’daki sedir ağaçlarından, tüm canavarlardan,
tüm kuş, sürüngen ve balıklarından söz eder. Böylesine geniş çapta bir bilgi birikiminin toplanması,
o zamana dek hiçbir yerde görülmemiştir. (!)

Süleyman, bu geniş çapta dünyevî bilgilere ilâhiyat bilgilerini de katmıştır. Sonraki devirlerde
onun yaşantısı ile bağlantılı olmak üzere Yahudilerin unuttuğu birtakım ayrıntı ve öyküleri,
kimi ünlü İranlı yazarların yapıtlarında görülür.

Bu kültürde adı “Süleyman İbni Davud” olarak geçen Süleyman’ın ünü, Hindistan’a kadar
uzanmıştır. Bilgeliği onu dünyanın en güçlü insanı yapmıştır. Sadece insanlar üzerinde değil,
her türlü göksel varlık, ruhlar, görünmeyen canlılar, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi üzerinde
mutlak kontrolü olduğu benimsenmiştir.

Kimi Arap yazarların anlatımlarına göre, Süleyman, 12 yaşında tahta geçince Tanrı ona bir cin
bahşetmiştir. Kuran-ı Kerim’de belirtildiğine göre, cinler onun gözü önünde çalışmış, ayrı ayrı
binalar inşa etmiş, heykeller yapmış, bahçeler, havuzlar, avlular düzenlemişlerdir. Uzaklara
gitmek istediğinde, onu anında sırtlarında taşıyıp gideceği yere ulaştırmışlardır.

Süleyman’ın mührü, lambası, yüzüğü, tahtı, doğaüstü güçleri, Ortadoğu inançlarında kapsamlı
bir yer tutar. Cinlerini özel bir yüzüğü ile kontrol edebildiğine inanılmıştır. Araplar onun bilgeliğini
bu yüzüğe borçlu olduğunu söyler. Bu yüzük, kabalistik anlatımlarda da yer alır: Tıpkı mühründe
olduğu gibi iç içe geçmiş iki üçgen biçiminde. Burada, iki üçgenin iç içe geçmesiyle bir tılsım
yansıtılır.

Süleyman, cinlerini toplayıp boyunlarına yüzüğü ile bastırıp onları mühürlermiş. Böylece onları
kendisine köle edermiş. Bir gün Ürdün’de denize girerken yüzüğünü kaybetmiş. Böylece
bilgeliği de sona ermiş. Hani daha sonra Kral Süleyman’ın olmadık işler yaptığı, zevke ve
sefaya düşüp putperest olduğu da anlatılır ya... İşte bu, yüzüğünü yitirmesinden sonraymış.

Uzun bir zaman sonra bu yüzüğü bir balıkçı, bir balığın karnında bulmuş ve ona geri götürmüş.
Ancak çok geç...

Burada dikkati çeken nokta, Osiris’in fallusunu bir balığın yutması sonucu kaybolması ile bu
kez Süleyman’ın bir balık sayesinde kaybettiği özel bir şeyini tekrar buluyor olmasıdır.

26
Bu birbirini izleyen sistemlerde hep ters simgesel oluşumların yer alışı, göz önünde tutulup
dikkat edilmesi gereken bir olgudur.

Kimileri bunlara gerçekten yaşanmış olaylar diye içtenlikle inanır. İşin bu bölümü egzoterik
ortamdadır. Ezoterik kurumların inisiyeleri ise, bu anlatımların birer alegori olduğunu bilir ve
derinliğindeki anlamları çıkarmaya çalışır.

Gelelim Kral Süleyman’ın tahtına…

Bu taht baştan aşağı fildişinden yapılmıştı. Çok etkileyiciydi. Benzeri hiçbir ülkede yoktu.
İncil’de anlatıldığına göre, 6 basamağı vardı. Önüne gelindiğinde, iki aslan basamaklarda sağlı
sollu beklerdi. Tepesinde ise iki kartal vardı. Kanatları ile onu serinletirlerdi. Tahtına
yaklaşılırken yanından geçilen sütunların üzerindeki yakut ve zümrütler görülürdü. Tahtına
oturduğunda, bir güvercin ona okuyup çalışması gerekenleri kutsal sandıktan çıkararak getirirdi.

Kuran-ı Kerim’e göre bu görkemli taht Yemen Kraliçesi Seba’ya aitti. Süleyman, onu
etkilemesi için cinine bir göz kırptığı anda getirtmişti. Arap yazarlara göre, ölümünden sonra
cinler tüm büyü kitaplarını bu tahtın altında saklamıştı.

İncil’e göre ise Süleyman, ataları gibi Tanrı ile yürümemişti. Gençliğinde Baal üzerine kurban
kesmişti. Yaşlandığında tek tanrı için kurban kesme alışkanlığını bırakıp, idoller üzerinde
kurban kesme âdeti edindiği, tavırlarındaki bu değişikliğin de evlendiği Firavun kızı ile diğer
eşlerinden ötürü olduğu söylenmiştir.

