Antik Mısır’dan Antik Yunan’a, Orta Çağ’ın en karanlık yüzyıllarından Rönesans
sanatına değişmeyen ve her daim kutsallık atfedilen bir şey vardır: Geometri. Pisagor için kadim bilgeliğini oturttuğu düzlem, Platon’un Akademisi’ne kabul için bir kriter olan; Orta Çağ’da ise “Septem Artes Liberales”, yani “7 Özgür Sanat” olarak Skolastik müfredatta yerini alan Geometri ; Rönesans aydınlanmasında biraz daha farklı bir yerdedir. Çünkü bu, bizi Rönesans felsefesinde “Mikrokozmos İnsan” tabirine götürecektir. Yani Orta Çağ’daki Geometri, bize nasıl kusursuz kozmosun işleyişini gösteriyorsa, Rönesans döneminde bunun yanına “mikro”kozmos olan insan da eklenir. Kozmosun yaratılışını Geometri ile ilişkilendiren Platon biraz da masalımsı bir anlatımla Timaios diyaloğunda şöyle işler: “Evrenin mimarı, hangi örneğe bakarak evreni yapmıştır? (…) değişmeyeni mi yoksa olmuş olanı mı? Eğer bu evren güzelse ve onu yapan iyi ise, yapıcının gözlerini ebedi olandan ayırmadığı açıktır…. Evren bu şekilde yaratılmışsa akılla ve zihinle kavranabilen, değişmeyen şeye göre biçimlendirilmiş demektir, o zaman da bir şeyin kopyası olması gerekir.” “Ebedi olandan ayırmadığı” burada ebedi olan “İdealar” ; “yapıcı” olarak nitelendirdiği kişi ise “Tanrı Demiurgos”tur. Yani görünen dünyadaki her şey sahtedir ve İdealar dünyasında o “sahte” şeyin mutlak, değişmez ve kusursuz bir “ilk” hali vardır. Tanrı ise bu “ilk hal”lere yani “model”lere bakarak evreni yaratmış, kozmosu bir düzene oturtmuştur. Bu diyalogta Platon, “…Bu yuvarlak biçim hepsinin en kusursuzu, kendi kendine en çok benzeyendir.” Diyerek “dairesel” formun, şeylerin en kusursuzu olduğunu söylemektedir. İşte bu yüzdendir ki Orta Çağ boyunca mimaride yoğun olarak kullanılan form kusursuz olarak kabul edilen “daire” ve “kare” olacaktır. İşte Tanrı Demiurgos’un tüm bu yaratım işleminin en özet hali; düzensizlikten düzenin sağlanmasıdır. Timaios diyaloğu her ne kadar Platon’un belki de en beyin yakıcı diyaloğu olsa da anlattıkları çok değerlidir. Timaios’ta anlatılan kozmos, “ruh” ve “akıl” ile yaşayan bir varlıktır. İşte insan da bundan farksız olarak “ruh” ve “akıl” ile yaşar. Orta Çağ ve Rönesans zıtlaşması bu noktada başlar. Orta Çağ felsfesi (bazı filozofları dışarıda tutmakla beraber) “varlık”ta olan “beden”e tamamen “günah” gözüyle bakarken Rönesans’ta “akıl” ön plana çıkmıştır. Yani insan (mikrokozmos) ile evren (makrokozmos) arasındaki uçurum aza indirgenmeye çalışılmıştır. Rönesans’ın düşünce boyutundaki bu gelişmelerin hemen hemen tek kaygısı insan ve evreni tamamiyle birleştirmektir. Bu düşünceyi en fazla destekleyecek bir diğer kaynak ise Mısırlı bilge Hermes Trismegistus’tan külliyatındaki Zümrüt Tablet’tir. Ve şu cümle geçer, “Aşağıda olan yukarıda olan gibidir; yukarıda olan ise aşağıda olan gibi.” 13.yüzyıl mistik filozofu Meister Eckhart ise buna çok benzer şekilde şöyle der, “Tanrı insanı yarattığında Tanrılığın en içi insanla birdi. Her bir yaratık Tanrıyla doludur ve bir kitaptır.” Batı’daki tüm bu düşünceler ise Doğu’da Sufi metafiziğinde “Vahdet-i Vücut” olarak karşılık bulur. Tevhid inancından kopan bu anlayış, “Ene’l-hakk” yani “Hak’ta gayrı değilim.” cümlesini sarfeden Hallac-ı Mansur’un idamına neden olacaktır. Mikrokozmos insan tabirinin Rönesans sanatına yansımalarına bakalım şimdi. En baştan beri bahsettiğimiz Platon metinleri ve Hermes Trismegistus külliyatı gibi pek çok eserin çeviri hareketleriyle insan, evrenin bir modeli olarak alınmaya başlanmıştı. Her türlü eser, odak noktası “insan” olarak alınıp yaratılıyordu. Tanrı ve insan arasındaki bu ilişkiye somut gözle bakılıyor ve kutsal geometri benimseniyordu. İşte bu yüzden tamamen insanı ezip geçen ve Tanrı’ya ulaşmaktan başka amacı olmayan Gotik katedrallerden vazgeçilmiş; yine kare ve daire gibi kutsal formlara sadık kalınsa bile tamamen “insan” baz alınarak yapılar inşa edilmeye başlanamıştı. Perspektif denen olgu insan ve bakışı sayesinde vardı. Kutsal geometri dedik, kusursuzca işleyen kozmos dedik; Rönesans’ta insanın bu kozmostan farksız olduğu düşüncesinden, aşağıdakinin yukarıdaki ile aynı oluşundan bahsettik. Böylece geldiğimiz son nokta; mikrokozmos olan insanın, evrene yani makrokozmosa yaklaşma kaygısının olması gerektiğidir. Platon da insanın zaten İdeaların varolduklarını bildiğini söyler ama bunun farkında değildir. İşte bu yüzden onları akıl ile kavramak mecburiyetindedir. Görseller: Leonardo Da Vinci’nin meşhur “Vitruvius Adamı” Liber Divinorum Operum kitap kapağı, Aziz Bingenli Hildegard, 11-12.yy