Denildiğine göre, Tanrı bu yüzden Süleyman ile ilişkilerini kesmişti. İncil’de anlatıldığı üzere;
öldüğünde halkı, atları ve tanıyanlardan hiç ses çıkmamıştı. Yaşamının nasıl sona erdiğine
ilişkin de yeterli bilgi yoktur. Ortaçağda İskoçya’da bulunan “De Penintentia” adlı bir kitapta,
günahlar içinde öldüğü ve her gün dünyanın sonundaki 10 bin canavar tarafından yendiği
anlatılmıştır. İlk anlatımlara göre, gücünü yitirince, Tanrı’yı cinlerinin yarattığı eserler bitene
kadar ölümünü açıklamaması için ikna etmiş, buna uygun olarak dizleri üzerinde çökmüş, dua
ederken ölmüştür. Onu canlı zanneden cinler de çalışmalarına devam etmiştir.

Kuran-ı Kerim dayanaklı anlatımlarda; Süleyman’ın ölümünün ilk farkına varan yaratığın bir
sürüngen (büyük olasılıkla yılan) olduğundan söz edilir. Sürüngen, Süleyman öldüğü sırada
dizleri üzerinde düşmeden durabilmesini sağlayan sürüngene çarpar. Bunun üzerine yere
devrilir: Cinler de çalışmalarına son verir çünkü onun öldüğünü anlamışlardır.

27
1. yüzyılın ünlü tarihçisi Filavius Josephus ve diğer araştırmacıların Kral Süleyman ile
bağlantılı olmak üzere sözünü ettikleri cinler ve bunlara ilişkin çizimler, büyük olasılıkla daha
sonra Ortaçağ büyücülerinden kimilerinin kullandığı “Clarijule de Solomon” adlı kitaptan
alıntıdır. 11. yüzyıl Bizans yazarlarından Michael Delus’un anlatımlarında, Süleyman’ın cinler
ile yaptığı, taşların üzerine yazılmış anlaşmalardan söz edilir. Bir başka Bizanslı yazar, Micetas
Choniates, İmparator Manuel Comeinus’un hayatını anlatırken, aynı kitaptan söz etmekte ve
içerdiği yazıları okuyanların cinlerin görünür hale gelmesine neden olacağına değinmektedir.

1350 yılında Papa 6. Innocent tarafından “La Livre de Solomon” (Süleyman’ın Kitabı) adlı bir
başka kitap yazdırılmıştır. Ele geçirilen bir diğer Ortaçağ belgesinde bu kitabın kapsamından
söz edilmekte ve Süleyman ile oğlu Rehoboam arasında geçen bir konuşma aktarılmaktadır:

«Bu sanatlar dünyadaki her şeyden daha değerlidir. Bütün yaratıkların yaratıcısı tarafından
bu bilgelik bana verilmiştir.»

«Peki baba bana yararı nedir? Ben senin gibiyim; senin oğlunum.»

«Tanrı’nın meleği bir gün bana rüyamda geldi. Ben ona Tanrı’nın en kutsal adı olan Yehova’yı
söyleyince, isimlendirilemeyecek şeylere hak kazandım. Bilgeliğin meleği Raziel bana bunları
rüyamda gösterdi. Bu öykü anlatılmaz. Bana dedi ki: Bu bize özgü gizemi çok iyi sakla. Evrensel
bilim tahrip olduğunda, saptanılmaya çalışıldığında, önlenmeye kalkışıldığında anla ki o zaman o
vakit gelmiştir. O zaman ben yükseleceğim; bulunduğum yerden etrafımdakileri korkular içinde
titretecek. Ve anlattı bana ne yapmam gerektiğini.»

İzleyen satırlarda, Süleyman oğluna bu kitabı saklamasını öğütlemektedir. Belirli bir bölümde,
bu kitabın Babilli bir filozof tarafından uzun zaman sonra bulunduğu anlatılmaktadır.

Bunlar Süleyman hakkında anlatılan efsanevî öykülerden sadece bir bölümü, hepsi değil...
Hepsini anlatmak, başlı başına bir kitap olur. Buradaki konu, onun Kudüs’te yaptırmış olduğu
varsayılan tapınak… Dolayısıyla şimdi ona dönelim.

***

Kral Süleyman’ın Kudüs’te yaptırmış olduğu ve bu kentin ilk tapınağı olan hatta literatürde
genellikle sanki dünya yüzünde ondan önce hiçbir tapınak yapılmamış gibi “İlk Tapınak” olarak
anılan bina, daha doğrusu bir tür külliye ile ilgili bilgiler, Tevrat’ta uzun uzun ve iki ayrı kitapta
anlatılır. (1. Krallar 5:10 - 8:9 ve 2. Tarihler 3:2 - 5:10)

Burada, anlatımların sadece önemli olan bazı noktalarını özetlemekle yetineceğiz.

 Tapınağın bütünü çok geniş bir yer kaplıyordu. İç içe iki ayrı avlusu vardı.

 İçteki ikinci avluda kutsal ateşin yakıldığı bir bölüm, sunak ve en uçta ana tapınak
binası bulunmaktaydı.

28
 Ana tapınak binasına basamaklarla çıkılmakta ve kapısına siyah beyaz karelerden
oluşan bir mozaik döşeme ile ulaşılmaktaydı.

 Kapının her iki yanına birer görkemli sütun dikilmişti.

 Tanrı’nın evi olarak nitelenen bu kutsal yapının içi ikiye ayrılmıştı: Önce daha büyük
olan “Kutsal Yer” ve daha sonra (en dipte) “Kutsalların Kutsalı” olarak anılan, Ahit
Sandığı’nın da yerleştirildiği bölme vardı.

Bu tapınağın ne zaman yapılmış olduğu düşünüldüğünde, M.Ö. 10. yüzyıl ortaları diye bir tarih
verilebilmektedir. Daha hassas olunması istenirse, M.Ö. 966 yılı sonrası...

Anlatımlara bakılırsa yapımı yedi yıl sürmüş. Kral Süleyman Moriah Dağı’na çıkmış; elindeki
çekiçle bir kayanın üzerine üç kez vurmuş. Bu vuruşun sesi tüm çevrede çınlayarak yankılanmış.
Sonra da bundan böyle burada hiç ses çıkarılmamasını buyurmuş. Bu nedenle de tapınağın
yapımında kullanılan tüm malzemeler başka yerlerde işlenip getirilmiş.

Süleyman Tapınağı’nın tasarımlarından biri: Tüm külliye

Ana tapınak binasının iç görünümü tasarımı

Bu tapınak Kral Süleyman’dan sonra yaklaşık 350 yıl ayakta durmuştur. M.Ö. 6. yüzyıl
başlarında Kudüs’ü ele geçiren Babilliler tarafından yıkılınca, devrin İbranî kültürü uyarınca
bunun halkın kendi günahı yüzünden yıkıldığı şeklinde yorumlar yapılmıştır.

29
Bir diğer önemli husus, Kudüs’ü ve onunla birlikte bu tapınağı yakıp yıkan Babillilerin, buradan
ayrılırken tüm İsrailoğullarını zincire vurup Babil’e götürmüş olmasıdır.

Aradan elli yıldan çok süre, bir nesil geçer. Babillilerin parlak dönemi çok sürmemiş, tüm
Mezopotamya Perslerin egemenliği altına girmiştir. Persler, Babil’de önceleri köle durumunda
olan İsrailoğullarına özgürlüklerini bağışlamış hatta ünlü Pers İmparatoru Kurus (Keyhüsrev),
ana yurtlarına dönmelerine bile izin vermiştir.

İsrailoğullarından kimilerinin doğup büyümüş oldukları Babil’de kalmayı tercih etmiş, kimileri
ata yurtları olan Kudüs’e dönerek, tapınağı yeni baştan yapmaya girişmiştir. İşte bu, tarihsel
belgelerde de geçen bir olaydır.

Bundan sonra Kudüs’te yapılmış olan tapınağa “İkinci Tapınak” ya da bu işin önderinin adıyla
“Zorobabel Tapınağı” denir.

Bu tapınak İbranîcede “Bet ha mikdas” olarak anılmaktaydı. Denildiğine göre, ilk tapınak gibi
o da Moriah Dağı’nda önceki tapınağın yıkıntılarının üstüne yapılmıştı..

Bu tapınak, önceki kadar olmasa bile zengin bir şekilde dekore edilmişti. Meleklerin görüntüsü
hem kapılara oyulmuş, hem dipteki “Kutsalların Kutsalı” bölümünü tapınağın öndeki diğer
bölmesinden ayıran perdenin üstüne işlenmişti.

***

30
Kimi yazarlar, Kudüs’teki ikinci tapınağın Romalılar tarafından yıkıldığını belirtir. Bu noktada
tarihsel bakımdan bir çelişki göze çarpıyor. Romalılar Kudüs’teki son tapınağı yakıp yıkmış;
bu doğru... Bunun tarihi ise M.S. 70. Ancak bu Kudüs’teki ikinci tapınak değil üçüncüsü olmalı
çünkü o görkemli tapınağın yapımını Kral Herod’un başlattığı, ancak bitiremediği, yapımının
onun ölümünden sonra da devam ettiği biliniyor.

Dolayısıyla, Kudüs’teki birinci ve ikinci tapınağı her nedense özdeşleştirdikleri anlaşılıyor.


Hatta belki de birinci tapınak zaten hiç yoktu da aslında ikincisi orada yapılmış olan ilk
tapınaktı. Bunun tersi yani ikinci tapınağın olmadığı gibi bir durum ise olası değil; çünkü
tarihsel kayıtlarda Kral Süleyman zamanında yapılmış olan bir tapınak geçmiyor ama ikinci
tapınağın yapımı teyit ediliyor.

Ancak, işin ilginç yanı Tevrat’ta ilk tapınağın uzun uzun anlatılmış olmasına karşılık, ikinci
tapınağın ayrıntılı bir betimlemesi yok.

Buna karşın Tevrat’ın anlatımlarının doğru olduğunu kabul edelim.

İkinci tapınak, Yahudilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları nedeniyle yapımından kısa bir
süre sonra kullanılamaz olmuş, sonra yeniden açılmış. Bu da pek uzun sürmemiş. Aynı olgu
birkaç kez tekrarlandıktan sonra tümüyle terk edilmiş ve zamanla bir yıkıntıya dönüşmüş. İşte
bu açıdan bakıldığında, belki de ilk tapınak ile ikincisinin özdeş tutulduğu, bundan ötürü de
Herod Tapınağı’na “İkinci Tapınak” denmiş olduğu düşünülebilir.

Herod Tapınağı’nın maketlerinden biri

Bir diğer makette yakın plan görünümü

31
Kudüs Tapınağı’nın Serüveni

Belki birçok noktası tekrar olacak ama tarihte en çok önemsenmiş tapınaklardan biri olması
(belki “biri” değil de “üçü” demek daha doğru) Kudüs Tapınağı’nın serüvenini şöyle bir kez
daha gözden geçirelim.

Buradaki ilk tapınağı başlangıçta Kral Davut yapmak istemiş fakat Tevrat anlatımına göre
Tanrı, Peygamber Natan aracılığıyla ona çok kan döktüğü için buna hak kazanmadığını
bildirmişti. Natan, Davut’a bu tapınağın oğlu Süleyman tarafından yapılacağını da söylemişti.
Tevrat’tan bağımsız bir anlatıma göre ise, savaştan başını alamamış ve çok niyetlenmesine hatta
Sur (Tyre) Kralı Hiram aracılığıyla sağladığı malzeme hazırlığına bile girişmiş olmasına karşın
bir türlü başlayamamıştı.

Süleyman kral olunca, o da babası gibi Sur Kralı Hiram’dan tapınağın yapımına destek vermesini
rica etmişti. Kral Hiram da Süleyman’a, ondan aldığı mısır, zeytinyağı ve şarap karşılığında
sedir ağacı kerestesi ile altın göndermişti. Ayrıca bir de adaşı olan yetenekli bir ustayı da ona
göndermiş, nitekim tapınağın girişindeki daha önce sözünü ettiğimiz iki sütunu işte bu becerikli
usta yaparak oraya dikmişti.*

Bu tapınak, en iyi malzemeler kullanılarak inşa edilmiş görkemli bir yapıydı. Bir krallık
külliyesi içinde yer alan tapınaktan başka, bunun yanı sıra krallık sarayı, yargı binası, sedirler
binası ve Süleyman’ın karısı olan Firavunun kızı için yapılmış bir ev de bulunmaktaydı.
Tapınağın ana bölümü kendi içinde ikiye ayrılmış, tümü üç katlı bir bina ile çevrilmişti. Bu
binada katlar tavan kapakları ile ayrılıyordu. Bunlar büyük olasılıkla tapınağın hazineleri için
depo gibi kullanılıyordu. **

Tapınağın duvarları Kerubiler, *** palmiye ağaçları ve meltem çiçeklerinden oluşan oymalarla
bezenmiş, araları altın kaplanmıştı.

* Bu Usta Hiram ile bağlantılı olmak üzere Tevrat’takinden farklı bir sürü anlatım vardır.
Bunlardan en çok bilineni 19. yüzyılın ünlü Fransız yazarlarından Gérard de Nerval’in
“Voyage en Orient” (Doğuya Yolculuk) adlı kitabında yer alır. Ayrıca, Masonlukta aynı
usta Hiram Abif diye anılır ve bu tapınağın başmimarı olarak diye nitelenerek, görevi başında
öldürülüşü alegorik nitelikli bir öykü olarak uzun uzun anlatılır.
** Bu tapınağın sonradan sık sık yağmalanmış olması, daha sonra da tarih boyunca edebiyatta
ve yakın geçmişimizdeki film senaryolarında “Hz. Süleyman’ın hazineleri” konusunun başlı
başına bir tema olarak işlenmesi boşuna olmasa gerektir. Ayrıca Masonlukta bu ek binanın
bir yandaki orta katına bir “dönemeçli merdiven” ile çıkıldığı ve yapımda çalışan ustaların
toplantılarını orada yaptığı anlatılır.
*** Tevrat’ta şöyle deniliyor: “Böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden
alındığı toprağı işlemek için çıkardı, Ve adamı kovdu; ve hayat ağacının yolunu korumak
için, Aden bahçesinin şarkına Kerubileri, ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.”
(Tekvin 3: 23-24

32
Tapınağın önündeki avluda, bronzdan mamul ve 12 öküz tarafından taşınan devasa bir kazan
vardı. Binanın doğu cephesi boyunca da daha küçük kazan bunların her biri tekerlekli
dayanaklar üzerine yerleştirilmişti.

Avludaki bronzdan yapılma sunak, hem toplumsal hem kişisel amaçlara yönelik kurban kesme
işlemi içindi.

Ana tapınak binasında, her iki yanında iki görkemli tunç sütunun yer aldığı kapıdan girildikten
sonra ve Kutsalların Kutsalı bölümünden önce gelen büyücek salonda günlük tapınımlarla
bağlantılı eşya bulunuyordu. Bunların arasında, tütsü yakma taşı, takdime ekmeği masası ve
“Menorah” yani Yedi Kollu Altın Şamdan vardı.

Süleyman Tapınağı yıkılıp yakıldığında, bu şamdanı kimin götürmüş olduğu bilinmiyor. Gerçi
herhangi bir yerde sözü edilmiyor ama sonrasından anlaşılan o ki, bu altın şamdan ya bir yerde
korunmuş ya da yenisi yapılmış. Nitekim 70 yılında Romalılar, Herod Tapınağı yerle bir ettikten
sonra, adam boyundaki bu şamdanı kendi başkentlerine taşımışlar. Nitekim Roma’da. o tarihte
Kudüs’ü yıkıp yakmış olan, İmparator Vespanianus’un oğlu ve sonraki imparator Titus’un
anısına dikilmiş olup “Titus Kapısı” adlı antik yapıtın yan yüzlerinden birinde bu olayın
anlatımı açıkça görülür.

Peki sonrası?

Bilinmiyor. Bu bağlamda birtakım söylentiler var ama hangisinin doğru olduğu belli değil.

33
Süleyman Tapınağı’ndaki en önemli ve en değerli nesne, -hiç kuşkusuz- “Kutsalların Kutsalı”
denilen iç bölmedeki Ahit Sandığı idi. Bunun içinde, geleneksel olarak, Musa’nmın getirmiş
olduğu ve 10 emri içeren iki taş tablet bulunuyordu. Bu sandığın üzerinde, onu korumak üzere,
“Mıshkan” olarak anılan, kanatları açılmış iki altın kerubi yer alıyordu.

Ahit Sandığı’nın bir tasarımsal maketi

Süleyman’ın hükümdarlığı döneminde tapınak, dinin odak noktası halindeydi. İsrailoğullarının


tüm kabilelerinden hacılar buraya gelirdi.

Süleyman’ın oğlu Rehoboam zamanında ise, tapınağın Musevî kültüründe “biricik” konumlu
olması niteliği değişti. Kudüs dolup taşıyor, kozmopolitleşiyordu. Rehoboam olur olmaz halkın
Kudüs’e gelmesine engel olmak için, Dan ve Bethel’de iki tapınak daha yaptırttı. Her ne kadar
daha sonra gelen İsrail kralları Kudüs’e gitmeme konusundaki yaptırımı gevşettilerse de ilk
tapınak artık hiçbir zaman toprakları ayrı ayrı yerlerde olan kavumlar için merkez konumda
olmayı sürdüremedi.

Bu arada elbette Ahit Sandığı’nın sonrası da merak edilebilir.

Bilinmiyor… Bu konu üzerinde de söylentiler, gerek Ahit Sandığı gerekse içindekilerin ne


olduğu üzerine söylentiler ve varsayımlar var ama hiçbirine gerçek denilerek güvenilemez.

***

Bu tapınak ile bağlantılı olmak üzere önemli bir noktaya daha değinmek gerekli…

Kimileri, -özellikle masonlar- Süleyman Tapınağı’nın, ayırımsız olarak tüm dinler ve inançlar
için yapılmış olduğunu söyler.

Bu söylemde bir hata var; bilerek ya da bilmeden yapılmış bir hata… Belki de Masonlukta bu
tapınağın bu kurumun evrensel ülküsü olan “tüm toplumların barış ve mutluluk ortamının
sağlanması” biçimindeki ülküsünün bir simgesi sayılmasından ötürü… Oysa dünya yüzündeki
tüm dinler ve inançlar olması bir yana dursun, İsraillilerin kendi toplumları içinde bile aralarında
bir türlü uyuşma sağlanamamış olan farklı inançların tümü bakımından geçerli değil… Belki
en önemli olanı da Benjamin kavminin tutumu ile bağlantılı olanlar. [Bu konuda ayrıntılı bilgi
için “Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar – 1. Kitap” ta 6. bölümün okunması önerilir.]

34
Süleyman Tapınağı Babilliler Kudüs’ü işgal ettiğinde, hesapça M.Ö. 586 yılında yıkılmıştı.
İkinci Tapınak ise M.Ö. 521 ile 516 yılları arasında yapıldı. Bu, Babil’i ele geçiren Pers Kralı
Kurus’un (Keyhüsrev, Sirus, Cyrus) oraya sürgün edilmiş olan Yahudilerin ülkelerine geri
dönmelerini sağlayan buyruğu sayesinde gerçekleşmişti.

Kurus’un buyruğunun duyuruluşu ile ikinci tapınağın açılışı arasındaki dönemde, özellikle
Kudüs’ün kuzeyindeki Samarialılar bu işe engel olmak için hayli çaba göstermişti. Bu yüzden
Yahudilerin morali çok bozuktu. Yahudi peygamberlerinden sayılan Haggai ile Zekeriya, halkı
cesaretlendirici konuşmalar yapmışlardı. Kral Davut’un soyundan yani Yahuda kavminden
olan halk liderleri Zorobabel ile Kohen Agadol ise yardım için tanrıları Yehova’ya seslendiler.
O da Kurus’un ardından tahta çıkan Pers İmparatoru Darius’in bu işe destek vermesini sağladı.
Buna karşın, ikinci tapınak her bakımdan öncekinin görkeminin ancak gölgesinde kalmıştı.

Bu arada, -daha önce de değinilmiş olduğu üzere- İsraillilerin bir bölümü (belki de büyük
bölümü) yurtlarına dönmemiş, oraya gidip didişmektense Hayli zengin ve rahat olan Babil’de
kalmayı yeğlemişti. Gelmeyenler arasında Yahudilerin rahiplik işlerini yürüten Leviler de
vardı. Bunun üzerine rahiplik görevini Zadok’un soyundan gelenler üstlenmişti.

Bundan ancak 70-80 yıl sonra, -Ezra ve Nehemya döneminde- tapınak, tarihçesindeki merkez
olma ruhunu yeniden kazandı. Rahiplik görevi bakımından Levililerin soy ağacının dikkate
alınmasıyla, yine eski tapınak görevlerini üstlenmeleri sağlandı.

***

M.Ö. 207 yılında Selekos (Suriye) Kralı 3. Antiganos, düzenlediği geniş çaplı askerî eylem
çerçevesinde Kudüs’ü de işgal etti ama Yahudilerin ona karşı uyumlu bir tutum göstermesi
üzerine, tapınağın ve çevresindeki alanın kutsallığının güvenceye alınmasını buyurdu.

Ancak bu çok uzun sürmedi çünkü Kral 4. Antiokos (Epifanes) farklı bir tutum benimsedi.
Yahudi kâhin sınıfı ve aristokrasinin içinde yer alan Helenler, tapınağın Pagan tapınımına açık
bir yer haline dönüştürülmesini sağladı.

Bundan sonra tapınağın bir kez daha Yahudi inanç ve geleneklerine uygun olarak yeniden
hizmete giriş tarihi M.Ö. 164 olarak belirtilir. İşte bu tarih, Musevîler arasında Hanuka Bayramı
olarak kutlanır. Bu ise yedi yerine dokuz kollu şamdanın getirilişidir. Sonrasında bu tür şamdan
Hıristiyanlıkta da kendini yer bulacak hatta kiliselerin dekorasyonunda kullanılacaktır.

Yahudilerin ülkesi Romalıların egemenliği altına girdiğinde, artık ortalıkta rahiplerin sülalesi de
kalmamıştı. Aslında Yahudi olmayan Kral Herod’un egemenliği ele geçirmesi ile birlikte,
rahiplerin göreve doğrudan kral tarafından atanması yöntemi getirildi. Üstelik buna Roma valisi de
onay vermeliydi. Böylece din, siyasetin etkisi altına girdi.

Kral Herod’un yapımını başlattığı ancak ölümünden çok sonra bitirilebilen Üçüncü Tapınak,
artık gerçekten de Yahudilerin özgün tapınağının yenilenişi sayılabilir miydi acaba?

35
İsa ve Sonrası

Kudüs’teki son tapınak yıkılırken, ortaya bir başka din daha, Hıristiyanlık çıkıyordu.

Ancak henüz ayakta dururken bu tapınağı üç günde yıkıp yeniden kuracağını söyleyen İsa,
ziyarete gelmişti. Orada iş tutan kurbanlık hayvan satıcılarını kovalamıştı. Sarrafların önündeki
masaları devirince, paralar yere yuvarlanmıştı. Oysa tapınma için sığır ve koyunlar gerekliydi.
Uzaktan gelen Yahudiler, bunları putperestlerin parası ile satın alamazdı. Kendi paralarını
edinmek zorundaydılar. Buna göre İsa, tapınak tacirleri ya da Musevîliğin en güçlü sınıfı yani
ruhban takımına karşı koymuştu. Kurban edecek hayvan olmaz, satın almak için de para olmazsa
kurban alınamazdı. Böylece İsa, soyu bakımından Yahudilerin kral ailesinden gelme oluşuna
karşın Musevֿîliği açıkça inkâr etmiş oluyordu.

Ancak böyle dinsel törenleri tartışma konusu eden ve kurbanlıklardan yükselen dumana hiç de
büyülenmeden bakan ilk kişi o değildi. Ondan önce da Tanrı adına çok sert sözler söylenmişti.
Örneğin M.Ö. 8. yüzyılda Amos, tapınakta düzenlenen kurban kesme âyinleri için şöyle
demişti: «Bayramlarınızdan nefret ediyorum. Onları hor görüyorum. Besili hayvanlarınızın
kurban edilmesinden tiksiniyorum, bakmıyorum bile. Fakat hak su gibi aksın ve adalet ırmağı
hiç korumasın.»

Devrin Kumranlıları, Essenleri, Vaftizci Yahya gibi düşünürleri, öteden beri tapınağı sadece
İsa ise tapınağı yıkmaktan söz ediyordu.

Aslında İsa Yahudi ilâhiyatının ana sütunu olan tapınağı yıkmaktan söz ederken, onların tüm
inançlarını tehdit eder gibi bir durum ortaya çıkmıştı. Tapınağın yıkılması demek, Kudüs’ün de
yıkılması, İbranîlerin Tanrı tarafından cezalandırılması olurdu.

İsa, sözünü ettiği Tanrı’nın saltanatının her an her yerde olduğunu söylüyordu. Gösterdiği
mucizeler ile yaptığı konuşmalardaki söylemleri birleşince, sonradan Hıristiyan ilâhiyatında
“Tanrı’nın oğlu”, “Kutsal Ruh’un belirmesi”, “Rabbin kendisi” olarak nitelenecekti. Tapınağı,
Tanrı ilkesi ile ilk iletişimde bir aracı olarak görüyordu. Şöyle diyordu:

«Sanmayın ki ben yasayı * ya da peygamberleri yıkmaya geldim. Ben yıkmaya değil ancak
bütünlemeye geldim. Size derim ki: Doğruluğunuz, bilginlerin ve fersîlerin doğruluğundan
aşkın değil ise cennet krallığına giremeyeceksiniz.»

İsa, insanlığın ortaya çıkışından beri insan bilincinde yer etmiş olan yüce tanrı ve çevresindeki
yardımcıların oluşturduğu cennetteki egemenlik ve hem bilinmeyen ama aynı zamanda en çok
bilinen bir krallıktan söz ediyordu. Ancak yöntemi çok farklıydı. İnsan ve Tanrı sevgisini ön
plana çıkarıyor, tapınaklardaki gelenekleri ikinci plana atıyordu. İnsana verdiği değer, komşu
sevgisi, düşman sevgisi, kardeş sevgisi gibi yaklaşımları ile Yahudilerin temel inançlarının
karşısında yer almıştı. Bu durumda ona “sapkın” denilmez de ne denirdi?

* Burada yasa, Tevrat’ta belirtildiği üzere “Musa’ya verilen şeriat” anlamındadır.

36
Öte yandan İsa, sıradan bir insanın yapamayacağı birtakım işleri beceriyordu; uzun zamandan
beri hiçbir yanı tutmayan yatalak bir hastanın bir anda iyileştirilip ayağa kaldırılması gibi...
Bunlar, kimine göre ona Tanrı’nın verdiği güçle başarılmış birer mucize, dolayısıyla onun
tanrısallığının kanıtıydı, kimine göre de büyü… Hangisi olursa olsun, İsa tapınağı yıkmaktan
söz ederken, yaptıklarına bakıp ondan korkanlar gibi, bu deyişini somut ve maddî anlamda
değil, mecazî ve simgesel bir anlamda söylediğini bilenler de yok değildi.

Bir krallıktan söz ediyordu ve kendini kral olarak gösteriyordu ama Davut’un soyundan yani
İsraillilerin kral ailesinden gelme olsa da insanların anladığı bir krallık değildi söz ettiği...
Nitekim bu yüzden onu Romalı Vali Pilatus’a «İşte Yahudilerin kralı budur.» diyerek gösterip,
valinin emri üzerine çarmıha gerdiler. Onu ihbar ettikleri aynı Romalılar, kırk yıl kadar sonra
tapınağı somut ve maddî anlamda yıktı.

***

Bir efsaneye göre, Romalılar Kudüs’ü fethettiğinde, tapınağı çevreleyen dört duvardan her
birinin yıkımı dört ayrı komutana verilmişti. Duvarların üçü tümüyle yıkılmış, dördüncü
komutan görevini gerektiğince yerine getirmemiş, Titus onu sorguya çektiğinde şöyle demişti:

«Diğer komutanların yaptığı gibi ben de bu duvarı yıksaydım, bizden sonra gelecek milletlerin
hiçbiri yıktığınız bu eserin ne denli muhteşem olduğunu görüp anlamayacaktı. Aksine bu duvar
ayakta kaldığı sürece gelecek nesiller ona bakacak ve “Titus ne büyük bir zafer elde etti, bakın
neleri yıktı” diyebilecekler.»

İşte bu anlatıma göre o komutanın yıkmadığı duvar, halen varlığını sürdüren ve genellikle
“Ağlama Duvarı” olarak bilinen Herod Tapınağı’nın batı çevre duvarıdır.

Musevîler ise bunu bir çevre duvarı olarak değil, ana tapınağın duvarı, üstelik 70 yılında yıkılan
son tapınağın değil Hz. Süleyman tarafından dokuz yüz yıl kadar daha önce yapılmış olan ilk
tapınağın duvarı olarak benimser. Bu benimseyiş de, -bilerek ya da bilmeden inanarak-
geleneksel taş inancının bir yansımasıdır.

***

37
1517 yılında Osmanlılar Kudüs’e girdiğinde, son tapınaktan arta kalan duvar tonlarca çöp yığını
altında görünmez bir haldeydi. Yavuz Sultan Selim, tapınağın yerinin bulunmasını istiyordu.

Sonradan Kanunî Sultan Süleyman olarak ün kazanacak olan şehzade kentte dolanırken, başının
üstünde kocaman bir sepet taşıyan, kan ter içinde kalmış yaşlı bir Hıristiyan kadınla karşılaşmıştı.
Şehzade ona sepette ne olduğunu sorunca, içinde hayvan gübresi ve çöp olduğunu öğrenince
çok şaşırmış, nedenini sormuştu. Yaşlı kadın, Betlehem’den geldiğini ve iki günlük yol aştıktan
sonra bu pislikleri eskiden Yahudilerin kutsal tapınağının bulunduğu yere dökeceğini, bunun
Hıristiyan rahiplerce istendiğini, yüzyıllardır 30 günde bir bu yere hayvan pislikleri ve çöplerin
dökülmesi ile burasının yok edilmesini ve izlerin tamamen örtülmesine çalıştıklarını, böylece
Yahudi tapınağının anısının bütünüyle ortadan kaldırılmış olacağını söylemişti.

Şehzade Süleyman yaşlı kadının dediğinin doğru olup olmadığını soruşturur; doğru olduğunu
anlayınca emir verip altın ve gümüş sikkelerle dolu birçok kesecik hazırlatıp, bunları çöplük
yığınının değişik yerlerine gömdürür. Bunları arayıp bulan alsın diye, oraya kova ve kürekler
bıraktırır. Böylece çöplük ve pislik dağının boşaltılmasını sağlar. Kendisi de eline bir kazma ile
kürek alıp, taşlaşmış çöpleri boşaltırken şöyle bir ferman okutur: “Her kim şehzadeyi sever de
onu memnun etmek isterse, yaptıklarına baksın ve onun gibi yapsın.”

Söz Hz. Süleyman’dan Kanunî Sultan Süleyman’a gelince; ikisinin ortak yönüne değinmeden
geçemeyiz.

Şu şekle yeniden bir bakın:

Sizce nedir bu?

İsrail Devleti’nin bayrağındaki amblem mi?... Yahudi yıldızı mı?...

İkisi de doğru bir bakıma ama daha doğrusu “Siyon” olarak da anılan Davut’un Kalkanı...
Siyon ise Kudüs’teki bir tepe… Kimi betimlemesiyle kentin güneyindeki bir tepe ama birçok
anlatımda “Moriah Dağı” ya da “Tapınak Tepesi” ile özdeşleştirilen yer.

Dahası, bu şeklin bir diğer adı da “Süleyman’ın Mührü”. Hangi Süleyman’ın?... Bunu gerek
eski İbranî kalıntılarında görürüz gerekse Kanunî ve sonrasındaki Osmanlı yapıtlarında...

Adı her ne konmuş olursa olsun, bu tasarımın bir simge olduğundan kuşku duyulamaz. Hem
öyle sıradan bir simge de değildir bu... Anlamlandırılışının kökenine uzanmaya girişirsek,
kendimizi tekrar Antik Mısır’a dönerek Hermetik uygulamalarda bile buluruz.
---------------

38

You might also like